You are on page 1of 2

AYLAKLIĞA DAİR

Meltem GÜRLE
Üniversiteye başladığım sene, Queen’in ‘I want to break free’ (“İpimi koparmak
istiyorum,” diye de çevrilebilir mi acaba?) şarkısı her tarafı inletiyordu. Şarkıyı her duyduğumda,
ben de bağırarak aynı şeyi söylemek istiyordum. Çünkü tam da öyle hissediyordum. Benim kadar
bağımsız ruhlu biri için oldukça karanlık geçen lise yıllarının ardından, sonunda özgürlüğe
adımımı atmış, nihayet hayata karışabilmiştim. Mutluydum.
Bir süre sonra özgürlüğün sandığım gibi büyük bir hediye değil de, ağır bir yük olduğunu
öğrenecektim. Ama bunun için henüz erkendi. O sene aklımda tek bir düşünce vardı: Artık bir
yetişkinim ve gönlümce yaşayabilirim. Evden ayrılıp yurda yerleştiğim gün, bir kelebek gibi
hafif, bir arı kadar kararlı hissediyordum. Muhammed Ali gibi bir şeydim yani. Sanki ömrüm
boyunca beklediğim maç gelmişti ve bundan daha hazır olamazdım.
Büyük bir heyecanla okula başladım, demek isterdim ama öyle olmadı. Büyük bir
heyecanla şehre başladım, demeliyim aslında. İstanbul’da geçirdiğim ilk seneyi tanımlamak için
doğru sözcüğü arıyorum, bir türlü bulamıyorum. Herhalde büyük şehir sarhoşluğuydu bu.
Günlerim bıkıp usanmadan sokakları arşınlayarak geçiyordu. Hiç durmadan kilometrelerce
yürüyordum. Pabuçlarımın tabanları yavaş yavaş erimeye başlamıştı. Bebek’ten Sultanahmet’e ve
oradan da gerisin geriye okula yürüdüğüm bir gün, o zamanlar pek moda olan kauçuk
botlarımdan birinin altında bozuk para büyüklüğünde bir delik açıldığını görüp üzüldüğümü
hatırlıyorum.
Sonraları hayatımın ayrılmaz bir parçası haline gelecek olan bu amaçsızca yürüme
hastalığı böylece başlamış oldu. Sebebini düşündüğüm zaman bir tür açlık hissi olduğuna karar
veriyorum. Bir bakma, görme, kaydetme açlığı. Her şeyi arsızca seyrediyordum: sokakları, evleri,
insanları, dükkanları, her şeyi. Kahvelerde oturuyor, gazeteleri karıştırıyor, kimi zaman sadece
bir bardak çay içerek saatlerce oyalanıyordum. Dersler birbirinin ardından geçip gidiyordu. Bense
sadece yürüyor, yürüyor, yürüyordum. Başka hiç bir şey umrumda değildi. Dilediğim yerde
dilediğim kadar vakit geçirebileceğim fikri hoşuma gidiyor, yeni bulunmuş bu özgürlük başımı
döndürüyordu. Düpedüz aylak olmuştum. Şikâyetim yoktu.
Bundan birkaç sene sonra, Walter Benjamin’in Baudelaire üzerine bir yazısını okurken,
aylaklığımda yalnız olmadığımı öğrenip sevinecektim. Üstelik o buna çok şık bir de isim
veriyordu: ‘flâneur.’ (Konuşamadığım bir dil olduğu için, Fransızca bana her zaman çok afili
gelir.)
Benjamin’e göre, pasajlar, sokaklar, caddeler ‘flâneur’ün evidir. Aylağın kente, sokaklara, o
sokaklarda akan kalabalığa ihtiyacı vardır. Bir tür kimliksizlik, ya da daha iyi bir tabirle,
anonimliktir bu aslında. Aylak, büyük şehrin insanıdır, ama kalabalığın içinde yaşamasına ve o
kalabalıktan beslenmesine rağmen onun bir parçası değildir. Kalabalığı her zaman kendi dışında
bir şey olarak algılar ve o da kalabalık için hep “öteki” olarak kalır.
Benjamin’in anlattığı bu kentli anti-kahraman, yine aynı dönemde elime geçen Aylak
Adam’da da karşıma çıkmıştı. Bu romanın başkişisi, tam anlamıyla bir ‘flâneur’dür; yani,
kalabalığı seyretmekten başka bir işi olmayan ama kendisini hep o kalabalığın dışında
konumlayan biridir. Yusuf Atılgan, herhalde bu anonimliğin işareti olarak bir isim bile vermediği
C.’ye şunları söyletir mesela: “Çevreme ilgiyle baktım. Erkekler yeni tıraş olmuşlar, kadınlar
yeni boyanmışlardı. Yüzleri tasasızdı. Caminin dirseğindeki bacakları kesik dilenci, soğuktan
morarmış, çorapsız gazeteci çocuk bile öyleydiler.” C., bu aldırışsız kalabalığın içinde
sevebileceği kadının da olduğunu hayal eder: “Sanki onu tanıyormuşum, görsem bilecekmişim
gibi bakıyordum geçenlere.” Ama bu his kısa sürer. Dışarıdaki dünya onun arzularına ve
beklentilerine kayıtsızdır: “Sanki bütün dünya konuşuyor, dans ediyor, operaya gidiyordu.” Oysa,
kendisi olan bitenin içinde yer almaz. Akan hayatın bir parçası olamaz. Aylak adam, sadece bir
seyircidir. Üstelik bunun farkındadır: “Yoksa her şey ben olmadığım zaman, benim olmadığım
yerlerde mi oluyordu?” diye sorar kendine.
Yapı Kredi Yayınları geçtiğimiz günlerde, Yusuf Atılgan’ın ölümünün yirminci ve
romanının ellinci yılını anmak için Aylak Adam’ı özel bir baskıyla tekrar yayınladı.
Edebiyatımızın kilometre taşlarından biri olan bu kitabı alıp bir kez daha okumak için bundan
daha iyi bir fırsat düşünemiyorum.
Söylemeye gerek yok tabii, yine aylaklık ederek, kahvelerde ve parklarda dolaşarak
okumalı bu romanı.
22.11.2009

You might also like