You are on page 1of 510

Osmanlı İdaresinde Balkanlar

II

Editörler:
Prof. Dr. Alaattin AKÖZ - Prof. Dr. Slobodan ILIĆ
Prof. Dr. Doğan YÖRÜK - Phd, Assistant Professor Danko LEOVAC
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ OSMANLI TARİHİ VE MEDENİYETİ ARAŞTIRMA VE UYGULAMA MERKEZİ YAYINLARI: 5

ISBN: 978‐625‐7057‐68‐4

Kitapta yer alan makalelerden yazarları sorumludur.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ MATBAASI


Akademi Mah. Yeni İstanbul Cad. Selçuk Üniversitesi Kampüsü No: 351, 42130 Selçuklu / Konya
MATBAA SERTİFİKASI: 43463

Konya, Kasım 2020

PALET YAYINLARI
Mimar Muzaffer Cad. Rampalı Çarşı No: 42 Meram / Konya
Tel. 0332 353 62 27
T.C. KÜLTÜR BAKANLIĞI YAYINCI SERTİFİKASI: 44040
SUNUŞ

XIII. yüzyıl sonlarında Bizans uç bölgesinde kurulan Osmanlı beyliği kısa süre
içinde devlet haline gelmiş, sınırlarını Avrupa, Afrika ve Asya kıtalarına kadar
genişletmiştir. İstanbul’un ilhakıyla tam bir imparatorluk hüviyetine bürünmüş,
hükmettiği coğrafya üzerinde var olan çok dilli, çok dinli ve çok etnisiteli yapıyı uzun
süre devam ettirebilmiştir. Devletin bünyesindeki çeşitlilik bir yandan asgari
düzeyde ortak değerlerin inşasına ve birlikte yaşama kültürüne olumlu katkılar
sunarken, bir yandan da özellikle Fransız ihtilalinden sonra en kırılgan halkaları
oluşturmuştur. Modern öncesi döneme ait bu klasik özellikler, değişim çağında
imparatorlukları uzun ve yorucu yeni sorunlarla baş başa bırakmıştır. Yine de Asya
ve Avrupa’daki imparatorluklar varlıklarını XX. yüzyıl başlarına kadar
koruyabilmişler, I. Dünya Savaşı’nın ardından Osmanlı, Avusturya-Macaristan, Rus
Çarlığı gibi geleneksel imparatorluklar bu sürecin sonunda çökmüş ve bunların
yerine ulus devletler yükselmeye başlamıştır.
XIX. yüzyıldan günümüze kadar Osmanlı egemenlik coğrafyasında kurulan
50’den fazla devletin tecrübe ve birikimleri ile toplumsal hafızalarının önemli bir
kısmında Osmanlı mirası göz ardı edilemeyecek kadar büyüktür. Öyle ki XX.
yüzyılda ortaya çıkan Ulus devletlerin toplumsal, siyasal ve ekonomik yapıları bu
miras üzerine bina edilmiştir. Bu durum Türkiye ve Türkiye dışında Osmanlı
çalışmalarına yönelik ilgi ve merakın da her geçen gün daha fazla artmasına zemin
hazırlamıştır.
Bu çerçevede, ilki; 7-9 Ekim 2016 tarihleri arasında Saraybosna’da, “Prof. Dr.
Nejat Göyünç Anısına”, ikincisi; 12-14 Eylül 2017 tarihleri arasında Bakü’de, “Doğu
ve Batı Türklüğünün Ortak Tarihi Devirleri ve Münasebetleri” temalı Uluslararası
Osmanlı Araştırmalarında Yeni Eğilimler Kongresi serisinin üçüncüsü; 5-7 Eylül
2019 tarihleri arasında Belgrad’da “Osmanlı ve Balkanlar” temasıyla
gerçekleştirilmiştir. Balkanlar, günümüzde Ortadoğu ve Kafkaslar gibi dünyanın en
sıcak çatışma bölgelerinden biri olarak gösterilmektedir. Her ne kadar, bu
çatışmanın kaynağı, temelde, XIX. Yüzyılda başlayan XX. Yüzyılda devam eden
ulusçuluk hareketleri ve bu anlayışın getirdiği parçalanmış siyasi yapılara
atfedilmişse de XIX. Yüzyıl öncesinde de sözü edilen bölgelerdeki kırılganlık
tarihçilerin aşina oldukları bir durumdur. Resmiyette 1352 yılında Çimpe Kalesi’nin
alınmasıyla başlayan Osmanlıların Balkanlardaki varlığı, XV. ve XVI. Yüzyıllarda
daha da genişlemiş, ancak XIX. Yüzyıldaki siyasi ve askeri gelişmeler neticesindeki
toprak kayıplarıyla zaafa uğramış, 1912-1913 Balkan Savaşları ve 1914-1918 I.
Dünya Savaşı’yla birlikte bu coğrafyadaki mevcudiyeti büyük ölçüde tasfiye
edilmiştir. Böylelikle, yaklaşık altı asır devam eden bölgedeki Osmanlı hâkimiyeti
son bulmuştur. Bu devletin siyasî ve kurumsal yapılanmasının büyük ölçüde
Anadolu ve Rumeli coğrafyası üzerinden şekillendiği dikkate alındığında, Osmanlı
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • ii

tarihi, bir Türk tarihi olduğu kadar aynı zamanda Balkan milletlerinin de ortak tarihi
ve geçmişidir. Osmanlı mirasının ortak değerler üzerinden konuşulması ve
tartışılmasının başta akademik çevreler olmak üzere milletlerarası siyasî, sosyal ve
kültürel ilişkilere de olumlu katkılar sağlayacağı muhakkaktır.
İmparatorluktan ulus devlete geçiş sürecinde Osmanlı Devleti’nin
komşularıyla/rakipleriyle ilişkileri, bünyesindeki farklılıkları zenginliğe dönüştürme
çaba ve gayretleri ile siyasî, sosyal, ekonomik, dinî ve kültürel yapılanması,
kongrenin ana temasını oluşturmuş, Osmanlı dünyası üzerine çalışan farklı
disiplinlerdeki akademisyenlerin aynı platform etrafında bir araya getirilmesi
hedeflenmiştir. Bu çerçevede, yerli ve yabancı 90 civarında akademisyenin
katıldığı, 84 bildiri 21 oturumda sunulmuş, Osmanlı ve Balkanlar konusu daha çok
kongreye ev sahipliği yapan Belgrad ve Sırbistan özelinde tartışılmıştır. Bildiri
metinlerinden 58’i tarafımıza ulaştırılmış, bunlardan 33’ü Türkçe, 15’i İngilizce, 8’i,
Sırpça, 2’si de Boşnakça dillerinde yazılmıştır. İki cilt halinde yayımlanması
planlanan makaleler kendi içinde alt konu başlıklarına ayrılmamış, bunun yerine
yazarların soy adlarına göre bir sıralamaya gidilmiştir. Bildiri metinlerinin terkibinde
her ne kadar standart bir atıf ve kaynakça metodu benimsenmişse de yazarların
bireysel tercihlerine de müdahale edilmemiştir.
Makaleler incelendiğinde, kongrenin adına ve temasına uygun olarak, özgün
ve yetkinliğinin dışında, yeni konu ve bakış açıları getirdikleri görülecektir. Bu
bakımdan, sempozyumun gerçekleştirilmesi hususunda desteklerini esirgemeyen
kurum ve kuruluşların adlarını şükranla anmamız gerekir. Öncelikle kongreye ev
sahipliği yapan Belgrad Üniversitesi’ne, maddi ve manevi desteklerinden dolayı
Selçuk Üniversitesi’ne, Türkiye Cumhuriyeti Belgrad Büyükelçiliği’ne, Atatürk
Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Tarih Kurumu Başkanlığı’na, Belgrad
Yunus Emre Enstitüsü’ne teşekkürü bir borç biliriz. Ayrıca kongremizi katılımlarıyla
onurlandıran dönemin Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Tarih
Kurumu Başkanı Prof. Dr. Refik TURAN’a, Türkiye Cumhuriyeti Sırbistan
Büyükelçilik Müsteşarı Ayşe UZER’e ve eserin basılmasına ve bilim dünyasına
sunulmasına sağladığı katkılar nedeniyle Selçuk Üniversitesi Rektörü Prof. Dr.
Metin AKSOY’a müteşekkir olduğumuzu belirtmek isteriz.

Editörler
INTRODUCTION
Ottoman Principality, founded in the frontiers of Byzantium in the last decades
of the 13th century, emerged in a short time as a state which expanded its borders
to Europe, Africa and Asia. By the conquest of Constantinople it assumed all
prerogatives of an empire, and succeeded for a long time to maintain the multi-
lingual, multi-religious and multi-ethnic structure that existed on the geography they
ruled. While the diversity within the state has contributed positively to the
construction of the minimum common values and the culture of living together, on
the other hand it became, in particular in the aftermath of the French Revolution,
the most fragile ring of the chain holding the Empire together. In the age of change,
these classic features of the pre- modern period left the empires with some new
and long-term problems. Nevertheless, the empires of Asia and Europe has been
able to maintain their existence until the beginning of the 20th century. Following
World War I, the traditional empires, such as the Ottoman Empire, the Austro-
Hungarian Empire, and the Russian Tsardom, collapsed at the end of the process,
and were replaced with nation-states.
With the experience and knowledge of more than 50 states established in the
Ottoman sovereignty geography from the 19th century until today, the place of the
Ottoman legacy in the important part of the collective memory is too big for being
neglected. Consequently, the social, political and economic structures of the nation
states that emerged in the 20th century have been built on the Ottoman heritage.
This fact paved the way for the constantly increasing interest in the Ottoman studies
both in Turkey and abroad.
In this framework, three international congresses concerning the new
tendencies in the Ottoman studies were realized, the first one 7-9 October 2016 in
Sarajevo, organized in memory of the late Prof. Dr. Nejat Göyünç, the second one
12-14 September in Baku, entitled "The Common Historical Periodization between
the Eastern and Western Turks, and their Relations," and the third one 5-7
September in Belgrade entitled as "The Ottomans and the Balkans." In the recent
times, the Balkans are presented as one of the most fervent conflict areas in the
world, next to the Middle East and Caucasus. Although the roots of the conflicts are
generally attributed to the nationalist movements which started in the 19th and
continued throughout the 20th century, and the fragmented political structures they
produced, the fragility of the region was not unknown to historians also before the
19th century. The Ottoman presence in the Balkans officially started with the
capture of the fortress of Tzympe in 1352, was in the 15th and 16th centuries
extended, however as a consequence of the political and military developments of
the 19th century, and the territorial losts, in the aftermath of the Balkan Wars (1912-
1913), and the WWI (1914-1918) in great extent ceased to exist in these
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • iv

geographies. So, the Ottoman rule in te area which approximately lastes six
centuries was terminated. Keeping in mind that the Ottoman political and state
organisation was in a great extent shaped in Anatolian and Rumelian geographies,
the Ottoman history is as much as being history of Turks, also common history and
past of the Balkan peoples. Without any doubt, the discussion and evaluation of the
Ottoman legacy as a common value will positively contribute to the political, social
and cultural relations between the nations.
The main topics of the conference are the relations between the Ottoman
state in the transition period from an empire to a national state, with its
neighbors/rivals, striving to render its inner differencies to a common value, as well
as its political, social, economic, religious and cultural organisation, and its aim is
to bring together scholars from the different academic disciplines, who work on the
Ottoman world. In this framework, 84 papers organised in 21 sessions, with the
participation of about 90 Turkish and foreign academics, were presented and
discussed. Next to the Ottoman and Balkan history, a particular emphasis was given
to the topics related to Serbia and Belgrad, as the host of the congress. We received
alltogether 58 papers for publication, among them 33 in Turkish, 15 in English, 8 in
Serbian, and 2 in Bosniak. Although initially planned as a two-volume edition
according to the sub-topics of the presentations, we decided to arrange the paper
according to surnames of the presenters. The standard citation and literature
system for the composition of the papers was suggested, however we respected
the personal preferences of the authors.
An insight into the papers will allow us to see not only that they were prepared
in accord with the name and the general topic of the congress, that they are original
and scholarly relevant, but that they also brought new topics and new perspectives.
From this aspect, we fill need for expressing our gratitude to the organisations and
institutions which offered their support. First of all, we thank the University of
Belgrade, the host of the congress; the Selçuk University which offered moral and
material support; the Embassy of the Republic of Turkey in Belgrade, the
Presidency of the Turkish Historical Association of the Atatürk Culture Language
and History High Association, and the Yunus Emre Institute in Belgrade. Likewise,
we want to express our gratitude to Prof. Dr. Refik TURAN, the former president of
the of the Turkish Historical Association of the Atatürk Culture Language and
History High Association, who honored us with his contribution; Ms Ayşe UZER, the
counselor at the Embassy of the Republic of Turkey in Serbia, and the President of
the Selçuk University Prof. Dr. Metin AKSOY for his contribution regarding the
preparing of the volume for the press and its presentation to the scholarly audience.

Editors
İÇİNDEKİLER – 2. CİLT

SUNUŞ ................................................................................................................................................. i
INTRODUCTION ................................................................................................................................ iii

Источно питање и Османско Царство у политици пречанских Срба 1857-1878


Dejan MIKAVICA ................................................................................................................................ 1

Ottoman Administration In The Balkan Provinces Of The Empire: The Theory Of Three Circles
Ema MILJKOVIĆ ............................................................................................................................... 45

Сукоб скадарског паше Мустафе Бушатлије и турских власти 1831 године


Slaviša NEDELJKOVIĆ .................................................................................................................... 53

Mro (Macedonian Revolutionary Organization) – A New Perspective On The “Millets” In Ottoman


Macedonia
Borche NIKOLOV ............................................................................................................................. 71

XVI. ve XVII. Yüzyıllarda Belgrad Şehrinin Gelişmesine Osmanlı Düzeninin Katkıları (1526-1688)
Yusuf OĞUZOĞLU ......................................................................................................................... 101

Lefkoşa Şeriye Sicillerine Göre Osmanlı İdaresinde Kıbrıs’taki Arnavutların Sosyo-Ekonomik


Hayattaki Durumları
Ali Efdal ÖZKUL ............................................................................................................................. 133

Modernisation In Bosnia And Herzegovina In The Nineteenth Century


Lydia PAKHOMOVA - Ksenia MELCHAKOVA ............................................................................. 147

Serbia And The Opening Of The First Turkish Parliament In 1876


Jelena PAUNOVIĆ .......................................................................................................................... 155

Foreign Trade Of The Ottoman Empire With The Balkan Countries Before And After The World War I
Jelena RAFAILOVIĆ ....................................................................................................................... 171

Serbian Diplomatic Representatives In Constantinople From The Establishment Of Diplomatic


Relations To The Balkan Wars (1879–1912)
Suzana RAJIĆ ................................................................................................................................ 193

Жена и брак: шеријатски прописи у изворима на османском језику (XVI-XIX век)


Irena Kolaj RISTANOVIĆ ............................................................................................................... 207

Bosna ve Kıbrıs’ta Tanzimat: Benzerlikler ve Farklılıklar


Hasan SAMANİ ............................................................................................................................... 231

Hussain Pasha Kavanoszâde, Belgrade Muhafiz And Mutessarif Of the Smederevo Sanjak (1827-
1833)
Aleksandar M. SAVIĆ..................................................................................................................... 257
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • vi

Savremena osmanistika u Bosni i Hercegovini: standardi i dometi


Ramiza SMAJIĆ .............................................................................................................................. 277

Francuska i Osmansko Carstvo u ogledalu francuskog konzulata u Bosni (1806-1814) i francuska


percepcija orijentalne Bosne
Slobodan ŠOJA .............................................................................................................................. 285

Cumhuriyet Devri Tarih Ders Kitaplarında Devşirme Bir Osmanlı: “Sokollu Mehmet Paşa”
Ahmet ŞİMŞEK - Mehmet Alper CANTİMER ................................................................................ 303

Osmanlı Devleti’nin İlk Belgrad Elçisi: Hüseyin Hüsnü Sermed Efendi Ve Sırbistan’daki Faaliyetleri
Abidin TEMİZER - İbrahim SERBESTOĞLU ............................................................................... 337

Tereke Kayıtlarına Göre XVII. Yüzyılın Sonlarında Sofya Şehrinde Ailelerin Sosyo-Ekonomik
Durumu
Züleyha USTAOĞLU ...................................................................................................................... 349

The Impact Of The Balkan Region On The Rise Of Turkish Nationalism


Umut UZER ..................................................................................................................................... 357

Osmanlı Maden Kanunnâmelerinde Balkan Dillerinden Geçen Terimler Ve Tâbirler


Mehmet Ali ÜNAL ........................................................................................................................... 365

The Fall Of Constantinople To The Ottomans In The Eyes Of Edward Gibbon: A Case Study In
Orientalistist Discourse And Post-Colonial Criticism
Larisa Orlov VILIMONOVIC ........................................................................................................... 399

Економски односи Кнежевине/Краљевине Србије и Османлијске Империје 1878-1914 године


Vladan VIRIJEVIĆ ........................................................................................................................... 421

XIX. Yüzyıl Ortalarında Balkanlarda Gülcülük: Hasköy (Kran) Örneği


Mehmet YILMAZ ............................................................................................................................. 439

Mektepsiz Polis Kalmasın: Selanik Polis Mektebi


Yücel YİĞİT ..................................................................................................................................... 459

1795’de Rumeli’deki Istabl-ı Amire’ye Bağlı Koru ve Çayırlarla İlgili Düzenlemelerr


Doğan YÖRÜK ................................................................................................................................ 485
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 1

Источно питање и Османско Царство у политици пречанских


Срба 1857-1878

Dejan MIKAVICA

АПСТРАКТ
Од завршетка Кримског рата национална политика пречанских Срба интензивирана је на
политичко-публицистицком пољу у циљу афирмације демократских интереса и остварења права српског
народа на ослобођење од турске власти и формирање самосталне државе на простору који је обухватао
босанско-херцеговачке покрајине, Србију и Црну Гору. Световни прваци пречанских Срба су у политичкој
јавности Аустроугарске и Европе пледирали за поштовањем права српског и свих других балканских
народа на самоопредељење и у том циљу су предлагали решење Источног питанха које није исккјучивало
стварање Балканске федерације одосно Конфедерације која би наследила Османско царство у
југоистоцној Европи. У том контексту су писали и публиковали различита решења која су у јавности
највише била препознатљива захваљујући деловању Светозара Милетића, Михаила Полита Десанчићаи
других чланова и првака организација и странака које су они основали и у чијем деливању су учествовали
од 1857 до 1878 и завршетка Велике источне кризе
***
Српска национална политика у Хабзбуршкој монархији заснована је
првенствено на тумачењу царских односно српских црквено-народних
привилегија које су добијали за војничку службу од угарских краљева и
аустријских царева почевши од Жумберачких привилегија (1538) до оних које
су стеччене после Велике сеобе, током аустријско-турског рата окончаног
Карловачким миром (1699) и касније потврђиваних у оним приликама када је
ратовање пречанских Срба на страни Бечког двора представљало ратничку
услугу које се Хабзбурговци нису могли одрећи. Без сопствене државе, у
земљи у којој нису представљали равноправан, историјски и дипломатички
народ, црквени и световни прваци српског народа на саборима који су
представљали најзначајније представничко тело Срба у оквиру Карловачке
митрополије, дефинисали су програм који је подразумевао успостављање
политичко-територијалне аутономије на различитим просторима, а такав

PhD. Prof. / Faculty of Philosophy Department of History University of Novi Sad, mikavica2016@gmail.com, SERBIA
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 2

простор за њих био је Банат 1790. године. Одлуке овог Црквено-народног


сабора у новијој српској историографији оцењене су далекосежним и
историјски пресудним за целокупни српски народ и тумаче се као први српски
национални програм у новом веку. 1 За Србе у Босни и Херцеговини,
Далмацији, Хрватској, Славонији, Србији и Црној Гори ове одлуке су
представљале доказ да државотворност пречанских Срба није изгубљена,
тим пре што су се хрватско-славонски Срби у оквирима Границе које су
константно босански Срби обнављали и бројно увећавали, показивали као
важан чинилац у очувању националног и верског идентитета, а црногорски
Срби у биткама на Мартинићима и Крусима најавили стварање прве слободне
нововековне државе на челу са владарима-владикама из породице
Петровића-Његоша. 2 У периоду који је обележила европска грађанска
револуција, афирмација рационалистичких и просветитељских идеја, борбе
за грађанска и колективна права, а затим и општу демократизацију друштва
заснована на начелима равноправности и уважавања грађанских слобода,
босанским и херцеговачким Србима је, због традиционалне подршке
Француске и Енглеске одржању Османског царства, упорно онемогућавано да
постану битан и уважен чинилац у решавању сопственог правно-политичког
статуса. Као најуверљивији отклон од узимања у обзир српских захтева на
босанско-херцеговачком простору Османског царства показали су се правни
акти који никада нису испуњени као што је хатишериф од Ђилхане из 1839.
или Хатихумајун из 1856. године. 3 За српску пречанску, посебно световну
елиту они су били доказ да за босанско-херцеговачке Србе не важе
демократска начела на која су се позивали други европски народи, да Порта
неће бити приморана да спроведе реформе, да Источно питање неће бити
решавано у интересу балканских хришћана. Најистакнутији представници
либерално-демократске политичке елите пречанских Срба су међутим на све
начине, политичким, журналистичко-публицистичким, саборским,
посланичким и страначким деловањем настојали да афирмишу права народа
у Босни и Херцеговини, посебно својих сународника и неретко су личном
жртвом доказивали посвећеност остварењу националне и државотворне
доктрине која је подразумевала национално ослобођење Срба и њихово
уједињење у једну државу. Током друге половине XIX века и у прве две
деценије XX века, целокупна елита пречанских Срба окупљена око
демократских и националних циљева, заветне мисли народног ослобођења и

1 М. Екмечић, Дуго кретање између клања и орања, Београд 2006, 97.


2 Д. Микавица, Г. Васин, Н. Нинковић, Историја Срба у Црној Гори, Нови Сад 2013, 129-198.
3 Д. Микавица, В. Гавриловић, Г. Васин, Знаменита документа за историју српског народа 1539-1918, Нови Сад 2007.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 3

окупљања васколиког српства око две српске кнежевине, Србије и Црне Горе,
заузела се за афирмацију грађанских и колективних права и присаједињење
босанско-херцеговачких области државама које су водиле две, неретко
међусобно завађене српске династије. Више од других у организовању и
подстицању рата против Османског царства који је подразумевао ослобођење
Босне и право њеног народа на самоопредељење истакли су се међу
пречанским либералима Светозар Милетић, Лаза Костић, Михаило Полит
Десанчић, Јаша Томић, Јован Суботић, Светозар Прибићевић. Посебно су
прва тројица својим чланцима, списима, деловањем у оквиру страначких и
политичких организација које су оснивали и предводили, босанско-
херцеговачко питање учинили важним, видљивим и отвореним за целокупну
српску и европску политичку јавност. Њихове концепције и планови у
контексту решавања Источног питања као проблематике опстанка Османског
царства у Европи и евентуалног настанка нових држава на његовим
рушевинама претходиле су неколико деценија избијању Велике источне кризе
и хапшењу и заточеништву Светозара Милетића и првака његове, иначе у
српству прве формално организоване, Српске народне слободоумне странке.4
У свим плановима који се односе на решење Источног питања, у другој
половини XIX века, пречански Срби су полазили од уважавања природног и
историјског права истичући национални принцип као примаран у дефинисању
политике која би осигурала балканским народима слободан културни,
друштвени и државни развој. Иначе најзнаменитије програме овог карактера
написали су у то време Ђорђе Стратимировић, Михаило Полит Десанчић,
Светозар Милетић (1863). 5 У свим овим пројектима Босни и Херцеговини
одређена је улога од посебног националног и политичког значаја. Милетићева
критика спољне политике Кнежевине Србије заснивана је искључиво на
уверењу да се од 1862. године, када је бомбардован Београд са
Калемегданске тврђаве, не чини довољно за национално ослобођење и
државно уједињење српског народа од стране владе у Београду, посебно на
простору Босне и Херцеговине. У том контексту је судио о српским владарима
различито. Карађорђеве устанике упоређивао је са тројанским јунацима,
уставобранитељску владу кнеза Александра Карађорђевића сматрао је
неспособном да ,,и поња а камоли да изврши велики задатак Србије'', а после
њиховог пада са власти оцењивао их је као ,,одметнике и крвопије рода свога''.
Династију Обреновић, посебно кнеза Михаила, сматрао је у једном тренутку

4Д. Микавица, Политичка идеологија Светозара Милетића, Нови Сад 2006, ...
5Тачније, Стратимировићев план је из 1857, Политов из 1862, а Милетићев из 1863. године. О томе види ближе: Д. Микавица,
Михаило Полит Десанчић, вођа српских либерала у Аустроугарској, Нови Сад 2007, 137.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 4

(1861) позваним да заступа народне жеље, уставни и слободан развитој


Србије, Милоша је називао (1877) ,,Улисом српским'', а Михиала ,,Ајаксом
српским'', адопцију црногорског кнеза предлагао је као исправно решење
србијанско-црногорског династијског питања за будућу јединствену српску
државу (,,почем породица Обреновића нема члана за то''), а ослобођење
српског народа у Босни и Херцеговини као императив националне, спољне
политике.
Посебно место Босне и Херцеговине у политичкој идеологији
Светозара Милетића осигурано је његовим програмским списом о решењу
Источног питања, подстицањем Србије и Црне Горе да загазе у рат ради
Босне и Херцеговине 1876, његовом посвећеношћу и личном жртвом у време
Велике источне кризе, новинским чланцима и убедљивим и аргументованим
говорима на Угарском сабору у прилог ослобођења Босне и Херцеговине. У
поменутој студији Источно питање, насталој6 делимично на основу увида у
сличне програмске концепције Михаила Полита Десанчића које су настале
нешто раније, Милетић је објаснио да је Источно питање од изузетног значаја
и да је директно повезано са свим другим политичким питањима. Сматрао га
је ,,Гордијевим чвором'' Европе и издвојио три фазе у његовом историјском
развоју. У првом стадијуму, који траје од Петра Великог до 1829 године, Русија
је откидала постепено делове Турског царства, у другој етапи
западноевропске државе су настојале да одрже Турску и Русију одбаце од
мореуза, док трећу етапу од 1856. карактерише договор о неинтервенцији
великих сила у случају устанка хришћанских народа у Турској. Као три главна
чиниоца у решавању Источног питања, Милетић је уочио посебне интересе
оних држава које су везане с Турском царевином морем или копном, затим
опште европске интересе несметане трговине и одржања равнотеже и, као
треће, интересе хришћанских народа који живе у Турској и теже ослобођењу
од турске власти. Посебним интересом Русије сматрао је сталан и сигуран
излазак на Средоземно море, Аустрије - држање под контролом ,,турских''
земаља како би осигурала границе од Албаније до планине Балкана и
контролу над Дунавом, док је енглеско-француска политика која је ишла за
избегавањем било чије хегемоније, а нарочито руске, доводила до тога да је,
како је предочавао Милетић, Европа ,,мирно гледала покољ хришћана'' у
Херцеговини и ,,Србију за руку ухватила да браћи својој притећи не може''.
Ослобођење хришћанских народа у Турској и успостављање њихових
самосталних, националних држава уместо европске Турске, Милетић је

6 Милетићева студија Источно питање је објављена други пут 1877. године, у време када је био у тамници.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 5

сматрао кључним и јединим оправданим интересом јер је само то начин да се


одстрани турско варварство, заустави турска самовоља, успостави слободна
трговина, мир и равнотежа у Европи. Издвајајући четири балканска народа
који су позвани да створе самосталне државе на развалинама Турске,
Милетић је навео Србе, Бугаре, Грке и Румуне. Ови народи би требали да се
удруже и националне циљеве остваре заједничким устанком, а затим да
успоставе политичку повезаност која би подразумевала да Срби и Бугари
успоставе заједничку, федеративну државу а онда са Грцима формирају
конфедеративну државу која би имала заједничку одбрану и спољну политику
као и један орган за ,,решавање међусобних зађевица''. Ова посебна српска
држава која је по Милетићу требала да уђе у федеративни савез са Бугарском,
обухватала би обавезно осим Србије, Босну, Херцеговину, Зету, Стару Србију,
део Македоније и Солун. Граница овакве српске државе у односу на Грчку и
Бугарску, ишла би од Драча на Јадранском мору линијом испод Охрида и
Битоља до Солуна, а одатле косом линијом до Крушевца и Ниша.7 Босна и
Херцеговина и у овом програму и касније, за Милетића су српске земље, оне
су требале да буду део увећане српске државе и према томе, одлучно и
изричито је одбијао свако хрватско својатање истих.
Избор кнеза Милана Обреновића за владара Кнежевине Србије (1872),
Милетић и његова Застава оценили су као свршен чин уз очекивање да
Србија бити под њим ,,слободна и напредна земља, а споља чврст и поуздан
наслон осталој својој браћи'' да би од августа 1870. интензивирана критика
намесничког режима у Србији због одлагања ,,неодложивог'' рата који би
Србији донео сједињење са Босном и Херцеговином и Старом Србијом. 8
Милетић је, већ следеће године, покушавао да створи организацију која би
дело националног ослобођења Срба учинила извесним и то одмах после
пропасти Уједињене омладине српске. На Цетињу је створио (1871) Дружину
за уједињење и ослобођење српско која је имала за циљ да ратом, које би
предводиле српске кнежевине, ослободи и уједини српство и дефинитивно
одбаци наводну спремност Порте да мирним путем уступи Босну Србији и тако
постигне мирољубиви расплет Источног питања.9

7 С. Милетић, Сабрани списи (приређивачи Ч. Попов и Д. Микавица), књ. 2/1, 155; М. Марковић, Милетићева национална
политика и балканско питање, Зборник радова Актуелност мисли Светозара Милетића, Београд 1997, 14-15; С. Милетић,
Сабрани списи (приређивачи Ч. Попов и Д. Микавица), књ. 1, Београд 1999, 419-452.
8 Д. Микавица, Политичка идеологија Светозара Милетића, Нови Сад 2006, 79.
9 Лаза Костић је стигао на Цетиње као Милетићев национално-политички емисар, у септембру 1871. како би тамо деловао у

циљу организованог покретања великог устанка у Турској и увлачења Србије и Црне Горе у рат. У изради устава Дружине
учествовали су Васа Пелагић, Коста Угринић, Милан Кујунџић Абердар, Миша Димитријевић, Ђока Влајковић и Лаза Костић.
Према тексту овог устава, који је писао Лаза Костић, Дружина је замишљена као тајна, илегална организација коју чине сви
Срби који су ,,одушевљени за ослобођење и уједињење српских земаља'' За Дружину је био основни циљ да се уз коришћење
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 6

У новинарско-публицистичкој делатности током целе једне деценије


(1866-1876), Милетић је низом чланака осветлио друштвени положај,
социјално сиромаштво, тегобе, националну и верску дискриминацију којој су
изложени Срби у Босни и Херцеговини под отоманском влашћу. Нарочита
пажња је усмерена на узроке нереда и незадовољства, првенствено сељака
– кметова које је тлачила турска администрација, тешки порези и свеколики
притисци режима. При том није изостајала ни критика упућена оним српским
трговцима који су сарађивали с Турцима у меџлисима и вилајетској
скупштини. И сваки пример пословне сарадње српских трговаца са грчким
владикама (фанариотима) наилазио је на прекор и осуду. Чак су и ,,кубуру''
препоручивали као једино средство у борби против српских ,,бегова'' којима је
материјална добит важнија од Бога, слободе, отаџбине и националности. С
друге стране, на велику подршку Милетићеве Заставе наилазили су бунтовни
представници млађег нараштаја српског грађанства. Отпор и страдање
босанско-градишких трговаца и емиграција српских трговаца из Босне у
Славонију због насиља турских власти (1873) довела је до отворене подршке
и организованог прикупљања помоћи. И сви други важнији догађаји у Босни
будно су праћени, регистровани и тумачени од стране Заставе и у њеним
круговима је упоредо осмишљавана и организована активна национална
пропаганда у Босни и Херцеговини, остваривано повезивање са политичким
истомишљеницима, организована мрежа сарадника. 10 Извештаји из
Херцеговине и Босне писани су и објављивани сасвим у духу Милетићеве
политичке доктрине, што је подразумевало одговарајуће опредељење и став
аутора или дописника. Од првих бројева пештанске Заставе (1866) њени
читаоци су могли пратити дописе који су се односили на Луку Вукаловића,
случајеве који су потврђивали да турске реформе, санционисане Хати-
шерифом из 1839. и Хати-хумајуном из 1856. не осигуравају хришћанима на
босанско-херцеговачком простору никакву равноправност, услове за
просветни напредак, равноправност вероисповести. Када су школске књиге,
упућене из Београда, стигле у Босну, по заповести великог везира биле су
спаљене и тако навеле дописника Заставе да напише: ,,Живео деветнаести
век! Живела турска слобода! А срам било Европу што допушта ова варварства
у 19 веку!!'' 11 Сви гласови који су се односили на уступање Босне и

,,свих могућих средстава'' успешно и што пре ,,сви српски крајеви ослободе од туђег господства и уједине у једну државу'' ...
(Д. Микавица, Последњи српски панкалист, политичко-филозофска биографија Лазе Костића, Нови Сад 2004,
108-109, 121-127).
10 Х. Капиџић, Застава о Босни и Херцеговини, књ. 1, Сарајево 1953, 11-13.
11 Х. Капиџић, Нав. дело, књ. 1, 20-21.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 7

Херцеговине Аустрији односно Аустроугарској налазиле су своје место на


Заставиним ступцима, а нарочите осуде изазивале су предлози из хрватских
новина који су подстицали планове о присаједињењу Босне и Херцеговине –
Хрватској. Хрватско историјско право на Босну је доследно оспоравано, али
не сасвим (,,осим дела до реке Врбаса''), мађарско историјско право на Босну
је негирано као превазиђено, после 400 година ,,за које време Угарска није
ништа за ослобођење оног народа учинила'' и узрок државног пропадања
српског народа и пут његовог препорода сагледавани су на исти начин: ,,Као
што је један од главних узрока пропасти србске био што Србија и Босна нису
уједињене биле, што држава србска није сав србски народ обимала, тако
србски народ неће ни дићи главе, док Србија и Босна са Херцеговином не буду
заједно ... Не припадну ли Босна и Херцеговина Србији, но дође ли Босна и
Херцеговина у туђе руке – онда је то крај србској историји''.12 У овом духу су
Милетић и милетићевци писали и мислили читаву деценију, очекујући и
подстичући на све начине рат у циљу њеног ослобођења и присаједиња. О
судбини Босне писано је у контексту непрежаљеног губитка и историјске
опомене: ,,Да се нису толики Срби у Босни потурчили – не би ни Босна данас
робовала, него би и она и Србија још раније васкрсле''. 13 Политичко
опредељење Светозара Милетића према Кнежевини Србији је, при том, увек
зависило од држања званичне српске владе према Босни. ,,Задатак је Србије
да она у свези са Црном Гором своју једнокрвну и једноплемену браћу у
Турској, наиме у Ст. Србији, Босни и Херцеговини ослободи, да Србе с оне
стране Саве и Уне уједини и тако самосталну државу, већу Србију оснује''.14
Више од свих других устанака босанско-херцеговачких Срба значила
је ,,невесињска пушка'' као симбол устанка који је, обухвативши рубне крајеве
Херцеговине и Босне, покренуо Велику источну кризу (1875-1878) у током ње,
проглашењем уједињења Босне са Србијом на Видовдан 1876. достигао
врхунац у напорима за реализацију српске државне идеје. После
прокламације кнеза Милана која се односила на рат Србије против Турске због
босанско-херцеговачког устанка (1876), Милетић је у Застави објавио чланак
Дакле, мира ради – рат у којем је изнео мишљење да рат против Турске
једини пут за обезбеђење трајног мира на Балкану и уједно позивао
војвођанске Србе да буду достојни потомци Бакића и Јакшића. Две недеље
касније, Милетић је ухапшен и на тај начин онемогућена било каква његова
политичка активност у правцу ослобођења Босне и Херцеговине. До тада је

12 Исто, 39.
13 Застава, 5/17. јануар 1873, бр. 2.
14 Х. Капиџић, Нав. дело, књ. 1, 50.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 8

прошао фазу неизвесности која се односила на мотиве и циљеве устанка у


Босни и Херцеговини, политичке активности у правцу убрзавања рата Србије
и Црне Горе против Турске и могућност да добије посебну улогу у време
Велике источне кризе јер је сумњао да иза устанка у Босни стоје интереси
Аустроугарске која тежи да осигура повод за мешање у догађаје на својим
југоисточним границама. Своје опредељења објаснио је, у почетку
Херцеговачког устанка (јул 1875), на следећи начин: ,, Можда ћемо скоро чути
о новим јунацима на бојном пољу. Но ако је у другим приликама на оваки глас
лице Србина надом синуло, сад овлађује срцем зебња и слутња. Не видимо
на међународном зренику ниједне прилике која би приказивала згоду времена
и борбе. Може се ствар свршити тим да ће млога наша браћа главом платити,
па ће опет при старом остати. Не види се још ни откуда ветар дува ... Ми се
од садање побуне у Херцеговини не надамо већем успеху, а најмање томе да
ће се источно питање заталасати ...'' 15 Већ у августу 1875, Милетић је
променио мишљење, упутио је емисаре у Црну Гору, приступио је врбовању
добровољаца из јужне Угарске, директно и непосредно је настојао да утиче на
опредељење српских кнежевина, Србије и Црне Горе, да загазе у рат против
Турске, ослободе своје сународнике, исправе историјску неправду која им је
наметнута и сузбију турско насиље којем су првенствено Срби у Босни и
Херцеговини изложени вековима. Послао је свог политичког истомишљеника
и страначког саборца Лазу Костића да утиче на Цетињу у циљу убрзавања
акције у корист босанско-херцеговачких устаника16, постао је важан чинилац у
плановима који су ишли за тим да се образује привремена влада у
Херцеговини у којој би Светозар Милетић био председник. Задатак ове владе
био би да сазове велику народну скупштину, формира сталну владу, изврши
општу мобилизацију и позове у ,,братско коло Србе муслиманске вере, давши
им потпуну религиозну и грађанску равноправност и гарантујући им
имовину''. 17 Пре него што се аустроугарска влада одлучила да Милетића
елиминише из босанско-херцеговачке проблематике и да му укине простор за
политичко деловање у јужној Угарској, на основу исконструисане оптужбе18 о

15 С. Милетић, Сабрани списи, књ. 3, 416-417, 437-442)


16 Лаза Костић је од септембра 1875. водио разговоре у Црној Гори како би убрзао почетак рата српских кнежевина против
Турске у којем би Херцеговина припала Црној Гори, а Босна – Србији. Костићеви напори који су имали за циљ политичко
посредовање између Србије и Црне Горе уродили су плодом јер су Србија и Црна Гора заједнички објавиле рат Турској 30.
јуна 1876.
17 Д. Микавица, Политичка идеологија Светозара Милетића, 87-88; Н. Петровић, Светозар Милетић и Народна странка, књ.

2, 667-668; М. Екмечић, Огледи из историје, Београд 1999, 152.


18 Оптужба је тврдила да је Милетић, приликом боравка у Београду 1876, на једној конференцији са својим пријатељима у

кафани код Српске круне обећао 20- 30. 000 добровољаца како би Србија лакше победила у рату и ослободила Босну и
Херцеговину а после тога би ови добровољци учествовали у ослобођавању аустријских земаља, Бачке, Баната и Срема.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 9

велеиздајничком деловању 19 , већ су прикупљене информације које су


потврђивале да будно праћење Милетића од стране аустроугарских државних
и полицијских служби има резона.
Пре Милетићевог хапшења (5. јул 1876) већ је постало јасно да Велика
криза, што је иначе назив који створен у речницима дипломатије XIX века и
који се првобитно односио само на сукобе великих сила од избијања рата
Србије и Црне Горе против Турске (1876) до Берлинског конгреса (1878), а због
Херцеговачког устанка накнадно омеђен са 9. јулом 187520, није оно што су у
њој испрва видели војвођански либерали. У српској савременој
историографији већ је утврђено са сигурношћу да Велика источна криза није
избила онда када су велике силе биле незаинтересоване за српску
националну револуцију, а како је то својевремено прижељкивала влада кнеза
Михаила, напротив. Аграрна револуција, као увод у националну, избила је у
доба ,,највише заинтересованости великих сила за судбину турске државне
баштине''. Истина, вође Херцеговачког устанка, као што је био Лука Вукаловић
још од 1872, из руског егзила, шаљу поруке у своју домовину са позивом да се
покрене нова буна.21 Он је у својим прокламацијама позивао све три вере у
Херцеговини да се одметну од султана, а руски конзул у Мостару је забележио
у то време како не постоји сагласност између Србије и Црне Горе око устанка,
да постоји могућност сарадње све три вере и то нарочито у Херцеговини где,
за разлику од Босне где су муслимани под утицајем многих дервиша, ,, често
стају на страну хришћана'', када нису у питању њихови непосредни,
муслимански интереси. Остало је на истом месту забележено и да католички
фратри нису јединствени односно да се већи део држи папе и западних
држава док један део не одбија сарадњу са Србима (1871). Истовремено ја
био веома активан и Петар Матановић који је због раније показане храбрости
у херцеговачким побунама, од црногорског књаза стекао медаљу, затим
непуну годину боравио у Русији, а потом се повезао са Уједињеном
омладином српском у Новом Саду, боравио у Београду. Посебно значајан
моменат у припремама устанка који ће разрешити Невесињска пушка
представља склапање Тројецарског савеза између Аустрије, Немачке и Русије
у Шенбруну (6. јун 1873)22 и он се сматра политичком основом Велике источне
кризе отворене 1875. године. Остаје при том неразјашњено питање о чему су

19 Милетић је у истражном затвору ,,Фортуна'' у Будимпешти задржан преко две године, да би 30. јануара 1878. био осуђен
на пет година тамнице – због чина велеиздаје.
20 М. Екмечић, Стварање Југославије 1790-1918, књ. 2, Београд 1989, 275.
21 Постоји мишљење да је ове поруке писао Петар Узелац.
22 Практично је већ све било завршено у септембру претходне године, у Берлину, прелиминарним споразумом.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 10

се заиста цареви договорили будући да осим у питању односа према


револуцији, ни о чему није било искреног слагања.23 Можда је ипак највећи
успех у Шенбруну постигнут за аустроугарску страну уколико се потврди да се
њиме Русија обавезала да неће подржавати борбу за стварање једне јаче
словенске државе на јужним границама Хабзбуршког царства. Упркос оваквим
околностима, припреме за устанак, пре устанка у Херцеговини, нису јењавале,
српски социјалисти присталице Светозара Марковића одлазе у
Херцеговину 24 , руско министарство спољних послова се дистанцира од
устаничких припрема али не и славјанофилски Голос који после 1875. постаје
једно од главних упоришта утицаја на устанка, Васа Пелагић шаље
острашћену прокламацију својим угњетеним сународницима (1874), а Мићо
Љубибратић, у фебруару 1875. већ, као што се види из писама упућених
Алекси Јакшићу, припрема људе за устанак. Он је све време уз Луку
Вукаловића, као најближи сарадник и његов секретар, у Русији боравио такође
са њим да би потом у Београду осмислио сарадњу са Илијом Гарашанином
на подизању устанка против турске власти. Иначе је Мићо Љубибратић био
под снажним утицајем италијанског ризорђимента, покушавао је да га
преслика на српске прилике, тврдио је да идентитет народа првенствено
одређује језик и стога се опредељивао за сарадњу са муслиманима у
Херцеговини и Босни, макар на штету аграрног питања.25 Његова сарадња са
вођом војвођанских либерала, Светозаром Милетићем подразумевала је
планирање стварања Скупштине у Косијереву. Књаз Никола је све време са
неповерењем пратио његове активности, а Љубибратића је ухапсила
аустријска тајна полиција у фебруару 1876. године, у селу Вељане код
Имотског. Слободе се домогао у марту 1878, после интернације у Грацу.
После тога се посветио припремама за отпор аустроугарској окупацији, тежио
постизању историјског компромиса са муслиманима, састајао се са
славјанофилима, Гарибалдијем, написао Предложење патриотима
словенства, а касније се укључио у србијанску администрацију. Један је од
најчешће помињаних херцеговачких војвода које су предводили оправданим
историјским заслугама Лука Вукаловић, Богдан Зимоњић26, Стојан Ковачевић,
Лазар Сочица, Максим Баћевић ...И док је Лука Вукаловић постао чувен већ
од устаничких збивања 1852 године када је једном у суштини аграрном

23 М. Екмечић, Стварање Југославије 1790-1918, књ. 2, 276-277.


24 Јова Дреча, Јова Љепава, Јова Пичета.
25 Ова настојања показала су се као илузорна јер чим је устанак против Турака добио масовне размере, управо муслиманско

становништво формира добровољалке јединице за његово гушење, отпочињучи на тај начин верски рат до истребљења. (М.
Екмечић, Стварање Југославије 1790-1918, 287).
26 Првобитно се ова херцеговачка породица из XVI века презивала Кнежевић.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 11

покрету дао изразито националну и политичку конотацију, да би у сукобима


против Турака касније после битке на Грахову био именован од стране књаза
Данила за војводу Зубаца, Кршевице и Драчевице, у Херцеговини издвојио
устаничко подручје и на њему наплаћивао чак и царине, противећи се
доминацији књаза Николе и војводе Мирка, осигурао аутономију за
херцеговачка племена (1863) и себи звање бимбаше да би најзад (1865) био
приморан да се склони у Русију, а Богдан Зимоњић с друге стране запамћен
као Његошев, а касније и Николин војвода, истакнути заговорник аутономије
Херцеговине, више пута заточеник турских власти, храбри свештеник у
окршајима са Турцима на Пиви и код Никшића (1861-1862), затим у устанку и
рату (1875-1878) победник над турским одредима код Муратовице, Вучјег
Дола, Дуге, Крсца, Бара, Улциња и Никшића, члан Главног штаба Црногорске
војске (1877-1878), а Стојан Ковачевић помињан као хајдук из Вукаловићевог
устанка, рањеник из битке на Грахову (1858), одважни херој у кланцу Дуга
(1862), ником подређени борац током устанка (1875-1878) посебно приликом
освајања утврђења Крстац, Љубибратић се посебно издвојио у оној групацији
Херцеговаца који су уместо Црне Горе, имали на уму што веће ангажовање
Србије због чега је црногорски књаз најпре организовао физички напад на
њега, а затим га протерао са Цетиња у Дубровник. 27 Уз њега, плејаду
херцеговачких војвода епског јунаштва ипак је на посебан начин употпунила
једна холанђанка, добротворка Жана Меркус. Она се за своје, историјско
место у епопеји борбе херцеговачких Срба изборила од 1875. године када је
најпре боравила у Далмацији и Војној граници помажући херцеговачким и
босанским избеглицама, а затим се придружила војводи Мићи Љубибратићу
и његовој легији добровољаца са запада прилажући при том знатна новчана
средства за набавку топова, награђивање јунака, а затим и формирајући и
опремајући свој одред чији је била одушевљени четовођа. Посебно се
прославила приликом окршаја са Турцима у западној Херцеговини или када је
са устаничком војском покушала да пређе у Босанску Крајину, у време када су
Аустријанци на превару заробили Љубибратића и његове сараднике. О њој је
остало забележено и да је у мушком оделу пратила заробљене устанике од
Имотског, пеко Сиња и Сплита, а татим Шибеника, Задра, Трста, кроз
Љубљану до Линца, где их је напустила да би се крајем марта 1876. нашла у
Београду где је дочекана са одушевљењем, а на Васкрс 1876. иако болесна,
са балкона је отпоздрављала учеснике бакљаде организоване у њену част и

27 Д. Микавица, Г. Васин, Н. Нинковић, Историја Срба у Црној Гори 1496-1918, Нови Сад 2013, 229, 231-232, 251.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 12

поручујући Милану Кујунџићу Абердару да ће јој бити част да ратује под


барјаком србијанског кнеза Милана Обрановића.28
Упркос свим међународним околностима и објективним узроцима и
разлозима, Источна криза је покренута једним догађајем који изгледа
безначајно у контексту поменутих херојских примера и крвавих сукоба између
Срба и Турака на простору Херцеговине и Босне, а реч је о нападу хајдучке
групе харамбаше Пере Тунгуза на турске трговце код села Бишина, у близини
Невесиња када су их побили и оробили.29 После ове хајдучије уследио је сукоб
ширих размера између наоружаног херцеговачког сељаштва и турских заптија
и кордуна који су прогонили хајдуке, 9 јула 1875 код места Креково, опет
недалеко од Невесиња. То је била чувена Невесињска пушка, којој испрва ни
Турци нису посветили нарочиту пажњу већ су слушајући савет руског
амбасадора грофа Игњатијева на лице места упутили најпре двојицу
комесара, Констан-ефендију и Хасан Едиб-пашу, да испитају устаничке
захтеве. Пропашћу њихове мисије, која је за кратко зауставила оружане
борбе, устанак се почео ширити и већ 24 и 25 јула уследили су жестоки
окршаји код Добре и Невесиња. За само месец дана је број устаника порастао
са 300 на 7. 000, да би до средине августа заједно са
црногорскимдобровољцима (,,јајошима'') достигао и 12. 000. Тек тада је
европска дипломатија постала сигурна да је Невесињска пушка отворила
врата већем сукобу и међународном заплету. Србију је овај устанак иначе
затекао у стању унутрашње политичке кризе и оштре страначке борбе пред
скупштинске изборе који су били заказани за 15. август.30 Иако је устанак у
Херцеговини представљао историјски преседан у окупљању босанско-
херцеговачких Срба и две српске кнежевине у рату против Турске, то није
значило ни да су србијанско-црногорске суревњивости биле превазиђене у
интересу постизања виших циљева. Србијанска влада предвођена чича
Данилом Стевановићем, у предизборној атмосфери, је чак почела делити
оруђје добровољцима, није спутавала ратоборно расположење и није се
супростављала изазивачком писању штампе, а политика Србије према

28 У међувремену је Ђура Јакшић објавио песму Добродошлица Јованци Меркусовој. Оптужена од стране руске дипломатије
да је ааустроугарски шпијун, протерана је у западну Европу у августу 1876. године. Последње године живота проживела је у
тешкој беди и тешком психичком стању.
29 Ч. Попов, Источно питање и српска револуција 1804-1918, Београд 2008, 171-173. За Црну Гору је важан посебно

такозвани подговрички покољ када су Турци, после убиства забита и зулумћара Јусуф бега Крњића/Мусе Јучине од стране
Пера Иванова (7 октобар 1874) већ првог дана погрома масакрирали 17 Црногораца, а затим покоље проширили по
Подгорици и Зети.
30 Ч. Попов, Нав. дело, 172-173
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 13

збивањима у Херцеговини и Босни, у којој средином августа избија устанак31,


постаје посебно ратоборна када на парламентарним изборима победе
либерали и владу образују њихови корифеји Стевча Михајловић и Јован
Ристић иначе сматрани вођама акционе странке. Тиме су изгледи да ће
дипломатске акције у правцу помирења, као што је била она конзуларна
мисија у Херцеговини (август-септембар) били још мањи, тим пре што су
устаници одлучно одбацили све посредничке понуде, тражећи реалне
гаранције за поправљање свог положаја у Турској. Иста судбина је сачекала и
султанове Ираде (2 октобар 1875) којим су проглашене нове социјално-
политичке мере за поправљање постојећег стања хришћанског становништва
у побуњеним покрајинама и изван њих, као и нови ферман о реформама (12
децембар 1875). Овим путем је пошао и гроф Андраши нудећи у име
Аустроугарске меморандум који је предао Порти (31 јануар 1876) а који се
састоји од четири тачке које се односе на увођење пуних верских слобода,
забрану закупа пореза, улагање претежног дела пореза скупљеног у
Херцеговини и Босни на подмиривање потреба ових провинција, именовање
мешовитих хришћанско-муслиманских комисија које би надзирале
споровођење реформи и испуњавање одредаба Саферске наредбе из 1859.
У суштини, овај меморандум је се ослањао на Хатихумајун из 1856 и Ферман
из 1875 требао је да послуђи као дипломатска одбрана аустроугарског права
на интервенцију у Босни и Херцеговини онда када за то дође време. Да
устаници не намеравају да одустану од својих захтева потврдила је и велика
победа код Муратовице (24. фебруар 1876) када је изгинуло 800 Турака и
заробљено 1300 пушака и два топа.32
Улога српских кнежевина у борбама које су отпочете у Невесиљу
показивала се у великом броју случајева као пресудна. При том односи између
Херцеговаца, Црногораца и Србијанаца нису били увек усклађени већ су често
били оптерећени сујетом, суревњивошћу, личним преокупацијама, али и
различитим виђењем борбе за ослобођење од турске власти и у погледу
метода и у погледу циљева.За Ђурђевдан 1875 године, на дан породичне
славе Петровића, Књаз је понављао још увек херцеговачким старешинама да
морају сачекати са подизањем захтеваног и планираног устанка. Ипак, тврдње

31 Овде је најпре захватио долине Уне и Врбаса, с највише снаге у подручјима Бањалуке, Приједора, Костајнице, Дубице и
Босанске Градишке. После првих окршаја и успеха, образована су два устаничка центра и то на северозападу и на југозападу
ове покрајине. Нарочито снажан је постао центар у југозападној Босни (Црни Потоци) којим је командовао Голуб Бабић. На
северу је вођен низ мањих, герилских акција у којима су се највише истицале чете Остоје Корманоша и Пеције Петровића.
Босански устаници су се у великој мери ослањали на центре изван босанске територије и то у Војној Граници, Хрватској,
Далмацији и Србији.
32 Устанике је предводио војвода Пеко Павловић.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 14

војвода из Херцеговине да је устанак неминован деловале су крајње


објективно и уверљиво. 33 Књаз је одговoрио позивањем истакнутијих
херцеговачких вођа и црногорских главара на тајни састанака на Ловћену (26
јул 1875) и на њему је дао свечану изјаву да ће и Црна Гора ући у рат уколико
у Херцеговини већ започети устанак не би успео.34 Наиме, Књаз је инсистирао
на чињеници да је турска администрација и управа начинила неправде,
зулуме и злодела над Херцеговцима и Црногорцима и да се стога мора
отпочети борба за ослобођење од ропства, уз нагласак да та борба има
одбрамбени карактер. На тај начин је,практично од самог почеткподржао
борбу херцеговачких Срба за ослобођење од турске власти. У престоници
Црне Горе, формиран је Одбор за помагање устаника. Задатак Одбора било
је прикупљање помоћи и средстава за устанике.35 Ипак, на тај начин је питање
устанка у Херцеговини све више постајало у државној идеологији Цетиња
унутрашње питање Црне Горе.36 У то доба, на самом попришту устанка, као
најистакнутији заповедници, већ су фигурирали Богдан Зимоњић, Пеко
Павловић и Лазар Сочица. У устанку се убрзо нашла цела Херцеговина,
Билећа, Гацко, Требиње, Пива, околина Никшића, затим Васојевићи који су
кренули на Беране, Гусиње и Бијело Поље. Кључни циљ херцеговачко-
црногорских устаника било је заузимање Никшића, док су турске снаге
покушавале да крену ка Пиви и пресеку пут устаницима. Велика устаничка
победа на Муратовици одјекнула је већ у свим крајевима Српства. Пеко
Павловић је поразио Турке код Плане (22 новембар 1875). Борбе су постајале
све теже и огорченије, велики снаг је отежавао војевање, а устанак је
попримио карактер правог рата. Команду над турским јединицама преузео је
(јануар 1876), Ахмет Муктар паша, син султана Абдул Меџида, у време кад су
се Велике силе већ врло активно активно укључиле у решавање овог
проблема и то с обзиром да је Турска (6. октобар 1875) објавила државни
банкрот па су водеће европске државе приморане да размишљају о
сврсисходности очувања Империје која не поштује финансијске обавезе и
сама доприноси нестабилности инвестиција влада и банака чије су централе
биле широм Европе. Порта је формално и званично прихватила Андрашијев
меморандум али само да би добила на времену и оружјем решила питање

33 М. Вукчевић, Црна Гора и Херцеговина, 97-112.


34 На састанку су били Богдан Зимоњић и Ђоко Вишњић из Гацка, поп Перо Радовић, Трипко Буха и Илија Стефановић из
Невесиња, Глигорије Милићевић из Завођа, Стојан Бабић из Рудина, Трипко Вукаловић и Томо Томашевић из Зубаца, Живко
Шибалић из Језера, Лазар Сочица и Вуле Аџић из Пиве и други. (Видети: Гавро Вуковић, Мемоари, 127-137, 144-147;
Владимир Ћоровић, Историја Срба, 646).
35 На челу Одбора се налазио митрополит црногорско приморски Иларион Рогановић. У Прогласу Одбора августа 1875,

стајало је да Црногорци морају помоћи својој браћи у Херцеговини, уз највеће напоре и највеће жртве ако је потребно.
36 Д. Микавица, Г. Васин, Н. Нинковић, Историја Срба у Црној Гори 1496-1918, 228-236.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 15

устанка. Мухтар паша је знао да су две кључне позиције за напредовање


Остршки кланац и кланац Дуга. За Херцеговце и Црногорце кључ је био
Никшић. Крајем фебруара (25 фебруар 1876) вођена је друга битка на
Муратовици и такође је решена победом над Турцима. Али највећа борба у
овом периоду ратовања вођена је у кланцу Дуга (16 - 19 април 1876). Борба је
била кравава и тешка, војвода Петар Вукотић је упутио највећи део својих
снага, а књаз Никола Пјешивачки батаљон. Мухтар паша је проценио да је
више од 7000 Црногораца и Херцеговаца учествовало у овом боју. После
четири дана, турска војска је поражена, уз губитке око 2000 војника. Било је
очигледно да црногорско-херцеговачки одреди не могу бити савладани без
учешћа знатно већег броја турских војника.37 Очекивало се да ће овај рат, уз
неизоставно учешће Кнежевине Србије, довести до коначног ослобођења
Срба који живе под влашћу Османске царевине. Међутим, односи Црне Горе
и Србије нису били усаглашени.
Књаз Никола није имао поверење у политику кнеза Милана Обреновића
пошто је Херцеговину сматрао зоном искључивог утицаја Цетиња. Озбиљнији
наговештаји да би Србија кренула у акцију широм Херцеговине изазивали су
у Црној Гори негативне коментаре, а преговори о заједничкој акцији често су
стајали на мртвој тачки. Несагласност владара Црне Горе и Србије у односу
према спровођењу српског националног програма у Босни и Херцеговини
потврдиле су и мисије Филипа Христића новембра 1875, и Ранка Алимпића
марта 1876, на Цетињу, о чему је Књаз детаљно информисао генерала
Родића. У овом контексту може се тумачити и поменути однос према Мићи
Љубибратићи који је нагињао ка значајнијој улози Србије у херцеговачко-
босанском питању.С друге стране, у пролеће 1876. године постигнута је општа
сагласност свих важнијих политичких групација у Србији да је рат са Турском
неопходан. Под притиском целокупне политичке јавности у Србији и изван ње,
кнез Милан је прихватио ратну опцију националне политике. Почетком маја
поново је успостављена влада Стевча Михаиловић - Јован Ристић, а
преговори са књазом Николом обновљени су средином маја исте године
(1876). Као резултат србијанско-црногорских преговора уследило је
потписивање тајног уговора о савезу две српске кнежевине који је потписан у
Београду, а затим ратификован у Венецији (15. јун 1876). 38 У првој тачки
Уговора наведено је да владари две кнежевине преузимају на себе обавезу и

37 Са друге стране што су борбе биле јаче и интензивније растао је број избеглица у Црној Гори. Процена је да се број кретао
око 60 000. Друштво Црвеног крста у Црној Гори је формирано 25 јануара 1876. Помоћ је стизала из готово свих европских
земаља како би се указала помоћ избеглицама и рањеницима.
38 Петар Поповић, Односи Србије и Црне Горе у XIX веку, Београд 1987, 435-441.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 16

право да ,,воде бригу о бољој будућности не само Црне Горе и Србије, него и
целокупног српског народа у Европској Турској''. Као ближи и непосредн циљ
Савеза истакнуто је ,,ослобођење српског народа у Европској Турској'', а
ослобођење хришћана као ''општа цељ''. Обе уговорне стране су обавезане
на заједнички рад на дипломатском и војном пољу, ступању у рат и склапању
мира. Србија се обавезала на помоћ Црној Гори од 40 000 дуката ,,на име
потпомагања наше страдајуће браће у Турској'', иако је имала свега 70 000
дуката у својој каси. 39 Заједничко командовање није успостављено, па је
направљена линија раздвајања, која је ишла од Дрима до Лима, Берана,
Бијелог Поља, Дрином до ушћа Бистрице и од Коњица до Неретве. Овим
уговором нису превазиђене све политичке несагласности две кнежевине.
Питање начина државног уједињења две кнежевине остало је отворено,
династичко питање није решено, а војни део конвенције више је раздвојио него
спојио две војске.40
За све то време Срби у Аустро Угарској, првенствено Српска народна
слободоумна странка и њен вођ Светозар Милетић, радили су на повезивању
две Кнежевине, подстицању и припремању општег рата српског народа против
Турске. Један од најистакнутијих милетићеваца, Лаза Костић је сматран веома
заслужним за постизање савеза с обзиром на његове мисије у које је био
упућиван. У многобројним чланцима, Милетић је жустро писао о турским
злочинима, јунаштву српских устаника и великим подвизима Црне Горе и
њеног књаза у борбама са Османлијама. Од самих почетака Велике источне
кризе, новосадска Застава, пратила је догађаје у Црној Гори са великим
интересовањем, а касније на све начине глорификовала подвиге црногорских
Срба. Публицистичко-журналистички није био активан једино Милетић.
Његови истомишљеници су из броја у број, од првог до последњег реда,
писали и извештавали о борбама устаника, посебно на простору Херцеговине.
Књаз Никола и његове војводе имали су безрезервну подршку и потпуно
разумевање српских либерала у Монархији, током друге половине 1875.
године и касније. Светозар Милетић је у више бритких и упечатљивих
коментара писао о улози Црне Горе и Црногораца у Српству.41 Борба коју је

39 Од тог износа, 10 000 је требало исплатити одмах после ратификације уговора, а затим сваког наредног месеца по 10 000,
до потпуне исплате,
40 Видети: Слободан Јовановић, Влада Милана Обреновића, I, 265-279, 285-288; Гавро Вуковић, Мемоари, књ 1, 220-224, 311-

320; Дејан Микавица, Владан Гавриловић, Горан Васин, Знаменита документа за историју српског народа 1538-1918, Нови
Сад 2008, 302-305; Милорад Екмечић, Стварање Југославије 1790-1918, књ 2, 294-295, 297-299; Петар Поповић, Односи
Србије и Црне Горе, 428-443; Записи, књ V, Цетиње 1929, 248, 250-251, 298-300; Радош Љушић, Српска државност 19 века,
432-433.
41 И нема другога изласка, него да се Херцеговина придружи Црној Гори. Дипломација трију царева мора увидити, да

Херцеговину није можно оставити дуже под турским пашама. Пре 14 година подигла се Херцеговина, Црна Гора источила
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 17

повела Књажевина за ослобођење Херцеговине и заштиту нејачи и цивила


величана је на страницама Заставе с попуно јасним политичким порукама.
Милетић је, разочаран у дотадашњу политику Србије у Источном питању, све
време агитовао за присаједињење Херцеговине Црној Гори. 42 Критикујући
неактивност Кнежевине Србије, вођа либерала је свој поглед упирао ка Црној
Гори. Сматрао је да се мора Књажевина упустити у отворени рат како се
њеном недовољном активношћу не би смањиле могућноси за повољно
решење Источног питања, што подразумева давање права српском народу на
осамостаљење и формирање самосталне, веће државе на основу уважавања
етничких, демократских и историјских права.43 Током фебруара 1876. године
Милетић је пледирао: у руци кнеза Николе је данас кључ судбине, кључ
будућности, среће и несреће српске. 44 И изван Угарске, како је касније
забележио Гавро Вуковић, Застава је често читана као политичко Јеванђеље
од које се стрепило као од огња живог. У знаменитом писму Лази Костићу на
Цетиње (3 мај 1876) Милетић је опомињао да Кнежевине морају кренути
одлучно у рат, и да уколико бакљу не упали Србија, то мора учинити Црна
Гора, уз напомену да се мора прекинути са свим мировним преговорима.45

је своју снагу за њу, и свршило се на том, да су побуњена херцеговачка места добила неку општинску самоуправу за
сигурност своју. Ено се већ развијаше, или бар привиђаше аустријске заставе у Херцеговини; ено нека наша браћа с ове
стране већ шире мисао „ослобођења” Босне и Херцеговине путем анексије, придружења Аустроугарској, односно Угарско-
хрватској круни. У таким околностима прече је Црној Гори. Она би тим ојачала утолико, да би ако не „официозну”, оно
народну Србију на рад потиснути могла. Што се неки боје, да би Црна Гора Херцеговину добити могла само за цену, да
Аустрија добије Босну, то ми тај стра држимо за неоснован, једно што држимо да кнез Никола на таку погодбу и цену
никад пристао не би, нити да би по ту цену Херцеговину примио, друго, што се то не би могло догодити без сугласа
Русије, а оваки суглас да осујети – опет је једино Србија позвана, и само ће њена кривица бити ако се тако што догоди,
и – изврши. Пошто је дакле Херцеговина толико пута оружијем протестовала противу насиља турског, пошто су и
најновија насиља, што су нов устанак изазвала, показала, да није можно, да онакав јуначки слободоуман, и поносит народ,
као што је херцеговачки и даље под турском самовољом живи, а да се опет и опет не искреше варница устанка, то би
најпречи лек био: да херцеговачки усташи затраже придружење своје Црној Гори, а дипломација ће најпаметније радити,
да Турску дипломатски присили на ту уступку у интересу – мира. Херцеговачки устанак и Црна Гора (Застава, бр. 82,
16/28 јул 1875; Мило Вукчевић, Милетић и Црна Гора, 347.)
42 У чланку Сад ил никад!-кнезовима српским, Милетић је тврдио да није тачно како либерали дувају у ратну трубу или

фанатично мрзе Турке, већ да са правом имају зебњу када виде став Аустро Угарске према устанку: Дошао је кобни час по
српство, Босну и Херцеговину, мора се нагласити српским кнежевима-сад или никад. Желимо видети Васкрсло Српство, јер
ако се промени констелација снага, може се десити да оваква прилика буде у некој другој ситуацији осујећена. Милетић је
навео пример Кавура и Гарибалдија, на кога се морају угледати српски кнежеви. Најстрашније по Српство је ако се остане
без храбрости, јунаштва и снаге да крене у помоћ хиљадама нејачи у Босни и Херцеговини, од моралног суноврата нема
касније Васкрса! (Застава, бр. 31, 24 фебруар/7 март 1876.)
43 Милетић је инсистирао на војној сарадњи Србије и Црне Горе и заједничком рату против Турске. Сматрао је да обе

Кнежевине само у јединству могу однети потпуну победу на Турцима, а лично је критиковао застој у преговорима и династичко
супарништво.
44 Светозар Милетић, Сабрани списи, књ 3, 564-565.
45Али Црна Гора? На њу је сад ред истина не први – али последњи пут? Ако она и унаточ вољи србијанске владе не поведе

јуначко коло, и – она је своју улогу одиграла. Шпекулирајући Црна Гора неће имати вредности по српство. „Глас
Црногорца” побија вест, што у је бечки и пештански листови донели: да је депутација усташки војвода, међу њима и
витез Лазар Сочица од кнеза црногорског искала помоћ у оружју, али да се нису помогли, и да се „први министар” кнежев
изговорио „са пресијом од стране европске дипломације” – али све да има те „пресије”, и све кад она не би остала „на
празно”, и опет је српству ора: „Сад или никад!” Ми и опет дакле кажемо: једино је, што још недостаје ослобођењу
Херцеговине и Босне, и уједињењу Српства на Балканском полуотоку, а то је: смелост – кураж, ма и само од стране Црне
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 18

Иако је у наредна два месеца дошло до промена које су резултирале ратом


Србије и Црне Горе са Турском, Милетић у тим збивањима више није могао
да игра активну улогу као до тада, пошто је ухапшен и осуђен због велеиздаје.
Писмо Лази Костићу на Цетиње, подстицање на рат и глорификација Црне
Горе, били су један од разлога поменутог хапшења. 46 Ипак и после
Милетићевог затварања Застава је наставила да са великом пажњом прати
рат Црне Горе и Турске.
После убрзане, војне и дипломатске припреме, Црна Гора је ступила у
рат против Турске (28. јун/ 10 јула 1876).47 Војне операције црногорске војске
биле су усмерене на ослобођење Херцеговине и градова који су стратешки
били везани за Црну Гору. Посебно битним сматрало се обезбеђивање
изласка Књажевине на Јадранско море. Главнина војске под командом књаза
Николе кренула је ка Херцеговини, док је остатак војске био подељен на три
дела: јужни део према Подгорици, Медуну и Спужу (углавном одбрана, пошто
се очекивао напад Турака из Подгорице, војвода Божо Петровић), део трупа
ка Суторману (са махом одбрамбеним задацима, војвода Машо Ђуровић) и
трупе Васојевића (Миљан Вуков Вешовић). У току ратног похода на Цетињу је,
као регент са широким овлашћењима, владала књагиња Милена. Црногорска
војска је у сусрет војсци Мухтар пађе кренула кренула преко Гатачког поља.
Како је написао Гавро Вуковић први пут после Косова је марширала српска
војска. 48 Турски заповедник је тактизирао, сматрајући повољнијом опцију
напада на Црногорце у Херцеговини, него у самој Црној Гори. Књаз је убрзо
стационирао своју војску у близину Невесиња. Прве чарке почеле су између
Бишине и Вележа, да би затим била донета одлука о повлачењу према Црној
Гори и то кроз Гатачко и Невесињско поље. Домети и крајњи политички
резултати ратовања су тих дана одређени у оквиру европске дипломатије,
првенствено тајним споразумом склопљеним између Аустро Угарске и Русије
у Рајхштату (8. јул 1876) којим је, у случају победе Србије и Црне Горе,

Горе!Устанак плану. У Београду већ због унутрашњи ствари и избора падајуће Данилово министарство распирује
пламен. Браћа из Херцеговине вапију за помоћ; упутило се на чекање до Скупштине. Међутим се радило између Београда
и Црне Горе. Кнез Милан саглашава се на рат ако пристану Црна Гора и Скупштина. Црна Гора хоће, само да добије
уверења да ће Србија ако не напред, а оно одма за њом. И Скупштина народна хоће – свакако даје књезу и влади му
слободне руке, и поднаша му све потребне жртве. Министарство хоће помагање и ослобођење Херцеговаца и Босанаца.
Једини је који неће те неће, и то исто онај, што је рекао да ће хтети ако Црна Гора и Народна скупштина усхте, а то
је главом – кнез Србије Милан. (Застава, бр. 119, 24. септембар/6. октобар 1875, текст: Неће ли Милан-ено Николе и-ето
рата са Турцима; Застава бр 29, 20. фебруар/3. март 1876.)
46 Дејан Микавица, Политичка идеологија Светозара Милетића, 139-144; Исти, Лаза Костић, 173-176, Никола Петровић,

Светозар Милетић и Народна странка, књ 3, 46-48; Горан Васин, Пречанска штампа о устанку у Босни и Херцеговини, у: Буне
и устанци Срба у Турској у 19 веку, Ниш 2011, 141-161
47 Проглас књаза Николе, видети: Никола Петровић, Говори, 76-81
48 Војвода Гавро Вуковић, Мемоари, књ 1, 320-323
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 19

допуштена могућност територијалног проширења само у правцу


Новопазарског санџака, а Босна и Херцеговина означене као територије у
интересној сфери Аустрије.49 Посета барона Темела књазу Николи (јул 1876)
представљала је својеврстан, отворени наговештај политике Двојне
монархије, која није желела да се Црна Гора у територијалном погледу
прошири на оне земље које су биле у њеној интересној сфери.
На бојном пољу, како се приближавала коначна битка, Мухтар паша је
направио кључну грешку. После мањих сукоба (11/23 јул 1876), јаке турске
снаге почеле су да потискују Црногорце и књаз Никола је донео одлуку да
крене у повлачење према црногорској граници. И Књаз и Паша су се кретали
ка истом исходишту, фактички паралелно једни у односу на друге. Кључни
моменат за исход сукоба представњала је чињеница да су Црногорци,
релативно брзо, по великој врућини и тешком терену, превалили деоницу од
60 километара и заузели положаје боље од Мухтар пашиних војника.
Команданти црногорске војске Петар Вукотић, Бајо Бошковић, Пеко Павловић
и сердар Јоле Пилетић одиграли су посебно значајну улогу у овој операцији.
Батаљоне који су чували одступницу у кланцу Дуга предводили су Богдан
Зимоњић и Лазар Сочица.50 Претходница се одвојила од главнине војске и то
у две колоне, тако да је бројчана предност Црногораца била велика, фактички
3 према 1. У том околностима, две колоне Осман паше и Селим паше, брзо
су потучене. У зору (14/26 јул 1876) на Вучјем долу дошло је до знаменитог,
историјског окршаја у којем су против Турака заједнички деловали Црногорци
и Херцеговци.. Турци, као и толико пута до тада, нису имали превише изгледа
у борби на бајонет, прса у прса. Осман паша је погинуо, а Селим паша је био
заробљен. Велики број официра се предао. Оно што је још важније, заробљен
је огроман ратни плен. Пушке, муниција и ратни материјал били су више него
неопходни херцеговачким устаницима и црногорској војсци. Заплењен је и
велики број ратних застава. Вучедолска победа представљала је важан
моменат у ратовању против Турске, готово пресудан док су истовремено, на
другој линији фронта према Медуну и Подгорици, почињали нови окршаји који
су резултирали и новим, херојским победама.

49 У забелешкама Горчакова и Андрашија, са овог састанка, постоје две верзије које се односе на територијална проширења
Црне Горе и Србије. Обе стране су се сагласиле да се не дозволи стварање велике словенске државе. Горчаков је забележио
да у случају победе Србија добија делове Босне, Црна Гора делове Херцеговине и луку на Јадранском мору. Андраши је
забележио за Црну Гору само делове Херцеговине. (Радош Љушић, Српска државност 19 века, Београд 2008, 163; Дејан
Микавица, Владан Гавриловић, Горан Васин, Знаменита документа за историју српског народа 1538-1918, Нови Сад 2008,
305-312)
50 Бранко Павићевић, Историја Црне Горе, књ 4/2, 212-217
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 20

У војвођанској пречанској штампи је херојска борба херцеговачких


устаника праћена са одушевљењем и дивљењем, посебно кад је реч о
Застави. Читаоцима и јавности били су већ довољно познати разлози који су
довели до избијања устанка у Херцеговини непосредно, а то се пре свега
односи на повећање пореза, посебно стално повећање десетине које је
довело већ 1874 до тога да је сељаци нису могли плаћати, али политичка и
национална димензија устанка покренутог у Невесињу изгледала је далеко
важнија. Други листови у Војводини нису излазили изван забрана који им је
одредила аустроугарска влада.
Меморандумом босанских устаника који су у Берлин (1878) однели
њихови представници српска државотворна идеја је проширена у
територијaлном погледу односећи се на присаједињење Босне и Херцеговине
Србији и Црној Гори, као српским кнежевинама, али уз алтернативну опцију да
у случају неиспуњавања овог предлога буде допуштена аутономија
побуњених покрајина са гувернером којег би бирала Босанска скупштина
плаћајући трибут Порти. Одлуком о окупацији Босне и Херцеговине од стране
Аустроугарске дефинитивно су одбачене идеје о обнављању српске
државности на босанско-херцеговачком простору, српски национални покрет
је доживео катастрофу коју је делимично умањила чињеница да је
независност Кнежевине Србије, као и независност Црне Горе, била
међународно потврђена и призната.51
Ни после завршетка Велике источне кризе и Берлинског конгреса (1878),
Босна и Херцеговина нису нестале из контекста Милетићевог политичког
интересовања. Напротив. У последњој фази његовог политичког деловања
(1879-1882), Босна и Херцеговина су сагледаване у светлу незадовољства
због аустроугарске окупације и критике спољне политике Кнежевине и
Краљевине Србије због њеног ослонца на владу у Бечу. У новинским
чланцима и саборским иступима Милетић је пледирао на мађарску страну да
одустане од подршке бечкој империјалистичкој политици, одбаци идеју о
анексији Босне и Херцеговине, приближи се политици сарадње са
хришћанским народима на Балкану, одустане од трошкова окупације Босне и
Херцеговине које су Угарску прилично финансијски оптерећивали. 52
Аустроугарску окупацију Босне и Херцеговине сматрао је привременом, али
се ипак интересовао за сваку промену управе над овим провинцијама јер се
она ,,тек нашег рода тиче'', смену Славија Калајем који је био ,,поборник

51 Р. Љушић, Српска државност XIX века, Београд 2006, passim.


52 Д. Микавица, Српско питање на Угарском сабору 1690-1918, Нови Сад 2011, passim.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 21

анексије''на месту заједничког министарства финансија, оцењивао је (1882)


као корак у правцу учвршћења власти ,,у рукама војничког поглаварства'',
истицао је анексију као погрешно и неоствариво дело не само због интереса
хришћана у Босни и Херцеговини већ и због очекиваног отпора Порте,
несагласности Русије, резерви Енглеске. Посебно је критиковао писање
мађарског листа Pester loyd који је био ,,пуки анексиониста''и противник
провизоријума/привремености који одржава простор да хришћански Словени
слушају ,,шаптање суплеменика у Србији и Црној Гори'' и напомињао да у
Босни и Херцеговини све три вероисповести чине исто племе и то ,,српско и
именом одсрбљено мухамеданско''53 На седници Угарског сабора (13/25. мај
1882) у босанској расправи која је требала да донесе став о томе да ли ће овај
сабор одобрити трошкове за савлађивање устанка у Босни, Милетић је
одржао последњи посланички говор у којем је потврдио раније становиште
које је било противно окупацији и анексији и заузимао се за да се ,,окуповане
области, поред закључења одговарајући конвенција предају Србији'' 54 , а
последњи чланак у Застави који се односи на писање старочешке Политике
о Босни и Херцеговини, поводом крунисања руског цара, објављен је 18/30.
августа 1882. без ознаке ауторства и тиме је потврђено да су ове земље у
његовој политичкој идеологији остале незаобилазне. У овом чланку Милетић
је оштро критиковао писање које је стајало у функцији оправдавања анексије
Босне и Херцеговине као корисне политике за Аустрију и Чешку, осуђивао је
схватање да би анексија ,,умложила важност аустроугарски, а нарочито чешки
Славена у Аустрији и хрватски у Далмацији, Хрватској и Славонији и да би
Аустрија тим славенском постала'', а посебно је одбацивао мишљење да би
,,анектована Босна била привлачна тачка за освојење Србије, Црне Горе и
свега Балканског полутока на ком би се чешки лав прокомешао''. 55 Истим
путем истрајавања у ставу да се оконча присутво Аустроугарске на босанско-
херцеговачком простору и да се спроведе дело националног ослобођења
српског народа у Босни и Херцеговини и његовог прикључења Србији и Црној
Гори, наставили су Милетићеви следбеници после 1882, све до рата који је
наговештен атентатом у Сарајеву 1914. године.
Источно и босанско-херцеговачко питање у политичкој идеологији
Милетићевог првог сарадника у Странци и вође Српске либералне странке у
јужној Угарској, Михаила Полита Десанчића, заузима централно место још од
1857. године, када је објавио чланке о њему у новосадском листу Србски

53 С. Милетић, Сабрани списи, књ. 3, Београд 2002, 858.


54 Исто, 847.
55 С. Милетић, Сабрани списи, књ. 3, 878-880.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 22

дневник. 56 Годину дана после Париског конгреса и издавања цариградског


Хатихумајуна 57 , Полит је сматрао да су се стекли неопходни услови да се
питање статуса хришћана у Отоманском царству обнови и да се при том пође
од констатације да се обећане реформе у Турској не спроводе. Посебну
критику усмерио је ка ,,публицистима запада” који су упорно одржавали
јавност западне Европе у уверењу да се Турска може организовати и
развијати као ,,држава по европском кроју” 58 и да по тим мерилима треба
просуђивати о збивањима у њој. Овакво просуђивање резултирало је, по
Политовом суду, заблудом да је довољно издати одговарајући реформски
закон у Цариграду да би се стање изменило и да би се материјални и духовни
положај босанско-херцеговачких и свих осталих хришћана суштински
побољшао. Хатихумајун из 1856-е, издвојио је као најбољи доказ за своју
тврдњу: ,,У Цариграду и у околини можда се чрез њега каква олакшица
христјанима учинила, али у даљњим областима то се никако не види.
Самовољство Турака, како пре, тако и после хатихумајуна траје, и баш они,
који би требало да су извршитељи царске заповести, као мудири, муселими,
кадије и. т. д, баш они су скоро највећи зулумџије”.59 Непознавање основних
чињеница које се односе на простор, број становника и однос вероисповести
у Турској Полит је издвојио као битан разлог за пројектовање необјективних
судова. Потврђујући се као изврстан познавалац државног права, историје и
социологије, доказивао је да у Турској не живи, како су писали поједини
француски листови оног времена, ,,грдна већина муслимана”, већ да је број
Турака ,,изванредно мален у Европи и да Турци у такозваном турском царству
једва десетину читавог људства сачињавају!” 60 С обзиром да су подаци
указивали на то да је српска и бугарска већина неспорна и да је простор који
они насељавају изузетан: од Јадранског до Црног мора и од Дунава и Саве
скоро до Егејског мора, Полит је закључивао да су управо ови народи позвани
,,да имају највећи уплив на судбу Турске и тиме на источно питање”. Значај

56 Расправа под насловом Источно питање објављена је у четири наставка у Србском Дневнику 1857: 6. јуна, бр. 44; 9. јуна,
бр. 45; 13. јуна, бр. 46 и 16. јуна, бр. 47. Ауторство је означено на почетку сваког наставка иницијалима: М.П. (Д).
57 Д. Микавица, В. Гавриловић, Г. Васин, Знаменита документа за историју српског народа 1538-1918, Нови Сад 2007, 249
– 253.
58 У коришћеним цитатима извршене су неопходне интервенције у осавремењивању правописа.
59 Србски Дневник, 6. јуна 1857, бр. 44.
60 Полит се углавном позивао на расположиве статистичке податке до којих су дошли журналисти и писци Ами Буе (Amie

Boue, 1795 – 1881) и Абдолонуме Убичини (Abdolonyme Ubicini, 1818 – 1884), иако се њихови подаци разликују кад је у
питању бројчани однос између националности Турске. Док је за првог број мухамеданаца износио 2, 5 милиона, за другог је
то 3, 8 милиона – од укупно 15, 5 милиона ставника у европском делу Турске. Сличне разлике се виде и у бројевима
православних становника. Док је први износио податак о 6. 686. 000 Срба и Бугара, за другог је то 7. 200. 000. И сам Полит
признаје да се на ове ,,површне податке човек истина ослонити не може”, али за поткрепљење његовог основног становишта
изгледали су довољнo поуздани.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 23

Кнежевине Србије, Полит није градио само на ономе што су о историји њеног
народа писали Леополд Ранке и Сипријан Робер, у контексту описа стања
Словена у Турској, већ и на основу њеног политичког уплива на Босну,
Херцеговину, Црну Гору и саму Бугарску, а чији крајњи домети нису били
предвидиви. Ове политичке потенцијале, упозоравао је Полит, уважавале су
као чињеницу и велике силе и на основу тога је закључивао: ,,Ако који народ
у Турској на будућност рачунати може, то је за цело србски. Ко повесницу
србског народа, ко положај србских земаља и ко дух Срба познаје, тај не
сумња да су Срби главни народ у Турској и као такав да су један од првих
фактора у источном питању”.61 Упоређујући дух српског народа са особинама
других европских народа, признавао је одређене слабости које Србе
спречавају у томе да ,,посредници културе на истоку буду” јер нису ,,тако
окретни и тако хитри” као Французи, недостаје им трговачки и индустријски дух
којим се могу похвалити Енглези, немају универзитете и школе као Немци.
Али, емотивно и романтичарски надахнуто, томе је супростављао друге,
етичке врлине свог народа: ,, … најглавније је, народ србски није покварен,
нема ни искре западне развраћености, а притом је бистрог разума,
благородног осећања и без сумње један од најхрабријих народа…” Ова
својства и особине, сматрао је довољном основом на коју ће се ,,добре гране
од културе накалемити”. 62 Осим инсистирања на етичким предностима
српског народа, посебно је узимао у обзир његов политички потенцијал,
распрострањеност језика и традицију и величину српске средњовековне
државности: ,,Зета, Црна Гора чистим је Србима насељена; те земље некад
уједно беху и сваком је познато, да је србско царство под Душаном једно од
најсилнијих оног времена било”. Полит је уједно, у обазривом и рационалном
духу, опомињао да се границе Душановог царства не могу обновити ,,без
велике неправде спрам других народа” и да би тиме, као и у случају стварања

61Србски Дневник, 9. јун 1857, бр. 45.


62 У истом тексту Полит је писао о Бугарима истичући да се код њих додуше изгубио ,,некдашњи војнички характер”
карактеристичан за овај ,, некад јуначки народ”, али да су се они показали као вреднији и вештији у многим пословима од
Срба. О Власима (Румунима), насељеним у кнежевинама Влашкој и Молдавији, Полит је писао похвално, са пажњом и
мером, али највише у духу критике према бојарима који спутавају тамошњу ,,самосвест народну”. За Арнауте (како су их
звали Турци) или Шипетаре (како су се сами називали), изнео је најбитније историјске податке: о њиховом броју, језику,
подели на три главне вере и закључује да се ,,тешко даје мислити да ће Арнаути окружени од Срба и Грка своју народност
моћи одржати, него је сва прилика, да ће се временом у та два народа прелити”. Са више детаља о њима писао је 1862.
Релативно мали број Грка, за Полита није био довољан показатељ да се може игнорисати њихов велики утицај у Турској. Он
им посебно признаје ,,трговачки и индустријски дух” који нема ни један народ у Турској, али не признаје да су они ,,за
цивилизацију прилепљивији него Срби”. Посебно је критиковао амбиције Грка да ,,све погрче” и у том смислу објашњавао
антипатије које следе као логичан резултат. ,,Грци би требало да своју жељу обуздају и границу јој метну, па би код Срба и
Бугара као једноверних за цело симпатије имали”, писао је Полит. Као највећу препреку за културни напредак Турака, Полит
је издвојио принцип верске искључивости: ,,Највећа препрека за развитак Турака управо је коран који за начело мрзост
иновераца и господство над њима проглашуе”. Ово уверење Полит је с правом истицао као израженије код потурица него
код османлија и у овом ставу је остао доследан (Србски Дневник, 9. јун 1857, бр. 45).
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 24

грчког Византијског царства, решење Источног питања постало неправедније


и неизвесније. Реално сагледавајући стање у којем се Турска налазила,
критички је анализирао четири могуће варијанте расплета Источног питања.
Прва се односила на протеривање Турака из Европе и преузимање њихове
улоге од стране једног од хришћанских народа. Друга могућност била је да
,,каква велика сила Турском овлада”. Трећу извесност видео је у подели
Турске између великих сила, а као четврту опцију издвојио је покушај
извођења реформи у Турској које би подразумевале да се не дира у њену
целокупност. Прва се односила на протеривање Турака из Европе и
преузимање њихове улоге од стране једног од хришћанских народа. Друга
могућност била је да ,,каква велика сила Турском овлада”. Трећу извесност
видео је у подели Турске између великих сила, а као четврту опцију издвојио
је покушај извођења реформи у Турској које би подразумевале да се не дира
у њену целокупност. 63 Прву могућност оценио је неприхватљивом јер је
значила искључиво остварење грчког сна о Византијском царству у којем би
Срби и Бугари имали исти статус у односу на Грке као што су претходно имали
у односу на Турке. Ово је било тим реалније претпоставити, узимајући у обзир
искуство које су стекли Бугара са грчким фанариотима: ,,Њиово свештенство
иде по плану да бугарску народност уништи, бугарски језик да утамани и место
њега грчки да уведе. Познато је да су грчке владике до скора славенске књиге
спаљивали, а какве јаде и дан данас Бугари сносе са фанариотских владика
познато је сваком који овај лист чита”. Овим и оваквим примерима настојао је
да увери европску политичку јавност како је неосновано уверење да ће грчка
власт обезбедити Бугарима и Србима гаранције за национални развитак.
Другу могућност, Полит је одбацивао као нереалну, сматрајући да иза тога
стоји једино име Русије, а њој Европа, а посебно Енглеска никада неће
дозволити да загосподари Цариградом, а тиме и Босфором и Дарданелима:
,,Она (Енглеска – Д. М) би пре последњи penny (фенинг) издала и последњег
солдата свога жртвовала, него што би то допустила”. Француска, која је
постигла савез са Енглеском у Кримском рату, није Политу изгледала као
фактор који је одлучан да се супростави руским империјалним амбицијама и
због тога је допуштао могућност да се, у перспективи, оствари чак и руско –
француско савезништво: ,,ал тај савез друге би цели имао, а не владу руску у
Турској”. Деобу Турске, између четири велике силе, Полит је одбацивао
сматрајући да је постизање договора између њих, посебно око Цариграда,

63 Србски Дневник, 13. јун 1857, бр. 46.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 25

неостварљиво.64 Реформе у Турској, које су се сводиле на то да се постојећи


начин управљања задржи у основним елементима, с тим да се за хришћанско
становништво осигурају ,,неке олакшице”, одбијао је као површно и суштински
неизводљиво.
Сматрао је да би реформе имале смисла једино ако би подразумевале
да ,,христјани неку автономију спрам Турака добију, а поједине се области по
федеративном начину управљају”. (Подвукао – Д. М.) То је значило прихвање
принципа који је уважен у случају Кнежевине Србије и да влада у Цариграду
,,одели свуда Турке од христјана и свакима собствене управе да”.65 На челу
управе, у свакој од ових области, уз ,,какав христјански сенат”, налазио би се
старешина, врховни управитељ, као жупан, кнез или војвода. Његова власт би
одговарала оној коју је имао у то време паша над Турцима, али би била нешто
мања од оне коју је имао кнез у Кнежевини Србији. Овог старешину
наименовала би и плаћала Порта, он би као њен званичник испуњавао оно
што би она од њега захтевала, преко њега би се Порти давао данак, он би
обезбеђивао известан број војника из области на чијем је челу. Једино уколико
би се прихватио овакав федеративни приступ у решавању Источног питања и
европске силе ,,као неки ареопаг међународног права” утицале на Порту,
могуће је, сматрао је Полит, замислити препород Турске и напредак
цивилизације у њој. Конструктивно мешање других држава у унутрашње
ствари Турске, издвојио је као неопходан изузетак из међународног права јер
се ова држава није показала да је у стању самостално деловати у реформском
циљу. Сва предложена решења пратиле би активности на ,,цивилизовању
самих Турака” што би подразумевало оснивање школа у којима ће добити
могућност за стицање образовања које би искључивало верски фанатизам и
подстакло стицање поверења какво тада није постојало код босанских Турака
,,који су управо Срби мухамеданске вере” и других муслимана према
хришћанима. У току времена, предвиђао је Полит, поједине области односно
провинције Турске, достигле би онај степен самосталности који би искључивао
потребу ,,контроле” из Цариграда и Турска би се преобразила у Федерацију
балканских држава, а Цариград би остао још једино ,,савезна варош”. Овако

64 Полит је ову поделу представио на следећи начин: ,,Русија би гледала да своје границе распростре, Добруџу ради Црног
мора да добије и до Балкана да допре, а можда над Србијом, Влашком и Молдавијом сузерен да постане; Аустрија би се
Босне и Херцеговине латила, које области важне су јој ради Јадранског мора, и још би к томе неки део Албаније, који је
католичан, додати гледала, а можда би се и она паштила да сузеренство бар над Влашком и Србијом добије; Енглеска би
хтела овладати са осталим областима око мора, као што с Албаниом, Тесалиом, Македониом. А шта би Француској остало?
Француска би драговољно Леванту (малу Азију) примила, али то Енглеска ни на што допустила не би, а напротив никако се
не би склонила да место Леванте оне области уступи, које смо њој наменили. Напослетку коме би Цариград припао? О томе
заиста никако се погодили не би”.
65 Србски дневник, 16. јун 1857, бр. 47.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 26

замишљена федерализација Турске, претпостављао је Полит, водила би


разрешењу бројних недоумица које су се тицале односа између појединих
делова постојећег Царства: ,,Федеративне државе, које у већем сродству
једна спрам друге стоје, у тешњи би савез ступиле и једну управу примиле;
тако би по свој прилици Босна, Херцеговина, Зета и Црна Гора у тешњи савез
са данашњом Србијом ступиле; поједине области Бугарске би се у једно
слиле, а јужне области данашње Турске или би за себе државу чиниле, или
би се са Грчком сјединиле”. У овом случају, Цариград би био ,,варош и
стовариште не једног но свију народа” и тиме би се задовољили интереси
свих, источно питање било би разрешено, а цивилизација, прекорачивши лепе
земље данашње Турске моћи ће се величанствено у истоку распростирати”.
После 1857 године, Полит se темељније бавио решењем Источног питања
објављујући чланке у чувеном листу Allgemeine Zeitung (1860-61), а касније је
исто чинио и у бечким листовима Ost und West, штутгартским Detsche
Vierteljahrsschirft, париским Revue dex deux Mondes, лајпцишким Unsere Zeit,
минхенским Münchener Zeitung. Увек свестан значаја овог проблема за
национални опстанак Срба вратио му се у Србском дневнику (1861), с надом
да ће најзад ,,сунце са истока и Србство озарити” и да ће се ,,једаред Срби
при решавању источног питања ујединити и Србство ону важност у Европи
добити која Србима по повесници и по народном карактеру приличи”. За
српски народ није видео никакве могућности за напредак све док се оно ,,у
уским границама међ Дрином и Моравом буде дизало” и док Србија не испуни
попут италијанског Пијемонта ,,своју мисију и свој велики задатак” на који је
опомињао и Вукаловићев устанак у Херцеговини. Од спремности и
способности Србије да изведе национално-демократску мисију зависила је и
будућност аустроугарских Срба, чији положај је описао на следећи начин: ,,
Ми с ове стране Саве јесмо тако рећи сирочад. Нигде пријатеља, свуда
непријатеља, слободно нам је само трпити и – ћутати, жеља имати несмемо,
јер свака наша жеља свуда непријатељство, мрзост и неповерење побуђује.
Да знају наша браћа с оне стране Саве, какав је јадан наш положај, можда би
оно још неискорењено име ,,шваба”, које нас Србе у живац дира и нашим
многим тугама највећу задаје, изчезло. Ми с највећим пијететом на Србију
гледамо. Кад нас горка туга у нашим домаћим стварима обузме, онда на ону
страну Саве погледамо па помислимо: Нек само они сретну буду, нама овде
како било! Желили би, да и Срби с оне стране Саве солидарност Србаља,
словом и делом усвоје, и да име ,,отечествењак” престане.” У уверењу да ће
наступити боље стање ,,кад једном Србија из уски граница изађе”, Полит је
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 27

закључио: ,,Можда ће онда и против нас ,,Шваба” предрасуде престати и у


већој Србији ваљда ћемо и ми братски предусретани бити”. 66 Федерално
решење Источног питања Полит није 1857-е назвао органским већ га је
неколико година касније под тим називом покушао уобличити, допунити и у
његовом оквиру конкретизовати и систематизовати своја гледишта која су
указивала на неодрживост политике која је инсистирала на опстанку
Oсманског царства у Европи. Органско решење Источног питања
подразумевало је да балкански народи више не смеју бити третирани као
,,објекти посебних интереса и искоришћавања од стране појединих европских
држава”. Схватајући нацију, у духу немачких правних теорија, као организам и
органско решење као национално, Полит је изнео аргументе који су ишли у
прилог његовим ранијим политичким тврдњама и либерално – демократским
уверењима од којих се могло очекивати да могу битније утицати на промену
европског јавног мишљења према овом сложеном и осетљивом проблему. У
истом циљу је, крајем 1861 године, у бечком листу Ost und West, у наставцима
објављена Политова расправа Die Orientalische Frage und ihre organische
Lösung.67
С обзиром на њихову бројност, издвојио је пет балканских народа,
битних за за решавање Источног питања, Србе, Бугаре, Румуне, Арнауте и
Грке. Отворено сумњајући у ,,подобност за културу” код Арнаута68, истицао је

66 Србски дневник, 14. мај 1861, бр. 38; 28. јул 1861, бр. 67.
67 Чланци су излазили од 22. августа до 13. септембра 1862.
68 Полит је за њих, између осталог, записао и следеће: ,,У својим наговештајима о народностима Турске нужно морамо

споменути и Арнауте (Албанце); јер једна народност од 1. 500. 000, мада би се о њеној подобности за културу могло сумњати,
не може се баш игнорисати. Али ту нам се испречава тешкоћа коју је тешко пребродити. Наиме, код једног народа који нема
никакву књижевност крајње је тешко доћи до обавештења о његовим приликама. Већ језик Арнаута који нема ни најмање
сличности са било којим језиком велика је препрека упознавању тога народнога стабла. Филолози у томе данас нису
јединствени у коју породицу језика да уброје арнаутски језик. Франц Боп (Franz Bopp, 1791 – 1867), оснивач упоредног
проучавања језика, оријенталиста, члан Берлинске академије наука, аутор дела Albanische in seinen verwandtschaftlichen,
(објављеног у Берлину 1855. године – ДМ), објашњава га као сасвим самосталан језик који би у најмању руку, могао
припадати иранској породици. Толико је сигурно да Арнаути имају живо осећање за своју народност, и ако неко донекле зна
њихов језик, може упркос њихове ратничке дивљине, рачунати на њихову заштиту”. У подтексту је Полит навео случај који
му је испричао један Србин који је ,,спровођен од једног одељења низама, везан, у пролазу на арнаутском позвао у помоћ
неке Арнауте који су сачињавали одељење башибозлука, и како су ови одмах напали низаме и ослободили Србина”. Верске
разлике међу Арнаутима, између католичких Гега и православних Тоски, Полит је сматрао одлучујућим фактором за
неконсолидовање арнаутске народности у Турској. Као њено језгро с разлогом је означио мухамедански елеменат и томе
додао следеће запажање: ,,Али, једно је заједничко свим Арнаутима ма којој религији они припадали, а то је необуздано
ратничко расположење и задивљујућа храброст. То је једина народност у Турској која се у том погледу може мерити са
Србима, особито са Црногорцима”. Ни педесет година касније, Полит, није одступио од својих уверења да Арнаути нису
способни да формирају сопствену државу и одлучно је критиковао настојања бечке дипломатије да им омогући стварање
самосталне државе и тако спречи остварење српских планова на овом делу Балкана. ,,Не обзирући се на историјски моменат,
писао је тада Полит отворено, на који се могу позвати Србија и Црна Гора: да је Албанија припадала старој српској држави
и да се цар Душан звао господар Албаније и приморских крајева, ми питамо где је данас та Албанија? Где је у тој Албанији
чисто арнаутско становништво? Велики део тога становништва сачињавају српски потурчењаци, који говоре и српски и
арнаутски, као што Арнаути у опште знају српски. Православни Арнаути неће да су Арнаути, већ хоће да су Грци, Срби и
Бугари. То сваки зна, који је путовао у те крајеве. Али где је Арнаутима културна способност за образовање државе? Срби,
Грци и Бугари знали су из сопствене снаге образовати своје националне државе. Арнаути су најстарији аутохтони народ у
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 28

да код преосталих народа ,,способност за културу стоји ван сваке сумње”.


Словене, Србе и Бугаре, који су сачињавали приближно 2/3 становништва
европске Турске, и овај пут је оценио као ,,главне факторе источног питања”.
При томе је у број од 3 ½ милиона Срба и Турској урачунавао, следећи поново
Ами Бујеа, и 200. 000 Хрвата ,,не хотећи да тиме пориче њихову националну
индивидуалност” јер између њих и Срба није постојала никаква језичка
разлика.69 Историјску судбину српског и бугарског народа, чији је укупни број
достигао ,,округло 8 милиона”, Полит је описивао као блиску, ослањајући се
на податке који су чинили саставнице њихове средњовековне историје. 70
Предност Румуна у односу на Србе, као фактора од кључног значаја за
решење Источног питања, одлучније је одбијао него својевремено у Србском
дневнику, сматрајући да би то било ,,велика заблуда ако би се хтело тврдити
да у Румунији постоји виши степен културе него у Србији”.71 Исто је мислио и
за Грке, користећи овај пут неке нове чињенице.72 За грчку и српску народност
у Турској као ,,најснажније у Турској” препоручивао је солидарност, а не
ривалство у решавању Источног питања. ,,Благослов” грчко – српско -
румунском савезништву требала је дати православна црква, која је у европској
Турској бројала више од 11 милиона чланова, подсећао је Полит. Словенске

Европи па за неке две хиљаде година нису знали показати способности за формирање државе. Народ који ни данас нема
апсолутне никакве књижевности, па ни својих писмена, тај не може имати способности за стварање своје државе. Данас су
Арнаути на читавом Балканском полуострву најдивљији, најгрознији елеменат. Рањени Арнаути у српским болницама гризу
оне који их негују, и кад се дочепају револвера, пуцају на исте ...'' (Браник, 4/17. новембра 1912, бр. 225).
69 У подтексту је Полит забележио: ,, …ако не уважимо верску разлику као знак разликовања између Срба који припадају

грчкој и Хрвата који припадају католичкој цркви, контроверзе шта је српско, шта хрватско мора бити препуштено
историчарима и филолозима. Толико је извесно да Срби и Хрвати данас имају једну књижевност”.
70 Полит је дао с тим у вези следећи опис српско – бугарског историјског искуства: ,,Судбине ова два словенска племена

узајамно се допуњују у историји. Најпре је то било бугарско царство које је своју власт распрострло далеко на крајеве које
насељавају Срби. Касније су то били Срби који су под славном династијом Немањића постепено претварали Бугаре у
поданике свога царства. Цар Душан Силни (1336 – 1356) ујединио је под својим скиптром све Србе и Бугаре и проширио своју
власт на Македонију и Тесалију. Ова славна историја Срба, кад је српско царство обухватило највећи део европске Турске и
угрожавало саму Византију – живи данас још у сећању народа. Свако дете, сваки сељак, сваки пастир зна да приповеда о
делима владара и јунака великосрпског царства. А како би и могло да буде друкчије када се та историја тако дивно огледа у
лепим српским народним песмама и слепи певачи (гуслари) с колена на колено преносе та имена и дела. пропадањем
српског царства почиње и робовање Бугара. Исте патње под турским господством су још присније успостављале везе
сродства између Срба и Бугара, и заједничко ослобођење уздигли до лозинке”.
71 Полит је на следећи начин извео поређење које би примат дало српској страни: ,,предност Румуна над Србима састоји се

управо у томе што њихова народност већ чини државу од 4 милиона, док српска народност у Босни и Херцеговини тек мора
да буде консолидована … Нећемо да поричемо да у румунским градовима, где су прихваћени француски језик и начин
живота, сусреће финија углађеност која се радо означава као цивилизација … Супротно Румунији, Србија не познаје
племство и има слободан сељачки сталеж. Земљишни посед је ту, као можда ни у једној европској држави, сразмерно
подељен. Док у србији постоји око 150. 000 земљишних поседника, у Румунији је цела земља подељена на отприлике 8000
бојарских породица, тако да један део становништва живи у највећем изобиљу и луксузу, а други се не налази баш у врло
завидном положају”.
72 ,,Грци не треба да превиђају да су знатно малобројнији од Словена и да не прецењују своја достигнућа у литератури.

Србија има исто толико, ако не и више, народних школа него краљевина Грчка, и српско новинарство, ако му се додају
листови који излазе у Војводини, не заостаје баш за грчким и исто је раширено у суседним турским провинцијама”, писао је
Полит. Настанак краљевине Грчке, упркос изукрштаним посебним интересима великих сила, оценио је као за њих ,,untoward
event” (неугодан случај).
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 29

и арнаутске муслимане је, с разлогом описивао као најчвршћи унутрашњи


ослонац османлијске власти у Европи и као најбољи пример за то издвојио је
Босну.73 Чим би ови муслимани постали ,,свесни своје народности”, писао је,
Османлијско царство би се срушило само од себе. Органско решење Источног
питања у Политовој либералној концепцији требало је бити ,,нешто треће”,
пројекат који би могао да ,,неутралише посебне интересе европских држава,
а ипак да у извесној мери осигура задовољење које је у складу са интересима
свих”.Државна комбинација, настала путем замишљеног органског решења,
била би у функцији одржања европске равнотеже и њу је Полит аргументовано
претпостављао постојећој Турској тако што она није смела бити ,,јединствена,
моћна, за напад и ширење подобна држава”, већ супротно томе,
Конфедерација држава чије би повезивање, имајући за циљ неутралност,
могло да буде усмерено исључиво на одбрану савезне територије и узајамно
потпомагање унутрашњег развоја. У Политовој визији Конфедерације која би
наследила Турску, замишљени су Срби, Бугари, Румуни и Грци као народи
чија ,,способност за културу”, није могла бити доведена у питање. За њихов
национални, државни и цивилизацијски развој управо је конфедерација
требала бити најбоље решење јер само у том систему они би ,,најбоље
сачували своје својствене посебне интересе, заједнички створене
географским положајем и својствене свакој народности”. Уважавајући
историјске критеријуме, специфичности култура народности Турске и њихове
свеобухватне националне тежње, Полит је за све њих предвидео
конфедерацију (савез држава), а унутар исте, као њеног члана, српско –
бугарску федерацију (савезну државу) коју би чинила српско – бугарска
држава.74 Верујући да се српска и бугарска историја у великој мери прожимају,
да не постоји могућност да једна народност апсорбује другу и да су ова два
народа чак и ,,генетски” толико сродна да представљају нераздвојну целину,
Полит је дефинисао ову евентуалну државну заједницу као снажну
федерацију. Као неопходан предуслов за будућу интеграцију Румуније у
Конфедерацију истакао је збацивање врховне власти султана да би на тај

73 Полит је посебно истицао да су у Босни Османлије ,,сасвим спорадичне” и да су то највећим делом царски чиновници. У
Босни постоји, писао је Полит ,,само једна народност, српска”. Однос између тамошњих Османлија и босанских
мухамеданаца српског порекла, представио је следећим речима: ,,Али не треба мислити да мухамедански Срби у Босни
имају симпатије према Османлијама. ,,Османлије” су за њих туђинци које они дубоко презиру. Мухамедански Србин у Босни
са поносом себе назива ,,Турчином” (прави Турчин), док Османлију који не зна турски језик презриво назива ,,Туркуша”.
74 Полит је и савез држава и савезну државу називао конфедерацијом и то је објашњавао на следећи начин: ,,Конфедерација

као савезна држава је упркос организованим појединачним државама ипак централна држава са сопственим савезним
властима које у односу на поједине државе имају једну функцију која ограничава независност. Конфедерација као савез
држава, напротив, повезује додуше више држава у једну јединствену државу, али је ипак не организује као централну државу
са савезним властима, различиту од оних, него обезбеђује свакој држави њену незавнисност и препушта чување и заступање
интереса целокупне државе једној скупштини посланика и представника појединачних држава”.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 30

начин она ,,постала потпуно слободна држава”. У случају Грчке водио је


рачуна о томе да се њене границе морају проширити из ,,политичких и
нацинално – економских разлога”. Компромис око разграничења са
Словенима је, у том случају, неизбежан и Полит је сматрао да ће се он постићи
тако што ће Тесалија и Епир припасти Грчкој ,,мада у тим крајевима има веома
много Бугара”, а да ће се граница грчке и српско – бугарске конфедералне
јединице одредити линијом која ће се повући ,,почев од Солунског залива,
испод Охрида до ушћа Војуше. Вододелница између Јадранско – Јонског и
Јегејског мора, као и планински гребени Македоније сачињаваће природне
границе између Словена и Грка”. Солун је као ,,значајно трговинско” место са
,,врло мешовитим становништвом”, требало је прогласити слободним
трговинским градом како би се ,,предупредило трвење између Словена и
Грка”. Кнежевина Србија, којој је и он наменио улогу српског Пијемонта,
налазила се у средишту Политовог органског решења Источног питања. Њене
тадашње границе оценио је као привремене, истичући да је само ,,питање
времена када ће јој се прикључити Босна, Херцеговина, Црна Гора и Стара
Србија”.75 До ужег државно – правног савеза између Србије и Бугара требало
је доћи, по Политовом мишљењу, путем међусобног, слободног споразума.
Граница између српске и бугарске државе повукла би се линијом која би ишла
од Тимока, дуж планине Вратанице преко Црног врха и дуж Курбетске и Шар
планине до ушћа реке Црни Дрим. Тако би део Тракије и део Македоније
припао бугарској држави и на основу постигнутог договора о границама,
настао би и један ,,акт о унији” који би ближе одредио ,,услове ужег савеза
између српске и бугарске државе”. Правосуђе, вероисповест и просвета били
би, наглашавао је Полит, препуштени њиховој националној самосталности.
Као престоницу сједињене српско – бугарске државе, Полит је предложио
Призрен ,,стару резиденцију српских краљева и царева”. Предност овог града,
проналазио је у његовом повољном положају између Јадранског и Јегејског
мора и у позицији средишта између проширене Кнежевине Србије и Бугара.
Овоме је додавао и политичке и меркантилне разлоге. У Балканској

75У напомени свог текста, Полит је дао виђење евентуалних територијалних дилема између Срба и Хрвата: ,,Што се тиче
Турске Хрватске и уопште краја до реке Врбаса, то је affaire domestique (домаћа ствар) Срба и Хрвата око којег ће се они
лако споразумети и о којој овде не треба расправљати”. Лако црногорско – србијанско споразумевање очекивао је Полит и у
питању Босне и Херцеговине: ,,Не треба мислити да би се приликом ослобођења Срба у Босни, Херцеговини и Старој Србији
испољио дуализам између Црне Горе и Србије. Кнез Црне Горе би радо као гувернер Црне Горе и Херцеговине признао
врховну власт једног српског краља. С тим у вези сећамо се речи које смо у једном разговору са покојним кнезом Данилом
чули из његових уста на Цетињу: ,,Да је Милош, рекао ми је Данило, започео рат с Турцима, ја не бих дуго слушао говоре
конзула, него бих са својим Црногорцима упао у Херцеговину, да дођем у сусрет Милошу и да га поздравим као свог
господара.” Уосталом, ако би династија Обреновић изумрла без деце, могла би се заменити династијом Петровић – Његуш.
Али то питање династије, које би на европском западу било од важности, код Срба је од споредне вредности, јер се зна да
би се о томе лако постигао споразум”.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 31

конфедерацији, Срби и Бугари требали би имати заједничко народно


представништво, док би српско – бугарска, румунска и грчка држава могле
своје заједничке послове представљати ,,само у оном облику који је у складу
са организацијом савеза држава”. 76 Политово органско решење Источног
питања у значајној мери је утицало на многе друге филозофске и правне
теоретичаре, публицисте, државнике и политичаре и као такво није остало
изван историографских интересовања.77 Помињани Милетићев план решења
Источног питања најчешће је само на основу његове студије Источно питање
(1863), оцењиван као истоветан Политовом. 78 Међутим, битнија разлика
уочена је једино у томе што је Милетић сматрао да Солун треба да припадне
Србији, док је Полит био мишљења да би Солун требао да буде неутралан
град.79
Присутност идеја сличних Политовим установљена је код многих
западноевропских теоретичара и идеолога: око ,,Лиге мира и слободе” у
Швајцарској, Мацинија и Гарибалдија у Италији, Виктора Игоа и Едуарда
Лабулеа у Француској, Емилија Кастелара у Шпанији, Штросмајера и Рачког у
Хрватској.80 У Хабсбуршкој монархији и на Балкану, издвојени су Хрват И. И.
Ткалац и Србин, Ђорђе Статимировић као аутори који су се пре Полита
упустили у теоретско разматрање Источног питања. 81 Непосредно после
објављивања Политовог дела, о Источном питању писали су Јован Београдац
1862, Еуген Кватерник 1868, док су седамдесетих и осамдесетих година
поново писали о томе и Хрвати и Срби, Анте Старчевић, Матија Бан, Стојан
Бошковић, Милован Ђ. Милићевић и други, али темељна научна, упоредна
анализа ових радова није написана вероватно стога што су се препреке
идеолошко-политичког каракттера историописцима чиниле непремостиве. 82
Известан утицај Политове расправе на писање Фрање Рачког и на
федералистичке концепције Љубена Каравелова није научно оспорен. 83

76 Михаило Полит Десанчић, Источно питање и његово органско решење, ЗМСИ 33, 167-171.
77 Ј. Kühl, Federationsplane in Donaraum und in Ostmitteleuropa, München 1958, 24; Н. Милутиновић, Напредне политичке
концепције Михаила Полита Десанчића, Сарајево 1966, 204; К, Н, Милутиновић, Михаило Полит Десанчић као историчар, 89
– 93; В. Крестић, О Михаилу Политу Десанчићу и источном питању, Зборник Матице српске 33, Нови Сад 1986, 173-186; С.
Милетић, Сабрани списи (приредили Ч. Попов и Д. Микавица), књ. 1, Нови Сад 1999, 451; Д. Микавица, Михаило Полит
Десанчић вођа српских либерала у Аустроугарској, Нови Сад 2007, 118-141.
78 Д. Микавица, Политичка идеологија Светозара Милетића, Нови Сад 2006, 71-72.
79 К. Н. Милутиновић, Три пројекта балканске конфедерације, Књига о Балкану II, Београд 1937, 185; Исти, Михаило Полит

Десанчић као историчар, 90.


80 К. Н. Милутиновић, Три пројекта Балканске конфедерације, 188.
81 (И. И. Ткалац), Das serbische Volk in seiner Bedeutung fűr die orientalische Frage und fűr die europaische Civilisation, Leipcig

1853; (Ђ. Стратимировић), Die Reformen in der Türkei, Wien 1856.


82 В. Крестић, О Михаилу Полит – Десанчићу и источном питању, ЗМСИ 33, Нови Сад 1986, 179.
83 М. Димитров, Љубен Каравелов, Софија 1959, 104 – 114, 129 – 135; Н. Милутиновић, Напредне политичке концепције

Михаила Полита Десанчића, 204; К. Милутиновић, Фрањо Рачки и Михаило Полит – Десанчић, Студије из српске и хрватске
историографије, Нови Сад 1986, 80 – 123; К. Н. Милутиновић, Михаило Полит Десанчић као историчар, 91 – 93.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 32

Једино је Јован Ристић истакнут као теоретичар који је свестраније и


темељније од Полита познавао и суштину и фазе у развоју Источног питања,
али ни у овом случају поређења нису изведена консеквентно и до краја. 84
Политова концепција решења Источног питања ретко је довођена у директну
везу са Кошутовим мислима о Дунавској конфедерацији као савезу
независних источних народа са Угарском у којем је Кнежевина или Краљевина
Србија требала имати исти ранг са Мађарском и Хрватском.85 Политов план је
сагледаван и у ширем контексту ондашњих политичких и друштвених
околности и либералних и демократских идеја које су увелико обузеле младе
и напредне духове на Западу, са нагласком на његовом изузетном таленту и
свестраном образовању којем је ово време одговарало. 86 ,,Извесни утицај”
Политове студије на Николу Пашића и на Светозара Марковића и њихово
гледања на решење Источног питања добио је невелико место у појединим
научним монографијама.87
Своје виђење решења Источног питања Полит је доследно заступао у
контактима са многим политичарима и јавним радницима, у српским и страним
листовима и за говорницом Хрватског и Угарског сабора. Посебну пажњу
обраћао је на улогу и држање великих западноевропских сила према
збивањима на Балкану као и на унутрашње прилике које би евентуално могле
битније утицати на правац њихове спољне политике. У том контексту вредно
је издвојити и чланак који је написао 1858 године, поводом неуспелог
атентата на француског цара Наполеона III. Тада је Полит јасно увиђао да се
његова влада, упркос недемократским стегама које ограничавају ,,слободни
дух француски”, доживљава као неопходна зарад очувања мира у Европи и
да се са њом због тога мора врло озбиљно рачунати. 88 Од Наполеонове
политике у Источном питању није очекивао много, али је наговештавао
могућност да се уместо енглеско – француског савезништва, које је у то време
наговештавано доласком енглеске краљице у Шенбрун, реализује
савезништво Француске и Русије, у контексту тадашњих ,,замршених ствари”
у Турској које су је од француске политике одвајале. 89 Промена на челу

84 Л. Секулић, Источно питање пре и после светскога рата, ЛМС, књ. 331 и 332, Нови Сад 1932.
85 Кошут је о Конфедерацији говорио као о савезу Монархија, а не као о републици и Мађарској је намењивао избор новог
краља. (М. Јакшић, Политова Источна Швајцарска и Кошутова Дунавска Конфедерација, ЛМС, књ. 338, Нови Сад 1933,
77).
86 К. Н. Милутиновић, Три пројекта балканске федерације, Књига о Балкану II, Београд 1937, 182; В. Крестић, О Михаилу

Полит – Десанчићу и источном питању, ЗМСИ 33, Нови Сад 1986, 179.
87 В. Казимировић, Никола Пашић, књ. 1, Београд 1990, 61.
88 М. П. (Д.), Наполеон III, Србски дневник, 19. јануар 1861, бр. 6.
89 Чланак Француска и Енглеска који је о томе говорио објављен је у Србском дневнику у два наставка: 10. и 14. августа 1858,

бр. 62 и 63. Ауторство је означено на почетку сваког наставка иницијалима: М. П. (Д.)


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 33

француског министарства спољних послова, у септембру 1866-е, када је


Друена наследио Мустјер, подстакла је Политове наде да ће ипак цар
Наполеон III одиграти позитивну улогу на истоку и са позивом на национaлно
начело омогућити стварање ,,слободне источне конфедерације”,90 али већ у
новембру исте године Полит је морао признати да се у оцени француске
политике према Источном питању преварио, док га је ,,правац политике Русије
пријатно изненадио”.91 Анализа свих елемената међународне политике који су
утицали на смер француске спољне политике92 поново је Полита упућивала
на страну Русије и он је бивао све ближи мишљењу да се једино вреди уздати
у ову велику државу поред које ,,Славенство пропасти не може”, упркос свести
о чињеници да је у западноевропској политичкој јавности већ постоји
уврежено мишљење да национална борба Срба, Бугара, Румуна и Грка
објективно не води стварању њихових самосталних држава већ настајању
нових губернија руских.93 У Милетићевој Застави (1866) Полит је најављивао
да је поразом Аустрије код Кенигреца означен почетак решења Источног
питања и пребацивао је званичној српској политици и српској дипломатији да
се налазе у стању ,,оријенталне” или ,,азијатске” индоленције.94 Тешке речи
прекора није упућивао владарима Србије, али је ипак приликом разговора са
кнезом Михаилом Обреновићем 1867, био је принуђен да саслуша критику на
рачун политике коју су представљали српски либерали окупљени око
Милетићеве Заставе. 95 То је уједно био Политов последњи састанак са
кнезом Михаилом који је следеће године постао ,,жртвом грозног убиства”.96
У потрази за савезником у федеративном решењу Источног питања, Полит је
погледе упирао на различите стране при чему није занемаривао ни хрватску,
ни мађарску политику, све до оног тренутка док се није сасвим уверио да се
на ове факторе не може превише рачунати. Када се у то уверио, хрватску
политику оценио је провинцијалном97, а мађарску ,,бизарном”.98 Као посланик

90 Застава, 7. септембар 1866, бр. 61.


91 Застава, 3. новембар 1866, бр. 77.
92 Полит је на следећи начин анализирао разлоге који су одредили нови правац француске спољне политике: ,,Било се је

надати, да ће Француска, која се је после кримског рата хришћанима на истоку при овакој прилици наклоњенља показивала,
која је саједињену Румунију створила, Црну Гору потпомагала, Србији пријатељски савета давала, било се је надати, велимо,
да ће симпатије које је стекла на истоку на то употребити, да решење источног питања на корист хришћћана у своје руке
узме, те с тим Русију предупреди, да она то не чини. Али страх од Русије да би ослобођење хришћана на истоку само истој
на корист служило и неке комбинације ради пољског питања, промену сасвим политику Француске на истоку, којој промени
можда повод бијаше ослабљење Аустрије, која би се као средство на истоку употребити дала, и ојачање Пруске, које би се
имала ради могућег савеза са Русијом бојати.” (Застава, 3. новембар 1866, бр. 77).
93 Застава, 26. јануар 1869, бр. 12.
94 Застава, 3. август 1866, бр. 51 и 21. септембар 1866, бр. 65.
95 Михаило Полит Десанчић, Путне успомене, 94.
96 Н. Петровић, Нав. дело, 600 – 605.
97 Застава, август 1866, бр. 54.
98 Застава, 21. септембар 1866, бр. 65.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 34

на Хрватском сабору истакао је да је Источно питање заоштрено због Критског


устанка и да је оно ,,у овај мах до оног ступња дошло, да се не може више на
много година одгађати” и да Портини напори да угуши устанак не могу и не
смеју ,,угушити јавно мњење у Европи”. Увиђајући да Грчка, Србија и Румунија
још увек не могу саме Турску ,,оборити”, указивао је да су ове земље у стању
помоћи својим сународницима и активирати се ,,чим то у прилог једној или
другој велесили и извесним комбинацијама и алијансијама узиде”. Разочаран
позицијом тадашње Француске која је ,,на срамоту своје цивилизације”,
показивала спремност да остане уз Турску и да у замену за Галицију која би
била уступљена Пољској, препусти јужнословенске земље Аустрији, Полит је
у Русији видео ону ,,велесилу словенску” у коју су ,,очи свију Словена упрте”.
Избегавајући могућност да га на Хрватском сабору схвате као безрезервног
присталицу руског царског самодржавља, настојао је да помири начелна
либерално – демократска схватања са значајем који је придавао руској
спољној политици на Балкану: ,,Ја не велим садашњу Русију, Русију
апсолутистичну, него Русију, која ће бити и која хоће да постане. Већ данашња
Русија мора се обазрети на дух народа и не може терати кабинетску политику.
Баш због тога је и источно питање за Русију од велике важности, јер је то
питање за руски народ питање части народне, питање велевластног положаја,
питање словенско”.99 Полит није избегавао да призна да би радо прихватио
могућност да Русија, или нека друга велика сила реши Источно питање у
корист народа југоисточне Европе, али када се уверио да то није могуће и
реално, излаз је видео у сложној и бескомпромисној борби балканских народа.
При том визији Балканске конфедерације никада није ускратио смисао,
легитимност и оправдање као што ни припадност Босне и Херцеговине већој
Србији није сматрао спорном или дискутабилном у било ком политичком,
етничком или моралном аспекту.
Милетићев и Политов савременик и истомишљеник, велики песник
српског романтизма, Лаза Костић је у готово свим тумачењима српског
природног права на сједињење Босне,Херцеговине, Србије и Црне Горе у већу
српску државу задржао идентичан став, али је при том на посебан начин
допринео остварењу кључних циљева српске националне политике. Као
најистакнутији члан Преоднице, српске студентске организације у Пешти,
ангажовао се од 1861. године у културној и уметничкој сфери држећи
занимљива предавања, читајући своје драмске текстове, учествујући у
дискусијама о многим социјалним и културним питањима и објављујући песме

99 Беседе, књ. 1, 54.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 35

којима је давао наглашену политичку функцију. Смишљајући српску народну


химну, поводом новосадске прославе стогодишњице рођења Саве Текелије,
романтичарски занесено говорио је: ,, ... Да ми је дочекати свесрбски устанак
за слободу и уједињење, па макар више не певао. Куд ћеш лепше песме од те
чињенице''.100 Као искрени присталица пијемонтске политике кнеза Михаила
Обреновића прижељкивао је ,,анексију свих и свакога'' мислећи првенствено
на јединство Босне, Црне Горе, Србије и Војводине, и оштро, у преписци,
осуђивао мађарску асимилаторску политику према Србима у Угарској. У
делатности Уједињене омладине српске, организације и културно-политичког
покрета који је у својим редовима окупљао национално најборбеније снаге
читавог српства, Костић је активно учествовао као публициста објављујући
чланке политичке садржине у Србском дневнику и Застави, предано се
ангажовао на омладинским скупштинама и у бројним омладинским
социјалним и политичким акцијама, у дискусијама политичког карактера
истицао је либерално-демократска опредељења, борио се за културну и
националну еманципацију свог народа, заступао идеју словенске узајамности,
захтевао од власти у Србији да не избегава спровођење либералних реформи
под изговором приоритета национално-ослободилачке акције. Као бележник
градског магистрата, у коме је Милетић био начелник, упорно је пледирао
против настојања мађарских власти да ограниче права варошких изборних
тела и у том циљу је састављао жалбе и протесте путем којих је негодовао
због бесправног мешања виших државних органа у послове магистрата.101
Следећи политику Светозара Милетића ушао је у српски Црквено-
народни сабор већ 1869, изабран гласањем бирача Тителског среза и у њему
заступао ставове Српске народне слободоумне странке све до 1875. а то
значи и да је начело народне суверености стављао изнад патријарховог
ауторитета. Неретко је због оног што је говорио био оптуживан као
нерелигиозан и неморалан и због тога су конзервативно-клерикални
посланици захтевали његово удаљавање из Сабора.102 Политичко деловање
је обогатио учествујући, као што је већ наведено (септембар 1871) у стварању
тајне, завереничке националне организације на Цетињу под именом ,,Дружина
за ослобођење и уједињење српско'' и писању Устава за њу, а неколико
месеци пре тога кандидован је и за посланика Угарског сабора

100 Л. Костић, О Змају, Нови Сад 1989, 120.


101 И. Павлас, Историја Преоднице, Српски књижевни гласник, Београд 1907, 819, 912; Лаза Костић-Ђорђу Поповићу
Даничару , Пешта, без датума, РОМС, инв. број 43901; Л. Костић, О политици о уметности, књ. 1, 48-49; Н. Петровић,
Светозар Милетић и Народна странка, књ. 1, Нови Сад 1968, док. бр. 202, 466.
102 Застава 25. мај 1869, бр. 62; Застава 9. јул 1869, бр. 80; А. Стојковић. Развитак филозофије у Срба 1804-1944, 357; Л.

Костић, О политици о уметности, књ. 1, 112.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 36

представљајући свој програм речима: ,,Живео Милетић!''. Посебно обазриво


пратиле су аустроугарске власти Костићеве активности у Београду где је у
неколико наврата (1872) настојао да убеди Намесништво како је куцнуо час да
Србија објави рат Турској, а затим присуствовао и свечаности поводом
пунолетства српског кнеза Милана Обреновића. 103 Том приликом је држао
здравицу у славу ослобођења и уједињења српског народа из којег не би били
изостављени ни аустријски Срби. Калај је преносио својој влади да је Костић
рекао да је много српске крви проливено под туђим заставама и да она од сад
треба да тече само за Српство''.104 Хапшење које је уследило водило је, упркос
недостатку доказа, до полугодишњег тамновања у Новом Саду, а затим и
Будимпешти. Поводом Костићевог заточења певане су, по фрушкогорским
виноградима, песме охрабрења и подршке105, а његово ослобођење наишло
је на одушевљене овације српске академске омладине у Пешти и свечани
дочек и спонтане манифестације у Новом Саду. На Угарском сабору, у који је
ушао 1873, захваљујући гласовима шајкашких родољуба, указано поверење
је искористио да одржи запажене и значајне беседе у прилог националних
права и демократских слобода. Говорио је последњи пут на овом Сабору 9.
фебруара 1875, увек бескомпромисно иступајући против мађарске политике
дискриминације. Захтевао да се Србима дозволи да на Сабору користе
матерњи језик, подносио важне интерпелације на мађарске министре,
учествовао у свим акцијама посланичког клуба немађарских народа, тражио
за Србе оно што им је још Леополд обећао - ,,не само индивидуалну
равноправност него и народну аутономију''. На следећим изборима, уступио је
(23. јул 1875) шајкашки срез Милетићу, а већ у септембру је стигао у Црну Гору
како би учинио све што може у циљу политичког приближавања Црне Горе и
Србије јер се савез ових српских кнежевина постављао као национални и
политички императив после избијања устанка у Херцеговини и Босни и
отварања Велике кризе у Источном питању.
У шифрованом телеграму који је упутио Радивоје Милојковић, Стевчи
Михајловићу 106 (14. септембар 1875) јављено је да је Костић, боравећи на
Цетињу, водио врло конкретне разговоре који су се односили на услове под

103 Застава 7. мај 1871, бр. 53. Д. Микавица, Последњи српски панкалист, Нови Сад 2002, 101, 107-114, 121-123, 125-126,
134-135.
104 Н. Петровић, Светозар Милетић и Народна странка, књ. 2, док. бр. 475, 403-404.
105 Тада су настали и ови стихови: Зелен добош добује, Лаза Костић робује, Не робује што је крив већ робује што је жив! Ој,

Костићу брате мој, Мађара се ти не бој!


106 Радивоје Милојковић (1832-1888), један од најистакнутијих присталица Ристићеве Либералне странке, министар

унутрашњих дела ( 1869), председник владе (1869-1872), министар правде (1875) и поново министар унутрашњих дела (1876.
1878, 1880, 1887) Кнежевине и Краљевине Србије. Стевча Михајловић (1804-1888), такође један од најистакнутијих првака
Либералне странке, председник владе 1875 и 1876-1878. Због сукоба са Ристићем повукао се из политичког живота (1879).
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 37

којима би Црна Гора отпочела војну акцију против Турске.107 У самом почетку
Источне кризе и Никола Пашић је рачунао на политичке способности Лазе
Костића, са којим се познавао од 1871. године, у контексту својих намера да
помогне устанак у Босни и Херцеговини. Пашићев меморандум из октобра
1875, упућен уреднику Црногорца, Сими Поповићу, односио се на стварање
привремене владе у Херцеговини у којој је Костићу наменио једно место, уз
Полита Десанчића, Владимира Јовановића, Перу Велимировића, Јеврема
Марковића и Милана Маканца.108 Мађарски министар унутрашњих послова,
Коломан Тиса, обавештен је од стране новосадског великог жупана Ендре
Флата, да је Костић (15. мај 1876), после краће аудијенције у Београду код
кнеза Милана Обреновића, кренуо поново на Цетиње, да је овај пут његова
мисија у директној фунцији Милетићеве политике и да се између осталог
састојала у томе да информише кнеза Николу о стању у Србији с обзиром да
Костић поуздано зна ,,којег дана ће се Србија стварно умешати у источне
послове''. На Цетињу је остао, овај пут, месец дана упорно покушавајући да
убрза постизање црногорско – србијанског споразума. Верујући да би брз и
успешан почетак рата против Турске довео до остварења српског националног
програма, Светозар Милетић је слао телеграмом упуства ,,Белерофону'' 109,
упућивао га да је довољно да Црна Гора ,,подметне фитиљ'', јављао му да
,,преклиње тамошње да се више не мешају у мировне преговоре јер то није
достојно Црне Горе'', питао га како теку војне и политичке припреме Црне Горе
за рат. По свему судећи, Костићева делатност у овој фази Велике источне
кризе довела је до конкретних политичких резултата јер је две недеље после
Костићевог напуштања Цетиња стигла вест да су Србија и Црна Гора
заједнички (30. јун 1876) објавиле рат Турској.110 Настојања мађарске владе
да Костића осуде на основу оптужбе да је у међувремену, почетком јуна 1876,
у соби бр. 9 београдског хотела ,,Код Српског краља'' учествовао на
конференцији, где је Милетић спремао рат против Мађарске како би се Срби

107 Они су се односили првенствено на црногорске амбиције према Херцеговини, бољем излазу на море (како је то стајало и
у Николином јулском меморандуму упућеном канцеларима сила Тројецарског савеза) и решеност кнеза Николе да Црна Гора
има посебну команду у рату.
108 Р. Милојковић-С. Михајловићу, 14. септембра 1875, АС, ПО, К 78, док. бр. 76; Н. Милутиновић, Лаза Костић у Црној Гори,

Прилози за књижевност, језик ..., 1959, св. 1-2, 54-73; Ј. Радонић, Слике из историје и књижевности, Београд 1938, 209-214;
Ђ. Станковић, Никола Пашић и југословенско питање, књ. 1, 43-44; Н. Петровић, Светозар Милетић и Народна странка,
књ. 3, док. бр. 630; Ж. Младеновић, Лаза Костић на Цетињу, ЛМС, књ. 350, св. 4, Нови Сад 1938, 369; Л. Костић, Из мога
живота, 144.
109 Лази Костићу. Иначе, кореспонденцију Милетића и Костића дешифровале су убрзо аустроугарске власти, а једно

Милетићево писмо је због Лазине неопрезности, доспело директно у руке Тисе, мађарског председника владе пожурујући га
у његовој намери да нешто конкретно предузме против Милетића, нарочито после информација које је добио у вези са
његовим боравком у Београду.
110 Д. Микавица, Последњи српски панкалист, 174.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 38

ослободили ,,од монголског јарма'', нису уродила плодом јер је он успео на


судском претресу да докаже да је критичног дана био на Цетињу, а не у
Београду.
Следећи чин Костићевог политичког деловања у време Велике источне
кризе и српско-мађарског рата односи се на његов одлазак, одмах после
ослобађајуће пресуде, на црногорско бојиште с намером да обавештава
европску јавност о рату и српским подвизима на ратишту. Његове намере и
домете публицистичко-журналистичког деловања одредио је конкретан
резултат ратовања у којем је сјај црногорских победа на Вучијем долу и
Фундини помрачен поразом србијанске војске на Шиљеговцу и Ђунису. Ипак,
значајно је навести да је у време рата, као дописник листова Politische
Correspondenz, Nazionalzeitung и Schlesische Presse свакодневно слао по три
дописа у којима је глорификовао црногорско ратно прегалаштво и витештво.
Посебно је жалио што је Србија у овом рату ,,малаксала'' и што Срем, Банат
и Бачка у великом делу ослобођења нису узели непосредног учешћа. Из
Дубровника је писао писмо (23. октобар 1877) Миши Димитријевићу да атентат
на прослављеног јунака и војсковођу Марка Миљанова има ,,грозно-трагичну
али и политичко-срамотну основу'' 111 и посебно нагласио како му је Марко
следећим речима пребацио због тога јужноугарски Срби нису озбиљније ушли
у рат:,, пита – Ђе сте? Како смо вели, лијепо говорили, обрицали се,
наздрављали се, па шта сад?''.112 Из Беча је писао Миши Димитријевићу (22.
јануара 1878) о пресуди мађарског суда Светозару Милетићу изведене на
основу исконстурисане велеиздаје: ,, ... Ја сам овде при почетку расправе
прорекао пет година 113 . Но последњи дан распреве потресао ме је у том
песимизму; мислио сам да ће се мађарски Молох задовољити чичиним сузама
... Ја мислим да те уштве не би никад видели мојих суза, па да ме на точак
осуде ...''. 114
Незадовољан насталим приликама и извештавањем Милетићеве
Заставе одлучио је да оснује (1878) Централни коресподент биро за српско-
црногорско-босанско-херцеговачке ствари у Бечу и покрене (17. август 1877)
дневни политички лист либералне оријентације ,,са Заставиним програмом

111 Марка Миљанова је после битке на Фундини ранио поп Илија Спахов, из његовог братства. Разлози су били и политичке
и личне природе. Приликом посете књаза Николе, Марку Миљанову у Даниловграду, када је црногорски владар изразио
жаљење што га је рођак покушао да убије, овај му је одговорио: ,,Не, није он, но си ме ти убио Господаре!'' (Т. Ђукић, Марко
Миљанов, Београд 1957, 93).
112 М. Савић, Лаза Костић (приредили М. Ненин и З. Хаџић), Београд 2010, 77, 79.
113 Милетић је осуђен на 18. јануара 1876. на пет година тамнице, али је царским помиловањем 15/27. новембра 1879. На тај

начин је ово, његово друго тамновање трајало укупно 3 године, 4 месеца и 21 дан. (М. Лесковац, Змајев бечки дневник, Нови
Сад 1983, 232; Д. Микавица, Политичка идеологија Светозара Милетића, Нови Сад 2006, 21).
114 Л. Костић – М. Димитријевићу, Беч, 22. јануар 1878, РОМС, инв бр. 29. 601.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 39

али друкчијом редакцијом'', али за овај план није нашао довољно


истомишљеника због чега се умногоме удаљио од дојучерашњих страначких
пријатеља оптужујући их за пасивност и ,,ужасну летаргију''. Иза ових
Костићевих настојања стајао је, са својим политичким мотивима и плановима,
црногорски владар. 115 Ипак, Костић није успео у ономе што је наумио. Део
разлога за неуспех овог подухвата налазио се у решености Јована Ристића,
од којег је Костић такође очекивао подршку, да остане уздржан, делимично и
због Костићевог односа према Тополској буни и његовом заузимању за
потпуковника Јеврема Марковића који је због те буне био ухапшен, осуђен и
стрељан иако његова кривица није била доказана. 116 Ни Милетићеве
присталице у Угарској нису показале разумевање за Костићеве намере да
покрене нови политички лист. Напротив. Оптуживан је с њихове стране за
егоизам и безобзирност. Због тога их је прекорно подсећао у писмима да је
,,из егоизма уступио Чичи срез'', да је ,,из егоизма страћио имање и да се
потуца од немила до недрага''. У истом духу је запитао: ,,Зар нисам доста био
prugelknabe117 негдашње наше новосадске народне странке?'' и опоменуо их
да је спреман ,,У истом качеству тј. као егоиста'' да их подсети на ,,њихово
летошње решење'' када су, начелу, прихватили његов предлог.118
Крајем месеца априла (1878) Костић се резигнирано жалио Јовану
Бошковићу да више не добија дописе из Србије и изражава сумњу да је слање
дописа забранио управо Ристић. 119 У време трајања Велике источне кризе
Костић је и на друге начине деловао у циљу остварења националних идеала.
У Бечу је (29. март 1877) одржао предавање О женским карактерима у српској
народној поезији и на тај начин одговорио свима који су после Ђуниса
критиковали и кудили све што је српско, док је он доказивао вредност српске
поезије у односу на универзалне, етичке и естетске вредности и критеријуме
и успешно оспоравао писање бечког Tagblatta који је на увредљив начин
оспоравао Србима, посебно Црној Гори, способност за културно
стваралаштво и просветно-духовни напредак. Већ у уводном делу предавања
пледирао је на потпуно и праведно решење Источног питања јер би тек тада
било смислено ставити на дневни ред решење питања о способности народа
за културу на балканским просторима. 120 Завршетком Другог српско-турског

115 Л. Костић – Ј. Бошковићу, Беч, 28. јануар 1878, АС, ПО, док. Бр. 765.
116 Л. Костић-Ј. Бошковићу, Беч, 2. март 1878, АС, ПО, к. 57, док. бр. 767; Л. Костић-Ј. Бошковићу, Беч, 2. април 1878, АС, ПО,
к. 57, док. бр. 768.
117 На немачком: дежурни кривац или вечита жртва.
118 В. Милинчевић, Однос Лазе Костића према Светозару Милетићу, ЗМСКЈ, св. 3, Нови Сад 1979, 453.
119 Ж. Младеновић, Непозната драма Лазе Костића, 16.
120 Д. Микавица, Нав. дело, 21.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 40

рата и победом руске и српске војске над Турцима, стекли су се услови да


Србија и Црна Гора осигурају државну независност и међународно признање.
О томе је дефинитивна одлука донета на Берлинском конгресу (1878) на којем
је Костић својим учествовањем, уз Јован Ристића, осигурао позитивну
историјску оцену своје целокупне дотадашње делатности у циљу остварења
српске националне политике.
Користећи могућност коју му је дао кнез Милан Обреновић, да у Берлин
поведе, осим војног стручњака потпуковника Јована Драгашевића и српског
дипломатског представникау Бечу, Косте Цукића, још неког од способних
људи, Ристић се одлучио за Лазу Костића. Његова улога није се сводила само
на саветника и приватног секретара председника владе Кнежевине Србије,
већ и на полиглоту корисног у контакту са учесницима Конгреса, а посебно са
немачком и аустроугарском штампом. Као одлично обавештени новинар, слао
је извештаје о току Конгреса и значају његових одлука, прашком листу који је
излазио на немачком језику Eposche, као и Милетићевој Застави. Из ових
извештаја може се објективније и целовитије сагледати његов политички став
који се односио на домете недавно завршених ратова, интересе и
спољнополитичке афинитете Русије, Аустроугарске и Турске, као и његово
виђење будућег правца српске национално-демократске акције. У почетку се
заносио надом да ће Русија ипак хтети и моћи да одбрани одређене српске
интересе, али сам ток Конгреса одвратио га је убрзо од таквих, нереалних
очекивања. Неколико дана после почетка Конгреса Костић је већ био у
прилици да јави како је постигнут споразум између Русије и Енглеске, а у
допису од 20. јуна да су изгледи Србије и Црне Горе унеколико побољшани и
да Србија добити извесно проширење у Старој Србији, преко граница које су
јој одређене Санстефанским мировним уговорoм који је претходно
самостално покушала диктирати Русија. Занимљиво је да је Костић покушао
на Берлинском конгресу, када су почели преговори о нацрту трговачког,
царинског и железничког уговора између Србије и Аустроугарске, којима је
Двојна Монархија условљавала дипломатску помоћ Србији у њеним
територијалним захтевима насупрот руским плановима, дошао на замисао да
Јану Скрејшовском 121 , уреднику листа Eposche понуди предлог за
проналажење неке солидне групе која би изградила српску железницу и
повезала је са бугарском и турском. Када је (20. јула 1878) потписан у Берлину
уговор између Ристића и Андрашија који се односио на железницу, трговину и
пресецање Ђердапа, уследили су Костићеви интензивнији контакти са

121 Упознао га је вероватно 1873 у Прагу, приликом отварања Јунгманова споменика.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 41

Скрејшовским. Ова Костићева активност трајала је, уз начелно Ристићево


одобравање, и током октобра исте године. Међутим, све ове комбинације
остале су неиспуњене, посебно због одлуке српске Скупштине у Нишу којом је
решено да се железница не може издавати на концесије већ да је мора да
гради држава.122
С обзиром да је рад у Берлину протицао изван очију јавности, Костић
је био обавезан да чува у тајности скоро све што је чуо од Ристића и
црногорског представника Боже Петровића – осим уколико они нису хтели да
се нешто од тога ипак објави. Због тога Костић није хтео да обелодани ни
садржај српског меморандума који је Конгресу у име своје владе, поднео Јован
Ристић 24. јуна. У овом меморандуму (,,du people Serbe'') наведено је да је
Србија била принуђена да прихвати рат и наведене друге чињенице које су
Србију определиле да пође овим путем. Занимљиво је и значајно за нашу
тему, да су неки од ставова који су изнети у овом меморандуму, сасвим
подударни са садржајем предавања које је Костић одржао у Бечу претходне
године. Чак се може засновано тврдити да је Костић непосредно учествовао у
састављању овог акта. 123 Ово се нарочито може установити на основу
уводних формулација меморандума у којем се говори да је ,,управо једно
племе активно учествовало у догађајима ... племе Срба'', а затим и запажање:
,,Док су други народи Балканског полуострва ћутке сносили јарам, Срби су,
како хришћани тако и потурице, одушевљени истим духом независности и
свешћу да су једино они условно подлегли јачој сили – били једини који никада
не престајаху протествовати противу насиља Отоманског''. 124 Ипак, сви
меморандумски аргументи који су се сводили на уверење да се мир с оне
стране Дрине и Лима не може учврстити ,,без радикалног преображаја'' и да
велике силе требају ,,у својој мудрости наћи које ће учинити крај јауцима које
су Срби Кнежевине морали слушати од стране браће која живе у жалосном
положају ...'' били су одбачени и игнорисани. Српска дипломатија била је
немоћна и мандат за окупацију Босне и Херцеговине дат је Аустроугарској.
Српско питање је повољније решено у оном делу који се односио на Србију и
Црну Гору, признање њихове државне независности и извесно територијално
проширење. Задовољан овом одлуком Костић је написао чланак у којем стоји
следеће: ,,После изузетно крвавог двоструког војног похода који је однео
много жртава, српски народ од јуче стоји пред првим резултатом својих борби,
пред независношћу сопствене земље, најзад признатом од стране сила –

122 Д. Микавица, Нав. дело, 211-212.


123 Ж. Младеновић, Непозната драма ..., 21.
124 Србија 1878, документи, док. бр. 263, 446.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 42

учесница конгреса. Ма колико да се ова тековина у односу на до сада дате


жртве чини скромном, она, на другој страни, ипак представља круну
досадашњих слободарских борби српског народа, који овим ступа у ред
самосталних европских држава и стиче права за којима је до сада узалуд
стремио. Са зидина београдске тврђаве заувек је нестао полумесец и у
водама Саве и Дунава, које жуборећи протичу крај ње, сада се поносно огледа
тробојница Срба као вечно знамење да на њиховим обалама започиње
границе друге слободне и независне словенске, балканске државе. Слобода
и независност! У те две рече садржана је сва будућност Српске нације, а може
се рећи будућност која обећава''. Костић при том није пропустио да истакне да
је Србија заустављена на обалама Дрине само због протеста и воље
Аустроугарске. Због тога је наговештавао нову ,,велику драму источног
питања'' која ће неминовно уследити јер ,,Срби не могу и неће да се одрекну
својих нада да ће се једном домоћи Босне''. Ђули Андрашију је оспоравао
умешност и промишљеност у вођењу аустроугарске полититике и веровао да
је она ишла од случаја до случаја. На тај начин је Костић пренебрегао
чињеницу да је Андрашијева политика нашла своје место у много старијој
тежњи Аустроугарске да не допусти у односу на Босну и Херцеговину ни једно
решење које не би било или у оквиру њене окупације или у оквиру очувања
султанове власти у њима. 125 Уосталом, пре доношења коначне конгресне
одлуке Костић је знао да је Двојна монархија спремна, да је новац за окупацију
већ припремљен, да је људство мобилисано. Берлински конгрес је упоредио
са Бечким конгресом (1815) закључујући да се ,,ни тада као ни сада није
мотрило на народе и на њихову будућност и срећу'' већ једино на интересе
великих сила и великих владалаца.
Костићеву политичку мисао у последњој години Велике источне кризе
обележило је разочарање у политику Русије најпре због тога што је допустила
да се ,,црногорска војска одбије са земље коју је јуначки освојила од Турске и
због опредељења да се подрже Бугари односно ,,оно словенско племе на југу
које се у великој војни за слободу показало најслабије''. Нарочито место у
прецизној и минуциозној анализи Берлинског конгреса оставио је за Бизмарка
и немачку политику која је вешто упућивала Аустроугарску на исток и
срачунато стварала контекст у којем је, посебно после уступања Кипра
Енглеској, ма каква опасна коалиција против Бизмаркових империјалних
планова била искључена. Настојећи да предочи јавности у Аустроугарској
окупацију Босне као несврсисходну, Костић је писао како је овај чин у

125 М. Екмечић, Стварање Југославије, књ. 2, 291.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 43

супротности са аустроугарским државним интересима, да окупација ове


земље захтева нове издатке, нове жртве и у крајњој линији води новом рату
који ће довести у питање егзистенцију Монархије. 126 Без обзира на напоре
које је улагао да увери Србе који су га слушали и читали његове чланке, да
није све изгубљено, Костић је после завршетка Велике источне кризе био
свестан да је српски национални покрет доживео дугорочан, историјски пораз.
Суштина и смисао либералних и романтичарских планова из друге
половине XIX века изгледали су неповратно изгубљени. Босна је за њега и за
све пречанске либерале као и за цео српски народ у Аустроугарској, остала
,,земља суза наших'' и ова болна и поражавајућа слика лебдела је и убудуће
пред Костићевим очима док је он узалуд покушавао да пронађе простор за
утеху и охрабрење у наслућивању и призивању другачијих међународних
околности и прижељкиваног, великог политичког преокрета који би
подразумевао одузимање Босне и Херцеговине од аустроугарског мандата и
афирмацију права српског народа на самоопредељење. Овакав епилог нису
доживели Светозар Милетић и Лаза Костић који су преминули у првој деценији
XX века, 1901 односно 1910. године. Михаило Полит Десанчић је одушевљено
дочекао победничку Војску Краљевине Србије у Темишвару не слутећи да
српска влада неће умети да искористи ову победу и свом народу осигура
будућност без тортуре, дискриминације и масовних злочина којима ће бити
изложени од стране словенских народа које су учинили недужним, слободним
и равноправним у заједничкој држави.

126 Л. Костић, О политици о уметности, књ. 1, 320-324.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 44
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 45

Ottoman Administration In The Balkan Provinces Of The Empire:


The Theory Of Three Circles

Ema MILJKOVIĆ

ABSTRACT
During the last decades of the 14th century, Serbia, Wallachia and Moldavia had entered the sphere of
interest of the Ottoman rulers. For the Despotate of Serbia, the fall of the capital city of Smederevo, on 19 th of
June 1459, had meant the loss of sovereignty and statehood, although the attempts to get it back would had
endured throughout the second half of the 15th century. Although some elements of autonomy, as well as some
institutions existed in the medieval Serbian state, would had been preserved until the end of the Ottoman
dominance in these parts, on its territory would be introduced the Ottoman administrative, military and timar
system, including the institution of the miri land, meaning that the ex Despotate of Serbia was the integrative part
of the Ottoman state.
As for Wallachia and Moldavia, they had completely different status in comparison to Serbia, although
they nominally were within the borders of the Empire. Since they were far away from the capital, to obtain easier
control over those provinces, the Ottomans introduced in them the vassal relations (the same happened later in
Transylvania) toward the sultan.
In this study would be explained the theory of „the three circles “introduced in historiography by the
French historian Gilles Veinstein. Аcording to his opinion the position of the certain provinces of the Empire had
depended on its distance from its center, the capital of Constantinople.
Keywords: Ottoman Empire, Balkan Provinces, Administration, Gilles Veinstein, The Theory of Three
Circles
ОСМАНСКА УПРАВА У БАЛКАНСКИМ ПРОВИНЦИЈАМА ЦАРСТВА:
ТЕОРИЈА ТРИ КРУГА

РЕЗИМЕ
Током последњих деценија 14. века, Србија, Влашка и Молдавија ушле су у сферу
интересовања османских владара. За Деспотовину Србије, пад главног града Смедерева 19. јуна 1459.
значио је губитак суверенитета и државности, док су сви покушаји да се независност поврати били
завршени током друге половине 15. века. Иако су неки елементи аутономије, као и неке институције које
су постојале у средњовековној српској држави, биле сачуване до краја османске власти у овим
крајевима, на њеној територији био је уведен османски административни, војни и тимарски систем,

PhD. Prof. / Department of Oriental Studies Faculty of Philology Belgrade University, ema.miljkovic@fil.bg.ac.rs, SERBIA
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 46

укључујући и институцију миријске земље, што значи да је бивша деспотовина Србија била саставни
део османске државе.
Што се тиче Влашке и Молдавије, оне су имали потпуно другачији статус у односу на Србију,
иако су номинално биле унутар граница Царства. Будући да су биле далеко од престонице, како би
стекли лакшу контролу над тим покрајинама, Османлије су у њих увеле вазалне односе (исто се
догодило касније у Трансилванији) према султану.
Ова студија има за циљ да објасни теорију о "три круга" коју је у историографији увео француски
историчар Жил Вејнштајн. Према његовом мишљењу, положај појединих покрајина Царства зависио је
од његове удаљености од центра, главног града Цариграда. Такође, скренута је пажња на теорију
утицаја моћних друштвених група.
Кључне речи: Османско царство, балканске провинције, управа, Гиллес Веинстеин, теорија три
круга
***
In historiography, the Ottoman state is usually characterized as extremely
centralized, especially in its classical period. Although the most important decisions
were made within the ruler's palace, with the participation of the ruler and the
closest dignitaries of the Empire, a deeper historiographical analysis shows that this
centralization was not absolute, and that certain provinces were left with some
autonomy in order to ensure a more stable and lasting power on the vast territory
of the Empire, which certainly was not an easy task without modern technical and
technological advances. (Историја Османског царства приредио Робер
Мантран, 2002, 192-229)
The aim of this paper is to present the organization between certain regions
of the Ottoman Empire, in this case formerly Despotate of Serbia (divided into a
large number of provinces), and the vassal principalities of Wallachia and Moldova,
in order to point out the differences in the organization of power in the Ottoman
realm. Also, social network theory will be pointed out, which, according to recent
research, has been a significant factor in government organizations in the Empire.
The reasons for these differences have been explained by the French
historian and expert in the Ottoman Studies Gilles Veinstein through the theory of
the "three circles", where, according to him, the position of certain provinces varied
depending on their distance from the central government, i.e. capital. Thus,
Moldova and Wallachia, and later Erdelj (Transilvania), are in the third circle, Serbia,
Bosnia and Herzegovina, Montenegro, Northern Greece in the second, and the
territories closest to Constantinople like Dobruja, Thrace, Thessaly in the first circle
of the Balkan provinces of the Empire. (Историја Османског царства приредио
Робер Мантран, 2002, 348-357)
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 47

Such classification represents a historical imagination: it was not imposed in


the field at the time of the Ottoman Empire and it could not be seen through
differences in administrative division or social status, for example. Its aim is to help
historians better understand the Ottoman logic of governing the Empire and
recognize the differences in its uniqueness.
During the last decades of the 14th century, Serbia, Wallachia and Moldavia
had entered the sphere of interest of the Ottoman rulers. For the Despotate of
Serbia, the fall of the capital city of Smederevo, on 19th of June 1459, had meant
the loss of sovereignty and statehood, although the attempts to get it back would
had endured throughout the second half of the 15th century. Although some
elements of autonomy, as well as some institutions existed in the medieval Serbian
state, would had been preserved until the end of the Ottoman dominance in these
parts, on its territory would be introduced the Ottoman administrative, military and
timar system, including the institution of the miri land, meaning that the ex
Despotate of Serbia was the integrative part of the Ottoman state.1
As for Wallachia and Moldavia, they had completely different status in
comparison to Serbia, although they nominally were within the borders of the
Empire. Since they were far away from the capital, to obtain easier control over
those provinces, the Ottomans introduced in them the vassal relations (the same
happened later in Transylvania) toward the sultan.
It is indisputable that Despotate of Serbia lost its statehood by the fall of the
capital city of Smederevo, on June 19th, 1459. However, as will be emphasized in
the following text, a certain level of local autonomy was retained within the basic
Ottoman administrative units – sanjaks, organized in the territory of the former
Despotate, which, despite the full integration of these provinces into the Empire,
was a certain buffer zone to the processes of assimilation, acculturation, and even
conversion to Islam itself.
The reason for this was certainly the pragmatism of the Ottoman dynasty,
which was expressed throughout the empire. It was in essence very logical ruling
philosophy that this way it would be easier and firmer (however paradoxical) to rule
part of the Balkan provinces of the Empire , whose importance as the frontier region
in some periods was of great importance for the preservation and functioning of the
Ottoman state.
The process of Ottoman conquest of the Serbian lands took more than a
century - from the Battle of Marica in 1371 to the conquest of Banat in 1552. The

1For more details on miri land and timars in the European provinces of the Ottoman Empire, see: (Историја Османског царства
приредио Робер Мантран, 2002, 348-406)
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 48

new rulers, who defined their state with two basic attributes - military and Islamic,
also brought with them a new administrative-order order, based primarily on Muslim
religious law, Sharia. However, with appreciation and acceptance, and especially
with respect to the traditions of the earlier Islamic states, which were built in the
foundations of the Ottoman Empire, the Ottoman sultans, and above all Mehmed
the Conqueror (1444-1445; 1451-1481) and Suleiman the Lawgiver (1520-1566),
aware of the need that the power in the newly conquered areas should be validly
strengthened on the one hand, and the limitations of the sharia restrictions, on the
other, also had proclaimed secular laws, the qanuns. The qanuns were made
separately for each province of the Empire, respecting local circumstances, and
integrating individual legal solutions from the laws of the conquered states. Not
without significance is the fact that the Ottomans have embraced the Hanefi
mezheb, the most liberal of the four Muslim canonically accepted law schools, which
emphasizes the importance of legal reflection and self-reasoning in situations not
provided for by the basic corps of Islamic law, the Qur`an and the hadiths.
(Иналџик, 1974) (Faroqhi, 2004) (Ortaylı, 2015)
In such circumstances, the first surviving legislation pertaining to Serbian
lands had been created. The transposition of a whole series of legal provisions and
decisions, as well as the influence of Serbian medieval law on the early Ottoman
legal acts relevant to the Serbian lands, is noticeable in most qanuns for the sanjaks
of Smederevo, Kruševac, Vidin, Bosnia, Herzegovina and Klis issued in the second
half of the 15th and the first half of the 16th century. (Bojanić, 1974) (Kanuni i kanun-
name za bosanski, hercegovački, zvornički, kliški, crnogorski i skadarski sandžak,
priredili dr. Branislav Djurdjev, Nedim Filipović, Hamid Hadžibegić, Muhamed Mujuć
i dr. Hazim Šabanović, 1957)
In domestic historiography the question of transition of the provisions of the
mining law of the despot Stefan Lazarević into the Ottoman mining legislation, i.e.
in "Old Saxon Law and the Human Traditions of the Mines" (Serb. Стари саски
закон и људски обичаји мајдански) has been adequately elaborated, and
therefore will not be discussed in greater detail on this occasion. However, it should
be emphasized that in the mining laws, as in other cases, the Ottomans took into
account the local specifics, so during the reign of Suleiman the Lањгивер they
abandoned the idea of uniform organization of this very important industry, which
was advocated by Mehmed II the Conqueror and local specificities and special
rights for miners and the population of individual mining centers had been affirmed.
(Миљковић, Крстић, 2009, 301-319.)
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 49

The takeover of legal solutions from the period of the independent Serbian
state has also been noticed in other collections of the Ottoman laws, which regulate
the position of the population, their rights, obligations and possible privileges. In this
domain, this influence is most noticeable in the field of the Vlach legislation, since
the Vlachs represented a social group taken over from the organization of the
Serbian medieval state, as directly evidenced by its Slovene name, which was
retained in the Ottoman language. Some provisions of the qanuns for reaya
population, and especially in the names of certain levies, the old Serbian legal
solutions can also be recognized. However, they fit into the broader context of the
Ottoman conception of reaya population (Ar. ‫رﻋٲﯿﮫ‬, flock) – meaning a subject,
which throughout the Empire was based on the unique concept of paying basic tax,
as a form of redemption for a passive position within the Ottoman state, which also
included the right to freedom of religion and liberation from military service.
(Hadžibegić, 1966) (Zirojević, Srbija pod turskom vlašću 1459-1804, 1995)
(Inaldžik, 1953, 23-55)
The position of the principalities of Wallachia and Moldova differed
significantly from that of the former Serbian Despotate. The first Ottoman
breakthroughs in Wallahia occurred as early as 1369, and then the Ottomans, with
the battles of Rovine (1395) and Nikopolje (1396), seriously threatened the
independence of this Danube principality. During the interregnum in the Ottoman
state, Wallachia would have full independence, but as early as 1415 the Duke
Mircea would accept to pay tribute to the Ottoman rule. (Andrei Oţetea, 1985)
Almost identical was the fate of Moldova2, whose duke Peter I Mures in 1377
first accepted the obligation to pay tributes as a symbol of the vassal attitude
towards the Ottomans during Murat I (1361-1389). Later, the situation would
change, in the interregnum period and Moldova regained full independence, and
then again, the Ottoman presence became almost permanent at its borders. With
the conquests of Bayezid II, Ottoman domination in this principality would become
permanent. (Andrei Oţetea, 1985)
Wallachia and Moldova had the right to choose their own dukes and bolyars,
whom they chose among their noble families, to pursue an independent domestic
policy, while the vassal attitude towards the Ottoman administration was reflected
in the conduct of a "common" foreign policy, which in practice meant that were
obliged to pursue the same foreign policy as their Ottoman seniors, on the principle

2 In this paper, the term Moldova does not refer to the territory of the present-day Republic of Moldova, but to the medieval principality

of Moldova, which encompassed the northeastern part of the present-day Republic of Romania. The Ottomans called this territory
Boğdan or Kara Boğdan after its first ruler, Duke Bogdan (1359-1365), during whose rule the principality of Moldavia became
independent.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 50

of "friend of my friend is my friend, enemy of my friend is my enemy." They were


also obliged to pay an annual tribute, as well as peškeš, an additional levy that, in
direct translation, meant a gift, which represented a certain amount of money, both
in cash and in goods (expensive fabrics, cereals, honey, tallow, etc.) (Историја
Османског царства приредио Робер Мантран, 2002, 369-378)
In addition to the theory of the three circles, social networks theory is also
important for treating the issue of the position of certain provinces within the
Ottoman Empire, where in recent literature the Ottoman Empire has been seen as
a complex system of patronage social networks 3 that, certain periods of the
Ottoman history, even managed to threaten the Sultan himself. When considering
the theory of social networks, it is important to note whether they operated only
within the capital or also in the provinces over the centuries, that were ruled, at least
nominally, by the Ottoman Emperor (padişah).
Although this issue deserves broader elaboration, it must be noted here that
in the Ottoman Empire there were different types of social networks: those that
operated exclusively in the capital (the highest ulema representatives, for example),
those that had their center in the capital, but their operation lasted until provinces
(the example of Mehmed-pasha Sokolović), as well as those that operated
exclusively in the provinces (the example of the Arab provinces).
However, the Arab provinces had completely different administration from the
European ones, and they should be a subject of another article. (Hiti, 1968) (Hurani,
2016)
Thus, at the end question instead of conclusion lost or included statehood
into the Ottoman Empire.
In the case of Wallachia and Moldova, it can be said that it had been almost
completely preserved, partly incorporated. In the case of Serbia, almost completely
lost, partially incorporated. However, even with such a status, the population of the
former Serbian Despotate welcomes the Serbian revolution religiously preserved,
nationally conscious, with an unrequited desire for the return of Serbia's
independence and statehood.

3 For more details see: K. Barkley, Empire of Difference. The Ottomans in Comparative Perspective, Cambridge University Press,

2008.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 51

LITERATURE
Hadžibegić Hamid , Handžić Adem i Kovačević Ešref (pr.) . (1972). Oblast
Brankovića. Opširni katastarski popis iz 1455. godine. Sarajevo: Orijentalni institut.
Andrei Oţetea, A. M. (1985). A concise history of Romania. London: Robert
Hale.
Barkley, K. (2008). Empire of Difference. The Ottomans in Comparative
Perspective. Cambridge University Press.
Bojanić, D. (1974). Turski zakoni i zakonski propisi iz XV i XVI veka za
smederevsku, kruševačku i vidinsku oblast. Beograd: Istorijski institut.
Drake-Francis, A. (2006). The making of Modern Romanian Culture.
Literacy and development of the National Identity, International Library of
Historical Studies. London: Taurus Academy Studies.
Faroqhi, S. (2004). The Ottoman Empire and the World Around it. New
York: L.B. Tauris.
Gábor Ágoston and Bruce Masters, e. (2009). Encyclopedia of the Ottoman
Empire. New York: Facts on File.
Hadžibegić, H. (1966). Glavarina u Osmanskoj državi. Sarajevo: Orijentalni
institut.
Hiti, F. (1968). Istorija Arapa. Sarajevo: Veselin Masleša.
Hurani, A. (2016). Istorija arapskih naroda. Beograd: Clio.
Inaldžik, H. (1953). Od Stefana Dušana do Osmanskog carstv. Prilozi za
orijentalnu filologiju 3-4, 23-55.
Kanuni i kanun-name za bosanski, hercegovački, zvornički, kliški,
crnogorski i skadarski sandžak, priredili dr. Branislav Djurdjev, Nedim Filipović,
Hamid Hadžibegić, Muhamed Mujuć i dr. Hazim Šabanović. (1957). Sarajevo:
Orijentalni institut.
Krstić, T. (2011). Contested Conversion to Islam: Narratives of Religious
Change in the Early Modern Ottoman Empire. Stanford: Stanford University
Press.
Miljković, E. (1995). The beginning of the islamization in Serbia, Bosna and
Herzegovina and Albania. The beginning of the islamization in Serbia, Bosna and
Herzegovina, U: Man on the Balkans - historical and art being (pp. 97-104).
Blagoevgrad: Balkanistic Forum .
Miljković, E. (2011 (vol. 2)). Who was rich and who was poor? Creation of
the new Serbian „elite“ in the Serbian 15th century society. Belgrade Historical
Review, 129-142.
Ortaylı, I. (2015). Türklerin tarihi. Istanbul: Timaş Yayınları.
Zirojević, O. (1995). Srbija pod turskom vlašću 1459-1804. Novo Pazar:
Damad.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 52

Zirojević, O. (2003). Islamizacija na južnoslovenskom prostoru. Beograd:


Srpski geneološki centar.
Ема Миљковић, А. К. (2009). Трагови српског средњовековног права у
раним османским канунима и кануннамама“. Средњовековно право у Срба у
огледалу историјских извора (pp. 301-319). Београд:: САНУ.
Зиројевић, О. (1974). Турско војно уређење у Србији 1459-1683.
Београд: Историјски институт.
Иналџик, Х. (1974). Османско царство: Класично доба 1300-1600.
Београд: Српска књижевна задруга.
Историја Османског царства приредио Робер Мантран. (2002).
Београд: CLIO.
Историја српског народа III/1. (1993). Београд: Српска књижевна
задруга.
Историја српског народа III/2. (1993). Београд: Српска књижевна
задруга.
Историја српског народа IV/1. (1986). Београд: Српска књижевна
задруга.
Миљковић, Е. (2004). Смедеревски санџак. Земља. Насеља.
Становништво. Београд: Историјски институт.
Миљковић, Е. (2013). На раскршћу епоха. Ниш: Филозофски факултет.
Ружа, Ћ. С.-К. (2002). Старо српско рударство. Београд: Вукова
задужбина.
Танасковић, Д. (2010). Исламизација. In Српска енциклопедија, том 1,
књ 1, (под Балкан). Београд - Нови Сад: САНУ, Матица српска.
Ћирковић Сима, Ковачевић Којић Десанка, Ћук Ружа. (2002). Старо
српско рударство. Београд: Вукова задужбина.
Фотић, А. (2005). Између закона и његове примене. In Приватни живот
у српским земљама у освит модерног доба (pp. 27-72). Београд: Clio.

ИНТЕРНЕТ САЈТОВИ:
https://books.google.rs/books?id=q3NUAAAAYAAJ&printsec=frontcover&hl
=sr&source=gbs_ge_summary_r&cad=0#v=onepage&q&f=false, Преузето
29.1.2015.
http://www.eliznik.org.uk/RomaniaHistory/wallachia-history.htm. Преузето
29.1.2015.
https://web.archive.org/web/20070926231040/http://www.itcnet.ro/history/ar
chive/mi2000/current5/mi5.htm
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 53

Сукоб скадарског паше Мустафе Бушатлије и


турских власти 1831 године

Slaviša NEDELJKOVIĆ

САЖЕТАК
Један од великих проблема са којим су турске централне власти морале да се носе после 1826.
године, било је питање односа са крупним феудалцима који су представљали носиоце политичке и
економске власти у унутрашњости Царства. Проблем се још више заоштрио када је Порта желећи да
укине стари теократско-војнички систем и заведе савременији и либералнији режим дошла у перманентан
сукоб са органима локалне управе у Румелијским пашалуцима. Ово сукобљавање у оквиру муслиманског
друштва разарало је јединство турско-исламске државе и било један од важних чиниоца у даљем
слабљењу Османског царства. Борба са султаном и Портом била је предвођена најпре од скадарског
Мустафа-паше а потом од босанског капетана Хусеина Градашчевића. Оба ова устанка прерасла су у
велики војно-политички покрет чији је циљ био да се султан и Порта оружаним путем приморају на
обустављање реформи и да дозволе повратак на старе обичаје и установе какве је прописивао шеријат.
Кључне речи: Стара Србија, реформе, турске власти, Мустафа-паша, босански беговат,
Османско царство.

THE CONFRONTATION BETWEEN THE SHKODRA PASHA MUSTAFA BUSHATLI


AND THE TURKISH AUTHORITIES IN 1831

ABSTRACT
One of the major problems after 1826 for the Turkish central government had was the issue of relations
with major feudal lords who were the holders of political and economic power in the inland of empire. The problem
was even more strained when the Porte came in permanent conflict with the local government in Rumelia
Paschalis wanting to abolish the old theocratic-military system and seduce more modern and liberal regime. This
confrontation within the Muslim society was destroying the unity of the Turkish-Islamic state and was an important
factor in the further weakening of the Ottoman Empire. The fight with the Sultan and the Porte first was led by
Shkodra Pasha Mustafa Bushati and then from the Bosnian Captain Hussein Gradaščević. Both uprisings grew

Рад је настао као фазни резултат рада на пројекту Српска нација-интегративни и дезинтегративни процеси (број 177014)
Министарства просвете, науке и технолошког развоја Републике Србије.
Assoc. Prof. dr. / University of Niš Faculty of Humanities and Social Sciences Department of History, ned.slavisa@gmail.com
SERBIA
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 54

in the large military-political movement whose aim was to force the Sultan and the Porte to the suspension of the
reforms and to permit a return to old customs and institutions which were prescribed by sharia. The period from
1829 to 1832 brought demographic and financial disaster to the Serbian population in Old Serbia. In both of
these movements, in warfare of Albanian and Bosnian feudal lords with the Sultan, Old Serbia was a battlefield
where directly conflicted two warring camps. All this additional burden already difficult position of the Serbian
people in Old Serbia and questioned it's survival in this centuries-old Serbian country.
Keywords: Old Serbia, reforms, Turkish authorities, Mustafa Bushati, Bosnian beys, Ottoman Empire.
***
Прве деценије 19. века донеле су Османском царству велике проблеме.
Српски устанци у Београдском пашалуку, побуна Али-паше Тепелене, побуна
хетериста у Влашкој и Молдавији (1821), као и грчка револуција (1821-1829),
приморали су централне власти у Цариграду да многа важна питања
унутрашње политике Царства препусте локалним органима власти, коју су
углавном чиниле старе турске феудалне породице. Утицај Порте у Румелији
осећао се само у већим административним центрима, док је сва управна власт
у пространим ејалатима и пашалуцима у европском делу Турске била у рукама
обласних паша, ајана, мухафиза и бегова. Порта је на тај начин изгубила
ефикасну контролу над провинцијским управљачима што је довело до јачања
сепаратистичких покрета који су кулминирали побуном скадарског господара
Мустафа-паше Бушатлије и босанских феудалаца под Хусеин капетан
Градашчевићем.1
Политичке прилике у западним румелијским пашалуцима у првим
годинама 19. века огледеле су се у међусобним сукобима локалних
феудалаца за проширење њихових поседа. Ови сукоби су нарочито
кулминирали средином двадесетих година 19. века, када су се на територији
Старе Србије и западним областима Македоније водили прави мали
провинцијски ратови измећу обласних феудалаца око тога ко ће
загосподарити пространим областима и обезбедити доминанатан положај у
овом делу Царства.2 У борби за проширивање поседа, као и и за добијање
политичког утицаја жестоко су се сукобљавале најмоћније феудално-родовске
породице. 3 По својој жестини, посебно се издвајају борбе које су вођене у
Пећком пашалуку. Главни учесници у овом сукобу који је почео 1826. године
били су скадарски Мустафа-паша Бушатлија и пећки Нуман-паша. Желећи да
територију Пећког пашалука припоји својим поседима Мустафа-паша је у

1 В. Поповић, Источно питање, историјски преглед борбе око опстанка османлијске царевине у Леванту и на Балкану, Београд
1996, 155-158.
2 С. Недељковић, Србија и Косово и Метохија (1856-1897), Културно-просветни и национални рад, Ниш 2012, 18.
3 В. Стојанчевић, Срби и Арбанаси 1804-1912, Нови Сад 1994, 185-187; Т. Вукановић, Арбанашки устанци 1826-1832. године,

Врање 1969, 46-48.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 55

пролеће 1827. године повео војску на Пећ не би ли сломио отпор Нуман-паше.


И поред тога што је располагао значајним снагама, Мустафа-паша није успео
да заузме Пећ, тако да је наредне 1828. године организовао нови поход који
се претворио у прави рат у који су били увучени турски управници, арбанашки
фисови и исламизовани Срби. Скадарски паша је на своју страну привукао
Махмуд-пашу Ротула из Призрена, гусињског муселима Ђул бега,
бијелопољског муселима Сулејман агу Кучевића и пештерског забита Хусеина
Хота. Савезници пећког паше били су Клименти, Рожајци и обласни господар
Јашар-паша приштински. Руско-турски рат који је избио у пролеће 1828.
године за кратко је прекинио овај сукоб, да би се борбе измећу зараћених
страна поново распламсале у пролеће 1829. године. Чим је сазнао да је пећки
Нуман-паша преминуо, Бушатлија је уз изговор да прикупља војску за рат
против Русије за шта је имао одобрење од Порте, мобилисао своје одреде и
напао пећку тврђаву. Овога пута Мустафа-паша Бушатлија је брзо сломио
отпор својих противника тако да је читава Метохија дошла под његову власт.4
Априла 1828. године избио је руско-турски рат. Борбе су вођене на
балканском и малоазијском ратишту. И док је руска војска под командом
генерала Паскевича односила победе на истоку Мале Азије, руске трупе на
балканском ратишту нису успеле да сломе отпор модерно увежбане турске
низамске војске. Преокрет је настао у лето 1829. године, када је енергични и
способни генерал Дибич успео да сломи турски отпор и да продре до
Једрена. 5 Трпећи велики притисак руске војске на простору подунавске
Бугарске, Порта се обратила Мустафа-паши Бушатлији коме је за војно
ангажовање против Руса, доделила управу над Метохијом, Охридом, Дебром
и Елбасаном. 6 Сакупивши војску од 12.000 људи у којој је било и нешто
хришћана, Мустафа-паша је кренуо у правцу западне Бугарске. На путу од
Скадра до Брезника, његовим одредима придруживале су се обласне паше и
ајани, тако да је његова војска приликом ступања на бугарско тло нарасла на
око 20.000 људи.7 Супротно старој турској пракси по којој су сви терети око
прихватања и исхране војске, као и давање коморе падали на хришћанско
становништво, пролазак ове војске кроз источне делове Старе Србије, прошао
је без већих инцидената. Мустафа-паша је строго забранио својим војницима
да пљачкају и отимају од српских сељака. Он се није либио да за најмању

4 В. Стојанчевић, Јужнословенски народи у Османском царству од Једренског мира 1829. до Париског конгреса 1856. године,
Београд 1971. 45-46.
5 В. Ћоровић, Историја Срба, Београд 1993, 579.
6 В. Стојанчевић, Јужнословенски народи у Османском царству од Једренског мира 1829. до Париског конгреса 1856. године,

46.
7 Ј. Х. Васиљевић, Ка историји града Врања, Београд 1896, 328-329.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 56

отимачину, као што је то био случај у селима Ораовица код Лесковца и


Топлачко поље код Врања, нареди ликвидацију оних војника који су учинили
преступ.8 Овакав став Мустафа-паше Бушатлије био је у потпуној
супротности са ставом старо-србијанских паша које су на српски народ
гледале другачијим очима. Чим је дошла вест да је избио рат са Русијом, у
многим деловима Старе Србије настао је погром над тамошњим српским
становништвом. Под изговором да тражи сакривено оружје, пиротски ајан
Билал-ага је са својим војницима опљачкао бројна српска села чинећи
притом злочине најгоре врсте. 9 Слично је било и у Лесковцу, где су Турци
поред убијања и пљачкања раје прибегли и насилној исламизацији српског
становништва. 10 У селима око Алексинца и Параћина арбанашке чете су
крстариле српским селима и јавно говориле да ће се обрачунати са тамошњим
Србима и „да ће људе јако убивати“. 11 У турским рацијама нарочито су
пострадала српска села која су се налазила у пограничној зони према Србији
и у којима су Турци стационирали значајне војне снаге. Страх пограничних
турских паша да Србија неће задржати неутралан став у руско-турском сукобу
најбоље илуструју речи Мур Сајбија-паше „ја сам мислио да је кнез Милош
веран нама, но он је справио војску од 80.000 да Москову пође у помоћ, па
како Москов пређе Дунав, он одма у Арнаутлук да удари“.12 Поход Мустафа-
паше Бушатлије против руске војске у Бугарској, није прошао онако како је
Порта очекивала. Лоше организована и обучена, Бушатлијина војска није
могла да се мери са руском војском, тако да је већ у првом већем судару код
Филипоља (данашњег Пловдива) била потпуно разбијена. 13 После пораза,
Мустафа-паша Бушатлија се повукао са ратишта и противно наређењу Порте
вратио у Скадар. Већ тада је почео да се припрема терен за предстојећи сукоб
између скадарског паше и централних власти у Цариграду.
Један од великих проблема са којим су турске централне власти
морале да се носе после 1826. године, било је питање односа са крупним
феудалцима који су представљали носиоце политичке и економске власти у
унутрашњости царства. Проблем се још више заоштрио када је Порта желећи

8 Р. Требјешанин, Лесковачки кадилук од 1830 до 1842. године, Лесковачки зборник, XIII, Лесковац 1973, 27.
9 Архив Србије (даље: АС), Књажева Канцеларија (даље: КК) 1828, XII, No 471, Милета Радојковић-кнезу Милошу
Обреновићу, Јагодина 12/24. март 1828; Исто, No 371, Милета Радојковић-кнезу Милошу Обреновићу, Крагујевац 15/27. март
1828. (сви датуми у главном тексту написани су по новом, а у напоменма, приликом цитирања документа, парарелно по
старом и новом календару).
10 Исто, 1829, XII, No 502, Милета Радојковић-кнезу Милошу Обреновићу, Јагодина 14/26. фебруар 1829.
11 Исто, 1828, XII, No 486, Милета Радојковић-кнезу Милошу Обреновићу, Јагодина 18/30. јуни 1828.
12 Исто, XII, No 473, Милета Радојковић-кнезу Милошу Обреновићу, Катун 15/27. март 1828; Јагодинска нахија, документи

(1823-1830), II књига, приредили З. Марковић и Љ. Поповић, Јагодина 2008, 130; Пирот и Нишавски срез 1801-1918, књига
прва 1801-1883, сабрао и приредио И. Николић, Пирот 1981, 24-25.
13 Ј. Х. Васиљевић, нав. дело, 329.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 57

да укине стари теократско-војнички систем и заведе савременији и


либералнији режим дошла у перманентан сукоб са органима локалне управе
у Румелијским пашалуцима. Напори централних власти да реформисањем
војног и административног система модернизују Османско царство наилазили
су на одлучан отпор не само наследних паша, већ и читавог сталежа ситнијих
феудалаца, локалних првака и арбанашких племенских вођа, који су
опортуним држањем према реформама омогућавали активност бројним
одметницима од чега су несумљиво имали значајну материјалну корист. 14
Грчка револуција а потом руско-турски рат нанели су значајне губитке
Османском царству. Страхујући за будућност Царства, политичке снаге у
држави и реформатори и конзервативци, имали су пред собом само један циљ
– очување територијалне целовитости Османког царства. Иако су и једни и
други имали исти циљ, начин на који је требало то остварити претворио их је
у велике противнике. Реагујући на пораз и територијалне губитке
реформаторске снаге у Цариграду започеле су нов политички правац –
танзимат, који је требало да турску имеприју реорганизује и на тај начин
сачува од пропасти.15 Све је ово од самог почетка наишло на одлучан отпор
тврдокорних идеолога који су у реформама и „европеизирању“ Османског
царства видели издају држвних интереса и окретање леђа исламској религији.
Крај руско-турског рата затекао је турску управу у румелијским пашалуцима у
стању потпуне дезорганизације. Желећи да спречи анархију и безвалшће,
Порта је брзо по окончању ратног сукоба донела низ мера не би ли повратила
ауторитет власти на читавој територији Царства. Једна од првих мера
односила се на премештање седишта румели-валије из Софије у Битољ.16
Након слома побуне Али-паше Тепелене, јањински пашалук се распао на
више полуодметнутих области које су користећи Портину заузетост грчким
устанком имале веома мало респекта према централним властима. Након
завршетка грчког устанка и рата са Русијом, Порта је донела одлуку да оконча
анархију на подручију јужно од реке Шкумбе и поново успостави ауторитет
државних власти. 17 Сламање арбанашке самовоље у овим областима на
одређени начин било је уперено и против скадарског паше који је имао знатан
број присталица у областима јужно од његовог пашалука. Обрачун са
арбанашким правцима показао је сву одлучност централних власти да једном

14 L. Ortajli, Najduži vek imperije, Beograd 2004, 42-43.


15 М. Јагодић, Србија и Стара Србија (1839-1868), наслеђе на југу, Београд 2016, 14-32; Р. Мантран, Историја Османког
царства, Београд 2002, 519.
16 В. Стојанчевић, Јужнословенски народи у Османском царству од Једренског мира 1829. до Париског конгреса 1856. године,

21.
17 У. Шешум, Србија и Стара Србија (1804-1839), Београд 2017, 224.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 58

за свагда сломе латентни отпор који је годинама тињао у овим областима.


