You are on page 1of 587

Cemil Sena

HAZRETI

Hazreti Muharnmed Kimdir? Peygamber ve Peygamberlik, Melekler,


Cinler, Şeytan ve İblis, Kıyamet ve Ölümden Sonra ûirilme, Cennet,
Cehennem, Ruh, Ölüm ve Ölüm Ötesi, Vahiy Nedir? Kur'an, Tanrı,
İman, İbadet, Dua ve Yarlıgama, Tövbe, Bilim ve Din, Kader ve Elin-
delik Problemi, Dünya, Din ve Ahlâk, Hukuk, Hazreti Muhammed'in
Kişiliği, Başarı ve Amaçları, Dinde Revizyon, Layiklik, Özgür Düşünce.

Remzi Kitabevi
HAZRETİ
MUHAMMED'İN
FELSEFESİ
REMZİ KİTABEVİ A.Ş. Yayınları
Dizgi, Baskı ve Cilt: EVRİM MATBAACILIK LTD.
Cağaloğlu, S. Mescit S. 3 - İstanbul, 1984
Cemil Sena

HAZRETİ
MUHAMMEDİN
FELSEFESİ

REMZİ KİTABEVİ
Ankara Caddesi, 93 - İSTANBUL
içindekiler

Ö N SÖ Z , 7 • İK İN C İ Ö N S Ö Z , 11 • Not: 14

BÖLÜM I. H A Z R E T İ M ÜHAM M ED, 15

I. Hz. M uham m ed K im dir? 15 • II. Peygam berler, Peygam berlik ve H z. Mu-


ham m ed, 25 • Elçi ve Peygam ber, 23 • Peygam berler, N erelere ve ne için
G önderilm işlerdir? 23 • Peygam berler' H akkm daki A yetler ve B unlardaki
Çelişkiler, 25 • Peygam berlerin K usurları, 26 • V azifeleri, 28 • H z. Mu-
ham m ed’in Almış O lduğu D irektifler, 29 • Son Peygam ber ve Ö teki D eha­
lar, 30 • Ö teki D inlerin K eram etleri, 31 ■ III. Hz. M uham m ed’in Bilgi Kay­
nakları, 38 • Sezgi, Vahiy ve İlham , 38.

BÖLÜM II. M İS T İK H A Y A T , 45
I. M istiklik ve M istik H ayalgücünün V erileri, 45 • (M istiklik veya T asavvuf,
45 • T insel İşkenceler: O ruç, Sükût ve İnziva, 50 • D alınç, R üyalar, San­
rılar, M istik evlenm e, 51 • M istikliğin Ö zellikleri, Telkin ve İnan çları, 52 •
M istikliğin Bilim K arşısındaki D urum u, 55 • G azalî’ye G öre G eçilm esi G e­
reken A şam alar, 59 • M iraç, 60 • A hret, 66 ■ Bir D üş, 68 • K evser, 69 •
İblise V erilen Cezâ, 71 • M istik H ayalgücünün Bazı Sonuçları, 72 ■ II. M e­
lekler, 75 • III. C inler, 91. • IV. Şeytan veya İblis, 100 • V . K ıyam et ve
Ö lüm den Sonra D irilm e, 105 • V I. C ennet, 117 • V II. C ehennem , 127 •
V III. R u h , Ö lüm ve Ö lüm Ö tesi, 136 (R uh N edir? 136 • Ö lüm N edir?
142 • Ö lüm Ö tesi H ak k ın d ak i İnan çlar, 146.

BÖLÜM III. İS L Â M D İ N İ N İ N D A Y A N A K L A R I , 154


I. Vahiy N ed ir? 154 • K u r’an, 170 • II. K u r’an, 170 • III . K u r’an ve Es­
tetik, 187 • IV. K u r’an ve İnciller A rasındaki İlişkiler, 196 • M ucizeler, 205.

BÖLÜM IV. İS L Â M D O K T R İN İN İN M İS T İK İŞ L E M L E R İ, 226


I. Din N ed ir ve İslâm D ini, 226 • II. (A) T anrı, 238 • T an rılara D a ir G enel
İnançlar, 238 • T an rıların A daleti, D işi ve E rkek T an rılar, 239 • K urban
ve S unaklar, 243 • T an rıların İnsanlara Benzeyen Ö zellikleri, 247 • Bir
A nketin V erileri, 2 5 0 ■ K om ünizm de T an rıtanım azlık, 253 • En Y eni İnanç­
ların A ldığı Y ön, 255 • (B) İslâm D ininin T anrısı (A llah), 258 • I I I . İm an,
275 • IV . İbadet, 282 -V. D ua ve Y arlıgam a, 290 • V I. T övbe, 298 • K im ­
lerin T övbeleri K abul E dilir? 299 • K abul Edilmeyen T övbe Y o k tu r, 301.
BÖLÜM V. H z.M U H A M M E D 'İN B İL İM V E Ö Z G Ü R L Ü K A N L A Y I Ş I , 303
I. Bilim ve D in, 303 • II. D in Bilim Sınırlarını A şabilir m i? 312 • III . İslâm
D in in in Bilim A nlayışı, 324 • IV . M anastır ve M edrese Ö ğretileri, 335 •
M an astırlar N eleri Ö ğ rettiler? 335 • M edrese Bilginleri N e y ap tılar? 337 •
B ugünkü D urum N ed ir? 338 • V. K ader ve E lindelik Problem i, 342.

BÖLÜM V I, H z. M U H A M M E D ’İN O N T O L O J İS İ, 363


I. K ozm ogoni, 363 • II. İnsan, 375 • I I I . D ünya, 384.

BÖLÜM V II. S O S Y A L K U R U M L A R , 389


I. D in ve A hlâk, 389 • II. H u k u k , 4 20 • A. A dalet S orunu, 420 • B. Kutsal
H a k la r ve Ceza, 429 • C. K adın H ak ları, 434 • D. E konom ik H ak lar, 446 •
E. P olitika, 451 • F. Savaş (C ihat), 460.

BÖLÜM V III. H z. M U H A M M E D ’E K A R Ş I D İR E N M E L E R İN M A H İY E T İ, 466


I. H z. M uham m ed’e Y apılan İtiraz ve İftiralarla '’anrısal İltifat ve D irektif­
ler, 466 • H z. M uham m ed’den Sonraki S apıklıklar, 486 • III. H z. M uhanv
m e d ’in Kişiliği, Başarıları ve A m açlan, 504.

BÖLÜM IX . S O N U Ç VE A Ç IK L A M A L A R , 526
I. A. D inde R evizyon, 526 • B. D in ve D ünya, 530 • C. Sosyal K urum ların
Evrim i, 534 • D. Yeni D in A nlayışında A yrıntılar, 539 ■ II. Layik ve Ö zgür
D üşünce, 545 • I I I . K u r’anı T ü rkçeleştirm ek, 548 • IV. K utsal Ö ğütler, 552 •
V. Sağcılık, 555 • V I. Şeriatçılık, 558 • V II. D in D ersleri Ne Fayda Sağ­
la r? 565 • V III. H afızlık, 569.

Ö zel A dlar E ndeksi, 573 • Bibliyografya, 581.


Büyük F ilozoflar A nsikopedisi (4 cilt, 1957-1969) adıyla yayınlam ış oldu­
ğum uz eserde1, İslâm din, felsefe, k ü ltü r ve uygarlığının ilk kuru cu su o larak Pey­
gam berim iz H azreti M uh am m ed ’e de b ir yer v erm ek istem iştik; fak at b ir ansiklo­
pedide, kendisine ayırabileceğim iz yer, onun büyüklüğüyle ve İslâm toplum la-
rındaki önem iyle o ran tılı olam ayacağı için, onu ayrı b ir k itap ta, olabild ği k ad ar
geniş çizgileriyle tanıtm ayı denem ek istedik. Şüphesiz ki, b u , b ü sb ü tü n ayrı bir
uzm anlığa ihtiyaç gösteren ve incelenm esi zor olduğu k ad ar da nazik b ir kon u d u r.
F akat biz, ansiklopedim ize uyguladığım ız yöntem den (m etot) aynlm ayarak, ken­
disinin hayatıyla kutsal bildirileri arasın d ak i ilişkileri kaybetm em eye ve dolayı­
sıyla K u r’and an ve hadislerden fazlasıyla fay d alan arak, büyük kişiliği hak k ın d a
az çok b ir felsefeci gözüyle bilgiler verm eye çalıştık; ve H z. M uham m ed’in b ir
filozof olduğunu değil, b ir felsefeci yönünün de b u lu nduğunu açıklam aya özendik.
H er şeyden önce, eserim izde, tü rlü vesilelerle aklım ıza gelmiş olan eleşti­
rim ler ve bazı özel görüşlerim iz yüzünden, im anım ızın zayıf ya da şüpheli ol­
duğu kanısına düşülm em esini dileriz. B unlar, yüzyıllar boyunca birço k İslâm
bilginleriyle sistem ve m ezhep k u ru cu ları ta rafın d an da b aşka başka şekillerde
ileri sürülm üşlerdi; ço k la n da yaşadıkları dönem lerde veya ölüm lerinden sonra
kü fü rle su çlandırılm ışlardı. A rtık yaşadığım ız çağda ve dem okratik T ü rk toplu-
m unda böyle ilkel ve geri h ü k ü m lerin verilem eyeceğine em in olduğum uz gibi,
gerçek M üslüm anlığın da b u çeşit iftiralara asla izin verm eyeceğine in anm akta­
yız. İslâm dini, gerçekleri aram a işini engelleyecek olan saçm a (batıl) inançların
baskısından tiksinen yüksek ve hoşgörücü inanç ve bildirilerden yoğrulm uştur; ni­
tekim ulu Peygam berim iz, b ü tü n ö m rünü insanlara, gerçekleri öğretm ekle geçirm iş­
tir. Biz b u eserde, büyük dinim izle onun kutsal k urucusu hak k ın d a çözüm sel
(analytique) b ir panoram a sunm ayı diledik ve olabildiği k a d a r nesnel ve bağım sız
düşünm ek ve an latm ak istedik. D ini ilgileyen eserlerle tefsircilerin pek çoğun­
da, özel b ir im an gayreti görüldüğü için, o k uyanlara, düşüncelerden ve gerçek­
lerden çok, asla akla ve bilim sel verilere h ita p etm eyen birtak ım m istik telk in ­
lerde bulu n m ak âdeti yerleşm iş; m asal tü rü n d e n olan söylentilere d a larak dinin
gerçek am aç ve bilgelikleri ihm al o lu n m u ştu r2. Biz b u ra d a , İslâm m savunduğu de­

(1) Bu eserim izin ikinci baskısı, Remzi Kitabevi tarafından yayınlanm ıştır.
(1974-1976).
(2) Bilgisiz vaiz ve im am gibi din adam larının yanlış ve zararlı telkinlerin­
den başka, örneğin, Kadi Beyzavî, R uh-ûl Beyan'mda; Fahreddin-i Razî, T efsir-i
Kabir'inde; Taberî, E l-T efsir'inde ve daha diğer birçokları uydurma hadislerden,
İsrail m asallarından, çoğu yanlış astronom i bilgilerinden, tekrarlardan ve çeşitli
ukalâlıklardan kurtulamamışlardır.
rin düşünce ve ü lk ü ler üzerinde d u rd u k ve m istik hayal gücünün h arika tü rü n ­
den uydurm alarıyla p ra tik ve ahlâksal değeri olm ayan söylentileri, b ir akıl süz­
gecinden geçird ik 1.
Eserim izin bazı b ahislerinde, bazı düşünceierle bazı ayet, hadis ve görüş­
leri, bilerek te k ra r e ttik ; hadisleri daha çok Buharı ile M üslim ’in S ah ih ’lerin-
den ald ık ; dolaylı veya dolaysız o larak faydalandığım ız eserlerin adlarını da
m etinlerde ve bibliyografyada verdik. A yetlerin T ürkçelerini, az çok kendi Arap-
çam ıza da güvenerek asıl m etinlerden alırk en , daha az yanılm ış olm ak için b u n ­
ları dilim ize ve F ransızcaya çevrilm iş olan larla k arşılaştırdık ve olabildiği k ad ar
kendi lehçem izin üslu b u n a göre sap tad ık . A yetlerin sayı num araları, okunuş ta r­
zındaki fa rk la r yüzünden, h er K u r’anda aynı olm adığından, bizim kaydettiği­
miz nu m aralar da bazen farklı olm uştur.
Bu eserde, H z. M uham m ed’in b ü tü n ü lk ü ve telkinlerini açıklayabilm ek
için, İslâm d inini ilgileyen problem lerin en önem lilerine d okunulm uştur. A m a­
cım ız, bu problem leri asla h er yönden çözüm lem ek değildir. Biz, b ü tü n bunlara
d air gereken sentetik bilgileri v erirken, bazen bu problem lerin psikoloji, sos­
yoloji, tarih , m itoloji ve öteki d inlerle bilim ler b akım ından kaynaklarına k a d a r
inmeye ihtiyaç duyduk. B unun açık nedeni, Peygam berim izin de, insan uygarlık
ve k ü ltü rü n ü n evrim zincirinde, b ir tarafın ı geçm işe, b ir tarafını da geleceğe
bağlayan b ir altın halk a olduğunu ve yaşadığı dönem deki sosyal ve tarihsel ko­
şu llardan d a etkilendiğini bild irm ek tir. K itabım ızdaki görüş ve iddialar, T ü rk ,
A rap ve H ıristiyan d ü şü n ü rlerin de yıllarca değinm iş vc savunm uş o ldukları,
h a tta gerçeklenm esini diledikleri düşünce ve gerçekler tü ründendir. M aksadım ız,
ne ulu Peygam berim izi, ne de o n u n getirm iş olduğu yüce dinim izi küçültm ektir;
H z. M uham m ed, o çeşit b ü y ü k lerd en d ir ki, hiç b ir övme ve saygı sıfatları onun
büyüklüğünü anlatm aya yetm ez ve onun aleyhinde ileri sürülecek eleştirim ya
da saldırg an lık lar da onun ebedî ve büy ü k kişiliğini küçültem ez, fanileştirem ez.
O da K onfüçyüs, B uda, İsa ve M u sa ... gibi, insanlık tarihinin yıkılm ası ola­
naksız an ıtların d an b irid ir ve b u an ıtların en değerli ve en ü stü nüdür.
İzlediğim iz am açlardan b iri de, H z. M uham m ed’i, her çeşit kişisel ve gele­
neksel im an b ask ıların ın taraflı ve ilkel g örüşlerinden k u rta ra ra k , olum lu bilim ­
lerin yöntem ve anlayışlarıyla incelem eye çalışm ak ve bu tarzda çalışacak olan­
lara, daha doğru ve yetkin eserler yazm alarını gerektiren b ir taslak verm ektir.
Bu itib arla eserim iz peygam berim izin felsefesine olduğu k a d ar da M üslüm anlı­
ğın felsefesine b ir giriş telakki edilm elidir. D iğer b ir am acım ız d a, kendi u lu ­
sal gelişm em izle dinim iz arasın d ak i olum lu ya d a olum suz ilişkilerin bazı nok­
talarına işaret etm ek ve gittikçe gevşemeye başlayan veya bozulan b u ilişkilerin
nedenlerini anlam ak isteyenlere bazı çağrışım öğeleri (unsur) verm ektir. Bu am aç,
p ek önem lidir ve ayrı b ir esere sığacak k a d a r da geniştir.

(1) Kur’an ve hadislerde, akıl ve bilim e verilmiş olan yüksek değer, hiç bir
dinde yoktur. Metinlerdeki bahislerde de görüleceği gibi, Kur’anda, kitap ve say­
falar 209, anlayıp kavramak 19, bilim ve irfan 217, akıl ve fikir 66. düşünerek
m ütalaa etmek, yani zikir ve tezekkür 126, akıllılar 11, kanaat getirmek 12, kalem,
mürekkep ve satır 17 ayette tekrarlanmışlardır.
Siyasal b ir kuvvet halini alan herhangi b ir din, kendine bağlanm ış olan
uluslara, yalnız b irtak ım tap ım (culte)' ve inanç k u rallarını değil, aynı zam anda
b u k u rallard an doğan k ü ltü r ve k u ru m la n da kabul e ttirir. Bu du ru m d a ulus,
k en d i özel ve tarihsel kişiliğini yitirerek, siyasal otoriteyi tem sil eden m istik
kuvvetlerin potasında erim eye m ahkûm olur. H alifelik, O sm anoğullarına- geçtik­
ten sonra, devletin egem enliğiyle b irlik te dinin k o n ın m a ve uygulanm a işini de
üzerine alm ış olan T ü rk ulusu, H z. M uham m ed’e karşı olan içten bağlılık, hay­
ran lık ve saygısını, k en d i ulusal çıkarlarını olduğu k a d a r da ulusal özellik ve
kişiliğini ihm al edecek k a d a r aşırı b ir dereceye çıkardı ve sanki her A rap, Pey­
gam ber soyundan kutsal b ir kişiym iş, A rabistan to p rak ları d a, cennetin giriş
kapılarını saklıyorm uş gibi, m üb arek sayıldı; an av atan ın tüm serveti A rap ülk e­
lerine d ö k ü ld ü , fazla o larak , «necip A rap kavm inin» dili, sanatı, k ü ltü rü , h atta
neredeyse çöl ahlâkı benim sendi; böylece ulusum uz, A rapların ve M üslüm anlı­
ğın m anevî söm ürgesi h aline geldi. Y aşadığım ız dönem de bile garip b ir üm ­
m etçiliği savunan, ya da evvelâ M üslüm an, sonra T ü rk olduğunu iddia edecek
k a d ar ulusal benliğini in k âr etm ekte fayda um an , M üslüm anlığı ayrı b ir ulus
sayarak T ürk lü ğ ü in k â r eden kim seler görüldü; dilim iz, edebiyatım ız soysuz­
laştı; yüzyıllarca m im arlık dışındaki plastik san atlar gelişem edi; ahlâk ve töre­
lerim iz gerçek değerlerini yitirdi. Çoğu bilgisiz ve hoşgörüden yoksun olan din
adam larım ız, ulusal ru h u ö ldürm ekte, din ve dünya bakım ından fayda gördüler
ve bizi âdeta A raplaştırm ak gayreti güden baskılarıyla her çeşit Batı uygarlığın­
dan faydalanm am ıza, gelişip ilerlem em ize engel oldular. Y anlış anlaşılm ış, fena
telkin edilm iş ve p olitika am açlarına hizm et ettirilm iş b ir din ve im anın kendi­
lerine sağladığı m addesel ve tinsel (m anevî) saltan atın sefil konforu altında, felse­
feye can çekiştirilm iş, layik ve olum lu (m üspet) bilim ler okullarım ıza gereği kadar
sokulam am ış, m edreselerin asalak m ensupları, b ü tü n toplum a egem en olm uş, usıı-
sal değerlerim izi soysuzlaştırm ıştır. P m züm renin büy ü k b ir çoğunluğu, dinin akla
değil, duygulara seslenen taraflarına- önem v ererek h alk ı, tinsel hayatın estetik
heyecanıyle ve hayatsal değer taşıyan ahlâksal em irleriyle, dinin bilgeliğiyle de­
ğil, uydurm a h arik aların trajik ve gülünç sahneleriyle sersem leştirm işlerdi. Böy­
lece, yurdum uzu, T a n rı’nın elçisine sığınan, yalnız o n dan şefaat ve yardım dile­
nen asık suratlı, dünyaya geldiğine pişm an, ah retlerin i onarm ak için d ü n yaların­
dan vazgeçm iş, tem bel, m iskin, hoşgörüden ve erdem den (fazilet) yoksun, her
yeniliğe, «gâvur icadı» veya «günah» diye d irsek çeviren, h atta düşm anı olan
insanların barınağı haline getirdiler ve im anı, din m askesi altında en çirkin eylem
ve tu tk u la rın ı saklam asını bilen birtak ım sefillerin siperi yaptılar. O ysaki, yüce
Peygam berim izin getirm iş olduğu d in , kapsadığı gerçekler»ve* savunduğu ilkeler
itibarıyla o k ad ar zengindir ki, ilerlem eyi d u rd u racak hiç b ir engel önünde ge­
rilem ez; eylem e, harekete, dünya için faydalı ve insanları m utlu kılan h e r iyi
şeye değer verir. Bu dinam ikliği, Hz. M uham m ed, kendi hayatının yorulm ak
bilm ez gayret, girişim ve savaşlarıyla da ispat etm iştir.
İslâm âlem ini olduğu k a d a r da aziz u lusum uzu, geri toplum lar arasında
b ırak an bilgisizlik ve bu bilgisizliğin sırtın d an geçinenlerin yüzyıllarca süre­
gelen baskısı, yalnız devrim sel yasalarla değil, aynı zam anda felsefe ve diğer
çağdaş bilim lerle, teknikle bezenm iş, y u rt ve ulusseverlikleri, im anları kad ar,
h atta d ah a da ü stü n olan din bilginleriyle, gerçekten aydm , h e r çeşit ilkel gele­
nek ve alışk an lık lard an k u rtu lm u ş kim selerin yardım ıyla azalıp yıkılacaktır. Bu
inancın etkisi a ltın d a yazılm ış olan bu eser, bu gerçeğe inanm ış olanlara da b ir
ışık tutm a istek ve cesaretinden ilham alm ıştır.
Ü zerinde d u rm ak istediğim iz n o k talard an b iri de, dinin neleri em rettiğini,
bun lard an bugün için hangilerinin kolayca uygulanabileceğini belirtm ektir. Bu­
nu ayırt etm ek, T an rısal em irleri, h er M üslüm anın açıkça ve dolaysız olarak
kendi dilinden öğrenm esiyle m üm kün olacağına inanm aktayız. İlerdeki bahis­
lerde görüleceği gibi, A rap ların iyi anlam ası için, K u r’an, A rapça bildirilm iştir.
Büyük T ü rk u lusu d a, d inini doğru ve iyi anlayabilm ek için, K u r’anını, d u ala­
rım kendi diliyle an lay arak okuyabilm elidir. B undan daha isabetli ve T anrısal
isteğe, b u n d an d ah a uygun b ir gerçek olam az. A rapça, T a n rı dili değildir; A rap
kavm inden gelm iş olan m üb arek elçinin kendilerine hitap ettiği Sam ı b ir u lu ­
sun d ilid ir. O dili k u tsal sayıp, kendi dilim izi ve ulusum uzu h o r görm ek gibi
b ir aşağılık duygusu, b ü tü n ulusal varlığım ızı tehlikeye dü şü rü r. Eğer U lu T a n rı,
bize de b ir elçi gönderm eyi m u ra t etm iş olsaydı, T ürkçe vahiylerde' bu lu n u r,
C e b ra il’i T ü rk ç e k o n u ştu ru rd u .
İnsanlığın ilerlem e ve gerilem esinde dinlerin oynam ış o ldukları rol h a k ­
k ın d a pek çok incelem eler yapılm ıştır. Biz b u konuda önem le d u rm ad ık . H er
ulus, kend i k u ru m ların ı, yine kendi sosyal koşullarına (şart) göre yaratır; yani
u lu slar b u n lara, kendi çık arların ın etnik (ırkî) ve tarihsel özelliklerinin zorunlu
kıldığı yönleri ve şekilleri v erirler; kendi sosyal yapı ve d ehalarının doğal dam ­
gasını, ku ru m ların d a devam e ttirirle r; b ü tü n m ezhepler ve ta rik a tla r, bu ger­
çeğin sonuçlarıdır. İslâm dini, u lu sların gelenek ve ülkülerine hizm et b akım ın­
d a n en esnek y orum lara elverişli olan b ir d in d ir; h er din ve felsefe gibi, onun
da eskim iş, rolünü bitirm iş, uygulanm ası olanaksız tarafları vard ır; b u nları
ayıklam ayı bilm ek ve o n u n h er dönem için olduğu k a d ar da her insan için
değişm ez b ir gerçek o lan canlı, berek etli, yaratıcı tarafların ı b u lu p bunlardan-
fayda sağlam ak, d ine gösterilecek en b ü yük saygı olduğu gibi, b u , büyük din
bilginlerinin de en esaslı b ir ödevidir.
İşte, eserim izde o k u rla n m ız n keşfetm elerini dilediğim iz ilkeler, b ü tü n bu
tü rlü düşüncelerin atm osferine terk edilm iştir. O k u rlarım ızın bizde sayısı pek
çok olm adığını sandığım ız b u denem eden ö tü rü , düşm üş olabileceğim iz yanıl­
m aları iyi niyetim ize bağışlayarak bizi yerm em elerini dileriz1.

E renköy, 2 .Î.J 9 6 7 C em il S E N A

(1) Bu eserde, gerek Tanrı (A llah), gerek Hz. M uham m ed sözcüklerine,


dinsel eserlerde yazılm ası âdet olan saygı, salât ve selâm cüm lelerini eklemedik;
Kur’anda da emredilen bu vazifeyi, okurlarımızın kendi içlerinden söylem elerini
uygun bulmaktayız. Zira, bu sıfa tla n kaydetmek yüzünden kitabımızın hacm i
fazlasıyla kabarmış olacaktı.
Bu eserin birinci baskısı, az zam anda geniş b ir alana yayılmış ve nüshaları
tükenm iştir. H âlâ sürekli olarak aranm ası d a, b ir kez daha yayınlanm asını ge­
rektirm iştir. A ydın çevrelerde olum lu, tutucu çevrelerde olum suz yargılarla ya­
pılm ış olan eleştiriler, bizi, kitabım ıza bazı önem li ve yeni bilgilerle açıklam a­
ları eklem eye de zorlam ıştır. F akat bu ek ler yüzünden, güttüğüm üz am acı asla
yitirm iş değiliz.
H er şeyden önce, ziyaretim ize gelerek, ya da m ektuplarıyla ve telefonlarıyla
tak d ir ve iltifatlarını esirgem em iş olan değerli ve sayın okurlarım ıza şü k ran la­
rım ızı suparken, eserim izin adın d an bile ü rk erek , içindekileri dikkatle ve so­
nu n a dek o kum aktan çekinm iş olan bazı yurttaşlarım ızın d a, bizi kınam ış ol­
du k ların a, h atta çirkin b ir dille saldırm aktan çekinm ediklerine esefle işaret et­
meliyiz. Kişisel d u ygularından, belki de bazı art düşüncelerin etkilerinden k u r­
tulam am ış olan b u kim selere karşı da, M üslüm anlığın uygun bulduğu hoşgö­
rüyle ve sevgiyle bağlıyız.
Bilimsel k onularla uğraşan lar, okuyanları sevindirerek, o n ların takdirini k a­
zanm ak için değil, gerçeklerin aydınlanm ası için d ü şü n ü r, ara ştırır ve göz nu ru
dökerler. Fransız d ü şü n ü rü R. de G ourm ont, "Bir gerçek arandığı zaman, asıl
korkunç olan şey, bulunm uş olandır” der. Bir eserde aradıklarını bulam ayan­
lar, ya dik k atle okum a yeteneğinden yoksun o lan lardır, ya dâ elde ettikleri so­
nuçların esinlediği (ilham ) gerçeklerden ü rk en lerd ir. Y ayın hayatım ızda, din ve
peygam ber ko n u ların ı, m istik ve saçm a inançlardan sıyrılarak nesnel b ir gözle in­
celemeye, hem en ilk kez cesaret etm iş olan bu eserin, tu tu cu zekâlarda b ırak ­
mış olduğu izlenim de böyle olm uştur. O ysaki, eserim iz b ir T anrıbilim dene­
m esi değildir. Bunun için d ir ki, T anrıbilim cilerin k ullanm a âdetinde o ldukları
dil ve protokola riayet edilm em iştir. B unu, dine ve Peygam bere karşı b ir say­
gısızlık sayanlar, skolastik geleneklerin ü slup ve dogm atizm inden k u rtulam ayan­
lard ır. İngiliz d ü şü n ü rlerin d en E m erson, d e r ki: "İnsan olm ak isteyenler, Angli-
kanlığa bağlanmamalıdır; bir iç hayatı yaşadığım için, işim, kutsallığı bir gele­
nekten elde etm ek değildir; hiç bir yasa bana, kendi varlığımdan daha kutsal
değildir; benim için iyi olan tek şey, doğru yoldur". Biz de b u n a in an arak , doğ­
ruyu söylentilerde, politik ve çıkarcı am açlarda, din gayretiyle akıllarını yitirm iş
o lanların sap lan d ık ları m edrese ve m an astır sistem lerinde değil, özgür, layik
ve pozitif düşüncenin aydınlattığı yollarda, yani kolayda değil zorda aram ayı
tercih ettik . Bu itib arla biz, dini ve dinlerin kapsam ına giren tü rlü dogm alarla
problem leri, insanoğlunun yarattığına in an arak , b u n ların geçirm iş olduğu ev­
rim le insan zihn in in ve tjp lu m la rın m geçirm ekte olduğu evrim ler arasında b ir
paralellik g ö rdük ve evrim ci b ir gözle tü rlü dinlerin ve m ezheplerin verilerini
açıklam ak suretiyle M üslüm anlığın gerçek niteliğini ve kaynaklarını da aydınlat­
m aya çalıştık. E flatun, ‘P h aydaros’ adlı diyalogunda, sözünü ettiği b ir efsane
dolayısıyla, d er k i: “Bugün herkes, va ktiyle alayını izledikleri T a n rı’ya saygıla­
rını su nm a kta ve k e n d i karakterine e n uygun gelen bir aşkı seçm ektedir. Yanı
herkes, k e n d i Tanrısını yaratm akta ve Tanrısı için k en d i kalbinde bir heykel di­
k e rek onu sü slem ekten h oşlanm aktadır’’. M istik in an ç la rın ,,to p lu m la ra ve çağ­
lara göre değişen oluşlarıyla, bu in ançları, bireylerin kendi seviye ve anlayış­
larına göre olduğu k a d a r d a, içinde yaşadıkları to plum lardan aldıkları bilgi ve
alışkanlıklara göre biçim lendirm eleri de bu gerçeğin açık k an ıtlarındandır.
Bizi eleştirenlerden bazıları, d ü şündüklerim izi, dinsiz, m üşrik ya da M usevî
bilginlerin görüşleriyle güçlendirm eye çalıştığım ızı ileri, sürm üşlerdir. Bir dü­
şüncenin doğruluğu, onu ileri sürenlerin özel kişilik ve niteliğine bağlı değildir.
Çağım ız uygarlığını yaratm ış ve insanlığın bin b ir ıstırabına deva bulm uş olan­
ların hem en tüm ü, H ıristiyan, Y ahudi, Japon, Rus... vb. gibi M üslüm anlıkla iliş­
kileri olm ayan büyük adam lard ır, hatta ilkçağlarda yetişm iş olan büyük düşü­
nürlerin y ak tıkları düşünce m eşalesi, bugün de karanlık ruhları aydınlatm aya
devam etm ektedir. K aldı ki, biz hiç b ir iddiam ızı, K u r’an ayetleriyle hadislere,
İslâm erm iş ve d ü şü n ürlerin e b aşvurm adan da ileri sürm üş değiliz. A yetlerle
h adisler ve tefsir k ita p la rı/m u k a y e s e li b ir yöntem le incelendiği ve h er ayetin,
hangi olay dolayısıyla bildirildiği, arandığı zam an, H z. M uham m ed’in gerçek
kişiliği, düşünceleri, am açları, d ah a saydam b ir açıklıkla belirir. İsrail, H ıristi­
yan ve Doğu âlem inin k aynaklarına fazla önem verişim izin nedeni, bunlarla
İslâm dogm aları arasın d ak i yakınlığı ve hatta birçok noktalardaki benzerlikleri
fark etm iş olm am ızdır. N itekim , K u r’an da, T e v ra t’a, İn c il’e ve İsrail peygam ­
berlerine fazlasıyla değer verm iş ve Sam î kavim lerin geleneksel m istisizm inden
tam am ıyla kurtu lam am ıştır.
Bazı okurlarım ız, eserim izde M üslüm anlığı küçüm sediğim izi, h atta dinsiz­
liği yaymaya çalıştığım ızı ileri sürecek k ad ar insaftan uzaklaşm ışlardır. Bize öyle
geliyor ki, b u n lar, dinsizliği yaym akla, d in in gerçek niteliğini aram ak arasındaki
farkı ayırt etm ek istem em işlerdir; belki de böyle düşünm eleri, politik ya da
ekonom ik ç ık a rla r için b ir fayda sağlar um uduna kapılm ış olm alarındandır.
D insel k o n u lar üzerinde eser yazacak olan ların , m utlaka m edreselerde yetişm iş
olm alarını, b ir felsefecinin bu kutsal konu üzerinde düşünüp yazm a yetkisi ola­
m ayacağını savunan idd ialara da rast geldik. Çağım ızın düşünce özgürlüğüne
verm iş olduğu önem , hiç b ir inancı, belirli b ir züm renin tekeline bağlam ış de­
ğildir. Şeyhülislâm lar dönem lerinde görülen san sü r ise, dem okratik devlette çok-
tah kaldırılm ıştır. Bir eser, yayınlandıktan sonra, onu yazmış olanın kişiliğinden
önce eserin gerçek değerini eleştirm ek, hem ahlaksal, hem de bilim sel bir zo­
ru n lu lu k tu r. O ysaki, bizim bu k o n u larla olan ilişkim izin en az altm ış yıllık bir
geçmişi vardır. E serim izin yadırganm asındaki başlıca nedenin, yüzyıllardan beri
din adam larım ızdan çoğunun, m edrese ve cam ilerim izde, h atta devlet işlerinde,
halkım ızı uyu ştu rm ak tan ve M üslüm anlık adın a A raplaştırm aktan başka b ir şey
yapm am ış olm aları ve bizim böyle b ir geleneğe karşı çıkışım ızdır. İnsanları vc
o lay lan bilim ve tarih gözüyle incelem e yolunu, d aha X IV . yüzyılda gösterm iş
olan İb n H ald u n , A raplığına rağm en, " D ü n ya d a ki üm m etlerin en büyüğünün.
T iırkler olduğunu ve insan cinsleri arasında, onlardan başka ayrıca b ü yü k bir cin­
sin bulunm adığım b il!” diyecek k a d a r u lusum uzun gerçek değer ve yüceliğini öğ­
retm eye çalıştığı halde, bizim ulem a (bilginler) adıyla toplum um uzun her insa­
n ından saygı görm üş ve k endilerine inanılm ış olan din adam larım ızın önem li
b ir kısm ı, halkım ıza b irtak ım İsrail kaynaklı m asallarla saçm a ve hayatsal değeri
olm ayan düşünceleri aşılam aktan başka b ir şey yapm am ışlardır. Çoğu okuyup
yazm a bile bilm eyen u lusum uza, ah ret nim etlerinden başka b ir şey vaat etm e­
yen m edrese çöm ezlerinin ve b u n ları ko ru y an ların , ahlâk, düşünce ve uygarlık
bakım ından hangi olum lu hizm etlerde b u lu n d u k ların ı gösterm ek ve açıklam ak
zordur. B unun en açık k an ıtı (delil), İslâm âlem inin m addesel ve tinsel sefaleti,
köylülerim izle ulusum uzun büyük b ir çoğunluğunda görülen ilkel anlayıştır.
D insel k o n u lar üzerinde düşünm ek, yalnız bilginlerin değil, h er M üslüm a-
nın ve dü şü n ü rü n ödevidir. A rtık düşünce ve inanç hayatında ta b u ’ların kalm a­
dığı b ir dünya ve çağda yaşam akta olduğum uzu anlam ak gerektir. D inim iz gibi
ulusum uz da hoşgörücüdür ve tarihim izin hiç b ir dönem inde, halkım ıza, dini
dolayısıyla bask ılar yapılm ış değildir. C am ilerim iz b ü tü n im an edenlere açık
olduğu gibi, M üslüm anlık, h e r yerde h azır ve görücü olan Yüce T a n rı’ya, yine
h e r yerde ibadet edilebileceğini savunan b ir din olduğu için, kim senin, bu ko­
n u d ak i dileklere engel olm aya da gücü yetm ez.
M üslüm anlık, yalnız ibadet dini değildir, erdem lik d in id ir. Eserim iz bu d ü ­
şüncenin ışığı altında, H z. M uham m ed’in dünya işlerinde gösterm iş olduğu b ü ­
yük başarıların ı gösterm eye hizm et edecek düşünceleri savunm aktadır. İki yiiz
yıldan beri insanlık içinde bağım sız, şerefli ve uygar b ir ulus o larak yaşayabil­
mem iz için devletçe başvurulm uş olan, yöntem , ilke ve ülküleri A ta tü rk ’ten ve
o n u n devrim lerinden alan tinsel savaşa yardım etm ekten başka da b ir am aç
gütm üş değiliz. D inin yüceliğini k o ru m ak için tek çare de b u yolda yapılacak
hizm etlerdir. Layik ve özgür düşüncenin yarattığı ve pozitif bilim lerin aydın­
lattığı yollarda ilerlem ek, ne d insizliktir, ne de din düşm anlığıdır. Bu gerçeği
kavram adan u lusum uzu uyuşturm aya devam etm ek isteyenler, gerçekte dış düş­
m anlardan d ah a tehlikeli ve k o rk u n çtu rlar. H atta b u n lar, elden gidiyor, diye
uğrunda tü rlü sald ırıları göze aldıkları dini de yık m aktadırlar. Y ani, dinin ger­
çek düşm anları, sav u n du k ların a uygun b ir yaşantıları da olm ayan ve kafalarım
değiştirm em ekte inat eden bu yozlaşm ış ru h la rd ır. îb n Sina, "Biz, T a n n ’m n lüt-
funa güvenm işizdir; ibadet etm e k te n ve günah işlem ekten soyunm uşuzdtır. S e­
n in inayetin olan yerd e yapılm am ış olan yapılm ış gibidir” d erken, biz b u n a,
yapılm ış olan\ıda .yap ılm a m ış gibidir inancını ekleyerek, Y üce T a n n ’dan bizi
k ü fü r ve sapıklıkla suçlayanların k u su rların ı, kendi kusurlarım ızla birlikte ba­
ğışlayıp yarlıgam asını (m agfret) dileriz.

E renköy, 17.6.1971 C em il S E N A
NOT :

Eserim izin bu üçüncü b ask ısın ı1, bazı önem li bilgi ve düşünceleri ekleyerek
yayınlam ış bulunuyoruz. H erhangi b ir incelem e veya araştırm ada, dogm acılığın
bağnazlığından k u rtu la ra k , özgür düşünce ve bilim sel yöhtem lerin aydınlığında
b ir eleştiri süzgecine b aşvurm adıkça, m istik ya da pozitif olan hiç b ir gerçeği
elde etm e olanağı bulunm adığına inanıyoruz. Bu ilkeye bağlanarak yazdığım ız
biı eserdeki am aç, zihinleri saçm a in an çlard an k u rtarm ak , dinlerin b ir gelenek
olarak b irb irin e neleri aktarm ış o ld u k ların ı göstererek M üslüm anlığın en doğru
değer ve niteliklerini b elirtm ek, dolayısıyla H z. M uham m ed’in büyük kişiliğini
ve yüce ü lk ü lerin i açıklam aktır. M istik k o n u lar ü zerinde, bu türden yazılm ış
ilk eserlerden b iri olm asına karşın , halkım ızın pek çoğunun bununla ilgilenm iş
olm asını, (zira on yılda d ö rt kez basılm ıştır) toplum um uz için m utlu b ir ilerlem e
sayıyor, uzun ve yorucu çalışm alarım ızın boşa gitm ediği kanısıyla seviniyoruz.

E renköy, 1.3.1979 C em il S E N A

(1) Birinci baskısı Okat Yayınevinde çıkmış (1967) olduğundan, gerçekt


bu dördüncü baskıdır.
Bölüm I

Hazret! Muhammet!

I. H a zreti M u h a m m ed kim d ir? • II. Peygamberler,


P eygam berlik ve H azreti M u h a m m ed • I I I . H azreti
M u h a m m ed ’in bilgi ka yn a klan.

HAZRETİ MUHAMMED KİMDİR?

" M u h a m m ed , sadece bir elçid ir..."


(Âli İm ran , 143)

H azreti M uham m ed, İslâm din in in k u ru cu su ve A rap aşiretlerini b ir üm ­


m et haline getiren son peygam berdir. M ek k e’nin en sözü geçer ailelerinden biri
olan H aşim o ğ u llan ’n d an d ır; o n u n b u aileden oluşu, ilerdeki m istik ve siyasal
faaliyetlerinde başarı gösterm esine olduğu k a d a r, kendisinin korunm asına da
yaram ıştır. B abası K ureyş kabilesinden A bd u llah , on kardeşinin en küçüğüydü.
B üyükbabası A bdü lm u ttalib , b u en k ü çü k oğlunu T an rılara k u rb an etm eyi ad a­
dığı halde, b u cinayeti yapm am ıştır. H z. M uham m ed’in annesi Z eh ri kabilesin­
den A m ine’dir.
H azreti M uham m ed doğm adan önce, b u k u rb an edilm ekten kurtulm uş olan
babası, ticaret m aksadıyla gitm iş olduğu S uriye’den dönerken M edine’de öl­
m üştü; b u n u n üzerine annesi, öksüz k a la n evlâdını, A rap aristo k ratların ın âde­
tine u yarak , çölde yaşayan b ir k abilede büyütülm esi için girişim lerde bulu n d u ;
nihayet Saâd kabilesinden H alim e ad ın d a b ir k ad ın a, çocuğun sütnineliğini k a­
bul ettird i. Bu k a d ın , H z. M uham m ed’i altı yaşına k a d ar bedeviler arasın d a ve
çadırda em zirip b ü y ü ttü . G ü rb ü z ve sıhhatli b ir çocuk olarâk annesine teslim
etti. B unun üzerine A m ine, hem kocasının m ezarını, hem de kendi erk ek k a r­
deşlerini ziyaret etm ek ve oğlunu d ayılarına gösterm ek için M edine’ye gittiyse
de, öteden beri sağlık d u ru m u bozuk olan A m ine, M ekke’ye dönerken A b u a’da
ölünce, an ad an da öksüz kalm ış olan H z. M uham m ed, M ekke’ye getirilerek, de­
desi H aşim oğlu A b d ü lm u ttalib ’e teslim edildi.' Pek ihtiyar olan bu zat d a, iki
yıl sonra öldü. Böylece âdeta b ü sb ü tü n kim sesiz kalm ış olan bu yüce çocuğun,
m esut b ir çocukluk çağı geçirm ediğini, fak at T an rısal lü tfü n , kendisinden esir­
genm em iş o lduğunu K u r’andaki şu ayetlerden öğreniyoruz: "O , seni ö k sü z b u ­
lu p da barındırm adı m ı? Seni, yo lu n u şaşırm ış b u lu p da doğru yola götürm edi
m i? S en i yo k su l b u lu p da zengin etm ed i m i? " (D uha, 6-8).
Ö ksüzleri korum ayı em reden ayetlerin b irçok surelerde on beş kez tek rar
edilm iş olm ası d a, o n u n öksü zlü k acısını d erinden tatm ış ve onlara karşı öm rü
boyunca içten b ir şefkat beslem iş olduğuna d elâlet eder.
D edesinin ö lüm ünden sonra, hen ü z sekiz yaşında bu lu n an H z. M uham m ed’i,
am cası E bu T alib , kendi yanm a aldı. Bu sevim li ve zeki çocuğu, kendi evlâdıy­
m ış gibi severek him aye etti. E bu T a lib ’in asıl m esleği ticaretti. F ak at, M ekke’
nin kutsal m akam larını ve m istik törenlerini ilgileyen b irtakım dinsel ödevler,
H aşim ailesinin tekelinde olduğu için, o, b u işlerle de uğraştı. Bu itibarla, H z.
M uham m ed, b ir ta ra fta n d in , b ir taraftan da ticaret çevresi içinde yaşadı; on
iki yaşm a geldiği zam an, ticaret am acıyla kerv an larını hazırlam ış olan am ca­
sına, kendisini de götürm esi için yalvardı. E bu T alib , yeğeninin yalvarm alarına
dayanam adı; o n u kendi devesine b in d irerek Suriye’ye götürdü. H z. M uham m ed’
in N asturi keşişlerinden Bahira ile b u seyahatte tanışm ış olduğu genel olarak
kabul edilm ektedir. T arih çiler o n u n , bu seyahatten döndükten sonra kanlı b ir
kabile savaşını da seyretm iş olduğunu kaydederler. O n u n , b ir süre çobanlık yap­
tığı da bilinm ektedir.
H z. M uham m ed, M ekkeliler arasın d a doğruluğuyla ün kazandığı için, ken­
disine Em in, yani güvenilir adam sıfatı da verilm işti. O , bu gençlik dönem inde
âciz, fak ir, dul ve öksüzleri korum a am acım güden ve adına H alef-ül-Fudul de­
nen b ir hay ır cem iyetinin kuru lm asın a hizm et etti. D edesinin ve am casının
şefkat ve sevgisi içinde büyüm üş olm ası, servete fazlasıyla düşk ü n ve duygusuz
insanların toplanm ış o ld u k ları M ekke’de, yoksul, kim sesiz ve âcizlerin h o r gö­
rülm esi gibi n edenler, doğuştan p ek duygulu olan H z. M uham m ed’i, halkın
çoğunluğunu teşkil eden b u acınacak tabakaya sarsılm az b ir duygudaşlıkla bağ­
lam ıştı. İlerid ek i bahislerd e görüleceği gibi, İslâm ahlâk ve huk u k u n u n ana il­
keleri, top lu m u n b u d ü şk ü n züm relerini korum ayı ihm al etm em iştir.
Ebu T alib , b u zeki ve b ü yük yaradılışlı yeğeninin b ir gün kim selere m uh­
taç olm ad an yaşayabilm esi için, o nu kendisi gibi tüccar yapm ak istedi. O za­
m anlar M ekke’nin zengin, fak at dul b ir k ad ın ı o lan, K ureyşlilerden H üveylid’in
kızı H atice’nin, ithal ve ihraç işleriyle uğraşm asını sağladı. H z. M uham m ed, bu
kadının m allarım satm ak ve karşılığında M ek k e’d e yetişm eyen m a lla n getirm ek
için, b aşk a la n n ın da k atılm akta olduğu büy ü k kerv anlarla Y em en, H alep, Şam ,
K udüs, M edine ve h a tta Ira k tarafların a k a d a r seyahat etti. Bu suretle H a tic e’
nin servetini hem k o ru d u , hem de ü retti. K endisinin gençlik ve güzelliği, seç­
kin b ir kişiliğe sahip oluşu, H a tic e ’nin sevgi ve güvenini kazanm asına sebep
oldu. Bu yüzden d ah a yirm i yedi yaşındayken, k endisinden on beş yaş büyük
olan ve d ah a önce de iki zengin k o cadan — onların ölüm ü dolayısıyla— dul
kalm ış b u lu n an H atice ile evlendi. B ütün kalbiyle genç kocasına bağlı olan bu
olgun ve anlayışlı k ad ın , b ü tü n servetini hayat arkadaşının em rine terk etti.
H iç b ir zam an servete fazla değer verm em iş olan H z. M uham m ed, geçim sıkın­
tısından kurtulm am ış olm akla birlik te, eşinin gittikçe artm ış olan servetiyle
M ekke’nin yoksul, âciz ve zavallı insan ların a yardım etti.
H z. M uham m ed’in bu ilk eşinden iki erkek ve d ö rt kız çocuğu dünyaya
geldi ki, b u n ların adları doğum tarih leri sırasıyla şu n lardır: K asım , A bdullah,
Zeyneb, Üm m ü, G ülsüm , Fatım a ve Rukiye. İçlerinden H z. F atım a’dan başka­
ları, babaların ın sağlığında ö lm ü şlerd ir1. H z. M uham m ed, ilk doğan oğluna A bd
M enif adını verm işti. M enif, o tarih lerd e M ekke ta n rıların d an birin in adıydı.
B undan anlaşıldığına göre, bu dönem de o n u n henüz İslâm dini hak k ın d a plan ­
lanm ış veya hazırlanm ış b ir düşüncesi yoktu. S onraları Y ahudiler, biraz da
o n u n peygam berliğini reddetm ek için, A rap u sulüne u yarak, kendisine Eb-ül-
K asım , yani K asım ’ın b abası adını verm işlerdir.
H azreti M uham m ed, k ırk yaşına k a d a r hem ticaret, hem de hayır işleriyle
uğraştı; fak at o, yaradılışı itibarıyla insan, doğa (tabiat) ve olaylar karşısında
daim a sebep ve bilgelik aram ak, o n lard an tü rlü sonuçlar çıkarm ak gibi devam lı
ve derin b ir zihin faaliyetine sah ip ti; düşünm eyi seviyor, varlığın gizlerini (sır)
açıklam ak ve insanların m utlu lu ğ u n u sağlam ak için ıssız yerlerde dolaşarak ça­
reler araştırıyor, duygu ve düşünce bak ım ın d an sonsuz b ir sıkıntı ve ıstırap için­
de kıvranıyordu. Bu ru h hali içinde zam an zam an M ekke y ak ınlarındaki H ira
dağına (bugünkü adı N u r dağı) gidiyor; o rad a b u lu n an b ir m ağaraya çekiliyor
ve tarih boyunca yetişm iş olan b ü tü n büy ü k m istiklerin yaptıkları gibi, az yi­
yip içiyor, az uyuyor; insanlarla az görüşüyor; günlerce bu çileye k atlanm aktan
zevk alıyordu. İşte bu dönem de, altı ay k a d a r süren düş (rüya) gibi b irtakım
ru h olayları içinde, bazı tinsel (m anevî) tecellilere ve esrarlı görüm lere (visions)
nail olan H z. M uham m ed, b u m ağarada M edine’ye hicretinden iki yıl önce
K u r’an d a K utsal ru h (R ulı-ül-kudüs), G üv en ilir ru h (Ruh-ül-em in) da denilen
C ibril (C ebrail) ad ın d a b ir meleğin" insan kılığına girerek yirm i üç yıla yakın
b ir süre devam etm iş olan vahiylerinden ilkinin telkinine kavuştu. Bu ilk T a n ­
rısal em ir şuydu: ‘‘O ku , R abbinin adiyle oku . O, insanı bir kan pıhtısından ya­
rattı; oku. R abbin sonsuz kerem sahibidir; O , kalem le öğretendir; insana bil­
m ediğini belleten d ir” (A lak, 1-5). B uradaki o k u v e-k alem sözcüklerini ve genel
o la ra k bu ayetleri, tefsircilerin çoğu p ek çeşitli, h a tta b ir bakım a gülünç an­
lam larda açık larlar. B unları, görü n d ü k leri gibi, h er çeşit bilginin ana aracı
o la n okuyup yazm ayla yorum lam ış olsalardı, bu vahyin ebedî b ir gerçek olarak
değeri d ah a da yüceltilm iş o lu rd u kanısındayız.
A şağılarda yine işaret edeceğim iz gibi, b u ayetlerden akla gelen en olum ­
lu sonuçlardan b iri, H z. M uham m ed’in okum a bilm esidir; zira oku em ri, o k u ­
m a bilm eyene verilem ez; bu ayet, “ oku da bilgini a rtır, gerçekleri ö ğ ren” de­
m ek tir. Eğer Peygam berim iz, okum a bilm ediği için bu em ri alm ışsa, kendisine
okum ayı öğrenm esi em rediliyor dem ektir ki, bu da kendisinin sonradan oku­

(1) Taberî (Ebu C afer), tefsirinde Hz. M uham m ed’in 21 kez evlenm iş ol­
duğunu, fakat bunlardan on biri ile bir arada yaşadığını yazar. Öteki onundan
bazıları ölmüş, bazıları evlenm eden ayrılmış, bazılarını da boşamıştır.
(2) Cibril, îbranîcede akıl demektir (M elekler bölümüne bkz.).
mayı öğrenm iş olm asının kesin b ir k an ıtıd ır. Ç ünkü o, öm rü boyunca T anrı
b uyrukların a baş eğmiş ve b u n ları uygulam akta olduğunu bildirm iştir; yani oku
em rine itaat ederek okum ayı zoru n lu o larak öğrenm iştir. “O , kalem le öğreten­
d ir" ayetinden de, öğrenm ek için yazm ak ve yazılm ış şeyleri okum ak gerektiği
anlaşılır. Bu itib a rla , Y üce Peygam ber, okum uş ve yazm ış b ir kişiliktir ve
Ünım i deyim ini, o kuyup yazm a bilm eyen b ir bilgisiz değil, M ekkeli anlam ında
yorum lam alıdır.
H z. M uh am m ed ’in peygam berliğini cesaretle ve daha açıkça bildirm esi,
" Sana em rolunanı ilân et; m üşriklerden y ü z çe v ir!" (H icr, 94) em rinden son­
ra d ır1. H z. M uham m ed, kendisine bildirilen ve yükletilen vazifenin önem ini pek
iyi anlam ıştı. Belki de b u vazife, yıllardan beri düşünüp gerçeklendirm e çare­
lerini için için aradığı b ir ü lk ü n ü n bilin ç üstüne çıkarak, kendisini harekete
geçmeye zo rlam asından ib aret b ir yanılsam aydı (illusion).. F akat o, ru h unda
beliren değişm eler ve tecellilerin, kendi y aradılışının özel b ir s im veya m az­
hariyeti değil, doğaüstü b ir varlığın, yani Y üce T a n rı’nın b ir direktifi olduğuna
em indi. H z. M uham m ed, bu kutsal d irek tifi en önce, değerli eşi H z. H a tice’ye
anlattı. " D e ki... İslâm ların ilk i olm am e m red ild i" (Ziim er, 12); "Bana M ü slü ­
m anların ilk i o lm a k em re d ild i" (E n ’am , 162) gibi h e r b iri başka vesilelerle bil­
dirilm iş olan ayetlere göre, ilk M üslüm an kendisi olm akla birlikte, anlatm ış ol­
d u k ların a ilk inanm ış olan da H z. H atice’dir. Sonra, V araka ve sırayla E bubekir,
Ali, H a ris’in oğlu Z eyd, O sm an, Z übeyr, A b d ü rrahm an, Saad, T alha, Ö m er,
H am za gibi cennete girecekleri kendilerine sağlıklarında m üjdelenm iş olan on
sahabe, H z. M uham m ed’in peygam berliğine ve M üslüm anlığa im an ettiler (İm am
H an b e l’e göre, Peygam berle b ir yıl, b ir ay, b ir gün, b ir saat b erab er bulunm uş,
hatta onu b ir kez görm üş o lan kim seye sahabe d en ilir)2. Üç yılda k ırk kişi M üs­
lüm anlığı kabul etti; b u n ların çoğu, A rap ların sevip saydıkları kim selerdi. G it­
tikçe güçlenen bu im an dolayısıyla, H z. M uham m ed, K âbe’de açıktan açığa iba­
det etm eye başladı. B unun üzerine, siyasal ve ekonom ik çık arların ın sarsılaca­
ğından k u şk u lan an M ekke zenginleri, M üslüm anlığı kabul etm iş olanlara eziyet

(1) Aym bildiri, Tevrat’ta da şu şekilde ifade edilmiştir: “Seni kim e gön­
derirsem gideceksin ve sonra ne em redersem söyleyeceksin” (Ermiya, 7).
(2) Islâm da sahabelerin hepsi aynı değere sahip değildir. Bunların en
yüksekleri, Hulefa’y i R aşidin denilen ilk dört halifedir. Sağlıklarında kendilerine
cennetlik oldukları m üjdelenm iş olan altı sahabe ile bu dört halifeye, A şere-i
mübeşşere, yani On m üjdelen m işler denilir. İkinci derecede, Bedir ve Uhud sa­
vaşlarıyla Hudeybiye’de Peygambere biat etm iş olanlar. Üçüncü derecede, Müs­
lüm anlığa ısınıp bağlanm alarını sağlam ak için, savaşlarda elde edilen ganim et­
lerden kendilerine bir pay verilmiş olan 400 sahabe gelir ki bunlara, m üellefet
-ül-kulüb, yani gönülleri alıntfüş ya da uzlaştırılm ış olanlar denilir. Daha sonra,
Mekke zaptedilirken esir edilip sonra azat edilmiş olanlar gelir (M uaviye’nin
babası ve annesi gibi). Son iki sırada ise, evvelâ Hz. M uham m ed'i görmedikleri
halde sahabeyi görmüş olanlar, sonra da, bu görmemiş olan sahabeyi görmüş
olanlar, en son derecede de, bu sonuncuları görmüş olanlar gelir. Her çağda ve
her toplumda, şefe ve ülkülere bağlılığın gevşem em esi için, ana davaya hizm et
etm iş olanlara bazı üstün payeler ve yüksek unvanlar vermek politik ve sosyal
bir zorunluluktur.
etm eye ve Hz. M uham m ed’e h ak aretlerd e bulunm aya başladılar; iftira ettiler;
o n u öldürm eye çalıştılar1.-V ahyin başlangıcından beş yıl sonra, H z. M uham m ed,
M üslüm anlardan b ir kısm ının H ab eşistan ’a göç etm elerini uygun buldu. Amcpsı
ve koruyucusu E bu T alib ile H z. H atice’nin ölüm lerinden sonra, M ekkelilerin
zulm ü büsbütün artın ca, kendisi de T a if’e giderek, kutsal görevine o radan de­
vam etm ek istedi; fak at b u rad a da taşlandı, b in b ir çeşit saldırganlıklarla k arşı­
laştı; kaçm aya m ecbur oldu. Peygam berliğinin o n uncu yılında M edinelilerle an­
laştı: Birinci ve ikinci A kabe biati adıyla tarihe geçen önem li olaydan sonra,
M edineliler arasında da sayıları çoğalan M üslüm anlar kendisini, ailesinin bü­
tü n bireyleriyle (fert) M ekkeli İslâm ları koruyup savunacaklarına söz verdiler
ve hepsinin M edine’ye göç etm elerine razı oldular. M ekke’deki İslâm ların he­
m en tüm ü, M edine’ye gönderildi. K endisiyle k alan H z. E b u b ek ir’le b erab er türlü
kovuşturm alara uğram ış olm alarına rağm en, selâm etle M edine’ye ulaştılar. Bu
suretle. M üslüm anlığın ana tarih in in başlangıcı k urulm uş oldu ki, H z. M uham ­
m ed ’in peygam berliğinin on d ö rd ü n cü yılına d o ğ ru d u r (28.6.622).
H z. M uham m ed, M edine’de n ü fu zu n u gittikçe artırd ı; M ekke’de sadece
v a’zeden, b ü tü n diğer dinlere karşı toleransı olan b ir kişilik iken, M edine’de
b ir devlet adam ı, b ir k an u n yapıcısı ve b ir başkom utan olm uştu. M ekke ve M e­
d in e ’de inen ayetlerin, düşünce, gaye ve üslup bak ım ından araların d a görülen
büyük faik la r da, bunu açıkça gösterir. M edine’de yapılan sâde ve basit bir
m escidin yanm a, kendisinin ve eşlerinin o turm ası için b irtakım o d alar eklendi.
H z. M uham m ed’in b u n d an sonra girişm iş olduğu işler ve teşebbüsler, daha çok
İslâm tarihin i ilgileyen başarılı savaşlar ve sözleşm elerle geçti. B ütün bu döne­
m in m utlu zaferlerini, T anrıbilim m antığıyla ve yöntem iyle işleyen tarihçiler
âdeta efsaneleştirirlerse de, Hz. M uham m ed, giriştiği savaşların her yönünde
tam am ıyla büyük ve fani b ir dâhinin zekâ ve dirayetiyle onları yönetti. Bağ­
landığı ü lk ü n ü n ,so n su z büyüklüğüyle bunu gerçeklendirm ek için sarf etm iş ol­
duğu çabanın orantısı eşittir. Yılm ayan b ir irade, asla eğilmeyen ve geri dön­
meyen b ir ruh sertliği, olayların akışını ve o n lard an doğabilecek sonuçları ön­
ceden fark edebilen keskin b ir görüş, insan ru h u ve karakteri hakk m d ak i bilgi­
sinin isabetli derinliği, bütü n b u n lard an ü stün olarak davasının doğruluk ve
yüceliğine olan sarsılm az inancı... onun h er engeli ve uğursuz koşulları devir­
m esine ve direnm eleri yenilgiye uğratm asına hizm et etti. D ünya işleriyle uğraşan
büyük insan lar gibi, m istik hayallere d alm adan, gerçeklik üzerinde durm uş, ha-
sım larının kullanm ış o ld u k ları araçların tüm üne o da aynıyla baş vurm uş, sa­
vaşm ış, yaralanm ış, zafer için gereken hile, anlaşm a, vaat ve garantileri hor
görm em iş, h er çeşit zekâ oyunlarını kullanm ış ve b ü tü n bun lard an sonra T a n rı’
ya güvenm iş ve dayanm ıştır. Bu itib arla H z. M uham m ed’in asıl büyüklüğü, en­
gel ve koşul tanım ayan yüce dehasında da gizlidir. U luslara ön d erlik eden şef­
lerde bu nitelik ler yoğunlaşıp harek ete g eçm edikçe;-yalniz' bağım sızlık değil,
h iç b ir ilerlem e de gerçeklenem ez. A ta tü rk ’ün başarısı, yakın tarihim izin bu
gerçeği onaylayan, p arlak b ir örneğidir.

(1) Bu saldırılar, İsa'nın şu bildirisini doğrular: “Hiç bir peygam ber, ken­
d i m em leketin de m akbul değildir ” (Luka Incil’i: IV. 24).
H z. M uham m ed, M üslüm anlığın gittikçe güçlenerek yayılm akta olduğunu
görünce, M ekke’yi zaptetm eye m uvaffak oldu ve vaktiyle orada karşılaşm ış ol­
duğu her tü rlü h ak aret ve saldırganlıklara karşı asla kin duym adı; yalnız suç­
la n , bağışlanam ayacak k a d a r b ü yük olduğu anlaşılan üçü erkek, ikisi k ad ın ol­
m ak üzere beş kişinin öldürülm esini em retti. M ekkeliler, onun bu âlicenaplığını
görünce, m innet ve şükran la İslâm d inini k ab u l ettiler. O nun bundan sonra A ra­
b ista n ’ı çevreleyen diğer devletlerin başkanlarını M üslüm anlığa davet etm iş ol­
duğu ve b ü tü n diğer A rap kabilelerine de M üslüm anlığı kabul ettirerek onları
kendi egem enliği altına aldığı görülür. H z. M uham m ed, bu olaylar esnasında şu
kad ın larla evlenm iştir: E b u b ek ir’in kızı Ayşe, O sm an ’ın kızı H afsa, Ebu Süf-
y a n ’ın kızı Rem le (Ü m m ü H ab ib e), Z em ’a n ’m kızı Şevde, E bu Ümeyye’nin kızı
Safiyye, H aris-ül-H ilâliye’nin kızı M eym une, Cahş-ül-Esediyye’nin kızı Z eyneb,
H aris-ül-M üstalikıyye’nin kızı Cuveyriye. B unlardan Ayşe ile Safiyye yalnız ok u ­
yabiliyor, H afsa ile H atice (Ü m m ü G ü lsüm ), hem okuyor, hem de yazabiliyor­
lard ı. H z. M uham m ed’in b u dokuz k ad ın d an başka cariyeleri de vardı. B unlar­
dan oğlu İb ra h im ’in annesi M ariya m eşh u rd u r. Peygam berim izin ilk eşi H z. H a­
tice ’den sonraki b u evlenm elerinde b irtak ım siyasal ve ahlâksal gayeler m evcut
olduğu gibi, b ir güzelliğe kapılm ış olm ak gibi kişisel eğilim lerinin de rolü
vardır. Ö rneğin, b ir söylentiye göre, H z. M uham m ed, sahabeden ve kendi ev­
lâtlığı olan Z ey d ’in evine gittiği zam an, kapıyı b u zatın karısı Zeyneb açm ış v e
Peygam ber, o n u n güzelliğine m eftun o larak kendisine iltifat etm işti. Z eyneb, bu
olayı kocasına anlatınca, Zeyd, onu boşam ış, H z. M uham m ed de b u kadınla evlen­
m işti. Bu evlenm eyi d edikodu konusu y apanlara karşı bildirilen şu ayet, onun
bu evlenm esini hoş gören b ir yetki belgesi sayılır: ‘‘H ani, T a n rı’nın n im etin e
v e senin n im etin e nail olan kim seye (bu zat, H z. M uham m ed’in evlâtlığı olan
H arise’nin oğlu Z ey d ’d ir); eşini tu t ve T a n rı’dan ko rk, dem iştin; T a n rı’n ın açı­
ğa vuracağı şeyi gizliyor, halktan ko rku yo rd u n ; oysaki, korkulm aya lâ yık olan
T a n rı’dır. Z eyd , onıın boşanm a isteğini yerine getirince, im an edenler için oğul­
luklarının karılarını boşadıktan şonra evlenm eleri günah olm asın diye, biz se n i
onunla evlen d ird ik. E lb ette T a n rı’nın buyruğu yerine gelir” (A hzab, 37). Bu
ş e r’î belgeden sonra, ayet şöyle devam eder: ‘‘T a n rı’nın peygam ber için takdir
ettiği şeyden ötürü, peybam ber sorum lu olm az. Ö nceden de gelenler h a k k ın d a
T a n rı’nın âdeti böyleydi. T a n rı’nın buyruğu, ta kd ir edilm iş bir kaderdir” (A hzab,
38); ve zira, ‘‘Peygam bere, T a n rı’nın ta kd ir ettiği, m übah kıldığı şeyde darlık
y o k tu r ” . A çıkça anlaşılıyor ki, b u evlenm ede, b ab alıkların, ev lâtlıklarının eşle­
riyle evlenm elerinde b ir sakınca olm ayacağını bildiren şer’î b ir yenilik getiril­
m iştir ki, bu çağım ızın uygar k a n u n u n a d a uygundur. Bazı Şiî kaynaklardan
y ararlan an Batılı m onografyacılar, H z. A yşe’n in , kutsal eşi için, T a n rı’nın esir­
gem ediği bu b o llu k tan hoşlanm adığını ileri sürerek, ona im ana aykırı sözler
söyletm ekten çekinm ezler1. Bu ayette, tarih boyunca gelmiş olan şeflerin tu tk u ­
larını kan d ırm a izni verilm iş gibidir. Şeflerin, d iledikleri her şeyi yapm ak ve
diledikleri gibi yaşam ak hususu n d ak i eğilim leri, özellikle İslâm âlem inde, H z.

(1) Hz. A yşe'ye söyletilen bu sözlerden biri şudur: “O, güzel bir kadı
görm üş olm asın, hem en dilediğine uygun bir ayet iniverir!”.
M u h am m ed i örn ek tu tm aların ın b ir sonucudur. Saraylarda, halifelerin, m onark-
ların, hatta derebeyleriyle, yetkili kişilerin sefahatleri ve harem hayatı, toplum a
onların doğal h ak ları gibi aşılanm ıştır.
H z. M uham m ed’in kendileriyle evlenm iş olduğu k ad ın ların b ir kısm ı, d u l,
b ir kısm ı da b ak ired ir. K endisi, cüzzam lı zannettiği bir kadını düğününden önce
boşadığı gibi, k ib irli b ir bedevi kızını da, Peygam beri adi .b ir adam diye h o r
gördüğü için boşam ıştır. H z. M uham m ed, a rtık kutsal ödevlerinin bittiğini ve
kendisine, H akkın rahm etine kavuşacağını h issettiren, “Bugün sizin d in in izi
yetkinleştirdim , size n im etim i tam am ladım ve din olarak İslâm î verdim , ho şn u t
o ld u m ” (M aide, 3) anlam ına gelen m üjdeyi de alınca, V eda h accı’n d a son
hutbesini verm iş ve ilk eşi H z. H atice’nin k ab rin i ziyaret etm işti1. Sürekli, yo­
rucu ve tehlikeli k o şu llar içinde yılm adan savaşm ış ve İslâm dinini k u ru p yay­
m aya başlam ış olan H z. M uham m ed’in hayat hikâyesi, m ilâdın 6 3 3 ’üncü yı­
lında (H ic re t’in 1 l ’inci yılı sefer ayında) 63 yaşına doğru, pek sevdiği eşi Hz.
Ayşe’nin kolları arasında sona erdi. H astalığının b ü yük ıstırapları içinde T a n rı’
dan yardım dileyerek, C ib ril’i çağ ırarak , T a n rı’nm affına ve yarlıgam asına sığı­
n arak , “Tanrı, evet en yüce arkadaşla...” cüm lesini m ırıldandı ve b u , son söz­
leri oldu. İslâm tarih çileri, Peygam berin ölm eden az önce bazı şeyler yazdır­
m ak istediğini, fak at b una H z. Ö m er’in, "B ize K u r ’an y etişir” diyerek engel ol­
duğunu kaydederler. K u r’anda d o ğrudan doğruya kendi adını taşıyan bir sure
v ard ır ve orad a, yine kendi adı şöyle geçer: “İm a n ederek iyi iş görenlerin, M u­
h a m m ed ’e R ablerinden indirilm iş olanın h a k olduğuna inananların günahlarını
Tanrı giderir ve hallerini d ü ze ltir” (M uham m ed, 2). Âli İm ran suresinin 143'ü n ­
cü ayetinde de Peygam berin adı v ard ır: "M u h a m m ed , sadece bir elçidir; O ’ndan
önce de elçiler gelm işlerdi; eğer O , ölür veya öldürülürse, geri m i döneceksiniz?
G eriye dönenlerden T a n rı’ya bir zarar gelm ez; Tanrı şükredenlerin ödülünü
verir”. O n u n adı b ir de A hzab suresinin 3 9 ’u ncu ayetinde geçer: «M uham m ed.
erlerinizden hiç birinin babası değildir; O, yaln ız T a n rı’m n elçisi ve peygam ­
berlerin so n u n cu su d u r...". Bir de H z. M uham m ed’in adı, K u r’anda Saf suresinin
5 ’inci ayetinde A hm ed olarak zikredilir.
Bir hadise göre, “Y a R abbi, ka b rim i tapılır put ya p m a !” diye dua eden
H z. M uham m ed, insan ların , büyüklerini T an rılaştırm aların d an tiksinm iş ve Ebu
H üreyre’nin anlattığı b ir hadise göre de, şu duayı tekrarlam ış: " Y a Rab; kabir
azabından, hayat ve ölüm fitn esiyle M esih-i D eccal’in fitn esin d en Sana sığını­
rım ”2. H z. M uham m ed, H z. A yşe’nin odasına göm ülm üştür.
M ahm ud Şebistarî, «G ülşen-i Raz» adlı eserinde, «Y eni E flatunculuğun tü­
rüm (em anation) k uram ına b ağlanarak, H z. M uham m ed’i, tüm el aklın veya ke­

ti) Incil’de de Hz. ts a şöyle der: "Ben seni yeryüzünde kutladım . Y ap­
m am için bana verdiğin isi tam am ladım ” (Yuhanna, XVII, 4, 5).
(2) Hz. M uham m ed’in Tanrı’ya sığınm ış olduğu Deccal, sözde kıyam etten
önce ortaya çıkarak, halkı baştan çıkaracak olan tek gözlü bir Yahudiymiş. As­
lında, bir kötülük sim gesi olan Deccal, pek çokmuş. Yuhanna'm n Genel K ita p ­
çığında, “Ey çocuklar, ahir zam andır; Deccal geliyor, diye işittiğ in iz gibi, şim di
de çok DeccaTler g elm iştir” (II, 18) dem esi de bu gerçeği anlatm aktadır, ki, ge­
nellikle Deccal'm bir kötülük ajan ve sim gesi olduğunu da gösterir.
lâ m ’ın aynı sayarlar ve onun h er. dönem de (devir) b ir veli sıfatında zu hur ede­
rek evliyaya da kendini b u sıfatla gösterdiğine inanırlar» diyerek Peygam berin
ölm ezliğine m istik b ir k an ıt b u ld u k ların d an söz eder. Bu tü rlü düşünceler, he­
m en h er din ve ulu sta v ardır: M ezm ur’ların (T e v ra t’ta) CX. bölüm ünde vaftizci
Y ahya, göksel İs a ’nın ileride yeryüzüne yeniden geleceğini m üjdelem iş oldu­
ğun d an bahsed ilir. H ıristiy an lar da, b ir zam an lar D eccal’den sonra H z. İsa ’nın
te k ra r dünyaya geleceğine in an ırlard ı (D ürzîler de böyle b ir inanca sahiptiler).
İn san lar, büyük felâket ve sıkıntı zam an ların d a daim a b ir k u rtarıcın ın , b ir üs­
tün insanın geleceğini beklem iş ve üm it etm işlerdir. F akat yaşayanlar arasında
b eklediklerin in zu h u r etm ediğini anlayınca, yine eski kurtarıcılard an birinin
H z. H ızır gibi yardım a geleceğini üm it ederler. H z. M uham m ed ise, kendisinin
b ir gün dirilerek, hiç olm azsa im an edenlerin b u dünyada yardım ına koşacağını
ne savunm uş, ne de vaat etm iştir. M üslüm anlar arasında yayılmış olan bu türlü
inançların kaynağı da, diğer b irçok saçm a in an çlar gibi, daha eski dinlerle
ulusların gelenekleridir. Hz. M uham m ed, böyle saçm a inançlar şöyle du rsu n ,
h atta İm am A hm ed bin H am b el’in «M üsned» adlı eserinde nakletm iş olduğu
şu derin anlam lı hadisi söyleyecek denli olgunluk gösterm iştir: "T anrı, bu ü m ­
m ete, her y ü z yıl başında dinlerini değiştirecek bir er gönderir”. Bu, o n u n "yal­
nız dinde b ir evrim i k ab u l etm esini değil, bu evrim i yapacak olanın, b u n u yapa­
bilecek bilgi ve anlayışa sahip, yetenekli kim seler olacağını savunm uş olm ası
da dem ektir.
n
PEYGAMBERLER, PEYGAMBERLİK VE
HAZRETİ MUHAMMED

"H er ü m m et için bir elçi vardır...”


(Y unus, 48)

“Peygam berler, T a n rı’nın kerem görm üş kullarıdır”.


(E nbiya, 26)

ELÇİ VE PEYG AM BER :

T anrıbilim b ak ım ın d an peygam berlik sıfatım taşıyan iki çeşit insan vard ır:
K u r’an, bun lard an b ir kısm ına R esul, b ir kısm ına da N ebi adını verm ektedir.
R esul, yani elçi o lan lar, b ire r kutsal k itap la insanları uyandırm ak için gönde­
rilm iş kim selerdir: H z. M usa, H z. D avud, H z. İb ra h im ve H z. İsa b u züm reden­
d irler. N ebi o lan lar ise, kitapsız o larak sadece T an rısal vahye nail olan peygam ­
b erlerd ir. İncillerde adları geçen H z. N u h , H z. Şuayb, H z. İlyas, H z. Y usuf, H z.
Y akub, H z. Z ekeriyya, H z. Y ahya, H z. İsm ail... vb. Y ahudi peygam berleri bu
züm redendirler. F ak at, K u r’an d a K onfuçyüs, Lao-tseu Buda ve Z e rd ü şt (bunun
m ezhebi h a k k ın d a K u r’an bazı im alard a b u lu n u r) g ib i k itap ları olan ve yüz
m ilyonlarca insanı k endilerine inandırm ış b u lu n an diğer din k u ru cu ların ın ad ­
ları yoktur. B unun başlıca n edeni, H z. M uham m ed zam anında A sya’nın orta-
doğusu h ak k ın d a açık veya k ap alı hiç b ir bilginin K u r’an d a yer alacak k a d ar
A rap ülkelerine sızm am ış olm asıdır. K u r’an d a H z. M uham m ed’e edilm iş olan
h itap la r ve görevlendirm elerde hem R esul, hem de N ebi sıfatlarının kullanılm ış
olduğu görülür. Z ira , h er resul, n eb id ir; fa k a t h e r nebi, resul değildir. Biz b u ­
rad a, elçi veya peygam ber sözcüklerini kullanacağız.

P E Y G A M B E R L E R , N E R E L E R E V E N E İÇ İN
G Ö N D E R İL M İŞ L E R D İR ?

K u r’an d a peygam berlik, “T a n rı’nın inayetidir, onu dilediğine ihsan eder”


(C um a, 4 ) ;1 " Y ü c e Tanrı, arşın sahibidir; kıya m et gününü ihtar e tm e k ve sa­

(1) Hemen bütün dinlerde peygamberliğe ve dolayısıyla vahye inanm ak


bir belit (axiom e) dir. Yani Tanrı, kendi iradesini peygamber denilen bazı hatip
ve vaizlere bildirmiştir. Fakat, T alm ud’un bu inancına rağmen, daha sonra ye­
tişen Yahudi filozoflarından bazıları, peygamberliğin keyfî olarak herhangi bir
kın d ırm a k için, kullarından dilediğine, em riyle vahycder" (M üm in, 15); "T anrı
m eleklerden ve insanlardan elçiler seçer” (H ac, 75) ayetleriyle anlatılır. O nlara
da, "E y elçiler, tem iz yem eklerden yiyin iz ve iyi işler gö rü n ü z!” (M üm inler, 52)
em rini verir; yani peygam berler de, doğaüstü y aratık lar değildir, o n lar da in­
sandır; örneğin, "... M eryem ’in oğlu M esih, elçiden başka bir şey değildir; ana­
sı da doğru bir kadındır; ikisi de y e m e k yerlerdi...” (M aide, 75). O nların hepsi
de, "... Â d e m soyundan ve N ııh ile taşıdıklarım ızdan, İbrahim ve İsm ail so­
yundan doğru yola erdirdiğim iz ve seçtiğim iz kim selerdir...” (M eryem , 58) (de­
nildiğine bak ılırsa, T an rı, peygam berlerini daha çok Sami kavim lerden seçm ek­
tedir. B ununla b erab er, "H er ü m m et için bir elçi vardır ve elçiler geldiği za­
m an, aralarında adaletle h ü k m e d ilir ve ken d ilerin e zu lü m ed ilm e z” (Y unus,
48). B uradaki her ü m m et deyim inin A rap ve İsra il’den başka olan b ü tü n diğer
kavim leri de içine alıp alm adığı üzerinde ayrıca düşünülebilir. F akat b u radaki
elçi deyim ini, ulu slara yol gösteren, ulusları ay dınlatan, ulusal irade ve ülküleri
tem sil eden şefler, ya da önderler anlam ına kabul etm ek, daha doğru ve fayda­
lıdır. "B iz hiç bir kasabayı öğüt verm ek için bir sakındırıcı gönderm eden helâk
e tm e d ik ” (Şuara, 208-209) ayetiyle, “ ... B iz bir elçi gönderm eden azaba uğrat­
m a y ız” (İsıa , 15) ayetine bak ılırsa, adı geçen k avim lerin az çok A rab ista n ’la
uzaktan ve y akından ilgisi olan ve h a tta çoğu, izleri bile kalm am ış k ü ç ü k toplu­
lu k lar olsa g erek tir1. Z ira b u ayetler, b ir bakım a y u k ard a kaydettiğim iz M eryem
suresindeki ayetle çelişik gibi görünm ektedir. Ç ünkü T an rı, yeryüzündeki b ü ­
tün uluslara ayrı ayrı peygam ber yollam am ıştır ve peygam berlerden yoksun ol­
du k ları halde, başların a bin b ir doğal ve sosyal felâket gelmiş olan kavim lerin
varlığı da tarihsel b ir gerçektir. V akıa, "B iz d ileseydik, her şehre sakındırıcı bir
peygam ber y o lla rd ık" (F u rk an , 51) deniliyorsa da, T anrısal irade, insanlardan
bu liitfu esirgem iş oldu ğ u n d an , peygam bersiz kavim lerin uğram ış olduğu felâ­
ketleri, T an rı adaletiyle uzlaştırm ak g üçtür ve, "H er halde kendilerine peygam ­
ber gönderilm iş olan kavim lerden hesap soracağız..." (Â raf, 6) ayetinden de an ­
laşılacağı gibi, k endilerine peygam ber gönderilm em iş olanlardan hesap sorul­
m ayacaktır. A kla zorunlu o larak gelen b u sonuç, peygam bersiz u luslar, ya b u n ­
lara m uhtaç olm ayacak k a d a r yetkin h ak k a ve gerçeğe bağlı to p lu lu k lard ır; ya da
peygam berleri anlayam ayacak k a d a r ilkel ve bilgiden yoksundurlar, kanısını

adama, Tanrı’nın lâyık gördüğü bir lütuf değil, seçkin bir zihin ve ruh yeten e­
ğine sahip olanlara bağışlanm ış bir taç olduğunu savunurlar. Fakat, İslâm
inancı böyle değildir. Örneğin, Tanrı, Hz. Y ah ya’ya daha çocukluğunda peygam ­
berlik vermiş (Meryem, 12) ve Hz. İsa, annesinin dölyatağında konuştuğun­
dan, daha dünyaya gelm eden peygamber adayı sayılmıştır. İsrail’de peygamber­
liğin bir m eslek olduğu anlaşılm aktadır; ve bu kavimde, sahte peygamberler de
çoktur (Hazkıyal, XIII, 1-11). İsrail peygamberlerinin hem en hepsi Tanrı ile
konuşur ve Tanrı, onlara kavim lerinin tüm kötülüklerini anlatır ve tehditlerini
İsrail’e iletm elerini emreder. Yahuda hükümdarlarından biri, dört yüz kadar
peygamberi toplayarak kendilerinden savaş için düşüncelerini sorar (Üçüncü
hükümdarlar, XXII, 5-6). Nitekim, Y ah ova da sürekli olarak Hz. M usa’ya, akıl
verir, “Seni Firavuna Tanrı y a p tım ve Harun, senin peygam berin olacaktır!”
der (Huruç, XVII, 1).
(1) Tevrat’da da buna benzer bir ayet vardır: uY ahova, peygam berlerin
kendi sırrını an latm adıkça hiç bir şehre belâ getirm ez” (Amus, III, 6-7).
uyandırm aktadır. H iç b ir k u ru m , Jıiç b ir yeni düşünce, bu n lara ihtiyaç duyulm a­
yan yerlerde kendini gösterem ez; b u n lar, başka toplum lardan sızarak bulaşm ış
olsalar bile, kolay kolay yerleşip kökleşcm czler. Bunun için o lacaktır ki, Yüce
T an rı, peygam berlerini rasgele gönderm em iş, onlara b ir ihtiyaç hâsıl o ld u k ta n ,
yani insanların sap ıttık ların ı, erdem den uzak laştık larını gördükten sonra gön­
derm iştir: "B ir kasabayı m a h vetm ek istersek, em rim izi refah içinde olanlarına
göndeririz; onlar fa sık lık edince, söylediğim izi h a k ederler; biz de oranın a llım
üstüne getiririz” (İsra, 16) ayetine göre ise. T an rı, em irlerini daim a h alka değil,
toplum u yönetenlere ve söm ürenlere gönderm ekte ve bazı kasaba ve kavim lerî
helâk etm eyi de kendisi istem ektedir: “B iz hangi kasabaya bir elçi gönderm iş­
sek, oranın halkını yalvarıp yakarm aları için darlık ve sıkıntıya uğratm ışızdır’*
(Â raf, 94); şu halde, k endilerine peygam ber gönderilm em iş olan kasabalarda
bu darlık ve şiddetli sıkıntının olm am ası gerekir. T arihsel gerçeklikler ise, bu­
nun aksini veya b u n u n bazı m üstesnalarının b u lu n d u ğ u n u gösterir ve bu, T anrı,
kullarının şü k ran ve sevincinden çok yalvarıp yak arm alarından hoşlanıyorm uş
gibi, bazı kâfirce düşüncelerin akla gelm esine pek de engel olm az. B ununla be­
rab er, "B iz, seni de hem bir m üjdeci, hem de bir sakındırıcı olarak gönderdik;
içlerinden bir sakındırıcı geçm em iş olan hiç bir iim m et y o k tu r” (F atır, 22) aye­
tindeki sakındırıcı terim in i, sadece peygam berliğin b ir sıfatı saym ayarak, ulus­
ları uyand ıran , ilerletm ek isteyen ö nderlerin ve devrim cilerin b ir niteliği (vasfı)
sayarsak, gerçeğe daha çok yaklaşm ış olu ru z; fak at bu takdirde de, onları pey­
gam berlerin kutsallığına o rta k saym ak gerekir.

P E Y G A M B E R L E R H A R K IN D A K İ A Y E T L E R
V E B U N L A R D A K İ Ç E L İŞ M E L E R :

" A rt arda elçilerim izi gönderdik; her üm m et, kendilerine gelen elçiyi ya­
lanladı; biz d e onları birbiri ardınca d e v ird ik ve hepsini bir masal yaptık; ima-
ıta gelm eyen d e fo lsu n !" (M üm inler, 44) ayetindeki öfkeli ifadede, asi b ir kav-
mi yola getirm ekte bazı peygam berlerin âciz o ldukları ve T a n rı’nm o kavim -
leri doğru yola iletm ek istem ediği ve insan ların düşünce, inanç ve eylem lerinde
özgür oldu k ları gibi b ir duygunun uyanm asına neden olur. O ysaki, b ir taraftan
da peygam berleri galip k ılm ak, " T a n rı’n m eski bir âdetidir ve T a n rı’nın âde­
tinde asla değ işiklik b u lu n a m a z” (Fetih, 23) denilm ektedir. Bu ayetin, şu ayet­
lerle de uzlaşm ası oldukça zo rd u r; “T a n rı’n m ayetlerine küfredenlere ve pey­
gam berleri h a ksız olarak öldürenlere ve insanlar arasında h a k ve insafı em re­
denleri öldürenlere p e k acı bir azabı m ü jd e le ” (Âli İm ran, 20); “Tanrı züğürt­
tür, b iz zen g in iz diyenlerin d ed iklerin i Tanrı işitti; onların bu dedikleriyle h a k­
sız yere peygam berleri öldürm üş olduklarını yazacağız da, tadın bakalım o yan­
gın azabını, diyeceğ iz” (Âli İm ran , 180). D em ek k i peygam berler eskiden beri
galip kılınm am akta ve b u n ların haksız yere katledilm eleri de, kendilerinin T an ­
rı tarafın d an daim a koru n m ad ık ların ı gösterm ektedir.
Şu ayetlerden T a n rı’n m k ad ın lard an hiç b ir peygam ber gönderm em iş oldu­
ğunu anlıyoruz: "S en d en evv e l peygam ber olarak yalnız erkekler gönderdik k i,
onlara vahiy in iyo rd u " (Y usuf, 109-110); ‘‘S enden evvel de kendilerine vahyet-
tiğim iz erler gönderdik; bilm iyorsanız, bilgililere so ru n u z" (N ahl, 4 3 )1.
T a n rı, kendilerine vahyetm iş olduğu peygam berleri hak k ın d a b ir fark gö­
zetm ediğini b ir d u a ayetinde şöyle ifade etm iştir: "... O n u n resullerini birbirin­
den ayırt e tm e y iz..." (B akara, 285). F akat başka ayetlerde, b u n ların da bazı de­
receleri ve fark ları olduğuna şöyle işaret edilm iştir: ‘‘Biz, elçilerin bazılarını ba­
zılarından üstün k ıld ık ; Tanrı bunlardan bazısıyla konuşm uş, bazısını da de­
recelere y ü k se ltm iştir..." (B akara, 252); b aşka b ir ayette de, “Peygam berlerden
bazılarını bazılarından üstün k ıld ık ve D a v u d ’a Z e b u r v e rd ik " denilm ektedir2.
B unlardaki bilgeliği açıklam ak güçtür. Bize göre, b u fa rk lar, peygam berlerin
de, insanlığın zihinsel ve gelişmeye m azh ar o lm alarındandır; yani, o n lar a ra­
sındaki fa rk la r da, b u gelişme ve evrim in zorunlu kıldığı seviye ve ihtiyaç fa rk ­
larından d o ğ m ak tad ır3.

P E Y G A M B E R L E R İN K U S U R L A R I :

K u r’anda ad ları geçen peygam berlerle onlara ait hikâyelerin çoğu, görünür
şekilleriyle b ir gerçek olm aktan çok, h alk ın geleneğine girm iş söylentilerdir.
T efsircilerin b ir kısm ı b u n u fark ettik leri için d ir ki, bu hikâyeleri m ecazî an­
lam da yorum lam ışlardır. Ö rneğin, H z. N u h ’u n 950 yaşında oluşunu, onun ge­
tirm iş olduğu d in in , in san lar arasın d a b u k a d a r yıl devam ettiğine b ir işaret
saym ışlardır. Böyle teviller, hayal g ü cünün genişliği o ranında lehe ve aleyhe yö-
neltilebilirse de, b u yoldan gerçeğe u laşm ak olanaksızdır. Bu hikâyelerin pek
azı ve pek az tarafı, ta rih bak ım ın d an d oğrulanabilm ektedir ve pek çoğu da,
Y ahudi tarihlerince bilinen k o n u lard ır. Bu itib arla onları dinsel ve ahlâksal

(1) Talmud’da yazıldığına göre, Beni İsrail’de Hz. Musa'dan sonra 48 erkek
ve 7 kadın peygamber yetişm iş, fakat bunlar Musa şeriatini asla değiştirmemiş,
yalnız Yahudilerin kurtuluşlarını hatırlatan bir bayram töreni getirmişlerdir.
Aynı kaynağa göre, 48 erkek peygamber arasında patriklerle Tevrat’ta adları ge­
çen büyük keşişler de vardır. Yedi kadın peygamberin ise adlan şunlardır: Sara.
Miriam. Debora, Anne, Abigail, Houlde, Esther. Genel olarak Talmudcular, İs­
rail’de pek çok peygamberin yetiştiğini, bunların sayısının, Mısır’dan çıkmış olan
İbranîler sayısının iki m isli olduğunu iddia ederler ki, Tevrat'ın kaydettiğine
göre, Mısır’dan 600.000 İbranî çıktığı için, bahsedilen peygamber sayısının
1.200.000 olm ası gerekmektedir (A. Cohen, Le Talmud, İngilizceden çeviren
Jacques Marty; Paris, 1950, s. 173).
(2) M. Lods, büyük İsrail peygamberlerinin orijinalliği üzerinde ısrar eder.
Amos ve J erim ie’nin kahram anca adalet tutkularının, başkalarınınkiyle m uka­
yese edilemeyecek kadar üstün ve güçlü olduğunu savunur (Revue de l’Hishoire
des Religions; Paris, 1931, s. 316).
(3) Hazreti İsa, uğradığı türlü saldırılar yüzünden, “Bir peygam ber, kendi
yurdundan ve kendi evin den başka yerde itibarsız değildir" (Meta, XIII, 57) de­
miş ve çoğu zam an büyük adamların kendi evlerinde ve çevrelerinde saygı gör­
mediklerini, ancak başka ve uzak yerlerde başarı gösterdiklerini anlatm ıştır.
Hz. M uham m ed de başarılarına Mekke’de değil, Medine’de nail olmuş ve doğ­
duğu kente kendisini türlü savaşlardan sonra kabul ettirebilm iştir. Peygamberle­
rin uğramış oldukları saldırıları Kur’an da, türlü ayetlerinde tasdik eder (Ya­
sin, 30).
eğitim bakım ın d an açıklam aktaki fayda, gerçeklik derecelerini araştırm ak tan d a­
ha üstün b ir değer taşır. Çevirti (Tevil) yolu, h alka h itap eden ve apaçık b ir kitap
olduğu bildirilen K u r’anın neden böyle dolam baçlı ve tü rlü yorum lam alara izin
veren b ir ifade tarzını benim sediğini açıklayam adığı gibi, b u n u n , çoğu zam an teh­
likeli b ir yol olduğunu kabul etm em ize de engel olam az. H alk, m ecazların veya
sim gelerin şifrelerini kendi kendilerine söküp açam az; bu ödevi üzerlerine almış
olan din ad am larının çoğu da, seviye ve niyet itibariyle bu çetin işi H z. M u­
ham m ed’in bildirilerin d ek i bilgeliğe göre açıklam aktan âcizdirler; b una, Islâm
kavim lerinin yüzyıllar boyunca ahlâk ve uygarlık b akım ından geri kalışlarından
daha çok ve önem li b ir tan ık ya da belge istemez.
K u r’an, genel o larak peygam berleri güvenilir, itaatli, takva sahibi, iyilikçi,
erdem li ve salih kim seler olarak n ite le n d irir1. Fakat onlar da insan oldukları
için, kendilerinden bazı yanılm alarla gün ah lar da zu h ur edebilir. A bdullah bin
M esud’un anlattığı b ir hadiste, H z. M uham m ed, "B en de sizin gibi bir insa­
nım ; siz u n u ttu ğ u n u z gibi, ben de u nuturum ; bir şeyi unuttuğum zam an bana
hatırlatınız” dem iştir. H z. M uham m ed’in özel am aç ve hayatında da bazı ince
düşüncelerin rol oynadığı görülm üştür. Ö rneğin, M ustalik kabilesiyle yapılan
b ir savaşta, Cuveyriye ad ın d a b ir kadın esir edilm iş ve bu kadın, sahabeden
birine isabet etm işti. K adın, ünlü b ir k abilenin kızı o lduğundan, sahabeye fidye
vererek ku rtu lm ak istem iş ve b u konuda H z. M uham m ed’in yardım ını rica et­
m işti. K adını k u rta rm a k ta politik b ir fayda gören Peygam ber, gereken fid­
yeyi kendi ödem iş ve onunla evlenm iştir. Bu suretle akraba sayılmış olan bu ka­
bilenin esir k ad ın ları azat edilm işlerdir. O n u n , H z. A yşe’ye olan tutkunluğu da;
onun hem çok genç ve güzel, hem de en yakın ve değerli m üşaviri Hz. Ebu-
b e k ir’in kızı o lm asındandır. Esasen, Peygam berin kendisi de, türlü vesilelerle
kusurlarını itiraf etm ekten çekinm eyecek k a d a r b ü yüklük gösterm iştir. E şlerin­
den Safiye’nin an lattığına göre, b ir gün Peygam ber, bu eşinin bulunduğu oda
kapısının önü n d e iki kişinin kavga ettik lerin i seslerinden anlam ış; ve dışarı çı­
karak, "E lb ette ben de bir insanım , bazen bana birbirine düşm üş elan iki adam
gelir de, biri, daha belâgatle ko n u ştu ğ u için onu haklı sayar ve lehinde h ü ­
k ü m verebilirim . Bu itibarla, h ü k m ü m k im in lehindeyse, bilm elidir ki, bu h a k
bir ateş parçasıdır, ister onu alsın, isterse terk e tsin ” dem iştir. N itekim , M üz-
zem m il, M üddessir ve D ehr sureleriyle A bese suresinde ve daha diğer bazı su­
relerde Hz. M uham m ed’in görevlerini ve dolayısıyle k usurlarını ih tar eden, h at­
ta azarlayan ayetler v ard ır. F akat, A hm ed bin H am bel’in anlattığı b ir hadise
göre, "O n u n , geçm iş ve gelecek günahları bağışlanm ış ve edim leri nafile edim -1
ler gibi (edim: am el) o lm u ştu r”. D em ek ki, artık onun ibadete ve itaate de ih­
tiyacı kalm am ıştır; ne yapsa günah sayılm ayacaktır ki, eski toplum lar bu hakkı
b ü tün şeflerine bağışlam ışlardır.
Acaba böyle bir müjde, başka peygamberlere de verilmiş miydi? Böyle bir
Tanrı lütfunu kazanmış olan bir peygamberin, rasgele, insanlar gibi günah iş­

ti) Örneğin, Kur’an, Idris peygamberi, “Tann'nırı yüce derecelere yü k ­


selttiği salih bir peygam berdir” (Meryem, 56-57) diye -tanıtır. Bu peygamber,
Yahudilerde Y uhanna’nın Apokalips adı verilen sim gesel eserine benzeyen bir
eserin sahibi sanılan Henoch'dur.
lemeyeceği ve ibadetten vazgeçmeyeceği doğaldır. Peygam ber olacak k ad ar e r­
m işlik ve yetkinlik derecelerinde yücelen in sanların, h atta böyle bir m üjdeye de
ihtiyaçları olam az; zira o n lar, k u llu k ların ı olduğu k ad ar görevlerini de, T anrı
dileklerine uygun b ir şekilde yapabilm ek için erdem lerinin b ir zerresini bile
feda etm em ek zo ru n d a old u k ların ı pek iyi b ilirler. G enel o larak o nların, kendi
k usurların ı âd et haline getirm edikleri ve çarçab u k kendilerini düzelttikleri ka­
bul edilir. F akat, peygam ber olm ayan insan lard an da böyleleri vard ır; h atta za­
m an zam an işledikleri g ü n ah lard an pişm an olarak ölünceye dek erdem li kalan
insanlara, her seviye ve m ezhepte rastlan ır. Bazı insanlar da v ard ır ki, bunlar,
işledikleri edim ve h arek etlerin erdem e aykırı olduğunu bilm eyecek k ad ar m a­
sum durlar. T e v ra t’tan öğrendiğim ize göre, Beni İsrail peygam berlerinin bir kıs­
m ı, hü k ü m d ar veya devlet adam ıdır ve b u n lard a b u kutsal kitab ın beğenm ediği
ve âdeta rezillik denecek k a d a r bug ü n k ü ah lâk anlayışım ıza da uym ayan erdem ­
siz harek etler v ardır. A nlaşılıyor ki, gerçek, yalnız im anın kon tro ld an kaçan
inançlarında değil, aynı zam anda tarihsel araştırm alard a da gizlidir. F akat K u r’an,
peygam berlere saygısızlık telkin edecek hiç b ir ağır suçlam ada bulunm az.

V A Z İF E L E R İ :

Peygam berlerin ödevleri n elerd ir? Bir hadisinde Hz. M uham m ed, "B en, ah­
laksal erdem likleri tam am lam ak için g ö n d erild im ’’ dediği gibi, H z. İsa da, "Beni,
şeriati ka ld ırm a k (iptal) için geldim sanm ayınız; onları ka ldırm ak için değil,
ancak tam am lam ak için g eld im ” (M eta, V, 17, 18) ve "Salihleri değil, günah­
lıları tövb eye çağırmaya g eld im ” (M eta, IX , 13) dem iştir ki, b u kutsal sözler,
peygam berlerin gerçek ödevlerinin de, devrim cilerin ödevleri gibi, insanları iler­
letm ek ve geçm işin bozuk yanlarını düzeltm ek olduğu anlaşılm aktadır. K u r’anda
daha açık o larak bu ödevler şöyle b ild irilm iştir: "B iz elçileri, ancak m üjdeci
ve sakındırıcı olarak g öndeririz” (E n ’am 47); yani, iyi şeyleri gösterm ek ve kötü
şeylerden sakındırm ak için gönderilirler. Birçok surelerde bu gerçek bildirilm ek­
tedir (K ehf, 55; B akara, 212; N ahl ve d ah a diğer surelerde olduğu gibi). Hz.
M uham m ed’in görevleri de öteki elçilerinkinden farklı değildir: "B iz seni, hak
ile m üjdeci ve sakındırıcı olarak g ö n d erd ik...” (B akara, 118 ve F u rk an , 55);
"B en sadece bir sakındırıcıyım ; bir fazlasıyle kahredici olan T a n rı’dan başka
Tanrı y o ktu r, d e ” (Sad, 64); "H a lkı, azabın geleceği günle k o r k u t” (İb rah im ,
43) gibi ayetlerle Sebe, F atır... vb. surelerde ve tü rlü vesilelerle geçen ayetlerde
H z. M uham m ed’in b ü tü n diğer peygam berler gibi ölüm den sonraki hesap gü­
n ü n d e n , cehennem den k o rk u tm ak , T a n rı’nm lü tu flarını ve nim etlerini, cenneti
m üjdelem ek için gönderilm iş olduğu te k ra r edilir. N itekim , diğer b ir surede de,
"Sana, senden evvel gelm iş olan elçilere söylenenlerden başka bir şey söylenm i­
yo r” (Fussilet, 42) denildiğine göre, o da, b ü tü n o insanları uyandıran ve doğru
yola götürm ek isteyen peygam berler kafilesinin görevlendirilm iş oldukları b ü ­
yük ve soylu görevi kabul etm iş ve m ü b arek kişilikten başka b ir şey değildir. Bu
itib arla H z. M uham m ed de, o n lar gibi doğm uş ve ölecek olan b ir fanidir: "B iz
senden evvel de ancak kendilerine vahyettiğim iz birtakım erler gönderdik; bil­
m iyorsanız, bilgililere so ru n u z”; "H em biz onları y em ek yem ez bir ceset yap-
m a d ik; lıeııı de onlar ebedî d eğillerdi" (E nbiya, 6-7); " Senden evvel hiç bir
insana eb ed îlik verm edik; şim d i sen ölürsen, onlar ebedî m i kalacaklardır" (Zü-
m er, 29); “Sen onlara, ben de sizin gibi bir insanım ; ancak bana T anrınızın bir
Tanrı olduğu vahyolunuyor, d e " (Fussilet, 5; K ehf, 109); “Ben, insan ve elçiden
başka bir şey m iyim ? d e " (İsra, 92). Y alnız, Y üce T an rı, aziz elçisi hak k ın d a,
“S ize ayetlerim izi okum ası, size kita p ve bilgelik öğretm esi, size eskiden bilm e­
d iklerin izi belletm esi için elçi olarak g ö n d erd ik” (B akara, 150) dediğine b ak ılır­
sa, onun yalnız m üjde ve sakındırm a işiyle görevlendirilm ediği anlaşılır. B unun­
la b erab er, “Onları doğru yola g etirm ek (hidayet) sana d ü şm ez ve lâkin Tanrı
dilediğini doğru yola iletir” (B akara, 271) ih tarın d an da anlaşılır ki, onun ana
vazifesi, uyandırm ak ve ay d ınlatm aktan ib arettir. N itekim , kendilerine teklifte
bulunm uş olduğu öteki k itap lılar, M üslüm anlığı kabul ederlerse, ne âlâ, hak
yoluna girm işler dem ektir; b u n d an yüz çevirirlerse ona düşen, “Y a ln ız elçiliği
b ildirm ekten ibarettir” (Âli İm ran , 19). F ak at, H z. M uham m ed’in gayeyi elde
etm ekte T an rısal tak d irin dışında b ir kuvvete sahip olm am ası, onun elçilik sı­
fatını zayıflatm az. Birçok ayetler, onun peygam berlik sıfatını kuvvetlendirir, onun
tinsel kuvvet ve cesaretini a rttırırla r: “H ik m e tli K ıır’an h a kkı için, sen elçiler­
d en sin " (Y asin, 2-3); “H iç şüphesiz sen, gönderilen elçilerdensin” (B akara, 251).
N isa suresinin 165, Sâffat su resinin 36, F etih suresinin 2 9 ’uncu ayetleri ve daha
diğer birtak ım ayetler, aynı gerçeği te k ra r ederler.

H A Z R E T İ M U H A M M E D ’İ N A L M IŞ
O L D U Ğ U D İR E K T İF L E R :

H z. M uham m ed, M üslüm anlığın hiç b ir k u ralın ı kendi arzusunun bir ü rü ­


nü o larak gösterm iş değildir. O , getirm ek istediği yeniliklerin ve başardığı dev­
rim in b ü tü n aracı, şekil, ilke ve am açlarını h er vesileyle, kendi istek, düşünce
ve iradesinin d ışında, T an rısal b ir em ir ve d irek tiften aldığım ve görevinin bu
göksel kay naktan gelen vahiyleri b ildirm ekten ibaret olduğunu ve bu görevi
için, kavm inden h iç b ir lü tu f, yardım , m akam ve servet beklem ediğini ilân et­
m iştir. K u r’an da b u n u b ild irm ek ted ir: “D e ki, nejsim için T a n rı’nin diledi­
ğinden başka ne bir çıkarım , ne bir zararım vardır. Ben, gaybı bilseydim , daha
ç o k hayır işlerdim ve k ö tü lü k bana uğram azdı. Ben, ancak im an eden ka v m e
m üjdeci ve sa kın d ırıcıyım ” (Â ’raf, 187; R aid, 38; Y unus, 73; F u ık a n , 56; Sad,
85). Bir hadisinde, ahlâksal b ir vazife o larak b ir sosyalist gibi, “Ben sadakayı
zenginlerinizden alıp fa kirlerin ize verm ekle görevlendirildim ” diyen H z. M u­
ham m ed’in ana vazifesi şu ayette toplanm ıştır: “Onlara, m arufu (yani, töreye uy­
gun olanı) em reder, onları m ü n kerd en (yani, h aram olan şeylerden) nehyeder;
hoş şeyleri ken d isin e helâl ve m undar şeyleri haram kılar, sırtlarından ağır y ü k ­
leri ve üzerlerindeki bağları, zincirleri indirir, atar” (Â ’raf, 157). D iğer b ir ayet,
bunu daha açık olarak söyler: “D e k i, geliniz, size R abbinizin haram kıldığı
şeyleri okuyayım : Y ü c e T a n rı’ya hiç bir şeyi o rta k kılm ayın; ebeveyninize ih­
sanda bulunun; fa k irlik te n korka ra k evlâdınızı öldürm eyin; sizin ve onların rız­
kın ı biz veririz; h a k ile olandan başka, T a n rı’nın öldürülm esini haram ettiği
nefsi ö ldürm eyin ...” (E n ’am , 105; M aide, 67). B unun ard ın d an gelen 151 ’inci
ayette de, yetim e yardım ı, teraziye hile k arıştırm am aya tanıklıkta doğruluktan
ayrılm am ayı... salık verir.
H z. M uham m ed’in M ekke’de p ek zayıf b ulunduğu zam anlarda bildirilm iş
olan ayetlerde, "Ş u beldenin saygıladığı ve her şeyi kendinin olan R abbine iba­
detle em ro lu n d u m ve bana M üslüm an olm am em red ildi” (N em i, 90; Z üm er, 11)
denildiği halde, daha sonraki ayetlerde, " S en i em irden bir şeriate m em ur ettik,
buna uy; bilm eyenlerin havasına u y m a ” (Casiye, 17) tem bihini alan H z. Mu-
ham m ed’e, karşılaştığı b ü tü n zorlu k lara rağm en, "Sen öğüt ver” (T ur, 28) de­
nilm ekte ve diğer b ir ayette de, "O nlara va’zet, vazifen yalnız v a ’zetm ektir; sen
onlara m usallat d eğilsin” (Casiye, 21-22) ih tarı yapılm aktadır.
H z. M uham m ed, kavm ine M üslüm anlığı kabul ettirebilm ek için, ne tarzda
hareket etm ek gerektiğini de kutsal vahiylerden öğrenir: "R abbinin yoluna bil­
gelikle ve güzel vaızlarla davet et ve en. iyi tarzda savaş; R abbin, yolunu şaşı­
ranları p e k iyi bilir; h idayette olanları da iyi bilir” (N ahl, 124); bun u n la bera­
ber, şu ayetlerde sanki Y üce T an rı, b ü tü n insanların im an etm elerini esasen
istem iyorm uş gibi g örünür: "R a b b in isteseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi
toptan im an ederlerdi; sen halkı im an etm eleri için zorlam ak m ı istiyorsun?”
(Y unus, 98); T a n rı’m n saptırm ak istediğini ku rta rm ak için hiç bir şey yapa­
m a z s ın ...” (M aide, 411); “Sen, T a n rı’n m sapıltırdığı kim seler için hidayet yolu
bulam azsın ” (N isa, 87). Şu halde Peygam berin uğraşıp durm ası, savaşm ası bey­
hude değil m id ir?.. H ayır. O n u n daim a şu em re göre hareket etmesi gerekm ek­
tedir: "D e ki, T a n rı’ya itaat ediniz, elçisine de itaat ediniz; bundan y ü z çevi­
rirlerse, ona zarar gelm ez; ona yü kletilen elçiliğidir. O na itaat ederseniz hida­
yete kavu şu rsu n u z; elçiye düşen, açık bildiriden ibarettir” (N ur, 53). Bu ayet­
lerin iniş nedenleri ne olursa olsun, gerçekte yalnız b ir züm reye değil, bütün
b ir insanlığa teşm il etm ekle b ir h ata işlenm iş olm az; z ira ,'H z . M uham m ed’in d a­
vası, sırf kendi ailesine m ensup olan lar, A rap lar veya çevresinde kendilerini
im ana getirm ek istediği insan lar değil, b ü tü n insan lardır. O nun dik k at edeceği
no k ta şudur: " Y erd ekilerin çoğunluğuna uyarsan, seni Tanrı yolundan sapıttı­
rırlar, zanna bağlanır, a tıp tutarlar”. N itekim , aile hayatını ilgileyen b ir vesi­
leyle inm iş olan şu ayette de, bu em ir te k ra r edilir: "B iliniz ki, içinizde Tan-
rı’nın elçisi vardır; birçok işlerde size u ym u ş olsaydı haliniz p ek fena o lu rd u ”
(H ü cü rat, 6). Bu d ire k tif ve u y arm alard a, insanın özgürlüğü kabul ediliyor;
önderlerin , h alk ın , yani çoğunluğun eğilim lerine uym am aları da öneriliyor ki,
bundan dem okratik ülkülere aykırı b ir sonuç çık ar gibi görünse de, uygarlık ve
ilerlem enin, yuk ard an aşağıya, yani akıl ve bilgece toplum un en seçkin ve üstün
in sanların ın k a ra r ve girişim leriyle top lu m a yayılıp gerçekleşebileceği anlam ı da
çıkm aktad ır; aynı zam anda aydın ve üstü n insan ların, çoğunlukta h er zam an gö­
rülen zararlı ve geri eğilim lerle dileklere hizm et etm em eleri de em rolunm aktadır.

SO N PEYGAM BER VE Ö TEKİ D EH ALAR :

D inim ize göre peygam berlik, sonradan kazanılm ış b ir rü tb e veya derece ol­
m adığına ve T an rısal inayetin b ir lü tfü olduğuna göre, T an rı niçin kendi irade­
sini sınırlam ıştır? " . . . T a n rı’nın elçisi ve peygam berlerin so n u n c u su d u r..." (Ah-
zab, 39) denildiğine göre, a rtık yeryüzüne hiç b ir peygam ber gönderilm eyecektir.
D em ek ki, ya insan lar, başka b ir peygam bere m uhtaç olm ayacak k a d a r yetkin
ve seçkin b ir seviyeye ulaşacak lar, ya da bilgi bakım ından m istik k o nulara in an ­
m ayacak k a d a r sarsılm az b ir pozitif anlayışa b ağ lan acaklardır; yahut da M üs­
lüm anlığın getirm iş olduğu düşünceler, insanlığın ulaşabileceği en üstü n ve en
yüce gerçekleri kapsadığı için, b u n d a n d ah a ü stü n , d aha derin b ir düşünce, bilgi
ve inancın doğm asına im kân olm ayacaktır. O ysaki, insanlığın h er bakım dan b u ­
günkü seviyesi, düne kıyasla çok ileridir ve b una rağm en yarının ulaşacağı se­
viye karşısında çok geridir. Bilim in zaferleri önünde, m istik in an çlar çok za­
yıflam ış olm akla berab er, insanların hepsi bilgin değildir, ve bilim henüz evre­
nin b ü tü n sırlarını da açıklayam am ıştır. Bilim ad am ları da dinin asla düşm anı
değildirler. M üslüm anlığın getirm iş olduğu düşüncelere gelince, b u n lar, daha
önceki dinlerin g etirdiklerine oran la çok ü stü n olm akla b irlik te, insanlığın ne
bugünkü, ne de yarınki m addesel ve tinsel ihtiyaçlarını tam am ıyle k an dıracak
durum da değildir. Esasen b u n u n içindir ki, im anın ana ilkeleri m üstesna olm ak
şartıyla birçok em irleri zoru n lu o larak terk edilm iştir. Bu itibarla son peygam ­
ber deyim ini, T a n rı’nm a rtık insanlara m istik anlam da b ir elçi gönderm eyece­
ğinin b ir ihtarı saym ak gerekir; yoksa, b u n d an ilerlem e yolunda önderlik yapa­
cak insanların sonuncusu H z. M uham m ed’d ir gibi b ir sonuç çıkarm ak tam am ıyle
yanlıştır. V aktiyle Z erd ü şt ve M ani ile D ürzîliğin k u ru cu su H am za bin Ali de,
kendilerinin son peygam ber o ld u k ların ı ilan etm işlerdi. V akıa, H z. M uham m ed’
den sonra peygam berlik taslam ış olan b ir iki sah tekârdan başka çıkan olm a­
m ıştır, fak at in sanlara doğru yolları gösterm eye çalışan tiirlü filozof, ahlâkçı, bil­
gin ve devrim ci yetişm iştir. B unlar, din dogm alarının yetersiz yanlarını aşmış
ve insanlığa başk a b ir dünya görüşünü, başka b ir yaşam a tarzını ve hiç olm azsa
layik anlayışı aşılam ışlardır. Bu büyük ad am lar da layik anlam da b irer bilim ,
sanat, felsefe, teknik, rejim ve ü lk ü peygam berleridir; bir farkla ki, bunların
m ucizeleri y oktur, T an rı adına k onuşm azlar; m istik m antığa değil, akıl ve bilim
m antığına d ayanırlar. Ö zet o larak , insanlığa yeni b ir sistem getirm eye çalışm ış
olan ve bilinm edikleri b ilin ir hale getirerek insan m utluluğuna hizm et eden kim ­
seler de b ir çeşit peygam berdirler. Bu, deh an ın da, peygam berlik gibi doğuştan,
organik yapının seçkin ve ü stü n m im arîsinden doğduğuna delâlet eder. Bu m üs­
tesna yaradılışa nail o lan lar, Y üce T a n rı’nın kayrasına (providence) m azhar ol­
m uşlar dem ektir.

Ö T E K İ D İN L E R İN K E R A M E T L E R İ :

B unun için o lacak tır ki, genel o larak velilerle peygam berlerde, erm işliğin
birtakım kutsal işaretleri b u lu n d u ğ u n a in anılır. İm am îler gibi, İslâm ın sapık
m ezhepleri ve h a tta tarik a tç ıla r (M uhiddin-i A rabî gibi), velileri, peygam berler­
den daha ü stün sayarlar. Z ira peygam berler, ancak T a n rı’dan aldıklarını iddia
ettikleri em irleri bildiren aracılard ır; velilerse, T a n rı’da yok olm uş, yani T a n rı­
laşmış kim selerdir. Peygam berlerin de velilik sıfatlarına sahip o ld u klarına ina­
nılır. Bu sıfat, on lard a, T an rı ile olan sıkı ilişkilerinin ü rü n ü sayılır. B unların
tenleri gül, p o rtak al, m enekşe çiçekleri gibi güzel kokarm ış; H z. Y akub gibi.
u z ak lard an koku alm a yeteneğine sahip olurlarm ış; h a tta b u n la r, sözde başka­
ların ın işlem iş o ld u k ları g ünahları da k o k u ların d an an la r, b u n ları b irer m ucize
veya keram et o larak keşif ve ih ta r ederlerm iş. Bu erm iş insanların kendi ağız­
ların d a daim a nefis b ir lezzet hissettikleri de söylenir. H ıristiyan velilerinin baş­
ların d a d a, H z. İs a ’nın başında olduğu gibi n u rlu haleler g ö rü lü rm ü ş Bu inanç­
lar, bazı fark larla İslâm m istikleri için de ileri sü rülür. H z. M uham m ed’in sır­
tındaki peygam berlik işareti, aln ın d ak i p arıltı, terin in, sidiğinin güller gibi kok­
m ası, başı üzerinde daim a b ir b u lu tu n gezm esi, gölgesinin yere düşm em esi ve
d ah a çocukluğunda, am casının yan ın d a y atarken de b u ve bu n lara benzeyen
birtakım yüce alâm etlerin belirdiği, tü rlü şekillerde anlatılır; b ü tü n bu n lara, kon­
trolsuz hayal gücünün tü rlü m asalları da eklenir.
Birer inanç konusu old u k ları için, ü zerlerinde tartışılm am ası gereken bu
söylentiler, çoğu zam an büyük b ir insanı yüceltecek yerde, küçü ltü r; zira, b ir
varlığı, sahip olm adığı sıfatlarla övm ek de Bir çeşit yerm ek dem ektir. H er ne
olu rsa olsun, peygam berler, halk a doğru yolu gösterm ek, g ünahlardan, k ö tülük­
lerden sak ın d ırarak T a n rı’ya itaat ve ib ad et etm elerini sağlam ak ve bu ahlâksal
düzeni kurabilm ek için d ah a çok ölüm den son rak i yaptırım lara dikkati çekm ek
gibi kutsal işlerle görevlidirler. Bunun içindir ki, o n lard an birin in yarım b ırak ­
mış olduğu veya başaram adığı, ya da araların d a geçmiş olan uzun zam anın top­
lum da yaratm ış olduğu yeni ihtiyaçları k an d ırm ak gibi yüce görevleri, b ir di­
ğeri, ya aynı toplum da veya başk a b ir toplum da başarm aya çalışır. Bu suretle
nasıl ki, bilim ad am ları ve filozoflar, ken d ilerin d en sonra da, b irtakım bilgin
ve d ü şünürlerin geleceğine önceden in a n ırla r ve kendilerinin de, daha önce gel­
miş olan ların ın b ire r ard ılı o ld u k ların ı b ilir ve onaylarlarsa, peygam berler de,
kendilerinden sonra, başka b ir peygam berin gelebileceğini pekâlâ tahm in ede­
bilirler1. Y alnız H z. M uham m ed, ken d in d en evvelki peygam berlere ve onların
getirm iş o ld u k ları dinlere değer verm iş olduğu halde, kendisinin son peygam ­
ber olduğunu bildirm iş ve eski k u tsal k itap lard a, öteki peygam berlerin yarım
bırakılm ış veya başaram am ış old u k ları işleri tam am lam ak üzere kendisinin gön­
derileceğine d a ir b ild iriler b u lu n d u ğ u n u ilan etm iştir. K u r’anda bu konuyu ilgi­
leyen şu iki ayet önem lidir: “K endilerine kita p verdiklerim iz, onu, oğullarını

(1) örneğin, Hz. Yahya, Hz. İsa’nın geleceğini şu sözlerle haber vermiştir:
“Ben eğilip onun ayağının tasm asın ı çözm eye lâyık değilim ” (Markos Incil’i, I,
7). Diğer bir kutsal m etinde de, “Ve ben, senden ileri yolunu, önünce hazırlaya­
cak olan resulüm ü göndereceğim , diye hakkın da yazılm ış olan za t budur”
(Meta, XI, 10) denilmektedir. Yuhanna Incil’inde de şöyle bir haber verilir-
“O h akikat ruhu geldiği zam an, sizi bütün gerçeklerle aydınlatacaktır. Zira, ken­
diliğinden söylem eyip işittiğ i şeylerin hepsini söyleyecek ve m eydan a gelecek
olan şeyleri size haber verecektir. O, beni kutlayacak, zira benim kinden alıp
size haber verecek tir” (XVI, 13-15); “Ben g itm eyin ce size teselli edici gelm ez”;
“B en g ittik te n sonra onu size gönderirim ve o geldiğinde, dünyayı günah, arın­
m a ve hüküm hususlarında ilzam edecektir” (XVI, 7-9). Tevrat’ta da Hz. İsa’
m n geleceğine dair şu bildirinin verilmiş olduğunu, Hıristiyan yorumcular ka­
bul ederler: Musa dem iştir ki: “A talarım ıza, Tanrım ız efendim iz, kardeşleriniz­
den size benim gibi bir 'peygamber gönderecektir. Onu, size her ne söylerse din ­
lem elisiniz” (Peygamberlerin işlemleri, III, 22). İslâm Tanrıbilimcileri, bu bildiri­
leri, peygamberimizin geleceğini önceden haber veren kutsal belgelerden sayarlar.
b ildikleri gibi b ilirler” (F.n’am , 19); “H ani M eryem ’in oğlu İsa, Beni İsrail’e,
benden evv e l in dirilm iş olan T e v ra t’ı tasdik, benden sonra A h m e d adında gele­
cek olan peygam beri de m ü jd elem ek için T a n rı’nın size gönderilm iş peygam ­
beriyim , d e m iş ti...” (Saf, 5).
İncillerin bazı bahis ve ayçtlerinde, H z. M uh am m ed’in geleceğine d air işa­
retler bulu n d u ğ u , öteden beri İslâm tefsircileri ve T anrıbilim cileri ta rafın d an
d a K u r’ana d ayanılarak tü rlü şekillerde açık lanm ıştır. Ö rneğin, T e v ra t’taki şu
b ildiri, H z. M uh am m ed ’in geleceğine b ir işaret sayılm ıştır: "T anrı Rab, sana
içinizden, biraderlerinizden size benim gibi bir peygam ber zu h u r ettirecektir;
on u dinlem elisiniz. O nlara biraderleri içinden senin gibi bir peygam ber çıka­
racağım ve kelâm ım ı, onun ağzına koyacağım ; o da, ken d in e em redeceğim şey­
lerin hepsini onlara söyleyecektir” (Tesniye, X V III, 15, 18); R esullerin am el­
leri kısm ında da, "M usa, atalarım ıza, T a n rı’nız R ab, biraderlerinizden size; be­
nim gibi bir peygam ber zu h u r edecektir: O nu, size söyleyeceğim şeylerin hepsi
hususunda dinleyesiııiz ve her k im o peygam beri dinlem ezse, ka vm im arasında
m ahvolaca ktır” ( I I I , Bap 22-23) denilm ektedir. Y ine T e v ra t’ın Tesniye bölü­
m ünde (33, Bap, 1-2) geçen « S in a’dan gelm ek» H z. M usa’ya, «S air’den kıyam »
Hz. İsa’ya; P a ra n ’da, H icaz’da ve dolayısıyla H z. M uham m ed’in geleceğine dair
b ir işaret saym ışlardır; fak at, İsrail kavm inde peygam ber yetiştirm e geleneği
m evcut olduğu için, b u ayetlerin H z. M usa’dan sonra gelmiş olan diğer Y ahudi
peygam berlerinden b irine işaret etm iş olm ası da m üm kündür. Bu ayetlerin, H z.
M uham m ed’in geleceğini m üjdelediği sonucunu çıkarm akta, M üslüm anlık için
bazı faydalar olsa da, tarihsel gerçek bakım ın d an tam b ir isabet olduğu şüphe­
lidir. Z ira, H z. M uham m ed, Y ahudi değildir ve Peyyam berim izle H z. M usa a ra ­
sında birçok peygam ber d ah a yetişm iştir. Ç evirti zorlam aları ise, daim a b ir ger­
çeği ispat edem ez, h atta aynı zorlam alar doğru olan gerçeklerin aleyhine de kul­
lanılabilir. İslâm bilginleri, bugünkü Batı bilginleri gibi, elde bu lu n an kutsal
k itapların güvenilir eserler olm adıklarını, b u n ların sonradan bozulm uş veya ya-
zımış ya da değiştirilm iş old u k ların ı kabul ettikleri halde, H z. M uham m ed’in
geleceğini im a eden ayetlerin gerçekliğine inanm aktan çekinm em işlerdir. Y ukar­
da da kaydettiğim iz gibi, her çağın hem en h er m eslekteki büyük ve anlavışlı
adam ları, k endilerinden sonra, m esleklerini geliştirecek olan daha büyük
insanların yetişeceğinden em indirler. İlerlem e tarih i bunun zorunlu olduğunu
gösterir. Ö rneğin, H ıristiyan din şehitlerinden Saint-Justain (85-165) de vaktiyle
H eraklit ve stoacıların H ıristiyanlık düşüncelerinden habersiz olm adıklarım ,
S o k rat’m H z. İs a ’yı b ir p arça tanım ış o lduğunu, z ir a ,b u filozofun kelâm ’a or­
tak olan akıl sayesinde bazı gerçekleri keşfettiğini iddia etm iş ve "K elâm , İsa ’
dır, öyleyse Sokra t da İsa ’nın öğrencisidir” sonucuna ulaşm ıştı. Bu itib arla Hz.
M uham m ed’i daha evvel H ıristiyanların tanım ış ve k itapların işaret ettiği gibi,
beklenen b ir elçi olduğu iddiası da, b u n u n başka b ir şeklidir. Esasen kutsal
kitaplar, Peygam berim izin geleceğinden hiç bahsetm em iş olsalardı bile, o gel­
miş, davasını yürütm üş ve asıl büyüklüğünü b u başarısından ve insanlara yap­
mış olduğu geniş hizm etten kazanm ıştır. K utsal k itap ların , ileride daha büyük
bir peygam berin geleceğini m üjdelem iş olm aları, o kitapları getirm iş olanları da
yücelten doğal um utlarıyla tahm inlerinin ü rü n ü d ü r. F akat, Hz. M uham m ed, pey­
gam berlik k ap ılarını kendisiyle kapatm ış olm asına rağm en, kendisinden sonra
insanları aydınlatacak büyük adam ların gelm eyeceğini iddia etm iş değildir. H atta
d ah a önce de soztinü ettiğim iz şu pek değerli h adisinde, "T anrı, her yiizyıl ba­
şında, bu ü m m ete d in in i yenileyecek bir adanı gönderir” (M iisned) dem iştir.
Akıl yürütm ekten âciz olm ayan b ir insanın hayal gücü, gelecekte zu h u r et­
mesi olanaklı olan hal ve devrim leri, h atta keşif ve icatları, ortaya çıkm aların­
dan önce tasarlayabilir. K aba b ir örnek olm akla b irlikte, örneğin ünlü rom an­
cılardan Jules V ern e’in teknik hayalleri, bugünün önem li gerçekleri arasına gir­
m iştir; onun hayalleri, kahinliğine değil, ancak insan zekâsının bu çeşit u m ut­
larına ve böyle tahm inleri yapabilecek b ir değere sahip olduğuna delâlet eder.
Esasen K u r’anda adları geçen peygam berler, ahlâk bakım ından çökm üş veya
zaten ilerleyem em iş ve hem en hepsi Samî ırka m ensup olan kavim lcri, erdem e
davet eden m istik kişilerdir. B unlar, zina, livata, hileli terazi kullanm ak, azgın­
lık, zulüm , sefahat... vb. gibi tü rlü rezillikleri huy edinm iş ve tek T a n rı’ya in an ­
m ayan, vicdan ve izandan yoksun olan kavim lcrle uğraşm ışlar; önem li bir kıs­
mı da bu u ğurda k endilerini feda etm işlerdir. Z ira onlar, yalnız öğüt verm iş,
v a’zetm işlerdir. Fakat H z. M usa ve H z. M uham m ed gibi eyleme değer verm iş
olan iki peygam ber, siyasal ve askersel örg ü tler de kurm uş oldukları için, yalnız
m istik yöntem lerle çalışm am ışlar, olayların zorunlu kıldığı layik yöntem ve a ra ­
cılara da başv u rd u k ları için, başarıların ı kendi h ayatlarında görebilm işlerdir.
T ü rlü kötülüklerle lekeli olan kavim lerin çoğu, ya bir başka kavm in baskısı ve
savaşı sırasında o rtad an kaybolm uş, ya da doğal ve göksel afetlerle m ahvolm uş­
lardır. H z. M uham m ed, İslâm d inini yerleştirebilm ek için, bu tarihsel olayların
gerçek nitelikleri bilinm ediğinden, m istik b ir renge b ü rünen anılardan faydalan­
m ış, insnları m ucizelerle değil, yasalarla, savaşlarla, akla ve kalbe hitap eden
girişim lerinin, hem dünya, hem de ahret için verim li olan sonuçlarını gösterm ek
suretiyle, doğru ve yüce davasında sonsuz başarılara nail olm uştur.
Peygam berliğin gerçek niteliği h ak k ın d a, İslâm k ü ltü rü içinde yetişm iş olan­
ların orijinal düşünceleri v ard ır: M am onides’e göre peygam berlik, seçkin ve
m üstesna insanların bazı özel niteliklere sahip o ldukları tak d ird e m üm kün olan
bir yetkin lik tir. M oîs M am onides, Lcs H u it chapitres (G o rfinklcr bas.) adlı ese­
rinde, "T anrı, diyor, peygam berliği rasgele birine, k eyfi olarak değil, seçkin bir
ruha ve y ü k se k zihin yeteneklerine sahip olan birine lü tfe d e r”. Başka b ir de­
yim le, peygam berlik, "S istem li bir hazırlığın ü rünü olan insan zih n iyle Tanrısal
zih n in geçici olarak birleşm esidir” (H en ri Seruya, La K abbal, 2. baskı, Paris,
1957). T alm u d , peygam berliğe nail olm ak için kişinin geçmesi gereken derece­
leri şöyle sıralar: " G ayret, insanı tem izliğe, tem izlik, ritiiel arılığa, bu da ken d i
n efsine hü km etm eye, k e n d i nefsin e h ü k m e tm e k , kutsallığa, ku tsa llık eksinliğe
(m ahviyet), eksin lik, günahtan korkm aya, bu da daha y ü k se k kutsallığa götü­
r ü r ...” (A. Colıen, Le T alm u d , s. 171).
T alm ud yorum cularına göre, zengin, yani ru h u doym uş ve bilge olanlarla
eksinlik içinde olan, kuvvetli, yani kendi nefsine egem en olanlar, peygam ber
o labilir. F akat, b u n lard an b iri eksilir ya da kaybolursa, peygam berlik, geçici ya
da sürekli olarak kaybolur. A ynı zam anda peygam berin yalnız kuvvetli ve zen­
gin değil, uzun boylu olm ası da gereklidir. Ö fkelenm ek ve kibirlenm ek de pey­
gam berliği giderir. F akat, T a lm u d ’a göre, öyle b ir zam an gelecektir ki, peygam ­
berliğe ihtiyaç kalm ayacaktır. Z ira, b ü tü n insanlar, zihin ve ahlâk bakım ından
yetkin olacak ve b u n ların tüm ü peygam berce verileri alm a yeteneğine sahip
olacaklardır. N itekim Joel, şöyle dem ektedir: “Bu dünyada yalnız bazı bireyler
(feri) peygam berlik ederler; fa ka t gelecek dünyada, biitiin İsrail, peygam berler
im al edecektir ve zira Tanrı diyor ki, bundan sonra rulıum u, b ü tü n insanlara
yayacağım; oğullarınız ve kızla rın ız peygam berleşeceklerdir. G ençleriniz görüm ­
lere (visions) nail olacaklar ve ihtiyarlarınız düşlere m azhar olacaklardır" (Joel,
II, 28).
Peygam berliğin b ir gün sona ereceğini, yüzyıllarca önce, kendi anlayış ve
inançlarına göre, açıklam ış olan T alm u d cu larla bazı kutsal kişiler, sadece bun u n
hangi peygam berde sona ereceğini tahm in edem em işlerdir. A nlaşılıyor ki, bu
kurum un Sam î kavim lerc özgü olan m istik şekli, yine o ırkın başka b ir dalın ­
dan olan Hz. M uham m ed’de sona erm iştir; ve fazla olarak H z. M uham m ed, bu
son peygam berin kendisi olduğunu b ildirm iştir. D ine aykırı bazı düşünceleri
savunm uş olan İslâm bilginleri de şöyle d ü şü n ü rler: F a ra b î’ve göre, peygam ber­
lik doğuştan değil, son rad an çalışılarak ekle edilir; yani bu, aklın sezgi ve il­
ham yoluyla elde etm iş olduğu b ir derecedir. Bu itibarla, ona göre filozof, pey­
gam berden ü stü n d ü r. M utezile bilginlerinden Bişr bin M utam ir, peygam bersiz
kavim lerin, kendilerini doğa yasalarına göre yönetebileceklerini ileri sürm üş­
tür. O , içinde yaşadığım ız âlem in m üm kün ve en iyi b ir âlem olm adığını ve
T an rı'n ın en iyisini y aratm aktan çok, yalnız uygun gördüğü zam anda tecelli
etm ek istediğini savunm uştur. Peygam berliğin h arik aların a d air b ir eser yazmış
olan Ebu Bekr Zekeriya Razî (841-926), peygam berlerin gerekli olm adığını, in­
san aklının faydalı ve zararlıyı olduğu k ad ar da T anrısal sırları kavrayabilece­
ğini, dünya işlerinin düzenlenm esi için de bilim ve sanatları elde edip geliştir­
m enin yeterliğini savunm uş olduğu gibi, halkı aydınlatm ak için, araların d a bazı­
larının üstün ve yetkili sayılm asının hiç b ir anlam ı bulunm adığını, çünkü bütün
insanların akıl ve zekâca eşit old u k ların ı (D cscartes ve biraz da J.-J. Roıısscau
gibi) insanlar arasındaki fark ın , doğuştan olan yetki ve yetenekte değil, bu ye­
teneklerin geliştirilm esinde, onların büyüyüp çoğalm asında saklı olduğunu sa­
vunm uştur. O na göre, zaten peygam berler, biıb irleriyle çelişik du ru m d ad ırlar;
yani, onların düşünceleri arasın d a tam b ir birlik yoktur; h atta aykırılıklar var­
dır. O nların in ançlarındaki tek ortak no k ta, T anrı kavram ından ib arettir; fakat
hak konusunda ittifak edem edikleri için, peygam berlik batıldır. Bu çeşit d ü şün­
celerin değerleri ne olursa olsun, yeni b ir din getirm iş olanlar, kendilerinin
peygam ber o ld uklarını iddia etm işler ve insan lar da, onların bu iddialarını, ge­
tirm iş o ldu k ları dinlere inançlarıyle orantılı olarak kabul etm işlerdir. G enel ola­
rak Sünnî T anrıbilim cilere göre, hem en tüm İslâm bilgeleri (hiikem a) sapık­
tırlar. Ç ünkü bu bilgeler, dogm acılığa değil, akla ve eski Y unan filozoflarına
dayanırlar, onların tarihsel evrim ine ve akışına önem verirler. H ele daha yeni­
leri ve cesurları, peygam berlerin ileri sü rdükleri düşünce ve ülküleri birbiriyle
karıştırm ak tan çekinm ezler. D iyalektikten kaçan dogm atik düşünce ve inançlar,
gerçeklerden k orkan b ir im an perdesi arkasında özgür düşünceye saldırm ayı
kutsal b ir ödev sayarlar. İm anı ilgileyen k o n u lar h a k k ın d a kutsal kitap ların ve
genel o larak şeriâtin düşüncelerine aykırı b ir görüşü savunanları, sapıklık ve
dinsizlikle suçlam ak, T anrıbilim cilerin geleneksel âd etlerindendir. Bir gerçeği
bulm ak için yapılan araştırm alar, im anın dogm atik verilerine uym uyor diye,
düşünm eyi sınırlam aya kalkışm ak, düşüncelerde saklı olan kuvvetten korkm ak­
tır. Bağnazlık (taassup), kendi in an d ık ları dışın d a, başka b ir gerçeğin bu lu n ab i­
leceğine inanm ayan d a r ve geri zekâların, içinde b oğuldukları b ir b atak lık tır;
bir akıl, vicdan ve ru h çö k ü n tü sü d ü r. İnsanlığı m utluluğa götürecek yol, H z.
M uham m ed’in h er vesileyle b aşvurduğu ve önerdiği, a kıl ve basiret y o lu ’dur.
Peygam berlik k o n usunda şu bilgileri de d ik k ate alm akta fayda vardır: Pey­
gam berler h a k k ın d a kutsal k itap ların , h a tta K u r’anm da bildirileri, tarihsel ger­
çeklere tam am ıyle uygun değildir: H z. A dem , H in tlilerde de vard ır; o n lar b u ­
na, A dim o adını verm işlerdir. K u r’a n ’a da b u n u n T e v ra t’tan geçtiğini reddetm ek
zo rd u r. A dem hikâyesinin niteliği, simgesel olduğu k a d ar da çelişik bir değer
taşıdığı için, onun yaradılışı ve peygam berliği üzerinde herhangi b ir tartışm a­
ya girişm ek T an rıbilim cilere göre, k âfirlik veya dinsizlik sayılır. T e v ra t’ta Ya-
hova, “ iddiaları doğru çıkan başka bir peygam ber gelir d e sizlere başka bir
T a n rı’yı tavsiye ederse, ken d isin i ö ld ü rü n !” em rini verm ek suretiyle, Hz. M usa’
dan başkasının gerçekten peygam ber olam ayacağını savunm uş olur. H er dev­
rim ci gibi, h er peygam berin de ü lk ü lerin i gerçeklendirm ek için, böyle bencil
b ir iddiada bulunm ası zo ru n lu d u r1. T e v ra t’ın ve Y ahudi tarihlerinin verdikleri
bilgilere göre, pek çok günah işlem iş, açıkgöz b ir haydut gibi gösterilen D avud
peygam ber, K u r’anda fazlasıyla d eğ erlendirilir ve k endisi, k itap verilenlerden
sayılır. Bu hük ü m lerin gerçek niteliğini Bayle’in -ü n lü D ictio n n aire’indeki D avud
m addesinden öğrenm ek m ü m k ü n d ü r. K u r’anda b u peygam ber hak k ın d a veri­
len bilgi azd ır; sadece, C ebrail ile M ikâil ve b irtakım diğer m eleklerin, ona
k u su rların ı anlatm ış olduğu bild irilm iştir (Sâd, 21-25). Bu olay, T e v ra t’ta daha
ayrıntılıdır (İkinci M ülûk, X I-X II). G erçek veya imgesel (hayalî) b ir kişilik
olduğu h a k k ın d a tü rlü söylentiler olan ve bazı bilginlerin K aideli veya İranlı
saydıkları H z. İb rah im h ak k ın d a T e v ra t’ın verm iş olduğu bilgileri az cok K u r’an
da onaylar. Bu bilgiler, on u n da bugü n k ü anlayışım ıza uygun b ir erdem e sahip

(1) Örneğin, Hz. Isa, “Kuzuların kapısı benim , bü tü n benden önce gelm iş
olanlar, yankesici ve hırsızdılar. Peder’e (yani, Tanrı’ya) ancak benim le gidi­
lebilir” dediği gibi, peygamber olduğunu ilân etmeden, kendi hayat ve dünya
felsefesini din haline getirm iş olan Buda da. "Ne gökte, ne yerde, bana benze­
yen hiç kim se yoktur. Y etk in olan Buda, yalnız benim !..” der. Hz. M uham m ed
ise. kendi davasına inanm ayanları kâfir, müşrik, münafık... vb. sıfatlarla la n et­
lem iş ve insanlığa, Tanrı’nın en sevgili elçisi olarak kendisini sunmuştur. Özet
olarak, her peygamber, kendisinden daha yetkin kim senin bulunam ayacağını
ve Tanrı’ya ancak kendi göstermiş olduğu yollardan gidilebileceğini telkin et­
miştir. Nitekim. Hz. Musa da Tevrat’ta şu emri verir: "Eğer aranızda bir p ey ­
gam ber veya rüya görücü kalkıp size bir alâm et ya da m ucize verirse ve bilm e­
diğiniz başka Tanrılara bağlanıp, onlara tapalım diyerek, size söylediği alâm et
ve m ucizeler de vukua gelirse, o peygam ber veya rüya görücünün sözlerini din­
lem eyiniz. Zira T anrınız kendisini bütün kalbiniz ve canınızla sevip sevm ediği­
nizi bilm ek için sizi den em ektedir” ve, “O peygam ber ve rüya görücü k a tled il­
sin!” (Tesniye, XIII, 1-3, 5).
olm adığını gösterir. G üç, zekâ, servet ve bilginin simgesi sayılan H z. Süley­
m a n ’ın bir Y ahudi h ü k ü m d arı olduğu, tarihsel b ir gerçektir. Y ahudi tarihleri,
onun hayât serüvenine dair, b aşarıları yanında sefahate ve keyfe düşkün bir ki­
şilik olduğunu da belirtirler. K u r’an ise, onu tiirlü m ucizelerle m ük âfatlan d ırır
ve över. T e v ra t’a göre H z. L ût, kızlarını, kavm inin cinsel sapıklarına verm ek
ister. K u r’and an öğrendiğim ize göre, H z. N uh, nasıl ki kendi oğluna im an tel­
kin edem em işse, Hz. Lût da, karısını bile im ana getirem em iştir. Birçok peygam ­
berleri de İsrail kavm i işkencelerle öld ü rm ü ştü r.
İn san lar, genel o larak alışm ış o ld u k ları düşünce ve hareketlerle, geçici ve
günlük çık arların a aykırı yollar gösteren kişilerden hoşlanm az, onları şehit et­
meyi b ir vazife bilirler. Y alnız peygam berler değil, filozof ve h atta bilginlerden
de böyle bork u n ç akıbetlere uğrayanlar az değildir; bu tü rlü düşm anlıkları, il­
kel ve geri ru h ların kendi kusurlarını görenlerin eleştirim lerine dayanam ayan
kibirleri k ad a r da dinsel inançları k ö rü k ler. H z. İs a ’nın başına gelen olaylarda
da yaşam ış olduğu dönem in siyasal k o şu llan k a d a r da, yeni inançlara dayana­
m ayan bağnazlığın ve çıkarcılığın rolü v a rd ır1.

(1) Bilindiği gibi, dört İncil de, Hz. İsa'nın özel yaşam ında erdemdışı bir
davranışından söz etmezler; fakat onun, bakire olan Hz. Meryem'e tanrısal ru­
hun üfürülmüş olması yüzünden babasız dünyaya geldiği konusunda birleşir­
ler. Latin tarihçilerinden T acitus (M.S. 55-120), Tarihinde, Hz. İsa’nın, Roma
valilerinden Pontuslu Pilatus tarafından idam ettirildiğini anlatır. Talmud.'da
onun yaşam ış olduğunu onaylar, fakat doğusu hakkında dört Incil’de an latı­
lanları reddeder. Bu görüşe bazı Anglikan Tannbiljm ci’sri de katılırlar. Bunlar
ayrıca da Yeni Ahdin yani İncillerin tarihsel doğruluğundan kuşkulanırlar.
Hz. İsa, kendisinin Tanrı olduğunu asla iddia etmemiş, "Baba, benden büyüktür”
(Yuhanna, XIV, 8), “Ben, kendi iradem i değil, fa k a t beni gönderenin iradesini
yaym ak için gökten in dim !” (Yuhanna, VI, 39), “Ben kendiliğim den bir şey
yapam am ; işittiğ im gibi hükm ederim ve benim hükm üm d o ğ r u d u r z ir a , ben
kendi iradem i değil, fa k a t beni gönderenin iradesini ararıma (Yuhanna, V, 5)
demek suretiyle, Tanrıdan kendisine verilen buyrukları uygulam akla görevli bir
insan olduğunu anlatm ak istemiştir. Nitekim aynı Incil’de "Siz ki birbirinizden
izzet kabul eder ve Bir olan T anrıdan gel. n. izze ti aram azsınız, nasıl im an ede­
bilirsiniz?” (V, 44) demek suretiyle, kendisini yollayan bir tek Tanrının varlı­
ğını açıklamıştır. Luka İncilinin, 1965 baskısında da, “Yusuf, nişanlısı M eryem'le
birlikte K ayser August zam anındaki ilk nüfus sayım ına katılm ak üzere Nasıra’
dan Beytlehm şehrine gelm işti, bu esnada M eryem gebe idi.» (II, 5-7) denildi­
ğine göre, onun katoliklerce sanıld'ğı gibi bir Tanrı değil, anası ve babası belli
bir insan olckığıı anlaşılır. Talm ud'la çağımız Anglikan aydınlarının açıklamak
istedikler; gerdek bu ayette ifade edilmiş gibidir.
HAZRETİ MUHAMMED’İN BİLGİ
KAYNAKLARI

S E Z G İ, V A H İ Y V E İ L H A M :

İnsan bilgisinin ana k aynakları, duyu lar ve deneylerdir; öğelerini bilinçli


veya bilinçsiz olm ak koşuluyla, az çok b u n lard an alan akıl da, bazı gerçekleri keş­
fedebilir. G enel olarak filozofların sezgi, peygam berlerle T anrıbilim cilerin vahiy
ve ozanların ilham sözcükleriyle ifade ettik leri b ir dördüncü kaynak da, insana
bilinm eyeni bilm eye yardım etm ektedir. Biz b u rad a, sezgi, ilham ve vahiy ara­
sındaki fark lar ve benzerlikler üzerinde fazlasıyla duracak değiliz; yalnız, b u n ­
ların bildird ik leri gerçeklerin tü rleri bakım ın d an bazı b aşkalıklar gösterdikleri­
ne değinm eyi yeter bulacağız. Sezgi, dolaysız olarak hissetm ektir; bu, âdeta in­
celmiş b ir içgüdüdür; b ir tehlikeyi, b ir deneyden çıkacak sonucu, b ir girişim ­
den önce onun doğuracağı sonucu kavrayıvcrm ck gibi. İlham , daha çok, hayal
gücü ve sanatla ilgili sayılır. V ahiy ise, sözlükte, yazı yazm ak, herhangi bir in­
sana kelâm telkin etm ek, işaret etm ek, elçi gönderm ek, gizli söz söylem ek, ses,
ilham anlam larına gelir. T an rıbilim cilere göre de, m utlaka T a n r-’nm b ir lütfü
olarak ve b ir m elek aracılığıyla, uyanıkken veya uykuda, herhangi b ir gerçeğin,
b ir peygam bere bildirilm esidir; iKat ou, bazen böyle b ir kutsal aracı olm ak­
sızın d r vukua gelebilir. N itekim , H z. M usa, dolaysız olarak T a n rı’yla konuşa-
oı'diği halde, H z. M uham m ed, ancak C ibril aracılığıyla vahye nail olabilm iştir.
Bunun için d ir ki, H z. M usa’ya kelim ullah, yani T a n rı’nın konuştuğu veva T an ­
rı ile konuşan denilm ekte (N isa, 164 ve daha b irçok ayetleri); H z. M uham -
m ed’e ise, T a n rı’nın elçisi veya sevgilisi (habip) sıfatı verilm ektedir. Belki de
K u r’anda H z. M usa’nın adı 69 ayette geçtiği halde, H z. M uham m ed’in adı, biri
A hm ed olm ak üzere 4 kez geçişinin b ir nedeni de b u d u r ve bazı d üşünürler, bu
iki peygam berden hangisinin daha üstü n olduğu ü zerinde de bu yüzden b irta ­
kım olasılıkları (ihtim alleri) ileri sü rm üşlerdir. Esasen vahiy olayı, başka din­
lerde de v ard ır. T e v ra t’ta Y u h a n n a ’nın vahyi bölüm ü, m istik hayal gücünün uy­
d urm aları olm ası bakım ın d an fan tastik b ir eserdir. Benzetm eler ve simgelerle
tüm m istik inançların icatları, bu bölüm de toplanm ıştır. T an rı, m elekler, şey­
tanlar ve gelecek h ak k ın d ak i k âh in lik ler b u vahiyde v ardır. T a n rı’nm «elif» ve
«ya», yani «evvel ve ah ir benim » dem esi de bu b ölüm dedir (I, 8). C ebrail, za­
m an zam an D aniyal peygam berin rüyasına girer ve kendisiyle konuşur. “Ben
elahe dua etm e k te yk e n e v v e lki rüyada gördüğüm adam , yani Cebrail, akşam ku r­
banı vaktin e doğru hızla uçarak bana d o k u n d u ve benim le sö y le ş ti...”' (D aniyal,
IX , 21, 22). H azkıyal peygam berle T an rı arasındaki ilişki biraz daha başkadır:
Bu peygam ber, evinde konuklarıyla o tu ru rk en Y ahova’nm eli kendine dokunur
ve ateş biçim inde b ir adam g ö rü n ü r ve T a n rı’nın eli, onu saçlarından yakalayıp
O rşilim ’in kuzeyine g ö tü rü r (H azkıyal, V III, 1-4); yine R abbin m eleği, yani
C ebrail, “M eryem ’in kocası Y u s u f’a rüyada görünerek, kendisinin ku tsal ruhtan
gebe kalacağını ve onu kocalığa ka b u l etm esini bildirir” (M eta, II, 12, 19, 23).
T an rı ile ko nuşm akta H z. M usa tek değildir. Ö teki İsrail peygam berlerinden
bazıları da dolaysız o larak T an rı ile k o n u şu rlar ve onu görürler. T e v ra t’ta
Ü çüncü H ü k ü m d a rla r bölü m ü n d e, Y em le’nin oğlu M işa adlı b ir peygam berin,
Y ahova’yı tah tı üzerinde oturm uş ve gökyüzü o rd u ların ın hepsini onun sağ ve
solunda sıralanm ış olarak gördüğünden söz edilir.

Ü M M İL İK S O R U N U :

H ayatının hem en b ü tü n ay rıntıları, tarihsel b ir gerçek olarak bilinen Pey­


gam berim izin tek bilgi kaynağı da vahiy o larak gösterilm iştir. Buna inanm ak
da im anın şartları k a d a r zorunlu görülm ektedir. Bu itibarla, H z. M uham m ed’in
üm m îliği üzerinde hem en tüm İslâm m ezhepleri ittifak etm işlerdir. «M ekkeli,
A rap, m üşrik, okuyup yazm a b ilm e z ...» an lam larında kullanılm ış olan üm m î
deyim i, Hz. M uh am m ed ’in sıfatı veya y u k ard ak i anlam larda olm ak üzere bazı
ayetlerde de k ullanılm ıştır: “Y anla rın d a ki T evra t ve İn c il'd e yazılı buldukları
o elçiye, ü m m î peygam bere u y a rla r...” (Â raf, 165); “T a n rı’ya inanan, bir elçi,
bir üm m î olan peygam berine ve onun sözlerine in a n a n ...” (A raf, 157); " Ü m -
m îlere ayetlerini okum ası, onları tem izlem esi, kitabı, bilgeliği öğretm esi için,
içlerinden, kendilerinden bir elçi gönderen o d u r” (C um a, 2). H z. M uham m ed’in
kendisi de, “Biz, ü m m î bir m illetiz, yazı ve hesap b ilm e yiz” dem iştir. Biz, ü m ­
m î deyim ini daha önce de belirttiğim iz gibi, M ekkeli anlam ında k ab u l etm eyi
uygun buluyor ve b u n d a hiç b ir sakınca görm üyoruz. Z ira, H z. M uham m ed’e
bildirilen ilk em ir, “Yaradan R abbinin adıyla o k u !” ayetiyle b aşlar (A lak su
resi). T efsircilerin tü rlü yorum lam alarına k arşın , okum a bilm eyenlere böyle b ir
em rin verilm iş olm asını düşünm ek zo rd u r; çü n k ü , ya h arfleri ve sözcük dizi­
lerini önceden öğrenm iş o lan lar o k u yabilir; ya da dinleyerek ezberlenm iş b ir
konu, b aşk aların a te k ra r edilebilir. D in bilginleri bu ikinci hali kabul ederler,
ve H z. M uham m ed’i daha da yüceltm iş olm ak için, okum a yazm a bilm eyecek
k a d ar cahil olm asını zoru n lu sayarlar. V ahye nail olan peygam berlerin genel­
likle bildiklerini T a n rı’dan öğrendiklerini iddia etm ek âdeti, m istik gelenekler­
dendir. In c il’de H z. İsa, "K en d iliğ im d en hiç bir şey yapm ayıp, babam ın bana
öğrettiği bu şevleri söylediğim i bileceksiniz; b eni gönderen benim le beraberdir”
(Y uhanna, V III, 2 9); “K endiliğim den gelm edim ; beni O gönderdi” (Y uhanna,
V III, 42) d em ek ted ir1. H z. M uham m ed’in de aynı geleneğe bağlıym ış gibi gö­
rünen bildirileri, b u n la rla m ukayese edilebilir.

(1) Yahudiler, Hz. İsa’nın tapınaktaki vaızlanm dinleyince, şaşırdılar ve,


“Hiç öğretilm em iş olduğu halde, bu adam , vaızlarını nasıl biliyor? dediler” (Yu­
hanna, VII, 15). Peygamberlere üm m îlik sıfatım verm enin bir gelenek olduğu
anlaşılıyor.
O nun b ü tü n b ild iklerin in vahiy yoluyla kazanılm ış olduğunu bildiren b ir­
çok ayet v ard ır: "B iz M u sa ’ya em ri bildirdiğim iz vakit, sen Batı tarafında değil­
din, tanıdıklardan da olm am ıştın. Fakat daha sonra biz birçok kuşaklar yarat­
tık ve onların öm ürleri üzerinden u zu n zam anlar geçti: sen M edyen halkı ara­
sında oturanlardan biri de değildin ki, ayetlerim izi onlara okuyasın. E lçi gön­
deren ancak biziz. S eslendiğim iz vakit, sen T u r tarafında da değildin; lâkin
senden evv e l ken d ilerine bir sakındırıcı gelm em iş olan k a vm i sakındırasın da
hatırlasınlar diye, R a b binden bir rahm et olarak seni gö n d erd ik” (Kısas, 43-45).
Bu ayetler, H z. M uham m ed’in öğretm ensiz ve k itap bilgisinden yoksun olarak-
Hz. M usa’ya bağışlanm ış olan T an rısal tecellileri b ir vahiy sayesinde öğrenm iş
olduğunu bild irm ek ted irler. O n u n üm m îliğini şu ayetler daha açıkça tek rar
ederler: "S en daha evv e l kita p o k u m u ş değildin; sağ elinle de yazı yazm adın;
öyle olsaydt, sapıklar şüphelenebilirlerdi” (A nkebut, 47); "D aha evvel de ara­
nızda bir ö m ü r geçirdim , bunu akıl etm ez m isin iz? ” (Y unus, 16). Bu ayetlerde
Hz. M uham m ed’in K u r’an d ak i bilgileri, kim seden öğrenm em iş olduğu açıklan­
mış bulunuyor. Şu iki ayet de, aynı bildiriyi, b ir başka vesileyle tek rarlam ak ­
tadır: "T a n rı, sana kita p ve bilgelik in d irm ekte ve sana bilm ediklerini bildir­
m e k te d ir ...” (N isa, 112); "B ir vahiy ile veya perde arkasından, ya da bir elçi
gönderm ek suretiyle dilediğine, k e n d i izn iyle vahyetm esi dışında, hiç bir insan
T a n rı’yla kon u şm a ya nail olm am ıştır. B iz sana em rim izden bir ruh vahyettik;
sen kita p ve im anın ne olduğunu bilm iyordun; lâkin biz onu bir nur k ıld ık ”
(Şuara, 50-51). N itekim , H z. İs a ’nın doğum u k o n u sunda, H z. M eryem ’le Hz.
Z ekeriya’ya bildirilen kutsal m üjde h ak k ın d a, H z. M uham m ed’in, K u r’anda
anlatılm ış o lanları d ah a önce bilm ediği de şöyle b ildirilm ektedir: "Bu, gayip ha-
berleriııdendir, onları sana v a h y e tm e kte y iz” tüm cesinden sonra ayet, "Sen, ne
çekiştikleri zam anda, n e de M eryem ’e k e fil o lm a k isteyen kim seyi tayin etm e k
için kalem lerini attıkları va k it onların yanlarındaydın” (Ali İm ran , 43). H ud
suresinin 5 1 ’inci ayeti de b u tü rd en d ir.
Esasen, H z. M uham m ed, kişisel düşüncelerini bildirm ek yetkisine de sahip
değildi: "O , bizim adım ıza, bazı lafları uyd u rm u ş olsaydı, biz onu sağdan yaka­
lar, sonra kalp dam arını koparırdık; sizden k im se bunu önleyem ezd i” (H âkka,
44-47). B ütün b u ve b u n lara benzeyen diğer kutsal inancalara (tem inat) karşın,
Hz. M uham m ed’in yalnız T an rı ta rafın d an aydınlatılm ış ve kişisel hiç b ir bilgi
edinm e gayreti sarf etm em iş b ir insan olduğunu k ab u l etm ek, onun gerçek
büyüklüğünü küçültm ese bile zayıflatır. Bu b ak ım d an , genel inançlara aykırı
olm akla b erab er, o n u n m u tlak su rette bilgisiz b ir insan olm ayacağını iddia eden­
ler de vardır. C iddî hiç b ir k an ıta dayanm ayan şu tahm in ve iddiaları anlatm ayı
faydalı buluyoruz:
1. H z. M uham m ed, am casıyla yapm ış o ld u ğ u ilk Suriye seyahatinde, Bos-
ra denilen b ir p azar yerinin y ak ın ların d a b u lu n an N astu rî keşişlerinin m anas­
tırların d a m isafir kalm ış ve o rad a b u lu n an ra h ip B ahira, kendisine H ıristiyan­
lıkla bu d inden ayrılm ış olan m ezhepler h a k k ın d a bazı bilgiler nakletm iştir.
2. H abeşli köle V arak a, ona H ıristiy an lık ve M usevîlik h ak k ın d a yarım
yam alak bazı şeyler an latm ıştır.
3. H z. M uham m ed, U kaz çarşısında toplanan Y ahudi, H ıristiyan ve Maz-
deizm e bağlı İratılılar ve tü rlü puta tap an y ab ancılarla tanışm ış, orada verilen
vaızları ve özellikle N ejran piskoposu K uss ibn Şeyda’nın deve üstünde verm iş
olduğu dinsel n u tu k ve vaızları dinlem iştir.
4. T icaret için yapm ış olduğu seyahatlerde, Y em en, Suriye, Filistin, İran
ve A nadolu sınırların a k a d a r uzanm ış, b u ralard a m isafir kaldığı veya ziyaret
etm iş olduğu evlerde dinlediği dinsel, tarihsel, edebî tartışm a ve görüşm elerden
bazı bilgiler elde etm iştir.
5. Pek çok insanla tem as etm iş olm ası, M ekke’nin kozm opolit çevresinde
yaşam ası, görm üş olduğu sa v a şla r... vb. dolayısıyla edindiği p ratik deneylerle
insanların zayıf ve kuvvetli yanlarını kavram ış bulunm ası ve insanların m utlu
olm alarına engel olan kaba ve m addesel tu tk u ları derinden anlam ası, bu pek
büyük çapta yaratılm ış olan seçkin ve ü stün insanda, kuram sal ve ülküsel ol­
m akla birlikte, eylem lere etki yapan tü rlü düşünceleri doğurm uştur. Hz. M u­
ham m ed’in Şam, H alep, H atay, K udüs, Beyrut, Palm ira, B aalbek... gibi illeri
ve tarihsel kalıntıları görm üş olduğu ne k a d a r gerçek ise, onun b u rala rd a bir
robot gibi duygusuz ve düşüncesiz dolaşm ayacağı ve h er görüp işittiğinden
faydalanacağı da o k a d a r gerçek sayılm alıdır.
6. M ed in e’de de Y alıudilerin ders verdikleri yerler vardı; h atta H z. Ö m er
de b u ralara arad a sırad a uğ rar, T ev rat ve T a lm u d ’u dinlerdi. K u r’an ayetlerinin
çoğu, Y ahudilere karşı İslâm î savunm a gayesini güttüğüne bakılırsa, Y ahudilik
h ak k ındaki bilgilerin çoğu h alk arasında yaygındı ve H z. M uham m ed, bütün
bu bilgilerden tam am ıyle habersiz değildi.
7. A m ir bin H adram in adında b irin in b ir R um kölesi ok u r yazarm ış ve
kitabı varm ış. H z. M uham m ed, bazen M erve’de b u köleyi kendi m eclisine ça­
ğırırm ış. K ureyş m üşrikleri, Peygam berin K u r’anı bu adam dan öğrendiğini id­
dia eder ve kızarlarm ış. Bir söylentiye göre de, C ebra ve Y esara adında iki Rum ,
M ekke’de kılıç yapar, T ev rat ve İncil okurlarm ış. Bazen H z. M uham m ed, b u n ­
lara uğrar, o k u d u k ları zam ana rastlarsa, o tu ru r dinlerm iş. Başka b ir söylentiye
göre de, H uveytıl bin A bdül U zza’nın kölesi A bisa, kitap sahibiym iş, İslâm ol­
m uş; K ureyşliler bu adam ın H z. M uham m ed’e bazı şeyler öğretm ekte olduğunu
iddia ederlerm iş. H endek savaşındaki düşüncelerinden faydalanılm ış olan Sel-
m an F arisî’nin de Peygam bere bazı şeyler öğrettiği zannedilirm iş.
8. H z. M uham m ed’in vahiyleriyle hadislerin i Zeyd bin Sabit ve U bay bin
k â ’b ile halife O sm an ’ın süt kardeşi A bdullah bin Sa’d bin ebi Surh yazarlardı.
Bu vahiy kâtip lerin in sonuncusu M ekke’nin fethinden evvel M üslüm an olm uş
ve M edine’ye hicret etm işti; fak at b u adam sonradan eski dinine dönm üş, M ek­
k e ’ye kaçm ış, orad a, «Ben, M uh am m ed ’e ne istersem onu söyletirdim ve her
söylediğim i, d o ğ ru d u r diyerek yazdırırdı!» diye id d ialarda bulunurm uş; M ekke’
nin zap tın d an sonra da, H z. M uham m ed, onun öldürülm esini em retm işse de,
dam adı H z. O sm a n ’ın şefaati sayesinde ö ldürülm ekten k u rtu lm u ştu . K u r’anda
okum a, yazm a, kalem ve bilim kavram larıyla k itap ve bilgeliğe pek çok önem
verildiğine göre, Peygam berin vahiy dışında hiç b ir bilgi elde etm ediğini kabul
etm ek güçtür. N itekim y u karda geçen A nkebut suresinin 4 7 ’nci ayetiyle, “ O
küfredenler derler ki, b u onun uydurduğu yalandan başka bir şey değildir; bu
ko nuda ona başkaları da yardım etm iştir” diyen F u rkan suresinin 3 ’üncü ayeti
de, o zam anlar d ü şm a n la n tarafın d an b ir gerçekm iş gibi yorum lanm ıştı ki, bugün
de bazı Batı bilginleri onların düşüncelerine u y m ak tadırlar. İlerde göreceğim iz
gibi K u r’ana yapılm ış olan itirazların çoğunda hep H z. M uham m ed’in b ir ya­
bancıdan bazı şeyleri, öğrenm iş olduğu, K u r’an d a bahsedilen olayların geçmiş ata­
lard an kalm ış m asallardan b aşka b ir şey olm adıkları iddiası büyük bir yer tutar.
9. M ekke’nin zap tın a k a d a r M üslüm an olm am ış, fakat kendisine ganim et­
lerden fazla b ir pay verildiği için bu dini kabul etm iş olan M uaviye, H z. M u­
ham m ed’in kâtibiyken, özellikle H udeybiye sözleşm esinin yazılm ası sırasında
Peygam berin, “D iv itin e k ıtık koy, ka lem i yan kes, b e ’yi uzat, sin ’i belli ettir,
m im ’i körletm e, T a n rı’yı giizel yaz, errahm an’ı uzat ve errahim ’i tecvide u y d u r”
em irlerini verm iş olduğu, bu suretle de Besm ele’nin güzel yazılm asını telkin
etm iş b ulun d u ğ u , İb n S in a’nın «Şifa» adlı eserinde ve bazı tefsirlerde kaydedil­
m ektedir. Bu da k endisinin, sonradan hiç olm azsa okum ayı öğrenm iş olduğuna
bir kanıt sayılm aktadır. Bu sözleşim de (evvelâ H z. Ali k âtiplik yapm ıştı), m üş­
rikler, Peygam bere, yalnız b abasının adıyla kendi adını yazdırm ak istem işler,
b unun üzerine H z. M uham m ed, sözleşim den, « T an rının Peygam beri» sözcükle­
rini sildirm iş, o n u n yerine, kendisi « A bdullah oğlu M uham m ed» sözcüklerini
yazdırm ıştı. B uharı, M üslim ... vb. güvenilir İslâm k aynaklarının bildirdikleri bu
olay dolayısıyla, yine bu kaynak lar, Peygam berin iyi yazı yazm adığını veya yaz­
mayı pek de becerem ediğini kaydetm işlerdir. H z. M uham m ed’in son zam anlar­
da yazm ayı öğrenm iş olduğunda ittifak ed enlerin b u lunduğu da bir gerçektir
(Ö m er Rıza D oğrul, T an rı Buyruğu, cilt I, s. 633). B ütün bu iddialara rağm en,
Hz. M uham m ed’in üm m îliği üzerinde ısrar ed en ler çoktur. B unlar, dehanın da
b ir T an rı inayeti ve eseri olduğunu d ü şünm ek istem eyen, b ir üm m înin m uhte­
şem b ir dini k u rm asın d an daha üstü n b ir m ucizenin bulunabileceğini tasavvur
etm ekte im an adına b ir sakınca görenlerdir.
10. H z. M uham m ed, zaten dinsel bilgilerden büsb ü tü n yoksun değildi.
K ab e’de 360 tan rın ın heykeli vardı. B unların çoğu, Suriye, M ısır ve A rab istan ’
m tü rlü bölgelerinden getirilm işlerdi. H a tta H z. İb rah im ve H z. İsm ail’in hey­
kelleriyle bağıyı (sihir) tem sil eden H z. İsa ve H z. M eryem ’in heykelleri de
v ardı; ve M ekke’de kutsal işlere b ak m ak , H z. M uham m ed’in m ensup olduğu
aileye, atalard an veraset yoluyla geçm iş görevlerdendi. M üslüm anlığa da bazı
hüküm leri geçmiş o lan b u görevlerin çoğunu, Peygam berin dinlem ek ve görm ek
suretiyle öğrenm iş olm ası kolayca reddolunam az. Bir hadisinde, “Ben, babam
İb ra h im ’in duası ve kardeşim İsa ’nın m ü jd esi ve a nnem in riıyasıyım ” diyen Hz.
M uham m ed’e, K u r’an d a şöyle b ir em ir verilm ektedir: “D e ki, R abbim beni doğ­
ru yola, İbrahim m illetin in h a n if olan■ gerçek d in in e yöneltti; o, m üşriklerden
değildi” (E n ’am , 160). H z. M uham m ed’e yapılm ış olan itirazlar arasında, "... Sen
öğrenm işsin...” (E n ’am , 105) diyenler de eksik değildi. B unlara verilm iş olan
k arşılıklar da, dogm atik o lm aktan ileri gitm ezler.
İlerde göreceğim iz gibi, K u r’anda İncil ve T e v ra t’a uyan türlü olaylar ve
em irlere d a ir bilgiler, işaretler v ard ır. D aim a geceyi, gündüzü, m evsim leri, do­
ğada olup biten tü rlü değişm eleri d ü şü n erek gözleyen, sonsuz âlem lerin boşu­
na yaratılm am ış olduğuna in an arak fazlasıyla değer verm iş, T a n rı’nın varlığını
ve gücünü (kudret) ispatlam ak için en kuvvetli belgelerini, evrenin h arik ala rın ­
dan ve kavim lerin tarihlerin d en çıkarm ayı bilecek denli eşya ve olgularla il­
gilenm iş olan bu yüce insanın, toplum sal çevrede akan Ve oluşup du ran şeylere
karşı ilgisiz kalm ış olm asını kabul etm ek g ü çtü r ve fazla safdilliktir. Ö m rü bo­
yunca, Y ahudilerle, Sabiîler, H ıristiy an lar ve öteki d in ler veya m ezheplere m en­
sup olan kim seler ve cem aatlerle didişm iş, savaşm ış, yaşadığı dönem in ahlâk,
h u k u k , ekonom i ve p olitika anlayışlarını kök ü n d en değiştirm iş ve hak dinini
b ü tün batıl inançların üstüne çıkarm ış olan bu k u tsal insanın, b ü tü n bildiklerini
ancak vahiy yoluyla elde etm iş zannetm ek, onun çok büyük olan kişiliğini za­
y ıflatır kanısındayız. H z. M uham m ed’in bilgiye verm iş olduğu yüksek değere
rağm en, T a n rı’nın in san lar içinde hiç b ir şeyi öğrenm em iş, bilgisiz, kendi ken­
dine öğrenm ek ve d üşünm ekten âciz b ir zavallıyı elçi olarak seçmiş olm asının
açıklanm asına da asla b ir o lanak görm üyoruz. Y üce T a n rı’nın h er şeye k a d ir oldu­
ğu ilkesi, b ir im an konusu o larak zihne baş eğdirse bile, onu susturam az.
Y ukarda saymış olduğum uz bilgi k aynaklarına d a ir tahm in ve id d ialar ne
denli yanlış, uydurm a ve iftira o lu rlarsa olsu n lar, basit b ir insanın bile, gör­
m ek, işitm ek ve düşünm ek suretiyle olsun bazı bilgileri elde edebileceği in kâr
edilem ez. Bu çeşit bilgiler, ne k a d a r dağınık, sudan ve ansiklopedik olurlarsa
olsunlar. H z. M uham m ed gibi ulu b ir kişilik elinde pek faydalı ve derin sonuç­
lar verebilir. Eski A rapîar, belleklerinin sağlam lığıyla ü n lü d ü rler. Çölde gider­
ken, deve üstü n d e, imgesel (hayalî) taşlarla satran ç oynayacak denli güçlü bir
beyne sahip olan bireylerle dolu b ir kavm in yetiştirm iş olduğu en büyük insa­
nın, ne belleğinden, ne zekâsından, ne de görüş ve gücünden şüphe edilebilir.
Bu da ona, Yüce T a n rı’nın bağışlam ış olduğu çok büyük nim et ve lütuflardan-
dır. Y etişm iş olduğu dönem , geçm işin d erin lik lerin d e kalm ış olduğundan, büyük
insanların hayat ve düşüncelerini saçm alıklar ve h arik alarla süslem ekte toplum
için veya o büyük insanların ü lk ü lerin i savunm a işini üzerlerine alanların nüfuz
ve am açlan için bazı önem li fay d alar sağladığından, gerçekleri gizlem ek ya da
değiştirm ek âdeti, çağım ızın bile k u llan m ak ta olduğu yöntem ler arasındadır. M istik
kon u lard a ise, b u âdet, h er din ve ta rik a tta m evcuttur. İnsan ru h u , m itlerden ve
m itolojik söylenti ve hayallerden ayrı b ir zevk alm a yeteneğindedir. Bu iti­
barla, Hz. M uham m ed h ak k m d ak i m istik iddiaların b ir kısm ını olsun ihtiyatla
ve daha pozitif b ir anlayışla incelem ek gerektir. Böyle b ir araştırm an ın im ana
ay k ın olacağını d ü şünm ek, im anı, tahkik ve ispatı olanaksız hayaller üzerine
kurm ak veya gerçeklerden k orkm ak dem ek olur. H z. M uham m ed ise, ispatı
olanaksız konu lara inanm ayı em retm ediği gibi, en büyük «rehber» o larak da,
akıl ve b ilg i’yi savunm uştur. O n u n içindir ki o, öm rü boyunca b atılı yıkm ak ve
hakkı, yani gerçeği öğretm ek için savaşm ıştır. Ü stelik, H z. M uham m ed’in m istik
b ir yönü de vardır. Çağım ızda gerçek niteliği henüz pozitif ve tam olarak açıkla­
nam am ış olan m istik deney ve sezgilerin önem li bazı m etafizik sorunları k av ra­
m akta ayrı b ir kuvvete sahip olduğu da in k âr edilem ez. M ilâttan birk aç bin yıl
önce yetişm iş olup, son yıllarda eserleri ele geçen bazı düşü n ü rlerin , m atem atik,
astronom i, hekim lik, felsefe ve bilgeliği ilgileyen k o nulara da b u günkü buluş­
lara şaşılacak k a d a r isabetle yaklaşm ış olm aları, m istik eğilim leri ikinci plana
atabilm elerin d en d ir; anlaşılıyor ki, m istik veya pozitif d ehanın, ancak o k u llar­
da, k itapsaray lard a, lab o ratu v arlard a öğrenilebilecek olan bazı büyük gerçek­
leri keşfedebildiklerini kabul etm ek zorundayız. Bu itibarla H z. M uham m ed’in
yüce m istik d ehasının gerçeklendirdik i büyük dinsel ve uygarsal devrim in kay­
nağı T anrısal olm asa b ile, onun kutsal büyüklüğü asla küçülem ez. Z ira , herhangi
bir din veya kavm e m ensup olursa olsun, b ir insanın büyüklüğü, onun hak k ın d a
tü rlü m ak satlarla u ydurulm uş olan saçm a inançların değil, insanlığın ilerlem esi
için getirdiği düşüncelerle bulguların gerçeklik ve yüceliğiyle o rantııdır.
Bölüm II

Mistik Hayat

7. M istik lik ve m istik hayal g ü cünün verileri I I . M elekler


I I I . C inler IV . Şeytan veya iblis V . K ıyam et ve ölüm den
sonra dirilm e V I. C ennet . V II. cehennem V I I I . R uh,
ö lü m ve ö lü m ötesi.

MİSTİKLİK VE MİSTİK HAYAL GÜCÜNÜN


VERİLERİ

«Canlı bir yanılm a, ölü bir g erçeklikten daha iyidir».


(H am ilton)

İn san ın k uvveti, d ah a çok âciz ve zayıf o lu şu n dan doğm aktadır. Ö lüm ün,
yırtıcı ve zehirli h ay v an ların , kork u n ç doğa olay ve v arlık ların ın k arşısında,
âdeta kaynağını içgüdü o lu ştu ran ve gayesi, k o ru n m ak ve savunm aktan ib aret
olan ko rk u , bu âcizliğin ilk işaretid ir. Ö zellikle organik acılara dayanam am ak,
bu korkuyu b ü sb ü tü n a rtırır. H ayvanlar, k en d ilerin i savunabilecek çeşitli o r­
ganlara, zehirlere, pis koku lara sahip o ld u k ları halde, b aşlarına gelebilecek h er
çeşit felâkete yetenekleri o ran ın d a b ir süre d iren d ik ten sonra, ya k açar, k u rtu lu r,
ya da teslim o lu rlar ve ilerde b aşların a gelebilecek yeni b ir felâket için yeni
önlem lere gereksinm e duym az ve b u n ları akıl edem ezler. İn san ise, kendini ve a r­
dıllarını ko ru m ak için, evvelâ toplu yaşam aya ve kendi arala rın d a bazı yaptı­
rım lara da bağlı olan b ir sorum luluğun b ilinçlendirm iş olduğu b ir dayanışm aya
değer verm iş, sonra tek n ik araçlar icat etm eye çalışm ış, nihayet görülen tehli­
keler dışınd a, görünm eyen ve gelecekte zu h u r edebilecek felâketlere karşı koya­
bilm ek için, k en d ilerin d en daha kuvvetli o ld u k ların ı zannettikleri b irtak ım gö­
rünm ez kuvvetlerden hem k o ru n m ak , hem de favdalanm ak istem iştir. İnsan ze­
kâsının, kendi yetenek, duygu ve tu tk u ların ı nesnelleştirerek b u n ları, eşya ve
olaylara b ir sıfat gibi eklediği dönem ler çok eskidir. M istik duyguların kayna­
ğında bu ru h halinin sonucu olan aşağılık duygusu ve b u n u n b ir tepkisiym iş
gibi görünen b e n ’in kendini aşkınlaştırm ak ve yüceltm ek eğilim i vard ır. Bu su­
retle biri doğal, diğeri doğaüstü veya dencyiistü iki âlem ve bu iki âlem in iki
ayrı varlık ve teşkilâtı m eydana gelir. D inlerin, m istik duygu ve düşüncelerin
doğuşu h ak k ın d ak i k u ram ları b ir yana b ırak arak diyebiliriz ki, insan, her şey­
den önce ve d ah a çok duyguları ve hayal gücüyle varlığını korum uş, akıl y ü rü t­
me işi, ancak bu iki kaynağın açtığı yönlere doğru gelişm iştir.
T h. R ib o t’n u n ve diğer önem li çağdaş psikoloji bilginlerinin saptam ış ol­
d u k ları gibi, m istik hayal giicüniin ana k arak teri şun lard ır: 1. M addesel olan
varlıklara gizlenm iş olan b ir düşünceyi keşfetm ek ve böyle b ir düşüncenin bu­
lunduğuna inan m ak ; 2. Eşyada ancak ehline kendini gösteren m etafizik b ir il­
kenin varlığını farz etm ek; 3. Simgesel o larak düşünm ek, m ecaz ve istiarelerin
en k aran lık ve b u lan ık ların d an faydalanm ak. Ö rneğin, K a b a la la r, h er ayetin
ilk ve son sözcüklerinden yeni b ir avet yapar, b u n d an m istik anlam ı m eydana
çıkaran yeni b ir sözcük yaratırlar. «Z ohar» adlı eserde, her h arf, T an rı katına
çık ar ve h er b iri âlem in yaratıcı öğesi (unsur) olarak seçilm elerini niyaz eder­
ler. Fisagorculukta sa y ıla r', agnostisizm de kozm ogonik öğelerin m istik bölüm ­
leri bu türd en olduğu gibi, K u r’anda birçok surelerin ilk ayetlerini teşkil eden
ve tefsircileıin tü rlü şekillerde açıklam aya çalıştık ları, elif lâm ra, elif lâm mim,
elif lâm mim sad, k a f ha ya ayın s a d ... vb. gibi anlam sız h arf ve sözcük tas­
lakları da bu tü rd e n d ir ki, K u r’an d a 29 sure böyle harflerle başlar; 4. D uygu­
lara ve aşırılık lara k apılm ak; 5. K endi sanrı (hallusination) ve yanılsam alarına
nesnellik (objeclivite) k ara k te rin i verm ek.

M İS T İK L İK V E Y A T A S A R R U F :

H er insanın hayal gücü biyolojik ve anatom ik yapısının, beyninin arşitek-


tonik ve kim yasal özelliklerinin, nihayet içinde yaşadığı toplum sal koşulların
zorunlu etkileri altın d a, ayrı ayrı yönlerde gelişir. B azılarınınki, güzel san atlar­
da ve felsefede, b azıların ın k i bilim ve tek n ik alan ında, b azılarınınki de m istik
vadilerde gelişir, d ah a ü stü n ve verim li b ir tarzd a işler. H ayal gücünün yaratm ış
olduğu eserler, yalnız bilim ve tek n ik te pozitif ve nesnel b ir değer k azanırlar;
öteki alan lard a elde edilen eserler ise, b u n ları m eydana getirenler için b ir ger­
çeklik elde etm iş o lsalar b ile, b u gerçeklik özneld ir (subjectif); m itik (m ytique)

(1) İlerde de görüleceği gibi, sayılar, türlü m istik kurumlarca kutsal sa­
yılmışlardır. Zohar’ûa. Tanrı’nın yedi gök, yedi yer, yedi deniz, yedi nehir, yedi
gün, yedi hafta, yedi yıl ile dünyanın süresini teşkil eden 7 x 7 ve 7000 yılı ya­
rattığından söz edilir ve her şeyin içinde yedincinin en üstün olduğu, evrenin
ise sekizinci olup o yedi ile her şeyi yönettiğinden, bunun m üstesna bir yüce­
liği olduğu kabul edilir (İslâm daki yedi sem anın m istik köklerinden biri de bu
inançtır). Z en davesta’da da yedi sayısına önem verilir: “Yeryüzü, yedi kısma
bölünmüştür ve bu sayı, büyük nehirlerle sulanm aktadır” (Henri Seruya, s.
374). Yahudi takvim ini teşkil eden kutsal yedi sayısı, Kaidelilerden gelmiştir.
Zira bunlar, 7 gezegeni gözlemişler ve bu yıldızlar, onların dinlerinde önemli
bir rol oynam ıştır. Yahudiler de h aftan ın 7 gününü, bir yılla birbirinden ayıran
7 yılları ve 10 x 7 demek olan 70’i kutsal saymışlardır. Bu sayılar, eski Mısır, Yu­
nan, Pers, Çin ve H indistan’da da kutsaldırlar. 10 sayısı, Yahudilerin on emir
dogması yüzünden ayrı bir önem e sahiptir. Kuzey Amerika ve diğer bölge ilkel­
lerinde de bu sayılar m istik ve kutsal sayılırlar.
ve m istiktir; zira b u n la rd a , gerçekten çok yalanın, uydurm a ve yapıntının
(fiction) payı ço k tu r. M arazı gibi görünen özellikler dc bu tü rlü eserlerde ve
bunların sahiplerinde dikkati çeker. Bu hayal gücünün eserleri, aynı yaradılışta
olanlara, olağanüstü ve kutsal görünürler. B unun için d ir ki, çoğu zam an vaizler,
kendi hayal güçleriyle belâgatlerini birleştirerek im anı kuvvetlendirm e ve yay­
ma m aksadıyla, dinsel efsaneler ve m asallar icat eder, bunları o şekilde anla­
tırlar ki, bilgisiz ve biraz da safdil o lanlar, b u n ların gerçekliğine inanır; m ecaz
ve sim gelerine akıl erdirem ed ik lerin d en , çeşit çeşit saçm a inançlara saplanırlar
ve harika çekim inin (cazibe) hazzı, hayranlık ve heyecanı içinde, bizzat dinin
bu efsanelerden beklediği olgun payı alam azlar. B unlar, b ir kısım halkı, h er­
hangi b ir din veya tarik ata bağlam ış o lsalar bile, bu bağlılık, hoşgörüye, pozitif
bilim ve ahlâk düşm anlığına engel olam az.
Sonradan uydurulm uş olan ları m üstesna olm ak şartıyla, K onfüçyus d in in ­
den başka dinlerin hem en hepsinde, b ir m itoloji v a rd ır ve İslâm dini de bu
m itolojiden k u rtu lm u ş değildir. M istiklerin gayesi, b ir aracıya başvurm adan
T anrılığı veya varlık ların ap roiri olarak kabul ettikleri gizli ve kutsal kuvvetleri,
iyilik ve k ö tü lü k cepheleriyle tanım ak ve bilm ek tir; b ir de m utlaka ulaşm ak
için, m asum b ir ruh la çabalam ak, simgesel ve kelâm sız b ir düşünceden fay­
d alanm aktır. K itaplı dinlere m ensup olan m istiklerin am acı ise, sonsuzluğu
sonluya çevirm ek, yani sonlunun sonsuzda fanileşm esini sağlam aktır. G enel ola­
rak m istikler için b ir akıl gözü, b ir de k alp gözü (basiret gözü) vard ır. O nlar,
aklı yalancı b ir fakülte saydıkları için, b u nun yanıldığına, aldandığına inanırlar.
O n lara göre, insanı sonsuzlukla özdeş b ir hale getiren a şk ’tır; b u n u n için de
aklı b ir tarafa atm alıdır; bilinçsiz ve çoğu zam an kelâm sız b ir dua içinde, dü şü n ­
cenin dalıncına (istiğ rak : contem plation) banm ış elan b ü tü n m istikler, görünen
âlemi şekilden ibaret sayarlar; o n la r için gerçek, görünm eyendedir. M istikler,
bir bakım a, âdeta m etafizikçidirler. B unlar, zihni, h er türlü ölçü, hesap, akıl ve
m addelikten sıyırarak b ir düz levha (table rase) h aline getirirler (H . D elacroix,
Etudes d ’H istoire et de Psvchologie du M ysticism e, 1908). Bizde H z. M evlâna,
bu tipin üstün b ir ö rneğidir. M istik ru h u n , T an rı kavram ıyla m utlak b ir ilgisi
yoktur. İlkel insan lard a m istik deney, bilinçsiz ve sürekli b ir duygu halindedir.
O n lar için de, görünm eyen âlem , yaşam akta old u k ları dünyaya asla benzem e­
yen başka b ir d ü n y ad ır (Levy B ruhl, L ’E xperience M ysliqııe ehes les Prim itifs,
1938, s. 15). O n lar, b ü tü n düşünce eylem lerini, m istik hayallerine göre işletir­
ler. Şüphesiz ki, onların m istikliği, k itaplı dinlerdek.ine tıp atıp benzem ezler.
Fakat, bugünkülerin onlard an fark ı, tohum o larak ilkellik baki kalm ak üzere,
k ü ltü r ve uygarlığın derecesiyle paralel o larak değişen b ir özellikten ibarettir.
T aoculuğun esası da, b ir çeşit doğacı zah itlik tir. Bu dinin de T anrı ve
ru h kavram larıyla ilgisi yoktur. Bu dine göre, bilgeliğin tek k u ralı, ‘‘Z ih n in i
k u s ! ” em ridir. T aocuların b u n d an anladıkları ve m aksatları, ru h u n faaliyetinden
iğrenm ek değil, sadece gidim li (discurcif) bilim i, diyalektik oyunlarını ve b ü tün
som ut gerçeklik tü rlerin i küçüm sem ektir. Bize göre, kitaplı ve kitapsız bütün
m istiklerin aklı, bilim i ve felsefeyi küçüm sem eleri, b u n ların karşısında, bütün
inanm ış o ld u k ları dogm aların çökeceğini sezm eleri, aşkm lığına in an d ık ları, ya
da bunun için çalıştıkları b e n ’lerinin sarsılıp küçüleceğinden kork m alarıd ır. Bir
diğer neden de. ıııistikliğin zorunlu b ir ü rü n ü olan ruhsal siircdurutn (alalet)
ve eylem sizliktir.

T İN S E L İŞ K E N C E L E R , O R U Ç , S Ü K Û T V E İ N Z İ V A ,
D A L IN Ç , E S R İM E ( V E C İ T ) :

E flatu n , yüce hayra yükselebilm ek için, diyalektik yöntemi kullanm ıştır;


İskenderiye O k u lu ve Plotinos, doğaüstü âlem ve varlıkların gizlerine, ancak
m istisizm p ratikleriyle ulaşılabileceğini sav u n u rlar. Z ira, onlara göre m istiklik,
herkesin seviyesini aşan b ir bilgi sayesinde kazanılır. R uhanî varlıkların gizlerine
o rtak olabilm ek için, özel bilgi ve yeteneklerle aygıtlanm ış (m ücehhez) bir
m istik olm ak gerekir. N itekim ,. Batı m istiklerinden Jerar de N erval, bu has­
sasıyla böceklerden ve o tla rd a n gelen gizli sesleri duyar, bu n ların ne dedik­
lerini anlarm ış; m istik olanların çoğu b u id d iad ad ır. M istikler, genel olarak
dalınç (contem plation) halinde b irtak ım derecelerden geçerler. Sacy’nin de yaz­
dığına göre, o n lar, «dalıncın derecelerini ayrı renklerle nitelerler. D alınç içinde
olanlar, a rt ard ın a önce yeşilden m aviye, kırm ızıya, sarıya, beyaza ve siyaha ge­
çen algılardan son ra hiç b ir şey görm em eye başlarlar. Bu, onlara göre, T anrı
tarafından tam am ıyla em ilm iş, yutulm uş olm ak dem ektir. T ıp k ı denize düşen
bir dam la suyun bireysel varlığını y itirip b ir sonsuz varlık haline gelişi gibi»
(lo u rn al des Savants, decem . 1821 ve janvi, 1822). Bu açıklam a, renklerin m is­
tik değerlerini gösterdiği gibi, m istikliğe d a ir olan p ratiklerin algı ve duyularda
nasıl b ir patolojik etk i yaptığını da gösterir.
K itaplı dinlere bağlı olan m istiklerin T a n rı’ya ulaşm ak için yaptıkları edim ­
ler şu nlard ır; 1. T en sel işkenceler: Bilindiği gibi ıstırap, insan kişiliğinde bazı
değişikliklere neden o lur. İlkel in san lar bile b u n u n fark ın d a olm uşlardır.
2. O ruç: T o k ve dolu bed en ler, gizli şeyleri görem ezler. İlkel in sanlar da,
peygam berce d üşler görebilm ek için oruç tu tarlar. İlkçağlardaki Y unanlılarda
da in itiatio n ’un (sülük) koşulu, o ru çtu r. A çlık ve riyazat, yani şiddetli perhiz,
m istik düşlerin ve T an rısal ilham ların belirm esine hizm et eder. H intliler de bu
m aksatla o ru ç tu ta rla rd ı. H z. M usa, k ırk gün oruç tu ttu k tan sonra, T a n rı’yı
görebilm işti, fob, D aniel, D av u d , Sam uel gibi Y ahudi peygam berleri de, oruca
b aşvurm uşlar,' H z. İsa da vaftiz ve oruç sayesinde vahye nail olm uştu. O ruç ve
dolayısıyla açlık, insanda esirm el (extatieue) hali y aratır. G enel olarak fizyo­
lojik sefalet, duyum larla algının (idrak) işlem lerini bozar veya değiştirir; eşya­
nın renkleri, başka tü rlü görünm eye b aşlar; hiç yoktan sesler işitilir. A çlık, uy­
kusuzluğu y aratır; bedeni kam çılam a, bedene işkence yapm a da, m istik görüş
ve duyuşlara hizm et eder. S ırtların a y ü k lendikleri büyük ve ağır haçlarla K u­
d ü s’e k ad a r giden H ıristiyan m istikleri ü n lü d ü r. P ascal’in kapanm ış olduğu m a­
n astırda, kendi bedenine uygulam ış olduğu işkence de bilinm ektedir. 3. S ü k û t
ve inziva: B unda, kuvvetli b ir kendine telkin edim i gizlidir. İslâm da inikâf de­
nilen ve b ir m escitte insan lard an uzak olarak kap an m a olayının am acı da budıır.
Hem en tüm peygam berler de nail oldu k ları vahiyleri, inzivada kazanm ışlardır.
Nitekim taoculara göre, sük û t ve sükûn (quietude) d an daha etkili b ir şey yok­
tur; ve insanın, âlem e göz yum arak kendi hayatsal gücünü toplam ası gerektir,
fazlasını öğrenm ek z a ra rlıd ır (M arccl G ıa n e t, La Pensee Ciıiııois, P aris, 1968,
s. 425). N ihayet m istik için derin düşünceden (m cditatioıı) başka b ir şeye ihtiyaç
yoktur. İnsan lard an uzaklaşm ak, inziva içinde kendi derinliğine dalm ak, k u tsal­
lığın ko şu lu d u r. Erm iş adam , sırf kendisi için ve kendi kendine yaşayandır.
4. D alınç: Bu, hayal gücünün uydurduğu ve ebedî zannedilen birtak ım tasarım ­
ları seyretm eye d alm aktır. Bu hayal gücü, T a n rı’ya bile şekiller verir ve m istik,
kendi eseri olan bu şekillere dalar. H ıristiy an ların m istik k ad ın ve erkekleri,
T a n rı’yı hep insan biçim inde görm üşlerdir; h a tta O ’nun sıfatlarını, renk ve giy­
silerini bile b etim lem işlerdir (tasvir); T an rı, o n larla konuşm uş ve daha ileri
giderek, O ’na d okunm uşlar, O ’nu b ir beden o larak da sevm işlerdir. Ç ünkü H ı­
ristiyanlık, T a n rı’yı H z. İs a ’da cisim lendirir. İslâm m istiklerinde antropom or­
fizm , bu k a d a r ileri gitm iş değildir. D a lın c ın . sonradan kazanılm ış, doğal ve
etkin (aktif) olan şekilleri v ard ır. B unun h arek et noktası, derin düşünce (me­
ditation) dir. Bir de edilgin (pasif) ve olağanüstü dalınç v a rd ır ki, b u n u n son
derecesini esrim e (vecit) teşkil eder. 5. Esrim e: B unun Fransızca karşılığı extase’
tır ki, aslı L atince cx-stase’tır; b u da kendi d ışın d a olm ak dem ektir. M istikler,
bu hale tu tu lan ru h u n , ya T an rı y anına gittiğini, ya da T a n rı’nın ru h u ziyarete
geldiğini kabul ederler. B rehm enizm de esrim e, önem li b ir yer tu tar. B rchm enler
bunu, cinlerin eseri sayarlar; Y ah u d ilcr, Y ah o v a’nın, eski Y unanlılar, O lim p
tan rılarının, H ıristiy an lık üçüzlü tan rın ın etkisiyle açıklarlar. İlkellerse, beden­
den çıkan ru h u n geri gelişi veya b ir süre için gidişi esnasında organların uğram ış
olduğu b ir hal telakki ederler. A vustralya bağıcıları (sihirbaz), ru h la r âlem ine
erm ek için günlerce esrim e içinde k ald ık ları gibi, T ü rk Şam anları da, ru h lar
âlem ine seyahat etm ek için u zun zam an esrim eye d alarlar. T ao culukta ölüm süz­
lüğe kavuşm anın tek aracısı esrim edir. U zun yaşam ak ve cennetlik olm ak için
de, bağıcıların yaptığı gibi, dans etm ek suretiyle kendinden geçmeli (trans),
sonra da esrim eye dalm alıdır. Pek büyük gizlere sokulabilen, ya da bu zanda
olan veliler de, m aym unlar, ayılar, k u şlar ve diğer bazı hayvanlar gibi dans
ederek d ald ık ları zevk içinde b u n a m uvaffak olu rlar. Z ira esrim e, « T a n rı’da
sarhoş olm ak için tam am ıyla k endinden çıkm ak»' d em ektir (Je a n de la Croix,
Les M ots d ’O rd re, Paris, 1933, s. 81). Y ani, taocu lu k ta ölm ezliğin çaresi, bedeni
ölüm e yaklaştıran h er çeşit zehirden tem izlenm ektir. Bunun için de, sürekli oruç­
lar ve im sak denilen k ıt k an aat besinlerle yetinm ek gerektir. Y ani, bedenden
ölüm ün tohum larını atm alıd ır. B undan m aksat, nefsi öldürm ek değil, kuvvetlen­
dirm ek ve cezalan d ırm ak tır (M arcel G ran et, s. 418). Jüdaizm m istiklerinde,
gökyüzünün ve cehennem in m isterlerine nüfu z etm ek isteyenin de uzun süre
oruç tutm ası, h areketsiz kalm ası, yüzü yere çevrilm iş olarak başını bacak ları ara­
sına alıp aynı tondan b ir sesle İlâhiler ve d u a la r o kum ak suretiyle m ezm urlaş-
m ak (psalm odier), sersem leşm ek lâzım dır. Bugün de, Y ahudi olsun olm asın,
hem en b ü tü n ta rik a t zah itlerin d e nefsi ö ldürm e işlem i az çok farkla aynıdır.
X V III. yüzyılda Y ahudi m istikliğinin b aşkenti olan Safet kasabasında, m istik-
liği ve m isterleri k avram a ve kazanm a yeteneğine nail olm ak için, nefislerini bu
çeşit işlem ve çilelerle öldürm eye çalışırlar. Y alnız uzun oruçlara değil, gece
yarılarında, erm iş sayılan kim selerin tü rb elerin e giderek oralard a K abbal e tü t­
lerine d alarlard ı. B unlardan âdeta k endilerini kaybederek Ağlama D u v arı’na
kadar, güpegündüz vaaz ede ede gezenleri görülü rd ü . Bu çeşit m istiklerin sürekli
olarak tek rar ettikleri form üller, «Ya aziz! Ya aziz! Ya aziz!» veya, «Ebedî b ir­
dir!» gibi sözcük ve cüm lelerdir ki, İslâm m istikleri ve sofuları da, bilhassa
bir şeyhe b ağ lan arak b irlik gizlerini öğrenm ek istedikleri zam an, T a n rı’nııı türlü
güzel adların ı tespih çekerek ya da çekm eyerek, bazen tek başlarına, bazen de
sekiz onu b ir arad a b ir halk a teşkil ederek, ayin halinde ve zikir şeklinde tekrar
ederler; bazıları da bu zikri kendi içlerinden y ap arlar ki, İslâm tarik atların d ak i
evıad terim i, bu işlem i ifade eder. Bu zik irler o k a d a r çok tek rarlan ır ki, n ih a­
yet m istiğin bilinçsiz b ir hale geldiği görülür. O da kendinin, aşağı ve yukarı
âlem bölgelerine nüfuz ettiğini zanneder. Bu bilinçsiz hale ulaşabilm ek için,
H intlilerle İra n lıla r, evvelâ Soma denilen sarhoş edici b ir içki içerlerdi ki,
bu, Y unanlıların D ionysos şarab ın a benzer. H in tliler, bundan sonra, yoga iş­
lem lerine b aşlarlar ki, bu, d u y u la n askıda b ırak ıp , zihin faliyetini ağırlaştırm ak
ve b ir çeşit hipnoz h alin e girm eye çalışm ak tır1. Y ahudi m istikleri bu tinsel
(m anevî) ölüm le gökyüzüne yükseleceklerine değil, kalplerinin T anrısal şeyleri
görm elerini m üjdeleyen bazı tecellilere nail o lacaklarına in an ırlar (H enri Seraya,
s. 115-116).
M üslüm anlıktaki oruç da, açıkça anlaşılacağı gibi, tü rlü dinlerde öteden
beri görülen m istik b ir işlem in, zam an ve sayısı bakım ından farklı olarak düzen­
lenmiş b ir geleneğinden başka b ir şey değildir. H z. M uham m ed, bu ödevi iki
günde b ir iftar etm ek ve sah u r yemeği yem em ek suretiyle yapardı ki, buna
kavuşm a orucu (savm-i visal) denilir. Bu ibadeti sahabelerinin de yapm asına
izin verm ediği bilinm ektedir.