Велики везир Мехмед Решид-паша позвао је на саветовање у Битољ све
племенске прваке из средње и јужне Арбаније, обећавши им пуну сигурност и
гостопримство. Међутим, упркос датом обећању, вероломни Мехмед-паша је
након свечане вечере наредио војсци да отвори пушчану ватру на окупљене
арбаншке главаре, тако да је већи део њих побијен.18 Преживели арбанашки
прваци, као и један број од раније похапшених бегова и ајана, негде око 270,
у ланцима је било одведено у Цариград. 19 Мустафа-паша Бушатлија није
реаговао на ово разрачунавање царских власти са поглаварима северне и
јужне Арбаније. Св његова пажња била је посвећена учвршћивању власти у
областима које је добио 1829. године. Ово сукобљавање у оквиру
муслиманског друштва разарало је јединство турско-исламске државе и било
један од важних чиниоца у даљем слабљењу Османског царства.20
У новембру 1830. године Порта је преко великог везира послала
наредбу Мустафа-паши у којој га је обавестила да му је одузела управу над
Метохијом, Охридом, Елбасаном, Трговиштем и Дебром.21 Како је учествовао
у елиминацији Али-паше Тепелене, скадарски паша је знао да одузимање
управе над деловима увећаног пашалука представља први корак који
претходи војној кампањи царских власти против неког моћног господара.
Губитак ових пространих области, представљао је значајан ударац за
скадарског пашу, и то како у политичком, тако и у економском погледу. На
скадарског пашу, се у то време на Порти није гледало у добром светлу. Једна
од главних замерки односила се на његово учешће у руско-турском рату.
Бушатлија је ангажовао много мањи број војника него што је то Порта
захтевала, то је учинио са великим закашњењем и то онда када је било јасно
да су Руси однели победу у рату. Иако је Бушатлија 1829. године под својом
командом имао 25.000 војника, од којих је 6.000 људи чинило његову личну
гарду, он је у борбама против Руса ангажовао знатно мање снаге, и то
углавном племенске и башибозлучке одреде.22 Поред тога, Бушатлијине везе
са кнезом Милошем, Русима и босанском опозицијом само су јачали негативно
мишљење које је на турском двору постојало о њему. Најзад, на Порти се у то
време почео доводити у питање и легитимитет Бушатлијине власти над

18 Исто, 226.
19 АС, КК, XII, No 541, Јанаћ Радовић-кнезу Милошу Обреновићу, Јагодина 21. август/2. септембар 1830.
20 М. Гавриловић, Милош Обреновић, III књига (1827-1835) Београд 1912, 440-442; В. Стојанчевић, Историјски преглед

прогона и нестајања Срба у Метохији и на Косову за време турске управе (до 1912. године), у: Добровољачки гласник, 13,
Београд 1999, 91-92.
21 АС, КК, 1831, VII, No 726, кнез Милош Обреновић-Алекси Симићу, Крагујевац 20. јануар 1831.
22 АС, КК, 1829, X, No 146, Милета Радојковић-кнезу Милошу Обреновићу, Јагодина 13/25. јуни 1829.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 59

Скадарским пашалуком. Како је Мустафа-паша дошао на место скадарског


управитеља (после смрти свог стрица Ибрахим-паше, бившег румели-валије
и команданта турских снага у боју на Делиграду 1809. године) прескочивши
легитимног наследика Ибрахим-пашиног сина Мустафу, у Цариграду су на
Бушатлију почели да гледају и као на узурпатора.23
Имајући све ово у виду, Мустафа-паша Бушатлија je одлучио да
почетком 1831. године дефинитивно раскине са Портом. На скупу племенских
главара и улеме који је одржан почетком јануара 1831. године у Скадру,
одлучено је да се нове мере које је почела да спроводи централна власт не
прихвате, јер су оне противне исламу и шеријату. Окупљени Арбанаси су
положили заклетву (бесу) да ће се силом супроставити турским властима
уколико оне буду покушале да их спроведу у дело.24 У посебној бујурулдији
(објави) Мустафа-паша је позвао све муслимане да пођу у поход на Цариград
и свргну султана за кога су противници реформи јавно говорили да није Турчин
него да је хришћанин.25 Када је султан Махмуд II, уништио јаничаре (1826), и
хтео да модернизује царство и учини крај политичкој и феудалној анархији,
код муслиманског становништва Старе Србије, Арбаније и Босне настао је
општи револт. Нове мере које су предвиђале: стварање регуларне војске и
војну обавезу, увођење нових пореза и њихово редовно убирање, укидање
повластица као и побољшање положаја хришћана, изазвале су велики отпор
муслиманског становништва. За незадовољне муслимане нарочито је било
неприхватљиво укидање шеријатског законодавства и побољшавање
положаја хришћанске раје.26
Под јаким утицајем верске идеологије, шеријатских закона и
исламских верских кругова, друштвено-политичка свест муслиманског
становништва у Турској, за дуги временски период скоро да није претрпела
никаве измене у свом ставу према положају хришћанске раје у Османском
царству. Турске државне институције у судству, привреди и управи,
омогућавале су владајући положај муслимана над хришћанима, што је
гарантовало конфесионално-сталешку структуру турског царства. Идеолошку
основу свега тога чинило је шеријатско законодавство које је уз помоћ својих
правних инструмената, држало потчињено хришћанско становништво у
таквом положају које му је онемогућавало националну, политичку, економску

23 М. Гавриловић, нав. дело, 330; В. Стојанчевић, Јужнословенски народи у Османском царству од Једренског мира 1829. до
Париског конгреса 1856. године, 49.
24 Косово некад и сад, група аутора, Београд 1973, 146-14.
25 Историја Ниша од најстаријих времена до ослобођења од Турака 1878. године, I књига , група аутора, Ниш 1983, 273.
26 Ј. Х. Васиљевић, Арнаутски покрет у XIX веку, Београд 1905, 35-36.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 60

и културну еманципацију.27 Верско учење ислама и шеријатски закони јасно су


дефинисали положај немуслиманског становништва као грађана другог реда
које није имало право да утиче на друштвене, политичке и економске прилике
у Османском царству. Све што се тицало политичког живота и државног
уређења било је искључиво привилегија муслимана. Због тога је свако јавно
иступање за побољшање друштвеног и аграрно-правног положаја хришћана,
па макар оно било и формално, било схваћено као претња исламу, и као
такво је наилазило на отпор ширих слојева муслиманског друштва. Борба
против реформи је поред тога што је била уперена за очување старих
привилегија и исламско-шеријатског законодавства, истовремено
представљала и покушај да се тим реформама не користе потчињени
хришћани.28
Играјући на карту одбране шеријатског права, без обзира на то колико је
он стварно био истински следбеник курана, Мустафа-паша је окупио око себе
већи број незадовољних феудалаца из суседних пашалука у Арбанији и
Старој Србији. Борба за одбрану правих исламских вредности била је одличан
повод за окупљање свих оних који су у реформама видели опасност за
очување свог положаја и привилегија. Како су и остале паше из Старе Србије
улазиле у поље портиних реформи, Мустафа-паши није било тешко да око
себе окупи већи број присталица.29 Желећи да створи широк фронт против
централних турских власти, Бушатлија је за своју ствар агитовао и по Босни,
нудећи заједничку борбу против реформне акције султана Махмуда II. Уз
Мустафа-пашу Бушатлију стали су господари Елбасанског, Призренског,
Ђаковачког, Пећког, Приштинског, Скопског, Врањског и Лесковачког
пашалука, многи арбанашки поглавари, тетовски ајан као и брезнички
господар Али-бег Карафејзић. 30 Убрзо по објављивању прогласа против
султана, присталице скадарског паше кренуле су у акцију. Већ средином
јануара из Елбасана, Битоља и Дебра, протерани су сви представници
локалних власти, које је Порта пола године раније поставила уз помоћ војске.
Истовремено су локални феудалци почели да окупљају своје одреде како би
се прикључили скадарском паши у његовом планираном походу против

27 В. Стојанчевић, Устанак 1841. године у Југоисточној Србији, Лесковац 1991, 23-24.


28 С. Недељковић, Друштвени аграрно-правни положај српског народа у Нишком пашалуку у првим деценијама 19. века, Теме,
часопис за друштвене науке, 3/2014, Ниш 2014, 1350-1352.
29 Грађа за историју македонског народа из Архива Србије том I књига I (1820-1848), приредио К. Џамбазовски, Београд 1979,

70-71.
30 М. Гавриловић, нав. дело, 334; В. Стојанчевић, Јужнословенски народи у Османском царству од Једренског мира 1829. до

Париског конгреса 1856. године, 49-50.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 61

султана и Порте.31 Средином марта 1831. године, побуњеничка војска на чијем


се челу налазио Мустафа-паша Бушатлија, кренула је из Скадра. Крајем
марта Бушатлијина војска стигла је у Скопље, где су Бушатлију сачекале
присталице које су у ту варош пристигле из бројних санџака Арбаније, Старе
Србије и Македоније. Долазак Бушатлијине војске у Скопље, ставио је
скопског управитеља Хивзи-пашу у веома незгодан положај. Одан царским
властима, Хивзи-паша није смео да се директно супростави Мусатафа-паши
чија је војска преплавила Скопски пашалук. Иако је гласио за толерантног
пашу који је штитио хришћане и који је знао да се обрачуна са зулумћарима и
разбојничким четама, Хивзи-паша је морао да се држи резервисано када су
Бушатлијине трупе одмах по доласку у Скопље почеле да пљачкају околна
српска села.32
Бушатлијине оружане снаге које су бројале до 40. 000 људи успеле су
за кратко време да подкопају султанов ауторитет у скоро читавој западној
Румелији. Његове присталице ставиле су под своју контролу пространу
територију до линије Софија-Самоков-Дупница-Ћустендил-Велес-Дебар,
укључујући и ове градове.33 Иако је територија коју су држале Бушатлијине
присталице била велика, лоша организација и проблематична лојалност
појединих турских и арбанашких паша од којих су неки потајно одржавали везе
са Портом, није представљала реално стање на терену. Упркос великим
успесима до којих је дошао на самом почетку, сепаратистички и
антиреформни покрет Мустафа-паше Бушатлије није дуго трајао. Иако је
војска скадарског паше била бројнија од царских трупа, њена борбена моћ
није била на завидном нивоу. Скупљене са разних страна, ове трупе су поред
лоше дисциплине и организације, биле и веома слабо наоружане. Због тога су
судару са малобројном али добро организованом и уређеном низамском
војском коју је предводио Мустафа Решид-паша доживеле потпуни пораз. Део
одговорности за то, свакако лежи и на Мустафа-паши Бушатлији, који је био
потпуно убеђен у своју надмоћ над царским трупама. Уместо да са целом
војском удари на Решид-пашу, он је поделио своју војску на два крила, једно
упутио ка Софији, а друго на Велес, и на тај начин значајно ослабио борбену
моћ своје војске.34

31 АС, КК, 1831, XII, No 582, Јагодина 1/13. фебруар 1831; Грађа за историју македонског народа из Архива Србије, том I,
књига I (1820-1848), 75.
32 Ј. Х. Васиљевић, Скопље и његова околина, Београд 1930, 477-478.
33 В. Стојанчевић, Јужнословенски народи у Османском царству од Једренског мира 1829. до Париског конгреса 1856. године,

49-50.
34 Косово некад и сад, 147.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 62

Команда над побуњеничким одредима који су кренули на Софију била је


поверена Али-бег Крафејзићу. Он је био син чувеног крџалијског вође
Карафејзије, који је своју власт наметнуо Брезнику, Знепољу и Трну.
Насилничка владавина Крафејзија и његовог сина била је обележена терором
и бројним злоупотребама који су вршени над тамошњим хришћанским
становништвом.35 На путу за Софију, Крафејзић се кратко време задржао у
Приштини где су му се придружиле плаћеничке чете. Сваком Арбанасу који је
као коњаник учествовао у походу против царских трупа плаћено је 150, а
пешаку 100 чаршијских гроша месечно.36 Желећи да на своју страну окрене
Турке и Арбанасе у Алексиначком, Ражањском и Параћинском срезу,
Карафејзић је у те крајеве послао свог буљубашу Дагли Мустафу који је добио
задатак да поклонима и новцем врбује тамошње муслиманске прваке.
Карафејзић је ступио у контакт и са крушевачким забитом Сејди Менџеом и
његовим братом Мифтаром који су му обећали да ће подржати скадарског
пашу и да ће му послати 1000 људи. 37 Како није имао велико поверење у
нишке и лесковачке Турке, Крафејзић је оштро запретио тамошњим пашама
да ће сваки њихов контакт са царским властима бити сурово кажњен. Да би
био сигуран да га нишки Турци неће изиграти, Крафејзић је натерао тамошњег
пашу да у тврђаву пусти 600 Арбанаса, а да команду над гарнизоном повери
Махмуд-пашином ћехаји, нишком ајану Хаџи Алији. 38 Све је ово натерало
лесковачког господара Ибрахим-пашу да у знак лојалности и савезништва
пошаље 1000 коњаника као помоћ Мустафа-паши.39 Како нису наишли на јаче
снаге царске војске, одреди скадарског паше су без већих проблема освојили
Софију. После заузећа Софије, Бушатлијина војска опустошла је скоро читав
Софијски санџак. На тај начин Крафејзић је желео да се освети софијском
владики и тамошњим хришћанским кметовима због тога што су помогли
бекство софијског муселима Челеби-аге.40
Властима у Цариграду је било јасно, да спровођење политичких и
економских реформи у земљи зависи од сламања сепаратистичких покрета у
Арбанији и Босни. Команду над војском добио је велики везир Мехмед Решид-
паша који је у изненадном нападу успео да разбије Бушатлијине снаге код

35 В. Стојанчевић, Јужнословенски народи у Османском царству од Једренског мира 1829. до Париског конгреса 1856. године,
33, 40.
36 АС, КК, 1831, XII, No 599, Милета Радојковић-кнезу Милошу Обреновићу, Јасика 8/20. мај 1831.
37 АС, КК, 1831, XII, No 646, Аранђел Милосављевић-кнезу Милошу Обреновићу, Јагодина 27. август/ 8. септембар 1831;

Јагодинска нахија, документи (1830-1835) III књига, приредили З. Марковић и С. Мишковић, Јагодина 2010, 120-124.
38 АС, КК, 1831, XII, No 596, Јанаћ Радаовић-кнезу Милошу Обреновићу, Јагодина 1/13. .мај 1831; Исто, XII, No 600, Јанаћ

Радовић-кнезу Милошу Обреновићу, Јагодина 10/22. мај 1831.


39 Р.Требјешанин, нав. дело, 27.
40 М. Гавриловић, нав. дело, 342-345.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 63

Флорине. Низамске трупе су потом заузеле Битољ у коме су похватали и


побили већину првака јужне Арбаније. 41 Турска војска је затим наставила
напредовање и за кратко време, без већег отпора заузела Дебар, Елбасан,
Драч, Тирану и Кавају. Да би спречио даље напредовање царске војске,
Мустафа-паша потпомогнут од већине косовских паша, са својим одредима
кренуо је у правцу Битоља. Добивши вести о покрету Бушатлијине војске,
велики везир је напустио Јањину и са својим одредима форсирано кренуо у
сусрет побуњеницима. 42 У исто време је једренски паша са низамским
одредима кренуо у правцу Софије како би се сукобио са Бушатлијином војском
која се налазила у западној Бугарској.43 Пресудна битка измећу царских трупа
састављених од низама и плаћеничких одреда Тоски и Бушатлијине војске
одиграла се 21. априла у кланцима планине Бабуне у близини Прилепа.
Опијен лаким успесима Мустаф-паша је потпуно потценио свог противника
великог везира Мустафа Решид-пашу који је битку наметтнуо на терену који
је више одговарао малобројним али добро организованим и дисциплинованим
царским трупама. Битка се завршила победом царске војске, која је била
толико убедљива, да се сам Мустафа-паша са остацима своје војске једва
повукао са бојног поља. У овој бици, војска скадарског паше имала је неколико
хиљада мртвих и рањених и преко 14 хиљада заробљених бораца. После
пораза Мустафа-паша је са свега стотинак људи преко Скопље стигао у
Призрен, где је безуспешно покушао да створи нову војску. Након тога,
Мустафа-паша се повукао у Скадар, где се опкољен од турске војске одржао
пуних шест месеци.44 Велику улогу у сламању Бушатлијине војске у бици код
Бабушхана имао је скопски господар Хивзи-паша, који је у кључном моменту
битке, без борбе напустио бојно поље што је помогло низамима и Тоскама да
лако разбију главнину устаничких снага којима је лично командовао Мустафа-
паша.45 После доласка царске војске у Скопље, Хивзи-паша се вратио у овај
град и поново је успоставио своје господарство над овим пашалуком. Овакво
држање Хивзи-паше није наишло на одобравање код већег дела
муслиманског становништво у Скопском пашалуку, што се нарочито показало
у антиреформним покретима који су се јавили почетком четрдесетих година
19. века. 46 Истовремено са офанзивом у Старој Србији, царска војска је

41 АС, КК, 1831, XII, No 603, Милета Радојковић-кнезу Милошу Обреновићу, Катун 22. мај/3. јун 1831.
42 Косово некад и сад, 148.
43 АС, КК, 1832, XII, No 646, Аранђел Милосављевић-кнезу Милошу Обреновићу, Јагодина 27. август/ 8. септембар 1832.
44 Косово некад и сад, 148.
45 В. Стојанчевић, Јужнословенски народи у Османском царству од Једренског мира 1829. до Париског конгреса 1856. године,

50-51.
46 С. Недељковић, Устанак Арбанаса против турских власти у Скопском и Косовском пашалуку 1844. године (побуна Дервиш

цара), Истраживања, бр.25, Нови Сад 2014, 249-251.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 64

наставила напредовање и у западној Бугарској. Низамске јединице најпре су


потиснуле Карафејзићеве одреде код Пловдива, а затим их потпуно разбиле
на прилазима Софији.47
По заузећу Скопља, одреди царске војске дошли су на Косово, одакле
су наставили са даљим акцијама против косовско-метохијских паша. Суочени
са репресалијама царске војске и препуштени сами себи, арбанашки
феудалци су са зебњом очекивали даље кораке царских власти. За победника
у кланцима Бабуне, великог везира Мехмед Решид-пашу, питање даљег
односа према старосрбијанским пашама било је пре свега политичко
питање.48 Пред великим везиром Мехед Решид-пашом стајала су два избора,
први је подразумевао оштро разрачунавање са побуњеним косовско-
метохијским пашама, а други благу пацификацију Косова и околних крајева.
Не желећи да казненим мерама над побеђеним арбанашким пашама још више
појача отпор босанског беговата и тиме продужи њихов устанак, Мехмед
Решид-паша се определио за први избор. Од свих побуњеника, најпре је био
амнестиран Јашар-паша приштински, коме су уз услов да се никада више не
буни против царских власти враћени поседи, као и положај који је имао у
Приштинском пашалуку. Слично је било и са Резак-пашом из Пећи, Сејфудин-
пашом из Ђаковице као и моћном породицом Ротул из Призрена. Једина
казнена мера коју су претрпеле косовско-метохијске паше састојала се у
давању талаца и прикупљању провијанта за царску војску. 49 Тако је Порта
поразивши скадарког пашу поново осигурала војно-политичку доминацију у
Старој Србији и побуњеној Арбанији. До почетка лета поменуте паше су се са
својим одредима прикључиле војсци великог везира, који се налазио на
Косову и који се спремао за судар са војском босанског беговата коју је
предводио Хусеин капетан Градашчевић, прозван „Змај од Босне“.50
После слома код Прилепа, антиреформни покрет скадарског паше
напустили су и нишки, лесковачки и врањски паша. Moћни господар Шкодра-
паша немоћно је гледао како се његов пашалук урушава, готово сам од себе.
Колебљиве паше из Бушатлијиног табора листом су окретале леђа
скадраском господару и стављале се на расположење султану и Порти.
Лесковачки Ибрахим-паша је са својим братом Мехмедом похитао у помоћ
нишким Турцима, и помогао им да поново успоставе контролу над градом.

47 АС, КК, 1832, XII, No 646, Аранђел Милосављевић-кнезу Милошу Обреновићу, Јагодина 27. август/8. септембар 1832.
48 М. Гавриловић, нав. дело, 321-328.
49 Урош Шешум, нав. дело, 229-230.
50 В. Стојанчевић, Историјски преглед прогона и нестајања Срба у Метохији и на Косову за време турске управе (до 1912),

90-92.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 65

Арбанашки гарнизон био је протеран из Ниша, а све значајније Бушатлијине


присталице биле су похватане и побијене. Порта је Махмуд-бега лесковачког
поставила за новог нишког пашу и мухафиза нишке тврђаве, и наредила му да
заједно са Ибрахим-пашом брани Ниш од војске Али-бег Карафејзића.51 Све
је ово изазвало брзу реакцију Али-бега Карафејзића, који се са војском од
10.000 људи налазио у Куршумилији. 52 Заузимањем Ниша, Крафејзић је
желео да бар донекле ојача положај скадарског паше и спаси његов покрет од
потпуне пропасти. Међутим, веома брзо се показало да од тога неће бити
ништа. Пораз код Прилепа и бекство Мустафа-паша Бушатлије деловали су
погубно на морал Карафејзићеве војске. То најбоље илуструју „борбе“ вођене
са војском Ибрахим-паше надомак Корвин града и Орљана које су више
личиле на мирнодопске маневре него на на оружани судар војних формација.
Након тога, Карафејзић се преко Прокупља и Куршумилје повукао дубље на
Косово. 53 Иако је нанео доста мука царским властима, Порта је према
Крафејзићу била благонаклона. После сламања Бушатлијине побуне и
заузећа Скадра, Али-бег Крафејзић је најпре добио амнестију за учешће у
побуни, а затим и намештење у турској војсци.54
У исто време када су почели немири у пашалуцима Старе Србије и
Арбаније догодио се сукоб централних власти и босанског беговата. Иако је
овај покрет настао из општих разлога који су довели до устанка против Порте,
он је имао и својих посебних узрока који су били последица специфичности
организације турске власти у Босни. За разлику од Старе Србије и северне
Арбаније где је континуитет турског феудализма био осигуран
фаворизовањем мањег броја Арбанаса у служби турских власти, дотле је у
Босни феудализам био у пуној снази. Оличен у капетанијама (које су
представљале војно-политички управу појединих кадилука, округа), којих је
било око четрдесетак и којима су управљали наследни капетани, феудални
систем у Босни почивао је на чврстим основама. Бројна и економски јака
феудална класа у Босни је путем посебне војно-политичке организације
временом, добила много и у политичком значају. Због тога је реформна акција
султана Селима III и Махмуда II, спроведена ради јачања и модернизације
царевине наишла на веома јак отпор у Босни.55 Уништење јаничарског реда
до кога је дошло 1826. године, је по интензитету употребљене силе, после

51 Р. Требјешанин, нав. дело, 28; В. Стојанчевић, Југоисточна Србија у XIX веку, Ниш 1996, 258-261.
52 АС, КК, 1831, XII, No 613, Стеван Недељковић-кнезу Милошу Обреновићу, Јагодина 16/28. август 1831.
53Јагодинска нахија, документа (1830-1835), III књига, 59-60.
54 АС, КК, 1831, XII, No 646, Аранђел Милосављевић-кнезу Милошу Обреновићу, Јагодина 27. август/ 8. септембар 1831.
55 Историја српског народа, књига V-1, група аутора, Београд 1981, 229-231; В. Стојанчевић,, Јужнословенски народи у

Османском царству од Једренског мира 1829. до Париског конгреса 1856. године, 52.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 66

Цариграда, било најжешће у Босни, што је само још више продубило јаз
између босанске феудалне олигархије и Порте. За време руско-турског рата
1828/29. године, босански муслимани слабо су се одазвали позиву султана да
иду у рат против Русије. Регрутовање у војску није ишло онако како је то Порта
планирала, па је највећи део босанских муслимана остао у својим местима.
По завршетку рата, Порта је настојала да уведе ред и врати ауторитет власти
у Босанском пашалуку. Новопостављени босански везир Али Намик-паша
добио је задатак да спроведе попис војних обвезника за турску регуларну
војску и да ако треба силом уведе низам-иџедид у Босну.56 Овакав став Порте
наишао је на оштру реакцију босанског беговата на подручију читавог
пашалука. Портина власт се готово није ни осећала у овој традиционално
немирној турској провинцији која је све дубље тонула у револт и анархију.
Видећи у побуњеним беговима природне савезнике, Мустафа-паша је
у априлу 1831. године послао у Травник свог ћехају како би направио савез о
заједничком деловању против Порте. Иако између две стране није био
склопљен никакав формалан савез, босански бегови су обећали скадарском
паши да ће га подржати и да ће му у најскорије време послати 10.000 људи.57
Међутим, упркос жељи скадарског паше, савезништво са Градашчевићем
трајало је јако кратко. Чим се пронела вест да је Мустафа-паша потучен код
Прилепа и да се повукао у Скадар, дошло је до прекида сарадње. Схвативши
да пораз скадарског паше угрожава даљи развој ситуације, Хусеин капетан
Градашчевић је одлучио да тековине босанског устанка брани у Рашкој
области и на Косову.58 До одлучујуће битке између царских трупа, односно
њених истурених одељења и босанских бегова дошло је 16. јула 1831, године
код Липљана. Желећи да обухвати бок царских трупа, Градашчевић је пар
дана раније разместио око 5.000 војника у рејону Качаника. Не слутећи ништа
о томе, претходница царске војске којом је командовао Ћор Ибрахим-паша
ушетала је у Градашчевићеву замку и дошла под удар вишеструко надмоћније
босанске војске. У жестоком судару босански феудалци су потпуно сатрли
турске одреде. У овој битки погинуо је Ћор Ибрахим-паша и велики број
низама, док су се Хивзи-паша скопљански, Абдул Резак-паша пећки и миралај
царске коњице Мехмед-беј, као рањени повукли у Скопље. Победа босанских
феудалаца код Липљана била је тријумфална. Поред великог броја убијених
низама, заробљено је и око 2000 војника који су одведени у Приштину. Поред

56 М. Гавриловић, нав. дело, 334; В. Стојанчевић, Југоисточна Србија у XIX веку, 258-260.
57 Исто, 56.
58 В. Стојанчевић, Јужнословенки народи у Османском царству од Једренског мира 1829. до Париског конгреса 1856, 57-63.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 67

тога заплењено је 7 топова и велика количина пешадијског наоружања и војне


опреме.59
Након пораза код Липљана царска војска напустила је средишне делове
Косова и Метохије, и ову територију препустила босанским побуњеницима.
Убрзо су почели преговори, тако да је велики везир у име султана прихватио
већину захтева босанских устаника. Том приликом, Мехмед Решид-паша
пристао је и на захтев босанских бегова да Порта посебним ферманом призна
Хусеина Градашчевића за везира Босне. Занимљиво је да у овим
преговорима није било ни речи о Мустафа-паши Бушатлији, тако да је он
морао и даље да одбија нападе царске војске око Скадра.60 После закључења
преговора са великим везиром, војска босанских Турака напустла је Косово и
Метохију што је одговарало Порти која је могла поново да организује своју
управу у овим областима. Иако је било гласина да су поједине паше имале
контакте са босанским поглаварима, Порта се устезала од примене
репресивних мера сматрајући да је у том тренутку елиминација скадарског
паше њен главни војни циљ.61 Крајем октобра 1831. године, војска великог
везира Мехмед Решид-паше успела је да заузме Скадар и да зароби
Мустафа-пашу Бушатлију. После овог успеха, следећи корак турских власти
био је сламање побуне босанских феудалаца и њихово приморавање на
покорност.62

Списак извора и литературе


Необјављени извори
Архив Србије
Књажева Канцеларија
Објављени извори
Марковић, Зоран; Поповић, Љубодраг, Јагодинска нахија, документи
(1823-1830), II књига, Јагодина 2008.
Марковић, Зоран; Мишковић, Светлана, Јагодинска нахија, документи
(1830-1835) III књига, Јагодина 2010.
Николић, Илија, Пирот и Нишавски срез 1801-1918, књига прва 1801-1883,
Пирот 1981.

59 В. Стојанчевић, Јужнословенски народи у Османском царству од Једренског мира 1829. до Париског конгреса 1856. године,
57. Р. Требјешанин, нав. дело, 28.
60 В. Стојанчевић, Јужнословенски народи у Османском царству од Једренског мира 1829. до Париског конгреса 1856. године,

57-59.
61 С. Недељковић, Српски народ на Косову и Метохији од грчког устанка до проглашеа Хатишерифа од Гилхане (1821-1839),

Српске студије, бр. 3, Београд 2012, 260-162; М. Гавриловић, нав. дело, 351-378.
62 В. Поповић, нав. дело, 161.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 68

Џамбазовски, Климент, Грађа за историју македонског народа из Архива


Србије том I књига I (1820-1848), Београд 1979.
Литература
Васиљевић, Хаџи, Јован, Ка историји града Врања, Београд 1896.
Васиљевић, Хаџи, Јован, Арнаутски покрет у XIX веку, Београд 1905.
Васиљевић, Хаџи Јован, Скопље и његова околина, Београд 1930.
Вукановић, Татомир, Арбанашки устанци 1826-1832. године, Врање 1969.
Гавриловић, Михаило, Милош Обреновић, III књига (1827-1835) Београд
1912.
Историја Ниша од најстаријих времена до ослобођења од Турака 1878.
године, I књига , група аутора, Ниш 1983.
Историја српског народа, књига V-1, група аутора, Београд 1981.
Јагодић, Милош, Србија и Стара Србија (1839-1868), наслеђе на југу,
Београд 2016.
Косово некад и сад, група аутора, Београд 1973, 146-14.
Мантран, Робер, Историја Османког царства, Београд 2002.
Недељковић, Славиша, Србија и Косово и Метохија (1856-1897), Културно-
просветни и национални рад, Ниш 2012.
Недељковић, Славиша, Српски народ на Косову и Метохији од грчког
устанка до проглашења Хатишерифа од Гилхане (1821-1839), Српске студије, бр.
3, Београд 2012.
Недељковић, Славиша, Друштвени аграрно-правни положај српског
народа у Нишком пашалуку у првим деценијама 19. века, Теме, часопис за
друштвене науке, 3/2014, Ниш 2014.
Недељковић, Славиша, Устанак Арбанаса против турских власти у
Скопском и Косовском пашалуку 1844. године (побуна Дервиш цара),
Истраживања, бр.25, Нови Сад 2014.
Ortajli, Libert, Najduži vek imperije, Beograd 2004.
Поповић, Васиљ, Источно питање, историјски преглед борбе око опстанка
османлијске царевине у Леванту и на Балкану, Београд 1996.
Стојанчевић, Владимир, Јужнословенски народи у Османском царству од
Једренског мира 1829. до Париског конгреса 1856. године, Београд 1971.
Стојанчевић, Владимир, Устанак 1841. године у Југоисточној Србији,
Лесковац 1991.
Стојанчевић, Владимир, Срби и Арбанаси 1804-1912, Нови Сад 1994.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 69

Стојанчевић, Владимир, Југоисточна Србија у XIX веку, Ниш 1996, 258-


261.
Стојанчевић, Владимир, Историјски преглед прогона и нестајања Срба у
Метохији и на Косову за време турске управе (до 1912. године), у: Добровољачки
гласник, 13, Београд 1999.
Требјешанин, Радош, Лесковачки кадилук од 1830 до 1842. године,
Лесковачки зборник, XIII, Лесковац 1973.
Ћоровић, Владимир, Историја Срба, Београд 1993.
Шешум, Урош, Србија и Стара Србија (1804-1839), Београд, 2017.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 70
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 71

Mro (Macedonian Revolutionary Organization) –


A New Perspective On The “Millets” In Ottoman Macedonia

Borche NIKOLOV

ABSTRACT
At the turn of the 20th century, the situation in Ottoman Macedonia was immensely complicated. Being
aware of the reality that soon the Empire might dissolve the neighboring Balkan countries will start to show their
appetites towards the remaining parts of the Empire in the Balkans - mainly the territory of Ottoman Macedonia.
The Balkan countries will do their best to gain an advantage of the fact that the Empire allowed the religious
institutions to take care of their flock's religious and communal affairs. This situation will give a chance to the
Balkan countries to spread their propaganda through these religious and educational institutions, aiming to win
over the Macedonian population. Due to their (propaganda) activities, the formerly Muslim-Christian division will
be “enriched” with new “millets” which regardless of their ethnolinguistic similarities were often hostile to each
other.
This situation was a great challenge to Macedonian Revolutionary Organization founded in 1893, having
a goal to gain autonomy/independence for Macedonia from the Ottoman Empire. Aware of the fact the division
and hostility between the different millets in Ottoman Macedonia is a significant obstacle in achieving their goal,
members of MRO will try not only to ease the animosity between the various Christian millets but also if possible,
to work together and get along with the Muslim population in Ottoman Macedonia.
In this paper, an attempt will be made to show the activities of the members of the Organization in this
regard and to compare their approach to the Macedonian population with the one made by the institutions of the
Balkan countries in Ottoman Macedonia.
Keywords: Macedonia, Revolution, Millet System, Ottoman, MRO
***
1. In the last several decades, a considerable amount of materials dealing
with the millet system and the condition of the communities (religious, linguistic,
ethnic) in the Ottoman Empire was published.
We will not get into details about the debates, problems, disputes, and the
whole discourse connected with this issue1, but will keep our focus on the aspects

Assistant researcher at the Institute of National History – Skopje MACEDONIA b.orce.nikolov@hotmail.com,


1For more details about the millet system, it's structure, functioning, it's place and role in the Ottoman Emire, it's significance for the
communities in the Empire, and their identity markers see: Benjamin Braude, "Foundation Myths of the Millet System," in Christians
and Jews in the Ottoman Empire: The Functioning of a Plural Society, ed. Benjamin Braude: The Abridged Edition (Boulder: Lynee
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 72

relevant to our topic. Tanzimat reforms undoubtedly had an effect on the various
communities in the Empire. Mahmud II statement: “From now on, I do not wish to
recognize Muslims outside the mosque, Christians outside the church, or Jews
outside the synagogue”2 will be a base for the tendency of the Ottoman reformers
in creating a more modern, more secular society. Closely connected with that are
the attempts for centralization and the stronger unity of the Ottoman Empire. Out of
these attempts, the idea of Ottomanism will arise as a citizenship concept, which
was supposed to replace the Muslims, Christians, and Jews with Ottomans. That,
of course, would mean a rethinking of the millet system, whit which the interaction
between the religious communities and the state was regulated. 3 The Ottoman
citizenship, on paper at least, was aiming to erase the religious borders in the
Empire and to undermine the authority of the millet's leaders. That should lead to a
situation in which the system will lose a portion of its former prerogatives and
importance, and its members gradually will turn towards the Ottoman
administration. Even though the Ottoman authorities, in the Tanzimat era and its
aftermath, will make efforts to effectuate this,4 still a variety of circumstances will
make the Sublime Porte, to withdraw from its fundamental standpoint. Lost of the
territories in the Balkans, a decrease of the economic and political power, the
increase of the attention of the Great Powers, and their growing interference in the
Empire's internal issues and policies, the appetites of the young neighboring Balkan
countries towards the remaining Ottoman territories in Europe, penetration of the
ideas of the Enlightenment and Pan-Slavism among the Christian population will
affect the acts and politics of the Empire. These factors will reflect in Ottoman
Macedonia, as one of the last territories in the Balkans under the rule of the sultan.
The policies of the Empire and maybe, even more, those of the neighboring Balkan
countries will have a deep impact on the Macedonian population.

Rienner Publishers, 2014), 65-86; Macit Kenanoğlu, Osmanlı Millet Sistemi. Mit ve Gerçek (Istanbul: Klasik, 2004); Paraskevas
Konortas, "From Ta'ife to Millet: Ottoman Terms for the Ottoman Greek Orthodox Community," in Ottoman Greeks in the Age of
Nationalism: Politics, Economy and Society in the Nineteenth Century, ed. Dimitry Condicas and Charles Issawi (New Jersey: The
Darrwin Press Inc. Princeton, 1999), 169-179; Kemal Karpat, "Millets and Nationality: The Roots of the Incongruity of Nation and State
in the Post-Ottoman Era," in Social, Economic And Political Studies of the Middle East and Asia, Vol. 81: Studies on Ottoman Social
and Political History-Selected Articles and Essays by Kemal Karpat, ed. Reinhard Schulze (Leiden, Boston Köln: Brill, 2002), 611-
646; Vjeran Kursar, "Non-Muslim Communal Divisions and Identities in the Early Modern Ottoman Balkans and the Millet System
Theory," in Power and Influence in South-Eastern Europe, 16-19th century, ed. Maria Baramova, Plamen Mitev, Ivan Parvev, Vania
Racheva (Berlin: LIT Verlag, 2013), 97-108; Baki Tezcan, "Ethnicity, Race, Religion: Ottoman Markers of Difference," in The Ottoman
World, ed. Christine Woodhead (New York: Routledge, 2012), 159-170.
2 Éd[ouard] Engelhardt, La Turquie et le Tanzimat; ou Histoire des réformes dans l’Empire ottoman depuis 1826 jusqu’à nos jours, 1

(Paris: A. Cotillon, 1882), p. 33, quoted in М. Şükrü Hanioğlu, A Brief History of the Late Ottoman Empire (Princeton and Oxford:
Princeton University Press, 2008), 74.
3 See: Karpat, Millets and Nationality, 644; Hanioğlu, A Brief History, 74.
4 For example, with the Edict of 1856 wrights formerly given to the millets were guaranteed, still, from then on they were undergoing

a state control and regulation.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 73

2. The situation in Ottoman Macedonia after the Congress of Berlin in 1878


got more complex than it was before.5 Young Balkan states, now neighbors of the
Ottoman Empire, aware of the decline of the Empire's power and the possibility of
its complete collapse in Europe, openly showed the aspirations for their “national”
expenditure in the Ottoman lands. Naturally, their interests clashed in Macedonia
(administratively part of the three vilayets (provinces): Salonica, Monastir, and
Kosovo), which after the Congress of Berlin (13 June – 13 July 1878) remained
under the rule of the sultan. The neighboring Balkan countries, to justify their claims,
will try to prove that the Ottoman Macedonia or a big part of it is populated by their
‘co-nationals,’ who naturally like to unite with the “motherlands.”
Additionally, they pointed out parts of the historical period when the
Macedonian land was part of the Middle age (or Ancient) states of its neighbors,
with which they proved their “historical right” over the Macedonian territory.
To convince the Great Powers6 and the wider international public in the truth
in their claims, the Balkan countries Greece, Serbia, Bulgaria, and to a lesser extent
Romania will develop an extensive propaganda activity on the Christian population
in Macedonia. 7 The Ottoman Empire, as we mentioned above, with the
Ottomanism, as a concept based on citizenship, will try to paralyze or mitigate the
various autonomous, decentralizing, secessionist tendencies, and with that the
propaganda activities on Macedonian soil. However, partially because of the
pressure made by the Great Powers who were protecting the Balkan states, and
partly due to the internal resistance, in its efforts to preserve its integrity, depending
on the current interests, will be forced to tolerate and sometimes even to stimulate
the activities of particular Balkan country. In this way, the Ottoman authorities were
aiming to gain from the conflict between the Balkan countries and their propaganda
activities in Macedonia. This politics of balancing between an alliance and open
enmity may have some positive results for the Empire on short terms. However, this
“alliance” of the Sublime Porte with one Balkan country against another resulted in
giving concessions to the “friendly side” in Macedonia. For instance, as the Sublime
Porte rewarded the neutrality of Serbia and Bulgaria in the war of 1897 against
Greece with concessions in the church-educational activities, they were performing
in Ottoman Macedonia, the Ottoman authorities tolerated and even supported the

5 More about the politics of the Great Powers and the Balkan states on Macedonia after the Congres of Berlin see: Ванчо Ѓорѓиев,
Слобода или смрт. Македонското револуционерно националноослободително движење во Солунскиот вилает 1893-1903
година (Скопје: Табернакул, 2003), 9-48.
6 Who had their interests in the region and based on them created their politics on the Ottoman territories.
7 To a lesser extent in Ottoman Macedonia were present the Catholic and the Protestant propaganda as well. Because of the smaller

intensity in comparison with the above mentioned ones, we won’t analyze them in this article.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 74

Greek activities against the Exarchist population in Macedonia. 8 This Ottoman


policy will not bear fruit in the end, and the Empire will have to pay the price from
the constant coquetting with the Balkan countries. 9 From such developments,
directly affected was the Macedonian population, which with the allowance of the
Ottoman authorities was subject to foreign propaganda. The activities and the
results of the foreign propaganda will be dеscribed on the following pages. Firstly,
we will take a look at the educational politics, with an accent on a few gymnasiums
of the Balkan states in the Macedonian provinces (vilayets), because, besides the
churches, the high schools turned out to be the most appropriate tool for spreading
the propaganda in Ottoman Macedonia.10
In the beginning, as a warming up, we will begin the Romanian propaganda
in Ottoman Macedonia. We have already mentioned that it is weaker than the
Greek, Serbian, and Bulgarian ones. In the beginning, we should also note that it
had different goals than Macedonia’s neighboring countries. Due to its geographical
position, unlike the other three Balkan countries, Romania had no opportunity to
claim part of the Macedonian territory. Even so, the Romanian politicians were
aware of the fact that if they also had their ‘co-nationals’ in Ottoman Macedonia,
they could achieve particular goals. In such a case, the authorities in Bucarest,
presenting the Vlach population in Macedonia as Romanian, eventually if Bulgaria
expands west and includes territories with Vlach population, they were hoping for
compensation from Bulgaria and annexation of South Dobruja. 11 Since the very
beginning, we should point out that a significant obstacle in achieving their goals
was the Greek propaganda in Macedonia, which also was putting claims on the
Vlach population.
Moreover, their opponent was not naïve at all as a significant portion of the
Aromanians accepted the Hellenism either through the religion (the Patriarchate) or
through the culture and the education. Even so, Bucarest did not give up from the
intention of keeping or awakening the Romanian national feeling among the Vlachs
in Ottoman Macedonia. So for instance in 1864 the attempt of Romania to open a

8 This policy was recognized and criticized by the members of MRO as well. For example, in one document signed by a member of

MRO (Tano Voyvoda) in the Lerin/Florina district, he notes that it has not to be said all for naught that the Inspector-General of
Rumelia – Huseyin Hilmi Paşa is bigger Greek than the Greeks themselves. (“Hilmi Paşa bir Rum diplomatına en hayal-perver,
Rumdan daha büyük Rum olduğunu beyhûde yere söylememiştir.”) ISAM, Hüseyin Hilmi Paşa Evrak Kataloğu, 15/974, doc. 7, 1.
9 And the Great Powers supporting them.
10 Никола Минов, “Гимназиите во Османлиска Македонија,” in 70 години Институт за Историја. 70 години македонска

историографија: Зборник на трудови од научната конференција одржана на 13 и 14 декември во Скопје (Скопје: УКИМ/ФЗФ,
2017), 306.
11 Никола Минов, “Гимназиите во Османлиска Македонија,” in 70 години Институт за Историја. 70 години македонска

историографија: Зборник на трудови од научната конференција одржана на 13 и 14 декември во Скопје (Скопје: УКИМ/ФЗФ,
2017), 306.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 75

school in Macedonia, near Bitola (Monastir), was unsuccessful12 because of the


pressure coming from the Patriarchate. Their efforts in this regard culminated with
the opening of the Romanian boy's Lyceum in Bitola (1880-1913). Bearing in mind
that, Romania did not have a church recognized by the Ottoman authorities, such
an educational institution was an excellent chance to create their millet, and with
that to achieve materialization of its goals mentioned above.13
To have at least a little clearer picture of the Romanian propaganda in
Ottoman Macedonia, we decided to give some moments of how this school was
functioning. Firstly, finances for the functioning of the school, including the salaries
of the teachers and the scholarships for the needy students were secured by the
Ministry of Foreign Affairs of Romania. Apart from the Turkish language, the
curriculum was the same as the one in the schools in Romania. Hereupon, the
graduates of the Romanian Lyceum could continue their education in Romania
without an entrance exam. And if all of this in a way we can partially consider as a
care of the Romanian Kingdom for its “compatriots” in Macedonia, the fact that,
despite all students being Vlachs, the Vlach language, was not used in the lectures
reveals the propaganda tendencies of Romania. Namely, all the lectures apart from
the foreign language classes were held in Romanian. Of course, we should add the
lessons on Romanian history on that.14
The spread of the Romanian influence in the Macedonian vilayets inevitably
led to a confrontation with Hellenism. Aiming to separate the Vlach population from
the impact of the Greek clergy of the Patriarchate and the other institutions who
were propagating Hellenism, Romania offered it the Romanian language, identity,
culture. Sure enough, this conflict resulted in the division of the Vlachs to “Greeks”
and “Romanians.” This division of two opposing groups was not naïve at all. As a
result of the propaganda activities, sponsored from abroad, hatred between the two
groups will arise and in the latter period will culminate in an open fratricidal fight
which will affect the lives of many proud “Romanians” and “Greeks.” One part of the
Vlachs who did not want to be part of this artificial division joined the Macedonian
Revolutionary Organization and gave a contribution to the Macedonian liberation
movement.15

12 Even though it worked for a short period of time. Under the accusation of the patriarchist metropolitan of Pelagonia, Benedikt, that
the teacher Atanescu is an agent from Valachia, the school was closed after four months work. Ibid, 85-86.
13 Sultan Abdul Hamid II with the Irade of 9 th May 1905 recognized the wrights of the Vlach people to use their mother language in

church and schools, as the right to organize itself within separate communes. With this even though formally because of the lack of
recognized religious institution, the Vlachs could not be recognized as millet, practically they had all wrights as a millet. 411.
14 Минов, Гимназиите, 314.
15 Минов, Влашкото прашање, 408-410.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 76

4. If for the Vlach population in Macedonia, two Balkan countries had claims
on, for the Slavic Christian population there were (at least) three.16 First, we will
begin with the Serbian propaganda, leaving the pedestal of the most prominent
opponents in Ottoman Macedonia for the end.
Same as the case with the Romanian, a significant disadvantage for the
Serbian propaganda was the lack of Serbian religious institutions on Macedonian
soil recognized by the Ottoman authorities. Because of that, Serbia will be forced
to seek different paths to mitigate this disadvantage in comparison with Greece and
Bulgaria, who could gain from the existence of the Patriarchate and the Exarchate
in Macedonia. The foundation of the Bulgarian Exarchate turned on the red alarm
in Belgrade. Serbian politicians being aware of the opportunities that the Exarchate
can open for Bulgaria, primarily in attracting the Macedonian Slavic population, at
the end of the 20th century started with more concrete activities in the Ottoman
Macedonia. Due to the reasons mentioned above, the chief executor of the Serbian
propaganda at the end of the 20th century was the Serbian consuls and Consulates.
They received instructions from the Ministry of Foreign Affairs of Serbia.17 For the
same reasons, Serbia tried through the cooperation with the Patriarchate to get
certain concessions concerning the church affairs in the Macedonian vilayets. This
politics is quite logical; having in mind that the biggest enemy of the Patriarchate
and the Greek propaganda in Macedonia, for the time being, was the Bulgarian
Exarchate. Even so, the Patriarchate was not always in a mood to share its positions
in Macedonia. That meant that not always the Serbian wishes were fulfilled,18 at
which point Serbia would seek concessions from the Ottoman authorities. Their
persistence finally bore fruit in 1892 when a Serbian school opened in Salonica,
and 1897 when the Ottoman authorities allowed the Serbs to open schools
everywhere in Macedonia.19
One of the tactics used by the Serbian propaganda even from an earlier
period to attract the Macedonian population was the so-called “Macedonism.” With
this policy, Macedonian students should get school books in their mother tongue,

16 Not neglecting the fact that the other Balkan countries were also interested in the Vlach population, and the activities of the Catholic

and the Protestant propaganda.


17 Ѓорѓиев, Слобода или смрт, 104.
18 For instance, at the end of the 19 th century, there were three churches in Skopje. After the foundation of the Exarchate, Patriarchate

and the Exarchate controlled one each, and one dedicated to Holly Salvation up until 1874 was in the hands of the Serbian clergy.
After that, thanks to the Patriarchate, the mass conducted in the church was both in Serbian and Greek. However the Patriarchist and
the Vlachs of Skopje decided that the mass in Serbian should be forbidden, so the Serbian priest Jovan Trajkovich Burka was expelled
from the church, and the Slavic books were thrown out of it. The church Holly Salvation was a place of continuous conflict between
the Serbs and the Greeks for several years. Александра, Ж. Новаков ”Средње српске школе у Османском царству” (Phd diss.,
Универзитет у Новом Саду, 2014), 457-458.
19 Ѓорѓиев, Слобода или смрт, 105-106.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 77

which would draw enough young Macedonians who otherwise didn’t have this
opportunity to learn in the local Macedonian idiom in the institutions of the Exarchate
and the Patriarchate. For this goal, individual schoolbooks were printed both in
Macedonian or in Macedonian and Serbian. With this act, Serbia above all wanted
to separate the Macedonian youth from the Bulgarian cultural influence. However,
in the latter stadium, Serbia showed its real intentions and gave up on this policy,
putting an end to the printing of these schoolbooks as well.
Because of the importance of the city of Skopje for Serbia and its pretension
towards Macedonia, we will give some short information about the functioning of
the Serbian Boys Gymnasium in this important geostrategic center.20 In 1896 the
conditions of acceptance were regulated. Following them, the students should
declare themselves as Serbians, pass the Serbian language, Maths, and
Geography exam, among other things.21 Unlike the students coming from Kosovo
and Novi Pazar, who were paying for they stay in the dormitory, for the students
from Macedonia there were scholarships, and they could stay for free in the
dormitory. The curriculum was very similar to the ones in the gymnasiums in the
Kingdom of Serbia.22 The lectures were in Serbian, and the history class together
with the foreign languages was present the most. Finances for the functioning of
the school, the dormitory, scholarships for the students as well as the salaries for
the teachers and directors were provided by the Ministry of Foreign Affairs of the
Kingdom of Serbia.23
5. The oldest propaganda in Ottoman Macedonia was Greek. For an
extended period, the Patriarchate of Constantinople had a monopoly in managing
the relations between the Christian population in the Empire. 24 After the
establishment of the Kingdom of Greece, the Greek propaganda will get another
active entity who will defend the Greek position in Ottoman Macedonia. Growing
appetites and the activities of the other Balkan countries towards Macedonia will
dictate the more proactive course of Athens as well. In that regard, after the
foundation of the Exarchate, there will be a tendency in Greece to centralize their
education in the Ottoman Empire. In 1877 with the foundation of the “Committee for
the strengthening of the Greek Church and Greek Education” at the Ministry of
Foreign Affairs of Greece, Athens took over the control over Greek education in the

20 In this period there were two more Serbian Gymnasiums in Macedonia: “House of Sciences” in Salonica (1894-1910) and the Boy’s
Gymnasium in Bitola (1897-1912). More about the work of the Serbian high schools in Ottoman Macedonia see: Новаков, “Средње
српске школе”.
21 Минов, Гимназиите, 308.
22 The Turkish Langauge was included in the program, as a requirement from the Ottoman authorities.
23 Минов, Гимназиите, 307-310.
24 After the abolition of Patriarchate of Ipek (1766) and the Archbishop of Ohrid, and before the foundation of the Bulgarian Exarchate

(1870).
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 78

Ottoman Empire.25 The increased budget for the Greek institutions in Macedonia26
meant an opportunity to increase the number of schools as well. Following that, in
1877 there were 256 Greek schools with 10 968 students and 970 schools with 53
633 students in 1896.27
To erase the traces of the Slav culture and literature, as well as to stop the
transfer of their “flock” to the Excharate, the activists of the Greek propaganda, were
not only keen to expand the educational institutions but also applied repressive
measures to the disobeying villages. Bribery was not an alien activity to them as
well.28
Below we will give a few characteristics of the Greek Gymnasium in Bitola. A
big part of the students visiting this school were Vlachs who accepted the Hellenism.
The broader region around Bitola was one of the areas with the highest
concentration of the Vlach population, for which the Patriarchate made tremendous
efforts to keep it under control, especially after the organized actions of the
Romanian propaganda and the inclination of part of the Vlachs towards the
“Romanism.”29 Even though the students were of Vlach, Slavic Macedonian, and
Orthodox Albanian origin, the language of the lecture was Greek, and the majority
of the directors were Greeks from South Macedonia, Epirus, and, Attica. 30 The
Gymnasium was recognized by the Greek Government and by the University of
Athens, which admitted its graduates without requiring them to sit entrance
examinations.31 When it comes to the financing of the Gymnasium, it appears that
even though local patriarchists and Greeks from abroad were sponsors of the
Gymnasium, still the main supporters of the school32 were the Ministry of Foreign
Affairs in Athens and the Patriarchate of Constantinople.33

25 Юра Константинова, Балканската политика на Гърција в края на XIX и началото на XX век (Софија, Фабер, 2008), 304.
26 The sums necessary to the institutions defending the positions of the Greek propaganda in Macedonia were increasing
continuously. For instance, the “Association for the Dissemination of Greek Letters” which had its main field of activity in Macedonia,
in cooperation with the Greek Consulates and the Patriarchate received 189 000 drachms in 1879. In 1885 the budget for the Greek
propaganda rose up to 536 000, and in 1896 to 1 000 000 drachms. Ѓорѓиев, Слобода или смрт, 94.
27 Ibid.
28 For such cases see: Ѓорѓиев, Слобода или смрт, 95-96.
29 In December 1887 the forces for a more active approach towards the Romanian activism were mobilized. The Greek Ministry of

Foreign Affairs sent recommendations for acting to most of the Greek institutions defending the Hellenism in Macedonia. The
instructions were that the existent metropolitans of the Patriarchate in the areas with strong presence of the Romanian propaganda
should be replaced with more national oriented ones. Also the quality of education should be increased, more money should be spent
on Greek education, the acts of the Romanian activists should be neutralized, and the local Ottoman authorities should be attracted
on Greek side. See Константинова, Балканската политика на Гърција, 182.
30 Минов, Гимназиите, 313.
31 Antonis M. Koltsidas, Greek education in Monastir-Pelagonia, Organisation and operation of Greek schools, Cultural life

(Thessaloniki: Kyriakidis Bros., 2008), 37.


32 As was the case with the other educational and cultural institututions in Macedonia.
33 About the financing and financiers of the Gymnasium and other Greek educational institutions in Macedonia see: Минов,

Гимназиите, 311-312.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 79

6. A big blow for the Patriarchate of Constantinople and the Greek positions
in Macedonia was the establishment of the Bulgarian Exarchate in 1870, and the
foundation of the autonomous Principality of Bulgaria in 1878. That opened a
possibility for penetration of the Bulgarian propaganda in the Macedonian vilayets.34
In 1883’s program for (propaganda) activity of the Bulgarian Minister of Foreign
Affairs K. Stoilov, we find this:
“Every Macedonian should be inspired by the thought that in Sofija are taking
care of his destiny, his presence, and his future.” 35 And according to the
program, the goal of the Bulgarian government was “to awaken and to develop
a sense of a Bulgarian consciousness, and this goal should be achieved
through the schools. Because of that, the government of the Principality of
Bulgaria should work hand in hand with the Exarchate, suggesting to the
Exarchate to pay attention to the teachers it is sending to Macedonia. They
should educate the youth in Bulgarian patriotic spirit.”36
The finances which the Bulgarian government dedicated to supporting the
education in Macedonia were distributed to the Church ‘communes’, under the
supervision of the Excharate. Additionally, to manage education easier in the school
year of 1883/84 inside the Excharate, a School Department was founded.37 Such
intentions were confirmed by the respected Bulgarian public figure Vasil K’nchov
that he is a “teacher who came to Salonica to ‘Bulgarize’ Macedonia.”38 Of course,
to materialize these goals, a financial means were needed. As was the case with
Greece, the Bulgarian budget for propaganda activities was on the rise
continuously. If at the beginning of the 80s of the 19th century it was about 100 000
levs, at the end of the same decade it reached more then 900 000.39
Following the already established pattern, we will give a short description of
the work of the Bulgarian Boys Gymnasium “Ss Cyril and Methodius” in Salonica.
Since 1883/84, the chief financier of the Gymnasium was the Exarchate.40 In this
year the Bulgarian church paid 45 648 levs for the teacher’s salaries and 60
scholarships for the students. The rest of the budget (98 048 levs) was provided by

34 The Bulgarian propaganda in Ottoman Macedonia was analyzed in details in: Никола Минов, “Бугарската пропаганда во
Македонија и Големите сили (1878-1912)” (Phd diss., Универзитет “Св. Кирил и Методиј” во Скопје, 2015).
35 Quoted in: Ѓорѓиев, Слобода или смрт, 99.
36 Ibid.
37 Ibid, 99-100.
38 Основанието на ВМОРО (изъ запискитѣ на Иванъ Хаџи Николовъ), сообштава Хр. Шалдевъ, Илюстрация Илинденъ, Книга

1 (71), София, 1936, 4.


39 Ѓорѓиев, Слобода или смрт, 101; ДАРМ, Фонд Бугарско трговско агентсво – Битола (1897-1915), мф. 4297, ф. 331, оп.

1, с. АЕ. 2, д. 7, но. 2, с. 6-7.


40 From a letter of the Bulgarian Exarch to the Ministry of Foreign Affairs of Bulgaria, we can see the sources from where the Exarchate

filled the budget for the church-educational activities in Macedonia: 1. The Government in Sofia 546142 franks; 2. East Rumelia: 34
500 franks; Benefectory Association in Plovdiv 4600 franks. Воин Божинов, Българската просвета в Македония и Одринска
Тракия 1878-1913, (София: БАН, 1982), 44.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 80

184 students, and 12 students were subsided by various beneficiaries. This


principle will remain until the closing down of the Gymnasium. 41 In 1892 the
Bulgarian prime minister Stambolov through the director of the Gymnasium Lazarov
wanted to gain more control over this institution. Lazarov favored the teachers from
Bulgaria in comparison with the local Macedonian ones. This policy created a
situation for the division of the teachers: “Northerners” and “Macedonians.” The first
ones were privileged, and the second ones were often insulted with a phrase like:
“You’ll give me money, and I’ll become Bulgarian.”42 In this regard, one of the
founders of the Macedonian Revolutionary Organization concludes:
“The situation of the Macedonian – teacher in the Salonica Gymnasium is
difficult! When our teachers are entering the Gymnasium building, they feel like
they are in some Turkish office, where they should think well of their words,
should count them, or are declared as separatists.”43
As a base for the curriculum was the one from the Gymnasium in Plovdiv,
and in the school year of 1882/83, it was decided the subject Bulgarian history to
be introduced from the first class in the Gymnasium. The accent was put on subjects
like History, Bulgarian, Turkish and French.44 Except for the foreign languages, the
lectures were in Bulgarian, even though many times this caused a revolt among the
Macedonian students who requested their mother tongue to be used in education.
The majority of the directors of the Gymnasium were from Bulgaria.45 Having in
mind the above mentioned, the statement of Petar Pop Arsov that the Bulgarian
School Department is “just a North Bulgarian Jesuitic order… with a goal containing
a tendency – to be created Bulgarians in Macedonia" is not surprising at all. He
goes even furthermore:
“They give us money to kill us… Damn it that money if they kill our ‘communes,’
moreover, they don’t trust us and impose to them all kinds of presidents,
priests, directors, teachers, etc., to control the (?!) finances – the only
motivation of the Bulgarian propaganda!... Yes, the Bulgarian propaganda.”46
On the previous pages, we have briefly described how the Balkan states
installed their church-school institutions on the territory of Ottoman Macedonia.
Instead of a resume and conclusion whether they were (or to what extent)
propaganda institutions, we advise the reader to pay attention to the pattern of their

41 Минов, Гимназиите, 328


42 Вардарски (Петар Поп Арсов), Стамболовштината во Македонија и нејзините претставници, ed. Ванчо Ѓорѓиев (Скопје:
Табернакул, 2006), 77-78.
43 Ibid, 78.
44 Минов, Гимназиите, 335.
45 Ibid, 335-336.
46 Ibid, 94-95.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 81

functioning. We believe that such a significant number of similarities is not just a


mere coincidence.
7. Although most likely the churches and schools were the best tools to
spread propaganda, the Balkan countries didn’t limit their activities to them. Bellow,
we will give a few examples as to how they manage to relativize or neglect the
Hippocratic Oath to achieve their goals in Macedonia. Namely, the Balkan states
realized that they could benefit from the fact that there was a lack of medical
personnel in Ottoman Macedonia if they sponsor doctors, who apart from their
standard work, will do some “additional activity” among the Macedonian population.
Until the 90ties of the 19th century, the Greek doctors in the Macedonian
vilayets were Ottoman subjects, financed by local Patriarchate ‘communes.’ They
were instructed to cooperate with the Patriarchate priests and teachers in the
environment they were sent to work. Already at the end of the 19th century, part of
the Greek doctors in Ottoman Macedonia was financed by the Greek government
with the mediation of the Greek Consulates in Macedonia. A good portion of these
physicians had their education in Western Europe, and they were well respected by
the Ottoman authorities,47 which was not an obstacle for them to go in the service
of the Greek propaganda. Such was the case of the Greek doctor Angelaki
Sakelarios. He was supported financially by the Greek government, and even
though he had not many patients, he was staying and supporting the Greek
propaganda in the area of Gumendje (Goumenitsa).48 This policy was intensified in
the period after 1904 when many Greek doctors in various ways cooperated with
the representatives of the Greek propaganda like consuls, priests, and even leaders
of armed bands.49 Some of the Greek pharmacists supported Greek propaganda
as well. Sometimes, the situation reached such seriousness that for instance on
one occasion the Exarchate church ‘commune’ in Hrupishta complained to the
Bulgarian Exarch Josif I, that the Greek spiritual leaders in Kostur (Kastoria) ordered
the pharmacists to poison the exarchists.50
Serbian doctors and pharmacists were not absent from the Macedonian
vilayets as well. Similarly, as was the case with their Greek colleagues, they were
sponsored by the “center” in this case, the Serbian Ministry of Foreign Affairs. Even
so, it appears that there was a small difference in their activity. Namely, apart from
giving free assistance to all the supporters of the Serbian propaganda, they

47 Никола Минов, “Хипокритски кон Хипократ,” Годишен Зборник на Филозофскиот Факултет во Скопје 69, no.1 (2016): 156-
157.
48 Ванчо Ѓорѓиев, Апостол Петков Терзиев – Кралот на Блатото, (Скопје: ДАРМ – Македоника литера, 2013), 52.
49 More about their activities see: Минов, Хипокротски, 157-158.
50 Ibid, 158.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 82

supposed to do the same for the supporters of their opponent propaganda as well.51
Their presence in the strategic centers in Macedonia intensified after 1897. 52
Complaining to such events were the representatives of the various Bulgarian
institutions in Macedonia. They have stated that the Serbian doctors, apart from
their primary activity, were spreading Serbian ideas to the “Bulgarian population,”
which is not in favor of the Bulgarian church.53
We agree with the various representatives of the Bulgarian institutions in
Macedonia that the Serbian physicians apart from curing were spreading Serbian
ideas among the people, but let us see to what extent the efforts of the doctors
supported by Bulgaria were professional in their activity in the Macedonian
provinces. In a letter from the Bulgarian Exarch Josif I, we can see that the need for
Bulgarian doctors on Macedonian soil has been recognized. Moreover, satisfying
that need is essential not only in the aspect of social health but in the same degree,
if not more from the “cultural and national standpoint.” 54 In such a case, quite
naturally a question arises – why would the medical work of a doctor be less
important than his “cultural-national” activity?!.
Furthermore every doctor appointed by the School Department of the
Exarchate, according to one of its orders should: “awaken the national
consciousness in the Bulgarian in (name of the city) and the surrounding area,
always when in contact with him.”55 What a strange doctor's office! And for the end,
we’ll give one more thought-provoking moment concerning the activity of the
Bulgarian pharmacy in Voden. After its opening the Exarch Josif I pointed out that
the “pharmacy without doubts will be of use to strengthen the national
consciousness of the local population.” And the archimandrite in Kumanovo wrote
that “the main task of the pharmacy in future is to be the source through which
means for the Exarchate school in Kumanovo should be provided, and from the
pharmacy is expected to play an important role from a national standpoint.”56
Either the pharmacy, among other things, functioned as a propaganda
institution, or maybe it was selling medicaments who if used regularly could help in
recovering on the national consciousness of the local population.

51 Ibid, 159.
52 This situation was noted by the member of the Bulgarian Trade Agency in Salonica, Shopov who informed the Ministry of Foreign
Affairs of Bulgaria that in October Serbian propaganda appointed ten doctors to spread propaganda in Macedonia. ДАРМ, Фонд
Бугарско трговско агентсво – Битола, мф. 331, оп. 1, ае. 16, с. 18, 19, 21.
53 See, Минов, Хипокротски, 159.
54 Ibid.
55 И. Галчев, Здравно-социалната дейност на Българската екзархия в Македония и Тракия (1870-1913), (София, 1994), 36,

quoted in Минов, Хипокротски, 162.


56 И. Галчев, Здравно-социалната, 177, quoted in: Минов, Бугарската пропаганда, 183.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 83

Romania had its doctors in Macedonia too. They received their salaries from
the Ministry of Education and Religion of Romania. Their task was to give free health
assistance to the poor pro-Romanian inclined population, as well as to awaken the
Romanian national consciousness among the Vlachs.57
In the later period, especially after the Ilinden Uprising (1903), the
propaganda activity in Macedonia will get an armed character as well. Most fierce
in that regard was the so-called “Greek-Macedonian Struggle (1904-1908).”58 When
the efforts to assimilate the Macedonian population through the church and the
schools didn’t give the wanted results, Greek national institutions, decided to
change the tactics and with the help of the armed bands to gain more “Greeks,”
especially among the Macedonian peasants in the Salonica vilayet.59
No matter how surprising it may look, with the propaganda war of the Balkan
states, not only the living ones were affected, but their effects were “felt” by the dead
in Ottoman Macedonia as well. Namely, the control over the churches, that is over
the living Christian souls wouldn’t be complete without the control over the church
graveyards. As a result of the foundation of the Exarchate, and the transfer of the
significant portion of the Macedonian population to it, it often happened in one place
to have members of both churches and only one graveyard. That opened space for
another front of the propaganda war – the battle for the cemeteries. Sometimes, the
funeral of a person turned into chaos. For example, the patriarchists made immense
efforts to stop the exarchists to burry the deceased. They even dig out the body of
the dead, throwing it out of the grave, or would take the deceased by force, and
then having it buried by a Greek priest. Many of such activities resulted in that that
the dead ones couldn't be buried in days.60 This situation is expressed well by the
statement of Ipek Yosmaoğlu that as the conflict in Macedonia crystalized around
the Exarchist-Patriarchist division, schools, like church buildings, came to represent
entities much larger than themselves.61
This propaganda competition in late Ottoman Macedonia, who as the time
went by turned into a fierce battle for every place, church, and school, for every
Christian soul (life or death), often resulted in particular person to change the

57 Минов, Хипокритски, 160.


58 For the activities of the Greek and Serbian paramilitary organizations on the territory of Ottoman Macedonia see: Димитар
Љоровси Вамваковски and Македонка Митрова, “Српската и грчката паравоена организација во Османлиска Македонија
(Компаративна анализа),” Историја, LII, no. 1 (2017).
59 More detailed about the Greek-Macedonian Struggle see: Dimitar Ljorovski Vamvakovski, “Greek-Macedonian Struggle: The

Reasons for its Occurrence,” Macedonian Historical Review, 3, no. 1 (2012), 117-131. and Димитар Љоровси Вамваковски,
“Грчката “Mакедонска борба” (1904-1908): Општи Карактеристики,” Glasnik, 60, no.1 (2016), 159-174.
60 Vančo Gjorgiev, “A Battle for the Graves: The Absurdity of the Propaganda in Macedonia,” Macedonian Historical Review, 2, no. 1

(2011) 159.
61 Ipek Yosmaoğlu, Blood Ties: Religion, Violence and the Politics of Nationhood in Ottoman Macedonia, 1878-1908, (London: Cornel

University Press, 2014), 61.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 84

masters, and in one family to have brothers of three “nationalities”. 62 That was
possible because of the nature of the millet system. The transfer of a specific person
from one church to another automatically meant a change of his millet. With its
westernization at the end of the 19th and the beginning of the 20th century, and the
equalization with the Western concept of citizenship, the same person got a new
“nationality” as well.63 Of course, it didn’t have any real connection with the ethnic
belonging of the Christian population who regardless if it was the case with the
Macedonian slavophone or the Vlach population, even though they had common
ethnolinguistic characteristics was part of different millets, bearing all the
repercussions of such a “privilege.” In this regard, there is one interesting example
given by the Greek publicist Tasos Kostopulos. It is about a statement of a Greek
military attaché in Constantinople, Captain Patroklos Kontoyannis. He was
entrusted with the compilation of an ethnological map of Macedonia that would
represent the official Greek position. However, he encountered some difficulties
regarding this issue:
“It is impossible for two brothers to belong to different races; the distinction of
the villagers into patriarchists or exarchists cannot justify a real differentiation
based on nationality. As the racial substance of the villages in central
Macedonia is uniform, it would be better if their inhabitants would be called
‘Hellenising Macedonians’ (the orthodox [patriarchists] and ‘Bulgarising
Macedonians’ (the schismatics). Their nationality being one and the same in
both cases, i.e., the Macedonian one.”64
The motives driving the Macedonian population to join one or another millet
were often not inspired by some patriotic feeling. Especially because for a
significant part of the community, being a Christian was just enough.65 On the other
side, the financial support of foreign propaganda often was a decisive factor for the

62 Ѓорѓиев, Апостол Петков, 29.


63 Such occurences at the turn of the twentieth century in Ottoman Macedonia were described by Yosmaoğlu аs “ethnicizing” of
religious identity, which is a process that is not derivative of preexisting categories of collective identity, but rather, imbues those
preexisting categories of collective identity with new meaning. Yosmaoğlu, Blood Ties, 171.
64 GFMA/1905/68.1, P. Kontoyanis “Report on Macedonia. II. Salonica-Skopje”, Constantinople 26.8.1905. Quoted in: Tasos

Kostopoulos, “Naming the Other: From “Greek Bulgarians” to “Local Macedonians,” in Spotligths on Russian and Balkan Slavic
Cultural History, ed. Alexandra Ioannidou and Christian Voß (München-Berlin: Verlag Otto Sagner, 2009), 104.
65 For example, when the British journalist H. N. Brailsford asked some locals from the Ohrid region and asked them whether the

fortress of Tsar Samuil, was built by the Serbs, Bulgarians, Greeks or the Turks, they answered him that it wasn't made by the Turks
but by the Christians. Хенри Ноел Брејлсфорд, Македонија, Нејзините народи и нејзината иднина, trans. Љубица Јанешлиева
and Виолета Христовкса (Скопје: 2003), 159-160. Also, in October 1905, census authorities dispatched an inquiry commission to
the small village of Zervi (Zervi), to establish under which denomination the villagers should be registered. They suspected that the
residents of Zervi were Exarchists even though they were registered as Patriarchists in the 1893 register. When the commission
members reached their destination and started to question the villagers, the response they received was not what they expected. “We
are neither Rum nor Bulgarian,” insisted the villagers, “we are Christians.” BOA, TFR.I.SL 87/8623, Vodine Prefecture to the
Inspectorate, October 26, 1905. Quoted in Yosmaoğlu, Blood Ties, 164.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 85

people to accept particular “nationality.” Connected with this is the observation of


the Russian intellectual A.V. Amfiteatrov about the situation in the area of Salonica:
“Apart from the Jews and the Turks, nor in Salonica, nether in its surroundings,
there is not a single man firmly convinced that he belongs to a particular
nationality, part of which he is. In the villages and the cities around Salonica
you can meet a lot of Bulgarians, former Greeks when it was convenient to be
Greek and ready to become Serbs if soon it will be convenient to convert to
Serbs.”66
Sometimes the foreigners noted a bit more tragicomical situation of the
abovementioned one. The American Frederick Moore, while he was in the Bitola
region, met with a “Bulgar” who “showed some embarrassment to see how much
money he would receive if he and his family became Americans… It was explained
to him that the Protestant Church did not offer pecuniary inducements and other
mundane rewards for converts, as did the Greek, Bulgarian, Sеrvian, and Rumanian
Churches, and told him that he would become am American if he chooses to join
the Protestant Church.”67
And he continues:
“On another occasion, we received a visit from a more enlightened
Macedonian. He, too, was a Bulgarian, so he said; and in some breath told us
that he had two brothers, one of whom was a Servian and the other Greek.
This peculiar phenomenon, prevalent in many parts of Macedonia, here came
to my notice for the first time. I was puzzled and asked how such a thing was
possible. The Macedonian smiled, and explained that his was a prominent
family, and for the influence, their ‘conversion’ would mean, the Servians had
given one of his brothers several liras to become a Servian, while the Greeks
had outbid all the other Churches for the other brother.”68
In our opinion, these examples should be sufficient enough to discredit all the
“statistics” of the Balkan states trying to prove that a big part (or the majority) of the
population in Ottoman Macedonia is Greek, Bulgarian, Serbian or Romanian. 69
However, sometimes the authors admitted that they are the ones who gave the
name of the population, without taking into account the opinion of the people
themselves.70 Such behavior of the Balkan countries will develop an aversion of the

66 А. В. Амфитеатров, Земја на раздорот, trans. Цветан Станоевски (Скопје: Македонска книга, 1990), 70.
67 Frederick Moore, The Balkan trail, (London: Smith, Elder, & CO., 15 Waterloo Place, 1906), 146-147.
68 Ibid, 147.
69 More detailed about the “war of numbers” see: Минов, Бугарската пропаганда, 208-243; Dalibor Jovanovski, “The Numbers and

the Policy: Greek Statistics on Ottoman Macedonia in the 19th century,” Macedonian Historical Review 3, no. 1 (2012), 141-154, and
Yosmaoğlu, Blood Ties, 131-168.
70 For example, one of the prominent Bulgarian ethnographer, Васил Кънчов in his statistics uses the term Bulgarians for the

Macedonian Slavic Christian population, and for the Macedonians Muslims – Bulgarian Muslims or Pomaks. However in his book
Орохидрография на Македония (Пловдивъ, 1911) admits that local Bulgarians and Vlachs living in Macedonia call themselves
Macedonians, and the surrounding people call them by the same name. Quoted in: Димитар Љоровски Вамаковски, “Развојот на
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 86

Macedonian population towards their (propaganda) activities and partially as a


result of them in this period the seeds of the Macedonian (proto)nationalism will
occur. Such was the case given in the observation of the Russian M. Petrayev in
the Monastir Vilayet. He concludes in his report from September 1907 that the
population there is tired of the propagandas and wants to be left alone.71 And:
“In the Kastoria kaza delegations from the villages were claiming that they don’t
like neither the Greek nor the Bulgarian teachers and priests, but they are
requesting for Macedonian ones. Asked about their nationality, they answered
– Macedonians. These developments are far from being an exception, and
they show that the Christian population in Macedonia is tired of the suppression
of the various propaganda, and the national consciousness among it - different
from the ones imposed on it from outside is on the rise.”72
Of course, this wasn’t going in favor of the Balakan states' aspirations on the
Macedonian territory. The resistance of the Macedonian Christian population
against the propagandas was expressed via student revolts, requests for the
introduction of the Macedonian idiom in the school lectures, some attempts for the
reestablishment of the Archbishop of Ohrid, publishing of brochures against the
foreign propagandas, etc.73 The Former paragraphs could be an introduction to the
analyzes of the activities of the Macedonian Revolutionary Organization (MRO).
Some of the persons who had such tendencies will become members of MRO later
on, and they will have to act in these extremely complicated conditions and to seek
a way out of the salad Macédoine’s chaos.
8. Founded in 1893 by young Macedonian intellectuals 74 the Macedonian
Revolutionary Organization set the goal – autonomy for Macedonia. This decision
of the founders of MRO was convenient at that moment because with it the

Македонската револуционерна организација во предилинденскиот период: Појава, ширење и резултати”, Историја, L/LI, no.1
(2015/2016), 193. The Bulgarian politician of Macedonian origin Rizov, in one interview, stated that: “The Macedonians if we are to
tell the objective truth, are neither Bulgarians nor Serbs, but Macedonian Slavs, who speak their Macedonian language or idiom.
…Our world was only ‘Macedonian Christian,’ then with the development of the Greek propaganda it became ‘Macedonian Slavic
Christian.’ … I, for instance, together with many friends of mine who later on became Bulgarians, went to Serbian Gymnasium. …It is
truth that the professors in our Gymnasium were telling us that we are Serbs, like the students going to a Bulgarian Gymnasium, were
told that they are Bulgarians. However, we thought of ourselves, and it was told to us from our homes: whatever, let them talk, but we
are Macedonian Slavs Christians.” In: Ivan Meštorović, Uspomene na političke ljude i događaje, (Zagreb: Matica Hrvatska, 1969), 25-
26.
71 Симон Дракул, Македонија меѓу автономијата и дележот: Зборник руска дипломатска документација – 1894-1913, T.6.

edited and translated by Симон Дракул, (Скопје, 2016), 139.


72 Ibid.
73 Ѓорѓиев, Слобода или смрт, 109. Here, as an example we will give only one illustrative paragraph of that kind by the magazine

“Loza”: “Only a strong resistance from our side can keep us from the greedy reaches…, for that we need forces, and ours are strife-
torn, which means that we should unite them, to collect them in a mighty powerful force, people’s force, if we want to save the future
of our future fatherland. That should be the endeavor of every sensitive Macedonian, wherever be it.” Quoted in: Ѓорѓиев, Слобода
или смрт, 109.
74 On November 4th 1893 in Salonica was the founding meeting of MRO with the presence of: Dame Gruev, Ivan H. Nikolov, Petar

Pop Arsov, Hristo Tatarchev, Andon Dimitrov and Hristo Batandjiev. Ванчо Ѓорѓиев, Подземната република. Дамјан Груев и
македонското револуционерно движење, (Скопје: Тримакс, 2010), 87.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 87

sovereignty and the integrity of the Ottoman Empire wouldn’t be impaired, and on
the other hand, it would stop or at least mitigate the aspirations of the Balakan
countries (with all the negative consequences previously mentioned) towards
Macedonia. That could give the Macedonian population some space for
independent social, economic, and cultural development. Even though at the
beginning the founders of MRO firstly appealed to the exarchist community of
Macedonia,75 still with the Constitution of 1896 they have pointed out their ideas.
According to Article 4, dealing with the membership: “A Member of S.M.A.R.O76 can
be any Macedonian or citizen of the Adrianople region who has not compromised
himself with anything dishonest and characterless before society and who promises
to work for the benefit of the revolutionary liberation cause.”77 The broad platform
of the new Constitution of the MRO widely opened the process of democratization
and popularization of the revolutionary movement, and its primary goal was to unite
all patriots into one “entirety,” regardless of their nationality, confession and political
affiliations to attain the goals set by MRO.78 The idea of uniting the whole population
in Macedonia, to achieve autonomy who will lead to an independent Macedonian
country in the Balkans, was quite progressive for that period. Undoubtedly it was
diametrically opposite of the plans of the Balkan states, and the Ottoman Empire as

75 That was expressed in the first Constitution of the Organization, “Constitution of the Bulgarian Macedonian-Adrianople Committees.”

In Article 4 of the Constitution is written that a member of the Organization can be every Bulgarian who has not compromised himself
with anything dishonest and characterless before society. And the goal, according to Article 1 is gaining political autonomy to
Macedonia and the Adrianople region. From this at first glance, two questions are arising. The first one concerns the membership.
We have already explained to some extent the use of the identification markers in late Ottoman Macedonia in the previous part of the
article. In this regard the term “Bulgarian” could mean a member of the Bulgarian Exarchate. (Similarly to this, in one of the documents
of the Organization we found the syntagma: “Turks from any faith and nationality” – refereeing to all the Muslims. See: Вътрешната
македоно-одринска революциона организација (1893-1919г.): Документи на централните раководни органи (устави,
правилници, мемоари, декларации, окръжни, протоколи, наредби, резолюции, писма), т. 1, част 1, ed. Цочо Биляарски, and
Ива Бурилкова, (София: 2007), 695. Also, One of the prominent members of MRO, Yane Sandanski on one occasion for one
member of the Supreme Committee, Captain Gjorgji says that he was “Bulgarian-Arnaut.” We think it is quite logical that the first
identity marker refers to the religious belonging of the Captain – exarchist). See: Спомени. И. Х. Николов, Д. Груев, Б. Сарафов, Ј.
Сандански, М. Герџиков, д-р Х. Татарчев, trans. Цветко Мартиновски, ed., Иван Катарџиев, (Скопје: 1995), 213.) In fact in that
moment the majority of the Macedonian population was member of the Exarchate, plus the founders of the Organization were students
of the Exarchate schools, so, logically, they started to work among the exarchate community first. The second question is why
Adrianople region was included. We can look for an answer to this question in the memoirs of Hristo Tatarchev who says that at the
beginning Adrianople was not part of the program, and the attention was on Macedonia. Later on it was accepted as part of the
program as the condition of the Christian population there, especially of the Bulgarian one, was no different than that one of the
Macedonian people. Quoted in: Ѓоргиев, Подземната ребулика, 97-98. This statement could potentially answer the question posed
from Ipek Yosmaoğlu and originally from Tchavdar Marinov as to why Thrace was included in the very title of the organization. See
Yosmaoğlu, Blood Ties, 15, and the thought provoking article both for the Macedonian and Bulgarian historiography regarding the
Macedonian supranationalism and the role of MRO: Tchavdar Marinov, “We the Macedonians: The pats of Macedonian
Supranationalism (1878-1912),” in We the people: Politics of National Peculiarity in Southeastern Euorope, ed. Diana Mishkova,
(Budapest: Central European University Press, 2009), 107-138.
76 From the Thesalonica Congress of 1896 the new name of the organization is Secret Macedonian Adrianople Revolutionary

Organization (S.M.A.R.O). We will continue to use the general name Macedonian Revolutionary Organization (M.R.O.) in the article.
77 Димитар Димески, Солунските конгреси на македонските револуционерна организација (1896-1905) [Dimitar Dimeski ,

Thesalonika congreses of the Macedonian Revolutionary Organization], (Скопје: Матица Македонска, 2008), 27-29.
78 Ibid, 29.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 88

well, concerning the resolution of the “Macedonian Question.” Having that in mind,
the realization of such an idea was immensely challenging.
A huge obstacle for the achievement of the goal of MRO was the propaganda
institutions of the Balkan countries which substantially contributed to the division of
the Macedonian population on antagonistic confessional and “national” groups.79
That was stated in the Constitution of the Organization too:
“The Organization strives to overcome chauvinist propaganda and national
disputes which partition and weaken the population of Macedonia and
Adrianople in the struggle against the common enemy.”80
However, the members of MRO didn’t just write down such ideas on paper,
but they tried to implement them od the field as well. One of the first activities of
MRO was to take over the schools from the hands of the Exarchate and to infiltrate
their people in them. We can recognize such intentions of the Organization in the
already quoted brochure of Petar Pop Arsov, which was written as a critique of the
church-educational situation in Macedonia. With it the members of MRO also
wanted to awaken the interest of the Macedonian population for the education:
“It should be acted in such a manner, in which the ‘communes’ should slowly
support the schools themselves, and antecedence should be given to the local
intelligentsia, from which circles, teachers, and directors and archimandrites
should be appointed… The Schools as they are today, don’t take into
consideration the interests of the country they exist in.”81
The devotion of the members of MRO in the first years after its foundations
and the policy of the Exarchate concerning the education in Macedonia (with which
gained many opponents) resulted in supporters of MRO to infiltrate in the
educational institutions. Taking over the control of the church-educational
‘communes’ was also important so the Organization can attract new members and
supporters.82
To present its ideas easier to a broader public, MRO, in the beginning,
decided to open “night” and “Sunday” schools. The curriculum of these schools

79 Here we will give one example as to why the Balkan states were afraid of the MRO's idea of autonomy, and what could be the result

of it. Namely, the French journalist Gaston Routier visited Sofija in the autumn of 1903. There he met with Ivan Shismanov. He noted
this statement of the Bulgarian scholar regarding the Macedonian question: "In ten years if Macedonia gains autonomy, there will be
no Bulgarians, nor Serbs, neither Greek, but only Macedonians. They will have many common political interests, especially
economically… they would like to keep for themselves the places in their administration and of the officers in their army. That means
Macedonia will be independent, and the Macedonians will remain Macedonians." Quoted in: Ванчо Ѓорѓиев, “Неофицијални ставови
од официјални бугарски личности и институции за македонскиот идентитет од крајот на XIX и почетокот на XX век,” ГЗФЗФ
на УКИМ, кн.69, (2009), 193.
80 Ibid, 27.
81 Вардарски (Петар Поп Арсов), Стамболовштината, 51; Вътрешната македоно-одринска революциона организација., т.

1, част 1, 80.
82 In details about the educational policy of MRO see: Борче Николов, “Нереволуционерните методи на Македонската

револуционерна организација (1893-1908)” (MA thesis, Универзитет Св. Кирил и Методиј во Скопје: 2017), 16-54.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 89

consisted of a bit of reading and counting, so the teachers could dedicate more time
for reading and describing topics like the French and American Revolution,
Unification of Italy or Bulgaria, revolutionaries like Garibaldi, Mazzini, etc.83 When
with the talks of this kind, they attracted enough supporters, members of MRO
organized plays in which the leading roles were played by themselves. These
schools not only had an educational character, but they were places for fun too. So
for instance, the students of the school in Shtip, after the lectures didn’t go home
but went to the school hall and were singing songs.84 These activities performed by
the teachers, members of MRO who didn’t entirely implement the curriculum of the
Exarchate, were not accepted well by the administration of the Exarchate. For
example, the manager of the Gymnasium in Bitola A. Chengelov was complaining
to the Exarch Josif I (July 1899). According to Chengelov, these teachers were
spreading: anarchy, atheism, etc., and the students were becoming their supporters
without difficulty. Also, he pointed out that the lectures were neglected to make room
for revolutionary agitation, as was the case with the teacher Paskov, who thaught
the whole semester about the French Revolution. 85 The dissatisfaction of the
Exarchate when it comes to the work and the standpoints of the members of MRO
about the education in Macedonia is understandable. If for MRO the schools should
be tools for enlightenment and awakening of the free spirit of the Macedonian
population,86 that was not in favor of the Exarchate, who was often complaining of
the activities of MRO in Sofia. 87 In contrast to the intentions of MRO from the
Macedonian youth to make independent, free individuals who will decide about their
future, themselves, for the Exarchate more important was to create an obedient

83 With such lectures they wanted to rise the morale and to awaken the free spirit at the Macedonian population.
84 Николов, Нереволуционерните методи, 33-34.
85 Ѓорѓиев, Подземната република, 229-230; Николов, Нереволуционерните методи, 48-49.
86 The importance of the schools was stressed by the apostle of the Macedonian revolutionary movement Gotse Delchev. During his

meeting with the teacher of the village Vatacha, Kavadarci he told him: “Young teacher, you are telling me this school which makes
the inhabitants of Vatasha proud is built with huge efforts. Keep the school as you are keeping your eyes, and don’t make revolutionary
meetings inside of it. We are making efforts to open new schools, not to close them down. …It’s better houses to be burnt rather than
schools. Houses could be built easily, which is not the case with schools.” Гоце Делчев. т. 3. Во спомените на современиците,
редакција Христо Андонов – Полјански. Спомени на Христо П. Антов. Серија: Гоце Делчев: кон стогодишнината од раѓањето
на Гоце Делчев (1872-1972), (Скопје: Култура: 1972), 169; Револуционерните борби во Тиквешијата: Спомени и материјали.
Книга I-II. Спомени на Христо Поп Антов, ed Цочо Билјарски, Ива Бурилкова, д-р Зоран Тодоровски, Петре Камчевски
(Скопје: 2001), 405. Also, Gotse Delchev told one of the inhabitants, Pane Kotsev, that he doesn’t agree Pane giving up school to
become a revolutionary. According to Gotse, the fight of the Macedonian people will last a bit longer, and the Organization needs
educated people. Револуционерните борби во Тиквешијата..., Спомени на Пане Поп Коцев, 413.
87 As a result of the operation of MRO and the complaining of the Excharate, the Ministry of Foreign affairs of Bulgaria sent a letter to

the Bulgarian agents in Macedonia with instructions on how they should behave towards MRO. The ministry recommends that: “The
education should be kept away from the hands of the Organization as far as possible.” Because “the activity of the clergy are well
known, and that gives us the right to support it fully. Contrary, the Organization is in suspicious hands, and the results of their activity
are only causing damage.” Ванчо Ѓорѓиев, ВМРО 1893-1903. Поглед низ документи, (Скопје: Матица македонска, 2013), 135-
137.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 90

youth who should not rebel and should be convinced that Bulgaria should liberate
them, and solve their problems.
9. The view on education and its importance is only one aspect of the different
approaches of MRO on the population in Macedonia contrary to that of the
institutions sponsored by the Balkan states. If the institutions of the Balkan countries
in Ottoman Macedonia who were in favor of one millet or another, or in various ways
trying to increase the number of their millet in the Empire, MRO had a goal of uniting
all the unsatisfied elements regardless of their confessional or national belonging.
With such an approach, they, in a way, declared war on the foreign propaganda in
Macedonia. This attitude is elaborated by the member of the Organization Nikola
Petrov Rusinski:
“If we were to gain such independence from now on we should fight against
the lays of the various foreign propagandas: the Greek Аndart units, Members
of Serbian “St Sava” organization, and the Bulgarian ‘supremists’ 88 which
actions in our fatherland are making disunion, and discredit the internal unity
and independent activity. We should fight against the corrupt regime in Turkey,
to democratize (social governing), so it corresponds to the modern needs of
the human culture. And when we the subjected nationalities (narodnosti), will
act together, we can achieve everything, only if we are honest against each
other. Before we achieve the liberation of our fatherland, we want to create a
fraternal alliance of all the oppressed – economically, nationally, and politically.
If possible, we should include in our struggle the poor Turkish population, who
feels the need for a better life and governing.”89
During his agitation in February 1903, Rusinski said to the villagers of Brod:
“You divide yourselves into two groups hating each other: exarchists and
patriarchists. However, neither the Exarch nor Patriarch will help you to get out of
poverty. Beys are happy due to your national fights and soon will turn your village
into chiflik, in which your kids will become slaves of the beys. What is your benefit?90
…I explained to them that we are not aiming to make the Greeks Bulgarians if there

88 Members of the Supreme Macedonian Committee based in Sofia. Unlike the independent policy of MRO this organization

cooperated and had contacts with various Bulgarian politicians, hence they were in conflict with the principles of MRO, and the
Organization itself. Due to the conspirational character of MRO, it often happened in the beginning because of the actions of the
Supreme Committee, that Foreign politicians and the Ottoman government thought that there was one organization, and it was judged
by the actions of the Supreme Committee as their activities were public. That will result in imposing some wrong impression of MRO.
However, by the time MRO with its policy and actions will prove its independent policy.
89 Никола Петров Русински, Од моите спомени за охридско – струшкиот регион (1901-1902), ed. д-р Стојан Ристески,

(Скопје: НИО “Студентски збор”, 1988), 95.


90 Никола Петров Русински, “Moята дейност въ Битолскотo поле и въ Морихово,” Илюстрация Илинденъ, Книга 8, София,

октомврий, 1938, 13.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 91

are such. We fight for the freedom of all, for ours and your fatherland – Macedonia,
who is the mother of other nationalities too.”91
Rusinski is witnessing that Gotse Delchev also was against these divisions92.
According to him: “The issue between the Exarchate and the Patriarchate is purely
national issue…, We want unification of the two opposing sides under one
revolutionary flag.”93 From the Memoirs of Slavejko Arsov, we can see that Delchev
implemented those ideas on the field. In the agitation in the village of Ostrovo (near
Voden/Edessa), they tried to explain to exarchists and patriarchists that they are
causing damage to themselves fighting each other. The villagers said that they were
sorry because they behaved in such a manner, forgetting about the common
enemy. Delchev also instructed Slavejko Arsov and Marko Lerinski as to how they
should agitate in the villages with the “mixed” population. He stressed that the goal
of the chetas (militia) of MRO is not to make the people Bulgarians or Greeks. First,
they should be liberated by the Turks, and then they can choose to be whatever
they want to be.94 One did not encounter such democratic behavior in the activities
of the Balakan institutions on Macedonian soil.
Because the fight between Greece and Bulgaria in Macedonia was the most
fierce and resulted in the division of the population as described above, it is natural
that MRO put an accent on the conciliation of these two groups. Even so, the
Organization made efforts to attract the Muslim population as well, or at least to
have a just interaction with it. In this regard first, we will give two examples from the
work of the voivode Vele Markov. Around 1901 two komitadjis of his cheta, starving,
took the bread from the Turkish boys from the village Norovo. The voivode showed
a revolt of the action of his comitadjis and paid the food to the Turks. He also told
the komitadjis that the struggle of MRO is shared with one of these Turks and that
the Organization is fighting to liberate them too from the rich and those who are
doing evil.95 At the end of November 1901 in the hands of the same cheta has fallen
another Turk, who was going to sell woods. Vele Markov noticed that the Turkish
boy was frightened, so he asked him how much money does he get for the woods,
and paid him the sum. Not surprisingly, the Turkish boy was happy with such
developments.96

91 Ibid, Книга 9, ноемвриий, 1938, 9.


92 See: ДАРМ, Фонд Никола Петров Русински ф. 331, к. 1, 12.
93 Ibid.
94 Спомени. С. Арсов, П. Кљашев, Л. Џеров, Г. П. Христов, А. Андреев, Г. Папанчев, Л. Димитров, trans. Глигор Стојковски,

ed. Иван Катарџиев, (Скопје: 1997), 52.


95 Здравко Божиновски, Веле Марков. Документарна повест за Крушевскиот апостол (Второ дополнето издание), (Битола:

Друштво за наука и уметност), 2002, 128-129.


96 Ibid, 129-130.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 92

Similarly, a cheta led by Hristo Nastev encountered three Arnauts in pen in


Galichnik. Here too the Arnauts were scared of the presence of the cheta of MRO.
However, it was explained to them:
“We fight against the government and for the benefit of the people no matter
the faith. We are ready to die but not to do evil. The Muslims should join our
fight as well because they suffer no less from the bad ruling of the sultan and
that is necessary ‘kardışlık’ (fraternity) be introduced among all in the country
regardless of faith and nationality.”97
After a week the cheta received as a gift from the Arnauts - three okas from
the best tobacco of Debar, so they became friends.98
Another member of MRO Yane Sandanski with his cheta met two Turks in
1904. The Turks thought the final hour for them has arrived. Sandanski explained
to them that they fight against the beys and the bad administration of the sultan and
that they are not robbers, that’s why they will allow them to go home, even though
there was a risk of the Turks betraying the cheta of Sandanski, which they didn’t.99
Sandanski and his cheta had good relations with the Yoruk 100 population in the
Drama region as well. As a sign of showing gratitude because the cheta was fair
with them, the Yoruks often gave the cheta of Sandanski part of their products as a
gift.101
In the struggle of MRO to gain autonomy, which will lead to an independent
Macedonian state in the future, there was room for the Roma population as well.
Here we will mention two examples of the contacts of MRO with the Roma
population in Macedonia. The first one is the meeting of Yane Sandanski with a
group of Roma families in the district of Ser. In the beginning, they were afraid of
the members of the cheta, but Yane addressed them with “arkadashi” (friends)102
and offered them tobacco. After they had the opportunity to talk with Yane, they
became friends. Yane promised them that the cheta would never do them harm,
and the Gypsies promised not to betray the cheta to the Ottoman authorities.103
Gotse Delchev also addressed as Rusinski puts it the “Gypsy Question” at one of
the meetings:

97 Христо Настевъ, “Споменитѣ ми отъ Рѣканско и Дебърско,” Илюстрация Илинденъ, Книга 1, София, септемврий, 1928, 6-
7.
98 Ibid, 7.
99 Макдермот, За свобода, 152.
100 Nomads of Turkic origin.
101 Макдермот, За свобода, 209.
102 From the Turkish “arkadaş” (friend) and the Slavis plural suffix -i.
103 Макдермот, За свобода, 292-293.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 93

“We… slaves from two nations under the same ruler who need justice and
freedom should understand each other and give each other hand for fight.”104
The biggest test for MRO’s cosmopolitan ideas was the Ilinden Uprising of
1903. Since the very beginning, the chetas of the Organization managed to liberate
some territory from the Ottoman authorities, mainly in the Monastir vilayet. Of
course, there were villages populated with the Muslim population inside this
territory. Being the master of this territory, MRO could act as they wish towards the
Muslim community. Even so, MRO remained faithful to its principles. For them, the
fight was against the regime of the sultan, not against the Turkish or the Muslim
population. Therefore, they gave instructions that peaceful Turkish villages should
not be attacked.105
A confirmation of this policy is the “Directive for the future activity of the
Organization” made by the group of Sandanski, soon after the bloody putting down
of the Ilinden Uprising. This document also acknowledges that the main problem in
Macedonia is the nationalistic fight which makes disunity, and is supported not only
by the Balkan countries but by the Ottoman Empire as well, who in this way
continues its reign in Macedonia. 106 Also, when it comes to the activity of the
Organization, it is stated:
“In the managerial bodies, should enter skillful people from all the nationalities,
and in chetas good revolutionaries should be accepted, regardless of their
nationality. The management of the Organization should be a sample of the
future representative government. The Organization should not lose its
rightfulness – it should protect all the unsatisfied elements, regardless of their
nationality.”107
This position of MRO was a reason for the joining of members of various
ethnic-confessional groups in the Organization (on the Macedonian Slavic speaking

104 ДАРМ, Фонд Никола Петров Русински ф. 331, к. 1, 13.


105 It should not be neglected that some of the insurgents did attack Patriarchists and Muslims despite prior orders of the leaders of
MRO. See Yosmaoğlu, Blood Ties, 35. Also in the latter period, MRO insurgents in the fight against the Serbian propaganda will
attack some villages supporters of it. Victims of the fight will be some of the residents of this ‘Serbian' villages. It is difficult to establish
to what extent the population mentioned above was peacefull and innocent concerning the relation between MRO, the foreign
propagandas, and the Ottoman authorities. Namely, MRO was quite fierce when it comes to fighting against the collaborators with
the Ottoman authorities and the foreign propagandas. In this regard, many villages who were suspected to be centers of such activities
will be the target of the armed activities of the Organization. The enemies of MRO will try to use these acts of the Organization in
order to discredit their internationalist and cosmopolitan ideas. However, membership od Patriarchists like Ivan Atansov Grcheto (the
Greek), and members of other confessions in the ranks of MRO will disprove such claims. In his memoirs Ivan Pushkarov states that
during the Ilinden Uprising he received in his cheta and gave weapons to seven people from Serbia, three of them Serbs and four
Macedonians. See Движението отсамъ Вардара и борбата съ върховиститѣ, По спомени на Яне Сандански, Черньо Пѣевъ,
Сава Михайловъ, Хр. Куслевъ, Ив. Анастасовъ Гърчето, Петъръ Хр. Юруковъ и Никола Пушкаровъ, ed. Л. Милетичъ, (София:
1927), 192-193. It is also worth mentioning that after the Rila Congress and the division of the members of the Organization, some of
its members will act differently from the original ideas of MRO. In this regard, most faithfull of the ideas of MRO will remain the group
around Yane Sandanski.
106 Вътрешната македоно-одринска революциона организација., т. 1, част 1, 345.
107 Ibid.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 94

base). So, was the case with the Vlachs (Aromanians). They were not only
members but also leaders of chetas, and they took active participation in the Ilinden
Uprising. Also, apart from the “Christian millets,” members of the Islamic faith stood
under the revolutionary flag. For such a situation in the region of Ohrid speaks Anton
Ketskarov:
“The management,108 being faithful to the basic principle of the Organization –
autonomous Macedonia regardless of faith and nationality, tried to accept in
the Organization Vlachs, Arnauts, and Turks too. In that regard, it was
successful. Devoted Arnauts and Turks were cooperating in the supply of rifles,
cartridges, gunpowder, etc.”109
The voivode Nikola Petrov Rusinski also noted: “Which citizen of Demir Hisar,
Kichevo or Krushevo is not familiar with the huge deeds to our common struggle, of
the two citizens of Tetovo, the Pomaks Turks – Bayramovs.”110 Even, a Muslim
member of an MRO’s cheta from the Struga region named Skender took part in
several gunfights against the Ottoman army.111 In the district of Ser in the cheta of
Taskata Serski, there were members of the Roma population too,112 and in Bitola
and its surroundings, there were even revolutionary groups consisting of Roma
population. They had their leader– Aten, who was also known as “the leader of the
Gypsies.”113
Even though the Jews as a traditionally more conservative and closed
community didn’t have many contacts with MRO, still, for instance, the fact that the
Jew Rafael Kamkhi was an active member of the Organization, tells us that the
doors of MRO were open for the Macedonian Jews as well.
In their efforts to achieve its goal, MRO tried to engulf all the socio-economic
and cultural life of the Macedonian population.114 Apart from the educational policy,
MRO had its courts as a step further in the establishment of a parallel system of
government. Also, it created economic policies, independent (often in contrast) of
the ones of the official authorities, aiming to make the material condition of the
population better.115 Inside the economic policies, there was a particular policy of

108 Of the Organization in the Ohrid distrisct.


109 Ан. Кецкаров, “Предтечи на Революционата организация въ Охридско,” Илюстрация Илинденъ, Книга 1, София, яануарий,
1936, 14.
110 Никола Петров Русински, “Из дневника ми отъ 1901 год.,” Илюстрация Илинденъ, Книга 4, София, април, 1937, 12.
111 Милан Матов, Комитата раскажува... од спомените на еден македонски револуционер, (Скопје: 2002), 123.
112 Макдермот, За свобода, 293.
113 Матов, Комитата раскажува, 112-113.
114 Detailed about this see: Николов, Нереволуционерните методи; Or sublimated in: Ванчо Ѓорѓиев, “Успостављање

паралелног система унутарње Македонске револуционарне организације (ВМРО) 1893-1908,” in Međunarodni naučni skup:
100 godina od odlaska Osmanlija sa Balkana. Okupacija ili civilizacija? Šta su nam ostavili?, Knjiga IV, (Podgorica: Almanah, 2014),
27-39.
115 In details about the economic policy of MRO see: Николов, Нереволуционерните методи, 120-177.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 95

making statistics. Famous of this activity was the voivode Rusinski. This statistic
was not like the ones made by the Balkan countries. It didn’t count (or made up)
millets, nationalities, etc. Its goal was to collect data of the field (arable land, number
of livestock, vineyards, etc.) to create an economic policy from which the local
population will benefit. In the latter period of its existence, members of MRO tried
to improve the quality of living of the people. They even tried to help in the opening
of pharmacies. And unlike the pharmacies sponsored by the Balkan countries, they
had no other goal then the health care of the population.
As time went by, even the most prominent opponents of MRO had to note
and recognize its ideas and activities. Although from the Greek side, the “Bulgarian”
epithet was imposed on MRO, as a means to discredit it before the Ottoman
authorities and the international public and to give legitimacy of their actions against
it too, yet their activists encountered quite different reality in Ottoman Macedonia.
For instance, one of the leading proponents for a strong Greek presence in Ottoman
Macedonia, Jon Dragumis (in that period a secretary in the Greek Consulate in
Salonica, 1903) wrote this about MRO:
“The Committee and the chetas are saying ‘Macedonia for the Macedonians’,
they do not force116 to become schismatics, nor to abandon the Greek schools.
These117 don’t want Bulgarism; they want autonomy.”118
Something similar noted the Inspector-General of Rumelia, Hüseyin Hilmi
Pasha. He managed to get the protocols from the two Congresses of MRO (Skopje
- January 1905 and Salonica – August 1905), after the deciphering, he took the
papers to the Bulgarian Trade Agent119 in Solun A. Shopov. From the letter of the
later one sent to the authorities in Sofia, we find out about the impressions of Hilmi
Pasha concerning the documents and the ideas of MRO in general:
“Hilmi Pasha told me several times that he is astonished by the thoughts and
ideas in this protocol and that he would never believe that among those
teachers, in whose hands is the Internal Organization,120 are people with such
virtuous concepts and principles.”121
In the papers, it is stressed that
“The organization should function independently. And “Ascertains that it should
be working to achieve autonomy and disapproves of every attempt for the

116 The patriarchists.


117 The members of MRO.
118 Quoted in: Димитар Љоровски Вамваковски, Германос Каравангелис: Грчката пропаганда во Костурската Епархија

(1900-1903), (Скопје, 2107), 50.


119 With more or less Consul like activities, covered by the mask of the official title.
120 The new name of the Organization from the Rila Congress (1905) is: ‘Internal Macedono Adrianopolitan Revolutionary

Organization’.
121 ДАРМ, Фонд Бугарско трговско агентсво – Битола (1897-1915), мф. 4297, ф. 331, оп. 1, с. ае. 14, с. 248-251.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 96

division of the country among the Balkan states.” Also, “It is recommended
that the Internal Organization should work independently of any Balkan
country. It should have equal relations with Bulgaria, Serbia, Greece, and
Montenegro.”122
We are not as surprised as Hilmi Pasha is from the ideas od the Macedonian
Revolutionary Organization. Of course, we have the advantage of having the
materials with which we can follow the developments concerning the Organization
since its very beginnings.

BIBLIOGRAPHY
Амфитеатров, Александар Валентинович. Земја на раздорот.
Translated by Цветан Станоевски. Скопје: Македонска книга, 1990.
Божинов, Воин. Българската просвета в Македония и Одринска
Тракия 1878-1913. София: БАН, 1982.
Божиновски, Здравко. Веле Марков. Документарна повест за
Крушевскиот апостол (Второ дополнето издание). Битола: Друштво за
наука и уметност: 2002.
Braude, Benjamin. “Foundation Myths of the Millet System.” In Christians and
Jews in the Ottoman Empire: The Functioning of a Plural Society, edited by
Benjamin Braude, 65-86. Boulder: Lynee Rienner Publishers, 2014.
Брејлсфорд, Хенри Ноел. Македонија. Нејзините народи и нејзината
иднина. Translated by Љубица Јанешлиева and Виолета Христовска. Скопје:
2003.
Вардарски (Петар Поп Арсов). Стамболовштината во Македонија и
нејзините претставници, edited by Ванчо Ѓорѓиев, Скопје: Табернакул, 2006.
Вътрешната македоно-одринска революциона организација (1893-
1919г.): Документи на централните раководни органи (устави, правилници,
мемоари, декларации, окръжни, протоколи, наредби, резолюции, писма), т. 1,
част 1, edited by Цочо Биляарски, and Ива Бурилкова. София: 2007.
Гоце Делчев. т. 3. Во спомените на современиците, edited by Христо
Андонов – Полјански. Спомени на Христо П. Антов. Серија: Гоце Делчев: кон
стогодишнината од раѓањето на Гоце Делчев (1872-1972). Скопје: Култура,
1972.
ДАРМ, Фонд Бугарско трговско агентсво – Битола (1897-1915).
ДАРМ, Фонд Никола Петров Русински.

122 Ibid.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 97

Движението отсамъ Вардара и борбата съ върховиститѣ, По спомени на


Яне Сандански, Черньо Пѣевъ, Сава Михайловъ, Хр. Куслевъ, Ив. Анастасовъ
Гърчето, Петъръ Хр. Юруковъ и Никола Пушкаровъ, edited by Л. Милетичъ,
София: 1927.
Димески, Димитар. Солунските конгреси на македонските
револуционерна организација (1896-1905) [Dimeski, Dimitar. Thesalonika
congreses of the Macedonian Revolutionary Organization]. Скопје: Матица
Македонска, 2008.
Дракул, Симон. Македонија меѓу автономијата и дележот: Зборник
руска дипломатска документација – 1894-1913, T.6. edited and translated by
Симон Дракул, Скопје: Селектор, 2016.
Gjorgiev, Vančo. “A Battle for the Graves: The Absurdity of the Propaganda
in Macedonia.” Macedonian Historical Review 2, no. 1 (2011): 155-170.
Ѓорѓиев, Ванчо. Апостол Петков Терзиев – Кралот на Блатото.
Скопје: ДАРМ – Македоника литера, 2013.
Ѓорѓиев, Ванчо. ВМРО 1893-1903. Поглед низ документи. Скопје:
Матица македонска, 2013.
Ѓорѓиев, Ванчо. “Неофицијални ставови од официјални бугарски
личности и институции за македонскиот идентитет од крајот на XIX и
почетокот на XX век,” ГЗФЗФ на УКИМ, кн.69, (2009): 193.
Ѓорѓиев, Ванчо. Подземната република. Дамјан Груев и македонското
револуционерно движење. Скопје: Тримакс, 2010.
Ѓорѓиев, Ванчо. Слобода или смрт. Македонското револуционерно
националноослободително движење во Солунскиот вилает 1893-1903
година. Скопје: Табернакул, 2003.
Ѓорѓиев, Ванчо. “Успостављање паралелног система унутарње
Македонске револуционарне организације (ВМРО) 1893-1908.” In Međunarodni
naučni skup: 100 godina od odlaska Osmanlija sa Balkana. Okupacija ili civilizacija?
Šta su nam ostavili?, Knjiga IV. Podgorica: Almanah, 2014.
Hanioğlu, М. Şükrü. A Brief History of the Late Ottoman Empire. Princeton
and Oxford: Princeton University Press, 2016.
Jovanovski, Dalibor. “The Numbers and the Policy: Greek Statistics on
Ottoman Macedonia in the 19th century.” Macedonian Historical Review 3, no. 1
(2012): 141-154.
Karpat, Kemal. “Millets and Nationality: The Roots of the Incongruity of
Nation and State in the Post-Ottoman Era.” In Social, Economic And Political
Studies of the Middle East and Asia, Vol. 81: Studies on Ottoman Social and
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 98

Political History-Selected Articles and Essays by Kemal Karpat, edited by


Reinhard Schulze, 611-646. Leiden, Boston, Köln: Brill, 2002.
Kenanoğlu, Macit. Osmanlı Milllet Sistemi. Mit ve Gerçek. Istanbul: Klasik,
2004.
Кецкаров, Аннтон. “Предтечи на Революционата организация въ
Охридско.” Илюстрация Илинденъ, яануарий, 1936.
Koltsidas, M. Antonis. Greek education in Monastir-Pelagonia, Organisation
and operation of Greek schools, Cultural life. Thessaloniki: Kyriakidis Bros., 2008.
Konortas, Paraskevas. “From Ta’ife to Millet: Ottoman Terms for the Ottoman
Greek Orthodox Community.” In Ottoman Greeks in the Age of Nationalism: Politics,
Economy and Society in the Nineteenth Century, edited by Dimitry Condicas and
Charles Issawi, 169-179. New Jersey: The Darrwin Press, Inc. Princeton, 1999.
Константинова, Юра. Балканската политика на Гърција в края на XIX и
началото на XX век. Софија: Фабер, 2008.
Kostopoulos, Tasos. “Naming the Other: From “Greek Bulgarians” to “Local
Macedonians.” In Spotlights on Russian and Balkan Slavic Cultural History, edited
by Alexandra Ioannidou and Christian Voß, 97-119. München-Berlin: Verlag Otto
Sagner, 2009.
Kursar, Vjeran. “Non-Muslim Communal Divisions and Identities in the Early
Modern Ottoman Balkans and the Millet System Theory.” In Power and Influence in
South-Eastern Europe, 16-19th century, edited by Maria Baramova, Plamen Mitev,
Ivan Parvev and Vania Racheva, 97-108. Berlin: LIT Verlag, 2013.
Љоровски Вамваковски, Димитар. Германос Каравангелис: Грчката
пропаганда во Костурската Епархија (1900-1903). Скопје, 2107.
Ljorovski Vamvakovski, Dimitar. “Greek-Macedonian Struggle: The Reasons
for its Occurrence.” Macedonian Historical Review, 3, no. 1 (2012): 117-131.
Љоровски Вамваковски, Димитар. “Грчката “Mакедонска борба” (1904-
1908): Општи Карактеристики.” Glasnik 60, no.1 (2016): 159-174.
Љоровски Вамваковски, Димитар. “Развојот на Македонската
револуционерна организација во предилинденскиот период: Појава, ширење
и резултати”, Историја L/LI, no.1 (2015/2016): 191-215.
Љоровски Вамваковски, Димитар, and Митрова, Македонка. “Српската и
грчката паравоена организација во Османлиска Македонија (Компаративна
анализа).” Историја LII, no. 1 (2017): 81-104.
Макдермот, Мерсия. За свобода и съвършенство, Биография на Яане
Сандански. Translated by Веселин Измирлиев. София, 198.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 99

Marinov, Tchavdar. “We the Macedonians: The pats of Macedonian


Supranationalism (1878-1912).” In We the people: Politics of National Peculiarity in
Southeastern Euorope, edited by Diana Mishkova, 107-138. Budapest: Central
European University Press, 2009.
Матов, Милан. Комитата раскажува... од спомените на еден
македонски револуционер. Скопје: 2002.
Meštorović, Ivan. Uspomene na političke ljude i događaje. Zagreb: Matica
Hrvatska, 1969.
Минов, Никола. “Бугарската пропаганда во Македонија и Големите сили
(1878-1912).” Phd diss., Универзитет “Св. Кирил и Методиј” во Скопје, 2015.
Минов, Никола. Влашкото прашање и романската пропаганда во
Македонија (1860-1903). Скопје: Арс Либрис, 2013.
Минов, Никола. “Гимназиите во Османлиска Македонија,” In 70 години
Институт за Историја. 70 години македонска историографија: Зборник на
трудови од научната конференција одржана на 13 и 14 декември во Скопје,
305-345. Скопје: УКИМ/ФЗФ, 2017.
Minov, Nikola. “Тhe Aromanians and IMRO.” Macedonian Historical Review
2, no. 1 (2011): 181-201.
Минов, Никола. “Хипокритски кон Хипократ.” Годишен Зборник на
Филозофскиот Факултет во Скопје 69, no.1 (2016): 155-170.
Moore, Frederick. The Balkan trail. London: Smith, Elder, & CO., 15 Waterloo
Place, 1906.
Настевъ, Христо. “Споменитѣ ми отъ Рѣканско и Дебърско.”
Илюстрация Илинденъ, септемврий, 1928.
Николов, Борче. “Нереволуционерните методи на Македонската
револуционерна организација (1893-1908).” MA thesis, Универзитет Св. Кирил
и Методиј во Скопје: 2017.
Новаков Ж. Александра. “Средње српске школе у Османском царству.”
Phd diss., Универзитет у Новом Саду, 2014.
Петров Русински, Никола. “Из дневника ми отъ 1901 год.,” Илюстрация
Илинденъ, април, 1937.
Петров Русински, Никола. “Moята дейност въ Битолскотo поле и въ
Морихово.” Илюстрация Илинденъ, октомврий, 1938.
Петров Русински, Никола. Од моите спомени за охридско – струшкиот
регион (1901-1902), edited by д-р Стојан Ристески. Скопје: НИО “Студентски
збор”, 1988.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 100

Револуционерните борби во Тиквешијата: Спомени и материјали. Книга


I-II. Спомени на Христо Поп Антов, edited by Цочо Билјарски, Ива Бурилкова,
д-р Зоран Тодоровски and Петре Камчевски. Скопје: 2001.
Спомени. И. Х. Николов, Д. Груев, Б. Сарафов, Ј. Сандански, М.
Герџиков, д-р Х. Татарчев. Translated by Цветко Мартиновски, edited by Иван
Катарџиев. Скопје: 1995.
Спомени. С. Арсов, П. Кљашев, Л. Џеров, Г. П. Христов, А. Андреев, Г.
Папанчев, Л. Димитров. Translated by Глигор Стојковски, edited by Иван
Катарџиев. Скопје: 1997.
Tezcan, Baki. “Ethnicity, Race, Religion: Ottoman Markers of Difference.” In
The Ottoman World, edited by Christine Woodhead, 159-170. New York:
Routledge, 2012.
Yosmaoğlu, Ipek. Blood Ties: Religion, Violence, and the Politics of
Nationhood in Ottoman Macedonia, 1878-1908. London: Cornel University Press,
2014.
Шалдевъ, Христо. “Основанието на ВМОРО (изъ запискитѣ на Иванъ
Хаџи Николовъ).” Илюстрация Илинденъ, яануарий, 1936.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 101

XVI. ve XVII. Yüzyıllarda Belgrad Şehrinin Gelişmesine Osmanlı


Düzeninin Katkıları (1526-1688)

Yusuf OĞUZOĞLU

ÖZET
Belgrad şehri 1521 tarihinde Osmanlı yönetimine geçti. Şehrin tüketim ihtiyaçlarının karşılanması, kırsal
kesimin artı ürünü için pazar oluşturulması, sanayi kesimine hammadde sağlanması için ihtiyaç duyulan köylerin
de eklenmesiyle Belgrad kazası meydana geldi. Belgrad’ın 1526 tarihinde Budin eyaletine bağlanması sonucu
kent için yeni bir sürecin başladığını söylemek mümkündür. Bu dönemde Belgrad’da dini nitelikli ve sosyal amaçlı
tesislerle birlikte 6 kervansaray, 21 han, 3.700 dükkandan oluşan bir çarşı inşa edilmişti. Kentin içinde üretim
yapan sanayi erbabının büyüklüğüne ve ihtisab mukataasının rakamlarına baktığımızda önemli büyüklükte bir
üretim değeri göze çarpmıyor. Belirtilen bu alt yapı tesislerinin transit ticarete ve bununla ortaya çıkan bir antrepo
işlevine işaret ettiğini söylememiz mümkündür. Sunacağımız bildiride Belgrad’da görülen bu büyümenin tarihi
şartlarını açıklamaya çalışacağız. Önce şu hususu vurgulamalıyız: 1459’da Sırp Despotluğunun 1463’te Bosna
Krallığı’nın Osmanlı düzenine dahil edilmesi ile birlikte bölgede oluşan kaza idareleri, ihtisab uygulamaları, yeni
mülkiyet anlayışı ve daha da önemlisi deniz, kara ve nehir ulaşım sistemleri bu yeni dönemin tetikleyicisi
olmuşlardır. Bu bağlamda Dubrovnik ticaret sistemi daha etkin bir konuma gelmişti. Öteden beri Belgrad’da
oturan Raguzalı tüccarların sayısı daha da artmaya başlamıştı. İkinci olarak Sofya’da da bu tüccarları görüyoruz.
Raguza, Saray Bosna arasına yerleştirilen Çingiç Bey Ailesi, Uskok korsanlarını durdurarak bölgeyi güvenli bir
hale getirdiler. Bu arada Orta Avrupa’ya doğru uzanan Osmanlıların Balkanlardaki orta kol menzil sistemi Filibe
(Plovdif), Niş, Yogodina üzerinden Belgrad’a ulaşıyordu. Tahrir defterlerinde Belgrad kazasında da menzilci
olarak kaydedilmiş köylere rastlıyoruz. Tuna ve Sava nehirlerindeki ulaşım da Belgrad’a katkı sağlıyordu. İskele
mukataaları ve özellikle Rusçuk Sicilleri, Belgrad için zengin bilgi içerirler. Budin Kanunnamesi ile birlikte
Balkanlardaki Osmanlı kanunnameleri sosyo-ekonomik durumu belirlemişlerdir. Belgrad’daki kale görevlileri ile
birlikte Martolosları ve yeniçerileri de içine alan askeri nüfus kendilerine ödenilen ulufelerle aynı zamanda birer
tüketim unsuru durumundaydılar. Bu makalede Belgrad’ın tarih içindeki bu dönemini konseptüel biçimde özgün
kaynaklarla açıklamaya çalışılmıştır.

Anahtar Kelimeler: Osmanlı Devleti, Sırbistan, Belgrad, Dubrovnikli Tüccarlar, Balkanlar

Prof. Dr. / Düzce Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi, yoguzoglu@gmail.com TURKEY
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 102

THE CONTRIBUTIONS OF OTTOMAN ORGANISATION TO THE DEVELOPMENT OF THE


BELGRADE IN THE XVIth AND XVIIth. CENTURIES (1526-1688)

ABSTRACT
The city of Belgrade switched to Ottoman rule in 1521. The district of Belgrade was created by meeting
the consumption needs of the city, creating a market for the surplus products of the countryside, and adding the
villages needed to provide raw materials to the industrial sector. It is possible to say that a new process has
started for the city, as a result of Belgrade's connection to the province of Budin in 1526. During this period, a
bazaar (çarşı) was built in Belgrade with religious and social facilities composed of 6 caravanserais, 21 inns and
3,700 shops. When we look at the size of the members of the industry who produce within the city and the figures
of the domination, there are no significant production amounts. We can say that these mentioned infrastructure
facilities indicate transit trade and a warehouse function. In this presentation, we will try to explain the historical
circumstances of this growth in Belgrade. Firstly, we must emphasize: Thanks to administration of the Serbian
Despotism in 1459 and the Kingdom of Bosnia in 1463 by the Ottoman Empire, district management systems in
the region, ihtisab practices, new ownership understanding and, more importantly, sea, land and river transport
systems have become the triggers of this new era. In this sense, it had come to Dubrovnik trading system more
effective position. Since before now, the number of Ragusan merchants in Belgrade had begun to increase.
Secondly, we see these merchants in Sofia. The Çingiç Bey family, who were inhabited between Ragusa and
Sarajevo by Ottoman rulers, stopped the Uskok pirates and made the area safe. Meanwhile the Ottoman Ortakol
route system, from Central Europe to the Balkans, reached Belgrade via Plovdiv, Niš and Jogodina. In tahrir
records, we come across villages that are registered as menzilci in Belgrade district. Transportation in the
Danube and Sava rivers also contributed to Belgrade. Port Mukataa records and especially Ruse court records
contain rich information for Belgrade. The Ottoman kanunnames in the Balkans together with the Kanunname of
Budin had determined the socio-economic situation. The military personnel, including the Martolos and the
Janissaries, together with the fortress officials in Belgrade, were at the same time an element of consumption as
the ulufes paid to them. In this paper, we have tried to explain this period, as a conceptual form, in the history of
Belgrade with original sources.
Keywords: Ottoman Empire, Serbia, Belgrade, Ragusan merchants, Balkans.

BELGRAD VE ÇEVRESİNDEKİ OSMANLI DÜZENİ


Siyasal Gelişmeler
Halil İnalcık Kosova Savaşı’ndan sonra (1389) yeni Sırp kralı Stefan
Lazareviç’in Osmanlı Devleti’nin dost ve müttefiki haline geldiğini belirtir. 1 Osmanlı-
Sırp ittifakı zaman zaman İtalya, Avusturya-Macaristan gibi çevre ülkelerinin etkisi
ile dalgalanmalar yaşasa da bu durum uzun süreli kalmıştır. Niğbolu Savaşı’nda
(1396) Bulgarları, Venediklileri, Macarları ve Fransızları yanına alarak büyük bir
ordu kuran Avusturya-Macaristan İmparatoru Sigismund Osmanlı himayesini kabul
eden Balkan prensliklerini talan etmiştir. Sırp Kralı Lazareviç’in Timur’la Bayezid

1 Bkz. Halil İnalcık, “I. Bayezid”, DİA, C.5, 1992, s. 231-234.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 103

arasında yapılan Ankara Savaşı’na kuvvetleri ile katılmış olması onun kararlı
siyasetinin sürdüğünü gösterir 2. Lazereviç’in çağdaşı Konstantin Kostaneski onun
yaşam öyküsünü Sırbistan’ın o dönemdeki ilişkisi olan ülkelerin tarihleri bağlamında
açıklamaya çalışmıştır 3 . Ankara Savaşı’ndan sonra Lazereviç Osmanlı
vassallığından kurtulunca ülkesinin iç düzenini kurmak için büyük çaba harcar, kilise
ve manastırlar yaptırır, Belgrad’ı yeniden düzenler. Stefan Balkanlarda Şehzade
Musa’dan ayrılarak kardeşine karşı çıkan Mehmed Çelebi’nin yanına geçer. İki
kardeşin orduları Samakov (Çamurlu) yakınında karşı karşıya gelir. Mehmed’in
tarafında Stefan Lazereviç, Macar Kralı, bazı Bosna voyvodaları ve Musa’dan vaz
geçen Türkler vardır. Savaşın sonucunu Sırp ordusu tayin eder. Yerel hükümdarlar
Sultan’a bağlılıklarını ilan ederler4. Bu arada Bosna kralı Sırbistan kenti Srebirnik’e
saldırmıştır. Ancak beklenmedik şekilde Lazereviç Boşnakların geçilemez sandığı
Dirina Nehri’ni geçer. Karşıtlarını kaçmak zorunda bırakır. Birçok Bosnalıyı tutsak
ederek Belgrad’a getirir. Bosna kralı barış istemek zorunda kalır. Bu gelişme
Lazereviç’in 1389’dan 1427’ye kadar dirayetli bir siyaset izlediğini ve Osmanlı
ittifakının etkisi ile bölgesinde güçlü bir hükümdar haline geldiğini gösteriyor. XIV.
yüzyıl sonlarında Osmanlı Devleti Balkanlarda Arnavutluk topraklarında,
Bulgaristan’da ve Makedonya’da egemenlik kurmuş durumdaydı. Osmanlı
Devleti’nin tesis ettiği mülkiyet düzeni, Ortodoks Kilisesi’ne himaye ederek zorla
Müslüman yapma politikası izlememesi ve Sırpların Katolik İtalya ve Habsburg
egemenliğinden uzak durmayı tercih etmesi Osmanlıya karşı güdülen yakınlaşma
siyasetinin nedenleri arasında gösterilebilir.
Feridun Emecen, Osmanlı Devleti’nin XIV. yüzyıl sonlarında Tuna’nın kuzeyi
ile yakından ilgilendiğini belirtir. Tuna ötesine yönelik Osmanlı niyetlerinin sadece
başıboş, planlamadan yoksun, yağma ve akın temelli değildir. Osmanlıların ilk defa
merkezi bir güç olarak yükseldikleri Yıldırım Bayezid (I.) döneminde (1389-1402)
Tuna ötesine ilgi duymaya ve akınlar düzenlemeye başladıkları tarihi kroniklerle de
desteklenen bir vakıadır 5.
Macar tarihi kaynaklarına göre ise Osmanlılarla olan çatışmalar 1389’dan
itibaren hızlanmıştır. Aynı yıl bir Macar ordusu Sırbistan’a girmiş, 1390-1392
arasında ise Osmanlı ve Sırp güçleri Sava ve Tuna nehirlerini geçerek Macar
topraklarına, Krassó ve Temeş bölgelerine saldırmışlardır 6.

2 Bkz. İnalcık, “I. Bayezid”, s. 231-232.


3 Konstantin Kostaneski, Stefan Lazareviç: Yıldırım Bayezid’in Emrinde Bir Sırp Despotu, çev. H. Mevsim, Kitap Yayınevi, İstanbul
2008
4 Kostaneski, “Stefan Lazareviçage”, s. 31, 32.
5 Feridun Emecen, “Osmanlıların Tuna’nın Kuzeyine Yönelik İlgileri (XVI. Asırda) Erdel Örneği”, Osmanlı Devleti’nde Nehirler ve Göller

1, (Hazırlayanlar: Şakir Batmaz – Özen Tok), Not Yayınları, Kayseri, 2015, s. 33


6 Emecen, “Erdel Örneği”, s. 34-35.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 104

Yıldırım Bayezid’in Erdel/Transilvanya’ya uzanan yolda, tarihi Erdel’in güney


batısında bulunan ve sonradan Erdel’e eklenen kesimdeki şehirlere yönelik seferini
Feridun Emecen’de ele almıştır. Mirçea’nın bir Osmanlı haraçgüzârı olduğu
konusuna açıklık getirmiştir. 7
Sultan I. Mehmed saltanat iddiasında bulunan kardeşi Mustafa ile Rumeli’de
savaşırken, Şeyh Bedrettin’i destekleyen Eflak Bey’i Mircea Deliorman’ı işgal etmiş

7 Emecen, “Erdel Örneği”, s. 36.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 105

ve Silistre’ye saldırmıştı (1416). Osmanlı Sultanı Şeyh Bedreddin’i Zağra’da


yakalatarak Serez’de idam ettirdikten sonra Eflak Seferi’ne çıktı ve Tuna üzerinden
gelecek saldırılara karşı Yeni Yergöğü (Rusçuk) Kalesi’ni inşa ettirdi. Sonunda Eflak
Voyvodası Mircea teslim oldu ve üç oğlunu sultana rehin olarak göndererek haraç
ödemeyi kabul etti 8.
1426 senesinde Macar Kralı Sigismund ile kendisinden sonra Sırp
Despotluğu’nun geleceği konusunda Tata’da bir anlaşma yaparlar. Sigismund
Lazareviç’in ölümünden hemen sonra Georg’un hükümdarlığının başlangıcında
Belgrad’ı hâkimiyetine alır. Sigismund; Belgrad’ı “Macaristan’ın sınırlarını güvence
altına almak ve Raskiya (Raşka-Sırp) Devleti’ni korumak” amacıyla zapt ettiğini
söyler 9 . Bu gelişmeden sonra Belgrad yaklaşık 100 yıl daha Macarların
hâkimiyetinde kalır. Macarların güney sınırlarının savunulmasında en önemli askeri
üs olarak kullanılır.
Tuna ötesine yönelik olarak Osmanlı kroniklerine yansıyan ikinci büyük sefer,
II. Murad döneminde gerçekleşmiştir. II. Murad’ın başında bulunduğu ordu, Eflak
voyvodasının da katılımıyla Tuna’yı aşarak Erdel’in merkezi olan Sibin’e
(Nagyszeben/Hermannstadt) kadar uzanmış ve etrafı yağmalayarak geri
dönmüştü10.
Jorga, Balkanlardaki Osmanlı düzenini dile getirirken, Osmanlıların bir kavim
olarak değil, bir ordu, bir hanedan ve bir hâkim sınıf olarak varlığını tesis ettiğini
belirtir. Bu bağlamda Bizans, Slav ve Osmanlı siyasi nizamları bir tek bütün içinde
birbiriyle kaynaşmıştı. Halil İnalcık, Sırp yazar Hadroviç bir bakıma Jorga’yı
doğrulayan şu görüşüne yer verir:
“Sırpların, Türk fatihlerle beraber Macaristan’a derin surette nüfusu ve
kalelerde muhafaza kuvvetlerinin ekseriyetini teşkil etmesi keyfiyeti, Balkanlardaki
Türk ordusunun, atalarının dininde yaşayan Müslüman olmamış Sırp elemanlarıyla
dolu olduğunu düşünmemize imkan vermektedir 11.
Halil İnalcık, Osmanlı Tımar ve Tahrir Defterlerine dayanarak, Balkanlarda
eski Rum, Sırp ve Arnavud asil sınıfları ve askeri zümrelerinin yerlerinde bırakılarak
mühim bir kısmının Hristiyan tımar erleri olarak yapılandırıldığını ve İslamlaştırma
politikası güdülmediğini belirtir 12.
Sırbistan’da Fatih Sultan Mehmed devrine ait Semendire (Smederovo)
Defteri’ndeki kayıtlara göre burası Hristiyan tımarlı sipahilerin ve Eflak, Voynuk,
Martolos (haraç, ispence ve rüsüm-ı raiyyet vermeyüp istimâlete gelmiş kâfirler

8 Halil İnalcık, “Mehmed I”, DİA, C. 28, 2003, s. 391-394.


9 Nicolae Jorga, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, Yeditepe Yayınları, çev. Kemal Beydilli, C.1, İstanbul 2005, s. 347, 348.
10 Emecen, “Erdel Örneği”, s. 37.
11 Halil İnalcık, “Stefan Duşan’dan Osmanlı İmparatorluğu’na”, Fuad Köprülü Armağanı, DTCF Yayını, Ankara 1953, s. 69. Krş. L.

Hadrovics, Le peuple serbe et son ẻglise sous la domination Turque, Les Presses Universitaires de France, Paris 1947, s. 45.
12 İnalcık, “Stefan Duşan’dan”, s. 70; ayrıca bkz. Halil İnalcık, Sûret-i Defter-i Sancak-i Arvanid, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1954.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 106

olarak tanımlanır) gibi Hristiyan başka yerli askeri grupların çoğunluk oluşturdukları
bir bölgeydi. Örneğin Güğercinlik (Golubata) Kalesi’ndeki 15 tüfekçinin hepsi ulufeli
Hristiyan askerlerdi. Burada 40 zenberekçi, 6 demirci Hristiyan er daha vardı. Aynı
kalede 10-15 kişilik bölükler halinde teşkilatlandırılmış 52 Martolos ile neccarlar,
bennalar ve sair vergiden muaf Hristiyan gruplar vardı 13 . Osmanlı arşivlerine
sağlanan bu veriler Belgrad ve çevresinde kurulan Osmanlı düzeninin Sırbistan
burjuvazisini kendi kadrolarına alacak şekilde barışık bir ilişki tesis edilmiş olduğunu
göstermektedir. Rusçuk sicilleri gibi başka kayıtlar Sırp yerli askerilere ödeme
yapılarak onlara iş güvencesi getirildiğini de göstermektedir.

Osmanlı Ulaşım Ağı’nın Belgrad’ın Büyümesine Katkıları


Osmanlı Devleti’nin Belgrad ve Sırbistan siyaseti kapsamında Tuna’nın özel
bir yeri vardır. Yakın zamanda kaybettiğimiz değerli Romen tarihçisi Mihai Maxim
Osmanlı büroksisinde kullanılan “vilayet-i Tuna” deyiminin Osmanlılarda bu nehrin
ayrı ve özel bir iktisadi-mali ve stratejik bir bölge, bir ünite/strüktür olduğunu belirtir.
1600’lü yıllarda da mirlivâ-i Tuna deyimine rastlanmaktadır. Tuna Defterdarlığı’nın
1583-1651 yılları arasında mevcut olduğunu görüyoruz 14 . Belgrad’ın üç tarafını
çeviren bu büyük akarsu Macaristan’dan Erdel ve Bulgaristan’a kadar bölgeyi kat
etmekte, sosyal, kültürel ve ekonomik hayatı etkilemektedir.
Osmanlı düzeni Balkanlarda karayollarında uyguladığı menzil, köprücü,
derbentçi kurumlarını Karadeniz ve Tuna suyolu üzerinde de yeni birimler tesis
ederek bölgenin hizmetine sokmuştur. Bu bağlamda Karadeniz ve Tuna kıyılarında
aşağıdaki iskeleler kurulmuştur: İskele-i İsakçı, İskele-i Balkov, İskele-i Maçin,
İskele-i Dana-gölü, İskele-i Hırsova, iskele-i Rasova, İskele-i Silistre, İskele-i
Tudrakan, İskele-i Ruscuk, İskele-i Niğbolu, İskele-i Zişovi, İskele-i Karaloma,
İskele-i Vidin, İskele-i Karindova, İskele-i Makine, İskele-i Vidin, İskele-i Karindova,
İskele-i Makine, İskele-i Göğercinlik, İskele-i Demür-kapu, İskele-i Semendire,
İskele-i Hisarcık, İskele-i Belgrad, İskele-i Böğürdelen, İskele-i Varadin, İskele-i
İzvornik, İskele-i Ösek 15. Bunları iskele emini denilen merkezi devletin bir memuru
yönetiyordu.
Tuna iskele eminleri iskelelerdeki ticari-askeri mal depoları, devlet
ödemelerine nakit finans sağlayan mukataa eminleri, iskelelerin bağlı olduğu
kadı’nın güvenliği sağlayıcı icra gücü Osmanlı düzeninin işleyişinde etkiliydiler.
İdris Bostan Tuna üzerindeki gemilere ve Tuna köprülerine ilişkin bilgiler
vermektedir. Tun suyolu üzerinde görev yapan Osmanlı gemilerine “ince donanma”

13 İnalcık, “Stefan Duşan’dan”, s. 82, krş. BOA, Tapu Defter No: 16, MMD, no: 5.
14 Mihai Maxim, “Tuna-i ‘Âmire: Yeni Osmanlı Belgeleri Işığında Tuna Defterdarlığı (1583-Takr. 1651)”, Osmanlı Devleti’nde Nehirler
ve Göller 1, (Hazırlayanlar: Şakir Batmaz – Özen Tok), Not Yayınları, Kayseri, 2015, s. 219.
15 Yusuf Halaçoğlu, “Osmanlı Devleti’nde Deniz ve Nehir İskeleleri”, Osmanlı Devleti’nde Nehirler ve Göller 1, (Hazırlayanlar: Şakir

Batmaz – Özen Tok), Not Yayınları, Kayseri, 2015, s. 211.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 107

denilirdi. 16. yüzyılda Mohaç ve Sigetvar seferlerinde olduğu gibi nehir aşan uzun
yürüyüşlü seferlerde Tuna’da veya kolları üzerinde hazırlanan köprülerden geçme
denemeleri dikkat çekmektedir. Çok zor şartlar altında bir sefer sırasında birçok
defa köprü yapıldığı görülmektedir. Ayrıca ince donanmanın önemli bir görevi,
Osmanlı ordusunun nehirleri geçişine gemileriyle yardımcı olmak veya köprü için
gerekli tombazları temin etmek ve geçişte ordunun güvenliğini sağlamaktı. Tuna
üzerinde ilk duba köprünün 1476 (881)’da Semendire’de kurulduğu ve Macaristan’a
yönelik akınlarda bu köprüden yararlanıldığı bilinmektedir. II. Bayezid’in Kili seferi
sırasında (889/1484) Tuna Nehri kenarına gelindiğinde “gemilerden su üzre köpri”
yaptıklarını Tursun Bey yazmaktadır. Bu tür duba köprülerin yapımının mesafenin
uzunluğuna ve âciliyet durumuna göre bazen üç gün ila on gün arasında değiştiği
bazen daha uzum zaman aldığı görülmektedir. Mesela Kanuni, 1526’da Mohaç
öncesinde Ösek’e geldiği sırada Drava Nehri üzerinde yapılan 215 m (284 zirâ)
uzunluğunda ve 1.60 m (2 zirâ) genişliğindeki köprü üç günde tamamlanmıştı.
Birkaç gün içinde ordu bütün ağırlıklarıyla birlikte köprüden geçtikten sonra askerin
ric’at ümidini kırmak maksadıyla köprü yıktırıldı16.
Rhoads Murphey su yolu/deniz veya kara taşımacılığının Orta Çağ’daki ticari
maliyet üzerindeki etkilerini araştırmıştır. Bir kile tahılın nakli için km başına ödenen
meblağlarda herhalde yolların durumuyla, hava koşullarıyla da bağlantılı olarak
epeyce büyük, dört mislisine çıkan farklar vardır.
Bir deveye yüklenebilen 9 kilelik tahıl miktarını bir üstü açık kayıkta
taşınabilen 500 kilelik bir gemiye yüklenebilen 4000 kile ile kıyasladığımız zaman
su yolundaki nakliyatın Osmanlı topraklarında da çok daha ucuz olduğunu
söyleyebiliriz. Doğal olarak akarsularda akıntı ve onun hızı veya gücü harcamaları
etkileyecektir. 17
Geza David XVI. Ve XVII. yüzyıllarda Belgrad’dan Viyana’ya kadar Tuna
taşımacılığını incelemiştir. Ticarî mallardan Tuna yoluyla her şeyden önce buğday
kuzeye doğru iletildi. Bu konuda her şeyden önce 1571 yılından kalma Buda ve
Pest/Peşte mukataa muhasebesi defteri dikkate şayan bilgiler içermekte. 10 aylık
bir dönemde toplam 437 sefine ile 100 bin ton kadar “gendüm” vilayet merkezine
vasıl oldu. Gümrüğü tahsil eden kâtib 137 gemi sahibinin nereli olduğunu da
kaydetmişti. Bu kişilerin büyük çoğunluğu Tuna’nın Szerémség/Sirem ve
Szendrő/Semendere/Smederovo bölgesinde yaşayan Müslümanlardı. 50.000’den
100.000’e kadar insanın yıllık tahıl ihtiyacını karşılayabilen ve oldukça uzak

16 İdris Bostan, “Osmanlı Sefer Organizasyonundan Bir Kesit: 16. ve 17. Yüzyıllarda Tuna’da Kurulan Askerî Köprüler”, Osmanlı
Devleti’nde Nehirler ve Göller 1, (Hazırlayanlar: Şakir Batmaz – Özen Tok), Not Yayınları, Kayseri, 2015, s. 15-16.
17 Rhoads Murphey, Ottoman Warfare 1500-1700, Rutgers University Press London 1999, s. 81.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 108

yerlerden gelen bu miktar buğdayın Buda’dan nereye gittiğini kaynağımız


yazmıyor18.
Transilvanya ve Eflak tuzu arasında bir nevi yarışma ve bunu bertaraf etmek
için uygulanan bir çeşit piyasa düzenlemesi girişimi de gözlemlenebilir. Bu konuda
Erdel prensi Gábor Báthori’nin (1608-1613) şikayeti üzerine sadır olan 1609 tarihli
bir hükme göre19: “Kadimü’l-eyyamdan Eflak vilayetinde ihrac olunan tuz Vidin’e dek
ve vilayet-i Erdel’de ihraç olunan tuz Vidin’den yukaru Budun’a ve etraf-i serhatlere
varınca bey’ olunagelmişken hala olıgelene muhalif Eflak tuzı Vidin’den yukaru olan
kasabat ve kurada bey’olunmağla Erdel vilayeti mahsuline küllî gadr olduğın
bildürüb ol babda hükm-i hümayunumı taleb etmeğin kadimden olıgeldüği üzere
bey’ olunmasın” emr ettim. “Verildi fi [1018.] Cemaziülevvel 8.” (1609. VIII. 9.).
Osmanlı Macaristanı’ndan ihraç edilen en önemli mal hiç şüphesiz sığırdı.
İnek ve öküzler memleketi ayak üzerinde yürüyerek terk ettiler. Doğal olarak, onlar
ve sığırtmaçları için sular bir-bir engel oluşturdular. En zor geçilebilen nehir
tabiatıyla Tuna’ydı. Venedik’e doğru giden hayvanlar bir dönem üç yoldan sürüldü
ve Tuna’dan iki yerde kısmen yüzerek geçebildi.20
Belgrad, Balkanları kat ederek Orta Avrupa’ya giden Osmanlı “orta kol”
menzilleri üzerinde bulunuyordu. Sağ kol Karadeniz kıyılarını izleyerek
Kırım’a/Kefe’ye uzanıyordu. Sol kol ise Ege’nin kuzeyinden Selanik’ten Adriyatik
kıyılarına doğru gitmekteydi. Orta kol Edirne-Filibe-Sofya-Niş-Yagodina üzerinden
Belgrad’a gelmekteydi21. Bu yol güzergahıyla bağlantılı kesimlerde köprüler inşa
edilmişti. “Köprücü” olarak defterlere kaydedilen köyler vergi bağışıklığı karşılığında
köprünün bakımını ve açık kalmasını sağlarlardı. Ayrıca menziller üzerinde heyelan
tehlikesi bulunan ve yol kesen eşkıyanın barınabileceği yerler “derbend” olarak
kaydedilerek yine çevredeki köy ya da köyler derbendçi statüsünde yolun açık
kalmasına hizmet ederlerdi22. Yusuf Halaçoğlu’nun yazdığına göre 1691 senesinde
Belgrad menzilinde menzilcinin 120.660 akça masrafı ve 5 beygiri (bargir)
bulunuyordu. 1697 yılında beygir sayısı 15’e menzil gideri de 1475 kuruşa çıkmıştır.
Belgrad Hazanpaşa menziline 13, İstanbul’a 173 saat mesafedeydi 23.

18 Geza David, “XVI. ve XVII. Yüzyıllarda Belgrat’tan Viyana’ya Kadar Tuna Boyunun Askeri – İktisadi ve Yerleşmeler Açısından
Önemi”, Osmanlı Devleti’nde Nehirler ve Göller 1, (Hazırlayanlar: Şakir Batmaz – Özen Tok), Not Yayınları, Kayseri, 2015, s. 55.
19 BOA, Mühimme Defteri 78, s. 309, No. 808; bkz. David, “Belgrat’tan Viyana’ya”, s. 56.
20 David, “Belgrat’tan Viyana’ya”, s. 56.
21 Yusuf Oğuzoğlu, Osmanlı Devlet Anlayışı, Eren Yayınevi, İstanbul 1999, s. 28, 29; Ayrıca Yusuf Halaçoğlu, Osmanlı’da Ulaşım ve

Haberleşme (Menziller), PTT Genel Müdürlüğü, Ankara 2002, s. 5; Colin J. Heywood, “The Ottoman Menzilhane and Ulak System in
Rumeli in the Eighteen Century”, Social and Economiç History of Turkey, ed. Osman Okyar, Halil İnalcık, Ankara, 1980, s. 179-186;
Cengiz Orhonlu, “Gemicilik”, Türkiyat Mecmuası, XV, 1968.
22 “Meskur karye tarik-i âm ve Sofya tarafından gelen nehr-i azim üzerinde olup âyende ve revendeyi gemiyle geçürüp ziyâde konak

yeri olmağın, avârız-ı dîvâneye ve takâlif-i örfiyyeden muâf olup derbend olmağa vakfa enfa deyu mütevellisi arz…”; bkz. Oğuzoğlu,
Osmanlı Devlet Anlayışı, s. 30; krş. Niğbolu Evkaf Defteri, Ankara Tapu ve Kadastro Gn. Müd. Arşivi, 559/1.
23 Halaçoğlu, Osmanlı’da Ulaşım ve Haberleşme, s. 110.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 109

Merkezi devlet Belgrad’a sevk edilecek çeşitli askeri malzemenin ve gıda


maddelerinin durumunu belirlemek üzere zaman zaman iskelelerdeki ambarlarda
“teftiş” yaptırıyordu. Bunun için bir menzil emini görevlendirerek ambarlardaki sevk
olunmayı bekleyen malzemenin sahiplerinin ve “Belgrad’a nakline veçhile mümkün
olduğunun belirlenmesi istenmekteydi. (R 1/27, 12 Sefer 1097) Tuna üzerinden
Belgrad’a doğru yapılan taşımacılık için kış ayları sorunu yaşanıyordu. Bu durumda
menzil emini nezaretinde bulunduğu yerde en yakın iskeleye demir atması, don
ihtimali mevcutsa yükün küçük gemilere aktarılarak, “cümlenin marifetiyle”
girdaplara dikkat edilerek Belgrad’a ulaştırılması gerekiyordu. “Yarar kulağuzlar” bu
sistemin parçasıydılar. 24.
İstanbul’dan Tuna suyolu üzerinden Belgrad’a askeri malzeme ve tahıl
sevkiyatı yapıldığında İsakcı’dan itibaren kadıların kale dizdarlarının, iskele
eminlerinin yarar ve güvenilir kılavuzlar görevlendirilerek ulaşımı kolaylaştırmaları
istenirdi 25.
Karadeniz iskeleleri arasında taşımacılık yapan gemiler ile Tuna üzerinden
Belgrad’a yol alan gemiler farklı özellik taşıyordu. Bu bağlamda Tuna girişinden
önce İsakcı İskelesi bir aktarma limanı olarak gözüküyor. Belgrad’a askeri amaçlı
taşımacılık yapılırken “cerahorlara çekdürüb” hizmetin aksamadan, zamanında
gerçekleştirilmesi sağlanıyordu 26.
Tuna, Boğazların açılmasından önceki yüzyıllarda, daha sonra olacağı gibi,
ticari bir anayol değildi. Belgrad’daki garnizonun yerel olarak yeterli malzeme
bulamadığı durumlarda, Demir Kapıların batısına kadar tahıl trafiği oluşuyordu.
Toprak sahiplerinin, tahıllarının veya diğer mallarının karlı bir şekilde satılabileceği
nehir yoluyla erişilebilecek pazarları yoktu. Polonya ve Rusya sınırları, Karadeniz
kıyılarından Kazaklar-Tatar engeli ile ayrıldı. Böylece Romen beyliklerinin boyarları,
Osmanlı satın alma sistemine ancak fazlalıklarını arazileri Transilvanya'ya ve diğer
bölgelere satılmak üzere göndererek direnebildi. Genellikle satılan ürünler;
hayvanlar - domuzlar ve sığırlar, şarap ve alkollü içeceklerdi.27
Osmanlı ordusunun Belgrad’a ve oradan Macaristan-Avusturya tarafına
doğru yapacağı sefer sırasında tüketeceği peksimetin imali için önceden hazırlık
yapılırdı. Bu amaçla kadılara gönderilen hükümlerde belirlenen miktarlardaki
buğdayın satın alınacak (kendi kazalarında yahut mümkün olan mahallerde)
istenen standartlara göre peksimet tabh edilmesi istenirdi. (2,5 kile buğdaydan 1

24 Örneğin bkz. Rusçuk Ş.S. R-1/37 A; 15 Recep 1098 ve 8 C.ahir 1098 tarihli iki hüküm için bkz. R 1 / 25 Rusçuk Sicilleri.
25 15 Recep 1098 ve 8 C.ahir 1098 tarihli iki hüküm için bkz. R 1 / 25 Rusçuk Sicilleri.
26 Örneğin bkz. [R-3 193] Rusçuk Sicilleri 28 Şevval 1097 tarihli hüküm.
27 Brucu McGowan, Economic Life in the Ottoman Europe: Taxation, Trade and the Struggle for Land (1600-1800), Cambridge

University Press, Cambridge-London- New York 1981, s. 15.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 110

kantar peksimet imal ediliyordu.) Her kantar için 25’er akça bişirme ücreti verilerek
istendiğinde sevk edilmek üzere ambarlara konuluyordu 28.

Belgrad Şehri ve Kazası


Belgrad 1521 yılında Sultan I. Süleyman tarafından fethedildi. Semendire
(Smederove) Sancağı ile birlikte Bali Bey’e yönetimi verildi. Burası sancak merkezi
oldu. Budin eyaletinin teşekkülünden sonra (1541) bu eyalete bağlandı. Padişah
Belgrad’ın tamiri ve yeniden inşası için emir vererek cami, mescit ve imaret
yapılmasını istedi. Ayrıca kalesi tahkim edilip askeri bir garnizon haline getirildi ve
Tuna’dan donanma ile desteklenerek Sırp asıllı 385 martolos (denizci) yerleştirildi29.
Belgrad, Budin’in Osmanlı hâkimiyetinden çıkmasından sonra (1700) önce
müstakil Semendire Sancağı dâhilinde yer almış, sonra Temeşvar eyaletine
bağlanmıştır. Osmanlı düzeninde Belgrad aynı zamanda bir “kaza” birimiydi. “XVI.
Yüzyılda Belgrad Kazası” konulu bir doktora tezi hazırlamış olan İlhan Türkmen
değerli meslektaşımız Mustafa Alkan’ın danışmanlığında Belgrad şehri ile birlikte
çevresindeki Sırp köylerinin demografik durumuna, tarımsal üretimine ait bilgiler
vererek önemli bir çalışma gerçekleştirmiştir 30. Kosova Savaşı’ndan sonra 1426
yılına kadar Sırbistan’ı yönetmiş bulunan Lazareviç Belgrad’a özel bir önem
vermiştir. Lazareviç’in kaleyi genişletip tahkim etmesinde Belgrad’ı ekonomik
açıdan güçlendirme ve kale civarında meskûn ahali için korunaklı bir yer yaratma
isteği önemli rol oynamıştır. Lazareviç çevre bölgelerde yaşayanlar için Belgrad’ı bir
cazibe merkezi hâline getirme siyaseti takip etmiştir. Bu siyaset, Dubrovnikli
tüccarların Belgrad’a ilgilerini artırmıştır. Despot ayrıca ticaretin gelişmesi için
Belgrad ahalisini bütün gümrüklerden muâf tutmuş ve Sigismund’dan Belgrad
tüccarları için çeşitli imtiyazlar almayı da başarmıştır. Bu tedbirlerle Belgrad ticari
açıdan önemli bir canlanmaya sahne olmuştur 31.
İlhan Türkmen Osmanlı Tahrir Defterlerini kullanarak Belgrad’ın
mahallelerine ilişkin bilgiler verir. Evliya Çelebi de şehrin kalesini, mahallelerini ve
demografik durumunu aydınlatmıştır. Evliya Çelebi Müslümanlar haricinde
Sırpların, Bulgarların, Yahudilerin, Ermenilerin mahalleleri olduğuna dikkat çeker32.
Divna Duric-Zamolo’nun tespitine göre fetihten 15 yıl sonra 1536’da
Belgrad’da dört cami etrafında kurulmuş dört Müslüman mahallesi vardı. 1560
yılında mahalle sayısı 16’ya ulaştı. Bu arada Belgrad aynı zamanda ticari bir
antrepo haline gelmişti. Aşağıda açıklayacağımız gibi Dubrovnikli tüccarların,

28 Bkz. Rusçuk Sic. R-3 201, 23 Muh. 1100


29 Dıvna Djurıc-Zamolo, “Belgrad”, DİA, C. 5, 1992, s. 408.
30 İlhan Türkmen, XVI. Yüzyılda Belgrad Kazası, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, Haziran 2014.
31 Türkmen, XVI. Yüzyılda Belgrad, s. 20; krş. Kostaneski, Stefan Lazareviç, s. 69-71.
32 Evliya Çelebi, Evliya Çelebi Seyahatnamesi, C. 5, Haz. Seyit Ali Kahraman, Yücel Dağlı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2013, s.

235.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 111

Budin’le bütünleşmenin Osmanlı kara ve su yolu ulaşım ağının bu gelişmelerde


önemli payı vardır. Belgrad’ın nüfusu XVII. yüzyıl ortalarında 100.000’e ulaşmıştı.
Şehirde 6 kervansaray, 21 han, 3.700 dükkân, suk-ı sultani ve diğer çarşılar
mevcuttu33.
Osmanlı Devleti Belgrad’ın ticari gelişimini sağlamak maksadıyla “vakıf-
imaret” sistemi içerisinde vakıflar yoluyla faaliyetlerde bulunmuştur. Öncelikle
Belgrad’ın şehir gelirleri içerisinde 16. yüzyıl ticari yaşamında önemli bir yeri olan
kervansaray (Evliye Çelebi’ye göre; altı adet kervansaray Belgrad şehrinde
bulunmaktadır. Bunlardan üç tanesinin ismini müellif zikretmektedir. Bu
kervansaraylar; Büyük Çarşı içerisindeki Sokullu Mehmet Paşa Kervansarayı,
Aşağı Kale’de Süleyman Han Kervansarayı ve İmaret Han Kervansarayıdır.
İlhan Türkmen, Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi kayıtlarını kullanarak
Belgrad’daki Osmanlı sanayi ve ticaret yapılarına ilişkin bilgiler sağlamıştır.
Bu çalışmaya göre kayıtlarda Sokullu Mehmed Paşa tarafından yaptırılan
“Sokullu Mehmed Paşa Kervansarayı”nın ve yine aynı isimle bir çeşmenin olduğu
kayıtlıdır. Ayrıca Sokullu Mehmed Paşa tarafından Bezzazistan adında bir han da
yapıldığı kayıtlarda vardır. Sokullu Mehmed Paşa tarafından Belgrad’ın Ferhad
Paşa Mahallesi’nde bina edilen bir hanı daha bulunmaktadır. Han dışında bu
mevkide hanın güney batısında dört bâb dükkân, hanın kuzeyinde yirmi bir bâb
büyük ve iki bâb küçük dükkân, hanın güney tarafında büyük ve küçük iki bâb
dükkân, bunların dışında yirmi altı bâb büyük dükkân bulunmaktadır. Yine aynı
mahallede otuz iki bâb dükkân vardır. Sokullu Mehmed Paşa Belgrad’daki vakfın
akârının toplanması maksadıyla burada bir câbi görevlendirmiştir. Bu câbinin
vakfiyede günlük 25 akçe alacağı yazılmaktadır. Bunun dışında geliri ve gideri
tutması maksadıyla bir kâtip görevlendirilmiştir. Ayrıca han ve kervansarayların
tamire muhtaç yerlerinin tamir edilmesi ve kurulan çeşmelere gelen suyun yolunun
akar halde tutulması maksadıyla bir meremmetçi görevlendirilmiştir. Bu
meremmetçiye günlük üç akçe verilmesi vakfiyeye kaydedilmiştir.
Belgrad’da Sokullu Mehmet Paşa Vakfı’na bağlı kervansaray ve han dışında
Mehmed Paşa b. Yahya Paşa Vakfı’na bağlı kervansaray ve hanlar
bulunmaktadır34. Mehmed Paşa Yahya Paşa Kervansarayının 1582 yılındaki geliri
45.000 akçe idi. Dükkanlarından 12.684 akçe gelir sağlanıyordu. Bu vakfın Belgrad
merkezinde de büyük bir hanı ve Raçne Palanga’sında bir hanı daha vardı.35
Evliya Çelebi (1660) Belgrad’daki tüccar hanlarının sayısını 21 olarak verir ve
hepsinin kara ve deniz tüccarları hanları olduğunu söyler. Bunlardan Yeni Han,

33 Bkz. Evliya Çelebi Seyahatnamesi, C. 5, s. 377-379.


34 Türkmen, XVI. Yüzyılda Belgrad, s. 236-237; krş. Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi, 527, (sayfa 27, sıra 20), s. 28; Vakıflar Genel
Müdürlüğü Arşivi, 527, s. 28, 29, 30
35 Türkmen, XVI. Yüzyılda Belgrad, s. 237; krş. Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi, 737.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 112

Bezzazistan hanı, Arasta Hanı, Şehitlik Hanı, Selvi Hanı, Pazaryeri Hanı dikkati
çekmektedir. Belgrad Bedesteni çarşısında 3700 dükkan vardır. Uzun Çarşı, Kapıcı
Camii’nden Balıkpazarına kadar 3.000 germe adım uzunluğundaydı. Bütün Hind,
Sind, Yemen, Belh ü Buhara, Arap ve Acem’in değerli malları Uzun Çarşı’da
kolayca ve bolca bulunuyordu. Kazancılar Çarşısı, Balıkpazarı Çarşısı, Orta Pazar,
Bayram Bey Çarşısı, tabahanesi ve kahveleri ve küçük pazarı da müzeyyen
pazardır. Belgrad’ın mahallelerinin caddeleri baştan sona balık sırtı gibi yumru,
beyaz ve yuvarlak kaldırım döşeliydi.
Belgrad’da cerrahlar da vardı. Cerrah Ali, Cerrah Yahudi Yako ve Latin Mekyo
cerrah üstatlarıdır. Ayrıca şehirde 7 hamam bulunuyordu.36
Araba ve develer ile Mısır, Şam, Trablus, Sayda, Beyrut, Akka, İzmir, Arap,
Acem ve Hint metaları yılda 5-6 bin deve ve araba yükleri her diyardan gelip bu
şehirde yük çözülüp yük bağlanıp bütün Macar, Leh, Çek, İsveç, Nemçe, Bosna,
Venedik ve İspanya vilayetlerine yükler, gidip gelmededir, zira bu şehir Rumeli’nin
Mısırı’dır, ve reayası tamamen hesapçı bezirgânlardır. Nice bin adet reaya, bolluk
ve ucuzluk şehri olduğu için diğer diyarlardan gelip kalmışlardır.37
Belgrad’da kendi askeri gücü dışında geçici görevle burada vazifelendirilen
veya sefer hazırlığı sebebiyle burada ikamet ettirilen askerler bulunmaktadır. 1699
tarihinde Belgrad’da 3268 yeniçeri neferi bulunmaktadır. Diğer mevâcib defterleri
ile kıyaslandığında bu rakamın fazla olduğu görülecektir. Yeniçeri sayısının fazla
olmasının sebebi Belgrad’ın Avusturya’dan yeni geri alınmış olmasıdır. 1715
tarihinde ise Belgrad’da toplam 1.200 asker bulunmaktadır. Bu askerlerin 545’i
yeniçeridir 38 .

OSMANLI BELGRADI’NIN GELİŞMESİNİN ARKA PLANI: DUBROVNİKLİ


TÜCCARLAR39
Ragusan hükümeti İstanbul'un düşüşünden sonra (1453) Türklerin
Balkanlarda kalacağının farkına vardı40. Venedikliler Dalmaçya ve Arnavutluk'taki
şehirleri ve adaları ellerinde bulundurdukça, Adriyatik'i kontrol altında tuttukça
Dubrovnik'in Venedik ilhakından kaçınmak için güçlü bir koruyucuya ihtiyacı vardı41.

36 Evliya Çelebi Seyahatnamesi, C. 5, s. 237-239.


37 Evliya Çelebi Seyahatnamesi, C. 5, s. 241.
38 Türkmen, XVI. Yüzyılda Belgrad, muhtelif sayfalar; krş. BOA. KK _d, 4895, s. 6-13; BOA. KK_d, 04756, s. 11; BOA. KK_d, 04756,

s. 11.
39 Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Dubrovnikli tüccarları inceleyen Zdenko Zlatar bu mükemmel çalışmasında şu kaydı düşmüştür:

“BELGRADE: Dubrovnik’s biggest and most important formal colony its prominent merchants were.” Bkz. Dubrovnik’s Merchants and
Capital In The Ottoman Empire (1520-1620), The Isis Pres, Istanbul 2011, s. 610.
40 Zdenko Zlatar, “Dubrovnik ant the Ottoman Balkans (1430-1808)”, Türk Tarihinde Balkanlar, ed. Zeynep İskefiyeli – M. Bilal Çelik

– Serkan Yazıcı, Sakarya Üniversitesi Balkan Araştırmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi Yayınları, Sakarya 2013, s. 476.
41 Zlatar, “Ottoman Balkans”, s. 477.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 113

Venedik tüm Ragusan gemilerine 100 düka liman vergisi ve ayrıca bir ölçek
tahıla 20 soldi (para) ve tüm Ragusan ticaret mallarına yüzde 20 gümrük ücreti
koydu ve bunlar 1509'a kadar yürürlükte kaldı. Dubrovnik ile Venedik arasındaki
ilişkiler 1485'te öyle gerginleşti ki Venedikliler Körfezlerindeki, yani Adriyatik'teki tüm
Ragusan ticaretini yasakladılar.42
Böylece, 1480'de zamanla Ragusan hükümetine Türk yanlısı bir yönelim
hakim oldu ve bu Ragusan tüccarlarının Balkan ticaretlerini yüksek bir noktaya
taşımalarına imkan tanıdı.43
Osmanlı Devleti’nin en yüksek rütbeli memurları pazarlıklar sırasında
tamamıyla sultanlarının gücüne dayalı dürüst bir diplomasi kullanıyorlardı.
Rugusalılar 15. yüzyılda; Türkler önce sert davranıyor, sonra yumuşarlar
demişlerdi. Venedikliler ise bir seferinde kendi acı tecrübelerine sahip Macar kralına
şöyle yazmıştı: “Türklerin para için her şeyi yapma alışkanlıklarını siz de
biliyorsunuz; kim daha fazla para verirse o kazanır.” Ve bir başka yazıda “Parasız
hiçbir şey olmaz. Zira divân-ı hümâyûn para istiyor, boş vaatler değil.”44
1455 ile 1515 arasında Dubrovnik Osmanlı Balkanlarında bir dizi daimi ticari
yerler oluşturdu. Doğu Balkanlarda bunların başında Sofya gelir. Diğer yerler Vidin
[Ragusan belgelerinde Bdigno olarak geçer], Nicopolis, Philippopolis [Plovdiv,
Felibe], Novi Pazar [Yeni Pazar], Prokuplje, Piriştine ve Tırnova'dır.45
Onaltıncı yüzyılın ilk 20 yılı, Türk-Venedik Savaşı'nın (1499-1502)
başlangıcından Belgrat'ın Osmanlılar tarafından fethine (1521) kadar, Balkanlarda
Ragusan ticaretinin barışçıl gelişimini gördü. 1520 ile birlikte Ragusan tüccarları
Osmanlının Balkanları son fethi sürecinde geçici olarak kaybetmiş oldukları seçkin
ticari yerlerini tamamıyla geri kazandılar. Suriye, Filistin ve Mısır'ı 1517'de
topraklarına katmasıyla birlikte I. Selim Osmanlı Devleti’ni, Halil İnalcık'ın belirttiği
gibi, bir dünya imparatorluğuna dönüştürdü. Ragusanlılar onun yeni kazanımlarına
ilgi gösterenler arasındaydılar ve Sultan bunu yeni-edinilen topraklarında Ragusan
mallarına uygulanan vergiyi yüzde 2'den 3'e çıkararak çabucak çıkarına kullandı.
Karşılığında, 1519'da Ragusanlılara İskenderiye'ye konsoloslarını atama hakkı
verildi ve böylece bu yeni Osmanlı topraklarında onlara imtiyazlı bir pozisyon da
garanti edilmiş oldu.46
Osmanlı Devleti’nde özel bir statüsü olan Raguza, Bulgaristan kıyılarından
Karadeniz’e kadar etki alanını genişletmiştir. Tahıl ticaretinde üstlendiği rol ile

42 Zlatar, “Ottoman Balkans”, s. 478.


43 Zlatar, “Ottoman Balkans”, s. 478.
44 Jorga, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, s. 407.
45 Zlatar, “Ottoman Balkans”, s. 479.
46 Zlatar, “Ottoman Balkans”, s. 479-480.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 114

zamanla bir ticaret şehri görünümünü almış, ancak 1570’de Osmanlı Devleti’nin
Kıbrıs’ı fethiyle başlayan Venedik-Osmanlı düşmanlığından olumsuz etkilenmiştir.47
Hiç şüphe yok ki Belgrat'ın 1521'de Türkler tarafından ele geçirilmesi ile yeni
bir Dubrovnik'in Balkan ticareti kitabı açıldı. Böylece, Muhteşem Süleyman'ın
hükümdarlığı döneminde (1520-1566) Ragusan tüccarlarının payına düşen
ekonomik avantajlar muhtemelen Dubroknik'in Türk-yanlısı politikasının en ikna
edici nedenleri idi. Balkan ticaretindeki bu hızlı yükselme dönemi Ragusan’ın
Batı'ya ihracatlarının geçici olarak Venedikliler tarafından durdurulmasına rağmen
1537-40 Türk-Venedik Savaşı yüzünden kesintiye uğramadı. Venedikliler Osmanlı
limanlarına yapılan Ragusan deniz ticaretine son verdiler fakat Türk mallarının çoğu
Dubrovnik'e karadan kervanlarla iç kısımdan ulaştığından dolayı Ragusan
tüccarlarının Osmanlı Balkanlarındaki ticari aktiviteleri artmaya devem etmiştir.
Bununla birlikte bu savaşın Ragusan ticaretinin ciddi şekilde yer değiştirmesine çok
az etkisi olması da Dubrovnik'in Türk-yanlısı gidişatının bir başka nedeni idi. Çünkü,
Venediklilerin bu savaş sırasında Dubrovnik'i denizden bloke etmeye çalışmaları
müttefiklerini, papa ve İspanya'yı, Dubrovnik'i zaptetmeye ve Türk buğdayından
yoksun olan kendi nüfuslarını beslemek için tüm tahıl taşıyan Ragusan gemilerine
el koymaya ikna etmeye çalışmak içindi. Bu yüzden, Türk tahılı Venedik her elde
edemediğinde ve buna karşın Dubrovnik'in nüfusunun (kendi bölgesi içinde 30 ile
50,000 arasında) Osmanlı İmparatorluğu'ndan yıllık 2,000 cari'lik (takriben 40,000
hektolitre) düzenli ithalata güvenmek zorunda olduğunda Venedik ile Dubrovnik
arasında anlaşmazlık sebebi olmuştur. Sürekli Türk tahılına bağımlı olmaya
zorlanan Dubrovnik'in yönetici asilzadeleri Bab-ı ali'nin buğdayını politik amaçlar
için kullanabileceğini ve kullandığını fark ettiler; ne zaman isterse Bab-ı ali sadece
Ragusan’a buğday ihracatını durdurabilirdi ve böylece Ragusan nüfusunu açlığa
mahkum edebilirdi. Böyle bir açlık şehirde asillerin yönetimini tehlikeye sokabilirdi
ve bu yüzden Ragusan hükümetinin Bab-ı ali ile ilişkilerini dostane ve bir çeşit
itaatkar çerçevede, açıkça Bab-ı ali de bunu tercih ediyordu, tutması için bir sebebi
daha vardı.
Orta Macaristan'ın başkenti Buda ile birlikte fethinden sonra (1541)
Ragusan tüccarları Macaristan'ın yeni-fethedilen bölgelerin her yerine dağıldılar ve
Buda'nın (1541'den sonra) ve Tenişvar'ın (1551'den sonra) önemli şehirlerinde
yoğunlaştılar. Ve bu dönemde (1541-1569) Balkanlardaki ve Tuna havzasındaki

47 “Ragusa, which because of its special status as an Ottoman tributary was able to enter the Black Sea to find cargo on the Bulgarian

coast, continued thereafter to make its living as a trading city state, but not to any marked degree as a grain trader. Both of these
Adriatic traders were affected adversely by Venetian-Ottoman hostilities connected with the Ottoman conquest of Cyprus in 1570.
French ships were already bringing to Marseilles in the 1560s a part of the trade formerly concentrated in Venetian hands.” Bkz.
McGowan, Economic Life, s. 16-17.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 115

Ragusan ticareti en üst aşamaya ulaşmıştır ve Toma Popovic' e göre, Osmanlı


İmparatorluğu Dubrovnik'i daha önce olmadığı kadar iyi koruyabiliyordu. Mutlak
verilere göre, 1542 ile 1571 arasındaki otuz yıl Dubrovnik'in Balkan ticaretinin altın
çağını temsil eder. Münferit fakat çarpıcı bir örnek vermek gerekirse, Bogumil
Hrabak'a göre, 1549 ile 1562 yılları arasındaki Ragusana Türk buğdayı ihracatlar
dünya çapı oranlarına ulaşmıştır. Bu büyümeye uyum sağlamak için büyük bir kısmı
tahıl ticaretinde kullanılan Ragusan gemi taşımacılığı Venedik'inden daha büyüktü
ve muhtemelen Dubrovnik'in ticaret filosu Akdeniz'deki en büyük filoydu.
Dubrovnik limanından ticaret yapan Ragusanlı-olmayan tüccarlar için
Süleyman Dubrovnik'in kapılarında özel bir vergi toplayıcısı yerleştirdi ve bu emin'e
onlardan %5 vergi alması için emir verdi. 48
Rusçuk sicilleri arasında evasıt-ı Cemaziye’l-ahir 1050/Ekim ortaları 1640
tarihli ahidnâmenin gönderildiği bir ferman bulunmaktadır. Bu düzenlemede
“Dubrovnikli tüccarlar Rumeli vilayetlerinde karadan ve denizden getirip sattıkları
me‘tâlardan ber-karâr-ı sâbık yüzde iki akçe vereceklerdi. Gümrüklerini gümrük
amili olan voyvoda hazine-i amireye teslim edecektir. Dobrovnik kapısında sâir
Frenklerden yüzde beşer akçe alınacaktır. Dubrovnik bezirganları ‘memalik-i
mahrûse’de aldıkları metâları İstanbul’a ve Tuna iskelelerinde gemilere tahmil
ettiklerinde kimesne mani olmaya ve adet-i kadim üzere yüzde 2 akçe gümrüğün
eda eylediklerinden sonra evvelkine muhalif dikkat ve mastariye namına bir akçe
şimdiden sonra saîr bid‘adler ihdas olunmagla cümle Rumeli vilayetlerinde
Dubrovnik bezirganlarından nesne talep olunmaya ve bezirganları me‘tâların
satmayacak olurlar ise istedikleri yere alıp gidip kimesne mani olmaya”
denilmektedir.49
Bulgaristan topraklarındaki Dubrovnik ticaretinin en önde gelen merkezi
Sofya idi. 16. yüzyılda Sofya tüm balkanlarda Belgrat'tan sonra ikinci en önemli
Ragusan ticaret kolonisi haline geldi. Çok az şüphe var ki Spisarevska'nın 1450 ile
1515 arasındaki dönem ile ilgili belgeler listesinin doğruladığı gibi Osmanlının
1521'de Belgrat'ı fethinden önce Sofya Balkanlardaki en büyük Ragusan
kolonisiydi. Kuruluş tarihini bilmememize rağmen Sofya kolonisi, Bosna,
Saraybosna'daki koloniden daha eski tarihli olsa gerektir. 50
Belgrat Osmanlı Balkanlarında 16. ve 17. yüzyıllardaki açık farkla en büyük
koloniydi (Ragusan lehçesinde, kolona). Belgrat Buda ve Orta Macaristan'ın
1541'de fethine kadar sınır karakolu olarak kaldı. Ancak 1526'da Macarların
Mohaç'ta feci şekilde yenilgisinden sonra Belgrat bir ticaret merkezi olarak gelişti.

48 Zlatar, “Ottoman Balkans”, s. 487.


49 Rusçuk Sicilleri, R 1, v. 29-30.
50 Zlatar, “Ottoman Balkans”, s. 489.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 116

26 Ekim 1526 tarihli bir belge Belgrat'ta herhangi Ragusan tüccarlarının varlığından
söz etmez. Bir Ragusan tüccarından ilk defa söz edilmesi Pasko Vepricic'in 10
Nisan 1532'de Trajan Crijevic [Troianus Cerva, bir aristokrat], Benedikt Primo ve
Andrija Arbanassin'in tanıklıkları eşliğinde vasiyetini hazırladığında olmuştur. O
andan itibaren Dubrovnik Arşivlerinde Belgrat'ta ticaret yapan Ragusan tüccarları
ve Belgrat kolonisine sermayelerini koyan Ragusan yatırımcıları üzerine bol
miktarda kaynak vardır. Kredi sayısı ve yatırılan sermaye miktarına göre Belgrat
diğer kolonilerden çok daha iyi durumdaydı. Saraybosna ve Sofya ile birlikte Belgrat
Dubrovnik'in Osmanlı Balkanlarındaki ticari aktivitelerine hakim olan kolonilerin
üçler erkini oluşturuyordu. Belgrat batıdaki Saraybosna ile doğudaki Sofya
arasında, yani doğu Bosna'dan batı Bulgaristan'a, kuzeyde Sumadija'dan iki daha
küçük Prokuplje ve Novi Pazar kolonilerinin bulunduğu güney Sırbistan'a, Ragusan
tüccarlarının ticaretini kontrol ediyordu. Belgrat kolonisinin etkisi çok daha geniş
alanda hissedildi: kuzeyde Buda ve Peşt'den (o zamanlar iki ayrı yerdi) güneyde
Sremski Karlovci (Karlofça) ve batıda Slavonska Pozega'dan doğudaki Temiswar'a.
Uzun lafın kısası, Belgrat Ragusan ticaretini Buda'dan Niş'e ve Saraybosna'dan
Sofya'ya kontrol etti ve hakim oldu. Belgrat akabinde Orta Macaristan'ın Osmanlılar
tarafından fethedildiği Buda'nın 1541'de düşmesine kadar birkaç Ragusan
tüccarının soyutlanmış karakolu olarak kaldı. 1541'den sonra Belgrat'ın Osmanlı
İmparatorluğundaki açık ara en büyük Ragusan kolonisi olarak hızlı ve görkemli
yükselişi vardı. Ragusan hükümeti tarafından yakından ve sürekli gözetlenen,
denetlenen ve yönetilen Belgrat diğer tüm kolonilerin ve ticaret merkezlerinin
etrafında döndüğü bir aks haline geldi. Koloni Prokuplje ve Novi Pazar gibi ne kadar
küçükse Belgrat'la olan bağlarına o kadar çok bağımlı olmasına rağmen,
Saraybosna ve Sofya belirli oranda onun etkisinin dışına çıkabiliyordu. Bu yüzden
iddia edilebilir ki diğer beş koloni de önemli iken (özellikle Saraybosna ve Sofya),
Dubrovnik'in ticareti ve ticarete sermaye yatırımları Belgrat kolonisinin
çalışmalarıyla yakından ilişkiliydi. Bu koloninin detaylı bir analizi olmaksızın
Dubrovnik'in genel olarak ekonomik rolü ve özellikle Osmanlı İmparatorluğundaki
sermaye yatırımları doğru olarak belirlenemez.
Belgrat Balkan işlerinde bir tahıl ticareti merkezi olarak özellikle önemliydi
ve Kanuni Sultan Süleyman Ragusanlılara Belgrat'tan büyük miktarlarda (1,000 cari
veya Osmanlı İmparatorluğundan ihraç edilen 2,000 cari veya yaklaşık 40,000
hektolitrelik toplam Ragusan buğdayının yarısına denk gelen 20,000 hektolitre
civarında) tahıl ihraç etmelerine izin vermiştir.
Bir isimsiz seyyah 1621'de Belgrat'ı şöyle tanımlamıştır: Şehirdeki tüm
ticaret orada büyük özgürlükte yaşayan Dubrovnik tüccarlarının elindedir. Buraya
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 117

kumaş getiriyorlar ve İtalya'nın her yanında satılmak üzere Ancona'ya götürmek için
hayvan derileri, yün ve mum (parafin) satın alıyorlar51.
Osmanlının Bosna'yı fethinin hemen sonrasında Ragusan Senatosu
tüccarlarına Bosna'da ticaret yapmalarına izin verdi. Birçok Ragusan tüccarı
Saraybosna'da yerleşti ta ki bu yer 15. yüzyılın sonlarında Balkanlardaki en büyük
Ragusan kolonisi oldu. 52
Saraybosna'da Ragusan tüccarları bir taraftan kumaş, mücevher, Akdeniz
meyvesi ve potasyum satarlarken diğer taraftan mum (parafin)i hayvan derisi, halı
ve yün ihraç ederlerdi. 26 Nisan 1516 tarihli fermana (buyruk) göre, Sultan Bosna
kadısına Saraybosna'daki Ragusanlıları iki gruba ayırması için talimat verdi:
yerleşen ve aile oluşturanlar ve sadece Bosna'da ticaret yapanlar. Birinci grup
haraç, ispence (arazi vergisi) ve diğer vergileri ödemek zorundayken ikinci grup tüm
yükümlülüklerden muaftı.53
Dubrovnik'in tüccarları şehrin orta ve düşük sınıflarından geliyordu.
Aristokrat üyeleri, şahsen ticaret yapsalar bile, her zaman sıradan olanlarla ekip
oluşturuyordu. Aristokratlar (çok az istisna ile), kural olarak, ticaretle meşgul olmak
amacıyla ödünç para almazlardı. Aristokrat sınıf sermayeye sahip olan ve diğer
sınıflara sermaye veren hakim gruptu. Aristokratlar, bazı kayda değer istisnalarla,
bu doğrultuda ezici bir çoğunlukla ödünç alıcılar değil ödünç vericilerdi.
"Sermayeye", yani, paraya, "sahip olmak" orijinal anlamında kapitalistlerdi.54
On altıncı yüzyılın ortasından on sekizinci yüzyılın sonlarına kadar Osmanlı
ihracatının gözden geçirilmesi, kayda değer üç eğilim göstermektedir. Bunlardan
ilki, bir dizi ticaret ortaklarının belirgin bir şekilde yükselişe geçmesi ve düşmesidir:
Adriyatik tüccarları, Venedik ve Ragusa (Dubrovnik)’ya on altıncı yüzyılda
Fransa’nın da katılması, on yedinci yüzyılda İngiliz ve Hollanda üstünlüğü, sonra
yaklaşık bir yüzyıl boyunca yani on sekizinci yüzyılın sonlarına doğru Fransız
egemenliği, komşu güçlerin Kuzey, Rusya ve Habsburg imparatorluğuna
yükselmesiyle sonuçlandı.55
Osmanlı İmparatorluğu (akçedeki maden miktarının azaltılmasında ve
Sultan II. Osman ve Sultan Mustafa'nın tahttan indirilmesinde kanıtı bulunan) dahil
tüm Akdeniz bölgesini etkileyen 1619-1622 büyük krizi Dubrovnik ticaretinin
Balkanlarda kendi kolonilerinde yoğunlaşmasında neden olmuştur. Osmanlı malları
için Saraybosna ile Venedik arasında daha kısa ve daha direkt bir rota oluşturan

51 Zlatar, “Ottoman Balkans”, s. 492-493.


52 Zlatar, “Ottoman Balkans”, s. 494.
53 Zlatar, “Ottoman Balkans”, 494.
54 Zlatar, “Ottoman Balkans”, 495.
55 McGowen, Economic Life, s. 15-16.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 118

Venedik'in Split (Spalato) limanının 1592'de açılışı ile zaten zor duruma düşen
Dubrovnik Floransa'dan ithal edilen pahalı kumaşlar hariç lüks malların ticaretini
yapmaktan neredeyse vazgeçmişti ve en iyi yaptığı şeye yoğunlaşmıştı: büyük
miktarlarda derilerin, hayvan derilerinin, mumun (parafin) ve yünün İtalya'ya ihraç
edilmek üzere satın alınması ve satılması. McGovan'ın belirttiği gibi, "bir kumaş
ihracatçısı olarak Venedik'in 1600'den sonra Doğu Akdeniz ülkelerine swifti
devretmesine rağmen, takip eden yüzyıl boyunca büyük miktarlarda koyun yünü
Ragusan ikametgahları tarafından Rumeli'de toplanmış ve Adriyatik'in başına
gönderilmişti, bir kısmı şüphesiz Almanya'ya gitmek üzere, bir kısmı kırsal kuzey
İtalyan kumaş endüstrisinde kullanılmak üzere. Ragusa için 1620-1640 döneminde
ortalama yıllık 600 metrik ton yün gönderimi önerilir ve yün işlemesi bu dönemde
Ragusan ekonomisinin geçim kaynağını oluşturuyordu.
Dubrovnik'in ticareti Venedik ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki Girit
Savaşı'ndan (1645-1669), Split limanı kapatıldığında ve Dubrovnik limanı Osmanlı
Balkanlarına tek giriş haline geldiğinde, kayda değer şekilde etkilendi. 1592 ile 1667
arasında Dubrovnik'in ve Balkan Yahudilerinin rolü özellikle önemlidir. Fakat
Dubrovnik'in limanının kazançlarından faydalanmasına rağmen bunu uzun dönemli
kazanca dönüştüremedi. Şehrin birçok yerini yok eden ve hükümetini kısa süreliğine
felce uğratan 1667 yıkıcı depremi ve Girit Savaşının sona ermesi ile birlikte
Dubrovnik'in ticareti durgunluk dönemine girdi ve Mora Savaşı'nda (1684-1699)
hızla düşüşe geçti.56

DUBROVNİK’TEN BALKANLARA DAĞILAN TİCARET YOLUNUN


MUHAFIZLARI: ÇENGİÇ BEY AİLESİ
“Çengiçler” 16. yüzyıldan başlayarak Balkanlarda önemli görevlerde
bulunmuş, Osmanlı Devleti tarafından kendilerine ocaklık olarak tahsis edilen
topraklardan asker çıkarmış ve aynı zamanda hayat sahalarını imar etmiş bir
sülaledir. Çengiçlerin tarihi varlığını Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ndeki beratlardan,
mülkname kayıtlarından, Naima ve Evliya Çelebi gibi Osmanlı kaynaklarından,
Dubrovnik Arşivi kayıtlarından öğreniyoruz. Çengiç ailesinde saklanan ferman,
mülkname ve nişan kayıtları ile bu ailenin geçmişten tevarüs eden sözlü tarih verileri
de kaynaklarımıza zenginlik katmaktadır.

Çengiçler Balkanlarda
Çengiçler’in aile tarihine ilişkin kayıtları inceleyen Saffet Beyzade R. Başagiç,
İsfendiyar Bey’in oğlu ya da torunu olarak Kara Osman Bey’i işaret eder. Osmanlı

56 Zlatar, “Ottoman Balkans”, s. 505-506.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 119

Sultanı I. Süleyman (1494-1566) onlara Zagorje’de zeamet ve topraklar vermiştir.


Kara Osman Bey ardında üç çocuk bırakmış, çocuklarından biri Borijam’da, biri
Ustikolina’da, biri de Rataljim’de yaşamını sürdürmüştür. Çengiçler bundan sonra
da beşe ayrılarak Rataljci, Treşnje, Hotovlje, Mrejice, Presjenicani bölgelerine
yerleşmişlerdir. Ancak zaman içinde Ustikolina’da, Yelaç’ta ve son olarak da en çok
Gacko’da yaşayanlar ortaya çıkmıştır.
Evliya Çelebi Yelaç’taki Çengizâde atasının türbesinin varlığından
bahsetmekte ve burada: “Sırtını Yelaç Dağı’na vermiş bir kalenin altında bulunan
Zagor Nahiyesi’nde Çengiçler’den Büyük Ali Paşa’nın babaları, dedeleri, annesi ve
tüm akraba yakınları yüksek bir kubbe içinde yatıyorlardı,” şeklinde açıklamada
bulunmaktadır. Evliya Çelebi, yine bu türbenin civarında bulunan bir yapıdan
bahseder ki, “Çengizâde Ocağı” olarak tanımlanan bu konağın 300 kadar odası,
pek çok divanhanesi, hamamı, mutfağı, kileri ve 2000 at alacak kadar ahırları
bulunmaktadır. 57 Çengizâde Ocağı Osmanlı padişahı tarafından fermanla
mülknâme olarak verilen belli bir zeamet arazisiydi ve bu mülkiyet babadan oğula
geçerek yerel bir hanedan ortaya çıkaracaktı.
Evliya Çelebi Zagorye bölgesinde merhum Çengizade Ali Paşa’nın ecdadının
medfun olduğu bir kabristanı zikreder (1665).“Çengizade asitanesi, kal’a misal bir
hanedan-ı azimdir ki 300 kadar hücreleri, divanhaneleri, hamam matbah, kiler, iki
bin at alır ıstabl ile müzeyyendir. Bu diyarda böyle saray hanedanlarına ocak tabir
olunur. Çengizade Rüstem Bey burada hakire bir küheylan at ihsan olub
mihmanhanede bir gece misafir kaldık. Alessabah Rüstem Bey’den 50 adet silahlı
refikler alub at işler yol ile cebeca taşlıkları geçüp Yerleşçe58 (Yelaşça) kasabasına
geldik.” Ocaktaki odaların adedi ve ahırların genişliği mübalağalı olabilir, fakat
mezkur binalar gene büyük ve sahipleri olan Çengizadelerin o devirde epeyce
zengin oldukları, 40-50 yıl önce bu diyarlara yerleştiler –ki bunu şifahi anane de
bildirmektedir.- Evliya Çelebi’nin kaydından anlaşılır. Evliya Çelebi mezkur ocağın
bulunduğu köyü zikretmiyorsa da Zagorya bölgesinde bulunan Boriya köyünde
Çengiçlerin ilk yurdu bulunduğu kati surette kabul olunabilir. 59
Bosna, Fatih Sultan Mehmet döneminde Osmanlı Devleti’ne bağlandı (1463).
Bu tarihlerde Arnavutluk’ta İsfendiyar Bey ayaklanmış, Sırp Krallığı Venedik ile
işbirliği halinde Balkanlar’daki Osmanlı varlığını tehdit etmeye başlamıştı.
Bosnalılar’ın sorun çıkarmadan Osmanlılar’a bağlanması, Türkler’in Balkanlar’a

57 Evliya Çelebi, Evliya Çelebi Seyahatnamesi, C. 6, Haz. Seyit Ali Kahraman, Yücel Dağlı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2013, s.

302.
58 Bugün Zagorye bölgesindeki Kalinovik’in yakınlarında bir köyün adıdır.
59 Hamdi Kreşevlakoviç, Çengiç Beyleri – Osmanlı Devrinde Bosna-Hersek Feodalizmi Hakkında Bir Etüd, Çev. İsmail Eren, İstanbul

1960, s. 20-23.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 120

geçmesinden sonra (1354 yılı sonrası) karşılıklı iyi ilişkiler içinde bulunduklarını
gösterir. Sultan I. Süleyman 1520 yılında padişah olunca ilk önemli hedef olarak
Belgrat’ın fethini tasarladı. Aynı tarihlerde Katolik gücünü temsil eden Habsburglar,
Akdeniz’de ve Orta Avrupa’da Osmanlı varlığını tehdit etmekteydi. Bu nedenle
Belgrat’ın fethi önem kazanmıştı. 1521 yılında Belgrat fethedildikten sonra Bosna
Vilayeti kurularak yeni bir örgütlenmeye gidildi ve Hersek Sancağı oluştu. Dubrovnik
de bu sancağa bağlı olup, bölge ticaret için stratejik bir alan konumundaydı. 60
Çengiç Ailesi işte tam da bu koşullarda Çankırı’dan Bosna’ya görevlendirildi.
Çengiçler, Osmanlı Balkanlarının farklı noktalarında yurt tuttular. Bu noktada
işgal ettikleri statüye ilişkin bilgi vermek gerekmektedir. Bilindiği gibi Osmanlı Devleti
özellikle Türk nüfusun az olduğu bölgelerde, Ortaçağ düzeninin yerli yerli
egemenlerini kendi sistemi içine alarak sorunsuz ve yumuşak bir geçişin
gerçekleşmesini sağlamıştı. Osmanlı defterlerindeki “Bu memlekete aman
verildikte, amm-i hüküm (genel düzenleme) verilmiş ki dutageldikleri baştineleri gine
ber karar-ı sabık ellerinde ola” kaydı bu düzenlemeyi yansıtıyor. Belirli bölgelerde
fethinden önce toprak sahibi olan kişiler (asiller ve senyörler) Hristiyan Sipahi, Eflak,
Voynuk ve Martolos gibi kuruluşlar içinde eski durumlarını muhafaza etmeseler bile
mülk tasarrufu yapabilmekte, Türk sipahiler gibi kendilerine bölgelerindeki kimi
köylerin vergi gelirleri tımar olarak tevcih edilmekteydi.61
Halil İnalcık tarafından yayınlanan Arnavutluk Tahrir defterinde (1431)
Voynuklara ilişkin kayıtlara rastlıyoruz. 62 Yavuz Ercan II. Murad dönemine ait
Bulgaristan’daki Kıreva ve Pirleğe dolaylarını kapsayan tımar icmal defterindeki
“kadimi sipahilerdir. Dutageldikleri baştineleri yılda biri eşer” şeklindeki kayıtlara
dikkati çekmektedir. 63 Heat Lowry Osmanlı Devleti’nin bu siyasetinin sonucu,
imparatorluk içinde “Byzanto-Balkan” aristokrasinin varlığını dile getirir.64
Çengiçlerin hayat sahalarında “ocaklara” sahip olduklarını görüyoruz.
Bilindiği gibi Osmanlı idaresi 16. yüzyılda, irs yoluyla tasarruf edilebilen “yurtluk ve
ocaklık” uygulamasını yürürlüğe koymuştu. Kendisine bu şekilde bir arazi geliri
tevcih olunan resmi olunan o yerin sahibi değildi. Araziyi satamaz, bağışlayama,
vakfedemezdi. Yalnız o yerin şer’i ve örfi vergisi kendisine ait olurdu. Bu sistemle
sadakat ve bağlılıkları görülen beylere tevcihatta bulunulmuş, özellikle Balkanlar’da

60 Yusuf Oğuzoğlu, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanları Fetih Sürecinin Siyasi, Sosyo-Ekonomik ve Askeri Yönleri (1354-1479)”,
Uluslararası XIV. Yüzyıldan Günümüze Balkanlar ve Balkan Tarihi Kongresi (On Dördüncü Askeri Tarih Kongresi), İstanbul, 3-7 Aralık
2012.
61 Yavuz Ercan, Osmanlı İmparatorluğunda Bulgarlar ve Voynuklar, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1989, s. 2-3.
62 Bkz. Halil İnalcık, (Yay.), Hicrî 835 Tarihli Sûret-i Defter-i Sancak-i Arvanid, 2.b, TTK Basımevi, Ankara 1987; Ayrıca bkz. Halil

İnalcık, Fatih Devri Üzerine Tetkikler ve Vesikalar, TTK Basımevi, Ankara 1954, s. 164 vd.
63 Ercan, Voynuklar, s. 2-3.
64 Heath W. Lowry, The Nature of the Early Ottoman State, Suny Press; New York 2003, s. 115.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 121

bu yolla hem asker tutmak hem de bir bölgeyi korumak üzere kaynak yaratılmıştır.65
Ocaklık sancakları Bosna dışında Osmanlı Devleti’nin Anadolu eyaletlerinde de
mevcuttu. Hırvatistan Sanat ve Bilimler Akademisi’nden Prof. Dr. Nenad Moačanin
Bosna’daki ocaklık tımar uygulamasını Osmanlı Arşivinden, yayınlanmış arşiv
belgelerinden ve yerel literatürden faydalanarak açıklamıştır. 66 Çengiçlere
uygulanan bu düzen sayesinde “Adriyatik hinterlandında” Osmanlı yönetimine
hizmet için imkan yaratılmıştır. Böylece Çengiçlerin kendilerine bağladığı ve
devletin imkanlar bahşettiği yerli unsurlar sayesinde Habsburg akınlarına ve
özellikle Uskoklara karşı koymak mümkün olmuştur. Böylece aşağıda Evliya
Çelebi’nin naklettiği kale ve palankalar kurulmuştur. Prof. Dr. Nenad Moačanin bu
düzenlemelerin 1526 Mohaç Zaferi sonucu Budin Beylerbeyliği’nin de teşkil
edilmesinden sonra orta ve doğu Bosna ile kuzey Hersek’de düzenlendiğini dile
getirir. 67 Aynı incelemede aktarılan bir Osmanlı arşiv kaydı duruma açıklık
getirmektedir.68 26.09.1593 tarihli bu kayıtta Bosna Beylerbeyi’ne hitap edilmekte
“Bosna, Budin ve Timişvar” Beylerbeylerinin “serhad gazilerine, oğulları olanların
oğullarına ve olmayanların ocaklarında kalan kardeşlerine” zeamet vermeğe
memur olduğu emredilmektedir.
Çengiçler’in Sırbistan Bölgesindeki Yaşam Alanları
Çengiç ailesinin büyüyerek Sırbistan sahasına dağıldığı sürede, bu yöre
sancak beylerinin yönetimindeydi. Tarihi kayıtlar, bölgenin Fatih Sultan Mehmet
tarafından kesin olarak Osmanlı Devleti’ne bağlanmasının ardından, Hırvat kökenli
Uskok korsanlarının kıyılarda ve bu yolun geçtiği Bosna-Hersek topraklarında
yağmalar yaptıklarını belirtmektedir. Bölgenin en stratejik limanı olan Dubrovnik
(Ragüza) de Adriyatik kıyısında bulunuyordu. Dubrovnik’ten Saraybosna’ya, oradan
Tuna’ya doğru işlek bir ticaret yolu vardı. Çengiçler bir bakıma bu alanın da
güvenliğini sağlamaktaydı.69
Taşlıca: Hersek sancak beylerinin çoğu Çengiç kökenli olup, bunların büyük
kısmı 70 köyü bulunan Taşlıca şehrinde oturmaktaydı. Bu alanda 24 zeamet sahibi
alaybeyi ile tımarlarıyla birlikte 3000 kişilik askeri bir güç vardı. Ayrıca Hersek
Sancak Beyi’nin kendisi de 2000 kişilik özel bir kuvveti kapısında tutuyordu.70

65 Bkz. Orhan Kılıç, “Ocaklık”, DİA, C. 33, 2007, s. 317-318; Nejat Göyünç, “Yurtluk-Ocaklık Deyimleri Hakkında”, Prof. Dr. Bekir
Kütükoğlu’na Armağan, İstanbul 1991, s. 269-277.
66 Bkz. Nenad Moačanin, “The Complex Origins of the Bosnian Ocaklık Tımar the Controversy About the Inheritable Prebends”, Halil

İnalcık Armağanı I, Doğubatı Yayınları, İstanbul 2009, s. 142-167.


67 Moačanin, “The Complex Origins” s. 161.
68 Moačanin, “The Complex Origins”, s. 165-167; Krş. BOA., Mühimme Defterleri, nr. 72, s. 275.
69 Maria Pia Pedani, Osmanlı Padişahı Adına – İstanbul’un Fethinden Girit Savaşı’na Venedik’e Gönderilen Osmanlılar, TTK Yayını,

Ankara 2011, s. 144-156.


70 Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Altıncı Kitap, s. 292-293.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 122

Taşlıca’nın medreselerinin, derviş tekkelerinin, imaretlerinin ve hamamlarının


olması Çengiçler dâhil, zeametlerden ve sancak beyliğinden sağlanan gelirlerin
vakıf olarak halka yöneltildiğinin kanıtıdır. Yine bu dönemde Taşlıca’nın 3 tane
tüccar hanı ile 200 dükkânı içeren çarşısı ve bedesteni bulunmaktaydı. Bedesten
içinde tüfekçilerin de bulunduğu sanat ehli dükkânların varlığı Çengiç Ailesi’nden
günümüze ulaşan eserlerin de kökenine işaret etmektedir.
Foça: Taşlıca’dan sonra gelen Foça şehri de Çengiçler’in yaşadıkları ve
mülklerinin olduğu bir başka alandı. Dört büyük cami ile altı medresenin bulunduğu
Foça’da, darülkurra ve darülhadis gibi yapıların da varlığı İslami ilimlerin okutulduğu
bir ortama işaret eder. Ayrıca Foça’da sekiz adet de zaviye bulunmaktaydı. Erken
Osmanlı dönemine tarihlendiği ve genellikle Bektaşi tekkeleri olduğu anlaşılan bu
kurumlarda hoşgörülü bir anlayış sergileniyordu. Böylece, hem yerli halkla ilişkilerin
kurulmasına, hem de gönüllü olarak İslamiyet’in benimsenmesine katkı
sağlanıyordu. Bunların yanı sıra şehirde bir Halvetî ve bir Kadirî Tekke de vardı.
Gabela Kalesi ve Kasabası: Çengiçler’in savunma alanı olarak tesis ettikleri
yerlerden birisi de Gabela Kalesi’dir. Bu yer Adriyatik sahillerine yakın olup,
Dubrovnik’ten Saraybosna’ya giden yol üzerinde dağlık bir alandadır. Sultan I.
İbrahim’in (1640-1648) Çengizâdeler’den Ali Paşa’ya Hersek sancak beyliğini
vermesinden sonra, Fatih Sultan Mehmet döneminde inşa edilen Gabela Kalesi’ne
bitişik yeni bir kale yaptırmışlar ve burada hem yol güvenliğinin sağlanması, hem
de bu dağlık alandan gelebilecek tehditlere karşı önemli bir üs oluşturmuşlardır.
Çengizâdeler’in bu mekânındaki askeri birlik 24 ağalığın oluşturduğu bir
gruptu. Kendilerine mülk olarak verilen alanda, yakınları birer zeamet sahibi ağa
olarak, kendi tüfekli askerlerini yetiştirip sancak beyinin emrine katıyorlardı. Kiminin
bellerinde pala ve bıçak, kiminin ellerinde balta ve nacak vardı. Çengizâdeler’in
Uskok korsanlarına karşı oluşturduğu bu özel kuvvetin zaman zaman firkateler ile
denize açılıp Sardunya, Sicilya, Korsika adalarını yağmaladıkları ve hepsinin
Boşnakça konuştukları belirtilir.
Neretva Nehri’nin suladığı alanlarda verimli topraklar bulunmaktaydı ve
buralarda pirinç yetiştiriliyordu. 300 haneli bahçeli, büyük kâgir yapılardan oluşan
Gabela Çiftliği Kasabası kalenin alt tarafında bulunuyordu.
Çernitse: Çengizâdeler’in yaşam alanlarından biri de çiftliklerinin bulunduğu
Gacko Ovası’ndaki Çernitse Kasabası’dır. Gacko Ovası aynı zamanda Dubrovnik
ile Saraybosna arasında bir menzildir. Roma döneminde “via ignatia-sol kol” denilen
bu transit yol, İstanbul’dan başlayıp, Selanik üzerinden Adriyatik’e ulaşmaktaydı.
Birenice Köyü: Çengizâdeler’e Bosna’da zeamet olarak tahsis edilmiş
yerleşim alanlarındandır. Saraybosna’nın dört saatlik doğusunda yer alan Birenice
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 123

de bir menzildi. Evliya Çelebi, bu köyün “150 adet kayağan örtülü mamur ve şenlikli”
bir yer olduğunu belirtir.71
Yelaç (Yeleçse): Hersek sınırları içinde kalan Yelaç, Çengizâde Ocağı’nın
kurulduğu yer olması bakımından önem taşımaktadır. Zagorje’de bulunan
Çengizâde Ocağı’nda ailenin dedelerinin ve tüm akrabalarının kabirleri yüksek bir
kubbe içinde yer almaktadır. Foça’ya yakın bir mahalde yer alan Çengizâde Ocağı
arkasını bir kaleye vermiş olup, kalenin varoşunda minareli küçük bir cami, bir han
ve küçük bir hamam; Bistriça Nehri üzerine kurulu Taş Köprü’nün karşısında da 10
adet dükkân bulunmaktaydı.
Beline (Biyelina): Çengiçler’in bir başka yerleşim alanı da Bosna’nın
doğusunda, İzvornik civarındaki Beline (Biyelina) idi. Çengizâde Ali Paşa, İzvornik
Sancak Beyi olduğu sıralarda (1652) hassı olan Beline Kasabası’nda mükemmel
bir ocak yaptırmıştı. Evliya Çelebi 1665 yılında bu ocak hakkında şunları söyler:
“Cümle hanelerin ma’muru Çengizâde Ali Paşa’dır. Burası, kırmızı kiremit örtülü
evlerle dolu bir büyük hanedan mekânıdır. Divanhaneleri, mutfağı, ahırları, iki katlı
evleri, çarşısı ile bir ma’mur saraydır. Bosna diyarında bir misli daha yoktur.” 72
Çengiçler’in Adriyatik’e yakın Gabela’dan Saraybosna’ya uzanan alana
dağılmış olan stratejik çizgi boyunca; kendilerine önce atalarının mezarlarının
bulunduğu Yelaç çevresinin tahsis edildiğini, sonra da gösterdikleri başarıların
ardından bu geniş alana dağılarak yaşadıklarını belirtebiliriz.
Osmanlı Hizmetindeki Çengiçler
Çengiçler’in en ünlü kişisi Ali Paşa’dır. Altı kez Hersek Sancak Beyliği yapmış,
şehit olduğu 1 Ağustos 1664 tarihine kadar 24 yıl paşa ve vezir rütbesi ile
Balkanlar’da önemli görevler üstlenmiştir. Bu ünlü devlet adamı, sadece
Çengiçler’in aile malikânelerinin olduğu Saraybosna Dubrovnik çizgisinde görev
yapmamış, Bosna’nın doğusunda İzvornik Sancak Beyliği’nde, serhatta Avusturya
sınırında, Zigetvar ve Temeşvar Kalesi muhafızlıklarında da bulunmuştur.73
Özgün belgeleri inceleyerek Çengiç Beyleri’nin tarihini kitap haline getiren
Prof. Dr. Hamdi Kreşevlakoviç74, Ali Paşa’nın Dubrovnik ilişkilerini, Prof. Dr. Brana
Nedeljkoviç’ten edindiği belge örnekleriyle açığa çıkarmıştır. Dubrovnik arşivinde
bulunan mektuplar, bu bölgede yürütülen ticarete ve Dubrovnik tüccarlarına ilişkin
bilgiler içermektedir. Bilindiği gibi sancak beylerine yaptıkları görev karşılığında has

71 Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Altıncı Kitap, s. 342.


72 Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Altıncı Kitap, s. 358-359.
73 Mustafa L. Bilge, “Ali Paşa”, DİA, C. 35, s. 50-51.
74 Hamdi Kreşevlakoviç , V. Skariç, “Podaci za historiju Hercegovine od 1566 do sredine XVII vijeka (1566 Tarihinden XVII Asrın

Ortasına Kadar Hersek Tarihi Hakkında Malumatlar)”, Lj. Stojanoviç, Stari Srpski Zapisi i Natpisi (Eski Sırp Kayıtları ve Kitabeleri),
no. 1468 ve Sergije Dimitrijeviç, Dubrovaçki Karavanr u Juznoj Srbiji u XVIII Vijeka (18. Yüzyılda Güney Sırbistan’da Duvrovnik
Kervanları) isimli eserlerini inceleyerek özgün sonuçlara ulaşmıştır.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 124

ve malikâne olarak belirli alanlar tahsis ediliyordu. Hersek Sancak Beyi Ali Paşa da,
15 yıl boyunca görev yaptığı bölgede önemli kazanımlar sağlamış, ticareti ve üretimi
arttırarak imar işlerine önem vermiştir.75
Tüm bunlara karşın Ali Paşa’nın Osmanlı hizmetindeki son yılları
dalgalanmalar içermektedir. Gerek Venedik ile ilişkilerinde, gerek Hırvatistan’ın
dağlık kesimlerine yönelik akınlarında merkezin pek onayını almamış gözüküyor.
Böyle bir ortamda 1 Ağustos 1664 yılında Split Limanı’ndan Bosna’ya uzanan yol
üzerindeki Otaçaç Kalesi civarında pusuya düşürülerek şehit olmuştur.
Bu ailenin en meşhur ferdi olarak tanınmıştır. Kendisi ilk önce Hersek livası
sipahi alaybeyi vazifesini görmüş ve daha sonra paşalığa terfi etmiştir. 1642, 1650,
1651, 1653, 1654 ve 1657 yıllarında yani altı defa Hersek sancakbeyi mevkiini ve
1648 yılında ise vezaret rütbesi almıştır. Bu tarihte Hersek sancağının kısa bir
zaman için müstakil bir eyalet olarak idare edildiği anlaşılmaktadır. 1651 yılı 26
Martında Dubrovnik asilzadelerinden Natale Prokulo, Çengiç Paşa’nın on gün evvel
Sarayevo’dan sancak merkezi olan Taşlıca’ya hareket ettiğini kendi hükümetine
bildirmektedir. Çengiç’in paşalığa terfi ettirilmesinin Sarayevo’da beklenildiği, adı
geçen Dubrovniklinin nisanın dördünde yazmış olduğu bir mektuptan
anlaşılmaktadır. Ali Paşa tarafından gönderilen ki buyruldunun üzerine, 1651 yılının
eylülünde Dubrovnik’e vardıklarına dair bir kayıt vardır.76 Ali Paşa aynı yıl içinde
Kolaşin Kalesi’ni yaptırmıştır.77 Bundan biraz önce Sultan İbrahim’in (1640-1648)
emriyle Ali Paşa Gabela kasabasında bulunan küçük kaleyi genişlettirmiştir. Ali
Paşa’nın bu mevkide ne kadar bulunduğu belli değildir. 1654 yılında Dubrovnik
kaynakları Hersek sancakbeyi olarak bir Çengiç’i zikretmektedir. 78 Bu mevkide
1653 yılında da bulunduğu, yasağın kaldırıldığı fakat Dubrovnik yünleri hariç olmak
üzere yiyecek maddelerinin ihracına müsaade verilmediği Dubrovniklilere yazmış
olduğu mektuptan anlaşılmaktadır.79 1657 yılında tekrar Hersek sancakbeyi olduğu
görülmektedir. Ali Paşa bir aralık Köstendil sancakbeyliğinde de bulunmuştur. 1661
yılında Tımışvar kalesi muhafazasına gönderilmiştir.
Herhalde bu hadiseden önce 8 Haziran 1661 tarihinde Peras’daki Ricana
kabilesi reisi olan Papas Radule, efendisine şu mektubu yazmıştır: “Gatskoya 300
yeniçerinin gelip 30 çadır kurdukları ve üç gün orada kaldıkları ve bunlarla beraber
Ali Paşa’nın da bulunduğu, bilahare Zagorye’ye geldikleri zat-ı alilerinize arz olunur.

75 Kreşevlakoviç, Çengiç Beyleri, s.35-38.


76 V. Skariç, “Podaci za historiju Hercegovine od 1566 do sredine XVII vijeka (1566 Tarihinden XVII Asrın Ortasına Kadar Hersek
Tarihi Hakkında Malumatlar)”, Glasnik Zemaljskog Muzeja, XLIII, 1931, s.58.
77 Lj. Stojanoviç, Stari Srpski Zapisi i Natpisi (Eski Sırp Kayıtları ve Kitabeleri), no. 1468.
78 Skariç, “Podaci za historiju Hercegovine”, s. 57-58.
79 Sergije Dimitrijeviç, Dubrovaçki Karavanr u Juznoj Srbiji u XVIII Vijeka (18. Yüzyılda Güney Sırbistan’da Duvrovnik Kervanları),

Belgrad 1958, s. 145.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 125

Ali Paşa’nın oğlu (Çengiç) Gatskoda bulunmakta ve zahire toplamaktadır. Ali Paşa
ise bütün bu bölgede asker toplamak için hazırlık yapmakta, fakat gideceği yeri
söylememektedir. Bazıları onun Onagoşt’da bir kale inşa ettireceğini söylemekte,
diğerleri ise sükutu muhafaza etmektedirler, fakat bir şey düşünüyorlar.”80
Ali Paşa, Hırvat bölgelerine hücumlarda bulunmuş ve 10.000 kişilik bir
kuvvetle Kranska ve İstra bölgelerine akın yapmak için hazırlanmıştır. Ancak 1
Ağustos 1664 tarihinde Sen Gotthard mevkiinde vuku bulan muharebede ise şehit
düşmüştür.81 Geride İsmail adında bir kardeşi ile Rüstem adında bir oğlu kalmıştır.
Ali Paşa Çengiç, Gatsko ovasındaki Çiftlik köyünde bir çiftliğe sahipti82. Ali
Paşa İzvornik sancakbeyliğinde bulunduğu sıralarda İzvornik paşasının hassı olan
Beline (Biyelina) kasabasında mükemmel bir ocak yaptırmıştır. Evliya Çelebi 1665
yılında bu ocak hakkında şunları söylemektedir: “Cümle hanelerinin mamuru
Çengizade Ali Paşa’nın serapa lalkon ve kırmızı kiremit örtülü bir hanedan-ı azimdir
ki müteaddid kal’a ve divanhaneler, mutbak ve ıstabl, fevkani ve tahtani hücreler ile
arasta bir saray-ı mamur olub Bosna diyarında bir misli dahi yoktur.83
1716 yılında Avusturyalılar Biyelina’ya hücum ettikleri zaman kasabayı harap
etmişler ve herhalde bu sırada mezkur sarayı da yıkmışlar. 84 Hörmann’ın şiir
mecmuasında Ali Paşa hakkında bir halk türküsü vardır. Ali Paşa’nın Dubrovnik ile
münasebetlerde bulunduğu Dubrovnik arşivinde mahfuz bulunan mektupları ispat
etmektedir.

80 P. Şaboyiç, Nikşiç, s. 29.


81 Ferdo Şişiç, Pregled Povijesti Hrvatskog Naroda (Hırvatistan Tarihi), Zagreb 1916, s.195.
82 Şabanoviç, age., s. 225.
83 Şabanoviç, age., 260.
84 G. Bodenstein, “Povijest Naselja u Posavini 1718-1739 (1718-1739 Yılları Arasında Posavina Bölgesindeki Meskun Yerlerin

Tarihi)”, Glasnik Zemaljskog Muzeja, XIX, 1907, s. 381.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 126

KAYNAKLAR
Arşiv Kaynakları
BOA. Mühimme Defteri 72, 78
BOA. Tapu Defter No: 16,
BOA. MMD, no: 5.
BOA. KK _d, 4895.
BOA. KK_d, 04756.
BOA. Rusçuk Şeriyye Sicilleri, R 1, 2, 3 nolu defterler.
Niğbolu Evkaf Defteri, Ankara Tapu ve Kadastro Gn. Müd. Arşivi, 559/1.
Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi, 527.
Literatür Kaynakları
BİLGE, Mustafa L., “Ali Paşa”, DİA, C. 35.
BODENSTEIN, G., “Povijest Naselja u Posavini 1718-1739 (1718-1739 Yılları
Arasında Posavina Bölgesindeki Meskun Yerlerin Tarihi)”, Glasnik Zemaljskog
Muzeja, XIX, 1907.
DAVID, Geza, “XVI. Ve XVII. Yüzyıllarda Belgrat’tan Viyana’ya Kadar Tuna
Boyunun Askeri – İktisadi ve Yerleşmeler Açısından Önemi”, Osmanlı Devleti’nde
Nehirler ve Göller 1, (Hazırlayanlar: Şakir Batmaz – Özen Tok), Not Yayınları, Kayseri,
2015.
DIMITRIJEVIÇ, Sergije, Dubrovaçki Karavanr u Juznoj Srbiji u XVIII Vijeka (18.
Yüzyılda Güney Sırbistan’da Duvrovnik Kervanları), Belgrad 1958.
DJURIC-ZAMOLO, Dıvna, “Belgrad”, TDVİA, C. 5, 1992.
EMECEN, Feridun, “Osmanlıların Tuna’nın Kuzeyine Yönelik İlgileri (XVI.
Asırda) Erdel Örneği”, Osmanlı Devleti’nde Nehirler ve Göller 1, (Hazırlayanlar: Şakir
Batmaz – Özen Tok), Not Yayınları, Kayseri, 2015.
ERCAN, Yavuz, Osmanlı İmparatorluğunda Bulgarlar ve Voynuklar, Türk
Tarih Kurumu, Ankara 1989.
EVLİYA ÇELEBİ, Evliya Çelebi Seyahatnamesi, C. 5-6, Haz. Seyit Ali
Kahraman, Yücel Dağlı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2013.
GÖYÜNÇ, Nejat, “Yurtluk-Ocaklık Deyimleri Hakkında”, Prof. Dr. Bekir
Kütükoğlu’na Armağan, İstanbul 1991.
HADROVICS, L., Le peuple serbe et son ẻglise sous la domination Turque, Les
Presses Universitaires de France, Paris 1947.
HALAÇOĞLU, Yusuf, “Osmanlı Devleti’nde Deniz ve Nehir İskeleleri”, Osmanlı
Devleti’nde Nehirler ve Göller 1, (Hazırlayanlar: Şakir Batmaz – Özen Tok), Not
Yayınları, Kayseri, 2015.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 127

HALAÇOĞLU, Yusuf, Osmanlı’da Ulaşım ve Haberleşme (Menziller), PTT


Genel Müdürlüğü, Ankara 2002.
HEYWOOD, Colin J., “The Ottoman Menzilhane and Ulak System in Rumeli in
the Eighteen Century”, Social and Economiç History of Turkey, ed. Osman Okyar,
Halil İnalcık, Ankara, 1980.
BOSTAN, İdris, “Osmanlı Sefer Organizasyonundan Bir Kesit: 16. Ve 17.
Yüzyıllarda Tuna’da Kurulan Askerî Köprüler”, Osmanlı Devleti’nde Nehirler ve Göller
1, (Hazırlayanlar: Şakir Batmaz – Özen Tok), Not Yayınları, Kayseri, 2015.
İNALCIK, Halil, “I. Bayezid”, DİA, C. 5, 1992, s. 231-234.
İNALCIK, Halil, “Mehmed I”, DİA, C. 28, 2003, s. 391-394.
İNALCIK, Halil, “Stefan Duşan’dan Osmanlı İmparatorluğu’na”, Fuad Köprülü
Armağanı, DTCF Yayını, Ankara 1953.
İNALCIK, Halil, Fatih Devri Üzerine Tetkikler ve Vesikalar, TTK Basımevi,
Ankara 1954.
İNALCIK, Halil, Hicrî 835 Tarihli Sûret-i Defter-i Sancak-i Arvanid, 2.b, TTK
Basımevi, Ankara 1987.
İNALCIK, Halil, Sûret-i Defter-i Sancak-i Arvanid, Türk Tarih Kurumu, Ankara
1954.
JORGA, Nicolae, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, çev. Kemal Beydilli, C.1,
Yeditepe Yayınları, İstanbul 2005.
KILIÇ, Orhan, “Ocaklık”, DİA, C. 33, 2007.
KOSTANESKI, Konstantin, Stefan Lazareviç: Yıldırım Bayezid’in Emrinde Bir
Sırp Despotu, çev. H. Mevsim, Kitap Yayınevi, İstanbul 2008.
KREŞEVLAKOVIÇ, Hamdi, Çengiç Beyleri – Osmanlı Devrinde Bosna-Hersek
Feodalizmi Hakkında Bir Etüd, Çev. İsmail Eren, İstanbul 1960.
LOWRY, Heath W., The Nature of the Early Ottoman State, Suny Press; New
York 2003.
MAXIM, Mihai, “Tuna-i ‘Âmire: Yeni Osmanlı Belgeleri Işığında Tuna
Defterdarlığı (1583-Takr. 1651)”, Osmanlı Devleti’nde Nehirler ve Göller 1,
(Hazırlayanlar: Şakir Batmaz – Özen Tok), Not Yayınları, Kayseri, 2015.
McGOWAN, Brucu, Economic Life in the Ottoman Europe: Taxation, Trade and
the Struggle for Land (1600-1800), Cambridge University Press, Cambridge-London-
New York 1981.
MOAČANIN, Nenad, “The Complex Origins of the Bosnian Ocaklık Tımar the
Controversy About the Inheritable Prebends”, Halil İnalcık Armağanı I, Doğubatı
Yayınları, İstanbul 2009.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 128

MURPHEY, Rhoads, Ottoman Warfare 1500-1700, Rutgers University Press


London 1999.
OĞUZOĞLU, Yusuf, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanları Fetih Sürecinin
Siyasi, Sosyo-Ekonomik ve Askeri Yönleri (1354-1479)”, Uluslararası XIV. Yüzyıldan
Günümüze Balkanlar ve Balkan Tarihi Kongresi (On Dördüncü Askeri Tarih Kongresi),
İstanbul, 3-7 Aralık 2012.
OĞUZOĞLU, Yusuf, Osmanlı Devlet Anlayışı, Eren Yayınevi, İstanbul 1999.
ORHONLU, Cengiz, “Gemicilik”, Türkiyat Mecmuası, XV, 1968.
PEDANI, Maria Pia, Osmanlı Padişahı Adına – İstanbul’un Fethinden Girit
Savaşı’na Venedik’e Gönderilen Osmanlılar, TTK Yayını, Ankara 2011.
SKARIÇ, V., “Podaci za historiju Hercegovine od 1566 do sredine XVII vijeka
(1566 Tarihinden XVII Asrın Ortasına Kadar Hersek Tarihi Hakkında Malumatlar)”,
Glasnik Zemaljskog Muzeja, XLIII, 1931.
STOJANOVIÇ, Lj., Stari Srpski Zapisi i Natpisi (Eski Sırp Kayıtları ve Kitabeleri),
no. 1468.
ŞIŞIÇ, Ferdo, Pregled Povijesti Hrvatskog Naroda (Hırvatistan Tarihi), Zagreb
1916.
TÜRKMEN, İlhan, XVI. Yüzyılda Belgrad Kazası, Gazi Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, Ankara 2014.
ZLATAR, Zdenko, “Dubrovnik ant the Ottoman Balkans (1430-1808)”, Türk
Tarihinde Balkanlar, ed. Zeynep İskefiyeli – M. Bilal Çelik – Serkan Yazıcı, Sakarya
Üniversitesi Balkan Araştırmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi Yayınları, Sakarya
2013.
ZLATAR, Zdenko, Dubrovnik’s Merchants and Capital In The Ottoman Empire
(1520-1620), The Isis Pres, Istanbul 2011.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 129

EKLER: ÇENGİÇ BEY AİLESİNİN OSMANLI HİZMETİNDE


DEVAMLILIĞINI GÖSTEREN KAYITLAR
EK I: Çengizade İsmail Ağa’nın 19 Şubat 1869’da Banaluka Sancağı,
Banaluka Kazâsına tâbî İlova Karyesinde Yaptığı Satış İle İlgili Hüccet
Şehrî Emin Efendi zade Es-Seyyid Mehmed Kâmil el-müvella hilafe bi-
medine-i Saraybosna nemekahu el-fakir ileyhi azze gufire lehüma.
[Mühür] Es-Seyyid Mehmed Kâmil.
Sebeb-i tahrîr-i hurûf-ı sened-i şer’ oldur ki:
Bosna Vilâyeti dâhilinde kâin Travnik Sancağı'na mülhak Akhisar Kazâsı'na
tâbî Ocak-ı Bâlâ Karyesinde sâkin Süleyman Paşa-zâde Mustafa Bey ibn Hasan
Alay Bey tarafından zikr-i âtî husûsda bey’-i takrire ve kabz-ı semene vekil olduğu
medîne-i Saraybosna'da Paluş zade Eyyub Bey İbn Lütfullah Bey ve Nejarde
Mahallesi ahalisinden Abdülhamid Ağa ibn Halil nâm kimesneler şahâdetleriyle
mahzar-ı hasm-ı câhidde sâbit ve sübut-ı vekâletine hükm-i şerʽi lâhık olan mârü'l-
beyân Ocak-ı Bâlâ karyesi ahalisinden Kapik Süleyman Ağa bin Ahmed Ağa
medîne-i mezbûrede Meclis-i Temyiz-i Hukuk-ı livâda ma‘kûd ve meclis-i şerʽ-i şerîf-
i enverde Yahya Paşa Mahallesinde Kamile Hanım ibneti Çengî zade İsmail Ağa
tarafından zikr-i âtî hususda tasdik ve kabulüne vekîl-i müseccel-i şer’îsi işbu râfiü’l-
kitâb li-eb birâderi Haydar bey ibn el-muma ileyh İsmail Ağa mahzarında bi’l-vekâle
takrir-i kelâm edüp akd-i âti’z-zikir suduruna değin müvekkilimin muma-ileyhin irsen
silk-i milk-i sahihinde münselik olan vilayet-i mezkûreye tâbî Banaluka Sancağında
nefs-i Banaluka Kazâsına tâbî İlova Karyesinde vâkî her biri etrâf-ı erbâsı
müvekkile-i mumâ-ileyhanın arazisiyle mahdud ve mümtaz yüz otuz iki bâb çiftçi
menazilden yirmi sekiz sehimden üç sehim hisse-i şâyiʽasını bicümletin mâ
yeştemiluhu ve yahvihî tarafından îcâb ve kabulü hâvî şürût-ı müfside ve kuyûd-ı
mubtıla gabn ve tağrîr ve muvâza‘adan âri bey‘-i bât-ı sahîh-i şerʽî ile bisafkatin
vâhidetin bin dokuz yüz yirmi guruş semen mukabelesinde müvekkile-i muma
ileyha Kamile Hanıma bi’l-vekâle bey’ ve temlîk ve mahallinde kabza teslim
eyledikde o dahi ber minval-i muharrer iştirâ ve temellük ve tasallut edip semenleri
olan meblağ-ı mezkur bin dokuz yüz yirmi guruşu müvekkile-i mûmâileyhanın
malından olmak üzere vekil-i mûmâileyh yedinden bi’l-vekâle tamâmen ve kâmilen
ahz ve kabz eyledim. Ba’de’l-yevm menâzil-i mahdûde-i mezkûrenin yirmi sekiz
sehimden üç sehim hisse-i şâyiʽasında müvekkilim mûmâileyhin asla ve katʽa hak
ve alâka ve medhali kalmayıp müvekkile-i mûmâ-ileyha Kamile Hanım’ın milk-i
müşterâsı ve hakk-ı sarîhi olmuştur. Keyfe mâ yeşâ ve hasbe mâ türîd mâlike ve
mutasarrıfa olsun dedikde gıbbe't-tasdîk-i şer‘î mâ vaka‘a bi't-taleb ketb olundu. Fi'l-
yevmüs-sebʽâ min Zilkâde-i şerîfe, sene hams ve semânîn ve mieteyn ve elf. (7
Zilkade 1285/19 Şubat 1869)
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 130

EK-I’de Bulunan Belgenin Aslı


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 131

EK II: Çengiçzade Haydar Bey’e Ait 4 Haziran 1868 Tarihli Tapu Senedi
Tuğra
(Sultan Abdülaziz Han)
Arz-ı mîrî Tapu senedi
Sebeb-i tasdîr-i tevkîʻ-i hümâyûn oldur ki:
Defterhâne-i Hâkânî’ye vürûd eden zîrde numaraları muharrer ilmühaber
cedvelinden müstebân olduğu vechile Banaluka Sancağı dahilinde Banaluka
Kazasında Cerkoyna Karyesinde Du nâm mahalde tarafları tarik-ı âm ve bağçesi
ve kendi tarlası ile mahdûd tahminen altı dönüm tarlayı mutasarrıfı Kâmile Hanım
binti İsmail Ağa –me’muru huzurunda Cengî zade Ali Haydar Bey’e ferağ etmiş
olmağla sene be-sene a’şâr-ı şerʻiyyesini me’muruna edâ eylemek üzere merkumun
tasarrufuna izin verildiğini müşʻir yedine iş bu sened iʻtâ kılındı. Fi 12 Safer sene
1285 [4 Haziran 1868]
Mühür (Defterhâne-i Hâkânî)
Varak numarası: 99 Defter numarası: 104
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 132

EK-II’de Bulunan Belgenin Aslı


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 133

Lefkoşa Şeriye Sicillerine Göre Osmanlı İdaresinde Kıbrıs’taki


Arnavutların Sosyo-Ekonomik Hayattaki Durumları

Ali Efdal ÖZKUL

Özet
Kıbrıs adası Akdeniz’de özellikle de Doğu Akdeniz’de bulunduğu konum itibariyle tarih boyunca birçok
milletin ve devletin ilgisini çekmiştir. Bu özelliğinden dolayı Doğu Akdeniz’de ticaret yapmak isteyen ticari
gemilerin yolu Kıbrıs adasından geçmiştir. Osmanlı Devleti 16. yüzyılda Kıbrıs adasını fethederek adayı Osmanlı
ülkesinin bir parçası haline getirmiştir. Osmanlı ülkesinde yaşayan insanların bir kısmının yolu bir şekilde adayla
kesişmiştir. Osmanlı Devleti’nde yaşayan uluslarından birisi de Arnavutlardır. Arnavutlar çeşitli mesleklerde
faaliyet göstermişler, Osmanlı ülkesinin birçok bölgesinde bulunmuşlardır. Arnavutların bulunduğu yerlerden
birisi de Kıbrıs adasıdır. Lefkoşa Şeriye sicillerindeki çeşitli kayıtlarda Arnavutlara rastlanılmaktadır. Bunlar
arasında sosyo ekonomik hayatla ilgili birçok kayıt bulunmaktadır. Lefkoşa sicillerindeki Arnavutlarla ilgili diğer
kayıtlar ise Arnavut kaptanlar ve Arnavut askerler ile ilgilidir. Araştırma Kıbrıs Lefkoşa Şeriye Sicillerinden yola
çıkılarak elde edilen veriler yerli ve yabancı kaynaklarla desteklenmiştir. Sonuç olarak çalışmada Kıbrıs adasında
yaşayan veya bir şekilde ada ile yolları kesişen Arnavutların adanın sosyo-ekonomik hayatına ve topluma
yaptıkları olumlu ve olumsuz katkılar ile bunların ada kültürüne yansımaları ile ilgili çeşitli sonuçlara ulaşılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Osmanlı, Şeriye Sicili, Arnavut, Lefkoşa, Kıbrıs, Ticaret
THE POLITICAL, SOCIAL AND ECONOMIC SITUATION OF THE ALBANIANS IN CYPRUS UNDER
OTTOMAN ADMINISTRATIONS ACCORDING TO THE NICOSIA SHARIA REGISTERS
Abstract
Cyprus has attracted the attention of many nations and states throughout the history due to its location
in the Mediterranean, especially in the Eastern Mediterranean. Because of this feature, the route of commercial
ships that want to trade in the Eastern Mediterranean has passed through the island of Cyprus. The Ottoman
Empire conquered the island of Cyprus in the 16th century and made it a part of the Ottoman Empire. Thus, the
possibility that some of the people living in the Ottoman State intersected with the candidate somehow increased.
People of various nationalities lived within the borders of the Ottoman Empire. One of these nations is Albanians.
Albanians have been active in various professions and have been present in many parts of the Ottoman State.
Albanians are found in various records in the Nicosia Sharia registers. Among these, there are many records
related to socio-economic life such as estate, heritage and trade. Other records of Albanians in the Nicosia
register relate to Albanian captains and Albanian soldiers. In the study, the data obtained from the Cyprus Nicosia
Sharia Registers were supported by domestic and foreign sources. As a result, the research has reached various

Prof. Dr. Yakın Doğu Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Lefkoşa-KKTC, aliefdal.ozkul@neu.edu.tr
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 134

conclusions about the positive and negative contributions of the Albanians living on the island of Cyprus or
intersecting with the island to the socio-economic life of the island and their reflections on the island culture.
Key Words: Ottoman, Sheri Register, Nicosia, Albanian, Cyprus, Trade

GİRİŞ
Arnavutlar Osmanlı egemenliğine Fatih Sultan Mehmet devrinde zorlu bir
mücadelenin ardından 15. yüzyıl ortalarında girmişlerdi. Arnavutlar aşiret bağı ve
farklı dini bağlılıklarla bölünmüşlerdi.1 Arnavut toplumu Osmanlı idaresine girdikten
sonra hızlı bir şekilde İslamiyet’e geçmişlerdi. Bunun yanında dini yapı bakımından
Arnavutların çoğunluğunu Müslümanlar oluşturmasına karşın Katolik ve Ortodoks
olanları da bulunmaktadır. 2 Asi ve mücadeleci özellikleriyle bilinen Arnavutları
Osmanlı Devleti’nin kendine ısındırma ve bağlama yöntemi olan “İstimalet”
siyasetinin etkisi büyük olmuştur. Osmanlı idaresi, Arnavutları başarılı bir şekilde
yönetmiştir. Osmanlı tarihi boyunca devlet bürokrasisinin en üst kademelerine
kadar yükselen Arnavutlar, yine de geleneksel yapılarını korumaya devam
etmişlerdi. Osmanlı Devleti tarihi boyunca yirmiye yakın Arnavut asıllı kişi
sadrazamlık görevine getirilmek suretiyle adeta devletin ortağı olmaları
sağlanmıştır. 3 Tarihi boyunca Türklerin imparatorluktaki diğer topluluklara göre
siyasi ve sosyal yönden en az sıkıntı yaşadığı halklardan birisi tüm asiliklerine
karşın Arnavutlar olmuştur denilebilir. Arnavutların Türklere karşı duyarlı ve bağlı
kalmasında; onların önemli bir kısmının Müslüman olmasının, bazen
Türkleşmesinde bazen de Arnavutlar ve Yunanlılar arasındaki Balkanlardaki siyasi
çekişmelerin rolü bulunmaktadır. 1839 tarihli Tanzimat Fermanı sonrasında gelişen
modern Türk edebiyatında Arnavutlar ve Arnavut tarihi üzerine birçok kitap
yazılmıştır. Ünlü Tanzimat yazarı Ahmet Midhat Efendi’nin romanlarından biri
Arnavutlar-Solyotlar (1888) adını taşır. Türk kültür ve edebiyatına hizmeti geçen ve
Türk milletinin bir parçası olmakla öğünen Kamus-ı Türki adlı ilk büyük Türkçe
sözlüğümüzün hazırlayıcısı Şemsettin Sami ile Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli
sembollerinden biri olan “İstiklal Marşı”nın şairi Mehmet Akif Ersoy Arnavut asıllı
Türk vatandaşlarından bazılarıdır.4
Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının kesiştiği bir noktada yer alan Kıbrıs adası
tarih boyunca farklı coğrafyalardaki halkların yoğun ilgisini çekmiştir. Bundan ötürü
ilk çağlardan itibaren birçok ulus ve uygarlığın ada ile yolları kesişmiştir. Tarih
boyunca ada ile yolları kesişen uluslardan birisi de Arnavutlardır. Türklerin 1571’de

1 Özer Özbozdağlı, “Osmanlı Hükümetinin Kosova Arnavutları Arasındaki Kan Davalarına Çözüm Bulma Çabaları 1908-1912”,
Belleten, Cilt LXXXII Sayı 295, Ankara 2018, s. 979.
2 Mustafa L. Bilge, “Arnavutluk”, TDV İslam Ansiklopedisi, C. 3, İstanbul 1991, s. 383, 387-388.
3 Rahman Ademi, “Bağımsızlığa Giden Yolda Arnavutlar”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, C. 6, S.26, 2013, s.8.
4 Sevilay Sadıkoğlu, “Kıbrıs’ta Yaşayan Arnavutlar”, Kıbrıs Gazetesi 01/04/2013.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 135

Kıbrıs adasını fethetmesinden sonra adaya Anadolu’dan getirilen Türklerin yanında


Osmanlının toplum hiyerarşisi içinde Rumlar, Ermeniler ve Arnavutlar da
bulunmaktaydı. Osmanlı Devleti’nin adayı şenlendirme politikası çerçevesinde
yürütülen iskân faaliyetleri sonucunda adanın toplum yapısı şekillendirilmiş ve bu
yapının içerisinde Arnavutlar da önemli bir yer edinmişti.
Osmanlı idaresinde adaya getirilen Arnavut askerlerin adanın kıyılarını
korsan saldırılarından korumaları hedeflenmişti. Bu amaçla Kıbrıs’ın fethinden
sonra Arnavutlar adanın kıyı bölgelerine gruplar halinde yerleştirilirler. Osmanlı
döneminde adanın birçok yerinde Arnavutların bulunduğu söylenebilir. Ancak söz
konusu devrede özellikle yerleştikleri yerler Hirsofu kıyılarındaki Arnavut Burnu5 ile
Limasol’daki Arnavut Mahallesi’dir6. Kıbrıs Türkleri arasında da Arnavutlar genel
olarak “sadık, koruyucu askerler ve kendilerine düşmanca davranan Yunanlılara
kaşı Türklerle dost tipler” olarak bilinirler. 7 Bunun kanıtlarından biri de Kıbrıs’ın
gerçek anlamda ilk Türk gazetecisi kabul edilen Ahmet Tevfik Efendi’nin, yine
adanın ilk Türkçe mizah gazetesi olan Kokonoz’da çıkardığı Arnavutlarla ilgili
yazılardır.8
Sadıkoğlu, Kıbrıs Türk Edebiyatı’nın tanınmış isimlerinden Oğuz
Yorgancıoğlu’nun kendisiyle yaptığı özel röportajda Kıbrıs’taki Arnavutlar hakkında
anlattıklarını şöyle dile getirmektedir.
“Arnavutların Kıbrıs Türk toplumuna çok katkıları vardı. Kendilerini Osmanlı
Devleti’nin bekçileri olarak gören Arnavutlar tam bir silahşordular ve korkusuzdular.
Bir bakıma 1890-1920 yılları arasında meydan okuyan Rumları sindirmede başrol
oynamışlar ve Rumları durdurmuşlardır. Arnavutların en fazla oldukları bölge
Kıbrıs’taki Arnavutluk burnudur. Burası Kıbrıs’ın en ucu olan Baf bölgesidir9. Baf’a
bağlı yaklaşık 20 köye Osmanlılar tarafından Arnavutluk’tan getirilen birçok Arnavut
yerleştirilmişti. Arnavutların adada ikinci yoğun olarak bulundukları bölge ise
Leymosun’daki (Limasol) Arnavut mahallesidir. Yine Baf bölgesinde bulunan Poli
köyünün çevresindeki 17-18 köy de Arnavut asıllıdır. Ayrıca Mesarya bölgesinde
yer alan Kufes köyünde Arnavut soyadlı birçok aile bulunmaktadır. Folklor
araştırması yaparken şu Rumca kısa cümleyi kullandıklarını tespit ettim: “Aroidez
Alvanayes: Bizim kökenimiz Arnavut’tur.” Kıbrıs’ta yaşayan Arnavutların sonradan

5 KŞS, 2/6-1. (Kıbrıs/Lefkoşa Şer‘i Sicil. Burada ilk önce defter numarası verilmiş, daha sonra sırasıyla sayfa sayısı ve hüküm

numarası belirtilmiş ve çalışmanın tamamında, sicillere yapılan atıflarda bu yol izlenmiştir.)


6 KŞS, 45/51-1.
7 Sadıkoğlu, “Kıbrıs’ta Yaşayan Arnavutlar”, Kıbrıs Gazetesi 01/04/2013
8 Kokonoz Gazetesi, 09 Temmuz 1313 (21 Temmuz 1897), Sayı 17. Kokonoz gazetesi, 28 Mayıs 1313 (09 Haziran 1897), Sayı 14.
9 Kıbrıs adası İngiltere idaresinde Lefkoşa, Mağusa, Girne, Larnaka, Limasol ve Baf şeklinde 5 kazaya bölünmüştü. Hirsofu ise bu

dönemde Baf kazasına bağlı bir yerleşim yeriydi.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 136

Türkleştiğini görüyoruz. Ben Arnavutları nerede görürsem göreyim yüz yapısı ile
dişlerinden tanırım, onların dişleri birbirine binilidir.”10
Osmanlı Devleti tarafından Lefkoşa’nın fethi sonrasında Avlonyalı Muzaffer
Paşa adanın ilk Osmanlı Beylerbeyi olarak atanmıştır. 11 Böylece Muzaffer Paşa
Osmanlı idaresinde Kıbrıs’taki Arnavutların ilk temsilcisi olmuştur. Ayrıca
Arnavutçada eşek yükü anlamına gelen Gomari (Komarî) kelimesi Kıbrıs’ın başkenti
Lefkoşa’da 17. yüzyılda inşa edilen bir hanın ismi olarak kullanılmıştır. Komarîzade
Hanı Lefkoşa’nın Büyük Han’dan sonra gelen ikinci hanı olarak kabul
edilmektedir.12 Adadaki Osmanlı idaresinden kalan Arnavutlar ile ilgili diğer yerleşim
yerleri arasında Limasol’da Arnavut Mahallesi, Arnavut Camii, Arnavut Mezarlığı da
yer almaktadır. Ayrıca Kıbrıs adasında 11 tane burun bulunmaktadır. Adanın en
Batısındaki Hirsofu kazasının bulunduğu Akama burnunun adı Osmanlı idaresinde
Arnavut Burnu olarak adlandırılmış ve bu isim günümüze kadar gelmiştir.
Mülk Satışı ile Alacak Verecek Kayıtlardaki Arnavutlar
Lefkoşa’da yaşayan bazı kişilerin Arnavut olduğu sicildeki hükümlerden
anlaşılmaktadır. Belgelerde bu kişilerin lakapları Arnavut olarak yazılmaktaydı.
Sicillerde Arnavutlar için Arnabud 13 veya Arnavud 14 kelimeleri kullanılmaktaydı.
Mustafa Çelebi Arnavud15, İvaz Beşe Arnavud16, Arnavud-zâde Mehmet Beşe17,
Arnavut Mustafa18, Arnavud Molla Ali19. Bu arada mülk satışı kayıtlarından Arnavut
Mustafa’nın Lefkoşa’nın önemli nahiyelerinden olan Değirmenlik’te mülkü olduğu
da anlaşılmaktadır. 20 Ayrıca sicildeki mülk satışı belgelerinde Lefkoşa’nın birçok
mahallesinde Arnavut lakaplı insanların yaşadıkları öğrenilmektedir.21
Lefkoşa sicilindeki 12 Ekim 1830 tarihli hükümde Arnavut’un İnbat kazası
ahalisinden olup Kıbrıs’ta sekbanlık yapmakta olan Osman’a, müteveffa İsmail Ağa
bin Abdullah’ın kendisine borcu bulunduğunu ispat etmesi üzerine müteveffanın
terekesinden elde edilen paranın tamamının, borcunun bir kısmına karşılık olmak
üzere ödenmişti.22

10 Sevilay Sadıkoğlu, “Kıbrıs’ta Yaşayan Arnavutlar” Kıbrıs Gazetesi 01/04/2013.


11 Ali Efdal Özkul, Kıbrıs’ın Sosyo-Ekonomik Tarihi (1726-1750), Dipnot Yayınları, Ankara 2010, s. 40; Recep Dündar, Kıbrıs
Beylerbeyliği 1570-1670, İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Malatya 1998, s. 672-673;
Hüseyin Kabasakal, Kıbrıs’ın Fethi, Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı, Ankara 1986, s. 60.
12 Ali Efdal Özkul, “Osmanlı Devleti İdaresi’nde Kıbrıs’ta Komârîzâde Hanı ve Vakfı”, Osmanlı Döneminde Kıbrıs Vakıfları, Ed. Mehmet

Mahfuz Söylemez, Lefkoşa 2017, s. 70, 72,74.


13 KŞS, 21/236-2; KŞS, 24/44-1.
14 KŞS, 24/55-1.
15 KŞS, 4/156-1.
16 KŞS, 5/62-1.
17 KŞS, 5/70-3.
18 KŞS, 12/4-3.
19 KŞS, 19/13-3.
20 KŞS, 12/4-3.
21 KŞS, 50/16-1; KŞS, 50/30-1.
22 KŞS, 1B/76-3.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 137

Adi Suçlara Karışan Arnavutlar


Belgelerde Kıbrıs’ta yaşayan bazı Arnavutların çeşitli adi suçlara karıştıkları
ve işledikleri suçlardan ötürü çeşitli cezalar aldıkları görülmektedir. Sicildeki 12
Aralık 1859 tarihli kayıtta Lefkoşa’nın Ebukavuk Paşa Mahallesi’nde Moralı Zabtiye
İbrahim’in evinin köşesinde 21 Kasım 1859 Pazartesi gece yarısında meydana
gelen olayda Mehmet bin Arnavut Ahmet aralarında geçen kuzu tartışması
sonucunda Mehmet bin Hüseyin bin Ali’yi elinde bulunan küçük kasap bıçağı ile
bıçaklayarak öldürmüştü. Yapılan duruşma sonucunda öldürülen Mehmet’in
mirasçılarının talebi üzerine kısas gerektiğine karar verilmişti. Ancak ilgili belgede
cezanın infazı hakkında bir kayıt bulunmamaktadır.23

Kıbrıs’a Sürgün edilen Arnavutlar


Osmanlı Devleti’nde suçluları cezalandırmak için çeşitli cezalandırma
yöntemleri kullanılmaktaydı. Devletin kullandığı yöntemlerden birisi de ülkenin
değişik bölgelerinde devlete veya kişilere karşı suç işleyenlerin ıslah olmaları için
yapılan cezalandırma usulündeki sürgünlerdir. Sürgün yeri olarak merkeze yakın
mahaller yanında özellikle ulaşımı zor olan uzak sınırlardaki şehir veya kasabalar,
kaleler ve adalar tercih edilmiştir. Osmanlı Devleti’nde sürgün yerleri olarak
kullanılan yerlerden birisi de Kıbrıs adasıydı.24 Lefkoşa sicillerinde işledikleri çeşitli
suçlardan dolayı imparatorluğun birçok farklı noktasından adaya cezire-bent veya
kale-bent olarak gönderilen Müslüman veya gayrimüslim Arnavutlara
rastlanılmaktadır. Sicildeki sürgün kayıtlarından birinde İstanbul’da
Kadıçeşmesi’nde bulunan Muid Ahmet Efendi Medresesi’nde öğrenci olup ahlaksız
hareketleri görülen Arnavut Molla Ömer müebbetten Kıbrıs’a sürgün edilmişti (28
Haziran 1794). 25 Sicildeki bir diğer sürgün kaydında adaya sürülenler arasında
Arnavut asıllı bir Hristiyan da bulunmaktaydı. İlgili kayıtta Sakız Adası’nda meydana
gelen yokluk ve pahalılığı suiistimal ederek kanunsuz işler yapan Dondi oğlu Dimitri,
Kalaycıoğlu Pike, Yani Praşkova, Kileci Yorgi, Moralı Todori ve Arnavut Nikola’nın
Kıbrıs’a sürgün edilmişlerdi (25 Eylül 1813).26
Saray-ı Cedîd’deki bazı mutfaklarda görevli olduğu sırada eşkıyalık yaptıkları
için kale-bend olan bazı kimselerin cezire-bend olarak Kıbrıs’a gönderilmişlerdi. Bu
kişiler arasında helvacıların kilercibaşı Ağasına tabi olan Arnavut Mehmet de

23 KŞS, 45/26-1.
24 Kıbrıs adasına yapılan sürgünler için bkz. Ali Efdal Özkul, “XVIII. yüzyılın ilk yarısında Kıbrıs’ta Kale-bentler ve Cezire-bentler”,
Hapishane Kitabı, Ed. Emine Gürsoy Naskali-H. Oytun Aslan, Kitabevi Yayıncılık, İstanbul 2005, s. 130-139; Ali Efdal Özkul, “Osmanlı
Devleti’nin Kıbrıs Adasına Yaptığı Sürgünler ve Sonuçları”, Osmanlı Döneminde Kıbrıs, Ed. M. Mahfuz Söylemez, İbrahim Çapak,
Halil Ortakçı, Bağcılar Belediyesi Yayınları, İstanbul 2016, s. 22-97.
25 KŞS, 21/278-2; Özkul, “Osmanlı Devleti’nin Kıbrıs Adasına Yaptığı Sürgünler”, s. 40.
26 KŞS, 28/114-4; Özkul, “Osmanlı Devleti’nin Kıbrıs Adasına Yaptığı Sürgünler”, s. 48.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 138

bulunmaktaydı. Arnavut Mehmet işlediği suçlardan dolayı daha önce Kilidü’l-bahr


Kalesinde kalebent olarak cezalandırılmıştı. Ancak belgeden anlaşıldığı üzere
kalebentlik cezası yeterli görülmeyip sonradan Kıbrıs adasına cezire-bent olarak
gönderilmişti (14 Şubat 1733).27 Bu durum da bize Kıbrıs adasındaki cezire-bent
şeklindeki cezalandırmanın Kilidü’l-bahr Kalesindeki kalebentlikten daha ağır bir
ceza olarak görülmesiydi.
Lefkoşa sicilinde işlenen bir cinayetten dolayı adaya sürgüne gönderilen bir
Arnavutın kaydı bulunmaktadır. İlgili belgede Hatice Sultan’ın malikâne olarak
tasarrufunda bulunan Haremeyn-i şerifeyn Evkafına tabi mukataadan cezîre-i
Mora’da bulunan Mizistre ve tevabii mukataası reayasından olup kaza Kocabaşısı
Haraseti’yi öldüren Derviş Mehmet ile Arnavut Ahmet’in Kıbrıs’a sürgün edildikleri
belirtilmektedir (26 Mart 1792). Söz konusu kayıtta cinayet işleyen kişilerin kimi
zaman idam edilmedikleri ve kendilerine ikinci bir şans verilebildiği
anlaşılmaktadır.28
Sicildeki sürgün ile ilgili bir başka belgede bu sefer adada sürgün cezasını
çekerken ölen bir Arnavut söz konusudur. 18 Aralık 1769 tarihli kayıt Kıbrıs’ta
sürgündeyken ölen İstanbul eski cizyedarı olan Arnavut Hacı Hasan’ın terekesi ile
ilgilidir. Söz konusu hükümde Arnavut Hacı Hasan’ın devlete külliyetli borcu
olduğundan dolayı terekesinin yeniden tespit edilerek terekedeki mallarının
müzayede ile satılarak müfredat defterinin İstanbul’a gönderilmesi istenmişti.29

Denizciler
Osmanlı Devleti denize kıyısı olan bölgeler ile Kıbrıs’ın da içerisinde olduğu
adalardan zaman zaman donanma için denizci talep etmekteydi. Bu talepler
incelendiğinde adadan donanmaya verilen leventlerin bazılarının Arnavut olduğu
görülmektedir. Lefkoşa siciline kaydedilen 30 Ağustos 1792 tarihli kayıtta Kıbrıs’tan
talep olunan ve Mübaşir Dümencibaşı Kara Mehmet Ağa’ya Tuzla iskelesinde
teslim edilen kalyoncu leventlerin arasında Baf kazasından Arnabud (Arnavut) Hacı
Ahmet Süleyman, Arnabud Mehmet Süleyman ve Arnabud Osman Hüseyin’in de
bulunduğu anlaşılmaktadır. 30 İlgili belgeden Osmanlı ordusunda birçok alanda
Arnavut asıllı askerlerin kullanıldığı öğrenilmektedir.

27 KŞS, 14/83-2.
28 KŞS, 21/209-3; Özkul, “Osmanlı Devleti’nin Kıbrıs Adasına Yaptığı Sürgünler”, s. 43.
29 KŞS, 18/89-2.
30 KŞS, 21/236-2.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 139

Arnavut Kaptanlar
Osmanlı donanmasında hizmet eden Arnavut asıllı leventler olduğu gibi
Osmanlı Devleti adına faaliyet gösteren Arnavut asıllı kaptanlar da bulunmaktaydı.
Bu kaptanların bir kısmı Akdeniz’de faaliyet gösterdikleri için yolları Doğu Akdeniz
ticaretinde önemli bir liman olan Kıbrıs adası ile kesişmekteydi. Arnavut asıllı
kaptanlar İstanbul ile Kıbrıs arasında başta hububat ve peksimet olmak üzere
devletin istediği ürünleri taşımaktaydılar. Lefkoşa sicilindeki 4 Eylül 1799 tarihli
kayıttan Dalkılıç askerlerinin ihtiyaçları için bin beş yüz kantar peksimetin
hazırlanarak Dergâh-ı Muallâ gediklilerinden Mustafa Ağa vasıtasıyla Arnavut
Mustafa Kaptan’ın gemisine yüklenerek donanmaya gönderilmesi için Kıbrıs’taki
yöneticilere bir emirname gönderildiği öğrenilmektedir.31 Ancak sicildeki başka bir
belgede Dalkılıç askerlerinin ihtiyaçları için Arnavut Mustafa Kaptan’ın gemisiyle
Donanma-yı Hümâyûn’a gönderilen bin beş yüz kantar peksimetin, geminin
fırtınaya yakalandığı ve zor şartlarda Mağusa Limanı’na sığındığı bildirilmektedir.
Arnavut Mustafa Kaptan’ın gemisini limana ulaştırmayı başarmasına rağmen
geminin hasar gördüğünden dolayı tekrar hareket edemez durumda olması
nedeniyle geminin içinde bulunan peksimetler Mağusa Limanı mahzeninde koruma
altına alınmıştı. Arnavut Mustafa Kaptan ise durumu bildirmek için başka bir gemi
ile Dersaâdet’e hareket etmişti. Sicildeki sonraki kayıtlardan kaptanın söz konusu
peksimetleri Arnavut Mustafa Kaptan tarafından 1500 kantar peksimetin Donanma
Kaptanı Seydi Ali’ye teslim edildiği belirtilmektedir (15 Ekim 1799).32
Bazı dönemlerde ise uygunsuz hava koşullarından dolayı denizde çeşitli
kazalar olmakta ve taşıma yapılan ürün ya zarar görmekte ya da yukarıdaki örnekte
olduğu gibi zarar görmeden limandaki mahzenlere konulabilmekteydi. Sicildeki 26
Kasım 1812 tarihli kayıtta İstanbul halkının ihtiyacı olan zahirenin Baf iskelesinden
İstanbul’a gönderilmek üzere Arnavut Hasan’ın gemisine yüklendiği
öğrenilmektedir.33 Ancak sonraki kayıtlardan ilgili zahirenin İstanbul’a ulaşmadığı
anlaşılmaktadır. Konu ile ilgili yapılan araştırmada Arnabud (Arnavut) Hasan
Kaptan’ın gemisinin olumsuz hava şartlarından dolayı Antalya sahillerinde battığı
anlaşılmaktadır (21 Şubat 1814).34
Bu arada Akdeniz’de Osmanlı devleti için çalışan Arnavut asıllı korsanlar da
bulunmaktaydı. Bu korsanların kimi zaman idarecileri dinlemedikleri ve çeşitli
uluslararası soruna neden oldukları da görülmekteydi. Akdeniz’deki korsanlık ile
ilgili sorun çıkaran iki Arnavut kaptanın Kıbrıs’a geldikleri düşünüldüğü için adadaki

31 KŞS, 22/86-1.
32 KŞS, 22/87-1.
33 KŞS, 28/30-3.
34 KŞS, 28/143-1.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 140

idareciler tarafından önlem alınması istenmekteydi. Lefkoşa siciline kaydedilen 13


Eylül 1794 tarihli emirnamede Midilli önlerinde bir Rus ticaret gemisini ele geçiren
Arnavut Hüseyin Kaptan ile Sakız Limanı’nda bir Venedik ticaret gemisini ele
geçiren Arnavut Tayfur Kaptan’a ait gemilerin yakalandıktan sonra bir şekilde
kaçtıkları ve büyük ihtimalle Kıbrıs’a gittikleri düşünüldüğünden bunların
görüldükleri yerde yakalanmaları bildirilmekteydi. İlgili devletlerin elçileri durumu
İstanbul’daki idarecilerin nezdinde protesto ederek Akdeniz’de meydana gelen
korsanlık faaliyetlerinin uluslararası bir soruna dönüşmesini sağlamak
istemekteydiler.35

Arnavut Askerler
Osmanlı Devleti yöneticileri savaş durumlarında ordunun ihtiyaç duyduğu
askeri temin etmek için ülkedeki yöneticilere emirnameler göndermekteydiler.
Lefkoşa sicilindeki bu tür bir belgede daha önce Kıbrıs’tan Rodos Mutasarrıfı Hasan
Bey’in maiyetine gönderilmesi emredilen askerlerin gönderilmediğinden dolayı bu
sefer iki yüz nefer askerin hazırlanarak Fransızlarla savaşmakta olan Cezzâr Ahmet
Paşa için gönderilmesi emredilmektedir. Ayrıca ilgili belgede adanın yöneticisinin
kendi emrinde bulunan Arnavutlardan ve Bozkır piyadesinden iki bayrak ile halktan
da birkaç bayrak hazırlanması istenmişti (26 Nisan 1800).36
Osmanlı ordusundaki askerlerin çeşidini ve miktarını çeşitli belgelerden de
öğrenmek mümkündür. Bu tür belgelerden birisi olan 15 Kasım1800 tarihli hükümde
H.1213 (1798-99) ve 1214 (1799-1800) yıllarına mahsuben Kıbrıs’tan ordu
ihtiyaçlarını gösteren muhasebe kaydında çeşitli gemilerle orduya katılmak için
gelen askerlerden bir kısmının da Arnavut olduğu görülmektedir. Sicildeki 12
Ağustos 1800 tarihli kayıtta söz konusu askerlerin miktarı belirtilmemesine karşın
askerlerin başbuğlarına Limasol’da 21 kantar peksimet verildiği belirtilmektedir.37
Napolyon liderliğindeki Fransa, 1798 yılında Mısır’ı işgal etmişti. Bu olumsuz
durum üzerine Osmanlı Devleti Rusya ve İngiltere ile ittifak kurarak Mısır’ı geri
almak için Fransa’ya savaş ilan etmişti.38 Bu arada Osmanlı Devleti ülkedeki Fransa
elçisi dâhil olmak üzere bütün Fransa vatandaşlarının ve Fransa koruyuculuğunda
olanların tutuklayarak mallarına el koymuştu.39 Ayrıca Osmanlı Devleti bu savaşta
kullanılmak üzere ülkenin birçok yerinden Mısır’a asker sevkine başlamıştı. Mısır’a
sevk edilen askerlerin bir kısmı ise Arnavut asıllı askerlerdi. Savaşın bitimi sonrası

35 KŞS, 21/286-2.
36 KŞS, 22/39-1.
37 KŞS, 22/120-1.
38 Şenay Özdemir Gümüş, “Napolyon’un Mısır’ı İşgali Sırasında Osmanlı Topraklarındaki Fransızlar”, Tarihin Peşinde ǦUluslararası

Tarih ve Sosyal Araştırmalar Dergisi, S. 9, 2013, s. 252-260.


39 Özdemir, agm, s. 260-269.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 141

Mısır’da kalan askerler orada çeşitli sorunlara da yol açtıkları kayıtlardan


anlaşılmaktadır. İleriki dönemde Mısır’da Osmanlı Devleti’ne sorun çıkararak
burada bir isyan başlatacak olan Kavalalı Mehmet Ali Paşa da bu sırada Mısır’a
giden Arnavut askerlerden birisidir. Bu arada Lefkoşa sicilindeki 4 Eylül 1798 tarihli
kayıtta Fransa ile yapılan savaşta Akdeniz’de bulunan Osmanlı Donanması’na
Kaptanı Abdülkadir Bey’in başbuğ tayin edildiği bildirilerek kendisi ile iletişim
içerisinde olunması ve vereceği emirler doğrultusunda hareket edilmesi
istenmektedir. Ayrıca söz konusu savaşta Rusya, İngiltere ve Osmanlı Devleti’nin
üçlü ittifak halinde olduğu tekrar hatırlatılıp İskenderiye yakınlarında Fransa
donanmasını hezimete uğrattıklarından kaçan Fransız savaş gemilerinin takibinde
gerekli özenin gösterilmesi için başta Kıbrıs olmak üzere bölgedeki idareciler
uyarılmaktadır.40
19. yüzyılın başlarında Fransa’ya karşı yürütülen savaş için Mısır’ın merkezi
Kahire’ye Fransa’ya karşı savaşmak için giden Arnavut askerlerin savaşın bitmesi
sonrasında Kahire’de karıştığı çeşitli ayaklanmaların olduğu ve Devletin bu
ayaklanmaları bastırmak için çeşitli önlemler aldığı belgelerden anlaşılmaktadır. Bu
önlemler arasında Arnavutların Mısır’dan ayrılmalarını sağlamanın yanı sıra
Kahire’ye aralarında Kıbrıs’ın da bulunduğu Osmanlı ülkesinin çeşitli yerlerinden
yeni Arnavutların da gelmesine engel olmak da bulunmaktaydı. 26 Ağustos 1803
tarihli belgede Mısır’da çeşitli ayaklanmalara karışan ve Mısır’dan ayrılarak Kıbrıs’a
gelmekte olan Arnavut ve Türk asıllı eşkıyaların adada hangi iskeleye gelir ise
oranın görevlilerince silahlarının alınıp kendilerinin hapsedilmesi
emredilmekteydi. 41 Konu ile ilgili bir başka belgede ise Kahire’de fesat çıkaran
Arnavutlara yardım için Akdeniz’in çeşitli kıyılarından veya Arnavutluk sahilinden
gemilerle Mısır’a gitmekte olan Arnavutların engellenmesi istenmekteydi. Ayrıca
Arnavutların engellenmesi için Mısır’a giden güzergâhta, Doğu Akdeniz’de kilit bir
konumda olan Kıbrıs iskelelerinde gerekli önlemlerin alınması emredilmekteydi.
Alınacak olan önlemler arasında Kıbrıs iskelelerine yanaşan tüm yabancı gemilerin
yoklanarak içinde bulunan Arnavutların yakalanması ve gemi kaptanına da ceza
verilmek üzere konsoloslarının devreye sokulması yer almaktaydı (23 Aralık
1803).42 Sicildeki bir diğer kayıtta ise Mısır’dan ayrılan ve memleketlerine dönerken
Kıbrıs iskelelerine uğradıklarında karışıklığa karışmayan Arnavutların önceki
belgeden farklı olarak gidişlerine engel olunmaması belirtilmekteydi (Nisan 1804).43
Osmanlı Devleti 1803 yılında Kahire’de meydana gelen karışıklığı çözdükten sonra

40 KŞS, 22/5-2.
41 KŞS, 24/35-1.
42 KŞS, 24/44-1.
43 KŞS, 24/55-1.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 142

tekrarlanmaması için de önlemlere devam ettiği sicildeki kayıtlardan


anlaşılmaktadır. 9 Mayıs 1806 tarihli belgede önceki yıllarda Kahire’ye Arnavut
taifesi ve askeri grupların orada çoğaldıklarında karışıklık çıkardıkları ve
memleketin asayişin bozulmasına neden oldukları belirtilmişti. Bu durumun
tekrarlanması için de askeri grupların Kahire’de çoğalmaması için Mısır için çok
önemli bir konumda olan Kıbrıs’tan ayrılacak olan gemilerle Kahire’ye gidecek olan
Arnavut askerlere izin verilmemesi istenmekteydi.44 Alınacak olan önlemlerin birisi
de bir şekilde Kıbrıs’tan ayrılan gemilere binerek Mısır tarafına giden Türk uşağı ve
Arnavut askerlerin Kahire’ye vardıklarında derhal geri geldikleri yere gönderilmeleri
ve gemilerine devletçe el konulmasının gerektiği belirtilmişti (Evail-i Rebiülevvel
1221/Mayıs 1806).45
Kıbrıs adasında tutulan muhasebe defterleri adadaki asker sayısını ve
askerin özelliklerini göstermesi açısından önem arz etmekteydi. Bunlardan birisinde
12 Mart 1800 ile 7 Ekim 1800 tarihleri arasında Kıbrıs’tan geçen devlet görevlilerine,
kaptan-ı derya, Kıbrıs Muhassılı Hüseyin Ağa ve Kıbrıs Muhâfızı Yusuf Paşa için
Kıbrıs’ta yapılan masrafların defteri incelendiğinde Baf Kocabaşısı tarafından altmış
nefer Arnavut askeri için günlük 333 kuruş harcanmıştı. Ayrıca bahsi geçen
askerlere 14 Mart 1802 tarihli Baf kocabaşısı tarafından harcanan masraflara
bakıldığında Cezzâr Ahmet Paşa’ya refakat etmesi için verilen 2 Arnavut
Bölükbaşına 35 kuruş 20 para ile 58 Arnavut askerine 61 kuruş 20 para verildiği
anlaşılmaktadır. Ayrıca ilgili kayıtta söz konusu Arnavut askerler için çeşitli adlar
altında toplam 218 kuruş masraf yapıldığı anlaşılmaktadır. Bunlar arasında altı
günde ilgili Arnavut askerleri yemekleri için kullanılan nân-ı azîz, lahm, revgan-ı
sâde ve peynir için 15 kuruş, duhân ve kahveleri için 15 kuruş ve altı gün askerlere
hizmet edenlere ödenen 15 kuruş bulunmaktaydı.46 Adanın farklı yerlerinden Tuzla
iskelesine gelen Arnavut askerleri ile ilgili sicildeki bir kayıtta adanın birçok yerinde
Arnavut asker olduğu da anlaşılmaktadır. İlgili belgede Mustafa Binbaşı yüz altmış
nefer Arnavut askeriyle Mağusa’dan Tuzla’ya geldiğinde üç günlük yemekleri için
toplam 172 kuruş harcandığı anlaşılmaktadır (30 Nisan 1803).47
Sicildeki bir diğer masraf defterinde Hicri 1219’dan (1804-05) 1222 (1807-08)
senesi sonuna kadar Kıbrıs’tan gelip geçen devlet görevlileri için yapılan masrafları
gösteren kayıtlarda Limasol’da bulunan Arnavut askerlerin bir kısmı ile ilgili bilgi
bulunmaktadır. İlgili kayıtta Limasol maslahatgüzarı Yanaci tarafından Limasol’da
bulunan 30 nefer Arnavut askerine 3 aylık (1.04.1807-6.07.1807) 50 kuruş verildiği

44 KŞS, 24/151-1.
45 KŞS, 24/164-1.
46 KŞS, 28/2-4.
47 KŞS, 25/51-1.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 143

görülmektedir (27 Şubat 1808). 48 Arnavut askerler için yapılan bu tür masraf
kayıtlarını artırmak mümkündür.
Kıbrıs’ta kalelerde kullanılan tüfeklerin bir kısmı Arnavut tüfek olarak
adlandırılmaktadır. Bu tüfekler belgelerde birçok şekilde tasvir edilmektedir. H. 1265
(1848-49) yılında Kıbrıs’taki kalelerdeki cephane ve savaş aletleri ile ilgili olarak
sayım yapılmıştı. Yapılan bu sayıma göre Lefkoşa Kalesi’nde diğer silahların
yanında 9 adet köhne Tüfeng-i Arnavut (Arnavut tüfeği) bulunmaktaydı.49 Sicilde 25
Aralık 1793 tarihli bir kayıtta ölen Kıbrıs Muhassılı Yanyalı Mehmet Bey’in yeni
muhassıl Hafız Hacı Ali Ağa’ya satılan hayvan ve eşyalarının defter kaydında 1 adet
25 kuruş değerinde sîmli bilezikli Arnabud filintası tüfek de bulunmaktaydı.50 Ayrıca
Lefkoşa sicilindeki çeşitli kayıtlarda sîm kaplama Arnabud-kârî yaldızlı tüfek51 ile 90
kuruş52 76 kuruş53 ve 40 kuruş değerlerinde54 Arnavut tüfeklere rastlanmaktadır.
Tereke kayıtları birçok alanda olduğu gibi dönemde kullanılan eşyalar ve
aletler için de önemli bilgiler vermektedir. Bu arada Lefkoşa sicillerinde bir tereke
kaydında Arnavut tüfeği ile diğer tüfekleri karşılaştırma şansına da sahip olduk. İlgili
kayıtta Lefkoşalı olup Filibe’nin Pazarcık kazası naibi iken vefat eden Hacı Ali Fehim
Efendi bin Hacı İbrahim Efendi bin Halil’in vârisleri arasında paylaştırılan tereke
defterinde çeşitli eşyalar arasında üç adet de tüfek bulunmaktadır. Bunlar 20 kuruş
değerinde 1 adet çakmaksız tüfek, 40 kuruş değerinde1 adet Arnabud (Arnavut)
tüfek ve 100 kuruş değerinde 1 adet Kaval tüfekti (21 Mayıs 1873).55

Adada Vefat eden Arnavutlar


İşledikleri suçlardan dolayı Kıbrıs adasına cezire-bent veya kale-bent
şeklinde sürgün edilen kişilerden bazıları cezalarını çekmekte iken vefat
etmekteydiler. Lefkoşa sicilindeki H. 1183 (1769-70) yılına ait kayıtta sürgünde
bulunduğu Kıbrıs’ta vefat eden İstanbul Cizyedarı Arnavut Hacı Hasan Ağa’nın
terekesinin açık artırma yoluyla satılarak bedelinin İstanbul’a gönderilmek üzere
görevlilere teslim edildiği anlaşılmaktadır. İlgili tereke kaydındaki eşyaların ve
paranın toplamının 158.812 para idi. Terekeden 3.200 para değerindeki masraflar
çıkarıldıktan sonra geriye kalan 155.612 para İstanbul’a gönderilmiştir. Tereke
incelendiğinde İstanbul Cizyedarı Arnavut Hacı Hasan Ağa’nın yanında nakit olarak
çeşitli para cinslerinden toplam 95.824 para değerinde nakit para bulunduğu

48 KŞS, 25/24-1.
49 KŞS, 1B/1-2.
50 KŞS, 21/263-1.
51 KŞS, 22/76-3.
52 KŞS, 33/164-2.
53 KŞS, 38/217-1.
54 KŞS, 51/73-1.
55 KŞS, 51/73-1.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 144

anlaşılmaktadır. Ayrıca terekenin en değerli eşyasının 10.714 para değerindeki 1


çift 99 dirhemlik sim çavuş kuşağıydı. Terekedeki eşyalar arasında çeşitli renklerde
ve değerde farklı hayvanlara ait kürkler de bulunmaktaydı. Bunlar, 2400 para
değerinde penbe şâyende Bec semmûru beden kürk, 1000 para değerinde güğez
keremsûde kaplı müsta‘mel kakım kürk, 805 para değerinde sarı keremsûde köhne
beden sincab kürk, 560 para değerinde beyaz keremsûde kaplı köhne kakım cübbe
kürk, 1 aded 509 para değerinde mâi keremsûde köhne karsak nâkası cübbe kürk
ve 362 para değerinde mor keremsûde köhne kakım cübbe kürktü. Bu arada Hacı
Hasan Ağa’nın, 1400 para değerinde bir katırı, 1300 para değerinde bir atı ve 1200
para değerinde bir beygiri de bulunmaktaydı. Terekede bulunan eşyaların çeşidi ve
cinsi bakımından Hacı Hasan Ağa’nın devlete borcu olmasına karşın varlıklı birisi
olduğu da anlaşılmaktaydı.56
Sicildeki bir başka tereke kaydı Tuzla’da misafir iken ölen ve vârisi
bulunmadığı düşünülerek mallarına beytülmal tarafından el konulan Arnavut
Feyzullah bin Hasan Efendi’ye aittir. Arnavut Feyzullah’ın daha sonra vârisinin
ortaya çıkmasıyla birlikte beytülmalde bulunan terekesi mirasçısına teslim edilmişti
(2 Eylül 1800). İlgili terekenin değerinin 33.159 para olduğu ve terekeden 11.570
para değerindeki masraflar çıkarıldıktan sonra kalan 21.589 paranın Arnavut
Feyzullah’ın mirasçısına teslim edilmişti. Tereke incelendiğinde Arnavut
Feyzullah’ın yanında nakit 2480 paranın yanında en değerli olarak 2820 para
değerinde olan Gümüş cepken ve bir tek piştov bulunmaktaydı. Ayrıca terekede
dikkat çeken bir durum da Arnavut Feyzullah’ın eşyaları arasında 122 para
değerinde 1 kıta kefenlik bez de bulunmaktaydı. Bu arada ticaretle uğraşan Arnavut
Feyzullah’ın kendini korumak için yanında bulundurduğu birisi 243 para diğeri 213
para değerinde iki tüfek ile 6 para değerinde bir adet suhte bıçağı da terekede yer
almaktaydı.57
Sicildeki bir diğer tereke kaydında aslen Bosnalı olup vefat eden Ekmekçi
Arnavut Rüstem ibn-i Abdullah’ın terekesiydi (20 Şubat 1859). Ekmekçi Arnavut
Rüstem on beş yıldan beri Lefkoşa’da ekmekçilik yapmaktaydı. Ekmekçi Arnavut
Rüstem’in mirası oğulları Ali, Ahmet ve kızı Ayşe’ye kalmıştı. Terekedeki eşyaların
değeri olan 4365 kuruş 5 paradan 236 kuruş 10 para değerindeki masraflar
çıkarıldıktan sonra mirasçılara 4128 kuruş 35 para paylaştırılmıştı. Bu arada
terekede Ekmekçi Arnavut’un eşyaları arasında 71 kuruş değerinde 1 çift piştov, 20
kuruş değerinde bir tüfek ve 51 kuruş değerinde 1 tane bıçak, 3 tane palaska ile 1
adet silahlık bulunmaktaydı.58 Sicildeki benzer bir kayıt ise aslen Yanya Vilâyeti’nin

56 KŞS, 20/16-1; Özkul, “Osmanlı Devleti’nin Kıbrıs Adasına Yaptığı Sürgünler”, s. 81.
57 KŞS, 21/52-3.
58 KŞS, 45/3-5.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 145

Ergiri Kasabası’ndan olup uzun zamandan beri ticaret amacıyla Lefkoşa’nın


Nevbethâne Mahallesi’nde yaşayan Bakkal Arnavut Abdülfettah bin Yahya’ya ait
terekedir. Bakkal Arnavut Abdülfettah terekesinin toplam değerinin 138.395 kuruş,
17 para olduğu ve 9748 kuruş, 35 para değerindeki masraflar çıkarıldıktan sonra
kalan mirasçılarına paylaştırılmıştı. Bu arada Abdülfettah’ın terekesi incelendiğinde
bakkallığın yanı sıra isteyenlere yüzde 12 hesabıyla senetle borç para verdiği ve
sadece Lefkoşa sakinlerinde değil adanın birçok yerindeki kişilerde alacağı olduğu
da anlaşılmaktadır. Terekeden anlaşıldığı üzere zengin bir ticaret adamı olan
Abdülfettah’ın çeşitli cins ve miktardaki paralarını koymak için bir kasası da vardı.
Ayrıca Bakkal Arnavut Abdülfettah cenaze masrafları ile namaz ve oruç borçlarının
kefareti (tazminatı) olmak üzere malından otuz İngiliz lirası harcanmasını vasiyet
etmişti. Bu vasiyeti gerçekleştirmesi için de Ayasofya Mahallesi’nden Mısırlı oğlu
Ahmet Efendi bin Hacı Osman Ağa’yı vasî tayin ettiği şahitlerin ifadeleriyle kesinlik
kazandığından söz konusu meblağın bu maksatlara yönelik olarak harcanmasına
mahkemece izin verilmişti (24 Ocak 1881). 59 Sicildeki her iki kayıt da bize
Arnavutluk’tan veya Osmanlı ülkesinin çeşitli bölgelerinden çeşitli amaçlar için
adaya gelen Arnavutlar olduğunu göstermektedir.

Sonuç
Osmanlı Devleti’nde yaşayan uluslarından birisi olan Arnavutlar çeşitli
mesleklerde faaliyet göstermişler, Osmanlı ülkesinin birçok bölgesinde
bulunmuşlardır. Arnavutların bulunduğu yerlerden birisi de Kıbrıs adasıdır. Lefkoşa
Şeriye sicillerindeki birçok hükümde Arnavut asıllı insanlara tesadüf edilmektedir.
Bunlar arasında sosyal, ekonomik ve siyasi hayatla ilgili birçok kayıt bulunmaktadır.
Adada yaşayan bazı ekmekçilik, bakkallık gibi esnaf dallarında faaliyet gösterdikleri
hatta faiz karşılığı ihtiyacı olan kişilere borç para vermekte oldukları belgelerden
öğrenilmektedir. Adanın birçok yerinde Arnavutlar yaşamakta olduğu belgelerden
anlaşılmaktadır. Adanın güney batı kısmında Hirsofu körfezindeki burnun adı
Osmanlı idaresinden itibaren Arnavutlar ile anılmaktadır. Ayrıca Limasol kazasında
Arnavut Mahallesi, Arnavut Camii ve Arnavut mezarlığı bulunmaktadır. Lefkoşa
sicillerindeki Arnavutlarla ilgili diğer kayıtlar ise Arnavut kaptanlar ve Arnavut
askerler ile ilgilidir. Sonuç olarak Doğu Akdeniz’de özel bir konumu olan Kıbrıs adası
bir şekilde Arnavut toplumu ile tanışmış ve adanın birçok yerinde Arnavutların izleri
bulunmaktadır. Günümüzde dahi Kıbrıs Türk halkında Arnavut lakaplı kişiler
yaşamaya devam etmektedir.

59 KŞS, 53/89-2.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 146

Kaynakça
ADEMİ, Rahman, “Bağımsızlığa Giden Yolda Arnavutlar”, Uluslararası Sosyal
Araştırmalar Dergisi, C. 6, S.26, 2013, ss.8-19.
BİLGE, Mustafa L., “Arnavutluk”, TDV İslam Ansiklopedisi, C. 3, İstanbul 1991,
ss. 383-390.
DÜNDAR, Recep Kıbrıs Beylerbeyliği 1570-1670, İnönü Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Malatya 1998.
GÜMÜŞ, Şenay Özdemir “Napolyon’un Mısır’ı İşgali Sırasında Osmanlı
Topraklarındaki Fransızlar” Tarihin Peşinde ǦUluslararası Tarih ve Sosyal
Araştırmalar Dergisi, S. 9, 2013, ss. 249Ǧ278.
KABASAKAL, Hüseyin Kıbrıs’ın Fethi, Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik
Etüt Başkanlığı, Ankara 1986.
KIBRIS ŞERİYE SİCİLİ (KŞS), 1B, 2, 4, 5, 12, 18, 19, 20, 21, 22, 24, 25, 28, 33,
38, 45, 50, 51, 53.
KOKONOZ GAZETESİ, 28 Mayıs 1313 (09 Haziran 1897), Sayı 14; 09
Temmuz 1313 (21 Temmuz 1897), Sayı 17.
ÖZBOZDAĞLI, Özer, “Osmanlı Hükümetinin Kosova Arnavutları Arasındaki
Kan Davalarına Çözüm Bulma Çabaları 1908-1912”, Belleten, Cilt LXXXII Sayı 295,
Ankara 2018, ss. 979-1011.
ÖZKUL, Ali Efdal, “Osmanlı Devleti İdaresi’nde Kıbrıs’ta Komârîzâde Hanı ve
Vakfı”, Osmanlı Döneminde Kıbrıs Vakıfları, Ed. Mehmet Mahfuz Söylemez,
Lefkoşa 2017, ss. 69-79.
ÖZKUL, Ali Efdal, “XVIII. yüzyılın ilk yarısında Kıbrıs’ta Kale-bentler ve
Cezire-bentler”, Hapishane Kitabı, Ed. Emine Gürsoy Naskali-H. Oytun Aslan,
Kitabevi Yayıncılık, İstanbul 2005, ss. 130-139.
ÖZKUL, Ali Efdal, Kıbrıs’ın Sosyo-Ekonomik Tarihi (1726-1750), Dipnot
Yayınları, Ankara 2010.
ÖZKUL, Ali Efdal, “Osmanlı Devleti’nin Kıbrıs Adasına Yaptığı Sürgünler ve
Sonuçları”, Osmanlı Döneminde Kıbrıs, Ed. M. Mahfuz Söylemez, İbrahim Çapak,
Halil Ortakçı, Bağcılar Belediyesi Yayınları, İstanbul 2016, ss. 22-97.
SADIKOĞLU, Sevilay, “Kıbrıs’ta Yaşayan Arnavutlar” Kıbrıs Gazetesi
01/04/2013.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 147

Modernisation In Bosnia And Herzegovina In The


Nineteenth Century1

Lydia PAKHOMOVA - Ksenia MELCHAKOVA

ABSTRACT
The Berlin Congress of 1878 is often seen by scholars as a watershed in the history of Bosnia and
Herzegovina. The existing research papers rarely consider modernization as a unified process, which started in
the Ottoman period and continued under the Austro-Hungarian rule. This presentation attempts to trace this
process throughout its history.
The Tanzimat reforms in Bosnia are linked to the activities of Topal Sherif Osman-pasha, who was the
Governor General of the Bosnian pashaluk (vilayet safter 1865) in 1861–1869. The reforms in the region included
changes in the administrative, miltary, economic, judicial and educational spheres. Besides that, Istanbul had to
solve the problem of integrating Bosnia and Herzegovina into the united Ottoman "space". The authorities strived
to transfrom a multi-religious and divided region into a coherent whole.
The ideological mastermind of the occupation of Bosnia and Herzegovina, the Habsburg monarchy's
Minister of Finance (1882–1903) Benjamin Kallay had essentially the same goal in mind. He actively promoted
the idea of the "Bosnian nation". Many of the reforms of the Austro-Hungarian administration were based on
Ottoman documents, especially those concerning the questions of land usage and ownership. The main
difference lay in the necessity for a new administration to integrate the Muslim elements of the region into the
predominantly Christian system.
It seems that the key distinguishing feature of the reform process in Bosnia and Herzegovina was the
context, the emergence of a national consciousness, in which the population of the neighboring territories had
taken a part and had influence over.
***
The Congress of Berlin (1878) marks a crucial turning point in historiography
of Bosnia and Hercegovina. The modernisation of the region had been considered
as a continuous process that began in the Ottoman era to continue under the
Habsburg rule. We are interested in looking at the reforms in Bosnia from more
general point of view of European modernisation of traditional and rural societies.

1 The article is written with the financial support of the Russian Foundation for Basic Research, project no 18-09-00346.
Dr. / Russian Academy of Sciences, Institute of Slavic Studies, lydia.pakhomova@gmail.com, RUSSIA FEDERATION
Dr. / Russian Academy of Sciences, Institute of Slavic Studies, RUSSIA FEDERATION
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 148

The length of the paper precludes us from providing an in-depth analysis of


transformations that occurred in the economic, cultural, social and other areas;
instead, we will outline main similarities in Bosnian modernisation under the
Ottomans (for the Ottoman era see Melchakova, 2019; for the Habsburg Bosnia
see Pakhomova, 2017) and, later, Austria-Hungary.
Bosnia’s Governor-General and Wali (from 1865) Topal Sherif Osman Pasha
introduced the Tanzimat-era reforms to the region. Before assuming the office in
1861, he had already got familiarised with the Slavic areas under Ottoman control
while serving as a muhaviz, or commander of the guard of the Belgrade Fortress.
After some years, Osman Pasha understood that the Empire needed reforms. He
invested all his energy into Bosnia’s development.
Under the Austro-Hungarian rule, regional change was undertaken by
Benjamin von Kállay (Joint Minister of Finance), who had served as a General
Consul in Belgrade between 1868 and 1875. His term in the Balkans only partly
overlapped with that of Osman Pasha. Still, Kállay was aware of Osman’s activities
because weekly updates on the local situation were sent to him by the Austro-
Hungarian Consul in Sarajevo.
In historiography, Kállay is credited with the outstanding progress he had
achieved in Bosnia as administrator. However, slower pace of the Ottoman reforms
also had its own reasons. Firstly, their active implementation embraces less than a
decade between 1861 and 1869. Secondly, as Topal Sherif Osman Pasha was
gone, the province during the six years preceding the Herzegovina Uprising in 1875,
saw 12 walis. This chaotic governance could hardly end with successful reforms.
Thirdly, the reformists’ efforts in the Ottoman Empire were based on European
experience reinforced with Austro-Hungary’s eager of assisting the Turkish
governors in Bosnia and Herzegovina. After 1878, Austro-Hungary was intended to
promote transformation aimed at integration of the region into Europe. We agree,
therefore, with Maria Todorova’s thesis that it was Europeanisation (Todorova,
1997), not mere modernization, that Bosnia and Herzegovina underwent during that
time.

ADMINISTRATIVE DIVISION
Efficient governance required administrative reforms. The Bosnian Pashalik
and the Herzegovina Sanjak were merged into the Bosnian Vilayet divided into
seven sanjaks: Sarajevo, Herzegovina, Zvornik, Banja Luka, Bihač, Novi Pazar, and
Travnik. Furthermore, sanjaks were divided into kazas headed by mudirs, and
kazas, in their turn, into districts ruled by the elders. The power of Bosnian
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 149

Governor-General, or Wali, as he was now called, was considerably expanded. The


reform resulted in creation of a permanent administrative council and an annually
summoned Vilayet-wide council that included members of all denominations (Aličić,
1983). Austria-Hungary would later preserve the Ottoman administrative division.

AGRARIAN POLICY
During the process of modernisation, agriculture was of high priority. The
document known as Safer Naredba (see Kondratieva, 1971; Šljivo, 1998) remained
the main land-use regulation from 1859 up to the Habsburgs era. Around the 1860s,
peasant-crediting organisations were formed. A total of 28,481 peasants bought
back their lands between 1879 and 1910, paying 29.3 million florins (Kapidžić,
1973). By the end of Kállay’s term, a special fund was set up to issue loans to
peasants. Colonisation was another novelty introduced by the Austro-Hungarian
authorities, who allowed all Habsburg subjects to rent and cultivate virgin and fallow
lands. According to the government’s official estimation, a family of 10 needed 8 to
10 hectares, which would be acquired into permanent ownership after a decade. By
1909, 10,000 hectares had been leased to 4,000 families.

INDUSTRY
It would be wrong to say that industry in Ottoman Bosnia was nonexistent.
Mineral resources, such as Varesh iron ores were developed. Scant reports suggest
that mining remained predominantly foreign industry. Workers and engineers there
were from Dalmatia, that is Austria, and France. Kállay planned to activate the use
of the mineral resources of Bosnia and Herzegovina (see Sugar, 1963). Under the
Habsburg rule, 138 industrial companies established in the region were employing
nearly 52,000 workers (Vyazemskaya, 2003).

ROAD INFRASTRUCTURE
Economic development was impossible without a good transportation
system, which in the mid-nineteenth century remained a weak point of Bosnia. By
the late 1850s, the region saw the construction of roads connecting Sarajevo and
Brčko, Brod, Banja Luka, Bihać, Travnik, Novi-Pazar, Višegrad and Mostar, and
from Mostar to Metkovići. While the Turks had built 900 km of roads, mainly of the
“kaldrma” design (made of little stones), the Austrians laid down 7,000 km, including
rock tunnels. Under the Ottomans, an Austrian concessionaire built around 194 km
of railroads in the Bosnian Vilayet (Vyazemskaya, 2003). By 1900, this figure
reached 1,600 sq.km (Pisarev, 1964).
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 150

TRADE
Better transport communication meant growing trade. Until 1878, Austria-
Hungary along with the neighbouring Ottoman areas remained Bosnia’s chief
trading partner. Even the red Muslim fezzes were exported from the Habsburg
Monarchy. Bosnian merchants brought goods from Vienna and Trieste to sale them
in the cities of Dalmatia and Croatia-Slavonia. In 1879, Bosnia-Herzegovina
became a part of the Austro-Hungarian custom system (see Kasumović, 2016).

URBANISATION
The Bosnian capital was to become the main example of the regional
transformation. Osman Pasha saw Sarajevo as a European-style city, ordering the
construction of modern buildings such as stores, a large hotel, and Tellali street. A
brewery was built there in 1864, which was a symbol of Sarajevo’s drive toward
Europe. This was followed by the Bosnian first post and telegraph service. However,
it was Kállay who had to finish what Osman Pasha had started. A public water
supply system was established in Sarajevo, along with 25 other Bosnian cities and
towns. Trams appears on the streets of Sarajevo four years ahead the capital city
of the Empire, Vienna (Vyazemskaya, 2003). The embankments of the Miljacka
River, which flows through Sarajevo, received a facelift with several more bridges
built, including one by a French engineer Gustave Eiffel (Kreševljaković, 1969).

HEALTHCARE
Social reform launched under the Ottomans were later also taken up by the
Habsburgs. Up until the 1860s, Bosnia lacked public medical establishments. It was
Osman Pasha who began addressing the issue in Sarajevo, where he opened
pharmacies in 1866, followed by a military and a civilian hospital for people of all
denominations. The medical staff received training in Austria-Hungary. Some
reports suggest that at least seven doctors were working in Bosnia in the Ottoman
era. The most famous was Bečlia Gall (Veli-beg), a Hungarian Islamic convert. A
Swiss Josef Koetschet was another renowned specialist who was the first personal
physician of Omar Pasha Latas and then Osman Pasha. Koetschet considered
Osman Pasha to be like a second father to him (Koetschet, 1909). During the
Habsburg era, a fully-fledged healthcare system was developed, which by 1894
could boast 80 doctors across the region and a hospital in Sarajevo outfitted with
cutting-edge equipment.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 151

EDUCATION
As Bosnia and Herzegovina were plagued by poor literacy, both Ottoman and
Austrian-Hungarian authorities were focused on education. Staka Skenderova’s
school, which provided instruction to girls of all faiths, is a vivid example of the
principle of equality among Muslims and non-Muslims that was enshrined by the
Gülhane Hatt-i şerif (1839), and later by the Hatt-i Humayun (1856). However, in
most cases Muslim and non-Muslim students were separated. The Ottomans
abolished the church and school autonomy. In 1869, a new law on education was
passed introducing the state secular secondary schools called rushdie (see Evered,
2012). The Turkish language learning became mandatory. In 1863, a library and a
reading hall for all residents was opened in Sarajevo.
The Austrians pursued a much similar policy, with secularisation an important
goal for Kállay. In areas with predominantly Orthodox populations, the government
opened new communal schools that were not tied to churches or communities.
German was optional, although a must for anyone wishing to be a civil servant or
to enrol in the army. The authorities found there the Balkan Institute (Balkanski
institut) and the Regional Museum (Zemaljski muzej).

PRINTING
Printing was introduced to Ottoman Bosnia in 1865, when Ignaz Karl Soppron
(1821–1894), better known in the South Slavic regions as Ignjat Sopron, a German
from Zemun (a town in Sothern Hungary, now in Serbia) opened the first printing
house in Sarajevo by an order of the Bosnian Vilayet Administration. Sopron
published Bosanski vjestnik (Bosnian Herald) in Serbian Cyrillic developed by Vuk
Stefanović Karadžić. Under the Turks, three bilingual newspapers, Bosna,
Sarajevsky Tsvjetnik, and Neretva, were printed in the Ottoman Turkish and
Serbian Cyrillic, but their number grew dramatically under the Habsburgs to include
periodicals in Bosnian, in both the Latin and Cyrillic scripts, German, Turkish, and
Aljamiado (Bosnian in the Arabic script).

LANGUAGE POLICY
In 1869, Governor-General of the Bosnian Vilayet Safvet Pasha issued a
decree ordering all laws and regulations be explained to the people in the
vernacular, which was for the first time officially termed Bosnian. Later, the Austro-
Hungarian administrators continued to use this name. The government asked a
professor at the Sarajevo Realgymnasium, Franjo Vuletić to write the first school
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 152

textbook of the language, which he had completed by 1890, when A Grammar of


the Bosnian Language was published.
The language policy, promoted by both prominent local reformers Topal
Sherif Osman Pasha and Benjamin von Kállay, sought to consolidate the
multiconfessional Bosnia and Herzegovina’s society in an effort to integrate it first
into the Ottoman Empire, and then into Austria-Hungary. Beginning with Osman
Pasha, Ottoman administrators worked to shape the religiously fragmented Bosnian
population into a single community (see Olyunin, 2006). The official press called the
local population “Bosnians” and their language “Bosnian”. Kállay tried to implement
his idea of the united Bosnian nation. To paraphrase Eugene Weber (Weber 1976),
both administrations pursued a “from-peasants-into-Bosnians” policy. However, this
modernisation policy ignored the local diverse characteristics and changing
processes in the Bosnian society itself. This was illustrated by the Russian
ethnologist and statesman Alexey Kharuzin. He demonstrated that modernisation
without taking into account the features of the society led to complications. In his
book Essays on the Austro-Hungarian Occupied Province Bosnia-Herzegovina,
Kharuzin wrote that purely mechanical growth of indicators did not mean the
success of modernisation (Kharuzin, 1901). In the historiography, the importance
of sociocultural factors of the Balkan societies was clearly shown by the researchers
Andrey Shemyakin and Ritta Grishina in the large-scale project “A Man in the
Balkans” (Grishina, 2004; Grishina, 2006; Grishina, 2007; Grishina, 2009). This is
the field, that we both would like to focus on in our future studies.

REFERENCES
Aličić, S.M. (1983). Uređenje Bosanskog ejaleta od 1789. do 1878. godine.
Sarajevo: Orijentalni institut u Sarajevu.
Evered, Emine Önhan. (2012). Empire and education under the Ottomans
politics, reform, and resistance from the Tanzimat to the Young Turks. London; New
York: I.B. Tauris.
Grishina, R.P. (Ed). (2004). Chelovek na Balkanakh i protsessy
modernizatsii. Sindrom otiagoshchennoi nasledstvennosti (posledniaia tret’ XIX –
pervaia polovina XX v.) [A Man in the Balkans and Modernization Processes. A
Case of Complicated Legacy (last third of the nineteenth – the first half of the
twentieth century]. Saint Petersburg: Aleteiia [in Russian].
Grishina, R.P. (Ed). (2006). Chelovek na Balkanakh. Gosudarstvo i ego
instituty: grimasy politicheskoi modernizatsii (posledniaia chetvert’ XIX – nachalo
XX v.) [A Man in the Balkans. The State and its Institutions: Contortions of Political
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 153

Modernisation (last quarter of the nineteenth – early twentieth century)]. Saint


Petersburg: Aleteiia. [in Russian].
Grishina, R.P. (Ed). (2007). Chelovek na Balkanakh: sotsiokulʹturnye
izmereniia protsessa modernizatsii na Balkanakh (seredina XIX – seredina XX v.)
[A Man in the Balkans. Socio-cultural Dimensions of Modernisation in the Balkans
(mid-nineteentth – mid-twentieth century)]. Saint Petersburg: Aleteiia. [in Russian].
Grishina, R.P. (Ed). (2009). Chelovek na Balkanakh: Vlastʹ i obshchestvo:
opyt vzaimodeĭstviia (konets XIX – nachalo ХХ veka) [A Man in the Balkans.
Government and Society: History of Interaction (late nineteenth – early twentieth
century)]. Saint Petersburg: Aleteiia. [in Russian].
Kapidžić, H. (1973). Agrarno pitanje u Bosni i Hercegovini za vrijeme
austrougarske uprave (1878–1918). Godišnjak društva istoričara Bosne i
Hercegovine. Godina XIX. 1970–1971.
Kasumović, A. (2016). Austrougarska trgovinska politika u Bosni i
Hercegovini. 1878–1914. Sarajevo: Udruženje za modernu historiju.
Koetschet, J. (1909). Osman Pascha, der letzte grosse Wesier Bosniens und
seine Nachfolger. Sarajevo: Druck und Verlag von Daniel A. Kajon.
Kondratieva, V.N. (1971). Russkie diplomaticheskie dokumenty ob agrarnykh
otnosheniiakh v Bosnii i Gertsegovine (60–70-e gg. XIX v.) [Russian Diplomatic
Documents on Agrarian Relations in Bosnia and Herzegovina (1860s–1870s)].
Moscow: Nauka [in Russian].
Kreševljaković, H. (1969). Sarajevo za vrijeme austrougarske uprave (1878–
1918). Sarajevo: Arhiv Grada Sarajeva.
Melchakova, K.V. (2019). Bosniia i Gertsegovina v obshchestvenno-
politicheskoi zhizni Rossii v 1856–1875 gg. [Bosnia-Herzegovina in Public and
Political Life of Russia in 1856–1875]. Moscow: Indrik [in Russian]. DOI:
10.31168/91674-537-5.
Olyunin, S.V. (2006). Bosniiskii eialet v kontse XVIII–70-kh gg. XIX stoletiia:
osmanskii opyt modernizatsii traditsionnogo obshchestva [The Bosnian Eyalet in
the late eighteenth through the 1870s: The Ottoman Modernisation of a Traditional
Society]. Moscow: Gumanitarii [in Russian].
Pakhomova, L.Yu. (2017). K voprosu ob avstro-vengerskom upravlenii v
Bosnii i Gertgseovine [On the Austro-Hungarian Rule in Bosnia and Herzegovina].
In Khavanova, O.V. (Ed.) Vynuzhdennoe sosedstvo — dobrovol’noe prisposoblenie
v diplomaticheskikh i mezhnatsional’nykh otnosheniiakh v Tsentral’noĭ, Vostochnoi
i Iugo-Vostochnoi Evrope XVIII–XIX vv. [Forced Neighbourhood – A Voluntary
Adaptation in Diplomatic and Interethnic Relations in Central, Eastern and South-
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 154

Eastern Europe in the Eighteenth – Twenty-first Centuries]. (Pp. 285–304).


Moscow: Nestor-Istoriia [in Russian].
Pisarev, Yu.A. (1964). Polozhenie rabochego klassa i rabochee dvizhenie v
Bosnii i Gertsegovine v 1905–1914 gg. [The Working Class and the Labor
Movement in Bosnia-Herzegovina in 1905–1914]. Moscow: Nauka [in Russian].
Šljivo, G. (1998). Bosna i Hercegovina 1854–1860. Landshut: Štamparija
Mišmaš, Šmarje Sap.
Sugar, P. (1963). Industrialization of Bosnia-Hercegovina, 1878–1918.
Seattle: University of Washington Press.
Todorova, M. (1997). Imagining the Balkans. New York: Oxford University
Press.
Vyazemskaya, E.K. (2003). Bosniia i Gertsegovina: ikh mesto i rolʹ v
evropeiskikh konfliktakh nachala XIX veka [Bosnia and Herzegovina: the Place and
Role in the European Conflicts of the Early 20th Century]. In Vinogradov, V.N. (Ed).
V “porokhovom pogrebe Evropy”. 1878–1914 gg. [In the Powder Barrel of Europe.
1878–1914 years]. (Pp. 322–354). Moscow: Indrik [in Russian].
Weber, E. (1976). From Peasants into Frenchmen. The Modernization of
Rural France, 1870–1914. Stanford: Stanford University Press.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 155

Serbia And The Opening Of The First Turkish


Parliament In 1876

Jelena PAUNOVIĆ

ABSTRACT
Great Britain was one of the most influential of the Great Powers in the failing Ottoman Empire during
the most part of the 19th century. It saw Serbia as one of the states that would inherit Turkish territories in the
Balkans. Britain as a most developed state with the working Parliament, influenced the parliamentary reforms in
Turkey and in Serbia. David Urquhart, the first British diplomat in Serbia inspired Price Milos to proclaim the
Serbian Constitution of 1835, the most democratic constitution in Serbia in the first part of the 19 th century. hilip
Hristic, was an Anglophile and the first Serbian Minister Plenipotentiary and Envoy Extraordinary to the Ottoman
empire in 1879. He also witnessed the opening of the fist Turkish Parliament after the first Turkish Constitution
of 1876 during Tanzimat reforms. This paper is aimed to compare democratic reforms in Serbia and Turkey
during the mentioned periods.
Keywords: Serbia, Turkey, Montenegro, War, Parliament, Constitution, Government, Great Britain,
Russia, Filip Hristic, Jovan Ristic.
***
The First Serbian–Turkish war started a year after the uprising in Bosnia
and Herzegovina on 10th of Jun 1876. Prince Milan Obrenovic in his address to the
Serbian Parliament (Skoupshtina) in May 1876 said that “the war between Serbian
people and the Ottoman empire was inevitable”. Serbia was by that time ready to
go to war to satisfy the needs of the Serbian people and their Serbian brethren in
Bosnia. A general peace was the ultimate goal. Prince Milan stated that Montenegro
will go to war with Turkey alongside Serbia and inhabitants of Bosnia and
Herzegovina.1
Before starting open warfare Prince Milan proposed to send a Serbian
diplomatic agent to Constantinople to start another tour of negotiations with the
Porte but the Sultan refused such a proposal. Serbia as a vassal state did not have
the right to declare war - ius belli gerendi. Instead of that Serbia proposed to send

PhD. / Department of History Faculty of Philosophy University of Belgrade, jpaunovi@f.bg.ac.rs SERBIA


1 Српске новине, 20. јун/2. јул 1876. године.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 156

an army to Bosnia and Herzegovina to administrate a peace in the province. Prince


Milan2 and Jovan Ristic3 suggested that Montenegro should ask the same thing.
Jovan Ristic was one of the most influential Serbian politicians and
diplomats, one of the creators 1869 Serbian constitution, a minister for foreign
affairs in the Prince Milan`s first government in 1872 and the Prime Minister in
1873, 1876 and 1887. He led both wars against the Ottoman Empire. He was also
a Serbian representative in the Congress of Berlin.

Picture 1.

Filip Hristic4 was chosen for this diplomatic mission to Turkey because he
was already well known in the Turkish capital. He held a post as a Serbian diplomat
on the Sublime Porte, on and off, from 1869 to 1880 and was the first Serbian
Minister Plenipotentiary and Envoy Extraordinary to the Ottoman empire in 1879.
Philip Hristic and Jovan Ristic although, belonging to two different generations, were
brothers-in-low and political associates.5

2 Prince Milan Obrenovic (1854–1901) was a Serbian Prince and a first King in modern Serbian history. He succeeded Prince Michael

Obrenovic, who was assassinated in 1868. Prince Milan Obrenovic, was a son of Milos Obrenovic, who was a son of Jevrem
Obrenovic, brother of Milos Obrenovic. This means that Milan Obrenovic was a grandnephew to Milos Obrenovic. Regency was
arranged to rule in place of the minor prince, consisting of Jovan Ristic, Milivoje Petrovic Blaznavac and Jovan Gavrilovic. He took
over power in Serbia in 1872. He ruled with the great support of the Serbian army. His prime minister Jovan Ristic was often opposed
to Milan Obrenovic`s decisions.
3 Jovan Ristic (1831–1899) was one of the most famous Serbian politicians. He was a Serbian diplomatic agent in Constantinople

during the region of Price Michael Obrenovic, a regent to Prince Milan Obrenovic, a minister for foreign affairs in the Prince Milan`s
first government in 1872 and the Prime Minister in 1873, 1876 and 1887. He was a founder of the Liberal party.
4 Filip Hristic (1819–1905) was a Serbian diplomat and politician. He was the first prime minister and a minister for foreign affairs to

Prince Michael in 1860/1861.


5 See: Jelena Paunović-Štermenski, “Philip Hristich and Jovan Ristich - two brothers in low in Serbian statehood and diplomacy”,

Београдски историјски гласник, vol. 4 (2013), 141–163.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 157

As Hristic prepared for the trip British Ambassador to the Sultan sir Henry
Eliot sends a diplomatic note to Prince Milan that a Serbian agent would not be
received at the Porte. Turkey did not approve of the Serbian proposition to send an
army to Bosnia and Herzegovina instead of Turkey. At that moment the British had
the predominant influence in Constantinople diplomacy.6
Faced with this kind of ultimatum Serbia and Montenegro made a loose
alliance against Turkey. It was decided that bought sides can act freely upon a joint
plan. Prince of Montenegro Nikola Petrovic Njegos7 tried not to commit to political
and war alliance with Serbia but he asked for war at any cost. Prince Milan
Obrenovic wanted approval for open warfare from Serbian Skoupstina in
September 1875. Since the deal could not be made with Montenegro it was decided
to postpone the war until the spring of 1876.
Serbian Parliament accepted to help the uprising in Bosnia and
Herzegovina but left war only as an option. Prince Nikola suggested that a political
contract and military convention should be made and that territories in Bosnia and
Herzegovina should be divided between Serbia and Montenegro. Administration of
Bosnia should be given to Serbia and Montenegro should govern Herzegovina.
The agreement between Serbia and Montenegro was made in Belgrade at
the beginning of June 1876. The Secret Deale about the Alliance among Serbia and
Montenegro and Military Convention was signed. It was rectified in Florence on the
15th of June the same year. Russia, who was against Serbia`s and Montenegro`s
war against Turkey, was not made aware about the pact.
On the 10th of June 1876, Philip Hristic wrote (presumably from Belgrade)
to Jovan Ristic that he was visited by British agent and Consul General to Serbia
sir William Arthur White.8 He told Hristic that it was late to propose a peace treaty
with Turkey because that kind of move would not be welcomed in Europe and
Ottoman Empire. England was isolated in Europe, nobody stud behind her but
Turkey. England had at that time an exclusive influence in Constantinople and could
not risk losing it by supporting Serbia with the new Sultan.9 Direction for the march
of Serbian army towards the West was given by Jovan Ristic himself. But the food
and supplies for 100 000 soldiers were available for only a month. Montenegro
made a truth with Turkey on the 9th of November 1876.

6 Сузана Рајић, Спољна политика Србије: између очекивања и реалности, 1868–1878 (Београд: СКЗ, 2015), 434–435; Јелена
Пауновић, Филип Христић: државник, дипломата и први српски англофил 1819–1905 (Београд: Evoluta, 2015), 136–137.
7 Petar II Njegos Petrovic (1813–1851) was a Montenegrin ruler, diplomat, politian and a poet.
8 Sir William Artur White (1824–1891) was born in Pulawy, Poland. He descended from Irish Roman Catholic family. He knew well

Polish language and was an expert on the Eastern Question. He was agent and general consul to Serbia from 1875 to 1879.
9 Murad V (1840–1904) was the 33rd Sultan of the Ottoman Empire who reigned from 30 May to 31 August 1876.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 158

Serbian society underestimated the strength of the Turkish army. Serbian


Skoupstina supported the pacification of the state. With a verbal note Prince Milan
asked Turkey for the peace on the 23rd of August 1876. But general Chernyayev 10
did not support Prince`s wish. He rashly proclaimed Milan Obrenovic IV as King
Milan I of Serbia during September's (“Deligrad Event”), and during October
Aleksinac and Deligrad were occupied by the Turks, and the road to Belgrade little
defended. An armistice was concluded, and Chernyayev resigned his command.
From the view of the Serbian diplomacy Serbia asked for minimalistic goals,
pacification of Bosnia by Serbian army instead of the Turks. Serbia was prepared
to give Herzegovina to Montenegro. Serbia offered Turkey to send a Serbian army
in Bosnia to implement Turkish law on the Bosnians. This was not accepted by
European diplomacy, especially Britain, so the Sultan refused it. At that time Great
Powers were not prepared for the beginning of the Balkan states as the successors
to Turkey.
Hristic got orders from Ristić to immediately prepare for departure to
Constantinople with Dimitrije Matic to make a peace treaty with the Turks before
things got any worse. By the orders of Prince Milan Obrenovic, Hristic went to
Bosporus on the first Serbian state steam boat “Deligrad”.

Picture 2. Steam boat “Deligrad”

10Mikhail Grigorievich Chernyayev (1828–1898) was a Russian general, who directed the Russian conquest of Central Asia during
the reign of Csar Alexander II. During the summer of 1876 he was appointed Commander-in-Chief of the Serbian army, but on entering
Turkey in Europe was driven back by Osman Pasha, who followed him into Serbia, defeating him at Zaječar and Javor during July,
and the campaign in Serbia proved disastrous.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 159

Deligrad sailed under the Serbian flag. Hristic wrote to Ristic that he had
troubles stopping the Turks from displaying the Serbian flag11 at the entrance into
the Bosporus. The Serbian flag was, at the time, a conflicted symbol of Serbian
statehood. It still had the markings of Serbian slavery to the Turks. That is why Ristic
warned Hristic not to let it be displayed publicly in the Turkish capital. 12

Picture 3. Example of Serbian flag from the first half of the 19th century

Philip Hristic`s letter from Constantinople to Ristic was dated 8th of February.
Even before Hristic`s arrival, on 24th of January 1877 General Ignatyev13 advised
the Turkish minister for foreign affairs to make direct peace with Serbia. Turkish
minister immediately spoke to the British Charge d`affairs honorable William
Nassau Joselin14. Joselin advised the Turks to follow this advice, but to keep status
quo ante bellum.15

11 See: Радош Љушић, Војводе и војводски барјаци: војно уређење устаничке Србије (1804–1815) (Београд: Медија Центар

Одбрана, 2019), 311–334.


12 Писма Филипа Хриситћа Јовану Ристићу 1868–1880, ed. Гргур Јакшић (Београд: Научна књига, 1953), 135–138.
13 Count Nikolay Pavlovich Ignatyev (1832–1908) was a Russian statesman and diplomat. He was stationed as Russian ambassador

to Ottoman Empire from 1864 to 1877.


14 Honourable William Nassau Jocelyn, Her Majesty`s Secretary to British Embassy in Constantinople was also a famous

photographer. He took the first dateable photographs in Tokyo and the first wet plate collodion photographs in Japan in 1857. He was
appointed as an assistant secretary and official photographer. Jocelyn took photographs of the Japanese Commissioners who had
negotiated the Treaty in August 1858. He also used Governments' photographic apparatus when the Mission returned to China. His
biography has not been researched and details of his life are sketchy.
15 The National Archives, Foreign Office, The Public Record Office, 78/2566, Honourable William Nassau Joselin to the Lord Derby,

Constantinople, January 24th 1877.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 160

Picture 4. Count Nikolay Pavlovich Ignatyev

Immediately after the suggestions from the British and Russian diplomats
Grand Vizier sent the telegram to Prince Milan Obrenovic and to the Montenegrins
in conciliatory language asking for peace. Saffet Pasha did not expect any serious
difficulties from Serbia. Philip Hristic and Dimitrije Matic were sent from Serbia to
negotiate the exchange of prisoners and to find the peaceful solution to the ending
of warfare with Turkey. Turks were already ready to make a less favorable peace
conditions than those demanded from Serbia.16
Still the Turkish diplomats continued to threaten Serbia. The Grand Vizier
told Nassau Joselin that if the armistice could not be made between Prince Milan
and the Sultan, Turkish forces would enter Principality, even advance to Belgrade
and they did not expect any serious opposition from the Serbians.17
A couple of days later Grand Vizier decided that only moral guarantees
would be expected from the Serbians. The “faithful execution” of valid Firman
implemented in Serbia was expected. It demanded a “joint flying of Turkish and
Serbian flags” not only on the entrance to the Bosporus, as Hristic stated, but also

16 TNA, FO 78/2566, Honourable William Nassau Joselin to the Lord Derby, Constantinople, January 27 th 1877.
17 TNA, FO 78/2566, Honourable William Nassau Joselin to the Lord Derby, Constantinople, January 28 th 1877.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 161

on all the Turkish fortresses left in Serbia. That is why Ristic and Hristic did not
accept this condition. In the end Turks gave up on this condition since that could
endanger the rest of the negotiations.18
Honorable William Nassau Jocelyn, Her Majesty`s Secretary of British
Embassy in Constantinople was stationed in Constantinople Embassy during the
conclusion of First Serbian–Turkish war in 1877. Jocelyn went immediately to
receive the address from Serbian emissaries Philip Hristic and Dimitrije Matic to the
Sultan19 about Serbian status quo after the First War. He did not wait for the Serbian
delegation to visit him. This was a special honor for Serbians. Every other influential
member of British society in Constantinople came to pay their respects to Serbian
diplomats. Hristic was also visited by the famous Eugene Schuyler20 secretary of
the American Consulate in Turkey. He played a key role in publicizing Turkish
atrocities in Bulgaria in 1876 during the April Uprising.
“Saffet Pasha21 told me today that the basis of negotiations with Serbia as
communicated yesterday were. First: engagement not to allow revolutionary
committees. Second: engagement to give the Jews and Armenians equal civil and
religious privileges with natives, third not to decrees number of fortresses, forth to
receive Ports Agent in Belgrade, fifth to send delegation to Constantinople to treat”,
informed Joselin Lord Derby by telegram on February the 6th 1877.22
The Grand Vizier Saffet Pasha greatly influenced closing of this treaty. He
gave Serbians considerable concessions. Filip Hristic and Dimitrije Matic were, by
Hristic`s words, exceptionally well received at the Port. Turkish official guard
welcomed them. Saffet Pasha himself justified Serbian actions as misshapenness.
He was glad that the war was quickly resolved and that Serbia came to its senses,
not to involve her any longer in the war between Turkey and Russia. He was sure
that the consequences of this event will soon disappear.

18 TNA, FO 78/2566, Honourable William Nassau Joselin to the Lord Derby, Constantinople, February 1st 1877; TNA, FO 78/2566,
Honourable William Nassau Joselin to the Lord Derby, Constantinople, February 5th 1877.
19 Abdul Hamid II (1842–1918) was the 34th Sultan of the Ottoman Empire and the last Sultan to exert effective control over the

fracturing state. He oversaw a period of decline, with rebellions particularly in the Balkans, and he had an unsuccessful war with the
Russian Empire followed by a successful war against the Kingdom of Greece in 1897. Hamid II ruled from August 31, 1876 until he
was deposed shortly after the 1908 Young Turk Revolution, on April 27, 1909. In accordance with an agreement made with the
Republican Young Ottomans, he promulgated the first Ottoman Constitution of 1876 on December 23, 1876, which was a sign of
progressive thinking that marked his early rule. Later, however, he noticed Western influence on Ottoman affairs and citing
disagreements with the Parliament, suspended both the short-lived constitution and Parliament in 1878 and accomplished highly
effective power and control.
20 Eugene Schuyler (1840–1890) was a nineteenth-century American scholar, writer, explorer and diplomat. He was the first American

Minister to Romania and Serbia, and U.S. Minister to Greece.


21 Mehmed Esad Saffet Pasha, also known as Saffet Pasha (1814 – 1883) was an Ottoman statesman and reformer, who served as

the Grand Vizier of the Ottoman Empire during the reign of Abdul Hamid II.
22 TNA, FO 78/2566, Honourable William Nassau Joselin to the Lord Derby, Constantinople, February 6 th 1877.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 162

After difficult negotiations, the declaration of peace was concluded. The


changes were made by both sides, Serbian primarily, and Turkish secondarily. The
most difficult conditions that the Serbians had to accept were the passage of the
Turkish army through Serbian territories and receiving a Turkish agent in Belgrade
that would overlook implantation of the peace treaty.
Hristic suggested to Ristic that the Turkish agent should be received in
Belgrade the same way as he and Matic were received at the Porte. A Serbian
official would welcome Ethem Pertew Pasha23 after he arrived in Serbia by ship,
and take him to his designated quarters. He should be situated in one of the private
houses owned by one of the Serbian politicians, near the court. That way he would
not attract too much attention of the Serbian people. One soldier should be
stationed in front of the house entrance. At the time of his reception at the Serbian
court Prince`s carriage would pick him up and take him to have an audience with
Prince Milan Obrenovic of Serbia. The Court`s guard would welcome him and salute
him. The Prince would receive him in presence of a couple of his ministers. Pertew
Pasha would have a few words with Prince and then present him a Firman. Then
they would have a ceremonial lunch. Turkish envoy was supposed to bring with him
presents for Serbian Prince and his government officials. He was supposed to give
one golden sword worth 5000 liras to the Prince, which was being especially made
for him and a couple of golden high ranking medals for Princes ministers.24
On the 11th of February Ports Agent Pertew Pasha had been already in
Belgrade and sent a very favorable report “as to the conciliatory disposition
displayed by Prince Milan”.25 The reports are inconsistent. On the same date Hristic
had written from Constantinople how should Pertew Pasha be received in Belgrade
and British agent in Constantinople informed Lord Derbi that the Serbian
plenipotentiary envoy would be send from Belgrade to make a peace treaty. In
Hristic`s letters he had already met Joselin.
By Joselin`s official reports Hristic met with British Charge d` affairs –
Joselin, in the morning on the 19th of February. Hristic told Joselin that the question
of Jews in Serbia was permanently settled. Even thou Serbia received Turkish
agent Hristic asked that this condition should not be included in the final peace
convention. This might be the reason that the reports are inconsistent. Also Serbian

23 Ethem Pertew Pasha (1824–1873) was Turkish statesman, poet and writer at the time of Tanzimat reforms. He was know as a very

fair administrator who had no further ambitions for a better political position. He was administrated districts of Janina, Ser, Trebizond,
Izmir, Rodhos, Bursa and others. He was the Turkish envoy to Serbia in 1877. He was also known as a first Turkish mason.
24 Писма Филипа Хриситћа Јовану Ристићу 1868–1880, 140–145.
25 TNA, FO 78/2566, Honourable William Nassau Joselin to the Lord Derby, Constantinople, February 11 th 1877; TNA, FO 78/2566,

Honourable William Nassau Joselin to the Lord Derby, Constantinople, February 26th 1877.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 163

Skupshtina, at that time in session, would never publicly accept the official stay of
the Turkish government Agent in Belgrade because of Russian influence.26
“The Porte claimed a more absolute right to prohibiting the meeting of Secret
Societies that Serbia could accede to, and had not sufficiently specified on the
subject”. The other problem was that Port asked for reconciliatory note from the
Prince Milan. Hristic was insisting on the peace treaty signed by both parties. 27
Hristic told confidentially Joselin that Serbia also objected to the amnesty to the
refugees recorded in the Peace Protocol. In the end amnesty was included in the
treaty.28
On February 28th 1877 Joselin reported to Lord Derby that the peace
Protocol between Serbia and Turkey would be signed on the following morning. It
would include the following articles: “1st Announcing the issue of the Firman, 2nd
The amnesty to all concerned in the late war. Third: the extension of the territories
within 12 days. (Returning Serbian – Turkish border on river Drina)”. The
Convention was signed by the Turkish minister for foreign affairs and Serbian
Delegates. “The note will include four points. First Frontiers and the Flag, second
persecution of the armed bands entering Turkey, third prevention of the Secret
Societies, fourth Jewish disabilities”. 29
Implementation of the Tanzimat30 reforms caused extreme turmoil in Turkey
at that time. Great Britain as the most influential power in Turkey at that moment
pressured Turkish government to stay at peace.
Turkish constitution was delivered on the 1st of June 1876 as an imperial
decree. It was created by Ahmed Sefik Midhat Pasha31. The commission consisted
of 25 members. There were 16 civil servants. Among them there were 5 non–
Muslim Christian members. The appointed president was Midhat Pasha. According
to professions participants were ministers, senior state officials, Ulema and judicial
members, military officials, and municipal members. The sultan and his supporters
were against the constitution. Except Midhat Pasha no one really believed in a
constitutional monarchy. Since there were Christian members in the Commission it
was believed that the constitution was the work of infidels. The constitution aimed
to provide equality for all Sultans subjects. The other goal was to organize the real

26 TNA, FO 78/2566, Honourable William Nassau Joselin to the Lord Derby, Constantinople, February 19th 1877.
27 TNA, FO 78/2566, Honourable William Nassau Joselin to the Lord Derby, Constantinople, February 21th 1877.
28 TNA, FO 78/2566, Honourable William Nassau Joselin to the Lord Derby, Constantinople, February 26 th 1877.
29 TNA, FO 78/2566, Honourable William Nassau Joselin to the Lord Derby, Constantinople, February 28th 1877.
30 The Tanzimât, reorganization' was a period of reforms and modernization in the Ottoman Empire that began in 1839 and ended

with the First Constitutional Era in 1876.


31 Ahmed Şefik Midhat Pasha (1822–1883) was one of the leading statesmen during the late Tanzimat period. He was also one of

the leading figures of reform in the educational and provincial administrations. Midhat Pasha is described as a person with a liberal
attitude and is often considered as one of the founders of the Ottoman Parliament
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 164

administration that would secure countries independence. When the constitution


was proclaimed by the Sultan it introduced the constitutional parliamentary system
into the Ottoman Empire.
The negotiations with Serbia were successfully brought to an end on the 1st
March 1877, on the same date that the Turkish Parliament held its first session. The
Protocol was signed by the Serbian Delegates and the Turkish minister for foreign
affairs. The Grand Vizier conciliatory disposition toward Serbia was not well
accepted in Turkish progressive army circles.
In his reports Nassau again mentioned on the 1st of March Hristic`s arrival.
As did Hristic, he said that he went and visited Serbian Delegate as soon as he
came in Constantinople.32 He has repeated already send communiqué. This was a
full report of Serbian–Turkish negotiations.33

Picture 5. Opening of the First Turkish Parliament

At the time of Hristic`s visit the First Turkish Parliament34 was held in Istanbul.
The peace between Serbia and Turkey was successfully concluded on the 1st of
March 1877. Hristic said that the Parliament was did not much concern itself with
Serbia because the Turkish envoy already took the Firman with the peace treaty to
Prince Milan Obrenovic. On the 18th of March during the discussion about
Parliamentary address peace with Serbia was defined as an escaped provocation.

32 TNA, FO 78/2566, Honourable William Nassau Joselin to the Lord Derby, Constantinople, February 28th 1877.
33 TNA, FO 78/2566, Honourable William Nassau Joselin to the Lord Derby, Constantinople, March 1 st
1877.
34 Kemal. K. Karpat, Studies on Ottoman Social and Political History, Bril – Leiden – Boston – Koln, 2002, 75 – 89.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 165

It was made with a blessing of the Sultan. Serbians were not blamed because there
were only defending themselves. Montenegro was differently treated. The province
was unconditionally asked to recognize Sultan as its ruler.

Picture 6. Example of voting

In the other for the Turks most important paragraph concerning the war, the
president of the Parliament by Hristic`s words, stated: “We are talking about the
war. They are saying that His Majesty`s Government is not capable of to implement
the reforms in the country. But it cannot be forgotten that Turkey during the past
one hundred years led five great wars. Those wars were the cause for foreign
intervention. We have to decide now whether we are going to let foreign powers
interfere in our affairs.” The whole Parliament decided that the interference of
foreign states must not be allowed anymore.35
“The idea of inserting the Amnesty to the refugees to the peace protocol, was
particularly repulsive to the Port, which seemed to fear that advantage would be
taken of it to induce them to suppose they were instigated at the demand of
Servia”36. In the end amnesty for the Turkish collaborators in Serbia was included
in the peace Protocol. Obviously Jews and Armenians were working in Serbia on
the side of the Turkish army. British ambassador Layard officially took over his
duties in the British embassy in Constantinople in April of 1877. He was appointed

35Аrchive of Serbian Academy of Sciences and Arts, Presidial Lettters from Jovan Ristich to Philip Hrisitic, Pera, 18 th of March 1877.
36TNA, FO 78/2566, Honourable William Nassau Joselin to the Lord Derby, Constantinople, March 1 st
1877.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 166

in London on the 22nd of March. Just as he came. 37 During the Parliamentary


session on the 22nd of March Turkish president of the Parliament changed his
approach. The war with Russia was getting nearer and he was warned by the
Government to calm down parliamentary members towards the demands of the
Montenegrins.
Joselin reports that Hristic “was anxious for his own sake, that when peace
proposals were submitted to the approval of the Great Skoupshtina, which have
been convoked at Belgrade in order to rectify them, the term “Firman”, might not
appear, and the Port at first seemed as determined not to employ any other”.
The discussion about the term “Firman” lasted for a several hours and Hristic
was determined to exclude that kind of terminology from the discussions. He even
threatened to return back to Belgrade without signing the peace treaty. In the end
the term Firman was substituted with the term “act justice”. The peace treaty was
signed by both sides, as it was already said, by Hristic and Turkish minister of the
foreign affairs. They signed the Protocol on the same day.38 In the end the definition
of Firman was changed to “Trade Imperial”. This meant that Serbia was connected
to Turkey only bay trade. The rights of the Jews were omitted from the treaty. Hristic
first delivered the copy to the British Agent and then to the Sublime Porte.39
Hristic also said that he did not believe that Turks could sustain the army of
"six hundred thousand men, who were eager to fight and whose demobilization, if
suspected to have been undertaken, at the dictation of the Foreign Powers might
cause the Government serious embarrassment. So the Serbians did not believe in
Turkish threats.40 Despite of this suggestion the speakers in the Parliament were
getting more and more angry. There were saying that the Montenegrins were
usurpers and rebels who should be punished. They wanted to “live on others
backs”, they become arrogant.
Speaking about the state of Turkish finances the orators stated that Turkey
was a land of many differences. It could live through the ages in enormous wealth
and horrible poverty. “Our profit Mohamed slept on the skin of Kamil, there were
Sultans who wore dresses costing 10 grosh, and there were those who gloated in
gold, both were big and famous”. The conclusion of the session was that the Turkey
was ready to endure any sacrifice for the defense of its rights and to refuse any
attack and any interference.41

37 TNA, FO 78/2566, Honourable William Nassau Joselin to the Lord Derby, Pera, 22nd of March 1877.
38 TNA, 78/ 2567, Honourable William Nassau Joselin to the Lord Derby, Constantinople, March 1st 1877.
39 TNA, 78/ 2567, Honourable William Nassau Joselin to the Lord Derby, Constantinople, March 6 th

1877.
40 TNA, 78/ 2567, Honourable William Nassau Joselin to the Lord Derby, Constantinople, March 27 th 1877.
41 TNA, 78/ 2567, Honourable William Nassau Joselin to the Lord Derby, Constantinople, March 22nd of March 1877.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 167

Picture 7. Philip Hristic`s signature

Picture 8. Orders, decorations, and medals of Turkey

During the 19th century Turkey was described as a sinking ship. The British
as the most powerful Foreign Forces demanded from the Ottoman Empire to form
a Consultative Assembly. On the 23rd of December, 1876, Sultan Abdul Hamid II
proclaimed the first Turkish constitution. Romania was the first of the provinces to
demand to be defined as a separate Principality apart from the Ottoman Empire on
the 23rd of December 1876. Russia declared war on Turkey on the 24th of April 1877.
The war lasted until 20th January 1878. The Turkish Parliament was dissolved on
the 14th of February. This was the end of the First Ottoman Constitutional Period.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 168

The Turkish Constitution was called Midhat Constitution. It was reinstated in


1909. The Parliamentarians of 1876/ 1877 were called the young Ottomans. Ahmed
Sefik Midhat Pasha, one of the most famous leaders of the First Turkish
Constitutional period, a democratically aligned Turkish statesman, Mehmed Esad
Saffet Pasha, also known as Saffet Pasha, the Grand Vizier, Ethem Pertev Pasha
and others were part of the movement. They were promising to modernise the
Ottoman Empire as a non – discriminatory, civilized state as demanded from the
European powers. The point of the movement was to give the same rights to the
Christians and the Muslim. As we can see from the Parliamentary speeches that
caused concern of the Muslims and inevitable immigration of Muslim population
from Christian provinces of the Turkey. Muslims were carrying children on their
shoulders.
Young Ottomans could be compared to the Parisians in Serbia that
surrounded Prince Michael Obrenovic during his second government that ended in
his assassination. The only difference was that Prince Milosh supported Parisian
liberal movement in Serbia and the Sultan did not support young Ottomans.
Serbia as a Principality was constituted by Hatt-I Şerîf in 1833 and so called
Turkish constitution in 1838. Between the two Turkish Hatt-I Şerîfs in Serbia was
implemented the first Serbian constitution The Sretenje Constitution, made under
the British influence.42 This caused Prince Milos Obrenovic to lose his power. The
Constitution of 1869 called Regency Constitution was enforced during the rule of
under aged Prince Milan Obrenovic. But by the time of 1877 Serbia had two
constitutions and Turkey did not have even one.
Even though at that time Serbia was not ready to replace the Ottoman Empire
as David Urquhart, the first British Diplomat foresaw in 1829, but the Principality
was further on a path of state modernization than a reforming Ottoman Empire.

BIBLIOGRAPHY
Historical Sources
The National Archives, Foreign Office, The Public Record Office
Аrchive of Serbian Academy of Sciences and Arts
Archive of Serbia
Published Historical Sources
Писма Филипа Хриситћа Јовану Ристићу 1868–1880. ed. Гргур Јакшић.
Београд: Научна књига, 1953.

42Jелена Пауновић, “Британско–француски утицаји на Сретењски устав и основне законе кнеза Михаила”, Српске
студије, 8 (2017), 140–148.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 169

Literature
Војводић, Михаило. Изазови српске спољне политике (1791–1918).
Београд: Историјски институт САНУ, 2007.
Lopičić, Djordje N. Studije i ogledi iz međunarodnog prava, međunarodnih
odnosa i diplomatije. Beograd: Institut za medjunarodnu politiku i privredu, 2016.
Karpat, H. Kemal. Studies on Ottoman Social and Political History. Leiden–
Boston–Koln: Brill, 2002.
Љушић, Радош. Војводе и војводски барјаци: војно уређење устаничке
Србије (1804–1815). Београд: Медија Центар Одбрана, 2019.
Љушић, Радош. Српска државност 19. века. Београд: СКЗ, 2008.
Пауновић, Јелена. Филип Христић: државник, дипломата и први српски
англофил 1819–1905. Београд: Evoluta, 2015.
Пауновић, Jелена. “Британско–француски утицаји на Сретењски
устав и основне законе кнеза Михаила”. Српске студије, 8 (2017): 140–148.
Paunović-Štermenski, Jelena. “Philip Hristich and Jovan Ristich - two
brothers in low in Serbian statehood and diplomacy”. Београдски историјски
гласник, vol. 4 (2013): 141–163.
Рајић, Сузана. Спољна политика Србије: између очекивања и
реалности, 1868– 1878. Београд: СКЗ, 2015.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 170
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 171

Foreign Trade Of The Ottoman Empire With The Balkan Countries


Before And After The World War I

Jelena RAFAILOVIĆ

ABSTRACT
This paper gives an overview of trade relations between the Ottoman Empire and the Balkan countries
in the late 19th and early 20th century. Before the World War I, the economies of the Balkan countries had solid
foreign trade relations with the Ottoman Empire, which changed to some extent as a result of political
developments. However, after the end of the War, there were changes in foreign trade relations. Through the
analysis of available statistics, we will show the changes in the position of the Ottoman state in foreign trade with
the Balkan states, with the influence of political and economic events on foreign trade relations between the
countries.
***
The relations between the Balkan states and the Ottoman Empire, i.e. the
Republic of Turkey at the end of the 19th and the beginning of the 20th century, were
mainly political and military, but there were also significant economic relations.
These relations were denoted by a number of factors and, above all, by shared
historical heritage and once single market, but also by political developments.
International trade represents a synergy of economic and political elements,
relations between Turkey and Balkan countries being a good example. The
Ottoman Empire was an indispensable foreign trade partner of all Balkan countries
not only because of the already mentioned common historical heritage, but also due
to the proximity and variety of products that Balkan countries could offer to the
Ottoman Empire, and vice versa. However, apart from the economic relations
between Bulgaria and Turkey, the volume of products and trade was not so
significant. Similar economic frameworks, i.e. underdevelopment and dominant
agrarian production, hindered more extensive exchange, since neither Turkey nor
any of the Balkan states, could offer final industrial products which were a necessity
in all Southeast European states.

PhD. / University of Belgrade Faculty of Philosophy Department of History, jelena.rafailovic@f.bg.ac.rs SERBIA


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 172

This paper focuses on presenting the trade relations between the Ottoman
Empire and Balkan states (Kingdom of Serbia/Yugoslavia, Bulgaria, Greece and
Romania), before and after World War I examining two existing thesis, first one, that
the war brought about serious changes in the foreign trade orientation of the Balkan
states and that the disappearance of Istanbul and Vienna as major regional centres
caused serious changes, 1 and second that the decrease of the influence of the
Ottoman Empire in the Balkans redirected trade relations towards the west.2 The
chronological framework encompasses the period from the last two decades of the
19th century until the Great Economic Crisis, i.e. the period from the moment when
Balkan states gained independence, and thus the possibility to develop
independent foreign policy, up to 1929, which can be considered a turning point in
inter-war economic relations. From a methodological point of view, the share of
imports and exports of Turkish goods in relation to the total foreign trade balance
has been analysed, and the statistical data used in this paper are based on official
statistics of the Balkan countries.3
The Ottoman Empire foreign trade is a special and complex issue,4 as it was
the focus of international trade covering several regions such as the Balkans, Black
Sea, North Africa and others. Foreign trade until 1923 was present and visible, but
less important than domestic trade both in volume and value. The rise in trade
relations between the Ottoman Empire and European states began during the third
decade of the 19th century, and especially after the conclusion of a commercial
treaty with the United Kingdom in 1838 (Treaty of Balta Limani) and then with other
countries.5 Commercial treaties imposed low customs duty on imports and exports,
and were unfavourable to the economic development of the Ottoman Empire, 6
which, along with other factors, provoked a great financial crisis of the 1870s. In
response to the crisis, Porte set up a Public Debt Authority which, in decades before
the World War I, succeeded in stabilizing finances as well as the Empire's foreign

1 Peter Mathias and Sidney Pollard, eds., The Industrial Economies: The Development of Economic and Social Policies, vol. 8, The

Cambridge Economic History of Europe from the Decline of the Roman Empire (Cambridge: Cambridge University Press, 1989), 888-
89.
2 James Foreman-Peck and Pedro Lains, "The core and the southern periphery, 1870–1910," in The Mediterranean Response to

Globalization Before 1950, ed. Sevket Pamuk and Jeffrey G. Williamson (London: Taylor & Francis e-Library, 2003), 79.
3 Due to the inability to use official Greece statistics, data for Greek foreign trade have been used from the literature
4 The Mediterranean Response to Globalization Before 1950, ed. Sevket Pamuk and Jeffrey G. Williamson, (London: Taylor & Francis

e-Library, 2003); Sevket Pamuk, The Ottoman Empire and European Capitalism, 1820–1913. Trade, Investment and Production
(Cambridge: Cambridge University Press, 2010).
5 Caglar Keydar, The definition of a peripheral economy: Turkey 1923-1929 (Cambridge: Cambridge University Press, 2009), 7-8.

First treaties signed with European powers increased import duties from 3% to 5%; a number of monopolies and prohibitions that
existed in the foreign trade of the Ottoman Empire and were based on trade treaties signed during the 16 th and 17th centuries were
abandoned and the most privileged nation clause was introduced. (Mathias and Pollard, The Industrial Economies, 158.)
6 Keydar, The definition of a peripheral economy, 7-8; Nicole A. N. M. van Os, "Ottoman Muslim Women and Work during World War

I," in War and Collapse, World War I and the Ottoman State, ed. M. Hakan Yavuz and Feroz Ahmad (Salt Lake City: The University
of Utah Press, 2015), 430.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 173

trade balance. Along with stabilization of the economy, with the great help of foreign
direct investment, a railway was built, thus expanding the market, increasing
production7 and collection of taxes. Despite the poor state of finances, between
1881 and 1913, the economy grew at the rate of 1.5% per year, 8 with exports
increasing from £ 3.7 million in 1830 to £ 31.5 million in 1913, and imports from £
5.3 million in 1830 to £ 43.7 million in 1913.9
The Ottoman Empire was obliged by international treaties to comply with a
certain customs duty, which made protectionist trade policy impossible, unlike the
Balkan states, which had greater or lesser freedom in customs policy.10 It was not
until 1907, after long negotiations with Turkish creditors, that import duty increased
from 8% to 11% ad valorem. During the war, in 1916, the Government of the Young
Turks 11 took measures concerning foreign economic relations and introduced a
special tariff which was conceived as protectionist. After the war, the government in
Ankara, increased it five times to adjust it to rising prices, but in Istanbul, which was
under occupation, the occupation forces returned to ad valorem rate of 11% in
1921.12 With the arrival of the Young Turks to power, the World War I and the Greek-
Turkish War, Turkey experienced not only political but also structural changes
which, when it comes to foreign trade, meant the adoption of new major import-
export tariff, but also the right to print money.
Real customs independence began with the Treaty of Lausanne (24 July
1923) and a new system of tariffs for signatory states based on the 1916 tariff
system. After the Ankara government united the country, the 1916 tariff was revised
and, for some products (primarily agricultural) increased twelve times, but in the
period of financial instability 1920-1923 lira was devalued, which is why this
increase went unnoticed. For certain items, the twelve-fold increase of 1923 was
decreased to a nine-fold increase. Countries that did not sign the Treaty, together
with a nine- and twelve-fold increase in certain goods, also had to face particularly
high tariff on unprotected products. However, it should be borne in mind that the
gold Turkish lira was worth 7.3 paper liras in 1924 and 8.7 paper liras in 1929.13

7 Between 1897 and 1913, cotton production increased four times and tobacco production 3.2 times. In other agricultural products
that did not benefit from foreign market incentives, the increase in production was between 20% and 30%. (Keydar, The definition of
a peripheral economy, 9.)
8 Keydar, The definition of a peripheral economy, 7-8.
9 Avni Önder Hanedar, "Effects of wars and boycotts on international trade: Evidence from the late Ottoman Empire," The International

Trade Journal, 30, no. 1 (2016): 60, https://doi.org/doi:http://dx.doi.org/10.1080/08853908.2015.1102107.


10 Foreman-Peck and Lains, "The core and the southern periphery, 1870–1910," 82.
11 Hanedar, "Effects of wars and boycotts on international trade: Evidence from the late Ottoman Empire," 60.
12 Keydar, The definition of a peripheral economy, 69-70.
13 Keydar, The definition of a peripheral economy, 9, 69-71; Mathias and Pollard, The Industrial Economies, 159; Altay Cengizer, "The

Policies of the Entente Powers toward the Ottoman Empire," in War and Collapse, World War I and the Ottoman State, ed. M. Hakan
Yavuz and Feroz Ahmad (Solt Lake City: The University of Utah Press, 2015), 89.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 174

The Turkish economy experienced the largest integration into world market
in the 1920s, and the ratio between imports and national income had never been
higher. Years after the war were a combination of rehabilitation and reconstruction,
with uncertain growth that lasted until the fall in 1929. In the last four years of this
boom, the volume of world trade increased by 19% and the European trade
increased by 22%. In such an atmosphere, the volume of Turkish foreign trade
reached its peak in 1925, showed a decline by 1927, recovered in 1928 and
decreased in 1929. Thus, in 1925, the volume of Turkish trade as part of world trade
was the largest. Between 1927 and 1929, the share of Turkey in total world trade
was 0.3%.14
After the World War I, economic and political relations changed. The World
War I marked the end of an era in the history of commercial relations, irreversibly
altering international trade. The end of the war meant the beginning of the rebuilding
of a devastated Europe, and thus an increase in demand for consumer goods (food
and textile goods) and raw materials. Changes in inter-war trade included, first of
all, the entry of non-European countries to the world scene, which, in order to
maintain high (war) level of production, prevented some European countries from
returning to pre-war production and trade.15
The Ottoman state and other Balkan countries were one of the
underdeveloped countries with a similar level of economy16 and dominant agrarian
sector with a very complex internal economic structure. In the observed period, the
share of the agrarian population in Turkey was about 80 to 85%,17 whereas in other
Balkan countries it ranged from 60% to 80%.18
Common characteristic of all agricultural countries was their dependence on
export of agricultural goods, and the import of industrial goods. For example,
imports of industrial products accounted for 1928/1929. in Bulgaria was 78%,
Romania 86% and Yugoslavia 73%.19 The Ottoman Empire was an exporter of raw
materials, primarily agricultural products, cereals, cotton, leather and tobacco, but

14 Keydar, The definition of a peripheral economy, 69.


15 Јелена Рафаиловић, Развој индустрије на Балкану: текстилна индустрија у Краљевини Срба, Хрвата и Словенаца и
Бугарској 1919-1929. (Београд: Институт за новију историју Србије, 2018), 217-18.
16 According to the given trend, GDP per capita at the regional level in 1913: in Turkey it was 995, and in Serbia/Yugoslavia 1030 (in

1990 PPP dollars), in Greece 1620 (Sevket Pamuk, "Interwar policy choices and the political economy of growth," in The
Mediterranean Response to Globalization Before 1950, ed. Sevket Pamuk and Jeffrey G.Williamson (London: Taylor & Francis e-
Library, 2003), 324-27.)
17 Sumru Altug, Alpay Filiztekin, and Sevket Pamuk, "Sources of long-term economic growth for Turkey, 1880–2005," European

Review of Economic History 12 (2008): 399, https://doi.org/doi:10.1017/S1361491608002293.


18 Jelena Petaković, "Komparativna analiza proizvodnje žita na Balkanu od 1925. do 1939. godine na osnovu godišnjih statističkih

izveštaja Društva naroda," Tokovi istorije 2010, no. 2 (2010): 30.


19 Z. Drabek, "Foreign Trade Performance and Policy," in Economic History of Eastern Europe 1919‒1975, ed. M. C. Kaser and E.

A. Radice (Oxford: Clarendon Press, 1985), 414.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 175

also luxury goods, such as silk, or wool from Angora, and importer of industrial and
manufactory goods from European countries as well as colonial goods, sugar and
coffee. Also typical for the Ottoman trade was the existence of “extreme liberalism
of trade regulations” which influenced de-industrialization in the 19th century.20 Wars
were one of a number of factors that influenced the trade in the Ottoman Empire
until 1923. They not only hindered trade, because it was dangerous to move goods
across the border, but also brought territorial changes that caused a change in the
structure of production, weakening certain economic routes that had existed for
centuries. Between 1830 and 1913, the Ottoman Empire participated in the wars
against Egypt, Russia, Italy and the Balkan states.21
Bulgaria
Relations between Bulgaria and Turkey were complex. After the Berlin
Congress, in July 1879, a decree introduced a duty-free regime for goods from
Eastern Rumelia and Macedonia, but abolished duty-free imports from Macedonia
on 9 May 1880, and in Bulgaria all Turkish goods were taxed by customs duty of
8%. Following a series of turmoil related to diplomatic recognition of the unification
of Bulgaria and Eastern Rumelia, by a decree of 5 May 1888, the Ottoman Empire
introduced a regime for southern Bulgaria as a foreign customs territory. The first
trade agreement was concluded with Great Britain in 1889 and entered into force
on 1 January 1890. Similar agreements were concluded with Austria-Hungary, Italy,
France, Switzerland, Belgium and Germany. These agreements were renewed until
1894, after which import duties were increased to 10.5%. In the next round of trade
negotiations from 1896 to 1897, import duties were increased to 14% -20%. The
1900 trade agreement also established bilateral relations with Turkey – and since
then Bulgarian textiles were no longer customs cleared in Turkey22, which were very
important because Bulgaria mainly exported to Turkey textiles, and then flour,
butter, cheese, and livestock products.23 Even during the interim period, the only
customs duty was 8% ad valorem, giving Bulgarian products an advantage and
protecting them from Western competition in the Turkish market.24

20 Mathias and Pollard, The Industrial Economies, 158.


21 Relations with the Balkan states were no exception - for example, similar problems existed in relations with Russia - as Russia
conquered the northern shores of the Black Sea, it destroyed an important trade network for Ottoman textile manufacturers from
Anatolian. A century-old part of the economic zone became divided between the two empires. A similar example was with Aleppo
after the World War I. Hanedar, "Effects of wars and boycotts on international trade: Evidence from the late Ottoman Empire."
22 Румяна Прешленова, "Външната търговия," in България 20. век. Алманах, ed. Филип Панайотов and Иванка Николова

(София: Труд, АБВ КООП 2000, 1999), 352-53.


23 Любен Беров, Икономика на България до социалистическата революция (София: Наука и изкуство, 1989), 357.
24 Прешленова, "Външната търговия," 352-53.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 176

Considering the share of exports and imports of goods in the Ottoman Empire
in the period from 1882 to 1911, two years need to be highlighted: the first one is
1885, and the other is 1901.
Until 1900, average imports from Turkey accounted for about 8 million and
exports for about 19 million levs; between 1900 and 1911 imports and exports
almost doubled and accounted for 15 million and 27 million levs respectively.
However, the share of Turkey in foreign trade was declining. 25 The share of
Bulgarian exports dropped from 31% to 25%, while imports from Turkey remained
the same. Between October 1908 and February 1909, a boycott against products
from Bulgaria and Austria-Hungary in the Ottoman Empire was evident and came
as a response to the annexation of Bosnia and Herzegovina and the declaration of
independence by Bulgaria.26
Graph 1: Bulgarian trade with Ottoman over the period 1882–1929 in current
prices
import % export %

70,0%

60,0%
58,0%

50,0%

40,0% 39,7%
36,8%
34,3%
30,0%
25,3% 24,1% 23,9%
20,0% 18,4% 18,5%
17,5% 18,3% 14,4%
16,6% 15,0%
12,7% 11,0%
10,0% 10,1%
8,0%
4,8%4,0% 4,8%
0,0% 0,0% 2,1%
1882 1887 1892 1897 1902 1907 1919 1924 1929
Source: Главна дирекция на статистиката Царство България, Статистически годишникъ на
Българското царство, 1929-1930, (София: Главна дирекция на статистиката, 1930), 199-200; за 1923-
1924, 113-14; Статистика за търговията на Българското княжество с чуждите държави 1911, 8-9;
Статистическо бюро Българско княжество, Статистика за търговията на Българското княжество с

25 According to Živojin Balugdžić, Chargé d'Affaires in Constantinople, the trade agreement of 1900 was more favorable for Turkey

than for Bulgaria, since the import of Turkish goods into Bulgaria doubled, and increased barely by 25% for Bulgaria. (АС, МИД, Т
1907, р 11, Извештај Живојина Балугџића о бугарско-турским трговинским преговорима, 30. децембар 1906)
26 Hanedar, "Effects of wars and boycotts on international trade: Evidence from the late Ottoman Empire," 60-61. See also for financial

crises in Bulgaria during 1908-1909: Беров, Икономика на България до социалистическата революция, 360-61.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 177

чуждите държави за 1886 година, (Статистическо бюро, Печатница Д. Вълков: София, 1889), 8-11; за
1889, 14-16; за 1894, 8-9; Дирекция на статистиката Българско княжество, Статистика за търговията
на Българското княжество с чуждите държави 1898 (София: Дирекция на статистиката; Държавна
печатница, 1899), 8-9; за 1903, 10-11; за 1906, 8-9.
During twenties Bulgarian international trade endured significant changes:
trade volume significantly decreased and foreign trade partners changed. The
volume of imports and exports of goods in 1919 was 7 and 52 times lower than in
1911. The subsequent years were marked by slow and continuous growth, but it
was not until 1926 that Bulgaria reached the pre-war level of foreign trade. The
reasons for the slow progress were poor agricultural recovery, due to the loss of
Dobrudzha, the main granary of pre-war Bulgaria, and the collapse of pre-war
markets. Changes in foreign trade orientation, due to the collapse of the single
Ottoman and Austro-Hungarian market, resulted in low exports of agricultural
products, while increasing demand of the local population for industrial products
and the efforts of Bulgaria to build its industry, increased its passive balance.27
After the war, Bulgarian foreign trade policy in a sense was lethargic
protecting domestic products. By 1925, pursuant to the Treaty of Neuilly-sur-Seine,
it had to grant the status of the most favoured nation to all Allied states, but even
after this restriction had expired, Bulgaria did not taken any major action in the field
of foreign trade. Until 1929, it signed a commercial treaty only with Turkey, while
with other states it concluded provisional trade conventions that were based on the
most favoured nation clause.28
They avoided closer international trade ties with developed countries
because they were afraid that it could jeopardize the interests of domestic industry,
as the Bulgarian business elite saw the possibility of competition for domestic
industry in the market, but also intensified agriculture and increased entry of foreign
capital. Weak international trade links with other countries essentially reflected the
character of the Bulgarian economy - autochthony and isolation. After the war, the
main trading partners of Bulgaria were: Germany (between 1924 and 1927 imports
accounted for 20.6% and exports for 20.2%), Italy (imports 14.1%, exports 10.7%),
Austria (imports 9.2%, exports 10.8% -14%), Greece (imports 1.7%, exports 13.8%)
and the United Kingdom (imports 12.3%, exports 0.7%).29

27 Прешленова, "Външната търговия," 356; Беров, Икономика на България до социалистическата революция, 414-15, 49.
28 Рафаиловић, Развој индустрије на Балкану: текстилна индустрија, 225.
29 Прешленова, "Външната търговия," 357.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 178

Table 1: Share of Ottoman Empire/Turkey imports and exports of Balkan


countries and foreign trade balance expressed in domestic currency30
Serbia Romania Bulgaria Greece31
Impo Expo Balance Impo Expo Balance Impo Expo Balance Impo Expo
rt rt (dinar) rt rt (lei) rt rt (lev) rt rt
% % % % % % % %
1884- 2,2 5,9 1416571 13, 39, 11575 14 10
1888 7 7
1889- 3,8 5,7 1219299 12, 29, 13059 14 7
1893 5 7
1894- 6,1 3,3 -510898 3,9 4,5 -1325 12, 25, 10095 10 7
1898 0 9
1899- 3,5 2,7 85185 4,0 4,3 -147 13, 29, 12879 10 6
1903 2 1
1904- 4,2 6,6 2364891 3,7 4,3 5568 14, 20, 8153 9 11
1908 5 2
1920- 0,0 0,9 52371 3,6 4,4 108269 7,4 14, 12278 3,1 4,5
1924 4 6 9
1924- 0,4 0,4 -982 0,8 1,6 273038 1,8 2,4 240120
1929

The position of Turkey in Bulgarian international trade was somewhat specific


when compared to other Balkan countries. Turkey was the largest importer of
Bulgarian goods in the pre-war period, but in 1926 it fell to the 11th place, with
significant decrease in exports of goods to Turkey in 1923. In 1923, Bulgaria
exported 285 million levs to Germany, and 532 million levs to Turkey; in 1926, the
exports to Germany was worth one billion, and to Turkey 112 million levs. Import of
Turkish goods to Bulgaria accounted for 14% of total import before the World War
I, and for 3% in the post-war period. Until the end of 1923, the export of Bulgarian
goods to Turkey was in line with a pre-war trend, but after the end of the Greek-
Turkish War and the increase of customs duties after the Treaty of Lausanne, there
was another change and from 1924 to 1929 Bulgaria exported 2.7% of its goods to
Turkey (a decade before the war Bulgaria exported 24%).
Kingdom of Serbia/Kingdom of Serbs, Croats and Slovenes
Although the Kingdom of Serbia and Romania had intense political relations
with the Ottoman Empire, the level of trade was not as with Bulgaria. Import and
export accounted for 3.8% and 4.31% of total import and export in Romania and for

30 Data for Greece: Eleftherios N. Botsas, "Greece and the East: The Trade Connection, 1851-1984," Journal of Modern Greek Studies
5, no. 2 (1987): 211; M. Dorizas, The Foreign Trade of Greece. The Economic and Political Factors Controlling (Philadelphia, 1925).
Appendix V: Imports and Exports of Greece by Countries Traded With, 1919-1922; Also compare to: John R. Lampe and Marvin R.
Jackson, Balkan Economic History, 1550–1950: From Imperial Borderlands to Developing Nations (Bloomington, Indiana: Indiana
University Press, 1982), 174, 81.
31 Years for Greece are the following: 1887-1890; 1891-1895; 1896-1900; 1901-1905; 1906-1910
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 179

3.94% and 4.85% in Serbia. However, in the first years after the Berlin Congress,
both countries started their first negotiations on the conclusion of a commercial
treaty, but due to the Ottoman Empire's disagreement with Romanian and Serbian
condition to conclude the tariff on the basis of the existing Russian tariff, and not on
the basis of the most favoured nation clause, the negotiations were suspended.
Serbia concluded the first commercial treaty with the Ottoman Empire on 25 June
1888.32 According to the treaty, which remained in force for three years, customs
duty on import of Serbian products was not to exceed 8% and the customs duty for
import of Turkish products in Serbia 8% and 10%. Higher export taxes were
imposed only for tobacco. The treaty was renewed in 1898, and the following year
a new one was concluded on the basis of the most favoured nation clause in trade
relations (and excluded Ottoman tobacco), and another one in February 1900. The
last commercial treaty before the World War I was signed in May 1906, and entered
into force in September of the same year. It was concluded for a period of five years,
leaving the Ottoman Empire a possibility to cancel it after three years if property
issues were resolved in new Serbian areas. This treaty was also based on the most
privileged nation clause, on the free movement of traders, as well as on certain
concessions regarding the import of grapes to Serbia from the Ottoman Empire,
and the export of flour from Serbia to Turkey.33
Foreign trade with Turkey oscillated in the period from 1884 to 1909 showing
a certain falling trend. In the period from 1884 to 1888, the average export was
worth 2.29 million, from 1889 to 1893 - 2.69 million, from 1894 to 1898 - 1.68 million,
and from 1899 to 1903 - 1.79 million dinars. Another change in foreign trade
relations happened in 1906 as a consequence of the Customs War between Serbia
and Austria-Hungary, 34 when the Kingdom of Serbia established more intensive
trade exchange with other foreign trade partners. 35 Before the beginning of the
Customs War, the export of Serbian goods to Turkey was worth 2.2 million dinars

32 The commercial treaty was preceded by a consular treaty concluded in 1886 granting Serbia the right to set up its consuls in Turkey,

but also the completion of the railway line: Vranje-Thessaloniki.


33 Владан Виријевић, Југословенско-турски економски односи 1918-1941 (Косовска Митровица: Филозофски факултет

Универзитета, 2018), 25-31; Михаило Војводић, "Рад Стојана Новаковића на закључењу железничке и трговинске конвенције
између Србије и Турске (1887-1888)," Зборник Матице српске за историју 71-72 (2005): 46, 47, 56, 57.
34 That year, in line with political and economic developments in the Balkans, Nikola Pašić believed that the Serbian Railway

Directorate should begin negotiations with Constantinople and Sofia in order to agree more favorable terms and overall relief for
goods from Serbia, and appoint Mihail Popović as special government envoy. (АС, МИД, Т, 1906, д 8, Наредба Николе Пашића,
председника Министарског Савета, 10. јул 1906)
35 Мари-Жанин Чалић, Социјална историја Србије 1815-1941: успорени напредак у индустријализацији (Београд: Clio, 2004),

157-65; Никола Вучо, Привредна историја Србије до Првог светског рата (Београд: Научна књига, 1955), 232-33; Радош
Љушић, Српска државност 19. века (Нови Сад: Српска књижевна задруга, 2008), 253-56. See also: Dimitrije Đorđević, Carinski
rat Austro-Ugarske i Srbije 1906-1911 (Beograd Istorijski institut, 1962).
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 180

(1905), and during the intense years of the Customs War it amounted to 10.2 million
dinars (1908), which accounted for about 14% of total export.
Import of Turkish goods increased in value but declined in the overall share
of the Kingdom’s import. From 1884 to 1897, imports from Turkey increased from
0.8 million to 2.9 million dinars (from 1.8% to 6.5%). Until 1907, imports oscillated,
but in that year imports from Turkey were worth 3.32 million dinars and that was the
year with highest import from Turkey when it comes to value, but it accounted for
only 4.2% of total imports.
Graph 2: Serbian trade with Ottoman over the period 1884–1909 in current
prices (dinars)
16,0% 14,1%
14,0%
12,0%
10,0% 8,2% 7,6%
7,3% 7,4%
8,0%6,5% 6,1% 6,5%
4,8% 5,5% 5,4%
6,0% 4,8% 4,7%
3,2%
4,0%1,8% 2,3% 2,5%
3,4%
2,0% 4,2%
2,4% 3,7% 2,7% 2,7%
0,0% 2,1%
1884 1889 1894 1899 1904 1909

import export

Source: Министарство народне привреде, Статистичко одељење, Статистички годишњак


Краљевине Србије, 1896-1897, (Београд: Министарство народне привреде, Државна штампарије
Краљевине Србије 1900), 352, 57; Статистички годишњак Краљевине Србије, 1907-1908, 506, 09, 10;
Статистички годишњак Краљевине Србије, 1893, 192; Статистички годишњак Краљевине Србије,
1906, 509-16.
In early post-war years, governing structures in the Kingdom of Serbs,
Croats and Slovenes used foreign trade to rehabilitate and stabilize the economy.
Problems that came with unification such as the absence of customs offices along
the whole border, smuggling, a decentralized customs system, existed in parallel
with the troubles that arose from the transition to a peacetime economy. First state
measures were aimed at securing the supply of food and consumer goods to the
population, quickly and without customs formalities, which in most cases made the
foreign trade in the first half of 1919 completely unrestricted.
With normalization of foreign trade, the pre-war Serbian commercial treaties
with the Allies and neutral countries of the World War I started applying to the whole
Kingdom. The post-war treaties first had the character of compensation (exchange
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 181

of goods) and later of provisional agreements. However, in the observed period,36


no treaties were concluded with Turkey37, and the exchange volume was minimal,
not exceeding more than 2% of exports to Turkey, while Turkish goods in the
Kingdom had a share of less than 1%. Until 1923 exports to Turkey were marked
by a slight increase, but from that moment it declined and/or stagnated. Regarding
value, the greatest export from Turkey was in 1923 and 1924 - 110 million dinars
compared to 19 million dinars in 1929; imports from Turkey were slightly higher in
the period from 1926 to 1928 - 42 million on average, but already in 1929, imports
were four times smaller.

Graph 3: Serbian trade with Ottoman over the period 1920–1929 in current
prices (dinars)
3,0%

2,5%

2,0%
1,4%
1,5% 1,2% 1,1%
1,0% 0,7% 0,8%
0,5% 0,5% 0,6%
0,4% 0,3%
0,5% 0,2% 0,2% 0,2%
0,1%
0,0% 0,0% 0,1% 0,0% 0,1% 0,1%
0,0%
1920 1921 1922 1923 1924 1925 1926 1927 1928 1929

import export

Source: Министарство финансија, Одељење царина, Статистика спољне трговине Краљевине


Југославије за 1929 годину, (Београд: Министарство финансија, Државна штампарија Краљевине
Југославије, 1930), XV, XXVII; Министарство финансија, Генерална дирекција царина, Статистика
спољне трговине Краљевине Срба, Хрвата и Словеница за 1928 годину, (Београд: Државна
штампарија Краљевине Срба, Хрвата и Словеница, 1929), VII; Статистика спољне трговине
Краљевине Срба, Хрвата и Словенаца за 1920. годину, XIII; Статистика спољне трговине Краљевине
Срба, Хрвата и Словенаца за 1921. годину, XIV, XV.

36 About Yugoslav-Turkish economic and political relations between the two wars, see: Виријевић, Југословенско-турски економски
односи 1918-1941; Milan Ristović, Turska osmatračnica. Jugoslovensko-turski odnosi u Drugom svetskom ratu i njihov balkanski
kontekst, (Beograd: Čigoja štampa, Udruženje za društvenu istoriju, 2013), 7-51.
37 The Interim Trade Agreement between the Kingdom of Yugoslavia and Turkey was signed in July 1934 and provided: free export

of Turkish products to Yugoslavia, and Yugoslav products could export to Turkey based on lists of articles which defined free and
contingent articles. Виријевић, Југословенско-турски економски односи 1918-1941, 195.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 182

Greece
The Ottoman Empire and later Turkey, played a significant role in Greek
trade, but it varied widely depending on economic and political factors.38 Major
economic weakness of Greece was its trade position, although from 1830 to 1880
the Greek state turned from “traditional economy” to free trade in the classical
sense. 39 Since the mid-19th century, Greece had a constant trade deficit. It first
imported agricultural products, coal and industrial goods of all kinds, and exported
unnecessary agricultural goods. The main export item before 1912 were currants
and their exports accounted for over half of all income. However, the dependence
of exports on one product had detrimental economic consequences when the export
of currants started declining in early 1890, leading to a serious financial crisis and
an inability to pay the Greek external debt.40
The trade deficit had been gradually declining until 1912, only to start
increasing again during the war decade. In the period 1880-1910 export was worth
about 70% of imports (by value), while in the next decade export accounted for 50%
of import. The World War I was a disastrous period for the state economy and in
particularly for foreign trade. Currant exports failed to fully recover and reach pre-
war level, but in the years before the World War I, tobacco assumed primacy in
Greek foreign trade, and became a decisive factor in maintaining the trade balance.
Parts of Macedonia and Thrace, once the heart of Ottoman tobacco trade now
belonged to Greece, which is why between 1910 and 1914 Turkish export declined
by two-thirds, while Greek export of tobacco doubled. However, operations on the
Macedonian front and the Bulgarian occupation of western Thrace disrupted
cultivation of tobacco in the period before 1919, and it was not before 1923 that,
with the departure of Turkish farmers and the arrival of refugees, tobacco trade set
a stable course.41
During the 19th century, despite the Greek-Turkish wars, the Ottoman Empire
was a dynamic market for Greece, but it was economic structure that determined
the direction of Greek trade. The Great Britain, France and Austria-Hungary were
the most important markets for Greek exports. Currants, grapes and olive oil were
popular Greek goods in the West. Although export and import with the Ottoman
Empire increased in the period from 1851 to 1910. Greek trade with the Ottoman
Empire was characterized by a monetary deficit,42 which amounted to 6.1 million

38 Botsas, "Greece and the East: The Trade Connection, 1851-1984," 207.
39 Botsas, "Greece and the East: The Trade Connection, 1851-1984," 210.
40 Mark Mazover, Greece and the Inter-war economic Crisis (Oxford: Clarendon Press-Oxford, 1991), 58-59.
41 Mazover, Greece and the Inter-war economic Crisis, 58-59.
42 Botsas, "Greece and the East: The Trade Connection, 1851-1984," 213.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 183

drachmas in the period from 1906 to 1911.43 In the decade before the World War I,
trade relations between the two countries were governed by the Treaty of
Commerce and Navigation signed in Athens in 1903.44
The analysis of import and export showed an apparently declining trend for
imports of Turkish goods to Greece – import declined from 14 million in 1906 to 8.9
million drachmas in 1911; exports of Greek goods to Turkey also fell from 7.1 million
to 4.1 million in the same period.45
After the World War I, Greek foreign trade did not undergo significant
structural changes. As early as in 1918, the trade deficit reached an unprecedented
level, as importer were replacing spent supplies without real exports. 46 Despite
demographic changes, “national catastrophe” in Asia Minor, political instability, and
the increasing dependence of Greek finances on the British foreign trade activity
and diversification of production continued, relying on tobacco exports to Western
Europe and the United States, which grew until 1929 and the great economic
crisis.47 However, Greece still lacked food, whose imports represented about 30%
of total imports,48 despite the fact that about 70% of the cultivated area was used
for growing cereals.49
The Treaty of Lausanne of 1923 also included a commercial protocol, which
was cancelled by Turkey on 8 June 1929. 50 However, a year after that, at the
initiative of Elefterios Venizelos, who regained power in August 1929, an agreement
was concluded in Ankara, which also included a new trade agreement that
regulated economic issues and tariffs between the two countries.51
In terms of trade between the two countries, Turkish exports to Greece in
1929 were almost more than twenty times bigger than Greek exports to Turkey, 333
million and 13 million drachmas respectively. Turkey exported mainly textile raw
materials to Greece, such as cotton, wool for the carpet industry, cotton seeds,
which were essential for Greek vital industries, as well as livestock, which was

43 Bestami Sadi Bilgic, "Turkish-Greek Relations in the Interwar Era: From War to Detente, c.1923-1940" (Unpublished Ph.D. thesis
George Washington University, 2004), 148-49.
44 Catalogue of Treaties, 1814-1918, (Washington, Govt. print. off: 1919), 233.
45 Bilgic, "Turkish-Greek Relations in the Interwar Era: From War to Detente, c.1923-1940," 148-49.
46 Mazover, Greece and the Inter-war economic Crisis, 69.
47 Mazover, Greece and the Inter-war economic Crisis, 88; Botsas, "Greece and the East: The Trade Connection, 1851-1984," 213-

14.
48 Botsas, "Greece and the East: The Trade Connection, 1851-1984," 213-14.
49 Mazover, Greece and the Inter-war economic Crisis, 88.
50 Bilgic, "Turkish-Greek Relations in the Interwar Era: From War to Detente, c.1923-1940," 147-48.
51 Bestami Sadi Bilgic, "Greek Foreign Policy Towards Turkey, 1928-1930: From Animosity To Amity," Turkish Review of Balkan

Studies 17 (2006).
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 184

scarce in Greece. These categories of raw materials and food products accounted
for 305 out of a total of 339 million drachmas of Greek imports from Turkey.52
Also, the main products of Turkish and Greek commercial exports were
almost the same, thus limiting greater exchange, and some were rather specific
because of the very structure of Turkey, such as alcoholic beverages. By 1920, the
export of alcoholic beverages to Turkey was important for Greek trade. After the
exchange of population, however, the consumption of these products in Turkey has
been noticeably reduced, mainly due to a decrease in the ratio between Muslim and
non-Muslim population. In addition, after the population exchange, the Turkish state
monopolized the production of alcoholic beverages. 53 Between 1923 and 1929,
Greece exported goods, primarily olive oil and chemical products, worth 28.4 million
drachmas on average, the biggest export volume being 55.5 million in 1925.54

Romania
Romania had enjoyed considerable autonomy in economic policy for decades
before the World War I. The Ottoman control over the Romanian foreign trade was
ended by the Treaty of Adrianople (1829), which allowed Romania to export
increasing surplus grain to Central and Western Europe and to gradually integrate
with the continental rail network.55
The completion of the first rail line between 1869 and 1875 had a crucial
impact on the grain trade, as not only were the cost of transporting grain to the
Danube reduced, but it also enabled exports directly to the industrial cities of central
Europe. No other branch of economic activity had shown such rapid growth in such
a short time as grain exports. At the end of the century, grain production accounted
for almost 85% of the total value of Romanian exports, and in the second decade
of the twentieth century, Romania ranked fourth in the world as a wheat exporter
and third as a corn exporter.56 Before the World War I, Romania's export economic
potential in addition to agricultural products was also based on forest wealth and oil
57, which were exported to European markets and made it possible to import the

52 Bilgic, "Turkish-Greek Relations in the Interwar Era: From War to Detente, c.1923-1940," 148.
53 Bilgic, "Turkish-Greek Relations in the Interwar Era: From War to Detente, c.1923-1940," 150.
54 Dorizas, The Foreign Trade of Greece. The Economic and Political Factors Controlling, 44.Appendix VIII-IX, Exports and Imports

in 1922 under the various categories and their destination.


55 David Turnock, The Romanian economy in twentieth century (London: Croom Helm, 1986), 12-13; Keith Hitchins, A Concise History

of Romania (Cambridge: Cambridge University Press, 2014), 121; Bilgic, "Turkish-Greek Relations in the Interwar Era: From War to
Detente, c.1923-1940," 148-49.
56 Hitchins, A Concise History of Romania, 135.
57 Oil allowed Romania to maintain favorable trade balance and a budget surplus, but generally, the oil industry was small in scope.

It employed relatively little labor force, was in foreign ownership, and did not produce enough oil to play a significant role on the
international scene. (Joseph Rothschild, East Central Europe between the Two World Wars (Washington: University of Washington
Press, 1974), 319-20.)
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 185

equipment and technology needed to build a wide production base. 58 In such a


foreign trade structure and orientation of the Romanian economy, Turkey has little
to offer in commercial relations.

Graph 4: Romanian trade with Ottoman over the period 1892–1910 in current
prices (lei)
14,0%

12,0%

10,0% 9,1%

8,0% 6,6%
5,7%
6,0% 5,0%
3,9% 4,0%
3,4%
4,0%
4,3%
3,4%
2,0% 3,0%
2,1%
0,0%
1892 1894 1896 1898 1900 1902 1904 1906 1908 1910

% import % export

Source: Directiunea comertului Ministerul Industriei şi Comerţului, Biuroul Statistic, Anuarul statistic al
României (Bucureşti: Imprimeria statului, 1912), 285-87, 321, 27-29.

After the war, foreign trade in Romania declined as a result of the structure of
the economy, that is, Romania was a country that based its foreign trade balance
on exporting agricultural production. At that time, there was not only a decline in
production in the agricultural sector, but also an increase in demand for basic
groceries, which is why in the first post-war years, Romania became an importer
instead of exporter of agricultural products. Considered per capita, in 1924 trade
was 50% of 1913 trade; the decline in exports between 1913 and 1920 was 42%,
but by the end of 1923 exports had increased by 4% above the level of 1913 due to
the faster recovery of wood and oil exports. The deficit in the foreign trade balance
was present until 1922, when the payment balance was characterized by a surplus,
which was a feature of the interwar period. The elimination of the trade deficit was
due to a 50% decrease in imports and an increase in exports.59

Turnock, The Romanian economy in twentieth century, 12-13, 17, 24-25.


58

Drabek, "Foreign Trade Performance and Policy," 82-83; Turnock, The Romanian economy in twentieth century, 82-83; Здењек
59

Сладек, Мала Антанта 1919-1938, њене привредне, политике и војне компоненте (Београд: Службени гласник, 2019), 48.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 186

Before the war began, Romania, with its taxes and customs duties, which it
started to raise in 1866 and the five-year customs war with Austria-Hungary, had
one of the most protected European markets with a domestic economy protection
policy.60 Before the great economic crisis, the customs duty had been modified six
times, and each change brought an increase in import duty on industrial products.61
Thus, in 1925, the import duty was 45%. By way of comparison, in the period 1928-
1929 it was 32.3% in Bulgaria and 25.1% in Yugoslavia in the period 1929-1930.62

Graph 5: Romanian trade with Ottoman over the period 1920–1929 in current
prices (lei)63
14,0%

12,0%

10,0%
7,9%
8,0%
6,4%
6,0% 5,3%
4,5%
3,8%
4,0%
4,7% 2,2% 1,5%
1,7%
2,0%
1,6% 0,6% 1,0%
0,0%
1920 1921 1922 1923 1924 1925 1926 1927 1928 1929 1930

% import % export

Sources: Ministerul Muncii Sanatatii si Ocrotirilor Sociale, Institutul de Statistica Generala a Statului,
Anuarul Statistic al Romaniei 1933 (Bucuresti: Monitorul oficial si Imprimeriile Nationala Statului, 1934), 239;
Anuarul Statistic al Romaniei 1926, 150-59; Anuarul Statistic al Romaniei 1928, 320-21, 28; Anuarul Statistic al
Romaniei 1934, 344, 48.

The foreign trade of Romania and Turkey was not large in scale and there
was a tendency for both exports and imports to decline. Only in the first years after

60 Drabek, "Foreign Trade Performance and Policy," 391; Turnock, The Romanian economy in twentieth century, 12-13, 17, 24-25.
61 Virgil Madgearu, Rumania's New Economic Policy (London: Orchard House, Westminster, 1930), 38.
62 Drabek, "Foreign Trade Performance and Policy," 413.
63 Institutul de Statistica Generala a Statului Ministerul Muncii Sanatatii si Ocrotirilor Sociale, Anuarul Statistic al Romaniei 1933

(Bucuresti: Monitorul oficial si Imprimeriile Nationala Statului, 1934), 239; Institutul de Statistica Generala a Statului Ministerul
Industriei si Comertului, Anuarul Statistic Al Romaniei 1926 (Bucuresti: Tipografia Curtii Regale F. Gobl, 1927), 150-59; Institutul de
Statistica Generala Statului Ministerul Industriei si Comertului, Anuarul Statistic Al Romaniei 1928 (Bucuresti: Institutul de Arte Grafice
Eminescu, 1929), 320-21, 28; Institutul de Statistica a Statului Ministerul Muncii Sanatatii si Ocrotirilor Sociale, Anuarul Statistic Al
Romaniei 1934 (Bucuresti: Tipografia Curtii Regale F. Gobl, 1935), 344, 48.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 187

the war, trade was somewhat higher and when it came to exports of goods to
Turkey, it accounted for 7.9% of total exports (648 million lei) while in 1920 imports
of goods from Turkey accounted for 6.4% of the total imports (450 million lei). At the
end of the period considered (1929), the import of Turkish goods was worth 297
million lei, and the export to Turkey was worth 425 million lei which did not account
for more than 1-1.5% of total imports and exports.

Conclusion
Trade relations between the Turkey and Balkan states was rather complex
and multi-layered, determined by a number of political and economic problems.
Analysed share of imports and exports of Turkish goods in relation to the total
foreign trade balance showed unequivocally decline in foreign trade. Decline started
in decades before World War I, as influence of the Ottoman Empire was
diminishing, while the presence of Western Europe states raised among Balkan
states. Beside to the complicated political relations, on that state of affairs
influenced the structures of the economy, regarding the aspiration of the Balkan
states to import industrialized goods that Ottoman Empire could not offer.
The First World War influenced on the acceleration of these aforementioned
process from the end of the 19th century and the beginning of the 20th. The new
young Turkish state failed to arise or maintain its, anyway small volume of products
and trade, pre-war influence in foreign trade. Similar economic frameworks, i.e.
underdevelopment and dominant agrarian production, increasing import-export
duties, protective domestic markets, precarious political relations, were the main
reasons for weak foreign trade.

BIBLIOGRAPHY
Ministerul Industriei şi Comerţului, Directiunea comertului, Biuroul Statistic.
Anuarul Statistic Al României. Bucureşti: Imprimeria statului, 1912.
Ministerul Industriei si Comertului, Institutul de Statistica Generala a Statului.
Anuarul Statistic al Romaniei 1926. Bucuresti: Tipografia Curtii Regale F. Gobl,
1927.
Ministerul Industriei si Comertului, Institutul de Statistica Generala Statului.
Anuarul Statistic al Romaniei 1928. Bucuresti: Institutul de Arte Grafice Eminescu,
1929.
Ministerul Muncii Sanatatii si Ocrotirilor Sociale, Institutul de Statistica
Generala a Statului. Anuarul Statistic al Romaniei 1933. Bucuresti: Monitorul oficial
si Imprimeriile Nationala Statului, 1934.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 188

Ministerul Muncii Sanatatii si Ocrotirilor Sociale, Institutul de Statistica a


Statului. Anuarul Statistic al Romaniei 1934. Bucuresti: Tipografia Curtii Regale F.
Gobl, 1935.
Българско княжество, Дирекция на статистиката. Статистика за
търговията на Българското Княжество с чуждите държави 1898. София:
Дирекция на статистиката; Държавна печатница, 1899.
Българско княжество, Дирекция на статистиката. Статистика за
търговията на Българското Княжество с чуждите държави 1903. София:
Дирекция на статистиката; Държавна печатница, 1904.
Българско княжество, Дирекция на статистиката. Статистика за
търговията на Българското Княжество с чуждите държави 1906. София:
Дирекция на статистиката; Държавна печатница, 1908.
Българско княжество, Статистическо бюро. Статистика за
търговията на Българското Княжество с чуждите държави за 1886 година,
(1889).
Българско княжество, Статистическо бюро. Статистика за
търговията на Българското Княжество с чуждите държави за 1889 година.
София: Статистическо бюро, Печатница при Статистическо бюро, 1890.
Българско княжество, Статистическо бюро. Статистика за
търговията на Българското Княжество с чуждите държави за 1894 година.
София: Статистическо бюро, Държавна печатница, 1895.
Царство България, Главна дирекция на статистиката. Статистика за
търговията на Българското Княжество с чуждите държави 1911. София:
Дирекция на статистиката; Държавна печатница, 1914.
Главна дирекция на статистиката. Статистически годишникъ на
Българското Царство, 1923-1924. XV-XVI, София: Държавна печатница,
1925.
Главна дирекция на статистиката. Статистически годишникъ на
Българското Царство, 1929-1930. XXI-XXII, София: Държавна печатница,
1930.
Министарство народне привреде, Статистичко одељење.
Статистички годишњак Краљевине Србије, 1893. 1, Београд: Министарство
народне привреде, Државна штампарије Краљевине Србије 1895.
Министарство народне привреде, Статистичко одељење.
Статистички годишњак Краљевине Србије, 1896-1897. 3, Београд:
Министарство народне привреде, Државна штампарије Краљевине Србије,
1900.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 189

Министарство народне привреде, Статистичко одељење.