T A N R I ’Y A Y Ü K S E L İŞ İN G E Ç İ T L E R İ :

îslâm da T a n rı’ya yükselişin y o llan ü çtü r: 1. T a n rı’nın sıfatlarını kazan­


m ak ki, bu Beyazidi B istanî’nin yoludur. 2. T an rısal nitelikleri alm ak ki, bu
V asitî’nin yoludur. 3. T an rı ile birleşm ek ki, bu da H allac-ı M aıısur’un tuttuğu
yoldur. F akat, bu konuda genel o larak İslâm ve H ıristiyan erm işleri şu üç ge­
çitten ilerlem eyi denerler: A rınm a (tasfiye), aydınlanm a (tenevvür), birleşm e
(tevhit) geçitleri. Birincisi gün ah tan , zevklerden, tu tk u lard an arınm ak dem ek­
tir; İkincisi, k u tsal gerçekleri d ü şünm ek ve erdem i işlem ek suretiyle T anrısal
nura kavuşm a ve nihayet T a n n ile birleşm ek dem ektir. A rınm ak için m ürit,
kendini h er çeşit dünya nim et ve lezzetlerinden m ahrum etm eye çalışır; bu
m aksatla tü rlü tü rlü elem ve ıstırap lara k a tla n ır ve k o rk u içinde çırp ın ır, d urur.
A ydınlanm a dönem indeyse, m ü rid in veya çile çekenin en çok özlediği şey,

(1) Bunun amacı, insanı Tanrı’ya bağlamak, tinsel ilerlem eyi sağlam ak ve
bu ilerlem enin ürünü olarak Tanrısal ile birleşmek veya m u tlak la kaynaşmaktır
(Shrî Râmakrishna Paramahamsa, L’E nseignem ent de Râmakrishrıa. 3. baskı,
Paris, 1942, s. 683 ve Shrî Aurobindo, Les Bases du Yoga, La Mere çevirisi).
ebedî hayır ve T a n rı’nın k en disidir; a rtık onun T anrısal zannettiği birtakım
gerçeklere d air derin düşüncelere daldığı g örülür; böylece kendi bilincinde k u t­
sal b ir aydınlığın parlayacağını üm it eder. Birleşme dönem inde de, m üridin er­
m işlik m ertebesine yükselm iş olduğu ve onun yüce h a y ır’la birleştiği kabul edi­
lir. Bu dönem de m üridin artık cehennem den k orkusu yoktur; onun tek isteği,
sükûn ve huzu ra k avuşm aktır. B ununla b erab er, peygam berler de dahil olduğu
halde, hiç b ir m istik, T a n rı’yı görm ek, onunla m ünasebete girişm ek, ondan fış­
kıran ışınlarla kam aşm ış olm ak, cenneti veya cehennem i görm eye çağrılm ak
gibi hallerin niteliğini açıkça an latam am ıştır1.

R Ü YA LA R, S ANRI LAR, MİSTİK EVLENME :

M istiklerde görülen ruh özellikleri de genel olarak şunlardır; 1. Rüyalar:


Bunlar, irade ve akıl yürütm e dışında, b irtak ım düşünce ve hayallerin pek sey­
rek olarak m antıksal b ir akışa sahip olan karm ak arışık belirtileri şeklinde te­
celli eder. M istikler, çoğu zam an b u n ları. T anrısal veya şeytanî ilham lar gibi
kabul ederler. 2. Sanrılar: M istik, kendi öz d üşüncelerini, olağanüstü ve doğa
dışı b ir varlık tan geliyor sanır. Z aten özel hayatları çilelerle ve birtakım sabit
düşüncelerle yoğrulm uş o ld u ğ u n d an , her çeşit sanrıya elverişli b ir m izaç ve ruh
yapısını kazanm ış olu rlar. M istikler, hem en d u yuların hepsiyle ilgili olan bu
sanrılara kavuşm ak için dalınca göm ülür, düşsel sözler, kelim esiz ve ciimlesiz
zihinsel sözler işitm eye, m elek, cin, şe y ta n ... gibi bazı doğaüstü zannettikleri
ve farkınd a olm adan kendi y arattık ları veya alm ış oldukları m istik k ü ltürün
telkinlerinden zihinlere yerleşm iş olan bazı tasarım sal yaratıkları görmeye baş­
larlar. S o k rat’ın cini, Hz. M usa’nın Y ah o v a’sı, H z. M uham m ed’in C eb rail’i gibi.
3. H ezeyanlar: B unda, m istiklerin otom atik ve bilinçsiz olarak k o n u ştukları,
ağlayıp güldükleri, m ırıld an d ık ları, k arşıların d a gördüklerini zannettikleri bir
hayali dinleyip onu n la sohbet ettikleri görülür. 4. M istik evlenm e: Bu, daha
çok H ıristiyan m istiklerinde görülen h allerd en d ir. Fakat zaten m istikliğin esası,
bireyin en b üyük, en güzel, em güçlü ve en sevim li varlıkla birleşm e gayreti­
dir. Bu, k ad ın lard a, b ü tü n aşk özlem lerinde olduğu gibi, bu yüce varlığa sahip
olm a tu tk u su n u y aratır; erkeklerde ise, T a n rı’nın m ülkiyetine girm e, yani T a n rı’

(I) Genellikle m istikler, Tanrı'yı görmek ve hatta Tanrılaşmak için ken


di bilinçlerini nefis adı altında bazı derecelere bölerler ve bu derecelerden yük­
sele yüksele son kutsal amaca erişeceklerine inanırlar; bu nefis derece ya da
türleri, klasik bilgiler arasına giren şu adlarla ifade edilir; 1. Kötülüğe eğilimli
olan tinsel varlığımız ki, buna n ef s- i em m are denilir; 2. Kendimizi bu eğilim ­
den korumaya başladığımız zam an yükselebildiğimiz, n e f s - i l e v v a me ; 3. Duy­
duğumuz pişm anlık sonucunda ulaşm aya başladığımız iyiliğe yönelm e derecesi
ki, buna n e f s - i m ü l h i m e denir; 4. inançların her çeşit kuşkudan kurtulma de­
recesi olan n ef s- i m u t m a i n n e ; 5. Tanrı’dan razı olarak, başa gelen her şeye baş
eğme derecesi olan n ef s- i Taziye; 6. Tanrı'nın kulundan razı olduğu derecedir
ki, buna da n ef s- i m a r z i y e denilir. Bu dereceleri aşan mürit, kendi öz varlığını
yitirir ve âdeta Tanrılaşır ki, bu dereceye n e f s -i safiye, ya da n ef s-i ze ki y y e
denilir. N efsini bu derecelerden geçirem eyen m üritlerin, Tanrı’ya ulaşabilm e­
leri olanaksızdır.
nin b ir parçası ve h a tta T an rı olm a hevesini uy an dırır. T e v ra t’taki İlâhilerin
İlâhisi (C antique des cantiques) ile tasavvuf edebiyatının m ecazî anlam da yo­
rum lanan şiirlerin d e olduğu gibi, bu kavuşm a veya birleşm enin tü rlü ta rik a t
ve erm işlerdeki dereceleri başka b aşk ad ır. H z. M ev lâna’nın aşkı ve öldüğü gü­
n ü n G erdek gecesi (Şeb-i arus) telakkisi, b u m istik kavuşm anın başka b ir şekil
ve ifadesidir.
H ıristiyan m istiklerinde görülen b u evlenm elerdeki duygular, aynıyla fani
ve tinsel h azlard ır; p lato n ik aşk , cinsel iktidarsızlığın içgüdü baskısıyla k an ­
dırılm ak istenen şehveti, hayal ve tasarım yoluyla ta tm ak tır ve gerçeğinden
tik sin ir gibi görünen b ir aşağılık duygusudur. G enel o larak utangaç ru h lar, ih­
tiyarlar ve erm işler, böyle severler; fak at b u duygularını itira f etm eyi, k u tsal­
lığa aykırı ve m arazî k ib irlerin i alçaltan b ir aşağılık sayarlar. N itekim , m istik ve
kutsal ihtilâm da ergenlik (buluğ) y aşlarında ve u zun perhizlerden sonra daha
çok görülür. Şeyhleriyle veya m ürşitleriyle çiftleşen m istik k ad ın ların serüven­
lerine, m istisizm tarih lerin d e rastlan ab ilir. Bu m istik aşk hazzını cinsel şehvet
baskılarından k u rta rm a k için k en d ilerin i h ad ım laştıran keşişler görülm üştür. Z i­
nayı ve genel o larak h e r çeşit fuhşu k u tsallaştırm ış olan tü rlü toplum larla ü re t­
me organlarına tap an kavim lerin inan çların d a da, bu m istik hazzın büyük rolü
in k â r edilem ez1. Bilgisizlik, sosyal çevrenin zühdî telkin ve alışkanlıkları, soya-
çekim ve bazı ağır h astalık lard an sonraki beyinsel çö küntüler, sinir sistem inde
tü rlü bozucu etk iler yapan oruç ve eziyetler, yani çileler ve ihtiyarlık, m istik
yeteneğin artm asına önem le hizm et ed erler2.

MİSTİKLİĞİN ÖZELLİKLERİ, TELKİN


VE İ N A N Ç L A R I :

Mistikler, dış görünüşleri itibariyle, insanlarla olan münasebetlerinde pek


alçak gönüllüdürler; gerçekte ise onlar, kendi nefislerine hayran olan (egotisme)
kibirlilerdir. Bu nedenden onlar, anlayamadıkları olayları doğaüstü sayarlar ve
onları yalnız kendilerinin anlayabileceklerini iddia eder ve buna inanırlar; daha
doğrusu, doğaüstü olay ve varlıklar, gizlerini yalnız onlara, yani kendilerine
açıklar kanısındadırlar. Böylece, kendi bilgisizliklerini kontrolsuz ve imgesel bir
onayla maskelerler; az çok kültürlü olanları da, ya bir toplum çevresinde ken­
dilerini saygıya değer göstermek için mistik görünen ve mistik düşüncelere de­
ğer veren riyakârlardır, ya da, çocukluklarından beri almış oldukları mistik
eğitimin alışkanlıklarından kendilerini kurtaramayanlardır. M istikliği meslek ha­
line getirmiş olanlar ise, organik yapılarının kendileri için zorunlu kıldığı ka­

ti) Cemil Sena, insanlar ve Ahâklar, s. 83; 193-218 (İstanbul, 1970).


(2) Şeyh-i ekber (ulu seyh) veya bazı dine aykırı gibi görünen saygısız
düşünceleri yüzünden en sapık, en kâfir şeyh sıfatın ı da almış olan M uhiddin-i
Arabi. “Tanrı, bana kendim den geçtiğim ve sevgi dolayısıyla kendi derin özüm ­
de ve bir an içinde, kadınla çiftleşm em sırasında görünür” der ki, bu, m istik
hazzın. Tanrı’yı görme zevkinin şehvetle ilgili bir ruh hali olduğunu gösterir.
Tanrı ile kendisi ve evren arasında bir fark görmeyen bu İslâm vahdet-i vücut­
çusu (panth eiste), dilimize M irat'ü l-îrfan (İrfan A yn ası) adıyla Abdülkadir Ak-
çiçek tarafından çevrilm iş olan (1969) kitapçığında, varlığın birliği hakkındaki
m istik görüş ve inanışlarını açıklamıştır.
derden k u rtu lam ay an lard ır; b u n la r arasın d a üstün seviyede kim seler de b u lu ­
nur. H angi türden olurlarsa olsunlar, hem en b ü tü n m istikler, m ahviyet (eksinlik)
perdesi altın d a yüksek b ir b ü y ü k lü k duygusuna sahiptirler. O n ların kibirleri,
kendilerini öteki insan lard an ü stü n saym alarıyla orantılı olarak gelişir ve böy-
lece o n lar, sonsuz varlığa ve âlem in Y arad an ın a h erkesten ve h e r şeyden fazla
yaklaşabildiklerini zanned erler. Bu ru h h aline, çok bilgili din adam larında da
rastlanır. Ö rneğin, S aint A ugustin, çocukluğundan söz ederken, T a n rı’nın ken­
disiyle yakından ilgilendiğini an la tır (C onfcssions, ch. V I). M istik felsefeye dal­
mış ve b u n a hizm et etm iş olan D oğu ve B atı’nın b ü tü n büyük kişilerinde bu
iddia v ard ır. Evliya m enkıbelerinden bahseden eserlerde, İslâm m istiklerine
d a ir öyle hikâyeler v ard ır ki, H z. M uham m ed için bile bu k ad a r kutsal tecelliler­
den bahsedilm iş değildir. B unlar, tü rlü m istiklik derecelerini aştıktan sonra, yal­
nız T an rı ile değil, h atta m elek ve şeytanlarla bile dolaysız olarak görüşm üş sa­
yılırlar ve bu b aşarıların ı, kendileri de an latm ak tan çekinm ezler.
M istik çevrelerde yaşam ış olan k ü çü k ve biiyük yaştaki insanlar, bilgiden
az çok yoksun olu p , organik ve soyaçekim sel yapıları m istikliğe elverişli olan­
lar, o çevrenin kasıtlı veya kasıtsız etkilerine k ap ılır, m istik duygu ve inançları
kolayca benim serler. Z ira, b u çevrelerde gördükleri tarik at törenleri, alışkanlık
halini a lır ve âdeta otom atik olarak ifa ecfilir. İb ad et edenlerin çoğu da aynı
ruh hali içinde kutsal vazifelerini y ap arlar; fak at dinin veya tarik atın tem elin­
de saklı olan ahlâksal ve ülküsel duygudan habersiz olarak. T a n rı’ya yaranm ış
o ldukların ı zannederler; bu zan, dinsel vazifeleri ifa etm edikleri halde, Tanrı-
bilim , tefsir ve hadis gibi dini ilgileyen b ilim ler hak k ın d ak i bilgilerine daya­
narak din m isyonerliği yapan kim selerde de v ard ır: m istik çevrelerde m istik
bilginlerin telkinleri altında yaşayanlar ve hele safdil ruhlar, hangi seviyede
o lurlarsa olsu n lar, kolayca pozitif düşünceleri ve h a tta bilgileri hazm edem ezler;
bunlar, bilim lerin geleceği h ak k ın d a bile şüpheli o lu rla r ve b ü tü n insanlık ve
toplum ların k u rtu lu şu n u , d in ler veya ta rik a tla r gibi fonksiyonları değişm iş, es­
kim iş olan m istik ilkelere b ağlanm akta b u lu rlar. Z ira b u n lar, hangi tarikata
m ensup olu rlarsa olsunlar, genel olarak evliyalara ve bunların keram etlerine
inanırlar. O n lara göre, dünyayı, gayb erenleri veya rical-i gavb adını verdikleri
erm işler, k u tu p la r, üçler, yediler, k ırk la r gibi b irtakım görünm ez kişilikler yö­
netirler. O n lar, b irtak ım m ürşitlerin , p irlerin , şeyhlerin m anyetik ve h atta hip-
notik etkilerine k örü k örüne tu tu lu r, bağ lan ırlar. B unları, lcdiin bilim i denilen
bir bilgi kolunun bilginleri sayarlar. Bu bilim , T a n n 'n ın eşya ve varlıkları ne
m aksatla yarattığını, b u n ları kendi T anrısal m aksadına göre nasıl yönettiğini
ve T anrrsal iradeye etki yapm ak veya k arışm ak yetkisini kullanm ak gibi lavik
bilim lerle açıklanam ayacak k o n u ları inceler k an ısın d ad ırlar. Bu inançlarının
dayanağı K ehf suresinin 61-83’üncü ayetleridir. İslâm m istiklerinin evliyalara
olan inançları da Y unus suresinin 62-64’iincü ayetlerindeki bildiriye dayanır.
B unlar, ayetlerin b azılarını kendi ilkelerine göre anlarlar. Ö rneğin, Â raf sure­
sinin 2 0 5 ’inci ayetindeki, " T a n rı’nı sabah ve akşam yalvarıp yakararak, fakat
ko rkarak alçak sesle zik r e t!” b ildirisini tekkelerinde zikretm enin T anrısal em ir­
lerden olduğu şeklinde y o rum larlar. B udacılıkta da ebedî ku rtu lu şu n bir aracısı
o larak zik ir tü rü n d en ritm ik ses ve harek etlere kutsal b ir önem verilir.
M istiklik bulaşıcı b ir h astalık gibi, b ir m oda gibi yayılm a istidadında ol­
duğundan, çoğu zam an politikacılar b u n d an faydalanm aya çalışarak, uluslarının
ilerlem esine engel o lu rlar; zira toplum , b ir kez m istiklik afyonu ile sarhoş ol­
d u ktan sonra, kendi geleceğiyle ve kaderiyle oynayan insanların hayat ve giri­
şim lerindeki am aç ve sonucu kavrayam az. İm p arato rlu k zam anında, halifeler­
den başlayarak b ü tü n O sm anlıların tarik atlara bağlanm ak suretiyle tekkelerdeki
törenlerden âdeta estetik b ir haz alışları, o ralard ak i telkinlere saplanıp yurdu­
m uzu asalak lar, m iskinler ve tem bellerle dolu b ir d ü şk ü n ler yurdu haline getir­
miş olm aları, b u n u n pek. yakın ö rn ek lerin d en d ir. Bazen siyasal nedenler, bazen
de tarik at k u ru cu veya m ensubu o lan ların am açlarını gerçekleştirm ek için yap­
tıkları telk in ler daha çok şu n o k talard a to planır:
1. Y aşayan ve devletin m ensup olduğu resm î dine karşı aşırı b ir h ayran­
lık; 2. Bu dinin v aat ettiği göksel nim etlere kavuşm a tu tk u su ; 3. T ap ın ak lara
ve tekkelere devam etm eye teşvik; 4. K okular, İlâhiler, zikirler ve özel tören­
lerde, m üjdeleyen ve k o rk u tan söylevler ve m uhteşem vaızlarla, bireylerin bü tü n
varlıklarını sarm ak ve onlara egem en olm ak; 5. S avundukları sözde gerçeklere
aykırı olan bütü n bilgi ve düşüncelerin saçm a o ld u k larına in andırm ak; 6. A klı,
şeytanın öksesi sayarak, bilim sel k o n u lard an şüphe ettirm ek, onları yıkm ak,
o n ların gerçek n iteliklerini anlam a isteklerinin, insanı k o rkunç yanılm alara ve
kâfirliklere götüreceğini k ab u l ettirm ek; 7. H atta layik bilim lerin, insanı uğ u r­
suz sonuçlara ve cezayı gerektiren yersiz g u ru rlara sürüklediğini, zira T a n n ’nın,
bizim anlayabildiklerim izden çok fazla şeyleri de yapm aya gücü yettiğini telkin
etm ek. Ö zet o larak ; m ürşidin veya v a ’zedenin alçak gönüllüym üş gibi görünen,
fakat hükm eden ses, jest ve b ak ışların d ak i teh d it ve duaları altında yapılan m is­
tik törenler, zam an zam an te k ra r edildikçe ve b u n ları devlet özel yasaları veya
hoşgörüsüyle him aye ederk en , o n ların em ri altına girince, toplum un kendine
gelebilm esi ve d ünyanın ilerlem ekte olduğu yeni ve ilerlek yönleri görebilm esi
ve bu m istik atm osferin uy u ştu ru cu , boğucu çevresinden ve etkisinden k u rtu ­
labilm esi de olanaksız olur. M istiklerin ve özellikle İslâm ta rik a tla rın d a n bazı­
larının en önem li faydası, bilgisiz so ftalar elinde soysuzlaştırılm ış olan din
inançlarının sertliğini az çok yum uşatm ış olm aları ve biraz da toleransın bilinç­
lenm esine ve M evlevîlikte olduğu gibi, güzel san atların gelişm esine hizm et et­
m eleridir. Politik ve ekonom ik am açlar d ışında, devletin ve p artilerin , vicdan
özgürlüğü ad ın a, zayıf k ü ltü rlü top lu m lard a m istikliği ve m istikleri k orum a­
larının en açık n edeni, dinlerin ve tarik atların fakirliği, sabrı, itaati, k an aat ve
tevekkülle teslim iyeti ve k a d e ri... savunm uş olm alarıdır. Bu psikolojik neden,
toplum sal düzenin, doğal b ir koruyucusuym uş gibi g ö rünür. F akat, zam anla
büyük b ir çoğunluğu sarhoş eden b u m istik inan çlar, o suretle kökleşir, yayılır
ve kendine bağlı b ir sınıf y aratır ki, b u sınıf, kendisini him aye etm iş ve y arat­
mış olan devletin işlerine karışm a yetkisini hissetm eye, layik örgütlerle vicdan­
lara saldıran b ir kuvvet halin i alm aya başlar1. İlerlem ekte olan b ir ulusu d u r­

(1) Bazı tarikatler, m ezhep biçim ini alarak politik amaçlara yönelirler.
Örneğin, Bahailik, Şiîlik, îm a m îlik ... vb. gibi m istik akımlar, hem İslâm dinini
soysuzlaştırarak yıkmak, hem de M üslümanlığa bağlı olan devletleri çökertmek
d urm ak, p arçalam ak ve geriletm ek isteyen yabancı devletlerin de bunlardan
nasıl faydalan d ık ları tarihsel gerçek lerd en d ir1.

M İ S T İ K L İ Ğ İ N Bİ Lİ M K A R Ş I S I N DA Kİ DURUM U :

M istikliğin bilim karşısın d ak i d u ru m u n a gelince; akıl ve ru h hastalıkla­


rıyla uğraşan lara göre, m istikler, tekkelerde ve m anastırlardaki göriim cülerden
(visionnaires) başlayarak b ü tü n aziz veya veli ilân edilm iş olanların hayat ve
serüvenlerinden anlaşıldığına göre, hep akıl hastalıklarına tutulm uş kim seler­
dir. B unların b ir kısm ında san rılar, esrim e h alleri, küçük yaşlarda belirm ek­
tedir. B unlar, irsî soysuzlar (dejeneres) dır. Esrim e halinde görülen m anzara ise,
histerioepilep tiq u e h allerd ir. D eliliğin ve genel olarak akıl h astalık ların ın başlıca
alâm etleri (syndrom s), m egalom ani, m ikrom ani ve m itom ani ile k arışık heze­
yanlar, tav ırlar, hayal gücünün yaratm ış olduğu uydurm a âlem i gerçek sanm ak
ve gerçek âlem in asılsızlığına inanm ak gibi hallerdir. B unların hem en hepsi,
az çok derece farklarıyla b ü tü n m istiklerde v ard ır. E srim enin m arazı b ir hal
olduğunu ilk keşfeden D . D id e ro t’d u r (Fam m es, e. I, s. 225). Esrim e b ir letarji
veya sinkop (sineobe) halidir. Esrim e esnasında görülen ağlam alar, gülm eler,
terlem eler, hezeyanlar, histerio-epileptik h allerd ir; isterik k rizlerdir. B unların
sanrılarınd ak i görü n ü m ler (vision) zihinlerinin uyanıkken uğraşm ış olduğu cen­
net, cehennem , şeytan, m elek, cin, peygam ber ve T an rı gibi, kaynakları din
olan doğa dışı v arlık lard ır. U ğram ışlar (possedes), azizler, im anlılar, veliler,
keşif ve keram et sahibi o lan lar da, hep akılsal ve ruhsal dengesizler sayılır.
H em en bü tü n erm işlerde bu dengesizliklerin çeşitlerine rastlanır. M eşhur erm iş­
lerden A hm et Bedevi (1200-1270) ve diğer İslâm ve H ıristiyan evliyalarında
bunun tipik örnek lerin i bulm ak m ü m k ü n d ü r ve hem en hepsi, g ö rüntüler gör­
meye m üp telâd ırlar. M istik esrim e h allerinde tiroit bezlerinin anorm al işleyiş­
lerinin de b ir rolü olduğu, genel o larak m istiklerin organik yapılarında norm al
insanlardak in e benzem eyen b irtak ım özellikler b ulunduğu da anlaşılm aktadır
(H erbert T h u rsto n , Plıenom enes Physiques du M ysticism c, ed. G alim art).
Bir de mistiklerin", yeni terim le süp er dejenere (yüksek soysuzlar) olanları
vardır. B unların deh aları, kendi alan ların d a yüksek b ir edebî ve imgesel zevk­
le, m istik ülkü ve inan çları, m istik duyguları, hayat ve felsefeyi telkin eder.
M evlâna, G azali, M uhiddin-i A rabî, N esim î, Y unus Em re, Schleierm achcr, Jacob
B oehm e... vb. gibi. F ak at b ü tü n b u n ların özel h ayatları incelenirse, evvelâ he­
men hepsinin, ırsî veya sonrad an gelmiş organik ya da ruhsal b ir hastalığa tu­
tulm uş oldu k ları görülür. Bu h astalık ların akışı içinde, m istik dehaları, aldıkları
k ü ltü r seviyesinin gerektirm iş olduğu o ran d a, önem li eserler verm eye devam
ederler. B unlar için m istik hayatın ayrı b ir atm osferi, kendine özgü b ir yöntem
ve m antığı v ard ır. O nu anlam ak için, bu atm osferde yaşam ak, o hayatın lez­
zetini tatm ak lâzım dır. F akat b u n la rd a n hiç b iri, neye ulaşm ış, neye kavuşm uş

için örgütlenirler. Görünüşte dayandıkları im an ilkeleri jtibarıyle bunlar da


Kur’an ve hadislerden faydalanırlar; fakat, yorum ve amaç bakım ından kendi
taraflılarına yeni ve egem en bir güç kazandırmaya çalışırlar.
(1) Cemil Sena, Tanrı Anlayışı, s. 258-278 (İstanbul, 1978).
olduğunu bilem ez; bildiğini iddia eden ler de bu bilgilerini b ir türlü açıklaya-
m azlar. T an rılık h ak k ın d a verm iş o ldukları bilgiler de, ya b irtakım simgesel
ve ozanca betim lem elerdir, ya da yine antropom orfizm den kurtulam am ış olan
duygu ve düşüncelerdir. O n lar, içinde yaşadıkları ve norm al b ir çoğunluğun h a­
yat ve duygularına benzem eyen b ir hal içinde o ld u k ların d an , kendilerine, H âl
ehli denilir. B ununla berab er, h er çağın aydınları arasında doğaüstü sanılan
kuvvet ve v arlık lara inanan m istik m izaçlı kim seler de v ardır. B unlar, kendi
zam anlarında ne o ld u k ları açıkça anlaşılam am ış bazı olaylara veya söylentilere,
esrarlı b ir anlam verm ek suretiyle zihinlerini yatıştırm ış olurlar. Bazen de bu
aydın insanlar, yaşadıkları dönem in egem en inanç ve âdetlerine itaat ed er gö­
rü n ü rler. Buna b iraz da toplum un baskısı neden olur. N e yazık ki, insanların
tüm in an dık ların ı ve d ü şü n d ü k lerin i hiç çekincem e kaydı ile sınırlam aksızın sa­
vunabilm esini sağlayan b ir anlayış ve hoşgörü, henüz hiç b ir toplum da tam ola­
rak gerçeklenm iş değildir. M istikliğe bağlı olan aydın insanların b ir kısm ı da, ya
bun dan k u rtu lm aların a yardım edecek k a d a r derin ve geniş bilgili değildirler, ya
da yaradılışları itibariyle m istik b ir m izaca sahip tirler. Bu nedenden esrarlı konu­
larla bunlara ait uydurulm uş veya büyütülm üş m istik öykülerden ve bu sistem in
edebiyatından hoşlan ırlar. B ütün b unların sağlık d u rum ları incelenirse, büyük
bir çoğunluğunun türlü organik veya ruhsal afetlere tutulm uş olduğu görülür.
K onum uz d ışında gibi görünen, gerçekte ise, peygam berlerin olduğu k a­
d ar da öteki erm işlerin esrarlı ru h y apıları h ak k ın d a b ir bilgi edinm eden, d in ­
lerin ve m istik hayatın içyüzünü anlam ak olanaksız o lduğundan, bilim b ak ı­
m ından b ir iki noktayı biraz d ah a aydınlatm am ız gerektir:
E rm işlerin âlem-i gayb dedikleri ve h erkesin keşfedem eyeceğini telkin ettik ­
leri âlem , o n ların sinirsel ve organik y apılarının zorunlu kıldığı b ir duyum sal
ö zelliktir ki, b u n ların çoğu u ydurulm uş olm akla b irlikte, tesadüflere ya da ger­
çekten doğru o lan ların a evliya m enkıbelerinde (öykü) rastlayabiliriz. O nların
sözünü ettik leri gizli âlem den, insanlığa yararlı ve olum lu nelerin getirilm iş
olduğunu b elirtm ek zo rdu r. Asıl gizli âlem , bize göre, bilginlerin yüzyıllardan
beri araştırıp d u rd u k ları âlem dir ki, uygarlık bu âlem de saklı olan kan u n lar
keşfedildikçe gelişm ektedir. O layların ve v arlık ların gizli ya da açık ilişkilerin­
de saklı olan m atem atik ve m antıksal düzenle m addenin özelikleri (hassa) ve
birbiriyle olan tü rlü o ran lard ak i etki, tepki, uzlaşm a, kaynaşm a, ayrışm a ve
bileşm e gibi n itelikleri, d alınç, esrim e, çile, dua ve ibadetle değil, derin ve geniş
gözlem ler, akıl yürütm e ve deneylerle k av ran ılab ilir. Z ira, doğa kanun ve olay­
larının am ıcasızlığını d ua, ibadet, k u rb a n ... vb. gibi m istik edim ve işlem lerle
yum uşatm a olanağı yoktur. Bunlara rağm en, bilem ediklerim izin sonsuz oluşu,
onları asla bilem eyeceğim izin b ir kan ıtı değildir; ve o n ların m utlaka T anrısal
bir sır olup ancak m istik işlem lerle kavranılabileceğini kab u l etm em ize olanak
bırakm az. Z ira , m istiklerin âlem i, yanılsam alar, görüm ler, g örüntüler, düşler ve
birtakım sayıklam alara konu olan b ir duyarlık özelliği ve hastalığından başka
b ir şey değildir. A lm an m istiklerinden Jacob Bochme, genel o larak varlıklarda
ve b ü tü n doğa olaylarında üçüzlem cnin, cesetlenm enin (redem tion) hayallerini
görürdü. Pierre fa n e t’nin incelediği M adelain adlı süjenin geçirdiği esrim e hal­
leriyle işkenceler, b u k ad ın ın tu tu ld u ğ u hastalığın işaret ve ü rü n le rid ir (De
l'A ngoisse â l ’Extase, Paris, 1926, c. II, s. 595). H enri Soruya da adı geçen ese­
rinin 17-21’iııci sayfalarında, m istikliğin m arazı ve anorm al hallerini açıkla­
m ıştır. Bergson, çoğu zam an, diyor, m istiklik m arazî b ir haldir. «E srim enin,
görüm lerin ve cezbe hallerin in (ravisscm ents), yani k endinden geçme hallerinin,
anorm al haller o ld u k ların a itiraz edilem ez. Fakat, m arazî ile anorm ali ayırt
etm ek zordur. Ç öm ezlerini san rılard an gelen g ö rüntülerden korum aya ilk kez,
d ik k at edenler de büyük m istiklerdir» (II. Bergson, Lcs deux Soıırces de la
M oral et de la R eligion, s. 244).
M istikliğin kendine özgü halleri içinde, en önem li olan, heyecanlardır, ki
bun lar, m istiklerde deneyüstü, yani aşkın (transccndantaic) ruh halleri şeklinde
belirir. Bu heyecanların psikolojik özelliği, cm pathie, paydaşlık, özdeşleşm e I d e n ­
tificatio n ), h ayranlık (ad m iration) ve şaşıp kalm a (cm erveillem ent) duygula­
rıyla ağlam alarıdır. M istik heyecanlar, bu k iin , kendini aşkınlaştırm a (auto-trans-
cendantale) heyecanları tü rü n d en sayılm aktadır. Y ani bu, b e n ’in aşkın heyecanı
olduğu için, eyleme değil, sükûn ve esenliğe yönelir. Bunda solunum ve nabız
ağırlaşır ve sakinleşm e (apaisem ent), d alınç içindeki m istiğin trans hallerine
doğru ilerler. Bu, hiç b ir irade edim ini sarf ettirm eyen b ir niteliktir. Bu heyecan
içinde o lan ,.h a y a l ettiği ve daldığı m uhteşem peyzajla kendi arasında b ir ilişki
kurm az. Bu hal içindeki m istik, b ir derin h ayranlık içinde kendini yitirm iş
olsa da, güzellik önünde yok olsa da, sonsuzluğa dalm aksızın kendinden ge­
çer, edilgin b ir hal içinde k alır. Gözyaşı dökm elerinin aynı olan tü rlü neden­
lerin — ki b u n lar, estetik ya da dinsel cezbe h alleri, yas, sevinç, sem pati, ken­
dine acım a (attendrism ent) tü rü n d en o lab ilir— o rta k ve esaslı tem eli, bireyin
kendi d a r sınırlarını aşm ak, diri ya da ölü b ir insel (beşerî) varlıkla kaynaşm ış
olm ak veya b e n ’in gerçek ya da düşsel o larak doğan sym biotique ve kaynaşm ış
(com m union) haline girm ek arzu su d u r. M istikler, tıpkı çocuğun ilk aylarda ken­
disiyle çevresindeki eşyayı b irb irin d en ayırt edem ediği gibi, kendilerini ve ken­
dilerinde h er şeyi ve nihayet T a n rı’yı algılam ak suretiyle b ir çeşit çocukluk
dönem inin bilinçsizliğine girerler. E vren, çocukta olduğu gibi, o n ların b e n ’i
üzerinde m erkezleşir. Piaget, çocuğun bu h aline, protoplasm ique bilinç veya
sym biotique bilinç adını v erir ki, bu , m istiklerin bilinç ve algılarını aydınlatan
bir kaynak tır. A rth u r K oestler, b u bilinci okyanusça (oceanique) duygunun kö­
keni sayar; ve artist m istikler, d er, b u n a spiralin (sarm al) en yüksek eğrisi
üzerinde, gelişm enin en yüksek b ir seviyesini keşfetm eye zorlanırlar. O na göre,
Pu, sem patik bağının da kaynağıdır. Bu bağıyı b ü tü n ilkel kavim lerle biraz
daha gelişm iş olan b ü tü n kavim ler k u llan ırlar. Ö rneğin, Şam anlar, yağm ur T an ­
rısı kıyafetine girdikleri zam an yağm urun yağacağına ve yaralı b ir bizon resmi
yaptıkları zam an da b aşarılı ve bereketli b ir av sağlayabileceklerine inanır Ve
inan d ırırlar. İlkçağlardaki m istik d anslarla İlâhilerin ve A kaların dinsel tiyatro­
larıyla B abil’in rah ip astronom larının takvim lerinin kaynağı da b u d u r. Ö zet
o larak bu protoplazm ik bilinç, zihin hiyerarşisinin ilk basam ağıdır ve Ben sı­
n ırlarının ilk seviyesinde göm ülüdür. B unun için d ir ki, örneğin sahnedeki sa­
n atçı, nasıl ki, hem kendisi, hem de tem sil ettiği kişilik ise, bağıcı da hem dans
eden, hem de yağm ur T an rısıd ır (Le C heval dans la Locom otive, İngilizceden
çeviren: G eorges F radier, Paris, 1968, s. 179-381). N asıl ki d ram atik yanıl­
sam a seyircilerin ru h u n d a birbiriyle karşılıklı o larak uzlaşm ayan iki evrenin
birlikte bulunuşu (coexistcnce) ise, m istiklerin bilinci de, eşya ve T anrı ile
kendi b e n ’lcri arasında hiç b ir ayrım bulunm ayan b ir özdeşlikten ibaret olur.
T a n rı’da yok olm a (fena fillah) duygusu da, bilincin parlak b ir yanılsam a duy­
gusu d u r1.
Bu psikolojik gözlem ve çözüm lem eden, m istikliğin yaşam daş (sym biotique)
bir bilinç halin d e insanın hücrelerin d e her zam an gelişmeye h azır b ir yetenek
olduğunu da gösterir. İlkellerden itib aren hem en b ü tü n insanlıkta, m istikliğin
türlü derece ve şekillerindeki belirtileri, b u n u ispat eder. M istikliğin ve m istik
hallerin bulaşıcı oluşu da b u yeteneğin en ilkel tohum larına sahip oluşum uz-
dandır. G ülm e, ağlam a ve esnem e gibi haller, nasıl bulaşıcı iseler, dinsel ve ge­
nel olarak m istik to p lan tılard ak i ruh halleri ve bu hallerin organik" belirtileri
de öylece bulaşıcıd ırlar. Ö rneğin, m istik tören ve ayinlerde sofulardan, şeyh ve
dervişlerden b iri, bağırm aya, inlem eye, titrem eye, sıçram aya veya kasılm aya (con-
torsionner) başlayınca, diğerleri onu taklit etm ek için direnilm esi olanaksız bir
ihtiyaç duyarlar. O rtaçağ m an astırların d a, örneğin L o u rd ’un keşişlerinin o rta k ­
laşa sanrıları, zikir esnasında coşan veya k endinden geçen tü rlü İslâm tarik a t­
larında — kendim in de tü rlü sü n ü gördüğüm — bilinçsiz heyecanları gibi garip
d av ran ışlar da bun u n açık k an ıtların d an d ır. T ü rlü inanç ve telkinlerle, çileler
altında kişiliğini kaybeden m istik, âdeta b ir uyurgezerliğe tu tu lu r. M itinglerde,
isyan, ihtilâl ve savaş sald ırıların d a da görülen b u ortaklaşa ve yavgm heyecan,
bireylerin kendi kişiliklerini ve bağım sız bireyliklerini kaybettirir. Bu b ir o rta k ­
laşa isteridir, kitle h ip n o zu d u r (adı geçen eser, s. 232).
F reud, «B en’in A nalizi» adlı eserinde, h ip n o tik transı, b ir züm re tarafım
dan etkilenm iş bireylerin zihinsel faaliyetlerindeki derin değişme ve bozulm a­
larla ilgili saym ıştır. Peygam berlerin, dem agogların, h alk lar üzerindeki hipnotik
güçleri bu tü rd en d ir. M istik bağnazlık (taassup), b ir çeşit paranoya (paranoia)
hastalığıdır. Engizisyon dönem inde insan yakm aları, bizde K ubilay olayı ile
bütün irtica sald ırıları, b ir sevap ve dinsel b ir ödev yapm a zevkiyle insan k u rb an
edenler, h a tta ilkel insanların savaşı kutsal b ir ayin saym aları, bu hastalığın açık
k an ıtların d an d ır. P aran o y a’da da h asta, inanm ış olduğu k o nunun verdiği hazza
o suretle sap lan ır ki, öm rü boyunca b u im an ettiği konuya bağlı kalır. Peygam ­
berlerin aynı düşünce ve inancı tü rlü şekillerde ve sürekli olarak tek rar etm e­
lerinde bu m arazî hazzm işaretleri v ard ır. Bilgisiz ve bağnaz insanların bu m a­
razı ve ilkel eğilim ini fark eden çıkarcı züm reler, b u n ları kolayca harekete ge­
tirebilir; ve o n lar, bilinçsiz b ir coşkunlukla T an rı adına h er çeşit cinayet ve
saldırıya girişim i kutsal b ir görev sayarak kendi yollarında olm ayanları, öldü­
rülm esi sevap olan k âfirlerd en sayar, b u suretle de kendilerinin cennete gide-

(1) «K en din i bilen, Tanrısını bilir" hadisini, m istik sistem lerine göre yo­
rumlayan ermişler, insanın Tanrı ile özdeşliğini, hatta kendilerinde işleyen tüm
ruh ve beden hallerinin Tanrı halleri olduğunu savunurlar; yani onlara göre,
kendilerinde düşünen, duygulanan, iyilik ve kötülük yapan... Tanrı’nın kendi­
sidir. Bu görüşten açıkça anlaşılır ki, hiç bir insan, edimlerinden (amel) so­
rumlu olamaz; zira, bu edimler, insanın değil, insanda işleyen Tanrı’nın ey­
lemleridir.
çeklerini üm it ederler. T arih in kaydettiği b ü tü n yenilik h areketlerine direnm iş
olanlar, bu bilgisiz, hasta ve zavallı insan lard ır.

G A Z A L Î ’Y E G Ö R E , G E Ç İL M E S İ G E R E K E N A Ş A M A L A R :

B urada özellikle İslâm m istikliğinin esasım anlam ak için b ir m üridin geç­


m ek zoru n d a olduğu dereceleri ve h alleri G azalî’n in, «İhya-il ulum eddin»
adlı yapıtın ın birinci cildindeki bilgileri (o, b u ciltte m istikliğin iç yüzünü
aydınlatm ış ve taklitçilerini eleştirm iştir) özetlem eyi yeter bulacağız: Bu büyük
İslâm d ü şü n ü r ve T anrıbilim cisine göre, kesin bilgi, yalnız T a n rı’nın özel b ir
lütfü o larak ve T an rısal n u r sayesinde kazanılabileceğinden, bu bilgi derece­
sine yükselebilm ek için, b ü tü n m istik tarik atlard a bazı deyim farklarıyla ileri
sürülm üş olan b irtak ım dereceleri aşm ak lâzım dır. Bu itibarla sülük (initiation)
dönem inde m ü rit, k a v u şa n la r’d an (vâsıliyn) olabilm ek için kendi iç âlem ini bo­
şaltm aya ve arıtm aya u ğraşır ve T a n rı’nın 99 adı, sülük edenin sıfatları olur.
O , gerçek yoluna devam ettiği için, m addesel âlem den ve onun ihtiyaçlarından
ilgisini keser; riyazat içinde yitik âlem ’i (âlem-i gayb) seyretm eye hazırlanır.
Kaİb âlem i, yeni başlayanın (m üptedi); ru h âlem i, tasavvur ve kifave ehlinin;
esrar âlem i ise, k av u şan lard an o lan ların yüceldiği âlem lerdir. Y ani insan, kendi
insel nefsinden çıkıp kalbe, ru h a ve sırra yükselm edikçe (uruç) kavuşanlardan
olam az. M ürit, k alp âlem ine ulaşınca, h ak k ın ta sa rru fu n a da ulaşm ış olur. K al­
bin R ıza, tevfik, itm inan ve sekinet gibi tü rlü d u ra k la n v ard ır. B unlar, birer
birer aşıldıktan sonra, m ü rit, yani sâlik, ru h âlem ine ulaşır, o v ak it, «ruhum dan
o kurdum » ayetinin sırrını k av rar. K avuşm a (vusul) da iki tab ak ad ır: Başlangıç
vusulü, nihayet v usulü. Birincide sâlikin, T a n rı’d an başka b ir şeyden haberi
y o ktur ve T a n rı’dan b aşka da hiç b ir m aksadı olam az. O , a rtık birlik denizine
dalm ıştır; kendi varlığını u n u tm u ştu r. İkincisindeyse, tüm el b ir yöneliş içinde
ve tam b ir d alınç h alin d ed ir; o, a rtık k endisinden ve âlem den k u rtu lm u ştu r ve
zihninde yalnız T an rı kalm ıştır. K avuşanların da tü rleri vardır: 1. G özlerle al­
gılam ış (idrak) oldukları her şey 'yanm ış olanlar. B unlar, T a n rı’yı düşünerek
bak i k alan lard ır. 2. S eçkinlerin seçkin i olanlar (havas-ül-havas). B unlar, T a n rı’
da helâk o lan lard ır. B unlar, kendi nefislerinde fani oldukları için, kendilerini
düşünecek olan algıçtan (m üdrike) da yoksu n d u rlar. Bu itibarla o n larda, yalnız
hak k ın birliği ve n u ru kalm ıştır. Bu m ertebeye, birleşm ede (tevhit) fani olm ak
denilir. 3. İlerleyen ve yü kselen ler (terakki ve uruç) dir. B unlar, duyum ve
akılla algılanabilecek h er şeyi y akm ışlardır. K avuşm uş olanlar d a, m uk arrib în
(yaklaşm ış o lanlar) ve yetkin m ü rşitler (m iirşidin-i kâm ilin) o larak iki taifedir.
B irinciler, bilinen ve akıl saltan atın d an atılm ış ve b irlik denizine dalacak k a­
d ar yetkinleşm iş o lan lard ır. İk in ciler ise, kendi v arlık ve y o kluklarından h ab er­
leri olm ayan erm işlerdir, ki, b u n lar, birleşm e ve b irlik denizine değil, birleşm e
nehrine dalm ış olu p , şeriatin em irlerine ve tarik atın âdabına dönm üş olanlardır.
B unlar, sevgi kevserini, bilim ve bilgi kevseriyle kaynaştırm ış o lan lard ır (Ce­
m il Sena, Büyük Filozoflar A nsiklopedisi, c. II. G azali m addesi). B urada bilim
deyim inin, dini ilgileyen b ilim ler olduğuna işaret etm eliyiz.
G a za lî’den özetlediğim iz bu düşünceler, az çok farkla H ıristiyan m istik-
İcrinde de v a rd ır ve h epsinin kök ü , İskenderiye O k u lu n a, Budacılığa, Fisagor-
ctıluğa ve bütiin ilkçağlarda rastlanan tarik atlara k a d a r gider. R ib ct’nin T anrısal
m istik adım verm iş olduğu bu çeşit d ervişler, k av uştuklarını zannettikleri en
yüce varlığı veya diğer kutsal v arlık ları gözleriyle gördüklerine em indirler. Ö r­
neğin, H ıristiyan m istikleri ve havarileri, H z. İs a ’yı, H z. M eryem ’in evvela insan
şeklinde görm üş o lduğunu ve onlara insel b ir dille em irler verdiğini iddia eden
söylentilerin doğruluğuna in an ırlar. N itekim , H z. M uham m ed de C ib ril’i, cinleri
ve m elekleri, h a tta bazı tefsircilere göre, T a n n ’nın kendisini de görm üştür. Fa­
kat, H z. M uham m ed, T a n rı’nm şekil ve şem aili h ak k ın d a hiç b ir iddiada b u lun­
m am ış, sadece O ’nu b ir yüce ‘n u r ’ olarak nitelen d irm iştir. M istikler, ru h ları da
gördüklerini iddia ed erler ve onların o tu rd u k ları yerleri de görürler. Françoise
Rom aine ad ın d a b ir veli kad ın , A ra f’ı gördüğünü, b u n u n üç tabakası b u lu n d u ­
ğunu açıklam ış, Sainte T herese ise, cehennem i görm üş, T a n rı’nın ve cinlerin
kendisine hazırlam ış o ld u k ları yeri gösterm ek istediklerinden bahsetm iştir. Hz.
M uham m ed’e yükletilen ve doğruluğu iddia edilen bazı hadislerde de, bu n a ben­
zeyen h aller görülür. Evliyalığına inanılm ış olan b irçok tarik at ku ru cu ve erm işle­
rinin de, h arik a tü rü n d en san rılara, görüm lere ve düşlere nail o ld ukları söylenir.
B ütün bu verdiğim iz kısa açıklam alard an da anlaşılacağı gibi, m istik hayal
gücü, kendi özel öğelerini, geçmiş ya da yaşayan d in, ta rik a t ve b u n ların fel­
sefeleriyle ed ebiyatından alm ış, b u n ları bazı bilgi ve ilham larla bezeyerek ayrı
b ir dünya ve hayat âlem lerini y a ra tm ıştır... Evvelce de kaydettiğim iz gibi, onla­
rın âlem i iki tab ak ad ır: Biri, içinde fanilerin h areket ettikleri dış ve görünen
tab ak a d ır ki, bu yaşadığım ız dü n y ad ır. Bu dünya, aldatıcı, geçici, bozucu ve
T a n rı’dan u zak laştıran tu tk u la rla yoğrulm uş b ir tab ak ad ır; İkincisi ise, ebedî
olup T anrısal irad en in daha çok ölüm den sonra b ü tü n gücüyle tecelli edeceği
göksel âlem dir. Asıl m istik hayal gücü, b u âlem e ait icatlarıyla pozitif ve tek­
nik zekâdan a y rılır... Bu âlem de m ucizeler, m elekler, cinler, şeytanlar, h u riler
m evcut olduğu gibi, cennetler, cehennem ler, kıyam et, ölüm den sonra dirilm e,
T anrısal yargılam a, m ira ç ... vb. da v ard ır. B unlardan bazıları h ak k ın d a örnekler
verm ek İslâm in an çların a yaptık ları etki b ak ım ın d an faydalı olduğu gibi, Pey­
gam berim izin kişiliğindeki m istik yönü de kavram am ıza hizm et ed er kanısındayız.

M İR A Ç :

M istik hayal gücünün en görkem li ö rn ek lerin den biri M iraç m ucizesidir.


Bu olay, H z. M uh am m ed ’e, peygam berliğinin on ü çüncü yılında m eydana gel­
m iştir. K u r’an d a b u olaya şu ayetlerle işaret edilm ektedir: “ K u lu n u , geceleyin,
a yetlerim izi gösterm ek için M escid-i H aram ’dan (M ekke’de) dolaylarını ku tla d ı­
ğ ım ız M escid-i A k s a ’ya (K u d ü s’te) götürenin adı yüce o lsun” (İsra, 1: “O, onu
a çık bir u fu k ta gördü ve gayp h a kkın d a k ıska n ılm ış değildir”' (T ekvin, 23, 24).
F akat, göğe çıkm ış olm anın k âfirleri doğru yola götürebilecek b ir m ucize ol­
m adığı da şöyle bildirilm ek ted ir. " O nların y ü z çevirenlerinden üzülüyorsaıı, gü­
cün yettiği takdirde, yere derinlem esine bir k u y u kaz, ya da göğe m erdiven ku r
ve kendilerin e m u c ize göster; T anrı dileseydi, hepsini doğru yolda toplardı;
bilgisizlerden o lm a ” (E n ’am , 35); "O nlara g ö kten bir kapı açsak da oradan
yukarı çık m ış olsalar; gözlerim iz bağlandı, galiba b iz büyülenm iş bir ka vm iz
diyecekler” (H icr, 14-15).
K u r’an m M iraç olayına fazlaca önem verm ediği an laşılm ak tad ır ve b u nun
im anla b ir ilgisi yoktur. İsra suresinde (90-93) m üşrikler, H z. M u ham m ed’in
göğe çıkm asını, o rad an b ir k itap g etirm esin i... v b .’nı diledikleri zam an, Pcygam-
•ber, "Ben, insan ve elçiden başka bir şey d eğ ilim ” diyerek bu isteği reddetm iş,
ya da b u n u n olanaksızlığını b ildirm iş; H icr suresinde de (14-16) göğe çıkm ış
o lm anın im ana b ir fayda sağlam ayacağını belirtm iştir. M iraç’a değer verm eyen
bu ayetler bile, b u konuya d air olan öteki b ild irilerle görünüşte çelişik olduğu
gibi, H z. M u h am m ed ’e bu k o n u d a yükletilm iş olan M iraç olayının da az çok
uydurulm uş olm asının açık k an ıtıd ır. B ununla b irlik te, bu k o nuda pek çok h a­
disten b ah sed ilir ve m istik edebiyat, M iraç öykü ye h a rik aların a fazla yer verir.
Bunun niteliği h a k k ın d a da tü rlü söylentiler v ard ır: Bazıları', Mescid-i A ksa’nın
K u d ü s’te değil, gökte b ir tap ın ak o lduğunu söylerler. F akat b ir hadise göre,
H z. M uham m ed, M iraç’tan evvel, yarı uykudayken C ibril, içinde Zem zem suyu
b u lu n an altın b ir tasla gelm iş, Peygam berin göğsünü, k arn ın ın aşağısına kadar
yarm ış; kalb in i b u suyla yıkam ış; son ra yerine koym uş, içini im an ve bilgelikle
d oldurm uş; sonra da B urak getirilm iş ve C ib ril’le b erab er dünya sem asına doğru
yol alm ış (H z. M uh am m ed ’in sütannesi H alim c’nin de böyle kutsal b ir am eliyat
geçirdiği k ab u l edilir. Bu söylentilerden de anlaşılıyor ki, o dönem lerde kalbin
duygu m erkezi o lduğuna d air ilkçağ bilgileri henüz değişm em iş ve insanların
yüzyıllar boyunca ve hâlâ değer verm iş ve verm ekte o ldukları altın , kutsal âlem ­
de de değerli sayılm ıştır).
Peygam berin ziyaret ettiği sem aların da ilkçağ astronom larının savunduk­
ları gibi yedi k at olduğu anlaşılm ak tad ır. Birinci sem a Hz. A dem ’in m akam ı;
ikinci sem a, Y ahya peygam berin m akam ı; üçüncü sem a, H z. Y u su f’un; dör­
d üncü sem a, H z. İs a ’nın; beşinci sem a, H z. H a ru n ’u n ; altıncı sem a, H z. M u­
sa ’nın; yedinci sem a ise, H z. İb ra h im ’in m akam ıym ış; H z. M uham m ed, buraya
k ad ar C ib ril’le b erab er çıkm ış. Bu yedi sem a, cism anî âlem olduğu halde, ora­
d an yukarısı, ru h a n î âlem im iş. Bu yedi sem anın ne o ldukları hak k ın d a tefsir-
cilerin pek çeşitli ve garip açıklam aları v ard ır. Y edinci gökten sonra Cennet-ül-
M e’v a’yı kapsayan Sidre-i M ünteha varm ış ve b u ra d an da T a n rı’nın A rş’ına çı­
kılm ış. D em ek ki, b u sem alar âdeta tabaka tab ak a yükselen ayrı bölgeler du­
ru m u n d ad ır. Sidre, A rş ’ın sağında, yedinci sem ada veya altıncı sem ada pek b ü ­
yük yapraklı b ir ağaçm ış; bu ağacın b ir tek yaprağı, bü tü n im an e d e n le ri. örte-
bilirm iş ve gölgesinde b ir atlı 70 veya 100 yıl gitse, nihayeti gelm ezm iş. H z.
M uham m ed, S id re’yi altın d an b ir pervanenin okşadığını ve her yaprağında bir
m eleğin T a n rı’yı saygıyla k utladığını görm üş. A rzın sınırlarından sema sınırla­
rın ı aşm asınlar diye şeytanlar taşlanırm ış: "B iz gökte burçlar yarattık ve onu
bakanlar için süsledik. O gökleri, her taşlanm ış şeytandan k o ru d u k ” (H icr,
16-17); "D ünya sem asını ka ndillerle süsledik ve onları, şeytanları taşlam ak için
y a p tık " (M ülk, 5). (O dönem lerde göğe çıkm ak olanaksızlığı, bu ayetlere bile bir
m ucize niteliğini verir. Çağım ız ve gelecek çağlar için ise bu ayetleri başka türlü
yorum lam ak gerekecektir). T efsirci A ta ’nın anlattığına göre, dünya sem asını süs-
leycn kand iller, m eleklerin ellerinde n u rd an zincirlerle bağlı bulunuyorlarnuş ve
yedinci sem ada Beyt-i M am ur denilen b ir yer varm ış ki, burasını her gün 70.000
m elek ziyaret ederm iş. T an rı burayı h er yıl 600.000 kişiyle onarırm ış, eğer
in sanlar d ah a eksik o lu rlarsa, üst tarafın ı m eleklerle tam am larm ış. Bazıları
da Beyt-i M am u r’un K âbe o lduğunu a n latır. Kadı-i Beyzavî ise, bun u n im an
edenlerin k alb i olduğunu iddia ederek daha akla vakın b ir açıklam ada bulunur.
Ö teki tefsiıciler de başka tü rlü fikirlere b aşv u ru rlar.
H z. M uham m ed, M iraç’a çıktığında, kale b u rçları gibi b ir yerde birtakım
m elekler görm üş; b u n lar, b irb irin in yüzüne doğru, karşı karşıya yürüyüp gider­
lerm iş; b u n u m erak eden H z. M uham m ed, b u n ların nereye gitm ekte olduklarını
C ib ril’e sorm uş; o da, «B ilm iyorum , fakat yaratıldığım dan beri ben bunları
görm ekteyim ve en evvel görm üş old u k larım ın b ir tanesini b ir daha görm üş
değilim » elemiş. B unun üzerine, h e r ikisi, bu m eleklerden birine, «Sen ne
zam an y aratıld ın ?» diye sorm uşlar; o da, «B ilm iyorum , T an rı h er 400.000
yılda b ir yıldız h alk eder; ben yaratıldığım dan beri de 400.000 yaratıldı» diye
karşılık verm iş.
Hz. M uham m ed, M iraç yolculuğuna B urak denilen göksel b ir hayvanın sır­
tında çıkm ış ve b u n u n la evvelâ, M escid-i A k sa’ya gelm iştir. H z. İb ra h im ’in de
kullanm ış olduğu bu kutsal hayvanın adı K u r’an d a yoktur; fakat sonra yetişm iş
olan din bilginleri, bun u n kadın başlı b ir k ısrak olduğunu tahm in etm işlerdir.
Hz. M uham m ed, B u rak ’la Beyt-ül-M akdis’e u laştık tan sonra, sahradan semaya
yükselm eye başlam ıştır. O n u n , gezdiği sem alarda neler görm üş olduğu Nccm
suresinde işaret edilm ektedir. H z. M uh am m ed ’in M iraç olayı h a k k ın d a sahabe­
den Ebu Z e r’e neler anlatm ış olduğunu Eııes bin M alik şöyle an latır; «Ben, M ek­
k e’deyken evim in dam ı yarıldı, C ibril indi; göğsüm ü yararak içini Z em zem ’le
yıkadı; sonra bilgelik ve im anla dolu b ir altın leğen getirerek içindekini göğ­
süm e boşalttı ve göğsüm ü k ap a ttık ta n sonra elim den tu ta ra k beni sem aya doğ­
ru çıkardı. D ünya sem asına ulaştığım da, C ibril, bu sem anın kapıcısına, “ A ç!”
dedi; “ K im dir o ? ” ; “ C ib ril” ; “ B eraberinde kim se var m ı? ” ; “ M uham m ed be­
nim le b e ra b e rd ir” ; “ O na h ab er gönderildi m i? ” ; “ E vet” . Bu konuşm adan son­
ra kapı açıldı ve dünya sem asının üstü n e çıktık. B urada, sağında birtakım ka­
raltılar, solunda b irtak ım k a ra ltıla r b u lu n an b irin in o tu rduğunu gördük, Bu
adam , sağ tarafın a b ak ıp gülüyor, sol tarafın a b ak ıp ağlıyordu ve, “ H oş geldin,
sefa geldin salih nebi, hoş geldin sefa geldin salih oğlum ” dedi. C ib ril’e, “ Bu
k im ? ” diye sordum . " H z . Â dem ’d ir ” dedi, “ Sağında ve solunda olan k a raltılar
da evlâtların ın ru h la rıd ır; sağındakiler cennet ehli, solundakiler cehennem ehli
o lan lard ır; b u n u n içindir ki, sağına b akınca güler, soluna bakınca ağ la r” dedi.
Sonra C ibril, beni ikinci sem aya doğru çık ard ı; bekçisine, “ A ç!” dedi. Bekçi de
birinci sem adaki b ekçinin sord u k ların ı te k rarlad ık tan sonra kapı açıldı». H z.
M uham m ed, sem alarda  dem , İd ris, M usa, İsa ve İb rahim peygam berleri de
bulm uş olduğunu E bu Z e r’e anlatm ışsa d a, b u n ların d u rak ların ı ayrı ayrı söy­
lem em iş, yalnız H z. Â d em ’in dünya sem asında, H z. İb ra h im ’in altıncı sem ada
olduğunu söylemiş. D aha sonra Peygam ber, C ib ril'le berab er H z. İd ris’e uğra­
mış, b u n u n kim olduğunu sorm uş, C ibril de, « İd ris ’tir» dem iş; bu da tıpkı Hz.
Âdem gibi, «H oş geldin sefa g e ld in ...» vb. tüm celeri tekrarlam ış. D aha sonra,
Hz. M usa’ya uğram ış; b u da aynı sözleri tekrarlam ış. H z. İsa ve İb ra h im ’e de
uğram ışlar ve H z. M uham m ed, b u n ların da kim ler o lduklarını sorm uş, Cibril
de, b u n ların adların ı söylem iş. N ihayet Peygam beri daha y u karılara çıkarm ış.
H z. M uham m ed, E bu Z e r’e, kalem lerin (yani, kaza ve k a d e r’in) cızırtılarını du­
yabildiği yüksek b ir yere çıkm ış olduğunu anlatm ış; asıl o zam an T a n rı’nın,
üm m etine elli nam azı farz kıldığını bildirm iş ve sonucu şöyle anlatm ış: «Bu far­
zı yüklenerek döndüm ; derk en M u sa’ya rastladım , “ T an rı, üm m etine neyi farz
k ıld ı? ” diye sordu; “ Elli nam az farz e tti” dedim . M usa, “ R abbine dön de şefaat
et; zira, üm m etin b u n a day an am az” dedi. T a n rı’ya m üracaat ettim , b ir m ik ta­
rını indirdi. Ben de M usa’nın yanm a d ö n ü p , "Y arısın ı in d ird i” dedim . O , “ Yine
R abbine b aşv u ru r, zira üm m etin b una da day an am az” dedi. T ek ra r başvurdum ;
T an rı, “O nlar beştir; yin e onlar ellidir; benim yanım da kaza değiştirilm ez”
dedi (T efsircilere göre, b u beş vakit nam azın sevabı elli vakit nam azın sevabı
k ad ard ır, dem ekm iş). M u sa’nın yanına geldiğim de, o yine, “ R abbine d ö n ” de­
diyse de, ben, “ A rtık R abbim den u tan ıy o ru m ” dedim . Sonra C ibril, Sidre-i
M ünteha’ya varıncaya k ad ar, b enden ayrılm adı. S id re’yi öyle ren k ler kaplam ıştı
ki, onları bilm em . Sonra cennete götürüldüm ; içinde birçok inci gerdanlıklar
vardı, toprağı da mis kokuyordu».
H z. M uham m ed’in M iraç’tan , beş vakit nam azla Bakara suresinin son iki
ayeti ve, “ T a n rı’dan başka Tanrı y o k tu r ” diyenlerin cennete girecekleri gibi
üç m üjdeyi getirm iş olduğu söylenen b u rom an tik seyahat, belki de b ir yüce
davanın simgesel ifadesidir. F akat bu olay anlatıldığı gibi cereyan etm işse, Hz.
M uham m ed’in H z. M usa k a d a r olsun üm m etinin nelere dayanabileceğini takdir
etm em iş ve T an rı k atın d a Hz. M usa k a d a r h atırı sayılm ayan b ir peygam ber ol­
duğu hissine kapılm am ak im kânsızdır. Kim bilir, belki de H z. M u sa’nın daha
kıdem li ve tecrübeli b ir peygam ber olduğu bu suretle açıklanm ak istenm iştir.
N am az için yapılm ış olan pazarlığın h ikm eti de, nasıl tevil ve tefsir edilirse
edilsin, T a n rı’nın k u lların d an n eler isteyeceğini, k u lların ın ne kad arın a dayana­
bileceğini önceden ta k d ir edem em iş olm ası gibi im ana aykırı düşünceleri akla
getirm ekte ve T an rı k atın d a bile iltim as gibi dünya oyunlarının cereyan etti­
ğini zannettirm ek ted ir.
İb n C erir, T e fsir’inde, M iraç’a d air d ah a geniş bilgiler verir. Bilindiği gibi
T ürkçede c en n et’in adı u ç m a k ’tır. İn san lar öteden beri uçm ayı, yükselm eyi ve
kendi tepelerinde uzanan sonsuz boşluğun, yıldızların sırrını öğrenm eyi içten
arzulam ışlar; fak at bilim ve tekniğin gelişm ediği çağlarda, b u n u ancak hayal
yoluyla gerçeklen d irm eye çalışm ışlar, o n lard a doğaüstü varlık ve âlem lerin b u ­
lunabileceğini düşünm ü şlerd ir. İlk astronom i ve astroloji bilgileriyle m itolojik
öykülerde b u çeşit duygu ve inançların bazen sim gesel, bazen ülküsel betim ­
lem elerine rastlan ır; bu y ü zdendir ki, hem en h er d in , T anrısını göklerde aram ış,
d u aların ı göklere karşı uzan an ellerle ifade etm iş ve dilediklerini oralardan sağ­
layam ayınca yerlere kapanm aya m ecbur o lm u ştu r1. B unlar, bilgisizlik, acizlik ve
faniliğin zorunlu so nuçlarıdır. H enüz gerçek niteliği anlaşılam am ış olm akla b ir­
likte, H in t m istiklerinden bazılarının fizik k an u n ların a aykırı olarak, hiç bir

■(1) Mevtana, “Elim sem alarına yetişm ediği için, secdeye kapanıp yeri öpü­
yorum” der (M esnevi).
dayanağın yardım ı olm aksızın yerden u zak laşarak , m u allakta d u rab ildikleri de
görülm üş ve onların bu hallerini gösteren foto ğ raflar da çekilm iştir (bkz. Aimö
M ichel, Le C orps H um ain peut-il V oler?, P lanete dergisinin 1964’te çıkan No.
16’daki m akale; yine aynı yazarın aynı derginin N o. 17’deki, U ne A ııtopsie de
l’A m our D ivine adlı m akalesi).
M iraç, O rfeııs ta rik a tın d a olduğu k a d a r da eski Şam anlarda da v ardı. H z.
İsa ’nın göğe çıkm ası gibi, taoizm in bağıcı o k u lu n d a da göğe çıkış inançları v ardır.
Bu olay H ıristiyan m istiklerinde d ah a yaygın o larak m evcuttur. S aint D eniş
A eropagite, ru h u n T a n rı’ya doğru yükselişinde üç h arek et kabul etm iştir. 1. Dö-
nenscl (dev eran ı) h arek et, 2. D oğru h arek et, 3. Eğri hareket. G öksel zihinler,
çüzel ve iyinin başlangıç ve sonu olm ayan parıltısıyla birleştiği zam an, dönensel
o larak h arek et ederler; aşağı v arlık ların k ayrasına (providence) uygulandıkları
zam an, doğru b ir çizgide harek et ederler; altları yardım ıyla gelerek onu husule
getiren ilkeler ü zerinde h areketsizlikte sebat ettik leri zam an, güzel ve iyinin
m erkezi etrafın d a asla d u rm ad an ve eğri o larak h areket ederler (R ibet, La Mys-
tique D ivine, 3, c. I, s. 85).
Ö zet olarak b u geom etrik harek etlerle dolaysız veya dolaylı olarak ya da
dolam baçlı yollardan, başlangıç ve sonu olm ayan b ü tü n v arlık lard an ü stü n , b ir
ve aynı olan yetkin birliğe, güzel ve iyiye u laşılır denm ek isteniyor. B unu, Saint
T hom as da benim sem işti. M iraç’a m azh ar o ld u k larını iddia eden m istikler, gör­
düklerini betim leyem ez ve açıklayam azlar. S aint P aul, K orentlilere yazm ış ol­
duğu X II. M ek tu p ’ta, kendisini ü çüncü göğe çıkarm ış olan b ir görünüm den
söz eder. Bu m ertebeye ulaşm ış olan m istik, yalnız görüm sel değil, işitim sel
sanrılara da tu tu lu r. İşitim sel san rılara d air, kutsal k itap la rd a pek çok örnek
v ardır. T e v ra t’ta I Sam uel ( I I I , b ap , 19) deki örn ek gibi. M iraç olayı, yalnız
M üslüm anlığın m ucizelerinden değildir. T e v ra t’ın H ak im ler (X III) bölüm ünde,
R abbin m eleğinin heybetli o larak göründüğü ve m ezbahın alevleriyle y u k arılara
yükseldiği b ild irilir. T ekvin bölüm ünde (X X V III, 12-13) de H z. Y ak u b ’un rü ­
yasında b ir ucu göklere k a d a r uzanm ış o lan b ir m erdivenden T an rı m elekleri­
nin inip çıktığı ve kendisine kutsal arzın bu rüyada vaat edilm iş olduğu yazı­
lıdır. D örd ü n cü M elikler ( I I , 11-12) bölü m ü n d e de b ir ateş .arabasının ve ateş­
ten atların ın Y eşu ile İlya peygam berleri b irb irin d en ayırdığı ve İly a ’nın kasır­
gayla göklere yükseldiği an latılır. A rabm m istik edebiyatı k ad a r d a, b ü tün İs­
lâm ulusların ın ed ebiyatında önem li b ir yer tu tan M iraç’m nasıl cereyan ettiği­
ne, ne k a d a r zam an sürdüğüne, uyurken m i uyanıkken m i, bedenle m i ruhla m ı
vukua geldiğine d air tefsircilerin ve T anrıbilim cilerin birb irin i tutm ayan türlü
tahm inleri v ard ır. Sözde M iraç, kısa b ir süre devam etm iş ve H z. M uham m ed,
T a n rı’yla 70.000 kez konuşm uş ve T aberîye göre, M iraç, Peygam berin ruhuyla
değil, bedeniyle v u k u a gelm iştir. İb n A b b as’ın söylediğine göre, H z. M uham m ed,
T a n n ’yı b ir p erd e ark asın d an değil, dolaysız olarak M iraç’ta görm üştür (bu, iler­
de vereceğim iz b ir ayetin bild irisin e aykırıdır).
Bazı İslâm m istiklerinin geçtikleri tasavvuf- m ertebelerinde, M iraç tü rü n ­
den m azh ar old u k ları tecellilere d air çeşitli öyküler de vard ır: M uhiddin-i A rabî
ve Bayezid-i Bistam î de M iraç’a nail o lm u şlard ır ki, bu kon u d a gerek kendile­
rinin, ve gerek m ü ritlerin in nakletm iş o ld u k ları efsaneler, H z. M uham m ed’in
M iraç’ını örnek tu tm u ş o ld u k larım gösterir. M istik hayal gücünde sayılar, a b art­
m alar, akla sığm az garip betim lem eler geniş b ir yer tu ta r. M uhiddin-i A rabî,
F ütuhat-ı M ekkiye’sinde H am ele-i A rş denilen m eleklerden bahsederken, b u n ­
ların şekli ve sıfatların a d air, gözleriyle görm üş gibi birtak ım açık bilgiler verir;
d iğer m istik eserlerde de b u n lara d air çeşitli söylentiler görülür. Ö rneğin, bu
m eleklerin o y lukları gökler k a d a r genişm iş; sekiz H am ele-i A rş, T a n rı’nın sekiz
sıfatın ı, yani h ayat, b ilim , k u d ret, irad e, kelâm , işitim , görüm ve yaratm a sı­
fatını sem bolize ederlerm iş. K ıyam ette b u sekiz sıfat a şik âr olacakm ış; b u H a­
mele-i A rş, Arş ta h tın ı sırtların d a taşırlarm ış. M ahşere götürm ek için A rş’ı yük­
lenen m elekler, d ah a evvel d ö rt o ld u k ları h ald e, sekiz olacaklarm ış ve b u n lar,
insan, aslan, k a rta l ve ö küz suretindeym işler. Bilhassa R önesans’tan beri büyük
H ıristiy an ressam larının, bazı fark larla, kilise ve m üzeleri süsleyen b u çeşit tab ­
lo larına rastla n m a k ta d ır ki, hem en hepsi aynı hayallerden faydalanm ışlar de­
nileb ilir (A yrıca, M elekler bahsin e bakın ız).
Başka b ir ö rn ek o larak A zrail ve İsra fil’den de bahsedebiliriz: Sözde bu
m eleklerin b üyüklüğü dünyayı k ap layacak k a d a r geniş ve uluym uş; arzın b ü tü n
su ları b u n la rın b aşların d an ak ıtılsa, b ir dam lası yere düşm ezm iş; İsra fil’in 70.000
ayağı, dö rt k an ad ı varm ış. Beni İsra il’den C ib ril’e bağlı olan sayısız m eleklerin
varlığını k ab u l eden ler de v ard ır. N itekim , Z e rd ü şt’ün tan rıların d an M itra’nın
d a bin kulağı, on b in gözü o lduğuna in anılır.
Z e rd ü şt’ü n m ü ritleri, ü statları h ak k ın d a şu m asalı u y d u rm uşlardır: B ir gün
Z erd ü şt, yüksek d ağların tepesinde şim şekler, y ıld ırım lar ve etrafı kaplayan bu­
lu tlar arasın d a d u a ederk en sem aya kaldırılm ış; o rad a H ü rm ü z (O rm uz) le k a r­
şılaşm ış; onunla b ü tü n b ü y ü k lü k ve ihtişam inm p arıltıları içinde yüz yüze gelmiş
ve ondan b irta k ım T an rısal em irler alm ış. Sonra, Z erd ü şt arza indiği zam an
N osks adı verilen şeriat k itab ın ı getirm iş. Bu eseri Y üce V arlığın yönetim i al­
tında yazm ış. G erçek te ise b u eser Z e rd ü şt’ü n B rehm enlerle b irlik te incelem iş
olduğu V ed a’larla H in d in kutsal k itap ların ın b ir anısından başk a b ir şey de­
ğ ild ir (Louis Jacolliot La Bible dans l ’In d e, s. 100-103, 8. b ask ı, P aris, 1876).
T ek ve çoktan rılı d inlerle tarik atlard ak i M iraç m asalları, yalnız erm işlerle
peygam berlerin sağlıklarında görüldüğü iddia ve hayal edilen olaylardan değil­
d ir; özellikle bazı peygam berlerin ö ld ü k ten son ra bu M iraç’a nail old u k ları da
iddia edilm iştir. Ö rn eğ in , eski H in t peygam beri M anu, ö ldükten sonra uçup
gitm iş; Ç in, T ib et ve Japon B udacılarına göre de Buda göklere çekilm iştir;
M usevîlerde, H z. M usa, M oab vadisinde b ir m elek ta ra fın d a n Y ahova’nın yanı­
n a g ö türülm ü ştü r; H z. İs a ’n ın da çarm ıha g erildikten so n ra göklere çekilm iş
olduğu kab u l edilir. N isa suresinin 156-157’nci ve  li İm ran suresinin 5 5 ’inci
ayetlerinde, İn c il’d ekinden az fark lı o larak b u peygam berin göğe çıktığından
bahsedilir. Sözde H z. İsa, sem anın d ö rd ü n cü k atın a çekilm iştir. İd ris peygam be­
rin de ölm eden evvel göğe çıktığı id d ia ed ilir ki, b u H erm etizm inançlarından-
d ır. R ahm an suresinin 3 3 ’ü ncü ayetinde de göklere çıkm aktan bahsedilir.
M iraç’a nail o ld u ğ u n u id d ia edenlerin b aşın d a Pythagoras (Fisagor) vard ır.
Peygam berliğinden de söz edilen b u filozof, gökleri, yıldızları ve b u n ların ha­
reketlerinden doğan ahengi algılam ış olduğunu b ild irm iştir. O na göre, arınm ış
ve yücelm iş olan ru h la r d a öyle b ir lü tfa nail olabileceklerdir. Pek açıkça gö­
rülüyor k i, k u rm u ş olduğu ta rik a t, astronom i ve m atem atiğe dayandığı için,
o n u n M iraç’ı, simgesel b ir an lam taşır. M arcel G ra n e t’n in kaydettiğine göre,
Y eni T ao cu lu k ta, M iraç, asla ölm em ek san atıd ır. Bu inanca göre, örneğin, İm ­
p a ra to r W ou (M .S. 140-148), k en d i isteğiyle saltan atını, eşini, çocuklarını ve tüm
servetini terk etm iş ve b ir ejderha ta ra fın d a n göklere g ö türülm üştür. Taoculu-
ğun yüce p atro n u o lan H oang-ti de, d ah a önce, böyle b ir M iraç’a nail olm uştu.
N itekim , P ıen s H ouai-nan d a b u ikisinden d ah a önce göklere götürülm üştür.
G enel olarak b u d in in geleneklerinde, bağı san atı sayesinde ve cinlerle ark ad aş­
lık etm ek suretiyle göklere çıkıldığı k a b u l e d ilir; büyük adam , en yüce adam ,
kutsal a d a m ... gibi niteliklere sahip o lan ların , M iraç’a nail o lacak ların a in an ı­
lır. Bu ta rik a tta , hay v an ların uçm ak , tırm an m ak , geriye b ak m ak , a sılm a k ... gibi
ak ro b atik h arek etlerin i ta k lit ed erek d ans ed en , zıplayan ve diğer bazı organik
hallerde b u lu n an velilerin, ister istem ez hafifleyip yükselecekleri k ab u l edilir
(M . G ran e t, s. 418-423). Ç in ’in en eski in an çların a göre, b in yıllık b ir öm ür­
den sonra, h ay attan usanm ış olan en yüce in san lar, cin ler m ertebesine yükselir,
b ir beyaz b u lu t ü stü n e ç ık a r ve en y u k ard ak i h ü k ü m d arın m eskeninde yaşar.
N itekim , K ral M ou d a, bazı k a h ra m a n la r gibi sem alara yükselm iş sayılır. İsken­
deriye filo zo fların d an P lotinos d a P arp h y rio s’u n y anındayken d ö rt kez uçm uş
olduğunu id d ia eder.
A nlaşılıyor k i, M iraç, yalnız M üslüm anlıkta değil, d ah a çok önce tü rlü
d in ler ve ta rik a tla rd a d a v a rd ır; ve b u olay, m ecazî anlam da b ir tinsel (m anevî)
ruh yüceliğini ve yücelm esini sim geleştiren ve nihayet m istik hayal gücünün tü ı’ü
icatlarıyla süslenen b ir öykü ya d a m asaldan b aşk a b ir şey değildir. M iraç’a dair
o lan bild iri ve söylentilerin çoğu, hayal güçleriyle de ilgili simgesel m asallardır;
hiç b ir din d e M iraç’a in an m ak , im anın k o şu lların d an değildir (M iraç sözcüğü­
n ü n A rapça değil, H abeşçe olduğu k ab u l ed ilm ek tedir k i, m erdiven dem ektir).

AHRET:

M istik hayal g ü cü n ü n ah ret h ak k ın d a k i tra jik ve bazen de kom ik verileri,


kuşkusuz, eğitim ve erdem telk in lerin i d ah a k uvvetli ve som ut b ir hale getirm ek
gibi b ir fayda ve am aca hizm et eder. B unlar, h itap edilen in sanların seviyelerine
göre b ir özellik taşırlar. Ö rn eğ in , B u h arî’nin H u re y re’den nakletm iş olduğu şu
uzun h adistek i teatral sahneler, b u n u n güzel ö rn ek lerin d en d ir: " H alktan bazı­
ları, “E y T a n rı’n ın elçisi, k ıy a m e tte R a b b im izi görecek m iy iz? ” dediler. “A y ı
b u lu tsu z bir d olunay gecesinde görm ekte anlaşm azlığa düşer m isin iz? ”. "H ayır
ey T a n rı’n ın elçisi”. “K ıya m et g ü n ü n d e h a lk haşrolunacak, 'H erkes neye tapı­
yorsa, onu n ardına d ü şsü n ’ d enilecek; k im i güneşin, k im i ayın, k im i d e Tagutla-
rın ardına düşecek. B u ü m m et, içlerinde m ü n a fıkla rı da olduğu halde yerlerin­
d e duracak. T anrı onlara gelip, 'Ben sizin T a n rın ızım ’ diyecek. O nlar, (T a n rı’yı
tan ım ay acak ların d an ), ‘S en d en T a n rı’ya sığ ın ırız’ diyecekler; 'Y e rim iz bura­
sıdır; R a b b im iz b ize geldiği v a k it o nu ta n ırız’ diyecekler. Tanrı, onların tanı­
yacağı şe k ild e gelerek, 'Ben R a b b in izim ’ d iyecek; onlar da, ‘Sen R a b b im izsin ’
diyecekler. Tanrı onları çağıracak. C ehennem in ortasına Sırat ku ru lm uştur; el­
çilerden ü m m etlerin i b u k ö p rü d en geçirecek olanların ilk i ben olacağım. O gün
elçilerden başkası ko n u şa m a z ve elçilerin o g ü n k ü sözü de, "T a n rım , selâm et
ver, selâm et ver!..” olacaktır. C eh ennem de Sâdan d iken lerin e benzer çengeller
vardır; Sâdan çengellerini g ö rd ü n ü z m ü ? ”. " E v e t” dediler. "O n la r bu Sâdan
d iken lerin e benzerler. F akat onların n e kadar b ü y ü k o lduklarım T a n rı’dan baş­
kası bilem ez. Bunlar, h a lkı am elleri yü zü n d e n kaparlar; k im i am eli yü zü n d en
h elâ k olur, k im i hardal gibi e zild ik te n sonra ku ru tu lu r. Tanrı, ateş ehlinden k im ­
lere rahm et etm eyi m u ra t ederse, m eleklere, T a n rı’ya tapm ış olanlarını çıkarm a-
larını em redecek, onlar da bunları çıkaracaklardır ve onları secdenin izlerinden
tanıyacaklardır. (Bazı gerçek veya h am sofular, secde izi görülsün diye, nam azda
alınlarını yere fazla sü rterler ve b u k ararm ış iz açıkça görülür). Tanrı, ateşe
secde izin i yem eyi haram etm iştir. A te ş b ü tü n âdem oğlunu yer, fa k a t secdenin
izin i yem ez. Bunlar, ateşten sim siyah oldukları halde çıkarılacak, üzerlerine ha­
yat suyu d ö k ü le c e k ve sel uğrağında b iten yabanî reyhan tohum ları gibi bitecek­
lerdir. Sonra Tanrı, kulları arasındaki kazayı sona erdirir ve bir adam ı cennetle
cehennem arasında bırakır (Â raf). B u, cen n ete girecek olan ateş ehlinin sonun­
cusudur ve y ü zü ceh en n em e d ö n ü ktü r. O , ‘Y a R abbi, y ü zü m ü zü ateşten çevir,
ko k u su beni zehirliyor, alevleri y a kıyo r’ diyecek. (T an rı d a), ‘B u istediğin yapı­
lırsa başka şey istem eyecek m isin ? ’ diyecek, o da, ‘İzze tin e y em in ederim ki,
h a yır’ diyecek. Tanrı, o n u n dileğini ahit ve m isa kın a uyarak verecek, onun y ü ­
zü n ü cehennem tarafından cennete çevirecek. O da cennetin güzelliğini görün­
ce, T a n rı’nın dilediği kadar sü k û t e ttik te n sonra, ‘Y a R abbi, beni cennetin ka­
pısına ya kla ştır’ diyecek. Tanrı, ‘B u istediğinden başka bir şey istem eyeceğine
söz verm iş değil m iy d in ? ’ diyecek. O da, ‘Y a R abbi, yaratıklarının en bahtsızı
ben o lm aya yım ’ diyecek. T anrı, ‘B unu verirsem başka bir şey istem eyecek m i­
sin ? ’. ‘H a yır’ d iyecek, ‘İz z e tin h a k k ı için başka şey istem eyeceğim ’ ve R abbi,
verdiği söze göre, d ilediğini yerine getirecek, o n u cennet kapısına yaklaştıracak.
C ennet kapısına varıp da oradaki la tiflik ve sevinci görünce, T a n rı’m n dilediği
kadar bir süre ses çıkarm ayacak, sonra, 'Y a R abbi, beni de o cennete s o k ’ di­
yecek. T anrı da, ‘Tanrı lâyığını versin ey âdem oğlu, sen ne sözü n d e durm az
adam sın, hani verdiğim den başka bir şey istem eyeceğine söz ve rm iştin !’ diye­
cek. O da, ‘Y a R abbi, yaratıklarının en bahtsızı ben olacağım !’ diyecek. B u nun
üzerine ona Tanrı gülecek, cennete girm esine izin verecek ve, ‘T em en n a e t’ di­
yecek, o da tem en n a edecek ve nihayet d ilekleri sona erince, Tanrı ona, ‘Ş u n u
da, bunu da artır, d ileğinde b u lu n !’ d iyerek isteyeceği şeyleri ken d isin e R a b b i
hatırlatacak; bu d ileklerin h ep si d e sona erince, Tanrı, ‘Bunların hepsi v e bir o
kadar dahası (b ir söylentiye göre de, on m isli) şen in d ir’ d iy ec ek ”.
G ö rülü y o r ki T a n rı, b u ra d a zengin ve n ü fu zlu b ir A rap em iri, b ir kabile
reisi gibidir ve, «D ile b en d en ne dilersen!» ö ykülerindeki sahne, insanın k a n ­
m ak bilm eyen tu tk u larıy la ah rete nak led ilm iştir. Başka örn ek ler de vard ır:
T an rı ’n ın oğlu Ü zeyr’e ta p tık la rım söyleyen Y ah udilerle T a n rı’n ın oğlu Me­
sih ’e tap tık ların ı an latan H ıristiy an ların , ah rette su d iledikleri v a k it, alevleri b ir
su serabı gibi görünen cehennem ateşlerine n asıl d öküleceklerini an latan ü rp e r­
tici hayallerle beslenm iş hadislerd en de b ah sed ilir. K ıyam ette toplanacak olan
insanlar, yargıçla sanık arasında olduğu gibi, so ru ştu rm alard an so nra cezalandı­
rılacaklardır. Buna d air trajik sahneler betim lenir: S ırat kö p rü sü n d e, Peygam be­
rin arkasın a düşecek olan M uham m ed ü m m etinden fac ir olan ların gözleri kör
edilecek, b u ra d a n cehennem e y u v arlan acak lard ır. S ırat k ö p rü sü n ü n yokuşlu iniş­
li, d ü zlü k yerleri ve b u ra la rd a n geçecek o lan ların b irer n u ru v ard ır; m ü n afık ­
larınki sönecek, im an eden lerin k i d ah a çok p arlay arak yollarına devam edecek­
lerdir. S ırat k ö p rü sü n d en kim i göz açıp yum uncaya k a d a r geçiverecek; kim i
rü zg âr gibi, kim i şim şek gibi, kim i kuş gibi, kim i de cins at ve deve gibi geçe­
ceklerdir. N ihayet n u rla rı yalnız ayak ların ın b aşp arm ak ların d a o lanlar, yüzüko­
yun yürüyerek elleri ve ayaklarıyla em ekleyecek, b ir ko lu n u çekenlerin öteki
k o lla n , b ir ayağını çekenlerin öteki ayakları tak ılacak ve ku rtu lu n cay a dek ateş
her yanların ı saracak tır. N u r suresiyle H a d id su resinin bazı ayetleriyle de bil­
dirilen b u işkence, bazı h ad islerd e de ayrıca tasv ir edilm iştir. S ırat köp rü sü n d e
b irtakım çengeller varm ış ki, b u n la ra , «Y akala» em ri verilince hem en y akalar­
m ış. Bir söylentiye göre de b u çengeller ateştenm iş ve b u n ların uçları m elekle­
rin ellerindeym iş ve h alk ı b u n la rla çekerlerm iş. Bu çengeller b ir hadise göre
de, insanı cehennem e sürükleyen a rzu lar ve şehvetlerm iş ki, b ü tü n öteki açık­
lam aların en akıl ve insafa uygun olanı b u d u r.
E bu H ü re y re ’nin an lattığı b ir hadise göre de, " Y ü c e Tanrı, im an edenlerin
asilerini ateşten çıka rd ıkta n sonra, ateşten kapaklar, ateşten ekserler, ateşten di­
reklerle birta kım m elekleri aıeşe gönderecek; onlar bu kapakları, içinde en fa z­
la kalanı yedi bin yıl yanacak olan bu günahlılar üzerine kapayacaklar, o e k ­
serlerle sıkıştıracaklar, o d irekleri u za tıp bastıracaklar, oraya a rtık ne bir ruh
girecek, n e d e oradan bir gam çıkacaktır. A r ş ’ı ü ze rin d ek i a ziz ve çelil olan
Cebbar, onları u n u tm u ş gibi bırakacak; cen n et ehliyse, nim etleriyle eğlenecektir”.
B uharî ve M üslim S a h ih ’lerinde ve diğer had isçiler, öyle h adisler n ak led erler ki,
b u n la rd a âd eta T a n rı, d ram atik b ir eda ile A rş’ında, aşağı gökte, parm ak ları üze­
rinde b ir tepsi gibi k ald ırd ığ ı yerleri ve gökleri tu ta r ve kendi hüküm darlığını
ilân ettiğini g österir, ayağıyla da cehennem in üstü n e b asarak onu genişleteceğini
bildirir. M istik hayal g ü cünün b u k o rk u n ç v erilerin i de b irer m ecaz ve benzet­
me o larak y orum lam ak gerekir ki, eğitim b ak ım ın d an da b u n u n daha faydalı
olduğuna em iniz.

B İR D Ü Ş :

H z. M uham m ed’in görm üş olduğu id d ia edilen b ir düş de, m istik hayal


gücünün p a rla k ö rn ek lerin d en b irid ir: Bir gece u y kusunda C ibril ile kardeşi
M ikâil, H z. M uham m ed’i ellerinden tu ta ra k b ir yere götürüyorlar. O ra d a de­
vam lı o larak ağzı iki ta ra fın d a n da y ırtılm ak ta o lan ve başı b ir taşla sürekli
o larak ezilen ve yak ılan çıp lak k a d ın la r ve erkek lerle dolu, d a r ağızlı b ir fırınla
b ir kan neh rin d en k u rtu lm a k istedikçe, sahilindeki adam ta ra fın d an itilerek tek­
ra r yuvarlanan kim seler görm üş; sonra yeşil b ir bahçe içinde, büy ü k b ir ağaç
altında ihtiyar b ir adam la ço cu k lar ve ateş yakm akta olan birin e rastlam ış. M e­
lekler, H z. M uham m ed’i b u ağaca çık arm ışlar ve güzel b ir eve koym uşlar; orada
da birtak ım ihtiyar, genç, k a d ın , erk ek ve çocuklar görm üş. Sonra m elekler,
kendisini o rad an da çık ararak d ah a y u k arılara götürm üşler ve b aşka güzel b ir
ev daha gösterm işler. Peygam ber, o rad a da b irtak ım gençlere ve ihtiyarlara rast­
lam ış. B unun üzerine H z. M uham m ed, m eleklerden, b u görm üş o ld u k ların ı açık­
lam alarını rica etm iş. O n la r da, ağzı p arçalan an ın b ir yalancı; başı ezilenin
K u r’an öğrenm esine izin verildiği hald e öğrenm eyip gecelerini uykuyla geçi­
ren, gündüz de .K u r’ana göre am el etm eyen b ir adam olduğunu; fırın deliğin­
deki çıp lak ların zina edenlerd en , k an n eh rin d ek ilerin faiz alan haram zadeler­
den başk a kim seler o lm ad ık ların ı; ağaç d ib in d ek i ih tiyarın H z. İb rah im , çocuk­
ların insan evlâtları, ateş yakanın cehennem bekçisi M alik olduğunu (cennet
bekçisine de R ıdvan d enilir); birin ci evin, im an edenlerin o rta k köşkleri, ikinci
sarayın da şehitlere özgü o ld u ğ u n u an latıy o rlar ve m elekler, kendisine, başını
yukarıya k aldırm asını söylüyorlar; yüksekte beyaz bayrak gibi b ir b u lu t göste­
rerek, «Burası da senin m akam ın» d iyorlar. H z. M uham m ed, kendi m akam ına
yerleşm ek istiyorsa da, tam am lam ası gereken öm rü olduğu, onu b itird ik ten son­
ra buraya yerleştirileceği bildiriliyor. Bu d ü şü n gerçeklik derecesi ne olursa ol­
sun, İslâm ın h aram etm iş olduğu eylem lerle, o n lara karşı verilecek T an rısal ce­
zaları sem bolize etm ekte olduğu görülm ektedir. Esasen m istiklerin değer ver­
dikleri h arik a la r arasın d a d ü şler önem li b ir y er tu ta r ve tüm kutsal kitap lard a
b u n u n çeşitli örn ek leri v ard ır. Ö rneğin, E ş’iya peygam ber, düşünde T a n rı’nm
tah tın ı, k arta l, k an atlı aslan lar ve k an atlı in san larla çevrilm iş olarak görm üş ol­
duğunu an la tır (E ş’iya, I, 22). A su rlu lard an geçtiği anlaşılan bu hayaller, insa­
nın, en ülküsel k o n u ve in ançları bile som utlaştırm ak ve can landırm ak gibi
anim izm den ve bize göre, biom o rp h ism e’den k u rtu lam ad ık ların ı gösterir.
H z. M uh am m ed ’e ait m istik hayallerden b iri de, E n ’am suresinin altı ayeti
m üstesna olm ak üzere d iğerlerinin to p tan ve M ekke’de indiği zam an, onları
70.000 m eleğin uğurlam ış olm ası ve peygam berin, “B u sure için şeytanlar, baş­
ka hiç bir surede bu kadar ç o k toplanm ış değillerdir. B u sure bana, C ibril ile
m aiyetinde elli bin m e le k olduğu halde gönderildi” sözleriyle ifade etm iş olduğu
söylentide sak lıd ır. E nes’in nakletm iş olduğu b u h adise daha birçokları ekle­
nebilir.

K EVSER :

K evser h ak k ın d ak i şu h ayaller de önem lidir. K evser, im an edenlerin cen­


nette suyundan içecekleri b ir n e h ir veya havuzm uş. B urada yıldızların sayısı k a­
d a r su tası varm ış. Bir had iste şöyle deniliyor: «Kenarları o y u k inci kubbelerle
süslü, içinde p e k h oş k o k u lu m isler çıkan, sütten daha beyaz, baldan daha tatlı,
en i ve boyu D oğu ile Batı arası kadar, derinliği yetm iş bin y ıllık; ondan bir kez
içen bir daha susam az; ondan abdest alan perişan olm az; benim ah d im i bozan,
benim ev h a lkım ı öldüren ondan içem ez”. D ik k at edilirse, tinsel âlem de de de­
ğerli sayılan şeyler, dünya âlem inde, insan ların değer verdiği m addelerden farklı
değildir; an cak onların b u rad ak in d en fark ı, bü y ü k lü k, özellik ve güzellikte d a­
ha üstün olm aların d an ib arettir. Bu hadisin korum ayı istediği E hlibevt’i ise, yüz­
yıllardan beri A rap lar, tü rlü siyasal nedenlerle korum am ış, H aşim i ailesinin bü­
tün çocuklarını öldürm eyi ve b u han ed an ı söndürm eyi âdeta vazife edinm işlerdir.
T efsirciler, K evser’in n eh ir m i, havuz m u, cennetin veya m ahşerin nere­
sinde, Sırat köp rü sü n d en evvel m i, sonra m ı o lduğunu araştırırlar, im anlarıyla
hayallerinin derinliği o ra n ın d a kuvvetli veya su d an tahm inlerde b u lu n u rlar. Bu­
na, m ecazî ya da tinsel b ir anlam verm eye çalışan lar da v ardır. E sasen tefsir-
cilerin genel o larak âd etleri, ayet ve h adislerle P eygam berin hayat ve eylem le­
rini daim a m asallaştırm ak , zih in lerin i, açıklayalım d erk en b ü sb ü tü n garip çık­
m azların olasılıkları içinde yorm ak tır. N itekim , H z. M u sa’nın kullanm ış olduğu
değneğin boyu ne k a d a rd ır, u cu çatallı m ıdır, sivri m id ir, b u n u vurm uş olduğu
taşın cinsi ve b u taştan fışk ıran kaynağın niteliği n ed ir? gibi sorulara k arşılık
arayıp du rm aları d a b u tü rd en d ir.
K evser’le ilgili olan şu h ad isin son cüm lesinde büyük b ir gerçek saklıdır:
"K evser, bir nehirdir; onu bana a ziz ve çelil olan R abbitn cennette verdi. O nda
ço k hayır vardır. Ü m m etim kıya m et günü ona gelecek; kapıları yıldızlar sayı-
sıncadır; derken içlerinden bir k u l, halecanla çekilir atılır. " Y a R ab, o benim
ü m m e tim d e n d ir" derim ; o da der ki: "B ilm ezsin, senden sonra onlar neler uy­
durdular” veya, " d in i ne kadar değiştirdiler”. G erçekten hiç b ir ü lk ü y o k tu r ki,
onu yaym ış ve savunm uş olan insan ö ld ü k ten sonra, hayatındaki şekli ve ilke­
leri aynıyla m u h afaza edilebilsin. B undan d in ler de kurtu lm u ş değildirler. Son­
ra d an gelenler, im anı k u vvetlendirm e ve yüceltm e hesabına veya daha işler b ir
hale getirm ek ve çağın ihtiyaçların a u y d u rm ak için, asıl k u ru cu su n u n aklından
ve hayalinden bile geçm em iş olan tü rlü k u ra l ve efsaneleri ekler ve davanın esa­
sını da sarsacak k a d a r ve zek âların ı da m istikleştirm ek suretiyle o n ların gerçek
büyü k lü k lerin in işareti o lan isabetli eylem ve d üşüncelerini de zayıflatır veya
b aşk a laştıra rak b o zarlar. B edir savaşında H z. M u h am m ed’in am cası A bbas bin
M u ttalib , sözde b ir m eleğin yardım ıyla M üslü m an lara tu tsak olm uş. Peygam ber,
am casının zincirle bağlı o lduğunu d ü şü n d ü k çe gözüne uyku girm ezm iş. Bu zat
so n radan M üslüm an o lunca, H z. M uham m ed, o n u n servetini kaybetm em esi için
M ek k e’de k alm asına razı olm uş ve o n u o ra d a casus o larak çalıştırm ış. Bu ta­
rihsel gerçeklik ve isabetli ted b ire m u tlak a b ir m eleği k arıştırm ay a ne lüzum
v a rd ır?
O ysa, K u r’an ın b irço k ayetleri, M üteşab ih at denilen benzetm elerle yüklü­
d ü r. T üm kutsal k ita p la r, b u çeşit b en zetm elerden yararlan m ışlard ır. N orm al b ir
aklın inanm asına o lan ak bulu n m ay an , sözünü ettiğim iz ve etm ediğim iz, ya da
ilerde kaydedeceğim iz h ad islerin çoğu da benzetm elerle som utlaştırılm ışlardır.
B unlar, bilgisiz in san ları eğitm e am acım güden b ild irilerd ir. Bu yöntem e baş­
vurm am ış hiç b ir peygam ber de yoktur.
Çoğu so n rad an u y d u ru lm u ş olup saf yürek li in sanları, pozitif gerçeklerden
uzak laştırıp ak ılların d an çok duygularını harek ete getirm e am acını güden pek
çok evliya ve peygam ber m asalları v a rd ır ki, b u n la r, keram et ve m ucizelerle
d o lu d u r. B unların gerçek o lan b ir kısm ı, h enüz bilim sel eleştirim den geçirilm e­
m iş olm akla b irlik te, b u n la rın en in an ılır o lan ların d a bile, T an rısal ve kutsal
e tk iler ara m a k , bilinm eyeni bilinm eyenle açıklam ak gibi, zihni b ir k ısır dön­
güye (cercle vicieux) d ü şü rü r. B unu fa rk etm iş o lan D . H um e, " H iç bir m u cize­
nin d in e tem el olabilecek derecede doğru olduğu ispat ed ile m ez” der. M istik
zekâların b ü tü n isyan ve reddetm elerine rağm en, b ir gün b u n la rın da bilim
yoluyla çözülebileceğine em iniz. Bu başarı, ne d in in, ne de d in k u ru cu ların ın
değerlerini düşürm ez; h a tta d ah a da yüceltir. Z ira , b u n ların büyüklüğü, m ucize
vc k eram etlerin d e değil, getirm iş old u k ları sosyal ve ahlaksal sistem in yüceli-
ğindedir. H ayal g ü cünün u ydurm alarıyla g erçeklerinin h alk üzerindeki etkileri,
ahlaksal olm ak tan çok p o litik olm uştur. H alk ın çoğu, b u n ları şaşkınlıkla d in ­
lemiş ve tu tu ld u ğ u özel b ir k orkuyla hoşgörüden yoksun b ir bilgisizliğin d e rin ­
liğine göm ülm üştür. B undan fayd alan an bazı açıkgözler, geçim ve güçlerini a rtır­
mayı başarm ışlarsa d a, d in in in san lard an beklediği erdem leri hiç b ir zam an
verem em işler ve in san lara iylikten çok k ö tü lü k y apm ışlardır.

İB L İ S ’E V E R tL E N C E Z A :

İb lis’e verilecek olan şu ceza telk in lerin d e de, pek ib ret verici b ir hayal
zenginliği v ard ır: K â’b-ül-A hbar, M ed in e’de h alk a v a ’zederken şunları anlatm ış:
« İblis, b ü tü n in san lard an h e r b irin in çektiği ölüm cezasını to p tan çekeceği için,
in sanlıktan son ra ölecektir. Bu m aksatla T a n rı, A zrail’e, yedi sem a ve yedi arz
halkının kuvvetini verecek ve o n a h er çeşit sertlik ve öfke elbisesini giydirecek­
tir. T an rı öfkesiyle inm esi, ona ölüm acısını tattırm ası em rolunacak, b ü tü n can­
lıların çektik leri ölüm acıların ı k a t k at fazla tatm ası için, A zrail, İb lis’e, h asta­
lıkların h er çeşidini yükleyecek, yan ın d a öfke ve k inle dolm uş 70.000 zebani,
ellerinde cehennem zin cir ve to m ru k larıy la cehennem k an caların d an 7 0 .0 0 0 ’iyle
lânetlinin canını çekip çık aracak . A zrail, o k a d a r k o rkunç b ir surette görüne­
cek tir ki, sem anın ve arzın b ü tü n in san ları, o n u görm üş olsalardı, b ir an içinde
ölü rlerd i. İblis, A zrail’in ö n ü n d en D oğu’ya ve B atı’ya kaçm aya, denizlere dal­
maya çalışacak, fak at b ir sığınak b ulam ayacak; sonra dünyanın o rtasın d a H z.
A dem ’in m ezarı y anında, arz b ir k o r gibi o lacak, zebaniler kancaları ta k arak onu
didikleye didikleye ö ldürecek; b u esnada  d em ’le H av v a’ya, “ K alkınız, düşm a­
nınızın ölüm ü nasıl tatm ak ta o ld u ğ u n u g ö rü n ü z!” denecek, o n la r da b u n u seyre­
decek ve, “ Y a R ab, bize nim etini tam am lad ın !” diyecekler. F akat secde em redil-
diği v ak it isyan etm iş olan İb lis de, “ Y a R ab , beni b aştan çık aran sen sin !” diye­
cek». Bu söz, T an rısal cezaya k arşı, yerinde ve h azin b ir serzeniştir. Bu trajik
sahneyi tasv ir ve v a ’zeden zat, İb lis’e, in san ları b aştan çıkarm a yetkisini verm iş
olan Y üce T a n rı’n ın on a, b u ceza ile zulm etm iş o ld uğunu itira f ettiğinin fa rk ın ­
da olm asa gerek tir. H z. İs a ’n ın çarm ıh ın d a, ‘R a b b im , beni ne için te rk e ttin ? ”
serzenişi de b u n u n b aşk a ve d erin anlam lı b ir ifâdesidir.
D ikkat edilirse, b u bahiste ve ilerdeki M elekler bahsinde de görüleceği gibi,
m istik hayal gücünde sayıların ve hele İslâm lard a 7 0 .000’in âdeta sonsuzluk
yerine ku llan ılm ak ta olduğu anlaşılır. Bir v u ru şta 70.000 k â fir kellesini kesen
dini b ü tü n k a h ra m a n la r ve H z. A li’nin b ir b u k a d a r kelle kesebilen Z ü lfik â r
adlı kılıcı, h alk ın akıl k o n tro lu n d a n kaçan hayal gücünde, ru h an î ve kutsal
m asalların doğm asına neden olm uştur. M istik hayal gücü, dinsel k o n u ları ro­
m anlaştırm akla kalm az, m ensub olanlarıyla k u ru cu ların ın h ayat ve zekâlarını
da m istikleştirm ek suretiyle, o n ların gerçek değerlerinin işareti olan isabetli ey­
lem ve düşüncelerini de zay ıflatır ve b ozarlar.
K u r’an d a adı geçm eden öyküsü (hikâye) geçen H abib-el-N eccar h ak k m d ak i
efsane de, m istik hayal g ü cünün şaşılacak u y d u ru ların d an birid ir: Sözde şehit
edilm iş olan b u veli, kesik başım sol eliyle k ald ırıp sağ eline vererek ve elin­
deki başla bağıra bağıra dolaşm ış. Saffat suresinin 142-144’üncü ayetlerinde
açıklanan H z. Y u n u s serüveninin h alk a in tik al eden şekildeki söylentileri de bu
hayal gücünün, inanılm ası güç m asalların d an b irid ir. F akat, K u r’an m bildirile­
rine karşı gelm enin k ü fü r ve sap ık lık sayıldığı u n u tu lm am alıd ır. M istik hayal
gücünün, h alk masalla’rın d a,. b ir dudağı yerde, b ir dudağı gökte diye nitelediği
devleri gölgede b ıra k a n u y d u rm aların d an b iri de U c ibni U n u k h ak k ın d ak i ef­
sanedir. Sözde b u adam ın boyu, N uh tu fan ın d ak i dalgalardan daha yüksek­
m iş; kab u rg a kem ik lerin d en b ir tanesi, F ırat n eh rin e k ö p rü olm uş ve H z. M usa’
nın askeri geçerken b u adam b ir b ü y ü k dağı iki eliyle havaya k ald ırıp bu o r­
d u n u n üzerine atacağı zam an, b ir kuş b u dağı delerek onun boynuna geçirm iş
ve M usa peygam ber de b u tehlikeden an cak b u m ucize sayesinde k u rtu lm u ş!..
M istik hayal g ü cü n ü n yalnız M üslüm anlıkta değil, hem en b ü tü n dinlerde
çeşitli öykülerine ra stla n ır ve k u tsal k ita p la r b u n larla do lu d u r. Bu k itap la rd a
T a n rı ile peygam ber veya velilerin k arşılık lı sohbetleri vard ır. Ö rneğin, Y ahova,
b ir T a n n ’ya yakışm ayacak şekilde, sanki işçisinden m em nun olm ayan b ir p a t­
ron gibi, peygam ber Sam uel’e esef eder. A m alik alılar aleyhine giriştiği savaş
esnasında k ralı, insan ve hayvanları öldürm esi için S am uel’in ağzından verilm iş
T an rı em rine k a rşıt o larak , k ral Agag, en iyi k u zu ları, ikinci derecede önem li
olan en iyi h ayvanları, yağlı koyunları ve m evcut olan h e r iyi şeyi koruyor. Bu­
n u n üzerin e Y ahova, seçm iş olduğu görevli ta rafın d an aldatılm ış olan b ir şef
gibi, «Sa m u el’i kra l yaptığım a esef ederim ; zira o, benden uzaklaşm ış ve asla
benim sözlerim i tu tm a m ıştır" d er (T evrat: Sam tıel, I. b ap , X V , I). N itekim
Bakara suresinde Y ah u d ilerin H z. M u sa’ya k u rb a n edilecek b ir ineğin şekil ve
sıfatlarını öğrenm esi için b irk aç kez T a n n ’ya gönderm iş olm alarını b ild iren ayet­
lerle, T u r dağ ın d ak i m ü lâk at ve M iraç’taki ib ad et pazarlığı da bu tü rd en d ir.

M İS T İ K H A Y A L G Ü C Ü N Ü N B A Z I S O N U Ç L A R I :

M istik ru h la n ne ak ıl, ne de bilim k a n d ıra b ilir. O n lar, aklın ve bilim in


açıklayam adığı k o n u la n edebî o larak açıklanam ayacak zan n ed erler ve b u n u is­
terler; h a rik a say d ık lan m asalların ark asın a sığınır, b u n lard a T anrısal ya da
kutsal birtak ım sırla n n gizlenm iş olduğuna dogm atik o larak in an ırlar. H z. Mev-
lâna gibi b ü y ü k b ir m istik bile, n ihayet, « A k lı, M ustafa h u zurunda ku rban e t!"
d er. O n la ra göre, göksel sırla r ancak, aşk ile m istik tö ren ler ve telkinlerle yon­
tulm uş ru h la ra k endilerini g ö sterirler. O n lar, ne insan zihninin, ne de bilim ­
lerin ilerlem esine ve gelişm esine d ik k a t ed erler. A klın ve bilim in peygam berler
zam anınd a kavrayam adığı k o n u lar, b u g ü n k ü n e göre d ah a pek çoktu. Bu neden­
le, ne old u k ları o dönem lerde bilinem eyen k o n u lar, gayb âlem inin gerçekleri
sayılm ıştı. Bugün o n lard an pek çoğunun n edenleri de bilinm ektedir. M istik ze­
k â la r, daim a k en d i çağ ların d a bilinm eyen k o n u ların siperlerine sığınm akla, insan
akıl ve zekâsının ilerde gerçeklenecek b a şa rıla n h a k k ın d a da şim diden üm it­
sizliklerini belirtm iş o lu y o rlar ve tesellilerini şüphede ve insan zekâsının geri
kalm asında a n y o rla r dem ektir. Bugün a rtık eski anlam da m ezhep ve tarik a t ku­
ru cularına rastlayam ayışım ızın b ir n edeni de, gerçeklerin m istik ilham lara körü
k ö ıü n e bağlan m ak la değil, ancak bilim ve teknikle kavranabileceğine dair olan
genel in an çların isabetine akıl erdirm iş olm ak tır. N itekim , tü rlü tarih lerd e ya­
zılm ış olan tefsirler, birb iriy le k arşılaştırılacak olursa, son zam anlara doğru
yazılm ış o lan ların esklierine o ran la b iraz d ah a pozitif bilim lere değer verm eye
b aşla d ık tan , eskilerin çoğu zam an gülünç hayallerle yaptıkları a çık lam alan terk
ettikleri ve yeni bilim sel k eşifler için de kutsal k ita p ta ayetler a ra d ık la n veya
ayetleri bu keşiflere göre tefsir etm eye ç a lıştık ta n görülür.
M istiklik, b ir tinsel keyif ve şehvet o la ra k bilgeliğe ve şiire sığınır; onun
kendine özgü b ir m antığı ve özel düşünce ilkeleri v a rd ır. Bu itib arla o n lar, ken­
d ilerinin içinde b u lu n d u k la rı halleri, kendileri gibi olm ayanların anlayam aya­
cak ların a em in d irler. Z ira o n lar, evvelâ im an etm eyi, sonra düşünm eyi, h a tta
hiç düşünm em eyi sav u n u rlar. O n lara göre, b ü tü n ayinler (rites) gibi, m istik b il­
giler ve h aller de, akılsal deneyler dışında k atan im anın doğru saydığı gerçek­
liklerden olm adıkları gibi, b ire r hayal ya da efsane değildirler. B una karşın,
u laştıkları gerçeklerin ne olduğunu açık lam ak tan kendileri de âcizdirler ve bu
âcizliği gizlem ek için, kend ilerin e, b u n la rı açıklam a izninin verilm ediğini iddia
ederler. Bize öyle geliyor ki, o n lar, doğaüstü b ir varlığın veya bilinem ezin giz­
lerini keşfetm ek şöyle d u rsu n , an cak k en d i b ilin çlerinin altın d a gizli otan ve
yine k endilerin in inşa e ttik leri bazı faydalı ve faydasız düşünce ve hayalleri b irer
gerçek gibi ilân etm ekten b aşka b ir şey y ap m am ak tad ırlar ve o n ların açığa vu­
rabildikleri şeylerin hem en hiç b irin d e, ak lın , b ilim , deney ve h a tta felsefenin
buld u k ların ı aşan özel b ir keşif veya genel b ir gerçek de yoktur. B unların hem en
hepsi, k end ilerin d en önce gelm iş otan din lerin , m istik m ezhep veya tarik atların
kutsal k itap veya m anzum ve m en su r eserlerin de savunm uş o ld ukları dü şü n ­
celeri, deh aların ın veya seviyelerinin derecesiyle yaşadıkları to plum un koşulla­
rına göre, ya değiştirm eye, ya onaylam aya, ya da b u n lara bazı şeyler katm aya
çalışm ışlardır. B unlar, an cak b ir afyon m üptelâsının hissettiği h aller gibi, yalnız
kendilerinin y aşadıkları ve h o şla n d ık ta n , ne o ld u k ların ı b aşk aların ın , yani kendi
deyim leriyle, erm em iş veya hidayete m azh ar olm am ış kim selerin bilem eyecek­
leri h allerd ir. Bazı kim selerde b u hal, b irb irin d e n a y n kişiliklerden biriym iş gibi
g örünür. Ö rneğin, H z. M uham m ed, b ir devlet ad am ı, b ir yasam acı ve b ir
başkom utan o larak b ir ayrı tarihsel k işilik tir. O n u n bu yanını b ir değerli
faniye benzetm eye cesaret edilirse, A ta tü rk ’ü veya K avalalı M ehm et A li P a şa’yı
hatırlayabiliriz. A ta tü rk ’ü n tarihim izde yaratm ış olduğu büyük savaş ve ilerici
devrim i b ir tarafa b ıra k a ra k İkincisini ele alırsak , yeniçerilikten yetişm iş otan
bu adam , koca O sm anlı devlet ad am ların ın b a şa ra m a d ık tan h e r çeşit yeniliği,
M ısır’da düşünebilm iş ve h a tta O sm anlIlardan önce gerçekleştirebilm iştir. H z.
M uham m ed de b u k o n u lard a yüksek d ehasının uygun b u lduğu isabetli girişim ­
leri m addesel, sosyal ve olaysal gerçekliklere d ayam ıştır ve b u k o n u lard a k u l­
lanm ış olduğu a racılar da m addesel ve inseldir. Ö zel hayatının aile ilişkilerini
ilgileyen kısm ında D oğu’n u n ve kavm inin geleneklerine az çok uygun b ir şekil­
de h arek et etm iş b ir faniye b enzer. F ak at, asıl o n u n üçüncü kişiliği ve önem li
yanı, peygam berliğindedir, m istikliğindedir. O n u n hayal gücü b u atanda norm al
in sanlarınkin d en b aşka tü rlü işlerse de, b u atan d a elde etm iş olduğu gerçekler,
d aha önceki peygam berlerle o n ların to p lu m ların a aşılam ış o ld ukları in an çlard an
büsbütün sıyrılm ış değildir. T a n rı’n ın peygam berlik sıfatını yalnız Sam î kavim -
lere ihsan etm iş o lm asındaki sır, sosyal, tarih sel ve h a tta biyolojik yasaların
ötesinde değildir. P eygam berlerin getirm iş o ld u k ları h ü k ü m ler, yerleşm iş o ld u k ­
ları bölgelerdeki k avim lerin sosyal evrim iyle paralel b ir gelişm e gösterir.
M istiklik, b ir h astalık gibi, telkin altın d a k alm a yeteneğinde o lanlarla, iş­
siz, tem bel ve safdil insan lara kolayca sirayet eder. B unların sayıları çoğaldıkça
aydın, k ü ltü rlü ve h a tta otorite sahipleri ta ra fın d a n da desteklenir ve ih tiy arlar
genel o larak m istikliğe sığınırlar. D enebilir ki, m istikler için tekke ve ta p ın ak ­
lar, bugün k ü sinem a, tiyatro, stadyum ve b alo salonları gibi b ir eğlenm e ve
oyalanm a, b ir bediî zevk alm a y eridir. B unun için dir ki, in sanların bu ihtiyaç­
larını giderecek layik k u ru m la r a rttık ç a , tap ın a k la rla tekkelere devam edenler
ve m istik hayallerle av u n an lar azalm akta ve hele ekonom ik hayatın çeşitli bas­
k ıları, insanları kendi T an rılarıy la baş başa b ıra k a ra k vicdan özgürlüğünün daha
da bilinçlenm esine ve ah retten çok dünya işleriyle uğraşm asına hizm et etm ek­
tedir.
H z. M uh am m ed ’in b aşarıların ı sağlam ış olan, sadece onun m istik halleri ve
telkinleri d eğildir; d ah a çok p ra tik zekâsının gerçeği görm esi ve gerçekliğin
istediği m addesel aracılard an faydalanm ayı bilm esidir. O n u n m istik zekâsı ol­
m asaydı, siyasal zekâsıyla da b ü y ü k so nuçlara u laşabilirdi. Bir k u ru m u yıkabil­
m ek için, o k u ru m u n d ay an ak ların ı y ıkm ak ve o n u n yapm ış olduğu görevlere
benzeyen yeni görevler icat etm ek gerektir. Sam î kavim lerde bu devrim , hep
din devrim leri şeklinde b ir geleneğe bağlı g örünm ektedir; yüce Peygam berim iz
de aynı geleneğe sad ık kalm ıştır. O n u n b aşarıların ın asıl sırrı, b u gerçeği kav­
rayan p ratik zek âsın d ad ır; O , m istik zekâsını, siyasal zekâsına derinden yar­
dım cı o larak işletm iş ve k u llan m ıştır. H z. A li’de siyasal zekâ, m istik zekâsı k a­
d a r gelişm iş olsaydı, m istik zekâd an yoksun, fak at siyasal zekâsıyla h areket eden
M uaviye ö n ünde yenilgiye uğram azdı. Ö yle zannediyoruz ki, H z. M uham m ed,
yalnız peygam berliğinin m istik ilham larıyla h a re k e t etm iş olsaydı, M üslüm an­
lık, A rabistan çöllerinde sönm eye m ah k û m b ir k ü çü k m ezhep veya tarik at ol­
m aktan ileriye gidem ezdi. O n u n ak la, bilgiye, gözlem e ve deneye sonsuz de­
ğerler verm iş olm ası da, sadece m istikliğin, büy ü k davasını gerçekleştirm e işin­
de yetersizliği h ak k ın d a k i derin k avrayışına delâlet ed er ve bazı T anrıbilim -
cilerin hoşuna gitm em iş olsa d a, o nu k ü çü ltm ek şöyle du rsu n , ebedî b ü y ü k lü ­
ğünün en soylu ve sağlam işaretlerin d en b iri de b u d u r. N itekim , yuk ard a da işa­
ret ettiğim iz gibi, böyle düşünceleri im ana aykırı bu lan veya bu tü rlü d ü şün­
celeri ak ılların a getirm eyen son çağ tefsircilcriyle^ T an rıbilim cileri, a rtık m istik
hayal gücünün verilerini, m ecazî sim gesel, g erçeklikler saym ış, tü rlü çevirtilerle
bu verileri, çağdaş anlayışa uydurm aya çalışm ışlardır.
MELEKLER

“B iz m elekleri h a k olm adan in d irm eyiz”.


(H icr, 7)

İn san lar, pek eski çağlardan beri, sözcüklerle an latm ak ta zorluk çektikleri
um ut, düş ve hayallerini, duygu, düşünce ve ü lk ü lerin i m addesel sim gelerle
som utlaştırm ışlardır. Som ut sim geler, b u n ları hayal etm iş o lan ların dışında k a­
lan in sanlar ta rafın d an da kolayca anlaşılıp yorum lanabilm işlerdir. Çoktanrıcı-
Iık dönem lerin in göksel âlem inde y aşadıkları sanılm ış olan m itolojik v arlık lar,
birer som ut k avram (m efhum ) o larak değil, kişisel v arlık lar olarak , sanat eserle­
riyle m istik in an çların k o n u su o lm u şlard ır. Bu m istik tasarım lard an kitap lı d in ­
ler de k u rtu lam am ış, b ir gelenek olarak çağım ızın edebî ve plâstik sanat ü rü n ­
lerinde de etk ilerin i sü rd ü rm ü şlerd ir. K atoliklerin H z. İsa, H z. M eryem ve h a­
varilerle velilerin resim ve heykelleri ö n ü n d e m u m lar y ak arak b u n ların k arşı­
sında istavroz çık arıp d u a etm eleriyle ilk çağlardaki T an rı heykelleri ö n ünde
yapılan kutsal tö ren ler arasın d a esaslı b ir am aç fark ı y o k tu r1.
M elek k avram ı da, b ü tü n dinlerd e, daha çok T an rı ile kul arasındaki iliş­
kileri, göksel ve yersel olayları düzenleyen protokol görevlileri, habercileri ve
yö n eticiler... o larak som utlaştırılm ış ve M üslüm anlıkta, b u n lara inanm ak, im a­
nın an a k o şu lların d an sayılm ıştır. F ak at, İslâm din i, m im arlık dışındaki plastik
san atları, — K u r’an d a açıkça yasaklanm am ış olm asına rağm en— p u ta tapar-
lığın hortlam asın a neden o lu r kaygısıyla, b u n ları m addeleştirm em iş, am a som ut
b ire r kişilik o larak v arlık ların ı k ab u l etm iştir.

(1) Nitekim haç da bir simgedir ki. Egelilerin dinlerinden H ıristiyanlığa


geçmiştir. Latin haçı, Yunan haçı, St. Andrâ haçı, gam alı ya da Svastika haç!.,
gibi haçların her çeşidi, Girit’te bulunmaktadır. Haçın, Suriye ve Filistin’e de,
Ege dinlerinden geçtiği sanılm aktadır. Fakat Doğu’da, daha çok Elam'da her
çeşit haçın bulunduğu bünm ektedir. Gamalı haç ise, Hindistan’da vardı. Fakat
gerçek olan şudur ki, haçın Tanrılıkla sıkı bir ilişkisi olan ve sade bir tılsım
gibi kabul edildiği yer, Girit’tir. Eş’iya peygamber de, iki bin beş yüz yıl önce,
haçın kutsal bir sim ge olduğunu kaydetm iştir. Girit m itolojisinde, haç işareti,
ana Tanrı tarafından oğluna geçirilm iştir (G. Glotz, La C ivilisation Egeönne;
Paris, s. 294-295). Haçın dekoratif bir resim olm adığım gösteren ve sırf dinsel ve
m istik bir sim ge olduğuna dair, türlü kutsal ve dışkutsal eserler yazılmıştır.
1. Y u k ard a o tu ra n la r (İb ran îce elyom in) d ır ki, A rapçası aliyun’dur.
2. A şağıda o tu ra n la r (İb an îce tak h to n in ) d ır ki, b u n u n A rapçası da tah-
taniyun veya ta h ta n î’lerd ir,
Y u k ard ak iler m eleklerdir, aşağıdakiler in san lard ır. T e v ra t’ta, T an rı b ir çe­
şit k ra ld ır ki, en yükseklerini m elekler teşkil eden birçok, hizm etçileri v ardır.
T a n rı’nm b u lu n d u ğ u âlem , göksel b ir saraydır; m elekler, T a n rı k atın d a hizm et
ettikleri için, b u n lar, in san lard an d ah a yetkin b ir yaradılışa sahiptirler. T e v ra t’
ın T ekvin bah sin d e, "K anatlı varlıklar arz ü zerinde u çsu n !” (1, 30) em ri ve­
rildiğine göre, Y ahova, m elekleri, beşinci gün ve in sanlardan önce yaratm ıştır.
O n ların in san lard an önce yaratılm ış o ld u k ların ı İslâm dini de onaylar. M elek­
lerin nasıl ve neden y aratıld ık ları h a k k ın d a T alm u dcular, tü rlü ku ram lara bağ­
lıdırlar. B azılarına göre, T a n n ’nın ağzından h er ses çıktıkça b ir m elek yaratıl­
mış olur; diğer b azıların a göre de m elekler, yarı ateş, yarı sudan yaratılm ış olan
kanatlı v arlık lard ır. B unlar, üreyip türem ezler, fak at T an rı, b u n la rd an kendi
buyrukların a itaat etm eyenlerin önem li b ir kısm ını yok eder. B unlarda norm al
insan tu tk u la rı yoktur. Ö devlerini y ap tık tan sonra, v ak itlerin i dua etm ekle ge­
çirirler. B ir İb ra n î d u asın d a d ö rt b ü y ü k m elekten söz edilir: " İsrail’in Tanrısı,
efen d im izin adına, M ikâ il (M ichel) sağım da dursun, Cebrail (G abriel) solum ­
da, U riyel önüm de, R afa el arkam da d ursun ve başım ın üstünde de T a n rı’nın
Tanrısal varlığı hazır o lsu n !..”.
M elekler, insan la T a n rı’nın ilişkileri için k en dilerinden aracılık yapam az­
lar; zira, kutsal k itap ta, "T a n rı, k e n d in i çağıran herkesin ya nındadır” denilm ek­
ted ir k i, b u K u r’an d a , "B en i çağırınız, size icabet e d ey im ” ayetiyle de tek rar­
lanm ıştır.
A. C o h en ’e göre, m eleklerin ad ları, İsra il’e B abil’den gelm iştir. Z ira Cebrail
adını ilk k u llanm ış olan D aniyal peygam berdir (D aniyal, 8, 16; 9, 12). Aynı
peygam ber, M ik âil’i (10, 13) Büyük Şef deyim iyle (1, 12) de k ullanm ıştır. M i­
kâil, başlıca şeflerden b irid ir ki, b u , b ir m elekler hiyerarşisini yaratm ıştır. En
başta İslâm d a, m elâik-i m u k a rra b in denilen, T a n rı’ya en yakın d ö rt m elek var­
d ır (A rchanges). Y u k ard a ad ı geçen b u d ö rt b ü yük m elek, T a n rı tacını (Arş)
çevrelerler k i, b u n la r, İsrail o rd u su n u n d ö rt bölüğüne (divisions) tekabül eder­
ler. B unların en şereflisi, M ikâil ile C eb rail’d ir. İkisi de çoğu zam an aynı ödev­
leri b irlik te y ap arlar. B unlar, T a n rı’n ın kutlam ış olduğu H z. A dem ’in evlenm e
töreninde, iki şef garson o larak b irlik te b u lu n m u şlard ır. D aha sonra d a, Hz.
M usa’nın kefenlenm esinde h azır o lm u şlard ır. M ikâil, C eb rail’den d ah a o n u rlu ­
du r. Z ira, İsrail kavm inin k o ruyucu m eleği b u d u r. Bu, b ir Y ahudiyi, (Sam uel
adında b ir m elek, T a n rı’ya suçlu gösterdiği zam an) savunm uş olan b ir avukat­
tır. S ara ’ya b ir oğlan doğuracağını m üjdeleyen de M ik âil’dir. H z. M usa’n ın eği­
tim ve öğrenim ine hizm et eden de o olduğu gibi, S en ah rib ’in o rd u ların ı yenil­
giye u ğ ratan , sürgündeki M usevîler arasın d a b u lu n an arınm ış (salih) kim selerin
yüzü suyu h ü rm etin e, b ü tü n Y ah u d ileri k u rtarm ası için Y ahova’ya dua eden
de odur.
T an rı, C eb rail’e b irço k ödev verm iştir. O , H z. İb ra h im ’i ziyaret eden üç
m elekten b irid ir. Sodom ’u yakıp yıkm a işiyle görevlendirilen m elek olduğu gibi,
N em ru d ’un cehennem inden H z. İb ra h im ’i k u rta rm a k isteyen de b u d u r; fakat
T a n rı, bu işi, kendisinin yapacağını söyleyerek, o n u n isteğini k ab u l etm em iştir.
(Sözde, İslâm m istik geleneklerine göre, H z. İb rah im , N e m ru d ’u n .em riyle ate­
şe atılacağı zam an, C ebrail, ona, b ir dileği o lu p olm adığım sorm uş, o da, «V ar»
dem iş, «fak at senden d e ğ il...» deyince, C ebrail, T a n n ’ya arz etm ek için istedi­
ğini kendine anlatm asını söylem işse de, H z. İb rah im , «O , benim ne istediğim i
bilir!» diyerek b u m eleği y an ın d an u zak laştırm ıştır)1. C ebrail, H z. Y u su f’a yet­
m iş d il öğretm iş ve o nu k ö tü lü k yapm ak isteyenlerden de k orum uştur. H z. M usa,
çocukken, F iravun, o n u n Y ahudi olup olm adığını anlam ak için, kendisine uza­
tılan ateşle taçtan hangisini alacak tır, diye yapm ış olduğu denem ede, çocuğun
taca değil» ateşe elini uzatm ış olm asını sağlayan da C eb rail’miş .(Y ahudilerin al­
tın , elm as gibi değerli şeylere d ü şk ü n lü k leri, genel b ir inanç o lduğundan, H z.
M usa, elini taca uzatm ış olsaydı, Y ahudi çocuğu olduğu anlaşılacak ve öteki
İsrail çocukları gibi öldü rü lecek ti).
R afael’e gelince, b u n u n sözcükteki anlam ı, şifadır. Bu m elek de, M ikâil
ve C eb rail’le b irlik te H z. İb ra h im ’i ziyaret etm iş ve İb rah im , sünnet olduktan
sonra tutu ld u ğ u h astalık tan k u rtu lm ası için on a, b ir ilâç getirm iştir. Bu T anrı
yakını olan m eleklerin d ö rd ü n cü sü de U riel’d ir ki, b u d a T an rı ışığı (nur) de­
m ektir. İsrailo ğ u lların ın g ü n ah ların ı, T a n rı’n ın satın alıp kendilerini aydınlat­
m a işiyle görevlendirdiği m elek de b u d u r (A. C ohen, Le T alm u d , İngilizceden
çeviren: Jacques M arty, P aris, 1950).
H enry Sörouya’n m an lattığ ın a göre, Z o h a r adlı ve k u tsal sayılan eserde,
b ü tü n yıldızlarla göksel cisim le de, dünyayı düzenli o larak yönetm e işiyle gö­
revlendirilm iş m eleklerin b u lu n d u ğ u an latılm ak tad ır. Bu esere göre, yeryüzünde,
hiç b ir b itk i y o k tu r k i, yıldızlarda ya da göksel cisim ler arasında kendilerini
yöneten b ir rejisö r b ulunm asın. H e r yıldız, ken d in i, uygun b ir şekilde yöneten
göksel b ir şefin em irleri altın d a d ır. E vrenin b ü tü n yıldızları, b u aşağılık dü n ­
yaya hizm et ed erler. A rzım ıza, yüz yüze b a k an y ld ız la r olm asaydı, b itkiler,
ağaçlar ve o tların hiç b iri m eydana gelem ezdi. K abalcılığı derinden incelem iş
olan H . Sörouya, m eleklerin b ü tü n doğa kuvvetlerini tem sil ettiklerini, b ü tün
soyutları, değişkeleri ve v arlık biçim lerini kişileştirdiklerini savunur. Bu iti­
barla m elekler, b ir çeşit çoktanrıcılığa hizm et ederler. Bu bakım dan Jü d aizm d e,
bu n lara verilm iş olan a d la r p ek anlam lıdır. Ö rneğin, Jofiel (G üzellik-T anrı), el
Z agzagel (A rılık-T anrı), el R afael (Şifa-T anrı), el D ubel (A y-Tanrı), el U riel
(Işın -T a n rı)... gibi İb ran îlere göre, h e r k avm in kendi m eleği vard ır. G öksel aile
de to p rak sal aileler gibi tam d ır; ru h la r âlem i de cisim ler gibi sayısızdır. İbranî-
lerde in san lara ya da in san ların k ö tü eylem lerine bağım lı olm ayan iki m elek
züm resi dah a v a rd ır: İyilik ve k ö tü lü k m elekleri; aydınlık ve k aran lık m elek­
leri; asıl m elekler ve şeytanlar gibi. F ak at Jü dacılık, iyilik ve kötülüğün (hayır
ve şer, k en d ilik lerin d en v a r o ld u k ların ı k ab u l etm ez. Bu ikiciliğin K aidelilerden
geçtiği sanılırsa d a, d ah a çok önce H in tlilerd e ve dolayısıyla M azdeizm de bu

(1) V oltaire de, ölüm yatağm dayken yanına gelen rahibe, ‘‘K im in ta ra fın ­
dan geliyorsunuz?” diye sorunca, rahip, “Tanrı’nın kendisi ta rafın dan /” cevabım
verdi. Bunun üzerine filozof, “G üven m ektubunuz nerede?” diyerek adamı kapı
dışarı etm işti (Cemil Sena, Filozoflar Ansiklopedisi, Voltaire m addesi).
inanç vardı. Jüdaizm m istiklerine göre, şer, asla insanın eylem ve davranışla­
rına bağlı değildir. K ötü v a rlık la r m ev cu ttu r ve şer, b u n ların cesetlenm esidir.
T a n rı’ya baş kaldırm ış o lan k ö tü v a rlık la r da m ev cu ttur ki, b u , evrenin ilkesidir.
N itekim , T alm u d cu lara göre, H z. M u sa’ya T a n rı k atın a çıkm a em rini veren de
bu m eleklerden b irid ir. G enel o larak iyilik m eleklerinin başında Sindalfon adlı
b ir m elek v ard ır.
M eleklerin yapısı, T alm u d cu lara göre ateş ve suyun karışım ı, ya da b ir ışın,
b ir nefes veya ru h ta n o luşm uştur. Jü d a iz m d e , arınm ış insanların, T anrı k atın d a
hizm et eden m eleklerden d ah a büyük ve o n u rlu olduğu savunulur ki, İslâm
inancı d a böyledir (H en ri Serouya, La K abbal, 2. baskı, Paris, 1957, s. 96-98).
İslâm d in in d e m elekler, İb ran îlerd e olduğu gibi, T a n rı’nın yanıbaşında de­
ğildirler: “M eleklerle ruh, oha ancak elli bin yıl süren bir günde çıkarlar” (Maa-
riç, 4). Bu çeşit deyim ve tasarım lard a, T a n n ’ya b ir m akam belirtm ek gibi im ana
aykırı b ir çelişm e v arsa d a, yoru m cu lar b u n u n pek de fark ın d a değildirler.
Ö zet o larak m elekler, T a lm u d ’a göre, bazı öğelerin ilkeleridir. Jurkenni
dolunun, R idya yağm urun, R ahali denizin, Laila gecenin, D um a ö lü m ü n ... m e­
lekleridir. A dları konm uş ya da konm am ış d ah a b irçok m elekler varm ış ki, b u n ­
ların her b irin e başka b aşka görevler v erilm iştir. T alm udcuların açıkladıklarına
göre, m eleklerin s ırtla n yokm uş, fak at T a n ıı’yı h e r yönde görebilm eleri için
d ö rt yüze sahipm işler. T a n n h u zu ru n d a b ü tü n m elekler, ayakta du ru rlarm ış,
yalnız M atatron denilen ve T a n n ’nın yardım cısı olu p, gençlerin öğrenim leriyle
uğraşan m elek o tu ru rm u ş (Ö ğretm ene saygının b u n d a n daha parlak ve yüce
bir ifadesi olam az, sa n ın z ). Bu öğretm en m eleğin T anrısal b ir gücü de varm ış.
M üslüm anlıkta, h e r m eleğin a y n b ir yeri v a rd ır ve b u n lar, sıra sıra dizilm işler­
dir: “M elekler, bizd en hiç biri y o k tu r k i, onun belirli bir durağı olm asın; biz,
saf sa f duru ru z, d erler" (Saffat, 164-165).
İb ran îlerd e, b iraz önce adı geçen Sandalfon adlı m eleğin boyu, beş yılda
geçilebilecek olan b ir m esafe k a d a r uzunm uş ve kendini Y aradana taçlar işle­
m ekle görevliym iş. M elekler genel o larak Y ahova’nm aile bireylerini teşkil ettik ­
leri için, b u n la r arasında da bazı anlaşm azlıklar olurm uş; yeryüzündeki karga­
şalıklar, bu yüzden m eydana gelirm iş. O n la r, göksel b ir saray âlem ine m ensup
o ld u k ların d an , Y ahova da b u n lara danışm adan hiç b ir şey yapm azm ış. B unun
içindir ki, T a n rı, insanı yaratm ak istediği zam an, o n ların k u tsal k itap ta görü­
len itirazların ı reddetm iş ve insanı dilediği gibi yaratm ıştır. Sayısız m eleklerin
varlığını kab u l eden Jü d a iz m d e , sinagoklarq g irerken, (M üslüm anlıkta m escit­
lere girerken tasarlanm ış olan) iki m elek eşlik ederm iş. B unlardan biri iyi, öteki
kötüym üş. Bir insan eve g irerken, eğer, ev, S abba akşam ına lâyık b ir düzen­
deyse, iyilik meleği h ay ır dua eder, aksi halde şer m eleği beddua ederm iş. Ö zet
o larak m elekler, insanları, dinsel ödevleri yapm aları için aydınlatan b ire r kutsal
ışındırlar. Şer m elekleri ise, T a n rı öfkesinin sim gesi old u k ların d an , ödevleri,
itaatsiz günahlıları cezalan d ırm ak tır (A. C ohen).
İslâm ların K errubiyun adını verdikleri m elekler, yorum culardan bazılarına
göre, C ebrail. A zrail, M ikâil ve İsrafil ad ın d ak i d ö rt m elektir. B azılarına göre
de, Ham ele-i A rş (A rş’ı taşıyan veya yüklenm iş olan) denilen m eleklerdir; ya
da azap m elekleri ve T a n rı’dan en çok k o rk an m eleklerdir. T e v ra t’ta, “A d e m ’i
kova ra k hayat ağacının yo lu n u k o ru m a k için, A d e n bahçesinin doğu yönüne
K errubîler ve her tarafa kıvılcım la r saçan bir ateş kılıcı k o y d u " (T ekvin, I I I ,
24) ayetinde ad ı geçen b u m eleklerin ayrı b ir m elek züm resi olduğu anlaşıl­
m ak tad ır. Ju les B ocher’in , ‘La Sym bolique M aço n ique’ (2. baskı, P aris, 1953)
adlı eserinde an lattığ ına göre, A sur u zm anları (assyriologues) b u n ların , yeryü­
zü cennetinin K e rru b ’leri o larak A su rlu ların saraylarıyla tap ın a k ların a yerleştir­
m iş o ld u k la n k an atlı b oğalarla özdeş o lduğunu sav u n u rlar. B unun gerçekliğini
ispat etm ek için, b u b ilginler, şu an d ırıştan faydalanm ışlardır: Evvelâ b u n lar
arasında b ir adaşlık v ard ır. Z ira A su rlu lar, saray k ap ıların a koy d u k ları bu k a­
natlı boğalara, K iru b i d erlerd i ki, Sam îler b u n lara K erubim dem ektedirler. Son­
ra b u n la rın görevleri de aynıd ır. Y eryüzü cen n etin in K errubîleri, cennetin k ap ı­
larını sav u n u rlar k i, A su rlu ların k an atlı b o ğ aların ın görevleri de b u d u r; yani,
bu koruyucu ö küzler, sadece b ire r süs değildirler. B unlar, doğaüstü v a rlık lar sa­
y ıld ık ların d an , hem şekil b ak ım ın d an doğadakilere benzem ezler, hem de k o ru ­
yuculuk ödevini g örürler. A su rlu lara göre, b u bo ğ alar, doğaüstü bir- z arf içinde
yaşayan cinlerd ir. A polojistler, yani din övgücüleri, T e v ra t’ın eskiliğini ileri sü­
rerek, bu sim genin, A su rlu lard an alınm adığını id d ia ederlerse de, H z. M usa’nın
A sur uygarlığından d ah a eski b ir dönem de yaşam ış olduğuna in an dıracak esaslı
b ir bilim sel belge y o k tu r. E rm o n ’un iddiasın a göre ise, K erubîlere, İn c il’de
İttifa k A rşı (l’A rch d ’A lliance) ile E ş’iya peygam berin görüm lerinde (vision) rast-
lanm aktadır. B unlardan birincisi, M ısır’d an alınm ış olup, K erubi ile hiç b ir
ilgisi yok g ibidir; İkincisiyse, tam am ıyle N inova b oğalarına b enzem ektedir (Er-
m one, ‘La Bible et l ’A ssyriologie’, 1903, s. 15). Bize göre, A pis de b ir ö k ü z-tan n
olduğu için, b u n u n K erubîlerle u z ak tan ya d a y ak ın d an b ir ilişkisi dü şü n ü leb i­
leceği gibi, H in d ’in k u tsal inek ve öküzleriyle de b u n la r arasın d a b ir ilişkinin
b u lunup b ulunm adığı araştırılab ilir; b elk i de eski Y u n an filozofu E m pedokles’in
insan yüzlü öküzleri de bu simgesel m elek tasarım larıyla ilgilidir. T e v ra t’ın
bildirdiğine göre, Süleym an M ab ed i’nin d u v a rla rı, K erubîler denilen m elekle­
rin resim leriyle süslenm iştir ve b u n ların k a n a tla rın ın uzunluğu h a k k ın d a da
bazı bilgiler b u kutsal k itap ta yer alm ıştır (İk in ci T a rih le r, I I I , 10-13). Bu öl­
çüler, İslâm geleneklerine de girm iştir. K anatlı m eleklerin altın d an heykelleri
yapılarak bu tapm ağın kutsal yerlerine konulm uş olduğu da anlaşılm aktadır
(T esniye, X X X V II, 7, 9).
E rm o n e’a göre, A su rlu ların K erubîleri, insan başlı ve kıvırcık sakallıdır.
T ü rlü dönüşm elere uğ ray arak , H ıristiyan İk o n o g raflarını (iconographes) hiç
b ir çekim i olm ayan K erubîleri o lm u ştu r ve nihayet X V III. yüzyılda tiyatro b u ­
lutları arasın d a uçan şişkin yanaklı m elekler biçim ine girm işlerdir.
Ju le s B oucher, Ş ahta D enys l ’A rcopagite’in, K erubîleri şöyle sınıflandır­
mış olduğunu an latm aktad ır:
a) Ö ğütçüler: B unlara, d an ışm an lar d a denilir. 1. S erafinler (serap h in es):
Bu sözcük, yakm ak anlam ına gelen sörephim sözcüğünden gelir ki, İslâm da, kı­
yam eti ko p aracak o lan b o ruyu ü fürm ekle görevli olan İsrafil ve b u n a bağlı olan
m eleklere de İsrafiliyun denilir. İsrail in an çların a göre, b u m elekler, kırm ızıdır,
ateş ren k lid ir ve altı k an atlıd ır; h e r b iri, alevler saçan b ire r kılıç taşırlar. 2. Ke-
ru biler: B unlar, yard ım cılard ır. Bedensiz b ir baş ve bu başın çevresinde genel
80 Hz. MUHAMMED’İN FELSEFESİ
t

olarak m avi renkte altı k a n a t b u lu n u r. 3. T a ç la r (les trönes): B unlar, alevli te­


kerlekler biçim inde hayal ed ilirler.
b) Y ö n eticiler (les g o u v em eu res): 1. H ü km edenler: B unların b ire r bas­
tonu v a rd ır: B irer taç ya da k ü re taşırlar. 2. E rdem ler: B u n lan n birer çubuğu
v a rd ır ve m ucize yapm akla görevlidirler. 3. G üçlüler: B unlar, cinlerle savaşır­
lar; ellerinde b ire r ç u b u k la değnekleri v ard ır.
c) Bakanlar: B unların b ir k ısm ı, savaşçı kostüm ü giyinm iş, ellerinde m ız­
rak ya d a b alta taşıd ık ları ta sarlan an asilleridir (les principotes). İkinci kısm ı
ise yine ask er kılığında o k ve k alk an taşıyan A rş m elekleridir (A rchanges). Bun­
ların üçüncü b ir kısm ı d a, h a b e rc ile r’d ir ki, b u n lar, görevlerinin sim gesi ola­
rak k a n atla ra ve aylinlere (hale) sah ip tirler (Jules B oucher, ‘La Sym bolique
M açonique’, 2. bask ı, P aris, 1953, s. 59-60).
T e v ra t’ta ve İn c il’de m eleklerden söz eden tü rlü ayetler v ard ır ve b u n lar,
T anrısal b u y ru k lara göre pek önem li işlerle uğ raştırılm ışlardır. Ö rneğin, İsrail­
lilerin yapm ış o ld u k ları b ir savaşta, "O gece R a b bin m eleği çıkıp A su r ordu­
sundan y ü z seksen beş bin eri ö ld ü rd ü ” (D ö rd ü n cü H ü k ü m d arlar, X IX , 33 ve
E ş’iya, X X X V III, 36) d en ilm ek ted ir ki, İslâm k ay n aklarında Bedir savaşını
kazandırm ış o lan ların da m elekler olduğu b ild irilir. T e v ra t’a göre, H z. M usa,
T a n rı ile dolaysız o larak k o n u şu r ve o n d an alm ış olduğu buyrukları kavm ine
bild irir; fak at b u b u y ru k ları uygularken, o n u n önü n de daim a, " T a n rı’nın m eleği
b u lu n u rd u ” (T esniye, X X X II, 34; X X X III, 2). Başka b ir kutsal m etne göre
de, H z. M usa, Y ahova ile k o n u şm ak için cem aatin çadırına girdiği zam an, ken­
disine em irler veren T an rısal sesi, “ İ k i K erııbinin arasında, yani şehadet tabutu
ü stü n d ek i kefa ret yerinin ü zerinde işitir ve Y a h o va ile k o n u şu rd u ” (Sayılar, 89).
Y ine ayîıı b ölüm de, " R a b b in m eleği elinde kılıçla suçluları k o v u ştu ru r” (X X II)
denilm ektedir. R ab b in m eleği elinde b ir değnek (asa) de taşıyarak, “C ed’une
görünür, ona a k ıl v e cesaret verir; o va kit R a b b in ruhu da C ed’un üzerine gelir”
(H âkim ler, V I). Bu m eleğin çok heybetli olduğu, g örünüp ödevlerini tam am ladık­
tan sonra M abedin alevleriyle göklere yükseldiği de an laşılm ak tad ır (X III).
M eleklerin, d ah a çok erm işlerin rüy aların a girdiği kabul edilm ektedir. N i­
tekim , T e v ra t’ın b aşk a b ir bölüm ünde, ‘‘Y a k u p , rüyasında bir ucu göklere ka ­
dar uzanm ış olan bir m erdivenden, Tanrı m eleklerinin inip çıktığını görm üş ve
Tanrı, oradan ken d isin e vaat edilm iş olan yeri (Arz-ı M ev’ut) bağışlayacağını
b ild irm iştir” (T ekvin, X X V III, 12-13). A ynı b ölüm de, " Y a k u b , yoluna gider­
ke n T a n rı’nın m elekleri onunla görü ştü ” (X X X , 1) denilm ektedir. İliva peygam ­
ber de kendi canını k u rta rm a k için çöllere d ü şü p kaçtığı v ak it, uyku su n d a R ab­
bin m eleği, o nu iki kez ziyaret ederek k endisine k ü l pidesiyle su ikram etm iştir
(Ü çüncü H ü k ü m d arlar, X IX , 4-8). Bir b aşka m etinden de anladığım ıza göre,
Y em le’nin oğlu M iha adlı b ir peygam ber, T a n rı’yı, tah tı üzerinde oturm uş ve
sem a o rd u ların ın hepsini o n u n sağ ve solunda sıralanm ış b ir halde görm üş ve
Y ahova ile görüşm ü ştü r (D ördüncü H ü k ü m d arlar).
H z. M uh am m ed ’e yirm i üç yıl, T an rısal vahyi bildirm ekle görevlendirilm iş
olan büyük m eleklerden C eb rail’in İsrail peygam berlerine de görünm üş o ld u ­
ğu anlaşılm ak tad ır. Bu m elek, zam an zam an D aniyal peygam berin rüyasına gi­
rer, kendisiyle kon u şu r. M etinde b u olay şöyle an latılır: "B en daha dua etm ek-
tey kert, evvelce rüyada gördüğüm adam , yani Cebrail, akşam kurbanı vaktine
doğru hızla uçarak bana d o k u n d u ve ben im le s ö y le ş ti..." (D aniyal, IX , 21, 22).
Bu m eleğin d ah a çok seçkin in san ların rü y aların d a göründüğü anlaşılm aktadır:
"R a b b in meleği, M eryem ’in kocası Y u s u f’a rüyasında görünerek, M eryem ’in K u t­
sal R u h ’tan (R uh-ül-K udüs) gebe kalacağını ve onu karılığa ka b u l etm esini bil­
d irir" (M eta, I, 20). N itekim başk a b ir ayette de, " R a b b in . m eleği, Y u s u f’a rü­
yasında görünür; M eryem ’le İs a ’yı, nerelere götürm esi gerektiğini b ild irir" (M e­
ta , I I , 12, 19, 23).
B ütün b u n lar, belki de m istik hayal gücünün u y d u rm alarıd ır, belki de in­
sanların beklenm edik b aşarılar, iyi ve k ö tü olaylar k arşısındaki şaşkınlıklarının
yaratm ış olduğu yanılsam alar ve san rıların (hallusinations) ürü n lerid ir. İn c il’de,
Y u h an n a’n ın V ahyi adlı bölü m ü , b u k o n u d a d ik k ate değen fan tastik b ir eserdir
ki, b ü tü n m istik in an çların icatların ı tü rlü benzetm eler ve sim gelerle ifade eder
ve b u n ları b ir araya g etirir. Bu bölüm de, T a n rı, m elekler, şeytanlar ve gelecek
h ak k ın d a k âh in lik ler gibi saçm a in an çların çoğu, kendisine vahyedilm iş gerçek­
ler o larak a n latılm ıştır (Y u h a n n a ’nm V ahyi, I, 8).
V erm iş olduğum uz b u kısa bilgilerden bile, m elek denilen ve peygam ber­
ler dönem inden sonra a rtık kim seye görünm eyen sözde varlık ların , hem en b ü tü n
d inlerde, b irb irin e benzeyen ya da b irb irin i an d ıran simgesel tasarım lard an iba­
ret o ld ukları anlaşılm ak tad ır. B unlar, tü rlü sosyal ilişkilerin ve psikolojik b u ­
nalım ların, bilinçli ya da bilinçsiz o larak gerçekleşm esi istenilen olağanüstü
yardım ların, tutk u y la beklenm esinden doğm uş b ire r yaptırım kuvvetidir; insel
üm itlerin, âcizlik ve sefaletlerin ü rü n ü o lan yardım isteklerinin ü stü n kuvvetler
ve y ard ım lar şeklinde som utlaştırılm ış ü lk ü lerin d en başka b ir şey değildirler.
B unlar, tü rlü k ü ltü rel ilişkilerin sonucu o larak , u lu sların ru h u n d a m istik b ir ede­
biyatın geleneksel m asalları şeklinde yerleşm iş ve tü rlü dinlerin yorum cu ve
T anrıbilim cileri ta rafın d an beslenm işlerdir.

B
G enel o larak m istikler, evrende görünen ve görülen fani y aratık lard an baş­
ka b ir de herkese ve h e r zam an kendilerin i gösterm eyen ve canlılara oranla
ebedî olup dünya ile de ilgileri b u lu n an b irtak ım m ü barek y aratık ların var
olduğuna in an ırlar. İlkel ve ço k tan rılı d in lerd en başlayarak hem en b ü tü n ki­
taplı d in lerin de k ab u l etm iş o ld u k ları bu görünm ez v arlık lar, heykel ve resim
^ibi plastik san atlard a olduğu k a d a r d a edebî san atlard a pek önem li b ir konu
olarak betim len irler. İb ra n île r, m eleklere m alakim derler. Bunu T e v ra t’tan çok,
Y ahudilerin Babil köleliği zam anında A surîlerden getirdikleri kabul edilir. H ı­
ristiyanlık ta da m elek inancı v a rd ır. H z. İsa, tu tu k landığı zam an, h avarilerinden
birisine: “Ben babam a şim d i rica edem ez m iyim sanırsın? O da bana, on ik i
alaydan çok m elekler y e tiştirird i...” (M eta İncili, X X V I, 52) dem işti. Y unanlılar
da m eleklerin vazifelerini D aim o n ’ların yaptığına in an ırlard ı. B rehm enler de
beş b in yıl evvel yazılm ış o lduğunu sav u n d u k ları Şasta adlı kutsal k an u n k ita­
bında, m eleklere d air geniş bilgi v erirler. Eski Y u n an ’da H esiodus, m eleklerden
çok bahsetm iştir.
Bu kutsal v arlık lar, m elek, cin, şeytan veya iblis olm ak üzere üç zü m redir­
ler. B unların son ikisi, T an rı em irlerine m u tlak surette itaa t etm ediklerinden,
m eleklere o ran la d ah a özgür ve asi v arlık lard ır. M elekler ise, T a n rı’nm ken­
dilerine verm iş olduğu görevleri ifa ederler. H u ri ve gılm an gibi bazı varlıkların
ise, dünya ile ve d irilerle ilgileri y o k tu r. B unların görevleri, sadece cennette ve
cennetlik o lan lara hizm et etm ekten ib arettir. M istik hayal gücünün yaratm ış
olduğu b u v a rlık la r h ak k ın d ak i in an çlar, din telk in lerinin etkisi altında b ir ge­
lenek halin i alm ış ve hele m eleklere inanm ak M üslüm anlığın ana koşulları ara­
sına girm iştir (N isa, 136). Biz b u ra d a , evvelâ H z. M uham m ed’in bildirdiği me­
lekleri açıklayacak, sonraki b ölüm lerde diğerlerinden bahsedeceğiz.
H em en tüm dinlere ve özellikle Sam î k avim lerin inançlarına, b u k ad ar
kö klü o larak yerleşm iş olan m elekleri H z. M uh am m ed’in önem sem em esi asla
beklenilem ez. K u r’an ve h ad islerd e sık sık rastlan an m elek ve m elekler sözcü­
ğünün kapsadığı v arlık lar, d ah a çok yaşadığım ız âlem in kutsal ve ru h an î b ir
örneği olan göksel, ya da T an rısal âlem de b u lu n u rlar. O âlem , âdeta herhangi
b ir ülkede saltan at ku rm u ş, dilediği gibi h arek et etm esine hiç b ir kuvvetin en­
gel olam ayacağı, k u tlu ve m u tlu b ir h ü k ü m d arın saray âlem ine benzetilebilir.
Bu sarayda d a, dünya saray ların d a olduğu gibi, h ü k ü m d arlarla b a k a n lar, m abe­
yinciler, ko m u tan lar, o rd u la r, m em u rlar ve özel b ir protokol v ardır. T a n rı, mo-
n ark ların m onarkı o larak h er şeyi bilen ve b u sıfatına rağm en, h er züm resine
ayrı görevler yüklem iş olduğu m elekler aracılığıyla evreni kontrol altında bu­
lu n d u ran güçlü ve ulu b ir yüceliktir. D ilediklerini yaptırm ak için yaratm ış ol­
duğu m eleklerin özel tü rleri olduğu gibi, k endilerine özgü ayrı b ir hiyerarşileri
de v ardır. B unlar, yem ez, içm ez ve m ütekellim inin sav u n duklarına göre, lâtif
ve n u rd a n yaratılm ışlard ır. O n ları, ancak peygam berlerle bazı erm işler görebil­
d ik lerinden , uzayda b ir yer tu ta rla r. Bu itib arla o n lar, som ut ve yetkindirler. M e­
lekleri, herhangi b ir k uvvetin soyut ve simgesel b ir örneği ya da ifadesi saym ak
d a im ana ay k ırıd ır. B ununla b irlik te b u n ları, İslâm filozofları, insan ru h u gibi,
fak at ondan d ah a yetkin ve bilgin b ir töz (cevher) sayarlar.
B unlardan bazıları, gökten yere gönderilir ve T a n rı’nın yerde olup bitm e­
sini ta k d ir ettiği işlerin nasıl cereyan ettiğini d enetlerler. B unlar, tanıklık ya­
p a r, defter de tu ta rla r. D iğer bazıları da, sadece T a n rı’nın kutsal bilgisine dal­
mış, O ’na saygı gösterm ek ve O ’n u k u tlam ak la uğraşırlar. M eleklerin kanatlı
o ldukları b ild irilir (F âtır, 1). D aha çok önce, H ıristiyan sanat eserlerinde b u n ­
lar, k anatlı güzel k a d ın la r şeklinde betim lenm işti; S aint A ugustin ve P apa Gre-
gorie II, b u n lara pek önem v erirler. K u r’an , m eleklerin dişi o lm adıkları üzerin­
de şiddetle ısrar eder: "R a b b in izin sizi oğullarla seçkin kıldığı halde, kendisi
m eleklerden dişiler edindi, öyle m i? " (İsra, 40); " Ş im d i seninkilere sor; Rab-
bine kızlar, onlara oğullar m ı? "; "Y o k sa , b iz, m elekleri dişi yaratm ışız da on­
lar ta n ık m ı o ld u la r? ” (Saffat, 149-150); " A h re te im an etm eyenler, m eleklere
d işi adı veriyorlar”; "F akat bu, onlara dair bir bilgileri olduğundan değildir;
zanna uyuyorlar, zan ise doğrudan h iç bir şeyin yerini tu tm a z” (N ecm , 27-28).
M eleklerin erkek o ld u k ları h a k k ın d a da açık b ir b ild iri m evcut olm adığı için,
İslâm geleneklerine göre o n lar, ne erk ek , ne de dişidirler; cinsel duygu ve ihti­
yaçlardan da y o k su n d u rlar ve o n la r da T a n rı’nın kullarıd ır: " H iç bir zam an
M esih de ve ya kın ım olan m elekler de (m elâik-i m u k arrab in ) T a n rı’nın bir k u lu
olm aktan ç e kin m ezler” (N isa, 172).
Ö teden beri güzel kızlarla, erdem li ve yum uşak huylu in sanlar için «m elek
gibi» deyim i ku llan ılır. B undan da an laşılır ki, m elekler yalnız itaatli ve er­
dem li değil, aynı zam anda güzeldirler. B unun için o lacak tır ki, M ısır sarayları­
na girm iş olan H z. Y u su f’u, k a d ın la r görünce: “Bu bir insan değil, kerem sa­
h ib i bir m e le k tir!" (Y usuf, 31) dem işlerdir.
Y erle gök arasında hem en hiç b ir yer y o k tu r ki, o rad a m elekler b u lu n ­
m asın. Bir hadiste bu gerçek şöyle ifade ed ilm iştir: “Sem ada bir ayak yer y o k ­
tu r ki, orada secde eden, ya da rü k û eden bir m e le k bu lu n m a sın ”. B unların ses­
leri de v ard ır. Başka b ir hadiste anlatıldığına göre, gökyüzünde horoza benze­
yen m elekler varm ış, b u n ların sesleri h orozunkine benzerm iş ve ötm ek suretiyle
sabahı bild irirlerm iş; h o ro zlar da b u m elekleri görerek öterlerm iş; eşekler de
şeytanın sesini işitince am ırlarm ış! G ökleri d o ld u ran m eleklere gök halkı deni­
lir. B unlar gökten yere ru h la b erab er, “R ablerinin izniyle K adir gecesi inerler"
(K adir, 4) ve Y üce T an rı m elekleri, “Bir h ik m e t (bilgelik) için in d irir” (H icr, 9).
(Bazı tefsirciler, sem anın yüksek dereceler, tinsel ve ruhsal m ertebeler dem ek
olduğunu söylerler; ru h sözcüğünü de, bazen C ibril, bazen de m eleklerin k o ru ­
yucusu gibi an lam lard a k ab u l ederler).
M elekler de, b ütiin diğer v a rlık la r gibi kibirlenm eden T a n rı’ya secde ed er­
ler, R ablerinden k o rk a rla r ve ken d ilerin e ne em redilirse onu yap arlar (N ahl,
49-50); h atta , “T a n rı’m n yanında olan yakınlaşm ış m elekler, ona tapm akta k i­
birlenm ez ve yoru lm a zla r” (E nbiya, 19-20). Z aten onların en esaslı vazifeleri,
gece gündüz T a n rı’ya saygı gösterm ek ve T a n rı’yı övm ektir (E nbiya, 20; Ş ura, 4;
N ahl, 49; S affat, 164-166). M elekler, T a n rı’nın em riyle H z. Â dem ’e de secde
etm işlerdir: “M eleklere, Â d e m için secde edin d e m iş tik ” (T aha, 116; Â raf, 11);
“R a b b im , m eleklere ben insanı topraktan yaradanım dediği v a k it...”; “M elekle­
rin hepsi, ona (yani, Â d em ’e) secde e ttile r” (Sad, 71-74); “İnsana secde em ri
verilince, b ü tü n m elekler secde e ttile r” (İsra, 61; K ehf, 49). İncil, in sanların
m eleklere değil, yalnız T a n rı’ya secde etm elerini em reder. K u r’an da, m eleklerin
T a n rı’ya secde ettik lerin i blidirm ek suretiyle, insan ların T a n rı’dan başkasına iba­
det etm elerini m enetm iştir. Z ira , İslâm d in in in yayılm a dönem lerinde, m elek­
lere ibadet eden m ezhepler v ard ır. K u r’an ise, m elekleri insana secde e ttirir ki,
bu, insanı h e r şeyden üstü n gören ve yücelten b ir hüm anizm i ifade eder.
M elek veya m elekler sözcüğü, K u r’anın 57 ayetinde kullanılm ıştır. B unları
İb n Sina, M elâike adlı k itapçığında sın ıflar ve içlerinde H z. Â dem ’e secde et­
m ekle görevlendirilm iş olan m eleklerin de b u lu n d u ğ u n u , b u n lara el Âliyn denil­
diğini kaydeder. O n a göre b ir de görevleri, yalnız T a n rı’nm cem al ve celâlini
düşünm eye d alm ak tan ib aret olan M üheyyem un denilen m elekler varm ış ki, b u n ­
lar da H z.  dem ’e secde etm ezlerm iş. El  lin denilen sem a m elekleri de, bu va­
zifeden affedilm işlerd ir. T a n rı’nm , H z. Â d em ’e secde etm elerini em rettiği asıl
arz m elekleriym iş. M am onides de, Y ahudi geleneklerine u y arak m elekleri on
sınıfa ayırm ıştır.
T a n rı, in san lard an olduğu k a d a r da m eleklerden elçiler seçm iştir (H ac, 75).
N itekim H z. İb ra h im ’e gönderilm iş m eleklerle H z. L u t’a gönderilm iş olanlar
bu zü m red en d irler (H u d , 70-71). B unlar, İb rah im peygam bere evvelâ, H z. Is-
h a k ’ı, daha sonra da H z. Y a k u b ’u m üjdelem işlerdir. H z. L u t’a gönderilm iş olan
m elekler, kendilerini, « T a n rı’n ın elçisiyiz» diye tan ıtırlar; ve ona kavm inden
uzaklaşm ası için gereken talim atı v erirler (H u d , 81; A nkebut, 32-33). Aynı me­
lekler H z. İb ra h im ’e, "K o rkm a , sana peygam berlik bilim ini bilen bir ço cu k m ü j­
deliyo ru z” (H icr, 53; Z ariy at, 30-36) dem işler. H z. Z ekeriya, m ih rap ta nam az
kılarken, kendisine seslenen ve ih tard a b u lu n an m elekler de vardı; b u n la r, M er­
yem ’in oğlu İs a ’yı m üjdelem eye T an rı ta rafın d an m em ur edilm işlerdi (Âli İm-
ran , 37, 40 , 43).
G enel o la ra k A zrail, insan ru h ların ı alm a işiyle görevli b ir m elektir. M üs­
lüm anlıkta gerçekten A zrail diye b ir m eleğin adı y o ktur ve bü meleğe a it olan
efsaneler, Y ah u d ilik ten in tik al etm iştir. Bazı tefsircilerle din adam ları, b u n u ,
belki de b ilerek veya bilm eyerek din ve ah lâk eğitim ine hizm et eder üm idiyle
kabullenm iş o lsalar gerektir. K u r’and a: "Ü zerin ize m em u r edilen ölüm m eleği
canınızı alır, sonra R a b b in ize d ö n d ü rü lü rsü n ü z” (Secde, 11) denilm ekteyse de,
bu işle görevlendirilm iş o lan m eleğin b ir değil, b irçok olduğu anlaşılm aktadır:
"M elekler, k e n d i n efislerine zulm ed en lerin canlarım aldıkları zam an onlara, ne
yapıyordun u z, d iye sordular” (N isa, 95 ). N ahl suresinin 28 ve 3 2 ’nci ayetle­
rinde de can alan m eleklerin b ir tane olm adığı b ildirilm ektedir. M uham m ed
suresinin 2 7 ’nci ve E nfal suresinin 5 1 ’inci ayetlerinde de ölüm m eleklerinin çok
o lduğunu anlıyoruz. C an alan m elekler iki çeşittir: Bir kısm ı, azap m elekleri’d ir
ki, b u n la r, k âfirlerin can ların ı şiddetle ve işkenceyle ç ık arırlar, b ir kısm ı d a,
rahm et m elek leri’d ir ki, b u n la r d a, im an lıların can larını tatlılıkla, zahm et ver­
m eden alırlar N aziat, 102). K endilerine S abihat adı verilen b ir üçüncü m elek
züm resi dah a v a rd ır ki, b u n lar, can alırlark en T a n rı’nın em riyle u fu k lard an ge­
lerek nefislere b ir dalgıç gibi so k u lu rlar. K endilerine vahiy indirilm ediği halde,
indi diye yalan söyleyen, “ T a n rı’n ın indirdiği k itap gibi ben de k itap indirdim »
diyen zalim ler can çekişirlerken, "M elekler onlara ellerini uzatarak ce~ deri­
n izden ruhlarınızı ç ık a r ın ız ...” (E n ’am , 93) diyecekler. Bir başk a ayette de, "B i­
rinize ölüm geldiği va kit, onu, gönderdiğim iz m elekler alırlar v e vazifelerinde
ku su r etm e zle r” (E n ’am , 61) d enilm ektedir.
D inlerin en kuvvetli yaptırım ı ö lü m ’d ü r. M istik hayal gücünün, b u doğal
olayı, o ldu ğ u n d an d ah a k o rk u n ç ve esrarlı b ir hale getirdiği ve insanı yetkin­
leştirebilm ek için, bu olayı tra jik ren k lerle boyadığı görülür. O ysaki, ölüm
h ak k ın d ak i düşünce ve duygular, değer yargılarını asla aşam azlar. Y ani ölüm ,
kendiliğinden ne b ir felâket, ne de k o rk u n ç b ir olaydır. O n u böyle telakki eden,
insanın yaşam aya verm iş olduğu önem ve yok olm am aya verm iş olduğu değerdir.
Birçok ilkel ve ilkçağ to p lu lu k ları, yine dinsel inan çlarla ölüm ü, b ir m u tluluk
saydıkları g ib i1, b ü yük ü lk ü ler u ğ ru n d a ölüm ün h er çeşidini göze alm ış olan

(D örn eğin, eski Yunan lahitlerinde (sacrophage) görülen neşeli dan­


sözler, Etrüsklerin mezar taşları üzerindeki ziyafet resimleri, ölümü bir
felâket saym adıklarına delâlet eder. Bazı yerlerde hâlâ mezarlıklarda piknikler
düzenlendiğine bakılırsa, onların da ölümü bir bayram saydıkları anlaşılır.
Genel olarak m istikler, ölümü, yüce sevgiliye kavuşm anın tek çaresi sayarlar.
Nitekim, Jüdaizmde ve hele Yahudi m istiklerinde ölmek, bir Tanrısal öpücüğe
insanlar ve nihayet kendi isteğiyle in tih ar edenler h e r zam an görülür. N itekim ,
H z. M evlâna, "B enim en b ü y ü k gerçek ö lü m ü m , hayatim dir; ö lm ek gerçekten
yaşam aktır" diyerek, hayatı ölüm de aram ıştır; yani, organik ihtiyaç ve zorun­
lu lu k lar d ışında aram ıştır. Esasen m elekler, anim izm in (canlıcılık) kişileştirdiği
tasarım lard ır. İn san ın b u ilkel anlayışı (zihniyet), b ü tü n doğa olaylarını b ir ayrı
ru h veya m eleğin yönettiğini k ab u l eder. İlk çağ larda doğa olaylarının h er çe­
şidini b ir başka T a n rı’nın yönettiğine inanıldığı gibi, kitaplı dinlerde de, her
olay züm resine b ir ayrı m elek züm resinin görevlendirilm iş olduğu k ab u l edilir.
Ö lüm meleği tasarım ı da, bu anlayışın d ışın d a değildir. Bu itib a rla , m eleklerin
d ah a birçok vazifeleri v ard ır: T a n rı, m elekleri, im an edenlere yardım etm eleri
için savaş m eydanlarına da gönderir. Bedir savaşındaki um ulm adık zafer dola­
yısıyla şu ayet in m iştir: " İn d irilm e k te olan üç bin m elekle R a b b in izin size yar­
dım etm esi yetişm ez m i? E vet, siz takvada olursanız, onlar da şu dakikada üze­
rinize geliverirlerse, R a b b in iz size, beş bin işaretli m elekle yardım ed e ce ktir"
(Â li İm ran , 121-122). (İşaretliden m aksat, özel alâm etleri olan dem ektir); «H a­
ni R a b b in izd en yardım istem iştiniz d e R a b b in iz size, art ardına bin m elekle yar-
d ım c ın ızım d iye yetişm iştir" (E nfal, 9 ). T a n rı, d üşm anın m addesel ve tinsel ku v ­
vetlerini zayıflatm aları için, m eleklerine şu em irleri verm iştir: “R abbin, m e le k ­
lere, sizinle beraberim ; im an edenlere sebat verin; kâfirlerin yüreklerine k o rk u
salacağım; darbeleri, onların boyunlarına ve b ü tü n parm aklarına indiriniz, diye
vah yetm iştir" (E nfal, 12).
M istik hayal g ü cünün yaratm ış olduğu ve belki de, savaşanların tinsel ku v ­
vetlerini artırm a k için yapılm ış b ir telk in in m anyetik etkisine kapılan ların ya­
nılm aları dolayısıyla b u m eleklerin k ır a tla ra binm iş, sarı, siyah ve beyaz sarıklı
o larak Bedir savaşına katılm ış o ld u k ların d a b irço k tefsirciler ittifak etm işlerdir.
Z ira , K u r’an d a bildirilm iş olan h e r olaya m u tlak b ir gerçek o larak inanm ak,
M üslüm anlığın zo ru n lu b ir k o şu lu d u r. Bu m elekler, başka savaşlara da, M üslü-
m an lara yardım etm eleri için gönderilm işlerse de, b u n lar, savaşa katılm am ış,
sadece İslâm o rd u su n u k alab alık gösterm eye hizm et etm işlerm iş. Birinci C ihan
Savaşında, B atılılar, b ü tü n dünya M ü slü m an larm d an da teşkil etm iş oldukları
o rd u larla b erab er, yine M üslüm an olan bizlerle savaşm ak için Ç an ak k ale’ye sal­
d ırd ık ları zam an, b ü yük u lusum uzun hakkıyla kazanm ış olduğu zaferi, yeşil sa­
rıklı m eleklerin o rdum uza k a tıla ra k bize b u sonucu sağlam ış o ld uklarını iddia
edenler olm uş; fak at niçin öteki cephelerde b u yardım ın yapılm am ış olduğunu
anlam ak ak ılların a bile gelm em işti. B unlar, b ir u lu su n gerçek yurtseverlik ve ce­
saretleriyle fed ak ârlık ların ın eseri olan büy ü k b aşarıları küçüm seyen ve hor gö­
ren zavallıların in an çlarıd ır ki, hiç b iri d ü ştü k leri çelişkinin fa rk ın d a bile olm a­
yacak k a d a r safdild irler. Böyle k o n u la n gerçekçi ve pozitif b ir zekâ ile incelediği

nail olmaktır. Hz. Musa ölürken. Tanrı tarafından öpülmüş, sonra onunla bir­
leşm iştir; patriklerin de Tanrısal bir buseyle öldüklerine inanılır (Henri Sörouya,
La Kabbal, 2. baskı, 1957, s. 101). Hz. M evlâna da. “Ruhlar, sana secde ederek
huzurunda öldükten sonra d irileştik (zinde) diyorlar” demekle aynı gerçeği be­
lirtm iş olur. İlkel insanlar, ölümü asla doğal bir olay sanmam ışlar, bunu cinle­
rin, ruhların, büyücülerin eseri zannetm işlerdir. Nüfuzlu insanlar, Tanrılaştırıl­
dıktan ve onlara ehramlar gibi anıtlar yapıldıktan sonra ölüme verilen anlam
değişmiş, bu olayda birtakım aşkın (m üteal) amaçlar olduğuna inanılm ıştır.
için dinsiz ve T an rısız sayılm ış olan İb n R avendi, daha çok önce, H z. M uham ­
m ed ’in savaşlarında m eleklerin yardım etm iş olm aları problem iyle, savaşların ni­
teliği nesnel b ak ım d an açıklayarak alay etm işti.
Bir kısım m elekler de sem anın etrafın d a b u lu n u rm u ş ve A rş’ı sekiz m elek
taşırm ış (H ak k a, 16-17). B unlar, A rş’ın çevresinde R ablerine h am deder ve onu
yüceltirlerm iş (M üm in, 7). D iğer b ir ayette de, "M elekler, A r ş ’ın etrafım ku şa tır”
(Z üm er, 73) denilm ektedir. Bir hadiste de, "B ir m escitte bir ka n d il b u lu n d u ­
ran kim se, o m escitte bu kan d ilin ışığı devam ettikçe, m elekler ve A r ş ’t y ü k ­
lenenler (H am ele-i A rş) o n u n için yarlıgam a d ilerler” denilerek hem bu Arş
m eleklerinden, hem de m escitleri onarm aya yardım edenlerin kazanacakları se­
vaptan bah sedilm iştir. A rş’ı taşıyan m elekler, b üyükm üşler; kıyam etten evvel
sayıları d ö rt olduğu halde, kıyam ette sayıları sekize çıkacakm ış. M eleklerin bir
kısm ı da, A rş’ın etrafın ı donatırlarm ış ki, b u n la ra kerrabiyun d enilir (k errab ,
İbranîce ö küz d em ek tir); b u n ların sayıları da çokm uş. Batı edebiyatında b u n ­
lardan, tü rlü şekillerde bahsed ilir. Bu in an çların H z. M uham m ed’den çok önce
m evcut old u ğ u n u , b u bahsin A b en d in d e görm üştük.
İn san ların h arek et ve niyetlerini kaydeden ve ad ların a H afaza denilen bir
m elek züm resi d ah a v ard ır. B unların sağda b u lu n an ları iyilikleri (hasenat), sol­
da b u lu n an ları k ö tü lü k leri (seyyiat) yazarlarm ış. B unların b ir kısm ı, “Sağda, di­
ğeri solda oturm uş; h er n e söylerlerse yanlarında bir gözcü vardır” (K af, 18-19).
Kalem suresinin birinci ayeti de, m eleklerin y azdıkları şeylere yem inle başlar.
Bazı m elekler de cum a günü m escitlerin k ap ıla rın d a d u ra ra k ilk gelenden iti­
baren sırayla a rt a rd ın a gelenleri yazarlarm ış. “Ü zerinize hafazlar var, sayan
kâtipler var, ne yaparsanız bilirler” (İn fita r, 10-12). Bir hadiste de şöyle de­
niliyor: " İm a n ed en e y ü z a ltm ış m e le k görevlendirilm iştir. O nlar, bal kâsesin­
den sin ek kovalar gibi, im an ed enden şeytanları kovalarlar, in sa n göz açıp yıı-
nıım caya kadar k e n d in e bırakılsa, şeytanlar o nu kapıverirler”. T a n n ’ya yakın
olan m elekler de, iyilerin am el defterlerin e tan ık o lacak lard ır (M utaffifin, 18-21).
Z aten Y üce T a n rı, “Kulları üzerin e kahredicidir; ü zerinize gözcüler gönderir”
(E n ’am , 61) ve T a n rı’nm m elekleri, k âfirlerin hilelerini yazarlar (Y unus, 22).
T a n rı’nın h er insana m em ur ettiği m elekler, insanı, " Ö n ü n d en ve ardından izler
ve T a n rı’n m izn iyle onu ko ru rla r” (R a ’d, 12). E bu H ü rey re’nin nakletm iş ol­
duğu b ir had is, b u bildiriyi şöyle teyit eder: “B irtakım m elekler geceleyin, birta­
kım ları da g ü n d ü z, birbiri ardından size gelirler ve içinizde kalırlar. Bunlar, sa­
bahla ik in d i nam azlarında b u lu ştu kta n sonra, evvelce içinizde ka lm ış olanlar
sem aya yükselirler; R ableri hallerini p e k iyi bildiği halde, o m eleklere, kullarım ı
ne halde b ıraktınız, diye sorar; onlar da, onları nam az kılarken b ıraktık, bul­
duğ u m u zd a da nam az kılm aktaydılar, derler”. Bu gece ve gündüz m elekleri, Ebu
H ü reyre’ye göre, fecir nam azında b u lu şu rlarm ış; b u n lar, sırayla sabah ve ikindi
n am azlarında arza inip sonra sem aya yükselirlerm iş; yani, m elekler de insan­
larla nam az k ıla r ve T a n n ’ya insan lar h a k k ın d a tan ıklık ederlerm iş: “ ... Fecir
nam azı kıl, fecir nam azı m elekler tarafından gözlen ir” (İsra, 78). Bu ayet ve h a­
dislerden, sanki T a n rı, nam az k ıla n la r h a k k ın d a m eleklerin tanıklığına m uhtaç­
mış d a, kendisi ibadet eden lerin fark ın d a değilm iş gibi b ir anlam saklı gibidir;
anlaşılıyor ki, Y üce T a n rı, b ir yargıç gibi, tan ık ları olm aksızın, kulları hak k ın d a
hüküm verm eyi kutsal adalete uygun b u lm am ak tadır. M eleklerin sem aya yük­
selişi, bazı tefsircilere göre, yüce derecelere çıkm ak dem ektir; fak at, başka bir
ayette, m elekler, T a n rı’ya, " M iktarı elli bin yıl tutan bir günde uruc ederler”
(M aaric, 4) d enilm ektedir.
M eleklerin d ah a b irço k vazifeleri v a rd ır; b u n la rd an biri de v ah iy ’dir. T an rı,
“...K u lla rın d a n dilediğine m elekleri ruh (vahiy) ile indirir; onlara, benden baş­
k a Tanrı y o ktu r, benden k o rk u n u z diye, h a lkı sakındırm a enirini verir” (N ahl,
2). G enel o larak vahiy vazifesi C ib ril’in d ir. C ibril h ak k ın d a M üslüm anlıktan
önce de bazı efsaneler v ard ı. Peygam bere çoğu zam an b ir insan şeklinde gö­
ründüğü söylenen b u m elekten, K u r’an d a da b ahsedilir. H z. M u ham m ed’e gö­
rü nen C ib ril’den sonra, b ir süre vahyin arkası kesilince, Peygam ber yeise- tu ­
tulm uş ve k endisini b ir dağ tepesinden a ta ra k in tih a r etm ek istem işse de, b u nun
önüne İsrafil geçm iştir. Bu m eleğin kaynağı da Beni İsra il’dir. M istik hayal gü­
cü bu m eleği iri, ayakları yedi k a t yerin altın d a, başı A rş’ın sütu n ların a dayalı,
b ir çeşit eski Y unan kary atitleri gibi tasav v u r eder. F akat, onun D oğu’yu ve
B atı’yı kaplayan iki k a n ad ın d an b aşk a, v ü cu d u n u T a n rı’nın öfkesinden k o ru ­
yan diğer ik k anadıyla b ed eninde b irço k ağızlar ve kıllar vard ır. B unun vazi­
fesi, Levh-i M ah fu z’d ak i (Saklanm ış Levha) em irleri okuyarak uygulam ası için,
bu işle görevli o lan T an rı yakını b ir m eleğe b ild irm ek tir. Sözde, C ib ril’den
üç yıl önce H z. M uh am m ed ’e bu m elek ark ad aşlık etm iştir. O n u n diğer bir
vazifesi de, ölüleri d iriltm ek için kıyam ette su r denilen boruyu üflem ektir. Z a­
ten genel o larak m elekler, T a n rı’n ın öğretm ek istediği bilgileri peygam berlere
n ak lederler (Ş ura, 193-195). M ikâil denilen asık suratlı b ir m elek d ah a v a rd ır
ki, H z. M uham m ed, C ib ril’le b u n u , ken d isin in iki veziri sayar. O , aynı za­
m anda kutsal ru h tu r (N ahl, 102). H ıristiy an lık ta ise, H z. İsa ’da şahıslanm ış
olan T an rı gücüdür.
M eleklerden b ir k ısm ının da ah rettek i vazifesi, m üşrikleri b ir araya geti­
rerek onları cehennem e g ö tü rm ek tir (Y asin, 22-24). İsrafil, su runu ü fü rü p halk
m ezarından k alk tık tan sonra, " . . . R ablerin e doğru koşacaklar, b izi k im uyan­
dırdı, diyecekler; m elekler de, işte bu, T a n rı’nın vaat ettiği ve peygam berin bil­
dirdiği kıya m ettir d iyecekler” (Y usuf, 51-52). M ahşerde T a n rı, dirilen in sanlar
için, m eleklere, " S ize ibadet edenler bunlar m ıd ır? ” diye soracak, m elekler de
T a n rı’ya gereken saygı ve k u tlam a sözlerini söyledikten sonra, "O nlarla işim iz
yok, onlar cinlere tapıyorlardı” (Sebe, 40-41) diyeceklerm iş. B unun üzerine T an ­
rı, sürücü ve tan ık m eleklere, k âfirleri cehennem e gönderm elerini em redecek-
tir (K af, 21-23). C ehennem in işlerine de o n d o k u z m elek b ak m ak ta d ır. B unlar,
S akar da denilen cehennem in b ek çilerid ir (M üddessir, 28-31). F akat aynı za­
m anda m elekler, T a n rı’ya in an ıp doğru yoldan ayrılm ayanlara da cenneti m üj­
deler ve cennet nim etlerini a n la tırla r (Secde, 30-32).
A yrıca, T a n rı’nın em irlerini uygulayıp yönetm e işiyle görevli olan m elekler
de v ard ır; b u n la ra , M üdebbirat-i em ir denilir. C ibril, İsrafil ve M ikâil em ir
m elekleridir. G örü lü y o r ki, m elekler ve o n lara verilen vazifeler, âdeta bu d ü n ­
yadaki layik k u ra m la rın , ö teki dünyaya nakledilm iş m istik b ir tak lid in d en ib a­
rettirler ve tü rlü k avim lerin m itolojisinde bu çeşit m asallar eksik değildir. D ü n ­
yadaki cezaevlerinde çalışan g ard iy an lar gibi, cehennem de de ateş işleriyle uğ­
raşan sert ve k atı yürekli m elekler v a rd ır (T ah rim , 6). Z ebani denilen cehennem
gardiyanları da m elektirler ve b u n la r işkence yapm aya, yani cezalan uygulam aya
m em urdurlar. N aziat su resinin 1-5’inci ayetleri, k âfirlerin canlarını şiddetle, im an
edenlerinkin i tatlılık la alan , hav ad a yüzen ve ken d ilerine em redilm iş olan işleri
ve evreni yöneten tü rlü m eleklere an t içm ekle b aşlar. M elekler, yıldırım ın hey­
betinden T a n rı’ya h am d ed er ve O ’n u k u tla rla r ve T an rı, yıldırım ları, kendisiyle
savaşanlard an dilediklerine isabet e ttirir (R aid, 14).
M elekler, T a n rı'm n ulu lu ğ u karşısın d a k o rk u içindedirler ve T a n rı, yalnız
kendilerini T an rı yerine koyacak o lan ları d e ğ il,, bu id diada bulu n acak m elek­
leri de cehennem le cezalan d ırır (E nbiya, 27-29). T a n rı ve m elekleri, Peygam ­
bere salavat g etirirler, b u ned en d en im an edenleriçı de H z. M uham m ed’e salât
ve selâm getirm eleri em redilm iştir (A hzap, 56). D em ek ki, Peygam ber, T a n rı’
nin yalnız sevgisini değil, âdeta ayrı b ir saygısını da kazanm ıştır ve H z. Mu­
ham m ed, b u m ertebeye M ekke’de değil, M edine’de b ir devlet başkanı haline
geldiği zam an nail olm uştur.
M elekler de T a n rı’yı in k â r edenlere lân et ed erler (B akara, 162). Y alnız
Peygam bere değil, C ibril ve M ik âil’e de düşm an olanlar, T a n rı’m n düşm anlı­
ğına u ğ ra rla r (B akara, 98). N ahl suresinde de işaret edildiği gibi, K u r’anla be­
rab er m eleğin de inm esini isteyen m üşrik lere k arşı, "B ir m elek indirseydik her
iş biterdi ve ken d ilerin e göz a ç tırm a zd ık ” karşılığı verilerek, b u n u n hem tehli­
keli, hem de T an rısal iradeye aykırı olduğu bildirilm iştir.
M elekler, evrende o lu p biteni yazm a işiyle de görevlidirler; k âfirlerin hi­
lelerini de y azarlar: " . . . E lçilerim iz, h ilelerinizi yazm aktadırlar” (Y unus, 22).
O n lar, insanlığın koruyucusu olup b ü tü n insel (beşerî) eylem leri kaydederler.
Ebu H ü re y re ’nin anlattığı b ir hadise göre, " İm a m h utb eye çıkıncaya kadar, m e­
lekler h u tb e y i d in lem ek için hazır b u lu n u rla r”. M üslim de bu hadisi şöyle n ak ­
leder: "C u m a günü olunca m escit kapılarının her birinde m elekler, girenleri sı-
ralarıyle yazarlar. İm a m oturunca erdem derecelerini saptam aya yarayan sayfa­
larını dürer, h u tb e y i din lem eye ko yu lu rla r”. M eleklerin b ir kısm ı da şefaate
hizm et ederler. T a n rı, " G ö k te k i m eleklerden dilediğinin şefaatini ka b u l ed er”
(N ecm , 2 6 ); "T a n rı, onların ne ya ptıklarını, n e yapacaklarım bilir. O nlar, an­
cak T a n rı’nin kend ilerin d en razı olduğu kim seler için şefaat edebilirler” (E nbi­
ya, 27). F ak at başka b ir ayette b elirtildiğine göre, “G öklerde, T a n rı’nın dileyip
razı olduğuna izin verm eden önce, şefaatleri bir şeye yaram ayan” daha birçok
m elekler v a rd ır. T a n rı’n ın k en d ilerin d en razı olduğu kim seler için ayrıca me­
leklerin şefaatine ned en ihtiyaç görüldüğü kolayca açıklanacak b ir sır olm asa
gerektir. C am ilerim izde y apılm akta o lan v aızlard an pek çoğunun b u günkü sevi­
yesine d ik k at edilirse, m eleklerin b u n la rı dinlem ek için tapm ağa gelm eyenleri
jurnal edeceklerine in an m ak çok gülünç olur.
M elekler, H z. M uh am m ed ’in peygam berliğine de tan ık lık ederler (N isa,
165). O n lar, im an ed enlerin k a ra n lık ta n aydınlığa çıkm aları için de T a n n ’dan
yarlıgam a d ilerler (A hzab, 43). Bu, âdeta m eleklerin ayrıca b ir iltim as vazife­
leri olduğunu gösterir. K anatlı b ire r elçi olan m elekler (F atır, 1), sıra sıra
dizilerek, ald ık ları em irleri yerine getirm eye h azır olurlar. E bu H ü re y re’nin an ­
lattığı b ir hadise göre, T a n rı’n m , "Y o lla rd a gezen ve zik ir eh lini arayan m e­
lekleri vardır". Y ine b u zatın bild ird iğ i başka b ir hadiste de, H z. M uham m ed,
“M ed in e ’nin kapılarında m elekler vardır, oraya taun ve deccal g irem ez”
dem iştir. F akat o tarih ten bugüne k a d a r M edine’nin başına birçok felâketler
ve h astalık ların geldiği bilinm ekte o lduğuna göre, H z. M uham m ed’in bahsetm iş
olduğu deccal ve tau n , M üslüm anlığı sarabilecek herhangi b ir tinsel felâket olsa
gerektir; aksi h ald e, b u hadis ya u y d u rm ad ır, ya da isabetsizdir, denilebilir.
K u r’an d an , T a n rı’nın m eleklerle k o n u ştu ğ u n u , yeryüzünde kendileri yerine
hükm edecek b ir halife yaratacağım (yani, insanı) anlattığını, o n ların d a, “B iz
seni ku tlu yo ru z, sana h am dediyoruz, bozucu ve kan dökü cü bir yaratığı m ı m ey­
dana getireceksin ? ” diyerek, sanki k endilerine b ir rak ip istem ediklerini ve in­
sanı beğenm ediklerini, fa k a t T a n rı’n ın , “Ben, sizin bilm ediğinizi b ilirim ” (Ba­
k ara , 30) cevabiyle istediğinde ısrar ettiğini öğreniyoruz.
M eleklerin b ir vazifesi de, gök d u v arların ı cinlerden ve şeytanlardan k o ru ­
m aktır. M üslim ve Beyzavî’nin H z. A yşe’den nakletm iş o ldukları b ir hadise gö­
re, m elekler n u rd an , cin ler ise b ir ateş p arçasın d an , Â dem de, döl sıvısından
yaratılm ıştır. D aim a T a n rı em riyle iş gören m eleklerin b u lu n m ad ık ları hiç b ir
yer yoktur. Boş b ir odaya girildiği zam an bile selâm verm eyi salık veren İslâm
geleneği, b u ilkeye dayanır. E bu D a v u d ’un b ildirdiği b ir hadise göre, “Bir M üs­
lüm an, diğerini Tanrı için ziyaret ettiği zam an yetm iş bin m elek, onu uğurlar,
İlâhi, bu k u lu n onun gönlünü yapıyor, sen d e bun un gönlünü y a p !” derler. Ev­
velce de bahsettiğim iz gibi, bu 70.000 rak am ı, M üslüm anların m istik hayal güç­
lerinde büy ü k b ir önem taşır. 70.000 âlem inancı da bu kutsal sayıyla ilgilidir.
Saad b in M uaz, H en d ek savaşında y aralan arak şehit olduğu zam an, Peygam ber
onun yan ın d a değilm iş. C ibril, H z. M uham m ed’e gelerek, «Bu salih k u lun kim ­
d ir ki, ru h u n u n yükselm esi için sem anın k ap ıları açıldı ve ayak basm asından
ö tü rü R ah m an ’m A rş’ı sarsıldı?» dem iş. B unun üzerine Peygam ber, hem en
S aa d ’m yanm a gitm işse de, o n u n ölm üş o ld u ğ u n u görm üş. S a ad ’m cenazesinde,
o vak te k a d a r yeryüzüne hiç inm em iş olan 70.000 m elek h az ır bulunm uş. En
yüksek bilgileri H z. M uh am m ed ’e vahyetm eye m em ur edilm iş olan b ir m eleğin,
bu büyük olayın k ah ram an ın ı tanım am ış olm ası ve onun kim olduğunu Peygam ­
berden sorm ası da anlatıyor k i, C ibril de, T a n rı’nın kendisine öğrettiği veya
em rettiği şeylerden başk a b ir şey b ilm em ektedir. Esasen bu çeşit m istik söylen­
tileri, b ir k ah ram an ı k u tlam ak için, o dönem in anlayışına uygun iltifa tlar ve
icatlar saym ak d ah a do ğ ru d u r. Y edinci sem ada bu lu n d u ğ u söylenilen Beyt-i
M am u r’u da ziyaret eden m eleklerin sayısı 70.000 imiş.
K u r’an d a, vahiy m eleği, kutsal ru h , g ü venilir ru h ve ru h u m u z gibi adlar
verilm iş olan C ib ril’i, Peygam berim iz açıkça görm üştür. Şu ayetler, görülenin
T an rı m ı, C ibril m i olduğu ü zerinde tefsircilerin uzlaşam adıkları b ir anlam
taşır: “O na dehşetli k u v v e ti olan öğretti; o, u fk u n en yükseğindedir; sonra
yaklaştı, sonra belirdi; öyle ki, araları ik i yay kadar veya daha ya kın oldu; o,
k u lu n a vahyettiğini va h y e tti” (N ecm , 5-10).
Beyzavî’ye göre, iblis de b ir m elektir. Ö yle olm asaydı, m eleklerle birlikte
bulunm az ve T a n rı, m eleklerle b irlik te o n u n da Hz. Â dem ’e secde etm esini em-
retm ezdi. Ö zet o larak d en eb ilir ki, m elekler, T a n rı’nın h abercileridir; em irle­
rini yerine getirm e işiyle görevli kutsal v arlık lard ır. B unlar, âdeta bilinç ve vic­
dan ın , aklın ve iz ’an ın m istik hayal gücünde som utlaştırılm ış sim geleridir. G a­
liba, b u n u fa rk etm iş o ld u ğ u n d an d ır ki, in an çların d an ö tü rü şehit edilm iş olan
Ş ahabeddin-i S ü hreverdi (ölm . 1191), m elekleri E fla tu n ’un id ea’larına benzet­
m iş ve id e a ’lar saym ıştır. İşrakıye (illum inism e) m ensupları d a, az çok farkla
böyle d ü şü n ü rler. Çağdaş tefsirci ve T an rıb ilim ciler, m elekleri, olay ve v arlık ­
ların tinsel ned en leri saym akta, o n ları b ü sb ü tü n in k â r etm eye cesaret edem e­
m ekle b irlik te , zihinleri, b u in k âra hazırlam aya çalışır gibi görünm ektedirler.
M eleklere in an m ak , İslâm im anının ana k o şu llarından olduğu için, b u in­
k ârın açıkça itira f edilm em iş olm asına şaşm am alıdır. H z. M uham m ed’in b u n ­
lardan fazlasıyla söz etm esini de doğal saym alıdır; zira, arala rın d a yaşam akta
olduğu insan lard a, m elekleri ilgileyen inanç ve öyk üler b ir gelenek o larak yay­
gındı. M eleklerin yardım ı ve aracılığı olm adan, o dönem ve çevredeki insanları
peygam berliğe in an d ırm ak da olanaksızdı. H iç b ir din ve ülkü, eski alışkanlık­
ları bir çırp ıd a yok etm e m ucizesini gösterem ez; yeni b ir inancın kolayca yayıl­
m ası için de, eski in an çlard an bazı öğeleri k o ru m ak zo ru n lu d u r. H z. M uham ­
m e d ’in m istik zekâsı, pozitif dehasının en verim li yardım cısı olduğu için d ir ki,
o, öteki dinlerden A rap âlem ine sızm ış olan m itolojik in an çlardan da faydalan­
m aktan çekinm em iştir.
CİNLER

A
"E y cin ile insan, sizin le uğraşacağız”.
(R ahm an, 31)

İn san lar, daim a görm eye alışm ış o ld u k ları olaylar k arşısında hiç b ir korku
ve hayrete kapılm azlar; an cak p ek seyrek o larak beliren olaylarla az görülen,
b u n ed enden de doğallık sıfatını yitirm iş gibi olan olay ve varlık lara doğaüstü
sıfatını verir, b u n la r k arşısın d a m istik hayal güçlerinin yeteneği ve kendile­
rin in ilkellik ve bilgisizlik dereceleriyle o ran tılı o larak kü çü lü r, şaşırır, on lard an
korunm anın ya d a fay dalanm anın çarelerin i a ra rla r. B unun içindir ki, h e r yenilik
ve h e r alışılm adık d u ru m insanları şaşırtır, k o rk u tu r, onun kendi v arlık ları için
b ir tehlike olduğu hissine k a p ılırla r. İlkel to p lu lu k lar, çevrelerindeki tehlikeli
yerleri k o rk u n ç sayar, b u d u ygularını, o ralara g österdikleri saygı ve tapınm a­
larla hafifletm eye özenirler. V olkan, şelâle, u çu ru m , dağ tepeleri b u tü rd en d ir;
b u n la r tan rıla ştırılır, b u n lara k u rb a n la r kesilir, yalvarıp yak arırlar. F ilipin ad a­
larına tren geldiği zam an, b u ad aların o gün k ü in sanları, bu büyük ve h areket
eden m akineyi görünce, T a n rı sanm ışlar, yerlere k a p an a rak k o rk u içinde tap ın ­
m aya koyulm uşlardır. B eyazlara ilk rastlayan kızılderililerin d u ru m u da böyle
olm uştur.
İlkel insanlar, doğanın iyilik veya k ö tü lü k yapabilecek olan varlık ve olay­
ların d a esrarlı b ir gücün gizli o lduğunu zannetm işlerdir. H er zam an em saline
rastlanm ayan k arışık şekilli b ir ağaç, b ir kaya, pek b ü yük b ir şey, tapınm a ko­
nusu o lur. N itekim , Ç in ’de, sarp ve u lu dağ ların yersel ve koruyucu b ir ru h u
olduğuna in an ırlar. M ısır’da N il n eh rin e k arşı gösterilm iş olan saygı, yalnız
o n u n sağladığı fayda için değil, taştığı zam an yaptığı büyük za ra rlar içindir
de. G enel o larak b ü tü n m itolojilerde doğaüstü kuvvetler, b u lu tlar, dağ tepeleri,
yıldızlar gibi yüksek ve ulaşılm ası güç olan yerlerde saltanat sü rer ve oralard a
insanların kaderiyle uğraşırlar.- A vustralya’da göğüs ve bağırsak hastalıklarıyla
deliliğin, rüzgâra benzeyen b ir k ö tü ru h ta rafın d an m eydana getirildiğine ina­
nılır. F aslılar d a, kolera, sara, felç ve rom atizm a gibi h astalık ların , bazı kötü
ru h lar tarafın d an atılm ış olan o k ların hastaya saplanm asından m eydana geldiği­
ni kabul ederler. F ırtına ve kasırganın bile, düşm an ülkelerinden gelmiş havasal
ru h ların eseri olduğunu zanneden to p lu m lar v ard ır. W esterm arck, A raplarda
yetkin bir hale gelm iş olan cin telakkisinin, doğanın alışılm ış olaylar kadrosuna
girm eyen olağanü stü lü k le, beklenm ediğin doğurduğu b ir k o rk u eseri sayar; ve
bu ko rk u n u n sonucu olan saçm a in an çların , k en d i hayallerinden b aşka b ir şey
olm adığını ispata çalışır. N itekim , şeytan d a, eski p u ta taparlığm saçm a inanç­
la rın d an H ıristiyanlığa geçm iş b ir m istik k alın tıd ır. Baykuş gibi bazı hayvan­
ların ve gece yarısı öten horozların u ğurlu veya uğursuzluğu ile, köpek ulum a­
larına verilen saçm a an lam lar da, b u y aratık ların sesleri ve şekilleriyle alışıl­
m adık dav ran ışların ın doğaüstü veya doğadışı sayılm alarına neden olm uştur.
İn san lar, d elileri, biçim siz yapılı in san ları, ab raşları, anorm al görünen ya­
ratık ları bile doğaüstü saym ışlardır. A ltı, yedi p arm aklı doğm uş olan çocukları
T an rılık la ilgili sayan to p lu m lar v a rd ır. E rdem k a d a r da rezillikte ve cesarette
olağanüstü b ir özelik gösteren de, bazı to p lu m lard a tan rılaştırılm ışlardır. H al­
kın, H z. İsa yerine çarm ıha gerilm ekten k u rtarm ış olduğu haydutla, m itolojide
y a n T an rı sayılm ış olan k ah ram an lar b u zü m red en dirler. İlkel in sanların zihin­
lerinde egem en olan anim izm le antropom orfizm , faydalı, faydasız, zararlı veya
zararsız olan h e r şeyde, kendi ru h ların d ak in e benzeyen birtak ım tu tk u ların , arzu­
ların, yönelişlerin, özlem lerin v a r olduğunu tasav v u r etm eye neden olm uştur. Bü­
tün hayvanların b ir b ü yük k ardeşi, b u kişileştirilm iş olan tü rü n cinidir. Bir tü rü n
cini, ilkel insanın hayal gücüne göre d ah a canlı, daha anlam lı b ir simge olur.
C inlerin başk a tü rleri de v ard ır. B unlardan b ir kısm ı koruyucu cinlerdir;
ava veya savaşa gidilirken, b u n lara kendileriyle gelm eleri için yalvarılır. Bağıcı
ve k âhinlere, gelecekten h a b e r veren cinler de v ard ır; o n ların ad larını vara
yoğa ağza alm ak da tehlik elid ir. Bizde, «İyi saatte olsunlar!»; «Şeytan kulağına
k u rşu n !» gibi deyim ler, b u n la rın h e r yerde in san larla ilgili ve çıkıp gelivere­
cekler ve iyilikten çok k ö tü lü k yapacaklarm ış gibi telakki edilm elerinin b ir so­
nu cu d u r. Bu ilkel dönem deki insan zihni, isim le cism i b irb irin d en ayırt edem ez.
G erek cinler, gerek o n ların başka b ir çeşidi olan şeytanlar çarp ıcıd ırlar. C inlerin
özellikle k a ra n lık ta , k ap ı eşiklerinde, kutsal yerlerin y ak ınlarında, ıssız yollarda
dolaştıkları k ab u l edilir. İlkçağ ve ortaçağ H ıristiyanlığında cinlere fazlasıyla
inanılm ış, dine aykırı düşünenlerle, ned en ve niteliği bilinm eyen h astalık lar,
insan cesedine girm iş olan habis b ir cinin eseri sayılarak birçok hastalarla
d ü şü n ü rler y ak ılm ıştır. Bu İkinciler de cinlerle u ğ raşan büyücüler gibi telakki
edilm iştir. Bu dönem lerde y ak tık ların ın gerçekte insan değil, insana m usallat ol­
duğu, insan ru h u n a girdiği veya k arıştığı zannedilen cinlerdir, habis ru h la rd ır.
H in d ista n ’da b ir cin ler bilim i (dem onologie) ve b u bilim in ilkeleri ku ru lm u ştu r.
C inler de şeytan gibi, hem insanın, h a tta hem de T a n rı’nın d ü şm an ıd ırlar; b u n ­
lar, yılan, k u rt, ö rüm cek, sinek, k arın ca, keçi, k edi, baykuş ve bazı uçan bö­
cekler şeklinde k en d ilerin i in san lara gösterebilirler; diledikleri kılığa girer, di­
ledikleri zam an gözden k ay b o lu rlar. C inlerin hayvan ru h la rın a da girdiklerine
in an ılır. 1601’de, L izbon’da azgın b ir deveyi, b u inanç yüzünden kilise kararıyla
yakm ışlardı. Bu saçm a in an çlar, M üslü m an lık tan önce, K abalizm ,' G nostisizm
ve Sabiîlerde de v ard ı ve cin ler b u ta rik a tla rd a çok önem li b ir yer tu tarla rd ı.
Bu inanç, A rap larla ilişkisi olan b ü tü n diğer kavim lerin in ançlarında da vardı.
Ö rneğin, K aidelilerin din i, b u k o n u d a p ek k o rk u n çtu r. O n lar, cinlerle sürekli
o larak savaşırlar, h er tarafı sürekli olarak cinlerin kuşatm ış olduğuna in an ır­
lardı. H ıristiy an lık da b u k o n u d a old u k ça zengin ve sarsılm az b ir inanca sahip­
ti. Şu ö rn ek ler, b u n u açıkça gösterir: M eta In c il’inde H z. İsa ’nın m ucizeleri
dolayısıyla şöyle denilm ektedir: “ O nlar çıka rken ya n m a dilsiz ve deli bir adanı
getirdiler; ve cin, çıkarılınca o d ilsiz söyledi ve h a lk şaştı kaldı ve İsrail’d e hiç
bir v a k it böyle bir şey görülm em iştir dediler. Fakat Feresîler, İsa için cinlerin
başkanı vasıtasınla cinleri çıkarır d ed iler’’ (IX , 32-34). H z. İsa, "K ör ve dilsiz
bir deliye şifa verince Feresîler, b u k im se y i İsa, cinlerin başkanı B alezbul vası­
tasıyla çıkarıyor, d ed iler” (X II, 22-24). H z. İs a ’ya saralı ve kim senin sağıtam a-
dığı (tedavi) b irin i getiriyorlar: "İsa , cine darılınca, cin o adam dan uzaklaşıyor
ve hasta iyileşiyor" (X V II, 7); "Z ira, Y ah ya geldi, ne yer, n e içer ve onda bir
cin var d ed iler” (X I, 18).
L uka İn c il’inde de şu ayetlere rastlıyoruz: "H a zreti Isa, hum m aya tutula­
n ın hum m asın ı azarlar ve hasta şifa b u lu r” (IV , 38); "H em en ol saat, nice k im ­
seleri hastalıklarıyla dertlerinden ve şerli ruhlardan kurtarıp ço k körlere gör­
m e k ihsan e tti” (V II, 2 2 ); " İsa sahile çıkınca, çoktan beri içinde cinler bu lu n ­
duğu için elbise giym eyerek ev d e değil, kabirlerde oturan bir adam , ona rast­
ladı. İsa, b u ada m d a ki p â k olm ayan ruha, o adam dan çıkm ası için em ir verdi.
Ç ün kü, bu ruh, o adam ı çoktan beri za p tetm iş olduğu için zincir ve bukağılara
vurulm uşsa da, cin bunları kırarak çöllere sürükledi. İsa, ona, senin adın nedir
d iye sorunca, adam " A la y ” dedi; çü n k ü içine b irço k cin girm işti. İsa, onların
bir d o m u z sürü sü n e girm elerine izin verince, cinler o adam dan çıkarak d o m u z­
lara girdiler, bunlar da bir uçurum dan ken d ilerin i göle atıp boğuldular ve adam
şifa b u ld u ” (V III, 26-36).
‘R esullerin A m elleri’nde de S ain t P a u l’ü n b ir falcı kad ın a girm iş olan ru h u ,
Hz. İsa adına çıkarm ış o ld u ğ u n d an söz ed ilir (X IX , 13; X V I, 16). B ütün bu
ö rn ek ler, cin in an cın ın eski M ısır bağıcılarıyla H z. M usa’n ın m ucizeleri yoluyla
Beni İsra il’de devam ettiği ve Babil köleliği dolayısıyla bu inançların D oğu
cinciliğiyle de beslendiği an laşılm ak tad ır. G enel o larak yüzyıllardan beri bağı­
cıların görevi, bazı h astalık ların etkeni sayılan cinleri, girdikleri bedenden çı­
karm ak tır. İslâm ü fürükçüleriyle b üyücüleri, bazı d u alar okum ak, bazı m istik
sayılan kelim e ve cüm leleri tek rarlam ak , m u sk alar yazm ak suretiyle insanları
cinlerin şerlerin d en korum aya çalışırlar. K aynağı p ek de organik b ir afet olm a­
yan ru h sa l k ö rlü k , ru h sal sağırlık ve k ö tü rü m lü k gibi hastalık ları, eskiler, b ir
habis cinin çarpm ası veya bedene girm esinden m eydana gelmiş sayarak, bu
m istik yöntem lerle sağıtm aya çalışm ışlard ır ki, b u çeşit in an çlar ve işlem ler,
bugünkü p sik o terap id e, Pierre Ja n e t’nin deyim iyle, m ucizevî sağ ıtm alar’ın konu­
su olm uştu r. Bu sağıtm a tarzı, d ah a çok telkin, h ipnotizm a, sey a h atle r... vb.
gibi pozitif y öntem lerdir.

B
Büyücülerle k âh in lerin ilişki k u rd u k la rı başlıca esrarlı v arlık lar, cinlerdir.
Beni İsra il’in, Babil tu tsaklığındayken, H in d ista n ’d an batıya doğru yayılarak
A su rlularda yoğunlaşm ış olan cinciliği, M ısır’d an getirm iş o ld ukları büyücü­
lükle berab er benim sem iş o ld u k ları anlaşılm ak tad ır. İnciller, büyüyü yasakla­
mış ve büyücülerin öldürü lm esin i em retm iş o ld u k ları halde, T e v ra t’ta, "Saul,
cinci ve bakıcıları yurttan k o v m u ş tu ” d en ilirk en , “S a u l’un k e n d i kaderini, cin-
cilik eden bir kadından öğrendiğini” de kaydediyor (İlk H ü k ü m d arlar, X X V III,
3). H enri S drouya’nın K abalcılığa- d a ir incelem esinde de, İb ran îlerin Sam uel
ad ın d a b ir cin ler şefine in an d ık ları, b u şefin R ochoth ve Scheldim ord u ların a
kom uta ettiği an latılır; ve b u cin taifelerin in M azdeizm deki H ü rm ü z ’le E h rim en ’
den başka b ir şey olm ad ık ları b ild irilir. Jüdaizm de, k ö tü lü k yapan ru h lar, in­
sanları k u şatırlar, o n lar, in san ların bed en ve ru h la rın a d ü şm an d ırlar. İçtiğim iz
su lard a ve b ü tü n su k ay n ak ların ın yüzeyinde (bu g ü nkü bilgilerim ize göre, m ik­
ro p lar gibi) kendileri görünm eden do laşırlar. B unların sayıları da ço k tu r. H er
insanın sağında b in , solunda b in olm ak üzere iki b in cin b u lu n u r. Bu inanç,
M ezm urlar’ın X . bölü m ü n d ek i bildiriyi h a tırla tır. Bu k ö tü lü k m elekleri, Pere­
lerin D eva’ların ı a n d ırırla r k i, tü rlü h astalık ların , ölüm lerin, k irlilik lerin neden­
leri de b u n la rd ır. D ev a’lar da cin ler gibi çiftleşir ve ebedî o larak çoğalırlar (H en­
ri Serouya, ‘La K ab b ale’, 2. bask ı, P aris, 1957).
M üslüm anlıkta da p ek önem li b ir yer tu tan ve K u r’anda da tü rlü vesile­
lerle bahsedilen cin lerin , b ü tü n özellikleriyle T a lm u d ’da açıklandığı da görül­
m ektedir. C inler, Sam î kavim ler arasın d a o k a d a r yaygındır ki, T alm ud, b u n u
kendi yasaları arasın a koym uştur. Bu ru h la r, insan ru h u n a girm edikçe, hiç
kim se günah İşleyemeyeceği gibi, b ir fenalık d a yapam az. B unların kaynağı
b azılarına göre, ilk S ab b at g ü n ü n ü n (Y ahova’nın yaratm ayı b ırak ıp dinlendiği
cum artesi günü) arifesin d e yaratılm ış olan n esnedir. B unlar, M azzıkıyn adı ve­
rilen, k ö tü lü k yapıcı ru h la rd ır ki (habis ru h lar) Y ahova tarafın d an yaratılm ış­
lardır. Sözde T a n rı, b u cinlerin ru h la rın ı yaratm ış, fak at o n ların bedenlerini
yaratm ak üzereyken, S a b b a t’ı görm üş ve beden lerin i yaratm ak tan vazgeçm iştir.
B unlar, cesetlenm em iş (ddsincarne) ru h la r o larak k ab u l edilirler. T alm udcu-
ların b azıların a göre de, T an rı günah işlem iş olan insanların canlarını b ir ceza
olarak b u n ların ru h u n a nak letm iştir: " Babil ku lesin i yapm ayı tasarlayan insan­
lar, üç kategoriyi te şk il ederler: Birinciler, “G öğe kadar çıkalım , orada yerle­
şe lim !" derler. İkin ciler, " O raya gidelim ve orada putlara ta palım !” derler.
Ü çüncüler de, " O raya T anrı ile savaşm ak için ç ık a lım !” derler. Tanrı, bunlar­
dan birincileri dağıtm ış, ü çüncüleri m a ym u n cin, gece şeytanları ve ruhları biçi­
m in e so km u ştu r; İkincilerin de, ko n u ştu kla rı dilleri karıştırm ış ve b o zm u ştu r”.
Başka b ir k u ram a göre de, Â d em ’le H avva, cennetten kovulunca, b u n la r
b irb irin d en 130 yıl ayrı kalm ış ve b u ayrılık dönem inde, erkek ru h la r H av v a’
ya karşı cinsel tu tk u la ra kap ılm ışlar ve onu n la ilişki k u rm u şlard ır. F akat dişi
ru h la r da  d em ’e m u sallat o larak , o n u n ardılı olm uşlardır. T alm udcuların
ileri sü rd ü k leri b ir k u ram d a, evrim cidir: “E rk e k sırtlan, yedi y ıl sonra bir a k ­
baba olur, bu da yed i y ıl sonra bir yarasa olur, bu da yedi y ıl sonra bir hortlak,
bu da yed i y ıl sonra bir ısırgan ve nihayet bu da yed i y ıl sonra bir d ike n ya da
yılan olur” (C inlerin h e r şekle girebilm eleri h ak k ın d ak i inançların kaynağı b u
görüş olsa gerek tir). M istik hayal g ü cü n ü n b u garip anlayışı, dogm atik o larak
var olduğuna inanılm ış olan b u u ydurm a y aratık ların gerçekliğini açıklam ak
am acım güder.
Jüdaizm de cinler, üç b ak ım d an m eleklere, üç b akım dan da insanlara ben­
zerler. B unların k an atları v a rd ır, dün y an ın b ir u cu n d an ö b ü r ucuna u ça rla r ve
geleceği b ilirler (m elekler gibi). İn san lara benzeyen ta ra fla rı ise, yerler içerler,
ü re rler ve ölü rler. B azıları, b u n la rın görünü şlerin i değiştirebildiklerini ve ken­
dileri görünm edikleri hald e h e r şeyi g ö rd ü k lerin i id ia ederler. B unların sayıları
o k a d a r çokm uş k i, k en d ilerin i to p tan görecek o lu rsak derh al ölürm üşüz. D ü n ­
ya, bu k ö tü ru h la r ve zararlı cinlerle doluym uş. E rkek cinlerin üç yüz cinsi
varm ış, d işilerin in ise sayıları bilinm ezm iş. B unlar, k irli, kasvetli ve b a ta k lık
gibi tehlikeli y erlerde b u lu n u rm u ş.
G enel o larak A rap larla Y ah u d ilerin cin ler h ak k ın d a k i in ançları b irb irin e
benzer. M ü slü m an lar da cinlerin, n e h ir k e n a rla rın d a, p ın arla rd a , ham am larda,
fırın ve h elalard a b u lu n d u ğ u n a in a n ırla r ve b u ra la ra d e stu r’suz yanaşm anın teh­
likeli olduğ u n u san ırlar (destur, b ir çeşit izin alm ak tır). Ü stelik cinler, aydın­
lığı sevm ezlerm iş, gece kimseye' selâm verm em eliym iş; zira, k a ra n lık ta b ir cin
bulunabilirm iş. O n la r, hayv an lara d a za ra r v ereb ilirlerm iş; k ö peklerin kudprm a-
ları bu yüzdenm iş. C inler, d ah a çok sak at o lan lara, nişanlı ve genç evlilere eşlik
eden kim selerle lo h u salara, yas tu ta n la r ve b ir bilgenin m üritlerine, geceleyin
m usallat olurlarm ış. H z. S üleym an, b in ru h ile cini yenilgiye uğratm ış am a, gü­
nah işleyince bu gücünü yitirm iş. B üyücüler, in san a m usallat o larak tü rlü akıl
ve ru h h astalık ların a n eden olan cinleri, bu ad am lard an uzak laştırm ak için
tü rlü m usk alar, d u a la r ve m istik işlem lere b a şv u ru rlar ki, sözde b u n lar, v ak ­
tiyle Süleym an peygam ber ta ra fın d a n u y g ulanm ışlardır. C inlerden k o runm ak için,
dinsel b u y ru k ve ödevlere riayet edilirse, koruyucu m elekler, on lard an binlerce-
sinin helâk olm ası için d u a ed er ve çevreyi b u n la rd a n tem izlerlerm iş (A. C ohen,
‘Le T a lm u d ’, İngilizceden çeviren: Jacques H arty , P aris, 1950, s. 321-322).
C inlere inanm ayan hiç b ir to p lu m y o k tu r. Y aram az çocukları uslandırm ak
için, görünm eyen v arlık ların ad ların ı saym ak (K ara K ancolas, Ç arşam ba K arısı...
vb. gibi) ve ü rk ü tü c ü sesler çık arm ak âd etin d e de cin inancının anıları gizlidir.
Fazla zeki, ya da k u rn az in san lar için k u llan ılan «cin gibi» deyim i de imgesel
varlık lara verilen değerin b ir anısıd ır. N edeni bilinm eyen k ö tü lü k lerin , felâket
ya da hastalık ların görünm eyen ajan ların a verilm iş olan cin ler adı, m istik hayal
gücünün tü rlü gayretlerle kişileştirdiği ve to p lu m lar arasındaki p olitik, ekono­
m ik , h a tta b ilerek ya d a bilm eyerek gerçekleştirilm iş olan k ü ltü rel ilişkilerle
şekil ve ad değişikliğine u ğ ratılan ve b irb irin e aşılanm ış olan ilkel anim izm in
(canlıcılık) ü rü n le rid ir. Ç in ’de İm p a ra to r W o u , cinlerle ilişki k(u rm an ın çarele­
rin i araştırm ış, K ’ouen-L ouen ve D oğu d enizlerinde, cennet yollarını bulm aları
için bazı kim seleri görevlendirm işti. M .Ö . I I I . yüzyıldan itib aren de, Che-
H ouangti, cinleri, ken d ilerin e çekm ek ve ölüm e engel olan D ev a’ları a raştır­
m ak, yerler ve gökler devam ettikçe yaşam ayı, ıslanm adan suya girm eyi ve yan­
m adan ateşe atılm ayı sağlam ak için, yaşam aya gerekli olan h e r şeyi sarayının
dibinde saklayarak hayat sürm eyi k ab u l etm işti (C arm el G ran et, ‘La Pensee Chi-
noise’, P aris, 1968, s. 425). C in inan cın ın , m itolojik söylenti ve hayallerinin de
konusu olduğu bilin m ek ted ir. G . G lo tz ’u n açıkladığına göre, T an rılarla cinleri
ayırt etm eye yarayan değişm ez b ir alâm et de yoktur. Çok cincilik (polydcmo-
nism e), çok tan rıcılık tan çıkm ıştır. B unların b irin d en diğerine geçiş, pek de his-
sedilem ez. Z ira , b u n la r kolayca b irb irin e k arışm ak tad ırlar. G irit P an teo n ’unn,
T a n rılık la r, ikinci sınıf T a n rıla rla b ü tü n b ir cin ler taifesi yerleştirilm işlerdü.
T a n rıla rın insan biçim ine girişi, o k a d a r ince derecelerden ve aracı aşam alardan
geçer k i, cinlerin tam b ir tanım ını yap m ak olanaksız gibidir. Bir ta raftan da
G irit uygarlığında az çok kutsal b ir kişiliğe sahip olan sayısız cinler v a rd ır ki,
b u n lar, m u tlak a T a n rı değildirler. B ütün G irit, k ö tü lü k ve iyilik yapan ru h ­
larla d o lud u r. H e r yerin ve h e r ailenin kendine özgü ru h ları v a rd ır. M ağara­
ların, d ağların , o rm an ve p ın a rla rın cinleri v a rd ır k i, H elenik dönem den evvelki
(Pr6h61enique) çağ k avim leri, b u n la ra , O read , D ry ad , N ym phe, S ile n le r... gibi
ad lar verm işlerdir. A ileler, kendi ara la rın d a birleştikçe b u n ların cinleri de, bir-
cinsten ya d a başk a başk a cinslerden o larak birleşirler. Bu olaydan sonra bu
m elek suretler, sırf dinsel olan değerlerden soyularak sadece bağısal b ir özellik
(hassa) kazanm ış o lu rla r (G . G oltz, ‘La C ivilisation E g6enne’, Paris, 19.37, s. 279).
Ö zel o larak ilkel' kavim lerden ve ilkçağlardan beri hem en dünyanın her
yerinde uygulanm ış o lan bü y ü cü lü k , insanın kendi m addesel güçleriyle başara­
m ayacağı işleri, b irtak ım tinsel güçlerin yardım ıyla başarm ak , geleceği önce­
den keşfederek h ay atların ı güven altın a alm ak ve b ü tü n insel tu tk u ları kandı-
rabilm ek için başvu ru lm u ş olan m istik b ir bilgi ve tek nikten başka b ir şey de­
ğildir. T ü rlü ru h , sinir ve akıl h astalık ların ın ne old u k ları bilinm eyen dönem ­
lerde ve bilim sel d ü şüncelerden yoksun kim selerde, cinler, h e r çeşit kötülüğün,
çarpıcılığın nedeni sayılm ış, falcılarla kâhin lerin em ri altında in sanlara ve do­
ğaya hükm ed en güçler gibi telak k i ed ilm işlerdir. Bugün b ü y ünün yerini pozitif
bilim ler alm ış, m istikliğin saçm a in an çları terk edilm iş ve doğaya karşı zaferin
d u ala r, ü fü rü k le r, m u sk alar ve saçm a inan çlarla değil, insan zekâ ve dehasının
çağlar boyu kazanm ış olduğu bilim , tek n ik , sanat, felsefe ve layik düşünce
gayretleriyle m üm kün olacağına inan ılm ıştır. U ygarlığın büy ü k zaferi, b u in an ­
cın gerçek değerini ve d oğruluğunu ispat edecek k a d a r açık tır. B ununla b irlik ­
te, bugün bile, geri to p lu m lard a bü y ü cü lü k , ü fü rü k çü lü k , falcılık gibi m istik
işlem lerle, erm işlerin tü rb elerin e m um ad am ak , ölülerin ru h la rın d a n yardım
u m m a k ... vb. gibi in an çlar devam etm ekte ve zavallı bilgisiz in sanların servet
ve gayretleri, m ucizeler ve h arik a m asallarıyla sö m ürülm ektedir.

Sam î k avim lerin geleneklerinde esaslı b ir yer tu tan cinler, H z. M uham m ed’
in b ild irilerin d e ve dolayısıyla İslâm d in in d e de önem li b ir yer tu tm u ştu r. Ta-
b eranî, ‘E v sat’ adlı eserinde, E bu N uaym , ‘D elâil’ adlı k itab ın d a cinlerden uzun
uzadıya söz eder ve im an ların a b ir zarar gelm esinden tasalan arak garip açıkla­
m alard a b u lu n u rla r. H z. M uham m ed, anim izm den k u rtu lm ak için pek fazla
gayret sarf etm iş olm asına rağm en, ne k avm ini, ne de İslâm dinini, yaşadığı dö­
nem in b u saçm a in an çların d an k u rtarab ilm iştir. K u r’anda, ins ve cin sözcükleri
bir arad a olm ak üzere 85 kez kullan ılm ıştır. H z. M uham m ed’in dünyası da,
b u gizli v arlık larla d o lu d u r. H atiften gelen sesleriyle d ah çok yılan şeklinde
kendilerini gösterdiklerine inanılm ış olan cinler, K u r’ana göre Sam um ateşin­
den, yani yalazadan yaratılm ışlard ır: "T a n rı, cinleri yalazadan yarattı” (R ahm an,
15). B unlar, kâh in lere gaipten h a b e r g etirir; o n la n n ağzından k o n u şu r ve ilha­
ma da hizm et ederler. H z. M uham m ed’e m üşrik lerin k âhinlik veya ozanlık sıfa­
tını yüklem eleri bu inanca d ayanır. “Tanrı, cinleri v e insanları, ancak k e n d i­
sine k u llu k etm eleri için yara tm ıştır” (Z ariy at, 56). B una rağm en h e r iki taife
de aynı şid d et ve in atla T a n n ’ya isyan ed er d u ru rla r. B unun için d ir ki, Y üce
T a n n : " . . . E lb ette ceh en n em i cinler ve insanlarla dolduracağım " (Secde, 13) ve,
“B iz, cehennem için insandan ve cinden p e k ç o k kim seler h a lk e ttik ” (Â raf, 179)
ih ta n n d a b u lu n m u ştu r. K u r’a n d a cin lerd en söz eden öteki ayetlerin bazıları şu
su relerded ir: E n ’am , 120; H u d , 119; H acer, 27; N ahl, 17; Fussilet, 23; C in, 1-15.
H z. M uham m ed, yalnız in san lar için değil, cinler için de gönderilm iştir;
cinler de K u r’anı dinlem işlerdir. F ak at bazı tefsirciler, Peygam berlerin cinleri
som ut o la ra k görm üş olm asın d an şü p h e ederler. C inlerin en ün lü leri, Y em en
dolaylarm dagi N asibin bölgesinde b u lu n u rm u ş ve b u n lar daha çok erk ek b i­
çim liym işler. Ebu H ü re y re ’nin anlattığı b ir h ad ise göre, Peygam berin cinleri
açıkça gördüğü an laşılm ak tad ır. “D ü n gece cinden bir ifrit, nam azı b o zd u rm a k
için bana birden h ü c u m etti; Tanrı, ona istediğim i yapm aya fırsat verdi. Sabah
olunca, on u h ep in izin görm esi için, m escidin direklerinden birine bağlam ak is-
tedim se d e kardeşim S ü le y m a n ’ın, ya R ab, b en i yarlığa v e benden sonra k im ­
seye uym ayacak bir m eleği bana bağışla, dem iş olduğu hatırım a geldi". Sözde bu
cin, kediye benziyorm uş. H z. A yşe’nin an lattığı b ir hadis ise, y u k ard ak in in aksi
id d iad ad ır: Z ira , b u h ad iste Peygam ber, “O n u yakalayıp yere yatırdım ve dili­
nin soğukluğunu elim in üzerin hissedinceye kadar boğazını s ık tım ” dem ek­
tedir. M istik hayal g ü cünün icat ettiği b u tra jik sahnenin gerçek o larak m ı, yok­
sa b ir sanrı, ya da yanılsam a m ı o ld u ğ u n u b elirtm ek ve incelem ek o lanaksızdır.
Fahreddin-i R azî’n in an lattığ ın a göre, T a n rı, H z. M u ham m ed’i, sanki b ü tü n
in sanlar M üslüm an o lm u şlar d a, b u o n u rd a n yalnız habis ru h la r yoksun kalm ış­
la r gibi, cinleri de d ine d avet etm eye m em u r etm iş ve bu m aksatla K u r’anı d in ­
lesinler diye b ir b ü y ü k cin de yollam ış. Said b in C übeyr, iblisin, cinleri, Pey­
gam berin M ekke’ye d önm ek ü zere olduğu b ir gün d e, yoldaki b ir dereye gönder­
miş olduğunu a n latır. Bir söylentiye göre de, göklerden ta şlan arak yere inmeye
m ecbur edilm iş o lan cinler, Peygam berin o k u m ak ta olduğu K u r’anı dinlem işler.
E b u H ayyan, ‘B ahr’ adlı tefsirin d e, H z. M uh am m ed’in N asibin cinlerine nasıl
K u r’an okud u ğ u n u , sanki o ra d a kendisi de b u lu n m u ş gibi hikâye eder. K u r’anda
d a, cin lerin ayetleri dinlem iş o ld u k la rın d a n söz edilir: "'C inlerin birtakım ını,
sana K u r’anı d in lesinler d iy e gönderm iştik; b u n a hazır oldukları vakit, susun,
dinleyin, dediler; bittiğ i v a k it d e d öndüler, sa kın d ırm a k için ka vim lerin e git­
tiler”. Bu cinler, kavim lerine H z. M usa’n ın k itab ın d an sonra, ken d in d en evvelki
kitap ları onaylayan b ir k itab ı dinlem iş o ld u k ların ı ve b u n u n doğru yola k ıla­
vuzluk ettiğ in i an la tm ışla rd ır (A hkaf, 29-31). D iğer b ir surede de şöyle deniliyor:
" D e ki, bana b irta kım cin in d in leyip d e acayip bir K u r’an d in led ik , ded ikleri
vahyolundu ; irşat ediyor, b iz d e ona im an eyled ik. R a b b im ize h iç k im se yi ortak
saym ayacağız” (C in, 1-2) ve, “Biz, insan v e cin d en hiç kim se, T a n rı’ya karşı
asla yalan söylem ez sa n m ıştık; insandan bazı erler, cinden bazı erlere sığınıyor­
lardı da onların a zgınlıklarını artırıyorlardı” (C in, 5-6). Bir gece, Peygam beri­
m iz, R ahm an suresini o k u rk e n cin taifesinden b azıları gelm iş ve okunm akta
olan ayetleri dinledikten so n ra, H z. M uh am m ed ’e im an etm işler ve işittiklerini
de gidip öteki cinlere an latm ışlar. Bu b ild iri de K u r’a n d a bu lu n d u ğ u için, ger­
çekliğinden k u şk u lan m am ak h e r M üslüm am n ö d evidir; fak a t cinlere inanm ak
M üslüm anlığın an a k o şu lların d an değildir.
C inler de cen n et veya cehennem e g ideceklerdir. Z ira, b u n ların d a im anlı
ve k â fir o lan ları v a rd ır. Bu n ed en d en , “E y cin ile insan, sizin le uğraşacağız”
(R ahm an, 31) denilm iştir. Peygam berler arasın d a yalnız H z. Süleym an, cinlerden
faydalanm ıştır. O n a verilm iş o lan T an rısal n im etler dolayısıyle, " . . . H em Rab-
bin in izn iy le elinin altın d a çalışan cinler d e va rd ı” (Sebe, 12) denilm ekte ve
d ah a aşağıdaki ayetlerde cin lerin , H z. S üleym an’a saraylar, heykeller, hav u z gibi
tepsiler ve sa b it k a z a n la r y ap tık ları b ild irilm ek ted ir. N itekim , H z. Süleym an,
Saba K raliçesi B elkıs’m ken d isin e ita a t etm esini istediği k u tsal hikâyede, “C in­
den bir ifrit, ben de, o nu sana, sen m akam ına gelm eden getiririm ” (N em i, 40)
sözleriyle b u peygam bere k a rşı sad ak at ve hizm etini arz etm iştir. H z. M uham ­
m ed, cin lerin de peygam beri o ld u ğ u h ald e, b u n la rd a n faydalanm am ıştır; yani,
Yüce T a n rı, sevgili elçisine, H z. S üleym an’a verm iş olduğu tü rlü kuvvet ve ser­
vetlerin hiç b irin i bağışlam am ış; sanki o n u n , b ir İsrail peygam beri gibi değil,
yetkin b ir in san gibi çalışarak b aşarı gösterm esini istem iştir.
K u r’an d a , H z. M uham m ed, ib ad et ed erk en cin lerin kitle h alin d e b u ibadete
katıld ık ların a işaret edilir: " T a n rı’n ın k u lu M u h a m m ed , T a n rı’ya ibaret için na­
m aza ka lktığ ı vakit, cinler o n u n etrafında k eçe g ib i kalabalık olurlardı (Sad, 19).
H e r n e k a d a r cin ler, k âh in lere yardım ed erlerse de, o n ların gaip h a k k ın d a hiç
b ir bilgileri olm adığı d a ileri sü rü lerek , falcılık ve kâhinliğin olanaksızlığı öğre­
tilm iş o lu r: “ C inler, gaybi b ilm iş olsalardı, o zilletli azap içinde bekleyip du r­
m a zla rd ı" (Sebe, 14).
A lusî, İb n H atim , İb n M erduye gib ilerin tefsirlerin d e açıkladıkları ve özet
o larak K u r’a n ve h ad islerd e ve H z. M uh am m ed ’in h ayatına d a ir gerçek veya
uydurulm u ş, yakıştırılm ış söylentilerde, cinlerin o ld ukça önem li b ir yeri olduğu
anlaşılm ak tad ır. Bu nedenle, b u n la rın g erçekten v a r olup olm adıkları h u su ­
su n d a tü rlü m ezhepler ve d in bilginleri, b irb irin e uym ayan inançları savunm uş­
lardır. Bazı İslâm filozof ve d ü şü n ü rle ri, b u n la rı yeryüzünün ruh ları saym ış,
M utezile ise, tam am en in k â r etm iştir. F ahreddin-i R azî ve F arab î, cinlere in an ­
m ışlar, fak a t İb n S ina, san k i yetiştiği dönem lerde m ikrop bilm iyorm uş gibi,
b u n ların tü rlü şekillerde m eydana gelen h av asal b ir hayvan olduklarını iddia et­
m iştir. Büyük b ir filozof ve hek im d en de b aşk a tü rlü sü beklenem ezdi. E ş’arîler,
cin leri b ed en d en y o ksun o lan b ir hay at k u v v eti saym ışlar ve bunların g irdik­
leri cisim lere can lılık v erdiğini id d ia etm işlerdir. H erkesin k en d i gözleriyle gör­
m esi olanaksız o la n cin lerin bedenli o ld u k ların ı k ab u l ed en ler de v ard ır. İbn
H a ld u n , b u n la rın v arlık ve yokluğu h a k k ın d a k esin b ir bilgi verm ekten çeki­
nir. S im avna K adısı Şeyh B edreddin, ‘V a rid a t’ adlı eserinde, «C in, diyor, insan­
la rın hayal gücü kuvvetiyle g ö rd ü k lerid ir» . C inleri duyularım ızla algılayabil­
seydik (id ra k ), o n ların nesnel b ir gerçekliği o lu r ve herkes tarafından da algı­
lanab ilirlerd i. O n a göre, şeytan, h a k ta n , yani d oğru yoldan u zaklaştıran, m elek
ise h a k k a teşv ik e d en h e r şeydir. M elekler ve şeytanlar, insanın k en d isindedir.
Bu cesaretle savunulm uş dü şü n celer, d in b ak ım ın d an k âfirlik sayıldığı için, ger­
çek d in bilgisinden yoksun o la n yüz m ilyonlarca M üslüm an, yüzyıllardan b eri,
cinler, şey tan lar ve m eleklerle bozulm uş o lan ak ılların ı b ir tü rlü b a şla n n a ala­
rak gerçek b ilim ve bilgeliğe hizm et edem edikleri gibi, M üslüm anlığın yüce
gerçeklerine de akıl erdirem em işlerd ir. Çağdaş tefsircilerle pozitif bilgilere de­
ğer veren İslâm d ü şü n ü rle ri, cinleri b ir çeşit m ik rop saym aya m eyletm ektedir­
ler. D iğer bazı tefsirciler de, cin deyim inin K u r’anda M üslüm an olm ayan ya­
bancılar, m ü şrik ler ve özellikle Y ah u d iler anlam ında kullanılm ış olduğunu an­
latırlar ki, bazı ayetlerin anlaşılabilm esi için, böyle b ir yorum lam aya b aşvurm ak­
tan başka çare y oktur.
Bize göre, cinler, ço k zeki, p ek m arifetli insan larla, hileci ve k u rn az kişi­
leri yahut da insanın kendi iç âlem inde baskısı eksik olm ayan b irta k ım kötü
tutk u ları sim geleyen edebî ve m istik b ir terim d ir. İslâm dü şü n ü rlerin in en bilgin­
leri, kâfirlikle su çlan d ırılm ak tan k o rk a r ve çeşitli çevirtilerle (tevil) cinleri onay­
lar gibi görü n erek in k â r ed erlerk en , çağım ızda onjarın söylem ek isteyip de çevirti
yollarına sap tık ları cin kav ram ın ın , gerçekte nesnel b ir v a rlık o larak v a r ol­
m adığını, b u n la rın , M ü slüm anlıktan önceki h alk k ü ltü r ve geleneklerinde yaşa­
tılm ış b irer m istik efsane olduğunu ve H z. M uham m ed, h alka h itap ederken, on­
ların anlayacağı b ir d ild en , k avram ve efsanelerden faydalanm a zoru n d a kal­
dığını söyleyebiliriz. Bugün cinler, hem en h e r toplum da, çocuk ve halk m asal­
ların ın başlıca k ah ram an ları ve m istik serüvenlerle söylentilerin garip ve gü­
lünç tasarım ları o larak b ire r öykü k o n u şu d u rlar. Y üksek seviyeli din adam ları
ise, b u n la r ü zerinde fazla durm am ayı tercih ed er gibi görünm ektedirler. D aha
doğrusu, ayetler ve h adislerle v arlıkları onaylanm ış olan cinleri, akıl ve bilim
k ab u l etm ediği için, b u n la rın tü rlü anlam lara gelen benzetm eler ve sim geler
old u ğ u n u ileri sürm ek zo ru n d a k alan T an n b ilim cilerle tefsirciler, im an ve
gerçeklik b ak ım ın d an tü rlü çelişkilere düşer ve fa rk ın d a olm adan k u tsal k itab ın
b ild irilerin i zayıflatm ış o lu rlar.
rv
ŞEYTAN VEYA İBLİS

“Şeytanlarım ızı görem iyoruz; zira biz


k en d im izi görem iyoruz”.
V illeneuve

K u r’an ın L V III. suresinde (M ücadele, 10 ve 18) kullanılm ış olan şeytan


veya iblis sözcükleri, bazen an lam d aş, bazen de sanki b irb irin d e n fark lı iki şer
m eleği gibi g ö rü n ü rlerse de, gerçekte ikisi b ir ve aynı y ara tık tır. B una m elek
deyişim izin ned en i, T a n rı k a tın d a b u lu n m u ş olm ası, T a n rı ile konuşm ası, nih a­
yet T a n rı’n ın em irlerine b aş eğm eyecek k a d a r d a cesaretli olu şu d u r. Şeytan söz­
cüğü, K u r’a n d a b azen çoğul o la ra k k u llan ıld ığ ı h ald e, iblis sözcüğü daim a tekil
o la ra k k u lla n ılm a k ta d ır, tslâ m im an ın ın esasların d an b iri de h ay ır ve şe r’in
T an rı ta ra fın d a n y aratıld ığ ı dogm ası o lduğu için, T a n n 'n ın şeytan’ı şer işiyle gö­
revlendirm iş o ld u ğ u n u k a b u l etm ek g erek ir ve tü rlü ayetlerle had isler d e b u n u
açıkça b ild irir. Z a te n şeytan, Â d em ’d en evvel y aratılm ış olduğu için, şer, in­
sanın değil, şeytanın eserid ir. H z. M evlâna, ‘M esnevî’sinin ikinci cildinde şerri
T a n n ’n ın yaratm ış o ld u ğ u n d an söz ed erek , b u n u isp at etm ek için tü rlü k an ıt­
la r getirm eye çalışır.
, G erçek te şeytan, M azdeizm in E h rim en ’in d en ve B rehm enizm in V işn u ’sun-
d a n b aşka b ir şey d eğ ild ir ve b ü tü n ilkel ve k itap sız d inlerle m itolojilerde şey­
ta n ın işlerini y ap m ak la görevli, tü rlü a d la rd a Jcötülük r u h la n v a rd ır. Bu iti­
b a rla şeytan, M ü slü m an lık tan önce de b aşk a k avim lerin ve özellikle Sam î ka-
vim lerin m istik geleneklerinde önem li b ir y er tu tm u ştu r ve m istik hayal gücü,
o n u tü rlü sıfatlarla süslem iş ve o n a, sonu tra jik o lan b irtak ım ödevler yüklem iş­
tir. Şeytan, b ü tü n k ita p lı Sam î d in lerd e ve özellikle M üslüm anlıkta k ib irli, ken­
din e güvenen, asi b ir m elek tir: “M eleklere, Â d e m ’e secde edin iz dediğim iz va­
k it, secde ettiler; fakat iblis, topraktan yaratılm ış olana m ı secde edeceğim , d e d i”
(îs ra , 6 1 ). Böylece, “İblis, kibirlen di v e kâfirlerden oldu ” (Sad, 74). B unun üze­
rine T a n rı, o n u h u z u ru n d a n k ovuyor ve, " Ceza gününe kadar lânet edilecektir!”
diyorsa d a, yüce g ücü h e r şeye yeten U lu Y aratan , onu yok etm eyi m u rat etm e­
m iştir; ve o n a ü stü n b ir zekâ v erm iştir, b u n u n için d ir k i, iblis,, z e k ic e .y alv a r­
m asını ve T a n n ’d a n b azı şeyler istem esini p e k iyi bilm iştir: “E y R abbim , bana
onların yeniden dirilecekleri güne kadar m ühlet ver” dileğinde b u lu n m u ş, Y üce
T a n n d a: “V akti bilinen güne kadar kendisine m ühlet verilenlerdensin” (Â raf,
11-17; S ad, 80-81) diyerek o n u n dileğini k a b u l etm iştir ve iblisin in sanlara, yer-
yüzündeki fen alık ları güzel göstereceğini, k u lla rın d an halis olm ayanları yoldan
çıkaracağın ı an latm ıştır (H icr, 33-40). Bir b a şk a surede de iblis, T a n n ’ya şöyle
m eydan o k u r: " B eni k ıy a m e t g ü n ü n e kadar geri bırakırsan, azı m üstesna olm ak
üzere onun (insanın) zü rriyetin i a vcu m u n içine a lırım ”. B unun üzerine T a n rı da,
" O zürriyetten gücün yettiğ i kim seler üzerine m eleklerinle, atlı v e yayalarınla
yürü, malları ve evlâtlarıyle ortak ol; onlara vaitlerde bulun. Şeytan ancak gu­
rur veren şeyleri vaad e d er” (İsra, 62-64) b u y u ru r. Bu suretle U lu T a n rı, ayrıca
m elekleri de b u lu n d u ğ u an laşılan şeytanın in san ları yoldan çıkarm ası için gere­
ken m üsaadeyi verm ekte ve h a tta kendisi de b u k o n u d a şeytana yardım etm ek­
tedir: " H er k im R a h m a n ın zik rin d e n y ü z çevirirse, b iz ona dost olarak bir şey­
tan hazırlarız; o ysa ki onlar, ken d ilerin i doğru yo ld a zannederler” (Z u h af, 36-37).
Şeytanın ilk b aştan çıkardığı y aratık , H av v a an am ızdır. İblisin T a h a sure­
sinde de görülen b u cesaret ve kurnazlığ ı, T e v ra t’tak in in ay nıdır ve T an rı ile
olan konuşm asında da iki k u tsal k ita p a rasın d a az fark vard ır. Bir başka surede
şeytan, T a n rı ve insan irad esin e d iren en ra k ip b ir k uvvet gibi görünür: " . . . S en ­
den önce gelen ü m m etlere d e peygam berler g ö nderdik; şeytan onların edim lerini
(am el) gözlerine h oş gösterdi de, peygam berlerini yalanladılar; bugün onların
velileri, şeyta n d ır” (N ahl, 63 ). Z ira , şeytanın görevi, T a n rı’n ın k endine verm iş
olduğu m üsaadeye d ay an arak , in san ları Y a ra d a n ’d a n uzak laştırm ak ve rezilliğe
sü rü k lem ek tir. O da cin ler gibi T an rısal o lan h e r şeye düşm andır. B ununla b ir­
likte in san ın T a n rı’yla şeytandan b irin i seçm esine izin verildiği v ak it bile, doğru
yolu seçm ek, T a n rı’n ın isteğine b ağ lıd ır ve şeytanı gerektiği zam an in san lara,
h a tta peygam berlere bile m usallat eden de T a n n ’n ın kendisidir: “B iz her pey­
gam bere, insan ve cirt şeytanlarını d ü şm a n k ılm ışızd ır” (E n ’am , 111 ve  raf,
2 7 ); “O şeytanları, o kâ firlere saldırttığım ızı v e onları k ışk ırtıp durduklarını
görm edin m i? ” (M eryem , 83) ve, "T a n rT n tn izn i olm adan şeytan, hiç bir zarar
verem ez; im an edenler, T a n rı‘ya te v e k k ü l etsinler” (M ücadele, 10).
A nlaşılıyor k i, insan ve cin lerin şeytanları d a b aşk a başk ad ır. K u r’anda kul­
lanılan insan şeytanı, cin şeytanı (E n ’am , 112) deyim lerinden, âlem de k ö tülük
yapan b ir gizli kuvv etin varlığı k a b u l edilm ek ted ir. S ünnet eh li, b u kuvvetin,
yani şeytanın m addesel o larak m evcut old u ğ u n a in a n ırla r; yani görünm eyen bir-,
takım k ö tü ru h la rın varlığını k ab u l ederler. G enel o larak M üslüm anlar, bu n a
in an d ık ları için, esasları Y ah u d ilerd en alınm ış o lu p Sam î kavim lerin b ir gele­
neği olan abd est, şeytanlarla h ab is ru h la rın şerrin d en k u rtu lm ak için uygulanan
b ir tem izlik tir. Şeytanın in san ları yoldan çıkarm asına T an rı izin verm iş olm akla
b irlik te , o n d an k o ru n m a önerileri de ihm al edilm em iştir: “K ullarım a söyle ki,
e n güzel olanı söylesinler; zira şeytan, onların aralarını açar; o, insanın a çık bir
d ü şm a n ıd ır” (îsra , 5 3); “Ben size şeytana tapm ayın, o size a ç ık bir düşm andır
d iy e yem in etm ed im m i? ” (Y asin, 60); “R ü ya n ı kardeşlerine anlatm a, sonra seni
tuzağa düşürürler; şeytan, insana belli bir d ü şm a n d ır” (Y usuf, 6).
Şeytan k im d ir? “A n c a k ya kın dostlarını ko rku ta n la rd ır” (Âli İm ra n , 173).
Ş eytanların in san ları g ü n ah a sokm ak için uyguladığı yöntem pek b asittir; o,
"K â firlere yaptıkları her şeyi süslü gösterir” (E n ’am , 4 3 ); fak at, " T a k v a içinde
olanlar, şeytandan bir k u ş k u ilişince zik re d e r ve basirete sahip olurlar” (Â raf,
2 01). Z a ten , “İm a n ed erek R ablerine te v e k k ü l edenlere onun m usallat olm ası
ola n a ksızd ır" (N ahl, 9 9); zira , şeytan, "V eb a le giren bir sahtekâra y ü k le n ir "
(Ş ura, 222). B ununla birlik te, “H a lkta n bazıları da, bilgisizlikleri yü zü n d en Tan-
rı’yla savaşır ve her k a y p a k şeytanın ardına d ü şe r" (H ac, 3 ). Bu itib arla en iyisi,
" . . . S en i şeytan d ü rtecek olursa, T a n r ı’ya sığın, işiten, bilen O ’d u r” (Fussiiet,
36); “E y im an edenler, şeytanın adım larına u ym ayın, şeytanın adım larına uyan
(bilsin ki) o, en k ö tü ve reddedilm iş olan şeyleri em reder” (N u r, 21 ); “A kra b a ­
ya, m iskin e, yolda k a lm ış olanlara haklarını ver; fa k a t b ü sb ü tü n açıp saçma;
zira, açıp saçan şeytanın kardeşidir ve şeytan ise, R a b b e karşı n a n kö rd ü r" (İsra ,
26-27).
Ö zet o larak şeytan, h e r tü rlü k ö tü lü ğ ü n ve insel zayıflıkların sim gesidir;
k ardeşlerin arasını açan, H z. M u sa’yı b ir y u m ru k ta adam öldürm eye sürükleyen
(K asas, 15), u n u ttu ra n , k ö tü lü k leri h a tırla ta n ve bu n a teşvik eden, k âfirlerin
z a n la n n ı k en d ilerin e doğru gösteren, “K en d ilerin e doğru y o l görü n d ü kten son­
ra, k ü fr e dönenlere, b u n u kolaylaştıran v e m ü h le t veren şeytandır” (M uham ­
m ed, 25). B unun için d ir k i, T a n rı, o n u n la cehennem i tıklım tıklım d o ld u racak ­
tır (Sad, 84-85). Şeytan, ken d isin e u y an lara hayasızlığı ve yasak edilen şeyleri
em rettiği için, im an edenlerin o n a uym am ası g erek ir (N u r, 21). K u r’an, şeytanın
şerrine o d en li önem v erm iştir ki, h e r su re, yalnız rah m an ve rah im olan T an-
r ı’nın adıyla b aşlam az, aynı zam an d a, “K u r ’an o k u n d u ğ u vakit, T a n rı’ya sığın,
k o v u lm u ş olan şeytandan sa k ın ” (N ah l, 98) em rin i v erir. N itekim b ü tü n d u a la r
ve kutsal m etin ler o k u n m ad an önce, “R a cim (kovulm uş) olan şeytandan T a nrT
ya sığınırım ” tüm cesi söylenir ve sonra, “R a h m a n ve rahim olan Tanrı a d ıyla"
den ilir. Besmele denilen b u k u tsal başlangıç, cinleri kovm aya ve işlere şeytanın
karışm am asın a da hizm et ed en m istik b ir form ül veya dövizdir.
H z. M u h am m ed ’in şeytan h a k k ın d a k i telk in in i, insan iradesini kuvvetlen­
d irm ek ve b ir işe b aşlam ad an önce, o n u n h ay ır ve şerle ilişkisini d erinden
d ü şü n d ü k te n son ra h a re k e t etm ek, y ani h e r ak la gelen geçici, faydalı ve doğru
gibi görünen h allere kapılm am ayı ih ta r etm ek gibi b ir ahlâksal ödev saym ak
lâzım dır. Şeytana g ü n ah işleten, o n u in san ları b a şta n çıkarm aya m em ur ve şey­
ta n ın b u k o n u d ak i istek lerin i k a b u l ed erek kıyam ete k a d a r k ö tü lü k etm esine
izin veren Y üce T a n rı’n ın kendisi olduğu h ald e, cehennem i o n u n la ve oha
uym uş o lan larla d o ld u racağ ın a d a ir olan ih ta rla r, layik adalet ilkelerine aykırı
b ir hak sızlık tır. Bu itib a rla şeytanı gerçekten b ir T a n rı yaratığı saym aktansa,
o n u erdem dışı tu tk u la rın b ir sim gesi gibi telak k i etm ek, S ünnî kelâm cı an la­
yışına aykırı olsa b ile, ak la d ah a uygun b ir gerçek olsa gerektir. B unu pek
iyi anlam ış o lan yeni tefsircilerle d in b ilginleri de, şeytanın h e r çeşit fenalığın
kaynağı o lan k ö tü tu tk u larım ızd an b aşk a b ir şey olm adığını savunm aya özen-
m ektedirler.
Sim gesel o la ra k şahıslandınLm ış o lan şeytanın, b ir özgürlük m eleği oldu­
ğ unu kab u l ed en ler de v ard ır. O n u , k en d i k ö tü tu tk u larım ızı hoş gösterm eye hiz­
m et eden b ir m an tık sayanlar da v a rd ır. D an te, ‘C ehennem ’in d e k o n u ştu rd u ğ u
şeytana, «Belki de benim b ir m an tık çı olduğum u bilm iyordun, değil m i?» de­
dirtm ek te, ozan B audelaire de, «Şeytanın en yüce hilesi, bizi, ken d in in v a r ol­
m adığına in an d ırm ak tır» diyerek o n u n b u m an tıkçılığını onaylam aktadır. Şey­
tan, hem en b ü tü n d ü n y a güzel sa n a tla rın ın d a k o n u la n a rasın d a önem li b ir y er
tu tm u ştu r; ve ald atm ak için b irço k kutsal k itap lard a yılan kılığına girm iştir.
O sw ald W irth ’in kaydettiğine göre, Â d em ’le H a v v a’nın cennetten kovulm asına
neden olduğu anlaşılan yasaklanm ış meyveyi veren yılanın, eskiden b eri kullan ı­
lan ve bilin en b ir sim ge olduğu an laşılm ak tad ır. Suyun akışıyla yılanların ça­
yırlar arasın d a kayıp gidişi arasın d a b ir and ırış gören insanlar, sudaki hayatsal
özeliğin (hassa) yılanda da v ar olacağını d ü şü n erek bu hayvanı b ir hayat sim ­
gesi saym ışlardır. K utsal k itap lard ak i yılan simgesi b u d u r. (N itekim , A rapçada
hay sözcüğü, yılan d em ek tir ki, diri an lam ın a gelen hayy sözcüğüne benzediği
in kâr edilem ez). L igure’ler, bu andırış dolayısıyla, b u sürüngeni k u tsal saymış­
lard ır. Eski Y u n an lılar da aynı anlayıştan h a re k e t ederek, yılanda şifa verici (cu-
ratif) b ir gücün b u lu n d u ğ u n u k ab u l etm işlerdir. B unlar, E sk ü lab ’ın tap ın a k ları­
na, hastaya d o k u n u r dokunm az şifa v erdiğini zan n ettik leri O p h id ie n sle ri sok­
m u şlard ır. (Bugün h ekim lerin rozet, döviz veya m eslek arm ası o larak yılanı
seçm iş olm aları da b u eski in an çlar geleneğinin ü rü n ü d ü r). Y ine eski Y u n an ­
lıların O u ro b o ro s adını v erd ik leri p ek b ü y ü k b ir yılan v a rd ır ki, k en d in i kuy­
ruğ u n d an yer; b u , ebedî, başlan g ıcın d an itib aren m ahvedilem eyen genel hayatı
sim geleştirir (Bu sim geden H ero d o t da faydalanm ış ve uygarlığı böyle b ir yılan
saym ıştır). T e v ra t’ta H av v a ’yı b aştan çık aran y ılan ise, Phtyon fam ilyasından-
d ır ve Pythonisses denilen k âh in rah ib elerin ilh am cısıdır. Bu k a d ın lar, ortaçağ­
d ak i Paracelse gibi, yıldızsal ışın lard ak i (lum iöre astrale) sırları okuyabilirlerm iş.
Birçok kavim lerde görülen erk ek üretm e org an ın a (fallüs) tapm a ve b u organın
taştan veya m ad en d en yapılm ış an ıtla rın a saygı gösterm eleri, o n u n yılana olan
b en zerliğin d en d ir (O sw ald W irtlı, ‘Le M ystere de l’A rt R oyal’, P aris, 1947).
K aybedilm iş cennet, gerçekte in san ın ekip biçm ekten ve herhangi b ir so­
ru m lu lu k , gayret ve u tan m a duygusuna k ap ılm ad an hayvanlar gibi yaşadıkları
sözde m utlu b ir dönem in an ısıd ır. Y ılan ın lânetlenm esinin nedeni de, insanı, bu
hayvanlık dönem inin bilinçsiz, çalışm a yorgunluğundan uzak b ir hayat ta rzın ­
d a n ayırıp yaşam ak için çalışm aya zorlayan zahm etli b ir hayat tarzına sü rükle­
m iş olm asıdır. G oethe, ‘Yeşil Y ılan ’ adlı güzel hikâyesinde, yılana b ü y ü k saygı­
la r gösterir; b u b ü y ü k ve ışınlı yılanı, âlem i k u rta rm ak için hayat n eh rin in iki
sahilini b irb irin e bağlayan b ir köprüye dönüşm üş (istihale) o larak betim ler;
y an i, bu b ü y ü k ad am da yılanı, b ir hayvan veya şeytan diye değil, h ayatın yük­
sek sırların ı ilham eden b ir sim ge saym ış ve k u tsallaştırm ıştır. Bize göre de
yılan, k ad ın d a u y an an ilk zek ân ın , yani insanı h ay v anlıktan düşü n en v a rlık m er­
tebesine yükselten h ayatsal kuv v etin ve ü rem en in sim gesidir. İn san , b u sayede
utanm ayı, iyiyi, kötüyü, ürem e o rg an ların ı kapam ayı öğrenm iş ve T e v ra t’ın de­
yim iyle T a n n ’ya benzem eyi başarm ıştır. T alm u d , Sam ael denilen ve şe y tan lan n
b aşk an ı olan başk a b ir m elekten de b ah sed er. Şeytan, k ö tü lü k lerin şahıslanm ış
b ir ö rn eğ id ir k i, insanı b aştan çık arm ak ve T a n rı k atın d a suçlam ak, ölüm ceza­
sını belirlem ek , nihayet ö ld ü rm ek gibi d ö rt işle görevlidir. Bu son görevi dola­
yısıyla, İb ra n île r o n a ölü m m eleği ad ın ı v erm işlerd ir (A. C ohen, s. 92-104). İs­
lâm in an çların d a olduğu gibi, şeytan, salih in sa n la n baştan çıkaram az ve bu
in san lar, h e r b ak ım d an , m eleklerden de ü stü n d ü rle r. A nlaşılıyor k i, İslâm di­
n in d e adı geçen şeytan d a H z. M uh am m ed ’d en, h a tta binlerce yıl önce D oğu’
d a ve B atı’da aynı sistem ve m otiflerle işleyen m istik hayal gücünün verilerin-
den b aşka b ir şey d eğildir; ve P eygam berim iz k en di ahlâksal ülkülerini, u lu su ­
n u n ve a ra la rın d a yaşadığı H ıristiy an larla M usevîlerin tem el inançları üzerine
inşa etm iştir. O , b u yolda karşılaşacağı zo rlu k ve engelleri azaltm ak için, halkın
ö teden beri bağlanm ış olduğu b atıl in an çlara desteklik eden im gelerle terim leri
k u llan arak , k en d i ü lk ü sü n e d ah a a n laşılab ilir b ir re n k verm ek zorundaydı. Bu
zo ru n lu lu k , o n u n , "H a lka , akıllarının seviyesine göre sö yleyin" şeklinde ifade
ettiği p ro p ag an d a ilkesine de uygundur.
KIYAMET VE ÖLÜMDEN SONRA DİRİLME

“Y ü c e T a n rt’ya döneceğiniz günden sa k ın ın ız”.


(B akara, 282)

M istik hayal g ü cü n ü n en trajik b u lu şların d an b iri de, kıyam et olayıdır.


Bu konu, ru h u n niteliği, ölüm ve ölü m d en sonra dirilm e problem leriyle ilgili­
dir; biz b u ra d a , b u üç problem i ayrı b ir bölüm de inceleyeceğim iz için, sadece
ahrete d air olan in an çlar üzerinde duracağız. Bu k o n u d ak i tasarım lar da, b ir­
çok diğer İslâm in an çların d a olduğu gibi, d ah a eski kavim lerle dinlerden süzü­
lerek H z. M uh am m ed ’de b ü tü n tered d ü tlere son veren kesin b ir gerçek şeklini
alır. En eski Y unan d inin d e ru h , styks denilen b ir yeraltı ırm ağından geçerek
bazı yeraltı T an rıları ta rafın d an yargılanır; suçlu ru h la r, tartaro s (cehennem ) de­
nilen b ir cezaevine gönderilir; günahsız ru h la r d a, Elysion denilen cennette m u t­
lu b ir ö m ü r geçirirler. Buna rağm en H om eros, « İn san , y eraltındaki ah ret hayal­
lerinin hepsine hü k m etm ek ten se, yeryüzünde g ündelikçilik ederse» d ah a iyi
olacağını savunm a cesaretini gösterir (İliad e). Eski M ısır’da d a birço k kısım ları
M üslüm anlığa geçm iş olan b u inan cın ro m an tik ve d ram atik özellikleri yaşa­
tılm ış, belki de o rad an ve d ah a çok Babil köleliği dönem inde K aidelilerden ve
M azdeizm den sızarak Y ahudilere de geçm iştir. V akıa, T ev rat b u k o nuda açık
b ir b ild irid en y o k su n d u r ve Y ahudi şeriatını kapsayan Tesniye bölüm ünde gö­
rülen v aatlerin hepsi (X X X II, 39 ), b u dünyada b aşa gelmesi olanaklı olan yap­
tırım lard ır; fa k a t, M .Ö . II. yüzyılda yaşam ış olduğu sanılan D aniel peygam ­
berin k itab ın d a (X II, 2, 13), Y'T o p ra k altında uyuyanların birçoğundan bazısı,
ebedî hayata, bazısı da ebedî haka ret ve rezilliğe uğram ak üzere uyanacaklardır”
denilm ekted ir. N itekim F arsîler de, S ad u k îlerin inancına aykırı o larak , ölüm den
sonra dirilm eye in an m ak tay d ılar. T a lm u d ’da d a , M ahşerde b ü tü n ölülerin K u­
d ü s’le Zeytindağı arasın d ak i b ir vadiye, yüzükoyun sü rünerek gidip hesap ve­
receklerini an latır; fa k a t S adu k îler, ölüm den sonra dirilm eye inanm azlar. Buna
itiraz eden ler, ölü lerin , elbiseli o larak g öm üldükleri için, yine elbiseli olarak
d irileceklerini sav u n u rlar. T alm u d , b ü tü n insan eylem lerinin b ir k ita p ta yazılı
o lduğunu ve ölen b ir insana öteki düny ad a tekm il edim lerinin sırasıyla kendi­
lerine oku n u p sayılacağından da söz e d e r (A. C ohen, s. 4 43). İslâm daki M ahfuz
Levha ile tü rlü vesilelerle sözünü ettiğim iz ve edeceğim iz edim lerin defteri (Def-
ter-i  m al) k av ram ların ın kaynağı d a , . h ah am T an rıb ilim cilerin d e ve İb ra n î
geleneklerinde saklı olduğu an laşılm ak tad ır. Z erd ü şt, kıyam et fik rin i savun­
m uşsa da, o, b u k o nuda M ısırlılar k a d a r açık ve ayrıntılı bilgiler verm em iştir.
Bu in an ç, H ıristiy an lık ta da p ek ihm al edilm iş değildir. Saint P aul, Selâ­
niklilere yazm ış o lduğu ‘M e k tu p la r’ın b irin cisin d e (IV , 16-17), baş m elek ta ra ­
fın d an su ru n ü fürüleceğini, M esih de ölm üş o lan ların ayağa k alk acak ların ı, b u n ­
ların R abb i karşılam ak ü zere göklere yükselerek daim a R a b ’le b erab er kala­
cak larını a n latır. Bu veli K orentlilere yazdığı b irin ci m ek tu p ta (I, 7-8; I I I , 13;
IV , 5; V I, 2-3; V II, 26, 29; X V I, 3; X V I, 22) ö lüm den sonra dirilm ek ve ev­
renin yakın d a gerçeklenecek sonu h ak k ın d a ısrarla d u ru r, İsa ’nın ölüm den son­
ra dirilm esini, tü m in san ların da ö ld ü k ten son ra dirileceklerinin güvencesi sa­
yar. Bir d in in h a k o lu p olm ayacağını b u inan ca bağlam ak yetişm ez sanırız. Z i­
ra, b u n a hiç de inanm ayan b ü y ü k d in ler v ard ır. Ö rneğin, Ç in, din ve felsefele­
rinde bu konuya değer verilm em iş, Buda da k u tsal kişilerin ölüm dışında yaşa­
m aya devam edip etm em elerinin, k u tsallık yolunda hiç b ir ilerlem eye hizm et et­
m eyeceğini, zira b u tü rlü in an çların , sü k û n ve aydınlık verm e bak ım ın d an ru h a
hiç b ir fayda sağlam ayacağını sav u n m u ştu r. T ao cu rah ip ler, ahrete in an ır, h atta
kutsal in san lara, suyun, ateşin ve zararlı h ay v an ların hiç b ir etkide b u lu n am a­
yacağını b ild irirlerse de, (H z. İb ra h im ’in N e m ru d ’u n ateşinde yanm adığı gibi),
Çin d ü şü n ü rlerin d en T chouang-tseu, b ü tü n b u m asallara in an an ların d a r zekâlı
kim seler o ld u ğ u n u a n latır. T ao cu lu k in an çları arasın d a m itolojik hayallerle süs­
lenen K ou-che ad aların ın cinleri h a k k ın d a k i betim lem elerle inançları d a red ­
ded er. Lao-tseu, kendi hay atın ı, özenerek erd em lik içinde düzenlem ekte uzm an
o lan ların asla ölm eyeceklerini, böyle b ir adam ın, ne gezilerinde, ne savaşlarında,
hiç b ir ölüm tehlikesi ile karşılaşm ayacağını telkin eder. Bu dine göre, ölm ek,
evrensel hay at ahengine, ken d iliğ in d en u y m ak tır. (B uda ve H z. İsa gibi kutsal
kişilere, v ahşî h ay v an ların sald ırm ad ık ları inancı da bu tü rd en d ir). (M arcel
G ran et, s. 418). G enel o larak D o ğ u ’n u n büy ü k d inlerinde, kıyem ete d a ir açık
ve belirgin in an çlar yok g ibidir. Ç ü n k ü , o n la rın ölüm h a k k ın d a k i d üşünceleri,
kitaplı d in lerin telkinlerine benzem ez.
M üslüm anlıkta ise, bu konuya fazlasıyla önem verilm iştir. Hz. M uham m ed,
ru h u n ölm ezliğine değil, ö ld ü k ten son ra dirilm esine inanm ayı, im anın esaslı
koşulları arasın a koym uştur. Bunun için d ir ki, hem en hiç b ir İslâm m ezhebi,
tarikatı ve h a tta pek az istisnasıyla filozofu, b u inanca açıkça karşı gelmiş de­
ğildir. B unlar, açıklam a ve yorum lam a b ak ım ın d an ara ların d a bazı fa rk la r gös­
term iş olsalar bile, esasta birleşm iş gibid irler. M üslüm anlıkta T a n rı’m n büyük
güçlerinden b iri, "D iriyi ö lüden v e ö lü yü d iriden çıkarm asıdır’’. Bu ayetten T an-
r ı’nın h e r şeye gücü yettiği ve ölü leri de diriltebileceği sonucu zo ru n lu o larak
çık ar. H z. M uham m ed, b u konuyu, ahlâksal, h u k u k sal ve siyasal b ir disiplin
aracısı olarak en ince ay rıntılarıyla açıklam ıştır. Bir ah ret hayatının var o labil­
m esi için ö lü lerin dirilm esi, M ahşer denilen b ir yerde to p lanm aları ve kıya­
m etin kopm ası g erekm ektedir. Ş eytanın in san a k ö tü lü k yapabilm esi için, b ir
ayette, "B ana bâsolunacakları güne kadar m ü h le t ver, d e d i” (Â raf, 14) ve diğer
b ir ayette de, "T a n rı d ed i k i, onda o tarzda yaşayacaksınız ve onda öleceksiniz
ve yin e onda çıkarılacaksınız, bâs ve h aşrolım acaksınız” (Â raf, 25) denilm ekte
ve b u n d a n m ak sad ın d a, h alk a işlem iş o ld u k ları eylem lerin niteliğini gösterm ek
o ld u ğ u -an laşılm ak tad ır (Z ilzal, 1-16). Başka b ir m aksadın d a, kim lerin iyi edim ­
lerde (am el) b u lu n u p bulunm ayacağını a n lam ak tır (M ülk, 2; E n ’am , 95). A caba
Y üce T a n rı, ö ld ü rü p diriltm eden edim lerim izin nasıl olacağını bilem ez m idir
k i, bu tra jik olaya b aşv u ru y o r, gibi b ir düşünceyi akla getirm ek, im an bak ı­
m ından teh lik elid ir; fak at, b u n u düşünm em ek de elim izde değildir; zira, insanı
böyle d ü şü n d ü ren de ken d isid ir.
H z. M u h am m ed ’e göre de, hem en b ü tü n m istik in an çlard a olduğu gibi,
biri içinde yaşadığım ız b u , fan i dünya hay atı, diğeri ö ld ü k ten sonra d irilerek
b ir daha ölm em ek üzere yaşayacağım ız ebedî ah ret hayatı olm ak üzere iki âlem
ve iki hayat v a rd ır. A h ret hay atı, d ü n y ad ak i hayatım ızın inanç ve eylem leri
dolayısıyla y üklenilen so ru m lu lu k ların yap tırım alan ıd ır. D ünyada yapm ış o ld u ­
ğum uz iyilik ve k ö tü lü k lerle, K u r’an m ve Peygam berin em irlerine ita at ve im an
etm enin veya etm em enin gerektirdiği ö d ü l ve cezaların ah rette ta tm a k , T a n ­
rısal irade ve k a ra rın zoru n lu b ir so n u cu d u r. Bu b ak ım d an ah re t hayatının
ebedî haz ve azabı, in san ların dinsel ve ah lâk sal vazifelere uym asında önem li bir
eğitim aracısı olm uştur. B unun için d ir ki, evvelki bahislerde gördüğüm üz gibi,
peygam berler, yalnız m üjdeci değil, sak ın d ırıcı o larak gönderilm işlerdir. Bu
esas, b ir ilke o larak k ab u l ed ild ik ten so n ra, insanlığın yeniden dirilm esini takip
edecek olan serüveni için, m istik hayal g ü cünün en eski din ve kavim lerden
ak ıp gelen ölüm ö tesindeki âlem e d a ir tasarım lara, A rab istan çöllerinin coğ­
rafî ve iklim sel özelliklerine ve A rap ların ah lâk sal k a ra k terlerin e uygun şekiller
verm esinden d ah a doğal b ir şey olam az. Evvelâ ölüm m elekleri, eceli gelmiş
olan ların yaşm a başına bakm ak sızın , can ların ı alırlar. K u r’a n d a ad ları b ild iril­
m em iş olm akla b irlik te, b ü tü n ö lenler, m ezarların d a, M ünker, N ek ir denilen iki
sorgu m eleğinin sınavından geçerler. D ün y ad ak i iyilik ve kötülükleriyle im an ve
eylem lerinin T an rısal em irlere uygunluk derecesine göre verilecek azap ve ödül­
ler m ezardan başlam ış o lu r. H z. A yşe, Peygam bere, “İnsanlara m ezarlarında
azap edilir m i? ” diye sorduğu zam an, şu karşılığı alm ıştı: “O ndan (yani, k abir
azabından) T a n rı’ya sığınırını’’. B u h arî’nin ‘S a h ih ’indeki h ad islerden anladığım ı­
za göre, H z. M uham m ed k a b ir sualine, ö lü n ü n m ezardaki duygularına önem le
tem as etm iş, örneğin, “Ö lüye, ailesinin ken d isin e ağlam asından dolayı azap
ed ilir” dem ek suretiyle, insanın ölm üş olm akla sağlığındaki duygularından k u r­
tulam ayacağını telkin etm iştir. K ab ir azabı k o n u su n u , tü rlü seviye ve anlayış­
taki vaizler, h alk a im ana uygun b ir eğitim ve in an ç verebilm ek için, k o rkunç
betim lem elerle telk in ederler. Y eni göm ülm üş o lanın başu cu n d a telkin ver­
m ekten başlay arak , k a b ir sualine, k a b ir azab ın a ve ölünün m ezardaki duygu­
ların a d a ir öyle h ad isler ve söylentiler v a rd ır ki, b u n lar, safdil b ir insanı b ir
psikoz halin e getirm eye k âfid irler.
K u r’an d a kıyam et, b ir hesap g ü n ü ’d ü r, ald an m a g ü n ü ’d ü r, b ir fasıl, yani
ayırm a g ü n ü d ü r, çevrelem e ve tartı (m izan) g ü n ü d ü r. Ö lü ler, asıl bugün d iri­
leceklerdir; M eta In c il’indeyse, ceza g ü n ü ’d ü r (X , 15; X I, 22; X II , 26). Z am a­
nını T a n rı’n ın önce saptayıp ne v ak it koparacağını kendisinden başk a kim senin
bilm ediği kıyam et, b ir h adise göre, cum a günü k o p acaktır. E bu H ü rey re’nin
anlatm ış olduğu b ir h ad iste, “Ü zerine güneş doğan günlerin en hayırlısı cum a
günüdür. Â d e m , o gün yaratıldı, o gün cen n etten k o vu ld u , o gün cennetten
çıkarıldı, k ıya m et d e cum adan başka bir g ü n d e ko pm a ya ca ktır” denilm ektedir.
Ne hicri, ne de m ilâdî tarih le cum a günü sabit b ir gün değildir; cennetten ko-
vulm anm ve kıyam et kopm asının günü o larak hayır bu günün neresin d ed ir? gibi
b ir soru akla gelirse de, b u n u n din b ak ım ın d an önem i yoktur. K âfirler, m üşrik­
ler ve genel o larak H z. M u h am m ed ’in m u h alifleri, kendisine daim a kıyam etin
ne zam an kopacağını sorm uşlar ve ö lüm den sonra dirilm eye inanm ak istem e­
m işler, b u n la rın eskilerden kalm ış m asalların b ir te k ra rın d a n başk a b ir şey ol­
m adığını id d ia etm işlerdir. B unlara verilm iş olan k arşılık lar, kategorik ve dog­
m atik b ir şiddet ve h a tta teh d itle y ü k lü d ü r: “T a n rı... şüphe götürm eyen kıya ­
m e t g ü n ü n d e sizi m u tla ka toplayacaktır" (E n ’am , 12; N isa, 85; M üm in, 59);
“B u m u tla ka görülecek bir g ü n d ü r ve b iz o nu sayılı bir zam an için geciktiriyo­
ru z” (H u d , 104); T a n rı, “A h re te inanm ayanların yaptıklarını ken dilerine süslü
gösterm iştir" (N em i, 5-6); oysaki o n ların , “ahret h a k k m d a k i bilim leri” artıp
d u rm ak ta d ır, am a yine, “O ndan şü p h e içindedirler” (N em i, 67); kıyam etin am a­
cı, " ... İm a n eden ve iyi işler gören kim seleri m ü kâ fatlandırm aktır» (Z üm er, 10).
F akat şu h ad ise göre de, kıyam etin aynı zam anda b ir ceza günü olduğu anlaşıl­
m aktadır: “K ıya m et g ü n ü n d e y ü zü n ü siper e tm e k suretiyle sakınan kim se, azap­
tan em in olan k im se g ib i m id ir? ". M uhaliflerin en çok d iren d ik leri, in anm adık­
ta n olay, ölüm den sonra d irilm ed ir. F ak at, “Y ü c e Tanrı, ölüleri kıya m et günü
d irilte ce ktir” (E n ’am , 36); “B undan sonra öleceksiniz; sonra da kıya m et günü
bâ solunacaksınız” (M üm inun, 15-16). H e r ne k a d a r, m üşrikler, ölülerin tek rar
dirileceklerini in k â r ediyorlarsa d a, T a n rı b u n u v aat etm iştir (N ahl, 38); “İ n ­
san, ben ö ld ü k te n sonra m ezardan d iri m i çıkacağım , der. O insan, ev v e lce -h iç
bir şey d eğilken, ken d isin i yarattığım ızı hatırlam ıyor m u ? Tanrı bunları kıya ­
m ette şeytanlarla beraber haşredecek, sonra cehennem in etrafına d iz üstü geti­
rileceklerdir” (M eryem , 66-69). Ö lü m d en sonra dirilm eye itiraz etm ek boşu­
nadır; zira, " H er şey T a n rı’n ın d ır ve O 'n u n her şeye gücü yeter” (M üm in, 83-90).
H atta yalnız in san lar değil, h ay v an lar da ah rette dirilecek ve, " B o yn u zsu z keçi,
b o ynuzlu keçid en in tika m ın ı orada a lacaktır”.
Ö lüm d en sonra dirilm e, yağm urdan sonra ü rü n lerin m eydana gelm esi gibi
olacaktır (F atır, 10). Bu k o n u d ak i itirazlara verifm iş otan karşılık ların en ku v ­
vetlilerinden b iri şud u r: " G ö kleri ve yeri yaratan ve bunları yaratm aktan yor­
g u n lu k duym ayan T a n rı’nın, ölüleri d iriltm eye d e gücü yeteceğini görm üyorlar
m ı? E vet, O ’n u n her şeye h a k k ıy le gücü y e te r” (A hkaf, 33). K ıyam ette insan­
lar, d ü nyad ak i bedenleriyle, m ahşere to p latılacak lara benzem ektedir: “İnsan ye­
niden dirilm e gün ü , k e m ik le rin i bir araya toplayam ayacağım ızı m ı zannediyor?
Evet, parm aklarının u cu n u da d ü ze ltm e y e g ü cü m ü z yeter” (K ıyam et, 3-4). Fa­
kat bilim lerin sürek li o larak gelişm esi, b ir g ün insana, b aşk aların ın organlarını
nakletm ek (tran sp lan tatio n ) işinde ak ta d u rg u n lu k veren ve din inançlarına
ciddî aykırılık y aratan b ir b aşarı sağlanınca, bedenlerim izle haşredilm enin ola­
nağını açıklayacak b ir doğru k a n ıt b u lm ak zo rlaşır. D enizde boğulm uş kalm ış
olan b ir adam ın bed en in i, sırayla b irb irin i yiyen b alık ların b ed enlerinden çıkar­
m ak gerekecektir. G özleri, ciğerleri, k alb i ve h a tta beyni başka b aşka ölülerden
alınm ış o tan b ir k im senin asıl kendisi ve asıl bedeninin tü rlü p a rç a la n yok ol­
m uştur. H z. M ev lân a’n ın , şüphesiz m istik b ir anlam da yazm ış olduğu, " N i m en
m enem ü n i tü tü v i, n i tü m en i yar, - H em m en m enem ü hem tü tü vi, hem tü
m en i y a r”, yani, «N e b en benim , ne sen sensin, ne sen bensin; - H em ben benim ,
hem sen sensin, hem sen b ensin» b eytinin dış ve g ö rü n ü r anlam ında olduğu
gibi, a rtık insan, k en d i öz v arlık ve benliğini k ay betm iştir. Şu h alde, kıyam ette
dirilecek olan k im d ir? Böyle şüpheci so ru lar, Y üce T a n n ’n ın tüm el gücünü in k âr
etm e sayılarak, sah ib in in im ansızlığına h ü k m etm ek , T a n n b ilim m antığının zo
runlu b ir so n u cu d u r. Z ira , tü rlü ayetlerle h e r şeye gücü yettiği belirtilen T an rı
için, b u iş de p ek k o lay d ır (M üm inler, 33-38; Y asin, 78-79; N em i, 68-70; Isra,
49-52). Ö zet o larak , ölü leri d iriltm ek ve o n lara kıyam ette h esap sorm ak Y üce
T an rı için asla zo r değildir (T egebün, 7).
K ıyam et n e zam an k o p a c a k tır? Bu k o n u d a H z. M uham m ed, açıkça ve k e­
sin b ir şey söylem em işse de, b u n u n alâm etlerin i belirtm ekten çekinm em iştir.
"B u m eselede ken d isin e sual sorulan, sorandan daha bilgin değildir; n e zam an
cariye sahibini doğurur, k im oldukları belirsiz d e v e çobanları bina ku rm a kta
birbiriyle yarışa çıkarlarsa” kıyam et o zam an k o p acak tır. Bu hadisi bazı vaizler
k aba b ir dille, «zina ile b in an ın artm ası» şeklinde yorum lar ve uygarlık aley­
hine tü rlü saçm a düşü n celeri telkine çalışırlar; d ah a ak ıllıları, b ir toplum da
soysuz, tü red i ve h ırsız açıkgözlerin zenginleşm esi, fuhuş ve sefahatin artm ası
anlam ına y o ru m larlar. E bu H ü re y re ’n in n akletm iş olduğu b ir hadise göre de,
b ir bedevi, kıyam et zam anını so ru n ca, H z. M uham m ed, ona, "E m a n et k a yb o lu n ­
ca k ıya m eti b e k le ” dem iş; bedevi b u n u n ne dem ek olduğunu sorm uş; Peygam ­
berd en şu karşılığı alm ış: " İş ehline verilm ezse, kıya m eti b e k le ”. Bu h adisler,
kıyam etin b ir çeşit sosyal an arşi an lam ın d a kullanılm ış olduğunu gösteriyor.
Enes b in M alik 'in an lattığı hadise göre de, kıyam et alâm eti şu d ö rt olayda sak­
lıdır: "B ilim in ortadan kalkm a sı, bilgisizliğin kö kleşm esi, şarabın içilm esi, z i­
nanın çoğalm ası”. G erçekte, zin an ın azaldığı b ir dönem y o k tu r; b u n u dinsel b ir
vazife sayan to p lu m lar bile v a rd ır; şarap ise, h e r zam an içilm iş ve içilecektir;
bilim , sürek li o larak gelişm ekte ve insan lık bilgisizliğin önüne geçm ek için b ü tü n
kuvvetiyle çalışm ak tad ır. Bugün o k u r y azarların sayısı, b u hadisin söylendiği
zam ankine o ran la ölçülem eyecek k a d a r çoğalm ıştır. B uradaki bilim den m aksat,
d in bilgileri ise, p o zitif ve layik bilim lerin dine asla aykırı olm adığını h atırla­
m ak lâzım dır. B ir d in in peygam ber ve sahabeleri bile, h a tta okuyup yazm a
bilm eden dinli o ld u k ları k ab u l ed ild ik ten sonra, tü rlü bilim lerde uzm an olm uş
ve tü rlü bilgilerden yetenek ve o lan ak ları o ra m n d a aydınlanm ış olanların dinsiz
k alacakların ı zan n etm ek , d ine an cak bilgisizlerin b ağlanabileceklerini kabul e t­
m ek gibi saçm a b ir id d ia o lu r. Şu h ald e, uygarlık ilerledikçe bilim ve bilim
ilerledikçe d in sağlam laşacak ve kıyam et faciası b u ilerlem e o ra n ın d a gerileye­
cektir. A nlaşılıyor ki, b u ra d a ,da kıyam et olayını, dinsel anlam dan çok dünya
d ü zeninin ve h a tta d ü n y an ın değil, b ir kavim veya ulus h ay atındaki d ü zenin
bozulm ası an lam ın d a k ab u l etm ek d ah a d o ğ ru d u r. B unun böyle olduğunu yine
Enes b in M alik ’in n akletm iş olduğu b ir h ad iste, bazı koşulların daha eklenerek
te k ra r edilm iş olm asın d an anlıyoruz: "K ıya m et v a k tin in koşulları o lm a k üzere,
bilim azalacak, bilgisizlik yayılacak, kadınlar ç o k lu k ta v e erk ekle r a zlık ta ola­
cak, o kadar k i, elli kad ın a yaln ız bir e rk e k baka caktır”. B unun d a yanlış veya
eksik b ir id d ia olduğu aşik ârd ır: U ygarlık b ugün, k adını asalak o lm aktan k u r­
tarıyor; yeni ekonom ik d üzen, bireysel özgürlüğü, bireylerin ekonom ik bağım ­
sızlığında arıyor. A rtık eski çöl k ad ın ı gibi, erkeğin getireceği ekm eği bekleyen
eşya cinsinden k a d ın la rın sayısı h er yerde azalm aya başlam ıştır. N üfus bakım ın­
dan ise, doğa, daim a dişiyi erk ek ten d ah a çok y aratır. H em en b ü tü n istatistik­
lerde k ad ın ı erk ek lerin d en d ah a az olan to p lu m lar yok gibidir. İnsanlığın gele­
ceği ise, b u g ü n k ü gidişin aldığı yönden açıkça görülm ektedir. Bu itib arla, bu
tü rlü hadisleri m istik an lam d ak i kıyam etin değil, layik anlam daki düzensizli­
ğin bazı koşu lların ı b ild iren işaretler gibi telakki etm ek gerekir.
M istik hayal g ü cü n ü n yarattığı kıyam et tasarım ı, sosyal an arşi değildir.
Bu tam am ıyla ayrı b ir k o n u d u r. D insel kıyam et, T a n rı’n ın b ü tü n yaratıklarını
b irer b ire r yargılam ak için kendi h u z u ru n d a toplam ası olayıdır. Bu son hüküm
g ü n ü n d en önce m eydana gelecek olan, belki de kozm ik b ir felâketle baş göste­
recek olayların en akla d u rg u n lu k veren b ir tü rü d ü r. K utsal m etinler evvelâ bu­
n u n zam an ın ı k esin o la ra k belirtm ez: “ O kim seler, sana saatten soruyorlar; de
ki, o n u n b ilim i T a n rı’m n yanındadır, ne bilirsin, b elki o saat ya kın d a o lu r”
(A hzap, 63). K ıyam et, yıkıcı b ir esişle b ird en b ire gelecektir (Y asin, 53); S affat,
19). F ak at, “K ıyam etin n e zam an kopacağının b ilim i T a n rı’ya aittir; m eyvelerin
kınlarından çıkm ası ve d işi yaratıkların gebe kalm ası ve doğurm ası T a n rı’nın
b ilim iyled ir” (Secde, 47); “K âfirler kıya m eti u za k görseler de, Tanrı onu yakın
görür” (M aariç, 6). K u r’an d a kıyam etin ne zam an kopacağına d a ir bazı bilgi­
ler de b ü sb ü tü n verilm em iş d eğildir: “G ö z kam aştığı, ay tutulduğu, güneş ve ay
birleştiği z a m a n ..." (K ıyam et, 7-9); ya d a, “Y ıld ızla r battığı, sem a yarıldığı,
peygam berler bir araya geldiği za m a n ” (M ürselât, 8-11). N ihayet kıyam et, “Ş ü p ­
hesiz hesap ve fasıl günüdür, gelişi belirli bir gündür; o gün sur üfüriilünce bö­
lü k b ö lü k geleceksiniz; sem a açılıp kapılar olacak, dağlar y ü rü tü lü p serap ha­
line g elecektir” (N ebe, 17-20). Y ani kıyam et, kozm ik k argaşalıklar içinde beli­
recek olan b ir ald an m a g ü n ü d ü r (T egabün, 9).
Bu b ild irilere rağm en kıyam et gü n ü , T a n rı’d an b aşka kim senin bilm e ola­
nağı bulunm ayan ve K u r’an d a bildirilm iş olan şu beş bilinem ezden b irid ir:
1. T a n rı, y ağm uru istediği yere, istediği zam an y ağdırır (B ugünkü m eteorolo­
ji araçları çoğu isabetli o lm ak üzere yağm urun ne zam an ve nerelere yağm ası
olanaklı o ld u ğ u n u b ild irm ek ted ir; belki de ilerde, bu k o n u n u n hiç b ir bilinm ez
yanı kalm ay acak tır. Bu itib arla b u b ild iri, H z. M u ham m ed’in yaşadığı dönem ­
lerin bilgisine göre verilm iştir); 2. D ö ly atak ların d akinin kız m ı, erkek m i ola­
cağını yalnız T an rı b ilir (Bu k o n u ü zerindeki bilim sel ve deneysel çalışm alar
pek ilerlem em iş o lm am akla b irlik te , b u prob lem d eki bilgim iz de gittikçe a rt­
m akta, h a tta bazı görgül (em prique) tah m in lerin çoğu zam an isabet ettiği de
görülm ektedir); 3. H iç kim se, yarın h ay ır ve şerden ne kazanacağını bilem ez;
4. H iç kim se hangi to p ra k ta öleceğini kestirem ez (Bu iki bilinem ez h a k k ın d a
da m utlak su rette d o ğ ru d u r diye hükm edilem ez); 5. K ıyam et gününü T a n rı’dan
b aşka kim se bilem ez.
D in bilginlerinin verdikleri bilgilere göre, kıyam etin sosyal alâm etleri de
vard ır: İn sa n la r, gittikçe im anı terk ederek, dinsizlik artacak, K u r’ana h ak a re t
edilecek ve K u r’an belleklerden silinecek, in san lar yalnız şiir ve şarkı o k u m ak ­
tan zevk alacak, b u n u n üzerin e b ir k u rta rıc ı o larak M ehdi çıkacak ve insanları
yeniden im ana g etirecektir. H z. M uham m ed, düny anın tü rlü rezillikler içinde
zulüm , zevk ve şehvete boğulduğu b ir dönem de, k endi soyundan b ir kişinin çı­
karak insanları adaletle yöneteceğini bildirm iş olduğu söylenirse de, yeryüzün­
de d ah a bug ü n d en âli abâ denilen Peygam ber soyundan hiç kim se kalm am ış
g ib id ir. Bilindiği gibi, İm âm Cafer-i S ad ık ’a bağlı olan İm am îler, T u r suresin­
deki 2 1 ’inci ayete d ay an arak H z. H ü sey in ’in soyundan geldikleri iddia edilen
dokuz m asum , yani günahsız im am ı âli a b â ’d a n saydıkları gibi, bazı tefsirciler
de, Ş ura suresindeki 2 3 ’ü ncü ayete d ay an arak A hzap suresindeki 3 3 ’üncü ayetin
âli abâ için bildirilm iş o lduğunu ileri sürerler. E sasen Peygam ber soyundan ol­
du k ları zan ve k ab u l edilen lerin , özel hay atları ve genel seviyeleri, yaşam akta
old ukları toplum çevresi, o n lard an b ü tü n insanlık için büyük b ir hizm et bek­
lem enin boş b ir um u t o ld u ğ u n u anlam am ıza yetişir. S ünnîler, bu kurtarıcın ın
kıyam ete yakın b ir zam anda çıkacağını sav u n u rlar. Şiîler ise, M ehdi’nin H ic­
re t’in I II. yüzyılında doğm uş o ld u ğ u n u ve bugün de aram ızda yaşadığını iddia
ederler. T a rik a t erb ab ı, h e r zam an için b ir k u tb u n bulu n d u ğ u n u ve b u nun
M ehdi’ye v ekillik ettiğini sav u n u rlar.
M ehdi efsanesini, h e r u lu su n ve dönem in büyük bilgi, düşünce ve ülkü
yaratıcılarını sim geleştiren b ir kişilik saym ak, akla d ah a uygunsa da, m istik
zekâlar, böyle b ir açıklam ayı, k u tsal in an çlara aykırı b u lara k , incinirler. M ehdi,
m ustarip in san ların , y aşadıkları dönem leri beğenm eyenlerin, toplum düzenini
değiştireceğini u m d u k ları b ir k u rta rıc ı h ayalinden başka b ir şey değildir. Y üz­
yıllardan beri, k endilerini M ehdi diye ilân etm iş olan birçok yobazların, ulus­
larına yapm ış o ld u k ları k ö tü lü k ler, tarihsel g erçeklerdendir. T ü rlü hadislerle
tefsirlerden öğrendiğim ize göre, kıyam etten önce şu olaylar belirecektir: O tuz
Deccal, peygam berlik idd iasın a kalk acak , M esih gökten inerek büyük D eccal’i
öldürecek; sonra Y ecuc ve M ecuç çıkacak 1; ark a d a n da görülm edik bozu k lu k lar
ve bozgun lu k lar, tasav v u r edilem eyecek k ad ar tra jik savaşlar zu h u r edecek; bu
savaşlarda Y ecuç ve M ecuç’lar m ahvolacak; h aç k ırılacak , dom uz öldürülecek,
salih in san lar egem en olacak, İslâm şeriatı m u tlu b ir dönem açacak; küçük
büyük birço k kıyam etlerden sonra D ab b etü larz denilen b ir çeşit yer hayvanı
türeyecek, güneş b atıd an doğacak, su r ü fü rü lü n ce asıl kıyam et kopacak; ikinci
üfürülüşte ise, h er şey ilk yarad ılıştak i gibi olacak; h aşir ve neşir denilen olay,
yani ölülerin yeniden d irilip T an rı h u zu ru n a gelm eleri sağlanacaktır. Böylece
d in günü m u tlak a gelecek ve salih insan lar cennete ve kâfirler de cehennem e
gideceklerdir!.. T abiatıyla b u so n uncunun gerçeklenm esi için, yaptığım ız işler
b ir terazide tartılacak ve geleneğe göre, k ıld an ince kılıçtan kesk in olan Sırat

(D İslâm geleneklerinde Yecuc ve Mecuc denilen kavim Türklerdir. Pey­


gamberler, Türklerle Yahudileri, kendileriyle savaşılm ası gereken iki eşdeğer
düşman gibi görmüş ve Türklerin beden yapılarını tasvir eden bir Hadisi ile
de tüm arap düşünürlerinin bize düşm an olm alarım sağlam ıştır; O, “Türkler
size sataşm adıkça onları kendi başlarına bırakın; zira onlar yiğ it bir kavim dir”
derse de, Arap tarihçi, tanrıbilim ci, tefsirci ve ülkücüleri, biz Türkleri, Müs­
lüm anlığı soysuzlaştırmak, Arapları Batı uygarlığından uzaklaştırarak Arapların
gelişm esine engel olmak, M üslüm anlığa kölelik ve cariyeliği getirm ek... gibi,
gerçeklerle hiçbir ilgisi bulunm ayan kötülüklerin etkeni saymışlar ve bizi, vah­
şi, barbar, akılsız, bilim ve felsefe niteliklerinden yoksun ham bir güç ve sa ­
vaşçı olarak nitelem işlerdir (Bu konuyu derinden incelem iş olan İlhan Ar sel'
in Arap M illiyetçiliği ve Türklük (1977) adlı yapıtına bakınız).
K ö p rü sü ’n den geçilecektir; “O, zalim leri ve eşlerini ve T a n rı’dan başka ta p tık ­
ları şeyleri m ahşerde toplayın, toplayın da h ep sin i cehennem k ö p rü sü n e götü­
rün; ve onları tu tu n , onlar soru m lu d u rla r” (Saffat, 22-24) em ri verilecektir. Sur
ü fü rü ld ü ğ ü gün, in san lar sü rü le r h alin d e gelecek, sem ada k ap ılar açılacak, dağ­
lar y ü rü tü lerek serap o lacak, cehennem ve gözetm e yerleri azgınların durağı
olacak, b u n la r o rad a çağ lar boyunca k alacak , ne b ir serinlik, ne b ir şarap tada­
cak lar, an cak k a y n ar su ve irin d en başk a b ir şey b u lam ayacaklar (E nbiya ve
H ac). A yetleri yalanlayıp hesap g ü n ü n ü in k â r edenlerin b a şla n n a gelecek olan
bu felâket g ü n ü n d e sem a yarılacak , suçlulara, “ T u tu n onu, h em en bağlayın onu,
sonra da h em en ka yn ar suya a tın o n u !” diye em irler verilecek, b u T a n n ’ya
inanm ayan ve fu k aray a b ak m ayan g ü n ah lılar, b in b ir pişm anlıkla feryat ede­
cek, k u rta rıc ı ö lü m ü arayacak, fa k a t o n lara kim se acım ayacak ve yardım edil­
m eyecektir (H ak k a, 22-29). Bazı yüzlerin k a ra rıp , bazı yüzlerin ağardığı gün,
yüzleri k a ra o lan lara, “S iz im ân e ttik te n sonra k â fir m i o ld u n u z? Ö yleyse, k â ­
firliğ in izin azabını ç e k in ” (Â li İm ran , 103) denilecektir. A hrette toplanacak
olan in san ların hepsi aynı n itelik te değildir. B unlar, M eym ene ashabı (m utlu
sağ), M eş’em e ashabı (uğursuz sol), S ab ık lar, E vvelin, A hirin gibi b ir sınıfla­
m aya u ğ ratılm ışlard ır (V âkıa, 8-9; İn şik ak , 7-12 ve H ak k a 25-26) surelerinde
de b ild irilen sol ta ra f ve sağ ta ra f h alk ları deyim ini, çağım ızın p o litika p ro p a­
gandacıların a u şak lık edenler, işlerine gelm eyen h e r düşünce ve inancı solcu­
lukla suçlayarak b u ayetlerin m istik ve tinsel anlam ını yozlaştırırlar; ve sanki
solculuk k av ram ı, yalnız R us rejim inden ibaretm iş gibi T a n rı’nm kom ünizm i
lânetleyip şeriatçılığı k u tsallaştırd ığ ın ı sav u n m ak tan çekinm ezler; b ir yandan
da M üslüm anlığın sosyalizm i savun d u ğ u n u ileri sü rerek tü rlü çelişkilere d ü ­
şerler.
K ıyam etin tra jik hal ve m an zarası, k u tsal m etinlerde pek açıkça b elirtil­
miştir;- b u k o rk u n ç olaydan önce, su r iki kez ü fü rü lecektir: “Birincide, g ö kte ve
yerde bulunan yaratıklar ölecek, İkincide hepsi dirilip ayakta b ekleyeceklerdir"
(Z üm er, 68); “B irinci sur ü fü rü lü n ce yer ve dağlar yerlerinden kaldırılır, bir-
birleriyle çarpışarak parçalanır gider” (H ak k a, 13-14); “O gün sem a erim iş ba­
kır gibi olacak, dağlar ren kli y ü n gibi olacak, o gün dostlar, birbirinin halini
sorm ayacaklardır” (M aariç, 10). A rz ve d ağlar sarsıldığı gün, dağlar çökerek
kum u llar gibi olacak (M üzem m il, 14) ve, “S u r ü fü rüldüğü gün, K u r ’andan yüz
çevirm iş olan suçluların gözleri g ö k renginde olarak haşredileceklerdir” (T aha,
102); aynı zam anda kıyam et günü T a n rı, “Dağları k ö k ü n d e n koparıp atacak ve
yerlerini b itkilerd en y o k su n bir d ü z lü k haline g etirecektir" (T ah a, 105-107). K ı­
yam et b ir deprem le k en d in i h issettirecek tir; b u n u n korku n çlu ğ u n d an , "A n a la r,
e m z ik te k i yavrularını unutacak, gebeler çocuklarını düşürecek ve insanlar, sar­
hoş bir hale g eleceklerdir” (H ac, 1-2). S ur ü fü rü lü nce a k rab a lık b ite r ve kim se
kim senin ne h ald e o lduğunu soram az o lu r (M üm inler, 102); aynı zam anda, “B ü­
tü n yaratıklar, Tanrı ka tın a itaatli ve zelil olarak geleceklerdir” (N em i, 87).
T an rı o gün, “Dağları yü rü tecek, bir adam bile terk etm eden b ü tü n insanları
toplayacaktır” (K ehf, 45) ve am ellerinin defterleri ellerine verilecektir (K ehf,
47). K ıyam ette adalet terazileri k u ru lacak , hay ır ve şerrin en ufağı bile tartıla ­
ca k tır (E nbiya, 47); kıyam et günü sem a, d efter gibi dürülecek, h alk, “İ lk baş­
langıçta olduğu gibi, geri gönderilecektir” (E nbiya, 104); "Dağları yü rü ttü ğ ü ­
m ü z günü d üşün, arzı çıp la k görürsün ve onları m ahşerde toplam ışızdır, hiç k im ­
seyi b ırakm a m ışızd ır’’. İşte in san lar o gün, ilk kez y aratıld ık ları gibi, T an rı h u ­
zuru n d a b u lu n a c a k la rd ır (K ehf, 45-46). O gün, arz başka arza çevrilir, o b ir
ve k ah red ici T a n rı için fırla r; suçlular, b irb irin e kelepçelerle bağlanır. "O nların
göm lekleri katrandandır v e yü zlerin i ateş ka p la m ıştır” (İb rah im , 49-50); " O gün
dağlar, bulutların geçişi gibi geçer g id er” (N em i, 88) ve, "K ıya m ette ateşten
gölgelikler ve altlarında ateşten yataklar b u lu n a ca ktır” (Z üm er, 16). D aha baş­
ka sure ve ayetlerde b u ko n u , pek yüksek olm ayan b ir hayal gücünün tahm in ve
tasarım ları o larak açık lan ır. İn san lar, " S u r üfüriilünce, kabirlerinden R ablerine
doğru a kın ederler. Y a z ık bize, b izleri ka b irlerim izden kaldıran k im ? D em ek
ki, R ah m a n ın va ’d i ve peygam berleri doğruym uş, derler; bir te k bağırış (sayha)
hepsini h u zu ru m u zd a toplam ıştır. B ugün kim seye zu lü m edilem ez, ancak yap­
tıkları am elin cezasını çekerler” (Y asin, 51-52). K ıyam ette h e r insan, T a n rı’m n
h u zu ru n a te k ı o larak gelecektir (M eryem , 45); fak at götürm e işiyle görevli b ir
m elek ona yol gösterecektir. "C an çekiştirm eye başlayınca, işte o senin kaçıp
d u rd u ğ u n ve sur üfü rü lü n ce, işte o vaat günü; ve her n efis beraberinde bir gö­
tü rm e görevlisi ile gelm iştir ve bir ta n ık vard ır”, ve ona d enir ki; "S en bundan
gafildin, şim d i senden perdeni açtık; bugün gözün keskin d ir; yanındaki, işte bu
ya nındaki hazırdır d e m iştir” (K af, 22). A h rette g ü n ah k ârlar, bin b ir pişm anlıkla
feryat edecek ve o n lara şefaat eden hiç b ir k u rta rıc ı b u lunm ayacaktır. Bir hadise
göre, "K ıya m et günü insanlar, yalınayak, çırılçtplak, sö lpük ve sarkık; gem bo­
ğazlarına ta kılm ış ve ter ku la kla rın ın tozuna çık m ış bir halde bulunacaklar­
d ır”. A yetler, daim a aynı sakın d ırıcı ih ta rla rı te k ra r ederler (B akara, 48, 86,
204); " Y ü c e T a n rı’ya döneceğiniz günden sa k ın ın ız” (Ç akara, 282).
Bireysel sorum luluğu b ilinçlendirm e am acını g üttüğünde kuşku olm ayan bu
T a n rısa l ih ta rla rd a , adalet dışı b ir teh d id in b u lunduğu zannedilm em elidir:
" ... K ıyam ette k im se m ağdur ve m a zlu m olm az; herkese, edim lerine göre ceza­
ları verilir” (Âli İm ran , 23; N ah l, 111). K ıyam ette, b ü tü n in sanlar götürülecek
ve b u n ların hepsi kıyam etin k o rk u n ç azabını b ir süre tad acak tır; yani kıya­
m ette yalnız k â firle r değil, im an edenler de o g ü nün k o rk u n ç etkilerinden k u r­
tulam ayacak tır. T a b e ra n î’nin anlattığ ın a göre, kıyam et gününde kendisini bo­
ğ ac ak k a d a r terleyenler, " Y a R abbi, cehen n em e atm akla da olsa, beni rahat­
ta n d ır!” diye yalv aracak tır. F ak at, A hm et bin H am b el’in içtihadına göre, bu
azap, im an eden ler için farz n am azların d an b iri k a d ar h afif ve kısa sürecektir.
Z ira , " İm a n eden e r k e k ve kadınların hepsi m u tlu bir yaşam la d irileceklerdir”
(N ahl, 97).
A hret azabı şiddetli ve sürekli olduğu için (T aha, 127) ve ahrete im an
etm eyenlerin sıfatları da fena oldu ğ u n d an (N ahl, 60), Peygam berin bile o n ların
h avasına uym am ası g erektir (E n ’am , 150). E bu H ü rey re’nin naklettiği b ir hadise
göre, «Tanrı, yed i kim seyi, k e n d i gölgesinden başka gölge bulunm ayan bir gü n ­
d e (kıyam et), k e n d i gölgesi altında barındıracaktır: A d a letli im am (yani, halkı
yöneten şef); R a b b in e ibadet için yetişm iş olan genç; gönlü m escide bağlı olan
kim se; sevişip buluşm aları ve ayrılm am aları da T anrı yoluna dayanan ik i k im ­
seden her biri; m akam ve güzelliğe sahip bir ka d ının isteğine karşı, ben T a n rı’
dan korkarım diyen erkek; solu n d a kin in haberi olm ayacak kadar gizli sadaka
ve nafaka veren adam ; tenhada T a n rı’yı zik re d ip gözyaşı d ö ken (yani, gerçek­
ten dinli v e 'e rd e m li k im seler)” . K ıyam ette cinler, m elekler, h atta cansız m ad­
delerle, insanın kendi o rganları bile, işlenilen hayır ve şerre tanıklık edecek­
lerinden, T a n rı’d an saklanabilecek hiç b ir eylem kalm ayacaktır. A hrette, H z.
M uham m ed, M akam -ı M ahm ud denilen b ir yerde d u racak ve sağ elinde Liva-ül
H am d denilen sancağı tu tacak ve b u n u n altın d a da kendi üm m eti to p lanacaktır.
M istik hayal g ü cünün b u k o n u lard a yaratm ış olduğu tüyler ü rp ertici, akla ve
denkserliğe (insafa) sığm ayan yeis verici tasarım ları altın d a gizlenen am aç, in­
sanlara günahsız ve im anlı b ir ö m ü r sü rd ü rtm ek ten ib arettir.
Ö lüm den sonra d irilm enin cisim sel m i, ru h sal mı olacağı problem i de, yu­
k a rd a da b iraz sözünü ettiğim iz gibi, T anrıb ilim cilerle tefsircilerin çözm eye ça­
lıştıkları önem li k o n u lard an b irid ir. D aha çok önce Z erd ü şt; cisim sel haşir vc
neşri v a ’zetm işti. O n a göre, m ahşer g ü nünde h er ru h , dünyadaki cesedini b u la­
cak, iyilik ve k ö tü lü k lerin e göre, herkes b u cesetle cennet veya cehennem e gi­
decektir. O rad a k o rk u n ç b ir sınav dönem inden sonra fena b ir beden kalm a­
yacağı için, cehennem e de ihtiyaç kalm ayacak; b ü tü n in sanlar hem bedenleriyle,
hem de ruhlarıyla ebedî cennet zevklerini tad acak lard ır. H z. M uham m ed, üm it
kapıların ı asla kapam am ış olm akla b irlik te, b ü tü n in sanlar için Z erd ü şt k a d a r
hoşgörülü ve cöm ert olm am ıştır. O n u n hoşgörüsü, yalnız im an eden gü­
n ah lılar içindir. Bir hadise göre, "T anrı, peygam berlerin cesetlerini yem eyi bu
toprağa haram k ılm ıştır” ve H z. M uham m ed, M iraç’ta, H z. M usa’yı k ab rin d e
veya kendisine verilm iş olan m ak am d a ib ad et ederk en görm üştür. Bu hadis doğ­
ruysa, herhangi b ir peygam berin, m ezarı içinde cesedinin asla çürüm em iş olm ası
gerekir. Bu k o nuda herhangi b ir deney yapılm ış değildir, am a yapılm ış olsaydı,
o n ların cesetlerinin de doğa y asalarına uyarak çürüm üş olduğu anlaşılırdı sa­
nırız. Bu itib arla b u tü rlü h adislerde gerçekten çok, eğitim sel b ir am acın saklı
olduğuna inan ılm alıd ır. Bu gibi h ab erlerd en , bedenle ruh arasındaki ilişkinin
kaybolm adığı, kıyam ette ru h la rın , b u d ünyadaki bedenleriyle dirilecekleri sonu­
cunu ç ık ara n la r v ard ır. F ak at, ö lüm den sonra dirilm eye inanm ayan d ü şü n ü rler,
in an an lar k a d a r çok tu r. B âtınîler, ru h göçüne in an d ık ların d an , on lara göre, kötü
ru h lar, tü rlü ceset ve cisim lerden geçtikten sonra tü rlü öğeler halini alır, n ih a­
yet doğal b ir dönüşle yeryüzünün azabını çekm eye m ahkûm o lu rlar. İyi ru h la r
ise, m addeden sıyrılarak n u rd an ibaret olan T an rısal v arlıkla birleşirler; böy-
lece B âtınîler, m ahşerde ru h la rın cesetleriyle b erab er görüneceklerini red d ed er­
ler. Eski H in t inançlarıyla F isagorculukta da, ru h göçüne değer verildiğinden,
bu konuda B âtınîler az çok fark la onlar gibi d ü şü n ü rler. İslâm şair ve d ü şü ­
nü rü Ebu A lâ M uarrî, ahrete inanm az ve ölüm ü, Buda gibi, faniliğin yükünden
m utlu b ir k u rtu lu ş sayar. İb n S in a’dan başka İslâm filozofları, duygusuz ve
belleksiz b ir ölm ezliği sav u n u rlar. İb n R üşd ise, insanın ölüm den sonra yeni b ir
cisim kazanabileceğini kab u l eder. D oğacılar ad ım alan m addeci İslâm filozof­
ları ise, genel o larak m ahşer, ölüm den sonra dirilm e, ah ret, hesap ve kitap gibi
din dogm alarına inanm azlar; b u ned en d en de G azali, b u nları zın d ık sayar. İs­
lâm dininin b u büyük av u k atı, ‘İhya-al-U lûm ’ (K ahire, 1334) adlı eserinde kı­
yam etten M üslüm anca söz eder, fak at kıyam et alâm etlerine dair bilgi verm ez.
Sim avnalı Şeyh B edreddin ise, ah reti h alk ın anlayacağı b ir konu saym az; ona gö­
re , b u n u ancak erm işler an layabilir. Cisim sel h a şir olanaksızdır; peygam berler
b ire r öğretm endirler; ah ret işlerini b u dün y ad a görünen şeylerle an latm ak zo­
ru n d a kalm ışlard ır. R u h âlem i, beden âlem ine o ranla vard ır; beden âlem i kal­
k arsa; ru h âlem inden b ir şey kalm az. B unun için cisim sel h a şir olam az. Beden
m ahvolunca öğeleri b ir d ah a b ir araya gelem ez. K ıyam et alâm eti olan D eccal,
M ehdi, D a b b e tü la rz ... vb. ne zu h u r etm iş, ne de edecektir.
Ö zet o larak , ah rete inanm ak, b ir bakım a ak lın b ir ihtiyacı gibi gö rü n ü r.
Z ira , ebedî yokluk k o rk u n ç tu r. Bir kez yokluk duygusu ru h u kapsayınca, insan
m u tlak hiçliğin tutsağı o larak am açsız, erdem siz b ir yaratık halinde kötüm ser­
likten k u rtu lam az; böyle b ir insan için hiç b ir eylem ve ü lk ü n ü n değeri k a l­
m az; bu insanın uğrayacağı ye’si ya im an ya da geniş ve üstün b ir k ü ltü r yok
edebilir; insan ların p ek çoğu b u İkincisinden yok sundur; bu n a sahip o lan ların
ise im anlısı yok gibidir. Y alnız bu seviyeye ulaşm ış o la n lar için kıyam ete ait
bildirilen olayların hepsi m ecazlardır, sim gelerdir. Belki b ir gün doğanın b ü tü n
fiziksel düzeni b ozulacak, yaşadığım ız âlem den eser kalm ayacaktır.
F akat gerçek ölüm , bedenin yaşam sal işlem lerine son verm esinden ve k o ­
k u şarak yaşayanlara za ra r verm em esi için toprağa göm ülm esinden ibaret olan
b ir trajik olay değildir. G erçek ölüm , d ah a hayattayken, zekânın, vicdanın ve
irfanın, kişiliğin, yani insandaki tinsel hayatın körleşm esi, b u yüzden de h e r
tü rlü rezilliği ve haram ı işlem ekte hiç b ir sakınca görm em esi h alidir. Bu itibarla
so rum luluk , gerçekten inanm ış ve anlayışlı kim seler için bu dünyada b aşlar ve
in san eylem lerinin ödülleriyle cezalarını d ah a bu dünyadayken tad ar. Şu halde
asıl k o rk u n ç olan m addesel ölüm değil, tinsel ö lü m d ü r; ölüm den sonra diril­
meyi de, tinsel b ir uyanış, b ir kendine geliş, gaflet ve bilinçsizlik yüzünden
işlenm iş olan k ö tü lü k lerin ağır y ükünü a ta ra k tem izlenm ek için b ir silkiniş ve
savaş gibi telakki etm ek, d ah a akla uygundur.
H z. M uham m ed, insanın nail olabileceği hiç b ir nim et ve yetkinliği, u la­
şılm ası gereken d erecenin son noktası saym am ıştır. Z ira, “H iç kim se, edim leri­
nin ödülii olarak ken d ileri için saklanm ış olan göz aydınlığını b ile m e z" (Secde,-
17). K ıyam eti ve ona bağlı o lan hal ve olayları m ecazlı anlam larla yorum lam ak,
ak la en uygun gelen b ir gerçeği onay lam ak tır. F ak at m istik hayal gücünün uy­
d u rabildiği h a rik a la rı, aklın ve bilginin gerçeklerinden daha ü stün ve gerçek
sayan safdil ve bilgisiz b ir çoğunluğun, b u n u kavrayabilm esine olanak yoktur;
yüzyıllardan beri in san lar, m ecazlara, sim gelere ve b u n la rd a saklı olan tinsel
gerçeklere değil, m istik safsatalara in an m ak tan hoşlanm ışlardır. Peygam berle­
rin getirm iş o ld u k ları em irler de, içinde y aşadıkları toplum bireylerinin seviye
ve seciyesine, âd et ve geleneklerinin yarattığı anlayışa uygun b ir özellik taşır.
Bu itib arla m istik hayal gücü de, toplum un o rtak laşa tasarım larına göre işler
ve y aratır.
İlerd e göreceğim iz gibi, korkuya dayanan b ir ahlâk, insanın gerçek b ü ­
yüklüğü ile ve ahlâk ın kendisiyle çelişiktir. N iefszche’nin de gördüğü gibi, k o r­
kuya dayanan erdem ler, âciz ve zavallı in san ların işidir. İn sanlar, m itolojik dö­
nem lerden b eri, T a n rıla rın a yükledikleri n itelik leri taklit etm ek suretiyle, kendi
rezilliklerini m azu r gösterm e eğilim inden k u rtu lam am ışlard ır.
İm an b ak ım ın d an pek tehlikeli o lan b u k o n u , tü rlü m ezhep, ta rik a t ve
d ü şü n ü rle r ta ra fın d a n ne su retle açık lan ırsa açıklansın, gerçek şu d u r k i, H z.
M uham m ed de eski M ısırlılar ve Z e rd ü şt gibi, to plum sal düzen ve disiplin için
bu dünyan ın y ap tırım ların ı yeter bulm am ış, in san ları, b u dünyadaki o rg anik ve
ruhsal duygularıyla ve b u düny ad a k o rk u p çek in d ikleri veya peşinden tu tk u y la
koştukları m addesel lezzet ve elem lerin hayaliyle yola getirm ek istem iştir1.

(1) Ömer Nasuhi Bilm en’in B üyük İslâm İlm ihali (1964) adlı eserinde d
ahret ve kıyam et konusu aym dogm atik esaslara göre açıklanm ıştır (s. 26-30).
CENNET

"C ennet, arınan kim selerin ö d ü lü d ü r”.


(T aha, 67)

1. Fisagor, E flatu n , İb n Bace, İb n T ufeyl, F arab i, T hom as M ore, F o u rie r.


gibi b irta k ım ü topyacılar d a, in san ları m u tlu etm ek için sosyal hayatı kendi h a ­
yallerine göre düzenlem eye çalışırlar; b u ü lk ü lerin i gerçeklendirm eye hizm et
eden bazı ilkeler k o y arlar ve b u ilkelere uyacağını zannettik leri yeni, fak at ya­
pay (sunî) k u ru m la r ö n erirler ve b u n la rın p lan ların ı verirler. Peygam berler de,
bu ütopyacı filozoflar gibi, in san ların b irb irin e z a ra r verm eyecek ve b irb irin in
m utluluğun a hizm et edebilecek b ir seviye ve anlayışa yükselebilm eleri için b ir­
takım m istik kaynaklı em irler v erm işlerdir. K endilerinden sonra gelen veya b ir­
likte çalışm ış o ld u k ları sahabe, h av ari, m ü rit gibi taraflıları da o n ların planları
üzerinde çalışarak sosyal k u ru m lara b u m istik ütopyaları uygulam aya uğraş­
m ışlardır. Y alnız peygam berlerle filozofların yöntem leri b irb irin e uym az. Filo­
zoflar, ütop y aların ı kişisel düşünceleri o larak sav u n u rlar ve k u rm ak istedikleri
yeni sosyal düzen i, b u dünyada gerçeklendirm ek isterler. Peygam berler ise,
T an rı şu em ri veriyor, şu n lara in a n ır, şöyle h arek et ederseniz, O ’n u n lü tu f ve
inayetine lâyık o lu r ve b u dünyada m utlu olabileceğiniz gibi, b u ra d a nail ola­
m adığınız nim et ve m u tlu lu k lara, ö lüm den sonra, öteki dünyada kavuşursunuz;
bu dünyan ın im anlı ve erdem li fak irleri, öteki dünyanın zenginleridir, iddia
ve telkinleriyle çeşitli k u tsal v aatlerd e b u lu n u rla r. G örülüyor ki, in sanların bu
dünyada b aşların a gelen veya gelecek olan felâketlerle haksızlıkların tesellisini,
öteki düny an ın ad aletine bağlayan peygam berlerin yöntem i, m istik olduğu hal­
de, filozofların yöntem i akılsal ve h a tta p o zitiftir. B unların h er ikisini de tarih ­
sel ve sosyal k o şu llar m eydana getirir; h er iki tarafın da am açlarında soylu b ir
yücelik ve derin b ir insanseverlik v ard ır. N e yazık ki, her iki tarafın da göstere­
bildiği başarı, ü lkelerinin özelliklerini b ü tü n kaplam ıyla uygulam aktan uzak­
tır. F ilozofların ü to p y aları, k uram sal o larak u zun y ıllar tartışm a konusu o lu r ve
çoğu zam an uygulanam az; uygulanabilen kısım ları d a tü rlü değişim ve evrim ­
lere uğray arak insanlığa hizm et ed er; tü rlü rejim leri y a rata rak uygarlıkların iler­
lem esine çalışır; bazen insan ların m u tlu lu ğ u n u , bazen felâketini h az ırla r ve
b u n ların hiç b iri, b ü tü n insanlığı içine alam az ve k u ru cu la rın ın çoğu da, d ah a
h ay atlarınd a çeşitli direnm elerle k arşılaşır ve eziyet çekerler. Peygam berlerin
ütopyaları ise dogm atiktir; yani, o n ların ü lk ü leri, d o ndurulm uş em irlerden örü l­
m üştür; d ah a çok h alk ta b ak aların a h itap ed er, o n ların duygularını, hayal güç­
lerini sarar, k en d i yapısı ve tem el düşünceleri içinde büyük değişikliklere izin
verm ez ve b ir kez yerleştikten sonra, n ü fu z alanını sürekli o larak genişletir ve
b ü tü n insanlığa yayılm aya çalışır. B unların en b ü y ük rak ib i, yine kendi tü rle­
rin d en olan d in lerd ir. Z ira , b u n la r tarih sel akışları içinde b irb irin e o ran la daha
yetkin ve ilerlem iş görü n ü rler; b u n la rın k ay n ak ları aynı m istik hayaller ve d ü ­
şünceler olduğu h ald e, daim a b irb irin i yıkm aya çalışırlar. D inlerin gösterm iş
o ld u k ları b aşarın ın en esaslı n ed en lerin d en b iri, b ü yük b ir insan çoğunluğunun
tu tk u ların ı k a n d ırm ak için — b u n la r, h a tta en doğal ve norm al h ak ve ihtiyaç­
larını bu dün y ad a sağlam aya m u v affak o lam ad ık ların d an — tesellilerini T a n rı’ya
ve ahrete bağlam ış olm alarıd ır. H iç olm azsa ölüm den sonraki m u tlu lu k um u d u ,
bu dünyad ak i y oksunluk ve felâketlere k atlan m a kuvvet ve cesaretini verir. Bu
k onuda, b ir m etafizikçi o lm ak tan çok, gerçekçi ve görgül (em prique) b ir p si­
kolog da olan H z. M uh am m ed ’in insan ru h u ve sosyal hayatı h ak k ın d a k i derin
sezgi ve isabetli gözlem leri, hiç b ir peygam berde görülm eyen ü stü n ve seçkin
b ir b aşarı gösterm esine hizm et etm iştir. O , hem b u dünyada uyulm ası gereken
sosyal hayat yasalarını, b ire r T an rısal b u y ru k o larak sunm uş, hem de öteki d ü n ­
yada kavu şu lacak nim et ve m u tlu lu k ların ebedîliğini m üjdelem ek suretiyle in ­
sa n ları sab ır ve k an aate olduğu k a d a r da h ay ır ve erdem e alıştırm ak istem iştir.
O n d a m istik hayal g ü cünün ilham ları, k en d isin in k in den önce ku ru lm u ş olan din
ve to p lum ların geleneklerinden önem li öğeler a la ra k b u n ları, yaşadığı toplum
ve doğa çevresinin özellikleriyle süslem iştir. Z ira , m istik hayal gücünün veri­
leri, tüm erm işlerde k ü çü k fark larla aynı ru h u taşır ve onun icat etm iş olduğu
eserlerin en çekicisi olan cennet, yalnız H z. M uham m ed’de değil, b ir ah ret h a ­
yatını savunm uş olan tüm k itap lı ve kitapsız d in lerd e hem en aynı d ek orlarla be-
tim lenm iştir. Bu itib arla, tüm ah rete önem veren dinlere göre, M üslüm anlıkta
olduğu gibi, b u dün y ad a h ak sızlık lara uğray an lar, h ak ların ı öteki dünyada ala­
cak, bu düny ad a aç ve sefil kalm ış o lan lar, öteki dünyada doyurulacak ve b u n ­
ların in tik am ları, öteki dün y ad a T an rı ta ra fın d a n alınacak, bu dünyada im renip
d e nail olunam ayan b ü tü n h azlar, öteki dün y ad a tad ılacak tır. Ö zet o larak öteki
dü n y a, bu düny ad ak i zalim lerin cezalanacağı, z a ra r görm üş o lan ların zara rları­
nın ödünleneceği (tazm in) k u tsal b ir âlem dir.
Bu itib arla, yaşadığım ız âlem de b ir tü rlü kuru lam adığı zannedilen en ad a­
letli m ahkem e, ah rette k u ru lacak , kim seye zulüm etm eden herkesin h ak k ın ı ve­
ren m u tlak ve güçlü yargıcın, yani T a n rı’nın h u zu ru n a da m ahşerde çıkılacaktır.
O n u n da zab ıt k âtip leri v ard ır; o n u n da tan ık ları, o n u n da z ab ıta kuvvetleri ve
tü rlü cellât ve g ardiyanları v a rd ır ve b u ödevlerin hepsi, göksel v arlık la r o lan m e­
lekler ta ra fın d a n yapılır. İm an ed en ler, h ay ır işlem iş o lan lar, protokol vazifesini
gören m elek l-rin kılavuzluğuyla cennete, m ü n afık lar, m üşrifler, zın dıklar, d in ­
d en dönen ler, eylem lerini şerden k u rtaram ay an lar, cehennem e sürükleneceklerdir.
2. A caba H z. M uh am m ed ’in m üjdelem iş olduğu cennet nasıl b ir âlem dir?
Peygam berin K u r’an ve hadislerle üm m etine v aat etm iş olduğu cennet, gü­
n ah la rd a n sak ın an lara, iyi ve güzel işler y ap an lara ve b u n lard an ayrılm ayan­
lara son ve ebedî b ir ö d ü l o larak bağışlanır. Bu, A rabistan çöllerinde özlenen
ve hayal edilebilen nim etlerle d o lu b ir âlem dir. İlerde göreceğim iz gibi, ekva­
to rla rd a o tu ra n k avim lerin cenneti, serin, soğuk b u zu llard ır; E skim olar gibi k u ­
tu plarda o tu ra n k avim lerin cenneti ise, yeryüzünün m erkezinde sıcak, terletici
ve k ay n ar su ları bol olan b ir bölgedir. İslâm cenneti ise, H z. M uham m ed zam a­
n ın d ak i A rap to p lu m u n u n , b edevinin, aşiretlerin kendi doğal çevrelerinde daim a
b u lam adık ları ve b irçoğunun hiç tadam adığı nim etlerle dolu olan b ir zenginlik
ve bereket âlem idir. O rası, aristo k rat b ir sefahat ve tem bellik sarayıdır. O rada
m addesel o larak özlenen h e r şey h azırd ır; akla gelir gelm ez ve istenildiği anda
hem en ön ü n e geliverir; o rad a fak irlik y o k tu r; o rad a insanlar, b irb irlerin e im re­
necek ve b irb irlerin in elindekini alm ak isteyecek veya kendi elindekine göz
d ik tirecek, yeni tu tk u la r y aratacak hiç b ir başkalığa ve fazlalığa sahip değil­
d irler. Bu cennette beyaz ve sadık k a d ın la r v a rd ır; bu cennette soğuk sular v ar­
d ır, şarap lar, neh irler, ağaçlar, gölgeler, serin lik ler v ard ır ve orda asla yorulm ak
ve üzülm ek yoktur. O rası, b ir şehvet, sefah at ve ebedî b ir sağlık bölgesidir. Sı­
cak ve k u ra k iklim lerin insana verdiği gevşeklik, susuzluk, orad a ebedî olarak
giderilecek, çöllerin yakıp k av u rd u ğ u cılız ve k ararm ış k a d ın lar yerine, beyaz,
tom bul ve ceylan gözlü bakirelere o ra d a k av u şu lacak tır1. O rad a pek tem iz iş­
ler, hoş m eskenler v ard ır. S ak ın an lara v aat edilm iş olan cennetlerin altından
ırm ak la r ak ar, o raların yem işleri ve gölgeleri d ev am lıdır (R aid, 37); o n lar için
p ın a rlar (H icr, 45) ve b ü tü n istedikleri (N ahl, 31), sabah ve akşam rızkları
(M eryem , 62) verilecektir. O raya girecek o lan lar, “A ltın bileziklerle ve incilerle
süslenecekler ve elbiseleri d e ip ekten ola ca ktır” (H ac, 23; F atır, 31). O n lara,
gölgelerdeki ta h tla r ü zerin d e o tu ran eşlerle m eyveler ve b ü tü n istedikleri ve­
rilecek tir (Şura; Y asin, 55-58). H a tta , T an rı k atın d a bu istediklerinden ve veri­
lenlerden d ah a çok nim etler de v a rd ır (K af, 35); cennete girecekler için belli
b ir rızk h azırlan m ıştır; o rad ak i m eyvelerin hepsi kendilerine ikram edilir; k a r­
şılıklı ta h tla r üzerine o tu ra ra k cennet k ay n ak ların d an doldurulm uş kâselerden
içenlere lezzet v eren , başa v u rm ayan bem beyaz içkiler su n u lu r ve yanlarında
iri gözlü, tozsuz devekuşu y u m u rtaların a benzeyen d ilberler v a rd ır (Saffat,
41-49). İm an edenlere cennetlerin b ü tü n k ap ıları açılacak, o n lar bu cennetlere
k u rulacak, o rad ak i çeşitli yem işlerle b am b aşk a çeşnide içkilerden isteyecekler
ve yanların d a çekik gam zeli ve hepsi aynı yaşta h u rile r b u lu n a c a k tır (Sad, 49-52;
D uhan, 51-53). Bu h u riler, “C ennetlerde gözlerini kocalarına d ik m iş ve kocala­
rından evv e l hiç bir insan ve cinin d o k u n m a d ığ ı’* (R ahm an, 74) tem iz k a d ın lar­
d ır; o rad a, tadı değişm ez sütten ırm ak lar, içenlere lezzet veren şarap ırm ak la rı,
süzm e bald an ırm a k la r ve h e r çeşit m eyvelerle R ablerinin yarlıgam ası v a rd ır
(M uham m ed, 15)2. C ennetlikler, sıra sıra dizilm iş k o ltu k lara d ay an ırlar, kendile­
rine eş o la ra k verilm iş hurilerle b irlik te m eyveleri ve im renecekleri etleri h azır­
lanm ış b u lu rla r. Bu cennet k ızların d an , H in d ’in kutsal k itap ların d an olan Ve-
d a n ta ’da da bahsed ilir. B rahm anizm ’e göre, b u n la r A psaras denilen güzel peri­
lerd ir ki, Sw arga denilen cennette b u lu n u rla r (Rene G uenon, ‘L ’H om m e et son
D evenir Selon le V e d a n ta ’, s. 213, P aris, 1925). O rad a tad acakları içkilerden

(1) Bir söylentiye göre, Hz. M uham m ed, en genç eşi Hz. Ayşe’ye, “Ey a
ve güzel kadıncık, benim le konuşI” diyerek üzüntülerini gidermek istermiş, ö t e ­
ki eşlerinin pek beyaz olm adıkları anlaşılıyor.
(2) İsrail’e Yahova.'mn bu dünyada vaat etm iş olduğu diyar (Arz-ı Me
u t), içinde bal ve süt akan bir ülkedir {Huruç, XIII, 5).
gün ah a girm eyecekleri gibi, b ir saçm alam aya d a düşm eyeceklerdir. Sırf ken d i­
lerine özgü ve sanki sedeflerinde saklı incilere benzeyen hizm etçiler, b u cen­
netlik lerin e tra fın d a pervan eler gibi d ö n ü p d u ra c a k la rd ır (T u r, 20-25). C ennet­
ler ve nim etler içinde R ab lerin in k en d ilerin e v erd ik lerin d en zevk alacak olan
b u g ü n ah lard an sakınm ış kim seler, cehennem azab ından k o ru n m u şla rd ır (T u r,
20-25). O n la ra , "Y iy in , için, çalışm ış o ld u ğunuzdan, afiyet o lsu n ” iltifatlarıyla
ik ram la r y ap ılacak tır (Z ariy at, 15-19). İçin d e hoş ve güzel m eskenler bu lu n an
(Saf, 12) cennetlere alın a n la r iç in / sab ırların a karşılık, b ah çeler ve ipekler ve­
rilecektir. O ra d a ta h tla r üzerine yaslanacak olan b u m utlu adam ları güneş yak­
m ayacağı gibi, soğuk d a üşütm eyecek ve titretm eyecektir. Ö nlerine cennet gölge­
leri sarkacak ve to p lad ık ları, önlerin e bol bol k o n u lacak tır; so fralarına tü rlü b i­
çim lerde yerleştirilm iş o lan güm üş k a p la r ve b illu r kâselerle, kendilerine zence­
filli içkiler su n u lacak tır; ad ın a Selsebil ve T esnim denilen b u içki ırm ak ve
çeşm elerinden k an a k an a içecekler ve çevrelerinde ölüm süz evlâtların d o lan d ı­
ğını göreceklerdir. Bu çocuklar, saçılm ış in ciler g ibidir. C ennetlikler, ipekten sır­
m alı, atlas ve k ad ifed en elbiseler ve güm üş bileziklerle süsleneceklerdir ve Rab-
leri, kendilerin e erdem lerine k arşılık o larak kendi m em nun oluşunu da bildiren
tem iz b ir şarap su n acak tır (D ehr, 12-21).
, N ihayet, cennette k u rtu lu ş v a rd ır; isteklerin kaldırılm ası v ard ır; bahçeler
ve üzüm lerle tu ru n ç m em eli yaşıtlar ve dolup taşan kad eh ler vard ır. O ra d a asla
boş lafla r, y alan lam alar işitilm ez; R ab b in tükenm ez bağışları da o rad a sonsuz­
d u r (N ebe, 31-35). Bir ta ra fta n a k an b ir kay n ak , yüksek sedirler, hazırlanm ış
sü rah ile r, dizilm iş k o ltu k la r ve yastık lar, güzel döşem elerle süslenm iş (G aşiye,
13-16), b ir saray âlem i v ar ki, orası p a k ve k u su rsuz eşlerle, T anrı h o şn u tlu ­
ğuyla ve latif gölgelerle bezenm iş ve şen len d irilm iştir (N isa, 55). C ennetteki
p ın a r b aşların d a değerli elbiseler giyerek k arşı karşıya o tu racak olan cennet­
likler, " İr i gözlü beyaz hurilerle” evlendirilm iş o lacak lard ır. O rad a em niyet
içinde, h er çeşit yem iş g etirilir ve, " İ lk ö lü m d en başka bir ölüm tanım azlar”, ce­
hennem azab ın d an da k u rtu lm u ş b u lu n u rla r (D u h an , 51-56).
A yetler, cennette b u lu n an şeyleri, im rendirecek ve b ir an önce dünyayı
te rk ederek o n lara kavuşm a tu tk u su n u V erecek b ir cöm ertlikle te k ra r te k ra r sa­
yar, döker: H e r b irin d e tü rlü b o stan lar b u lu n an ve içlerinden iki çeşit kaynak
fışkıran, çift çift m eyvelerle süslenm iş iki cennet, T a n rı’dan k o rk an la rın h ak k ı­
dır. O ra la rd a sırm alı atlas döşem elere yaslanacak olan bu cennetliklere, insan
ve cinden kim senin ilişm ediği ve görenlerin, y ak u t ya da m ercan sanacakları
güzel huriler v erilecektir. Bu cennetlerin ötesinde başka cen n etler de b u lunacak,
gönül alıcı yeşillikler ve b u n la r içinde su ların ı fışk ırtan ikişer şad ırvan olacak,
b u n la rd a da h u rm an ın , n a rın , m eyvelerin b aşk a tü rlü leri b u lu n acak , içerde g ü ­
zel k ızlar, çad ırlard a saklanm ış ve yine in san d an ve cinden kim selerin dok u n ­
m am ış olduğu h u rile r, yeşil ve güzel canfesler üzerine k u ru la ra k cennetlikleri
m esut edecek lerd ir (R ahm an, 46-78). Başka b ir surede de, cennetin nim etleri
d ah a açık o larak şöyle te k ra rla n ır: A ltın ve p ırla n ta kakm alı ta h tla r üzerinde
Karşı karşıya k u ru lm u ş olan cen n etlik lerin e tra fın d a küpeli oğlanlar (gılm an)
b u lu n acak , ta kaynağında im biklerle çekilm iş, baş ağrıtm ayan ve tükenm eyen
içkilerle dolu kad eh ler, beğendikleri m eyvelerle istedikleri kuş etleri ve saklı
incilere benzeyen h u riler, onların neşe ve m u tlu lu k ları için hazır o lacak lar, ki­
razların ve m uzların en âlâsı, beğenilecek gölgeler, çağlayan sular, eksilm eyen ve
istenildiği k a d a r yenilm esine izin verilm iş olan m eyveler, p u fla y ata k lar ve âypj
yaşta b ak ireler, cennetlik o lan ların iyi eylem lerine ödül o larak sunu lacak tır (V âr
k ıa, 10-38).
Ö zet o larak T a n rı, k u lların a bu düny ad a neyi haram etm işse, cennette on­
ların hepsini tatm aların a m üsaade edecek tir; yani, orad a h aram ve günah olan
hiç b ir şey yoktur. S anki, Y üce T a n rı, in san lara d ünyam ızdaki nim et ve m u tlu ­
luk ları, b u rad a verem ezm iş ve verm iyorm uş da ah retteki nim et ve m u tlu lu k ları
özlem ek ve o nlara im renm ek için, b u rad ak ileri b ir fani ve aldatıcı ö rnek olarak
yaratm ış gibi, ru h la rı öteki dünyaya yöneltm eye m ecbur etm ektedir. Z ira , bu
d ü nyadaki n im etlere çalışarak n ail o lm ak m ü m k ü n olduğu halde, o âlem deki
nim etlere sabır, k a n a a t, itid al, m erham et, d u a ve ibadetle, perhizle kavuşulacak­
tır. B ununla b irlik te, cennetin de b irk aç tü rlü sü v ard ır: K u r’anda A dn cenneti,
N aim cenneti, Firdevs cenneti, Y üce cen n etler gibi ad lar taşıyan cennetler v ar­
d ır. Bu cennetlerin en iyi yeri de, yedinci gökte bu lu n d u ğ u anlaşılan İlliyirr
ad ın d ak i cen n ettir (M utaffifin, 18-21). Bu, yedinci kat göktedir; edim lerim izin
iyi ve kötü lerin i yazm ış olan m elekler de b u ra d a d ır. H atta , sahabeden İb n Me-
s u d ’a göre El H ayevan ad ın d a b ir cennet d ah a varm ış, oradaki bağlarda h e r
salkım ını ancak b ir k a tırın taşıyabileceği b ü y ü k lü k te üzüm kütü k leri b u lu n u r­
m uş, B ütün bu cen n etler, K u r’an d a, selâm et y u rd u , sonsuzluk yu rd u , o tu rm a
yurdu, sığınak bah çeleri, hayat y u rd u , güvenilir m e k â n ... gibi sıfatlarla süslen­
m iştir. Bu itib arla b elki de h er im an edenin ah rette tadacağı nim et b irb irin in
aynı değildir. V aktiyle p ap alar, safdil, bağnaz ve zengin H ıristiyanları soym ak
için tü rlü cennetlerin an a h ta rla rın ı satar, tap u ların ı verirlerdi. Bu sefil ticareti
M üslüm anlık asla d ü şünm em iştir. H erkesin nail olacağı ah ret nim etleri, bu dü n ­
yadaki erdem leriyle o ran tılıd ır.
3. K u r’an ve h ad islerd e cennetin yalnız m addesel nim etleri, döşem eleri v
protokolü betim lem iştir. F akat tinsel h a z la r h a k k ın d a açık b ir bilgi verilm em iş­
tir. Bu eksikliği fa rk etm iş olan tefsirciler, bahsedilen m addesel nim etlerin bi­
rer simge o ld u k ların ı, gerçekte T a n rı’nın, insan aklına sığm ayacak ve gelm eve-
cek k a d a r ü stü n , çeşitli ve tinsel nim etleri b u lu n d u ğ u n u tahm in ederler. Bir k u t­
sal hadiste, "Salih k u lla n m a , h iç bir gözün görm ediği, hiç bir kulağın işitm e­
diği ve hiç bir insanın aklın a gelm eyen ödüller hazırladım ki, bunlar sizin tanı­
dıklarınızda n bam başka şeylerdiı” d en ilm ek ted ir ki, b u n d an cennet zevkleri­
nin tinsel yanları olduğu sonucu da çık arılab ilir. Aynı ifade, S aint P a u l’da da
vardır: " Ö te k i dünyada, gözün görm ediği, kulağın işitm ediği ve insan ru h u n u n
n ü fu z etm ed iğ i şeyler” tad ılacak tır. M istik hayal gücü, ne k a d a r olm ayanı, ola­
m ayacağı tasav v u r ederse etsin, m eydana getirdiği esere, yaşayandan, öğrenilen­
den, istenilenden ve özlenenden b irtak ım öğeler k a rıştırır ve b u n d an asla k u r­
tulam az. Y alnız b u hayal gücü, insel istekleri ab artm alı (m übalâğa) ve yapıntı
(fixion) içinde, gerçekm iş gibi gösterm ekten hoşlanır. O ysaki, İslâm cenneti,
bugün uygarlığın m ilyonlarca insana tattırm a k ta olduğu nim etler karşısında fa­
k ird ir. H z. M uham m ed zam anında bile, b ü sb ü tü n yaşam am ış, görülm em iş, ta­
dılm am ış, hiç olm azsa işitilm em iş şeyler değildir. R om a, Bizans ve İran saray­
larıyla zenginleri k a d a r da eski M ısır, A sur ve İsrail sarayları, zam anlarının her
tü rlü m addesel h azların ı tatm ışlard ı ve o n lara ait öykü ve an ıla r k u tsal k itap ­
lara bile geçm işti. T icaret ya da b aşka m ak satlarla seyahat etm iş olanların görüp
İşittikleri şeylerden, A rabistan h alk ı b ü sb ü tü n h abersiz değildi. H z. M uham m ed,
o n la rın hayaliyle yaşayan ve b u düny ad a büyük y oksulluklara k atlan a n insan­
lara, T anrısal nim etleri hiç olm azsa ah rette v aat etm ek suretiyle hem ahlâksal
b ir disipline, hem de ru h sal b ir sük û n ve esenliğe hizm et etm iştir. M üslüm anlı­
ğın gelişmesi dolayısıyla m eydana gelen b ü y ü k im p arato rlu k lar, cennette vaat
edilm iş olan güzel şeylerin gerçeklerini Em evî, A bbasî ve E ndülüs saraylarında,
b ü tü n a risto k ra t ve n ü fuzlu kim selere b u dün y ad a tattırm ıştır.
4. A caba cennete kim ler g irecek tir? B ir hadise göre, “B irbirine acıyanla
cen n etliktirler”; başk a b ir hadise göre de, “C ennet ehlinin çoğu saf ve bön k i­
şilerdir»; b aşk a b ir h adise göre de, “Ü m m etim yetm iş üç fırk a olacak, yetm iş
ikisi ceh en n em lik, b iri c e n n e tlik tir”. Şu h alde cennete girecek olan ların sayısı
p e k azdır. M achiavelli, cehennem i cennete tercih ettiğini, zira, cennette, hava­
riler, keşişler, ihtiy ar ve dinli dilenciler gibi in san a hiç de zevk verm eyen kim ­
selerin bu lu n d u ğ u n u , cehennem de ise, büy ü k senyörler, prensler, k ra llar, k a r­
dinaller, p a p a la r gibi hayat zevk ve eğlencelerini tatm ış ve tattıra n kim selerin
yerleştiğini ileri sürm ü ştü. Bu alaycı ve im ana sığm ayan görüşlere rağm en, K u r’an
cenneti T a n n ’m n, " D ilediğine ihsan edeceği bir n im e t” (H ad id , 21) saym ıştır;
yahut cennet, “A rın a n kim selerin ö d ü lü d ü r” (T ah a, 76). O rası, “D aim a im an
edenler ve iyi işler yapanların yerid ir” (H ac, 14; N isa, 120). Bu k o n u d a erkek
ve kad ın ay ırt edilm eyecektir, “Tanrı, im an edenlerin e rkek ve dişilerine, al­
tından ırm aklar akan cennetler vaat etti; içinde ebedî olarak kalacaklardır” (Y u­
nus, 10). G ö k ler ve yeryüzü k a d a r geniş olan T an rısal yarlıgam a ve cennet, sa­
kın an lar için h azırlan m ıştır. S ak ın an lar, b o llu k ta ve darlık ta nafak a veren, kız­
d ıkları zam an öfkelerini saklayan ve h alk ın k u su rların ı bağışlayan kim selerdir.
T a n rı, iyi insanları sever; o n la r b ir k a b a h a t y ap tık ları veya nefislerine k a rşı b ir
zulüm işledikleri zam an, T a n rı’yı a n a ra k g ü n ah ların ın bağışlanm asını- dilerler,
yap tık ların d a b ile bile ısra r etm ezler. İşte R ableri b u n ları b ir ödül o larak yar-
lıgayacaktır. Z a te n g ü n ah ları T a n rı’dan b aşka yarlıgayacak kim v a rd ır k i? T a n rı
b u n lara, altın d an ırm a k la r akan cennetler verecek ve o güzel yerde ebedî o la­
ra k y atacak lard ır (Âli İm ran , 130, 195, 198; N isa, 12, 50). C ennete gidecek o la n ­
ların b ir kısm ı, m al ve canlarıyla T a n rı yolunda savaşanlardır; M uhacirler,
E nsar (yani, M edineliler) ve ihsan ile o n ların ard ın d a n g idenlerdir (T evbe, 20-
22). Sonra em anete riayet ed erek ve sözlerinde d u ra rak n am azlarını k ılan la r
d a cennet m irasına k o n acak lard ır (M üm inler, 8-11); "R a b b im iz, bizlere, eşleri­
m ize, zürriyetlerim izd en sevindirenleri ihsan et; b izi sakınanların ardından ayır­
m a ” diyenler, sab ırların a k arşılık o larak cennet cum balarıyle ödüllendirilecek­
lerdir (A nkebut, 58). T a n rı yolunda can v eren ler de, “M uratlarına erdirilir, ru h ­
ları şad edilir ve cen n ete k o n u lu rla r" (M uham m ed, 4-6). K itap ehli olan lar da,
“İm a n edip sakınırlarsa Tanrı onların k ö tü lü k le rin i örter ve ebedî sevinçler yeri
olan cennete so ku lu rla r” (N isa, 65 ). (D em ek k i, H ıristiyanlar ve M u se v île r'd e
k itap ehli o ld u k ları için cennete g irebileceklerdir. H z. M uham m ed’in b u hoşgö­
rü sü n d e, in san a ve in sanlara değer veren b ü y ü k ve d erin b ir âlicenaplık v a rd ır
O , bu bildiriyi, peygam berlere ve k itap lara inanm ayı, İslâm im anının am entiisü
içine alm akla da kuvvetlendirm iştir. O ysaki, öteki din ler ve kutsal k itap lar,
M üslüm anlara cenneti ve k u rtu lu şu asla lâyık görm em işlerdir.) N ihayet im an edip
iyilikler yapan h erkes, içinde ebedî o larak kalm ak üzere cennete girecektir (Ba­
k a ra, 82; L okm an, 8-9). B ununla b erab er b ir h adise göre, “ K albinde bir kırat
im an bulunan cehennem ateşinden k u rtu la ca ktır”. Peygam ber, "T a n rın ın rah­
m et ve m erham etinden ü m id ”m kesilm esini yasaklayan b ild irilerd e b u lu n d u ğ u
için, h e r M üslüm an g ü n ah ların ın cezasını çektikten sonra veya T an rı dilerse
hepsini yarlıgadıktan sonra, m u tlak a cennete gidecektir. E bu Z e r’in anlattığına
göre, “T anrı'dan başka Tanrı y o k tu r d iyerek b irlik inancı üzerinde bulunan her­
k e s” cennete girecektir. E bu Z e r, P eygam berin b u sözü üzerine kendisine iiç
defa, "B öyle bir adam zin a etse de, h ırsızlık etse d e m i? ” diye sorm uş, H z. M u­
ham m ed, h er üç soruya da üç defa, " Z in a etse de, h ırsızlık etse de cennete girer”'
cevabını verm iştir (B uharî). G ö rü lü y o r ki, H z. M uham m ed, cennetin kapıların ı
hem en b ü tü n M üslüm anlara açm ıştır.
5. C ennete girecek o lan lar nasıl k arşıla n a c ak lard ır? “A d n cennetlerine
girecek olanlar, atalarından ve eşleriyle zürriyetlerinden salih olanlarla beraber
olacaklar ve onlara h er kapıdan m elekler girerek, selâm sizlere, sabrettiğiniz için
ahret diyarı n e güzel, d iyecekler” (R a ’d, 25; İb rah im , 23). T anrı em irlerine uy­
m uş o lan lar, cennete g irerlerken k en d ilerin e, "S elâ m etle ve em niyetle g ir in ...”'
(H icr, 46) denecek ve o rad a, «sağlık ve selâm » dilekleriyle k arşılan acak lard ır ve,
" H iç bir boş söz işitm eyecekler, a n cak bir selâ m ” (M eryem , 62) işiteceklerdir.
D ikkat edilirse, cennette vaat edilm iş olan şeyler, baştan başa sıcak iklim ­
lerde ve y o ksullar ta ra fın d a n özlenen nim etlerd ir. N itekim , T an rı, H z. Â dem ’e
de, "C en n ette aç ve çıp la k kalm ayacaksın, güneş sıcağı çek m e yece ksin ” (T aha,
118-119) dem ek suretiyle, özellikle o sıcak ve k u ra k bölgelerde, insanların çek­
tik leri yoksulluk ve sıcaklık azab ın d an k o ru n u lacak tek yer olarak cenneti gös­
term iştir. Şu surelerdeki ayetlerde cennete d a ir verilm iş olan bilgiler hep aynr
esasa day an m ak tad ır: N isa, 120; M aide, 85; Y unus, 10; İb rah im , 23; N a h l,
31; T ah a , 76; H ac, 14; A n k eb u t, 58; Secde, 19; Sebe, 19; M uham m ed, 1 2 ,
Fetih, 5; M ücadele, 22; T egabün, 9; T a lâ k , 11; T ah rim , 8; Beyyine, 9; Z u h -
ra f, 70-73; H a k k a , 21-23.
6. C ennete girecek o lan lar önceden b ir hesap verm eye m ecbur iseler d e ,
B uharî, ‘S a h ih ’inde, hesap verm eden cennete girecek olan 70.000 im anlıdan
bahseden h ad isler kaydeder. Bazı tefsirciler, cennetin simgesel o larak sekiz k a­
pılı old u ğ u n u an la tırla r; b u n la rın , k alp , dil, k u lak , göz, el, ayak, ağız ve ü rem e
organı, gibi iyiye ve kötüye götüren, fak at iyiye kullandığı ta k d ird e insanı
cennete u laştıran deliklerden ib aret olduğunu ve b ü tü n g ü nahların b u n ları T an rı
b u y ru k ların a aykırı o larak k u llan m ak tan doğduğunu ileri sürerler.
T a n rıtan ım azlard an sayılm ış olan İb n R avendi, ayetlerde vaat edilm iş olan
ah re t m utlu lu k ların ın , m addesel ve k ab a lezzetlerle tem sil edilm iş olm asını be­
ğenm ez ve eleştirir. B âtınî fırk aların a m ensup o lan d ü şü n ü rle r ise, akıllı insan­
ların , cenneti b u dünyada bulabileceklerini, o nları ölüm den sonra aram anın doğ­
ru olm adığını iddia ederler. Ö lüm den sonra b ir hesap g ü n ü n ü n v a r olduğuna
in an an lard an M utezile bilginleri, işlenm iş o lan büyük gü n ah ların a tövbe etm e­
den ölm üş o lan ların fasik sayılacaklarını, b u itib arla o n ların cehennem e gide­
ceklerini ileri sürerlerse de, S ünnî d ü şü n ü rle r ve bazı din bilginleri, b u n ların da
cennete girebileceklerini üm id ederler. Bu b irb irin i tutm ayan inançlar, İslâm
kavim lerinin ah lâk ı üzerinde yıkıcı etk iler yapm ış, k ö tü lü k İşleyemeyecek bir
yaşa gelinceye k a d a r h er tü rlü ahlâk dışı h arek etleri âdeta m eslek edinm iş b ir­
ç o k M üslüm am n, ah ret yolu göründüğü veya yaklaştığı günlerde tövbeye baş­
la y a ra k ken d ilerin i cennetlere lâyık b ir hale g etirdikleri görülm üştür. İb n R üşd,
ah ret ödüllerin in m addesel değil, tinsel b ir özelliğe sahip olduğunu k ab u l eder.
F ak at, K u r’an , an lattığım ız gibi, b u nim etleri sayarken hiç b ir tinsel h az ve
m u tlu lu k ta n açıkça söz etm ez.
H z. M u h am m ed ’in im an edenlere ve salih insanlara m üjdelediği cennetin
b aşk a d inlerd ek i şekli de, aynı m istik hayal gücünün tasarım larını asla aşm ış
değildir. H a tta b u n la rın b ir k ısm ı, İslâm T anrıbilim cileriyte m ezheplerine ve
tefsirlere, b aşka k avim lerin dinsel geleneklerinden geçm iştir. K onum uzu aydın­
latm a b akım ın d an b ir iki ö rn ek verm eyi yeter bulacağız: K abalcılığa göre, öteki
ü ü n y a d a ne yem ek, ne içm ek v a rd ır. S alih kim seler, orad a, b aşların d a b ir taç
o ld u ğ u h ald e, o tu racak ve T an rısal parıltıy ı sevinçle seyredeceklerdir. Salihler,
o ra d a barış içinde beden in tekm il sefaletlerinden k u rtulm uş olacak lard ır. Bunla-
Tin ru h la rı, T a n rı’yla^birleşecek ve b u algı (idrak) içinde m utluluğu tadacak lard ır.
T a lm u d ’da betim lenilen (tasvir) cennet, yedi kısm a b ö lü nm üştür: b u n ların
h e r b iri, salih in san ların kategorilerine göre ayrılm ıştır; zira, b irb /rin d e n üstün
yedi salihlik derecesi v a rd ır: 1. T a n rı ad ın ı k utlayan doğru insanlar; 2., T a n rı'
n m seçip k u tsalladığı sinagog k a p ıla rın d a o tu ra n la r; 3. T an rı evinde o tu ran lar;
4. T an rı b u y ru k ların ın saklı b u lu n d u ğ u m ih rap ta (tabernacle) o tu racak olan ­
lar; 5. T a n rı’nın kutsal dağında yerleşecek o lan lar; 6. E bedînin dağını gösteren­
ler; 7. T a n rı’n ın kutsal yerinde yerleşenler. C ennete girecek olanlar, b u dünya­
da fa k ir olan salih lerd ir. Bu d ü n y ad ak i g ü n ah lılar, salihler, fak irlik ten ıstırap
çekerlerken k o n fo r ve ra h a tlık içinde o lan zenginlerdir. T an rı, salih olanlara cen­
netin hâzin elerin i açacak, g ü n ah lılar da k en d i etlerini, kendi dişleriyle kem ire­
c ek le rd ir. İncillerd e, K u r’an d ak i k a d a r geniş ve ay rıntılı cennet betim lem elerin­
den ve nim etlerin d en asla söz edilm ediği h alde, T alm u d cu lar, cennet m u tlu lu k ­
larını b ir h arik a ziyafet şeklinde b etim lem işlerdir. H alk ın m istik hayal gücü,
"bu ziyafeti şu efsaneyle an latır: « T an rı, b iri erk ek, diğeri dişi olan ve ad ına
L eviethan denilen iki ifrit yaratm ıştır. B unlar evlenecek olsaydılar, b ü tü n dünya
harabeye d ö n erd i. Bu yüzden T a n rı, erk ek ifriti had ım etm iş, dişisini öldürm üş,
b u n u n etlerini tu zlay arak öteki d ü n y ad a salihlere yedirm ek için saklam ıştır!».
Salihlere çekilecek o lan b u ziyafetten a rta k a la n lar da K u d ü s’te satılacakm ış!
T a n r ı, içki o larak da T e k v in ’in (yaratm a) altı gününden beri üzüm halinde
saklanm ış o lan b ir şarap ik ram edecekm iş. T a n rı’nın çektiği b u ziyafete, güney­
den ve kuzeyden e'secek o lan b ir rü zg âr, A dn b ahçelerinin güzel k o k u larını ge­
tirec ek ve m isafirlerin b ü tü n istedikleri verilecekm iş. Aynı zam anda T a n rı, salih
k u lları için cennette — kendisi de b u n la rın arasın d a o tu ra ra k — b ir tane h azır­
layacak ve salih ler, işte bizi k u rta ra n T a n rı, diyerek O ’nu p arm akla gösterecek­
le rd ir. Salihler, T a n rı’yı görünce, y an ların d a giden b u yüce kutsallık tan k o rk a­
ra k uzaklaşm aya çalışacak, fa k a t T a n rı o n lara, görm üyor m usunuz, ben de size
benziyorum , k orkm ayınız, diyecek!..»
C ennetin içi h a k k ın d a , an cak X I I I . yüzyılda yazılm ış olan haham vesika­
la rın d a şu betim lem e v a rd ır: A dn bahçesinin y a k u ttan iki kapısı v a rd ır. Bun­
la rın h e r b irin i 600.000 ayin m elekleri tu ta r. B unların yüzlerindeki parıltı, b ü ­
tü n evren gibi p ırıl p ırıld ır. Bir salih geldiği zam an, b u m elekler, onun m ezarda
giyinm iş olduğu elbiseyi ç ık a rır ve ken d isin e görkem li (m uhteşem ) sekiz b u lu t
elbisesi giydirir ve b aşın a d a, b iri incid en ve p ırla n tad an , öteki parvaim altı­
n ın d a n iki taç koy arlar; taşım ası için de eline m ersin ağacından sekiz baston
v e rirle r. «B esinini sevinçle alm aya git!» diyerek ken d isini, içinden n eh irler akan
ve tü rlü çiçeklerle bezenm iş b ir yere g ö tü rü rler. H e r salih b u ra d a , kendi şere­
fine uygun o lan b ir odaya yerleşir. B urada b irin d e n şarap, ötekinden de bal ve süt
akan dö rt ırm ak v a rd ır. H er o d an ın ü stü n d e V enüs gezegeni k a d a r p arla k otuz
inciyle süslü b ir altın asm a v a rd ır. H e r o d ad a da inci ve p ırlan ta d an yapılm ış
b ir m asa b u lu n u r ve h e r salihe hizm et etm eleri için altm ış m elek atanm ıştır.
O n la r bu cenn etlik lere, «Sevinçle b alın lezzetini tat! Ç ünkü sen bala benzeyen
T o ray a ken d in i verm işsin! Y aradılışın altı gün ü n d en beri üzüm h alin d e saklan­
mış olan şarap tan iç! Z ira , sen şarab a benzeyen torayı ö ğ re n d ir'» derler. (T ora,
İbran îced e, k an u n , öğreti ve direksiyon dem ek tir. Y ani, yazılı veya sözlü o larak
Jüdaizm öğretileri d em ektir.) C ennettekiler için gece y o ktur. O n lar için üç uyan­
m a dönem i v a rd ır: B irincide salihler, b ire r çocuk o lu rlar, İkincide genç adam ,
ü çüncüde yaşlı ad am o lu rlar; b u üç dönem deki in sanların kendilerine özgü eğ­
lencelerine d alarlar. A dn b ahçesinin h e r köşesinde seksen çeşit k o k u lu ağaç var­
d ır; b u n la rın en az değerlisi, b u d ü n y an ın b ü tü n k o k u lu b itk ilerin d en d ah a in­
ced ir, güzeldir; ve yine h er köşede 60 0 .0 0 0 ayin m eleği, sarhoş eden b ir sesle
teren n ü m ederler. M erkezde h ay at ağacı v a rd ır ki, h er d alın d a A dn bahçesinin
tü m ü açılırlar. Bu ağaç 500.000 çeşit m eyve v erir ki b u n lard an her b irin in tat
ve biçim leri b aşka b aşk ad ır. Bu ağacın ü stü n d e görkem li b u lu tla r v a rd ır. Bu çi­
çeklerin k o k u su n u d ö rt rüzgâr, d ü n y an ın b ir u cu n d an ö b ü r ucu n a gö tü rü r. Bu
ağacın a ltın d a da torayı açıklayan bilgelerin çöm ezleri o tu ru rla r. B unlardan her
b irin in yıldızlarla güneş ve aydan yapılm ış iki odası vard ır. Bu od aların arasında
yine görkem li b u lu tta n p erd eler b u lu n u r. O raya 310 bilgin yerleşm iştir ve b u n la r
d a yedi salih tü rü n e giren kim selerle o tu ru rla r (A. C ohen, s. 452-458).
Taocu rah ip ler de b irço k cen n et ta n ırla r. O n lara göre, cennette cinler ve
hayvanlar da in san larla b e ra b e r yaşarlar. Bazı b ağıcılar, M ajların sarayına k ad a r
y ükselirler ve o rd an arılık (saffet) iline k a d a r g ö tü rü lü rler ki, b u ra d a n altın,
güm üş, inci ve y ah u t taşlarıyla süslü b ir cennete gidilir. O rad a en yükseklerin
hâkim i, b u n la ra b irta k ım efsanevî m an zaraları su n ar ve nihayet o nlar, güneş ve
ayın o rtasın d a saf b ir p arıltı âlem ine y erleştirilirler (M arcel G ran et). B ütün bu
hikâyeler, hem en b ü tü n d in lerd e az çok fa rk la rla ayrı b ir m itolojinin konu su n u
teşk il ederler. F. Bacon d er k i: «Â dem cennetten a tıld ık tan sonra, insan çalış­
sın diye dünya cennetine y erleştirilm iştir. B urada kendisine yükletilm iş olan ilk
çalışm a, d alın çtır. Y ani, bilgi edinm ek v e ’ deney yapm aktır. N itekim , insanın
cen nette yaptığı eylem lerin ilki, y aratık ları öğrenm ek ve ad ların ı koym aktan iba­
re ttir. Bu bilgi, k en d i düşm esine ned en olu n ca, k o n u la n , y a ra tık lar olan doğa
bilgisiyle değil, k o n u su iyi ve k ö tü (hayır ve şer) olan ahlâkla da uğ raşm ıştır
ki, b u n u n kaynağı ve insanın özlem ini çektiği şey, T a n rı’ya isyan etm ek ve ken­
d inden başk asın a dayanm am ak ve güvenm em ek o lm uştur (M . M c. L uhan, ‘La
G alaxie G u ten Ş erg ’, Paris, 1967, s. 228).
D in ler, genellikle h alk ta k ab aların a seslendikleri için, onları duyularıyla
anlayabilecekleri som ut yaptırım larla eğitm e zo runda kalm ışlardır; bu itib arla
hem en hepsin in verdiği ö rn ek ler özdeştir; yani, bu dünyada bazı güçlü ve dev­
letli kişilerin ta ttık la rı nim etlerle onların , öteki in sanlara uyguladıkları baskı­
la rd ır. H z. M uham m ed de b u k u ra ld a n kurtulam am ıştır. Bu gerçeği, cehennem
h ak k ın d a vereceğim iz bilgiler de onaylayacaktır.
CEHENNEM

“Y e ’se düşenlerle ü m id i k e sm iş olanlar, yalancılar,


k en d in d en ü stünleriyle yarışanlar, ulaşamayacakları
şeye g öz d ikenler, b ilm ed ikleri şeyleri bilir gibi söy­
lem eye yeltenenler, ceh en n em liktir
(H adis)

İn sa n la rın b irb irin e za ra r verm eden, k arşılık lı h ak ların a saygı göstererek


m elekler gibi tem iz b ir hay at geçirm eleri ve dolayısıyla hem T a n rı’yı, hem de
k endilerin i m em nun ve m esut edebilm eleri için m istik hayal gücünün yarattığı
y aptırım ü to p y aların d an b iri, h a tta en önem lisi, cehennem dir. N itekim , peygam ­
berlerin ilk görevleri de, b ir ta ra fta n ah ret m u tlu lu ğunu m üjdelem ek, b ir taraf­
tan da ah ret azabını b ild irerek insanları g o cundurm ak ve k o rk u tm ak tır. K u r’an ­
d a im an edenlerle k âfirlerin ah rettek i d u ru m ları, çoğu kez b irb iri ard ın d a n be­
tim lenm iş (tasvir) ve m ukayese edilm iş, b u n la r h ak k ın d ak i bilgiler, b irb iri a r­
kasın d an açık lanm ıştır. K utsal m etinlerde cennet o la ra k , in sanların m ide ve şeh­
vetlerini k a n d ıracak ik ra m la r y apılırken, cehennem o larak d a, işkencelerin en
k o rkuncu, b ir engizisyon savcısının duygusuzluğu ile anlatılm ıştır. İn san lar, ken­
di k in , öfke ve n efretlerin in sonucu olan öç alm a ve cezalandırm a isteklerini,
T an rı aracılığıyla gerçeklendirm ek için cehennem e ihtiyaç duym uşlardır. Y oksa,
Yüce T a n rı, k u lların ı cezalan d ırm ak tan hoşlanacak denli kendi eserini ceza
görm eye lâyık b ir çirk in lik te yaratm az. D en eb ilir ki, insanların b irb iri yüzün­
den çektik leri acıların , u ğ rad ık ları h ak sızlık ların b u dünyada önüne geçme ola­
naksızlığım kavram ış olan insan zekâsı, tesellisini, ah rette gerçeklenecek olan
b ir T anrısal adalete bağlam ıştır. K uvvetli ve zalim old u k ları için, h e r tü rlü kö­
tülüğü yap m ak ta k en d ilerin i h ak lı b u lan sefilleri, bu dünyada yenilgiye uğra­
lam ayacağını anlayan âciz ve m asum kim seler, T a n rı’nın veya T an rıla rın m erha­
met ve yardım ına sığınm ış, o n ların h iç olm azsa ah rette ceza görm elerini iste­
m işlerdir. Bu su retle hem zalim , h em de m azlum olan ların , bu T anrısal yaptı­
rım sayesinde erdem e bağlanacağı ü m it edilm iştir.
C ehennem , ru h u n ölm ezliğine, ölüm den sonra dirilm eye ve ahrete in an a n ­
lar arasınd a, hem gizli kalm ış, hem de açıkça işlenm iş günah veya suçların, bu
dünyada verilebilen cezalarını yeter bulm ay arak b ir de ah rette cezalandırm ak
suretiyle in san ları ıslah etm ek için tasav v u r edilm iş b ir işkence alanıdır. Bu,
Y ahudilerden başk a hem en tü m Sam i kavim lerde, eski M ısır, K aide, H in t, Pers,
Y unan ve çeşitli ilkel to p lu lu k lard a da v ard ır. Bilindiği gibi T a n rı, haram lar-
dan kaçın m ay an ları, dün y ad ak i işlerini ve sağlıklarını bozm ak, b aşlarına çeşitli
fe lâ k etle r getirm ek, sel, deprem , yangın, k ıtlık ... vb. gibi tü rlü afetler verm ek
ve nihayet ö lüm den sonra azap etm ek suretiyle cezalan d ırır kanısı yaygındır.
H er suçlu n u n b u dün y ad a cezalanıp cezalanm adığını ve bu cezaların adalete ne
k a d ar uygun o ld u ğ u n u gözlem ek ve anlam ak zo rd ur. Bazı insanlar, h iç suçlu
olm adıkları h alde, k ö r, sakat, b u d a la veya deli o larak dünyaya gelm ektedir; b u ,
suçlu ebeveyni cezalan d ırm ak için oluyorsa, bu afetlere tu tulm uş olan zavallıla­
rın suçları n e d ir? D oğal afetler ise, yalnız suçluyu değil, o n u n yanında tü rlü
suçsuzları da cezalandırdığı için, b u n u n T a n rı adaletiyle uzlaştırılm ası güçtür.
M üslüm anlar, "T a n rı, sevdiği kullarına bu d ü n yada eziye t eder, sevm ed iklerin i
de bu dünyada a ziz e d er” form ülünü b u larak k endilerini teselli ediyorlarsa da,
Y aradanın böyle h aksız ve saçm a b ir ilkeye göre h arek et ettiğini kabul etm ek
pek de kolay değildir.
H z. M uham m ed, insanın tü rlü tu tk u la rın ı ve günah işlem e b ak ım ından
k arak te rin in ne denli zayıf o ld u ğ u n u d erin d en kavram ış v e sezm iş b u lu n d u ğ u n ­
dan, hayrın k u tsal değerini yüceltm iş ve in san ları ona bağlayabilm ek için k o r­
kutm ayı b ir ilke ve yöntem o larak benim sem iştir. O , hem h er çağda çoğunlu­
ğunu bilgisizler, b ilin çsizler ve içgüdülerinin .baskısından kurtulam am ış o lan lar
teşkil eden insan lara ceza ve ödüllerin tinsellerin d en çok, m addesellerini b irer
simge ve ö rn ek o larak bildirm eyi yeğ tu tm u ştu r. O ’nun bu k o n u d a verm iş ol­
duğu bilgiler, Sam î k avim lerin eski in an çların a da u y gundur ve tüm ü, bu ilkel
dönem i yaşayan in san ların k av rayabilm eleri için, dünyada görülebilen ve özle­
nen nim etlerle zalim lerin zayıflara uyguladıkları işkenceler cinsindendir. T an rı
k arşısında k o rk u ve rica arası b ir itaate ve kulluğa değer veren İslâm im anı, T an-
rı’dan korkm ayı, T a n rı’yı sevm ekten d ah a ü stün b ir disiplin aracısı saym ış gi­
b id ir. O ysaki, k o rk u n u n yarattığı saygı, hem geçici, hem de içten değildir. K o rk u ,
güvensizlikten gelir, insanı fırsat beklem eye olduğu k a d a r da sığınm aya, yal­
varm aya, küçülm eye zorlar; h a tta k o rk u la n a k arşı, açığa vurulm ası güç b ir k in ,
isyan ve k u şk u duygularını k ö rü k ler. Ç arpıcının zulüm ve k ah rın d a n k o ru n ­
m ak için yapılan h er girişim de sefil b ir riya ve d alk av u k lu k sırıtır. Sevgide ise,
saygı ve güven v ard ır. İn san , sevileni m em nun etm ek ve onun gözüne girm ek
için h er tü rlü özveriye, sızlanm adan k a tla n ır. T a n rı’yı, şefkat, adalet, inayet
ve m erham etin yüce ve k u tsal gücü o larak sevip saym ayı, öfkeli ve yarlıgayıp
yarlıgam ayacağı bellisiz b ir D oğu em iri, b ir kabile şefi o larak tasarlam ak tan
d ah a ü stü n ve erdem li saym ak gerektir.
H z. M uham m ed, karşılık beklem eden, sırf T an rı yolunda ve T an rı aşkına
iyi olm ayı savunm uş olm asına k arşın , erdem in yaptırm ışız gerçeklenem eyeceğine
inanm ış, insanın ebedî k u rtu lu ş ve m u tlu lu k hayallerini, İslâm im anına, yani
T a n rı’n ın ve Peygam berin b u y ru k ların a ita a t etm eye bağlam ış, günah ve h aram ­
lara tu tsak o larak gidişlerini, b u düny an ın zevklerine göre ayarlam ış olan lar için
de, m ahşerde, k u lların ın h e r çeşit duygu, düşünce, inanç ve eylem lerini inceden
inceye hesaplayıp ta rta n ve herkese an cak lâyık olduğunu o rad a veren Y üce
T â n rı’n m adaletini gösterm iştir. B ununla b irlik te, b u adalet, im an edenler için
m u tlak değildir. T an rı dilerse bağışlar, yarlıgar; dilerse geçici veya ebedî ola­
ra k cehennem k u y u ların d a tü rlü işkenceleri uygulam aktan çekinm ez.
K utsal m etinlerin bild irm iş olduğu cen n et ve cehennem in niteliğini E bu
M usa’l-Eş’a rî’nin b ildirm iş olduğu b ir h ad is, kısaca şöyle özetler: " Biraz evvel
cennetle cehennem , bana şu d uvarın y ü zü n d e gösterildi; ne böyle hayrın, n e de
böyle şerrin b enzerini görm üş d eğ ilim ”. C ennet ve cehennem in varlık veya y o k ­
luğu h a k k ın d a ak la gelebilecek dine aykırı düşünceleri b ir yana b ıra k a ra k , on­
ları tinsel ve simgesel b ir anlam da ele aldığım ız tak d ird e, diyebiliriz k i, cennet,
iyi eylem lerim izin, niyet ve inançlarım ızın yarattığı b ir iç hazzı, aklın ve vic­
d an ın sevinci; cehennem de, top lu m u n ve d in in k ö tü saydığı h aram ve günah­
ları işlem iş olm ak tan doğan b ir v icdan azab ı, p işm anlıkların yarattığı ruhsal
ıstırap la rd ır. F ak at, b ir aynı eylem , h erhangi b ir adam ın akıl ve vicd an ın d a hazzı
yarattığı halde, b ir b aşk a insan d a d erin elem ler doğurabilir. Bu nedenle h ay ır
ve şerrin bireylere (fert), to p lu m lara ve zam anlara göre uylaşım lı ve bağıntılı
b ir değer kazanm am ası için, kutsal m etin lerd e, cennet ve cehennem e kim lerin
gireceği ve T an rı k a tın d a hangi eylem lerin beğenilm iş ya da beğenilm em iş oldu­
ğu saptanm ıştır. Y ani, İslâm din i, h ay ır ve şerrin b ir değer yargısı olduğunu
reddetm iş, tüm insan lık için kıyam ete dek değişm eyecek olan b irtak ım iyilik
ve- k ö tü lü k sayılm ası gereken eylem lerin neler olacağını belirtm iştir. Bu anlayış,
d in lerin özelliğini o lu ştu ru r. K uşkusuz ki cehennem , cennetin tam am ıyla anti-
po tu d u r; b ir kez cennete girenler, b ir d ah a cehennem e girm eyecek, fak at cehen­
nem e girenlerden b azıları arıtıld ık tan ve suçların ın cezalarını çektikten sonra
cennete çağ rılacak lard ır. Öyleyse, cehennem n asıl b ir y erdir, oraya kim ler çağ­
rılacak lard ır, k o n u su n u açıklam alıyız:
1. K u r’anda cehennem in nitelikleri laza (saf alev), cahim , saiyr (kor)
sakar (kıızl ateş), h am im (kay n ar su), haviye (derin kuyu), hutam a (kem ikleri
parçalayan k o rk u n ç kaygı) sözcükleriyle (H üm eze, 5) ifade edilm iştir. Bazıları,
b u n ları cehennem in yedi tab ak ası, yedi derecesi veya yedi çeşidi sayarlar. C ehen­
nem de S uud ad ın d a ateşten d ağlar b u lu n d u ğ u gibi (M üddesir, 17), Z eb an i adı
verilen on dokuz bekçi veya gardiyan da v a rd ır ki, b u n la r da m elektir (M üd-
dessir, 31). G ayya adı verilen derin ve ateşli k u y u lard an b aşk a, k ay n ar su lar
ve G assak denilen irinli sarı su lar, zak k u m ağaçlarıyle b u n u n özünü teşkil eden
zehirli su la r da v ard ır. C ehennem in b ir adı d a, S em um ’d u r. Bu, cehennem deki
alevli kıvılcım lar o larak da açıklanır: 'JO n u n yed i kapısı vardır ve her kapıda
(günahlılard an ) birer k ısım b u lu n u r” (H icr, 43-44) ayeti, ad ların ı saydığım ız
cehennem sıfatların ın , cehennem k ap ıları olduğu id diasına d a yol açm ıştır. Bir
hadise göre, cehennem de Veyl denilen ve dib in e an cak k ırk yılda düşülen irinle
dolu b ir v adi varm ış. A yrıca da, K u r’an d a F alak adı verilen ağzı kapalı b ir
kuyu ile Siccin den ilen ağzı açık b ir k u y u d ah a varm ış (M utaffifin, 7-9). F alak ’a
düşen kâfirlerin feryadına cehennem bile dayanam azm ış. İşkence aleti olarak
zincirlerle, ak la gelen ve gelm eyen h e r tü rlü ıstırap araçların ı kapsam ış olan ce­
hennem , yedinci yeryüzünün altın d a b u lu n u rm u ş. B urada, iblis ve onun ku şak ­
ları, k âfirlerin n eler çektik lerin i seyredeceklerm iş. " O gün, cehennem yakına
getirilir” (Fecr, 23) ayetinden anlaşılacağı gibi, cehennem , yakına veya uzağa
taşınabilen h arek etli ve p o rta tif b ir ceza y u rd u d u r. K âfirler, o n u n içine atıld ık ­
ça, cehennem u ğ u ltu larla k aynaşır, ö fkesinden p arçalanacak gibi o lu r (M ülk,
6-8). O rası çok fena b ri y a ta k tır (B akara, 207) ve çirk in b ir oturm a yeridir
(Âli İm ran , 15; E nfal, 16). Z alim lerin barın ağ ı olan cehennem , çok kötü bir
y erd ir (Â li İm ran , 151) ve T a n rı’n ın gazabına u ğrayanların yerleştiği b ir âlem
olan cehennem , gidilecek yerlerin en fen asıd ır (Â li İm ran , 162, 197).
2. C ehennem e gidecek o lan lara gelince; b in kişiden 9 9 9 ’unun cehennem
azabına uğrayacağını b ild iren h ad isler v ard ır. K uşkusuz bu n a inanılacak olursa,
cennete gidecek o lan ların sayısı çok azalacak, -tüm insanlık günah işlem ekte
birbiriyle yarış eden b ir k â firle r yığını o lacak tır. Bu da, ne T a n rı’n ın, ne de
peygam berin in san lara doğru yolu gösterm em iş ve doğru yola sevk edem em iş
o lm aların ın b ir sonucu sayılacaktır. H erh ald e b u dine aykırı sonucu fark etm iş
olacak lard ır k i, b u hadisi yorum layanların inan cına göre, cehennem e girecek
olan b u b in d e 999 kişi, Y ecuc ve M ecuc k av m in d endir. F ak at bu kevim de m is­
tik hayal g ü cü n ü n u y d u rm aları d ışın d a değildir. Bazı hadislere göre de cehen­
nem e en çok k a d ın la r gireceklerm iş. İb n A b b a s’ın naklettiği b ir h adiste, H z.
M uham m ed’in şöyle dediği anlaşılıyor, " B a m cehennem gösterildi; orada cehen­
nem ehlinin çoğunun ka d ın o ld u ğ u n u gördüm . O nlar küfred erler”. Peygam bere,
« O n lar, T a n rı’ya m ı k ü fre d e rle r? » diye sorulunca H z. M uham rr.ed, "O nlar k o ­
calarına karşı k ü f randa bulunurlar. B irisine dünya oldukça İh sın etsen de, sonra
senden hoşuna g itm eyecek bir şey görm üş olsa, ben senden h :ç bir hayır gör­
m ed im , d e r” cevabını verm iş. S aad b in M alik b in Sinan ta rafın d an bildirilen
başka b ir h ad iste de, Peygam ber, "Ç okça lanet ederseniz, kocalarınıza nankör­
lü k te bulunursanız; e k s ik ve akıllı ve e k s ik d in li olm anıza karşın, hiç kim se
sizin kadar, d in i sağlam adam ın aklını çe le m e z!” dem iştir. B unlar, k ad ın la ra ■
karşı olan b ü y ü k ilgi ve sevgisine k arşın , H z. M u ham m ed’in on lard an epeyce
ıstırap çektiğine de d elâlet eder.
3. A h rette hayv an ların da hesap verecekleri anlaşılm aktadır. Y ine b ir h a­
dise göre, a h re tte h ay v an lar da h azırlan acak , b irb irin d en h ak ların ı alıp ödeşe­
cekler ve son ra to p ra k olacak lar, fak at cehennem e gitm eyeceklerdir. H a tta b u -'
nun için d ir ki, ah rette k â firle r cehennem azabını ta d arlark en hayvanların to p ra k
o ld u k ların ı görünce, " K e şk e ben d e toprak o la yd ım !” diyeceklerdir. Asıl cehen­
nem e gidecek o lan lar, T a n n ’ya ve elçisine baş k ald ıra n ve k ü fü rlerin d e ısrar
edenler (Â raf), servet b irik tirip b u n u T a n rı y olunda sarf etm eyenlerdir (Tevbe).
"T anrı, m ü n a fıkla rın e rk e k ve dişilerine ve b ü tü n kâfirlere, içinde ebedî olarak
kalacakları ceh en n em i vaat e tm iştir” (T evbe, 6 8); "M ü n a fıkla r, cehennem in en
alt derecesinde olacaklardır” (N isa, 143). Bir hadise göre, m ünafıkın üç sıfatı
v ard ır: "Y a la n söylem ek, d ü şm a n lıkta edepsizliği h u y e d in m e k ve ken d isin e bir
şey em an et edilirse, h a in lik y a p m a k ”. İşte b u tü rd en olan in san lar da cehennem ­
lik tirler. Aynı zam anda T a n rı’nm izinden gitm eyenlerin, dünya hayatına razı
o larak kendilerini b u n u n la k an d ırm ış o lan ların , T a n rı’nm ayetlerinden gafil olan ­
ların, "K aza n d ıkla rı yü zü n d e n ulaşacakları yer, cehennem dir”; T a n rı, " Z a lim ­
lere, baştan ayağa kadar ateş hazırlam ıştır; su su zlu kta n feryat ederler ve k e n ­
dilerine yağ tortusu gibi bir su verilecektir” (K ehf, 28). K üfredenlerle T a n rı’nm
ayetleri ve peygam berleriyle alay eden lerin cezaları da cehennem dir (K ehf, 106).
İb ad etten u zak laşarak şehvetleri a rd ın a düşen ler de, " G ayya’ya atılacaklardır”
(M eryem , 59). B abalarını sapıtm ış b u lu p da o n ların izinden ayrılm ayanlar (Saf-
fat, 69-70) ve fâsık lık etm iş o lan lar (Secde, 20 ), k ib irliler (N ahl, Z üm er, 71-72).
içinde ebedî o larak kalm ak üzere cehennem e atılacak lard ır. Bir hadise göre,
“ Y e ’se düşenlerle ü m id i kesilm iş olanlar, yalancılar, ken d in d en üstünleriyle ya­
rışanlar, ulaşam ayacakları şeye göz dikenler, bilm ed ikleri işleri bilir gibi söyle­
m eye yeltenenler, ceh en n em liktirler”. Z alim lerle vebal yüklenenler, K u r’anı ve
Peygam beri in k â r eden ler (M üm inler, 72), T a n rı’ya o rta k koşanlar, n an k ö rler,
in atçılar ve hayra engel olan h aşarılarla (K af, 24-25) T a n rı’ya inanm ayanlar,
fakirlere yiyecek verm eyen kim selerle (H akka, 30-32) isyan eden ve dünya ha­
yatını tercih eden kim selerin sığınacağı yer de cehennem dir (N aziat, 37-39).
4. C ehennem e girecek olan suçlular, ah rette kendi suçlarını şöyle itiraf
edeceklerdir: "B iz, nam az kılanlardan değildik; fakirleri d o yurm azdık; batakçı­
lara u ym u ştu k ; ceza g ü n ü n e yalan d e rd ik ” (M üddessir, 43-47). N itekim , kötü­
lük yapanların g ünahları da h e r taraftan k en d ilerin i k u şatır ve b u n la r, ebedî
o larak cehennem lik o lu rla r (B akara, 82). G erek zihinsel, gerek sosyal nedenlerle
hareketleri im ana aykırı o lan veya im an etm eyenler, M üslüm anlıkta da, H ı­
ristiyanlıkta olduğu gibi, k o rk u n ç cezalara çarp tırılm ak üzere cehennem e gön­
derilirle r1. Y alnız H z. M uham m ed’i,' “ Şeytanın ilk evlâdı olan ib lis” diye nite­
len d irerek h o r gören M artin L u th er, "B elk i de Y ü c e Tanrı, m üstesna olarak Ci-
ceron’a ve onun d u ru m u n d a olanlara acır” dem ektedir. O ysaki H z. M uham m ed,
ölüm den sonraki ak ıb et h ak k ın d a, H ıristiy an lard an ve Y ahudilerden d ah a çok
hoşgörüye sah ip tir. Z ira , M ü slüm anlıkta k ita p ehli olanları T an rı isterse cen­
netine koyacaktır. Bu itib arla M üslüm an olm ayan, fak a t insanlığı kendilerine
m in n ettar etm iş ve T a n rı’ya o rta k koşm am ış olan b ü tü n bilim ve h ayır adam ­
ların ın cehennem azab ın d an k u rtu lm aları ü m it edilir. İslâm din in in esasındaki
b u hoşgörü, sonraları tü rlü sosyal nedenlerle u n u tu lm u ştu r.
5. C ehennem de suçlu ların b aşların a gelecek olan felâketler n ele rd ir? Suç­
lular, cehennem e susuz o larak y o llan acak lard ır (M eryem , 86). H z. M usa’n ın Fi­
ra v u n ’a dediği gibi, "R a b b in e suçlu olarak giden için cehennem vardır; orada
(suçlu) ne ölür, ne d irilir” (T aha, 74); "K ü fred en ler için ateşten elbiseler biçil­
m iştir; başlarının üstü n d en kaynar su d ö kü lü r; bununla karınlarının içinde bu­
lunanlarla derileri eritilir; d em irden kırbaçlarla (d ö v ü lürler); ateşten her k u rtu l­
m a k isteyişlerinde yin e içine gönderilirler: H a yd i tadın yangın a za b ın ı!” (H a c,
19-22). C ehennem azabı b ir b elâd ır. K ıyam ete inanm ayanlar için, "Ş id d etli ateş
hazırladık; ateş, onları u za kta n görünce, onlar, ö fk e y le diş bilem e ve haykırm a
sesleri işitecekler ve elleri boyunlarına bağlı olarak cehennem in dar bir yerine
atıldıkları va kit, bağıra çağıra ö lm eyi isteyeceklerdir” (F urkan, 11-14). F âsıklık
etm iş o lan ların sığınakları ateştir; o n d an h e r çıkm ak istedikçe, te k ra r içeriye
g önderildikleri görü lü r ve kendilerin e, “H a yd i tadın o yalanlayıp d u rd uğunuz
ateşin sıcaklığ ın ı!” (Secde, 20) denilir. "K âfirlerin azabı a zıc ık olsun h a fifletil­
m ez; onlar cehennem de, ey R a b b im iz, b izi çıka r da, dünyada yapm ış olduğu­
m u z edim lerden başka ve iyilerini yapalım ” diye y alv aracak lard ır (F atır, 34-35).
C ehennem de zakkum ağacı d a v a rd ır: "B iz, o nu za lim ler için bir fitn e k ıld ık ; o,

(1) “Melekler çıkıp salihlerin arasından fasıklan ayırarak onları ateş


külhanına atacaklar, orada ağlayış ve diş gıcırdatm ası olacaktır” (M eta In c il’i,
XII, 49, 50).
cehennem in d ib in d en çıka n bir ağaçtır; (zalim ler) her halde ondan yiyecekler,
karınlarını o n u n la dolduracaklar, sonra da ken d ilerine irinli sudan haşlamalar
v e r ile c e k ..." (Saffat, 62-68); “Z a k k u m ağacı, ç o k vebali olanın yem eğidir; ka ­
rınlarında erim iş b a kır gibi kaynar durur; o nu tu tu n , k ısk ıv ra k yakalayarak ce­
h en n em in ortasına sürü kleyin ; sonra da başının üzerine kaynar su azabını d ö ­
k ü n ; tat bakalım , d e y in ” (D u h an , 43-46). H iç cennetlik o lan lar, “O ateşe sü­
rekli olarak bırakılan ve kaynar bir sıvıdan içirilip d e bağırsakları parçalanm ak­
ta olan kim selere benzerler m i? ” (M uham m ed, 15). Ö zellikle k itap ve elçileri
in k âr edenler, “B o y u n d u ru k ve zincirlerle sü rü klenecekler; kaynar sudan sonra
ateşte kavrulacaklar; sonra da kendilerine, nerede o ortak saydıklarınız? dene­
cektir; içlerinde daim a ka lm a k üzere cehennem in kapılarına g irin!” ih tarın d a
b u lu n u la c a k tır (M üm in, 70-74). D an te, cehennem in k apısında tüm u m u tla rın
terk edilm esini b ild iren b ir levha görm üştü. O n d a n birçok yüzyıllar önce H z.
M uham m ed’e b u levha şu ayetle gösterilm iş gibidir: “Suçluların cehennem aza­
bında deva m lı olarak kalacaklarından haberiniz olsun; ken dilerinden o azap,
asla h a filetilm ez; o n u n için d e onların h iç bir um utları kalm am ıştır; ve biz, on­
lara zu lü m etm em işizd ir; fa k a t onların ken d ileri zalim d iler” (Z u h raf, 74-75),
K u r’ana inan m ay an lar, “A rka sın d a n cehennem ve irin su yu ile sulanacak; y u t­
m aya çalışacak, bir türlü yutam ayacak; h er tarafından ölüm gelecek d e ölm e­
yecek ve arkasından en kaba bir a za p ” (İb ra h im , 17-18); “Z alim ler için başla­
rından ayaklarına kadar kaplayan ateş h azırladık; fe rya t ederlerse yardım larına,
yüzlerin i buruşturan irinden bir su yetiştiririz. O ne fen a içki, ne fe n a to p la n tı!”
(K ehf, 2 8 ). K ıyam ette, “K aynar pınardan içirilecek ve onlara ne sem irten, ne d e
açlığı gideren keditırnağı çalılarından başka y iyecek b u lunm ayacak” (G aşiye,
5-6), ve nam az kılm aya engel o lm ak isteyenler için zebaniler çağ rılacak tır (A lak,
18). Bir h ad ise göre, k â firle r cehennem de ölm eyecekler. “A te ş ehli, orada ne
ölür, n e d e dirilirler, am a günahları yü zü n d e n kendilerine ateş doku n a n bazı
insanları, Tanrı ö ld ü recek ve nihayet k ö m ü r oldukları va k it şefaate izin verile­
cek; sonra bunlar ta kım ta kım getirilerek cennet ırm aklarına serilecektir. E y
cennetlikler, bunların üzerine su d ö k ü n ! d en ilecek d e sel yatağm da taneler biter
gibi biteceklerd ir”. Bu te k ra r dirilecek o lan lar, im an edenlerden herhangi b ir
günahı işlem iş o lan lard ır. B undan, im an ed en ler için cezanın ebedî olm adığı, o n ­
ların arın d ık ta n sonra cenn ete girecekleri an laşılm aktadır. İslâm kavim leri üze­
rinde b u olanağın p e k de hayırlı b ir etkisi olm am ıştır. C ennette o lan ların da
b ü sb ü tü n vazifesiz k alm ad ık ları, b u n la rın suçlu m üm inleri diriltm ek için saka­
lık yapacak ları an laşılm ak tad ır. T a b e ra n î’n in an lattığı b ir h adiste, “C ehennem
sıcağının ü m m e tim e etkisi, ham am sıcağının e tk isi g ibidir” denildiğine göre, yu-
kard ak i hadisle b u n u n uzlaştırılm ası gü çtü r. İb n Kayyim-ül-Cevzî (1292-1350),
cehennem deki azap ların geçici, fa k a t cennetteki lezzet ve m u tlu lu k ların ebedî
old u ğ u n u sav u n m u ştu r; B ağdat içtih a tç ıla rın d an Bişr-al-M arisî (ölm . 8 33), b ü ­
yük günah işleyenlerin ebed î cezaya çarp tın lm ay acak ların a, b u n u n ise T anrısal
adalete aykırı old u ğ u n a in an ır. N itekjm , M atü rid îler ile E ş’arîler de cezanın ge­
çici olduğunu k a b u l ederler. Ö zellikle M atü rid îler, « T an rı, özünün ve tözünün
(cevher) zoru n lu sonucu o larak işkence ve zu lm ü n ü stü n d ed ir; b u n la r, O ’nun
bilgeliğiyle uzlaşam az» d erler. M utezile ile H aricîler, T a n rı’n ın adaletli olduğu­
nu, O ’nu n dilerse b u sıfatla ceza ve ödül verebileceğini iddia ederler; fakat
üzerinde ısrarla in at edilen ve K u r’ân d a lânetlenm iş olan büyük g ü nahlar için
verilecek cezaların ebedî olacağını k ab u l ederler. S ünnîler ise, fasıklarm da cen­
nete girebilecekleri ihtim ali ü zerin d e d u ru rla r. M üslüm anlığın başlangıçlarında
zu h u r etm iş olan M ü rcialar ise, iyi eylem ler işlem em iş olan M üslüm anların cen­
netlik veya cehennem lik o lu p o lm ayacaklarını, kıyam ette tüm gizler (sır) açığa
vuruluncaya k a d a r T a n n ’n ın gizli b ırak acağ ın a in an ırlar. Y ani o nlar, büyük gü­
n ah işlem iş o lan M üslü m an ların k â fir sayılm ayacağına em indirler. F ak at H a­
ricîler, b ü y ü k günah işlem iş olan M üslü m an ların , tövbe etm ezlerse cehennem e
atılacak ların a in an ırlar. Bu itib arla g ü n ah lard an ve o n ların sonucu olan cehen­
nem den k u rtu lm a k için, tövbe şarttır. M uhittin-i A rabî (1165-1240) de, suç­
luların b ir azap dönem ini geçirdikten sonra, yine cehennem de kalacak ların ı, fa­
kat a rtık o rad a b ir d ah a cezalan d ırılm ay acak ların ı tahm in eder. Bazı hadisler,
zaten im an eden lerin cehennem i yakıcı değil, tem izleyici olduğunu b ild irir. Ö r­
neğin, M ekke’de, K âb e’nin M izab denilen yerinde nam az k ılan ların , an aların d an
yeni doğm uş gibi g ü n ah ların d an arınm ış o lacak ların a in an ılır. Bazen b ir fakire
y ardım ın, b ir nafile n am azın bile çok günah işlem iş b ir adam ı, Peygam berin
şefaati sayesinde cennetlik edeceği de h alk a telkin edilir. Esasen dilediği gibi
işlem ek şan ın d an olan Y üce T a n rı’n m , isterse herh an gi b ir kim seyi cennet veya
cehennem e götürebileceği, K u r’anm m ü jd elerin d en d ir. B ununla b irlik te, ‘‘B iz
dileseydik, her nefse hidayet verirdik; lâ kin benden, her halde cehennem i cin­
ler ve insanlarla dolduracağım h ü k m ü ç ık m ıştır” (Secde, 13; Â raf, 179); ‘‘Rab-
binin, cehen n em i cinler ve insanlarla dolduracağım sözü yerine gelecektir” (H ud,
119) gibi b ild irilerd en , T an rısal niyetin m u tlak a k âfirleri cezalandırm ak olduğu
anlaşılm aktad ır. M üslüm an o lm ayanların im ansız sayılm aları ve b u n ların odun­
lar gibi cehennem e atılacak ları (E nbiya, 98) k esin b ir T an rısal k a ra rd ır. Bun­
d an , insanlığın b in b ir acısını giderm iş, m ilyonlarca insana şifa ve m u tlu lu k
dağıtm ış olan, fak at İslâm dinine girm em iş kim selerin de — yukarda işaret et­
tiğim iz gibi— cehennem azab ın d an k u rtu lam ay acak ları sonucunu çıkartm am a-
lıd ır. T an rısal adalet ve bilgeliğe akıl erm em ekle b irlik te, fanilerin „vicdanı, bu­
n u n aksi b ir k a r a n , h a k k a ve h aklılığa aykırı b u lu r. Sim avna K adısı Şeyh Bed-
red d in , cen n et ve cehennem , der, b u d ü n y ad ak i iyi ve kötü hareketlerim izden
doğan vicdan h az ve elem lerim izden ib a re ttir; insanı cennete götüren h e r şey
m elek, o n d an u zak laştıran h e r şey şeytandır. Y ani, dam arlarım ızdaki şehvanî
kuvvetler şeytandır, diyerek açıkça olm asa d a, doğru yola götürm e gücü son­
suz olan T a n n 'n ın k en d i y aratık ların a cehennem de bin b ir m addesel azapla iş­
kence yapm ayacağını onaylam ış ve cehennem i in k â r etm e cesaretini gösterm iş­
tir. A klın böyle im ansızlık işareti gibi görülen h ü k ü m ve in k ârların a k arşın , K u r’
an , cehennem k o n usunda şüphe götürm ez b ir açıklıkla m istik hayal gücünün
tasavvur edebileceği en k o rk u n ç m an zaraları çizm iş ve b u n ları, im anla ahlâkın
en kuvvetli ve doğal b ir yaptırım ı ve eğitim aracısı saym ıştır. Şu surelerdeki
ayetlerde bu konudaki k o rk u n ç teh d itleri b u lm ak m ü m k ü n d ü r: E nfal, 37-38;
M eryem , 86; R a ’d: Sebe. 33; K af, 30; Â raf, 41; T evbe, 63; İsra, 97; K ehf, 50-51;
M üm inler, 105; Şuara, 90-99; Sad, 56-64; Z ü m er, 72; R ahm an, 44, V akıa,
42-44, 51-55; H ak k a, 30-33; M üzzem m il, 12-13... vb.
6. H z. M uh am m ed ’in cehennem h ak k ın d ak i bild irileri, o dönem lerdek
A rapların h iç b ilm edikleri b ir k o n u da değildir. Z ira, o n la r b u n u , özellikle
M ekke’deki Y ah u d ilerd en öğrenm iş ya da dinlem işlerdi. B unu, vereceğim iz su
kısa bilgileri, İslâm inançlarıyla k arşılaştırm ak suretiyle de kanıtlayabiliriz. G er­
çekten cehennem in İbran îcesi jeb en n o m ’d u r. T e v ra t’ta ceza yeri o larak ad lan ­
d ırıla n cehennem in yedi adı v ard ır: C heol, ab ad d on veya h arap etm e, bozm a,
dehşetli ç u k u r, çam urlu b atak , ölüm ün gölgesi, aşağı dünya (bu, İn c il’de y oktur,
alçak dünya gibi geleneksel b ir sözcükm üş). C ehennem in başk a ad ları da v a r­
d ır. C ehennem in b u lu n d u ğ u yer ise, yeryüzünün a ltı ya da evrenin üstü, dağ­
ların k ara n lık la rı ark asıd ır. C ehennem , cennetten altm ış kez daha büyükm üş
(bu rak am , T a lm u d ’da belirsiz b ir sayı, b elki de sonsuzluk anlam ına gelm ekte­
dir). C ehennem in de cen n et gibi yedi tab ak ası varm ış ki, b u n la r, yuk ard a say­
dığım ız yedi ad la a n latılırlar. U nutm a dünyası, cehennem ve sü k û n tabakaları
da b u züm red en d ir. Bu yedi ta b ak ad an ikisi, tu z a k lar, ateş, k ü k ü rt, rüzgâr ve
alevdir. Bildiğim iz adi ateş, cehennem ateşinden altm ış kez daha zayıfm ış, Da-
niyal peygam ber, cehennem de asla sönm eyen b ir alev neh rin in aktığım b ild i­
rir (D aniyal, V II, 10); fa k a t T alm u d tefsircilerin den H illel’in ok u lu n a göre,
cehennem , sona ereceğinden, b u iddia doğru değildir. B azılarına göre, cehen­
nem in yarısı ateş, yarısı dolu im iş; b azıların a göre de cehennem de k a r da var­
m ış; yani suçlu, evvelâ ateşe atılacak ve o rad a, of, of!., diye uluyacak, sonra
kara atılacak ve o rad a, felâket, felâket!., diye bağıracakm ış. Bu azap, on iki ay
sürecekm iş. C ehennem de en çok k ü k ü rt varm ış. K ü k ü rt k o kusundan titrem e­
m izin nedeni, o rad a k ü k ü rt cezasına çarpılacağım ızı biim em izdenm iş: C ehen­
nem in yukarısı çok d a r, aşağısı çok genişm iş. G iriş kısm ının d a r oluşu, cehen­
nem dum an ların ın içeriyi iyice d oldurm ası içinm iş. C ehennem , gece gibi sim­
siyah ve karan lık m ış. O ra d a k ö tü y er anlam ına gelen ve adına Siccin denilen
ateşli b ir vadi de varm ış. H z. İb rah im , cehennem in k ap ısında otu racak ve sün­
netli b ir İsraillin in oraya girm esine izin verm eyecekm iş!1. T a lm u d ’da kaydedil­
diğine göre, b iri çölde, diğeri denizde, b iri de K u d ü s’te olm ak üzere üç- cehen­
nem varm ış (A. C ohen, s. 447-452). T a lm u d ’d aki b u açıklam alara k arşın , T ev­
r a t’ta, İsrailo ğ u lların ın çekecekleri cezaların hem en tüm ü, b u dünyada başa ge­
lebilecek olan felâketler, m usibetler, u ğ u rsu zlu k lar, sefaletler ve b elâlard ır
(Tesniye, X X V III, 1-68 ve L evililer, X X V I, 14-66).
K aria suresin d en , b ir ad ın ın d a H aviye o ld u ğunu anladığım ız cehennem
kavram ı, yalnız kutsal k ita p la rd a b ild irilen k o rk u n ç özelliklere sahip değildir.
Bunu b irta k ım bilgisiz vaizler, ah lâ k eğitim ine ve dine hizm et etm e am acıyla
dayanılm az ve tüyler ü rp ertici b ir zulüm alanı o larak betim lerler. D enebilir ki
cehennem , Sam i k avim lerin olduğu k a d a r da öteki D oğu ve Batı dinlerinin hep­
sinde, az çok fa rk la rla aynı d ek o r ve am açlarla hayal edilm iş v m sanı, korku
ve ceza yoluyla eğitm e aracı o larak uy d u ru lm u ştu r.