Статистички Годишњак Краљевине Србије, 1906. 11, Београд:
Министарство народне привреде, Државна штампарије Краљевине Србије,
1908.
Министарство народне привреде, Статистичко одељење.
Статистички Годишњак Краљевине Србије, 1907-1908. 12, Београд:
Министарство народне привреде, Државна штампарије Краљевине Србије,
1913.
Министарство финансија, Генерална дирекција царина. Статистика
спољне трговине Краљевине Срба, Хрвата и Словенаца за 1920. годину,
Београд: Министарство финансија, Државна штампарије Краљевине Срба,
Хрвата и Словенаца, 1921.
Министарство финансија, Генерална дирекција царина. Статистика
спољне трговине Краљевине Срба, Хрвата и Словенаца за 1921. годину,
Београд: Министарство финансија, Државна штампарије Краљевине Срба,
Хрвата и Словенаца, 1922.
Министарство финансија, Генерална дирекција царина. Статистика
спољне трговине Краљевине Срба, Хрвата и Словенаца за 1928. годину,
Београд: Министарство финансија, Државна штампарије Краљевине Срба,
Хрвата и Словенаца, 1929.
Министарство финансија, Одељење царина, Статистика спољне
трговине Краљевине Југославије за 1929. годину. Београд: Министарство
финансија, Државна штампарија Краљевине Југославије, 1930.
Altug, Sumru, Alpay Filiztekin, and Sevket Pamuk. "Sources of Long-Term
Economic Growth for Turkey, 1880–2005." European Review of Economic History
12 (2008): 393-430. https://doi.org/doi:10.1017/S1361491608002293.
Bilgic, Bestami Sadi. "Greek Foreign Policy Towards Turkey, 1928-1930:
From Animosity to Amity." Turkish Review of Balkan Studies 17 (2006): 27-44.
Bilgic, Bestami Sadi. "Turkish-Greek Relations in the Interwar Era: From War
to Detente, C.1923-1940." Unpublished Ph.D. thesis, George Washington
University, 2004.
Botsas, Eleftherios N. "Greece and the East: The Trade Connection, 1851-
1984." Journal of Modern Greek Studies 5, no. 2 (1987): 207-35.
Cengizer, Altay. "The Policies of the Entente Powers toward the Ottoman
Empire." In War and Collapse, World War I and the Ottoman State, edited by M.
Hakan Yavuz and Feroz Ahmad. Solt Lake City: The University of Utah Press, 2015.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 190

Dorizas, M. The Foreign Trade of Greece. The Economic and Political


Factors Controlling. Philadelphia, 1925.
Drabek, Z. "Foreign Trade Performance and Policy." In Economic History of
Eastern Europe 1919‒1975, edited by M. C. Kaser and E. A. Radice. Oxford:
Clarendon Press, 1985.
Đorđević, Dimitrije. Carinski rat Austro-Ugarske i Srbije 1906-1911. Beograd
Istorijski institut, 1962.
Foreman-Peck, James, and Pedro Lains. "The Core and the Southern
Periphery, 1870–1910." In The Mediterranean Response to Globalization before
1950, edited by Sevket Pamuk and Jeffrey G. Williamson. London: Taylor & Francis
e-Library, 2003.
Hanedar, Avni Önder. "Effects of Wars and Boycotts on International Trade:
Evidence from the Late Ottoman Empire." The International Trade Journal, 30, no.
1 (2016): 59-79.
https://doi.org/doi:http://dx.doi.org/10.1080/08853908.2015.1102107.
Hitchins, Keith. A Concise History of Romania. Cambridge: Cambridge
University Press, 2014.
Keydar, Caglar. The Definition of a Peripheral Economy: Turkey 1923-1929.
Cambridge: Cambridge University Press, 2009.
Lampe, John R., and Marvin R. Jackson. Balkan Economic History, 1550–
1950: From Imperial Borderlands to Developing Nations. Bloomington, Indiana:
Indiana University Press, 1982.
Madgearu, Virgil. Rumania's New Economic Policy. London: Orchard House,
Westminster, 1930.
Mathias, Peter, and Sidney Pollard, eds. The Industrial Economies: The
Development of Economic and Social Policies Vol. 8, The Cambridge Economic
History of Europe from the Decline of the Roman Empire. Cambridge: Cambridge
University Press, 1989.
Mazover, Mark. Greece and the Inter-War Economic Crisis. Oxford:
Clarendon Press-Oxford, 1991.
Os, Nicole A. N. M. van. "Ottoman Muslim Women and Work During World
War I." In War and Collapse, World War I and the Ottoman State, edited by M.
Hakan Yavuz and Feroz Ahmad. Salt Lake City: The University of Utah Press, 2015.
Pamuk, Sevket. "Interwar Policy Choices and the Political Economy of
Growth." In The Mediterranean Response to Globalization before 1950, edited by
Sevket Pamuk and Jeffrey G.Williamson. London: Taylor & Francis e-Library, 2003.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 191

Pamuk, Sevket. The Ottoman Empire and European Capitalism, 1820–1913.


Trade, Investment and Production Cambridge: Cambridge University Press, 2010.
Petaković, Jelena. "Komparativna analiza proizvodnje žita na Balkanu od
1925. do 1939. godine na osnovu godišnjih statističkih izveštaja Društva naroda."
Tokovi istorije 2010, no. 2 (2010): 24-46.
Ristović, Milan. Turska osmatračnica. Jugoslovensko-turski odnosi u Drugom
svetskom ratu i njihov balkanski kontekst. Beograd: Čigoja štampa, Udruženje za
društvenu istoriju, 2013.
Rothschild, Joseph. East Central Europe between the Two World Wars.
Washington: University of Washington Press, 1974.
Turnock, David. The Romanian Economy in Twentieth Century. London:
Croom Helm, 1986.
Беров, Любен. Икономика на България до социалистическата
революция. София: Наука и изкуство, 1989.
Виријевић, Владан. Југословенско-Турски економски односи 1918-1941.
Косовска Митровица: Филозофски факултет Универзитета, 2018.
Војводић, Михаило. "Рад Стојана Новаковића на закључењу железничке
и трговинске конвенције између Србије и Турске (1887-1888)." Зборник
Матице српске за историју 71-72 (2005): 44-57.
Вучо, Никола. Привредна историја Србије до Првог светског рата.
Београд: Научна књига, 1955.
Княжество България, Главна дирекция на статистиката. Статистика
За Търговията На Българското
Љушић, Радош. Српска државност 19. века. Нови Сад: Српска
књижевна задруга, 2008.
Прешленова, Румяна. "Външната Търговия." In България 20. Век.
Алманах, edited by Филип Панайотов and Иванка Николова. София: Труд, АБВ
КООП 2000, 1999.
Рафаиловић, Јелена. Развој индустрије на Балкану: текстилна
индустрија у Краљевини Срба, Хрвата и Словенаца и Бугарској 1919-1929.
Београд: Институт за новију историју Србије, 2018.
Сладек, Здењек. Мала Антанта 1919-1938, њене привредне, политике
и војне компоненте. Београд: Службени гласник, 2019.
Чалић, Мари-Жанин. Социјална историја Србије 1815-1941: успорени
напредак у индустријализацији. Београд: Clio, 2004.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 192
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 193

Serbian Diplomatic Representatives In Constantinople


From The Establishment Of Diplomatic Relations To The Balkan
Wars (1879–1912)

Suzana RAJIĆ*

ABSTRACT
Since the establishment of bilateral relations between Serbia and the Ottoman Empire in 1879, the most
educated and capable persons has been appointed and sent to the post of deputies. The capital of the Ottoman
Empire for Serb national, political, economic and cultural interests was of paramount importance during the last
quarter of the nineteenth and the first decades of the twentieth century. From Istanbul, educational policy was
co-ordinated among Serb compatriots, and a deputy in Constantinople was in charge of all Serbian consuls in
the Turkish provinces. A very responsible and demanding place of the diplomatic representative of Serbia on the
Bosphorus was occupied by eminent Serbian scientists, politicians, statesmen. In the above chronological
period, we distinguish, by quality and intensity, two periods. The first (1879 –1903) is characterized by constant
progress, of a moderate pace, while the features of the second (1905–1912) are stalled, tensions and frequent
incidents. The official reports, as well as the private correspondence of Serbian Ministry of Foreign Affairs from
this era, are valuable testimonials and are a true data mine for studying not only political, but also educational,
ethnographic, cultural and economic circumstances of the period.
Keywords: Serbia, Ottoman Empire, Diplomatic Relations, Contractual Relations, King Milan
Obrenovic, Sultan Abdul Hamid II, Sublime Porte, Serbian people in the Ottoman Empire.
***
The first decade of bilateral Serbo-Turkish relations is fraught with disruptive
factors that were a direct consequence of the incongruity of the decisions of the
Berlin Congress of 1878, and immediately thereafter of new treaties between major
powers that were devastated by Congress's decisions, most importantly for the
Ottoman Empire1 and Serbia at the same time. The first question concerns Bosnia
and Herzegovina and the European mandate given to Austria-Hungary in Berlin to
occupy these Turkish territories indefinitely, and the second concerns Bulgaria, that
is, two countries of the same people with different autonomous statuses. The Berlin
order was not satisfied with Serbia either, but even greater dissatisfaction reigned
in Turkey. Germany became the main arbiter of international relations, who, despite
all the treaties and efforts after Berlin, failed to realize the much-desired plan to

* Professor, Department of History, University of Belgrade, Republic of Serbia, srajic@f.bg.ac.rs


1 We used the terms the Ottoman Empire, Turkey, the Sublime Porte as synonyms for the same country.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 194

eliminate Austro-Russian rivalry in the Balkans. Both Serbia and Turkey, but also
Greece and Bulgaria, found themselves in this post-Berlin vortex, fearing each for
its future. A new factor has emerged in the vortex - Albanians whose influence will
be steadily growing. Tensions have accumulated to threaten to threaten not only
the Balkans, but the entire world at the end of the 20th and early 20th centuries.
Of course, there are important internal factors, both in Serbia and in the
Ottoman Empire, which also largely influenced the dynamics and characteristics of
Serbo-Turkish relations. If we start from the top of the pyramid, we will notice that
two sovereigns, Milan Obrenovic and the Sultan Abdul Hamid II, successfully
developed, strengthened and strengthened their mutual relations, without
distinction as the vassal and sovereign relationship transformed into the relationship
of two sovereign masters (1878). However, the positions of both of them on the
throne were very fragile. This significantly influenced their decisions, since they had
to take into account the mood of public opinion in their country.
Abdul Hamid II ascended the throne in extraordinary circumstances in 1876
after the overthrow of his brother Murad V on August 31, 1876 and, it may be said,
after the military coup on May 29, 1876, which deprived their uncle Abdul Azis of
the throne. Many thought that the new Sultan would have liberal ideals. But he had
to take great care not to resent his generals, who could deal with him as quickly as
they did with his uncle. That the Palace had no power to influence and make
decisions in favor of Turkey was evident in the 1885 Plovdiv coup. This situation
continued in the next great crises for the Empire, both in relations with the
Bulgarians and in relations with the Greeks and Serbs. Abdul Hamid II ruled
absolutely throughout, until 1909, gradually strengthening and strengthening his
position. Milan Obrenovic tried to do the same, but he had less success.
King Milan was one of the few who, after Berlin, realized that by dividing the
territories after the wars, Serbia in the east had received a serious competitor, not
that it was the Ottoman Empire, but Bulgaria. Although divided into two parts, its
unification became a matter of days. He himself entered the throne at the age of
fourteen, at the moment when his uncle breathed his hand at the hands of the
assassin in 1868. He spent the first ten years on the throne in constant fear for his
survival, and his decisions were largely dictated by a weak position that forced him
to act spontaneously and beyond his own conviction. In fact, he was, until 1880, a
ruler without power, dependent as much on the internal pressures in the country as
well as on the foreign relations and the will of Austria-Hungary and Russia to keep
him on the throne. This was especially evident in the period from 1874 to 1876, at
the most critical time after its holding, but also afterwards.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 195

Twelve years older than Milan, the Sultan joined his uncle, Sultan Abdul Aziz
in 1867, when he was in Paris Lyceum in college, on trips to Europe, when he visited
Paris, London, Vienna, and other European countries. capitals. Both rulers were
advocates of education and culture - one more inclined to music, the other to fine
arts and antiques. As a minor ruler, Milan visited Abdulhamid's uncle Sultan Abdul
Azis in Constantinople in 1874. Then he was introduced to the military potential of
the Empire, he saw for the first time schools and barracks of the modern type, a
uniformed army. From that moment on, he never underestimated the real power of
the Empire, unlike many of his contemporaries. In public, among numerous
intelligence and senior officials, there was the illusion of a swift and great victory
over the Ottoman Empire, the removal of the yoke of five centuries of slavery, and
national unification where all Serbs, both on this and the Sava and Danube sides,
would enter into one state. At just twenty years old, more than the older and more
experienced, Milan Obrenovic understood that Serbia was risking its survival and
entering into a conflict with a great power that cannot be measured, even though its
strength had already been greatly recovered.
The wars of 1876–1878 brought about changes, but they also brought
lasting problems in the Eastern Question, since huge differences in the interests of
the great powers remained after the Berlin Congress. One of the leading Serbian
statesmen who succeeded Jovan Ristic in 1878 as prime minister, Milan Pirocanac,
stated that after the Berlin Congress, a “craft that could not be imagined” occurred.
Namely, Austro-Hungary and Britain, as opposed to a Serbian ally in the war in
Russia, promised Serbia a southern state whose task was to counter Russian
penetration into the Balkans. Pirocanac understood the offer as a maneuver for
separating Serbia from Russia and all that power in the visions of Serbs for
liberation. In addressing the Eastern question, this statesman and politician saw no
“rational combination”, concluding that Austria-Hungary must not extend too far in
the East because it would become a Slovenian state; it also cannot sustain Turkey,
but it will not help the Slavs in their national plans either. Russia, however, wants to
strengthen its influence in the East, but is not yet strong enough to stand up to
Europe. Germany is very welcome in Europe to take on the role of arbitrator. And
Turkey does not know who it will be - with Britain, or with Russia. Even the Serbs
do not know with whom - or with Russia - to fight for Greater Bulgaria or to fight with
Britain and Austria-Hungary to preserve Turkey.2 Indeed, Serbia has opted for the
second option, realizing that disintegration would weaken Turkey could revive the

2 Mилан Пироћанац, Белешке, Београд, 2004, ed. by. Сузана Рајић, 7–9.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 196

Greater Bulgaria project, which is considered to be the greatest threat to the future
of the Serbian state.
The Protocol on the Balkans, annexed to the Treaty of Trieste by the Federal
Treaty of Berlin on 18 June 1881, established it for key events in the Balkans that
lasted much longer than the 'long' 19th century. The three courts agreed in the
Protocol on areas of interest in the Balkan Peninsula, east and west of Serbia, but
not around it. Thus, there was a certain future unification of Bulgaria and Eastern
Rumelia and the annexation of Bosnia and Herzegovina by Austria-Hungary.3 In
such circumstances, Serbia would remain without satisfaction. Worse, she could
have been subjected to double pressure as a “neutral” or “buffer zone”. This
important document, which represents anything but the maintenance of the status
quo in the East and respect for the Berlin Treaty of 1878, significantly influenced
Serbia's foreign policy steps, pointing it to the path of establishing good relations
with the Sublime Porte and the struggle to maintain the Balkan balance.
*
Since independence, Serbia has become a third-order threat to the Ottoman
Empire, but due to internal instability, financial problems on both sides, as well as
foreign power interference, it has never been possible to transform old rivals into
potential associates.
Serbo-Turkish diplomatic relations were established before the international
commission established a new Serbo-Turkish border. Namely, after the government
decision of October 1878, Serbia raised its representative office in Constantinople
and by decree of 13 November of the same year Prince Milan appointed Filip Hristic
as the first Serbian Foreign Minister and plenipotentiary minister in the Ottoman
Empire. 4 The same, highest ranking diplomacy, Serbia assigned to its
representative in Vienna. Hristic was an experienced diplomat, having been in
various diplomatic missions since the early 1960s - from London, via Paris and
Livadia to Vienna. He was no stranger to the Bosphorus either. He represented
Serbia in Constantinople from 1870 to the end of 1877, during the severe crises
and the Serbo-Turkish wars. Then, with the help of British Ambassador Eliot, he
sought to interest London in supporting Serbia's plan to reorganize the
administration and establish a mixed administration in Bosnia and Herzegovina, as
a form of consolidation of the Ottoman Empire and, at the same time, through the
unity of the Serbian people within Turkey and under its auspices. with the aim of
mutual protection and defense against the ever-increasing invasion of imperialism,

3Balkanski ugovorni odnosi 1876–1918, I, ed. by. Momir Stojković, Beograd, 1998, 176–177.
4Српске новине, бр. 246, 5/17. November 1878; Јелена Пауновић, Филип Христић - државник, дипломата и први српски
англофил (1819–1905),Београд, 2015, 157.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 197

which at the time, after German unification, was gaining momentum.5 Russia and
Austria-Hungary have also blasted such a plan, fueled by their interests in the
division of spheres of influence in the Balkan Peninsula. Since then, it has been
said in the Serbian public that it was believed that the Serbs could have hoped to
get Bosnia from the Turks, but never from Austria. Even today, Serbian
historiography, like the Yugoslav one before it, is bends under the burden of
controversy that, after the occupation of Bosnia and Herzegovina in 1878, and after
it, Serbia entered the field of the greatest national defeats. To date, the largest group
of historians believes that at the Berlin Congress, Serbia lost Bosnia and
Herzegovina, which was actually Turkish rather than Serbian territory, and that the
Berlin Congress was a failure of Serbian politics.6
It is clear that after the Berlin decisions, relations with the Ottoman Empire for
Serbia were very important, both because of the issues of railways that had to be
built and the international obligations in this matter that both countries had, and for
the sake of establishing a consular, trade convention and telegraph agreement. But
the Empire was in dire straits, characterized by frequent government shifts, empty
government coffers, the army and clerkship without regular pay, and failed loan
negotiations with the United Kingdom. These are all reasons why it was not easy to
turn formal bilateral into the practical. Although Hristic was well received by the
Sultan, with all due honors, he did not move further from consular and trade
convention projects. Turkey was burdened with huge and far more important issues
- negotiations with Britain on reforms and a loan, Russia's pressure to enforce the
provisions of the Berlin Treaty regarding territorial concessions to Montenegro and
Greece, negotiations with Austria-Hungary on the handover of the administration to
Bosnia and Herzegovina.
Due to major complications on the new Serbo-Turkish border, where there
were about 179 Albanian incursions into Serbian territory in half a year,
accompanied by killings, looting and arson, many important issues between Serbia
and Turkey were left aside. Frankly speaking, the return of the Albanians was not
even the goal of the Sublime Porte policy, which sought to help with their help, and
to the mujahideen who left Bosnia and Herzegovina after the Austro-Hungarian
occupation, to strengthen their new border in the west and thus ensure the survival
of the Kosovo vilayet. Disputes ended with diplomatic communication and notes

5 See more: Сузана Рајић, Спољна политика Србије између очекивања и реалности (1868–1878), Београд, 2015, 152–159.
6 Радош Љушић, Српска историографија о Берлинском конгресу, Српске студије 2 (2011), 261–276.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 198

from the Turkish, British and Serbian sides that were important to keep fit.7 Serbia
and Turkey, however, managed to come up with new financial arrangements in the
eighties of the 19th century, to establish a system for consolidation of the state
mechanism and military forces, to form part of the railway infrastructure. At the same
time, there were new strikes by imperial powers from Africa to the Balkans.
Like those first years of bilateral relations in 1879 (one hundred and forty
years of diplomatic relations came to an end in 2019), the following years were not
fruitful. Jevrem Grujic, who succeeded Hristic transferred to Vienna in 1880,
represented Serbia in the capital of the Ottoman Empire for almost seven years
(1880–1886). This was not Grujic's first encounter with Turkey, since he spent 1869
and part of 1870 on the Bosphorus as a diplomatic representative of the vassal
Principality of Serbia. The eighties were, it would be said, more difficult and arduous
for both countries, and posed both Serbia and the Ottoman Empire great
challenges.
One of the problems after the Berlin Treaty that received a lot of attention
from Serbia and Turkey was the new state in their neighborhood, Bulgaria. Due to
frequent border conflicts with the Bulgarians, the Serbian ruler already in February
1879 asked his government to send a Serbian diplomatic representative to Sofia
and relations were established in October.8 But the problems did not end there.
Border disputes continued in the 1980s, but with less and less will to settle
peacefully and in mutual interest. On the contrary, a disturbing news came from the
Serbian diplomatic agent that the situation in the Balkans was becoming
increasingly complicated and that the preparation of the Bulgarians for unification
was intensively carried out, the more so through the Bulgarian Exarchate, more
efforts were made to penetrate Bulgarian aspirations towards the Vardar valley, in
the territory of the Old Serbia9 and Macedonia, where Bulgarians invested heavily
in the opening schools and supporting teachers.10
Macedonia has entered the epicenter of the European public since the
beginning of 1885 on the pretext that Turkey has failed to fulfill its obligations under
the Berlin Treaty and implement reforms in its European provinces. The
Macedonian issue has been discussed at the protests in Eastern Rumelia, in the
Bulgarian Assembly, in Belgrade, in the Bulgarian press, but also in the British

7 Милош Јагодић, Насељавање Кнежевине Србије 1861–1880, Београд, 2004, 131–144; Милош Јагодић, Упади Албанаца у
Србију 1879. године, Историјски часопис 51 (2004) 87–107; Miloš Jagodić, The Emigration of Muslims from the new Serbian
Regions 1877/1878, Balkanologie 2-2 (1998), 99–122.
8 Момир Самарџић, Успостављање дипломатских односа између Србије и Бугарске 1879. године, Споменица Историјског

архива Срем 3 (2004), 156–164.


9 Under geographical determinant the Old Serbia included Kosovo and Metohija and the Raska region, parts of today's the Republic

of Northe Macedonia, Kumanovo, Skopje, Tetovo and Debar.


10 Момир Самарџић, Од Сан Стефана до Сливнице, Нови Сад, 2008, 101–117, 142–147, 235.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 199

Parliament, which is certainly not a coincidence. The establishment of the Bulgarian


Secret Revolutionary Committee in Plovdiv in February 1885 signaled serious
complications, to which Turkey reacted not to the causes, but to the consequences,
by preventing the Bulgarian Exarchate's bishops in Skopje and Ohrid from taking
their positions.
All that was happening was known in Serbia, and certainly in the camp of the
signatories to the Berlin Treaty. They have, by all means, devastated the Serbo-
Bulgarian border dispute that in June 1884 brought an end to the diplomatic
relations between the two countries. Then they handed him over to King Milan and
Prince Alexander of Battenberg for resolution, so when the two agreed within seven
days, they again urged the Bulgarian government not to accept the ruler's
agreement. And so on.
The creation of Greater Bulgaria was a serious threat not only to Serbs, but
also to Turkish interests. The strategic position of Eastern Rumelia was such that it
provided access to the straits and capitals on one side and warm seas on the other.
The loss of such a position can be compared to the loss of a doorstep, which is why
you have to enter your own house, if not just through a window, and then safely
through the back door. Serbia, in addition to its powerful neighbor in the north and
west, also received in the east a state that would increase its territory by as much
as 33,000 km and nearly one million inhabitants. United Bulgaria had 96,345 km in
1885, and Serbia has been just under 48,000 km and was becoming in the true
sense of the word “besieged country”. However, the Serbian top was obsessed with
the immigrant issue and alarming news about the incursion of Nikola Pasic and
emigrants from Bulgarian territory into Serbia over the overthrow of the government
and overthrow of the king.
Serbian, Bulgarian, and Russian historiography have exhausted the subject
of the Serbo-Bulgarian war and its aftermath, but what has not been mentioned is
the question whether, at the time of the Ottoman Empire's threat of losing its territory
and Serbia's threat of a twice-stronger neighbor, there was a chance that the two
countries would unite against the unilateral change of the international order
established in 1878?
In addition, it must be said without a twist that the pressure of public opinion
on the Serbian leadership to agree with the Bulgarians - although there was no
political will on either side for rail, trade, customs, border and other contracts - was
great. The good relations of the two rulers could not suppress the accumulated
problems, and usually what they were contracted, the Bulgarian ministers did not
want to do, because they were advised and supported by the Russian
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 200

representative to resist. On the other hand, the Serbian public has been extremely
negative about strengthening co-operation with Turkey, despite arguments that
state interests were at stake. A very similar mood prevailed in Turkey. For example,
only six years after the establishment of diplomatic relations between Serbia and
the Ottoman Empire, Jevrem Grujic considered it a great success that, in the midst
of the Serbian-Bulgarian crisis, on August 22, 1885, he was able to inform his
government that without the Turks' opposition, he erects a Serbian tricolor on the
mast, similar to all other independent states that had their national insignia in front
of their diplomatic outposts on the Bosphorus. “Below the royal flag, which was first
hung in the friendly capital of the Ottoman Empire,” Grujic wrote, among other
things, extolling his merits, and in fact showing the true state of Serbo-Turkish
relations at that moment. The prejudices of eternal enmity neither side has yet
managed to overcome. At the beginning of 1882, deputy Jevrem Grujic put forward
the Sublime Porte' proposal to regulate relations with Serbia through the signing of
several conventions, including a consular one, but the proposal came at a time
when France and the United Kingdom reached over to Turkish possessions in Africa
(Tunisia, 1881 and Egypt, 1882).11
Since the Plovdiv coup in September 1885 to January 1886, Grujic awakened
natural senses of self-defense with Turkish statesmen. At crucial moments, as the
united Bulgarian forces set off to meet the Serbs, the Eastern Rumelia remained
open to Turkish troops, as large forces pledged to return the status quo in Bulgaria
at numerous conference meetings. But the Sultan hesitated and ultimately rejected
his government's proposal. The Austro-Hungarian, German and Russian
ambassadors encouraged the Sultan to join the Eastern Rumelia with the army,
without waiting for the results of the conference. The Serbian Kingdom received a
response that the sultan did not approve the action because the United Kingdom
had told him not to do so. It remains unknown whether the forces could not influence
the British cabinet, which had its own, separate motives, for such treatment or
whether they acted together in both anti-Turkish and anti-Balkan interests, as noted
by Serbian MP Grujić. We would note here draw on the reason for the Russo-British
conflict in Afghanistan because, considering the consequences of the collapse of
the Berlin Treaty of 1885/86. It is evident that the losers were the Balkan peoples
and the Ottoman Empire.
The status quo ante that Turkey sought for Bulgaria from the great powers,
Serbia endorsed with all its might. In spite of the obvious situation that did not

11Јеврем Грујић, Животопис, Аранђеловац, 2009, 163; Архив српске академије наука и уметности (АСАНУ), Збирка Јеврема
Грујића, 10.027 А, бр. 67.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 201

support it, Turkey stood with its arms crossed at crucial moments. A month and a
half since the Plovdiv coup, nothing has moved from the blind spot in her favor. The
Serbian government's offer to coerce Bulgaria into complying with the Berlin Treaty
was replied by the Turkish side by compromising the proposal, which appeared to
the Turkish press the next day, but the Sultan praised the idea itself, which
essentially meant nothing. Time passed inexorably, and in twenty days, from
October 20 to November 9, 1885, nothing changed. At the three meetings in
Constantinople, the representatives of the force determined that Turkey should
supplement its proposal for the return of the status quo, which was hardly agreed
with the British and French representatives. And from November 9 to 14, things did
not go any better, except that it threatened Serbia more strongly that it should not,
by military intervention in Bulgaria, violate the “united” will of the three emperors
(Austria, Germany and Russia) to restore the status of quo ante by peaceful
means.12
The declaration of war on Bulgaria with Serbia followed, which was not
unexpected given the accumulated problems in Serbia-Bulgaria relations. Realizing
that Turkey cannot counter the concert of the Great Powers, Serbia has taken a
step in the interests of both sides locally, without involving the Sublime Porte in
external entanglements. Both the Minister of Foreign Affairs and the Grand Vizier
of the Ottoman Empire have more clearly expressed their friendly opinion, without
denying that Serbia's move is in Turkey's favor. She also proved this by her restraint
towards the Bulgarian prince, who asked Turkey for help against Serbia, but
received a response that the attack by Serbia was triggered by a coup and urged
him to withdraw from the Eastern Rumelia and first allow the Berlin Treaty to return
to force. The Turkish press also started writing positively for Serbia.13 But Serbia's
expectation of organizing another attack after the battle of Slivnica, provided that
Turkey is launched and enters Rumelia with its forces, was not realistic. The Serbian
side had been warned about this before the war. 14 The League of the Three
Emperors was throwing hot potatoes at turmoil in times of crisis, and since advised
not to use force, they began secretly advising the Sultan to enter in Rumelia with
army.15
The Serb-Bulgarian War was not waged for territorial compensation, but for
broader national reasons that were to secure the future of both Serbia and other
nations in the Balkans! With a consensual violation of the international order from

12 Ibid., 186–187.
13 Ibid., 192–193.
14 Ibid., 217, 222.
15 Ibid., 224, 262.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 202

Berlin, peace was bought for a quarter of a century! But that time was not everyone's
order! During this period, Turkey continued to weaken, Russia after a few swings
succumbed to the war against Japan, entering a wave of revolutions, in which it
disappeared, French and British capital in Turkey were deeply suppressed in favor
of Germany, while Serbia was all a force has been collecting the entire 19th century
into the 20th century for a long time on the impossible missions of numerous
Yugoslavia!
But what should not be overlooked is the fact that after the upheaval of the
Ottoman Empire and Serbia, they embarked on a new stage of bilateral relations
building. work on drafting a consular convention, which was accepted in its entirety
by the Ottoman authorities. The political significance of the opening of Serbian
consulates in the Ottoman Empire was enormous for Serbia and the Serb
population in the Old Serbia and Macedonia, but it was also important for the Empire
as a counterbalance to the strong penetration and dominance of Bulgarian
propaganda-educational action in the area. Although temporary, this consular
convention allowed the Kingdom of Serbia to open its first consulates soon in the
Ottoman Empire - in Skopje (1887), Pristina (1889), Bitola (1889), Thessaloniki
(1887).16
For the sake of understanding and as a sign of future friendship, the Serbian
king and the government, decorated Sultan Abdul Hamid II with the highest Serbian
medal – the Order of the White Eagle, which the Sultan wore at the farewell
ceremony with Jevrem Grujic on December 17, 1886. This was also the end of
Grujic's diplomatic mission on the Bosphorus as the government sent him to a new
post in London.
*
The experience of the crisis of 1885-1886 was used to find new spheres of
activity in the construction of Serbo-Turkish relations, which gradually, moderately
but continuously marked the rise until the Young Turks revolution and the
annexation of Bosnia and Herzegovina (1908).
Jevrem Grujic was succeeded by Stojan Novakovic, one of Serbia's most
prominent statesmen and national workers. His first mission to the Bosphorus lasted
just under five years (1886–1891). Until then, Novakovic had never left Serbia or
lived outside the country. However, after a short period of time as a Member of

16Ibid., Животопис, 264–276; Славенко Терзић, Конзулат Краљевине Србије у Битољу (1889–1897), Историјски часопис LVII
(2008), 327–342; Јелена Лопичић Јанчић, Конзулат Краљевине Србије у Приштини 1889–1912. године, Национални интерес
3 (2017), 261–278; Ђорђе Н Лопичић, Конзуларни односи Србије 1804–1918, Београд, 2007.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 203

Parliament, he wrote that he had “returned to himself” at the Bosphorus and had
“found himself” there.17
Arriving in Constantinople, Novakovic began to apply new methods of work.
He is the main creator of a policy of establishing good relations with Turkey, with
constant strengthening and expansion of contacts with the Сублиме Portе. It aimed
at facilitating and privileging the Serbian people in the Ottoman Empire, which would
be achieved by strengthening bilateral relations and signing new treaties. In his
understanding, the war of 1885 definitely identified the injustices that the Berlin
Congress had inflicted on Serbs. Any repetition of war operations in the Balkans
was dangerous for both the Serbian people and Serbia, he argued. The Serbian
people, he says, were due to their liberation aspirations in 1876/1878. He
experienced а Poland's fate and at the same time won a serious rival in the newly
created Bulgarian state.18 On many occasions, even in old age, he kept coming
back to this topic, especially during the Аnnexation crisis.
His views on the future of the Balkans and relations with the Ottoman Empire
were, for a very short time, endorsed by King Milan and many politicианс and public
workers in Serbia, seeing as well that Serbia's interests in the world of high politics,
in every international crisis, were seriously jeopardized. At the same time, the
Ottoman Empire was also experiencing great temptations, as losses in the Balkans
were followed by strikes from those who presented themselves as its chief advisers.
The cases of Tunisia 1881, Egypt 1882, Bulgaria 1885, could be multiplied with
Epirus, Thessaly, Crete, Macedonia. The priority for Turkey was to protect what was
left, not fight for the lost. This caused the turn of the Empire to Germany, which,
both militarily and financially, continually strengthened its position in the Ottoman
Empire until the end of the 19th century, but at the same time allowed the Empire
to emerge from a state of total collapse.
The second phase came after the breakup of Bismarck's political legacy in
the 1990s, which opened the door to the Russian-French, rather than the then
German-Russian alliance. This milestone will be pivotal in the bloc's division of
powers in the early 20th century, largely dictated by Germany's financial dominance
and the Balkans' dependence on its capital.19
Novakovic's strategy was based on his famous memoir on the spread of
Serbian literacy in Macedonia, where Serbs were far behind in terms of Bulgarians

17 Архив Србије, Лични фонд Владана Ђорђевића (АС, ВЂ), бр. 225, Стојан Новаковић – Владан Ђорђевић, 21. август 1887.
18 Стојан Новаковић, Балканска питања и мање историјске белешке о Балканском Полуострву 1886–1905, Београд, 1906, 495-
496.
19 Владилен Н. Виноградов, “Восточний вопрос в большой европейской политике”, В пороховом погребе Европы, 1878–1914,

Москва, 2003, 12–25.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 204

- in terms of teachers, schools, not to mention that Serbs had no national priests.
With great effort, Novakovic was able to revive the church-school municipalities in
the Ottoman Empire. There are more results. He advocated a policy of preserving
the national identity of Serbs through education, with only one quarter of Serbs living
in the Principality / Kingdom of Serbia in the 19th century and three quarters outside
the state borders. In order that the books sent by Serbia to the Ottoman Empire
should not be doubted, seized and forbidden, Novakovic demanded that his
shipments be delivered to Constantinople. There he gave them to the Turkish
censors to inspect them and hit them with a stamp, and from there they were sent
to schools with the approval of the Turkish Minister of Education. The next phase
was the printing of Serbian-language spelling books in the Ottoman capital itself.
Readers and other school books were printed ин the same way.20
Evidence for the advancement of Serbo-Turkish relations in the late 1980s is
the 1887 Railway Convention and the 1888 Trade Convention. The concrete sight
was the Belgrade-Thessaloniki railway, opened in May 1888. Serbia did not benefit
from it as it exported mostly live cattle, but it was of great importance to it during the
Customs War with Austria-Hungary (1906–1911).21
Оn the foundations laid out in Constantinople by Stojan Novakovic, all his
successors worked until 1903, but we must be honest, not with his energy and not
with his knowledge and consistency. One of his most successful followers and
consistent implementers of the unified line of action on the Bosphorus was his great
friend and friend from his school days, Doctor Vladan Djordjevic. Djordjevic followed
Novakovic's advice and instructions everywhere and always - as long as Novakovic
was a deputy on the Bosphorus and Djordjevic government minister of education.
Novakovic was ousted for party reasons in 1891 when he was recalled from the
Bosphorus by radicals. But he was still a rare connoisseur of real relations in the
Ottoman Empire. Vladan Djordjevic, who was entrusted with the diplomatic mission
in Athens (1892), was the right-hand man, the main advisor.22
After Athens, Vladan Djordjevic went to Constantinople, where he
represented the king and Serbia for almost four years (1894–1897). And then, with
new circumstances, Vladan Djordjevic became Prime Minister of the Serbian
government, one of the longest in modern Serbia (1897–1900). Then Djordjevic
sent Stojan Novakovic (1897–1900) back to the post on the Bosphorus.

20 Сузана Рајић, Влада Николе Христића 1888–1889, Београд, 2003, 116–119; Михаило Војводић, Србија у међународним
односима крајем 19. и почетком 20. века, Београд, 1988, 28–41.
21 Сузана Рајић, Влада Николе Христића, 139–141,162–167, 175–176; Михаило Војводић, Стојан Новаковић у служби

националних и државних интереса, Београд, 2012, 209–229.


22 Сузана Рајић, Владан Ђорђевић. Биогарфија поузданог обреновићевца, Београд, 2007, 127–141.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 205

Let's just briefly look back to the period when Vladan Djordjevic represented
Serb interests on the Bosphorus. The agenda of the work, which was personally
identified by King Aleksandar Obrenovic and Vladan Djordjevic at the meeting
before Constantinople, also included a completely new point, which meant realizing
the king's important political idea - that Serbia and the Ottoman Empire jointly
maintain peace and order in the Balkans. The situation was again becoming more
critical and was very similar to that of 1885. The Macedonian question was on the
dock and the king changed the initial plan of his travels, first visiting the Sultan. The
foreign press reported that the young Serbian king made his "politeness" and "tact"
a "better impression" on the sultan and foreign diplomats in Constantinople. 23
Encouraged by the revolutionary methods of Armenians in the Оttoman Empire, the
Bulgarians set up their own revolutionary organizations and in the summer of 1895
put their troops into Macedonia. In the summer of 1895, a small uprising was
erected at the instigation of the Bulgarian Chetnik (guerrilla) organization. 24 The
Sultan, however, did not respond to the aspirations of individuals from his area who
advocated political-military co-operation with Serbia, nor to the king's proposal
made in that direction.
Soon, in the Greek-Turkish crisis and war, the Sultan will invoke a contractual
friendship with the Serbian king. In the midst of the crisis, in mid-1896, the Serbian
government decided to favor church and school issues, and to work in the
diplomatic field in favor of maintaining the system created in 1878 in Berlin, denying
any possibility of agreeing to unilaterally disrupt it. The Sultan, however, proved his
friendship with Serbia with reasonable concessions made to the benefit of the
Serbian people in the Empire, in order to suppress the dominant position of the
Bulgarians and the growing tensions between the Bulgarians and the Greeks about
Macedonia. The product of this policy was the appointment of Dionisius Petrovic to
the head of the Raska-Prizren Metropolitanate in 1896. After more than sixty years,
it was the first Serbian metropolitan in Turkey, and as early as the fall of 1897,
another Serb Firmilian Drazic took over as metropolitan position. The third, but no
less significant, concession was the Sultan's license to open Serbian schools in the
Bitola and Thessaloniki vilayets.25
In fact, from 1879 to 1903, Serbia pursued a unified policy towards the
Ottoman Empire, a policy of good neighborly relations that encompassed trade,

23 АС, Посланство у Цариграду, ф. 68, В. Ђорђевић –Ђ. Симићу, 17. фебруар/1. март 1897; АСАНУ, бр. 7.940, Исписи из
бечких архива, бр. 11.706, док. 52 (1894).
24 Greek paramilitaries who invaded the territory of Macedonia in mid-1896 reacted to this, with the intention of defending from the

Bulgarians Greek interests in Macedonia. Никола Жежов, Предавствата и атентатите во македонската историја, Скопје,
2004, 50–52.
25 АС, Посланство у Цариграду, ф. 73, пов. бр. 444, 445, 450, 467; Исто, пов. бр. 470; Александра Новаков, Стубови српске

просвете. Српске средње школе у Османском царству 1878–1912, Београд, 2017.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 206

consular, railway cooperation, and in particular had results in church and


educational matters relevant to the survival of the Serbian of the peoples in the
Ottoman Empire. Thanks to such a policy, the global Ottoman policy of the second
half of the 19th century, which was a policy of religious homogenization of the
population, implemented by strengthening the Muslim population and encouraging
the process of emigrating Serbs by tolerating Albanian crimes, managed to keep
the relationship between the Christian and Muslim population in Kosovo Vilayet
defeating the Serbian side.26
The main figure in the 20th century when it came to our topic was Djordje
Simic, who represented Serbia in the Ottoman capital from 1903 to 1907.27 Simic
began his career as a diplomat in Sofia in 1882, to pursue it in Vienna, Rome,
Petrograd, and ended it in Constantinople. Without a specific state task, he was
bored in Constantinople. For the first two years, 1903 and 1904, even part of 1905,
he spent more in Belgrade for the assembly than at his main destination. Just then,
twilight begins in Serbo-Turkish relations. Prime Minister Nikola Pasic, stripped and
sent to Bosphorus the ineligible, those who bothered him, thereby multiplying his
personal mission. At that time, Serbia began to communicate with the Port the
protest notes. Nothing has remained of the politics of good neighborly relations in
previous decades. Let us also mention the latest research, which, primarily from the
point of view of sources of Russian provenance, has explained the Serbo-Turkish
relations at the time of the Young Turk revolution. Without going into the details,
and in those years there was much to be desired, it was found that the new and
more powerful strikes that survived Serbia and the Ottoman Empire in the first
decade of the 20th century did not give the slightest hope of approaching the two
countries in defense of their own interests.28
By the end of the first decade of the 20th century, Serbo-Turkish relations had
completely disappeared. The eyes, after the great changes created by the Balkan
wars, were renewed for a long time and with great effort. Suffice it to mention that
diplomatic relations between Serbia and Turkey were restored only one year after
the signing of the peace between the Balkan Alliance and the Ottoman Empire in
London on May 30, 1913. The ratification was carried out on 7 April the same year.
However, the peace treaty remained briefly in force. Following the entry of the
Ottoman Empire into the war by the Central Powers, the Serbian Foreign Ministry
announced that from December 1, 1914, all treaties, conventions and arrangements
between the two countries had ceased to apply.29

26 Милош Јагодић, Српско-албански односи у Косовском вилајету 1878–1912, Београд, 2009.


27 Ана Столић, Ђорђе Симић, Последњи српски дипломата XIX века, Београд, 2003.
28Абдуррахман Ичйер, Сербия и Турция в годы младотурецкой революции и Россия, Српске студије 6 (2015) 283–297.
29 Томислав Марковић, Српско–турски уговор о миру 1914. године, Српске студије 6 (2015), 66–94.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 207

Жена и брак: шеријатски прописи у изворима на османском


језику (XVI-XIX век)

Irena Kolaj RISTANOVIĆ

АПСТРАКТ
Извори о праву и обавезама жене у браку, склопљеном у складу са шеријатским прописима и
утемељеним у складу са изворима шеријатског права, у периоду постојања Османског царства, садржани
су, пре свега, у сиџилима судија шеријатских судова. Овај рад изучава обавезе и права жене у браку, те
могућност прекида истог пред правосудним органима Османског царства, са освртом на положај жене у
предисламској Арабији. У изради истог примењен је интердисциплинарни приступ, а коришћени су
примарни историјски извори на османском језику, садржај Кур'ана и релевантна литература.
Кључне речи: жена, брак, шеријат, Кур'ан, кадија, фетва

WOMEN AND MARRIAGE: SHARIA LAW IN THE SOURCES OF OTTOMAN PROVENANCE (XVI-
XIX CENTURY)

ABSTRACT
Sources from protocol books of Sharia court of the Ottoman Empire confirmed implementation of Sharia
Law in practise. In the same time, the content of protocol books implicates in which way women, as subject of
law, could accomplish her rights in front of the legal institutions of the Ottoman Empire. Interpretation and study
of Sharia Law regulations, its implementation in the court, so legal consequences of offense the mentioned ones,
make us available to take a peek into life of married woman and determine her status in social hierarchy of the
Ottoman Empire residents. Interpretation of sources of Ottoman provenance, so four basic sources of Sharia
Law including content of fatwas is of great importance for research and contributes several scientific areas,
especially those in a relation with the history of gender.
Keywords: women, marriage, Sharia Law, Qur’an, kadi, fatwa

Уместо увода
За савремену исламологију тешко да постоји веће искушење од
разматрања проблематике толеранције и људских права у исламу. Чак и
муслимански апологети различитих идеолошких провенијенција, од

Assistant / University of Belgrade, Faculty of Philology, irena.sekerleme@gmail.com, SERBIA


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 208

конзервативне до фундаменталистичке, на стереотипан начин све до данас


уносе беспримерну толерантност своје вере, учинивши тему верске
трпељивости једним од главних аргумената и у нововековној фази
вишевековног спорења са хришћанством.1
Људске слободе и права које ужива човек у исламу почивају на
исламском веровању-акиди. 2 Исламска права и слободе одликују се
одређеним специфичностима и верује се да су права људи Божји дарови, да
су универзална и да се односе на све држављане у исламској држави, да су
савршена и нису подложна изменама, те да нису апсолутна и ограничена.3
Угледни исламолог Маџид Хадури сматра да у периоду џахилије4 жена
није имала никаква права у друштву, те да је шеријат, са доласком ислама
женама донео могућност да живе у складу са законом, те да заштите своја
права ступајући у брак установљењем акиде-уговора који би дефинисао права
и обавезе супружника.5
Како наводи Драгана Амедоски, у јавном мњењу постоји негативна
перцепција позиције жене у друштву које је неговало Османско царство, те у
исламском свету уопште. Сматра се да је жена живела као домаћица,
затворена у кући, често угњетавана, необразована и неинформисана.
Међутим, жена је у исламском свету, те у Османском царству била правни
субјект, за разлику од жене у Европи која се тек у XIX веку почела борити за
свој правни третман.6
Немачки протестантски свештеник и путописац, Соломон Швајгер, који
је први превео Кур'ан на један од европских језика, записао је као утисак са
путовања по Османском царству у XVI веку:
„Турци управљају светом, а њима управљају њихове жене. Нема никога
ко хода и забавља се колико турске жене. Полигамије нема. Вероватно је било
и оних који су то пробали и, видевши колико им то проблема и трошкова
доноси, одустали.“7

1 Д. Танасковић, Ислам: догма и живот, Београд 2010, 287.


2 Термин „акида“ означава веровање, уверење, убеђење, доктрину и догму, а може се превести у значењу принцип: „‫“ﻋﻘﯿﺪة‬, у:
T. Muftić, Arapsko-bosanski rječnik, Sarajevo 1997, 989.
3 S. Topoljak, „Philosophy of human rights and freedoms“, University Review, v. 6, p. 29.
4 Под периодом џахилије у Арапа се подразумева период пре ислама, а термин „џахилија“ преводи се као незнабоштво,

паганство, предисламско доба: „‫“ﺟﺎھﻠﯿﺔ‬, T. Muftić, Arapsko-bosanski rječnik, Sarajevo 1997, 247.
5 M. Khadduri, A. Duman, „İslam Hukukunda Evlilik: Modernist Bakış Açısı”, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi sy.9, İstanbul 2007,

s.171-176
6 H. Čar-Drnda, „Društveni i pravni položaj žene muslimanke u osmanskoj Bosni“, Znakovi vremena, v. 10, br. 37, Sarajevo 2010,

126.
7 Д. Амедоски, „Османска жена на Централном Балкану између стереотипа и стварности (16-18. век)“, Гласник Етнографског

института САНУ, LXVI, бр. 1, Београд 2018, 120-122.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 209

Жена je у исламском друштву постала тема научног интересовања


након студије Роналда Џенингса, који је истраживао о друштвеном положају
жене у Кајсерију у раном XVII веку и објавио је 1975. под називом Woman in
Early 17th Century Ottoman Judicial Records: The Sharia Court of Anatolian
Kayseri.
Велики помак у научном раду на ову тему направила је Весли Пирс
својим радом She is trouble…and I will divorce her: morality, honor and
representation in the Ottoman court of Aintab, објављеном 1999. године. Овај рад
бави се друштвеним положајем жене у XVI веку.
Након ових радова, велики број истраживача окренуо се овој теми. Као
извор за истраживање коришћени су сиџили8 шеријатских судија, а до сада је
објављен велики број научних радова и зборника радова који се баве овом
проблематиком, а које нисмо у могућности да поменемо у складу са простором
који нам је дат.
Истраживање на ову тему за територију Србије прилично је захтевно јер
су сиџили за територију Србије изгубљени. Стога је неопходно користити
алтернативне изворе-сиџиле шеријатских судова који су деловали ван
територије Србије, пописне дефтере или путописе.9 Истовремено, потребно је
користити и садржај фетви10, које су издаване у оним ситуацијама у којима
шеријат није могао да одговори на одређено питање.

Брачно право у предисламској Арабији


Исламско брачно право није могуће посматрати без сагледавања
чињеница које се тичу поимања институције брака у предисламској Арабији.
У предисламској Арабији, у Арапа су постојале три врсте брака:
полиандрија, полигамија и моногамија.
О полиандрији прве податке даје грчки писац Страбон крајем I века пре
нове ере. Полиандријску заједницу је описао као заједницу чланова који
припадају истој породици, а чији су мушки чланови у браку са једном женом.
Уколико би један мушкарац пожелео да ступи у полне односе са женом,

8 Сиџили су административно-судске протоколарне књиге у које су представници локалних судских власти, кадије или њихови
помоћници наиби били обавезни да бележе садржај свих аката приспелих од виших инстанци или послатих истим, као и сва
решења, дозволе и одлуке издаване локалном становништву: Љ. Чолић, Османска дипломатика са палеографијом, Београд
2012, 149.
9 Д. Амедоски, „Османска жена на Централном Балкану између стереотипа и стварности (16-18. век)“, Гласник Етнографског

института САНУ, LXVI, бр. 1, Београд 2018, 120-122.


10 Документ којим су представници високообразованих људи на пољу познавања верског закона, а посебно шејх-ул-ислам,

представник улеме и врховни верски поглавар у држави и муфтије широм царства, давали писмена тумачења као одговоре
на питање да ли је поједини поступак или намера у складу са исламом или не, назива се фетвом: Љ. Чолић, Османска
дипломатика са палеографијом, Београд 2012, 178; T. Muftić, „ ‫“ ﻓﺘﻮى‬, Arapsko-bosanski rječnik, Sarajevo 1997, 1095.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 210

требало је да обавести остале чланове породице о истом и окачи штап о


врата. Читаву ноћ, жена је проводила искључиво са старешином породице.
У Арабији је све до појаве Ислама, постојала и заједница чији су
чланови-мушкарци, њих 10 највише, имали право да ступају у полне односе
са једном женом, чија би права била заснована само на обавезном
издржавању ње и детета од стране оног члана заједнице који би био отац
детета, што је било веома тешко утврдити.
Права жена разликовала су се у различитим деловима Арабије. У
селима у којима би неограничен број мушкараца ступао у полне односе са
једном женом, иста је имала обавезу да окачи заставу на врата приликом
ступања у тај чин. Након што би открила да је остала у другом стању, имала
је право да позове све мушкарце из села и о томе их обавести, а исти су имали
обавезу да се одазову.
Полигамни бракови, разликовали су се од полиандријских, јер су
претежно установљавани у заједницама номадских племена централне
Арабије. Узрок примењивања полигамије, лежао је у номадској традицији
поимања живота. Ратничко знање је у номада схватано као најчасније
занимање у животу једног мушкарца, а рат и пљачка као извор живота. Све
остале области друштвеног деловања номада, сматрали су понижавајућим и
намењеним женама.
Ратови су неминовно са собом доносили смрт и смањење броја
мушкараца у једној номадској заједници. Како би се одржао број чланова
заједнице, те известан морал, чланови племена гајили су полигамни брак и
као једну врсту моралне, али и економске установе. Ова врста брака
омогућавала је прибављање радне снаге потребне за обављање
многобројних послова неопходних за одржање заједнице.
Брак се могао закључити отмицом, куповином жене или споразумом.
Арапи су жену сматрали објектом брачног уговора, а брак као
купопродајни уговор, уколико је склопљен куповином жене.
Предисламска арапска заједница дозвољавала је оцу женског детета да
исто уда одмах након рођења. Уговор о купопродаји обухватао је куповну цену
женског детета-мехри садак.11 Споразумни брак склапан је на више начина, а
једна од могућности била је да жена будућем супругу као дар поклони шатор
и копље, а он њој мехр. Институција мехра задржала се и након завршетка
периода џахилије све до данас.

11Мехр означава обавезан дар млади приликом венчања, а у овом случају суму новца која је требало да припадне
сродницима, а садак је био намењен „опреми“ младе: „‫“ﻣﮭﺮ‬, у: T. Muftić, Arapsko-bosanski rječnik, Sarajevo 1997, 1439.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 211

Услови у којима је жена живела, зависили су директно од начина


склапања брака. Уколико би брак настао отмицом или куповином жене, она је
у потпуности била у власти мужевљеве самовоље. Власт коју је муж имао над
женом називала се мулк. 12
Власт мужа над женом, огледала се у чињеници да је исту могао отерати
у било ком тренутку, те је убити уколико би се „огрешила о брачне дужности“.
У случају мужевљеве смрти, његова власт над женом није престајала. Исту
жену могли су узети његови сродници у наслеђе или је продати неком другом
мушкарцу.

Ислам и шеријатско право


За муслимане, Бог заповеда целокупан начин живљења који је за
муслимане исправан, од Бога дат „начин живота“, који људи треба да следе.
Након преласка следбеника посланика Мухамеда из Меке у Медину, 622.
године, из мединске верске заједнице, развила се заједница муслимана-ума,
а касније и велика исламска држава. Филип Хити наводи да је ова заједница
муслимана, заснована на заједничкој верској опредељености, а не на
племенској припадности представљала државу у којој је Алах био
персонификација државне власти. Посланик Мухамед је за свога живота био
његов заменик и владар на земљи. Као такав, посланик је, поред својих
духовних функција, вршио и световну власт, коју сваки други владар врши.13
Мухамед је током свог живота лично вршио дужност посланика,
законодавца, верског вође, судије, врховног команданта армије и цивилног
поглавице државе. 14 Није најпоузданије познато када су у Арапа настале
правосудне установе. Постоји тврдња да је идеја о званичном утемељењу
установа настала након што су војници Халида ибн Велида убили неколицину
мушкараца из племена Бани Хузајма, те је посланик наложио да се истражи
случај, плати крвнина и казне грешници када се истражи и докаже њихов
прекршај.15
Посебан муслимански термин који изражава смисао моралног закона и
вере, те дословно „прави пут“ јесте шеријат. 16 Термин „шеријат“ обично се
преводи као исламско право или исламски верозакон, али је потребно

12 М. Беговић, Шеријатско брачно право са кратким уводом у изучавање шеријатског права, Београд 1936, 29-36.
13 F. Hiti, Istorija Arapa: od najstarijih vremena do danas, Beograd 1967, 123.
14 F. Hiti, Istorija Arapa: od najstarijih vremena do danas, Beograd 1967, 139.
15 A. A.Velajati, Istorija kulture I civilizacije Islama i Irana, Beograd 2016, 843.
16 „‫“ﺷرﻋﺔ‬, у: T. Muftić, Arapsko-bosanski rječnik, Sarajevo 1997, 729.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 212

напоменути да није реч о правном систему у техничком смислу речи, већ пре
о „целокупности људских обавеза“.17
Према исламском учењу право је у норму преточена божја воља
садржана у два главна извора: књизи објаве (Кур'ан) и речима и делима
Посланика Мухамеда (Суннет). У раном средњем веку само је шеријатско
право представљало аутохтони, уобличен правни систем. Суштина
посланичке мисије Мухамеда била је да пренесе начин живота који треба
следити. Тај прави пут јединствен је и обухвата све аспекте човековог личног
и друштвеног живота. 18 Исламско право је за муслимане савршено и
непроменљиво, оно је „ванвременска чињеница јер није подложно променама
као појавни свет“.19 Изворима шеријатског права припадају и Иџма-ул-уммет20
и Кијас21.
Шеријат не обухвата само правну материју, већ истовремено и темељне
верске дужности муслимана. Основна поставка исламске науке је да ови
прописи одржавају божју вољу и правду, да су обавезе праведне јер потичу
од Бога и да се забране односе на дела 22 која су неправедна. Због уске
преплетености верских, моралних и друштвено-правних прописа у шеријату
није дошло до раздвајања моралности и законитости акта. Главни циљ
верског закона јесте постизање људске добробити23 и уклањање нереда.

17 F. Karčić, Šerijatsko pravo-reformizam i izazovi modernosti, VI, Sarajevo 2009, 62.


18 Опширније у: F. Karčić, Studije o šerijatskom pravu i institucijama, Sarajevo 2011,36-326.
19 С. Аврамовић. В. Станимировић, Упоредна правна традиција, Београд 2012, 185.
20Појам Иџма-ул-уммет означава сагласно решење исламских научника о неком верском или правном питању. Право на

давање мишљења признавало се у почетку једино Посланиковим друговима, што се касније пренело и на њихове ученике,
а затим на све исламске научнике на основу хадиса, који каже: „Научници су наследници божјих посланика“: M. Begović,
Šerijatsko bračno pravo sa kratkim uvodom u izučavanje šerijatskog prava, Beograd 1936, 5-15.
21 Термин „Кијас“ преводи се као поређење, узор, мера, мерило, сравњивање, аналогија и закључивање по аналогији: „‫“ﻗﯿﺎﺲ‬,

у: T. Muftić, Arapsko-bosanski rječnik, Sarajevo 1997, 1254; Кијас, као четврти извор теолошке и верско-правне аргументације
у исламу укључује активну улогу људског разумског расуђивања. Закључивање по аналогији било је, од самог почетка,
регулисано строгим прописима, како се не би претворило у произвољно и потпуно самостално размишљање. Кијас је
дозвољено применити на неку ситуацију, износећи мишљење на основу претходне која је решена утврђеним ставом, о чему
обавезно мора постојати записана, текстуална потврда: Кијас подразумева она решења која су на основу аналогије извели
исламски правници из постојећих правних прописа. Овај поступак у пракси има велики значај, посебно за судије и остале
функционере који су за задатак имали примену шеријатских права у пракси: Д. Танасковић, Ислам: догма и живот, Београд
2010, 121-124.
22 Сва дела пунолетних људи могу се сврстати у једну од категорија: заповед (ваџиб), забрана (харам), препорука (недб),

одвраћање (карехети), допустивост (ибахат): F . Karčić, Šerijatsko pravo-reformizam i izazovi modernosti, VI, Sarajevo 2009, 9.
Сва дела пунолетних људи могу се сврстати у једну од категорија: заповед (ваџиб), забрана (харам), препорука (недб),
одвраћање (карехети), допустивост (ибахат);
23 Људска добробит повезана је са задовољавањем различитих потреба, које шеријатски правници деле у три категорије:

неопходне, потребне и пожељне ствари: F . Karčić, Šerijatsko pravo-reformizam i izazovi modernosti, VI, Sarajevo 2009, 9.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 213

Четири институционализоване верско-правне школе-мазхаб 24


(ханефитска, маликитска, шафитска и ханбалитска) такође су део извора на
које се шеријатско право ослања.25
Током X века, формирале су се и друге религиозне надлежности које су
биле у вези са одговарајућим службама основног и врховног судства као
носиоцима највише власти.

Шеријат и Османско царство


Познато је да је Османско царство било теократска држава која је
почивала на поштовању муслиманског права-шеријата.
Султан је био државни поглавар и халифа-духовни вођа свих муслимана
света. На челу врховне управе били су султан, велики везир и министри.
Положај султана био је уређен шеријатом, традицијом и у то време уставом,
као и осталих органа власти.26 Па је тако шеф министара био велики везир, а
Министарство ислама било је специфична турска установа на чијем челу се
налазио шејх-ул-ислам, врховни муфтија. Његов положај успостављен је
1433. године. У почетку је особа у тој функцији била лични саветник султана
за верска питања, без права на управну власт, а тек од времена султана
Мехмеда II, врховни муфтија постао је старешина улеме.27 Надлежности су им
биле широке и разноврсне, треба издвојити управу над исламском вером и
просветом, суђењем у последњој инстанци за шеријатско-правне послове,
чување основних догми ислама и тумачење свих сектора живота путем
обавезних фетви.28
Пре свега, на основу грађе садржане у двама текстуалним изворима
ислама, Кур'ану и Суни, извођени су сви теолошко-морални и верско-правни
закључци, ставови, прописи и одлуке којима су, збирно, кодификовани
исламска јуриспуденција-фикх,29 као конкретизација светог закона, шеријата и
дидактичка теологија-келам.30 Иако је ограничени Кур'ански репертоар јасних
путоказа у погледу заузимања ставова у разним животним ситуацијама силно
проширен и обогаћен смерницама и поукама из хадиске литературе, ипак је

24 Термин „мезхеб“ означава становиште, мишљење, веру, конфесију у ширем смислу и једну од четири признате школе у
шеријату: „‫“ﻣﺬھﺐ‬, у: T. Muftić, Arapsko-bosanski rječnik, Sarajevo 1997, 488.
25 С. Симић, Ислам као религија и култура, Фоча 2014, 124.
26 D. Novaković, „Položaj islamske verske zajednice u Bosni i Hercegovini za vreme austrougarske uprave“, Tokovi istorije, 3-4,

Beograd 2002, 7-8.


27 Улема је термин који означава муслиманске верске стручњаке, који представљају ауторитет за све аспекте исламског

живота. Истичу се познавањем четири кључне области исламске учености: арапског језика, Кур'ана и његовог тумачења,
проучавања хадиса и фикха: Џ. Л. Еспозито, Оксфордска историја ислама, Београд 2002, 398-399; 852.
28 Џ. Л. Еспозито, Оксфордска историја ислама, Београд 2002, 8.
29 „‫“ﻓﻘﮫ‬, у: Teufik Muftić, Arapsko-bosanski rječnik, Sarajevo 1997, 1135.
30 „‫“ﻛﻼم‬, у: Teufik Muftić, Arapsko-bosanski rječnik, Sarajevo 1997, 1305.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 214

то био затворен и заокружен инвентар преседана који није могао одговорити


свим потребама муслиманске заједнице. Према изазовима на које Кур'ански
садржаји нису могли одговорити, сунитски ислам се определио за активно
учествовање људи у обликовање доктринарног и верско-правног система.
Њима припада Иџма ул-уммет:сагласност заједнице верника о одређеном
питању и Кијас.
Захтеви живота и развоја друштва налагали су да се постепено шири
опсег легитимности аналошког закључивања, те су у у ту сврху коришћене и
фетве.
Установа фетве датира још из раног исламског времена. Посланик
Мухамед је успоставио низ правила која су примењивана у пракси
обухватајући све аспекте живота.
У Османском царству, истовремено, постојао је и световни закон канун,
чија је улога била да допуни шеријат, одговарајући на питања на која шеријат
није могао, суочен са многим историјским и цивилизацијским изазовима. 31
Улога световног закона није само да допуни верски, већ да жеље султана, које
нису у складу са шеријатом, учини законски подобним.
Нимало случајно, Османско царство је за државну школу изабрало
ханефитску, 32 по много чему најотворенију, од четири званично признате
школе тумачења шеријата. У европском делу Царства, углавном је
примењивано ханефитско учење.33
У складу са тим, обавеза шеријатског судије била је да изналази решења
за сва она питања која законом нису прецизно дефинисана. У једном граду,
могло је бити постављено више судија. Како се то могло догодити? Одговор,
лежи пре свега у школи чије су учење заступали, па тако је, на пример,
постојао судија маликијске, шафијске и ханбелијске школе у Јерусалиму. 34
Поданици су на тај начин имали могућност да бирају судију, с циљем да
процес протекне у што објективнијој атмосфери. Положај судије мењао се као
и питања и ситуације над чијим су решавањима имали ингеренције.35
Након прокламовања Хатишерифа од Гулхане, 1839, поједини
шеријатски прописи, груписани су 1877, према угледу на зборнике прописа
који су постојали на Западу у Меџелу (тур. Mecelle-i Ahkam-ı Adliyye).
Породично право, без обзира на своју важност у исламском друштву, није

31 А. Фотић, Приватни живот у српским земљама у освит модерног доба, Београд 2002, 35.
32 Ханефитима се називају сунитски муслимани који следе учење Абу Ханифе, чији су ученици Абу Јусуф и аш-Шејбани
разрадили систем фикха по начелима учитеља: N. Smailagić, Leksikon islama, Sarajevo 1990, 238.
33N. Smailagić, Leksikon islama, Sarajevo 1990, 35.
34 A. Atçil, Procedure in the Ottoman court and the duties of kadis, Ankara 2002, 42.
35 I. Kolaj Ristanović, „Zbornici fetvi na osmanskom jeziku: opšti pregled“, Pravni zapisi, 1, Beograd 2018, 127-140.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 215

нашло своје место у Меџели. Све до 1917. године, породично право није
установљено, а тада у виду својеврсног зборника одлука (Osmanlı Aile Hukuku
Kararnamesi).36
У овако сложеном систему примењивања шеријатског права, жена је као
правни субјект имала своје место. У зависности од њеног положаја на
друштвеној лествици Царства, жена је имала различите могућности пред
правосудним органима, узимајући у обзир, пре свега, имовински моменат.

Брачно и породично право у шеријату


1. Склапање брака
Шеријатско право у оквиру грађанског права препознаје брачно и
породично право. Као институцију дефинише породицу која се заправо
заснива на брачној заједници и настаје и развија се браком. У складу са тим
ислам признаје брак са слободном женом и брак са робињом.

2. Упознавање жене са мушкарцем и заруке


У Кур'ану је записано „Удавајте неудане и жените неожењене и честите
робове и робиње своје; ако су сиромашни Алах ће им из изобиља свога дати,
Алах је неизмјерно добар и све зна.“37
Исламски правници препознају заруке као једну врсту „уговора“ који има
за циљ да омогући упознавање младенаца и припреми их за брак. Шеријатско
право, са друге стране, не сматра обавезним склапање зарука, већ их само
препоручује. Овај период омогућава младенцима да се упознају и женама даје
прилику да учествују у одабиру будућег супруга. Веридбени период не
подразумева елементе правних последица, на пример, уколико би се иста
раскинула. Жена је имала право да раскине веридбу као и мушкарац. Једина
забрана склапања веридбе, која се помиње и у Кур'ану јесте забрана узимања
туђе заручнице.38
Оног тренутка када младенци одлуче да ступе у брак, приступа се
склапању брачног уговора. Садржај брачног уговора може бити по вољи
младенаца.39

3. Услови за склапање брака

36 M. Khadduri, A. Duman, „İslam Hukukunda Evlilik: Modernist Bakış Açısı”, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, sy. 9, İstanbul 2007,
s.173.
37 Сура „Свјетлост“, 24/32.
38 М. Беговић, Шеријатско брачно право са кратким уводом у изучавање шеријатског права, Београд 1936, 44.
39 I. Jaafar-Mohammad, „Women’s Rights in Islam Regarding Marriage and Divorce“, Journal of Law and Practise, v.4, iss.1, 2010,

4.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 216

Након периода зарука, наступа период могућности склапања брака.


Исламско право подразумева институцију мехра, а како је Османско
царство било теократска држава која је почивала на поштовању исламског
права, званични акти османских институција сведоче о давању мехра млади
приликом склапања брака, чија је висина зависила од имовних могућности
младожење.
Шеријатски сиџил суда у Истанбулу бележи да је приликом венчања
Емине кадуне, која је живела у махали названој по покојној султанији
Михримах, са Махмудом, 1028. хиџретске године (1618. године40), поменути
Махмуд на шеријатском суду у име мехра предао 3.300 гроша у присуству
писара Мустафе сина Рамазановог и сведока: Ахмеда сина Омеровог,
Мустафе сина Хамзиног и Алија, хаџије сина Абдулаховог.41
Три века касније, 2. октобра 1831, шеријатски судија Санџака Сивас,
Сејид Абдулах, донео је одлуку о обавезном давању мехра приликом венчања
с обзиром да је обавештен да се мушкарци у Сиваском санџаку не жене јер
немају довољно средстава како би дали мехр будућој невести или се жене
приморавају на брак, а да притом не добију од младожење мехр.42
Услови за склапање брака јесу материјални и формални.

3.1 Материјални услови за склапање брака


Материјални услови обухватају три основна елемента потребна за
склапање брака: (1)непостојање брачних сметњи, (2)пристанак брачних
другова, те (3)способност и воља брачних другова да испуне брачни циљ.
(1)Непостојање брачних сметњи јесте основни услов за склапање брака.
Брачне сметње се деле на апсолутне и релативне.
Апсолутним сметњама сматра се сродство будућих супружника, број
будућих жена, брачност жене, разлика у религијској припадности будућих
супружника, недостојност, прекомерни развод и идет43.
Ислам под сродством подразумева крвно, млечно и сродство по
тазбини. Мушкарцу је забрањено да се жени женама са којима је у крвном
сродству: „Забрањују се матере ваше, и кћерке ваше, и сестре ваше и сестре
очева ваших, и сестре матера ваших, и братичине ваше, и сестричине ваше,
и помајке ваше које су вас дојиле, и сестре ваше по млеку, и мајке жена ваших,

40 Прерачунавање датума из хиџретске у хришћанску еру у складу са Türk Tarih Kurumu, Tarih Çevirme Kılavuzu:
http://www.ttk.gov.tr/genel/tarih-cevirme-kilavuzu/
41 BOA, İstanbul Şeriye Sicili, d.03, C.13, Hükum 569, İstanbul 2010, 383.
42 BOA, Devlet Arşivlerine Göre Osmanlıda Kadın, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Istanbul 2015, 35.
43 Термин „идет“ означава законски рок у коме се жена не може удати након смрти супруга или развода од њега: „ ‫“ﻋﺪﹼة‬, у:

Teufik Muftić, Arapsko-bosanski rječnik, Sarajevo 1997, 934.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 217

и пасторке ваше од жена ваших са којима сте имали брачне односе, али ако
ви с њима нисте имали брачне односе-онда вам није грех…“44
Број будућих жена супружника може износити укупно четири заједно са
првом. Жена нема право да свом супружнику забрани да ожени друге жене,
али уколико при склапању брака направи са њим споразум, може себи
осигурати моногамни брак.
Поред своје супруге, мушкарац је могао имати и конкубине, али су ту
повластицу користили најимућнији муслимани. Халиф ал-Мутавакил је имао
4000 конкубина, па је исламско брачно право временом забранило конкубинат
и шеријатском кадији дало за задатак да такву заједницу растури или, уколико
је могуће, преточи у брак.45
Брачност жене односи се на брачни статус жене у коме се дефинише да
једна муслиманка може живети у браку само са једним мушкарцем.
Недостојност као препрека склапању брака подразумева елементе
разлике између будућих супружника који обухватају разлике у раси, узрасту,
полној способности, али се примењују и у поимању физичких и моралних
особина појединаца, те припадности одређеном друштвеном слоју.
Разлика у верској припадности будућих супружника, у ширем смислу,
односи се на жену. Ни једна муслиманка не сме ступити у брак са мушкарцем
који није исламске вере, али се ова забрана односи и на мушкарце. Кур'ански
садржај наводи „Не жените се многобошкињама, док не постану вернице;
уистину је робиња-верница боља од многобошкиње, макар вам се и свиђала.
Не удавајте вернице за многобошце док не постану верници; уистину је роб-
верник бољи од многобошца, макар вам се и допадао.“46 Разлог забрани жене
да ступи у брак са мушриком,47 лежи у чињеници да иста ступањем у брак са
мушкарцем који није муслиман рађа децу, која према шеријатским прописима
припадају мушкарцу, тиме се слаби бројност исламске заједнице.
Истовремено, уколико би мушкарац оженио жену која није муслиманка,
шеријатско право јој забрањује да наследи свога мужа и буде тутор својој
деци.
Идет је период у коме разведена жена не може склопити брак са другим
мушкарцем, како би се лако могло утврдити очинство. Након проласка овог
периода, разведена жена могла је ступити у брак са другим мушкарцем, али

44 Сура „Жене“, 4/23.


45 С. Аврамовић, В. Станимировић, Упоредна правна традиција, Београд 2012, 192.
46 Сура „Крава“, 2/221.
47 У шеријатским изворима на османском језику, користи се термин „мушрик“, који у арапском језику означава политеисту,

многобошца и неверника: „‫“ﻣﺸﺮﻚ‬, у: T. Muftić, Arapsko-bosanski rječnik, Sarajevo 1997, 732.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 218

уколико би имали децу, претходни муж, имао је права да затражи предају свог
детета које би наставило да живи са породицом свог биолошког оца.
Истанбулски шеријатски сиџил бележи случај од 29. Џемазиулахира
1079. године (23. јун 1618.), извесне Фатиме, која је била настањена у одајама
покојног Хафиз паше у Истанбулу и која је приликом развода од Абдија, сина
Хаџи Ахмеда добила 1000 акчи у име мехра. У име нафаке48 ради издржавања
свог малолетног сина Бајрама добијала је 28 акчи месечно. С обзиром да је
требало да поново ступи у брак, суд је донео одлуку да дете додели оцу.49
(2)Пристанак брачних другова важан је елеменат приликом склапања
брака. Уколико су обе стране сагласне са садржајем брачног уговора и
уколико су одлучиле да оснују брачну заједницу, сметње за склапање брака
нису постојале. Жена је имала право на заштиту уколико није желела
слободном вољом да ступи у брак. Ово је посебно важило за елиту, сроднике
владајуће династије и имућније грађане Царства.
Везир Мустафа паша, мухафиз Ерзурума, наредио је 1. Шевала 1068.
(2. јул 1657.) да се не узнемирава нити присиљава на удају његова сестра
Разија, супруга покојног Хасана, као жена која је остала без мужа.50
Приликом склапања брака важно је да су обе стране способне да дају
сагласност за ступање у брак. Брачно пунолетство постиже се са навршеном
петнаестом годином живота. Уколико је породица спремна да полно способну
особу женског пола-период након добијања менструације, удају за мушкарца,
истовремено полно способног, обавезни су да пред шеријатским судом
докажу њену полну зрелост.
Овим се истовремено доказује да су жене изложене вољи или самовољи
породице, која их може дословно натерати да ступе у брачну заједницу веома
младе, уколико су полно зреле.
Из заповести Османске државе Абдурахман паши, мутесарифу
Анкарског санџака, заповеднику кадија, мутевелијама, војсци и свим радним
људима, од 1. Мухарема 1229. хиџретске године (21. јануар 1814.), која се тиче
незаконито склопљеног брака између малолетне жене и мушкарца, можемо
закључити како се држава односила према случајевима склапања брака
уколико малолетна жена не да свој пристанак. Брак у који улази малолетна
жена, како смо претходно напоменули, не коси са шеријатским прописима о
склапању брака између малолетних лица, уколико жена да свој пристанак уз

48 Термин „нафака“ преводи се као опскрба, издржавање, прехрана, а означава и својеврстан вид алиментације који се даје
ради издржавања деце: „‫“ﻧﻔﻘﺔ‬, у: T. Muftić, Arapsko-bosanski rječnik, Sarajevo 1997, 1520.
49 BOA, İstanbul Şeriye Sicili, d.03, Cilt.13, İstanbul 2010, s.371, Hükum: 548.
50 BOA, Devlet Arşivlerine Göre Osmanlıda Kadın, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Istanbul 2015, 23.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 219

присуство сведока. У овом случају, малолетна жена била је присиљена да да


свој пристанак, а у документу се наводи да је то чест случај јер малолетне
жене пристају на брак из финансијских разлога (сиромаштва). Њен будући
супруг је, објашњавајући свој поступак приликом узимања малолетнице за
жену на суду изјавио „Намеравао сам да је научим браку, па би ме она
вероватно прихватила“. Иако жена има право на раскид веридбе, он ју је на
суду упитао „Зашто си ме прихватила, а онда одбила заруке?“. Држава је у
решавању овог питања упутила ферман Абдурахман паши, мутесарифу
Анкарског санџака, у коме је све претходно навела и наложила да се оваквим
случајевима принудног ступања малолетних жена у брак стане на пут.51
(3)Способност и воља за испуњење циља брака, супружницима је
наметнула идеалистичко схватање брака које подразумева морално и
материјално потпомагање супружника, те усавршавање супружника, а као
природну последицу брака и рађање деце. У пракси је то другачије.
Социолошки и друштвени фактори, као и наслеђе муслиманских заједница
условљавају овај услов ступања у брак.
Релативним сметњама за ступање у брак сматрају се оне које су
пролазне: сиромаштво, полна болест, веридба и друге.

3.2 Формални услови за склапање брака


Формални услови обухватају чин ступања у брак у присуству сведока.
Посебно је важно изражавање воље будућих супружника што потврђује
пуноважност брака. Ови услови за ступање у брак подлегали су
злоупотребама. Било је случајева да су лажни бракови уз сведочење сведока
проглашавани правоснажним и на тај начин бесправно остваривана права на
материјална добра. Документ који сведочи о ступању у брак двоје људи у
присуству сведока, претрпео је минималне промене у виду саопштеног
садржаја у односу на оне који су састављани у периоду владавине Турака
Османлија.
Садржај би био следећи (прилог 1)52:
Мехри муеџељ
1.001
Само хиљаду и један грош
Према одобрењу имама Куртагић махале која припада кази Трговиште
[…]

51 BOA, Devlet Arşivlerine Göre Osmanlıda Kadın, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Istanbul 2015, 31-32.
52 У прилогу се налази транслитерација и скен оргиналног документа.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 220

Одобрава се венчање Неџмије девојке, ћерке Османа ефендије који су


становници ове махале са вереником Халидом, а да не постоји никаква
законска препрека, за шта је овлашћен вероучитељ Нуруддин бин ел-Хаџ
Ибрахим из касабе Нови Пазар по вољи и пристанку обеју страна са
означеном висином михри муеџеља и муеџеља уз присуство сведока.
[…] 1325
[…] 1323
Печат: Управитељ Трговишта
Векил Мухамед ага син Реџеп аге Векил Мухамед ага
син Нуруддин аге
[…] Селим ага син Али аге […] Ахмед Нуруддин
ага
[…] Наил ага син Суад аге […] Емин ага син
Селман аге хаџије
Приликом ступања у брак, могу се прописати посебни услови којим се
дефинишу односи супружника у случају прекида брака или промена у
њиховим односима.
Овакав начин склапања брака, посебно је важан за жену. Услови су
обавезно записивани у сиџил шеријатског судије уз присуство сведока.
Приликом смрти супруга, жена је такође имало право на мехр. Међутим,
дешавало се да се жене обраћају суду због неисплаћеног мехра. Шеријатском
суду у Ускудару, 3. децембра 1579, обратила се Доћина, кћи Јоргија зимије,
јер јој је након смрти њеног супруга Дима, зимије, његова мајка Тесфина,
ускратила право на мехр, који је предбрачним уговором обухватао 12
филорија и насупрот томе дала јој 2 памучна чаршафа, 2 јастука, 1 мали
извезени јастук, 2 пара украса за уши, 1 златну посуду за чај, 1 сребрну чинију,
1 торбу и 1 каиш. Суд је наложио да се поменутој Доћини, исплати мехр и
предају поменуте ствари.53
На овај начин, жена је добијала својеврсну врсту одштете приликом
прекида брака.

3.4 Право мужа и обавезе жене у браку


Шеријатско право прописало је заједничка права и дужности мушкарца
и жене у браку: вршење полних односа, верност и узајамно лепо понашање.
Кур'ански садржаји признају право мужу над женом, што заправо има
шире последице у свим аспектима друштвеног деловања једне жене. На
пример, на основу одлуке мужа, бира се место становања породице, муж има

53 BOA, Üsküdar Şeriye Sicili, d.51, C. 08, Hüküm 31, İstanbul 2010, 76.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 221

право да надзире понашање жене, која је обавезна да води домаћинство и


покорава се мужу.
Право супруга да надзире своју жену огледа се у чињеници да има право
да контролише кретање и понашање своје супруге. Кретање жене у браку,
односи се пре свега на посету родитељима или примање посета, која се могло
одвијати без препрека. Уколико би жена изразила жељу да посети своју даљу
родбину, имала би право да то учини једном годишње. Право супруга на
надзор жене у тесној је вези са условима који подразумевају могућност жене
да затражи развод брака, пре свега уколико муж претера у телесном
кажњавању супруге.
Жена је била дужна да води домаћинство и да се покорава свом мужу.
Вођење домаћинства била је обавеза жене и када је њен супруг одсутан.
„Мушкарци воде бригу о женама зато што је Алах дао предност једнима над
другима и зато што они троше иметке своје. Због тога су честите жене
послушне и за време мужевљева одсуства воде бригу о ономе о чему треба
бригу да воде, јер и Алах њих штити.“54
У вођењу домаћинства жена је имала право на помоћ. Помоћнице су
биле углавном робиње, које су такође имале право да се обрате суду ради
заштите. Забележен је случај извесне Гулистан, кћи Абдулахове, средње
висине, плаве косе и браон очију, пореклом из Мађарске, која се обратила
Шеријатском суду у Београду 24. јуна 1676. године. Поменута је навела да је
Хаџи Мурат, Ибрахимов син из Београда купио за 100 куруша од Фатме
Београђанке, како би живела слободно у једном селу надомак Београда. Овом
приликом обратила се суду тражећи да је ослободи, јер је и даље била
Муратова робиња.55
Жене су имале право и на своју имовину, те да осим поседовања исте
завештају имовину у добротворне сврхе. То право било је резервисано
углавном за жене из виших друштвених слојева. Задужбине су осниване у
виду џамија, летњиковаца и палата. Непокретна имовина коју су поседовале,
те завештале обухватала је куће, различите врсте дућана, млинове,
пољопривредна земљишта и друго. Ипак, жене су се најчешће одлучивале за
утемељење новчаних вакуфа. Жене су оснивале новчане вакуфе да плате
мујезина, имама и остале раднике у џамији, а углавном су даровале износ од
3000 акчи о чему сведоче и пописни дефтери за Крушевачки санџак у XVI
веку.56

54 Сура „Жене“, 4/34.


55 D. Amedoski, „Belgrade Women in Ottoman Society:Muslim Women from Belgrade at Sharia Court (17th Century)“, Belgrade 1521-
1867, Belgrade 2018, 60; İstanbul Kadı Sicilleri İstanbul Mahkemesi, nu.18.
56 Д. Амедоски, „Османска жена на Централном Балкану између стереотипаи стварности (16-18. век)“, Гласник Етнографског

института САНУ, LXVI, бр.1, Београд 2018, 129.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 222

Жене су равноправно учествовале и у наслеђивању имовине, те су


истом и располагале и равноправно учествовале у промету некретнина.
Хуџет 57 од 10. Мухарема 1250. хиџретске године (19. мај 1834.) сведочи о
продаји плаца у Параћинској нахији од стране Мемиша, Мелике и Фатме из
Београда Анти Вељковићу, зимији за 200 гроша.58
Међутим, основно право ожењеног мушкарца лежи у његовој
дисциплинској власти над женом. Жена је та која је била дужна да се покорава
мужу, а ово је право мушкарца у тесној вези са његовим правом да врши
надзор над понашањем своје жене.
Права жене у браку, директно се рефлектују на обавезе супруга. Исти је
био дужан да јој исплати мехр и да издржава породицу. Супружник је био у
обавези да жени исплати мехр одмах након венчања, а уколико то не учини
она није била обавезна да му се покорава.
Кадијски сиџили бележе случајеве обраћања жена суду јер им уговорени
мехр или нафака нису исплаћени. Београђанка Фатма обратила се суду
наводећи да јој њен супруг Ибрахим, Салихов син, настањен у Нишу, није
плаћао издржавање. Фатма је имала хуџет као потврду обавезе мужа да је
издржава, који је налогом суда послат поменутом Ибрахиму у Ниш. Ибрахим
није пристао да исплати новац на овако изнуђен начин и поручио је супрузи
„да је слободна“. Суд је у присуству сведока развео брак.59
Жена има право да затражи развод брака уколико код њеног супруга
током трајања брака наступи немогућност обављања полних односа.
Међутим, уколико жена није била задовољна или су њена права у браку
нарушена, суд је био једина инстанца којој се она могла обратити ради
заштите, уколико је наишла на неразумевање супруга.

Прекид брака
Пуноважним браком сматрају се они који испуњавају све материјалне и
формалне услове. Ништавним браковима сматрају се они који ове услове не
испуњавају.
1. Престанак апсолутно ништавних бракова
Елементи на основу којих се утврђује ништавност брака готово су исти
као и они који означавају апсолутне сметње за склапање брака о којима смо
претходно говорили.

57 Хуџет је судски документ, званични акт кадије који је издаван у сврху потврђивања одлуке донете на основу исказа
заинтересованих страна, а његова садржина је обавезно завођена у сиџил: Љ. Чолић, Османска дипломатика са
палеографијом, Београд 2012, 150.
58 ИАБ, Лични фонд Војислава Вељковића, к. 2, Документи Јована Вељковића на османском језику
59 D. Amedoski, „Belgrade Women in Ottoman Society: Muslim Women from Belgrade at Sharia Court (17th Century)“, Belgrade

1521-1867, Belgrade 2018, 59.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 223

Исламски верници са посебном пажњом обрађују питање прекида


ништавног брака: узроке ништавности, начин престанка и последице.
Елементи узрока ништавности су следећи: блиско сродство са брачним
другом; закључење брака са петом женом поред 4 живе законите супруге;
ступање у брачну заједницу са туђом женом; живот у полигамном браку са
више сестара или тетком; брачна веза муслимана са политеистом; склапање
брака у име неспособних лица које изврши отац који није савестан; склапање
брака са женом у иддету или туђом женом у иддету; склапање брака са женом
са којом се муж претходно развео; склапање брака са лудим или неразумним
малолетником и неиспуњавање прописаних формалности на венчању.
Последице прекида ништавног брака могу бити кривично-правне и
грађанско-правне природе.

2. Престанак релативно ништавних бракова


2.1 Престанак условно ваљаних бракова
Условно ваљани бракови представљају оне који у тренутку склапања
нису испунили све услове за склапање брака. Овакви се бракови не могу
завршити одлуком надлежног суда.

2.2 Престанак бракова с правом опције


Дефинисање брака с правом опције представља изјава пунолетног
супружника да је незадовољан браком, те изјава духовно оболеле особе након
оздрављења јер је брак склопљен док је њена болест трајала и изјава о полној
потенцији мужа. Овакви се бракови могу се прекинути на суду и имају само
грађанско-правну последицу.

2.3 Престанак пуноважних бракова


2.3.1 Престанак брака природним путем
Престанак брака природним путем подразумева претпостављену или
сигурну смрт супружника. Претпостављеном се сматра она у којој супружник
није сигуран да ли је други преминуо (услед ратовања, нестанка лица итд.)
Уколико суд прогласи несталу особу мртвом, брак се аутоматски прекида.60
Престанак брака на овај начин није искључивао могућност обраћања
суду ради борбе за наследство. У складу са Књигом жалби из XVII века,
постојало је неколико случајева обраћања Шеријатском суду у Београду од
стране удовица које су биле стараоци своје деце. Истовремено, забележени

60 Суд несталу особу може прогласити мртвом када наврши 90 година.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 224

су случајеви кћерки које су се пред судом бориле за наследство у име своје


породице.
Без обзира што су жене предбрачним уговором осигурале своје право
на имовину често су биле у обавези да исплаћују дугове својих покојних
мужева. Тако кадијски сиџил шеријатског суда у Истанбулу бележи да су
Хуршах, Алија и Фатко, супруге покојног Курдоглу Мустафе Беше, сина
Мехмедовог из Београда, који је преминуо 1686. године као становник
Београда и припадник 31. јединице јаничара, изјавиле пред судом да је
преминули дуговао 400 куруша. Док је био жив платио је најпре 100 куруша,
затим 90, делом у готовини и делом натурално-крзном. Након смрти Мустафе
Беше, пред судом се појавио Мехмед, син Мехмедов из Оруч Гази махале,
тврдећи да му је покојник дужан 400 куруша. Суд је након саслушања сведока
и Агје, Јерменина, који је остатак дуга требало да преда поменутом Мехмеду,
закључио да наследнице покојног Мустафе Беше треба да исплате остатак
дуга у износу од 210 куруша.61

2.3.2 Престанак брака правним путем


Престанак брака правним путем представља све могућности прекида
брака обраћањем судским органима.

2.3.2.1 Талак62
Прекид брака путем талака, може се извршити само иницијативом мужа,
а овај процес подразумева пре свега способност супружника да изврши талак,
односно „отпуштање жене“, употребу бракоразводне формуле којом јавно
изјављује да је „отпушта“, могућност отказивања брака и намеру коју има
приликом овог поступка.
Први ајет суре „Развод брака“ наводи: „О веровесниче, кад хтеднете
жене да пустите, ви их у време кад су чисте пустите, а онда време које треба
да прође бројте и Алаха, Господара свога, бојте се. Не терајте их из станова
њихових-а ни оне нека не излазе-, осима ако очито срамно дело учине“.63
И док траје време одређено за чекање, ви их, или на леп начин
задржите, или се великодушно од њих коначно раставите и као сведоке
двојицу ваших праведних људи узмите…“64 У Кур'ану се даље наводи: „А оне

61 D. Amedoski, „Belgrade Women in Ottoman Society: Muslim Women from Belgrade at Sharia Court (17th Century)“, Belgrade
1521-1867, Belgrade 2018, 58; İstanbul Kadı Sicilleri Bab Mahkemesi nu. 46.
62 BOA, Devlet Arşivlerine Göre Osmanlıda Kadın, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Istanbul 2015, 43.
63 Сура „Развод брака“, 65/1.
64 Сура „Развод брака“, 65/2.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 225

жене ваше које су наду у мјесечно прање изгубиле и оне које га нису ни
добиле, оне треба да чекају три месеца. Трудне жене чекају све док не роде“.65
Ови Кур'ански садржаји сведоче да жена није могла бити отпуштена
било када, посебно не док се не утврди да ли је у другом стању или уколико је
већ овај период наступио.
Приликом венчања, могао се склопити уговор, којим би се утврдили
услови талака. Шеријатски сиџил бележи обраћање Дилфериде, кћи
Абдулахове од 15. октобра 1535. уз присуство сведока, у коме наводи да јој је
супруг Оруч, син Халилов, рекао да је слободна, а да се уговором обавезао
да, уколико је након више од месец дана напусти, тај се чин има сматрати
„слободним пуштањем“.66

2.3.2.2 Прекид брака судским путем67


Бракоразводну парницу могао је покренути муж или жена на суду
уколико су претходно одлучили да се споразумно разведу. Сиџили сведоче да
су мужеви врло ретко прибегавали разводу брака судским путем. То су чинили
уколико су сматрали да је жена учинила превару у браку или уколико им је
била непокорна. „О жене Веровесникове, ако би која од вас очит грех учинила,
казна би јој удвостручена била, а то је Алаху лако.“68
Жена пак има више разлога да се суду обрати како би прекинула брак
јер су њена права ограничена шеријатским прописима.
Извесна Хатиџа, Лутфулахова кћи из Унџузаде махале у Истанбулу,
развела се од Касима, сина Меминовог судским путем, на основу споразума
којим је супруг био обавезан да јој исплати мехр у износу од 2000 акчи и
издржава је у периоду идета. Шеријатски суд је забележио прекид брака 25.
Ребиулахира 1027. године (12. март 1618. године) у присуству сведока.69

2.3.2.3 Прекид брака од стране жене


Вољом жене брак се могао прекинути искључиво уколико јој супружник
да право да то учини приликом венчања и касније у браку на три начина:

65 Сура „Развод брака“, 65/4.


66 BOA, Üsküdar Şeriye Sicili, d.09, C. 04, Hüküm 855, İstanbul 2010, 341.
67 Прекид брака може се извршити и путем уговора са којим су сагласне обе стране. Овај, споразумни начин прекида брака,

данас је у најчешћој употреби.


68 Сура „Савезници“, 33/30.
69 BOA, İstanbul Şeriye Sicili, d.03, C. 13, Hüküm 223, İstanbul 2010, 185.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 226

избором жене-хијар 70 , пресуђивањем-темлик 71 или изражавањем слободне


воље-мешијет72.
Истовремено, жена није имала право да затражи развод уколико би
трпела злостављање у браку у било ком облику. Шеријатски сиџили сведоче
о злостављању које обухвата више облика-од отимања девојке како би се
основала брачна заједница, преко чина напастовања, до физичког у браку, те
унутар породице.
Злостављање жене у браку, све до 1537. године, могао је бити разлог
због кога би кадија на суду одобрио развод на захтев жене. Чињеница да након
овог периода, овакви захтеви нису наилазили на разумевање, те разрешење
у корист жене, заснива се на образовању кадија, који су припадали махом
шафијској школи учења. Ханефитска школа није препознавала овај чин као
разлог за развод брака.
Жене су се могле пожалити кадији уколико их муж физички нападне или
дословно истуче, након чега би исти био упозорен, а тек након поновљеног
насилног понашања, кажњен од стране кадије.73
Сиџил Шеријатског суда у Бурси бележи да се 1844. године суду
обратила Селима, кћи Мехмедова која је била настањена у махали Филибоз
и о свом супругу Мехмеду, сину Мустафином дала исказ: „Мој супруг, Мехмед,
истукао ме је без икаквог права јуче мотком“. Како је супруг изјавио да је
свестан да је погрешио, суд га је укорио и наложио му да припази на своје
понашање.74
Иако је претходно жена изјавила „истукао ме је без икаквог права“, тући
жену није било противзаконито. Напротив, 34. ајет суре „Жене“, помиње
могућност да се непокорна жена у браку истуче: „Мушкарци воде бригу о
женама зато што је Алах дао предност једнима над другима и зато што они
троше иметке своје. Због тога су честите жене послушне и за време
мужевљева одсуства воде бригу о ономе о чему треба бригу да воде, јер и
Алах њих штити. А оне чијих се непослушности прибојавате, ви посаветујте, а

70 Термин „хијар“ означава слободан избор, опцију и вршење изборног права: „‫“ﺧﯿﺎر‬, у: T. Muftić, Arapsko-bosanski rječnik,
Sarajevo 1997, 416.
71 Термин „темлик“ дословно се преводи као „предавање у власништво“: „‫“ﺗﻤﻠﯿﻚ‬, у: T. Muftić, Arapsko-bosanski rječnik, Sarajevo

1997, 1432.
72 Термин „мешијет“: „‫“ﻣﺸﯿﺌﺔ‬, у: T. Muftić, Arapsko-bosanski rječnik, Sarajevo 1997, 773.
73 B. Balık, „Osmanlı Döneminde Kadına Şiddet“:

.<https://www.academia.edu/35287625/OSMANLI_D%C3%96NEM%C4%B0NDE_KADINA_%C5%9E%C4%B0DDET_Berfin_Bal%
C4%B1k>
74 Опширније у: H. Selçuk, „Kadına Uygulanan Şiddetin Osmanlı Mahkeme Tutanaklarına Yansımaları“, KAREFAD, sy.1, Çankırı

2013, 109-126.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 227

онда се од њих у постељи раставите, па их и ударите; кад вам постану


послушне онда им зулум не чините!“75
На примеру случаја који бележи Шеријатски суд у Силистри, 5. марта
1792, можемо закључити до које мере је жена требало да трпи злостављање,
да би добила дозволу кадије за развод. Зубејда, коју је њен супруг Сејид
Осман ага, неколико пута напао ножем, под изговором да је „хулила на бога“
обратила се суду. Сведоци, Хусејин Абдулах, жене Емина и Хатиџа, су пред
судом подржали исказ супруга. Шеријатски судија је пресудио фетвом:
„Питање: „Уколико Хинд, супруга Зејдова хули на Бога, шта би Зејд требало
да уради?“ Одговор: „Требало би да је научи разумевању/поштовању вере и
брака.“ Питање: „Уколико на овај начин Хинд није осрамоћена, може ли да се
разведе?“ Одговор: „Може“.“76 Из наведеног примера закључујемо да кадија
није дозволио развод брака јер је муж напао ножем своју закониту супругу
неколико пута, већ из разлога што је она „хулила на бога“.
Када би жена, која је напустила мужа, желела да му се врати, шеријатски
суд би пресудио у складу са наведеном ситуацијом. Крајем XIX века, тачније
10. јануара 1896. шеријатски суд је забележио случај извесне Халиде, кћи
Хусејина Кумија, која је желела да се врати свом мужу Шерефу, сину Хаџи
Сулејмана кога је напустила, а који је настањен у селу Ерах, казе Ерах који
припада граду Сирту. Супруг је на суду изјавио да о жени 5-6 дана није знао
ништа и да је пронашао у коначишту за жене у граду Сирту. Када ју је
пронашао поменута Халида је изјавила да је побегла од свог мужа, јер јој је
рекао да ће је убити. Међутим, није имала средстава за издржавање која би
јој омогућила да остане у граду Сирту. Шеријатски суд је пресудио да се иста
може вратити, након што се научи лепом понашању и након што се у
надлежном суду исто забележи у сиџил.77
Као што смо претходно напоменули, прописи из области брачног права
груписани су у својеврстан зборник прописа 1917. године (Osmanlı Aile Hukuku
Kararnamesi), чији садржај није разматрао заштиту жене од злостављања у
браку.

75 У изворном облику стоји nüşûz kadın у значењу „непокорна жена“. Овде је реч nüşûz употребљена као придев, међутим у
арапском језику, који је језик Кур'ана, представља именицу у значењу „непокорна жена“: “‫“ﻧﻧﺸﺎﺋﺰ‬, у: T. Muftić, Arapsko-bosanski
rječnik, Sarajevo 1997, 1493.
76 BOA, Silistre Şeriyye Sicili, s.78, v.79a.
77 BOA, Devlet Arşivlerine Göre Osmanlıda Kadın, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Istanbul 2015, 43.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 228

Прилози:
Прилог 1:
Mehr-i Müeccel Mehr-i Muʿaccel
1001,00 0000
Yalnız bin bir gurûşdur.
Trgovişte Kazâsı'na tâbiʿ Kurtâgiç Mahallesi İmâm-ı Efendi baʿde's-selâm (...)
Mahallenizde sâkine Necmiye Bint Osmân Efendi nâm bâkirin […] mâniʿ şartı
ve ʿasâkir-i şahâneye nişân ve nikâhlısı oldığı Hâlide işbu tâlib olan Yeni Pazar
kasabalı Nûruddîn Bin el-Hâcc Ahmed nâm kimesneye […] izni ve tarafeynin
rızâlarıyla ve mehr-i müeccel ve muʿaccel nizâmîsi tesmiyesiyleʿinde'ş-şühûd ʿakd-
i nikâh eyleyeseniz.
[…] 1325
[…] 1323
Trgovişte (...) Vekîli
(Mühür)
Vekîl Muhammed Ağa Bin Nûruddin Ağa Vekîl Muhammed
Ağa Bin Receb Ağa
[…] Ahmed Nûruddîn Ağa […] Selim Ağa Bin
ʿAlî Ağa
[…] Emîn Ağa Bin el-Hâcc Selmân Ağa […] Nâil Ağa Ağa Bin
Suâd Ağa

78

78 Историјски архив „Рас“, Нови Пазар, Оријентална збирка


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 229

Извори
Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), İstanbul Şeriyye Sicili
Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), Silistre Şeriyye Sicili
Историјски архив Београда, Лични фонд Стојана Вељковића
Историјски архив „Рас“, Нови Пазар, Оријентална збирка
Kur’an, prevod: Besim Korkut, Sarajevo 1997.
Литература
Аврамовић, С., Станимировић, В., Упоредна правна традиција, Београд
2012.
Амедоски, Д., „Османска жена на Централном Балкану између
стереотипа и стварности (16-18. век)“, Гласник Етнографског института
САНУ, LXVI, бр. 1, Београд 2018.
Atçil, A., Procedure in the Ottoman court and the duties of kadis, Ankara
2002.
Беговић, М., Шеријатско брачно право са кратким уводом у изучавање
шеријатског права, Београд 1936.
Begović, M., „Nastanak i razvitak šerijatskog prava“, Balcanica, XV, Beograd
1984.
Čar-Drnda, H., „Društveni i pravni položaj žene muslimanke u osmanskoj
Bosni“, Znakovi vremena, v.10, br. 37, Sarajevo 2010.
Чолић, Љ., Османска дипломатика са палеографијом,Београд 2005.
Еспозито, Џ. Л., Оксфордска историја ислама, Београд 2002.
Фотић, А., Приватни живот у српским земљама у освит модерног доба,
Београд 2002.
Hiti, F. Istorija Arapa: od najstarijih vremena do danas, Beograd 1967.
Jaafar-Mohammad, I., „Women’s Rights in Islam Regarding Marriage and
Divorce“, Journal of Law and Practise, v.4, iss.1, 2010.
Karčić, F., Studije o šerijatskom pravu i institucijama, Sarajevo 2011, 36-326.
Karčić, F., Šerijatsko pravo-reformizam i izazovi modernosti, VI, Sarajevo
2009, 62.
Khadduri, M., Duman, A., „İslam Hukukunda Evlilik: Modernist Bakış Açısı”,
İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, İstanbul 2007.
Kolaj Ristanović, I., „Zbornici fetvi na osmanskom jeziku: opšti pregled“,
Pravni zapisi, 1, Beograd 2018.
Muftić, T., Arapsko-bosanski rječnik, Sarajevo 1997.
Novaković, D., „Položaj islamske verske zajednice u Bosni i Hercegovini za
vreme austrougarske uprave“, Tokovi istorije, 3-4, Beograd 2002.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 230

Pakalın, M. Z., Osmanlı Tarih ve Deyimleri Sözlüğü, C.II, İstanbul 1983.


Танасковић, Д., Ислам: догма и живот, Београд 2010.
Симић, С., Ислам као религија и култура, Фоча 2014.
Selçuk, H., „Kadına Uygulanan Şiddetin Osmanlı Mahkeme Tutanaklarına
Yansımaları Makalesinden“, KAREFAD, sy.1, Çankırı 2013.
Smailagić, N., Leksikon islama, Sarajevo 1990.
Topoljak, S., „Philosophy of human rights and freedoms“, University Review,
v. 6.
Ujkanović, E., Islamska terminologija u jugoslovenskoj upotrebi od 1918. do
1990. godine, Novi Pazar 2011.
Velajati, A. A., Istorija kulture I civilizacije Islama i Irana, Beograd 2016.
Zirojević, O., „Fetve“, Helsinška povelja, 127-128, januar-februar, Beograd
2009.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 231

Bosna ve Kıbrıs’ta Tanzimat: Benzerlikler ve Farklılıklar

Hasan SAMANİ

ÖZET
18.Yüzyılın sonlarından itibaren devletin varlığını devam ettirmek için modernleşme sürecine giren
Osmanlı devletinde, özellikle Tanzimat döneminde (1839-1878) merkezi otoriteyi güçlendirmek ve taşra üzerinde
daha etkili kılmak maksadıyla birçok yeni kurum oluşturulmuştur. Bu süreci 1571’den bu yana Doğu Akdeniz’de
uğrak bir ticaret limanı konumundaki Kıbrıs ile Osmanlı Balkanlarında önemli bir eyalet konumundaki Bosna-
Hersek’te de izlemek mümkündür. Bu iki Osmanlı toprağının belki de ilk göze çarpan ortak özelliği, Hristiyan
çoğunluğun içinde tarihsel süreç içinde Müslüman bir cemaatin ortaya çıkmış olmasıdır.
Bu bildiride başta İdare, Askerlik, Eğitim, Sağlık, Haberleşme, Matbuat, Ticaret Mahkemeleri ve
Bankacılık alanlarında olmak üzere mukayeseli olarak Tanzimat’ın Bosna ve Kıbrıs’a yansımalarını benzerlik ve
farklılıklarıyla ortaya koymak hedeflenmektedir. Kuşkusuz bu bir bakıma Osmanlı devletinin Doğu Akdeniz ve
Balkanlarda izlediği yenileşme siyasaları hakkında da bazı önermeler geliştirmeye yardımcı olacaktır. Yerel
dinamiklerin genel Osmanlı reform siyasalarıyla etkileşimi ve bunun doğurduğu sonuçlar açısından da gerek
Bosna gerekse Kıbrıs, Balkanlar ve Doğu Akdeniz’in özgün temsilleri olarak Osmanlı Modernleşme sürecinin
anlaşılmasına katkı koyabilir nitelikte örnekler kabul edilebilirler.
Netice itibarıyla, özellikle yeni kurumların oluşturulması açısından Osmanlı yöneticilerinin bazı
durumlarda Bosna’ya, bazı durumlarda da Kıbrıs’a öncelik verdiğini söylemek mümkündür; Bosna rüştiyeleri
1852’de açılmaya başlanırken, Kıbrıs’taki tek rüştiye olan Lefkoşa rüştiyesi 1864’te açılmıştır. Dönemin önem
verilen modernleşme sembollerinden biri olan telgrafın Bosna’ya geliş tarihi 1858 iken, Kıbrıslıların telgrafla
tanışması 1871’de gerçekleşmiştir. Bosna-Hersek’te dönem içinde vilayet matbaasının açılmasıyla gazeteler
yayınlanmaya başlamışken, dönem boyunca Kıbrıs’ta herhangi bir dilde yayımlanan gazete yoktur. Kıbrıs’ın
Doğu Akdeniz ticaretinde uğrak limanlardan biri oluşu, karantina sisteminin burada Bosna-Hersek’ten önce
kurulmasının ana nedeni olmalıdır. Bank-ı Osmanî-i Şahane’nin bir şubesinin Larnaka’da açılması da Kıbrıs’ı
Bosna’dan farklılaştıran bir diğer unsur olmuştur.
Yerel danışma kurulları ve Ticaret mahkemesi gibi Vilayet teşkilatı kapsamında Osmanlı genelinde
oluşturulan kurumların yanında, Boşnak ve Kıbrıslı Müslümanların askerliklerini sadece kendi memleketlerinde
yapmak gibi bir ayrıcalık elde etmiş olmaları göze çarpan en önemli benzerlik kabul edilebilir.
Osmanlı Bosna-Hersek ve Kıbrıs’ının tecrübe ettikleri son ortak deneyim, Tanzimat dönemi sonu
sayılabilecek 1878 senesinde başka imparatorlukların idaresine geçmiş olmalarıdır. 1877-1878 Osmanlı-Rus
Savaşı sonunda Bosna-Hersek Avusturya-Macaristan’ın, Kıbrıs ise Britanya İmparatorluğu’nun idaresine
geçmiştir.
Anahtar Kelimeler: Bosna, Hersek, Kıbrıs, Tanzimat, Osmanlı Modernleşmesi

Assoc. Prof. Dr. / Near East University, hasan.samani@neu.edu.tr, TRNC


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 232

TANZIMAT IN BOSNIA AND CYPRUS: SIMILARITIES AND DIFFERENCES

ABSTRACT
Many new institutions were established in the Ottoman empire, which entered the modernization process
to continue the existence of the state since the end of the 18th century, in order to strengthen the central authority
and make it more effective on the provinces especially in the Tanzimat period (1839-1878). It is possible to
observe the process in the island of Cyprus, a port of call in the eastern mediterranean, and an Ottoman province
since 1571, and in Bosnia-Herzegovina, an important province for the Ottoman Balkans. Probably, the glaring
common feature of these two provinces is that in both a Muslim community, within a Christian majority, came
into being under the Ottoman rule.
In this paper, it is aimed to reveal the reflections of Tanzimat on Bosnia and Cyprus with similarities and
differences, especially in the fields of Administration, Military, Education, Health, Communication, Printing/Press,
Commercial Courts and Banking. It is unquestionable that such an attempt would also help to develop some
propositions about the innovation policies of the Ottoman state in the Eastern Mediterranean and the Balkans.
At the point of understanding of the interaction of local dynamics in provinces with general Ottoman reform
policies, Bosnia-Herzegovina and Cyprus can be accepted as the representations of Ottoman modernization in
Balkans and Eastern Mediterranean.
In conclusion, regarding the foundation of the new and modern institutions one would claim that the
Ottoman reformists on some occasions gave priority to Bosnia and on some occasions to Cyprus; While the
Rüştiye schools were opened in Bosnia in 1852, the only Rüştiye in Cyprus, Nicosia Rüştiye, was opened in
1864. While the telegram, as one of the symbols of Ottoman modernization, was brought to Bosnia in 1858, the
Cypriots witnessed the arrival of the telegram to their homeland in 1871. While newspapers started to be
published in Bosnia and Herzegovina with the opening of the provincial printing press, there were no newspapers
published in any language in Cyprus during the period. The fact that Cyprus is one of the ports frequented by
the Eastern Mediterranean trade should be the main reason for the establishment of the quarantine system
earlier than Bosnia-Herzegovina. Similarly, the opening of a branch of Bank-ı Osmanî-i Şahane in Larnaca was
another aspect that differentiated Cyprus from Bosnia.
Aside from the administrative and the judicial institutions established within the framework of provincial
re-organization, such as local consultant councils and the Tribunal of Commerce, the most striking similarity was
that both Bosniaks and Cypriot Muslims had the privilege to do their military service in their homeland.
The last common experience of the Ottoman Bosnia-Herzegovina and Cyprus is that they were both
ceded to other empires in 1878, which could be considered as the end of the Tanzimat period. At the end of the
1877-1878 Ottoman-Russian War, Bosnia-Herzegovina fell under Austro-Hungarian rule. Similarly, Ottoman
government had to hand over Cyprus to Britain.
Keywords: Bosnia, Herzegovina, Cyprus, Tanzimat, Ottoman Modernization.
***
GİRİŞ
Tanzimat dönemi reformlarının, III. Selim ve özellikle II. Mahmut dönemi
ıslahatlarının Tanzimat’a önemli hazırlık evreleri teşkil ettiği yadsınamamakla
birlikte, Osmanlı/Türkiye modernleşme sürecinin ana taşıyıcısı olduğu konuyla ilgili
çalışmalarda genel kabul görmektedir. Tanzimat’ın muhtelif Osmanlı
eyalet/vilayetlerindeki etkileri araştırmacıların özel ilgi gösterdiği bir alandır. Bu ilgi,
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 233

Osmanlı devletinin Tanzimat reform politikalarına ilişkin genel bir resim çizilebilmesi
açısından önemli ve anlamlıdır. Bu bağlamda bu bildiride Osmanlı balkanlarının
önemli bir toprağı konumundaki Bosna-Hersek ile Doğu Akdeniz’de bulunan Kıbrıs
adasında, belli başlı alanlarda olmak üzere, Tanzimat reformlarının uygulanması
farklılık ve benzerliklerle birlikte ele alınmaktadır. Kuşkusuz, böyle bir incelemede
Bosna-Hersek ve Kıbrıs’ın coğrafi büyüklük ve demografik yapı farklılıkları,
Tanzimat’a kadarki Osmanlı geçmişleri gibi yerel dinamikler dikkate alınmalıdır.

1) Bosna-Hersek ve Kıbrıs’ın Osmanlı Kökenleri


Osmanlı devleti Bosna’yı 1463, Hersek’i de 1483 senesinde fethetmiştir
(Gölen 2010: 39-47; Seyhan 2008). Hersek’in fethiyle birlikte Bosna eyaleti
oluşturulmuştur. 1833 senesinde Hersek ayrı bir eyalete dönüştürülse de 1851
senesinde yeniden Bosna eyaletine dahil edildi. Genel olarak bu iki eyaletteki en
önemli Osmanlı mirası, kitlesel İslamlaşma sonucunda burada bir Müslüman
toplumun ortaya çıkmasıdır. Osmanlı devletinin devraldığı yapıda Bosna-Hersek’te
Ortodoks Sırplar, Katolik Hırvatlar ve her iki Hıristiyan mezhebin sapkın ilan ettiği
Bogomil inancını benimsemiş üçüncü bir güney Slav grubu yaşamaktaydı. Ezici
çoğunluğu Bogomillerin ve daha az sayıda Ortodoks Sırp ve Katolik Hırvatların
İslamiyet’e toplu geçişiyle Bosna-Hersek’te Müslüman bir toplum ortaya çıkmıştır
(Gölen 2010: 46-53).
Bosna-Hersekli Müslümanlar genel olarak 19.yüzyıla kadar bu eyaletlerde
Osmanlı idaresinin en önemli siyasi ve askeri dayanağı olmuşlardır. Boşnaklar,
bunun karşılığında, Ortodoks Sırp ve Katolik Hırvatlara göre çok önemli sosyal,
ekonomik ve mülki ayrıcalıklara sahip olmuşlardır. Ayrı bir eyalet olarak Osmanlı
taşra teşkilatı içinde yer alsa da Bosna eyaleti esas itibarıyla Müslüman Boşnak
yerel elitlerce (ayanlar, ulema, kapetanlar) yönetilmekteydi. Osmanlı devletinin
oluşturduğu ve başlarında Bosnalı seçkinlerden kapetanların bulunduğu idari-askeri
bölgelerin (Kapetanlıkların) dış ve iç güvenliği sağlamak gibi görevleri vardı.
18.yüzyılda kapetanlar vergi toplama imtiyazını da elde ettiler. Büyük çiftlik sahipleri
olarak kapetanlar ve diğer Boşnak beyleri Bosna eyaletinin en önemli güç merkezi
konumuna yükseldiler. Boşnak elitler, özellikle gayrimüslim çiftçiler üzerinde önemli
bir ekonomik kontrol ve üstünlüğe sahiptiler (Sancaktar 2012; Sancaktar 2015).
1864 sayımına göre Bosna-Hersek’in toplam nüfusu 1, 144, 000 idi. Bunun
472.000’i Müslüman, 488,000’i Ortodoks, 184, 000’i Katolik idi. Müslüman ve
Ortodokslar birbirine yakın nüfus oranlarına sahiptiler. Sadece erkeklerin sayıldığı
1870 nüfus sayımına göre Müslümanlar yaklaşık %50, Ortodokslar %37, Katolikler
ise %13’lük nüfus oranlarına sahiptiler. Avusturya-Macaristan yönetiminin ilk
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 234

yalında (1878) yapılan sayıma göre ise Müslümanların toplam nüfus içindeki
oranları yaklaşık %39, Ortodoksların %43, Katoliklerin ise %18 idi (Gölen 2010: 26).
Kıbrıs’ın Osmanlılarca fethi, 1571’de, Bosna-Hersek’in fethinden yaklaşık
100 sene sonra gerçekleşmiştir. Fetihle birlikte Anadolu’dan bazı sancakların dahil
edilmesiyle Kıbrıs ayrı bir eyalet olarak teşkilatlandırılmış, Lefkoşa paşa sancağı
olarak bu eyaletin idari merkezi olmuştur (Dündar 1998).
17. yüzyıl itibarıyla sancak sayısı azaltılan Kıbrıs Cezair-i Bahr-i Sefid
Eyaleti’ne bağlanarak Kaptan paşanın idaresine verilmiştir. Osmanlı devletinin
merkeziyetçiliğini yitirdiği 18. yüzyıl boyunca ada Sadrazam hassı, ayrı valilik,
Divan-ı Hümayun’a bağlı sancak statülerinde olmak üzere muhtelif şekillerde
yönetilmiştir. 19. Yüzyılın ilk yarısında Kıbrıs tekrar Cezair-i Bahr-i Sefid Eyaleti’nin
bir sancağı konumundadır. Tanzimat’ın ilânı sırasında adanın Divan-ı Hümayun’a
bağlı olarak muhassıllarca idare edildiği anlaşılmaktadır (Samani 2006: 11-23).
Bosna-Hersek’te olduğu gibi Osmanlı idaresinin Kıbrıs’ta bırakmış olduğu en
önemli miras, burada bir Müslüman toplumun oluşmasıdır. Bosna-Hersek’ten farklı
olarak Kıbrıs’taki Müslüman cemaat toplu ihtidalarla değil, büyük çoğunluğu
Anadolu’dan zorunlu sürgün ile aktarılan nüfus ile oluşmuştur. Kıbrıs’ın Ortodoks ve
Katolik nüfusundan İslamiyet’e geçenler de vardır (Jennings 1993; Özkul 2010b;
Özkul 2014; Dinç 2018).
1831 sayımına göre yaklaşık olarak 90.000-100.000 civarında olduğu tahmin
edilen Kıbrıs nüfusunun %66’sını Ortodoks Rumlar, %34’ünü ise Müslümanlar
oluşturmuştur (Osmanlı İdaresinde Kıbrıs 2000: 93). Gayrimüslimler içinde büyük
çoğunluğu sadece 4 köyde yaşayan 500 civarında Katolik Maruni (Maronit) ile çok
az sayıda Ermeni ve Yahudi de mevcuttu (Samani 2006: 109-120).1

2) Bosna-Hersek ve Kıbrıs’ta Tanzimat’a Tepkiler


Genellikle, 1839’da ilan edilen Gülhane Hattı Hümayunu’na duyulan tepkiler
Gayrimüslimler ile Müslümanların tepkileri olarak iki kategoriye ayrılmaktadır. Bu da
başka unsurlarla birlikte Sultan Abdülmecid’in kanun önünde Müslüman-
gayrimüslim eşitliği vaadinde bulunmasından kaynaklanmaktaydı. Asırlardır
Osmanlı toplumunun millet-i hakime’si konumundaki Müslümanlar gayrimüslimler
karşısındaki ‘üstünlüklerini’ kaybedecekleri endişesiyle Tanzimat Fermanı ile onu
takip eden Islahat Fermanı’nın özellikle eşitlikçi reformlarına tepki göstermişler,
Bosna-Hersek’te olduğu gibi bazı bölgelerde bu tepkiler devlete karşı isyanlara veya
Lübnan örneğinde olduğu gibi toplumlararası çatışmalara dönüşmüştür2.

1 Osmanlı dönemi Kıbrıs’ın nüfus tahminleri için ayrıca bkz. (Papadopullos 1964; Panzac 1997:33; Karpat 2003: 154).
2 Tanzimat’ın Lübnan’da neden olduğu toplumlararası çatışmalar için bkz. (Spagnolo 1971; Karal 1998:29-42; Ma’oz 1999).
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 235

a) Bosna-Hersek
Bosna-Hersek’te 18. Yüzyıl boyunca da isyanlar görülmüştü. Ancak, Özellikle
1727-1729, 1732, 1745, 1748, 1768 ve 1796 dönemlerinde patlak veren isyanlar,
daha çok sosyo-ekonomik temelli sınıfsal başkaldırı hareketleri idi. Nitekim,
Müslüman Boşnak, Sırp ve Hırvat köylüler birlikte hareket etmişlerdi. Ancak,
Boşnak elitler bu isyanların tamamıyla dışında kalmış değillerdi. Merkezi hükümet
karşısında siyasi, sosyal ve ekonomik güçlerini muhafaza etmek amacıyla, köylü
hareketlerini yönlendiren yine bunlar oldu (Sancaktar 2015: 31).
Tanzimat’a bir nevi hazırlık dönemi olarak kabul edilen II. Mahmut
dönemindeki siyasi gelişmeler ile bu dönem reform girişimlerine tepkiler, ileride
Tanzimat Fermanı’nı takip eden merkeziyetçi reform girişimlerine gösterilecek
tepkilerin de habercisi niteliğindeydi. 1813, 1820 ve 1826 isyanlarını 1831 isyanı
takip etti.
1831 isyanı, Bosnalı Müslüman seçkinler ile Osmanlı otoritesinin asırlardır
süren iş birliğinin kesinkes sona erdiren sonuçlar doğurmuş olması açısından ayrı
bir öneme sahiptir. Osmanlı hükümetinin Sırbistan’a özerklik vermesi ve Bosna’nın
altı nahiyesinin buraya dahil edilmesi, Boşnak kapetanlarını harekete geçirdi.
Boşnakların Bosna valisinin Boşnak bey ve kapetanlar arasından seçilmesi, askeri
reformların durdurulması, Bosna’nın özerkliğinin muhafazası ve Bosna’dan
Sırbistan’a toprak verilmemesini içeren taleplerini, Osmanlı hükümeti kabul
etmeyince, Kapetan Hüseyin liderliğinde oluşturulan 25.000 kişilik Bosna ordusu
Bosna’da hakimiyet kurduktan sonra Kosova’da Osmanlı ordusunu da bozguna
uğrattı. Bunu Boşnak seçkinlerin kapetan Hüseyin’i Bosna eyaleti valisi seçmesi
takip etti. İsyan, ancak II. Mahmut’un 60.000 kişilik bir orduyu Bosna’ya sevk
etmesiyle 1832’de bastırılabildi. Sultan II Mahmut, Osmanlı geneline yönelik
merkezkaç güçleri tasfiye siyasetini burada da takip etti. Nitekim, merkezi otoritenin
etkinliğini artırmak amacıyla ayanlık ve kapetanlık kurumlarını lağvetti. Bu, fetihten
bu yana merkezden atanan Osmanlı valileri üzerinde büyük bir etkinliğe sahip
Boşnak yerel elitlere indirilmiş büyük bir darbe oldu.3 Ancak, Tanzimat Fermanı’nın
ilanıyla birlikte ivme kazanan merkeziyetçi reformlar, Bosnalı Müslümanların
tepkilerine yeni bir boyut kattı.
1839’da Tanzimat’ın ilânını müteakip Bosnalı Müslümanlar özellikle fermanın
gayrimüslim-Müslüman eşitliği ile askere alma maddelerini hiç de olumlu
karşılamadılar. Boşnak ileri gelenleri Tanzimat’ın uygulanması ile sosyo-ekonomik
statülerinde gerileme olacağını düşündükleri gibi, gayrimüslimlerle eşitliği de
hazmedememişlerdi. Sıradan halk ise çocuklarının mecburi askere alınacağı

3 1831 Boşnak İsyanı için bkz. (Gölen 2010:63, Sancaktar 2015:32-34).


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 236

endişesini taşıyorlardı. Aslında Osmanlı hükümetleri de Bosna’nın hassas bir bölge


olduğu gerekçesiyle Tanzimat’ın uygulanması için aceleci davranmadılar. Bunun
yerine tepkilerin ne yönde gelişeceğini beklediler. Gerçekten de Tanzimat’ın
topyekûn uygulanacağı kararının verildiği 1849 senesine kadar Bosna’da bir
kaynaşma ve küçük çaplı isyanların eşlik ettiği bir süreç yaşandı. Bu tarihte
Tanzimat’ın uygulanacağı anlaşılınca Boşnak elitler örgütlenerek isyan ettiler. İsyan
ancak üç yıl sonunda bastırılabildi (Gölen 2003; Sancaktar 2012). 1849-1851
isyanlarının en önemli sonucu siyasal etkinlikleri iyice sınırlanan Boşnakların
Osmanlı devletine daha da yabancılaşmaları, devletin Boşnaklar nezdinde güven
kaybı oldu.
Tanzimat’ın ilânı, Osmanlı genelinde olduğu gibi sadece Müslümanların
tepkisine neden olmuş değildi. Ferman’da vurgulanan Müslüman-gayrimüslim
eşitliği, Bosna-Hersek gayri-Müslimlerince de devletin eşitlik ilkesine yüklediği
anlamdan çok farklı algılandı. Genel olarak gayrimüslimlerin tepkileri, özellikle
etkisini iyice hissettiren milliyetçilik ideolojisi ile şekillendi. Osmanlı devletinin
özellikle ekonomik sorunların çözümündeki yetersizliğinden kaynaklı şikayetlerin
milliyetçi hareketlere dönüşmeleri kaçınılmaz bir durumdu. Buna bölgede
Panslavizm ile nüfuz elde etmeye çalışan Rusya ve kendi çıkarları doğrultusunda
hareket eden diğer büyük devletlerin etkilerini de eklemek gerekir.
1830’da Osmanlı devleti karşısında özerklik elde eden Sırbistan Bosna-
Hersek’te meydana gelecek Sırp ve Karadağ isyanlarının patlak vermesinde esas
itici dış etken oldu. Ne de olsa Bosna-Hersek, 19. yüzyıl Sırp milliyetçi programının
temelini oluşturan ‘Büyük Sırbistan’ın doğal parçası sayılmaktaydı (Samani 1997:
5-7). 1857’de Zvornik’te Sırp çiftçilerin vergi meselelerini öne sürerek başlattıkları
ve 1859’a kadar süren isyanı, 1861 Hersek isyanını ve 1875 isyanlarını (Tural 2004;
Aydın 2005; Gölen 2009a; Gölen 2009b), bu bağlamda değerlendirmek gerekir.

b) Kıbrıs
Tanzimat’ın ilânı ve buna bağlı reformların uygulanmaya çalışılması, Kıbrıs’ta
da belli başlı kesimlerce tepkiyle karşılanmış, ancak bu tepkilerin Bosna-Hersek’ten
farklı olarak Müslümanlar veya adanın en büyük “milletini” oluşturan Ordodoks
Rumlarca başlatılan kitlesel eylemlere dönüşmesine müsaade edilmemiştir.
Tepkilerin, özellikle iltizam sisteminin kaldırılmasına yönelik olarak Müslüman
ağalardan geldiği gibi Rum mültezimler, kocabaşılar ve bu çevrelerle çıkar ilişkisi
içinde olan Rum metropolitler ve Başpiskopusu’ndan geldiği anlaşılmaktadır.
Dolayısıyla, Kıbrıs’ta Tanzimat’a ilk direniş özellikle iltizamın kaldırılmasıyla vergi
tahsilini yapacak Muhassıl Meclislerinin kurulması sürecinde yaşanmıştır. Nitekim
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 237

şikayetler üzerine yapılan tahkikat sonucunda, muhassıl Osman beyin Muhassıllık


meclisinin oluşturulmasında Tanzimat’a aykırı hareket ettiği görülmüştür. Osman
beyin yanında Başpiskopos da azledilmiştir. (Uzun 2002; Samani 2006: 24-28;
Demiryürek 2010).
Vergilerin yeni usule göre toplanacağı 1841 senesi geldiğinde ise adada
yeniden kaynaşmalar yaşanmaya başlamıştır. Müslümanların, yoğun olduğu
Lefkoşa’da olası bir Rum isyanına karşı silahlanmaya başladıkları, Rumların da
bunu doğrudan kendilerine karşı yöneltilecek bir eylem olarak algılamaları
nedeniyle adaya genel bir gerginlik havası hâkim olduğu anlaşılmaktadır. Ancak,
adaya gönderilen bir tabur asker ile muhtemel bir isyan hareketi önlenmiştir.
Genel olarak Tanzimat’ın eşitlik ilkesi Kıbrıs’ın Müslüman toplumunda,
Bosna-Hersek Müslümanlarının tepkileri dikkate alındığında, büyük tepkilere neden
olduğu söylenemez. Belirtmekte yarar var ki Kıbrıs Rum Ordodoks Kilisesi ile
Dragomanlar, 1821 Yunan başkaldırısına kadar, özellikle de merkezi otoritenin
taşra üzerinde etkisini yitirdiği 18.yüzyıl boyunca, Osmanlı devletinin Kıbrıs’taki
önemli dayanakları olmuş, daha çok vergi meseleleri olmak üzere ekonomik
nedenlerden dolayı patlak veren isyan hareketleri arasında bu güç odaklarının
doğrudan Osmanlı merkezi hükümetiyle iş birliği sonucunda bastırılanı da olmuştur.
Nitekim, adayı bu yüzyılda ziyaret eden seyyahlar, Kıbrıs’ın gerçek yöneticilerinin
Başpiskopos ve dragomanlar olduğunu sıklıkla ifade etmişlerdir. (Cobham 1908).
İlginçtir, Osmanlı devletinin adadaki yerel idarecileri ile birlikte Müslüman-
gayrimüslim ayrımı yapmaksızın Kıbrıs toplumu üzerinde büyük bir sömürü düzeni
kuran Dragoman Hacı Georgiakis Kornesios’un İstanbul’a kaçmak zorunda bırakan
1804 isyanını bastırmak amacıyla görevlendirilen Karamanlı Ahmet ve Tarsuslu
Abidin Paşalar komutasındaki birliklerin 30.000 kuruşluk masrafları, yine Kornesios
tarafından karşılanmıştır (An 1996). Dolayısıyla, muhassıllık meclisleriyle başlayıp,
idare meclisleriyle devam edecek yerel danışma kurullarında Başpiskopos ve laik
kesimlerden Rum temsilcilerinin de yer alması, Kıbrıslı Müslümanların şiddetli
tepkisine neden olan bir mesele olmamıştır.
Belirtmekte yarar var ki, Kıbrıs’ın Ortodoks Kilisesi Başpiskoposları Osmanlı
yönetimince 17. Yüzyıldan itibaren Ortodoks cemaatin sadece ruhani liderleri değil,
etnarkları, yani toplumun sivil lideri olarak da tanınmışlardı. Keza, dragomanlar
(tercümanlar) da Osmanlı devletin taşradaki etkinliğini yitirdiği 18. Yüzyılda Kıbrıs’ın
önemli güç merkezlerinden biri konumuna yükselmişti (Çevikel 2000).
Kıbrıs’ın Ortodoks Rum milletinin, Tanzimat dönemi boyunca Bosna-
Hersek’te görülen gayrimüslim isyan hareketlerinin aksine, Tanzimat reformlarını
ileri sürerek veya başka bir nedenden dolayı büyük çaplı bir başkaldırı hareketine
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 238

girişememesi anlaşılır bir durumdur. Bir kere, 1821 Yunan isyanının Kıbrıs’a
yansımaları Ortodoks Rum cemaat açısından çok ağır olmuştur. Sultan II. Mahmut,
Mora’da isyan patlak verdiğinde, isyanın Kıbrıs’a da sıçrayacağı endişesiyle isyanla
ilişkili olduğu düşünülen buradaki Başpiskopos Kiprianos, üç metropolit ve 400’e
yakın Rum ileri geleni idam ettirtmiştir 4 . Dolayısıyla, 1821 tecrübesi Tanzimat
döneminde Kıbrıslı Rumları bir isyan hareketinden alıkoymuştur denilebilir. Dönem
boyunca, Helen milliyetçiliğine yönelik propagandalar ile Kırım Savaşı (1854-1856),
Girit Meselesi, Osmanlı-Rus Savaşı (1877) gibi özellikle Osmanlı devletinin siyasi
kriz dönemlerinde, adada küçük çaplı gerginlikler görülse de bunlar genel bir Rum
isyanına evrilmemiştir. Kuşkusuz bunda Osmanlı devletinin almış olduğu tedbirlerin
etkisi büyüktür (Samani 2006: 103-106).

3) Bosna-Hersek ve Kıbrıs’ta Tanzimat Modernleşmesi


İmparatorluğun hemen her yerinde görülen Tanzimat’ın ilânının yarattığı etki
ve tepkilerin neden olduğu sancılı süreç atlatıldıktan sonra devletin batılı modern
kurumlarla ayakta kalma çabası merkez yönetiminde görülebildiği gibi, Tanzimat’ın,
merkezi otoriteyi yeniden tesis amacıyla esasen taşrada etkin olduğu söylenebilir.
Taşrada yeniden örgütlenme süreci gerek Bosna-Hersek gerekse Kıbrıs’ta
izlenebilmektedir.

a) Vilayet Teşkilatı
Tanzimat döneminde Osmanlı taşra teşkilatının modernleşmesinin esasını,
Fransız departmente sisteminden esinlenerek uygulamaya konulan Vilayet
Teşkilatı teşkil etmektedir. Bu amaçla 1864 senesinde çıkarılıp pilot bölge olarak
Tuna’ya tatbik edilen Vilayet Nizamnamesini 1867 ve 1871 Vilayet nizamnameleri
takip etmiştir. Buna göre Osmanlı Ülkesi çeşitli eyaletler birleştirilerek oluşturulan
vilayetlere ayrılmıştır. Vilayetler sancaklara, sancaklar kazalara, kazalar nahiyelere
ayrılarak hiyerarşik bir mülki idare sistemi oluşturulmuştur. II. Mahmut’un son
yıllarında mahalle ve köylerde kurulan muhtarlıklar da yaygınlaştırılmıştır.
Vilayetten köye kadar her bir idari birimin mülki amirinin başkanlığında birer
danışma meclisi kurulmuştur. Danışma kurullarında atanmış memurlar ve ruhani
liderlerin yanında halktan gayrimüslim ve Müslüman temsilciler de eşit sayıda
temsiliyet hakkına sahiptiler.5
Vilayet Teşkilatı Bosna’da 1865 senesinde uygulanmıştır. Bosna Vilayeti,
Saray, Yenipazar, Banaluka, Hersek, İzvornik, Bihke ve Travnik olmak üzere 7

4 1821 Yunan İsyanı’nın Kıbrıs’a yansımaları hakkında bkz. Koumoloides (1971).


5 Vilayet Nizamnameleri ile Vilayet Teşkilatı hakkında bkz. Ortaylı (2000a).
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 239

sancağa ayrılmıştır. Bunlar da 36 kazaya taksim edilmiştir. 1875 ayaklanmaları


sonrasında, Hersek ayrı vilayet olarak teşkilatlandırılsa da 1877’de yeniden Bosna
Vilayeti’ne dahil edilmiştir (Gölen 2010).
Kıbrıs’ın Vilayet teşkilatına dahil edilmesi 1867 senesinde gerçekleşmiştir.
1861’den beri doğrudan Babıali’ye bağlı müstakil mutasarrıflık ile yönetilen ada,
1867 senesinde Cezair-i Bahr-i Sefid Vilayeti’ne bağlanmıştır. Ancak, Cezair-i Bahr-
i Sefid Vilayeti’nin merkezi Çanakkale ile Kıbrıs arasındaki mesafenin uzunluğu,
ulaşımdaki zorluklar gibi faktörlerden dolayı ada 1871’de yeniden müstakil
mutasarrıflığa dönüştürülmüştür. 1877 senesinde ise Kıbrıs yeniden Cezair-i Bahr-
i Sefid Vilayeti’ne bağlanmıştır. Vilayet teşkilatına göre ada başlangıçta Lefkoşa,
Mağusa, Limasol, Larnaka, Baf olmak üzere 5 kazaya taksim edilmiş, 1872-1873
yıllarında özellikle Lefkoşa çevresindeki köylerin de dahil edildiği Değirmenlik
kazası oluşturulmuştur (Samani 2006: 38-39).
Kıbrıs’ta Muhassıllık meclisleri ile başlayan yerel danışma kurullarının
oluşturulması sürecinde, özellikle gayrimüslimlerin de bu organlarda yer alması,
Müslümanların tepkisinden ziyade, Maruni ve Ermeniler gibi Ortodoks Rumlar
dışındaki küçük gayrimüslim cemaatlerin tepkisine neden olmuştur. Katolik
Marunilerin Lübnan Patrikliği ve onun hamiliğine soyuna Fransa’nın Osmanlı devleti
nezdindeki girişimleri sonucunda Tanzimat başlarında temsiliyet hakkı elde ettikleri
anlaşılmaktadır. Ancak, bunun sürekli bir uygulamaya dönüşmediği Osmanlı resmi
yazışmalarından anlaşılmaktadır. Anlaşılan o ki, Maruniler Katolik olmalarına
karşın, özellikle vergilerin dağıtımında Ortodoks Rum Kilisesi’nin yönetiminde
olmalarından dolayı şikâyet etmektedirler. Ortodoks Rum Kilisesi’nin
tahammüllerinden ziyade vergi yüklediği, bu nedenle de Kıbrıs İdare Meclisi’nde
kendilerinin de bir temsilci bulundurmak istediklerini ifade etmektedirler. Kıbrıs Yerel
idaresinin Marunilerin temsiliyet meselesine, nüfusça az oldukları gerekçesiyle
sıcak bakmadığı görülmektedir. (Samani 2006: 112-114).
1864 ve 1871 Vilayet Nizamnamelerinde yerel danışma kurullarında seçimli
olarak halktan yer alacak gayrimüslim ve Müslüman temsilci sayısının 2 olarak
belirtilmesi, Kıbrıs’ta Ortodoks Rumlar dışındaki gayrimüslim cemaatlerin Kıbrıs
İdare Meclisi’nde temsiliyetlerini olanaksız kılmıştır. Bundan, özellikle Kıbrıs
Ermenileri etkilenmiştir.
Kıbrıs Ermenileri adada murahhasalık seviyesinde örgütlenmişlerdi.
Tanzimat döneminde Kıbrıs Ermeni Murahhasalığı Kudüs, Beyrut, Şam-ı Şerif,
Mısır ve Bağdad ile birlikte Kudüs Patrikliğine bağlıydı. Kıbrıs’ın vilayet teşkilatına
dahil edildiği 1867 senesine kadar, Marunilerin aksine, Ermeniler bir üye ile Kıbrıs
Liva Meclisi’nde temsil edilmekteydiler. Kıbrıs Sancak Meclisi’nde seçilmiş
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 240

gayrimüslim üye sayısının 3 olduğu dönemlerde, bunlardan ikisinin Rum, birinin de


Ermeni olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim 1860 ve 1861 yıllarında meclisteki Ermeni
üyenin Melik Harabet (Karabet), 1865-1867 arası dönemde ise Mardiros Agobyan
olduğu Osmanlı belgelerinde görülebilmektedir (Samani 2006: 32).
Vilayet Teşkilatı’nın Kıbrıs’a tatbik edilmesiyle birlikte Ermeniler Kıbrıs İdare
Meclisi’ndeki temsiliyetlerini kaybetmişlerdir. 1868-1878 döneminde gayrimüslimleri
Kıbrıs İdare meclisinde temsil eden üyeler, hep Rum cemaatten olmuştur. 1876
senesinde Kıbrıs İdare Meclisi’nin üye kompozisyonu şu şekildedir: Mutasarrıf
(Tosun Paşa), Naip (Mehmet Şevki), Müftü (Esseyid Abdullah), Muhasebeci (Ahmet
Hamdi), Tahrirat Müdürü, Evkaf Muhasebecisi, Başpiskopos (Sofroniyos), Mustafa
Fuad (seçimli Müslüman üye), Esseyid Mehmet (seçimli Müslüman üye), Gavril
Hristofaki (seçimli Rum üye), Yorgaki Mihailidi (seçimli Rum üye) (Samani 2006:
33).
b) Eğitim-Öğretim
Eğitim-Öğretimin modernleştirilip geliştirilmesi açısından bakıldığında, sahip
olduğu Müslüman nüfusun görece büyüklüğünden, Bosna-Hersek’teki
kurumsallaşmanın Kıbrıs’a göre çok daha ileri bir seviyede olduğunu söylemek
mümkündür. 1870’de Bosna-Hersek Müslümanlarının %6,5’i, Ortodoksların %1,5’i,
Katoliklerin %0,5’i eğitim almaktaydı. Burada Müslümanların diğer unsurlara göre
eğitim-kültür faaliyetlerinde önde gittikleri görülmektedir. Bu, okul sayılarına da
yansımıştır. 1873-74 döneminde Müslümanlara ait 897, Hıristiyanlara ait 453 olmak
üzere toplam 1350 ilkokul bulunmaktaydı.
II. Mahmut döneminde açılmaya başlayıp Tanzimat döneminde yaygınlaşan
ilk modern orta dereceli okullar olan rüştiyelerin Bosna-Hersek’te açılmaya
başladığı yıl 1852’dir. Bu yılda ilk olarak açılan Travnik ve İzvornik rüştiyelerini,
Saraybosna ve Mostar rüştiyelerinin açılması takip etmiştir. Osmanlı genelinde
gayrimüslimlerin rüştiyelere kabul edilmeye başlaması 1867 senesi itibarıyladır.
Halbuki, Bosna-Hersek’te 1856 senesinde iki Yahudi öğrencinin Saraybosna
rüştiyesine devam ettiği görülmektedir. 1876 senesinde Bosna-Hersek eyaletinde
toplam 24 rüştiye mevcuttu. Bunlardan bir tanesi Saraybosna’da 1875’te açılan Kız
rüştiyesi idi. Saray’da ayrıca 1873 senesinde eğitime başlayan bir Askeri İdadi
mevcuttu. Bosna, Girit ve Konya ile birlikte taşrada ilköğretim mekteplerine
öğretmen yetiştirmek amacıyla Darü’ül-muallimin açılan vilayetler arasında yer
alması hasebiyle de özgün bir konuma sahiptir (Gölen 2010: 181-209).
Kıbrıs’ta da Tanzimat dönemi boyunca sıbyan mektepleri olmayan köylere
muallim atanarak ilköğretim geliştirilmeye çalışılmıştır (Samani 2018a). Adada
dönem boyunca açılan tek rüştiye, muallim atamaları 1864 senesinde yapılan
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 241

Lefkoşa Rüştiyesidir. Bu tarihte Lefkoşa Rüştiye’sinin Muallim-i evvelliğine (birinci


öğretmen) Rasıh Efendi, Muallim-i Sani’liğine (ikinci öğretmen) Ahmed Şükri Efendi
atanmıştır. Ayrıca, rüştiyede görev yapmak üzere bir hademe (bevvab)’nin
istihdamına karar verilmiştir. Rasıh Efendi’nin maaşı 750 kuruş, Ahmed Şükri
Efendi’nin maaşı 400 kuruştur. Hademenin maaşı 100 kuruş olarak belirlenmiştir.
Tanzimat dönemi sonlarına doğru okulun öğrenci sayısındaki artıştan dolayı
muallim-i evvel ve muallim-i saninin yanında bir muallim-i salis ile bir rikka öğretmeni
istihdam edilmiştir. Cezair-i Bahr-i Sefid Salnamelerine yansıdığı kadarıyla 1872
senesinde rüştiyenin öğrenci sayısı 46,1875 senesinde 75’tir. Diğer yandan Kıbrıs
mutasarrıflığı ile Maarif Nezareti arasındaki yazışmalardan 1875 senesinde öğrenci
sayısının 100’ü geçtiği, 1876 senesinde ise 150’ye yaklaştığı anlaşılmaktadır
(Samani 2006: 299-309).
Tanzimat döneminde Kıbrıslı Rum cemaatin eğitim kurumları, kökeni II.
Mahmut dönemine dayanan, Başpiskopos başkanlığında kilise dışı Rum ileri
gelenlerin de yer aldığı komisyonlarca idare edilmekteydi. Ancak, Kıbrıs yerel
idaresinin Rumların eğitim işlerinde esas sorumlu saydığı makam Başpiskoposluk
idi. Dönem boyunca Rum Başpiskoslar okullaşmaya ayrı bir önem vermişlerdir.
Başpiskopos I. Makariyos (1854-1865) döneminde, ilk Rum Kız Okulu açılmıştır
(1859). 1845’te kurulmaya başlayan karma okullar da aynı Başpiskopos tarafından
geliştirilmiştir. Lefkoşa’daki karma okulun kız ve erkek olarak 175 öğrencisi
mevcuttu.1821 Yunan isyanı sırasında idam edilen Başpiskopos Kipriyanos
tarafından 1812’de açılan ilk orta dereceli okulun öğretmen sayısı da ayrıca
artırılmıştır. Tanzimat dönemi sonuna gelindiğinde, 21’i Lefkoşa’da, 12’si
Larnaka’da, 10’u Mağusa’da, 20’si Limasol’da, 12’si Baf’ta ve 8’i Girne’de olmak
üzere adadaki Rum okul sayısı 83 idi.

c) Askerlik Hizmetleri: Boşnak ve Kıbrıslı Müslümanlara Ayrıcalıklar


Osmanlı devleti, modernleşme sürecinde askerlik hizmetleri ve ordu
teşkilatının yeniden düzenlenmesine yönelik ıslahat çabalarında en şiddetli tepki ve
direnişi Bosna-Hersek’te gördü denilebilir. II. Mahmut’un Yeniçeri ocağını ortadan
kaldırıp, Asakir-i Mansûre-i Muhammediye’yi oluşturma sürecinde 6 Boşnak
beylerinin güçlü direnci ile karşılaşması gibi, Tanzimatçıların da mecburi askerlik
hizmetlerini Boşnaklara benimsetmeleri kolay olmamıştır. Bu süreçte Osmanlı
hükümeti direnişle karşılaşınca altı kez askeri müdahaleye başvurmak zorunda
kalmıştır. 1861 senesinde Bosna-Hersek valisi Ömer Lütfi Paşa’nın isyanı
bastırmasına rağmen, Osmanlı hükümeti askerlik hizmetlerine ilişkin reformları

6 Yeniçeri Ocağının Lağvı ve Asakir-i Mansure-i Muhammediye’nin kuruluşu hakkında bkz. Yaramış (2002).
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 242

Bosna’da uygulayabilmek için Ahmet Cevdet Paşa’nın teftiş yönetimine kadar


beklemek zorunda kalmıştır.7
Ahmet Cevdet Paşa’nın yoğun çabaları sonucunda Boşnak ileri gelenlerle
bazı konularda uzlaşmaya varılması ile ancak 1864-1865 yıllarında uygulamaya
konulabilen askeri reformlar, Osmanlı ordusunda hizmet edecek Boşnak askerlere
bazı ayrıcalıklar içermekteydi. Bunlardan birincisi, Boşnak askerlerin Osmanlı
ordusunda kullanılan üniforma yerine, benimsedikleri yeşil renk ve tarzda farklı bir
üniforma giymeleriydi. İkincisi, Boşnakların askerliklerini sadece Bosna-Hersek
eyalet/vilayet sınırları içinde yapacak olmalarıydı (Moreau ve Quamber 1997: 269;
Gölen 2010: 116-119). Ayrıca, 1843 teşkilatına göre diğer eyaletlerde muvazzaf
askerlik 5 yıl, rediflik 7 yıl iken (Engelhardt 1999: 75; Çadırcı 1997: 315), Boşnaklar
askerliklerini muvazzaf olarak sadece 3 yıl yapacaklar, rediflik süreleri ise 9 yıl
olacaktı.
Boşnaklara tanınan bu ayrıcalıklardan önce, Kıbrıslı Müslümanların
askerliklerini sadece ada dahilinde yapmaları uygulamaya konulmuştur. Sir George
Hill’e göre Kıbrıslı Müslümanlar böyle bir imtiyazı yine Kıbrıslı olan Sadrazam
Mehmet Emin Paşa sayesinde elde etmişlerdi (Hill 1952: 251).
Osmanlı arşiv kayıtlarına göre 1863 senesinde Kıbrıslı Müslümanlar, 1846
nizamnamesiyle esasları belirlenen kura usulüyle 8 askerliklerini ada dışında
yapmalarının doğurduğu olumsuzluklardan, özellikle de adanın Müslüman
nüfusunun azlığından bahisle, Kıbrıs’ın kuradan tamamen muaf tutulması veya
imparatorluğun diğer bölgelerinden kurasız belirlenecek 200 askerin destek
amacıyla ada kalelerinde görev yapmalarını talep etmişlerdi. Ancak, Osmanlı
hükümeti kura usulünden tamamen muafiyetin kura usulünün meşruiyet ve
makbuliyetini ortadan kaldıracağından bu talebi uygun görmemiştir. Bunun yerine,
Kıbrıslı Müslüman gençlerin barış zamanlarında askerliklerini ada dahilinde
yapmaları, savaş zamanlarında ise Tophane-i Amire’nin belirleyeceği kalelere
gönderilmeleri uygun görülmüştür (Samani 2006: 276).
1860-1861 yıllarında sadaret makamında üçüncü kez bulunan Kıbrıslı
Mehmed Emin Paşa’nın Kıbrıs’ın askerlik imtiyazı elde etmiş olduğu 1863-1864
yıllarında Edirne valiliği görevini yürütmekte olduğunu belirtmek gerekir9. Yine de
Paşa’nın böyle bir karar üretilmesinde etkili olduğu düşünülebilir.
Kıbrıs’a 1863’te tanınan bu ayrıcalık, ilginçtir, Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa’nın
vefat ettiği 1871 senesinin eylül ayından yaklaşık iki ay sonra (Kasım 1871) kısmen

7 Genel olarak Mecburi askerlik uygulamasına karşı Boşnakların tepki ve direnişi hakkında bkz. Odile (1999).
8 Kura Usulü hakkında bkz. (Çadırcı 1985; Ayın 1989; Zürcher 1999; Heinzelmann 2009). Bu usulün II. Mahmut dönemine dayanan
kökenleri hakkında özellikle bkz. Şimşek (2005: 45-46).
9 Mehmet Emin Paşa’nın kısa bir biyografisi için bkz. Onurkan Samani (2002).
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 243

değiştirilmiştir. Adadaki Topçu taburunun bağlı olduğu alayın Topçu miralayı


Süleyman Bey’in Kıbrıs’a gelerek kura ile seçilen askerleri Rodos ve Limni’ye
götürmeye teşebbüs etmesi üzerine, Kıbrıs Mutasarrıfı, merkeze gönderdiği 24
Ekim 1871 tarihli telgrafla Kıbrıslı ahalinin eskisi gibi askerliklerini ada kalelerinde
yapmalarına onay veren 24 Eylül 1871 tarihli Emirname-i Sami’nin feshini emreden
ikinci bir emrin kendisine ulaşmadığını bildirerek durumu anlamaya çalışmıştır.
Kıbrıslı Müslüman ahali de bu gelişmelerden rahatsız olmuş, yedi-sekiz seneden
beri uygulamada kalan eski karar uyarınca, askerliklerini ada dahilinde yapmak
istediklerini bir arzuhalle ifade etmişlerdi. Taleplerinde etkili olabilmek için de adanın
muhafazası maksadıyla dışarıdan asker gelmesi halinde, ada Hıristiyanları ile
Müslümanları arasında emniyetsizlik ortaya çıkacağını, 90.000 olan toplam erkek
nüfusun 70.000’den fazlasının zaten Hıristiyan olduğunu, Müslümanların oldukça
az sayıda olduklarını belirtmişler, askerliklerini diğer adalarda yapmaları
durumunda nüfuslarının daha da azalacağına dikkat çekmişlerdi. Osmanlı hükümeti
gerekli değerlendirmeyi yaptıktan sonra nüfusu az olan yerlerden fazla asker
alınmasının önüne geçilmesi amacıyla “ adalet ve hakkaniyet” çerçevesinde bir
çözüm bulmaya çalışmıştır. Buna göre, ada kalelerinin korunması için gerekli
sayıda askerin Kıbrıslı Müslümanlardan kura ile seçilip görevlendirilmesine, geriye
kalanların da ihtiyaç duyulan diğer bölgelere sevk edilmesi kararlaştırılmıştır.
Osmanlı padişahının buna yönelik iradesi 30 Kasım 1871 tarihlidir (Samani 2006:
276-277).
Bundan sonraki süreçte kuraya giren Müslüman gençlerin bir kısmı
askerliklerini adada yaparken diğerleri Kıbrıs Topçu Taburu’nun bağlı olduğu
Tophane-i Amire’nin belirlediği diğer Akdeniz adalarına gönderilmişlerdir. Kura
usulünce Kıbrıslı Müslümanların bir kısmının gerek bedel-i şahsi gerekse bedel-i
nakdi uygulamaları çerçevesinde bedel vererek askerliklerini yaptıkları, Osmanlı
arşiv kayıtlarında görülebilmektedir (Samani 2006: 278-281; Balta vd. 2015).
Tanzimat’ın, imparatorluk genelinde olduğu gibi, Kıbrıs’a getirdiği yeni
kurumlardan birisi de iç güvenliği tesis edecek zaptiye (polis) teşkilatı olmuştur.
Tanzimat dönemi başlarında adanın iç güvenliği ve asayişini sağlamak amacıyla
kuruluşuna girişilen Zaptiye Teşkilatı’nın malî yetersizliklere bağlı olarak yaşanan
personel eksikliği nedeniyle istenilen seviyeye gelemediği görülmektedir. Dönem
boyunca Kıbrıs mutasarrıfları merkezi hükümetten sürekli olarak yeni istihdam talep
etmektedir. 1874 itibarıyla adadaki zaptiye sayısı zabitlerle birlikte 319’du. Cezair-i
Bahr-i Sefid Zaptiye Alayı’na bağlı toplam 4 bölükten oluşan Kıbrıs Zaptiye
Taburu’nun bir bölüğü geçici olarak istihdam edilen erlerden oluşmaktaydı.
Bölüklerden biri süvari diğerleri ise piyade olarak teşkilatlandırılmıştı. Zaptiye
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 244

erlerinin büyük çoğunluğu ada dahilinden istihdam edilmiştir (Samani ve Onurkan


Samani 2017).

d) Osmanlı Modernleşmesi Sembollerinden Telgrafın Bosna ve Kıbrıs’a


Gelişi
İlk kez Kırım savaşı sırasında (1854-1856) yılları arasında İngiliz ve Fransız
birliklerinin muhaberatını sağlamak amacıyla Osmanlı’ya giren telgraf, bundan
sonraki süreçte Osmanlı devletinin merkeziyetçiliği tesiste taşrayı denetim altında
tutabileceği en önemli araçlardan biri görülmüştür (Davison 1990).
1858 senesinde başlanan Bosna-Üsküdar telgraf hattının çekimi 1862’de
tamamlanmıştır (Gölen 2010: 360-362; Subaşı-Bal 2015). Kıbrıs’ın da Osmanlı
telgraf ağına dahil edilmesi ilk kez 1863 senesinde gündeme gelmişse de ancak
1871 senesinde gerçekleşebilmiştir. 1871 senesinde tamamlanan Lazkiye-Lefkoşa
hattının tamamlanmasından sonra, 1873 senesinde adanın en büyük dış ticaret
limanı ve konsoloslukların konuşlandığı Tuzla (Larnaka)’ya da tamamlanan
Lefkoşa-Tuzla hattı ile telgraf muhaberatı hizmeti sağlanmıştır (Çakılcı 2013).

e) Sağlık Hizmetleri
Tanzimat döneminde, sağlık hizmetlerinin iyileştirilmesine yönelik atılımlar
açısından Kıbrıs’a kıyasla Bosna-Hersek’te daha somut bir kurumsallaşma süreci
yaşanmıştır. Bu, özellikle hastanelerin açılmasında görülebilmektedir. Başlangıçta
sadece erkek hastalara hizmet amacıyla 1866 senesinde hizmete giren Bosna Gazi
Hüsrev Bey Gureba Hastanesi, 1867’de yatak sayısı artırılarak Kadın hastaları da
kabul etmeye başlamıştır. Bunu, 1871’de hizmete giren Mostar Gureba
Hastanesi’nin hizmete girmesi takip etmiştir. Mostar Belediyesi’nin
sorumluluğundaki bu hastanede, halkın yanı sıra buradaki mahpus ve güvenlik
görevlileri tedavi edilmekteydi. İnşaatına 1865’de başlanıp, 1868’de hizmete giren
Saraybosna Askeri Hastanesi ile, müteakip yıllarda açılan Travnik ve İzvornik Askeri
hastaneleri Güvenlik görevlilerinin tedavisine yönelik açılan hastanelerdi (Gölen
2010: 225-233).
Kıbrıs’ta, halkın sağlık hizmeti alabileceği herhangi bir hastanenin açıldığına
ilişkin malumat mevcut değildir. İmparatorluk genelinde belediye idareleri
bünyesinde istihdam edilecek Memleket Tabipliği kurumunun da Kıbrıs’ta yeterli
seviyede gelişmediği söylenebilir. Öngörüldüğü şekliyle sivil doktor yetiştirmek
amacıyla 1866’da açılan Mülkiye-i Tıbbıye’den mezun olacak hekimler memleket
tabibi olarak taşrada görev yapacaklardı. Ancak, 1873 senesine gelindiğinde
Lefkoşa hapishanesindeki tutukluların tedavisini Kıbrıs Topçu taburu baş tabibi
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 245

Antuan efendinin üstlendiği görülmektedir. 1875 senesinde Mağusa’da sürgün


cezasını çekmekte olan Namık Kemal’i Lefkoşa tabibi Jan Öklid muayene etmiştir.
Öklid’in Namık Kemal için kaleme aldığı hastalık raporundan Mağusa’da memleket
tabibi bulunmadığı anlaşılmaktadır. Kuşkusuz imparatorluğa hâkim malî zorluklar,
bu alanda istenilen atılımların yapılması önündeki en büyük engel olmuştur.
İmparatorluk genelinde olduğu gibi, Kıbrıs kazalarında kurulan Belediye
idarelerinin de üstlendikleri sağlık hizmetlerini yerine getirebilecek malî yapılara
sahip olmadıklarını belirtmek gerekir. Bu, belediyelere yüklenen diğer bir sağlık
hizmeti olan çocukların aşılanmasına ilişkin sıkıntılarda görülebilmektedir. 1872
senesinde çocukların aşılanması amacıyla görevlendirilen Sokrat Efendi’nin tek
başına adanın 17 kaza ve nahiyeye yetmesi mümkün olmadığından, Mağusa,
Lefkoşa, Tuzla ve Leymosun kasabaları ile bunlara yakın köylerdeki çocukların bura
kalelerindeki topçu askeri birliklerine bağlı cerrahlarca aşılanması yoluna gidilmiştir.
Ayrıca, aşı fenninden anlayan Halil Onbaşı, Sokrat Efendi’ye yardımcı olarak
görevlendirilmiştir. Sokrat efendi ile Halil onbaşının maaşlarını ada belediyeleri
üstlenmişti. Kaza belediyeleri Sokrat efendi ile Halil onbaşının maaş ödemeleri için
üzerlerine düşen oranlardaki katkıyı koyabildiler mi bilemiyoruz. Ancak, 1876
senesinde çiçek hastalığı nedeniyle aylık 600 kuruş maaşla Kıbrıs’a gönderilen
aşıcı Bekir efendinin maaşı belediyelerce ödenmesi gerekirken,1877 Temmuz’unda
Bekir Efendi hâlâ alacaklı durumdadır. Kıbrıs idaresi, belediyelerin paylarına düşen
meblağları ödeyecek durumda olmadıklarından, ilgili meblağların menafi
sandığınca ödenmesi kararını üretmek zorunda kalmıştır (Samani 2018b: 608-609).
Bosna-Hersek’te olduğu gibi Kıbrıs’ta da gerek bazı yıllarda belediyelerde
görevli hekimler, gerekse, özel olarak hizmet veren hekimlerin büyük çoğunluğu
gayrimüslim idi. Bilindiği gibi 1827 senesinde açılan Askeri Tıbbiye’den sonra sivil
doktor yetiştirmek amacıyla 1866 senesinde Mülkiye-i Tıbbiye açılmıştır. Ancak, bu
okulun kısa sürede yeterli sayıda Müslüman hekimi yetiştirmesi mümkün değildi.
Dolayısıyla, Tanzimat öncesinde olduğu gibi, Tanzimat dönemi boyunca da
Kıbrıs’ta hizmet veren doktorların çoğunluğu yine gayrimüslimler olmuştur (Özkul-
Samani 2020).
Sağlık alanında Tanzimat dönemi Kıbrıs’ında sonuç alıcı en önemli
yenileşmenin, Sultan II. Mahmut dönemi sonlarında kurulma çalışmaları başlatılan
Karantina Sistemi olduğu söylenebilir. Dönem boyunca zaman zaman sıtma ve
kolera gibi salgınlar adada görece küçük çapta nüfus kaybına neden olmuşsa da
geçmişte Osmanlı genelinde olduğu gibi büyük nüfus kayıplarına neden olan
vebanın önüne geçilmiştir. 10 Kıbrıs’ta Karantina teşkilatı, Bosna-Hersek’ten önce

10 Tanzimat dönemi öncesinde özellikle veba salgınının Kıbrıs’a etkileri için bkz. Panzac (1997).
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 246

kurulmuştur. Kıbrıs’ın Doğu Akdeniz ticaretinde önemli bir uğrak limanı konumunda
olmasının, ilk karantinahanelerden birinin burada kurulmasında en önemli etken
olduğu düşünülebilir11.
Muhassıl Osman Bey döneminde 1840 senesinde kurulmuş olup merkezi
Tuzla’da bulunan Kıbrıs Karantina (tahaffuzhâne) Teşkilatı’nın başında 2,000 kuruş
maaşla görev yapan bir müdür bulunmaktaydı. 1841 senesi itibarıyla müdür Corci
Lapir’in yanında 1,000 kuruş maaşla görev yapan karantina doktoru, 300 kuruş
maaşla çalışan kâtip ve sandık emini ve 100’er kuruş maaşla çalışan beş nigehban
teşkilatın personelini oluşturmaktaydı. Bunların yanında Limasol’da bir müdür vekili
ile iki nigehban, Girne’de bir müdür vekili ile bir nigehban, Baf’ta bir müdür vekili ile
bir nigehban, Mağusa’da bir vekil ile bir nigehban görev yapmaktaydı. Limasol
müdür vekili aylık 500 kuruş maaş alırken, diğer iskelelerde görevli vekillerin maaşı
150 kuruştu. Teşkilatın maaşlı memurları dışında, karantina hizmetlerinin icrası
amacıyla haberci, kürekçi, gardiyan gibi ücretle çalışan kişiler de ihtiyaç halinde
istihdam edilmekteydiler. Tanzimat dönemi boyunca karantina teşkilatını
güçlendirmeye yönelik olarak ihtiyaç duyulan memurlar peyder-pey istihdam
edilmiş, bunların ikametgâhlarının inşası için çalışmalar sürdürülmüştür. (Samani
2006: 252-257).12
Bosna-Hersek’te Karantinalar, denize kıyısı bulunan Hersek’in Storina ve
Klek nahiyelerinde 1852’de kurulmuştur. Bu karantinaların başındaki müdür
maaşları Kıbrıs Karantina müdür maaşlarından daha azdı. Storina karantinası
müdür maaşı 1,250 kuruş, Klek karantinası müdür maaşı ise 1,500 kuruştu. 1869’da
kendi binasına kavuşan Storina karantinasına 1870’de bir kışla ile karakol ilave
edildi. Burada 160 asker konuşlanarak karantina koruması güçlendirilmiştir (Gölen
2010: 233-235).

f) Matbuat
Tanzimat dönemi boyunca Kıbrıs’ta Türkçe, Rumca veya başka bir dilde
basılıp yayınlanan herhangi bir gazete mevcut değildir. Ada’nın ilk gazetesi İngiliz
dönemi başlarında 1878 senesinde çıkarılmıştır. Osmanlı hakimiyetini son yılında
Kahire’de öğretmenlik yapan Larnakalı bir Rum olan Teodulos Konstantinidis,
adaya matbaa getirmek için Osmanlı hükümetinden izin almış, ancak adanın
İngiltere’ye devriyle birlikte bu kez Kıbrıs’ın Yüksek komiserliğinden izin almak
zorunda kalmıştır. Kıbrıs Yüksek Komiserliği çıkarmayı tasarladığı gazetenin
Rumcanın yanında İngilizce de yayınlanması şartıyla Konstantinidis’e izin vermiştir.

11 Tanzimat Döneminde Kıbrıs’ta Ticari faaliyetler için bkz. Samani (2017).


12 Kıbrıs Karantina Teşkilatı’nın kuruluşu için ayrıca bkz. Erdönmez (2004: 50-54).
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 247

Böylece, Kıbrıs’ın ilk gazetesi, Kypros (Kıbrıs)’un ilk sayısı 29 Ağustos 1878
tarihinde yayınlanmıştır. Dört sayfa olarak yayınlanan Kypros’un, iki sayfası Rumca,
iki sayfası İngilizce idi (Sophocleus 2006).
Kıbrıs’ta ilk Türkçe gazete ise yine İngiliz dönemi başlarında Aleksan
Sarrafyan Efendi tarafından yayımlanan Ümid’dir. 12 Aralık 1879’da ilk sayısı çıkan
Ümid’in ömrü pek uzun sürmemiştir. Gazetenin son sayısı 5 Mart 1880 tarihlidir.
Gazete’nin 4. sayısında Kıbrıs’ın İngiliz idaresine devrini ağır bir biçimde eleştirmesi
yayın hayatının sonunu getirmiştir. Kıbrıs İngiliz İdaresi’ne devredilmiş olmasına
rağmen, hukuken Osmanlı toprağı idi. Dolayısıyla, II. Abdülhamit hükümetinin,
Ümid’in ağır eleştirileri karşısında İngiliz hükümeti nezdinde girişimlerde bulunması
sonrasında gazetenin yayım hayatına son verdiği anlaşılmaktadır (Sonyel 1985;
Demiryürek 2000).
Esasında Tanzimat dönemi boyunca Rum elitler arasında adada gelişim
sürecini yaşayan irredantist Yunan milliyetçiliği (Kitromilides 1970)
propagandalarına karşı özellikle gazetelerin önemi dikkatten kaçmış değildir.
Mehmet Emin Paşa gibi Osmanlı sadaret makamına yükselecek diğer bir Kıbrıslı
devlet adamı olan Kamil Paşa, Beyrut mutasarrıflığı görevinde olduğu 1868
senesinde, uzun süre Limasol’da yaşamış bir hekimin Kıbrıs’a barut ve silah ithal
edildiği yönündeki ihbarı üzerine bir rapor hazırlamıştır (Samani 2006: 106-107).
Kâmil Paşa, raporunda Rumların asayişi bozacak hareketlerde bulunmalarını
önlemek için alınması gereken bir dizi tedbir ortaya koymuştur. Bunlardan bir tanesi
doğrudan gazetelerin kamuoyu oluşturmada önemli bir propaganda aracı olduğunu
vurgulaması açısından önemlidir. Kâmil Paşa’ya göre Kıbrıslı Rumlar Rumcadan
başka bir dilde okuma bilmemeleri sebebiyle sadece Yunanistan’dan gelen
gazeteleri okuyor, dünya kamuoyu ile Osmanlı devletinin müttefiki devletlerin genel
politikaları hakkında doğru bilgi elde edemiyorlardı. Bu da Yunan propagandasının
etkisinde kalmalarına neden olmaktaydı. Kâmil Paşa’nın bu durumun önüne
geçilmesi için önerdiği bir çeşit karşı-propagandaydı. Buna göre, İstanbul’da basılıp
yayınlanan Osmanlı devletinin resmî gazetesi Takvim-i Vekâyi veya Mecmua-yı
Maârif gazetelerinden biri Rumcaya tercüme edilerek birer nüshası parasız olmak
üzere Kıbrıs Liva İdare Meclisi ve Kaza İdare Meclislerinin Rum üyeleri ile ruhani
liderlere dağıtılacaktı. Aynı şekilde bu gazetelerin birer nüshası meclislerin
Müslüman üyelerine de verilecekti. Kâmil Paşa’nın önerileri uygulamaya konuldu
mu bilemiyoruz, ancak Yunan milliyetçiliği propagandaları Kıbrıs’ın yanı sıra diğer
Akdeniz ve Ege adalarında da devam etmiştir13.

13 Bkz. Ortaylı (2000).


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 248

Bosna-Hersek’te ise matbuat faaliyeti 1866 itibarıyla başlamıştır. Yayın


hayatına geçen özel gazetelerin dışında bu alanda en önemli atılım Bosna’da bir
Vilayet matbaasının kurulması olmuştur. Vilayet matbaası, halkın eğitim seviyesini
artırmak, vilayet dairelerinin ihtiyaç duyduğu kırtasiye malzemesini temin etmek,
özellikle Belgrad, Novisad (Yenipazar), Pançevo, Çetine, Zadra ve Zagreb’ten
Bosna-Hersek’e yönelik siyasi amaçlı Sırp ve Hırvat milliyetçi propagandalarını
etkisiz kılmak amacıyla Bosna valisi Şerif Ömer Paşa’nın ısrarlı girişimiyle 1866
senesinde kurulmuştur. Matbaanın kurulmasıyla birlikte ömrü sadece 5 ay süren
haftalık Sırpça yayınlanan Bosna gazetesinden sonra, Bosna Vilayet Resmî
Gazetesi haftada bir (Pazartesi) olmak üzere iki sayfası Türkçe, iki sayfası
Boşnakça olarak 1878’e kadar yayınlanmıştır. 1868-1872 yılları arasında
yayınlanan yarı resmi, siyasi ve edebi gazete konumundaki Gülşen-i Saray,
Osmanlı Devleti'nde vilayetlerde yayınlanan ilk yarı resmî gazete kabul
edilmektedir. Hersek’in Bosna vilayetinden çıkarılarak ayrı bir vilayete
dönüştürüldüğü 1876 senesinde Mostar şehrinde de bir vilayet matbaasının
kurulmasıyla birlikte Türkçe ve Sırpça olarak Neretva gazetesi yayınlanmaya
başlamıştır (Gölen 2010: 209-220).

g) Ticaret Mahkemeleri ve Bankacılık


Tanzimat döneminin tekabül ettiği 19.yüzyılın ikinci yarısı Osmanlı devletinin
Avrupa devletleri ile ticari ilişkilerin yoğunlaştığı bir dönemdir. Özellikle Avrupalı
tüccarın Osmanlı topraklarında ticaret yapmalarını kolaylaştıran 1838 Balta Limanı
Ticaret sözleşmesinden sonra, Tanzimatçı devlet adamları için ticaret
mahkemelerinin kurulması kaçınılmaz olmuştur. Nitekim, Kıbrıs ve Bosna-Hersek’te
ticaret mahkemelerinin kurulmasına yönelik girişimler sırasıyla 1853 ve 1854
senelerinde yapılmıştır. 1861 senesine gelindiğinde Saraybosna’da, 1863’e
gelindiğinde ise Mostar’da birer Ticaret mahkemesi faal durumdaydı (Gölen 2010:
268). Muhtemelen bu mahkemelerin kuruluş süreci 1854’ te başlamıştır.
Kıbrıs’ta kurulan tek Ticaret mahkemesi, adanın dış ticaret limanı olan Tuzla
(Larnaka)’da 1854 senesinde açılmıştır. 1857’de lağvedildiği anlaşılan Kıbrıs
Ticaret Mahkemesi, İzmir Ticaret Mahkeme’sinin 9 maddelik nizamnamesi
uyarlanarak, 1858’de yeniden açılmıştır. 1865’e gelindiğinde Larnakalı Tüccarla
Lefkoşalı tüccar arasında mahkemenin nerede olması gerektiği hususunda ihtilaf
yaşansa da mahkemenin faaliyetlerini, yine yabancı tüccar ile konsoloslukların
konuşlandığı liman kasabası Tuzla’da devamına karar verilmiştir. Anlaşılan o ki
mahkemenin yeri meselesi burada son bulmamış, Kıbrıs mutasarrıfı Veis Paşa,
muhtemelen yabancı konsolos ve tüccarın nüfuzun kırmak için, mahkemeyi 1873
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 249

senesinde Lefkoşa’ya taşımıştır. Ancak, Tuzla’da ikamet eden konsolosların


şikayetleri ve elçiliklerinin Osmanlı hükümeti nezdindeki girişimlerinden sonra
mahkeme, 1874’te yeniden Tuzla’ya nakledilmiştir. (Samani 2006: 209-213).
Osmanlı vatandaşı bir Müslüman’ın başkanlık ettiği mahkemenin 3
Müslüman, 3 gayrimüslim ve 6 yabancı üyesi vardı.1865 senesinde mahkemenin
başkanlığına aylık 1500 kuruş maaşla Pertev Efendi atanmıştır. Ekmekçizade Aziz
Efendi, Salih Ağa, Hüdaverdizade Hasan Efendi, Çelebi Yorgo, Konstino Loizu
Papa ve Loizu Karambi mahkemenin yerli üyeleriydi. Çelebi Yorgo ile Ekmekçizade
Aziz Efendi mahkemenin daimî üyeleri, Salih Ağa ile Konstantino Loizu Papa bir
yıllığına, Hüdaverdizade Hasa Efendi ile Loizu Karambi ise altı aylığına görev
yapacak geçici üyelerdi. Ayrıca mahkemede görev yapmak üzere 500 kuruş maaşla
bir kâtip (Mehmed Efendi), 600 kuruş maaşla bir tercüman (Rafael Delyando), 150
kuruş maaşla bir odacı ve 350 kuruş maaşla bir muhzır istihdam edilmiştir (Samani
2006: 212-213).
Kıbrıs Ticaret Mahkemesi’nin yabancı tüccardan oluşan üyeleri, Tuzla’da
bulunan en kıdemli konsolosun konağında toplanan tüm yabancı konsolos ve
konsolos vekilleri tarafından seçilmekteydi. 1874 senesinde Amerikan
konsolosluğunun ev sahipliği yaptığı toplantıda İtalyan Lorazatti Menzovatti ile
Yunan Nikuhari Metsi’yi mahkeme üyeliklerine seçildiler. Mahkemeye
katılamayacakları durumlarda bu üyelerin yerine Avusturya tüccarından Covanni ile
Yunan tüccarından Sofokli Nikolayiri vekaleten görev yapacaklardı (Samani 2006:
213-214; Samani 2017).
1856 senesinde İngiliz sermayesi ile kurulan Osmanlı Bankası, Fransız
sermayesinin iştiraki ile 1863’te yeniden yapılandırılmış ve bu kez Bank-ı Osmanî-i
Şahane adıyla faaliyet göstermeye başlamıştır (Apak ve Tay 2012:64). Bu bankanın
bir şubesinin 1864 senesinde Larnaka’da açılması, Kıbrıs’ta Tanzimat
modernleşmesinin Bosna-Hersek’te görülmeyen boyutlarından birini
oluşturmaktadır.
Bank-ı Osmani-i Şahane’nin Larnaka şubesi, Kıbrıs’ın ilk bankası kabul
edilebilir. Beyrut’ta ortağı olduğu şirket adına çalışırken, Kıbrıs’la sıkı bir ticari ilişki
içinde olduğu anlaşılan Hamilton Lang, 1862 senesinde Osmanlı Bankası’nın genel
müdürü Edward Gilberston’a Kıbrıs’a ilişkin sunmuş olduğu raporla, adanın ilk
bankasının kuruluşunda önemli rol oynamıştır. Lang, Larnaka’da açılan Banka
şubesinin ilk temsilciliğini de yapmıştır (Apostolides ve Baruh 2015). Lang’ın
Tanzimat dönemi Kıbrıs’ının idari ve ekonomik yapısına ilişkin gözlemlerini aktardığı
bir de çalışması mevcuttur.14

14 Bkz. Lang (1878).


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 250

SONUÇ
Bosna-Hersek ve Kıbrıs’ta Tanzimat’ın yarattığı etki ve tepkilerin yanında,
belli başlı alanlarda yeni kurumların oluşturulmasını mukayeseli bir biçimde ele alan
bu çalışmadan çıkarılabilecek genel sonuç, farklı tarihsel süreçler, demografik ve
kültürel yapılarla Osmanlı eyaletlerinin/toplumlarının Tanzimat reformlarıyla bazı
hallerde farklı bir etkileşim yaşamış olmalarıdır.
Genel olarak Tanzimat’ın eşitlik ilkesinin, etnik, dinsel ve kültürel açıdan
çeşitlilik arz eden Osmanlı imparatorluğunda Müslüman-gayrimüslim gerginliklerine
neden olduğu söylenebilir. Bosna-Hersek’te ise Müslüman Boşnakların Tanzimat
eşitliğine karşı geliştirmiş oldukları ve çoğu zaman isyanlara dönüşen şiddetli
tepkilerini öncelikle devlete yönelttiklerini, bunda ise fetihten bu yana sahip oldukları
siyasi, sosyal ve ekonomik ayrıcalık ve üstünlüklerini kaybetme endişelerinin etkili
olduğu söylenebilir. Bu açıdan bakıldığında, çok zor olsa da Osmanlı devletinin
Boşnakların direnişini çoğu zaman silah gücüne başvurarak kırdığı görülmekle
birlikte, özellikle yeni kurumların oluşturulması sürecinde, bazı durumlarda yerel
dinamikleri dikkate almak zorunda kaldığı görülmektedir. Bu durum, özellikle Kura
sisteminin uygulanması, zorunlu askerlik hizmetine geçiş ve yeni ordu teşkilatının
oluşturulması sürecinde Bosna-Hersek’te izlenebilmektedir. Osmanlı devlet
adamları, Bosna-Hersekli Müslümanları yeni ordu sistemine entegre etmeye
çalışırlarken, standart uygulamalarda ısrar etmemiş, Boşnakların askerliklerini
sadece kendi eyalet sınırları içinde yapmalarına müsaade etmişlerdir. Bu ayrıcalık,
farklı nedenlerle de olsa Kıbrıslı Müslümanlara da tanınmış, ancak 1871’e
gelindiğinde Kıbrıslı Müslümanların aleyhine olmak üzere kısmen değiştirilmiştir.
Kıbrıs’ta Tanzimat’a gösterilen tepki Bosna-Hersek’ e kıyasla, zayıf bir
niteliktedir. Osmanlı devleti, 18. yüzyılın merkez-kaç unsurları olan Dragomanlar ile
birlikte Ortodoks Kilisesi’ni 1821 senesinde almış olduğu tedbirlerle kontrol altına
almıştır. Dönem boyunca, Başpiskoposluk makamına oturan metropolitler, gerilim
zamanlarında cemaatlerine Osmanlı otoritesine mutlak sadakat telkin etmişlerdir.
Tanzimat döneminde oluşturulan yeni eğitim kurumları ve muhaberat
hizmetleri açısından Osmanlı hükümetlerinin Bosna-Hersek’e öncelik verdiklerini
söylemek mümkündür. Telgrafın Bosna-Hersek’e gelişi 1862 iken, Kıbrıs’a telgraf
bundan 9 sene sonra gelmiştir. Bosna-Hersek’te ilki 1852’de açılmak üzere toplam
24 rüştiye açılmışken, Kıbrıs’taki tek orta dereceli okul olan Lefkoşa Rüştiyesi 12 yıl
sonra, 1864 senesinde açılmıştır. Bosna-Hersek’e öncelik verilen diğer bir alan
özellikle hastahanelerin açılması açısından sağlık hizmetleri olmuştur. Kuşkusuz,
devletin böyle bir siyaset takip etmesi, Bosna-Hersek’in Hıristiyan bir bölge
(Balkanlar) içinde sahip olduğu hassas jeopolitik konumu ve buradaki Müslüman
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 251

nüfusun görece fazlalığı gibi etkenlere bağlanabilir. Diğer yandan, Kıbrıs’ın Doğu
Akdeniz ticaretinde önemli bir uğrak limanı olmasından dolayı karantina sisteminin
kuruluşu, Bosna-Hersek’ten önce olmuştur.
Bank-ı Osmani-i Şahane’nin bir şubesinin Larnaka’da açılması, Kıbrıs’ın
Doğu Akdeniz Ticaretindeki konumundan kaynaklanmıştır. Bu, Kıbrıs’ın Tanzimat
döneminde Bosna-Hersek’ten farklılaştığı diğer bir husustur.
Vilayet teşkilatının uygulanması açısından değerlendirildiğinde, Osmanlı
hükümetlerinin Kıbrıs’ın taşra teşkilatı içindeki statüsüne ilişkin istikrarlı bir politika
izlediklerini söylemek zordur. 1861’de müstakil mutasarrıflığa dönüştürülen ada,
1867 senesinde Vilayet teşkilatına dahil edilerek Cezair-i Bahr-i Sefid Vilayeti’ne
bağlanmıştır. 1871’de yeniden ayrı mutasarrıflığa dönüştürülmüş, 1877 senesinde
ise bir kez daha Cezair- Bahr-i Sefid Vilayeti’ne dahil edilmiştir.
Hiç kuşku yok ki, Osmanlı devletinin Bosna-Hersek ve Kıbrıs’ta bırakmış
olduğu en önemli miras buralarda fetihle birlikte oluşan Müslüman toplumlardır.
Benzer biçimde, idari, sosyal, kültürel ve başka açılardan tecrübe ettikleri ilk
modernleşme programı olarak Tanzimat da gayrimüslim toplumlarla birlikte
buralardaki Müslüman toplumlar üzerinde bahse değer bir miras bırakmıştır.