(1) Erkeklerin sü nn et edilm esi de Yahudilikten Müslümanlığa geçmiştir.


“Çocuk, doğuşunun sekizinci gününde sünnet edilm elidir” (Lavilililer. X I, 8).
C ehennem inan cın ın d a cennet inancı gibi, yalnız İslâm d ininin eseri ol­
m adığını yu k ard a işaret etm iştik. M istik hayal g ü cünün tü rlü to plum larda ya­
ratm ış olduğu tinsel ve esrarlı âlem lerin M üslüm anlığa k a d a r geçirm iş olduğu
evrim i k av ram ad an , H z. M uh am m ed ’in getirm iş olduğu em irlerin yarattığı d ü n ­
ya ve ah ret hayatını k av ram ak zo rd u r. A şağıdaki bahis, insanlığın b u k o n u lar­
daki inançların ı, b ir pan o ram a halinde sunm uş o lacaktır.
vm

RUH, ÖLÜM VE ÖLÜM ÖTESİ

«D ünya için az ç o k zo ru n lu olan a klın bazı kısım larını ka y­


betm eden, ö te k i d ü n ya h a k k ın d a belgin bir fik ir ed in ilem ez” .
K ant

M istik yap tırım lar, b ir ilke veya p o stü lat o larak bedenden ayrı b ir ru h u n
varlığı, b u n u n geçici b ir ö lüm den sonra yeniden dirileceği, dünya hayatında
işlemiş olduğu eylem lerin h esab ın ı v erm ek üzere m ahşerde toplanm ası gerektiği
gibi b irtak ım a p rio ri in an çlara d ay an ırlar. Bu itib arla b u n d an önceki bahislerin
bü tü n b ir in san lık tak i in an çlarla ilgisini olduğu k a d a r da kendilerini açıkça
anlayabilm ek için ru h , ölüm ve ölüm ötesi h ak k m d ak i inanç ve düşüncelerin ge­
çirm iş olduğu evrim i kısaca görm ek, H z. M uh am m ed’in bu k o n u lard ak i görüş
ve öğretilerini anlam ak için de yararlı olacak tır.

R U H N E D İR ?
' '
. 1. K u r’an ın 20 ayetinde ru h sözcüğü v ard ır. B unlardan üçü (B akara, 87,
253; N ahl, 127) kutsal ru h ta n ; d ö rd ü (N isa, 171; M aide, 11; M eryem , 17;
T ah rim , 12) M eryem ’e ü fü rü lm ü ş o lan ru h ta n ; d ö rd ü (H icr, 29; Sad, 72; Secde,
9; N ahl, 2), Â d em ’e ya d a insana ve m eleklere ru h üfü rü ld ü ğ ü n d en ; ikisi de
(M aariç, 6; K ad r, 4) ru h u n ve m eleklerin indirild iğinden; d ö rt ayette (Enbiya,
915; M üm in, 15; Ş ura, 52; M ücadele, 22) ru h vahyetm ek, em riyle ru h sokm ak
(ilka) ve ru h u m u zd an ü fü rm ek şeklinde k u llan ılm ıştır. N ebe suresinin 2 ’nci
ayetinde ru h ve m eleklerin saf saf in d ik lerin d en söz edilir. N ebe suresinin 2 ’nci
ayeti, ru h h a k k ın d a b ir soruya k arşılık o la ra k , ru h u n T an rı em rinde olduğu,
insana b u n u n h a k k ın d a p ek az bilgi v erildiği b ild irilm ektedir. Bu suretle İs­
lâm. d in i, ru h h ak k m d a k i araştırm alara lüzum görm ez. Buna k arşın , İslâm filo­
zof ve bilginleri, b u k o n u ü zerin d e b ir hayli m istik veya kuram sal bilgiler ver­
meye çalışm ışlardır. F ahreddin-i R azî, ‘M efatih-ül-G ayb’ adlı eserinde, bu ayete
d ay an arak Selefiye’n in , b u konu ile uğraşm an ın dinsel em irlere aykırı olduğu
idd iasını red d ed erek , ru h ü zerinde araştırm a yapılm asının zorunlu olduğunu sa­
vu n d u ; nitek im M ü teah h irin adı verilen b ü tü n İslâm filozofları bu konu üzerin­
de tü rlü açık lam alard a b u lu n m u şlard ır. Ö rneğin, İm am N evevî, İm am Ş aranî
ve m ütekellim inden N azzam , İm am Kayyim-el-Cevzî, ru h u n latif ve ateşli b ir
cisim gibi o lduğunu id dia e ttik leri halde, G azali ve F ahreddin-i Razî soyut ol­
duğunu isp at etm eye çalışm ışlardır. İn c il’de 1600 kez ru h sözcüğü kullanılm ış
olduğu halde, o n u n niteliğinden hiç söz edilm iş değildir. B ununla b irlik te, in­
sanlığın pek ilkel b ir dönem inde b u lu n a n k avim lerden başlayarak çağım ıza dek
gelen en yüksek to p lu m lard a da b ir ru h inancı ve onun ne olduğu hakkında
türlü tü rlü a raştırm alar v ard ır. İlkel in san lar, d oğuştan c an lıcıd ırlar (anim istre);
o nlar, kendi v arlık ların d a, görülen bedenle, görünm eyen ru h ikiliğini sezm işler,
bu ikinci totem cilik inancı içinde M ana adıyla tü m doğada varsayılm ışlardır. Bu
itibarla o n lar, doğanın tüm eşya ve o laylarındaki hassa, sıfat ve etkileri taşıyan,
yani canlı ve cansız h e r şeye h ü k m ed en , iyilik ve k ö tü lü k yapabilen b ir tüm el
ve kutsal gücün varlığına tü rlü şekillerde inanm ışlardır.
R uh sözcüğü A rapça Reyh, riyah sözcükleriyle ilgilidir ki, b u n lar, koku,
rüzgâr anlam ların a gelir. İlkçağ in san ları, onu ağırlığı olm ayan, h areketli, be­
dene benzeyen, ince ve h afif görü n eb ilir, fa k a t d o kunulam az, gece rüyaya fan-
tom ları girebilen, gün d ü z kaybolan b ir v arlık saym ışlardır. R uhu, gölge veya
eş sayanlar da v ard ır. D a n te ’ye V irgile, A ra f’ta, k ad av raların gölgeden yoksun
old uklarını an latır. R u h , su lard ak i görüntüm üze benzetilir, b ir hayal o larak da
kabul edilir. B unun için d ir ki, p u ta ta p a n la r, suretle aslın aynı olduğunu zan­
nederek, y ap tık ları T a n rı heykellerine ib ad et ed erler. R u h u b ir sıcak ‘nefes’
(pneum a) say an lar d a v ard ır. Bu inanç, ö lü n ü n nefes alm adığını görm elerinin
ü rü n ü d ü r. B rahm anizm de, b rah m sözcüğü de nefes, rüzgâr ve ru h dem ektir.
"B rahm a, havada oturan ve h er yö n e a ralıksız esen b ü yü k bir yel gibi, bü tü n
varlıklar b ende yerleşm işlerdir" der. T e v ra t’ın ‘T e k v in ’ bahsinde de, Y ahova’
m n ru h u , yarı fizik b ir g ü çtü r ki, ken d isin d en insan soluğu (nefes) gibi fışkı­
rır ve y aratm ak için, suların üzerinde rü zg âr gibi gezinir; insanı çam urdan yara­
ta rak onun yüzüne b u hayat nefesini ü fler, d iriltm ek istediği ölülere de bu h a­
yat nefesini yollar k i, K u -’an d a da b u olay aynı tarzda cereyan eder. İn c il’deki
k u tsal ru h da böyle b ir özellik taşır. H z. İsa, b u ru h u , havarilerine b ir büyük
rüzgâr şeklinde nak led er. R u h u n böyle b ir nefes veya rü zg âr oluşu inancı, Po-
linezya ilkellerinde de v a rd ır. B unlar, ru h u n k açıp gitm em esi için can çekişen
hastan ın ağız ve b u rn u n u tıkay arak ö ld ü rü rler. V irgile ve C iceron, can çekişen­
lerin ağızlarına yaklaşarak son nefeslerini y u tan lard an bahsederler. Ü fü rü k çü ­
lerle bazı şeyhlerin nefes etm elerinde b u inancın to rtu la rı vard ır. H om eros da
ru h u n b ir nefes o larak ölenin ağzından ve y araların d an çıkıp, sonra gölge ha
line geldiğini, nihayet b ir du m an o larak dağıldığını an latır. Fisagor da ru h u ,
h er şeye hay at ve h arek et veren ince b ir rü zg âr saym ıştır. D aha sonra, ru h u n
sıcak ve k u ru b ir b u h a r olduğu zannedilm iş, D em okritos ve L eusippos, onu
ateşli b ir atom saym ışlardır. İlk ve o rtaçağlar, h a tta bazı çağdaş d ü şü n ü rler, bil­
ginler, ru h a geniş b ir anlam verm işler, o n u , b ü tü n organlaşm ış cisim lerde h a­
yat ve h arek et ilkesi saym ışlardır. A risto, o n u n , hayatı kabul edebilen cisim ­
lerde gerçekten beliren b ir kuvvet, organlaşm ış cism in birinci entelekyası ol­
duğ u n u sav u n m u ştu r1.

(1) Tevrat, bir de Tanrı ruhundan söz eder: “R abbin ruhu, Sauî’dan
çekildi ve Rab ta ra fın d a n bir kötü ruh, ona ıstıra p verdi" (Birinci M elikler,
XVI, 14-15); “Tanrı tara fın d a n Saul’a ruh gelince Davud, tam buru eline alıp
çalarak ve Saul da ferahlanıp rah at edince, kötü ruh üzerinden giderdi’’ (XVI,
23). Anlaşılıyor ki, Tevrat, iç sıkıntısı, üzüntü, tasa ve ferahlam a gibi duyguları
ayrı birer ruh sanmaktadır.
2. R u h n ered en g elm iştir? Bu, Y a ra d a n 'la y aratık arasındaki ilişki ve var­
lık ların m u tlak özü prob lem id ir. R u h , eğer bed en d en ayrı b ir v arlıksa, b u n u n
doğum dan önce ve ö ld ü k ten sonra da v a r olm ası gerekir. M etem psikosa (mĞtem-
psychose) in an an lar, b ir ru h göçü (transm igration) k ab u l eder; b u nedenle de
ru h u n ezelden b eri devam edip d u rd u ğ u n u sav u nurlar. R u h u n başlangıcıyla
pek de uğraşm ayan B udacılık, ru h u n geçm işte b ir başlangıcı olm adığını öğretir.
Brahm acıl'ar, bireysel ru h u n tüm el ru h ta n doğarak yine ona dönm ek suretiyle
ebedî varlığını k o ru r in an cın d ad ırlar. M üslüm anlıktaki, "B iz T anrıdanız ve
T a n rı’ya d ö neceğiz” dövizi, b u inancın başk a b ir deyim idir. R uhu düşünen b ir
m onat sayanlar, o n u n m addedeki atom gibi h a ra p edilem eyeceğini, h arap olm a­
yan veya m ahvedilem eyenin ise, yaratılm am ış olm ası gerektiğini ileri sürerler.
E flatu n , ru h u n geçici b ir h ayat k alıb ın a girm eden önce T a n rıla r k atın d a , saf
özler halin d e v a r o lduğuna in an ır. Bu in an çlar genel o larak önceden v a r olum
(pröexistance) dogm asıdır k i, ortaçağdaki kilise b ab a ların a, O rigöne aracılı­
ğıyla girm iştir. İnsel (beşerî) özgürlüğü öncel ta k d ird en (prödestination) k u rta r­
m ak isteyen Pelage ve taraflılan» b ir b e d en doğm ak üzereyken T a n rı o beden
için ayrı b ir ru h y aratır; b u su retle ru h la r b edenlerle p aralel o larak çoğalırlar
diye d ü şü n ü r. Bir diğer varsayım a göre de, ru h , ilk atam ızda tohum " halinde
v ardı; ond an b ü tü n k u şak lara yayıldı; Sain t A ugustin, b u n u b ir m eşalenin öteki
m eşaleleri tu tu ştu rm asın a ben zetir. L u th e r ve L eibniz de b u düşüncededirler;
yani T a n rı’d an indiği in a n c ın d a d ırla r k i, bazı fa rk larla E flatu n gibi d ü şü n ü r­
ler. H ıristiy an lar, b u k o n u d a ik i züm reye ay rılırlar: Bir kısm ı ru h ların T an rı
yaratığı old u ğ u n a in a n ırla r ki, b u n a cröatianism e denilir; b ir kısm ı d a çocuk­
ların ru h u , b a b a la rın ın ru h u n d a n doğar id d iasın d ad ır; b u n a d a, tradücianism e
d enilir. Y ani H ıristiy an lar, ru h için b ir geçm iş k a b u l etm ezler.
3. R u h , m addesel m i, tinsel m id ir? M addecilere göre, organizm anın b ir
hassası, h a tta m ad d en in b ir öğesi, ince b ir a k ım d ır (seyyale); bedenin b ü tü n
kısım larına so k u lu r. R u h çu lara (spiritualiste) göre, ru h bedenden bağım sız ayrı
ve özel b ir h assad ır. Panteizm e m ensup o la n la r ise, organizm ayı in k â r eder,
b ü tü n varlığı ru h la n d ın rla r. H ilozoim , dem iyurgos (dem iurge) ve âlem in ru h u
inançları, b u sistem den doğm uştur. Ö zet o larak , eğer ‘ben ’, organların b ir kısm ı,
b ir sonuç veya h assasıd ır dersek, L apsekili S trato n ’dan başlayan m addeci gö­
rüşe saplanm ış o lu ru z; organizm a ile ‘b e n ’in ik i ayrı v arlık olduğunu, fak at b u n ­
la rın b irb irin e sıkıca bağlı b u lu n d u k la rım k ab u l edersek, ru h çu oluruz. Ruh-
çular, m addeyi in k â r etm ezler, h a tta o rganizm anın gücünü (puissance) de k a­
bul ederler. M addeciler ise, ru h u tam am ıyle in k â r eder; b u n u organik fonksi­
yonların yalınç (basit) b ir hassası sayarlar. E fla tu n ’a göre, elbise b eden için,
alet onu k u llan an için, gem i k ap ta n için neyse, bed en de ru h için o d u r; b u n u n
içindir ki ru h , kend in e lâyık b ir bed en im al eder. E pikürcülerle stoacılar, be­
denden başk a gerçek b ir töz (cevher) k a b u l etm ezler ve b edenin dışında b ir
v arlık olam az derler. O n la ra göre, ru h d a ince b ir m addedir. N itekim Y eni Ef-
latu n c u lar d a, m adde ve ru h ikiliğini red d ed erler. O rtaçağ kilise b a b ala rın ın
d a ru h u n m addeselliğini k ab u l ettik leri g ö rü lü r. İlk kez D escartes, ru h u n uzam -
sız ve tinsel o ld u ğ u n u , m addede uzam lılık (ötendue) bulu n d u ğ u n u gösterm iş ve
G oethe, ru h su z m ad d en in ve m addesiz ru h u n bulunam ayacağına inanm ıştır.
4. R u h u n m ad d ed ek i yeri: R u h u b edenden ayrı b ir varlık sayınca, ona
bedende b ir yer gösterm ek de zoru n lu o lur. A risto, ru h u n kalpte olduğunu, Ef­
latun ve Fisagor, beyinde b u lu n d u ğ u n u , b ir tek ru h a in an an lar ise, onun gö­
ğüs veya b aşta yerleştiğini k ab u l ed erler. D escartes, kozalak bezinde (glande
pinĞale), diğ er bazıları da beynin tü rlü bölgelerindeki k arın cık lard a b u lu n d u ­
ğunu sav u n u rlar. R u h u n hiç b ir u zuvda yerleşm em iş olduğunu iddia edenler
de vard ır. F izyolojistler, ru h u n k en d in i değil, o n u n hangi organlarla bedenin
izlenim lerini ve dış âlem etkilerin i alm ak ta o lduğunu incelem eyi tercih .ettik­
lerinden, ru h için b ir y er düşünm ezler. Son zam anlarda duyusal ve devim sel
(harekî) sin irler ayırt edilm iş, G al gibi bazı bilginler, ruhsal yeteneklerim izin
m erkezlerini a ra ştıra rak frenoloji ile uğ raşm ışlard ır. B ugünkü p o zitif psikoloji
de, bedende ru h için b ir y er aram ayı redd etm ek te, h a tta ru h u n ne olduğunu
araştırm an ın m etafizik ve m istik h ayallerden ib a re t olduğuna in a n arak , ruhsak
faaliyetleri, ru h sal fonksiyonları, in n erv atio n , reflexe, fiziko-şim ik e tk iler, iç
salgı bezlerinin işleyiş tarzları, fizik ve sosyal âlem in etk ileri gibi k o n u la r üze­
rinde çalışm akta, dav ran ış şekil ve n edenleri ü zerin de d u rm ak tad ır; yani, ru h u
d a eşya gibi incelem ekte ve o n u n o rg an lard a b ir yeri olam ayacağına in an m ak ta­
dır. N itekim , m arazî h allerd e kişiliğin bölünm esi, h alkalı hayvanlarla solucan
ve poliplerin parçalanm asıyla h ay atların ın h e r p arçad a ayrı ayrı devam etm esi,
çağdaş operasy o n lard a, k an verm ek, org an değiştirm ek, yapay organlarla yaşat­
m ak gibi b aşarılar, n ih u n yeri ve ne olduğu gibi p roblem leri bilim den uzaklaş-
tırm ıştır. İn san , an a ve b ab a to h u m ların ın birleşm esinden m eydana geldiği için,
ru h u m u zd a tü rlü soyaçekim sel öğeler v ard ır. Bu itib arla ru h , b ü tü n b ir benliği
kapsam az. İlk ço cu k lu k ta, letarji ve dem ans h allerinde ru h u n nerede olduğu
sorulabilir.
5. R u h la bed en in b irb iri ü zerindeki etkisi p roblem i de, b u g ünkü bilim in
verilerine göre u nutulm aya m ah k û m gibi görülm ektedir. Evvelce, L eibniz, bu
etkiyi ezelî ah enk kuram ıyla, M alebranche, vesile n edenler; V illis, hayatsal alev,
plastik aracılar, düşünce k uvvetler gibi k u ram larla açıklam ak istem işlerse de,
bugün b u k o n u da fizyolojinin eline geçm iş, ciğerler olm aksızın solunum un açık-
lanam adığı gibi, org an ik a racılar olm aksızın ru h h allerin in de açıklanam ayacağı
b ir gerçek o larak isp at ed ilm iştir. Bugün a rtık ru h u b ir töz saym a h atasın d an
kurtulm uş ölan d ü şü n ü rle r, ve b ilginler, ru h u o rganizm anın evrim iyle p aralel
o larak gelişen, b u itib arla b irb irin d e n ayrılm az b ir gerçeklik saym aktadırlar.
6. Şu halde, m istiklerin b ah settik leri ru h n ed ir? M onizm yönünde ilerle­
m ekte olan bilim in verileri ne o lursa olsun, bugün m addenin bilince ait n ite­
likleri nasıl kazanılm ış ve k azan ılm ak ta olduğu p roblem i çözülem em iştir. Bi­
zim algıladığım ız ru h , dolaysız b ir su rette, b ilincim izin içerik (derunî) ışığıyla
kavradığım ız ‘b e n ’d ir, yani hisseden, dü şü n en , isteyen, in an an , serbestçe h a re ­
ket eden özüm üz, ‘b e n ’im izdir. Bu, zihinsel ve tinsel fakültelerim izin değişm ez
koşulu ve esaslı öğesi gibi g ö rü n ü r; işte ölm ezliğine inanılan ru h , dogm atik
o larak varlığına inanılm ış olan b u ‘Ben’dir.
G enel o larak m istisizm , ru h u n b edenden önce yaratılm ış olduğunu ve T an-
n ’n ın , eşyanın b aşlangıcında bedenle birleşm e ödeviyle yüküm lü b ir m ik ta r
ru h yarattığını k ab u l eder. İb n Sina bile, b ir m anzum esinde, ru h u n yüksek b ir
yerden indiğini an latır. T alm u d d a, ru h la rın düşecekleri zam ana k a d a r k ap a tıl­
m ış old u k ları b ir m ağ arad an söz eder. Bazen b u n la r, T a n rı’nm. tah tı altında,
b ir ihtiyat depoda (rdservoire) saklanm ış b u lu n u rla r. Bazen de bedene geçmiş
bu lu n an salih ru h la ra eşlik ederek göklere dö n erler. B unlar, öteki hayat hâzi­
neleri ve kutsal d u a la r arasın d a yedinci gökte o tu ru rla r. A ynı zam anda ru h ,
kendi y arad an ın a b enzer. O n u n gibi g ö rü r ve bölünm ez. N asıl k i, T a n rı, evrene
yorulm adan dayanıyorsa, ru h da bedene, çaba sarf etm eksizin dayanır (taham ­
m ül). R u h lar, T an rısal ö zd en d ir; u y k u esnasında yeryüzünün h e r yerini dola­
şır ve düş (rüya) g ö rü r (H en ri S eraya, s. 124). Bu düşünce ilkel kavim lerde de
vard ır ve anim izm inan ç ve k u ram ı, b u esasa day anır. F akat panteizm e bağlı
olan m istik ler için ru h , T a n rı’nın in san ve eşyada yansıyan n u ru n d a n başka
bir şey değildir. İçim izde sürekli o la ra k aslına dönm ek ve k avuşm ak isteyen,
bu n u ru n k en d isid ir. Bu b ak ım d an âlem de ik ilik değil, b irlik v a rd ır; yani tüm
yaratık lar, T an rısal ru h u n nesnel g ö rü n tü lerin d en b aşka b ir şey değildir. Bir
fikir ve gerçeklik o lm ak tan çok, b ir şiir niteliğinde olan b u m istik ilham lara gö­
re, beden, b ir su retten ib a re ttir ve ru h u n k endisi, m istiklere özgü ve m akyajlı
b ir m egalom aninin ro m an ıd ır.
7. Bu k o n u d a çağdaş psikoloji ne d iy o r? B ugünkü psikoloji, ru h proble­
m ini âdeta Berkeley’in m addesiz ü lk ü cü lü ğ ü n d e (im m etarialism e) ve H u m e’u n
olaycılığında (phenom enism e) olduğu gibi, k a n ıtla rı ink ârla sonuçlanan, fak at
bu sonuca deneylerle u laşm ak isteyen b ir görüşle açıklar. Ö rneğin, behaviyo-
rizm in k u ru cu su olan W atso n ve aynı o k u ld an S kin ner, H ull ve b u n la rın öğ­
rencileri, b ü tü n ru h sal o layları uyarım (stim ulus) ve k arşılık verm eden (rdponse)
ibaret olan d av ran ışlarla açık larlar. B unlar, ru h ve bilinç gibi ko n u ları da in k â r
ederler. H atta b u n la r, siyasal, dinsel ve ahlâk sal p roblem leri de, b u çeşit d av ra­
nışların m ek an ik b elirtileriym iş gibi g örürler. Behaviyorizm , psikolojiyi, bilinç
hallerinin betim lem e (deseription) ve açıklam asın d an ib aret gören W . Jam es’in
içgözlem indeki (introspeetion) aşırılık lara b ir çeşit isyan niteliğinde olan W atso n ’
un şu ilkesine d ay an ırlar: «Bilinç, n e tan ım lan ab ilir, ne de o n d an b ir fayda
sağlanılabilir. Bu, eskilerin kullan d ığ ı ru h sözcüğünü ifade eden b aşka b ir söz­
cü k tü r. O ysaki, hiç kim se ru h a dok u n am am ış, h iç kim se ru h u b ir denem e tü ­
pünde görem em iştir. Bilinç de eski ru h gibi gösterilem ez ve yakalanm ası ola­
naksız b ir terim d ir» . Y an i, b u o k u l için b ilin ç k o n u su da, üzerinde çalışm akla
kandırıcı b ir sonuç elde edilem ez (A rth u r K oestler, ‘Le Cheval dans la Loco-
m otive’, İngilizceden çeviren: G eorges F rad ier, P aris, 1968, s. 23).
A nlaşılıyor ki, behaviyorizm e göre, psikoloji b ir davranış (com portem ent)
bilim idir. Bu ise, b ir çeşit fizik tir. Y ap ılan b ir u yarım a k arşı, insanın nasıl
karşılık vereceğini önceden sap tam ak ve tah m in etm ek de o lan ak lıd ır. Bu o k u ­
lun görüşlerini red d en ler, b u n u n olanaksızlığından söz ediyorlarsa da, tanınm ış
fizikçilerden W e rn e r H eisenberg, «D oğada, d er, n eler olacağının önceden b i­
linem eyeceğini id d ia etm ek k a d a r da canlı organizm ada en azından b ir önceden
görüşü in k â r etm enin, ö u e n ta fiziğinin cansız doğada uygun gördüğü önceden
görüşü in k â r etm ek k a d a r saçm adır» (adı geçen eser, s. 25).
G eştalt psikolojisi k a d a r da sin ir fizyolojisiyle uğraşan lar ve soruşturm a
(inform atique) k u ram cıları o lan en yeni ve genç psikologlar da, behaviyorizm e
k arşı olm alarına k arşın , b u n u n etkisinden k u rtu lam am ışlard ır. O n lar da insa­
nın insanlığını in k â r ederek âd eta o n u n , «fareliğini savunm uşlardır. Z ira , deney­
lerinde, b u tü rlü h ay v an lard ak i koşu llu ve koşulsuz refleksleri açıklam ak iste­
m işlerdir» (aynı eser). U çucu b ir k u rt, a ltı p arçaya b ölününce, b irk aç hafta
sonra, h er p arça ayrı ve tam b ir birey o lm ak tad ır. Bu olaydan ölüm süz olduğu­
n a inanılan ru h u n da b ö lü n erek altı tane ölüm süz k en dilik (entite) o larak bölü­
necek diye inanm ak gerekir m i? H ıristiyan T an rıb ilim cileri, b u önem li olaydan,
h ayvanların b ir ru h u olm adığını id d ia ederek kolayca kurtulm aya çalışm ışlar­
d ır am a, H in tliler, B udacılar ve H z. M uham m ed b u kon u d a b aşka tü rlü d ü şü ­
n ürler. R u h tan h iç söz etm eden bilinçli b ir b e n ’in varlığını onaylayan filozof­
la r, y ara tık la rd a b ilin cin ve bilinçsizliğin sın ırların ı gösterm eyi red d ed erler
(aynı eser, s. 68-69).
A rth u r K oestler’in , H . F. D u b n a r’ın ‘E m otion and .Bodily C hanges’ (N ew
Y ork, 1946) adlı eserinden nakletm iş olduğu bilgilere göre, C hild ve W ilson,
b ir süngerin veya canlı b ir tatlı su böceğinin (hydre) d o k u larını ezip süzgeçten
geçirdikten son ra elde edilen cıvık h am u r, suya dökülecek o lu rsa, birb irin d en
ayrılm ış olan h ü crelerin az sonra b irleştik lerin i ve ince, lev h alar (lam elles) h a­
linde küm elen d ik lerin i, daha sonra da y u v arlak laştık ların ı ve yavaş yavaş ağız­
dan ve k arak teristik d o k u n u m aygıtlarından (tentacules) yoksun olan yetişkin
bireyler h alin d e o lu ştu k ların ı g ö rm üşlerdir (s. 69 ). Bu deney, son zam anlarda
P. W eiss ve a rk ad aşları tara fın d a n , org an ları gelişm e h alin d e b u lu n an em bri­
yonlar üzerin d e tek rarlan m ış ve aynı sonuç elde edilm iştir. O x fo rd profesör­
lerinden H arris, insan hücreleriyle fare h ü crelerin i birbiriyle k arıştırıp kaynaş­
tırd ık tan sonra, «iki krom ozom un da b ir aynı n ü k leer za r içinde gelişip ço­
ğaldıkların ı» g ö rm ü ştü r (s. 69-70). Bu çeşit deneylerden, ru h u n açıklanm ası
bakım ından k o rk u n ç ve önem li son u çlar çık ar. R uh kavram ını b ü sb ü tü n kal­
dırm aya doğru giden b u tü rlü deneylerin so n u çlarına, h a tta organ n ak li gibi
gittikçe önem li ve b aşarılı ö rn ek lerin e k arşın itiraz ed en ler de v ard ır. O rganiz­
m anın b ir m ak in e gibi otom atik o larak h arek et etm ediği, alışk an lık ların ve iç­
güdülerin bile değişebildiği h a k k ın d a tü rlü gözlem lerin varlığına k arşın , b u n ­
lard an m u tlak a m etafizik b ir ru h u n varlığına ulaşılam az ve böyle b ir sonuç
çıkarm ak isteyenler de genel o larak , ya felsefe y a p an lar ya da bilim in gücün­
den ve ilerisinden k u şk u lan an m istik lerd ir. N itekim , m ekanizm , enerjetizm ..
vb. gibi behaviyorizm i de eleştirenler, soyaçekim , ayıklam a (sölection), bird en
değişm e (m u tatio n ), tedricî e v rim ... gibi jenerik atom culuk (atom ism e g6n€-
tique) kad ro su n a giren tü m evrim k u ram larıy la evrim in açık k alan kusurlarını
ve akla gelebilecek olan bilim sel itirazların hepsini y ap tık ları h ald e, asla m is­
tik anlam lı açıklam ak gibi b u la n ık b ir im an kuvvetine değil, yine bilim e, akıl
ve deneye dayanm ışlardır.
R u h u n ne o ld u ğ u n u açık lam ak isteyen özdeşlik varsayım ı (ru h la bedenin
ilişkileri h ak k ın d a d ır), gölge olaycılık (öpiphenom önism e), paralelizm ve k a rşı­
lıklı eylem (in te ra e tio n )... gibi k u ram lar, h ep D escartes’m ikiciliğinden ilham
alırlar ve b u n la r, a rtık felsefe alan ın d a olduğu k a d a r da bilim alan ın d a de­
ğerlerini yitirm iş ya da sarsılm ışlardır. R u h u n varlığını onaylam ak istedikleri
halde, onu yine bilim sel yöntem lerle açıklam ak ve beyin operasyonları sonu­
cunda bulm ak isteyen bilginler de v ard ır. T anınm ış sinir operatörlerinden p ro ­
fesör W ild er P enfield ve K anada Ü niversitesi profesörlerinden Mc G ill ve sinir
hastalıkları u zm an ların d an Sir C harles S ch errin g to n ... gibiler 1961-1966 yılla­
rında tü rlü gözlem ve deneylerle id d iaların ı ispat etm eye çalışm ışlarsa da, hepsi
henüz ru k bilm ecesinin çözülenem ediğini itira f etm işlerdir. M istik inançların bas­
kısı ne k a d a r kuvvetli olursa olsun, gerçekten ne olduğunu ve bilinçlenm enin
nedeni ve etk en leri de, ancak deneysel girişim lerin gelişmesi sonucunda ergeç
açığa çık acak tır. Z ira, b ir ta ra fta n b ilim ler ilerlem ekte, b ir taraftan da insan
zekâsı, dogm acılıkla m istikliğin safsataların d an iğrenm ektedir.

Ş U H A L D E Ö L Ü M N E D İR ?

1. Ö lüm , H o m ero s’a göre, T a n rıla rın en iğrenci; B uda’ya göre de lam ba­
nın sönüşü gibi zih in d en k u rtu lm a k ve olayın sona erm esinden ibaret b ir Nir-
vana gezisine ç ık m ak tır. în c il, ö lü m ü deh şetler k ralı saym ış, H oracius, ebedî
b ir sürgün yeri, P lu tarcu s, doğal y u rd a d önüş, S okrat hayatın şerrinden k u rtu ­
luş diye tan ım lam ışlard ır. H a m le t’te, «Ö lm ek, ö lm e k ... U yum ak ve belki de
düş görm ektir!» şeklinde tan ım lan an b u doğal olay, insanoğlunun buna verm iş
olduğu değerle o ran lı o larak k o rk u n ç veya a ran ılan b ir gerçekliktir. Ö lüm k o r­
k u sunun kaynağı, İb n S in a ’ya göre, m al ve sevdiklerim izden ayrılm ak, m ezarda
bedenim izle ıstırap çekm ek, ah ret sorum luluğu ve ölürken eziyet çekm ek gibi
inanç ve olaylar h ak k m d ak i d ü şüncelerim izdir. E p ik ü r ve L ucretius, bu korkuyu
S o k rat’m getirdiğini söylerlerse de, S o k ra t’ın son telkinleri hiç de k o rk u tu cu de­
ğildir; o, «Ö lü m , diyor, ya b ü sb ü tü n yok olm ak ya da başka b ir yere gitm ektir.
Yok olm ak, düşsüz ve k en d i bilincim izden hab ersiz, ebedî ve m utlu b ir gece­
dir; b ir yer değiştirm ek ise, o rad a tan ıd ık larım ıza rastlar ve bilge olanlarla gö­
rüşürüz; ağlam ayınız, insan h u z u r içinde ölm elidir». G enel o larak T an rıtan ım az­
larla özgür d üşünceliler, b u k orkuyu d in lerin getirm iş olduğu inancında birleş­
m işlerdi. B unda, gerçeğin büy ü k payı b u lu n m ak la b irlik te , d in lerin birço k top-
lum larda bu k orkuyu kaldırm ış o ld u k ları da g örülür; bu iki duygunun kayna­
ğı da ölüm den sonra d irilm ek ve b ir a h re t hayatının insanlara sağladığı haz
ve elem lerdir.
2. R uh ö lü r m ü ? Ö lürse ak ıb eti ne o la c a k tır? İn c il’de ru h sözcüğünün
1600 kez kullanılm ış olm asına k arşın , o n u n ölm ezliğinden veya yalınçlığından
hiç söz edilm em iştir. T hom as M artin , ‘La vie F u tu re ’ adlı eserinde, P apa IX .
P ie’n in b u n u onaylam ış o ld u ğ u n d an söz eder. T e v ra t’ta ölm ezlik düşüncesi .pek
sudan b ir im a ile geçer. P en tateu q u e, yani Beş Sefer bahsinde m atem m itolojisi
y o ktur; ö lüm den sonra y argılanm adan, cennet ve cehennem den de söz edilm ez.
Y ahova’nın teh d itleri, b u d ü n y ad ak i hay at ve çık arlara k arşıd ır. M ezm urlar’da,
T a n rı’nın ebedîliğine k arşı, ta rla la rd ak i o tla r gibi geçici o lan , insan hayatının
kısalığından söz edilir. H iç b ir y aratık , T an rT n m ölm ezlik sıfatına o rta k ola­
maz. M azdeizm in ve İskenderiye O k u lu n u n etkisi dolayısıyla cesetlerin haşro-
lunacağı inancı sonrad an Y ah u d i filozof ve h ah am ların d a belirm iştir. Mamo-
nides, g ü n ah k ârların ebedî o larak yok olacak ların ı savunur. Z eller, ‘Felsefe Ta-
rih i’nde, P in d a r’d a n önce gelm iş o lan h iç b ir Y u n an ozanında ölüm den sonra
hayatın devam edeceğine d a ir b ir işaret ve u m u tu n v a r olm adığını kaydeder.
Pericles zam anında k ah ram an lara ebedî n itelik o larak yalnız o n u rlu b ir ad veril­
m iş, tüm ölüm ayinleri kald ırılm ıştı. E chile, ö lüm ü yokluk saym ış, ölenlerin, hiç
oluşm am ışlar gibi, d u y g u la rd a n tam am ıyle yoksun o ld u k ların ı anlatm ıştır. Di-
seark, b iri ölm ezliöin olam azlığım , diğeri ru h u n v a r olm adığını ispata çalışan
iki eser yazm ıştır. G enel o larak şüpheci filozoflar, ah reti in k â r ederler; k in ik ler
ise, özgür in san ın ölüm den korkm ayan ve ö lüm den sonra d a hiç b ir şey u m u t
etm eyen kim se o lduğunu ileri sürerler, ölüm vaizi u n v an ım alm ış olan H egesias,
in sanlara ölü m ü n değeri olm adığını da an latm ak için, in tih a n belâgatle salık
verm ekten çekinm em iştir. Z enon ve E p ik ü r ölm ezliği reddettik leri gibi, Epi-
k ü rcü ler, genel o larak ru h la beden in b irlik te doğup b irlik te yok oldu k ların ı
id d ia ederler. Stoacılar, ru h u göksel ateşin b ir parçası sayar ölünce b u ateşin
k endi ilkesi o lan evrensel ru h a geçtiğini k ab u l ederler. E piktetos ve M arcus
A urelius in k arcı o ld u k ları gibi, V irgile de, eşyanın n ed enlerini keşfederek ve ah­
ret hayatın ın k o rk u tm aların ı ayakları altın d a ezecek olan dehayı tebcil eder.
Cdsar, Senato h u z u ru n d a , ölüm le h e r şeyin b ittiğ in i, a rtık h az ve elem in kalam a­
yacağını savunm uş, C iceron, « P h ed o n ’u o k u d u k ça E flatu n ’a inanıyorum ; k itab ı
kapayınca ölüm süz olup olm adığım dan şüphe ediyorum !» dem işti. O , «Benim
olm adığım yerde, tüm duygular sona erer!» diyerek, cennet ve cehennem b etim ­
lem elerini m asal saym ıştı. P lin ’e göre, ru h u n ölm ezliğine d a ir filozofların d ü şün­
celeri, çocukça yan ılsam alard ır; Seneca, b ir trajed isinde, «Ö lüm den sonra bir
şey y oktur, ölüm b ir şey değildir!» dem iştir. L ucien, ahretin varlığına ve ebedî
old u k ların a inanm ış o lan ları zavallılıkla su çlan d ırır. P lu tarkos, ah ret, son yargı­
lam a, cehennem azabı ve cennet h azları gibi in an çların boş m asallar olduğunu;
E râsm us ise b u çeşit in an çların , insan ru h u n u n deliliklerinden b aşka b ir şey
olm adığını sav u n m u ştu r. S pinoza, ölüm süzlük deyim ini kullanm am ış, ebedîliğin
de geçici o ld u ğ u n u söylem iştir. Pascal, insel ru h u , ebedî ru h u n fani b ir belirtisi
saym ış; İb n R üşd, kişisel ru h u n fani old u ğ u n u , ö ld ü k ten sonra evrensel veya
tüm el ru h a katılacağım ızı, in san lık ta yalnız genel aklın devam ettiğini iddia
etm iştir. A risto, ölm ezlik ve b u n a bağlı olan d üşünceleri, ahlâksal ve siyasal
zo ru n lu lu k ların ü rü n ü saym ıştır. A nlaşılıyor k i, hem en tüm pozitifçilerle m ad­
deciler ve T an rıtan ım azlarla b u n ların etkisi altın d a olafı ozan ve dü şü n ü rler,
genel olarak ahreti ve ru h u n ölm ezliğini in k â r etm ektedirler.
Bazı dönem ve to p lu m lard a T a n rıla r bile ölüm süz sayılm am ıştır: E ski Yıı-
n a n ’da yalnız insana benzeyen T a n rıla r ölüm süz sayılırdı. M ısır m itlerine göre,
T a n rıla r da ö lü rler; o n lard a O ziris, Suriyelilerde A donis güneşi tem sil ed e r ve
güneşin h e r akşam öldüğüne in an d ık ların d an , ak şam lan ona m erasim ler y ap ar­
lard ı. Echile, P ro m eth e’ye, Jü p ite r’in egem enliğine son verileceğini iddia ettirir.
F isagorculukta gezegenler bile ö lü r; b u n la rd a k i kozm ik ru h sona erer. İsk an ­
d in av m itolojisine göre, tüm T a n rıla r öleceklerdir. R om alılar büyük P a n ’ın ölü­
m ü için m atem tu ta rla r; G o tlar, T a n rıla rın istibdadını protesto ed er ve onların
da öleceğini k ab u l ed erler. N itekim , H ıristiy an lık ta sü lük (initiation) törenleri,
b ir k u rb an tü rü d ü r. B unda sâlik (initi£), T a n rı’n ın geçtiği yoldan geçm ek zo­
ru n d ad ır. T a n rı, k u rb an edildikten sonra nasıl k i yeniden oluşursa, sâlik de eski
hayatında ö lü r, yeni b ir hay ata doğar. B unun için d ir ki, Saint P aul, «İsa, diyor,
kendisine im an ed en lerin , kendisiyle b irlik te bedenleriyle ölüp ru h o larak diril­
m elerinin aracısıdır». V aftiz de b ir sü lü k tö ren in d en başka b ir şey değildir.
E d ou ard D u ja rd in , ‘Le D ieu Jesus’ (P aris, 1927) adlı eserinde, R obertson
S m ith ’in ‘Religion o f the Sm ites’inden (L o n d ra, 6. baskı, 1894) naklettiğine
göre (s. 91 ), h er dinde k u tsal güce, insan, h a y v a n ... vb. k u rb an ed ilir; fak at H ı­
ristiyanlık, T a n rı’yı k u rb a n etm iştir. E u c h a risti’n in am acı da, b ü tü n diğer d in ­
lerdeki com m union tören lerin d e olduğu gibi, T an rı ile akraba o lm aktır. Bu
törende a k ıtılan k an ve yenilen T a n rı sayesinde, T a n rı’n ın güçlerini şahısların­
d a toplam ış o lu rlar. Bu, ilkel to p lu lu k lard ak i M ana inancının b ir devam ı sa­
yılır. G enel o larak T a n rıla rın ölüm lü old u ğ u n a in an an lar, ru h la rın ölüm süzlü
ğünü b ir ceza ve işkence zan n ed erler (T an rı bahsin e de bakınız).
3. R u h u n geleceği problem i: Bu problem , ru h u n ölm ezliği inancına ba
lıd ır1, b u p roblem den, ru h ve beden ayrı ayrı yaşam alarına devam ed erler m i,
yoksa sonrad an yine b irleşirler m i? soruları ak la gelir. Eğer ru h ölüm süz ise,
onun yeniden dirilm esine ihtiyaç y o k tu r; eğer ölüyorsa, sonradan dirilm esinin
cisim sel veya ru h sal b ir dirilm eyle ilgisi olm alıdır. Bu k o n u la r da böyle bir
evrim geçirm iştir: Evvelâ ilkel in san lar, ölüm ün ru hla bedeni ayırdığını ve
b u n ların ayrı ayrı yaşam aya devam e ttik lerin i k ab ul ederler ve ölüm ü uykuya
benzetirler. R uh b ir süre gider, yine bedene gelir ve onu diriltir. B unun için,
bedenin h a ra p olm am ası gerekir; b u m aksatla ceset p iram itlerde, tüm ülüs, dol­
m en ve lahitlerde sak lan ır. C enaze m erasim leri, cesette canlılığın devam ettiği
inancıyla ilgilidir. Ö lülere yapılan saygılar, su n u lan k u rb an lar, o n ların canlılara
kötülük yapm am aları için d ir. H om eros, E chile ve Sophokles’te bu çeşit saygı­
sızlıkların vahim ' son u çların a d a ir ö rn ek ler v ard ır. V irgile’e göre, saygı görm eyen
ve m ezarsız k alan cesedin ru h u , yüz yıl ö lü ler ırm ağının (stix) ken arın d a feryat
eder. E flatu n da b u düşüncededir. Ö lüyü m ezara göm m em ek, cesedi kokuşm aya
terk etm ek veya k ü llerin i savurm ak, en büyük su çtur. M ısırlılar, ölüm den üç
bin yıl son ra ru h u n te k ra r cesede gelerek b erab er yaşayacaklarına in an d ık ları
için, ölüyü m u m yalarlar; b u iş de, ö lü n ü n o n u ru ile oran tılıd ır. R om a’da b ir
F ransisken m an astırın d a, dinlilerin cesetleri elbiselidir, ellerinde tespihleri ve
dua kitap larıy la göm ülm üşlerdir. Bazen cesedin ç a b u k bozulan ve" bozulm ayan
organları ikiye ay rılır, ö lü n ü n tim sali sayılan iskelet saklanır. O rtaçağda Fransız
prenslerin in et ve kem ikleri ay rılır, k ra lla rın bedeni pişirilerek göm ülürdü; bu
işle görevli b ir de lonca v ard ı. D azlak C harles ve S aint Louis böyle göm ülm üş­
lerdir. Çağım ızın ilkellerin d en b ir kısm ı, ölülerin i yem ek suretiyle hem ölm ez­
liği sağlar, hem de en büy ü k saygıyı gösterm iş o lu rlar. S trabon da, İrlandalIla­
rın vaktiyle ebeveynlerini y ediklerini an latır. D ariu s, H in t ilkellerini bu ölü yiyi­
ciliğinden (canibalism e) vazgeçirem em iştir. Bazı A m erika ve A frika ilkelleri­
nin de ebeveynlerini p işirip k ız a rta rak yedikleri bilinm ektedir. Bazı yerlerde
ö lü n ü n yum uşak organ ların ı k a v u ru r, küllerin i kak ao şarabına k arıştırara k içer­
ler. H e ro d o t’u n an lattığ ın a göre, bazı toplum lar, hastayı ölm eden önce ak rab a

(1) M.ö. V II..yüzyılda yaşam ış ve P ythagoras'a hocahk etm iş olan Phö-


râcyde adında tanrıtanım az bir filozof vardır ki, ruhun ölmezliği üzerinde dü­
şünenlerin ilki sayılır. ( R obert C harroııs, Le Livre des m aitres du M onde, 1965,
s. 243-244).
ve dostları ö ld ü rü r ve yerler. H astalık tan ö lürse, onun, yemek m utluluğundan
yoksun kalacağını zan n ed erler. S tra b o n ’u n anlattığına göre, A v ru p a’daki İskit-
lerin böyle ö ld ü rd ü k leri ebeveynlerinin etlerini b aşka etlerle k a rıştırıp kıym a
yapar ve yerler; h astalık tan ölm üş o lan ların cesetlerini ise, vahşî hayvanlara terk
ederler. M arco Polo, C avalılar, hasta ebeveynlerini, ağız ve b u ru n ların ı tık ay a­
rak boğar, p işirir ve iliklerine d e k yerler, dem ektedir. A v ustralya’da kadın m e­
zarı yoktur. K adınları ihtiyarlam adan ve zayıflam adan yem ek âd ettir. Sum atra
ve K am çatk a’da evlâtlar, lim on ve tu zu n u cu z olduğu zam anlarda ebevenylerini
ö ld ü rü p yerler. İh tiy arları, kutsal sayılan yüksek b ir ağaçtan a ta ra k öldürm ek
dinsel b ir görevdir. S trab o n ’a göre, b u iş, bazı yerlerde vahşî hayvanlara yaptı­
rılır. Bir cesedin vahşî h ayvanlar ta ra fın d a n yenilm esindense, ev lâtlar ve d o stlar
tarafın d an saygı ve m erasim le yenilm esini ebeveyn de arzu eder. T ib e t’te, ölüyü
m untazam p arçalara bölerek, köp ek lere yedirm ek en büyük saygıdır; T ibetliler,
halkı sokak k ö peklerine, soyluları kutsal köpeklere ikrem ederler. M azdeizm-
de, kutsal ateşin kirlenm em esi için ölülerin yakılm asına izin verilm ez, S ükût
kulesinde k a rta l ve ak b ab alara terk edilir; G anj gibi kutsal nehirlere de atılır.
Bazı yerlerde de ö lü n ü n çab u k k o kuşan yerleri yendikten sonra, kem ikleri sak­
lanır. Z en d av esta’ya göre, k u şlar, leşi yedikten sonra, kem ikler, kem iklik denilen
bir yere k ald ırılır. B unlar, son yargılam a g ü n ü n d e dirilecek zannedilir. Bazı
ilkeller de kem ikleri cilâlar ve süs eşyası gibi k u llan ırlar; k afatasların d an ger­
d anlık ve b a rd a k y ap arlar. T ib et lam aları, saygın kim selerin kafatasların d an çay
bardağı yap ar, sadık dervişlere verirler. A vrupa K atolikleriyle H intlilerde, b u n ­
lar kutsal yad ig ârlar o larak sak lan ır. N itekim , B uda’nm cesedi de yakıldıktan
sonra 84.000 parçaya ayrılarak sakal-ı şerif gibi tap m a k lara dağıtılm ıştır. O r­
taçağ H ıristiy an ları da, kutsal kişilerin cesetlerinden kalan en u fak parçalard a
m ucizeli hassalarm varlığına in an arak b u n lara değer verm işlerdir. Pascal bile,
kutsalların b edeni, d er, kutsal ru h ta rafın d an m ahşere dek koru n acak tır. H z.
M uham m ed’in b ir h ad isin e göre de, T a n rı, peygam berlerin cesetlerini toprağın
yem esini yasak etm iştir. Bazı kavim ler, hele R om alılar, ölülerini yakar, küllerini
aile co lu m b ariu m ’ların d a b ir vazo içinde sak larlar. T ata rla r, b u külleri ham u r
haline getirerek b ire r disk y ap ar ve p iram it şeklinde üst üste b irik tirirler.
4. Bedene niçin b u k a d a r değer v erilm ektedir? Evvelâ, o n lara saygı gös
term iş olm ak, sonra, onların ölm ezliğini sağlam ak am acıyla bu değer verilm ekte
ve bedenin canlıyken ihtiyaç duyduğu şeylere öld ü kten sonra da m uhtaç oldu­
ğuna inan m ak , ona verilen değerde önem li b ir rol oynam aktadır. Ö rneğin, K on­
go’da, ölü n ü n ağzına m ezar d ışın d an u zatılan b ir boruyla b irkaç gün besin ve
hava verilir. Bu, eski Y u n a n ’da da v ard ı. P eru lu lar, m ezara m ısır, m ısır birası,
muz k u ru su ve yerelm ası k oyarlar. M anu k an u n ları, a taların m a n a ’sına sunaklar
ve besinler v erenlerin m u tlu o lacak ların ı b ild irir. Lokm a dökm ek, ölü ziyafeti
verm ek, m evlit o k u tm ak , helva dağ ıtm ak ve ölü için k u rb an kesm ek gibi, M üs­
lüm anlığa girm iş olan âd etler de b u inanca d ayanır. H om eros, aç r u h la r ın 'a ç
bedenler gibi soluk ve p erişan h allerin i b etim ler ve ru h la ra doysunlar diye kan
ikram eder. Eski Y u n a n ’da çok yaşam a isteği, ata ru h ların ın m uhtaç oldukları
besini verm eye devam edebilm ek içindir. V aktiyle F ran sa ’da, ölen kralın bal-
m um undan b ir m ak eti yapılır ve sağlığındaki yem ek m erasim i, bu m aket etra­
fında te k ra r ed ilird i. A rn a v u tlu k ’ta k a d ın la r, m ezarlarda ölü ziyafeti y ap ar ve
m ezara yem ek ko y arlard ı. B ritanya’d a, fa k ir ru h la rın ısınm ası için gece m ezar­
larda ateş yak ılır ve yem ek k o n u lu rd u .
G enel o larak bazı y erlerde, b u âlem le a h re t âlem i b irb irin in devam ı sayıl­
dığı için, ö lü lerin y anına h ay atta u ğ raştık ları işlerin araçları, silâhlar, m obilya,
m ücevherler, vazo, çocuk oyun cak ları ve süs m alzem esi yerleştirilir ki, bugün
geçm işin h ay at ve uygarlığını ayd ın latan ve m üzeleri d o ld u ran eserlerin çoğu
b u n lard ır. M ısırlılar, ö lü n ü n hay attay k en en çok sevdiği ne varsa hepsini b ir­
lik te göm erlerdi.B u, m ülkiyet h a k k ın ın dinsel ve d erin kaynağını da gösterir;
h a tta b ir ölü n ü n sağlığında okum aya başlayıp bitirem ediği k itab ı da, öteki âlem ­
de ok u su n diye b e ra b e r göm erler. M ezara şem siye k o y a n ,A v ru p alılar vard ır. Ba­
zı y erlerde, a risto k ra tla rın k en d i eşylaarıyla, k ad ın , köle ve köpekleri, kendisine
hizm et etsin ler diye b e ra b e r göm ülür. H om eros, E chile’in P atrokles için d ö rt
at, iki köp ek ve o n iki T ru v alıy ı k u rb a n ederek göm düğünden söz eder. H e-
ro d o t’a göre, İsk itler, k ra lla rın ın m ezarların a b ir cariyesiyle aşçısını, b ak a n ın ı,
hizm etçi ve a tla rım da göm erler; d ah a son ra elli hizm etçisi bo ğ u lu r ve b ir o
k a d a r atı sam anla d o ld u ru la ra k , ö tek i âlem de süvarilere sahip olm ası için m e­
zara yerleştirilir. H ıristiyan lık ta b ile, G ol kraliçeleri, ölürlerse kendileriyle b ir­
likte iki d o k to ru n da göm ülm esi için k o caların a yem in ettirirlerd i. A rap lard a ölü,
öteki d ü nyan ın çöllerini ve S ırat k ö p rü sü n ü geçsin diye, m ezar b aşın d a deve
k u rb a n ed erler, M arco P o lo ’n u n an lattığ ın a göre, T a ta rla rd a b ir h a n ın ölüm ü,
bazen 20.000 kişinin ölü m ü n e n ed en o lu rd u . Ç in h ü k ü m d a rları ölünce, sağ­
lık ların d a ken d ilerin e hizm et eden lerin tü m ü ö ld ü rü lü r ve b irlik te göm ülürdü.
G u atem ala’d a, k ra l ölm eden önce, ö tek i d ü n y ad ak i rahatlığını sağlasınlar diye,
m aiyeti e rk â n ın d a n b ir k ısm ı ö ld ü rü lü r, g öm ülür, kendisi de o n ların yanm a
g ö m ülürdü. X . yüzyılda R u slar, koca ölünce k a rıla rım yak arlard ı ve k a d ın lar
b u n d an m em nun o lu rlard ı; zira , an cak b u suretle cennete gidebileceklerini zan ­
n ederlerdi. Ö tek i dün y ad a p a ra da lâzım o lu r inancıyla eski Y u n a n ’d a cennete
girebilm ek için gereken p a ra , ö lü n ü n ağzına veya eline k o n u lu rd u . A lm an ve
İrla n d a köylüleri" de b u n a in a n ırla r, alacak lıları önceden ölenleri, borçlarını
a h rette ödesin ler diye parayla göm erlerdi (E d. W esterm arck, “ L ’O rogine et le
D eveloppem ent d e s Idöes M orales,’ tom I I , 1928; R obert G odet çevirisi).
B ütün b u ö rn ek ler, bed en d en ayrılan ru h u n ak ıbetine d a ir in an çlar h a k k ın ­
da d a b ir fik ir verebilir. G enel o larak ilkeller, ebeveynlerinin ru h ları, bedenle­
rinin bu lu n d u ğ u yerin y ak ın ların d a old u ğ u n a in an ırlar. M ezarlıklardan geçer­
ken M üslüm anlıktaki F atih a okum a âd etin d e de b u inancın izleri vard ır.

Ö L Ü M Ö T E S İ H A K K I N D A K İ İA N A N Ç L A R A G E L İN C E ...

1. V erm iş olduğum uz ö rn ek ler, ölü m d en sonraki hayat h ak k ın d a h e m e


bü tü n kavim lerde açık veya b u la n ık b irta k ım in an çların b u lu n d u ğ u n u göster­
m ektedir. Bu inancı k ita p lı o larak ilk k ez k u rm u ş olan Z e rd ü şt’tü r. M azdeizm ,
ölüm den sonra iyilerin ah rette A b u ra M azd a’n ın İz id ’leri tara fın d a n n u ra, kö­
tülerinse, E h rim en ’in D a rv a n d ’la rı ta ra fın d a n k aran lığa ve işkenceye sürüklendi-
rild ik lerin i telk in eder. Bu ceza, gerçekte b ir a rıtm a d ır (exipiation) k i, en so­
nunda k ö tü ler de H ü rm ü z ’e k av u şacak lard ır.' Bu inanç, Jiidaizm e, H ıristiyan­
lığa, daha sonra da M üslüm anlığa geçm iştir. Eski Y u n a n ’da, M .Ö . V I. yüzyıl­
dan itibaren O rfizm ve Elosis m isterlerin in etkisi altın d a, b u çeşit inançları,
filozoflar da alm ışlardır. Fisagor, canlı b ir ilk en in kalacağını ve b u n u n türlü
biçim lerden (m etam orphose) geçeceğini k ab u l etti. E flatun, ‘T im ao ’sunda, ru ­
hun ölm ezliğini ispat etm eye çalıştı; fa k a t insan doğasının izni oran ın d a b ir
ölm ezliğin olanaklı olduğuna inandı. Plotinos ve Y eni E flatuncular, ru h u n ölüm ­
den sonra tü rlü m etam orfozlara uğray acak larım , az yetkin olan ru h ların yıldız­
lara, en yetkin ru h ların sa, esrim e (vecit) sayesinde tanrılığa yüceleceklerini sa­
vu n d u lar. K ilise b ab aları ve H ıristiy an lık , ah reti ve ru h u n ölm ezliğini b ir dogma
haline g etird iler;, S aint P aul, insanın doğal o larak ölm ezlik sıfatına sahip olm a­
dığım , ancak im an ve T an rısal inayet sayesinde, T anrı ru h u n d a eriyeceğini k a­
bul etti. Eski M ısırlılarsa, ölüm ötesine, ro m an tik ve trajik b ü tü n özellikleriyle
inanm ışlardır. M etam psikoz ve ru h göçü in an cın d a yaptırım düşüncesi v ardır.
E flatun, ölü n ü n başka b ir y aratık olarak te k ra r canlanm ası için, bin yıla ihtiyaç
görür. ‘D ev let’ adlı eserinde belirttiğine göre, ru h la r, bu bin yıllık dönem i, göl­
geler bölgesinde geçirirler. V irgile de, ru h la rın Şanzelize’de bin yıl kalacağını ve
bu esnada yaşam akta olduğum uz sefil hay ata dönm ek için şiddetli b ir aşk a ra ­
sında U nutm a n e h ri’nden geçeceklerini an latır. E m pedokles, k u rtu lu şa nail o la­
bilm ek için, ru h ların 30.000 yıl sürü n ecek lerin i id dia eder. Son çağ ütopyacı-
larından Fourier, F lan ster adını verdiği to p lu lu k ların a 810 m etam orfoz vaat
eder. B unu, 8 1.000 evreden (safha) geçirir k i, b u n u n 2 7 .0 0 0 ’i yeryüzünde,
5 4 .0 0 0 ’i başk a âlem lerde geçecektir. Birinci dönem de bireysel ru h lar, yeryüzü­
nün ru h u ile k arışacak tır. Y eryüzüm üz de m ahvolacağı için, onun kozm ik ru h u ,
yıldızsal m etam psikoz yoluyla öteki yıldızlara geçecektir. A risto, tb n R üşd ve
İskenderiye O k u lu , ölüm süz ru h u n , ölü m d en hem en sonra, m u tlak varlığa k a ­
vuşacağına in an ırlar. B rahm atizm de ru h u n b irta k ım derecelerinden geçtikten
sonra Brahm a ta ra fın d a n yutulacağını, b u d erecelerin b irta k ım biçim değişm e­
lerine uğrayacağını k a b u l eder. B ütün b u d ö nüşüm ve değişim ler, bilinçsiz ola­
rak cereyan edecektir.
H ıristiy an lık ta S aint L uca, insan ö lü r ölm ez dirilm enin başlayacağını b il­
dirm işse de, S ain t Jean, b u dirilm en in d ah a sonra olacağını ileri sü rm üştür. Bu
dirilm e cisim li olacak, yani b edenle b irlik te o lacak tır; fak at b u olay, yeryüzün­
de hayatın sona erm esinden, -zam anın b itm esinden ve çağların tükenm esinden
sonra o lacak tır, S aint P au l, ölüm ü hayata yeniden davet edilm eden önce geçen
b ir uyku dönem i sayar. E chatologie denilen âlem in son gü n ü n ü n , yani kıyam et
g ü n ünün başlangıcını aram a bilim iyle u ğ raşan tüm T an rıbilim ciler, b ir gün âle­
m in sona ereceği düşüncesinde ittifak h alin d ed irler. B rahm acılık, v arlık ların
m ahvını ve te k ra r d irilm esini sağlayan - sonsuz dönem ler k ab u l eder. Y aradılı­
şından itib a re n evren b ir B rahm a günü devam ed ecek tir ki b u , 4.320.000 yıldır.
Sonra b ir B rahm a gecesi — ki b u d a b ir o k a d a r m ilyondur— d ah a geçecek ve
iki dönem in toplam ı olan 8.640.000 yıl son ra âlem yeniden y aratılacak tır; ve
bu olay, h ep y aratm a ve yok etm e şeklinde sürekli o larak sü rü p gidecektir.
Z erd ü şt de, böyle b inlerce yıl sürecek o lan dönem ler k ab u l ed er k i, ölüm le ye­
niden dirilm e arasın d ak i b u dönem 12.000 yıldır. Z e rd ü şt’e göre, âlem genel
o larak y an d ık tan sonra yeniden dirilm e başlay acak tır. M üslüm anlıkta ise, kıya­
m et bahsin d e an lattığım ız kozm ik o laylardan sonra, su r ü fürülecek ve yeniden
dirilm e olayı zu h u r edecektir. A n a x im a n d ro s,H e ra k leito s ve stoacılar, âlem in m u t­
lak a b ir yangınla sona ereceğini savunm uşlar; H ıristiyanlık da b u n u n propagan­
dasını yapm ıştır. Sain t P ierre, göklerin tutu şm u ş öğeler h alinde eriyip gideceğini
ve yeryüzünün b ü tü n k apsadığı şeylerle b irlik te yanacağını, fak a t yine ateş
aracılığıyla âlem in yeniden yaratılacağını v a ’zeder. A lem b u suretle m ahvolduk­
tan so n rad ır ki, T a n rı saltan atı başlay acak tır. İşte b u saltanat sayesinde h er şey
te k ra r yenileşecektir. H ıristiy an lık , b u tüm el m ahvoluşa k arşın , salih insanların
tüm el olarak ölüm den son ra dirilm e olayından önce dirileceklerine in an ır. Bu
son zam anın, yani kıyam etin p ek y ak ın d a olacağına in an a n lar da vard ır. S aint
A ugustin ve Saint Jerom e, m ilâd ın 1000’inci yılını kıyam et günü farz etm iş­
lerdi; A v ru p a, o tarih te b ü y ü k h eyecanlar geçirdi. N ihayet L atran K onseyi ve
Papa Leon X , b ir em irle, b u çeşit tah m in leri yasak ettiler; kıyam et gününün
T anrısal iradeye bağlı o ld uğunu ve o n u n g ü n ü n ü ancak T a n rı’n m bildiğini bil­
d ird iler ki, in san ları heyecan lard an k u rtarm ış o lan bu em ir, M üslüm anlığın bu
konudaki inancını onaylam ak dem ektir. F ak at, h âlâ İngiltere ve A m erika’da kı­
yam et gün ü n ü tah m in ed erek bekleyenler v ard ır.
2. Ö lüm den sonra gidilecek yer n eresid ir? H om eros, H a d es’e; E trü sk v
R om alılar T a rta r’a; eski Y u n an lılar Şanzelize (gölgeler bölgesi); P ersefon, Pro-
serpin adı verilen âlem lere; H esiod, F o rtu n a ad aların a; İb ra n île r Şeol’a; M ısır­
lılar A m en ti’ye; özet o larak h er kavim , ölüm den sonra a h re tte haz ve elem
veren b ir yerlere gidileceğine in a n ırla r. B unlar, genel o larak yeryüzünün d erin­
liklerinde k a ra n lık ve yeis veren b ir âlem dir. Fisagor, yer deprem ini, yeryüzü­
nün d erin lik lerin d e k alan ru h la rın çıkm ak için giriştikleri savaş ve g ü rü ltü sa­
yar. H om eros ‘U lis’i, V irgil ‘E n e’yi, D ante k endisini bu âlem de gezdirir. O rfik
şiirlerin çoğu, cehennem e inm e tem asını taşır. H ıristiyanlık m itolojisi de Hz.
İs a ’yı cehennem lerde gezdirir. H z. M uham m ed ise, M iraç’ta böyle uğursuz b ir
âlem görm em iş, fa k a t çoğu so n rad an uydu ru lm u ş veya b ir eğitim telkini ola­
rak m istik hayal g ü cünün etkisi altın d a , bazı k o rk u n ç bölgeleri ve halleri gör­
m üş olduğunu b ild iren h ad islerd en söz edilm iştir. Z en d av esta’nın ‘B ihişt’i, n u rlu
bir âlem dir. Ö lü ler, yeryüzünün derin liğ in d ek i k a ra n lık ta olduğu k a d a r da gök­
yüzünün d erin lik lerin d ek i n u r içinde y aşarlar ve b u n ların arasın d a A raf (pur-
gatoire) vard ır. Â ra f’ı H ıristiyanulığa, m ilâd ın I I I . yüzyılındaki T anrıbilim ciler-
den K hriologos, vaftiz edilm em iş çocukların pek de işkence edilm eden yakıla­
cakları b ir yer o larak icat etm iş ve sok m u ştu r. M üslüm anlığa da girm iş olan
 raf, K u r’a n d a b ir surenin ad ı d a o lm u ştu r. Y u k ard a d a kaydettiğim iz gibi, ah ­
ret hayatını k ab u l eden k avim lerin çoğu, o hay atı, dünyadaki hayatın yalınç b ir
d evam ından ib aret sayarlar. Bu in an çlara göre, âd eta ölüm , bizim âlem im iz­
den biraz d ah a iyi olan b ir âlem e seyahat etm ek tir. Ö lü, d irilerinkine benzeyen
ihtiyaçlar içindedir. O ra d a d a aynı işlerle uğ raşır, aynı h azları ta d a r ve ister;
fak at yoksunluk ve elem o rad a d ah a azd ır. A vcılar, orad a daha bol av bu­
lurlar; ço b an ların sürüleri d ah a ço k tu r; çiftçiler o rad a daha çok ek er biçerler.
D aim a açlık sıkıntısı çekm iş o lan ilkeller, cenneti, bol yenilip içilen, sarhoş olu­
nan ve zevk için çiftleşilen b ir yer sayarlar. K ızılderililerin cenneti, içinde at
sü rü leri dolup taşan b ir çay ırlık tır; o rad a istenildiği gibi dans edildiğine, bol
sigara içilip, güzel av lar b u lu n d u ğ u n a in a n ırla r; b u nedenden, o n ların ölüm den
h iç b ir k o rk u ları y o k tu r. E skim olar ise — evvelce de işaret ettiğim iz gibi— yer­
yüzünün k a rn ı içinde veya o k y anusun u çu ru m ları a ltın d a b ir ru h la r şehrinin
b u lu n d u ğ u n u hayal ederler. O ra d a bol av v a rd ır ve m u tlu insanlar, o rad a sü­
rekli b ir yazın tatlılığını ve asla batm ayan b ir güneşi, içilecek suyu, eti lezzetli
k u şla r ve b alık larla, kendi kend ilerin e b ü y ü k b ir tencereye girerek pişen fok­
la r ve R en geyiklerini b u lacak ların a in an ırlar. Bazı ilkellere göre de ru h la r, bu­
lu tla rın pek ü stü n e u çacak lar, o rad a güzel k a d ın la r b u la rak b ü tü n gece dans
edecek, şarap içecek, av lanacak, fa k a t çalışm ayacaklardır. P atagonyalılar ise,
içinde sarhoş eden içkilerin dolup taştığı yeryüzü altı b ir âlem de, sürekli b ir
sarhoşluk içinde yaşayacaklarına in an ırlar. A v ustralyalIların cennetinde iyi tü ­
tü n ler, güzel çiçekler, nefis m eyveler ve faydalı b itk ile r vard ır. B unlar, ko p a­
rılır koparılm az yeniden çiçek ve m eyvelerini v erirler. O rad a h er adım da gör­
kem li k u şla r ve ölüm süz dom uz sü rü leri b u lu n u r. T ah itililer, cenneti, daim a çi­
çeklerle dolu ve bol m eyveleri b u lu n an b ir b ah çe farz ederler. O ra d a ih tiyar­
lık, h astalık ve sık ın tı y o k tu r; d aim a ziyafetler, d a n slar ve sonsuz bayram lar
içinde yaşanır; ebed î o larak genç ve güzel k a la n k ad ın la rla çiftleşir. Y eni Z e­
landalIların şeflerine, H ıristiyanlığın cenneti betim lenm iş, fak at şef, «Ben ah ­
rette dostlarım la, lezzetli p atatesler, b a lık la r yiyeceğim , sizin yem eksiz cenne­
tinizi istem em !» d em iştir. M eksikalIların cenneti de, içinde savaş oyunları oy­
n an an b ir şölen y u rd u d u r. B unlar gibi savaşçı b ir kavim olan İskandinavlara
göre de, V alh a lla ’da (onların cenneti) y alan cık tan savaşılacak ve sürekli şölen­
ler verilecek tir. B unların cehennem i de b ir açlık ve yoksulluk âlem idir (Frazer
W esterm arck , D u rk h eim , L iv y -B ru h l...).
Eski M ısırlılar, ö lüm den sonra ru h la rın h a k ik at salo n u ’na sevk edilerek.
O ziris ve k ırk üç yardım cısı ta ra fın d a n y arg ılan acaklarına (bu yardım cılara h a­
kikat senyörleri d en ir), sonra ağ ırlık lar d irek tö rü olan A n u b i’nin terazi ile ölü
lerin edim lerini tartacağ ın a in an ırlar. B undan sonra T o t, elindeki levhaya, elde
edilen sonuçları yazacak; iyiler güneş gem isi’ne b in erek barış ve sükûn mahfa-
zası’na yollanacaktır. G ü n a h k â rla rın başı ise, cin ler tarafın d an kesilecek, baş
aşağı asılacak, k a tra n k a z an ların d a p işirilecek, yılan lar ta ra fın d a n sokulacak ve
k alpleri ko p arılacak tır. S alih o lan lar ise, zam an ların ı şölenler, şark ılar, sohbet­
ler ve oyunlarla geçirecek, göksel k o n u ta g ötürülecek ta n rıla rın korosuna k a­
rışacak ve saf zihin o larak O z iris’le karşılaşm ış o lacak lard ır.
İn sa n la rın ölüm den son rak i alın yazılarıyla b u dünyadaki ahlâksal gidiş­
leri arasın d a sıkı b ir bağ k u rm u ş olan ilk u lu s, eski M ısırlılardır; on lard an bin
yıl sonra bile A su rlu larla İb ra n île r, iyi ve k ö tü le r arasın d a b ir ayrım yapm ak­
sızın, ö lü lerin ö tek i âlem de yok olm aya m ah k û m o ld u k ların a inanm aktaydılar.
Son zam an lard a bulu n m u ş olan b ir p ap irü ste, ö lü lerin T a n rı’ya karşı k endile­
rin i şöyle sav u n d u k ları an latılm ak tad ır: "İnsanlara karşı hiç bir günah işlem e­
d im , hiç kim seye h a k sızlık etm ed im ; g erçeklik tacına asla saldırm adım , h iç bir
k ö tü lü k yapm adım ; T a n rı’nın hoşuna g itm eyecek h iç bir şey yapm adım ; hiç bir
h izm e tçi ile efen d isi yanında alay etm ed im ; h iç kim sey e a çlık acısı çektirm e
d im ; hiç kim seye göz yaşı d ö ktü rm ed im . K im seyi öldürm edim ; öldürm esi için
d e kim sey e em ir verm edim ; h iç bir insana, h iç bir k ö tü lü k yapm adım . Y a sa k­
lanm ış olan h iç bir cinsel ilişkid e b u lunm adım . D oğaya aykırı olan h iç bir se­
fahate ka p ılm a d ım . T a h ıl ölçülerinden ne eksilttim , ne d e a rtırd ım ...» . Ö lü n ü n
büyük ve son yargılam adaki b u itirafın ın esası, insanlara, tan rılara ve bizzat
kendi şahsına karşı hiç b ir k ö tü lü k yapm am ış olduğunu b ild irm ek tir. E ğer söy­
ledikleri doğru çıkarsa, H orus, o n u O z iris’in tah tın a gö tü rü r; o da ken d i im ­
p arato rlu ğ u n d a o n a lâyık olduğu yeri gösterir; aksi halde, ebedî olarak yok ol­
m aya m ah k û m e d e r1.
D eneb ilir ki, Sam î kavim lerin dinlerine az çok farkla girm iş olan b u inanç,
en yetkin ve som ut şeklini H z. M uham m ed’de alm ıştır.
B rahm acılığın cenneti, üst üste konm uş yüksek âlem ta b ak a ların d an iba- .
rettir; en altta süt, tereyağı, b al ve şekerkam ışm ın özsuyu denizleri vard ır. Bu­
nun üstü n d e, göksel çalgıcılar korosu ile rak k aselerden, sarhoş o larak h e r türlü
h azlar tad ılır. Ü çüncü tab ak ad a en saf olan salih ler, kişisel varlık ların ı yitire­
rek, Brahm a ta ra fın d a n y u tu lu rla r, yani m istiklerin inandığı gibi, b ir çeşit Tan-
rı’da fani o lu rlar. M anu k a n u n ların d a yirm i b ir cehennem v ard ır. B unlarda,
türlü suçlu züm relerine göre ayrı ayrı ceza kategorileri vard ır. Ö rneğin, h ırsız ­
lar, k u n d a k ç ıla r zehirlen ir, köpeklerle dom uzlar ve ak b ab alara terk edilir. D a­
ha h afif suç işleyenler, sineklerle k u rtla ra terk edilirler. Y alancıların h e r k o p a­
rışta te k ra r uzayan dilleri sürekli o larak sö k ü lü r. En şiddetli ceza, Brehm enlere
h akaret edenlere v erilir. B unların b aşları sıcak tepsilerle sıkıştırılır. Budacılıkta
cennet, h e r çeşit zevk ve safa yeridir. O ra d a saf ve tem iz sulu havuzlar, b a h ­
çeler ve gölgelikler v a rd ır; su la r ü stü n d e d algalanan lotüsler, günahsızların m a­
kam ıdır. B unlar, d an slar ve k o nserlerle eğlenirler. Birkaç m ilyon yıl gibi kısa
b ir süre devam eden bu eğlencelerden sonra, te k ra r dünyaya gelen b u ru h lar,
b ir m u h acirlik denem esine tu tu lu rla r. En yüksek ve bilge o lan lar, yüce gökyü­
züne yükselir; o rad a duyusal h a z la r yerine zihinsel hazlar başlar; nihayet en
yüce b ir gökyüzü d ah a açılır; o rad a k u tsa lla r, bilinçsiz o larak N irv a n a’nın h u ­
zu ru n a d a la r ve b en lik lerin in o rad ak i uyanışıyla m utlak ve üstü n m utluluğu
tatm ış o lu rlar. Ç in B udacılarına göre ise, cennette b illu r sular, altın k u m ların
ve kıym etli taşların üzerin d en ak ar. G ü n d e ü ç kez çiçek yağm uru yağar ve b ir­
takım güzel sesli ve renkli kutsal k u şlar B u d a’yı ve onun d ininin güzelliğini te­
rennüm ederler; b u seslere, ağaçların m ırıltısı ve rüzg ârların fısıltısı katılır.
Budacılığm cehennem i, on sekiz bölüm e ayrılm ıştır. B unlarda şiddetli soğuk­
la r ve k o rk u n ç sıcaklar h ü k ü m sü rer. B urada, k aynar yağlar, k atran n ehirleri,
alevden k ırb a ç la r, k an n eh irleri, y ıla n la r... vb. v a rd ır. F ak at, k u rb a n la r suna­
rak T a n n ’ya tapm ış olan lar, sürekli d u alarla göklerin y o lla n m isteyenler gü­
n ah lard an tem izlenm iş o lu r ve erdem likleriyle göksel âlem lere yükselerek cennet­
lerde T a n rıla rın T an rısal b ay ra m la n n d a k i sevinçleri tad a rlar. Vfcdas, cennetlik
olm ak için arzu , öfke ve tu tk u n lu k ta n (hırs) uzaklaşm ayı em reder (S hri A uro-
b indo, ‘La B hagovad-G îtâ’, 4. bask ı, 1942; s. 68, 2 27, 350).
M azdeizm ’de ah ret dünyası d ah a az k o rk u n ç tu r. S ırat k ö p rü sü ’n d e n geçer­

(1) Kurt Lange, Des P yram ides. des Sphinx, des P haraons; Paris, 1956,
Almancadan Fransızcaya çeviren: M ichel Tournier.
ken, âlicenap ve güzel b ir m elek, ru h u k arşılay arak elinden tu ta r. D ünyada,
ölen için h a y ır d u a eden ler ne denli çoksa, b u geçiş o denli çab u k ve kolay olur.
Bu inanç, İslâm geleneklerinde de v ard ır. V erilm iş olan k u rb a n ların sayısı, ya­
p ılan iyilikler ve ib ad etlerin nicelik ve n iteliği, b u k ö p rü d en kolayca geçmeye
hizm et edeceği gibi, şehitlerin, loğusalıkta veya çocuklukta ölenlerin sayesinde
de, b u n ların ana ve b ab aları b u k ö p rü y ü kolayca geçerler. V aizlerin savunduk­
ları y ap tırım ların en ö n em lilerinden b iri de, b u S ırat köp rü sü olduğu gibi, b u n ­
d a n k o rk u tu c u b ir dille söz eden h a d isle r de v ard ır. M azdeizm de, yargılayan
T a n rı, ru h u göksel âlem e lâyık görürse, k en d ilerin e yakın m eleklerden b iri, ta­
cını ç ık a ra rak o nu selâm lar ve, "Ö lü m lü lü ğ ü ö lü m sü zlü kle değiştirerek bize ge­
len sen n e m u tlu su n !” der. Bu su retle günahsız ru h , A h u ram azd a’ya, k u tsal öl­
m elere, altın taca ve cennete doğru ilerler ve o ra d a tüm h a z la n ta d ar. G ü n ah lı­
la r ise, k a ra n lık la ra yuv arlan ır; o rad a cin ler ta rafın d an işkence edilir; zehirli
besinler yer; y ılan lar ve ejd e rh a la r ta rafın d an k em irilir (C ehennem bahsine bkz.).
F ak at, ateşle yapılan b ir tem izlik işlem inden sonra, b u n la r d a cennete k a­
vuşurlar. Y u n an lıların Şanzelize ve T a rta r âlem inde de gerçek h ay atın tüm haz
ve elem leri v a rd ır. D ün y ad a ahlâk yasasına aykırı h arek et etm em iş olanlara
hiç ceza verilm ez. H esiode, d ö rd ü n cü çağ k ah ram an ların ı betim lerken, onların
F o rtu n e a d aların d a yılda ü ç kez b al k a d a r tatlı m eyveler toplayarak, kaygısız
ve çalışm adan yaşad ık ların ı an latır. H om eros d a, b ir m ü b arek ler adası hayal
ed er ki, o rad a der, ne kış, n e k a r, ne yağm ur v a rd ır; o rad a, zefirin soluğu, her
tarafa sürekli b ir serin lik verir. P in d a r d a cenneti betim lerken, b u dünyada b u ­
lunm ası dilenen nim etlerin kaynaştığı b ir ışık âlem ini gösterm eye çalışır. E fla­
tu n , cennette salih leri, ebedî b ir sarh o şlu k içinde, çiçeklerle taçlanm ış o ld u k ­
ları halde k u tsa lla r sırasına yerleştirir. V irgile, ‘E n eide’inde, ah reti betim lem ek
için, "D em ir bir sesle y ü z d il y e tişm e z” d er; o n a göre, cennetlikler, saf ve d in ­
lenm iş b ir atm o sfer içinde, bizim k in d en b aşk a b ir güneşin tatlı ışığı altında,
nıesut gölgelerde ve la tif y erlerde gezintiler ve m asum ane silah, av ve araba
yarışı yap arlar, k asid eler o k u r, dans ederler. Bu ozanca betim lem eler, D a n te ’ye
ve Fönelon’a ilham kaynağı o lm u ştu r. Y ah u d iler, M ezam ir’de, b u ra d a k i gibi
yenip içilen ve evlenilen b ir a h re tin -v a rlığ ın a in an ırlar. H z.. İsâ, yeni b ir ah­
retten ve yeni b ir şarap tan b ah sed er am a, yeni b ir evlenm ekten bahsetm ez. O nun
cenneti, içinde şık giyinm iş o lan seçkin in san ların , İb ra h im ’in, p atrik le rin , pey­
gam berlerin arkad aşlığ ın d a şölen sofrasın a o tu rd u k ta n b ir âlem dir. Şeytan ve
diğer asi m eleklerle g ü n ah lıların yanıp k u rtla r ta rafın d an kem irileceği b ir v a­
diden de söz ed er; ve b ir ‘göksel K u d ü s’ ta sa rla n ır ki, b u , değerli taşlard an inşa
edilm iş, hay at suyu ile beslenm iş b ah çeler, incid en k ap ılarla, h e r ay meyve ve­
ren hayat ağacıyla süslü b ir sitedir. C aniler ve im ansızlar da b ir k ü k ü rt ve ateş
havuzuna d ald ırılır. Ö zellikle ortaçağ p ap azları, ozanları, T an n b ilim cile ri, hiç
b ir k u rtu lu ş üm idiyle teselli b u lm an ın olanağı bulunm ayan ebedî b ir azaptan
söz ederler. Sain t A ugustin, erim iş k u rşu n k azan ların a daldırılm ış suçluları an ­
latır. Engizisyon’u n cezaları, cehennem h ayallerine uygundur. Bossuet, sanki
H z. M uham m ed ’den esinlenm iş gibi, m ah k û m ları b etim lerken şö y le -d e r: "D ai­
m a canlı ve daim a can çekişen, azapları için ö lü m süz, ölüm için p e k k u v v etli,
fa k a t buna d a yanm ak için p e k za yıf, ebedî olarak alev yataklarında inleyecek.
ö fk e li ve şifası im kâ n sız acılarla m u sta rip ”. Birçok H ıristiyan yazar ve san at­
çılar, bu k o n u d a hayal güçlerini k u lla n a ra k , b u dünyada olan h e r iyi ve kö­
tüyü aşırı b ir su rette kapsayan b ir ah retten söz etm işlerdir. Jap o n y a'd ak i bazı
ilkeller, iyileri k u tsallaştıran ve pişm an olm ayan k ö tü leri cezalandıran b ir b ü ­
yük T a n rı’ya in an ırlar. O n lara göre, ölüm den sonra iyiler, ‘büyük ru h u n ad ası’
na, yahut ‘T an rı im p a ra to rlu ğ u ’na giderek m u tlu b ir ö m ü r geçireceklerdir. G ü ­
n a h k â rla r ise, ‘fena a d a ’ya, ‘yeryüzü altının nem li âlem i’ne ebedî ateşte yan­
m ak üzere g önderileceklerdir. G üney A frik a ilk ellerinin bazıları, bu âlem de ol­
duğu k a d a r da ah rette cezalan d ıran b ir T a n rı’ya in an ırlar. B unlara göre, ödül
için yirm i yedi cennet ve suçlu ların k ö r o larak g ö nderildikleri ve içinde T an rı
b ulunm ayan on üç cehennem v ard ır. B urada herkese, iyilik ve k ö tü lü k lerin in
derecesine göre ödül ya da cezalar v erilir. X II. yüzyıl m istiklerinden A lberik,
p a z a r günleriyle dinsel b ay ram lard a ve o ru ç g ünlerinde çiftleşen k arı kocaların
cezalandırıldığı b ir cehennem köşesi g ö rdüğünü, b u ra d a k u rşu n la yırtıcı hay­
v an lar ve reçine k ay n atılarak içine b u g ü n ah lıların atıldığını iddia etm işti. Bu
iddia, k u tsal k ita p la rd a ve dinsel v aızlarda daha kork u n çların a rastladığım ız
ceza türlerin e benzem esine k arşın , o n u n b u ve b u n a benzer san rıları, yaşadığı
dönem in ta rik a t erb ab ı ü zerinde fena etk iler yapm ış, onun deliliğine işaret sa­
yılm ıştı. E flatuncu ve k â fir sayılm ış olan O rigenes, cehennem ateşi, «dışsal ol­
m aktan çok içseldir, bedensel olm ak tan çok vicdanı ilgiler» dem ek cesaretini
gösterdiği için lânetlenm işti.
3. A zabın ebedî oluşu inancı da bazı h afifletici nedenlerle gün ah lılar için
T anrısal m erham etin olanaklığı inan cın a b ağ lanm ıştır. M ısır’da O z iris’in oğlu
H orus, İslâm da T a n rı’nm h ab ib i H z. M uham m ed, itiraf dolayısıyla H z. İsa, şe­
faat ettikleri tak d ird e, cezalılar da ebedîlik lerin i y itirirle r1. A hreti yadsıyan
filozof ve ah lâk çılar, ölüm sonrası y ap tırım ların ı reddederler. İb n R üşd, ahret
yaptırım ların a in an d ık ları h ald e, ahlâksız ve in an m ad ık ları halde ahlâklı insan­
larla tanışm ış o lduğunu söyler. S o k rat, A risto, S pinoza ve K a n t... gibiler, ah ­
lâklarını ah ret yaptırım ları d ışın d a b ıra k tıla r; pozitif, layik ve evrensel b ir
ahlâkı sav u n d u lar. Z aten İslâm da d u a, tövbe, zikir, ib ad et, H in t in ançlarında
k u rb an , H ıristiy an in an çların d a itiraf, suçların affın a hizm et ederler. Eski Yu-
n a n ’da iyi T a n rıla rın m isterlerine sü lü k ed en ler (initier) iki cihanda aziz o lu r­
lar, aksi hald e k a ra n lık ta k alırlar. S inoplu D iojen, b u n a isyan eder, «S ülük eden
b ir katil k u rtu la c a k , etm even b ir erd em li azap m ı çekecek? Böyle şey olam az!»
diye h aykırır. H z. îsa , "B abam ın e v in d e b irço k m eskenler vardır” dediği için,
H ıristiy an lar cennet ve cehennem in tü rlü derecelerini sayarlar. M üslüm an cen­
neti de, evvelki b ah islerd e görüldüğü gibi, yedi derecedir ve D ante de cenneti
yedi dereceli saym ıştır. M üslüm anlıkta b ir de Berzah v a rd ır ki, ölüm den sonra
İsrafil suru ö ttürünceye k a d a r ru h la rın bekleyecekleri yerdir. Bu yer, bazı inanç­
lara göre, y ıld ızlar veya neb ü lö zlerd ir. Plotinos, b u u zak ve gerçek v atana k a­
vuşm ak için ' ayaklarım ızın ve arab alarım ızın yetersiz olduğunu, beden gözünü

(1) Hz. îs a der ki: “insanlar önünde bana itirafta bulunacak olanları,
ben de göklerde olan Peder’im in yanında itiraf edeceğim” (Meta, X, 32, 33 ve
Pavlos'un Rom alılara M ektubu, X, 9, 10).
terk edip ru h gözünü açm ak gerektiğini savunm ak suretiyle m istik tarik atlara
ilham verm iştir. K avim lerin töre, âd et, gelenek ve inançları, gerek sosyoloji, ge­
rek etnografya ve din tarih leri b ak ım ın d an incelendiği tak d ird e, verdiğim iz örnek
ve açıklam alara d ah a b irç o k la n n ı eklem ek m ü m k ü n d ü r. F ak at, b ü tü n b u n la r­
d an , m etafizik ve dogm atik duygu ve düşünceleri b ir tarafa b ırak m ak şartıyla,
insanlığın derece, n itelik ve anlam b ak ım ın d an arala rın d a çeşitli fa rk la r olm a­
sına k arşın , âd eta m istik b ir içgüdüye sahip o ld u k ları b elirm ektedir; b u içgüdü,
bireysel o lm ak tan çok, toplum sal b ir değer taşım akta olduğu için, toplum un
bu lu n d u ğ u yerde m istik lik de b u lu n am az, diyebiliriz. Bu m istik in an çlar ve
duygular, bölgesel ilişkilerle b irb irin e etki yapm ış ve özel b ir evrim le en yetkin
d in lerin bile yapısına sokulm u şlard ır. B ir a h re t hayatı inancının nedenlerini de
tüm o larak açıklam ak zo rd u r. G enel o larak b u n u n , dünya hayatını düzenleyen
b irtak ım y ap tırım lar hayalinden ib aret olduğu veya dünya hayatında erdem le
m utluluğu n gerçeklenm e olnaksızlığı, yani dünyada m utlak b ir ad aletin yokluğu
dolayısıyla a ra n a n T an rısal b ir ödün (tazm in) gereksinm esinden doğduğu ileri
sü rü lü r. F ak at b u iddiayı da çü rü ten gözlem ler yok değildir: İlkellerin birço­
ğunda yaptırım düşüncesi yoktur. E skim olar, cennete dünyadaki m esut in san ­
ların gireceğine, cehennem e de dün y ad ak i talih sizlerin atılacağına in an ırlar. Ta-
hitililerde a risto k ra tla r cennetlik, aşağı ta b a k a la r cehennem liktir. S u m atra’da,
zenginler ebedî, erdem liler ve fa k irle r fan id ir. Eski Y u n a n ’da a h ret m utluluğu,
T an rıların b ir lü tfu d u r; kişinin erdem i b u m u tlu luğu kazanm aya yetişm ez. İs­
lâm dinin d e de, T an rı dilediğini cennete, dilediğini de cehennem e gönderebilir.
B ütün öm ü rleri günah işlem ekle geçm iş o lan M üslüm anlar son dem lerinde töv­
be eder ve T a n rı’nın birliğine in an ırlarsa cennete girebilirler! H ıristiyanlıkta,
T an rı saltan atın d a b irin ciler sonuncu, so n u n cu lar birinci o lacak tır; yani T an rı,
dünyada yoksun b ırak tığ ı kişileri a h rette sevindirecek ve bu dünyanın fakirleri,
o d ü nyada zengin o lacak lard ır. Z a te n erdem de m u tlak b ir değere sahip değil­
dir: İlkellerin b ir kısm ında erdem , cesarettir; k o rk a k la r cehennem e, cesurlar
cennete giderler. B arışsever kavim ler, savaşçıların cehennem e gideceğine in a n ır­
lar. V ed a ’la rd a , H om eros dev rin d e ve en eski İb ra n île rd e ah ret yaptırım ları
yoktur. Y unan T a n rıla rın d a , esasen adalet düşüncesi yoktur.
B urada kısaca belirtm eliyiz ki, in san ların dünya hay atın d a düzenli b ir öm ür
geçirebilm eleri için b ire r y ap tırım o larak ileri sürülm üş olan b u tasarım lar ce­
zalandırm ak la bağışlam ayı b irb irin e o denli y ak ın laştırm ıştır ki, k u rtu lu ş için
M üslüm an o lm anın yeterliği k arşısın d a, bireysel iradeleri günah işlem ekten k o ­
rum ak zorlaşır.
B ütün b u açıklam alard an so n ra H z. M uh am m ed’in cennet, cehennem , kıya­
m et ve ah ret in ançları m ukayese edilirse, m istik hayal gücünün tüm insanlıkta
az çok aynı akıldışı (irratio n n el) icatlara an alık ettiği an laşılır kanısındayız.
Bölüm III

İslâm Dininin Dayanaktan

I. V a h iy nedir? I I . K u r ’an I I I . K u r’an v e este­


tik I V . K u r ’an ve İn ciller arasındaki ilişkiler
V . M ucizeler.

VAHİY NEDİR?

“Tanrı, g örülm ez bir sesin, g erçek a k ıl sesinin hava


içinde çınlam asını e m re tti”.
P hilon

H z. M uh am m ed ’in bilgi k a y n a k la rı’ b ah sin d e de açıkladığım ız gibi, insa­


nın e n -d o ğ a l bilgi aracısı, d u y u larıd ır; dış âlem le ilişkiye girişebilm ek, çevre­
nin etkilerin e ve değişik k o şu lların a uyabilm ek için, yalnız insan değil, tüm
canlı y a ra tık la r d u y u lara m u h taçtırlar; fa k a t b u n la rın bilincim ize ilettikleri, bil­
gi öğeleri, eşyanın ve olayların sadece geçici ve bağıntılı sıfa tla n d ır; ren k , ses,
sıcaklık, soğukluk, ta t, ağırlık, s e rtlik ... vb . gibi. O ysaki, eşya ve olayların bir-
biriyle ve insan bilinciyle olan ilişkisinde, oluş ve evrim harek etlerin d e duyu­
ların fa rk edem eyecekleri b azı ö zellikler v a rd ır. B unları, d u y ular değil, zihnin
düşünm e, ilişki k u rm a, sonuç çıkarm a gibi, âd eta organik olm ayan ve sanki or­
g anlarla hiç b ir ilişkisi yokm uş gibi görülen b irta k ım işlem leri kav ram ak ta, b u
işlem ler yetişm ediği tak d ird e d eneyler’e başvurm a zorunda k alın m ak tad ır. Bu
suretle elde ettiğim iz sonuçlar, doğa k a n u n la rı, özellikle ilkeler, özet o larak eşya
ve olaylard ak i m atem atik düzen ve o ra n la rd ır. B ütün bu gayretleri sarf eden­
lerin ak lın a gelen varsayım lar ve k u ram sal d ü şüncelerin dayanağı, yine deney­
ler ve d u y u m lar olduğu halde, insan zihninin bu lm a ve yaratm a gücü, bazen bu
araştırm a tarz ve yöntem lerini aşm ış gibi görünür.. N itekim , bilim sel araştırm a­
lara başv u ran lar, b u k o n u d a şu bilgileri v erirler: G enel o larak tüm bilginlerin,
keşiflerini tam am ıyle akılsal ve belgin olan ve dille ifade edilen akıl yürütm e­
ler aracılığıyla m eydana g etirdikleri zan n ed ilir. O ysaki, tan ık lar, b u n u n asla ve
d aim a böyle olm adığım gösterm ek ted irler. 1945’te A m erika’da Jacque H ad-
m a rd ’in, tanınm ış m atem atik çiler arasın d a, o n ların çalışm a yöntem leri h ak k ın d a
bilgi edinm ek için yapm ış olduğu b ir ankete katılm ış olan lard an ikisinden baş­
kaları, sözcükleri, ceb ir işaretleri şeklinde d üşünm ediklerini bildirm işlerdir. Bun­
ların daha çok bazı b u lan ık ve görüm sel hayallere başv u rd u k ları anlaşılm akta­
dır. Ö rneğ in , E in stein ’m verdiği k arşılık şöyledir: «Benim düşünm e m ekaniz­
m am üzerin d e, k o nuşulm uş ya da yazılm ış d il sözcüklerinin en u fak b ir rolü
o lduğunu sanm ıyorum . Z ira d üşüncelerim , görüm sel tip ten d ir, bazen de kasal
(adalı) ve az çok açık hayallere dayan ırlar. B ana öyle geliyor ki, tüm bilinci­
mizle verdiğim iz şey, dolgun b ir surette erişilem eyen b ir sınırlı h ald ir (cas-li-
m ite). Z ira bilinç, d a r b ir şeydir». A nkete k arşılık verenlerden b ir kısm ı da,
çalışm a yöntem lerinde, sözlü d üşüncenin ve h a tta genel olarak bilinçli d ü şün­
cenin kendisi, yaratıcı edim in kesin evresinde (safha) ancak ikinci b ir rol oyna­
dığını söylerler ve bilinçsizliğin kaynağını k endiliğinden (spontane) sezgiye da­
yam akta birleşirler. F ak at aydınlanm a (tenevvür) çağından beri, bilim sel keşif­
lerde, akılsal ve sözlü süreçlerin (vetire) şiddetle rol oynadığı k ab u l edilm ek­
tedir; ve ak ıld ışın ın (irratio n n el), b ü tü n yaratıcı süreçlerde, yalnız sanatta de­
ğil, h a tta b ü tü n sağın b ilim lerde (exacte) bile b ir tam am layıcı kısm ı teşkil et­
m ektedir. Y ani, yaratıcı ve bilim sel b u lu şlard a, sözlü ve bilinçli olduğu k ad a r
d a akılsal düşüncelerin rolü k ab u l edilm ektedir. B undan, hiç b ir sanatçı veya
bilginin b aşın d a b ir S okrat cininin b ulunm adığı sonucu çıkar. B urada bilinçsiz
zihin faaliyetini, F re u d ’ün « m an tık tan arınm ış h az ilkeleriyle yönetilen şiddetli
b ir duygusal boşalm aya eşlik eden ve algıyla sanrıyı k arıştırm a eğilim ine sahip
olan» diye tanım ladığı ilk süreçle (processus prim aire) k arıştırm am alıdır. Z ira,
bu pek ilkel süreçlerle ikincil (tali) denilen Süreçler arasında birçok zihinsel
faalivet seviyeleri v ard ır. B unlar, birin cilerle İkincilerin yalınç b ir karışım ı de­
ğildirler. B unların h e r b iri, b irtak ım özel k u ra lla ra itaa t ederler. Ç ağrışım larla,
b u lan ık o ld u k ları için bilinçdışıym ış gibi görünen ya da bövle sanılan b irtakım
isteklerin, hayallerin tü rlü tarzlard a faaliyete geçişi, içe doğm a denilen olayda
önem li b ir rol oynar. Y ani, yaratıcı edim (acte), T an rı gibi yoktan h arek et et­
mez (A rth u r K oestler, s. 170-174).
H en ri Poincarö de, k eşifleri, d üşüncenin çengelli atom larının bilinçaltm -
dak i m utlu rastlam alarıyla açıklar. Bu olayı, M c K elle, algıların b ir kaynaşm ası
(fusion) sayar. K ubie ise, «eşya arasın d ak i b eklenm edik b ağ lantının (connexion)
keşfiyle» açık lar (A rth u r K oestler, s. 174-175). Aynı konu üzerinde, aynı aracı
ve yöntem lerle çalışan iki bilginden b irin in ak lın a öyle b ir düşünce veya işlem
doğabilir ki, k e şif ya da icat b u b a h tiy a r ad am a nasip olur. Bu araştırm alar
esnasında akla geliveren ve gerçeği yakalayan düşünceyi, m istikler, T anrısal b ir
inayetin eseri sayar ve b u n u n ad ın a, keşif ya da k eram et derler. Çağım ız filo­
zoflarının sezgi dedikleri b u doğaüstüym üş gibi görünen kavrayışa, sanatçılar
ilham , din adam ları vahiy ad ın ı verirler. İlh am , b ir güzelliğin veya bilinm ediğin
dolaysız algısıdır. Bu, san atçın ın yetenek, k ü ltü r ve içinde yaşam akta olduğu
hayat ve toplum koşullarına göre, kendi bilin cin in veya b ilin çaltın ın görüş ve
buluş gücünden (k udret) başk a b ir şey değildir. İlh am , yalnız sanat ad am ları­
nın değil, aynı zam anda erm işlerin, evliyaların keşif ve keram etlerinin de ara­
cısı sayılır. Y ani, o n ların kehanet diyebileceğim iz bazı isabetli b uluşları, b ir
tesadüf eseri sayılm azsa, kendi içlerinde doğuveren dolaysız b ir bilginin ü rü n ü ­
d ü r. Bu olay, bug ü n telepati gibi terim lerle ad lan d ırılan ü stü n ru h halleri çer­
çevesinde İncelenm ektedir. İlh am kişiseldir ve sanki bilinçsiz b ir akıl yürütm e­
nin tü rlü d erecelerinden hızla geçerek m eydana gelir ve m eyvesini verir. S anat­
çıların ilh am ların d a eskiden kazanılm ış hazırlayıcı bilgilerin veya soydan gelen
yeteneklerin v a r olm adığını k ab u l etm ek güç olm akla birlik te, m istik ru h la r, bu­
nu d a tinsel b ir yetkinliğin ü rü n ü sayarlar. İlh am perisi deyim inde, b u zannın
serpintileri v ard ır.
V ahiy ise, kutsal k ita p la rla T an rıb ilim cilerin an lattık ların a göre, yalnız pey­
gam berlerin , ya dolaysız o larak T a n rı’n m kendisin d en, ya da T a n rı’nın görev­
lendirm iş olduğu b ir m elek aracılığıyla bazı gerçekleri öğrenm iş olm alarıdır.
N itekim , peygam berlerin kendileri de, b ild ird ik leri gerçekleri hep böyle b ir
m elek veya T a n rı’d an alm ak ta o ld u k larım te k ra rla rlar. S aint P aul, peygam ber
olm adığı h ald e vahye nail o ld u ğ u n d an söz eder. O , H z. İsa ’yı görm ediği gibi,
bu peygam berle yaşam ış olan h av arilerd en de fay dalapm am ıştır. Z ira bu hava­
riler, yalnız Y ah u d iler arasın d a faaliyette b u lu n m u şlard ı. S aint P aul, b ir gün,
Şam yolunda H ıristiy an lara işkence yapıldığım görm üş ve bird en b ire hidayete
kavuşm uş ve H z. İs a ’nın hayalini görm üş; G a la tla r’a yazdığı m ek tu p ta (I, 11-
12) aldığı vahyi şöyle an latm ıştır: «K ardeşlerim , tarafım d an size bildirilm iş
o lan İncil, in san d an gelm em iştir. Z ira ben , o nu b ir insandan alm ış ve o n unla
yaşam ış değilim ; fak at İs e ’l-M esih’in b ir vahyiyle aldım ».
M orm onluğun k u ru cu su olu p , h alk ın linç etm ek suretiyle öldürm üş olduğu
Joseph Sm ith (1804-1844), ‘M o rm o n ’un K ita b ı’ adı verilen ve T e v ra t’la İncille­
rin devam ı gibi telakki o lu n an k u tsal k itab ı, altın y ap rak lar şeklinde ve esrarlı
b ir surette T a n rı’nm ken d isin d en aldığım id d ia etm iş ve bugün iki m ilyon in­
sanı b u n a in an d ırm ıştır. Bazı Y ahudi peygam berlerinin, «Benim ağzım dan ko­
n u şan , ben değilim , T a n rı’dır» dediğini de T e v ra t’ta görm ekteyiz. M istiklerin de
bu çeşit id d iaları v a rd ır. G enel o larak İslâm m istiklerindeki, ‘v a rid a t’ adı ve­
rilen keşif ve keram etleri bile, b ir çeşit vahyin ü rü n ü sayılm ıştır. Bu inançla
evliyalığı peygam berlikten ü stü n b u la ra k , velileri nübüvvet-i tarifiye terim iyle
nitelerler. N itekim , M evlevîler k a d a r d a H z. M evlâna, ‘M esnevî’yi b ir vahiy
eseri saym ışlardır. Evliya m enkıb elerin d e (E flâ k î’nin) bu konuya d a ir tü rlü ör­
nekler ve m isaller v a rd ır. V ahiyden gelen bilgiler, kişisel değildir; b u n la r, tüm
insanlığa veya b ir kavm e öğretilm esi gereken kutsal em irlerdir; b u nedenden
de savunulan d in in ilke, k u ra l ve ahkâm ıyla ilgilidir. Bir T anrıbilim ci veya b ir
d inli, T a n rı’n ın in san lar arasın d an b irin i seçerek, kendi' k u tlu em irlerini, o se­
çilm iş kim seye bildird iğ in e de in an m ak z o ru n d ad ır; yani b u inanış, im anın ko-
şu lla rın d a n d ır. Bu itib arla H z. M uh am m ed ’in T a n rı elçisi olduğuna im an et­
m eyenlerin M üslüm an sayılm aları şer’an caiz değildir. Bilinçli ve yöntem li akıl
yürütm enin kazandırm ış o lduğu gerçek, k en d isin i hazırlam ış olan geçmiş b ir
k ü ltü rü n nicelik ve niteliğiyle, b u k ü ltü re sahip olanın organik yaradılışındaki
seçkinlik ve ü stü n lü k o ran ın d a b ir değer k azan ır. Yarii, bilen adam ın beyin
m im arisi, beyninin fiziksel ve kim yasal özelliği ve ona etki yapan salgı bez­
lerinin enerjisi, soyaçekim ve içind e-y aşad ığ ı çağ ve sosyal çevre, gerçeğin b u ­
lunm a işinde b ü yük y ard ım lar yaptığı gibi, b u lu n an gerçek çeşidi üzerinde de
büyük rol oynar. Bu k o şu llard an peygam berleri affetm ek de olanaksızdır. Bi­
limsel gerçekler, zihnin ve bilim in yüzyıllar boyunca geçirdiği evrim vc gelişm e
ile paralel o larak derin leşir, tüm elleşir. B unlard an , ad ın a doğa kan u n ları deni­
len ve insanoğlunun tü rlü çab alarla elde etm iş olduğu gerçekler, ebedî b ir de­
ğer k azan ırlar; ve b u n la ra d ay an arak aynı değerde birtak ım tek n ik aracı ve
gerçekler de elde edilir. M istikler, bazen, bu k a n u n ların da bağıntılı oluşları
hak k ın d a, bilgin ve filozofların ileri sürm üş o ld u k ları ku ram lara d ay anarak, k u t­
sal o to riten in h e r şeyi kaplayan iradesine yeni b ir k an ıt b u ld u k ların ı zan neder­
lerse de, pozitif zekâ, b u zan ları boş b ir gayret sayar ve âlem le ne kutsallığı,
ne de m istikliği beslem eye elverişli b ir gizin (sır) b ulunm adığını, ancak h er
çağda bilgim iz o ran ın d a da yeni yeni bilm ediklerim izin fark ın d a oluşum uz, in­
sanı bu çeşit m arazî d ü şüncelere sürüklediğini id d ia eder. G eçm iş çağlarda, ne­
denleri ve ne o ld u k ları bilinm ediği için, k u tsal varlığın b ir gizi sayılm ış olan
öyle k o n u la r v a rd ır ki, o n lar, bug ü n genel bilgiler arasına girerek, dinlerin da­
yandıkları belgeler olm ak tan çıkm ışlard ır. B ugünün bilinem ez sanılan konula­
rı d a, yarının p ek yalınç gerçekleri arasın a girecek, h atta geçmiş k u şakların
b u n ları T an rısal b ir giz saym ış o lm aların d ak i zavallılığa şaşılacaktır.
V ahye d a ir o lan id d ia la r üzerinde tartışm a, din b ak ım ından tehlikelidir.
Z ira, vahyin k o n u ları, in an d ırılm ak istenen din in m iste rle rn d e n sayılm akta­
dır. B unlar, yani b u m isterler ve em irler, h er dinde aynı olm adığına göre, Tan-
rı’nın h e r peygam bere aynı em irleri verm em iş olduğu akla gelebileceği gibi,
T a n rı’n ın zam an ve to plu m ların ihtiyaçların a göre em irlerini değiştirm iş oldu­
ğu da d ü şü n ü leb ilir. B unun için d ir ki, konuyu m istik açıdan değil, p o zitif bilgi
ve zekâ acısından inceleyenler, ister istem ez, vahyin ü rü n ü o larak sunulm uş
olan em irleri, T a n rı’nın değil, h er b iri avrı b ir devrim ci olan büyük adam ların
kendi bulu ş ve düşü n ü şleri o ld u ğ u n u k ab u l eder ve b u n lari, sosyal ve tarihsel
b ir esasa b ağ larlar. Bu itib a rla , d em o k ratik to p lu m larda nasıl ki devlet ve h ü ­
küm et başk an larıy la, genel o larak lid erler, k en d i ad ların a değil, ulusları veya
m ensup old u k ları p a rtile r adına k o n u şu r, «bu n u istiy o ru m '» dem ez de, ulusu
ya da p artisi ad ın a, b u ya da şu düşünceyi sav u n arak kendi kişiliklerini siler ve
sak larlarsa, peygam berler de yetiştikleri çağlard a, yapm ak istedikleri sosyal ıs­
lah atı. ken d ileri değil. « T an rı istiyor!» diyerek kavim leri k arsısında hem k e n ­
dilerini, hem de ü lk ü lerin i kutsallaştırm ış o lu rlar. T a rih , ken d ilerin i T an rı say­
d ıran h ü k ü m d a rla r gördüğü gibi, b u n a inanm ış olan kavim leri de görm üştür;
ulusların h ay atın d a T a n rıla rın ak rab ası o lan lar, T a n rı’nın evlâdı sayılanlar, T a n ­
rı o ld u k ların a in an ılan k a h ram an lar. T a n rı’nın vekili, sevgilisi, elçisi ve gölgesi
olan kişilik ler seyrek değildir. P o zitif zek ân ın , peygam berleri ve vahiyleri böyle
telakki etm esinin ikinci b ir nedeni de, vahyedilm iş em irlerin daim a m u tlak ve
ebedî b ir gerçeği ifade edem em eleri, b u em irlerden pek çoğunun, belki de b ir
dönem deki sosyal ve tarih sel k o şu lların doğurd u ğ u ilke ve ü lk ü le r olu şu d u r.
H atta b u n la rd a n önem li b ir k ısm ının, yeni d in in z u h u ru n d a n önceki din ve
âd etlerin geleneğinden tam am ıyle k u rtu lam am ış olm ası ve zam anla kendi ya­
pısı içinde b irçok ah k âm ın ın uygulanam az b ir hale gelm esidir; yani, bu h ü k ü m ­
ler, zam anla değişm ekte ve çeşitli to p lu m lard a beliren yeni ihtiyaçları hem
içine alm am akta, hem de b u ihtiyaçlara, b ü tü n b ir geleceğin anlayış ve seviye­
sine uygun b ir k an d ırm a çaresi b u lam am ak tad ır. B unun içindir ki, tö reler ve
âd etler, uygarlıkla b irlik te ilerleyip geliştikçe, dinsel em irlerden birçoğu, ya pek
saf dil b ir züm renin k örü k ö rü n e bağlandığı in an çlar gibi kalm akta veya uygu­
lan am adık ları için önem lerini ve k u tsallık ların ı yitirm ektedirler. B unların k u t­
sallığına inanm ış o lan ların çoğu da in an d ık ları dogm alardan, to plum un baskısı
altın d a h arek et etm e zo ru n d a k alm ak tad ırlar. Ö rneğin, küçük şehir ve kasaba­
larda oruç tutm uş görünen lerin çoğu, ya b ir aile geleneğine u y an lard ır ya da
herkesin o ru ç tu ttu ğ u n u zann ed erek hem o n lara saygıdan, hem de o n ların tep­
kisinden k aygılanarak, h erk esin göreceği yerde b ir şey yem em eye d ik k at eder.
G erçekten oruç tu ta n la rın b ir kısm ı da, öteki dinsel görevleri tam o larak yerine
getirem ezler, üstelik de b u ödevlerin en hoş görm ez sav u n u cularından olurlar.
Böyle d a r çevrelerde gün d ü z lo k an talar k a p a n ır, bayram ve cum a nam azlarına
gitm em iş veya gidem em iş o lan lar h a k k ın d a tü rlü ded ik o d u lar yapılır, h a tta bu
hoş görm ezlerin de k en d i irad e ve v icd an ların a baskı yapm ış olurlar. O nların
bu d av ran ışların ı h azırlam ak ta, T a n rı’yı b ir öcü ve ölüm ü b ir cezaym ış gibi
telkin eden bilgisiz ve çıkarcı din ad am ların ın rolü b ü y ü k tü r. B unu çoktan fark
etm iş olan V oltaire, b ir rah ib e, filozofu söyle tanım lam aya m ecbur olm uştu:
«Sizin ke n d in ize b en zeterek ahm a kla ştırm a k istediğiniz insanları, tatlı tatlı ay­
dınlatan insan!».
V ahyedilm iş olan ayetlerin b ir kısm ı da, hem en h e r dinde pek değersiz
konuları içine alır; içlerinde çocukça o lan ları ve hiç b ir bilgeliği kapsam ayan­
ları da v a rd ır. H em en b u n la rın çoğu, insan ların k endi akıllarıyla elde edebile­
cekleri düşünce ve o laylardan ib arettir. K aynağını Y üce T an rı teşkil eden b ir
düşüncenin , h erhangi b ir dönem de insanlığın asla keşfedip bulam ayacağı ger­
çekler olm ası gerekir. G ayb âlem ine d a ir olan vahiyler ise, hiç b ir d inin m ut­
lak surette kendi eseri değildir. Peygam berli veya peygam bersiz dinler, b irb i­
rine bu tü rd en öğeler v erm iştir ve o n ların çoğu, m istik hayal gücünün eserleri
gibi g ö rü n ü r ve an cak eleştirim zekâsından yoksun o lan ların gerçek san dıkları
ilkel ve çocukça tasarım lard ır.
V ahiylerin âlem-i gayb denilen b ir gizli bölgeden verildiği de iddia edilir.
Bu bölge nasıl b ir âlem d ir? D ah a çok ta rik a t edebiyat ve telk in lerin d e sözü
edilen b u âlem e, ancak peygam berlerle keşif ve k eram et sahibi sayılan erm iş­
ler, veliler ve k u tu p la rın n ü fu z edebilecekleri k ab u l edilir. O ysaki, âlem-i gayb,
keşfedilm em iş doğa k an u n larıy la eşya ve olayların m atem atik, fiziksel ve kim ­
yasal ilişkilerindeki o ran la etk en lerin saklı olduğu sonsuz evrendir. B ilginlerin,
insan sağlık ve m u tlu lu ğ u n u h e r gün b iraz d ah a geliştiren uygarlığa su n d ukları
bilim , tek n ik ve sanat gerçekleri, b u evrenin m istik yollardan değil, p o zitif yol­
la rla 'e ld e edilebilen gizleridir. Evliya m enkıbelerinde anlatılan ve erm işlik alâ­
m eti sayılan keram etler, b ir önsezinin, b elk i de b ir rastlan tın ın isabetli ger­
çeklerinden olsa bile, b u n ların çoğu da m ü ritlerin u y d urm aları ve kâh in lik tü­
ründen olay lard ır. B ilginler, yalnız gayb âlem inin değil, m ahfuz lev h a’n ın da
gizlerini keşfetm ek ve insanın m utluluğu için, b u n ları en açık nedenleriyle, so­
nuçlarıyla açıklam ak suretiyle T an rısal gücün kozm ik m antığını kavram aya ça­
lışm ışlardır. E instein, b u anlam d a olm ak üzere, « T anrı’nın bu âlem de zarlarla
oynadığına inanm ayı reddederim » dem işti; b u , hem tesadüfü reddetm ek, hem
de evrenin b ir T a n rı oyunu ve oyuncağı, yani T an rısal k ap risin b ir eseri olm a­
dığını kab u l etm ek dem ektir. A nlaşılıyor k i, âlem de gizli ya da açık nedenlerle
koşulların ü rü n ü olm ayan h iç b ir olay y o k tu r; ve insanlar, gerçekten ne o ld u ­
ğ unu keşfedem edikleri b ir konuyu, m istik hayal güçlerinin yarattığı b ir gizli
âlem in gizleri saym ışlar ve b u n lan 'n an cak , vahiyler, m ucizeler ve keram etlerle
elde edilebileceğini ü m it etm işlerd ir. Bu tü rlü in an çların tinsel b ir zevki ol­
sa bile, in san ın b u âlem deki ihtiyaç ve ıstırap ların ı giderm eye asla hizm et ede­
m ez, kısır ve d a r zekâlı in san ları b ü sb ü tü n a h m ak laştırarak şaşkına çevirm ek­
ten başka b ir işe y aram azlar.
V ahiylerin k u tsallığını, tüm ellik ve değişm ezliğini koru m ak için tefsirci-
lerle T an rıb ilim ciler, dinsel em irleri sürekli o larak , içinde yaşadıkları dönem
ve toplum ların yeni ihtiyaçlarına göre yorum lam ak için tü rlü çevirtilere (tevil),
bazen de gülünç zorlam alara m ecb u r o lm ak tad ırlar. Bu gayret, çoğu zam an,
vahyedilm iş olan düşünce ve em rin ereğine (gaye) uym adığı gibi, b u n ların b il­
dirildiği zam andaki olay ve k o şu lların g erektirdiği zoru n lu lu k lara da uym am ak­
ta d ır. T an rısal b ir k ay n ak tan gelm iş o lan em ir ve bildirilerinse, insel ihtiyaç
ve iradeyle değişecek k a d a r esnek, çok anlam lı ve h a tta k u su rlu olm am aları
gerektir.
Pozitif zekâ, m istik zekânın az çok hasm ı olduğu için, h e r şeyden önce
T a n rı’nın in san ları, tu tk u la rın d a n k u rta ra ra k yola getirm ek, ahlâksal b ir düzen
ve ahenk içinde m u tlu olm alarını sağlam ak gibi yüce b ir ülküyü, yine in san lar
içinden ve hele yalnız Sam i k av im lerd en seçip b u ülküyü, ona dolaylı ya da
dolaysız o larak vahyetm esini k ab u l etm ek istem ez. T a n rı’nın gücü h er şeye yet­
tiği için, b u d o lam baçlı yoldan insanları ve peygam berleri sonsuz savaşlara sü-
rüklem ektense, b ü tü n y a ra tık la rın ın ru h u n a h ay ır ve hidayeti bağışlam ış ol­
saydı dah a âlicenap ve m u tlu b ir iş yapm ış olm az m ıydı? N itekim , H z. M u­
h a m m ed ’e b u çeşit itirazlar yapılm ış ve K u r’an , b u n lara gereken karşılık ları
verm işse de, b u n la r dogm atik olm ak tan ileri giderek k an d ırıcı olm am ıştır. D in­
lerin doğup yayılm asının ve kökleşm esinin ta rih i, tam am ıyle insel yöntem ve
girişim lerinin m antıksal seyrine uygun o larak v ü cuda gelm iştir. B asan göste­
rem eyen peygam berler, sadece öğüt ve vaiz verm ekle yetinm iş .o la n la rd ır. Bu
itibarla din lerin yerleşebilm esinde doğaüstü b ir m üdahale yok gibidir. Pozitif
anlayışa göre, esasen b ir dü şü n cen in , b ir em ir ya da k u ralın değeri, o n u n b ir
vahiy eseri olm asında değil, h alde ve gelecekteki ihtiyaç ve gerçekliklere uyup
uym am asında gizlidir. Bu düşünceyi, peygam berlerin kendi zekâ ve deh aları­
nın ü rü n ü saym akla o düşünce değerinden b ir şey yitirm ez. Bir vahyin ü rü n ü
olan herh an g i b ir düşünce, em ir ve k u ra l d a, fonksiyonunu yitirm işse, artık
onun b u e ü n için hiç b ir değeri, kalm am ış dem ektir. Şu halde peygam berlerin
büyüklüğü, yalnız ald ık ları vahiyler sayesinde değil, telkin ettik leri ülk ü lerin
gerçeklenm e, yayılm a ve insel ihtiyaçları k an d ırm a b ak ım ından sahip o ldukları
kuvvet ve başarı sayesindedir. Bu pragm acı d ü şüncelerde, T an rıb ilim bak ım ın ­
dan b ir çeşit k ü fü rd ü r, yani yine ay k ırıd ır; fa k a t gerçek de bu d u r.
V ahiyden gelen bilgiler, vahyin v u k u a geldiği zam anın belli b ir olayını
ilgilerler. B unlardan geleceği k ap say an lar da v ard ır; h a tta h e r zam an doğrulu­
ğu onaylanabilecek olan ları da v a rd ır. F ak at b u , o n ların m utlaka T anrısal b ir
kaynaktan b ild irildiğine d elâlet etm ez. K itaplı dinlerin bulunm adığı çağla­
rın filozof ve bilgin o larak tanınm ış, eser ve h a tıra bırakm ış öyle büyük adam ­
ları v ard ır ki, b u n la r çağdaş zek ân ın h âlâ ü zerin d e ta k d ir ve hay ran lık la dü­
şü n d ükleri tü rlü k o n u la r h a k k ın d a isabetli sonuçlara ulaşm ış, bugüne dek de
değişm eyen bazı gerçekleri bulm u ş, bazı düşünce ve bilgileri telkin etm işlerdir.
O n lar da, insan gidişinin iyi ve k ö tü ta ra fla rın ı görm üş ve o n ların yönünü de­
ğiştirm e ihtiyacını d u y arak tü rlü yüce ve soylu tekliflerde bulu n m u şlard ır. Bun­
ların kitap lı dinlere k a d a r etki yap an dogm aları da vard ır. Bu çeşit insanlar,
her dönem de gelm iş, insan h ay atın ı olduğu k a d a r d a düşünce ve k u ram larım
değiştirm eye m u v affak o lm u şlard ır, m uv affak o lam ayanlar d a, din veya po­
litika adın a şehit ed ilm işlerdir. Ö rneğin, böyle b ir akıbete uğram ayan büyük
adam lard an B uda, peygam berlik id d iasın d a b ulunm am ış olan b ir peygam ber­
dir; K onfüçyus, m istik k o n u lard an tiksin en b ir filozof ve devlet adam ı olduğu
halde, adına ta p ın a k la r yapılarak T an rılaştırılm ış olan ebedîlerden birid ir. Tao-
culuğun k u ru cu su olan L ao ’tse de b u tü rd en d ir.
N ihayet vahiy, b ir im an k o n u su olduğu için, b u n a k ö rü kö rü n e inanm ak
lâzım dır; böyle b ir inanış ise, d ü şü n en b ir akıl için oldukça güçtür. V ahyin
gerçekliğinin tek tanığı, vahye nail^ o ld uğunu id d ia ve itira f eden kim senin
kendisidir. E ğer b ir vahiy v u k u a geldiği zam an, insel b ir zorluğu veya p ro b ­
lem i çözebilm iş ve b eklenen b ir gerçeği ifade edebilm işse, bunu görm üş olan
ve zekânın b u çeşit b u lu şların d ak i gizi aklıyla çözem eyen kim seler, onda do­
ğaüstü, doğadışı b ir h a rik a n ın gizli o lduğuna in an ırlar. Eğer b u n u n la, hiç b ir
başarı sağlanam azsa, ya vahyi getiren peygam ber, k u tsal k itap ların a n la ttık ta n
gibi haksız yere ö ld ü rü lü r ya da b u n la r, yeni ve başk a vahiylerle ereği sağla­
maya çalışırlar. B irer tarihsel gerçek otan b u gözlem ler, şüphesiz ki, yine Tan-
rıbilim b a c ım ın d a n d ine aykırı dü şü n celerd ir. B ütün b u n la r, insan ru h u n u n
doğal b ir ihtiyacı o tan din duygusunun gücünü asta sarsam az. K itaplı ve ki­
tapsız dinlerin h âlâ 'devam etm eleri, b ü y ü k b ir insan kitlesinin tinsel ihtiyaçla­
rını kandırm ay a m uvaffak olm aları, b u n u n açık b ir k an ıtıd ır.
M üslüm anlık, b ü tü n diğer d in lerd en d ah a açık ve kesin o larak b ir vahye
dayanır. K u r’anda vahiy sözcüğü 69 ayette te k ra r edilm iştir. H z. M uham m ed’in
hayatı en u fak ay rın tıların a d ek incelenm iş ve vahiyler, tü rlü güvenilir tan ık ­
ların yam başm da da v uk u a gelm iş b u lu n d u ğ u n d an , bu dine bağlı o lan lar, onun
gerçekliğinden asta şüphe edem ezler. Z ira , üm m î olduğu kab u l edilen b ir kişi­
likten o tü rlü bilgi ve em irler zu h u r etm iştir ki, b u n ların m u tlak su rette bilgisiz
otan b ir insanın kendi düşünce ve bilgisi olabileceğine asta akıl erm ez. N ite­
kim , Peygam berin kendisi de, b ild ird ik lerin i k en d in e m al etm em iş, Y üce T a n rı’
nın bild ird ik lerin d en b aşka b ir şey yapm adığını tü rlü vesilelerle ilân etm iştir.
Hz. M uham m ed’e vahyin ne suretle geldiği de b ilin m ektedir: Bu olay esnasında
on u n , birtak ım epilep tik , daha doğrusu esrim sel (vecdî) h areketlerle k en dinden
geçtiği, m istik b ir d alınç içinde te rle r d ö ktüğü, b ir sıtm a nöbetinde olduğu gibi
üşüdüğü, üzerini ö rttü rd ü ğ ü ve bazı iniltilerle sarsıldığı görülm üştür. Bu h aller,
eski kâh in lerd e de beliren b irta k ım m arazî ve tam am ıyle organik değişikliklere
benzediği için, kendisine m u h alif o lan lar on a, k âh in , ozan ve deli gibi sıfatlar
vererek hü cu m etm işler ve faaliyetlerine engel olm aya çalışm ışlardır. Bu sıfat­
lardan hiç b irin e sahip olm adığının en b ü yük k an ıtı, ku rm u ş olduğu dinin
yücelik ve büyük lü ğ ü d ü r. H z. M uham m ed’in kendisi de yıllarca onların bu ifti­
ralarım redd etm iştir. Y üksek ru h sal olaylar kategorisinden olan bu tecellileri,
henüz pozitif b ilim ler kesin o larak açıklayam adıkları için, b u nları kö rü körüne
in k â r etm eye im kân yoktur. H em en tüm m istiklerde tü rlü şekil ve şiddette be­
liren bu hallerin org an ik b ir özellikten m eydana geldiğini kab u l etm ek im ana
aykırıysa da, b ir gün psikoloji ve biyolojinin çeşitli kollarıyla u ğ raşanların, h a­
rik a zannedilen bu çeşit olayları açıklayacağına em in olm ak zorundayız.
V ahiy için bazı dereceler kabul edilm ektedir. Bu, ya gerçek b ir düş için­
de v u k u a gelm ektedir ya da İslâm filozoflarının ‘faal a k ıl’ dedikleri C ibril, ken­
dini gösterm eden ya da göstererek Peygam berin kalbine T anrısal em ri yerleş­
tirm ektedir. N itekim , b ir ayette K u r’anı, “Cibril, T a n rı’m n izn iyle senin kal­
bin üzerine in d irm iştir” (B akara, 97) denilm ektedir. Bazen C ibril, Peygam bere
güzel b ir insan veya b ir bedevi A rap şeklinde görünm ektedir. H z. M uham m ed,
bazen vahyin sesini de işitir. Bu, d ah a çok çan sesine benzerm iş; kendisini kor­
k u tu r, ü rk ü tü rm ü ş. D in ad am ların ın söylentilerine göre, bu ses, ya C ib ril’in
kendi sesi, ya da sayısı altı yüz olduğu id d ia edilen k an atların ın sesiymiş. Hz.
M uham m ed’e H ira dağında ve M iraç’tayken S idret-ül-M ünteha’da C ib ril’in bu
heybet ve b ü yük yapısıyla vahiyler getirm iş olduğu da k ab u l ve iddia edilir.
(T ekvin, 19) ve (N ecm , 10) su relerin d e işaret edilen ayetlerden itibaren Pey­
gam bere vahiy geldiği v ak it, nasıl ve kim den gelm iş olduğu açıklanır. V ahiyler,
daim a C ibril aracılığıyla verilm em ektedir; bazen T a n rı’nın kendisi de, dolaysız
olarak vahyeder. H z. M uham m ed, O ’n u n kendisini görm eden h itap ların ı ve se­
sini işitir. Bazı din bilginlerinin itirazların a k arşın , Peygam ber b ir kez M iraç’ta
T a n rı’nm kendisini görm üş ve em irlerini dolaysız o larak O ’ndan alm ıştır; b ir
kez de, kıyam ette b u m utluluğa nail olacakm ış!.. O ysa, Saint-Paulos’un da de­
diği gibi, «Bir m e le k bile g ö rü n eb ilm ek için ö zd eksel (m addî) bir biçim e gir­
m e k zorundadır.» (T an rı bölüm üne b ak ın ız). H z. M uham m ed’in T a n rı’yı d ü ­
şünde görerek O ’n d an bazı em irler aldığı da iddia edilir. V ahiylerin, m istik
hayal gücünün icat edebildiği tü rlü h al, tarz ve şekillerde m eydana geldiğini
b ild iren tü rlü efsaneler de v ard ır. Ö teden b eri in sanların, b irtakım m itolojik
im geler y a ra ta rak zihinlerini b u n la rla p erişan e ttik leri, b u n lard an yalnız m istik
değil, âdeta bediî b ir zevk ald ık ları bilinen g erçeklerdendir. Bu sağduyuya ol­
duğu k a d a r da akla aykırı o lan icatlar, din gayreti ad ına iyi b ir niyetle ileri
sürülm üşlerse de, b u n la r hem dinsel in an çların , hem de H z. M uham m ed’in ger­
çek ve büy ü k olan değerini k ü ç ü ltü rle r, h a tta din aleyhine tü rlü düşüncelerin
doğm asına da neden olu rlar.
K u r’an, T an rı ile konuşm a sıfatını yalnız H z. M usa’ya verm iştir: “M u sa ’
ya, tayin etm iş o ld u ğ u m u z va kit gelince, R a b b i onunla k o n u ştu ” (A raf, 154);
“Tanrı, M usa ile gerçekten k o n u ş tu ” (N isa, 162). F akat, H z. M uham m ed’e
açıkça böyle b ir sıfat verilm iş değildir. G erek K u r’an, gerek diğer kutsal ki­
tap lar, H z. M usa’n ın T an rı ile âdeta Y ahudice k o nuştuğunu, b ü tü n diğer Y a­
h u d i peygam berlerinin de dolaysız o larak T a n rı’dan em irler aldıklarını nakle­
derler. H z. M usa, T e v ra t’ta açıklanan em irleri Sina dağındaki çalılıklarda ken­
disine b ir alev gibi, b ir ışık gibi görünen Y ah o v a’nın k arşısında, koyunlarını
gütm ekte kullandığı sopasıyla çıkm ış ve ‘kutsal to p ra k ’ta pab u çların ı çıkarm ış,
"B ana k en d in i göster" diye yalvarm ış. "B en i görem ezsin” hitabıyla karşılaşm ış,
fakat daim a O ’n u n la konuşm uş ve d a rd a k ald ık ça, O ’n u n sesini ilk kez işitm iş
olduğu tepeye giderek kendisiyle konuşm uş ve O ’n d an dolaysızca aldığı em ir­
leri kavm ine b ild irm iştir. Y ah o v a’n ın verm iş olduğu em irler, tüm insan lara de­
ğil, kendi seçkin kavm i o lan Beni İsra il’edir. Y ah u d iler o zam andan beri, T an rı
em irlerini H z. M uh am m ed ’e g etirerek k en d i d in lerinin sarsılm asına yardım et­
tiği için ve d ah a diğer b irta k ım sosyal neden lerle H z. İsa ’ya olduğu gibi C ib­
r il’e de düşm an o lm u şlard ır. H z. M u sa’n ın T a n rı’yla olan ilişkisi, b ir kralla
b aşbakanın ın ya - da kölesinin ilişkisine benzer. T an rısal em irleri bildirm ekle
görevli olan H z. M usa, kavm ine b u n la rı k a b u l ettirem ediği zam anlarda, T an rı
kızar, teh d itler sav u ru r. Ö rneğin, b u peygam ber, k avm ini k u tsal toprağa götür­
me em rini alıp b u em ri bild ird iğ i zam an, Y ah u d iler, " Y a M usa, orada o sert ve
zorlu k a vim o tu rd u kça b iz oraya g itm eyiz; istersen sen R a b b in le beraber git,
onlarla savaş, b iz işte burada d u rm a k ta y ız” (M aide, 22-24) derler. H z. M usa,
savaştan çekinen k avm inin b u şeytanca tek liflerin i, T a n rı’ya arz edince, T an rı
ö fkelenir, o n lara v aat etm iş olduğu k u tsal to p rak lara gitm eyi k ırk yıl d ah a h a ­
ram ed er ve H z. M u sa'y a b u n u kavm ine bildirm esini em reder. H iç b ir dinde
Y üce T an rı, k en d i dilek lerin i, k ısa yoldan, yani kavim lerin ru h u n a ışık tu ta rak
hidayete m a z h a r ed erek gerçeklendirm ez; b u yol d ah a kolayken, daim a zor
yolu seçm iş ve peygam berlerine eziyet etm iş g örünür.
K u ts a l. k ita p ta n (Sam uel, I) anlaşıldığına göre, b u peygam berden itibaren
eser verm iş olan b ü yük peygam berlere k a d a r hem en yüce m istiklerin çoğu, vahyi
bazı arm on iler içinde a lırla r ve b u esn ad a k en d ilerin i b ir coşkunluk (exaltation)
veya dalınç (vaticination) içinde b u lu rla r. ‘Z o b a r’d a yazıldığına göre, «Peygam ­
ber, kendisin e T an rısal ru h u n geldiğim hissettiği zam an, b ir köpek ta rafın d an
ısırılm ış kim se gibi, şiddetli b ir titrem eye tu tu lu r ve seyrettiği g ö rü n tü lerin
(vision) b ir ayn ad a yansıyan hay alin d en b aşk a b ir şey görem ez olur» (H enri
Seruya, s. 2 0 4 ). Plotinos da E nnxades adlı eserinde dalınçsal (istiğrakî) haya­
tın k arak te rin i, kişisel deneylerine d ay an arak betim lem iştir ki, b u n d a n , dalınç
içinde o lan ların seyrine d ald ık ları hayalle özdeş b ir hale gelerek ken d i birey­
liklerini y itird ik leri an laşılm ak tad ır. Porphyrios d a, 48 yaşındayken b u dalınç
içinde T a n rı’yı b ir kez görm üş ve o n u n la b irleşm iştir.
K u r’an , H z. M u sa’n ın R abbiyle o lan kon u şm alarını T ah a suresinden başka
diğer birço k yerde tek rarlad ığ ı h ald e, vahiy k o n u su n d a şu ayetle çelişikliğe d ü ­
şüldüğünü fa rk etm ez gib id ir: " A n c a k vahiyle, ya da bir perde arkasından, ya­
h u t da bir elçi göndererek ona k e n d i izn iyle d ilediğini vahyetm esi m üstesna
o lm a k üzere, T a n rı’m n h iç bir insanla konuşm a sın a im kân y o k tu r” (Ş ura, 49).
Şüphesiz tefsirciler, b u ayeti de çevirti (tevil) m antığına uygun b ir yöntem le
açık larlar. T an rısal kelâm ın b ir p erd e ya da p arav an a ark asın d an z u h u r edişini
sim gesel b ir anlam da yorum lam ak gerekir; aksi h alde, T a n n ’ya b ir yer sapta­
m ak, O ’nu p erd en in b eri ta ra fın d a varm ış gibi k ab u l etm ek gerekir ki, b u O ’n u n
her yerde h a z ır ve n a z ır oluşu gibi ebedî ve yüce sıfatına aykırı o lu r ve bu
ayet, H z. M u sa’n ın R abbiyle dolaysız o larak k onuştuğu h ak k ın d ak i kutsal bil­
diriye de aykırı görü lü r. O ysaki T e v ra t’ta, "T a n rı, İb ra h im ’le k o n u ştu k ta n sonra
uruç e tti” (T ekvin, X V II, 22) denildiği gibi, İs h a k ’a d a gö rü n ü r, "K orkm a;
ben pederin İb ra h im ’in T a n rısıyım ” (T ekvin, X X V I, 24) der. H z. Y akup da
T a n rı’yı b irçok kez görm üş ve h a tta b ir T ev rat ayetinde bildirildiği gibi, " Y a ­
k u p , «Ben T a n rı’yı y ü z y ü z e gördüm ve canım k u rtu ld u » ’’ dem ektedir k i, b u rad a
T a n n ’nın k endisine insan şeklinde g ö ründüğü an laşılm ak tad ır (T ekvin, X X X II,
30 ve X X X V , 1, 9 ). T a n rı, yalnız H z. M usa ile, " Bir insanın dostuyla kon u ştu ğ u
gibi y ü z y ü ze daim a k o n u ştu ğ u ” gibi (T ekvin, X X X III, 11), Y akup ile de, " V e
Tanrı, onunla k o n u ş tu ” d en ilm ek ted ir (X X X V , 13). T e v ra t’ın bildirisine göre,
T an rı yalnız peygam berlerine değil, İsrail ih tiy arlarından yetm iş kişiye de ken­
dini gösterm iştir (T ekvin, X X IV , 9-10); nitekim , İslâm m istiklerinden bazıla­
rının da T a n rı’yı gördük lerin d en bahsed ilir. H atta daha açık b ir bild iri o larak
T e v ra t’ta şöyle d enm ektedir; "M usa, O ’nunla k o n u şm a k için cem aat çadırına
girdiği vakit, k en d isin e hitap eden sesi, ik i K erııbınin arasından, yani şehadet
ta b u tu üstü n d e olan kefaretgâh ü zerinden işitir ve O ’nunla ko n u şu rd u ” (Â dad,
V II, 89) ve b ir gün, M usa b ir H abeş k adınıyla evlendiği için aleyhinde dediko­
d u la r yapılınca, "T a n rı, bir b u lu t sü tu n u n d a n inerek, şim d i sö zü m ü işittiniz,
sizd e bir peygam ber varsa, ben R ab, k e n d im i ona rüyasında bildirir, rüyasında
ko n u şu ru m . K u lu m M usa ise ö yle değil; o, b ü tü n e v im d e sadıktır. O nunla y ü z
yü ze ve aşikâr olarak ko n u ştu m , rem izle değil. A n c a k o, R abbin suretine nazar
ed e r”. (Â dad, X II, 6-8) denm iş, oysaki T a n rı, S in a’da H z. M usa ile konuştuğu
zam an, cem aat yalnız sözünün seslerini işitm iş, fak at b ir suret görm em işlerdi
(Tesniye, IV , 12, 13, 15). Y ah o v a’nm peygam ber Sam uel’e de seslenip görün­
düğü anlaşılm ak tad ır (M ülûk-i Evvel, I I I ) . H atta b ir gece A bim elek’in düşüne
girm iş oldu ğ u n d an bahsediliyor (T ekvin, X X , 3). H e n ri S eruya’n m anlattığına
göre, Jüdaizm de, Y ah u d i peygam berleriyle m üşriklerin peygam berleri arasında
bir derece farkı v ard ır ve b u fark şöyle açıklanm ıştır: «B ir k ral, salonda b ir a r­
kadaşıyla b u lu n d u ğ u zam an, b u n ları b irb irin d en b ir perde ayırır. K ral, dostuyla
görüşm ek istediği zam an, perdeyi k a ld ırır. Y ahova da İsrail peygam berleriyle
böyle konu şu r. Fakat m üşrik peygam berleriyle konuşm ak istediği zam an, p e r­
deyi kaldırm az. O n larla b u p erd e ark asın d an ko n u şur. Ö rneğin, kralın b ir k a­
rısı ile bir de m etresi olsa, karısını h erkesin içinde g örür, m etresine ise gizlice
gider. T an rı, m üşrik peygam berlerle, b irtak ım kapalı sözcüklerle ilişki k u ra r;
İsrail peygam berleriyle ise, açıkça k o n u şu r; aşk ve kutsallık dilini kullanır»
(s. 172). B urada bahsedilen p erd e kavram ıyla Ş ura suresinde geçen perde te­
rim i arasın d a b ir ilişki k u rm ak da m ü m k ü n d ü r. Bu açıklam alar, m istik inanç­
ların kutsal k itap lard ak i özdeşliğini de onaylam ayı zorunlu k ılar1.

(1) Özetle kaydettiğim iz gibi, İncilleri yazmış olanlar, yazdıklarının ken­


dilerine Tanrı tarafından vahyedildiğini, yani bunları, Tanrım n kendilerine
yazdırmış olduğunu söyler; bu nedenle de kutsal kitapların bildirilerinde hiç bir
çelişki ve gerçek dışı bir söz bulunm adığını savunurlar. Nitekim, Paulos, Ti-
m otheos'a yazdığı ikinci kitapçıkta, kutsal kitapların tanrısal bir ilham ın ürünü
olduğunu (III, 16) ve P etru s’de hiç kim senin kendi iradesiyle peygamber olm a­
dığını, d u kutsal adam ların Tanrının Kutsal ruhundan aldıkları ilham ve gör­
dükleri teşvik sayesinde konuştuklarını bildirir (Petrus'urı İkinci Genel K ita p ­
çığı, I, 21). Y uhanna’nın V ahyinde de (I, 9-20) Tanrıyı ve Onun m eleğini insan
biçiminde, görkemli giysiler ve ışınlar içinde bir varlık olarak gördüğünü ve
kendisine seslendiğini ve sözlerinin sırrını yazm asını em rettiğini anlatır; Yaho-
K u r’an d a H z. N u h ’tan başlay arak b irço k diğer peygam berlerin adları sa­
yılır ve insan ların T a n rı’ya ö zü r dilem esine vesile kalm asın diye, adı bilinen ve
bilinm eyen peygam berlerle H z. M u h am m ed ’e de vahiyler gönderildiği ve K u r’an-
ın kendisine T an rı ta rafın d an indirildiği, b u n a m eleklerin de tan ık olduğu b il­
d irilir (N isa, 162-166). F akat b u m elekleri görenler k im lerd ir? İn san ların buna
inanabilm eleri için, tan ık ların , k endilerini de görm üş olm aları gerekm ez m i?
Akla gelen b u k âfirce düşüncelere k arşılık verm ek zo rdur. Söylentilere göre,
C ibril, vahiy esnasında sahabeye de beyaz elbiseli, siyah saçlı b ir insan şeklinde
gö rü n ü r ve H z. M uh am m ed ’e M üslüm anlığı b ir öğretm en gibi öğretirm iş. C iddî
ve nesnel b ir eleştirim e direnebilm esine im kân olm ayan bu inançlara verilecek
k arşılıklar, kendileri de ayrıca ispata m uhtaç olan birtak ım dogm atik id d ialar­
dan ileri gidem ez.
M iraç’a d a ir verilm iş olan rom an tik bilgilerden, H z. M u ham m ed’in T anrı
ile dolaysız olarak k onuştuğu da kabul edilir. H z. M usa’nın teşvikiyle, im an
edenlerin nam az sayılarını azaltm ak için b irk aç kez T an rı h u zu ru n a çıkarak,
bunu beş vakte in d irttiğ i, din geleneklerinin gerçek saydığı söylentilerden ol­
duğu gibi; T a n rı’ya o rta k koşm ayan im anlıların tüm b ü yük günahları yarlıga-
nacak tır ve H z. M u h am m eT d en sonra hiç b ir peygam ber gönderilm eyecektir
gibi m üjd eleri, C ib ril’in aracılığı olm aksızın, T a n rı’nın H z. M uham m ed’e bil­
dirdiği de İslâm inan çları arasın d ad ır. A yrıca şu ayetler, Peygam berin U lu Ya-
ra d a n ’ı görm üş oldu ğ u n a b ir k a n ıt say ılm aktadır: “O y ıld ıza ant içerim ki,
indiği va kit sah ib in iz saptırm adı ve azıtm adı; ve k e yfin ce söylem iyor; o, yalnız
vahyedilm iş olan bir vahiydir; ona b u n u k u v v e tle r i şiddetli olan öğretti; o doğ­
rudur ve en y ü k s e k bir u fu k ta d ır; sonra yaklaşıp sarktı; araları ik i yay kadar
ve b elk i de daha az kaldı; k u lu n a vahyettiğini vahyetti; gördüğünü kalbi ya­
lanlam adı; o n u n gördüğüne karşı m ı tartışıyorsunuz? A n t olsun ki, o onu bir
kere de inişin d e görm üştü; Sidre-i M ü te h a ’nın yanında’; C ennet-ül-M e’va da
bun u n yanındadır; S id r e ’y i yü rü ten yü rü d ü ğ ü va kit, göz şaşm adı da aşm adı da;
R abbinin ayetlerinden en b üyüğünü g ö rd ü ” (N ecm , 1-18). B azılarının b u rad a
görülm üş olan ın C ibril o ld u ğ u n u iddia e ttik leri b u ayetler, biraz- da vahyin na­
sıl m eydana gelm ekte o ld u ğ u n u açık lar g ibidir. V ahyin nasıl alınıp öğrenildi­
ğini b ild iren ayetler de v a rd ır. V ahyi, “Ç a b u k a lm a k için dilin i oyn a tm a ” (Kı­
yam et, 16-17); “B iz sana o ku d u ğ u m u z va kit, sen onun o ku n u şu n a u y ” (Kıya­

va’nın kendi parmaklarıyla yazdığı iki taş levhayı -ki bunlarda on buyruk
vardır- Hz. Musa’ya vermiş olduğunu da Tevrat’ın Çıkış bölüm ünden öğreniyo­
ruz (XXI, 18, XXXIV, 27). Bu itibarla, peygamberleri bir çeşit sekreter gibi kul­
lanan Tanrı, buyruklarını onlara bazan sözcükler halinde yazdırıyor, bazan bir
melek aracılığıyla em irlerini bildiriyor. (39) kişi tarafından (1600) yılda tam am ­
landığı kabul edilen İncilleri, Tanrı, bu peygamberlerin zihnine, bazı resimler
göstermek ve sesler yollamak, yani görümsel ve işitim sel sanrılar aracılığıyla da
vahyetm iştir ki, bu selerden çoğunun ne demek olduklarını peygamberlerin ken ­
dileri de anlam adan yazmışlardır. (D anial. XII, 8-9). Yeni ve eski ahd’in, yani
Tevrat’la İncillerin hem en her bölümünde Tanrı’nm ve aracı m eleklerin pey­
gamberleri hiç yalnız bırakmadıkları ve sürekli olarak emirler verdikleri görü­
lür ki, bu olay, Yahudiler gibi yine bir Sam î kavim olan Araplara ve İslâm
inançlarına da yansım ıştır.
m et, 18). Şu ayetlerde, hem vahye d a ir düşünceler, hem de Peygam bere yapıl­
m ış itirazlara karşı bazı k arşılık lar sak lıd ır: " V a h y im izi içlerinden bir adama
gönderm em iz, insanlara tu h a f m ı geldi? İnsanları sakındır; im an edenlere T an­
rıları yanında y ü k s e k m akam ları o lduğunu m ü jd e le ” (Y unus, 3); "D e ki, ben
d e sizler gibi insanım ; bana T anrT nın bir te k Tanrı olduğu vahyolundu; Rabbi-
ne kavuşm ayı um anlar iyi işler işlesinler” (K ehf, 118); "B iz senden evvel, ke n ­
disine şöyle vah yetm ed iğ im iz h iç k im seyi gönderm edik: B enden başka tapılacak
yo k tu r; ya ln ız bana k u llu k e d in ” (E nbiya, 25). Y üce T an rı, H z. M u sa’ya da şu
em ri veriyor: "B en seni seçtim ; a rtık vahyolunacak şeyleri d in le” (T aha, 13);
“Senden evvelkilere gerçekten n e vahyolunm uşsa sana da o lm u ştu r” (Z üm er,
65); "R a b b in d en sana n e vahyolunm uşsa ona u y ” (E n ’am , 160).
İslâm d in in d ek i gerçekler k a d a r d a, H z. M uham m ed’in kendi beyanına
göre, vahyin k onusuna giren pro b lem leri, Peygam berin önceden öğrenm iş oldu­
ğuna d air herhangi b ir tarihsel bilginin var olm adığı k ab u l edilir. Peygam ber,
m utlak surette bilgisiz ve üm m î b ir kim se olduğu halde, T an rı b u hiç b ir şey
bilm eyen insanı, bilginliğin ve bilgisizliğin tü rlü derece ve çeşitlerine sahip
olan kişilere, kendi em irlerini öğretm e işiyle görevlendirm iştir. Ö rneğin, H z. Y u­
su f’un v e kardeşlerin in başına gelenlerden b ah sed ilirken, "B u gayb haberlerin-
dendir, bu n u vahyediyoruz; onlar b ü tü n kararlarını icra ettikleri va k it sen yan­
larında d eğ ild in ” (Y usuf, 102) d enilm ektedir. F akat T e v ra t’ta da an latılan , bu
itibarla az çok A rap ların d a bildiği b u olayın gerçekten K u r’an d a h ab er veril­
diği şekilde cereyan edip etm ediği h a k k ın d a isp at edici başka b ir belge m evcut
olm adığı h alde, sırf vahiyle b ild irilm iştir diye, b u n a h er M üslüm anın kö rü kö­
rü n e inanm ak zorunluluğu v ard ır. Bu gibi b ild irilerin tek kan ıtı, yine aynı de­
ğerdeki şu b ild irid ir: "E m rim izd en sana bir ruh vahyeyledik; sen ondan evvel
kita p ve im anın n e olduğunu b ilm iyo rd u n ” (Şura, 52). Bir başka ayette de H z.
M usa’ya d a ir o lguların yine vahiyle bildirildiği an latılır: "B iz M usa’ya em ri
vahyettiğim iz zam an, sen T u r ’u n batı y ö n ü n d e değildin, orada da bu lu n m u yo r­
d u n ” (Kasas, 45) ve d ah a y u k ard a, "M ed yen halkı arasında oturm adın k i, on­
ların hikâyelerine dair olan ayetlerim izi (M ekkelilere) o ku ya sın ” "(Kasas, 44)
d enilir. Bu surede H z. M usa’nın annesine, oğlunu em zirm esi, kork acak olursa
N il’e bırakm ası için " v a h y e ttik ” (K asas, 7) denildiğine göre, âdeta vahiy, h a tı­
rına getirm ek, d ü şü n d ü rm ek gibi an lam lara da gelm ektedir. A ksi halde T a n rı’
m n vahyi, yalnız peygam berlerine değil, dilediği herkese, yani k endinin önem
verdiği h er olay için, peygam ber olm ayanlara da indirdiğini kabul etm ek gere­
kir. V ahyin en pozitif anlam ım ifade etm esi b ak ım ından şu ayet özel b ir değere
sahiptir: "R a b b in bal arısına dağlardan v e ağaçlardan göz göz evler kurm aları­
nı; sonra b ü tü n m eyvelerden yiy ip R a b b in in nail ettiği yollara koym alarını vah­
y e ttik ” (N ahl, 68-69). T efsirciler b u ve b u n a b en zer veya benzem ez görünen di­
ğer vahiy şekillerini sınıflayarak d ö rt beş tü rlü vahiyden söz ederlerse de, b u ­
rad a vahyin b ir içgüdü anlam ına geldiği açıktır. D oğanın h er olay ve varlığında
T a n rı’nın b ir gizini, b ir bilgeliğini sezm iş olan H z. M uham m ed, b ir peygam ber
olarak , hay ret ve d ik k atin i çeken k o n u ların b u g ü n kü anlayışım ıza göre, bilim ­
sel neden ve niteliğini aram akla y üküm lü değildi; b u n a teşebbüs etm iş olsaydı,
en küçük b ir başarı da gösterem ezdi. Bu itib arla bugün de ne olduğunu kesin
o larak bilm ediğim iz, fa k a t öğrenm e y olunda olduğum uz b ir içgüdünün, vahiy
sözcüğüyle ifade edilm iş olm asını doğal b u lm ak gerekir. A caba arıyı bal yap­
m aya iteleyen ve o n u n o rg an ların a b u işe elverişli özellikler veren gizle, b ir
insana büy ü k düşün celer ve b u lu şları ilham eden ve b ü yük ülküleri yaratm a­
sını sağlayan giz aynı değil m id ir? İb n H azm gibi pozitif düşünceli ve şüpheci
İslâm bilginleri, b u n u n için d ir ki, vahyi b ü sb ü tü n in k âr ve reddeder. İb n Sina
ise, İşarat adlı eserinde, vahyi, in san lard a sınıflam ış olduğu çeşitli ak ıl derece­
lerinin en ü stü n ü n e özgü b ir anlam a ve algılam a yeteneğinin ü rü n ü sayar. Bu
büyük T ü rk filozofuna göre, zaten peygam berler de sosyal ko şu llar ve ihtiyaç­
lardan doğ arlar; o n lar, k o lek tif v icdanın tem silcileridir. O n u n bu görüşü çağı­
m ızın sosyolojik k u ram ların a u ym aktadır.
H z. M uh am m ed ’in b ir vahye ihtiyaç gösteren önem li veya önem siz so ru ­
lar k arşısın d a hem en cevap verm ediği ve b u çeşit so ru ların , hal veya d u ru m ­
ların kendisinde b ir şok yarattığı ihtim ali v ard ır. V ahiy esnasında geçirm iş ol­
duğu organik gerilim ler, b u n u gösterm ektedir. Bu .halin m istik b ir esrim e, ru h an î
b ir ürperm e, tinsel ve kutsal b ir haz veya elem ya d a . hayretin m addesel işa­
retleri olm ası m ü m k ü n d ü r. T an rıb ilim ciler, b u n u tü rlü şekillerde açıklar ve ze­
kâlarını h arik a ve m ucizeye y ö n eltirler; h a tta bazen m itolojik m asallara d ala r­
lar. Bu org an ik değişm eleri ve b u n alm aları, k a ra r verm e an ların d a, d erin b ir
düşünm eye dalm anın, hatırlam aya çalışm anın en doğru ve en uygun düşünceyi
yakalam aya u ğraşm anın, b ilinçli ya da bilinçsiz o larak sarfedilen b ir çabanın
belirtileri saym ak H z. M uh am m ed ’e k arşı b ir saygısızlık o lur. N itekim , tefsirci-
lerin b ild ird ik lerin e göre, örneğ in , K ureyşlilerden N a d r b in H a ris’in H z. Mu-
ham m ed ’i rah atsız etm ek ve sınavdan geçirm ek için sorduğu bazı k o n u lara,
Peygam ber, hem en k arşılık verm eyip vahyi on beş gün beklediği, sonra da K ehf
suresinin inm iş olduğu k ab u l edilm ek ted ir. Bu itibarla herhangi b ir konu ve
olay karşısın d a vahyin bazen gecikm esi, ak la gelen bu dine aykırı düşünceleri
p ek iştirir gib id ir. Esasen H z. M u h am m ed ’e vahiyler hususunda acele etm em esi
de ih tar ed ilir (T ah a, 114). Peygam ber, kend isin in, ç o k ta n r ılı-b ir çağın tüm
batıl inan çların ı yıkm ak için görevli oldu ğ u n a in an d ığ ın d an ,. İslâm anlayışına
göre, tek ve m utlak T an rı düşüncesine de kendi akıl yürütm esiyle, dehasıyla
ulaşm ış olduğunu asla ileri sürm üş değildir. S anki o, T a n rı’nın birliğini ken­
disi kavrayacak yetenekte değilm iş de, sırf T an rısal b ir vahyin em irlerini yerine
getirm eye m ecb u r olduğu için b u gerçeği açığa vuruyorm uş gibi b ir tav ır tak ı­
nır; b u , hem en b ü tü n peygam berlerin âd etid ir. K u r’anda ve T e v ra t’a bu türlü
ayetler ço k tu r. V ahiyler, hem en daim a b ir olay veya önem li b ir soru ve durum
karşısın d a v erilir; h atta bazen de önem siz gibi görünen b ir olay için de b ir
vahyin indiği g ö rü lü r. Ö rn eğ in , M es’u d bin ebi V akkas M üslüm an olunca, an­
nesinin açlık grevi yapm ası ve Ebi V ak k as’ın direnm eleri dolayısıyla bir ayet
indiği gibi; H avle b in ti Salebe ad ın d a b ir k ad ın , kocasının kendisine, «A nam ın
sırtı gibisin» dediği için, cahiliye u sulüne göre boşanm ış sayıldığından — buna
A ra p lar zıh ar d erler— H z. M uham m ed, b u n u n ö n ü ne geçm ek ve bu âdeti kal­
dırm ak m aksadıyla, b u b ir tek olaydan genel ve hukuksal b ir ayet bildirm iştir.
D edikoduy u , fısıltıyı, gizli gizli konuşm ayı günah sayan bazı ayetler v ard ır ki,
bu n lar, iki üç kişinin, «K endi aram ızd a gizli k o n uştuklarım ızı T anrı bilir mi,
bilm ez m i?» şeklinde yapm ış o ldukları tartışm aların ü rü n ü d ü r.
H z. M uham m ed’in yak ın ların d an H arris ibn N u ’m an, M üslüm an olmayı
kabul etm ediğinden peygam berin üzülm em esi için bildirilen şu ayet de, vahyin
kim i zam an yine böyle b ir tek kişi için bile gönderildiğini k an ıtlar: “ K u şk u su z,
sen sevdiğini h idayete erdirem ezsin; ancak Tanrı dilediğini hidayete eriştirir.
H idayete erecek olanları bilen odıır” (K asas, 56).
B urada akla gelen şu soruyu yanıtlam ak pek de kolay olm asa gerekir: V ic­
d an özgürlüğüne y er v erir görünen bu anlam lı ayet yerine, Y üce T a n rı, pey­
gam berlerini sevindirm ek için o inatçı k u lu n a im an şerbetini tattırm ış olsaydı,
d aha iyi olm az m ıydı?
Sanki T an rı, H z. M uh am m ed ’in b ü tü n özel h ayat ve girişim lerinin reh ­
beriym iş gibi, kadınlarıyla olan ilişkilerine k a d a r h er k onuda, sıkıldığı ve k a­
rar verm ek zo ru n d a kaldığı h er so ru n d a, kendisine yardım eder, em irler verir.
Ö rneğin, T ah rim suresi, Peygam berin k ad ın lard an b irine söylediği b ir gizi, onun
öteki ku m aların d an b irine açıklam asıyla çıkan b ir olay üzerine inm iştir. Hz.
M uham m ed, k ad ın ların ın ziynet m addeleri istem eleri ve diğer bazı istekleri yü­
zünden küsm üş, b ir ay itik âfa çekilm iş, eşlerinden birin in ikram etm iş olduğu
bal şerbeti yüzünden öteki zevcelerinin tü rlü k ıskançlıklarıyla karşılaşm ış, b u n ­
lardan üzülm üş ve nihayet zevcesi H a fsa ’ya, cariyesi M ariya ile b ir daha ilgi­
lenm eyeceğine yem in ettiği h alde, b ir gün bu yem inine riayet etm ek istem eyin­
ce, hem en, "T a n rı, size yem in lerin izd en ku rtu lm a yı em retm iştir” (T ahrim , 2);
«E y peygam ber, sana T a n rı’nın helâl kıldığını niçin haram edersin ve zevcele­
rinin h o şn u tlu ğ u n u ararsın?” (T ah rim , 1); “Eğer o sizi boşarsa, yerinize, ona
sîzlerden daha hayırlı zevceler verir” (T ah rim , 5) gibi ayetler inm iştir k i, b u n ­
lar âdeta Y üce T a n rı’yı, elçisinin dileklerine yardım ediyorm uş gibi gösterirler.
M üşriklerin nüfu zlu b ir adam ıyla k o n u şu rk en , ü stü başı kirli b ir kö rü n , ken­
disini aydınlatm asını rica etm esi üzerine H z. M uham m ed, bu zavallı adam a
ilgisiz kalm ıştı. Sanki so n rad an v icd an azabına uğram ış gibi, bir T anrısal azar­
la karşılaşan Peygam ber, bu ü z ü n tü sü n ü A bese suresinin ilk dokuz ayetinde ifa­
de edilm iş .b u ld u . Bir peygam ber için, vicdan azabının ve kendi nefsini denet­
lem esinin bu. suredeki acı itira fla rd a n d ah a büy ü k ve beliğ b ir erdem işareti ola­
m azdı. V ahyin bazen ihm al edilm iş veya d ik k a t edilm em iş yalınç b ir olay yü­
zünden arkası kesildiği de görülm ektedir. Ö rn eğ in , Peygam berin odasındaki se­
d irin altınd a u n u tu lm u ş b ir köpek y avrusunun ölüsü* yüzünden günlerce vahyin
belirm ediği, fak at H z. M uh am m ed ’in hizm etçisi, sahabeden H avle odayı tem iz­
lerken köpeği b u lu p leşini a ttık ta n son ra D u h a suresinin indiği bilinm ektedir.
Leyi suresi de, b ir köle azat edilm iş olduğu için inm iştir. Y alnız, Ebu C ehl’in
Peygam bere karşı İslâm lığa aykırı girişim ve düşünceleri için de ayetler vah-
yedilm iştir. H z. M uh am m ed ’in tarih sel bilgileri ve özel hayatına, ya da bireylere
a it olaylardan bazıları v a rd ır ki, ancak g ü n lü k iş ve olayların o andaki gerekçe­
lerine uygun b ir değer ta şırla r ve b u n la r k ay n ak larını T a n rılık tan alm ış olan
gerçekler gibi önem li, daim a doğru ve ebedî b ir değer taşım azlar. Y ani, b u n ­
ların daim a son ve değişm ez gerçekleri ifade etm edikleri de görülür. "B ir ayeti
kaldırırsak, ya h u t onu bellekten silersek, yerine ondan daha âlâsını ya da ay-
ııını ko y a rız” (B akara, 106) denildiğine göre, şüpheci ve inceleyen bir aklın
h atırın a, acaba T an rısal bir vahiy, yarın değişecek b ir gerçeği önceden yanlış
ve ku su rlu m u b ild iriy o r ki, sonradan o n u n değiştirilm esi gerekiyor, gibi b ir
düşünce gelir. N itekim başka b ir surede de, “ B ir ayetin yerine bir başkasını
ko ya rsa k” (N ahl, 101) tüm cesiyle başlayan b ir ayet v ard ır ki, Y ahudiler bu
konuda akla gelebilecek tü rlü itirazlard a b u lu n m u şlar ve dogm atik bir cevapla
karşılaşm ışlardır. B ütün b u n lar, sosyal zo ru n lu lu k ların önceden kesin olarak
bilinm ediğine de delâlet etm ektedirler.
M üslüm anlıkta T a n rı’nın tem el sıfatların d an biri de, ulu lu k ve k ib irlilik ’lir
(elm üttekeb b ir). V ahyin, gördüğüm üz gibi, H z. M uham m ed’in özel hayatına, iş
ve girişim lerine olduğu k a d a r da b irtak ım asi ve k âfir olan sefil bireyler için
gönderildiğine göre, bu sıfatları d aim a m uhafaza etm ediği, lü tu fk âr ve m ü­
tevazı olduğu da k ab u l edilir. M istikler, vahyin hiç b ir gayret sarf etm eden
erm iş insana ya da peygam bere T a n rı'n ın öğretm enlik etm iş olduğunun b ir
işareti sayarlar; ve vahiylerin başladığı vakit, bazen pek garip harik aların be­
lirdiğini de an latırlar. Ö rneğin, M aide suresi inerken Peygam berin, üzerinde b u ­
lunduğu A bdan adlı devesi, bu surenin ağırlığından çökm üş ve ayakları kırıla-
yazm ış. Bu gibi söylentiler, m istik duygu ve hayranlığı coşturm ak için icat edil­
miş eğitim sel hikâyeler olSa gerektir. Hz. M uh am m ed’e gelen son vahiy, ‘‘Bugiin
sizin d in in izi tam am ladım ve sizin için din olarak M üslüm anlığı beğendim ve
seç tim " (M aire, 3) ayetidir. Bu ayetten so n rad ır ki, vazifesinin de sona erdiğini
anlam ış olan U lu Peygam ber, Y üce D ostuna, T a n rı’sına kavuşm a gününün yak­
laştığını hissetm iştir.
Ö zet o larak d en eb ilir ki, vahiyler, tarihsel ve sosyal olayları akış tarzına
göre, H z. M uh am m ed ’in vefatına yakın b ir zam ana k a d a r devam etm iştir. M ek­
ke ve M ed in e’de alm an vahiyler, bu sitelerdeki sosyal koşullara göre, bazı iş­
lerde hafif, bazılarında sert, bazen Peygam berin kendi kişisel iş ve arz u ların ı,
bazen b ü tü n im an edenleri, bazen de k itap ehli olan b ü tü n diğer insanları ilgi­
leyen b ir özellik gösterirler. Bu özelliğin akış tarzı, T anrısal niyet ve isteklerin
evrim iyle paralel b ir gelişm e gösterir g ibidir. Z am ana göre, yeni hüküm lerin
kabul edilm esini caiz gören İslâm im anı, b u evrim in ve zorunluluğun T anrısal
olm aktan çok, toplum sal o ld u ğ u n u n doğal b ir itirafıd ır ve vahiylere T anrısal
olm aktan çok zekâ ve deh an ın yüksek b ir eseriym iş gibi bir renk verir.
V ahyin, k u lak la işitilebilm esi, fak at ses verenin görülem em esi veya Cibril
şeklinde b ir fan to m u n görülm üş olm ası, bazı bilim adam larına bu olayın b ir
bilinçaltı faaliyeti, b ir sanrı olduğu düşüncesini ilham etm ektedir. İbn R avendi,
vahiy ile ilham ı b irb irin d e n ayırm am ış, insan ların b ü tün bilim leri ilham la kav­
rad ık ların a, b u bakım dan peygam berle diğer insan lar arasında ilham bakım ın­
dan b ir fark olm adığına in anm ıştır. Y u k ard a da işaret ettiğim iz gibi, İbn Sina,
vahyi C ibril ile konuşm a telakki etm ez. O n a göre vahiy, aklın yüksek bir sezgi­
sidir; bu, bazı duygulu insanların h assasıdır; yani peygam berler b ir çeşit m ed­
yum lardır. A hret, simgesel b ir id d iad ır, h alk ın anlayam ayacağı bazı gerçekleri
bu sim gelerle telkin etm ek peygam berlerin âdetid ir.
H z. M uham m ed, kendisine vahyedilenleri, vahiy k âtiplerine yazdırırdı. Bun­
lard an halife O sm an ’ın süt k ardeşi A bdullah ibn S a ’d ibn ebi Sarh ile M uaviye,
İslâm tarih in in önem li k işilerin d en d ir. M . Mc L u h an ’ın kaydettiğine göre, Aki-
naîı Saint T hom as, S o k ra t’la H z. İsa ve Fisagoras’ın öğretilerini niçin yazıyla
tespit etm ediklerini açık lark en , ‘Som e T heo lo g iq u e’, yani T an rıb ilim M ariüeli
adlı eserinin üçüncü bölüm ündeki 4 2 ’nci problem de der ki: «H z. İsa ’nın öğre­
tilerini yazı ile ifade etm em esini doğal b u lu ru m . B unun birinci nedeni, kendisi­
nin haysiyetidir (dignite). Z ira b ir ü sta t, ne k a d a r yetkin olursa, öğretm e tarzı
d a o k a d a r yetkin o lur. Bu itib arla, İsa ü statların en yetkini o lduğundan, öğre­
tilerinin, dinleyicilerinin k albinde basılm ış ve yerleşm iş olm asını isteyen b ir yön­
temi benim sem iştir. Bunun için d ir ki, M eta In c il’inde (V II, 2 9 ), “O , dersleri­
n i otoriteye sahip olan insana verm iştir” deniliyor. Aynı nedenle, m üşriklerden
olan Fisagoras ve Sokrat da olağanüstü ü sta tla r oldukları için, derslerinin yazıl­
m asını istem em işlerdir» (s. 21).
G örülüyor ki, bu büyük filozof ve T anrıbilim ciye göre, H z. İsa, aldığı va­
hiyleri kapsayan b ir k itap yazm am ış ve yazdırm am ıştır. K u r’an ise, In c il’i bir
vahiy eseri sayar, fakat değiştirilm iş olduğunu savunur.
KUR’AN

" B iz K u r ’am , a kıl erdiresiniz d iye A rapça in d ird ik ”.


(Y usuf, 3)

" A n la m ını d ü şü n m ed en K u r ’an o ku m a k ta hayır


y o k tu r".
(H adis)

H em en b ü tü n devrim ciler, ülk ü cü ler, büyük d ü şü n ü rler, tarik at kuru cu ları,


bir züm reyi, b ir u lusu veya insanlığı kendi a rk a ların d an sürükleyebilm ek ve
kendilerine in an d ırm ak için d av aların ı tü rlü eylem ve eserlerle savunm aya m ec­
b u r olm uşlard ır. B unlard an , sağlıklarında gayelerine kavuşam ayanlar, b ıra k tık ­
ları eserlerin yardım ıyla ileride b u gayelerin gerçekleneceğini üm it ederler. İn ­
sanlar, yazm aya m uv affak o ld u k ları yıllardan b c ıi ad larını ve ü lk ü lerin i ebedî­
leştirm ek ve gelecek k u şak lara öğretm ek veya aşılam ak için h er araca başvu­
rarak yazm ış, vaaz etm iş ve ö rg ü tler kurm aya çalışm ışlardır. Peygam berlerin tu t­
tukları yol da b u d u r. O n la r da insanları aydınlatm ak, ıslah ve m utlu etm ek için
d ü şü ndüklerin i ve in an d ık ların ı çeşitli tarzlard a ve tü rlü yöntem lerle yaymaya
çalışm ışlardır. B unların yetişm e tarihleriyle yaşadıkları bölgeler pek eski ve ilkel
d u ru m d a olduğu için, hay atların ı ve d üşüncelerini m itolojik efsaneler b u la n d ır­
dığı gibi, b irço k ların ın b ırakm ış olduğu eserler de kaybolm uş, ya da asılları bo­
zulm uş, son rad an b u n lara bazı d ü şü n celer eklenm iş, belki de bazılarını kendileri
yazm am ıştır. Ö rneğin, İncil, H z. İsa tarafın d an yazılm adığı gibi, T evrat da H z.
M usa’nın eseri değildir. Ş üphesiz ki, b u n la r arasında yalnız vaaz edip eser bı­
rakm am ış o lan lar da v a rd ır1.
F akat, H z. M uh am m ed ’in hayatı b ir tarihsel gerçek olarak tüm ayrıntıla-

(1) Kutsal Kitap, yani T evrat ve İncil (66) kitapçıktan oluşmuştur. M.Ö.
1513’den M.S. 98 yılm a kadar geçen bir dönemde yetişmiş, (35) i aşkın insan ta ­
rafından yazılmıştır. M ilattan önce yazılm ış olanlar İbranî ve Aramı dilleriyle
yazıldıkları halde M ilattan sonrakiler Yunanca yazılmış ve yaklaşık olarak (1125)
dile çevrilmiştir. T evrat’ın ilk beş kitabını Hz. Musa yazdığı kabul edilir. Fakat
özellikle Onun Y a ratılış (Tekvin) bölüm ünün (37) nci babındaki ikinci ayete
kadar yazmış olduğu iddia edilir. Yuhanna, M.S. 98 yılında dördüncü Incil’i yaz­
mış, Eşiya (Işaya) peygamber ise, kendi adını taşıyan kutsal Kitapçığı M.Ö.
II. yüzyılda yazmıştır. Yeryüzünde sayı bakım ından en çok basılıp yayılm ış
olan yapıt Kutsal Kitaptır.
rıyla izlenm iş ve yazılm ış olduğu için 1, kendisinin vahiy k âtiplerine yazdırm ış
olduğu K u r’an sure ve ayetleri, zam anım ıza k a d a r gelmiş ve hiç şüphesiz ebedi­
yete dek b o zulm adan, değiştirilm eden devam edecektir. N itekim b ir vahiy eseri
olm ayıp kendi kişisel düşüncelerin d en ibaret olan hadisler de aynı titizlikle top­
la n ıp , tarih sel eleştirm elerden geçirildikten so n ra sap tanm ışlardır. GerÇekte
K u r’an, İslâm din in in tem eli, anayasası, ana k ita b ıd ır (Ali İm ran, 5). Bunun
hadislerden fark ı, üslup itibariyle d ah a p arlak ve a rtistik olu şu d u r; aynı za­
m anda ayetlerin lakonik b ir görüşü v a rd ır ve cahiliye dönem i k âh in lerin in kul­
landıkları ifade tarzın d a olduğu gibi, doğa v arlık ların a, b itk i, hayvan ve anla­
mı belirsiz bazı h arflere yem in eden secili b ir fonetiğe sahiptir. Sünnî tefsirciler
bu seci sözcüklerinin ayetteki anlam ı k u v v etlen d ird ik lerini kabul ederler. K u r’an,
şeriatın tem el m etn id ir. D aha halk diliyle söylenm iş olan hadisler ise, b u şe r’î
m etinlerin açım lanm asıdır (şerh). Y ani h ad isler, ayetlerin daha p ratik yorum ­
lam alarıdır. F akat K u r’an, M üslüm anlığın tüm ah k âm ını, ritlerini, usul ve k u ­
rallarını kapsam az. K u r’an, d ah a çok h u k u k sal, ahlâksal ve siyasal dogm alarla
Hz. M u hm m ed ’in yapm ış olduğu tü rlü ideoloji savaşlarının p a rç a .p a rç a h ab er­
lerini, kendi tinsel kuvvetini de a rtıra n teselli, tem bih, ih ta r gibi direktifleri ve­
rir; dünya ve ah ret yaptırım ların ı açık lar ve b irtak ım ib ret levhalarını göstere­
rek T a n rı’nın birliğini ve ölüm den sonraki hayatı ö ğretir ve aynı konuları faz­
lasıyla te k ra rla r ve b u tek rarların ü slu b u k a d a r da sözcükğ hayal ve tem aları
aynıdır. İb ad et şekilleri, dinsel farizalar ve sü n n etler, p ratik özellikleriyle hadis­
lerde b u lu n u r. Birçok k o n u lar, örneğin M iraç, S ırat k ö p rüsü, k a b ir a z a b ı... vb.
hak k ın d a K u r’an, pek kısa işaretler verm iş olduğu halde hadisler, gerek b u n ­
lara, gerek b u n lara benzeyen diğer m istik k o n u lara dair geniş bilgiler verir. Ba­
zen ayetlerle hadislerin b irb irlerin i tu tm ad ık ları da görülür. Bunu fark etm iş
olan A hm ed bin H am bel, ’K itab T aât-er-R üsul’ adlı eserinde, bu gibi hallerde
nasıl h arek et etm ek gerektiğini a n latır. H em en tüm İslâm m ezhep ve içtih atla­

(1) Siyerciler, yani Hz. M uham m ed’in özel hayatını, anatom ik yapısını
ve alışkanlıklarını yazmış olanlar, tefsirciler ve hadisçiler, kendisini pek derin­
den ve özel bir din gayretiyle incelem işlerdir: Tahareti üç taşla mı, tezekle mi
yaptığı, üreme organlarını sağ eline m i, sol eline m i alarak tem izlediği, topra­
ğa mı, taşa m ı sürdüğü, dişlerini nasıl yıkadığı, saçlarını nasıl tıraş ettirdiği,
saçlarını kim in sakladığı, ne vakit zifa f ettiği, hangi karışım daha çok sevdi­
ği, erkeklik gücünün onda kaç erkeğinkine eşdeğer olduğu, gece veya gündü­
zün bir saatinde bütün kadınlarını ziyaret ederek m ünasebette bulunduğu,
çünkü otuz erkek kuvvetine sahip olduğu, hangi hayvanların öldürülmesine
m üsaade ettiği, hangi kokuları süründüğü, dışkılarının m elekler tarafından kal­
dırılıp kaldırılmadığı, başını nerede hacam at ettirdiği, ne vakit ve nasıl yı­
kandığı, ram azanda cinsel m ünasebette bulunup bulunmadığı, oruçlu iken eş­
lerini kucaklayıp öptüğü, elleriyle okşadığı, Cibril’i rahatsız etm em ek için so­
ğan, sarm ısak yemediği, başkalarının da bunları yiyerek m escide gelm elerini
istem ediği, Veda Hacçı’nda son va’zını verdiği gün, saçlarını kestirdiği, bu saç­
lardan en evvel Ebu Talha'm n aldığı ve bunu Peygamberin eşi Hz. Hatice'ye
saklam ası için verdiği, saçlarım Hz. Ayşe’nin taradığı, nihayet örneğin, Hayber
savaşından dönerken, S afiye’yi 'devesinin terkisine alarak nikâhladığı ve yolda
zifaf etm ek istediği, kılık ve kıyafeti, don (seravil) ya da entari (âzâra) giyer
m iydi... vb. gibi hayatının en gizli taraflarına kadar çekinm eden uzun uza­
dıya yazmışlardır.
rın da görülen ay rılık lard a, ayetlerle, hadislerin , gittikçe değişen sosyal koşul­
larla uzlaştırılm asındaki zo rlu k lar rol oynam ıştır.
K u r’anm b ir adı da, doğruyu yanlıştan ayırt etm ek dem ek olan F u rk a n ’
d ır ve bu adı taşıyan b ir de sure vardır. K u r’anın H akim ve T enzil gibi başka
a d la n da vardır.
K u r’andaki sure sayısı 114, ayet sayısı 6.616 veya 6.666, sözcük sayısı
77.437 veya 77.937, h a rf sayısı ise 323.671 veya 3 2 6 .0 8 4 ’tür. Z im ah şerî’ye
göre, K u r’an d ak i ayetlerin 6 6 ’sı nesheden veya neshedilm iş olan lard ır. H adis­
lerin sayısını ise, m ilyona ç ık a ra n la r v a rd ır. Peygam berin am casının oğlu A b­
dullah, sahih olan b irço k hadis nakletm işse de, pek çok uydurm a hadis de ileri
sürm üştür. D evlet ve din adam ları, teklif edecekleri herhangi b ir em ir veya
kuralı halk a kolayca k ab u l ettirebilm ek için ş e r’î b ir esas aram ayı tercih e ttik ­
lerinden, H z. M uh am m ed ’in otoritesine d ayanm akta fayda görm üşler, bazı h a­
dislerin uy durulm asına hizm et etm işlerdir. F akat, B uharî ile M üslim ’in ‘S ah ih ’
lerinde toplanm ış olan hadislerin gerçekliğinde genel b ir ittifak v ard ır; (itibar
edilen altı hadis kitab ı d ah a v ard ır); ayetlerin ise hiç birinden şüphe edilm iş
değildir. K u r’anın sure, ayet, sözcük ve h arfleri; Şam , K üfe, Basra ve Hicazlı-
ların lehçe ve fo n etiklerine göre sayılm ış olduğu gibi, okunuş tarzı da, H alefi
Aşr, N afi, H am za, İb n K esir, E bu A m r, E bu C afer, K isa î... vb. gibi tanınm ış
dil ve nahiv bilginlerine göre değişm ektedir. Bu değişiklik, ayetlerin sayıları
hatta anlam ları üzerindeki bazı an laşm azlıklara yol açm ıştır. Z ira, dilciler ve
dolayısıyla tefsirciler, K u r'an d ak i sözcüklerin çeşitli anlam lara delâlet ettiklerini
kabul etm işlerdir. Ö rneğin, bazı sü relerin ilk ayetleri, sadece sessiz harflerden
ib arettir. T ü rlü tefsirciler, b u n ların ne dem ek olduğunu anlatm ak için b irb irin e
uym ayan ve çoğu da u ydurm a o lan açık lam alard a bulu n m u şlard ır. Bir hadise
göre, K u r’an yedi anlam lı o larak in d irilm iştir (Feyz-el-K adir), iç ve dış anlam ­
ları da başka b aşk ad ır. Surelerin adları da b azılarına göre başkalaşm aktadır,
yahut b ir surenin tü rlü ad ları k ab u l edilm ektedir. Ö rneğin, Âli İm ran suresinin
diğev adları şu n lard ır: E m an, K enz, M ücadele, İstiğ fa r... vb. M aide suresinin
diğer adları da, U kud, M unkıze, M u h a sa ra ... v b .,d ir. Ayet ve surelerin b ir kısmı
M ekke’de, N a k k a ş’a göre M edine’de inm iştir. Bu konuda, üzerinde uzlaşılm am ış
olan ayetler de v ard ır. B ununla b irlik te genel o larak M ekke’de inen sureler kısa,
M edine’dekiler u zu n d u r. M ekke’de inenler, daha çok, henüz M üslüm anlığı k a­
bul etm em iş olan M ekke h alk ın a h itap ettiği halde, İkinciler im an etm iş olan ­
lara hitap ederler. B irincileri, dine davet eden k o rk u tu cu ve ibret verici ayetler
teşkil ettikleri h alde, M ed in e’de inm iş o lan lar daha çok ahlâksal ve hukuksal
naslard an teşekkül etm işlerdir. D enilebilir ki, M ekke’de inenler, M üslüm an­
lığı hazırlayan ve telk in eden b ir özellik taşıdıkları halde, M edine’de inm iş
o lan lar, esasını İslâm d in i ve bun u n ülkülerini yerleştirm e ve yayma am acını
güden b ir devlet sistem ini sav u n u r ve onun k anunlarıyla örgütlerini k urm ak is­
terler. Ö zet o larak H z. M uham m ed, M ekke’de yalnız dine davet eden ruhanî
bir kişilik tir; M ed in e’de ise, b ir politika adam ı ve b ir b aşkom utandır. Bu ne­
denden M ek k e’deki ayetlerde T an rısal tak d ird en teselli um m uş, M edine’de ise,
m addesel kuvvet ve girişim lerin gerektiğini an layarak ona göre hareket etm iş­
tir. Bunları ayetlerin şekil ve anlam ların d ak i fark lard an da anlam ak m üm kündür.
K u r’am n genel o la ra k kapsam ı, T a n rı’nın b ir.iğini ispat etm ekten ve bunu
kabul ettirm ek ten , yasam a esaslarını verm ek ve ah lâk b ak ım ın d an insanları ıslah
edecek em irlerden ibaret olm akla b irlik te, bu k o n u ları açıklam ak, yaym ak ve
im an ettirm ek te, H z. M uh am m ed ’in karşılaşm ış olduğu tü rlü b askılar, zorluk­
lar, hal ve k oşulların g erektirdiği tem b ih ler, ih tarla r, tartışm alar, dünya ve
ah ret yaptırım ları ve Sam î K avim lerine v’U gösterm eye çalışm ış olan peygam ­
berlerin u ğraşm aları, tü rlü ayetlerle te k ra r te k ra r b elirtilm iştir. Sure ve ayetlerin
iniş nedenleri, H z. M uham m ed’in kendi zam an ın d a ortaya çıkan zorlukları gi­
derm ek, k endisine iyi veya kötü niyetlerle sorulm uş problem lere karşılık ver­
m ek, yani olaylar k arşısında nasıl b ir d u ru m alm ak gerektiğini anlam ak, im an
edilm esi gereken konuları sap tam ak , açıklam ak, so rum lulukların h er çeşidiyle
cennet ve cehennem den haber verm ektir. F ak at, örneğin im an etm eleri olan ak ­
sız olan E bu Süfyan, E bu C e h l... vb. gibi bazen b ir kişi için bile savunm a, teh­
d it, tek d ir, eleştirim ve teselli ayetlerinin indiği ve b u n lard an İslâm lık için bazı
genel h ü k ü m ler elde edildiği de görülür. Bir örnek olm ak üzere şunları kayde­
debiliriz: E bu Cehl b ir yetim e vasi olduğu halde, ona bakm ayı reddettiği için,
M aun suresi inm iş; H z. M uh am ed ’in peygam berliğine ve K u r’ana im an etm e­
yenlerin h arek et, iddia, in k â r ve itirazları da, bazı sure ve ayetlerin indirilm e­
sine neden olm u ştu r. B ütün b u n lar, H z. M u h am m ed’in kendi yaşadığı dönem
ve toplu m u n anlayış ve geleneklerini değiştirm ek ve ülk ü sü n ü onlara karşı
savunm ak ve ancak kuvvetlendikçe n ü fu z alanını genişletm ek gibi insel yön­
tem lere b aşv u ru ld u ğ u n u gösterm ektedir. Bazı sure ve ayetlerin iangi olayla
ilgili olduğu, ne zam an ve nerede indiği h a k k ın d a da anlaşm azlıklar vard ır;
Saf suresi h ak k ın d ak i b irb irin e aykırı id d ialar da bu türd en d ir.
Bazı ayetlerin inm esine ve h a tta ayetin ifade ve üslu b u n a, sahabelerin de
etkisi olduğu anlaşılm ak tad ır. Ö rneğin, tefsircilerin kaydettiklerine göre, Hz.
Ö m er, Peygam bere, M akam -ı İb ra h im ’i nam azgâh yapm ak için teklifte bulunm uş,
arkaç an b u n u uygun b u lan ayet inm iştir. Y ine H z. Ö m er, Peygam bere, eşlerinin
örtünm elerin i teklif etm iş, ark a d a n H icab ayetleri gelm iştir. Bir defasında da
Peygam bere eşlerinden b irin in ikram ettiği bal şerbeti dolayısıyla öteki eşle­
rinin k ıskançlık yüzünden kendisine karşı saygısızlıkları dolayısıyla, Hz.
Ö m er; o n lara, " N e bilirsiniz, eğer sizi boşayacak olursa, b e lki de R a b b i ken­
disine sizin yerin ize ve sizden daha hayırlı eşler verir” diyerek öğüt verm iş, az
sonra da H z. M uh am m ed ’e b u anlam da b ir ayet gönderilm iştir. N ihayet yasak­
layan ayetler de, d ah a evvel H z. Ö m e r’in Peygam bere bu kon u d a yapm ış olduğu
teklifler neticesinde bildirildiği gibi, H z. A yşe’ye d ü şü rü p yitirdiği kolyesi do­
layısıyla yapılan iftira karşısın d a H z. Ö m e r’in hayretle, "Suphanallah, bu büyiik
bir iftira d ır!” dem esi, bu tüm ceyi aynıyla içine alan bir ayetin inm esine neden
olm uştu r. H z. Ö m e r’in önem li k o n u lard a peygam bere tü rlü yard ım lard a b u lu n ­
duğu bilin m ek ted ir. Ö rneğin bazı toplum sal koşullarla gereksinm eler için K u r’
anda herhangi b ir ayet b ulunm adığı v ak it O , H z. M uham m ed’e " Tanrıya yalvar
da, bize yen i bir b u yru k yo lla sın !” d er ve peygam ber de onun bu dileğini yeri­
ne getirerek d u a etm ek suretiyle istenen k o n u h ak k ın d a yeni b ir ayet söylerdi.
Sayısı ü zerinde birleşilm em iş olan b u (14?) k a d a r dogm aya (nas) İslâm T anrıbi-
lim cileri M uvafakat-i Ö m er deyim ini k u llan ırlar. Bir gün H z. M uham m ed, dam a­
d ı H z. A li, kızı H z. Fatım a ve to ru n ları H z. H a sa n ’la H z. H üseyin’i etrafın a alarak
kendisi uyuduğu v ak it b ü rü n m ü ş olduğu b ir örtüyü onların üzerine serm iş ve
kendilerine dua etm iştir. Bu d u an ın da sonra aynıyle b ir ayet o larak bildirilm iş
olduğu kab u l edilm ektedir.
H z. M uh am m ed ’in özel hayatıyla, p rotokol k u rallarına, kişisel tasa ve sıkın­
tıların d an başlayarak aşiret ve aile kavgalarına k a d a r türlü ko n u ları kapsayan
ayetlerin inm iş olduğu da görülm ektedir. M üslüm anlık kuvvetlendikçe, H z. M u­
ham m ed’in ru h a n î şefliği k a d a r da siyasal şefliği kuvvetlenm iştir. Bu nedenle
eşlerinin in san larla ilişkisi b u şefliğin gerektirdiği saygı ve protokola da ihtiyaç
gösterm işti. Şu ayetler b u n u açık lam ak tad ırlar: “E y im an edenler, size y e m ek
için izin verilm ed ikçe ve b eklen m ed iğ in iz zam anlarda Peygam berin evlerine gir­
m eyin; anca k çağrıldığınız va kit girin; yem eği yed ikten sonra da, hem en da­
ğılın; sohb ete dalm ayın; zira bu Peygam beri ü zm e k ted ir ve ayrıca da sizlerden
utanıyor; fa k a t Tanrı, d o ğruyu sö ylem ekten sıkılm az. H arem lerine d e bir şey
soracağınız vakit, bir perde arkasından sorun; bu hem siziıı kalpleriniz, hem de
onların kalpleri için daha tem izd ir ve T a n rı’ıun elçisine, sizin eza etm en iz ol­
maz. A rka sın d a n o n u n eşleriyle evle n m e n iz de olm az; bunun günahı, Tanrı ka ­
tında ç o k b ü y ü k tü r” (A hzab, 53). Bu p rotokol ayetlerine, bu büyük din lideri
için kullanılm ası gereken saygı sıfatları da eklen ir: “Tanrı ve m elekleri, Peygam­
bere hep salavat getirirler; ey im an edenler, ona teslim olarak salât ve _selâm
getirin” (A hzab, 56). Bu saygıyı, H z. M uham m ed’in kendisi de istediği şu ha­
disinden an laşılm ak tad ır: “Y a n ın d a ben anıldığım vakit, bana salavat getirm e­
m iş olanın burn u sü rtü lsü n ”. D iğer b ir hadiste de, bu kon u d a ısrar etm iş olduğu
g örülür: “Tanrı, bir M üslüm anın yanında anıldığım vakit, bana salavat getiren
için, Tanrı seni yarlıgasın diyen ik i m elek görevlendirm iştir; ö te k i m elekler de
bu ik i m eleğe k a rşılık olarak A m in derler. Bana salavat getirm ediği zam an da
o ik i m elek, Tanrı seni yarlıgam asın der, ö te k i m elekler d e yin e A m in derler".
Şu ayetler de bu p rotokol k u ra lla rın ın b ir kısm ım ifade ederler: “E y im an eden­
ler, seslerinizi P eygam berin sesinden daha y ü k s e k çıkarm ayın ve ona birbirinize
bağırır gibi seslenm eyin; haberiniz olm adan am elleriniz boşa gidiyor; T a n rı’nın
kalplerini ta kva için sınam ış olduğu kim seler, T a n rı’nın elçisi yanında seslerini
kısanlardandır; onlara hem bir varlı gama, hem de bir m ü kâ fa t vardır; odaların
arkasından sana seslenenlerin çoğu akılları erm eyenlerdir; onlar, sen kendilerine
çıkıncaya kadar sabretm iş olsalardı, ken d ileri için daha hayırlı o lu rd u ” (H lıcu-
rat, 2-4). Şüphesiz bu ayetler, A rap ların o dönem deki çöl hayatının özgürlük ve
lâubaliliğine karşı bildirilm iş ve o n ları b ü y ü k ler karşısında disipline alıştırm ak
gibi uygaısal b ir vazife görm üştür.
T efsircilerin tartışm a k o n u ların d an b iri de K u r’anın ne vakit inmeye baş­
ladığı so ru n u d u r. F ak at genel o larak o n u n ram azan ayında (B akara, 185), hangi
gece olduğu bilinm eyen b ir k a d ir gecesinde inmeye başladığı kabul edilir. Bu
gece, eski B abillilerin de in an d ık ları gibi, yılın b ü tü n k ad erlerin in belirlendiği
kutsal b ir gece sayılır (K adr, 1; D u h an , 3). Bu ayetlere göre, K u r’anın toptan
b ir K utsal K itap o larak m ü b arek b ir gecede indirildiği anlaşılıyorsa d a, O n u n
toplum sal ve tarihsel olayların akışı içinde parça parça ve (23) yılda indirilm iş
olduğu da bilinm ektedir. Y orum cular, T an rı söz ve bu y ru k ların d a çelişkiyi k a­
bul etm ediklerinden b u ayetleri başk a başka anlam da açıklam aya çalışırlar.
K u r’an , 'Â li İm ran suresinde sınıflanm ış g ibidir. Bu surenin 7 ’nci ayetine
göre K u r’a n d a m uhkem ve m üteşabih (benzeşim li) olm ak üzere iki ayet züm ­
resi vard ır. K u r’anı başlangıçta ezbere b ild ik lerin d en şüphe edilm eyen kim seler,
M uaz bin C ebel, Z eyd bin S abit, U beyd bin K âab ve A bdullah b in M es’u d ’dur.
K u r’an halife E bu Bekir zam anında to p lan arak M ushaf haline getirilm iş ve b u n ­
lar H z. O sm an zam anında çoğaltılarak illere d ağ ıtılm ıştır. K u r’anın son elim iz­
de b u lu n a n şekli ise, M uaviye zam anında H accac tarafın d an vücuda getiril­
m iştir. H alife O sm a n ’ın, H a fsa ’ya em anet ettiği kısım lar dışında k alanları yok
ettirdiği de b ilinm ektedir. B ir h ad iste, " K ıır’a m , k e n d i görüşüyle yorum layan
k â fir o lu r" den ilerek bu konuda akıl ve vicdan özgürlüğü kaldırılm ış gibi görü­
nürse de, tasavvuf erb ab ı, filozoflar, S ünnî ve Ş iî kelâm cılarja tefsirciler, ayet­
leri kendi niyet, m aksat ve gayelerine göre y o rum lam ışlardır; ve araların d a
birçok n o k talard a anlaşm azlık da olm uştur. Evvelâ ilk A rap im lâsında nokta
ve h arek en in m evcut olm am ası, k ıra a tla rın b aşkalaşm asına neden olduğu gibi,
M üslüm anlığın yayılm ış olduğu diğer A rap bölgelerindeki lehçe fark ları da buna
neden olm u ştu r. Bu su retle bizim eski h a rfle r dönem indeki im lâm ızda olduğu .
gibi, b ir sözcük tü rlü şekillerde o k u n u n ca, o sözcüklerin a n lam lan da değişm iş­
tir ve ister istem ez yorum lam a ve açık lam alar, tefsircilerin anlayışlarına göre çe­
şitlenm iştir. D iğer b ir neden de, d in gayreti, sevaba girm ek, gün ah tan kaçınm ak,
bilgiçlik taslam ak gibi b irtak ım kişisel duygularla tü rlü sanat oyunlarına baş­
vurm ak, yani m ecazlar, istiareler, kinayeler, b enzetm eler ve sim gelerden yarar­
lanarak k o n u lara ro m an tik b ir şekil verm ek ve m istik h arik a sıfatım artırm ak ­
tır. T efsircilerin bu husu slard ak i yetenekleri değişik oldu ğ u n d an , araların d a a n ­
lam ve açıklam a b ak ım ın d an tam b ir b irlik k u ru lam am ıştır.
K u r’an , gittikçe genişleyen İslâm toplum ve devletlerinin h u kuksal ve si­
yasal ihtiyaçlarını karşılayam az olm u ştu r. Bir ta ra fta n da bilim ve uygarlık ge­
liştikçe sosyal ve insel ihtiyaçlar d ah a k arm aşık ve daha çeşitli b ir hal alm ıştır.
B ütün b u n la r için, kutsal k ita p ta gereken h ü k ü m ler b u lunm adığından, tefsir-
çiler, tü rlü çevirti ve y o rum lam alara b aşv u rm u şlardır. B unun b ir nedeni de,
“N e yaş, ne k u ru (hiç b ir şey y o k tu r ki) bu a çık kitapta bu lu n m a sın ” ve, “K itap­
ta hiç bir şeyi ihm al e tm e d ik ” (E n ’am , 3 8); “G ö k te ve yerde kaybolan h iç bir
şey y o k tu r k i, bu a çık kita p ta b u lu n m a sın ” (N em i, 75) ve b ir hadiste, “E v v e lk i­
lerin ve sonrakilerin b ilim in i arayanlar, K u r’anı eşelesinler” gibi kutsal b ild iri­
lerdir. H z. M uham m ed’in gerçek m aksadı, tüm insan bilgi ve tekniğinin değil,
öteki dinlerin ve d in o larak kendi tek lif ve em rettiği h ü küm lerin hepsini K u r’a n ­
da bulabileceğim izi ve teo k ratik b ir d ev let için gerekli olan h u k u k ve ah lâk k u ­
ralların ın d a, b u k u tsal k itap ta tüm üyle m evcut o lduğunu anlam am ızdır. F akat,
m ezhep ve ta rik a t k u ru cu ları k a d a r da din bilginleri, ne kendi iddia ettikleri
düşüncelerin , ne de d in in gerçek bilgelik ve am açlarını aram am ışlardır. Sadece
yüzyıllardan beri garip ve hazin b ir k ib ir ve in atla, K u r’anda geçmiş ve gelecek
dönem lerin, bulm uş ve bulacağı tekm il gerçeklerin saklı olduğu iddiasını tek­
rarlayıp d u rm u şlard ır. B unlar, b ir dinin gerçek büyüklüğünün ancak b u çeşit
iddialarla ispat olunabileceğini zan n etm işlerd ir. B unun için d ir ki o nlar, insan-
lığın düşünce ve k ad erin e m u tlu lu k veren b ir ü stat olam am ışlardır. O ysaki, Ba­
tı ’n ın büyük d ü şü n ü r ve bilginlerinden pek çoğu, kilise ve m an astırd a yetişm iş
olan d in ad am larıd ır ve b u n la r, im an ad ın a, evrenin çeşitli gizlerinin olduğu k a­
d a r da insan gidişini düzenlem ekte, d in lerin ulaşam adığı erdem ve ödevleri in­
k â r etm e k ü çü k lü k ve gafletine düşm em iş, h a tta bu gerçekler uğruna hayatlarını
bile feda etm ekten çekinm em işlerdir. K u r’an ve hadislerde yeni d u ru m ların ge­
rektirdiği b ir h ü k ü m , açıkça bulunm ayınca, fık ıh çılar ve tefsirciler, hem en kıyas,
sünnet, icm a ve istihsan terim leri altın d a to p lan an içtihat yöntem lerine başv u r­
m uşlardır. Bu u su ller, d ah a çok fıkıh so ru n ların a uygulanıyorsa d a, çoğu za­
m an savunulm uş olan sonu çlar, kişisel ve bireysel görüşlerin ü stü n gelenleri­
d ir; ve İslâm h u k u k u n d a k i ş e r’î hileler de, d ah a çok bu çevirti ve yorum lam a­
ların kötüye k u llan ılm asın d an doğm uştur. Bu yöntem ler bile, K u r’an ve hadis­
lerin yetersizliğine, b u n la ra bazı şeylerin eklenm esi ve bazılarını terk etm ek gibi
çarelere başv u rm an ın zo ru n lu lu ğ u n a delâlet ederler. Z ira, sosyal problem ler,
dinam ik b ir özelliğe sah ip tirler; b u n lara statik dogm alara saplanm anın uygun
olm adığı, diyalektik tartışm aların d a eşya ile olayların doğasına uygun k u rallar
arayıp b u lu n m ad ık ça, dinin k en d i yapısı içinde uygulanam az hale geldiği açık
bir gerçektir.
K u r’an herkesin açıkça anlayabilm esi için A rapça indirilm iştir. B unu şu
ayetlerden öğreniyoruz: " O n u sakındıranlardan olasın diye açık bir A ra p diliyle
senin ka lb in e em in ruh indirdi; onu A rapça bilm eyenlerden birine indirseydik
ve o bunu ken d ilerin e o k u m u ş olsaydı, yin e im an etm eyeceklerd i" (Ş uara, 192-
199); "B iz onu a kıl erdiresiniz d iye A rapça in d ird ik ” (Y usuf, 3); " İşte onu böyle
A rapça bir K u r’an olarak in d ird ik ve onda öğüt olarak, sakınsınlar diye, asilik­
lerin p e k çoğunu a ç ık la d ık ” (T ah a, 13); " M e k k e ’yi ve çevresindekileri sakın­
dırasın ve toplam a günün ü n d ehşetini h ab er veresin diye, sana böyle A rapça bir
K u r’an v a h y e tm e kte y iz” (Şura, 6); "B iz o nu kavrayasınız (akıl erdiresiniz) diye
'Arapça K u r ’an k ıld ık ” (Z u h ru f, 3); "P ü rü zsü z K u r ’anı anlayıp sakınsınlar diye
A rapça v a h y e ttik ” (Z üm er, 28); "H er gönderdiğim iz peygam beri, ancak kendi
ka vm iniıı d iliyle y o lla d ık ki, onlara beyanda b u lu n a b ilsin ” (İb ra h im , 5). Hz.
N uh da, K u r’an d a kavm ine şöyle d em ektedir: " S iz i sakındırm ası ve Tanrı em ir­
lerinden ç e k in m e k suretiyle rahm ete nail olm a n ız için R ab b in izd en size bir
âdem diliyle haber geldiğine m i şa şıyorsunuz?” (Â raf, 63). A hkaf suresinin 12’n-
ci ayeti de K u r’an ın , H z. M usa’ya in dirilm iş olan k itabı onaylam ak üzere A rapça
indirilm iş o ld u ğ u n u b ild irir (Beni İsrail, M ısır’da kendi öz dillerinden başka
b ir dili biliy o rlar m ıy d ı?). B ütün b u n la rın , A rapçanın T an rı dili değil, kul dili,
yani A rap kavm inin dili o lduğunu da gösterdiği gibi, K u r’an, evvelâ M ekke ve
çevresindekileri yola getirm ek için, d ah a sonra da H z. M uham m ed, M edine’de
bir devlet k u ru n ca, tüm A rap ların anlam ası için, bu kavm in diliyle b ildirilm iştir.
D enebilir ki, başlangıçta tam am ıyle ulusal b ir devrim in büyük ülküsü gibi gö­
rünen M üslüm anlık başarıya ulaştık ça, evrensel b ir egem enlik am acını gütm üş
ve K u r’an, A rap çan ın h er yerde ü stü n , yaygın ve egem en olm ası için bu dille
ifade edilm iştir. Z aten H z. M uham m ed, A rapçadan başka b ir dil de bilm edi­
ğinden, K u r’anın yabancı b ir dille ifade edilm esine de olan ak yoktu. Böyle b ir
m ucize olsaydı bile, davasını tüm A rap lara anlatabilm esi de olanaksız olu rd u .
N itekim , K u r’an A rapça olduğu halde, tüm A rap lar M üslüm an değildirler. Bu­
gün hâlâ a raların d a, M aru n îler, N asran îlcr, Y ezidîler, D ürzîler, N asturîler, h atta
H ıristıyan lar ve Y ah u d iler de v ard ır. Bu gerçek, bize, b ir dini kabul etm ek için,
k u tsal k itap ların m utlaka ilk h itap ettikleri u lu sların diliyle bildirilm iş olm a­
sın ın da yetm ediğini gösterm ektedir. H o zar T ü rk lerin in Y ahudiliği, G agavuz-
la rm O rto d o k slu ğ u da bu tü rd en b ir g erçek lik tir (K u r’anın niçin A rapça b ild i­
rilm iş old uğunu İb rah im suresinin 5 ’inci ayeti de açıkça anlatm ak tad ır).
K u r’anın dilim ize çevrilm esine m u h alif o lan lar, özellikle şu ayete dayanır­
lar: “İşte onu, A rapça h â kim olsun d iye A rapça in d ird ik ” (R aid, 39). O ysaki
b u ayet A rap egem enliğini yaratm ak isteyen ulusal b ir ü lk ünün ifadesinden baş­
ka b ir anlam taşım az. Bütün b u ayetlerden anlaşılıyor ki, K u r’an, H z. M uham ­
m ed ’in konu ştu ğ u dille ve araların d a yaşadığı kavm in diliyle ifade edilm iş ayet
ve sureler to p lam ıdır. G ayesi de, bildirdiği- k u tsal em irleri, dinleyenlerin kolay­
ca anlam aların ı sağlam aktır. N itekim H z. M uham m ed, b ir hadisinde, “A nlam ını
düşü n m ed en K u r ’an o k u m a k ta hayır y o k tu r " dem iştir.
Bu itib arla K u r’anı, M üslüm anlığı k ab u l etm iş ve kabul etm esi istenilen
b ü tü n u lu sların , kendi dillerine çevirerek kapsadığı gerçekleri öğrenm eleri, yal­
nız m antıksal b ir zo ru n lu lu k değil, aynı zam anda şe r’î bir ödevdir. K u r’anın
anlaşılm az b ir k itap olm adığını, b irço k ayetlerde te k ra r edilm iş b u lu ru z ve onun
en çok te k ra r edilm iş olan sıfatı, ‘beyan ed ic i’ veya ‘aç ık ’ terim leridir. “B iz sana,
ayetler in d ird ik, bunları fasıklardan başka k im se ret ve inkâr e d e m e z” (B akara,
99) denilm esine karşın , K u r’anın dilim ize çevrilm esini istem eyenlerin psikolojik
d u ru m ları şöyle olsa g erektir: Evvelâ İslâm bilginleri K u r’an d ak i sözcüklerden
birçoğunu n anlam ı ü zerinde uzlaşm ış d eğ ildirler. H a tta K u r’an sözcülüğünü bile,
toplam ak, ok u m ak , inşat etm ek, ezberden ok u m ak, diye tanım lam ışlar ya da
b u n u , eklem ek, ezberden o k u n a n ... gibi an lam larda kab u l etm işler, söy­
lenişi üzerinde bile birleşem em işlerdir. Levh-i M ahfuz, A rş, K ürsî, Sidre-i Mün-
te h a ... vb. gibi deyim lerin herhangi b ir dilde karşılığı olm adığı halde, bunları
m istik hayal g ü cünün yarattığı tasarım lar saym ayı da im ana aykırı b u lu rla r. N e
o ld u ğ u n u ancak T a n rı’nın veya H z. M uh am m ed ’in bildiği bu gibi terim leri, m e­
cazlı benzetm eler sayarak k örü k örüne inanm ak ve aynıyla k u llanm ak, kabul
etm ek gerekm ektedir. Bu itib arla T ürkçeye ya da başka b ir dile çevrilm esin­
den beklenen p ra tik y arar kazanılam az zan n ed erler. K u r’anm birçok ayetleri,
M üslüm anlığın p ropaganda zam an ların d a ileri sürülm üş vaat, telkin ve teh d it­
lerd ir. Büyük b ir kısm ı da h u k u k ilkeleri ve tarihsel olayların an ıla rın d an iba­
re ttir. D ua niteliğinde olan ları ise oldu k ça az sayılır. B unlardan b ir kısm ı, K u r’
a n d a adı geçen peygam berlerin, m eleklerin vb. kim selerin d u ala rıd ır ki, b u n la­
rın sayısı 6 0 ’tır, b u n u n da an cak 7 ’si H z. M uh am m ed’indir. İb ad et ne k ad a r
m istik, bu lan ık ve esrarlı b ir hava içinde cereyan ederse, ru h üzerinde o k ad a r
kuvvetli etk iler y ap ar ve safdil in san lar, an lad ık ların d an çok an lam adıklarına
karşı saygı ve h ay ran lık h issederler. D in ad am ları, genel o larak halkın anlaya­
m adığı b ir dille o k u m ak ta, kendi kişisel değerlerinin yücelm esi için de b ir yarar
u m arlar. H alk, tü rlü nedenlerle te k ra r edilm iş olan peygam ber öyküleriyle süs­
lenm iş b ir kutsal k itap ta, h arik a zevkini tadab ilm ek için T a n rı’nın dili diye
telkin edilm iş olan A rapça ifadelere d ah a çok değer v erir; zira o n lar, bilm e­
dikleri b ir dild en o k uyup d in led ik lerin i, k en d i dilleriyle okuyup dinleyecek­
lerine oran la d ah a kutsal sayar ve kendi tinsel ihtiyaçları için daha elverişli b u ­
lurlar. Bilgisizliğin b u in an çların ı, din duygusunun devam ı bak ım ın d an daha
yararlı b u lan T an rıb ilim ciler, A rapçayı b ir T an rı kelâm ı saym ışlar, b u n u n baş­
ka dillere çevrilm esinin kutsallığa aykırı o lduğuna inanm ış ve halkı yüzyıllar­
dan beri yapılm ış olan telkinlerle b u n a in an d ırm ışlard ır. O ysaki, A rapçanın ve
dolayısıyla K u r’anın T a n rı kelâm ı o lu p olm adığı k o nusunda d a, tü rlü m ezhep­
ler tam b ir uzlaşm aya m uvaffak olam am ışlardır: B âtınî fırk a ları, K u r’anı T an-
n ’m n değil, H z. M uham m ed’in sözü saym ışlar ve C ib ril’in ak ıld an başka b ir
şey • olam ayacağını savun m u şlar; akılcı k elâm cılar ise, T an rısal kelâm ın m ad­
desel olarak ebedîliğini reddetm işler, b u itib arla, örneğin H z. M usa’nın doğru­
dan doğruya T an rı ile değil, kelâm ın yeri olan çalılarla konuştuğunu ileri sü r­
m üşlerdir. E ş’arîler, H z. M u sa’nın T an rı kelâm ını kendi kulaklarıyla işitm iş ol­
duğ unu, ancak b ir vahiyle b u n u d u yduğunu k ab u l ederler. E ş’arî, T anrısal ke­
lâm da ara verm ek olam az, T an rısal yetkinlikle sükûn uzlaşam az kan ısın d ad ır,
ona göre, T a n rı’nın veya K u r’anın lafzı y o k tu r; zira, lafız ahenkle okum anın
(tilâvet) zo ru n lu ve insel b ir so n u cu d u r. Bu itib arla E ş’arî, T an rı kelâm ının
kelim esiz, sözsüz, harfsiz b ir düşü n ü ş o lduğunu k ab u l eder. V ahiy bahsinde an ­
lattığım ız an k ette de bilginlerin düşünceleri aynı g ibidir. Ö zet olarak d in bilgin­
leri, T an rı k elâm ının insan kelâm ına benzem ediğini anlatm ak gayretiyle, vahyi
tehlikeye d ü şü rü rler. Bu k o n u d a eski Y u n an d an ve Yeni E flatu n cu lu k tan baş­
layarak H ıristiyanlığa k a d a r geçm iş olan ‘k e lâ m ’ düşüncesiyle ‘yaratıcı a k ıl’ kav­
ram ının, İslâm da kelâm h ak k m d ak i düşüncelere bulaştığı görülür. T an rı k o n u ­
şu r m u, kelâm ı v ar m ı; varsa ezelî m id ir, ebedî m id ir, fani m idir; zam an içinde,
Levh-i M ah fu z’d a yazılı o lan lard an b aşk a şeyler söyler m i; vahiy esnasında söz­
cüklerle m i söyledi?., gibi, k arşılık ların ın verilm esinde zihnin asla kanm ayaca­
ğı ve im an b ak ım ın d an da yetkinlikten çok şüpheye götüren ko n u larla boşuna
uğraştılar. K u r’anın T ü rkçeleştirilm esine itiraz ed en lerin b ir kısm ı d a, dinsel
sak ın calard an b aşka dilim izin kısırlığ ın d an , A rapça gibi zengin olm adığından,
tarih boyunca olduğu k a d a r d a , hem en h er ilim izde tü rlü lehçe fark ları o ld u ­
ğundan söz ederek, b u çevrim e ve dilek lerin in uygulanam ayacağını savu­
nu rlar. Bu tü rlü d ü şünceler, bilim sel olm ak tan çok b ir aşağılık duygusunun
ü rü n ü d ü r. M ısır, Y em en, Fas, Cezayir, Suriye, I r a k ... lehçelerini yakından bi­
lenler, bu dilin de h er bölgede özdeş olm adığını g örm üşlerdir. Fazla olarak A rap
h alkının konuşm a dilleri de, genellikle k itap ve şiir dili değildir. B edevilerin
bile an ladığ ın d an şü p h e etm eyen, b u ulusal duygudan yoksun d ü şü n ü rler, yüz­
yıllarca bizi A rap laştırm a gayretinden vazgeçm em işlerdir; halkım ızın kendi di­
nini k en d i d ilin d e n anlayam ayacağını sav u n an lar, T ü ı'k le rin M üslüm anlığın­
dan şüphe e ttik lerin in fa rk ın d a olm ad ık ları gibi, âdeta u ğ ru n d a yüzyıllardan beri
bin b ir fed ak ârlık yapm ış olduğum uz b u yüce din d en ulusum uzu affetm e gaf­
letine düştü k lerin i de fa rk etm em ektedirler. Bu anlayışta o lan lar K u r’anı baş­
ka b ir dile çevirm ek şöyle d u rsu n , h a tta o n u n y o rum lanm asına bile izin ver­
m ezler. B unun için d ir ki, tü rlü sosyal b ask ılar ve k u şk u la r yüzünden, K u r’anın
çevrilm esi veya T ü rk çe K u r’an deyim inden bile ü rk erek , m eal-i şerifi gibi te r­
kipleri kullanm ayı uygun b u lu rla r. Y u k ard a kaydettiğim iz ve K u r’an ın A rapça
indirilişini» nedenlerini bildiren ayetler ise, insan lara pek açık b ir dille hitap
etm enin gerekli olduğunu an latırlar. Eğer ulusu m uzdan da b ir peygam ber ye­
tişm iş olsaydı, elbette getireceği k itap T ü rk çe olacaktı*. B unun içindir ki, İbn
H azm ’in hocası, Z a h irîle rin ileri gelenlerinden ve Şiî fıkılıçısı D avud Bin H alef
(815-883) ayet ve hadisleri, g ö rü n ü r anlam larıyla savunm uş ve T akiyeddin bin
T aym iya (1263-1328) da K u r’an ve hadislerin açıklanm asını, yani çevirtilerini
reddetm iştir. Bu zat, m ezar ziyaretini ve evliyalardan yardım dilem eyi de saçm a
in an çlar arasın d a sayacak denli cesaret gösterm iştir.
Ç evirti (tevil) sözcüğü, K u r’anm o n ayetinde kullanılm ıştır: 1. K ıır’anın
kapsadığı konuları sınıflayan b ir ayette, benzcşim leri (m üteşabihat) çevirtiye
kalkışan kim selerin fitne ve fesat ehli o ld u k la rın d an söz ed ilir; bu n ların çevir-
lilerinin T a n rı’d an başk a kim senin bilm eyeceği k aydolunarak böyle b ir girişi­
me izin verilm ez (Ali İm ran , 7); 2. H erhangi b ir konuda anlaşm azlığa düşü­
lü rse, çevirti yoluna sapm ayıp T a n rı’ya ve hadislere başvurm ak em redilir ki,
bu da çevirti aleyhinde b ir k a n ıttır (N isa, 5 9); 3-6. Bazı ayetlerdeyse, bu söz­
cü k , düş (rüya) tabiri anlam ında k u llan ılm ıştır (Y usuf, 6, 21, 30, 100); 7. İm an
edenlere hidayet ve rah m et olarak indirilm iş olan K u r’am n m üjdeleriyle gocun­
d u rm aların ın anlam ı ve belirm esi gibi kullanılm ış ve. "Bıı çevirtinin zu h u ru n u
bekliyorla r" şeklinde ifade ed ilm iştir (Â raf, 53); 8. M üşrikler, Peygam berin
K u r’anı kendisi uydurd u ğ u iddiasında b u lu n d u k la rın d a n , b u n lara k arşı, onları
T a n rı’dan başka dilediklerini de yardım cı çağırm ak suretiyle b ir sure m eydana
getirm eye davet ve o n ların , K u r’anın bilim ini k av ram adan ve çevirtisine v âkıf
olm adan yalanlam aya çalıştıklarından söz ed ilir (Y unus, 49-50); b u rad a çevirti,
K tır’anm anlam ını kav ram ak dem ek tir; 9. K ile ile doğru ölçm eyi, doğru terazi
ile tartm ayı em reden ayette, b u n u n en güzel ve eri hayırlı çevirti olduğu sfjy-
Ienir ki. b u rad a da bu sözcük, akıbet ve sonuç gibi b ir anlam da k u llan ılm ıştır
(Isra, 35); 10. H z. M u sa’nın H z. H ız ır’la çıkm ış olduğu b ir yolculukta rastla­
d ıkları olaylara k arşı, H z. H ız ır’ın yapm ış olduğu işlerin hikm etini anlam ak
için gösterilen sabırsızlık dolayısıyla H ızır, "Sabredem ediğiıı konuların çevir-
tisini ya p a y ım ” d iyor ki, b u rad a b u sözcüğün açıklam a anlam ında kullanıldığı
anlaşılıyo r (K ehf, 78). Y u k ard a geçen birin ci ve ikinci m addedeki ayetlerden
K ur’anm çevirtisi pek de salık verilm ediği anlaşılıyor. Bu içtihat problem iyle
ilgili ve önem li b ir k o n u d u r. Aksi halde te ’vil sözcüğü kullanılm ış olan ayetlerin
çelişik olm aları gerekir.
K u r’anın dilim ize çevrilem eyeceğine in an an lar, ya A rapçayı hakkıyla bilm i­
y o rlar ve bu yüzden düşülecek yanılm a dolayısıyla günaha gireceklerini ve ün-

(1) EUmizde bulunan Kur'an, Kureyşlilerin lehçesiyle bildirilmiştir. Bu


lehçeyi tüm Araplar da kullanamazlar. Bunu anlam ış olan büyük tanrıbilim cile-
rinden İm am Yusûf ile İm am Muhammed, Arapçanın fonetiğini taklit edem e­
yen yabancıların, özellikle Acemlerin Allahü ekber yerine, Tanrı uludur anlam ı­
na gelen llu d a y Büzrük est. Be n a m - 1 huday-ı büzrük gibi Farsça deyimlerle
nam az kılm alarını önermişlerdir. İm am Ebu Hanife de, tem iz bir im anla kılı­
nacak bir nam azda hiç bir koşulun gerekli olm adığını savunmuştur. Bu itibarla
Kur'anı anlayarak ve Arap tecvidine uygun olarak okuyamayanların, kendi ana
dillerine çevrilm iş olan kutsal m etinleri okuyarak, kendi öz dilleriyle ibadet
etm elerinde akıl ve im an bakım ından bir sakınca yoktur.
lerinin (şöhret) de lekeleneceğini zan n ed iy o rlar ya da h ak ve gerçek oldukla­
rın d an şüphe etm edikleri ayetlerin an lam ların d an şüphe ediyorlar. K u r’anda
ise, tü rlü ayetlerin beyanından da anlaşılacağı gibi, h e r şey açık ve anlaşılabilir
b ir surette bild irilm iştir. Bu nedenle o n u , m uğlak ve anlaşılm ası güç gibi te­
lakki etm ek, b iraz da K u r’anı m anen örselem ek dem ektir. O na b ü sb ü tü n esrarlı
b ir nitelik v ererek değerini yüceltm eye çalışm aktansa, yüceliği T anrısallığından
belli olan ayetlerin gerçek değerlerini azaltır, o n ların etkilerini de zayıflatır ve
anlam ad an k örü k örüne inanm aya zo ru n lu k ıla r ki, bu im ana aykırıdır; yahut
d a , anlaşılm ası olanaksız sayılan k u tsal k itab a ilgisiz kalm ayı sağlar. Bu k o n u ­
d a , aleyhte düşü n en lerin iddiası ne o lu rsa olsun, K u r’an, dilim ize çevrilecektir
ve çevrilm ektedir; ve gittikçe gelişen k ü ltü r seviyem iz, ulusum uzun anlam ada-
dan dinli kalm asını isteyecek denli aym az kalm asına izin verm eyecektir. Z ira , d ü n ­
yanın gidişi ve insan ların b u g ü n k ü anlayışları, im anı başka tü rlü , bağnazlık
(taassup) çerçevesinin d a r ve yıkıcı sınırları içinde kabul etm eyecek b ir dö­
nem e girm iştir.
K u r a n ı h erhangi b ir dile çevirm ek zo rd u r; fakat bu h er yabancı eser için
b ir gerçektir. Z o rlu k , vazgeçm eyi değil, d ah a büyük b ir özentiyi gerektirir.
Z aten her ayetin ne zam an, hangi olay dolayısıyla indiği bilin d ik ten sonra
— ki bilin m ek ted ir— o ayetin an lam ını b elirtm ek daha kolaydır. K u r’an ın am a­
cı da, im an ed enlerin anlam ası ve b ildirdiği hük ü m lere göre am el edilm esidir;
yoksa, tefsir ve çevirti yoluyla, gerçek anlam ın d a istenm iş o landan büsb ü tü n
başka olasılık lara sürükleyen m eali ü zerinde tartışm ak değildir. B unun diğer
b ir sakıncası da, kolaylık isteyen b ir dini, anlaşılm az b ir halde b ırak m ak , aynı
ayet vc hadisi, tü rlü m ezheplere göre yorum layarak, İslâm toplum larını b ir tek
üm m et haline getirm ek id d iasın d a o lan , h a tta insanlığı b ir tevhit esasına bağ­
layarak kardeş h aline getirm ek isteyen b ir din i, anlaşm azlıklarla düşm anlıklara
aracı yapm ak tehlikesidir. B unun için d ir ki, yüzyıllardan beri bu yüce d in, dev­
let adam ları elinde politikaya, çık arcılar elinde p ara kazanm aya ve bağnazlar
elinde bilgisizliğin, geriliğin ve ahlâksızlığın yayılm asına yaram ış; yüzyıllardan
beri olum lu düşünceleri ve bilgileri b altalay arak m edresenin d ed ikodulu ve
sonu gelm ez gevezelikleri arasın d a pek büy ü k zekâların ve kıym etli zam an­
larla fırsatların boşa gitm esine ve Batı uygarlığından bu denli çok geri k a l­
m am ıza neden olm uştur.
H angi dilden olursa olsun, b ir eserin b aşka b ir dile çevirisi,, kuşkusuz ki,
o dilin kendi u lu su n a özgü olan incelik ve güzelliklerini aynıyla aktarm az vc
anlatam az; edebî ve bediî bazı n itelik lerin i de m ahveder. F ak at, K u r’an gibi
zaten bediî am açlar gözetm e zoru n lu lu ğ u n d a olm ayan ve am acı sadece insel ey­
lem leri, İslâm sal b ir düzen içinde uygulam aktan ib aret olan p ra tik b ir eseıde, bu
bediilik de ikinci p lan d a k alır. O n a, kendi n itelik ve am açlarına aykırı sıfatlar
yüklem ek, onu hem anlaşılm az, hem de yüklediğim iz niteliklerden yoksun say­
m ak dem ektir. Bu suretle K u r’an , yalnız A raplara özgü, h atta onların
bile anlayam adıkları b ir bilm ece sayılm ış o lur. G erçek anlam ını ancak T anrı
bilir diyerek b ir M üslüm anı esrarlı şüphelere boğm ak da d inin güttüğü am aç­
lara aykırıdır. A raplar, onun bediî zevkini ve inceliklerini, A rap fonetiğinin
gerektirdiği m üzik içinde tatsın lar, öteki. İslâm ulusları d a, hiç olm azsa onun
gerçek an lam ını, buy ru k ve y asaklarını kendi dilleriyle k a v rasın lar.
Çevirti ve tefsir dem ek, b ir ayet veya h ad isi, akıl yoluyla açıklam ak de­
m ektir. Bu, açıkça gerçek anlam ın d eğerinden ve niteliğinden şüphe etm ekle
başlar. Bu nedenle kutsal m etinlerin gerçek an lam larını bulacağız d erken, onu
değiştirm ek, ona kendisinde bulunm ayan b irtak ım hayal edilm iş öğeler (unsur)
karıştırm aya izin verm ek sayılır. Buna b ü sb ü tü n ihtiyaç da yok değildir. D ini
pratik ve kuram sal (teorik) o larak yeni sosyal koşullara göre işler b ir hale ge­
tirm ek ve değerlendirm ek için tefsir, çevirti ve tercüm eyi hoşgörm ek lâzım dır.
Esasen dinlerin bugün m u am elâtta, yani h u k u k , politika ve devlet teşkilât ve
k an u n ların d ak i rolü sona erm iş, yalnız ibadete ait dinsel törenleri kalm ıştır.
Din adam ları, k ü fü r ve günahı, bu yoldaki iyi niyetli ve verim li girişim lerde
değil, bu girişim lerin doğuracağı fena eylem lerde aram alıdır. Eğer sonuç, in­
sanlığını olduğu k a d a r da dinin kendi lehindeyse, dinsel ve ahlâksal görev yeri­
ne getirilm iş sayılm alıdır.
K u r’anın gerçekten T an rı kelâm ı o lu p olm adığı sorunu, b ir zam anlar bü­
yük ve tehlikeli tartışm alara yol açm ıştır: İb n R avendi, K u r’anı b ir peygam ­
berlik belgesi saym adığı gibi, o n u n b ir m ucize olduğuna d a ir ileri sürülm üş
olan düşünceleri de redd etm iştir. Sim avna K adısı Seyh B edreddin de. ‘V a rid a t’
ında, "T a n rı, bu şeyi b u yurdu d em ek, m u tla k varlığın özü, o şeyi öyle gerektirdi
dem ektir; yo ksa T a n rı’nın em ri, söylenişten, harflerden, A rap harflerinden arın­
m ıştır” diyerek K u r’anın T a n rı's ö z ü o lu şu n d an şüphelendiğini itira f etm iş olur.
K ur’anın inşat, belâgat ve m usikisine hayran olunan dönem lerde, onun an la­
m ından çok A rap fonetiğiyle o k u n u şu n a değer verilm iş ve bazıları, H z. M uham ­
m ed ’e ayetlerin dille yöntem i, üslubu değil, anlam ı b ildirilm iştir, diyerek im an
adına herhangi b ir yorum lam a ve çevirm e yanlışlığı karşısında k ü fü r ve günah­
tan da koru n m ak istem işlerdir. Birçok surelerin birinci ayetleri, sadece A rap
harflerinin sessizlerini birleştirerek m eydana getirilm iş gibidir. B unların ne de­
m ek old u k ları ü zerinde ittifak edilm em iştir. Ö rneğin Kalem suresindeki N un
harfi üzerinde İb n Atiye, R azi, Beyzavî anlaşm ış değildirler: Yazı hokkası, n u r­
dan yapılm ış levha, rahm an sözcüğünün son h arfi, cennet n eh irlerinden birinin
adı, kılıcın ağzı, çene ç u k u ru ... vb. gibi tü rlü anlam larda yorum lam ışlardır.
M utezile’nin ana so ru n ların d an b iri, K u r’anın yaratılm ış, yani T an rı kelâm ı
değil, H z. M uham m ed’in kendi eseri olduğu iddiasıdır. A bbasî halifelerinden
M e’m un (786-933), 8 2 7 ’de K u r’anın yaratılm ış olduğunu halka inandırm ak
için b ir sınam aya girişm iştir. Y edi büy ü k hadisçi, halifenin h u zu ru n d a , belki
de bu M ihnet dönem ini atlatm ak ve hay atlarım k u rta rm a k için K u r’anın yara­
tılm ış olduğu so ru n u n u n im anla ilgisi olm adığını savundu. G erçekten de şelıa-
det sözcükleri (kelime-i şehadet) içinde öteki kutsal k itap la rd an farklı olarak
K u r’an için b ir kayıt yoktur. O n altı yıl sürm üş olan bu M ihnet dönem inde, din
ile politika b irb irin e karıştırılm ış ve viçdan özgürlüğüne ağır b askılar yapılm ış­
tır. B ununla b irlik te Bağdat m ü çteh itlerin d en Bişr-el-M arisî (ölm . 833) de,
K ur’anın yaratılm ış o lduğuna in a n a n la rd a n d ır,, M ısır din bilginlerinden ve ye­
nilik isteyenlerden Şeyh M uham m ed A b d u h ’a (1846-1905) göre de K u r’an m ah­
lu k tu r, yani T an rı kelâm ı değildir.
• K u r’an nered en ve nasıl gönd erilm iştir? İb n A bbas, K u r’an m , Levh-i M ah-
fu z ’d ak i T an rısal k itap tan beyt-i izzet’e to p tan indirildiğini, sonra o rad an C ibril
aracılığıyla H z. M uham m ed’e v ah y o lunduğunu söylerse de, bu kitab ın tam am ı
H z. M uham m ed ’e bildirilm em iş, an cak azar a zar bazı p arçaları bildirilm iştir.
N itekim , H z. M usa, H z. İb rah im ve H z. İs a ’ya indirilm iş o lan k ita p la r da,
K u r’ana göre o T an rısal k ita p ta n d ır. K u r’anm yirm i üç yılda p arça p arça in­
dirilm iş o ld u ğ u n u b ild iren ayetler v a rd ır (İsra , 106; D eh r, 23; F u rk an , 32).
K ur’an ın niçin indirildiğini b ild iren ayetlerden anlıyoruz ki, bu açık kitap,
halka hidayet sağlam ak, h ak yoluna g ötürm ek, takva içinde olan lara doğru yolu
gösterm ek, insanları k a ra n lık ta n n u ra çık arm ak , araların d ak i anlaşm azlıkları
çözm ek, im an edenlere b ü yük ö düllerin verileceğini beyan etm ek, m üjdelem ek
ve sak ınd ırm ak için in d irilm iştir (Â rif, 52; B akara, 181; Â li İm ran , 135;
N isa, 103-104; İb rah im , 2; N ah l, 64; İsra , 9; M eryem , 97). Aynı zam anda
K u r’an kendinden önce inm iş olan kutsal k itap ları da onayladığını tü rlü sure­
lerde te k ra r ed er (B akara, 141 ve 97; N isa, 45) ve büyük b ir hoşgörüyle de,
“B ütün peygam berlere inm iş olan kitaplarla, onların m ucizelerine im an eder,
onların hiç b irini diğerinden fa rklı tu tm a z” (B akara, 137) der. Aynı zam anda
K u r’an ın , Beni İsra il’e, anlaşm azlığa neden olan k on u ların doğrusunu ve onla­
rın bab aların ın b ilm edikleri şeylerin çoğunu da ö ğ retir (N em i, 77; E n ’am 91).
Y ahudilerle K ureyşliler, H z. M uh am m ed ’in peygam berliğine, düşünceleri­
ne, K u r’ana tü rlü itiraz ve iftiralard a b u lu n m u şlard ır. K u r’an için, b u n lar:
“E skilerin m asallarından başka bir şey değ ild ir” (N ahl, 24) dem işlerdi. Z ira,
K u r’anda İsrail peygam berlerine d a ir tü rlü vesilelerle bilgiler verilm ekte, eski
M ısır ve ço k tan rılı kavim lerin in an çların d an in tikal etm iş bazı bilgiler b u lu n ­
m ak tad ır. A hret, cennet, cehennem , m elek, şeytan ve son y arg ılam a... v b .’a
d a ir ayetler bu tü rd en d irler: "K ü fred en ler, bu sırf bir iftiradır, ke n d isi uydurdu,
başka bir k a vim de ona yardım e tti d ed iler” (F u rk an, 4); Peygam bere K u r’anı,
"B ir adam öğretiyor, d ed iklerin i biliyoruz; o, nispet ettikleri insanın d ili yaban­
cıdır, bu K ur'anın diliyse, a çık A ra p ça d ır” (N ahl, 103). K âfirler, K u r’am şey­
tanların indirdiğinden söz ettikleri için, Ş ura (210-211), T ek v ir (25-26), Nemi
(7), A nkeb u t (4 7 )... vb. ayetler ve surelerde b u n a karşılık verilm ekte, H akka
suresinin 38-40’ıncı ayetlerinde de K u r’anın b ir ozan (şair) ya da k âh in sözü
olm adığı söylenm ekte, "B izim ayetlerim izi ancak zalim ler inkâr eder” (A nke­
b ut, 47) d enilm ektedir. H ak k a suresinin d ah a alt ayetlerinde de, "Eğer K u r’an,
bir ozan ya da kâ h in sö zü olsaydı (yani Peygam berle) ilgim izi keser ve ceza­
la n d ırırd ık”; K u r’an , "K em al sahibi bir elçinin sö zü d ü r" h ab eri verilm ekte ve
bu ayetin aşağısındaki ayetler açıklanm am ış olsaydı, K u r’anın H z. M uham m ed’
in sözü olduğunu id d ia edenler, iftiraların a yeni b ir k an ıt (delil) daha kazan­
mış olurlard ı: " M u h a k k a k o, kerem sahibi bir elçinin getirdiği ke lâ m d ır” (T ek­
vir, 19-21); fak at bu elçi, "A rş sahibinin yanında o tu ru r”; "Â lem lerin Rabbin-
den ind irilm iş" olduğu için, " T e m izle n m iş olandan başkasının el sü rm em esi”
(V akıa, 78-80) gereken K u r’an h a k k ın d a şüphe edenlerle, biz de onun gibisini
yazarız diyen Y ahudilere karşı ta h a d d i m ucizesi o larak şu teklifte b u lu n u lu r:
"K u lu m u za indirdiğim iz k ita p h a k k ın d a şü p h en iz varsa ve eğer iddianızda doğ­
ruysanız, h iç olm azsa bir surenin m islin i getiriniz ve T a n rı’dan başka tanıkla-
rm ızı çağırınız” (B akara, 23); " O n u u yd u rd u n m u diyorlar? Ö yleyse, onun g ib i
bir sure getirin ve eğer doğruysanız, T a n rı’dan başka k im e gücünüz yeterse ça­
ğ ırın ız” (Y unus, 39). Z ira , "B u K u r ’an, T a n rı’dan başka bir varlığa iftira edi­
lem ez ve lâ kin onun ellerin d ekin i (T evrat) onaylar (tasdik) ve kita b ı tafsil e tm e k
üzere âlem lerin R a b b in d en indirilm iş olduğunda şüphe y o k tu r” (Y unus, 3 8 ).
K âfirler ve Y ahudilerin b u başarısızlık ların ın b ir nedeni de, belâgat ve fesahatin
tak lit edilem ez b ir niteliğe sahip o lu şu d u r. K u r’an, aforizm alar (özdeyişler) şek­
linde indirilm iş olduğu için, kısa b ir ayette derin ve çeşitli an lam lar gizlidir.
A rap ozan ların ın hayal güçleri, çölün pek m addesel ve sayılı olay ve v arlıkla­
rının sınırını aşam az, b u n a alışık da değildir. Bir eserin m islini vücuda getire­
bilm ek için, o eser sahibinin duygularını, heyecanlarını, inançlarını, düşüncele­
rini aynıyle yaşam ak gerekir. S onra, K u r’anda b irtakım sosyal ko n u lar, m istik
ve pozitif yap tırım lar, ölüm den sonraki hayat, sorum luluk ve âlem h ak k ın d a
geniş ölçüde p asajlar v ard ır. O , b ir şeriat k itab ı, b ir fıkıh m ecellesi, peygam ­
berler tarih i, trajik ve rom antik betim lem elerle süslü ve hasım ların tü rlü baskı,
soru ve alaylarına d iren en b ir savunm a eserid ir ki, o zam ana dek A rap lar ve
Y ahudiler, bu tü rd en b ir eser görm em iş, dinlem em iş ve okum am ışlardır. Bu
nedenle K u r’an, h er şeyden önce, orijinal ve o dönem için yepyeni b ir k itap tı.
Ü nlem lerinde ve .h itap ların d a ru h a işleyen b ir kesinlik, okunuş tarzın d a, yani
m usikisinde kutsal b ir ru h an ilik v ard ır. Bu n ite lik le ri dolayısıyladır ki, daha
vahiylerin gelm ekte olduğu zam an lard a bile, ayetlerde bin b ir çeşit bilgeliğin
gizli olduğuna inanılm ıştı. N itekim , d ah a sonraki T an rıb iü m ciler, bu bilgelik­
lerin sayısını astronom ik rak am larla anlatm aya kalk ışm ışlardır. Fahreddin-i Razî,
‘M efatih-ül-G ayb’ adlı tefsirinde, yalnız F atiha suresinde on bin k ad a r akılsal
giz’in bulu n d u ğ u n u iddia etm işti. İşte b u n u n içindir ki, "T a n rı’nın b ilim iyle
in m iş” (H u d , 14 ve 15) olan K u r’an m , “Bir m islin i g etirm ek için insan ve cin ­
lerin hepsi bir araya gelm iş olsalar, hatta bunlar birbirine yardım da etseler,
b unun gibisini m eydana g etirem ezler” (İsra, 88) ve yine çü n k ü , "Y e ry ü zü n ü n
tü m ağaçları kalem olsalar, d e n ize daha yed i d en iz eklen erek (m ürekkep yapıl­
sa) yin e T a n rı’m n sözcü kleri b itm e z” (L okm an, 27).
Bu itibarla K u r’an, Levh-i M ah fu z’daki k ita b ın hepsi değil, ancak onun
b ir dam lasıdır. Şu hald e nasıl oluyor da H z. M uham m ed, son peygam ber sıfa­
tını alarak vahiy k ap ıların ı k ap atıy o r? Levh-i M ahfuz’da insanlığa söylenecek
şeylerin hepsi K u r’an d ak ilerd en m i ib a re ttir? O ra d a k alan lar v arsa, onları in­
sanlığa bildirecek b ir peygam ber daha gelm eyeceğine göre, T an rı insanların iler­
lem elerini ve d ah a yetkin b ir hale gelm elerini istem iyor m u acaba? Eğer K u r’an,
insanlığın ulaşabileceği en yüksek yetkinliği hazırlam ış ve insanlık için bu ki­
tabın em irlerinden d ah a ü stü n ve aydınlatıcı b ir iş olam az diye düşünülecek
o lu rsa, b u n u n yanlış b ir düşünce olduğuna, K u r’andaki h ü küm lerden birçokla­
rının uygulanm asına b u g ü n k ü insan akıl ve v icdanının razı olam am ası ve edim ­
sel o larak (fiilen) da k aldırılm ış olan o h ü k ü m lerd en çoğunun yerine daha yüce
ve yetkin yap tırım lar, y ü k ü m ler ve k u ru m la r getirilm iş olm ası — açık b ir ger­
çek olarak — d elâlet eder. Ö yle sanıyoruz ki, Levh-i M ah fu z’dak i bu kitabın
arkası veya o n d an peygam berler aracılığıyla bildirilm eyen sonsuz gerçekler,
artık büy ü k b ilim , tekn ik , felsefe ve sanat d âh ilerinin gayretleriyle keşfoluna-
c a k lard ır ve o lu n m ak tad ır. Y ani H z. M uham m ed, artık peygam berler çağını k a­
pam ış ve insan lara bilim yolunun açılm asına hizm et etm iştir. İnsanlığın uygar­
lık yolunda başardığı ilerlem eler, b u lu tla r, icatlar, a rtık gerçeklerin m istik bir
k aynakta değil, pozitif anlayış ve yöntem lerde saklı olduğunu da gösterm ektedir.
H z. M uham m ed hasırcıları ta ra fın d a n yıllarca in k âr edilm iş olan ayetlere
sinsice gülen y u rttaşların ın sald ırg an lık ların a d iren d i; fak at o nlar, h er vesileyle
in atlarında ısrar ettiler; h er sure indikçe, b u hangim izin im anını a rtırd ı diye
alay edenlere, " İm a m onların im anını artırm ıştır” deniliyorsa da, yeni b ir sure
ya da ayet indiği zam an o n lar, "S izi biri görüyor m u ? ” diyerek b irb irlerin e göz
kırpıyor ve sıvışıp gidiyorlardı. F ak at T an rı, "B unların kalplerini b urkm uştur,
zira bunlar idraksiz kim selerd ir” (T evbe, 124, 127). N itekim , " T a n rı’m n indir­
m iş olduğu kita b a in a n ın ız” denildiği zam an o n lar, "B ize indirilm iş olan kitaba
(yani, T e v ra t’a) inanırız derler” ve b u n d an başk a k itap ları in k â r ederler. O y­
saki K u r’an h ak tır, o n ların kitab ın ı da onaylar: "O nlara de ki, eğer im anlı ise­
n iz (T e v ra t’a inanıyorsanız) neden daha önce T a n n ’m n peygam berlerini öldür­
d ü n ü z ? ” (B akara, 91). Esasen m üşrik ler, " K u r ’anı inceleyip düşünm üyorlar m ı?
Eğer K u r ’an, Y ü c e T a n rı’dan başkasının olsaydı, onda p e k ço k çelişm eler bu­
lacaklardı” (N isa, 82). Şüphesiz bu ayet, insan eserlerinde b ir eksiklik, b ir çe­
lişme ve yanılm a b u lunacağını önceden k ab u l ed er ve K u r’anın yanılm azlığını
ilân etm iş o lur. F ak at zam an zam an öyle z o ru n lu k lar peyda o lu r ki, nihayet,
"B ir ayeti, bir ayet yerine bedel olarak indird iğ im iz va kit ve Tanrı, indirdiğinin
bilgini olduğu halde, sana sen iftiracısın dediler; hayır, onların çoğu b ilm ezler"
(N ahl, 101); " Biz herhangi bir ayeti kald ırır ya da unuttu ru rsa k ondan daha ha­
yırlısını ya da onun m islin i gönd eririz” (B akara, 106) ve diğer bazı ayetlerde de,
“O n u sana okutacağız ve sen T a n rı’nın istediklerinden başkasını unutm ayacak­
s ın ” ve, "E ğer sana bir ayeti u n u ttu r u r s a k ...” d enilir ki, b u n lard an H z. M u­
ham m ed’in bazı ayetleri u nutm ası olanaklı olduğu gibi, verilm iş vahiylerle çe­
lişikliğe uğram ış b ir vahiy gelirse onun ö zü r ve nedeninin de peşin o larak h a ­
zırlandığı anlaşılır. Bu da gösterir ki, T anrı b u y ru k ların d a bile, yeni ihtiyaçlara
uym ayanlar, değiştiriliyor ve değiştirilm eye de izin veriliyor. Y ani b u n d an , ge­
lecek ihtiyaçlar için yeni h ü k ü m ler k o nulm asında şe r’î b ir sakınca olm adığı an ­
laşılıyor; zira, T a n rı’nın kendisi de b u n d an başka b ir şey yapm ış değildir.
K u r’andak i bu çeşit ayetler dolayısıyla H z. M uham m ed’e tü rlü ağır hücum ve
itirazlarda bulu n u lm u ş ve T a n rı’nın b ü tü n b ir gelecekte olup bitecek şeyler hak-
kındaki ezelî bilgisinden şüphe edilm iştir ve dolayısıyla H z. M uham m ed’in pey-
gam berliğinden olduğu k a d a r da K u r’anın T a n rı ta rafın d an gönderilm iş olm a­
sına dil u zatılm ıştır'.

(1) Her hüküm ya da buyruğun ayrı bir uygulam a süresi vardır; bu süre
sona erince, Tanrı buyrukları da değişir. Nesh edilm iş olan ayetler, bu gerçeği
kanıtlarlar; fakat, Nesh edilm iş olan ayetler üzerinde türlü İslâm m ezhepleriyle
tefsircileri birleşm iş değildirler. Bu ayetlerin sayısı, İm am Suyuti’ye göre pek
az ise de Fahreddin RazVye göre (21) kadardır.
Gerek ayet, gerek hadislerden, hüküm süreleri sona erdikleri için, yani
artık uygulanm a koşulları kalm adığı için değiştirilm iş olanlardan bir kaç örnek
vermekte fayda vardır:
K u r’an d a k u lak tan öğrenilm iş, fak at ne olduğu hak k ın d a belki, H z. M u­
ham m ed’in de açık b ir bilgisi b u lunm ayan söylentilere de rastlanır. Ö rneğin,
‘‘K uleleri olan İr a m " anlam ına gelen ‘‘İram zat-al-im ad” (Fecr, 7) deyim inin
gerçek niteliğinin ne o ld u ğ u n u ' tefsirciler de bilm em ektedirler. "Sana seb-i me-
saniyi ve ulu K u r ’anı v e rd ik " (H icr, 87) ayetindeki A rapça sözcükleri de, yedi
ayet, yedi uzun su re ... vb. gibi çeşitli ve olasılıklı anlam larda kabul ederler.
Evvelce de değindiğim iz gibi, Levh-i M ahfuz, Arş, K ursî, Beyt-i M am ur, Bevt-î
İzzet, Sidre-i M ü n te h a ... v b .’ın da ne oldu k ları b ilinm em ektedir. T efsircilerin
bu ko n u lard a an latm ış o ld u k ları, gerçek b ir bilgiden çok, hayal ve tahm inler­
den ibarettir. İn cir, zeytin ve tü rlü h arflere yem in ederek başlayan ayetler d e
vardır. B unların anlam ları üzerinde de tam b ir anlaşm a yoktur. A rapların vara
yoğa ant içme alışk an lık ları K u r’an d a devam ediyor, denilebilir. A nt içm enin
türlü şekillerine eski Y unan trajed ilerin d e vc h a tta E fla tu n ’un diyaloglarında
bile rastlan m ak tad ır. Y em inleri değerlendirm e konusu da çok eskidir: H om eros,
yem inlerine uym ayanların, beyinleri su lan arak döküleceğini an la tır (İlyada);
T ev rat’ta da şöyle b ir ayet v ardır: "Y a la n ı doğrıı gösterm ek için Tanrı Y a h o -
va’nın adını boşuna ağzına alm ayacaksın; çiinkii Y ahova, yalanı doğru göster­
m ek için adını ağzına alanları cezasız b ırakm az".
Z am an zam an H z. M uh am m ed ’e K u r’anın T an rı tarafın d an indirilm iş ol­
duğundan şüphe etm em esi ih ta r edilir; bu vesileyle kendisine inanca (tem inat)
verilir. Bunun n edeni, H z. M uh am m ed ’in şüphelenm esinden çok, onun büyük v e
kutsal davasını gerçeklendirm ek için giriştiği çeşitli savaş ve tartışm alarda bazı
yeis ve tered d ü tlere uğram ış ve böyle T an rısal ih tarlarla tinsel kuvvetini yük-

1 — B aşlangıçta oruç tutm ak istem eyenler, oruç yerine fidye verebilirler­


di; fakat sonraları oruç tutabilecek olanlara bu ödev farz kılındı.
2 — Önceleri ana ve babaların ölüm yatağında iken vasiyet etm eleri farz
olan ödevlerden iken sonradan bu hüküm başka bir ayetle kaldırılmıştır.
3 — İlk zam anlarda mezarları ziyaret etm ek bir ayetle yasaklandığı halde,
sonraları başka bir ayetle buna izin verilmiştir.
4 — Hz. Muhammed’in dokuz kadından fazlası helal olm ayacağı bildiri­
len avet neshedilm iş onun dilediği kadar kadın alabileceği bildirilm iştir Bunu,
Hz. Ayşe de, “Peygambere dilediği kadar kadın alması mubah kılınm ıştır” de­
mek suretiyle açıklamıştır.
5 — İhtiyar erkek ve kadınlar zina ederlerse bir Tanrı azabı olarak recm
edilm elerini (yani taşlanm ak suretiyle öldürülmeleri) bir ayetle emredildiği
halde, Hz. Ömer, bu ayetin okunm asını yasaklamış, fakat hükm ünü kaldırma­
mıştır.
6 — Başlangıçta çiftleşm eden sonra yıkanm ak farz olmadığı halde sonra
bir ayetle bu ödev farz kılınm ıştır.
7 — “Hırsızlık eden kadın ve erkeğin elini kesiniz” emrini veren bir ayet
bulunduğu halde, Hz. Muhammed, “Bir dinarın dörtte birinden az bir şeyi çal­
m ış olanların eli kesilmez” demiş ve bu hadis akla ve denkserliğe (insaf) daha
uygun olduğu için bu konudaki ayetin hükm ünü kaldırmıştır.
Anlaşılıyor ki. İslâm hukukunun dayanağı olan dogmalar (nas). Aran ulu­
sunun gelişm eye başladığı dönemlerdeki toplum sal yaşam koşullarından doğm uş­
lar ve bunlar, sonuzluğa dek, tüm insanlığın benim sem esi gereken adalet kural­
ları olarak verilm iş değildirler. Nitekim, “Sizden her biri için ayrı bir şeriat,
bir açık yol verdik” diyen ayet de bu gerçeği onaylar ki, her kavm in birbirinin-
kine benzem eyen hukuk yasaları vardır, demektir.
seltm e ihtiyacını duym uş olm asıdır. Bu ayetler pek ço k tu r (E n ’am , f 55; N isa,
111; İsra, 105-107; K ehf, 26; Secde, 2-3 ve çeşitli surelerin ilk ayetleri). K u r’
n n ı yalanlayanlara karşı da H z. M uh am m ed ’in üzülm em esi için kendisini teselli
eden ve cesaretini artıran ayetler de inm iştir (Y unus, 40; N ahl, 49; K ehf, 52;
Z ü m e r, 2). Ö zet olarak K u r’an, m ü b arek y a p ra k la r üzerinde, yüksek, tem iz,
cöm ert ve inançlı b ir yazıcının elinden çıkm ıştır (A bese, 13-16).
K u r’anın bazı sure ve p arçaları, diğerlerine n azaran daha p ratik ve m istik
bir değere sahip sayılır. H z. M uh am m ed ’in kendisi de, b u n lard an bazılarını za­
m an zam an o k u r ve o kunm asını salık verirm iş. B unların şifa, şefaat, zafer, b a ­
ğışlam a, yarlıgam a, k o ru m a ... gibi tü rlü faydalar sağladığına da inanılır. Bü­
tün ü fü rü k çü ler, m u skacılar, d u a b ezirgânları, ayetlerin bu hassalarına dair
olan halk in an çların d an fay d alan ırlar. Ö rneğin, A yet-el-Kursî, b ir çeşit güven
sigortasıdır; Y asin suresiyse, a d ak lard a ve ölülerin ru h u için okunm a sayısına
göre etkisi artan b ir güce sahip sayılır. Bu inan çlar, tinsel kuvveti artırm ak ,
um ut, güven ve teselli verm e b ak ım ın d an in an an ların a hayırlı olm akla b irlik te,
üzerine birço k kez Ayet-el-Kürsî o k unm uş b ir evin h ırsızlardan ya da yangından
korunm uş olacağını, h erhangi b ir sure ya da dua sayesinde b ir kolera salgının­
dan k u rtu lm an ın m üm kün olacağını kabul etm ek fazla safdillik olur. M elek
suresinin de pek çok erdem leri olduğu için Peygam ber, bu sureyi her gece o k u r­
muş. E n ’am suresine de ayrı b ir değer verirm iş. K âfirun suresi ise, K u r’anın
d örtte birin e eşdeğerm iş. M uhiddin-i A rabî ve Ira k î gibi bazı tasavvuf erbabı
da K u r’and an gizli bilgiler (m ugayyebat) elde etm eye çalışm ışlardır. K u r’andan
fala b a k an la r da eksik değildir. O ysaki K u r’anın kendisi, “G aybm anahtarları
yalnız T a n rı’d a d ır” dem ek suretiyle, h e r çeşit k âh in lik , falcılık, büyücülük, ü fü ­
rükçülük gibi saçm a inan ç ve faaliyetleri h aram k ılm ıştır. N itekim , H z. Mu-
h am m ed ’den çok önce H z. M usa da bu çeşit faaliyetleri şiddetle yasaklam ıştı
(Tesniye, X V III, 9-15); zira T alm u d ik dönem de bu san atlar h alk arasın d a faz­
lasıyla yaygındı.
(K u r’anı T ürkçeye çevirm e kon u su n a eserim izin sonunda te k ra r değine­
c e ğ iz ).
KUR’AN VE ESTETİK

Ö m rü boyunca tem izliğe ve güzelliğe değer verm iş olan H z. M uham m ed’in


sanat eserlerinden hoşlanm adığı, h atta b u n larla uğraşm ayı dine aykırı bulduğu
iddia edilir. B unun başlıca n edeni, ço k tan rıcı ve geri b ir toplum da, insanların
p u tları k u tsallaştırm aları ve kendi yap tık ları heykelleri T an rı sayarak bu n lara
tapm aları olsa gerektir. H er yeni rejim , k en d in d en önceki dönem in eser ve k u ­
ra m ların d a n pek çoğunu, ya geçici ya d a devam lı olarak ortad an k ald ırm a­
dıkça kendisini yaşatam az. İslâm din i, k u tlu ve göksel k o n u ları, m addesel ve
som ut şekilde ifade etm enin olanaksızlığını, m u tlak, sonsuz ve b ir tek T anrı
inancını savunduğu için resim , heykel ve aletle çalınan m usiki gibi sanatları,
kendi am açların a aykırı b u lm u ştu r. K u r’an d an öğrendiğim ize göre, M usa pey­
gam ber de, b ü tü n uğraşm aların a karşın , Beni İsra il’i, altın d an yapılm ış dana
heykeline tap m ak tan b ü sb ü tü n k u rtaram am ıştı. Z ira insanlar, alışm ış o ld u k ları,
gelenek ve görenek o larak ru h ların a sinm iş b u lu n an inançları b ir çırpıda yıkıp
atam azlar, h a tta eski inan çlar, yeninin içinde b ir süre devam ettiği gibi, b a ­
zıları da yeninin hükü m leri içinde k ü çü k değişikliklerle varlık ların ı m uhafaza
ederler. İslâm dininde de cahiliye dönem inden ve diğer kavim lerin geçmiş veya
yaşayan in an çların d an bazı öğeler v a rd ır. Bu itib arla H z. M uham m ed, hiç ol­
m azsa in san ları, eski inançlarına bağlayan zincirlerin en kuvvetli ve en önem li
olanlarını k ırıp parçalam aya m ecb u rd u . B unların b aşında resim , heykel gibi
som ut ve p lastik k o n u lar vardı .
H z. A yşe’nin anlattığına göre, Peygam ber, " İç in d e resim ler bulunan bir eve
artık m elekler g irem ez” dem iş ve p ek sevdiği b u genç eşinin, üzerinde hayvan
resim leri b u lu n an m inder ve yastıkları satın alm asına öfkelenerek, "B u resim ­
lerin sahipleri, kıya m et g ü n ü n d e m u h a k k a k azap olunurlar; bu kim selere, be­
tim lediğiniz (tasvir) bu hayvanları d iriltin iz bakalım , d en ilir” dem iştir. İbn Ab-
b a s’ın anlattığına göre de, H z. M uham m ed, "H er resim yapan cehennem dedir;
ressam ın betim lediği her surete kıya m et giinü hayat verilebilir ve bunlar, ona
cehennem de işkence yaparlar” diyerek canlıların resim lerini yapm ayı ve bu n ­
larla evleri süslem eyi yasaklam ıştır. F ak at, İncil ve T e v ra t’ta da görülen bu ya­
sağa H ıristiy an lar ve Y ah u d iler önem verm em iş, İra n ve H ind M üslüm anlarıyla
Selçuk T ü rk leri de b u yasağa uym am ışlardır. Buna karşın Peygam berin güzel
sesle edebî zevk ve san ata değer verdiği in k âr edilem ez. Esasen K u r’anda k a­
sıtlı olarak estetik b ir am aç gözetilm em iş, fakat onun üslubundaki belâgatin
doğal güzelliği, o kunuş tarzın d ak i ahenkle birleşerek insanları bu yönden de
kendine bağlayabilm iştir. N itekim K u r’an da, kendi estetik değerini ayetlerle
ifade etm iştir: "T a n rı, kelâ m ın en güzelin i indirdi; ik izli ve a h en kli kitap. On-
dan R ablerine saygısı olanların derileri ürperir; sonra hem derileri, hem de ka lp ­
leri T a n rı’nın zikriyle yu m u şa r” (Z üm er, 23); “ Biz bu K u r’anı bir dağ üzerine
indirm iş olsaydık, her halde sen o nu Tanrı ko rku su n d a n başını eğm iş ve çat­
lam ış görü rsü n ” (H aşr, 21).
H z. M uham m ed, A rapçanın b ir T an rı dili o kluğuna, bu nedenle de tüm
d illerd en üstü n ve yüce b ir değer taşıdığına inandığı için bu dilin sahibi olan
A rapları seçkin b ir kavim saymış (Âli İm ran , 110) ve K u r’an diline kutsallığı
dolayısıyla anlam ve güzellik b ak ım ın d an en yetkin b ir dil saym ıştır. K u r’anda
A rap halk ın ın ve o zanlarının alışm adıkları nazım la nesir arası b ir anlatım tarzı
ve özel b ir m usiki d alg alan ır1; b u n u n için d ir ki K u r’ana ve Peygam bere yapıl­
mış olan itirazlar arasın d a ozan ve kâhin sıfatları önem li b ir yer tu ta r. Bu id­
dia ve iftiralara karşı K u r’an d a verilm iş olan k arşılıkları tü rlü vesilelerle gör-
d ü k v ve göreceğiz: M usikiye gelince, tü rlü ayet ve hadislerde, K u r’anın nasıl
bir m akam la inşat edilm esi gerektiği bildirilm iş olduğu gibi, cem aat halindeki
dinsel ayinlerde, kutsal duyguları coştu ran b ir inşat tarzına da izin verilm iştir.
Bunu ezanlar, salâlarla, getirilen tek b irlerd e ve M üslüm anlığa çok sonraları gir­
m iş olan m evlitlerde, İlâhilerde açıkça görebiliriz. Sırf K u r’anın m usikisini sap­
tam ak için vücuda getirilm iş olan tecv it’te, yalnız A rap fonetiğinin k u ralları
değil, K u r’anın o k unm a tarzın ın k u ralları toplanm ıştır. T a rik atlard a görülen
zikirler ve m istik törenlerde çoğu zam an m üzikal seslerden faydalanılm ış oldu­
ğu g ö rülü r ki, bu , güzel ve ahenkli inşadın m istik duyguları kökleştirm ekteki
etkisi hak k ın d a H z. M uh am m ed ’in de fa rk ın d a olduğu b ir gerçeğin uygulan­
m asından başka b ir şey d e ğ ild ir.'G e n e l o larak bilgisiz ve safdil halk tab ak aları,
propagand acıların sav u n d u k ları düşüncelerd en çok, o n ların çık ard ık ları ses­
lere, aldık ları tav ırlara, yaptık ları h arek etlere, gösterdikleri coşku ve cesarete
hayran olu rlar. D insel k onulardaysa, anlam ak tan çok duygulanm ak daha büyük
rol o y n a r.-Z ira , bu tab ak an ın im anına egemen (hâkim ) olan akıl değil, duygu­
dur. G üzel b ir sesle o k u n m ak ta olan b ir sureyi dinleyenlerin, hçle okuyup yaz­
mayı olduğu k a d a r da A rapçayı bilm eyenlerin, cam ilerde ve m evlit sahnelerin­
de çık ard ık ların ı görüp işittiğim iz k o rk u , saygı, bağlılık ve sığınm a feryatları
bun u n açık b ir k an ıtıd ır.
E stetik b ak ım ın d an K u r’anm özelliklerini açıklam ak ayrı b ir uzm anlık işi­
dir. Biz b u rad a, H z. M uham m ed’in o zanlarla olan ilişkisine ve kutsal m etin­
lerde yararlanılm ış olan bazı hayal ve benzetm elere değinm eyi, bu konunun
aydınlanm ası için yeter bulacağız. H z. M uham m ed, şiir ve ozandan nefret eder
görünm ekle birlik te, ozan ların toplum ü zerindeki etkilerini pek iyi kavram ış,
düşm an ların a karşı m u v affak olm ak için, diğer insel ve m addesel aracılarla b ir­
likte, şiir ve o zan lard an da yararlan m ıştır. H aşan Bin Sabit (doğ. 563), A bdul­
lah bin R evaha (ölm . 673), K â’b bin Z ubeyr, K â’b bin M alik ve N abiga C a’di.

(1) Hz. Muhammed. şair Haşan bin Sabit için m escitte özel bir minber
yaptırmıştı. Şair oraya çıkar, Peygamberi över, düşmanlarını yererdi. Hz. Mu­
h a m m ed ’e kutsal ruhun onunla olduğunu söyler, “Kutsal ruh sana yardım et­
sin !” diye dua ederdi.
H uneyn gazvesine k a tıla n la r arasın d a A bbas bin M irdas, Abu-1 A bbas ve b u ­
nu n karısı A l-H asna’da A rab o zanları arasında peygam bere hizm et edenler­
d en d ir. Bedir savaşında yenilgiye u ğ ray arak ölen K ureyşlileıin lehinde, Peygam ­
berle İslâm k ad ın la rın ın aleyhinde coşkun m anzum eler yazm ış olan Y ahudi
ozanı K â’b bin-el-E şref’ten, “ Beni kim k u rta ra c a k 9 ” diyen Hz. M uham m ed'in
üzü n tü sü n ü giderm ek için, o n u , kendi taraflıları b ir gece hileyle yakalayarak
ö ldürm üşlerd i. Peygam ber, b u ozana k arşı, H aşan bin S a b it’e şiirler yazm asını
em retm iş, b u ozan da, hem bu em ri başarıyla yerine getirm iş, hem de b ir sa­
vaşta şehit olan H am za h ak k ın d a m ersiyeler yazm ıştı. Ve yine Peygam berin
isteği üzerine H z. M u h am m ed ’i öğen b ir kaside de yazm ıştı. N itekim b ir de­
fasında da, Beni T am im elçilerine karşı ü stü n lü ğ ü nü gösterm esi için H z, M u­
ham m ed, k endisine b ir kaside söylem esini b u ozana em retm iş, ozan da bu ka-.
sideyi o k a d a r b aşarıyla söylem işti ki, yenilgiye uğrayan T am im liler, M üslü­
m anlığı kab u l etm eye m ecbur olm uşlardı. O dönem de o zanlar dogm aca (irticalen)
şiir söylerlerdi ve A ra p la r belâgat ve fesahate göksel b ir değer v e rd ik le ri için, en
güzel şiirleri K âb e’nin d u v arların a asarlard ı. ‘M uallakat-ı S eb’a ’ adı altında
toplanm ış olan eserler b u zü m red en d ir. N itekim , cahiliye o zanlarından olup
Kâbe d u v arların a şiirleri asılm ış olan İm ret-ül-K ays’in b ir m anzum esinde gö­
rülen. “ G eberesice insan nim ete ne k a d a r da k â fird ir y a” beyti, Abese suresinin
17’nci ayetinde, “ G eberesice insan (R abbine karşı) ne k a d a r da k â fird ir y a !”
şekline girm iş görülür.
H z. M uham m ed, yapm ış olduğu gazaları öven ve betim leyen K â ’b bin Ma-
lik ’in şiirlerinden de yararlan m ıştı. Kaside-i Bürde adlı şiirin sahibi olan K â ’b
bin Z u hay r, evvelâ Peygam beri hicvetm iş, b u yüzden H z. M uham m ed, onun
ö ldürülm esin d e günah olm ayacağını bildirm işse de, ozan, H ic re t’in yedinci yı­
lın d a m escide gelerek hem P eygam berin, hem de Islâm olan K ureyşlilerin le­
h in d e pek beliğ b ir kaside o k uyunca, Peygam ber, kendi m aşlahını çıkarıp onun
sırtına giydirm iş ve fazlasıyla m e m n u n 'o la ra k onun eski suçunu bağışlam ıştır.
O zan lara k arşı b u duygular içinde olan Peygam ber, o n ların M üslüm anlığı bal­
talayanlarıyla kendisine ozan sıfatını verm iş ve peygam berliğini yerm iş olan ­
ların a karşı, şiirin aleyhinde b u lu n m ak tan çekinm em iştir; bir hadisinde, "B i­
rinizin içi, irinle d o lu p harap olm ası, ken d isi için, şiirle dolm asından daha ha­
y ırlıd ır" dem iştir. K u r’an d a o zan lard an söz eden ayrı b ir sure de v ardır. O su­
rede de şöyle d enm ektedir: "O zanlara azgınlar tabi olurlar. O nların her alan­
da nasıl dolaştıklarını ve yapm adıkları şeyleri söylediklerini görm üyor m u s u n ?
Fakat iyi işler işleyen, im an eden ve T a n rı’yı ço k zikreden ve (Peygam bere)
zu lm e d ild ik te n sonra ona arka çıkanlar m ü stesn a d ır” (Şuara, 224-227). Bu ayet­
ten de an laşılır ki, o zan lar pek de övülm em iş olm akla birlik te, im an eden, iyi­
lik yapan ve T a n rı’yı h a tırın d a n çıkarm ayan o zan ların, yani dine hizm et eden­
lerinin aleyhinde b u lu nu lm am ıştır. A rap şiiri, genellikle ham asiyat, ja r a m iy a t
(kah ram an lık ve aşk) gibi k o n u lara önem verdiği için dinsel ko n u ları içeren ya­
p ıtla r daha çok sonraları başlam ış, özellikle şeriatçılar, kadın aşk ın d an söz eden­
leri tü rlü nedenlerle yerm işlerdir. H z. Ö m e r’in b ir kadın için şiir yazm ış olan
b ir A rap ozanını k ırb açla d ö ğdürdüğü de bilin m ek tedir. K u r’anın aruz veznine
uyan bazı ayetleri de v ard ır. K utsal m etinlerin şiir ve edebiyatla derinden bir
ilgisi olm am akla b irlik te1, o n u n insanlara h a k d inini telkin edebilm ek için, geç­
m iş kavim lerin k ü fü r ve isyanlarıyla ak ıb etlerin i kısa çizgileriyle hikâye etm ek
ve birtak ım önem li ö rn ek ler verm ek, m ecazlardan ve özellikle benzetm elerden
y ararlanm ak gibi edeb î bazı özelliklerden yoksun olm adığı açıkça görülür:
" O kâfirler, yaygaradan başkasını duym ayan bir ku la kla haykıranın haline ben­
zer; sağırdırlar, dilsizdirler ve a k ıl da etm ezler” (B akara, 172). K ötülük işle­
yenlerin yüzleri, "G ece, parçalarından ka p la n m ış gibi kapkaradır” (T evbe). İm an
edenlerle k âfirler, " K ö r v e sağır olanla gören ve işitene benzerler; hiç bunlar,
birbirine eşit o lu r m u ? ” (H u d , 25 ). P u tlarla T an rı m ukayese edilirken d en ilir
ki: "B ir şeye gücü yetm eyen tu tsa k (köle) ile ona gizli veya açık nafakalar veren
ve ken d isin e g ü zel rızklar verdiğim iz k im se ile eşit olur m u ? D ilsiz, bir şeye
gücü yetm eyen ve sa h ib in e ağırlıktan başka bir şey olm ayıp nereye gönderilse
bir hayra yaram ayan adam la, adaleti* em reden ve doğru yola giden k im se bir­
birine eşit o lu r m u ? " (N ahl, 76).
A rapların h ayatında rüzgâr, su, b u lu t, ateş, s e ra p ... vb. önem li b ir yer tu­
tar; b u n la r, tü rlü vesilelerle ayetlerin bediî ve edebî ifadesinde yer alırlar:
“R ablerine kü fred en lerin eylem leri, fırtınalı bir g ünde rüzgârın şiddetiyle sav­
rulan küllere benzer; ka zandıklarından ellerine bir şey g eçm ez” (İb rah im , 19);
"T anrı, yağm urunun ö n ü n d e m ü jd eci yollar; bunlar da ağır bulutları h a fif bir
şeym iş gibi yüklenirler; b iz onları ölm ü ş bir şehre yollarız; ona su indirir ve
oradan her çeşit m eyveler çıkarırız; ölüleri d e böyle çıkaracağız” (Â raf, 57). Bir
tem sil olarak sudan faydalanan ayetler de ço k tu r: F iravun, kıyam ette kavm inin
önüne düşer ve o n ları, "S u ya götü rü r g ib i” ateşe g ö tü rü r (H ud, 98). K u r’an
T a n rı’dan b aşkasına ve aşağısına yapılan d u aların kabul olunm adığından söz
ederken der ki: "O nlar, ancak ağzına gelsin diye ik i avcunu suya doğru açana
benzerler, fa k a t su onlara ulaşam az, kâfirlerin duası bir sa p ıklıktan ibarettir”
(R a ’d , 15); " T a n n ’ya, ahret g ü n ü n e inanm adan gösteriş için m alını dağıtan
adam , üzerinde az toprak bulunan bir kayaya benzer; şiddetli bir sağanaktan
sonra kaya, yalçın bir halde k a lır” (B akara, 265); " Fakat Tanrı rızasını aram ak,
ken d ilerin i veya kend ilerin d en bir k ısm ın ı Tanrı yolunda k o ru m a k için m alla­
rını nafaka olarak verenler, bir tep ed eki güzel bahçeye benzerler ki, k u v v e tli

(1) Gazali’den başlayarak birçok İslâm bilginleri, m usikinin aleyhinde bu­


lunm am ış, tavsiye etmişlerdir. Kur’am n m üzikal bir ahenkle okunm asını bildi­
ren hadisler de vardır. Kur’anın para karşılığında değil, Tanrı rızası için, d in ­
sel bir zevk ve görev olarak okunm asını isteyen Peygamber, ‘‘K ur’an okuyunuz,
talcat ondan yem eyiniz» demişse de, ekonom ik nedenlerle, bu buyruğa aykırı fetva
verenler çıkmış, okuyanları ve dinleyenleri tinsel ve m istik bazlardan yoksun bı­
rakan bir çeşit din tüccarlarının türem esini sağlamışlardır. Oysa büyük m ezhep
imamları, ölü evlerinde, m ezarlıklarda... Kur’anın para karşılığında okunm a­
sını uygun bulmamışlardır; fakat, dinsel görevleri de yaşam ak için bir aracı
olarak kullanm ayı m eslek edinenler, bu kutsal işin de yasal hilesini bulmuşlar,
“Siz bağışladınız, biz kabul e ttik !” anlam ına gelen Arapça tekerlem elerle ve para
karşüığının H atim indirm eyi âdet edinmişlerdir. Kuşkusuz bu okumalarda, k ut­
sal m etinler estetik değerlerini büsbütün yitirirler, okuyanlar da dinleyenler
kadar bunalm ış. olurlar. Hz. İsa daha çok evvel “Parasız aldınız, parasız veri­
niz” (Meta İncili: X, 8) diyerek vaazlar ve dinsel görevler için para almayı ya­
saklam ışsa da Hıristiyan din adamları da bu buyruğa uymamaktadırlar.
bir sağanak inince yem işleri ik i k a t o lu r” (B akara, 266); " K üfredenlerin işle­
dikleri, engin çö ld eki serap gibidir; susayan, .om ' sıı zanneder ve ona vardığı
zam an bir şey bulam az, yanında T a n rı’yı bulur; o da ona hesabını sorar; ya da
derin bir d e n izd e k i ka ra n lık gibidir; o nu bir dalga bürür, üstünden bir dalga
daha, üstü n d en bir b u lu t ve öyle karanlıklar ki, birbiri üstüne, elin i çıkardığı
zam an o n u g ö rm ez” (N u r, 39-40); “Binasını ta kva ve Tanrı rızası ü zerin e kuran
m ı, yo ksa bir sel a ğ zın d a ki uçurum a kura ra k cehennem e yuvarlanan m ı daha
h a yırlıd ır? ” (T evbe, 109). Süleym an peygam berin cinleri, kendisine, " H a vu z
gibi tepsiler yaparlar” (Sebe, 13). İçinde su b u lu n an d ah a birço k ayet ve hadis
v ard ır: S a ’d bin ebi V a k k a s’m nakletm iş olduğu b ir hadiste de, H z. M uham m ed,
yüksek b ir yerden M ed in e’yi seyrederken dem iştir ki: “B enim gördüğüm tehli­
k eleri siz görebiliyor m u su n u z? Ben evlerinizin aralarına d ö k ü len fitn e yerle­
rini, yağm ur sellerinin açtığı yarlar g ib i g ö rü yo ru m ”. Bir ayette de suların güzel
b ir simge (sem bol) halinde coştuğunu g örürüz: “Bundan sonra yü reklerin iz ka ­
tılaştı, taşlar gibi oldu, ondan da daha sert oldu; zira, onların içinden nehirler
kaynayanı vardır; onların çatlayarak bağrından sular fışkıranı vardır ve Tanrı
ko rku su n d a n yuvarlananları vardır” (B akara, 74).
K u r’anın tem sillerinde hay v an lar da önem li b ir yer tu ta rlar. Ö rneğin, ölü­
lerin şöyle d irilecekleri b ild irilir: "G ö zle ri d ü şk ü n d ü şkü n çıkanlar; yayılm ış
çekirgeler g ib i çağırana koşarlar” (K am er, 1 ); "C ehennem in kıvılcım ları güya
sarı develerd ir” (M üraselât, 33-34). Aynı surede bu kıvılcım lar köşke de ben­
zetilir. Fil ash ab ın ı, T a n rı, “G ü v e yem iş ekin yaprağı gibi m a h vetm iştir” (Fil, 5).
K endi kap rislerin i T an rı sayanlar, "D ö rt ayaklı hayvanlar gibi, b e lki d e onlar­
dan daha şa şkındırlar” (F u rk an , 44 ). Bir hadiste de şöyle deniliyor: "M escitte
lakırdı, iyi halleri, hayvanın o t yediği gibi y e r ”; " Y ü ce T a n rı’dan başkasını veli
tutanların hali ö rü m cek gibidir; onun bir evi vardır am a, evlerin çürüğü örüm ­
ce k evidir, bilselerdi” (A nkebut, 41). C ennetteki h u rile r de şöyle nitelendirilir:
“O nların tenleri, sa n k i d e veku şu yum urtası g ib id ir” (Saffat, 49). E bu H ü re y re ’
nin nakletm iş olduğu b ir h adiste, y ılan d an y ararlanılm ıştır: " T a n rı’m n k e n d i­
sine m al verdiği kim se, o m alın zekâ tın ı verm ezse; kıyam et gününde, zekâtı
verilm em iş olan m al, sahibi için p e k zeh irli bir yılan haline getirilir; bunun, ik i
gözü üstü n d e ik i n o k ta vardır. Bu azgın yılan, kıya m et gününde, m al sahibinin
boynuna gerdanlık yapılır; sonra yılan, sahibinin çenesini ik i tarafından yaka­
lar; sonra da, ben senin m a lınım , ben senin h azinenim , d e r” . A deta m eşhur
Laocoon heykel g ru b u n u n b ir p arçasını can lan d ıran bu hadisi, Â li İm ran sure­
sinin 180’inci ayeti de tek rarlar. Y ine E bu H ü re y re’nin naklettiği b ir hadiste,
“İm an, yılanın ko vu ğ u n d a toplandığı gibi, M e d in e’de toplantr” denilm ektedir.
C ennette, "S ed eflerin d e saklı inciler gibi gılm anlar, etraflarında dolanır durur­
lar” (T u r, 2 4); “K endilerine T evra t yiikletild iğ i halde, onu yiiklem eyenler, c ilt­
lerle kita p taşıyan eşeğe b en zer” (C um ’a, 5); "A yetle rim izi yalanlayan ve bu n ­
lara kibirlenenlere, g ö k y ü zü n ü n kapıları açılm az; onlar, deve iğne deliğinden
geçinceye kadar cennete girem ezler” (Â raf, 40); “O , üzerine yürüsen d e bırak-
san da, d ilin i sarkıtarak soluyan köpeğe b e n ze r” (Â raf, 176). D ünyadayken ken­
dilerine verilm iş olan öğütleri tutm am ış o lan lar, "A slandan kaçm akta olan ür­
k e k yaban eşeklerine benzerler” (M üzem m il, 50-51). Ebu H ü re y re’nin anlattığı
bir hadiste de şöyle b ir benzetm e v ard ır: " N e fsim elinde olana ant içerim k i,
ben b irta kım adam ları, yabancı d evenin yalaktan uzaklaştırıldığı gibi, ha vu ­
zu m d a n kovacağım ".
Bu çeşit b enzetm eler arasında b itk iler de u n u tulm uş değildir: "Ü zerlerine
uğursuz bir g ü n d e sü rekli ve sarsan bir soğuk rüzgâr salıverdik; insanları k ö ­
kü n d en devrilen hurm a k ü tü k le ri gibi yo la r" (K am er, 19-21). Bir başka surede
de aynı benzetm e v ard ır: "S a n k i içi boş hurm a k ü tü kleriym işler gibi yere seril­
m iş ölü b u lu rd u n " (H ak k a, 6-7). C ehennem deki zakkum ağacı d a, "Ö y le bir
ağaçtır k i cehennem in d ib in d e biter; m eyvesi sa n ki şeytan başları g ib id ir” (Saf-
fat, 64-65); "T a n rı, sizi yeryü zü n d en b itk i tarzında yetiştird i” (N uh, 17). Ebu
Said-i H u d rî’nin naklettiği b ir hadiste de şöyle denilir: "C ennet ehli cennete,
cehennem ehli cehennem e girer. Tanrı k im in k a lb in d e bir hardal tanesi ağırlı­
ğınca im an varsa, onu (ateşten) çıka rın ız d iyecektir. B unun üzerine onlar, sim ­
siyah oldukları halde çıkarılıp hayat neh rin e atılacaklar ve orada sel uğrağın­
da kalan reyhan tohum ları nasıl biteceklerse, ö yle biteceklerdir. Bunların sap­
ları, salınarak nem a buld u kla rın ı görm ez m isin iz? ". Bir başka surede de, yine,
hu rm ad an yararlan ılm ıştır: T a n rı’dan b aşkasına yapılm ış olan du alard an iste­
nilen şeyler, "H u rm a çekirdeğinin ü zerin d eki zar kadar bile bir şeye sahip d e­
ğild ir" (F atır, 14). Bir başka hadiste de şöyle b ir benzetm e vard ır: " İm a n eden
taze ekin gibidir, rüzgâr estikçe yatar, fa ka t yin e doğrulur, kalkar. Kâfirse, çam
ağacına benzer, rüzgâr estikçe gürler, am a bir k e z yıkılırsa bir daha ka lka m a z”.
Şu benzetm e de güzeldir: “H oş kelim e, k ö k ü sabit ve dalı g ö kte olan ve T a n rı’
nin izniyle daim a m eyveler veren hoş bir ağaç gibidir; k ö tü sözse, toprak üs­
tü n d e kop a rılm ış fena bir ağaca b e n ze r” (İb rah im , 24-26). H z. M u ham m ed’in
hayalinde ip sözcüğünün de önem i v ard ır: E bu Said-i H u d rî’nin anlattığı b ir
hadiste, "T a n r ı’nın kitabı, g ö kten yere uza n m ış T a n rı’nın ipid ir” denilm ektedir.
İp kavram ı K u r’anda da v a rd ır: "H e p in iz bir Tanrı ipine sım sıkı tu tu n u n , bir­
birinizden a yrılm a yın !”; "B ir ü m m et, diğer bir ü m m etten daha verim li olduğu
için, aranızda yem in lerin izi bir h ile ittih a z ederek o ipliğini kat kat k u v v e tli
b ü k tü k te n sonra sö km eye çalışan ka d ın gibi o lm a yın !” (B akara, 256). K üfreden­
lerin, "B u dünya hayatında ya p m a kta oldukları m asraflar, bir rüzgâr m eseline
benzer ki, onda ka vu rucu bir so ğ u k vardır; nefislerine zulm ed en bir ka vm in
e kin in e sataşm ış da o nu m a h vetm iştir” (Â li İm ran , 114). İm an eder gibi görü­
n ü p de im an etm eyen m üraileri ve im anla alay edenleri betim lerken şöyle de­
niliyor: "O nların hali, ka ra n lık bir gecede ateş y a k a n ,-fa k a t ateş etrafı aydın­
latınca, Tanrı tarafından ışınları götü rü lü p hem en karanlıklar içinde görm ez bir
halde bırakılan kim selerin haline b en zer” (B akara, 17); "T a n rı, k e n d i yolunda
kurşundan bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever” (Saf, 4); " M ü n a fık ­
lar, (birbirin e) dayanm ış keresteler g ib id ir” (M ünafıkun, 4). C ab ir’in nakletm iş
olduğu bir hadis de güzeldir: "M edine, dem irci körüğü gibidir, tem izi elle k o ­
yar, kiri, pası, dışarı atar”; "O nlara bir sayha yetti, hem en sönm üş ateş gibi
o ldular” (Y asin, 29);- "B iz de onları sü p rü n tü gibi y o k e ttik ” (M üm inler, 41);
"Sana bağlanan im anlılara kanadını in d ir” (Şuara, 214). T a n rı, insanı, "Saksı
gibi k u ru çam urdan ya ra ttı” (R am azan, 37); " Y e ry ü zü ve dağlar, sarsıldığı gün,
dağlar çökerek k u m kü m eleri g ib i olacaktır” (M üzem m il, 14). K üfürden ayrıl­
m ayacak o lan lar, " Ç ocukları, a k saçlı ihtiyarlara b en zetecek olan” günden nasıl
ko ru n ac ak la r? (M üzem m il, 17); " G ö k yarılıp kıza rm ış gül renginde, kırm ızı
sahtiyan gib i olduğu za m a n ” (R ahm an, 37); " G ö k y ü zü n ü n değirm en taşı gibi
döndüğü, dağların bir yü rü yü şle yü rü d ü ğ ü g ü n d e ” (T u r, 9-10); H z. M uham m ed,
nam aza du rd u ğ u zam an, "C inler, o n u n etrafında k eçe gibi sıkı bir kala b a lık”
teşkil ederler (C in, 19).
Bu m üteşabih ayet ve had isleri, d ah a da çoğaltm ak ve güzellerini seçm ek
kolaydır. Z ira , gerek K u r’an d a, gerek had islerd e, güzel san atların hepsi için
başarılı ö rn ek ler v ard ır. B ütün b u n la ra d ik k at edilirse, daim a M ekke ve M edine
ile b u n ların dolayların d a ve n ih ay et A ra b ista n ’d a görülebilen v arlık la rd a n faz­
lasıyla yararlanılm ış olduğu görü lü r. B unlar, telk in edilm ek istenen düşünce ve
inançları, d ah a an laşılır ve d ah a etkili b ir d u ru m a getirm e bak ım ın d an pek
yararlı olm u şlard ır. B ildirilm iş olan k o n u lar, su, rü zgâr, ip, h u rm a, serap, şim ­
şek, yağm ur, yılan ve diğer b itk i ve h ay v an lar gibi hayal gücünün yaratıcı fa a­
liyetinden çok duy u ların deneylerinden edinilm iş izlenim lerle çöl adam larının
anlayabilecekleri som ut d üşünceler h aline g etirilm iştir. B unun en esaslı nedeni,
H z. M uham m ed ’in ozanlığa heves etm em esi yani, hasım ları üzerinde ozan­
m ış gibi b ir etki y apm aktan çekinm esidir. Z aten b u gerçekçi ve p ra tik zekâlı
yüce insandan tü rlü estetik h ayaller beklem ek de yersiz ve gereksizdir. K u r’anın
kendi belâgati, h e r tü rlü estetik y apm acıkların ü stü n d ed ir. F akat b u beİâgati,
öteki ulu sların A rap lar k a d a r kavrayabilm eleri olan aksızdır. Z ira , h e r dilin fo­
netik değeri, an cak o d ilin sahibi olan u lu sla r için estetik b ir anlam taşır.
Ö zetle diyebiliriz ki, H z. M uham m ed, güzel san atlard an h içb irin i dolaylı
ya d a dolaysız o larak yerm iş değildir. A rap lar M üslüm an olm adan önce, p u t­
lara tap tık la rın d a n o n ları, bu çok tan rılı in an çtan u zaklaştırm ak için, İslâm ın,
gerçekte soyut, fa k a t sahib olduğu n itelik ler b ak ım ından som ut ve evrensel b ir
gücün simge ve k avram ı olan T ek T an rıy a in an d ırm ak gerekti. Bu am açla,
peygam berin, resim ve heykelleri y asaklar gibi o lan bazı hadisleri ile öykülerin­
den söz ed ilm iştir. D aha çok kend isin in ölüm ünden sonra, bazı m ezhep k u ru cu ­
larıyla tefsirciler, p u tatap m a alışkanlığını d iriltir ko rkusuyla, plastik san atların
b ir kısm ına ve sefahati a rtırır kaygısıyla m usikiye karşı tepki gösterdilerse de
Em evîlerle A bbasîlerin egem enlik d önem lerinde, özellikle saraylarda b u san at­
ların h e r çeşidine yer verildi; saltan at görkem ini a rtırd ığ ı, göz ve k u la k zevkini
kandırdığı için süslem e san atların d a geom etriden esinlenildi, h atta tlık , oym acı­
lık, kakm acılık, k ab artm a işleri, m erm er, m aden, ta h ta ve seram ik işçiliğine ve
m usikinin h e r d alın a önem verildi. Paganizm a d önem lerinden kalan saraya,
ken t ve tap m ak ların k alın tıların d an , b aşlıklarıyla b irlikte getirilm iş sü tu n lard an
da faydalanıldı; daha çok çiçek ve y ap rak gibi b itkisel k o n u larla k uş, hayvan ve
pek seyrek o larak da insan resim ve heykelleri yapıldı. B unun nedeni, insanları
estetik zevklerinden yoksun b ırak m a o lanağının bulunm am ası, K u r’anda açık­
tan açığa b u san atları yasaklayan b ir ayetin b ulunm am ası, b u yüzden de büyük
im am ların yorum lam a, fetva ve içtih atların ın b aşk a başka olu şu d u r. Bağnaz
düşü n ü rlerin , h alk ı bu san atlard an uzak laştırm ak için u y d u rd u k ları trajik ve gü­
lünç m asallar, M üslüm anlığın H ıristiyanlık k a d a r e tk ili. olm asına engel olduğu
gibi, İslâm âlem inde rönesansm doğm asına da engel olm uştur.
K u r’an d ak i bazı ayetlerde görülen suret sözcüğü ile bu ayetlerin gerçek an­
lam larını kavrayam ayan T an rıb ilim ciler, ah lâk ın bozulm am ası ve T ek T a n rın ın
yaratıcılık sıfatına o rtak lık edip g ünaha girilm em esi için, bu san atlard an uzak­
laşm ayı önerm işlerdi. O n la rın b u k o n u d a d ay an d ıkları ayetlerin bazıları şun­
lardır: “S iz i yara ttıkta n sonra size suret v e rd ik ...” (Â raf, 11); “D ö l yatakların­
da sizi d ilediği gibi b etim leyen (tasvir) O d u r..." (Âl-i İm ran , 6); “E y im an
edenler, şarap, ku m a r, p u t ve fal, ancak şeytanın fen a edim lerindendir; k u rtu ­
luşa erm e k için bunlardan k a ç ın ın ız” (M aid e/ 90); “O, yaratan, var eden, suret
veren T a n rıd ır” (H aşr, 2 4 ); “A rzı ve gökleri h a k ile yarattı; size suret verdi ve
su retinizi gü zelleştird i...” (T egabün, 5).
Y ine M üslüm anlığın b aşlangıçlarında m usikiye karşı da b ir direnm e baş­
lam ışsa d a, so n raları, A rap ların egem enlik alanı genişledikçe yine Bizans ve İ ra n ’ın
etkisiyle tü rlü şa rk ıla r ve çalgı araçları benim senm iş ve m usiki k u ram ları üze­
rinde Al K endi, F arab i, İb n S in a ... vb. gibi filozoflar önem le çalışm ışlardır. H z.
M uham m ed’in hasım larına karşı ozan ların a m akam la, M üslüm anlığı ve kendini
öğen kasid eler ve d ü şm ana karşı yergilerle yiğitlik şiirleri okuttuğu bilinm ek­
tedir. O , özellikle H assân adlı o zanın şiirlerin i şarkı m akam larıyla inşad etm e­
sinden hoşlan ırd ı. M usiki, şarkı ve dans gibi san atlara dil uzatan lar, bu n ların
insanları eğlence ve sefahata sürükleyerek din d en ve ah lâk tan uzaklaştıracağı
kanısında olan bağnaz ve yobaz din ad am larıydı. F akat b ir yndan H z. M uham ­
m ed ’in güzel sese ve K u r’anın ahenkle o k unm asına verdiği önem , b ir yandan
d a M üslüm anların, ö teki u lu slard ak i fark lı k ü ltü r ve uygarlıklarla ilişki k u r­
m aları, m usikiyi haram savanları da yenilgiye u ğ rattı. Z aten Peygam ber, yu-
k arla rd a da belirttiğim iz gibi güzel sesle K u r’an okuyanları beğenir, S a’d ibn
Ebu V ak k as’m anlattığı b ir h adise göre, “A h e n k le (teganni) K u r’an okum ayan
b 'zd en değildir” dem işti. F ak at yıllarca, b ü yük m ezhep k u ru cu la rı arasın d a bile,
K u r’anm m üzikal b ir n ota ile oku n m asın ın caiz olup olm adığı tartışm a konusu
o lm aktan k u rtu lam am ıştır1.
İslâm bilginleri arasında da p lastik sanatları dine aykırı bulm ayan seçkin
ve olgun T an rıb ilim ciler yetişm iş olsaydı, M üslüm anlık da, tü rlü m itleriyle,
k ah ram an larıy la, uygarlık ve tarihivle, başka ulu sların ru h ların a daha geniş ve
som ut ölçüde so k u lab ilir ve yayılabilirdi. İnsan ları estetik hayal ve hazlard an
yoksun b ırak m a olanağı bulunm adığı için d ir ki, İslâm âlem inde h a ttatlık , tez­
h ip , oym acılık, sedef işçiliği... vb. gibi, daha cok geom etri ile bitkilerden ilham
alan san atların yanıbaşında m inyatürcülük hayli ilerlem iş, dinsel edebiyatın m is­
tik telkinleri, tinsel ve k u tsal hayatın devam ına önem li etkiler yapm ıştır. Bu­
n u , tü rlü ta rik a t ö n d erlerin in d iv an ları ve onların kurm uş o ldukları tekkeler
açıkça k an ıtlar.
G erçekte resim ve heykelin dinim izce yasaklanm ış olduğunu bildiren hiç­
b ir kutsal belge yoktur. K u r’an , ancak tap ılan som ut ve canlı şekillerin, yani
pu tlarla suretlerin aleyhinde b u lu n m u ştu r. Bugün artık böyle m addesel sim ­
gelere tap acak denli cahiliye dönem indeki A rap ların seviye ve anlayışında bu-

(1) Dr. Bahriye Üçok, Islâm Tarihi: Emeviler - Abbasiler (Ankara, 1968,
S. 143-161).
lunan hiçb ir M üslüm an v a r olm adığı için, güzel sanat eserlerinin h e r çeşidine
izin veren ayrı ve yeni b ir şe r’î içtihada bile ihtiyaç yoktur. H atta bize göre, a r­
tık ulusal edim ve eylem ler için olduğu k a d a r da güzel san atların h e r dalı ve
düşüncelerin h e r çeşidi için, aklı, d e n e y i,'b ilim i ve dünyanın b u g ünkü gidişini
görm ezlikten gelerek, kutsal k ita p la rd a n fetv alar ve direk tifler aram ak gibi çağ­
dışı, k ısır ve gereksiz in atlard an vazgeçm elidir. D in, im an edenlerin ruhsal
yaşam larına kuvvet veren işlem ler ve in an çlar toplam ıdır. O n u a rtık dünya iş­
lerini düzenleyen ebedî k a n u n la r saym akla, ne insanın m utluluğu, ne de top-
lum larm esenlik ve b arış içinde yaşam aları sağlanabilir. Bu itib arla insana gü­
ven veren ve hayatı güzelleştiren h er eser ve edim , Y üce T a n rı’nın em ri olduğu
için değil, k en d ilik lerin d en iyi, güzel ve doğru o ld ukları için T an rı tarafın d an
da beğenilir diye d ü şünm ekte sonsuz y a ra r v a rd ır. N esnel o larak gözlenirse
an laşılacak tır ki, insan lar, T an rı em irlerinden pek çoğunu uygulam akta b ir ya­
rar görm eyerek terk etm işlerdir; daha da ileri giderek, T a n rı’n m dilem ediği
bazı edim leri de cesaretle u ygulam ışlardır. Bu itibarla k u tsal k itap la r, güzel
sanatları açıkça yasaklam ış olsalardı bile, u lu slar, estetik zevklerin ve layik
ülkülerin baskısı altın d a, taş ve m ağara d önem lerinden beri vazgeçem edikleri
bu çeşit eserleri m eydana getirm eye devam edeceklerdi. Z ira d in lerin , insan
işlerine karışm a yetkileri sarsılm ış ve o n lar, uygarlığı, kendi d a r sınırları için­
de d o ndurm a h a k ve gücünü yitirm işlerdir.
(B urada ozan Behçet K em al Ç ağlar’ın İsrailiyat dışında kalan K u r’an su­
relerinin önem li b ir kısm ını ‘K u r’an d an İlh a m la r’ (1966) adıyla ru h sal ah enk
ve yüce an lam ların ı yitirm eksizin m anzum o larak dilim ize çevirm eyi denem iş
olduğunu bild irm ek te y arar görm ekteyim .)
KUR’AN VE İNCİLLER ARASINDAKİ İLİŞKİLER

H iç b ir eser, içinde yayım lanm ış o lduğu çağın anlayış, d ü şünüş, inanış ve


yaşayışının bazı izlenim leriyle a n ıların d an k en d in i k u rtaram az. Z ira , h er eserin
y azarı, b ir top lu m u n evlâd ıd ır; o da, toplum içinde yaşar ve toplum un iliş­
kide b u lun d u ğ u diğer to p lu m lard an gelm iş olan bilgi, teknik, düşünce (fikir)
âd et ve geleneklerin atm osferi içinde yetişir; ataların ve yaşam akta o lan ların
görenek ve tö relerin d en , h a tta kutsal inanç ve bilgilerinden tam am ıyla k u rtu ­
labilm iş, yepyeni b ir ü lk ü y ü ve b u n u n örgütlerin i savunabilm iş olan tek eser
y o k tu r denebilir. Bu gerçekten, k u tsal k ita p la rın k u rtulm uş olduğunu sanm ak
h atad ır. R ene G ro u sset, ‘L ’h ^ m m e t et son H isto ire’ (P aris, 1954) adlı eserinde
şöyle der; « H in tçilik (Indianism e) ve Ç incilik (Cinologie) ile îslâm sal incele­
m eler, bize A sya’da h issedilir b ir şekilde bizim kine (yani, B atı’dakine) eşdeğer
geniş b ir hüm an izm in (hum anism e) vaktiyle v a r o lduğunu ve hâlâ da devam
ettiğini öğretm iştir. Şüphesiz ki, b u n la rd a n b iri, A rap-Fars hüm anizm asıdır; ve
b u n la rın A kdeniz uygarlığıyla o denli sıkı b ir o rtaklığı v ard ır k i, b u n ları b ir­
b irin d en ayırm ak g üçtür. N itekim , K u r’an da T ev rat ve İncillerle aynı fam il­
yadan o larak aynı T a n rı ta rafın d an vahyedilm iş ve A rap felsefesi, Y unan fel­
sefesinin b ir dalı o larak ilerlem iştir» (s. 29-30).
H z. M uham m ed’in, ü m m îlik sıfatına k arşın — onun bilgi kaynakları hak-
k ın d ak i bahiste görüldüğü gibi— içinde yaşam ış olduğu toplum da yaygın bu­
lunan ve belki de b irço k ları, h alk bilgisi şeklinde ağızdan ağza dolaşan Pey­
gam ber öykülerini ve öteki d in lerin önem li inançlarıyla ibadet şekil ve tarz­
larım dinlem iş, işitm iş ve görm üş olm asını red d etm ek, onun büyük ve yüce
dehasını küçüm sem ek o lu r. Saçm a (batıl) ve eskim iş in ançları değiştirm ek, on­
ların yerine h ak k ı, gerçekliği ve yeniyi getirm ek gibi büyük b ir ödevle görev­
lendirilm iş o ld u ğ u n u kavram ış o lan b ir zek ân ın , neleri yıkm ak ve yıkılm ası
gerekenin neleri k u su rlu , geri ve yeni gereksinm elere yetersiz olduğunu bilm ek,
o n u n en doğal eğilim ini teşkil eder. M üslüm anlık gibi, çıktığı dönem deki top­
lum hayatın ı, yeni ve yüce b ir disiplin altın d a organlaştırm ış olan b ir dinin
ku ru cu su , ne yaptığını bilm eyen, sadece m istik ilham ların baskısı altında iş­
leyen b ir ro b o t olam azdı. U lu T an rı ona, ne yapm ak, nasıl yapm ak, nelere baş­
vurm ak; neleri yıkm ak, insanları hangi ülk ü lere bağlam ak gerektiğini kavraya­
cak b ir zekâ, yetenek ve irad e bağışlam ış, ü stelik de m istik sezgilerle ona en
büyük yardım ı esirgem em iştir. O n u n asıl büyüklüğü, b u seçkin ve ü stün yara­
dılışında gizlidir. Bu itib arla, H z. M uham m ed’in kendi toplum sal çevresiyle zi­
yaret etm iş olduğu şehirler ve görüştüğü in san lard an pek çok şey dinlem iş ve
öğrenm iş olm asını, kendisinin peygam berliğini k ü çü lten ya da tehlikeye sokan
b ir olay değil, tersine, b üyülten b ir gerçeklik gibi k ab u l etm ek ve onu bu açı­
d an incelem ek zo ru n lu d u r.
H er şeyden önce, Peygam berim izin H ıristiyanlık ve Y ahudilik hakk m d ak i
bilgisi, hem sud an , hem de m utlaka T an rı ta rafın d an öğretilecek k ad ar kim ­
selerin bilm ediği yüksek ve gizli gerçeklik gizlerinden de değildir. Şu ayetlerde
saklı olan gözlem de, b u n u n izlerini bulab iliriz: "H a lkta n , im an edenlere düş­
m an olanların en şiddetlisini, herhalde Y ahudilerle m üşriklerde bulacaksınız",
im an edenlere "d ü şm a n olanların en şiddetlisini, her halde Y ahudilerle m üş­
riklerde bu la ca ksın ız", im an edenlere, "d o stlu kla yakın olanları da, her halde,
b iz N asranîyiz diyenlerden bulacaksın; bunların içinde keşişler ve rahipler var­
d ır ki, bunlar kibirlen m ezler; peygam berlere indirileni d inledikleri zam an, ta­
n ışık çıktıkla rı h a k dolayısıyla gözlerinden yaşlar a ka ra k”, on ların , " E y Rabbi-
m iz, im an ettik , sen bizi şehadet getirenlerle b erab er yaz, d ed iklerini g ö rü rsü n ”
(M aide, 82-83).
Bu ayetlerden de anlaşılacağı gibi, H z. M uham m ed, öm rü boyunca rah ip ,
kilise, haham , sin ag o g ... vb. gibi din adam larıyla tap ın ak ların ı görm em iş değil­
dir. O n u n , İncilleri okum am ış olduğu b ir gerçektir. Ç ünkü o tarih lerd e k u t­
sal k itap la r henüz İb ran ice ve Y unanca idiler; Peygam berin b u dilleri olduğu
k a d a r da okum ayı tam o larak bilm ediğine inanm ak zorundayız1. B ununla b ir­
likte, örneğin H z. İsa ’nın doğum u ve öliim ü h a k k ın d a K u r’anda görülen bilgi­
ler, o dönem de h alk arasın d a dolaşan, M aniheizm e bağlı o lanlarla Saint Basil’e
m ensup olan ların in an çların a b enzem ektedir. H z. M uham m ed. bu çeşit bilgi­
leri seyahatlerinde, A ra b ista n ’ın b irço k bölgelerine yerleşm iş bu lu n an H ıristi­
yan ve Y ah u d ilerd en dinlem iş olabileceği gibi, hasım larıyla yapm ış olduğu ta r­
tışm alar esnasında da, o n lard an duym uş olab ilir. M ekke’de ise, bilindiği gibi,
A raplarla b u tek tan rıcı kavim ler, hem en d aim a dostça ticaret ilişkileri kurm uş­
lar, aynı çevrede kom şuluk ve ark ad aşlık etm işlerdir. Avrıca da M ekke’de, sa­
vaşlarda tu tsak edilm iş bazı H ıristiv an larla buraya göç etm iş bulunan G assanî-
lerin de b u lu n d u k ları b ilinm ektedir! V akıa K u r’an da, "O nların, bunu ancak
bir insan öğretiyor, d ed iklerin i gerçekten b iliyo ru z”; ovsaki, " O zannettikleri
adam ın dili yabancıdır; bu ise (K u r’an) açıkça A ra oçadır" (N ahl, 103) denile­
rek Peygam berin hiç kim seden b ir şey öğrenm ediği bildiriliyorsa da, b u rada
saklı olan gerçek, H z. M uham m ed’in yabancı b ir öğretm enden ders alm am ış ol­
m asıdır; yoksa, kendisin in , eşya ve olayları incelem ekten ve o n lar üzerinde dü­
şünm ekten, nihayet görüşm üş olduğu insanları asla dinlem em iş olm asından söz
edilm em ektedir. N itekim dünya m alına değer verm em ek, k âfirlerin gururlarıyla
keyfe karşı olan d ü şk ü n lü k leri h ak ın d a ağır h ü k ü m ler verm ek, lâubalilik, şaka,
boşboğazlık gibi h arek etlerin aleyhinde b u lu n m ak , köleliği reddetm ek ya da

(1) Ömer Rıza Doğrul, Hz. Muhammed'in özellikle son zam anlarında oku­
yup yazmayı öğrenm iş olduğunda Islâm yorumcu ve hadisçilerinin ittifak etm iş
olduklarını kaydeder (Tanrı Buyruğu, c. I, s. 633).
köle h akk ın a saygı gösterm ek1, gün ah ların k efareti bak ım ın d an sadakaya önem
verm ek, cennet betim lem eleri (tasvir), h u riler... vb. h ak k ın d a k i inançlar, Sürya-
nîlerin kilise k itap ların d a da savunulm uş k o n u la rd ır ki, b u n lar, H z. M uham m ed’
in de üzerin d e d u rd u ğ u önem li dogm alardır. H z. M usa’nın O n B uyruğu (Deca-
logue) ile T e v ra t’ın L avililer bölü m ü n d e (X IX ) önerilen ah lâk k u ra lları, K u r’an
ve hadislerde dağınık da olsa, aynıyla sav u n u lm u ştur; zaten ölüyü kefenlem ek,
ölüye dua ok u m ak , dom uz eti ile kesilm em iş hayvanları yem em ek gibi em irleri
veren ayetler ve in an çlar da Y ah u d ilik ten M üslüm anlığa geçm iştir.
H z. İs a ’nın b ir b akireden doğuşu h a k k ın d ak i, “O (M eryem) bana hiçbir in­
san dokun m a m ıştır, benim nasd bir oğlum olur? Ben iffe tsiz de değilim , dedi; o
(kutsal ru h ), d edi k i, bu böyle olacak; zira R a b b im , bu benim için kolaydır;
b iz onu, insanlara bir k ıla v u z ve tarafım ızdan bir rahm et kılacağız ve bu iş olup
bitm iştir, d e d i” (M eryem , 20-21); ve, “ İ ffe tin i koruyan İm ran k ızı M eryem de
(zikretti), bunun için b iz ken d isin e ru h u m u zd a n ü fle d ik ” (T ahrum , 12) gibi ayet­
lerde, H z. M eryem ’in kutsal ru h ta n gebe kaldığı b ildirilm ektedir. Bu olay, In ­
c il’de de, “M eryem ise, meleğe, bu nasıl olabilir, çü n kü ben e rk e k bilm em ; m e­
le k de ona karşılık olarak, üzerin e k u tsa l ruh gelip yüceliğin ku d re ti sana gölge
olacak ve bu n edenle senden doğacak ku tsa l k işiye T cn rı'n ın O ğlu den ecektir”
(L uka, 34 vd.) sözleriyle ifade ed ilm iştir ki, aynı düşünceyi an latm ak ta, hatta
son cüm le m üstesna olm ak üzere b ir ifade benzerliği bile görülm ektedir.
K u r’an d ak i H z. İsa ve H z. M eryem öyküleri, H ıristiyanlıktakinden pek az
farklı görünm ektedir; b u n u , yeni b ir dinin eski d inden farklı olm ası gerektiği
için zorun lu b u lm ak gerekir. H ıristiy an lık tak i hav ariler, H z. İs a ’nın kefili ol­
d u k ları gibi, H z. M uham m ed de k en d i üm m etinin kefilidir. C ennetle m üjdelen­
miş olan on sahabeden b azıların a, M üslüm anlık da h avari sıfatını verm iş, M üs­
lüm anlık da, h av arilerin on iki kişi o ld u k ların ı k ab u l etm iştir. H ıristiyan ta rik a tla ­
rın d an b iri olan D ocetin ta rik a tı H z. îs a ’nm çarm ıha gerildiğini reddeder; K u r’an
da aynı düşünceyi o naylar (Bu ta rik a t, m ilâdın I. yüzyılında ku ru lm u ştu r).
H z. M u h am m ed ’in şaraplı ekm ek m isteri (eucharistie) h a k k ın d a az çok bir
bilgiye sahip olduğu şu ayetten anlaşılab ilir: “H avariler, ey M eryem oğlu İsa,
dediler, Tanrı b ize g ö k yü zü n d en yem eklerle dolu bir sofra indirebilir m i? İsa,
onlara, eğer im an ediyorsanız T a n n ’dan sakının d e d i” (M aide, 114). H z. İsa ’nın
doğuşu, m ucizeyi ve kelâm ku ram ı h ak k ın d ak i kilise inançlarıyla, M üslüm an­
lığın b u k o n u lara d a ir olan b ild irileri, önem siz fark larla b irb irin e uygundur.
K ur’anda H z. İs a ’ya verilm iş olan sıfatlar ve m ucizeler, onun H z. M uham m ed’
den ü stün b ir T an rısal değere sahip o ld uğunu gösterir; zira, h e r şeyden önce
H z. İsa, T a n rı’nm ru h u n d a n m eydana gelmiş olduğu halde, H z. M uham m ed,
açıkça b ü tü n diğer in san lar gibi, anası babası belli b ir aile çocuğudur. H z. İsa ’

(1) Daha eskiden, Roma stoacılarından Senek (Seneca), Lusillus’e Mek­


tuplar adlı eserinde şöyle yazıyordu: “Yanınızdan gelenlerin hepsi, bana sizin
kölelerinizle bir sofrada yemek yediğinizi söylüyorlar... Bundan m em nun olu­
yorum ve bundan sizin m eslek ve m aksadınızı anlıyorum. Vakıa onlar köledir­
ler, fakat onlar insandırlar ve seninle birlikte, senin çatının altında oturuyor­
lar”. M ilattan beş yıl evvel doğmuş olan bu filozoftan daha çok önce de kö­
leleri savunm uş olan kişiler yetişm iştir.
nın yerine, k endisine benzeyen b irin in çarm ıha gerilm iş olm ası h ak k ın d a tefsir-
cilerin verm iş oldu k ları bilgiler, fark ın d a olm adan T anrısal adaleti sarsm ış o lu r­
lar. K u r’an d a ve tefsirlerde H z. İsa ile M ehdi’nin yeniden dünyaya geleceğine
d air âdeta m itolojik açıklam alar b u lu n m ak tad ır. D enebilir ki M üslüm anlar da
Hz. İsa ’yı b ek lem ek ted irler ve b ir gün M üslüm anlığın sönüp gideceğine in an ­
m aktadırlar. V aktiyle Şam ’daki Em eviye cam iinin m inarelerinden birin in şere­
fesinde Hz. İs a ’nın gökten indiği v ak it kullanm ası için b ir çift sarı p abuç b u ­
lund u ru ld u ğ u n u işitm iştim . G enel o larak M ehdi ve kıyam ete d air olan İslâm
inançları, H ıristiyanlığın m istik edebiyatıyla da ilgilidir. M ehdi ve kıyam et hak-
kındaki halk inan çları da M alhem e adı verilen ve elden ele geçerek saklanm ış
olup M üslüm anlıktan önce ve sonra yazılm ış b irtak ım İslâm dinine aykırı eser­
lerden öğrenilerek gelenek haline getirilm iş ve bilgisiz vaizlere serm aye olm uştur.
İn c il’deki R esullerin A m elleri kısm ında (IX . bap) görülen m ucize ile, K u r’
anda M aide suresinde bildirilen m ucize de b irb irin e benzer. A h dicedid’in (İncil)
hadislere daha çok etki yaptığı k ab u l edilm ektedir. H z. M uham m ed’in — m uci­
zeler bahsinde göreceğim iz— çeşitli yem ek m ucizeleri İn c il’deki som unlar ve
b alıklar m ucizesinden esinlenerek ileri sürülm üş gibidir. H z. A dem ’in yaradılı­
şıyla H z. İs a ’nın yaradılışı h ak k ın d a, K u r’anda verilm iş olan bilgiler de b irb i­
rine benzetilm işlerdir. Bilindiği gibi T an rı, to p rak tan yaratm ış olduğu H z. A dem ’
in b u rn u n a ü fler, geleneklerse, az y u k ard a kaydettiğim iz gibi, M eryem ’in yaka­
sından üflediğini k ab u l eder.
K aynakları İran ve M ezopotam ya olan H z. Â d em ’le H z. H avva efsanesi de,
K u r’anla T e v ra t’ta az çok farkla b irb irin e benzerler. T e v ra t’ın T ekvin bahsinde,
asıl büyük günahı işleyen H z. H av v a’dır; iki kaynakta da cezanın fazlası H av­
v a’ya verilm iştir. Y asak m eyveden yem e tarzı, yılanın kandırm ası... vb. iki k u t­
sal k itap ta da çok az fark la aynı d ekor ve özellikleri taşır. İblis ya da şevtan
hakkm daki b ild iriler de, K u r’anda ve İn cillerde b irb irlerin e benzer gibidir. Bu­
nun cennetle ilgisi, b ir H ıristiyan geleneğine dayan m aktadır: M ikâil’in m elekleri
Hz. Â dem ’e secde ettik leri hald e iblis, H z. Â dem ’in hem genç, hem de aşağı
olduğunu ileri sürm üş, kendisinin ışıktan ve h av ad an, H z. Â dem ’inse to p rak tan
yaratıldığını., bu itibarla kendisine H z. Â dem ’in secde etm esi gerektiğini iddia
ederek, verilen secde em rini reddetm iş, b u yüzden hem kendisi, hem de uy­
ru k la rı (tebaa) yeryüzüne sürülm üş, fak at m elekler  dem ’e secde etm işlerdir.
K u r’anda da b u n a b enzer bilgiler v erilm ektedir. K u r’ana göre iblis, hem m elek,
hem de cin d ir; aynı zam anda T an rı ile konuşacak ve onun em irlerine kafa tu­
tacak k ad a r da T a n rı’ya yakın ve şım arık b ir k ü sta h tır ve iblis, cennete yılanın
k arn ın d a girerek H av v a’yı ebedî hayata in an d ırm ıştır. B ütün bu giriş'im lerdense,
T a n rı’nın hab eri yok gibidir. Şüphesiz ki b u rad a iblis, insel tu tk u la rın ve açıkça
ürem e tu tk u ve içgüdüsünün simgesel b ir deyim idir; her iki kutsal k itap ta da
az çok aynı deyim le aynı nezahet m u hafaza edilm iştir.
T e v ra t’ta T a n rı, insanı kendi suretinde yaratm ış (T ekvin, I, 27) ve yeryü­
zünün tüm n im etlerini, insanın y ararlanm ası için m eydana getirm iştir (T ekvin,
I, 28-30). K u r’an da b u haberi onaylar: " Y e ry ü zü n d e ne varsa hepsini sizin
için yaratan” (B akara, 29) ayetinde olduğu gibi.
K u r’an d a adı geçen M ikâil, T a n rı’ya en yakın m eleklerdendir. T e v ra t’ta
(D aniyal, X , 13 vd.) da adı geçen bu m elek, Y ahudilerin koruyucusudur. T ev­
r a t’taki H ab il ve K abil öyküsü, K u r’an d a b u n ların adları kullanılm adan geçer
(M aide, 27-32) ve iki tarafın tefsircileri de, b u olayı aynı şekilde ro m an laştırır­
lar. Y alnız T ev rat, K u r’an d a H a b il’in cesedini göm m esi için b ir çeşit kılavuz­
luk ettiği gösterilen k arg ad an söz etm eksizin, bu öldürm e olayını an la tır (T ek­
vin, IV , 3-8) ki b u efsanenin gerçek kaynağı da M ezopotam ya ve İr a n ’d ır. v
H z. M u sa’ya ait olan b ild irile r de, K u r’anla T e v ra t’ta bazı fark la r olm a­
sına k arşın , büy ü k b ir b enzerlik gösterirler: Evvelâ T e v ra t’ın H u ru ç bahsinde
(V II, 8) an latılan H a ru n ’u n değneğinden K u r’an d a söz ettiği gibi Bakara su­
resinin 6 0 ’ıncı ayetinde bildirilen asa ile taştan su çıkarm a m ucizesi de T ev­
r a t’ta v ard ır. T ev rat, H z. M usa’nın k ırk gün k ırk gece T u r dağında kaldığını
kaydeder; K u r’anda da bu peygam berin k ırk gece ibadetten sonra kitab a nail
olacağı vaat edilir: "H a n i M u sa ’ya k ır k gecelik bir vade ve rm iştik " (B akara, 51).
K ur’anda H z. M u sa’nın F ira v u n ’la görüşm esi de, Beni İsrail geleneklerine ay­
kırı değildir. A radaki fa rk la ra k arşın , A rap ların bu bilgilerden b ü sb ü tü n yok­
sun olm adıkları an laşılm ak tad ır. T efsirciler, b u n lara birtak ım tarihsel bilgi ve
söylentileri de ekleyerek m istik hayal gücü süzgecinden geçirm işler ve âdeta
k endilerine m al etm işlerdir. N itekim , T e v ra t’ın Çıkış bölüm ünde söz edilen
H z. M usa’nın m ucizeleriyle K u r’anda b u peygam bere yükletilm iş olan m ucize­
ler arasınd a da b ir fa rk yok g ibidir. H z. H a ru n ’u n H z. M usa’ya arkadaş olarak
verildiğini bild iren , "Bûna ailem den bir v e k il ver (ve onu işim e o rta k yap) de
seni y ü celteyim ” (T ah a, 29-33) ayetleriyle T e v ra t’ın Çıkış bahsindeki deyim ­
ler, birb irin i o n aylarlar. N itekim  raf ve T ah a surelerinde geçen altın b u za­
ğıya tapm ak ve o nu im al etm ek h ak k m d ak i ayetler, T e v ra t’taki Çıkış b ah sin ­
de anlatılm ış o lanlara uv m ak tad ır. K ehf suresindeki (60-85’inci ayetler) H z.
M usa ile H ızır öyküsü, G ılgam ış destanına; İlyas ve İsk en d er öyküsü de, h a ­
ham Y eşua bin L evi’ye ait Y ahudi efsanesine benzem ektedir. Âli İm ran sure­
sinde, H z. M u sa’nın dünyaya gelişi h ak k m d ak i bilgiler, Çıkış bahsinde geçen
(A m ram , V I, 20) b ild iriler olduğunu zannedenlere k arşı, El-Salebî, ‘Kısas-al-En-
biva’ (K ahire, 1312) adlı eserinde itiraz ederse de, K u r’andaki Âli İm ra n ’ın
M eta İncilinde (bap 15) adı geçen Y akub bin M atan olduğu kabul edilm ekte­
d ir. Şüphesiz, K u r’an ve T e v ra t’ta b u k o n u n u n da bazı kü çü k fark ları vard ır.
K u r’anın Baal h ak k m d ak i bildirisi ise, T e v ra t’ta (M ülûk, I) adı geçen Bal’
den başka b ir şey değildir. K u r’an d a adı geçen İlyas peygam ber, T e v ra t’taki
Elia peygam berdir. Eliya ya da E llas’ın Y eşua bin Levi ile yapm ış olduğu se­
yahat. K u r’andaki seyahat m asalın d an pek de fark lı değildir. Beni İsrail öy­
küleriyle K ehf suresinde an latılan öyküde de benzerlik, vard ır. K ıtr’anda yaptı­
rılm ış olan seyahat, İlyas’a değil H ız ır’a yükletilm iştir. H ızır ve İlyas'ın insan­
lara yapını* o ld u k ları yardım a d air m asallar da Beni İsra il’de hem en aynıvla
v ardır. B unların m evsim değişm eleriyle ilgili iki simge olduğu da k ab u l edilir.
İlyas, eski M ısır’d aki H erm etizm ta rik a tı dolayısıyla adı geçen İd ris ’le de k a­
rıştırılır. İd ris h ak k m d a k i İslâm öyküleri, T e v ra t’ın T ekvin bahsinde görülen
H enoş’un nitelik lerin i taşır.
H z. İb rah im ve H z. İsm ail’e d a ir olan ayetler de, bazı fark larla T e v ra t’ta-
kilere uygundur. Bu k o n u lard a İslâm tefsircilerinin ve ‘Kasas-i E n biya’ların söy-
lentilcri, T e v ra t’ın T ekvin bahsiyle İb ra n î öykülerinden pek farklı değildirler.
İshak peygam ber h a k k ın d a H u d suresinde verilm iş olan bilgilerle T e v ra t’ın
T ekvin bah sin d ek i açıklam alar da b irb irin i onaylarlar. Saffat suresinde H z. İb ­
ra h im ’in k u rb a n edilecek o lan oğlunun İsh ak m ı, İsm ail m i olduğu açıklanm a-
m akla b irlik te, b u h ab erler de T ekvin b ahsinde v a rd ır. D enebilir ki, İb rah im
ve İshak öykülerinin kö k ü , Beni İsrail g elenekleridir. Y ani, gerek K u r’an, gerek
Kasas-ı E nbiyalar, b u geleneklerin etkisinden k u rtu lam am ışlard ır. Z im ahşerî ve
Beyzavî gibi tefsircilerin aynı kaynağa b aşv u rd u k ları anlaşılm aktadır. T ek v in ’in
2 2 ’nci bölüm de sözünü ettiği H z. İsm ail’e d air olan öyküyü, A rapların ve do­
layısıyla M üslüm anların öğrenm iş o ld u k ları in k â r edilem ez. H atta b u öykünün
kaynağı d ah a çok esk id ir ve Y unan m itolojisindeki b ir olayın an ısıd ır (He-
rcdot T a rih i, cilt 2, V II, 197’nin d ip n o tu , s. 242).
• Âli İm ran suresindeki İsrail peygam berlerine d a ir olan ayetler, T ek v in 'in
3 2 ’nci bölüm ünde an latılan H z. Y akub öyküsüyle ilgilidir. K u r’anda İsrail hak­
kında geçen sözler, Y akub adıyla geçm ektedir. K asas suresinde (76) adı geçen
K arun d a, T e v ra t’ın A dad b ahsinde bildirilen K o rah ’ın başka b ir örneğidir.
Bunun ikisi de zengin ve k ib irli kim selerdir. T a b e rî’nin ‘T e fsir’inde (K ahire,
1321) kutsal k itap ta asıl a d ın ın Bileam olduğunu* b ildirdiği Lokm an, Sam î ka-
vim lerde, M üslüm anlıktan önce de bilinen m asallardan birinin k ah ram an ıd ır.
K u r’anda ona d air bilgiler, L okm an suresinin 13’üncü ayetinden itibaren şöyle
sıralanm ıştır:
"L o k m a n oğluna öğüt verirken d ed i k i, evlâdım , T a n rı’ya ortak koşm a;
başkalarım T a n rı’ya o rta k sa ym ak b ü y ü k bir zu lü m dür. Biz, insana ana ve ba­
basını salık verd ik; onun anası, ken d isin i g ittikçe artan bir za y ıflık la ' taşıdı; iki
yıl sonra da, sütten kesti. Bana ve eb eveyn in e şükret, d edik; d ö n ü şü n ü z bana­
dır. O nlar bilm ediğin bir şeyi bana o rta k yapm an için seni zorlarlarsa, onlara
itaat etm e; onlara iyilik ve saygı göstererek arkadaş ol ve bana yönelenlerin
yoluna uy; sonra h ep bana döneceksin iz; ben d e işlediklerinizi orada size bildi­
receğim. E vlâdım , (yaptığın h ay ır ya da şer) bir hardal tanesi kadar da olsa ve
o bir kaya içinde göğün ya da yerin d ib in d e bulunsa da, Tanrı onu ortaya çı­
karır. T a n rı’n m görüşü kesin d ir ve h er şeyden haberi vardır. E vlâdım , nam aza
ka lk, iyiliği em ret, kö tü lü ğ ü yasakla, uğradıklarına katlan; bu en uygun bir gi­
diştir. H alka surat asm a; yeryü zü n d e kib irle salına salına yürüm e; Tanrı kib ir­
lenerek salınanları sevm ez. A d ım ın ı ölçülü at; alçak sesle konuş. Seslerin en
iğrenci eşeklerin sesidir”.
Bu tavsiyeler, Y ah u d i geleneklerinde önem li b ir yer tutan A b ik ar’da da
vardır. Eshab-ı K eh f’e dair~ o lan h a b e r de, H ıristiyanlarca bilinen ve an latılan ­
lara ben zer1.
K u r’an , T e v ra t’taki k itap sahibi olan bazı peygam berlere yer verm ediği
halde, Y ah u d ilerin peygam ber saym adıkları L ut, Y usuf, Süleym an, Eyyub... v b .’ı
peygam ber sayar ve b u n lara d a ir çeşitli olaylardan söz eder; bu n a neden ola­
rak da yabancı k ay n ak lar, h alk arasın d a b u m ü b arek ve ünlü kişilere d a ir ya­

tı) Bu efsanenin kökü Y unanistan’dadır. Mağarada uyuyanların asıl ad­


la n M axalina, M aximilinnus... vb. dır ki, bunlar sonradan Arapçalaştırılmışlardır.
yılmış olan m asalların A rap larca da bilinm iş olm asını, K u r’anda geçm eyenler
hakkında da H z. M uham m ed’in b ir bilgisi olm am ası, ya da o n lardan b ir yarar
um m am ış b ulunm asını iddia ederler.
H aru t ve M a ru t’a d air K u r’anın verm iş olduğu bilgiler (B akara, 102), Saint
P ierre ’in ikinci kitapçığıyla Y a h u d a ’nin kitapçığında görülen m asallarla ilgili
sayılm aktad ır ki, b u m asal d a, H o ro t ve M orot adlarıyla İra n ’da bilinen m asal­
lardan geçm iştir. B unların iki E rm eni tan rısı olduğu da iddia edilir. K u r’anda
Belkis adı kullanılm ış olm akla b irlik te b u Saba kraliçesiyle H z. Süleym an serü­
veni d e T e v ra t’takine az çok benzem ektedir. Y usuf öyküsü de bazı fark larla iki
d inde de b irb irin in aynı olduğu d ik k ati çekm ektedir. H ü d h ü d kuşu ile bu Bel­
kis ve H z. S üleym an’a d air olan m asallar, A rap lar arasında yayılm ış bu lu n an
bu çeşit m asalların ahlaksal ve siyasal b ir örneğidir. H z. D a v u d ’un pişm anlığın­
dan söz eden Sad suresindeki ayetle (24) bilgelikte H z. Süleym an’la o rtak olu­
şundan söz eden ayetler (B akara, N em i, 15) T e v ra t’taki bildirilere benzerler.
K u r’andaki H z. D avud ile T a lu t ve C a lu t’a d a ir o lan vahiler (B akara, 274 vd.)
bazı değişikliklerle T e v ra t’ta da v ard ır. K u r’an d ak i H z. L ut öyküsü de T e v ra t’ta
v ardır. F ak at İslâm tefsircileri, öteki peygam berler h ak k ın d a y ap tıkları gibi, bu
peygam ber h a k k ın d a da, Y ah u d i k ay n ak ların d an alm ış old u k ları bilgileri daha
genişleterek yorum lam ışlardır.
K u r’an d a, H z. N u h ’u n T u fa n esnasında 950 yaşında olduğu an latılır (An-
kebut, 14); T ev rat ise, o n u n 950 yıl yaşadığım söyler ki, a ra ların d ak i yakın
ilgi pek açıktır.
H z. M uham m ed’in kıyam ette üm m etiyle buluşacağını işaret eden h ad is­
lerde daha belirli o larak sözü edilen K evser h av u zuna d a ir betim lem e ve tasa­
rım lar, Y u h an n a İncilindekine (14-15) uygundur. M uham m ed suresinin 15’inci
ayetinde bild irilen , " N iteliğ i (vasfı) bozu lm a m ış su ırm akları, tadı bozulm a­
m ış süttendir; içenlere z e v k veren şaraplar ve sü zü lm ü ş bal ırm akları”’ M use­
vilerle H ıristiy an ların cennette v ar o lduğunu an lattık ları yağ. süt, şarap ve bal
ırm akların a dön ü şü r. C ennetteki h av u zd an içenlerin b ir daha susam ayacak­
larını bild iren b ir hadis, Y u h an n a İncilinde şöyle anlatılm ıştır: " A m a her
k im benim ken d isin e vereceğim sudan içerse, ebedi olarak susam az. O na ve­
receğim su, onun içinde, ebedî hayat için kaynayan su pınarı olacaktır” (IV , 14).
K ıyam et düşüncesi, kaynağını eski M ısır’dan ve eski H in t in an çlarından
alm ış olm akla b irlik te, Sam i k avim lerde esasen v ardı. Bu da b ir b akım a T ev­
ra t’taki Eyyub bahsinde görülen in an çların b ir ö rneğidir. T e v ra t’ta, ölü ler m e­
zarların d a âdeta bilinçli ve sürekli b ir varlığa sahipm işler gibi kab u l edilir;
İslâm daki k a b ir azabı, h aşrin ru h sal m ı, cisim sel rni olacağı sorunlarıyla Tev­
r a t’ın bu bildirisi arasın d a b ir ilişki akla gelebilir. Ö lülerin kab irlerd e sorguya
çekilm eleri inancı d a, Y ahudilerle M ü slüm anlıkta benzeşen in an çlard an d ır. Ba­
kara suresindeki, "D ü n ya hayatını ahrete bedel satın alanların azabı asla h a fif­
letilm ez ve kend ilerin e yardım e d ilm e z" (86) işaretiyle  lâ suresindeki, " S iz
dünya hayatım ü stü n tutarsınız. O ysaki, ahret daha hayırlı ve b a kid ir” (16-17)
ayetlerinin, İb rah im ve M u sa’nın k ita p la rın d a da b u lu n d u ğ u n u aynı sure onay­
la r (19). K u r’an d a d ö rt ayette adı geçen H z. Eyyub hak k ın d ak i İslâm Kasas-ı
E n biyaların d ak i öykülerin aslı da T e v ra t’taki Eyyub k itab ıd ır.
Eb-ül-A lâ’l M a a rrî’nin, ‘R isalât-el-G ufran’ adlı eserinde acı ve alaylı b jr dille
açıklam ış olduğu M iraç olayının da kökleri oldukça esk id ir1. İslâm yazarları,
bu konuyu an latırlark en Y ahudilerle H ıristiy an ların M alhem e adını taşıyan ki­
taplarından y ararlan m ışlard ır. Esasen K u r’anda m iraç sözcüğü yoktur. Bu söz­
cük, H abeş dilinde m erdiven d em ek tir ya da M aariç o larak k u llan ılır ki, bu
da basam ak dem ektir. H z. M uham m ed, b u sözcüğü hadislerde kullanm ıştır.
Belki de T a b e ra n î’nin, ‘T e fsir’inde, m iracı, göğe çıkan b ir m erdivenle yapılm ış
saym ası, sözcüğün bu anlam ına değer verm iş olm asındandır. Bu m erdiven, Tev­
ra t’ın T ekvin b ahsinde (X X V II, 12) Y a k u b ’u n d ü şünde (rüya) m eleklerin göğe
çıkıp inm elerinde hizm et eder gördüğü m erdivene benzer. B urak terim i, H z.
İb rahim ta rafın d an da kullanılm ıştır. Y alnız, T ekvin bahsinde kaydedilen hay­
van, eşektir (X X II, 3). M esih’in de b ir eşeği v ard ır ((Z ekeriya, IX , 19) ve M esih
yine bu eşekle yeryüzüne inecektir. B urak ise, İslâm geleneklerine göre, eşek­
ten az büyük b ir m idilliye benzer. B una, bazen erkek ya da kadın başı takılır
ve kanatlı b ir hayvan o larak b etim lenir. Sanki H z. M uham m ed’in peygam ber
o ld uğundan h iç b ir m eleğin h aberi yokm uş gibi, C ib ril’le geçtikleri h er gök ka­
pısında, bu n ların adları ve H z. M uham m ed’in peygam ber olup olm adığı soru­
lur. Bütün ezfeterik ta rik a tla rın kabul tören lerin d e bu n a benzer soruşturm alar
âdettir. H z. M u sa’nın salık verm eleriyle H z. M uh am m ed’in nam az sayılarını
azaltm ak için T an rı ile Peygam berim iz ve M usa arasındaki gidip gelm eler, bu
Y ahudi peygam berinin hem akıl, hem de k u tlu lu k b ak ım ından H z. M uham m ed’
den daha ü stü n b ir peygam ber olduğunu ve b u n u , M üslüm anlığın belki de far­
kında olm adan onayladığına işaret etm ek zorundayız. Bu nam az sayısının indi­
rilm esine d a ir olan ilk ö rnek, H z. İb ra h im ’le T an rı arasındaki pazarlık ta veril­
m iştir ki, bu konuyu T e v ra t’ın T ekvin bahsinde b u lu ru z (X V III, 22-23). M iraç
hakkm daki söylentilerin M eta, N erkos ve L uka İncillerinde geçen bazı hab er­
lerle de ilgisi o lduğuna işaret edenler v a rd ır (M iraç h a k k ın d a y u k arılard a da
bazı bilgiler verm iştik).
Kısas so ru n u n a d air verilm iş olan em irlerin T e v ra t’ta da bulunduğunu
K u r’anın da bild ird iğ in i görüyoruz: " T e v r a t’ta B eni İsrail’e cana can. göze göz,
burna burun, kulağa ku la k, dişe diş kısastır em rin i v e rd ik ” (M ade, 45).
A bdest, h er tarafta var olduğuna inanılan şeytanlarla habis ru h lard an ko­
ru n m ak için yapılan m istik b ir tem izlem e işlem idir. Bu, eski Sam î kavim lerde
ve özellikle Y ahudilerde de vardı. K u r’anda bildirilm iş olan abdest alm anın
usul ve erk ân ı, Y ahud ilerd en alın m ıştır denebilir. S ünnet olm anın da M üslü­
m anlığa o n lard an geçtiği gibi. G erek K u r’an d a, gerek Ebu Said H u d rî’nin nak­
letm iş olduğu b ir hadiste geçen, "K im in ka lb in d e bir hardal tanesi kadar im an
varsa” cüm lesi, L uka İncilinde de (X V II, 5) aynıyla vard ır. " H ikm e tin başı
Tanrı ko rk u su d u r” ayeti, T e v ra t’ta, Süleym an’ın M eselleri bölüm ünde (I, 7) ve
M ezm u rlar’da ( I I I , 10) da aynıyla yazılıdır. A yetlere inanm ayanlar için b ild iri­
len, " Sem anın kapıları açılm az; onlar, d eve iğne deliğinden geçinceye kadar
cennete girem ezler” (Â raf, 40) ayeti, M eta İncilinin X IX , 2 4 ’üncü ayetinde

(1) EHa peygamber de bir ateş arabasıyla göklere çıkmıştır (Ahdiatik,


Kralların Kitabı, II. kitap, 112).
aynıyla şöyle kaydedilm iştir: "E m irlerim ize itaat etm eyenlere cennetin kapıları
açık değildir. B unlar kibirleriyle isyan etm işlerdir; onlar, bir deve, iğne deli­
ğinden geçinceye kadar cennete girem eyeceklerdir". K u r’an d ak i, "B eni çağırınız,
icabet e d e y im ” ayeti, In c il’de aynıyla v a rd ır (M eta, V II, 7). Y uhanna İncilin­
deki, "... T a n rı’ya im an edin, bana da im an e d in ” (X IV , I) ayeti, K u r’anda,
"T anrıya itaat edin, elçiye itaat e d in ” şeklinde geçer.
Hz. M uh am m ed ’in geleceğine d a ir olan ilk m üjdenin İn c il’de bulunduğunu
bildiren ayetler, Y uh an n a İncilin in 14 ve 15’inci b ölüm lerinde geçen bazı de­
yim lerin o dönem lerde pek de bilinm eyen b ir gerçek olm adığını gösterm ekte­
dir. K u r’an d a bu bilgi, "Y a n la rın d a ki T evrat ve İn c il’de yazılm ış buldukları o
elçiye, o üm m îye, o peygam bere uyan kim seler” (Â raf, 157) ayetiyle işaret
edilm iştir.
M elekler, cinler ve iblis h ak k m d ak i hab erlerin de sırf M üslüm anlıktan gel­
memiş o ld u k ların ı geçen bahislerd e görm üştük. K u r’an d ak i Y ecuc ve M ecuc
söylentisinin asıl kaynağı da, yine İra n m itolojisindeki G ok ve M agok m asalı­
d ır1. B ütün b u ö rneklere d ah a birçokları ek lenebilir. B unlar üzerinde fazla araş­
tırm alarda b u lu n m ak , d a r görüşlü o lan lar için, din b ak ım ından im am zedeler;
fakat bilim b ak ım ın d an bu tehlike y o k tu r ve h atta bize göre, dinlerin de bir
evrim i v a rd ır ve en son gelen d in , kend in d en evvelkilerden bazı öğeler alm ış
olm akla değerini yitirm ez. Y itirm iş olsaydı, onun yerleşem em esi ve kendini
k ab u l ettirem em esi gerekirdi. M üslüm anlıksa, ü stü n dogm alarıyla apaçık bir
gerçeklik olarak h er gün b iraz d ah a yayılm akta ve değer kazanm aktadır. Bu
açıklam alard an çık an sonuç şu d u r ki, Sam î k avim lerin tarihsel ve sosyal b ir
geleneği olan k itaplı din ler, b irb irlerin i tam am lam ış, tu tu n ab ilm ek ve yayıla-.
bilm ek için b irb irlerin d en faydalanm ış ve dolayısıyla geçm işten, eskilerden bir
çırpıda ilgilerini kesm em işlerdir. B undan İslâm dini de k u rtulm uş değildir. Bir­
b irlerine direnm iş o ld u kları için ne H ıristiyanlık M usevîliği, ne de M üslüm an­
lık bu iki dini o rtad an kaldırm ayı başarab ilm işlerdir; fakat h e r b iri, kendi
yollarında ayrı ayrı gelişm işlerdir. B unların tarihsel ve sosyal kökleri, avnı m an­
tığa, aynı m istik ihtiyaçlara, aynı ü slu p ve am aca d ayanm aktadır. K u r’an ve
hadislerde, yalnız T evrat ve İncillerin değil, gnostisizm le cahilive dönem i inanç­
larının bile etk ileri, bazı değişikliklerle devam etm iştir. Ö zellikle sonradan çık­
mış olan İslâm m ezhep ve ta rik a tla rın a , içinde doğdukları toplum ların eski ge­
lenek, inanç ve âdetlerinden b irçok öğeler karışm ış olduğunu da bilm ekteyiz.
Bizim nam az dualarım ızd an bazılarıyla İn c il’deki d u aların benzerliği ve b u üç
büyük dindeki genel ilişkiler, insan ların hep aynı tinsel ihtiyaçlarını k a n d ır­
m ak için y ap tıkları çeşitli girişim lerin, zam an ve toplum koşullarına göre de­
ğişik b ir m an zara gösterdiklerine d elâlet eder. Bu konu, daha da derinleştiri­
lebilir; fak at yaptığım ız k arşılaştırm alar b ile, bazı zihinlere, d in in T anrısal bir
kaynakla ilgisi h ak k ın d a bazı k u şk u la r vereb ilir kaygısıyla araştırm am ızı daha
fazla genişletm edik.

(1) Bu efsane .Incil’de de vardır. Y uhanna Incil'inde (XX, 8) Yecuc ve


Mecuc, şeytanın, sayısı deniz kuvvetinden fazla olan taifesi olarak açıklanır.
MUCİZELER

“H içbir peygam ber, T a n rı’nın izin ve em ri olm aksı­


zın bir m u c iz e gösterm e y e tk isin e sahip değildir”.
(M üm in, 78)

U lusların k endilerine peygam berlik sıfatını verm iş old u k ları Buda ve Kon-
füçyüs tü rü n d en bazı yüce in san lar v a r olduğu gibi, ulu sların ı, k en dilerinin
peygam ber o ld u k ların a inan d ırm ış olan kutsal kişiler de vard ır. H em en tüm
İsrail peygam berleri b u zü m red en d irler. B unlar, m ucize gösterm em iş o lsa la r b i­
le, kendileri, yetiştikleri dönem için b ire r m ucizedirler ve h alka o n ların değeri,
düşünceleriyle değil, çoğu u y durulm uş o lan m ucizelerle ispat edilir. Bir toplum ­
da bozulm uş ya da bozulm am ış olduğu h ald e, d ah a iyisine kıyasla geri ve
bozuk sayılan insel ya da sosyal gidiş ve d av ran ışları düzeltm ek, değiştirm ek,
eski geleneklerin yerine yeni in an çlara d ayanan alışk anlıkları gelenek haline
getirm ek id d iasın d a o lan ların çoğu, k en d ilerin i yüksek b ir varlığın b u işle gö­
revlendirdiğine in a n ır ve in an d ırm ak isterler. P eygam ber adını verdiğim iz veya
bu sıfatla ortaya çıkm ış olan m ü b arek in san ların hiçbiri yalancı değildir. O n ­
lar, d av aların a m istik b ir inançla ve im anla bağlanm ış, insanların b irb irlerin e
çektirm iş oldu k ları acılar k arşısın d a d erin d en ü zülen, duygulu ve m erham etli
kim selerdir; b u n la rd a görüm le (vision) birleşm iş esrim el karak terd e ve m arazî
gibi görünen d u ru m la r ve kendi k endilerini h ipnotize eden (auto-hypnotism e),
bu yüzden de derin düşüncelere d alan özel ru h halleri bu lu n m ak la b irlik te,
kendilerini gerçekten gizli ve kutsal b ir varlığın k u rtarıcı olarak gönderm iş ol­
duğ una da in an ırlar. Bu, o n ların doğuştan getirm iş o ld ukları organik yapıları­
nın özelliğinden olduğu k a d a r da sosyal hayatın zo runlu b ir sonucudur; düşün­
d ü k lerini ve istediklerini, kendi çık ar ve alışk an lık ların a k arşıt gören bireyler,
züm re ya da oto riteler, tü rlü bah an elerle b u k u tlu in sanlara eziyet ederler veya
o n lard an , id d iaların ı isp at etm eleri için, h içb ir faninin yapam ayacağı bazı
olağanüstü olay ve eserler v ücuda getirm elerini isterler. İşte bu istedikleri şey­
lere m ucize denilir. K u r’an, b una ayet dem ektedir.
İlkçağ ve ilkel to p lu m ların bilgisiz ve düşüncesi k ıt in sanları, b ir d ü şün­
cenin kuvvet ve gerçekliğine akıl yoluyla değil, o düşüncenin m addesel ve som ut
belirtilerini gözlem ek ve görm ek suretiyle in an ırlar. O n la r için doğru b ir d ü ­
şünce, b u düşünceyi savunm uş olan insanın m antıksal k an ıtların a değil, iddia­
larını destekleyen tinsel ve kutsal varlığın o olağanüstü yardım ve yaptırım la­
rına dayanm alı ve b u n la r da açıkça görünebilm eli ve gösterilm elidir. A ncak bu
suretle kendilerin i şaşırtan ve kendilerinin b ir aynını m eydana getirem eyecek­
leri iddia ve eylem ler h arik asın ı, b ir gerçeklik sayabilirler. M ucize adı altında
top lanan b u h arik aları görd ü k ten sonra bile, in an m aktan çekinen ve eski inanç­
larının baskısından kurtu lam ay an toplum lar yok değildir. H er peygam ber, kendi
id d ialarının doğruluğu üzerinde bağnazlıkla d iren ir ve birçokları bu uğurda şe­
hit o lu rlar. Z ira, o n ları anlam ayan ya da anlam ak istem eyen kitlelerin de kutsal
saydıkları başka in ançları v ard ır; o n lar da, evrene ve insana ait işleri ve hare­
ketleri ken d ilerin e ataların d an geçmiş olan eski inançlarının hoşgörm ezliği için­
de açıklar ve sav u n u rlar.
E. R en an ’m da açıkladığı gibi, Y ahudi ve Suriyeliler, m ucizeyi kâhinler
tarafın d an vaaz edilen b ir öğretinin (doctrine) deneyi gibi görüyorlardı. Ro­
m alı, aydınlanm ışsa, m ucizeyi eğlendirici b ir m askaralık sayıyor, bilgisiz ve yalın
yürekli b ir adam sa, zam an zam an m eydana gelen şaşırtıcı b ir şeyler sanıyor,
fak at ona h içb ir öğretinin doğruluğunu tanıtlam ıy ordu. T anrıbilim sel duygu­
lardan b ü sb ü tü n soyunm uş olan R o m alılar, T a n rıla rın herhangi b ir doğm anın
gerçekliğini k an ıtlam ak için doğadışı (harika) b ir aracı gösterm esini veya öner­
m esini tasarlam ıyorlardı. O n lar, doğal yasaları hiç bilm ediklerinden, ya da en
azından Y unan felsefesini incelem ediklerinden, doğaüstü, doğadışı olayları hem
doğal, hem garip, hem , de tanrılığın varlığını dolaysız olarak açığa vuran bir
edim den ib aret sayıyorlardı. (E. R en an , Saint-Paul, s. 17). A nlaşılıyor ki, Tan-
rıbilim cilerle y orum cuların (tefsirci) an latm ak istedikleri m ucize dü şü n ü , in­
sanları, sav u n d u k ları dogm alara in an d ırm ak için, K u r’an dışındaki K utsal ki­
tapların ileri sü rd ü k leri öykülerden başk a b ir şey değildir. B unların akıl alm az
k o n u lar olduğunu fark etm iş olan S aint A ugustin, " A n la m a k için im an ediyo­
ru m !” dem ek suretiyle H ıristiyan kalm aya çalışm ıştır (Les Confessions, Labriolle
çevirisi, 1900).
Bir top lu m d a, başların a gelebilecek h er çeşit felâketi hiçe sayarak, dü şü n ­
ce ve inan çların ı cesaretle savunan ve girişim lerinin sonucundaki tehlikeleri,
başarının b ir çeşit k oşulu sayarak , yaşayan değer yargılarım yıkm aya çalışan m is­
tik ya da layik h er insanda, büyüklüğün göksel ateşi vard ır. B unlara düşm an
olan lar bile, o n ların h er söz ve h arek etlerin d e gizli b ir kuvvet ve anlam ın
saklı olduğunu k ab u l ed er ve ü rk erler. Z ira, büvük işler b aşaran, büyük dava­
ların peşinde koşan insan ların h e r söz ve h arek etin d e, b ir bilgelik aram ak, insel
zayıflık ve k uvvetin esaslı k aynak ve n itelik lerin d endir. Bir öksürm e, b ir sağa
sola bakm a, b ir sükût, b ir gece yarısı çıkıp ıssız yerlerde dolaşm a, b ir gülüm ­
sem e, b ir el işareti bile, o n la r ta rafın d an m u tlak a m istik, ülküsel veya gerçek
b ir m aksat için d ir ve tüm b u n lar, b ir büyüklüğün ve gayb âlem iyle ilgilen­
m enin işaretlerin d en d ir. G erçekte özgürlük ve ülkeden doğan bu kuvvet, feski-
nin tutsağı olan in san ları, ya baş eğmeve zo rlar ya da başkaldırm aya sürükler.
Bu kuvveti paylaşanların sayısı çoğaldıkça, peygam ber veya şefin taşlandığı,
türlü suikastlere uğratıldığı da görülür.
B ununla b irlik te, in san ların , evliyalara yüklem iş oldukları keram etler, m u­
cizelerden d ah a büy ü k b ire r h a rik a d ır; aynı velinin b irb irin d en uzak iki ya da
üç ilde b ir an d a görünebilm esi (uzay ve zam anı aşm ak); gelecek h ak km daki
keşifleri; tü rlü h astalık ları b ir d u a, b ir dok u n m a, b ir bakış veya nefesle tedavi
etm eleri; a d a k la r sayesinde, isteklerin gerçeklenm esini sağlam aları gibi olağanüs­
tü olaylar b u tü rd e n d ir. Eski k avim lerin hem en hepsi, bilgisizlik, acizlik ve
m istik geleneklerinden k u rtu lam am a gibi tü rlü n edenlerle, b ir peygam berin m u­
cize gösterm ek zo runda b ırakılm ası, T an rısal gücü küçüm sem ek olduğunu fark
etm ezler; T an rısal hidayetle yetinm eyip, peygam berlerini sınava çekm eyi daha
yararlı görürler.
İnsan, doğa k an u n la rın a aykırı, olağanüstü ve olağandışı b ir varlık ya da
olay vücuda getireb ilir m i? V e T a n rı, h erhangi b ir kim seye, kurm uş olduğu
doğa düzenini bozm ak veya ona uym am ak gibi özel b ir kuvvet v erir m i? T ü ­
mel gücü h er şeye yeten U lu T a n rı, dilerse kuşk usuz ki, böyle b ir kuvveti
yine kendisinin dilediği kim selere v ereb ilir; fa k a t bu n a neden ihtiyaç duysun?
N eden bir insanı, diğerlerini in an d ırm ak için b u işle görevlendirsin? H em en
akla gelen bu çeşit cesaretli düşünceler, en eski çağlarda da düşünülm üş ve
peygam berlere karşı ısrarla ileri sü rü lm ü ştü r. Buna karşın o n ların çoğu, dava­
larını ya sağlıklarında ya da ölüm lerinden sonra kazanm ışlardır; ve onların
büyük bir kısm ı da, h asım ların ın k en d ilerin d en istem iş old u k ları insanüstü
kuvvetlerin yardım ını sağlam ışlardır. Bu gerçek, kutsal kitap larla peygam ber
tarihlerind e m ucize adı altın d a to p lan m ıştır ve gelenek, b u n ların gerçekten
vücuda gelm iş o ld u k ların ı k ab u l etm iştir. Ö rneğin, H z. M usa’nın değneği,
ışınlar saçan eli, taştan su çıkarm ası, ö ld ü rü lm ü ş b ir adam ı, k u rb a n edilm iş bir
sığırın etiyle döverek diriltm esi, K ızıldenizi yarm ası, kurb ağ a, k an ve çekirge
yağ d ırm ası... vb. gibi, T e v ra t’ta olduğu gibi K u r’anda da te k ra r edilen (Şura,
12-68, 42-47) m ucizelerin yam başm da Sem ud kavm ine gönderilm iş olan Salih
peygam berin taştan deve çıkarm ası H z. N u h ’u n tu fan m ucizesi; H z. L u t’un
taş yağdırm ası, Süleym an peygam berin kuş d ilini bilm esi, cinlerden ve k u şla r­
dan o rd u la r m eydana getirm esi, Saba kraliçesi B elkis’in tah tın ı u çu ru p K u d ü s’e
getirm esi, k arın calarla konuşm ası; H z. İs a ’nın ölüleri diriltm esi (Y uhanna In-
c il’i, X I) gibi, ancak Y üce T a n rı’nın k u d retli elinde gerçeklenebilecek olan
olaylar, hep b irer m ucize sayılm aktadır. D en eb ilir ki, âdeta T an rı, b ir an için
peygam berlerinin arzu ların ı gerçekleştirm eye yardım etm e bahanesiyle, esasen
kendisi b ir m ucize olan doğa k an u n ların ı b o zarak , peygam ber ku lların ın ya­
lancı olm adıklarını ispata yardım ediyor ve im ansızları yola getirebilm ek için,
" Tanrı âdetinde d eğ işiklik y o k tu r ” bild irisin e k arşın , h a rik a lara ihtiyaç göste­
riyor. Sam î kavim lerin dinlerin d e, m ucizeye başvurm am ış h iç b ir peygam ber
yok gibidir. Z aten m ucize gösterm ek, peygam berliğin en doğal ve zorunlu b ir
işaret ve ispat k an ıtıd ır. M ucize gösterm em iş o ld ukları halde, b ir d in, h atta
tarik at kurm uş o lan lar h a k k ın d a da, im an ed en ler ya da m ü ritler, çeşitli m u­
cize veya k eram et isn at ederler. O ld en b erg ’in ‘La B ouddha’ adlı eserinde an la t­
tığına göre, B uda’yı öldürm eye gönderilen k atiller, ona yaklaşınca k o rk u d an
titriyorlar, o da b u n la ra ta tlılık la m uam ele edince hepsi Budizm i k ab u l ediyor­
lar. (H z. M uham m ed için de böyle b ir m ucizeden söz edilir). Buda, yolda gi­
d erken, kendisini ezecek olan b ir kaya parçası onu öldürm esin diye, iki dağ
tepesi eğilerek onun geçm esine engel oluyor. Y ine Buda geçerken, d ar b ir yola
salıverilm iş olan vahşî b ir fil, o nu görünce d u rm u ş, geri dönüp gitm iş. M istik
hayal gücünün b u çeşit m asalları o denli yaygındır ki, içlerinden gerçek olanla
uydurm a olanını ayırt etm ek z o rd u r ve b u n ların b azıları M üslüm anlığa k a d ar
yayılıp bulaşm ış, H z. M uham m ed ve H z. A li’ye k a d ar uygulanm ıştır.
B urada m ucize’yle k eram et’i b irb irin d en ayırm am ız gerekir. K eram et, veli
sayılan dervişler, eren ler ya da m ü rşitlerd e görülen ve çoğu m üritlerinin icat
ettikleri efsanelerdir. B unlar, k âh in lik , h astalara nefesle şifa verm ek, bazı ıs­
tırap ları din d irm ek , ateş y em ek ... vb. gibi h al ve olaylar şeklinde görülür. Bu­
nun am acı asla insanlığın hayat ve gidişine yeni b ir yön verm ek değildir. K e­
ram etlerin önem li b ir kısm ında bazı h ileler ve şarlatan lık lar vard ır; fakat bazı
isabetli keram etler de g ö rü lü r ki, b u g ü n , m edyum ları inceleyen b ir psikolojinin
k o n usudur. K eram ette inan d ırıcı olm ak tan çok h ayrette b ırakm a, b ir çeşit m an­
yetize etm e gibi h aller sak lıd ır. D in b ak ım ın d an M üslüm anlıkta, gaybı ancak
T anrı bildiği için, k âh in lik tek i isab etler ne o lursa olsun, b u n la rı kutsal ve T an ­
rısal olaylar gibi d ik k ate alm ak doğru değildir. E vliyaların hayatları hakkm daki
serüvenlerde garip olduğu k a d a r da m ucize denecek k ad ar abartılm ış olaylar­
dan söz edilir. Ö rneğin, İran lı Baba T a h ir Ü ryan (ölm . 1015), Elvend dağının
k arların ı, kendi içindeki im an ateşinin ısısıyla eritm iş; astronom iye dair soru­
lan b ir problem i ayak p arm ağının ucuzla çizm iş; Fas evliyalarından Abdüsse-
lâm (ölm . 1228), doğduğu zam an b irço k arı küm eleri belirerek kendisine yak­
laşm ış, A b d ü lk ad ir G eylânî o n u n doğacağını yüz yıl önce hab er verm iş, ö lü ­
m ünde de yerde ve gökte olağanüstü alâm etler belirm iş. Bazen mucizeyle ke­
ram etler, b irb irin e o denli k a rıştırılır ki, b u n ları ayırt etm ek güçleşir. Eserleri
olan bazı büyük m istik ler de k en d ilerin in nasıl yüce b ir T an rısal inayetle keşif
ve keram etlere nail o ld u k ların ı y azarlar. Ö rneğin, M uhiddin-i A rabî (1165-1240),
evliyalar arasın d a neredeyse H z. M uh am m ed ’le yarış eden b ir büy ü k erm iş sa­
yılır; ‘El-Fütuhat-el M ekkiye’ (4 cilt, 1329) adlı eserinde, kendi tinsel hayatı­
nın serüvenlerini açık lark en pek aşırı, h a tta bazen im anı kuvvetlendirm e hesa­
bına da olsa, şaşırtıcı öykü ler an latır: O n altı, on yedi yaşlarındayken geçir­
miş olduğu b ir h astalık tan sonra, (genel o larak m istikler, organik ve daha çok
sinirsel b ir h astalık la doğm uş ya da b una so n rad an tutulm uş kim selerdir; h al­
kın bazı ap talları, delileri m eczup adıyla erm iş saym aları b ilinm ektedir), adları
cisim gibi algılıyor (id rak ) ve daim a kendisine H z. M uham m ed’in C ib ril’i gibi
bir insanın g ö rü n d ü ğ ü n ü ve b u imgesel adam d an dersler aldığını anlatıyor. K en­
disi b ir halvete çekilerek, cisim halinde görünen adların yardım ıyla, önceden
hiç bilm ediği b irtak ım m istik gerçekleri öğrendiğini de anlatan b u büyük adam ,
m iraç’a da nail o ld u ğ u n u iddia eder. Bu k o n u d a kendi hayal ettiği âlem i ger­
çek ve gerçek o lan âlem i hayal sayacak denli akıl dengesinden yoksun olanlarda
görülen b ir bilinç sapıklığına tutu lm u ş görü n ü r. H z. M uham m ed, nasıl k i, kendi­
sini peygam berlerin sonuncusu saym ışsa, o da evliyaların sonuncusuyum , dem iş­
tir. K uşkusuz ki, H z. M uh am m ed ’in son peygam ber oluşu, m utlak b ir gerçek
olduğu halde, M uhiddin-i A ra b i’nin iddiası, ken d in den sonra pek çok veli ye­
tişm iş olduğ u n d an , b ir gerçek değildir. O da, H z. M uham m ed gibi T a n n ’yı
dolaysız o larak görm üş, T a n rı’yla dünya diliyle görüşm üş; o da Peygam ber
gibi T anrısal b ir k ay n ak tan alm ış olduğu ilh am larla eserler yazm ış ve onun gibi
b irçok kez evlenm ekten çekinm em iştir. O n a göre insan, berzah âlem ine eri­
şince, T a n rı’nm sıfatlarıyla sıfatlanm ış o lu r; b u dereceye ulaşan kim se, olm uş
ve olacak olayları b ü tü n ya da p arçalar halin d e bilebilirm iş. N esim î’n in, yüzül­
m üş derisini sırtlayıp m ezarına k a d a r gittiği; Y unus E m re’nin elinde eğri o d u n ­
ların doğruld u k ları gibi söylentiler, hem en b ü tü n evliya tanınm ış olan m istik
insanlar h a k k ın d a ileri sürülm üş ve h alk arasın d a b ir m istik edebiyatın öykü ve
rom anları doğm uştur. Evliya serüvenlerinden söz eden eserlerde buna d a ir türlü
şaşırtıcı söylentiler b u lu n ab ilir. B unların çoğu b irer h ü n er, b ire r rastlantı ve pek
seyrek o larak b ir sezginin ü rü n ü olan u y d u rm alar, sim geler ya da m ecazlardır.
M ucize, yalnız peygam berlere özgü değildir. Ö rneğin, Şiîler, H z. Ali hak­
k ın d a, H z. M uh am m ed ’in m ucizelerinden d ah a önem lilerini başarm ış gösterir­
ler: Sözde, H z. A li, H icret gecesi, H z. M u h am m ed ’in yerine, onun evinde yat­
tığı vakit, T an rı kendisini k orum ak için M ikâil ve C ib ril’i gönderm iş; o, bir
hırsız zencinin kesilm iş o lan elini eski haline getirm iş; T a n rı, onun gecikm iş
olan ikindi nam azını kılabilm esi için, güneşi geri çekm iştir; T e v ra t’ta Y eşu pey­
gam berin savaş esnasında güneş ve ayı h arek etten alıkoym ası (Y eşu, X , 12-14)
gibi. Hz. Ali de b ir ölüyü diriltm iş; taşan F ırat nehrinin sularını geri çekm esi
için em ir verince, su lar çekilm iş ve o n u n Z ü lfik â r adındaki kılıcı, b ir vuruşta
yetm iş bin k âfirin kellesini keserm iş! (Bütün bu m asallara in an an lar, H z. A li’
nin bu büyük tinsel gücüne karşın , niçin M uaviye’ye yenilm iş olduğunu d ü ­
şünm eyi bile gerekli bulm azlar). H z. Ö m e r’in, R um hüküm darı tarafından gön­
derilen hediyeler arasın d ak i b ir şişe kuvvetli zehiri içtiği halde ölm em esi de
bu tü rd e n d ir1.
İm an, aklın ve deneylerin m antıksal gerçekliklerinden çok, m istik söylen­
tilere ve geleneğin efsanelerine bağ lan m ak tan hoşlanır. M utlak surette bilgisiz
ya da safdil insanlar, neden ve son u çlar ü zerinde d ü şünüp araştırm a yetene­
ğinde o lm ad ık ların d an , h er zam an görülen ya da herkesin yapabileceği şey­
lerden çok, pek seyrek olan ve her insanın yapam ayacağı şeylere karşı daha
derin b ir ilgi d uyar, olanaklı o lan lard an çok, olanaksız olanın gerçeklenebile-
ceğini u m ar ve anlam ad ık ları şeyleri anlam ış görünm ekten h o şlanırlar. M eşrui­
yetini kabul ettirm ek için m ucizeye başvurm ayan hiçbir din kuru cu su yok
gibidir. H in d istan , Ç in, Ja p o n y a gibi D oğu bölgelerinde yayılm ış olan dinlerin
kurucuları, m ucizeye pek yanaşm adıkları halde, bu k u ru cu la rın b ırak tık ları iş
ve ödevleri devam ettiren bazı rah ip ler, h av ariler, m ü ritler, siyasal olduğu k a­
d ar da ahlâksal nedenlerle ve belki de kişisel otoritelerini devam ettirm ek, ya
da çık ar sağlam ak am acıyla önderlerin i ta n rıla ştırırlar; o n ların adlarını ve h a­
yatlarını m ucize m asallarıyla süslerler. Belki de eski M ısır bağıcılarından (si­
hirbaz) öğrenilm iş veya geçm iş olan bazı h ü n erlerin an ıların d an yararlanm ış
olan İsken d eriy e’nin son zam an ların d ak i soysuzlaşm ış felsefe o k u lu n a m ensup
olanların da m ucize gösterdikleri iddia ed ilir. L an e’in A rap to p lum larından ve
M uir’in Hz. M uh am m ed ’in hayatını an latan eserlerin d en a k tara rak şu sonuca
varan W csterm arck d er ki: «M üslüm anlığın başlangıçlarında, A rap lar, kutsal

(1) lly a peygamber, Yahova'nın em riyle gittiği bir çay kenarında kendi­
sine kargalar, sabah akşam et ve yemek getirirlerm iş (Üçüncü Melikler, XVIII,
2, 3); bu peygamber, canını kurtarmak için çöllere çıkıp kaçtığı zaman, uyur­
ken Rabbin meleği, iki kez onu uyandırarak, kendisine kül pidesi ve su ikram
etm iştir (XIX, 4-8).
kişilerin hav ad a uçm ak , b ir ateşten yanm aksızın geçm ek, suda yürüm ek ve bir
yıldırım aracılığıyla pek u zak m esafelerdeki insanları doyurm aya gitm ek gibi
tü rlü olağanüstü işleri yapabildiklerine in an d ık ları ve eski peygam berlere dair
m ucize an ıların ı bildikleri için, H z. M uham m ed, kendisini kavm ine peygam ber
olarak sunduğu zam an, ondan da devam lı o larak m ucize gösterm esini iste­
m işlerdir». Peygam ber, T a n rı’m n kendisine böyle b ir lü tu fta bulunm adığını iti­
raf ettiği halde, d ah a kendi sağlığında bile on a, sanki gerçekten gösterm iş gibi,
birtakım m ucizeler yüklem ekten çek inm ediler, ki bu n ların b ir listesini aşağı­
da vereceğiz.
Sam i kavim lerin din leri içinde yalnız M üslü m anlıktır k i, m ucizeyi tarihsel
b ir girişim o larak k ab u l etm iş, bir- ib ret dersi verm ek ve insanları yetkin, ol­
gun ve seçkin b ir düzeye çık arm ak için, geçm işteki gayretleri, T anrısal ve k u t­
sal b ir bilgelik örneği o larak am m sam ıştır. K u r’anda m ucizeler ve peygam ber
öyküleri pek sudan ve kısa deyim lerle (az çok İncillerdekine benzer şekilde)
b ild irir ve H z. M uh am m ed ’den istenm iş olan m ucizeler dolayısıyla, iste­
yenleri pek de kandıram ay an y an ıtlar verilir. H ad islerde, geleceğe d air kâhince
ileri sürülm üş düşüncelere fazlaca rastlandığı halde, ayetlerde gelecekten an­
cak ih ta r ve k o rk u tm ak için söz edilir. G erçekten H z. M uham m ed, m ucize gös­
term ekten daim a k açınm a zo ru n d a kalm ıştır. K u r’anda, m ucize isteyen m üş­
riklere karşı, Peygam bere, "S ize benden e v v e l birta kım elçiler açık m ucizelerle
gelm iş ve o d ed iklerin izi de getirm işti, onları niçin öldürdünüz, d e ” (Ali İm ­
ran, 183) em ri verilm iştir. D iğer b ir ayette de, "K ita p ehli olanlar, senden,
üzerlerinde g ökten bir kita p in d irm en i istiyorlar; M usa’ya bundan daha bü yü ­
ğünü te k lif ettiler; T a n rı’yı b ize a paçık göster, d ediler"; "Sonra kendilerine o
kadar a çık m ucizeler gelm iş olduğu halde danaya taptılar" (N isa, 151) denil­
m ektedir. Bu itib arla, im an etm eye niyetli o lm ayanlar için, m ucizelerin gerek­
m ediğine inanm ası bildirilm iş olan H z. M uham m ed, gaybı ancak T a n rı’nın bil­
diğine ve T a n rı’nın tak d iri dışın d a, kendisinin yapabileceği hiçb ir h arik an ın
var olm adığına em indir: "D e ki, ben size T a n rı’nın hâzineleri benim yanım -
dadır dem em ve gaybı da bilm em ve size ben m eleğim de dem em ; ben ancak
bana vahyedilene u ya rım ” (E n ’am , 50). K endisine, ah rette ya da gelecekte
uygulanacak olan cezaların şim diden gösterilm esini isteyenlere şu karşılığı ver­
mesi bildirilm iştir: " D e ki, ben R a b b im d en açık belgeler üzerindeyim , sizse
onu yalanlıyorsunuz; h em en gelm esini istediğiniz azap, benim elim de olsaydı,
sizinle aram ızda iş, çoktan h ü k ü m giym iş o lu rd u ” (E n ’am , 57-58).
, Bu k arşılık lard a asla b ir m eydan okum a y o k tur; b u n la rd a âdeta akıl yo­
luyla karşısın d ak ileri tered d ü d e, kuşkuya, korkuya ve düşünceye sürükleyen al­
çak gönüllü, sakin ve am acına sım sıkı bağlı, inanm ış b ir ru h u n direnm eleri
v ardır. Z aten m ucizenin im an ve hidayetle de h içb ir ilgisi yoktur. Buna em in
olan H z. M uh am m ed ’in b u duygusu, şu ayetle açıklanm ıştır: "B iz, onlara m e­
lekler indirm iş olsak da, haşretsek de, im an edecek değillerdir; m eğerki Tanrı
dilem iş olsun; lâ kin çokları bunları b ilm ezler” (E n ’am , 111). A çıkça görülü­
yor ki, im an ve hidayet b ir m ucizenin eseri değil, T anrısal ta k d ir ve onayın
(tasvip) sonucu d u r. Bu nedenle, "S en hiçb ir em re sahip değilsin, Tanrı ya
onların tövbelerini ka b u l eder ya da azap ve işkenceye uğratır” (Âli İm ran,
125). Z aten , " H içb ir peygam ber, T a n rı’n m izn i ve em ri o lm aksızın bir m u ­
cize gösterm e yetk isin e sahip değild ir” (M üm in, 78). H z. İsa d a, kavm ine b ir­
çok m ucize gösterm işti, "T a n rı, ona k ita p ve bilgeliği, T evrat ve İn c il’i öğre­
tecek ve k e n d isin i B eni İsra il’e peygam ber olarak gönderecek ve onlara diye­
cek ki, size R a b b in iz tarafından m u cize gâtirdim , size çam urdan kuşa benzer
bir şey yapar ona ü fü rü rü m , Y ü c e T a n rı’nın izn iyle o, k u ş olur ve anadan doğ­
m a körle abraş olanı iyi ederim ve T a n rı’nın izniyle ölüleri diriltirim ; evleri­
n izd e yediğ in iz ve biriktird iğ in iz şeyleri size haber veririm ” (Âli İm ran, 46)
ve o, bu m ucizeleri gösterebildiği h alde, yine tü rlü zo rlu k larla karşılaşm ıştı;
bu itibarla, H z. M uh am m ed ’e verilen T an rısal teselli yersiz değildir: "Eğer
sen i yalancı sayarlarsa m ahzun olm a, senden önce m ucizeler, sayfalar, şeriatler
ve h ü kü m le ri bildiren kitaplarla gelm iş olan peygam berler d e yalancı sayılm ış­
lardır” (Âli İm ran , 184).
Bir gerçeği k ab u l edebilecek denli tarafsız ve hoşgörüyle düşünm e yete­
neğinden yoksun olan lar, bâtılı gerçek saym akta inat ederler. O n lar, çoğu zam an
k arşılarınd ak ilerin d ü şü n d ü k lerin i dinlem eden, yalnız kendi inan d ık ların ı savu­
n u r ve olam ayacak şeyler istem ek suretiyle k endilerine önerilen düşünce ve
gerçeklerin çürüyeceğini zanned erler. "D ediler ki, yerden bize bir pınar a k ıt­
m azsan sana im an etm eyiz; yahut, senin hurm alığın ve ü zü m bağın bulunm alı
ve ortasından nehirler a kıtm alısın; ya da iddia ettiğin gibi, g ö kyü zü n ü üzerim ize
parça parça düşürm elisin; veya Y ü c e Tanrı ve m elekleri, ileri sürdüğün şeyle­
rin doğruluğuna ta n ık olarak ka rşım ıza getirm elisin; yahut da senin altından
bir evin olm alı veya göğe çıkm alısın; bu çıkm a n a da inanm ayız; ancak gökten
b ize bir kita p indirm elisin; de o nu okuyalım . Onlara, R a b b im arınm ış ve yü ­
cedir, ben insan ve elçiden başka bir şey değilim , d e ” (İsra, 90-93). H z. M u­
ham m ed’in m uhalifleri d u rm ad an , kend isin in de öteki peygam berler gibi m u­
cize getirm esinde ısra r ettiler: " E v v e lk i peygam berlerin getirm iş oldukları m u ­
cizeler gibi b ize bir m u cize getirsin d ed iler” (E nbiya, 5); fak at, "O nlardan önce
helak ettiğ im iz kasaba h a lkından hiçbiri im an etm em işti, bunlar m ı im an ede­
cek ler? " (E nbiya, 6); "M ü şrikler, ne olurdu ona R a b b i tarafından bir m ucize
indirilseydi, dediler; de ki, m ucizeler T a n rı’nın em rindedir, ben açıkça sakın­
dıran bir elç iy im ” (A nkebut, 50). Şu ayetlerde de hep bu istekler ve m ucize­
nin im anla h içb ir ilgisi b u lunm adığını savunan düşünceler saklıdır: "S izd en
e v v e lki çağlarda gelen, zu lm ed en ve elçileri kend ilerine açık m ucizelerle gel­
d ikleri halde im an etm eyen ka vim leri hela k ettik. Suçlu k a vm i de cezalandı­
racağız” (Y unus, 13); " N e olurdu ona R a b b in d en bir m ucize indirilseydi de­
diler; Tanrı, m u cize indirebilir, lâkin çokları bunu bilm ezler” (E n ’am , 37);
"K âfirler, R a b binden bir ayete nail olm alıydın dediler. Sen ancak sa kındırm ak
ve k o rk u tm a k la görevlisin; her k a v m in bir k ıla v u zu vardır” (R aid, 8); " K u r ’
anla dağlar yiirütü lseyd i veya onunla yer yarılsaydı, onlar yin e im an etm eye­
ceklerd i” (R aid, 33); "E vvelkilerin başına gelm iş olan felâ ke t önlerindeyken,
yine K u r ’ana im an etm ezler. B iz onlara g ö kten bir kapı açsak da, göğe çıkm ış
olsalar, yin e inanm ayacaklar, sarhoşluktan gözlerim iz dönm üştür, b elki de bü­
yülenm iş kim seleriz, d iyecekler” (H icr, 14-16). B ütün bu m ucize isteklerinin
reddedilm esinde başlıca neden, " E v v e lk i ka vim ler, va ktiyle yalanlam am ış olsa­
lardı, şim d i bizim için m ucizeler gönd erm em ize hiçbir engel y o k tu r ” (İsra, 59)
gerçeğidir.
A nlaşılıyor ki T a n rı, k u lların ın m ucize aracılığıyla im an etm elerini önce­
den uygun bulm am ış, m ucizesiz o larak da im an edecek o lanları daha önce
kendisi seçm iştir. Bu T an rısal ta k d ir b ir gerçek o ld u k tan sonra, peykam berle-
rin m ucize gösterm elerine neden ihtiyaç duyulm uş ve insanlar, neden vaktiyle
peygam berleri böyle b ir deneyin sınavından geçirm ek istem işlerdir? Bunlara
verilecek karşılık , aklı h içb ir surette k an d ırab ilecek kuvvette değildir. Y alnız,
anladığım ız b ir şey varsa, m ucize gösterm ek boş b ir zah m ettir ve zaten, " H iç­
bir elçinin T anrı izn i olm adan m u cize getirm esi k e n d i elinde değildir” (R aid,
40). Bu kon u d a zihne b irçok çelişik ve belki de im ana aykırı so ru la r gelebilir.
Ö rneğin, K u r’an d an , H z. M u sa’nın kekem e olduğunu öğreniyoruz (T ah a, 26-28).
Hz. M u sa’nın ricası üzerine T a n rı, k endisine k ardeşi H z. H a ru n ’u yardım cı
o larak veriyor (T aha, 30-31). K endisine peygam berlik görevini, K ızıldenizi ya­
racak denli güçlü m ucizeleri bağışlam ış olan Y üce T a n rı, neden onun dilini dü-
zeltm em iştir? Ü stelik F iravun, H z. M u sa’ya im an edenlerin ayaklarını kestire­
rek astırm ıştır (A raf, 123-124; Ş uara, 49-50). İm an edenlere ceza verdirm ek
ve onları başka b ir m ucizeyle k u rtarm am ak , insanı T anrısal adaletten olduğu
k ad a r da H z. M usa’nın m ucize gücünden şüpheye düşürm ez m i? M istik ko­
nuları böyle çözüm lem elerle denetlem ek, insel m antığın üstünde ve yaptığın­
dan sorum lu olm ayan b ir yüce varlığa k arşı beslenm esi gereken im anı sarsar
diye d ü şün en ler v ard ır; am a, insanı böyle d ü şü n d ü ren de kendisi değil m idir?
Ve böyle düşünm em ek olanağı v ar m ıd ır? 1
K u r’an d a hem en b ü tü n peygam berlerin, yeni b ir dini kabul ettirm ek için
gösterdikleri m ucizelerden tü rlü vesilelerle ve ib ret dersi verecek şekilde an la­
tıldığı halde, b ir taraftan da m ucizelerin hidayet için yeter b ir aracı olm adığı
açık lan ır ve âd eta H z. M uh am m ed ’in m ucize gösterm esine h iç b ir ihtiyaç ol­
m adığı, olm ayacağı b ild irilir. Z ira, onun en büyük m ucizesi, K u r’an d ır ve gi­
rişim lerindeki sonsuz b aşarılard ır. Buna k arşın in sanlar, keram eti olm ayan b ir
kimseyi veli saym adıkları gibi, m ucizesi olm ayan b ir kim senin de peygam ber
olam ayacağına em indirler. Bunun içindir ki, Peygam berin de bu k o nuda âciz
bir kişilik olm adığını ispat etm e gayretine k ap ılan lar olm uştur. Eğer b ir kıs­
m ını aşağıda özetleyerek sıraladığım ız m ucizeler, h erhangi b ir im an gayretiyle
uydurulm am ışlarsa, H z. M uh am m ed ’in de, — b ü tü n istekleri reddetm esine k ar­
şın— m ucize gösterm ekte, öteki peygam berlerden asla geri kalm adığı gö rü lü r
ki, bu, b ir b akım a, kendisine K u r’an d a verilm iş olan em irlerle tavsiyelere ay­
kırı ve on larla tam am ıyla çelişik gibi görü n ü r. H z. M uham m ed’e yükletilm iş
olan m ucizelerden, tefsir ve hadis k ita p la rı, akla gelen kaygıya kapılm aksızın
söz ederler ki, b aşlıcaları şun lard ır:
I. H ad d in i b ildirm e m ucizesi (tah ad d i): Bu, K u r’anın b ir m islini ya da
b ir ayetini tak lit etm enin olanaksız oluşu dolayısıyla, kâfirleri böyle b ir eser
vücuda getirm eye davet etm ekten ib arettir. H z. M uham m ed, K u r’ana dayana­
rak bu teklifi b ü tü n insanlığa ilân etm iştir ve T a n rı’nın kendisine bağışlam ış
olduğu bu lü tu ftan daha ü stü n b ir m ucizenin bulunam ayacağını savunm uştur.
G erçekten de b u yarışm ayı denem iş o lan hiç kim se, b ir başarı gösterem em iştir
(B unun nedenlerini K u r’an b ölüm ünde an latm ıştık )1.
II. R um suresinde, R um ların d ü şm an ların ı yenilgiye u ğ ratacak larım bil­
diren ayet de, b u olayı v u k u u n d an önce h ab er verm iş olduğu için H z. M u­
h am m ed’in b ir m ucizesi sayılm ak tad ır (K u r’anın h ab erleri, H z. M u ham m ed’in
m ucizesi sayılabilir m i?).
II I. Peygam ber, halife O sm an ’ın öldürüleceğini önceden bilm işti (Bazen
tesadüfle k eram et ve m ucize birleşir. H z. M uham m ed gibi, insan ru h u n u ve
k arakterini gerçekçi b ir zekâ ile p ek iyi tanıyan b ir yüce insanın, kendi d a­
m adı olan O sm a n ’ın hayat tarzın d an , gidiş ve d avranışlarından, ak ıb etin in ne
olabileceğini önceden tah m in etm iş olm ası olan ak lıd ır. N itekim b ir ayette, "D i-
lesek b iz onları (kinlileri) g österirdik de ken d ilerini yüzlerinden tanırdın ve
her halde sen onları laktrdılarının tarzından da ta n ırsın” (M uham m ed, 30) de­
nilm ektedir. Bu tü rlü tah m in ler, b azen b ir b ab an ın evlâtları ya da b ir öğret­
m enin öğrencileri h a k k ın d a da isabetli olabilm ektedir).
IV . A bbas bin M uttalib zengindi; b ir savaşta Peygam bere tu tsak oldu;
fidye ile k u rtu ld u ; fak at o, «Beni, K ureyş’in en fak iri dedirtecek hale getirdin;
artık ölünceye dek dileneceğim !» diye sızlanm aya başladı. B unun üzerine H z.
M uham m ed, o na, k arısın a saklatm ış olduğu p a ra ların ne olduğunu, oğulları
için göm dürdüğü altın ları ne yaptığını sorunca, A bbas, «Bunu yalnız karım la
benden başka bilen yoktu, sen gerçekten peygam bersin!» diyerek M üslüm an
oldu. Bunu k ab a b ir atasözüm üzle açıklam anın k onum uza saygısızlık telâkki
edilm em esini dileriz: «K eskin zekâ keram ete takla a ttırır» . A rap zenginlerinin
paralarını nasıl k o ru d u k ları ve sakladıkları h a k k ın d a H z. M uham m ed’in hiç
bir bilgi ve tahm ini olam ayacağını k ab u l etm ek doğru olm ayacağı gibi, İslâm
ülküsüne gönülden bağlanm ış olan casuslarının da, birçok siyasal, ask e rsel...
vb. olay ve h aller h ak k ın d a kendisine h a b e r getirdiği de b ir gerçektir. Buna,
bu yüce dehanın sezgilerini de eklem ek doğru o lu r sanırız.
V . H z. M uham m ed, Bahreyn kralı H usrev P erviz’e b ir m ektup yollaya­
rak onu M üslüm an olm aya davet etm işti. H ü k ü m d ar, m ektubu yırtıp atm ış ve
Y em en’deki valisi B azan’a , « H icaz’daki şu adam a iki b a h ad ır gönder de bana
ondan h ab e r getirsinler!» em rini verm işti. B azan, belki de Peygam beri ö ld ü r­
m ek için iki adam yolladı. H z. M uham m ed, o n ları gülüm seyerek İslâm olm aya
davet ettiği zam an, o n la r k o rk u içinde titrem işlerdi. Bu esnada Peygam ber,
" E fen d in ize yazınız, benim R a b b im , onun R a b b i K isra’yı, bu gecenin yedinci
saatm da ö ld ü rm ü ştü " dedi; gerçekten de H usrev Perviz, o gece, oğlu Şiruye
tarafın d an ö ld ü rü lm ü ştü . Peygam ber zam an ın d a saatin yedisi nasıl saptanabi-
lirdi; bilm iyoruz.
V I. H z. M uh am m ed ’in suya d air bazı m ucizelerinden de söz edilir: 1. Enes
bin M alik ’in anlattığına göre, Peygam bere, içinde pek az su b u lu n an ağzı geniş
ve dibi d a r b ir kap getirilm iş; Peygam ber, p arm ak ların ı b u n u n içine batırm ış
ve parm ak ları arasın d an suyun kaynam aya başladığı, o sudan 70-80 kişinin
aptest aldığı görülm üş; b ir söylentiye göre de bu sudan 300 kişi yararlanm ıştır.

(1) Bahriye Üçok, Yalancı Peygamberler, Ankara, 1967.


2. E bu N üccyd’in anlattığ ın a göre, b ir yolculuk esnasında kafile susuz kalınca
H z. Ali birin i su aram aya gönderm iş. Bir kad ın , devesine yüklem iş olduğu su
tu lum ların ın ortasın a otu rm u ş gelirken, kaynağın nerede olduğunu da h ab er
verdiği h ald e, kendisini Peygam berin yanına getirm işler. H z. M uham m ed, tu­
lum ların ağızlarından b ir p arça su boşaltm ış ve tu lum ların b irer ağızlarını bağ­
lam ış, diğer ağızlarını açık bırakm ış; yanındaki kafileye, bu ağızlardan akan
sudan hem ken d ileri, hem de hayvanları için su alm alarını em retm iş; herkes
dilediği k a d a r su alm ış; fak at tu lu m lar boşalm am ış. 3. T eb ü k seferinde İslâm
ordusu su suzluktan kırılacak hale gelm iş; Peygam ber, ellerini k a ld ırarak dua
etm iş ve hem en gökyüzünü b u lu tla r kaplam ış; yağm urlar yağm ış; içm işler ve
kaplarını doldurm uşlar. 4. H z. M uham m ed b ir cum a günü hutbe ira t ederken
b ir A rap k alk a ra k , k u ra k lık ta n şikâyet etm iş, «D ua et de yağm ur yağsın!» de­
miş. Peygam ber elini kald ırm ış, d u a etm iş; b u n u n üzerine b u lu tla r b irikerek
b ir h afta yağm ur yağm ış ve Enes bin M alik ’in söylediğine göre, elini hangi yana
çevirm işse b u lu tla r o yana gitm eye ve yağm aya başlam ışlar; H z. M uham m ed,
te k ra r dua ed erek , «T an rım , üzerim ize değil, dolaylarım ıza» diye yalvarm ış;
bu sefer dolaylar suya batm ış. Sanki T a n rı, k u lların ın ne k a d a r yağm ura m uh­
taç olduğunu ve nerelere yağdırm ak gerektiğini bilm iyor da, sevgili elçisinin
ricasıyla h arek et ediyorm uş gibi görünen bu m ucizede Peygam ber, «Ya R abbi,
bayırlara, d ağlara, tepelere, dere içlerine ve o tlak lara yağdır!» deyince, hem en
yağm urlar, H z. M uham m ed’in dilediği yerlere yağmaya başlam ış ve sonra d in ­
m iş1. 5. H z. M uham m ed, istiska nam azı denilen sulam a, nam az ve niyazından
sonra seller gibi yağm ur yağdırm aya m uvaffak olduğu gibi, K ureyşlilere yap­
mış olduğu b ir b ed d u ad a, « İlâ h i, Y u su f’un yedi, yılları gibi yedi yıl m usallat
et!» diye yalvarınca, k o rk u n ç b ir k ıtlık başlam ış, h alk, ölü hayvanlarının et
ve derilerini yemiş (Bu dua ya da b ed d u a ile kendi dileklerini T a n rı’ya kabul
ettirebilen yüce elçinin, niçin savaşlarda, tü rlü m addesel ve insel araç, yöntem
ve aracılara b aşv u rd u ğ u n u ve kestirm e b ir yoldan b ir dua ile zaferi s a t a m a ­
dığı sorusu ak la gelebilir). 6. Bu yağm ur m ucizelerinden b iri de, M ekke’de

(1) Bu m ucizenin hem en aynına, İsrail inançları arasında da rastlanır.