Müslüman ve gayrimüslim toplumları ile birlikte Osmanlı Bosna-Hersek ve


Kıbrıs’ının tecrübe ettikleri son ortak deneyim, Tanzimat döneminin sonu
sayılabilecek 1878’de başka imparatorlukların idaresine girmiş olmalarıdır. 1877-
1878 Osmanlı-Rus savaşı sonrasında Osmanlı devleti Bosna-Hersek idaresini
Avusturya-Macaristan’a, Kıbrıs adasının idaresini ise Britanya’ya devretmek
zorunda kalmıştır.15

15Kıbrıs’ın İngiliz idaresine devri için bkz. (Zia 1975; Tamçelik 1997; Onurkan Samani 2007:15-37). 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı,
Berlin Kongresi ve Bosna-Hersek’in Avusturya-Macaristan idaresine geçişi hakkında bkz. Armaoğlu (2010:695-751).
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 252

KAYNAKÇA
AN, Ahmet (1996). Kıbrıs’ta İsyanlar ve Anayasal Temsiliyet Mücadelesi
(1571-1948).
Lefkoşa: Ateş Matbaacılık.
APAK, Sudi - TAY, Arzu (2012). “Osmanlı Devleti’nin 19. Yüzyıldaki Finansal
Sisteminde Osmanlı Bankası’nın Yeri ve Faaliyetleri”, Muhasebe ve Finans Tarihi
Araştırmacıları Dergisi, 3, Temmuz, 63-103.
APOSTOLIDES, Alexander - BARUH, T. Lorans (2015). “Kıbrıs’ta İlk Banka.
Bank-ı Osmanî-i Şahane”, İktisat Tarihi, 54-59.
ARMAOĞLU, Fahir (2010). 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1789-1914), İstanbul:
Alkım Yayınevi
AYDIN, Erdem (2004). “19. Yüzyılda Osmanlı Sağlık Teşkilatlanması”,
OTAM, XV, ss. 185-207.
AYDIN, Mithat (2005). “Bosna-Hersek Ayaklanması (1875)’nda Panslavizmin
Etkisi ve Sırbistan ve Karadağ’ın Rolü”, Belleten, LXIX (256), ss. 1-21.
AYIN, Faruk (1989). Tanzimat Fermanınının İlânından Sonra Osmanlı
İmparatorluğu’nda Uygulanan Askeralma Usülleri (1839-1914). Yüksek Lisans Tezi.
Ankara: Ankara Üniversitesi
BALTA, Evangelia vd. (2015). Kouklia in Nineteenth Century Cyprus On the
Ruins of a Once Glorious Paphos. İstanbul: Isis Press.
ÇEVİKEL, Nuri (2000). Kıbrıs Eyaleti (1750-1800).Gazimağusa: Doğu
Akdeniz Üniversitesi Basımevi.
COBHAM, C. Deleval (1908). Excerpta Cypria: Materials For a History of
Cyprus. Cambridge: University Press.
ÇADIRCI, Musa (1985). “Osmanlı İmparatorluğunda Askere Almada Kura
Usülüne Geçilmesi ve 1846 Tarihli Askerlik Kanunu”. Askeri Tarih Bülteni, 18, 59-
75.
ÇAKILCI, Diren (2015). “Kıbrısta Osmanlı Telgraf İşletmesi”, Tarih Dergisi, 62
(2015/2), ss. 65-90.
DAVISON, Roderic (1990). “The Advent of Telegraph in the Ottoman
Empire”, Essays in Ottoman and Turkish History, 1774-1923. The Impact of the
West. Austin: University of Texas.
DEMİRYÜREK, Mehmet (2000). “Kıbrıs Türk Basını ve Türkiye Hükümetleri
I (Osmanlı Dönemi 1878-1910)”. Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü
Atatürk Yolu Dergisi, 25-26, 119-134.
DEMİRYÜREK, Mehmet (2010). Osmanlı Reform Sürecinde Kıbrıs. İstanbul:
Akademik Kitaplar.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 253

DİNÇ, Güven (2018). “Kıbrıs’ta İhtida hareketleri 1571-1878”, Bilig, 84, 243-
271.
DÜNDAR, Recep (1998), Kıbrıs Beylerbeyliği (1570-1670), Yayınlanmamış
Doktora Tezi, Malatya: İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
ENGELHARDT (1999). Tanzimat ve Türkiye. Türkçesi: Ali Reşad, İstanbul:
Kaknüs Yayınları.
ERDÖNMEZ, Celal (2004). Şeriyye Sicillerine Göre Kıbrıs’ta Toplum Yapısı
(1839-1856). Yayınlanmamış Doktora Tezi. Isparta: Süleyman Demirel Üniversitesi.
GÖLEN, Zafer (2003). “1849-51 Bosna-Hersek İsyanı”, Belleten, LXVI (247),
905-930.
GÖLEN, Zafer (2009a). “1857-59 Bosna-Hersek İsyanı”, Belleten, LXXIII
(267), 53-124.
GÖLEN, Zafer (2009b). Tanzimat Dönemi Bosna İsyanları, 1839-1878.
Ankara: Alter Yayınları
GÖLEN, Zafer (2010). Tanzimat Döneminde Bosna-Hersek. Ankara: Türk
Tarih Kurumu
HEINZELMANN, Tobias (2009). Cihaddan Vatan Savunmasına Osmanlı
İmparatorluğu’nda Genel Askerlik Yükümlülüğü 1826-1856. Çev. Türkis Noyan.
İstanbul: Kitap Yayınevi.
HILL, George (1952). History of Cyprus, IV. Cambridge: Cambridge
Univeristy Press.
JENNINGS, Ronald (1993). Christians and Muslims In Ottoman Cyprus and
the Mediterranean World 1571-1640. New York:
KARAL, E. Ziya (1998). Osmanlı Tarihi, VI Islahat Fermanı Devri (1856-
1861). Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi
KARPAT, Kemal (2003). Osmanlı Nüfusu (1830-1914). Çev. B. Tırnakçı,
İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları
KITROMILIDES, Paschalis (1970). “Greek Irredentism in Asia Minor and
Cyprus”. Middle Eastern Studies, 26 (1), pp.3-17.
KOUMOLOIDES, John (1971). Cyprus and the War of Independence 1821-
1828. Athens: National Centre of Social Research.
LANG, Hamilton (1878). Cyprus. Its History Its present Resources, and
Future Prospects. London: Macmillan and Co.
MAOZ, Moshe (1999). “Tanzimat Döneminde Suriye’de Dini ve Etnik
Anlaşmazlıklar”, Osmanlı, 4, 287-293.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 254

MOREAU, Odile - QUAMBER, Rukhsana (1997). “The Recruitment of


Bosnian Soldiers During the 19th Century (1826-1876)”. Islamic Studies, Vol. 36,
No.2/3, Special Issue: Islam In the Balkans. 263-279.
MOREAU, Odile (1999). “Bosnian Resistance against Conscription in the
Nineteenth Century”. Arming the State. Military Conscription in the Middle East and
Central Asia, 1775-1925, Ed. Erik J. Zürcher, London: I.B. Tauris, 129-138.
ONURKAN SAMANİ, Meltem (2002). “Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa”.
Toplumsal Tarih, 103, Temmuz, 62-65.
ONURKAN SAMANİ, Meltem (2007). Kıbrısta Bir Sömürge Kurumu: Kavanin
Meclisi (1882-1931). Yayınlanmamış Doktora Tezi. Ankara: Hacettepe Üniversitesi.
ORTAYLI, İlber (2000a). Tanzimat Devrinde Osmanlı Mahalli İdareleri (1840-
1880). Ankara: Türk Tarih Kurumu.
ORTAYLI, İlber (2000b). “Tanzimat Döneminde Yunanistan ve Osmanlı
İmparatorluğu”. Osmanlı İmparatorluğu’nda İktisadi ve sosyal Değişim, Makaleler I,
353-364, Ankara: Turhan Kitabevi
Osmanlı İdaresinde Kıbrıs (2000). T.C. Başbakanlık Osmanlı Arşivi İdaresi.
Ankara
ÖZKUL, A. Efdal (2010a). Kıbrıs’ın Sosyo-Ekonomik Tarihi (1726-1750).
İstanbul: Dipnot yayınları.
ÖZKUL, A. Efdal (2010b). “Osmanlı İdaresinde Kıbrıs Adasında İslamiyete
Geçmede (İhtida) Kadınların durumu”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 3
(13), 220-231.
ÖZKUL, A. Efdal (2014). “18. Yüzyılda Kıbrıs’ta İhtida Hareketleri”, 33-44,
Kıbrısta Osmanlı İzleri. Lefkoşa: Kıbrıs Türk Yazarlar Birliği
ÖZKUL, A. Efdal - SAMANİ, Hasan (2020). “Diseases, Doctors and Doctor-
Patient Relationships in Ottoman Cyprus as Revealed in Sharia Court Records”,
Belleten, LXXXIIII (299), 261-296.
PANZAC, Daniel (1997). Osmanlı Devleti’nde Veba (1700-1850). Çev. S.
Yılmaz, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
PAPADOPOULLOS, Theodore (1964). “Orthodox Church and Civil
Authority”, Journal of Contemporary History, 2 (4), pp.201-209.
PAPADOPOULLOS, Theodore (1965). Texts and Studies of the History of
Cyprus I. Social and Historical Data on the Population (1571-1878). Nicosia:
Cyprus Research Centre.
SAMANİ, Hasan (1997). Yugoslavya’da Etnik Yapı ve Politika (1918-1992).
Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara: Hacettepe Üniversitesi
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 255

SAMANİ, Hasan (2006). Tanzimat Devrinde Kıbrıs (1839-1878).


Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara: Hacettepe Üniversitesi.
SAMANİ, Hasan (2017). “Tanzimat Döneminde Kıbrıs Ticareti”. Tarih Kültür
ve Sanat Araştırmaları Dergisi, 6, 4,790-814.
SAMANİ, Hasan - ONURKAN SAMANİ, Meltem (2017). “Tanzimat
Döneminde Kıbrıs Zaptiye Teşkilatı”, Tarih Kültür ve Sanat Araştırmaları Dergisi, 6,
4, 735-747.
SAMANİ, Hasan (2018a). “The Primary Schools in Ottoman Cyprus During
the Tanzimat Reform Era”. Quality&Quantity, 52, 205-214.
SAMANİ, Hasan (2018b). “Tanzimat Döneminde Kıbrıs’ta Modern
Belediyeciliğin Başlangıcı ve Lefkoşa Belediyesi”. Belleten. LXXXII (292), 587-626.
SANCAKTAR, Caner (2012). “Historical Construction and Development of
Bosniak Nation”, Alternatives Turkish Journal of International Relations, 11 (1), 1-
17.
SANCAKTAR, Caner (2015). “Osmanlı İdaresi Altında Boşnak Ulusunun
Doğuşu”, Akademik İncelemeler Dergisi, 10 (2), 23-44.
SEYHAN, Ayşe (2018). “Osmanlı Kroniklerinin Işığında Bosna’nın
Fethi”.Osmanlı Medeniyetleri Araştırma Dergisi, IV (7), 152-161.
SONYEL, Salahi (1985). “Bir Düzeltme: Kıbrıs’ta Yayımlanan İlk Türkçe
Gazete”, Yeni Kıbrıs, Aralık sayısı.
SOPHOCLEUS, Andreas (2006). “The First Cypriot Newspapers and the
British Administration”, Global Media Journal, Mediterranean Edition, 1 (1), 113-
125.
SPAGNOLO, J. P (1971). “Constitutional Change in Mount Lebanon: 1861-
1864”, Middle Eastern Studies, VII (1), 25-48.
SUBAŞI, Turgut - BAL, E. Bengü (2015). “Tanzimat Döneminde Osmanlı
Devleti’nin Bosna-Hersek’e Yaptığı Muhaberat ve Telgraf Hizmetleri”, PESA
Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 1 (2), 37-55.
ŞİMŞEK, Veysel (2005). Ottoman Military Recruitment and the Recruit: 1826-
1853. Yayınlanmamış Doktora Tezi. Ankara: Bilkent Üniversitesi.
ŞİMŞEK, Veysel (2014). “The First “Little Mehmeds”: Conscripts for the
Ottoman Army, 1826-53”. Osmanlı Araştırmaları, XLIV, 265-311.
TAMÇELİK, Soyalp (1997). Kıbrıs’ın İngiliz İdaresi’ne Geçişi (1878-1919).
Ankara: KKTC Cumhurbaşkanlığı.
TURAL, Erkan (2004). “Bir belge, 1861 Hersek İsyanı, 1863 Eyalet Teftişleri
ve 1864 Vilayet Nizamnamesi”, Çağdaş Yerel Yönetimler, 13 (2), 93-123.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 256

UÇAROL, Rifat (1998). 1878 Kıbrıs Sorunu ve Osmanlı-İngiliz Anlaşması.


İstanbul: Filiz Kitabevi.
UZUN, Ahmet (2002). Tanzimat ve Sosyal Direnişler. Niş İsyanı Üzerine
Ayrıntılı Bir İnceleme (1841). İstanbul: Eren
YARAMIŞ, Ahmet (2002). II. Mahmut Dönemi’nde Asakir-i Mansure-i
Muhammediye (1826-1839). Doktora Tezi. Ankara: Ankara Üniversitesi.
YILDIZ, Gültekin (2009). Neferin Adı Yok: Zorunlu Askerliğe Geçiş Sürecinde
Siyaset, Ordu ve Toplum (1826-1839). İstanbul: Kitabevi.
ZİA, Nasim (1975). Kıbrıs’ın İngiltere’ye Geçişi ve Adada Kurulan İngiliz
Hakimiyeti. Ankara: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü.
ZÜRCHER, Erik (1999). “The Ottoman Conscription System in Theory and
Practice”. Arming the State. Military Conscription in the Middle East and Central
Asia, 1775-1925, Ed. Erik J. Zürcher. London: I.B. Tauris, 79-94.
ZÜRCHER, Erik (1993). Turkey. New York-London: I.B. Tauris and Co Ltd.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 257

Hussain Pasha Kavanoszâde, Belgrade Muhafiz And Mutessarif Of


the Smederevo Sanjak (1827-1833)

Aleksandar M. SAVIĆ

ABSTRACT
Hussain Pasha Kavanoszâde was the Muhafiz of the Belgrade Fortress and the Mutеssarif of the
Smederevo Sanjak1 in the period from 1827 to 1833. The time of his arrival to Belgrade coincides with the time
the struggle for autonomy of the new Serbian state entered its final phase. A few months after his departure from
Belgrade the issue of the autonomous status of the Serbian state was resolved. This paper will shed light on his
role in these key events and his relationship with the representatives of the Serbian authority, especially the
Serbian Prince Miloš Obrenović (1815–1839, 1858–1860). The paper will mostly be written based on the
unpublished documentation of the Serbian origin.
Keywords: Hussain Pasha, Belgrade Muhafiz, Miloš Obrenović, Hatt-i Sharifs, Berat, Ottoman Empire,
Principality of Serbia.

ХУСЕИН-ПАША КАВАНОСЗАДЕ, БЕОГРАДСКИ МУХАФИЗ И МУТАСАРИФ СМЕДЕРЕВСКОГ


САНЏАКА (1827–1833)

АПСТРАКТАН
Хусеин-паша Каваносзаде/Гаванозоглу (друга половина XVIII века – 1835) током свог живота био
је нишки мухафиз, румелијски валија, мутасариф Солунског санџака, мухафиз Никопоља и београдски
мухафиз и мутасариф Смедеревског санџака. Најдуже је остао у Београду, више од шест година (1827–
1833). Хусеин-паша је званично преузео дужност београдског мухафиза и мутасарифа Смедеревског
санџака 19. фебруара 1827. године, а Београд је напустио средином априла 1833. године, када је његову
дужност преузео Мехмед Салих Веџихи-паша.
Уочи доласка Хусеин-паше у Београд српска борба за аутономију ушла је у финалну фазу, а
неколико месеци након његовог одласка из Србије завршен је процес изградње аутономне Кнежевине
Србије. Хатишерифом из 1830. године пашина надлежност била је сведена на пет царских градова –
Београд, Шабац, Ужице, Соко, Смедерево и муслиманско/турско становништво у Србији, док је

This paper evolved from work on the project for Ministry of education, science and technological development of Republic of Serbia
titled Serbian nation - integrative and disintegrative processes (record number 177014).
Research Asst. / Faculty of Philosphy University of Belgrade, aleksandar.m.savic@f.bg.ac.rs SERBIA
1 Hüseyin Paşa Kavanoszâde/Кavanosoğlu, Belgrad Muhafızı ve Semendire Sancağı Mutasarrıfı.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 258

надлежност српског кнеза Милоша Обреновића, који је Бератом (1830) стекао наследно кнежевско
достојанство, знатно проширена. Милош Обреновић постао је наследни кнез аутономне Кнежевине
Србије, у чији састав су у периоду од 1831. до 1833. године ушли и мањи делови Зворничког, Крушевачког
и Видинског санџака.
Током свог боравка у Београду Хусеин-паша није правио велике препреке српском кнезу у борби
за аутономни статус Кнежевине Србије, него му је чак шта више у пар наврата био од помоћи. Посебно
приликом рада на добијању наследног кнежевског достојанства (1830) и осуде недела бегова Вренчевића
(1833), чиме је оправдана побуна након које су Србији прикључене Крушевачка и Параћинска нахија
Крушевачког санџака (1832). Неспоразуми између кнеза и паше почели су да се јављају након објаве
Првог (1829) и Другог хатишерифа (1830). Узрок је била намера кнеза Милоша да одмах спроведе у дело
одредбе оба Хатишерифа. Хусеин-паша као службеник Османског царства изражавао је негодовање,
зато што се бојао реакције из Цариграда, која је и уследила. Водећи се сопственим интересима, кнез и
паша настојали су да се неспоразуми брзо изгладе. Српски кнез је рачунао да паша може да уради нешто
корисно за коначно решење српског питања, а паша је био финансијски завистан од српског кнеза, зато
што су српски органи власти прикупљали порез на терену. Из тих разлога су обојица уверавали један
другог у своје „велико пријатељство“. Хусеин-паша је чак једном приликом истакао како ће више гледати
српске интересе, него интересе Османског царства.
Кључне речи: Хусеин-паша, Хатишерифи, кнез Милош Обреновић, Кнежевина Србија.
***
Muhafiz of Belgrade or Belgrade Muhafiz was the official name of for all
Pasha of Belgrade2, commanders of the Belgrade Fortress, in the period from 1690
to 1867.3 During most of the XVIII and in the first decades of the XIX century the
Belgrade Muhafiz were, simultaneously, the wardens of the Smederevo Sanjak,
also known as the Belgrade Pashalik (Belgrad Paşalığı). 4 Since the duty of the
Muhafiz of Belgrade responded to the duties of the warden of the border area, which
represented the defense wall of the Ottoman Empire towards the Habsburg
Monarchy, the territory under the control of the Belgrade Muhafiz was significantly
wider. Muhafiz of Belgrade was responsible for fortresses and towns that were
under the administrative governance of other sanjaks (Kruševac, Zvornik and
Sofia). After the Treaty of Svistova (1791) the jurisdiction of the Belgrade Muhafiz
was reduced to Smederevo Sanjak only.5

2 Belgrade Muhafiz held the title of Pasha, and the rank of vizier, therefore, in Serbian sources and literature they are mostly mentioned
as Belgrade Pasha or Belgrade Vizier.
3 There was no Muhafiz in Belgrade under the Austrian rule (1717–1739, 1789–1791) and in the period 1807– 1813 when there was

only Serbian administration in the Belgrade Pashalik. Р. Тричковић, Београд под турском влашћу 1521–1804. године, Историја
Београда, гл. ур. З. Антонић, Београд 1995, 118–127, 134–137; Р. Љушић, Историја српске државности, књига II, Србија и
Црна Горе, нововековне српске државе, Нови Сад 2001, 59.
4 Belgrade Pashalik was an unofficial name of the Smederevo Sanjak. Since the term Belgrade Pashalik is dominant in the sources

of the Serbian origin and that it is accepted in the Serbian historiography, it will be used more frequently than the term Smederevo
Sanjak
5 Р. Тричковић, Београдски пашалук 1687–1739, приредио Н. Шулетић, Београд 2013, passim; Списак мухафиза Београда од

1690. до 1789. године, Историјски часопис XVIII (1971), 297–300; М. Павловић, Смедеревски санџак 1739–1788, Војно-
административно уређење, Нови Сад 2017, 117–118.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 259

After the breakout of the First Serbian Uprising in 1804, the city of Niš was
separated from the whole of the Smederevo Sanjak, that is, the Niš nahiyе, that
was an integral part of Sanjak until that time. Thus, after the failure of the First
Serbian Uprising in the fall of 1813, the territory under the control of Muhafiz of
Belgrade was reduced to 12 nahiyеs of the Smederevo Sanjak, that is, Belgrade
Pashalik: Belgrade, Valjevo, Šabac, Soko, Užice, Požega, Rudnik, Kragujevac,
Jagodina, Ćuprija, Požarevac and Smederevo. The following significant change
occurred on the 6 November 1815, 6 when a verbal treaty was concluded in
Belgrade between Marashli Ali Pasha, Rumelia Vali and Belgrade Muhafiz and the
Serbian Prince Miloš Obrenović (1815–1839, 1858–1860). Belgrade verbal treaty
concluded the Second Serbian Uprising (1815), that is, the wartime of the Serbian
Revolution (1804–1815), 7 and diarchy was introduced to the Belgrade Pashalik.
Serbian administration was established, in addition to the Ottoman rule – Narodna
kancelarija, 8 obor-knezovi of nahiyes, knežinski knezovi, knezovi assigned to
musellims (müsellim) to be present at trials to Serbs, kmetovi of villages. The
Supreme Prince Miloš Obrenović was at the top of the Serbian administration,
acknowledged, silently, by Marashli Ali Pasha. On the last day of December 1815,
the National Assembly met and proclaimed Miloš Obrenović “Supreme Prince and
the Ruler of the Serbian people”. Two years later Miloš Obrenović was pronounced
a hereditary prince.9
Verbal treaty between Marashli Ali Pasha and the Serbian Prince was
legalized during 1815/16 when the Sublime Porte issued eight firmans to the Serbs.
Firmans prescribed the largest concessions the Ottoman Empire was ready to give
to the Serbs. The issue of taxation of the Serbian people in Belgrade Pashalik was
regulated, that is, their obligations towards the Sultan, Belgrade Pasha and sipahis,
the existence of Serbian rule was confirmed, except for the Supreme Prince which
was silently acknowledged, and Serbian merchants were allowed to trade in the
Ottoman Empire.10 In the upcoming years the Serbian administration represented
by the Prince Miloš Obrenović gradually took over the duties of the Belgrade
Muhafiz, which will be finalized in the period of Hussain Pasha Kavanoszâde.

6 All dates in main text and in the footnotes are given according to the new calendar.
7 The Second Serbian Uprising is the corner stone dividing the Serbian Revolution (1804–1815) into two periods: wartime (1804–
1815) and peacetime (1815–1835). Р. Љушић, Тумачење Српске револуције у историографији 19. и 20. века, Београд 1992,
105.
8 The highest administrative and judicial authority of the Serbian people in the Belgrade Pashalik.
9 Р. Тричковић, Списак мухафиза Београда, 300; М. Гавриловић, Милош Обреновић, књига прва (1813–1820), Београд 1908,

58–60, 242–248, 393–394; В. С. Караџић, Милош Обреновић, књаз Сербии или грађа за српску историју нашега времена,
Будим 1828, 127–132, 138–139; М. Петровић, Финансије и установе обновљене Србије, књига I, Од доласка Срба на
Балканско полуострво до 1842, Београд 1897, 115–118; Р. Љушић, Историја српске државности, 32, 73–74; Кнез Милош прича
о себи, за штампу приредио М. Ђ. Милићевић, Споменик XXI, Београд 1893, 13.
10 М. Гавриловић, op. cit., I, 248–252; Р. Љушић, Историја српске државности, 86–87.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 260

Hussain Pasha Kavanoszâde, also known in Serbian sources as Hussain


Pasha Gavanozoglu or Gavanozogliya, belonged to the generation of Ottoman
province wardens born in the second half of the XVIII century. His background
traces back from an old and rich ayan family that ruled the Kaza of Tatar-Pazardžik
in the period from 1657 to 1840. His mother was Christian, thus, to honor her, he
built a church in the vicinity of Tatar-Pazardžik.11 During his life he took different
positions in the Ottoman province administration in the Balkans. By the end of 1818
he was named the Muhafiz of Niš. The next year he was appointed Vali of the
Rumelia, in the rank of the vizier. He remained on the position until the end of 1820,
when he became the Mutessarif of Sanjak of Thessaloniki.12
The Greek Uprising in 1821 resulted in significant movements of the Ottoman
army in the entire Balkans. In the attempt to prevent a possible uprising of the Serbs
in the Belgrade Pashalik, that would contribute even more to the unrest in the
Ottoman Empire, the Sublime Porte sent troops to the southern borders of the
Pashalik. They were led by Hussain Pasha that, in addition to the title of Mutessarif
of Thessaloniki received the title of Muhafiz of Niš. One of the first actions he took,
after arriving to Niš on the 30 April 1821, was to execute previous Muhafiz of Niš,
Ali Pasha, Metropolitan of Niš Meletije and several more priests and monks. In a
letter he sent to Belgrade Muhafiz Marashli Ali Pasha, Hussain Pasha stated that
they were executed for conspiring against the Ottoman Empire.13
The arrival of Hussain Pasha to the border of the Belgrade Pashalik and
collecting the Ottoman army in Niš caused a protest of the Serbian Prince Miloš
Obrenović. Hussain Pasha assured him there was no reason for fear and that his
task is to maintain peace and order, which was eventually proven as the truth.14
Hussain Pasha remained in Niš until September 1825, when he was transferred to
Nicopolis, while Osman Pasha was appointed the Muhafiz of Niš, staying in Varna

11 О. Д. Пирх, Путовање по Србији у години 1829, српски превод од Д. T. Мијушковића, Београд 1900, 18; Б. Куниберт, Српски
устанак и прва владавина Милоша Обреновића 1804–1850, књига 1, Београд 1988, 203; Г. Георгиева, Поглед върху
социалния профил на османския провинциален управител (по примеру на еялет Румелия от края на XVIII и началото на XIX
век), Списание епохи XXIV/2 (2016), 181, 190, 191–192; Архив Србије (= АС), Кнежева канцеларија (= КК), VIII, 164.
12 Књажеска канцеларија, књига прва, Нахија Пожешка 1815–1839, приредио Д. Вуловић, Београд 1953, № 30; Турски

документи за македонската историја IV, 1818–1827, превод, редакција и коментар П. Џамбазовски, Скопје 1957, 49–53, 59;
M. Süreyya, Sicill-i Osmanî 3, yayına hazırlayan N. Akbayar, İstanbul 1996, 722.
13 Књажеска канцеларија, књига друга, Крагујевачка нахија 1815–1839, свеска прва 1815–1827, приредио Р. Марковић,

Београд 1954, № 193; Грађа за историју Краљевине Србије. Време прве владе кнеза Милоша Обреновића, књига друга од
1821. до 1823. године, приредили В. Ј. Петровић, Н. Ј. Петровић, Београд 1884, 199–204, 237–242, 247; Г. Елезовић, Нишки
мученици, подаци према турским изворима за нашу историју, Политика, 2. и 3. новембар 1930; АС, КК, XXXI, 129, 135, 136;
Збирка Мите Петровића (= ЗМП), 2975.
14 Грађа за историју Краљевине Србије, II, 199–204, 239–242, 247, 249–250, 333–335; Турци са стране кнезу Милошу, фонд

Књажеске канцеларије, Документи на турском језику Архива Србије, превела и приредила М. Маринковић, Београд 2009, №
102; АС, ЗМП, 2986, 2995; КК, XXXI, 128, 145.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 261

until that time. 15 A little over one year later, Hussain Pasha was appointed the
Muhafiz of Belgrade and Mutessarif of the Smederevo Sanjak, that is, the warden
of the Belgrade Pashalik.
In December 1826, Abdurrahim/Abdurrahman Pasha, Belgrade Muhafiz and
Mutessarif of the Smederevo Sanjak at that time, received news from
Constantinople that he was appointed the Vali of the Bosnian Eyalet, and that he is
to be replaced by Hussain Pasha Gavanozoglu, recent Muhafiz of Nicopolis. On the
third of January 1827, Abdurrahman Pasha took down his banners from the saray,
accompanied by cannon fire, hinting that he will be leaving Belgrade soon. On
Christmas he was visited by the Knezovi of the Belgrade Court who expressed the
regret of Prince Miloš for Pasha leaving Serbia. Pasha responded that he was sorry
too, but that “he was the servant of the Emperor and that he must obey the
Emperor’s command”. At departure, he told the Knezovi of the Belgrade Court to let
Prince Miloš know he should be very careful with Hussain Pasha, because “Hussain
Pasha is not a good man”. Abdurrahman Pasha left Belgrade on 11 January 1827,
and five days later he moved on to the Bosnian Eyalet.16
Less than a month later, Hussain Pasha Gavanozoglu arrived at the Serbian
border. He was welcomed in Ćuprija by the knezovi Milosav Zdravković, Pana
Jeremić, Miloje Todorović, Mileta Radojković, priest Miloje Vukašinović and Turkish
scriber Mulla Sali. Afterwards, Pasha headed to Belgrade, staying overnight in
Jagodina, Batočina, Hasan Pasha palank, Kolari and Grocka. He entered Belgrade
ceremoniously on the 17 February 1827.17 Two of his sons came with him, Ahmet
Bey and Abdurrahman Bey, that were his closest associates. Ahmet Bey was
Hussain Pasha’s right-hand man, kâhyâ bey, until 1828, when he took over the
administration in Tatar-Pazadžik, replacing his deceased uncle Ibrahim Bey.18
Prince Miloš Obrenović approved the use of 6,000 groschen for the
welcoming celebration of Hussain Pasha, 3,474 tax groschen and 35 paras was
utilized out of that sum. Upon Pasha’s entrance to Belgrade, at Prince’s orders,
dozen rams were slain as corban (“an offering”), where six of them were placed on
one side, and other six on the other side of the city gates. On behalf of Prince Miloš,
Pasha was welcomed by the Knezovi of the Belgrade Court, while the Prince
explained his absence with the illness of this wife, Princess Ljubica. Tomorrow, on

15 АС, ЗМП, 3207; КК, XXXI, 346, 347; II, 1158; VII, 274; Протокол кнеза Милоша Обреновића 1824–1825, приредили В.
Крестић, Н. Петровић, Београд 1973, 239, 249, 294, 295, 363, 364, 378, 403, 440, 488, 497; Турци са стране кнезу Милошу, №
91, 141, 144, 156, 163, 165, 166, 170, 186, 187, 190, 254.
16 АС, ЗМП, 1810, 1811, 1812; КК, VIII, 73, 79, 81, 86, 87.
17 АС, КК, VIII, 79, 81, 91, 92; ЗМП, 6547; Суд општенародни српски (= СОС), 697; Београдски суд 1819–1839, приредио Б.

Перуничић, Београд 1964, № 373; М. Гавриловић, Милош Обреновић, књига друга (1821–1826), Београд, 1909, 245–249.
18 АС, КК, IV, 563; VII 437, 444, 469, 560, 641; VIII, 164, 171, 174; XXX, 475.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 262

18 February 1827, Hussain Pasha had an audience with the Knezovi of the
Belgrade Court and expressed his desire to live with Prince Miloš in peace and
friendship, adding that, if he is friends with someone, he is a true friend. He advised
them not to pay any attention to those who are trying to make a discord between
him and the Serbian Prince and that he will write only the finest things about the
Serbian people to Constantinople. During the discussion he repeated the following
several times: “Inshallah, we will live good and it will be good.”19
On the twelfth of February 1827 Hussain Pasha called up his first divan, on
which two Emperor’s firmans were read. The firmans authorized Hussain Pasha to
run the Belgrade Pashalik and to accept all the responsibilities assigned to him. He
was ordered to maintain good relations with the neighboring Bosnian Vali
Abdurrahman Pasha and his northern neighbor Habsburg Monarchy, and to “take
care of the subjects of the Emperor and to live with them in love.” 20 From that
moment on Hussain Pasha officially took over the rule in the Belgrade Pashalik and,
in line with that fact, on the same day, Aleksa Simić, belgrade consul
(bazerganbaşı), handed over the portion of taxes belonging to him. After this,
Hussain Pasha appointed his own bodies of executive power – musellims, in all the
twelve nahiyes of the Belgrade Pashalik.21
Hussain Pasha was supported by the Serbian people, as the Muhafiz of
Belgrade and Mutessarif of the Smederevo Sanjak. On semi-annual level
(Đurđevdan and Mitrovdan term) a sum of 324,750 tax groschen was collected, that
was used to support Pasha, his administration and the Belgrade Garrison – imdâd-
ı hazariye.22 Stated funds were paid in several monthly installments, and Pasha
often asked for advance payments, for the following term, even. Frequent claims of
the payment of taxes in advance was justified by significant expenses by the Pasha.
Aleksa Simić noted that Pasha was always in good spirits when he received tax
funds, and that he used to joke: “Kodža Miloš, my friend, he knows we need money
for Ramadan right now, so he sent a bit more.” Due to frequent claims for taxes in
advance Aleksa Simić wrote to Prince Miloš: “Our vizier is quite good, only if he did
not ask for the money in advance, he would be even better.”23
Additionally, Hussain Pasha received, on semi-annual level, 2,400 wagons of
hay for the cattle and 3,585 meters of wood for heating, that is, per month, 400
wagons of hay and 598 meters of wood. Until Đurđevdan of 1830 the Serbian

19 АС, ЗМП, 6547; Поклони и откупи (= ПО), 67/9; КК, VIII, 90, 95.
20 АС, КК, VII, 411; VIII, 95.
21 АС, КК, VII, 411; ЗМП, 1820, 6551; Београдски суд, № 363, 367.
22 М. Петровић, Финансије и установе, I, 495–496; Турци са стране кнезу Милошу, № 304–310.

23 АС, КК, VII, 412, 415, 421, 424, 436, 452, 484, 552, 558, 592, 606, 665, 667, 702, 766, 866; ЗМП, 6551.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 263

population supported Pasha’s musellims, which amounted to, on semi-annual level,


6,000 tax groschen for each musellim, including 300 groschen for hay and wood.
Until Mitrovdan 1831 the Serbian population supported the Kadı of Belgrade and
his administration, which amounted to 11,368 tax groschen on semi-annual level.24
In addition to stated tax obligations the Serbian population had monetary obligations
towards the Sultan, sipahis and own administration.25 The tax collected in the name
of the Sultan was submitted to Pasha. Hussain Pasha, as the warden of the
Belgrade Pashalik, in agreement with the Serbian authorities, issued an official
order (buyuruldu) to collect the tax from the population. When receiving tax funds,
Pasha issued certificates for the received assets.26
At the time of the arrival of Hussain Pasha to Belgrade the struggle for the
autonomy of the Serbian people gradually entered its final phase. The fifth article of
the Akkerman Convention signed on 7 October 1826 between Russia and the
Ottoman Empire, the Serbian issue was supposed to be resolved based on the
eighth article of the Treaty of Bucharest (1812). Porte was obligated to resolve the
Serbian issue within 18 months in cooperation with the Serbian side, and the final
result of negotiations was supposed to represent a Hatt-i Sharif, which would
include all the privileges given to the Serbian nation. The content of the Hatt-i Sharif
would be presented to Russia and would be considered an integral part of the
Akkerman Convention.27
In a Separate act that was added to the Akkerman Convention, certain
privileges given to the Serbian people were detailed: freedom of religion; election
of people’s representatives; internal self-government; union of six nahiyes that the
Serbian rebels liberated in the First Serbian Uprising; payment of taxes in one
installment, giving Muslim properties to Serbs, under the conditions the income is
paid with taxes; free trade of Serbian merchants in the Ottoman Empire;
establishment of schools, hospitals and printing facilities; prohibition to Muslims to
settle in the rural part of Serbia, they could only live in the towns. All in all, generally
speaking, it was the fulfilment of Serbian requests sent to the Porte in 1820. The
only request that was not included in the Separate act was the request to give Miloš
Obrenović the title of the hereditary Prince of Serbia. The reason for this was the
fact that there was no mention of that in the eighth article of the Treaty of Bucharest.

24 АС, ЗМП, 6551, 6554, 6592, 6663, 6668, 6734; ПО, 38/41, 42, 43, 49, 57; Београдски суд, № 387; М. Петровић, Финансије и
установе, I, 499–500, 502–504.
25 For more details, see: М. Гавриловић, op. cit., II, 361–440; Р. Љушић, Кнежевина Србија, Београд 2004, 69–70.
26 АС, КК, VII, 419, 420, 465, 466, 543, 552, 611, 612, 697, 773, 834, 866; ЗМП, 6551; Турци са стране кнезу Милошу, № 304–

310.
27 G. Jakšić, Evropa i vaskrs Srbije (1804–1834), Beograd 1933, 321–322; Е. П. Кудрявцева, Россия и становление сербской

государственности (1812–1856), Москва 2009, 51–53.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 264

Since Sublime Porte approved the election of national representatives and


obligated itself with the Separate act to, together with the Serbian representatives,
resolve all other applications of the Serbian mission, provided it was not contrary to
the subordinate status of Serbia, there was a possibility to meet this request as
well.28
As soon as Prince Miloš Obrenović heard of the provisions of the Akkerman
Convention he summoned the National Assembly that met in Kragujevac on 27
January 1827. The Assembly expressed gratitude to the Russian Emperor and
proclaimed the news that the Porte satisfied the desires of the Serbian people. Two
days later, Miloš Obrenović was proclaimed a hereditary prince for the second time,
while people’s representatives swore allegiance to him and his family. At the same
time, they prepared an request to the Sultan Mahmut II (1808–1839), in which they
sought confirmation of Miloš as the hereditary prince and a letter of gratitude was
sent to the Russian Emperor Nikolaj I Romanov (1825–1855), with a plea to
intercede for the Serbian issue. Afterwards, members of the sixth Serbian mission
were appointed, led by Lazar Teodorović, secretary of the Prince’s Office. The
instructions given to the representatives stated they should make their best effort in
meeting the desires of the Serbian people, especially recognize the heredity to the
Serbian Prince.29
In the struggle to receive his hereditary dignity as the Prince Miloš Obrenović
calculated on the support of Hussain Pasha. Thus, from the very start, he invested
a lot of effort to maintain a friendly relationship with him. Financially dependent from
the Serbian authorities that were collecting taxes in the field, Pasha also tried to be
as friendly as possible. Meeting monetary requirements of Hussain Pasha impacted
his positive presentation of the Prince and the Serbian population in Sublime Porte.
He pointed out how the loyalty of Prince Miloš to the Sublime Porte is evidenced by
him sending his wife and children to visit the Pasha. The Sublime Porte responded
to Hussain Pasha that it was satisfied with this report and that no Belgrade Muhafiz
before him wrote so positively about Miloš Obrenović and the Serbian people.
Hussain Pasha made sure Serbian Prince heard of this, since it was the testimony
of the Pasha’s friendship towards him. Additionally, Pasha promised to intercede
for the heredity of the dignity of the prince through his representative in the Porte –
diplomatic representative Neshad Efendi. Neshad Efendi is a friend of Serbia, spoke

28М. Гавриловић, op. cit., II, 231–233; G. Jakšić, op. cit., 321–322.
29В. С. Караџић, op. cit., 157–172; Политические и культурные отношения России с югославянскими землями в первой трети
XIX века, Документы, отв. состав. В. М. Хевролина, Москва 1997, № 194–196.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 265

Pasha to Aleksa Simić, but “after he has received a gift from Kodža Miloš, he will
speak better on his behalf, this is the nature of men.”30
Gifts did not do much at that time, things went the wrong way temporarily.
Worsening of relations between the great European forces and the Ottoman Empire
postponed the temporary resolution of the Serbian issue. Since the Ottoman Empire
rejected mediation by Great Britain, Russia and France for the resolution of the
Greek issue, complications occurred that led to the naval Battle of Navarino on 20
October 1827, in which the Ottoman navy was demolished. Relationship between
the Ottoman Empire and the three great forces became hostile. Diplomatic
representatives of Great Britain, Russia and France left Constantinople in
December, and the Serbian representatives became hostage.31
Termination of diplomatic relations with three great forces and the war on the
horizon made Porte take preventive measures. In such circumstances, at the orders
from Porte, Hussain Pasha demanded loyalty from the Serbian Prince, promising
the fulfilment of all Serbian requests in return, after the fight with great forces has
ended. Willing to execute his orders, Hussеin Pasha told the Serbian Prince to
submit a sened (pledge) to loyalty and secure his future and the future of the
Serbian people. As the Serbian Prince received advice from the Russian
government to stay neutral in case of a war between Turkey and Russia, he decided
to accept the request of the Belgrade Muhafiz. For this purpose, on 28 December
1827, National Assembly met in Kragujevac. At the meeting held on 1 January
1828, the decision was made to accept the request of Hussain Pasha, provided the
Porte accepts to meet all the Serbian requests from 1820, and to award the
hereditary dignity of the Prince to Miloš Obrenović. Decision of the Assembly was
formulated as the national request to the Sultan on the same day. On the sixteenth
of January a special assembly delegation led by the Prince’s brother Jevrem
Obrenović submitted the national request to the Belgrade Muhafiz. Then, Prince
Miloš promised Hussain Pasha he will award him with 100,000 groschen if he
succeeds in providing him with the hereditary dignity of the Prince.32
Regarding the Serbian request, Hussain Pasha prepared a special letter to
the Sultan, recommending the Serbian requests, and then, on 24 January, he sent
both acts in Constantinople. Fearing the Pasha’s translation would not be accurate,
Prince Miloš sent the Assembly decision to the Serbian mission in Constantinople

30 АС, КК, VII, 425, 432, 435; XXX, 484; Алексинац и околина, приредио Б. Перуничић, Алексинац 1978, № 20.
31 P. W. Schroeder, The transformation of European politics 1763–1848, Oxford University Press 1994, 650–653; В. Поповић, Европа
и српско питање у периоду ослобођења 1804–1918, Београд 1940, 70.
32 АС, КК, VII, 436, 438, 440; АС, ЗМП, 1891; Политические и культурные отношени, № 202; М. Гавриловић, Милош

Обреновић, књига трећа (1827–1835), Београд 1912, 39–44.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 266

with the order to translate it and submit it to the Porte. The mission received
instructions that, after the Porte issues the sened guaranteeing fulfilment of Serbian
demands, they must assure Porte that the sened obliging the Serbian people to
loyalty towards the Sultan and the Porte will follow soon enough. On 17 February
1828 the Serbian mission received the sened signed on that same date, which
stated the Porte will continue negotiations with Serbs when the time comes. Even
though the sened did not meet any of the demands of the Serbian people, the
Serbian Prince received it and, as a response, submitted two seneds, dated 23
March 1828 to Hussain Pasha, obligating the Serbian people to loyalty towards the
Porte.33
Readiness of the Serbian Prince to provide the Sultan and the Porte with
written guarantee of loyalty was not enough. Since it was clear the Russian-Turkish
war was imminent, the Porte, at the start of 1828, decided to strengthen her
garrisons in Belgrade, Šabac, Užice, Soko, Smederevo and Ćuprija.34 Regarding
this strengthening of the military presence in Serbia, Prince Miloš sent a protest
letter to Hussain Pasha, and Aleksa Simić and Avram Petronijević received orders
to protest with the Pasha related to this issue. Pasha assured them a moderate
number of soldiers will come and that the Porte is forced to take precautionary
measures. By the middle of March 1,500 soldiers came to Belgrade from the
Bosnian Eyalet, led by Ali Pasha Vidajić. About 500 soldiers came to Šabac and
Užice, respectively, and 100 to Soko.35 After the entry of the troop in the Belgrade
Pashalik, Hussain Pasha announced to Aleksa Simić that there is no reason to
worry and that the army from the Bosnian Eyalet will scatter, since it is not paid and
it has no supplies.36
Entrance of troops from the Bosnian Eyalet into the Belgrade Pashalik caused
unrest with the Serbian population. Prince Miloš managed to settle the people
assuring them these were only precautions due to the upcoming war between
Russia and Turkey. Behavior of Prince Miloš was commended by the very Sultan
Mahmut II. Related to the Sultan’s commandment Hussain Pasha told Aleksa Simić
the following: “The Emperor was very pleased to hear that Kodža Miloš did not
oppose letting troops into towns, and as much as he believed him before, he now
believes him double.” Grand Vizier Mehmet Selim Siri Pasha not only commended
the loyalty and commitment of the Serbian Prince and the Serbian people, but also
the Belgrade Muhafiz, for his kind behavior towards the Serbian Prince and the

33 М. Гавриловић, op. cit., III, 45–57; АС, КК, VII, 465, 467, 469; ЗМП, 1891, 1896, 1899.
34 АС, КК, VIII, 179, 180; АС, КК, VII, 456.
35 М. Гавриловић, op. cit., III, 52–54; АС, ЗМП, 1891; КК, VII, 466, 467.
36 АС, КК, VII, 467.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 267

Serbian people. For this reason, the Sultan awarded the oldest pasha’s son, Ahmet
Bey, the ayan of the Tatar-Pazardžik, with the title of kapıcıbaşı37, and Hussain
Pasha was confirmed at his position by ipka firman (ipka fermanı). A little over one
year later, the title of the kapıcıbaşı was awarded to pasha’s younger son,
Abdurrahman Bey.38
The Porte wanted to reward the loyalty and commitment of Prince Miloš by
providing a proposal on the solution of the Serbian issue, which was not in line with
the provisions of the Akkerman Convention or the Separate act. 39 The Serbian
Prince was left with the option to wait for the turnout of the events that were
accelerating and to keep a neutral position following the Russian advice in the
upcoming war. Since Great Britain and France hesitated to use force in resolving
disputes with the Ottoman Empire, the Russian Emperor, on 26 April 1828,
announced war, by himself, to the Ottoman Empire.40 Soon after the military actions
had started, the concentration of Ottoman troops from the Bosnian Eyalet on Drina
commenced.
Hussain Pasha explained to Aleksa Simić that these were merely 4,000–
5,000 soldiers that came to Janja and Bjeljina at the orders from Porte. Porta did
this since it received information from the Vidin Vali Ibrahim Pasha that there are a
lot of Serbian volunteers in the Russian army that entered Wallachia and Moldova.
As Hussain Pasha claimed, the fear that the Serbian volunteers would pass over to
Serbia and cause a rebellion was the main cause of concentrating Ottoman army
on Drina. Moreover, pointed Pasha out, in case of the attempt of the Russian army
to enter Serbia, the army from Bosnia will cross the Serbian territory “as if it was its
own land, against its enemies.” In case none of this happens, army will not cross
Drina. I believe Prince Miloš, so does the Sublime Porte, Hussain Pasha would say,
but a rebellion might happen in the country, organized without Prince’s knowledge.
This is why Pasha took precautions also. He placed cannon on the walls of Belgrade
and organized night watch.41
After witnessing the neutrality of the Serbian Prince, the Sublime Porte
assured him that the army from the Bosnian Eyalet will not cross the border of
Serbia. Hussain Pasha received an order to assist Prince Miloš in case of internal
rebellion within the country. In case of more significant internal unrest, Pasha could
seek help from the Muhafiz of Niš, Osman Pasha. Bosnian Vali Abdurrahman

37 Designating the chief of the palace gatekepeers or „chief warder“.


38 АС, КК, VII, 469, 474, 475, 477.
39 More on this: М. Гавриловић, op. cit., III, 58–60.
40 История внешней политики России, Первая половина XIX века (От войни России против Наполеона до Парижског мира

1856 г.), отв. редактор О. В. Орлик, Москва 1999, 226, 228–229; Политические и культурные отношения, № 205; АС, ПО, 23/4.
41 АС, КК, VII, 489.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 268

Pasha was ordered to prevent potential incidents on the border. Additionally,


Muhafiz of Belgrade advised Prince Miloš to issue an order to the Serbs not to enter
into conflict with the army on Drina.42
Unrest due to the presence of the army on the borders of Belgrade Pashalik
did not last long. Internal conflicts in the Bosnian Eyalet in summer 1828 caused
the withdrawal of the army from borders.43 Soon after that, regiments that came
from the Bosnian Eyalet a couple of months ago started leaving on their own, from
Belgrade, Šabac, Užice and Soko. Hussain Pasha and Prince Miloš tried to speed
up their departure, looking after their own interest. Hussain Pasha had an issue with
the behavior of Ali Pasha Vidajić, who acted with certain level of condescension
towards him. Realizing this, Prince Miloš tried to deepen the gap between the
Muhafiz of Belgrade and Ali Pasha, persuading the Muhafiz that Ali Pasha is
working against him at the orders of the Bosnian Vali Abdurrahman Pasha. Their
goal is, confided the Serbian Prince to Hussain Pasha, to remove him from his
position and to make Abdurrahman Pasha the Muhafiz of Belgrade Pashalik again.
Pasha was of the same opinion.44
Since some of the more prominent Turks in Belgrade invested significant
effort on the removal of Hussain Pasha and the rumors started that Hussain Pasha
will become the Vali of Bosnia, Prince Miloš wrote to the Serbian mission in
Constantinople to advocate for the Pasha’s stay in Belgrade. The Porte responded
to the representatives that there will be no changes, but their effort is evidence to
their own satisfaction with Hussain Pasha and vice versa. Pasha was touched by
the effort of the Serbian Prince and expressed great gratitude to him in writing on
this occasion.45
During the Russian-Turkish war (1828–1829) there were no significant
conflicts between the Serbs and the Turks in the Belgrade Pashalik, because the
Prince and the Pasha strived for peace and order. The only problem Pasha had
was the fact some Serbs escaped to Austria and then, from Austria to Wallachia
where they joined the Russian army. The existence of the Serbian volunteer
detachments in the Russian army in Little Wallachia under the command of Miljko
Petrović, younger brother of Hajduk-Veljko Petrović bothered him especially.
Considering that the Porte will look upon this with disapproval, Pasha advised
Prince Miloš to react. On this note, Prince Miloš contacted the General-Colonel

42 АС, КК, VII, 490.


43 АС, КК, XIV, 50, 52, 55; IV, 576, 579; Рашид Беј, Историја чудноватих догађаја у Београду и Србији, превео са турског Д.
С. Чохаџић, Београд 2010, 81–83. For details about situation in Bosnian Eyalet, see: A. C. Eren, Mahmud II zamanında Bosna-
Hersek, İstanbul 1965, 91–97; G. Šljivo, Bosna i Hercegovina 1827–1849, Tešanj 2006, 61–69.
44 АС, КК, VII, 501, 504, 506, 518, 521.
45 АС, КК, VII, 518.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 269

Feodor Klementovich Geismar, commander of the Russian army in Little Wallachia.


Geismar accepted the request of the Serbian Prince and the Serbian detachment
was disbanded. Pasha was happy, so was Prince Miloš, that saw a political
opponent in Miljko Petrović.46
After this, Hussain Pasha never stopped tracking the events on the Russian-
Turkish battlefield. He was reported regularly on the situation in the field, from
Osman Pasha from Niš and from Prince Miloš. Pasha did not pay too much attention
to the arriving news, up until the moment his older son, Ahmed Bey, received the
order to join the fight. Pasha sought a way to get his son out of the battle, and not
to offend Sultan Mahmut II who gave the title of kapıcıbaşı to Ahmet Bey. Finally,
he got the idea to ask the Sultan to make his son a musellim in Šabac or
Smederevo, to set disturbed Turks at peace and to maintain peace and order. The
Sultans response was a positive one, and in December 1828, Ahmet Bey was
named Musellim of Smederevo. He reached Smederevo in February 1829.47
Two months later, Hussain Pasha received two firmans from Constantinople.
The first firman ordered him to change the way he dressed, both him and his clerks.
They were supposed to wear uniforms of the regular army (nizâm) and put a fez on
their heads, which became a mandatory part of clothing for Ottoman officials and
clerks since 1829. Even though he was not too happy about it, Hussain Pasha
followed the order, and became the first Belgrade Muhafiz that put a fez on his head.
We should mention that during the time of Hussain Pasha, the first official
newspaper of the Ottoman Empire came to Belgrade – Takvim-i Vekayi, the same
year they started to publish, in 1831 48 . The second firman was an ipka firman
confirming his title, which was pleasing to Pasha.49
Unlike previous 1828, Russia entered the war in 1829 more decisively. Defeat
of the Grand Vizier Mehmed Rashid Pasha at Kulevča on 11 June 1829 opened the
path through Balkans for the Russian army. Russian troops had no significant
obstacles ahead, all the way to Constantinople. When Edirne was taken on the 20
August, Sultan was forced to seek peace. The peace treaty was signed in Edirne
on 14 September 1829. Russia was territorially expanded and sought significant
war damages from the Ottoman Empire. Article six of the Treaty obligated the Porte
to “without any delay and with utmost precision” meet all the provision of article five
of the Akkerman Convention and the Separate act. It was stipulated that Porte must
return the six nahiyes to Serbia that were taken in 1813. Hatt-i Sharif, which will

46 АС, КК, VII, 491, 498, 537, 546; ЗМП, 1935, 1955; ПО, 70/3.
47 АС, КК, VII, 497, 530, 533, 535, 536, 551, 552, 560.
48 Београдски суд, № 453; АС, КК, VII, 818.
49 АС, КК, VII, 584, 592.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 270

order the execution of stated provisions, the Porte was obligated to officially
announce to the Russian Court within one month. Peace of Edirne confirmed the
increased Russian patronage over Serbia. The all-powerful Russian influence in
Constantinople offered a chance that all important demadns of the Serbian people
will be met.50
The First Hatt-i Sharif was issued to the Serbs by the Porte on 30 September
1829. Hatt-i Sharif arrived at Kragujevac on the 11 December 1829, and from there,
it was sent to Belgrade, since it was sent to the Muhafiz of Belgrade and the Kadı
of Belgrade. Hatt-i Sharif was submitted to Hussain Pasha on 13 December, and
Pasha congratulated the Serbs on their success. The following day, the Hatt-i Sharif
was officially read in Belgrade in the presence of Serbs and Turks. Aleksa Simić
noted that during the reading of the Hatt-i Sharif, certain Turks “were sweating with
unrest”. Afterwards the Hatt-i Sharif was registered in court protocol and the copies
of it were sent to Šabac, Užice, Soko, Ćuprija and Smederevo. Hatt-i Sharif was
also read in Serbian in the National Assembly in Kragujevac on 6 February 1830.51
Hatt-i Sharif from 1829 did not confirm the rights the Serbs demanded from
1815, it only, in an official manner, only stipulated the privileges that the Serbs will
soon be able to enjoy. The Sultan’s act officially promised to fulfil all the provisions
of the Bucharest peace treaty and the Akkerman Convention, regarding the Serbian
people and that the Serbia will get back its six nahiyes. Hatt-i Sharif had a great
impact on the Muslim/Turkish population in Serbia, which, after the defeat of the
Ottoman Empire in war with Russia and the compromise the Porte made with the
Serbs under the pressure of the Russian Court, led to the impression that they will
no longer be able to live in Serbia. For this reason, some Muslims started selling
their property to Serbs.52
Soon after the announcement of Hatt-i Sharif the Serbian Prince ordered the
establishment of quarantines on the borders, and in all towns and villages with
churches, he ordered the construction of bell towers and installation of bells. Raising
bell towers in Belgrade especially upset the Muhafiz of Belgrade, Hussain Pasha.
Pasha protested since this was done without his knowledge and for the fact that
Porte would not be too positive with him allowing the Serbs something not yet
officially confirmed in Constantinople. So, Pasha confided to Aleksa Simić that Hatt-
i Sharif does not say the Serbs received their rights, but that they will, so they need

50 В. Н. Виноградов, Двуглавый российский орел на Балканах 1683–1914, Москва 2010, 239–241; E. Z. Karal, Osmanlı tarihi, V.
Cilt, Nizam-ı Cedid ve Tanzimat Devirleri (1789–1856), Ankara 2011, 120–122; Политические и культурные отношения, № 219,
221–223, 225, 227; АС, КК, VII, 608, 609.
51 М. Гавриловић, op. cit., III, 148–149, 153–162; G. Jakšić, op. cit., 340; Р. Љушић, Кнежевина Србија, 4–5; АС, ЗМП, 2026; КК,

VII, 631; XXX, 595.


52 Р. Љушић, Историја српске државности, 89; М. Гавриловић, op. cit., III, 173.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 271

to wait, and then set the bells. Prince Miloš would not let go, so Pasha folded finally,
so the bells were ringing in Belgrade on Bele poklade on 28 February 1830.53
Giving in of Hussain Pasha was not conditioned by his belief that he will be
moved from Belgrade soon. In the attempt to be named the Muhafiz of Niš for the
third time with the aid of the Serbian Prince, Pasha presented himself as the great
friend of the Serbs. He congratulated the setting of bells, he assured them he was
their true friend, that he will promote Serbian interest and provided advice on how
to defend them. Certain actions he took proved this, especially moving of musellim
from the rural parts of Serbia, depriving them of their monthly income. Even though
the authority of Hussain Pasha was reduced by this, he did not protest. He tried to
work in cooperation with Serbian authorities and did not oppose the proposal of the
mixed Serbian and Turkish patrols maintaining peace and order in Belgrade.54
Motivated by his personal and state interests Prince Miloš Obrenović also
tried to have the best possible relationship with the Pasha, meeting his financial
demands, as he did in the past. Since the First Hatt-i Sharif did not even mention
the hereditary dignity of the prince, Prince Miloš decided to accelerate this using
Hussain Pasha. Negotiations started in Belgrade, on 13 March 1830, with Aleksa
Simić and Avram Petronijević as mediators, and they were finalized in Topčider on
5 August 1830. On that day Prince Miloš and Hussain Pasha met for the first time,
with Aleksa Simić as the interpreter. During the discussion Pasha noted that he will
invest his best effort with the Porte to receive the hereditary dignity of the prince for
Miloš, and he was promised a reward of 200,000 groschen for this. Three days later,
Pasha sent a letter to the Porte on the necessity of the hereditary dignity of the
prince in Serbia, stating the main argument of loyalty and commitment of Prince
Miloš to the Sultan and the Porte.55 In addition to the Muhafiz of Belgrade, Serbian
representatives and certain Ottoman officials, that were promised significant
material compensations, were also involved in this matter in Constantinople. The
success was soon accomplished.56
In September 1830 the Sultan signed Berat on heredity of the dignity of the
prince. A little over one month later, to be more precise, on 17 October 1830, the
Sultan signed on the Second Hatt-i Sharif. The Hatt-i Sharif and the Berat were

53 АС, КК, VIII, 271; VII, 634–639, 643, 639, 645–648; XXXI, 513; Кнез Милош прича о себи, 19; Рашид Беј, op. cit., 94–95; М.
Гавриловић, op. cit., III, 174–176; N. Duran, Sırbistan Emareti öncesi Belgrad: 1792–1830, İstanbul Üniversitesi, Sosyal bilimleri,
Tarih Anbilim Dalı, Yakınçağ Tarihi Bilim Dalı, Yayınlanmamış Doktora Tezi 2019, 161.
54 АС, КК, VII, 648, 650, 670, 675; XXXI, 521.
55 АС, КК, VII, 652, 688; V, 70; ЗМП 2110; Сећање Алексе Симића на књаза Милоша, приредио и предговор написао Р. Љушић,

Крагујевац 1997, 39, 41; Управа вароши Београда 1820–1912, приредио Б. Перуничић, Београд 1970, № 37; М. Гавриловић,
op. cit., III, 257, 288; Б. Куниберт, op. cit, 1, 252. Prince Miloš never paid this sum in full to Hussain Pasha, only part of it.
56 Дипломатско представништво Србије у Цариграду, I том (1830–1858), приредили М. Перишић, А. Марковић, С. Рајак,

Београд, 2015, № 7–13; М. Гавриловић, op. cit., III, 256–262, 269.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 272

officially read on Tašmajdan on Saint Andrew’s day on 12 December 1830 with the
presence of Prince Miloš Obrenović, his family, Serbian officials, Belgrade Muhafiz
and his entourage. After the reading of the Hatt-i Sharif and Berat, the Serbian
Prince, with bells ringing, cannon fire and the crowd cheering, went into the church
where he was anointed. Tomorrow, on the same spot, Lazar Zuban, the loudest
clerk the Prince had, read the Serbian translations of Hatt-i Sharif and the Berat.
The day the Hatt-i Sharif and the Berat were read, Saint Andrew, was proclaimed
the state holiday of the Principality of Serbia.57
The Second Hatt-i Sharif regulated the relations between the Principality of
Serbia and the Ottoman Empire. Serbia received its internal self-government, but it
was still considered part of the Empire. The Serbs were free to practice their religion,
elect episkops and metropolitans, they were entitled to organize courts, army and
open schools, printing facilities, hospitals and post offices. Serbian merchants were
allowed to trade in the Ottoman Empire. Serbia was entitled to hold its diplomatic
representative in Constantinople, who will perform necessary activities with the
Porte.58
The Hatt-i Sharif confirmed Prince Miloš and his title, and he received the
right of heredity in line with the first-born principle, which was detailed in the Berat.
This reception of the hereditary dignity of the prince actually represented a very
important self-governing right. Heredity in the Ottoman Empire was the privilege of
the representatives of the ruling dynasty. Prince Miloš Obrenović was the first
Christian ruler to receive the heredity right of the throne in the Ottoman Empire. This
recognition was the indirect recognition of the Principality status of Serbia. The birth
of the autonomous Principality of Serbia with the hereditary prince at the top
significantly reduced the authority of the Belgrade Muhafiz. Muhafiz of Belgrade
retained the control of five Empire cities – Belgrade, Šabac, Užice, Soko,
Smederevo and the Muslim population in Serbia.59
Second Hatt-i Sharif prescribed that the Muslims who are not part of garrisons
are to move out within one year, after selling their goods. In accordance with this,
the Muslims from Belgrade started selling their homes and properties to Serbs.
However, in February 1831, the Muhafizi of Belgrade received a harsh warning from
Constantinople. He was told that the Porte did not even consider moving of Muslims
from towns with forts, since they were part of garrisons, only the ones living in

57 АС, КК, VII, 700; XIV, 88; M. Ç. Börekçi, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sırp Meselesi, İstanbul 2001, 187; A. Özkan, Miloş'tan Milan'a
Sırp Bağımsızlığı (1830–1878), İstanbul 2011, 23; Г. Георгијевић, Знаменити догађаји новие србске историје, Београд 1838,
101–105; М. Гавриловић, op. cit., III, 270, 276, 293–300; Р. Љушић, Кнежевина Србија, 6, 11, 13.
58 Р. Љушић, Кнежевина Србија, 7–10; M. Ç. Börekçi, op. cit., 187–190.

59 Р. Љушић, Кнежевина Србија, 7, 8, 11–13; АС, КК, VII 796.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 273

villages and palanks, and only after one year has passed. After this, the imperial
commissioner is to arrive, that will sell the property to Serbs. Hussain Pasha was
ordered to tell the Muslims to get their property back, and those who have moved
out, to return.60
The situation got complicated. Prince Miloš protested to Pasha, and the
Serbs, as ordered by the Prince, refused to return the property they bought. Firm
attitude of the Serbian Prince and his threat of coming to Belgrade alarmed the
Muslims in Belgrade, that temporarily moved their families from the town to the
fortress. In the attempt to calm the situation down, Hussain Pasha wrote Prince
Miloš to protest in Constantinople, not in Belgrade, because he had nothing to do
with it. To resolve the problem as soon as possible, Pasha advised the Prince to
contact the Russian Embassy in Constantinople and he wrote to the Porte that he
never told the Muslims to move out, but to act in line with the Hatt-i Sharif. The letter
was so skillfully written, that Pasha did not admit he made a mistake, but did not
deny it, either.61
The intention of Prince Miloš was to move out the Muslims around Soko, from
Lešnica and Šabac additionally caused unrest. Hussain Pasha was in a very
unpleasant situation, he simply did not know what to do. What was troubling him
the most was the fact Prince Miloš was not informing him on his intentions anymore.
Pasha feared that Prince’s actions might lead to his demise and that he could easily
wind up executed. Mutual accusations followed, Pasha was accusing the Prince of
creating a stressful situation in the country, and the Prince was accusing Pasha of
conspiring against him in Constantinople.62 The relationship was improved soon,
the situation calmed down, moving out of Muslims stopped, and the Pasha received
another confirmation of his title by ipka firman.63
The Hatt-i Sharif of 1830 left the issue of unification of six nahiyes and the
determination of the annual tax to be paid to the Porte by Serbia unsolved. This was
accompanied by the problem of Muslim immigration which was, as said above,
initiated, but stopped soon. Hussain Pasha, as the Belgrade Muhafiz, was
authorized to, together with Mehmed Lebib Efendi, commissioner of the Porte for
the determination of Serbian borders, negotiate with the Prince of Serbia on the
issue of borders and annual tax. Pasha was friendly with the Serbs, and, according
to his account, he was telling them everything he knew. He often stipulated that
“Serbian issues cannot be resolved” without him, especially after the spreading of

60 Београдски суд, № 522; АС, КК, VII, 732; VI, 144а.


61 АС, КК, VII, 732, 734, 735, 743; VIII, 348; Београдски суд, № 522, 529; Управа вароши Београда, № 42.
62 АС, КК, VII, 743, 747, 748.
63 АС, КК, VII, 749, 750, 758.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 274

false rumors that he will be the next Vali of Bosnia. Though he was not entirely sure
why, Hussain Pasha felt queasy for days. When he finally found out, by the end of
August 1831, that the Grand Vizier and the Porte suspect that he is behind the
rebellion of Bosnian captains (1831–1832)64, all for the purpose of becoming the
Vali of Bosnia, Pasha was completely lost. Scared that he might lose his properties
in Tatar-Pazardžik and his life, Pasha turned to the Serbian Prince. I could never
be a proper Bosnian Vali, said Hussain Pasha to Aleksa Simić. If I do as I am told
by the Sultan, I will be destroyed by the captains of Bosnia, and if I listen to them, I
will be killed by the Sultan. So, let Prince Miloš help me before it is too late, until I
am appointed the Bosnian Vali, pleaded Pasha. He substantiated his request with
the fact that he is familiar with the Serbian requests and that he will help Serbia,
thus, he should remain there until the Serbian issue is resolved. However, his fears
were completely without any grounds. Ibrahim Pasha was appointed the Vali of
Bosnia, former Vali of Vidin, who never reached Bosnia.65
When he found out about the fears of Hussain Pasha, Prince Miloš wrote
Aleksa Simić that he could acquit the Pasha in Porte easily, but he is not going to,
since the Pasha was not honest with him. As the Prince found out, during 1831,
Pasha sent negative reports on him to Constantinople, accusing him of violent
eviction of Muslims from Serbia. Pasha claimed this was not true and he was ready
to send a letter to Porte demanding the disclosure of all he wrote against the Serbian
Prince. The letter was actually written and sent to Prince Miloš for him to send it to
Constantinople. The Prince returned the letter and decided to close the matter,
since he thought he could still have some use from Pasha. For this reason, he
persuaded Pasha to believe him and that he will prove his friendship. Whenever he
needed, the Prince was ready to provide financial support. Pasha thanked him and
assured him of his honest friendship, asking additional 500,000 groschen on top of
the loan he received, which was granted to him. Thus, at the beginning of 1832, all
the disputes between the Serbian Prince and the Belgrade Muhafiz were settled.66
After that, the Serbian Prince and the Belgrade Muhafiz maintained a sound
relationship, until April 1833, when Hussain Pasha left Serbia. In the meantime, the
borders of the Principality of Serbia were expanded. Taking advantage of the new
global situation caused by the First Egyptian Crisis (1831–1833) 67 Prince Miloš

64 The rebellion of Bosnian captains led by the Hussain Captain Gradaščević (1802–1833) was directed against the reforms of Sultan

Mahmud II (1808–1839). More on the circumstances that resulted in and the rebellion: A. C. Eren, op. cit., 71–148; G. Šljivo, op. cit.,
11–217.
65 АС, КК, VII, 723, 727, 728, 730, 771, 782, 796–800.
66 АС, КК, VII, 797, 819, 830, 831, 834, 840.
67 More on the First Egyptian Crisis and circumstances that caused it: Ş. Altundağ, Kavalalı Mehmet Ali Paşa İsyanı, Mısır Meselesi

1831–1841, I Kısım, Ankara 1945; A. L. Al-Sayyid Marsot, Egypt in the Reign of Muhammad Ali, Cambridge University Press 1984.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 275

primarily established his rule in the part of Stari Vlah, Jadar and Radjevina, and
then, in autumn of 1832, he instigated the rebellion of the Serbian population around
Kruševac, Paraćin, Ražanj and Aleksinac. By the end of that year, Serbian
administration was present on those territories. The direct cause for the rebellion
was the kidnapping of two Serbian girls committed by Selim Bey and Ahmet Bey,
the Vrenčević brothers. Since the older brother went mad, only the younger was
tried, Ahmet Bey, that was brought to Belgrade in 1833 for this matter. By the
conviction of Ahmet Bey, who was imprisoned, vile act of Vrenčević brothers were
confirmed, justifying the rebellion from the autumn of 1832. The main role in
convicting Ahmet Bey was played by the Muhafiz of Belgrade, Hussain Pasha, who
received the award from the Serbian Prince for this of 50,000 groschen. Soon after
that, Hussain Pasha started preparing for departure from Serbia.68
In December 1832, Hussain Pasha was appointed the Vali of Rumelia, and
Mehmed Salih Vedžihi Pasha, former Mutessarif of Thessaloniki was appointed the
Belgrade Muhafiz. Since Vedžihi Pasha was forced to wait for the new Mutessarif
of Thessaloniki by the end of March 1833, Hussain Pasha remained in Belgrade.69
At the end of February 1833, Prince Miloš sent his wife, Princess Ljubica and the
Serbian Metropolitan Melentije Pavlović (1831–1833) for a farewell courtesy call on
Pasha.70 Hussain Pasha left Belgrade by the middle of April in 1833. The Serbian
Prince met him during his passing through Serbia, securing the transport of his
property and accommodation in Grocka, Kolari, Hasan Pasha palank, Batočina,
Jagodina, Paraćin, Ražanj and Aleksinac.71 He crossed the Serbian border on 24
April at Aleksinac, where he received the news he was confirmed a Vali of Rumelia.
Hussain Pasha was followed by the Muslims from Paraćin, Ražanj and Aleksinac,
because Pasha told them there was no place for them in Serbia anymore.72
Appointment for the Vali of the Rumelia Eyalet was the last appointment
received by Hussain Pasha Kavanoszâde/Gavanozoglu. Two years after taking
duties, Pasha died (1835).73
***

68 М. Гавриловић, op. cit., III, 410–434; Р. Љушић, Кнежевина Србија, 23–32; У. С. Шешум, Србија и Стара Србија (1804–1839),
Београд 2017, 165–166; Крушевац у једном веку (1815–1915), приредио Б. Перуничић, Крушевац 1971, № 9, 19; Град
Светозарево (1806–1915), приредио Б. Перуничић, Београд 1975, № 115, 117–122; Алексинац и околина, № 31, 32; М.
Петровић, Финансије и установе, I, 482–483.
69 АС, ЗМП, 2158; VI, 247, 249; XIII, 104; XXX, 745.
70 АС, ПО, 78/167.
71 АС, КК, VI, 253, 257, 260, 261; ПО, 67/94, 96; ЗМП, 6774; КК, XXXI, 659.
72 Горња Ресава (Деспотовац са околином) 1804–1918, приредио Б. Перуничић, Београд 1989, 266.
73 АС, ЗМП, 4560; M. Süreyya, Sicill-i Osmanî 3, 723; Турски документи за македонската историја V, 1827–1839, превод,

редакција и коментар П. Џамбазовски, Скопје 1958, 75–76, 86, 93.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 276

Soon after the departure of Hussain Pasha Prince Miloš started preparing
uprisings in Krajinska and Crnorečka nahiye of the Vidin Sanjak. After minor
conflicts with the Turks, the Serbian army entered these territories on 11 May 1833,
joining them to Serbia. Porta was left to acknowledge the status on the field. With
the Third Hatt-i Sharif on 14 November 1833, Prince Miloš was given the rule over
the territories he united, that is, the six nahiyes, and the sum of the annual tax was
cut to 2,300,000 groschen. The Third Hatt-i Sharif marked the end of the process
of building the Serbian autonomy, which was started in 1815, the autonomous
Principality of Serbia was created, spreading over the territory of 37 740 km2.74

74 М. Гавриловић, op. cit., III, 453–463, 482–497; Р. Љушић, Кнежевина Србија, 15–21, 32–35.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 277

Savremena osmanistika u Bosni i Hercegovini: standardi i dometi

Ramiza SMAJIĆ*

CONTEMPORARY OTTOMAN STUDIES IN BOSNIA AND HERZEGOVINA:


STANDARDS AND ACHIEVEMENTS
ABSTRACT
This paper intends to present the reality of the Ottoman studies in the Bosnia, in the post-
Yugoslav period from the point of views of historians. Throughout the 20th century Sarajevo (BiH) was
once considered as a center of Ottoman studies in Yugoslavia. After the dissolution of Yugoslavia,
the national historiographies of its former republics chose their own path of scientific development,
based selectively on historical facts and historical periods. Bosnia and Herzegovina with its
multicultural and multi-religious society and past, failed to make the unique synthesis of political
history, and it is indirectly affected to the volume and focus of Ottomanistic researches. Some
problems of Ottoman studies have been explored in this paper, with their positive but also negative
trends of development in relation to the situation in the region.
Keywords: Bosnia, Ottoman period, historiography, focus, scientific achievements
***
Reformiranjem Univerziteta u Sarajevu prema bolonjskim principima visokog
obrazovanja početkom 21. stoljeća, masovnom pojavom privatnih univerziteta, 1
raznovrsnim previranjem u naučnom radu posljednjih godina općenito, došlo je do
drugačijih tokova koji od osmanista traže nove metode i rješenja u naučnom radu.
To su, konkretno, nametnuli razlozi formalne prirode od obrazovanja i zapošljavanja
osmanista 2 do ocrtavanja novog zasebnog profila bosanskohercegovačke
osmanistike pred društvenopolitičkim događanjima i zahtjevima moderne nauke.
Uslijed svega navedenog, a u cilju definiranja što kvalitetnijih smjernica u

* Dr.sc. / University of Sarajevo, Institute of History, ramizas@hotmail.com, BOSNIA AND HERZEGOVINA


1 Univerzitet u Sarajevu je do 1975. godine bio jedini univerzitet u Bosni i Hercegovini, a po broju visokoškolskih i naučnih ustanova
u svom okviru (19 fakulteta, tri akademije, četiri više škole u Sarajevu i dva fakulteta u Zenici) ostaje najveći i nakon što su osnovani
Univerzitet u Banjaluci 1975., Univerzitet u Tuzli 1976. i Univerzitet u Mostaru 1977. god.
2 Da bi uopće upisali postdiplomski studij na Odsjeku za historiju, npr., diplomci sa Odsjeka za orijentalistiku Filozofskog fakulteta u

Sarajevu morali su polagati diferencijalne ispite. Danas to nije potrebno. Za zapošljavanje naučnog kadra u Orijentalnom institutu,
npr., podrazumijevalo se da prednost imaju svršenici orijentalistike, isključivo radi mogućnosti rada na izvorima, što je bila primarna
aktivnost Orijentalnog instituta.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 278

osmanističkim istraživanjima, posljednjih godina se pokazala potreba za analizom


osmanističkog rada u Bosni i Hercegovini. Stoga je izlaganjem na ovom kongresu
opravdano obuhvaćen dio zaključaka iz radova nastalih na tom osnovu.
Radi pravilnog poimanja današnjeg stanja, treba podsjetiti na ključna mjesta
institucionalnog obrazovanja kadrova. Najveći dio istaknutih
bosanskohercegovačkih osmanista su obrazovanjem i radom bili vezani za
Filozofski fakultet, Orijentalni institut u Sarajevu (ranije za Balkanološki institut i
Zemaljski muzej iz kojih je institut izrastao) i Gazi Husrev-begovu biblioteku.
Katedra za orijentalnu filologiju formirana je kad i Filozofski fakultet u
Sarajevu, prvenstveno s ciljem stvaranja budućeg nastavničkog i
naučnoistraživačkog kadra. 3 Iako je bio dugoročan problem nedostatka
institucionalnog interesa za rad na historiji same Bosne i Bošnjaka (kroz periode
njihovog svrstavanja u Neopredijeljene, muslimane, Muslimane i Bosanske
Muslimane), rezultati osmanističkog rada i institucionalizacija nauke i obrazovanja
nakon 2. svjetskog rata, donekle su popunjavali ogromne praznine u upoznavanju
kompletnije bosanske stvarnosti osmanskog perioda historije. Tokom ta četiri i po
stoljeća duge osmanske uprave identitet onovremenih do današnjih Bošnjaka u
trajnom smislu obilježen je orijentalnoislamskom komponentom sa svim
simbiozama, sinkretizmima, sličnostima i posebnostima u odnosu na ostale dijelove
Osmanske države. Svako istraživanje tog identiteta zahtijevalo je poznavanje jezika
i pisma izvorne građe, kao i civilizacijskih tokova. Ono što je sigurno jeste da
upotreba pojma „orijentalistika“ izaziva kontroverzna tumačenja i rasprave do
današnjeg dana. Ipak, za više od pola stoljeća postojanja prvo Humanističkog
odsjeka na Filozofskom fakultetu u Sarajevu, na kojem je bio smjer turskog i
arapskog jezika sa književnostima i historijom naroda Jugoslavije, a potom odsjeka
sa dvije, pa i tri katedre na kojima se izučavaju arapski jezik i književnost, turski
jezik i književnost, perzijski jezik i književnost, te civilizacija, diplomatika i
paleografija, praktično je primijenjena objedinjena paradigma za pristup
uralskoaltajskom, indoevropskom i semitskom jezičkom, time i civilizacijskom
nasljeđu. Većina diplomanata sa pomenutog Humanističkog odsjeka, Katedre za
orijentalnu filologiju, potom Odsjeka za orijentalistiku bili su multidisciplinarno
obrazovani. To im je olakšalo da se poslije jedni okrenu lingvistici, drugi kulturi i

3 O predavačima orijentalistima referirano prema: Spomenica 60. godišnjice Filozofskog fakulteta u Sarajevu (1950–2010), Filozofski
fakultet, Sarajevo 2010, 201-204. Simptomatično je da će čak pola stoljeća kasnije za neke formiranje Orijentalnog instituta i Katedre
za orijentalnu filologiju pri Filozofskom fakultetu, te pokretanje časopisa Prilozi za orijentalnu filologiju i istoriju jugoslovenskih naroda
pod turskom vladavinom biti rezultat „starog greha da je u nekadašnjem jugoslovenskom rasporedu središta naučnih istraživanja,
Zagrebu ostavljeno da izučava latinske izvore, Sarajevu turske, a Beogradu vizantijske.“ Milorad Ekmečić, „O istraživanju istorije
Bosne i Hercegovine danas“, u: Bosna i Hercegovina od srednjeg veka do novijeg vremena, Međunarodni naučni skup 13-15.
decembar 1994., Beograd 1995, 18
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 279

civilizaciji, treći književnosti, četvrti historiji Bosne i Hercegovine, ovisno o željama,


potrebama i mogućnostima zaposlenja. Za svih tih godina, Filozofski fakultet je
obrazovao studente, dio njih zapošljavao, dok su Orijentalni institut, Institut za
historiju, Nacionalna i Univerzitetska biblioteka Bosne i Hercegovine, Gazi Husrev-
begova biblioteka i medresa, Muzej grada Sarajeva i Arhiv grada Sarajeva (danas
Historijski arhiv) zapošljavali nastavno, stručno i istraživačko osoblje. Iz današnje
perspektive, pak, mogu se uočiti značajke koje puno govore o nekim pojavama u
obrazovanju, a poslije i historiografskim fokusima.4
Naravno, nipošto se ne smije zanemariti da je značajan broj osmanista danas u
bivšim jugoslavenskim republikama i pokrajinama i u svijetu školovan u Sarajevu. Oni
čije je akademsko napredovanje u drugoj polovini 20. stoljeća počelo, trajalo neko
vrijeme ili završavalo u Sarajevu trajno su stekli i epitet đaka sarajevske orijentalističke
škole ili nosilaca sarajevske osmanistike, dvostruko obilježen njihovim daljim
naučnoistraživačkim radom i doprinosima u oblasti historije, lingvističke i kulturne
historije same Bosne osmanskog perioda.5
Savremena bosanskohercegovačka osmanistika ima neka karakteristična
obilježja, a između njih ovdje izdvajam one koji su konstantno prisutni u
osmanističkoj produkciji, a time i u mom fokusu interesovanja:

Specifična terminološka problematika


Da ovdje nije riječ isključivo o oblasti stručne problematike, nego da se radi o
semantičkom prerastanju pojma uslijed istraživačkih tokova i višestranih promjena
diskursa u domaćem i inostranom pristupu osmanističkim temama, ukazivala sam
već kroz jedan vrlo slikovit primjer. U predgovoru zborniku izlaganja sa 3.
međunarodnog simpozija za predosmanske i osmanske studije, održanog u
Sarajevu 1978. godine, navedeno je da su na skupu učestvovali - 82 osmanista,
turkologa i islamista.6 Gledajući sa stručne i obrazovne strane, među učesnicima je
bilo najmanje historičara, dok su većina bili istraživači, najčešće proizašli sa
filoloških katedri gdje su učili arapski, turski ili perzijski jezik, ili su bili sa teološkog
fakulteta. Dakle, pored toga što su se osmanističkim temama bavili i osmanisti i

4 Detaljnije o toj problematici vidjeti: Ramiza Smajić, „Iskušenja vremena i odgovornost historičara“, Context: Časopis za
interdisciplinarne studije, 3.2, Sarajevo 2016, 35-74 (Dalje: R. Smajić, Iskušenja); „Istraživanje osmanskog perioda u Bosni i
Hercegovini: Historiografski izazovi i dometi“, Savjetovanje Naučna/znanstvena misao u Bosni i Hercegovini - historijski razvoj do
kraja XX stoljeća, Konjic, 19. maja/svibnja 2017. godine, sv. 1, Mostar 2018, 471-484
5 Među takvim, još uvijek aktivnim naučnim i nastavnim pregaocima su Olga Zirojević, Nenad Moačanin, Ekrem Čaušević, Tatjana

Paić-Vukić, Dragana Kujović, Vesna Miović, Slobodan Ilić, Snježana Buzov...


6 „82 ottomanistes, turcologues et islamistes en provenance de 17 pays européens et hors de l'Europe ont participé à cette réunion

scientifique.“ III međunarodni simpozijum za predosmanske i osmanske studije: zbornik radova. Sarajevo 18-22. septembar 1978.,
Prilozi za orijentalnu filologiju, 30/1980, Sarajevo 1980, 1
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 280

turkolozi i islamisti u ondašnjem značenju, postojala je i distinkcija značenja pojma


osmaniste u različitim vremenskim periodima i distinkcija između osmaniste i
turkologa, i pored uslovljenosti često istim obrazovanjem za jedno i drugo. U
današnjem naučnom diskursu pojam osmaniste je sužen samo na historičara
osmanskog perioda uz regionalno uočljiv niz neobičnih apsurda. Jedan od njih je
najčešći dojam da je osmanistika studij historije sa poznavanjem nešto malo
turskog, pa je posljednjih godina čest prizor komisija kod odbrane doktorskih radnji
iz oblasti osmanistike gdje kandidat poznaje osmanski jezik i posebno osmansku
paleografiju, a članovi komisije ne. Razlozi su administrativne prirode i rezultat
uporne samoizolacije pojedinih katedri. U ovom izlaganju pod riječju osmanista ja
podrazumijevam osmaniste u najširem smislu, i stručnjake za osmanski period,
izvore osmanske provenijencije, orijentalno-islamsku civilizaciju, i općenito
historičare, ali i pravnike koji su imali osmanski period u svom naučnoistraživačkom
fokusu.
Kad je u pitanju osmanistička terminologija, postoji obilje pogrešnih termina
čija je upotreba proizašla najčešće
- iz nekritičkog odnosa pri preuzimanju termina iz susjednih historiografskih
djela, kao i anahronog prihvatanja pojmova („vilajet“ u 15. st. nije isto što i „vilajet“
u 19. st.; „Turci“ u pučkom jeziku nisu uvijek isto što i “Osmanlije“, ali se to često
miješa u osmanističkim djelima),
- iz skoro potpunog nerazumijevanja i neuključivanja važnih pojmova poput
„muste'men“, npr. (stanovništvo koje boravi na području Osmanske države, ali ne
uzima državljanstvo iste),
- iz insinuantne zamjene pojmova poput „iskan“ (strateško naseljavanje
Vlaha, npr.) sa „deportacijom“ istih,
te niza drugih jednako važnih i simptomatičnih razloga. Iz neumjesno
ukorijenjenih pojmova opetovano izdvajam jedan primjer apsurdne zamjene, i to iz
razloga što ni autori ni izdavački tim zbornika nikad nije ponudio ispravku bar u
okviru stručnih izdanja. Naime, dva savremena historičara su iste godine u zborniku
sa skupa u svojim radovima o naseljavanju raške oblasti krajem osmanskog
perioda, umjesto riječi „muhadžir“ koristili riječ „mudžahedin“. Historiografija je
šutnjom aminovala potpunu i apsurdnu neistinu da su se prije više od jednog
stoljeća na tom određenom prostoru naseljavali neki mudžahedini.7

7 Ramiza Smajić, „Iskušenja svakodnevice u periodu Prvog svjetskog rata-iskustva muhadžira“, u: Arhiv, mediji i kultura sećanja u
Prvom svetskom ratu, Novi Sad : Arhiv Vojvodine, 2014, 213. O sličnim terminološkim kontroverzama i prirodi pogrešne upotrebe
vidjeti radove: Ramiza Smajić, „Neki terminološki problemi u izučavanju osmanskog perioda historije Bosne i Hercegovine“, u:
Historiografija u Bosni i Hercegovini 1990-2000, Mostar : ANUBiH, 2003, 59-65; R. Smajić, Iskušenja.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 281

Tematske preokupacije
Dometi i standardi bosanskohercegovačke osmanistike u
postjugoslavenskom periodu svojim tematskim oblastima jednim dijelom reflektuju
naslijeđene pravce, dok drugim dijelom daju jedan značajan ali ograničen,
potencijalan ali još neizgrađen obris u pogledu zajedničkih karakteristika. Rad na
izvorima kojim su generacije prošlog stoljeća uslovljavale ocjenu kvaliteta
osmanističkog rada nastavljen je od onih koji su i ranije učestvovali u projektima
priređivanja izvora, iako ima i pojedinih izdanja u saradnji sa regionalnim arhivima.
Osim tih izdanja izvora, savremenu osmanističku bibliografiju su obogatili i neki
posthumno objavljeni prevodi i regesta arhivske građe.8 Iskustvo pokazuje da su
ustaljeni načini i forme objavljivanja nedovoljno predstavljeni, a time ostaju i manje
poznati i iskoristivi. Mlađe generacije, školovane uoči i tokom reforme obrazovanja,
pokazale su praktičniji odnos prema izvorima, manje se opredjeljujući na
priređivanja cijelih izvora, a više na korištenje bitnih podataka iz pojedinih dijelova.
I to ima svoju jaču i slabiju stranu, jer in extenso neobrađen izvor zna poslije dovesti
u pitanje određene teze postavljene iz parcijalne obrade. 9 Ta neobična
neinventivnost u cilju priređivanja izvora dijelom je nadoknađena u približavanju
određenih likova i događaja, što se skoro može definirati kao savremeni
hagiografski uklon i svjesni fokus na teme koje u složenim političkim okolnostima
baš i ne izazivaju velika reagiranja i upitnike. U cjelini gledano, historija
bosanskohercegovačkog prostora u osmanskom periodu još uvijek je obrađena
šturo i parcijalno, a primjetna je i uzdržanost u traganju za odgovorima o novim
metodološkim pristupima i multidisciplinarnim zahvatima. Ekonomska historija,
ekološke teme i sl. jesu svakako dobri i korisni fokusi, ali u okolnostima u kojima su
zemlje sa zaokruženom političkom historijom. Ona u Bosni i Hercegovini nije
zaokružena što je očito i kroz studije kao skup neuvezanih istraživačkih tema.

8 Ahmed S. Aličić, Sumarni popis sandžaka Bosna iz 1468/69. godine, Mostar, IKC, 2008.; Isti, Sidžili kadije kaze Novi Pazar : od

1766. do 1768. godine, Sarajevo, Historijski arhiv ; Novi Pazar, Istorijski arhiv "Ras", 2012; Isti, Opširni katastarski popis za oblast
Hercegovu iz 1585. godine, Sarajevo, 2014.; Hatidža Čar-Drnda, Sidžil Tešanjskog kadiluka: (1740-1752), Monumenta Turcica
historiam Slavorum Meridionalium illustrantia: Sidžili, Tomus undecimus, Book 1 of Tomus undecimus: Sidžili, Orijentalni institut,
Sarajevo, 2005.; Fazileta Hafizović, Popis sandžaka Požega 1579. godine = Defter-i mufassal-i liva-i Pojega 987., Osijek, Državni
arhiv, 2011.; Ista, Opširni popis timara mustahfiza u tvrđavama Kliškog sandžaka iz 1550. godine, Naučnoistraživački institut "Ibn
Sina" Sarajevo, 2014; Ista, Popis sela sandžaka Krka, Klis i Hercegovina, oslobođenih od Mletačke Republike 1701. godine, Zagreb
– Sarajevo, 2016.; Adem Handžić, Snježana Buzov, Amina Kupusović, Opširni popis Bosanskog sandžaka iz 1604. godine, Sarajevo,
Bošnjački institut Zürich, Odjel Sarajevo : Orijentalni institut, 2000.; Hivzija Hasandedić, Sidžili mostarskog kadije: 1044-
1207.h.god./1635-1793. godine, Mostar, 2011.; Isti, Sidžil mostarskog kadije: fragmenti iz 1179-1182. h. god./1765-1769. godine
(regesta), Mostar, 2014.; Salih Sidki Hadžihuseinović Muvekkit, Povijest Bosne, knj. I, II, Sarajevo, 1999.; Azra Kasumović, Katalog
osmanskih dokumenata, knj.1, Sarajevo, GHB, 2018., Abdulah Polimac, Aladin Husić i dr., Sidžil Tešanjskog kadiluka iz druge
polovine XVIII vijeka : (1165-1204/1752-1790), Tešanj, Opća biblioteka : Sarajevo, Orijentalni institut, 2019.
9 Isto se događa, npr., sa putopisnim dijelovima za naše krajeve, autora Evlije Čelebije, koje pola stoljeća nakon objavljivanja balkanski

osmanisti tek počinju predstavljati u cjelini javnosti.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 282

Cilj ovog izlaganja nije predočavanje bibliografije pojedinačnih izdanja i


analitike, nego okvirna analiza dometa i standarda osmanistike. 10 Iz obrađenih
naslova objavljenih u posljednje dvije decenije u Bosni i Hercegovini nazire se jasno
potreba periodičnih savjetovanja o budućnosti bosanskohercegovačke u okviru
balkanskih osmanistika. Koliko god nas stvarnost pobijala, historija je višeznačan
proces. Ona nije samo historija pobjednika, nego mora obuhvatati i viđenje
poraženih. Uzmemo li za primjer migracije kao jedno od ključnih obilježja historije
bosanskog prostora, očito je da se politička geografija mogla i može mijenjati, ali
mentalitet, dubinske matrice kolektivne psihologije naroda, mijenjaju se jako sporo,
nekad i nikako. Migracije prate konflikti, ali i kompromisi koje pojedinac i kolektiv
uspostavljaju sa novom sredinom, socijalna dezorganizacija, tokovi adaptiranja,
asimilacije. Dosadašnja neistraženost takve problematike je samo omogućila
stvaranje interpretativne paradigme o progonu pripadnika manjih konfesionalnih
zajednica od strane većih, predodžbu o progonima koji su izazvani samo
ekonomskim razlozima i koje su provodili osmanski osvajači. Savremena naučna
istraživanja danas se, međutim, usmjeravaju na ispitivanje zapostavljene
svakodnevnice, osnove i nivoa tolerancije, prožimanje kultura. Uobičajeni historijski
binarizmi (pobjednici i poraženi) danas su u najmanju ruku sekundarni.11

Osmanistički rad i teme iz sfere nacionalnog


Nesrazmjer rezultata i postignuća osmanista sa mjestom koje imaju u
lokalnoj akademskoj zajednici je primjetan, pa čak i danas kad se u razgovorima
oko mogućih projekata uz snebivanje pomenu teme iz nacionalne grupe predmeta.
Kako to praktično izgleda može se uočiti na jednom primjeru iz historijske
demografije:
Historiju Bosanskog ejaleta danas istražuju četiri nacionalne historiografije:
bosanskohercegovačka, srpska, hrvatska i crnogorska. Svaka od njih to radi
parcijalno, dio prema teritoriji koji danas pokriva njihova država. Ovakva
parcijalizacija ne može dati dostojan odgovor na temu historije Bosanskog ejaleta.
Stereotipska faktografija i pojednostavljeni historijski prikazi nacionalnih
historiografija su zapostavili i velikim dijelom i izbrisali cijele dionice identiteta i
historijskog pamćenja svih onih naroda, koji su manje ili više stoljeća živjeli u
Bosanskom ejaletu, ili žive i danas na prostoru kojeg je Hazim Šabanović stavio u
granice od Šapca do mora i od Zvečana do Virovitice. Primjer koji ovisi o pristupu

10 S obzirom na to da je nesumnjivo ključni doprinos osmanista historiografiji Bosne i Hercegovine potekao iz Orijentalnog instituta u

Sarajevu, ovdje upućujemo na bibliografije njegovih zaposlenika i izdanja, jednako kao i Historijskog arhiva u Sarajevu, Gazi Husrev-
begove biblioteke i dr.
11Detaljnije o ovoj problematici vidjeti u rukopisu phd teze: http://darhiv.ffzg.unizg.hr/id/eprint/11026/1/Smajic_Ramiza.pdf
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 283

ili zaobilaženju je pitanje kojim nacionalnim historiografijama pripadaju muslimani


po svim zemljama čija je teritorija činila nekad dio Bosanskog ejaleta? Hrvatska
historiografija, npr., nije otpratila „svoje“ muslimane koji su prošli ili otišli sa
današnjih hrvatskih prostora na druge. U okolini Novog Pazara postoji mjesto Rvati
u kojem žive muslimani došli sa hrvatskih prostora nakon osmanskog poraza pod
Bečom. Te iste muslimane lokalni narod između sebe naziva „Šokcima“. Hrvatska
historiografija ih nije obradila kao dio svog nekadašnjeg korpusa, ali zato jeste npr.
Janjevce na Kosovu, koju smatraju regionalnom hrvatskom manjinom na Kosovu i
najstarijom hrvatskom dijasporom.12
Ako uslovno uzmemo da postoji bosanskohercegovačka historiografija kao
jedna, ona je još suženijeg gledanja do današnjih državnih granica. Ta
historiografija nije otpratila, npr. katolike koji iz okoline Mostara odlaze posljednjih
godina 17. stoljeća prema Pečuhu, tamo se predstavljaju kao Bošnjaci, svoj jezik
nazivaju bošnjačkim. U bosanskohercegovačkoj historiografiji ne postoje.13 To je
isto kao što bi ozbiljnom istraživaču bilo apsurdno napisati historiju Beograda ali
samo onog bez muslimana, jer bi to bilo isto kao kad bi neko napisao historiju
Kosova samo kao historiju Albanaca.

Historiografije i periodizacija
Periodizacija je danas stvar svih historiografija ponaosob, ali ima i zajedničkih
tačaka koje nisu vezane samo za Balkan u osmanskom periodu, nego puno širi
prostor. Kao primjeren uzorak takvih historijskih perioda možemo uzeti Istočno
pitanje.
Dok starija historiografija veže početak istočnog pitanja za Kučukkajnardžijski
mir, nije mali broj onih koji rađanje Istočnog pitanja vezuju za osmanski poraz pod
Bečom 1683. godine, cijeli Bečki rat i Karlovački mir 1699. godine. Dakle,
pokrštavanje, potpuno zatiranje tragova muslimanskog života na prostorima koje je
Osmanska država izgubila, čak i uništavanje grobalja, npr., na jedan način se može
predstaviti i kao početak procesa deosmanizacije Balkana.14 Svaka historiografija
iz svoje vizure posmatra historijska dešavanja, i to uglavnom kroz prizmu gubitnika
ili dobitnika. Pri tome su, naravno, bitne i historiografije velikih zemalja koje su
najvećim dijelom i usmjerile rezultate nekih ratova i mirova.

12 Suvišno je podsjećati da im pažnju nije posvetila ni bosanskohercegovačka historiografija, iako Janjevci potiču ne samo od trgovaca

i rudara iz Dubrovnika, nego i iz Bosne.


13 Šarošac, Đuro. Bosanski Hrvati u okolici Pečuha, Budapest, 1991.
14 Općenito o deosmanizaciji vidjeti studije: Safet Bandžović, Bošnjaci i deosmanizacija Balkana: Muhadžirski pokreti i pribježišta

„sultanovih musafira“ (1683.-1875.), Sarajevo, 2013.; Isti, Deosmanizacija Balkana i Bošnjaci: Ratovi i muhadžirska pribježišta (1876.-
1923.), Sarajevo, 2013.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 284

Metodološki pristup
Savremena osmanistička istraživanja nameću i novu metodologiju. Uzme li
se opet metodom uzorka, npr. demografija kao tematska oblast od primarnog
značaja u Bosni i Hercegovini, za valjano istraživanje obavezna je kombinirana
kvantitativno-kvalitativna metodologija. Migracije kao dinamički procesi ne mogu
dopustiti statički tretman. Klasični kvantitativni pristup ne omogućava sistematsku
obradu migracijskih tokova bilo gdje, pogotovo na prostorima kakav je balkanski.
Bosanski ejalet je kao administrativna i teritorijalna jedinica prostor prožimanja
brojnih etnokulturnih sklopova. Susreti različitih civilizacija u njemu, simbioza i
sinkretizam tradicijskih elemenata, različita pisma i jezik, nepristupačnost izvora,
njihovo nepostojanje ili djelimično numeričko bilježenje, samo su djelić faktora koji
ne dopuštaju klasični metodološki pristup. Na tom tragu je nužan komparativan,
multiperspektivan pristup kako bi se interpretirao složeni međuodnos
makrohistorijskih procesa (poput kretanja stanovništva) i mikrohistorijskih
fenomena (poput svakodnevnog života pojedinaca). Bosanskohercegovačkoj
osmanistici tek predstoje ovakvi koraci.

Zaključak
Bosanskohercegovačka osmanistika koja je iznjedrila, obrazovala i oko koje
su se okupljali osmanisti sa prostora cijele Jugoslavije, krajem 20.og i početkom 21.
stoljeća doživjela je smjenu generacija, a u kadrovskom smislu dobila nove
saradnike proizašle iz reformiranog visokoškolskog sistema. U odnosu na
jugoslavensku osmanistiku koju je obilježila institucionalizacija osmanističkog rada,
savremena osmanistika je pokazala svjesno i tendenciozno lokaliziranje ljudi i tema
na kojima se radi zbog čega se kod dometa i standarda osmanistike često govori u
prošlosti. Činjenice poput te da Bosna i Hercegovina danas nema samostalno
Ministarstvo nauke na federalnom i državnom nivou, da naučnici iz entiteta
Republika Srpska za niz učešća u projektima sa kolegama iz entiteta Federacija
Bosne i Hercegovine moraju imati dozvolu Ministarstva obrazovanja Republike
Srpske, da su časopisi Instituta za historiju u Sarajevu, Prilozi i Historijska traganja,
npr., na jednom od sajtova sa temama iz historije u Republici Srpskoj kategorizirani
kao bošnjački časopisi,15 iako se i autorski i temama on tradicionalno proteže na
cijelu Bosnu i van nje, te niz drugih apsurdnih pojava, uslovili su velikim dijelom
domete i standarde osmanističkog rada u postjugoslavenskom periodu. Ovim
radom je ukazano na aktuelno stanje kroz terminološku problematiku, tematske
preokupacije, rad na izvorima, opći i nužni metodološki pristup.

https://istorijabl.weebly.com/1053107210941080108610851072108310851072-1080-
15

1088107710751080108610851072108310851072-10801089109010861088108011121072.html
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 285

Francuska i Osmansko Carstvo u ogledalu francuskog konzulata u


Bosni (1806-1814) i francuska percepcija orijentalne Bosne

Slobodan ŠOJA

ABSTRAKT
U ovom radu željeli bismo govoriti o francusko-osmanskom susretu u Bosni u vrijeme Napoleona, o
francuskoj istočnoj politici, ulozi generalnog konzulata u Travniku, prijestonici Bosne, ulozi na ekonomskom i
političkom planu. Namjera nam je i govoriti o susretu dviju civilizacija u jednoj maloj zemlji, Bosni, i u još manjem
gradu, Travniku, kao i odnosima medju ljudima. Na kraju bi se izvukao zaključak o o francuskoj percepciji Bosne
i njenog stanovništva, kao i osmanskom uticaju na tadašnje bosansko društvo.
Opšti cilj francuske istočne politike u doba Napoleona bio je spriječiti rasparčavanje Osmanskog carstva,
obezbijediti trgovinsku prevlast Francuske i tako ojačati njen politički uticaj. Francuska se uvijek snažno zanimala
za situaciju na Balkanu. I ovdje je Napoleon bio taj koji je krčio nove puteve, naumivši da obnovi na istoku staro
zapadno carstvo i tako stvori novo istočno carstvo. Francuskoj je ovo prodiranje olakšavala vjernost paša Bosne
i Hercegovine sultanu u Carigradu. Čuvajući dobre odnose sa Osmanskim carstvom u ovoj oblasti na Balkanu,
Bonaparta je stekao bolji položaj za nove pohode i borbe protiv neporaženih neprijatelja, Rusije i Engleske.
Koristeći Dalmaciju kao polaznu tačku za svoje istočne planove, Napoleon je 1806. odlučio da otvori
francuski konzulat u Travniku, tadašnjem sjedištu bosanskih paša. Za konzula je imenovan Pjer David. Davidova
bosanska misija imala je svoj ekonomski i politički aspekt. Konzulat u Travniku trebao je naročito “obezbijediti
između Levanta i Francuske direktnu i nezavisnu komunikaciju”.
Napoleon je namjeravao zamijeniti pomorski put prema Indiji – preko kojeg su prevožene sirovine
(pamuk u prvom redu) za potrebe francuske industrije i koji je kontinentalna blokada ugrozila – jednim novim,
kopnenim putem koji je trebao povezati Francusku i Levant Politički razlozi otvaranja konzulata takodje su veoma
važni.
Iz francuskih opažanja i procjena, budući da su svi oni u Bosni bili tuđinci, samci i posmatrači, mogli bi
se izvući izuzetno korisni, istorijski i antropološki dokazivi, pa čak i praktično upotrebljivi, savjeti za zapadnjačko
razumijevanje Balkana i čitavog evropskog Jugoistoka, sudbinski ozračenog civilizacijom islama i Orijenta

FRANCE AND THE OTTOMAN EMPIRE IN THE MIRROR OF THE FRENCH CONSULATE IN
BOSNIA (1806-1814) AND THE FRENCH PERCEPTION OF THE ORIENTAL BOSNIA

ABSTRACT
In this paper, we intend to explain the French-Ottoman encounter in Bosnia during time of Napoleon,
the French East Policy, and the role of the Consulate General in Travnik, then capital of Bosnia, in the fields of
economy and politics. We will also depict the meeting of two civilizations in a small country, Bosnia, and in even

Prof. Dr. / SPKD Prosvjeta – Sarajevo, ssoja@wanadoo.fr, BOSNIA AND HERZEGOVINA


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 286

smaller town, Travnik, as well as relations between common people. In the end, we will draw the conclusion
about the French perception of Bosnia and its population, as well as the Ottoman influence on the Bosnian
society of the time.
The main goal of France's eastern policy in the era of Napoleon was to prevent the dissolution of the
Ottoman Empire, to secure the commercial dominance of France and thus to strengthen its political influence.
France was always very interested in the Balkan affairs. And here Napoleon was the one who crushed new
roads, intending to restore the old Western Empire in the East. In France, this penetration was facilitated by the
loyalty of the pashas of Bosnia and Herzegovina to the sultan in Constantinople.
Preserving good relations with the Ottoman Empire in this area of the Balkans, Bonaparte gained a
better position for new campaigns aginst still undefeated enemies, Russia and England.
Using Dalmatia as the starting point for his eastern plans, Napoleon decided in 1806 to open a French
consulate in Travnik, then the seat of Bosnian pasha. As the consul he named Pierre David. David's Bosnian
mission had its economic and political aspects. The task of the Consulate in Travnik was in particular “to provide
direct and independent communication between Levant and France ".
Napoleon intended to replace the sea route to India - through which the raw materials (most importantly
cotton) were transported for the needs of the French industry threatened by the continental blockade - a new,
land route that was supposed to connect France and Levant. The political reasons for the opening of the
consulate were also very important.
The French observations and evaluations, being done by foreigners, single individuals and observers,
are extraordinarily useful, historically and anthropologically verifiable, and even practically usable as advices
concerning the Western understanding of the Balkans and the entire European Southeast, by its destiny flavored
and enlighted by the light of Orient and the Islamic Civilization.
***
Tokom istorije bilo je perioda, po pravilu kratkotrajnih i uzbudljivih, kad bi se
pojavila jedna velika istorijska ličnost koja bi s lakoćom osvajala velike teritorije.
Teško je u nekoliko riječi opisati šta su u sebi nekontrolisano i nezaustavljivo
osjećali veliki osvajači koji su iz temelja mijenjali istoriju i sudbinu svijeta, ali oni su
svojom vlastitom veličinom i odlučnošću postajali toliko dominantne ličnosti da im
se ostatak svijeta nije mogao suprotstaviti. Jedno drugo pravilo pratilo je ove
povremene presnažne izlive želje za osvajanjima, a to su bezbrojne mase mrtvih
ljudi koji su redovno bili previsoka i fatalna cijena velikih osvajanja. Davna istorija
pamti velike osvajače kao što su Aleksandar Veliki, Hanibal, Gaj Julije Cezar,
Mehmed Osvajač, Sulejman Veličanstveni...
Krajem osamnaestog i početkom devetnaestog vijeka u osvajanje svijeta
krenuo je francuski vladar Napoleon Bonaparta. Evropa njegovog doba ličila je na
jedna ogroman pokretni teatar koji je obilazio Evropu, a francuski talentovani režiser
pripremao je predstave na koje je publika morala doći, nije ih mogla izbjeći. Rijetke
su bile zemlje koje su ostale po strani, pa čak i ako bi izbjegle aktivno učešće u
sveevropskoj drami tog doba, nisu ni mogle ni smjele ravnodušno posmatrati šta se
dešava nedaleko od njih. Tako je to bilo i sa Bosnom onog doba. Ova osmanska
balkanska zemlja takođe je ušla u okvir napoleonovskih projekata, prvenstveno
zbog svog geografskog položaja.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 287

Na kraju XVIII stoljeća Francuska je veoma vidljivo pokazala svoj pojačan


interes za Bosnu. Prvi Francuz koji je prošao kroz Bosnu i privukao pažnju
francuskih ekonomskih krugova na mogućnost širenja unosne trgovine u ovoj
oblasti bio je baron Tot, 1779. godine 1 . Ali putovanje Mari Dekorša, koga je
revolucionarna vlada poslala u maju 1793. godine da pripremi dolazak francuskog
ambasadora u Carigrad, i koji je ukazao na korist trgovinske razmjene između
Bosne i Francuske, bio je presudan da se Francuska odluči da otvori jednu
diplomatsku ispostavu u osmanskoj Bosni, odnosno u njenom administrativnom
sjedištu, malom gradu Travniku2.
Simbolički gledano, putovanje francuskog ambasadora u Carigrad preko
Bosne dalo nam je ideju da u ovom radu govorimo o francusko-osmanskom susretu
u Bosni u vrijeme Napoleona. Drugim riječima, zanima nas kako to izgleda kad se
jedna istorijska snažna ofanziva zapadnog duha zaustavi na Balkanu, tačnije u
Bosni, maloj i neobičnoj osmanskoj provinciji koja je teritorijalno bila u Evropi a
duhovno na Istoku.Više zatovrena nego otvorena, mnogo više konzervativna nego
moderna, Bosna je ipak imala i jednu značajnu prednost u odnosu na Evropu. O
tome se malo zna i govori, a ova prednost se odnosi na jedno pitanje koje je bilo
značajno kroz cijelu istoriju čovječanstva, a to je vjersko pitanje. U Bosni je u vrijeme
vladavine Osmanlija vjerska situacija bila specifična i razlikovala se bitno od one
koja je vladala u Evropi. Dok je Evropa insistirala na vjerskoj eksluzivnosti vladajuće
religije i dok su u Evropi inovjerci bili značajno ugroženi i proganjani, nekad i
istrebljivani, u Bosni je, shodno opštem načelu islamske vjere, kulture i civulizacije,
da su sve vjere u jednog boga legitimne i da moraju imati mogućnost da se razvijaju,
vladao vjerski multilateralizam, pa su osmanske vlasti dozvoljavale djelovanje
katoličke i pravoslavne crkvene organizacije i nisu vršili nasilje u tom pogledu. Islam
je bio vjera koja je ležala u temeljima te države i, naravno, ona je imala poseban
položaj, međutim, druge vjere su bile pod zaštitom zakona i uživale određenu
slobodu. Pored katoličanstva, pravoslavlja i islama u Bosni se, od sredine XVI
vijeka, javlja i jevrejstvo, jer se Jevreji tada u nju masovnije doseljavaju nalazeći u
njoj slobodu za život i ispovijedanje svoje vjere.
S druge strane, može se kazati da je Bosna vjerski bila otvorena prema
inostranstvu naročito zato što su se njeni klerici školovali izvan Bosne jer u Bosni je
to bilo nemoguće. Katolici su išli u Italiju i kasnije u Austriju, pravoslavci su išli u

1 Anton Dabinović, La France révolutionnaire et les pays balkaniques, Annales de l’Institut français de Zagreb (AIFZ), 1937, br.2-3,
str. 87-88.
2 Midhat Šamić, Les voyageurs français en Bosnie à la fin du XVIIIe siècle et au début du XIXe et le pays tel qu’ils l’ont vu, Paris, 1960

str. 56. Riječ je o doktorskoj tezi (Državni doktorat) odbranjenoj u Parizu. Postoji i izdanje na srpsko-hrvatskom jeziku, Francuski
putnici u Bosni na pragu XIX stoljeća i njihovi utisci o njoj, Sarajevo, 1966. Ovo Šamićevo izvanredno djelo je i dalje daleko najbolja
referenca za istoriju odnosa Francuske i Bosne u doba Napoleona.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 288

Rusiju, na Atos u Grčkoj i u manastire na Sinaju, Jevreji su se školovali kod


pojedinih rabina poznatih u jevrejskim zajednicama po svojoj učenosti, dok su
muslimani išli na školovanje u najvažnije islamske vjerske centre koji su se
uglavnom nalazili na teritoriji carstva i bili dio sistema vjerskog školovanja u islamu.
Drugi način kako su u tradicionalno zatvorenu Bosnu ipak stidljivo dolazile
nove slobodarske ideje, bio je rezultat uticaja određenih malobrojnih osmanskih
činovnika i uticajnih funkcionera osmanske vlasti u Bosni koji su prihvatili nove ideje.
U Osmanskoj carevini se, takođe, početkom XIX vijeka osjetio dah slobode i pojavili
su se nosioci novih ideja. Mnogi visoki funkcioneri carstva su bili zabrinuti zbog
njegovog konstatnog slabljenja, a neki su, pod uticajem onog što se u Evropi zbivalo
nakon Francuske revolucije, posebno nakon Napoleonovog slamanja kičme
evropskoj aristokratiji u ratovima koje je vodio u Njemačkoj i Austriji, smatrali da je
to vrijeme veoma pogodno da se i u Osmanskoj carevini ostvare neophodne
reforme. Smatrali su da slabljenje osmanskih glavnih evropskih neprijatelja, a to su
tradicionalno bile Austrija i Rusija treba iskoristiti za napredak i jačanje opšte
pozicije carstva. Tada u Istambulu nastaju i prvi masonski kružoci, u kojima se
javljaju visoki predstavnici osmanskog establišmenta, a neki od njih su bili na
dužnostima u Bosni, gdje su posijali sjeme novih ideja i stvarali kružoke
slobodarskih ljudi u kojima su se okupljali ugledni muslimani iz Bosne. Poznato je
da su najmanje dva takva kružoka nastala u Sarajevu i Travniku, upravo u vrijeme
koje će dovesti na tlo Bosne i još jedan novi faktor i još jedan izvor slobodarskih
ideja: francusku vojnu i diplomatsku silu, odnosno predstavnike Francuske i njenog
Direktorijuma.
Dolazak Francuza i francuskog duha u Travnik početkom devetnaestog vijeka
bio je veoma značajan i podsticajan ljudima sa već formiranim evropeističkim
idejama (većinom franjevci) u Bosni i u Travniku posebno, ali i nekim bosanskim i
osmanlijskim funkcionerima i uticajnim ljudima koji su bili koncentrisani u to vrijeme
u Travniku (Ibrahim-beg Teskeredžić npr.), koji su bili bliski mnogim novim idejama.
Svi su oni odranije bili svjesni da se i njihova zemlja mora modernizovati i nalazili
se pod uticajem novih kretanja. Zato je dolazak u Travnik predstavnika koji prenose
moderne ideje, tačnije Francuza, kao i svaki dolazak stranaca drukčijeg mentalnog
sklopa izazvao dvije vrste reakcije, od koje su obje bile radikalne. Šačica ljudi bila
je izuzetno obradovana jer su znali da se povećava broj njihovih istomišljenika koji
je dotad bio potpuno neznatan. Mase su, međutim, činile većinu i bile su
prestrašene, pri čemu se njihov neobuzdani strah artikulisao kroz neprijateljstvo i
agresivnost.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 289

Zemlja uspavana i imobilna, Bosna i njeni stanovnici su dolazak Napoleona


pred vrata Bosne dočekali u bunilu i negostoljubivosti, nespremni da gledaju
Napoleonove predstave i da se povinuju strogim pravilima francuskog cara. Iako je
željela izbjeći učešće u francuskom pokretnom teatru, mala zemlja Bosna, tačnije
njen mali grad i administrativno sjedište, Travnik, postali su ipak, makar nevoljno,
teatar neobičnog susreta dviju civilizacija i susreta između ljudi koji su se teško
mogli razumjeti zbog odveć velikih mentalnih, socijalnih i kulturoloških razlika.

I- Generalni konzulat Francuske u Bosni


Konzularna ispostava u Travniku trebala je naročito “obezbijediti između
Levanta i Francuske direktnu i nezavisnu komunikaciju”. U istoriji je trgovina uvijek
idealno išla ispred politike. Za Francusku je bilo važno da stekne značajan uticaj u
balkanskim zemljama, posebno u Bosni, kako bi parirala uticaju drugih sila. Izbor
za konzula u Travniku pao je na Pjera Davida3, pjesnika i diplomatu koji je prije
Travnika služio u Milanu, Štutgartu i na Malti. Pobjegavši s Malte zbog francusko-
engleskog sukoba, živi u Napulju i Rimu i uživa u umjetnosti. Njegov život koji je
ličio na idilu, dolaskom u Bosnu postaje istinska drama koja je inspirisala
jugoslovenskog nobelovca Ivu Andrića da je opiše u romanu Travnička hronika.
Roman je realistična rekonstrukcija onoga što se dešavalo u Travniku u doba
Napoleona, a pojedini dijelovi ovog remek-djela liči na arhivski materijal koji
nepogrešivo opisuje jedno vrijeme i ljude u njemu.
Davidova misija imala je svoj ekonomski i politički aspekt4. U instrukcijama
koje je primio čini se da je ekonomski aspekt važniji jer se izričito veli da “ekonomski
odnosi dvije zemlje moraju da se znatno intenziviraju”. Ovdje valja objasniti kako je
Napoleon namjeravao zamijeniti pomorski put prema Indiji – preko kojeg su
prevožene sirovine (pamuk u prvom redu) za potrebe francuske industrije i koji je
kontinentalna blokada ugrozila – jednim novim, kopnenim putem koji je trebao
povezati Francusku i Levant i čija je žila kucavica trebala biti Bosna. Ovo je zapravo
jedan od glavnih razloga zbog kojih je francuski car odlučio da u Travniku otvori
Generalni konzulat.
Politički razlozi otvaranja konzulata ipak su mnogo važniji. Godine 1797.
godine, stvorivši Vicekraljevinju Italiju iskrcavši se na Jonska ostrva, Francuska je
postala susjed Osmanskog carstva. Tu se već nazirao Bonapartin istočni projekat,
velik i na trenutke nejasan, ali o kojem je čitav život sanjao. Mnogo se dosad
govorilo o tom istočnom snu. Mi u ovom radu nećemo u njega dublje ulaziti i

3 Sin Pjera Davida, Žil David je njegov jedini biograf. Objavio je Notice bibliographique et littéraire sur Pierre David, u: Mémoires de
l’Académie impériale des sciences, arts et belles-lettres de Caen, Caen, 1861, t.XIII, str.225-316.
4 Alfred Dumaine, Un Consulat en Bosnie sous le Premier Empire, Revue d’Histoire Diplomatique, 1924, str. 129.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 290

zadovoljićemo se konstatacijom da je on uvijek bio podređen zahtjevima francuske


evropske politike, pa čak i kad je Bonaparta držao svu vlast u svojim rukama.
Nesumnjivo se radi o jednoj stalno prisutnoj ideji, ali koja nikad nije postala prioritet.
U svakom slučaju, nakon zauzimanja Dalmacije geografski položaj Bosne se
u mnogome promijenio. Susjed zemalja stalnih preokreta, ili kako je govorio Taleran
“burnih zemalja”, Bosna je postalo izvanredno mjesto za izviđanje. U jednom pismu
Eugenu Boarneu, od 9. marta 1806. godine, Napoleon je nesvjesno proživio prve
sekunde svog dugog i nedosanjanog istočnog sna: “Želim da mi pošaljete putanju
korpusa generala Molitora, dan za danom, sa napomenama koje će mi pomoći da
detaljno upoznam put kojim je išao, stanovnštvo, prirodu zemljišta […] Kažite
inženjerima da izvide puteve od Zadra i Dubrovnika do Carigrada i Beograda.
Pošaljite d'Antuara5 tri mjeseca u dalmatinske planine da ih izvidi i sačini memoar
o tačkama odakle bismo mogli napasti Tursku […] Neka se sva ta izviđanja izvedu
neupadljivo i bez alarmiranja Turaka i ostalih sila 6 . Tri mjeseca kasnije
prepoznajemo svemislećeg i sveprisutnog Napoleona kako ljutito uzvikuje “Ili
spavaju ili nisu ništa vidjeli. U svakom slučaju nisam dobio nikakav izvještaj” 7!
Ministar spoljnih poslova Francuske, Taleran, imenovao je Davida 12. maja
za Generalnog konzula Francuske u Bosni. Ovim iznenadnom napredovanjem koje
je i iznenadilo i obradovalo Davida8 najbolje se može objasniti značaj mjesta na koje
odlazi. Njegova radost je snažno bila pomiješana sa očiglednim razočarenjem. To
je značilo, kako piše njegov sin i biograf “zamijeniti život pun zadovoljstva i poezije
za težak i usamljenički život usred varvara”. U Travnik stiže 17. feburara 1807.
godine. Tri dana poslije toga imao je nastupnu posjetu kod Vezira. “Dok sam
prolazio uz ‘blještavu pratnju’, zapisao je David, “shvatio sam među kakav narod
sam upao i kakav je nivo poštovanja koji su spremni da mi izraze” 9.
Davidov život i rad u Travniku bio je povezan sa mnogobrojnim teškoćama.
One su dijelom bile posljedice prirode Bosne i mentaliteta odnosno karaktera
njenog stanovništva i njegovih upravljača: planinska zemlja, putevi loši i
nepristupačni, skup prevoz i carine, napadi na karavane, kiridžije pljačkaju robu,
turski vlastodršci nemoćni ili korumpirani, stanovništvo neobrazovano i fanatično...

5 Grof Šarl Nikola d'Antuar, general i ađutant princa Eugena Boarnea. Biće imenovan 1813. g. za guvernera Ilirskih provincija, ali će

ga rat sa Austrijom spriječiti da preuzme dužnost.


6 Correspondance de Napoléon Ier, t. XII, Paris 186, str. 210-211.
7 Ibid., str. 572.
8 Arhiv Ministarstva spoljnih poslova Francuske, Pariz (AMAE), Correspondance politique (CP), Turquie, t. 212, f.150.
9 Alfred Dumaine, op. cit., str.150. “Turci, čučeći na ćepencima svojih dućana, pušeći nemarno, jedva su se udostojili, ne da se obazru,

već čak da podignu oči da bi vidjeli novog gosta, uprkos njegovom neobičnom evropskom odijelu; a žene su hitro otvarale mušepke
na prozorima da bi hraknule na moje odijelo koje je sve blistalo od zlata. Taj svoj čin su propraćale kletvama nevjernika i zatvarale su
mušepke s lupom, kao da hoće da izraze negodovanje zbog časti koja je ukazivana jednom psu”.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 291

David je za Travničane bio nepoželjna osoba, ponajprije jer su u njemu vidjeli


predhodnika invazije Bosne i Hercegovine od strane francuske armije koja je
logorovala nedaleko u susjedstvu. Još kad su saznali da glavnokomandujući
Dalmatinske armije, general Marmon po Dalmaciji pravio čuvene “Marmonove
puteve” svi su povjerovali da to radi da bi lakše napao Bosnu i Hercegovinu! David
je uostalom napisao Marmonu: “Kako je to mučno pomagati, protiv njegove volje,
narodu koji vas mrzi” 10!
Nepoželjan i prezren tokom cijelog svog boravka u Bosni, naročito prvih
godina, u bosanskom vilajetu David se zadesio ne kao čovjek koji traži i analizira
argumente za i protiv u situaciji iznenadne i snažne političke napetosti, nego kao
izbezumljeni borac koji se bori za vlastiti opstanak i prisustvuje drami onih kojima
to nije pošlo za rukom.
Nakon svrgavanja sultana Selima III, maja 1807. godine, Davidova situacija
se značajno pogoršala i on je tada odlučio da je najpametnije skloniti porodicu na
sigurno, što dalje. “Tek što sam se malo udaljio iz Travnika, možda najviše dvije
milje, tog 28. juna 1807. godine lokalno stanovništvo je opsjelo konzulat. Pošto su
otjerali dvojicu kavaza koji su pazili na rezidenciju pokušali su probiti unutrašnja
vrata i prijetili smrću mojim ljudima koji su drhtali od straha“11. Ništa nisu mogle
pomoći ni dirljive, iskrene i žestoke vezirove osude uvrede koju je Francuska
doživjela tog dana.
Ali možda je najteži udarac za Davida bilo austrijsko neprijateljstvo. Austrija
je takođe otvorila konzulat kao reakciju na francusko otvaranje koji je imao zadatak
da prati šta radi francuski konzul. Upravo stoga što, ako je iko mogao razumjeti
Davida u ovim negostoprimljivim krajevima i sapatiti s njim, to su bili Austrijanci. Od
samom početka, francuski konzulat je izazvao austrijsko nezadovoljstvo. Beč se, s
razlogom, plašio da David ima veliki uticaj na pašu, da krije i priprema značajne
vojne poduhvate, te da želi značajno povećati trgovinsku razmjenu cijele regije sa
Francuskom.
Austrijski konzuli, fon Miteser i njegov nasljednik fon Paulič pokušali su
svakom vrstom zavjera i protivmjera da umrtve Davidovu političku i ekonomsku
djelatnost. Spletkarili su kod vezira protiv Francuza, širili lažne vijesti o invaziji
Bosne, upozoravali da se sprema podjela Osmanskog carstva. Trudili su se i da
odvrate Bosance od trgovine sa Dalmacijom”12. Po riječima Davida austrijski konzul
je bio jedan od pokretača svih zavjera protiv Francuske. Katoličko sveštenstvo je

10 David Marmonu, Travnik 8. april 1807, Marmonova zaostavština, Gradska biblioteka u Šatijon sir Sen.
11 AMAE, CP Turquie, t. 216, David Šampanjiju, Travnik 28. juin 1808. Početak depeše je krajnje dramatski: “Mogu da govorim kao
Muhamed: moj život je borba. Prorokova djeca nikako da posustanu i ostave me na miru”.
12 AMAE, CP Turquie, t. 217, David Šampanjiju, Travnik le 21 décembre 1808.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 292

pod austrijskim uticajem opisivalo Francuze kao jeretike kojih se valja kloniti više
nego Turaka13.
Uprkos povremenim neuspjesima 14 i mnogobrojnim poteškoćama i
vrijeđanjima kojima je bio izložen, David je bio posvećen poslu, odan, hrabar i
sposoban čovjek. Mnoge su mu značajne ličnosti za to odale priznanje, Napoleon
među prvima15, naročito zbog veoma uspješne ekonomske misije. Trgovina koja je
išla preko Bosne i koja se pokazala intenzivnom, proizvod je Napoleonu drage ideje
da se sirovine koje su potrebne Francuskoj, u prvom redu pamuk, umjesto iz Indije
dopreme iz Levanta. Morski put nije bio siguran pa se moralo pribjeći kopnenom
prevozu. Na taj je način Bosna postala karika između Turske i Italije. Ovoj trgovini
sa Levanta David je posvetio mnogo brige i strasti i smatrao ju je svojim čedom i
ključnim poduhvatom svoje misije16. Najplodniji period bio je između 1811. i 1813.
godine. Konzulat u Travniku bio je aktivan u praćenju aktivnosti prometa roba sa
Levanta do Ilirskih provincija. Put kojim je roba prolazila kroz Bosnu išao je preko
Kostajnice, Novog, Banja Luke, Travnika, Sarajeva, pa je preko Novog Pazara išao
dalje na istok. Ako znamo da je samo u 1811. godini prošlo preko Kostajnice 25.000
bala pamuka lako možemo zamisliti opseg trgovine koja je išla preko Bosne kao i
količinu robe koja je prolazila tim putem. Istim je putem uspostavljen redovan
poštanski saobraćaj. Da bi se još više unaprijedila trgovina Francuske sa Bosnom,
u Sarajevu je osnovana jedna trgovinska kuća kojom je rukovodio Žak Fresine. U
dokumentima iz ovog doba nailazimo i na postojanje jednog “francuskog hana” u
kojem su odsjedali francuski putnici na proputovanju kroz Sarajevo.
Poslije Napoleonovog pada, politički značaj francuskog konzulata u Travniku
vidno je oslabio i David napušta Travnik 10. avgusta 1814. godine. Po vlastitim
riječima otišao je sa neukaljanim ugledom i […] osjećanjem da je u Travniku
pokazao kako je časno služio Francuskoj17.

13 AMAE, CP Turquie, t. 217, David Šampanjiju, Travnik 8 januar 1809. Međutim, David je znao da saosjeća sa svojim austrijskim

kolegom. Trećeg avgusta 1808 veli da je austrijski konzul u suštini zapravo čestit i pošten čovjek, ali i da postoji mogućnost da postane
bosanska igračka, što je gore nego biti njihova žrtva, jer oni se sa žrtvom igraju kao zasićeni tigrovi sa svojim plijenom. Tog nesretni
vojnika, njegovu ženu i čak djecu svakodnevno vrijeđa svjetina i kamenuju ih čim se pojave. Istina je doduše da je g. Miteser pogriješio
što je pokušao da im se dodvori. Budući da vlada “ilirskim jezikom” s tom svjetinom može da razgovara, prima ih čak u rezidenciji,
dijeli poklone, piće, novac. A danas ga ta ista svjetina vuče po blatu... Nedavno je jedan Turčin zatražio od konzula da mu pokaže
evropske suverene, što mu je g. Miteser i pokazao. Kad je ugledao najvećeg među njima, čije uzvišeno ime ne želim da skrnavim,
Turčine je uzviknuo uz jedan odvratan pokret: “Eh, kad ćemo moći da te natjeramo da i ti plaćaš harač”.
14 Umjesto odgovora na često bezizlazne i mučne situacije, u jednom pismu od 27. juna 1807. godine generalnom providuru

Dalmacije, V. Dandolu, David se, kao požrtvovan i dobar patriota, tješi najobičnijom rečenicom: “Šta da radimo? Ne preostaje nam
ništa drugo osim dobre volje i istine”.
15 AMAE, CP Turquie, v. 218, Šampanji Davidu, Beč, 17 juni 1809. “Njeno Veličanstvo računa na vašu predanost i zadovoljstvo mi je

javiti vam da je Car zadovoljan vašim radom”.


16 Melitta Pivec-Stelè, La vie économique des Provinces Illyriennes, Paris 1930, p. 171. Vidi takođe reprodukcije n°13, 14 i 16.
17 AMAE, Correspondance consulaire et commerciale, Travnik, t. 3, 1. avgust 1814.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 293

II- Manje poznata politička uloga Francuskog konzulata u Travniku


Pomenuli smo već da su politički razlozi otvaranja francuskog konzulata bili
jači od ekonomskih. Na ovom planu otvaranje konzulata u Bosni bilo je skoro u
potpunosti povezano sa Prvim srpskim ustankom. Od samog njegovog početka,
1804. godine, Francuska se prema njemu negativno odnosila, naročito iz dva
razloga povezanim sa polikom dvaju carstava, ruskog i osmanskog:
a) s jedne strane trebalo je spriječiti Ruse da, iskoristivši eventualne srpske
uspjehe, dobiju krila i spoje se sa Srbima i tako od svog carstva stvore jedno još
moćnije.
b) s druge strane, Francuzima nije odgovaralo uzdrmavanje Osmanskog
carstva, do čije je stabilnosti, makar ona bila privremena, Napoleon mnogo držao.
Jedno pravilo i jedna logika postojali su i prije i poslije Napoleona: odnosi
jedne velike i male nacije isključivo zavise od odnosa i političkih kombinacija između
dviju velikih nacija. Drugim riječima, Napoleon je u Srbima vidio prijatelje Rusije i
neprijatelje Turske, pa njegov neprijateljski odnos prema Srbima lako je objasniti i
shvatiti činjenicom da je on makar formalno održavao prijateljske odnose s
Turskom, a bio u ratu sa Rusijom.
Istorijska nauka je bila posebno vrijedna u analizi najsitnijih pojedinosti
vezanih za Srpsku revoluciju i njenog nacionalnog i međunarodnog značaja. Ovom
prilikom ćemo skrenuti pažnju na jednu neobično zanimljivu aferu koja se odvijala
u drugoj polovini 1807. godine, u trenucima kad je Napoleon popravio odnose sa
Rusijom 18 . Glavni akteri ove akcije bili su konzul Pjer David, komandant
Dalmatinske armije, general Marmon, bosanski paša, pukovnik Merijaž u misiji u
Vidinu te najzad izvjesni Jakov Bresku, poznat pod imenom Morbaš19. Taj okretni i
neobični pustolov bio je posrednik u jednom projektu čije sve konce nije još lako
povezati. Najkraće, radi se o projektu koji je predviđao uklanjanje u bilo kom smisla
te riječi vođe ustanka, Karađorđa Petrovića ili slabljenje njegovog vodstva. Za
izvršenje ciljeva ove ideje kao oružje korišćen je novac. Ovo nije beznačajno. Istina
je da je Francuska često huškala Portu da se nemilosrdno obračuna sa protivnicima
u Srbiji i da se bosanski paša često obraćao generalu Marmonu da preko Bosne sa
svojom vojskom udari na Srbe. Francuzi su ipak kao posljednju varijantu ostavljali
ovakvu vojnu akciju. “Afera Morbaš” bila je jednostavnija i ovdje je novac trebao ili
ubiti Karađorđa ili kupiti druge vođe ustanka da napuste vožda.

18 Zapravo je Milorad Ekmečić prvi koji je otkrio ovu zavjeru. Cf. Milorad Ekmečić, Stvaranje Jugoslavije 1790-1918, I-II, 842 str., t. 1,
str.136-142. Ovo djelo je totalna istorija jugoslovenskog prostora u tom razdoblju i jedno od najboljih istorijskih dijela napisanih u
zemljama bivše Jugoslavije.
19 Moglo bi se pretpostaviti da ga je negdje vrbovao pukovnik Merijaž, budući da je ime Bresku lako sresti u okruženju gdje je vrhunski

djelovao ovaj oficir za specijalne namjene.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 294

Ono malo dokumenata koje posjedujemo govori nam da se Morbaš kretao i


pregovarao između Zemuna i Travnika, da su neki taoci koji su garantovali dogovor
trebali stići ili su pristizali u Dalmaciju, da je trebalo obezbijediti novac i činove za
zavjerenike koji bi prešli u Francusku ili Njemačku, te da je Napoleon bio taj koji je
trebao odobriti ovaj projekat. Signal nikad nije dat. Proračunati Napoleon bio je
majstor neizvjesnosti. Ne davati znak za napad značilo je istovremeno zadržati u
rezervi neko možda jako oružje, ma kako ono bilo malog kalibra.
Ubijeđeni smo da bi rasvjetljenje ove afere moglo doprinijeti jasnijem
nijansiranju Napoleonove politike na Balkanu koje je zasad isuviše uopštena. Istina
je da su Francuzi željeli slom ustanka, ali ko zna da li je Napoleon barem nekoliko
sekundi godišnje razmišljao o Grcima i Srbima kao mogućim saveznicima kad
jednog dana uđe u posljednju fazu ostvarenja svog nedosanjanog istočnog sna?!
Treba pronaći neke nove dokumente, prije svega Marmonova pisma iz tog
doba da bismo izvukli neke smjelije zaključke. Marmon je bio taj koji je, u
Napoleonovo ime, trebao dati znak za početak akcije, pa je prirodno on poznavao
u tančine sve njene tajne. Većina dokumenata koja svjedoče o tom pitanju nalaze
se u gradskoj biblioteci u gradiću Šatijon na Seni, gdje se čuva Marmonova
zaostavština20. On je imao bogatu prepisku sa Davidom.
Kad sam gledao tu dokumentaciju nisam pronašao mnogo kopija pisama
Davidu. Tu i tamo našao se poneki koncept koji nije od neke koristi jer je Marmon
bio poznat kao čovjek izuzetno nečitkog rukopisa. Ali ako se nešto od tog nađe ova
bi priča bila mnogo zanimljivija.

III- Napoleonov Travnik kao izvor književne inspiracije


Čitajući Davidove izvještaje prvi utisak koji se stekne tiče se njegovog
krepkog i sočnog stila iza kojeg se krije pisac. Nadnijevši se nad Davidovu sudbinu
u Bosni, njegovu tugu, nedostatak naklonosti, svakodnevne probleme, dijalog
gluhih sa svijetom koji ga ne voli i kojeg ne voli, razumjećemo kako je Ivo Andrić
došao do te srećne ideje da obesmrti jednog prerano zaboravljenog francuskog
diplomatu u svom romanu koji nosi lijep i ispravan naslov: Travnička hronika.
Postupajući poput Monteskjea, koji prati svoje Persijance u Parizu i u obliku pisama
bilježi njihove utiske o zemlji, narodu, vlastima, Andrić u liku stranih konzula u
Travniku i na osnovu njihovih zapažanja predstavlja istorijsku dramu Bosne, zemlje
na raskršću zapadne i istočne kulture, hrišćanstva i islama, katoličanstva i
pravoslavlja. To je roman gdje se istorija i fikcija spajaju i pretvaraju u zadivljujuću
stvarnost koja nas potresa i impresionira, koja nas upozorava i upućuje. Ivo Andrić

20 Rodno mjesto maršala Marmona.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 295

je pripovjedač i hroničar. Ovu dvojnost posebno naglašava Peter Handke u intervju


u Le Mondu gdje pominje Andrića i Travničku hroniku i kaže da je “pripovjedač,
narator, onaj koji otvara, koji ostavlja otvoreno, a hroničar je onaj koji zatvara taj
međuprostor – vrijeme. Kad hroničar postane pripovjedač to je idealno” 21.
Kako je nastala ideja o Travničkoj hronici22? Godine 1924 do stola Ive Andrića
stigla je knjiga Mihaila Gavrilovića23 koja je morala Andriću koji je Davida upisao u
svoj svijet pripovijedanja. Tri godine kasnije Andrić je izučavao dokumente iz
pariških arhiva, posebno Davidove depeše u arhivu Ministarstva spoljnih poslova
Francuske. Ujedno je pripremao istorijsku dokumentaciju za svoju buduću Hroniku.
Isto je radio u Beču deset godina kasnije, 1937. godine. U ratnom i okupiranom
Beogradu, tokom 1941. godine, zatvoren u svom stanu, Andrić najzad potpuno
zaranja u “konsulska vremena” i dovršava Travničku hroniku, aprila 1942. godine.
Istorijska realnost koja je snažna podloga Travničke hronike daje knjizi
dodatnu vrijednost. Zapravo ta realnost postaje glavni argument koji Andriću
omogućava da nam zavješta vanredna svjedočanstva, proizvod dugog i pronicljivog
posmatranja svijeta jednog lucidnog, prefinjenog i mudrog pisca. Poznavaoci
Napoleonovog perioda kad pročitaju Travničku hroniku biće zadivljeni kako je
Andrić pišući književno djelo napravio udžbenik totalne istorije Napoleonovog doba
u Bosni. Tako ovo umjetnički djelo ima svoju nesumnjivu istorijsku i dokumentarnu
vrijednost. Čitajući Davidove depeše Marmonu u burgundijskom gradiću gdje se
nalazi izvor Sene, s neobičnim osjećajem i žalom sam često razmišljao o izvorima
koje je Ivo Andrić koristio za svoju Travničku hroniku. Zašto? Prvi dio svake depeše
Marmonu sadrži kopiju pisma koje je David slao u Ministarstvo u Parizu i koje je
ispisivao Gavrilović. Ali drugi dio depeše, nekad kraći, nekad duži, je uvijek bio ličan.
Tu je David Marmonu pričao svoju travničku hroniku sa pojedinostima koje su
sigurno sasvim nebitne za francuskog ministra, ali bi bile veoma zanimljive Andriću
koji nije znao za ova pisma. Pisma, naime, sadrže razne podatke iz Davidovog
ličnog života, o njegovim susretima sa raznim ljudima, o odnosima sa okolinom i
slično. Ova bi prepiska bila dodatno zanimljiv izvor za književno nadahnuće.
Mašta je Andriću radila neovisno o željama i očekivanjima, na jačem i većem
talasu podsvjesnog znanja i iskustva da su iracionalne provale zla i nečovještva u
Bosni česte i neizbježne, sa tajanstvenim tokovima i neznanim ishodima. Tada se

21 Peter Handke, J'écris pour ouvrir le regard, “Le Monde des Livres”, 5 maj 2006, str. 12.
22 Vidi pionirsku knjigu Midhata Šamića, Istorijski izvori Travničke hronike Ive Andrića, Sarajevo, 1962. Isto kao i njegova knjiga o
francuskim putnicima u Bosni, ovo izvanredno djelo je dopunska teza njegovog Državnog doktorata odbranjenog u Parizu. Na žalost,
knjiga nije objavljena na francuskom, a izgleda da je rukopis nestao. I danas kad čitamo njegove knjige vidi se da je ostao
neprevaziđen i time se još bolje vidi njegova naučna veličina. Neka ovaj tekst i ovaj zbornik bude uspomena i počast koju svi dugujemo
Midhatu Šamiću.
23 Mihailo Gavrilović, Ispisi iz pariskih arhiva, Beograd 1904, 842 str. Ovo je najcitiranija knjiga istoričara ili naučnika koji se bave

dobom Napoleona na Balkanu.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 296

ljudi u masama izmijene, podivljaju, ruše, muče i ubijaju, čineći od i onako mračne
i mutne Bosne još crnji pakao mržnje, nečovještva i nasilja. Ne treba izgubiti iz vida
okolnosti pod kojima je pisan ovaj roman. Andrić se prisjećao onoga što je David
proživljavao u Travniku i što on preživljava 1941. godine: zatvorenost, spoljna
opasnost, ludilo pušteno s lanca u jednom tragičnom kontekstu gdje se tragedija
ponavlja kao nemilosrdni udar sudbine. Otuda one svevremenske rečenice,
poređenja kojih se plašimo, otud pojave dugog trajanja, otud toliko zlo...
Andrić kroz Travničku hroniku uporno ponavlja jedan isti nenametljivi i tihi
savjet upućen Zapadu: da u postupcima prema Bosni i Balkanu ne bude nestrpljiv,
sebičan, osoran i lakomislen, nego da pažljivo mjeri i odvaga svaku riječ i svaku
odluku. Jer dok stigne do dna tamnog vilajeta, dok se spusti na tu ukletu zemlju,
ona će se pet puta izmijeniti i izokrenuti, izmetnuti u nešto drugo i neočekivano,
ponekad čak i u svoju najgrublju suprotnost.

IV- Francuska percepcija osmanske Bosne


Bosna predstavljala zagonetku na vratima Orijenta. Bosna je zemlja osobene
i jedinstvene istorije mentaliteta u periodu osmanske vladavine. Islamski doprinos
duhovnom bogatstvu i plodnom šarenilu uticaja izmiješali su se u Bosni i time dali
vrlo izrazitu osobenost njenoj multikultularnosti. Noge na zapadu, tijelo između
istoka i zapada a glava na istoku. Francuzi su osjećali da se nalaze na jednoj
posebnoj teritoriji kakvu dotad nisu vidjeli i upoznali i prema kojoj nisu mogli ostati
ravnodušni.
Zemlja u kojoj se čak i ljudi sa Istoka, oni koji dolaze po zadatku koji im je
povjerio sultan, osjećaju kao stranci i vrlo često imaju probleme u komunikaciji sa
autohtonim stanovništvom iste vjere. Turci Osmanlije, prije svega travnički veziri, i
sami su bili došljaci i stranci, tuđe tijelo u neprilagođenom tkivu, čiji su se age i
begovi, kao i domaća ulema, nepovjerljivo i prezrivo, uvijek sa odstojanja, odnosili
prema predstavnicima centralne vlasti. Služili su im kad su morali i koliko su mogli,
ali su strpljivo čekali da se sve uvijek vrati u pređašnje stanje mirovanja i da život i
dalje teče bez pokreta, promjene i pomjeranja. Ljuti konzervativci, odani jedino vjeri
i šerijatu, oni su vjerovali da je svaki novi sultan, koji posegne za reformama pod
đavoljim uticajem. Sa svoje strane, paše su, kao i svi došljaci iz osmanskog dijela
carstva smatrali da je lokalno stanovništvo pomalo divlje i primitivno.
Susret Francuza i domaćih ljudi simbolizuju dva vida bosanske stvarnosti.
Uronjena i vazalski vjerna Visokoj Porti, Bosna je ipak teritorija čije je ključeve
budućnosti ipak držao Zapad i njegova će biti posljednja riječ sedam decenija
poslije, kad Bosnu i Hercegovinu okupira Austro-Ugarska.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 297

U Bosni se prvi značajan susret dvije suprotne, nepoznate, često i


neprijateljske civilizacije odigrao u Travniku. Njih, na jednoj strani, otjelovljuju
francuski i austrijski konzuli u Travniku za vrijeme Napoleonovih ratova, okruženi
svojim neobičnim saradnicima i osobljem. Nasuprot istočnjačkom svijetu, punom
kobnih strasti i zastrašujućih nagona, ta mala evropskija kolonija evropskih
konzulata, ispunjena potpuno drukčijim navikama, mjerilima i ponašanjima između
sebe takođe nema pravog i toplog ljudskog dodira, ali nju ipak sam užas pred
surovošću i sama zebnja od guste bosanske magle i hladnoće, okuplja na istoj
strani i suprotstavlja balkanskom paklu. Na drugoj strani su Turci Osmanlije, veziri
i njihova svita, ali iznad svih lebde domaći muslimani, šaka travničkih Jevreja i
brojna hrišćanska raja, razdijeljena dvjema zavađenim crkvama i nejednakim
očekivanjima pomoći sa strane.
Francuzi osjećaju da je Bosna nestabilno i nemirno, u dubini nesrećno i
melanholično područje sa isprepletanim vjerskim odlikama, običajima, zakonima i
težnjama. Ona je pozornica sukobljavanja i zajedničkog življenja nekoliko protivnih
etničkih i vjerskih grupa. Slojevito društvo ispunjeno siromaštvom, nesigurnošću,
strahom i bahatom mržnjom, čije su iznenandne i nepredvidljive provale uvijek bile
strašne, krvave i bezobzirne.
Slika, koju su Francuzi u doba Napoleona sticali o Bosni, raspoloženja i
ocjene na koje se inače zapadnjaci odlučuju, kreću se u velikom rasponu, od
ravnodušnosti, opreza, radoznalosti, blagonaklonosti i dobročinstva do
nerazumijevanja, osude, prezrenja, nepriznavanja i grubog odbacivanja. Oni u čijim
se rukama našla izvjesna vlast, pogotovu veća i moćija, po pravilu su odlučniji i tvrđi
od onih koji su u Bosnu došli bez mača i bez upravljačkih želja, kao prolaznici i
posmatrači, koji ne namjeravaju da je preurede, kako bi se u njoj nastanili, već mirno
i razložito pokušavaju da sude o svemu što su oko sebe vidjeli.
Nakon ovih opštih napomena o prirodi zemlje, ljudi i francuske percepcije o
ljudima i zemlji, mogli bismo, sasvim konkretnije, donijeti nekoliko osnovnih
zaključaka o prirodi te percepcije.
1/ Slika o Bosni koju su ostavili francuski putnici nije toliko raznolika ni toliko
bogata koliko bismo danas željeli imati jer je francusko polje posmatranja bilo dosta
usko u pogledu prostora, vremena i različitih vidova života. Nije obuhvaćena čitava
Bosna, a Hercegovina nije nikako obuhvaćena u doba o kojem govorimo. Ujedno,
zapažanja francuskih putnika odnose se većinom na početak XIX, a nikako na kraja
XVIII vijeka.
2/ Nisu svi vidovi bosanskog života analizirani i proučavani, neki su istraženi
površno a neki nikako. Politički, ekonomski, strategijski, geografski vid zemlje
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 298

nalazio se u prvom planu interesovanja, a intelektualne i kulturne vrijednosti nisu


privukla naročitu pažnju. Ne vidimo interesovanje za zbivanja i pojave književne
iako je Bosna već tada imala svoju književnost. Francuzi takođe ne primjećuju
umjetničku stranu Bosne čija narodna umjetnost je bila veoma bogata, naročito vez
ili rezbarenje u drvetu. Ne zanima ih ni folklorni život, a Bosna je jedna od zemalja
u kojoj su narodna poezija i književnost najbolje očuvane.
3/ Sve u svemu, opšta slika Bosne nije laskava, ponekad je mračna i crna.
Ne bez razloga. Sama bosanska stvarnost je bila mučna i stalno neizvjesna. Bosna
u doba Osmanlija nije nikad izašla iz uloge periferije od periferije predstraže
Carstva. Svikla na nered i bezvlašće, varvarstvo i haos, s neznanjem kao
dominantnom kategorijom, Bosna je u doba Napoleona uz sve ovo živjela u strahu
od invazija Napoleona sa zapada i srpskog ustanka sa istoka. Kad se tome dodaju
i neke objektivne okolnosti koje više zavise od posmatrača nego od posmatranih,
onda okvir za crnu sliku postaje još mračniji.
Od za Francuze objektivnih otežavajućih okolnosti navešćemo nekoliko:
Francuzi su ostajali uglavnom kratko, nisu obilazili cijelu zemlju, nisu poznavali
jezik, ne dolazi se u dodir sa svim društvenim slojevima... Duhovno raspoloženje
francuskih putnika i duševno stanje nisu uvijek bili povoljni za savršenu objektivnost.
Kad čovjek doživi neprijatnosti i teškoće u jednoj zemlji, kad mu je duh bio pun
svakovrsnih briga i nemira, on nije uvijek u stanju da sasvim nepristrasno i
objektivno donese sud o onima koji su bili uzrok tih neprijatnost, teškoća i nemira.
Ako Pjer David proglasi Travnik grobnicom, onda ga sigurno ne podnosi i želi ga se
što prije riješiti. Stoga i kad piše depeše u Pariz, teško će poslati laskave riječi i
atribute, pa ne iznenađuje kad u tekstovima grdi i proklinje Bosance, prelazeći
ponekad u tome svaku mjeru. Razlika kultura sprečavala je francuske putnike da
razumiju i shvate lokalne ljude, događaje i stvari: pripadajući zemlji jedne druge
kutlure, naviknuti na konfor i na izvjesno blagostanje, oni nisu uvijek bili u
mogućnosti da shvate sve ono što je bilo različito, ponekad i bizarno, u zemlji kakva
je bila Bosna toga doba.
4/ Francuskim putnicima, ipak, treba odati priznanje jer su obavještenja koja
su nam dali o Bosni veoma značajna, naročito iz dva razloga: prvo, putnici, jedini
posrednici između zemalja i naroda u to doba, omogućili su neposredan dodir – ma
koliko ograničen, ponekad čak i neblagonaklon on bio – između Francuske i Bosne,
i između njihovih naroda. Zahvaljujući njima, blagodareći njihovim zvaničnim
izvještajima i njihovim putopisima, civilizovani ljudi u Francuskoj i u svijetu uopšte
mogli su se bar donekle upoznati s materijalnim i moralnim stanjem u kome se
nalazila ova pokrajina pod turskim jarmom. Dok su do kraja XVIII vijeka putnici
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 299

namjernici bilježili ono što im je blizu očiju, nesistemski i slučajno, birajući uvijek ono
što je živopisno, putnici s početka XIX vijeka su više osobe koje sistemski
proučavaju, ponekad metodički sa velikom profesionalnom i naučnom savjesnošću.
Neka obavještenja koja su oni dali o Bosni sačuvala su svoj interes i
vrijednost sve do naših dana. Njihova obavještenja o političkom i ekonomskom
životu, o načinu života stanovništva, o despotizmu okupatora, utoliko su
dragocjenija što mi ne znamo bogznašta čak ni danas o životu koji su vodili
stanovnici Bosne, opšte uzevši u to doba.
Iznoseći prilike i okolnosti pod kojima su oni sami živjeli, djelali i mučili se u
Bosni, razgolićujući tajne i pričajući intrige i skandale koji su se dešavali u ovoj
pokrajini, izražavajući i iznoseći otvoreno cijelu svoju misao o Bosancima raznih
nacionalnih i vjerskih grupa, naši putnici su ostavili mnoga zapažanja, originalna,
dodat nepoznata i nova, o Bosni i njenom stanovništvu.
Dva su glavna autora koje treba navesti. Osim konzula Davida, nesumnjivo
ključna ličost koja je informacije o Bosni digla na nivo studije i istraživanja je Šomet
Defose, kancelar i tumač francuskog konzulata, čovek otvorenog duha, radoznao,
zdrav, određen, iskren i pun oduševljenja. On je svoj boravak u Bosni ozbiljno
shvatio i od prvog dana počeo pažljivo i istraživački da prati ponašanje ljudi.
Iskoristio je vrijeme za analizu Bosne i pisanje studije o njoj, Putovanje u Bosnu iz
godine 1807. i 1808. 24 . Defose je često bio u neposrednom dodiru sa običnim
ljudima, pa se našao između svojih preplašenih sunarodnika punih predrasuda,
turskih vezira i visokih činovnika što su svoj sopstveni boravak u Bosni često
smatrali kaznom i poniženjem, te domaćih masa, zatvorenih i punih nepovjerenja
kako prema Francuzima, tako i prema Turcima. Defose je čak postavio pitanje
istorijskog i čovječanskog prava Zapada da prema svome uzoru oslobađa, civilizuje
i uređuje tuđi i nepoznati svijet.
Defose je jasno vidio da bosanska različitost od hrišćankog svijeta na Zapadu
ne dolazi toliko od njihove nenaviklosti na evropska mjerila, koliko od prepuštenosti
vremenu i sudbini. Ljudi iz Bosne u osmansko doba su usporeni duhom i tijelom,
nepovjerljivi i tvrdoglavi, i žive u strahu od svake novine, rada i pokreta. To je njihova
ukočena odbrana od spoljašnjih uticaja, promjene i napretka. Defosea je naročito
pogodila vjerska podvojenost i netrpeljivost. Naveli smo ranije da je u vjerskom
pogledu i životu Bosna bila naprednija od Evrope, ali samo formalno. U stvarnom
životu, uprkos slobodnom ispovijedanju svoje vjere, sve četiri vjerske paradigme,
jevrejstvo, pravoslavlje, katoličanstvo i islam, utonule su u potpunu podvojenost.
Iako dijele zajednički hljeb i sudbinu, svaka od vjera smatra da može napredovati

24 Amédée Chaumette des Fossés, Voyage en Bosnie dans les années 1807 et 1808, Paris, 1822.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 300

ukoliko ostale nazaduju. Omađijani i samosvojni, predstavnici različitih vjera


smatraju da je netrpeljivost prema drugom sastavni dio iznuđenosti i da po tom
pitanju nemaju izbora.
Defose odgoneta tajnu bosanske zatvorenosti i prednosti koju obezbjeđuju
neprohodni krajevi i rijetki putevi. I Turci i hrišćani, iz različitih pobuda, podjednako
zaziru od puteva i moguće veze sa vanjskim svijetom. Hrišćani se plaše da bi bolji
putevi omogućili lakše i češće prolaze neželjenim gostima, a Turci se, opet, boje
stranoga uticaja i nekontrolisanog kontakta sa inostranim silama. U oba slučaja, u
spregu oprečnih interesa, zemlja ostaje predana samoj sebi, zatvorenog vidika i
sudbinske ukletosti, u kojoj nema mjesta ni za akciju ni za promjene. Defoseova
predstava bosanskog svijeta zatvara se kao tragična neminovnost pritajenog
sukoba i unutrašnje napetosti koju ljudi prihvataju kao nužno zlo, neizmjerno u
svojoj ukletosti i neodrživo u svom besmislu.
Francuzi, kao pravi zapadnjaci, spasenje od bosanske zaostalosti i nesreće
vide prije svega u građanskom poretku društva, u potiskivanju vjerske zagriženosti
i otvaranju duhovnih vidika prema slobodnim i prosvećenim narodima. U zavađenoj
Bosni, po Defoseovom mišljenju, još nisu stvoreni ni najosnovniji uslovi za socijalni
napredak i trpeljivost među narodima. Stoga ideje ovog mladog čovjeka modernih
pogleda izražavaju, uglavnom, sliku jedne nove zajednice, koja čeka na svoje
ostvarenje u nekoj dalekoj i neizvjesnoj budućnosti.

Zaključak
Bilo da se okreću prošlosti i u njoj nalaze uzroke bosanske nesreće u
sadašnjosti, ili da tragaju za socijalnim osnovama zla, vjerujući u budućnost i
moguću obnovu, francuski diplomati rezimiraju situaciju zemlje koja u prošlosti nije
našla siguran oslonac, ali koja ni u budućnosti ne vidi brzo ozdravljenje i mogući
izlaz. Bosna je u tom smislu raskršće neostvarenih očekivanja i varljive nade,
nemoćnog otpora silama razaranja ali i nepokornog duha i vjere u napredak.
Iz francuskih opažanja i procjena, budući da su svi oni u Bosni bili tuđinci,
samci i posmatrači, mogli bi se izvući izuzetno korisni, istorijski i antropološki
dokazivi, pa čak i praktično upotrebljivi, savjeti za zapadnjačko razumijevanje
Balkana i čitavog evropskog Jugoistoka, sudbinski ozračenog civilizacijom islama i
Orijenta.
Napoleonov period u Bosni veoma je zanimljiv za naučne istraživače. Iz
francuskih opažanja i procjena, budući da su svi oni u Bosni bili tuđinci, samci i
posmatrači, mogli bi se izvući izuzetno korisni, istorijski i antropološki dokazivi, pa
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 301

čak i praktično upotrebljivi, savjeti za zapadnjačko razumijevanje Balkana i čitavog


evropskog Jugoistoka, sudbinski ozračenog civilizacijom islama i Orijenta.
Ono što bitno nedostaje i što bi bilo korisno napraviti je jedna paralelna studija
francuskih, naših domaćih i osmanskih izvora za to vrijeme i taj specifičan odnos,
tj. komparativna studija tog vremena i stanja na temelju franjevačkih, diplomatskih
i svih drugih izvora koji govore o tim vremenima i njihovim ljudima i onoga što o
cijeloj toj situaciji, vremenu i ljudima, pa i francuskim diplomatima, kažu osmanski
izvori i njihova dokumenta. Takva studija bi bila neophodna da bi se u ovoj sferi
izašlo iz jednostranosti koje su do sada pratile sve što je o ovim vremenima i Bosni
u njima, bilo pisano. Tek ovakva komparativna studija može nas zaštititi od toga da
izvještaje jedne, druge ili treće zainteresovane strane uzimamo kao meritorne
osnove za sudove i osnove za donošenje zaključaka i stvaranja ukupne slike o tim
vremenima i ljudima koji su tada djelovali u Bosni.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 302
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 303

Cumhuriyet Devri Tarih Ders Kitaplarında Devşirme Bir Osmanlı:


“Sokollu Mehmet Paşa”

Ahmet ŞİMŞEK - Mehmet Alper CANTİMER

ÖZET
Bu araştırma, Osmanlı devlet yönetiminde kuruluş devrinden itibaren önemli yer edinen, özellikle de
Klasik çağ boyunca Osmanlı yönetim sisteminin tam hâkimi görünen, Osmanlı bürokrasisinde önce Kalemiye
sonrasında da vüzerada (15- 18. yüzyıl) etkili olan devşirme sınıfının öne çıkanı kişisi Sokollu Mehmet Paşa’nın
tarih ders kitaplarındaki yansıması üzerinedir. Osmanlı’nın devşirme siyaseti, hem Doğu hem de Batı
devletlerinden aldığı siyasi bir pratiktir. Çok milletli ve kültürlü yapıya sahip olan Osmanlı devleti bünyesinde, bu
sistemle üst yönetime dâhil olmak mümkündü. Sokollu Mehmet Paşa da bu sistemin bir parçası olarak,
Enderun’da eğitim alıp Osmanlı hizmetine girmiştir. Bir “kul”un ulaşabileceği en yüksek makamlara erişmiş ve
devletin devamı noktasında önemli girişimlerde bulunmuştur.
Türkiye’de ortaöğretim tarih derslerinin işlenişinde ders kitapları hala önemlidir. Cumhuriyet döneminden
itibaren tarih ders kitapları her zaman önemsenmiştir. Bunların içeriğinde Osmanlı tarihi her zaman merkezi yer
tutulmuştur. Türkiye’deki tarih eğitiminin genel durumundan kaynaklı olarak Osmanlı tarihi konuları da
siyasi/askeri bir perspektif içerisinde işlenmiştir. Bunun sonucu olarak önemli padişahlar ve diğer devlet
adamlarından ders kitaplarında sıklıkla bahsedilmiştir. Sokollu Mehmet Paşa da bunlardan biridir. Onun
yönetimde etkili olduğu dönem, I. Süleyman’ın (Muhteşem) iktidarının bir parçası olarak görünmektedir.
Sokollu’nun ölümüyle birlikte de yükselme denilen o parlak devir sonlandırılmıştır.
Bu çalışma, doküman analizine dayalı sürdürülmüştür. Tarihsel içerikli bu analiz için, Cumhuriyet dönemi
boyunca liselerde okutulmuş ve halen okutulmakta olan tarih ders kitapları incelenmiştir. İnceleme sonuçları
doğrudan alıntılanan metin ya da görsel unsurlar üzerinden sunulmuştur. İnceleme için Cumhuriyet dönemi
boyunca belirli periyotlarla seçilen on ders kitabı kullanılmıştır.
Elde edilen sonuçlara göre, Osmanlı tarihçilerinin genelinin kabul ettiği gibi Sırp kökenli bir devşirme
olarak Sokollu’nun (bir Osmanlı yöneticisi), etnik kökenine pek az vurgu yapılmıştır. İki ders kitabında da (1952
ve 1987) bu etnik köken (Hırvat) ifade edilmiştir. Diğer bir ulaşılan bulgu ise incelenen ders kitaplarında, yazım
sırasında Sokollu ve Sokullu ifadeleri arasında bir karışıklık göze çarpmaktadır. Tarih ders kitaplarında
günümüze doğru yaklaşıldıkça Sokollu konusunda verilen bilginin azaldığı görülmüştür. Sonuçta, Sokollu
Mehmet Paşa’nın tarih ders kitaplarında döneme göre değişen bir yer bulduğunu söylemek mümkündür.
Anahtar kelimeler: tarih ders kitapları, Osmanlı tarihi, devşirme, Sokollu Mehmet Paşa.

Prof. Dr. / İstanbul Üniversitesi- Cerrahpaşa, ahmetsimsek@istanbul.edu.tr, TÜRKİYE


Öğr. Gör. / Sakarya Uygulamalı Bilimler Üniversitesi, mcantimer@sakarya.edu.tr, TÜRKİYE
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 304

AN OTTOMAN OF DEVSİRME IN THE HISTORY TEXTBOOKS OF THE REPUBLICAN ERA:


“SOKOLLU MEHMET PASHA”

ABSTRACT
This research has gained an important place since the establishment of the Ottoman state
administration, especially during the Classical era, which seems to dominate the system in the Ottoman
Bureaucracy firstly "Kalemiye" and then viziers (15- 18 centuries) in the image of the devshirmeh class and one
of the most important representatives of this class, perhaps the most importantly, it will be about the reflection of
Sokollu Mehmet Pasha in history textbooks.
The policy of devshirmeh is a political practice that the Ottomans took from both Eastern and Western
states. Within the Ottoman state, which is a multinational state, it was possible to become a part of the top
management after Islamization. Sokollu Mehmet Pasha was born in Serbia as part of this chain and received
education in Enderun and entered the Ottoman service. He saw the highest authorities available to a servant
and made important initiatives to maintain the size of the state.
They are the most valuable resource in the processing of high school history lessons are textbooks in
Turkey. Since the early Republican period, history lessons and books have always been considered. In these
textbooks, Ottoman history lessons have always been important and have many meanings. Considering that the
Ottoman history was generally handled in a political / military perspective, important sultans and statesmen are
often mentioned in the textbooks. The period in which Sokollu Mehmet Pasha was also influential in the
administration appears as a part of the power of Süleyman I (the Magnificent). With the death of Sokollu, that
brilliant period called ascension is terminated.
The study will be based on document analysis which is a qualitative research method. For this historical
analysis, the history textbooks that were taught in high schools during the Republican period and which are still
being taught will be examined. The results of the examination will be presented directly through the cited text or
visual elements. The text itself will be treated as an analysis object. Selected textbooks will be used during the
Republican period. Researchers will take the expert opinion and select a textbook from almost every 10 years
of the Republic to look for the expressions in the context of the subject.
According to the results, there is little emphasis on the ethnic origin of Sokollu (an Ottoman ruler) as a
re-creation of Serbian origin, as accepted by most Ottoman historians. In two textbooks (1952 and 1987) this
ethnic origin (Croatian) is expressed. Another finding is a confusion between Sokollu and Sokullu expressions in
the textbooks examined. It is seen that the information given about Sokollu decreases in history textbooks. As a
result, it is possible to say that Sokollu Mehmet Pasha found a place in history textbooks that changed according
to the period.
Keywords: History textbooks, Ottoman history, Devshirmeh, Sokollu Mehmet Paşa.

1.GİRİŞ
Anadolu merkezli bir devlet olarak kurulduğu dönemden başlayarak en geniş
coğrafyaya sahip olduğu 16-17. yüzyıllarda üç kıtada hüküm süren yapısına rağmen
Osmanlı devleti, aslında genel hatlarıyla bir Balkan devletiydi. Tarihi mirasını
devraldığı Selçuklu devletinde ziyade, ele geçirerek hâkim olduğu Roma- Bizans
coğrafyası içinde, geçmişten o güne değin aktif olan via- Egnetia üzerinde ticari gelir
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 305

sağlayan Osmanlı, büyük ve güçlü bir imparatorluktur. Günümüzle ilişkili bir


kıyaslama yapmak gerekirse, Balkan sınırları içerisinde yer alan devletlerdeki kayıtlı
Osmanlı somut kültürel miras listesi, Anadolu’dan çok daha yoğundur (Bkz. Lowry,
2009). İmparatorluğun büyüme safhalarında da ilk egemenlik kurulan sahalar ve
hızla genişlemenin gerçekleştiği bölge her zaman Balkanlar olmuştur. Balkan
coğrafyasının Osmanlı idaresinde bulunduğu süre, başkent İstanbul’dan çok daha
uzundur (Bkz. Lowry, 2008).
Balkan coğrafyasında en uzun süre denetim altında tutulan bölgelerden biri
de Sırbistan coğrafyasıydı. Osmanlılar, Sırbistan Despotluğu’nu işgal ederek,
burasını 1439’da Osmanlı eyaleti ilân ettiler (İnalcık, 2003: 27). Bölge 19. yüzyılın
ortalarına kadar yaklaşık olarak 415 yıl Osmanlı idaresi altında kalmıştır.

Görsel 1: Osmanlı hâkimiyetinde Balkanlar


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 306

Coğrafi olarak yoğun bir biçimde Osmanlı sınırları içinde kalan bu bölgenin,
devlet içinde etkin olacak insan çıkartması kadar olağan bir durum yoktur. Kaldı ki
Osmanlı yönetiminin kurduğu devşirme sistemi dâhilinde bu coğrafyanın gençlerine
verilen eğitimle onlardan payitahtta yararlanma imkânı oluşturulmuştur.
Devşirme; toprak ve nüfus gelişiminin doğal bir sonucu olarak ortaya
çıkmıştır. Ağırlıklı olarak da Sırp, Hırvat, Bulgar, Arnavut, Boşnak çocuklar tercih
edilirdi. Konumuz kapsamındaki bugünkü Sırbistan ise Osmanlı idaresi içinde bu
bağlamda önemli bir bölgedir. Farklı etnik gruplar içerisinde Sırplar, gerek
demografik unsur gerekse devşirme sistemi içindeki ağırlıkları bakımından Osmanlı
için her zaman önemli olmuştur. Burada neredeyse simbiyotik (karşılıklı yoğun
yarara dayalı) bir ilişki ortaya çıkmıştır. Bir anlamda birbirlerine muhtaç olan ve
destek alan yapılar oluşmuştur. Balkanlarda özellikle Macarlar ve Avusturyalılara
karşı Sırpların Osmanlı’ya ihtiyaçları varken, Osmanlıların da Anadolu’da Türk
beyliklerine karşı Sırp desteğine ihtiyaçları olmuştur. Bu durumu İnalcık şöyle dile
getirmiştir:
Murat, 1387’deki Karamanlı saldırısını, Bizans imparatoru, Sırp despotu ve
öteki Sırp beyleri gibi Hıristiyan haraçgüzarlarının katkıda bulunduğu güçlerle
karşılayıp, ordusu genellikle aşiret öğelerinden oluşan Müslüman rakibini kesin bir
yenilgiye uğrattı. Bu zaferden sonra, Orta Anadolu'daki Karamanlılar,
Kastamonu'daki Çandarlılar ve Antalya’daki Hamit hanedanının bir kolu gibi
bağımsız hükümdârlar, Osmanlı sultanını kendi efendileri olarak tanıdılar (İnalcık,
2003: 20).
Kosova savaşında bir Sırp knezinin Murat'ı öldürdüğü söylentisi yayılınca,
Anadolu'daki beylik hanedanları başkaldırdı. Yeni sultan I. Bayezit (1389-1402),
1389’la 1392 arasında Anadolu beyliklerini ilhak ederek bu bölgelerin yönetimlerine
kendi sarayında yetişmiş kulları atadı (İnalcık, 2003: 21).
Osmanlı çok uluslu yapısının tümünü idare etmek noktasında, farklı
unsurların tümünden, diğer alanlarda olduğu gibi yönetim ve askerlik alanında da
istifade etmiştir. Zaman içinde kendisi de hukuk üretebilen bir devlet olarak
Osmanlı, eski devlet uygulamaları içerisinde İran- Moğol devlet geleneğinin
yanında, Bizans’tan da İslam dünyasından da örnekler almıştır. İnalcık bu konuda
şöyle demiştir:
I. Murat devrinde yeniçeri ordusu savaş esirlerinden kurulmuştur. Osmanlı
idaresi, kendi tebaası Hıristiyan halkından aynı amaçla çocuk toplama yöntemini
getirmiştir. Devşirme oğlanı denilen bu çocuklar, esir sayılmazdı. Devşirme,
Osmanlıların kul sistemine getirdikleri önemli bir yeniliktir (İnalcık, 2003: 83).
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 307

I. Murad döneminde kurulan Yeniçeri Ocağı’na asker temini için önce pencik
kanunu gereğince gayrimüslim genç savaş esirlerinden faydalanılmış, fakat
zamanla fetihlerin azalması, Ankara Savaşı’ndan sonra da bir süre durması
yüzünden devşirme yoluna başvurulmuştur. Daha önceki İslâm devletlerinde
görülmeyen bu usulün Çelebi Mehmed zamanında (1413-1421) uygulandığı, ancak
oğlu II. Murad devrinde (1421-1451) kanunlaştığı anlaşılmaktadır (Özcan, 1994:
254). Devşirme sistemi şöyle işletilirdi:
Kapıkulu ocaklarının nefer ihtiyacı yeniçeri ağası tarafından belirlenir ve
Dîvân-ı Hümâyun’a arzedilirdi. Buradan çıkacak karara göre sekiz-yirmi yaş
arasındaki gençlerden durumları elverişli olanlar devşirilirdi. Devşirme işi ihtiyaca
göre üç, beş veya yedi yılda bir yapılırdı. Bu işin birinci derece sorumlusu yeniçeri
ağası idi; ondan sonra Acemi Ocağı ağası gelirdi. Devşirme başlangıçta beylerbeyi,
sancak beyi ve mahallî kadılar gibi ilgili bölgenin mülkî âmirleri tarafından
yapılmıştır. Fakat zamanla bunların görevlerini kötüye kullanmaları üzerine Fâtih
Sultan Mehmed döneminde devşirme işi bir esasa bağlanmış ve merkezden
devşirme memurları gönderilmeye başlanmıştır. Bu memurlar başta turnacıbaşı
olmak üzere saksoncubaşı, zağarcıbaşı, haseki vb. Yeniçeri Ocağı’nın yüksek
rütbeli yaya başılarından olur, maiyetlerinde de bir kâtip bulunurdu. Devşirme
memurunun elinde işini nasıl yapacağını bildiren tâlimatnâme niteliğinde bir padişah
fermanı ile devşirme yapılacak yerlerin kadılarına yazılmış yeniçeri ağasının
imzasını taşıyan bir mektup bulunurdu. Devşirme ile görevli memurlar, padişah
fermanı ve yeniçeri ağasının mektubu çerçevesinde işlerinde tamamen serbesttiler.
Sancak beyi, kadı, tımar sahibi vb. mahallî görevliler de devşirme memurunun işini
kolaylaştırmakla yükümlü idiler. (Özcan, 1994: 254).
Görüldüğü kadarıyla sistematik ve oldukça kurallı gerçekleşen devşirme
sürecinde, hem çocuk seçimi hem de yükselmeleri ve devlet hizmetine girmeleri
noktasında tesadüfe yer vermeyen ciddi bir nizam çalışmaktaydı. Sokollu da bu
zincirin içinden çıkmış önemli bir tarihi karakterdir.
Osmanlı bütün bunlara rağmen kendine özgün bir model geliştirmiştir.
Devşirmenin Osmanlı için tam olarak ne ifade ettiğini anlamak bugünün insanları
için çok kolay değildir. Bu durum, tarih bilgisi lisede aldığı tarih dersleri ile sınırlı olan
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı sıradan bireyler için neredeyse bir muammadır.
Bunun en önemli sebebinin özelde devşirme sisteminin zamanın ruhuna uygun bir
anlatımla sunulmaması yanında Osmanlı tarihinin öğretiminde fazlasıyla bugüncü
bir bakış açısının etkili olmasından kaynaklandığını söylemek mümkündür. Lise
tarih ders kitaplarında bu sorun birbirine benzemekle beraber farklı ifadelerle
günümüze kadar daha da karmaşık bir hale gelerek devam eder. Türkiye gibi
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 308

imparatorluktan ulus devlete geçişte yaşanan uzun süreli problemlerin eğitim-


öğretim dizgesine ve tarih eğitimine yansımasını tarih ders kitapları üzerinden,
neredeyse diğer Balkan ülkelerinin tarih ders kitaplarında da görmek mümkündür
(Şimşek, 2018). Bu durum devşirme konusunda da kendini sürdürür. Kaldı ki
devşirme sisteminden kaynaklı olarak, özellikle Osmanlı klasik döneminde
sarayında Slav dilinin Türkçeden hemen sonra geldiğini (Jorga, 2005: 1898) göz
önüne aldığımızda konunun incelenmeye değer durumu kendiliğinden ortaya
çıkacaktır.
Aslında Osmanlı İmparatorluğu görev ve yükseltmelerde etnik kimliği genelde
dikkate almamasına rağmen, ülkemizdeki tarih derslerinin kitaplarında, ilgili Balkan
coğrafyasından devşirilenlerin etnik kökenlerine özellikle vurgu yapıldığı
görülmektedir. Oysa Osmanlı İmparatorluğu için devlet hizmetine kazandırılan bu
bireylerin sultana bağlı olması yeterliydi. Kaldı ki ülkemizde, Osmanlı tarihi içinde
olumlu ifadelerle söz edilen devşirme konusunda, ilişkili olan Balkan devletlerinin
ders kitaplarının yaklaşımı aynı değildir (Şimşek, 2018).
Hacısalihoğlu’nun değerlendirmesine göre, Balkan tarihinin Osmanlı
döneminin anlatımında en fazla vurgulanan konuların başında “devşirme” ve
yeniçerilik meselesi gelmektedir. Diğer taraftan Türkiye’de de hala devşirme sistemi
ve yeniçeriler üzerine tartışmalar sürmektedir. Balkanlarda Osmanlı-Türk algısı
üzerine yapılan çalışmalarda Balkanların tamamında Osmanlı algısının olumsuz
olduğu görülmektedir. Bu olumsuzluğu yaratan anlatımların başında zorla
Müslümanlaştırma ve Balkanlarda yaygın olarak “kan vergisi” diye tanımlanan
devşirme sistemi gelmektedir (Hacısalihoğlu, 2017: 130). Ülkemizde de ders
kitaplarında ise bu konudaki tanımlamalarda ve açıklamalarda bir kararsızlık göze
çarpmaktadır. Bulgular kısmında bu durum daha çok fark edilecektir.

Sokollu Mehmet Paşa


İncelememize konu olan Sokollu Mehmet Paşa, (Hıristiyan adı Bayo ya da
Bayiça) 1505’te Bosna’nın Vişegrad kazasının Rudo nahiyesinin Sokoloviç
(Şahinoğlu-Sırpça) köyünde dünyaya geldi. Sokullu Mehmed Paşa Bosna’nın
Vişegrad kazasının Rudo nahiyesine bağlı Sokolovici köyünden olup Boşnakça adı
Bayo idi (Peçeviden akt; Uzunçarşılı, 1988: 440). Bosnalı bir Sırp köylü ailesinin
çocuğuydu (Belge, 2008: 84). Sokollu’nun devşirildiği bilinen Sokol Kasabası,
bugün Bosna- Hersek’in Sırp bölgesinde kalmaktadır. Bosna’ya karşı ilk ciddi
Osmanlı hücumları, 1392’de Paşa Yiğit Bey tarafından Üsküp’ün alınmasından
sonra başladı. Son Bosna Kralı Tomaşević Macar himayesi altına girip karısı
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 309

dolayısıyla Sırp despotluğu üzerinde hak iddia edince Bosna, Osmanlılar tarafından
1463’te ele geçirildi (Emecen, 1992: 296).
Zinkeisen, İtalyan kaynaklarından naklen Ragusa yakınlarında Trebinye’de
doğduğunu yazar. Bu da kimi zaman Hırvat kökenli olarak ifade edilmesine
sebebiyet vermiştir. Bazı kaynaklar ise Boşnak olduğunu iddia etmiştir. Bölgenin
günümüzde de sahip olduğu nüfus oranları ve toplumlar arasında var olan
çekişmeler bu köken noktasındaki karışıklığı nispeten açıklar.1
Sokollu Mehmed Paşa son yıllarında Sırp despot ailesinden geldiğinden
sıkça bahsederdi. Nihayet Sırplara akrabası Makarios şahsında İpek (Peç) Şehri
için yeni bir patrik vermişti (Jorga, 2005: 1866).Bu ifadeler etnik kökeni konusunda
Sırp kökenine vurgu yapan cümlelerdir.
Babasının adı Dimitriye olarak kaydedilir. Bazı Sırp kaynaklarına göre aynı
ailenin Ravanci köyünde yaşayan koluna mensuptur. Sadrazamlığı döneminde
paşa ile konuşan İtalyan elçileri kendisinin Sırp despotlarının soyundan geldiğini
söylediğini ifade ederler. Ayrıca Boşnak asıllı olduğu da belirtilir. Boyunun uzunluğu
sebebiyle Osmanlı tarihlerinde “Tavîl” veya “Uzun” lakaplarıyla anılır. İlk eğitimini
Bosna manastırları arasında edebî bir merkez olan Mileşeva Manastırı’nda rahip
olan dayısından aldı. Burada iken papaz yardımcısı olarak çalıştı (Afyoncu, 2009:
354).
Bugün bilinmektedir ki Sokollu, sadece Sokollu Mehmet Paşa değildir. Bir
ailedir. Sokoloviç ailesinden daha önce de devşirme alındığı bilinmektedir.
Bunlardan en önemlisi yirmi yıl önce saraya getirilen Deli Hüsrev Paşa’dır (Afyoncu,
2009: 354). Her daim Osmanlı’ya devşirme çocuk ve yönetici kazandıran bir
sülalenin parçası olan bir bireydir. Amcası, kardeşi, çocukları ile devlet yönetiminde
etkili olan devşirme aileler içinde önemli bir ailenin parçasıdır.
Babası adına da doğduğu yer olan Sokoloviçi’de sonradan Müslüman olup
Cemâleddîn Sinân Bey adını alan babasının anısına bina ettirdiği mescid, mektep
ve çeşmeden olan yapı bütünü Sokollu’nun hem doğduğu yere bağlılığı hem de
doğum yerini İslamileştirmesi girişimi olarak yorumlanır (Çağaptay, 2016: 371).
Bunlardan ilki olan ve bazen Sokollu’nun kardeşi veya yeğeni olarak
tanımlanan Matije, Sokollu’nun kararıyla, 1436’da Sırbistan’ın Osmanlılar

1 Djurdjev’in sunduğu bölgenin nüfus yapısı konuyu anlamayı kolaylaştırmaktadır: 1991 Mart ayında yapılan nüfus sayımına göre

Bosna-Hersek’in nüfusu 4,5 milyona yaklaşmıştır. Halkın büyük kısmı Sırp-Hırvat (Boşnak) dilini konuşmakta olup kendilerini milliyet
olarak Sırp, Hırvat, Müslüman, Yugoslav şeklinde göstermişlerdir. Sayım sonuçlarına göre Bosna-Hersek’te, 1.905.000 Müslüman
(% 43,7), 1.364.363 Sırp (% 31,3), 752.068 Hırvat (% 17,3), 293.477 Yugoslav (% 5,5) ve 93.685 de diğer unsurlar (% 2,2)
bulunmaktadır. Bu rakamlara ayrıca 10.098 kişilik Kupres cemaati de ilâve edilmelidir. Bunlar da yine Hırvat (3947), Müslüman (745),
Sırp (5169), Yugoslav (213) ve diğer (24) şeklinde milliyet belirtmişlerdir (Djurdjev, 1992: 297). Güncel nüfus sayımı bağlamında
bakıldığında da 1991’den 22 yıl sonra 2013’te gerçekleşen ve 3 yıl geçtikten sonra açıklanan nüfus ise, 3.531.159 kişidir. Bosna
Hersek'in yüzde 50,11'ini Boşnaklar, 30,78'ini Sırplar, 15,43'ünü Hırvatlar kalanını diğer etnik gruplar oluştururken, halkın yüzde
50,7'sinin Müslüman, 30,75'inin Ortodoks, 15,19'unun ise Katolik olduğu bildirildi (WEB 1).
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 310

tarafından fethedilmesinin ardından lağv edilen Sırp Ortodoks Kilisesi’nine ve


Patrikliğinin Peç (İpek) şehrinde 1557 yeniden kurulmasının ardından Patrik olarak
atanmış ve görevini 1571 yılına kadar sürdürmüştür (Çağaptay, 2016: 373).
Silâhdar iken Bosna cizyesini toplamaya memur edilen Ahmed Bey
aracılığıyla babasını, ortanca kardeşini ve kendisine küçük kardeşi olarak tanıtılan
amcazadesini İstanbul’a getirtti. Babası Müslüman olup, Cemâleddin Sinan adını
aldı. Diğer iki çocuktan öz kardeşi olan büyüğünün adı Mustafa konuldu. Mustafa
birkaç yıl sonra ölünce adı en küçük çocuğa verildi. Mehmed Ağa, bir süre sonra
annesini ve hâlâ köyde yaşamakta olduğunu öğrendiği asıl küçük kardeşini de
İstanbul’a getirtti. Sokollu’nun soyu iki koldan devam eder.
Biri ilk eşinden olan Hasan Paşa’dan, diğeri II. Selim’in kızı İsmihan
Sultan’dan olan oğlu İbrahim Han’dan gelir. Bu ikinci kol İbrâhimhanzâdeler olarak
anılmış ve Osmanlı 310iplomatic alternatif arandığı zamanlarda sık sık gündeme
gelmiştir (Afyoncu, 2009: 357). İbrahimhanzadeler 1703’te Osmanlı hanedanına
alternatif olarak gündeme gelmiştir. Edirne’ye II. Mustafa’yı devirmeye giden
İstanbul kuvvetlerinin Silivri’de yaptıkları ve bir bakıma hanedanın geleceğini tayin
eden mecliste Osmanlı tahtına aday gösterildiler. Prut savaşı sonrasında kendisini
müdafaa kastıyla Valide Sultan’a gönderdiği mektupta özetleyen Baltacı Mehmet
Paşa, ulema ve askerin bir bölümünün Tatar Hanının veya İbrahimhanzaderden
birisinin tahta çıkarılması teklifinde bulunduklarını, fakat kendisinin devreye girerek
büyük gayretlerle III. Ahmed’in tahta getirilmesini teminde rol oynadığını ifade eder
(Emecen, 2001: 11- 12).
Sokollu, üç padişah döneminde de güçlü bir sadrazamlık yapmıştır.2 1579
yılında III. Murad’ın iktidarı sırasında da öldürülmüştür.3
Rüstem Paşa döneminin sonrasında doğruluk temsilcisi olarak görülmüş ve
güçlenmiştir. Sokollu Mehmet Paşa, zamanında gayet dürüst hareket edilmiş ve
rüşvet almak işi kötü bir şey olarak vasıflandırılmıştır. Fakat ondan sonra bu sahada
çok ileri gidilmiş ve bu yüzden devlet mekanizması bozulmuştur (Gökbilgin, 1977:

2 “Devletin malî ve adlî bölümlerinin başkanları olan baş defterdar ve kadı askerler, kendi alanlarında sultanın dolaysız
temsilcileriydiler, fakat bu makamlara yapılacak atamaların mutlak denetimini vezir-i âzam elinde tutmakta idi. III. Murat, Vezir-i âzam
Sokollu’nun aşırı nüfuzunu önlemek için yakınlarından Üveys Paşa’yı defterdarlığa atamıştı. Defterdarın azli istenirse, doğrudan
doğruya sultana sunulması gerekirdi” (İnalcık, 2003:101- 102).
3 “Bir Pazar günü yine mûtad üzere ikindi divanı kurup hükümet erkâniyle beraber devlet işlerini görüştüğü sırada ara sıra kendisinden

sadaka isteyen bir meczup boşnak divana geldi; vezir-i âzam ona para vereyim derken kolunun içinde sakladığı hançerle memesi
altından Sokullu'yu yaraladı; katil yakalandı, fakat yaranın tesiriyle vezir-i âzam 987 senesi şabanının sekizinci çarşanba günü (30
eylül 1579) akşam namazım müteakip vefat ederek Eyüp'teki türbesine defnedildi. Sokullu'nun öldürülmesinin hasımları tarafından
tertip edilmiş olduğu ve bunun için her zaman vezir-i azamdan para almağa gelen meczubun bu işte kullandığı söyleniyor” (Uzunçarşılı
III. Cilt., 1988 :68).
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 311

116). İleri görüşlülüğü ve devleti sahiplenmesine ilişkin kaynaklarda pek çok farklı
örnek vardır.4
Dönemin Osmanlı yöneticileri içerisinde farklı görüşleri ile hem değer görmüş
hem de eleştirilmiştir. Padişah da onu eleştirenler arasındadır.5 Kanal projelerinden
Don- Volga, çeşitli sabotajlar sonrasında akamete uğrayınca padişah tarafından
eleştirilmiştir. “Bütün mesarifi ve zayiatı sana ödetmek gereklidir” ifadesini işitmiştir
(Belge, 2008: 86). III. Murad döneminde de görevden alınması gündeme gelmişse
de daha çok yetkilerinin kısıtlanması durumlarıyla karşılaşmıştır.
Sokollu’nun farklı görüşleri özellikle kuzey ve güney hâkimiyeti, noktasında iki
önemli kanal projesini ortaya atması ile ilişkilidir. Döneminde Osmanlılar dikkatlerini
kuzeye, ancak 1566’dan sonra, Habsburglarla savaş kaçınılmaz olmaktan çıktığı
zaman çevirebildiler. Ordu ve donanmayı Don Irmağı boyunca kuzeye çıkarma,
sonra bu ırmağın Volga’ya en yakın aktığı yerde iki ırmak arasında bir kanal kazarak
donanmayı Volga boyunca Ejderhan’a indirmek gibi o zamana kadar görülmemiş
bir plan geliştirdiler. Ordu ve donanma Rusları Ejderhan’dan çıkarmak için iş birliği
yapacak, sonra da donanma Hazar Denizi’ne girerek İran’da Osmanlı ordusuna
yardım edecekti. Plan, bu bakımdan, Rusları Volga havzasından sürme ve İran’ı
geriden kuşatma amacı güdüyordu. Bu ortak tehlike İran ve Rusya’yı birleştirdi.
1569’da Osmanlıların kanal kazma ve Ejderhan’ı kuşatma girişimleri başarısızlıkla
sonuçlandı (İnalcık, 2003: 44). Planı vezir-i Azam Sokollu Mehmet Paşa geliştirdiği
için eleştiriler ona karşı yoğunlaştı.
Sokollu’nun diğer bir kanal projesi ise 1568’de Mısır beylerbeyine verdiği
emirden anlaşılan Süveyş’te Kızıl Deniz ile Akdeniz’i birleştirecek bir kanaldır
(Belge, 2008: 84). Portekizlilerin, Osmanlı idaresi altındaki yerlerde faaliyet
göstermeleri ve malzemesi Akdeniz’den nakil suretiyle Süveyş’te donanma
yapılmasının zorluğunu dikkate alan Sokullu Mehmed Paşa’nın teşebbüsüyle
Akdeniz’le Kızıldeniz’in birleştirilmesi için emirler verilse de Akdeniz’de Venedik,
İspanya ve Papa donanmalarının faaliyetleri Osmanlı hükümetinin o mühim işi
başarmasına mâni olmuştur. (Uzunçarşılı, I, 1988: 473).