Talmud'da yazıldığına göre, bir Yahudi kâhini, kurak bir mevsimde, yağmur
yağdırması için kavm inin ricasını yerine getirme amacıyla, yere bir daire çiziyor;
bunun ortasına oturuyor ve, “Ey evrenin sahibi, çocukların yüzleri bana dönük
olarak etrafım ı almışlardır; bense, senin huzurunda bu evin oğlu gibiyim. Ben,
onlara senin büyük adınla ant içtim, sen çocuklarına m erham et edinceye kadar
buradan ayrılm ayacağım !” diye bağırıyor, bunun üzerine yağmur damlamaya
başlıyor; fakat kâhin, “Benim istediğim bu değildir; istediğim , bütün çukurları,
m ahzenleri, m ağaraları dolduracak bir yağmurdur!” deyince, yağmur, sağanak
halinde yağm aya başlıyor; sonra kâhin, “Ben senin inayetinin, kutsal ihsanım
ve şerefinin yağm urlarını istiyorum !” deyince, yağmur ölçülü bir oranla yağm a­
ya devam ediyor (A. Cohen, s. 340). Tanrı’nın tüm el gücünü ispatlayan harika­
lardan biri sayılan m ucizenin gerçekliği üzerinde Jüdaizmin tartışm aya giriş­
m ediği anlaşılm aktadır. Zira, haham ların, evrene yerleşmiş olan doğal düzenden
uzaklaşmayı, yaratm anın (tekvin) yetkin olmadığı düşüncesini doğurur korku­
suyla, mucizeleri yorumlamak istem edikleri anlaşılmaktadır. Onlara göre, Tev­
rat’ta görülen mucizeler, âlem in yaratılm ış olduğu başlangıçtan itibaren emro-
lunmuşlardır. Yani, bunların da doğal ve Tanrısal düzen içinde olduklarına in an ­
mışlardır (A. Cohen, s. 54).
E bu Süfyan ve ark ad aşların ın H z. M uh am m ed ’e, «D ua et de yağm ur yağsın,
bolluk olursa M üslüm an olu ru z!» diye yapm ış o ld ukları b ir teklif dolayısıyla
vu k u a gelm iştir. Peygam ber, o n ların isteklerine uyarak dua etm iş, yağm urlar
yağm ış; fak at b u n u , E bu Süfyan, kendi p u tların ın b ir lütfü sayarak M üslüm an
olm am ış (D em ek ki, H z. M uham m ed, b u k âfirin m ucize karşısında bile M üs­
lüm an olm ayacağını önceden bilm iy o rd u ; böyle b ir bilgisi olsaydı, m ucize
gösterm esine gerek kalm azdı. Y üce T a n rı’nın böyle b ir duayı k ab u l etm esin­
deki nedeni açıklam ak da zorlaşırdı. M aksat, M ekke’yi k u ra k lık tan ku rtarm ak
idiyse, bun u b ir m üşrikin sınavıyla gerçekleştirm enin de b ir anlam ı olam az).
V II. Y iyecek k o n u su n d a da H z. M uham m ed’in bazı m ucizelerinden söz
edilir; 1. Selem e ibn E k v a ’nın anlattığına göre, H avazin seferinde savaşçıların
azıkları azalm ış; Peygam bere gitm işler, develerini kesm ek için izin istem işler;
o da izin verm iş; b u n u n üzerine b ir de H z. Ö m e r’e soralım dem işler ve gidip
sorm uşlar. O da, «D evelerinizi keserseniz, b u uzun y o lla rd a' yorgunluktan he-
lâk olursunuz!» dem iş ve Peygam bere gelerek d ü şündüğünü anlatm ış. Pey­
gam ber de, «Ö yleyse, azık ların ızd an ne kalm ışsa getiriniz!» dem iş. T o p lan an
erzakı b ir m eşin sergiye koym uşlar; P eygam ber dua etm iş ve bu azık lar için
bereket dilem iş; sonra savaşçıların kaplarıyla gelm elerini em retm iş; gelm işler,
azıktan avuç avuç alm ışlar. E bu Ö m er-ül-E nsarî’nin anlattığına göre, to rb alar
ve k a p lar d o ld u k tan b aşk a, erzakın b ir m isli d ah a arttığı görülm üş ve H z. M u­
ham m ed, bu m ucizenin sevincinden k a h k ah alarla gülm üş ve T a n rı’dan başka
T anrı olm adığına ve kendisinin T an rı elçisi olduğuna tanıklık etm iş (A klı H z.
Ö m e r’den alıyor, m ucize kendine n asip oluyor: m istik hayal gücünün bu akla
sığm az h arik ası, cid d î b ir eleştirim e dayanm az sanırız). 2. T ebük seferinde de
buna benzer b ir m ucize an latılır, (belki ikisi de aynı m ucizedir); bu sefer de
savaşçıların (m ücahit) yiyecekleri tükenm iş; açlıktan helâk olm aya başlam ış­
lar. B unun üzerine H z. M uham m ed, kalan azıkları b ir araya to p latarak bere­
ketlenm esine dua etm iş ve 30.000 kişilik o rd u da b u n lard an yedikten sonra,
kalanını kap ların a d o ld u rm u şlar (Bu savaşta b u k a d a r savaşçı v a r m ıydı, kesin
o larak bilinm iyor ve b ir d u a ile o rd u la r d o y u ru ld u ktan sonra, azık taşım a k ü l­
fetin in de ne denli gereksiz olduğu ak la gelebildiği gibi, ta sa rru f bakım ından
da dua gibi ucuz b ir servet v ark en , bin b ir çeşit m asraf yüküne k atlan m an ın
da yersiz olacağı açık b ir gerçektir. F akat m istik k on u lard a akıl, kutsal bilge­
liklerin gizlerini çözm ekten âcizd ir ve böyle k u şkucu düşünceler, bu çeşit
m ucizeleri ciddiye alm am ak sayıldığından, din b akım ından teh lik e lid ir)1.
V III. B azıları, S abit b in K ays’in evini, b ir gece ışık lar içinde parlıyor
görm üşler ve Peygam bere b u n u n n edenini sorm uşlar. H z. M uham m ed de, onun
m utlaka B akara suresini oku m ak ta olduğunu söylemiş; gitm işler, gerçekten bu
sahabenin b u sureyi o k u m ak ta olduğunu an lam ışlar. Bu suretle hem bu sure­
nin kutsal ve T an rısal değeri, hem de P eygam berin isabetli görüş ve m ucizesi

(1) Yeşu peygamber de yirmi arpa ekmeğiyle bir torba taze başağı yüz
kişiyi doyuracak kadar bereket1endirir (Dördüncü Melihler. IV. 42-431; llya
peygamber ise, elinde bir avuç un ve testisinde acıcık yağ bulunan bir kadının
kaplarından, bu maddeleri hiç eksilm eyecek kadar bereketlendirm iştir (Üçüncü
Melikler, XVII, 8-16).
ispat edilm iştir. N itekim , tefsircilerin kaydettik lerine göre, Useyd bin H udeyr,
Bakara suresini okuduğu için, evine art ard ın a, k aran lık ta m elekler de inm ek­
teym işler (Şüphesiz ki, yüzyıllardan beri m ilyonlarca M üslüm an, bu sureyi adı
geçen sahabeler k a d a r ve belki de d ah a derin b ir im anla okuduğu halde hiç
kim senin evi m addesel o larak nurlan m ad ığ ı gibi, okuyan kim selerin evlerinde
m elekler de görülm em iştir. Bu itib arla b u rad a n u r ve m elek terim leri m ecazlı
bir anlam taşısa g erektir).
IX . Hz. M u h am m ed ’in üm m îliğini k ab u l edince, K u r’ana girm iş olan
bazı peygam ber öykülerinin kendisine vahiy yoluyla bildirilm iş olm asını b ir
m ucize saym ak icap eder. Ö rn eğ in , Hz. Y usuf h ak k ın d a, " Sana bu, K u r’anda
vakyettiklerim izin en g ü zelid ir’’ (Y usuf, 4) denilm ekte, H z. N uh öyküsü de şöy­
le b ir ayetle h ab er verilm ektedir: " İşte bunlar gayb haberlerindendir, sana va­
hi vl e bildiriyoruz; bundan önce bunları ne sen, ne de ka vm in biliyo rd u ” (H ud,
50). Y usuf öyküsünün b iraz değişik şeklinin İbranîlerce de bilindiğinden şüphe
edilm em elidir1.
X. E rbed ibn R ebia ile A m ir ibn T ufeyl, m escitte sahabeleriyle o tu rm ak ­
ta olan H z. M uh am m ed ’i ziyarete gelm işlerdi; A m ir’in m aksadı, Peygam beri
lafa tutm ak ve E rbed tarafın d an öldürülm esini sağlam aktı. E rbed, Peygam berin

(1) Özellikle T utan efsanesi Sümerlerden başlayarak Îbranîlere kadar


yayılm ış bir olaydı. Bunu, bütün Araplar değilse de, Hz. Muhammed'in ticarî
seyahatlerinde dinlem iş ya da işitm iş olm ası hatıra gelebilir. Tufan olayı. Tev­
rat’ın V. seferinde de görülür. Sümerlere göre Ea adında bir Tanrı, U t-Napiştim
adım taşıyan ve kendinin sevm iş olduğu bir insanın rüyasına girerek, ona bir
gemi yapm asını, içine de canlı ve cansız yaratıkları doldurm asını emreder.
Tufan, ne doğal bir olay, ne de Tanrısal bir ceza olarak açıklanabilir. Zira, ta ­
rihten sonraki bir dönemde böyle bir olay vukua gelmemiştir. Tarihten önceki
dönemlerde ise, kitaplı dinlere ve peygamberlere rastlanam az. Yüce Tanrı’nın
günahkâr bir kavmi cezalandırm ak için bütün insanları, hatta canlıları ceza­
landırm ası ve bunlardan yine günah işleyecek kuşakları yetiştirm ek üzere bir
kısm ını kurtarması asla düşünülemez. Tufan’ın bölgesel bir afet olm ası m üm ­
kündür ve canlarını gem ileriyle kurtarabilm iş olanların başarıları, sonraki ku­
şakların hatırasında bir mucize etkisi yapabilir. Yoksa, akıl ve deney, yeryüzü­
nün bütün hayvanlarından birer çift taşıyabilecek bir gem inin bugün bile inşa
edilem eyeceğini pek iyi takdir eder. Tefsirciler bu konuyu da, türlü ihtim alleri
dikkate alarak ispata çalışırlar. Bu efsane, değişik adlar ve küçük farklarla
Veda'larda da vardır. Hintliler, Hz. Nuh yerine Vaiıoasata adında bir ermişin
gemisi, Himalaya dağlarının tepesine kadar yükselerek, sular çekildikten sonra,
orada karaya oturmuş olduğuna inanırlar. Büyük sel felâketlerine uğranılm ış
olan yerlerde, canlarını kurtarmış olanlar, suların dağlar gibi yükseldiğini,
(bizde Ağrı, Ararat ya da Cudi tepeleri gibi) dağ doruklarında karaya oturdu­
ğunu hayal eder ve kurtuluşlarını bir m ucize sayarlar. Eski Yunandaki Deuca-
lion ve Pyrrha geleneği de bu efsanenin bir devamıdır ki, göçm enlerin ozanca
söylenm iş şarkılarıyla Y unanistan’a gitm iştir. Samî kavim lerin tufanı da bun­
lardan başka bir şey değildir. Nil’in, Fırat ve Dicle nehirlerinin taşkınlıklarını
görmüş, yaşam ış ve bunlardan kurtulmuş olanlar, bu olayın anısı, genç ku­
şaklara ve onların ardıllarına m istik hayal güçlerinin uydurduğu m asallarla bir
miras olarak geçm iştir (Louis Jacolliot. La Bîble dans l’Hinde, 2. baskı, Paris,
s. 251). Tevrat’ta Nuh’un gem isinin uzunluğu 300, eni 50. yüksekliği 30 zira ol­
duğu kaydedilir (Tekvin, VI, 15). Bu büyüklükte bir gemiye bütün canlılardan
birer çiftin sığdırılam ayacağı açıktır.
ark asın a geçerek kılıcını k ın ın d an yarı çekm iş, fazlasını b ir türlü çıkaram am ış;
onların bu niyetleri de cezasız kalm am ış; b irine yıldırım isabet etm iş ve  m ir,
«M uham m ed ve onun ölüm meleği karşım a çıksa, ikisini de b ir m ızrakla de­
ler geçerdim !» diye söylenerek obasına giderken, T an rı b ir m elek gönderm iş,
bu da ona kanadıyla çarpm ış, nihayet vebaya tu tu larak atının sırtın d a ölm üş
(Şüphesiz ki, b u ra d a suikasta girişecek o lan ların kendi hayat kaygıları, cesaret
ve kuvvetleri azaltılm ış — y u karda geçen’ B uda’nın m ucizelerinde olduğu gibi—
ve kutsallara yapılacak saldırıların cezasız kalm ayacağı inanç ve propagandası,
m istik hayal gücünde yıldırım , m elek, k an atla çarpm a, b ird en b ire vebaya tu tu l­
m a ve at ü stü n d e hem en ölm e gibi b irtak ım öç alm a öykülerini yaratm ıştır).
X I. H endek savaşında A hzap denilen K ureyşlilerle Beni K ureyze Yahu-,
dileri gizlice an laşm ışlardı. H z. M uham m ed, bunu h a b er alm ıştı. K ureyşlilerle
m üttefikleri çekilip gidince, İslâm askerleri de M edine’de silâhlarım bırakm aya
başlam ışlar, fak at C ibril gelerek H z. M u h am m ed ’e görünm üş, «M elekler daha
silâhlarını b ırak m ad ılar, zırh ların ı niçin çık arıy o rsun? T anrı sana Beni K ureyze
üzerine yürüm eni em rediyor!» dem iş. Bunun üzerine H z. M uham m ed, asker­
lerini oraya sevk ederek Y ahudileri S a’d ibn M ııaz’ın hakem lisiyle idam e ttir­
m iştir (Bir askersel ve siyasal dehanın büyük girişim lerini küçültm ek için, b u n ­
dan daha gülünç b ir m asal u y durulam azdı).
X II. E bu Ç ehil, Peygam beri nam az kılark en öldürm eye yem in etm iş, n a­
m az kılm akta olan H z. M uh am m ed ’e bu m aksatla yaklaşm ış, fakat hem en geri
dönm üş. Ne o ld u ? dem işler, « O n u n la benim aram da ateşten b ir hendek ve
b irtakım k a n a tla r gördüm !» dem iş. Peygam ber de, «Eğer o bana yaklaşm ış ol­
saydı m elekler kendisini parçalard ı» dem iş (Bu da yukarda adı geçen suikast
girişim inin başk a b ir örneğidir. Bazen b ir suikast için büyük b ir to p lu lu k ha­
rekete getirildiği halde — A tatü rk ve İsm et İnönü için yapılan sald ırılard a ol­
duğu gibi— başarı olanaksız o lu r; ve zaten suikast girişim lerinin pek azı b a­
şarı gösterebilm iştir. Bu m ucize k arşısında E bu C chil’in im ana gelm em iş olm ası
da şaşılacak b ir olaydır).
X II I . H z. M uham m ed, b ir m ezarlıktan geçerken, k ab irlerin d e azap edi­
len iki insanın sesini duym uş; b u n ların cezalarını hafifletm ek için taze b ir
h urm a dalını ikiye bölerek b u m ezarların ü stüne koym uş ve sesleri kesilm iş!
(Bu olayın tanığı k im d ir?).
X IV . C ab ir ibn A b d u llah ’ın an lattığ ın a göre, Peygam berin h u tb e esna­
sında üzerine bastığı b ir h u rm a kütüğü varm ış; sonradan kendisine b ir m in­
ber yapılınca, b u k ü tü k te n , gebe deve iniltisine benzeyen sesler çıkm aya başla­
m ış. Peygam ber, m inberden inerek bu kütüğe elini koyunca iniltiler kesilm iş.
Büreyde ile U beyd ibn K â’b ’ın an lattık ların a göre. Peygam ber kütüğü kucak ­
larken on a, « İstersen seni eskiden bittiğin yere g ötürüp dikeyim , sen de yeni­
den eskisi gibi yetiş; istersen cennette dikeyim de cennet ırm ak ların d an , p ın a r­
larından k an a kana iç, güzelce yetiş, meyve ver ve m eyveni T a n rı’nm sevgili
kulları yesin; nasıl dilersen öyle yapayım » dem iş. K ütük, ahreti ve cenneti
dünyaya tercih ettiğini H z. M uham m ed’e h ab er verm iş. Bu olay, H z. İsa ’nın
m eyvesiz incir ağacına b eddua ederek hem en k u rutm uş olduğunu bildiren m u­
cizesinin başka b ir şeklidir (M eta İn c il’i, X X I, 20). H alk in ançlarında k u tsal­
lığın önem ini b elirtm ek için u y durulm uş b ir m istik m asal olsa gerektir.
X V . C a b ir’in anlattığına göre, b u zat ölen b abasının Y ahudilere olan
borçlarını ödem ek için Peygam berden yardım istem iş; o da C a b ir’e hu rm ala­
rını getirm esini em retm iş. H u rm alar getirilm iş, sınıflandırılm ış ve yine Pey­
gam berin em riyle alacak lılara ölçerek verilm iş; fak at geri kalan h u rm a ların ,
sanki aslından b ir şey eksilm em iş gibi m ik tarın ı koruduğu görülm üş!
X V I. Peygam ber, H icaz’a giderken yolda b ir su b aşın d a dinlendikten
sonra h arek et edilm iş. Bu esnada şiddetli b ir fırtın a çıkm ış, m aiyetindeki halk
korkm uş. H z. M uham m ed, «K orkm ayın, k âfirlerin büyüklerinden biri öldü» de­
m iş; M edine’ye geldikleri zam an, gerçekten R ifaa bin Z eyd ad ın d a b ir m üşrik
şefinin ölm üş olduğu öğrenilm iş (D em ek ki, doğa bazen b ir Peygam ber ya da
erm işin doğuşunda olduğu gibi, b ir k âfirin ölüm ü dolayısıyla d a olağanüstü
hareketlerle sevinç ya da kederin i belirteb iliy o r!). .
X V II. H endek savaşında, Selm an, H uzeyfe, N um an ibn M ukrin, A m r ibn
A vf ve Enes gibi beş altı kişi b ir kayayı kıram am ışlar; uğ raşırlark en balyoz­
ları kırılm ış. Bir başk a balyozu eline alan H z. M uham m ed b ir v u ruşta bu k a ­
yayı çatlatm ış ve kayadan çıkan şim şek, M edine alanını aydınlatm ış; sonra
iki kayayı da böyle p arçalam ış ve yine şim şekler çıkm ış. Selm an, gördüğü şim ­
şeğin neye delâlet ettiğini sorm u ş; Peygam ber de, «Bana C ibril, birincisinde
H ire ’yi ve K isra’m n köşklerini, İkincisinde Ş am ’ın ve R u m ’un kırm ızı köşk­
lerini, üçüncü sü n d e Y em en’deki S an ’a k öşklerini gösterdi. Ü m m etim bütün
b u nları alacak, m üjde!» dem iş1. (H en d ek kazm a düşüncesini verenin Selm an
olduğunu tarih çiler yazm akta, bu k o nuda çok eziyet çekildiği de bilinm ektedir.
H endeei b ir m ucizeyle kazıverm ek d u ru rk en niçin o denli u ğ raşılm ıştır? N e­
den C ib ril’in, T ü rk ista n , İra n , A frik a, Ç in ve İspanya gibi, çok sonradan M üs­
lüm anların eline geçmiş olan yerleri gösterm em iş olduğu da sorulabilir).
X V III. H uneyn savaşında, İslâm ord u su d ard a kaldığı zam an, H z. M u­
ham m ed, D üldül denilen beyaz k a tırı üzerin d e, "B en, kendisinde yalan olm a­
yan elciyim , ben A b d ü lm u tta lib ’in oğluyum , T a n rım , yardım ını esirgem e!” diye
d ua ederek düşm ana atılm ış. Bu esnada T a n rı, İslâm ord u su n u bozgundan k u r­
tarm ak için, beş b in ya da on altı b in k a d a r m elek indirm iş ve zafer sağlan­
mış (V aktiyle, Ç anakkale Savaşını kazandığım ız zam an, halk arasında yeşil sa­
rıklı evliya ve m eleklerin o rdum uza yardım etm iş olduğu söylentileri yayılm ış­
tı. M istik hayal gücünün b u uyd u rm aları, tinsel kuvveti arttırm ak için, eğitim ­
sel b ir değer taşıdığından h er u lu su n tarih in d e buna benzer m asallar v ardır.
U m ulm ayan b ir b aşarı, çoğu zam an b ir m ucize telakki edilir).
X IX . Enes bin M alik ’in anlattığ ın a göre, eshaptan iki zat, k a ra n lık bir
gecede Peygam berin evinden çıkm ış g iderlerken, onları lam ba gibi iki ışık ay-
dınlatıyorm uş. Bu sahabeler, b irb irin d e n ayrılıp evlerinin yolunu tu ttu k ları za­
m an da aynı ışık lar b irb irin d en ay rılarak , kendileri evlerine ulaşıncaya dek
onları aydınlatm aya devam etm iş (H erhalde b u ışık, H z. M uham m ed’in o n lar­
d an avrılm ayan kutsal sevgi ve güveninin ışığıdır).
X X . H z. Ayşe, Peygam bere, eşlerinden hangisinin en önce kendisine k a­

ti) Fu m ucizeden Ömer Nasuhî Bilmen de söz eder (Büyük İslâm İlmi­
hali. s. 535-536; 1946).
vuşacağını, yani öleceğini sorm uş. H z. M uham m ed, «Eli uzun olanınız» de­
m iş. Ö lçm üşler, b u n u n Şevde b in t Z e m ’a olduğu görülm üş. Bu k ad ın , Peygam ­
berin diğer k a d ın ların d an önce ölm üş.
X X I. Bedir savaşında K ureyş o rd u su A k a n k a l’dan çıkınca, H z. M uham ­
m ed, T a n rı’ya yalvarm ış; C ibril gelerek, «Bir avuç to p rak al, o n lara at!» de­
miş. Peygam ber de öyle yapınca, düşm anın hepsi gözlerini oğuşturm aya başla­
d ık ların d an , yenilm işlerdir (H z. M uh am m ed ’in bazı savaşlarda ne denli zorluk
ve tehlikelerle karşılaşm ış olduğu bilin m ek ted ir ve herhangi b ir m ucizeye baş
vurm adan b u n lara dayanm ıştır. Bir ü lk ü 'u ğ r u n a girişilm iş olan savaşların za­
ferlerini, im an eden lerin in ve k o m u tan ların ın m addesel ve tinsel gücünde ara­
m ak gerekirken, o nu doğaüstü olay ve varlık ların ü rü n ü saym ak, ülküsü uğ­
ru n d a tüm hayatların ı harcam ış olan bu yüce ve büyük insanla k ah ram a n ları­
nı küçültm ek o lu r. T o p ra k m ucizesi yerine, bugün çeşitli bom balar k u llanıl­
m ak tad ır. M istik hayal gücünün icatları da, kendi zam anında bulunan olanak­
lardan yararlanabildiği için, bug ü n ü n gerçek olan aracılarını tasarlayam azdı).
X X II. H z. M uham m ed’in bastığı taşta ayak izi kalırm ış. H z. İs a ’nın da
K u d ü s’te göğe çıkm a kilisesinde b u lu n an ayak izi H ıristiyan h acılarına göste­
rilir. H ero d o t’un kaydettiğine göre, İsk itlerd e, H e rk ü l’iin b ir kaya üzerinde, iki
k a rış eni b u lu n an b ir ayak izi varm ış (H ero d o t T arih i, cilt I, bölüm IV , 82).
Gölgesi yere düşm ezm iş; saçının b ir teli ateşe düşse, yanm azm ış; sinekler el­
bisesine konm az; p ab u çları k u m d a iz b ırakm az; başının üstü n d e de daim a
bir b u lu t gezerm iş. D ah a çocukluğunda am casının yanında yatarken, bedeni
güzel kokarm ış; gece yarısı am casının y an ın d an k aybolurm uş, am cası, onu ara­
dığı zam an, hurd ay ım , derm iş ve y atak ta olduğu görülürm üş. Ç ıplak yattığı
halde, am cası o n u n b edenini görm ez ve ü zerinde daim a b ir elbise b u lu n d u ­
ğunu anlarm ış. H z. M uham m ed, d ah a çocukluğunda tü rlü m istik ve yüce hal­
ler gösterirm iş; h a tta . İn şirah suresinin l ’inci ayetindeki, "G öğsünü genişlet­
m e d ik m i? ” b ild irisin in dış anlam ına d ay an arak sütninesi H alim e’ye verildiği
zam an, b u k ad ın ın iki m elek gelip göğsünü yarm ış ve siyah b ir kan pıhtısını
çıkarıp atm ışlar. B unlara benzeyen ve çoğu peygam berlik alâm eti sayılıp daha
doğuşundan itib aren zu h u r ettiği id d ia edilen h a rik ala r da H z. İsa ’nın ana k a r­
nındayken konuşm ası, denizde yürüm esi, b u n u n doğm uş olduğunu b ir m eleğin
çobanlara h a b e r verm esi ve diğer bazı alâm etlerin belirm esi, H z. İsa ’nın vaftiz
esnasında kutsal ru h u n cesetlenerek b ir güvercin h alinde onun üzerine inip
gökten, " Sen benim sevgili oğlum sun, senden ra zıyım !” (L uka İn c il’i, II, 21)
diye seslenm esi - gibi b irtak ım m ucize ö y k ü lerid ir1 (B unlara benzeyen söylenti-

(D Hz. Isa’nın bakireden doğuşu hakkm daki mucize efsanesi de, yalnız
İncillerde ve oradan dâ Kur’ana geçerek doğruluğu savunulm uş olan bir hikâye­
dir ki, Hind’in kutsal kitaplarında da bu türlü bildirilere rastlanm aktad'r. Bel­
ki de birçok dogmalar gibi, bu mucize de Sam i kavimlere oradan geçmiştir, ö r ­
neğin, Vedangas denilen kutsal kitapta, “Tanrısal haşm etin ışını, bir kadının
göğsünde insan biçim ine girecek ve o. bakire olduğu halde doğuracaktır” de­
nildiği' gibi, Pururova adlı kutsal kitapta da şöyle bir m etin görülmektedir:
“Kuzu bir koyunla koçtan, oğlak bir keçiyle tekeden, çocuk bir kadınla erkek­
ten doğar. Tanrısal Paramasm a (evrenin ruhu), Vişnu'nun düşüncesiyle çiftle­
şecek olan bir bakireden doğacaktır”, Veda’larda da şöyle bir bildiri vardır:
ler ve inan çlar, hem en tüm d in lerin , h a tta ta rik a tla rın k u ru cu la rı h ak k n d a da
ileri sü rü lm ü ştü r. M endili içinde ateş taşıyan, aynı an d a hem Ş am ’da, hem Bağ­
d a t’ta ya da M ed in e’de görülen erm işlerden de söz edilir. Kadem -i Şerif, Sakal-ı
Ş erif gibi, H z. M uh am m ed ’den kaldığı söylenen kutsal an ılar, fetişten ve m ad­
deyi kutsallaştırm ak tan tiksinen b ir yüce dinle o n u n ulu k u ru cu su n u ve am aç­
larını sarsacak öğeler gibi görünse de, saf ve bilgisiz insanların bu tü rlü m ü b a­
rekleştirilm iş m addesel belgelere ihtiyaçları v a rd ır).
X X III. Enes bin M alik ’in an lattığ ın a göre, Peygam ber M edine’deyken,
İslâm ordu su Şam y ak ın ların d a M ute denilen b ir yerde savaşm aktaydı. Pey­
gam ber, m in b erd e b u lu n d u ğ u sırad a, «Sancağı, Z eyd aldı, o ö ld ü rü ld ü , sonra
sancağı C afer aldı, o da ö ld ü rü ld ü , d ah a sonra sancağı İb n R evaha aldı, o da
öld ü rü ld ü » dedi ve H z. M uh am m ed ’in gözlerinden yaş akm aya başladı. Bun­
dan sonra, «Sancağı em irsiz H alid bin V elid aldı, ona fetih ve nu sret ihsan
edildi» dedi ve h ab erin aynıyla v u k u a gelm iş olduğu görüldü.
X X IV . E bu B ekir’le b erab er M ekke’den M edine’ye hicret ederken H z.
M uham m ed, arkad aşıy la b ir m ağaraya sığınm ıştı. M ağara kapısına b ir ö rü m ­
cek ağının gerilm iş olm ası, bu yüzden de m üşrik lerin b u raya girm eye lüzum
görm em iş olm aları, b ir m ucize sayıldığı gibi, T övbe suresindeki şu ayet de ay­
rıca b ir m ucize telak k i edilir: " D erken , Tanrı o n u n üzerine sü k û n indirdi; ona
görm ediğiniz ordular yolladı ve kâfirleri cezalandırarak a lçalttı” (T övbe, 26).
X X V . C ab ir ibn A b d u lla h ’ın anlattığına göre, bu sahabenin b ir devesi
varm ış, Peygam berle b ir savaştan d ö n erk en deve yorgunluğundan hep geride
kalıyorm uş. Peygam ber, nedenini sorup hayvanın yorulm uş olduğunu öğrenince,
ucu eğri olan değneğiyle hayvanı çekm iş ve C a b ir’e, «H aydi a rtık bin!» dem iş;
hayvan da Peygam berin devesini geçecek denli rahvanlaşm ış.
X X V I. H z. M uham m ed, M iraç’tan sonra kavm inin tü rlü inkârlarıyla k a r­
şılaşm ıştı. Beyt-ül-M ukaddes’in eski halini bilenler, Peygam bere o n u n nitelik­
lerini sordular. T an rı bu beyti H z. M uh am m ed ’e tecelli ettird i; o da b u tecel­
liye b ak a ra k niteliklerini olduğu gibi an lattı. Sonra. «Ö yleyse, dem işler, bizim
k ervandan da h ab er ver!». Peygam ber, rastlam ış olduğu kervanı anlatm ış, «Bir
deve yitirm işlerd i, onu arıy o rlard ı, y üklerinde b ir su tası vardı; susam ıştım ,
onu aldım , içtim , te k ra r yerine koydum ; g eldiklerinde k endilerinden sorun!»
dem iş. K âfirler k erv an ın sayısını ve y üklerinin ne o ld u ğ u n u ... v b .’ı da sorunca
T an rı, kervanı H z. M uh am m ed ’in gözü önüne getirm iş, o da bu hayale b ak arak
kervanın ö n ü n d ek i k a ra m tıra k deveyi, gelecekleri günü söylemiş ve dedikleri
de aynıyla çıkm ış.

“Fali-yuqa’n\n ilk zam anlarında, badirenin oğlu d olacaktır” (Kali-yuga, H int­


lilere göre, dünyam ızın m ilattan 3500 yıl önce başlamış 0lan şimdiki çağı de­
mektir; Louis JacolHot. s. 264-266). Tevrat, bunu şöyle bildirir: “Tanrı srie bir
a’âm et verecektir; Fakire gebe kalıp bir oğul doğuracak ve ona. Emanoil (Tanrı
bizimle demektir) denilecektir” ki bu. Hz. Isa’dır (Eş'iva, VI. 1. 3). Anlaşılıyor ki,
Yahudilerde Tanrı’dan gebe kalm a mucizesi bir gelenek gibidir. Nitekim. Mer­
yem'in akrabasından ihtiyar Zekeriya’m n karısı Elizabet de kısır ve 60 yaşın­
dayken Yahya peygamberi babasız doğurmuş ve her iki kadına da ana olacak­
larını bir m elek m üjdelem işti (Luka İncili, I, 5-30).
X X V II. H z. M u h am m ed ’in m ucizeleri arasında en önem li sayılanı ve
üzerinde en çok d u ru la n ı, ayı ikiye bölm üş olm asıdır. “Saat yaklaştı; ay y a rıld ı”
(K am er, 1-2) ayetleri de b u olayı işaret ederler.
X X V III. M aide suresinin l l ’inci ayetinde ifade edildiği gibi, H z. M u­
ham m ed, b ir savaşta askerinden ayrılarak yalnız kalm ış, b u n u gören b ir bedevi,
kendisini ö ld ü rm ek istem iş, am a eli tu tu lm u ş ve kılıcım kullanam am ış.
Bütün b u m ucizelerin sayısı d ah a da çoğaltılabilir. F akat b u n ların hiçb iri,
pozitif b ir eleştiriye dayanam ayacak k a d a r önem sizdirler. T ü rlü tefsir ve hadis
k ita p ların d a , T anrıbilim cilerle İslâm filozoflarında, m ucizenin niteliği h ak k ın ­
d a çeşitli düşüncelere de ra stla n ır ve b u n la r arasın d a tam b ir anlaşm a da yok­
tu r. Ö rneğin, bazı A rap lar, H z. M uh am m ed ’in peygam ber olduğunu ispat etm e
zoru n d a kalm ası gibi, dine aykırı b ir düşünceye dayanan bu m ucizeyi Mu-
hiddin-i A ra b i’nin ‘F ü tu h a t’ında kuşkuyla karşıladığı görütür; bu olay, seyreden­
lere m i böyle görü n d ü , yoksa gerçekten ay ikiye m i y arıldı? diye sorar. G azali
de, ayın ikiye yarılm ayıp ayrılm ış gibi göründ ü ğ ünü zanneder. F akat genel
o larak tefsirciler, hadisçiler, b u n a d air b ir ayet m evcut old u k tan sonra, onun
m u tlak a gerçek o lduğunu, im an adın a o n ay larlar ve bu olayı görm üş oldukla­
rını iddia eden b irtak ım kim selerle aşiretlerin adlarını sayar ve h er şeye gücü
yeten Ulu T a n rı’nm H z. M uh am m ed ’e böyle b ir lü tu fta bulunm uş olm asını ga­
rip bulm azlar. V akıa b u olay sahih olduğu k ab u l edilen bazf hadislerle de
onaylanm ış ve d o ğ ru lan m ak tad ır; fak at b u olay, gerçekten m eydana geldi m i, b ir
yanılsam a m ı. kıyam ette m i olacak, kıyam etten önce b ir kıyam et alâm eti ola­
ra k m ı vü cu d a gelecek, b ir çeşit m anyetizm anın sonucu m u ? gibi tü rlü soru­
larla k u şk u lara k ap ılan d ü şü n ü rle r de v ard ır. G erçek olan şu d u r ki, insanoğlu
pek yakında ay tu rizm ine başlayacak ve akılları m istik hayallerin efsanesin­
den ku rtu lacak tır.
G enel o larak kök leri Şiîlik olan B âtm îler, m ucizeyi az çok in k â r ederler;
peygam berler, halk ın gözlerini o lağanüstü h areketleriyle kam aştıran kim seler­
dir, derler. O n lara göre, K u r’an da, Peygam berin sözüdür; harfleriyle anlam ı­
nın b ile şim i'(te rk ip ) tüm el nefisten, Peygam berin nefsine olan taşm adan (feye­
zan) ileri gelir. M ucizeler; bilgisiz h alk ı in an d ırm ak için Peygam berin göster­
diği h arik a la rd ır; asıl m ucize ise, yalnız olgun in sanların k ab u l edebileceği
akıldır. E ş’a rîle r ve S ünnet ehli olan lar, m istik h arik aların vuku bulabilece­
ğine in an d ık ları için, m ucizeye de in a n ırla r. M utezile ise, b u n ların bazılarının
olabileceğini k a b u l, diğer b azıların ı d a red d ed erler. Pozitif felsefeye bağlı
olanlar ise, m ucizeyi olanaksız sayarlar. N itek im , Littre (1801-1881), m ucize­
lerin asla gözlenip saptanabilecek yerlerde m evdana getirilm em iş olduklarını
söylem ekte; şeytanlara, büyücülüğe ve m üneccim liğe nasıl inanm ıyorsak, m u­
cizeye de öylece inanm ıyoruz, dem ektedir. T ü m m addeci filozoflar da bövle d ü ­
şünürler. İb n Sina, ‘İş a ra t’ adlı eserinde, m ucizeyi açıklam ak için bilim sel yön­
tem e ve anlayışa bağlı g ö rü n ü r; o, böyle b ir olayın ve genel olarak m ucizenin
ret ve in k â rın d a olduğu k a d a r da o n ayında acele etm enin b ir b u dalalık o ld u ­
ğunu, âlem de nedensiz h içb ir olayın bulunm adığını, b u itibarla m ucize
kategorisine giren olayların da n edenleri b u lu n d u ğunu kaydederek gaybı il­
gileyen soru n ların âdeta doğal ned en lerin i ve b azı insanlara bu nedenlerin, h er­
kes tarafın d an icra edilem eyecek olan çeşitli olayları başarm a olanağını sağla­
d ık larını anlatm ak ister. Doğa afetleriyle salgın h astalık ların bile b ir d u a ile
önüne geçilebileceğini, zira doğanın b ir o lan ak lar âlem i olduğunu onaylar.
A y’ı yerden döven, ü zerinde a stro n o tlar gezdiren, güneş çevresinde füzeler
çeviren ve yarın belki de b ir y ıld ızlararası turizm ini b aşaracak olan insanoğlu­
nun bugü n k ü bilgi, keşif ve b u lu şları, tüm insanlığın gözleri önünde cereyan
ettiği halde, bilgisiz ve ilkel b ir züm reyi in an d ırm ak için, T a n rı’nın b ir k u lu ­
na h a rik a la r gösterm e yetkisini verm iş olm asındaki bilgeliği kav ram ak gü çtü r1.
N itekim , evvelce de kaydettiğim iz gibi, K u r’an, geçmiş m ucizelerin, im an et­
meyen kim seleri, im ana getirm ekte hiç b ir y ararı olm adığını, im anın m ucize­
lere değil, T an rısal hidayet ve tak d ire, dolayısıyle de tüm doğada olup biten
olay ve v arlık ları ib ret ve d ik k atle gözleyen b ir aklın hüküm lerine bağlı oldu­
ğunu kabul eder. D oğadaki h e r v arlık ve h e r olay, anlayan ve düşünen b ir
ruh için başlı başına b ir m ucizedir. B unun dışın d a, b ir da âlem i yöneten ezelî
ve ebedî k an u n lara aykırı d u ru m la r beklem ek, T a n rı’yı ve Peygam beri sorgu
ve sınava çekm ek gibi b ir iddia, boş ve bilgisizce b ir g u ru ru n gevezelikleri olur.
Z aten bilim de, tüm b ilinm ezleri, hen ü z ak lın h er çeşit k u şku ve tereddütlerini
yok edebilecek b ir kesinlikle çözm üş değildir. Ç özebildiklerinde bile bu başa­
rıyı sağlayan zihnin, düşüncenin kendileri b ire r b ilinm ediktirler. Sonlu b ir ya­
ratığın sonsuzluğu k av ram ak tak i âcizliğine karşın , önün karşısında duym uş ol­
duğu hayret, d ik k a t, tecessüs ve derin d ü şüncelerin kendileri bile bugün için
bir m ucizenin ta kendisi sayılm az m ı?
H z. M uham m ed’in, hem en h er akıllı ve bilgili insanın geleceğe d air tah ­
m inleri gibi aklın dışında olm ayan bazı olasılıkları ve olağanları önceden tah ­
min ettiği zam an, b u n la rd a n isabet edenler olm uşsa, gerek sahabeleri, gerekse
daha sonra gelmiş olan önem li din ve politik a adam ları, halk üzerinde gereken
etki ve çıkarı a rttırm a k ve sağlam ak için, o nları b irer m ucize saym ış, belki
de bazı eklentilerle olayın aslına bam b aşk a b ir şekil verm işlerdir. Ö rneğin, ir-
tid at (dinden dönm e) h ak k m d ak i ayet b u cüm ledendir. Bir partiye bağlı olan­
ların zam anla b ir başk a partiye geçtikleri veya geçirildikleri gibi, M üslüm an­
lığın başlangıçlarında da, M üslüm anlıktan kendi eski dinlerine d ö n enler ve
tek rar M üslüm an o lan lar görülm üş ve h a tta sahte peygam berler bile türem iştir.
Bugün de b una b en zer olaylar v a rd ır ve olacaktır. Bir dinden diğerine kaym ış
o lanlar, b irin d e hidayete erm iş (m ühtedi) ve m ü b arek sayıldığı h alde, diğerinde
m ü rtet (dönm e ya da dönek) sayılır ve lânetlenir.

(1) ö . Nasuhi Pilmen, “Müşrikler, diyor, peygam berliğinin sekizinci yı­


lında Hz. M uhammed'den ayı iki parça edip birleştirm esini istediler; aksi halde,
im an etmeyiz, dediler. Peygamber, Tanrı’ya dua etti ve ay iki parçaya ayrıldı;
bir parçası Hira dağım n (şimdiki adı Nur) bir yanına, bir parçası da öteki tara­
fına düşerek sonra birleşti. Müşrikler, bunu gördükleri halde, yine im an etm e­
di1er”. Sayın yazar. T annbiüm m antığına uyarak, güneş sistem lerini yaratmaya
gücü yeten Yüce Tanrı böyle bir mucize yaratamaz mı? der ve büyük peygam ­
beri için, böyle bir mucize gösterm esine nas'l bir engel bulunabilir? diye sorar
(adı geen eser. s. 525). Bundan, peygamberin, m üşriklerin nasıl olsa im an et­
m eyeceklerini önceden bilm ediği anlaşılm aktadır; fakat biliyor idiyse, bir m uci­
ze gösterm e zahm etine niçin katlandığım açıklam ak da kolay olm asa gerektir.
Susuz b ir to p ra k ta , b araj ve artezyen olanağı olm ayan b ir dönem de, yağ­
m ur duasına çıkm ak, insanın son b ir um uda başvurm asıdır. Y ağm ur duası ve
b u n a d a ir dinsel h azırlık lar, hep insan iradesinin dışında k alan b ir gereksinm e­
nin giderilm esi için zoru n lu olm uştur. Y ağm ur, b u m istik işlem ler dolayısıyla
ve b ir tesadüfle yağm ış olsa b ile, bu , ya istenilen m ik tard an az, ya da çok o lu r
ve istenilen yere ya yağar ya da yağm az. P arm aklarıyla dilediği k a d a r su ak ıt­
m a m ucizesini gösteren b ir peygam berin, niçin b u duaya izin verdiği ya da ih­
tiyaç duyduğu açıklanam az. Bilim ve tek n ik , bugün çölllerde buz yapıyor; m üş­
rik beldelerinde duasız feyiz ve b erek et akıp gidiyor. İslâm lar ise, sefalet ve
ıstırap ların ın , bilgisizlikten, saçm a in an çlard an ve ahlâksızlıkla tem bellikten
doğduğunu b ir tü rlü anlam ıyor. İslâm lar için tek teselli, K u r’andaki bazı ayet­
lerin b ild irilerid ir; M üşriklerin zengin ve ıa h a t b ir öm ür sürm eleri, o n ların kü­
fü rlerini d ah a çok a rtırıp azıtm alarını ve sapıtm alarını sağlam ak; bu suretle
de onları d ah a çok ağır cezalara lâyık b ir d u ru m a getirm ek; onları sınavdan
geçirm ek; im anlıların sabırların ı denem ek ve d ah a çok m ük âfatlara nail olm a­
larını sağ la m a k ... vb. gibi b ild iriler, b ild irild ik leri zam anın gerektirdiği tinsel
kuvvet öğütleridir. H z. M uham m ed, ahrette zengin olabilm ek için, H z. İsa gibi,
bu dünyada yoksul ve sefil kalm ayı asla salık verm iş değildir. Sadakaya din­
sel ve ahlâksal b ir değer veren ve h atta b u n u takvanın koşullarından sayan
Peygam ber, h erh ald e M üslüm anların sad ak a ve zekât verebilecek denli zengin
olm aları gerektiğini savunm uş ve hayra da sarf edilm ek için zenginliğini iste­
miş ve beğenm iştir.
Ulu T a n rı’n ın k ıtlık ve b ereketsizliği, İslâm üm m etine lâyık görm em esi
de dinin olduğu k a d a r da aklın icap ların d an olm ası doğalken, niçin peygam ­
berini — h a tta b u peygam berin hiç de değer verm ediği— m ucizeler gösterm e
külfet ve zahm etine soktuğu, d u a e ttirip yalvarttığı kolayca açıklanam az. Eğer
peygam ber, sahabe ya da erm işlerin yardım ıyla ve duaları berekâtıyla bu lü-
tu fla r yapılacaksa, Y üce T an rı b ir büyük çoğunluk teşkil eden im anlı k u lla­
rının değil, b ir azınlık olan o seçkin k u lların ın h a tırla rın a değer veriyor de­
m ektir. S an k i T a n rı, k u lların ın neler çektiğini görm üyor, bilm iyor ve onlara
karşı ilgisizm iş de, peygam berlerinin aracılığı ve ricasıyla insanoğullarına acır
ve yardım ederm iş gibi, k ıtlık zam anında ve yağm ursuz m evsim lerde, h astalık ­
larda ve savaşta hep onun ve erm işlerin yardım ına başvuruluyor. Peygam ber­
ler, T a n rı’nın ezelden k urm uş olduğu doğa k an u n ların a hükm etm ek, olayları bu
k an unlara aykırı b ir tarzda h arek et ettirm ek gücünü, bu kutsal inancın k an at­
ları altına sığınarak elde etm iş görünürler.
Bir ülküyü benim seyenler, o n u n daha çok kökleşm esi ve yayılm ası için,
ülküyü yaratm ış olanı T a n rıla ştırırla r; onun yapm adığı, söylem ediği h arek et ve
düşünceleri de, halkı hayrete düşürm ek, b ir çeşit m anyetize etm ek, in an d ır­
m ak ve eğitm ek için icat eder ve u y d u ru rlar. Bu tü rlü efsaneler, ü lk ü n ü n çeşi­
dine göre, örneğin, çoğu zam an ulusal b ir hayır için, ahlâksal b ir zorunluluk
olm aktan çıkar; k ü ltü rel ve tarihsel b ir ödev o lur. T üm büyük adam ların ger-
çeksel havat ve düşünceleri, k arak terleri bu çeşit öykülerin sisleri arasında en
doğru şekillerini yitirirler. N ihayet, T a n rı’nın b ir k u luna m ucize gösterm e gü­
cünü niçin bağışlam ış olduğunu anlam ak da güçtür. M ucize sahneleriyle halkı
im ana getirm e gayreti yerine — ki K u r’an, m ucizenin im anla b ir ilgisi olm adı­
ğını b ildirm iştir— h alkın ru h u n d a T an rısal ve dinsel gerçekleri kabul etm eye
elverişli b ir yetenek yaratm ak d ah a ciddî b ir m ucize sayılm az m ı? M ucize âdeti
Sam î kavim lerde d ah a çok g ö rülm ektedir. İn sa n lar, m istik hayal güçlerinin
doğal b ir sonucu o larak , olm ayanı, olam ayanı, olm uş ve olabilir görm ekten
zevk alm ak tad ırlar; ve b u n a b iraz da m u h taçtırlar. T opluluğun, bazen de bi­
reylere züm relerin çıkarı için, büy ü k ü lk ü cü ve devrim cilerin hayat ve kişili­
ğini olduğu k a d a r da girişim ve d üşüncelerini kutsallaştırdığı görülür. Çağı­
m ızda bile b u n u n örn ek leri v ard ır, in sa n la r, h enüz m addesel ve tinsel k u rtu ­
luşlarını b ir p u ta bağlam akta b u lacak d u ru m d an ve seviyeden k u rtu lm u ş de­
ğildirler. H z. M uh am m ed ’in b ir k o m u tan , b ir devlet adam ı, b ir yasam acı, bir
devrim ci o larak elde etm iş olduğu b aşarıları, m ucizelerine değil, T a n rı’nın ya
da doğanın kendisine bağışlam ış olduğu seçkin zekâsına ve üstün dehasına
borçlu olm ası daha akla uygun değil m id ir? O , am acına ulaşm ak için T anrısal
olm aktan çok insel olan tüm aracılara b aşv u rm u ştu r: "B en de sizin g 'b i bir
in sa n ım " dem esi için tü rlü em irler aldığını b ildirm iş, eziyetler çekm iş ve birçok
faniler gibi, hastalık ıstırap ları içinde ölm ü ştü r. Y üce T a n rı’nın kendi sevgili
elçisini bu denli zo rlu k lara sürüklem esindeki bilgelik ne o lab ilir? T a n rı’nm
insanlara, kendi d ileklerini kabul ettirm ek için, yine onların arasından b ir fa­
niyi seçm esine neden ihtiyacı o lsu n ? H er şeye gücü yeten T an rı için, b u n d an
daha uygun k a ra rla r verm ek olanaklı değil m id ir? " O l!" em riyle âlem i yara­
tan güç, " İm a n e d in !" em riyle tüm insanlığı hidayete kav u ştu rm ak tan âciz m i?
İnsanlığın ru h u n a im an n u ru n u dolaysız olarak yerleştirm ekten âciz m idir ki,
m ucize gibi insanları daha çok kuşkuya düşü ren hünerlere b aşv u rm ak ta d ır?
T a n rı’nın h er şeye gücü yeter, dilediğini istediği gibi yapar, biz ona k arışanla­
yız dem ek, zih n in , yine O ’nun ta rafın d an yaratılm ış olan k u şk u ların ı, tered ­
d ü tlerini yok etm eye yeterli o lu r m u ? B ütün akla gelen bu çeşit düşünce ve
so rular, yüzyıllar boyunca b irço k d ü şü n ü rlerin de aklına gelm iş ve H z. M u­
ham m ed zam anında d a m uhalifleri ta rafın d an tü rlü şekillerde kendisine karşı
söylenm iştir. D enebilir ki, b ü tü n b u n ları derin d en kavram ış olan Peygam ber,
m ucizeleri, eskiden cereyan etm iş ve kendinden önce gelmiş olan peygam ber­
lere özgü b irer m istik h ü n e r saym ış ve kendisini m ucize gösterm eye özen­
m em ek suretiyle, insan lara, hem b aşarın n ı gerçek gizlerinin, irade, deha ve im an­
da gizli o lduğunu, hem de m ucizeye b aşv u rm ad an b u yüce dini kab u l ettirm e
m ucizesini gösterm iş, gerçekten in san ü stü b ir insan olduğunu anlatm ıştır. Beş
vakit nam azda, dini ilgileyen tüm tö renlerde ve m inarelerde yüz m ilyonlarca
insana, kendi ad ın a saygıyla salavat g etirtm ekten daha yüce ve büyük b ir m u­
cize olam az sanırız.
G ücü n ü m ucizeden alan ve so ru n ların ın gerçekliğini m ucizelerle savunan
bir d in, zam anla gelişen bilim ve teknik karşısın da küçülüp gerilem ek zorun­
da k alır. H z. M uham m ed, b u gerçeği p ek iyi kavram ış olduğu içindir ki, m u ­
cizenin aleyhinde bulunm am ış, fak at im anın m ucizelere bağlı olm adığını sa­
vunm uştur. İnsel bellekte m ucizeler, b ir eski çağın m istik h ü nerleri gibi sürüp
gitse bile, b u n la rın değeri, b ir dinin k ab u l ettirm ek istediği düşüncelerdan
daha üstün değildir. Bilim in m ucizeleri, insanlığa seslendiği için, tüm insanlar
tarafından kabul edilir. Z ira b u n lar, söylentiye değil, doğanın kan u n ların a da­
yanır ve som ut eserleriyle ispat olu n ab ilir. D insel m ucizeler ise, ancak o dine
m ensup o lan ların , b ire r tarihsel anı o larak k ontrolsuz kabule zorlanılm ış olan
söylentileri, belki de efsaneleridir. Bu itib arla dinleri yaşatan, dinler arasındaki
mucize yarışm ası değil, savundukları ahlâksal ve genel olarak sosyal d ü şün­
celerin kuvvetidir. Bilgisiz h alk a gelince, o n lar, dinin m istik atm osferine, ne
o lduğunu an lam adan d alar ve b ir gelenek alışkanlığı içinde, onu tesellilerinin
ve um utların ın kaynağı ve işlem ekten pek az k u rtu ld u k ları g ünahların, ayıpların
paravanası sayarlar.
M ucize, b u n u gösterenin tinsel değerini yüceltm iş ve insanları kendisine
inandırm ış olsa bile, ileri sürülen düşünceleri, ancak b u n larla kabul ettirm e­
yi zorunlu kılan b ir acizliğin de işareti olm ak tan kurtulam az. Bu nedenle
K u r’anın açıkça belirttiği gibi, m ucizeler dönem inde bile, b u n ları gösteren pey­
gam berlere inanılm am ış, h a tta o n la r h aksız yere öldürülm üş, içlerinden in anıl­
mış o lan ların a da m ucize gösterdikleri için değil, savunm uş oldukları düşün­
celerin sosyal ve ahlâksal değerinde o zam an lard aki ihtiyaçları k andıracak b ir
kuvvet ve gerçeklik b u lu n d u ğ u için bağlanılm ıştır. Y ani, kendileri b irer m u­
cize olan düşünceler, yaşayabilm iş ve yayılabilm işlerdir. Bugün artık dinsel m u­
cizelerin y erlerini, bilim sel b u lu şlar alm ış old u ğ u ndan keşif ve keram et yolu
k ad a r da m ucize yolları ve gösterileri b ir d ah a açılm am ak üzere kapanm ıştır.
M ontaigne’in dediği gibi, ‘‘İnsan ruhu, m ucizelerin en b ü y ü k bir işçisidir" ve
D. H u m e ’u n dediği gibi, "H içb ir m ucizen in dine tem el olacak derecede doğru
olduğu ispat e d ile m e z” gerçeğini u n u tm am ak g e re k tir'.

(1) Peygamberlerin özel hayat ve kişiliklerine yükletilen harikalar, birbi-


riyle özdeş gibidirler. Daanson, M ythes et Legendes (Bruxelles, 1913) adlı eserin­
de, Hz. İsa ile Krişna ve Buda'yı karşılaştırm ak suretiyle, bu özdeşliği ispat eder
ki, bunların bazıları, Hz. M uhamm ed’e de uygulanabilir.
Bölüm IV

İslâm Doktrininin Mistik İşlemleri

I. D in nedir ve İslâm d in i • I I . Tanrı ■ I I I . İm an


I V . İb a d et • V . D ua ve yarlıgam a • V I. Tövbe.

îslâm d o k trin in in m istik işlem lerini kavrayabilm ek için, dinin ne olduğu­


nu, H z. M uh am m ed ’in T an rı anlayışını ve dolayısıyla im an, ibadet, dua, yar-
lıgam a (m ağfiret) ve tövbe gibi m istik eylem leri ve tasarım ları incelem eliyiz.

DİN NEDİR VE İSLÂM DİNİ

«K işinin d in i akıldır; a klı olm ayanın d in i y o k tu r ”.


(H adis)

1. İn san lar, y arad ılıştan b ak ım ın d an canlıcı (anim iste) ve fetişçidirler.


Bilgisizlik ve ilkellik yüzünden h ay v an lard a, ateş, su ve diğer doğa varlık ve
olaylarında gizli b ir k uvvetin gizili old u ğ u n u , b u k uvvetin in san lard ak i duygu,
düşünce ve tu tk u la ra benzeyen, fa k a t gerçekte d ah a k o rk u n ç şekil ve şiddette
v ar olduğunu zan n ed erler. B unlar k arşısın d a k o ru n m ak ya da o n lard an y arar­
lanm ak gibi b irb irin e k a rşıt (zıt) isteklerle b irtak ım eylem lere girişirler. R ahip
ro lünde olan ların in an arak ya da inan m ay arak y ap tıkları bazı şarlatan lık lar da
bu eylem lere karışınca, m istik hayal gücü d efin d en kışkırtılm ış olur. D insel
duyguların kö k ü n d e, insan ru h u n u n b u çeşit eğilim lerinden oldukça k arışık
öğeler v a rd ır. Biz b u rad a d in in sosyolojik, m etafizik veya T anrıbilim sel kay­
n ak ların ı a ra ştıra c ak değiliz.
2. D in sözcüğü K u r’an ve h adislerde geniş ve çeşitli anlam larda kulla­
n ılm ıştır; ü lk ü , itaat, ceza, h esap, töre (âd et), siyasa, sorum luluk, şe ria t... vb.
gibi. Ş eriat b ak ım ın d an ise, d in , in san ları iyiliğe ve iyi işlere zorlayan T an rısal
em ir ve k a n u n la rın tü m ü d ü r. Bu b ak ım d an d in , sosyal b ir k u ru m değildir, ter­
sine o larak tüm sosyal k u ru m lar, yani ah lâk , h u k u k , p olitika, e k o n o m i... vb.
hep T a n rı’n ın değişm ez em irleriyle önceden belirlediği kutsal ilkelerin eser
ve so n u ç la n d ır. Bu tak d ird e tüm sosyal değerler, d in in değişm ez dogm alarına
göre don d u ru lm u ş' ve değer yargısı o lm aktan çıkm ış b u lu n acak lard ır. Z ira, di­
nin klasik özellikleri arasında en önem lisi, doğaüstü ve doğadışı b ir âlem ve
kuvvetler kabul etm ek, T a n rı veya tan rılarla ru h an î ya da tinsel v arlık ların
insanlara verm iş o ld u k ları em irlerin değişm ezliğidir. Y ani, dinsel em irlerin, k u l­
ların arzu ve iradeleriyle değişm elerine o lan ak yoktur. B unun içindir ki, din,
im an etm iş o lan ların bireysel ve ortak laşa yaşam larının tüm ödevlerini, düşünce,
duygu ve inan çların ı k en d i dogm alarına göre işletir.
D in sözcüğü, Z en dav esta’da D aena sözcüğüyle açıklanm ıştır. A ram î ve İb ­
ranî dinlerin d ek i anlam ı da hü k ü m , töre ve â d e t’tir. Latincede Religio, Religare
(bağlam ak, saygıyla kendini toplam ak) sözcüğünden gelerek A vrupa dillerinde
religion şeklini alm ıştır. D em ek k i din, T a n rı’ya veya T an rı yerine kabul edil­
m iş olan m istik kuvvetlere ve v arlık lara k arşı saygıyla k arışık b ir bağlılık
duygusudur. D enebilir ki, d in , T a n rıla r ya da T an rı ile in sanlar arasındaki bağ­
lılık ve ilişkilerin nesnel ve kolektif b ir deyim idir ki, dış görünüşü itibarıyla
tüm insel faaliyetleri o rg an laştıran b ir k u ru m şeklinde kendini gösterir. Z ira
din, H e g e n n de iddia etm iş olduğu gibi, tü m insel ödevleri, T a n rısal em irler
gibi telakki ed er ve ah lâk ın k orunm ası işini de T a n rı’ya yükletir. D ah a nesnel
düşünen özgür zekâlar, din in gerçek niteliğini T an rıb ilim görüşlerine uym a­
yan b ir m an tık la açık larlar; örneğin, M .Ö . IV . yüzyılın Y unan filozoflarından
K ritias, "D in, der, halkı Tanrı cezalarıyla ko rku ta ra k hüküm dara daha ço k itaat
eden bir tu tsa k haline g etirm ek için icat ed ilm iştir”. İngiliz filozofu H obbes ise,
" G erek hayal, gerek tarih yoluyla gelm iş olan g örünm ez güçlerden (k u dret),
ko rk u , devlet tarafından ka b u l edilm işse din olur; ka b u l edilm em işse, saçma
inançlar o lu r” der ki, b u görüşler, genel o larak ik tid a r tu tk u su n a kapılm ış olan­
ların, geleneksel yöntem lerinin içyüzünü aydınlatm ış olur. Bu gerçeği anlam ış
ve sonuçların d an kaygılanm ış olan T in d al, "D insel düşünceleri h a lkın iktidarı
haline getirm em elid ir” sonucuna u laşm ıştır (T ab arau d , ‘H istoire du Philoso-
phism e A nglais’, cilt 2,. Paris, 1806) H e r din in T anrıbilim cisi, k u tsal kitab ın d a
akla uym ayan b ir şeyin b u lu n d u ğ u n u k ab u l etm ez; zira, o n u n görevi, akla uy­
m ayanları da, akla u y ar gösterm ek ve yoru lm am ak tır; fak at X II. yüzyıl F ran ­
sız filozoflarından G uillaum e (de C onch), b u çeşit din adam ları için insanlara
şu öğüdü verm eye cesaret etm iştir: " B unlar, birinin araştırm alarından ötürü,
onun k â fir olduğunu ilân ederler. B ilgeliklerine güvenleri olm ayan ve bir ta k­
ked en şeref k a za n m a k isteyen zavallı adam lar! Fakat sizin bu m adrabazların
görüşlerine kapılm a m a n ızı rica ed erim ”.
D inlerd e duygunun ve hayal g ü cünün rolü, akıl ve deney sın ırların ı a şa r.
O n d a dah a çok san ata yakışan hayaller, y an ılsam alar ve yapın tılar (artificeş)
kaynaşır. K itaplı din lerd e sonsuzluğa karşı d erin b ir tu tk u , ilkel dinlerde ise,
görünm eze karşı sonsuz b ir saygı ve k o rk u h ü k ü m sürer. B ununla birlik te, insan
zihni, görünm eyeni g ö rü n ü r b ir duru m a getirerek sonsuzu sonluda ifade etm eyi
sağlam adan ra h a t etm iş değildir. B unun için d ir ki, ilkel insanlar, totem lerini,
çoktanrıcı kavim ler, tüm göksel ve kutsal saydıkları görünm ez v arlık ları resim ,
heykel ve tü rlü sim gelerle nesnelleştirm iş ve hayal güçlerindeki m ü barek kuv­
vetlere, kendi eserleri olan b u m addelerde tapın ışlardır. H ıristiyanlık gibi ki­
taplı b ir din bile, b u n d an kurtu lam am ış, M üslüm anlık ise, kullandığı sözcük­
ler, sıfatlar ve betim lem elerle an tropom orfizm in som ut sınırlarını aşam am ıştır.
3. D inlerin evrim ine d ik k a t edilirse, m istik inançlar, ruhsal hayatın g
çici ve değişken b ir zevki şeklinde görülür. H er zevk gibi bu inançlar da, aynı
öğelerden yoğrulm uş olm alarına karşın , bireylerin k ü ltü r seviyeleri, içinde ya­
şadıkları çevreler ve zam anların tü rlü sosyal zo runluluklarına uyarak çeşitli
dönüşüm lere u ğ rarlar. H e r toplum da çoğunluğu halk tab ak aları oluşturduğu
için, en özgür düşünceli in san lar bile, bu tab ak aların tinsel basıncı altında,
im anlarının gerçek şeklini açıklam ak tan hem en h er dönem de çekinm işlerdir;
yahut da ihtiyatlı ve tedbirli yazıp d ü şünm ek zo ru n d a kalm ışlardır. D evletlerin
bile bu k o n u lard ak i hoşgörüsü, rejim lerinin ve içinde b u lu n d u k ları dünya si­
yasa ortam ının niteliğine göre ayarlanm ıştır. D oğa bilginlerinden Ebu Bekr
Zekeriya R azî (841-926), ‘P eygam berlerin H a rik a la rı’ndan söz eden eserinde,
tüm dinleri eleştirir, dinin halk a tak lit yoluyla b ulaştığını, hiç kim senin, dini
tam b ir incelem eden geçirerek k ab u l etm iş olm adığını anlatır. Bu k o nuda dev­
let adam ların ın ik tid arlarım k o ru m ak için, h alk ı m istik inançlarına bağlı tu t­
m ak istediklerini, alışkanlık ve âdetlerin gittikçe doğal b ir hal aldığını, ko rk u ,
zayıflık ve ihtiyacın, bireyleri dine sığınm aya zorladığını an latarak bu bilinç­
siz bağlılığın nasıl b ir bağnazlıkla in san ları, başk a tü rlü düşünm ek ve inanm ak­
tan uzaklaştırdığını kaydeder. D inde yenilik' isteyenlerden M ısırlı Şeyh M u­
ham m ed A b d u h , aklın kabul etm ediğini din k an ıtların ın (delil) saçm a olduğu­
nu söylemiş ve dindeki am acı, aydın lard an çok h alka b ir ah lâk eğitim i verm ek­
ten ibaret saym ıştı. N itekim , H z. M uham m ed de b ir hadisinde, “K işinin dini
aklıdır; a klı olm ayanın d in i y o k tu r ” dem iştir. Ç ağım ızdaki pozitif bilim lerin
gelişm esi, sosyal ihtiyaç ve k o şu llar karşısında dinlerin akıl tarafın d an kabul
edilebilecek kısım ları pek azalm ış olm akla b irlik te, halka b ir ah lâk eğitim i
verm ek h u su su n d ak i en akla uygun yanıyla da din ler, bugün bu görevlerini ya­
pabilm e yetenek ve güçlerini yitirm işlerd ir, denilebilir. Z ira dinler, başlangıçta
tam am ıyle k o lek tif tasarım lard an ibaret o ld u k ları için, bireysel iradeyi ve zihni,
kendi em irleri altın a alm ışken, çağım ızda k ü ltü r gelişm eleriyle paralel olarak
bireysel özgürlük bilinçlenip d em o k ratik h a k la r k an u n laştık ça, dinin kişisel
duygular arasın d ak i kolektiflik niteliği zayıflam ış, sarsılm ış ve ancak bireyin
tinsel zevki, h a tta keyifsel o larak varlığını devam ettirm e zorunda kalm ıştır.
Esas itibariyle din, E. B outroux’n un da gördüğü gibi, «bilim sel görüş k a r­
şısında im an ve duygu g ö rüşünün kendi h ak k ın ı istem esinden ibaret Olan b ir
sistem dir». Y u k ard a söylediğim iz gibi, görünende görünm eyeni, aram ak, insa­
nın pek eski ve ilkel eğilim lerinden b irin i teşkil eder. Bu eğilim başlangıçta
bağı ve dine doğru, d ah a sonraları d a, yavaş yavaş pozitif ve deneysel o larak
bilim yönünde b ir gelişme gösterm iştir. İlkel insan, görülende saklı olan görün­
mez kuvvetleri, insel k arak terlerle nitelendirm iş, b u n la rın kendi kaderleri üs­
tü n d e şiddetli etk iler yapan bazı özelliklere sahip old u k ların ı, akıl yoluyla de­
ğilse de duygu ve sezgileriyle kavram ış, o n ların z ararların d an , ko ru n m ak ve
iyiliklerinden y ararlan m ak için k o lek tif olan b irtak ım edim ve tasarım lar ya­
ratm ış ve yaşatm ıştır. Bu itib arla âdeta ilkel insanın felsefesi din olm uş ve ge­
çirdiği tü rlü evrim ler so n u n d a, uygar insan için din, yerini felsefeye ve tü rlü
sosyal ülkülere terk etm iştir. Z ira, dinin de bazı farklarla felsefe gibi, dekor
vc m otifleri daha çok m istik hayal gücüyle bezenm iş olan bir dünya görüşü
v ardır vc insan anlayış vc eylem leri üzerinde h er ikisi de çeşitli etkiler yap­
m ıştır. Bunun içindir ki, daha çok önce, K epler, din ile felsefe arasında birlik
ve hatta özdeşlik bulu n d u ğ u n u fark etm işti. Son çağda Spencer ve M cndelsohn
da, din ile felsefenin uzlaşabileceğini savunm uşlardı. N itekim daha çok önce
İbn R üşd, dinin gerçekleri, m ecaz yoluyla, felsefeninse akıl yoluyla öğrenm eye
çalıştığını, b u nunla b irlik te h er ikisinin de öğrettikleri gerçekliklerin akılsal
oldukların ı savunm uş ve insanları gerçeklerden uzaklaştıranın felsefe değil, ke­
lâm bilim inin kullandığı diyalektik yöntem i olduğunu ileri sürerek hem en öm rü
boyunca kelâm la savaşıp d u rm u ştu r.
4. Eb-iil-Alâ M a a rrî’nin (973-1057), eğitim ve âdetin b ir sonucu ve ak
lın ü rü n ü saymış olduğu din, şüphesiz ki b ir felsefe değildir; fak at biz k en ­
dine özgü b ir dünya görüşü, kendine özgü b ir yöntem anlayışı bulunan ve
insanın zihnini olduğu k ad ar da duygularını saran ü lküler ve k u ru m lar h a k ­
k ında özel ve kuram sal düşünceler getirerek insanın bilgi, eylem ve anlayışına
etkiler yapan bir bilgi ve inanç ko lu n u , b ir felsefe saym aktayız. Bu bakım dan
dinin de bir çeşit felsefe sayılm asında herhangi b ir sakınca görm üyoruz. $üp-
hesiz ki araların d a bazı esaslı fark lar v ard ır: Evvelâ felsefe, layik düşüncelere
dayanır; m istisizm , onun ancak b ir k o lu d u r. Felsefede akıl ve bilim sel deney­
lerin etkisi b ü y ü k tü r. F akat felsefede de dinde olduğu gibi, âdeta b irb irin e ay­
k ırı m ezhepler v ard ır. İkisi de sosyal hayatın ve koşulların ü rü n ü d ü r. İkisi de
evrim geçirirler. H er dinin özel b ir ah lâk , b ir h u k u k , b ir sanat vc hatta koz­
m ogoni ve bilgi kuram ı v ard ır. Din de, felsefe gibi, T a n rı’yı, insanı ve dünvayı
kendine özgü olan m istik anlayış ve yöntem e uygun b ir sistem içinde açıklar
D inler, dünyaya ve insanlığa, kendi dogm alarına uygun b ir düzen verm eye
çalışırken, felsefesel p topyalar ve ü lkülerin yolunu tu tarlar. Y alnız dinlerin,
kendilerini kutsal ve dogm atik k u rallara bağlam ak, denetim ve eleştirim den
kaçınm ak ve kendini tarihsel ve sosyal b ir zorunlu luğun ürü n ü saym am ak, sa­
vunduğu adalet ilkelerinin yüceliğine karşın , kendine m ensup olm ayanları hoş­
görüden uzak laştırm ak gibi felsefeden ayrılan bazı esaslı fark lar ve özellikler
v ard ır; H z. M uham m ed ise, getirm iş olduğu dinin, geçmiş kitaplı dinlerin ev­
rim inde son d u rak olduğunu kabul etm ekten çekinm ez. B unun içindir ki, M üs­
lüm anlıkta k itap lara inanm ak da im anın k o şu lların dandır. N ihayet dinler, k u ­
ram sal değil, p ra tik felsefe k ad ro su n d a b ir yer alabilirler ve bu o n ların değe­
rini küçültm ez, azaltm az. Z ira d in ler de insan eylem lerini T anrısal iradenin ta k ­
d ir ettiği b ir tinsel ve ahlâksal düzene bağlam ak isterler. Bir dinin değeri ve
önem i, doğaüstü ve .doğadışı b ir k ay naktan gelm iş olm asına ve yıllar geçtikçe,
yayılmış olduğu h alk ın seviyesine göre u ydurulm uş olan harik aların ın akıldışı
edebiyatına değil, savunm uş olduğu d ü şüncelerin ve getirm iş olduğu sosyal ve
ahlâksal düzenin yenilik ve yüceliğine b ağlıdır; d inlerin m istik hayal gücüne
hitap eden ya da b u gücü harek ete getiren edebiyatı, yıllar geçtikçe değersiz
m asallar o larak pek ilkel zihinlerde iz b ırakm ış o lsalar bile, yavaş yavaş u n u ­
tu lu r, fak at insanlığın m utluluğu için savunm uş olduğu düşünceler gerçek lik '
ve isabetli buluşlarıyla o ran tılı o larak , zihinlerde ve vicdanlarda devam eder.
Felsefenin ak la, din in sezgi ve duyguya dayanm ası, b u n la r arasın d ak i farkın
kuvvetli niteliklerinden b iri olm akla b irlik te, K u r’andaki ayetlerde akla, göz­
leme, tanıklığa ve m ukayeseye tü rlü vesilelerle önem verilir. Felsefe sistem leri,
bilim lerin gelişim ine paralel o larak b ir evrim geçirm ektedir. D in ler ise, Hz.
M uham m ed ’den sonra evrim ine son verm iş, fak at m ezhepler, tarik a tla r şek­
linde birtak ım m istik inanç ve işlem lerin doğm asına engel olam am ıştır. Ş üp­
hesiz ki am acım ız, din ile felsefenin tam b ir m ukayesesini yapm ak, b u n ların
özdeş o ld u k ların ı savunm ak değildir. Y alnız b u n la r arasındaki yakınlığa işaret
ederek, din lerin kendi kutsal em irlerinden bazı şeyleri zam anla yitirm iş olm a­
larının biraz da b u iki sistem arasın d ak i yakınlığın ü rü n ü olduğunu belirtm iş
olm aktır. B irtakım biyolojik, sosyal ve psikolojik zoru n lu lu k ların ü rü n ü saydı­
ğım ız dinlerin k u ru cu ları kim ler o lu rsa olsun, b u n lar daim a b irb irin d en bazı
öğeler ala ra k âd eta aynı ahlâksal ve m istik am açlara hizm et etm ekten k u rtu la ­
m azlar. H atta h içb ir d in , layik ü lk ü ler gibi, tüm örgütleri, erk ân ve 'y ö n te m -.
leriyle tam o larak b ir kişi ta rafın d an kuru lam az; sahabeler, havariler, T anrı-
bilim ciler, tefsirciler, m ü çteh itler, fık ıh çılar, m ezhep k u ru cu ları, h a tta devlet­
le r... içinde y aşadıkları dönem lerin bilim sel gerçeklikleri k a d a r da toplum un
pratik ve yaşayan eğitim ve ihtiyaçlarını dikkate alarak , bağlı b u lu n d u k ları dinde
türlü değişikliklere hizm et ederler! Bir ta ra fta n m ezhepler ve tarik atla r, din
dogm alarını kendi özel anlayışlarına göre uygulam aya çalışırlar, b ir taraftan da
töreler, âdetler ve ilişkide b u lu n u lan u lu sların duygu, düşünce ve in an çların ­
dan birçok öğelere, yaşam akta olan ve yaşatılm ası istenen dinin k ap ılarını bi­
lerek veya bilm eyerek açarlar. Ö rneğin, M üslüm anlıktan önce, Samî kavim ler,
d ua esnasında D oğu ve B atı’ya yönelir ve hele cahiliye dönem indeki A rap la r
beytullah o larak k utsallığında anlaşm ış o ld u k ları K âb e’yi ve onun bulunduğu
M ekke’yi kıble say arlard ı1. B ilindiği gibi, R om alıların baskısıyla Y ahudiler K u­
d ü s’ten güneye ve H icaz’a göç etm işlerdi. O n lar, K u d ü s’te y ık tırılan tap m ak ­
larının yerine geçm ek üzere M ek k e’de K âb e’yi inşa ettiler. Bu site, Beni Cer-
h em ’in eline geçince, A rap ların da kutsal b ir yeri h alin i aldı. B unun için ola­
cak tır ki, sahabeden El-Bara bin M aruf, K â b e ’nin kıble olm asını savunm uşsa
da H z. M uham m ed, asıl k ıblenin K udüs o lduğunu söyleyerek bu n a itiraz et­
m işti. F ak at, H z. Ö m e r’in birin ci düşünceyi savunm ası üzerinedir ki, K â b e’nin
kıble olm ası gerektiğine d air ayet inm iştir: ‘‘N ereden çıkarsan y ü zü n ü M escid-i
H aram ’a yönelt; bu R a b binden gelen h a k tır”; ‘‘H er nerede bulunursanız, y ü ­
zü n ü zü onun tarafına çe v irin iz” (B akara, 150-151). O ysaki b ir başka ayette,
“D oğu ve Batı T a n rı’nındır, hangi tarafa yönelirseniz, T a n rı’nın y ü zü oradadır”
(B akara, 116) denilm ek ted ir ki, b u hem Y üce T a n rı’nın h er yerde v aroluşunun
bir kan ıtı, hem de kıb len in pek de önem li olm adığının b ir işaretidir. İslâm ge­
leneğinde m eleklerin de kıblesi v ard ır. Beyt-i M am ur denilen b u kıble, K âbe
den göğe çekilecek b ir dikeyin sonundaym ış!
K ıble tayininde dinsel olm ak tan çok siyasal am açların da saklı olduğu
in k âr edilem ez. C ahiliye dönem inde hac da vardı. G a rip tir ki, bu ödeve, Arap-

(1) Kâbe’nin Hz. Âdem ve Hz. Nuh tarafından yapıldığı söylendiği gibi,
Kur’anda bunun Hz. İbrahim tarafından yapılm ış'olduğuna da işaret edilir.
lardan dah a çok, öteki İslâm kavim leri önem verm ekte ve üzerlerine hacca git­
mek farz olm ayan insan lar, tü rlü m istik duygularla, perişan ve sefil b ir halde
bu ödevi yapm ak için A rap ülkelerine ko şm ak tad ırlar. Am acı daha çok ekono­
mik ve biraz da politik olan b u ödev, halkın hacı sıfatını kazanm ak için yaptığı
b ir fedak ârlık tır. İslâm h u k u k u n d a, Beni İsrail h u k u k u açıkça görülür. Kısas
gibi k u rb an da cahiliye dönem inde, zilhicce’nin o n u n d a, şeytanın da taşlandığı
M ina’da kesilirdi. H z. M uham m ed, b u n u , tüm hacılarla M üslüm anların ödevi
saym ış ve kendi eliyle de k u rb a n kesm iştir1.
5. Y eni b ir dinin yayılm asında uğranılm ış olan zorluklar, eski inançların
yaratm ış olduğu duygusal ve m istik alışkanlıkları bırakam am anm olduğu k a ­
d a r da, sosyal düzenin b o zu larak k endilerini doğaüstü kuvvetlerin evlâdı, göl­
gesi, vekili, hizm etçisi, koruyucusu sayan egem en bireylerin ya da sınıfların
çık ar ve otoritelerini yıkacak korkusuyla yapılan direnm elerin ü rü n ü d ü r. H er
d irenm e eskiye, alışılm ışa saplanm ış o lan lard an gelir. B undan h e r layik devrim
ülküleri gibi, k itap lı d in ler de k u rtu lm u ş değildir. Y eni b ir dinin güveni, hızla
yayılabilm esi ve yaşayabilm esi, doğaüstü k u vvetlerin b ir m ucize ve lütfü ol­
m aktan çok, eskiden k o p arıp kendi yapısm da yeni şekillere sokm ak suretiy’e
insan zihninde yenilik ve yabancılık duygularını azaltan bazı harç ve gereç­
leri alm akta gösterm iş olduğu h ü n e r ve d eh an ın sonucudur.
«Bugün size d in in izi ikm a l ettim ; ü zerin izd eki n im e tim i tam am ladım ; size
din olarak İslâm î se ç tim ” (M aide, 3) ayetine göre, artık b u dine h içb ir yeni
m adde eklem e olanağı kalm adığı halde, o da yayılmış olduğu toplum ların töre,
âdet ve geleneklerinden ayrılam am ış, h a tta tersine o larak tü rlü m ezhepler şek­
linde ve çeşitli u lu slard a değişikliklere u ğram ak zorunda kalm ıştı. İslâm lığın
esaslarına aykırı olan veya böyle görünen inanç ve eylem ler, hep içtihat saye­
sinde olm uştur. Ö rneğin, im anın tanım ı ve k o şulları gibi ana problem ler bile,
H anefîler, E ş’arîler, H aricîler, M atü rid îler, K erram îler ve C eham îlerce başka
başka yorum lam alara u ğ ram ıştır. Bu k o n u d a, G azalî, ‘İhya-el-U lûûm f i’d-D in’
adlı eserinde, T a fta z a n î’nin N asafî ta rafın d an yazılm ış o lan ‘A k a id ’ (K ahire,
1321) adlı esere eklem iş olduğu açım lam ada, ay rıntılı yorum lam alar ve açıkla­
m alar verilm iştir. İcm a, içtih at kapısını açık b ırak m ak suretiyle dinde b ir çe­
şit düşünce ve vicdan özgürlüğüne izin veren b ir k u ru m d u r. Bir hadisinde H z.
M uham m ed, “Ü m m etim in ihtilâfında geniş rahm et vardır" dem ektedir. Bu h a­
disten de anlaşılacağı gibi M üslüm anlık, d anışm ada (m eşveret) ve tartışm ada
büy ü k y ararlar görm üş olm asına k arşın , içtih at ve h a tta icm a k u ru m u hem ya­
rarlı, hem de zararlı o lm u ştu r (M eşveret deyim i K u r’anın üç ayetinde geçer).
Z ira , bu yüzden tü rlü İslâm m ezhepleri türem iş ve im an edenler arasın d a tam
b ir birliğin k u ru lm ası olanaksız olm uştur. N ihayet tü rlü siyasal ve sosyal ne­
den lerle içtih at k ap ıları kapatılm ıştır. Y ani d ö rt b ü yük m ezhebin im am ları ta ­
ra fın d an k ab u l edilm iş o lan sistem dışında düşünm ek dine karşı b ir saygısızlık
sayılm ıştır. Şafiî, K u r’an ve h ad islerd e v a r olan b ir k ara rın , icm adan önce k a­
bul edilm esi gerektiğini savunm uş ve yıllarca b u ilkeye riayet edilm iştir. Fa­
k a t Süyutî ve son zam an lard a Şeyh M uham m ed A bduh da, İb n Taym iya gibi,

(1) Tanrı bahsinde bu konuyu aydınlatacağız.


her dönem de, dinde reform yapacak yeni içtihat erb ab ın ın çıkm asını dilem iş­
lerdir. içtih a t, K u r'an ve hadislerde kıyas’a başv u rm ak dem ektir. F akat burada
da m üçtehitler arasında tam b ir uzlaşm a ve dinsel konuların yorum lanm asında
tam b ir birlik sağlanm adığı için, onlara m ensup olanlar, birb irlerin i daim a
küfürle su ç la n d ırm a la rd ır. Bu hal bile, k itap ve sünnetin, hele h u k u k sorun­
larında pek yetersiz o lduğunun en açık k an ıtıd ır. Şiîler, içtihadı, Politika sorun­
larına k a d a r uygulam ak suretiyle devleti ve dini b irb irin e k a rıştırm ışlard ır. Bu­
nun içindir ki, im an k o n u ların ın akılla açıklanm ayacağını savunm uş olan İslâm
kelâm cıları, dinin p ra tik k o n u ların d a akla başv u rm aktan çekinm ezler; ve k u t­
sal m etinlerde k u llan ılan bazı sözcüklerin birk aç anlam da kullanılm ış olm a­
sından yararlan arak tçfsir ve çevirtiye (tevil) b aşv ururlar. M ııtezile’ye karşı
bu yolu savu n arak kelâm bilim ini k urm uş olan lar, Ebu H asan-ül-E ş’arî ile Se-
m erkantlı E bu M ansur M a tü rid î’dir. B unlar, y u k arda bir kısm ına işaret ettiği­
miz gibi, b ir dinsel inanç konu su n u n veya şe r’î b ir problem in gerçekliğini oldu­
ğu k ad ar da uygulanm a şeklini belirtm ek için, d ö rt şe r’î kan ıta b aşvururlar:
1. K u r’anın kendisi, yani ‘k ita p ’; 2. H ad isler ve H z. M uham m ed’in kendi h a ­
yat tarzı, yani ‘sü n n e t’; 3. Bazı k o n u lar üzerinde d ö rt im am ın birleşm iş olm ası,
yani ‘icm a’ ya da ‘imca-i ü m m et’; 4. F ıkıhçıların verecekleri hüküm lerde baş-,
v u rdukları ‘kıy as’ yolu ki, fetvalar, b u n u n nesnel örnekleridir.
K u r’anda h içb ir şeyin ihm al edilm ediği, yaş ve ku ru h er şeyin kitapta
açıkça bulu n d u ğ u ayetlerle savunulduğuna göre, dine ve dünyaya dair olan
her problem in K u r’anla çözülm esi ve şüphe edilen no k talard a K u r’anı en iyi
anlam ış ve uygulam ış olan Peygam berin hadisleriyle sünnetlerine baş vurulm ası
her çeşit yanılm aya engel o lur. H z. M uham m ed, — önce de kaydettiğim iz gibi—
“Tanrı her y ü z y ıl başında, bu ü m m ete d in in i yenileyecek bir adam gönderir”
dem ek suretiyle M üslüm anlığa yeplyeni u fu k la r açabilecek b ir d irek tif verm işse
de, skolastik anlayıştan kurtu lam ay an din bilginleri, insanlığın geçirm ekte ol­
duğu evrim ve gelişim i izleyemem iş ve yüce Peygam berin ereklerini hakkıyla
kavrayam am ışlardır. B unun için o lacak tır ki, S ü n n î’lerin icm aı ile Z a h irî’lerin,
Ş iî’lerin, İbadiye m e z h e b in in ... icm aları birbiriylet çoğu zam an çelişiklikten
kurtulam am ıştır. N itekim , M u v ah h it’ler de kıyas’ı reddetm işlerdir. Bir ayette,
“İnsanların hepsi bir te k ü m m ettirler; bunlar, kendilerine k ita p geldikten son­
ra çekem em ezlikieri y ü zü n d en anlaşm azlığa d ü ştü le r” (B akara, 214) denilm ek­
tedir. K itap ların ve kavim lerin başka b aşk a o luşunun bu anlaşm azlığı zorunlu
kılm ası b ir dereceye k a d a r akla sığar ve hoş görülebilir; fak at, aynı kitab a bağ­
lı olan in san lar arasın d ak i anlaşm azlık lard an y arar değil, büyük za ra rlar doğar
ve tarih b u n u açıkça gösteren ö rneklerle d o lu d u r. G azalî gibi büyük b ir d ü şü n ü r
ve din bilgini b ile, im an k o n u ların d a d ah a özgür düşünenlerin, kâfirliğine h ü k ­
m edecek denli b ağnazlıktan k u rtu lam am ıştır.
6. H em en h er d in , gerçeği yalnız kend inin kavram ış olduğunu ve başk
dinlerin açıkça sapıtm ış ve T an rı ta rafın d an k aldırılm ış o lduklarını telkin ed er
ve kendine inanm ayanların bağışlanam az b ir günah işlediklerini zannederek o n ­
ları k âfir sayar. D üşünce ve inançları, egem en d inin dogm alarına uym adığına
inanılm ış olan ne denli dinli ve büyük bilginlerle filozofların, bu uğurda şehit
edilm iş o ld u k ları bilinen tarihsel gerçeklerdendir. Bunu fa rk etm iş olan Vol-
taire, S o k ra t'm tek T a n r ı y a in a n d ığ ı için T a n r ıta n ım a z lık la su ç la n d ır ılıp id am
e d ild iğ in i anlatır. Bu cin ay etle rin y a p ılm ış o ld u ğ u d ö n e m le r d e , to p lu m u n en
k ü ç ü k bir tepki yaptığı g ö rü lm ez; zira, im a n lıla rın ç o ğ u d in s e l ö d e v le r in h e ­
m e n ö n e m l i bir k ıs m ın a u y m a d ık la rı h a ld e , n ey e in a n d ığ ın ı, n için in a n d ığ ın ı
a ç ık ç a b il m e z , k örü k ö r ü n e inanır vc kend i in an çların ın tüm d iğer in an çla rd an
ü stü n o ld u ğ u n u kab u l ed er; vc in a n m ış old u kları k o n u la r ü z e r in d e en
k ü ç ü k bir d ü ş ü n m e , k on trol veya eleştir im e d a y a n m a zla r. İm a n ettikleri için,
g erçek olan la rla sa çm a o lan ların ı da ayırt e d e m e z le r . H arik a la ra in a n m a vc
b a ğ la n m a ih tiya cı, in san z ih n in in k u v v e tin d e n ç o k , za y ıf lığ ın d a n biri o ld u ğ u
için , bu m an tık d ışı d ü ş k ü n l ü k , m istik sö y len tiler v e telkin lerle kandırılır. D i n ­
lerin sü rü k leyic i k u v v e t i n d e , b iraz da in san ın bu d ü ş k ü n lü ğ ü y le din lerin taşı­
dığı o la ğ a n ü s tü n iteliklerin rolü vardır.
D in le r i, y ü z yılla r boyunca krallar, g ü ç lü d evlet ve to p lu m a d am ları h i­
m a y e e tm e m iş ols a la rd ı, b ilg is iz liğ e v e h arik aya h ayran lık ih tiyacı iç in d e akılsnl
d e n g e le r i sarsılm ış o la n bir ç o ğ u n lu k a rasın da , tarikatların b ü sb ü tü n yay ılm ış
o ld u ğ u n u , ev liy a la rın , şey h lerin , d ervişle rin p e y g a m b e r le r kadar v e hatta belki
d e o n la rd a n da da h a iistün bir d eğ er k a z a n m ış o ld u k la r ın ı g ö r m e z d ik . N i t e ­
k im tarikatlar da krallar, h alifeler v c n ü fu z lu k im se le r c e h im a y e e d ild iğ i içindir
ki, d in lerin y a m b a ş ın d a u zu n süre tu tu n a b ilm işlcrd ir. T a rih , T a n r ıb ilim c ile r in
şehit ed ild ik le r in e dair ö rn ek v e r m e z gib id ir; fak a t tarikat m e n s u p la r ı, diğer
derin d ü ş ü n c e li v e d u y g u lu m istik ler v e filo z o fla rın türlü din fetv alarıyla ö l d ü ­
rü lm ü ş old u k la rın ı bild iren ö rn ek ler ço k tu r. O y s a k i, K u r ’an , “ D in d e zorlam a
ve tiksin m e y o k tu r ” (Bakara, 2 5 7 ) d e m e k l e in san ların b irb irin in v ic d a n la r ın a
m u s a lla t o lm a la r ın a en g el o lm a k is tem iştir. F ak at K u r ’an a g ö re, ‘‘Tanrı ka ­
tında din, İslâ m d ır” (Â li imran", 7 ) , y a n i ö tek i d in le r, T a n r ı y a n ın d a M ü s l ü ­
m a n lık kadar d eğerli d eğ ild ir . B un u n için d ir ki, "T anrı, elçisini hidayetle ve
hak d iniyle biitiin dinlerden üsti'm k ılm a k için g ö n d erm iştir’’ ( T ö v b e , 2 8 ) . T a n ­
rı, İslâ m d in in in h ak dini o ld u ğ u n u v e b u n u h er şe y d e n iistün k ıl m a k için P e y ­
g a m b eri y o lla d ığ ın ı (F atiha , 2 8 ) b ild ir irk en , bu d in i ö te k i d in le re g a lip k ıl­
m a k isted iğ in i (S a f, 9 ) anlatır.
M ü s lü m a n lığ ın esa sı, H z . İbrahim 'in k u r m u ş o ld u ğ u h a n if o la n din dir;
b u n u n iç in d ir k i, " Y ü z ü n ü d in e bir luınif olarak tu t!” (R u m , 3 0 ) em r i v e r il­
m e k t e v e , "K en d in i bilm eyenden başka kim İbrahim dininden yü z çevirir? ”
(B ak ara, 1 5 1 ) d en ilm e k te d ir . H z . M u h a m m e d , türlü ve sile le r le İ b r a h i m ’in h a n if
o la n sa f d in in i y e n id e n k u r m u ş o ld u ğ u n d a n s ö z etm iştir. D e m e k ki o , getirdiği
d in için g e ç m iş bir in a n cın g e le n e k le r in d e n de yararlanm ıştır. Z ira , P e y g a m ­
b erd en ö n c e h a n ifler , M e k k e ’d ek i ç o k ta n rıc ı in an çları k ald ırarak y erin e tek-
tanrıcı im a n ı, yani İb r a h im d in in i ya y m a k istiyorlardı; fa k at b u işi k u v v e tle
ve tam o lara k b a şa r a b ile c e k bir p e y g a m b er ya da tinsel lid erd e n y o k su n d u la r.
Kus ib n S a id ct-ü l-Iya d î, U k a z ça rşısın d a açık ça bu d ü ş ü n c e y i s a v u n a n d e ­
m e ç le r v eriy or d u , L ebid ibn R cb ia da bu dini sa v u n a n la r d a n d ı. G e n e l olarak
h an ifler , p u tların v e sa ç m a in an çların a lc v h in d c y d ilc r . N it e k i m M ü s l ü m a n ­
lıktan ö n c e d e — s ö z ü n ü ett iğ im iz gib i— h a c, k u rb a n , zek â t, n a m a z v e oruç
gibi im an ın türlü ilke v e k u r u m l a n — her k a b ile d e b a şk a tarzlarda u y g u la n m a k
su retiyle — vardı. H z. M u h a m m e d . bunları b irleştirm ey e ça lıştı. H â lâ da, türlü
m ezheplerde, hiç olm azsa form aliteleri itibariyle b irb irin d en az çok farklı ola­
rak uygulanm akta olan b u ilkeler, im anın esasını oluşturm aktadır.
K u r’an, H z. M uham m ed’e şunu h atırlatm ak tad ır: “Biz sana gerçekten tekçi
(m uvahhit) olan ve ortak tutanlardan (m üşrik) olm ayan İb ra h im ’in dinine uy-
m ani v a h y e ttik ” (N ahl, 123). Bu itibarla im an ed enlerin dinde ihtilafa düşm e­
m eleri gerek tir (Şura, 12). N itekim , İslâm dini de İbrahim dini gibi, “T a n rı’ya
tapm ak, nam az k d m a k ve zekâ t verm ekten başka bir şe y i” em retm ez ve en doğ­
ru din b u d u r (Beyyine, 5) ve K u r’an b u b ak ım d an H z. M uham m ed’e, “İtaat,
k u v v e t ve d in d e basiret sahibi olan ku lla rım ız İbrahim , İsh a k ve Y a k u b ’u ha­
tırla” (Sad, 45) dem ektedir. Şu ayet de aynı esasa dayanır: “D e ki, Tanrı sa­
dıktır, h a n if olan ve m üşriklerden olm ayan İbrahim m illetine uyunuz!» (A li
İm ran, 95).
İslâm sözcüğünün, baş eğm ek, selâm ete girm ek ya da selâm ete çıkarm ak,
T a n rı’ya nefsi teslim e tm e k ... vb. gibi birtak ım anlam ları varsa da, b u rada
kastedilen d o ğrudan doğruya İslâm d in id ir ve b u T a n rı’nın dinidir. “T a n rı’nın
d ininden başka bir din m i isterler?” (A li İm ran , 80) ayetinde işaret edilen din,
İslâm din id ir; ve ilk kez H z. İb rah im , bu dinin tem ellerini ku rm u ştu r. Bu pey-
kam berin adı K u r’an d a 41 kez geçer ve o n u n adını taşıyan bir sure de b u lu n ­
duğu gibi, Peygam berim iz, oğluna da bu adı verm iştir.
M üslüm anların b irb irin e in an ıp güvenm elerini, bu dinin yayılm ası ve yer­
leşmesi için zorunlu b u lan H z. M uh am m ed ’e, “K en di d in in ize bağlı olanlardan
başkasına am an ve rm e y in !” em ri verilm işse de bu, M üslüm anlığın esaslı b ir
ilkesi değildir: “E y k ita p ehli olanlar, d in in izd e haddi a şm a yın ız” (N isa, 171).
H z. M uham m ed, m üşriklere karşı İslâm d inini savunm ak için bazı sert em ir­
ler alm ış ve verm iştir. Fakat belki de siyasal ve ahlâksal b ir önlem o larak sa­
vunm uş olduğu hoşgörü de, tüm İslâm devletlerinin ve hele biz T ü rk lerin ta­
rihine on u r verecek denli yücedir: “Tanrı, sizi din uğrunda sizinle savaşm ayan
v e sizleri yu rd u n u zd a n çıkarm ayan kim selere iyilik yapm aktan ve insaflı ol­
m a ktan m e n ’etm ez. Tanrı, insaflıları sever” (M üm tehine, 8); ancak sizinle.
“Sö zleştikten sonra yem inlerini bozar ve d in in ize saldırırlarsa, k ü fü r başkanla-
rıyla d ö v ü şü n ü z” (T övbe, 12); “D eyin ki, biz T a n rı’ya inandığım ız gibi, bize
gönderilm iş olan İbrahim , İsm ail, Y a k u b oğullarına vahyedilenlere ve M usa
ile İsa ’ya gönderilene ve b ütün peygam berlere, R ableri tarafından gönderilm iş
olan şeylere im an ettik ; onlardan hiçbirini bir diğerinden a yırm ayız” (B akara,
136; Âli İm ran, 81); “E y kend ilerin e kita p verilenler, beraberinizdekini onayla­
m a k üzere in dirdiğim iz bu kitaba im an e d in iz ” (N isa, 45). K itap ehline ayrı
b ir değer verm iş olan H z. M uham m ed, tüm göksel dinleri kutsal saym ış, ancak
kendisinin o n lard ak i bazı eksik ve sonradan bozulm uş, değiştirilm iş olan h ü ­
küm leri düzeltm ek ve tam am lam ak için gönderildiğini ilân etm iştir. D iğer biı*
surede aynı inancın şöyle tek rarlandığı görülür: “K itap ehliyle en iyi tarzdan
başka suretle didişm eyiniz, fa ka t zulm edenlerle böyle değil ve deyin ki, biz
hem b ize indirilene im an ettik, hem size indirilene. V e b izim T anrım ızla sizin
Tanrınız birdir; fa ka t biz, sadece ona teslim o lm u şu zd u r” (A nkebut, 46).
Hz. M uham m ed, b ü tü n bu geniş hoşgörüsüne ve o dinlere karşı duym uş
olduğu saygıya karşın , İncillerin T anrı h ak k ın d ak i anlayışlarını olduğu k ad a r
d a , örneğin, H z. İsa h ak k m d ak i bildirilerini kabul etm em iştir. K itaplı dinlere
verm iş olduğu değer, daha birçok ayetlerde tek rarlan m ıştır (M üm in, 53-54;
H ad id , 27; T ah rim , 12; K âfirun, 6); fak at bu , öteki dinlerin M üslüm anlıkla
aynı değerde sayılmış olm ası dem ek değildir.
7. Bir insan ne vakit M üslüm an sayılır? " ... Bundan sonra tö vbe ederler,
nam az kd a r ve zekâ t verirlerse, d in d e kardeşleriniz olurlar” (Tövbe, 11); bu
itib arla, " D in i doğru tu tu n ve onda anlaşm azlığa d ü şm ey in ” (Şura, 2). Bu ih­
ta ra karşın , “Tanrı, k im in hidayete kavuşm asını isterse, onun yüreğini İslâm
d inine açar” (E n ’am , 125) ve, “Tanrı, kullarından istediğini ken d i din in e seçer”
(Şura, 12). Hz. M uham m ed'e yapılan T an rısal tem bih şudur: “D inlerini oyun ve
eğlence sayarak dünya hayatıyla kibirlenenleri terk e t!” (E n ’am , 75; Â raf, 51).
D in, kutsal b ir ü lk ü d ü r; bu u ğurda savaşm ak da, İslâm lığın kurulm ası ve ya­
yılm ası için em redilm ektedir: “O rta lıkta bir fitn e kalm am ak üzere, din tama-
m ıy le T a n n ’m n d in i oluncaya kadar onlarla savaşın!”; “Tanrı yolunda gerektiği
g ib i savaşınız; o sizi d in i için seçti ve d in ie size zo rlu k verm ed i” (H ac, 78);
fak at bu em irler, H açlı Seferleri gibi, din bağnazlığıyla ve dini yaym ak için
savaşm anın devam lı b ir ödev olarak M üslüm anlara yükletilm iş olduğu zanne-
dilm em elidir. Bu ayetler, Peygam berin k en d i zam anında yapm ak zorunda kal­
dığı savaşlar ve d u ru m lar dolayısıyla inm iştir. Bu konuya eserim izin h u k u k bö­
lüm ünde tek rar döneceğiz.
D in sözcüğü, K u r’anın 65 ayetinde kullanılm ıştır. O n u n bazen im an ve
İslâm anlam ında kullanıldığı görü lü r (Z üm er, 2-3, 11-14; M üm in, 65). D in,
özellikle ahrettek i sorum luluk hesapları ve ceza anlam ında olm ak üzere de b ir­
çok ayetlerde kullan ılm ıştır (Saffat, 20-21; M aaric, 26; İn fitar, 9 ve 17-19;
M utaffifin, 10-11; M aun, 1). G enel o larak din sözcüğü, inanç anlam ına da
k u llan ılm ıştır (Y unus, 105; R um , 31; K âfirun, 1-4). Bazı ayetlerde de din de­
yim i, gerçek ve kutsal olarak dinin kendisi anlam ında kullanılm ıştır (M üm in,
26; N asr, 2; R um , 30; Şura, 21).
8. Ö zet olarak din, insanların kendi âcizlik ve sefilliklerini anlayarak
bu n la rd a n k u rtu lm ak ve k orunm ak um uduyla birtakım görünm ez kuvvetlere
sığınm a, yalvarm a inanç ve eylem lerinin to plam ıdır. Bu kuvvetler, totem , m ana
tek ya da çok, erk ek veya dişi ta n rıla r olabildiği gibi, m elekler, cinler, şey­
tan larla bazı gizli ru h ların yanında bun ları temsil eden birtakım hayvanlar,
eşya ve doğa olayları da olabilir. İnsan din aracılığıyla büyük ve sonsuz v ar­
lıkla kendi arasın d ak i m esafeyi siler, m u tlak birliğe olan bağlılığını fark ederse
de, bu başarı din duygusunun d erin lik ve yüceliğine akıl erdirebilm iş seviye­
deki insan lara nasip olur. İlkel ru h ve seviyede o lan lar içinse, m utlak sonsuzluk,
b irlik ve k u tsa llık ... gibi soyut ve göksel kavram ların algılanm ası olanaksızdır.
Bu gibiler için din, b ir çeşit korunm a içgüdüsü, sosyal b ir âdet, gelenek veya
m addesel, tinsel tehlikelere karşı b ir p arato n erd ir. İnsan, yücelm e, kuvvetlen­
m e, zenginleşm e, h alinden ve geleceğinden em in olmayı isteme gibi birtakım
hayatsal ihtiyaçlarını, doğa ve toplum un baskıları yüzünden kandıram adığı va­
k it, bu ne o lduğunu kavrayam adığı ü stü n kuvvetin kendini k u tsallaştırır; ona
sığınır, ona yalvarır, ad ak lar su n ar, k u rb a n la r keser ve tüm bu küçülm e ve fe­
dak ârlık sayesinde, onun yardım ını sağlayacağını um ut eder. Y ukarda sözünü
ettiğim iz gibi, h içb ir din, m u tlak gerçeği kavram ış değildir; fakat her d in ,
bunu yalnız kendinin kavram ış olduğunu savunur. O ysaki bu başarı, tam ve
gerçek olsaydı, yeryüzünde bu k ad ar çeşitli d inler bulunam azdı. Din vc bilim
bahsinde de açıklayacağım ız gibi, dinlerin am acı, gerçeği elde etm ek ya da
keşfetm ek değildir. O n u n görevi, birey veya toplum un tinsel dirlik ve esen­
liğini sağlam ak ve insan lar arasındaki ahlâksal dayanışm aya hizm et etm ektir.
H z. M uham m ed, bu yüce görevin yanıbaşında bireysel eylem lerim izi denetlem e­
ye hizm et eden b ir m istik otoskopi eğitim ini dc yaratm ıştır. Fakat insan, h a­
yat ve doğasının em ri altın d a, çoğu zam an bu eğitim i ihm al eder. Bunun için­
d ir ki, insan lar, din in en egemen olduğu dönem lerde dc ileri b ir erdem e sahip
olm uş değildirler. Hz. M uham m ed, insanlığa yalnız yeni bir inanç değil, aynı
zam anda tüm sosyal k u ram larıy la ve tüm m istik törenleri, kuralları ve yüküm ­
leriyle b ir kutsal sistem getirm iştir. D in sözcüğünü kapsayan ayetlerin anlam ­
ları arasın d ak i fa rk la r ne olursa olsun, onun savunduğu ve başarıyla kurduğu
din, tüm k itaplı dinlerin cn sonuncusu ve din o larak inanılabilccek ülkülerin
en yetkinidir. Peygam ber, dinin doğuştanlığını (fıtrî), yani insan ruh u n u n İslâm
fıtra tı’nda doğm uş o lduğunu, sav unm aktan çekinm em işti. Bütün diğer kutsal
kifaplar, kendilerinden sonra d ah a yetkin b ir dinin ve peygam berin geleceğini
m üjdeledikleri halde, Hz. M uham m ed, bıınun tam am ıylc aleyhinde bulunm uş­
tur. O na göre, en yetkin din, M ü slüm anlıktır vc son peygam ber de kendisidir.
O , bu suretle dinleri, ulusallıktan ve yersellikten (m ahallî) k u rta ra ra k evren­
sel ve insel b ir inancın egem enliğini sağlam aya çalışm ıştır. Z ira, H z. M uham ­
m ed, b ü tü n peygam berlere im an etm iş vc im an ettirm ek istem iştir. Bunda iki
önem li fayda saklıdır: 1. Bir peygam ber olarak kendisine inandırm ak; 2. Bü­
tün dinlerin b ir aynı gerçeği sav u n d u k ların ı kabul ettirm ek. Bu suretle insan­
lar arasındaki ırk , m ezhep, c in s ... vb. farkları k ald ırarak , T anrı katında eşit
olan insanoğullarından her türlü sınıf ve o n u r (şeref) ayrıcalıklarını yok etm ek:
ancak bu inanç sayesindedir ki, üm m et haline gelecek olan insanlar, yalnız
T anrı katın d a ve takvaları oran ın d a b ir yücelik kazanabilirler ve kendi d in ­
lerine değer veren bu âlicenap ve hoşgörücü dine düşm an olm ak şöyle du rsu n ,
onu kendi d inlerinden yeğ tutm ak ta da tereddüt etm ezler. Fakat, insanların pek
azı dinlerini böyle b ir m ukayeseyle seçebilir. D inler, daha çok, aileden, gele­
nek ve görenek ala ra k evlâtlara geçer; Uz. M ulıam m ed, dini b ir öğüt saymış
ve dine, «H alkı doğru b ir özle ibadete irşat etm e (M üslim ) ödevini verm iş»
ve, «din konusunda fazla derinleşm em eyi, pek. ince düşüncelere dalm am ayt,
dini kolaylaştırarak, gücüm üzün yettiği ve kolayım ıza geleni yapm ayı» salık
verm iştir. Bu hadislerde saklı olan gerçek anlam ı kavram ayanlaıın bağnazlık­
ları yüziindendir ki, İslâm âlem i yüzyıllarca saçm a inançların baskısı altında
ezilm iştir. Bir dine m ensup olm akla, o din in em irlerine itaat etm ekse, büsbütün
ayrı b ir p roblem dir. A hlâk bahsinde bu konuya değineceğiz1.

(1) Her ulusun m utlaka bir dini vardır. Fakat bunların, birbirinkine ben­
zem eyen yönleri dolayısıyla hiçbiri, ötekinin dinini beğenmez, hatta kendilerin­
den başka ulusları kâfir sayarlar. Böyle bir inanca bağlı olanların, karşılıklı bir­
birini kâfirlikle suçlam aları yüzünden tüm insanlığın küfür içinde yüzdüğünü
kabul etmek zorunlu olur. Bu bencil ve dar görüşten yalnız Çinlilerin kurtulmuş
G örülüyor ki, H z. M uham m ed’in am a ç la n , insanları İslâm inancında b ir­
leştirm ek, yani tüm ulusları b ir üm m et h aline getirm ek ise de, bu ülkü asla
gerçeklenm em iştir ve gerçeklenem ez; böyle b ir başarıyı dinlerden beklem ek,
onların kendilerini yıkm ayı g erektirir. Z ira, h içb ir din, kendi yapısında b u lu ­
nan bölücü, ayırıcı dogm aları b ir yana atam az, kendi bencil ve tekelci iddia­
larından kurtulam az; h içb ir kutsal dogm a, insanlığın zihni için, her zam an
doğru ve gerçek olarak sunulam az. Peygam berim iz, m ensup olduğu kavm e,
A rapça hitap eden b ir k itap verdiği halde, ne kavm inin tü m ü n ü , ne de bazı
ak rab aların ı, M üslüm anlığa, bağlayabilm iştir; fazla o larak d ininin, tü rlü m ez­
hep ve tarik atlara b ö lünerek çeşitli siyasal am açlara göre biçim lenm esine
engel olacak em irleri de verem em iştir; verm iş olsaydı bile, in sanlar, bunlara
yine itaat edecek değildiler; zira, h içb ir kutsal dogm a, değişm ez ve ebedî bir
gerçek o larak kabul edilm ez. B unun n edeni, insanlığın evrim ve. ilerlem e yolun­
da değişken b ir zihin yapısına sahip o lu şu d u r. Bu itibarla dinler için b ir ü to p ­
ya olan insanlık ü lk ü sü n ü , m istik girişim ve b u y ru klardan değil, pozitif bir
k ü ltü r ve eğitim den bekleyebiliriz.

olduğu anlaşılm aktadır. Zira, Marcel G ranet’nin anlattığına göre, Çinliler, dog­
maları bir peygamber ya da Tanrı tarafından belirtilm iş olan herhangi bir din
ve m itolojiye sahip değildirler. Gerçekten de Çin’de, sosyal faaliyetler de fark­
lılaşm ış bir kurum değildir. Çin uygarlığı incelenirse, ona, öteki uluslara kıyasla
bir din bahsi açılamaz. Çinlilerin hayatında büyük bir rfel oynayan din değil,
kutsallık duygusudur. Fakat, onların saygıyla kutladıkları (vĞneration) asla T an­
rılar değildir. Konfüçyüs ve Taocular, Mötseu'nün teokratik propagandalarına
hiç değer vermemişlerdir. Bunlar için kutsal sayılan varlıklar, yalnız ermişlerdir
(veli). Çinlilerin m itolojisinde sadece kahram anlar vardır ve bunların tanrılar­
la hiçbir ilişkisi yoktur. Ancak halkın inançları içinde kararsız bir canlıcılığın
(anim isme) izleri görülür. Bu itibarla onların tinselciliğe (spiritualism e) karşı
da hiç bir eğilim leri yoktur. Onlar, hortlaklara, ölülerin ruhlarına, intikam cı cin ­
lerle her cinsten ifritlere inanırlar ki, bunlar da birtakım eğlenceli masallardan
başka bir şey değildirler. Çinliler, Tanrıları asla düşünmemişlerdir. Bunun için ­
dir ki, onlarda örgütlenm iş bir rahipler sın ıfı da yoktur. Denebilir ki, onlar de-
neyüstü, yani aşkın hiçbir kavrama sahip değildirler. Böyle dayanaklardan yok­
sun olan Tanrıların da, hiçbir kişiliği yoktur. Bilgelerinde de, tinselciliğe ve
akılcılığa karşı hiç bir eğilim görülemez. Olağanüstü varlıklar kadar da m uci­
zelere inanm ayan Çin bilgeliği, bağımsız ve tam am ıyle insancıl bir bügeliktir.
Bunu da asla Tanrı düşüncesine borçlu değildirler (La Pensee Chinoise, Paris,
1968, s. 476-478). Bunun içindir ki, Konfüçyüs, ruhlara ve cinlere nasıl hizmet
edelim? sorusuna, “İnsanlara hizmet edecek durumda olmadığımız halde, on­
lara nasıl hizmet edebiliriz?” karşılığını vermiştir.
TANRI

Bu önem li konuyu iki bölüm de inceleyeceğiz. Birincide, tüm evrim iyle


değil, fak at bazı etnoloji, din tarih i ve sosyolojinin gözlem lerinden de yararla­
narak , çağım ız anlayışlarını içine alan genel görüş ve düşünceleri belirtecek;
İkincisindeyse, d ah a çok H z. M uham m ed’in ve dolayısıyla M üslüm anlığın T anrı
h akkm daki b ild irilerin i inceleyeceğiz1.-

T A N R IL A R A D A İR G E N E L İN A N Ç LA R

“ T a n n ’nın ken d isi m üstesna o lm ak üzere


her şey T a n rı’y d ı”
Bossuet

T a n rı inancıyla din inancı arasında zoru n lu b ir ilişki yoktur. Z ira, T an rı­


sız dinler v ar olduğu gibi, gerçek dinle ilgisi olm ayan tan rılar da v ardır. Buda
ve K onfüçyüs gibi filozofların k urm uş oldu k ları d inlerde açıkça T an rı yoktur.
Bir vahye dayanm ayan dinlerinse tü rlü tan rıları v ard ır. G erçek peygam berlerin
getirm iş o ld u k ları dinlerin T an rı h ak k m d ak i bildirileri de b aşka başka özel­
likler taşım ak tad ır. Bu k o n u n u n tü rlü kavim lerdeki gelişim ine d ikkat edilirse,
insanın tan rılaştırm adığı h içb ir nesnenin v ar olm adığı görülür. Bunu fark
etm iş olan Bossuet, haklı o larak , “T a n rı’nın k en d isi m üstesna o lm a k üzere her
şey T a n rı’y d ı” dem iştir. M istikler de b u gerçeği b irtakım ro m antik ve m elan­
kolik duygular içinde d ah a açık ve cesur b ir inançla itiraf ve ifade etm işlerdir.
Ö rneğin, M evlâna, “Eğer sureti olm ayan sevgilinin suretini görecek olursanız,
efendinin de, kölen in d e sizin k e n d in iz olduğunu anlarsınız; zira her cüz, k ü l­
lün aynı oldu ve cüzler baştan başa kiil o ld u la r” dem ekle, pantheistique b ir gö­
rüşle, Y a ra d a n ’la yaratığın b irlik , tüm ellik ve özdeşliğini savunm uş o lur. Biz
burada T an rı d üşüncesinin geçirdiği evrim den söz edecek değiliz. Bu konuyu
daha çok önce ayrıntılı (m ufassal) b ir eserde açıklam ıştık (Cem il Sena, ‘A llah

(D Büyük düşünürlerin Tanrı hakkm daki görüş ve inançlarının hemen


tüm ünü Tanrı Anlayışı adlı yapıtım ızda sergilem iş bulunuyoruz. (Remzi K itdb-
evi, 1978).
Fikrinin T e k â m ü lü ’, 1934). Y a ln ız -T a n rı h a k k ın d a ileri sürülm üş ya da türlü
kavim lerin benim sem iş o ld u k ları bazı inanç ve tasarım ları, bu k o n u n u n insan
zihninde oynam ış olduğu ro lü de b elirtm ek için kısaca açıklam ayı, tezim iz için
yararlı bulm aktayız.

1. T A N R I L A R I N A D A L E T İ; D İŞ İ V E E R K E K T A N R I L A R :

H om ero s’u n anlattığına göre, T a n rıla r, çeşitli kılıklara girerek b ir yaban­


cıym ışlar gibi k en tler arasın d a do laşırlar, insan ların adalet ve şiddetlerini gö­
zetirlerm iş (O dyssee, X V III, 485). Buna karşın , h a tta kitap lı dinlerde bile,
T an rıların pek de adaletli olm adıklarını gösteren m etinler de v ard ır; yani, on­
lar yalnız suçluyu değil, o n u n a rd ılların ı da cezalandırırlar. İlkel dinlerdeki
suçun bulaşıklığı inancı, b u k ita p la rd a da süregelir ve günahlılar yüzünden,
birtakım m asum in san lar da cezalanm ış olur. B una, T e v ra t’tan şu örnekleri
verebiliriz: "B en, senin Tanrın Y ahova, bana buğzedenlerden babalarının gü­
nahını oğullarda üçüncü v e dörd ü n cü kuşağa kadar arayan gayretli T a n rıyım ”
(H uruç, X X , 5; Tesniye, V , 9-10); "R a b , sabırlıdır ve m erham eti çoktur; gü­
nah ve isyanı bağışlar, am a günah işleyeni asla tem ize çıkarm az ve ataların gü-
naklarını, oğullardan ü ç ü n c ü ve dördüncü kuşağa kadar ister” (Â dad, X IV , 18);
" Sizden b aki kalanlar, sapıklıkları dolayısıyla onlarla beraber m ahvedilecekler-
d ir” (L evililer, X X V I, 39); "K en d in e isyan edenleri helak e tm e k için cezala­
rını yüzlerine karşı verm ekte g e c ik m e z” (Tesniye, V II, 10). T e v ra t’ın T ekvin
bölüm ünde de şu bildiriye rastlıyoruz: Sodom ve G om ore’de günah işleyenler
çoğalınca, T an rı öfkesini yatıştırm ak için İb rah im , arınm ış olanlarla (salih)
fâsıkları b erab er helâk etm em esi için Y ah o v a’ya adaletli olm ayı salık verir;
ve T anrı bu ken tlerd e elli salih varsa, b u n la r için kenti yıkm ayacağını vaat
ederse de İb rah im , o n d an , bu ken tlerd e .on salih b u lunursa orayı helâk etm e­
yeceğine d air söz alır. M ü şrikler, H z. M uh am m ed’e T an rı cezalarının hem en
verilm esini söyledikleri zam an bildirilm iş olan b ir ayette, araların d a Peygam be­
rim izin bulu n d u ğ u sürece, verilecek olan cezanın erteleneceği an latılır (Enfal,
32). H csiodos ise, "Z eu s, der, bir sitenin adaletten ayrılm ış olm asını görm ez­
likten g e lm e z”.
İslâm dininde değilse de İslâm to p lu m ların d a, h alkın genel inançlarından
biri de, herhangi b ir haksızlık ya da k ö tü lü k yapan kim selerin cezasını ken­
dileri çekm eseler bile çocuklarının çekeceğine em in olm aktır; nitekim b ir dep­
rem , sel bask ın ı, salgın h astalık lar, k ıtlık ... vb. gibi büyük felâketlerin de, b ir
toplum da baş gösteren bazı ahlâk sızlık ların cezası olduğuna inanılır; yani b u n ­
lar, suçsuzu ayırm ayan T an rısal öfkenin zoru n lu b ir sonucu sayılır. Şüphesiz
ki, bu tü rlü inan çlar, b ir ah lâk disiplini ve y aptırım ı o larak savunulm uştur;
fakat bun u n T anrısal ad aleti tehlikeye d ü şü rd ü ğ ü fark edilm em iştir. Eski Y u­
n anda d a, kutsal v arlık lara sövüp sayanların, yalnız kendi servetlerini değil,
ç o c u k la rın ı. da yitireceklerine in an ılırd ı. T a n rıla rın lâyık olanlardan çök, lâyık
olm ayanları m ü k âfatlan d ırd ık ların a d air olan in an çlar da v ardır. Rig-V eda’da,
zahitlerin k azandıkları sevapların yak ın ların a da bulaşacağı bildirilir. İslâm ka-
vim lerinde yaygın olan b ir geleneğe göre, bazı evliyaların yüzü suyu hürm etine,
günahlı günahsız tüm b ir k ent h alk ın ın ya d a toplum un yarlıgandığı ve «başı­
m ıza taş yağdırılm aktan kurtu ld u ğ u m u z» k ab u l edilir. Çocuğu şehit olan an a­
lar ve bab aların d a, günahlı olsalar bile, bu şehidin sayesinde cennete gide­
ceklerine in anılır. N itekim , ölüniin ru h u n a o k u n an fatiha, hatim , m evlit, ke­
silen k u rb a n la r... vb. da onun h er. tü rlü ah ret cezalarından k u rtulm asına, ya
d a bu cezaların hafifletilm esine etken o lu r kanısı v ardır. H ıristiyanlıkta da bu
inancın başka şeklini görürüz. Ö rn eğ in , havarilerin ve din şehitlerinin kazan­
d ık ları sevaplar, tüm kilise m ensuplarına da bulaşır. Bu türlü inançlar Ç in ’de
de v ardır. A deta T a n rı’nm b ir suçluya karşı olan öfkesi, b aşk aların ın işlemiş
oldukları iyilik ve kazanm ış o ld u k ları sevaplar dolayısıyla yatışıyor ve bu se­
vinçle suçlu lar da affedilm iş oluyor. Bugün, bazı rejim ve hüküm et değişm e­
lerinde yapılagelm ekte olan genel af geleneğinde saklı olan sevecenlik (şefkat)
ve m erham et, aynı anlayışın layik b ir duyguyla devam ettiğini gösterir.
H içbir dinin tan rısı, insanın ahlâk dışı h arek etlerin in önüne geçmez,
fakat insan b u n la rd a n b irin i yapacak o lursa, tiirlü şekillerde cezalandırılır. H e­
men tüm tan rılar öfkelenirler; eski Y u n a n ’da A pollon kızdığı zam an korkunç
o lu r, geceye benzer, k ö tü lü k yapar ve yıkıcı b ir kuvvet olur. İslâm da gazab-ı
İlâhî deyim i dc T an rısal öfke dem ektir. H em en h er dinde şeytanı yaratan ve
onu insanlara m u sallat eden de T a n rı’nın kendisidir.
T a n rıla r, h er yerde hırsızlığın, adam öldürm enin aleyhindediıler. K itaplı
dinlerle kan u n lara yerleşm iş olan H z. M u sa’nın ‘O n E m ir’i (D ccalogue) bunu
açıkça gösterir. F ak at örneğin. A ltın sahili ilkellerinde b ir şeyi çalınm ış olan,
bulunduğu yerin tanrısına hizm et eden rahibe gider, başına geleni anlatır; yu­
m urta ya da küm es hayvanı gibi bazı su n arlar v erir vc hırsızı tan rın ın cezalan­
dırm ası için aracılık etm esini rica eder. Bu itib arla tan rılar, suç işlemeye engel
olm adıkları gibi, araya böyle b ir aracı girm ezse hiçb ir saldırıyı da cezalan­
dırm azlar. T a n rıla r da bazen yalan söylerler: H om eros’a göre, Z eus, Agamem-
n o n ’a yalancı d üşler (rüya) gösterir (O dyssee, X III, 331); Y ahova da peygam ­
berlerinin ağzına b ir yalan ru h u yollar ve p u ta tap an lard an öç alm ak için al­
datıcı aracılar kullan m ak la tehdit eder. M ordivinlerde tan rı Şkay, şeytanın tü r­
lü fenalıkları yapabilen ru h ları yaratm asına izin verm iştir. B ütün tektanrıcı
dinlerin tan rıları, insel tu tk u la rla nitelen d irild ik leri için, hoşgörüden yoksun­
d urlar; çoktanrıcı dinlerin tan rıları ise, daha hoşgörücüdürler. W esterm arck ’ın
yazdığına göre, H in t ve Ç in ’de yabancılara karşı duyulan düşm anlık, din ayrı­
lığından çok politik a yüziindendir. M üslüm anlıkta k itap ehline karşı gösteri­
len hoşgörü de dinim izin k u ru lu ş y ıllarında karşılaştığı engelleri hafifletm ek
gibi siyasal ve sosyal zo ru n lu k ların ü rü n ü d ü r. H oşgörünün bilinçlenm esi için
T a n rı’ya, insel tu tk u la rd a n arın d ıran b ir im an gerektir. B udacılıkta, kişisel bir
tanrı var olm adığı için, bu din hoşgörüye fazla değer verir. B rahm anizm ’de,
tan rılar, tek ta n rıla r gibi, verm iş oldu k ları em irlere itaat etm eyenlere kızarlar.
F akat, o n lar da tövbe, pişm anlık, itiraf, ad ak , ibadet ve su n aklar yardım ıyla
suçluları yarlıgarlar. Bu ta n rıla r fü cu rd an (inceste) da çekinm ezler ve tüm kö­
tülük ve iyilikleri görm ezler. T an rı heykellerinin göz ve k u lak ları kapatıldığı
tak dirde, onların önü n de bile yapılan günahları fark etm ezler. H em en tüm
tan rılar kendilerine yapılan dua, ibadet vc sunulan k u rb a n lar sayesinde insel
isteklere hizm et ettirileb ilirler. Birçok to p lu m lard a, dileklerin gerçekleşm esi
için, tan rılara sadece dua ve ibadetin yetm ediğine inanılır; onlara b ir çeşit
rüşvet verm enin, yani m addesel fed ak ârlık lara katlanm anın zorunlu olduğu ka­
bul edilir. O n lara göre, d u a la r ve su n ak lar, tan rıları yalnız hoşnut etm ezler,
aynı zam anda o n ların güçlerini de a rtırırla r. Bunun b ir nedeni de tan rıların
insel ihtiyaçlar içinde o ld u k ların a in an m ak tır.
G erek H in tlilerd e, gerekse F ıra t’tan A d riyatik dolaylarına k ad a r gelen A k­
d en iz kavim lerinde, T an rılığ ın başlangıçta dişiliği tem sil eden b ir kadın oldu­
ğu görülür. Eski Y unan inan çların d a bu , açıkça t g ö rü lü r ki, kaynağının G irit
uygarlığı olduğu anlaşılm ak tad ır. Eski Y unan m itolojisine göre, K ronos, oğul­
larım parçalayıp yemeye k a ra r verir; R lıea, Z e u s’u doğurunca yavrusunu bir
m ağarada saklar ve T a n rı’ya cilalanm ış b ir taşı, evlâdıym ış gibi gösterir. An­
laşılıyor ki, G iritlilerin ana T anrıçası, M ısırlıların yılan tanrıçaları gibi doğur­
m anın p atro n u d u r. Bunu açıklam ak, sakladığı gerçekçilik bakım ından m üsteh­
cendir, am a, b u n a kutsal b ir ren k verilm iştir (Y ılan simgesi M ısır’dan İbra-
nîlcre ve o rad an da M üslüm anlığa k ü çü k fark larla geçm iştir; G . G lotz, s. 289).
İlkçağ u ygarlıklarında büyük T an rıça yanında, daim a k endinden aşağı
b ir derecede olan oğul ya da âşık d u ru m u n d a b ir T an rı kabul edilir. N itekim
M ısırlılarda, İzis, O z iris’in karısı ve H o ru s’un anasıdır. Fenikeliler, A d o n is’i,
A storet’in yanına koyarlar. F rik y a’da C ybele’e, A ttis’le birlikte tap arlar. H elen ’
d e n evvelki kuşak, T anrıçay a bağım lı olan b ir T an rı d ü şü n cesini-geç anlam ış­
lardır. H ayal edilm iş olan T a n rı, hayvanları ve erkekleri kendine baş eğdirecek
denli kuvvetlidir. Ö zet o larak , tüm A kdeniz k avim lerinde kadın T an rı, yarat­
m anın, berek etin , doğum un ve hayatın sim gesidir. K utsal hayvan, boğadır; er­
kek, M inos’tu r. H ayvan ve insan, daim a T a n n ’dır. M inotor denilen bu T a n rı­
sal boğa telakkisinin A sya’da d ö rt bin yıl evvelinden beri var olduğu anlaşıl­
m aktadır. G irit’teyse, ele geçen bazı sim gelerden anlaşıldığına göre, subncoli-
tique dönem e çıkacak denli eskidir. E rkek T an rı, kendisini doğurm uş olan ana
T anrıya değil, kendisi gibi genç olan T anrıçaya bağlı ve ebedî olarak genç vc
üreticidir. O , hem oğ u ld u r, hem de âşıktır. O , k adınları d ö llendirir; tarlalara
bereket getirir; T an rıça ile b irlik te esenliğin kaynağı olur. Z ira, o yaratıcı aş­
kın ve ebedî hayatın sah ib id ir; fakat o da ö lü r ve yeniden d irilir (G . G oltz, s.
291-292). M arccl G ran et de, Ç in to p lu m u n d a, bireysel gücün vaktiyle anaerkil
(m atriarcale) halka başladığım , biiyük âna atalar, kraliçe an alar tem asının Çin
m itolojisinde büyük yer tu ttu ğ u n u , senyörlüğe m ensup olan her ırkın bir k ah ­
ram andan m eydana geldiğini, fak at en büyük saygıların, kahram anın annesine
yapıldığını an latır (‘La C ivilisation C hinoise, Paris, 1968).
İnsanlığın bu aşağı seviyesinden, T a n r ın ın , sonsuzluğu tem sil eden bir so­
y u t kavram oluşuna akıl erdirilm iş değildir. Bu kavim ler vc dönem lerin T a n ­
rısı, insanın m addesel ve biyolojik hayatım ilgileyen doğa olay ve v arlık ların ­
dan alınan ilham ların ü rü n ü d ü r; psikolojik görünüşleri itibariyle, T an rıla r ge­
nel o larak insan lara iyilik ve kötü lü k yapabilecek, yenilgiye uğratılm az giiçte
b ire r v a rlık tır ki, insan, daim a bu güce sahip olm ak istem iş, yani eşyaya, olay­
lara, tüm canlılara, h a tta b irb irin e hükm etm eyi arzulam ış, fakat bu güce salıip
olam ayınca, k endinden kuvvetli o lan lara, bu kuvvetin derecesiyle orantılı ola­
rak saygı duym ak ve o n lard an k o rk m ak zo ru n d a kalm ıştır. Bu suretle her biri
b ir ayrı zorba olan k ah ram an lara yapıldığı gibi, o n larda işlediğini zannettikleri
ve m istik hayal gücünün yarattığı yanılsam alarla som utlaştırdıkları güçlere,
iyilik değilse de, hiç olm azsa kötü lü k yapm am aları için yalvarm ışlar, yerlere
kapanm ış, k u rb a n la r verm iş, o n ların öfkelerini yatıştırm aya, m erham etlerini
uyandırm aya çalışm ışlardır. S onsuzluk düşüncesiyle, T anrı düşüncesinin birleş­
m esi, ileri b ir k ü ltü r ve seviyenin ü rü n ü d ü r. Ö rneğin, T aocular, daha ileri ve
derin b ir düşünceyle, yaratıcı b ir kuvvet de olabilen b ir kişilik tanım am ışlardır.
O n la r için T ao, kendiliğinden m eydana gelen gerçeklenm elerin içkin ve taraf­
sız ilkesidir; yani eşyanın doğal gelişm esinin ilkesidir (M arcel G ran et, ‘La
Pensçe C hinoise’, s. 423). O n ların d iy alektiklerinde T ao, tüm karşı gelim lerin
(antagonism e) bireşim i, akışan b ir çevredir (s. 430). Ö zet olarak T ao, tama-
mıyle belirlenm em iş ve m utlak surette ö zerk tir ve onun içinde bulunm adığı
hiçbir zerre ve v arlık yoktur. Y ani o, içkin b ir sonsuzluktur. O , hem doğa,
hem de ak ıld ır; tem el k av ran ılab ilirlik tir (intelligibilite) (s. 433). A nlaşılıyor
ki, T ao, eşyanın tüm ato m ların d a, yani varlığın h er zerresinde gizli olup olu­
şum ların, evrim , değişim ve d önüşüm lerin zem bereği olan b ir d in am ik lik tir1.
T a n rı’da varlığına inanılm ış olan yüce sıfatların, egem enliği tem sil eden
hü küm darın kişiliğine de yansıdığına inanılm ıştır. Bu krallar, T an rıların oğlu,
vekili, sevgilisi, yeryiizündcki gölgesi, h a tta T a n rı’nın kendisi olarak ebedî sa­
yılmış ve bu sıfatlarla da kendileri kutsal ve m istik işlerle görevlendirilm iş­
lerdir. G . G o ltz ’un anlattığına göre, G irit k ralların a M inos denilirdi ki, b u n lar,
hem rahip , hem de k rald ırlar. B unlar da y u karda sözünü ettiğim iz boğa T an -
ı ı ’yı temsil ederlerdi. M inotor denilen bu boğa, T an rı cesetlenince M inos o lu r­
du. Bir zam an sonra T an rısal boğa, Z eus biçim ine girer ya da bazı m asallarda
olduğu gibi. Z eus, T an rısal boğa şeklini alır. K ral, yani M inos da, H om eros’u n
kaydettiği gibi (‘O dysee, X IX , 179), Z e u s’un oğlu ya da Büyük Z e u s’un yol­
daşı olur. Bir kez göksel irade, insanları kutlam aya (veneration) k a ra r verince,
M inos. dokuz yıllık b ir süre için kral o lu r; fak at, dokuz yılın sonunda, buna
sokulm uş olan T anrısal güç tü k en ir; bu yüzden de gücün yenilenm esi gerekir.
Bunun üzerine M inos, yani kral, T a n rıy la ilişkide bulunm ak ve onunla görüş­
m ek üzere kutsal dağa tırm an ır. M in o to r’un kork unç m ağarasına girer ve en
esrarlı lab iren tlerin e so k u lu r (B undan, E flatun da ‘M inos’ ve ‘K a n u n la r’ı ile di­
ğer bazı diyaloglarında da söz eder). E ğer T an rı, seçmiş olduğu bu krald an
m em nun değilse, onun geri gitm esine izin verm ez ve hiç kim se de bu lanetlen­
miş kraldan söz etm ez; fakat eğer T an rı, ondan hoşnutsa, M inos, yine dokuz
yıl için gençleşir; tüm el ve geçici b ir güçle kavm inin arasına döner. Bu, rahip
kral, dokuz yıldan sonra tek rar seçilebilir dem ektir (G . G oltz, s. 172-173). Ka-
vim lerinin siyasal gücünü y aratm ak isteyen ve dolayısıyla devlet şefi olarak da
egem enliği kendi kişiliğinde yoğunlaştıran peygam berlerden bazılarının dağa
çıkm ası, m ağ aralard a olgunlaşm aya çalışm aları, kitaplı d inlerde de görülen

(1) Taoculuğu kurmuş olan Lao-tseu, “in sa n ın Tanrı’ya veya ilk nedene
uygun bir fikir verme gücü yoktur; bunu tanım layabilm ek için, zihnin yaptığı
bütün çabalar, bu konudaki güçsüzlük ve zayıflığı ispatla sona erer” der (L. J.
Pierol, Le Covan, 1965, s. 76).
olay lard an d ır. T an rıların ı soyııt b ir güç ve sonsuzluk o larak tasarlayabilm ek,
hem en hiçb ir kavm e nasip olm uş değildir. K abalcılar, T a n rı’nın b ir sureti ol­
d u ğ u n a in an ırlar. T e v ra t’ta, “O , efen d im izin suretini g ö rd ü ” (Â dat, X II, 8)
denildiği gibi, tüm İsrail şefleri, yapacakları büyük işler için hep T a n rı’ya dar
nışırlar, o da k endilerine em irler verir. H âk im ler ve M elikler bahsinin hem en
h er bölüm ünde b u n u ispatlayan p asajlar v ard ır. F akat Z ohar, T a n rı’yı kendi
yüklem lerinden biriyle karşılaştırm ayı b ir felâket sayar ve onun insan suret­
leriyle açıklanm asını yasaklar. K abalcılara göre, T an rı, " E skilerin eskisi, g iz­
lerin (sır) gizlisi, gizlilerin g izlisid ir”. O n u tam o larak belirlem ek olanaksızdır.
O n u n varlığı, eserleri içinde zayıf b ir su rette yarı görünür. "O , beyaz m antolu
ve parlak yüzlii bir üstattır; ateş dem etin d en örülm üş bir taht üzerinde, bu d e­
m etleri ke n d i h ü k m ü altına alm ak için o tu rm u ştu r”. H erd er, ‘Poesis des Heb-
re u x ’ (t. II) adlı eserinde ateşin M usa k u ra m la rın d a , T anrılığın simgesi o ld u ­
ğunu pek iyi belirtm iştir. Sina çölünde ve d ağında, Y ahova ateş olarak g ö rünür
ve k u rb an ları ö ld ü rü p yakm ak için gökten kutsal ateş iner; b ir ateş b u lu tu , k u t­
sal kürsüyü (tabernacle) k ap lar. A teşten, özellikle T e v ra t’ın Peygam berler (Re­
suller) ve M ezm urlar kısm ında çok söz ed ilir (D aha çok önce H erak lit, sonra­
ları Plotinos da ateşe fazla önem verm işti; H enri Serouya, s. 285-287). T ev­
r a t ’ın H u ru ç , yani Çıkış kısm ında da (X IX , 18), “B ütün Sina dağı dum anla
ka p la n m ıştı” deniliyor ve Y ahova, ateşler arasın d an inm esi dolayısıyla, onun
b ir kişilik olarak kendini gösterm ek istem ediğini anlatm ak istiyor. Y uhanna,
■Genel K itapçığında (IV , 12), “T a nrı'yı asla k im se görm em iştir” derse de, Haz-
kıya peygam ber, d ü şünde (rüya) T a n rı’yı, m elekleri ve tüm m elekût âlem ini
gördüğünü iddia eder ve bazı vahiylere nail olduğunu söyler (I. ve II. bap lar).
H a tta bu peygam ber, evinde k onuklarıyla o tu ru rk en , Y ah o v a’nın eli kendine
d o k u n u r ve ateş şeklinde b ir adam görür ve T a n rı’nın eli onu saçlarından ya­
kalayıp O rşilim ’in kuzeyine g ö tü rü r (H azkıyal, V III, 1-4).
H z. M u h am m ed ’in T an rı h ak k ın d a verm iş olduğu bilgilerden de anlaşıla­
cağı gibi, İslâm T an rısı da başka b ir görüşle kişileştirilm iştir. Ş ahristanî, ‘El-
M ilâl v e ’n-N ih al’inde adların ı saydığı İslâm fırk aları arasında, M üşebbihe ya da
M ugassim e’nin, T a n rı’yı, alfabe h arflerin in su retlerini gösteren organlara sa­
hipm iş gibi gösterdiklerini an latır. M istik hayal güçleri K u r’anda m ecazlı b ir
an lam d a kullanılm ış olan, T a n n ’nm eli gibi organlarla, T a n rı’nın görücülüğü
v e d u y u cu lu ğ u ... gibi niteliklerini, anatom ik ve biyolojik anlam larıyla değer­
len d iren İslâm sap ık ları da vardır.

2. KU RBAN VE SU N AK LAR :

K u rb an ın kuram sal o larak tü rlü nedenleri savunulabilir; fakat -bunu ince­


leyenler, genel o larak tan rıların ihtiyaçları üzerine dik k ati çekm ektedirler. Ve-
d a ’lar, tan rıla r için su nak ve k u rb a n la rın h er gün verilm esi gereğini b ildirir;
verilm ezse yağm urların ve b ereketin sona ereceğini, güneşin batıp doğuşundaki
düzenin bozulacağını, evrenlerin m ahvedileceğim anlatır. M anu k an u n ları ve
Z e rd ü şt şeriatı, tan rıların b u k u rb a n la r sayesinde güçlenerek şeytanları yenilgi­
ye uğratacak ların ı savunur. O v id iu s’un yazdığına göre, Rom a tan rıları, Fenike
tanrıları gibi insan k u rb an ların d an hoşlan ırlar; M ısırlıların her yıl Nil nehrine
b ir genç kızı k u rb an olarak atm aları bu tü rd en olduğu gibi, M azdeizm ’de, Alıu-
ıa m a z d a ’nın kendisini k u rb an larla k u ra m a y a n la rd a n şikâyeti, bu nedenle de
ona daim a k u rb a n la r sunm a inancı bu tü rd en d ir. K artacalılar, sitelerinin k o ru ­
yucusu olan tanrı M oloch’a, kendi öz evlâtların ı, yakm ak suretiyle k u rb a n ed er­
lerdi. Hz. İbrah im ve İsm ail efsanesi, bu kork u n ç ve hazin inancın sona erd i­
ğini sim geler. T e v ra t’ta Y eftah ’ın b ir savaştan zaferle dönüşünde kendisini ilk
karşılayanı k u rb an edeceğine d a ir Y ah o v a’ya verdiği söz yüzünden öz kızını
nasıl kurb an ettiğini okuyoruz. İb ran îlerd e, T e v ra t’ın yazdığına göre, k u rb an ,
insanla T anrı arasındaki ittifakın sim gesidir -ve k u rb an d an sonra yapılan şö­
lene, T a n rı’nın da katılacağına in a n ılır1.
Bütün tap ım lar (cultes), d u alar, yalvarm alar bir çıkar ya da korunm ayı
sağlam ak için yapılır vc tan rılarla b ir çeşit pazarlığa girişilir. Sibirya kavim -
İcrinden b iri, tan rıların a, "B ak, sana neler getirdim , sen de bana u zu n bir
öm ür ve çocuklar v e r” diye dua ederler. E skim olar, tan rıların a tü tü n sunarlaı-
ve karşılık o larak , "B ize bol balık v e r ” diye niyaz ederler. İslâm âlem inde yay­
gın olan ad ak lar da (nezir) b ir çeşit p azarlık tır ve çoğu zam an evliyalar, bu
pazarlığın kom isyoncularıdır. Bu pazarlık birçok yerlerde b irtakım koşullara
bağlıdır. Ö rneğin, «Ey T an rı, filân işte başarıya ulaşırsam , sana bir kurban ke­
seceğim ya da şu k ad ar gün oruç tutacağım , sadaka vereceğim veya filân evli­
yaya m um dikeceğim !» gibi. V ed a’larda da tan rılara karşı hep bu türden k a r­
şılıklı b ir alışveriş v ard ır. İbran îlerd e Hz. Y a k u b ’uıı şu ünlü adağı da bu tü r­

(1) Yapılmış olan bir günahın doğuracağı kolektif felâketlerden korun­


mak için tanrılara insan kurban etmek bir çeşit kefarettir. Frazer’in anlattığı­
na göre, bazı toplum ların bu kefaret için, suçlulardan alınan paralarla bir iki
hasta satın alınır ve Tanrılara kurban edilir. Kefaret kurbanlarında, bir kötü­
lüğün doğurabileceği felâketlerden, bütün bir toplumu kurtarma amacı saklı­
dır. Hz. İsa'nın çarm ıha gerilmesi olayında bütün insanları değilse de bütün
iman edenleri kurtarmak gibi bir Tanrısal kefaret inancı vardır. İnsanüstü var­
lıkların isteklerini yerine getirmek için onlara insan kurban etm e âdeti oldukça'
eskidir ve yaygındır. Sosyologlar, eski Roma’da Tanrı Satürn için, halkın hu­
zurunda çocuk kurban edildiğini. Arı kavim lerin pek çoğunda bu inancın var
olduğunu ve özellikle Meksika’da bir yıl içinde 20 ve hatta 50 bin kişinin Tanrı­
lara kurban edildiğini kaydederler ( W estermarck, c. I, s. 442). Genel olarak T an­
rılar, suçlu insanların kendilerine kurban edilm esinden hoşlanırlar. Onların in ­
san eti ve kanını tatm ak için gerçek bir iştah ve zevke sahip olduklarına in a­
nılır. Yalnız Tanrıları beslemek için değil, aynı zam anda ruhları onlara hizm et
etsin diye de insan kurban edilir. Zira, Tanrıların böyle hizm etçilere ihtiyaç­
ları olduğuna inanılır. Cesar, Galya Savaşları adlı eserinde, Golvaların Tanrı­
lardan yardım görmek için insan kurban etm eyi adayıp bu adağı yerine getir­
diklerinden bahseder. İlk doğan çocukları Tanrı’ya kurban etme âdeti, birçok
kavimlerde ve özellikle İbranılerin ilk dönem lerinde vardı. Örneğin, Tevrat'ta
şu kayda rastlıyoruz: “Her cesetten, gerek insan ve gerek hayvanlardan Rabbe
sunacakları her ilk doğan, senin olsun” (Âdad, XVIII, 15). Incil’de de şu kayda
rastlıyoruz: "Şeriat gereğince hem en her şey kan aracılığıyla tem izlenir ve kan
dökülm eyince yarlıgam a olm az” (Pavlus’un tbranîlere Kitapçığı, IX, 22). Tev­
rat’ın Levililer bölümünde de kurbanın nitelikleriyle kurban törenlerine dair
geniş ve ayrıntılı bilgiler vardır.
dendir; " G ittiğim yerden başarıyla, esenlikle baba evine dönersem , ey E bedî,
o zam an Sen, benim Tanrım olacaksın ve şu taşı Sana evin olsun diye dikece­
ğ im !”.
H em en tüm d inlerde tan rılar da, insan lar gibi öfkelendiklerinden, onları
yatıştırm ak, onların hoşuna gitm ek ve m erham etlerini uyandırm ak için insan­
ların bazı yoksunluk ve ıstıraplara k atlan d ık ları g örülm üştür. Z ah itlik çileleri,
oruçlar ve nefse yapılan işkencelerin am acı budıır. Pascal gibi büyük bir filozof
bile, m istik bunalım lara tu tulduğu zam an, kapanm ış olduğu m anastırda, çivi­
leri bedenine b atan m adensel kem erler kuşanm ış, kıl cüppeler giyinm iştir. H ı­
ristiyanlığın ilk d önem lerinde, keşişlerin T an rı öfkesini yatıştırm ak için elemli
çığlıklar içinde tü rlü ıstırap ve y o ksunluklara k atlan d ık ları görülm üştür. A na-
tol F ran ce’ın ‘T h a is’ adlı rom anında bu çeşit çileleri betim leyen pasajlar vardır.
B rahm anizm ’de de tan rıları yum uşatm ak için H in t bilginlerinin b irtakım dinsel
perhizlere k atlan d ık ları g ö rülm üştür (O ld en b eıg , ‘B udlıa’, s. 302). H om eros,
sonra F.chile’in, ‘A gam em non’ adlı eserinde kaydettiğine göre, eski Y unan tan ­
rıları, insanların ölçüsüz m u tluluğunu k ısk an ırlar; bu itibarla onları kızdırm a­
mak için, insanın kendi m u tlu lu k ların ın b ir kısm ından vazgeçm esi, bazı feda­
kârlıklara katlanm aları gerektir. Ö zet o larak , insanın kendi nefsine zulm et­
mesi. züht ve takva içinde T anrıya yalvarıp yakarm ası, günahların bağışlan­
ması vc beğenilm ek için esaslı çarelerd ir. T üm kitaplı dinlerde bazı derece
ve uygulam a farklarıyla bu inançlar v ard ır. A nlaşılıyor ki, m ddesel ve tinsel
fedakârlık lar nasıl ki bireyleri b irb irin e, küçükleri büyüklerine sevimli göste­
rirse, tan rılara verilen k u rb an ve su n ak lar da, onların duygudaşlığını kazan­
maya hizm et eder, san ılm aktadır.
Burada ay rın tıların a fazla sokulm adan k u rb an hak k ın d a şu kısa ve anlam lr
bilgileri verm ekte yarar buluyoruz: Büyük ve ilkel dinlerde görülen kutsal ye­
meğin (m anducation), çiğnenip yutulm asından (ingestion) ibaret olan b ir görü­
nüşü daha vard ır ki, buna psikolojide em pathie denilir. Bu suretle bir hayvanın,
bir insanın ya da k u rb an edilm iş b ir tan rın ın eti' paylaşılm ak suretiyle, bir
tözaşım ı (tıan ssu b stan tio n ) sağlanm ış olduğuna, yani ku rb an edilm iş olanın tüm
erdem lik ve bilgeliklerinin, onu yem iş olanlara geçeceğine inanılır. Bu m istik
alışveriş, tü rlü kavim lerdc değişik ritler ve âdetler şeklinde görülürse de, k u r­
bandan insana geçirilm ek istenen ilke, daim a T an rı, insan ve hayvan arasında
alın ır verilir. Ö rneğin, A vustralya göçebelerinde, A zteklerde ve Diyonizos tap ı­
rtımın (cultc) yayıldığı dönem lerdeki Y u n an lılard a durum böyledir. Bu tapım
için şu m ite (m ythc) b aşv u ru lu rd u : D iyonizos sahneye getirilir; bu T ita n lar ta­
rafından parçlan ıp yenilir; T ita n la r da Z e u s’un yıldırım larıyla k u rb an edilir ve
insan b u n ların küllerinden doğar; onların yalnız fuhuş vc rezilliklerinin değil.
T anrısal etlerinin de m irasçısı olur. T an rısal etten yeme geleneği, orfecilik mis-
terlerinden H ıristiyan ritlerin e, yüceltilm iş ve simgesel bir şekilde geçm iştir.
X V I. yüzyılda bile, L uther kilisesinin, H z. İ s a ’nın beden ve kanının kiliselerde
verilen şaraplı ekm ekte de v ar olduğunu in k â r edenleri, T a n n ’nm lıeryerdeliği-
ne (ubiquite) in an m ad ık ları gerekçesiyle aforoz ettiği görülür. Z ah itler için,
kendini aşm anın (au totrancendance) en yüce deneyi de, bu kutsal kom ünyon-
lard ır. Bu an tik kom iinyonun yankısı, b irlik te yem ek yeme ritlerinin (commen-
salite) hepsinde b u lu n u r. V aftiz ve m atem yem ekleri, ekm ek ve tuzıın simgesel
sunağı, H intlilerce başka b ir sınıfın (caste) yem eğini paylaşm anın haram oluşu
.gibi (A rth u r K oestler, s. 215).
Evvelce de sözünü ettiğim iz ve daha da edeceğim iz gibi, k u rb a n olayının
tü rlü açıklam a tarz ve k u ram ların ı b ir yana b ıra k a rak , diyebiliriz ki, insan k u r­
ban etm enin, yani çocuk, b ak ire, kral ve k ah ram an ları k u rb an etm enin am acı,
tanrıları yatıştırm ak ya da onlara d alk av u k lu k ederek, kendilerini beğendirm ek
ve k u rtarm a k tır. D aha 1959 yılında bile A ssam ’da, bazı ilkel kabilelerin, k a­
çırd ık ları çocukların b uru n deliklerine, beyinlerine k ad ar uzanan tah ta çu b u k ­
lar ya da değnekler sok tu k ları, çocuk ne k ad ar b ağırır ve ne k a d ar çok kan
kaybederse, tan rıların o denli çok m em nun olacaklarına in an d ık ları görülm üş­
tü r (A rth u r K oestler, s^ 221). İngiliz antropoloji bilginlerinden G . Hogg, 1961’
de yayım ladığı, ‘İnsan Eti Yem e (C anibalism e) ve İnsan K urban E tm e’ adlı
eserinde, bu konuyu geniş çapta incelem iş, T an rı için k u rb an edilenin etinden
p arçalar ayırıp yem enin, tan rılarla özdeşlik kazanm aya hizm et ettiği inancın­
dan doğduğunu anlatm ıştır. A nlaşılıyor ki, insan, kendi b e n ’ini aşm a eğilim in­
de olan b ir y aratık tır. Bu itibarla k u rb an ın asıl ruhsal nedeni, T a n rı’ya y aran ­
m ak veya tanrılaşm ak suretiyle bu alışkanlığa nail olm aktır. A rth u r K oestler’in
kaydettiğine göre, Presceit adlı b ir bilgin, ‘M eksika F ü tu h a tı’ (N ew Y ork, 1946)
adlı eserinde, A zteklerin h er yıl, genç, b akire ve çocuk olarak 2 0 .0 0 0 ’den
5 0 .0 0 0 ’e' k a d a r insanı k u rb an ettik lerin i yazm aktadır. Bu yazar, «İlkel insan­
larla B atı’daki engizisyon canileri karşılaştırılacak olursa, der, A zteklerin lehi­
ne şu sonuç çık arılab ilir: Bu ilkel insanlar, ö ld ü rd ü k lerin i, cennete gidecekleri
inancıyla k u tsallaştırırlar; engizatörlerse, binlerce m asum insanın öteki d ü n ­
yada da ebedî o larak kurtu lam ay acak ların ı savu n u rlar». Ö zet olarak diyebiliriz
k i, hem en h er din, kişilerin k u rtu lu şu ve kutsallaşm ası için, k u rb a n adı altın ­
da, türlü cinayetleri y apm aktan çekinm em işlerdir. K itaplı dinler, bu işlem i yu­
m uşatm aya çalışm ışlarsa da, önüne geçem em işlerdir. T e v ra t’ın Levililer bölü­
m ünde cinlere k u rb an kesilm em esi em redildiği halde (X V II), Y ah o v a’nm âde­
ta b ir aç insan gibi k u rb an ve yağ k o k u ların d an hoşlandığı an latılır ve ku rb an
töreni k ad ar da k u rb an ın n itelikleri h ak k ın d a geniş açıklam alarda b u lu nulur.
H z. M uhm m ed, bu konuyu daha çok yoksulları doyurm ak ve ekonom ik b ir h a ­
rekete vesile olm ak ve irade eğitim i gibi daha sosyal am açlara yöneltm eye ça­
lışm ıştır. F akat, halka yapılan telkin lerd e, ilkel insanların geleneksel inançla­
rın d an türlü gülünç izler v ard ır. Bu, M üslüm anlığın değil, dinin gerçek am aç­
larını ve bilgeliğini k av ram ak tan âciz olan bazı din adam larının hatasıdır. Bu­
nun içindir ki, bazı ta rik a t ozanları, k u rb a n ve Sırat K öprüsü efsaneleriyle alay
etm ek zoru n d a kalm ışlardır. L ucretius d er ki: " Tanrılara böyle birtakım işler
ve ko rk u n ç ö fkeler yü kleyen ey zavallı insanlık! Sen ke n d i ken d in e ne kadar
ço k inleyip sızlanm alar hazırlıyor, evlâtlarım ıza ne kadar göz yaşları, d ö k tü rü ­
y o rsu n !”1.

(1) Cemil Sena, Lucres'irı Filozof isi (Varlık dergisi, N. I, 15, 30 nisan 1938).
3. T A N R IL A R IN İN S A N L A R A B E N ZE YE N Ö Z E L L İK L E R İ:

T an rıların insanlara benzeyen yanları, pek ço k tur ve y u kardan beri verdi­


ğim iz bilgiler bile, o n ların , in sanların b ir başk a örneğiym iş gibi kabul edil­
diklerine delâlet eder. G enel o larak tan rıların b ir kral, d ik ta tö r, m onark gibi
telakki edildiği, yani daha güçlü ve kutsal b ir kişilik sayıldıkları anlaşılm akta­
dır. Eski Y u n a n ’da tan rılar, insan şeklindedirler. B rahm anizm ’de de, tan rın ın
bir insan v arlığında indiği kabul edilir. T a n rı’nın H z. İsa ’nın şahsında kişileş-
tiği inancı da, bu tü rlü in an çlard an d oğm uştur (İs a ’nın b ir adı da M esih’tir. Bu
sözcük İbran îce M essiah’tan gelir ki, T a n rı’nın seçkin adam ı (l’oint) dem ektir.
Y unanca K risto s’u n anlam ı da böyledir). F ra z e r’in iddiasına göre, bu çeşit tan­
rılar, ölüp te k ra r dirilecek olan k u rtarıcılar olarak kabul edilm iştir (J. G . Fra-
zer, ‘A donis’, Paris, 1934). Y alnız H in t tan rıları, Y unan tanrıları k a d ar yetkin
değildirler. Ö rneğin, tanrı U shas, güzel b ir genç kızdır; A gni’nin b ir altın sakalı
vardır; İn d ra ’nın şahane b ir b u rn u ve kıvılcım lar saçan şahane b ir m iğferi var­
dır. T an rıla r, in sanlara o ran la yalnız fizik üstünlüğe değil, aynı zam anda ah­
lâksal üstü n lü k lere de sah ip tir; fak at ahlâksızlık bakım ından da ü stündürler.
B unlar da evlenir, çoluk çocuk sahibi o lu rlar; araların d a erkek ve dişiler d e
vardır: H in t tanrısı A gni’nin otuz altı k arısı v ard ır; b u n lar da ta n rısa ld ırla r ve
kendilerine dua edilir. B unlar, yeryüzünde at, kuş, kurbağa, araba, tam b u r,
ok, yay, kam çı, b alta, besin, b itk iler, neh irler, su la r... v b .’ı tem sil ederler.
T an rılar, neyi tem sil ed erlerse etsin ler, hem en tüm m itolojilerde b irb irin in k a­
rısı, kocası, oğlu veya kızı gibi b ir aile teşkil ederler ve her b iri insanları ya
da doğayı ilgileyen olay, v arlık eylem ve kuvvetlerden birini yapm ak veya ya­
ratm akla görevli sayılırlar. M üslüm anlıkta insan ve doğayı ilgileyen olayları,
m eleklerin yönettiği inancıyla çoktanrıcı dinlerin bu tü rlü inançları arasında
sıkı b ir ilişki v ard ır.
H intlilerin k i gibi diğer birçok kavim lerin tan rıları da erkeklik ve dişilik
sıfatına sa h ip tirle r. Y aratm a, üretm e, berek et gücünü tem sil eden fallus, yani
erkek üretim organı da b ir tanrı niteliğine sah ip tir. Bunu P om pei’de ve H int
orm anların d a görülen Fallus an ıtların d an anladığım ız gibi, V a tik a n ’ın m ahrem
m üzesinde b u lu n an ve tan rıların işledikleri cinsel ilişkileri betim leyen heykel­
ler de b u n u tem sil ederler. T an rıların p a n te o n ’undan bir örnek verm iş olm ak
için şu adları sayabiliriz: A rtem is, A p o llo n ’un kız kardeşi ve av tanrıçasıdır;
o doğum ları da yönetir. A sklepion, A p o llo n ’un oğludur. A thene, Z eu s’un b a­
şın dan çıkm ıştır, bilgeliğin cesetlenm esidir ve zekâ tanrıçasıdır. A uror, bazen
erkek ve bazen dişi olan b ir tan rıd ır; kırm ızı elbiseli, güneşin kızı ve ark a­
d aşıdır; sabah ve ak şa m yıldızları, onun iki kard eşidir; altın elm a atar; gök­
yüzünün hem kızı, hem de karısıd ır. Bu tü rlü T a n rıla r, doğa olay ve varlık­
larını ya da kuvvetlerini tem sil ederler; m istik ve artistik hayal gücünün ü rü ­
nü gibi görünürler.
P lu ta rk o s’un anlattığına göre, M ısırlılar, b ir kadının T anrısal ruhla iliş­
kide bulunacağına in an d ık ları h alde, b ir erkeğin asla b ir T anrıça ile seks iliş­
kisinde bulunabileceğine inanm azlar. İlk H ıristiyanlar da b ir kadının ta n rı­
lıkla zifaf edebileceğine in an ırlard ı. H z. M eryem ’in bakire olduğu halde k u t­
sal ruhıın etkisiyle doğurduğu inancının b u n u n la ilgisi v ardır. Eski P eıu tap ı­
n ak ların d a, tan rıların , rah ip olan bazı genç oğlanlarla bayram günlerinde çift­
leştiklerine in an ılırd ı. G erek şekil ve gerek huy itibariyle insanlara bu denli
çok benzetilm iş olan tan rıların in sandan farklı olan özelliklerine gelince, b u n ­
ların sadece insana kıyasla daha güçlü ve daha bilgili olm alarından ibaret ol­
duğu görü lü r. K itaplı ve kitapsız dinlerin hiçbiri antropom orfizm den k u rtu la ­
m am ışlardır. T a n rıla r, insanların edim lerini duyularıyla bilirler. Ö rneğin, So-
dom ve G om ore aleyhine çık arılan yaygarayı işiten Y ahova şöyle der: ‘‘Ve Rab.
S odom ve G o m o re’nin feryadı çoğalıp, onların günahı p ek b ü y ü k olduğu için,
şim d i n ü zu l edip bittam am bana gelen feryada göre hareket edip etm ediklerini
gö re yim ” (T ekvin, X V III, 20-21). Eschyle’e göre, tan rılar, uzaktan işitirler ve
Z erd ü şt dininde M itra ’nın bin kulağı ve on bin gözü vardır; onların bedenleri
bazen çok güzel, bazen de pek u zun boyludur. Y u n an ’da H era, b ir eliyle yer­
yüzünü, b ir eliyle de denizi tu ta r; Poseidon ise, üç adım la uçsuz bucaksız m e­
safeleri aşar (H om eros, T lia d e ’). V işnu, üç adım da yeryüzünü, havayı ve gök­
yüzünü geçer. En eski geleneklere göre, kaynağının Babil olduğu sanılan bazı
K abalcı eserlerde, tan rın ın boy ölçüsü, biçim i, alnı, gözleri, sakalı inceden in­
ceye ve gülünç b ir tarzd a b ctim lenilm iştir. Ö rneğin, tan rın ın bedeni, 236 kez
1000 fersah tır (her fersah, beş bin m etred ir); 118 kez 10.000 böbreği ve bir o
k ad a r da ayakları v a rd ır (K abalcılara göre, her fersah, 1000 kez ve 2000 k a ­
d em dir ve h er kadem d ö rt k arıştır ve h er karış, dünyanın b ir ucundan öb ü r
ucuna k a d a r o lan b ir m esafeyi k ap lar; H en ri Seruya, s. 117-118). T a n rı’mn
b üyüklüğünü anlatm ak için ileri sürülen bu ölçüler dışında, T alm ud, T a n rı’yı.
«Â lem in y eridir, fak at âlem , onun yeri değildir» (burada yer sözcüğü, İbra-
nîcc m akom sözcüğüyle ifade ed ilm iştir ki, A rapça m akam sözcüğüyle ilgili­
d ir). Yani T a n rı, evrende içkin değil, o ndan aşk ın dır. T an rı, evreni kapsayan
u zaydır; fakat uzay, T â n rı’yı kapsayam az. T a lm u d ’da savunulm uş olan T anrı
düşüncesinin kaynağı, T e v ra t’ın Tesniye (D cuteronom e) bölüm ünde (X X X III,
26) ve M e z m u rla ı’da (X C , I) b ild irilen ayetlerdir. A nlaşılıyor ki, T an rı, ev­
renin b ü tü n ü n d en ayrılm az b ir ilkedir. S p in o za’nın savunduğu gibi, evren,
T a n rı’da cisim li olan h er şeyin ilkesidir. Y ani T an rı, evrenden ayrılm ış değil­
dir. O , âlem le b ir çeşit, ruhla be'den gibi birleşiktir. K abalcılar. bunu daha
çok m addeleştirerek; evren, d erler, T a n rı’nın kendi üzerine m erkezleşm esidir
(H enri Seruya, s. 94).
Spinoza gibi, M alcbranchc da, daha felsefesel bir dille, «T anrı gerçeklik­
tir, fakat gerçeklik T an rı değildir» der. Jü d aizm ’de T an rı, m addesel olm adığı
halde, yani cisim siz olduğu halde, h ah am ların T an rıbilim inde ve edebiyatında,
onun cisim li olduğuna d air şaşırtıcı p asajlar görülür. T a n rı’ııın kendini ko ru ­
m ası için m uskalar taktığı, şallara b ü rü n d ü ğ ü , kendi kendine hitap eden d u a­
lar okuduğu, günde iiç saat T e v ra t’ın h üküm lerini incelem eye koyulduğu, has­
taları ziyaret edip, ölüleri k efen led iğ i... vb. gibi id d ialar bu zü m redendir (A.
C ohen, s. 50). Y ani onlar, Y ah o v a’yı b ir çeşit yiiksck dereceli haham m ış gibi
tanıtırlar. H alkın soyut k avram lara akıl erdirem eyeceklerini düşünen ya da zan­
neden din adam ları, T a n n ’yı som utlaştırm a işinde pek ileri giderler. «O nun,
vahan sığırı gibi kuvveti» olduğundan l dat, X X IV , 22) söz edildiği gibi, so­
m ut o larak g ö rü ndüğünden de söz edilir. E ş’iya peygam ber, O ’nu altışar kanatlı
ve İsrafilîler (Seraplıins) denilen m eleklerle b irlik te görm üş (E ş’iya, X V , 1-3);
ve gece Y ahova, S üleym an’a da görün erek , ‘‘İste, sana ne vereyim ? ” d em iştir
(İkinci T arih ler, I, 7). Aynı zam anda Y ahova çalışır, dinlenm ez, A den bahçe­
lerini ek er, o rad a gün ü n serin zam an ların d a gezinir, Â dem ’le H avva da onun
sesini işitir. İnsan zekâsı geliştikçe, bazı dönem ve yerlerde T a n rı’nın b ir be­
dene sahip oluşu düşüncesinden vazgeçerek, O ’nu sadece tinsel b ir varlık say­
m ışlardır. N itekim , İn cil, T a n rı’yı b ir ru h saym ış, kendisine de ruh u m u zd an
ibadet etm eyi ve insan n erede o lursa olsun, d u aların ı bu T a n rı’nın h er yerde
ve h er zam an işitebileceğini savunm uştur. İslâm da ise, Y üce T a n rı, ileride gö­
receğim iz gibi, her tü rlü an tropom orfizm den k u rtarılm aya çalışılm ıştır. B unun­
la b irlik te, M üslüm anlıkta da, O , insanınkine kıyasla sonsuz olan niteliklerle
açıklanm ış, som ut ve kişisel b ir v arlık sayılm ıştır.
T an rıla rd a n b ir kısm ı da soyut k av ram ları tem sil ederler: Psyche ru h ,
Eros aşk, E irene barış tanrısı o ld u k ları gibi, T hem is adalet, Aise kad er, M oira
uyku tan rıçasıd ırlar. V e d a ’lard ak i söz tan rısı V ak, im an tanrısı S radda, servet
tanrısı Laksni de soyut tan rılard an d ır.
T anrı k av ram ın ın başladığı ilk dönem lerde insanlar, bazı doğa kuvvet ve
varlıkların ı tanrı saym ışlardır. E flatu n , ‘A po lo ji’sinde S o k rat’m ağzından güneş
ve ay tanrılığ ın a in an çtan söz eder. ‘K a n u n la r’ adlı eserinde de, b u n la rı, büyük
tan rılar olarak niteler; ‘T im ee’sinde de, en eski tan rılık o larak yeryüzünü gös­
te rir ve ‘K ra till’inde, eski Y unan göçebelerinin güneşe, aya, yeryüzüne, yıldız­
lara ve gökyüzüne ta p tık la rın ı an latır. M ax M ü ller’in güneşçilik (solarism e)
adını verdiği bu inançlar, eski M ısır, Babil ve H in t dinlerinde de görülm ek­
ledir. İn san lar, yalnız doğa kuvvet ve v arlık ların ı değil, hayvanları da ta n rı­
laştırm ışlar ya da bazı tan rıları hayvan şeklinde sim gelem işlerdir. Ö rneğin,
V eda’lard a A gni, zeki ve hızlı olduğu için at; İn d ra , kuvvetli, sağlam ve yara­
tıcı olduğu için boğa şeklinde tem sil edilm iş; ve inekleri, tim sahları, yılanları,,
m aym unları da ta n n la ştırm ışla rd ır. FinlandiyalIlar, orm an tanrısı ya da ru h u
olarak bazı ağaçları tanrı saym ışlardır.
A nlaşılıyor ki, insan ların tan rı saym adıkları şeyler, hem en hem en yok gi­
b id ir ve tan rılara yükletilm iş olan nitelikler, benzetm e, ab artm a yoluyla elde
edilm iş olan doğal ve insel k u vvetlerden başka b ir şey değildirler; yani insan­
oğlu, kendi iyi ve kötü alışkanlıklarıyla eğilim lerinin tü m ünü, ta n rıla rın a da
yükletm iş, o nları kendi suretlerin d e ve k endilerine benzer, fakat üstün varlık­
lar olarak k u tlam ışlard ır. Bu gerçeği fark eden evhem erciler (evhem erists) tan rı
düşünce ve inan cın ın , m üstesna b ir zekâ ve k u v v ete sahip olan canlı ve insel
varlıkları tanrı derecesine yükseltm ekten doğduğunu iddia etm işlerdi (Şüphe­
siz ki bu , d ah a önce b ir T an rı düşüncesinin bulunm asını g erektirir). F akat,
kuvvetli o lm anın, başarı için tek koşul olduğunu deneyleriyle öğrenm iş olan
insanın, âcizliğin yarattığı k o rk u la r içinde, kuvvetliye boyun bükm eye, itaat e t­
meye ve onun yardım ını dilenm eye zorlayan böyle b ir içgüdüyle harikayı, yapı­
cı ve yıkıcı olan büyük kuvvetleri, fark ın d a o larak ya da olm ayarak k u tsal­
laştırdığı da b ir gerçekliktir. Bunun için d ir ki, k rallar ve k a h ra m an la r da bu
m istik kuvvetlerle yüklü sayılm ış ve tan rıla rın istekleri, kralların em irlerinde-
bildirdikleri kabul edilm iş ve k ralların kuvveti de bu inançtan doğm uştur. K en­
dilerini tanrı zanneden k rallarla tan rıların oğlu zanneden şefler görüldüğü gibi,
peygam berler, p ap alar ve halifeler tü rü n d en , k en d ilerin i tan rın ın sevgilisi, ve­
k ili ve yeryüzünde gölgesi saymış olan kim seler de v ardır. T an rıla r arasında
da, ulusları yöneten devletliler gibi, özel b ir ö rgüt ve hiyerarşiye sahip o lan ­
lar da görülür: A m on-Ra, M ısır’ın öteki tan rıların ın k ralıd ır; Jü piter de, öteki
tan rılara oran la b ir k rald ır. İnsan zih n i, uygarlık yolunda ilerledikçe, ta n rı­
ların, b irtak ım insel ü lk ü ve tu tk u ları tem sil etm eye başladıkları gö rü lü r ve
o n ların heykellerinde, tem sil ettikleri ü lkülere tap ılır. Bunu E flatun çok iyi kav­
ram ıştır. ‘P h aid aro s’ adlı diyalogunda, sözünü ettiği b ir efsane dolayısıyla, ‘‘B u­
gün herkes va ktiyle alayını izledikleri T a n rı’ya saygılarını su nm akta ve kendi
karakterine uygun gelen bir a şkı seçm ektedir. Y a n i herkes, ke n d i tanrısını ya­
ratm akta ve tanrısı için k e n d i ka lb in d e bir h eykel d ik e re k onu süslem ekten hoş-
la n m aktad ır” der; nitek im O rp h eu s da, "T a n rı b izd e ölür ve yeniden b izd e di­
r ilir ’’ der.
Bütün b u ö rneklerden, T a n rı k av ram ın ın , insan k a rak ter ve tutk u ların ın
■sonsuzluğa yansıtılm ış b ir gölgesi ya da örneğinden başka b ir şey olm adığı an ­
laşılm ak tad ır. İn san , kendi kişiliğini saygıdeğer b ir d urum a getirdikçe, ta n rı­
sını d a insel tu tk u la rd a n arındırm ış ve saygıdeğer b ir v arlık o larak kutlam a
bilincine varm ıştır. H a tta d ah a ileri gidilerek d en eb ilir ki, insanlar, m itolojik
dönem lerden beri, ta n rıla rın a yükledikleri sıfatları ta k lit etm ek suretiyle, ken­
tli rezilliklerini m azu r gösterm e eğilim inden de k u rtu lam am ışlard ır. F akat için­
d e bulundu ğ u m u z çağ, gittikçe din inan cın ın ve dinsel im anın zayıflam akta ol­
d u ğ u n u gösterm ektedir. D en eb ilir ki, T an rıtan ım azlık , uygarlığın eseridir. İl­
keller, daim a doğaüstü k u vvetlerin varlığına inanm ış ve onlara tapınışlardır.
Fakat eleştirim zekâsı geliştikçe, bilim sel gerçekler, m istik m ucizeleri devirm iş
ve pozitif düşünce, h e r çeşit saçm a inanç, yalan ve h arik a tü rü n d en eski ve
geri inançları sarsm ıştır. B unu son yılların bazı deney ve gözlem lerinden de
anlayabiliriz.

4. B İR A N K E T İ N V E R İ L E R İ :

Tim e dergisinin A m erik a’da yapm ış olduğu d ik k ate değer b ir an ketin so­
nuçları şud u r:
I. T ü rlü din ve m ezhebe m ensup olan A m erikalıların büyük b ir çoğun­
luğu dinlid ir; fa k a t b u n lar, T a n rı’dan çok dine saygı duym aktadırlar. A m eri­
k an h alkın ın çoğu, ü lk ü cü , insancıl (hüm aniste) ve d inam iktirler; bireycilikle,
m ülkiyete b ağlılık d u ygularının egem enliği altın d ad ırlar.
II. H ıristiyan kilisesi, kendi T an rısın ı ö ld ü rm ü ştü r. O n ların dini, T a n rı­
sız b ir din ve T an rısız b ir T an rıb ilim d ir. Y ani, insan suretindeki T an rı ölm üş­
tü r. B ugünkü din anlayışının gayret ettiği şey, insel ru h la rı kendine hizm et et­
tirm eye elverişli, yeni b ir T an rı tanım ı elde etm ektir.
 lem i yaratm ış ve onu aşkıyla destekleyen kişisel b ir T a n rı'n ıp varlığına
im an konusu, bugün ciddî itirazlarla karşılaşm ak tadır. B unun için olacaktır
ki, Seuren K ierkegaard da vaktiyle, “Bir gün gelecektir ki, H ıristiyanlıkla d ü n ­
ya dost olacak, fa k a t o gün H ıristiya n lık ka yb o la caktır” dem işti.
Bu ankete karşılık veren Boston T an rıb ilim cilerinden Paul Ram sey, " Bi­
zim girişim lerim izin ilk olgusu, diyor, yazılı tarihin başlangıcında Tanrı ölm üş­
tür ilkesinden h areket ed erek yen i bir k ü ltü r inşa etm e k olm uştur. G o tik ka­
tedrallerin b om boş olm ası, terk edilm iş bir im anın tanıklarıdır”. N itekim Y ahu­
diler de, u ğ rad ık ları felâketler y ü zünden, iyiliksever b ir T a n rı’nın varlığı in an ­
cını yitirm işlerdir. H ayatın hiçliğine ve değersizliğine inanan m odern sanat kah­
ram anları da b ir T an rı beklem enin beyhudeliğini telkin etm ektedirler. Ö rne­
ğin, S artre ve ona bağlı olan v aroluşçular (existentialistes), «Y aradansız b ir
âlem tasarım ı, evrenin tüm çelişm e ve k arşıtların ı yüklenm iş olan b ir y aratı­
cıya in anm ak tan d ah a kolaydır» düşüncesini savunm aktadırlar. K endi hayat­
ların d a b ir T an rı problem iyle karşılaşm ad ık ların ı iddia eden bazı büyük pro­
fesörler yanında, T an rı kavram ıyla alay edenler de vard ır. D in tarihçilerinden
M artin M arty d er ki: " K ilisede her pazar, b irçok sıralar insanla dolm aktadır;
p ra tik olarak bunlar, T anrisız değildirler, am a bu adamlar, pazardan başka gün­
lerde sanki Tanrı yo k m u ş gibi hareket ederler”. D iğer b ir cizvit bilgini de şöyle
diyor: " A m e rik a B irleşik D evletlerinin tem eli, Tanrı ko rkusudur, fa k a t bu kor­
ku , yaram az çocuklar için iyidir diyebilirim . N ite k im , bizzat ken d im — bu kor­
kudan k u rtu ld u ğ u m için— d in sizim ”. (C am ilere gidenlerden pek çoğunun, cam i
d ışındaki dav ran ışları da, M artin M arty ’nin dediğinden farksız değil m id ir?).
Bir başka an k ette, A m erikalıların % 9 7 ’si T a n rı’ya inanm ış göründükleri
halde, O ’na derin d en im an ed enlerin % 2 7 ’yi geçmediği görülm ektedir. T a n rı’
yı sevip de kiliseden n efret edenlerin çoğunluğunu da gençlerin teşkil ettiği an­
laşılıyor. Büyük d ü şü n ü rlerd en biri de, " T a p ın a kta gördüğüm insanların yü zleri­
ne bakıyorum , fa k a t (m ırıldanan) kelim elerle (yapılan) jestlerin anlam ı, bunlar
için m i olduğundan em in d eğ ilim ,J diyor. Y ani b u zat, İncil m etinlerinin ve b u n ­
ları okuyan rah ib in h arek et ve deyim lerindeki anlam la kendini dinleyenlerin
gerçek inançları arasın d a b ir ilişki olm adığını iddia ediyor.
D er Spiegel dergisinin 1967 n ü sh aların d an b iri, Federal A lm anlardan üçte
birinin, T an rın ın öldüğüne in an d ığ ın d an söz eder. D anim arkalIların çoğu, İn ­
giltere, Fransa ile H ollanda ve tüm işçi sın ıfların ın kilise ve dolayısıyla T anrı
ile hiçb ir ilişkilerinin kalm am ış olduğunu a n latır. G enellikle K utsal K itapların
tanrısal b ir yapıt oldu ğ u n d an kuşkulanm ış olan Protestan ve K atolik din adam ­
ları, T anrıb ilim p rofesörleri, A nglikan, P resbiteryen ve m etodist T anrıbilim -
ciler, İncil ve T e v ra t’ın yanılgılar ve yanlışlıklarla dolu b irer m asal ve öykü
koleksiyonu olduğunu ileri sürerler. Y apılan tü rlü anketlerden anlaşıldığına
göre, K utsal K itaplara, k ırk yaşından k ü çü k olan P rotestan T anrıbilim cileriyle
pastörlerinin yüzde doksanı inanm am ış ve T a n rı’nın öldüğünü kabul etm işler­
dir. Bu in an çta olan K anadalı E. H arrisson ad ın d aki b ir tanınm ış din adam ı
'T a n rısı O lm ayan Bir K ilise’ adlı b ir y ap ıt yazm ış, A nglikan pastörlerinden
W erner Polz, ‘A rtık T an rı Y o k tu r’ adlı b ir k itap yazm aya cesaret etm iş. Birle­
şik A m erika T an rıb ilim F akültesi p ro fesörlerinden T hom as A ltizer, ‘H ıristiyan
T an rıtanım azlığ ın ın İn c ili’ adlı b ir yapıt y azarak yayım lam ıştır. B unların ve da­
ha birçok aydın ların in k â r etm iş o ld u k ları T a n rı, gerçekte H z. İsa ’nın T an rılı­
ğıdır. B unların esinledikleri ilke, A lm an filozofu N ietzsche’nin ‘Z e rd ü şt’e sa­
vundurm uş olduğu “ Tanrı ö lm ü ştü r” önerm esi olsa gerektir.
Bazıları da, im anın altın çağı saydıkları o rtaçağa dönm e özlem i içindedir­
ler. F akat gerçekte T a n rı, o çağdan itib aren ölm üştür. Siracuse Ü niversitesi
profesörlerinden G abriel V ahanian diyor ki: " H ıristiyan im am , m ührünü, sa­
natlar, p o litika ve bir kü ltü r eko n o m isi üzerine basm ak suretiyle dünyayı d e­
ğiştirdikçe, T a n rı’ya im an azalm aya başlam ıştır”. Bir büyük D om iniken rah i­
bi de, " Y ü zyılla r boyunca kilisenin T anrı'ya verm iş olduğu n itelikler yüzü n d en
Tanrı ka y b o lm u ştu r” diyor. ‘Itin eraire dergisinde, ‘T anrıtanım azlığa D air N o t­
la r’ başlıklı b ir m akale yazmış olan K atolik p ro fesörlerinden Louis Salleron
diyor ki: ‘‘D ünyada bir T anrıta n ım a zcılık pro b lem i vardır; H ıristiyanlıkta da
zalim ce bir T a n rıta n ım a zlık görülüyor. Fakat H ıristiyan olan, H ıristiyan kalm ak
suretiyle sadece T anrısız olam az; o, k e n d i im anının dünya Tanrıtanım azlığıyla
ilişkisi oranında dalgalanan bir Tanrı yapar ve ken d in in yapm ış olduğu bu Tan-
r ı’yı gerçek sayar”.
F ran sa ’da ‘France-Soir’ adlı b ir akşam gazetesinin yapm ış olduğu ankete
göre de, F ransızların % 7 3 ’ü T a n n ’ya inandığı h alde, cennete inan an lar % 39,
cehennem e in an an lar % 3 5 ’tir. Ö lüm den sonra dirilm eye ise, % 2 2 ’si in an m ak ­
ta d ır (B unların da çoğunluğunun ih tiy arlar ve k ü ltürsüz insanlar olduğunu sa­
nıyoruz). İsv eç’te T a n rı’ya % 60, İn g iltere’de % 77 kişi inandığı h alde, cennete
inan an lar % 23, cehennem e in an an lar % 21 ’dir. İsv içre’de T a n rı’ya inanm a­
yanlar % 16, Batı A lm anya’da % 19’d u r. T a n rı’ya inanm akla dinsel em irlere
itaat etm enin ayrı şeyler olduğunu p ra tik hayat deneylerinden açıkça görm ek­
teyiz. M üslüm an kavim lerde T a n rı’ya inanm ayan kim se yok gibidir. F akat T a n ­
rısal em irleri kavrayıp itaat edenlerin sayısı, T a n rı’ya in ananların sayısıyla ters
o ran tılıd ır. E lim izde m atem atik b ir belge bulu n m am akla birlik te, İslâm ülkele­
rindeki m addesel ve tinsel sefalet k a d a r da k ü ltü r seviyesinin düşüklüğü ve
din eğitim iyle görevli o lan ların ilkel zihniyeti, bu konuda başka b ir sonuç
çık arm ay a o lan ak verem ez. Bizim de M üslüm an halkın yoğunlaştığı çeşitli A s­
ya ve A frika şeh irlerin dek i kişisel gözlem lerim iz, bu acı gerçeği onaylam am ızı
gerek tirm ek ted ir.
B ütün bu düşünceleri İslâm âlem inin din vc T an rı anlayışına da uygula­
ma. cesaretini gösterecek büy ü k din ve düşünce ad am larına ihtiyaç vard ır. F a­
kat daha çok önce İb n R avendi, d in lerin , T an rı anlayışı ve insan eylem leri için
sap tad ık ları eylem ler b ak ım ın d an ne denli yanlış ve ilkel olduğuna dikkati çek­
miş; E bu Z ekeriya R azî de, d ah a X . yüzyılda, ‘P eygam berlerin H a rik a la rı’ adlı
eserinde, evvelce kaydettiğim iz gibi, tüm dinleri eleştirim ci b ir gözle çözüm ­
ledikten sonra, b u n ların in sanlara taklit ve âdet yoluyla geçtiğini, hiç kim se­
nin kendi d inini b ir karşılaştırm a ve bilgiyle seçm ediğini, zaten bu güce sahip
olan in san ların p ek az o lduğunu, bu azlığın da, peygam berlerin getirdiği dine
değil, kendi akıl ve kavrayışlarının k ab u l edebildiği inançlara bağlandığını ce­
saretle yazabilm işti. D aha yarım yüzyıl önce, M ısır bilginlerinden ve İslâm
dininde b ir reform yapılm asını düşünm üş olan Şeyh M uham m ed A bduh da, ak ­
lın kabul etm eyeceği dinsel k an ıtları saçm a saym ıştı ki, H z. M uham m ed de,
"‘D in a k ıld ır 'v e a klı olm ayanın d in i y o k tu r ” dem ek suretiyle, im an ko n u ların d a
ak ıl yolunun açılm asına izin verm işti. Şüphesiz ki, İslâm ve H ıristiyan dinleri
ve T an rı anlayışları h ak k m d ak i b u gibi düşünceler, h er iki dinin T an n b ilim -
cileri için b ir çeşit sap ık lık tır; fak at çağım ızın b u ko n u lard ak i düşünce ve
inanç akım ını d u rd u ra c a k k a d a r ü stü n bilgi ve düşünceler verebilen büyük din
adam ları da yetişm em ektedir ve yctişem eyecektir.

5. K O M Ü N İZ M D E T A N R I T A N I M A Z L I K :

Felsefe tarih in d e, “Bir H abeşli, T a nrı'yı siyah tenli, bir Trakyalı ise m avi
gözlü tasavvur eder; ö kü zlerle atlar da T a n rı’yı hayal edebilselerdi, O ’nıı an­
ca k k e n d i suretlerinde tasarlayabilirierdi” diyen X en o p h o n ’dan başlayarak,
Parm enides, D em okrit, Prodikos, G orgias, T heodoros, E p ikür, H erak lit, Luc-
recius C aru s1, doğal din taraflıları, h um anizm acılar, Spinoza ve tüm diğer bü­
yük m addeciler gibi d o ğrudan doğruya T a n rı’yı in k âr eden ya da T an rı hak-
k ın d ak i düşünceleri, T an rıb ilim ciler ta rafın d an b ir çeşit in k â r ve k ü fü r sayılan
filozofların yanında, A uguste Com te gibi, dinsel in ançları üç hal k an u nunun
T anrıbilim sel (theologıquc) dönem inden kalm ış d ü şü n ü rle r sayarak, insanlıktan
d ah a üstün ve kutsal b ir v arlık kabul etm eyen gözü pek b ir filozofla ona bağlı
o la n pozitifçiler v ard ır. J . M . G uyau, ‘Irreligion de l ’A venir’ adlı eserinde, in­
sa n ların d in lerd en ve d ogm alardan k u rtu lm a çabası içinde o ld u k ların ı, tüm
d in lerd e yalnız antropom orfizm değil, b ir de sosyom orfizm in (sociom orphism e)
bulu n d u ğ u n u savunm ak suretiyle derin b ir gerçekliği gösterm iş; J.-P . S artre ve
o n a bağlı olan lar, açıkça T anrıtanım azlığı seçm işlerdir. T üm bu tarihsel hazır­
lıklar içinde, çağım ızın b ü y ü k politik a ve, ekonom i problem lerinin kışkırttığı
yeni akım lar, kom ünizm de tam am ıyle inkârcı b ir m addeciliğin yerleşm esini sağ­
lam ıştır. H en ri D escroshe, yeni yayım ladığı ‘Socialism e et Sociologie R eligieuse’
(P aris, 1966) adlı eserinde, M arx ve E ngels’in dinsizliğine de dayan arak der ki:
“K o m ü n izm , yen i bir din değildir. O , bir din olm ayı da reddeder ve bir bilim
o lm a k ister; dinsel duygudan da tiksinir. K o m ü n izm e göre, kilise adam larının
ahlâksızlığı, p o litik erklerin (ik tid ar) ka p ita lizm e bağlılığı, insanı söm üren ek o ­
n o m ik rejim , ö lü m sü z Tanrı ve ruh tela kkilerin d eki saçm alıklar gibi yalnız H ı­
ristiyanlığa özgü (m ahsus) olm ayan inançları dolayısıyla din sizlik, dinlerin k e n ­
d i yapılarında da vardır. Bu itibarla M arxçılık, H ıristiyan T anrıbilim iyle olduğu
kadar da tü m ö te k i dinlerle d e ilgisini kesm iş o lu r”. Bu yazar, M arxçı dü şü n ­
ceyi dinsel d ü şünceden ayıran ü ç esaslı n o k ta gösterm ektedir: 1. G eçm iş din-

(1) Örneğin, Empedokles, “Tanrı’yı gözlerimiz önüne koymak veya onu el­
lerimizle tutm ak, bizim için olanaksızdır; onu insan kalbine götüren en geniş
inandırm a olanağı da yoktur” derken M.Ö. III. yüzyılda filozof Krates, Stil-
p o n ’a, “Tanrılar diz çökmelerden ve dualardan hoşlanırlar m ı?” diye sorunca,
bu filozof, “Hayvan! Bunu bana halkın içinde sorma, yalnız kalm amı bekle!”
demiş ve daha çok önce de eski Yunan bilgelerinden Bion’a, “Tanrılar var
mıdır?” diye soran birine, bu düşünür, “Zavallı ihtiyar, önce halkı uzaklaştır!”
karşılığım vermiştir. Bunlar bize, bilgin ve bilge olanlarla bilgisiz çoğunluğun
her dönemde farklı inançlara sahip olduklarını ve düşünürler üzerinde toplu­
m un yaptığı baskıları da anlatır.
İcrle bu dinlere bağlı olan rejim leri reddetm ek; 2. Sosyal ilerlem e m askesi al­
tında kılık değiştiren bugü n k ü dinlerle ilgiyi kesmiş olm ak; 3. G elecek d in ­
lerle, devletin T anrıtanım azlığıyla ve T an rıtan ım az devletçilikle ilgiyi kesm ek ...
M arxçılığa göre, u lu sların afyonu, T an rıb ilim ve fazla eleştiriye dayanam ayan
dindir. N itekim , Lenin de, kom ünist gençliğin üçüncü Rus ittihadı kongresinde,
kom ünist gençlerin rolüne d air verm iş olduğu b ir söylevde şöyle dem işti: "B iz,
ahlâkı ve ahlâkhltğı hangi anlam da inkâr ediyoruz? B iz bunları, burjuva anla­
m ında inkâr ediyoruz. Zira, burju va zid e bu ah lâ klılık, Tanrılığın em irlerinden
a k ıp gelm ektedir. Biz, kesin olarak T a n rı’ya inanm adığım ızı söylüyoruz ve ço k
iyi biliyoruz ki, Tanrı adı altında konuşanlar, gerçekte k e n d i çıkarlarını savun­
m a k için konuşanlar, rahipler ve m ü lk sahipleriyle burjuvalardır. O nlar bu ah­
lâkı, Tanrılığın em irlerinden çıkaracakları yerde, ülkü cü ya da yarı ü lk ü cü
tüm celerden çıkartm aktadırlar ki, bunlar da en sonunda ve k u v v e tle Tanrılığın
em irlerine b en zerler” (N. L enin, ‘Le R ole de la Jeunesse C om m uniste’, P aris,
1921). N aziler tarafın d an idam edilm iş ve H ıristiyanlıkta K opernikçe b ir re­
form yapm ak istem iş olan D. B onhoffer, "B iz, diyor, din d en yo ksu n bir dö n em e
doğru gidiyoruz. N ite k im ko m ü n ist rejim de din, h a lkın afyonu olarak suçlandı-
rılm ıştır. Bu, yeryü ziin d eki insanların yarısına ya kın bir k itlen in dinsizliği de­
m ektir. Zira bu rejim , m ilyonlarca insanı, T a n rı’nın varlığı kavram ından uzak-
laştırm ıştır”. Çin gibi, kom ünist olm adan önce de T an rı h a k k ın d a açık b ir b il­
gisi bulunm ayan büy ü k top lu m d a, T an rıtan ım azlık daha kolay yayılm ıştır. Z ira ,
çok eskiden KonfüÇyüs, T an rı sözcüğünden ve T a n rı’ya birtak ım sıfatlar v er­
m ekten şiddetle kaçınm ış, dinsel p roblem lerin tartışılm asında hiçbir y arar gör­
mem iş, dinsel ayin ve ibadetlere, b ir âdetten fazla değer verm em işti. O na göre,
en büyük ibadet, insan lara karşı ahlâksal ödevlerin yerine getirilm esidir. "E ğer,
der, birtakım tinsel varlıklar varsa, onlardan uza kta kalm ayı yeğ tutm alıdır.
D uanın da yararı yo ktur. Z ira g ö kyü zü , insanların iş ve düşüncelerine etk in
olarak ka rışm a z”. Bu filozof, "N a m u slu adam , diyor, ken d in i aşm aktan başka
bir şey aram az”. O , asla kutsallığa ulaşm ış olm akla övünm em iştir. "B enim h a k ­
kım d a ancak yo ru lm a k bilm eden çalışm ış ve cesareti kırılm adan başkalarına
öğretm iş bir insan olduğum söylenebilir” dem iştir. Y ani o, peygam berlik id d ia ­
sında bulu n m am ıştır. K endisi ölm ek üzereyken öğrencileri, k u rb an sunm ak is­
tem işlerse de, K onfüçyus, "B enim dualarım çoktan ya p ılm ıştır!” diyerek b u n u
reddetm iştir. O , en büyük erd em lik ten , tüm insanları sevme ödevini anlam ıştı.
Z ira ona göre, insan o n u ru , ancak toplum hayatıyla olanaklıdır. N am uslu adam ,
önce kendi kişiliğini aydın latır, sonra da b aşk aların a saygı duym ayı bilir. Y anı
insan, önce k en d in i yetiştirir, sonra da tüm h alk a m u tluluk ve esenlik verir;
kendini yetiştirm ek, ken d in e hizm et etm ek dem ektir. O , b ir y arar ya da k a r­
şılık bekleyen d u aların aleyhinde b u lu n m u ştu r. K endisiyle b irlikte, kendine bağ­
lı olanların savu n d u k ları ana düşünce, insan h ak k ın d a soyut b ir düşünce değil,
psikoloji, ahlâk ve politikayı da kavrayan b ir hayat sanatıdır. Bu b ir çeşit hü-
m anizm adır. O , ru h lard an söz etm ek istem ediği gibi, h a rik a lard an , kutsal şey­
lerin kuvvet ve karg aşalık ların d an da söz etm ek istem em iştir. O nun bu konu­
daki tutum u , b ir ne bileyim cilikten (agnosticism e) değil, günlük işlere, yakın­
larıyla ve pozitif alan la ilişkisi y ü zündendir. H ayatı, y u rttaşlarım skolastik ve
m istik spekülasyonlardan u zaklaştırm a gayreti içinde geçti. Ö zet o larak, insel
k ü ltü rle halk ın iyiliğini özdeş saymış o lan bu büyük adam , yüzyıllarca altı yedi
yüz m ilyon insana pozitif ve gerçekçi düşünceleriyle hükm etm iştir (M arcel
G ra n et, s. 386-398). B ugünkü Ç in, onu gelenekçi olduğu için terk etm iş ve
h alk ı M aoculuğun tutsağı (köle) haline getirm iştir ki, bu politik rejim , tam a­
m ıyla m addeci o ld u ğ u n d an , hem dinsiz, hem de T anrısızdır; bu sistem de reji­
m in kendisi b ir d in d ir. Buda da, açıkça T a n rı’d an söz etm em iştir. Esasen ve
genel olarak tüm din ler, b irb irin i yalanlam ak suretiyle gerçeğin, Y üce T anrı
inancının zayıflam asını ve yıkılm asını da hazırlam ışlardır. K om ünizm de, dinin
b ir sosyal olay o larak görevini tam am ladığı, h a tta insanlığın ilerlem esine ve ev­
rensel barışa engel olduğu k ab u l edilm ektedir. F akat insanları, din ve T an rı
in ancından u zak laştırm an ın bazı sakıncalarıyla olanaksızlığım fark etm iş olan
bu rejim , sim gesel de olsa, son yıllarda, insan ların kutsal k avram lara karşı olan
saygı ve d ü şk ü n lü k lerin i d ah a hoşgörüyle karşılıy o r gibi görünm ektedir.

6. EN Y E N İ İN A N Ç L A R IN A L D IĞ I Y Ö N :

M aeterlin ck ’e göre, "B ugüne d e k insanlar, başka bir d in e girm ek için, es­
kisin i terk ediyorlardı. B ugün ise, hiçb ir d in e g irm em ek için insanlar, k en d i d in ­
lerini te rk ediyorlar". V aktiyle S aint J u s ta in , kilisenin T anrıtanım azlığı h ak ­
k ın d a şöyle dem işti: "B ize T an rıta n ım a z diyorlar, pekâlâ, evet bizler, sözde
T anrı diye iddia edilen Tanrıları inkâr e ttiğ im iz için T anrıtanım azlarız" . Bü­
yük S o k ra t’m , tek T a n n ’ya inandığı için T an rıtan ım az sayılarak ölüm e m ahkûm
edildiği de u n u tu lm am ıştır. Bu diyalek tik ya da m etodik T an rıtan ım azlık her
çeşit T an rıb ilim e uygulanabilir. Bugün insan lar, T an rı hak k m d ak i yanlış ve
sak a t düşünceleri değil, T a n rı d ü şüncesinin k endisini in k âr etm ekten hoşlanı­
y o rlar gibidir. Bu nedenle b ir d ine m ensup o ld u k ları halde, dinsizlerm iş gibi
g örünm ekted irler. K aliforniya A nglikan kilisesi rah ip lerin d en J . A. Pike, kili­
selerin üçüzlem eyi terk ederek tek T a n rı’yı k ab u l etm elerini salık v erir de,
"Z ira , der, ü çüzlem e, üç Tanrı varm ış gibi bir d ü şünceyi yaratıyor ve bu d ü ­
şünce, bugün b irçok H ıristiyan din adam larına da yayılm aya başlam ıştır". O y­
sak i H z. M uham m ed, b u düşünceyi d ah a çok önce savunm uş ve Y üce T a n rı’
n ın m utlak birliği inancını getirm iştir. İn san lard a T an rıtanım azlık, k a d er inan­
cının yıkılıp, herkes kendi talih in in dem ircisidir inancı doğduktan sonra başla­
m ıştır. D ah a b irçok nedenleri b u lu n a n b u gerçeğin, üzerinde d u racak değiliz.
F akat bugü n k ü T anrıtanım azlığın gerçekte b ir insancılık (hum anism e) olduğu gö­
rü lm e k te d ir... Bugün öyle garip d in ler ve garip m ezheplerle ta rik a tla r v ardır
ki, m ilyonlarca insan, b u n lara k örü k ö rü n e inanm ış olm akla birlik te, akıl ve
bilim in gelişm eleri ö n ünde tü m ü n ü n hem saçm a olduğu, hem de yayılm ış ol­

(1) Vaktiyle Epikür de, “Halkın Tanrılarım inkâr eden kâfir değildir, fa
kat onların verdikleri karakteri Tanrılara yükleyenler kâfirdir” demişti.
d u kları toplum un koşulların d an doğan insel b ir girişim oldukları in k âr edile­
m em ek ted ir1.
Ç ağım ız M üslüm anlarının p ek de ciddî istatistiklere dayanm ayan k ab arık
sayılarını yaklaşık o larak bilm ekteyiz. Bu dinde öteki k itap lı d in le r gibi tü rlü
u lu slara dağılm ış, tü rlü m ezhep ve tarik atlara b ö lünm üştür. B unlardan gerçek
M üslüm anlığı kavram ış o lan lar da p ek çok değildir. Ç oğunluğu okuyup yazm a
bile bilm eyen İslâm kavim ler, ibadetin k u ral ve özelliklerini olduğu k a d ar da
nam azda okun acak ayetleri, M üslüm anlığın erdem leriyle yüce am açlarını b il­
m ezler. Bu, dinim izin k u su rlu o lu şu n d an değil, M üslüm an kavim lerin ilkellik­
ten ve kendi geleneksel töreleriyle alışk an lık ların d an kurtulam am ış olm aların­
d an d ır. B una, tü rlü ekonom ik, toplum sal ve siyasal nedenlerle kendilerine yol
gösteren bazı ülkücü devrim cilerin v aad ettik leri m utluluğa kavuşm a u m u d u n u
da eklem elidir. Birçok ta rik a tla r ve m ezhepler, bu vaadin ışığı altın d a asıl dini
so y su zlaştırm alard ır. A m e rik a ’d aki zencilerin M üslüm anlığı bu tü rd en d ir. İslâm
A m enttisüne asla inanm ayan b u zencilerin tan rısı yarım yüzyıl k a d a r önce, gez­
ginci b ir tü ccar olan W allace D r. F ard ad ın d ak i b ir zencinin kişiliğine b ü rü n e­
rek, — H ıristiyan tan rısın ın H z. İsa biçim ine girdiği gibi— yeryüzüne inm iş ve
Ü stad Fard M uham m ed adını alm ıştır. Beyaz ırk a düşm an olan bu T an rı, Elijah
Pool adın d a b ir zenciyi kendisine peygam ber yapm ıştır. F akat bu Tanın o rta ­
dan kaybolunca E lijah Pool de adını, E lijah M uham m ed’e çevirm iştir. 1975’e
k ad a r yaşam ış olan bu adam ın ö lüm ünden sonra, oğlu W allace peygam berlik
görevine başlam ıştır. Bu dinin b u y ru k ların ı, W a lla c e’ın babası, ‘Message to the
Blackm an in A m erica’ (Chicago, 1967) adlı eserinde toplam ıştır ki, içinde K u r’an
ve İncillerden alınm ış bazı dogm alar varsa da ne b u yapıtın, ne de bu dinin İs­
lâm lıkla hiçb ir ilgisi yoktur. Bu din in gerçek ve açık am acı, şeytan ırk ın d an tü re ­
miş olan beyaz ırk ın zalim egem enliğine son verm ek, zencilerin özgürlüğünü
sağlam ak ve onlara yak ın d a kavuşacakları esenlik ve m utluluğu m üjdelem ektir.
Çağım ız, T an rı ve din k o n u su n d a, geçm işin tüm m istik ve kutsal inanç­
larında görülen akılsal ve bilim sel aksak lık lara d ik k at ederek, insanlığa yeni
b ir yol, yeni b ir ü lk ü verm e gayretindedir. Ju lie n H uxley, 2. baskısı 1958’de
çıkan ‘V ahiysiz D in ’ adlı İngilizce eserinde, “D in, diyor, insan denilen psiko-
sosyal varlık için norm al bir işlevdir (funetion). B u bakım dan, insan için zo­
runlu gibi görünür. Fakat din, kâ firleri yaktıkça, H intlilerin yaptığı gibi, ço­
cukların kurban edilm esini iste d ik ç e ... asla g üzel ve iyi değildir. Fakat o, ge­
lecekte, ahlâkın dayanağı, bilim e im anı, hayatın, b ü y ü k adam ların ve b ü y ü k

(1) Bunlara bir örnek olarak, Hindistan’da yaygın olan, Mirza Gula
A hm ed’in, Ahmediye m ezhebini verebiliriz. K aynağını XV. yüzyılda Kabir adlı
bir m istikten alan bu mezhebe göre, Gulam Ahmed, kendisini Hz. M uham m ed’le
Hz. İsa ve Tanrı Vişnu'nun cesetlenm esi ve ardılı saydığından, Brahmanizmi
öteki dinlerin dogmalarıyla karıştırmış, sözde Vişnu'nun fallusu ile Hz. Muham-
med'in hilâlini ruhunda yoğurmuş ve bu yüzden ölüleri ikiye bölerek bir kıs­
m ını yakmak, bir kısm ım da gömmek suretiyle Tanrıların hiçbirini kızdırma­
maya dikkat etm iş Bugün Hindistan’da üç buçuk m ilyon Tanrı, 15 m ilyon evliya,
8 m ilyon rahip vardır ve bunların hepsini halk beslemeye mecburdur (Helene
Tournaire, Poivre vert,. Paris, 1966).
düşünürlerin kutsallığını savunan bir inanç olacaktır. A n c a k bu suretle insan,
bilinm ezle doğaüstü ko rku su n d a n ku rtu la b ilir’’1. N itekim , biyolojist b ir filozof
olan H aldan e, çağım ızın bilim sel k u ram ların ı b illu rlaştıran yeni b ir dinin ola-
naklığım savunm uştur. B. G rasset basım evinin P aris’te yayınlam ış olduğu ‘Ce
Q ue J e C ro is’ b aşlıklı külliyata eserleriyle k atılan Fransız A kadem isi üyelerin­
den yedi b ü yük bilgin ve d ü şü n ü r de, dogm atik ve m istik inançların yerlerini
bilim sel verilere terk etm e zo ru n d a o ld u k ların ı tü rlü şekillerde açıklam ışlar,
yani insanın din anlayışında, yeni bilgilerin ışığı altında b ir değişikliği savun­
m uşlardır. Ç ünkü insan, kendi benliğinin bilinci h a k k ın d a daha fazla bilgi elde
etm ektedir. E vren h ak k ın d a bilgim iz de genişlem iş ve yenileşm iştir. B unun için­
d ir ki, son zam an lard a İngiliz T anrıb ilim cilcri, T an rı sözcüğünü kullanm ak-
sızın yeni b ir T an rıb ilim kurm aya çalışm ak tad ırlar. O n lar, "D inler, diyorlar,
b itm ez tü k e n m e z vahiy masallarıyla insan bilgisinin ilerlem esini köstekliyorlar”.
Bugün İng iltere’de A hlâksal Birlik ve A kılsal Y ayın Cem iyeti adında iki k u ru l.
Britiş H üm an ist Cem iyeti adı altın d a birleşerek yapıcı, bilim ci, felsefe ve k ili­
senin de y ardım ından yararlan an insancı (hüm aniste) düşünceyi kurm aya ça­
lışm aktadır. Bu cem iyet, h er yıl, ahlâksal, d em o k ratik, barışçı ve evrim ci b ir
insancılık am acıyla layik kongreler yap m ak tad ır. Y ine İng iltere’de büyük vc
bilgin bir din adam ı, m itolojisiz b ir H ıristiyanlığın kurulm ası için uğraşm akta
ve bu dini, doğaüstü cü lü k ten (surnaturalism e) k u rtarm aya çalışm aktadır. A l­
m anya’da d a, R udolf B ultm an, tekvin, tu fan , Â d em ’in yaradılışı, cesetlenm e
(incarnation ), m ira ç ... gibi olayları In c il’den ve H ıristiyanlıktan atm aya çab a­
lam aktadır. O , b u g ü n k ü bilim in gelişm esi karşısın da, b u n ların pek çocukça
uyd urm alar o lduğunu ileri sürm e cesaretini gösterm iştir2. A nlaşılıyor ki, T a n rı’
ya inanm ak için, O ’n a, h a rik a la r yaratıcısıym ış gibi sıfatlar verm eye gereksinm e
y oktur. F reu d cu lar, " H a lk T an rıb ilim in in Tanrısı, bir projeksiyondur; bu pro­
jeksiyon o lm a ksızın da yaşam ak olanaklıdır” derler. O ppenheim er, ‘İnsan T a n ­
rı O lm ak İstiy o r’ adlı eserinde, tarih in bu isteği, h ü k ü m d a r ve d ik tatörlerde
gösterdiğini açıklar. N itekim , G üney P asifik ad aların d an bazıların d a tekvin ko­
nusu açık lan ırk en , ilk canlının insan olduğu ve insanın da T an rı olduğu, dinsel
b ir dogm a o larak k ab u l edilir; tüm m istikler ve özellikle varlığın birliğini savu­
nan lar, p an teistler de tü rlü m ecazlara b a şv u rarak kendilerinin T anrılığım sa­

fi) Epikür de Tanrı korkusunun ölüm ve cehennem korkusu gibi, insanın


gerçek m utluluğunu zehirleyen saçm a bir inanç olduğunu savunmuştu.
(2) Nitekim, XIII. yüzyıl Ingiliz filozoflarından Kilwardeby, Hıristiyan
lıkta im an edilen konulardan bazılarının açıkça yanlış, bazılarının felsefesel ha­
kikatlerden uzak, bazılarının da bağışlanam az gerçeklerle dolu, bir kısm ının da
Katolik im anına aykırı oldukları için uygunsuz olduklarını iddia eder ve dini il­
gileyen bazı konuların okutulm am asını savunur. XIX. yüzyıl Danimarka filozof­
larından Kierkegaard da der ki: “H ıristiyanlığı doğruymuş gibi göstermek, onu
yıkmak demektir. Isa, im anın garip konularındandır; ancak im an için vardır.
Onun Tanrılığını ispata kalkışm ak da küfürdür”. Çok daha önce, Sextus Emp-
ricus. “Tanrı hakkında, demişti, bazı m utlak şeyleri kabul edenler, bazı küfür­
lerden kurtulamazlar”. Bu gerçek, m i1âttan önce de anlaşılm ıştı. Paulos, Areo-
paj’da konuşurken, AtinalIlara, üzerinde “Bilinm edik Tanrıya” yazılı bir kutsal
mezbah gördüğünü söylem işti (Resullerin İşlemleri, XVIII, 23).
vunm uş g ib idirler. Ö zet o larak çağım ız, m istik hayat deneylerini de inceleyerek
deneysel b ir T an rıb ilim e doğru, fak at esası tam am ıyla ahlâksal, insel ve bilim ci
b ir ülküye d ayanan atılım lar içindedir. Bu tü rlü girişim ler, Batı uygarlığının
başladığı düşünce ve vicdan özgürlüğü sayesinde ve toplum un baskısı dışında
her gün b iraz d ah a genişlem ektedir.
Y u k ard an beri k aydettiklerim izden de an laşılm ıştır ki, öteki dinlerin T a n ­
rıları, m itolojik niteliklere sahip, m istik hayal gücünün beslediği ve birbiriyle
daim a kendi ü stü n lü k ve h ak olu şların ın savaşı içinde yarışan b irer tu tk u sim-
gesidirler; ve o n ların hem en hepsi de insel sıfatlar ve karak terlerle yüklü ve
insanlık için daim a b ir ihtilâf ve tefrik a ajanı olm uş kuvvetleri ve egoizm i
tem sil etm ektedirler. O n lara ib ad et ed ilir, k u rb a n la r verilir, yalvarılır, kendile­
rine ta p ın a k la r ve an ıtla r y ap ılır, kend ilerin d en yalnız bu dünya için değil,
ölüm den sonrası için de şefaat, inayet ve lü tu fla r beklenir. Bu k o n u d a ilkel an­
layışın hayal ettiği T an rılarla k itap lı d in lerin T a n rıları arasın d a, ancak çağ­
ların ve toplum ların zoru n lu olarak gerçekleştirdiği seviye ve uygarlık fa rk ın ­
dan başka b ir şey yok gibidir. F akat, H z. M uham m ed’in algıladığı ve bildirdiği
T an rı, insanlığın en son ulaşabildiği ve deyim ini M üslüm anlıkta bulan en yüce
ve en akla uygun, fa k a t yine de çelişkilerden kurtulam am ış tek ve kutsal b ir
varlıktır ki, o nu da aşağıdaki bahiste göreceğiz.