4 Uzunçarşılı’nın anlatımıyla; “II. Selim zamanında Sokullu, Kıbrıs kiralı olmak isteyen Yasef Nasi ve onu himaye eden pâdişâhın

zevcesi Nurbanu Sultan ile karşılaştı ise de her ikisini de işine karıştırmadı ve Yasef Nasi'yi Kıbrıs’a getirmiyerek orasını vilâyet
yaptırdı. Lehistan kiralı Sigismund Ogüst'ün vefatı üzerine Lehistan kıratlığına gerek Rus ve gerek Avusturya prenslerinden birinin
getirilmiyerek bu kırallığa Fransa kıralının kardeşi Hanri'yi ve bunun çekilmesinden sonra da Osmanlılara tâbi Erdel kıralını intihap
ettirmesi ve bu husustaki faaliyeti Sokullu'nun siyasetteki ince görüşünü gösteren en beliğ misaldir” (Uzunçarşılı Cilt: III., 1988: 64).
5 Bu durum ona karşı düşmanlarını da arttırmıştır. Uzunçarşılının anlatımıyla şöyledir: “Kara Üveys, pâdişâhın şehzadeliği zamanında

defterdarı olup bazı sû-i istimalleri sebebiyle Sokullu ile kazaskerler tarafından sorguya çekilmiş ve sonra pâdişâh kendisini himaye
ettiği için ceza görmemiş ve hattâ arkasından şıkk-i sânı defterdarı olmuş, vezir-i azama düşmanlığı artmıştı” (Uzunçarşılı Cilt: III.,
1988: 65).
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 312

Aslında Don- Volga kanalı kişiye (Sokollu’ya) özel bir projedir, Süveyş kanalı
Osmanlı’da daha önce düşünülmüştü, ancak girişimde bulunan Sokollu olmuştur.
Şunu da belirtmek gerekir ki bu iki kanal haricinde Sokollu’nun şahsına atfedilen
Sapanca gölü Sakarya nehri aracılığıyla Karadeniz ve Marmara denizini birleştirme
düşüncesi de vardır. Kanuni döneminde başlamış, III. Murat döneminde ise akim
kalmış bir girişimdir. Temel gereksinim sebebi ise, batı Karadeniz dağlarından
İstanbul’a Sakarya nehri ve Karadeniz üstünden İstanbul’a gelen tersanenin ihtiyaç
duyduğu ağaç- odun ihtiyacını karşılamaktı (Uzunçarşılı, III, 1988: 54).
Sokollu’nun o dönemki Osmanlı yöneticilerinden farklı olarak nehir projelerine
(Don- Volga, Süveyş) ağırlık vermesi, belki de yetiştiği bölgede gördüğü nehirlerden
istifade edilmesi süreciyle ilgilidir. Elbette bunu bilebilmek mümkün değildir.
Bir diğer taraftan da Osmanlı klasik çağının inşasında da katkı sağlamış bir
isim olarak Sokollu’dan ayrıca bahsetmek mümkündür. Bu yıllarda tek veya çok ciltli
hanedan tarihleri ve şecerelerinin, yakın tarihli veya güncel olay anlatılarının ve
Osmanlıları saygıdeğer bir kadim ve İslami geçmişe bağlayan dünya tarihlerinin
resimli kopyaları üretildi. Sultan Süleyman’ın son yıllarının deneyimli sadrazamı, III.
Murad’ın ilk yıllarında da veziriazamlık yapmış olan Sokollu Mehmed Paşa 16.
Yüzyılın sonlarında başlatılan tarihyazımı projesinde yapıcı bir rol üstlendi
(Kafescioğlu, 2016: 636).
YÖK tez merkezinde yapılan tarama sonucunda, Sokollu adı altında yirmi beş
teze ulaşılmıştır. Bunlardan sadece beşi, tarih alanındadır. Sokullu adı altındaysa
yüz on altı teze ulaşılmıştır. Bunlardan ise sadece on bir tanesi tarih alanındadır.
İncelendiği kadarıyla ağırlıklı olarak edisyon kritik çalışmalardır. Sokollu’yu ve o
dönemin devşirmesi ile birlikte Klasik çağ Osmanlı yönetim anlayışını algılamaktan
çok uzak bir tablo ortaya çıkmaktadır.

2.Yöntem
Bu çalışma, tarihsel içerikli betimsel analiz incelemesidir. Buna göre ders
kitaplarında İktisat konularının ifadelerini bulmak istediği için “doküman analizi”
tekniği benimsenmiştir. Doküman analizi, araştırılması hedeflenen olgu veya olgular
hakkında bilgi içeren yazılı materyallerin incelenmesini kapsar (Yıldırım ve Şimşek,
2008: 187). Doküman incelemesi, araştırmacının çalıştığı konuyla ilgili kişi veya
kurumlara doğrudan ulaşamayacağı durumlarda önemli bir bilgi toplama yöntemi
olarak karşımıza çıkar, geniş bir örneklem oluşturulmasına olanak tanır (Yıldırım ve
Şimşek, 2008; 190). Ders kitaplarından, yukarıda oluşturulan yapılan inceleme
sonunda elde edilen veriler, betimsel analiz çerçevesinde değerlendirilmiştir. Veriler
içinde temalara en çarpıcı biçimde katkı sağlayan cümleler, görseller ders
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 313

kitaplarında geçtiği şekliyle aynen alınarak cümlelerin ve görsellerin hem içerik hem
de söylem çözümlemesi yapılmaya çalışılmıştır. Metinler ve görsellerde devşirme
ve Sokollu- Sokullu ifadeleri üzerinden bir inceleme ve yazım gerçekleştirilmiştir.

3.Bulgular ve Yorum
Her döneme ait ders kitabı kendi içinde ve döneminin siyasal yaklaşımları
açısından değerlendirilmeye çalışılmıştır.

Bulgu 1: Umumi Tarih III (1928)


Osmanlı devletinin anlatıldığı bu ders kitabında, Osmanlı kültür ve medeniyeti
konusu içerisinde birkaç unutulmuş ifadeye rastlamak mümkündür. İlgili konuda
çocukların devşirme işinden sorumlu olan turnacıbaşı’ndan “tornacıbaşı” olarak
bahsedilmektedir. Tornacıbaşı, Divanın azayı tabiiyisinden bir büyük zabit olup
313iplom’de çocuk devşirmek bunun vazifesi idi (A. Reşat,1928: 146). Sonrasında
ise tarih ders kitaplarında sıklıkla karşılaşacağımız gibi, devşirme ve kapıkulu
arasındaki ilişkiye dikkat çekilmektedir.
Kapı kolu askerlerinin, süvari ocakları sipah, silahtar, sağ ve sol ulüfeciler,
sağ ve sol gureba denilen altı bölükten mürekkepti. Bölüklerin ikisine baş, ikisine
orta, ikisine aşağı bölükler denilirdi. Sipah bölüğünde kırmızı bayrak, silahtar
bölüğüne, sarı bayrak, orta ve aşağı bölüklere alaca bayrak da namı da verilirdi. Bu
ocaklar efradı dahi devşirme çocuklarından mürekkep olup at beslemekte kolaylık
olması için kısmen bursa ve edirne civarındaki köylerde ikamet ederlerdi. Ağalar
divanı hümayunun azayı tabiiyesinden idiler (A. Reşat, 1928: 148).
Kitapta Sokollu’nun sunumunda; vefatıyla, ordunun bozulmasının ve siyasi
tarih ile ilişkili olarak da ordunun geri çekilmesi ile devletin duraklama dönemine
girmesi arasında bir ilişki kurulmuştur. Osmanlı istilasının Sokullunun vefatı tarihi
olan ikinci muhasarasında ordumuzun bozulması tarihi olan 1683 senesine kadar
geçen yüz seneden fazla zamana <tevakkuf devri> derler (A. Reşat, 1928: 31). Bu
anlayış (Yükselme dönemi bitişi- Duraklama dönemi başlangıcı) günümüzde ders
kitaplarında yer almasa da popüler tarihte varlığını kısmen sürdürmektedir.
Sokollu’nun vefatıyla birlikte yükselme döneminden duraklama dönemine
geçilmiştir. Bu tarihsel süreç içindeki durum kitapta şöyle ifade edilmiştir:
Tevakkuf devrinin mümeyyiz vasıfları yalnız istilanın durması değildir; belki
askeri ve mülki idarede karışıklık, vilayetlerde sui idare ve isyanlar, saray entrikaları
ve kadınlar sanatı bu devrin başlıca vak’alarını teşkil eder. Osmanlı
imparatorluğunun istilsaı 16ıncı asır sonlarında durmuş; 16inci asır sonlarında ise
ric´at devri başlamıştır (A. Reşat, 1928: 31).
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 314

Kitapta Sokollu’ya atfedilen önem ve devrin anlatımı, müstakil bir başlık


üzerinden devam etmiştir:
Sokolludan sonra sadrazamlık elden ele geçti on altı sende dokuz on
vazirazam değişti. Askeri ve mülki idarede birçok karışıklıklar vukua geldi.
Padişahın etrafındaki dalkavuklar istedikleri zaman huzura girerek devletin mühim
işlerine karışıyorlar, timar ve zaametleri istediklerine tevcih ettiriyorlar idi.
İstanbul’da günden güne artan zulüm ve gadir vilayetlere de sirayet etti
Beylerbeyiler, sancak beyleri defterdarlar kadılar gasp ve rüşvet tarikiyle zengin
oluyorlardı bir padişahın muhasibi padişaha rüşvet kabul ettirmiye müfavvak
olduğundan dolayı iftihar etmişti Yeniçerinin eski kanununa halel gelmiş idi. Birçok
aslı nesli belli olmayan eşhas yeniçeri ocağına ait askeri sınıfları arasına
karışmışlardı. Yeniçeriler yüz bulduklarından birkaç defa kıyam ettiler. Her kıyam
vezirazam ve yeniçeri ağasının tebdil ile teskin olunabildi bilahere sipahiler dahi
yeniçeriler gibi asi oldular (A. Reşat, 1928: 35).
Hem devşirmenin bozulması hem de Sokollu sonrası dönemde bozukluklar
ve devlet yönetimindeki dağılma, tek paragrafta, birlikte verilmiştir. Bu arada da 16.
Yüzyılda uzun süren İran savaşlarının ortaya çıkması devletin kaybettiği insan,
zaman, para kaybının sorumlusunun da Sokollu’nun sözünün dinlenmemesi
sonucu olduğu ders kitabında göze çarpmaktadır:
İran seferine Sokullunun rey ve mütaalası hilafına olarak girişilmiş ve
bidayetten hududumuzun tevsi olarak girişilmiş ve bidayetten hududumuzun tevsi
ile hitam bulmuş iken on beş sene sonra yeniden başladı ve on altı sene sürdü.
Netice eski hududa avdetten ve Anadoludan harp sebebile harap olmasından ibaret
kaldı (A. Reşat, 1928: 35).

Bulgu 2: Tarih III Yeni ve Yakın Zamanlar (1931)


TTTC’nin hazırlamış olduğu bu kitaplar, konu itibariyle bir önceki kitap ile
benzer ifadeler taşımaktadır. Devşirmenin ne derece iyi olduğundan, Sokollu’nun
büyüklüğüne kadar hemen aynı ifadelerle devam etmektedir. Bu arada devşirmenin
ne kadar makul bir durum olduğunu anlatan cümlelerde Avrupamerkezci ifadelerin
göze çarptığını söylemek mümkündür:
Hemen bütün ahalisi türk veya gayri türk hıristiyanlardan terekküp eden
Rumelide miktarca az olan 314iplomat türk fatihlerinin böyle bir tedbire müracaatleri
pek tabiidir. Nitekim bugünün fatih milletleri olan İngilizler, Fransızlar da buna
benzer bir usul takip ederek yerli Hintlilerden, Cezayir ve Tunuslulardan,
Zencilerden asker devşiriyorlar ve hakimiyetlerinin muhafazasında bundan istifade
ediyorlar. Lakin Osmanlı Devleti’nde yeniçeri teşkilatı bugünün müstemleke
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 315

ordularından bir cihetle çok farklı idi. Yeniçeriliğe giren, devşirmelikten saraya
alınan hıristiyan çocuklar, gitgide en büyük makamlara kadar yükselebildiklerinden
ve bunların vaziyeti yakınlarının ahvaline çok eyi tesirler yaptığından, hıristiyan ahali
çocuklarını kendi rıza ve ricalar ile devşirme ocağına vermeğe başlamıştı (Tarih III,
1931: 14).
Bu ifadeler ile devşirme sürecinde alınan çocukların, ailelerinin kendi rıza ve
ricalarıyla sistem katıldığı bilgisi vurgulu biçimde verilmiştir. Bunun istisnai durumları
olsa da pek gerçekçi oluğunu söylemek mümkün değildir.
Kitapta Sokollu Mehmet Paşa adına müstakil iki başlık açılmıştır. “Sokollu
Mehmet Paşa İdaresi Harici siyasette ve dâhili idarede vaziyeti muhafaza
edebilmesi” ile “Sokollunun türk alemi ile alakadarlığı” başlıklarında, Kanuni
döneminin son devirlerinde ve hükümdarın hastalığı sırasında, “…sadarete
Osmanlı İmparatorluğunun vezirleri arasın da en büyük şöhret kazanmış olanlardan
Sokollu Mehmet Paşa geçmiştir. Mehmet Paşa akıllı, iktidarlı, sözünü tutturur bir
adamdı” (Tarih III, 1931:53) denilerek yüksek bir olumlama ortaya koyulmuştur.
Sonrasındaki kısım da Sokollu’nun gerçekleştirmeye çalıştığını Don-Volga
nehirlerini bir kanalla birleştirme projesinden bahisle Türk dünyası için ne kadar
önemli olduğu şöyle sunulmuştur:
Sokollu idaresi devrinin umum türk tarihi noktai nazarından en mühim vakıası,
bu akıllı ve malumatlı vezırın, adeta istikbali keşfederek, türk aleminin, Osmanlı
Devleti için ne kadar büyük bir ehemmiyeti haiz olduğunu anlaması ve Moskof
Çarlığının türkellerinde ilerlemesine mani olmak ve türk alemile Osmanlı
İmparatorluğunu bağlamak üzere ciddi bir tedbire tevessül etmesidir; filvaki, Selim
I Zamanında Ten (Don) İtil (Volga) ırmaklarının biribirine çok yaklaşmış dirsekleri
arasında bir kanal açmak ve bu kanal yolu ile 315iploma asker ve donanmasını
Karadenizden kolayca Hazar Denizine sevk ve bu suretle Ortaasyaya doğru nüfuz
etmek ve ayni zamanda İtil üzerinde vaki Kazan ve Hamtarhan (Astrahan)
Hanlıklarını zapteden Moskof Çarlığını, o havaliden sıkıştırarak uzaklaştırmak
emelinde idi. (Tarih III, 1931: 53).
Şüphesiz ki bu cümlelerde devrin önemli hassasiyeti olan Türk milli kimliği
inşası ile ilişkili ifadeleri görmek mümkündür. Projenin aslında Osmanlı askeri ve
ekonomik gücünü perçinlemek adına düşünüldüğünü ise İnalcık, şöyle anlatmıştır:
Bu iddialı proje devletin kendi kudreti hakkında güvenini göstermesi
bakımından dikkate değer: Don nehri üzerinden bir donanma göndermek, Don–
Volga arasında bir kanal açmak, Astrahan’ı almak suretiyle Rusları aşağı Volga
havzasından uzaklaştırmak, Karadeniz’den su yolu ile Hazar Denizi’ne donanma
sokarak İran’ı arkadan çevirmek, Kafkasya’yı itaat altına almak, Orta Asya hanlıkları
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 316

ile doğrudan doğruya ilişki kurmak, Harezm–Astrahan–Kırım ticâret yolunu kontrol


altına almak ve ticâreti canlandırmak projeden beklenen siyasî-ekonomik
amaçlardı; aynı tarihlerde Şirvan ve Gürcistan beyleri, İranlılara karşı Osmanlı
padişahının himayesini istemekte idiler. Bu proje ile büyük devlet adamı Sokollu
Mehmed, İran ve Moskof sorunlarını bir çırpıda çözümlemeyi tasarlıyordu (İnalcık,
2009: 349).
1931 tarih ders kitabıyla bir anlamda ders kitabı literatürüne “Don- Volga
Kanal Projesi”nin girdiğini söylemek mümkündür. Bu bakış açısıyla sunulan bilginin,
ilerleyen yılların kitaplarında bu projelerin sayısının artmasıyla genişleyeceği
görülecektir. Kitabın devamında “Sokollunun bir deli tarafından hançerle vurulup
öldürülmesinden” (Tarih III, 1931: 54), devletin içine düştüğü durumun
kötülüğünden bahsedilmiş ve sonrasında da duraklama dönemine girildiği bir
önceki kitapta da olduğu gibi ifade edilmiştir.
Osmanlı devletinin zafı, mali, idari, ve askeri inhitatı, ahlaki bozukluğu artık
göze çarpmaya başladı (Tarih III,1931:54). Sokollunun vefatından (1579),
Viyananın ikinci muhasarasına (1 683) kadar geçen devir, Osmanlı Devletinin bazı
fütuhat yapmış olmasına rağmen, 316 iploma tarihinde Tevakkuf Devri sayılır.
Görülüyor ki bu devir, XVII. Asrın son senelerine kadar sürmüştür (Tarih III, 1931:
59).
Bu kadar çok önemsenen ve anlatılan Sokollu’nun etnik kökenindense hiç
bahsedilmemiştir. Bunun yerine Sokollu’nun zor zamanlardaki başarılı durumuna
dikkat çekilmiştir:
Osmanlı müverrihlerinin Tavil Mehmet Paşa dedikleri Sokollu, Kanuninin son
yıllarından itibaren 1 5 yıl sadaret makamında kalarak, Süleyman oğlu Selim II. Ve
onun oğlu Murat III. – ki zayıf ve liyakatsiz adamlardı – zamanlarında, Kanuni
devrinin düzenini dahili idarede ve harici siyasette muhafazaya muvaffak oldu (Tarih
III,1931:53)
Buna karşın Rüstem Paşa’nın etnik kökeni ve devlet yönetimindeki tavrı ile
davranışları neredeyse eşit tutulmaktadır:
Hurrem Sultanın cinayetlerine ortak olan damadı Sadrazam Hırvat Rüstem
Paşa, beylerbeyliklerin i maktu fiatla satıyor ve padişahlara has olan arazinin aşarım
Yahudilere ve fena şöhretli bazı kimselere külliyetli meblağ mukabilinde iltizama
veriyordu (Tarih III, 1931: 52).
Yine bir başka devşirme olan Köprülü Mehmet Paşa’yı da Sokollu ile
kıyaslamıştır;
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 317

Köprülü Mehmet Paşa, büyük iş görmüş bir adam sayılır; 317 iploma
müverrihleri Köprülüye adaşı Sokollu kadar kıymet ve ehemmiyet verirler; lakin son
derece hunriz (Kandökücü- Zalim) olduğunu da itiraf ederler (Tarih III, 1931: 67).
Elbette bu ifadelerin altında yatan en önemli nedenin ise yaşanan dönem ile
ilişkili olarak 17. Yüzyıl Celali isyanları sırasında Köprülülerin takındığı tavrın
eleştirilmesiyle ilişkili olduğu düşünülmektedir. Okul programlarıyla birlikte yeni
devletin haklı gerekçelerle ürettiği tarihyazımı içerisinde Türk toplulukları üzerinde
sert tedbirler aldığı bilinen devşirmeler eleştirilirken, ciddi bir biçimde olumlanan
“Muhteşem” Süleyman döneminin en önemli ismi ve devrin devamını sağlayan isim
olarak II. Selim ve III. Murad değil de Sokollu ön plana çıkarılmış, fakat devşirme
olduğundan bahsedilmemiştir.

Bulgu 3: Yeni ve Yakın Çağlar Tarihi Üçüncü Sınıf (1942)


Kitapta, devşirme ile ilişkili bilindik cümlelerin yanına yeni eklemeler
yapılmıştır:
Türkler bulundukları yerlerde olduğu kadar yeni aldıkları memleketlerden
nüfus meseleleri ile XV inci asırda da uğraşmayı devam ettiler. Anadolu umumiyetle
Türk olduğu için çalışma daha ziyade Rumelide de yapıldı. Her sene 6000 hıristiyan
çocuğunun devşirme usulü ile yeniçeri yetiştirilmesi, hıristiyanlardan alınan
isimlerden İslam olanlarının Türk Cemiyeti’ne sığınması, İslam Türk nüfusunun
artmasına sebep oldu (Tarih III, 1942: 29).
Burada devşirme sistemine ilişkin yeni bilgiler görmek mümkündür. İlk kez
devşirilenlerin sayısının sabit biçimde sunulduğu görülmüştür. Bu durum, yazım
sırasında toptancı bir anlayış olduğunu düşündürmektedir. Paragrafta
“hıristiyanlardan alınan isimlerden İslam olanlarının Türk Cemiyeti’ne sığınması”
ifadeleriyle neyin tam olarak anlatılmaya çalışıldığı anlaşılamamıştır. Sonrasında
sisteme dair bilgiler verilmiştir: “Buna karşılık olarak İstanbul’a, Macaristan ve
Sırbistan’dan bir çok insan getirilerek kitle halinde İstanbul civarına yerleştirildi”
(Yeni ve Yakın Çağlar, 1942: 29). Böylece aslında başvurulan bu nüfus değişikliği
hareketinin sıradan bir durum olduğu vurgulanmaktadır. Sokollu Mehmet Paşa’ya
ise müstakil başlıklar açarak dönemini anlatmışlardır.
Kanuni Süleyman’ın ölümünden sonra Selim II.(1566-1574) ve daha sonra da
Murat III(1574-1595) padişah oldular. Her ikisi de düşük ve gevşek idiler. Ordunun
başında sefere gitmek adetini bıraktılar ve Harem hayatını temayüllerine uygun
buldular. Bununla beraber Osmanlı Devleti Kanuni’nin son yıllarında kazandığı
büyüklüğü korudu. Hatta yeni Topraklar bile Osmanlı imparatorluğuna katıldı. Bu iş
Kanuni’nin son zamanlarında sadrazam olan ve her iki padişah devrinde
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 318

sadrazamlık yapan Sokullu Mehmet Paşa’nın gayretiyle oldu (Yeni ve Yakın Çağlar,
1942: 55).
Peşi sıra ortaya çıkan başarılı Sokollu betimlemesinde, onun dönemindeki
denizcilik faaliyetleri ortaya konmuştur. Bu arada popüler anlamda pek çok
vatandaşın belleğinde yeri olan; İnebahtı yenilgisinden sonra donanmanın inşası
meselesine atıfta bulunulmuş, oldukça beylik ifadelerle de Akdeniz hâkimiyetinin
onun zamanında oluştuğu vurgulanmıştır.
Kıbrıs’ın Venedikliler elinden alınarak Osmanlı toprağına katılması. (1571)
önemli başarılar de fakat Kıbrıs’ı kaybeden Venediklilerin Deniz Kuvvetleri İspanyol
ve Malta gemilerinin yardımıyla Akdeniz’deki Osmanlı donanmasına saldırarak
İnebahtı yerinde Bozguna uğratmayı muvaffak oldular. Sokullu’nun gayretiyle 6 ay
içerisinde 158 parçadan mürekkep büyük bir Flo hazırlanarak tekrar Akdeniz
egemenliği su götürmez bir şekilde Türklere kazandırıldı. Kıbrıs’tan sonra Tunus
fethedildi (Yeni ve Yakın Çağlar, 1942: 55).
Bir önceki kitapta yer alan Türk dünyası ilişkisi tekrar vurgulanmıştır. Yine
aynı şekilde Türk dünyası ve Ruslara karşı tedbirler ve bu arada Kırım hanlığına
karşı kırgınlık belirtilmiştir. Bu kırgınlık 1931 Tarih III’teki ifadelerin devamı
niteliğindedir.
Sokollu Osmanlı İmparatorluğu dışında kalan Türk alemi ile yakından ilgilendi
kazanan ve ejderhan eyaletlerini alarak Orta 318 iplomati’a doğru ilerlemek
Böylelikle Osmanlı İmparatorluğu’nun içine Türk ırkından olan ve Türk dili ile
konuşan büyük büyük kütleleri katmak istedi. Bunun için de Don ile Volga nehirlerini
en ziyade birbirlerine yaklaştıkları yerde bir kanal ile birleştirmek istedi kanal
Osmanlı donanma ve askerinin Hazar Denizi gidebilmesine kolaylaştıracaktır.
Sokollu bu iş ile Gelişmekte olan Moskova ağırlığını da zararsız bir duruma
koyacaktı fakat Kırım hanının Türklerden kuşkulanması bu büyük işin bırakılmasını
neticelendirdi (Yeni ve Yakın Çağlar, 1942: 56).
Diğer müstakil başlıkta ise, “Sokullu’nun ölümünden XVII. Asrın sonuna kadar
olan devir” daha önceki kitaplarda olduğu gibi Sokollu’nun büyük devlet
adamlığından şöyle bahsedilmiştir:
Kanuni’nin ölümünden sonra sıra ile tahta geçen 2 padişahın gevşek ve
kayıtsız oluşları Osmanlı Devleti’ne pahalıya mal olabilirdi. Fakat Sokullu’ya
sadrazamlık bırakmaları bu tehlikeyi önledi Sokullu’dan sonra kudretli ve tedbirli
sadrazam da bulunamadı. Bu yüzden devlet otoritesi artık zayıflamaya başladı. Bu
zayıflama devletin Bütün kurumların da görüldü o kadar ki Sokullu’nun ölümü
Osmanlı tarihinde yeni bir devre duraklama devrine başlangıç olarak alınmıştır
(Yeni ve Yakın Çağlar, 1942: 56).
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 319

İmparatorluğun güçlü dönemlerini yaşatan iki padişah ve Sokollu’nun isimleri


birlikte zikredilmiştir.
XVI asırda Yavuz Selim Kanuni Süleyman ve sadrazam Sokullu’nun
gayretleriyle fetihler yapılmıştı bugünkü Macaristan Balkan devletleri Romanya
Ukrayna’nın yarısı Kırım Anadolu Suriye Irak Filistin Yemen Mısır Habeş kıyıları
Trablusgarp Tunus Cezayir toprakları Osmanlı İmparatorluğu idaresinde idi.
Karadeniz Akdeniz Kızıldeniz de birer Türk gölü haline gelmişti. Bu geniş
imparatorluğun kapladığı yer 6 milyon kilometre kare idi. Nüfusuna gelince aşağı
yukarı 60 milyon idi. Fakat Osmanlı İmparatorluğu’nda ırk Birliği yoktu (Yeni ve
Yakın Çağlar, 1942: 56).
Büyük ve güçlü dönemin oluşmasında ve devamlılığındaki etkisinden
bahsedilmiştir. Bu arada devletin imparatorluk vasfına da vurgu yapılarak
milletleşme sürecinin olmadığına devrin siyasi/idari atmosferi çerçevesinde vurgu
yapılmıştır. Sokollu’nun bir devşirme olduğundan hiç bahsedilmemiş ancak
devşirme sisteminin bozulmasının onun ölümüyle gerçekleştiği vurgulanmıştır.
XVI asırda Osmanlı ordusunun temeli yine Yeniçeri Odağıdır. Sokullu’nun
ölümüne kadar bu Ocak’ın Kanunnamesi ne saygı gösterildiğinden Ordu teşkilat
Talim ve Terbiye Disiplin ve harp zihniyeti bakımından üstündür (Yeni ve Yakın
Çağlar, 1942: 56).

Bulgu 4: Tarih III Yeni ve Yakın Çağlar (1952)


1952 yılına kadar kitaplarda Sokollu’nun etnik kökenine hiç vurgu
yapılmazken, günümüzde gayet açık bir şekilde belli olan bir durum karşısında,
tarihyazımında bir yanıltma (Wirth, 2003: 38) gerçekleştirilmiş ve Sokollu Hırvat ilan
edilmiştir.
Sokollu, Bosna civarında Sokol kasabasında doğmuş bir Hırvat idi. Devşirme
olarak alınmış, zeka ve kabiliyeti görüldüğünden Enderun’a verilmişti. Burayı
bitirdikten sonra önce saray hizmetlerinde çalıştı. Daha sonra Barbaros’un yerine
Kaptan-ı Derya oldu. Bu vazifede iken Rumeli Beylerbeyliğine tayin edildi.
Avusturya ve Erdel muharebelerinde gösterdiği büyük başarı üzerine Kanuni’nin
son zamanlarında sadrazam oldu (Tarih III, 1952: 96).
Bu arada daha önceki ders kitaplarında görülen deniz hâkimiyetindeki
katkısının gerekçesi olarak Kaptan-ı Deryalık görevinden ilk bahsedilmiştir.
Devşirme teşkilatındaki bozulmanın da Sokollu sonrasına rastladığı ifadesi devam
etmektedir.
Yavuz, Kanuni ve Sokollu Mehmet Paşa’nın sadarette bulunduğu zamanlarda
dünyanın en kuvvetli bir ordusu olan Yeniçeriler, Sokollu’nun ölümünden sonra bu
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 320

kudretlerini ve disiplinlerini kaybettiler. Bunda bu devrin padişahı olan III. Murat’ın


büyük bir tesiri olmuştur (Tarih III, 1952:110).
Sokollu’nun Kanuni üzerindeki etkisinden de Zigetvar seferi çerçevesinde
şöyle bahsedilmektedir:
Sokollu, Avusturya üzerine yapılacak bir seferle devletin itibarını düzeltmek,
Malta seferinin yaptığı tesiri düzeltmek istiyordu. Onun bu arzusu üzerine ordu,
başta Padişah olduğu halde yola çıktı. Bu, Kanuni’nin 13 üncü seferi yani son seferi
idi. Padişah ihtiyar ve hasta idi. Sokollu, onu sırf orduya cesaret ve kuvvet versin
diye muharebeye götürüyordu… Ordunun yeni hücumlara başladığı sırada ihtiyar
padişah top ve tüfek sesleri arasında hayata gözlerini yumdu. Öldüğü zaman 74
yaşında idi (1566) (Tarih III, 1952: 96).
Kanuni’nin vefatı sonrasında II. Selim’i tahta oturtan ve üzerinde etkili olan
hatta padişahın kişisel tercihleri sonrasında yönetimi terk ettiği ve devleti yöneten
bir Sokollu’dan bahsedilmektedir:
Sokollu askere, yeni Padişah’ları Sultan Selim’in kendilerini Belgrad’da
beklediğini ve her türlü bahşiş ve terakkilerinin verileceğini bildirerek onları tekrar
yürüyüşe geçirtti… Sokollu burada da siyasi maharetini ve nüfuzunu kullanarak
askerin isyanına engel oldu. II. Selim onun asker üzerindeki bu büyük nüfuzunu
gördükten sonra bütün devlet işlerini Sokollu’ya bırakarak bir kenara çekildi. Keyf
ve zevk içinde saltanat sürmeye başladı (Tarih III, 1952: 96).
Sokollu’nun saray ile olan yakın ilişkisi açıklanırken, zihinsel üstünlükleri ve
fiziksel özelliklerinden de oldukça ayrıntılı bir biçimde bahsedilmiştir.
Kanuni, Sokollu’yu torunu olan II. Selim’in kızı Esmehan Sultan ile
evlendirdiğinden damat olmuştu. Osmanlı tarihleri çok uzun boylu olduğu için
kendisine “Tavil Mehmet Paşa” derler. Çalışkan, ileri görüşlü, tedbirli ve otorite
sahibi bir vezirdi (Tarih III, 1952: 96).
Sokollu’nun etkili olduğu seferler ve zaferlere yer verilirken bir Kıbrıs
meselesine yer verilmiş, muhtemel sonuçlar içerisinde İnebahtı yenilgisinin yer
aldığı Kıbrıs’a sefere, Sokollu’nun olumlu yaklaşmadığından bahsedilmiştir.
Kıbrıs, Mısır yolu üzerinde idi. Venedikliler buradan istifade ederek Türk
tüccar ve yolcu gemilerine tecavüz ediyorlardı. Doğu Akdeniz’in güvenliği için bu
adanın Osmanlılara geçmesi şarttı. Bu sırada II.Selim, Kıbrıs’ın fethini istemekte idi.
Sokollu şimdilik buna taraftar değildi. Fakat Padişah’ın ısrarı ve müftü Ebüssüut
Efendi’nin fetvası üzerine adanın zaptına karar verildi. Vezir Lala Mustafa Paşa
komutasında gönderilen kuvvetli bir donanma ve ordu adayı on bir ay süren çok
şiddetli bir kuşatmadan sonra zaptetti (Tarih III, 1952: 96).
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 321

Bu ifadelerle Kıbrıs’ın fethinin ne kadar önemli olduğu vurgulanırken


sonrasında İnebahtı’da yaşanacak yenilginin de kabul edilebilir olduğu konusu
üzerinde duruluyor, yenilgi sonrasında donanmanın Akdeniz’e tekrar açılmasını
sağlayan Sokollu’nun hizmetleri bir kıssa şeklinde düzenlenen okuma parçasıyla
anlatılıyor:
Sokollu kendisini ziyarete gelen Venedik Balyos’una da şu sözleri söylemiştir.
Ziyaretinizin gerçek sebebini anlıyorum. İnebahtı mağlubiyetinin üzerimizdeki
tesirlerini anlamak istiyorsunuz. Biz sizden Kıbrıs Ada’sını almakla kolunuzu kestik.
Hâlbuki siz donanmamızı yakmakla bizi sakalımızı tıraş etmiş oldunuz. Kesilen kol
bir daha yerine gelmez. Fakat tıraş edilen sakal eskisinden daha gür olarak çıkar
(Tarih III, 1952: 98).
“Sokollu’nun Türk ve İslam alemi ile münasebetleri” isimli bir başlıkla yine
Don- Volga projesine atıfta bulunulmuştur:
Sokollu Devrinde kuzey komşumuz Ruslar kuvvetlenmişler, doğudaki Türk
ülkelerine tecavüzlere başlamışlardı. Sokollu, Doğu Avrupa Türkleri ile Kafkasya’yı
Osmanlı Devleti’ne bağlamak istiyordu. Halbuki Ruslar bu sırada Altınordu
Devletinin parçalanmasından meydana gelen Hanlıkları nüfusları altına almışlardı.
Sokollu, Don ve Volga nehirlerini bir kanal ile birleştirmek, bu suretle Karadeniz’den
Hazar’a geçerek Ruslar’ı buralardan kovmak istedi. Bu maksatla birçok hazırlıklar
yapıldı. Usta, Mühendis ve işçi tedarik olundu. Kanalın yeri tesbit edilerek
kazılmasına başlandı. Fakat Ruslar’ın tecavüzleri ve Kırım Hanının elindeki
imtiyazları da büsbütün kaybetmek korkusiyle asker ve işçiler arasında isyan
çıkartması bu büyük teşebbüsün başarısızlıkla bitmesine sebeb oldu. Şayet, bu
kanal açılmış olsaydı, Osmanlı donanması kolayca Hazar Denizi’ne geçebilecek ve
icabında Orta Asya Türk alemi ile temas sağlanmış, aynı zamanda İran
muharebelerinde donanmadan da istifade edilmiş olunacaktı. Sokollu’nun bu
teşebbüsü onun çok uzak görüş sahibi bir devlet adamı olduğuna büyük bir delildir
(Tarih III, 1952: 99).
Daha önceki ders kitaplarından farklı olarak kanalın bir gerekçesinin de
Safevilerle yapılan mücadele olduğu yazılmış, Kırım hanı da tek suçlu olmaktan
çıkartılarak, Ruslarla iş birliği yaptığı vurgulanmıştır. Fakat bu tespit, çok da yerinde
değildir. İnalcık, Kıbrıs seferi arifesinde Osmanlıların, Akdeniz’de haçlı donanması
ile uğraştığından Moskoflara karşı mücadeleyi tamamıyla Kırım Hanlarına
bıraktıklarını belirtmiştir. 1572’de Devlet Giray’ın Moskova üzerine yürümesinin de
teşvik olunduğunu yazmıştır (İnalcık, 2009: 350).
Ancak ilk kez yeni bir projeden, Süveyş kanalından bahsedilmiştir.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 322

Sokollu’nun buna benzer bir teşebbüsü de Süveyş Kanalı’nı açmak istemesi


olmuştur. Sokollu bu yoldan da Hindistan ve Endonezya’daki Müslümanlar’la
teması sağlamak niyetinde idi… Kendisinden sonra gelen vezirler Türk Milleti’nin
geleceği için çok hayırlı olacak olan bu gibi işlerle asla uğraşmadılar (Tarih III, 1952:
99).
Bununla, Türk dünyasını bir anlamda birleştirmeye çalışan Sokollu’nun
Süveyş kanalı ile de Müslüman dünya üzerinde birleştiriciliğini arttırmayı planladığı
vurgulanmıştır. Aslında siyasi-askeri ve ekonomik sebepleri olan bu kanal
projelerinin 1931 ders kitabında olduğu gibi neredeyse Türkçü bir bakış açısına
bağlamak yanında 1952 kitabında ise Süveyş kanalı projesiyle neredeyse bir İslam
birliği fikrine ulaşılması dönemin siyasi iktidarının tercihiyle ilgili görünmektedir.
Sokollu’nun Türk milletine yaptığı hizmetlerin büyüklüğüne de vurgu
yapılmıştır. III. Murat üzerindeki etkisinin zamanla kırıldığı ifadesine yer verilirken
ilk kez ölümünün tesadüfi bir cinayet olmadığına da dikkat çekilmiştir.
Sokollu, II Selim’in yerine geçen III. Murat zamanında eski kudret ve nüfuzunu
kaybetti. Onu çekemiyenler, yeni Padişah’ı onun aleyhine çevirmeye başladılar.
Sokollu buna rağmen devlete hizmete devam ediyordu. Nihayet önce taraftarları ve
akrabaları birer birer devlet hizmetinden atıldılar. Kendisi de bir gün divan’da
çalışırken sadaka istemeye gelen bir yarı deli tarafından hançerle vurularak
öldürüldü. Katil yakalanarak hemen parçalandı. Sarayın bu hareketi bu katil işinin
bir suikast eseri olduğunu göstermektedir (Tarih III, 1952: 99).
Bu arada Sokollu’nun akrabalarının da devlet hizmetinde bulunduğu ilk kez
ifade edilmektedir. Böylece devşirme ailelerinin yönetimde ne derece etkili
olabilecekleri de anlatılmaya çalışılmıştır. Sokollu devri sonlanırken daha önceki
kitaplarda gördüğümüze benzer ifadeler ile son bulmuş ve duraklama dönemine
girilmiştir. Sokollu’nun ölümü ile Osmanlı Devleti’nin yükselme ve haşmet devri
sona ermiş, Duraklama Devri başlamıştır (Tarih III, 1952: 99).

Bulgu 5: Tarih III (1976)


Turgut Reis ile ilgili okuma parçasında, Sokollu’nun isminden hiç
bahsedilmeden devşirmenin devlet içerisinde olumsuz biçimde etkili olmasına
örnek olarak, daha önceki ders kitaplarında hiç görmediğimiz bir ifadeyle sunulması
söz konusudur:
Üstâdı Barbaros öldükten sonra, devşirme Mehmed Paşa gibi ömründe
denize açılmamış bir generalin kapdân-ı 322iplomati getirildiğini teessürle gördü.
Sadrâzam Dâmâd Rüstem Paşa’nın, şahsına karşı beslediği nefretten kırgınlık
duydu (Tarih III, 1976: 356).
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 323

Yine Kanuni Sultan Süleyman başlıklı okuma parçasının içinde; Barbaros’un


ölümüyle Damad Piyale Paşa’nın Türk deniz kuvvetlerinin başına geçmesine
kadarki 8 yıl içinde kapdan-ı deryalığın Sokollu Mehmed ve Sinan Paşalar gibi iki
generale verilmesinin doğru olmadığı vurgulanmıştır (Tarih III, 1976: 94).
Burada iki kez Sokollu hakkında doğrudan bir eleştirinin ilk defa yer aldığı
görülmüştür. Daha önceki ders kitabında İran seferlerinin açılmasına Sokollu’nun
muhalefetinden bahsedilmiştir. Bu arada III. Murat ile olan ilişkisinin sıkıntılı olduğu
ve gücün elinden nasıl gittiğinin gerekçesi açıklanır:
Sefer Sokullu’nun büyük muhalefetine rağmen açılmıştı. Seferin açılmasında
gerçekten müessir olan, Lala Mustafa Paşa’dır ve III. Murad tarafından
desteklenince, Sokullu, yalnız başına kalmıştır (Tarih III, 1976: 101).
“Büyük Osmanlı- Safevi savaşının başlaması” isimli okuma parçası, kitap
içerisinde Sokollu’nun isminin en çok geçtiği yer olmuştur. Bu oldukça uzun okuma
parçasında, en çok dikkat edilen şey ise, Sokollu ve yakınlarının devlet
yönetimindeki etkisi, hanedanla beraber ilgili ailenin yönetimdeki gücüdür, elbette
daha önce gördüğümüz gibi Sokollu sefere muhalif olarak anlatılmaktadır.

2. Vezir Lala Mustafa Paşa, Sokullu’nun yakın akrabası olmasına rağmen,


muhaliflerin başında geliyordu… serdarlık (başkomutanlık), Lala Paşa’ya
verildi. Ancak Sokullu’ya dayanan Sinan Paşa, işin peşini bırakmadı ve
İran’ın ikinci bir cepheden daha vurulmasını ve münasip olacağını iddia
ederek, o da safevi üzerinden bir serdarlık kopardı… Basra ve Diyar-ı
bekr beylerbeyliklerinden sonra Özdemiroğlu (Osman Paşa), 1576’da
azılı düşmanı Sokullu tarafından azledilmiş, yerine Sokullu’nun
amcasının oğlu Derviş Paşa getirilmiştir… (Tarih III, 1976: 102-103).

Bu isimler devlet yönetiminin üst kısmında olan Sokollu ailesinden ve onun


akrabalarının etki ve yetilerini daha açık biçimde ortaya koymuştur. Bu kadar çok
ismin yönetiminde aktif olması Sokollu’nun hanedanlık kurmak gibi bir niyeti olduğu
düşüncesinin, kendisine muhalefette etkili olduğu ve sonrasında da öldürüldüğü
vurgulanacaktır.
II. Selim devrindeki devlet, geniş ölçüde diktatör-vezir Sokullu Mehmed
Paşa’nın elinde kaldı. Vezirliği, 14 yıldan fazla sürdü ve öldürülmesiyle sona erebildi
(12 ekim 1579) (Tarih III, 1976: 113).
Sokollu’nun burada ilk kez sultanın varlığına karşın bir diktatör-vezir olarak
tanımlanması çok ilginçtir. Bunda kendi hâkimiyetinin güçlenmesi adına sertliğe
başvurmasının etkili olduğu anlaşılmaktadır.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 324

Sokullu’nun 4 yıllık kapdân-ı deryalığından sonra Rüstem Paşa’nın bu


makama gene bir generali, kardeşi olan Sinan Paşa’yı getirmesine Türk denizcileri
çok kızmışlardı. Ancak padişah irâdesi ve Dîvân-ı Hümâyun’un, yani hükûmetin
emri kutsal sayıldığı için, durum memnuniyetsizlikten ileri gitmedi (Tarih III, 1976:
356).
Yine Sokollu’nun başka bir akraba kayırmacılığından bahisle eleştirildiği
görülmüştür. Ama her şeye rağmen devlet/padişah otoritesine hiçbir Türkün isyan
etmediği de vurgulanmıştır.
1976 tarih ders kitabının dönemin siyasal havasından etkilendiğini söylemek
mümkündür. Bu etkilenimin bir biçimde Sokollu ve devşirme konusunu da belirlediği
düşünülmektedir. Bu dönemde kozmopolit tarih yazımının yerine Türk- İslam
sentezi tarih yazımında belirleyici olmuştur (Akbaba, 2017: 215).

Bulgu 6: Tarih Lise III (1987)


Sokollu Mehmet Paşa yan başlığıyla, 1953’teki kitaptan kalan etnik kökeninin
Hırvat olduğuna dair bilgi hatası devam etmektedir. Bunun yanında da
İmparatorluğun pek çok farklı etnik gruptan meydana gelen ve bunları yönetim dâhil
ettiği devşirme sistemindeki süreci başarıyla yöneten yapısına bir olumlamayla
dikkat çekilmiştir.
Sokullu, Bosna taraflarından ‘devşirilmiş’bir Hırvat idi. Devşirmelikten
yükselerek vezir-i azam olmuş ve 15 yıl süren (1564-1579) sadrazamlığı
zamanında, devlet merkezinde bir denge unsuru olmuştu. Özellikle Avrupa
devletleri ile Osmanlı Devleti arasında meydana getirdiği barış ortamı onun en
önemli başarısıdır. Sokullu Mehmed Paşa’nın Türk olmamasına rağmen
devşirmelikten vezir-i azamlığa kadar çıkışı ve Türk tarihinin bir dönemine adını
vermesi; Avrupa tarihlerinden benzeri görülmeyen bir olaydır ki, Türk toplumunun
sosyal ve siyasi yapısının, bünyesindeki her insana gelişme imkânı vermesi
insaniliğinin eşsiz bir misalidir (Tarih Lise III, 1987: 52).
Yukarıdaki paragrafta Sokollu’unun 1976 öncesindeki diğer ders kitaplarında
olduğu gibi neredeyse bütünüyle yeniden yüceltildiği görülmektedir. Osmanlı-
Avrupa devletleri arasındaki barışın mimarı, devletin tepesinde bir denge unsuru
olarak tanımlanması şaşırtıcı bulunmuştur. Bunda dönemin siyasal iktidarının
renginin etkili olduğu düşünülmektedir.
Buna karşın Kıbrıs adasının alınmasının yazımında da yine 1976 kitabının
devamı özelliğini taşımaktadır, fakat bu sefer Ebussuut sadece fetva veren değil
aynı zamanda buna gerekçe üreten bir kişilik olarak bulunmaktadır.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 325

Venedikliler, Mısır yolu üzerindeki Türk gemileri için bir tehlike idi. Sokullu
adanın alınmasına, Avrupalıların yeni bir savaş açacakları ihtimali ile karşı idi.
Ancak Sultan II. Selim adına alınmasını ferman buyurdu. Ayrıca Şeyhülislam
Ebussuut Efendi de, ‘Ada önceden bir İslam memleketi olması sebebi ile fethi için
fetva verdi. Bunun üzerine 1570 yılında, donanma ile ada kuşatılıp, Lala Mustafa
Paşa komutasında asker çıkarıldı.1571 yılında feth edildi. (Tarih Lise III, 1987: 52).
Sonrasında, Don- Volga kanal projesi ile ilişkili daha önceki ders kitaplarında
var olan ifadeler karşımıza çıkmaktadır. Artık kanalın açılma gerekçesinden hiç
bahsedilmezken, girişimin başarısızlık ile sonuçlanmasının sebeplerinde ise yeni
bir yazım söz konusudur.
Don Nehri ile İdil (Volga) Nehrinin, birbirine en çok yaklaştıkları yerde, 10
km’lik bir kanal açılarak, Karadeniz ve Hazar Denizini birbirine bağlamak, Sokullu
Mehmed Paşa’nın teşebbüs ettiği en önemli tasarılardan biridir. Katip Çelebi’nin
ifadesi ile devrin ‘ehli vukufunun yani aydınlarının meseleye sahip çıkmaları, Sultan
II. Selim’in emri ve Sokullu’nun yüksek basireti sonunda, 1568 yılında kanalın
kazılması için gerekli hazırlıkları yapıldı ve 1569 yılında kazılma işine girişildi. Bir
taraftan da ordu Ejderhan’ın zaptı için gönderildi. Ancak Kırım Hanının kanalın
kazılmasına taraftar olmayışı, gönderilen askerin yetersizliği ve Rusların saldırıları
sonunda, üçte biri kazılmış iken geri dönüldü ve bir daha gündeme gelmedi (Tarih
Lise III, 1987: 55).
Başarısızlığın sebebi Kırımın taraftar olmayışı yanında bir grup Rus’un
saldırısına dönüşmüştür. Bir diğer ekleme ise daha önce 1953 ders kitabında açıkça
olmasa bile belirtilen, Süveyş ve Don- İdil (Volga yerine) kanallarının birlikte
işlenerek Türk- İslamcı yazım için bir bütün olarak değerlendirilmesinin ortaya
çıkışıdır. İlgili yerlerde Türk ve İslam dünyasın birlikteliğine ve genişliğine atıf söz
konusudur:
Sokullu Mehmed Paşa’nın ve devrin Türk aydınlarının, Osmanlı hâkimiyetini
bir taraftan Hindistan’a doğru yayarak İslam memleketleri ilişkileri geliştirmek ve
diğer taraftan Türkistan’a doğru genişleterek Türk dünyası ile kuvvetli bağlar kurmak
için tasarladıkları Süveyş ve Don-İdil kanalları maalesef gerçekleşememiştir (Tarih
Lise III, 1987: 55).
Bu arada Sokollu’nun daha önceki kanal projelerine ek olarak ilk kez Osmanlı
başkentine yakın yeni bir kanal projesinden bahsedilmiştir:
Sokullu Mehmed Paşa’nın bir başka kanal tasarısıyla, İznik Gölü, Sakarya
Nehri, Sapanca Gölü Marmara Denizi bağlantısını kurup,…..deniz ile Marmara
arasında bir deniz yolu açmak idi (Tarih Lise III, 1987: 55).
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 326

İran seferlerine neden karşı olduğunun belirtildiği metinde ise, siyaseten


rakipleri olan isimlerden bahsedilmiş, fakat bu kez akrabalık bağlarına
değinilmemiştir.
Yaşlı Vezir-i azam Sokullu, İran ve Kafkasya’ya yapılacak seferler sırasında
Avrupa Devletlerinin, saldırıya geçebilecekleri endişesi ile Kafkasya tarafına bir
sefer açılmasına karşı koymuş ise de rakipleri Lala Mustafa Paşa ve Özdemiroğlu
Osman Paşa’nın tesiri ile Sultan III. Murat Divan-ı Hümayun’un savaş kararını kabul
etti ve 1578 yılında başlayan savaşlar sonunda 1581 yılına kadar, Kafkasya’da
birçok bölge Osmanlı denetimi altına alınmıştır (Tarih Lise III, 1987: 55).
Yeni bir bilgi olarak bu kitapta bir ilk olarak İngilizlere kapitülasyon veren ismin
Sokollu olduğu ifade edilmiştir:
1578 yılında Sokullu Mehmed Paşa İngilizlere imtiyazlar (kapitülasyon)
konusunda gerekli izin verdi. Böylece 1579 yılına kadar, Osmanlı Devleti
topraklarında sadece Venedik ve Fransızlara sağlanan kapitülasyonlar İngilizlere
de tanınmış oldu (Tarih Lise III, 1987: 57).
1987 tarih ders kitabında, Sokollu konunda önceki (1974 tarih ders kitabı)
ders kitaplarındaki verilen bilgilerden hareketle bir nevi gözden geçirilerek
değerlendirilmiştir:
Sokullu, kimi tarihçiler tarafından yakınlarını kayırması, sefere çıkmaması,
büyük askeri seferlere karşı tavır alması sebebiyle tenkid edilmiştir. Ancak, onun
gücünü nasıl elde etmiş olursa olsun, devrinde Osmanlı Devleti’nin genişlemesinin
devam ettirdiğini, merkezde bir denge unsuru olduğunu ve Avrupa devletleri ile
barış anlaşmaları yapmayı başardığı kabul edilir. Üç hükümdar devrinde devletin
hemen her işinde Sokullu’nun etkisini görmek mümkündür (Tarih Lise III, 1987: 58).
Bu cümlelerle bir devre adını vermesinin sebebi ifade edilmiştir. Bu arada
devlet için tüm gücüyle çalışan Sokollu’nun öldürülmesi süreci suikast olarak
tanımlanmıştır.
Sultan III. Murat zamanında yaşlanan ve muhaliflerinin baskıları altında
bunalan Sokullu, büyük bir tevekkül ve itidal içinde görevini sürdürürken 12 Ekim
1579‘da bir suikast sonucu hançerlenerek öldürüldü. Onun ölümü, Osmanlı tarihinin
bir dönüm noktası olarak kabul edilir ve “Duraklama Devri’’1579 yılından itibaren
başlatılır (Tarih Lise III, 1987: 58).
Sokollu sonrası yaşanan bozulmalar, siyasi/askeri yazımdaki şahıslara bağlı
devlet algısını devam ettirmiştir. Sokollu sonrası tam bir hezimet olarak işlenerek
bir anlamda Sokollu yüceltilmiştir:
Sokullu Mehmet Paşa’dan sonra gelen sadrazamların pek azı, makamlarının
gerektirdiği dirayet, liyakat, tecrübe ve bilgiye sahiptiler. Önceki devirlerde olduğu
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 327

gibi bir kimsenin vezir olması için gereken tecrübe ve başarıya bakılmadan, rüşvet
ve iltimasla önemli devlet makamları dağıtılır olmuştu (Tarih Lise III, 1987: 58).
Metinler içinde pek çok olumlamaya rağmen, devlet hizmetinde yükselmesini
hızlandıran kaptan- ı Deryalık görevine gelmesinin Türk denizciler arasında sebep
olduğunu iddia ettiği neticelerine yine dem vurulmuştur. Fakat burada Türk
denizcilerinin kırgınlıkları yerine sadece tecrübesizliğine vurgu yapılmıştır.
Donanma, Barbaros Hayreddin Paşa’nın ölümünden sonra, yerine denizce
olmayan Sokullu Mehmet Paşa’nın tayini ile daha XVI. Yüzyılın ikinci yarısında
ihmal edilmeye başlandı (Tarih Lise III, 1987: 58).

Görsel 2: Sokollu Mehmet Paşa


Sokollu’nun yukarıdaki portresinin 1931’de ders kitaplarına girdiğini ve bu
kitapta da yer bulduğunu söylemek mümkündür.

Bulgu 7: Tarih 2 (1998)


Sokollu Mehmet Paşa’nın kökeni veya devşirme olduğundan bahsetmeksizin
Avrupa üzerindeki Osmanlı etkisi ve Lehistan üzerindeki Osmanlı egemenliğinin
tesisinden böylelikle de Rus etkisinin kırılmasından bahsetmektedir.
Lehistan’ da düzenli veraset sistemi yoktu. Bu sebeple her kralın ölümünden
sonra taht kavgaları başlıyordu. Sokullu, Erdel Bryini Leh Kralı seçtirdi. Lehistan
himaye altında allındı. Böylece Rusya’nın batıya doğru genişlemesi de engellenmiş
oldu (Tarih 2, 1998: 39).
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 328

Daha önce belirtildiği şekliyle Kıbrıs meselesi bu kitapta da anlatılmaktadır.


Fakat Şeyhülislam yerine bu sefer etkili görünen isim Lala Mustafa Paşa’dır. Sokollu
yine Kıbrıs’ın alınmasına karşı duran isim görünümündedir.
Sokullu’nun karşı çıkmasına, rağmen 2.Selim, Lala Mustafa Paşa teşviki ile
adanın fethine karar verdi. Venedik elçisi, seferi engellemek için büyük çaba sarf
ettiyse de başarılı olamadı (Tarih 2,1998:41).
Don- Volga kanal projesi anlatımı ile devam edilmektedir;
Bu proje ile Orta Asya devletleri ile ilişkiler geliştirilecekti. Kuzey Kafkasya
Gürcistan ile İran seferlerinde ordunun silah ve savaş malzemelerinin donanma ile
taşınması da sağlanacaktı. Ayrıca Ejderhanı aldıktan sonra Kafkasya ve Orta Asya
ya doğru yayılmaya başlayan Ruslarında ilerlemesi durdurulacaktı. Sokullu, Kasım
beyi Kefe sancakbeyliği ne atadı. Açılacak kanal ile ilgili incelemelerde
bulunulmasını istedi. Ölçümler yapıldı. İşçi ve asker teminine başlandı. Bu kanalda
açılacak olursa Kırım hanı, muhtariyetini kaybedeceğine inanıyordu. Kırım hanı,
“Osmanlı devletinin bir kanal projesi olduğu ve bu amaçla bölgeye getirdiklerini” Rus
çarına bildirdi. Kırım hanının propagandaları sebebiyle işçi ve asker arasında
hoşnutsuzluklar başladı. Rus Kazaklarının saldırısı ve kışın bastırması üzerine
Kasım bey, Azak a geri döndü. Sokullu’yu çekemeyenlerin muhalefeti sebebiyle
proje yüzüstü bırakıldı. Sokullu’nun ölümünden sonra tamamen terkedildi. (Tarih 2,
1998: 45).
Bu cümlelerle aslında kanal işini engelleyenin Kırım hanı olduğu ifade
edilmiştir. Uzun bir zamandan sonra Sokollu hakkında bilgi, Osmanlı siyasi tarihi
veya kültür medeniyeti üzerindeki etkisi, dönem kapatan veya açan özelliklerinden
hiç bahsedilmemiştir.

Bulgu 8: Tarih 2 (2003)


Sokollu’nun kimliği, kökeni üzerinden herhangi bir bilgi vermeksizin sadece
siyasi gelişmeler üzerindeki etkisinden bahsedilmiştir. Artık bir dönem ifadesine
rastlamak mümkün değildir.
Kanuniden sonraki döneme (1564-1579) damgasını vuran kişi, Sokullu
Mehmet Paşadır. Kanuni Sultan Süleyman’ın ölümünden iki yıl önce sadrazamlığa
getirilmişti. II. Selim‘e (1566-1574) damat olmuş ve onun saltanatı süresince bu
görevde kalmıştır 1579 yılında öldürülmesine değin geçen 5 Yıl içinde III. Murat’ın
sadrazamlığını yapmış ve 15 yıl bu görevde bulunmuştur (Tarih 2, 2003: 28).
Sadrazam Sokollu’nun padişahı ikna etmesiyle çıkılan Zigetvar seferinden
bahsedilmiştir.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 329

Sadrazam Sokullu‘nun padişahı ikna etmesiyle Avusturya üzerine akına


çıkılmasına karar verildi. Padişahın 13. Ve son akını olan bu hareket sonucunda,
Macaristan’ı Avusturya saldırılarına karşı korumak için önemli bir üs olan Zigetvar
Kalesi alındı (Tarih 2, 2003: 28).
Sefer sırasında Kanuni’nin ölümünden bahsedilmiş, ancak II. Selim’in tahta
çıkışında etkili olan bir Sokollu yoktur, artık. Kurumların değişimi ve bozulması
kısmında bir kez daha Sokollu ifadelerine rastlamak mümkün olmuştur.
Sokullu Mehmet Paşanın ölümünden sonra ülke yönetiminde olumsuzluklar
başlamıştır. Rüşvet, iltimas, önemli makamları parayla satılması, dışarıdaki
gelişmelere ilgisiz kalma, çıkarların herşeyden üstün tutulması yaygınlaşmıştır.
Disiplin, beceri ve dürüstlüğün geçerli olduğu Osmanlı Devleti ve kurumlarında
bozulma başlamıştır (Tarih 2, 2003: 28).
Devlet kurumlarındaki bozulmada Sokollu’nun ölümünden sonrası milat
alınmıştır. Fakat yeni bir dönem açılması ya da katkıları gibi bir bilgi verilmemiştir.

Bulgu 9: Tarih 10 (2012)


Giderek azalan Sokollu ve onunla ilişkili ifadeler söz konusudur. Devşirme
kökeninden hiç bahsedilmemektedir. Sadece devlet yönetimi üzerindeki etkisi ve
öneminden oldukça kısa bir biçimde bahsedilmektedir. III. Murad ile ilgili bir okuma
parçasında;
…babasının vefatı üzerine Manisa‘dan İstanbul‘a gelerek, 22 Aralık 1574
tarihinde tahta geçti. Ancak o da babası gibi devlet işlerine fazla karışmadı.
Bürokrasi ve hükûmet işleri daha çok Sokullu Mehmet Paşa tarafından idare edildi.
Bunda Sokullu‘nun tecrübe ve yeteneği ile III. Murat‘ın idare tarzı büyük rol
oynamıştır (Tarih 10,2002:100).
Bir de sadrazamların devlet yönetimindeki etkisinden bahsedilen bir kısımda
kendisine değinilmiştir. 16. Yüzyılın sonlarında Sokullu Mehmet Paşa’dan itibaren
veziriazamlar devlet yönetiminde birinci derece etkili olmaya başladıklarından
bahsedilmiştir (Tarih 10,2002:149). Sokullu dönemi hakkındaki olumlama ise, divan
toplantılarının haftanın dört günü olması onun vefatı sonrasında ikiye indirilmiş
olması ile vurgulanmak istenmiştir. Bu kısa bilgiler ile de Sokullu anlatımı
tamamlanmıştır.

Bulgu 10: Tarih 10 (2018)


Yeni tarih ders programı çerçevesinde hazırlanan bu ders kitabında uzun
yıllar sonra Osmanlı Tarihi dersleri iki sınıfa ayrılmıştır. Tarih ders kitapları 10-11.
Sınıfta Osmanlı tarihi konularını işlemektedir. Kitapta, Sokollu ile ilgili ifadelerin 10
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 330

sınıfta pek az, 11. Sınıf ders kitabında ise hiç bahsedilmemiştir. Ancak devşirmeden
birkaç kısa satırla bahsetmiş olmasına rağmen devşirme kökenli Sokollu’dan ve
ailesinden hiç bahsedilmemiştir. 10 sınıf ders kitabında da herhangi bir başlığı
olmayan bir okuma parçası içerisinde devşirme bahsinde;
O alınan çocukların kimisi bir yeniçeri neferi olarak kalacaktır, kimisi de
Sokullu Mehmet Paşa ve Mahmut Paşa gibi koca bir imparatorluğun kaderini elinde
tutan baş vezirler olacaktır (Ortaylı, 2006, s.27-34’ten düzenlenmiştir) (Tarih 10,
2018: 94).
Bu ifadenin dışında Sokollu’ya rastlamak mümkün olmamıştır.

Tartışma ve Sonuç
Osmanlı klasik dönem tarih yazarlarının bir kısmında devşirme unsurun
devlet yönetiminde etkisi ve bunlar içinde en etkilerden biri olarak Sokollu, her
zaman önemli bir figür olmuştur. Klasik dönem tarih yazarlarının yaklaşımı ve
devletin klasik döneminin hâlihazırdaki algısı devletteki bu gerilemeyi genele
yaymaktan uzaktır. Devşirme düzeninde var olan aksamalar aslında devlet düzeni
içindeki genel aksamaların bir sonucudur. Bu durumla ilgili tespitler devletin
gerilemesi noktasında merkezdeki temel hatalardan çok çevresel etkilere (kadınlar
saltanatı, devşirmenin bozulması vb. Gibi) odaklanmıştır.
Genel bir kabulle devşirme, devletin büyümesinde aktif bir unsur olmuştur. Bu
durum ülkenin mevcut projeksiyonu ve insan yetiştirme politikaları ile uyumludur.
Günümüzde Türkiye’nin siyasi durumu ve tercihleriyle ilişkili olarak devşirmenin
kökeni İslam dünyasında aranmaktadır, fakat bu tek başına yeterli bir açıklama
oluşturmamaktadır. Unutulmamalıdır ki Osmanlı İmparatorluğu kendi hukukunu
üreten bir devlet olarak Doğudan da Batıdan da bazı uygulamaları almakta hiçbir
beis görmemiştir. Kendine özgü modeller geliştirmiştir. Birbirinden bağımsız ve
işlevsel pratikler dâhilinde devlet yönetimini kolaylaştırdığını kabul etmek gerekir.6
İncelenen on farklı ders kitabı sonrasında görülmektedir ki, Osmanlı
tarihçilerinin genelinin kabul ettiği gibi Sırp kökenli bir devşirme olarak Sokollu’nun
(bir Osmanlı yöneticisi), etnik kökenine pek az vurgu yapılmış, iki ders kitabında da

6 Devşirmelerin şer‘î hukuk dahilinde kölelik diye kabul edilen hukukî statüleri klasik İslâm köleliğiyle tam uyuşmayan bir toplumsal ve
siyasal ortam üzerine oturur (Beydilli, 2013:450). “Hıristiyan ahalinin çocuklarının devşirilmesi aslında din bakımından da sakıncalı bir
durum ortaya çıkarmaktaydı, zira Kur’an’ın hükmü cizye ile yetinilmesini emrediyordu. Osmanlılar’ın meseleyi İslâm’ın zuhurundan
önce veya sonra hıristiyan olanlar şeklinde Şâfiî hukukuna dayandırıp çözdükleri varsayımı, İslâm’da çocukların köle yapılamayacağı
kaidesi veya Bosnalı müslümanların devşirilmesinin gerekçesi olarak bunların mühtedi olmalarının gösterilmesi meseleye kesin bir
açıklık getirmez; ancak ister âzatlık ister serbestlik densin çıkma ile birlikte kölelikten kulluğa veya tanımlaması tartışmalı bir statüden
tanımlaması ve konumu çok daha belirli bir duruma geçildiği açıktır. Başlangıçtan itibaren reel politika takip eden Osmanlılar için, bu
önemli kurumun şekillenmesinde dini her şeye yön veren mutlak bir etken olarak gördüklerini ve her şeyi buna uyarlayıp
yapılandırmaya çalıştıklarını ileri sürmek herhalde isabetli değildir. Meselelerin çözümünde gerçek etken olan “hikmet-i hükûmet”
payının ihmal edilmediğini ve işlerin esas itibariyle bu anlamda “kitabına uydurularak” yürütüldüğünü söylemek mümkündür” (Beydilli,
2013:451).
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 331

(1952 ve 1987) bu etnik köken (Hırvat) ifade edilmiştir. Bunun altında yatan
sebeplerden birisi de Slav coğrafyasında çok yaygın olan bir köy ismi olarak
“sokolovic- sokolovica” sık karşılaşılan karıştırma durumunun temel sebebini
oluşturur. Benzer köy isimleri, Sırbistan, Bosna, Hırvatistan, K. Makedonya, Kosova
ve Bulgaristan’da yaygındır. 1498 tarihli bir Torba Kaydı’nda kendi isteğiyle
yazıldığına dair bir şerh düşürülen Sokoloviçe köyünden (Bulgaristan) İstoban
veled-i Dimitro örneği gibi (Beydilli, 2013:452).
Diğer bir ulaşılan bulgu ise incelenen ders kitaplarında, yazım sırasında da
Sokollu ve Sokullu ifadeleri arasında bir karışıklık göze çarpmaktadır. (Sokollu mu-
Sokollu mu?) 1928’den itibaren farklı yazımlar vardır. Mezkur kitapta beş kez
Sokullu, iki kez de Sokollu ifadesine rastlanırken, 1931 de on beş kez sadece
Sokollu ifadesi geçmektedir. 1942’de ise Sokollu sekiz kez geçerken, Sokullu yirmi
bir kez geçmiştir. 1952 de Sokollu kırk altı kez, Sokullu ise bir kez geçmiştir.1976
ders kitabında Sokollu bir kez, Sokullu ise on sekiz kez tekrar edilmiştir. 1987’da
Sokollu ifadesi yoktur, Sokullu ise otuz iki kez yazılmıştır. 1998’de Sokollu yok
Sokullu yedi kez geçmiştir. 2003’de Sokollu yok, Sokullu 3 kez kullanılmıştır. 2012
de Sokollu yok, Sokullu üç kez kullanılmıştır. 2018 de 10. Sınıf kitabında Sokollu
hiç yokken Sokullu bir kez kullanılmıştır.
İnceleme sonucunda Osmanlı İmparatorluğu’nun çok geniş çaplı bir
uygulaması olan devşirme sisteminin anlatıldığı yerlerde oldukça kritik görev ve
dönemlerde görev yapan bir isim olarak Sokollu’dan tarih ders kitaplarında
günümüze doğru yaklaşıldıkça verilen bilginin azaldığı, çok daha kısa vurgularla yer
verildiği görülmüştür. Kaldı ki Bulgaristan tarih ders kitaplarında devşirme ve
yeniçerileri inceleyen bir çalışmasında Hacısalihoğlu, şöyle demiştir:
Sırp tarih ders kitaplarında devşirme konusu çok olumsuz bir uygulama olarak
anlatılmaktadır. Fakat Sokollu Mehmet Paşa’nın anlatımında bu durum biraz
farklılaşmakta, konu farklı bir bakış açısıyla değerlendirilmektedir. Sokollu’nun bir
Sırp olması, yaşadığı çevreden zorla kopartılmış olmasına karşın, kendi toplumuna
yabancılaşmadığı, büyüdüğü yerleri unutmadığı ve irtibatını sürdürdüğü
belirtilmiştir. Ayrıca doğduğu toprakları imar etmesi nedeniyle Sırp tarihi açısından
önemli olduğu da vurgulanmıştır. Ders kitaplarında özellikle Sokollu’nun etnik
kimliği ön planda tutularak Sırplığından vazgeçmemiş olduğu ve Osmanlı
devletindeki başarılarının, kendine özgü nitelikleriyle yani Sırplığı ile bağlantılı
olduğu anlatılmıştır (Hacısalihoğlu, 2017: 133).
Sırp ders kitaplarını inceleyen bir çalışmada Dimitrijevic şöyle demiştir:
Özellikle Meriç (1371) ve Kosova (1389) savaşlarının sebep ve sonuçları,
Sırbistan’ın zayıflaması, bağımsızlığını kaybetmesi, Türkiye’nin yayılması ve
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 332

egemenliği, Türk nüfusun Avrupa kısmına yerleşmesi, Sırp büyükleriyle işbirliği ve


Sırp büyüklerinin sultana karşı vassal ilişkileri açıklanmıştır. 1402 yılındaki Ankara
savaşı ve ölümüne kadar Bayezid dönemi, Sırbistan’ın Türkiye’nin vasalı olmasına
rağmen, işbirliği dönemi ve ekonomi gelişmesi olarak açıklanmıştır. Her halükarda
genç Sırp knezi (Stefan Lazareviç), Avrupa Hristiyan hükümdarlarına ve Moğollara
karşı Bayezid tarafında mücadele eden önemli bir savaşçı idi (Dimitrijevic,
2018:477).
Bu cümlelerle, Osmanlı ile beraber mücadele eden Sırp yöneticiler
grubundan bahsedilirken, ders kitaplarının genelinde Balkan coğrafyası içerisindeki
devletler arasında Osmanlı- Türk imparatorluğu için Sırp ders kitaplarında ve ek
okuma kitaplarında Osmanlılar- Türkler hakkında nispeten olumlu bir tarihyazımı-
tarih öğretiminden bahsedilebilir. İlgili çalışmada bir de olumlu ve olumsuz ifadelere
ilişkin karşılaştırma yapılmıştır. Sırp tarih ders kitaplarında Türklerle ilgili olumlu
çağrışımlar söyle sıralamıştır (Dimitrijevic, 2018:482- 483):
9 Avrupa’nın diğer bölgelerinde olduğundan çok daha fazla dini hoşgörü,
9 Köken- soy ve sosyal statüye bakılmaksızın terfi imkânı,
9 Günümüzde bile Balkanlarda varlığını sürdüren önemli vakıflar,
9 İyi organize olmuş ordu.
Olumsuz çağrışımlar ise;
9 Asilerin ve itaat etmeyenlerin cezalandırılmasındaki acımasızlık,
9 Kan vergisi (devşirme), aynı şekilde duyarsızlığı ima etmektedir,
9 Kadınların toplum hayatından tecrit edilmesi ve sınırlı hareket hakları
Bu karşılaştırmada gözden kaçılmaması gereken durum, ülkemizde genel
anlamda olumlanan devşirmenin Balkanlarda hoş bir konu olarak görülmediğidir
(Şimşek, 2018).
Tarih ders kitabı yazarları, hem tarihçilerin konuyla ilgili kitaplarından hem de
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren yazılan diğer tarih ders kitaplarından
etkilenmişlerdir. Cumhuriyet dönemi tarihçileri ise ağırlıklı olarak Osmanlı tarih
yazıcılarının etkisi altında kalarak yazmışlardır. Özellikle klasik çağ üzerinde
böylesine ağır bir etkiden bahsetmek mümkündür. Bu durum, Osmanlı
tarihyazımında görülen hakim paradigma ve konuyla ilgili yaklaşımların cumhuriyet
dönemi tarih yazarlarında da devamı anlamına gelmektedir.
On farklı ders kitabı üzerinde yapılan bu araştırma, genelde kitapların birbirini
takip eden ve tamamlayan bir yapıya sahip olduğunu göstermiştir. Araştırma
konusu bağlamında ders kitaplarında 1950’lerde başlayan düzen ve içerik
genişlemesi 80’lere kadar devam etmiştir. 1970’lerde gerçekleşen değişiklik ise
sadece 1980’leri dolaylı etkilemiştir. 90’lardan günümüze uzanan çizgide ise ders
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 333

kitaplarında kültür, medeniyet konularına ayrılan yerin arttırılması planlanmasına


karşın devşirme ve Sokollu konularının gitgide daha az yer bulduğunu söylemek
mümkündür.
Ders kitapları açısından 80’lerin devamı olarak 90’lı yılları, laiklik ve
çağdaşlaşmayı ön plana çıkaran Kemalizm ile dönemin şartları gereği Türk- İslam
sentezini harmanlayan bir dönem olarak tanımlamak daha doğru olacaktır (Turan,
2017: 280). 90’lı yıllarda Unesco’nun yaklaşık elli yıldır çalıştığı barışçıl tarih
eğitimini de etiket olarak benimseyen Neo- Liberal eğitim politikalarının bir
yansıması olarak, 1990’lı yıllarda lise tarih programlarında politik ve askeri tarih
oranının azaltılarak sosyal ve kültürel tarih konularına daha çok yer verildiği
görülmüştür (Turan, 2017: 276).
Sonuç olarak tarih ders kitapları, Türkiye’de tarih öğretiminin her zaman en
önemli unsuru olmuştur. Buna karşın tarih öğretmekten daha çok, ilgili devrin siyasi
argümanları tarafından sürekli değişikliğe maruz bırakılan ve örtük amaçlara yönelik
bir tarihyazımı söz konusu olmaktadır. İncelediğimiz devşirme konusunda büyük
değişiklikler olmasa da Sokollu Mehmet Paşa’nın tarih ders kitaplarında döneme
göre değişen bir yer bulduğunu söylemek mümkündür.

KAYNAKLAR
AKBABA, B. (2017), “1960- 1970’lerde Tarih Eğitimi”, Türkiye’de Tarih
Eğitimi, Ankara: Pegem Yay.
ALİ REŞAT, (1928), Umumi Tarih III, İstanbul: Kanaat Matbaası
AFYONCU, E., (2009), “Sokullu Mehmed Paşa”, DİA, Cilt: 37, Ankara:
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 354- 357.
BELGE, M. (2008), Osmanlı’da Kurumlar ve Kültür, İstanbul: İstanbul Bilgi
Üniversitesi Yayınları.
BEYDİLLİ, K. (2013), Yeniçeriler ve Bir Yeniçerinin Hatıratı, İstanbul: Yitik
Hazine Yayınları.
BEYDİLLİ, K. (2013), “Yeniçeri”, DİA, Cilt: 43, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları, 450- 462.
CAZGIR, V. Vd (2012), Tarih 10, Ankara: MEB Yay.
ÇAĞAPTAY, S. (2016), “Balkanlarda Sokoloviç, İstanbul’da Sokollu:
Karadağ’daki Piva Manastır Kilisesinin Düşündürdükleri”, Ekrem Hakkı Ayverdi’nin
Hâtırasına- Osmanlı Mimarlık Kültürü, Ed. H. Aynur ve A. H. Uğurlu, İstanbul:
Kubbealtı Yay.
DJURDJEV, B. (1992), “Bosna- Hersek”, DİA, Cilt: 6, Ankara: Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları, 297- 305,
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 334

DIMITRIJEVIC, V. (2018), “Sırbistan Lise Tarih Ders Kitaplarında Türk İmajı”,


Çev. Fetnan Derviş, Dünyada Türk İmajı- Tarih Ders Kitaplarındaki Durum, Ed.
Ahmet Şimşek, Ankara: Pegem Yay.
EMECEN, F. (2001), “Osmanlı Hanedanına Alternatif Arayışlar Üzerine Bazı
Örnekler ve Mülahazalar”, İslam Araştırmaları Dergisi, (6), İstanbul: İSAM Yay., 63-
76.
EMECEN, F. (1992), “Bosna Eyaleti”, DİA, Cilt: 6, Ankara: Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları, 296- 297,
GÖKBİLGİN, T. M. (1977), Osmanlı Müesseseleri Tarihi ve Medeniyeti
Tarihine Genel Bakış, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları.
GÜNEŞ A. Ve S. Özbek (2003), Tarih 2, Ankara: Tutibay Yayınları,
HACISALİHOĞLU, N. E. (2017), “Bulgaristan Tarih Algısında ve Tarih Ders
Kitaplarında Devşirme Sistemi ve Yeniçeriler”, Tarih Dergisi, (66): 129- 154.
İNALCIK, H. (2003), Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ, İstanbul: YKY
Yayınları.
İNALCIK, H. (2009), Devlet-i Aliyye – Osmanlı İmparatorluğu Üzerine
Araştırmalar 1, İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları.
JORGA, N. (2005), Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, Çev. Nilüfer Epçeli,
İstanbul: Yeditepe Yay.
KAFESCİOĞLU, Ç. (2016), “Görsel Sanatlar,” Türkiye Tarihi 1453-1603
içinde, haz. Suraiya Faroqhi, Kate Fleet, Çev. Egemen Özkan, İstanbul: Kitap
Yayınevi, 551-652.
KALAYCI Ş. (1998), Tarih 2, İstanbul: Meram Yayınları.
LAÇİN, A. Vd. (2018), Tarih 11, Ankara: MEB Yay.
LOWRY, H. (2008), Osmanlı Döneminde Balkanların Şekillenmesi 1350-
1550
Kuzey Yunanistan’ın Fetih, Yerleşme ve Altyapısal Gelişimi, İstanbul: Bahçeşehir
Üniversitesi Yay.
LOWRY, H. (2009), Osmanlıların Ayak İzlerinde, İstanbul: Bahçeşehir
Üniversitesi Yay.
MANSEL, A. M., Baysun, C., Karal, E.Z. (1942), Yeni ve Yakınçağlar Tarihi-
üçüncü sınıf, İstanbul: MEB Yay.
OKTAY, E. (1952), Tarih III. Yeni ve Yakın Çağlar, Ankara: MEB. Yay.
ÖZCAN, A. (1994), “Devşirme”, DİA, Cilt: 9, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları, 254-257,
ÖZTUNA Y. (1976), Tarih III, Ankara: MEB Yay.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 335

ŞİMŞEK, A. (Ed.) (2018), Dünyada Türk İmajı- Tarih Ders Kitaplarındaki


Durum, Ankara: Pegem Yay.
ŞİMŞEK, A. Ed. (2017), Türkiye’de Tarih Eğitimi, Ankara: Pegem,Yay.
ŞİRİN, V. (1987), Tarih Lise III, İstanbul: Gendaş Yayınları.
TURAN, İ. (2017), “1990’larda Tarih Eğitimi”, Türkiye’de Tarih Eğitimi,
Ankara: Pegem Yay.
TÜRK TARİH TETKİK CEMİYETİ (1933), Tarih III Yeni ve Yakın Zamanlar,
İstanbul: Devlet Matbaası.
UZUNÇARŞILI, İ. H. (1988). Osmanlı Tarihi, Cilt: I- II, Ankara: TTK Yay.
WIRTH, L. (2003), “Tarihi Kötüye Kullanma Biçimleriyle Yüzleşmek”, Çev.
Nurettin Elhüseyni, Tarihin Kötüye Kullanımı, İstanbul: Türkiye Ekonomik ve
Toplumsal Tarih Vakfı Yay., 18-59.
YILDIRIM, A. & Şimşek, H. (2008), Sosyal Bilimlerde Nitel Araştırma
Yöntemleri, Ankara: Seçkin Yay.
YÜKSEL, E. Vd. (2018), Tarih 10, Ankara: MEB Yay.
WEB1: https://www.aa.com.tr/tr/dunya/bosna-hersekin-yuzde-50-7si-
musluman/600661 (Erişim Tarihi: 18.08.2019).
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 336
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 337

Osmanlı Devleti’nin İlk Belgrad Elçisi:


Hüseyin Hüsnü Sermed Efendi Ve Sırbistan’daki Faaliyetleri

Abidin TEMİZER - İbrahim SERBESTOĞLU

ÖZET
Osmanlı Devleti Sırbistan’ın bağımsızlığını Berlin Antlaşması ile kazanmasından hemen sonra bu ilke
ile diplomatik ilişkiler kurmaya başlamıştır. Bunda II. Abdülhamid’in Balkanlar’da izlediği politika etkili olmuştur.
II. Abdülhamid’in hedefi Balkan ülkelerine, elçi ile konsoloslar atayarak hem iyi niyetini göstermek hem de açtığı
elçilik ve konsolosluklar vasıtasıyla Balkanlar’daki Müslüman halkın haklarını gözetlemektir.
Bu bağlamda Sırbistan’a ilk olarak 1879 yılının başlarında elçilik açılmış ve ilk elçi alarak Hüseyin Hüsnü
Sermed Efendi 8 Mayıs 1879 tarihinde Fevkalade Murahhas ve Orta Elçi olarak atanmıştır. 4 Haziran 1879’da
Niş’te Prens Mina Obrenovic’e itimadname takdim eden Sermed Efendi Ağustos 1880 tarihine kadar bu görevde
kalmıştır.
Bu çalışmada Sermed Efendi’nin Belgrad’a atanması süreci ve Belgrad’taki faaliyetlerine değinilmiştir.
Çalışmanın ana kaynağını Osmanlı Arşiv belgeleri oluşturmuştur.
Anahtar Kelimeler: Belgrad, sefir, Osmanlı, Hüseyin Hüsnü Sermed Efendi

THE FIRST AMBASSADOR OF THE OTTOMAN EMPIRE IN BELGRADE: HÜSEYİN HÜSNÜ


SERMED AND HIS ACTIVITIES IN SERBIA

ABSTRACT
The Ottoman Empire began to establish diplomatic relations immediately after Serbia gained its
independence with the Berlin Treaty. Policies that Abdulhamid II pursued in the Balkans were effective in this.
Abdulhamid II’s aim was both to show goodwill by appointing ambassadors and consuls to the Balkan countries
and to look after the rights of the Muslim people in the Balkans by the medium of the consulates he opened.
In this context, the first embassy was opened in Serbia in early 1879 and Hüseyin Hüsnü Sermed Efendi
was appointed as the first ambassador on 8 May 1879. Sermed Efendi remained in this position until August
1880.
In this study, the process of Sermed Efendi’s appointment to Belgrade and his activities in Belgrade are
discussed. The Ottoman Archive documents constitute the main source of the study.
Keywords: Belgrade, Ambassador, Ottoman, Hüseyin Hüsnü Sermed Efendi

Doç. Dr. / Burdur Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi, abitem@gmail.com TÜRKİYE
Doç. Dr. / Ondokuz Mayıs Üniversitesi Çarşamba İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi,
ibrahimserbest53@hotmail.com TÜRKİYE
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 338

1. HÜSEYİN HÜSNÜ SERMED EFENDİ BİYOGRAFİSİ

Hüseyin Hüsnü Sermed Efendi, 13 Temmuz 1832 tarihinde İstanbul’da


doğmuştur. Babası Divan-I Hümâyûn kaleminde görevli Osman Safder Efendi’ydi.
Sermed Efendi Arapça, Farsça, Fransızca, Almanca ve İngilizce bilmekteydi. 24
Eylül 1847’de henüz 15 yaşında iken Divan-I Hümayun kalemine girmiştir. Burada
yaklaşık iki yıl görev yaptıktan sonra 1849 yılında Babıali Tercüme Odası’na
geçmiştir. Burada 1857 yılı sonuna kadar çalışmıştır. 1857 yılı sonunda 3. Rütbe ve
45 lira 338iplom Berlin Sefaretine Başkâtip olarak atanmıştır. 28 Mayıs 1864’te
Babıali Tercüme Odasına geri dönmüştür. Mayıs 1866’da 30 lira 338iplom Londra
Sefareti Başkâtipliğine atanmıştır. Buradaki görevinden dolayı 4. Dereceden
Mecidiye Nişanı almıştır. 1870 yılında 3 bin kuruş 338 iplom Şura-yı Devlet
muavinliğine atanmıştır (BOA, DH. SAİDd, 2/499). Burada üç yıl görev yaptıktan
sonra 26 Ağustos 1873 tarihinde 75 lira 338iplom Peşte Başşehbenderliğine tayin
edilmiştir (BOA, DH. SAİDd, 2/499). 29 Haziran 1877 tarihinde İstanbul’a dönerek
2 bin kuruş 338iplom yaklaşık 2.5 yıl kadar açıkta kalmıştır. 8 Mayıs 1879 tarihinde
İkinci dereceden Mecidiye Nişanı verilerek 160 Lira 338iplom Belgrad Sefaretine
Fevkalade Murahhas ve Orta Elçi olarak atanmıştır (BOA, DH. SAİDd, 2/499; BOA.
Y.PRK. HR., 4-58; Salnâme-I Nezâret-I Umur-I Hâriciyye, 1318: 197-198). Sermed
Efendi 4 Haziran 1879 tarihinde Niş kentinde Prens Mina Obrenovic’e itimadname
takdim ederek (BOA. Y.PRK. HR., 4-58) görevine başlamıştır. Bu görev Sermed
Efendinin ilk elçilik deneyimiydi. Üstelik Osmanlı Devleti’nin Sırbistan’a atadığı ilk
elçi olması bakımından da önemliydi.
Hüseyin Hüsnü Sermed Efendi Belgrad elçiliğinden sonra 17 Nisan 1881
tarihinde Çetine Sefaretine atanmıştır. Bu atanma Çetine Sefaretinde elçi olarak
bulunan Halil Halid Beyle becayiş şeklindeydi (BOA, İ.HR, 282/17479). Ancak
Sermed Bey, Çetine’ye gitmeyi istememiştir. Bu nedenle Dersaadet’e, Çetine’ye
gitmek istemediğine ve bu görevi 338iplo edemeyeceğine dair bir telgraf çekmiş ve
istifanamesini sunmuştur. Onun bir ara Haziran 1881’de Brüksel Sefiri Karatodori
Efendi’nin yerine Brüksel’e tayini (BOA, İ.HR. 284/17660) gündeme geldiyse de bu
gerçekleşmemişti (Özcan- Temizer; 2015, 57-58). Sermed Bey daha sonra Eylül
1881’de 13 bin kuruş maaş ve Orta Elçi unvanıyla Madrid Elçiliğine atanmıştır
(BOA, DH. SAİDd, 2/499). Madrid’deki görevini 17 Aralık 1886 tarihine kadar devam
ettiren Sermed Efendi bu görevinde iken 17 Aralık 1886’da vefat etmiştir. Naaşı
Barselona’ya demiryolu ile getirtilmiş oradan da denizyoluyla İstanbul’a nakledilmiş
ve Sultan Mahmud türbesine defnedilmiştir (Mehmet Süreyya, 1495-1496; Özcan –
Temizer, 2015: 57-58).
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 339

2. SERMED EFENDİ’NİN BELGRAD ELÇİLİĞİ DÖNEMİNDE GELİŞEN


OLAYLAR (8 Mayıs 1879-Ağustos 1880)
Hüseyin Hüsnü Sermed Efendi Sultan II. Abdühamid’in Balkan ülkeleri ile iyi
ilişkiler kurma politikası gereği Balkan ülkelerine elçi gönderme kararı alması
üzerine Belgrad’a gönderdiği ilk elçi idi. Burada elçilik açılmasının nedeni sadece
iyi ilişkiler kurmak değil aynı zamanda 93 Harbi, Berlin Antlaşması ve sonrasında
bölgede kalan veya göç eden Müslümanların karşılaştıkları sorunlar, sınır sorunları
vb. Konularda doğrudan Sırp hükümeti ile görüşme ve sorunları çözme isteğiydi.
Hüseyin Hüsnü Sermed Efendi’nin birden fazla dil bilmesi elçi olarak
gönderilmesinde etkili olmuştur. Sermed Efendi elçilik görevine başladığında
birtakım sorunlarla karşılaşmış ve bunların çözümü için hemen harekete geçmiştir.
Bu sorunların balında göç eden Müslümanların emlak meselesi, sınır tespit
sorunları gelmekte idi. Ayrıca Rusya’nın burada Panslavist politikasına yeniden
başlaması, başta Avusturya olmak üzere diğer devletlerin bölgedeki faaliyetleri de
Osmanlı açısından sorun teşkil etmiştir.

2.1.Göç ve Göçmen Meselesi


Osmanlı-Sırbistan ilişkilerinde önemli yer tutan hususlardan biri göç ve
göçmen meselesiydi. Sırbistan’ın bağımsızlığını kazanmasından sonra
Sırbistan’dan Osmanlı Devleti’ne çok sayıda göç hareketi yaşanmıştır. Genelde
1877-78 Osmanlı Rus Savaşı döneminde yaşanan göçler Sermed Efendi’nin elçilik
yaptığı dönemde de devam etmiştir. Dolayısıyla Osmanlı elçisi olarak Sermed
Efendi’nin önündeki en önemli konulardan birisi söz konusu göçler, göçmenlerin
geride bıraktıkları mal varlıkları konusu idi.
Sırbistan’dan göç eden Müslümanların çoğu Kosova sınırına yakın
yerlerdendi ve çoğu da Kosova’ya göç etmiştir. Sırp istatistiklerine göre 93
harbinden önce 900 haneden oluşan Leskovac’ta 5 bin Müslüman nüfusu
bulunmakta iken 1879 yılı başlarında şehirde sadece 120 Müslüman kalmış, 4.880
Müslüman ise göç etmiştir. Vranje’de savaştan önce 6.690 Müslüman nüfusu var
iken, savaştan sonra bu sayı 437’ye düşmüştür. Başka bir ifade ile 6.250 kişi göç
etmiştir. Niş şehrinde savaştan önceki 8.500 Müslüman nüfustan 7.332 kişi
savaştan sonra göç etmiştir. Pirot’ta 1878 yılı verilerine göre yaşayan 2.500
Müslüman nüfus 1879 verilerine göre 638’e düşmüştür. Dolayısıyla Pirot’tan göç
eden Müslüman nüfusu 1.862 kişidir. Genel olarak savaş sırasında ve sonrasında
Sırbistan’dan Kosova’ya göç eden Müslüman nüfusu 71.000 kişidir. (Miloš Jagodić
1998: 10-12). Osmanlı kayıtlarına göre Sırbistan’ın güneyinden Kosova’ya göç
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 340

eden Müslümanları sayısı daha fazladır. Sadece Vranje, Kurşunlu ve Şarköy


bölgelerinden Kosova’ya göç edip yerleşen Müslüman nüfusu 40-50 bin
civarındadır (BOA. Y. PRK. EŞA, 1/62). Hem Sırp hem de Osmanlı kaynaklarında
hemfikir olunan konu, göç eden Müslümanların kalan Müslümanlara oranının
%90’ın üzerinde olduğu konusudur.
Müslümanların göç etme nedenleri Sırp hükümetinin izlediği politikalar,
özellikle de asimilasyon politikası ile Müslümanların can ve mal güvenliği
konusunda sessiz kalma politikası ve bu politikalara bağlı olarak Müslümanların can
ve mal güvenliğinin kalmayışı idi. Sırbistan’ın bu politikasına 1878 yılından sonra
devam etmesi Berlin Antlaşmasının ilgili maddelerine aykırı bir durum idi.1 Özellikle
Müslümanlara askerlik vazifesinin zorunlu hale getirilmesine Müslümanların tepki
göstermeleri, Sermed Efendi’nin dikkatini çekmiş ve bu konuda girişimlerde
bulunmuştur (BOA. Y. PRK. EŞA, 1/62).
Bu sırada Osmanlı Devleti, göç eden Müslümanların geri dönmelerini
sağlamak için Belgrad Sefiri Sermed Efendi aracılığıyla Sırbistan hükümeti ile
340 iplomatic görüşmelere başlamıştır. Sermed Efendi bir taraftan Sırbistan
hükümeti ile gerekli görüşmeleri yaparken diğer taraftan da Belgrat’taki İtalya,
Avusturya ve İngiliz sefirleri ile görüşerek kendi hükümetlerinin de özellikle
göçmenlerin Emlakları konusunda Sırbistan hükümetine baskı yapmasını talep
etmiştir. Gerekçe olarak da Belin Antlaşmasının 39. Maddesini göstermiştir. (BOA.
Y. PRK. EŞA, 1/62). Sermet Efendi Sırp Hükümetinin Müslümanlara yönelik izlediği
politika onların göç etmelerine neden olduğu konusunda İngiliz ve Rus seferlerini
ikna etmeye çalışmış ve bu konuda da başarılı olmuştur. Bu girişimlerden sonra
Rusya ve İngiltere Sırp hükümetini ikaz etmişler ve göç ettirilen Müslümanların geri
çağrılmasını istemişlerdir (Miloš Jagodić 1998: 16). Sermed Efendi’nin geri
dönmelerini sağlamaya çalıştığı muhacirler Vranje, Kurşunlu ve Şarköy
taraflarından Kosova’ya göç etmiş olan 40-50 bin civarındaki Arnavut’tan
oluşmaktaydı (BOA. Y. PRK. EŞA, 1/62).
Baskılar üzerine Sırp hükümeti her ne kadar geri dönüş çağrısında
bulunduysa da Müslümanların çoğu geri dönmemiş, Osmanlı sınırlarında kalmıştır.
Bunun temel sebebi Müslümanların hem Sırp hem de İngiliz ve Rus hükümetlerine
güvenmemesiydi (Miloš Jagodić 1998: 16). Bir diğer neden ise Sırbistan

1 Berlin Antlaşması’nın 5,27, 35, 44. Maddeleri gereği Sırbistan, Romanya ve Karadağ’da “yaşayan milletler arasında medenî ve
siyasî hukuk açısından herhangi bir din ve mezhep farkının hiç kimse için hiç bir yerde bir ayrım nedeni olmayacağı, din ve mezhep
farklılığının kamu görevine veya memuriyete atanmada ya da iş dalını icra etmede engel teşkil etmeyeceği, gerek bölgedeki ahali
gerekse bölgeye gelen yabancıların ibadet özgürlüğünün temin edileceği, farklı milletlerin dinî teşkilatlarına müdahale edilmeyeceği
ve bunların ruhanî [dinî] liderleri ile aralarındaki ilişkinin engel olunmayacağı kayıt altına alınmıştır”. (Ayşe Zişan Fırat, “Berlin
Antlaşması Sonrasında Balkanlar’da Cemaat-i İslamiyelerin Teşekkülü (1878-1918)”, OTAM, 33/Bahar 2013, s.72.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 341

hükümetinin sonradan Arnavutların dönüşleri konusunda hazır olmadıklarını hem


Osmanlı hem de diğer yabancı sefirlere bildirmesi idi (BOA. Y. PRK. EŞA, 1/64).

2.2. Sınır Meselesi


Sermed Beyin Belgrat’ta uğraştığı ikinci konu ise sınır meselesi ve bundan
kaynaklı sorunlar idi. Birinci sorun komisyonun oluşturulması ve çalışma şekli idi.
Berlin Antlaşması gereği iki ülke arasında oluşturulacak bir sınır tespit komisyon
çalışmalarına başlayacaktır. Ancak komisyonun kurulmasında gecikme
yaşanmıştır. Sırp hükümetinin komisyonu kurmakta yavaş davranması ve
oluşturduğu komisyonun görev yerlerine geç gelmesi bunun temel nedeni idi
(Y..PRK.EŞA, 2/1). Sınırla ilgili yaşanan bir diğer sorun ise Sırp komisyonunun
Berlin Antlaşmasına aykırı olarak Osmanlı sınırlarında kalan bazı yerleşim yerlerini
kendi sınırında gösterme çabası idi (BOA. HR. SYS, 1435/13).
Muhacirlerin Sırbistan’da kalan emlakları ile ilgili Berlin Antlaşmasının 39.
Maddesi gereği Osmanlı ve Sırbistan hükümetleri arasında bir komisyon teşkil
edilecek ve bu komisyon göçmenlerin haklarını gözetecekti. Ancak Sermet
Efendi’nin İstanbul’a gönderdiği rapora göre Osmanlı Devletinin komisyonda
görevlendirdiği memurlar Sırbistan’a geldikleri halde Sırp hükümetinin henüz
kimseyi görevlendirmediği ve bu konuda ağır davrandığı anlaşılmaktadır
(Y..PRK.EŞA, 2/1).
Sınır ihlalleri ile ilgili iki ülke arasındaki diplomasi trafiği Sermed Efendi’nin
sınır meselesi ile ilgili gündemini oluşturan bir sorundu. Gerek Sırplar gerekse
Kosova’ya göç eden Müslümanlar tarafından sıklıkla sınır ihlalleri yapılmış, sınır
tespit komisyonunun çalışmalarında güçlüklere sebebiyet vermişlerdir (BOA. Y.
PRK. EŞA, 1/62). Bu konu iki hükümeti sıklıkla karşı karşıya getirmiştir. Muhacirlerin
büyük bir kısmı Kosova tarafına göç ederek sınıra yakın yerlere yerleşmişlerdir.
Muhacirler burada geride bıraktıklarını arazi, ev vs gibi mal varlıklarına sahip
çıkmaya çalışmışlardır. Bu girişimleri sınır ihlallerine, çeşitli olaylara sebep
olmuştur. Örneğin bir grup Arnavut 1879 yılı Haziran ayında Toplice yakınlarındaki
Kurşunlu köyüne saldırıp köyü yakarak bazı hayvanları çaldıkları iddiasıyla (Miloš
Jagodić 1998: 16; (BOA. Y. PRK. EŞA, 1/62). Sırp hükümeti Osmanlı Devleti
aleyhinde 300 bin Macar altını tazminat talebinde bulunmuştur (BOA. Y. PRK. EŞA,
1/62). Ancak Sırp hükümetinin bu girişimleri sonuçsuz kalmıştır (Özkan:2016, 110;
Miloš Jagodić 1998: 16). Bu dönemde Arnavutların Sırbistan tarafına geçerek
köylere saldırdıkları, hayvanları çaldıkları ile ilgili Sırbistan hükümetinden sık sık
şikayetler alınmıştır (BOA. HR.SYS, 1425/15). Ancak söz konusu şikayetler üzerine
yapılan incelemelerde olayın doğru, ancak faillerinin Arnavut değil Sırp haydutlar
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 342

olduğu tespit edilmiştir. Benzer şekilde sınırda 4-5 saat uzaklıktaki Velikofça köyüne
yapılan ve Arnavutlara atfedilen saldırıların aslında Sırp haydutlar tarafından
yapıldığı tespit edilmiştir (BOA, HR.SYS, 1407/35).

2.3. Rusya’nın Panslavizim Politikası


Sermed Efendi’nin Belgrat’taki görev süresince Dersaadet’e sık sık raporlar
gönderdiği tespit dilmiştir. Söz konusu raporlardan birisi ise Rusya’nın Panslavizm
politikasına Sırbistan’da ağırlık verdiği ve bunun için de Salib-i Ahmet Cemiyeti
(Kızılhaç)’nin denetimini ele geçirdikleri ile ilgili raporuydu. Sermed Efendi, Petersburg
Komitesi tarafından Salib-i Ahmet Cemiyeti’nin Rusya Slav Komitesi’nin idaresine
alınmasının kararlaştırıldığını belirtmiştir (BOA. Y. PRK. EŞA, 1/64). Sermed Efendi
Rusya’nın bu tarz hareketlerini Belgrad’daki İngiliz, Alman, Fransız ve Avusturyalı
elçilere karşı bir koz olarak kullanmıştır. Çünkü Rusya, Berlin Antlaşması ile
hedeflediği kazançların uzağında kalmış ve yeni politikalar geliştirmiştir. Bu
politikalardan biri silah gücünü kullanmak diğeri ise ekonomik yardımlar sayesinde
Balkan ülkelerini kendi tarafına çekmek idi (Lora Gerd:2014, 3-4). Bu konuda Söz
konusu hükümetlerin Sırp hükümeti üzerine yaptıkları baskılar dikkate alındığında
Sermed Efendi’nin bu hususta başarılı olduğu söylenebilir.

SONUÇ
Hüseyin Hüsnü Sermed Efendi 8 Mayıs 1879 tarihinde Osmanlı Devleti’nin ilk
Belgrad elçisi olarak atamış ve Ağustos 1880 tarihine kadar bu görevde kalmıştır.
Görev süresince Sermed Efendi Osmanlı Devleti ile Sırbistan arasında oluşan
birçok sorunla uğraşırken aynı zamanda ülkedeki yabancı elçilerin de desteğini
almaya ve bu sayede bir Sırp hükümeti üzerinde baskı kurmaya çalışmıştır. Sermet
Efendinin uğraştığı en önemli konu Sırbistan’dan göç eden Müslümanların
karşılaştıkları veya neden oldukları sorunlardı. Bu sorunların başında muhacirlerin
Sırbistan’da bıraktıkları mal varlıkları meselesi idi. İkinci ise göçlere de neden olan
Sırbistan hükümetinin uyguladığı asimilasyon politikası idi. Sermed Efendi her iki
sorunu bir taraftan Berlin Antlaşması çerçevesinde çözmeye çalışırken diğer
taraftan da Rusya’nın panslavist hareketlerini gerekçe göstererek İngiltere,
Almanya, Fransa ve Avusturya’nın büyükleçilerinden de destek almaya çalışmıştır.
Sermed Efendi’nin vazifesi boyunca başta Rusya olmak üzere büyük devletlerin
bölgedeki faaliyetlerini iyi analiz etmiş ve hem bunları İstanbul’a raporlamış hem de
bölgedeki sorunları çözmekte Büyük Güçlerin desteğini almaya çalışmıştır.
Belgrad büyükelçiliğinden sonra Madrid’e elçi olarak atanmıştır. Buradaki
görevi sırasında vefat eden Sermed Efendi İstanbul’a getirilerek defnedilmiştir.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 343

KAYNAKLAR
Osmanlı Arşivi Belgeleri (BOA)
BOA, DH. SAİDd, 2/499, 12 Aralık 1248.
BOA, HR.SYS, 1407/35 (25/5/1879); 1435/13 (20/10/1879); 1425/15 (20-05-
1879)
BOA, İ.HR, 256/15/314, (Hicrî 09/Ş/1289); 282/17479, (3.L.1297); 284/17660,
(Hicrî 22/B /1298).
BOA, Y. PRK. EŞA, 1/62 (12.N.1296); 1/64 (26.9.1296); 2/1) (05.01.1297)
BOA. Y.PRK. HR., 4-58 (13.06.1296)
Salname
Salnâme-i Nezâret-i Umur-ı Hâriciyye, Hariciye Sicill-i Ahval Müdüriyeti, 3. Defa,
Dersaadet, Matbaa-i Osmaniye, h. 1318, s.197-198.
Kitap ve Makaleler
GERD, Lora, Russian Policy in the Orthodox East: The Patriarchate of
Constantinople (1878-1914), De Gruyter Open, Warsaw/Berlin, 2014.
JAGODIĆ, Miloš, “The Emigration of Muslims from the New Serbian Regions
1877/1878”, Balkanologie Revue d’études pluridisciplinaires, Vol. II, n. 2, 1998,
ss.1-21.
MEHMET SÜREYYA, Sicill-I Osmani, TVYY, C.5, s.1495-1496;
ÖZCAN, Uğur – Abidin Temizer, Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne
Karadağ’da Türk Sefirleri ve Şehbenderleri, Bilge Kültür Sanat Yayınları, İstanbul
2015.
ÖZKAN, Ayşe, “Kosova’daki Arnavut Göçmenlerin Sırbistan’a Karşı
Faaliyetler”, Tarih Okulu Dergisi (TOD), Mart 2016, Yıl 9, Sayı XXV, ss. 101-125.
ZİŞAN FIRAT, Ayşe, “Berlin Antlaşması Sonrasında Balkanlar’da Cemaat-I
İslamiyelerin Teşekkülü (1878-1918)”, OTAM, 33/Bahar 2013, ss.63-93.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 344

EKLER
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 345
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 346
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 347
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 348
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 349

Tereke Kayıtlarına Göre XVII. Yüzyılın Sonlarında Sofya Şehrinde


Ailelerin Sosyo-Ekonomik Durumu

Züleyha USTAOĞLU

ÖZET
Balkanların önemli kentleri arasında yer alan Sofya, Osmanlı Devleti’nin bu coğrafyadaki önemli
merkezlerinden biriydi. 1380 li yılların başında Osmanlı idaresine giren kent, 1878 yılına kadar Osmanlı idari
taksimatındaki yerini korumuştur. Devlet bu süre zarfında şehrin mimari, kültürel ve ekonomi alanında gelişimi
sağlamıştır. Ayrıca Osmanlı Devletinin Avrupa’ya düzenlediği askeri seferlerde şehri üs olarak kullandığını da
dönemin belgelerinden öğrenilmektedir. Bu doğrultuda Sofya’nın tarihsel sürecine bakıldığında, şehrin devlet için
büyük önem taşıdığını görülmektedir. Bu durum, kent tarihinin daha detaylı incelenmesi mecburiyetini
doğurmuştur.
Osmanlı tarih araştırmalarında önemli bir kaynak durumundaki şer’iye sicillerinde, hüküm i’lâm,
hüccet, avarız in’amât, tereke, berat, buyruldu ve kanunnameler ve mahalli idarecilerin yazışmaları yer
almaktadır. Bu defterler dönemin olayları hakkında geniş bilgiler içermektedir. Sicillerde yer alan terekeler ise
ölen kişinin mal varlığını, ekonomik durumu, yaşayış şeklini ve mesleği hakkında bilgilere yer vermektedir. Bu
bağlamda terekeler dönemin sosyo-ekonomik durumunu ortaya koyması bakımından son derece önemlidir.
Bu çalışmada, Sofya şer’iye sicillerindeki tereke kayıtları incelenmiş, kentte yaşayan ailelerin sosyo-
ekonomik durumları hakkında bilgiler ortaya konmaya çalışılmıştır.
Anahtar Kelimeler; Sofya, Tereke, Sosyo-ekonomik, Şeriye sicilleri, Osmanlı.

ACCORDING TO TEREKE RECORDS, SOCIO-ECONOMIC STATUS OF FAMILIES IN THE CITY


OF SOFIA AT THE END OF THE CENTURY XVII

ABSTRACT
Sofia, which is one of the important cities of the Balkans, was one of the important centers of the Ottoman
Empire in this geography. The city became under Ottoman administrative in the early 1380s and maintained its
place until 1878. During this time, the state provided the city for the development of architecture, culture and
economy. It is also learned from the documents of the period that the Ottoman Empire used the city as a base
during military expeditions to Europe. Looking at Sofia's historical process from this perspective, it is seen that
the city was of great importance to the state. This situation necessitated a more detailed examination of the
history of the city.

Dr. / Manisa Celal Bayar Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü, zuleyha.ustaoglu@cbu.edu.tr TÜRKİYE
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 350

The register of şer'iye, which are an important source in Ottoman historical research, include the
provisions of i'lam (judicial), hüccet, avariz in'amat, tereke (heritage), berat, buyruldu (rescript) and
kanunnâmeleri (lawbook) and the correspondence of local administrators. These books contain extensive
information about the events of the period. Terekes provide information about the asset, economic status, the
way of living and occupation of deceased. In this context, terekes are very important in terms of revealing the
socio-economic situation of the period.
In this study, tereke register in Sofia Sher'iye records were examined and information about the socio-
economic situation of the families living in the city was tried to be revealed.
Keywords; Sofia, Tereke, Socio-economic, Şer’iye register, Ottoman.
***
GİRİŞ
Sofya balkan yarımadasında etrafı dağlarla çevrili Sofya ovasının güney
kısmında Vitoşa (Vitoş) dağı eteklerinden 550m. yükseklikte kurulmuş bir şehirdir.
1380’li yılların başında Osmanlı egemenliğine girmiştir. Sofya XV. yüzyılın
ortalarında Rumeli eyaletinin merkezi olan Sofya bulunduğu bölgede sosyal,
ekonomik ve askeri bakımdan önemli bir menzil noktası olmuştur (Özkan, 2016:
311). Ayrıca Avrupa’ya yapılan seferler esnasında sefer iaşesinin ve sefer
hizmetinde görevlendirilen orducu esnafının temin edildiği ana merkezlerden biriydi.
Sofya Osmanlı Devleti’nde bir kaza merkezi idi (Şahin, 2009: 344). Osmanlı idari
birimlerinden olan kazanın başında “kadı” bulunmaktır. Kadı mülki, beldi, askeri,
mali ve noterlik gibi yetkilere sahipti (Erdoğru, 2002: 9). Ayrıca yargı merkezi olan
kazalarda kadılar mahkemelerde mahalli otoritelerden bağımsız geniş yetkileri
bulunan kişilerdi. Kadılar padişah adına yargı görevini kullanarak mahkemeye
intikal eden davalarda yargı gücünü kullanarak her türlü vesika ile davaları kadı sicili
(şer’iye sicili) denilen defterlere kayıt etmiştir (Bizbirlik, 2010: 26). Şer’iye sicillerin
bir alt başlık olan tereke kayıtları önemli belgeleri oluşturmaktadır. Ölen kişinin
geride bıraktığı mallara tereke veya metrukât, muhallefat denilmekteydi (Özcan,
2005: 406). Kassam adı verilen memurların tutuğu bu kayıtlar ölen kişilere ait olan
gündelik eşyaları, giyim-kuşam, taşımaz mallar, mesleği, alacak-verecekleri,
kitapları gibi ekonomik ve sosyal-kültürel hayatlarına dair bilgiler barındırmaktadır
(Köstüklü, 2008: 26). Özellikle sosyal tarih çalışmalarında bu durum çalışılan
dönem ve coğrafya hakkında önemli bilgiler barındırmaktadır.
Sofya’nın XVII. yüzyıla ait Bulgaristan Milli Kütüphanesi Şarkiyat
Bölümünde (St. Cyril and Methodius National Library of Sofia, Oriental Department)
5 adet şer’iye sicil defteri bulunmaktadır. H.1082-1083/M.1671-1673 ve H. 1095-
94/1683-1684 yıllarına ait defterlerde 271 tereke kaydı bulunmaktadır. S149 olan
defterin durumu oldukça kötü olmakla birlikte birçok yerinde yazılar silinmiş
okunamaz haldedir. Metinde örnekler S12 defterinden verilmiştir. Ancak genel
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 351

değerlendirme her iki defteri de kapsamaktadır. 171 tereke erkeklere aittir.


Bunlardan 28 tereke gayrimüslim erkeğe aittir.
İncelenen tereke kayıtlarında cinsiyet, meslek, varsa unvan ve servet
başlıkları ile değerlendirilmiştir. Bu durum araştırmanın kapsamının daha iyi
anlaşılmasına olanak sağlamaktadır. Terekeler değerlendirilirken masraflar
düşürülmeden miras bırakılan yekûn ele alınmış ve servet miktarları hesaplanmıştır.

XVII. Yüzyılın İkinci Yarısında Sofya’da Ölen Kişilerin Sosyo-Ekonomik


Durumu
Ele aldığımız defterlerde tekere sayısı 271 adettir (NBKM, Oriental
Department, S12,- S149). Bunlarda 100 adet kayıt kadınlara aittir. Bu toplam
terekenin %36,9 tekâmül etmektedir. %63,1 oluşturan yüzdelik kısım ise erkek
terekelerine aittir. Terekelerine göre kadınların ortalama servetleri 21.413 olarak
tespit edilmiştir. Bu kadınlardan 12 tanesinin terekesi 30.000 akçenin üstündedir.
Ayrıca bu kadınların baba isimlerinde unvan bulunmaktadır (Çakır, 2012: 53). Bu
durum terekelerin miras yoluyla kaldığını akla getirmektedir. Ancak Sofya’da
kadınlar içerisinde en fazla terekeye sahip olan Hatice binti Süleyman’ın babasının
unvanı bulunmamaktadır. Buna karşın genel olarak yüklü miktarda tereke
bırakanların mesleki ve dini unvanlara sahip olduğu görülmüştür.
Tereke sahiplerinde bulunan unvanlar; el-hȃc (hacı)18, beşe 11, ağa 8, bey
(beğ) 8, efendi 3, şeyh 1, sarraç 2, sipahi 1, çelebi 2 toplamda 54 kişidir. 84 tereke
sahibinin unvanı bulunmamaktadır. Bunların içerisinde 17 tereke sahibinin baba
adı Abdullah’dır. Belgelerde ne fazla hacı unvanına sahip kişiler tespit edilmiştir.
Hacı unvanını İslam dininde sadece zengin kişilere farz olan “hac” görevini yerine
getirmiş kişiler kullanmaktadır. Ancak bir birçok araştırmacıya göre, hacı unvanı
sadece hacca gitmiş kişilere verilmediğini, toplumda saygın ve yaşı ilerlemiş kişiler
içinde saygı ifadesi olarak da kullanılmıştır. (Er, 2009, s. 371). Hacı unvanına sahip
kişilerin zengin terekelere sahip olmadığı göz önüne alındığında, servet-unvan
arasındaki ilişki çok açıklayıcı gelmemektedir. İncelediğimiz defterde hacı unvanına
sahip on sekiz kişiden en fazla tereke sahibi 308.206 akçe ile elhac Süleyman Ağa
ve buna karşılık en az tereke sahibi elhac Zülfikar’ın 420 akçe tereke kaydının
olması bu yorumu doğrulamaktadır.
0-10.000 akçe aralığında 168 kişinin terekesi bulunmaktadır. %61.9 kişinin
servet aralığını yansıtan bu rakam alt tabaka olarak nitelendirilebilir. 10.000-50.000
servet aralığında %22.8 oranında 62 kişi bulunmaktadır. 50.000 akçe ve üzeri
terekesi olanlar ise 32 kişi olarak %11,8’lik kısmı oluşturmaktadır. %3.5’lik
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 352

kesiminde toplam 9 kişinin servetlerin toplamı verilmemiş ve terekeleri beytülmale


kalmıştır.
Sofya’nın gelir düzeyini servet-unvan açısından değerlendirdiğimizde “hacı”
unvanına sahip 18 kişiden, 8’inin kişinin tereke kaydı 50.000 akçenin üstündedir.
Bazı kayıtlarda hem mesleki hem de dini unvanların bir arada kullanıldığı
görülmüştür. Örneğin; berber elhac Şaban bin Mustafa 220.529 akçelik miras
bırakmıştır. Kahveci elhac Ahmed’in ise 8.198 akçelik mirası bulunmaktadır. Bir
başka dini unvan olan “şeyh” sıfatını taşıyan 12.758 akçelik terekeye sahip olan
Şeyh Bayram Efendi ibni Mehmet’tir. “Efendi” unvanına sahip 3 kişi dikkat
çekmektedir. Efendi unvanına sahip kişilerden 103.817 akçe ile en fazla terekeye
sahip Hüseyin Efendi bin Ali Efendi’dir. Bu unvanda en düşük tereke ise 7.886 akçe
ile Ramazan Efendi ibni Yakup’a aittir. “Ağa” sıfatı defterde karşılaştığımız bir diğer
unvandır. 8 adet ağa unvanlı kişi bulunmakla beraber İsmail Ağa bin Sefer
1.015.202 akçe ile en yüksek servete sahip kişidir. Askeri bir unvan olan “beşe”
sıfatını 9 kişi taşımaktadır. Bunlardan Hüseyin Beşe bin Kürd 291.023 akçe ile en
fazla terekeye sahiptir. 506 akçe ile en düşük terekeye sahip Beşe nam Raci’dir. Bir
başka askeri sıfat olan “sipahi ise defterde sadece 1 kişide bulunmaktadır. Hasan
Sipahi ibni Yusuf 6.893 akçelik mirasını halasının kızına bırakmıştır. “Bey” sıfatına
sahip 11 kişi bulunmakla beraber 24.130 akçe ile en yüksek servet sahibi Kenan
Bey’dir. 800 akçe ile en düşük servete ise Ali Bey Abdullah sahiptir.
Mesleki unvanlardan en dikkat çekenlerin başında hem “çelebi” hem de
“sarraç” unvanı taşıyan Sarraç İbrahim Çelebi bin Süleyman gelmektedir. Sarraç
İbrahim Çelebi bin Süleyman varisleri olan anne ve babasına 58.216 akçelik miras
bırakmıştır. İki unvanlı bir diğer tereke sahibi ise Nalbur Yusuf beşe bin Abdullah’dır.
Nalbur Yusuf beşe bin Abdullah’ın 51.691 akçelik serveti beytülmale intikal etmiştir.
Defterde usta olarak nitelendirilen ve ne ustası olduğu belirtilmeyen Usta Receb bin
Abdullah 109.168 akçe servete sahiptir.
Hallac Ahmet bin Abdullah’ın 6.910 akçelik servetinin dörtte biri zevcesine,
dörtte biri beytülmale kalmıştır. Hattat olan İsmail ibni Mustafa’nın 27.841 akçelik
mirası ise öz kız kardeşine kalmıştır. Bir başka meslek erbabı boyacı Usta Mehmed
bin Hüseyin’in ise 67.822 akçelik terekesi bulunmaktadır. Diğer boyacı Hüseyin bin
Osman 55.640 akçe servetini öz ve üvey kardeşlerine bırakmıştır. Terzi mesleğine
sahip terzi Usta Ahmed bin Abdullah 29.695 akçe servete sahiptir. Sofya’da
bozacılık yapan Bozacı Mustafa bin Abdullah 9.290 akçe terekesi beytülmale
kalmıştır. İki adet abacı mesleği ile anılan tereke bulunmaktadır. Bunlardan ilki
Abacı Usta bin Abdullah 28.404 akçe ve Abacı Süleyman bin Abbas 6.551 akçe
servete sahipti.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 353

Yukarıdaki meslek unvanlara baktığımızda XVII. Yüzyılın ikinci yarısında


boyacı esnafının en fazla gelire sahip olduğu görülmektedir. Boyacıdan sonra en
fazla terekeye sahip meslek terzidir. İncelediğimizde terekelerde 50.000 üzeri miras
bırakan kişilerin zengin diye nitelendirmek mümkün görülmektedir. Toplam tereke
sayısının %11,8 bölümü kapsayan bu rakamın %2,9’unu kadınlar oluşturmaktadır.
Mehmed Ağa bin Süleyman 346.066 akçe, elhac Süleyman nam 308.206 ve Şaban
bin Muharrem 290.696 akçelik serveti ile Sofya’nın en zengin 3 kişisi olmaktadırlar.
Miras taksimi yapılan tereke sahiplerinden 121 kişi Müslüman erkekler
oluşturmaktadır. 12 kişi evli ve çocuğu olmayan kişiler oluşturmakla birlikte 9 kişinin
terekesi beytülmale kalmıştır. 7 kişinin miras taksiminde eşlerinden
bahsedilmemesi ve mirasın çocuklarına kalması eşlerin ya daha önce ölmüş olduğu
ya da boşanmış kişiler olduğu yorumu yapılabilmektedir. Dikkat çeken bir kayıt ise
Ali Ağa’nın terekesi Kenan Ağa teslim edilmiştir. Ayrıca ismi okunamayan bir bekâr
Müslüman erkeğin terekesi emanetinde olan Hafız Ali Efendi’den alınarak Hasan
Bey’e teslim edilmiştir.
Sofya’da evli 103 Müslüman erkekten 3’ü 2 eşle ve 1’i 3 eşle evli olduğu
anlaşılmaktadır. Evli erkeklerin gelir ortalaması 50.119 akçedir. Çok eşli erkeklerin
gelir ortalaması ise 102. 140 akçedir. Ayrıca çok eşli erkeklerin %50’si statü sahibi
kişilerdir. Bu durum eş sayısı ile gelir düzeyi arasında bir ilişki zenginler arasında
çok eşliğin olduğu göstermekle birlikte daha net veriler elde etmek için başka
kaynak bilgilerine ihtiyaç duyulmaktadır (Çakır, 2012: 52).
Araştırmacılar tereke kayıtlarından faydalanarak yapılan çalışmalarında
Osmanlı Devleti için çok eşle evliliklerin oranını %5-12 arasında olduğunu
belirtmişlerdir. (Tabakoğlu, 1992: 93). Miras kalanlar arasında zevç ya da zevce
bulunanlar evli, zevce yok, çocuğu varsa dul kabul edilmiştir. Askeri kökenli
evlenmemiş kişileri ise bekâr ya da dullar arasına dâhil etmişlerdir. ( Yıldırım, 2014:
462).
Sofya’da ise çok eşlilik %3,3 olarak tespit edilmiştir. Bu durum Sofya’da çok
eşliliğin ortalamanın altında olduğunu göstermektedir. Gayrimüslimlerde çok eşle
evlilik yasaklanmış olduğundan görülmemektedir. Çok eşliliğin sebepleri arasında
erkek evlada sahip olma isteği olduğu gibi ikinci eşlerin baba ismi Abdullah olmasın
ihtida eden ya da cariye iken azat edilen kişilerin ikinci ya da üçüncü eş olabileceği
yorumu yapılabilir (Çakır, 2016: 421).
Osmanlı şehirlerin nüfus yapısı ile ilgili araştırmalarda ise ortalama çocuk
sayısı için %2.31 sonucuna ulaşılmıştır. Bu bağlamda 103 kişinin üzerinden yapılan
incelemede 29 kişinin hiç çocuğu yoktur. 102 evli erkeklerin toplamda 142 çocuk
sayısı bulunmaktadır. Bu kişilerden 29 kişi sadece 1 çocuğa sahiptir. Ortalama
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 354

çocuk sayısı %1.44 olarak hesaplanırken çok eşi 4 Müslüman erkeğin toplamda 10
çocukları bulunmaktadır. Çok eşlide çocuk sayısı %2,5’dir. Statü sahibi ve gelir
seviyesi ortalama 92.983 akçe olan Müslüman erkeklerin ortalama çocuk sayısı
%1.55 olarak hesaplanmıştır. Bu durumda Sofya’da geliri yüksek ve sosyal statüye
sahip kişilerin ortalama çocuk sayıları yüksektir. Statü sahibi kişilerin çocukların
fazla olması iki durum arasındaki ilişkiye dikkat çekmektedir (Çakır, 2013: 55).

SONUÇ
Şer’iye sicillerinde yer alan tereke kayıtları ait oldukları yerlerin, toplum yapısı
hakkın da önemli bilgiler sunmaktadır. Bu bağlamda Sofya’da XVII. yüzyılın
sonlarında ailelerin sosyal statülerine baktığımızda 18 adet unvan bulunmaktadır.
Bunlardan en fazla karşılaşılan unvan “elhac” ve “beşe”dir. Genel itibari ile servet-
unvan arasında bir ilişkiden söz edilmesine rağmen “hacı” unvanı bu duruma ters
düşmektedir. Çünkü kayıtlarda hem hacı unvanına sahip hem de terekesi 10.000
akçenin altında kişiler bulunmaktadır.
Sofya’da meslekî unvanlar da dikkat çekicidir. Terekelerde en fazla kazanan
boyacı esnafı olduğu görülmüştür. Ayrıca “usta” unvanlı ancak ne ustası olduğu
belirtilmeyen bir kişinin terekesi diğer meslekî gruplarına göre oldukça yüksektir.
Sofya’da ekonomik olarak 10.000 akçenin altında serveti olan %61,9’lik bir kesim
bulunmaktadır. Ancak bunun yanında 50.000 akçelik gibi yüksek bir meblağa sahip
olanlar %11,8’lik kısmı oluşturmaktadır. Bu durum toplumda servet açısından büyük
farklar olduğunu göstermektedir.
Sofya’da aile yapısı ve servet arasındaki ilişkiye baktığımızda sadece 4 kişi
birden fazla evlilik yapmıştır. Bu durumun servetle ilişkisi olduğu kadar çocuk sahibi
olmak ya da erkek çocuk sahibi olmak isteği olduğu yorumu yapılabilir. Çocuk
sayılarına baktığımızda tek eşle evliliklerde ortalama çocuk sayısı %1.35 iken çok
eşle evliliklerde ortalama %2,5’e yükselmesi durumu daha iyi anlamamızı
sağlamaktadır.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 355

KAYNAKLAR
NBKM, Oriental Department, S12.
NBKM, Oriental Department, S149.
BİZBİRLİK, A. (2010), “Tereke kayıtlarına göre 17. Yüzyılın Ortalarında
Manisa Ailesinin Sosyo-Ekonomik Durumu”, Tarihin Peşinde, S. 4: 25-42.
ÇAKIR, İ. E. (2013), “Osmanlı Toplumunda Eş ve Çocuk Sayısı, Statü,
Servet:1671-1678 Sofya Örneği”, OTAM, S.31: 41-60.
ÇAKIR, İ. E. (2016), “Osmanlı Döneminde Sofya’da Aile”, Çayeli’nden
Erzurum’a Yrd. Doç. Dr. Cemil Kutlu Armağanı, Ed. Selami Kılıç - Ahmet Sefa
Yıldırım, Erzurum: 411-425.
ER, İ. (2009), “Balıkesirli Tereke Sahipleri Hakkında Sosyo-kültürel Açıdan
Bazı Değerlendirmeler (1670-1700)”, Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi,
C. 12, S.21: 368-376.
ERDOĞRU, M. A. (2002), “Onaltıncı Yüzyılda Sofya Şehri”, Tarih
İncelemeleri Dergisi, C. XVII, S.2: 1-15.
KÖSTÜKLÜ, N. (2008), “Osmanlı-Türk Aile Kurumu Araştırmalarında Tereke
Defterlerinin Yeri ve Önemi (19. YY. Örnekleri Çerçevesinde)”, Uşak Üniversitesi
Sosyal Bilimler Dergisi, 1/1: 17-26.
ŞAHİN, İ. (2009), “Sofya”, DİA, C. 37: 344-345.
ÖZCAN, T. (2005) “Muhallefat”, DİA, C. 30: 406-407.
ÖZKAN, S. H. (2016), “Balkanlar’da Bir Osmanlı Şehri: Sofya (1385-1878)”,
Avrasya Etüdleri, S.50, Ankara: 279-314.
TABAKOĞLU, A. (1992), “Osmanlı Toplumunda Aile”, Sosyo-Kültürel
Değişme Sürecinde Türk Ailesi, C.I, Ankara: 92-96.
YILDIRIM, F. (2014), S12 numaralı Sofya Şer’iye Sicili’nin Transkripsiyon ve
Değerlendirmesi, Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans
Tezi, Gaziantep.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 356
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 357

The Impact Of The Balkan Region On The Rise Of Turkish


Nationalism

Umut UZER

ABSTRACT
There is a close connection and correlation between the Balkan region in general and
Macedonia in particular and the rise of Turkish nationalism. This study deals with the last
decade of Ottoman rule in the Balkans and the emergence of nationalism among Turks as
a reaction to ethnic Balkan nationalisms. Special emphasis is given to the memoirs of Kazım
Karabekir and Ömer Seyfettin to unpack the above-mentioned interrelationship. A national
affiliation based on the Ottoman ideology seemed futile as a result of the insurrections of
Serbs, Bulgarians and Greeks and more importantly the emergence of nationalism among
Muslim peoples such as the Albanians. Young Turk intellectuals were particularly dismayed
at the latter people as Albanians also played a significant role in the Young Turk movement.
In sum, political developments especially in the Balkans seemed to have had a central role
in the rise of Turkish national feeling among the literati of the late Ottoman period. Coupled
with the developments in the Arab regions of the empire, Turkish nationalism was offered as
the only logical solution for the salvation of the state.
Keywords: Turkish nationalism, Young Turks, Balkans, Ömer Seyfettin, Serbian
nationalism, Kosovo myth, Ivo Andric.

THE BALKANS: THE HEART OF THE EMPIRE?


The Ottoman Empire was as much a European state as well as a Middle
Eastern entity, spreading over extensive lands from North Africa to Eastern Europe.
A multinational Islamic empire, the Ottoman political structure allowed social
mobility to people coming from all backgrounds to serve in the state machinery. As
far as the Balkans were concerned, this state of affairs entailed recruitment of young
healthy boys in a system known as devşirme1, where they were converted to Islam,

Associate Professor / Department of Humanities and Social Sciences Istanbul Technical University, uuzer@itu.edu.tr TURKEY
1Vryonis, Speros. “Isidore Glabas and the Turkish Devshirme”, Speculum: A Journal of Mediaeval Studies, XXXI, 3, 1956, p.433.
Also see Oxford Islamic Studies, http://www.oxfordislamicstudies.com/article/opr/t125/e530
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 358

taught Turkish and Arabic, and consequently were made into loyal subjects of the
sultan.
While there were various forms of governance during the centuries of
Ottoman rule throughout the empire ranging from direct to more autonomous local
administrations, this element of flexibility based on place and time were one of the
key factors in the success of the longevity of this particular polity.
As far as Ottoman Turkey was concerned, as a consequence of the Balkan
Wars of 1912-1913, they have lost parts of their “motherland” in Rumeli- which is
the Turkish word for the Balkans.2 In other words, the Balkan region was an integral
part of the Empire and the majority or at least a significant part of the cadres of the
Young Turk movement hailed from this region. Needless to say, the founder of
modern Turkey, Mustafa Kemal Atatürk (1881-1938) also was born in the Balkans,
namely in Salonica, which was lost during the Balkan wars together with most of
the European possessions of Turkey. What remained to this day are the cities of
Edirne, Tekirdağ and Kırklareli and of course parts of the former imperial capital,
Istanbul. It should also be mentioned that Turkey’s current European territories
amount to 23,700 square kilometers3 which is larger than Slovenia, Montenegro or
Malta.
It should also be mentioned that immigrants of Balkan origin in Turkey hail
from all around the Balkans but particularly Kosovo, Macedonia, Greece and
Bulgaria as well as the Sanjak region of Serbia. In other words, both geographically
and demographically, Turkey is as much a Balkan country as a Middle Eastern
country.
In addition to the above-mentioned facts, when discussing the impact of the
Balkans on Turkish nationalism, it would be in order to analyze the loss of the region
and the interactions with local nationalisms on Turkish nationalism.

THE END OF THE EMPIRE AND THE RISE OF COMPETING


NATIONALISMS
The end of the nineteenth century coincided with the establishment of the
Committee of Union and Progress (İttihat ve Terakki Cemiyeti) which was centered
in the Balkans and a significant portion of its cadres emerged from the region.4 As
far as the commonalities and mutual interactions between Balkans nationalisms

2 Ortaylı, İlber. “Türk’ün Ağır Yükü”, Hürriyet, 13 January 2019.


3 https://www.cografyabilimi.gen.tr/turkiyenin-boyutlari-alani-ve-nufusu/
4 Zürcher, Erik Jan. “Macedonians in Anatolia: The Importance of the Macedonian Roots of the Unionists for Their Policies in Anatolia

after 1914”, Middle Eastern Studies, 50, 6, 2014, p.963.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 359

such as its Bulgarian, Greek and Serbian variants on the one hand and Turkish
nationalism on the other hand are concerned, it could be argued that the educated
elite played an important role in the formulation of this new ideology. Furthermore,
the selective use of violence against both the external and internal enemies was a
common thread in all these forms of nationalism. It could easily be added that
Armenian nationalism also followed a similar albeit a more violent path as far as
resorting to violence is concerned. 5
The peasants were also involved in nationalist activities as there were
elements of class interests together with national affiliations as can be seen in the
1875 Hercegovina uprising where peasants were concerned about heavy taxation
and harassment by the officials6 but also were influenced by nationalistic appeals
of the politicians.
Consequently, Balkan nationalism resulted in “ethnic-nationalist uprising”7
mostly against the Ottoman Empire but also aimed at the Habsburg Empire. The
use of violent means in politics has usually been called as Komitacılık which reigned
supreme in the Balkans from the 1870s onwards. For instance, the Macedonian
Revolutionary Organization (MRO, later IMRO) was supported by both Bulgaria and
Russia. Interestingly, Armenian organizations such as the Dashnaks established
close contacts and collaborated with these guerillas between 1892 and 1896, while
at the same colluding with the CUP as well. They all saw Abdülhamid II as the
“common enemy” and worked for the establishment of a constitutional government.
CUP learned methods of “secrecy, organization and social mobilization” 8 from
these Balkan committees. At this point in time, identities were fluid and the Young
Turk Revolution of 1908, also known as the Declaration of Liberty, was instigated
with the help of a number of Albanian irregulars including Resneli Niyazi known as
one of the heroes of liberty. Niyazi had no qualms about being an Albanian and
Ottoman9 at the same time, since in his judgment these identities were not mutually
exclusive.
The Balkan Wars of 1912-1913 caused a major reappraisal of the questions
of identity among the Turkish-speaking intelligentsia and bureaucrats as it was
evident by then that the idea of Ottoman unity regardless of ethnic or religious

5 Arısan, Mehmet. “Violence as a Means of Nation-Building: The Case of the Balkans (1890-1913)”, Journal of Muslim Minority Affairs,
Vol. 39, 3, 2019, p.2.
6 Mazower, Mark. The Balkans, p.30.
7 Arısan, Mehmet. “Violence as a Means of Nation-Building: The Case of the Balkans (1890-1913)”, Journal of Muslim Minority Affairs,

Vol. 39, 3, 2019, p.4.


8 Ibid, p.5-6, 11.
9 Ibid, p.12.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 360

backgrounds was no longer applicable to the nations of the empire. The fact that
Christian minorities which have established their states such as Bulgaria, Greece,
and Serbia were able to defeat the once-mighty Ottoman state proved to be
traumatic for the ruling elite.10 One of the nationalist intellectuals of this time, Ömer
Seyfettin who had fought during the Balkan Wars, was perplexed at the lack of
common identity and language even among the Muslims soldiers. He was
particularly offended by the Albanian and Pomak soldiers who failed to speak even
basic Turkish. His experience with the local Albanian population also made him
realize that they had a certain level of hatred towards the Turks and aimed at the
establishment of an Albanian national state. 11 Similarly, Kazım Karabekir, a young
officer who would later become one of the heroes of the National Liberation
movement of Atatürk, observed aloofness on the part of the Albanians towards the
Turks.12 For these young officers, it has become evident that not only Christian
nations but Muslim peoples were also struggling to establish their own national
independent states.
For Serbs, on the other hand, the Balkan Wars were a great victory as they
acquired Kosovo, Sanjak and parts of Macedonia. The name Kosovo had sacred
connotations for Serbs since the region was known as Old Serbia with numerous
monasteries and of course was the venue of the Battle against the Ottomans in
1389. Consequently, a campaign to save the region from the Turks caused utmost
zeal among the educated people and the masses. The Serb victory over the
Ottomans in the Battle of Kumanovo in 1912 13 resulted in their judgment, in
correcting a historical justice.
Having said all that, it should come as no surprise that the Ottoman past is
viewed with disfavor by most former peoples of the former Ottoman State. For a
deeper explication of Serbian national identity, one could read the novels of the
Nobel laureate Ivo Andric. In his best-known book The Bridge on the Drina, Andric
presents the small city of Visegrad in Eastern Bosnia14 where “Turks” (meaning
Muslims), Serbs and Jews live relatively peaceful lives. However, the question of
devşirme, that is the recruitment of young Christian boys into the Ottoman political
and military system is narrated from the perspective of the Serbs. In particular, the

10 Uzer, Umut. “Ambiguities of Turkism: Cultural and Intellectual Manifestations of Turkish National Thought” in War and Collapse, p.

251.
11 Ibid, p.258.
12 Uzer, “Ambiguities of Turkism”, p. 258.
13 Vujacic, p.152. Interestingly, Ömer Seyfettin also fought at Kumanovo or Kumanova in Turkish, See Umut Uzer “Ömer Seyfettin”,

Journal of Muslim Minority Affairs, 2019, p.7.


14 Visegrad in Bosnia should not to be confused with a city with the same name in Hungary after which the Visegrad 4 are named.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 361

taking away of the boy, who would later be known as Sokollu Mehmet Paşa, also
known as Mehmed Pasha Sokolovic, the grand vizier of the Ottoman Empire
between 1565-1579, is depicted in quite a detailed way to demonstrate the grief of
his mother as well as those of other mothers, making the reader visualize this
episode. The shrieks of the mothers at their sons’ being taken away was not only a
personal loss but also as a national disaster as the kids “would be circumcised,
become Turkish, and forgetting their faith, their country, and their origin, would pass
their lives in the ranks of the janissaries or in some other, higher service of the
Empire.” 15 In the novel, one Serbian nationalist describes Sokollu and others as
being “stolen from us through centuries” as he was a “man of our blood who
distinguished himself in the service of a foreign empire.”, whereas now with the
“racial genius” of the Serbs they were to build even more magnificent bridges under
an independent Serbian state. On the other hand, the Muslim character in the novel
praised the virtues of the Ottoman Empire which made the bridge over Drina
possible, 16 demonstrating the diverging Weltanschauungs of Christians and
Muslims or Serbs and “Turks”.
This lucid depiction of both a national and personal loss for the Serbian
people allows the readers to empathize with the perspective of the Serbian mothers.
At the same time, it is noteworthy that the categories of Serbs and Turks are quite
clear-cut. In fact, in the tradition of Serbs the Ottomans and Muslims are known as
Turks, even though the people referred to here are not ethnic Turks. It is
questionable as to whether such national categories were developed at that point
in history during the sixteenth century. One of the noteworthy aspects of the book
is that ethno-religious categories are entrenched as if they are natural and
universally shared. The “Turks” or Serbs share a common language in Bosnia but
have different worldviews. For instance, during the Balkan Wars of 1912-1913, one
could discern the “diametrically opposed feelings by the Serbs and the Moslems”17
as far as where their sympathies lie. Needless to say, the Muslims have a positive
assessment of the Ottoman Empire, whereas the Christians have a negative
understanding. 18
In the novel, the Serbs, are persecuted time and again after rebellions in the
nineteenth century or during World War I. To be fair, on the other hand, Andric also

15 Andric, Ivo. The Bridge on the Drina. pp.22-23.


16 Andric, pp.282-285.
17 Andric, p.263.
18 Andric, pp.280-285.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 362

wrote about the tragedy of the Muslims who had to migrate from their homelands
on numerous occasions from Bosnia to Serbia 19 or to other locations.
As far as the main elements of Serbian nationalism is concerned there were
elements of victimhood and heroism against more powerful enemies such as the
Ottoman and Habsburg empires which existed in “epic folk poetry”, particularly the
Kosovo myth as “heroic resistance against overwhelming odds” be it against the
Ottomans or against others during World War I, and World War II. 20 It was the
Orthodox Church which was instrumental in keeping the Serbian Medieval Kingdom
in the memory of the masses as most Kings of the era were canonized as saints.
Moreover, the Battle of Kosovo 1389 was presented as an episode of martyrdom of
Prince Lazar who chose the kingdom of heaven over the kingdom of this world. 21
In other words, elements of Christianity and nationalism went hand in hand in
mutually reinforcing the Serbian national psyche. For example, June 28 or St.Vitus
Day (Vidovdan) has been made as an official holiday for the Serbian people
commemorating both the saints and heroes of their people 22 related to the Battle
of Kosovo.
Even in more recent times, Ottoman history was utilized as a source of
legitimizing the violence, for instance during the Bosnian War of 1992-1995 by the
Serbian intelligentsia. The divergent approach to Ottoman history seems to have
continued where Bosnian Muslims focused on the positive legacy of the Ottomans,
whereas for Serbian nationalists including academics there was nothing positive
during that era in their history. Furthermore, referring to Bosniaks as Turks
continued and even the Bosnian Serb general Ratko Mladic referred to the capture
of Srebrenica by his forces as avenging the inequities of the “Turks”. 23 Darko
Tanaskovic, an expert on the Middle East and a former ambassador to Turkey and
the Vatican characterized the Muslim converts (poturica) of Slavic origin as worse
than the Turks. 24 It should however be mentioned that even during the time of
Yugoslavia, Bosnian Muslim historians since the 1970s began to adopt a more
positive position towards the Ottoman era whereas most other Yugoslav historians
were critical towards the Ottoman and Austria-Hungarian rule as they seemed to
have accepted a more Serb-centered historical framework. 25 The “burden of

19 Andric, for the persecution of Serbs see pp.91, 250, 255, 325, 329. For the Muslims’ plight, see pp.95, 341-342.
20 Vujacic, p.4, 7.
21 Vujacic, pp.130-133.
22 Vujacic, 137.
23 Devic, Ana. “Ottomanism and Neo-Ottomanism in the Travails of the Serbian National Corpus: Turkey as the Recurrent Focus of

Serbian Academia”, Die Welt des Islams, 56, p.534-535. For the Serbian academic Dzevad Galijasevic’s argument to the effect that
“Our… historical experience with the Turks is difficult, painful and does not have a single positive dimension.”, see p. 537.
24 Devic, p.538.
25 Radusic, Edin. “The Creation of the Serbian or Yugoslav State”, in Hakan Yavuz (ed.) with Feroz Ahmad. War and Collapse: World

War I and the Ottoman State. Salt Lake City, Utah: University of Utah Press, 2016, p.1061.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 363

history” seems to be alive in the Balkans in the definition of various national


identities.
CONCLUSION
This paper does not claim that there was a direct causality from Balkan
nationalisms to Turkish nationalism but that there were similarities between these
forms of nationalism as regards the establishment of independent nation-states of
their respective nations. Turks occupied the same space with Bulgarians, Greeks
and Serbs and consequently there were cultural interactions between all these
peoples. Ideologically with the advent of nationalism to the Balkans in the
nineteenth century, rather than a direct ideological influence, the political
developments proving Ottomanism to be a redundant identity, made the rise of
Turkish nationalism the logical solution for the self-characterization of the Turkish-
speaking people living in the Balkans and Anatolia.

BIBLIOGRAPHY
ANDRIC, Ivo. The Bridge on the Drina. (translated by Lovett Edwards).
Belgrade: Sezam, 2017.
ARISAN, Mehmet. “Violence as a Means of Nation-Building: The Case of
the Balkans (1890-1913)”, Journal of Muslim Minority Affairs, Vol. 39, 3, 2019.
DEVIC, Ana. “Ottomanism and Neo-Ottomanism in the Travails of the
Serbian National Corpus: Turkey as the Recurrent Focus of Serbian Academia”,
Die Welt des Islams, 56, 534-546.
MAZOWER, Mark. The Balkans: A Short History. New York: The Modern
Library, 2002.
ORTAYLI, İlber. “Türk’ün Ağır Yükü”, Hürriyet, 13 January 2019.
RADUSİC, Edin. “The Creation of the Serbian or Yugoslav State: The
Historiography of Bosnia and Herzegovina on World War I”, in Hakan Yavuz (ed.)
with Feroz Ahmad. War and Collapse: World War I and the Ottoman State. Salt
Lake City, Utah: University of Utah Press, 2016.
UZER, Umut “Ömer Seyfettin – The Balkan Wars, World War I, and His
Criticism of Ottomanism and Minority Nationalisms, Journal of Muslim Minority
Affairs, Vol. 39, 3, 2019.
UZER, Umut. “Ambiguities of Turkism: Cultural and Intellectual
Manifestations of Turkish National Thought” in Hakan Yavuz (ed.) with Feroz
Ahmad. War and Collapse: World War I and the Ottoman State. Salt Lake City,
Utah: University of Utah Press, 2016.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 364

VUJACIC, Veljko. Nationalism, Myth, and the State in Russia and Serbia:
Antecedents of the Dissolution of the Soviet Union and Yugoslavia. Cambridge
University Press, 2015.
VRYONIS, Speros. “Isidore Glabas and the Turkish Devshirme”, Speculum:
A Journal of Mediaeval Studies, XXXI, 3, 1956, pp.433-443.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 365

Osmanlı Maden Kanunnâmelerinde


Balkan Dillerinden Geçen Terimler Ve Tâbirler

Mehmet Ali ÜNAL*

ÖZET
Osmanlılar Balkanları feth ettikten sonra burada bulunan madenleri işletmeye başladılar. Bunun için
maden kanunnameleri yaptılar. Bu konuda Osmanlı Devleti’nin, madencilik alanında da geçmiş tecrübe ve
bilgileri miras aldığı görülmektedir. Nitekim Osmanlı madenciliğinde kullanılan pek çok teknik terimin Slavca ve
Almanca olması, Osmanlı öncesi dönemden kalan eski düzenlemelerin izlerine delalet etmektedir. XV. ve XVI.
yüzyıllarda Alman ve Balkan deneyiminden yararlanan Osmanlı madenciliği, Avrupa ile rekabet edebilecek bir
seviyede idi. XI. yüzyılda Orta Almanya’dan Sırbistan ve Bosna çevresine göç eden madenci Saksonlar, buradaki
ocakları ıslah ederek teknik ve hukuki altyapıyı Alman modeline göre düzenlemişlerdir. Sırpların madencilikte iyi
durumda olmalarının sebebi Sakson tecrübesinden yararlanmaları ve zengin gümüş madenlerinin işletilmesinde
tecrübe kazanmalarıdır. Sırbistan’ın fethi sonrası bu alandaki tüm birikim Osmanlılara geçmiştir. Osmanlı
kanunnâme metinlerindeki urbarar, hutman, şafar, vatrok, varuk gibi teknik personel unvanlarının Almanca
olması ve bir tür maden mahkemesi olan sabor’un ve mahkemeye başkanlık yapan Knez’in Slavca olması bu
ilişkiden kaynaklanır. Osmanlı Kanunnâmelerini yazan bürokratlar bu kavramları Türkçeleştirmeye çalışmışlar
veya Türkçe telaffuzla yazmışlardır. Bazı kavramlara ise Türkçe karşılık bulmuşlardır. Ancak madencilik teknik
bir iş ve Osmanlı madencilik geleneği henüz teşekkül etmemiş olduğu için pek çok Almanca, Slavca ve Grekçe
kökenli kelime Osmanlı maden kanunnamelerinde kalmıştır. Kanunnâmelerde bu kavramların çoğu tek tek
açıklanmak durumunda kalınmıştır.
Bildirimizde Osmanlı Maden yasaknâmesi ve maden kanunnamelerinde geçen Avrupa kökenli terim ve
tabirler üzerinde durulacak ve bu kavramların Osmanlı madencilik terminolojisindeki yeri incelenecektir.
Anahtar Kelimeler: Osmanlılarda madencilik, madencilik tabirleri, madencilik terminolojisi, maden
kanunnamesi, maden yasaknâmesi.
THE TERMS AND EXPRESSIONS IN THE OTTOMAN MINING CODE OF LAWS LOANED FROM
THE BALKAN LANGUAGES
ABSTRACT
The Ottomans began to operate the mines there after conquering the Balkans. Therefore, they enacted
mining code of laws. In this regard, in the field of mining, the Ottoman State seems to inherited past experiences
and knowledge. Hence, the fact that many technical terms used in Ottoman mining were Slavic and German

* Prof. Dr. / Pamukkale Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi, maunal@pau.edu.tr TÜRKİYE
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 366

denotes the traces of the old regulations remaining from the pre-Ottoman period. Taking advantage of the
German and Balkan experience in the 15th and 16th centuries, Ottoman mining was capable to compete with
Europe. Miner Saxons, who migrated from Central Germany to Serbia and Bosnia in the 11th century, put the
technical and legal infrastructure in order according to the German model by ameliorating the mines there. The
undelying reason that Serbs were good at mining was that their taking advantage of Saxon experience and
gaining experience in the operation of rich silver mines. After the conquest of Serbia, all the knowledge in this
area passed to the Ottomans. The fact that titles of technical staff such as urbarar, hutman, şafar, vatrok and
varuk in the texts of the Ottoman code of laws were in German and sabor, a kind of mine court, and knez,
presided over the court, are Slavic was arising from this interaction. The bureaucrats who drafted the Ottoman
code of laws tried to translate these concepts into Turkish or wrote them in Turkish pronunciation. They founded
Turkish equivalent to some terms. However, due to the fact that mining was a technical work and the Ottoman
mining tradition had not yet been formed, many German, Slavic and Greek words remained in the Ottoman
mining code of laws. Most of these terms had to be explained in the code of laws one by one.
This paper will lay emphasis on the terms and expressions of European origin in the Ottoman mining
laws and mining code of laws as well as examine their place in the Ottoman mining terminology.
Keywords: Mining in the Ottomans, Mining expressions, mining terminology, mining code of laws,
mining laws.

Osmanlı Devrinde Madenler


Osmanlı İmparatorluğu’nda maden hukuku arazi hukukuyla alakalıydı ve her
türlü maden devlete aitti 1 . Şer’î hükümlere göre maden bulunan araziler dört
kısımdır: Birincisi, mubah yani herkesin istifade edebileceği metrûk arazilerdir. Bu
arazilerde bulunan madenin beşte biri devlete, geri kalanı bulana aittir. İkincisi mîrî
arazidir. Bu çeşit arazideki madenlerin tamamı beytülmâle aittir ve dolayısıyla devlet
tarafından işletilir veya işlettirilir. Üçüncüsü mülk arazidir. Bu arazide bulunan
madenlerin beşte biri devlete, geri kalanı mülk sahibine aittir. Dördüncüsü vakıf
arazidir. Bu arazide bulunan madenin beşte biri devlete geri kalanı bulana aittir2.
Mâlî bakımdan ise madenler Osmanlı hazinesinin önemli gelir kaynaklarından
birini teşkil ediyordu. Ayrıca madencilik sektörü mühim bir istihdam alanı idi. Kanuni
devrinde sadece Bilecik madeninde 6000’e yakın işçi çalışıyordu 3 . Osmanlı
coğrafyasında şap, demir, bakır, altın, gümüş, kurşun, tuz, güherçile başta olmak
üzere birçok maden yatakları vardı. Fatih zamanında Sırbistan ve Bosna feth

1 Maden hukuku konusunda bkz. Neşet Çağatay, “Osmanlı İmparatorluğunda Maden Hukuk ve İktisadiyatı Hakkında Vesikalar”, Tarih
Vesikaları, c. II, sayı 10, (İlkkanun 1942), s. 275-283; Aynı yazar, “Osmanlı İmparatorluğunda Maden İşletme Hukuku”, Ankara
Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi, c. II, sayı 1 (1943), s. 117-126. Ahmed Refik, Osmanlı Devrinde Türkiye Madenleri
(967-1200), İstanbul 1989. Özkan Keskin, “Osmanlı Devleti’nde Maden Hukukunun Tekâmülü (1861-1906)”, (OTAM) Ankara
Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, sayı 29, Ankara 2011, s. 125-147.
2 Ahmet Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri ve Hukuki Tahlilleri, I. Kitap, İstanbul 1990, s. 157-158.
3 Fahrettin Tızlak, Osmanlı Döneminde Keban-Ergani Yöresinde Madencilik (1775-1850), Ankara 1997, s. 2.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 367

olununca buradaki altın ve gümüş madenleri kontrol altına alınmış ve devlet için
uzun yıllar önemli gelir kaynaklarından birini teşkil etmiştir.
Osmanlı idaresi diğer mukataalarda oluğu gibi madenleri de genel olarak üç
şekilde işletiyordu: Emânet, iltizam ve ihâle.
Bu tarzlardan "emânet" usulü, en yaygın biçimde kullanılan maden işletme
uygulamasıydı. İşletmenin başında doğrudan devlet tarafından atanan ve belirli bir
ücret karşılığı vazifesini yürüten maden emini bulunmaktaydı. En önemli görevi,
emânet aldığı madende gelir giderlerin kontrol edilmesi ve harcamaların koordineli
biçimde yapılarak çalışanların huzurunun sağlanmasıydı.
Maden işletmelerinde karşılaşılan yaygın işletme tarzlarından ikincisi "iltizam"
ve onun uzantısı olan "malikâne" usulüydü. İltizam sistemi, maden ocakları gibi
düzenli biçimde gelir getiren işletmelerin, maliye tarafından tespit edilen yıllık
gelirinin asgari ve azami değerleri de düşünülerek açık artırma usulüyle ve peşin
olarak alınan belli bir meblağ karşılığı mültezimlere devredilmesiydi. Devlet bu devir
işini yaparken, doğal olarak belirli hükümleri göz önünde bulundurmakta ve verilen
taahhütlerin yerine getirilip getirilmediğini sıkıca kontrol etmekteydi. Maden
işletmelerinde, tüm mukataalarda olduğu gibi, mültezim tek kişi olabileceği gibi,
birkaç kişiden oluşan bir ortaklık şeklinde de işletilebilmekteydi4.
1695'lere gelindiğinde, devlet ekonomisinde görülen bunalım dolayısıyla,
müzayede sonucu iltizam hakkını elde edenlere mukataalar bu kez kayd-ı hayat
şartı ile verilmeye başlandı. Malikâne adı verilen bu usul, iltizam sisteminin
kaldırıldığı ana kadar uygulanmıştır5.
Osmanlı Devleti'nde maden işletme usullerinin sonuncusu olan ihale sistemi
18. yüzyılın ortalarından itibaren yaygınlık kazanmış ve sonraki yüzyılda da
varlığına devam etmiştir. Kısaca, maden şirketleri veya ruhsat verilen kişilerce
maden araştırmaları için devlet topraklarının uzun dönemlik imtiyazla kiraya
verilmesidir. Bu sistem, kırsal kesimdeki topraklarda madenleri araştırmayı teşvik
etmekteydi. Maden ocaklarını iltizam eden kişi, çalışanların ücretlerini ve diğer
masraflarını kendi malından karşılardı6.
Maden işletmeciliği teknik bir işti. Osmanlılar kendilerinden önce belirli bir
geleneği teşekkül etmiş olan maden işletmeciliğini devam ettirdiler. Zaten olıgelene
riâyet, kadîmü’l-eyyâmdan nasıl olduysa bir işin o şekilde devam ettirilmesi bir

4 Neşet Çağatay, “Osmanlı İmparatorluğunda Maden İşletme Hukuku”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi, c.

II, sayı 1 (1943), s. 123-124; Mustafa Altunbay, “Klasik dönemde Osmanlı’da Madencilik”, Türkler, c. 10, s. 792.
5 Mâlikâne-Divânî sistemi için bkz. Mehmet Genç, “Osmanlı Maliyesinde Malikâne Sistemi”, Türkiye İktisat Tarihi Semineri,

Metinler/Tartışmalar, Ankara 1975, s. 231-296.


6 Altunbay, “Osmanlı’da Madencilik”, s. 793.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 368

Osmanlı prensibiydi7. Balkanlardaki maden sahaları Osmanlı kontrolüne girince


aynı prensibi buralarda da tatbik etme yoluna gittiler. Osmanlı öncesinden kalma
madenlerin her birinin bir işletme geleneği vardı. Bu yüzden bunlar göz ardı edilip
bütün imparatorluğa şâmil tek bir düzenleme yapılıp bütün madenlerde tatbik etme
yoluna gidilmedi. Âdeta her bir maden için ayrı kanunnâmeler tertip edilmek zarureti
doğdu.
Osmanlıların kendilerinden önceki toprak tasarrufu ve vergilere ilişkin
uygulamaları madenler için de geçeriydi. Bunları aynen yahut benzer şekilde
yürütmelerinin altında yatan bazı sebepler vardı. Bunların en başında geleni
ihtiyaçlar ve zaruretlerdi. Zira fetihlerin getirdiği yeni topraklar, yeni halklar, yeni
askerler, bu bölgelerdeki genel kabul görmüş yürürlükteki normların bazısını kısa
bir süreliğine bazısını da çok daha uzun süreler için kabul etmeyi gerektirmiştir.
Fethedilen bir bölgede sıfırdan yeni bir düzen yaratmak yerine mevcut düzeni ıslah
ederek yürütmek, daha gerçekçi, uygulanabilir ve dahası yeniden üretilebilir
görülmüştür. Ayrıca fethedilen bir ülkedeki ekonomik ve sosyal istikrarın bozulması
endişesi de Osmanlı idarecilerini faydacı davranmaya sevk etmiştir 8 . Nasıl
imparatorluğa yeni katılan yerlerde devletin vergi, timâr ve benzeri konularda hukukî
standardı demek olan kanun-ı Osmanî’yi hemen uygulamak yerine, o bölgede daha
önceki hâkimler tarafından konulmuş olan vergi düzenini bir müddet daha devam
ettirmek ve orada Osmanlı hâkimiyeti pekiştikten ve halk Osmanlı idaresine iyice
ısındırıldıktan sonra tedricen kanun-ı Osmanî’ye geçmek şeklinde bir siyaset takip
edildiyse9 maden kanunları konusunda da benzeri bir yol izlenmiştir.
Osmanlılar, yeni fethedilen bölgelerdeki maden işletmelerinin daha önceki
hukuki düzenlemelerini, neredeyse tamamen aynen almışlardır. Bu minvalde
özellikle fetih öncesi Sırbistan maden kanunlarından önemli oranda iktibaslar
gerçekleştirildiğini görüyoruz. Osmanlı Devleti, Sırbistan’daki madenlerin işletme
esaslarını o bölgedeki urbarar ve vatruk denilen ve muhtemelen gayrimüslim olan
maden mühendislerine tespit ettirmiştir. Bu yüzden madenlere ilişkin
kanunnâmelerde Balkan ve diğer Avrupa dillerinden kelime ve kavramların yaygın
bir şekilde yer almış olması şaşırtıcı değildir. Zira bu tür kanun maddeleri, genellikle
yerleşmiş örf ve âdetlerin tasdik edilmesinden veya onların başka bir bölgeye
aktarımından ibarettir 10 . XI. yüzyılda Orta Almanya’dan Sırbistan ve Bosna

7 Bu konuda bkz. Mehmet Ali Ünal, Osmanlı Sosyal ve Ekonomik Tarihi, Isparta 2014, s. 86-88.
8 Mehmet Ali Ünal, Osmanlı Müesseseleri Tarihi, Isparta 2017, 12. Baskı, s. 165.
9 Mehmet Ali Ünal, “Rumeli Sancaklarında Ölçüler ve Tartılar”, Osmanlı Dönemi Balkan Ekonomisi /Economy Of Balkans In The

Ottoman Empıre Era, Editörler / Edıted By Prof. Dr. Zafer Gölen & Doç. Dr. Abidin Temizer, Gece Kitaplığı, Ankara 2018, s. 5.
10 Murat Tuğluca, “Osmanlı Hukukunun Yeniden Üretiminde Balkan Fetihleri ve İstimâlet Politikası”, Studies of Ottoman Domain, c.

4, sayı 6, Şubat 2014, s. 26-27.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 369

çevresine göç eden madenci Saksonlar, buradaki ocakları ıslah ederek teknik ve
hukuki altyapıyı Alman modeline göre uyarlamışlardır. Sırpların madencilikte iyi
durumda olmalarının sebebi Sakson tecrübesinden yararlanmalarına ve zengin
gümüş madenlerinin işletilmesinde deneyim kazanmalarına dayandırılmaktadır.
Sırbistan’ın fethi sonrası bu alandaki tüm birikim Osmanlılara geçmiştir11.
Osmanlı fethinden hemen sonraki yıllarda Sırbistan’daki madenlerdeki
üretimde düşüşler meydana gelmişse de siyasi istikrarın ve güvenliğin
sağlanmasından sonra madencilik alanında yapılan düzenlemelerin faydası
görülmüş Balkanlardaki maden üretiminde artışlar meydana gelmiştir. Mesela
1455’te 4 milyon akçe olan Kosova maden mukataa gelirleri 1468’de 8 milyon
akçeye yükselmiştir 12. Çünkü Osmanlı fethi sırasında faal durumda olan maden
ocaklarında maden çıkarım ve arıtım bakımından dönemin en modern teknikleri
kullanılıyordu. Osmanlılar da bu teknikleri sürdürmüşlerdir. Bu sebeple maden
kanunnâmelerinde mevcut teknik ıstılahlar pek değiştirilmeden bırakıldığı
görülmektedir.
Rumeli’ndeki madenler konusunda da Osmanlı merkezi idaresi istikrarın
bozulmaması “olı gelen” kanunların sürdürülmesi konusunda çok hassastır. 1488
tarihli Plana ve Zaplanina ma'den kanunnâmesinde geçen bir hüküm bu konuda
dikkat çekici bir örnek teşkil etmektedir. Adı geçen kanunnâmeye göre Zaplana’da
kuyular üzerinde iki, çarhlar üzerinde bir şafar; Plana kuyuları üzerinde bir, çarhları
üzerinde bir iki şafar; Zirnice ma'deni üzerinde bir şafar olmak üzere toplam altı
şafar olmuş olduğu belirtilmekte ve bunların ulûfesiz hizmet edip duşalliklerine
(şafarın madenden aldığı pay) kanaat ettikleri belirtilmektedir. Fakat kadı ve Maden
emîni olan Bedreddin mevcut şafarları işten çıkarmışlar ve yerlerine emîn adı
altında dokuz nefer kimseyi almışlardır. Kadı durumu merkeze yazıp icraatına
uygun hükm-i şerîf almak istemişse de gelen hükümde “olı-gelen kanun üzere amel
oluna” diye emr olunmuştur. Fakat kadı hükmü dinlemeyip 27 akça harç-ı abes
ihdas etmiştir. Âmil olan kimse de kadının nasb ettiği şafarların ulûfeleri beğlikden
olursa hoş, yoksa benim şafara ihtiyacım yok demiştir13. Görüldüğü üzere divan,

11 Rhoads Murphey, “Ma’din: Mineral Exploitation in the Ottoman Empire”, The Encyclopedia of Islam, New Edition, Vol. V, Leiden
1986, s. 974. s. 974; M. Altunbay, “Osmanlı’da Madencilik”, s.792.
12 Skender Rızaj, “Osmanlı Tarihinde Rumeli Madenleri ve Darbhanelerine Dair Mütalaalar (XV-XVII YY)”, I. Milletlerarası Türkoloji

Kongresi, 15-20 Ekim 1973, İstanbul 1979, s. 245.


13 “Zaplana’da kuyular üzerinde iki çarhlar üzerinde bir şafar; İplana kuyuları üzerinde bir çarhları üzerinde bir iki şafar; Zirik (Zirnice)

ma’deni üzerinde bir şafar ola imiş ki, cem’an altı şafar olub ulûfesiz hidmet eder duşalliklerine kana‘at ederler imiş. El’an kadı ve
emîn olan Bedreddin zikr olan şafarları red edüb ol şafarlarun makamlarına dokuz nefer kimesne nasb edüb isimlerin tagayyur edüb
eminler deyü tesmiye edüb yevmi üçer dörder akçe ulûfe etmiş. Ale’l-husus ki, kadı Dergâh-ı mu’allaya arz edüb bu babda hükm-i
şerif vârid olan mazmûn-ı şerîfinde olı-gelen kanun üzere amel oluna deyü emr olunmuş. İmtisal etmeyüb yevmi yirme yedi akçe harç-
ı abes etmiş. Âmil olan kimesne kadı nasb ettüği şafarlarun ulûfeleri beğlikden olursa hoş ve illâ benim ulûfe ile şafar hacetim değil
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 370

kadı’nın ve maden emininin madenlerde yeni bir çalışma düzeni ihdas etmeye
kalkışmalarını hayırlı sonuçlar vermeyeceğini öngörerek onaylamamış ve maden
işletmeciliğinin eskiden olduğu gibi devam ettirilmesini emr etmiştir.
Mesela Noveberde (Novo Brdo)’nin ilhakından dört beş sene sonra çıkarılmış
olan bir maden kanununda, fetihten önceki usuller, esas itibari ile yürürlükte
bırakılmış ve bazı yabancı terimler muhafaza edilmiştir. Noveberde Maden
Kanunu’nun hazırlanma sürecini, bölgenin fethiyle Osmanlı’ya katılan Sırp Despot
Stefan yürütmüştür. Stefan, bu kanunu bölgenin yerel madencilerine hazırlatmıştır.
Olayın safahatı Noveberde Maden Kanunu’nda şu şekilde anlatılmaktadır:
“Sâbıkan Sultan Bâyezid bin Sultan Murad Han ki, Novaberi Kal‛asını ve
tevâbi‛ini feth idüb ve Knez Lazar’ı katlettikde bi’l-âhare mezkûr Lazar’ın oğlu
Despot İstefan, merhum mağfur Sultan Bayezid’e itâ’at edüb ol dahi Novaberi ve
tevâbi‛inin gerû despot İstefan’a vermiş. Ol dahi Novaberi’ye geldikde Novaberi’de
olan ma’den sâhibleri nenün gibi âdet üzere oldularsa ben dahi ol kânûnı
bulıverdüklerinde mezkûr despot İstefan dahi emr eylemiş ki, Novaberi
ma’deninden ve sâir ma’denlerden kanun bilür 24 nefer kimesneler gelsünler;
evvelden gelen kânûnı yazub getürsünler. Ben dahi nişan edeyin deyu buyruklar”14.
Benzeri süreçlerin diğer maden kanunnâmeleri için de geçerli olduğu;
Osmanlı idaresinin kendilerinden önce uygulanan yöntemleri büyük ölçüde aynen
iktibas ettiklerini varsayabiliriz. III. Murad döneminde hazırlandığı tahmin olunun bir
layihâda “Ahvâl-i ma’âdin” başlığı altında Sırbistan bölgesinde bulanan madenlerin
işletme tarzı ile idaresi anlatılmakta ve madencilikte kullanılan teknik terimler
açıklanmaktadır15.
Buna göre klasik dönem Osmanlı madenciliğinde madenleri idare etmek için
devlet tarafından atanan memurlar, madene levazım nakledenler ve güvenliği
sağlayanların dışında, teknik personel işçiler ve ustalar olmak üzere iki sınıfa
ayrılıyordu. İşçiler yeraltından cevher çıkarılmasında ve yüzeydeki tesislerde
çalışıyordu. Ustalar grubu ise urbararlar, hutmanlar, şafarlar, lemşadniçiler,
prustadlar, ifrazcılar ve kalcılardan meydana geliyordu. Urbararlar maden
mühendisi ve kuyucubaşı niteliğinde olup, kuyuları ölçmekle görevliydiler.
Hutmanlar ise işçilere nezaret ederlerdi ve kuyularda meydana gelen her olayda
onlara başvurulurdu. Maden bölgesinin denetimi şafarlara, kuyu inşaatlarının takibi
de lemşadniçiler ve prustadlara aitti. İfrazcılar ve kalcılar arıtım işlerinden

deyü, ulûfesiz hidmet eder kimesneler dahi vardır”, Ahmet Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri ve Hukuki Tahlilleri, II. Kitap, İstanbul
1990 (OK 2), s. 365-366.
14 Maddenin devamında kanunnâme yazıp getiren 24 madencinin adı kaydedilmiştir ki hepsinin Sırp asıllı olduğu anlaşılmaktadır.

Akgündüz, OK 2, s. 546-547.
15 Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri ve Hukuki Tahlilleri, I. Kitap, İstanbul 1990, (OK 1), s. 158-164.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 371

sorumluydular. Bunların yanında haddadlar, marangozlar ve tamirden sorumlu


meremmetçiler de teknik görevliler arasında yer alıyordu16.
Osmanlı idaresi için önemli olan şey madenlerin verimli bir şekilde sürekli
olarak işletilmesiydi. Bu yüzden maden kuyularının âtıl kalmasına izin verilmiyordu.
Maden kanunnâmelerinde geçen ortak hükümlerden birisi battâl kalan yani
işletilmeyen kuyularla ilgilidir. Buna göre bir kuyu bir yıl altı hafta battâl kalırsa o
kuyuyu herhangi biri gelip ihyâ edebilirdi. Bunun için kuyuyu ihya etmeye kalkan
kişinin maden bulunduğu kazanın Pazar yerinde nida ettirmesi gerekiyordu. Nida
ettirdikten sonra bir hafta içerisinde eski sahibi veya sahipleri zuhur ederse paylarını
alırlardı. Ancak ilan ettirdikten üç hafta sonra nidâ olunurken yetişirlerse kuyu
harçlarını karşılarlar ve paylarının yarısını alabilirlerdi. Eğer kuyunun eski sahipleri
nidâ ettirilen şehirde bulunmazsa ve bir kişi bir gün haber verecek yerde ise varıp
haber vermek gerekirdi. Buna rağmen gelmezse kuyu üzerindeki haklarını
kaybederdi17.
Madencilik bazı yönleriyle uzmanlık gerektiren bir işti. Her önüne gelen
madencilik yapamazdı. Bu sebeple Osmanlı idaresi fetihten sonra madencileri
harâç, ispenç, tekâlif-i divaniye ve avârız vergilerinden muâf tutmuş, sadece evden
eve ödedikleri filori resmini almak yoluna gitmiştir18. Bir müddet sonra filori resmini
kaldırmış ve diğer bütün vergileri sâir reaya gibi ödemelerine hükm etmiştir19.

Ma’den Kanunnâmeleri
Balkanlarda işletilen çeşitli madenler için yapılan maden kanunnâmeleri
büyük ölçüde Osmanlı öncesi uygulamalardan iktibas edilmiştir. Bu kanunnâmelerin
özünü Saksonya madencilik kanunları teşkil etmektedir. 11. yüzyıl sonrası Orta
Almanya’dan Sırbistan ve Bosna’ya göç eden madenci Saksonlar mevcut ocakları
ıslah ederek teknik ve hukukî açıdan Almanya ve Bohemya modelini

16 Özkan Keskin, “Osmanlı Devleti’nde Yabancı Maden Mühendislerinin İstihdamı ve Osmanlı Madenciliğine Hizmetleri”, İstanbul
Üniversitesi Yakın Dönem Türkiye Araştırmaları Dergisi, sayı 12, 2007, s. 79-92.
17 “Âdet-i çah ki, ölçülü kuyudur. Bir yıl ve altı hafta battâl kalsa, her kim dilerse ihyâ eyleye. Ammâ üç bazâr dûşenbe günü nidâ

eyleye. Eğer eski sâhiblerinden evvelki ve ikinci nidâda dûşenbe günü nidâ olunurken yetişürse, jamkuşun ya’ni kuyu harcın hempalık
üzerine ya’ni kuyunun ağzında olan yapu ağacı üzerine kosa, paylarunın yarusı dutar. Ancak, eğer eski sâhiblerinden olduğı şehirde
bulunursa ki, bir günlük yolda ola, varub haber edeler. Eğer gelmeyüb akçeyi hempalık üzerine komazsa, payları elinden çıkmış olur;
da’vâ eylese, mesmû’ olmaya”, Akgündüz, OK 2, s. 480.
18 “Ve ma’denci olanlar, harâc ve ispenç vermezler. Evden eve birer filori verürler. Ve hububat cinsinden her ne varsa, âdet üzre

öşürlerin verürler. Kovan ve bostan ve hınzır resmin verürler. Ve değirmenlerinden ve koyunlarından resim vermezler. Ve cemi’ avârız
ve tekâlif-i dîvâniyeden mu’âf ve müsellemdirler. Ellerinde bu vechile hükm-i hümâyûn vardır. Gerü ol mûcebce deftere sebt olundu”,
Akgündüz, OK 2, s. 377.
19 “Bundan evvel ehl-i ma’den evden eve bir flori vere. Ehl-i ma'den olmayanlar hariç ve ispenc ve öşür ve sâlârlık verüb etmekçi ve

babuçcılar ve kürekçi olanlar haftada birer akçe verüb kovan resmin ve hınzır resmin ve değirmen resmin vermeyeler deyü deftere
kayd olunmuş idi. Şimdiki hâlde flori ref’ olunub sâir re’âyâ gibi harâc ve ispenç ve sâir rüsûmı gerü kalan re’âyâ gibi edâ edüb zikr
olan babuccıdan ve kürekçiden ve etmetçilerden birer akçe alınmayub hemân re’âyâ gibi harâc ve ispenç ve öşür ve sâlârlık ve sâir
rüsûmı edâ edeler. Ol üzre deftere sebt olundu”, Akgündüz, OK 2, s. 377-378.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 372

uygulamışlardır. Bu yüzden maden kanunnâmelerinde yer alan ıstılahların birçoğu


Almanca kökenli olup Sırpça ve Hırvatça gibi yerel diller vasıtasıyla Osmanlı
kanunnâmelerine girmişlerdir20. Meselâ Balkanlardaki önemli maden yataklarından
biri olan Sas Maden kanunnâmesinde kullanılan urbarar, laz, proboy, tenef, osmiça,
hutman vs. gibi tâbirler tamamen Sırpçadır. Nitekim kanunnâme metninde âdet-i laz
ve proboy, âdet-i lemşad, âdet-i şaybne gibi tâbirlerle de Osmanlı öncesi
uygulamalara atıf yapıldığı görülmektedir. Osmanlı idaresi maden
kanunnâmelerinde yeni bir terminoloji ihdas edemezdi. Çünkü bu kanunnâmeler o
madenleri işletenlerin uyması gereken kuralları ihtiva etmektedir. Onlar da büyük
ölçüde yine Sırp asıllı kimselerdir. Madenlerde eskiden beri kullanıla gelen
ıstılahların açıklanması ise Osmanlı mahalli idarecilerinin konuyu anlamaları içindir.
1488 tarihli Vidin sancağı kanunnâmesi tanzim edilirken Berkofça kazası
kadısı madenleri teftiş etmiş; kuyu sahipleri, urbararları ve ne kadar maden ehli
varsa ihzar edip kadîmden uygulana gelen kanun ve kâideyi sormuş ve ondan sonra
kanunnâme tertibine girişmiştir. Nitekim kanunnâmede alınır imiş, alurlar imiş, olur
imiş gibi önceki dönemdeki uygulamalara atıf yapılmaktadır21.
Dikkat edilirse bu tâbir ve kavramların neredeyse tamamı Avrupa dillerinden
alınmadır. Şimdi adı geçen maden layihâsında ve maden kanunnâmelerinde geçen
bu kelime ve kavramları ele alalım:

Madencilik Tâbirleri
Âdet-i çah: Maden kuyusu âdeti. Buna göre bir kuyu bir yıl ve altı hafta battâl
kalırsa her kim dilerse gelip kuyuyu ihyâ edebilir. Ancak üç bazar dûşenbe
(Pazartesi) günü yani üç defa nidâ ettirdiğinde eski sahiplerinden biri yetişirse
jamkuş denilen kuyu harcını hempalık yani kuyunun ağzında olan yapı ağacı
üzerine koyarsa payların yarısını alır. Fakat eski sahiplerinden biri oturduğu şehirde
bulunursa ve bir günlük yolda ise varıp haber edeceklerdir. Eğer gelmez ve parayı
hempalık üzerine koymazsa payları elinden çıkmış olur. Dava etse bile kulak
asılmaz. Osmanlı öncesinden kalma bu eski âdetin devlete faydası madenin boş
kalmaması ve dolayısıyla devlet hazinesinin gelirden mahrum bırakılmamasıdır. II.
Bayezid döneminde hazırlanan Sas Madeni kanunnâmesinde şöyle denilmektedir:
“Âdet-i çah ki, ölçülü kuyudur. Bir yıl ve altı hafta battâl kalsa, her kim dilerse ihyâ
eyleye. Ammâ üç bazâr dûşenbe günü nidâ eyleye. Eğer eski sâhiblerinden evvelki
ve ikinci nidâda dûşenbe günü nidâ olunurken yetişürse, jamkuşun ya’ni kuyu harcın
hempalık üzerine ya’ni kuyunun ağzında olan yapu ağacı üzerine kosa, paylarunın

20 Altunbay, “Osmanlı’da Madencilik”, s. 792.


21 Akgündüz, OK 2, s. 528-529.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 373

yarusı dutar. Ancak, eğer eski sâhiblerinden olduğı şehirde bulunursa ki, bir günlük
yolda ola, varub haber edeler. Eğer gelmeyüb akçeyi hempalık üzerine komazsa,
payları elinden çıkmış olur; da’vâ eylese, mesmû’ olmaya”22.
Âdet-i çah-ı köhne: Eski kuyular âdeti. II. Bayezid döneminde hazırlanan
Sas Madeni kanunnâmesine göre ağızları birbirine yakın battâl vaziyette çok eski
(köhne) iki kuyudan hangisinin daha eski olduğu bilinmediği takdirde hangi kuyu
önce ihyâ olunursa o kadîm yani daha eski kabul olunacaktır. Ancak bu kuyuların
ölçülmesi urbarar denilen maden mühendisleri vasıtasıyla yapılacaktır. Bu âdete
göre yeryüzünde ölçülü olan bir kuyu için bazıları gelip tekrar ölçü çekemezler.
Hangi kuyu ölçülü ise ölçüsü bozulmaz. Eğer bir kuyu ile başka bir kuyu arasında
anlaşmazlık (nizâ’) çıkarsa hangisi daha önce ölçü çekmişse hak onundur. Fakat
daha evvel ölçü çekmiş olduğunu şahitlerle ispat etmesi gerekir. Bu konuda Sas
Madeni kanunnâmesinde şöyle denimektedir: “Âdet-i çah-i köhne ki, ölçülüdür. Bir
Kuyu yeryüzünde ölçülü olsa, birkaç kişi tekrar ölçü çekmek yokdur. Ve kangı kuyu
evvelden ölçülüdür, ölçüsü bozulmaz. Eğer bir kuyu bir âher kuyuyla nizâ’ eylese
ki, evvel kangısı ölçü çekmişdir, ana şâhid gerekdir. Evvel yeryüzünde kangı tarafa
çekmiş ise, gerü ol tarafa ölçü çeke”23.
Âdet-i ölçü: Maden kuyularının sınırı ile alakalı bir âdet. II. Bayezid
döneminde hazırlanan Sas Madeni kanunnâmesine göre yeryüzünde kuyular ihdas
olunurken her kuyunun etrafından sekiz kulaçlık bir mesafe bırakılır. Bu kuyu ölçüsü
çekilmiş nizamî kuyudur. Bu mesafe içerisinde başkası tarafından kuyu ihdas
olunması kanuna aykırıdır24.
Âdet-i Lemşad: Varuk denilen maden kuyusu sahibinin kuyusunu belirli bir
vadeyle bir başkasına kiraya vermesi. Eğer kuyuda başka hissedarlar da varsa
hepsinin onayı alınmak zorundadır. Kuyu sahibi veya sahipleri beşte bir veya altıda
bir hisse almaktadır. Yapılan sözleşme urbarar defterine şahidlerle beraber kayd
olunmaktadır25.
Âdet-i şurf: Altı hafta battal kalan yani işletilmeyen maden kuyusunun ihya
eden kişinin malı olmasıdır. Bu durumda ihya eden kime dilerse ona pay verir.
Ancak kuyunun eski sahiplerinden biri kuyu tam ihyâ edilirken yetişirse payını alır.
Bu konuda II. Bayezid döneminde hazırlanan Sas Madeni kanunnâmesinde şöyle
denilmektedir: “Âdet-i şurf budur ki, kuyu ziyade derin olub horna ile ya’ni kuyu
üzerinde olan el dolabiyle toprağın taşra çıkarurlar. Anun gibi kuyu altı hafta battâl

22 Akgündüz, OK 2, s. 480.
23 Akgündüz, OK 2, s. 481.
24 Akgündüz, OK 2, s. 480.
25 Akgündüz, OK 2, s. 482; Ahmet Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri ve Hukuki Tahlilleri, 6. Kitap, (OK 6), İstanbul 1993, (OK 6), s.

669, 670.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 374

kalsa, her kim ihyâ ederse anun olur ve kime dilerse pay verir. Ammâ eski
sâhiblerinden bir kimesne, ihyâ ederken yetişüb gelse, paylarun alur, zâyi’ olmaz”26.
Âdet-i tenef: Derin maden kuyularının dibinde biriken çeşitli zararlı gazları
gidermek için yandaki kuyularla arasında bir menfez açma işine denir. II. Bayezid
döneminde hazırlanan Sas Madeni kanunnâmesinde, “Tenef deyü kuyuların ziyâde
umkundan müte’affin hava olur ki, adamı helâk eyler, anı def’ edüb havaya menfez
kılmak içün her kangı kuyudan mümkün ise delüb yel alur, kimesne redd
eyleyemez. Ammâ yel içün olan delükden ölçü çekmek ve farna eylemek yokdur.
Istılâhlarında farna, bir âher kuyuya delüb cevher almakdır ki, henüz kimün sınurı
idüği ma’lûm olmamış ola” denilmektedir27.
Âdet-i yel: Kanunî devri Vulçıtrın Sancağına tâbi Sas Madeni
kanunnâmesine göre maden kuyuları arasında buhar olursa yel almak için komşu
kuyulara delik açılıp havanın temizlenmesi sağlanabilir ama bu bahane ile farna
eylemek yani komşu kuyudan maden cevheri çalmak yasaktır. Buna âdet-i yel
denilir28. II. Bayezid döneminde hazırlanan Sas Madeni kanunnâmesinde geçen
âdet-i tenef ile aynı şeydir (Bkz. Âdet-i tenef).
Bâc-ı hıml: (Bkz. Bâc-ı hiç).
Bâc-ı hiç: 1488 tarihli Novoberde ma'den kanunnâmesine göre maden
cevheri yıkandıktan sonra çarha kaldırma safhasına gelince her hımlinden birer
akçe olarak mîrî için (beğlik) alınan resim. 1488 tarihli Trepçe ma'den
kanunnâmesinde bâc-ı hıml şeklinde geçmektedir29.
Bilitre: Maden cevherinin yakılması (roşt edilmesi) sonucu elde edilen kurşun
(Bkz. Roşt).
Blakancar: (Bkz. Blakaniç).
Blakaniç(e): Madenden çıkarılan cevherin yıkandığı yer. Maden cevherini
taşdan ve toprakdan ayırmak için yıkandığı eni ve uzunluğu 3’er zirâ’ (bb) yani 225
cm civarında tahtadan yapılmış bir çeşit tekneye de blakaniçe denilmektedir.
Burada maden cevherini saflaştırmak için uğraşanlara da blakancar denilmektedir.
III. Murad dönemine tarihlenen Maden layihâsında şöyle deniyor: “Şol cevher ki,
toprak ile karışmıştır, blakaniçe’ye iledüp bir kimesneler vardır ki, blakancar derler.
Blakaniç dahi üz zirâ’ mikdârı eni ve uzunu tahtadan hemvâr yonulmuş bir cânibden
su koyuverip sâyisler tabancası resminde tahta gibi ve kazma resminde bir âletleri
olur”30.