İSLÂ M D İN İN D E T A N R I (A LLA H )

" A z iz ve çelil olan Tanrı b u yurdu ki, ben k u lu m u n


zannına göreyim ”.
H ad is, E bu H ü rey re’den

D in tarihleriyle din sosyolojisi, en ilkel kavim lerin bile, doğaya olduğu k a­


d a r da ken d i h ay atların a etki yapan gizli ve büy ü k b ir kuvvet veya varlığa inan­
dık larım gösterm ektedir. Bu kuvvet, dinlerin evrim ine koşut (paralel) olarak to-
te m ’den b aşlar, tek T a n rı’ya dek tü rlü şekiler alır. T ek T an rı düşüncesini daha çok
kitaplı din ler getirm iş olm akla b irlik te, b u n ların da T an rı h ak k ın d a verdikleri
bilgiler arasın d a bazen k ab a, bazen de pek ince fa rk la r görülür. H z. M uham ­
m ed, bu k o n u d ak i anlaşm azlıkları olduğu k a d a r da bu anlaşm azlıklara neden
olan T a n rı h ak k ın d ak i fark lı düşünceleri k ald ırıp tüm insanları m u tlak ve tek
olan k u tlu , m u tlu ve U lu Y a ra d a n ’a, yani İslâm d in in in T an rısın a inandırm aya
çalışm ıştır.
C ahiliye dönem i A rapları çoktanrıcıydılar: El-Lât, El-Uzza, M enat gibi dişi
T an rıların yanında H ebel ve Z ilh alin gibi k o rk u tu cu erkek T a n rıla ra d a in an ır­
lardı; K âb e’de d ah a b irçok aşiretlerin T a n rıla rın ı tem sil eden heykeller b u lu ­
n u rd u ki, b u rası tüm sitelerde olduğu gibi, b ir çeşit P antheon vazifesini görür­
d ü . A llah sözcüğünün fon etik itibarıyla d ah a hafifletilm iş b ir şekli olan İlâh
sözcüğü de, cahiliyc dönem inde b ir özel ad o larak k u llan ılırd ı1; ve A rap lar da
T an rıların ı soyut değil, som ut vc kişisel b ir v arlık sayarlardı. Bu anlayış, İslâm
dininde dah a da kuvvetlendi ve soyut b ir T an rı inancı, T an rıtan ım azlık sayıldı.
Soyut düşünceler, genel o larak öznel kavram larla ifade edilen tasarım lardır.
B unların nesnel b ir gerçekliği olm adığı için, hem bireysel b ir değerdedir, hem
de kim se tarafın d an g örülüp algılanabilm esine o lanak yoktur. O ysaki, K u r’an,
Hz. M usa’nın ve h a tta M iraç’ta H z. M uh am m ed ’in T a n rı’yı görm üş oldukla­
rını beyan etm ektedir.
M utezile ve M a tü rid î’ler, E ş’arî ve G a z a li... H z. M usa ile T a n rı’nın görüş­
mesi hakk ın d ak i ayetleri başka başka şekillerde açıklam aya çalışırlar. K u r’anda
Hz. M usa’nın T an rı ile konuştuğu, k endisine k ırk günlük b ir m ühlet verildiği
ve kendisini göstereceği v aat edilir: " Y a R ab, b a m göriin, sana b a ka yım ” diye
yalvaran H z. M u sa’ya, T an rı da, "B en i görem ezsin ve lâkin dağa bak, yerinde
durursa beni göreceksin d e m e k tir” cevabım verir. Bunun üzerine, "R a b b i dağa
tecelli etti ve dağ parça parça old u , M usa da ken d in d en geçti” (A raf, 123). Ş üp­
hesiz ki tefsirciler, bu görüşün beden gözüyle m i, ru h gözüyle m i olabileceğine
d air olan tü rlü varsayım ları ileri sürerler; fak at K u r’an, bu konuyu açıkça şöyle
belirtm iştir: “V a h iy ile ya da bir perde arkasından olm ak, yahut elçi gönder­
m e k ve ona k e n d i izniyle istediğini va h iy• e tm e k suretlerinden başka bir suretle
T a n rı’nın insanla konuşm asına hiçbir insan nail olam az” (Şura, 49). T a n rı’nm
görülebileceğine d a ir olan varsayım ların gerçekle olan ilgisi ne olursa olsun,
Hz. M u ham m ed ’de tek ve Y üce T a n rı’yı insan lara öğretebilm ek için, O ’nu kişi-
leştirm iş, fani ve insel dilin tü rlü sözcükleriyle sıfatlandırm ıştır. Bu itibarla,
O ’n u n görülebilm esi için ciddî b ir engel k alm am ak tadır. Buna k arşın; M utezile2
ile H a ric î’ler, T a n rı’nın görülem eyeceğinde ittifa k etm işlerdir. B unlar, T a n n ’yı
m addesel v arlık lara benzetm ekten k açın arak , bu konuda K u r’an ve hadislerde
geçen dogm aları, k en d i anlayışlarına göre çevirtm işler (tevil) ve antropom or­
fizm e düşm üş olan sünn et eh li’ni h ırp alam ışlard ır; fak a t T a n rı’nın cennette
bile görülem eyeceğini savunm uş o lan M utezile’nin b ir kısm ı, yine T a n rı’nm
kendisi tarafın d an verilecek b ir altıncı duyu sayesinde, ah rette görülebileceğini
savunm uşlard ır. M uv ah h itler de, T a n rı’nın cisim li olm adığını ileri sürerek K u r’
anı, dış g örünüşüne göre açıklayanların y an ıld ık larını, bu n ların ister istem ez
antropom orfizm e d ü ştü k lerin i açıklam ışlardır; zira T an rı, cisim li o larak tecelli
etm ez, "O , hiçbir şeye benzem ez, yani hiçbir şey O ’n u n m isli değildir”. X . yüz­
yılda yayılm ış olan K erram îler de, T a n rı’yı b ir töz (cevher) saydıkları için,
antropom orfizm e düşm üşlerdir. Ç ü n k ü b u n la r, T an rısal sıfatları kabul ediyor,
bu sıfatlard an arınm ış b ir varlığın v a r olam ayacağına inanıyorlardı. Y alnız Ka-
lenderiye adını alan serseri d ervişler tarik atı, T anrılığı, zihinsel ve saf apaçık­

tı) Bu sözcüğüm aslı, İbranîce Eleh'tir ve Elohim deyimi de bu sözcükten


çıkmıştır.
(2) Daha açıkça, Sünni Tanrıbilim cilerin sapık saydıkları bu zümre, Tan
rı’nın zatına oranla sıfatları olam ayacağını, zira s’fallar kabul edilirse, o ’nun
insana benzetileceğini, Tanrı’nın ise cisim siz olduğu için hiç kimse tarafından
görülem eyeceğini ve görülmediğini savunmuşlardır ki, bu kutsal bildirilere ay­
kırıdır.
lık ların kendisi saym ışlar ve tüm sıfatları red d ed erek, T a n rı’nm soyut ve m ut­
lak b ir gerçeklik olduğu inancını savu n m u şlard ır. İslâm m ezhepleri arasında
B âtınîler, T a n rı’m n sıfatların ı in k â r etm işler, fak at b u n ları kendi anlayışlarına
göre çevirtiye çalışm ışlardır. Bu çev irtiler sayesinde o n lar, Y a ra d a n ’la yaratık
arasın d ak i sıfat ortak lığ ın ı k aldırm ış o ld u k larım zannederler.
K u r’ana göre, H z. M u sa’ya tecelli eden n u r, T u r tepesini erittiği halde,
H z. M uh am m ed ’in görm üş olduğu T an rısal n u ra , o ne olduğu bilinem eyen
S id re’nin dayanabildiği anlaşılm ak tad ır. Bu k o n u d a da tü rlü açıklam alara baş­
v u ran tefsirciler v a rd ır. H z. A yşe’n in an lattığ ın a göre, H z. M uham m ed, T an-
r ı’yı değil, C ib ril’i iki kez görm üştür. C ibril, gökten yere inerken, b u ikisi a ra ­
sındaki m esafeyi d o ld u racak denli b ü y ü k o ld u ğ unu fa rk eden Peygam bere:
" ... G ördüğünden o nunla çekişiyor m u su n u z; o nu bir kere daha görm üştü, ya­
n i onu, Sidret-ül-M ünteha yanında g ö rm ü ştü " (N ecm , 10-14) denildi. E ş’arîler,
daha ileri giderek, H z. M uham m ed’in T a n rı’yı beden gözüyle görm üş olduğuna
inanm ışlardır.
Bize öyle geliyor ki, T a n rı, sonlu ve y a ra ttık la rın d a n ayrı b ir varlık ola­
rak k ab u l edilm edikçe, beden gözüyle görülem ez; ru h gözüyle görebilm ekse,
m istik edebiyat hayallerinden doğan b ir fan to m d an başk a b ir şey değildir. Fa­
kat bu zan ve in an çların niteliği ne o lu rsa olsun, H z. M uham m ed, T an rı aşk ve
im anıyla yoğrulm uş ve onu, tü m eşyada, olaylarda, düşüncelerde, duygularda
egem en olan, b ilen ve işleyen bağım sız ve ü stü n b ir gerçeklik, b ir tüm el güç
o larak ■tanım ış, tan ıtm ıştır. İlkçağ T a n rıla rı, insanlarla ve birbirleriyle yarış
ed er ve insan lara h iç b ir vahiyde bulu n m az, ancak insanların itiraf edilebilen
ve edilem eyen çeşitli tu tk u larıy la h arek et eden ve savaşan göksel varlık lard ır.
O n ların h ayatı, trajed iler ve k ap risler içinde geçen sonsuz b ir egem enlik kav­
gasıdır. K itaplı d in lerin T an rısı ise, em irler v e rir ve b u n la ra itaat etm eyenleri
dünyada olduğu k a d a r da a h rette cezalan d ırır ve daim a b ir peygam ber aracılı­
ğıyla in san lara e m irler yollar. Bu em irlerde b ir tara fta n teh d it, b ir taraftan
şefkat ve u m u t havası dalgalanır. Bu b ak ım d an M ekkeliler ve genel o larak ca-
hiliye dönem inin T a n rı h a k k m d a k i inançlarıyla dinsel tap ım lard an (cultes)
birçoğu M üslüm anlığa sokulm uş ve yavaş yavaş esaslı bazı dönüşüm lere (istihale)
uğram ıştır. Z ira, tarihsel b ir gerçek o larak H z. M uham m ed’in T a n rı ve M üslü­
m an lık h ak k m d a k i düşünce ve in an çları, M ekke ve M edine’de inm iş olan ayet­
lerden ve tü rlü zam an lard a söylem iş olduğu h ad islerden de anlaşılacağı gibi,
zam an la olgunlaşacak cid d î b ir evrim den sonra şekillenm iştir. D enebilir ki k e n ­
disinde, T a n rı ve M ü slüm anlık h ak k m d ak i d ü şünceler, önceden planlanm ış ve
tüm ayrıntılarıyla saptanm ış değil, tü m b ü y ü k ü lk ü cü ler ve devrim cilerde oldu­
ğu gibi, h al ve koşulların o la n ak ların d an doğan zorlayıcı etkiler sayesinde geliş­
m iştir. Şüphesiz k i b u düşü n ce, im an b ak ım ın d an onun büyük kişiliğine ve
davasına k arşı b ir saldırganlık sayılır; fak at b u , onu asla küçültm ez; h a tta ter­
sine olarak d ah a da çok yüceltir. T a rih in nesnel ve tarafsız ışığı altın d a, onun
ku tsal girişim lerini b aşk a tü rlü değerlendirm eye kalkışm ak da b ir saygısız­
lık olur.
G enel o larak m istikler, T a n rı’n ın k en d in i değil, eserlerini düşünm eyi ve
O ’n a karşı d uyulan aşk ve saygıyı yaşam ayı yeğ tu ta rla r. Z ira , T a n rı’yı h ak ­
kıyla bilm ek ve tan ım ak o lanaksızdır. H z. M uham m ed, b ir hadisinde, "T a n rı’
yı en iyi tanıyanınız, T a n rı’dan en ç o k ko rka n ım zd ır, bense, O ’ndan en çok
k o rk a n ızım ” dem ektedir. O ’n u h ak k ıy la kavrayabilm e yeteneği, a n ca k H z.
M uham m ed’e bağışlanm ış b ir inayet ve lü tu f sayılm aktadır. Z ira, esasen onun
görevi, T a n rı’yı ve T a n rı’nın em irlerini in sanlara b ir m üjdeci ve sakındırıcı
o larak bild irm ek ten ib arettir; b u itib arla anlatılm asına ve nitelendirilm esine
olanak bulunm ayan ve h a tıra gelebilecek şeylerden hiçbirine benzem eyen Y ü­
ce T a n rı’yı, insan lara öğretebilm ek için, onların k u llanm akta o ld ukları fani
ve uylaşım lı (conventionnel) dil terim lerini k u llan m aktan başka çare yoktur.
Bu gerçeği çok iyi bilen H z. M uham m ed, T a n rı’m n, zatı, sıfatları, ad ları ve
eserleri bakım ın d an d ö rt çeşit tecellisi h a k k ın d a bilgiler getirm iştir.
A llah sözcüğü, k endisinden başkasına verilem eyeceğinden, Y üce T a n rı’nın
kendi adıdır. Y ani, T a n rı’nın A rapça ad ıd ır. Biz, T an rı sözcüğüyle neyi anlı­
yorsak, b ir Fransız, D ieu sözcüğüyle neyi dem ek istiyorsa, K u r’an da A rapça
bildirdiği için, T a n rı’yı A llah sözcüğüyle ad lan d ırm ıştır1. T a n rı’nm zatına özgü
sıfatlarından b ir kısm ı, diğer v arlık lard a bulunm adığı kabul edilen niteliklerdir:
V arlık, öncelik, ezelilik, kadim lik, b ak ilik , kutsallık , b irlik ve bir, ilk, so n ...
gibi sıfatlar, b u züm red en d irler. Z atın a özgü sıfatlardan b ir kısm ı da, onun
varlığını ispata yarayan sıfatlard ır: H ayat, bilim , işitim , görüm , irade, güç, ke­
lâm ve yaratm a sıfatları gibi. T a n rı’nm edim sel (fiilî) sıfatları da vard ır; b u n ­
lar, yaratm a sıfatın ın tecellileri sayılır: Y arad an , betim leyen, icat eden, öldü­
ren, dirilten , yarlıgayan, ö rtb as eden, rızk v e re n ... gibi. T a n n ’m n b ir de tinsel
sıfatları v ard ır k i b u n lar, o n u n ah lâk ın a d air olan niteliklerdir: U luluk, bilge­
lik, adalet, sabır, hesap gören, şiddetli ceza v e re n ... gibi. T anrıbilim ciler, K u r’
anda ve hadislerde geçen, T a n rı’yı bildirm ek ve o n a saygı gösterm ek için ku lla­
nılan tü rlü ad larla sıfatları sın ıflarlar ve T a n rı’nın güzel adlarının (Esma-ı hiis-
na) 99 olduğunu k ab u l ederler. T ü m sıfatların ı ise, 1001’e k ad a r çıkaran m istik
gelenek söylentileri de vard ır. H aşr suresinin 22-24’üncü ayetleri, T anrısal ad
ve sıfatların b ir kısm ını sıralar. H z. M uh am m ed ’in T anrı h ak k m d ak i inancını,
T a n rı’nın doğa ve insanlarla olan ilgisi b ak ım ın d an kendisine ayetlerle b ild i­
rilm iş olan ad , sıfat ve edim lerde (fiil) aram ak gerektir. Bu itibarla, İbn S ina’nın
‘Ş ifa’ ve ‘İş a ra t’ adlı eserlerinde ve tü rlü tefsirlerde belirtildiği gibi, İhlâs su­
resi, H z. M uham m ed’in ve dolayısıyla M üslüm anlığın T an rı anlayışını özetle­
m ektedir: "T a n rı birdir, de; Tanrı sam eddir (ken d isine yalvarılan); doğurm a­
m ış ve doğıırulm am ıştır; ve h iç .k im s e O ’nun dengi değildir’’ (İhlâs, 1-4). Ö zel­
likle H ıristiyanlığın H z. İsa ve T an rı arasın d ak i babalık ve oğulluk ilgisine
K u r’anda tü rlü vesilelerle de şiddetle itiraz edilm iştir: “ G ökleri ve yeri ibda
edene, oğul nasıl tasavvur edilir ki, O ’m ın bir eşi b ulunm az; O. her şevi yarat­
m ıştır” (E n ’am , 101); "T anrı, üçün biridir d iyenler de k â fir oldular; oysaki bir

(1) Müslümanlık. Araplar için ulusal bir dindir; dili Arapça olduğu gib
savunduğu ahlâk ve hukuk kuralları da Arapların sosyal ve psikolojik hayatında
görülen aksaklıkları düzeltme am acını taşır; ister şer’i, ister uygar olsun, her­
hangi bir ülkü, yayıldığı toplumların ve ulusların ruhsal yapısına, sosyal ihtiyaç,
m enfaat, töre, âdet ve geleneklerine göre şekiller alır. Bütün tarikat ve m ezhep­
lerde bu yersel ve ulusal özelliğin nitelikleri görülür.
T a n rı’dan başka Tanrı y o k tu r " (M aide, 73). T a n rı’ya oğul isnat ettikleri için
az kalsın, " G ö kler çatlayacak ve dağlar y ık ılıp yerlere geçecekti” (M eryem , 90)
diyecek k a d a r üçüzlem e dogm asından tiksindiren K u r’anda, H ıristiyanlığın T a n ­
rı telakkisine itiraz eden d ah a b irçok ayet v ard ır (B akara, 116; F u rk an , 2 ).
K u r’an , T a n rı’nın tekliği ü zerin d e ısrarlı telkinlerde bu lu n u r: “Tanrı, bir te k
T a n rı’dır, O ’ndan başka tapılacak y o k tu r ’’ (Âli İm ran, 2 ve B akara, 163; Saf-
fat, 5-6; N ahl, 51). Z aten , " Y e rd e ve g ö kte T a n rı’dan başka Tanrı olsaydı,
fesada uğrarlardı” (E nbiya, 22-23; İsra , 42-43).
D in tarih leri bakım ın d an tek T a n rı düşüncesini ilk savunan H z. M uham ­
m ed değildir. O n u n b u k o n u d ak i anlayışıyla araların d a pek büyük fark la r ol­
m akla b irlik te, m ilattan V I yüzyıl önce yaşam ış olduğu zannedilen Y uşa (E ş’iya)
peygam ber de onun tekliğinden söz etm iştir. “E vvel, benim , ahir benim ve ben­
den başka Tanrı y o k tu r ” (T ev rat, E ş’iya, X L IV , 6; X L II, 5 / 8 ) ayetinden de an ­
laşılacağı gibi, İslâm a riflerin in Y üce T a n rı’yı, evvel, ah ir, zahir ve bâtın sıfat­
larıyla belirtm eleri de yeni değildir1. N itekim A risto gibi, çoktanrıcı dönem le­
rin büyük b ir filozofu d a, Sokrat gibi, T a n rı’da şu sıfatları görm üştür: T an rı
b ird ir, âlem de b ird ir ve o dilediği gibi işler', değişm ez, b a k id ir ve yetkindir,
çoğalm az, h er yönde b i r d i r . İslâm ve H ıristiyan felsefe ve tarih bilim inde pek
çok tartışılm ış olan b u ve b u n a b enzer sıfatlar, b ü tü n öteki kitaplı ve kitapsız
d in lerde de az çok fark larla v ard ır. V oltaire, h içb ir dinin çoktanrıcı olm adığını,
öteki T an rıla rı da yaratan b ir Y üce T a n rı’nın b u lu n d u ğ u n u savunur; Yüce
T a n rı’nın ebedîliği k o n u su n d a tüm k itap lı d in ler birleşm iş oldukları halde, çok-
tanrılı dinlerd e b u n u n aksi k ab u l edilm iş gibidir. Ö rneğin, Em pedokles ve
E p ik ü r’e ve h a tta B udacılara göre T a n rıla r, ebedî değildir, o n lar da pek uzun
b ir ö m ü r geçirdikten sonra ölü rler; yalnız ölüm T anrısı olan M ara ebedîdir.
Ö rneğin, eski M ısırlılara göre T a n rı, insandan d ah a çok yaşar ve nihayet o da
ölür. V ed a’lard ak i T a n rıla rla Y unan T an rıları da ebedî değildirler; b u n ların
ölüm süz olabilm eleri bazı k oşullara bağ lıd ır. Y alnız, o n la r hem görülem ezler,

(D Talmud’a göre, T a n n ’nın varlığı, zihinsel bir onaydan çok, ahlâksal


bir yüküm lülüğün ürünü gibidir. Talmudcular, Eş’iya peygamberin, kaydetmiş
olduğumuz ayetini şöyle yorumlamaktadırlar: “Evvel benim, yani ben ilkim, zira
babam yoktur; ben sonum, zira kardeşim yoktur; ben sonum, zira benim oğlum
yoktur”. Bu açıklam a ile îhtâs suresi arasındaki ilişki pek açıktır. Eş’iya, başka
bir ayetinde de şöyle demektedir: “Benim; benden evvel Tanrı yoktu, benden
sonra da olm ayacaktır” (Eş’iya, XL, 4). Bir taraftan da baba, oğul deyimlerinin
Sam î kavimlerde ve hele İbr anîler de benzetm e tarzında da olsa, Tanrı için de
kullanılm ış olduğu görülmektedir: “Peygamber Hatan, Hz. Davud’a, Tanrı vah­
yini anlatırken, Yahova’nm kendisine, İsrail hüküm etini Davud neslinde tespit
edeceğini ve,T anrı adına yapılacak haneyi, Davud neslinden gelecek olanın ya­
pacağını ve, “Ben ona baba, o da bana oğul olacaktır” dediğini söyler (İkinci
Hükümdarlar, VII. 12, 14). Hz. Musa, Yahova'ya, “Kavmim, senin Tanrı’nın adı
nedir? diye sorarlar, ne diyeyim, deyince, Tanrı, Musa’ya seslenerek, ben var
olduğu için var olanın (vacib-ül-vücut), yani var olan beni size yolladı diyecek­
sin !” der (Huruç, III, 14). İsrail için bu Tanrı’nın, “Yaban sığırı gibi kuvveti
vardır” (Âdad, XXIV, 22).
(2) Ortaçağın Hıristiyan Tanrıbilimcileri bu inanca aykırı düşünenleri
kâfir saymaktadır.
hem de in san lar tarafın d an öldürülem ezler; fak at insanlar, bazı doğaüstü var­
lıkları ö ld ü reb ilirler; am a b u n d an k o rk u lu r; zira b u ru h lar, öç alabilirler. T o­
tem lerle kutsal h ayvanların ö ld ürülm eleri b u yüzdendir. Bugün h âlâ H indis­
ta n ’da, açlık tan binlerce k u rb a n veren H in tlilerin inekleri öldürm em eleri de
aynı inancın b ir sonucudur.
İn san T an rı ya d a T an rısal k ral, kendilerine tap an lar tarafın d an öldürüle-
bilir, b u n la r, T an rılığ ın cesetlenm esi (incarnation) sayılırlar; aynı zam anda âle­
min düzeni ve kendi esenliklerinin koruyucusu saydıkları için ihtiyarladıkları
zam an bu sıfatları y itirdiklerine in an ılır; b u nedenden, yerlerine b ir kuvvetlisi
b u lu n u r bulu n m az ö ld ü rü lü rler; bazen b ir günlük T an rı sayılm aları için öldü­
rülmeye razı o lan lar görü lü r. İm an edenlerin isteklerini bağışlam ayan T an rılar
ö ld ü rü lü r, cezalandırılır; heykelleri k ırılır, k ırb açlan ır, uzak lara atılır; p u tların
elbiseleri çık arılır ve k endilerine h içb ir su n ak verilm ez. H ıristiyanlıkta d a ken­
disine T an rılık sıfatı verilm iş olan H z. İsa da ö ldürülm üş b ir T anrı sayılır.
H z. M uham m ed, m u tlak su rette tek o lan b ir T an rı inancım telkin etm eye
uğraşm ış olm akla b irlik te, insan zihn in in ve dolayısıyla toplum ların evrim iyle
paralel olarak gelişen T an rı düşüncesi, h içb ir zam an gerçek anlam da m utlak
birliğe kav u ştu ru lam am ıştır. İslâm T an rısı da, tüm gayretlere k arşın , ilkçağ­
ların J ü p ite r ya da Z e u s’un a, Z e rd ü şt’ü n A h u ram azd a’sına hizm et eden yardım cı
T an rılara ya da İslâm da b u n ların yerine geçen büyük ve kü çü k m elekler, h atta
şeytanlar ve cin ler şeklinde k u tsal sayılan v arlık ların yardım ına m uhtaçm ış gibi
gösterilm iş ve b u n lar, T a n rı’nın en yakın yöneticileri sayılarak, k u tlanm ışlardır.
E vliyalara yalvarm ak, Peygam bere sığınarak o n d an şefaat um m ak, doğrudan
doğruya T a n rı’ya yaklaşm am ak gibi hal ve in an çlar, yaşanılan toplum daki sos­
yal hiyerarşinin ve b u hiyerarşiye bağlı o lan hayat tarzının göksel âlem de de
var olduğuna inanıldığını gösterir. Ç evirti ve yorum lam a sayesinde, zihinleri,
bu çeşit benzetm e ve yak ıştırm alard an tem izlem eye çalışm ışsa da, gerçekte bu
uğraşıların kendileri bile, insan zihnini etkileyen sosyal ve k ü ltü rel baskıları
onaylam aya tan ık lık ederler. B unun için d ir ki, ak lın ve bilim in ışığından göz­
leri kam aşan T anrıb ilim cilerin çoğu, b u tü rlü düşünceleri kâfirlik saym ış, böyle
düşünenlere yalnız dün y ad a değil, ölüm den sonra da cezaların en ıstırap vere­
nini lâyık görm üşlerdir. Y ani o n lar, m eleklerden, şeytanlardan, cinlerden ilgi­
sini kesm iş, h a tta b u n ları yaratm am ış ve kendi iradesini m u tlak surette y arat­
tık ların ın gönlüne işlemiş ve yalnız, hayır ve hidayeti y a ra tarak dünyam ızı cen­
net haline getirm eyi istem iş olan b ir Y üce ve  licenap T a n rı’yı düşünm ekten
korkm uşlard ır. Z ira, böyle düşünm ek, K u r’ana aykırı sayılm ıştır.
T an rı nasıl b ir v a rlık tır? O , neye b en zer? Y u hanna, G enel K itapçığında
(IV , 12), O ’n u , " A sla k im se g örm em iştir” der. K u r’anda ise, tü rlü sıfatlarla
açıklanm ış olan T a n rı, şu ayetin m ecazlı ve simgesel deyim iyle tanım lanm ıştır:
“Tanrı, göklerin ve yerin n urudur; O ’n un nuru, içinde çerağ bulunan bir k a n ­
dile benzer. Çerağ, bir cam içindedir; cam da sa n ki ışıldayan bir yıldızdır. D o­
ğuda ve batıda yetişm eyen bir zeytin ağacından yakılır: ateş dokiınm asa da,
yağı hem en ışık verir; O, n u r üstiine n u r d u r ...” (N ur, 35)1. İlkçağlardan beri,

(1) Bu ayet, d a h a çok önce In c il’de de şöyle ifade edilm işti: “O, y a n a n ve
nur saçan bir çerağ id i” (Y u h a n n a , V, 35).
tüm D oğu ve Batı âlem inde görülen din ve ta rik atla rın pek çoğunda olduğu
k ad ar da k itaplı din lerd e ışın, ışık ve n u r deyim leri, T anrısal ve kutsal yüce­
liğin sıfatı, h a tta bazen de kendisi o larak kullanılm ıştır. T a n n ’yı görm üş oldu­
ğunu iddia edenlerin bilinçlerinde kalan son izlenim , gözleri ve ru h ları kam aş­
tıran ışın ve n u rd a n ib arettir. Y u k ard ak i ayette de görüldüğü gibi, K u r’an bu
tasarım veya izlenim e b ir yenilik getirm ediği gibi, T a n rı’yı hayal edebilm eye
olsun hizm et edebilecek b ir b aşka sıfat ya da deyim şekli kullanm ış değildir.
İlkel zekâlar, kendi seviyelerine uygun b ir y aradanı hayal ederler. M istik ru h ­
lar da az çok b u k arak terd ed irler; fak at, seçkin ve üstü n ru h lar, T an rıların ı
b u lu rlar; peygam berler bu tü rd en d irler. B unlar, b u ld u k ları T an rı ile konuş­
tu klarını iddia çtm işlerdir. D in ad am ların ın çoğu, T a n rı’nm kendini akıl ve
bilgi sahibi in san lard an saklayarak yalnız b irk aç seçkin kişiye göründüğünü
zannetm işlerdir.
T an rı, kişisel ve som ut b ir v arlık sayıldığı için, O ’nun m akam ı n eresidir?
O , nerede b u lu n u r? gibi so ru lar ak la gelebilir. Şüphesiz ki T an rı, uzaydan arın ­
m ış, h er yerde h azır, görücü ve gözetleyici b ir m u tluluk ve m üb arek lik tir. T ev­
r a t’ta E ş’iya ve H azkıya peygam berler, T a n rı’yı yüksekte, b u lu tla r üzerindeki
b ir tah t ü stü n d e o turm uş b ir insan şeklinde görm üş old u k ların d an söz eder­
ler (E ş’iya, V I; H azkıya, III). N itekim , b irçok H ıristiyan ressam ları d a, T an-
r ı’yı b u lu tla r ü stü n d e ya da arasın d a yerleşm iş ihtiyar ve güzel b ir adam şek­
linde betim lerler. F ak at, K u r’an ve hadislerle b u n lar h a k k ın d a tü rlü yorum la­
m alard a b u lu n an İslâm bilginleri, tam am en m istik ve h atta imgesel b ire r ta­
sarım olan ve ne olduğunu kendileri k a d a r da H z. M uham m ed’in açıklam adığı,
h atta açıklayam am ış olduğu şöyle b ir yeri T a n rı’ya lâyık görürler: T ab a k a ta­
b ak a yükselen birtak ım m akam ların en ü stü n d e A rş v a rd ır; onun altında K ürsî,
d aha sonra gökler ve cennette Sidre v a rd ır; A rş, sonsuz ve yüce b ir çevredir;
âlem hak k m d ak i tüm tasarım lar o nda sona erer. T a n rı, S id re’nin en son ucu­
nu n ötesin d ed ir ve o, " B ü y ü k A r ş ’ın sah ib id ir” (T övbe, 126); " O ’nu n kürsüsü,
gökleri ve yeri kaplar ve göklerle yeri ve tü m evren ve uzayı ko ru m a k, O ’na
hiçbir zo rlu k ve ağırlık ve rm e z”. (B akara, 2 5 6 ); fak at O ’nu, " G özler idrak
etm ez, O gözleri idrak eder, öyle lâtif, öyle (her şeyden) haberi vardır”. T efsir­
ciler, K ürsî terim ine, bilim ve k u d re t anlam ını v erirler. S ünnet ehli, T a n rı’m n
uzay ve cihetten aşkın o lduğunu, fak at A rş üzerine de yayılm ış bulu n d u ğ u n u
kabul ederler. Son çağların T anrıbilim cileriyse, T anrısal em rin tüm varlık lar
üzerine taşm ış olduğunu ve T a n rı’nın tüm y arattık ların ı kendi em ri altına al­
mış b u lu n d u ğ u n u sav u n u rlar. Ö zet olarak T a n rı’ya belli b ir yer, b ir m akam
verm ek, O ’nun tüm âlem leri k u şatan sonsuz u lu lu ğunu sınırlam ak gibi b ir yan­
lış düşünceye k ap ılm ak olur. Z ira O , " G öklerin ve yerin ve bü tü n aralarında-
k in in R a b b id ir” (D u h an , 7-8); "O , doğunun ve batının R abbi, başka Tanrı yok.
A n c a k O . Y a ln ız O ’nu v e k il tu t!” (M üzem m il, 9).
Bu son ayette m aşrık ve m ağrib sözcükleri kullanılm ıştır. B unlar ise, doğu
ve b atı dem ek değildir; güneşin doğup b attığı yerler dem ektir. T efsirciler b u ­
n u , parlayan ve sönen h er şeyin R abbi diye yoru m larlar. K u r’an b u iki ciheti,
evrenin tekm il yönleri anlam ına kullanm ış sayılm azsa, güney ve kuzeyden söz
edilm ediği için, T a n rı’nm b u iki cihetle h içb ir ilgisi yokm uş gibi dine aykırı
bir düşünce akla gelebilir. Başka b ir ayet, b u düşünceyi b iraz olsun zihinden
uzaklaştırm aya hizm et eder: “D oğu da batı da T a n rı’nındır, ne tarafa yönelir­
seniz, T a n rı’m n y ü zü oradadır. M u h a k k a k Tanrı geniştir ve her şeyi bilir” (Ba­
k ara, 115). T a n rı, tüm âlem lerin ve y aratık ların T an rısıd ır am a, yalnız kendisine
im an etm iş o lan ların k o ru y u cu su d u r ve yardım cısıdır; (Âli İm ran, 65; Bakara,
258), im an etm eyenlerin değil. T an rılığ ın ı, im an etm eyenlere tanıtm am ış, h atta
Peygam beri aracılığıyla da tan ıtm ak istem em iş olduğuna ve tanıtm ış olsa da,
hidayete nail edip etm em ek hususu k en d i ta k d ir ve isteğine bağlı bulunm asına
göre, âlem lerin R abbi sıfatı ü zerinde bazı tartışm alar olanaklıdır. K u r’andaki
birçok h itap lar, " E y ahali! E y im an ed en ler!” şeklindedir ve Hz. M uham m ed’in,
kendilerine h itap etm iş olduğu kim seler, çevresinde yaşadığı h alk tab ak alarıd ır.
T üm insanları içine alan açık b ir h itap v ar olm adığı içindir ki, T an rıbilim ciler ve
tefsirciler, İslâm davasının ana ilkesini teşkil eden "âlem lerin R a b b i” d ü şü n ­
cesini, canlı ve cansız, m üşrik, k âfir tüm y aratık lara da teşm il ed er ve, "E y n â s!”
h itabını, "E y tüm insanlar!” diye çevirirler. T a n rı, uzaydan arınm ış olm asına
karşın, her yerde h azır ve n azırd ır; fak at çoğu m onoideism e’e ve m onom ant’ye
tutulm uş olan m istiklere göre, O ’nun yeri, g ö n ü ld ür, y ürektir. O n lar, her şey
saydıkları T a n rı’yı, bu dünyada göreceklerini u m arlar; oysaki dinler, im an eden­
lerin O ’nu , ah rette, görebileceklerini sav u n u rlar. (F atiha, 1; M üm in, 64-66; Ah-
kaf, 35) surelerinde âlem lerin T anrısı kavram ı açıkça belirtilm iştir1. N itekim
S aint-Paulos’da "D ü n ya d a p u tu n bir şey olm adığını ve bir TanrTdan başka
Tanrı olm adığını biliyoruz. Zira, gerek gökte, gerek yerde ilâh denilenler var­
sa da — vakıa ço k ilâhlar ve R aplar vardır— bizce bir te k Tanrı, yani Baba
vardır ki, tü m evren ondandır, b izd e o n u n la y ız” (K orentlilere B irinci K itapçık,
V III, 5, 6) dem ek suretiyle H z. M uham m ed’den çok önce hem T an rın ın b irli­
ğini hem de onun tüm âlem lerin T anrısı olduğunu öğretm eye çalışm ıştır.
T a n rı’nın varlığı neyle ispat ed ilir? H z. M uham m ed, ispatın som ut belge­
lerle daha verim li ve kolay olacağını çok iyi anlam ıştır. Z ira, araların d a yaşa­
m akta olduğu kavm in bilgi seviyesi, hangi dine m ensup olurlarsa olsunlar, so­
yut ve m etafizik düşünceleri kavrayacak denli yetkin değildi. G elecek kuşaklara
ve kavim lere gelince, b u n ların yeter derecede olgun ve gelişmiş olanları, onun
savunduğu gerçekleri kavrayabilen b ir azınlık o lacaktır; çoğunluk ise, h er çağ­

(1) Âlemlerin Rabbi inancı, en şüphe götürmez şekliyle M üslüm anlığın­


dır. Fakat, örneğin, Hazkıya peygamber şöyle dua eder: “Ey Kerubîler üzerinde
oturan İsrail’in Tanrısı, efendim iz, zem inin bütün m em leketlerinin Tanrısı yal­
nız sensin, gökleri ve yeri sen yarattın” (Dördüncü Hükümdarlar, XIV, 15). Bu
duayı Eş’iya peygamber de teyit eder (.Eş’iya, XXXVII, 15-17). Nitekim Tevrat
da Hz. Musa ve Harun’un şu sistem ini kaydederken aynı fikri savunmuş olur:
“Ey Tanrı, bütün insan ruhlarının Tanrısı! Bir insan günah işlediği zaman, bü­
tün cem aate de öfkelenirsin” (Âdad, XVI, 22; XXVIII, 16). Oysaki, Talmudcu-
lara göre, Yahova, “Dünyaya gelen herkesin Tanrısıyım; fakat puta tapanların
Tanrısı değil, yalnız İsrail’in Tanrısı denilecektir”. Talmud, yeryüzünde 70 ulusla
70 dilin bulunduğunu kabul eder. Tanrı ağzından çıkan her cümle, 70 dile bölü­
nür. Kamış bayram larının sekizinci gününde 70 ulusun iyiliği için 70 genç öküz
kurban edilir” (Cohen, s. 109). Evvelce de yazdığımız gibi, 70’in kutsallığı, yal­
nız Islâmlarda değil, bütün Sam i kavimlerde de vardır.
da az çok aynı seviye ve anlayışta olan h alk tab ak alarıd ır ki, bu n lara som ut ve
her zam an rastlad ık ları olay ve v arlık lara d ik k at ettirm ekle T a n rı’nın yüce
varlığına akıl erd irm eleri sağlanabilir. B unun için o, her şeyden önce, T a n rı’nm
her şeye gücü yettiği ilkesinden h arek et eder. Y aratm a gücünü, T a n rı’nın v arlı­
ğını ispat etm ekte en önem li b ir koşul olduğunu b elirtm iş ve yaratılm ış olan her
şeyin, ancak in san lar için v ü cuda getirilm iş olduğunu bildiren vahiyleri ileri
sürerek b u n d a ibret ve d ik k ati çeken gerçeklerin gizli b u lunduğunu yine T an ­
rısal b ir em ir o larak bild irm iştir. Şu ayetlerden, “T a n rı’nın her şeye gücü yet­
tiğini, dilediğini yarattığını, dirilten ve öldürenin O o ld u ğ u n u ” ve, "B ir şeyin
olm asını dilerse ona sadece ol! der, o, o lu r” (Âli İm ran, 45 ve B akara, 148;
M aide, 17, 120; H icr, 24) gerçeğini öğreniriz. T a n rı’nın yüce gücünü anlam ak
için daha birçok v arlık lara d ik k at etm ek gerektir: “D evenin nasıl yaratılm ış
olduğuna, g ö k y ü zü n ü n kaldırıldığına, dağların nasıl d ikildiğine ve yeryüzüne
nasıl yayıldığına bakm azlar m ı? ” (G aşiye, 17-20); “Birbirini kışkırta ra k izle­
yen gece, g ü n d ü zü b ürüm üştür; güneş, ay, yıldızlar O ’nun em rine boyun eğ­
m iştir” (Â raf, 54); " S ize analarınızın karnında dilediği şekli veren O ’d u r” (Âli
İm ran, 4 ); zira T a n rı’nın, "H er şeye gücü yeter; geceyi gündüze, g ü ndüzü gece­
ye sokar; ölüden diri, diriden ölü çıka rır” (Âli İm ran, 27). T a n rı, yaratm a işin­
de lıichir zorluğa uğram az: “Bir şeyin olm asını dilediği zam an ona sö zü m ü z, ol!
d em ekten ibarettir; o da hem en o lu r” (N ahl, 40). Buna karşın, Y üce T an rı,
kozm ogoni b ahsinde de göreceğim iz gibi, âlem i b ir anda, verm iş olduğu ol!
em riyle yaratm am ış, T e v ra t’ta da belirtildiği gibi, altı günde yaratm ıştır. K u r’an ­
d ak i bu çelişikliği giderm ek için tü rlü y o rum lam alara b aşv urulabilir. T a n rı’
nın yaratıcılık gücü ve diğer güçleri K u r’am n tü rlü surelerinde belirtilm iştir
(İb rah im , 20; F u rk an , 61; R um , 40; N ccm , 42-58; N isa, 1; M aide, 19). G örü­
lüyor ki. tüm b u ispat k a n ıtla rı, erekçi (finaliste) b ir esasa dayanm aktadır; vc
hem en hepsi, doğanın güzelliği, berek eti, nim etleri ve insanların yapam ayacağı
h arik alarla, henüz ne olduğu bilinm even d u ru m lar, olavlar ve nedenler gibi
üzerlerinde m antıksal d iy alektiklerin olanaklı olduğu şeylerdir.
T a n rı neleri b ilir ve ne gibi k arak terlere sa h ip tir? O ’nu n bilm ediği hiç
b ir şey y o k tu r: " G öklerin ve yerin b ilin m ed iklerin i b ilir” (F atır, 36); " Y eryü ­
zü n d e ve g ö k y ü zü n d e hiçb ir şey T a n rı’dan gizli k a lm a z” (Â li İm ran , 29, 34);
“G aybın anahtarları O ’ndadır, onları ancak O bilir, hem d e karada ve d enizde
ne varsa h ep sin i verir, diisen bir yapraktan yeryü zü n ü n karanlıklarına inen bir
taneye kadar her şeyi bilir” (Âli İm ran , 3, 15, 59); “G öklerin ve yerin gaybı
T a n rı’n ın d ır” (H u d , 122; F atır, 3 6); "T a n rı n eyi gizler, neyi açığa vurursanız
h epsini b ilir” (N ahl, 19, 77). K u r’an, O ’n u n bilicilik sıfatını belirten pek çok
ayetle sü slü d ü r (B akara, 137, 181, 225, 256; Âli İm ran, 70; H ad id , A-6). Tan-
r ı’nm bilgisi ezelîdir; yani, gerçeklenm iş ve gerçeklenecek olan olay ve var­
lıkları, b u n lard ak i h er değişm e ve h e r oluşu önceden, b u n la r daha gerçeklen­
meye başlam adan önce b ilir. Bu ezelî bilim sorunu, T anrısal ta k d ir ve elindelik
(libre arb itre) problem iyle de ilgili olduğu için, k elâm cılar ve genel o larak Tan-
rıbilim ciler arasın d a geniş tartışm alara neden olm uştur. K ader ve elindelik bah­
sinde de değineceğim iz b u k o n u pek önem lidir. S ünnîler, T a n rı’m n bilim i de­
ğişm ez, d erler, b u itib arla evrende olm uş ve olacak ne varsa tüm ü T a n rı’nın
öncel bilgisinde gizlidir. N itekim K u r’an d a, " G ö klerd e ve yerde hiçbir zerre
yo k tu r ki, O ’n un bilim in d en g izli kalsın; k ü ç ü k , b ü y ü k her şey, L evh-i M ah­
fu z'd a ya zılıd ır” (Sebe, 3, F atır, 36); zira, " Y ü c e Tanrı, her şeyin sa ym anıdır”
(N isa, 84) denilm ektedir. Şiî kelâm cıları, tü rlü ayetlere dayanarak T anrısal
bilim in değişken olduğunu ileri sürerler. İm am îler, bu konuda d ah a ılım lıdırlar;
değişkenliği kabul edenler, T a n rı’nın v a r olm ayanla olanaklı olm ayan hak k ın d a
bir bilgiye sahip olm adığını, ancak b ir şey gerçekleştikçe, T anrısal bilginin de
bu gerçekleşm eyle b irlik te m eydana geldiğini an latırlar. Bize öyle geliyor ki,
onların böyle düşünm elerinin başlıca n edeni, şerri yaratanın ve insanı şu ya
da bu şekilde h arek et etm eye zorlayanın T an rı olm adığını belirtm ek ve insanın
ahlâksal sorum luluğuyla özgürlüğünü k o ru m ak tır. O ysaki T a n rı, âdeta şerre
hizm et etm ekte, şeytanla ittifak etm iş gibi, insan ların k u llan m ak ta oldukları
hile ve önlem lere, d ah a fazlasıyla k arşılık h azırlayan b ir k arak tere sahipm iş gi­
bi de görünm ektedir. H z. İsa ’ya ait b ir öyküde şöyle denilm ektedir: "T anrı, hi­
lelerine hile (m ikr) yaptı; Tanrı, h ile yapanların hayırlısıdır” (Âli İm ran , 51).
Hz. M usa da şöyle diyor: " O , anca k senin fitn en ; sen bununla dilediğini sa­
pıttırır, dilediğini hidayete k a v u ştu ru rsu n ” (Â raf, 155). Aynı surede, " T a n rı’nın
hilesinden em in m i o ld u la r? ” sorusu da v ard ır. N itekim , ayetlerini yalanlayan­
lara karşı T an rı, " İp in i uzatırım , çü n k ü tuzağım p ek sağlam dır" der, "O nlara,
tu za k kurarlarken, Tanrı da onlara tu za k ku ru yo rd u ve Tanrı, tu za k kuranların
hayırlısıdır” (E nfal, 30) deniliyor. H ileye baş v u ra n ların hiç biri Y üce T a n rı’
nın hilesinden y akalarını k u rtaram azlar: "O nlardan e vvelkiler d e hile yapm ış­
lardı, fa k a t tüm hileler T a n rı’n ın d ır” (R a ’d, 44). S alih peygam berle Sem ud kav-
mi arasınd ak i olaylar dolayısıyla da şöyle d enilm ektedir: "B öyle bir h ile ku r­
dular, b iz de bir hile k u rm u ştu k , haberleri y o k ; bak, hilelerinin sonu ne oldu?
K endilerini ve ka vim lerin i ortadan k a ld ırd ık ” (N em i, 51-52). Bu, öteden beri
Ulu T a n rı’n ın âdeti g ibidir: "O nlardan önce fira vu n k a vm in i fitn ey e düşür­
d ü k; onlara da kerem sahibi bir elçi g elm işti” (D u h an, 17). Şu ayetler de T anrı
hilesini te k ra r ederler: "H a b erin iz olsun, T a n rı’nın hilesi daha çabuktur; elçi­
lerim iz (m elekler) hilelerinizi yazm aktadırlar” (Y unus, 22; İb rah im , 46; T arık ,
15-16). G örülüyor k i T an rı, insanları hile veya tuzak ku rm ak ta serbest b ıra k ­
mış, hilenin önüne geçme lü tfu n d a b ulunm am ış; h atta bu konuda insanla b ir
çeşit yarışa çıkm ıştır; âdeta Y üce T a n rı, insanın yalnız k ö tülük işlem esi için
özgürlüğüne dokunm am ış ve şer k o n u su n d a insan lara yardım etm ekten çekin­
m em iştir: "H er kasabada, hile yapsınlar diye, suçlularının büyü klerin i m a ka m ­
da tu tm akta yız; o ysaki bunlar, h ileyi k e n d i nefislerine yaptıklarının fa rkın d a
değildirler” (E n ’am , 123). T efsirciler, h erhangi b ir günaha girm e korkusuyla
bu çeşit ayet ve olayları tü rlü şekillerde yorum lam aktadırlar.
F akat Y üce T a n rı, b ir ta ra fta n da, " İz z e t sahibi, öç alıcı, yarlıgayıcı, m er­
ham etli ve cezaları da şid d etlid ir” (Âli İm ran , 3; B akara, 212; M aide, 65-98);
aynı zam anda O , âlem lere zulm edilm esini istem ez; işlerinde adaletten ayrıl­
maz ve k u lların a asla zulüm de yapm az (Âli İm ran, 16, 105, 182; N isa, 59).
Y üce T an rı, h içb ir n an k ö r ve günahlıyı sevm ediği gibi, fesadı da sevm ez ve
çarçabuk hesap görm ekten de çekinm ez (B akara, 203, 206, 277; M üm in, 17); iş­
kencesinin şiddeti k a d a r da in san lar için şefkat ve m erham et sahibidir (B akara,
143 173, 226). K âfirlere hidayet nasip etm eyen U lu T a n rı, b ir kavm e lütfetm iş
olduğu nim etleri, o n lar kendi n efislerindekini değiştirm edikçe değiştirm ez ve
iyilerin ücretin i yitirm ez (T övbe, 120). O , “Bir n efse ancak gücünün yeteceği
kadarını y ü k le tir ” (B akara, 2 8 7 ). T an rı zengindir, “G öklerde ve yerde ne
varsa hepsi o n u n d u r” (N isa, 24; L okm an, 26 ). G ökleri ve yeri y aratan, halka
yem ek verdiği h alde kendisi yem ek yem eyen (E n ’am , 14) Y üce T a n rı’nm em ir
ve iradesi dışında h içb ir olay ve v arlık m eydana gelem ez. İn sanların, “İy ilik ve
çıkarlarını bilen O ’d u r ” (B akara, 239). K ullarının onaylam alarıyla in kârlarım
gören (Ali İm ran , 18) ve h er şeyden m üstağni olduğu halde yum uşak yürekli
(halim ) olan (B akara, 264; E n ’am , 133), dilediğini başarılara nail eden (Âli
İm ran, 11) U lu T an rı, azizdir, bilgedir (Âli İm ran, 4); insanlara, “D in ve d ü n ­
ya işlerini öğretir” (B akara, 283); k endisine ve elçisine itaat etm eyenleri sev­
m ez (Âli İm ran , 30). D aim a sab ır ve seb at edenlerle b irlik ted ir (B akara, 230);
ö ldüren, d irilten O olduğu gibi, y ardım cıların en hayırlısı da O ’d u r (Âli İm ran,
149). " O ’ndan başka tapılacak y o k tu r h em de O ’na dönülecektir; O , daim a
bird ir” (M üm in, 65).
K u r’anm hem en h er suresinde ve hadislerin birçoğunda, Y üce T a n rı’nın
türlü kutsal nitelikleri ve k arak terleri, çeşitli deyim lerle ve tü rlü vesilelerle
tek rar edilir. B unlarda güdülen anıaç, d ah a çok öğretseldir (didactique). İnsan­
larda da v a r olabilen tü rlü ahlâksal k arak terlerin aşkın ve üstün derecelerine
sahip olan T a n rı’n ın kutsal sıfatları, h ay ır ve şerri içine alan ve bu iki yönde
de gelişerek kendi dileğine göre âlem e uygulanan T anrısal keyif ve isteğin te­
cellilerinden ib arettir.
T a n rı’nın varlığını ispat etm eye yarayan belgelere gelince, y u k ard a da işa­
ret ettiğim iz gibi, b u belgeler, soyut ve m ecazlı olm aktan çok, so m u ttu r ve h er
zam an görüp dokunabildiğim iz g erçekliklerdir. K u r’anda ve hadislerde b u ko­
nu erekçi (finaliste) b ir görüşle açık lanm ıştır. T üm evren ve hele dünya ile
dünya gökyüzünün kapsam ış olduğu v arlık ların hepsi, insan için vücuda gelmiş
gösterilm ekte, tüm doğa olay ve k an u n ların ın v erileri, insana hizm et etm ek, in­
sana Y üce T a n rı’nın güçlerini, nim et ve büyüklüğünü anlatm ak için m eydana
getirildikleri telkin edilm ektedir. Pek çok te k ra r edilen aynı anlam daki ayet­
lerin hem en h epsinde, ispat belgesi o larak s u ’yun pek önem li b ir rol oynadığı
görülür; d ah a sonra gem iler, gece gündüz, yıldızlar, rüzgârlar, b u lu tlar; hay­
v an lar gelir ki, tüm b u n la rın , h ep insana hizm et etm ek için T a n rı’nın varlık ve
gücünün işaretleri o larak yaratılm ış o ld u k ları an latılır: “Y e ryü zü n ü , sizin için
beşik yapan, doğru gitm en iz için yollar açan, yukardan ölçüyle su indirerek ölü
kasabaya hayat yayan O ’dur; tü m çiftleri yaratan ve sırtlarına kurulasınız diye
sizin için gem ilerden ve y u m u şa k başlı hayvanlardan taşıtlar yapan O ’d u r”
(Z u h ru f, 11-14); “İnsan, yem eğine baksın; bol bol su d ö k m ek teyiz; sonra yer­
yü zü n ü ya ym aktayız; onda taneler, üzüm ler, yoncalar, zeytinlikler; hurm alıklar,
yaygın bahçeler; m eyveler, çayırlar yetiştirm ekteyiz. (B unların hepsi), S izin ve
davarlarınızın geçim i iç in " (A bese, 22-32); “S ize rahm etinden tattırm ak için
m ü jdeci olarak rüzgârları yollam ası, O 'n u n m ucizelerindendir; O , rüzgârları
gönderir, bulutlar savrulur ve onu göklere nasıl isterse öyle yayar; parça parça
eder; aralarından yağm urun çıktığ ın ı görürsün, sonra da onu kullarından dile­
diklerine d ö kü verin ce h em en yü zleri g üler” (R um , 46, 48); "G ecede, g ü n d ü z­
de u yum an ız ve fa zlın d a n nasip aram anız da O ’n u n m ucizelerindendir; size hem
korku, hem d e tam ah için şim şek gösteriyor ve g ö kyü zü n d en bir su indiriyor da,
onunla yeryü zü n e ö lüm den sonra hayat veriyor ki, bu da O ’nu n m ucizelerihden-
dir; O ’nu n em riyle g ö k ve yerin durm ası ve sonra sizi birdenbire çağırdığı va­
kit, yeryü zü n d en hem en ç ık m a n ız da O ’nun m u cizelerindendir” (R um , 20-25).
Peygam berlerin getirm iş o ld u k ları h ab erlerd en şüphe ederek anlaşm azlığa
düşm üş olan lara, yapılan şu ih ta r da T an rı varlığının belgelerindendir: " Y e r ­
yü zünü döşek ve dağları birer k a z ık yapan ve sizieri çift çift yaratıp dinlenm e­
n iz için u y k u veren v e ü stü n ü ze ' yed i sağlam binayı çatan ve içlerine parlak,
ışıl işti bir ka n d il asan ve onunla taneler, bağlar, bahçeler çıkaralım diye o sıvı
sızdıran yerlerden şarıl şarıl su indiren biz değil m iy iz? ” (N ebe, 5-16-. Casiye
suresinin 4, 5, 12’nci ayetleri de T a n rı varlığının k an ıtı o larak hayvanların çe­
şitlendirilm iş o lm asından, geceyle g ündüzden, yağm urdan, deniz ve gem iden
söz eder. N aziat suresinin 27-34’üncü ayetleri de, gökyüzünün yükseltilişini, ge­
cenin karartılm ış olm asını, yeryüzünü yaym asını, su ve otlak ları, yeryüzüne o tu r­
tulm uş olan dağları da b u isp atın tan ık ları o larak tek rarlar. " T a n rı’nın gökten
bir su indirip d e o n u usulüyle yeryü zü n d e kaynaklara koyduğunu, sonra onunla
türlü renklerde e k in çıkardığını görm edin m i? ” (Z üm er, 21); " H em de ik i de­
niz eşit olm uyor; am a her birinden bir taze et yersiniz (balık) ve bir ziy n et çı­
karıp giyersiniz; onu yararak giden gem ileri d e görürsün; geceyi gün d ü ze so k u ­
yor, güneş ve aya baş eğdirm iş, her biri bir ecele kadar geçip gidiyor; işte bu
gördüklerinizi yapan Tanrı, R a b b in izd ir” (F âtır, 13-14). L okm an suresinin 3 1 ’
inci ve F âtır suresinin 2 7 ’nci ayetleri de aynı su, deniz ve gemi tem aları üzerin ­
de d u ru r. E n ’am suresinin 141-144’üncü, A raf suresinin 3 7 ’nci ayetlerinde de
aynı belgeleri az çok aynı üslupla söylenm iş b u lu ru z. T üm b u n la rı şu ayetler
pek iyi özetlem ektedir: " G ö k te n sizin için içesiniz d iye su indiren O ’dur; o n u n ­
la size ekin , zeytin , hurm alıklar, ü zü m ler ve türlü m eyveler yetiştird i”; "O ,
sizin için g ü n d ü zle geceyi tu tsa k etti, yıldızlar, O ’n u n em rinin kölesidirler”;
" V e daha sizin için yeryü zü n d e türlü renklerde ç o k şeyler yarattı; taze bir et
yem eniz ve giyeceğiniz süslü şeyleri getirm eniz için d en izi tu tsak eden d e O ’dur;
onu yararak giden gem ileri görürsün; bunlar, O ’n u n fa zlın ı aram anız ve şü kret­
m en iz içindir; sizi çalkar diye, yeryü zü n e ağır baskılar ve doğru gitm en iz için
nehirler ve yollar b ıra k tı” (N ahl, 10-16). T üm b u n lard a akleden ve düşünen
kavim ler için m ucizeler b u lu n d u ğ u b ild irilm ek ted ir. T arım ve çobanlıkla uğ­
raşan ve k erv an larla ticaret yapan b ir aşiret to p lu m u nun doğa çevresinde, kendi
hayatı için önem li olan ne v arsa hepsini som ut örneklerle bildiren yu k ard ak i
ayetlere yine aynı am acı taşıyan şu ayetleri de ekleyebiliriz: T an rı, "G ö kle ri ve
yeri h a kkıyla yarattı”; "H a yva n la n da sizin için bir sıca klık ve çıkar (sağlasınr
lar diye) yarattı ve onlardan yersin iz”; " A k şa m getirip sabah salarken sizin için
onlarda bir g ü zellik vardır”; "O nlar, canlarınızın yarısını harcam adan ulaşa­
mayacağınız kasabaya y ü k le rin izi taşırlar, R a b b in iz sizin için ço k âlicenap ve
m erham etlidir”; "O , atları, katırları, eşekleri de b in m en iz için ve size bir süs
olsunlar diye ya ra ttı” (N ahl, 3-8); "Sağm al hayvanlarda da sizin için bir ibret
vardır; boğazınızdan ka yıp giden saf süt içiyo rsu n u z”; "H urm alıkların ve üzüm -
lüklerin m eyvelerinden de h em sarhoş eden bir içki, hem de güzel bir rızk çıka­
rırsın ız" (N ahl, 66-67). (H z. M uham m ed, sarhoş eden m addeleri haram savmış
olduğu için, b u rad a m eyvelerden sarhoş eden içki çıkarm ayı T anrısal bir nim et
ve lü tu f saym anın o h aram la uzlaşm adığına d ik k at eden bazı tefsirciler, bu iç­
kinin şıra olm ası gerektiğini iddia ederler! Bazıları da, sarhoşluğu haram etm e­
yen bu ayetlerin kaldırılm ış (nesih) o lduğunu, " H er sarhoş eden haram dır" aye­
tinin daha sonra indiğini id d ia ederler).
G ökten su in d irerek yeryüzüne ölüm den son ra hayat veren Y üce T anrı
(N ahl, 65), insan lara kendi cinslerinden zevceler ve zevcelerinden de oğullar ve
to ru n lar, hoş nim etlerle rızk lar verdiği halde (N ahl, 72) onların önem li b ir
kısmı saçm a inançlara bağlanıyor ve T a n rı’ya k ü fü rd e bulunuyorlar. Yüce Tan-
r ı’nm lü tu fları ise sonsuzdur. İn san lara k o n u tla r veren, göç esnasında veya
yerleştirildiği zam an taşınm ası h afif olduğu için hayvan derilerinden evler, gi­
yinm ek, döşem ek ve b ir ticaret m alı o larak k u llan m ak için yünler, yapağılar ve
kılların d an y a rarlan arak , dağ lard an siperler, gölgeler, sıcaktan koruyacak el­
biseler, savaşta koruyan z ırh la r... hep O ’n un sonsuz lü tu f ve inayetlerindendir.
O , tüm b u n ları insanlara halis b ir M üslüm an o larak açıkça b ildiride b u lu n ­
m aları için tam o larak verm iştir (N ahl, 80-81). T a n rı’nın bu nim etleri, yalnız
M üslüm an o lan lara özgü değildir. D aha çok evvel H z. M usa, firavuna şu ayeti
bildirm işti: " Y eryü zü n ü sizin için b eşik yapan ve onda size yollar açan ve g ö k­
ten su indiren O ’dur. Bu sayede türlü b itkilerden çiftler çıka rtm a kta yız" (T aha,
53) vc T an rı tüm y arattık ların ı özel b ir m aksat için vücuda getirm iştir: ‘‘Biz,
göğü, yeri ve aralarındaki şeyleri o yuncak olarak yaratm adık; bir eğlence iste­
m iş olsaydık, onu k e n d i iç âlem im izd en (ledün) a lırdık ve öyle ya p a rd ık” (En­
biya, 16-17). H z. M u sa’nın bild irisi, başk a b ir surede şöyle tekrarlan ır: ‘‘Y eryü ­
zü n ü sönm ü ş k ü l halinde görürsün, sonra üzerine su indirdiğim iz zam an k ım ıl­
danır, kabarır da her dilber çiftten b itkiler peyda olur” (H ac, 5). T a n rı’nın en
büyük lütfü ve v arlığının en büyük belgesi hem en daim a su üzerinde toplanm ış­
tır: "G ö rm ed in m i k i Tanrı, bir su indirm ekle, yeryüzü yeşilleniyor” (H ac, 63).
B ununla b irlik te T a n rı’m n v arlık ve gücünü anlam ak için yalnız su değil, öteki
doğa varlık ve olayları da ihm al edilm iş değildir: "Ü stlerinde uçan kuşlara, ka ­
nat süzerlerken ve yum arlarken bakm azlar m ı? O nları yalnız R ahm an tu ta r”
(M ülk, 19); " S izi inşa eden, size dinleyecek ku la k, görecek gözler, duygulana­
cak gönüller veren O ’dur, de; sizi ku şa kla r halinde yaratıp yayan O ’d u r” (M ülk,
23-24); "G ö kle ri ve yeri h a kkıyla yarattı, geceyi g ü n d ü zü n üstüne sarıyor, ay
ve güneşi tu tsa k etm iş, her biri belirli bir ecele doğru akıyor; sizi bir tek nefisten
yaratan O ’dur; onun eşini d e ondan yarattı ve sizin için yu m u şa k başlı hayvan­
lardan sekiz ç ift indirdi; sîzleri analarınızın karnında iiç karanlık yerde yara­
dılıştan yaradılışa geçird i" (Z üm er, 5-6); "Ş u n u da görm ediler m i? B iz onlar
için ellerim izin yaptıklarından b irtakım evcil hayvanlar yarattık ve onlara sa­
hiptirler ve onları ken d ilerin e baş eğdirm işizdir. H em onlardan bindikleri var,
hem de onlardan yem ektedirler; onlarda daha birçok çıkarları ve içecekleri var”
(Y asin, 71-73); "S ize yeşil ağaçtan bir ateş yapan O ’dur, şim di siz ondan ya kıp
duruyorsunuz; gökleri, ve yeri yaratanın, onlar gibisini yaratm aya gücü yetm ez
m i? ” (Y asin, 80-81). B ütün bu belgeler çok bilgisiz, ilkel ve geri b ir kavm in
anlayabileceği k a d a r sade, yalınç (basil) ve önem sizdirler. F akat, halka, akıl­
larının alabileceği b ir dille konuşm ak en bilgece b ir h arek ettir. Y asin suresinin
33-34’ün ayetleri, y u k ard an b eri verdiğim iz ispat belgelerinin genel ve tam b ir
özetidir. Şu ayetler dc, aynı belgeleri, başka vesilelerle tek rar ederler: Y unus,
32, 68; M üm inler, 17-22; F u rk an , 48-49, 53, 54; N em i, 61; Secde, 27; V ûkıa,
68-70 ve B akara, 168. T üm bu ayetlerde T a n rı’nın v arlık ve gücü h ak k ın d a ileri
sürülen belgelerin en ağır m erkezini sıı teşkil ettiği görülür. H er şeye gücü ye­
ten T a n rı’nın tüm yaratm ış olduğu şeyler ve insanların yeryüzünde y ararlan­
m akta oldu k ları h er şey O ’n u n lü tu f, inayet ve ih sanıdır; bu n a karşı insanın
vazifesi O ’na şük retm ek , yalnız O ’na tap m ak ve tak va içinde yaşam aktır.
G örülüyor ki, K u r’an ve dolayısıyla H z. M uham m ed, T an rı konusunda M üs­
lüm anlıktan önceki dinlerin çeşitli betim lem e ve tasarım larından doğan ve âde­
ta b ir rom an k ah ram an ı haline getirilm iş T an rıların ı yıkm ış, onun hakk ın d ak i
her çeşit o rtak lık ihtim allerini k a ld ıra ra k m utlak ve b ir olan b ir u lu ve güçlü
yaradan, evrenin ulu m im arı düşüncesini getirm iştir ve b u n u yaratm ış olduğu
eserleriyle ispat etm iştir, bu itib arla H z. M uh am m ed’e göre T an rı b ird ir, p a r­
çalanm az, çoğalm az, doğm az ve doğurm az; yani, tüm can lılar gibi fani olan
yaratıkların h içb ir sıfatına sahip değildir. O , hiç kim seyi evlât edinm em iştir;
ortağı yoktur; insan ların k u llan m ak ta o ld u k ları dille ifade edilebilen her çeşit
tanım ve betim lem eden aşkın ve ü stü n d ü r. O ’n un şanı, hak k ın d a söylenen şey­
lerden ü stü n d ü r; zira, h içb ir şey O ’nun m isli olam az. İslâm erm işlerinin d ed ik ­
leri gibi, kalbim izde uyanan h içb ir anı, O ’n un aynı değildir, O ’ndan b aşkadır.
O ’nu hiçb ir bilgi ve bilim le k avram ak olanaklı değildir. B unun içindir ki,
tasavvuf erbabı, O ’nu hakkıyla öğrencm edikleri için sızlanırlar. T an rı, evvel­
dir, sondur, yani m u tlak olan varlığı k ad im d ir, ezelîdir vc ebedîdir. K endinden
önce hiçbir v arlık v ar olm adığı gibi, ken d in d en sonra da hiçbir varlık b u lu ­
nam az ve esasen kendisi nasıl kadim ise öylece de sonu yoktur ve sonsuzdur.
Z ira baki o lan, celâl ve kerem sahibi olan kutsal ve göksel b ir kişilik olarak
yalnız kendisidir. O , m u tlak olan irade ve gücüyle bilir, işitir, görür, dilediğini
yapar, dilediği gibi hükm eden ve y ap tık ların d an asla sorum lu değildir; o insan­
ların bilm ediklerini b ilir, m u tlak b irliğinin k u şatm adığı, kapsam adığı hiçb ir
şey yoktur; bizlcri ve bizlerden öncekileri yaratm ış olan U lu T a n rı’dan başka­
sına ku llu k etm em elidir.
Ö zet o larak H z. M uham m ed, T a n rı’nın görüm alanı dışında hiç b ir zerre­
nin var olm adığına ve tüm evrende bilgi ve dileği dışında kalacak h içb ir h a re ­
ket ve olayın gerçeklenm ediğine inanm ış ve b u n a in andırm ıştır. T anrısal edim ­
lerin dayandığı m antığı, insan m antığıyla, yani bizim düşünm e ilkelerim izle açık­
lam aya çalışm ak boşuna b ir gayrettir. Z ira, h e r şeyin özünü hakkıyla bilen
T a n rı’nın işlerine hem karışılam az, hem de onlara kim senin aklı erm ez. İnsan
yalnız O ’ndan k orkm alı, O ’na sığınm alı, yalnız O ’na inanm alıdır. Z ira , en so­
nunda O ’na dönülecektir. H er ne d ü şü n ü r, neleri işlersek, Y üce T a n rı’nın b u n ­
ları en küçük ay rın tıların a k a d a r görüp izlediğine em in o larak O ’nun ve elçi­
sinin em irleri dışına çıkm am ak gerektir. H z. M uham m ed, T an rı sevgi ve k o rk u ­
suyla yoğrulm uş, kişiliğini O ’n d a bulm uş ve O ’n d a yitirm iştir. B unun içindir
ki, o, b ir M üslüm an o larak yalnız O ’na güvenm iş, O ’na dayanm ış; fakat bir
insan o larak , tüm girişim ve eylem lerinde yine T a n rı’m n bir lü tfü olan kendi
bilgi, akıl ve irad esin in ted b irli önlem lerine ve deneylerine bağlanm ıştır.

T üm el b ir güç (om nipotence), tüm el bilgiç (om niscience) ve her yerde h a ­


zır (om nipresence) olan Y üce T a n rı h a k k ın d a Y ahudi T anrıbilim cilerinin dü­
şünce ve inançlarıyla İslâm inan çları k arşılaştırılırsa, Sam i kavim lerin m istik
düşünceleri arasın d ak i ak rab alık açıkça an laşılab ilir; gerçekten de, haham ede­
biyatı k a d a r da T e v ra t, T a n rı’m n varlığını b ir b elit (actiom ) olarak k ab u l eder;
yani Y ahu d ileri, T a n rı’n ın varlığına in an d ırm ak için herhangi b ir kan ıt (argu-
m ent) getirm eye ihtiyaç görm ez. N itekim , H z. M usa ve H a ru n , M ısır firavu­
nuyla ilk k onuştuğu zam an, h ü k ü m d a r, "S izin T a n rınız kim d ir? K im in sesine
k u la k vereceğiz?” diye sorduğu zam an, b u iki peygam ber; "E vren bizim T an­
rım ızın gücüyle, ku d re tiy le d oludur; âlem yaratılm adan önce O vardı ve âlem
sona erd ikten sonra da var olacaktır. S en i oluşturan ve sana hayatsal nefesi ve­
ren d e O ’dur. G ö k y ü zü n ü yapan ve yeryü zü n ü n tem ellerini kuran da O ’d u r”
karşılığını veriyorlar. Y ahudi T anrıb ılim cileri de K u r’anın bildirilerinde olduğu
gibi, T a n rı’yı yalnız evrenin y arad an ı değil, kozm ik düzenin de sürekli olarak
koruyucusu saym ışlardır. O n lara göre, b u düzen, T anrısal iradeye bağlıdır. Ev­
ren , otom atik o larak k en d in i koruyan b ir geçmiş edim (fait) değildir; doğanın
süreci, T a n rı’nın yaratıcı gücünün ara verm eksizin işlem esidir. N itekim , Y ahu­
di d u aların d a, "H er gün â lem i sü rekli olarak yenileştiren R a b b im !” cüm lesi
v ardır (A. C ohen, s. 45 ). Bu inan ç İslâm im anına uygun olduğu gibi, D escartes’
in sürekli yaradılış k u ram ın a da uygun d u r. Jü d a iz m e göre de T a n rı, h er yerde
h az ır ve n azırd ır; b u heryerdeliği dolayısıyla O , tüm evreni kapladığı halde, ev­
ren O ’nu k uşatam az; yani O , tüm uzayı kapsadığı halde, uzay O ’nu kapsaya-
m az. T a n rı’nın heryerdeliği h a k k ın d a h ah am Jo se ile R om alı b ir kadın şöyle
konuşm uşlardır: "B enim T anrım , sen in kin d en daha b ü yü ktü r. Zira seninki, M u ­
sa’ya ateşli çalılıklar içinde göründüğü vakit, M usa, onun karşısında saklanm ış­
tır. Fakat benim T a n rım olan yılanı gördüğü zam an ondan uzaklaşm ak için
kaçm ıştır”. H ah am , k a d ın a şu karşılığı veriyor: "B izim T anrım ız, çalılıkta M u­
sa’ya ke n d in i gösterdiği zam an, M usa'nın kaçabileceği bir yer y o k tu ; zira Tanrı,
her yerdeydi. Fakat senin T ahrın olan yılandan ka çm a k için bir ik i adım geri
g itm ek yetişir" (A. C ohen, s. 53).
T a n rı’nın tüm elbilim ve bilgisine gelince, T e v ra t’ta D aniyal peygam ber
(II, 22) şöyle der: "O , karanlıklarda olanı bilir ve nur O ’nun yanında otu ru r”.
T a n rı’nın öncelbilim i (prescience) ile tüm elbilim i, b irb irin d e n ayırt edilem ez:
"B ir varlık ana karnında oluşm adan önce, onun düşüncesi Tanrıca b ilin m ektey­
di. Bir d ü şü n ce herhangi bir insanın k a lb in d e yaratılm adan önce, o, Tanrıca
bilinm ekted ir. Bir insan ko nuşm adan önce, Tanrı, onun kalbinde n e olduğunu
b ilir”. İslâm in an çların a da uygun olan b u görüş, diğer önem li bazı n o k talar­
da da İslâm dan d ah a önce savunu lm u ştu r. Ö rneğin, T a n rı’nın birliği h ak kında,
Paulos, " Bir T a n rı’dan başka Tanrı olm adığını b iliriz" (K orentlilere K itapçık,
V I II, 5) ve T e v ra t’ın Levililer bölüm ünde, "Saçm a (batıl) Tanrılara eğilm eyi­
niz ve ke n d in ize d ö k m e T anrılar ya pm ayınız; sizin T anrınız, efen d in iz b e n im ”
(X IX , 4) dem ek suretiyle p u ta taparlığı da yasaklanır.
Jü d aiz m d e de, tek tan rıcılık b ir T anrı-kayra ilkesine dayanır; bu T a n rı, ev­
reni insafla (dquit<5) yönetir. Y ani, g ü n ah lara ceza verir; iyilikleri m ü k âfatlan ­
dırır. A nlaşılıyor ki, İb ran îlerd e d üşüncenin ahlâksal k arak te ri, insana d ö nük­
tü r; ve insanın alın yazısıyla ilişkilidir. T ektanrıcılığa, T anrı-kayraya ve nihayet
yoktan yaratm aya yönelm iştir. F akat fizik ve kozm osa dönük b ir niteliğe sa­
hip olan düşünce, evrene u y gulanır ve insanın kaderiyle ilişki k u ra rsa , p a n ­
teizm e, tü rü m k u ram ın a, m ü şrik d o k trin lere, m itik (m ythique), poetik ve a rtis­
tik yönlere doğru genişler (A. C ohen, s. 88 ). D üşüncenin doğa, toplum ve b i­
lim karşısındaki özgürlüğü genişledikçe, T a n rı’nın varlığım in kâr eden T a n rı­
tanım azlarla, b ir T an rı v ard ır, fak at O ’nun bizim le h içb ir ilgisi y o k tu r diyen
yaradancı (ddiste) ve T an rı v ard ır; O , in sanlara h ükm eder ve insanları yöne­
tir; fakat biz d u alar, h am d ü sen alar, tövbeler ve su n aklarla O ’nun iradesine b ir
etki yapabiliriz iddiasında olan T an rıcı (T heistc) k u ram larla karşılaşırız ki,
bunların d a, ince b ir çözüm lem eden sonra, T a n rı’yı in k âr eden görüşler olduğu
anlaşılır. T ü m bu inanç ve düşünce şekilleri, insanın m istik hayal gücünü olduğu
k ad ar da b ir ru h sal ihtiyacım o k şar ve ifade ederler. Bunu fark etm iş olan
P asteur, " Tanrı düşüncesi, der, so n su zlu k düşüncesinin bir şeklidir. S o n su zlu k
m isteri, insan d ü şü ncesinde ağır bastıkça, so n su zlu k tapım ı için tapınaklar y ü k ­
selecek ve ona, Brahm a, Tanrı, Y ahova, İsa gibi türlü adlar verilecektir. Y u ­
nanlılar, bu şeylerden üstü n olanın esrarlı gücünü anlam ışlardı. D ilim izin en
güzel sözcüklerinden biri olan co şku (enthousiasm e) d eyim in i onlar bize miras
bırakm ışlardır ki, bu bir iç Tanrısıdır. İnsan eylem lerinin büyü klü ğ ü , bu eyle­
m i doğuran ilham larla ölçülür. K en d in d en bir T a n rı’ya, yani g ü zellik ü lküsünü
taşıyan sanat ü lkü sü , bilim ü lkü sü , vatan ü lkü sü (İncilce erdem likler ülküsü)
gibi ülkülere itaat edenler m utludurlar. B ü yü k düşüncelerin, b ü y ü k eylem lerin
yaşadığı bu kaynaklar, bu ülkülerdir. H er şey so n su zlu k parıltısının ışınlarıdır”
(A rth u r K oestler, s. 207). İşte H z. M uham m ed ve K u r’anın, "B en k u lu m u n
zannına göreyim ” b ild irisin i, b iraz da, anlattığım ız bu görüşleri d ikkate alırsak,
bu ko n u d ak i b ü yük ve derin gerçeği daha iyi kavram ış oluruz. D escartes, "M a­
d e m k i d ü şü n ü yo ru m , öyleyse va rım ” p o stü latın d an hareket ederek yetkinlik d ü ­
şüncesini T an rı varo lu şu n u n b ir kanıtı saym ıştı. B urada düşünm ek, varoluşum u­
zun nedeni oluğu gibi, yetkinlik düşüncesi de T a n rı’m n varoluşunun koşulu sa­
yılm ıştır. Y ani yetkinlik düşüncesine sahip olun m adıkça, T a n rı yoktur ya da
ancak bu düşünceye sahip o lan lar için T an rı v ard ır; düşünm eyen kim senin de
varolm ası o lanaksızdır; yani insan, ancak d ü şündüğü sürece v ardır. K endi v ar­
lığım ızla T a n rı varlığının k oşulu, düşünce ve düşünm e olunca, b u n la rd a n daha
önce ve ayrı o larak tek v arlık olabilen de, d ü şünebilen ve düşünceler hiyerarşi­
sinin en yücesi olan yetkinlik düşüncesine sahip olabilendir. Bu itibarla Fransız
filozofu V ach ero t’n u n savunduğu gibi, "T a n rı, ancak düşünen varlık için var­
d ır". Z ira, T an rı varlığının koşulu olan yetkinlik düşüncesiyle b u n u n zorunlu
sonucu olan T a n rı inancı da d ü şünen kim senin eseridir. D üşünebilen v a r olm a­
dıkça, düşünülen de v ar olam az p o stü latın d an h arek et edilince, düşünülenin
nedeni, dü şü n en d ir, öyleyse d ü şü n en in nedeni k im d ir? ya da n ed ir? gibi bir
soruya karşılık verm ek zo rd u r. Ç ünkü, b u n a verilebilecek karşılık, b ir ilke
m üsaderesinden ileri gidem ez. A lm an filozofu J . E c h a rt’ın, “Ben olm asaydım
Tanrı o lm a zd ı" deyişi, Bağdatlı C ü n ey d ’in “C übbem in altında H aktan başkası
y o k tu r" sözü ve, "B en H a k k ım ” gibi id d ialard a saklı olan anlam da bundan
başka b ir şey değildir. B unun için d ir ki, “Ben ku lu m u n zannına göreyim ” h a ­
disi, herkesin k e n d i düşünce seviyesine göre b ir T an rı tasarım ına sahip olacağı
gerçeğini onaylam ış olur. D em ek ki T an rı ancak, v aroluşçulardan G . M arcel’in
dediği gibi, “T ü m ka d erim izi tem sil eden bir gece m iracı içinde yakalanır”.
Z ira, bilim lerin ulaşm aya çalıştığı gerçekler arasında Y üce T a n rı’nm ne
olabileceğine d air h içb ir iz vc işaret yoktur. A nlaşılıyor ki, “D üşünce alanın­
da çiğ nenm ed ik bir şey kalm am ıştır. Z am an, nedensellik, özdeşlik, hatta nesne
kavram ı, tü m bu sağduyunun yalınç verileri yıkılm ışlardır, İsta tistik deliklerin­
den, güçsüzlüğün itirafı, sonra tü m anlam a u m u d u n u y ıkm a k la tam am lanan
p e k in sizlik (incertitude) ilkeleri görünüyor; y e tk in bir surette düşüniilem eye
evren, dört boyutundan şişen bir balondur; ve o, içinde nebülözlerin kaybol­
duğu bir p atlam adır” (P ierre D evaux, ‘L ’A venir de la Science’, 1941, s. 106).
Burada, pozitif düşünceyle m istik im an çık m azlarından kurtu lm a olanakları
tükenm iş g ib id ir1.

(1) Cemil Sena, Tanrı Anlayışı, 1979 (İslâm diniyle tarikatlarındaki Tanrı
düşünce ve inançları için bu yapıtım ıza da bakınız).
İMAN

“İm an, a klın inanmayacağı şeye inanm aktan


ibaret olan bir başka m u cized ir”.
V oltaire

G eniş anlam da im an (foi) b ir ülküye, b ir gerçeğe ya da bilim , ahlâk ve fel­


sefe doktrin in e, b ir m ezhep veya tarik atın em ir ve inançlarına söz götürm ez b ir
suretle derinden bağlanm ak, inanm aktır. F akat bizim konum uz, daha çok yal­
nız d in ler ve ta rik a tla r gibi m istik k u ra m la rın yaratm ış ve savunm uş oldukları
akıldışı (irrationel) dogm alara, b u n ların gerçeklik derecelerini incelem eden kö­
rü körüne inanm aktan ibaret olan im andır. Bu itib arla, akılsal ve deneysel bel­
gelerle ispatına ihtiyaç duym adan, görünm eyene, harikaya, h atta olam ayacak
olana, norm al b ir zihnin k u şk ulanm am asına o lan ak bulunm ayan şeylere, ger­
çekm işler gibi gönülden bağlanm aya im an denilir. Bunda zihin, m ukayese yapa­
maz, tartışm ad an , yorum lam adan k o rk ar; varlığı h ak k ın d a kesin bir bilgiden
yoksun olduğu halde doğaüstü ya da doğadışı b ir olaya, tasarım a, hayale, ya­
nılsam aya, h atta m utlak surette yanlış ve saçm a b ir düşünceye, geleneksel söy­
lenti ve telkinlerle kendi m istik hayal güçlerinin u y durduğu efsanelere, gerçek­
m işler gibi saplanm ış kalm ış o lm a k ... b ir im andır. Bunda asla tereddüt, kuşku
ve ihtim al kaygısı yoktur. Bunun için d ir ki, im an, hoşgörüye, düşünce ve vic­
dan özgürlüğüne değer verm eyen k ö r b ir inançtır. M istik im anlılar, yanılm ış
olm anın ya da başka tü rlü düşünm enin b ir im ansızlık ve kâfirlik olacağı k u ­
ru n tusuna tutulm uş b ir çeşit psikozlardır. O n lar, karşısındakilerin düşüncele­
rini dinleyem ezler, kendi benim sedikleri ve saplan d ıkları düşünceleri sarsabile­
cek, h atta kuvvctlendircbilecck. olan başka düşüncelerin telkin vc eleştirim lerine
katlanam azlar. Bu itib arla im an terim ini, layik anlam daki inanm ak (croynnce)
terim inden ayırm ayı yeğ tutm aktayız. Akıl ve deney yollarıyla gerçekliği ispat
edilm iş olan pozitif konulara inanırız; zira b u n ların aksi düşünülem ez; b u n lar,
nesnel olarak bize k endilerini kabul ettirirler. Bunlara inanılm ayacak olursa,
nedenini bilgisizlikle, inanılm ası gereken gerçeği kavrayabilecek bir k ü ltü r se­
viyesine yiiksclinm em iş olduğunda aram ak gerekir. Fakat m istik im anın öğe­
leri, nesnel o lm aktan çok, ö zneldir. Bazı dönem lerle bazı d u ru m lard a ve hele
kaynağı itibarıyla da ko lek tiftir. İm anda b ir tu tk u özelliği vard ır. İm anlı, bu
tutkusuna b aşkasının dokunm asını istem ez ve kendi im anının, başkalarınkin-
den daha üstün o lduğuna em indir. O , bencil b ir duygu ve inat m engenesinde
sıkışm ıştır. Bu, sahibine tinsel b ir zevk veren heyecanlardan olduğu için, bazı
bilim adam ları da b u n u n etkisinden k u rtu lm u ş değildirler.
İçten ve gerçekten im an ed enlerin zihni, saplanm ış olduğu k o n u n u n ge­
rektirdiği düşünce, duygu ve görevlere ölesiye bağlıdır. D in şehitleri, ülkü şehit­
leri, bağnazlıkları u ğ ru n a k en d ilerin i m ahvetm iş ya da ettirm iş kim selerdir. Bu
itibarla diyebiliriz ki, m istik im an, neden ve sonuç aram aktan ü rken hastalıklı
bir inadın kutsallaştırılm asıd ır. G eniş anlam da dik k ate aldığım ız im anın en bil­
lurlaşm ış şekline din adam ların d a vc koyu d in lilerde rastlarız. F akat îm an, dinin
tek öğesi değildir. Z ira , d inlerde daim a bilinçli b ir im an yoktur; esasen din
konularınd ak i im anda çözüm lem eden hoşlanan b ir zihne de ihtiyaç yoktur. K uv­
vetini duygulardan alan ve dolayısıyla bilgili b ir eleştirim ve seçim den doğm a­
mış olan im anda, k örü k ö rü n e bağlanm ak gibi yanlışa ve bilinm eze karşı an o r­
mal b ir aşk gizlidir d enilebilir. B unların çoğu, im an ettikleri dogm alara göre
hareket etm ezler; h a tta b u n la rın pek çoğu, in an d ık ları dinin em rettiği ahlâk
k u ralların ı bilm eyen, bildikleri tak d ird e de b u n lara uyam ayan kim selerdir.
Fakat yuk ard a işaret ettiğim iz gibi, ister layik ü lkülere, ister dinsel dogm alara
içten b ir im anla bağlanm ış o lan ların , b u n la r uğrunda yapam ayacakları hiçbir
fedakârlık yoktur. İlkel to p lu lu k lard a da görülen vc b ir uygar insanın vicdanı
için olduğu k a d a r da aklı için k ab u lü n e o lan ak bulunm ayan cinayetler, b u d a ­
lalıklar, b irtak ım saçm a inançlara sap lan m ak tan ibret olan m istik im anın zo­
ru n lu sonuçlarıdır. T arih , din adına yapılm ış olan cinayetleri, im an adına ya­
pılm ış olan kutsal h izm etler gibi gösteren canilerin asla cezalandırılm am ış ol­
d u klarını gösterir. K endi yaşam akta olduğu çevrede, bu ilkel inançların türlü
haksızlıklarını y akından görm üş ve anlam ış olan H z. M uham m ed, " Biz ataları­
m ızdan böyle g ö rd ü k ” diyerek eski im anlarını terk etm eyenlerle savaşm ış ve in­
sanlığı, İslâm im anını benim sem eye davet etm iştir. D enebilir ki O , son yirm i
üç yıllık hayatını, M ek k e’de h alk a, M ed in e’de im an edenlere hitap ederek, saç­
m alığını, akıl ve tarih yoluyla ispat etm eye çalıştığı çoktanrılı ve ilkel dinleri
yıkm ak ve tek T an rılı İslâm im anını yerleştirm ek için giriştiği silahlı ve silahsız
savaşlarla geçirm iştir. B ununla b irlik te, içinde saçm a inançlara yer verm eyen
hiçbir din y o k tu r ve b u d inlerden hangisine m ensup olu n u rsa o lunsun, bu
saçm a dogm alara da inanm ak, din in zoru n lu h iik üm lerindendir; zira, h er din,
yapısına uygun b ir m itoloji y a ra tır ve b u n lar, uydurulduğu zam anlar için b ire r
gerçeklerm iş gibi görünür. Bu itib arla örneğin, H ıristiyanlıkta tiçüzlem eye, şa­
rap ve ekm ek m isterine, ilk günah, vaftiz, H z. İsa ’nın kutsal ru h tan yaratıl­
dığına, on u n göğe u çtuğuna, anasının k arn ın d a k onuştuğuna; M üslüm anlıkta,
kaynağını yine az çok H ıristiyanlık ve Y ah u d ilik teşkil eden öteki peygam ber­
lere ait m ucizelere, A dem ’le H av v a’nın yaratılış tarzına, evrenin altı günde
m eydana getirilm iş olduğuna, cinlere, m eleklere, şe y ta n a... im an etm ek bu tü r­
d endir; zira b u n lar, kutsal k ita p la rd a v a rd ır; k ita p lar da T an rı kelâm ı sayıldık­
ları için, b u dinlere m ensup o lan ların ister istem ez inanm aları gerekir. B unla­
rın hepsine inanm ak, im anın ana k o şu lların d an değildir; fak at kutsal kitaba im an
etm ek zo ru n lu d u r. T efsirciler, b u n la r ü zerindeki k u şk u la n k ald ırm ak için, za­
m anlarına göre çevirti ve yorum lam aya b aşv u rarak , inanılm ası güç olan ya
da değerlerini yitirm iş b u lu n an h ab erleri, b irtak ım m ecaz ve sim gelerden ib aret­
lerm iş gibi gösterm eye çab alarlar. İm an h ak k ın d a verdiğim iz bu kısa çözüm lem e­
den, im anın psikolojisini an latm ak gibi b ir am aç gütm ediğim izi hatırlatm alıyız.
İslâm im anının esasları n e le rd ir? Bunu şu ayet belgin b ir şekilde anlatır:
"E y im an edenler! T a n rı’ya da, elçisine de, elçisine indirm iş olduğu kitaba da,
daha önce indirilm iş olan kitaplara da im an edin. T a n rı’ya, m eleklerine ve el­
çileriyle ahret g ü n ü n e k â firlik eden kim se p e k u za k bir sapıklıkla sapıtm ış git­
m iştir" (N isa, f3 4 ). E bu H ü rey re’nin nakletm iş olduğu b ir hadisten anladığı­
mıza göre, kendisine yöneltilen b ir soruya H z. M uham m ed, "İm a n , T a n rı’ya,
m eleklerine ve T a n rı’ya kavuşulacağına, peygam berine ve aynı zam anda yeni­
den dirilm eye in a n m a ktır” cevabını verm iştir; yani dogm atik o larak im anın ko­
şullarını, T a n rı’dan başk a T an rı olm adığına ve H z. M uham m ed’in T anrı elçisi
olduğuna tan ık lık etm ek, K u r’an a, k ita p la ra , peygam berlere, m eleklere in an ­
m ak, nam az k ılm ak, zekât verm ek, hacca gitm ek ve ram azanda oruç tu tm ak,
nihayet k ad erin , hayrın ve şerrin de T a n rı’dan geldiğini kabul etm ek gibi hü­
küm ler teşkil eder; H z. M uham m ed, İslâm inancının temel ilkeleri olarak b u n ­
ları bildirm iştir. B unların b ir kısm ı kalp le, b ir kısm ı da edim lerle (am el) ilgili­
dir. T a n rı’nın birliğine, H z. M uh am m ed ’in peygam berliğine, m eleklere, k itap ­
lara, ölüm den sonra dirilm eye, k ad erin , h ayrın ve şerrin T a n rı’dan olduğuna
jnanm ak, kalbin onay ve dilin ik ra r etm esi gereken dogm alar olduğu halde,
nam az kılm ak, oruç tu tm ak , zekât verm ek, hacca gitm ek gibi harek etler, nesnel
olarak da b ir yöntem , örgüt ve k u rala bağlı olan eylem lerdir. G erçekten ve saf
(halis) b ir im anla M üslüm an o lan ların , b u k albi ve eylemi ilgileyen kutsal ilke­
lere candan b ağlanm aları gerektir.
İm an, dille ik ra r, kalple onay ve icra gibi üç koşulla tam am lanır. B unlar­
dan biri eksik o lursa, im an tam olm az. Çağım ızda yaşayan M üslüm an kavim ­
ler içinde bu k oşullara tam am ıyle uyan pek az insan v ardır. İm anlı görünen
insanların çoğu, b u koşullard an ancak b irin e ya da ikisine bağlanm ış g ö rü n ü r­
ler. A ydınların, h atta din adam larının bile, önem li b ir çoğunluğu dinsel haya­
tın yalnız tinsel atm osferini k oklam akla yetinirler. B unların b ir kısmı sakal b ı­
rakır, b ir kısm ı başların a geçirdikleri b erelerle, ellerindeki tespihlerle, yürüyüş
ve b akışların ın m istik özellikleriyle ve nihayet ağızlarından hiç de eksik etm e­
dikleri «A llah» sözcüğüyle ken d ilerin in kutsal b ir âlem e m ensup olduklarım
ilân eder ve toplum un saygı ve güvenini b u sahte ve riya dolu rollerle daha çok
k azanacaklarım u m arlar ve çoğunluğu ilkel ve bilgisiz b ir ru h taşıyan insan­
lar arasında da, u m d u k ların ı b u lu rla r. B unların arasında gerçek im anı, bu şe­
killerin gülünç görünüş ve m akyajından ibaret san an lar da vardır. G erçek din
ise, bu gülünç, sahte ve hazin m anzaranın ötesinde ve ü stü n d ed ir. M üslüm an­
lığın ilkçağlarında bile, im anın tü m koşullarına uym anın olanaksızlığı dikkati
çekm iş o lacak tır ki, H aricîler ve M utezile ve h atta biraz farkla Şafiî, bu konu­
da hiçb ir fedakârlığa razı olm am ışlar, yani bahsettiğim iz üç im an koşulunun
da yerine getirilm esini istem işlerdir. K erram îler, dille ik rarı, im an için yeterli
görürler, E ş’arîler ise, tü rlü y ollardan im anın koşullarını saptam aya çalışır;
kâfir, fasık, m üşrik ve zındık gibi b irtak ım ayrı derecelerde g ü nahkâr züm reler
ayırım ına önem verirler. E bu H anife ise, ‘El-Alim v e ’l-M üteallim ’ adlı eserin­
de, im anı, " T a n r ı’nın em irlerine teslim o lm a k ve baş e ğ m e ktir" diye tanım lar.
O na göre, im anın esası, onay, m arifet, — yani, bilm e— ik rar ve tslâm d an iba­
rettir. O , b u n ların tü rlü derecelerini çözüm ledikten sonra hepsinin im andan
ibaret olduğunu kaydeder. "T anrı, R a b b im d ir” deyip, bunu yürekten kabul eden
ve T a n rı’nın R ab b i o lduğunu b ilip , O ’na nefsini teslim eden im anlı b ir Miislü-
m andır. O , fazla o larak im anda aşırı b ir sevgi görür.
İm an etm ek için görm ek ve h atta düşünm ek bile zo runlu değildir. Z ira L
zaten im an edilen k o n u ların önem li b ir kısm ı, görülem eyen ve nesnel b ir ger­
çekliği olm ayan ve bu nedenle de o n la r üzerinde açıkça ve serbestçe düşünm e­
ye olanak bulunm ayan h allerd ir. T am im anlı olan lar, kutsal k itab ın tartışm aya
izin verm eden varlığına inanm ayı em retm iş olduğu h er şeyi gerçek saym ak zo­
ru n d ad ırlar. İlkel insan lar, doğaüstü v arlık lara, uygar insandan daha çok ina­
nırlar. U ygarlık, im am olduğu k a d a r da doğaüstü varlık ve kuvvetlerin hem
sayısını, hem de niteliğini azaltm ış ve değiştirm iştir. D aha açıkça, doağda do­
ğaüstü biç b ir şeyin bulunam ayacağına inanm ış, bilem ediğim iz kuvvetleri, bil­
gim izin bugü n k ü acizliğine bağlam ış, gelecekte bunları da öğrenebileceğim ize
em in olm uştur. O ysaki, dindeki esasların başın d a, gayba im an v a rd ır (B akara, 3).
Bu, zam an ve uzayın dışında veya ü stü n d e, d uyum lara bağlı olm ayan hayal ve
tasarım lara in anm ak dem ektir. T a n rı’ya, m eleklere, ahrete inanm ak gibi. D oğru
yolda olup, ebedî m utluluğa nail olacak kim seler ise, "Senden önce inm iş olan
kitaplara im an ed ip ahreti kesin olarak bilenlerdir” (B akara, 4). D in için k u t­
sal kitab ın em ir ve işaret etm iş olduğu h er şey b ire r gerçekliktir. F akat b u n lar,
insan aklının kavrayabilm esine o lanak bulun m ad ığ ından oldukları gibi kabul
edilm elidir: "G a yb ın anahtarları O ’n un yanındadır; onları ancak O bilir, hem
karada ve d en izd e ne varsa hepsini O bilir; O ’n un bilm em iş olduğu hiç bir d ü ­
şen yaprak ve yeryü zü n ü n karanlıkları içinde kayan bir tane y o k tu r” (E n’am ,
59). Bazı tefsirciler ve T anrıb ilim ciler, ciddî b ir sakıncanın bulunm adığı hal­
lerde, im anını içinde saklayarak b u n u itiraf ve ilân etm eyen kim selerin M üslü­
m anlığından şüphe ederler. "B ütün im an edenlerin kardeş o ld u ğ u n u ” kabul
eden İslâm din i, im anlıların b irb irlerin e güvenm elerini de em reder: ‘'İçlerinden
Peygam beri inciten ve O, her söyleneni dinleyen bir k u la k tır diyenlere de ki,
sizin için hayır kulağıdır; T a n rt’ya inanır, im an edenlere inanır ve im an eden­
leriniz için bir ra h m ettir” (T övbe, 61). Buna karşın , M üslüm an kavim lerin b ir­
birini kardeş saym am ış ve b irb irin e güvenm em iş o ld u k ların a tarih tan ık tır. İn ­
sanları b irb irin e bağlayan ve güvendiren ana etken, d in d aşlıktan daha üstü n ve
p ratik olarak d ah a yararlı o lan, bireysel ya da ulusal çık arlar, siyasal ve ekono­
m ik koşullardır.
İm anla ebedî k u rtu lu ş arasın d a sıkı b ir ilgi vardır; zira, esasen im anın
am acı, böyle b ir k u rtu lu şu sağlam aktır. Bu problem , yalnız M üslüm anlıkta de­
ğil, hem en tüm öteki dinlerde de vardır.. K itaplı dinler, genel o larak T a n rı’yı
in k â r edenlerle O ’na saygı gösterm eyenlerin asla affedilem eyeceklerini savu­
n u rlar: "İnsanoğlu aleyhine söz söyleyenler affedilir, lâkin her k im , ku tsa l ruh
aleyhine söylerse o, d ünya ve ahrette a ffo lu n a m a z” (M eta İn c il’i, X II, b ap , 33).
M üslüm anlıkta kul hakkı T an rı h a k k ın d an ü stü n d ü r; yani Y üce T an rı, dilerse
kendi hakk ın ı bağışlayabilir. H ıristiy an lık ta k u rtu lu şu n en önem li koşulu H z.
İsa ’ya in an m ak tır. Saint P au l, edim (am el) olm asa da yalnız im anın insanı k u r­
taracağını telkin etm iştir. İlk H ıristiyan b ab aları, " M a d em ki, derler, İsa ıstırap
çekti, onu n ken d isin e ve çektiklerin e inanm ış olanlar, ebedî olarak ku rtu lu r ve
cehennem in boş kalm asını sağlarlar”. Saint A ugustin, “İm an, der, ruhu kurtar­
m az, fa ka t ku rtu lm a inanç ve u m u d u n u verir: yo ksa Tanrı k e yifsel olarak dile­
diğini ku rta rır”. Bu inancı K u r’an d a da b u lu ru z. R om a kilisesi, yalnız im anın
değil, edim in, yani icranın da k u rtu lu ş için zorunlu olduğunu bild irir. Ö zgür
H ıristiyanlar (unitaires) ise, k u rtu lu şu , insanın hay ır ve şerden b irini kendi ira­
deleriyle seçm iş olm alarına b ağlarlar. Bugün bile, H z. İsa ’yı hiç görm em iş ve
H ıristiyanlıktan hiç h aberi olm ayanların ne denli erdem li o lu rlarsa olsunlar,
bu im andan yoksun oldu k ları için, k u rtu lam ay acak larına inanan H ıristiyan Tan-
rıbilim cileri bulu n d u ğ u gibi, kilise hükü m etin e, İncillerdeki m isterlere inanm a­
yan H ıristiyanların da asla k u rtu lam ay acak ların ı savunanlar v ardır. K atolikler,
P rotestanların, b u n la r da K atoliklerin cehennem lik o ld uklarını ileri sürerler;
bazı pap azlar da, vaftiz edilm em iş olan çocukların bile cehennem lik oldukla­
rını iddia edecek denli vicdan ve insafı b ir yana b ıra k ırlar. Saint A ugustin, bu
çeşit çocukların cehennem de k atlan acak ları azabın olabildiği k a d ar h afifleti­
leceğini a n la tır ki, dinim izde de, im anlıların h erhangi b ir günah yüzünden te­
m izlenm ek için girecekleri cehennem de, cezalarının hafif geçeceğini bildiren
hadisler v ard ır; ve kendilerine henüz im anın aşılanm am ış olduğu küçük çocuklar,
cennet veya cehennem e değil, A ra f’a gideceklerdir. Şüphesiz ki, bu haksızlığı
hiçbir çevirti ve tefsir o rtad an k aldıram az. M. M. M angasarian’ın anlattığına
göre, m odern K alvenciler (C alvenistes), tüm çocukların ahret cezalarının affe­
dilecekleri olasılığını k ab u l ederler. F ak at ilk günahı o denli büyük sayan din
adam ları v a rd ır ki, b u n la r, “H atta dünyaya h en ü z gelm em iş, yani doğm am ış
olan kim selerin bile bu günah y ü zü n d en lânetli olduklarım ve ahret cezaların­
dan kurtulam ayacaklarını” sav u n u rlar (‘Le M onde sens D ie u ’, s. 103). K atolik
illerinde b ir rah ib i döven, hayatı boyunca aforoz ed ilirdi; zira onun için ölün­
ceye dek g ü n ah ların ın bağışlanm ayacağına in an ılırd ı (s. 107). H z. İsa ’nın dini,
ahlâklılığı, k a ra k te r ve erdem liği, kilise, tö ren , dua ve dogm alarına oranla ikinci
plana attığı an laşılm ak tad ır. L u th er, ‘P ropos de T ab le s’ adlı eserinde, “T ü m
şeriatçıların, ahlâksal ya p ıt işçilerini lâ n etledikleri görülüyor. Z ira onlar, ke n ­
d i anlayış ve inanışlarının gerçek o lduğunu za n netm ektedirler. K im ki, In cil
k u rtu lu ş için gereklidir, derse, ben sadece ve açıkça onun bir yalancı olduğunu
sö ylerim ” der. M etodik kilisenin k u ru cu su olan J o h n \V estley, k u rtu lu şu n ken­
di kendim ize kazanabileceğim iz b ir şey olm adığını iddia ederek der ki: “B izim
hem şerilerim iz, adalet ve affı bir arada işledikleri, yani bir sözcükle, onlar ah­
lâklı insanlar olarak ken d ilerin i yö n ettikleri için ço k m u tlu yu z; fa ka t gerçek şu­
d u r ki, bu yöntem ciler, tü m bunların Tanrı katında hiçbir şey olm adığım bili­
yor ve b u n u o k u tu y o r u z ” (‘O euvres de J . -W estley’, cilt I I I , s. 99). Y ani, k u rtu ­
luş b ir inayet edim id ir ve T an rı b u n u hiç lâyık olm ayana da bağışlayabilir. N i­
tekim , Y eni A h id ’in, yani İn c il’in şu k ısım ları da k u rtu lu şu n inayetle olanaklı
olacağını b ild irir: E fesliler (II, 8), J e a n (V I, 44). S aint A ugustin de, ‘G râ ce ’
(İnayet) adlı eserinde b u tezi savunur. K ilisenin b u işe rah ip leri aracı olarak gö­
revlendirm esi, inayete nail o lm anın p ek kolay olm adığına delâlet eder. N itekim ,
İslâm din in d e k u rtu lu ş, Peygam berin, evliyaların, h a tta m eleklerin şefaat ve
tanıklığına olduğu k a d a r da T a n rı’nın tak d irin e bağlıdır. K u r’anda görülen H z.
N uh ve H z. L ut gibi peygam berlerin kendi eş ve y akınlarını bile kurtu lu şa nail
edem edikleri, h a tta H z. M uh am m ed ’in de hidayet işinde büyük b ir rolü olm a­
dığı, b u n u n T an rısal inayet ve irad en in b ir ü rü n ü olabileceği anlaşılm aktadır.
Bu, yalnız ayetlerle bildirilm iş b ir gerçeklik değildir. A n k a rav î’nin nakletm iş
olduğu b ir hadise göre, "B ir körü, k ır k adım götürenin tü m geçm iş günahları
bağışlanır" ve başka b ir hadise göre de, " Bilgi ed inm eye çalışm ak, Tanrı ka tın ­
da nam azdan da, oruçtan da, hacdan da, Y ü c e ve Ulu Tanrı yolunda savaştan
da ü stü n d ü r”, K u rtu lu şu , dinsel ödevler dışında kalan birtak ım ahlâksal edim ­
lere bağlayan d ah a b irçok hadis v a rd ır. Bazı anlayışsızlar ve seviyesizler ta ra­
fından kötüye k u llanılabilecek olan bu yüce d irektifleri, başka peygam berler­
de, aynı kuvvet ve açıklıkla savunulm uş b u lm ak olanaksızdır. Z im m ern, "H ı­
ristiyan dini, diyor, g ö k y ü zü n ü k a za n m a k için dilenm eyi ve dilenciliği bir ara­
cı yapm ıştır. Zira, b u n u kaza n m a k, p e k za h m etlid ir” (‘Vic de S chopenhauer’,
s. 24). T a lm u d ’dan anladığım ıza göre, "T a n rı, ö fk e li olduğu zam an bile ke n d i
yarlıgayıcılığını hatırlar. 999 m elek, bir adam ın işlediği günaha ta n ıklık etm iş
olsa bile, bir te k m elek, o nu savu n m u ş olursa, Y ü c e Tanrı, terazinin kefesin!,
bu adam ın lehine eğer” (A. C ohen, s. 63). İleride h u k u k bahsinde, b u konu üze­
rin d e daha genişçe duracağız. İster bilim sel, ister edebî, felsefesel ve dinsel bağ­
nazlık olsun, hepsi bazı yarı gerçekleri, h a tta hiç de gerçek olm ayan yargıları,
evrensel ve m u tlak gerçekliklerm iş gibi telakki etm ekten doğan b ir im anın ü rü ­
nü d ü rler. Z ira , H a m ilto n ’un dediği gibi, " İm a n ım tzın alanı, bilgim izin alanın­
dan daha geniş olabilir"; fak at, im an k o n u ların ın hepsi, m utlaka gerçek değil­
dir. Bunun için d ir ki, S antayana, " K a to lik lik yalan söylediği halde, ona inanı­
y o ru m !” d er; zira im anın, kendine özgü b ir estetiği de v ardır. Bu bakım dan
H egel, "İm a n ın k e n d isi şiir o ld u ” dem ekte h ak lıd ır. X V III. yüzyıl Fransız filo­
zoflarından A. G ues de, im ana b ir koşulla izin verir: "Felsefe, ancak so n su zlu k
uçurum larıyla karşılaştığı zam an, gözlerini kapayarak imana sarılm alıdır”. Fa­
kat hiçb ir d ü şü n ü r, saçm a inançlara değer verm iş değildir.
Bu kısa bilgilerden de anlaşılacağı gibi, din ko n u ların d a îslâm , H ıristiyan
ve h atta öteki dinlerin T an rıb ilim cileri, hep aynı so runlarla uğraşm ışlardır; b u n ­
ları açıklam a tarzları da aynı anlayışa davan m ak tdır. H z. M uham m ed’e göre,
insanı k u rtu lu şa götürecek olan im an k o n u ların ın başında T a n n ’ya ve kendisi­
nin T anrı elçisi olduğuna ve K u r’anın T an rı ta rafın d an gönderildiğine inanm ak
gelir; ayrıca da, "T a n rı ve peygam berlerine im an eden ve peygam berlerinden
hiçbirinin arasında fa rk gözetm eyen kim selere gelince, bunların yarın ke n d i­
lerine ecirlerini vereceğiz” (N isa, 150) denilm ektedir. Peygam berler ve peygam ­
berlik bah sin d e gördüğüm üz gibi, K u r’an, peygam berlerden b azılarının, diğer
b azılarınd an üstü n olduğunu bildirm işse de, blı ayetin beyanına göre, k u lların
o n la r arasın d a fa rk gözetm elerine izin verilm em iştir. N itekim N isa suresinin
13’üncü ayetiyle diğer bazı ayetler, b u hoşgörüyü o rtad an kald ırır' gibiyse de,
K u r’an, diğer b irçok ayetlerle, d ah a önce indirilm iş olan kitap lara da H z. M u­
h am m ed ’in im an etm iş o ld uğunu belirtm ek ted ir. Peygam ber, "İm anlılardan ol­
m a k ” em rini alm ış old u ğ u n d an (Y unus, 105), tüm im an edenlerle iyilik işle­
yenlerin sürekli o larak cennete gireceklerini m üjdeler (A nkebut, 58). Bir insa­
nin herhangi b ir dine m ensup olm ası, o din in dogm alarına tam olarak im an
etm iş olm ası dem ektir. İslâm da taklitçin in im anından şüphe edildiği için, ger­
çekten M üslüm an o lan ların sayısı h er çağda ve h er kavim de pek azdır. Z ira,
hiç kim se kendi d inini kendi bilgi ve iradesiyle seçmiş değildir. Bu itibarla
dinler, toplum ların b ir geleneği veya âdetiym iş gibi sosyal ve uylaşm alı b ir k u ­
rum olm a sıfatını h içb ir zam an yitirm em iş ve yitirm eyecektir. Bu itibarla ger­
çek b ir im an, ancak kutsal em irlerin hikm et ve am açlarının bilincini veren an­
layışlı ve kuvvetli b ir eğitim le y a ratılab ilir; fak at, çağım ızın böyle b ir eğitim i,
insan hak ve ö zgürlüklerine aykırı bulduğu b ir gerçektir vc layik b ir sistem de
esasen b u n a ihtiyaç da yoktur.
Ö zet o larak , olm am ış ve olam az ko n u , olay ve v arlık ların gerçekten olm uş
olduğuna in an an b ir akıl, im an içindedir. İm an , deneyin ve olum lu aklın kabul
etm ediği, b u itib arla da im anlının ispat etm ekten âciz olduğu k o n ulara birer
gerçekm işler gibi in an m ak tır. Böyle dinlilerin im anı, ya b ir gelenek o larak geç­
miş insanların veya ataların in an d ık ları k o n u ları körü körüne ve b ir eleştirim
süzgecinden geçirm eksizin doğru sayar, ya da derin araştırm a zahm etine k at­
lanm adan, ancak böyle b ir zahm ete k atlan m ak suretiyle doğruluk ve yanlışlığı
açıklanabilecek olan çetin konuları apaçık b ir gerçekm iş gibi kabul eder. Yüce
T an rı, insana h e r şeyin m u tlak gerçekliğini k avram a, keşfetm e yetenek ve ola­
nağını bağışlam am ışsa da, b u n u araştırm a aşk ve tu tk u su n u bizlerden asla esir­
gem em iştir. , G aybın an ah tarların ı kendi elinde tu tan U lu T an rı, öğrenebildi­
ğim iz ve üzerinde kuşku duym adığım ız gerçeklikleri, m istik yöntem ler ve yol­
larla değil, binlerce yıldan b eri insanlığın yorulm aksızın y aptıkları zihinsel ve
deneysel çalışm alarla öğretm iştir. Bu gerçek, d in ler için de geçerlidir1.

(1) Türlü dinler, tarikat ve mezheplerde dinsel inançların biçimleri hak­


kında bkz. Orhan Hançerlioğlu, în a n ç Sözlüğü, 1975 (Remzi Kitabevi).
İBADET

“İbadet, gönüllerin ezelî ve b ü y ü k varlığa bağlan­


m asından başka bir şey değildir”.
Sim avna K adısı Şeyh B edreddin

Ö lü m lü n ü n ölüm süze, sonlunun sonsuza karşı duyduğu kulluk, korku ve


saygıdan doğan sığınm a, alçalm a ve ufalm a duygusunun m istik eylem lerine iba­
det, yani, tapm a ve tapınm a, k u llu k etm e diyebiliriz. Bu eylem de, doğaüstü ve
yaratıcı varlığa y aklaşarak onun k u tsallığından, günahlı ve küçük varlığım ıza
aktarılacağını um duğum uz b ir şefkat ve m erham et, b ir ku rtu lu ş ve. korunm a
m utluluğu gizlidir. H ac suresinin bild irisin e göre, Y üce T an rı, yeryüzünde ne
varsa hepsini insan için yaratm ış o ld u ğ u n d an , bu k endim iz için yaratılm ış olan
şeylere değil, yalnız T a n rı’ya k u llu k etm ekle yüküm lüyüz dem ektir. Bu nedenle,
T an rı em irlerini yerine getirm ekten b aşka görevleri olm ayan ve insandan daha
üstün b ir o n u ra da sahip b ulunm ayan m eleklere, cinlere, şeytanlara da ibadet
etm ek caiz değildir. Z ira insan, yalnız T a n rı’nın k u lu d u r; tüm diğer varlık­
lar, insanın kişisel ve kutsal haysiyet ve o n u ru n d an daha üstün b ir sıfata sa­
hip değildirler.
İb ad etin en beğenileni ve kabul edileni, T a n rı’dan b ir şey beklem eksizin,
sadece o büyük varlığa karşı duyulan aşkın b ir itirafı şeklinde yapılanıdır. Bir
sevginin içten ifadesi olan ve simgesel harek etlerle ta v ırla r şeklinde belirtilen
ibadette, zam an ve usul söz konusu olam az. T a n rı’ya gönülden bağlı olan bir
insanın, sük û n ve dalınç (istiğrak) içinde onu düşünm esi, onunla yaşam ası bir
ibadet olduğu gibi, kendisini onun göksel n u ru içinde aydınlanm ış hissederek
saydam b ir ru h ve vicdanla ona bağlanm ası da b ir ibadettir. D inler, bu duy­
guların, kendi peygam berlerinin öğrettiği usul ve erkâna göre belirtilm esini
em rederler; ve ancak bu suretle T a n rı’ya d ah a çok yaranılabileceğini, yaklaşı­
labileceğini vaazederler. D inler için ibadet, T a n rı’ya karşı b ir kulluk ödevi­
dir. Y oksa, Y a n rı’nın h içb ir şeye olduğu gibi, k u lların ın ibadet ve şükranına
da ihtiyacı y oktur. F akat insan, onun bin b ir lü tu f ve inayeti karşısında m in­
nettarlığını açıklam ak ve hayatın hiç olm azsa belirli zam anlarında onunla baş
başa k alarak kendini arıtm ak zo ru n d ad ır. Bu, âcizlik ve faniliğin olduğu k ad ar
d a im an etm iş olm anın insana yüklediği en tem iz ödevlerdendir.
İnsan, ib ad et esnasında ken d in i, çık arların ı, kinlerini u n u tu r, bu dünyaya
ait olan tu tk u la rın d a n b iraz olsun k u rtu lu r; zengin, yüce ve u lu varlığın nu ru
ile aydınlanm ak gibi, k u su rlu ve zavallı kişiliği b ir an için olgunlaştıran ve
yetkinleştiren kutsal ve soylu duygularla bezenir; ibadet esnasında ru h u n u m u t­
ları, tesellileri, tinsel kuvvet ve güveni can lan ır, bilinçlenir vc faniliğin âciz
ru h lara yüklem iş olduğu k o rk u la r silinir, kaybolur. B unun için olacak tır ki
K u r’an, H z. M uh am m ed ’e, " Sana vahyolunanı oku; nam aza ka lk, nam az, in­
sanı utanm azlıklardan, k ö tü işlerden korur; T a n ıT n ın zik ri de ibadetlerin en
b ü yü ğ ü d ü r” (A nkebut, 45) der. İb ad etin h er çeşit form alitelerinden kurtulm uş
olan b ir tinsel ve derin hali v ard ır ki, b u n u , m utlaka M üslüm an olan lar değil,
Ulu T a n rı’ya, doğaüstü, sonsuz ve m u tlak su rette yetkin olan yüce varlığa akıl
ve duygularıyla bağlı olan h e r insan yaşayabilir. Sim avna K adısı Şeyh Bedred-
d in ’in de işaret ettiği gibi, “ İb a d e t, gönüllerin ezelî ve b ü y ü k varlığa bağlan­
m asından başka bir şey d eğildir”. K endilerini, v icdan, akıl vc bilgileriyle yü­
celtm e seviyesinde olm ayanlar, b ü yüklerin büyüğü, yücelerin yücesi olan m ut­
lak varlık ö n ünde k ib ird en , övünm ekten, b aşk alarını h o r görm ekten, u m utsuz­
luk, yeis ve kötüm serlik ten ru h ların ı ancak ibadet sayesinde a rın d ırırlar; affet­
m ek, acım ak ve sevm ek gibi ahlâksal duyguların en yükseğiyle kendilerini de­
ğerlendireb ilirler. Bu gerçeği fark etm iş olan E b u ’l-Alâ M aarrî, iyilik ve doğru­
luğun nam azdan d ah a ü stün olduğunu belirtm iştir. Bu, gerçek ibadet vc sakın­
ma (takva), b ir kıbleye yönelerek nam az h arek etlerini tekrarlayıp d u rm ak tan
ib aret değildir, dem ektir. N itekim , K u r’an da, b u n u şöyle teyit etm ektedir:
" Y ü zle rin izi doğuya ve batıya çevirm eniz, e rk in lik değildir. A sıl erk in lik Tan-
rı’ya, ahret gününe, m eleklere, kitaba ve peygam berlere im an etm ek, akrabaya,
öksüzlere, çaresizlere, yolda kalm ış olanlara, dilencilere ve tutsaklara, severek
m al verenin, nam azı doğru k ılıp zekâ tta n kaçınm ayanın erkinliğidir. Bir de
anlaştıkları zam an, antlaşm alarına uyanlarla, sıkın tı, m ihnet ve savaş zam an­
larında sa d ık ve ko runan kim selerd ir” (B akara, 178). H z. M uham m ed de b ir
hadisinde, ‘‘N a m a z kıldığı halde, haram ları k e n d in e yasak etm eyen kim senin
nam azı, onu T a n rı’dan u zaklaştırm aktan başka bir şeye yaram az” dem iştir ki,
b u n lar, ibadetin erdem den ü stü n olm adığını ve ancak erdem in süslediği b ir iba­
detin T an rı ta rafın d an beğenilebileceğini işaret etm ektedir. G erçekten de dinsel
em irlerin ib ad et b ak ım ın d an kula yüklediği h arek etler, şekil itibariyle yerine
getirilm iş olm akla, T an rı adın a peygam berlerin, k u llard an istem iş o ldukları er­
dem ler gerçeklenm iş olm azlar. Evvelâ sık sık yapılan ib adetler, alışkanlık h a­
lini alır, tinsel değerlerini yitirirler. S onra, bilgisiz M üslüm anların genel olarak
in an d ık ları gibi, ibad et, T a n rı’ya karşı b ir b o rçtu r ve bu, belirli zam anlarda öde­
nir: " . . . N am az, im an edenler için belirli zam anlarda farz o lm u ştu r” (N isa,
101); yalnız b u em ri kabullenm iş ve fak at ib ad etin gerçek değer ve anlam ını
kavram am ış o lan lar, b ir y andan b ü b orcu ödem eye çalışırlarken, rezilliklerin
tü rlü sü n ü de y apm aktan çekinm ezler. Bu seviye ve seciyedeki in san lar için iba­
det, işlenen suçları bağışlasın ve yarlıgasın diye T a n rı’ya sunulan b ir rüşvet
veya dalk av u k lu k tan başka b ir şey değildir. "G ü n a h ım , T a n rı’nın yarlıgama-
sından daha m ı b ü y ü k tü r? ” diyen Şinasi gibi d ü şünm ek, ulu ve yüce varlığa
saygının tem iz b ir ifadesi olm akla b irlik te, Şinasi seviyesinde olm ayan insanlar,
bu tü rlü saygının gerçek anlam ını k avrayam azlar. N e yazık ki ibadeti b ir oyun
gibi tek rarlay an lar ve o ndan son b ir yarar u m an lar da aydınlardan çok, bilgi­
sizlik veya ih tiy arlık yüzünden gerçeği k av ram ak tan âciz olan ve alıştıklarını
kö rü kö rü n e işleyen kim selerle bazı p o litik acılard ır. H atta daha ileri giderek
diyebiliriz ki, ibadet ed enlerin çoğu, tü rlü rezillikleri k o rkm adan âdet edinm iş
olan lardır. K arşılık beklem eksizin T a n rı’ya ibadet edenler ise, dinin yüksek
erdem lerini ve an lam ını kavram ış o la n la rd ır ki, iç âlem lerinin tem izliğiyle ona,
Ulu T a n rı’ya y aklaşabilenlerdir. Y oksa, “G öklerd e ve yerlerde olan her şeyin
ken d ileri ve gölgeleri, sabah akşam ister istem ez T a n rı’ya secde ederler”'
(R a ’d, 16).
Eğer M iraç’ta H z. M usa, Peygam berim ize akıl verip de nam az sayılarını
azaltm ası için, onu b irk aç kez T an rı k atın a yollayıp yalvartm am ış olsaydı ve
gerçekten M ü slüm anlar, elli nam az kılm a zoru n lu luğunda olsalardı, tüm im an
edenlerin yeryüzünde ib ad et etm ekten başka dünya işleriyle uğraşabilm elerine
ne zam anları, ne de güçleri kalm ış o lu rd u . G ünde beş vakit nam azı kılm ak bile,
çağım ızda yalnız dinsel duyguların gevşemiş olm ası yüzünden değil, sosyal h a ­
yatın zoru n lu k o şulları yüzünden olanaksız b ir d u ru m a gelm iştir denebilir. Ö zet
olarak m istik duygu ve ödevleri alışkanlık h aline getirm ek, onların kutsallık
ve m utlulu ğ u n u olduğu k a d a r da ibadetten beklenen yüce am açlan çürütm ek­
ten başka b ir işe yaram az. İm an eden k u lların a yeryüzünü geniş olduğunu bil­
diren (A n k eb u t, 56) güreşinden de anlaşılacağı gibi, İslâm dini, T a n rı’yı her
yerde h az ır ve k u lların a, “Şahdam arından daha y a k ın ” bildiği için, ibadetin
m utlaka b ir cam i, m escit ya da ta p ın a k ta değil, yeryüzünün her köşesinde ya­
pılabileceğini kabul etm iştir. B unun için d ir ki, biz, nerede olursak olalım , bi­
çim sel ve nesnel işaret ve h arek etleri görünm eyen ve ancak gönülle, h a tta akıl
ve hayalle yapılacak ibad etlerin de göksel b ir değeri olduğuna inanıyoruz. İb a ­
det, şeriatta, n iy et’e bağlı o larak ve yapılm asında b ir sevap bu lu n an ve T a n rı’ya
ita at ve yakınlaşm a şeklinde beliren h arek etler d em ektir (B urada iki noktayı
belirtm ek gerektir: Biri, niyete bağlı olan ö devlerdir ki, nam az, oruç, zekât,
h a c ... vb. b u zü m red en d ir ve b u n la r ib ad ettir; b ir de sadaka verm ek, K u r’an
ok um ak gibi niyete bağlı olm ayan h arek etler v a rd ır ki, b u n lar da taa t züm re-
sindendir).
N am az şeklinde belirtilen ibadet, H z. M uham m ed’in sağlığında öğretm iş
olduğu ve din derslerin d e öğretilm ekte olan h arek etlerden ibaret değildir. H er
harekete bağlı b irtak ım d u a ve saygı cüm lelerini ve bazı ayetleri okum ak iba­
detin biçim sel (form el) k o şu lların d an d ır. K u r’anın h er suresinden dilediğim iz
parçaları nam azda okuyabiliriz. B unlar, A rapça o ld ukları sürece, ne dem ek ol­
du k ların ı bilm eyenler, o nları T an rı k elâm ıd ır diye saygıyla o k u rlar, d in lerler ve
hepsine kutsal b ir değer v erirler. F ak at, m iras h u k u k u n a veya aile hayatına ve
bazı, ta rih olaylarına d air olan ve özellikle Y usuf suresi gibi ib ret verici bir
öyküden söz eden p arçaların T ürk çesin i, im am ın ya da nam az kılacak olanın
nam azda okum ası, ibadetin m istik ve T an rısal havasını bozar. İşte b u n u n için­
d ir ki, bazı din adam ları, ibadetin T ü rk çe yapılm asını şeriata aykırı b u lu rlar
ve nam azda yalnız nam az sureleri denilen kısa ve daha çok K u r’anın sonlarında
toplanm ış olan surelerin okunm asını tercih ederler; yahut da K u r’anm türlü
surelerinde dağınık veya kısm en top lu o larak verilm iş b u lu n an ahlâksal öğüt­
leri ya da dua ayetlerini okum ayı ve okutm ayı uygun b u lu rla r
Bize göre, kutsal duygular, hangi d ille o lu rsa olsun, ifade edilebilirler.
Yüce T an rı, k u llan ılan sözcüklerin A rapça veya T ü rk çe olduğuna değil, b u n ­
ları ku llan an insanın im an, niyet ve ru h u n u n tem izlik ve saflığına değer verir.
Bu itib arla, ne dem ek olduğu bilinm eyen ve çoğu zam an da yalan yanlış o k u n ­
m akta olduğunu görm ekte olduğum uz yüce K u r’an d an m utlaka A rapça ayetler
o k u nm alıdır diye d irenm ektense, ib ad et esnasında okunm ası en uygun olan ayet­
ler seçilerek b u n la rı T ürk çeleştirm ek suretiyle o k u tm ak ta z arard an çok y arar
vardır. İb ad et, T a n rı’ya y aklaşm aktır ve o n a ancak kendi dilim izle h itap ede­
bilirsek, an lay arak inanm ış b ir M üslüm anın en tem iz, riyasız ve içten saygı ve 1
sevgisini sunabiliriz. İb ad et d ışında yaptığım ız d u alar, niyazlar ve dileklerin
T ü rkçe olu şları, b u n u n en açık k a n ıtıd ır; y an i' T a n rı’dan b ir şey dilediğim iz
vakit, için için o nunla T ü rk çe k onuşiır, dileklerim izi T ü rk çe anlatırız. Y üce
T a n n ’nın tüm el bilgisi, bizim dilim izi de anlayacak b ir n iteliktedir. O k u r ya­
zarları sayılacak k a d a r az olan, T a n rı’ya, peygam bere ve K u r’ana k arşı da fazla
saygıları bulu n m ay an çöl A rap ların ın bile, n am azlarında diledikleri sure ve
ayetleri o k u m aların ı doğal b u la n din ad am larım ızdan pek çoğunu, ulusum uzu
on lardan d ah a geri b ir sü rü sayarak ibad ette ana dilim izi yetersiz b ulm aları,
şaşılacak b ir sap ık lık tır. Bu, o n ların , A rap h arfleri kaldırıldığı zam an h atta tla rın
aç kalacağ ın d an kaygılan an lar gibi, b ir geçim k u ru n tu su n u n sonucu olsa gerek­
tir. O ysaki, d in görevlileri, işlerini ve d eğerlerini, anlam ını k endilerinden de
pek çoğunun bilm ed ik leri A rapça ayetleri tek rarlam ak la değil, erdem likleri ol­
gunlukları, telk in lerin in akla ve gerçeğe uygunluğu, bilgi bak ım ın d an seviye­
lerinin üstünlüğüyle koruy ab ilirler.
Y u k ard a d a işaret ettiğim iz gibi, in san lar gerek ibadet ve gerek taatta, bu
ik i.d in sel görevi tam o larak yerine getirm iş olsalar bile, b u n lar, sadece T a n rı’ya
karşı ödenm esi gereken b ire r b o rç sayıldıkları sürece, H z. M uham m ed’in sa­
vunduğu yüce erdem ler gerçeklenm iş o lm azlar. Z ira , dinsel görevlerle ahlâksal
erdem lerin d aim a ve h e r M üslüm anda b e ra b e r yürüm ediği şüphe götürm ez ger­
çeklerdend ir. B unun için d ir ki, en doğru ve uvgun ibadet, ru h u n teslim ivetinde,
akıl ve irâd en in T an rısal ahlâk a baş eğm esinde saklıdır. H z. M uham m ed, "N a ­
m az, im an edenin m iracıdır” d em iştir ki, b u hadis,- gerçekte sonsuzluğa, itaatin
esrim esini (vecit) tatm am ış b ir ru h u n , yerlere sürünm ekle b u toprağın âciz ru h ­
lara yüklettiği tu tk u la rd a n asla k u rtulam ayacağını, yani yücelem eyeceğini ih ta r
etm ektedir. F ak at, " G ö nü l esenliği olm adıkça nam az o lm a z” diyen H z. M uham ­
m ed, "Bilgin olarak u yum ayı, bilgisiz olarak nam az k ılm a kta n hayırlı” saym ış,
dinin h ü k ü m ve bilgeliğini bilm eden ib ad et edip d u ran kişiyi, değirm en çeviren
eşeğe benzetm iştir. D in işlerinde ileri gitm eyi, zorlam a ve zorlaştırm ayı yasak­
lam ış olan Peygam berim iz, açıkça, d ü n y a erdem lerini, ah re t işlerinden ü stü n
görm üştür. F ak at din k o n u ların d a çelişkilere düşm ekten k u rtu lm u ş h iç b ir
im anlı yok tu r; b u n u n için d ir ki peygam ber de, b u akla uygun görüşleri ara­
sında, in san ların ibadet etm eye alışm alarını sağlam ayı düşünerek şu garip buy­
ruğu verm ekten çekinm em iştir: " Ç ocuklarınıza yed i yaşına girdiklerinde nam az
kılm alarını em rediniz; on yaşm a g irdiklerinde nam az kılm azlarsa d ö v ü n ü z!”
İslâm h u k u k u n u n eğitim sel yaptırım ları arasın d a önem li b ir yer tu tan dayak ara­
cılığıyla, insanları tapınm aya alıştırm ak gibi zorlayıcı b ir yöntem , T a n rı ile kul
arasındaki içten ilişkiyi, b ir k o rk u ve alışkanlığın etkisiyle gevşetir, kutsal ödev­
lerden bezdiren ve tiksindiren olum suz duyguların uyanm asına neden olur. Os-
m anlı halifeliğinin son zam an ların d a, h alk ın cam ilere gidip nam az kılm aları için
kahvelere polis ve b ekçiler yollanır, R am azanda oruç tutm ayanlara açıktan açı­
ğa orucu bozm a (alenen nak zı siyam ) su çundan ceza verilirdi; ok u llard a da,
M ubassır denilen sözde eğitm enlerin gözetim i altında öğrenciler nam az kılm a­
ya zorlan ırlard ı. Bu b ask ılara karşı gösterilen gizli ve açık tepkiler, din duygu­
suna vc dine k aışı sevgi ve saygının zayıflam asından başka bir sonuç verm em iş­
tir. Z ira T a n rı ile kul arasına, özgür b ir vicdanın k a ra r vc in an çlarından başka
bir güç girem ez.
A rap lar, nam azda konuşacak denli din k o n u ların d a lâubalilikten k u rtu la ­
m am ışlardı. Bunu göre H z. M uham m ed, b ir ayetle bu d u rum un önüne geçmiş
ve ibadet esnasında sü k û t etm eyi sağlam ıştır. Peygam ber zam anında A raplar
nam az k ılarlark en sağa, sola tü k ü rm ek ten de çekinm ezlerdi. H z. M uham m ed,
özellikle kıbleye tü k ü rm en in önüne geçmişse de, sağa ya da sola tükürm eyi
m enetm em iştir. T em izlik, h e r M üslüm anın d ik k atle uym ası gereken b ir ödev
olduğu h ald e, h er nedense din bilginlerinin b ir kısm ı, tük ü rü ğ ü n pis olabilece­
ğini düşünm em işlerdir. “İm a n edenin artığı h elaldir” diyen hadis doğruysa, bu
ancak suyu az b ir bölgenin zo ru n lu kıldığı b ir izin olsa gerektir. H z. M uham ­
m ed, yalnız ru h u n değil, bedenin de tem iz olm asına her zam an önem verdiği
için, h a tta tem izliği im andan saydığı için, ib ad etten önce aptest alm ak suretiyle
tem izlenm eyi ve en tem iz b ir kıyafetle T an rı h u zu ru n a çıkm ayı em retm iştir. N i­
tekim , K u r’anın da ancak tem izlenm iş in san lar ta rafın d an tutulabileceğine d air
ayet v ardır.
G enel o larak dinsel ödevlerin yapılabilm esi için, önceden tem izlenm iş ol­
m a k u ralı, hem en tüm dinlerde v ard ır. İlkel to p lu m larda olduğu gibi, M ısır, Çin,
H in t, Y unan ve R om a gibi eski b ü yük uygarlık bölgelerinde rah ip ler, şam an­
lar, k âh in le r ve b ağıcılar (sihirb az), k u rb a n kesm eden ya da b ir dinsel törene
başlam adan önce, tüm v ü cu tların ı veya v ü cu tların ın bazı kısım larını yıkam a­
ya, şeriatları b ak ım ın d an zo ru n lu y d u lar. R om alılar, tem izlenm eden T an rılara
yaklaşılam ayacağtna in an ırlard ı. B rehm enler ve Z erd ü şt, tem izliği dinsel ödev­
lerin başında g ö rü rlerd i. H ah am lar, duaya başlam adan önce, usulüne göre el­
lerini yık arlar, kutsal b ir işe başlam ad an ve kutsal b ir yere girm eden önce de
tem izlenirler. S aint Paul, ‘K orentlilere M ek tu p ’u n d a, b ir d u anın kabul edilebil­
mesi için tem izliğin şart olduğunu savu n u r ve T a n n ’n ın , kirli in sanların d u a­
larını k ab u l etm eyeceğini b e lirtir. H z. İsa ’ya göre, insanları k irleten, dışın pis­
liği değildir, asıl insanı kirleten k ö tü düşünce ve eylem lerdir. İn c il’in b ir ben­
d inde şöyle den m ek ted ir: “İsa d edi k i, siz d e m i hâlâ anlayışsızsınız; anam ıyor
m u su n u z ki, ağzınıza giren her şey karına gider ve oradan dışarı çıkar; ama
ağızdan çıka n şeyler, y ü rekten çıktıkla rı için insanı kirletir. Zira, yü rekten , bo­
z u k düşünceler, katil, zina, fü cu r, hırsızlık, yalan ta n ıklık ve k ü f ü r çıkar. İ n ­
sanı kirleten şeyler bunlardır, fa k a t yıka n m a m ış ellerle y e m e k yem ek, insanı
k irle tm e z” (M eta İncili, X I. b ap , 16-20).' H z. M uham m ed ise, ru h u n olduğu
kad ar da bedenin ve üst b aşın tem izliğine de öm rü boyunca riayet etm iş ve her
çeşit küçü k ve büy ü k tem izlikleri savunm uştur. K u r’anda 24 ayette tem izlik ve
yıkanm adan söz edilir; tinsel tem izlik ise, İslâm dininin ana ilkelerindendir. Bu­
gün Peygam berin h u zu ru n a, kılıksız kıyafetsiz, saçı sakalı b irb irin e karışm ış
b ir adam girm ek istem iş, fakat H z. M uham m ed, o n u , “Şeytan girer gibi giriyor”
diyerek ko y d u rm u ştu r. T em izlik k o n u su n d ak i h ad isler pek çoktur. Ö zet olarak
Peygam ber, h er zam an ve özellikle T an rı h u zu ru n a çıkarken, ru h u olduğu ka­
d a r da bedeni tem iz tutm ayı em retm iştir. Şu ayet, b ir M üslüm anın kıyafet b a­
kım ından da kendisine çeki düzen verm esini zoru n lu kılar: “E y âdenıoğııiları,
her m escitte ziy n e tin izi ta kın ız; yiyiniz, içiniz, fa k a t israf etm eyiniz, Tanrı, israf
edenleri sevm ez. D e ki, T a n rı’nın kulları için yarattığı ziyn et ve rızk gibi hoş
şeyleri (tayyibat) kini haram edebilir? Bu ziynetler, bu tem iz rızklar diinya ha­
yatında im an edenler içindir. K ıya m ette d e bunların halisleri vardır” (A raf.
51-32). Bu ayetlerden de açıkça an laşılır ki, ibadet esnasında kirli ve perişan
bir kıyafetle T a n rı h u zu ru n a çıkılam az; ve dünya nim etlerinden, dinsel b ir er­
dem ve em irm iş gibi kendini yoksun b ıra k a n la r da, yoksun edenler de, İslâm ın
gerçek ilkelerine gönül bağlam am ış sayılır.
H z. M uham m ed, sarhoşların ayılm adan, cinsel ilişkide bulunm uş olanların
tam am ıyle y ıkanm adan ve genel o larak aptes alınm adan nam az kılm alrın izin
verm em iştir. E bu H ü rey re’nin nakletm iş olduğu b ir hadiste, “H alkı za hm ete so k­
m a k o rk u su olm asaydı, kend ilerin e her nam az kılarlarken dişlerini tem izlem e­
lerini em red erd im ” d enilm ektedir. K aynağını M usa dini teşkil eden aptes h ak ­
kında şu ayet inm iştir; “E y im anlılar, nam aza k a lktığ ın ız zam an, y ü zü n ü zü ve
dirseklere kadar ellerinizi yıka yın ız; başınızı m eshediniz; ayaklarınızı da iki to­
puğa kadar (yıkayınız). C iinup iseniz, yıkanarak tem izleniniz; hasta ya da yol­
culukta iseniz, yahut biriniz b ü y ü k aptesten gelm iş veya kadınlara doku n m u şsa ­
nız ve su bulam am ışsanız, tem iz toprakla teyem m ü m ediniz, onu y ü zü n ü ze ve
ellerinize sürünüz. Tanrı sizin için darlık istem ez; lâkin şü kretm en iz için arın­
m ış olm anızı ve ü zerin izd eki n im etin in tam am lanm asını ister” (M aide, 9.
M üslüm anlıkta h e r nam az için ayrıca aptes alm ak gerekm ez1. D ö rt büyük
İslâm im am ı b u kon u d a ittifak etm işlerdir. F ak at Z â h irîle r’le Şiîler, her nam az­
da aptes alm anın şart o lduğunu ileri sürm ü şlerd ir. Y uk ard ak i ayetten de anla­
şılacağı gibi, suyu az olan b ir bölgede, aptesin m utlaka suya bağlanm ası, n a­
m azlara karşı ilgisizliği yaratacağ ın d an kaygılan arak, bazı d u ru m la rd a susuz
aptes alm aya da izin v erm iştir. Y ani, to p rak veya k um gibi tem iz şeylere sü rü n ­
mek suretiyle yapılan teyem m üm ve ayaklarını yıkam adan p abuçları üzerine
ıslak ya da to p rak lı ellerle d o k u n m ak dem ek olan m esh de simgesel olarak te­
m izlik işlem lerinden sayılm ıştır. K u r’an d a başka aptes ayetleri de v ardır. Bun­

(1) Hz. M uham m ed uykudan kalktıktan sonra, aptes almadan namaz kı­
lardı. Hz. Ayşe, bunun nedenini kendisinden sorduğu zaman, “Benim gczlprim
uyur, ama kalbim uyumaz” demişti. Fakat O, uykudan kalkanların aptessiz na­
maz kılm alarına izin vermemiştir. Peygamber namaz kılanların önünden geçe­
cek olan her canlının namazı bozm ayacağına, fakat bir hadisinde “Namaz kı­
larken önünüzden kadın, m aym un ve köpek geçerse, namazınız bozulmuş olur!”
dediğine bakılırsa, onun m aym un ve köpekle adeta eşdeğer tuttuğu kadının dik­
katleri kendine çekerek ibadetteki kutsal dalıncı bozacağım savunmuştur. Bu
anlayış, bazı m ezhep ve tarikatlerde kadının uğursuz, kirli, pis bir yaratık olduğu
inancım beslemiştir.
lar üzerinde Ş iîlcr, İm am îler ve S ünnîler, pek de ittifak etm em iş olm akla b ir­
likte, tü rlü garip yorum lam alara da başvu rm u şlard ır.
H z. M uham m ed zam an ın d a g ü n lü k nam az sayılarıyla b u n ların zam anları
saptanm ış değildi. Bugün bildiğim iz nam azlarla b u n ların rek ât sayıları, farz ve
sünnetleri, so n rad an d ü zenlenm iştir. N am azlar h ak k m d ak i h ad islerin verdiği
bilgileri b u lan ık gören E m evîlerden bazıları, nam az vakitlerini değiştirm ek iste­
m işlerd ir-v e d ö rt büy ü k im am d a, nam azların nasıl kılınacağını, yani nam az
esnasındaki h arek etlerin şekillerini kendi içtih atların a göre düzenlem işlerdir.
M ezhep ay rılık ların d a b u fa rk la r da b irer işaret sayılm aktadır. K u r’an, nam az
kılm anın şeklini saptam am ış olm akla b irlik te, şu em irleri verm iştir: " N am azı
doğru kılın , rü kû edenlerle b irlikte rü k û e d in !” (B akara, 43-45); " N am azı lâyı-
k ıv le k ılın ız !” ve "T a n rı’dan başkasına ta p m a yın ız!” (B akara, 83).
N am az, kıbleye yönelerek kılın ır. K u r’an b u n a neden o larak şunu b ild i­
rir: " K endisine yöneldiğin kıb leyi, sana uyanlarla senden y ü z çevirenleri ayırt
etm e k için y a p tık ” (B akara, 143). Bilindiği gibi K âbe’nin kıble olarak saptan­
m asını H z. M uham m ed’e, H z. Ö m er önerm iş ve ark ad an bu n a uygun b ir ayet
inm iştir: “N ereden çıkarsan çık, y ü zü n ü M escid-i H aram ’a y ö n e lt!” (B akara,
149). Aynı surenin 150’nci ayeti de aynı em ri te k ra rlar ve, " Y ü z ü n ü göğe çe­
virdiğini görüyoruz. S en i razı olacağın bir k ıb leye çevirelim , bundan sonra y ü ­
zünü M escid-i H aram tarafına çevir; nerede olursanız olunuz, y ü zü n ü zü onun
tarafına ç e v irin iz!” (B akara, 144) em ri v erilir.
C um a ve bayram nam azlarıyla teravih ve cenaze nam azları cem aatle kılı­
nır; fakat öteki n am azlar hem cem aatle, hem de tek başına k ılınabilirler. Ce­
m aatle k ılın an lard a m u tlak a b ir im am a uym ak lâzım dır. İslâm m ezheplerinde
im am lık sorunu hem dinsel, hem de siyasal liderlik so ru n u o larak ayrı ve önem ­
li b ir problem dir. M üslüm anlıkta, nam az şeklinde saptanm ış olan ibadetlerin
sayısı da old u k ça ço k tu r. T eheccüt, v itir, cenaze, cum a, teravih, bayram , duha
ve günlük beş v ak it nam azlarıyla nafile nam azı; cihat esnasında, h a tta düşm an
karşısında bile terk i caiz olm ayan, ancak kısaltılm asına izin verilen korku na­
m azı, güneş ya da ayın tu tu lm aların d a kılınm ası gereken ve m üekket sünnetler­
den sayılan k ü su f nam azı b u tü rd e n d irle r (G üneş veya ayın tutulm asındaki bi­
limsel nedenler, az çok m ilattan altı yüz yıl önce T hales ta rafın d an açıklanm ış
olm asına k arşın , b u k o nu d ak i bilgi, H z. M uham m e'd’e dek ulaşam am ış ve Yüce
T an rı d a b u n u k endisine b ild irm ek lü tfu n d a bulunm am ış olduğu için, yüzyıl­
larca b u doğa olayı da insan lar için b ir felâket ya da beklenm edik b ir olayın
işareti sayılm ış ve Peygam ber, b elki de- b u n la rın önüne geçer um uduyla ayrı b ir
nam aza gereksinm e d uym uştur. Y oksa, ilerdeki bahislerde göreceğim iz gibi,
kendisi, bu olay h ak k m d a k i saçm a inançları redd etm iştir).
Bir insanın ölüm den son rak i ak ıb etin i, d ünyadaki im anının derecesi belir­
ler. Z ira, H z. M uham m ed için de, H ıristiy an lık ta o lduğu gibi T a n rı, erdem in ko­
ruyucusudu r; fa k a t k u rtu lu ş için yalnız erdem li olm ak, din b ak ım ından yetiş­
m em ektedir; insanın k u llu k ödevlerini de ihm al etm em esi, m istik hayatın bediî
ve arıtıcı zevkini de yaşam ası gerektir. İşte İslâm da ibadetin başlıca am acı,
k u rtu lu şu da h azırlayan b u zevk ve m an tık ta sak lıdır; yoksa S ünnîler, ibadeti
im anın zoru n lu b ir ilkesi saym azlar; ancak ib ad et etm eyenlerin günaha girdik­
lerini, fak at k â fir sayılm ayacaklarını sav u n u rlar. B urada şu gerçeği te k rar açık­
lam akta y a ra r görm ekteyiz: H z. M uham m ed, yaşadığı çağda, cahiliye dönem i­
nin tü rlü erdem dışı alışk an lık ları içinde ikel ve âdeta vahşî b ir yaşam geçi­
ren kavm ini, T a n rı ko rku su y la, b irb irle rin e za ra r verm eyen kim seler haline ge­
tirm ek için, günde b irk aç kez nam az k ılm a y ı,-b u n la rın dışında da tü rlü zam an­
larda çeşitli ad larla ib ad et etm elerini zo ru n lu görm üştü. O zam anlardaki sosyal
koşulların g erektirdiği sürekli ib ad etler, İslâm devletleri genişledikçe, nicelik ve
nitelik bak ım ın d an kutsal b u y ru k lara göre uygulanam az oldu. Bir taraftan m ez­
heplerin, ta rik a tla rın , filozofların tü rlü yorum lam a ve içtih atları, b ir taraftan
da p ra tik hay atın zorladığı dünya işleri ve ödevleri, h e r M üslüm anın ibadete
karşı olan saygı ve duygularını zayıflattı ve değiştirdi. B ugünün toplum sal d ü ­
zenindeyse, ib ad et an cak ihtiy arlarla işi gücü olm ayan m istik ru h ların ve her
çeşit bilgiden ve h a tta o k uyup yazm adan habersiz olan kişilerin oyalanm alarına
ve kendilerin i avutm aya hizm et eden b ir alışkanlık eylemi olm uştur. B unların
çoğu, A rapça olan nam az surelerini ezberlerin d en bile doğru okuyam ayan, hele
an lam ların d an hiç h ab erleri olm ayan kişilerdir. İn san ları, kutsal duyguların de­
rinliğine d ald ırab ilm ek için, ibad etlerin zam an, sayı ve şekilleri üzerinde bazı
sınırlam alara izin veren y e n î içtih atlara ihtiyaç v ard ır. A ncak b u suretle ibadet,
m ekanik b ir gösteriş, alışk an lık olm ak tan ve m ü rai p o litik acıların tuzağı olm ak­
tan ç ık arıla rak sonsuz varlığa teslim iyet ve hayranlığın olduğu k a d a r da erdem ­
liliğin aracısı o labilir.
DUA VE YARLIGAMA

‘‘G ünah işleyenlerin g ö k y ü zü n e karşı yalvarıp


yakarm alarını k im se d in le m e z”
K onfüçyüs

İnsanın T an rı ile baş başa k alarak , kendi d ertlerin i, dileklerini, saygılarını


ona sunm asından ib aret olan içten itirafların a ve y alvarm alarına d u a diyebiliriz.
D u aların b ir kısm ı, T a n rı’yı yüceltm ek, övm ek, k u tlam ak ve O ’na sığınm ak şek­
linde yapılır; b ir kısm ı d a, lâyık o lu n an veya olunm ayan nim et ve m utlulukları
dilenm ek, kişisel güven ve esenlik h ak k ın d ak i tasaları giderm ek, kendine veya
sevdiklerine yardım ve iyilikler istem ek şeklinde o lu r ki, b u nun aksi olan di­
leklere de b ed d u a denilir. Bir de kutsal m etinlerde geçen bazı dua ayetleriyle
H z. M uham m ed ’in kendi h ay atın d a yapm ış olduğu d u alar ve erm iş sayılan
kim selerin yazdığı veya o n ların oku d u ğ u k ab u l edilen d u a la r v a rd ır; bunların,
h er çeşit d ert ve afetlere karşı k o runm aya hizm et ettikleri gibi, dileklerin Y ü­
ce T an rı ta rafın d an d ah a kolayca k ab u l edilm esine hizm et edeceğine de ina­
n a n la r vard ır; b u inançla o k u n an d u aların pek gülünç ve saçm a olanları da
h alk arasın d a yayılm ış olduğu h e r zam an ve h e r yerde görülebilir. Y ağm ur
duası gibi, T an rısal iradeyi y u m u şatarak insan lara yardım etm esini sağlayan
m ucizeli d u a la r, M üslüm anlıktan evvelki d inlerde, h atta aynı d in ve kavm e
m ensup olan ların tü rlü k o lların d a, başka b aşka şekillerde uygulanırdı ki, b u n ­
lar, d ah a çok, eski anim izm in ve o n u n sonucu olan bağı (büyü, sihir) inancının
ü rü n lerid ir; b u tü rd e n o larak k arın ca duası, bazı h astalık ları iyileştiren d u a­
la r ... gibi koruyucu sanılan d u alar da yaygındır.
Şekilleri ve tü rleri ne o lursa olsun, du a, T a n rı’ya veya m istik kuvvet ve
v arlık larla b ir dertleşm e, b ir sızlanm a, b ir yalvarm a ve kendine acındırm a işle­
m idir; ve hepsi b ir istek ve u m uda d ayanır. Bir işe başlam adan önce, başa
gelmiş b ir felâket karşısın d a ya da sonucu bilinm eyen hal ve olaylar önünde
bunalm ış o lan b ir insanın T an rısal yard ım d an yararlan m ak için d erin bir
saygı ve alçak gönüllülükle yapm ış olduğu yalvarm alar, b ire r d u a olduğu gibi,
sevdiklerim iz, ö lülerim iz, yurd u m u z, u lusum uz ve büyüklerim izle insanlık için
T a n rı’ya sunduğum uz iyi dileklerim iz de b ire r d u ad ır. Bu nedenle dua, T anrısal
şefkat ve inayeti kendi lehim ize coşturm a am acım güden b ir acındırm a ağıtıdır.
D ua eden, kendisini Y üce T a n rı’nın dinlem ekte olduğuna in an ır ve O ’na
karşı, yeryüzünün fani k ral, d ik tatö r, m ü steb it, zalim veya lütfuyla k a h rı h ak ­
k ında açık b ir bilgim iz b ulunm ayan h erhangi b ir otoritesi karşısında yapıldığı
gibi, yüceltici, kutlayıcı sözcükler k u llan ır vc dua eden, kendi acizliğinden, za­
vallılığından, kim sesizliğinden söz eder; eksinlik (m ahviyet) ve alçak gönül­
lülükle yoğrulm uş cüm lelerle ve b ir çeşit d alk av u k lu k yapar. T üm kitaplı ve
kitapsız din lerd e d u a la r, T a n rı’yı övm ekle ve ona sığınm akla yapılır. H intliler,
T an rılara şü k red ilir ve o n lar yüceltilirse, k en d ilerinden istenilen her şeyi ve­
receklerine in an ırlar. N itekim , ilk dinlerd e de aynı inanç vard ır; yani T an rılar,
kuru duaları kabul etm ezler; m utlaka onlara su n ak lar da verilm ek ve kendile­
rini fazlarıyla övm ek de lâzım dır. T a n rı’ya d o ğrudan doğruya yaklaşm anın ola­
naksız olduğunu zannedenler, onun ta rafın d an h atırı daha çok sayılır ve onun
yüzü suyu hürm etin e bizim dileklerim izi de kabul eder um uduyla bazı ölm üş
velilerin aracılığına da b aşv u ru lu r. F akat b u n la r da insan oldukları için, kim ­
senin dileğini karşılıksız o larak T a n rı’ya arz etm ezler; onlara da ad ak lar şek­
linde bazı şeyler vaat etm ek, yani b ir çeşit koşula bağlı rüşvetler verm ek gerekir.
D uanın pek çok yararı o lduğuna in an ılır. M azdeizm de, cinlerin ve şeytan­
ların şerlerinden koru n m ak için duaya baş v u ru lu r. Z e rd ü şt’e göre, duada k u l­
lanılan sözcüklerin de ayrı b ir etkisi v ard ır. Aynı inanç M üslüm anlarda da gö­
rülür. B unun için d ir ki, biz de T a n rı’ya b ir dilekçe verir gibi rasgele yalvar­
mayız. E tkisi önceden bilin en , tanınm ış, denenm iş d u alar o k u ruz. Ö zellikle,
şifa için, b ir işin başarıyla sonuçlanm ası için, bu çeşit ve âdeta bağısal (ma-
gique) bir form ül şeklindeki d u aları yeğ tu tarız. Bu form üller, M üslüm anlıkta
olduğu gibi öteki din ve m ezheplerde de aynıyla okunm azlarsa, kutsallıklarını
yitirir ve h a tta çarpm ak ve dileklerinin tersini olu şturm ak gibi bazı önem li za­
rarları olacağına in an ılır. Bu itib arla d u a cüm lelerinin ne dem ek olduğunu bil­
meye de ihtiyaç yoktur. D uan ın fonetiği, dua esnasında alınan tavır, yalvarış
sesleri, başarın ın önem li k o şu lların d an d ır. D u alar, ancak bu suretle T an rı k a ­
tına dek yükselir ve O ’nun k a tı yüreğini y u m u şatırlar (B ütün bu özelliklerden
yararlan an lar üfürü k çü lerle m uskacılar, cinciler ve falcılardır).
D uanın h e r dinde olduğu gibi, İslâm dininde de b ir edebiyatı v ardır. "B a­
na dua ediniz, size ka rşılık vereyim ” (M üm in, 60) ayetinden de anlaşılacağı
gibi, T an rı, kendisine yalvaran ve kendisinden isteyen ku lların ın kaderini bile,
dua sayesinde d eğ iştireb ilir1. B undan y ararlan m ak isteyen m azlum lar, haksızlı­
ğa uğrayanlar, k endilerine k ö tü lü k etm iş olanların cezalanm aları için, T a n rı’nın
lânet ve öfkesini davet ederler; kuvvetli ve zalim insanlardan, bu dünyada ala­
m adıkları öcü, T a n rı’ya havale etm ek suretiyle k endilerini teselli etm iş olurlar.
Z ira, genel o larak T a n rı, d u aların iyi ya- da k ö tüsünü ayırt etm eksizin, dua
edenin ricasını isterse k ab u l eder. D uaya im an edenler, T a n rı’nın b irb irin e ta­
mam ıyla k arşıt olan ve aynı anda yapılan d u alard an hangisini kabul edeceğini,
bunlardan b irin i k ab u l etm iş olsa, diğerinin üzüleceğini, ikisini birden kabul
etse, doğa k an u n ların a aykırı, yani kendisinin değişm ezliğini bildirm iş olduğu
âdetini bozm uş olacağını düşünm ek bile istem ezler. B unun için o lacaktır ki,
vaktiyle, insanların en b ü yük erm işlerinden b iri saydığım ız K onfüçyüs, b ir afo-
rizm asında, "G ü n a h işleyenlerin g ö k y ü zü n e karşı yalvarıp yakarm alarını kim se

(1) Bu ayet, aynıyla Incil’de de vardır: “İsteyiniz, size verilecektir” (Meta,


VII, 7).
d in le m e z!” dem ek suretiyle, d u an ın önüne geçm ek istem iş ve en doğru bilgeli­
ğin, " B ütün ka lb im izle insanlara karşı ya p m a k zorunda old u ğ u m u z ödevleri y e ­
rine getirm ek ve g izli varlıklara karşı saygıda k u su r etm eyerek olabildiği kadar
onlardan u za k la şm a k ” o ld uğunu b ildirm işti. Z ira ona göre, du an ın hiçb ir ya­
rarı yoktur; b u n u n n edenini de şöyle açıklar: “G ö kyü zü , insel ruhun işlerine
e tk in olarak karışm az. İn sa n ruhu doğuştan iyidir. M ü kâ fa t ve m ücazat, her
b irim izin gidiş tarzından doğan doğal ya da kayrasal (providentiel) bir ürün­
d ü r”. H e r tü rlü m istik in an ışlard an u zak o lan b u gerçekçi ve olum lu görüş,
insan iradesini k u vvetlendirm e ve insan haysiyetini yüceltm e bak ım ın d an , hiç­
bir d in in ve din adam ın ın tasarlayam ayacağı k a d a r yüce b ir gerçeği k apsar.
Ö zet o larak K onfüçyus, k u tsal v arlık ları rah atsız etm enin h içb ir yararı o la­
m ayacağını telkin etm iştir. N itekim E m erson da, ‘K endine G ü v e n ’ (La Con-
fiance en Soi) adlı eserinde d u a n ın aleyhinde b u lunm uş, b u n u n yerine d ü şü n ­
meyi önerm iştir. K an t ise, açıkça d er ki: “B ü y ü k bir ahlâksal ilerlem eye erişen
kim seler, duaya son verirler. Zira, bu gibilerin en ö n em li özdeyişi, nam uskâr-
lıktır. İnsanların ö n ü n d e d ua etm e k , onların duyg unluğunu d a vet ederek onlar
kadar alçalm ak d e m e k tir”. D an te de, “M ahvolanlar, diyor, düşünm eyenlerdir.
Y ani, insan dua ile değil, d ü şü n m e k suretiyle ku rtu lu şa ve ulaşm ak istediği am a­
ca kavuşabilir. Zira, insan haysiyet ve onuru, (yalvarıp yakarm ada değil) aklın
haysiyeti içindedir. Ö zgürlüğü y ık m a k , a klı y ık m a k d em ektir. A k ıld a n yo ksu n
olursak, insan olm aya da son verm iş o lu ru z” (M . M . M angasarin, s. 105). D aha
çok önce E p ik ü r de, T a n rıla rın k u tsal esenlik ve m u tlu lu k ların ı bozm am ak için
d u anın aleyhinde bulun m u ş ve k en d i yapabileceğim iz şeyler için onları ra h a t­
sız etm enin doğru olm adığını savunm uştu. O n a göre, “ Tanrılar yararsızdır ve
onların ezelî ta kd iri d e asılsızdır. Bir işle uğraşm ak ve kaygılanm ak, yü ce k u t­
sallığa uygun gelm eyen durum lardandır. Tanrılardan k e n d i elde edebileceğim iz
şeyleri istem ekte yarar yo ktu r. Tanrıların b izim le uğraştıklarını za n n e tm ek , bü­
y ü k lü k le rin i hor g ö rm ek d e m e k tir”. F ak at H z. M uham m ed, insanın kuvveti k a­
d a r da zayıf yanlarını d erin d en anlam ış ve hele kendi kavm inin k arak terin i çok
iyi bilen b ir insan olduğu için, k ö tü leri u m utsuzluğa d ü şürm ek suretiyle daha
fazla k ö tü lü k y apm alarım önlem ek, en k ö tü b ir insanın bile, k en d in i arıtıp d ü ­
zelttiği tak d ird e, T a n rı ta ra fın d a n yarlıganacağı u m u d u n u verm ek m aksadıyla
duaya değer verm iştir denebilir. Y ani hiç olm azsa d in adına, insanı b ü sb ü tü n
kaybetm ektense, kazanm ayı tercih etm iştir. Z ira , onun ana ilkelerinden b iri de,
T a n n ’m n sonsuz b ir su rette yarlıgayıcı ve yufk a yürekli o luşudur. Bu anlayış,
cahiliye dönem inde, bilgisizlik ve ilkellikleri y ü zünden h e r tü rlü ahlâksızlığı
alışkanlık ve âd et haline getirm iş olan b ir kavm i, k in lerin d en , duygusuzlukla­
rın d an u zak laştırarak M üslüm anlığa k azan d ırm ak için pek y ararlı olm uştur.
“D e ki, ey nefislerin i israf eden kulla rım , T a n n ’m n ra h m e tin d e n ' u m u d u kes­
m eyin; T anrı tü m günahları yarlıgar, O p e k yarlıgayıcı ve m erham etlidir”
.(Züm er, 52). Böyle cöm ert ve âlicenap b ir T a n rı h u zu ru n d a k u rtu lu şu n tek yo­
lu, yalvarıp y ak arm ak tır: " D u a n ız olmasa, R a b b im size n e değer verir?” (Fur-
k an , 44).
B ununla b irlik te du a, yalnız y alvarıp istem ekten ibaret olan b ir dilencilik
değildir. Z ayıflık ve âcizliğin, sonsuz güce yaklaşm ak suretiyle tinsel kuvvetini
artırm ak, b ir an için olsun fani varlığın ebedî varlıkla kaynaşm asını sağlam ak
için, yani k arşılık beklem eksizin de d u a edilir ve asıl d u a b u d u r. B unu çok
önce fark etm iş olan Jü d a iz m , g önülden yap ılan içsel, duaları fazla değerlen­
dirm iş, M am onides de S pinoza’d an önce d u an ın yüce k arak terin i b e lirtm iştir
(‘Le G uide des E gares’, ed. I I I , eh. LV, s. 441, M unck çevirisi). G e n e l'o la ra k
İbran îlerd e d u an ın k u rb a n la rın d a n d ah a üstü n olduğu anlaşılm ak tad ır,' h atta
onların inan çların a göre, du a, iyi edim lerden de ü stü n d ü r. Jü d a izm d e , hiç kim ­
senin iyi edim lerde (salih am eller) H z. M usa’yı aşm adığı kabul edilir. B unun
nedeni, dua sayesinde T a n rı’dan cevap alabilm esi ve onunla konuşabilm esidir.
Bunun için d ir ki, Y ahova, onun yapm akta olduğu d u alard an ve dileklerden usa­
narak, “A r tık bana bunlardan söz e tm e ” (Tesniye, I I I , 26) dem iştir. T alm ud,
duanın etkili olabilm esi için u zun olm asına değer verm ez. F akat dua ederken
gözlerin aşağıya, k alb in yukarıya çevrilm iş olm asını önerir. D ua esnasında d ü n ­
ya kirlerin d en ve lekelerinden tam am ıyle tem izlenm e gayretine düşen ru h , ken­
disini T a n rı'y a d ah a çok yaklaştırm aya lâyık b ir d u rum a getirm iş olur. D ua,
daim a T a n rı’yı anım sam aya ve O ’n u n yüce ad ın ı tekrarlam aya neden olduğu
için, bilinci m istik ve kutsal b ir hava k u şatır. O denli k i, yalnız dua etm ek
değil, dua ederken alınm ası gereken org an ik ve ru hsal du ru m bile, bu havayı
teneffüs etm eye yetişir. H ipnotize edilm iş süjelere, ’ d ua veya ibadet du ru m u ve­
rilince, kend ilerin e sözle h iç b ir telkin yapılm adığı h alde, b u n ların ibadete ve
duaya başlad ık ları g ö rü lü r. D em ek ki, b ir özel m im ik, d urum ve tavırla bu n lara
dönüşen düşünce ve duygular arasın d a sıkı b ir ilgi vard ır. Lange ve J a m e s’in
heyecanlar h ak k m d ak i k u ram ları da b u n u onaylar. D uanın bu derin nüfuz ve
etkisi dolayısıyladır ki, H z. M uharrtm ed, b ir hadisinde, “ İb a d etin en y e tkim ,
d uadır” dem iştir. Bu itibarla du a, b ir çeşit ib ad ettir. H atta duad a k u l, T a n rı’ya,
ibadettekinden d ah a y ak ın d ır ve âd eta O ’n u n la daha serbestçe dertleşir. İb ad eti,
şeriat belirli zam an lara bağladığı h ald e, d u an ın böyle belirlenm iş zam anı ve
sayısı yoktur. K ul, d u a aracılığıyla d aim a T a n rı k apısını çalabilir; dolaysız ola­
rak O ’na h itap edebilir. B unun için d ir ki, K u r’an d a şu ayet, bu yakınlığı m üj­
deler: “D e k i, ben onlara y a kın ım , dua edenin duasını k a b u l ed erim ” (B akara,
186). F ak at y apılacak d u a la rın b aşın d a şu dilek b u lu nm alıdır: “D ünyada ve
ahrette n im e t ihsan et, b izi ateş azabından ko ru , d iye dua edenlerin duası k a b u l
edilir” (B akara, 202-203); am a yalnız, “ B ize d ü n ya m u tlu lu ğ u ver diyenler için
ahrette nasip y o k tu r ” (B akara, 2 0 1 ). İn san ın âcizlik ve zavallılığını, tu tk u la­
rının da sonsuzluğunu ve bencilliğini d u a la rın d a n daha açıkça b elirten b ir iti­
raf olam az.
D ua, özgür b ir m istik işlem olm akla b irlik te, onun da kendine özgü b ir­
takım adap ve erk ân ı v ard ır. N itekim G azalî, b u n u n yalnız ad ab ın ı değil, ko­
şullarını; h a tta ib ad et gibi zam an ların ı da saptam ıştır. D u aların k ab u l edilebil­
m esi için en o n u rlu b ir saat gereklidir. O n a göre, “H a lk içinde açıktan açığa
yapılan dualar, riyadan ku rtu la m a zla r”. F ak at gerçekte, gerçekten im an eden ve
takva ehli olan in san lar k en d ilerin i daim a T a n rı h u zu ru n d a hisseder ve daim a
O ’na karşı d u a ve niyazla ve içten b ir saygıyla bağlanırlar. Esasen h er ibadet
de b ir dua olduğu için, b u n u n ikisi de b irb irin in k o şu lu d u r, b ir fark la ki, dua-
sız ibadete izin verilm ediği h ald e, ibadetsiz d u a etm ekte h er k u l özgürdür. H z.
M uham m ed, yalnız n am azların d a değil, h er d ard a kaldığı, her coştuğu ve h er
aklına geldiği zam an d u a etm iştir.
D ua ile T an rısal ta k d ir ve dolayısıyla k ad er arasında b ir aykırılık görenler
vard ır: İm am îler, T a n rı’nın bilim ve tak d irin d e d ua ile uzlaşıcı b ir yorum ya­
pılm adıkça, d u an ın , yalvarm anın ve h a tta tövbenin h içb ir değeri olm ayacağını
ileri sürerler; zira, k u lu n kad eri önceden çizilm iştir. K ul, kaderin d en şikâyetçi
ve tasalı olduğu için d ir ki, d u a ile T a n rı’yı yum uşatıp kad erin i değiştirm e gay­
retine düşm ektedir. Bu itib arla d u an ın böyle b ir işe yaradığını kabul etm ek,
T a n rı’nın hem başlangıçta isabetsiz h ü k ü m ler verm iş olduğunu, hem de ilerde
m eydana gelecek olan değişm eleri önceden bilm ediğini onaylam ak gibi, bazıla­
rınca k ü fü r sayılacak düşünceleri ak la getirir. Bu zorluğu giderm ek için fazla
yorulm uş olan S ünnî kelâm cıları, K u r’anda insanların günahlarını bağışlatm ak
için Peygam beri d u a ve niyaza dav et eden ayetlerden y ararlan m ışlard ır. Buna
karşın du a, k ulun ihtiyaç ve isteklerinin ne o ld uğunu T a n rı’nın önceden bil­
m ediğini, bilm iş olsa bile, y alvartm adan dilediklerim izi verm ediğini d ü şünm e­
mize engel olam az. B unun için o lacak tır ki, C eb erriye’ye m ensup o lan lar, «T an­
rı, derler, k u lu n d u a ile ken d in d en istedikleri şeyleti önceden biliyorsa, d u a ­
nın gereği y o k tu r; zira önceden bildiğini v erecektir; ve yine zira, olaylar ezelî
bilgisinin p lan ı dairesinde h arek et eder». Eğer T an rı, k u lların ın istediklerini
önceden bilm iyorsa, d u a etm ek b o şu n ad ır; çü n k ü T an rı, kendi bilgisinin planı
dışında olan şeyleri yaratm az. T a n rı, olaylar zin cirinin nedenlerini önceden h a­
zırlam ışsa, T an rısal ta k d iri in k â r etm ek zo ru n d a kalırız ki, bu im ana aykırıdır.
Şüphesiz, bilm ekle verm ek aynı p lan d a bulu n m a zorunda değildir. T an rı, bizim
nelere m u h taç olacağım ızı, neleri isteyeceğim izi önceden b ilebilir ve h a tta bizi
bu isteklere zorlyan ihtiyaçları da kendisi y aratır; kulun b u n la r karşısında yal­
varıp yakarm ası da T an rı isteğine uygun b ir olay olabilir ve kendisi istediğim iz
şeyleri verip verm em ekte serb esttir. H atta belki de k u lların isteklerini önceden
bildiği halde, o nları yalvartıp y a k arttık tan sonra da verm eyeceğini önceden tak­
d ir etm iş veya planlam ış olab ilir. G erçek bu olsaydı Yüce T a n rı’yı, kendi sonsuz
m erham et ve zenginliğine aykırı b ir zulüm ve cim rilikle nitelem ek gerekirdi
ki, O ’n u n b u gibi k u su rla rd a n arınm ış ve m u tlak b ir surette ku lların ın ıstırap ­
larına kayıtsız b ir v arlık olm adığını k ab u l etm ek zorundayız. B unun için d ir ki,
bazı T anrıb ilim ciler, d u ad an m aksadın istem ek değil, kulluğun arzı ve itirafı­
d ır, derler. Bu tak d ird e de T a n rı’yı, k u lların ın b u çeşit alçalm alarından hoşlanı­
yorm uş farz etm ek gibi b ir duygu an ım san ır ve b u sakat düşüncelerden, zihinleri
k andırm asına o lan ak bulu n m ay an b irtak ım k u ram sal çevirtilere başvurm ak
suretiyle k u rta ra b iliriz veya b u n u um abiliriz. F ak at, du an ın ru h sal ve p ratik
hayattaki y ararları, b u tü rd e n k u şk u la r ü zerin d e fazla durm aya engel o lu r (İle­
ride K ader b ahsinde bu konuya te k ra r değineceğiz).
D uad a kendi kişisel veya insel ve ulusal dileklerim izin gerçeklenm esini
sağlam akta ya da bazı sözcüklerle cüm lelerin , m istik kuvvetlerine inanarak on­
ları tek rarlam ak ta yine dünya ve ah retle ilgili b irtakım yararları sağlam ak gibi
am açlar v ard ır. Bir bakım a du a. kişinin kendi h addini bilm em esi, h a tta T a n rı­
lığa karşı b ir çeşit k ü stah lık tır. Z ira, duad a dileklerim izi T a n rı’ya h atırlatm ak,
O ’nun iradesini k en d i lehim ize işletm ek ve bizden esirgenm iş olduğu kabul
ettiğim iz T an rısal lü tu f ve inayeti, yalvarm ak suretiyle elde etm ek gibi id dialar
ve bu idd iaların altın d a gizlenm iş ve itirafı güç birtak ım saygısız suçlam alar
vard ır. Y ani b ir b ak ım a, h e r d u ad a, T a n rı’ya karşı b ir başa kakm ak (serzeniş),
O ’na herhangi b ir bilgisizlik ve duygusuzluğu yüklem ek gibi saldırgan ve kü s­
tah düşünceler saklıdır. İm an ve tinsel k o rk u , bu çeşit duyguları açığa vurm a­
mızı engeller. İn san dua esnasında ne denli k üçülürse küçülsün, kendisini ne
denli U lu T a n rı’ya yaklaştırm aya çalışırsa çalışsın, du alard an önce kendim ize
lâyık görülm em iş, bağışlanm am ış, am a b aşk aların a lütfedilm iş olan nim et ve
başarılardan kendim ize de b ir pay koparm ayı dileyen bencil ve çıkarcı b ir ruh
hali içinde ç ırp ın ır d u ru ru z . U n u tm am alıd ır ki, d u a da ibadetin b ir parçasıdır.
Bazı ibad etler harek etlerle yapılır, nam az gibi; b u n u n da adabı ve erkânı var­
d ır, kıbleye dönm ek, secde, rü k û , selâm ... vb . gibi. O ruç tu tm ak , k u rb an kes­
mek de b ir çeşit ib ad ettir. İb ad etin dış g ö rünüşü, onun adap ve erk ân ın d an ,
yani u su lü n d en ib a re ttir; fak at ibadetin b ir de iç g örünüşü vard ır. Bu, esrim e,
dalınç, teslim iyet, im an, k ü ç ü lm e ... duygularına bağlı o larak anlam ı k avranıl­
sın, kavranılm asın, kutsal sanılan bazı m etinlerle d uaları okum aktır. Eski Ro­
m alılar, T a n rı’nın hangi cinsten olduğunu bilm edikleri dönem lerde du aların a,
“İster e rk e k , ister d işi ol, ey T a n rı!” cüm lesiyle b aşlarlar ve m istik törenlerin­
de, “N e olduğu bilinm eyen g izli varlığa” d u a ederlerdi.
Y üce T a n rı, d u ad a istenilen şeyin niteliğine önem verm eden k u lu n u n dile­
ğini yerine g etirir; fak at k u lu n u n istediklerini kendisi bağışladığı h alde, bu
istekten doğacak sorum luluğa karşı p ek de ilgisiz kalm az: “D ünya sevabı iste­
yene ondan veririz, ahret sevabı isteyene d e ondan veririz” (Âli İm ran , 145).
Bununla b irlik te, T a n rı, dilediğini yarlıgar, dilediğini yarlıgam az. T üm günah­
lardan ve ah lâk a aykırı h arek etlerd en çek in en ler de affedilirler: “N ehyedildiği­
n iz günahların b ü yü klerin d en sakınırsanız, kabahatlerinizi kefaretler ve sizi ke ­
re m i i bir m e v k ie getiririz” (N isa, 31). T a n rı, tü m g ünahları bağışlar ve hele tüm
iyilik edenleri cennetine k ab u l ed er (B akara, 112). H e r ne k a d ar H z. M uham ­
med, hangi g ü n ah k âr o lursa olsun, şefaat edecek o lursa hepsi affedilir gibi b ir
inanç varsa da, b ir h adisten anladığım ıza göre, bazı in sanlar için kendisine,
“Senin ölü m ü n d en sonra, onların neler işlediğini bilm ezsin, bazıları tam am ıyle
dinden d ö n d ü ler” denilm iş ve şefaati k ab u l edilm em iştir. Şu ayetler de H z. M u­
ham m ed’in h e r şefaat dileğinin k ab u l edilm eyeceğini b ildirm ektedir: "O nlar
için yetm iş k e z m ağfiret (yarlıgam a) dilesen de, Tanrı onları asla yarlıgamaya-
caktır. Ç ü n kü onlar, Tanrı ve elçisine k ü fre ttile r ve Tanrı fa sık ka vim lere hi­
dayet verm e z” (T övbe, 8 0 ); " . . . O ’n un izn i v e dileği olm adan, yanında k im
şefaat edeb ilir? ” (B akara, 2 5 6 ); “K ullarım ü zerinde senin hiçbir saltanatın
yoktur; v ek il olarak da R a b b in yeter” (İsra, 65; Âli İm ran , 125). N itekim , N uh
suresinin 2 6 ’ncı ayetinde, b u peygam berin yapm ış olduğu dua da k ab u l edilm e­
miş görünm ektedir. “Y a R a b b i! Y e ry ü zü n d e k i kâfirlerin bir tanesini bile bırak­
m a!” N itekim , H z. M uham m ed’in veda h accinden sonra Hz. Ali için yapm ış
olduğu h ay ır d u a da k ab u l edilm em iş o lacak tır ki, sevgili dam adıyla to ru n ları,
hatta b u n ların soyundan gelm iş olan nice seyyit ve şeriflerin başına gehnedik
felâket kalm am ış ve K u r’anın da yüce Peygam berin soyunu korum a em irlerine
karşın, âl-i abaya tü rlü p o litik nedenlerle saldırılm ış ve bu soyun yok edilm e­
sine çalışan d a yab an cılar değil, A rap lar ve M üslüm anlar olm uştur.
H em en b ü tü n d in ler, ib ad et, d u a ve k u rb a n la rla T a n rı’yı yum uşatm a um u­
d u n u telkin ed erler. O ysaki, doğa k a n u n la rı, b u m istik işlem lerle değiştirilem ez.
D u v arların d a Y a H afız! (ey kork u y u cu !) yazılı nice evler ve Ayet-el-Kürsî ok u ­
n ara k T a n rı’ya em anet edilm iş nice köşkler, h a tta cam iler yangından, hırsız­
d an , dep rem lerd en k u rtu lam am ışlard ır. B unu m ilattan b irk aç yüzyıl önce fark
etm iş olan Y u n an filozofu K ritias, “ Tanrı kayrası (providence) ve ru h u n ölm ez­
liği inançları, k a n u n yapanların uydurm alarından başka bir şey d eğildir” dem iş­
ti. Şu halde Peygam bere ya da peygam berlere sığınm ak ve on lard an şefaat dile­
m ek, bo şu n ad ır; zira, şefaat de T a n rı’n ın iznine bağlıdır ve T a n rı dilerse bir
şefaati k ab u l eder. Z ira, T a n rı dilediği ta k d ird e , günah sayılan, şeriata aykırı
hareket ve düşünceleri affedeceği gibi, k e fa re t ve kazası olanaklı olduğu için
k ü ç ü k sayılan g ü n ah ları da affed er. H z. M usa, b ir yabancıyı ö ld ü rd ü ğ ü zam an,
kendinin affedilm esini rica ediyor, T a n rı da bağışlıyor (K asas, 16). Ö ldürülm üş
olanın m ağ d u r oluşu, T an rı iradesi k arşısın d a d ü şünülecek denli önem li sayıl-
m adığı için o lacak tır ki, T a n rısa l adaletin keyifsel h ü k üm leri üzerinde tartış­
m aya girişenler, açık ve d oğru b ir sonuca ulaşam am ışlardır. Bu itib arla ceza­
nın pek de zo ru n lu olm adığı an laşılm ak tad ır. A ffı, pek aşırı b ir cöm ertlikle
tü rlü harek etlere uygulam ış o lan H z. M uham m ed, b ir h adisinde, " Sü n n etim e
uygun şe k ild e a ptes alan k im sen in geçm iş günahları bağışlanm ıştır; nam azı ve
cam iye gitm esi, o n u n için n a filed ir” den ilm ek ted ir. M üslim ’in ‘S a h ih ’inde görü­
len bu h ad is, âd eta u sulüne göre aptes alın d ık ta n sonra, ib ad etin değeri ve ge­
reği kalm az, aptesin kendisi b ir ib a d e ttir gibi b ir düşünceyi anım satabilir. Ebu
H ü rey re ’nin nakletm iş olduğu şu iki h ad is de, k arşılık beklem eden yapılacak
ib adetlerin tüm g ü n ah ları silip süpüreceğini m üjdelem ektedir: “İm anla ve kar­
şılık beklem ed en ram azanda oruç tutanın, geçm iş günahları a ffe d ilir”. Şu ayet­
ler de T an rısal şefk at ve m erh am etin ne denli so n su z . olduğuna delâlet ederler:
Bir kim se, “Başkalarına d o ku n a ca k fe n a bir am elde b u lu n d u k ta n ya da ke n d i
n efsine zu lm e ttik te n sonra, T a nrı'dan yarlıganm asım dilerse, T anrı o n u n hak­
k ın d a yarlıgayıcı ve m erham etli o lu r” (N isa, 108), yeter ki insanlar, T a n rı’dan
başkasına d u a etm esinler; “T a n rı’dan başkasına dua edenlerin, hiçbir duaları
ka b u l e d ilm e z” (R a ’d , 15); “K âfirlerin duaları, bir sa p ıklıkta n başka bir şey
olm adığı (M üm in, 50) için, o n ların d u aları asla kabul edilm eyecektir; fakat
T an rı daim a, “İm a n eden ve iy ilik işleyenlerin dualarına” ko şacak tır (Ş ura, 25);
zira Y üce T a n rı, “İnsanları, kazandıklarıyla h em en suçlandıracak olsaydı, yeryü­
zünde bir te k kım ıld a n a n kalm a zd ı; fa k a t O , belirlenm iş bir zam ana d e k onları
g eciktirm ekted ir” (F atır, 145). B undan da anlaşılıyor ki, günah işlem eyen insan
yoktur; H z. M uham m ed b ile, işlem iş olduğu k ab ah atlerd en ö tü rü , K u r’anda
kendi kendisini k ın a r, kendine d a rılır ve T a n n ’ya sığınarak, ken d in in de yarlı-
ganm asm ı diler. Y üce T a n rı’n m , n için tü m in san ları cennetlik olacak denli saf
. ve tem iz yaratm adığı so rusuna k arşılık verm ek zo rdur.
Y arlıgam a k ap ıların ın ard ın a d ek açık bırakılm asını, H z. M uham m ed’in
İslâm im an ın ı d ah a hızla ve güvenle yayabilm ek ve in sanlar arasın d ak i kinleri,
nefretleri, h ak sızlık ları ve zulm ü yıkabilm ek için hayattan ve zam anının olayla­
rın d an aldığı d erslerle, b ir yöntem gibi kullan d ığ ın ı kabul etm ek zorundayız. Bu
yöntem , kendi zam anı için pek yararlı olm u ştu r. F akat T a n rı’nın yarlıgam ası
sonsuz olunca, b in b ir günah işleyen b ir insanın, b ir gün günah İşleyemeyecek
bir d u ru m ve yaşta, derin d en pişm an o lm ası, k endisinin k u rtu lu şu n a yol açarsa,
m ağ d urların ın T a n rı adaletin d en şüphe etm esini önlem ek olanaksız olacağı gibi,
insanı h e r çeşit suç işlem ekten de alıkoyam az. H z. M uham m ed, bu kon u lard a
im anlılara teselli veren b ir n oktayı telkin etm eyi u n utm am ıştır: D in de ahlâk
gibi affetm eyi, yalnız b ü yüklerin değil, k ü çü k lerin de ödevi saym ıştır. Z ira , kü­
ç ü k ler k a d a r da b ü y ü k ler günah işleyebilirler. B üyüklerin günahları, daha geniş
b ir alanı kapladığı için, çoğu kez k ü çü k lerin işledikleri gü n ah lar, ya büyükleri
örn ek tu tm a k ta n doğar ya da o n ların eylem lerinin b ir sonucu o lu r. Bu itibarla
her iki züm ren in de b irb irin e ö zü r dileyecek d u ru m ları vard ır. Y alnız k u l h a k k ı
T anrı h a k k ın d a n ü stü n d ü r; yani Y üce T a n rı, kendi h ak k ın ı bağışlayabilirse de
k u llar, kendi h ak ların ı bağışlam adıkça suçlular, ebedî k u rtu lu şa nail olam az­
lar. F akat M ü rc ia ’ya m ensup o lan lar, büy ü k b ir günah işleyen M üslüm anların
kâfir sayılm ayacaklarını, bu nedenle de cezalarını çektikten sonra yine cennete
g ireceklerini, h a tta g ü n a h k â r o lan im am lara da (h ü k ü m d ar veya halife) itaat et­
m ek gerektiğini sav u n m u şlard ır. Z im ah şerî, ‘T e fsir’inde, affın ancak tövbeden
sonra m üm kün olabileceğini anlatm ıştır.

Ö zetle d en eb ilir ki, b ir savaş, b ir deprem , b ir salgın h astalık ya da am e­
liyat gerek tiren sağlık d u ru m la rı, d u a, tap ın m a ve yalvarm alarla yok edilem ez.
B unlar, an cak felâket ve afetlere dayanm aya, direnm eye ve avunm aya yarayan
geçici ç are le rd ir, yani b ir çeşit k en d in i ald atm ad ır. Bağışlanm ış olm ak d a, suç
işlemeye engel olm az. Çoğu zam an in san lar y ap tık ları bazı edim ve eylem lerin
suç olduğu n u bilm ez, h a tta b u n ları b irer ödev bile sayarlar. N eyin suç olduğunu
anlam ak, ayrı b ir k ü ltü r işidir; çoğunluk b u k ü ltü rd en yoksundur. B u ' k ü ltü r
düzeyine yükselm iş o lan lar, d u a la ra , m istik işlem lere değil, bilgi ve iradelerine
güvenirler. İn sa n la rın b ir çoğu da iyilik y ap tık ların ı san arak k ö tü lü k y aparlar.
K ötülüğe u ğ ray an lar d a u ğ rad ık ları felâk etin öcünü alm ayı b ir görev sayarlar.
D ua, kend i bilgi ve irad elerin e güvenem eyenlerin b ir m ucizeyi, b ir gizli yardım ­
cıyı beklem elerinin aracısıd ır. O lim piyat m eydan larına çık an bazı atletlerin, b a ­
şarı için istav ro z ç ık a rttık la rı ve d u a e ttik leri gö rü lm üştür. F akat altın m ad al­
ya k azan an lard a n çoğunun, b u m istik işlem lere b aşvurm ayanlar olduğu görül­
m üştür; yani başarı için gereken önlem leri (ted b ir) alm ış o lanlar, am açlarına
güven ve başarıyla k avuşabilm işlerdir. Doğa yasalarıyla gerçekleri, dua etm ekle
kendi d o ğ ru ltu ların d an asla saptırılam azlar.
Buna k arşın , d u a içten b ir saygı ve im anla yapılm ış ve b ir alışkanlık ol­
m aktan çıkarılm ışsa, bireylere sab ır ve u m u tla b eklem enin b ir çeşit estetik haz
ve dalıncını verir. Bu d u ru m d ak i in san , düş k ırık lık ların a uğrasa bile, duadan
b ir şiirm iş gibi ho şlan ır, derin b ir esenlik ve ra h a tlık içinde m utlu olur.
H iç k u şk u su z b u duygu, ana diliyle y apılacak d u alard a daha soylu ve içten
coşkulara k aynak o lu r; fak at A rap dilin in T an rı dili olduğuna inanan bağnaz
ve yobaz ru h la r, sanki yüce T an rı, A rap çad an b aşka b ir dilden anlam azm ış
gibi, d u a la rın m u tlak a A rapça olm asını, yani d u a edenin, ne dem ek olduğunu
bilm ediği sözcüklerle yalvarıp yakarm asını sağlık v erirler.
TÖVBE

“Tanrı, d ilediğinin tö vb esin i k a b u l ed er”.