26 Akgündüz, OK 2, s. 480.
27 Akgündüz, OK 2, s. 480.
28 Akgündüz, OK 6, s. 666.
29 Akgündüz, OK 2, s. 535, 565.
30 Akgündüz, OK 1, s. 161; OK 2, s. 444.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 375

Botok: 1488 tarihli Novoberde ma'den kanunnâmesinde madende cevherin


yıkandığı yer olarak tanımlanmaktadır. Fakat III. Murad dönemine tarihlenen Maden
layihâsında cevher yıkandıktan sonra arta kalan taş toprak yığınının tekrar
yıkanarak elde edilen ayarı düşük cevhere botok deniyor. Botok’ta toplanan
cevherden beş kıbılda bir kıbıl yani beşte bir vergi alınmaktadır. Novoberde gümüş
madenindeki botok, maden mukataasıyla birlikte üç yıllığına 45 bin akçaya
mukataaya verilmektedir31 (Abkz. Hob).
Bruh: Almanca bruch'dan gelmektedir. Madenlerde cevherle karışık olan
toprak32. Maden kuyularından dışarı çıkarılan bruh ve taş yıkanır ve içindeki maden
cevheri tefrik olunurdu33.
Cağ/Jak/Cak: 1. Heybe, atların yem torbası. Evliya Çelebi, “her birin birer
âdem kaldıramaz”; “Niğbolu ve Kırkkilise ve Silistre sancağı askerleri dahi atları
terkisinde birer cağ yükü buğday kal’a kapusu önüne bırağup…” şeklinde
kullanıyor34. 2. Madende cevher ile karışık taşın ve toprağın konulduğu kap; çuval,
tulum; at torbası kadar maden cevheri alan kap. Murad dönemine tarihlenen Maden
layihâsında, “Ve ol tulum ki, içinde cevher ve taş ve bruh dökerler, ana ma’den
ıstılâhında jak derler”, şeklinde tanımlanıyor35.
Cerrâr: Cerrâr çeken sürükleyen, zorla para alan, dilenci, para toplamaya
çıkan tahsildar gibi anlamlara gelmektedir 36 . Istılah olarak Yarkofça ma'den
kanunnâmesinde “Ve cerrâr adına cevherden cevher verirlürmiş” 37 , şeklinde
geçiyor ama daha fazla açıklama yapılmıyor. Madenden cevher çıkaran işçiler kast
ediliyor olabilir.
Çağlina: Maden cevheri yıkandıktan sonra geriye kalan ve içinde bir miktar
maden cevherinin bulunduğu toprak ve taşla karışık su. Madenciler bu suyu biriktirip
tekrar içindeki cevheri çıkarırlar. III. Murad dönemine tarihlenen Maden layihâsında
şöyle deniyor: “cevher yundukda beher hâl taşlı toprakla bir mikdâr cevher dahi
gider, ana ıstılâhlarında çağlina derler. Cem' edüb bir yere yığarlar. Bir nice günden
sonra güneş te'sirinden ol taş cevherden ayrılub tekrar blakanicde yuyub cevherin

31 Akgündüz, OK 1, s. 162; OK 2, s. 535, 536.


32 Anhegger-İnalcık, Halil, Robert, Kanûnâme-i Sultâni Ber Muceb-i Örf-i Osmanî, TTK, Ankara 1956, s. 10, dpn 33.
33 Akgündüz, OK 1, s. 159, 561.
34 Evliya Çelebi Seyahatnamesi 5. Kitap Topkapı Sarayı Bağdat 308 Numaralı Yazmanın Transkripsiyonu-Dizini, (Yücel Dağlı-Seyit

Ali Kahraman-Robert Dankoff neşri) 1. baskı, Yapı Kredi Bankası yay., İstanbul 2001, s. 102; Evliya Çelebi Seyahatnamesi 7. Kitap
Topkapı Sarayı Bağdat 308 Numaralı Yazmanın Transkripsiyonu-Dizini, (Yücel Dağlı, Seyit Ali Kahraman, Robert Dankoff neşri) 1.
baskı, Yapı Kredi Bankası yay., İstanbul 2003, s. 44.
35 Akgündüz, OK 1, s. 160, 519.
36 Yaşar Çağbayır, Ötüken Türkçe Sözlük, c.1-5, İstanbul 2007.
37 Akgündüz, OK 2, s. 551.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 376

tefrîk ederler. Andan sonra dahi kalan taş toprağı bir yere yığub korlar, ana
preçağlina derler. Anı dahi zamandan sonra yuyub cevherin alurlar”38.
Çah: Kuyu, maden kuyusu.
Çarh: Gümüşün işlenerek akçe haline getirildiği imalathânede maden
cevherini çekmeye yarayan beygir tarafından döndürülen dolap. “Ve ahvâl-i çarh
dahi iki hal üzeredir: Biri su çarhı olur, somako gibi. Biri dahi kuru dolap olur ki, anı
bârgîr ile çekerler. Şöyle ki, yaz kurak ola veyahud kış ziyade olub sular döne, ol
zamanda kuru dolapla amele gelür. Ve çarhın bir nice hizmetkârı olur ki, anlardan
gayrı herkes cevher çekmeğe kâdir değildir”39.
Çistila: Maden cevherinin eritilip saflaştırıldığı imalathânede kurşun ile
gümüşü ayırt eden ihtisas sahibi işçiler ve bu işlemin yapıldığı ocak. III. Murad
dönemine tarihlenen Maden layihâsında şöyle deniyor: “Çistila ahvâli oldur ki, bir
mahalde tekne resminde kül ve kum ile bir teşt ederler ki, vüs'atde kurşuna göre,
andan sonra ateş ile kuruduktan sonra kurşunu üzerine koyub eridüb kaynamağa
başlar. Ol hizmet dahi çarha gelen onkopar ve ismiyeçarındır. Lakin çistilar başka
kimesnedir ki, andan gayrısı kurşundan gümüşü tefrika kâdir değildir”. Kratova
ma'den kanunnâmesinde cevher fırından çıktıktan sonra gümüşün kurşundan
ayrıştırıldığı külden ocağa çistila denmektedir40.
Der: “Cevher ol kilin iki cânibinde olan taşlara yapışub der ile kazılur”,
denildiğine göre madencilikte kullanılan bir kazı aleti olmalı (Bkz. Kluhte).
Dokuzlamacı: Su basan ve çeşitli sebeplerle battal olan madenlerin suyunu
çekip ıslah eden ve bunun karşılığında dokuzda bir hisse alan kimseler. III. Murad
dönemine tarihlenen Maden layihâsında,”Dokuzlamacı oldur ki suyun kuruttuğu ve
yel verüp buharın def’ eyledüği yahut laz verüp semum (yel) verdiği ma'denlerin
dokuz kıbıldan bir kıbıl41 cevherin alır”, denmektedir42.
Eleruluk (irlvlagi): Ahmet Akgündüz’ün eleruluk, Halil İnalcık’ın da ilrvlagi
olarak telaffuz ettiği bu birim, Verkçe’nin 1/5’i kadar olan bir maden ölçüsüdür.
Beldiceanu’nun hesabıyla 3,42 kg; İnalcık’ın hesabıyla da 2,188 kg ağırlığında idi43.
Etek: Novaberde Ma’den kanunnâmesinde, “cevher kazan ırgadlara her
etekden kim kıymet 23 akçedir, ba’zısına sekizer akçe ve ba’zısına onar akçe virirler
mâ-bâki ne kalursa mezbûr câhın harcına sarf olunur”, denildiğine bakılırsa bir

38 Akgündüz, OK 1, s. 161-162; OK 2, s. 444.


39 Akgündüz, OK 1, s. 162-163, 520.
40 Akgündüz, OK 1, s. 163; OK 2, s. 444, 535.
41 Kıbıl 24 okka buğday alan bir hacim ölçüsü birimi.
42 Akgündüz, OK 1, s. 160.
43 Ünal Taşkın, Osmanlı Devleti’nde Kullanılan Ölçü ve Tartı Birimleri, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Yüksek

Lisans Tezi, Elazığ, 2005, s. 26.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 377

hacim ölçüsü birimi olmalı44. Ancak kanunnâmede bir etek’in ne kadar geldiğine dair
bir bilgiye rastlanmıyor. Etek dolusu olabilir.
Farna: Bir başkasının maden kuyusunu delip cevher almak anlamına gelir. II.
Bayezid döneminde hazırlanan Sas Madeni kanunnâmesinde “Tenef deyü
kuyuların ziyâde umkundan müte’affin hava olur ki, adamı helâk eyler, anı def’ edüb
havaya menfez kılmak içün her kangı kuyudan mümkün ise delüb yel alur, kimesne
redd eyleyemez. Ammâ yel içün olan delükden ölçü çekmek ve farna eylemek
yokdur. Istılâhlarında farna, bir âher kuyuya delüb cevher almakdır ki, henüz kimün
sınurı idüği ma’lûm olmamış ola” denilmektedir45.
Fij Cevheri: III. Murad dönemine tarihlenen Maden layihâsında şöyle
denilmektedir: “Fij cevheri ki ana ma’den ıstılâhında isvetle ve zâr dahi derler imiş
ki, gümüşü bî-nihâye olur, Vâki olur ki, altunı dahi ola”46. Buradan anlaşıldığına göre
fij cevheri gümüşü bol olan ve hatta içinde altın da bulunan maden damarı demektir.
Fine: Rafine edilmiş gümüş cevheri için kullanılan bir tâbir47.
Fişt: Madende yer üstüne doğru bir yol takip eden cevher damarı. III. Murad
dönemine tarihlenen Maden layihâsında, “Ve gâh olur ki, cevher ka’r-ı zemîne gider
ki, ana jul derler, Gâh olur ki, yeryüzüne kalkar ana fişt derler”, denilmektedir48.
Fornik: Madende çıkarılan maden cevherini çarha taşıyan beygirlere ve
sahiplerine verilen isim. III. Murad dönemine tarihlenen Maden layihâsında şöyle
deniyor: “…ol cevherleri bârgîrlere tahmil edüb çarh'a getürürler. Ol cevher taşıyan
bârgîrlere ve sâhiblerine fornik derler”49.
Fortum/drum: Madencilikte kullanılan urgan. III. Murad dönemine tarihlenen
Maden layihâsında, “Ve ol urgan ki, anunla çekerler, ana fortum derler, drum dahi
derler”, denilmektedir50.
Fülüs: Maden cevherinin blakaniç’de (maden cevherinin yıkandığı yer)
yıkanıp cevher ayrıştırıldıktan sonra geri kalan taş toprak yığınını zamanla ve
güneşin tesiriyle tekrar cevher haline gelmesi. III. Murad dönemine tarihlenen
Maden layihâsında şöyle deniyor: “Lâkin Allah Te’âlâ Hazretlerinin kudretiyle ol
cevher kazılub boş kalan kovuşlar mürür-ı zamanla kij (kiz) derler bir nesne sengin
resminde göl ile tekrar memlû olub ol kijleri şimdiki halde çeküb kuyudan taşra
çıkarub blakaniçe'ye götürüb yuyub içinde cevher hâsıl olub ol blakanicden kalan

44 Akgündüz, OK 2, s. 534, 538-539.


45 Akgündüz, OK 2, s. 480.
46 Akgündüz, OK 1, s. 158.
47 Akgündüz, OK 2, s. 567.
48 Akgündüz, OK 1, s. 159.
49 Akgündüz, OK 1, s. 162.
50 Akgündüz, OK 1, s. 160.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 378

durub bir yere koyub zaman geçmekle ve güneş te'sirinden tekrar cevher olub yine
yunub kalan fazlasını bir yere koyub yığarlar ki, ana fülüs derler. Güneşin te'sirinden
yatub durmağla giderek cevher olur”51.
Ganak: Madende uzayıp giden cevher damarı. III. Murad dönemine
tarihlenen Maden layihâsında şöyle denilmektedir: “Ma’den cevherin dahi iki hali
vardır: gâh olur ki, yer altında ganak bulur ve gâh olur ki kluhta bulunur. Ganak
eyledir ki, bulıcak bir ev gibi bir yerden cevher bulunub arı kazub yedikden sonra,
gâh olur ki cevher kat’ olur, gâh olur ki taş içinde bir damar kalub anı izleyerek birine
andan birine vâki’ olur ki ta yedi ganak’a dek cevher bulunur. Ol asıl cevher kazub
işlenmek kâidesi oldur ki, ma’den içinde bir avuç taş ve bruh (pruh) komayub
ma’denin içini pâk ede, taşra çeke. Tâ ki, taş içinde zâyi’ olmayubbir ganak’a dahi
vâsıl ede”52.
Gavârık: Maden sahipleri için kullanılan bir tâbir. III. Murad dönemine
tarihlenen Maden layihâsında, “Ma’den işlemesine mukaddemâ ehl-i ma'den
lâzımdır ki, cümle-i tasarrufât anındır, anlara gavârık ve ba’zısına vatruk derler.
Ma'den sâhibleridir ki, gavârıklardır, cevherlerin kendüleri işletdirmeyüb anlara
(vatruklara) satub anlar işledüb çarhlara çekerler”, denilmektedir53.
Girek: Bir maden kuyusunun kendi sınırları içinde açılan kuyu. II. Bayezid
devrinde tanzim edilen Sas ma'den kanunnâmesine göre bir maden kuyusunun
etrafında sekiz kulaç genişliğinde dairesel bir alan vardır. Ona kuyunun osmiçesi
denilmektedir. Bu alan içinde yeni bir kuyu açılabilir. Eğer bu alanın dışında bir
yerde kuyu açılırsa o kuyuya husar yani haramî denmektedir54.
Glac: Madenden çıkan cevher ile karışık cevhere benzeyen sarı renkli
nesneler. III. Murad dönemine tarihlenen Maden layihâsında şöyle deniyor: “Kâh
olur ki, cevher ile mahlût bir sarı cevher resminde nesneler olur ki, bilmeyen anı
altun cevheri kıyas eder ki, ma'den ıstılahında ana glac derler, müjgak dahi
derler”55.
Haşpula/Haşile: Maden cevherinin damar içinde kaybolması halinde yer
altına doğru kazılan kuyu. II. Bayezid döneminde hazırlanan Sas Madeni
kanunnâmesinde haşpula şeklinde geçen bu tâbir III. Murad dönemine tarihlenen
Maden layihâsında haşile şeklinde geçmektedir. Layihada, “Gâh olur ki, cevher
damar içinde kay olur, ol zamanda cevher taleb eylemesinin iki kâidesi vardır:

51 Akgündüz, OK 1, s. 162.
52 Akgündüz, OK 1, s. 159.
53 Akgündüz, OK 1, s. 160.
54 Akgündüz, OK 2, s. 481.
55 Akgündüz, OK 1, s. 161.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 379

Cevherin yedikleri mahalden ka’r-ı zemîne bir kuyu salub cevher bulunca ol kuyuya
haşile derler”, denilmektedir56.
Havsar: Kanuni devri Sas ma'den kanunnâmesine göre ölçülü kuyunun
ovasında bir parça hariç yer varsa burada kuyu kazmak câizdir. Bu gibi kuyulara
havsar denilmektedir. A. Akgündüz bu kavrama “uğru kuyu” anlamı vermiştir57.
Hiyaça (Hiçe): Trepçe maden kanunnamesinde “Bâc-ı hiç” diye geçen ve her
gümüş yükünden alınan vergi, bâc olarak tarif edilen hiyaça (hiçe), Beldiceanu
tarafından 3 himl’e (yük) eşit olarak kabul edilmiştir. İnalcık ise, hiçe’nin büyük ve
küçük olmak üzere iki türlü olduğundan söz ederek 24 ve 12 kaballık değerleri verir.
Hiçe, “iki bargirin çektiği cevher yükü”dür. 1548 tarihli Srebrinice ve Sas ma'denleri
kanunnâmesinde 24 kıbıl’a 1 hiçe denilmektedir. Hiçe bir çeşit sandıktır58.
Hempalık: A. Gündüz bu kelimeyi önce hamplak şeklinde okumuş. III. Murad
dönemine tarihlenen Maden layihâsında, “Ma’den ağzına çatılan çâr-çuh resminde
olan ağaçlara hemplak derler” denilmektedir. Akgündüz daha sonra hempalık
şeklinde düzeltmiştir. II. Bayezid devri Sas ma'den kanunnâmesinde hempalık için
“kuyunun ağzında olan yapı ağacı”, denilmektedir59.
Hob: Madenden çıkarılan cevherin blakaniçe denilen yerde iki üç defa yıkanıp
cevher taş ve topraktan ayrıldıktan sonra kalan taş toprak yığınına verilen isim. Bu
yığın bir müddet bekleyip güneşin tesiriyle içinde kalmış olan az miktardaki cevher
açığa çıkar ki madenciler onu da işlerler ki ayarı düşük olan bu cevhere botok adını
verirler. III. Murad dönemine tarihlenen Maden layihâsında şöyle deniyor: “andan
fazla kalan fazlaya mukayyed olmayub nice rüzgârdan sonra kuyu başlarında olan
taş toprak yığınları ki, anlara hob derler, yağmur suyuyla yahud bir cânibden su
getürüb demür toprağın yur gibi yuyub ol botokda kalan dördüyle cevher hâsıl olur
ki, ol cevhere botok (potok) derler”60.
Horna: II. Bayezid döneminde hazırlanan Sas Madeni kanunnâmesine göre
derinliği fazla olan maden kuyularından taşı ve toprağı çıkarmaya yarayan dolap61.
Hotruk: Maden cevherinin eritilmesi işleminde kullanılan ve çarhın fırınına
cevher ve odun kömür atmaya yarayan küçük bir tekne (Bkz. İsmiyeçar).
Husar: II. Bayezid devrinde tanzim edilen Sas ma'den kanunnâmesine göre
bir maden kuyusunun etrafında sekiz kulaç genişliğinde dairesel bir alan vardır. Ona

56 Akgündüz, OK 1, s. 159.
57 Akgündüz, OK 6, s. 668.
58 Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu'nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, c. 1, 1300-1600, İstanbul 2000, s. 443; Taşkın, aynı tez, s. 40;

Akgündüz, OK 5, s. 297
59 Akgündüz, OK 1, s. 160; OK 2, s. 481.
60 Akgündüz, OK 1, s. 162.
61 Akgündüz, OK 2, s. 480, 546; OK 6, s. 666.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 380

kuyunun osmiçesi denilmektedir. Bu alan içinde yeni bir kuyu açılabilir. Eğer bu
alanın dışında bir yerde kuyu açılırsa o kuyuya husar yani haramî denmektedir62.
Hutman: Osmanlı devrinde Rumeli’nde işletilen madenlerde maden
işçilerinin nazırı veya madenin reisi. 1488 tarihli Zaplanina ve Plana Maden
kanunnâmesinde cevher çıkan her kuyuya bir hutman nasb edildiği kaydı vardır.
Cevher çıkmadan hutman tayin edilmemektedir. Ayrıca kuyuların meremmetini de
hutman kendisi yaptırmaktadır. Fatih Sultan Mehmed dönemine ait Sidrekapsi
Maden kanunnâmesinde sekiz maden işçisi üzerine nâzır olan hutman’a kuyudan
cevher çekildikçe haftada bir jak hisse verildiği açıklanmaktadır: “Ve şol kimse kim
işleyen işçilerin üzerlerine nazırdır, ana hutman derler. Sekiz işçi üzerine bir hutman
korlar. Anlara kuyudan kuyuya haftada cevher çekdükçe bir jak cevher verürler,
tahminen bir at torbası kadar cevher olur”. III. Murad dönemine tarihlenen Maden
layihâsında ise, “Her hutman şihtesinde kuyucu ile kuyuya bile girüb ne işlenür ve
kuyunun bozuk ve obruk yerlerin görüb gözedeler zira maden işlenmek kâidesi
oldur ki, ma’den gece ve gündüz işleye, bir ân hâli durmaya. İllâ meğerki
kuyucuların paskalyası ola ki, işlemeye. Ammâ suyu olan ma’den bir lahza durmak
zarardır ve kuyu içinde olan kuyucılar taşra çıkmayalar, tâ ki yukarıda nevbet ile
işleyecek kuyucu kuyu içine girüb mum vereler. Ol zamanda mukaddemâ işleyen
kuyucu kuyudan çıka, böyle ihtimâmla işletmeye ruka zurka derler”, denilmektedir63.
İlcan Vermek: Bu kelime ilcan, ilercan şeklinde Osmanlı metinlerinde geçer
(Anhegger-İnalcık, 7) Serebrinic maden yasağı hüküm suretinde “ve buyurdum ki
ilcan verüb kuyucıları ve çarhçıları ve ma'dene münâsib kişiler ki, harâca ve
kimesneye ra'iyyet yazılmamış ola, getürüb ma'denler şeneldeler”, şeklinde geçen
bu tâbirin ikamet hakkı veya konak kirası manasına geldiği belirtilmiştir64.
İsmiyeçar (ismiçar): Maden cevherini eritmek için imalathanedeki fırına
cevheri taşıyan işçiler. III. Murad dönemine tarihlenen Maden layihâsında şöyle
deniyor: “Ve çarbın bir nice hizmetkârı olur ki, anlardan gayrı herkes cevher
çekmeğe kâdir değildir. Birine isıniyeçar (ismiçar) ve ve birine onkopar (otkopar)
derler. Ve bir küçürüg tekneleri vardır ki, ıstılahlarında ana hotruk derler. Çarh'ın
fırını yandıkdan sonra ol tekne ile bir kömür bir roşt içinde yanmış cevher atub
cevher tamam olunca böyle ederler”65.
İstariç: A. Akgündüz bu tâbir için “Slavca bir kelimedir ve eski bir vergi adıdır.
Stefan Lazar ma'den kanunlarında geçer”, diyor ama bu anlam metindeki ifdeyi

62 Akgündüz, OK 2, s. 481.
63 Akgündüz, OK 1, s. 159, 519; OK 2, s. 361, 480.
64 Akgündüz, OK 1, s. 482, 501.
65 Akgündüz, OK 1, s. 163.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 381

karşılamıyor. 1494 tarihli Novoberdi ma'den kanunnâmesinde şöyle deniyor: “Ve


dahi iki eski kuyu battâl olsa ve hayli zaman battâl dursa, tekrar izboy etseler,
aralarında nizâ’ vâki’ olsa, kangğısı evvel ölçüldiğini kimse bilmese, her kangısı
evvel cevher bulub bazar iderse, istariç ol”66.
İstarta: Vulçıtrın sancağında bulunan Trepçe madeninde kullanılan bir
ölçüdür. Akgündüz 400 ledre diye okurken, İnalcık 400 lodra diye okumuştur.
Akgündüz’ün ledresini ele alırsak Trepçe maden kanunnamesinde geçtiğinden 115
dirhemlik (368,805 gr) gümüş ledresi esas alınırsa 147,522 kg eder. Ancak
İnalcık’ın lodrası esas alınırsa 225,772 kg’lık bir değer ortaya çıkar67.
İsvetle: Maden cevheri bol olan damar (Bkz. Fij Cevheri).
İşlag: Madende 3-4 kişinin vardiya usulü çalışması. III. Murad dönemine
tarihlenen Maden layihâsında şöyle deniyor: “Ve işlag şol nesnedir ki, ma’âdinde üç
veyahut dört kimesne gelüb ittifakla bir kuyuda işlerler. Biri sabahdan öğleye dek,
biri akşama dek, biri nısfü’l-leyle dek, biri sabaha dek. Kuyuda cevher olsun ve
gerek olmasın, bu tâifeyi ma'den kâtibleri defter edüp her gün defter ile yoklamak
lâzımdır. Ma’dende ihtimâm olduğu bundan ma’lûm olur”68.
İşlağ: Madende dağa doğru bir yol takip eden cevher damarı. III. Murad
dönemine tarihlenen Maden layihâsında, “Gâh olur ki, bir damar doğrusuna dağ
canibine gider ki, ana işlağ derler”, denilmektedir69.
İşleb: Madende kazılan taşı ve toprağı kazılan letlok denilen deliğe sürüp
getirme işlemi (Bkz. Letlok).
İşleznik Hizmeti: Ekini biçeri olmayıp madenlerde çalışan bekâr köylülerin
yaptığı işler; maden işçiliği. III. Murad dönemine tarihlenen Maden layihâsında şöyle
anlatılıyor: “Ve ma’âdine işçi lâzımdır ki, anlar dahi iki kısımdır. Biri anlardır ki,
Arnavud, Boşnak ve Hersek vilâyetlerinde ba’zı bekâr kimesneler gelüb ma’âdinde
yerleşüb ekinleri ve biçerleri olmayub mudâm ma’dende işlerler. Ol tâifenin hizmeti
işleznik hizmeti derler. İşleznik şol kimsnedir ki, her haftada onbeşer veyahut yirmi
akçe ücret alub ma'den ıstılâhında ana pomok veya redm(?) derler. Ve bir kısmı
dahi ma'denlere kuyucu ta’yîn olunan havâss-ı hümâyûn keferesidir. Ma’âdinde
işleznike zaruret olıcak ol hizmeti anlar dahi ederler. Ve kuyuların yapı için ağacın
ve lâzım olan evlerin kuyu üstüne anlar yapub ücretlerin alurlar. Ve bir kısmı dahi
ma’âdin’e işçi hâssı ta’yîn olunan kurâ taifesidir… Kendü nefsi ile işleyicek haftada

66 Akgündüz, OK 2, s. 548.
67 Taşkın, aynı tez, s. 45; Akgündüz, OK 2, s. 565.
68 Akgündüz, OK 1, s. 161.
69 Akgündüz, OK 1, s. 159.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 382

onar ba’zı yerde sekiz akçe ücret alırlar. Kendileri işlemeyüb bedel tutıcak ma'denci
on akçesin verüb ziyâdesin hâs halkı verirler”70.
İştolna: Bir maden kuyusundaki suyu boşaltmak için açılan lağım ve bu işi
yapan kimse. Bu tür kuyuların suyunu boşaltan kimseler maden cevherinden
dokuzda bir hisse alırlar ki buna dokuzlama, o kimselere de dokuzlamacı denir.
Fatih devri Kratova ma'den kanunnâmesinde, “Ve ba’zı kuyu vardır ki, ziyâde suyı
ve buharı vardır. Ol suyı gâliye olan ma’den suyın kuyu ağzından çekmeğe mümkin
olmaduğı sebebden, bir alçak lağım ururlar, ana iştolna derler. Anı kazdırur,
ma’dene gelince ki, mezkûr kuyuların buharın ve suyın ala. Şöyle ki, her ma’denün
suyın ve buharın aldıkdan sonra ol ma’denün hâsılından dokuzdan bir dirhem
sâhibleri hak alur, beğlik öşür alındukdan sonra. Ve bu dokuz adama sâhibleri her
gün işletmektedir. Ba’zı kuyular delüb suyın ve buharın alub dokuzlamaların alalar”,
denilmektedir71.
İştonorta: A. Akgündüz bu tâbir için “Madende kuyunun cevher olan kısma
kadar olan yeri”, demiş72 ama metinlerden tam olarak o anlam çıkmıyor. Daha çok
madenin suyunu almak için madende açılan lağım veya galeriler anlamı var. Kanuni
devri Sas ma'den kanunnâme şöyle deniyor: “Âdet-i iştolna ki, ma’denden derin
gelür, ma’den sığadadır işlenmez, mezkûr ma’den iştolnayı da’vet eder, gel deyü.
Eğer iştolna iştonortın yüksek kaldırmadı ise, dürüstdür; bir iştornatın aşağı dahi
derin komuşdur deyüb gerüde koduğu iştonortın sürse câizdir. Zira kendü ihtiyâriyle
komadı ma’dene faide etmek içün komuşdu, Eğer mezkûr iştolnayı ma’den davet
eylemese, heman kendü ihtiyarıyle iştonortın koyub yukaru kalkmışdır, aşağıda
kodığı iştonortı gerü dönüb sürmek caiz değildir”73.
İzbor: Sırpça zbor kelimesinden gelir. Maden işçilerinin Cumartesi günleri
yaptıkları özel toplantı74.
İzboy: Maden cevheri zayıf olduğu için terk edilmiş, işlemeyen, battâl
kuyunun ihyâ edilmesi anlamına gelmektedir. 1494 tarihli Novoberdi ma'den
kanunnâmesindeki ifade şöyledir: “Ve şol kuyu ki, hornla toprağın çıkara, yeni kuyu
altı hafta battâl olsa, her ki, izboy iderse anun ola ve her kime dilerse pay vere”. Bir
sonraki madde bu anlamı pekiştiriyor: “Ve dahi şol kuyu ki, ölçülmüş ve cevher ola,
ol yeni kuyu bir yıl ve altı hafta battâl olsa, her kim ihyâ ederse anun ola. Ve eski
sâhiblerinden hîn-i izboy’da her kim nâzır olursa anun payı zâyi’ olmaya”75.

70 Akgündüz, OK 1, s. 161.
71 Akgündüz, OK 2, s. 445.
72 Akgündüz, OK 6, s. 672.
73 Akgündüz, OK 6, s. 672, 680.
74 Anhegger-İnalcık, s. 7; Akgündüz, OK 1, s. 501.
75 Akgündüz, OK 2, s. 546, 547, 548.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 383

Jamkuş/Camkuş/Zamkoş: Rumeli’ndeki maden kanunnâmelerinde geçen


bu tâbir A. Akgündüz tarafından jamkuş, camkuş, zamkoş şekillerinde okunmuştur.
Kuyu harcı anlamına gelmektedir76.
Jul: Madende yer altına doğru bir yol takip eden cevher damarı. III. Murad
dönemine tarihlenen Maden layihâsında, “Ve gâh olur ki, cevher ka’r-ı zemîne gider
ki, ana jul derler”, denilmektedir77.
Junak: Madendeki suyu boşaltmak için maden içine kazılan çukur, kuyu. III.
Murad dönemine tarihlenen Maden layihâsında, “Ve gâh olur ki ma’dende cüz’î su
olur, ol vakit kanundur, ma’dene işçi hâssı ta’yîn olan karyelerden ma’den emîni
olan kifâyet mikdârı nefer ta’yîn eder. Atlı şafarı olan varub çıkarub ma’dene
getüreler. Ol kuyunun bir kâbil yerinde bir mikdâr çukur kazalar, su anda cem’ olur
ki ana ma’den ıstılâhındaü junak derler”, denilmektedir78.
Kalhâne: 1. Maden cevherinin eritilmesi işleminden sonra elde edilen ham
kurşun veya gümüşün tekrar saflaştırıldığı imalathâne. Kalhânecilere de kalcı
denilir. Zaplanina ve Plana Maden kanunnâmesine göre kalhâne üç yıllığına
mukataaya verilip işletilmektedir. Kalhâneyi işleten kimse kal ettiği gümüşün her bir
ledresinden ikişer akçe yahud birer akçe ile rişte (iplik) ve ayrıca darphaneden 4-5
akça ulûfe almaktadır. Kalhâne için gerekli olan kömür, kül, çömlek ve bakır ve
kürekçi harcı ve benzeri masrafları kalhâneci kendi cebinden karşılamaktadır 79 .
1488 tarihli Kratova Maden kanunnâmesinde de gümüşün iplik olarak kalhâneye
gelip kâl olunduğu ve kalhânecinin yüz yirmi dirhemde bir akça kalcı ücreti aldığı
fakat bunu da akça olarak değil gümüş ip olarak aldığı ve ayrıca kalhâne harcını
kalhânecinin kendi yanından karşıladığı açıklanmaktadır. 1488 tarihli Novoberde
ma'den kanunnâmesinde ise mukataa olarak işletilen kalhânede kal olunan
gümüşten 115 dirhemde bir akçe mîrî için vergi alınmaktadır80.
Kalcı: (Bkz. Kalhâne).
Kıbıl: 24 okka buğday alan maden cevheri için bir hacim ölçeği. “Kıbıl bir
ölçekdir ki yirmi dört vukiyye buğday alır” (OK 1, 162). İzvornik sancağı Srebreniç
Maden kanunnâmesinde de geçer81.
Kısmet Defteri: Madenlerde maden kâtiplerinin tuttukları defterler (Bkz.
Ma’den Kâtibi).

76 Akgündüz, OK 2, s. 480, 550; OK 6, s. 667, 669.


77 Akgündüz, OK 1, s. 159.
78 Akgündüz, OK 1, s. 160.
79 Akgündüz, OK 1, s. 163; OK 2, s. 361.
80 Akgündüz, OK 2, s. 446, 536.
81 Akgündüz, OK 2, s. 417; OK 5, s. 297.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 384

Kij/Kiz: Maden çıkarılan kuyuların zamanla su ve toprakla tekrar


dolmasından sonra oluşan toprak ve cevher karışımı kalıntı. Bu kijler kuyulardan
çekilip tekrar yıkanarak cevher ayrıştırılır (Bkz. Fülüs).
Klubrak: Madencilikle ilgili bir tâbir. Cevheri alındıktan sonra atılan taşların
çekiçle vurulup içindeki maden kırıntılarının biriktirilip elde edilen maden cevherine
verilen isim. II. Bayezid devri Köstendil sancağı Kratova Maden kanunnâmesinde
geçer82.
Kluhta: Madende iki kaya arasında bulunan saf maden cevheri. III. Murad
dönemine tarihlenen Maden layihâsında şöyle denilmektedir: “Bir cins ki, kluhte’dir,
anun aslı böyledir ki, yer altında iki duvar resminde taş olur ki, anlara ma’den
ıstılahında lebçınık derler, ol iki taş beyninde cevher olur. Anun dahi iki hali vardır.
Biri oldur ki, sâfi cevher taşa yapışub iki cânibinde olan taşları ufadub giderler ki,
ana ma’den ıstılahında leşne (lişne) derler. Ol cevher ekser sâfi olur. Gâh olur ki, ol
iki duvar resminde olan taşlar beyninde bir cins kil olur ki, ana ma’den ıstılâhında
letne derler. Cevher ol kilin iki cânibinde olan taşlara yapışub der ile kazılur. Gâh
olur ki, ol toprak dahi cevher ile mülemma’ olur”83.
Knez: Köy kethüdâsı, asilzâde (Bkz. Eflâkân). Knezler ölünce knezlik oğluna,
oğlu yoksa kardeşine intikal ederdi. Bazı knezler tımar tasarruf ederlerdi84. Sırpça
olan bu kelime maden davalarına bakan bir çeşit uzman hakem manasını da ifade
eder85.
Kontariç: Bir maden kuyusundaki suyu boşaltmak için iştolna denilen bir
lağım açarlar. Bu işi yapan kimse veya kimseler maden cevherinden dokuzda bir
hisse alırlar ki buna dokuzlama, o kimselere de dokuzlamacı denir. Dokuzlamaya
almadan o işi yapan kimseye ise maden ıstılahında kontariç denmektedir. A.
Akgündüz bu kelimeyi önce funtariçe, daha sonra konntariç şeklinde okumuştur86.
Koram/Kram: Maden kuyusu üzerindeki el ile çevrilen dolap. III. Murad
dönemine tarihlenen Maden layihâsında, “Kuyu üzerinde urgan bağlanub el ile
çevirdikleri dolaba koram (kram) derler”, denilmektedir87.
Kraçina: Blakaniçe’de maden cevheri yıkanırken kullanılan kazmaya benzer
bir âlet. III. Murad dönemine tarihlenen Maden layihâsında şöyle deniyor:

82 “Ve hem şol taş kim, cevher alınub taşını yabana bırakurlar, ol üzerinde kim, yerde cevher çöke kalur, anları nâ-bâliğ oğlancıklar
cem’ edüb taşların çekiçle urub içlerinden ne cevher hâsıl olursa, bir mazbût yerde cem’ ederler, ana klubrak derler. Bu zikr olunan
cevherden onda bir beğlik alınur”, Akgündüz, OK 2, s. 444.
83 Akgündüz, OK 1, s. 159.
84 Akgündüz, OK 5, s. 357.
85 Ömer Lütfi Barkan, Osmanlı İmparatorluğunda Ziraî Ekonominin Hukukî ve Malî Esasları: Kanunlar, İstanbul 1943, s. 473;

Anhegger-İnalcık, aynı eser, s. 7, dpn 17.


86 Akgündüz, OK 2, s. 444, 484; OK 6, s. 672.
87 Akgündüz, OK 1, s. 160.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 385

“…sayisler tabancası resminde tahta gibi ve kazma resminde bir âletleri olur ki, ana
kraçina derler karıştırub şöyle cevheri çalkalayub taşı toprakdan tefrik edüb pak
ederler”88.
Kulpınar: Madende taş toprakla karışık cevheri saflaştıran madenci erbabı.
III. Murad dönemine tarihlenen Maden layihâsında şöyle deniyor: “Ol asıl mahlût
cevheri bir tâife vardır ki, anlara kulpınar derler. Anlar döğüb muhkem sahk (döğme)
ederler”89.
Laz: Bir madende bütün kuyulara ulaşılan ana giriş kuyusu. II. Bayezid devri
Sas Ma'den kanunnâmesinde “ıstılâhlarında laz deyü bir kuyuya derler ki, cemî’
ma'denin kuyularına andan girilür”, denilmektedir 90 . Bir madende bir kimsenin
kuyusu yeri. III. Murad dönemine tarihlenen Maden layihâsında, “laz oldur ki, bir
kimesnenin kuyusu yeridir”, denilmektedir91.
Lakat: Dirsekten parmak ucuna kadar yani yarım metreden ibaret eski bir
uzunluk ölçüsü. Arşın ve zirâ müteradifidir. Kratova maden kanunnâmesinde
geçiyor92.
Lebçınık: İki taş veya kaya bloku arasında maden cevheri olması (Bkz.
Kluhte).
Lenhovar: Varok denilen maden sahiplerinden sonra gelen ve madeni
va’de ile işleten kimseler. Madeni işletmeye alan lenhovar kuyuların masraflarını
kendisi karşılamaktadır. Yolsuzluğu halinde işlettiği kuyuya sarkıtılıp idam
edilmektedir. II. Bayezid devrine ait Sas ma'den kanunnâmesinde, “Âdet-i çah ki,
lenhovara verilür. Harcın lenhovarlar verürler. Varoklar hemân o1 kavl etdükleri
cevherden çıkanı alurlar. Ol kavl üzerine varaklar kendüler kâğıd vereler ve şâhid
yazalar ki inkâr etmeğe mecâl olmaya. Eğer mübâlağa cevher bulunursa varaklar
inkâr eylemeye. Ve cevher hiç bulunmazsa, lenhovarlar inkâr etmeye, tâ va’de
tamam olmayınca. Zirâ 1enhovar varak hükmündedir. Va’deye dek eğer lenhovarlar
isteseler ki, varaklardan birini veya bir âher kimesneyi kendülere yoldaş edineler ki,
yardım ede, anlarunla paun eden kimesne mâni’ olmaya. Eğer lenhovar kuyuya illet
eylese gayrı kuyuya fâide etseler, ol asıl lenhovarlara siyâset oluna. Kuyuya
sarkudalar, iplerin keseler, kuyuya düşeler”93.
Leşne/Lişne: Madende cevherin taşa yapışık olma hali (Bkz. Kluhte).

88 Akgündüz, OK 1, s. 161.
89 Akgündüz, OK 1, s. 161.
90 Akgündüz, OK 2, s. 481.
91 Akgündüz, OK 1, s. 160.
92 Akgündüz, OK 1, s. 546.
93 Akgündüz, OK 2, s. 484.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 386

Letlok: Bir madende lağım sürüldüğünde lağım delikten uzak ise ona letlok
denilmektedir. III. Murad dönemine tarihlenen Maden layihâsında şöyle anlatılıyor:
“Bir ma'dene lağım sürüldükde kazdıkları mahal delük başından ırağ olsa ki, ol
delüğe letlok derler, kazılan taşı ve toprağı, letlok altına sürüyüp getürürler, ana
işleb derler”94. II. Bayezid devrine ait Sas ma'den kanunnâme ise madenin suyunu
almak için yeryüzünden lağımla delinen kuyu olarak tarif edilmektedir95.
Letne: Madende iki kaya arasında bulunan kil tabakası ki, maden cevheri
o kilin etrafındaki taşlara yapışık olur (Bkz. Kluhte).
Liştona: Madende lağım şeklinde dağ altına yatay kazılmış kuyu. 1548 tarihli
İzvornik Sancağı ve Serebricic-Sas madenleri kanunnâmesinde geçer96.
Lodre (Ledre): Bir ağırlık ölçüsü birimi. Kantar lodresi ve Vezne lodresi olmak
üzere iki çeşit lodre vardır. Kantar lodresi 100 dirhem (128 gram), vezne lodresi ise
120 dirhem (153,6 gram)'dir. İpek satışında kullanılırdı. İnalcık ve Hinz 176 dirhem
(0.564 kg) olarak vermektedir97.
Lon: Madende çalışan kuyucu taifesinden ücretle tutulan ırgadın er gibi hafta
başında yevmiyesini alması. III. Murad dönemine tarihlenen Maden layihâsında
şöyle deniyor: “Ve kuyucu tâifesi, ma'denleri üç tarikle işlerler: Biri lon’dur ve birine
preçin derler ve birine oçin derler. Lon oldur ki, ücretle tutulan ırgad er gibi hafta
başında yevmiyesin alır, lâkin üzerlerine mu’temed durup ihtimâm eder”98.
Ma’den Kâtibi: Madende hâsıl olan cevheri her kişinin hissesine göre
defterlere kayd eden memurlar. III. Murad dönemine tarihlenen Maden layihâsında
şöyle deniyor: “Cevahir, ma'denlerde zikr olan üslûb üzere yunub pâk olduktan
sonra, ehli-i ma'den ile kadı ve emîn ve ma'den kâtibi üzerine gelüb kıbıl (kıbl) urub
kısmet ederler. Kıbıl, bir ölçekdir ki, yirmi dört vukıyye buğday alur. Her kişinin
hissesine göre vaki' olan cevherin kâtib defterine kaydedüb rençberana memhûr
tezkire verirler. Ol deftere kısmet defteri derler. Ma'den katiblerinin hizmetleri oldur.
Ma'adinde kuyularda olan eğer cevherdar ve eğer paun'da olan işlek'in defterlerin
yazub kuyucu yoklaya”99.
Marşanin: İki maden kuyusu arasında nizâ’ vukuunda urbarar denilen maden
mühendislerinin kuyuları ölçüp koyduğu işaret (nişan)100.

94 Akgündüz, OK 1, s. 161.
95 Akgündüz, OK 2, s. 481.
96 Akgündüz, OK 5, s. 296.
97 Fahri Dalsar, Türk Sanayi ve Ticaret Tarihinde Bursa’da İpekçilik, İstanbul 1960, s. 142; Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve

Terimleri Sözlüğü, c. II, İstanbul 1971, s. 368; Halil İnalcık, “Osmanlı Metrolojisine Giriş”, Çev. Eşref Bengi Özbilen, Türk Dünyası
Araştırmaları, Ağustos 1991, sayı 73, s. 32; İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu'nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, c. 1, 1300-1600, s. 445;
Walther Hinz, İslâm’da Ölçü Sistemleri, çev. Acar Sevim, İstanbul 1990, s. 18
98 Akgündüz, OK 1, s. 161.
99 Akgündüz, OK 1, s. 162.
100 Akgündüz, OK 2, s. 481.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 387

Mîh: Maden külçesi. Novoberde Madeni Gümüş Yasağı hükmü suretinde


geçmektedir101.
Oçin: Madende çalışan işçinin peşin ücret alıp yaptığı işle borcunu ödemesi.
Yaptığı iş daha fazla ise ayrıca ücretini alır. III. Murad dönemine tarihlenen Maden
layihâsında şöyle deniyor: “Oçin oldur ki, cevher talebinde bir kuyunun bir canibine
bir delük barışur ve hafta başında kifâyet kadri harçlık olur. Ol dahi şöyle ki, alduğı
akçe mikdârı delük kazdıysa alduğı akçeyi kurtarır; gâhi medyun kalır; gâhi ziyâde
akçeye müstehak olur”102.
Onkopar (Otkopar): Maden cevherini eritmek için imalathanedeki fırına
cevheri taşıyan işçiler (Bkz. İsmiyeçar).
Osmiçe: Madenlerde madencilere ait olan hisse. III. Murad dönemine
tarihlenen Maden layihâsında, “Ve her bir kuyu, altmış dört hissedir. Sekiz hisseye
osmice derler”. Kurşun ve gümüş gibi madenlerde işlenen maden cevheri dokuz
hisseye ayrılmakta ve bunun 8 hissesi işleyen kimseye, 1 hissesi ise öşür olarak
devlete kalmaktadır. Madencinin aldığı 8 hisseye osmiçe denmektedir 103 . 1548
tarihli İzvornik sancağı Srebrinice-Sas madenleri kanunnâmesinde ise bir maden
kuyusu 64 hisse itibar olunmakta ve 4 hissesine osmice denmektedir. 16 hissesine
ise şihte (bb) denmektedir104.
Ölçü Çekmek: Rumeli ma'den kanunnâmelerinde sık sık geçen bu tâbir ile
kast edilen maden kuyusunun sınırlarının belirlenmesi belirlenmesidir. Bir maden
kuyusunda cevher bulunduğu zaman çıkan cevherin urbarar denilen maden
mühendisleri ve bu konuda uzman ve itimad edilir kimseler tarafından incelenerek
madenin işletmeye değer olduğuna dair şehadetleri üzerine kuyu ölçülüp cevher
çıkarmaya başlanabilmektedir105.
Ölçü Resmi: Urbarar denilen maden mühendislerinin maden kuyularını
ölçtükleri için maden sahibinden aldıkları resim. II. Bayezid devri Sas ma'den
kanunnâmesinde şöyle o: “Âdet, bir kuyu âher kuyuyı işlağla farna eylese, ol kuyu
ki farna ede eğer ölçü taleb eylese, ol işlağla ölçü çekmek câiz değildir. Meğer gayrı
işlağla veya gayrı proboy ki yeni ola, ol proboydan ölçü çek. Ölçü cevheri ve hâsıı
kime hükmederse ölçü resmin urbarara ol verür”106.
Önke/Önki: 200 dirhemlik zeytinyağı ölçeği (Bkz. Dirhem). Kelimenin aslının
Portekizce onças olduğu söylenir. Osmanlı Kanunnamelerinde önke söyle

101 Anhegger-İnalcık, Aynı Eser, s. 9, dpn 25.


102 Akgündüz, OK 1, s. 161.
103 Akgündüz, OK 1, s. 158, 160; OK 2, s. 445
104 Akgündüz, OK 5, s. 296.
105 Akgündüz, OK 2, s. 545.
106 Akgündüz, OK 2, s. 484.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 388

tanımlanmıştır: “Sadeyağın kantarı iki yüz otuza olsa, altı yüz dirhem ki ana bir önke
dirler”. Bu durumda sadeyağ için bir önke yaklaşık 1,925 kg eder ki, buna Rum
önkesi de denir. Sertoğlu ise önkeyi 200 dirhemlik zeytinyağı ölçüsü olarak
tanımlamıştır. Bunlar dışında bir de Sırbistan’da madencilikte kullanılan ve 6 miskal
28,863 gr ağırlığında olan bir önke daha vardır ki, bu özellikle altın ve gümüş için
kullanılırdı. Yine Epir’de (Yunanistan) 11 dirhem (35,277 gr) ağırlığında onghion
(ounce) adında bir ağırlık kullanılmaktaydı. Muhtemelen bu ağırlığın önkeyle bir
bağlantısı vardı. İnalcık, Osmanlı öncesi kullanılan oncia adlı ölçünün Osmanlı
dönemindeki karşılığı olarak önke ve nugi gibi ölçüleri vermiştir. Edirne ihtisab
kanunnâmesinde 600 dirhem deniliyor ve sadeyağın tartılmasında kullanılıyordu107.
Pâ’ûn: Maden kuyusu kazmak. Maden kanunnâmelerinde, “yeryüzünden
kuyuya ibtida edüb işlemeğe derler”, “cevher kuyusu kazmak”, şeklinde
tanımlanıyor. Kuyuyu maden sahibi kazıyor ve masrafları cebinden ödüyor. Cevher
bulunmazsa emekleri ve masrafları boşa gidiyor: Bazı hallerde de çıkan cevher
yapılan masrafa değmiyor; yani kuyu ekonomik olmayabiliyor108. Midhat Sertoğlu
Pavuncu kavramı için “Madenlerde devlet adına taşeron olarak çalışan kimseler.
Yaptıkları masraflardan başka kendilerine pavuncu bedeliyesi adı altında belli bir
para ödenirdi”, diyor109 ki, pâ’ûn kelimesinin zamanla Osmanlı ıstılahında madenci
anlamına geldiğini gösterir.
Parante/Pırnat: A. Akgündüz bu tâbiri bir yerde parante, bir yerde ise pırnat
okumuştur. II. Bayezid devri sas ma'den kanunnâmesinde, “parante deyü berk taş
olduğu yerde konulan ateşe derler” denilmektedir 110 . Kanuni devri Sas ma'deni
kanunnâmesinde ise “Âdet-i çah ki, hadd ü sınur arasına girür, oldur ki, bir yerde bir
iki pırnat kosa ayırtlansa, ol yerde olan çahlar çıkarmak isteseler çıkaramazlar.
Meğer marşanin ma’lûm ola ya ölçü çekeler çıkaralar” şeklinde geçmektedir111.
Perpere: Madenci tâbiri olup tezkere anlamına geldiği gibi bir para cinsi
manasında da kullanılmıştır. II. Bayezid devrine ait Sas ma'deni kanunnâmesinde
şöyle deniyor: “Varuklar bir kuyuyu işletmelü olsalar, kendü aralarında payların dahi
ta’yîn edüb perpere ya’ni tezkere verseler, sonra aralarında birin çıkarmak isteseler
çıkaramazlar…”,112. Fakat 1494 tarihli Novoberde ma'den kanunnâmesinde bir para

107 Taşkın, Aynı Tez, s. 98-99; Halil İnalcık, “Introduction to Ottoman Metrology”, Turcica, XV (1983), s. 319; Akgündüz, OK 2, s. 390,

534.
108 OK 2, 443, 533, 538, 564.
109 Midhat Sertoğlu, “Pavuncu”, Osmanlı Tarih Lûgati, İstanbul 1986.
110 Akgündüz, OK 2, s. 483.
111 Akgündüz, OK 6, s. 671.
112 Akgündüz, OK 2, s. 483.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 389

cinsi olarak geçmektedir: “Âdet, bir kuyu cevherin bir gayrı kuyudan çekse, her
şipteden cevher olsun ve bruh olsun on dört perpere ücret vere”113.
Plaviç: Maden cevherinin bir çeşidi. Sarı toprak gibi bir nesne. III. Murad
dönemine tarihlenen Maden layihâsında, “Cevher dahi iki cinsdir. Biri Plaviç’dir.
Plaviç, bir sarı toprakgibi nesnedir. Gâh olur ki, içinde filcümle esern-i alâmet olur.
Ekser altuniyle lur. kalil ve kesîr gümüşünden altın tez âb ile tefrik olur”, deniyor114.
Plavniç: Maden layihâsında “yer yüzüne karîb bulup kemâl-i kuvvetlerinden
hisar hendeği resminde dağı şak edüb su galebe edince yahut plavniç dedikleri
cevher katı olunca yemişlerdir ki ol tarîke ric derler. Fij cevherine mukayyed
olmayup bir yere dahi giderler imiş”, denilmektedir 115 . Bu ifadeden plavniç’in
madendeki cevher katının bulunduğu yer anlaşılıyor.
Polihne: Madendeki suyu boşaltmak için kullanılan tulum. III. Murad
dönemine tarihlenen Maden layihâsında, “Cevher kazmağa su mani olmaz, anda
tulum ile ki, ana polihne derler. Ma'denin lağımı olursa lağıma, olmazsa yeryüzüne
çıkarub dökerler”, deniyor116.
Pomok/Redm: Madenlerde haftalık ücretle çalışmak (Bkz. İşleznik Hizmeti).
Prant: A. Akgündüz bu tâbirin “Prens Stefan Lazar’ın ma'den hukukuna ait
terimlerden” olduğunu ve maden kütlesi demek olduğunu belirtiyor. 1494 tarihli
Novoberde ma'den kanunnâmesinde şöyle geçiyor: “Ve dahi bir kuyu kuyuların
arasına girse ki, marşaninleri bilindüği yerde bir prant veyahut iki prant kosa, her hiç
bir kuyu anı çıkarmaya. Ve illâ meğer ölçüle veyahut marşaninle ki ölçüyle
konulmuşdur”117. Metindeki ifade maden kütlesi anlamını ifade etmiyor.
Pre-çaç: Maden cevherinin damar içinde kaybolması halinde iki tarafa doğru
kazılan kuyu118.
Preçin: Madenlerde bazı işçilerin haftalık ücretini peşin alıp çıkardığı maden
cevheriyle borcunu ödemesi hali. III. Murad dönemine tarihlenen Maden
layihâsında şöyle deniyor: “Preçin oldur ki, cevherdâr kuyuda cevheri kıbıl ile
barışub her kıbılın bir mikdârı akçeye ve haftadan haftaya kifâyet mikdârı harçlığın
verüb sonra cevher keyl olıcak bit-tamam alduğu akçe mikdârı başladuğı üslûb
üzere cevher verüb borcundan halâs olur. Yahut ol mikdârı cevher vermeyüp borçlu

113 Akgündüz, OK 2, s. 550.


114 Akgündüz, OK 1, s. 159.
115 Akgündüz, OK 1, s. 158.
116 Akgündüz, OK 1, s. 160.
117 Akgündüz, OK 2, s. 550, 560.
118 Akgündüz, OK 1, s. 159.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 390

kalır yahud alduğı akçadan ziyâde cevher verüb ma'denciden cevherine göre akçe
alur, ana pretok derler”119.
Premedi: Madenden çıkarılan cevher işlendikten sonra kalan hırdavat
kısmı .
120

Pretok: Madenlerde haftalık ücretini peşin alan işçilerin aldığı paradan fazla
maden cevheri teslim etmesi ve cevher bedelini alması hali (Bkz. Preçin).
Proboy: Bir kuyudan yanındaki başkasının kuyusuna delik açmaya verilen
ad. “Ve proboy deyü bir kuyu âher kuyuya delmeğe derler”. Demek ki maden
damarını takip eden madenciler birbirlerinin kuyularını delebilmekte ve karşı karşıya
gelebilmektedirler. Böyle durumlarda urbarar denilen maden mühendisleri ölçüm
yapıp âdet ve kanun neyse ona göre işlem yapılmaktadır121.
Pümük Madende hissedarlara hisse başına haftada bir verilen yardım 122
(Abkz. Liştona).
Ric: Madende cevher tabakasına ulaşmak için açılan yol. Maden layihâsında
“yer yüzüne karîb bulup kemâl-i kuvvetlerinden hisar hendeği resminde dağı şak
edüb su galebe edince yahut plavniç dedikleri cevher katı olunca yemişlerdir ki ol
tarîke ric derler. Fij cevherine mukayyed olmayup bir yere dahi giderler imiş”,
denilmektedir123.
Roşt Kâtibi: Maden cevherini madenci, emîn ve maden kâtibi’nden bir
tezkere ile teslim alan, tekrar tartan ve tezkereye muvafık çıkması halinde eritilmesi
(roşt edilmesi) işlemine nezaret eden kimse (Bkz. Roşt).
Roşt: Cevher halindeki madenden kurşun elde etmek için kullanılan bir
yöntem. Maden kanunnâmesinde anlatıldığına göre bir mahfuz yerde bir sıra odun
ve kömür ve bir sıra maden cevheri şeklinde bir yığın oluşturup etrafını çamurla
sıvadıktan sonra ortada bırakılan bir delikten ateş yakarak cevherin eriyip bir yerde
toplanmasını sağlamak şeklinde tanımlanabilir. III. Murad dönemine tarihlenen
Maden layihâsında şöyle tarif olunuyor: “Çarha cevher geldikten sonra roşt kâtibi
gelüb ma'denci ve emîn ve ma'den kâtibinden alduğı tezkireyi roşt kâtibine gösterir.
Kâtib dahi ol cevheri tekrar kıbıl eder. Şöyle ki, getürdüği tezkireye cevher muvafık
olursa, ol dahi ma'denci eline tezkire verüb cevheri roşt eder. Roşt etmenin kaidesi
oldur ki, evvela bir mahfûz mahalde müstevfi odun ve kömür getürüb bir daire yere
bir mikdar kömür ba'dehû odun, andan bir mikdar cevher, tekrar odun-kömür-cevher
bu üslûb üzere bir kömür bir cevher bir odun ta cevher tamam olunca buğday yığını

119 Akgündüz, OK 1, s. 161.


120 Akgündüz, OK 2, s. 567.
121 Akgündüz, OK 2, s. 481.
122 Akgündüz, OK 5, s. 296.
123 Akgündüz, OK 1, s. 158.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 391

gibi yığub andan sonra üstünü çamurla muhkem suvarlar ki, ateş nüfûz etmeye.
Orta yerinde bir delük korlar, ol delükden ateş koyub yanmağa başlar. Tamam
yanub sönünce vakit olur ki, cevher gayet manidar olıcak eriyüb kurşunı çıkar ki, ol
kurşuna bilitre derler. Roşt böyle olur”124.
Rûde: İçinde gümüş cevheri bulunan toprak olmalı. 1489/894 tarihli Bosna
ma'den kanunnâmesinde, “Toprakların kazıyub kuyu ağzına çıkardıkları vakit rûde
nâm topraklarının öşürleri alınur. Ve kendülerine bâki kalan toprakların yakub hâlis
gümüş olduktan sonra gerü ol gümüşün öşrü alınur” deniyor. A. Akgündüz rûde’nin
Macarca olduğunu ve halatın dolap üzerine sarılıp teşkil ettiği yumak manasına
geldiğini kaydediyor fakat kanunnâme metnindeki anlam buna uymuyor. Yukarıdaki
metne göre madenciler kuyu ağızına çıkardıkları maden cevheri ile karışık
toprakların öşrünü verdikten sonra kendilerine kalan toprağı yakıp gümüş elde
etmekte ve bir öşür de bundan vermektedirler125.
Ruka Zaruka: Düzenli işleyen maden. III. Murad dönemine tarihlenen Maden
layihâsında, “ma’den işlenmek kâidesi oldur ki, ma’den gece ve gündüz işleye, bir
ân hâli durmaya. İllâ meğerki kuyucuların paskalyası ola ki, işlemeye. Ammâ suyu
olan ma’den bir lahza durmak zarardır ve kuyu içinde olan kuyucılar taşra
çıkmayalar, tâ ki yukarıda nevbet ile işleyecek kuyucu kuyu içine girüb mum vereler.
Ol zamanda mukaddemâ işleyen kuyucu kuyudan çıka, böyle ihtimâmla işletmeye
ruka zaruka derler”126.
Sitniş: Srebrinice ve Sas madenlerinde maden cevherine verilen isim. 1548
tarihli Srebrinice ve Sas madenleri kanunnâmesin “Ve Srebrinice ve Sas
ma’denlerinde hâsıl olan cevherlere sâir ma’âdine muhâlif sitniş derler”,
denilmektedir127.
Şafar: Maden kuyularındaki işletme esaslarını tesbit eden ve işletme
tarzlarını kontrol eden ihtisas sahibi âmir, jul şafarı olarak da geçmektedir. 1488
tarihli Plana ve Zaplanina ma'den kanunnâmesinde Zaplana’da kuyular üzerinde
iki, çarhlar üzerinde bir şafar; Plana kuyuları üzerinde bir, çarhları üzerinde bir iki
şafar; Zirnice ma'deni üzerinde bir şafar olmak üzere toplam altı şafar olmuş olduğu
belirtilmekte ve bunların ulûfesiz hizmet edip duşalliklerine (şafaran madenden
aldığı pay) kanaat ettikleri belirtilmektedir. Fakat kadı ve Maden emîni olan
Bedreddin mevcut şafarları işten çıkarmışlar ve yerlerine emîn adı altında dokuz
nefer kimseyi istihdam etmişler. Kadı durumu merkeze yazıp icraatına uygun hükm-

124 Akgündüz, OK 1, s. 162; OK 2, s. 444; OK 5, s. 297.


125 Akgündüz, OK 2, s. 377.
126 Akgündüz, OK 1, s. 159.
127 Akgündüz, OK 5, s. 297.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 392

i şerîf almak istemişse de gelen hükümde “olı-gelen kanun üzere amel oluna” diye
emr olunmuştur. Fakat kadı hükmü dinlemeyip 27 akça harç-ı abes ihdas etmiştir.
Âmil olan kimse de kadının nasb ettiği şafarların ulûfeleri beğlikden olursa hoş,
yoksa benim şafara ihtiyacım yok demiştir128. III. Murad dönemine tarihlenen Maden
layihâsında “Ve hutmanlardan gayrı ehil jul şafarları lâzım ve mühimdir. Zirâ vakit
oldur ki, hutman kuyucu ile ittifak edüp günahın setr eder. Şafar her gün kuyuya
girüb kuyunun ahvâline vâkıf olub çıkub ma’den emîni olan kimesneye takrir eyleye.
Ol dahi te’dîb olmağa müstahak olanı te’dîb edü ma’denin terakkisine ikdâm eyleye”
denilmektedir129.
Şahat: Dipsiz kuyu. Kratova maden kanunnâmesinde geçer130.
Şaybina/Şaybne: Madende kuyu ağzından maden damarına kadar olan
kesime verilen ad. III. Murad dönemine tarihlenen Maden layihâsında, “Ve kuyu
delüğünden tâ jul’a varınca şaybina derler” denilmektedir131. A. Akgündüz bir başka
yerde kavramı şaybne okumuştur. 1548 tarihli İzvornik Sancağı ve Srebrinice-Sas
madenleri kanunnâmesinde “her kuyu ki gerek yeryüzünden dik aşağa salınmış
olsun ki, ana şaybne ve pravi pravac derler”, denilmektedir132.
Şihte/Şihse: Aslı Almanca kat, katman, kesim, tabaka, vardiya, posta
anlamına gelen schicht’dir. 1. Sırbistan’da kullanılan bir maden ölçüsü 120 verkçe.
Verkçe’yi Beldiceanu 17,10 kg, İnalcık ise 10,944 kg vermektedir. İlkine göre 2052
kg, ikincisine göre 1313,280 kg eder133. 2. III. Murad dönemine tarihlenen Maden
layihâsında, kelimenin vardiya anlamı kullanılmıştır. “ma’den ıstılâhında bir gün
gecesiyle dört şihte’dir. Bir sabahdan öğle zamanına dek, bir öğleden akşam
zamanına dek, bir nısfüleyle ve bir dahi sabaha dek”134.
Şurf: (Bkz. Âdet-i Şurf).
Tirepolac: Kurşunu eritip gümüşten ayırmak için yakılan dört parça çıra. 1488
tarihli Trepçe ma'den kanunnâmesinde geçiyor135.
Uçenik: Kuyu sahipleri ile belirli bir sözleşme ile çalışan uzman maden
kuyucusu. II. Bayezid devrinde tanzim olunan Sas ma'den kanunnâmesinde,
“Hemân hutmana ve uçenik’e soralar. Uçen, kuyucudur ki, kuyu sâhibleriyle bir nice
kulaç kavl eylemişlerdir”, denilmektedir136.

128 Akgündüz, OK 2, s. 362.


129 Akgündüz, OK 1, s. 160.
130 Akgündüz, OK 1, s. 546.
131 Akgündüz, OK 1, s. 160.
132 Akgündüz, OK 2, s. 483; OK 5, s. 296.
133 İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu'nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, c. 1, 1300-1600, s. 447; Taşkın, Aynı Tez, s.117.
134 Akgündüz, OK 1, s. 159.
135 Akgündüz, OK 2, s. 566.
136 Akgündüz, OK 2, s. 482.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 393

Urbarar: Almanca Urbarer ve Urburer'den alınmıştır. Almanca maden ıstılahı


olup manası ocakları ölçmek gibi mesuliyetli işlerle vazifelendirilen maden
mühendisi demektir137. Kratova ma'den kanunnâmesinde, “bir tâife vardır anlara
urbararlar derler, anlar kuyu amelini bilüb kuyuya girüb her biri kuyunun haremini
bilüb sâhiblü sâhibine hissesin ta’yîn edüb ölçerler” şeklinde açıklanmıştır. Sas
ma'den kanunnâmesinde de âdet-i ölçü-yi urbarar başlığı altında “urbarar
ıstılâhlarında kuyu ölçüsin bilür mühendislerdir” denilmektedir. ın kuyularla ilgili
ölçümlerini kaydetttikleri olarak urbarar defteri denilen bir defter tuttukları
anlaşılmaktadır138.
Vanta: Madende taşdan kopan büyük cevher parçası. III. Murad dönemine
tarihlenen Maden layihâsında şöyle deniyor: “Ol cevher ki, taşdan kopdukda sâfi bir
büyük pâre olur ki, bir jak içinhe biri yahud ikisi ancak sığup taşra çıkar, ol asıl
pâreye ma'den ıstılâhında vanta derler”139.
Vatrok: Almanca waltworchte kelimesinden gelmekte ve cevher alıcısı
demektir. Maden sahibi gavârıklardan maden cevherini satın alıp çarhlarda işleyen
kimse. III. Murad dönemine tarihlenen Maden layihâsında, “Ma'den sâhibleridir ki,
gavârıklardır, cevherlerin kendüleri işletdirmeyüb anlara (vatroklara) satub anlar
işledüb çarhlara çekerler. Merhûm Sultan Mehemmed Han ve Sultan Bâyezid Han
nevverallahu merkadumâ zamanlarında gavârık tâifesi, cevherlerin kendüler
işlemeyüb vatruk taifesine satmağa emr olunub ahyânen yakalayub teftîş ederler
imiş”, denilmektedir140.
Varuk: Almanca werk kelimesinden gelen bu tâbir bir ma'den işletmesinin
hissedarları anlamına gelmektedir. Fatih devrine ait Novaberde Maden
Yasaknâmesinde geçiyor141.
Verkçe: Şihte’nin 1/20’si kadar olan ve madencilikte kullanılan bir ölçü
birimidir. Beldiceanu’nun hesabıyla 17,10 kg; İnalcık’ın hesabıyla da 10,944
kg’dır142.
Vodar: Madendeki suyu boşaltmak için kullanılan dolap. III. Murad dönemine
tarihlenen Maden layihâsında, “(Madende) Su kesret ile olıcak müstakil bir çahı ana
ta’yîn edüp dolap kurub bârgîrler ile suyun alırlar ki, ana vodar derler”143.

137 Anhegger-İnalcık, Aynı Eser, s. 7.


138 Akgündüz, OK 2, s. 445, 480, 484.
139 Akgündüz, OK 1, s. 161.
140 Anhegger-İnalcık, Aynı Eser, s. 6, dpn 15; Akgündüz, OK 1, s. 160, 554; OK 2, s. 444.
141 Anhegger-İnalcık, Aynı Eser, s. 6, dpn 15; Akgündüz, OK 1, s. 160, 554; OK 2, s. 444; Akgündüz bu kelimeyi bazı yerde Varok,

bazı yerde Varuk, bazı yerde ise Varak şeklinde okumuştur.


142 Taşkın, Aynı Tez, s. 117.
143 Akgündüz, OK 1, s. 160.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 394

Yantirniş Yekisi: Eskiçağlardan beri işlenen maden kuyuları. III. Murad


dönemine tarihlenen Maden layihâsında şöyle denilmektedir: “Âd kavmi bulub
işlemiş ola, ol kuyulara yantirniş yekisi derler”144.
Yenseri: Enseri, büyük çivi.
Yucibenc: Madencilikle ilgili bir tâbir. III. Murad dönemine tarihlenen Maden
layihâsında, “Ve cevher gâh olur ki, altmış yetmiş zirâ’ uzadıya duvar resminde
gider ki, ol asıl cevhere ma’den ıstılâhında yucibenc derler”, denilmektedir145.
Zapis: Sırpça bir maden terimi olup varok ile lenhovar arasında yapılan
sözleşmeye denmektedir146.
Zâr: Maden cevheri bol olan damar (Bkz. Fij Cevheri). Maden cevherinin bir
cinsi. III. Murad dönemine tarihlenen Maden layihâsında, “Ma’den ıstılâhında
isvetlye derler, ayna gibi olur. Birincisi dahi çelik gibi olur. Ammâ ol asıl cevher kuru
olur, kurşunu az olub güç işlenür. Ama ol isvetle olan cevher kolay işlenüb ve az
kömür yakub müstevfi kurşun olur”, deniyor147.

SONUÇ
Osmanlı Devleti fetihlerle genişleyen bir devletti. Osmanlılar Sırbistan’ı feth
ettikleri sırada buradaki madenleri işletme konusunda yeni bir usul getirmediler.
Çünkü maden işletme hukuku konusunda fazla tecrübeleri yoktu. Oysa Novoberde
başta olmak üzere Rumeli’ndeki madenlerde çağına göre ileri teknoloji
kullanılıyordu. Saksonya kökenli madenciler daha Stefan Duşan zamanında
bölgeye gelerek madencilik yapmaya başlamışlardı. Osmanlıların temel idarî
düsturu bir bölgedeki istikrarı korumak ve işleyen düzeni devam ettirmekti.
Madencilik konusunda da aynı şeyi yaptılar. Eskiden beri maden ocaklarında
yürürlükte olan uygulamaları ve âdetleri kanunnâme haline getirdiler. Bunların
içerisindeki madencilik ıstılahlarını değiştiremezlerdi. Çünkü yerlerine koyacakları
bir madencilik terminolojisi yoktu. Bu yüzden bu terminoloji Osmanlı maden
kanunnâmelerine aynen intikal etti. Sadece bunları tanımlamak yoluna gittiler. Zira
idarecilerin madenlerde zuhur eden bir ihtilaf durumunda madencilik ahvâline vâkıf
olmaları lazımdı. Böylece Osmanlı madencilik literatürüne Almanca, Sırpça ve diğer
Balkan dillerinden terimler ve tâbirler girdi. Osmanlı maden kanunnâmelerini
kaleme alanlar bu tâbirleri Türkçe telaffuza göre yazdılar. Bu zaten Türkçe’nin genel
karakterine uygundu.

144 Akgündüz, OK 1, s. 158.


145 Akgündüz, OK 1, s. 159.
146 Akgündüz, OK 5, s. 546.
147 Akgündüz, OK 1, s. 159.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 395

Öte yandan madenler konusunda yeni bir düzenleme yapmak madenciliğe


zarar verebilir, bu da madenlerden elde edilecek gelirin azalmasına yol açardı.
Kadimden olıgelene riâyet etmeği temel bir prensip olarak benimsemiş olan
Osmanlı idaresi böyle bir gelişmeye müsaade edemezdi. Dolayısıyla madenlerdeki
istikrarı sürdürmek devlet hazinesi için de en doğru yoldu. Bu sebeple uzun yıllar
içerisinde meydana gelmiş Balkanlardaki madencilik kültürü Osmanlı kültürünün bir
parçası haline geldi ve Almanca, Slavca kökenli madencilik terimleri Osmanlı
kanunnâmelerine yansıdı. Bu çalışmada bu terim ve tâbirleri tesbit etmeye çalışarak
bir nebze de olsa Osmanlı Tarih lugatine katkıda bulunduğumuzu düşünüyorum.

KAYNAKLAR
AHMED REFİK, Osmanlı Devrinde Türkiye Madenleri (967-1200), İstanbul
1989.
AKGÜNDÜZ, Ahmet, Osmanlı Kanunnâmeleri ve Hukuki Tahlilleri, I. Kitap,
İstanbul 1990.
AKGÜNDÜZ, Ahmet, Osmanlı Kanunnâmeleri ve Hukuki Tahlilleri, II. Kitap,
İstanbul 1990.
AKGÜNDÜZ, Ahmet, Osmanlı Kanunnâmeleri ve Hukuki Tahlilleri, 5. Kitap,
İstanbul 1992.
AKGÜNDÜZ, Ahmet, Osmanlı Kanunnâmeleri ve Hukuki Tahlilleri, 6. Kitap,
İstanbul 1993.
ALTUNBAY, Mustafa, “Klasik dönemde Osmanlı’da Madencilik”, Türkler, c.
10, s. 792-801.
BARKAN, Ömer Lütfi, Osmanlı İmparatorluğunda Ziraî Ekonominin Hukukî
ve Malî Esasları: Kanunlar, İstanbul 1943.
ÇAĞATAY, Neşet, “Osmanlı İmparatorluğunda Maden Hukuk ve İktisadiyatı
Hakkında Vesikalar”, Tarih Vesikaları, c. II, sayı 10, (İlkkanun 1942), s. 275-283.
ÇAĞATAY, Neşet, “Osmanlı İmparatorluğunda Maden İşletme Hukuku”,
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi, c. II, sayı 1 (1943), s.
117-126.
ÇAĞBAYIR, Yaşar, Ötüken Türkçe Sözlük, c.1-5, İstanbul 2007.
DALSAR, Fahri, Türk Sanayi ve Ticaret Tarihinde Bursa’da İpekçilik, İstanbul
1960.
GENÇ, Mehmet, “Osmanlı Maliyesinde Malikâne Sistemi”, Türkiye İktisat
Tarihi Semineri, Metinler/Tartışmalar, Ankara 1975, s. 231-296.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 396

ANHEGGER, Robert, Beitrage zur Geschichte des Bergbaus im


Osmanischen Reich (Osmanlı İmparatorluğunda Madenler ve Madencilik) I,
İstanbul 1943-45.
ANHEGGER, Robert- Halil İnalcık, Kanûnâme-i Sultâni Ber Muceb-i Örf-i
Osmanî, TTK, Ankara 1956.
Evliya Çelebi Seyahatnamesi 5. Kitap Topkapı Sarayı Bağdat 308 Numaralı
Yazmanın Transkripsiyonu-Dizini, (Yücel Dağlı-Seyit Ali Kahraman-Robert Dankoff
neşri) 1. baskı, Yapı Kredi Bankası yay., İstanbul 2001.
Evliya Çelebi Seyahatnamesi 7. Kitap Topkapı Sarayı Bağdat 308 Numaralı
Yazmanın Transkripsiyonu-Dizini, (Yücel Dağlı, Seyit Ali Kahraman, Robert Dankoff
neşri) 1. baskı, Yapı Kredi Bankası yay., İstanbul 2003.
HINZ, Walther, İslâm’da Ölçü Sistemleri, çev. Acar Sevim, İstanbul 1990.
İNALCIK, Halil, Osmanlı İmparatorluğu'nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, c. 1,
1300-1600, İstanbul 2000.
İNALCIK, Halil, “Introduction to Ottoman Metrology”, Turcica, XV (1983), 311-
334.
İNALCIK, Halil, “Osmanlı Metrolojisine Giriş”, Çev. Eşref Bengi Özbilen, Türk
Dünyası Araştırmaları, Ağustos 1991, sayı 73, s. 21-50.
KESKİN, Özkan, “Osmanlı Devleti’nde Maden Hukukunun Tekâmülü (1861-
1906)”, (OTAM) Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama
Merkezi Dergisi, sayı 29, Ankara 2011, s. 125-147.
KESKİN, Özkan, “Osmanlı Devleti’nde Yabancı Maden Mühendislerinin
İstihdamı Ve Osmanlı Madenciliğine Hizmetleri”, İstanbul Üniversitesi Yakın Dönem
Türkiye Araştırmaları Dergisi, sayı 12, 2007, s. 79-92.
MURPHEY, Rhoads, “Ma’din: Mineral Exploitation in the Ottoman Empire”,
The Encyclopedia of Islam, New Edition, Vol. V, Leiden 1986, s. 973-985.
PAKALIN, Mehmet Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, I, II,
III, İstanbul 1971.
RIZAJ, Skender, “Osmanlı Tarihinde Rumeli Madenleri ve Darbhanelerine
Dair Mütalaalar (XV-XVII YY)”, I. Milletlerarası Türkoloji Kongresi, 15-20 Ekim 1973,
İstanbul 1979, s. 245.
TAŞKIN, Ünal, Osmanlı Devleti’nde Kullanılan Ölçü ve Tartı Birimleri, Fırat
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Elazığ 2005.
TIZLAK, Fahrettin, Osmanlı Döneminde Keban-Ergani Yöresinde Madencilik
(1775-1850), Ankara 1997.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 397

TUĞLUCA, Murat, “Osmanlı Hukukunun Yeniden Üretiminde Balkan Fetihleri


ve İstimâlet Politikası”, Studies of Ottoman Domain, c. 4, sayı 6, Şubat 2014, s. 26-
38.
ÜNAL, Mehmet Ali, Osmanlı Müesseseleri Tarihi, Isparta 2017, 12. baskı.
ÜNAL, Mehmet Ali, Osmanlı Sosyal ve Ekonomik Tarihi, Isparta 2014, 3.
baskı.
ÜNAL, Mehmet Ali, “Rumeli Sancaklarında Ölçüler ve Tartılar”, Osmanlı
Dönemi Balkan Ekonomisi /Economy Of Balkans In The Ottoman Empıre Era,
Editörler Prof. Dr. Zafer Gölen & Doç. Dr. Abidin Temizer, Gece Kitaplığı, Ankara
2018, s. 1-73.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 398
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 399

The Fall Of Constantinople To The Ottomans In The Eyes Of Edward


Gibbon: A Case Study In Orientalistist Discourse And Post-Colonial
Criticism

Larisa Orlov VILIMONOVIC

ABSTRACT
The paper deals with the discursive peculiarities of Edward Gibbons’ presentation of the last days
of Byzantine Empire and the rise of the Ottoman Turks. This particular topic will be used to address the
questions of Enlightenment’s construction of the decadent East through the decline of the Greek Empire and
the emergence of the progressive West, through its colonization of the Hellenic knowledge. Gibbon’s History
of the Decline and Fall of the Roman Empire presents the paradigm of Orientalist discourse and as such,
will be addressed through post-colonial critical theory in our pursuit of the decline trajectory of the Roman
Empire which transmogrified from Roman to Greek Empire in its final, decadent phase. The most important
question regarding the Fall of Constantinople in 1453 to the Turks will be perception of the Romans, the
Greeks and the Ottomans in the age of Enlightenment and the birth of the Orientalist discourse which justified
the ‘civilizational policy’ of the West through its colonization and privatization of the Hellenic culture. Special
interest will be put on the issue of Hellenic paideia as the crucial aspect of one’s cultural progress. In this
sense, the Fall of Constantinople did not feature in Gibbon’s narrative as the ultimate end of the Greek
civilization. Its continuity was preserved by the West and that is what essentially turned ‘barbaric’ West into
a ‘civilization’.
Keywords: Edward Gibbon, Greeks, Ottoman Turks, Fall of Constantinople, orientalist discourse,
post-colonial criticism, Enlightenment, Imperialism

‘At home England is Greek, in the Empire she is Roman’1

1. Whose Rome, whose Empire?


It was at Rome, on the 15th of October 1764, as I sat musing amidst the ruins
of the Capitol, while the barefooted friars were singing vespers in the temple of

Asst. Prof. / University of Belgrade Faculty of Philosophy, l.sol.invictus@gmail.com SERBIA


1 G. Murray, Greek Studies, Oxford: Clarendon Press 1946, 198
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 400

Jupiter, that the idea of writing the decline and the fall of the city first started to my
mind.2
Rome had been just a dim shadow of once ‘fairest part of the Earth, and the
most civilized portion of mankind’.3 Since the time of Antonines to the 18th century
when Edward Gibbon visited the remnants of once mighty Empire, the Rome had
changed and grew old. What had become of this abandoned and neglected Rome
after the publication of the The Decline and Fall of the Roman Empire is our point
of departure. Gibbon’s story of the rise and fall of the mighty Roman empire
provided ‘models for future empire-builders’, which, in the age of Enlightenment
were to be found among his immediate readers and among all future generations
of young British gentlemen, the builders of the British colonial empire.
Edward Gibbon’s impression of the ‘friars singing vespers in the temple of
Jupiter’ summarizes the argument of his discourse on Rome, whose prosperous
(pagan) emperors, were once guided by ‘the reflections of the enlightened’, and
whose age was remembered for the religious toleration that ‘produced not only
mutual indulgence, but even religious concord’. People from the time of the
Antonines were not ‘embittered by any mixture of theological rancor’, which. ended
the time of the ‘enlightened emperors’ 4 Theological rancor also brought division
within the Roman Empire to West and East and later disabled possible
reconciliation between the Latins and the Greeks, which ultimately led to the fall of
Constantinople and triumph of the infidels. For Edward Gibbon, the decline of the
Roman Empire had started with the triumph of Christianity in Constantinople. In the
same vein, the life of the later Roman Empire was discursively constructed as a
triumph of barbarism and religion.
But before we plunge into the layers of Gibbon’s Orientalist discourse, we
first have to pay due attention to some important aspects of his formative years.
Gibbons’ guiding principles cannot be understood without taking into consideration
his formative years in Lusanne in Switzerland among the Calvinists where he spent
nearly five years in learning Latin and Greek. 5 His easiness with French also
enabled him to dive into the vast French ecclesiastical and antiquarian scholarship,

2 E. Gibbon, Memoirs of my Life, 1984, (ed. by Betty Radice), Penguin Classics: 19842 (Gibbon 1984), 143 (Gibbon 19842)
3 E. Gibbon, The History of the Decline and Fall of the Roman Empire (ed. by J.B. Bury), London: 19238(= Gibbon), Vol. I, 1
4 Gibbon, Vol. I, 28
5 Gibbon's formative years have been unorthodox to some extent in a way that he was mostly self-taught, but this 'vast private reading'

according to Trevor-Roper's words was 'undirected, unsystematic, without method'. Lussane gave him precisely what he needed: 'a
new method' and 'a new philosophy'. - H.R. Trevor-Roper, Gibbon and the Publication of the Decline and Fall of the Roman Empire
1776-1976, The Journal of Law and Economics 19 (1976), 489-505 (= Trevor-Roper 1976), 493
when he came to Oxford 'with a stock of erudition that might have puzzled a Doctor and a degree of ignorance of which a school boy
would have been ashamed'
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 401

and his acquaintance with Montesquieu’s views on the rise and fall of Rome most
clearly influenced his discourse on the Roman Empire. His visit to Paris in 1763
brought him into close proximity of Denis Diderot and Jean Le Rond de L’Alembert
(1717-1783). Gibbon’s first printed work the Essai sur l’étude de la littérature was
actually a rejoinder to d’Alembert’s Dicsourse préliminiaire à l’Encyclopédie, where
he confronted the views of the new philosophers who neglected the learning and
language of Greece and Rome.6 According to Pocock, it was Gibbon’s ‘declaration
of allegiance to the old république des lettres against the new’.7 His concept of
erudition was confined to the study of ancient literature, and its supreme European
guardian was French Academy of inscriptions ‘et Belles-Lettres’, founded by Louis
XIV. 8 However, more than just a cultural appreciation for the ‘all things Greek’,
behind the resurgence of the Byzantine studies in the French monarchy of Louis
XIV there was an immediate political interest – plans for the conquest of the
Ottoman Empire. 9 This monarch’s endeavours were closely connected with the
political interest and the ambition to dominate the Mediterranean. The key to this
was translation of the culture, that is, incorporation (and adaptation) of the Greco-
Roman and Byzantine culture into the mainstream French imperial culture. Passage
to the Mediterranean lied in the cultural colonialism, which preceded and slowly
prepared the age of Imperialism.
One of the crucial tenets of the cultural colonialism of the Western Europe
was appropriation of the Greco-Roman cultural heritage, which was coupled with
the 'orientalization' of the Byzantine Empire, and its subsequent political
descendant, the Ottoman empire. 10 This cultural colonialism was conducted
through privatization of the classical education by the British imperial elite. 11
Moreover, for all the governing positions within the British colonial empire,
knowledge of the classics was essential. 12 Classical studies in Britain were

6 J.G.A. Pocock, Barbarism and Religion, The Enlightenments of Edward Gibbon, 1737-1764, Vol. 1, 2001(= Pocock 2001), 137-141
7 Pocock 2001, 139
8 It is important to note that cultural endeavours of Louis XIV (1638-1715) were actually focused on the organization of art and learning

as manifestations and instruments of royal power. The interests of monarchy and the church enhanced the study of Greco-Roman
scholarship simultaneously with Gallo-roman, Carolingian and Capetian periods.- Pocock 2001, 141-142
9 The idea of Imperium Romanum was deeply embeded in the 'political imagination of the Western Europe', and it was 'Rome which

provided the ideologies of the colonial systems of Spain, Britain and France with the language and political models they required'. -
A. Pagden, Lords of All the World: Ideologies of Empire in Spain, Britain and France c.1500-c.1800, Yale University Press 1995, 11-
28; In the same vein, the revival of classical studies, and interest in Byzantium especially in the Russia of Catherine the Great was
closely connected with her ambitious policies regarding the Ottoman Empire.
10 Inspired by Saids view of modern Orientalistism which he considered 'an aspect of both imperialism and colonialism' - E. Said,

Orientalism, New York 1979, (= Said 1979), 123


11 'The classics were de facto the property of the upper class, and served as a badge of distinction' or as 'a crucial status marker,

providing the means to distinction and social exclusion'. - Larson 1999, 195
12 For example, in the entrance to the Indian Civil Service, which involved examination in several subjects, the English Language and

the Classics carried 1500 points each (English language 1500pt, Latin 750 pt and Greek 750pt), while Sanskrit language and literature
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 402

considered as creators of a 'supreme man.13 With Oxbridge becoming the only two
institutions which provided thorough knowledge of Classics that could enable men
to pass the entrance exams to the Indian Civil Service, the classics became the
constructor of the identity of the British imperial elite.14 We will see, in the course of
this study, how Edward Gibbon created the same argument - classics were key
identity marker of the ruling elite, and of the 'civilizational' progress. His judgment
of the Greeks, the Turks as well as Latins was governed by this principle. For
Gibbon also, Classics were the only knowledge which could elevate someone
'above the vulgar herd'. However, in this process, the 'elevation' of someone was
coupled with debasement of the Other, deprived of this supreme knowledge.
Gibbon's work was almost written in French. In a way, this choice would
have been much more comprehensible, due to the influence of the French
Enlightenment and Montesquieu especially. The reason why he withdraw from this
idea was David Hume's estimation that after the defeat of France in the Seven
Years' War, English, not French would be the language of the New World.15 In this
interesting remark, we see the ambition of Edward Gibbon (premeditated or not) to
build his work within the scope of the discourse of the victor.16
Although we cannot speak of Gibbon’s work as a preconceived great
manifesto of the Western European dominance over Mediterranean, the argument
of his grand narrative reflects political changes of the tumultuous 18th century
Europe and its decisive turn toward the Ottoman Empire. It was a construction of
the dominant political discourse, which was and still is, a supreme mechanism of
political dominance.17 In the words of Michael Foucault, the manifold relations of
power which ‘permeate, characterize and constitute the social body’ are all
established, consolidated and implemented with the production, accumulation,

carried only 375 points and Arabic language and literature 375 points. As Larson pointed out it is a vivid example of the 'overwhelming
superiority of western over oriental culture' - Larson 1999, 201-202
13 V. Tietze Larson, Classics and the Acquisition and Validation of Power in Britain's "Imperial Century" (1815-1914) (=Larson 1999),

200), a colonial object, with the 'orientalization of the Byzantine Empire' (in Gibbon's History) which will soon be 'liberated' from
despotic oppressors, Ottomans by British elite. In this power-play, the crucial identity marker for the British imperial elite was its
classical education.
14 In the words of famous Oxford classics professor Thomas Gaisford (1779-1855) "The study of Greek literature... not only elevates

above the vulgar herd, but not infrequently leads to positions of considerable emolument." - Larson 1999, 189; For the Classics and
access to the Indian Civil Service see Larson 1999, 197-207
15 The Letters of David Hume (ed. by J.Y.T. Grieg, 1932), Oct. 24, 1767; 170-71
16 Language register presents one important precondition for an idea to acquire authority, ‘normality’ and the status of the truth. Cf.

Said 1979, 325-326


17 The institutionalization of the Oriental studies in Europe at the end of the 18 th century was directly connected with the idea to 'know,

understand and control' the Orient. - Ezzaher 2003, 66 The institution of more advanced techniques in philology and of anthropology
as a new discpicline both 'discovered ' and 'created' a whole 'new Orient', which was again controlled by the European discourse. As
Said puts it 'the modern Orinetalist' was a 'secular creator' who 'made new worlds as God has once made old'. - Said 1979, 121. Also,
behind the ‘mythic discourse’ about the Arab which Orientalist builds lies the power which enables the intellectual, political and cultural
domination of the West. – Said 1979, 320-325
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 403

circulation and functioning of a discourse.18 Exercise of power, he continues further,


depends on the economy of the discourses of truth. With regard to our topic, the
supreme discourse of truth which enabled the exertion of political power of the
Western Europe over the Mediterranean was History of the Decline and Fall of the
Roman Empire. It was the topic first touched and shaped by Montesquieu in his
Considérations sur les causes de la grandeur des Romains et de leur décadence,19
but further elaborated and concluded by his intellectual successor, Edward Gibbon.
Production and circulation of the discourse on the Roman Empire was
supreme tool for the political domination of the Western Europe long before the age
of Enlightenment.20 Those political entities and social bodies, which claimed their
Romanness and Roman roots, very soon took over both political and cultural
precedence, as bearers of civilization. In this battle for discourse, France and Britain
won the final victory.21 What Montesquieu defined as decadent and despotic Orient
in the age of the Ottoman Empire, Edward Gibbon had stretched to the preceding
Byzantine Empire. The praiseworthy tone dedicated to the Byzantine Empire in the
age of Louis XIV had lost its positive echo in the time of Edward Gibbon. The moral
geography which split the world into the progressive West and the decadent East
did not offer anything noteworthy in the East even in the time before the Ottomans.
As we will see a bit later, the East was presented as almost naturalized placed of
an innate decadence.
We have two important aspects from the perspective of post-colonial
critique. First and foremost aspect was construction of a grand, universal,
homogenizing narrative about the whole East. Second aspect was subjugation of
the whole East to the West in terms of history, culture and identity. East was created
by the West as a singular symbolic object in a permanent state of bodily and mental
insecurity, that is, in the state of symbolic dependence of the West.22 Pluralism of
geographies, ethnicities and temporalities within the ‘East’ was subsumed into

18 M. Foucault, Power/Knowledge. Selected Interviews and Other Writings 1972-1977, New York 1980, p. (= Foucault 1980)
19 It was first published anonymously in 1734 in Holland, and later revised and published under authority in 1748 -
20 With the emergence of the new political forces in the West (with Charlemagne and after) who could claim their ‘Romaness’, there

emerged a need to define the true Romans. The result of this discursive squabble between the West and the East was the emergence
of the two poles of the Roman Empire – the progressive one ‘western Roman’ and the decadent one, the Greek Empire. Different
words were used to denote pretty much the same concept – the Roman Empire. Yet, the Roman Empire, with the rise of Western
Europe in 9. century became the concept upon which new identity was built – identity of the cultural hegemony and supremacy of the
West. For the cross-cultural encounters and the ideas how Latin West perceived Byzantium see a thought-provoking paper by E.
Boeck, Fantasy, Supremacy, Domes and Dames, in Byzantium in Dialogue with the Mediterranean. History and Heritage, ed. by D.
Slootjes and Mariette, Verhoevenn, 2019, 142-161
21 British educational system especially in the period 1815-1914, which stressed the importance of the Classics in nurturing the true

'gentleman' a man with 'a cultivated intellect, a delicate taste, a candid, equitable, dispassioned mind' and with 'a noble and courteous
bearing in the conduct of life' - Larson 1999, 196.
22 cf. P. Bourdieu, Masculine Domination, transl. by Richard Nice, p.66
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 404

monolithic category of a decadent Orient. Most vivid example of this merging of


pluralities was in the gradual raise of the Ottomans and progressive decline of the
Greeks, which became almost one same category of people with the same
mentality. Just like any universalism, this one in particular, was a discursive
violence, which wrote down history and muted voices of the whole East.23 Through
the production of knowledge on the homogenized East, the Western Europe
constructed the truth by which her imperialism was not only legitimized, but also
naturalized. The task of this paper is to show in which way Gibbon conducted
this cultural subjugation of the East. Gibbon's estimate of the 'Greeks' toward history
and knowledge is a telling example: 'The modern Greeks have strangely disfigured
the antiquities of Constantinople. We might excuse the errors of the Turkish or
Arabian writers; but is somewhat astonishing that the Greeks, who had access to
the authentic materials preserved in their own language, should prefer fiction to truth
and loose tradition to genuine history. 24 It is a clear example of presentation of
incapability of the Greeks to respect the laws of history and the legacy of their
tradition. The Byzantines 'held in their lifeless hands the riches of their fathers,
without inheriting the spirit which had created and improved that sacred patrimony:
they read, they praised, they compiled, but their languid souls seemed alike
incapable of thought and action. In the revolution of ten centuries, not a single
discovery was made to exalt the dignity or promote tha hapiness of mankind. Not a
single idea has been added to the speculative systems of antiquity, and a
succession of patient disciples became in their turn the dogmatic teachers of the
next servile generation. Not a single composition of history, philosophy, or literature,
has been saved from oblivion by the intrinsic beauties of style or sentiment, of
original fancy, or even of successful imitation.'25 Therefore, we infer, that task had
fallen into the hands of the more competent Western writers.
With regard to critical discourse analysis, Gibbon’s history presents a proto-
imperialist literature par excellence.26 In the age of the high imperialism (and even
before), from the late 19th century onwards it gave rationale for the political
domination of the West. As Victoria Tietze Larson concludes 'classical studies were
part of the cultural hegemony of nineteenth-century Britain' and 'were as much as,

23 cf. S. Parashar, Feminism and Postcolonialism: (En)gendering Encounters, Postcolonial Studies 2016, Vol. 19, No. 4, 371-377
24 And he continues further In a single page of Codinus we may detect twelve unpardonable mistakes; the reconciliation of Severus
and Niger, tha marriage of their son and daughter , the siege of Byzantium by the Macedonians, the invasion of the Gauls, which
recalled Severus to Rome, the sixty years which elapsed from his death to the foundation of Constantinople. etc.'. – Gibbon, Vol. II,
154, n.54
25 Gibbon, vol. VI, 107
26 cf. E. Said, Yeats and Decolonization, in Nationalism, Colonialism and Literature, Minessota1990, 69-99, 71
26 Ibid. p. 16
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 405

if not more than, any other subject in the curriculum, closely affiliated with both the
acquisition and validation of worldly privilege and power'. 27 The paradox of this
discursive dominance lies in the fact that its precedence was based on the
absorption of the Eastern, that is, Greek culture in which the main authorities were
Aristotle, Plato and Thucydides.28 However, with the rise of the European empires,
the millennial Greek culture was deprived of its medieval history and its long
tradition within the Byzantine empire. From this point of view, Byzantine empire was
given credit only as a passive guardian of the ancient knowledge.
Gibbon’s monumental history indeed starts with the ancient city of Rome
and closes with the Decay of Rome in 15th century. Within this grand narrative of
Roman history, yet another grand narrative is pegged as an inevitable but
nevertheless, contagious, part of the evolution and subsequent (or simultaneous)
decline of Rome. It is a story of the Other Rome, the New Rome at Bosporus, and
the story of the Greek Empire, which emerged within the Roman Empire.
This emergence of the Greek Empire as an imperialist discursive construct
will be discussed in the next chapter. Although it owes its existence to the immediate
experience of the Fall of Constantinople in the West, it became part of the Orient in
the age of Enlightenment. In this epoch, “Greekness” was constructed and
measured by western epistemological standards, always counterbalanced to
progressive western “Romaness”.29 Through intentional discursive fragmentation of
the Roman Empire into the Greek Empire and the true Roman Empire, former was
pushed to the East, while the latter was confined to the West.30 In this ‘intimate
connection between language and power’, the Eastern part of the Roman Empire,
the Byzantine or the Greek Empire was pushed to the Orient.31

27 Larson 1999, 189


28 It is paradox of our own time, seen and understood through postcolonial discourse. For the influence of eastern traditions to ancient
Greek philosophy see L. Ezzaher, Writing and Cultural Influence: Studies in Rhetorical History, Orientalistist Discourse, and Post-
Colonial Criticis, Peter Lang Publishing: 2003, (= Ezzaher 2003), 21-43. However, for Gibbon and his successors, the studies and
understanding of ancient Greek culture was already been considered their vested right.
29 This was just a sequel of the roman imperialist and colonial discourse promulgated in the works of Virgil, who adapted the story of

the Troyan war in that way that Greeks were presented as villains, and Troyans as victims. The Romans built their identity as
successors of Troy. – for the discussion see S. Runciman, Teucri and Turci, Medieval and Middle Eastern Studies in Honor of Aziz
Suryal Atiya, Leiden: 1972, 344-48 (= Runciman 1972). Later on, in the age of Enlightenment, Montesquieu presented The history of
the Greek empire in the following manner: ‘It is nothing more than a tissue of revolts, seditions and perfidies. Subjects did not have
the slightest idea of the loyalty owed to princes. And the succession of emperors was so interrupted that the title porphyrogenitus —
that is, born in the rooms where the empresses gave birth — was a distinctive title few princes of the various imperial families could
bear. – Montesquieu, Considerations on the Causes on the Greatness of the Romans and their Decline, (transl. by D. Lowenthal),
Paris 1734, XI
30 The most widely used example of this issue is the case of Charlemagne whose restoration of the Empire in the West was seen

twofold – as restoration of the Empire, or division and fragmentation of the Empire.


31 On the relationship between the language and power, the rhetoric of 18th and 19th century and orientalistist discourse see Ezzaher

2003, 64-89. Gibbon’s infatuation with Orient was twofold – it was both inquisitive, appreciative but nevertheless patronizing and
hegemonic. The 'inquisitive and appreciative' attitude toward Orient was nurtured in the circle of the great 18th-century Orientalist, Sir
William Jones, who equated the India's ancient literatures with the works of the Greeks and the Romans. - Larson 1999, 202, n.69. It
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 406

Yet, what is crucial at the very beginning of our inquiry is that there was not
any Byzantine or Greek Empire until its fall, and that distinction between the West
and East was bifocal. 32 In one of his personal deliberations Edward Gibbon
rendered an interesting remark that: “The distinction of North and South is real and
intelligible; and our pursuit is terminated on either side by the poles of the Earth.
But the difference of East and West is arbitrary and shifts round the globe”.33 This
arbitrariness of the East and West presents the epistemological pillar of the
Orientalist discourse and it transcends geography being also of moral and cultural
value.34 Gibbon’s definition of the impregnable and immutable distinction of North
and South actually served to stress that the ‘man of the North, not of the West, the
legions of Gaul and Germany were superior to the South-Eastern natives of Asia
and Egypt. It is the triumph of cold over heat; which may, however, and has been
surmounted by moral causes’. 35 The notions of anthropogeography were tightly
connected with the teleology of Gibbon’s whole work, which rendered a narrative of
the progressively evolving West and unstoppably declining East. This had to be
explained through the genuine ethos of the people who inhabited these parts of the
globe. The difference between the East and West was rhetorical variation of the
ancient difference between the Hellenes and barbarians. 36 Whoever was not
Hellenized remained barbarian. It was part of the relational discursive construction
of Hellenic culture which was opposed to (and defined by) the concept of non-
Hellenic barbarians.
We are leaving this theoretical underpinnings behind, setting off with two main
Gibbon's arguments of the decline of the Roman Empire. The first was the
institutionalization of Christianity “as an alien and divisive element in Roman society
which contributed to Rome’s downfall”. Second was the relationship toward

later influenced the 'romantic orientalistist project' in which 'Europe will be regenerated by Asia'. However, as Said explains 'what
mattered was not Asia so much as Asia's use to modern Europe'- Said 1979, 115
32 Bifocal in a way that both East and West simultaneously claimed their Roman legacy and developed their own viewes on their

ancient roots and their political legacy.


33 J.B. Bury, Introduction, in Edward Gibbon, The Decline and the Fall of the Roman Empire, Vol. I, xxxvi
34 The choice of Orientalist, as Edward Said puts it, was canonical, and it designated Asia or the East, geographically, morally,

culturally. –Said 1979, 31


35 ibid, xxxvii
36 The division between West and East can be traced back to ancient Greece where the discursive construction of Hellenic culture

was opposed to the non-Hellenic barbarians. In the age of Herodotus and his immediate successors, those unfortunate barbarians
were recognized in the Persians. One of the paradigmatic constructions of the otherness in ancient Greek literature is Aeschylus’
Persians (cf. Said 1979, 56-7). However, when Rome succeeded in overtaking Hellenistic world and the Near east, until the I. century
A.D, a different modes of rhetorical style from Hellenistic age were recognized among the sophists of the Second sophistic. One was
Atticism with its “purity of diction and simplicity of syntax” in contrast to Asianism which “displays marks of As Ezzaher put it “the
debate between the Attic and Asiatic schools of style had political implications. Some important political leaders such as Brutus and
Julius Caesar embraced Atticism, the style of the ten Attic Orators”, while Cicero was accused for Asianism amplification and
heightened emotion” – Ezzaher 2003, 34-35
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 407

antiquities and learning. The only civilizational progress in his history was saved for
the 'barbarian tribes from the North' whose acculturation was presented in their
acquisition of the Greek and Roman knowledge. For Gibbon, that was the only true
measurement of progress.

2. The Emergence of the ‘Greek Empire’ in the Western discourse


The modern concept of the 'Greek Empire' emerged across the Alps not very
long after the fall of Constantinople. The weight of the Ottoman presence in the
Mediterranean and the issue with papacy had given rise to the interest in the
contemporary Ottoman Greece and the Orthodox church among the Lutheran
scholars in the first decades of the 16th century.37 In the center of their interest was
doctrina graeca, that is, ‘the rebirth of eloquence and sound reasoning’ which
traversed the Alps.38 The Greek Orthodox church was of pivotal interest for the
Lutherans because of its political autonomy and its direct relation with Christian
antiquity.39 However, the idealistic perception of the Greek Orthodox church among
the Lutherans was already shattered by the end of the 16. century when they came
into closer contact with the Greeks living in the Ottoman Empire.40 Crucial for this
discursive turn was Martin Crusius (d. 1607), whose work Turco-Graecia (1584),
Gibbon used for his final chapters. Crusius was interested in the current state of
affairs in Greece, after it had been lamentably oppressed by those barbarians.41
Crusius’ sympathy for the Greeks notwithstanding, the opening lines of his work
shed a different light on the reason behind his choice: ‘Helas is throughly turkified.
Greece is being subjected to Turkish servitude, and moreover, Greece is guilty of a
religion contamined with errors and superstition (which we did not notice at first). It
is therefore with good reason that her misfortune should be lamented’.42
Protestants’ disappointment over the state of affairs of the Greek Orthodox
church under the Ottomans constructed a picture of the cultural decline of the
Greeks, which was tightly connected with the Turkish influence.43 Thus, the term
‘turkifikation’ was closely connected with the ‘barbarisation’ of the Orthodox church
and its decline, without deeper explanation or understanding of the issue at hand.

37 Philipp Melanchton (1497) and Joachim Camerarius (born 1500) were pioneers in the institution of the Greek Studies in the Holy
Roman Empire. - Asaph Ben-Tov, Luteran Humanists and Greek Antiquity, Brill 2009 (= Ben-Tov 2009), 35-83
38 ibid, 3
39 ibid, 29
40 Greeks were seen by the Protestants as idealization of the Early Church. - ibid., 119; Also, there was a lively correspondence

between Lutherans and the Greek Patriarch in Constantinople in period 1574-1581, which abruptly ended. – ibid. 85, 114, 122
41 ibid, 115-116
42 ibid, 116
43 ibid, 117
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 408

Lutherans’ sudden disappointment in the Greek church was connected with the
purity of the faith, which was, according to their observations in the East polluted
with superstition and misunderstanding.44 To this, two more orientalist accusations
were added – sleeping with the Jewesses and committing sodomy.45 It was the
Eastern Chruch which, after the fall of Constantinople became equated with
Byzantium: As Gibbon explains, in the election and the investiture of a patriarch,
the ceremonial of the Byzantine court was revived and imitated.46 Therefore the life
and spirit of the post-Byzantine church created a picture about the whole Byzantine
world, and Byzantine society especially.47 This Lutheran's political interest in the
Byzantine church had led to the subsequent far-fetching and generalizing estimates
on the whole Byzantine culture both religious and profane. And these estimates had
lead to conclusion about the superstitious and even retrograde culture and society.
The institution of the orientalist discourse was embedded in the several
encoded words – East, church, barbarians, Turks and decline. In this sense, the
semiotic merging of the words 'Greeks', 'Eastern Church' and 'Turks' was a natural
evolution of the orientalist discourse. Gibbon’s attitude toward contemporary state
of Greek affairs was in his discourse stretched to the times before the Ottomans.
Greeks living in the Ottoman Empire had been assimilated with the Byzantines of
the Eastern Roman Empire. While Protestants cherished Greek Empire as protector
of divine human wisdom of the Greek antiquity, Gibbon wavered between the two
poles - Lutheran perception and Franco-British imperial imagination. 48 In that
sense, the Greek Empire was given its due credit for preserving the ancient wisdom,
but not being able to resist the spirit of oriental despotism.
In Gibbon's narrative we observe closely in which way the 'superiority' of the
Greeks, which, came from their 'profane and religious knowledge' was lost in the
course of their millennial history.49 The people who had 'first received the light of
Christianity', 'pronounced the decrees of the seven general councils' and 'alone
possessed the language of Scripture and philosophy' gradually fell into superstition

44 ibid. 122
45 ibid. 123
46 Gibbon, Vol. VII, 202
47 Even nowadays significant part of the academy is oppressed by the image of Byzantine society as devotedly religious, and

Byzantines' daily life is constantly reproduced mostly in terms of religion. Byzantines' secular and profane life still presents a topic of
secondary importance.
48 The Lutheran influence on Gibbon is seen in his attitude toward the Christian sees where the capital of the East had never been

polluted by the worship of idols; and the whole body of the people had deeply imbibed the opinions, the virtues, and the passions,
which distinguished the Christians of that age from the rest of mankind. Gibbon, Vol. II, 384.
49 For Gibbon's somewhat positive attitude toward Church history see D. J. Geanakoplos, Edward Gibbon and Byzantine

Ecclesiastical History, Church History, Vol. 35, No. 2 (1966), 170-185


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 409

and barbarism, in the worlds of Lutherans and Edward Gibbon.50 The idea of the
translation of the superior doctrina graeca to the West is deeply embedded in the
words of Enea Silvio Piccolomini from the mid-15th century: No Westerner could
pride himself of erudition had he not visited the city [of Constantinople]. While
Greece had been conquered before in its long history, its former captors, Persians
and Romans waged war against Greek states while cherishing Greek wisdom;
under the Turks, who are hostile to learning itself, the very survival of Greek letters
is imperilled.51
The production of knowledge about the Byzantine Empire among the
Luterans was essentially analeptic. The main topic of their interest was the Fall of
Constantinople and the first publication of the Byzantine sources in Latin was
Laonikos Chalcocondyles’ De origine et rebus gestis Turcorum in March 1556,
followed by editio princeps of Zonaras and Niketas Choniates in 1557.52 In the same
year, 1556, Melanchton composed oration De capta Constantinopoli53, in which he
summarizes the importance of the capital as ‘an abode of learning and an ancient
residence of the Church’.54 Gibbon’s positive attitude toward Constantinople had
almost identical argument – out of all Church sees, he considered eastern capital
‘free of Infidels’, 'being born and educated in the bosom of the faith'55, and it was
considered a depository of Greek learning.
A key feature of Melanchton’s exegesis of the importance of Constantinople
was connection he made with the city of Athens. Thus, as Ben-Tov observes, he
‘set the fall of Constantinople within the context of Greek history, positing it within
the framework of the two millennia spanning from Solon, its founder in Melanchton’s
eyes, to Mehmet II, its devastator.’56 The concept of Constantinople as the center
of all learning will be the crucial element of Gibbon’s lament over the city fall. In the
description of the rapine of Constantinople after the fall, Gibbon concludes, that a
philosopher will more seriously deplore the loss of the Byzantine libraries, which
were destroyed or scattered in the general confusion: one hundred and twenty
thousand manuscripts are said to have disappeared; ten volumes might be
purchased for a single ducat; and the same ignominious price, too high perhaps for
a shelf of theology, included the whole works of Aristotle and Homer, the noblest

50 Gibbon, Vol. VI, 366-67


51 Ben-Tov 2009, 125
52 ibid. 94
53 ibid. 94
54 ibid. 95
55 Gibbon, Vol. II, 384
56 ibid. 98
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 410

productions of the science and literature of ancient Greece.' 57 Gibbon's disdain


toward theological literature is evident in his remark of a high price for the books of
theology, compared to the pillars of hellenic paideia, Aristotle and Homer, which
were for the erudite of the Enlightenment epoch valuable beyond estimation.58 His
praise of the West is rendered in the concluding remark: 'We may reflect with
pleasure that an inestimable portion of our classic treasures was safely deposited
in Italy; and that the mechanics of a German town had invented an art which derides
the havoc of time and barbarism.'59 The advent of the Turks in the eyes of Edward
Gibbon was shaped in the 'philosopher's' lament for the destruction of the Greek
culture. In the accounts of the two falls of Constantinople - in 1204, and in 1453 –
Gibbon’s greatest sympathy goes to the ancient monuments and ancient wisdom.
The final chapter on the fall of Constantinople to the Latins in 1204 is also
followed by long excerpts from Choniates' history on the monuments which were
shattered. The closing lines are dedicated to the written legacy of antiquity: Of the
writings of antiquity many that still existed in the 12th century are now lost. But the
pilgrims were not solicitous to save or transport the volumes of an unknown tongue;
the perishable substance of paper or parchment can only be preserved by the
multiplicity of copies; the literature of the Greeks had almost centered in the
metropolis; and, without computing the extent of our loss, we may drop a tear over
the libraries that have perished in the triple fire of Constantinople'.60

3. The Fall of the City and the Birth of the Identity


The claim on the legacy of a fallen city was deeply rooted into the Roman
cultural identity. The cultural hegemony of Rome was validated through its
connection with the heroes of Troy. And the fall of Constantinople had given rise to
the legend that the Turks were descendants of Trojans, and avengers of Troy.61
Cultural hegemony of Constantinople was also built on the ideological foundations
of Homeric imagery.
In the story of the building of Constantinople, Gibbon connects the ethos of
the new city with the ancient Troy who was seated on an eminence at the foot of
Mount Ida, overlooked the mouth of Hellespont, emphasizing that Constantine’s first
ideal spot for the new capital was meant to be the town of Rhoeteum, which
celebrated ‘the dauntless Ajax’, who had fallen a sacrifice to his disappointed pride

57 Gibbon, Vol. VII, 198


58 In the subsequent period in Britain, the most influential work was Aristotle's Nicomachean Ethics. - Larson 1999, 208
59 Gibbon, Vol. VII, 198
60 Gibbon VI, 412
61 Cf. Runciman 1972, passim.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 411

and to the ingratitude of the Greeks. Therefore, Constantine wanted to erect a new
capital on this celebrated spot, from whence the Romans delivered their fabulous
origin.62 In the same way as the fall of Troy produced the legendary story about the
founding of the Rome, the fall of Constantinople produced the legendary story about
the rise of the new Rome(s) in the West, with the Turks in the role of avengers.
Gibbon's story of the fall of Constantinople closes with the observation that
the distress and fall of the last Constantine was more glorious than the long
prosperity of the Byzantine Caesars.63 The fall indeed was most glorious than the
whole life of the Empire, since the fall enabled reinstitution of the Roman identity
solely in the West.
From the very beginning, Gibbon exclaims, Constantinople only adopted the
follies, though not the virtues of ancient Rome. He explains the growth of the
population of Constantinople due to 'the artificial colony' of 'many opulent senators
of Rome' and also introduces the orientalist discourse once again by playing with a
notion of obedience of the senatorial elite toward 'master', and their attraction to the
riches of the East, that is, palaces, lands and pensions and grand hereditary
estates. 64 He added that these encouragements and obligations soon became
superfluous and were gradually abolished.65
What then, changed with the foundation of Constantinople? According to
Gibbon, ‘the manly pride of the Romans, content with substantial power, had left to
the vanity of the east the forms and ceremonies of ostentatious greatness […] the
simplicity of the Roman manners was insensibly corrupted by the stately affectation
of the courts of Asia. The distinctions of personal merit and influence, a conspicuous
in a republic, so feeble and obscure under a monarchy, were abolished by the
despotism of the emperors. 66 This division between the ‘good Romans’ and
‘distrustful Greeks’ was already present in the discourse of Virgil, Tacitus, Cicero
and Pliny, but it was fully elaborated with the further colonization of the Roman
heritage by the West.67 One can easily detect a gendered symbolism of the manly
West vs. womanly East, the manly pride situated geographically in the West and
the ostentatious effeminate luxury of the geographic East. The antropogeography
of this binary division clearly pointed to the predetermined fate - the West will

62 Gibbon, Vol. II, 145-146


63 Gibbon, Vol. VII, 189
64 Gibbon, Vol. II, 154
65 Gibbon, Vol. II, 155
66 Gibbon, Vol. II, 159
67 As Steven Runciman noted, Virgil had the most profound influence on the perception of the Greeks, and he warned his readers

against the perfidy of the Greeks. For the discussion see S. Runciman, Gibbon and Byzantium, Deadalus, Vol. 105, No. 3, Edward
Gibbon and the Decline and Fall of the Roman Empire, 1976, 103-110, 106
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 412

engender manly pride, while the East will nurture only vanity, despotism and
luxury.68 In this discursive setting one can hardly discern between Byzantines and
the Turks. Actually, the Ottoman despotism came as a logical evolution, that is,
progressive degradation and further corruption of the East.
In the story of the Fall of Constantinople the Greeks were reproached for
their ‘native cowardice’, being ‘indeed pusillanimous and base’. 69 For Edward
Gibbon, the only Greek worthy of respect was the emperor Constantine who
‘deserves the name of an hero’, since he was the only one ‘inspired with Roman
virtue’.70 His Roman virtue was supported by the ‘honour of the Western chivalry’,
among the foreign auxiliaries.
As we have already stressed, the 'philosopher' of 18th century mourns only
the loss of the Byzantine libraries, which were destroyed or scattered in the general
confusion. We see clearly that Gibbon’s philhellenism was antiquarian and
exclusive. He considered Turks and Byzantines similar in their relation to Greek
heritage. Regarding Constantinople, he concluded that ‘the seat of Turkish jealousy
and despotism is erected on the foundations of a Grecian republic’ and that
Constantine’s architects and craftsmans could never attain mastery as was
accomplished in the age of Pericles and Alexander. 71 In addition, for Gibbon,
Constantine was guilty of negligence with regard to the ancient monuments which
were gathered from all Greece and Asia and exposed without defense to the
rapacious vanity of a despot.72 One could hardly omit reminiscence of the great
endeavors of the British expeditions to their colonies which indeed despoiled those
countries of their most valuable ornaments.73 A great ethical debate is still active in
the European cultural circles on the Greek heritage dispersed around world. For
Gibbon, Constantine’s idea to add the glory to his city by collecting the cumulative
efforts of the great civilization was just a trait of despotism. For Europe nowadays,
it is a trait of huge endeavours to preserve one culture. Finally, Gibbon concludes
that the ‘souls of Homer and of Demosthenes’ should not be sought after in the city
of Constantine, nor in the declining period of an empire when the human mind was

68 Cf. also Montesquieu 1734, XXII: ‘A universal bigotry numbed the spirit and enervated the whole empire. Properly speaking,

Constantinople is the only Eastern land where the Christian religion has been dominant. Now the faintheartedness, laziness, and
indolence of the nations of Asia blended into religious devotion itself. Among a thousand examples, I need only mention that of
Philippicus, Maurice's general, who, on the point of giving battle, began to cry at the thought of the great number of men who were
going to be killed.’
69 Gibbon, Vol. VII, 177
70 Gibbon, Vol. VII, 178
71 Gibbon, Vol. II, 149, 151
72 Gibbon, Vol. II, 151
73 Gibbon, Vol. II, 151
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 413

depressed by civil and religious slavery. Where, then, one should seek for the souls
of Homer and Demosthenes?
The appreciation of the Greek culture in the end did not have to do with the
appreciation of the East as its cradle, but with the glorification of the west as its
defender and restorer. In this process, the heritage of the Greek culture was brutally
simplified. A huge contribution of the Arabs to the interpretation and dissemination
of Aristotle in the Western Europe is constantly put aside, and yet, we are faced
with the possibility that medieval Europe had ‘Arabic’ perception of Aristotle. Edward
Gibbon did refer to that peculiarity in his reference to the Latin rule in Constantinople
which deserves our due attention. Compared to the Greek and Arabians with their
respective degrees of knowledge, industry and art, during the era of Crusades, the
Latins were holding only the third rank in the scale of nations. 74 However, the
‘present superiority’ of the Latins, that is, of the West, owns its success to an active
and imitative spirit, unknown to their more polished rivals, who at that time were in
a stationary or retrograde state.75 The intercourse with the more cultivated regions
of the East had prompted the development of the trade and manufactures, but didn’t
influence in the same manner on the intellectual wants of the Latins.76 During their
reign of 60 years in Constantinople, the Latins did not show curiosity to understand
the original text of the gospel, nor the sense of Plato and beauties of Homer.
Aristotle, as the oracle of the Western universities was, according to Gibbon’s
estimate a barbarous Aristotle and, he continues further instead of ascending to the
fountain-head, his Latin votaries humbly accepted a corrupt and remote version
from the Jews and Moors of Andalusia.77

A Masterwho never forgives – the rise of an Oriental despot


The siege of Constantinople by the Turks attracts our first attention to the
person and character of the great destroyer.78
The picture of Mahomet II is rendered through the long passage on his
education, in which Gibbon delivers digest version of the cultural hierarchy of the
languages the sultan new – for the ‘orientalist youth’ typical were Persian, which
could ‘contribute to his amusement’, Arabic ‘to his edification’. His knowledge of
Greek was presented as a natural residue of the intercourses between the Greeks
and the Turk so that he could ‘could converse with people over whom he was

74 Gibbon, Vol. VI, 443


75 Gibbon, Vol. VI, 443
76 Gibbon, Vol. VI, 444
77 Gibbon, Vol. VI, 444
78 Gibbon, VOl. VII. 159
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 414

ambitious to reign’. In addition, Latin poetry and prose were sublime addition ‘to the
royal ear’. The most controversial outlook was reserved to Mahomet’s knowledge
of Hebrew, which Gibbon commented in the following words: what use or merit
could recommend to the statesman or the scholar the uncouth dialect of his Hebrew
slaves?79 Furthermore, Gibbon continues his elaboration on Mahomet’s education
stating that he had knowledge on history and geography of the world, being familiar
with the lives of the heroes of the East, perhaps of the West, and that he had skills
in astrology ‘excused by the folly of the times’, and had also shown some ‘rudiments
in mathematical science’, along with a ‘profane taste for the arts’. Gibbon concludes
that ‘the influence of religion and learning were employed without effect on his
[Mahomet’s] savage and licentious nature’. Quite expectedly, the conqueror could
not get away with more positive image. In the tradition of the Persian culture,
Alexander the Macedon was considered the destroyer of culture.
The postcolonial criticism enables us to detect crucial discursive markers of
the colonial discourse and with regard to picture of Mahomet II which Gibbon
rendered, the exquisite culture of the Turkish conqueror was balanced with his
'savage and licentious nature' which concludes, without elaboration, the
montesquiean picture of the despotic ruler. However, decolonial critique enables
redefining of these discursive markers in a completely different light.
Gibbon’s disagreeable display of Mahomet’s educational formation actually
betrays some astonishing features of the rich eclectic culture in which the Turkish
conqueror was born and raised. The ‘typical oriental’ languages, that is, Persian
and Arabic were actually the linguistic markers of the Ottoman political ideology
which presented sultans as successors of the Bagdad’ caliphs. Political ideology of
the ‘Abbasid’ caliphs’, Al-Mansur and Al-Mahdi, was triumphant mostly due to its
connection with the Sasanian heritage in which pivotal role was ascribed to Pahlavi,
the supreme linguistic register of the ruling elite.80 With regard to this, astrology was
one of the crucial sciences which added weight to political legitimacy of the
Baghdad’s caliphs. Gibbon was right in estimating the importance of astrology - The
religion of Arabs as well of the Indians, consisted in the worship of the sun, the
moon, and the fixed stars. However, he was wrong in his conclusion that this was
just a primitive and specious mode of supersition, excusing his misunderstanding
of the blind mythology of the barbarians. 81 For the Arabs, astrological history

79 Gibbon, vol. VII, 160


80 D. Gutas, Greek Thought, Arabic Culture: The Graeco-Arabic Translation Movement in Baghdad and Early 'Abbasaid Society,
Routledge 1998 (= Gutas 1998), 34-45
81 Gibbon, Vol. V, 327
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 415

enabled continuity of the Zoroastrian imperial ideology of the Sasanians, both within
the Arab world and in the subsequent Ottoman.82 The stars and signs of the Zodiac
were commanded by God Almighty to spread knowledge about the cyclical periods
of history. In the time of the first Abbasid’s astrological history declared the
beginning of the new cycle under the dominion of the Abbasid state, and the revival
of knowledge and old sciences which was destined to happen in Baghdad.83 Thus,
astrology and mathematics, one of the most important sciences in the lands of
Fertile Crescent, were far from ‘follies of the times’ or just ‘rudiments of science’.
They had both political and ideological importance for the establishment of the
universal empire. The rise of the Ottomans enabled merging of the two great ancient
traditions – those of the Christianized Roman Empire and of the Islamized Persian
imperial culture. The establishment of the Baghdad near ancient Persian center
Ktesiphon marked the beginning of the completely new age of the God chosen
rulers. In the same vein, the siege of Constantinople was necessary prerequisite for
a person like Mahomet to start his rule of the universal empire of the ancients: after
some fruitless treaty, he declared his resolution of finding either a throne or a grave
under the walls of Constantinople.84 The decision to take Constantinople was most
probably influenced by the unprecedented position of this city as the capital of the
Roman Empire, and was thus, the last step in the Romanization of the Ottomans. It
was precisely the 'military judgement and astrological knowledge' of Mahomet that
advised him to expect the morning, the memorable 29th of May', the day of the '
destruction of the Roman empire.':85
It was thus, after a siege of 53 days that Constantinople, which had defied
the power of Chosroes, the Chagan, and the caliphs, was irretrievably subdued by
the arms of Mahomet the Second. Her empire only had been subverted by the
Latins; her religion was trampled in the dust by the Moslem conquerors.86
Although for the age of Enlightenment the victory of the Turks was elucidated
through the Ottoman’s technological supremacy and greater army and the fearful
despotic master, Gibbon does not refrain from religious causes either: The primitive
Romans would have drawn their swords in the resolution of death or conquest. The
primitive Christians might have embraced each other, and awaited in patience and
charity the stroke of martyrdom. But the Greeks of Constantinople were animated

82 Gutas 1998, 45-53


83 Ibid.
84 Gibbon, vol. VII, 187
85 Gibbon, vol. VII, 189. ‘Several days were employed by the sultan in the preparations of the assault; and a respite was granted by

his favourite science of astrology, which had fixed on the 29th of May as the fortunate and fatal hour’ – Gibbon, vol. VII, 187
86 Gibbon, vol. VII, 193
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 416

only by the spirit of religion, and that spirit was productive only of animosity and
discord. 87 As Gibbon further explains the invisible powers were deaf to his
[Constantine’s] supplications; and Christendom beheld with indifference the fall of
Constantinople. Also, he considers the breach between the Western and Eastern
Christendom even grater than between Christianity and Islam: The Latins were
most odious heretics and infidels; and the first minister of the empire, the great
duke, was heard to declare that he had rather behold, in Constantinople, the turban
of Mahomet than the pope’s tiara or a cardinal’s hat.88
Although Gibbon supplied his story with both internal and external causes of
the final Fall, he had made his final judgment on the Mahomet II in the episode of
his attitude toward antiquities: The conqueror gazed with satisfaction and wonder
on the strange though splendid appearance of the domes and palaces, so dissimilar
from the style of Orientalist architecture. In the hippodrome, or atmeidan, his eye
was attracted by the twisted column of the three serpents; and, as a trial of his
strength, he shattered with his iron mace or battle-axe the under-jaw of one of these
monsters.89
This was a symbolic manifestation of Mahomet II's barbarism and his
ignorance of the antiquities. This act presents a conclusion of the story which
opened with the founding of Constantinople where Gibbon also dwelled on this
symbol of Ancient Greece and announced it destruction with the rise of the
Mahomet II: We may still remark a very singular fragment of antiquity; the bodies of
three serpents, twisted into one pillar of brass. Their triple heads had once
supported the golden tripod which, after the defeat of Xerxes, was consecrated in
the temple of Delphi by the victorious Greeks. The beauty of the Hippodrome has
been long since defaced by the rude hands of the Turkish conquerors; but under
the similar appellation of Atmeidan, it still serves as a place of exercise for their
horses.90
In the closing lines of the fall of Constantinople the rise of the oriental
despot, is couched in the image of the fearful ruler whose subjects feared him more
than their enemies. Gibbon insists on the image of his power based on fear.91 This
is explained through the figurative speech of Mahomet II which Gibbon renders in
the following passage: Fear is the first principle of a despotic government. His

87 Gibbon, Vol. VII, 174


88 Gibbon, Vol. VII, 177
89 Gibbon, Vol. VII, 198
90 Gibbon II, 152-153
91 This idea of fear as a basis of oriental despotism comes from Montesquieu, The Spirit of the Laws, 98: ‘not many laws are needed

for timid, ignorant, beaten-down people.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 417

menaces were explained as Oriental style, that the fugitives and deserters, had
they the wings of a bird, should not escape from his inexorable justice.”92

Concluding remarks - Whose culture, whose knowledge, whose power?


'Without Montesquieu, we may confidently say', there would have been no
Gibbon.93 He was troubled by the same problem as Montesquieu - the problem of
the progress in history.94 However, the very idea of progress bears the burden of
the colonial discourse in a way that once the progress is located and defined,
simultaneously its binary opposition is delineated and defined. That is, once we
have a clear definition of what civilization is, we have a perfectly clear impression
of what a non-civilization (or barbarism) is.95
Also, when the source of progress is defined, through inevitable
homogenization and generalization, than it gives a single voice to the plurality of
experiences and simple excuse to the complexity of causes. 96 In this process,
voices of peoples and individuals are lost, identities confounded and subjected to
the homogenized category of 'barbarians'. Gibbon gave a 'philosophic solution to
this problem'.97 For him, it was a 'civic humanism', a 'civic spirit' or a 'public virtue'
which enabled a 'free circulation of goods and ideas'.98 However, it is an established
truism that this 'civic humanism' was heavily exclusionist.
In this discursive power play through the description of the rise, evolution and
decline of the great Roman civilization, the idea of progress was set in the 'cultural
identity of the Romans' 99 . This imperial identity par excellence was first shared
between the Old Rome and the New Rome, after the fall of the Old Rome it shifted
to the Bosphorus, and after the fall of the New Rome it traversed the Alps to the Old

92 Gibbon, Vol. VII, p. 187;


93 Trevor-Roper 1976, 494
94 Trevor-Roper 1976, 495
95 The perfect example of this is given Trevor-Roper's exegesis of the idea of progress: 'How was it that the great civilization of

antiquity had somehow stopped progressing and had foundered in a thousand years of gothic barbarism?'. - Trevor-Roper 1976, 495
96 It is interesting how Trevor-Roper concludes his reading on Gibbon's whole idea of progress situated in the modern Europe as a

'plural society', and 'the world of free competition', free from 'single repressive central authority' which prevented 'a reversion to
barbarism' (Trevor-Roper 1976, 499). However, it is precisely this uniforming discourse of science, that, is of 'classical education'
which enabled transnational identification of the imperial elites in the Modern ages.
97 Trevor-Roper 1976, 495
98 Trevor-Roper 1976, 496
99 Gibbon defines this at the beginning of his work in a sense that essential conditions for the progress is seen not in great political

systems but in the cultivation of science. I think that the 'word' science necessitates explanation, since, according to Trevor-Roper's
interpretation it is a 'useful science, experimental Baconian science directed to the understanding of nature and the improvement of
human life' (Trevor-Roper 1976, 497) which is arguably directly confronted to Gibbon's defense of classical education and its
importance in the intellectual formation of an individual. Precisely in the account of the Fall of Constantinople, Gibbon's lament is
focused on the 'Greek' culture and its afterlife.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 418

Rome, where it stayed. 100 Nevertheless, it is important to be perfectly


comprehensible when defining the very core of this progress: what actually turned
one civilization into civilization and all the others into barbarians? This discursive
thread is unwrapped in the last chapters of Gibbon's history, with the downfall of
Constantinople. The very essence of Rome's glory was classical education.101 And
classical education was appropriated and privatized by the ruling elite ever since
the Rome conquered Greece. The classical education gave a philosophical, ethical
and ontological explanation for the imperial domination.102 In that way, it became a
powerful tool in the hands of the modern 'colonial project'. It was the only thing,
which enabled civilization to be constantly and perpetually asserted and redefined
as a civilization against the newly emerging 'barbarians' from the New World. And
it was, ever since the Roman times, the most powerful tool of the Romanization,
that is, of the colonization of the subjects and their continuous submission to the
imperial power thousands of kilometers away. The most vivid example of this
discursive power is set in the case of Byzantium and its fall. When the city of
Constantinople was lost, and the 'Greek culture traversed the Alps', the old Romans
from Bosporus became 'superstitious Greeks'. 103 Romanitas was a supreme
imperial identity, claimed by the West long before the final fall of Constantinople.
And a distinctive, 'islamic' Romanitas, claimed by the Ottomans was a newly
emerging imperial identity in the East. In this clash for the appropriation of the
Roman (imperial) identity, many colonial discourses were formed in the West, and
especially in the histories which sought to explain the idea of progress of the West,
that is, an almost innate right for political and cultural supremacy in the world.
Gibbon's role in the 'Grecization' of the Roman Empire or the 'Byzantinization'
of the Eastern Roman Empire was similar to the role of the first modern Orientalists

100When I refer to the Old Rome at the end, I refer to the whole West and to the concept of translatio imperii inaugurated by the West
ever since Charlemagne. Of course, every single state in the West had its own conception and appropriation of the Romaness as it
is shown in the case of France of Louis XIV and the protestant German-speaking world, or Britain.
101 My stance is that precisely classcial education should be considered a 'science which gave splendour and happiness' to the Roman

Empire. Even though Trevor-Roper does not dwell on the very nature of this science which Gibbon cherishes, he remarks that for
Gibbon 'even monasticism would be praised when it earned its keep by scholarly or other labour', and that 'Benedictine workshop
was never mentioned without genuine veneration'. - Trevor-Roper 1976, 502. Gibbon thus, gave credits to all entities which respected,
kept and promoted classical learning.
102 Of course, it was not that straightforward, and this culture developed for almost two millenia - since V B.C.E to XV C.E., but it

developed and nurtured the idea of Empire, as well as other political ideas - of democracy and republicanism. In that sense, it gave
inspiration and solutions to almost all modern European political theories. Classical education lies in the core of the Declaration of the
Rights of Man and of the Citizen. However, one cannot discard the gender exclusiveness or cultural supremacy of the 'classcial
discourse'. Greek superstition was also heavily reproached by Montesquieu 1734, XXII: The Christian religion degenerated under the
Greek empire to the point it had reached in our day among the Moscovites, before Czar Peter I regenerated the nation and introduced
more changes in the state he governed than conquerors introduce in those they usurp.
103 This process happened in the Lutheran surrounding as already explained, where their attitude toward Byzantine empire changed

completely from the romantic eulogies to heavy critique and disappointment in just one century.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 419

in their creation of the modern Orient (the Arab, Indian or Chinese world).104 His
History was a gateway to 'objective knowledge', which provided the only vocabulary
and ideas about the Byzantine Empire and the Ottoman Empire which could be
'used impersonally by anyone' who wished to become a historian of the Roman or
Byzantine Empire and who wished simultaneously to reassert their cultural and
political supremacy.105
Knowledge about Byzantium and the Ottomans was produced in Gibbon’s
grand history, and later only reproduced by the subsequent scholars in their
estimates of the civilizational progress of the Southeastern Europe,106 that is, the
lands and nations of the Byzantine Empire, 'Byzantine Commonwealth' and
subsequent 'Rumelia' (Lands of the Romans) administered by the Ottoman Empire.
Once we locate all colonial discursive markers, we have a task to decolonize both
scholarship and the institutions, as well as bodies, mentality, soul and mind of the
peoples and nations of Byzantium and the world of the 'Byzantine
Commonwealth'.107

104 Said 1979, p. 121-122


105 cf. Said 1979, 122
106 I have intentionally chosen Southeastern over 'Balkan', since the former is less burdened with orientalist discourse than the latter.

- For discussion of the different concepts which denote the lands of the Balkan Peninsula and the postcolonial critique see M.
Todorova, Imagining the Balkans, Oxford 2009; D. Mishkova, Beyond Balkanism: Scholarly Politics of Region Making, Routledge
2018
107 cf. A. S. Runyan (2018) Decolonizing knowledges in feminist world politics, International Feminist Journal of Politics, 20:1, 3-8,
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 420
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 421

Економски односи Кнежевине/Краљевине Србије и Османлијске


Империје 1878-1914 године

Vladan VIRIJEVIĆ

АПСТРАКТ
"Након Берлинског конгреса 1878. године, тј. стицања међународног признања Кнежевине Србије,
наступила је нова фаза у економским односима на релацији Београд-Цариград. Они су били у великој
мери условљени специфичностима политичких односа између две државе, али и сложеношћу
међународних односа, тј. преламања интереса великих сила у контексту решавања "Источног питања".
То се јасно огледа у чињеници да је било потребно чак десет година од стицања међународног
субјективитета Кнежевине (од 1882. године Краљевине) Србије до потписивања првог трговинског
уговора ороченог на три године, којим су уређени међусобни трговински односи. Обзиром да су у
привредном смислу и једна и друга држава биле земље доминантно аграрног карактера, односно да су
пољопривредни производи представљали основе њиховог извоза, сличност њихових привредних
структура онемогућавала је интензивније унапређење сарадње на плану економије.
У раду ће се, на основу необјављених и објављених извора, ондашње периодике и релевантне
литературе, анализирати различити сегменти економских односа Кнежевине/Краљевине Србије и
Османлијске империје у хронолошком распону од Берлинског конгреса 1878. године до избијања Првог
светског рата 1914. године, односно прекида дипломатских односа између Високе порте и владе
Краљевине Србије, и то: нормативни оквири узајамних економских односа, обим и садржај трговинске
размене, царинска политика, потешкоће и несугласице у вези појединих питања и др.
Кључне речи: Краљевина Србија, Османско царство, економски односи, Солунска лука, извоз,
увоз

ECONOMIC RELATIONS BETWEEN THE PRINCIPALITY / KINGDOM OF SERBIA AND THE


OTTOMAN EMPIRE FROM 1878 TO 1914

ABSTRACT
After the Berlin Congress in 1878, and the international recognition of the Kingdom of Serbia, a new
stage in economic relations between Belgrade and Constantinopolе began. They were largely conditioned by
the peculiarity of political relations between the two countries, but also by the complexity of international relations,

Prof. Dr. /University of Prishtina-Kosovska Mitrovica Department of History, virijevicvladan01@gmail.com, KOSOVO


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 422

i.e. overlapping of the interests of the great powers in terms of solving the “Eastern question”. This is clearly
reflected in the fact that it took ten years from the formal international recognition of the Principality (the Kingdom
of Serbia from 1882) until the signing of the first commercial agreement, which was fixed for three years, which
regulated mutual trade relations. Bearing in mind that economically both countries of had predominantly agrarian
character, i.e. agricultural products represented the basis of their exports, the similarity of their economic
structures prevented a more intensive improvement of cooperation on the economic level.
The paper will analyze, on the basis of unpublished and published sources, the periodicals and relevant
literature, various segments of the economic relations between the Principality / Kingdom of Serbia and the
Ottoman Empire from the Berlin Congress in 1878 until the outbreak of the First World War in 1914, i.e. the
interruption of diplomatic relations between Sublime Porte and the Government of the Kingdom of Serbia. To
this end, the following will be analyzed: the normative framework of mutual economic relations, the scope and
content of trade exchange, customs policy, difficulties and disagreements with regard to certain issues etc.
Keywords: Kingdom of Serbia, Ottoman Empire, economic relations, Thessaloniki Port, export, import
***
Историју званичних економских односа између Османлијске империје и
делова Балканског полуострва који су се након 1. децембра 1918. године
нашли у склопу прве заједничке државе Јужних Словена, могуће је
систематски пратити након Берлинског конгреса 1878. године, када су
Кнежевина Србија и Књажевина Црна Гора оствариле међународно
признање. Стекавши независност Србија је добила прилику да уреди и
побољша односе са суседима, од којих је Османлијска империја имала
посебно важно место.1 Осим политичког значаја, проистеклог из чињенице да
је на њеном подручју живела значајна популација српског становништва, због
чега се влада у Београду трудила да са Високом портом унапреди политичке
и дипломатско-конзуларне односе, она је била и незаобилазни партнер у
њеним спољнотрговонским односима. 2 Радило се, како истиче професор
Михаило Војводић, о „великој земљи за коју су били везани извозно-увозни
интереси Србије, посебно за њен европски део“. 3 Преговори српске са
султанском владом ради закључења трговинске конвенције покренути су

1 У члану 37. Берлинског уговора било је предвиђено на који начин ће се имати регулисати трговински односи од тада
независне државе – Кнежевине Србије са другим земљама. Тако је наглашено: „Док се не закључе нови споразуми у Србији
се неће ни у чему мењати погодбе које сада стоје у погледу трговинских односа кнежевине са туђинским државама“. Око
тумачења ове одредбе било је различитих становишта. Сматрало се да све до склапања нових уговора, Кнежевина Србија
мора задржати status quo у спољнотрговинској регулативи, тј. да за њу до тада важе спољнотрговински споразуми које је
склопила Османлијска империја. Но, на терену је ситуациа била другачија, јер су на српским царинарницама примењивали
сопствену аутономну царинску тарифу. – Наши трговински уговори, Дело, 1. VII 1895, 192.
2 Године 1871. Османлијска империја била је други по важности спољнотрговински партнер Кнежевине Србије, одмах иза

Аустро-Угарске. Те године вредност извежене робе из Србије на пијаце Османлијског царства износила је 3.579.160, 40
динара, што је чинило 13,96% укупног извоза, док је увежено робе у вредности 3.855.245,60 динара (13,90% укупног увоза).
– Богољуб Јовановић, Глас маџарског професора о Србији, Отаџбина, 300.
3 Михаило Војводић, Рад Стојана Новаковића на закључењу железничке и трговинске конвенције између Србије и Турске

(1887-1888), Зборник Матице српске за историју, 71-72, Нови Сад, 2005, 44.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 423

марта 1879. године, при чему је званични Београд понудио да се то учини на


бази највећег повлашћења, с роком важности до парафирања коначног
уговора.4 Висока порта је пристала на овај предлог, уз једину измену да би се
међусобна царина требала плаћати на бази мешовитог система по вредности
и по тежини (ad valorem). Али, српска влада је након тога, под утицајем
румунске, поставила услов да се као модел примени царинска тарифа коју је
Цариград определио за увоз руске робе, што је довело до обуставе
преговора. 5 Мада је, увидевши погрешку, влада Милана Пироћанца већ
крајем 1881. године иницирала покретање нових преговора, на Високој порти
су одуговлачили с тим, правдајући свој став да желе најпре да претходно
постигну трговинске споразуме са водећим европским силама.6
Важан помак унапред ка регулисању узајамних српско-османлијских
трговинских односа представљало је склапање привремене конзуларне
конвенције, закључене почетком септембра 1886. године.7 Упркос одређених
мањкавости, овим кораком остварен је неопходан предуслов за закључење
трговинске конвенције и железничке конвенције којом је Србија настојала да
повеже своје железничке пруге са пругама Османлијске царевине.8 Наиме, у
трговинским односима две државе владало је такво стање које се могло
сматрати „једном врстом царинског рата“ – висока извозна тарифа из
Османлијске царевине од 8% и изузетно висока аутономна увозна тарифа коју
су примењивали српски царински органи, представљале су велике сметње.9
То је за последицу имало низак ниво вредности оствареног промета кога је за
неке од година током осме деценије XIX века могуће сагледати из следећег
табеларног приказа:10

4 О садржини клаузуле „највећег повлашћења“ у економским односима између две државе види више: Др Мијо Мирковић,
Спољна трговинска политика, „Издавачка књижара Геце Кона“, Београд, 1932, 157-160.; Михаило М. Смиљанић, Царинска
заједница балканских држава, „Правни факултет“, Београд, 1940, 3-4.
5 М. Војводић, Рад Стојана Новаковића на закључењу..., 46.
6 Исто, 47.
7 Тенденција Високе порте била је да Србији не призна ниједан уступак, привилегију или право које су уживале друге

хришћанске државе на основу капитулација. Мирослав Спалајковић је критиковао одлуку српске владе да пристане на услове
којима су конзулима Краљевине Србије на територији Османлијске царевине била ускраћена нека права која су уживали
конзули других европских држава. - Dr Мирослав Спалајковић, Консуларна конвенција између Србије и Турске, Архив за
правне и друштвене науке, књ. 1, Београд, 1906, 153.
8 М. Војводић, Рад Стојана Новаковића на закључењу..., 47.
9 Високе царинске стопе представљале су плодно тле за кријумчаре. Тако су током 1866. године из Србије преко границе

кријумчарени со, вино и оружје, а из Османлијске империје кафа, шећер, петролеј, свила, дуван и др. – Ф. Г. Винтер, Каква
треба да буде железничка саобраћајна политика Србије као копче између средње Европе и Истока, Отаџбина, 1. V 1888,
426.
10 Статистички годишњак Краљевине Србије за 1893. годину, „Статистичко одељење Министарства народне привреде“,

Београд, 1895, 192.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 424

година вредност увоза у вредност извоза из


Краљевину Србију из Краљевине Србије у
Османлијског царства (у Османлијско царство (у
динарима) динарима)
1884 902.668 2.596.994
1885 487.958 3.100.339
1886 726.369 2.619.055
1887 577.608 1.813.471

Захваљујући енергичности и предузимљивости Стојана Новаковића,


посланика Краљевине Србије на Високој порти од новембра 1886. године,11
преговори ради закључења привремене трговинске конвенције започели су 2.
јула 1887. године и окончани 25. јуна 1888. године, потписивањем протокола
у Цариграду, који је ступио на снагу 1. септембра исте године. 12 Било је
предвиђено да конвенција важи три године, с тим да се, уколико је једна од
уговорних страна не буде отказала шест месеци пре истека уговореног рока,
њено трајање продужава по аутоматизму за сваку наредну годину.13 Српска
влада је од овог трговинског споразума очекивала знатно веће домете од
обичних царинских и других повластица које би омогућиле лакши пласман
српске робе на тржиште османлијске државе. Она је, наиме, сматрала да би
јој тиме била олакшана настојања за економско осамостаљење од Аустро-
Угарске, према којој је био упућен готово читав српски извоз, а то би створило
услове и за њену спољнополитичку еманципацију од Беча.14
Нормативна регулатива узајамних трговинских односа дала је импулс
промету роба између Краљевине Србије и Османијског царства. Оживљавање
трговинских токова најбоље се уочава посматрањем кретања вредности увоза
и извоза који су трговци из Србије остварили у пословању с Османлијском
империјом током првих десет година након склапања трговинског уговора из
1888. године, изложеним у наредној табели:15

11 Цариград је био прва дестинација на којој је Стојан Новаковић започео своју богату дипломатску каријеру. Дужност
посланика Краљевине Србије на Високој порти обављао је у два наврата – од 1886. до 1892. и од 1897. до 1900. године. –
Љиљана Чолић, Цариградска мисија Стојана Новаковића, Културна дипломатија и библиотеке, „Филолошки факултет“,
Београд, 2013, 77-92.; Љиљана Пузовић, Стојан Новаковић (1842-1915): поводом стогодишњице упокојења, Археографски
прилози, 37, Београд, 2015, 293-294.
12 Размена ратификационих инструмената обављена је у Цариграду 15. августа 1888. године. – Службени део, Мале новине,

25. VIII 1888, 2.


13 Службени део, Српске новине, 26. VI 1888, 1.
14 М. Војводић, Рад Стојана Новаковића на закључењу..., 54.
15 Учешће Османлијске империје у укупном спољнотрговинском пословању Краљевине Србије у 1896. години у домену извоза

износило је 3,73%, а увоза 4,81%. Наредне године учешће увоза порасло је на 6,50%, док је проценат извоза смањен на
2,66%. - Статистички годишњак Краљевине Србије за 1896-1897. годину, књ. 3, „Статистичко одељење Министарства
народне привреде“, Београд, 1900, 353-354.; Статистички годишњак Краљевине Србије за 1900. годину, књ. 5, „Управа
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 425

година увоз (у динарима) извоз (у динарима)


1888. 1.684.000 1.332.000
1889. 853.000 11.546.000
1890. 1.056.000 3.338.000
1891. 1.199.858 3.521.106
1892. 1.774.842 2.962.045
1893. 2.485.611 2.098.677
1894. 2.517.401 1.542.644
1895. 2.086.335 1.421.039
1896. 1.609.202 1.989.153
1897. 2.947.022 1.487.952
1898. 1.804.708 1.969.390

Како се из табеле може уочити, осим 1889. године, када је вредност


српског извоза вишеструко премашила вредност увоза из Османлијске
империје, током осталих девет година трговински биланс се мењао час у
корист једне, час друге стране. Радило се, иначе, о ниском обиму трговинског
пословања, на шта речито упућују подаци да је увоз из Османлијске империје
чинио око 4,50% укупног увоза на српско тржиште, а извоз српских производа
је представљао свега 3,50% увоза Османлијске државе. Разлози томе лежали
су у чињеници да су обе земље спадале у ред индустријски неразвијених, са
доминантном аграрном привредом и пољопривредним артиклима као главним
извозним адутима. Подаци званичне статистике Краљевине Србије показују
да је из Османлијске империје увожено, према ставкама у тадашњој царинској
тарифи, у просеку следеће: баштовански и пољски производи (775.000
динара), храна и пиће (344.000 динара), вуна и длака (328.000 динара), памук,
кудеља и лан (155.000 динара), јужно воће и разна колонијална роба (145.000
динара), кафа (59.000 динара), месне прерађевине и уље (48.000 динара),
камен и производи од стакла (33.000 динара), стока и сточни производи
(31.000 динара), свила (29.000 динара), шивена и плетена одећа (26.000
динара), разни ковани производи од гвожђа (12.000 динара), боје и разни
лекови (11.000 динара), накит (7.000 динара) и тд. У мањим количинама, тј. у
вредности нижој од 1.000 динара, увожени су хартија, разне израде од дрвета,

државне статистике“, Београд, 1904, 321.; Економско стање Србије од окупације Босне и Херцеговине до анексије - од 1878
до 1908., Дело, 1. IV 1909, 12.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 426

разне машине и апарати и сл.16 У исто време структура роба пласираних из


Србије купцима у Османлијском царству била је слична. Највећу ставку у
извозу чинили су стока и други производи животињског порекла (730.000
динара), производи од кудеље и лана (ужарија) (420.000 динара), храна и пиће
(285.000 динара), месо и месне прерађевине (111.550), баштовански
производи (46.000 динара), вуна и длака (31.000 динара), шивена одећа и
друга роба (26.000 динара), камен и разна стакларија (18.000 динара) и тд.
Као што се може видети, највећи проценат извозних артикала односио се на
ситну стоку и качкаваљ, а значајан удео имали су ужарски производи, који су
били „на гласу“, „Јагодинско пиво“ и ракија „шљивовица“.17
Значајну олакшицу у успостављању трговинских односа, посебно с
аспекта олакшавања путовања трговаца из Краљевине Србије по територији
Османлијског царства и обратно, представљало је потписивање конзуларне
конвенције између две државе 1896. године. Њоме је усвојен реципроцитет у
регулисању правног положаја поданика једне државе уговорнице на
територији друге.18
Почетком 1898. године српска влада и Висока порта започеле су
преговоре о склапању трговинског уговора, али они су, услед неслагања „у
начелним питањима“, убрзо обустављени. Висока порта је потом, крајем јуна
1898. године, прибегла једностраном отказу трговинске конвенције из 1888.
године, чија је важност истицала 1. јануара 1899. године. 19 Упркос свему,
обнова преговора током јесени 1888. године резултирала је закључивањем
нове трговинске конвенције, потписане 19. априла 1899. године. 20 Њоме је
била предвиђена примена клаузуле о највећем повлашћењу у узајамним
трговинским односима, осим за турски дуван, за који је плаћана извозна такса
од 312,5 динара за 100 kg и неких аграрних производа, агрума и зачина пре
свега.21 Такође, услед непостојања узајамне ветеринарске конвенције увоз и

16 Трговински односи између Србије и Турске, Мале новине, 24. VI 1902, 1-2.
17 Исто, 2.
18 Члан 16 конвенције гласио је: Пошто су обе високе уговорне стране пристале на узајамну слободу слободу пребивања и

трговања на дотичним територијама, Срби ће бити примљени у Турској односно њихове личности и њиховог имања по истом
праву и истим начином као што се поступа или ће се у будуће поступати, са самим држављанима“. – Живојин М. Перић, О
правном положају Босанаца и Херцеговаца у страним државама, Бранич, 1. I 1905, 945.
19 О овом кораку Високе порте “Цариградски гласник“ је писао: „Ово је Царска влада учинила у циљу да се у току ове године

закључи трговински уговор између обе земље за који су овде отпочети преговори између отоманских и српских пуномоћника“.
– Турско-српски трговински уговор, Цариградски гласник, 8. VII 1898, 1.
20 Конвенцију је испред владе Краљевине Србије потписао њен посланик у Цариграду Стојан Новаковић, а Високе порте

Тефик-паша, шеф дипломатије. – Турско-српска трговачка конвенција, Цариградски гласник, 22. IV 1899, 1.
21 Ова такса наплаћивана је за увоз у Србију следећих артикала: поморанџи, лимуна, нара, грожђа (свежег и сушеног), сувих

смокви, бадема, пистаћа, сусама, туцане црвене паприке, чириша, лана, конопље, алве, ратлука, свежих и усољених
маслина, „арапске“ масти и кора од поморанџи и лимуна. – Стенографске белешке о раду редовне Народне скупштине за
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 427

провоз преко територије Србије стоке пореклом из Османлијског царства био


је онемогућен. Да би се сузбило кријумчарење, конвенција је предвиђала
обавезу извозника да од надлежних државних органа обезбеде прописану
документацију, односно царинску декларацију и уверење о пореклу робе. 22
Званични подаци статистике Краљевине Србије показују да је у 1899. години
вредност робе увезене из Османлијске империје била 1.881.920 динара, а
вредност извоза из Србије износила 2.156.179 динара.23
Тежећи да унапреде трговинске односе, српска и османлијска влада
потписале су 15. фебруара 1900. године нову трговинску конвенцију, која је
била орочена до 1. новембра 1902. године. Редефинисање трговинских
односа, ипак, није показало очекиване резултате. Наиме, вредност увоза из
Османлијске империје била је смањена за трећину, тј. 34,15% (642.639
динара) и износила је 1.239.281 динар, а сличан пад доживео је и извоз
српских производа на њено тржиште и то за 32,45% (699.686 динара) –
1.456.493 динара.24 Идуће године забележено је извесно побољшање, тако да
је вредност увоза из Османлијског царства на тржиште Србије достигла суму
од 2.407.751 динар, док су српски извозници инкасирали 1.736.823 динара.25
Пет месеци пре истека важења трговинске конвенције из 1900. године, 27. маја
1902. године, Влада Краљевине Србије и Висока порта закључиле су нови
трговински уговор, поново базиран на клаузули највећег повлашћења. Мада
га је Народна скупштина Краљевине Србије 22. октобра 1903. године
ратификовала, Висока порта то није учинила, тако да он није добио правну
ваљаност.26 Иако је она у почетку свој став образлагала тражењем гаранција
српске владе да одребе српско-бугарског царинског савеза не угрожавају
извоз турских артикала у Србију, касније се, у ствари, показало да jе разлог за
такав став био у вези са нерегулисаним имовинским, приватно-правним
потраживањима турских држављана исељених након 1878. године са подручја
пет округа на југу Србије који су одлуком Берлинског конгреса припали
Кнежевини Србији – топличког, јабланичког, пиротског, врањског и нишког.

1899. годину сазване Указом Његовог Величанства Краља на дан 20. септембра 1899. године у Нишу, „Државна
штампарија“, Београд, 1900, 34-35.
22 Исто, 33.
23 Статистички годишњак Краљевине Србије за 1900. годину..., 320-321.
24 Исто.
25 Статистички годишњак Краљевине Србије за 1901. годину, књ. 6, „Управа државне статистике“, Београд, 1904, 362.
26 На упорно инсистирање Ђорђа Симића, српског посланика у Цариграду, о објашњењу за разлоге одуговлачења

ратификације, Висока порта је одговарала да се ради о ненамерном пропусту канцеларијских службеника који су „негде
затурили“ ратификационе документе и да ће тај пропуст ускоро бити отколоњен. - Документи о спољној политици
Краљевине Србије 1903-1914, књ. 1, св. 1, (29. мај-11. јун 1903. – 14-27. фебруар 1904), „Српска академија наука и уметности“,
Београд, 1991, 640, 826-827.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 428

Поменуте несугласице резултирале су даљим падом обима трговинског


пословања на релацији Османлијска империја – Краљевина Србија. У 1902.
години из Османлијске империје увезено је робе за 1.135.261 динар, док је
вредност српског извоза износила 1.481.799 динара. 27 Следеће године
забележено је одређено побољшање, тако да је извоз из Краљевине Србије
на подручје Османлијске империје достигао вредност од 2.118.889 динара.
Истовремено вредност увоза из Османлијске империје износила је 1.860.044
динара.28 Током 1904. године у трговинским односима две земље дошло је до
извесних осцилација. Извоз из Краљевине Србије смањен је за 32,45% и
вредео је 1.707.200 динара, док је увоз из Османлијског царства увећан за
5,35% и износио 1.965.236 динара.29
Нови преговори званичног Београда и Цариграда ради склапања
трговинског уговора започети су средином августа 1905. године. 30 Након
бројних састанака опуномоћених делегата, он је потписан 16. маја 1906.
године.31 Његовим 13. чланом трајање уговорног односа било је ограничено
на пет година, уз клаузулу да га Висока порта може отказати након три године,
уколико до тада не буду решена сва спорна питања у вези имања њених
поданика у „новоприпојеним окрузима“ српске државе, на чему је иначе упорно
инсистирала. Била је уговорена клаузула највећег повлашћења 32 и потпуна
слобода кретања трговаца, тј. да неометано путују, насељавају се и плаћају
исте дажбине. 33 Висока порта је, на захтев владе Краљевине Србије,

27 Статистички годишњак Краљевине Србије за 1902. годину, књ. 7, „Управа државне статистике“, Београд, 1905, 365.
28 Статистички годишњак Краљевине Србије за 1903. годину, књ. 8, „Управа државне статистике“, Београд, 1906, 385.
29 Статистички годишњак Краљевине Србије за 1904. годину, књ. 9, „Управа државне статистике“, Београд, 1906, 415.
30 Иначе, у 1905. години српски извоз у Османлијску империју износио је 2.245.607 динара, а увоз њених производа на

тржиште Србије 2.602.648 динара. - Статистички годишњак Краљевине Србије за 1905. годину, књ. 10, „Управа државне
статистике“, Београд, 1907, 407.
31 Споразум је у име владе Краљевине Србије потписао њен посланик при Високој порти Ђорђе С. Симић, а у име Високе

порте Тефик-паша, министар иностраних послова. – Турско-српски трг. уговор, Цариградски гласник, 19. V 1906, 2.; Србија
и Турска, Политика, 17. VI 1906, 2.
32 У члану 2 овог споразума било је предвиђено да „свака олакшица или повластица, свако смањење царине у аутономној

тарифи или у уговорним тарифама уговорница, а исто тако и свако смањење унутрашњих дажбина и такса које једна
уговорница буде стално или привремено одобрила некој трећој држави, примениће се одмах и без икаквог изузетка на
производе порекла или израде друге уговорнице“. – Dr М. Ђ. Милојевић, Царинско питање у Турској, Архив за правне и
друштвене науке, књ. 3, Београд, 1907, 305-306.
33 Српска преговарачка делегација била је принуђена да обећа Високој порти да ће српска влада благовремено решити сва

потраживања која су се односила на решавање власничких права над шумским комплексима у четири округа на југу Србије
који су након Берлинског конгреса припали Кнежевини Србији. Такође, она се обавезала и да ће, одмах након ратификације
уговора, депоновати на рачун Посланства Османлијске државе у Београду суму од 12.400 динара на име накнаде за већ
призната власничка права на имања турских поданика исељених из Ниша, као и да ће „савесно испитати нове рекламације
овог рада, ако би јој се оне поднеле“. Српски преговарачи пристали су и да турски извозници грожђа не морају достављати
уверење за сваку пошиљку понаособ да није заражена филоксером, већ је довољно да такву изјаву да грожђе не долази из
подручја на којима је винова лоза заражена овом болешћу, на почетку године достави Висока порта. Као реципрочни уступак,
Висока порта је пристала да мање количине брашна које се увозе из Србије не подвргава обавезној хемијској анализи. -
Документи о спољној политици Краљевине Србије 1903-1914, књ. 2, св. 1/2, 1/14. април-30. јун/13. јули 1906: из фондова
Архива Србије, „Српска кадемија наука и уметности“, Београд, 2006, 1033-1034.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 429

средином августа 1906. године изразила спремност да примена трговинског


уговора започне и пре размене ратификационих инструмената, разменом
дипломатских нота чије би одредбе важиле до краја године.34 На тај начин
уговорне клаузуле ступиле су на снагу 1. септембра 1906. године.35 О томе
колико је „уговорни вакуум“ негативно утицао на позиције трговинских
субјеката Османлијске империје речито сведоче статистички показатељи.
Тако је у односу на 1905. годину наредне године вредност увоза робе из
Османлијске империје опала за 756.767 динара и износила 1.845.881 динара,
док је, с друге стране, вредност извоза из Краљевине Србије на тржиште
јужног суседа више него удвостручена и износила је 5.410.925 динара. 36
Упркос евидентном побољшању трговинских релација, у уговору су постојале
извесне мањкавости које су се у свакодневној пракси негативно одражавале
на извоз из Србије, попут оне да није одређена просечна, средња вредност
српских производа, као што је то била пракса у уговорима Османлијске
империје са другим земљама, већ су њени цариници обављали царињење „од
ока“, што је отварало врата корупцији.37
Компликације у политичким и економским односима између
Краљевине Србије и Аустро-Угарске монархије средином прве деценије XX
века довеле су до својеврсне економске блокаде српске привреде, познате у
литератури као „царински рат“, која је, различитим интензитетом, трајала од
1906. до 1911. године и изазвала низ последица и померања у свим
сегментима српске привреде. 38 Губитком аустро-угарског тржишта за извоз
пољопривредних производа, на које је до тада пласирано 88% српског
експорта, спољнотрговинска позиција Србије била је доведена на критичну
тачку. 39 Њени остали балкански суседи, земље са сличном привредном

34 Документи о спољној политици Краљевине Србије 1903-1914, књ. 2, св. 2/1, 1/14 јули-30. септембар/13. октобар 1906: из
фондова Архива Србије, „Српска академија наука и уметности“, Београд, 2006, 293-294.
35 Исто, 334.
36 Спољна трговина Србије за 1906. годину, Дело, 1. X 1907, 418-419.
37 Dr М. Ђ. Милојевић, Царинско питање у..., 306.

38 Аустро-угарска влада је 16. јануара 1906. године донела уредбу којом је забранила увоз стоке из Србије, правдајући ту
одлуку појавом тобожње сточне заразе, отказавши уједно преговоре ради склапања новог трговинског уговора који је требало
да буде потписан 22. јануара. Уместо уговора одобрен је шестомесечни провизоријум, који је потрајао до 23. јуна 1906.
године, да би након тога бечка влада донела одлуку о потпуној забрани увоза и транзита српске стоке, живине и меса. Ова
одредба важила је до 19. августа 1908. године, када је поново одобрен једногодишњи трговински провизоријум којим је
омогућен увоз говеђег, свињског и живинског меса. Међутим, 15. априла 1909. године биле су отказане све међудржавне
конвенције склопљене између Србије и Аустро-Угарске од 1881. године надаље. О осталим разлозима „царинског рата“ и
његовим карактеристикама види више: Димитрије Ђорђевић, Царински рат Аустро-Угарске и Србије 1906-1911, „Историјски
институт“, Београд, 1962.
39 У 1905. години, тј. пре отпочињања „Царинског рата“, извоз у Аустро-Угарску чинио је 89,9% укупног извоза Краљевине

Србије. - Мита Димитријевић, Привреда и трговина у Новој Србији, књ. 1, „Нова штампарија Саве Раденковића и брата“,
Београд, 1913, 9.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 430

структуром, тј. аграрним обележјима, прибегавали су механизмима царинске


заштите, а званични Беч је онемогућавао чак и транзит српских производа
према земљама Централне и Западне Европе преко своје територије.
Настојећи да пронађе излаз из новонастале тешке ситуације, влада
Краљевине Србије била је принуђена да покрене замашне дипломатске и
привредне активности и подстиче приватну иницијативу. Наиме, како је
трговина била главни извор акумулације домаћег капитала у
прединдустријској фази, промене које је условио „царински рат“ деловале су
највише на њу, што се одразило у новом усмерењу српске извозне трговине
према европским тржиштима и уклањању аустро-угарског посредништва у
увозу. Домаћи капитал је тако био принуђен да на своја плећа преузме раније
кредитно посредништво аустро-угарских трговаца „на ангро“ и финансијера.40
Ради успешнијег пословања српска влада је прибегла новој организацији
спољне трговине, поспешивала централизацију трговачког капитала,
закључивала нове трговинске уговоре, 41 појачавала економску пропаганду,
обезбеђивала кредитирање извозне трговине и организовала истраживања
нових тржишта, на којима су се српски извозници суочавали са снажном
конкуренцијом. При том су искрсавали бројни проблеми и тешкоће. На новим,
удаљеним и непознатим пијацама Медитерана и западне Европе требало је
познавати трговачке прилике и обичаје, валутне односе, саобраћајне и
царинске тарифе, ценовне флуктуације, саобраћајне везе, домицилни језик и
сл. 42 Због тога је упутила економске делегације у Италију, Грчку, Енглеску,
Османлијску империју и Египат да „пронађу нове пијаце за српски извоз“.43
Влада Николе Пашића је, као једну од мера, 24. марта 1907. године започела
са стимулацијама извозника живе стоке, обезбеђујући им државну подршку
путем извозних премија у износу од 2-5 динара по грлу, односно надокнађујући

40 До „царинског рата“ у Србији је било око 700 малих извозника, уписаних у извознички еснаф, а отприлике још толико их је
пословало без еснафског писма. Већина њих бавила се извозом „на парче“, понајвише за рачун гросиста из Пеште, који су
их кредитирали. Почетком новембра 1908. године велики београдски трговци, предвођени Костом Ризнићем, образовали су
Трговачко-кредитно удружење које је усмеравало државне кредите пласиране преко Народне банке. - Димитрије Ђорђевић,
Сучељавање са Аустро-Угарском, У: Историја српског народа – од Берлинског конгреса до Уједињења 1878-1918, књ. 6,
том 1, „Српска књижевна задруга“, Београд, 1983, 174-175.
41 Тако су склопљени уговори о трговини и пловидби са Француском (ступио на снагу 2. марта 1907. године), Румунијом

(склопљен 2. фебруара 1907. године), Италијом (закључен 14. јануара 1907. године), Великом Британијом (ступио на снагу
8. марта 1907. године), Русијом (закључен 27. фебруара 1907. године), Швајцарском (ступио на снагу 13. априла 1907.
године), као и трговински уговор са Белгијом (ступио на снагу 5. јануара 1908. године) и трговинске декларације са Шведском
(закључена 29. марта 1907. године), Норвешком (закључена 24. фебруара 1909. године) и Данском (склопљена 17. маја 1910.
године). - Мр Бранислав Јованчић, Трговина Србије 1878-1914., „Економика“ – „Градина“, Ниш, 2003, 191- 192.
42 Исто, 181.
43 Царински рат између Србије и Аустро-Угарске, Српско коло, 17. VIII 1906, 12.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 431

евентуалну штету коју би претрпели приликом транспорта. 44 Тако је због


„калирања“ приликом извоза волова на Солунску, Цариградску или неку другу
удаљенију пијацу у Османлијској империји, исплаћивано пет пара по
килограму живе мере. Паралелно са овим новинама на спољнотрговинском
плану предузимани су кораци и на прилагођавању унутрашње трговине
усвајањем олакшица за робни транспорт, унапређењу тржишта и појачавању
контроле квалитета производа намењених извозу.45 Тако је у првим годинама
„царинског рата“ примењивана уредба према којој је одобраван попуст у
износу од 20% за превоз стоке до Београда из свих праваца, а чак 50% за
превоз жита, меса и варива железницом до јужних граница земље, тј. према
Османлијској империји и Бугарској. 46 Током 1907. године попуст за превоз
брашна био је 60%, а за стоку је, уколико се радило о контигенту већем од
једног вагона, повећан на 50%, при чему су укинуте манипулативне таксе и
скраћен поступак обрачуна повластица. Ове олакшице су на пругама које су
водиле ка југу примењиване све до 1911. године.47
Насупрот очекивањима званичног Беча, Србија је у време „царинског
рата“ успела, не само да знатно повећа обим своје спољне трговине, већ и да
прошири мрежу спољнотрговинских партнера и направи знатан искорак на
плану индустријализације. Према тумачењима познатих економских
историчара Џона Лампеа и Марвина Џексона, овај економско-политички сукоб
заоштрио је супротности између великих европских сила на простору
Југоисточне Европе, што је неколико година касније довело до војног сукоба
Краљевине Србије и Хабсбуршке монархије, односно изазвало избијање
Првог светског рата.48
Током „царинског рата“ трговински промет између Краљевине Србије и
Османлијског царства знатно је увећан. Док је 1904. године вредност извоза
из Србије у Османлијско царство износила 1.707.200 динара, наредне године
2.245.000 динара, 1906. године он је више него удвостручен, односно порастао

44 Из Србије је пре избијања „царинског рата“ извожено у просеку годишње око 60.000 грла говеда, да би након тога, због
отежаног транспорта до удаљених тржишта, овај број био драстично смањен – 1906. године 10.928, 1907. године 13.248,
1908. године 20.690 и 1909. године 35.309. – Производне снаге НР Србије, „Економски институт НР Србије“, Београд, 1953,
20.
45 Д. Ђорђевић, Сучељавање са Аустро-Угарском..., 159.
46 У лето 1906. године српска влада је успела да у преговорима са управом „Оријенталних железница“ обезбеди значајна

смањења железничке тарифе, тако да је за један вагон, у коме је превожено 12 волова, од железничке станице Ристовац до
Солуна наплаћивано 74,68 динара – Подвоз за Варну и Солун, Правда, 23. VIII 1906, 2.
47 Мр Б. Јованчић, Трговина Србије..., 184.
48 Vesna Aleksić, Uloga i značaj stranog kapitala u industrijalizaciji predratne Srbije, U: Deindustrijalizacija u Srbiji: mogućnosti

revitalizacije industrijskog sektora, „Institut ekonomskih nauka“ – „Bankarska akademija“ – Fakultet za bankarstvo, osiguranje i
finansije“, Beograd, 2014, 164. Види више и: Џон Р. Лампе, Економска историја Балкана и позадина Првог светског рата,
Историски часопис, 31, Београд, 1984, 181-197.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 432

на 5.410.925 динара.49 Важан допринос томе пружиле су српске трговинске


агенције, којих је у Солуну било три – Трговинска агенција Извозне банке,
агенција Стерије Ничоте и она која је деловала под окриљем тамошњег
конзулата Краљевине Србије, као и агенција фирме „Џонсон“ у Цариграду,
ангажована од стране српског Министарства народне привреде.50 Упркос том
склапању српско-османлијског трговинског уговора из 1906. године, у наредној
години забележен је пад вредности извоза од 1.031.544 динара и он је износио
4.379.381 динар (21,19% укупног државног извоза), да би 1908. године на
тржиште јужног суседа било извезено робе у износу од 10.968.164 динара
(42,68% укупног увоза).51 Што се тиче увоза из Османлијске царевине, 1907.
године његова вредност била је 3.326.512 динара (16,09% укупног увоза), док
је 1908. године забележен благи пад – 3.146.543 динара (12,2% укупног
увоза).52 Врхунац вредности српског извоза у Османлијску империју достигнут
је 1910. године када су српски трговци и привредници инкасирали чак
23.470.922 динара. 53 Током 1911. године, као последица нормализације
економских односа са Аустро-Угарском, вредност извоза је опала и износила
је 11.983.936 динара (10,25% укупног државног извоза), док је истовремено из
Османлијске царевине увезено робе у вредности од 3.813.905 динара (3,30%
укупног увоза). 54 Те године она је постала трећи по важности
спољнотрговински партнер, одмах после Немачке и Аустро-Угарске.55
Интензивирање трговинских односа са Османлијском империјом за
Србију је имало велики значај, не само ради обезбеђивања преко потребних
девиза, већ и због могућности преусмеравања спољнотрговинског саобраћаја
преко њене територије. Солунска лука је тако постала најважнија тачка
српског узвоза и извоза, тј. српски својеврсни „прозор у свет“ према
тржиштима Шпаније, Француске, Италије, Малте, Египта, Енглеске,
Швајцарске, Немачке и Белгије. Тако је у 1907. години преко њених докова

49 Према званичним подацима српске статистичке службе, у периоду од 1. јануара до 30. септембра 1906. године из Србије
је у Османлијску империју извезено 1.030.493 kg житарица (164.965 kg пшенице, 810.160 kg јечма, 35.000 kg ражи и 20.000
kg овса) и 7.902 kg воћа (највише јабука и трешања). – Извоз жита и воћа од 1. јануара до 30. септембра 1906. год. закључно,
Српске новине, 8. X 1906, 1.; М. Димитријевић, Привреда и трговина у Новој Србији..., 15.
50 Мр Б. Јованчић, Трговина Србије..., 195.
51 У 1907. години Османлијска империја налазила се на петом месту на листи земаља извозних дестинација за српске

производе. Испред ње биле су Немачка, Белгија, Аустро-Угарска и Италија. – Економско стање Србије од окупације Босне и
Херцеговине до анексије - од 1878 до 1908., Дело, 1. IV 1909, 22.
52 Статистички годишњак Краљевине Србије, књ. 12, „Управа Државне статистике“, Београд, 1913, 512.
53 М. Димитријевић, Привреда и трговина у Новој Србији..., 15.
54 Статистика спољашње трговине Краљевине Србије за 1911. годину, „Царинска управа Министарства финансија“,

Београд, 1912, VI-VII.


55 Ове три државе учествовале су са око 2/3 вредности у спољнотрговинској размени Србије, а преостала трећина односила

се на још 20 европских земаља и САД. – Vesna Aleksić, Sprega države i akcionarskih banaka u Srbiji do Drugog svetskog rata –
primer Izvozne banke AD (I deo), Bankarstvo, 9/10, Beograd, 2011, 116.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 433

отпремљено око 8.000 грла волова у Египат, као и знатне количине хране у
Белгију и Немачку. 56 Током 1908. године из Солуна је отпремљено 3.869
вагона робе из Србије, идуће године 7.266 вагона, а 1910. године 8.641
вагон.57 Важан детаљ за српско спољнотрговинско пословање преко солунске
луке представљала је сагласност Високе порте да се за робу у транзиту не
наплаћују никакве таксе, без обзира да ли се роба задржава успут у
магацинима или не. 58 Да би створила боље услове за извоз стоке, тј.
олакшала позицију својих трговаца, српској влади је пошло за руком да од
Високе порте издејствује дозволу за подизање две велике штале, једну за
смештај говеда, капацитета 500 грла и другу капацитета 600 грла „ситне стоке“
(оваца, коза и свиња).59
Балкански ратови за последицу су имали прекид постојећих трговинских
релација између Краљевине Србије, посебно њених новоприпојених области,
и Османлијске империје. Пређашњи извоз ситне и рогате стоке (говеда,
угојених овнова и јарчева) са простора Новопазарског Санџака, чувеног
„Сјеничког сира“ са Пештерске висоравни, пасуља и воћа из Тетовске котлине,
израда од сребра из Призрена, Скопља и Битоља и надалеко познатих
чакшира из Тетова, којих је само на пијацу у Смирни годишње извожено око
10.000 комада, био је сведен на минимум. 60 Окончањем ратног стања,
споразумом потписаном између представника српске и султанске владе у
Цариграду 24. фебруара 1914. године,61 важење трговинског уговора из 1906.
године поново је обновљено.62 Овај „Цариградски уговор“ предвиђао је његову
примену до 1917. године, уз могућност да тај рок може бити скраћен, с тим да
би важио још годину дана након тога. 63 У само предвечерје Првог светског
рата, почетком јуна 1914. године, српска влада је, преко свог Посланства при
Високој Порти, отказала трговински уговор и конзуларну конвенцију, нудећи
могућност покретања преговора за склапање нових, којим би се узајамни

56 Спољна трговина Србије за 1906. годину, Дело, 1. X 1907, 425.


57 М. Димитријевић, Привреда и трговина у Новој Србији..., 11.
58 Мр Б. Јованчић, Трговина Србије..., 185.
59 Земљиште на коме су подигнуте ове стаје, чија изградња је коштала око 150.000 динара, било је закупљено на десет

година, по цени од 27.000 динара годишње. – Сточни обори српски у Солуну, Тежак, 1. X 1910, 7.
60 Миливоје М. Савић, Занати и индустрија у присаједињеним областима и занати у старим границама Краљевине Србије,

„Министарство народне привреде“, Београд, 1914, 307.


61 Конзулат Краљевине Србије у Цариграду отпочео је поново са радом почетком јуна 1914. године. – Конзулат у Цариграду,

Правда, 7. VI 1914, 2.
62 Мир закључен, Политика, 25. II 1914, 3.
63 Уговор са Турском, Политика, 10. VI 1914, 1.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 434

односи дефинисали у складу са актуелним могућностима и отклониле


неправилности које су оптерећивале проток роба.64
Међутим, избијањем Првог светског рата 28. јула 1914. године,
односно уласком Османлијске царевине у њега на страни Централних сила,
српска влада је „Цариградски уговор“, као и све узајамне дотадашње уговоре
и конвенције са Османлијском империјом који су до тада били на снази, 1.
децембра 1914. године прогласила неважећим. 65 Тиме су, поред
дипломатских, прекинути и економски односи, тј. обустављене све трговинске
релације између две земље.

ЗАКЉУЧАК
Стицање међународног признања и независности на мировном конгресу
у Берлину 1878. године Kнежевини (од 1882. Kраљевини) Србији омогућило је
вођење самосталне спољне политике у свим доменима. Циљ српског
државног естаблишмента био је етаблирање на европској политичкој
позорници, а један од важних корака у том смислу био је уређење економских
односа са суседима, међу којима је Османлијско царство заузимало изузетно
важно место. Стога су напори владе Kнежевине/ Kраљевине Србије били
усмерени на склапање међудржавног споразума са Високом портом којим би
била уређена питања узајамне трговине, како би се створили неопходни
предуслови за њено интензивирање. Склапањем привремене трговинске
конвенције 1888. године, до кога је дошло након дуготрајног преговарања, као
и трговинског споразума из 1906. године, створене су солидне основе за
унапређење трговинске размене између двају суседа. Ипак, чињеница да су
економије обе земље почивале на аграрној основи, тј. да су њихове главне
извозне артикле чинили пољопривредни продукти, није омогућавала
замашнију размену. Статистички показатељи вредности узајамног трговинског
пословања у годинама током последње деценије XIX и прве деценије XX века
показују поприличне осцилације. Значајан утицај на то имале су и сложене
политичке околности, посебно у годинама „царинског рата“ између Краљевине

64 Примера ради, уверења о здравственој исправности животних наимирница извожених у Османлијску империју оверавана
су у неком од њених конзулата, за шта је плаћано 20 динара у злату, без обзира на њихову количину. Међутим, у пракси се
показало да, када је извоз месних салама био у питању, обзиром на то да су експортоване у количинама мањим од 50 kg,
тако дефинисана такса знатно утицала на њену извозну цену, чинећи је некурентном. – Трговински уговор са Турском,
Трговински гласник, 15. VI 1914, 4.
65 „Пошто је Турска објавила Свети рат Србији и њеним савезницима то од 18. новембра ове године престају важити уговори,

конвенције и аранжмани закључени између Србије и Турске и међу њима и Уговор о миру закључен између Србије и Турске
14/1. марта 1914. год. у Цариграду“, пренеле су 26. децембра 1914. године „Српске новине“ саопштење Министарства
иностраних послова Краљевине Србије. – Српске новине, 26. XII 1914, 5.; Д-р Илија Пржић, Заштита мањина, „Библиотека
Југословенског удружења за међународно право“, Београд, 1933, 75.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 435

Србије и Хабсбуршке монархије (1906-1911) и Балканских ратова 1912-1913.


године.

ИЗВОРИ И ЛИТЕРАТУРА
ИЗВОРИ
Објављени извори
Документи о спољној политици Краљевине Србије 1903-1914, књ. 1,
св. 1, (29. мај-11. јун 1903. – 14-27. фебруар 1904), “Српска академија наука и
уметности”, Београд, 1991.
Документи о спољној политици Краљевине Србије 1903-1914, књ. 2,
св. 1/2, 1/14. април-30. јун/13. јули 1906: из фондова Архива Србије, “Српска
кадемија наука и уметности”, Београд, 2006.
Документи о спољној политици Краљевине Србије 1903-1914, књ. 2,
св. 2/1, 1/14 јули-30. септембар/13. октобар 1906: из фондова Архива Србије,
“Српска академија наука и уметности”, Београд, 2006.
Статистика спољашње трговине Краљевине Србије за 1911. годину,
“Царинска управа Министарства финансија”, Београд, 1912.
Статистички годишњак Краљевине Србије за 1893. годину,
“Статистичко одељење Министарства народне привреде”, Београд, 1895.
Статистички годишњак Краљевине Србије за 1896-1897. годину, књ.
3, “Статистичко одељење Министарства народне привреде”, Београд, 1900.
Статистички годишњак Краљевине Србије за 1900. годину, књ. 5,
“Управа државне статистике”, Београд, 1904.
Статистички годишњак Краљевине Србије за 1901. годину, књ. 6,
“Управа државне статистике”, Београд, 1904.
Статистички годишњак Краљевине Србије за 1902. годину, књ. 7,
“Управа државне статистике”, Београд, 1905.
Статистички годишњак Краљевине Србије за 1903. годину, књ. 8,
“Управа државне статистике”, Београд, 1906.
Статистички годишњак Краљевине Србије за 1904. годину, књ. 9,
“Управа државне статистике”, Београд, 1906.
Статистички годишњак Краљевине Србије, књ. 12, “Управа Државне
статистике”, Београд, 1913.
Стенографске белешке о раду редовне Народне скупштине за 1899.
годину сазване Указом Његовог Величанства Краља на дан 20. септембра
1899. године у Нишу, “Државна штампарија”, Београд, 1900.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 436

Штампа
Дело – Београд;
Мале новине – Београд;
Отаџбина – Београд;
Политика – Београд;
Правда – Београд;
Српске новине – Београд;
Српско коло – Београд;
Тежак – Београд;
Трговински гласник – Београд;
Цариградски гласник – Цариград;
Литература
Aleksić, Vesna, Sprega države i akcionarskih banaka u Srbiji do Drugog
svetskog rata – primer Izvozne banke AD (I deo), Bankarstvo, 9/10, Beograd, 2011,
106-121.
Aleksić, Vesna, Uloga i značaj stranog kapitala u industrijalizaciji predratne
Srbije, U: Deindustrijalizacija u Srbiji: mogućnosti revitalizacije industrijskog
sektora, “Institut ekonomskih nauka“ – “Bankarska akademija“ – Fakultet za
bankarstvo, osiguranje i finansije“, Beograd, 2014, 159-175.
Војводић, Михаило, Рад Стојана Новаковића на закључењу железничке
и трговинске конвенције између Србије и Турске (1887-1888), Зборник Матице
српске за историју, 71-72, Нови Сад, 2005, 43-57.
Димитријевић, Мита, Привреда и трговина у Новој Србији, књ. 1, “Нова
штампарија Саве Раденковића и брата”, Београд, 1913.
Ђорђевић, Димитрије, Царински рат Аустро-Угарске и Србије 1906-
1911, “Историјски институт”, Београд, 1962.
Ђорђевић, Димитрије, Сучељавање са Аустро-Угарском, У: Историја
српског народа – од Берлинског конгреса до Уједињења 1878-1918, књ. 6, том
1, “Српска књижевна задруга”, Београд, 1983.
Јованчић, Мр Бранислав Трговина Србије 1878-1914., “Економика” –
“Градина”, Ниш, 2003.
Милојевић, Dr М. Ђ., Царинско питање у Турској, Архив за правне и
друштвене науке, књ. 3, Београд, 1907, 303-309.
Мирковић, Др Мијо, Спољна трговинска политика, “Издавачка
књижара Геце Кона”, Београд, 1932.
Лампе, Р. Џон, Економска историја Балкана и позадина Првог светског
рата, Историски часопис, 31, Београд, 1984, 181-197.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 437

Перић, М. Живојин, О правном положају Босанаца и Херцеговаца у


страним државама, Бранич, 1. I 1905, 905-948.
Пржић, Др Илија, Заштита мањина, “Библиотека Југословенског
удружења за међународно право”, Београд, 1933.;
Производне снаге НР Србије, “Економски институт НР Србије”, Београд,
1953.
Љиљана Пузовић, Стојан Новаковић (1842-1915): поводом
стогодишњице упокојења, Археографски прилози, 37, Београд, 2015, 291-305.
Савић, М. Миливоје, Занати и индустрија у присаједињеним
областима и занати у старим границама Краљевине Србије, “Министарство
народне привреде”, Београд, 1914.
Смиљанић, М. Михаило, Царинска заједница балканских држава,
“Правни факултет”, Београд, 1940.
Спалајковић, Dr Мирослав, Консуларна конвенција између Србије и
Турске, Архив за правне и друштвене науке, књ. 1, Београд, 1906, 150-156.
Чолић, Љиљана, Цариградска мисија Стојана Новаковића, Културна
дипломатија и библиотеке, “Филолошки факултет”, Београд, 2013, 77-92.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 438
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 439

XIX. Yüzyıl Ortalarında Balkanlarda Gülcülük: Hasköy (Kran) Örneği

Mehmet YILMAZ⃰

ÖZET
Dünyada ilk defa XVII. yüzyıl sonlarında Kızanlık’ta ortaya çıkan rosa damascena mille cinsi gülcülük,
kısa sürede Meriç havzasında geniş bir alana yayılır. Gülyağlarının kalitesi ile dünyanın nadir bölgelerinden birisi
olan Kızanlık ve Karlova vadilerine “Güller Vadisi” adı verilir. Çünkü bölgenin toprak yapısının kumlu olması ve
hasat mevsimlerinde gül çiçeklerinin üzerine çiğ düşmesi hem bölgede yetiştirilen güllerin kokusunu hem de yağ
oranlarını arttırmaktadır.
Gül bahçeleri ile şöhretli köylerden birisi olan Hasköy, Kızanlık kazasının yaklaşık 6 km kuzeyinde ve
Koca Balkanların güney eteklerinde bulunmaktadır. Bulgarlar tarafından adı Kran olarak değiştirilmiştir. XIX.
yüzyıl ortalarında halkının çoğu Müslüman olup, bu köyde yaşayanların tamamına yakını gülcülük yapmaktadır.
Dönemin arşiv vesikalarına dayanan bu çalışmada, Hasköy örnek olarak seçilmiş ve özellikle şu sorulara
cevaplar aranmaya çalışılmıştır. Gülcülük, ailelerin ana geçim kaynağı mıdır? Hasat mevsimlerinde gül toplama
işini kimler gerçekleştirir? Bir dönüm gül bahçesinden ortalama kaç okka gül çiçeği hasat edilir? Takdir olunan
gülyağları nasıl pazarlanır? Gülcülerin belli başlı sorunları nelerdir? Sonuç olarak, temettuat kayıtlarından
hareketle yukarıdaki sorulara cevaplar aranmış ve XIX. yüzyıl ortalarında Balkanlarda Kızanlık tipi gülcülük
konusunda Hasköy örneği ile katkıda bulunulmaya çalışılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Kızanlık, Hasköy, Güller Vadisi, Gülyağı, Gülistan, Gülyağcılık.

GROWING ROSE IN BALKANS DURING MID-NINETEENTH CENTURY: THE EXAMPLE OF


HASKÖY (KRAN)

ABSTRACT
Growing the species of rosa ramascana mille which appeared in Kızanlık for the first time in the world
during late-seventeenth century was scattered around a large area in the basin of River Meriç in a very short
time. The valleys of Kızanlık and Karlova which are one of the esoteric regions of the world thanks to its attar of
roses are called "the Valley of Roses". Because, the structure of soil is sandy and dew falls on the flowers of
rose during the harvest season and the scent of roses grown in the region and their rate of attar.
Hasköy which is one of the villages that are famous for their rose gardens is located about 6 km north
of the sub-province Kızanlık and in the southern skirts of Grand Balkans. Its name was converted into Kran by


Dr. Öğr. Üyesi / Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü, m.yilmaz@selcuk.edu.tr; myilmaz32@gmail.com TÜRKİYE
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 440

Bulgarian government. During mid-nineteenth century, majority of its population was Muslim and almost all the
residents of the village were dealing with the job of growing rose.
In this study which is based on the archive documents of the region, Hasköy was selected as the
sampling area and answers were sought for the following questions: Is growing roses the major source of living
for the aforementioned families? Who conducts the task of collecting roses during the harvest season? On the
average, how many okes of rose flower were harvested from a rose garden of one acre? How many miskals
(4.28 grams) of rose attar were obtained from one oke of rose? How is the distillation rose-attar marketed? What
are the major problems of the rose growers? In conclusion chapter, the answers were sought for the
aforementioned questions above starting from the records of temettuat and the example of Hasköy was given
related to growing Kızanlık type rose in Balkans during mid-nineteenth century.
Keyword: Kızanlak, Kran, Valley of Roses, Rose Attar, Rose garden, Rose production.
***
GİRİŞ
İnsanları cezbeden hoş kokusu ve mükemmel renk uyumu ile İlkçağlardan
beri çiçeklerin kraliçesi ilan edilen gül, başta Zerdüşlük olmak üzere pek çok pagan
kültür tarafından kutsiyet atfedilerek sembolleştirilmiştir. Eski Mısır’dan Roma’ya
kadar birçok kadim uygarlık tarafından gül bahçeleri kurulmuş ve buralarda
yetiştirilen güllerden kozmetik ve sağlık alanlarında faydalanılmıştır. Pagan
kültürlerin dini sembollerinden birisi olduğu gerekçesi ile İseviler tarafından önceleri
pek sıcak bakılmayan gül, Hristiyanlığın doğuşu ile birlikte Batı’da önemini
kaybetmeye başlamış ve Romalıların dünyaca ünlü gül bahçeleri zamanla yok
olmuştur1.
Hz. Muhammed’in teninin kokusunu temsil ettiğine inanıldığından İslâmiyet’in
doğuşu ile birlikte doğuda tekrar önem kazanmaya başlayan gül, özellikle
Müslümanların gülsuyu ihtiyacını karşılamak için yetiştirilmeye başlanılmıştır 2 .
Batılıların aksine, su ile arınmayı dini bir vecibe bilen Müslümanlar, bedene sürülen
ağır kokulu parfümlere pek ihtiyaç duymamışlardır. Fakat kalabalık ortamlar ile dini
mekânların daima güzel kokmalarını arzu etmişlerdir 3. Bunun için genellikle Hz.
Muhammed’in teninden süzülen ter damlası ile özdeşleştirilen gülsuyunu
kullanmışlardır. İlk yıllarda İstanbul’un gülsuyu ihtiyacı büyük ölçüde Edirne’de
bulunan gül bahçelerinden karşılanırken, XVI. yüzyıldan itibaren saray etrafındaki
bahçelerde de gül yetiştirilmeye başlanılmıştır4. Tarımsal bir faaliyet olarak çok eski
yıllardan beri Osmanlı’da gül bahçelerine ‘güllük’, bahçe sahiplerine ‘gülcü’ ve gül
yetiştirmeyi iş edinen zirai mesleğe de ‘gülcülük’ denilmiştir.

1 Ayten Altıntaş, Gül, Gülsuyu-Tarihte, Tedavide ve Gelenekteki Yeri, Gülbirlik Yayını, İstanbul 2007, s.3-7, 48-51.
2 Nejat Yentürk, “Osmanlı Parfümleri”, Kutsal Dumandan Sihirli Damlaya: Parfüm, Yhz. Şennur Şentürk, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul
2005, s.58.
3 Yentürk, “Osmanlı Parfümleri”, s.72-73.
4 BOA, A.DVNSMHM.d, nr.55/185; A.DVNSMHM.d., nr.71/53; AE.SMMD.IV., nr.92/10923; C.SM, nr.51/2557.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 441

İlk kadim uygarlıklara kadar geriye götürebileceğimiz gülcülük tarihinde, XVII.


yüzyılı yeni bir başlangıç ve milat olarak kabul etmek mümkündür. Birincisi coğrafi
keşiflerden sonra dağ taş demeksizin ülke ülke dolaşan herbalistler, içinde güllerin
de bulunduğu çok sayıda yeni bitki türü keşfetmişlerdir5. Önce Mediciler6 gibi bazı
aristokratların bahçelerini süsleyen bu bitkilerin ıslahları sırasında, botanikçilerin
melezleme bilgi ve yetenekleri oldukça ilerlemiştir. En kolay melezlenebilen
bitkilerin başında çiçekler yer aldığından, kadim medeniyetlerden beri nesli süre
gelen güllerden birçoğu birkaç yüzyıl içinde yok olmuştur7.
İkincisi, coğrafi keşiflerden sonra denizaşırı ticaretin gelişmesi ile feodal
sistem yüzünden yüzyıllardan beri Avrupa’da durağanlaşan ekonomi, Adriyatik
kıyılarındaki liman kentlerinden başlayarak yeniden canlanmaya başlamıştır 8 .
Baldırı çıplakların (sansculotte) parfüm süremez kuralının bir ferman gibi geçerli
olduğu bu dönemde9, asiller ile henüz yeni güçlenmeye başlayan burjuva sınıfının
ağır kokulara karşı talepleri artmıştır10. Bu nedenle Roma’nın yıkılmasından sonra
Batı’da unutulmaya yüz tutan gül, biraz yavaş seyretse de, parfümeri sanayiinde
tekrar yerini almaya başlamıştır.
Yeniçağ başlarından itibaren varlıklı kesimlerin, çok ağır kokulara
sarılmalarının nedeni, kilisenin yanlış yönlendirmesi yüzünden su ile temizlenmeyi
terk eden Batılıların tenlerinden gelen ve lağım çukurunu andıran pis kokuları,
bizzat bedene sürülen ağır kokularla perdeleme arzularıdır. Çünkü XIV. yüzyıl
ortalarındaki kara salgından sonra hem bedenin pis kokusunun, hem de keskin
kokulu parfümlerin insanları vebadan koruyacağına inanılmaya başlanılmıştır.
Zamanla Batı’da ağır kokular, devletlerin resmi politikaları haline gelerek mutlak
rejimleri temsil eder olmuştur. Bu nedenle Fransız krallarından IV. Henri ile Güneş
Kral XIV. Lui öylesine iğrenç kokarlarmış ki, bu kokuyu alan insanlar önce şoka
girerler ve sonra çareyi etrafa kaçışmakta bulurlarmış11.

5 Mehmet Yılmaz, "Coğrafî Keşiflerin Osmanlı Mutfağına Etkileri", I. Türk Mutfak Kültürü Sempozyumu, (14-15 Ekim 2010-Bilecik),
Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi Yayını, Bilecik 2012, s.83 vd.
6 Lorenzo Medici’nin XV. yüzyılda Florensa’da kurduğu bahçe pek meşhur olup, Mediciler tarafından uzun yıllar korunmuştur. Özellikle

coğrafi keşiflerden sonra Amerika ve Hindistan’dan getirilen bitkilerle daha da zenginleştirilmiştir. Bkz. Hansjörg Küster, “İtalyan
Bahçeleri”, Bahçelerin ve Parkların Tarihi, Editör. Hans Sarkowicz, Dost Yayınevi, Ankara 2003, s.114.
7 Turhan Baytop, Türkiye’de Eski Bahçe Gülleri, Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara 2001, s.1, 5, 55, 77; Asuman Baytop, “Osmanlı

Dönemi Yayınlarında Uçucu Yağlar”, Prof. Hüsnü Can Başer’e 50. Yaş Armağanı, Editör Neş’e Kırımer, Afife Matbaası, Eskişehir
1999, s.77.
8 Shepard B. Clough, Uygarlık Tarihi, Çev. Nihal Önal, Varlık Yayınevi, İstanbul 1965, s.179-186; Lois André, Ekonomik Tarih, Çev.

Ziya Karamursal, Devlet Basımevi, İstanbul 1938, s.80-81.


9 Andrea Hurton, Parfümün Erotizmi: Güzel Kokuların Tarihi, Çev. Mustafa Tüzel, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 1995, s.38.
10 Hebert Heaton, Avrupa İktisat Tarihi I, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Osman Aydoğuş, Teori Yayınları, Ankara 1985, s.237.
11 Hurton, Parfümün Erotizmi, s.7,24,35-36.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 442

Üçüncüsü ve en önemlisi ise, XVII. yüzyıl başlarında Hindistan’da gülyağı


keşfedilmiştir12. Bu keşif13, kozmetik ve parfümeri ticaretinin merkezi olan Fransa’da
zamanla devrim etkisi yaratmıştır. Çünkü bu yeşilimtırak ve saydamsı sıvı,
kendisine has doğal kokusu ile parfüm bileşenlerinde yer alan hammaddelere çok
kolay karıştığı görülmüştür14. Yüzyıllardan beri parfümeri ve kozmetik sanayinde
koku verici fiksatör olarak kullanılan doğu kökenli misk ve ambere karşı rakip
olmuştur. Gülyağına göre daha keskin ve kalıcı bir kokusu bulunan miskte ağır bir
çürük kokusu mevcutken, amberde de hafif tezek kokusu hissedilmektedir15.
Sadece kozmetik ve parfümeri sanayiinde koku verici fiksatör olarak
kullanılabilen gülyağının, Batı’da popüler olabilmesi hiç de kolay olmamış ve misk
gibi ağır organik kokular mutlak rejimleri temsil ettiklerinden muhafazakâr asillerin
direnişiyle karşılaşılmıştır. XVIII. yüzyıl başlarında Aydınlanma hareketi ile birlikte
beden temizliğine önem veren burjuva sınıfının ağır kokulardan kaçınarak doğal
kokulu parfümlere yönelmesiyle, Avrupa’da yenilikçiler arasında moda olmayı
başarmıştır. Aynı yüzyıl ortalarında muhafazakâr asiller ile devrimci burjuva sınıfı
arasında ağır bir kırılmaya neden olan koku savaşı, Fransız İhtilali sırasında zirveye
çıkmış ve doğal kokulardan yana olan burjuvanın zaferiyle sona ermiştir16.
Ortaçağdan beri Doğu’da güllerinin güzelliği ile şöhret bulan Şiraz, XVIII.
yüzyıl ortalarından itibaren dünya gülyağı ticaretinin en önemli merkezlerinden birisi
olmuştur 17 . İran’dan sonra Fas, Tunus ve Cezayir’e ulaşan gülcülük, İtalya
üzerinden Fransa, İspanya, Almanya ve İngiltere’ye kadar oldukça geniş bir alana
yayılmıştır18. Şiraz’da sadberg19 ve kırmızı gül, Fransa’da ise Haçlı Seferlerinden

12 Gülyağının ilk defa ne zaman ve nerede keşfedildiği biraz tartışmalıdır. Tek ortak nokta, Nurcihan’ın düğününde havuza doldurulan
güllerin yağının bir müddet sonra sıcağın etkisiyle suyun yüzüne çıkmasıyla fark edilmiş olmasıdır. Ancak kimisi bu olayın İran’da,
kimisi de Hindistan’da meydana geldiğini savunmaktadır. Yine bazı araştırmacılar gülyağının XI. veya XIV. yüzyıllarda, bazıları da
XVII. yüzyıl başlarında bulunduğunu savunmaktadırlar. Bkz. Agop Zakaryan, Gül ve Mahsulatı, İzmir 1311/1895, s.10-11; İhsan,
Gülyağcılık San'atı, Maarif-i Umumiye Nezareti, Matbaa-i Âmire, İstanbul 1332/1916, s.1; Altıntaş, Gülsuyu, s.65.
13 Bazı araştırmacılara göre VIII. yüzyılda inbikten geçirme yoluyla Araplar tarafından büyük çapta gülyağı üretilmekteydi. Bkz. Zeki

Tez, Bilimde ve Sanayide Kimya Tarihi, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara 2000, s.210; Abdülhalik Bakır, “Ortaçağ İslam Dünyasında
Parfümcülük”, Kutsal Dumandan Sihirli Damlaya: Parfüm, Yhz. Şennur Şentürk, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2005, s.50; Anlatılan
inbiklerde düşük evsafta ham yağ elde etmek mümkündür. Fakat dönemin teknolojisi itibarı ile 30-40 ton gülden 1 kg ham gülyağı
elde edilebileceğinden ekonomik değildir. Üstüne üstlük düşük evsaftaki bu yağın kokusu biraz zayıf olduğundan parfümeri sanayinde
misk ile rekabet etmesi pek mümkün değildir. Nitekim XIV. yüzyıl seyyahlarından İbn Battûda eserinde defaatle gülsuyundan
bahsederken gülyağı hakkında hiçbir bilgi vermemektedir. Bkz. İbn Battûda, İbn Battûda Seyahatnâmesi I-II, Çev. A. Sait Aykut, YKY
Yayınları, İkinci Baskı, İstanbul 2004, s.252, 264, 363, 409, 660, 730, 820, 830, 867, 889.
14 Mine Kürkçüoğlu, Türk Gül Yağının Üretimi ve Özelliklerinin Tespiti, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Eskişehir 1988, s.15-16;

Filiz Aycı, Gül Konkretinin Kromatografik Yöntemlerle İncelenmesi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans tezi, Antalya 1995, s.5.
15 Hurton, Parfümün Erotizmi, s.34, 112-114.
16 Hurton, Parfümün Erotizmi, s.36-37.
17 Şiraz’da üretilen gülyağları XVIII. yüzyıl ortalarında Hindistan’da miskali 5 liraya satılırmış. Zakaryan, Gül ve Mahsulatı, s.11; Halit,

"Gül Yağı", İktisat ve Ticaret Mecmuası, Y.I, S.I, 1 Mayıs 1934, s.18.
18 Abdulgafur Acatay, Gül (Rosa Damascena L.) ve Gülyağı, Özaydın Matbaası, İstanbul 1968, s.8; Hüsnü Işık, Isparta’da Gülcülük

ve Gülyağcılık, Ankara 1953, s.6.


19 N. Hikmet Polat (Yhz), Türk Çiçek ve Ziraat Kültürü Üzerine Cevat Rüştü'den Bir Güldeste, Kitabevi, İstanbul 2001, s.120.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 443

sonra Suriye tarafından Avrupa’ya götürülen frenk gülü dönemin en gözde gülleri
arasında yer almıştır20. Fakat coğrafya ve iklim konusunda son derece seçici olan
güllerin, bölgelere göre çok farklı sonuçlar verdiği görülmüştür 21. Bir ülkede çok
tutulan bir cinsin yağında, başka bir ülkede sümbül, menekşe veya çilek gibi meyve
aroması hissedilebilmektedir22. Bu yüzden her ülkede farklı bir gül çeşidi denenmiş
ve yağlarının kalitesi ile şöhrete kavuşan her gül yetiştirildikleri bölgelerle birlikte
anılır olmuşlardır 23 . Hammaddede daima daha iyiyi arayan parfümeri sanayii,
yüzyıllardan beri aradığı ideal kokuyu, XIX. yüzyıl başlarında Balkanlarda bulmuş
ve ondan hâlâ vazgeçememiştir24.
Esas itibarıyla Arşiv kaynaklarına dayanan bu çalışmada, XIX. yüzyıl
ortalarında Balkanlarda gülcülük konusu ele alınmıştır. Tarımsal bir faaliyet olarak
gül ziraatının şehirlerden daha ziyade kırsal alanlarda yapıldığı bir gerçektir. Bu
nedenle Balkanlarda gül ziraatının başlaması hakkında bilgi verildikten sonra,
gülyağı ticaretinin merkezi olan Kızanlık kazasına bağlı köylerden Hasköy örnek
olarak seçilmiştir. Hasköy’ün spesifik bir örnek olarak seçilmesinde, Kran adıyla
varlığını sürdüren bu köyde gülcülük mesleğinin hâlâ devam ettiriliyor olması en
önemli tercih sebeplerinden birisi olmuştur.

Balkanlarda Gülcülük
Balkanlarda gülcülüğün ilk defa ne zaman başladığı çok iyi bilinmemektedir.
Kesin olan, ilk kez Kızanlık havalisinde başladığı ve oradan Balkan Dağlarının
güneyinde Meriç havzasına doğru geniş bir alana yayıldığıdır 25 . 1640 yılında
Kızanlık’tan geçen Evliya Çelebi, bu kaza hakkında bilgi verirken gülcülükten hiç
bahsetmemektedir. Güllere karşı tutkunluğuyla tanınan ve eserinde her fırsatta
Kızanlık dağları ve derelerinden bahseden Çelebi’nin gülcülük konusuna hiç
değinmemesi, XVII. yüzyıl ortalarında Balkanlarda gül ziraatinin henüz
başlamadığını göstermektedir26.

20 Eskiden beri Anadolu’da kırmızı gül adıyla yetiştirilen bu gül, Haçlılar tarafından XIII. yüzyıl ortalarında Suriye’den Avrupa’ya
götürülmüş ve Fransa’da “Frenk Gülü” adıyla büyük bir üne kavuşmuştur. Baytop, Eski Bahçe Gülleri, s.56.
21 Kızanlık havalisinde 3 ton gül çiçeğinden yaklaşık 1 kg gülyağı elde edilirken, bu değer Almanya’da 5-6 tona, Fransa’da ise 6-7

tona çıkabilmektedir. Bkz. Nureddin Münşi, “Gülyağı İstihsalatı Hakkında Burdur Vilayetinden Mürsel Tahrirata Dair Zeyldir”, Ziraat
Vekaleti Mecmuası, V/21, İstanbul 1341, s.74.
22 Ernest Guenther, Gülyağı, Çev. Mahir Çolakoğlu, Ankara 1964, s.9; 1986 yılında Kastamonu Göl Öğretmen Lisesi bahçesinde

karşılaşılan Damascena Mille cinsi bir gülün son derece sıhhatli olmasına rağmen, daha gonca iken uçlarının karardığı ve çiçeklerinde
gül kokusunu bastıran tiksindirici bir pas kokusunun olduğu görülmüştür.
23 Gülistan Tesis ve Tımarına ve Gül Yağı Takrir ve İmaline Dair Risaledir, C.9, Ticaret ve Ziraat Nezareti Kütüphanesi Yayını, Matbaa-

i Osmani, Dersaadet 1335/1919, s.3; Zakaryan, Gül ve Mahsulatı, s.27-28.


24 1911 yılına kadar Kızanlık gülyağlarının yegâne müşterisi Fransız parfümeri sanayiidir. Halit, "Gül Yağı", s.22.
25 BOA, HAT, nr.740/35046-B.
26 Evliya Çelebi, Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Yhz. Seyit Ali Kahraman, Yücel Dağlı, C.6, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2001, s.90-

91.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 444

1906 yılında Kızanlık’ta ‘The Rose, Its History’ adıyla gülcülük tarihi üzerine
küçük bir kitap yayınlayan gülyağı işletmecisi Orozoff’un, kaynak göstermeden 220
yıl öncesini işaret etmesi, Balkanlarda ilk gül ziraatinin XVII. yüzyıl sonlarına doğru
başladığı hakkında genel bir kanaat oluşturmuştur. Orozoff’un ifadesiyle Müslüman
bir tüccar tarafından Şam’dan getirilen Rosa Damascena cinsi bir gülden son
derece iyi sonuçlar alınmış ve Kızanlık vadisindeki yamaç alanlar gül bahçeleri ile
dolmaya başlamıştır27. 1994 yılında Bulgaristan’da gülyağcılık tarihi hakkında küçük
bir kitapçık yayınlayan Momchilova ise Kızanlık’ta ilk gül bahçesinin 1664 yılında
kurulduğunu ileri sürmektedir28.
Bilimsel adı Rosa Damascena Mille olan Kızanlık gülü29, köken itibarıyla diğer
yağ gülleri gibi bir melezdir. Öteden beri saray için Edirne havalisinde yetiştirilen
kırmızı gülden farklı olup, diğer yağ güllerine göre yağ kalitesi bakımından daha
üstündür. Orijin itibarıyla Ortaçağlarda Dımaşk’ta yetiştirilen Şam gülüne
dayanmaktadır30. Balkanlara getirildiği ilk yıllarda muhtemelen ya Şıpka civarında
bulunan keskin kokulu endemik bir yabani gül ile melezlenmiş 31, ya da iklim ve
coğrafyanın tesiriyle köklü bir seleksiyona uğramıştır. Bu nedenle, gerek çiçek
görünümü ve gerekse yağ kalitesi bakımından ilk menşe ülke olan Şam’dan daha
verimli hale gelmiştir32. Bu durumun farkında olan gülcülerin, daldan bastırma veya
çelikleme usulüyle fidan yetiştirmeleri sebebiyle, sanki Kızanlık havalisine özgü
endemik bir bitkisiymiş gibi günümüze kadar orijinal halini korumuştur33.
Kızanlık gülyağlarının XVIII. yüzyıl sonlarından itibaren aniden rağbet görerek
Avrupa piyasalarında birinci sıraya oturmasındaki asıl sır, Balkanlarda destilasyon
işleminde değişikliğe gidilerek çifte damıtmaya geçilmesi olmuştur. Bu yeni
yöntemle ilk damıtmada yağı alınan destilasyon suyu, ikinci defa inbikten
geçirilmiştir. Birinci destilasyonda elde edilen yağa “ham yağ”, ikinci destilasyonda
hasıl olan yağa da “kaynatılmış yağ” 34 adı verilmiştir. Gül çiçeğinde bulunan yağın
yaklaşık %65’ini ancak ikinci destilasyonla elde etmek mümkündür. Kimyasal

27 Petko Orozoff, The Rose, Its History, Kazanlık 1906, s.7.


28 Antonina Mitkova Momchilova, 330 Years of Bulgarian Rose Oil, Zemizdat Matbaası, Sofya 1994, s.23,
www.bpg.bg/bulgarianrose/roseoilhistory/roseindustry.phtml (06.03.2007).
29 Gülistan Tesis ve Tımarı, s.3.
30 Ortaçağ’da Dımaşk, en kaliteli gülsuyu üretilen yerlerden birisiydi. İbn Battûda, İbn Battûda Seyahatnâmesi I, s.363; Suriye’nin

Mezze köyünde yetiştirilen güllerden de gülyağı taktir olunurdu. Abdülhalik Bakır, Ortaçağ İslâm Dünyasında Itriyat, Gıda, İlaç Üretimi
ve Tağşişi, Ankara, 2000, s.118.
31 Henry J. Bruman, “The Bulgarian Rose Industry”, Economic Geography, Vol. 12, No. 3 (Jul., 1936), s.273.
32 Momchilova, Bulgarian Rose Oil, s.6.
33 Her sekiz on senede bir yaşlanıp verimden düşen güller toprak hizasıyla birlikte kesilerek gençleştirilir. Kesilen dallardan uygun

olan çubuklar seçilerek yeni kurulacak bahçelerde çelikleme usulüyle fidana dönüştürülür. Karlovalı Mehmet Tayfur, Gül Yetiştirmek
ve Yağ Çıkarmak, Kasbar Matbaası, İstanbul 1313/1897, s.6-11; Momchilova, Bulgarian Rose Oil, s.6.
34 İlk destilasyonda elde edilen yağ için “çiğ yağ”, “ilk yağ”, “ön yağ”, ikinci destilasyonda elde edilen yağ için de “pişmiş yağ” veya

“ikinci yağ” adları kullanılır. K. Hüsnü Can Başer, Mine Kürkçüoğlu “Türk Gül Yağı'nın Tarihi, ·Üretimi ve Özellikleri”, Kutsal Dumandan
Sihirli Damlaya: Parfüm, Yhz. Şennur Şentürk, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2005, s.131.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 445

terkipleri birbirlerinden çok farklı olan her iki yağ karıştırılarak paçal edilmiştir 35 .
Yüzyıllardan beri 3 ton gül çiçeğinden pek piyasa değeri olmayan ve oda
sıcaklığında donan zayıf kokulu 350 gram ham yağ alınırken, çifte damıtma usulüne
geçildikten sonra aynı miktar gülden oda sıcaklığında donmayan yaklaşık 1 kg saf
gülyağı elde edilmeye başlanılmıştır36. Ayrıca ikinci destilasyon sırasında yan ürün
olarak elde edilen gülsuyuna, yağ altı suyu denilir ki, birinci destilasyonda elde
edilen gülsuyundan daha kaliteli ve daha uzun ömürlüdür 37 . Tıpkı gülyağında
olduğu gibi, her iki gülsuyunun terkipleri de farklıdır. XIX. yüzyıl başlarına kadar
piyasada satılan gülsularının tamamı birinci destilasyonda üretilen ve daha yağlı
olan ham gülsudur.
XIX. yüzyılda Kızanlık gülyağlarının Avrupa piyasalarında birinci sıraya
oturmasında, inbik imalatı yapan bakırcıların katkılarını da unutmamak gerekir.
Çünkü reformist bir ruh ile kendilerini geliştiren bakırcılar, bölgede şarap ve rakı
üretimi için kullanılan damıtma teknolojisini sürekli yenilemişlerdir. Bu sayede hem
İran’daki rakiplerini geride bırakmışlar hem de bakım ve tamiratlarını yaptıkları
inbiklere yeni ekipmanlar ilave etmişlerdir38.
XVII. yüzyıl sonlarından itibaren Kızanlık vadisinde yeşermeye başlayan gül
bahçelerinden, ilk 140 yıl boyunca hiç vergi alınmamıştır39. Zaten bu Osmanlı’da
mutat bir uygulama olup, yüzyıllardan beri İstanbul’un gülsuyu ihtiyacını sağlayan
Edirne’nin gül bahçelerinden vergi alınmamıştır. Muhtemelen önce Dağlı ve daha
sonra da Sırp ve Mora isyanları gül bahçelerinden vergi toplanmasını 40-50 sene
geciktirmiş olmalıdır.
Gül bahçelerinden vergi alınmaması sebebiyle, karanlık çağ olarak
nitelendirebileceğimiz bu ilk dönem hakkında bilgilerimiz oldukça sığdır. Eserinde
hiç kaynakça göstermeyen Bulgar araştırmacı Momchilova’ya göre bu dönemde,
Kızanlıklı gülcülerin yegâne maksadı gülsuyu üretmektir. Çünkü Balkan
gülyağlarının henüz Avrupa’da pazarı yoktur. Henüz ikinci destilasyonun bilinmediği
dönemlerde, ilk destilasyonla üretilen gülsuları İstanbul üzerinden Ortadoğu’ya
ihraç edilmektedir. Yan ürün olarak elde edilen düşük evsaftaki ham gülyağları ise,
İstanbul attarlarında gülyağı veya gül esansı adıyla pazarlanmış olmalıdır. Bu
sırada Kızanlık gülsularının kalitesi ile rekabet edemeyen Edirne’de, gülcülük sona
ermiştir40.

35 Selma Şenbark, “Gül Çiçeği ve Gülyağı, Türkiye’de Gülyağı Sanayii”, İstanbul Ticaret Odası Mecmuası, nr.1-3, İstanbul 1980, s.23.
36 Momchilova, Bulgarian Rose Oil, s.17.
37 Zakaryan, Gül ve Mahsulatı, s.168.
38 Momchilova, Bulgarian Rose Oil, s.17,19; Dönemin inbik resimleri için bkz ekler III.
39 BOA, HAT, nr.740/35046 B.
40 Momchilova, Bulgarian Rose Oil, s.5.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 446

Osmanlı Arşivlerinde Balkanlarda gülcülük konusunda ilk önemli bilgiye, 1826


yılında Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra ulaşılabilmektedir. Bu ocağın
yerine Mansure ordusunun kurulması sırasında, taşra yönetimlerinden yeni vergi
kaynakları bulmaları istenmiştir. Bu emre cevaben Çirmen mutasarrıfı Esat Paşa
tarafından merkeze gönderilen bir tahriratta, Çirmen sancağındaki gül
bahçelerinden vergi toplanması önerilmiştir. XIX. yüzyılın ilk çeyreğinde
Balkanlarda gülcülük konusunda oldukça önemli bilgiler veren bu tahrirata göre,
vaktiyle Kızanlık’tan Tunca vadisine doğru genişlemeye başlayan gül bahçeleri son
zamanlarda oldukça geniş bir alana yayılmıştır. 1827 yılı itibarıyla Çirmen
sancağına bağlı Kızanlık, Eski ve Yeni Zağra ve Çırpan kazalarında on bin dönüme
ulaşmıştır. Ayrıca Filibe, Tırnova ve İslimye kazalarında da üç-dört bin dönüm güllük
mevcuttur. Çirmen sancağında gülcülük çok kârlı bir iş olup, bir dönüm gül
bahçesinden asgari 40 miskal yağ takdir olunmaktadır. Kızanlık piyasasında miskali
3 ila 3,5 kuruş arasında satılırken, İstanbul’da fiyatı 5 kuruşa kadar yükselmektedir.
Henüz temmuz başı olduğundan gül mevsimi geçmemiştir. Gül bahçelerinin
dönümünden onar kuruş vergi alınması hakkında acilen bir karar çıkartılacak olursa,
aynı yıl içinde yukarıda adı geçen kazalardan yaklaşık 130 bin kuruş vergi toplamak
mümkün olacaktır41. Esat Paşa’nın bu önerisi üzerine 1827 Temmuz’undan itibaren
Çirmen sancağına bağlı kazalarda bulunan gül bahçelerinin dönümünden onar
kuruş vergi alınmaya başlanılmıştır. Bu tahriratın bir başka özelliği de katalog
taramalarına göre, Osmanlı Arşivi’nde gülyağı ifadesi geçen ilk belge olmasıdır42.
Esat Paşa’nın tahriratında yer alan ifadelerden hareketle hesaplama
yapılacak olursa, Balkanlarda yüzlerce köyden âdeta damlaya damlaya süzülüp
beşer onar kilo biriken gülyağlarının 1827 yılı rekoltesi 2,5 tona yaklaşmıştır. Pek
kesin olmamakla birlikte, dünya kozmetik ve parfümeri sanayiinin yıllık gülyağı
ihtiyacının 5 ton civarında olduğu varsayılırsa, bu ihtiyacın neredeyse yarısının
Balkanlardan karşılandığı anlaşılır. Yine Esat Paşa’nın rekolte ile ilgili verdiği
bilgileri doğru kabul edersek, XIX. yüzyıl başlarında Kızanlık havalisi, dünya gülyağı
üretiminin en önemli merkezi haline gelmiştir. Tıpkı yüz sene kadar evvel Edirne’nin
başına geldiği gibi, muhtemelen Kızanlık gülyağları ile rekabet edemeyen birçok
ülkede gül bahçeleri çoktan sökülmeye başlanmıştır. Almanya ve İngiltere ile birlikte
bu talihsiz ülkelerin başında İran gelse gerektir.

41BOA, HAT, nr.740/35046 B.


42Kataloglarda 1755 tarihi bir belgede gülyağı ifadesi geçiyorsa da tasnif sırasında 23.L.68 tarihi 100 senelik bir hata ile 1268 yerine
1168 olarak kaydedilmiştir. Bkz. BOA, C.ML, nr.28/1335.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 447

Hasköy’de Gülcülük
XIX. yüzyıl ortalarında Balkanlarda gülcülük konusunda en geniş bilgiyi
temettuat defterlerinde bulmak mümkündür. Temettuat yazımları sırasında her köy
veya mahallede kaç dönüm gül bahçesi olduğu açık bir şekilde kaydedilmiştir43.
Balkanlarda gülcülüğün merkezi kabul edilen Kızanlık kazasının köy ve
mahallelerine ait 90 civarında temettuat defteri mevcuttur 44 . Bu defterlerin
tamamının taranması sonunda, Kızanlık havalisinde gülcülüğün merkezde
Debbağhane mahallesi45 ile dağ eteklerindeki köylerde yoğunlaştığı görülmüştür.
Batıdan doğuya doğru, Melemez, Okçular, Büyük ve Küçük Oba, Hasköy, Keçidere,
Esve-i Cedid, Esve-i Bâlâ, Esve-i Orta, Müflisler ve Yassı Viran önemli gül üreticisi
köylerdendir46. Yaklaşık 600 hanenin yaşadığı Nefs-i Kızanlık’ta sadece 3 kişinin
2,5 dönüm güllüğü mevcutken47, Abdülbaki ve Namazgâh gibi merkez mahallerinde
de durum çok farklı değildir48. Yine Kızanlık kazasında Müslimler ile Gayrimüslimler
arasında gülcülük konusunda çok bariz bir fark bulunmamaktadır. Pek ziraat
işleriyle iştigal etmeyen Kıptiler ile Türkmen taifesinin bu meslekten genellikle uzak
durdukları gözlemlenmektedir49.
XIX. yüzyıl ortalarında Kızanlık kazasına bağlı 53 köyden birisi olan Hasköy,
kaza merkezinin 6 km kuzeyinde ve Koca Balkanların güney eteklerinde yer
almaktadır. 1640 yılında buradan geçen Evliya Çelebi’ye göre Türkler tarafından
kurulan bir Müslüman köyüdür 50 . 1844 yılında 120 hane olup, bunlardan 85’i
Müslim, 32’si Hristiyan’dır. Ayrıca köye yeni yerleştikleri anlaşılan ve henüz hiç
mülkiyetleri bulunmayan 3 Kıpti aile mevcuttur. Şıpka geçidi yolu üzerinde yer alan
köyün bir başka özelliği de Kızanlık kazası ile komşu köylerden Şıpka, Şekerelli ve
Keçideresi’nde meskun halkın köy sınırları içinde küçük parçalar halinde çok fazla
mülkiyetlerinin bulunmasıdır51. Buna mukabil, Hasköylülerin de komşu köylerde bir
miktar tarla, bağ ve bahçesi mevcuttur52. Fakat bu husus sadece Hasköy’e mahsus
olmayıp, Kızanlık havalisinde birçok köyde görülebilmektedir.

43 Mesela Eski Zağra’nın 82 haneli Kazgankaya köyünde 2’si dışında hane reislerinin tamamı gülcülük yapmaktadır. En büyüğü 6,5
dönüm ve en küçüğü de 1 evlek olmak üzere köydeki güllüklerin toplamı 81 dönümü bulmaktadır. 1’si yeni gars, diğeri henüz 2
yaşında olan 2 güllük vergiden muaftır. Diğer 78 güllükten toplam 6090 kuruş gelir elde edilmiş ve bunun karşılığı olarak 1844 yılında
devlete 605 kuruş vergi ödemişlerdir. BOA, ML.VRD.TMT.d, nr.6674, s.2-42.
44 Kızanlık gülyağı ticaretinin merkezidir. Bkz. Zakaryan, Gül ve Mahsulatı, s.159.
45 BOA, ML.VRD.TMT.d, nr.6031.
46 BOA, ML.VRD.TMT.d, nr.6073; 6062; 6097; 6029; 6095; 6061; 6111; 6034; 6053; 6092; 6063; 6075; 6077; 6079; 6081.
47 BOA, ML.VRD.TMT.d, nr.6090.
48 BOA, ML.VRD.TMT.d, nr.6055; 6058.
49 BOA, ML.VRD.TMT.d, nr.6071.
50 Evliya Çelebi, Seyahatname, s.91.
51 BOA, ML.VRD.TMT.d, nr.6053, 6092.
52 BOA, ML.VRD.TMT.d, nr.6061; 6111; 6040; 6043.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 448

Temettuat kayıtlarından anlaşıldığına göre köy halkının ana geçim kaynağı


tarım ve hayvancılıktır. Hane reislerinin %95’inin mesleği, çiftçi, rençber, ırgat ve
çobanlıktır 53 . Demirci, değirmenci, dülger, Berber gibi tarım dışı mesleklere
rastlanılmamaktadır. Köyde çerçi, bohçacı, bakkal, celep ce tüccar gibi ticaret ile
uğraşan hiç kimse bulunmamaktadır.

Tablo I: Hasköy’de Hane Reislerinin Meslekleri


Etnik Mes-
Hane Çiftçi Rençber Irgat Çoban İmam
Gruplar leksiz
Müslim 85 67 9 7 1 1
G.Müslim 32 25 4 2 1
Kıpti 3 3
Toplam 120 92 9 11 2 1 5
Kaynak: ML.VRD.TMT.d, nr.6092; 6053.

1844 yılı itibarıyla Hasköy’de tamamına yakını sulak olmak üzere, toplam
1700 dönüm ekilip dikilebilen arazi bulunmaktadır. Bu arazinin %91,9’u ekin ekmek
için tarlaya ayrılmıştır. Geri kalan arazinin yaklaşık %3,6’sı güllük, %3,5’i bağ,
%1,2’si erik ve %0,6’sı da meyve bahçesidir54. Henüz tarımsal mekanizasyonun söz
konusu olmadığı dönemlerde, çiftçilerin en çok korktukları hususlardan birisi de
birkaç ürünün hasat mevsimlerinin aynı günlere denk gelmesidir. Bu açıdan
bakıldığında, orak ve harman mevsiminden önceye rastlayan gül hasadının, çiftçiye
önemli bir güçlük çıkartmadığı görülür.
Kızanlık havalisinde yetiştirilen Rosa Damascena Mille çinsi güller biraz nazlı
olup, toprak ve iklim konusunda oldukça seçicidirler. Çok fazla soğuğa
dayanamazlar55. Sulanabilen meyilli, kumlu ve geçirgen toprak isterler. Bu şartları
taşıyan ve yaz aylarında bol su verilen bakımlı bir bahçenin dönümünden 400 yerine
600 okka gül çiçeği alınabilir. Hasat mevsimlerinde üzerine düşen çiğ ise, çiçeklerin
yağ oranını yükseltir56. Ayrıca takdir sırasında meşe, kayın, gürgen ve çınar odunu
gibi yüksek kalorili reçinesiz yakıt kullanılması yağ kalitesini olumlu yönde etkiler.
Aksi takdirde yağa reçine kokusu sinebilir. Özellikle ikinci takdir sırasında ateşin kor
halinde bulunması yağın kalitesini arttırırken, çalı çırpı gibi aniden harlayan yakıtlar

53 Temettuat defterlerinde yer alan ziraat erbabı, kiracı ve hizmetkâr meslekleri, köyün ekonomik durumu göz önüne alınarak çiftçi,
rençber ve ırgat olarak yorumlanmıştır.
54 BOA, ML.VRD.TMT.d, nr.6053, 6092.
55 1911 yılında Balkanlarda hüküm süren şiddetli kış nedeniyle Kızanlık havalisindeki gül bahçelerinin çoğunu mahvetmiştir. Bkz.

Nazife Tuatay, Isparta ve Burdur Bölgesi Yağ Güllerinin Başlıca Zararları, Kısa Biyolojileri ve Savaş Metodları Üzerine Araştırmalar,
Ankara 1963, s.7; Işık, Isparta’da Gülcülük, s.9.
56 Gülistan Tesis ve Tımarı, s.3; Karlovalı, Gül Yetiştirmek, s.22.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 449

ise rengini karartır57. Gül yetiştirmek ve yağ takdir etmek için gerekli olan yukarıdaki
bütün şartlar, Hasköy’de ziyadesiyle mevcuttur. Ayrıca köy içinde 450 metre olan
rakım, 9 km kuzeyde 1250 metreye kadar çıkar ki, bu haliyle Koca Balkanlar, sert
geçen kış aylarında kuzeyin soğuk rüzgârlarına karşı Hasköy’ün gül bahçelerini
koruyan ana kucağı gibidir.
Temettuat kayıtlarına göre 120 haneli köyde 80 aile gülcülükle
uğraşmaktadır. 1844 yılı itibarıyla 5,5 dönümü komşu Keçideresi olmak üzere 58
Hasköylülerin toplam 66,5 dönüm güllüğü mevcuttur. Bu güllüklerin 48,5 dönümü
Müslimlere, diğer 18 dönümü de Gayrimüslimlere aittir. En büyüğü 3 dönüm ve en
küçüğü de 1 evlek olmak üzere, genellikle küçük parçalara ayrılmıştır. Üç kişinin
güllüğü, 1,5 dönüm yerine, 6 evlek şeklinde kaydedildiğinden hareketle, bazı
ailelerin birkaç yerde birden küçük parçalar halinde güllüklerinin mevcut olduğu
söylenebilir59.

Tablo II: Dönüm ve Evlek Olarak Hasköy’de Gül Bahçeleri


Etnik Gülcü D Ö N Ü M E V L E K
Hane
Gruplar Sayısı 3 2 1,5 1 7 6 5 4 3 2 1
G. 32 23
1 3 1 5 6 7
Müslim
Müslim 85 57 1 1 1 13 1 2 3 10 19 6
Kıpti 3
Toplam 120 80 1 1 2 16 1 3 3 15 25 13
Kaynak: ML.VRD.TMT.d, nr.6092; 6053.

Hasköy’de gül bahçeleri neden küçük parçalara ayrılmıştır? Bu sorunun izahı


çok basittir. Çünkü tarım arazilerinin sadece %3,6’sının gül bahçelerine ayrıldığı
Hasköy’de gülcülük, hiçbir zaman ana geçim kaynağı olarak düşünülmemiştir. Daha
çok, orak ve harman mevsimlerinden önceki boş zamanlarda kendilerine iş
yaratarak aile bütçelerine ek gelir sağlamayı amaçlamışlardır. Bu nedenle gül
bahçelerinin çoğu evlekler halindeki küçük aile işletmeleridir. Başka bir ifade ile
hane reislerinin arazilerinin çokluğu veya azlığı ile gül bahçelerinin büyüklüğü
arasında çok fazla bir ilişki yoktur. Çünkü gül bahçelerinin büyüklüğüne araziden

57 Zakaryan, Gül ve Mahsulatı, s.153.


58 BOA, ML.VRD.TMT.d, nr.6061, s.10; nr.6111, s.131.
59 Mesela Eski Zağra kazasına bağlı 125 haneli Yük köyünde (reaya) 108 aile gülcülükle uğraşmaktadır. Köyde bulunan toplam 90

dönüm güllükten sadece bir kişinin güllüğü 1 dönüm olarak kaydedilirken diğerlerinin tamamı evlek olarak verilmiştir. Bunlar arasında
1 ve 2 dönüm olarak kaydedilmesi gereken güllüklerden 18’i 4, 6’sı da 8 evlek şeklinde kaydedilmiştir. BOA, ML.VRD.TMT.d, nr.6712,
s.2-42.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 450

daha çok aile bireylerinin sayısı etkilidir. Her aile bakıp işleyebileceği nispette gül
bahçesi kurmayı düşünmüştür. Bu nedenle Hasköy’de 1 dönümden büyük güllüğü
olanların oranı %5’i geçmemektedir.
Yine Hasköy gibi köylerde her aile, emeğinin karşılığından çok, hasat
mevsiminde eline geçen sıcak paraya bakar. Zirai faaliyetlerin pek yoğun olmadığı
mevsimlerde genelde aile dışından yardım almaksızın yapılan budama, sürme,
gübreleme veya sulama gibi işleri pek hesaba katmaz. Ancak bir ay kadar süren
hasat mevsiminde en çok gül toplanan güne doruk denilir ki, doruk öncesi ve
sonrasını kapsayan 10-15 günde çok fazla iş gücüne ihtiyaç duyulur. Böyle sıkışık
günlerde, sabahları part taym 3-4 saat süren gül toplama işinde dışarıdan ırgat
çalıştırılması gerekebilir. Fakat böyle durumlarda ırgatların yevmiyeleri,
bahçelerden elde edilecek gelirlerin büyük bir bölümünü götüreceğinden pek tercih
edilmeyecektir. Ayrıca Hasköy gibi gül bahçelerinin yoğun olduğu köylerde ırgat
bulmak da çok kolay olmasa gerektir. Muhtemelen kırsal bölgelerde komşular
arasında çok görülen keşikleme yöntemiyle yardım alınmış olmalıdır. Bu yüzden 8-
10 dönüm güllük sahibi olmak, ancak maiyetinde kalabalık ırgat veya hizmetkâr
çalıştırabilen çiftlik sahipleri için mümkün olabilmektedir60.
Genelde sabaha karşı açan gülleri, aynı günün erken saatlerinde toplanmak
ve en kısa zamanda inbikhâneye götürmek gerekir. Çünkü ısı arttıkça güllerin yağı
uçuşmaya başlayacağı gibi, toplandıktan sonra sergide fazla bekletilen çiçekler de
fermantasyona uğrar. İşin daha kötüsü, fermantasyonlu güllerden elde edilecek
yağlar, karıştırılacakları diğer yağların kalitesini de bozar 61 . Bütün Kızanlık
havalisinde olduğu gibi, tamamına yakını küçük aile işletmeleri olan Hasköy
güllüklerinde hasat işinin, genellikle aile bireyleri tarafından yapıldığı
anlaşılmaktadır. Sabah saat 6’da başlayan ve en geç 10 civarında tamamlanması
gereken hasat sırasında, kadınlar gül toplarken, erkekler de inbikhaneye gül
çuvallarını taşırlar. Bir kişi günde en fazla 12 okka gül toplayabildiğinden güllük
sahibi olan bütün aile bireyleri sabah erkenden bahçeye gitmek zorundadırlar62.
Hasköy’de yeterince inbik var mıdır? Maalesef bu soruya olumlu cevap
vermek pek mümkün değildir. Çünkü Hasköy’de gülcülük yapan 80 aileden 78’inin
güllüğü 2 dönümden daha küçük olduğundan köyde inbik sayısının yok denecek
kadar az olduğu anlaşılmaktadır63. Zira sağlıklı bir inbikhane oluşturabilmek için,

60 Nadir de olsa Kızanlık havalisinde 8-10 dönüm güllüğü olanlara rastlanabilmektedir. Mesela Umurçallı köyünden Mehmet Efendi’nin

9, Kozluca köyünden Memiş Ağanın da 10 dönüm güllüğü mevcuttur. BOA, ML.VRD.TMT.d, nr.6109, s.2; nr.6105, s.21.
61 Resmi Isparta, nr.582, 22 Ağustos 1934, s.3.
62 İbrahim Kaçıoğlu, "Esans (Kokulu Yağlar)”, Yeni Ün, I/4, Ankara 1966, s.125.
631859 yılında komşu kazalarla birlikte Kızanlık havalisindeki gülcülük yapılan 140 köyde toplam 2500 inbik mevcuttu. Başer, “Türk

Gül Yağı’nın Tarihi”, s.128.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 451

ikisi birinci takdir ve üçüncüsü de ikinci takdir olmak üzere, müştemilatıyla beraber
en az 3 inbik takımına ihtiyaç vardır64. Bu nedenle küçük gülcüler için inbikhane
kurmak pek ekonomik görülmemektedir. Ayrıca inbikhanede yağ takdiri bilgi birikimi
ve ustalık istediği gibi, bu iş için en az iki kişiyi istihdam etmek gerekir. İnbik sahibi
olamayanların, Kızanlık havalisindeki diğer küçük bahçe sahiplerinin yaptığı gibi,
bahçelerinden topladıkları gülleri güllerbaşı denilen toplama merkezlerine götürerek
doğrudan tüccarlara sattıkları anlaşılmaktadır 65 . Bazılarının da inbikhânelere
giderek belli bir ücret karşılığı güllerini takdir ettirdikleri söylenebilir. Bu nedenle
köyde inbikhane sahibi olanların 3-5 kişiyi geçemeyeceği tahmin edilmektedir.
1844 yılı itibarıyla Hasköy’de bulunan 66,5 dönüm güllükten sadece 2 evleğin
yeni dikildiği için vergiden muaf, diğerlerinin ise yetişkin olduğu görülmektedir.
Ortalama olarak 165 kuruş yıllık gelir sağlanan bir dönüm güllükten yaklaşık 400
okka civarında gül toplanmış olabileceği varsayımından hareketle, sezon itibarıyla
Hasköy’de yaklaşık 26.000 okka civarında gül çiçeği toplandığı ve bu güllerden
takriben 2.600 miskal, yani 12,5 kilo civarında gülyağı takdir edildiği tahmin
edilmektedir. Yine bir kilo gülyağı karşılığı, ikinci destilasyon sırasında yan ürün
olarak asgari 500 litre saf gülsuyu elde edildiği bilinmektedir. Bu hesaba göre, yine
aynı sezonda asgari 6 ton civarında saf gülsuyu üretilmiş olmalıdır.
Özellikle hasat mevsimlerinde gülden gelen hoş koku ile insanların kendilerini
mutlu hissettikleri çok eski yıllardan beri bilinen bir gerçektir. Fakat doğal olarak
köylü, hoş koku ve görsel güzellikten daha ziyade, birim başına hangi üründen daha
fazla kazanacağına bakar. Ekilebilir arazilerde her sene tarlasını sürmeden önce ne
ekeceğinin muhasebesini yapar. Ancak dikili alanlarda bir ağaç 3 ila 5 sene
arasında meyveye oturabileceğinden değişiklik yapmak daha zordur. Çok kesin
hesap yapmak pek mümkün olmamakla beraber, temettuat kayıtlarına göre
Hasköy’de gülcülük buğdaya göre dört kat, üzüm bağı, erik ve meyve bahçelerine
göre de en az iki kat daha karlı gibi görünmektedir 66 . Fakat dört kat daha az
kazandırıyor gibi görünmekle beraber, biraz da ahırdaki hayvanlarının kışlık saman
ihtiyacını düşünen köylü, hiçbir zaman buğday ve arpadan taviz vermeyecektir. Bu
sebeple dünyanın birçok yerinde gül bahçelerinin en önemli rakibi üzüm bağları
olmuştur.

64 Tek inbik ile gülyağı takdiri mümkünse de aynı kazanda yapılacak ikinci taktir gülyağının kalitesini bozar.
65 Türkiye’de de görülen bu sistem, yurdumuzda hâlâ devam etmektedir. Mesela gül çiçeklerini doğrudan köy içinde kurulan satış
yerlerine getiren Başmakçılılar, ürünlerini hasattan önce anlaştıkları firma veya kişilere satmaktadır. Bkz. Muharrem Tolga İlleez, S.S.
Başmakçı 1 Nolu (Gül) Tarımsal Kalkınma Kooperatifi Kapsamındaki Ekolojik ve Konvansiyonel Yağlık Gül Üretimi Yapan İşletmelerin
Ekonomik Yönden Değerlendirilmesi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İzmir 2002, s.41.
66 BOA, ML.VRD.TMT.d, nr.6092, s.28-29; nr.6053, s.7-7.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 452

SONUÇ
XVII. yüzyıl sonlarında gülsuyu üretmek için Kızanlık’ta başlayan gülcülük,
şehir merkezinden çok Hasköy gibi dağ eteklerindeki köylere doğru yayılmıştır.
Hiçbir planlama yapılmaksızın tamamen kendi doğal mecrasında gelişen bu
durumun, Balkanlarda gülcülüğün geleceği için son derece isabetli olduğu
görülmektedir. Zira kısa süren hasat mevsimlerinde aniden ihtiyaç duyulan binlerce
kişiden oluşacak geçici işgücü ihtiyacı tabana yayılabilmiştir. Gül bahçelerinin dağ
eteklerine doğru yayılmasının diğer en önemli faydalarından birisi de yakıt temini
konusunda olmuştur. Çünkü bir kilo gülyağı elde etmek için yaklaşık 23 ster oduna
ihtiyaç duyulmaktadır. 1844 hasat mevsiminde sadece Hasköy’de yaklaşık 276 ster
odun yakıldığı düşünülürse, gül bahçelerinin kırsal alanlara doğru yayılması hem
yakıt teminindeki güçlükleri azaltmış hem de bölgenin çölleşmesini önlemiştir.
Hasköy gibi gülcülüğü meslek edinen köylerde, en çok korkulan konuların
başında pazarlama sorunu yer alır. Çünkü şarabın aksine, hasat mevsiminden
sonra satılamayıp elde kalan gülyağları bekledikçe bayatlar ve değer kaybetmeye
başlar. Üçüncü seneden itibaren fermantasyona uğrayarak, ekonomik değerini
tamamen kaybedebilir. Ancak I. Dünya Harbi’ne kadar Hasköy’ün de içinde
bulunduğu Kızanlık havalisinde pazarlama sorunu yaşandığına dair hiçbir emare
yoktur. Çünkü XVIII. yüzyıl sonlarından itibaren Hristo Rachkov gibi yurtdışına
ihracat yapabilen büyük gülyağı tüccarları ortaya çıkmıştır. Küçük tüccarların
Hasköy gibi yerel piyasalardan topladıkları gülyağlarını doğrudan Fransa’ya
götürerek parfümeri sanayiine pazarlamaya başlamışlardır. Hatta Kızanlık
gülyağlarının Batı ile ilk temasları, bu müteşebbis ruhlu tüccarlar sayesinde
gerçekleşmiştir. Çünkü her türlü riski göze alabilen bu tüccarlardan bazıları,
kendilerinden beklenilemeyecek kadar profesyonelce hareketlerle, dönemin
şartlarına ayak uydurarak Avrupa tarım fuarlarında gerekli tanıtımları yapmayı
başarabilmişlerdir. Başlangıçta Doncho Papazoğlu gibi şahsi hesaplarına çalışan
tüccarlardan bazıları, 1820’lerden itibaren kendi aile şirketlerini kurarak
kurumsallaşmaya başlamışlardır. İlk yıllarda yurtdışına sevkiyat, İstanbul üzerinden
aktarmalı olarak gerçekleştirilmiştir. XIX. yüzyıl başlarından itibaren ise Tuna
üzerinden el değiştirmeksizin doğrudan yapılmaya başlanılmıştır. Batıda alıcısı
bulunmayan gülsuyunun, eskiden olduğu gibi İstanbul üzerinden İslâm ülkelerine
sevkiyatına devam edilmiştir67. Bu haliyle Hasköy’de gülcülük, hem insanlara hoş
bir uğraşı, hem de aile bütçelerine ek gelir sağlayan önemli bir zirai faaliyet
olmuştur.

67 Momchilova, Bulgarian Rose Oil, s.26.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 453

XIX. yüzyıl boyunca Kızanlık gülyağlarının en önemli müşterisi Fransız


parfümeri sanayi olmuştur. 1870 Sedan vakası ve Paris Komünü gibi siyasi olaylar
dışında bu pazarda önemli bir daralma görülmemiş ve her sene ülkeye binlerce
Frank döviz kazandırmıştır. Gülyağı ihracatından kazanılan bu paralar, harman
mevsiminden önce, maddi bakımdan dağ köylerinin en sıkışık olduğu bir dönemde,
yoksul köylünün can suyu olmuştur.

KAYNAKLAR
Arşiv Kaynakları (BOA)
A.DVNSMHM.d, nr.55/185; 71/53.
AE.SMMD.IV, nr.92/10923.
C.ML, nr.28/1335.
C.SM, nr.51/2557.
HAT, nr.740/35046-B.
HRT.d, nr.220 (1-4); 224.
ML.VRD.TMT.d, nr.6029; 6031; 6034; 6040; 6043; 6053; 6055; 6058; 6061;
6062; 6063; 6071; 6073; 6075; 6077; 6079; 6081; 6090; 6092; 6097; 6095; 6105;
6109, 6053; 6111; 6674; 6712.
Süreli Yayınlar
Resmi Isparta, nr.582, 22 Ağustos 1934.
Kitap ve Makaleler
ACATAY, Abdulgafur, Gül (Rosa Damascena L.) ve Gülyağı, Özaydın
Matbaası, İstanbul 1968.
AGOP, Zakaryan, Gül ve Mahsulatı, İzmir 1311.
ALTINTAŞ, Ayten, Gül, Gülsuyu-Tarihte, Tedavide ve Gelenekteki Yeri,
Gülbirlik Yayını, İstanbul 2007.
ANDRÉ, Lois, Ekonomik Tarih, Çev. Ziya Karamursal, Devlet Basımevi,
İstanbul 1938.
AYCI, Filiz, Gül Konkretinin Kromatografik Yöntemlerle İncelenmesi,
Yayınlanmamış Yüksek Lisans tezi, Antalya 1995.
BAŞER, K. Hüsnü Can, Mine Kürkçüoğlu “Türk Gül Yağı'nın Tarihi, ·Üretimi
ve Özellikleri”, Kutsal Dumandan Sihirli Damlaya: Parfüm, Yhz. Şennur Şentürk,
Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2005, ss.127-133.
BAKIR, Abdülhalik, “Ortaçağ İslam Dünyasında Parfümcülük”, Kutsal
Dumandan Sihirli Damlaya: Parfüm, Yhz. Şennur Şentürk, Yapı Kredi Yayınları,
İstanbul 2005, ss.41-54.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 454

BAKIR, Abdülhalik, Ortaçağ İslâm Dünyasında Itriyat, Gıda, İlaç Üretimi ve


Tağşişi, Ankara, 2000.
BAYTOP, Asuman, “Osmanlı Dönemi Yayınlarında Uçucu Yağlar”, Prof.
Hüsnü Can Başer’e 50. Yaş Armağanı, Editör Neş’e Kırımer, Afife Matbaası,
Eskişehir 1999, ss.68-85.
BAYTOP, Turhan, Türkiye’de Eski Bahçe Gülleri, Kültür Bakanlığı Yayını,
İstanbul Ankara 2001.
BRUMAN, Henry J., “The Bulgarian Rose Industry”, Economic
Geography, Vol. 12, No. 3 (Jul. 1936), ss.273-278.
CLOUGH, Shepard B., Uygarlık Tarihi, Çev. Nihal Önal, Varlık Yayınevi,
İstanbul 1965.
GUENTHER, Ernest, Gülyağı, Çev. Mahir Çolakoğlu, Ankara 1964.
Gülistan Tesis ve Tımarına ve Gül Yağı Takrir ve İmaline Dair Risaledir,
C.9, Ticaret ve Ziraat Nezareti Kütüphanesi Yayını, Matbaa-i Osmani, Dersaadet
1335/1919, ss.1-23.
HALİT, "Gül Yağı", İktisat ve Ticaret Mecmuası, Y.I, S.I, 1 Mayıs 1934,
ss.18-22.
HEATON, Hebert, Avrupa İktisat Tarihi I, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Osman
Aydoğuş, Teori Yayınları, Ankara 1985.
HURTON, Andrea, Parfümün Erotizmi: Güzel Kokuların Tarihi, Çev. Mustafa
Tüzel, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 1995.
EVLİYA ÇELEBİ, Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Yhz. Seyit Ali Kahraman,
Yücel Dağlı, C.6, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2001.
IŞIK, Hüsnü, Isparta’da Gülcülük ve Gülyağcılık, Ankara 1953.
İBN BATTÛDA, (Ebû Abdullah Muhammed İbn Battûda Tancî), İbn Battûda
Seyahatnâmesi I-II, Çev.A. Sait Aykut, YKY Yayınları, İkinci Baskı, İstanbul 2004.
İHSAN, Gülyağcılık San'atı, Maarif-i Umumiye Nezareti, Matbaa-i Âmire,
İstanbul 1332.
İLLEEZ, Muharrem Tolga, S.S. Başmakçı 1 Nolu (Gül) Tarımsal Kalkınma
Kooperatifi Kapsamındaki Ekolojik ve Konvansiyonel Yağlık Gül Üretimi Yapan
İşletmelerin Ekonomik Yönden Değerlendirilmesi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans
Tezi, İzmir 2002.
KAÇIOĞLU, İbrahim, "Esans (Kokulu Yağlar)”, Yeni Ün, I/4, Ankara 1966,
ss.125.
KARLOVALI, Mehmet Tayfur, Gül Yetiştirmek ve Yağ Çıkarmak, Kasbar
Matbaası, İstanbul 1313/1897.
KIZANLIK, Hasköy, Karlova, Filibe, Haritalar, İBB Atatürk Kitaplığı, nr.976.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 455

KÜRKÇÜOĞLU, Mine, Türk Gül Yağının Üretimi ve Özelliklerinin Tespiti,


Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Eskişehir 1988.
KÜSTER, Hansjörg, “İtalyan Bahçeleri”, Bahçelerin ve Parkların Tarihi,
Editör. Hans Sarkowicz, Dost Yayınevi, Ankara 2003, ss.111-124.
MOMCHİLOVA, Antonina Mitkova, 330 Years of Bulgarian Rose Oil,
Zemizdat Matbaası, Sofya 1994, s.23,
www.bpg.bg/bulgarianrose/roseoilhistory/roseindustry.phtml (06.03.2007).
NUREDDİN Münşi, “Gülyağı İstihsalatı Hakkında Burdur Vilayetinden
Mürsel Tahrirata Dair Zeyldir”, Ziraat Vekaleti Mecmuası, V/21, İstanbul 1341,
ss.71-77.
OROZOFF, Petko, The Rose, Its History, Kazanlık 1906.
POLAT, N. Hikmet (Yhz), Türk Çiçek ve Ziraat Kültürü Üzerine Cevat
Rüştü'den Bir Güldeste, Kitabevi, İstanbul 2001.
ŞENBARK, Selma, “Gül Çiçeği ve Gülyağı, Türkiye’de Gülyağı Sanayii”,
İstanbul Ticaret Odası Mecmuası, nr.1-3, İstanbul 1980, ss.23-52.
TEZ, Zeki, Bilimde ve Sanayide Kimya Tarihi, Nobel Yayın Dağıtım. Ankara
2000.
TUATAY, Nazife Tuatay, Isparta ve Burdur Bölgesi Yağ Güllerinin Başlıca
Zararları, Kısa Biyolojileri ve Savaş Metodları Üzerine Araştırmalar, Ankara 1963.
YENTÜRK, Nejat, “Osmanlı Parfümleri”, Kutsal Dumandan Sihirli Damlaya:
Parfüm, Yhz.Şennur Şentürk, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2005, ss.55-63.
YILMAZ, Mehmet, "Coğrafî Keşifleri Osmanlı Mutfağına Etkileri", I. Türk
Mutfak Kültürü Sempozyumu, (14-15 Ekim 2010-Bilecik), Bilecik Şeyh Edebali
Üniversitesi Yayını, Bilecik 2012, ss.83-116.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 456

EKLER
Ek I: XIX. Yüzyıl Ortalarında Kızanlık Kazası Haritası

Kaynak: BOA, HRT.d, nr.220 (1-4); HRT.d, nr.224 (6); İBB Atatürk Kitaplığı,
Haritalar, nr.976.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 457

Ek II: Kızanlık Bölgesinde Gül Toplayan Kadınlar

Kaynak: Henry J. Bruman, “The Bulgarian Rose Industry”, Economic


Geography, Vol. 12, No. 3 (Jul., 1936), s.277.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 458

Ek III: XVIII. ve XIX. Yüzyılda Kızanlık’ta Köylü Tipi İnbik (XIX. yüzyıl altta)

Kaynak: Momchilova, Bulgarian Rose Oil, s.18-19.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 459

Mektepsiz Polis Kalmasın: Selanik Polis Mektebi

Yücel YİĞİTx

ÖZET
Osmanlı polisi, adli tahkikat vazifesini üstleninceye kadar genel eğitim dışında mesleki bir eğitim
almıyordu. Adli tahkikatın polisin uhdesine bırakılmasıyla bilhassa adli konularda özel bir eğitim alması mecburi
hale gelmiştir. Dolayısıyla 1891 yılında Zaptiye Nezaretinde bir ‘polis dershanesi’ açılması kararlaştırılmıştır lakin
buradaki eğitimden verim alınamamıştır. Öte yandan Düvel-i Muazzama, Balkanlar’a yönelik ilgilerini sıcak
tutabilmek amacıyla Hıristiyanların güvenliklerinin tehdit altında olduklarını, komitacıların asayişi bozdukları
iddiasıyla bölgedeki polislerin eğitilmesini Osmanlı Devleti’ne ısrarla dayatmışlardır. Mekteplerin, derslerin ve
muallimlerin kendilerince seçilmesini özellikle arzu etmişlerdir. Bu siyasi atmosferde Osmanlı yönetimi, Selanik’te
böyle bir polis mektebinin açılmasını tereddütle karşılamıştır. Lakin Avrupalı Devletlerinin ısrarları karşısında
istemeyerek de olsa Selanik Polis Mektebinin açılmasını yabancı muallimlerin görev yapmaması karşılığında
kabul etmiştir. Dolayısıyla durum yeniden müzakere edilmiş ve sonuçta sadece mektep müdürünün yabancı
olması karşılığında Selanik Vilayetinde Rumeli Vilâyât-ı Şahanesi Polis Mektebi eğitime kapılarını açmıştır.
Bu araştırmanın temel amacı, Selanik Polis Mektebinin, polis eğitimine ne düzeyde katkı sağladığını
ortaya koymaktır. Ayrıca ‘Düvel-i Muazzamanın” mekteple ilgili talepleri ile Balkan milletlerinin münasebetleri de
konumuz içerisinde yer alacaktır. Çalışmamızın kronolojik çerçevesi, 1907-1912 yılları arasındaki dönemi
kapsamaktadır. Eserdeki belgeler, Emniyet Genel Müdürlüğü (EGM) Arşivinden alınacaktır. Yine ikinci
dereceden bazı kaynaklar da kullanılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Osmanlı Devleti, Eğitim, Polis, Selanik, Selanik Polis Mektebi

NO POLICE WITHOUT BEING EDUCATED: THESSALONIKI POLICE


SCHOOL

ABSTRACT
The Ottoman police did not receive any training other than general education until they assumed the
duty of judicial investigation. After the judicial investigation was left to the police, it was compulsory to receive
special training, especially in judicial matters. Therefore, in 1891, it was decided to open a police classroom at
the Ministry of Police, but the education there was not efficient. On the other hand, the Great Powers insisted
that the security of the Christians was under threat in order to keep their interest in the Balkans and the training

x
Doç. Dr. / Polis Akademisi Güvenlik Bilimleri Enstitüsü Öğretim Üyesi, yigit21@hotmail.com
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 460

of the policemen in the region was imposed to the Ottoman State. They particularly wanted schools, courses
and teachers to be chosen by themselves. In this political atmosphere, the Ottoman administration hesitantly
welcomed the opening of such a police school in Thessaloniki. However, in the face of the insistence of the
European States, the administration unwillingly accepted the opening of the Thessaloniki Police School in
exchange for the absence of foreign teachers. Therefore, the situation has been renegotiated and, in the end,
The Police School of Rumelia Province opened in the Thessaloniki Province, only in exchange for the school
director being foreign,
The main purpose of this research is to determine the level of contribution of the Police School of
Thessaloniki to police training. In addition, the demands of the Great Powers regarding the school and the
relations of Balkan nations will also be included in our subject. The chronological framework of our study covers
the period between 1907-1912. The documents in the work will be taken from the General Directorate of Security
(EGM) Archive. Some secondary sources will also be used.
Keywords: Ottoman Empire, Education, Police, Thessaloniki, Thessaloniki Police School.

GİRİŞ
Osmanlı polisi, adli tahkikat vazifesini üstleninceye kadar genel eğitim dışında
mesleki bir formasyondan geçmiyordu. Adli tahkikatın polisin uhdesine
bırakılmasıyla birlikte onların adli konularda özel bir eğitim alması mecburi hale
gelmiştir. Dolayısıyla 1891 yılında Zaptiye Nezareti’nde bir ‘polis dershanesi’
açılması kararlaştırılmıştır lakin buradaki eğitimden bir türlü verim alınamamıştır.
Öte yandan Düvel-i Muazzama, Balkanlar’daki Gayr-ı Müslimlerin
güvenliklerinin tehdit altında olduklarını, komitacıların asayişi bozdukları iddiasıyla
bölgede ıslahat yapılmasını Osmanlı Devleti’nden talep etmiştir. Etnik yapının
hukukunu muhafaza etmek isteyen Düvel-i Muazzama, Osmanlı Devleti’ne kolluk
birimlerinin eğitilmesini ısrarla dayatmıştır. Hatta mektep yöneticilerinin, derslerinin
ve muallimlerinin kendilerince seçilmesine dahi müdahale etmek istemişlerdir.
Böyle bir siyasi atmosferde Osmanlı yönetimi, Selanik’te bir polis mektebinin
açılmasına olumlu yaklaşmıştır lakin bir takım tereddütler de hâsıl olmuştur.
Osmanlı kolluk bürokrasisi, Avrupalı Devletleri’nin dayatmaları karşısında
istemeyerek de olsa Selanik Polis Mektebi’nin açılmasını kabul etmiştir.
Bu araştırmanın temel amacı, Osmanlı Devleti’nde ilk defa eğitime başlayan
ve mücbir sebepten dolayı faaliyetini sonlandırmak zorunda kalan Selanik Polis
Mektebi’nin, polis eğitimine ne düzeyde katkı sağladığını ortaya koymaktır. Ayrıca
‘Düvel-i Muazzama’nın” mektebin kurulma aşamasındaki rolünün ne olduğu? Eğitim
kadrosunun nitel ve nicel özelliklerinin neler olduğu? Ders müfredatı nasıldı?
Diplomalı polisler başkentten niçin talep edildi? Dersaadet Polis Mektebi’nin
kuruluşuna katkı sağladığı mı? gibi sorulara da cevap aranmıştır. Çalışmamızın
kronolojik çerçevesi, 1907-1912 yılları arasındaki dönemi kapsamaktadır. Eserdeki
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 461

belgeler, Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Başkanlığı ile Emniyet Genel


Müdürlüğü (EGM) Arşivleri’nden alınmıştır. Yine ikinci dereceden bazı kaynaklar da
istifade edilmiştir.

1- Eğitim Başlıyor
XIX. Yüzyıla kadar Osmanlı Devleti’nde iç ve dış güvenlik matruşka tarzında
iç içe olmuştur. Ordu, savaş zamanında cephede savaşır, barışta da sınırları korur
ve asayişi sağlardı. Bu görev, merkez ve taşrada farklı olmak üzere askeri birimlerin
içinden seçilmiş bir gruba tevdi edilmiştir. Askeri rutinden farklı olarak yürütülen bu
vatandaş hizmetinde özel bir eğitime ihtiyaç duyulmamıştır. Zira askeri eğitim,
asayiş hizmetlerini yürütmek için yeterli görülmüştür. Yenileşme Dönemi’yle iç ve
dış güvenlik algısı değişmeye başlayınca asayişi sağlayacak kolluk görevlilerinin
eğitimi aşikâr olmuştur.
Her ne kadar birçok polis memuru, okuma yazma bilseler de mesleklerini tam
olarak ifa edememişlerdir. Çünkü adli tahkikatta yetersiz kalmışlardır. Dolayısıyla
merkez ve taşradaki polis amir ve memurlarının ciddi bir hukuk eğitimine ihtiyaç
duyulmuştur. Bu amaçla ilk adım: 29 Mart 1891 tarihinde Zaptiye Nezareti
bünyesinde hizmet içi mantığıyla haftada iki gün ve bir buçuk saat eğitim veren
“polis dershanesi’ bir iradeyle açılmıştır1. Nazif Yazman ve Halim Tevfik Alyot, polis
dershanesindeki eğitimin asıl amacının tahsil ve terbiyeden ziyade saltanata
sadakat, casusluğa kabiliyet ve gösterişli olmak gibi vasıflar arandığını eleştirisel bir
dille ifade etmişlerdir2.
Dershanede: “Usûl-i Muhâkemât-ı Cezaiye, Ceza Kanunnâme-i
Hümâyûnuyla Tahkîkat-ı Evveliye” gibi dersleri yürütecek yüksek düzeyde
donanımlı muallim aranmaya başlanmıştır. Nihayet aranan muallim, Defter-i Hâkânî
(Tapu ve Kadastro) Nezareti’nde bulunmuştur. Dava Vekili Manyasizâde Refik Bey,
31 Mayıs 1891 tarihinde göreve başlayarak polis dershanesinin ilk muallimi

1 Polis Dershanesi’nin kuruluşuyla ilgili bir padişah iradesinden bahsedilmiştir lakin iradenin varlığıyla ilgili farklı görüşler mevcuttur.

Osman Nuri Ergin irade hususunda şunları ifade etmektedir: “Bu iradeyi arşivde aradım, bulamadım; fakat herhalde olacaktır. Daha
esaslı surette aramak lazım gelir. Böyle bir dershane açılmış mıdır? açılmışsa devam etmiş midir? Hem bahsi geçen irade hem de
buralar hakkında malumat elde edemedim. Zabıtamızın tarihini yazacak olanların bu noktaları inceleyerek ortaya çıkarmaları lazım
gelir”. Hikmet Tongur da tüm çabalarına rağmen bu iradeye ulaşamadığını beyan etmiştir. Öte yandan Ali Birinci, Polis Dershanesi
için yayınlanan iradenin varlığından bahseder ve referans olarak da Serkis Karakoç’un Külliyat-ı Kavânîn adlı eserini referans
göstermiştir. Serkis Karakoç da bu bilgiyi, Takvim-i Vekayi’nin 17 Mart 1307 (29 Mart 1891) tarihli nüshasından naklen almıştır. Ancak
iradenin müsveddesinin Hazine-i Evrak’taki dosyasında olmadığı notu da düşülmüştür. Ayrıntılı bilgi için bkz.: Osman Nuri Ergin,
Türkiye Maarif Tarihi, C. III, İstanbul, 1977, s. 1179; Hikmet Tongur, Türkiye’de Genel Kolluk Teşkil ve Görevlerinin Gelişimi, Ankara
2016, s.169-170; Ali Birinci, “Türk Emniyet Teşkilatındaki “İlkler””, Polis Bilimleri Dergisi, C. I (3), Ankara, 1999, s. 11-12. Bunun
yanında dönemin Zaptiye Nazırı Nâzım Bey’in bir Polis Dershanesi açılması için Sadrazam Kamil Paşa’ya bir tezkere göndermiştir.
Tezkere Meclis-i Mahsusa’da incelenmiş ve bu konu hakkında bir mazbata hazırlanarak Bâb-ı Âli’ye gönderilmiştir. Ayrıntılı bilgi için
bkz.: Özcan Mert, “Polis Teşkilâtımızda İlk Eğitim Hareketi”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, S. 19, İstanbul, 1969, s. 57-60.
2 Nazif Yazman, “Polis Mekteplerinin Tarihçesi”, Polis Dergisi, Y, 24, S. 311, Ankara, 1937, s. 4202; Halim Tevfik Alyot, Türkiye’de

Zabıta Tarihi Gelişim ve Bugünkü Durum, Ankara, 2008, s.813.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 462

olmuştur 3 . Refik Bey’in ders notları, kitaplaştırılarak talebelere dağıtılmıştır 4 .


Manyasizâde ücret almadan, gönüllü olarak yaklaşık üç yıl yürüttüğü muallimlikten
15 Ocak 1894 tarihinde istifa ederek ayrılmıştır. Şüphesiz beklenmedik gelişme,
eğitim ve öğretimin yaklaşık bir buçuk yıl kesintiye uğramasına sebep olmuştur.
Hemen aynı şartlarda başka bir muallim aranmıştır. Neticede Mahkeme-i Temyiz
Başmüdde-i Umûmisi (başsavcı) iken Adliye Nezareti Umûr-u Cezaiye Müdürlüğü
görevine getirilmiş olan Mehmet Cemalettin Bey, ikna edilmiş ve 3 Haziran 1895
tarihinde göreve başlamıştır. Mehmet Cemalettin Bey, polis muallimliğini 1908’e
kadar 13 yıl fahri olarak sürdürmüştür. Pek verim alınamayan ‘polis dershanesi’, II.
Meşrutiyet Devri’nde kapatılmıştır5.
Polis eğitimine dair ikinci adım: XX. Yüzyılın ilk çeyreğinde atılmıştır. Polis
sayısının gün geçtikçe artması, mesleki verimsizlik, örgün eğitime ve teknolojiye
duyulan ihtiyaç, birçok muallimin polis adaylara katacağı mesleki zenginlik -polis
dershanesi tek muallimden müteşekkildi-, teorik ve pratik dersleri dengeli dağılımı
gibi sebeplerden dolayı nitelikli bir polis mektebinin faaliyete geçmesi artık
kaçınılmazdı. Nitekim polis dershanesinin kapatılmasından -1908- bir yıl önce
Selanik’te bir yıl sonra da İstanbul’da bir polis mektebi açılmıştır.
Aslında jandarma ve polisin ıslahı ve eğitimi, Osmanlı Devleti açısından bir
zaruret halini almıştır. Böylelikle Rumeli’de her rütbeden polislerin eğitiminin
yanında; milliyetçilik tazyikindeki etnik yapı da dizginlenmeye çalışılmıştır. Çünkü
başta Rusya olmak üzere Düvel-i Muazzama’nın kışkırtmalarıyla Balkan milletleri,
sık sık ayaklanıp olay çıkartmışlardır. Yine etnik yapının haklarını korumak amacıyla
Osmanlı Devleti’nden ıslahat talep edip, onun iç işlerine karışmışlardır. Ayriyeten
bölgedeki Gayr-i Müslim ahalinin hukukunun korunması için yabancı zabıta
memurlarının da bölgede görevlendirilmesi için Bâb-ı Âli’ye baskı uygulamışlardır.
Osmanlı yöneticileri baskıya göğüs germek amacıyla ilk önce Selanik, Manastır ve
Üsküp Vilayetlerini kapsayan Vilâyât-ı Selâse’de, "Rumeli Vilayetleri Müfettiş-i
Umûmiliği’nin" kurulmasını kararlaştırmışlardır. İkinci olarak da bir polis mektebinin
açılması gündeme gelmiştir. Uzun süren oyalamadan sonra Osmanlı yönetimi,
Düvel-i Muazzama’nın iştirakiyle polis ve jandarma teşkilatlarının ıslahına
çalışılmak üzere yabancı zabıtadan oluşan bir heyetin görev yapmasını kabul
etmiştir. Dolayısıyla polis mektebi biraz da dış müdahaleye kapıyı kapatmak için

3 Halim Tevfik Alyot, 1895-1900 tarihleri arasında Manyasizâde Refik Bey’in Zaptiye Nezareti Teftiş ve Tahkik Heyeti Reisi olarak

Polis Dershanesi’nde eğitim verdiğini belirtmektedir. Ayrıntılı bilgi için bkz.: Halim Tevfik Alyot, a.g.e., s.813.
4 İhsan Birinci, “İlk Polis Okulları”, Hayat Tarih Mecmuası, S. 3, İstanbul, 1966, s. 87.
5 Polis Dershanesi muallimlerinden, Manyasizâde Refik ve Mehmet Cemalettin Beyler hakkında ayrıntılı bilgi için bkz.: Yurdal Demirel,

“Osmanlı Dönemi Polis Eğitiminden Bir Sayfa: Polis Dershanesi”, Türk Polis Tarihinin Kökenleri, Editör: Yücel Yiğit, Ankara, 2017, s.
377-397.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 463

tasarlanmıştır. Neticede Selanik Polis Mektebi, Yalılar’daki askeri hastane 6


civarında kiralanan bir binada 20 Aralık 1907 tarihinde “Vilayât-ı Şahane Polis
Mektebi” adıyla eğitim ve öğretime kapılarını aralamıştır7. Binasın fiziki kapasitesi
yetersiz kaldığı için Vilayât-ı Şahane Polis Mektebi’nin idarecileri ve öğretmenleri
Selanik Hükümet Konağı’nı birinci katını kullanmışlardır. Literatürde talebelerinin
yürüyüş talimi yaptığı fotoğrafın hemen arkasındaki beyaz binanın Selanik Polis
Mektebi olduğu bilinmektedir. Hâlbuki bina, 1892’de yapımına başlanılan Selanik
Rum Kız Yetimhanesi’dir. Polis talebelerinin yürüyüş yaptığı boş alan talim sahası
olarak kullanılmıştır. Boş alan halen mevcuttur8.

Fotoğraf 1: Selanik Polis Mektebi Öğrencileri Yürüyüş Taliminde- Arkada Cephede


Selanik Rum Kız Yetimhanesi Yer Almaktadır- İbrahim Feridun Efendi, Polis
Efendilere Mahsus Terbiye ve Malumat-ı Meslekiye Adlı Eserinden

Selanik Polis Mektebi’nin insan kaynakları hinterlandı Balkan Vilayetleri’dir.


Özellikle Selanik, Manastır, Kosova ve Üsküp Vilayetleri’nden gönderilen talebeler
ile ilgili vilayetlerdeki kadrolu polis amiri ve memurlarına, yatılı eğitim verilmiştir9. Bir
başka ifadeyle kadrolu emniyeti sınıfı, bir nevi hizmet içi eğitimden geçmiştir. Eğitim
süresi altı ay olarak planlanmıştır ancak Emniyet-i Umûmiye Müdürü Galip Bey ve
Dersaadet Polis Mektebi Müdürü Ahmet Bey’in 1909’da Londra’ya yaptıkları iş

6 Askeri hastane günümüzde Selanik Arşiv Binası olarak hizmet vermektedir.


7 Osman Nuri Ergin, a.g.e., s. 1497.
8 Kıymetli bilgileri bizimle paylaşan Dr. Neval Konuk Halaçoğlu’na çok teşekkür ederim.
9 Polis Okulu Broşürü 1937, Ankara, 2016, s. 39-40.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 464

seyahatinden sonra süre dört aya indirilmiştir. 1910 tarihli Polis Mektepleri
Nizamnamesi’nde 10 de eğitim süresi özellikle belirtilmiştir. Dört aylık süre altışar
haftalık dilimlere ayrılmıştır 11 . Tüm çabalarımıza rağmen mektebin mevcudunu
öğrenemedik

2. Kadro
Tablo 1. Selanik Polis Mektebi’nin Kadrosu (1907)
Memuriyet Adı Adet Maaş/Kuruş
Müdür/Yüzbaşı 1 1.400
Dâhiliye Zabiti-Mülazım-ı Evvel 1 900
Dâhiliye Zabiti-Mülazım-ı Sani 1 775
Tabip ve Hıfz-üs-sıhha 1 1.200
Muallimi
Kavânîn Muallimi 1 2.000
Müzakereci 2 1.000
Hesap Memuru 1 600
Serhademe 1 300
Hademe 5 200
Aşçıbaşı 1 300
Aşçıbaşı (Seneliktir) 1 1.200
Yekûn 16 9.875
Tablo 1.’de görüleceği üzere Osmanlı Devleti’nde örgün eğitim veren ilk polis
mektebine üçü idareci, dördü muallim, dokuzu yardımcı hizmetler olmak üzere
toplamda 16 kişilik kadro tahsis edilmiştir. Altı kişiyle en fazla kadro, temizlik ve
destek işlerini yürütmek amacıyla hademelere ayrılmıştır. 16 kadronun Osmanlı
Devleti’ne aylık maliyeti 9.875 kuruştur. 2.000 kuruşla en fazla maaşı kavânîn
muallimine aittir. Hatta mektep müdüründen 600 kuruş daha fazla maaş almaktadır.
En düşük maaşı hademeler almaktadır.

10 1910 tarihli Polis Mektepleri Nizamnamesine göre polis mektepleri, her hangi bir eğitim kurumu olarak değerlendirilmek yerine,
Emniyet-i Umûmiye Müdüriyetine doğrudan bağlı bir birim olarak tanımlanmıştır. Polis mekteplerinin kadrosu, yüzbaşı rütbesinde bir
müdür, bir kanun dersleri öğretmeni, mülazım-ı evvel rütbesinde bir dâhiliye müdürü, mülazım rütbesinde iki dâhiliye zabiti, komiser
veya komiser yardımcısı rütbesinde 3 dâhiliye komiseri, doktor, eczacı, hesap memuru ve mutemet olarak belirlenmiştir. Polis
eğitiminin başlangıcında hizmet içi eğitim olarak başlayan sisteme daha sonraki dönemlerde, dışarıdan öğrenciler de alınmaya
başlanmıştır. Polis mekteplerinde eğitim-öğretim ve terbiyeden, mektep müdürü, Emniyet-i Umûmiye Müdüriyeti’ne karşı sorumlu
tutulmuştur. İstanbul’daki polis mektebinin hukuk derslerine hukuk mektebi mezunu ve zabıta hizmetlerinde istihdam edilen bir
öğretmen girmektedir. Diğer dersler ise yukarıda sayılan mektep heyeti tarafından verilmektedir. Fakat zamanla, Dersaadet Polis
Mektebi’nde eskrim talimi dersine giren Ziya Bey örneğinde olduğu gibi, mektep dışından öğretmenlerin de girdikleri görülmektedir.
Ayrıntılı bilgi için bkz.: İbrahim Yılmaz, “Osmanlı Polis Okulları: Eğitim”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S. 38,
Konya, 2015, s. 109.
11 İbrahim Yılmaz, a.g.m., s. 108.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 465

Mektep açılmadan evvel biri Belçikalı diğeri İtalyan iki subay, ıslah heyeti
içerisinde Rumeli’de göreve başlamıştır. Osmanlı Devleti, mektebin açılışından ve
kadro tahsisinden sonra bu iki subayı sırayla mektebe müdür olarak tayin etmiştir.
Nitekim Belçikalı Yarbay Leon Brozo, 2 Ocak 1908 tarihinde Selanik Polis
Mektebi’nin ilk müdürü olmuştur12. Ancak yeterince Türkçe bilmediği için Brozo’nun
tercümanlığına, Bakırköy’de görev yapan Selanikli Merkez Memuru İhsan Bey
atanmıştır. Yine Üsküp Vilayeti Komiserlerinden Mehmet Ragıp Bey de mektebin
dâhiliye müdürü olmuştur. Mektebin muallimleri arasında Manyasizâde Refik ve
Nesim Mazelyah da vardır13.

Tablo 2. Selanik Polis Mektebi’nin Yönetici ve


Muallim Kadrosu (1907-1912)
Göreve Baş.
Memuriyet Adı Adı Soyadı Maaş/Kuruş
Tarihi
Mektep Müdürü Leon Brozo 2 Ocak 1908 1.400
Mektep Müdürü Kemal Bey 3 Eylül 1908 1.400
Ahmet Necati
Mektep Müdürü 11 Ocak 1910 1.400
Efendi
Zeynel Abidin
Mektep Müdürü 2 Ağustos 1911 1.400
Efendi
Mektep Müdürü Osman Zeki Bey 2 Eylül 1912 2.000
Zeynel Abidin
Dâhiliye Zabiti 4 Eylül 1909
Efendi
Mustafa Sadrettin
Dâhiliye Zabiti 9 Mart 1910
Efendi
Dâhiliye Zabiti Leon Efendi 14 Ağustos 1911
Dâhiliye Zabiti Bahtiyar Efendi 3 Nisan 1911
Dâhiliye Zabiti Halil Efendi 12 Ekim 1912 1.200
Dâhiliye Zabiti Mehmet Necati Bey 2 Ocak 1908
Mehmet Şefkati
Kavânîn Muallimi 30 Ocak 1910 2.000
Bey
Kavânîn Muallimi Asım Efendi 2 Ekim 1912 2.000
Mehmet Ragıp
Dâhiliye Müdürü 2 Ocak 1908
Efendi
Dâhiliye Müdürü Ali Fehmi Efendi 24 Ekim 1908
Dâhiliye Müdürü Cemil Bey 2 Aralık 1908
Mustafa Sadrettin
Dâhiliye Müdürü 2 Ağustos 1912
Efendi

12 Emniyet Genel Müdürlüğü Arşivi, Tüm Polis Okulları Defteri Selanik Polis Mektebi, No.19, s.101-160.
13 Polis Okulu Broşürü 1937, Ankara, 2016, s. 39.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 466

Polis Nizamnamesi
Asım Efendi 2 Ocak 1908 2.000
Muallimi
Mehmet Ragıp
Sermüzakereci 2 Ocak 1908
Efendi
Müzakereci Emin Zülfü Efendi 14 Ağustos 1911 1.000
Hüseyin Hüsnü
Müzakereci 4 Eylül 1911 1.000
Efendi
Manyasizâde Refik
Muallim 2 Ocak 1908
Bey
Muallim Ali Kemal Bey 8 Ocak 1908
Mehmet Şakir
Muallim 2 Ocak 1908
Efendi
Muallim Mehmet Ali Bey 6 Ekim 1909
Muallim Hüseyin Zülfü Bey 4 Eylül 1909
Nesim Ruso
Muallim 2 Ocak 1908
(Mazelyah ) Ef.
Muallim İbrahim Efendi 15 Kasım 1908
Muallim Abdullah Bey 25 Eylül 1909
Mustafa Asım
Fransızca Muallimi 28 Şubat 1910
Efendi
Mustafa Asım
Kroki Muallimi 28 Şubat 1910
Efendi
Jimnastik Muallimi Feridun Bey 2 Kasım 1907
Jimnastik Muallimi Bedri Bey 24 Ekim 1907
Jimnastik Muallimi Celal Efendi 25 Şubat 1912
Jimnastik Muallimi Mehmet Adil Efendi 2 Ocak 1909
Jimnastik Hüsnü Naim Efendi 14 Ağustos 1908
Müd. İb. Muallimi Halil Efendi 12 Ekim 1912 1.200

Tablo 2.’de de belirtildiği üzere 1907-1912 yılları arasındaki beş yıllık süre
zarfında 37 kişi Selanik Polis Mektebi’ne emek vermiştir. Şüphesiz bunlardan
bazıları yönetici, bazıları eğiticidir. Tablo 2.’de yardımcı hizmetler sınıfı yer
almamaktadır. Eğitim kadrosunun göreve başlama tarihi yer almaktadır lakin ayrılış
tarihleri belli değildir. Yine tablodaki bazı görevlilerin aylık maaşları belirtilirken,
bazılarınınki mevcut değildir. Mektep, ilk açıldığında ihdas edilen kadro, ihtiyaçlara
göre yeniden şekillenmiştir. Örneğin sermüzakereci ile polis nizamnamesi,
Fransızca, kroki ve jimnastik muallimleri kadroları ilk defa teşkil edilmiştir.
Dolayısıyla beş farklı alanda eğitici ikame edilmiştir. Farklı zamanlarda görev yapan
personel arasında, Mektep Müdürü Leon Brozo ile Dâhiliye Zabiti Leon Efendi
müstesna, tamamen yerlidir. Zeynel Abidin Efendi, mektepte dâhiliye zabiti görevini
yürütürken 2 Temmuz 1911 tarihinden itibaren mektep müdürlüğüne atanmıştır.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 467

Bunun yanında Mustafa Asım Efendi, hem Fransızca hem de kroki muallimliği
derslerini birlikte yürütmüştür. Yine Mustafa Sadrettin Efendi, ilk önce dâhiliye zabiti
olarak mektepte göreve başlamış, akabinde dâhiliye müdürlüğüne yükselmiştir.
İhtiyaç duyulan alanlarla ilgili olarak, mektep dışından görevlendirmelerin yapıldığı
anlaşılmaktadır. Zira ihdas edilen eğitim kadrosuyla ders verenlerin sayısı birbirini
tutmamaktadır.

Fotoğraf 2: Selanik Polis Mektebi’nin Eğitim Kadrosu ve Öğrencileri

Aralarında Mektep Müdürü Leon Brozo ile Manyasizâde Refik ve Nesim


Mazelyah’ın bulunduğu 7 kişi, 2 Ocak 1908’de göreve başlayarak mektebin kurucu
kadrosunu oluşturmuşlardır. Belçikalı müdür, yaklaşık 9 ay kadar görev yaptıktan
sonra sözleşmesinin yenilenmemesi üzerine, 4 Ekim 1908 tarihinde müdürlükten
ayrılmıştır 14 . Yerine yerli biri olan Kolağası Kemal Bey atanmıştır. Öte yandan
Derviş Okçabol, Kemal Beyden önce İtalyan Zabit Kaprini’nin mektep müdürlüğünü
yürüttüğünü ileri sürmektedir. Benzer bir bilgi Osman Nuri Ergin ve Halim Tevfik

14 Emniyet Genel Müdürlüğü Arşivi, Tüm Polis Okulları Defteri Selanik Polis Mektebi, No.19, s. 102; Eyüp Şahin, Türk Polis Eğitim

Tarihi, Ankara, 2018, s.287. Ayrıca Leon Brozo, hizmetlerinden dolayı 24 Eylül 1908 tarihinde üçüncü rütbeden Nişan-ı Osmani ile
taltif edilmiştir. Ayrıntılı bilgi için bkz.: Eyüp Şahin, Dersaadet Polis Mektebi, Ankara, 2018, s.63-64.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 468

Alyot tarafından da verilmektedir 15 . Ancak Tablo 2.’de Kaprini’nin ismi


zikredilmemektedir.
Tablo 3. Selanik Polis Mektebi’nin Yönetici ve Muallim Kadrosu (1912)
Memuriyet Adı Adet Maaş/Kuruş
Müdür 1 2.000
Kavânîn ve Polis Nizamnamesi 1 2.000
Muallimi
Dâhiliye Müdürü ve Terbiye-i 1 1.200
Meslekiye ve Kitabet Muallimi
Sınıf Zabiti ve Riyazet-i Bedeniye 1 1.000
Muallimi
Sınıf Zabiti/Fotoğraf -Daktiloskopi ve 1 1.000
Telgraf Muallimi
Muhasebe-Tahrirat Kâtibi ve Hesap 1 750
Dersi Muallimi
Serhademe ve Vekilharcı 1 300
Hademe 8 200
Aşçı 1 300
Aşçı Yamağı 1 100

1912 yılını kapsayan Tablo 3. 17 personelden müteşekkildir. Mektebin ilk


kadrosunun teşekkül ettiği 1907 yılına ait Tablo 1.’de 16 kişi bulunmaktadır.
Dolayısıyla beş yıllık süre zarfında pek fazla kadro ihdas edilmemiştir. Tablo 3.’ün
Tablo 1.’den tek farkı, fazladan 1 kişilik aşçı yamağı kadrosudur. Burada da eğitici
ihtiyacı dışardan görevlendirilmelerle giderilmiştir. Tablo 3.’e göz attığımızda en
fazla kadro, 9 kişiyle hademe sınıfına tahsis edilmiştir. Dâhiliye zabitliği kadrosu,
sınıf zabitliğine tahvil edilmiştir. 2 kişilik müzakereci kadrosu da lağvedilmiştir. Bazı
dersler ilk defa programa konulmuş ve muallimlerine kadro ayrılmıştır. Bu dersler
şunlardır: Fotoğraf-daktiloskopi ve telgraf, terbiye-i meslekiye ve kitabet, riyazet-i
bedeniye ile muhasebe-tahrirat ve hesap dersleridir.
En fazla maaşı 2.000 kuruşla mektep müdürü ile kavânîn ve polis
nizamnamesi muallimi almaktadır. Tablo 1. ile Tablo 3.’ü karşılaştırdığımız da
mektep müdürünün maaşı 5 yılda 600 kuruş artmıştır. Zira Tablo 1.’e göre 1907’de
en fazla maaşı kavânîn muallimi almaktadır. Dolayısıyla beş yıllık süreçte müdürle

15 Osman Nuri Ergin, a.g.e., s. 1497; Derviş Okçabol, Türk Zabıta Tarihi ve Teşkilat Tarihçesi, Ankara, 2016, s. 174-176; Halim Tevfik

Alyot, a.g.e., s.813.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 469

kavânîn mualliminin maaşı eşitlenmiştir. Yardımcı hizmetler sınıfının ücretleri


genellikle sabit kalmıştır. Mektep kapanmadan önce en düşük maaşı 100 kuruşla
aşçı yamağı aldığı ortadadır.
1911’de Muvazene-i Umûmiye bütçesinden beş polis mektebi için 1.036.032
kuruş tahsisat ayrılmıştır. Bunun 188.133 kuruşu da Selanik Polis Mektebi’ne tahsis
edilmiştir. Aynı tahsisat mektep kapanıncaya kadar mektebe ayrılmıştır16. Osmanlı
Devleti’nin örgün eğitim veren ilk polis mektebi Balkan Savaşları neticesinde
Selanik’in işgal edilmesiyle 9 Kasım 1912 tarihinde eğitime son vererek Türk Polis
Tarihi’ndeki ve eğitimdeki yerini almıştır17.
3- Dersler ve Müfredat
1907 tarihli Polis Nizamnamesi’nde polis mektepleriyle ilgili bir husus yer
almamıştır. Dolayısıyla aynı yıl eğitime başlayan Selanik Polis Mektebi, plansız ve
programsız bir şekilde faaliyete geçmiştir. Polis eğitimiyle ilgili ilk nizamname, ancak
1910’da yayınlanmıştır. Ancak bundan önce 1908’de çıkartılan Emniyet-i Umûmiye
Müdüriyeti Teşkilât Kanunu’nda polis mekteplerine ve eğitimine değinilmiştir. Hatta
Selanik ve Dersaadet Polis Mektepleri’nden sonra Erzurum, Bağdat ve Beyrut’ta da
bir mektep açılacağı ön görülmüştür.
Mektepte komiser ve polislere ayrı dersler verilmiştir. Ders müfredatı, tüm
emniyet mensuplarının istifadesi amacıyla ‘Polis Gazetesi’nde neşredilmiştir 18 .
Komiserlerin aldıkları dersler, transkript usullü bir diploma gözler önüne
sermektedir. Örneğin 1908’de Selanik Vilayeti’nden Üçüncü Sınıf Komiser Kazım
Efendi’nin diplomasına göz attığımızda şu dersleri almıştır:

16 Eyüp Şahin, Dersaadet Polis Mektebi, Ankara, 2018, s.63.


17 Emniyet Genel Müdürlüğü Arşivi, Tüm Polis Okulları Defteri Selanik Polis Mektebi, No.19, s. 154; Eyüp Şahin, Türk Polis Eğitim
Tarihi, Ankara, 2018, s.300; Eyüp Şahin, Dersaadet Polis Mektebi, Ankara, 2018, s.64.
18 Polis Gazetesi’nin 7 Eylül 1911 tarihli nüshasının 14. sayfasında polis eğitimiyle ilgili şöyle bir not bulunmaktadır: “Polis mekâtibinin

teşkilatıyla idare-i dâhiliyesine ve heyet-i idare ve muallimîn ve müdâvimîn vezâif-i umûmiyesine dair Emniyet-i Umûmiye
Müdüriyeti’nce kaleme alınan Dâhiliye Nezaret-i Celilesi’nce tasvip buyurulan talimatnamedir:”. İlgili ve diğer nüshalarda polislerin
görev tanımları yapılmaktadır. Ayrıntılı bilgi için bkz.: Polis Gazetesi, 7 Eylül 1911, S. 2, s. 14-16. Gazete 1911 yılına ait diğer
nüshalarında da Selanik Polis Mektebi’nde verilen dersleri sütunlarına taşımıştır.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 470

Selanik Vilayeti’nden Üçüncü Sınıf Komiser


Kazım Efendinin Şahâdet-nâmesi (1908)

1- Polis Nizamnamesi ve Zabıta Görevleri,


2- Ceza Kanunu,
3- Ceza Yargılaması Usulü,
4- İdare Hukuku ve Genel Kaideler,
5- Resmi Yazışma,
6- Adli Yazışma,
7- Hukuk İlmine Giriş,
8- Hıfz-üs-sıhha ve Müdâvât-ı Evveliye,
9- Jimnastik ve Yanaşık Düzen Eğitimi19.
1912’den itibaren yukarıdaki derslere ilaveten daktiloskopi (parmak izi) ve
telgraf dersleri de programa eklenmiştir20. Yukarıdaki listeden anlaşılacağı üzere
dersler teorik ve pratik olarak tasnif edilmiştir. Hıfz-üs-sıhha ve müdâvât-ı evveliye

19 Emniyet Genel Müdürlüğü Arşivi, 29 Mayıs 1908 tarihli Selanik Vilayeti’nden Üçüncü Sınıf Komiser Kazım Efendinin
Şehâdetnâmesi. Ayrıntılı bilgi için bkz.: Ek-1-2.
20 Eyüp Şahin, 1907’den 2000 e Polis Okulları, Ankara, 2001, s. 19.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 471

Polis Memuru Subhi Efendinin Şahâdet-nâmesi (1910)


(ilk yardım) ile jimnastik ve yanaşık düzen eğitimi dersleri pratiğe yöneliktir.
Şüphesiz buna daktiloskopi (parmak izi) ve telgraf derslerini de ilave edebiliriz.
1910 tarihli Polis Mektepleri Nizamnamesi’yle polis mekteplerinin ders
programlarına şekil verilmiştir. Buna göre adli dersler: Hukuka giriş, ceza kanunu,
ceza kanunu usulünün adlî zabıta kısmı ve girişi, adlî zabıta hukuku, devletler özel
hukuku’nun zabıtaya ait kısmı ve polis nizamnamesi’nden müteşekkildir. Dönemin
talim dersleri ise şöyledir: Kroki, uygulamalı telgrafçılık ve telefon kullanımı, terbiye-
i bedenîye ve meslekîye, fotoğrafçılık, jimnastik, hıfz-üs-sıhha ve müdâvât-ı
evveliye’dir21.
Öte yandan 13 Ağustos 1910 tarihinde Selanik Polis Mektebi’nde eğitimini
tamamlayan Polis Memuru Subhi Efendi’nin diplomasından bir polis memurunun
aldığı dersleri tespit edebilme imkânımız bulunmaktadır. Subhi Efendi’nin
diplomasında şu dersler yer almaktadır:
1- Hukûk-ı İdare,
2- Mukaddime-i İlm-i Hukûk,

21 İbrahim Yılmaz, a.g.m., s. 111.


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 472

3- Usûl-i Muhâkemât-ı Cezâiye,


4- Cezâ Kânûnnâmesi,
5- Jimnastik,
6- Fransızca,
7- Kroki,
8- Müdâvât-ı Evveliye (ilk yardım),
9- Tatbikât (tutanak ve rapor yazma),
10- Polis Nizâmnâmesi,
11- Uhûd-ı Atîka (eski antlaşmalar)22.
Polis memurları da tıpkı amirleri gibi teorik ve pratik dersler almışlardır.
Jimnastik, kroki, müdâvât-ı evveliye ve tatbikât gibi dört ders uygulamaya yöneliktir.
Diğer yedi ders teorik düzeydedir. Yabancı dil olarak o yüzyılda Balkanlar’daki en
yaygın dil olan Fransızca tercih edilmiştir. Programda yer alan ilginç bir derste uhûd-
ı atîka’dır. Eski antlaşmalar, polis memurlarına öğretilerek geçmişle aradaki bağ
muhafaza edilmeye çalışılmıştır.
Emniyet-i Umûmiye Müdüriyeti, mekteplerde okutulacak dersler için
müfredata uygun ders kitapları için bir ilan
vermiştir. Yazara fahri polis mektebi birinci
öğretmeni ünvanı verileceği gibi hukuka
giriş, ceza muhakemesi usulü, ceza
kanunu, idare hukuku, tatbikat ve kitabet
bölümünü yazacak kişiye 4.000 kuruş;
terbiye-i bedeniyye ve meslekiyye, Hıfz-üs-
sıhha ve müdâvât-ı evveliye ve kroki
bölümünü yazacak kişiye ise 2.000 kuruş
para ödülü vaadin de bulunulmuştur23.
Mektepte sınavlar ise şöyle
yapılmaktadır: 1910 tarihli Polis Mektepleri
Nizamnamesi’ne göre hem her sınıfın
sonunda hem de üçüncü sınıfın sonunda
Fotoğraf 3: Balkan Savaşları Öncesi memurlar ve adaylar yazılı sınavdan
Selamlık Elbisesiyle Bir Polis Mektebi geçirilmektedir. Sınavların her birinden
Öğrencisi, Polis Okulu Broşürü 1937
gerekli puanı alamayan memurlar terfiden
mahrum olmak üzere kadrolarına iade

22 Emniyet Genel Müdürlüğü Arşivi, 13 Ağustos 1910 tarihli Polis Memuru Subhi Efendinin Şehâdetnâmesi, Ayrıntılı bilgi için bkz.: Ek-
3-4.
23 İbrahim Yılmaz, a.g.m., s. 112.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 473

edilmekte, dışardan katılan adayların ise kaydı silinmektedir. Bu durum üçüncü


sınıfın son haftasında yapılan sınavlarda da geçerlidir24.

4- Bazı Mektep Mezunlarının Başkentte Görevlendirilmesi ve Dersaadet


Polis Mektebi’nin Kuruluşuna Etkisi
Selanik Polis Mektebi’nin umulmadık başarısı devrin yöneticilerinin dikkatini
çekmiştir. Eğitimli polislerin, İstanbul’daki polislere iyi örnek olacağı düşüncesiyle
bazı polislerin başkentteki polis merkezlerinde görevlendirilmesi kararlaştırıldı. Bu
amaçla Dâhiliye Nezareti’nden 19 Ağustos 1908 tarihinde Vilâyât-ı Selâse
Müfettişliği’ne şöyle bir yazı:
“Dersaadet’te müstahdem polis memurlarına numune-i imtisal
olmak ve bu sırada münasip merkezlerde istihdam edilmek üzere
Selanik Polis Mektebi’nden şahâdet-nâme almış 20 polis efendinin
Dersaadet’e i’zâmı husûsunun Vilâyât-ı Selâse Müfettiş-i Umûmiliği’ne
emr u iş’ar bâbında” gönderilmiştir25.

Dâhiliye Nezareti’nin istediği 20 polis talebine karşılık ertesi gün -20 Ağustos-
Rumeli Vilayeti Umûm Müfettişi Hüseyin Hilmi Paşa şu cevabi telgrafı göndermiştir:
“7 Ağustos sene 324 Vilâyât-ı Selâse mevcûdundan 20 kadar
polis i’zâmı i’zâsât-ı hariciyeyi mucip olmaz fakat vilâyât-ı mezkûre
polislerinin adedi esasen ihtiyacât-ı hakikiyeden dûn olduğu ve ikinci
devre-i tedris için Ağustosun ibtidasında 75 komiser ile polis memuru
mektebe idhal olunduğu cihetle 20 polisin daha tenkîsiyle Dersaadet’e
i’zâmı vezâif-i zabıtayı bir dereceye kadar sektedâr edeceği gibi hiçbir
komiser ile polis memurunun da rütbe ve muhassasât-ı hazırasıyla
Dersaadet’e azimete muvafakat etmesi me’mul olmadığından polis
memurları komiser muavinliği ve komiser muavinleri üçüncü komiserlik
ve üçüncü komiserler de ikinci komiserlik ile terfiân kabul buyrulursa
mektepli polis memurlarıyla komiserlerden 15 kişi gönderilmek ve
yerlerine buraca diğerleri taharrrî ve tayin olunmak üzere cevab-ı
sâmilerine intizâr olunur ol bâbda Fi 7 Ağustos sene 324
Rumeli Müfettişi Hüseyin Hilmi”26.

24 İbrahim Yılmaz, a.g.m., s. 127-128.


25 BOA, ZB., Dosya No: 325, Gömlek No: 41, 6 Ağustos 1324 (19 Ağustos 1908).
26 BOA, DH. MKT., Dosya No: 1282, Gömlek No: 88, 16 Ağustos 1324 (29 Ağustos 1908).
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 474

Bazı çekincelere ve ayak sürümelere rağmen Hüseyin Hilmi Paşa yazıya


olumlu cevap vermiştir. Öte yandan 22 Ağustos 1908 tarihinde Dâhiliye Nezareti
de, Zaptiye Nezaret-i Celilesi’ne konuyla ilgili şu yazıyı yollamıştır:
“Dersaadet’te şu sırada münasip merkezlerde istihdam edilmek
üzere Selanik Polis Mektebi’nden şahâdet-nâme almış 20 polis
efendinin Dersaadet’e celbi 6 Ağustos 324 tarihli ve dört yüz on iki
numaralı tezkere-i behiyyelerinde izbâr buyrulmasıyla i’zâsât-ı
hariciyeyi davet etmesi melhûz olmadığı ve mahall-i tertibatına da halel
vermediği sûrette icra-yı icabı Rumeli Vilâyât-ı Şahânesi Müfettiş-i
Umûmiliği’ne yazılmıştı. Bu kere alınan cevapta Vilâyât-ı Selâse
mevcûdundan Dersaadet’e 20 kadar polis i’zâmı i’zâsât-ı hariciyeyi
mucip olmayıp fakat vilâyât-ı mezkûre polislerinin adedi esâsen
ihtiyacat-ı hakikîyeden dûn olduğu ve ikinci devre-i tedris için
Ağustos’un ibtidasında 75 komiser ile polis memuru mektebe idhal
edildiği cihetle 20 polisin daha tenkîsiyle Dersaadet’e i’zâmı vezâif-i
zabıtayı bir dereceye kadar sektedâr edeceği gibi hiçbir komiser ile
memurunun da rütbe ve muhassasât-ı hazırâsıyla Dersaadet’e azimete
muvâfakat etmesi me’mul olmadığından polis memurları komiser
muavinliği ve komiser ve üçüncü komiserlik ve üçüncü komiserler ikinci
komiserlik ile terfian kabul olunursa mektebli polis memurlarıyla
komiserlerden 15 kişi gönderilmek ve yerlerine buraya diğerleri taharrî
ve tayin olunmak üzere cevaba intizâr olunacağı bildirilmiştir.
Dermeyân ile şerâit-i muvafık görüldüğü takdirde hemen i’zâmları için
tebligâta icra olunmak üzere keyfiyetin âcilen inbâsı husûsuna himmet
buyrulması bâbında”27.

Yukarıdaki yazıdan da anlaşılacağı üzere başkentte yaşamanın maddi bir


bedeli vardır. Dolayısıyla bazı polislerin başkentte görev yapmak istemeyeceği ve
gönüllülük esas olacağı belirtilmiştir. Yazışmalardan sonra İstanbul’da 5 komiser
muavini ile 10 polis memurunun görevlendirilmesi kararlaştırılmıştır. Konuyla ilgili
Selanik Polis Mektebi Müdürlüğü, 27 Ağustos 1908 tarihinde Rumeli Vilayeti Umûm
Müfettişi Hüseyin Hilmi Paşa’ya şu yazıyı yollamıştır:
“Huzûr-u Sâmî-i Hazret-i Müfettiş-i Efhamiye
Devletlû Efendim Hazretleri

27 BOA, DH. MKT., Dosya No: 1282, Gömlek No: 88, 16 Ağustos 1324 (29 Ağustos 1908).
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 475

Emr-i sâmî-i müfettiş efhamlarına tevfîkan Rumeli Vilâyât-ı


Selase Polis Mektebi mezunlarından olup Dersaadet’e polis tensikâtı
icrasına numune olmak üzere terfian gönderilmeye layık görülen 5 polis
komiseri ile 10 polis memurunun esâmisini hâvi cetvel leffen takdim-i
pişgâh-ı sâmîleri kılınmış olmakla ol bâbda emr u ferman hazret-i men
leh-ül emrindir Fi 29 Recep Sene 326 Müdir-i Mektep Kâimmakam
[Yarbay]” 28 . Bir dizi yazışmalardan sonra Selanik Polis Mektebi’nin
mezunları başkentte değerlendirilmesine karar verilmiştir.

Tablo 4. İstanbul’da Görevlendirilen Selanik Polis Mektebi Mezunu


Komiser Muavini ve Polisler (1908)29

SELANİK KOSOVA MANASTIR


Polis Memuru Abdullah Komiser-i Salis Mehmet Komiser-i Salis Hasan Ef.
Sıtkı Ef. Ali Ef.
Polis Memuru Ali Şani Ef. Komiser-i Salis Cemal Komiser-i Salis İbrahim Ef.
Ef.
Polis Memuru Halil Komiser-i Salis Hüseyin Polis Memuru Mehmet
Şerafettin Ef. Ef. Emin Ef.
Polis Memuru Hasan Polis Memuru İbrahim Ali Polis Memuru Haydar
Tahsin Ef. Ef. Beşşar Ef.
Polis Memuru Hasan Polis Memuru Şerif Polis Memuru Raif Ef.
Emin Ef. Elmas Ef.

Tablo 5. İstanbul’da Görevlendirilen Selanik Polis Mektebi Mezunu Komiser


Muavini ve Polislerin Vilayetlere Göre Dağılımı (1908)30

KADROSU POLİS MEMURU POLİS KOMİSERİ


Selanik Vilayeti 5 -
Kosova Vilayeti 2 3
Manastır Vilayeti 3 2
YEKÛN 10 5

28 BOA, TFR. 1.M., Dosya No: 22, Vesika No: 2124/1, 13 Ağustos 1324 (26 Ağustos 1908).
29 BOA, TFR. 1. M., Dosya No: 22, Vesika No: 2124/2, 13 Ağustos 1324 (26 Ağustos 1908).
30 BOA, TFR. 1. M., Dosya No: 22, Vesika No: 2124/2, 13 Ağustos 1324 (26 Ağustos 1908).
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 476

Tablo 5.’de görüleceği üzere Rumeli Umûm Müfettişliği’nin sorumluluğundaki


3 vilayetten görevlendirme yapılmıştır. Her vilayetten 5’er kişi seçilmiştir. Selanik
Vilayeti’nden sadece polis memuru görevlendirilmiştir. Kosova Vilayeti’nden
görevlendirilen komiser muavini polis memurundan bir fazladır. Manastır
Vilayeti’nde ise polis memuru bir fazladır. Toplamda 15 emniyet görevlisi, hem
başkentte sorunlu bölgelerde mesaiye başlamış hem de mektepsiz polislere örnek
oluşturulması düşünülmüştür.
Selanik Polis Mektebi, başta Dersaadet Polis Mektebi olmak üzere daha
sonra kurulacak polis mekteplerine ön ayak ve laboratuvar olmuştur. Zaten
başkentte bir polis mektebi açılması düşüncesi öteden beri mevcuttur. II. Meşrutiyet
Dönemi’nde 31 Mart Vakası’nın patlak
vermesiyle Mahmut Şevket Paşa
komutasındaki Hareket Ordusu isyanı
bastırmak amacıyla başkentte
yürümüştür. Hareket Ordusu içerisinde
Selanik’ten Zabit Feridun Bey de vardır.
Feridun Bey, çeşitli gazetelere İstanbul
polis teşkilatı hakkında yazılar kaleme
almıştır. Fikirleri, Zaptiye Nezareti’nden
Erkân-ı Harbiye Feriği Farukîzâde Sami
Paşa’nın dikkatini çekmiştir. Yüz yüze
görüşmeden sonra başkentte bir polis
mektebinin açılması fikri iyice
olgunlaşmıştır. Ancak kaybedilecek
zaman yoktur. Mektep açılıncaya kadar
İstanbul emniyetindeki komiser ve
polislerin Şehzadebaşı’ndaki Ferah
Fotoğraf 4: Erkân-ı Harbiye Feriği Tiyatrosu’nda eğitimden geçmesi
Farukîzâde Sami Paşa, Polis Okulu kararlaştırılmıştır. Kısa bir süre sonra 14
Broşürü 1937
Temmuz 1909 tarihinde, Yıldız Sarayı’nın
Şehzadegân ve Başkitabet Daireleri’nde Dersaadet Polis Mektebi açılmıştır 31 .
Eğitim süresi altı ay olan mektebin toplam mevcudu 400 kişidir. Talebe sayısının
250’si İstanbul, 150’si de taşradaki karakollarda görev yapan emniyetçilerden
seçilmiştir32.

31Polis Okulu Broşürü 1937, Ankara, 2016, s. 40.


32İbrahim Caner Türk, “Osmanlı Devleti’nde Polisin Mesleki Terbiyesine Müteallik Bir Talimat-ı Mahsusa”, Erzincan Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, C. VI (1), Erzincan, 2013, s. 160.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 477

Sonuç
Modernleşme sürecinde kadrolu polislerin ve polis adaylarının bir örgün
eğitime tabi tutulması zaruret haline gelmiştir. Zira polisler her ne kadar okuma
yazma bilseler dahi adli mevzuat konusunda yetersiz kalmışlardır. Bu eksiklik, ilk
önce Polis Dershanesi’yle giderilmeye çalışılmıştır lakin umulan başarı çıtası bir
türlü yükseltilememiştir. Dolayısıyla kolluk bürokrasisi, ikinci olarak Balkanlar’da bir
polis mektebinin açılmasını gündemine almıştır. Selanik Polis Mektebi’nin açılma
planıyla, Düvel-i Muazzama’nın Balkanlar’daki etnik yapıya yönelik taleplerini
birlikte değerlendirmek gerekir. Çünkü Osmanlı Devleti, Düvel-i Muazzama’nın
Balkanlar’a yönelik ıslahat ve yabancı kolluk temsilcilerinin bölgede
görevlendirilmesi taleplerini ve baskısını ustaca avantaja dönüştürmüştür.
Böylelikle müdahalenin şiddet derecesinin düşürülmesi arzulanmıştır. Bu
kapsamda Osmanlı yöneticileri, Balkanlar’da önce Rumeli Vilayetleri Müfettiş-i
Umûmiliği’nin kurulmasını, sonra da Selanik Polis Mektebi’nin açılmasını
kararlaştırmışlardır. Neticede kurucu müdürlüğünü Belçikalı bir zabitin yaptığı
“Vilayât-ı Şahane Polis Mektebi” 20 Aralık 1907 tarihinde yatılı olarak faaliyete
geçmiştir.
Bütçeden tahsisat ayrılan mektebe hizmet vermeye başladığı yıl, idareci,
eğitici ve yardımcı hizmetler sınıfından 16 kadro tahsisi yapılmıştır. 5 yıl açık kalan
mektebin kadro sayısında mühim bir değişiklik olmamıştır. Sonradan sadece 1
kadro ilavesi yapılmıştır. Öte yandan kadro karşılığı bulunmayan ancak ihtiyaç
duyulan alanlardaki dersler için dışardan görevlendirilmeler yapılmıştır. Mektebin
eğitim kadrosunun büyük bir kısmı yerlilerden oluşmuştur. Plansız ve programsız
olarak eğitime kapılarını açan mektebin dersleri pratik ve teorik olarak iki ana kısma
ayrılmıştır. Ders isimlerini arşivde mevcut bulunan, transkript niteliğindeki bir
komiser muavini ile bir polis memurunun diplomalarından öğrenme imkânını
yakalayabildik. Jimnastik, kroki, müdâvât-ı evveliye ve tatbikât gibi dersler
uygulamaya yöneliktir. Teorik derslerde ağırlık hukuk alanına verilmiştir. Dönemin
ihtiyaçlarına göre müfredata yeni dersler de eklenmiştir.
Mektepte dersler altı haftalık periyotlar halinde toplamda 4 ay olarak
belirlenmiştir. Her yıl eğitim ve öğretimin bitmesi ve üçüncü sınıf sonunda sınav
yapılmıştır. Başarılı sayılabilmek için bir çeşit bir-üç modeli uygulanmıştır.
Sınavlarda başarısız olan polis adaylarının mekteple ilişiği kesilmiş; kadrolu polis
memurlarına da terfi verilmemiştir. Zira mektebin talebe hinterlandı Selanik,
Manastır, Üsküp ve Kosova Vilayetleri’ndeki kadrolu polisler ile mesleğe ilk adımını
atmak isteyen teşkilat dışındaki aday öğrenciler oluşmaktadır. Dolayısıyla mektep,
görev başındaki polis memurları için bir hizmet içi veya kurs hüviyetindedir.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 478

Mektebin umulmadık başarısı dönemin kolluk bürokrasisini şaşırtmıştır.


Dolayısıyla diplomalı polislerin, eğitimsiz polislere örnek olabileceği düşüncesiyle
15 polis amiri ve memurunun başkentte görevlendirilmesi talep edilmiştir. Ancak
İstanbul’da yaşamanın maddi bir bedeli bulunmaktadır. Ayrıca asayiş olaylarının
yoğunluğu bakımından diğer şehirlerle de kıyas kabul etmez. Rumeli Vilayetleri
Müfettiş-i Umûmiliği ve mektep yönetimi bu endişeleri vurgulamıştır. Kolluk
bürokrasinin ısrarlı tutumu neticesinde gönüllülük prensibi çerçevesinde 5 komiser
muavini ile 10 polis memuru başkentin sorunlu bölgelerinde görevlendirilmişlerdir.
Şüphesiz eğitimli polislerin diğerlerine ne kadar katkı sağladığını ölçme fırsatı
mümkün değildir. Lakin olumlu bir hava yarattığı da aşikârdır.
II. Meşrutiyet Dönemi’nde başta Feridun Bey olmak üzere bazı zabitler
başkentte de bir polis mektebinin açılmasının artık elzem olduğunu belirtmişlerdir.
Hatta kamuoyunu etkilemek amacıyla Selanik Polis Mektebi’nin bazı dersleri devrin
Polis Gazetesi’nde tefrika edilmiştir. Erkân-ı Harbiye Feriği Farukîzâde Sami
Paşa’nın da devreye girmesiyle 14 Temmuz 1909 yılında Dersaadet Polis Mektebi,
Yıldız Sarayı’nda açılmıştır. Şüphesiz Selanik Polis Mektebi’nde elde edilen başarı,
başkentteki polis mektebinin açılmasına birçok açıdan kılavuzluk yapmıştır.
Neticede Osmanlı Devleti’nin ilk polis mektebi, 5 yıl eğitim verdikten sonra Balkan
Savaşları sonucu Selanik’in kaybedilmesiyle ilk kapanan polis mektebi de olma
sıfatına haiz olmuştur. Dolayısıyla polisleri örgün eğitimden geçiren bu mektep, Türk
eğitim ve polis eğitim tarihine pozitif bir iz düşüm bırakmıştır.

KAYNAKLAR
1-Arşiv Kaynakları ve Süreli Yayınlar
A- Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA.)
Dâhiliye Nezareti Mektubi Kalemi Evrakı (DH. MKT.)
Dosya No: 1282, Gömlek No: 88.
Rumeli Müfettişliği Müteferrik Evrak (TFR. 1.M.)
Dosya No: 22, Vesika No: 2124/1-2.
Zaptiye Nezareti Evrakı (ZB)
Dosya No: 325, Gömlek No: 41.
B- Emniyet Genel Müdürlüğü Arşivi
29 Mayıs 1908 tarihli Üçüncü Sınıf Komiser Kazım Efendi’nin Şehâdetnâmesi.
13 Ağustos 1910 tarihli Polis Memuru Subhi Efendi’nin Şehâdetnâmesi.
Tüm Polis Okulları Defteri Selanik Polis Mektebi, No.19.
C- Polis Gazetesi
7 Eylül 1911, S.2; 14 Eylül 1911 S. 3; 21 Eylül 1911, S. 4.
2-Yayınlanmış Eserler
ALYOT, Halim Tevfik, Türkiye’de Zabıta Tarihi Gelişim ve Bugünkü Durum, Polis
Akademisi Yayınları, Ankara 2008.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 479

BİRİNCİ, Ali, “Türk Emniyet Teşkilatındaki “İlkler””, Polis Bilimleri Dergisi, C. I (3),
Ankara 1999, s. 9-16.
BİRİNCİ, İhsan, “İlk Polis Okulları”, Hayat Tarih Mecmuası, S. 3, İstanbul 1966,
s. 87-90.
DEMİREL, Yurdal, “Osmanlı Dönemi Polis Eğitiminden Bir Sayfa: Polis
Dershanesi”, Türk Polis Tarihinin Kökenleri, Editör: Yücel Yiğit, Polis Akademisi
Yayınları, Ankara 2017, s. 377-397.
Emniyet Genel Müdürlüğü Arşiv ve Dokümantasyon Dairesi Başkanlığı, Türk
Polis Teşkilatının Kuruluşunun 166. Yılında 166 Belge, Polis Akademisi Yayınları,
Ankara 2011.
ERGİN, Osman Nuri, Türkiye Maarif Tarihi, Eser Matbaası, C. III, İstanbul 1977.
MERT, Özcan, “Polis Teşkilâtımızda İlk Eğitim Hareketi”, Belgelerle Türk Tarihi
Dergisi, S. 19, Menteş Matbaası, İstanbul 1969, s. 57-60.
OKÇABOL, Derviş, Türk Zabıta Tarihi ve Teşkilat Tarihçesi, Polis Akademisi
Yayınları, Ankara 2016.
Polis Okulu Broşürü 1937, Polis Akademisi Yayınları, Ankara 2016.
ŞAHİN, Eyüp, Dersaadet Polis Mektebi, Polis Akademisi Yayınları, Ankara 2018.
ŞAHİN, Eyüp, Türk Polis Eğitim Tarihi, Emniyet Genel Müdürlüğü Belge Yönetimi
Daire Başkanlığı Yayınları, Ankara 2018.
ŞAHİN, Eyüp, 1907’den 2000’e Polis Okulları, Emniyet Genel Müdürlüğü
Yayınları, Ankara 2001.
TONGUR, Hikmet, Türkiye’de Genel Kolluk Teşkil ve Görevlerinin Gelişimi, Polis
Akademisi Yayınları, Ankara 2016.
TÜRK, İbrahim Caner, “Osmanlı Devleti’nde Polisin Mesleki Terbiyesine
Müteallik Bir Talimat-ı Mahsusa”, Erzincan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Dergisi, C. VI (1), Erzincan 2013, s. 157-175.
YAZMAN, Nazif, “Polis Mekteplerinin Tarihçesi”, Polis Dergisi, Y, 24, S. 311,
Ankara 1937, s. 4201-4207.
YILMAZ, İbrahim, “Osmanlı Polis Okulları: Eğitim”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat
Araştırmaları Dergisi, S. 38, Konya 2015, s. 103-130.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 480

EKLER
Ek- 1: Selanik Vilayeti’nden Üçüncü Sınıf Komiser Kazım Efendi’nin
Şahâdet-nâmesi
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 481

Ek- 2: Selanik Vilayeti’nden Üçüncü Sınıf Komiser Kazım Efendi’nin


Şahâdet-nâmesinin Transkripti

BÂB-I ÂLÎ
(Tuğra: Sultan II. Abdülhamid)
RUMELİ VİLÂYÂT-I ŞÂHÂNESİ POLİS MEKTEBİ
ŞEHÂDETNÂMESİ

KÜNYESİ
Selanik Vilayeti Üçüncü Sınıf Polis komiserlerinden Vodine kasabasının Hünkâr mahâllesinden orta boylu, elâ gözlü,
kumral bıyıklı Kazım Efendi bin Hasan Efendi
Duhûlü: 7 Kânûnıevvel 303 Nasbı: 7 Eylül 304 Sinni: 28

Polis Nizâmnâmesi ve Vezâif-i Zâbıta Aliyyü’l-a‘lâ


Cezâ Kânûnnâme-i Hümâyûnu Aliyyü’l-a‘lâ
Usûl-i Muhâkemât-ı Cezâiye Aliyyü’l-a‘lâ
Hukûk-ı İdare ve Kavâid-i Esasiye ve Külliye Aliyyü’l-a‘lâ
Kitâbet-i Resmiye Aliyyü’l-a‘lâ
Hüsn-i Hâl ve Hareket Karib-i a‘lâ
Muharrerât-ı Adliye Aliyyü’l-a‘lâ
Uhûd-ı Atîkanın Zâbıtaya Müteallik Kısmı Aliyyü’l-a‘lâ
Mukaddime-i İlm-i Hukûk Aliyyü’l-a‘lâ
Hıfz-üs-sıhha ve Müdâvât-ı Evveliye Aliyyü’l-a‘lâ
Jimnastik ve Vaziyet-i Askeriye Karib-i mutavassıt
Üçüncü Sınıf Polis Komiserlerinden Kazım Efendi mektebin bâlâda muharrer derslerini tahsil ve ikmal ile
huzurumuzda imtihanı bi’l-icra a‘lâ derecede şahâdetnâme istihsâline kesb-i istihkâk eylemiş olduğundan işbu
şahâdetnâme îtâ kılındı. 29 Rebi‘ü’l-âhir 1326 ve 16 Mayıs 1324

Jimnastik ve Hıfz-üs-sıhha ve Hukûk-ı İdare ve Kavâid-i Askeriye


Vaziyet-i Askeriye Müdâvât-ı Evveliye Uhûd-ı Atîka, Muharrerat-ı Adliye
Muallimi Mülâzım Muallimi Polis Nizâmnâmesi ve Kitâbet Muallimi
Feridun İbrahim Hasan Naci Nesîm

Cezâ Kânûnu ve Usûl-i Muhâkemât-ı Polis Nizâmnâmesi ve Vazife-i Zabıta ve


Cezâiye ve Kîtâbet Muallimi Mukaddime-i İlm-i Hukûk Muallimi
Mehmed Şâkir bin Hasan -----
Müdîr-i Mekteb ve Polis Müfettiş-i Umûmisi
Kâimmakâm Leon Brozo

İşbu şahâdetnâme Polis Mektebi heyet-i tedrisiyesi huzurunda icra kılınan imtihan üzerine Komiser Kazım
Efendi’nin ehliyetini tasdiken îtâ kılındığı beyan olunur. 16 Mayıs 1324
Rumeli Vilâyât-ı Şâhânesi
Müfettiş-i Umumisi (Hüseyin Hilmi)
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 482

Ek- 3: Polis Memuru Subhi Efendi’nin Şahâdet-nâmesi


OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 483

Ek- 4: Polis Memuru Subhi Efendi’nin Şahâdet-nâmesinin Transkripti


Hüsn-i Hâl ve Hareketi Derece-i İktidar ve Ehliyeti
Aliyyü’l-a‘lâ Karîb-i a’lâ

EMNİYET-İ UMÛMİYYE MÜDÜRİYETİ


SELANİK POLİS MEKTEBİ ŞEHÂDETNÂMESİ

Kazanılan Numara Tam Numara


55 110
Hukûk-ı İdare Mukaddime-i İlm-i Hukûk Usûl-i Muhâkemât-ı Cezâiye
5,5 5,5 7
Cezâ Kânûnnâmesi Jimnastik Fransızca Kroki Müdâvât-ı Evveliye
5 4 4 - 3
Tatbikât Polis Nizâmnâmesi Uhûd-ı Atîka
7 6 8
Üç yüz yirmi altı senesi Mart-Ağustos aylarına müsâdif dördüncü devre-i tahsiliyede künyesi zahr-ı şehâdetnâmede
muharrer Polis Memuru Subhi Efendi bin Hafız Salih Efendi bâlâda mezkûr derslerden bi’l-imtihan yüz on tam
numaradan elli beş kazanmış ve sınıfının altmış dördüncüsü olmak üzere karîb-i a’lâ derecede isbât-ı ehliyet eylemiş
olduğunu müş‘ir şehâdetnâmedir.

Jimnastik Kroki ve Fransızca Müdâvât-ı Evveliye Hukûk-ı İdare ve


Muallimi Muallimi Muallimi Polis Nizâmnâmesi Muallimi
Sadrüddin Salih bin Mustafa (Mühür) Mehmed Şefkatî
bin Abdülaziz

Mukaddime-i İlm-i Hukûk Usûl-i Muhâkemât Cezâ Kânûnu


ve Uhûd-ı Atîka ve Tatbikât Muallimi
Muallimi Muallimi Hüseyin Zihni
Ali Kemâl Mehmed Ali

Efendi mûmâileyhin sa‘y ve gayreti ve hüsn-i hâl ve hareketi tarafımızdan dahi tasdik kılınır.
Mekteb Müdürü Mekteb Kumandanı Dâhiliye Zabiti Dâhiliye Zabiti
Hüseyin bin (Mühür) Sadreddin bin ---
Ahmed Necâtî Abdülaziz

Efendi mûmâileyhin iktisâb eylediği derece-i ehliyet ve hüsn-i hâl ve hareketiyle polis memuriyetini îfâya kudret ve
liyakâtı olduğu tasdik olunur. 31 Temmuz 326
Emniyet-i Umûmiye Müdürü
(Mühür)
Şehâdetnâme numarası: 216
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 484
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 485

1795’de Rumeli’deki Istabl-ı Âmire’ye Bağlı Koru ve


Çayırlarla İlgili Düzenlemeler

Doğan YÖRÜK

ÖZET
Osmanlı saray teşkilatının önemli kurumlarından biri de has ahırlar ve bunlara bağlı birimlerdir. Edirne
ve İstanbul gibi başkentlerdeki sarayların yanına çeşitli büyüklüklerde inşa edilen ahırlar at, deve, katır, fil ve
eşek gibi hayvanların bakımı, eğitimi ve yetiştirilmesi açısından önem arz etmektedir. Ahır teşkilatının insan ve
hayvan unsurunun dışında bu yapıya bağlı koru ve çayırlar hayvanların beslenmesi ve yetiştirilmesi bağlamında
öne çıkmaktadır. Özellikle seferler sırasında binek ve yük hayvanlarının otlatılması için güzergâh dışına çıkılıp
zaman zaman sefer yürüyüşüne ara verildiği bilinen bir gerçektir. Koru ve çayırların mevcut haliyle kalması, ziraat
alanı haline gelmemesi, mütegallibenin eline geçmemesi gibi hususlar devlet nazarında üzerinde ihtimamla
durulması gereken hususların başında gelmektedir. Bu nedenle zamanla meydana gelen veya gelebilecek olan
müdahaleler koru ağaları marifetiyle giderilmeye çalışılarak koru ve çayırların bütünlüğü korunmaya çalışılmıştır.
Yukarıdaki bilgiler çerçevesinde araştırmada, Rumeli’deki koru ve çayırların varlıklarını ve bütünlüklerini
muhafaza etmek için devletin ne gibi tedbirler aldığı ve hangi düzenlemeleri yaptığı soruları cevaplandırılmaya
çalışılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Has Ahır, Koru Defterleri, Korucu, Koru Ağası, Orman, Otlak

THE PROVISIONS AND REGULATIONS RELATED TO THE GROVES AND MEADOWS OF THE
IMPERIAL STABLES IN THE RUMELIA AT 1795

ABSTRACT
One of the important institutions of the Ottoman palace organization is the Imperial Stables and units
attached to them. Stables built in various sizes next to the palaces in capitals such as Edirne and Istanbul are
important for the care, training and rearing of animals such as horses, camels, mules, elephants and donkeys.
Apart from the human and animal elements of the stable organization, the grove and meadows connected to this
structure stand out in the context of feeding and raising animals. It is a well-known fact that sometimes there
would be a break during the campaigns in order to grazing of riding and pack animals going off route. One of the
most important issues for the state was the preservation of the meadows and groves in their current form, the
prevention of their agriculturalization, and their protection from the extortionists. For this reason, interventions
that have occurred or may occur over time had been tried to be eliminated by means of grove aghas (lords) and
the integrity of the grove and meadows had been tried to be preserved.

Bu çalışma Selçuk Üniversitesi Bilimsel Araştırma Projeleri (SUBAP) kordinatörlüğü tarafından tarafından 19701250 nolu proje ile
desteklenmiştir.
Prof. Dr. / Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi, dyoruk@gmail.com TÜRKİYE
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 486

Within the framework of the above information, the research has tried to answer the questions of the
measures taken by the state and what arrangements it has made to preserve the existence and integrity of the
grove and meadows in Rumelia.
Keywords: Imperial Stables, Grove Records, Ranger, Grove Agha, Forest, Grassland.
***
GİRİŞ
Osmanlı Devleti’nde saray ahırı tabiri yerine kullanılan ve saray hayvanlarının
bakımıyla ilgilenen birime Istabl-ı Âmire denilmiş, yanı sıra “Istabl-ı Hâs”, “Istabl-ı
Humayûn”, “Istabl-ı Şehinşahî”, “Âmire-i Has” ve “Has Ahır” gibi terimler de
kullanılmıştır (Geniş bilgi için bk. Uzun, 2020; Özcan, 1999: 203-204; Uzunçarşılı,
1988: 489; Pakalın, 1993: II, 7-8). Bursa ve Edirne saraylarında varlığı bilinen has
ahır ve ahırlar İstanbul’un alınmasından sonra Topkapı Sarayı’nın ikinci kapısının
sol tarafına da inşa edilmiş, buradaki at, deve ve katır gibi hayvanların bakımı için
emin, katip, kethüda, saraç, seyis, nalbant, arabacı, saka, katırcı, deve ve eşek
bakıcısı gibi görevliler istihdam edilmiştir (Uzunçarşılı, 1973: 348; Afyoncu, 2005:
142; Sertoğlu, 1986: 140). Sarayın dışında İstanbul’un pek çok semtinde Anadolu
ve Rumeli’nin bazı yerlerinde bu birime bağlı ahırlar açılmış (Uzun, 2020: 73-108;
Özcan, 1999: 204; Özlü, 2009: 156), saray ve ordunun ihtiyacı olan binek ve yük
hayvanları buralarda yetiştirilmeye çalışılmıştır. Başlangıçta tek bir ‘mirahur’
tarafından idare edilen has ahırlar zamanla teşkilatın büyümesine ve
genişlemesine parelel olarak sayıları mîrâhur-ı evvel ve mîrâhur-ı sani şeklinde ikiye
çıkarılmış, böylelikle idare ve denetim bu iki amire bırakılmıştır (Uzunçarşılı, 1988:
488; Özcan, 1999: 203-204; Pakalın, 1993: II, 7; Afyoncu, 2005: 141-142). Teşkilat
bünyesindeki at oğlanları, serâhurlar, saraçlar, nalbandlar, katırcılar, deveciler ve
çeşitli meslekleri icra eden zanaatkarların, XVI. yüzyıldaki mevcudu 2796 (Uzun,
2020: 16) -3341 kişi arasında değişmiştir (Uzunçarşılı, 1988: 488; Doğru, 1990:
148).
Istabl-ı Âmire teşkilatı (Geniş bilgi için bk. Uzun, 2020) bünyesinde devlete ait
kısraklara bakan yundcular, taycılar, koruları beklemek ve korumakla yükümlü olan
korucular (Doğru, 1990: 143-159; Uzun, 2020: 187-197), voynuklar ve çeşitli
hizmetleri yürüten pek çok hademe ve hizmetli, ya vazifeleri karşılığında timar
almışlar ya da tekâlif-i örfiye başlığı altındaki vergilerden muaf tutulmuşlardır
(Uzunçarşılı, 1973: 348-349; Şerifgil, 1981: 137-147; Uzun, 2014: 2-12). Hassa
çayırların korunması, bakımı, biçilmesi, otunun hazırlanıp İstanbul’a ulaştırılması
gibi görevlerin yanında (Doğru, 1990: 159), çoğunlukla biçilen otları ilgili mahallin
nalband dükkanlarıyla, hanlarında satarak, elde edilen parayı Nevruz’da diğer
vergilerle beraber ceyb-i hümayun akçesi olarak teslim ederlerdi (Uzunçarşılı, 1988:
498-500; Doğru, 1990: 150-151). Bunların dışında çayır hizmetiyle görevli olup
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 487

kendilerine çiftlik olarak verilen arazileri ekip biçmeleri için çiftlik arazileri verilen
voynuklar da bulunmaktadır. Çayır voynukları, has ahıra ait atların bakımı ve
otlatılması ile yine has ahıra ait çayırların biçilmesi, biçilen otların kurutulması,
nakledilmesi ve ambarlara doldurulması, sefer voynukları ise sefer zamanında
atların bakımı, atlar ve arabaların sürülmesi, ordudaki malzemenin muhafaza
edilmesi gibi hizmetleri yürütmekteydiler (Ercan, 1986: 20-29; Uzunçarşılı, 1988:
501-502; Şerifgil, 1981: 137-147; Uzun, 2014: 2-3).
Çayır, koru ve ormanlar daha çok hassa-i hümayun toprakları içinde
zikredilmiş, ahalinin tasarrufuna belli şartlarda müsaade edilmiştir (Geniş bilgi için
bk. Koç, 139-158; Bekiroğlu - Atıcı vd., 2013: 62-65). 15-16. yüzyıl sancak
kanunnamelerinde daha çok çayırlarla ilgili düzenlemeler yapılmış, reayanın
kullanımına izin verilen bunun karşılığında kendilerinden öşür alınan çayırlar kadar,
tamamen beyliğe tahsis edilen çayırlardan da bahsedilmiştir. Örneğin 1498 tarihli
İstanbul Haslar Kanunu’nda, haslardaki çayırların Istabl-ı Âmire, devlet erkanı ve
beyliğe tahsis edildiği belirtilirken, müteferrrik çayırların yarısının beyliğe, yarısının
da çayırı elinde bulunduran kişilerin kullanımına bırakıldığı zikredilmektedir 1 . Bu
bilgiler çerçevesinde Istabl-ı Âmire’ye bakıldığında teşkilatın kendi içinde üç ayrı
üniteden oluştuğu görelecektir. Bunlardan ilki, yapının varlık gerekçesi olan
hayvanlar (at, katır, deve, fil, eşek), ikincisi; görevli insanlar (yundcu, korucu, güreci,
kullukçu vs.), üçüncüsü ise hayvan ve insanı üzerinde buluşturan çayır, koru, orman
ve çiftlik üniteleridir. Sistemin devamlığının sağlanmasında ve sağlıklı bir şekilde
işletilmesinde bu üç unsur hayati öneme sahiptir. Bileşenlerin birinde meydana
gelebilecek olan herhangi bir aksamanın sistemi sıkıntıya sokacağı bilindiğinden üç
yılda bir yapılacak tahrirlerle bunun önüne geçilmeye çalışılmıştır. 16. yüzyılda buna
riayet edilse de 18. yüzyılda tahrir sürelerinin beş yıla çıktığı, hatta sefer
zamanlarında tahrirlerin yapılamadığı anlaşılmaktadır. Tahrirler arasında uzun
zaman aralıklarının meydana gelmesiyle, özellikle çayır, koru ve orman gibi
ünitelerin kullanımı, korunması ve muhafazasında bazı suiistimaller ve
müdahalelerin yaşandığı, bunların önlenmesi için de merkezi yönetimin bazı
tedbirler aldığı görülmektedir. İşte bu minvalde, Istabl-ı Âmire’ye bağlı çayır, orman

1 “Ve haslarda vâkı’ olan çayırlardan Istabl-ı ‘Âmire içün ve erkânı ‘izam ve ehl-i divan içün ta'yin olandan ma'dâsı eğer ki

kanunnâmede bitemâmihi beyliğe zabt olunmak memûrdur Ammâ müteferrik olub himâyet meûneti ziyade olmağla emr olundu ki
mu’ted-dün-bih olmayan çayırlar ba’zı mevadda şimdiyeden ma'mul olduğı mucebce şimdiden sonra ‘ale’umûm erbâbının elinde olub
himâ ve hıfz idüb hasılının nısfın kendü alub nısfı aharı beylik içün zabt oluna Amma ba'zı çayırlar ki körü açılmağla çayır olub ve
ba’zısının himâyeti cehde mühtaç olub meûneti ziyade ola Anun gibilerde beyliğe mütevceccih olan hisse meûnetlerine göre eksik
alına Ve mu’ted-dün-bih olan çayırlar ki hakkı sâbiti olmuş erbâb olmaya beylik içün himâ idilüb cemî’isi beyliğe zabt oluna Ve köylerde
örülerinde ve tarlalar aralığında ba’zı cüz’î otluk hasıl olmağla anlarun dahi nısfı alınurmuş Anun gibiler kanunda mukayyed ma’fûdur
Min ba’d nesne alınmaya” (Barkan, 1943: 99, 101, 109, 168, 233, 254, 265, 269, 273, 283, vd.)
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 488

ve koru gibi ünitelere yapılan müdahaleler ile devletin bunlara karşı aldığı tedbir ve
düzenlemelerin mahiyeti çalışmanın amacını oluşturmaktadır.

A-RUMELİ’DEKİ ISTABL-I ÂMİRE BİRİMLERİ: HİZMETLİLER,


HAYVANLAR VE KORULAR
Çalışmanın ana kaynağını Tapu ve Kadstro Genel Müdürlüğü Kuyud-ı
Kadime Arşivi Koru Defterleri tasnifindeki 3 numaralı 1795 tarihli defter
oluşturmaktadır. Bu tasnifte toplam 13 adet defter bulunmakta, bunlardan 7’si
Anadolu, 6’sı de Rumeli’deki Istabl-ı Âmire birimlerine aittir. Defterlerden ilki 1784
tarihli iken 13 numaralı son defter ise 1827 tarihlidir. İncelememize konu olan
defterin dış kapağında “Defter-i tahrîr-i cedîd-i koruhâ-i hümâyûn der cânib-i Rûmili
der sene 1210” başlığı, iç sayfasında ise “Defter-i koruhâ-i hassa yoklama-i koruhâ
ve çayırhâ ve davarhâ ve neferât der ocağ-ı Rûmili tâbi-i Istabl-ı Âmire-i Evvel be-
ma’rifet-i Ferecik Koru Ağası Hüseyin Ağa bâ-fermân-ı âli ve ber-mûceb-i defter-i
hakanî müceddeden tahrîr el-vâki’ der sene 1210” ifadesi yer almaktadır.
1795 tarihinde Rumeli’deki Istabl-ı Âmire’nin teşkilatlanması ocak düzeyinde
gerçeklemiş, fakat ocakların hep birbiri içine girdiği görülmüştür. En başta Rumeli
topraklarının tamamı Rumeli ocağı olarak adlandırılmış, bu birimin altında alt
ocaklara yer verilmiştir. Her ne kadar kaza isimleri zikrediliyorsa da asıl
yapılanmanın ocak ünitesi üzerinden gerçekleştiği anlaşılmaktadır. Buna göre,
Edirne, Yanbolu, Hayrabolu, Siroz, Dimetoka, Dragoşin, Filibe, Ferecik, Gümülcine,
Sarışaban, Selanik, Langaze, İnöz, Emirgazi, Kardiçe, Karinabad, Kırkkilise gibi
toplam 17 ocakta kurumun birimlerine rastlamak mümkündür. Bu ocaklardaki Istabl-
ı Âmire’nin yapılanmasına bakıldığında çayırlar, korular, ormanlar, yaylaklar,
çiftlikler, ambarlar ve ahırlar gibi ünitelerde görev yapan korucu, yundçu, güreci ve
kullukçuların at, deve, koyun ve camuş gibi hayvanları yetiştirdikleri görülmektedir.
Dolayısıyla sistem toprak – insan ve hayvan üçlemesi şeklinde yürümektedir.
Istabl-ı Âmire’ye bağlı birimlerin kaydedildiği defterler Koru Defterleri adıyla
anıldığından çayır, orman, koru, yaylak ve çiftlik gibi alanların koru namıyla tesmiye
olunduğu söylenebilir. “Bakımlı küçük orman” (TDK, 2019) ile “insan müdahalesi
veya kendiliğinden oluşan ormanlar” şeklinde tanımlanan korular (Bekiroğlu – Atıcı
vd. 2013: 63), belli sıklıkta, ağaç ve odunsu bitkilerden meydana gelen alanlardır.
Bu sahalarda şehzadeler ve padişahlar savaş mahalline yakın yerlerde askere
moral vermek, askerler için et ihtiyacını karşılamak, askeri eğtim ve savaş taktikleri
yapmak gibi çeşitli amaçlarla av merasimleri düzenlemiş (Çelik, 2002: 2, 4, 6, 8;
İnalcık, 2010: 266; Güven – Hergüner, 1999: 34-37), donanma için gerekli malzeme
temin edilmiş odun, kömür ve kereste tedariki (Uzunçarşılı, 1988: 445-454; Bostan,
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 489

1992: 102-121; Karakaya, 2015: 79-86), saray ve merkezi ordunun ihtiyacı olan yük
ve binek hayvanları yetiştirilmiş ve halka yönelik şenlikler tertip edilmiştir.
Buralardan sağlanan odun ve ot ile saray ve ilgili ahalinin ihtiyacı karşılandığı gibi
hazine de gelir elde etmiştir (Özlü 2009: 165-168). Yine, Rumeli tarafına yönelik
seferlerde yük ve binek hayvanları için menzillerde verilen tayinatlarının dışında yol
üzerinde bulunan çayır ve otlaklardan da faydalanılmıştır. Örneğin 1715 tarihinde
gerçekleşen Mora seferinde menzillerdeki otlakların yanısıra otlağı bol olan bazı
menziller oturak menzil olarak seçilmiş ve buralarda birer gün daha fazla kalınmıştır.
Böylelikle, Edirne’den İstefe’ye 43 günde varılması hedeflenirken, oturak
menzillerdeki duraklamalar nedeniyle 56 günde ancak ulaşılabilmiştir (Ertaş, 2007:
178-180).
Son yıllardaki iklim ve çevre merkezli çalışmaların sunduğu veriler de dikkate
alındığında (Patel – Moore, 2018; White, 2013) koru ve ormanlardan sağlanan
kereste ve odunun stratejik önemi çok daha fazla öne çıkmıştır. Bu husus, odunun
(kereste) imparatorluk sınırları içinde birkaç belirli bölgeden tedarik edilebilir
olmasından kaynaklanmış, bu nedenle merkezi yönetim tedarikini, dağıtımını ve
dolaşımını yakından takip etmiştir. Dolayısıyla ağaçlar, piyasa yerine devletin
denetim ve kontrolünde, imparatorluğun bir bölgedeki eksikliği başka bölgedeki
fazlalıklarla karşıladığı arz, ihtiyaç ve erişim zinciri içine alınmıştır. Gerekli izinler
alınmadıkça ormanlık arazilerden ağaç kesilmesi, hayvan otlatılması ve avlanma
yasaklanmıştır (Mikhail, 2019: 179-196). Bu çerçevede, bir yandan sosyal ve
ekonomik hayatın tamamlayıcı unsuru, diğer yandan da askeri alanların kilit
noktalarını teşkil eden koruların muhafazası ve denetimi merkezi yönetim açısından
her daim öncelik arzetmiştir. Devlet bir yandan sağladığı fayda ölçüsünde koru ve
ormanların muhafazası için çeşitli adımlar atarken, diğer yandan da eşkıya, asi, ehl-
i fesad, kanun kaçakları ve düşman askerlerinin sığındığı ve saklandığı bu
mekanlardaki ağaçları keserek veya yakarak toptan tahrip etme yoluna da
gidebilmiştir (White, 2013: 81).
İncelenen defterde orman, çayır, koru ve yaylakların tamamı koru başlığı
altında toplanmış, bu üniteler içinde yundcu, güreci, seyis, taycı, korucu, gılman-ı
madiyan-ı hassa, hademe-i madiyan-ı hassa, kullukçu ve mehteran gibi çeşitli
sınıflara mensup toplam 3308 nefere (krş. Uzun, 2020: 16-18, 187-197) yer
verilmiştir (bk. Tablo I). Hizmetliler farklı adlarla anılsalar da belgelerden aynı işi
yaptıkları, buna karşılık çeşitli vergilerden muaf oldukları anlaşılmaktadır. Örneğin
“yundcıyan ve güreciyan ve korucıyan-ı hassa neferatları hassa davarları gözedüb
ve güdüb ve sâyelerin yapub ve otlakların biçüb ve taşıyub ve kifâyet etmediği halde
mallarından otluk ve saman satun alub” (TKGV.KK.KORd. 3: 31b, 37a), yine
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 490

“seyisan ve mehteran … hassa davarların güdüb ve gözedüb ve ahurların


meremmat vesairelerini tamir edüb ve gübresin çıkarub ve otlakların taşıyub”
(TKGV.KK.KORd. 3: 33b), ayrıca “yundcıyan ve güreciyan ve seyisan ve korucıyan
ve mehteran ve gübrekeşan taifesinin ocağ-ı mezburda olan hassa davarları güdüb
ve gözedüb ağıl ve sayelerin yapub ve otlakların biçüb ve taşıyub ve kifayet
etmediği halde otlak ve samanluk satın alub” (TKGV.KK.KORd. 3: 35a) gibi ifadeler
bu hizmetli gruplarının arasındaki iş ayrımının ayrı ayrı zikredilmeye değer
görülmediğinden benzer işleri yaptıkları söylenebilir. Bu hizmetliler belirtilen
görevlerine ek olarak, İstanbul’a davar göndermek gerektiğinde yedekçilerin
harcırahlarını mallarından vermek, kayıp ve telef ettikleri atlar için tazminat ödemek
gibi mükellefiyetler karşığında avarız ile tekalif-i örfiye ve şakka vergilerinin
hepsinden muaf tutulmuşlardır (TKGV.KK.KORd. 3: 7b, 8a, 8b, 14a, 17b, 23a, 24b,
33a, 35a vd.). Örneğin, Balaban korusundaki korucular (TKGV.KK.KORd. 3: 9a,
29a) Dragoşin korusu dahilindeki köylüler (TKGV.KK.KORd. 3: 10b) ile mezraa ve
merası olmayan köyler (TKGV.KK.KORd. 3: 11a) hassa koruları kullanmaları ve
buralardan faydalanmaları karşılığında nefer başına birer araba odun, birer
vukkiyye revgan-ı sade, birer tavuk ve her bir koyun için 2 akçe resm-i otlak
vermeleri istenmiş, bazen de bu mükellefiyetler ceybi hümayun için öşür ve örfi
vergilerinin üzerine fazladan yük olarak bindirilmiştir (TKGV.KK.KORd. 3: 13a).

Tablo I- Hizmetliler
Ocaklar Hizmetliler Adet
Dimetoka Güreci, korucu, yundçu, gılman-ı madiyan-ı hassa 308
Ferecik Korucu, yundçu 150
Gümülcine Yundçu, korucu 113
Sarışaban Gılman-ı madiyan-ı hassa, korucu, güreci, yundçu 132
Siroz Hademe-i madiyan-ı hassa, yundçu 120
Selanik Yundçu, kullukçu, güreci, korucu 287
İnöz Yundçu, güreci 309
Emirgazi Güreci, taycı 114
Karinabad Yundçu, seyis, mehteran 25
Fedeniç Yundçu, güreci, korucu, kullukçu 98
Kırkkilise Yundçu, güreci, korucu 178
Filibe Yundçu, güreci, korucu, hademe-i madiyan-ı hassa 1474
Toplam 3308
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 491

Yukarıda zikredilen hizmetlilerin yetiştirdikleri ve Istabl-ı Âmire’ye


gönderdikleri hayvanlara bakıldığında genellikle at ve çeşitleri olduğu
görülmektedir. Her ne kadar davar adı küçükbaş hayvanlarla ilişkilendirilse de
burada ve Sultanönü sancağında at, kısrak ve aygır için kullanılan genel bir tabirdir
(krş. Doğru, 1990: 158). Ocak yoklama kayıtlarında at çeşitlerinin yanında az da
olsa öküz, koyun ve camuş gibi hayvanlara yer verilmiş, her ocaktaki miri hayvanlar
ve bunlardan elde edilen hayvan sayıları belirtildikten sonra tezkere ile İstanbul’daki
mirahur-ı evvele gönderilen hayvan çeşitleri ve sayıları eklenmişttir. Buna göre 14
ocaktaki 752 attan 1374 tay elde edilmiş, bunlardan da 400’ü İstanbul’a
gönderilmiştir. 10 öküzden 14 buzağı, 3464 koyundan 320 baş kuzu elde edilmiş,
30 camuştan yavru alınamamıştır (krş. Uzun, 2020: 158-162; Özlü, 2009: 158-161).
Özellikle koyunlardan elde edilen kuzu sayısının oldukça düşük olduğu dikkat
çekmektedir (bk. Tablo II).

Tablo II- Ocaklarda Yetiştirilen Hayvanlar


Ocaklar Hayvan Fi’l-asıl Mahsûl-i Asitâne-i Kıt’a El-bâki
Çeşidi mîrî re’s sâl salhâ saâdete bâ- tamga mevcud
tezkere
mirâhur-ı
evvel
Dimetoka Davar 21 53 12 46 21
Dragoşin Davar 51 105 36 102 67
Ferecik Davar 33 81 36 37 46
Gümülcine Davar 141 278 24 345 110
Sarışaban Davar 11 30 24 20 13
Siroz Davar 8 65 23 45 25
Selanik Davar 105 97 48 122 17
Lengaze Davar 20 34 24 12 15
İnoz Davar 110 199 54 196 105
Emirgazi Davar 19 34 5 24 26
Kardiçe Davar 21 64 24 16 39
Karinabad Davar 13 19 12 8 10
Kırkkilise Davar 59 58 6 30 81
Filibe Davar 140 257 72 215 128
Davar 752 1374 400 1218 703
Siroz Gâvân 10 14 0 22 12
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 492

Siroz Ağnam 104 0 0 0 0


Filibe Ağnam 3360 320 0 0 3360
Siroz Camuş 2 0 0 0 2
Filibe Camuş 28 0 0 0 0
Toplam 4256 1708 400 1240 4077

Has ahıra bağlı hayvanların yetiştirilmesi ve bakımında her zümrenin görevi


bir birinden farklı olmakla birlikte bu faaliyetin ortak buluşma noktasını korular teşkil
etmektedir. Ormanlar ve korular birlikte ele alınıp, koru başlığı altında kayd
edildiğinden biz de tek başlık altında toplamayı yeğledik. Buna göre, Dimetoka,
Edirne, Emirgazi, Ferecik, Filibe, Gümülcine, İnöz, Kardiçe, Karinabad, Kırkkilise,
Selanik ve Siroz olmak üzere 12 ocakta, 56 birim altında, ölçüsü verilen 50 koru ve
ormanın toplam alanı 1.088.025 dönümdür (krş. Uzun, 2020: 147-187). Bu üniteler
içinde Dimetoka diğerlerine göre çok daha fazla koruluk alanı bünyesinde
barındırmaktadır (bk. Tablo III)

Tablo III- Ormanlar / Korular


Kaza Orman/Koru Adı Dönüm
Dimetoka Karaca Halil ormanı 2740 dönüm, Sufiler korusu 2960, 336979
Kara Mahmud korusu 1622, Arbenciniz ormanı 27151,
Çirmen korusu 92592, Çutra 690, Miri Şutran-ı Hassa
ormanı 40000, Balaban korusu 46000, İbsala korusu
28000, Dragoşin korusu 26200, Dragoşin (Yenice
Kışlak) korusu 12544, Saltuk korusu 19640, Karabeğli
korusu 13040, Katır (Karabeğli) korusu 19600, Ada köyü
korusu 2200, Servi Ada korusu 2000
Edirne Ada korusu 0
Emirgazi Emirgazi korusu 7640
Ferecik Kavayazla korusu 18318, Dibeklitaş korusu 17940, 48658
Budame korusu 12400
Filibe Benam-ı Doğangözle korusu 10900, Benam-ı Kurd 183016
korusu 6288, Karaağaç korusu 10085, Osmanbey
korusu 2240, Karye-i Vizrive korusu 17572, Abdi korusu
0, Benam-ı Aspor (?) korusu 1147, Benam-ı Sekban
korusu 17924, Benam-ı Çoban korusu 13200, Benam-ı
Kalunca (?) korusu 20840, Akçakilise korusu 28620,
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 493

Hakarlı Abdullah korusu 0, Çataltepe korusu 0, Mehmet


Paşa korusu 54200, Kurt korusu 0
Gümülcine Koru, çayır, mezraa 55342, Sasallı korusu 0, Kışlak 59844
korusu 4502
İnöz Benam-ı Atayazla 20000, Benam-ı Kışlak-ı Madiyan-ı 36716
Hassa 16716
Kardiçe Karinabad korusu 6321, Karinabad korusu 2722, 223247
Karinabad korusu 3222, Kışlak-ı madiyan-ı hassa
korusu 90162, Benam-ı koru-yı hassa 80172, Benam-ı
Hassa-i Orman-ı Kızanlık 37809, Kızıloğlu korusu 2839
Karinabad Mahsus-ı miriyan-ı hassa 3660
Kırkkilise Kırkkilise korusu 25450, Hızırcık korusu 18190 43640
Selanik Lengaza korusu 69575
Siroz Beylik korusu 14150, Müsellem (Orman-ı Kebir) korusu 75050
26000, Siroz korusu 34900
Toplam 1088025

Korularla birlikte ele alınan ünitelerin başında çayırlar gelmektedir. Çayırlar,


Edirne, Emirgazi Filibe, Hayrabolu, Karinabad ve Selanik olmak üzere 6 ocakta 50
birim altında, 335.595 dönümden oluşmaktadır (krş. Uzun, 2020: 147-187). Sayıca
en fazla, dönüm bakımından da en geniş çayırlar Edirne ocağında yer almaktadır
(bk. Tablo IV).

Tablo IV- Çayırlar


Ocak Çayır Adı Dönüm
Edirne Hassa çayırı 56567 dönüm, Ada çayır 24000, 157126
Karaağaç (Tohan) 4888, Umur Beği 2350, Asiyab-ı
Kasım Ağa (Sokular) 2000, Bali çayırı 0, Çukur çayırı
0, Karacaköy (Tercüman) 2000, Uluşah çayırı 3200,
Kemal çayırı 2150, Yabani-Serahur çayırı 400,
Doğancı (Kargun) 840, Hündeki çayırı 675, Kavak
Kulaklı çayırı 600, Tokad çayırı 689, Yabani (Talisan)
çayırı 14000, Taşlık (Çutra) çayırı 19300, Sarı Beğlü
(Kucak) 160, Çayır ve Kışlak-ı Şüturan-ı Edirne (4 ahır,
4 ambar) 5350, Çayır ve Kışlak-ı Göl Şüturan-ı Edirne
14200, Bergos çayırı 1512, Bosna-Bargiran-ı Dolap
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 494

45, Orman-ı Şutran-ı Hassa


Emirgazi Emirgazi çayırı 4138
Filibe Torum köyü çayırı 651, Pavlikan köyü çayırı 31, 12508
Pavlikan köyü çayırı 4622, Çataltepe çayırı 360,
Pavlikan köyü çayırı 82, Pavlikan köyü çayırı 80,
Pavlikan köyü çayırı 2800, Akkilise köyü çayırı 44,
Çayırgah 1320, Miriyab-ı hassa 90, Vizrive köyü çayırı
2214, Vizrive köyü çayırı 214
Hayrabolu Ahur-ı Kebir çayırı 4138, Hamur (Oduncu) çayırı 9820, 18094
Kethüda Yeri ve Yeniçeri çayırı 4136
Karinabad Ahuran 3380, Turhan çayırı 3360, Göbekli çayırı 3550, 99.824
Sekban çayırı 3850, Aladin Ohan çayırı 2272, Çayır-ı
Himaran 362, Ada çayırı 83050
Selanik Davudyalı 12445, Miri Ahur-ı Şutran-ı Edirne çayırı 43.905
1660, Çayırha 10000, Miriyan-ı hassa 43905
Toplam 335.595

Has ahıra bağlı birimler içinde yaylaklar da önemli bir yer tutmaktadır. Filibe,
Kırkkilise ve Selanik’deki 14 yayladan ölçüsü verilen 5’inin toplamı 162.086
dönümlük bir alana tekabül etmektedir. Dönüm miktarı zikredilmeyen diğer
birimlerin de eklenmesiyle yaylak alanların çok daha geniş bir sahaya yayılacağı
aşikardır. Yine, Lengaze ocağına bağlı Kovalar, Tekyelü, Davudyolu, Araplu ve
Pınarca köylerinde farklı sayılarda 41 adet çiftlik ile Edirne, Selanik ve Yanbolu
ocaklarına tabi 6 köyde 106 adet ahır ve ambarın varlığı tespit edilebilmektedir.
Görüldüğü üzere has ahıra bağlı birimler Rumeli coğrafyasında geniş bir alana
yayılmış, özellikle Edirne ve Dimetoka’da sıklaşmıştır.
Koru, çayır ve yaylakların toplamda kapladığı alan 1.584.706 dönüme karşılık
gelmektedir. Bu rakam bazı koru ve çayırların tek bir kalemde yazılan dönüm birimi
ile bazılarının da en, boy ve dönüm miktarları verilen ünitelerin toplamıyla elde
edilmektedir. Bir dönüm, sancak kanunnamelerinde eni ve uzunluğu 40 adım yer
(Barkan, 1943: 2, 327) olarak zikredilmekte, bu da 1600 adımkarelik bir yüzölçümü
ifade etmektedir. Ancak adım aralığı kişiden kişiye değiştiğinden her adım mimar
arşını uzunluğu olan 75,78 cm. kabul edilmiştir. Buna göre bir dönüm 1600 mimar
arşını kare, yani 916,8 m2 veya 919,302 metrekarelik bir araziyi işaret etmiştir
(Emecen, 1994: 521). Günümüzde bölgeden bölgeye, hatta Konya’nın ilçelerinde
bile değişkenlik gösteren dönüm ünitesinin Hüdavendigar, Kütahya, Erzurum,
Diyarbekir, Musul, Gürcistan, Mora ve Sirem kanunnamelerinde aynı ifadelerle
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 495

anılması (Barkan, 1943: 2, 8, 25, 66, 131, 173, 198, 308, 327), en azından 15-16.
yüzyıllarda Osmanlı devletinde tek ve sabit bir üniteyi çağrıştırdığı söylenebilir.
Defterde dönüm birimi arşının farklı yazım veya okunuş şekli olan rişte (bk.
Taşkın, 2005: 152, 141-144; Ünal, 2011: 350, 572) ile verilmiş, en ve boy çarpımı
doğrudan dönüm olarak kabul edilmiştir. Örneğin eni 15, uzunluğu 45 rişte olan bir
çayır 675 dönüm olarak yazılmıştır. Halbuki bu rakam rişte alan birimini ifade
ederken, dönüm ünitesini tanımlamaktan oldukça uzaktır. Ayrıca en ve uzunluk
birimlerinin çarpımından elde edilen rakam ile defterde verilen dönüm rakamlarının
ekseriyeti birbirinden farklıdır. Yani çarpım sonucu elde edilen rakam ile defterde
verilen rakamlar birbirini tutmamaktadır. Mesela, eni 15, uzunluğu 45 rişte olan iki
saha bir yerde 675 dönüm, bir başka yerde ise 600 dönüm olarak verilebilmektedir
(bk. Tablo V). Buradan hareketle, miri sahaların büyüklüğünü ve toplamını
ilgilendiren bu rakamların yanlış olduğunu düşünmek mümkün değildir. Bu kadar
farklılığın oluşmasında çözemediğimiz veya anlayamadığımız bazı nedenlerin
varlığı şüphe götürmez bir gerçektir.
Tablo V- Korulardaki Dönüm ve Çarpımlar Arasındaki Fark*
Ocaklar Orman / Koru / Çayır Dönüm Boy En Çarpım Fark
Edirne Yabani-Serâhûr çayırı 400 4 11 44 356
Edirne Hündeki çayırı 675 45 15 675 0
Edirne Kavak Kulaklı çayırı 600 45 15 675 -75
Edirne Yabani çayırı 14000 700 20 14000 0
Edirne Taşlık (Çutra) çayırı 19300 500 25 12500 6800
Hayrabolu Hamur çayırı 9820 192 65 12480 -2660
Dimetoka Çirmen korusu 92592 449 55 24695 67897
Dimetoka Dragoşin korusu 12544 150 880 132000 -119456
Dimetoka Katır korusu 19600 225 60 13500 6100
Dimetoka Saltuk korusu 19640 150 920 138000 -118360
Dimetoka Karabeğli korusu 13040 152 85 12920 120
Dimetoka Karaca Halil ormanı 2740 250 100 25000 -22260
Dimetoka Arbencınız ormanı 27151 15 75 1125 26026
Dimetoka Balaban Korusu 46000 215 355 76325 -30325
Gümilcine Koru 55342 291 142 41322 14020
Gümilcine Kışlak korusu 4502 252 240 60480 -55978
Siroz Siroz korusu 34900 211 127 26797 8103
*Tablodaki veriler defterdeki bütün birimleri değil sadece birkaç örneklemi
barındırmaktadır.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 496

B-KORU VE ÇAYIRLARA YÖNELİK MÜDAHALELER


Klasik dönemde 3 yılda bir yapılması zorunluluk olan bu alanlardaki tahrirler,
sonraki dönemlerde 5 yıla çıkmış, ancak peş peşe meydana gelen seferler
nedeniyle tahrirler yapılamamış, bu da çeşitli suiistimalleri beraberinde getirmiştir.
Hayrabolu, Bergos, Baba-i Atik, Cisr-i Ergene ve Hass-ı Mahmud Paşa
kazalarındaki miri develere ait ormanların sınırları 1717 senesinde yapıldıktan
altmış sene sonra ancak 1776 yılında tekrarlanabilmiş (TKGV.KK.KORd. 3: 5b),
daha sonra da 1784’te yenilenebilmiştir. Istabl-ı Âmire’ye bağlı ormanlar daha çok
develerle ilişkilendirilmiş, bu alanların bozulmasındaki sebepler, devam eden veya
yaklaşan seferlere, miri develerin otuz kırk yıldır gelmemesine (TKGV.KK.KORd. 3:
2b, 43b), tahrirlerin yapılamamasına, boş kalan ormanların gözetilmemesine vs.
dayandırılmıştır. Örneğin, Dimetoka kazasına bağlı 2740 dönümlük Karaca Halil
ormanının beş on seneden beri yaklaşan seferler nedeniyle gözetilmediğinden boş
kaldığı, civar köylerin sakinlerinin ormanın ağaçlarını kestikleri gibi, ektikleri yerlerin
öşürlerini de miri yerine sahib-i arza verdikleri belirtilmektedir (TKGV.KK.KORd. 3:
2b, 3b). Yine, Cisr-i Mustafa Paşa kazasına bağlı 92592 dönümlük Çirmen
korusunun zamanla gözetilmeyip korunmadığı, yaklaşan seferler nedeniyle miri
develerin ormana getirilmediği, başta Cisr-i Mustafa Paşa ayan ve ahalileri olmak
üzere çevre köylerin sakinlerinin hep birlikte ormanı kırıp sallarla Edirne’ye
götürdükleri, sahib-i arzdan aldıkları temessükle toprakların mülkiyetini üzerlerine
geçirdikleri, bu topraklarda yaptıkları ziraatten elde ettikleri öşrü sahib-i arza
verdikleri gibi hususlar ormanlardaki müdahalelerin boyutunu göstermesi
bakımından önemlidir (TKGV.KK.KORd. 3: 3b, 4a, 11a). Boş kalan ormanların civar
köylüler tarafından ağaçlarının kesilip tarlaya dönüştürülmesi (TKGV.KK.KORd. 3:
1b, 2b, 6b, 11a), sahib-i arzdan alınan temessükle mülkiyete geçirilmesi
(TKGV.KK.KORd. 3: 3b) buralarda yapılan ziraatten elde edilen öşrün miriye
verilmemesi, orman sınırlarının bozulması (TKGV.KK.KORd. 3: 6a, 25b), köylü,
sipahi, ayan vs. ileri gelen kişilerin bu toprakların mülkiyetini ellerine geçirmeleri
(TKGV.KK.KORd. 3: 3b), köylülerin koru sınırlarına müdahale ederek kullanıma
açmaları, koru dahilindeki köylülere saldırılar yapılması (TKGV.KK.KORd. 3: 10a),
bazı kişilerin koruları zabt ve tasarruf etmesinin yanında, kanuna aykırı bir şekilde
ahaliden vergi talep etmeleri, züemayla birlikte hareket etmeye çalışmaları
(TKGV.KK.KORd. 3: 15a, 18b) ve hassa korular içindeki ırmakların tasarrufunu ele
geçirmeleri gibi hususlar en yaygın müdahaleler olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bunun yanında koru arazisi olduğu halde kullanılmayan ve koruya zararı
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 497

dokunmayan alanlarda bağ tesis edilmesi 2 ve ziraat yapılması 3 , yazın ve kışın


hayvanlarını otlatan köylülerden belli oranlarda vergi alınması gibi konulara ise izin
verildiği dikkat çekmektedir.
Koru ve ormanlardaki suiistimallerin benzerleri belki daha fazlası çayırlarda
da görülmektedir. Zamanla, tahrirlerin yapılmaması veya yenilenmemesi gibi
nedenlerle çayırların hudutlarının ve sınırlarının bozulup biribirine karışması
(TKGV.KK.KORd. 3: 1ab, 2a, 10ab, 25b vd.), çayırların sökülüp, tarlaya
dönüştürülerek ziraata açılması, çayırların işlevini yitirmesi ve buralardaki ahır ve
ambarların yıkılmasıyla yerlerine çiftlik, tarla, bahçe ve bostanlar oluşturularak
zabtedilemesi (TKGV.KK.KORd. 3: 1a, 2a, 4b), hudut ve sınırlara bazı kişilerin
müdahalesi, çayırlar içinde ark ve bentlerle değirmenler yapılması nedeniyle su
baskınları ve sel felaketine yol açılması, hassa çayırlarda tarla, değirmen, bağ,
bostan, çiftlik, bent, ark vs. meydana getirilmesiyle çayırların iptaline sebep
olunması (TKGV.KK.KORd. 3: 2a, 4b, 5a, 6a, 11a, 14b, vd.), ayan ve
mütegallibeden bazılarının reayanın mülkü olan tarla, çayır ve arazileri zapt ederek
çiftlik meydana getirmeleri (TKGV.KK.KORd. 3: 1a, 30a, 34a), bu bahane ile
hayvanlarını para ödemeden koru ve çayırlarda otlatmaları (TKGV.KK.KORd. 3: 2b,
30a), sınır köyler arasındaki arazi kavgaları, ceyb-i hümayuna ödenmesi gereken
bağ, bostan, hububat vs. vergilerin ödenmemesi (TKGV.KK.KORd. 3: 1a, 5a, 8b,
16b), harap hale gelen ahır ve samanlıkların kereste ve çivilerinin bazı kişiler
tarafından ücretleri verilmeden gasbedilmesi (TKGV.KK.KORd. 3: 36ab),
korulardaki damgalı miri beygirlerden kaçanları yakalayan civardaki köy ve kasaba
sakinlerinden bazı kişilerin yakaladıkları bu hayvanları koru ağalarına vermek
istememesi (TKGV.KK.KORd. 3: 13a), hassa kışlak ve yazlakların mezraya
dönüştürülmesi (TKGV.KK.KORd. 3: 2b, 33b), etraftaki miri arazinin sahiplenilmesi
(TKGV.KK.KORd. 3: 9b, 10a, 30a, 38b), buralardan hasıl olan öşre el konulması,
koru ağasına bir akçe bile verilmemesi (TKGV.KK.KORd. 3: 30a) veya masrafların
koru ağalarına ödetilmesi gibi olumsuzluklar sayılabilir (TKGV.KK.KORd. 3: 8b;
Çeşitli dönemlerdeki farklı müdahale biçimleri hakkında bk. Uzun 2020: 147-155)).

2 … koru-i mezbûrun hudûd ve sınuru dâhilinde Çatalöyük dimekle ma‘rûf olan mahall-i mezbûr boz ve hâlî olub mahall-i mezbûrda

bağ kurumu ihyâ murâd eylediklerinde hâlâ Ferecik koru ağası Süleyman Ağa’ya ikiyüz dönüm sâlifü’z-zikr hâlî mahalle memhûr
temessük verib kışlak ve yazlak-ı mâdiyân-ı hassaya zararı olmayan mahalde müceddeden bağ gerümü dikmeğe izin verildiği …
(TKGV.KK.KORd. 3: 14b).
3 Çiftlik der-koru-i Dibeklütaş hâlâ der-tasarruf-ı koru ağası Hüseyin Ağa, Koru-i mezbûrun zirâ‘ate sâlim olan boz ve hâlî mahallerin

zirâ‘at olunması cânib-i mîrîye ittikâ‘ olmakla sâbıkan koru ağası Süleyman bin Mehmed Ağa’ya beşyüz dönüm araziyi zirâ‘at etmek
üzere memhûr temessük virilüb kışlak ve yazlak-ı mâdiyân-ı hassaya zararı olmayan mahalde müceddeden çiftlik binasına izin
verildiği ceyb-i hümâyûn malına bir dürlü zararı olmadığı … (TKGV.KK.KORd. 3: 14b).
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 498

C- MÜDAHALELERİN ÖNLENMESİ İÇİN ALINAN TEDBİRLER


Çayır ve korulardaki suiistimallere devlet anında müdahale etmeye çalışmış,
bunun için çeşitli düzenlemelere gitmiştir. Öncelikle, ahali ziraattan men edilmiş, bir
birine kefil tutulmuş, çayırlara zarar veren değirmenler yıktırılmış, kesilen ağaçlar
ve meydana getirilen tarlaların bedelleri ilgili kişilerden istenmiş, koru ve
ormanlardan ağaç kırmayacakları ve ziraat yapmayacakları hususunda uyarıldığı
gibi taahhüt alınmış, oluşan zararın tazmin edilmesi yoluna gidilmiş
(TKGV.KK.KORd. 3: 2b, 5b, 6a, 17b, vd.), ihtiyaç halinde ağaçların kesilmesi veya
rüzgardan devrilen ağaçların toplanması için koru ağalarından mühürlü tezkere
almaları istenmiş (TKGV.KK.KORd. 3: 11a), bazen kesilen ağaçların fazlalığı
nedeniyle ziraat yapılmasına, bazen de çayırların kıraç olmasından tarlaya
dönüşmesine izin verilmiş, koruların nizamının sağlamak ve ilgili kişilerin
müdahalesine engel olmak için korucu, güreci vs. hademeler görevlendirilmiş,
koruculara yapacakları işlerle ilgili ellerine belge verilmiş (TKGV.KK.KORd. 3: 3ab,
4a, 5a, 11), bu gibi nedenlerle koru, orman ve çayırların sınırlarını tespit etmek
yoluna gidilmiştir. Bu amaçla yeni tahrirler yaptırılmış, güvenilir ve yaşlı kişilerin bilgi
ve şahitliklerine başvurulmuş, sınırların başlangıç ve bitiş noktaları belirtilmiş, ölçüm
çalışmaları yapılmış, bazı yerlere sınır taşları konulmuştur (TKGV.KK.KORd. 3:
1ab, 2a, 3b, 4b, 9b, 10a, 10b, 14b, 18a, 19b, 21b, 25b, 26a, 32a vd.). Örneğin
28.000 dönümlük İbsala korusu ölçüldüğünde 7.000 dönümden fazla koruluk
arazinin sipahiler tarafından gasbedildiği anlaşılmış ve sipahiler el çektirildiği
(TKGV.KK.KORd. 3: 10a) gibi zabtedilen ahır ve ambar yerlerinin kirası istenilmiş
(TKGV.KK.KORd. 3: 3a), usulsüzlüklerin ve kanuna uygunsuzlukların giderilmesi
için de padişah hükümleri gönderilmiştir (TKGV.KK.KORd. 3: 13a). Yine bu
çerçevede, koru ağaları, vekilleri, eminler ve mültezimlerin miri koruların sınırları,
reayanın ceyb-i hümayun ile şeri’i ve örfi hususları ilgilendiren davaların mirahur-ı
evvel arzıyla padişah emri ve sadrazam mektubuyla ancak görülebileceği
belirtilmiştir (TKGV.KK.KORd. 3: 23b, 27b, 35a). Şutran-ı hassaya ait yaylak, kışlak
ve yazlak alanların gerek çevre köylerdeki çiftlik sahipleri, Müslüman ve
gayrimüslim reaya, gerekse dışarıdan gelen kişiler koyun ve keçilerini buralarda
otlatması nedeniyle koru ağalarının ilgili kişilerden sahip oldukları ve otlattıkları her
bir koyun ve keçi başına onar akçe resm-i kışlak, dörder akçe de resm-i yazlak
vergisi alınması hükme bağlanmıştır (TKGV.KK.KORd. 3: 24a, 25a, 26a, 26b). Koru
ve çayırların biçilmesi, demetlenen otların bir an önce hanlara, nalband
dükkanlarına ve miri otluk sayılan yerlere arabayla taşınması, ilgili kişilere dağıtım
ve taksim işleminin koru ağaları tarafından yapılması ve her bir korucunun otluk
zimmetinin 800 akçe üzerinden hesaplanması, miri otlar alınıp satılmadan
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 499

köylerden, çayırlardan ve taşradan gelen otun satılmaması gibi hususlar belli bir
düzen altına alınmıştır (TKGV.KK.KORd. 3: 1a, 23b, 27b).

SONUÇ
Devletin askeri örgütlenmesindeki insan - hayvan ve toprak üçlemesindeki
temel unsurlardan birini teşkil eden hayvan grubu doğrudan Istabl-ı Âmire’yle
bağlantılıdır. Bu kurum altındaki ormanlar, korular, çayırlar, çiftlikler, ahırlar ve
ambarların varlığının ve bütünlüğünün korunması sistemin devamlılığı açısından
önemli görülmüştür. Zamanla meydana gelen bozulma ve müdahaleler tahrirlerle
önlenmeye çalışılmış, korucu, güreci, yundçu vs. gibi hizmetlilerin ellerine
görevlerini açıkça belirten belgeler verilmiş, tazminat, söz alma, tembih, kefalet gibi
yaptırımlarla köylü ve mütegallibeye gözdağı verilmiş, mevcut duruma seyirci
kalınmamıştır. Böylelikle Istabl-ı Âmire’ye bağlı hayvanların yetiştirilmesi, bakımı,
barınması vs. orman, koru, çayır, çiftliklerde geçekleştirildiğinden bu alanların
süreklilik arz eden bir şekilde daralmasına ve farklı kişilerin müdahalesine kurumsal
hizmetlerin devamlılığı açısından izin verilmezken, işlevini yitirmiş çayır ve
koruluklarda bağlar tesis edilmesi ve tarlalar açılmasına ise kaynakların verimli
kullanılması bağlamında müsaade edilmiştir.

KAYNAKLAR
Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü Kuyûd-ı Kadîme Arşivi Koru Defterleri
(TKGV.KK.KORd): 3.
AFYONCU, Erhan (2005), “Mîrâhur (Osmanlı Devleti’nde)”, DİA, C.30,
Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 141-143.
BARKAN, Ömer Lütfi (1943), XV ve XVI ıncı Asırlarda Osmanlı
İmparartorluğunda Zirai Ekonominin Hukukî ve Malî Esasları, Kanunlar, İstanbul:
İstanbul Üniversitesi Yay.
BEKİROĞLU, Sultan - Eyüp Atıcı - Gülçin Özkul Özer - Saliha Yadigar -
Bahaeddin Uslu (2013), “Baltalıkların Oluşumu ve Baltalıkların Koruya
Dönüştürülmesinin Sosyo-Ekonomik Boyutu (İstanbul Örneği)”, Journal of the
Faculty of Forestry, Istanbul University, 63 (2): 61-70.
BOSTAN, İdris (1992), Osmanlı Bahriye Teşkilâtı: XVII. Yüzyılda Tersâne-i
Âmire, Ankara: TTK Yay.
ÇELİK, Şenol (2002), “Osmanlı Padişahlarının Av Geleneğinde Edirne'nin
Yeri ve Edirne Kazasındaki Av Alanları (Hassa Şikâr-Gâhı)”, XIII. Türk Tarih
Kongresi Ankara 4-8 Ekim 1999, Kongreye Sunulan Bildiriler III. Cilt, III. Kısım,
Ankara: TTK Yay., 1-15.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 500

DOĞRU, Halime (1990), Osmanlı İmparatorluğu’nda Yaya-Müsellem-Taycı


(XV. ve XVI. Yüzyılda Sultanönü Sancağı), İstanbul: Eren Yay.
EMECEN, Feridun M. (1994), “Dönüm”, DİA, C.9, Ankara: Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları, 521.
ERCAN, Yavuz (1986), Osmanlı İmparatorluğunda Bulgarlar ve Voynuklar,
Ankara: TTK Yayınları.
ERTAŞ, Mehmet Yaşar (2007), Sultanın Ordusu, İstanbul: Yeditepe Yay.
GÜVEN, Özbay – Gülten Hergüner (1999), “Türk Kültüründe Avcılığın Temel
Dayanakları”, PAÜ. Eğitim Fakültesi Dergisi, S.5: 32-49.
İNALCIK, Halil (2010), Has-Bağçede ‘Ayş u Tarab Nedîmler Şâîrler Mutrîbler,
İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yay.
KARAKAYA, Recep (2015), “Tabiat”, Osmanlı İmparatorluğu’nda Çevre ve
Şehir, İstanbul: İstanbul Medeniyet Üniversitesi – T.C. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı
Yay., 79-110.
KOÇ, Bekir (2000), “Osmanlı Devleti’ndeki Orman ve Koruların Tasarruf
Yöntemleri ve İdarelerine İlişkin Bir Araştırma”, OTAM, S.10: 139-158.
MIKHAIL, Alan (2019), Osman’ın Ağacı Altında Osmanlı İmparatorluğu, Mısır
ve Çevre Tarihi, Çev. Seda Özdil, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yay.
ÖZCAN, Abdülkadir (1999), “Istabl”, DİA, C.19, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları, 203-206.
ÖZLÜ, Zeynel (2009), “Istabl-ı Âmire’de (Has Ahır) Bulunan Hayvanlar ve
Beslenmeleri Üzerine Bazı Notlar”, Vakıflar Dergisi, S.32: 155-172.
ÖZLÜ, Zeynel (2013), “XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Istabl-ı Âmirenin Gelir ve
Giderleri ile İlgili Bir Değerlendirme”, Bilig, S.65: 259-284.
PAKALIN, M. Zeki (1993), Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, C.2,
İstanbul: MEB Yay.
PATEL, Raj – Jason W. Moore (2018), Yedi Ucuz Şey Üzerinden Dünya
Tarihi, Çev. Serkan Gündüz, İstanbul: Kolektif Yay.
SERTOĞLU, Midhat (1986), Osmanlı Tarih Lûgatı, Ankara: Enderun Kitabevi.
ŞERİFGİL, Enver M. (1981), “Istabl-ı Âmire Voynukları”, Türk Dünyası
Araştırmaları Dergisi, S.14: 137-147.
TAŞKIN, Ünal (2005), Osmanlı Devleti’nde Kullanılan Ölçü ve Tartı Birimler,
Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Elazığ.
Türk Dil Kurumu, Güncel Türkçe Sözlük, https://sozluk.gov.tr/, Erişim Tarihi:
29 Aralık 2019.
UZUN, Ahmet (2014), “Mali Yönleriyle Voynuk Teşkilatı ve Voynuk Tımarları”,
C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, C.15, S.2: 1-13.
OSMANLI İDARESİNDE BALKANLAR II • 501

UZUN, Ahmet (2020), İktisâdî ve Malî Yönleriyle Istabl-ı Âmire (1500-1900),


Ankara: TTK Yay.
UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı (1979). “Mirahur”. İA, C.8, İstanbul: MEB
Yayınları, 347-350.
UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı (1988), Osmanlı Devleti’nin Saray Teşkilatı,
Ankara: TTK Yay.
UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı (1988), Osmanlı Devletinin Merkez ve Bahriye
Teşkilâtı, Ankara: TTK Yay.
ÜNAL, Mehmet Ali (2011), Osmanlı Tarih Sözlüğü, İstanbul: Paradigam Yay.
WHITE, Sam (2013), Osmanlı’da İsyan İklimi Erken Modern Dönemde Celâli
İsyanları, Çev. Nurettin Elhüseyni, İstanbul: Alfa Yay.

You might also like