(T övbe, 15)

T övbe, işlenm iş olan b ir g ü n ah tan pişm an o larak T a n n ’ya ve dolayısıyla


da kendi nefsim ize karşı, b ir d ah a o günahı işlemeyeceğimize söz verm ek ve
T a n n ’dan affedilm em izi yalv ararak rica etm ek dem ektir. Bu, gerçekte b ir vic­
dan azabıd ır; k en d i kendim izi b u pişm anlık azabıyla cezalandırarak T a n rı’nın
öfkesinden kurtulm aya özenm ektir. Y ani tövbe, ah ret cezalarının bu dünyada
çekilen ya da ödenen b ir çeşit k efaretid ir. T övbe eden, kendi kendine öfkelenm iş
ve kendi k en d in i tü rlü k o rk u ve u tan m a duyguları içinde cezalandırm ış sayı­
lır. Bu suretle, Y üce T a n rı’nın, h ak k ım ızd a d ah a m erham etli olacağını u m ar ve
b ir daha aynı günahı işlem em eye söz vererek iradem izi ve kaprislerim izi b ir
tinsel baskı altın a alm ış o luruz. Bu, açıkça, işlediğim iz suçlar k arşısında ken­
dim izi m azu r gösterm ek ve o su ç la n b ir d ah a yapm am aya niyet etm ek dem ektir.
T övbenin afla ilgisi, yalnız M üslüm anlığa özgü değildir. M anu k an u n la­
rın d a şöyle b ir b e n t v ard ır: “F enalık yapan kim se, bu fenalığını k e n d i nefsine
ne denli itiraf edebilirse, bir yılanın h areket esnasında derisinden soyunduğu
gibi, hatalarından so yu n m u ş olur. Bir günah işleyen pişm an olursa, hatasından
k u rlu lu rp .fa k a t bu*.kurtuluşa* u a il•o lm a k .iç in ç onun* bir\ daha-.günah işlem em eye
karar vererek ve bir daha yapm ayacağım d iye d ü şü n erek karar verm esi ve te­
m izlen m esi şarttır”. Eski Y u n a n ’da da, Z e u s’un pişm an o lanları affedeceğine
inanılırdı. T a lm u d ’u n eski Y ahudi inan çların ı disiplin altına alan hüküm lerine
göre de, “G ö k y ü zü ile cehennem arasında ik i p a rm a klık bir m esafe vardır; iç­
ten pişm an olan günahkâr, ebedî m utlu lu ğ a nail o lu r”. K atoliklerde günah çı­
karm ak , g ü n ah ların ı b ir p ap aza itiraf etm ek de b ir çeşit tövbedir. H z. İsa, “Biri
size günde yed i k e z saldırsa ve yed isin d e d e karşınıza gelip pişm an olduğunu
bildirse, her seferinde ken d isin i a ffe d in iz ” d em iştir (L uka İncili, X V II, 3).
İn san lar, g ü n ah ların d an ve so ru m lu lu k ların d an k u rtu lm ak için tü rlü işlem ­
lere başv u ru rlar. Y ap tık ları cinayeti itira f eden P eru lu lar b ir nehirde yıkan­
d ık ta n sonra, “E y nehir, bugün güneşe itiraf ettiğim günahlarım ı al, onları de­
n ize d e k götür; onların bir daha görünm eyeceklerinden ötürü ıstırap ç e k m e !”
dem ek suretiyle kutsal kuvvetlerin verecekleri cezalardan kurtulm uş olacakla­
rım sanırlard ı. Eski Y u n an lılar da, g ü n ah ların d an , yıkanm ak suretiyle k u rtu la ­
cak ların a in an ırlar ve R om alılar da, işleyecekleri günahları görm esinler diye,
T an rı heykellerinin gözlerini bağladıktan sonra d ah a serbestçe ve bu heykeller
önü n d e günah işlem ekten çekinm eyenler g ö rü lü rd ü . Fas Y ahudileri de, yeni
yıllarını k u tlarlark en , deniz k enarına yâ da h erhangi b ir kaynak ken arın a gide­
rek, suya , taş ata rla r ve gün ah ların ın b u suretle k endilerinden uzaklaşm ış ola­
cağına in an ırlard ı. Bu örn ek ler, d ah a da çoğaltılabilir. B unlardan çıkan sonuç
şu d u r ki, insan işlediği ahlâksal, d in se l... vb. herhangi b ir suç karşısında duy­
m akta olduğu acıları ve k o rk u ları giderm ek ve herhangi b ir tinsel sorum lu­
luktan k u rtu lm ak için, kendini ald atm ak ta büyük b ir teselli bulm uş ve k u rtu ­
luş hazzını tadabilm ek için çeşitli saçm a inançlara sapm ıştır. F akat ister bi­
reysel, ister kolektif olsun, b u çeşit m istik inanç ve işlem ler, b ir ta ra ftan in­
sanın erdem e karşı olan saygısını kuvvetlendirm iş ve ahlâksal kişiliğini yük­
seltm eye hizm et etm iş, b ir taraftan d a, affedilm ek um udunu güçlendirdiği için,
suç işlemeyi de artırm ıştır.
T övbe sayesinde T a n rı’nın affına nail olabilm ek için, insanın aynı suçu
b ir daha işlem em eye kesin o larak ve içten söz verm esi ve k ararın a uym ası şart­
tır. B ununla b irlik te İslâm din in d e, “Tanrı, dilediğinin tövbesini k a b u l eder”
(T övbe, 15). H a tta O , dilerse, fenaları cezalan d ıracak, y ah u t onların tövbelerini
başarıya u laştıracak tır (A hzab, 24). Y alnız, T a n rı’nın m ahvetm eye m ahkûm et­
miş olduğu b ir kasaba h alk ın ın h içb ir günah işlem em iş olan çocukları da is­
ter istem ez helake m ahkûm edilince, T an rısal adaletin gerçek değerini anlam ak
güçleşir. Bu kon u d ak i kuşkucu araştırm aları d u rd u rm an ın en kolay yolunu, bazı
din adam ları şu ilkede b u lm u şlard ır: T a n rı’nm bilgeliğinden sual edilm ez ve
bu bilgeliğe d air h er k u şk u , k ü fü rd ü r, k âfirlik tir. Z ira, K u r’anın birçok ayet­
lerinde T a n rı’nın zalim olm adığı ve sorum suzluğu b ild irilm iştir (E nbiya, 59).
ı

K İM L E R İN T Ö V B E S İ K A B U L E D İL İR ?

T övbe, “B ilgisizlikle bir kabahat işleyerek sonradan pişm an olanlar için­


dir; Tanrı, bunların tö vbelerini k a b u l eder. B irtakım kabahatler işledikten son­
ra, ken dilerin e ö lü m gelince, a rtık tö vb e ettim d iyen kim selere tö vb e yo ktu r,
kendilerin e p e k acı bir azap h a zırladıklarım ız bunlardır” (N isa, 16-17). F akat,
T a n rı’nın m erham etli ve yarlıgayıcı olduğu da bildirilm iştir (N ahl, 119). Bu
ayetlerden, bilgisizliğin, suç işlem ede b ir m azeret sayıldığı anlaşılm aktadır. İş­
ledikleri eylem in k ö tü lü ğ ü n ü gerçekten b ilen ler, g ü nahlarının tövbeyle affedi­
leceğine ya in an ır ya da inanm azlar. B unlar, in an ırlarsa her cins suç için ayrı
b ir tövbeyle ölünceye dek veya suç işlem eyecek b ir yaşa k a d ar suç işlemeye
devam edebilirler; eğer b una inanm ıyorlarsa, y ap tıkları suçlar yüzünden kar­
şılaştıkları sosyal baskı, o nları bazı z a ra rlara u ğ ratab ilir ve bu yüzden de ıstı­
rap çekm iş o lu rla r. Şayet bu adam lar, norm al kim selerse, ilk baskı bile onları
ıslah etm eye yeter ve eğer onlar, sosyal b ask ıd an k u rtu lacak veya onu aşacak k a­
d a r kuvvetli ve nüfuzlu insanlarsa, tövbe etm eyi akıllarına bile getirm ezler. Bu
itibarla tövbe, günah işlem enin önüne geçm ekten çok, günahlara daha geniş
olan ak lar h azırlar. Şüphesiz ki, H z. M uh am m ed ’in istediği tövbe, b ir daha gü­
nah işlem enin ö n ü n e geçecek olan gerçek ve im anlı b ir pişm anlığın verdiği söz,
k a rard ır ve o n u n affedileceğini m üjdelem iş olduğu gü n ah lar, yalnız bilgisizlikle
yapılm ış o lan lard ır. B unun için d ir ki: "B ir hayasızlıkta b ulunup, k e n d i n efis­
lerine zu lm e ttik le ri zam an, T a nrı'yı zikred erek tö vb e edenlerin günahlarını, Tan-
rı’dan başka yarlıgayacak k im vardır?” (Âli İm ran , 132) deniliyor. F akat b u n ­
ların, işledikleri g ü n ah lard a ısrar etm em eleri şarttır: " T ö v b e ve im an ederek
iyi işler görenler, k u rtu lm u ş olm ayı um abilirler” (K asas, 67). H z. M uham m ed,
işlenm em iş ve yalnız niyette kalm ış o lan b ir günahı asla suç saym am ıştır; b ir
hadisinde, "T a n rı, ü m m etim in düşüncelerini, ifade ve icra edilm em işlerse, yer­
m e z ” dem ektedir. Bu inanç, çağım ızın h u k u k anlayışına aykırıdır; h atta ahlâk
anlayışına da uym az. Y ani insan, b ir kötülüğü yapm ak şöyle d u rsu n , onu h atta
hiç düşünm em eli, içinden bile geçirm em elidir. H z. M uham m ed’in şeriatini ke­
sin b ir hoşgörüye bağlam ak d a doğru olm az. N itekim fıkıh, h er şuç işleyeni
pişm an oldu ve tövbe etti diye d ünya cezalarından k urtarm az. Ö rneğfn, dinle­
rinden dönm üş o lan ların , hele, "İm a n e ttik te n sonra k â fir olanların ve k ü fü r­
lerinde fazlasıyla ısrar edenlerin tövbeleri asla ka b u l ed ilm ez” (Âli İm ran, 87).
Din değiştirenlerin öldürülm esine d a ir hadisler de v ard ır ve İslâm fık ıhında bu
cezalar, oldukça zalim anedir; asla düşünce ve vicdan özgürlüğüne yer verm ez.
Kısas esasına d ayanan adalet sistem inde de, tövbenin yeri y oktur. A nlaşılıyor
ki, tövbe, ancak ah rettek i cezaların affedilm esine veya hafifletilm esine hizm et
eden b ir aracıd ır. Ö rneğin, iffetli k ad ın lara iftira edenler, fasık tırlar; b u n lar,
tövbe edip hallerini d üzeltirlerse k u rtu lu rla r (N u r, 5). F akat iftiraya uğrayacak
olanın başına gelecek felâketleri k im in ödiinleyeceği (tazm in) ve kam u hak ları
düşünülm em iş g ibidir. Y alnız ah rette m ükâfatlanm ış ya da cezalandırılm ış ol­
m ak, bu dün y ad ak i ıstırap ları yatıştırm aya yeter m i? H aram edilm iş olan şey­
lerden kaçınm ayanlar ve hele T a n rı’d an başkasına ibadet edenler, adam ö ld ü re n ­
ler, kat k a t ceza göreceklerdir. F ak at, " T ö v b e ve im an ederek iyi bir iş gören­
lerin k ö tü lü k le rin i Tanrı, iyiliklere çevirecektir" (F urkan, 70). Bu çeşit vaat­
lerin, insan gidişi ü zerindeki etkileri pek hayırlı olm asa gerektir: "B ir cahillik
ettim ya R ab b im , a ffe t, bir daha ya p m a m !" diyen, bilerek veya bilm eyerek kö­
tülük işleyen kim se, so nunda affedileceğine em in olunca, kendini haram lara
kap tırm ak tan p ek de kolay k u rtaram az ve hayat gerçekleri de, özellikle İslâm
kavim lerinde b aşka tü rlü değildir. G erçekten İslâm ülkelerinde, din giysisi al­
tında yapılan tü rlü k ö tü lü k ler, hacca gitm ek, sad aka verm ek ve biraz hayır iş­
lem ek, bazı diğer d in ödevlerini yapm ak suretiyle cezasız kalacağı inancı çok
yaygındır; b u n d an h a tta din ad am ların ın kendileri bile k u rtulm uş değildirler.
T övbe, aynı zam anda b irço k şe r’ı hilelerin, zulüm lerin, hırsızlıkların m askesi
olm uştur, denebilir. " Ü m id i kesm eyin de, başınıza azap gelm eden önce tövbeyle
R abbinize sığının, sonra k u rtu la m a zsın ız” (Z üm er, 54). Z ira T an rı, "K ulları­
nın tövbesini k a b u l eder, kabahatlerini yarlıgar ve her ne yaparsanız b ilir” (Şu­
ra, 24).
K A B U L E D İL M E Y E N T Ö V B E Y O K T U R :

T a n n ’nın pek çok tövbe k ab u l edici olm asına karşın, tek k ab u l etm ediği
tövbe, kendisine o rta k koşan ların tövbesidir. T a n rı’ya ve elçisine m uhalefet
edenler, m u tlak a cehennem e g ideceklerdir (T övbe, 63). G ecikeceği ya da erken
olacağı önceden ta k d ir edilm iş olan saatte m u tlak a geleceği bildirilm iş olan eceli
bile, T anrı b ir ceza o larak v ak tin d en önce getirebileceği gibi, tövbeyle de onu
eski saatine döndürgeyebilir. K u r’a.ıd a, işlediği suçtan dolayı ilk tövbeyi yap­
mış olan kim se, H z. Â d em ’d ir. " T ö v b e y i en ç o k k a b u l eden ve en ç o k m erha­
m etli olan” (B akara, 37) T a n rı, h e r vesileyle tövbeleri k ab u l veya reddetm ek
zorunda olm adığını b ild irir (Â li İm ran , 125). B ununla b irlik te O , k u lların ın
tövbe etm elerinden hoşlan ır; h a tta in san ları, “P işm an olsunlar ve tö v b e etsinler
diye, k ıtlık , h astalık ve fe lâ ketlere” de u ğ ra tır (E n ’am , 42). T a n rı, zu lm ettik ­
ten ve hırsızlık y ap tık tan son ra pişm an o lan ların tövbelerini de k ab u l edeceğini
vaat eder (M aide, 39); h a tta ateşin en aşağı çu k u rların a atılacak olan m ü n afık ­
lar, “T ö v b e eder ve ken d ilerin i ıslah ed erek T a n rı’ya sığınır ve dinlerine içten
bağlanırlarsa, m üstesna olarak im an edenlerle b irlikte olacaklardır” (N isa, 144).
İm an edenlerin yarlıganm ası için yalnız H z. M uham m ed şefaat edecek de­
ğildir. A rş’ı taşıyan m elek ler de, im an edenler için, T a n rı’ya şöyle y alvaracak­
la rd ır: “T ö v b e edip yoluna uyanları a ffe t, yarlığa, cehennem azabından k o r u ”
(M üm in, 7). " İm a n eden e rk e k ve kadınlara işkence ya p tıktan sonra tö vbe e tm e­
yenler için ” yakıcı cehennem azabı v a rd ır (B üruc, 10). D em ek k i, tü rlü cinayet
ve kötü lü k leri y ap tık tan son ra k u rtu lu şu n tek yolu, tövbe etm ekten ibarettir.
Ö zet o larak T a n rı, "K ullarının tövbelerini ka b u l ve fenalıkları a ffe d e r” (Şura,
24). D iğer b irço k ayetlerde b u vaid b u lu n a b ilir (M üm in, 3, 25; K asas, 67;
Z üm er, 39, 54; Â raf, 153, 157; İsra, 25; T ah a, 82; F u rk an , 71; T övbe, 112)
ve d ah a b irço k ayetlerde tövbenin yarlıgam a lü tfu n d a önem li b ir koşul olduğu
görülür; elv erir ki, şu em re uygun b ir su rette tövbe edilm iş olsun: “Ey im an
edenler, T a n rı’ya, bir daha d ö n m eyecek şekild e tö vbe ed iniz, b elki d e R abbiniz
kö tü lü k lerin izi örter de cennete g irersiniz” (T ah rim , 8).
G ö rü lü y o r ki H z. M uham m ed, dini ve k u rtu lu şu , yalnız T an rı korkusuna
değil, aynı zam anda u m u d a d ay am ak tad ır. Bir daha affedilm eyeceğine em in
olan ru h , ya b ü sb ü tü n im ansız ve fena b ir y aratık olur ya da kü sk ü n , aklını
oynatm ış, yalnız tinsel o larak değil, m addesel o larak da in tih a r etm iş olabilir.
K ötülüğün ö n ü n e geçm ek için, T a n rı’nın dilediğini affetm e vaadi, um utsuzluğu
yaratan em irlerden d ah a önem li b ir değer taşır. D ünya ve ah ret yaptırım larının
esenlik verici ve m u tlak b ir adalet sıfatını taşım am ası dolayısıyladır ki, um ut
yararlı olduğu k a d a r da ahlâk için zararlı o labilir. H atta insanları hastalıklı (m a­
razı) b ir m erham ete sü rükleyerek h e r tü rlü sorum luluğu o rtad an k ald ırab ilir.
Y ahut da affedilm e v aatleri, k ö tü lü k işlem ekte ileri b ir cesaret yaratabilir. T a ­
savvuf erb ab ın ın (k o rk u ile rica arası) inancı da, ancak sorum luluktan kaçan
edilgin ru h la rın ilkesi o labilir. Z ira b u in an çlar, T a n rı’nın ilerde ne yapacağını
bilm em ekten doğan b ir şaşkınlık ve k u şk u n u n , b ir bakım a kendi iradesine gü-
venem em enin b ir ifadesidir. A hlâksal, h u k u k sal ve dinsel sorum luluk, ku şk u ve
tereddüde yer verm eyen kesin yaptırım larla bilinçlenip gerçeklenebilir ve ebedî
kurtuluş ise, T a n rı’nın lü tu f ve m erham etine sığınm akta değil, insan ve canlıla­
rın hak ların a saldırm ayan, gerçek b ir erdem le yaşam akta olduğuna, kendini ve
b aşkaların ı aldatm aksızın inanm ak ve eylem lerini buna göre düzenlem ekte saklı­
d ır. D oğu ve İslâm âlem inin yüzyıllardan beri soysuzlaşmış olan ahlâkında, dai­
m a ku rtu lu ş u m u d u n u veren ve iradeleri gevşeten vaatlerin de rolü in k âr edi­
lemez (Bu konuya, A hlâk ve H u k u k bahislerinde daha yakından değineceğiz).
Bölüm V

Hazreti Muhammed’in Bilim ve Özgürlük Anlayışı

I. B ilim ve d in I I . D in, bilim sınırlarını aşabilir


m i? I I I . İslâm d in in in bilim anlayışı I V . K ader
ve elin d elik problem i.

BİLİM VE DİN

" Y a R a b b im , b ilim im i artır, d e ”.


T a h a , 113)

G enel o larak d in lerin bilim le ilgisi, bilim adam larıyla din adam larının an­
layış, inanç ve yarad ılışların ın (m izaç) özelliğine olduğu k ad a r da toplum larm
siyasal ve sosyal ihtiyaç, ü lk ü ve koşullarına (şart) göredir. F akat h içb ir d in,
İslâm dinin d e olduğu k a d a r bilim den söz etm em iş ve bilim e değer verm em iştir.
İslâm dini, gerçekten, özgürlüğe olduğu k a d a r bilim e de asla düşm an olm a­
m ıştır. Esasen b u n ları red d ed en b ir sistem , bilgisizliği ve sorum suzluğu savu­
nan, akla ve iradeye değer verm eyen b ir d o k trin in ü rü n ü olabilir. O ysaki H z.
M uham m ed, insanın dünya ve ah ret so ru m lu lu k ların ı belirten şeriat k an u nlarını
kurm uş ve in san ları, gerçeği görm eye, öğrenm eye, anlam aya, akıllarını k u llan­
maya zorlam ıştır. M üslüm anlıkta akıl, dinin esasıdır ve akılsız o lanlar, din ile
yüküm lü değildirler. H z. M ııham m ed’in özel ve resm î hayatını da yansıtan h a­
dislerinin sahih olan ları incelenirse, bilgisiz vaızlarla bazı din adam larının tel­
kin ettikleri h arik a la rın b irer safsata, dine ve Peygam bere karşı iftiralard an baş­
ka b ir şey olm adıkları anlaşılır. E bu Said-i H u d rî’nin nakletm iş olduğu b ir h a ­
dise göre, H z. M uham m ed, "İm a n lın ın alâm eti akıldır. O nun aklı n e kadarsa
ibadeti d e o kad a rd ır” ve, "B ir zerrecik a kıl, oruçtan da, nam azdan da iyid ir”
dem iştir. H z. A yşe’nin b ir sorusuna karşı da, Peygam berim iz, insanın dünyada
olduğu gibi ah rettek i derecesinin dc, akıllarının derecesi k a d ar olduğunu b ildir­
m iştir. Y ani H z. M uham m ed, im anla akıl arasında sıkı b ir ilişki görm üştür. Bu,
biraz da akla aykırı olan dogm alara inanm ayın dem ektir. N itekim , şeriat dilin­
de, C ebrail sözcüğü de tüm el akıl anlam ına kullanılm ıştır. Büyük H ıristiyan
filozof ve T an rıb ilim cileri de akla ayrı b ir değer verm işlerdir. A kinalı Saint-
T hom as, inayet n u ru n d a n bağım sız o larak bilgi kaynağı olan b ir akıl nu h ın u
kabul etm iştir. B ugünkü hekim likte schizophrenie denilen h astalık , zihnin ve
duygusal süreçlerin dağılm ası diye tan ım lan m ak tad ır. Bu hastalığın karakteri,
paranoya, sistem li ve köklü (persistant) h ezeyanlardır. Bu, norm al b ir akıldan
yoksun o lan lar, din ve bilim için y ararlı b ir eser ve düşünce verem ezler dem ek­
tir. B unu p e k iyi ta k d ir etm iş olan H z. M uham m ed’e, K u r’a n d a fazlasıyle akıl
övülm üştür. K u r’an d a 217 ayet bilim ve irfan d an , 18 ayet izandan, 17 ayet
bilgelikten, 185 ayet k ita p ta n , 179 ayet h a k ve b atıld an , yani doğru ve saç­
m adan, 63 ayet de iradeden, azim ve girişim den söz eder. Y alnız, o n u n bu ko­
nu d ak i anlayışını m istik atm osferinden ayırm ak g üçtür ve b u güçlük dolayı­
sıyladır ki, b ilim adam ıyla din adam ı arasın d a yüzyıllar boyunca tü rlü anlaşm az­
lıklar sürü p gitm iştir.

B İL İM V E D İN :

Bilimle din arasın d ak i ilişkiler ve ay rım lar (fark) üzerinde pek çok ve çe­
şitli düşünceler ileri sü rü lm ü ştü r’. B unlar arasın d a uzlaştırıcı id d ialar bulunduğu
gibi, b u nları birb iriy le uzlaşam az hasım lar gibi gösterm iş o lan lar da v ard ır. G e­
nel olarak T anrıb ilim cilerle tefsirciler, b ilim ve felsefeyi dine hizm et ettirm ek
istem işler ya d a din in tüm bilinem ezleri çözme gücüne' sahip olduğunu, pozitif
bilim lerin dine aykırılığını savun m u şlard ır. T a rih boyunca din adam larının bü­
yük b ir çoğunluğu, im am k o ru m ak için tü rlü vesile ve bahanelerle bilim e ve
bilim ad am ların a düşm an olm uşlar, fak at b ilim adam ları, dine ve din adam la­
rına karşı böyle b ir küçüklüğe düşm em işlerdir. Bilim adam ları ve h a tta filozof­
lar, aklın ve bilim in k ab u l etm ekte te re d d ü t ettiği k o n u la r üzerinde, din adam ­
larının ve d in lerin bazı anlaşılm az ve yanlış gibi görünen id dialarına dikkati
çekm ek suretiyle, hiç olm azsa bağnazlığın ö nüne geçmeye çalışm ışlar ve dine
karşı saygı gösterm ek koşuluyla, bilim sel gerçekleri yayma cesaretini gösterm iş­
lerdir. N itekim kim i büy ü k b ilginler, h a tta d in lerin ya da bazı d in ad am ları­
nın savunm uş o ld u k ları saçm a düşüncelere bile in an ır görünm üşlerdir. H ele
m odern bilim in k u ru cu ları, T a n rı’yı terk etm eyi asla düşünm em işlerdir. Co-
pernic, T ornacılardandı; K epler, L utherci ve m istikti; G alilee, büyük hendeseci
olarak nitelediği T a n rı’ya inanıyordu; N ew ton d a, âlem in H z. İsa ’dan 4000 yıl
önce yaratılm ış o ld uğunu savunm uştu (A rth u r K oestler, Le cheval dans la Lo-
com om otive (İngilizceden çeviren G eorges F arad ier, Paris, 1968, s. 239) Mon-
tesquieu liberal b ir K atolik olduğu halde, V oltaire, İncillere saygılı, fak at papaza

(.1) Dilimizde, yöntem leri olduğu kadar da güttükleri amaç bakım ından
birbirinden pek farklı olan şu üç eser, bu konuda önem li bilgileri kapsar: 1. Dr.
Adnan Adıvar, İlim ve D in (2 cilt, 1969); 2. E. Boutroux’nun Science et Religıon
dans la Philosophie C ontem poraine, (1900) adlı eserinin Hüseyin Cahit (Yalçın)
tarafından dilimize çevirisi olan İlim ve Din (1927); 3. İsm ail Fennî, M addiyun
M ezhebinin İzm ihlali (1928).
düşm andı: J .- J . R ousseau da b ü sb ü tü n T an rısız değildi. Son zam anlarda ise, fel­
sefe ile din arasın d a bazı y ak ın lık lar görülm eye başlam ış, bilim adam ları da
bu yakınlaşm adan kuşku lan m am ışlard ır.
G erçek o lan şu d u r ki, b ilim , din duygusunu asla kaldırm az ve kaldıram az;
fakat din, bilim sel b u lu şlar k arşısın d a k en d i yetkileri dışında k alan k o n ular
üzerinde, gerçekle h içb ir ilgisi bulu n m ay an bazı id d ialar ileri sürm ekten çekin­
m ez. Ö rneğin, H z. M uh am m ed ’e yapılan büyü dolayısıyla Felak ve N âs sure­
lerinin inm iş olm ası, Beni Esed k abilesinden b irin in nazarı değdiği için, H z.
M uham m ed’in ayakları titrem eye başlayınca K alem suresindeki, “K âfirler zik ri
duydukları vakit, seni bakışlarıyla eriteceklerd i” (51) ayetinin inm iş olduğu,
h atta K u r’an d a , H z. İb ra h im ’in k u şk u su n u giderm ek için, ona, d ö rt kuşu kese­
rek b irb irin e k arıştırd ık ta n son ra u zak yerlere atm asını ve onları çağırdığı za­
m an , hepsinin k o şarak geleceğini bildirm esi (B akara, 260) gibi ayetler bu tü r­
den o lduk ları gibi, T a lm u d ’d a, güneşin tu tu lm asın ın nedeni o larak gösterilen
bir m ahkem e b aşk an ın ın ö lüm ü, b ir genç k ızın ıssız b ir yerde saldırıya u ğ ra­
m ası, p e d e ra sti... gibi saçm a in an çlar b u tü rd en d irler. D in in kendisinden çok
bazı din bezirg an ların ın yüzyıllardan b eri hem en h e r dinde u y d u rd u k ları çe­
şitli saçm a d ü şünceler olm asaydı, falcılığın, büyücülüğün tü rlü şekillerde devam
edip durm ası olanaksız o lu rd u . O ysaki H z. M uham m ed, büyücülüğün, ü fü rü k ­
çü lü ğ ü n , k âh in lik ve m üneccim liğin, n azar boncuğu tak m an ın ve ölü arkasın­
dan ağlam anın aleyhinde b u lu n m u ştu r. T e v ra t’ta da büyücülerin öldürülm esi
h a k k ın d a em irler v ard ır. D in ler, özleri itibariyle, bilim in çözm eye çalıştığı ve
çözdüğü k o n u ları, m istik b ir gayretle, açıklam a am acını gütm em ek zo ru n d ad ır­
la r. F akat din ad am ların ın çoğu, bilim sel k o n u ları da kutsal m etinler aracılığıyla
açıklam a gayretinden vazgeçm edikleri için, din in k endisini de tehlikeli b ir ya­
nılm aya sü rü k ler, b u yüzden de dinlere k a rşı d uyulan saygı ve bağlılığı fa rk ın ­
da olm adan gevşetirler. Buna k arşılık bilim ler ve bilim adam ları, dinsel duygu­
ları sarsm a girişim inde bulu n m azlar; ve din m isterlerini bilim yöntem leriyle
açıklam aya özenm ezler. F ak at dinlere sald ırm ak için değil, gerçekleri açıklam ak
ve insanlığın y ararlanm asını sağlam ak için k eşfettikleri k a n u n la r ve icat et­
tik leri araçlarla ileri sü rd ü k leri k u ram lar, bilim adam larını, ister istem ez bazı
dinsel inan çlara aykırı d üşünüyorlarm ış gibi gösterirler. N itekim h er yeni din
de eskisini az çok in k â r eder ve o nlara in an an ları k âfir sayar. Bazı kim selerin
yıkıcı, yapıcı, devrim ci girişim lerini ‘kutsal ö fk e ’ o larak adlan d ıran Jo h n D onne,
«Bu öfke, d er, yergici (hiciv, satiriste), sanatçı ve dü şü n ü rlerin reform cu giri­
şim lerinde devitken (m uharrik) b ir güç rolü n ü oynar. Y aratıcılığın orijinalliği,
bilim de, san atlard a, b ir ta ra fta n yapıcı, b ir ta ra fta n da yıkıcıdır. Y ani tekniğin,
üslubun, dogm aların ve ö n y argıların (prejuges) k u rm uş olduğu uylaşım ları yı­
k a r ve yenileştirir; insan lar ta rafın d an m eydana getirilm iş olan bilim gibi, bi­
lim sel devrim lerin yıkıcı öğeleri, önceden elde edilm iş düşüncelere saldıran bazı
d u ru m ve h azırlık ları (dispositions) y ansıtır. S anatçının da böyle b ir rolü v a r­
dır» (A rth u r K oestler, s. 216). D ah a açıkça diyebiliriz ki, insan zihninin geliş­
mesi, yaratm ış olduğu yeni düşünce ve eserlerle eskilerini yıkar; bu yıkılm adan,
m istik dogm alar d a, tüm direnm elerine karşın , k u rtulam azlar. N itekim dinler
d e, insan bilgi ve k u ra m la rın ın tü m ü n ü tem sil ettikleri dönem lerde, b irb irin i
yıkm aya çalışm ış, b u n u başaram am ışlarsa da, hiç olm azsa kendi yapılarında
bazı değişiklikler y apm aktan geri kalm am ışlardır. Z ira insan zihni ilerliyor, sos­
yal gereksinm eler ve koşullar, yerinde sayan dogm alardan tiksiniyor. Bu bakım ­
dan dinler de sosyal ve doğal yasalara baş eğme zorunda kalıyorlar. Esasen
dinler, H egel’in belirtm iş olduğu gibi, " D oğayla T a n rı’yı ayırm aya çalışır ve
Tarırı’yı evrenin dışında ve insanlıktan aşkın bir varlık sayar; bilim le fe lse fe
ise, bu geçici ikiliğ i birleştirm eye çalışır”. Bu filozofa göre, dinde de böyle b ir
yöneliş v ard ır; panteizm ya da p ananteizm gibi m istik d o k trin lerin birlikçi ve
birleştirici sistem leri de pozitif bilim anlayışına aykırı çelişm elerden k u rtu la ­
m azlar. G erek ayetlerde, gerek h adislerde, insanların T anrısal güce akıl erd ir­
m eleri için b irtak ım doğa olaylarıyla tarihsel o lgulardan söz edildiği görülür.
B unlar o tü rlü b ild irilerd ir ki, d ü şünen ve anlayan kim selere, doğanın yasala­
rım öğretm ek ya da tek n ik keşif ve icatların ne o lduklarını (nitelik) anlatm ak
gibi sırf bilim sel zekânın ü rü n ü olan problem in, T an rı bilgeliğinin T anrı güç
v e u lu luğu n u n b irer işareti o ld u k ların ı anım satm aya, gösterm eye hizm et eder­
ler. Bazı tefsirciler b u n ları, dinin de hoş görm em esi gereken b ir im an bağnaz­
lığıyla, ya bilim lere uygulam aya ya da bilim sel gerçeklikeri ayet ve hadislere
bağlayarak m istik yoldan ispat etm eye çalışırlar. Ö rneğin, Sebe suresinin 10
ve l l ’inci ayetlerinde H z. D av u d 'a, dem iri m um gibi yum uşatm ak, tüm vücudu
kaplayacak şekilde zırh lar yapm ak ve b u n ları d o k urken düzenli çalışm ak ge­
rektiğine d air yapılan bildiriyle, aynı surenin 12’nci ayetinde, H z. Süleym an
için, "B akır m ad en in i sel gibi a k ıttık ve onun ö n ü n de R abbinin izniyle iş gören
bazı cinler vard ır” gibi b ild irileri ve 13’üncü ayetteki, "O , kalelerden, heykel­
lerden, b ü yü k havuzlar g ib i çanaklardan, sabit kazanlardan ne dilerse ken d isin e
yaparlardı” şeklindeki h ab erleri, geçmiş b ir uygarlığın tarihsel gerçekleri olarak
açıklam ak gerektiği h ald e, bun ları büyük end ü strin in önem ine ve çağdaş tek­
niğin niteliğine d air önceden verilm iş ve m ucizeli hab erler gibi yorum lam a­
ları, bu türd en d ir.
T efsirciler, " Y a ş ve k u ru hiçbir şey y o k tu r ki, bu açık kitapta bulunm a­
sın ” ve, "K ita p ta hiçbir şeyi ihm al e tm e d ik " (E n ’am , 37) gibi ayetlere ve Y üce
T a n rı’nın h er şeyi kuşatan ve kaplayan geniş bilim i hakk m d ak i bildirilere da­
y anarak, çağım ızın ve gelecek çağların tüm bilgilerini K u r’anda ve dolayısıyla
hadislerde içkin (m ündem iç) b u lu n d u ğ u n u iddia edecek denli gülünç dü şü n ­
celere d a la rla r ve b u saçm a id d ialar yüzünden, yalnız dine karşı saygısızca lâu­
baliliklere neden olm akla k alm azlar, İslâm âlem inin bilim sel ve uygarsal geliş­
me ve çalışm alarına da engel olu rlar. Esasen bilim le din arasında böylç bir bağ­
lılık bulun sa bile, b u n u n , ne bilim e, ne de dine b ir yararı d okunabilir. Ö rneğin,
" G ö k te ve yerde ne varsa, T a n rı’nın onları insanlara baş eğdirdiğini” (Casiye,
12) bildiren ayete göre,' evreni ilgileyen tüm kozm ik ve astronom ik araştırm a­
lara izin veren b ir ayete karşın , b u bilgilerle yeter derecede uğraşam am ış ya da
ileri gidem em iş o lan lara karşı, zaten Y üce T a n rı’nın bu tü rlü konularla uğraş­
mayı insanlara yasak ettiğini b ild iren (H icr, 16-17; Saffat, 6-10; Z üm er, 36)
ayetlere d ay anarak k en d i bilgisizlik ve tem belliğim iz için b ir teselli aram akta
ne y arar v a rd ır? Y üzyıllardan beri d inler, gerçeklerin b u lunm asında, keşif ve
icatlarda insanlığa h içb ir yardım da bulunm adığı gibi, bilim de tüm ilerlem e­
lerine karşın , dini küçüm sem e ve yıkm a gibi herhangi olum suz b ir girişim de
bulunm uş ve im am zayıflatm a hevesine kapılm ış değildir. Z ira, ne bilim dinin
işaret ve ima ettiği düşünce ve olaylardan yararlanm ış, bu n ların gerçek olup ol­
m adıklarını aram ış, ne de din bilim e yol gösterm ek ve bilim sel araştırm aların
yönünü değiştirm ek gibi b ir iddiada b u lu n m u ştu r. G enel olarak din adam ların­
da şu k o rk u la r v ard ır: 1. B ilim lerin gelişm esiyle dinsel duyguların zayıflam ası
ve dinsizliğin artm ası ihtim ali; 2. Bu yüzden h alk üzerindeki kişisel otoriteleri­
nin sarsılacağını sanm ak; 3. Sağlam dinli b ir toplum da kendilerinin dininden
de kuşkulanm a tasası ve özellikle gerçekten im anlı olanlarının dinsel ödevle­
rini yerine getirem em iş olm aları yüzünden ah ret cezalarına çarp ılm aktan çekin­
m eleri. Filozof ve bilim ad am ları d a, k en d ilerin in dinsiz sanılm asından kaygı­
lanırlar. Bilim adam ı, din inançlarını yıkm aya çalışm ak gibi bir am aç gütm e­
diği halde, elde etm iş olduğu gerçeklerden b ir kısm ı ve h a tta çoğu, dinin açık­
lam asına h içb ir ihtiyaç bulunm ayan ya da b u n lara din değinm ediği halde ve
bunları açıklayabilm esine de o lanak bulunm ayan, zaten de açıklam a iddiasın­
da olm adığı konuları gerçekten açık lar ve onların sırasıyla kan u n ların ı b u lu r.
D üşünen ve bilen zekâlar, bu sonuçları öğrenince, dinle bilim arasında bir düş­
m anlık, bir yarışm a varm ış gibi b ir duyguya k ap ılabilirler. O ysaki bu iki bilgi
züm resi arasında tü rlü b ak ım lard an b ü yük ve derin fark lar vardır.
D in olasılara, b u lan ık düşüncelere, vaatlerle tehditlere, m ucizelere ve u m u t­
lara, nihayet söylentilere ve gerçekliği pozitif yöntem lerle incelenm em iş ve is­
p at edilm em iş olaylara, m üjdelere ve im ana d ayanır; görünm eyene, m istik hayal
gücünün yaratm aların a ve sezgilerine, dogm atik bild irilere inanm ak ve in an d ır­
m ak gayreti, din in ana ö devlerindendir. Bu itibarla dinin yöntem i, m istik sezgi,
önyargı ve ‘a p rio ri’ düşüncelerin baskısına itaattir. O toriteye körü körüne bağ­
lanm ak ve bağlam ak da onun esaslı a m açlaıın d an d ır. D inler, telkin, u y andır­
ma ve k o rk u tm a yolunu, eleştirim , aydınlatm a ve çözüm lem e yoluna tercih ede­
rek insanın tinsel hayatını m istik besinlerle zenginleştirm eye ve dünya haya­
tındaki faalyetlerini tinsel ve değişm ez b ir ahlâk düzenine bağlam aya çalışırlar.
D inler, yalnız yaşadığım ız dünyanın gerçeklerini değil, ölüm den sonraki b ir
âlem ve hayatın kork u n ç olduğu k a d a r da rom antik özelliklerini belirtm eyi
görev saym ışlardır. Bu bakım dan d in ler de, «Siyasal rejim ler (kom ünizm , fa­
şizm , h atta bilim sel bağnazlığa kapılm ış olan F re u d iz n ı... vb.) gibi b ir kapalı
sistem dir. 1. Bu sistem , insanlığın tüm olaylarını açıklam aya ve hastalıklarını
iyileştirm eye gücü yeten evrensel b ir gerçeği tem sil ettiğini iddia eder; 2. Bu
sistem i olgularla reddetm eye izin verm ez. Z ira, tüm tehlikeli veriler, otom atik
o larak değişm eye uğratılm ış ve yorum lanm ışlardır. O nun m ecazları güçlü b ir
surette heyecanlı ve klasik m an tık k urallarıyla ilgisiz eylem ler üzerine k u ru l­
m uştur; 3. K endileri de sistem in eylem lerinden elde edilm iş olan öznel hare­
ketlenm eler (m otivations) aracılığıyla h er çeşit eleştirim sel k an ıtları (argum ents)
açıklam ak suretiyle tüm eleştirileri o rtad an k ald ırır» (A rth u r K oestler, s. 246).
Bilim ise tam am ıyle nesnel gerçeklikleri, geniş- b ir düşünce ve araştırm a özgür­
lüğü içinde açıklam aya çalışır. Bilim adam ı, ahreti asla düşünm eksizin bu d ü n ­
yayı ve genel o larak astronom ik, kozm ik, fizik âlem i ve bu âlem lerdeki olay
ve varlıkları, varsayım lara, k u ram lara, gücü yettiği k a d ar da deneylere baş­
vurm ak suretiyle açıklam aya çalışır ve ispat yolunu tercih eder. Y ani bilim , do­
ğan ın yasalarını, eşya ve olayların ned en ve nitelikleriyle etkilerini, tü rlü ola­
sılıkları da d ik k ate alm ak suretiyle, eleştirim ci, betim ci (tasvir) b ir gözle ve
gözlem le inceler, deneylerin nesnel sonuçlarını kavram aya uğraşır, insanın tin ­
sel varlığına ait eylem ve gerçeklere dolaysız o larak karışm az. K arıştığı tak d ird e
de, b u n ları psikolojinin ve p ato lo jin in tü rlü d alları içinde inceler, b ir olay türü
o larak b u n ların doğup gelişm esinde sosyal, biyolojik koşulların ve tarih in rol­
leri üzerinde d u ru r. Bilim, eleştirim den korkm az, erekçilikten (finalism e) k a­
ça r ve bilim sel gerçekleri, yüzyıllar boyunca, insel zekânın yakalam ış olduğu
gerçekliklere d ay an arak , gerekirse b u n la rı b irb irin e bağlayarak geliştirir, ta­
m am lar, o n la rd a n p ra tik hayat için ihtiyaç d u y u lan teknik aracılar ve a raç lar da
elde etm eye uğraşır. Böylece, S p encer’in deyim iyle, bilinm ezler alanını daha
genişletm iş olsa bile, bilinebilenleri de, nicelik ve nitelik b ak ım ın d an çoğaltır,
b uluşlarını, k arşılık beklem eyen b ir yüce ve tarafsız anlayışla, b ir uygarlık eseri
o larak tüm insanlığa sunar.
B ilim in dine aykırı gibi görünen yönü, bu b u lu şlard an h içb irin in kutsal
k itap la rd a b ulunm am ası, b u lu n an ların da yanlış ve olum lu bilim lere uym ayan
söylentilerden ibaret olm asıdır. B unun için d ir ki, ta rih boyunca, hem en tüm
d in lerin görevlilerinden pek çoğu, bilim ad am ların ın keşif ve icatlarını, T a n rı’
nın bilim ad am ların a bağışlam ış olduğu zekâ ve d ehanın değil; cinlerin, şey­
tan ların ilham ettik leri b ir çeşit b ü y ü cü lü k ve kâfirliğin işareti saym ışlar; is-
patsız, tanıksız, akla, gerçeğe aykırı, çoğu da u y d urm a ve bazıları m anyetik
etkilerin ü rü n ü olan m asal tü rü n d en olayları savunm a inadını b ir din görevi
saym ışlardır.
D inler, b irb irlerin e oran la b ir gelişm e gösterm iş gibi görünürse de, esas­
ları ve davaları d aim a aynıdır. N esnellikten kaçm ak, erekçilik (gaye) ve m is­
tiklik çem berinden k u rtu lm am ak ve tüm insanlığa yayılm a tu tk u su n a bağlanm akla
b irlik te bu işi asla b aşaram am ak , d in lerin k ad erid ir. Z ira , o n ların dayanm ış o l­
duğu gerçekler, k o lek tif o lsalar bile, tüm el ve evrensel olm ak yeteneğinde de­
ğildirler. D inlerin ta rih boyunca geçirdikleri evrim de gösterir ki, o n la r da insel
zekânın, geçirm iş olduğu evrim le paralel b ir gelişm e gösterm iş ve daim a b ir­
birlerine d üşm an o larak , fak at aynı yolda ilerem eye çalışm ışlardır. A ralarında
böyle b ir düşm anlık ve yarışm a bulu n m ay an b ilim ler ise, dinsel duygu ve in an ç­
ların gelişm esindeki yetkinliğe, b u n u am aç edinm eksizin hizm et ettiği halde,
din ler, özleri b ak ım ın dan bilim lerle ilgileri b u lu n m am akla birlik te, tinselliği
m eslek edinm iş o lan ların çoğu, b ağnazlık ve bilgisizlikleri yüzünden, bilim lerin
ilerlem esine engel olm aya çalışm ışlardır. Y ani o n ların çoğu, bilim lerde dine
aykırı öğeler aram aya çalışm ış ve bilim leri din için b ir tehlike saym ışlardır.
H em en tüm d ünyada, son çağlara dek çeşitli d in lerin b askılarına karşın layik
b ilim ler ilerlem elerine devam etm işler, bazı uyan ık devlet ad am ların ın veya
şeflerin him ayesini k azan arak ya da yitirerek gelişm işlerdir. Bilgini T an-
r ı’nın işlerine k arışan , kutsal k itap lard ak i b ild irilere aykırı bilgiler veren ve
olayları olu şların d an önce öğrenen ve öğreten, b u suretle de insanın ve dünya­
n ın kaderi üzerinde etki yapan b ir bağıcı ve k ü stah b ir gü n ah k âr telakki etm iş
olan din adam ı, tü m insel düzen ve d avaları kendi ödevlerinin çerçevesi içinde
görm üştür. B unun için d ir ki, b ir toplum da, dinin sosyal k u ru m la r üzerindeki
baskısı ne denli a rtarsa, o toplum o denli gerilem eye, yaşam a h ak ve sevincini
yitirm eye b aşlar. Böyle b ir to p lu lu k , dün y an ın h iç b ir zevk ve m utluluğunu
kendilerine lâyık görm eyen ve yalnız ah ret so ru m luluklarının k o rk u n ç öyküle­
riyle bunalm ış sü rü le r o lm aktan k u rtu lam az.
Böyle b ir toplum da yalnız din adam larıyla b u n lara dayanan şefler, kendi­
lerini şeriatın k oruyucusu ve insanları T a n rı’ya beğendirm e işiyle görevli b ire r
ahret kom isyoncusu say d ık ların d an , hayatın h er çeşit nim et ve h azların d an ya­
rarlan ab ilirler; saf ve gerçekten inanm ış olan halk kitleleriyse, o n ların salta­
n atlarını devam ettirm eye çalışır. Bir kez d in k u ru m u , insan faaliyetlerinin
her çeşidini ve insan vicdanım kendi baskısı altın a alınca, a rlık h alkın yaşam a
cesaret ve u m u d u zayıflar, kişilerin b ire r psikoz h aline geldikleri görülür. Böy­
le toplum lard a yeisten, ö lüm den, ah ret k o rk u su n d an ve saçm a inan çlard an k u r­
tulm anın olanağı bulunm adığı gibi, ö zgürlükten ve gerçek anlam ında erdem den
de eser kalm az. Böyle insanlar, T a n rı ta ra fın d a n b irb irlerin i cennetlik yapm ak­
la görevlendirilm işler gibi, fark ın d a o larak ya da olm ayarak kişilerin özel ha­
yat, düşünce ve gidişlerini denetlem eye, kendi d ininden olm ayanlara, im anla­
rından k u şk u lan d ık ları kim selere düşm an olm ayı telkin ederler (M aide, 51).
D inlerin h içb iri, — siyasal ve ideolojik am açlar m üstesna olm ak üzere— böyle
ahlakdışı b ir b ild irid e bulunm am ış olduğu halde, din adam larının b ir çoğun­
luğu, kendi oto ritelerin i k o ru m ak , d in inan çların ı ulusal duygular haline ge­
tirm ek ve T a n rı’ya y a ra n m a k 'iç in b u işlem ta r z ın ı. benim sem işlerdir.
D inler, in san ların yalnız sosyal k u ra m la rın a baskı yapm akla kalm az, aynı
zam anda insan zihinlerine, h içb ir pozitif değeri olm ayan birtakım efsaneleri
de yükletirler. Bu efsanelerin önem li b ir kısm ı son radan uydurulm uş ya da baş­
ka dinlerle k avim lerin geleneklerinden alın m ıştır. B unlar, yalınç (basit) ve
kültürsüz insan ların m istik hayal güçlerini fazlasıyla okşadığı için kolayca yer­
leşir ve safdil zihinlere hükm ed erler. Bağının, ü fü rü k çü lü ğ ü n , ölülerden yardım
d ilenm elerin, m uskacılığın k ö klerinde b u saçm a inançlar v ard ır. O rtaçağlarda
bü saçm a in an çlar yüzünden yapılm ış olan cinayetlerin yargıçları ve tüm engi-
zilörler hep din ad am larıd ır. Binlerce olaydan b ir ö rnek o larak şu hazin ve acı
olayı kaydedebiliriz: X V II. yüzyıl b aşların d a diyabolik ve hezeyan içinde olan
zavallı b ir ihtiyar k ad ın yakılm ıştı. Bu ru h hastası, evliydi, yıllarca kendisinin,
kocasının yanında, fa k at kocası görünm eden b ir cinle çiftleşm iş olduğunu itiraf
etm işti (B izouard, ‘R apports de l ’H om m e avec le D em on’, 5 cilt, 1890). Bizde
N esim i, Şehabeddin-i S uhreverdî, Şeyh B edreddin, H allac-ı M a n su r... vb. ile
B atı’da birçok bilgin ve özgür düşünceli kişilerin din inançları adına, bazen de
bu in an çlara siyasal b ir ren k v ererek ö ld ü rü ld ü k lerin i bilm ekteyiz. O ysaki ö r­
neğin, H z. M uham m ed, b id ’at denilen saçm alard an nefret etm iş ve b ir hadisin­
de, “Y ü c e Tanrı, saçm a inanç sahibinin ne orucunu, ne nam azını, ne haccını,
ııe cihadını, ne de farz olan ibadetlerini k a b u l eder. Böyleleri, k ü m ham urdan
ayrıldığı gibi M ü slü m a n lıkta n a yrılır” d em işti1. F akat asıl sorun, saçm a inanç­

tı) Din adamları, biri m evlit okutm a gibi bid’a t-i Kasene, diğeri uygar­
lıktan ve bilim den gelen ve kâfir icadı sayılan bid’a t-i seyyie olmak üzere iyi
ve kötü iki bid’at kabul etmişlerdir. J.-J. Rousseau, “Tanrıtanım azlık, der, saç­
ların neler olduğunu belirtm ektedir. D in adam ı, yüzyıllarca bilim sel çalışm aları
b u luşları, T an rı em irlerine aykırı b ire r k ü fü r ve b id ’a t' saymış, peygam berlerle
kutsal kitap ların gerçek anlam larını k avrayam am ışlardır.
D inin ve din adam larının n ü fu z la n arttık ça, p o zitif bilim lerle uğraşanlar,
gizli çalışm ak zo ru n d a kalırlar. Böyle to p lu m lard a, ancak dine z ara r verm eye­
ceğine em in o lu n an ve şefler için y arar sağlayabilen bilim lere az çok m üsaade
o lunur. M atem atik ve hekim liği ilgileyen bilim ler b u züm redendir. M antık, fel­
sefe, doğabilim leri ve M ü slüm anlıkta resim ve heykelcilik gibi güzel sa n a tla r...
din adam ların ın sald ırıların d an k u rtu lm u ş değildirler. D aha X IX . yüzyılda bile,
aklı geliştirdiği için dine aykırı ve za ra rlıd ır diye m antığın okullarım ızda oku-
tulm am asını savunan din bilginleri g örülm üştü. D inin gerçek am açlarından sap­
tırılm ış olan bu dönem lerde, in san ların kend ilerin e saygı duydukları kim seler,
çoğunu akıl h astaları teşkil eden velilerle halk arasında ün alm ış din adam la­
rıd ır. Bilim ve uygarlık tarih leri gösteriyor ki, toplum üzerinde m istik baskı ne
denli azalırsa ve d in ler k en d i kutsal alan ların a çekilirlerse, bilim ler, felsefeler,
teknik ve güzel san atlarla b u n lara bağlı olan h er çeşit bilim ve uygarlıklar da o
denli ilerlem ektedir. Bu, insanın doğa ü zerindeki egem enliğinin de artm ası de­
m ektir. V icdan ö zg ü rlü ğ ü n ü n b u lu n d u ğ u yerde, içten ve riyasız dinliliğin ge­
liştiği de görülür.
D inle bilim in y apıları, am aç, kon u , yöntem ve nitelikleri arasındaki fark ­
lar, onları b irb irin e düşm an etm eye değil, ikisinin de ayrı vc özel alanlara sahip
o ld u k ların a d elâlet eder. Bu fark lar, b u n la rd a n b irin in diğerine o ranla daha
ü stün, dah a o n u rlu ya da o n u rsu z gibi, değer b ak ım ın d an birtak ım imgesel ve
uylaşım lı sıfatlar alm alarını gerektirm ez. D in, bireylerin tinsel hayatında ge­
leneğin etkisiyle kökleşm iş bazı inan ç ve alışk an lık ların T an rı kelâm ı olduğuna
inandırm aya zorlam ış olunduğu için, üzerinde asla tered d ü t, zan ve kuşkuya izin
verilm eyen dogm alara bağlam ak suretiyle insan d a b ir sükûn ve teslim iyet duy­
gusu y aratırk en , insel ru h u n âdeta bediî b ir zevki halini alır. İnsanı fanilik­
ten ü rkütm em ek , hayatın zo rlu k ları ve felâketleri k arşısında yüce ve sonsuz v ar­
lığa bağlayarak hiçliğin k o rk u n ç u m u tsu zlu k ların d an uzaklaştırm aya çalışır. A n­
cak bu su retled ir ki, insan, k endisinde ebedîlikten b ir ışığın parladığını ve
b u nun sönm eyeceğini h isseder gibi o lu r. A ciz ve m u starip zam anlarında kim ­
sesiz kalan ru h , u lu ve m u tlu b ir varlığın him ayesine sığınm ış olm aktan duy­
d u ğ u teselli ve güvenin yardım ıyla kötüm serlikten ve yeisten kurtulm ayı b a­
şa rır. İtira f etm elidir ki, dinsel d uyguların b u tü rlü sü bile, k arşılık beklem eyen
bir T anrı sevgisine akıl erdirebilecek k a d a r incelm iş ve aydınlanm ış zekâlar
için o lan ak lıd ır; yoksa dini, sadece bazı ib ad etler ve in an çlar toplam ı zanneden
bilgisiz ve zavallı insanlar, ne bu esrim eyi (vecit), ne de tinsel hazzı, ne de
kutsal ve tüm el (külli) kuvvet ve zekâyı k av ray abilirler. O n la r, kö rü körüne

m a inançlara yer vermez; oysa, saçm a inançların Tanrıtanım azlığı doğurduğu


görülm üştür”. Fakat İbn Cerir’in bildirdiği bir hadis, daima yenilik yoluna izin
verir: “M üslüm anlıkta güzel bir âdet, bir yöntem koyana, o iş için m ükâfat v e­
rildiği gibi, onu işleyenlerin m ükâfatı (ecir) da azalmaz; ama M üslümanlıkta
kötü iş ve âdet koyup gidene ise, hem o yüzden, hem de işlendikçe, işleyenlerin
cezasından eksilm em ek üzere ceza verilir. İşleyen suçlu olur” (M üslim -A nkaravî
Ş erh i).
taklit eder, geleneği bilinçsizce devam ettirir ve içinde b u lu n dukları hayat ko­
şullarının ve yaradılışlarındaki özelliklerin baskısı altında, eylem lerini T a n rı'
nın em irlerine göre değil, kendi çıkarlarıyla bilgisiz anlayışlarının em irlerine
göre yönetirler ve T a n rı’ya güvenerek h atta T anrı adına her çeşit zulüm ve
saldırganlıktan çekinm ezler ve kendileri gibi olm ayanların kâfir o ld u k ların a ko­
layca k ara r v erirler. G erçeklik, bilim adam larının daim a lehindedir; zira onlar,
bilerek ve anlayarak dine karşı saygı duyar ve inanırlar.
Bilginlerin gerçek k arşısında b ir çık ar beklem eyen aşk ve tutkusuyla dinin
gerçek niteliğine akıl erdirebilecek k ad ar aydın bir dinlinin aşk ve sevgisi
arasında esaslı ve büyük b ir fark yoktur. Z ira bu iki sevgi, sonuçta (m ünteha)
birleşir, k aynaşırlar. Bunun içindir ki, “Ya R abbi, bilim im i artır, d e ” em rini
bildiren H z. M uham m ed, b ir h adisinde, “D ünyayı isteyen bilim e sarılsın; ahreti
isteyen yin e bilim e sarılsın” dem iştir. “T anrı'dan, ancak kullarının bilgin olan­
ları k o rk a r” (Fatır, 28) ayeti de, bilim le din arasında, b ir düşm anlık ya da ay­
kırılık bulunm adığını, h atta bilim in ve bilginin kutsal b ir iltifata lâyık oldu­
ğunu da gösterir.
n
DÎN, BİLİM SINIRLARINI AŞABİLİR Mİ?

“Tanrı, vahiylerini, P eygam berin algıç (m üdrike)


ve oylarına (opinion) u yd u ru r”.
Spinoza

H e rb e rt S pencer gibi d in ile bilim i u zlaştırm ak isteyenlerin k arşısında, di­


n in bilim leri de kapsadığını iddia ederek, aşırı b ir bağnazlıkla bilim lerin b a ­
ğım sızlığına düşm an olan tefsirciler ve T an rıb ilim ciler de v ard ır. A caba dinler,
bilim lerin çözm üş o ld u k ları ya da çözm eye çalıştıkları problem leri kendi başla­
rın a ve kendi gayretleriyle açıklam a yetenek -ve gücüne sahip m id irler? G erçek
olan şu d u r ki, h içb ir d in , bilim sel p roblem leri çözm e am acını gütm ez ve böyle
b ir yetki ve güce de sahip değildir. Z ira din ler, içinde b u lu n d u k la rı dönem ve
toplum un genel seviye, ihtiyaç ve ahlâksal d u ru m ların a h itap ederler. A ncak
çağım ız insanının anlayıp bulabileceği b ir gerçeği, örneğin V III. yüzyıl insa­
nından beklem ek, o n u , bu çağda yaşayan insan lara bildirm ek ve kabul e ttir­
m ek, hem olanaksız, hem de gereksizdir. H içb ir bilgi ve ku ru m , kendilerini
hazırlam ış o lan eski bilgi ve k u ra m la rın yaratm ış olduğu düzeyden büsb ü tü n
bağım sız olarak m eydana gelemez. D in k u ru cu ların ın da b ire r insan o ld u k la­
rını, b u n ların da görevlerini yapabilm ek için, m ensup o ld ukları kavim lere n a ­
zaran belirli ve ü stü n yetenekte kim seler o ld u k larını kabul etm em eye hiçbir
neden yoktur. H er u lu sta, kendi çağlarını aşm ış olan b irtakım seçkin bilim ve
sanat adam ları gibi, din ad am ları da v a rd ır ve b u n lar, bu seçkinlikleri yüzün­
den, çevrelerindeki in san lar gibi d üşünm edikleri için tü rlü tepkilerle karşılaş­
m ışlardır. Peygam berler, kendi çağlarını aşan b ü yük ah lâk çılard ır. B unları, b il­
gin ve filozoflardan ayıran esaslı fark la rd a n biri de, bu sonuncuların d ü şün­
dükleri ku ram larla b u ld u k ları gerçeklere, T a n rı’yı k arıştırm ayarak, b u n ların sırf
doğanın özellikleri ve kendi gayretlerinin eserleri olduğunu açıkça söyleyebil­
m eleri, din k u ru cu ların ın sa, b ild ird ik leri dogm aları, T a n rı’nın kendilerine vah-
yetmiş olduğunu iddia etm eleridir. M arazî psikoloji ile patoloji m an ta l’in göz­
lem lerine göre, bu tü rlü id d ialar, m istik ru h la rın doğal b ir k arak te rid ir. Z ira,
genel o larak h e r çeşidinden büyük m istikler, b irtak ım zihinsel sözleri işitir ya
da bu sözleri k o n u şu rlar. B unlar, ateşli b ir im anın veya k o rk u n u n ü rü n ü olan
içten konu şm alard ır. İçsel ya da dışsal d u y u ların aracılığı olm aksızın, doğru­
dan doğruya algtcın (m üdrike) n ü fuzuyla işitilen sözler zihinseldir. Bu durum da
olan m istik, T a n rı’nın daim a kendisini k o ru y u p savunm aya h azır oluşu in an ­
cının hazzı içindedir. Bu haz ve güven içindeyken, T a n rı’nın onunla sessiz ola­
rak konuştuğuna inanan m istik, T a n rı’nın sesini, kendi ru h u n u n esenliği içinde
özel b ir ah enkle duym aya başlar. Bu sözleri yalnız kendileri an lar, yani ancak
T a n rı’nm özel b ir lü tfu n a erişenlerin, b u n ları işitip anlayabileceklerini zan neder­
ler. Bu zihinsel sözlere, b u ruhsal süzlere bazen' b irtak ım san rılar (hallusination)
da k arışır. Bizde büy ü k erm işlerden Y unus E m re, bu gerçeği şöyle açıklar:

İşb u vü cu t şehrine, her dem giresim gelir;


İç in d e k i sultanın y ü zü n göresim gelir.
İşitirim sö zü n ü , görem ezem yü zü n ü ,
Y ü z ü n ü görm ekliğe canım veresim gelir.

H ıristiy an velilerinden S aint T höröse, Sw edenborg, Saint M a rtin ... vb. gi­
bilerde görülen d u ru m lar, bu zü m red en d ir ki, İslâm erm işlerinden de bu n a b ir­
çok ö rn ek ler d ah a eklenebilir. Bu imgesel veya zihinsel sözler, h e r çağda ve
her dinde insanları yönetm eye hizm et etm işlerdir. Bağıcılar, k âh in ler, h a tta pey­
gam berler ve u lu sları T an rı adın a yönetm iş olan h ü k ü m d arlar, hep totem leri,
fetişleri ya da insan biçim li (an th ro p o m o rp h iq u e) T a n rıları adına konuşm uş­
lardır veya çoğu zam an T an rı, o n ların ağzından konuşm uştur. Buda bile, şeriat
k an u n ların ın vaaz etm esi için, kendisine cesaret verm ek am acıyla B rahm a’nın
gökten yere inm iş o lduğunu ve k endisine o n u n ilh am lard a b u lu n d u ğ u n u ileri
sürm üştü. Y alnız K onfüçyus, u lu su n u n salim ak lın a başvurm uş ve önerdiği ah ­
lâk k u ra lla rın ı, T an rı ad ın a değil, kendi adın a savunm uştur. T e v ra t’tan öğren­
diğim ize göre, H azkıya (Ezechil) peygam ber, “Peygam ber aldanırsa, aldanan
T a n rı’d ır” der. İslâm ve H ıristiyan tarik atların ın erm işlerinden çoğu, “S izin le
konuşan ben değilim , benim ağzım dan ko nuşan T a n rı’nın ru h u d u r” derler. S aint
Paul, G alatalılara yazm ış olduğu ‘M ek tu p ’ta, “G ören ben değilim , bende gören
İsa’d ır ” d er ki, bu da y u k ard a verdiğim iz bilgilerin başka b ir itirafıd ır. Male-
b ra n ch e ’ın T a n rı’da görm e k u ram ı, b u görüşün tersine çevrilm iş felsefesel b ir
anlatım ıd ır. B unların fark ın a varm ış olan S pinoza, cesaretle, “Tanrı, vahiylerini
peygam berlerin algıç (entendem ent) ve oylarına (opinion) u y d u ru r” dem iştir.
Bugün yapay (sunî) zorlam aları b ir yana b ırak ırsak , m ucizelerin bile, gösteril­
dikleri dönem lerde yaşayan insan ların hayal güçlerine h ita p eden ve tü rlü söy­
lentilerle şekil ve nitelikleri değiştirile değiştirile efsane haline getirilm iş olan
bazı olaylar olduğu in k â r edilem ez. İn san zekâsı, bilim lerin m ucizelerini yarat­
ma seviyesine yükseldikçe, m istik m ucizeler iflâs etm ektedirler. E vrenin genel
oluşum u ile insan zekâsının oluşum u, paralel b ir çizgi üzerinde ilerliyor gibidir.
Esasen peygam berli peygam bersiz tüm din ler, ancak bireysel ve sosyal h a ­
yatı düzenlem ek isteyen ve b u n la ra k en d in i k ab u l ettirm ek için görünm eyen
kuvvetlerin baskısına b aşv u ran , b u nedenle de k o lektif olm aktan kurtulam am ış
bir örgüt taslağının düşünce, inanç ve p la n la rıd ır. F akat herhangi b ir d in, b ir
kez h alk arasın a yayıldıktan sonra, k en d i m istik sınırlarını aşar, tüm layik k u ­
ru m la n da em ri altın a alm aya b aşlar. O n u n tüm uğraşm alarına k arşın , tek b a­
şaram adığı ko n u , bilim lerin açıklam ayı b aşarab ild ikleri gerçeklerdir. Pozitif bi­
lim in ne olduğu bilinm eyen b ir dönem ve toplum da, d inden bu ödevi de bek­
lem ek, onu yıkm aya h azırlık yapm ak dem ektir. K utsal m etinlerde serpintile­
rini gördüğüm üz bazı bilim sel görünen bilgiler, o dinlerin parladığı dönem ler­
de, halk arasında p ek yaygın olm asalar bile, az çok düşünen insanların gör­
d ü k leri, işittik leri gerçeklerin riebülözleridir. M istik sezgileriyse, bu tü rlü bil­
gileri ispat etm ek iddiasında olm ak tan çok, dinsel am açları kuvvetlendirm eye
aracı yapm ak tan ileri gidem ez. Ö rneğin, suyun doğa üzerindeki önem li rolünü,
felsefe kadro su içinde in san lar T h a le s’ten (M .Ö . 625-545) beri biliyorlardı.
T arım la uğ raşan kavim lerle, suyu p ek az 'olan çöller halkıysa, b u m addenin
yaşam için, ek in ler için ne denli zoru n lu o lduğunu, kendi deneyleriyle de pekâlâ
anlam ışlard ır. H z. M uh am m ed ’in suya verm iş olduğu önem de, yaşadığı çevre­
nin büyük etkisi olduğu in k â r edilem ez. G ecenin, gündüzün b irb iri ardından
gelişi, yıldızların dayanaksız d u ru şla rı, h a re k e tle ri... vb. gibi k onular, aklını
ve duygularım d ik k atle işletebilen h içb ir norm al insanın gözlerinden kaçm az.
Üç d ö rt yaşındaki çocuklar bile, çevrelerinde g ördükleri h er şeyin nedenleriyle
ne o ld ukların ı öğrenm ek için sürek li o larak so ru ştu ru rlar. D inlere, bilim sel ger­
çekleri bilm ek gibi b ir sıfat ve ödev eklem ek, peygam berlerin yüksek fizik, m a­
tem atik, astro n o m i ya da doğabilim lerini gerçekten bilen b ire r bilgin olduklarını
farz etm ek o lu r. Bilimsel gerçekleri, T a n rı’nın kendilerine vahyetm ekte oldu­
ğunu kabu l etm ekse, o n ların büyü k lü ğ ü n ü olduğu k a d a r da T a n rı’nın sonsuz
bilgelik ve b ilginlik sıfatını zedeler. Z ira, kutsal k itap lard ak i bilim i ilgileyen
haberler, çok ilkel, k arışık , h atta b u n ların önem li b ir kısm ı yanlıştır. N itekim
peygam berlerin hayat öyküleri de, kend ilerin in b irçok şeyleri bilm ediklerini,
çoğu zam an da yan ıld ık ların ı gösterm ektedir. H z. M uham m ed, bilm ediği "konu­
lar h ak k ın d a asla fik ir beyan etm em iş, m u h aliflerin in ciddî k arşılık lar bekleyen
sorularına bile, ayetler aracılığıyla verm iş olduğu k arşılık lar, kandırıcı olm ak­
tan çok, dü şü n d ü rü cü olm aktan ileri gitm em iştir. Z ira, onun görevi, bilm ediğini
biliyor görünerek safsata yapm ak değil, ahlâksal, h u k uksal k u rallarla bunların
dayanağı .olan im an k o n u ların ı ö ğ retm ektir. Peygam berler, genel o larak içinde
yaşadıkları to p lu m u n k ü ltü rel düzeyini aşan, fak at kendilerinden önce gelmiş ya
da çağdaşları olan öteki ileri to p lu m ların bilgileri dışına pek de çıkam ayan
yetkin ve m ustarip kişilerdir. B unun için d ir ki H z. M uham m ed, yüce davasını
m ucizelerden çok dünya aracıları ve pozitif girişim lerle gerçekleştirm eye çalış­
m a k ta em salsiz b aşarılar gösterm iş olan seçkin ve erm iş b ir yüce liderdir.
Ö zet o larak diyebiliriz ki, bilim sel gerçekleri, ayetlerle ispat etm eye uğ­
raşm ak, b u n ları yorum ve çevirti yoluyla açıklam aya özenm ek, dini, k u tsal am aç­
ları dışına çık arm ak için zorlam ak dem ektir. Bir ayet, bilim sel b ir gerçeği ispat
etm eye ve açıklam aya çalışıyorsa, o artık ayet değil, bilim dir; eğer bilim , b ir
ayetin gerçekliğini kendi yöntem leriyle ispat etm e gayretine düşm üşse, o a rtık
bilim değil, d in d ir. Bu itib arla b u n ları, k en d i özel alan larında ve kendi nite­
liklerine uygun yöntem , anlayış ve k u ra lla r içinde, ödevlerini yapm aya terk et­
m ekte, h e r ikisi için de y a ra r v ard ır. A ksi halde, hem birb irlerin e zara r verir­
ler, hem de im an edenleri kuşkuya sü rü k lerler. K utsal k itap la r ve özellikle
K ur’an, ancak b ir ibret dersi verm ek, d ik k ati çekm ek, uyarm ak, T anrısal gücün
büyüklüğünü an latm ak için, doğanın olay ve v arlık ların d an örnekler ve tarih ­
ten m isaller verir; fak at b u n ların bilim iyle uğraşm az. H a tta b u örneklerin ger­
çeklik derecelerini araştırm aksızın, h alk ın an ıların d a kalan şekilleriyle oldukları
gibi kabul eder. Y alnız tefsirciler vc T anrıb ilim ciler, b u n ların bilim e de uygun­
luğunu ve daha ileri giderek bu ö rneklerin bilim e de ışık tu ttu k ların ı, ilerde
bulunacak tüm bilim sel gerçeklerin, keşif ve icatların da k u tsal k itapta var
oldukların ı ileri sürecek denli gülünç id d ialara kalkışır ve âdeta sapıtırlar. M ı­
sırlı A bbas M ahm ud-el-E kkad, ‘El-Felsefet-ül-K ur’aniye’ (K ahire, 1947) adlı ese­
rinde, tüm bilim lerle tekniğin K u r’an d a içkin o larak var olduğu iddiasının, k u t­
sal kitabım ız aleyhine b ir iftira olduğunu savunur; bilim in kurd u ğ u ku ram ­
larla b u lu şların ın değişken, dinsel dogm aların ise değişm ez b ir niteliğe sahip ol­
du k ların ı ileri sü rer ki, bu görüşte, bilim le din arasındaki esaslı ayrım lardan
biri gizlidir. Bir ayetin görünen anlam ı altın d ak i gizli anlam ı araştırm ak, T a n ­
rısal bilginliğin kapsadığı tüm bilinm ezleri, ayetlere sığdırm ak ve b u n ların rol­
lerini b ire r bilim konusuym uşlar gibi açıklam aya çalışm ak veya bilim sel gerçek­
leri bir de din aracılığıyla pekiştirm eye özenm ek, dinin kendisini yine kendi si­
lahlarıyla yıkm aya m ahkûm etm ek o lur. D inlerin bildirileri içinde bilim lere ay­
kırı görüşler bulunabileceği gibi, bilim lerle açıklanabilm elerine olanak olm ayan
ve sırf im an konusu olarak körü k örüne inanılm ası gereken, fak at zihinleri ko­
layca kandıram ayan id d ialar da b u lu n u r. Bu konu hak k ın d a kendi dinim izden
bazı örnek ler verelim :
“Biz, Beni İsra il’e kitapta şunu m u ka d d er k d d ık : S iz yeryü zü n d e iki kez
fesat yapacaksınız ve b ü y ü k bir yükselişle yü k se le c eksin iz” (İsra, 4) ayeti, Ya-
hudilerin geçm işinden söz ettiği için bu kavm in tarihine uygundur. F akat b u n ­
dan Beni İsra il’in geleceğine d air hüküm çık arm ak bizi ald atab ilir. H z. L ııt’un
yapm ış olduğu b ir ih tard a: " . . . S izd en önce âlem lerden hiçbirinde bu fena ha­
reket yap ılm a d ı!” (A nkebut, 28) d enilm ektedir. O ysaki, fuhuş ve cinsel sapık­
lık, bugün bile bazı kavim lerde b ir h astalık ya da ahlâksızlık değil, dinsel ve
ahlâksal b ir görevdir ve b u kavim ler, yeni türem iş de değillerdir. K u r’andan,
Nuh peygam berin bin yıl yaşadığını, b u n u n 950 yılım kavm inin arasında geçir­
diğini öğreniyoruz (Bu h ab er, az fark la T e v ra t’ta da v ardır). Böyle bir peygam ­
ber gerçekten yaşam ış m ıd ır? Burada sözü edilen yılların süresi, Peygam beri­
mizin zam anındaki yıl anlayış ve süresine uygun m u d u r? T u fan denilen olay,
tüm dünyayı mı k ap lad ı; yoksa, Süm erlerin de b u olaydan söz ettiklerine göre,,
yalnız M ezopotam ya’da m ı gerçeklendi? T efsirciler ve din adam ları, bu k o n u ­
yu da kendi yöntem leriyle açıklam aya çalışırlar ve türlü çelişm elere düşerler.
N u h ’un gemisi h ak k m d ak i b ild iri ise, bugün bile gerçeklendirilm esi olanaksız
olan b ir efsane değerini aşam az. Bu çeşit olguları, b ir m itoloji, edebî ve m istik
hayal gücünün yarattığı söylentiler gibi telak k i etm ek zorunludur. Tefsircile-
rin im an gayretiyle verdikleri açıklam alar, k endilerinden beklenen ahlâksal ve
dinsel am açlardan da u zak tır. K u r’an b ir vesileyle, “Çokları zanna uyar; zan
ise haktan hiçbir şeyi ifade e tm e z ” (Y unus, 37) dem ektedir. Bu ilkeye dayana­
rak kutsal k itap lard a ileri sürülen tarihsel olguların çoğu, zan sınırlarını aşm a­
dıkları için, tam am ıyle gerçek sayılam azlar. Y ani, din, zandan nefret- ettiği hal­
de, kendi dogm aiarıyle zanna hizm et eder gibi görünm ektedir. H er dinde görü­
len m ezhepler ve h a tta tarik atlar, bu zan ların ü rü n ü d ü rler. D in dogm aları T an ­
rısal bir değer taşıdıkları için, b u n lard an kuşku lanm ak im ana aykırıdır. “D e­
diler ki, o hayat yalnız bizim dünya hayatım ızdan ibarettir; öliiriiz, yaşarız ve
b izi ancak d ehr h elâ k eder; o ysaki buna dair bir bilim leri yo ktu r, onlar sadece
zannederler” (Casiye, 24) ve diğer b ir ayette de, “Fakat, ahret h a k k m d a k i bi­
lim leri tevali e tm e k te am a, onlar k u ş k u içindedirler” (N em i, 66) deniliyor. Bu
ayetler bize ah ret ve dolayısıyla ölüm den sonra dirilm e konusundaki kuşkulara
işaret etm ekte ve k an d ırıcı b ir k an ıt o larak şu n lara benzer k arşılık lar verilm ek­
tedir: Bu kuşk u içinde o lan lara ah rette, “S iz, k ıya m et nedir bilm iyoruz, onu
bir zan te la k k i ediyoruz, onu kesin likle bilm iyo ru z d erd in iz” (Casiye, 32) deni­
lecek ve o rad a zan ların ın cezasını çekeceklerdir; ya da, “G ökleri ve yeri yara­
tan ve bunları yaratm aktan yo rg u n lu k duym ayan T a n rı’nın, ölüleri diriltm eye
gücü yeteceğini bilm iyorlar m ı? ” (A h k af, 33). T üm k uşkuları, T a n rı’nm tüm el
gücü ilkesiyle yok etm eye çalışan b u tü rlü k arşılık lar, ya b ir ilke m üsaderesi
(petition de p rincipe) ya da b ire r k ısır döngü (cercle vicieux) içindedirler. İn ­
sanı zan ve kuşkuya dö n d ü ren ler, h ak ların d a kesin b ir bilgi elde edilem eyen
bilinem ez k o n u la rd ır. K utsal k itap lard ay sa, b irço k bilinem ezler, m utlak gerçek­
liklerm iş gibi, dogm atik o larak beyan edilm iş ve insanların b u n lara itiraz et­
m eden inan m aları em rolu n m u ştu r. E ğer b u tü rlü k o n u lar, aklın zo runlu olarak
k a b u l edebileceği b ir kesinlikle açıklanm ış olsaydılar, kuşku veya zanna asla
düşülm üş olam azdı. K u r’a n d a H z. M uham m ed’e, “Sana ruhtan soruyorlar; de
ki, ruh, R a b b im in em rin d ed ir ve size bilim d en az bir şey verilm iştir” (İsra, 83)
em ri verilm ektedir. H e r n ed en se Y üce T an rı, bu k o n u d a sevgili elçisini ve onun
aracılığıyla k u lların ı aydınlatm ak istem em iştir; ve Peygam berim iz, b u ne oldu­
ğunu kesin o larak bilm ediği k o n u h a k k ın d a b u lan ık , yalan yanlış" b ir şeyler söy­
lemeye tenezzül etm em iştir. K uşkusuz ki, bugün de ru h konusu tam am ıyla açık­
lanm ış değildir; fak at bilim den ve insan zekâsından, bu konuyu aydınlatm a işin­
d e um utsuzluğa süşürecek h iç b ir k a n ıt y o k tu r; belki b ir gün bu konu da vak­
tiyle bilinem ez sanılm ış o lan diğer bazı k o n u lar gibi aydınlanacaktır. O zam an
elbette bu ayetin de kutsal değeri ü zerinde kuşkuya düşenler olacaktır. Bu iti­
barla ayetlerin yorum lanm asında, o n ların b ild irild ikleri zam andaki insan sevi­
yesiyle genel bilgilerin derecesini d ik k ate alarak , tü m b ir geleceği de içine alan
aşırı id d ialard an çekinm ek gerektir. D in adam larının gerçekten bilgin ve yetkin
olm ayanları, b u tü rlü düşünceleri bile im ana aykırı b u lu r ve insan aklının kav­
rayam adığı için, aydınlanm a am acıyla k endilerine sorulacak ko n u lara, çoğu za­
m an şu ikilem le (dilem ) k arşılık v erirler: «Sen ya M üslüm ansın, ya değilsin;
M üslüm ansan T a n rı kelâm ı o lan K u r’ana inanm akla yüküm lüsün; bu itib arla
o n u n b ild irileri karşısın d a k u şk u ve zan n a kap ılm ak k ü fü rd ü r. M üslüm an de­
ğilsen, kâfirsin ve senin k u şk u ların la zan ların ın T anrısal gerçek karşısında hiç­
b ir değeri y oktur. Bu itib arla h e r iki h ald e de cehennem liksin!». Böyle b ir m an­
tık la hiçb ir zih in ve v icdan kandırılam az. Z ira , y uk ard ak i ayette olduğu gibi,
ahrete inanm ayanları zan içinde gören kutsal m etin, b u konu h ak k m d ak i zan-
ları kan d ıracak denli kesin b ir bilgi verm em ektedir. Buna ve b u tü rlü b ild iri­
lere b ir im an k onusu o larak k ö rü k ö rü n e in an m ak tan başka çık ar yol yoktur.
Ü stelik zan n ın p ek çok gerçekleri bulm aya hizm et ettiği ve edeceği de önemli
b ir gerçektir. K abul etm ek zo ru n d a olduğum uz bu gerçek bile, yukarda Y unus
suresinden naklettiğim iz ayete ay k ırıd ır. B unun içindir ki, b ir ayetin bildiril­
m esine neden olan olayla o ayetin anlattığı düşünce arasında b ir ilişki ara­
m ak ve konuyu zam anının gerçeklerine göre açıklam ak, d inin bilim sınırlarını
aşm ak suretiyle tehlikeye düşm esine engel o lu r sanırız. A ncak bu suretle dog­
m aların akla ve gerçeğe uym az gibi görünen dış yönleri silinir, gerçek anlam ­
ları m eydana çıkar.
K u r’anın b ildirdiği büyük gerçeklerden b iri de, kıyam etin ne vakit ko p a­
cağını ancak Y üce T a n rı’nın bild iğ id ir. Peygam berim iz b u k o nuda kendisine yö­
neltilen so ru lar ve itirazlara, b ilim sözcüğünü bilgi an lam ında kullanm ış olan
şu ayetlerle k arşılık v erm iştir: “ Saate (yani kıyam ete) bilim , onun ya nındadır”
(L okm an, 33; Fussılet, 47). T a n rı’d an b aşka kim senin bilem eyeceği bazı geirçek-
ier de şunlard ır: “D ölya ta kla rm d a ne var o lduğunu O bilir; hiç bir n efis yarın
ne kazanacağını bilem ez; bir n efis hangi yerde öleceğini bilem ez, d e ” (L okm an,
33); ." O ’nu n b ilim i o lm a ksızın ne m eyvelerden biri tom urcuklarından çıkar, ne
d e bir dişi gebe kalır, ne de d o ğ u ru r” (Fussılet, 4 7 ). B ilim lerin gelişm e yön ve
hızına d ik k a t edilirse, b u bilinem ezlerin de insan zekâ ve bilgisi ö n ünde gizle­
rini (sır) terk etm eye b aşlad ık ları görü lü r. Y ani, doğanın yasalarım b ire r b irer
keşfetm ekte o lan b ilim in, b u gün için ihtim al, tesad ü f, m ucize, h a rik a, g iz ... vb.
sözcükleriyle ifade ettiğim iz bazı bilinem ezleri, b ir gün T a n rı’n ın bilim inden
insanın bilim ine aktaracağ ı an laşılm ak tad ır. Y apay olarak y as m u r yağdırm ak,
T an rı ’nın yaratm adığı cins ve tü rd en çeşitli m eyveler ve m elez hayvanlarla b it­
kiler vücud a getirm ek, b u n la rın hangi k o şu llar altın d a oluşup geliştiğini bilm ek,
bugünün klasik bilgileri arasın a girm iştir. Bugün a rtık insanın neleri öğrenm e­
ye, keşif ve icat etm eye gücü yettiğini ve yeteceğini görm em ek pek bilgisizce
b ir in at o lu r. Bir televizyon, b ir telefoto, b ir radyo, hekim likte ve öteki bilim ­
lerde görülen tü rlü ilerlem eler ve yeni b u lu şlar, m evsim , iklim , zam an ve u zak ­
lık gibi koşu lları aşarak , insanlığın p ek ilkel d önem lerinden beri m ucize say­
dığı, söylentileri gölgede b ıra k a n icatlar b irer bilim ve zekâ m ucizesi olarak ça­
ğım ız uygarlığını y aratm ak ta, gelecek çağların uyg arlıklarına da tem el olm ak­
tad ır. İn san ın b u sonsuz gücü T an rısal irad e ve isteğe de uygundur. Bir k u tsal
dogm a o larak in an m ak zo ru n d a olduğum uz H z. Â dem ’in to p ra k tan yaradılışı
ve ona Y üce T a n n ’n m k en d i ru h u n d a n ü fü rm ü ş olm ası, insanda, T an rı gücün­
den ve bilgisinden b ir şeylerin bulu n m ası dem ektir. Y ani insan, U lu Y a ra d a n ’ın
kendisine bağışlam ış olduğu b irtak ım ü stü n zekâ nirhetlerinden yararlan m ak ­
ta d ır; insanın k azandığı b aşarılar, yine T a n rı’nın seçkin ve ü stü n varlığına de­
lâlet eden b ü yük ve anlam lı işaretlerd en d ir. N itekim K u r’anda, “Ben, yeryü­
zü n d e bir h a life yaratacağım ” (B akara, 30) b u y u ru lm ak tad ır. Bu, insanı yara­
tacağım ve onu k en d im e vekil o larak yeryüzünü yönetm e işiyle görevlendirece­
ğim ve b aşarı sağlam ası için de ona kendi sıfatlarım la güçlerim in bazılarını
vereceğim d em ek tir1.

(1) Daha şim diden XXI. yüzyıla kadar nelerin gelişip insan hayat ve bil­
gisine sunulacağının tahm inlerini anlam ak için, H erm an Kahrı ve A rıthony J.
W iener'in l’A n 2000 (Paris, 1968) adlı eseri okunmalıdır (Bu eseri üç bilgin İn ­
gilizceden çevirm iştir). Beş bilinm eyenden biri olan doğum ve cinsi belirtm e ko­
nusunda, J. B ishop ve D. M. D avis'in New H orizons in M edicine (New York, 1966)
adü eserine bakmalıdır. Bu konudaki harika buluş ve başarıların örnekleri, 159-
169’uncu sayfalardadır. Eskiden, insan hayatım kısaltan ve m utlak surette öl­
H z. M uham m ed, kendisine karşı ileri sürülm üş olan bazı saçm a düşünce­
leri redded erk en , “S ö zlerin izd e sa kd ıksa n ız, kanıtlarını g etirin iz!” ayetiyle kar­
şılık verir ve şu hadisle de büy ü k b ir yöntem gerçeğini savunm uş olur: “H a k
neredeyse, sen de onunla b irlikte orada bulun, ondan ayrılm a ve seni k u ş k u ­
landıran şeylerin gerçekliğini a klın la kavra; çü n kii Y ü c e T anrı’nın, senin aley­
h in e olan belgesi (hüccet) şendedir, ken d in d ed ir; O ’nun feyzleri ve bereketleri
d e senin yanın d a d ır”. A klı, « T a n n ’m n belgesi» diye tanım lam ış olan Peygam ­
berim iz, k endisine sorulan problem lere, T a n rı’nm bu belgesiyle, yani akıl ve
deneye day anan k an ıtlarla ispat edilecek b ir bilgiye sahip olm adığı ya da soru­
n u n niteliği b ak ım ın d an k arşılık verilem eyecek b ir hal ve du ru m karşısında b u ­
lu n duğu zam an, konuyu d aim a T a n rı’nın b ilim i’ne havale etm eyi âdet edinm iş­
tir. T anrısal y ardım ın böyle d u ru m lard a n için k endisinden esirgenm iş olduğu so­
ru su akla gelebilir: “Ben ilk gelen peygam berlerden değilim ; bana ve size Tan-
rı’nın ne yapacağını bilm em ; ben, yalnız bana vahyolunana uyarım ; açık sözlii
bir sakındırıcıdan başka bir şey değilim , d e ” (A hkâf, 9; M ülk, 26) ve H ud pey­
gam berin kavm ine söylediği b ild irilen , “O bilim ancak T anrı yanındadır; ben
size benim le gönderilm iş olanı bildiriyorum ; lâkin ben, sizin bilgisizlik ettiğinizi
görüyorum ” (A hkâf, 25) gibi k arşılık lar, h asım ları k an d ırm a k tan u zaktır. H z.
M usa’ya F iravun, “İlkçağların hali n ed ir? ” diye soruyor. Bu peygam bere verdi­
rilm iş olan k arşılık , peygam berlerin genel o larak âdet edindikleri b u lan ık b ir
cüm leden ib arettir: “O n u n bilim i, R a b b im in ya n ın d a ki bir kitaptadır; R abbim
şaşm az ve u n u tm a z” (T aha, 52). B ir başk a vesileyle yine kıyam et h ak k m d ak i
soruya, yine aynı b u lan ık k arşılık veriliyor: “N e zam an dem ir atacaktır diye
saatten soruyorlar; o n un b ilim i yalnız R a b b im in yanındadır, d e ” (Â raf, 187).
Y ani, bilgi b ak ım ın d an an a ilke, « insanın bilem eyeceği şeyleri T an rı bilir»den
ib arettir. A nlaşılıyor ki, kıyam et, ölüm den sonra dirilm e, ah ret m ü k âfat ve ce­
zaları gibi d in lerin dayanağını teşkil eden ana yaptırım ların gerçekliğini ispat
için insel m antığın pozitif k an ıtları yetm eyince, b u n ları T a n rı’nm bilim ine h a­
vale etm e em rini alm ış olan b ir peygam berin, kutsal kitap lard a layik bilgilere
d a ir herhangi b ir bilgi verem eyeceğini k ab u l etm ek zorundayız. Şu ayetten de
taklitten kaçınıp akla değer verm ek gerektiğini açıkça anlıyoruz: “Ç eşitli sözler
işitip de onların en g üzeline uyan kullarım a, T a n rı’nın ken dilerine hidayet ve­
receğini m üjdele; işte a kıl ve izan sahibi olanlar bunlardır”. B urada bildirilen
sözün güzelinden m aksat, doğru sözdür sanırız; doğruyu da en kesin olarak
bildiren bilim olduğuna göre, T a n rı’nın k endilerine hidayet verdiği, yani doğ­
ruyu öğretip b u ld u rd u ğ u insanlar, h erh ald e bilginlerdir. D aha açıkça akıl ve
im anın yetm ediği yerde bilim e başv u rm ak em rediliyor dertıektir. N itekim , “Bile
bile h a k kı batılla ka rıştırm ayınız v e h a k k ı sakla m a yınız” (B akara, 42) em rinde
de h a k kav ram ı, yalnız h u k u k sal anlam da değil, aynı zam anda bilim sel anlam ­
da gerçek dem ektir. Peygam berim iz ö m rü boyunca gerçek için savaşm ış; bir
bilgin olm adığı halde, b ir bilginde bulunm ası gereken nitelikleri savunm uş ve

dürücü olan hastalıkların, bugün nasıl önüne geçildiğini, tedavi edildiğini ve


diğer hekim liği ilgileyen büyük keşif ve icatlar için günlük gazetelerde bile ge­
reken bilgiler bulmak olağandır; ve bunlar, artık şaşırtıcı gerçekler olm aktan
da çıkmıştır.
kendisi de b ir bilgin gibi doğru bildiği h er düşünceyi kabul etm iş, yanlış o lan ­
ların d an kaçınm ış ve kaçınılm asını em retm iştir. B unun içindir ki o, kendi b il­
dikleri dışında kalan pozitif bilim lerin sınırını aşm aya çalışm am ıştır; fak at tef-
sirciler, d in i, im anı d ah a da k u v v etlen d irir um uduyla b u sınırları da aşarak, ol­
m uş ve olacak her olay, v arlık ve b ilinm edik konu ların K u r’anda v a r olduğunu
ısrarla savun m u şlard ır. Ö rneğin, şu ayeti y orum layanlardan bazıları, T a n rı’nın
bitkilerden m ad en k ö m ü rü yapm ış o ld uğunu Peygam bere bildirdiği sonucunu çı­
k arırlar; “O tla n çıkaran, sonra da o nu esm er esm er bir yer yatağına çeviren
R a b b in d ir”. R enklerin çağrışım ına da baş vurulsa, akla pek zor gelebilecek olan
bu sonuç, gerçek bile olsaydı, neden ağaçları b irb irin e sürterek veya çakm ak
taşlarıyla ateş yakılan b ir dönem de, b u k ö m ü rü n açıkça gösterilem ediği, Y üce
T a n rı’n ın, yüzyıllardan sonra da olsa M üslüm an bile olm ayan insanların daha
sonçağlarda y ararlan ab ild ik leri b u nim et ve serveti, sevgili elçisinden ve onun
m utlu üm m etinden esirgediği anlaşılm az b ir bilgeliktir. “O, odur ki, yılların sa­
yısını ve hesabını bilesiniz diye, güneşi bir ışın, ayı bir nur ve buna d u ra k
d u ra k m iktarlar b elirled i”. (Y unus, 63) ayetinden de bazıları, ayın güneşten ışık
aldığını ilk kez T a n rı’nın Peygam berim ize öğretm iş olduğunu sav unurlar. Bilim
tarih i, bu olayın daha çok eski çağlarda bilindiğini gösterm ektedir. “B iz geceyi
ve giindiizü ik i ayet ya p tık, sonra gece a yetin i m ah vederek g ü n d ü z ayetini gös­
terici k ıld ık ki, R a b b in izd en lü tu f dileyesiniz ve yılların sayısıyla hesabını bi­
lesin iz” (İsra, 12) gibi ayetleri, bilim sel bilgilerle vahyi uzlaştırm ak isteyenler,
içinde insan bulu n m ay an yıldızlarda da gece ve g ündüzün b u lu n d u ğ u n u bilm iş
olsalardı, erekçi (finaliste) y orum lam alarla ayeti, gerçek anlam ından uzaklaş­
tırm az, din i, bilim sın ırların ı aşm aya zo rlam azlardı. İnsanların geceyle gündüz­
den yıllar ve günler h a k k ın d a b ir fik ir edinm eleri oldukça geç olm asına k a r­
şın, bun u n m ilattan çok önce az çok bilindiği de tarihsel b ir gerçektir. H atta
bu konu, T h a le s’ten ve belki de çok önce eski Süm erler ve M ısırlılardan beri
— ay ve güneşin tu tu lm aları h ak k m d ak i bilgileri dolayısıyla— yeryüzünün ve
ayın h arek etleri b ak ım ın d an güneşle olan ilişkileri, yalnız b ir sezgiyle değil,
m atem atik h esap lara d ay an arak gerçeğe oldukça uygun b ir şekilde açıklanm ış
b u lu n u y o rd u 1. T a n rı’nm dünyayı iki günde, yedi gök âlem ini de iki günde ve
dünyanın üzerindeki h e r şeyi de iki günde olm ak üzere âlem i altı günde y arat­
m ış olduğunu b ild iren ayetleri, bilim sel bilgilerle uzlaştırm aya çalışm ak, dinin
am açlarına da aykırı ve boş b ir özen tid ir. T e v ra t’ta da az farkla sözü geçen bu
çeşit bilgileri, gerçek diye sunm ak için, T a n rı’nm b ir günü bizim b ir yılım ıza
ya da elli b in yılım ıza eşdeğer (m uadil) olduğu h ak k m d a k i kutsal b ild irile r de,
olum lu bilim lerle kolayca u zlaştırılam az. “O, birbirine uygulanm ış yedi g ö k ya­
ratm ış; O rahm anın yarattığında hiçbir d ü ze n sizlik görm ezsin; gözünü çevir,
O ’nda bir çatlak görebilir m isin ? ” (M ülk, 3) ayetindeki yedi gök konusunda da
tefsirciler anlaşm ış değildirler. Z ira o n lar, ayetleri kozm ografya ve astronom iyle
gökyüzünü ilgileyen bilim lere dek u zatm ak isterler. Evvela yedi gök terim i, M üs­
lüm anlığın çıkışından çok eskidir. Bu, güneş sistem ine göre yedi bilinen gezege­

(1) Ovidius. M etam orphoses adlı eserinin son bölümünde, P ythagoras'm,


yeryüzümüzün, hem kendi, hem de güneş etrafında dönmekte olduğunu öğret­
tiğini anlatır.
nin birleşik m erkezli yedi k ü re gibi b irb iri d ışında, ayrı sem alar halinde oluşm uş
bulu n d u ğ u n u zanneden eski astronom i bilgisinin kutsal k itap la ra geçen b ir a n ı­
sıdır, denebilir. B unun b u g ü n k ü bilgilerim izle h iç b ir ilişkisi olm ayacağı g ib i,
o n u n ilk bilgini de Peygam berim iz değildir. İn sa n lar için d ah a pek çok p ra tik
yararı olan ve an cak b irk aç yüzyıldan beri insan ların öğrenm eyi ve bulm ayı b a ­
şarab ild ik leri gerçekler d u ru rk e n yedi gök h ak k ın d ak i gerçekle h iç b ir ilgisi b u ­
lunm ayan b ir b ild irin in güttü ğ ü am aç, bilim sel olm aktan çok, p ratik ve dinseldir.
"A yla rın sayısı, Tanrı yanında, gökleri yarattığı g ü n k ü T anrı yazısında on ik i
a yd ır” (T övbe, 36) ayeti de ancak dünyam ız için, M üslüm anlıktan önce de b ili­
nen b ir gerçektir. O ysaki b u gün yeryüzüm üzden d aha b ü yük ya da d ah a küçük
gezegenlerde — b u n ların güneşe olan y ak ın lık ve uzaklığı da düşünülm ek şar­
tıyla— yılların süresi d ah a az ya da d ah a çok olabileceği b ilin m ek ted ir. "K ara
ve d en izd e yolu d o ğrultm anız için size yıldızları sebep k ılm ış, olan O ’d u r " aye­
tindeki gerçeklik, p u su lan ın bulunm am ış olduğu b ir çağın gerçeklerine uygun­
d u r ve evrenin sonsuzluğu içinde b ir atom bile olm ayan yeryüzüm üz üzerindeki
in san ların , y o llarını b u lm ak için, T a n rı’nm yıldızları yaratm ış olm ası, insanı
p ek kib irlen d irecek , o lum lu b ilim lerle de bağdaşm a olanağı bulunm ayan erekçi
b ir iltifattır. " K u şk u su z k i, biz g ö kte burçlar yarattık, göğü seyredenlere süsle­
d ik ve onu k o v u lm u ş olan tüm şeytanlardan k o ru d u k; çalıp çarpm ak tü ründen
bir haber alm aya özenenlere de, a çık göktaşları yetişir” (Saffat, 6-10; M ülk, 5)
ayetini, insanoğlunun ve dolayısıyla insanın kötü tu tk u ların ın simgesi olan şey­
tanın da bilgiye, gerçeğe ve b ü y ü k ad am lara d üşm an olan bilgisizlik veya ira ­
deyi gevşeten çirk in tu tk u la r anlam ına k ab u l ederek yorum larsak, bu ayette
ah lâksal ve ülküsel b ir değer bu lab iliriz. "B ir d e d em iri in dirdik; onda hem çe­
tin bir sertlik, hem d e insanlar için b irçok çıkarlar var” (H ad id , 5) ayetini yo­
rum layanlarla b u n d a n y ararlan m ak isteyen bazı din adam ları, dem irin bu in­
dirilm e ve yeryüzüne yerleştirilm esinden bilim sel sonuçlar çıkarm aya özenirler;
dem irin hangi doğal k o şu llarla, yeryüzünün hangi bölgelerinde bulunabileceği,
bugün m ad en ler kim yasının klasik k o n u ları arasın d ad ır. Belki de içinde h iç b ir
insan ve canlı -bulunm ayan öteki y ıld ızlard a da b u tü rd en ya da b aşka tü rd en
çeşitli m ad en ler v a rd ır ve insanlar, b ir gün o y ıldızlara d a gidebilirlerse, — ki,
e r geç gideceklerdir:— o ralard ak i doğal servetlerden de yararlan acak lard ır. " G ö k
boşluğunda tu tsa k (m üsahhar) oldukları halde, onları (yani, yıldızları) T a n rı’dan
başka tutanın olm adığını bilm iyorlar m ı? ” (N ahl, 78-79) ayetinin indirildiği dö­
nem de, in san lar, çekim k a n u n u n u bilm iyorlardı. K utsal k itap , b u olaya d ik k a ti
çekm ekle, in san lara yüce varlığın sonsuz gücü h a k k ın d a b ir fik ir verm ek iste­
m iştir; yoksa, b u olayın fiziksel ned en lerin i açıklam ak istem em iştir.
Fussilet (53) ve A l-R ahm an (33) surelerin in işaret ettiğim iz ayetlerinde
hid ro jen bom basıyla gezegenler arasın d ak i u y d u ların gizleri b u lu n d u ğ u n u ileri
sürecek k ad ar, bilim sel gerçeklerden habersiz olan şeriatçılar 1400 yıl önce, bu
gizlerin adı ve k av ram ların ın bile h iç b ir bilginin bellek ve tasarım ların d a v a r
olm adığına ve peygam berlerin b u çeşit bilgi ve a raştırm alarla görevlendirilm e-
diklerine inan am azlar. Bir peygam berin b u gibi bilim sel k o n u la n bilm em esi,
o n u n değerini asla küçültm ez. Z ira , o n ların ana görevlerinin b u çeşit gizleri
açıklam ak olm adığım b ilirler.
H z. İsa ’nın babasız doğuşu ve göğe çekilm iş olm ası, H z. Â dem ’in kaburga­
sından H avva anam ızın yaratılm ası gibi T e v ra t’ta da bildirilen olaylar, bilim ­
lerle uzlaştırılam azlar. Bu b ak ım d an , şu ayet de d ik k ate değer: “Tanrı, sizin k u ­
laklarınızı ve gözlerinizi alıverir ve yü reklerin izi m ühiirleyiverirse, onu size ge­
tirip verecek olan T a n rı’dan başka bir Tanrı m ıdır? d e ”. D aha başlangıçta b u ­
lunuyorsak da b ugün, ölünün gözünü d iri körlere yam ayan, tek böbrekle veya
başkasının böbreğiyle yaşatan, ç e lik . ciğerle öm rü sürdürebilen ve h asta yüreği
çıkarıp yerine b ir b aşkasının yüreğini takabilen b ir çağda, bu ayetin görünen
anlam ındak i gerçekliğin bilim le uzlaşm ası güçtür. İnsanlığın bu tü rlü k o n u lar­
daki başarıları gittikçe artm ak tad ır. O denli ki, neredeyse, dölyatağı dışında in­
san yetiştirm ek, dölün erkek ya da dişi olm asını sağlam ak, h atta dölün k arak ­
ter ve yetenekleri üzerinde etki yapm ak gibi çok önem li sonuçlara ulaşm ak üze­
reyiz. “D oğrusu insanlar için ko n u lm u ş olan ilk tap m ak, M e k k e ’d eki o ço k m ü ­
barek ve tü m âlem lere hidayet olan ev (beyt) d ir ”. (Âli İm ran, 98) ayeti, her
ne k ad a r k itap lı d in lerin ilk tapm ağı B eytullah’tı dem ekse de, insanlara türlü
dönem lerde doğru yolu gösterm eye hizm et etm iş olan tap ın ak lar vardı: Bütün
sitelerdeki p an teo n lar, b irer beytullah o ldukları gibi, K udüs’teki Süleym an T a ­
pm ağı, kitap lı dinlerin yayılm a alanından d ah a çok geniş bölgelerdeki Buda ve
K onfüçyus dinlerinin tap ın ak ları da bu tü rd en d irler. Saba M elikesi B elkıs’ın
taç ve tahtıyla b ir an d a H z. Süleym an’ın h u zu ru n a getirilişi (N em i, 41), bir
mucize olarak bile açıklanm ası güç b ir olaydır. B ütün b u n la rd a bilim sel ger­
çekler aram ak tan çok dinsel ve edebî zevkin ve ulusal gururun simgesel ve
abartılm ış betim lem elerini görm eye çalışm ak, kutsal bildirilere saygı b akım ın­
dan daha y ararlıd ır; yoksa kutsal k itap ta u çak lard an , füzelerden de söz edildiği
gibi b ir iddia gülün çtü r. Bir ö rn ek daha verelim : T a rih bakım ından, üzerinde
tefsircilerin de ittifak edem edikleri  d ve İrem Z at-el-İm ad h ak km daki bildiri,
“K i o, beldeler içinde m isli ya ratılm am ıştır” cüm lesiyle nitelenm iştir; bu ifade
belki de öteki k entlerle m ukayese edilerek övm ek için kullanılm ıştır. F akat,
K u r’anda eski R om a, A tina, S a rd ... gibi ilkçağların bugün bile k alın tıları hay­
ret ve takd irle seyredilen b ü yük uygarlık m erkezlerinden söz edilm em iştir. K ut­
sal k ita p ta sözü geçen beldenin b u n la rd a n daha ü stün ve em salsiz b ir değeri
mi v ard ı, bilm iyoruz. F akat bu şekildeki b ild irilerin hiçbirinde K u r’anm guı-
müş olduğu am aç, herh an g i b ir bilim sel gerçeği bulm ak ya da insanlara bil­
m edikleri b ir gerçeği, bilim yoluyla da ispat etsin ler diye açıklam ak değildir.
“D e ki, su yu n u z yere batıp gitse, size akar veya görünür suyu k im getirebilir?”
(M ülk, 30) ayeti, ancak o çağlardaki insan lar için derin b ir anlam taşır ve bu
ayet de bugü n ü n ve yarın ın bilim sel ve tek n ik gelişm eleriyle, insanların b ara j­
lar, k an allar y ap arak , artezyen kuyuları açarak susuz yerleri diledikleri gibi su-
layabileceklerini, gerekirse deniz suyunu bile tatlan d ırıp içebileceklerini, h atta
kim yasal öğeleri birleştirerek su im al edebileceklerini asla hesaba katm ış de­
ğildir ve zaten o dönem lerde ne b u n la r düşün ü leb ilir, ne de düşünülm esine ih­
tiyaç duyulabilirdi.
Peygam berim izin sağlığı ko ru m a bakım ın d an yaptığı öneriler arasında, gö­
ğüs darlığına neden o lu r kaygısıyla tozlard an sakınm ayı salık verm esi, h er has­
talığın m ideden geldiğine d air beyanları, kendisinin ne b ir hekim , ne de bir
hekim lik bilgini olduğuna delâlet eder. N itekim , yıldızlarda da yeryüzüm üzde
olduğu gibi, insanların ve can lıların b u lu n d u ğ u n a d air olan vahiylerden de ken­
disinin b ir kozm os bilgini olduğu sonucuna varılam az. " G özlerini seven ikin ­
diden sonra yazı ya zm a sın ” önerisinde b u lu n an Hz.’ M uham m ed, o dönem in ay­
dınlanm a koşullarını d ik k ate alarak böyle b ir ö neride b ulunm uştur. Bu öneri,
çağım ız için hiç b ir değer taşım az; bu yüzden de onu küçültm em iz gerekm ez;
fakat böyle m asum b ir öneride bulunm uş olm ası, kendisine b ir biyoloji veya
fizyoloji bilgini sıfatını verm em izi de gerektirm ez. K adınların kirlenm e zam an­
larında, kendileriyle cinsel ilişkide bulunulm am ası em redilen ayet (N isa, 223),
bu işin k ad ın sağlığı ve cinsel zevk bak ım ın d an zorunlu olduğunu ifade eder;
bundan bilim sel gerçekler çıkarm aya çalışm ak fazla gayretkeşlik olur. B ütün bu
tü rlü bilgi ve bild irilerin esası, görgül ve kişisel deneylerdir. D üşünm eyi bilen ve
insana, düşüncesinin değeri o ran ın d a değer veren yüce Peygam berim izin b ü tün
hayatı, düşünm ekle ve aklın ı işletm ekle geçm iştir. O , Y üce Y arad an ’a ulaşm ak
için eşyada, olaylarda ve tüm doğada saklı olan T anrısal gizleri görm ek, evren­
sel m antık i kav ram ak gerektiğini anlam ış, u lu su n un ve dolayısıyla insanlığın
m utlu olm ası için bilinm esi gereken ve yaşadığı dönem in ilkelerini taşıyan ger­
çekleri öğretm iş, fak at bilginlik iddiasında b u lunm am ıştır. Esasen, “G eçm iş
peygam berlerin başlıcalan, to p lu m u n var olm asına yarayan nedenler hakkında
— sosyolojinin öngörüleri (previsions) için bile— gereken bilgelerden yoksun
oldukları gibi, toplum ları birbirine bağlayan v e değişm eye p ek elverişli öğeler­
den ibaret-olan çeşitli karışım lar (terkip) h a kkın d a da bilgileri yo ktu r. A y n ı za ­
m anda onlar, p e k ön em li olan yö n tem duyusuna da sahip değildirler. Sosyal sis­
tem in ne o lduğunu b ilm ed ikleri gibi, kendilerinin de bir sistem leri y o k tu r” (Her-
m an K ahn ve A nthony J . W iener, ‘L ’A n 2 0 0 0 ’, Paris, 1968, s. 31).
B unun için d ir ki, hem en hepsi belirlenm iş bazı ahlâksal düşüncelere sap­
lanm ış o larak , zam anında yaşayan ve m u h alif o ld u kları başka dinlere k arşı, her
gün biraz d ah a şekillenen b u düşünceleri telkine çalışm ışlardır. K u r’anda gör­
düğüm üz ve hem en aynı üslupla aynı tem aları, bazı ayetlerde küçük değişiklik­
lerle işleyen deyim tarzları, fazlasıyla b irb irin e b enzem ektedir ki, hepsi eski
inançlara k arşı ileri sürülen düşünce ve im an savaşının psikolojik şiddetine delâ­
let ederler ve yirm i üç yıllık b ir duygu, düşünce ve inanç evrim inin panoram a­
sını ve b u n la r sayesinde gerçeklenen b ir tinsel devrim in gerçeklendiğini gösterir­
ler. T üm b u çekişm eler, olum lu ve layik bilim ler için değil, h e r şeyden önce
toplum un ahlâksal ve siyasal düzeni için yararlı olm uştur. Bugün insanlığın bilgi
bakım ınd an ulaşm ış olduğu derece, nicelik, n itelik ve k arm aşıklık bakım ından,
hiçbir erm iş ya da peygam berin ulaşam ayacağı b ir yüksekliktedir. B unların in ­
sanlara sağlam akta olduğu y a ra r ise, h içb ir din in başaram ayacağı k a d a r son­
suzdur. Z ira , dinsel gerçeklere b ir tek adam , geçmiş b ir dönem de aracı olm uş,
sonra birtak ım hav ariler, m ü ritler ve din adam ları, b u n ları bozm uş ya da değiş­
tirm işlerd ir. O ysaki bilim sel b u lu şlar, ö m ürlerini kiliselerde haç çıkarm ak, tü r­
belerde m um yakm ak, yarı aç, yarı tok ve pek çoğu bilgisiz kim selerin T a n n ’yı
rahatsız etm ekten b aşka b ir değeri kalm ayan d u aları ve anlam larını bilm eden
okuyup d u rd u k ları kutsal m etinlere bağlanıp kalm ış olan zavallı, safdil ru h ­
ların değil, Y üce T a n rı’n ın doğuştan kendilerine bağışladığı zekâ, deha, irade
ve zihin kuvvetiyle, lab o ratu v arlard a, enstitülerde, kitapsaraylarda göz nuru dö­
ken ve birin in buld u ğ u n u , diğerleri yetkinleştiren büyük insanların eseridir.
B unlar, peygam berler ve din ad am ları gibi, kendi düşünce ve inançlarına m u ­
halif olanları k âfirlik le suçlandırm az ve o nları dünya ve ahret cezalarına lâyık
görm ezler1. Bu gerçeklere in anm ak dinsizlik değildir; tersine, en derin anlam da
bir dinlilik tir. B ilim lerin değerini k üçük görenler ve ondan k u şk u lanarak bili­
m e düşm an o lanlar, fark ın d a olm adan gerçek dinden uzaklaşan gafillerdir. Z ira,
nasıl ki, d in ler insanın öteki dünyada da m utlu olabilm eleri için, bu dünyada
birbirlerine zarar verm eyen erdem li b ir ö m ü r geçirm elerini em rediyorlarsa, bi­
lim lerin ve tüm layik k ü ltü rü n am acı da buna aykırı değildir. A ralarındaki
esaslı fark ise, bilgisiz ve bağnaz din adam ları, d ah a çok m istik hayal gücünün
uydurm alarıyla zekâları körleştirdiklerini fa rk etm edikleri halde, bilginler, ulus,
m ezhep, din, ırk ve cins fark ı gözetm eksizin, tüm insanları, buluşlarının nim et­
lerinden y ararlan d ırır ve ay d ınlatırlar. B unlar için olacaktır ki, V oltaire, b ir
pap aza, filozofu şöyle tanım lam ıştı: "S izin , ke n d in ize benzeterek ahm aklaştır­
m a k istediğiniz insanları tatlı tatlı aydınlatan a d a m ”.

(1) Hz. İsa, kendisine inanm ayanları, ortaçağ papaları gibi, âdeta lân e
ler, aforoz eder, bunların öldürülmelerini ister ve tehdit eder (Luca, XIX, 27;
Meta, XXV, 41; X, 14; XXIII, 17; Markos, XVI, 10). Nitekim Islâm A m entü’sünde
de Hz. Muhammed.'in Tanrı elçisi olduğuna im an etm eyenler kâfir sayılırlar.
m
ÎSLÂM DİNİNİN BİLİM ANLAYIŞI
f

"H ayatta en h a k ik î m ürşit, ilim d ir”.


A tatü rk

"B ilim , erdem liklerin en u lu su d u r”.


F arabî

Büyük tefsircilerden A lusî1, M uham m ed H am di Y azır2 ve İb n C erir gibi


bazı din bilginleri, K u r’anın tüm bilim leri k endinde toplam ış olduğuna ve onda
her şeyin bilim i saklı b u ld u ğ u n a in an ır ve in an d ırm ak isterler; insanların ondaki
sim geleri hakkıyla anlayıp k av ray am ad ık ların d an şikâyet ederler. H iç kuşkusuz,
fizik, kim ya, a stro n o m i... gibi bilim leri ilgileyen olum lu bilim ler, b irta k ım sa­
yısal ve kim yasal denklem ve sim geleri anlaşılm adan, o n ların taşıdıkları gerçek­
ler kavranılam az. F ak at, K u r’anın gerçekleri böyle insel ve uylaşm alı sim geler
dışında olduğuna göre, Y üce T a n rı’nın niçin o bilgileri, hiç olm azsa im an eden­
lere apaçık gösterm ediği ve b u n ları başk a ulu sların keşif ve icat etm elerine yar­
dım ettiği d ü şü n ü leb ilir, so rulabilir. O ysaki, K u r’anın en büyük niteliği, açık
bir kita p olm asıdır. Bilim deki ispatlarla b u n ların sonuçlarını, kendim iz elde et­
m em iş, görm em iş ve öğrenm em iş olsak bile, b u n ları bu lan , gören ve öğretenler
v a rd ır ve b u öğretilenlere inanırız. Z ira , bilim lerin b u ld u k ları gerçekler, nes­
neldir, tüm eldir; b u n ların p ra tik y ararları da v a rd ır ve b ir tek adam ın eseri
değildirler. O n lar, insan zekâsının yüzyıllar boyunca girişm iş o ld ukları araştır­
m aların ü rü n ü d ü rler. D inlerin m istik görüm (vision) ve dogm alarıysa, b ir tek
kişiye nasip olm ak tad ır. T anıksız ve kanıtsız o larak o b ir kişinin söylediklerine
inanm ak gerektir. D in dogm alarını ve m isterlerini anlatan da, b u tecellilere nail
olduğunu iddia eden seçkin kim senin kendisidir. Bunu nasıl tüm el b ir gerçek
sayabiliriz? Ö rneğin, H z. M uham m ed, b ir m ezarlıkta, Y ahudilerin kabirlerinde
k endilerine azap çektirildiğini, bu m ezarlık lard an kulağına gelm ekte olan ses­
lerden anladığını söylem iş; İb n A b b as’ın an lattığına göre, Peygam berim iz, "Ben,
M usa’yı E rza k vadisine inerken lebbeyk, le b b e y k ... derken gö rd ü m ” dem iş. Bun­
lar ve bu n lara benzeyen daha b irçok m istik san rılard an söz edilir. B uharî’nin

(D Alusi, Ruh M aani fi T efsir-el-K u r'an -el-A zim (8 cilt, Kahire, Bulak
baskısı, 1892).
(2) Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini, K ur’an Dili (9 cilt, İstan
bul, 1935-1938; bu eserin 2. baskısı da yayım lanm ıştır).
sözünü ettiği bu tü rd en hadislere, kutsal b ir kişinin ifadeleri olm aları dolayı­
sıyla inan m ak gerektir. Şüphesiz ki, b u n lar, M üslüm anlık in ançlarında im anla
ilgili ve zoru n lu gerçeklerden değildirler. Peygam berim izin davası, bilim sel ger­
çekleri araştırm ak tan bam başka b ir n itelik ted ir. O , insanları b ir tek T a n rı’nın
kulları o larak tinsel ve ahlâksal b ir düzenin erdem ine (fazilet) alıştırm ak ve e r­
dem i benim setm ek, insanların evvelâ b irb irlerin e z a ra r verm eyen varlık lar h a ­
line gelm eleri için b ir ü lk ü birliğine im an etm eleri ve bu b irlik te kaynaşıp k ar­
deş olm aları gibi yüce b ir am acı gerçeklendirm eye çalışır. H ayatının tüm tarihi,
som ut örn ek ler, tarihsel belgeler göstererek ve akıllarım işleterek etrafındakileri
ve dolayısıyla tüm insanları u yandırm akla geçm iştir. O nun büyüklüğü, davasının
yücelik ve asilliğinden gelm ektedir, yoksa bilim lerin çözm esi ve ispat etm esi
gereken bilinm edikleri çözm eye çalışan beyanlarm ış gibi yorum lanıp açıklam aya
çalışılan düşünceleri, isabetsiz, k u su rlu ya da eksik olabilir; zira o da K u r’anda
bildirildiği gibi, bizim türüm üzden b ir insandır.
G üven ilir k ay n ak lar, Peygam berim izin, “Y a R abbi, bize eşyanın gerçekle­
rini olduğu gibi göster” diye d u a ettiğini yazarlar. Felsefenin ve bilim in binlerce
yıldır aradığı da b u n d an başk a b ir şey değildir. H e r şeyin aslını ve m utlak ger­
çekliğini m istik ve p ra tik yollardan aram ış olan yüce Peygam ber, son n o ktada
Ulu T a n rı’yı b u lm u ştu r. K im b ilir, belki de bilim lerin ve felsefelerin gelişme­
leri de en so n u n d a, onun buld u ğ u sonsuz gerçeği, yalnız kuram sal yollardan ve
im an yolundan değil, bilim in yaratacağı seçkin ve üstün seviyenin, yöntem lerin
yanılm az kavrayışlarıyla da sun acak tır. İn san ların gerçekleri kavram aktaki ye­
tenekleri eşit değildir. K u r’an, H z. M uham m ed’e, " G önderildiğin halktan her
taifeyi, ke n d i hal ve şanına uygun irşat et; ü m m etin havâs’ını (seçkinlerini) m u h ­
ke m deliller ve kesin kanıtlarla (b u rh a n ), avam ı yararlı vaızlar ve kandırıcı bel­
gelerle h a k d in in e ve selâm et yoluna çağır” (N ahl, 125) em rini verm ektedir. Bu
em ir, ebediyete dek gerçekliğini değiştirm eyecek b ir yöntem k u ra lıd ır. “S iz ve
babalarınız açıkça sa p ıtm ışsın ız” ve b ab aların ın gittiği yoldan ayrılm ayanlar için,
“Y a ataları bir şey anlam am ış ve doğruyu bulam am ışlarsa?” (B akara, 170) gibi
ayetlerden de anlaşılacağı gibi, yeninin k ab u l edilm em esine, geleneğe, aklı k u l­
lanm aya engel olan göreneklere asla değer verm em iş olan İslâm dininde uygar­
lık ve bilim yolunun tıkanm asına neden olan lar, b u büyük dinin kendisi değil,
bu dinin koruyucu ve öğreticilerinden, Peygam berin gerçek ülk ü sü n ü kavraya­
m am ış olan yarı bilginlerdir ya da bilgisizlerdir. O ysaki K u r’an, din bilginlerinin
ödevlerini açıkça bild irm iştir: “ Z a h itler ve şeriat bilginleri, onları günah söz
söylem ekten ve haram dan m e n ’etm em eli m id ir? ” (M aide, 63).
Bu açık bildiriye karşın , M üslüm anlığı korum ayı, tarihsel ve kutsal b ir
ödev sayarak bu u ğ u rda siyasal ve sosyal tüm çıkarlarına göz yum m uş olan
ulusum uzun y a n bilgili ve pek çoğu bilgisiz din ve devlet adam ları, yüzyıllar­
dan beri yaşayana olduğu k ad ar da geleceğin o lanak ve olasılıklarına akılları
erm ediği ve insanlığın açm ış olduğu uygarlık yolunu görem edikleri için, vaız-
larm d a ve eserlerinde sürekli o larak yenilik aleyhinde telkinlerde bulunm uş­
lardır. T oplum um uzun ve tüm İslâm top lu m larm m geri k a lışlan n d a , bu tel­
kinlerin rolü o denli büyük o lm u ştu r ki, b u n d an yalnız devletim iz değil, dinin
kendisi de büyük z a ra rlara uğram ıştır. “ Bir an bilgi edinm eye çalışm ak, tü m ge­
ceyi ibadetle geçirm ekten hayırlıd ır” ve, “Bilgiye dair dilediğiniz her şeyi öğ­
re n in ”; “T anrı katında, bilgi kazanm aya çalışm ak, nam azdan da, oruçtan da,
haçtan da, Y ü c e Tanrı yolunda cihattan da ü stü n d ü r” diyen Hz. M uham m ed,
bize göre, d in ad am ların d an şu iki ödevi beklem ektedir: Biri, dinin sadece ib a­
det ve tören in e (yani, ad ap ve erk ân ın a) d air bilgiler verm ek; diğeri de, d ü n ­
yada gelişen sosyal reform ları, insanlığın ileri gidişindeki gerçek nedenleri, b i­
limsel buluş ve icatları, h içb ir bağnazlığa kapılm aksızm halka açıklam ak, açık­
layanlara saygı duym ak ve b u n u teşvik etm ek. Bu ödevleri hakkıyla yapabile­
cek bilgi ve cesaretten yoksun olan lar, ilerlem e aşkını söndürm üş o lacakların­
dan, ulusu m u zu , öteki ileri uluslard an geri b ırakm a günahını yüklenm iş olacak­
lardır. Bu itib arla, gerçek bilim lerle insan uygarlığının alm ış olduğu yönü kav­
rayam am ış olan lar, H z. M uh am m ed ’in dediği gibi, “D in işinde ileri g itm em eli”,
insanları b irb irlerin in şerlerinden koruyacak olan erdem liklerle dinin adap ve
erkânını öğretm ekle yetinm elidirler. Z ira, din in de en esaslı ödevi, insanı, in­
sana düşm an eden kin lerin , iftiraların , hile, yalan ve h e r çeşit kö tü lü k lerin önü­
ne geçm ekten ib arettir. F akat ah lâk değerleri de tüm öteki sosyal değerler gibi,-
çağların ve u lu sların evrim iyle paralel o larak değiştiğinden, din adam ı, bu d in a­
mizme ayak u y d u rarak , gâvur icadı zihniyetinden sıyrılm aya ve b in d ö rt yüz yıl
önceki ilkel alışk an lık ları devam ettirm e gayretinden vazgeçm eye çalışm alıdır.
Dini bir sefalet ve gerilik felsefesi olm ak tan k u rta rm ak , hayatı her çeşit bağ­
nazlıktan arınm ış, olum lu b ir bilim im anıyla anlam ak, layik anlayışı b ir dinsiz­
lik saym ayan, olgun ve dolgun b ir zekâ ve bilince sahip olm ak, din adam ının
benim sem esi gereken zoru n lu yeteneklerdir. A ksi halde, yurdum uzu ve ulusal
özgürlüğüm üzü, h a tta dinim izi, on m ilyon cam i y aptırsak d a, yüz binlerce hafız
yetirtirsek de, tüm halkı h atip ve im am yapsak d a, hepim iz ayrı ayrı H icaz’a
gitm iş olsak da, kurtaram ayız. V aizlerim iz, k u m arı, faizi, zinayı, şarabı istedik­
leri k ad ar h aram ed ed u rsu n lar, b u çeşit u ğraşlar, ancak sefaleti a rtırır, açıkgöz­
leri, yoksulların sab rın a dayan arak zenginleştirir, fak at asla istediklerine kav u ­
şam azlar. B unları biz de onaylam ıyoruz; fak at, gerçekten im anı zayıf olanlar,
bu n la r vesilesiyle ulusum uzu im anlı, im ansız gibi sınıflara ayırarak, insanların
bir kısm ını öteki kısm ına düşm an eden ve insan lara dünya m utluluğunu çok
gören kim selerdir. H z. M uham m ed, “E ğlenin, oynayın, zira d in im izd e ka b a lık
ve k a tılık g örm ek hoşum a g itm e z” dediği gibi, güzel elbiseler giymeyi, “İnsanlar
içinde, y ü z d e k i ben gibi görü n m eyi”, kentlerim izi, “D üzgün ve bezenm iş olarak
k u rm a y ı” ve tüm sporları yapm ayı önerm iş ve yoksulluktan, “K âfir o lu veririm ”
diye tasalanm ıştır. O , asla dünya nim etlerinden kendim izi yoksun bırakm ayı
salık verm iş değildir. Bilgili b ir din adam ı, dinim izin bu olum lu yönlerine d a­
yanarak halkım ızı u yarm ak, aydınlatm ak, yalnız ahrete değil, dünyaya d a bağ­
lam ak zo ru n d ad ır. A tatü rk ilkeleri, b u bağlılığın dine de aykırı olm ayan tekm il
d irek tiflerin i verm ektedir.
Esasen H z. M uham m ed’in ve dolayısıyla M üslüm anlığın bilim anlayışı, asla
layik bilim leri kapsam az. K u r’an d a ve h adislerde b ilim sözcüğü, tü rlü ayetlerde
ve çeşitli anlam larda kullanılm ıştır. Peygam berim iz, k itap , hikm et (bilgelik),
akıl, düşünm e, görm e, hatırlam a, k a le m ... vb . gibi sözcükleri fazlasıyla kulla­
n ırlardı. Â deta o n d a, k itab a, yazıya hasret çeken ve hitap etm iş olduğu insan­
lara görm eyi, düşünm eyi, akıl yürütm eyi öğretm ek isteyen b ir öğretm enin b u n ­
lara karşı duyduğu sevgi, saygı ve hay ran lık çd u y g u ları coşm uştur. M aide sure­
sinde, k itap ta h içb ir aşırılık (m übalağa) yapılntadığı, olm uş ve olacak olan her
şeyin M a h fu z L e v h a ’da yazılı olduğu ve T a n rı’m n en evvel kalem i yarattığı ve
b ir kez kalem çekildi m i, onun yazdığı şeyin hem en vücuda geldiği b ildirilir.
A bdullah ibn A b b as’ın an lattığına göre, yüce Peygam berim iz son hastalığında
du ru m u ağırlaşınca, " Bana yazı yazacak bir şey getiriniz, size öyle bir kita p yaz­
dırayım ki, ondan sonra hiçbir sapıklığa (dalâlet) düşm eyesin iz” dem iş; fa k a t
Hz. Ö m er, “N eb in in hastalığı ağırlaştı, elim izd e T anrının kitabı var, o b ize ye­
tişir” diyerek Peygam berin son isteğini reddetm iş. A caba H z. M uham m ed’in son
dem lerinde yazdırm ak istediklerinin b ir vahiy eseri olacağından şüphe m i edil­
m işti; yoksa, hasta olm adan önceki zam anlarda bildirm iş o ldukları, kendi kişi­
sel düşünceleri m iydi? A kla bin tü rlü im ana aykırı düşünceleri de getirebilen
bu olayda da, onun h a tta son nefesinde bile yazm aya, kitaba ve okum aya ver­
diği değer açıkça görülür.
G azali, ‘İh y a ’sın d a1, K u r’an d a söz edilm iş olan bilim ve bilgin (ilim , âlim)
sözcüklerinin yalnız K u r’an, hadis ve dolayısıyla T a n n b ilim e ait bilgiler to p ­
lam ı olduğunu, öteki k uram sal ve sistem li düşünce faaliyetlerine bilim adının
verilem eyeceğini iddia etm iştir. E m evîler dönem inde de bilim in esasını tefsir
ve hadis teşkil ediyordu. A hm ed bin M alik de, "B ilim in, yani hadisin en hoş
olm ayanı, garip olanıdır; en iyisi n a kletm iş olduğu açık b ilim d ir” diyerek İs-
lâm da en doğru bilim in h adisten ib aret olduğunu açıklam ıştır. Peygam berim iz
de, "B ilim i yazı ile ka yd ed eriz” dem iştir ki, b u ra d a sözü edilen bilim in hadis
olduğu kab u l ed ilir. N itekim , Em evî halifelerin d en Ö m er bin A bdülaziz, M e­
dine valisine gönderm iş olduğu b ir ferm anda, hadislerden ne varsa araştırıp
yazm asını, çü n k ü bilim in çökm esinden ve bilginlerin tükenm esinden k o rktuğu­
nu bildirm işti. Bu em ir bile d ah a o dönem de de bilim in hadisten ib aret oldu­
ğunu gösterm ektedir. Bir ta ra fta n da bilim deyim i, K u r’an, k u tsal k ita p la r ve
vahiy anlam ına kullan ılm ıştır: "Sana gelen b ilim den sonra, artık k im seninle
tartışm aya kalkışırsa, işte siz öylesiniz, haydi biraz bilginiz olan şeyde tartışı­
yorsunuz ya hiç b ilim in iz olm ayan için neden tartışıyorsunuz? d e ” (Âli İm ran ,
107; Â raf, 6-7). Şu ayetlerde de bilim aynı anlam da kullanılm ıştır: "D a vu d ve
S ü leym a n ’a bir bilim v e rd ik ” (N em i, 16; A hkâf, 4 ; İsra, 107). "B eni İsra il’in
anlaşm azlıkları da ken d ilerin e bilim g eld ikten sonra o ld u ” (Y unus, 94; Âli İm ­
ran , 17; Şura, 13). Bu son ayetler, in san lar arasın daki anlaşm azlıklara, kutsal
kitap ların neden olduğunu b ild irirk en , d in lerin ve dolayısıyla b u k itap larla bil­
dirilm iş o lan gerçeklerin, in sanlara âdeta y arard an çok zarar getirdikleri hissini
verm ektedir. Bilim "sahibi olanların çektikleri zo rlu k lara, h atta acılara değer ver­
m eden k u lların ın daim a sab ırların ı deneyen Y üce V arlığın k a rarla rın a itaatten
başka çare yoktur. H z. Y ak u p için şöyle deniliyor: "O , gerçekten bir bilim sa­

(1) Gazali, îh ya -el-U lû m -ed -d in , Ahmet Sıtkı Mardinî çevirisi.


hibiydi. Zira, ona biz öğretm iştik, am a halkın çoğu bunu bilm ezler” (Y usuf, 68).
Peygam berlerden H z. Eyyub’u n da bilim e nail olm asına k arşın , neler çekm iş
olduğu yaygın inançlar arasın d ad ır. H z. İs a ’nın başına gelenlerle Peygam beri­
m izin uğram ış olduğu sald ırılar, — ald ık ları bilim in ruh ların a verdiği güçle di­
renm iş olan öteki peygam berlerle tarih boyunca gelm iş ve ıstırap çekm iş olan
büyük bilgin, filozof ve ta rik a t m ensuplarıyla k u ru cu ları gibi— kutsal b ir ül­
küye bağlanm ış o lan ların hazin k ad erlerin i gösterir. Y üce T a n rı, hiçb ir pey­
gam berine, H z. M uham m ed’e verdiği teselli, kuvvet ve d irektifleri lâyık görm e­
m iştir: “Sana bilim den gelm iş olandan sonra, onların havalarına uyacak olursan,
sana T a n rı’dan ne bir veli, ne de bir ko ru yu cu n olabilir” (R a’d, 39; B akara, 120,
145; Casiye, 18). Bu ayetlerdeki d irek tifler, çağların seviyesini aşm ış olan tüm
büyük bilgin ve ü lk ü adam larına da verilm iş sayılabilir. Şu surelerde geçen bil­
gin ve bilim sözcükleri de, genel o larak k u tsal bilgiler için kullanılm ıştır: (N uh,
27; H ac, 54; A nkebut, 49; Sebe, 6; E n ’am , 143; M eryem , 43; K ehf, 65).
Bilim terim i b ir ta ra fta n da T a n rı’nın kutsal sıfa tla n arasında önem li b ir
yer tu ta r: “T a n rı’nin gücü, geniş, b ilim i çok; dilediğine bilgelik verir, verilene
ise p e k ço k hayır verilm iş d e m e k tir” (B akara, 270); “S izin T anrınız, kendinden
başka Tanrı olm ayan.T anrTdır. O , bilim le her şeyi kuşa tm tştır” (T aha, 98; Â raf,
89; N isa, 124; E n ’am , 80; T alak , 12). H iç kuşkusuz, Peygam berim izin yaşadığı
dönem lerde eski Y unan ve R om a âlem lerinde az çok bilinen layik bilim ler, A ra­
b ista n ’a d ek yayılm ış değildi. Peygam ber zam anında, insanların bilim olarak
bildikleri şeyler, Süm er-A kad bölgelerinden gelen m istik bilgilerle bazı tarihsel
olaylar ve İncillerden sızan bilgilerden ibaretti. Hz. M uham m ed’in M usevîlik
ve H ıristiyanlık h ak k ın d ak i bilgilerinde S abiîliğin, N asturîlikle N asranîliğin et­
k ileri hiç de eksik değildi. Bu itibarla doğa ve toplum un olay, varlık ve yasa­
la rın a d a ir bilgilerin K u r’anda ve hadislerde açıkça ve yeteri k ad a r yer alm am ış
olm ası b ir k u su r değildir. B ununla b irlik te, çağım ız anlayışına (zihniyet), m is­
tik bilgilerin yardım etm esinde p ra tik ve eğitim sel b ir y arar kabul edilirse, kay­
dettiğim iz ve etm ediğim iz ayet ve hadislerle şu verdiğim iz ayetleri de daha geniş
anlam da tü m bilim leri kapsayan b ire r b ild iri gibi yorum layabiliriz: “Tanrı, sîz­
lerden im an edenlerle, ken d ilerin e bilim dereceleri bağışlamış olduklarının ka d ­
rini yü celtir”; “Tanrı, bilim adam larını yüce derecelere yü kseltir"; " T a n rı’dan
ancak bilginler ko rk a r”; “B ilm iyorsanız, bilenden ö ğreniniz”; “H em bilenle bil­
m eyen eşit olur m u ? ”; “H er bilim sahibinin ü stü n d e bir bilgin vardır”. Bu ayet­
lerde geçen bilim , bilgin, bilgi sözcüklerinin, ö tek i layik ve sistem li bilim leri
kastettiklerin d e k uşku yoktur. F ak at biz ulu Peygam berim izin tüm insel bilgi­
leri tak d ir ve teşvik etm ekten çekinm em iş olduğu kanısındayız. N itekim , bilim ­
lerin değerini yücelten kişisel düşüncelerini d ah a açıkça hadislerinde bulm ak­
tayız. B unların en güvenilir o lan ların d an bazılarını sunm akta y arar vardır:
“B ir kab ilen in m ahvolm ası, bir bilginin ölm esinden eh vendir"; “Bilgin
m eclisinde bulu n m a k, bin bir rekâ t nam azdan, bin hastayı ziyaretten ve bin ce­
n azede b u lu n m a kta n daha erdem e u yg u n d u r”; “Bir kim senin bilim bölüm lerin­
den bir bölüm öğretm iş olm ası, E b u K ays dağı kadar altını olup da onu Tanrı
yolunda nafa ka ve sadaka olarak sarf etm esinden daha hayırlıdır”; “Y ü ce Tan-
rı’n ın cehennem azabından azat ettiği kullarına b a km a k isteyenler, bilim elde
edenlere b a km a lıd ır”; “B eşikten m ezara kadar bilim i' isteyiniz”; " B ilgelik, bi­
zim ka yb ettiğ im iz m alım ızdır; onu b u ld u ğ u m u z yerde alırız”; "Bilginin ibadet
edenden üstünlüğü, benim en â d in iz ü zerinde olan üstünlüğüm gibidir; bilim
ya farz-ı ayn, ya da farz-ı kifa yed ir ve bilim , nafile nam azdan daha değerlidir”;
‘‘K u r’an, ancak bilim le yarar sağlar”; ‘‘B ir saat bilim m üzakeresinde bulunm ak,
yetm iş y ıl nafile ibadetten hayırlıdır”; “B ilim i, Ç in ’d e de olsa arayınız"; “Bil­
ginlerin m ü rekkeb i, şehitlerin kanıyla tartıldı da ondan ağır g eld i”; “Bilginlere
ikram ediniz; onlara kim ikram ederse, Tanrı ve elçisine ikram etm iş o lu r”;
“Bilim kaldırılm adan önce öğreniniz; zira h er biriniz, y a n m d a kin e n e zam an
m uhtaç olacağını b ilm e z”; “K ıyam et g ü n ü n d e halktan en ço k azap çekecek olan,
bilim iyle çıkar (m enfaat) verm em iş olan b ilgindir”; "B ilim den istediğinizi öğ­
renin; fa k a t o nunla am el etm edikçe, vallahi bilim to p lam a-zorunda değilsiniz”;
“Bilginler, yeryü zü n ü n ışıkla n , peygam berlerin halifeleridir; benim ve peygam ­
berlerin m irasçılarıdır”; “Tanrı bir yolu m eslek edinip ondan bilim isteyen k im ­
seye, cennet yollarından b irini m eslek ettirir ve m elekler, bilim isteyene, sana­
tından hoşlandıkları için kanatlarını gererler"; “Peygam berler, m iras olarak di­
nar bırakm adılar, ancak b ilim i m iras bıraktılar; onu alan, ço k nasip alm ış o lu r”;
“İslâm î canlandırm ak için bilim isterken eceli gelen kim seyle peygam berler ara­
sında bir te k derece vardır”; "H er k im b ilim i T a n rı’dan başkası için öğrenirse,
oturacağı ateşten yere hazırlansın”; "B ilim öğrenin ve bilim için sü kû n ve va­
kar da öğrenin; kendisin d en bilim öğreneceğiniz kim seye karşı alçak gönüllü
o lu n u z”; "Bilginler, peygam berlerin m irasçısıdırlar, onları gök halkı sever ve
öldükleri zam an, d e n izd e k i balıklar bile kıya m ete d e k onların yarlıganm asını
dilerler”; “Bilginin ibadet üzerine olan üstünlüğü, ayın dolunay gecesi, ö te k i yıl­
dızlardan üstünlüğü g ib id ir”; “Tanrı, k ıya m et günü bilginleri toplayarak diye­
cektir ki, ben size hayır istediğim için ka lb in ize bilgeliğim i ko yd u m , haydi cen­
nete gidin; zira sizin yapm ış oldu ğ u n u z kusurları yarlıgadım ”; “F ıkıh bilgin­
leri, dünyaya dalm adıkları ve h üküm darlara uym adıkları sürece, peygam berlerin
güvenini kazanırlar; fa ka t o nu yaptılar m ı, onlardan ç e k in in ”; “Ü m m etim in
aleyhinde ko rktu ğ u m u n en ko rku n cu , sapıttırıcı im am lardır” (B uradaki im am ,
h ü k ü m d ar anlam ınadır). A bhullah bin Am r-il-Âs’m nakletm iş olduğu şu hadis
de pek önem lidir: “Tanrı, b ilim i kullarından sıyırarak soym ak suretiyle alm az;
lâkin bilgileri çeker alır; b ilim i çeker alır. H içbir bilgin bırakm ayınca da, halk
birtakım bilgisiz başkanlar edinirler; onlara sorulur, onlar da bilim siz fe tv a ve­
rirler; hem doğru yoldan saparlar, hem de sapıttırırlar".
Bütün bu hadislere d ik k at edilirse, g ö rü lü r ki, bu n lard a sözü edilen bilim ,
bilgin gibi sözcüklerin de din ya da h u k u k bilim leri ve bilginleri olduğu anla­
şılır. Bu bilim ler, T an rıcrk il (T heocratique) b ir devletin şeriata uygun olarak
yönetilebilm esi için zo ru n lu d u rlar: fak at u lu slar için, yaşam akta oldukları çağın
ve içinde b u lu n d u k ları toplum un ihtiyaçlarını ve d ünyanın gitm ekte olduğu uy­
garlık yönünü dik k ate alarak bu gibi kutsal işaretleri ve em irleri, yalnız dinsel
görevler ve am açlara bağlam am alı, tüm layik bilgiler ve bilim ler için de b ildiril­
m iş ilkeler şeklinde yorum lam alıdır. Bu suretle hiç olm azsa, dini ilerlem eye engel
sayanların bilgisizliklerini olduğu k a d a r da b ağnazlıklarını yıkm ak kolaylaşm ış
olur. Büyük m ezhep k u ru cu ları bile, içinde yaşadıkları toplum un ihtiyaç ve şevi-
yesi dışına çıkm am ış, H z. M uham m ed’in tüm kutsal k ita p lara ve peygam berlere
im an etm eyi M üslüm anlığın koşulu saym asının hikm etini anlam ak istem em iş ve
sonsuz hoşgörüsüyle uygarlık ve insanseverlik gibi yüce ülkülere yönelm iş olan di­
nim izi, b irtak ım şekiller ve donm uş k u ra lla r toplam ı saym ak suretiyle, yalnız
in sanlar arasın a değil, M üslüm anlığa im an edenler arasına bile tü rlü anlaşm az­
lıkların tohum larını saçm ışlardır. Bunun için d ir ki, örneğin H am belî ve M aliki
gibi m ezhepçiler, çok d a r, geri ve ilkel to p lu lu k ların zekâ sınırlarını aşm ak is­
tem em işler, G azali gibi büyük d ü şü n ü rler bile, K u r’an ve had is’e aykırı o lu r
korkusuyla, kelâm gibi diyalektiğe önem veren b ir bilim le, öteki özgür düşünce­
ye dayanan layik bilim lerin aleyhinde b u lu n m ak tan çekinm em işler, h atta sis­
tem li bilim lerle felsefenin gelişm esine engel olm aya çalışm ışlardır. Y alnız Ab-
b asîlcr zam anında yetişm iş olan büyük im am E bu H anife, akla, oy’a ve kıyas’a
önem vererek büyük b ir devletin ihtiyacına uygun içtihatlarla fıkıh sınırlarını
genişletm eyi başarm ış, hiç olm azsa bu yolda olsun ilerlem e olanaklarını h azırla­
yabilm iştir. Bu konu ların tarih in d en de açıkça anlaşılır ki, d in in isteğiyle din
adam ının isteği arasında, tü rlü siyasal ve psikolojik nedenlerle, derin fa rk la r
olm uş ve yüzyılların tü rlü deneyleri, a rtık yalnız din bilgileriyle em irleri saye­
sinde b ir u lu su n ve insanlığın yönetilem eyeceği, apaçık gerçekler arasına gir­
m iştir. Bugün, tü rlü kollara ayrılm ış olan layik bilim ler karşısında tefsir, hadis
ve fıkıh gibi sırf din esaslarına dayanan bilim lerin alanı pek daralm ış, bu n ların
insan eylem leri ve örgütleri (teşkilât) überin d ek i etkileri de yalnız zayıfla­
mış değil, h atta b ü sb ü tü n kalkm ış gibidir. K utsal k itapların değer verm iş ol­
duğu bilgiler ne olu rlarsa olsunlar, bilim terim inin kapsam ını, yeniçağların an ­
layışına göre genişleterek, yıllarca olum lu bilim lere k arşı sırtlarını çevirm iş olan
kavim lere, b u bilim lerin önem ini k ab u l ettirm ek, Peygam berim izin de insanlık
için gerçekleşm esini istediği büyük ülküye aykırı gelmez ve h atta ona yardım
ve hizm et edilm iş o lu r kanısındayız.
Ö teden beri kelâm cılar, bilim i yalnız dinsel bilgilerle fıkıhtan değil, aynı
zam anda A rapça sarf ve nahiv gibi dilbilgilerinden de ibaret saym ışlardı. Fakat
İslâm âlem inde bilim terim inin kaplam ını öteki bilim lere dek genişletm iş olan
bilginlerin sayısı da azım sanm ayacak denli ço k tu r ve bu n ların tü rlü buluşları
da bilim tarih in d e, İslâm lara o n u r verecek k a d a r önem lidir; bu tü rlü çalışm a­
lar, özellikle A bbasîler zam anında ve E n d ü lü s’te m eyvelerini verm iştir. Peygam­
berim izin yetişm iş olduğu dönem de, layik bilim lere d air açık ve doğru bilgiler
A rab ista n ’a dek yayılm ış olsaydı, b u n la r h a k k ın d a da daha kesin bildirilerle kav-
m ini aydın latm ak tan çekinm ezdi. G enel olarak h er dinde, din adam larının bili­
m e ve bilim lere karşı olan tepkileri ve k o rk u ları, kutsal kitap lard a verilm iş
olan herhangi b ir em rin ü rü n ü değildir. Evvelce de kaydettiğim iz gibi, özellikle
Hz. M uham m ed, geleneğe ve taklitçiliğe asla izin verm eyen em irleri alm ış vc
verm iştir: ‘‘Onlara, T a n n ’m n indirdiğine bağlanınız denildiği zam an, hayır, biz
babalarım ızı hangi inançta bulm u şsa k ona bağlanırız, derler. Bunların babaları
bir şey bilm eseler ve doğru yolu görm eseler d e m i? ’’ (B akara, 171). ‘‘N e zam an
bir k ö tü iş yaparlarsa, babalarım ızdan böyle b u ld u k, Tanrı bize öyle em ir ver­
m iş, derler. D e ki, Tanrı bu fena edim leri (fiil) em retm ez, bilm ediğiniz şeyleri
T a n rı’ya m ı y ü k le tiy o rsu n u z? ” (Â raf, 28, 13; Saffat, 68-70; Lokm an, 21). Ö zet
olarak Peygam berim ize, aklın süzgecinden geçmeyen b ir im ana değer verm e
yetkisi bağışlanm am ıştır.
Siyasal gelişm eler ve diğer sosyal nedenler dolayısıyla M üslüm anlık uzun
zam an layik bilim lerle uğraşm am ışsa da, aşağıda göreceğim iz gibi, A bbasîler
dönem inde eski Y unan k ay naklarından gelen bilim ler A rapçaya çevrildikten
sonradır ki, İslâm âlem i k ad ar da Batı uygarlığı gelişmeye başlam ıştır. Fakat
A bbasîler, bu büyük işi, din adına değil, insanların ve İslam ların yetkinleşm esi
m aksadıyla başarm ışlardır. D in ad am larının D oğu’da ve B atı’da, yüzyıllarca
olum lu bilim adam larına ve filozoflara karşı gösterdikleri düşm anlık, nesnel
gerçeklerin m istik gerçek vc am açları aşm akta olduğunu ve kendi yaptıkları tel­
kinlerden halkı soğutacak veya onları kuşkuya düşürecek b ir güce sahip b u lu n ­
duğunu fark ve zannetm iş olm aların d an d ır. Sanki im an, safdil, bilgisiz ve geri
insanların hakkı ve göreviym iş de, d üşünen, bilen kim seler m utlak surette im an­
sız k alır ve dinsizliği yayma zorunda kalırlarm ış gibi, yanlış olduğu k a d ar da
saçma vargılar, politika ve m eslek çıkarlarıyla da birleşince uygarlık ve genel
o larak ilerlem e — bu çeşit bask ılard an kurtu lam ay an toplum larda— olanaksız­
laşır. D in adam ları, im anı güçlendirebilm ek için, h arik alara ve m ucizelere değil,
dinsel duyguların ebedî ve yüce ru h u n a sokulm aya, insanın tinsel gereksinm e­
lerini bilinçlendirm eye ve kandırm aya hizm et etm ek zo rundadırlar. O lağanüs­
tüne açılan hayal güçleri, b ir n o ktadan sonra yerlerini akla terk ederler; m istik
duygular, bu an dan itibaren sarsılm aya başlar. Bu acı ve hazin sonuçtan k u rtu l­
m anın en etkili çaresi, din ad am larının olum lu bilim lere ve felsefeye güvenm e­
leri, bu n ların gelişm esine ve yayılm asına engel olan bağnazlıklardan kurtu lm a­
ları, kendilerinin de yalnız din bilgilerini değil, b u layik bilgileri de ciddî olarak
öğrenm ekten çekinm em eleridir. Ö teden beri, bilinem ediklerin sayısı ne denli
çok ve bu n ların bilinm eleri ne denli olanaksız gibi görünürse, felsefe ve olum lu
bilim k ü ltü rü n d en yoksun olan T an rıbilim ciler ve genel olarak din adam ları,
din lehine o denli güçlü belgeler elde edeceklerini zannetm işlerdir. O n lar, insan
zekâsının yeni b u luşları artırdığını ve bilinem ez sanılan k o nuların bilinm eye
başladığını gördükçe de im anı ayakta tu tan dayanakların 'çök m ek te olduğuna
in an ir ve din in gerçek am açlarına değil, yüzeyde kalan şekillerine bağlanarak
akla ve ilerleyene düşm an olm aya başlarlar. O ysaki, bilim , doğada işleyen bü­
yük, tüm el ve dinam ik zekânın gizlerini b irer b irer yakalayıp açıkladıkça, U lu
Y ara d an ’a b ir o k ad ar daha ciddiyetle ve içten hayran olarak bağlanır ve yakla­
şır. Z ih n in kendisi, Y ara d a n ’m evrenden daha b ü y ük, ve karm aşık b ir m ucize­
sidir. F a ra b î’nin dediği gibi, “B ilim , erdem lerin en büyü ğ ü d ü r” ve b u büyük
erdem i elde eden de sözünü ettiğim iz büyük ve T anrısal m ucizedir, yani zihin­
dir. Bu itib arla din in bilim den h içb ir kaygısı olm am alıdır. G erçek din ve ger­
çekten dinli, dinlere olduğu k a d a r da bilim e, sanat, teknik, felsefe ve dolayısıyla
Batı uygarlığına düşm an o lm am alıdır ve olam az.
B urada kısaca İslâm toplum larındaki bilim sel gayretlerin tarihine dair klasik
bir özet verm ek suretiyle M üslüm anlığın layik bilim lere karşı vaktiyle ne kad ar
önem verm iş ve dinin bilim lere asla engel olm adığı dönem lerin de geçmiş ol­
duğunu belirteceğiz: H z. M uham m ed’in bilim e ve akla verdiği önem , özellikle
Em evîlerle A bbasîler dönem inde İspanya ve O rta Asya’ya k ad a r u zan an İslâm
âlem inde büyük düşünü rlerle bilginlerin yetişm esini sağlam ıştır; bu bilginlerin
hem en tü m ü , yapıtlarını A rapça yazm ışlarsa da, araların d a A rap ulusundan ol­
m ayanların, yani T ü rk , İran lı ve Y ahudi o lan ların sayısı da az değildir. O nlar­
dan kalan y ap ıtların çoğu Batı dillerine çevrilm iştir. İslâm ve A rap kültürüne
bağlı olan bilginler, başlangıçta A rapçaya çevrilm iş olan eski Y unan yapıtla­
rın d an ve İârail inançlarının serpintilerinden faydalanm ış, O rtaçağın A v ru p a’daki
bağnaz ve k aran lık dönem inde yalnız T efsir, H adis, T anrıbilim , Siyer, Megâzî
ve T ab ak at gibi dini ve din adam larını ilgileyen bilim lerle değil, tarih , coğrafya,
astronom i, m atem atik, hekim lik, d il ve m usiki ile de uğraşarak insanlığa ışık
tu tm uşlard ır. Bu çalışm alar bilim lerle felsefenin gelişim ve evrim inde önem li
b ir aşam adır. Çağım ız için b u n lar, o rta çağlardaki İslâm uluslarının toplum sal
ve tarihsel anatom ileriyle uygarlıklarını aydınlatm aları bakım ından ciddî birer
kaynak olm akla birlik te, bug ü n k ü bilim anlayış, buluş ve akım larıyla asla eş­
değer değildirler. Z ira b u çalışm alar, m edresenin bağnaz baskıları altında yarım
kalm ış ve h a tta unutulm aya m ahkûm edilm iştir. B ugünkü bilim yöntem leri, bi­
lim lere yardım eden araç ve olan ak ların zenginliği, pozitif, özgür ve nesnel
düşüncenin yan tutm ayan layik dehası, gerçekleri derinden görüp kavram am ıza
hizm et ettiği için, ulaştıkları n o k tad an ileri gitm e yiğitliğini gösterem em iş olan
İslâm bilginleri, tarihsel görevlerine vakitsiz son verm iş ve yapıtları, canlılık­
larını ytirm iş b ire r fosil niteliğine b ü rü n m ü şlerd ir; bu itibarla o nlar, ancak bi­
lim lerin gelişm e tarih i ile uğraşan lar için zoru n lu birer k ay n ak tırlar1.
Bilim sözcüğünün b ü tü n diğer sistem li bilgi kollarını da içine alarak ge­
niş b ir anlam kazanm ası, d ah a çok so nraları olm uştur. İslâm otoriteleri, hiçbir
zam an H ıristiyanlığın ilk parladığı dönem lerde olduğu gibi bilim e karşı düş­
m anca tav ırlar takm m am ışlardır. H ıristiyanlık, yerleşebilm ek için paganizma-
nın m utlak a yıkılm asını istediğinden, bilim ve felsefeye düşm an olm uş ve gücü­
n ü n yettiği h er yerde, d ah a önce R om alıların bu kitaplı dine ve m ensuplarına
yapm ış oldu k ları zulüm ve baskıları, çoktanrıcı d inlere, bu inançta olan düşü­
nürlere fazlasıyla uygulam ıştır. H ıristiyanların aşırı bağnazlıkları yüzünden ilk­
çağların b irçok eserleri m ahvolm uş, yakılm ış, bilgin ve filozoflarından pek azı
Doğu illerine sığınm ak suretiyle canlarını ve bilgilerini k urtarabilm işlerdir. Bu
baskı IV . yüzyıl sonlarında başlam ış ve o rtaçağlarda en yüksek derecesine ulaş­

tı) Bu filozof ve bilginlerden VIII. yüzyıldan XIV. yüzyıl ortalarına ka­


dar yetişm iş olanlardan bazıları şunlardır: El K in di; ib n Bâcce, ibn Cebrul;
ibn Rüşd; İbn Sinû, Farabî; ibn Tufeyl; din ile devletin ayrılmasını savunmuş
ve kendisine özgü bir tarih felsefesiyle yöntem kurucusu olan İbn Haldun;
tarihte pozitifçilikle m addeciliği savunanlardan El-Birunî, daha ok Arap âle­
mini, toplum sal ve tarihsel gelişmeleri içinde aydınlatm ış olan Tefsirci îb n -ü l-
Esir, İbn Cerir, et Taberî, Mes’udî, Vakidî, ibn ül K elbî, Belâzurî, ibn Askerî,
coğrafyacı ve haritacı İdrisî, Hadisci Buharl ve M üslim, Tabakat yazarlarından,
yani hadisleri bildirenlerin kişilik ve kim liklerini araştıranlardan İbn Sa’d,
lbfl K uteybiye, Ebu-l Frec, İbn M iskeveyh, toplum sal ve m istik kurum lan ince­
leyerek tarihe yardım etm iş olan El Bağdadî’Stahrî, El Şehristanî ve kitabımız­
da adları geçen filozof ve m ezhep kurucularıyla tefsirciler, El Harzemi, El
H aşan... gibi m atem atikçiler ve kim yacılar... vb.
m ıştır. Ç ünkü, H z. İs a ’nın d o k trin in d e p ap aların ve p apazların işledikleri ci­
nayetlere izin verebilecek bazı işaretler varsa da, o n un dini, daha çok sevgiye
ve bağışlam aya dayanan b ir ahlâk d in id ir. V I. yüzyılda Jü stin y a n u s’un k ap at­
mış olduğu A tina O k u lu bilgin ve filozoflarından b ir kısm ıyla b u okulun ve
daha eski Y unan d ü şü n ü rlerin in eserlerini de taşım ış olan N asturî bilginleri,
İra n ’a göç ettiler; o rad a G ü n d işap u r m edresesine yerleştiler. X . yüzyıla dek
H int, İran , Suriye ve Y u n an hekim leriyle diğer bazı bilginler, bu m edresede
ve bu ülkede çalıştılar. H ekim lik ve m atem atiği ilgileyen bilgiler, din inançla­
rına zarar verm edikleri ve p ra tik y ararları da d o kunduğu için, hiç b ir din ve
toplum ta rafın d an saldırıya uğram adı. M üslüm anlık yayıldıkça, A rap dili, hem
d in , hem de k ü ltü r dili o larak k ab u l edildi. M üslüm anlar, sözü geçen iki bilim
züm resi dışında kalan bilim lerin d ine z a ra r vereceğini zannetm işlerse de b u n ­
lara fazla düşm an olm am ışlar, kim ya, astronom i ve teknikte oldukça ileri git­
m işlerdir; so nraları felsefenin de akla ve eleştirim e değer verdiğini anlayarak
bu bilim züm resini din in dogm atik ve T an rısal bildirileri için tehlikeli saymış­
lard ır. F ak at A risto ’n un dediği gibi, felsefe aleyhindeki düşünceler de felsefe
olm aktan k u rtu lam azlar. G azalî’n in ‘Tehafüt-el-F elâsife’si (Süleym an H asbî di­
lim ize çevirm iştir), bu tü rd e n ve felsefeyi yıkm ak için girişilm iş b ir denem e­
dir. X II. yüzyılda İsp an y a’da İb n R ü şd ’ün felsefesel eserleri bu yüzden yaktırıl-
m ıştı. IX . yüzyılda A bbasîlerden El-M ütevekkil ile b u nun am cası El-M e’m un,
Beyt-el-Hikme ad ın d a b ir b ilim k u ru m u n u o lu ştu rd u lar ve akla önem veren Mu-
tezile’n in etkisiyle eski Y u n an d an kalan eserleri A rapçaya çevirttiler. X . yüzyıl
sonlarında F atım îlerden E l-H akim ’in veziri E rdeşir, M ısır’da D âr-ül-İlm adlı
b ir akadem inin açılm asını sağladı. D evlet b üyüklerini tedavi için gelen H ıris­
tiyan ve Y ah u d i hekim leri, paganizm adan k alan eserlerin A rapçaya çevrilm esine
de yardım ettiler. X II. yüzyılda S elçuklulardan A lp A rslan ’ın veziri Nizam-ül-
M ülk, B ağdat’ta N izam iye m edresesini k u rd u ğ u gibi, daha çok İsm ailîlere m en­
sup olduğu anlaşılan İhvan-üs-Safa ad ın d a b ir gizli cem iyet de, felsefeyle dini
uzlaştırm aya ve b u vesileyle evrim k u ram ların ın tohum larını atm aya m uvaffak
oldular. B unlar, din d ışında k alan bilim lerin çoğuyla da uğraşm a cesaretini gös­
terdiler. Bu suretle tüm layik ve olum lu b ilim ler, dinsel bilim lerin yanında geliş­
meye başladı. G azalî ve İb n Sina gibi d eh alar, tarih in tehlikeli ve k arışık za­
m anlarında yetiştiler. D aha önce X. yüzyılda F a rab î’nin etkisiyle m usiki ve
A risto felsefesi, Isp an y a’d aki İslâm bilgin ve filozoflarına sokuldu. Bu dönem ­
lerdedir ki, E flatu n ile A risto ’yu uzlaştırm aya çalışan gezim ciliğin yanı başın­
da, E flatun ile bilgiciliği (gnostisism e) u zlaştıran İsrakîye felsefesi, iki ayrı
düşünce akım ı o larak p arlad ı. E ş’arîler, X I. yüzyılda M aniheizm ’i din için teh­
likeli sayarak halifeleri, b u d o k trin aleyhine k ışk ırttılar; b ir taraftan da m ez­
heplerin yarışm aları ve devletin d in ad am ların ın etkisinden kurtulam am ış ol­
ması yüzünden, İslâm âlem inde düşünm e ve öğrenm e özgürlüğü sönm eye baş­
ladı, X I II . yüzyıldan itib aren layik b ilim ler y erlerini, dini ilgileyen bilim lere
terk etti. Felsefe, dine hizm et etm ek üzere b ir süre daha devam etti ve tasav­
vuf, tü rlü ta rik a tla r şeklinde İslâm âlem ine yayıldı. Bilindiği gibi tasavvuf, k u t­
sal m etinlerin akıl yoluyla açıklanm asını yeter b ulm ayarak sezgiyle yorum lam a­
ya çalışan edebî-dinsel b ir felsefedir. M ensup o lanlarının büyük b ir çoğunluğu­
nu bilgisiz b ir h alk kitlesi o lu ştu ru r; ve b u n la r d aha çok, keşif ve keram et söy­
lentilerinin hayranı o larak b ir şeyhe b ağ lanm aktan hoşlanırlar. T üm m istik ta­
rik atlar, din bask ılarının arttığı, sosyal ve siyasal anarşinin güven duygularını
tehdit ettiği dönem lerde, didişm eden çekinen insanların b ir sığmağı halini alır.
D ine pek de aykırı olm ayan tasavvuf inançları, çoğu zam an m istik törenlerde,
m ensuplarını b ir araya g etirir, o nları ahlâksal ve estetik (bediî) b ir eğitim le ol­
gunlaştırm aya çalışır ve kendilerine özel b ir yaşam anlayış ve tarzını telkin
ed er. İslâm âlem inde bilim in baltalan ıp özgür düşüncenin öldürüldüğü dönem ­
lerde, insanların b ir çeşit tinsel eğlencesi ve oyalanm a aracısı halini alan ta­
rik a tla r, b ir taraftan da toplum u b ir yığın m iskin ve asalak insanlarla d o ldurur;
fakat sert ve kaba ru h ları yum uşatarak avrt b ir teselli ve um ut kaynağı olm aya
devam ederse de, layik ve m odern b ir uygarlığın gelişip yerleşebilm esi için, bu
çeşit ku ru m larm yıkılm ası zo ru n lu d u r; zira, b u n ların yarattığı m istik hava, tüm
o lum lu ilerlem elere engel olduğu söz götürm ez tarih gerçeklerindendir. Çağı­
m ızda, bilim , teknik ve felsefenin olduğu k ad ar da öteki sosyal k u ram ların ge­
lişmesi sayesindedir ki, layik ve dem okratik b ir sistem e bağlanm ış olan uluslar,
bu çeşitten âdeta hastalıklı (m arazî) b ir yaşam ve duygu çem berinden kendile­
rin i kurtarm ay a m uvaffak olm uşlardır.
İslâm to plum ları, ilkçağların güzel san atların a önem verm edikleri ve Batı
bilim leriyle uygarlığını yakından izleyip o n lard an yararlanm adıkları için ve di­
ğer birtak ım sosyal ve tarihsel n edenler yüzünden, b ir rönesansa kavuşm am ış,
uzun yıllar bilgisiz, hoşgörüden yoksun din adam larıyla b u n ların etkisinden
k endilerini kurtaram am ış olan devlet adam ların ın baskısı altında, layik bilim ­
lerle felsefe düşm anlığı, h er çeşit dünya uygarlığına da kollarını açm ış bulu n an
yüce dinim izin gerçek am açlarını k aybettirm iştir.
MANASTIR VE MEDRESE ÖĞRETİLERİ

M anastırlarla m edreseler, savundukları dinlerin buyruklarıyla çelişkiye düş­


m eden m istik dogm aları yaym aya ve pekiştirm eye çalışan k ü ltü r ocaklarıdır.
B unlarda b irçok tanınm ış din bilginleriyle filozoflar yetiştiği gibi, insanların do­
ğal uslarıyla bilinçlerini soysuzlaştıran sapık ve uydurm a inançları yayan keşiş
ve yobazlar da yetişm iştir. G enellikle toplum sal evrim aşam alarını b ir yana ata­
rak kitaplı d in ler dönem ine girdiğim iz zam an, b u dinlere bağlı olanların Sina-
gok, M anastır ve M edreselerde gelişen skolastik k afada birleştikleri görülür. Bu
kafanın tüm k itaplı dinlerde savunulm uş olan yaşam ve dünya görüşleri bir
noktaya k a d a r özdeş olduğu halde, din ad am larının izledikleri am açlardaki baş­
kalık ve yöntem yüzünden tüm ü de aynı doğrultuda ilerleyem em iştir.

M A N A S T IR L A R N E L E R İ Ö Ğ R E T T İL E R ?

Büyük edebiyat tarihçilerinden G ustave Lanson (1857-1925)’u n 1 anlattığı


gibi X. yüzyıl A vrupasında ve özellikle F ran sa’da bile bilgisizlik ve ru h zayıf­
lıkları bak ım ın d an soylular, b u rju v alar ve öteki sınıflar arasında b ir ayrım yok­
tu B unların tüm ü n d e ahlâksal (zihinsel) eşitlik, toplum sal eşitsizlik k ad ar ger­
çekti. O kuyup yazmayı ve Latinceyi bilen pek az insan vardı. K entlerde, şato­
larda ve. köylerde özdeksel (m addesel) ve tinsel âlem in görünüşü p ap azların öğ­
rettiklerind en ibaretti. Y ani onlar için gökyüzü, yıldız küm eleriyle süslenm iş
b ir dönen k u b b ed ir ve kutsal k itap ların savunm uş oldukları gibi, üçüzlem e,
bakire M eryem ile m elekler, d ah a sonra da k o rk u n ç k aranlık ve cehennem vardı;
cehennem den de insanı sürekli o larak günah lara sürükleyen şeytanlar çıkardı.
D ünyam ız, âlem in m erkezinde hareketsiz o larak d u ru r ve b u ra d a «kendi yaşam
kavgasına terk edilm iş olduğu halde düşm üş, fak at iyi ile kötüden birini seç­
mesi gereken insanı, şeytan tu zak ların a d üşürm ek üzeredir». İn sanın bundan
kurtulabilm esi için ancak T a n rı’nın kayrası (inayet), kızoğlan kız M eryem ’in
ve k u tsalların korum ası gerekti. Bu trajik savaşta üstün gelenlerin yazgısı (ka­
der) sonrasız b ir sevinç, yenilgiye uğrayanların yazgısı ise, sonrasız cezalardır.
Bu inançların yarattığı büyük olay, çekinilm esi, aksi halde cezasının çekilm esi
zorunlu olan gü n ah tır. K uşkusuz d in , bu sert ve bilgisiz ru h la r için yüksek, ve
anlaşılm ası güç b ir kavram dı. O n lar, oruç tu tm ak , hacca g itm e k ,'m istik tören-

(1) Gustave Lanson, H istoire de la L itteratu re Frarıçaise (7. baskı, 1894


s. 14-15; 119-120; 156-157).
lerle uğraşm ak ve asla ne dem ek olduğunu anlam adıkları İlâhilerle vaazları
dinlem ek, m anastırları k orum ak ve din adam larını beslem ek, cennete onların
aracılığıyla kavuşm a u m u d u n u yitirm em ek, özetle bedenin dayanabileceği acı­
larla paran ın yapabileceği hizm etlere önem verm ek gibi ancak d inin işlem leri
ile dış görünüşlerini anlayabiliyorlar, fak at H ıristiyanlığın «derin felsefesi ile
sâf ahlâkını kavram ak, bu bilgisiz ve hayvan doğalı insanların güç ve yetenek­
leri dışındaydı. Papazlarca tek gerçek, İn cillerde bulunduğu için, b u n lara ay­
kırı b ir düşünce ve yapıt, sahibinin en insafsız işkencelerle cezalandırılm asını
gerektirird i; ve halk da bu cezalar uygulanırken b ir acım a duygusu şöyle d u r­
su n , âdeta keyiflenir, zevk alırlard ı. Z ira. İncillere aykırı olan her düşün ve
buluş şeytanın esinlediği b ir k ü fü r, b ir bağı, b ir sapıklık sayılırdı. O dönem de
toplum un başına gelen veba salgını, savaş yenilgileri ve başka felâketler, tü ­
m üyle T a n rı’nm günah işleyen insanlardan öç alm asıyla açıklanırdı. G örevleri,
sevgiyi ve acım ayı ruhlara yerleştirm ek olan p apazların siyasal erkleri arttıkça,
halk üzerindeki zulüm leri de çoğaldı ve bu onların hakkı sayıldı. F akat kendi
özel yaşantılarında sü rd ü rd ü k leri kepazelikler saklanam ayacak k a d ar artınca,
yüzyıllar öncesinden zam anım ıza k a d a r yetişen özgür düşünceli ve layik ruhlu
yazarlar, o n ların ve o nları destekleyerek kişisel çıkarlarını her şeyden üstü n tu ­
tan m onarkların içyüzlerini sergilem ekten çekinm ediler, h atta ikiyüz yıl önce,
Fransız filozofu N aigeon (1783-1810), “Kralların sonııcusunıı, son papazın ba­
ğırsaklarıyla boğulm uş g örm ek isterim !” diyecek k ad ar m onarşi ile şeriat güç­
lerine karşı duyduğu kin ve tiksintiyi belirm işti.
F akat H ıristiy an lık ta p ap azlar, belki de sonucunu sezm eden, cem aatlarını
ve halkı, biraz geç olsa da bağnazlıktan k u rta ra n yeni ve yaratıcı düşünlerin
yöntem ve aracıların ı b u ld u lar. Y ani onlar, yine de im anı derinleştirm ek, çözü­
lemez zorlukları yok etm ek ve bireysel zekânın inceliklerini kışkırtm ak için en
güvenilir b ir kural olarak edebiyatta Fransız diline m ecazı (allegorie) getirdi­
ler. Bu b aşarıların ın nedeni, paganizm a edebiyatını incelem enin, H ıristiyanlık
dogm alarının akla aykırı olm adıklarını savunm aları ve im anlılara kutsal bildi­
rilerin gerçekliğini tan ıtlam ak ta, b u n ların yarar sağlayacağına inanm alarıdır.
Yani papazlar, eski çağların bilim , felsefe ve edebiyatını, H ıristiyanlığın erdem ­
leriyle m ucizelerinin sonrasız gerçeklerden olduğunu kanıtlam ak için b ir aracı
olarak k u llan d ılar. Bu suretle, eski felsefe okullarına d alarak gittikçe aydınlan­
m aya başlayan h alk ın gözünde de m ilattan önceki sanat yapıtlarıyla çokrantıcı
dinlerin m itleri m ahkûm edilm ekten k u rtarılm ış oldu; kuşkusuz bu çalışm alar,
H ıristiyan T anrıb ilim cilerin in din için bekledikleri sonuçları verm edi; hatta
kendi araların d a skolastikle didişen zekâların uyanm asına ve insanlığı kendi­
lerine m in n ettar eden büyük bilginlerle filozofların yetişm esine neden oldu. Z ira
artık dü şü n ü rler, E p ik ü ro s’u n (M .Ö . 342-270) şu aforizm asındaki gerçekliğe
in andılar: “ Ö zgür ve m u tlu bir ruh, bir işkence çarhında ya da alevler orta­
sında kalan bilge, Phalaris boğası üzerinde de olsa, ‘Bu ne kadar hoştur, b u n ­
dan ne kadar az etkilen iyo ru m !..’ d iyecektir” ve o nlar, hiç kuşkusuz H z. İsa ’
nın şu buyruğunu da ak ılların d an asla çıkartm am ışlardır: “K eşf olunam ayacak
kadar saklı, b ilinem eyecek kadar gizli bir şey yoktur. S ize karanlıkta dedikleri­
m i, aydınlıkta söyleyiniz ve kulağınıza söylediklerim i dam lar üzerinde ilân edi­
n iz ve cam öldürm eye güçleri yetm ediği halde bedeni öldürenlerden k o rkm a yı­
n ız ” (M eta, X. 26-27). A nlaşılıyor ki, din adam ları, h içb ir baskıdan yılm ayan
bilginlerle filozofların eleştirileriyle araştırm aların a engel olm aktan siyasal p a r­
ti çıkarların a yardım etm ekten vaz geçm edikçe insanlığın ve uluslarının ilerle­
m esine olduğu k ad ar da yüce T anrıya hizm et edem ezler.

M E D R E S E B İL G İN L E R İ N E Y A P T I L A R ?

H em en tüm ü m edreselerden yetişm iş olan İslâm T anrıbilim cileri, K u r’an­


d a k i b ildirilerin tanrısal ve m u tlak su rette gerçek olduğuna inanm ak zorunda
■olduklarından, paganizm a felsefe ve ed ebiyatından gereği k ad a r faydalanm adı­
lar. Y ani im an konuları için b u n ların yararlı olabileceğini yeterince düşünm e­
diler. Bunun içindir ki, E flâtun ve A risto ’ya bağlanm ış olan İslâm d ü şü nürleri­
nin görüşleri, b ir süre Batı felsefesini etkilediği halde, M edrese m ollaları, m a­
nastırların yüzlerce yıl önce terk etm eye başladıkları didişm e yöntem lerinden
ve tabulaştırılm ış olan bazı im am larla T an rıbilim ci ve yorum cuların öğretile­
rinden vaz geçm ediler; dine hizm et etm eyen m etafizik düşünceleri k ü fü r say­
dılar; içtih at kap ıların ı kapatm ış olan m ezheplerle bazı siyasal nedenler de öz­
gür düşünceyi baltalad ı; akıl ve deney yolunu seçmiş olanların çoğu da, k âfir,
■zındık, m ün afık , dinsiz ve tanrısız sayıldı ve m edrese, her bilinm ediğin, kuşku
veren her k o n u n u n an ah tarı K u r’an ve hadislerde v ardır kanısıyla skolastiğin
kısır dogm acılığına, yorum , çevirti (tevil) gibi sözcük oyunlarına saplandı. G e­
nellikle okuyup yazm a bilm eyen halk çoğunlukları, yobazlıktan kurtulam am ış
bilgisiz so ftalard an başka b ir öğretm en ve bilgin tanım adıkları için dinin bilge­
likleriyle değil, m istik edim ve işlem leriyle uğraştılar. Çoğu Y ahudilikten ak ta­
rılm ış olan m asallara saplandılar. Y ani M üslüm anlar için de, dünya altı günde
y aratılm ış, H avva anam ız, A dem babayı b aştan çıkartm ış, T anrıya bile baş kal­
dıran Şeytan, insanları doğru yoldan u zaklaştırm akla görevlendirilm iştir. M üs­
lüm anlar da, yüce T an rın ın kişisel ve som ut b ir varlığa sahip olduğuna, cennet
ve cehennem e, ölüm den sonra te k ra r d irilm ek suretiyle T anrıya hesap verilece­
ğine, sırat k ö p rü sü n d en geçileceğine, çevrem izin görünm ez çarpıcı cinlerle dolu
olduğuna, d ünyanın im an edenlere zin d an , k âfirlere gülistan olduğuna, yani T a n ­
rının sevdiği k u lların ı bu dünyada sefil b ırak ıp asıl çekici nim etlerini ah rette
tattıracağına in an d ırıld ılar. H alk ın yoksulluk ve sefilliğe boyun eğm eleri için
gereken olum suz ve u y u ştu ru cu m asalların baskısı a rtırıld ı. Ö zellikle biz T ü rk
lere, ulusal k ü ltü r diye, ne dem ek o ld u k ları asla anlatılm am ış bazı du alar, af­
su n lar ve b ir iki anlam sız A rapça tüm ce ile T a n rı sözcüğünü öğrettiler; Be­
devilerin törelerini kutsal, kendi ulusal değerlerim izi dış kutsal saydırarak soy­
suzlaşm am ıza çalıştılar. Pek yakında kopacağı öğretilen kıyam etin uğursuz h a ­
berleriyle sarsılan ak ıllar, b ir M ehdi beklem eye, ‘‘E vveli Şam , A h iri Ş a m " te lk in ­
leriyle anayurdum uzdan soğuttular. İlkel b ir çevre ve dönem de, hayvansal içgü­
d ü le rin in tutsağı olan bencil insan ların , seks eğilim lerini kışkırtm asın diye k a ­
d ın ların a uyguladıkları um acı kılığını, yedi, sekiz yaşındaki kızlarım ıza da uygu­
la d ıla r ve kadını alınıp satılan b ir m al d u ru m u n a düşürdüler; sanki dinim izin
buyrukların d an im iş gibi, güzel sanatların büyük b ir kısm ını yasaklayarak hal­
kım ızın estetik zevklerini de baltalad ılar.

B U G Ü N K Ü D U R U M N E D İR ?

Batıda bilim lerle tekniğin, sanat ve felsefelerin kiliseden koparak layik b ir


anlayışla ilerlem eleri karşısında m anastırların m istik kafaları, kendi ana görev­
lerinin ne olduğunu an lad ılar, yeni bulu şlarla, yeni düşün ve ülkülerin kıyam et
alâm eti olm adığını ve b u n lara engel olm anın olanaksızlığını öğrendiler, ve in
sanları T anrılarıyla başbaşa bırakm anın zoru n lu olduğuna inandılar. Papazla­
rın B atı’da bugün de saygın kişiler olm alarının nedeni, kendilerini tü rlü olum ­
lu bilgilerle yetkinleştirm eye, saçm a in an çlard an k u rtu larak halka güven ver­
meye çalışm alarıdır. O ysa ki, Em evîler, A bbasîler ve O sm anlılar dönem inde,
m atem atik, hekim lik ve doğa bilim leri ile m usikiye d air kuram sal ve deneysel
bazı önem li araştırm alara B atılılardan çok önce başlam ış olan M edrese, türlü
siyasal ve toplum sal nedenlerle b u olum lu yolu terk etm iş ve kendi dışında
da bu yolda ilerlem ek isteyenleri suçlam aktan çekinm em iş, halkım ızı uyuştur­
mayı görev saym ıştır. Ç ünkü, H alifelik tan rıerk il b ir kurum du ve onun kendi­
ne özgü h u k u k k u ralları da vardı. F akat b u n lar, yeni dünya ve toplum ko şu llan
önünde her gün biraz d ah a eskiyor, yetersiz kalıyordu. Buna karşın din ile dev­
let, birb irin d en ayrılam adı ve ulusum uzu düşü n ve inanç özgürlüğünden yoksun
bırakm ak, devletin ve devletlilerin çıkarlarını korum ak için b ir görev sayıldı.
C um huriyet dönem inde A ta tü rk ’ü n k u rtarıcı ilkeleri önünde görevleri bitm iş
olan M edrese ve T ekkeler kapatılm ış iseler de, bu k u ram lard an artakalan k u ­
şakların bazı a rd ılları, çağım ızın ev latları oldu k ları halde, bugün bile M edrese
bağnazlığından hoşlan m ak tad ırlar. M eşrutiyetin ilk yıllarında, Heyvey cem iyeti
denilen K ürt T eali cem iyetinin başkanı olup Bediüzzam an Said-i K ürdi im za­
sıyla yazılar yazan karnaval kıyafetli b ir adam ın ardına düşm üş, , onun yapıtla-
ıım ve sözlerini, K u r’an ve hadislere, kendisini peygam berim ize eşdeğer say­
mış olan sözde aydın bazı yurttaşların hangi siyasal ve ekonom ik çıkarlara hiz­
m et ettiklerini anlam ak zor değildir.
D elileri, m eczupları, uğram ışları (possedes), sulu beyinlileri, koca kafalıları,
esrarkeşleri... erm iş, olgun ve m üb arek kişiler gibi saydırm ış olan eski m edrese ve
tekke çöm ezlerinin hâlâ halkım ızı uyuşturm aya çalıştıklarını, cam ilerim izdeki bazı
vaazlardan, ta rik a t özlem i çekenlerin gizli ve açık uğraşılarıyla basınım ızdan
öğreniyoruz. Y üzyıllarca halkım ıza ulusal k ü ltü r adına sunulm uş olan bilgiler;
Ahm ediye, M uham m ediye, M evlid, Battal G azi, K ara D avud ve tü rlü Acem bas­
m ası m asallarla D elaili H ayrat, H am aili Şerif gibi kutsal k itapçıklardan ib aret­
ti. H içbir h astalık ve felâketin önüne d u alarla, ü fü rü k le, tılsım ve m uskalarla,
cin ler ve perilerle geçilem eyeceğini öğretm ekten çekinm iş olan softa, molla ve
dervişler bugün de kılık değiştirerek b ir sınıf haline gelmeye çalışm akta ve p ar­
ticilerden bazıları da b u n lard an yardım beklem ektedirler. N itekim , ulusum uza
o n u r veren tarihsel yiğitliğim izle deham ızın başarılarını evliya keram etleri ve
düzm ece düşlerle açıklayan düşü n ü rlere rastlam aktayız ki, b u n lar, ulusum uzu
olduğu k a d a r da dinim izi küçüm seyen m edreselilerden farksız kişilerdir. A ta­
tü rk çü görünerek, onun yüce ilkelerini b irer b irer yok etm eye çalışanlar da ek­
sik değildir. A rap harflerine, O sm anlıcaya, cum a tatillerine, tarik at öğretilerine
özlem duyanlar, yedi sekiz yaşındaki evlatlarım ızın beyinlerini K u r’an kurs­
larında yıkayanlara izin verenler, hüküm et d airelerini m escitlerle süslem ek is­
teyenler, okul kitap ların d an bazı bilgileri ve özellikle m ateryaizm i kadırtm akla
bunların yeryüzünden kalkacağını sa n a n la r... b u tü rd en d irler. B unlar, siyasal
ve ekonom ik çıkarlar karşısın d a, din, kan ve süt kardeşliklerinin hiçbir değeri
olm adığını, h a tta aynı u lu su n bireylerinin bile böyle çık arlar karşısnıda birb irle­
rini nasıl yok ettiklerini görüp d u ydukları h alde, takke, külâh, zikir, teşbih, dua,
düş ve kâh in lik ten yardım dilem eye devam ediyor gibidirler. K urtuluşun ve
ilerlem enin tek çaresi, a rtık m edrese ve m anastır kafasını b ir yana a ta ra k çağı­
m ız uygarlığının doruğuna, m istik hayalgüçlerinin yarattığı esrim elerle (vecid)
değil, aklın, deneyin, eleştirinin özgür ve layik araştırm alarıyla ulaşabileceğim ize
içten inanm aktır. U nutm am alıdır ki, âlem lerin yüce T anrısı, çağlardanberi saç­
m a inançlara bağlanm ış olanlara değil, pozitif b ilim ve gerçeklere dayanarak
çalışanlara yardım etm ektedir.
B urada yine G ustave L aııson’un yazdığına göre, belirtm eliyiz ki O rtaçağda
fazlasıyla egem en olan im an, X IV . yüzyılda da baskısına son verm em iş vc ki­
lise, kendine bağlı olan im anlıları aldatm aya ve u m utsuzluklara düşürm eye de­
vam etm işti: Bir yandan m ezhep ay rılık ların ın çirkin düzensizlikleri, Papaya
karşı saldırı vc didişm eler, K ardinallerle K eşişlerin tu tk u ları, alışkanlıkları, b u n ­
ların onurların ı dizginlem e pazarlık ları; kişisel vc siyasal ç ık a rla r... dindeki Hı-
ristiyanca h areketlerin çığırlarından çıkm alarına neden oldular. K uşkusuz b u n ­
lar im anı söndürm em iş am a, kiliseye karşı duyulan eski güven, itaat ve saygıyı
olanaksız b ir du ru m a getirm işti; bu suretle kilisenin İsa dinini ve kilise adam ­
larının kiliseyi yitirm ekte olduğu kanısı yaygınlaştı; halk da, artık iğrenip hor
görm eye b aşladıkları ve tem silcilerinden k u şk u lan dıkları kilise yetkililerinden
faydalı b ir k u ra l ve öneri beklem eden, kendi özel düşünleriyle duygularını izle­
m eye çalıştılar; b ir yandan da k rallık , derebeyliği ve kilisenin elinden kaçan erki
(ku d ret) elde etti, Sinod m eclislerinin girişim leriyle, papaların işlere karışm a­
sına engel olacak k a d a r güçlendi; m istik ve layik olan h er şeye tek başına ko­
m u ta etm e hakkını k azandı; yani kilise, R o m a’nın tinsel vc kutsal başkanı olan
Papaya değil, K rala başeğm ek zo runda kald ı. Bu d urum , halkta ulusal birliğin
bilincini yaratm aya hizm et etti. B unun sonucu olarak aydın yazarlar da devleti,
egem enliğin tek tem silcisi saymaya başladı. Oysa İslâm âlem inde, din ile devlet,
A ta tü rk ’ün gerçekleştirdiği C um huriyet dönem ine k ad ar birb irin d en ayrılm adı;
O sm anlı halifeleri de, A rap halifeleri gibi ve h atta daha da ileri giderek yalnız
peygam ber vekili değil « T a n rı’nın yeryüzündeki gölgesi» sayıldıkları için, dev­
let hem dini korum ayı, hem de dine hizm et etm eyi ve şeriat yasalarını uygula­
m aya kendisinin kutsal b ir görevi saydı. U lusal birlik ve vicdanın bilincini k a­
zanm a olan ak ların ı yok eden böyle b ir üm m et rejim inde, şeyh-ül-islâm lar, k ad ı­
lar, m üftüler, m üderrisler, şeyhler, hacılar, hocalar ve evliya sanılan k işile r...
k endi m istik inançlarıyla çık arların a yarayan b ir toplum kurm ak için hüküm ­
d a rla rı, ord u ları ve tüm devlet adam larını kendi etkileri altına aldıkları görülür.
Bunun içindir ki, günüm üze k a d a r, layik sistem e karşı gösterilen direnm eler,
İslâm dinin in yapısında ve özünde layik b ir anlayışın açıkça var olm am asından,
bilim leri ve v icdanları kendi tu tk u la rın a göre biçim lem ek isteyen bazı siyasal
güçlerin O rtaçağdaki dinsel ve üm m etçi k ü ltü rü n , çağım ızın yüksek ve pozitif
kü ltüründen daha üstün olduğuna inanm ış görünm elerinin ürü n ü d ü r.
Y ine X IV . yüzyılda ve B atıda bilim lerin d u ru m una gelince; b u n ların kay­
nak ve koruyucusu, daha kilisenin etkisinden k u rtulam am ış olan üniversiteler­
dir; fak at b u k u ra m la rd a bilim lerin efendisi T an rıb ilim d ir ve bilim leri biçim ­
len d iren ' de m an tık tır, fak at a rtık T asım la (Kıyas) savaşan b ir düşünce özgür­
lüğü başlam ıştır. T an rıb ilim in gücünü b ü sb ü tü n yitirm em iş olm asına karşın h u ­
k u k sürekli o larak gelişirken skolastiğin ezici baskısı altında da hüm anizm a-
n m uyandığı g ö rü lü r1.
Siyasal ve ekonom ik k oşullar yüzünden halk ın parasını, canını ya da em e­
ğini söm ürm ek isteyen yöneticilerin, böyle dönem lerde din adam larına başvur­
d ukları, barış dönem lerinde h alk diliyle konuşm ayı, b ir bayağılık ve adilik sayan­
ların söylevlerini b u dille verm eye çalıştıkları, hem en her toplum da görülebilir.
V aktiyle bizde de A rapça ve Farsçanm aydın ve soyulara özgü b ir k ü ltü r dili
sayıldığı gibi Rus ve A lm an bilginleri, y apıtlarını yıllarca Fransızcayla yazm ış­
lar, saray ve şatolarda bu dille konuşm ayı k ibarlığın ve uygarlığın b ir gereği
saym ışlardı. Kiliseye gelince, rah ip ler L atincenin ve İbranicenin kutsal b ir dil
olduğuna inanm ışlar, yani bizde m edreseliler A rapçayı nasıl ki k ü ltü rü n doğal
dili saym ışlarsa, o n lar da Latinceyi kilisenin ve h atta devlet ve üniversitelerin
dili saym ışlardı. Papazlar ve keşişler, çöm ezlerine, öğretilerini ve vaazlarını bu
dille verirler, fak at kilise işleriyle görevli olm ayan halk a kendi ana dilleriyle
vaaz ederlerdi. D aha IX . yüzyılda bile T ours ve Reim s K onseyleri, rahiplere,
halkı, ana diliyle ay dınlatm alarını em retm işti2; n itekim X II. yüzyılda da H açlı
savaşlarında halka kendi ulusal dilleriyle ateşli söylevler verilm işti. F akat İslâm
âlem inde ve bizde din bilgileriyle uğraşan lard an çoğunun, h er yeni düşün ve
bilgiyi dine aykırı sayan bağnaz baskıları asla azalm am ış, halkı uyutm ak ve
uyuşturm ak için gereken h içb ir olum suz girişim den çekinm em işlerdir. Batıda

(D K anuni Sultan Süleym an dönem inde Fransa Kralı François I’in


kızkardeşi M arguerite (1492-1549), çevresine topladığı aydın kişilerden felsefe,
layik bilimlerle Avrupa dillerini, İbranîce ve Yunancayı öğrenmişti. Bunları
öğrenm ek için yorulmak bilmez bir çaba sarf eden bu soylu kadın, devlet işle­
rinde de kardeşine güvenilir bir danışm an olmuştu. O, tüm yeni bilginleri, dü­
şünürleri ve edebiyatçıları korumuş ve skolastikten iğrenm işti. Fransız Röne-
sansım n renkli ve uyanık bir sim ası olan bu prenses, dua ve ibadetin ana di­
liyle yapılm asını savunabilm işti. Düşüncelerini yansıtan (iki kız, ik i evli ih ­
tiya r kadın ve ih tiya r erkekle dört adam ) adlı güldürüsünde şöyle diyebilmiş­
ti: “Namuslu ve kibar bir kalbin sahip olabileceği haz ve hoşnutlukların hepsi,
tü m insan, kuş ve h ayvanı m u tlu kılan beden v e algıcın (müdrike) özgürlü­
ğüdür." (G. Lanson)
(2) Langlois, l'Eloguence sa c ri au M oyen age (Revue des Deux Monde
Ier Janvier, 1893).
Kilise, devletin b.ilimleriyle bilginlerin yakasına sarılm aktan vazgeçm iş; yurdu­
m uzda ise, m edreselerle tekkelerin kapatılm ış ve A tatü rk deyrim lerinin uygu­
lanm ış olm asına k arşın skolastik inançlarıyla anlayışlarına saplanm ış olanların,
zam an zam an tüm ilerlem e ve özgürlük h areketlerini durdurm aya çalıştıkları
görülm ektedir. Bilimin h er çeşitini öğrenm e ve öğretm eyi, dinsel görevlerden
üstün sayan H z. M uham m ed’in h adislerini, sadece dini ilgileyen bilim lere uygu­
lam akta inat edenler, tüm İslâm ilkelerini, uygarlık yolunda geri kalm aya zor­
lam akla kalm am ış, kendi ulu sların ın da B atıklar tarafından soyulup ezilm esine
de neden olm uşlardır.

ı
KADER VE ELİNDELİK PROBLEMİ

“Bir Tanrı bile m ukadderata karşı gelem ez”.


H erodot

in san la r, girişim lerindeki başarıyı veya başarısızlığı, başlarına gelen bir fe­
lâket ya da m utluluğu — bu n lar, kendi yeterli, yetersiz akıl ve iradelerinin ü rü ­
nü olsalar bile— çoğu zam an görm edikleri, bilm edikleri m istik b ir kuvvet ve
varlığın eseri zannetm işlerdir. N eden aram ak , doğal ve sosyal etkenlerin insan
üzerindeki etk ilerini çözüm lem ek, m u tlu lu k ya da felâketlerinin gerçek kayna­
ğını araştırm ak ve bulm ak gibi işler, ancak olum lu b ir anlayışın geliştirdiği ze­
k âlara nasip olm aktadır. F akat insanlığın büyük b ir çoğunluğu, çağım ızda bile,
türlü dinsel, sosyal ve h atta biyolojik nedenlerin kökleştirdiği b ir gelenek ve
alışkanlık olarak, doğanın olduğu k a d a r da insanın daha önceden çizilm iş bir
plana göre işleyip hareket ettiğine inanm akla k endilerini teselli ederler ve h atta
böyle zannetm ekten özel b ir zevk alırlar. İnsanı böyle düşünm eye sürükleyen
olaylar da az değildir. Bir aynı iş için, aynı aracılara başv u ran ü ç kişiden biri­
nin başarı gösterip diğerlerinin gösterem em esi, b ir taşıt kazasında birin in k u r­
tulup diğerlerinin ölm esi, kom şu iki b ah çıvandan b irin in diğerinden fazla ürün
a lab ilm e si... vb. gibi d u ru m lar, b u n ların gerçek nedenlerini bilm eyenler için,
ya tesadüfün ve talihin ya da kaderin ve kayranın (providence) eseriym iş gibi
görünürler. Bu itibarla k ad er inancı, günlük yaşam ın her çeşidinde, zam an za­
m an insanı kendine bağlayan, tinsel gücü artırm a o ran ın d a da çökerten ve ira­
deyi eriten b ir yeğinlikle (şiddet) zihinleri sarsar. Pek önem li olan bu konunun
yalnız H z. M uham m ed ta rafın d an getirilm iş b ir d o k trin olm adığını d a belirte­
bilm ek ve o n u n b u k o n u d ak i öneri ve telkinlerini açıklayabilm ek için, old u k ­
ça uzak b ir geçm işten işe başlam ak gerekir. Evvelâ k ad er problem ini hakkıyla
anlayabilm ek için, çoğu zam an onunla k arıştırılan şu terim lerin açıklanm asına
ihtiyaç vard ır:
1. T esadüf; Bu, önceden keşfedilem eyen sonuç dem ektir; yani, nede­
nini bilm ediğim iz sonuçlara tesadüf (rastlantı) denilir. Bu sonuçların nedenleri
pek çok ya da pek karışık oldu k ları için hem en keşfedilem ezler. F akat bu ne­
denler, Poincard’nin deyim iyle, ne tinsel, ne de m istiktirler. Eğer tesadüf, in­
sanın m u tlu lu k veya felâketleriyle, ilgiliyse, b una talih, b aht, kısm et (fortun)
denilir.
2. M ucize: Evvelce dc açıkladığım ız gibi, bu, doğanın düzen ve yasa­
ları dışında m eydana gelen ya da getirilen m istik nitelikteki h arik alard ır. Y ani,
bilinen ve bilinm eyen yasaların hiçbirine bağlı değilm iş gibi görünen, ancak
peygam berler tarafın d an gösterilebileceklerine inanılan şaşırtıcı ve um ulm adık
olaylardır. O ysaki, m ucize, bize göre im anın hipnotize ettiği saf ru h lard a görü­
len b ir yanılm asanın, başarılı tesadüfler h ak k m d aki hükü m lerin d en başka b ir
şey değildir. B unlar pek eski çağlarda gerçekleştiği kabul edilen ve örneklerine
yalnız kutsal k itap lard a rastladığım ız abartılm ış olay ya da söylentilerdir; b u n ­
ların nedenlerini ve gerçek olup o lm adıklarını henüz bilim yoluyla öğrenm iş
değiliz. Z aten b u n ların çoğu, gerçek o lm aktan çok geleneğin d in, siyasa ve ah­
lâk bakım ın d an bazı y ararlar u m arak nakletm iş olduğu söylentilerdir ve H z .
M uham m ed, b u n lara asla değer verm iş değildir. B unun içindir ki M üslüm an­
lığın A m en tü ’sünde k adere im an etm ek şart olduğu halde, m ucizelere im an
etm ek şart değildir.
3. K eram et: O lacak b ir şeyi oluşundan önce h ab er verm ektir. Bu, in­
sanın öncel tak d ire (predestination) o rta k olm ası dem ektir. Evliya ve k âh in ­
lerin ünleri ve b aşarıları, k eram etlerindeki isabetlerle o rantılıdır. Bu, yalnız İs­
lâm evliyalarına özgü de değildir.
4. İnayet (grace): Bu, b ir insana lâyık olsun ya da olm asın, T a n rı’nm
bağışladığı lü tu f ve yardım lardır. H ıristiyanlık inayet dogm asına fazlasıyla bağ­
lıdır.
5. Kader (alın yazısı - destin): Bu sözcük, A rapça ölçm e, tahm in etme
ve ölçerek ta k d ir etm e dem ektir. L atincesi fatu m , fari vc fa to ’d u r ki, b u n lar
itiraz edilm ez b ir su rette em ir verm ek dem ektir. W esterm arck ’ın naklettiğine
göre, b ir Pehlevî m etni, k ad eri, «başlangıçtan itib aren em redilm iş olan» diye
tanım lam ak tad ır. T an rıb ilim d e ise, T a n rı’m n kendi iradesini uygulam adan önce,
yani icra etm eden önce ta k d ir eder, sonra icra eder ya da e ttirir. Bu ikinci
evreye kaza denilir. İslâm ın önem li koşulların d an biri de, kadere inanm aktır.
Bu, h er şeyin T an rısal tak d ire uygun olarak cereyan ettiğine inanm ak dem ektir
Bu, yapılm ış ve yapılacak edim lerin sonucunu, T a n rı’nm bilm esi dem ektir. Fa­
kat, T a n rı’nın b u bilgisi, ihsana iyilik ve k ö tü lü k ten b irin i m utlaka yaptırm ası
dem ek değildir; yani insan, eylem ve edim lerini, kendi iradesiyle yaptığı h alde,
bunları yapm ası, T an rısal ta k d ir sayesindedir. D em ek ki, yapılm ası gereken
hareket, davranış ya da işi yaratan T an rı olduğu halde, iradesini, b u n la r yönün­
de kullan an , insanın kendisidir. İlerde göreceğim iz gibi, Sünnî kelâm cılar bu
düşünceyi reddederler.
Filozof ve y azarların çoğu, ilkçağlardan beri b u konu üzerinde düşünm üş­
lerdir. H esiod, kaderi; gecenin kızı saym ış; Buda, âlem lerin türlü çarpışm ala­
rından söz eden insanlık için, nedenlilik yasası, olayların ve olguların bağlan­
m alarını ve ard alan m aların ı (taakup) düşünce aracılığıyla kavram anın olanak­
sızlığını ileri sürm üş, fak at örneğin, H om eros gibi, paganizm anm ilk büyük
ozanı, kadere direnen b ir irade ve özgürlüğün varlığına işaret etm iştir. Bu ozan,
kaderin tüm evrene hükm ettiğini, T a n rıla rın görevi de her şeyi kendi em irle­
rine itaat ettirm ek olduğunu, yalnız k ah ram an ların savaş aşkıyla kadere karşı
geldiklerini iddia eder. H atta J ü p ite r ’in b ile, ölüm e m ahkûm olan k ahram an­
ları k u rta rıp k u rtarm am ak k o n usunda öteki T an rıların engel olm ak istem ele­
rine karşın , k ah ram an ların istihkâm ları yıktıklarını anlatır. Y ani H om eros, kah
ram anların kadere boyun eğm ediklerini ve onların özgür o lduklarını açıklar
(H om eros, ‘Ilia d e ’, s. 233, 314; ‘O dyssee’, s. 29, 239, 364, P. G iguet çevirisi,
1913). N itekim tarihçi H erodot da aynı inançla, kaderi T an rıla rın bile değişti­
rem eyeceğini savunurken, " Bir ilâh bile m ukadderata karşı gelem ez!" dem ek­
ted ir (‘H erodot T a rih i’, cilt I, k itap I, s. 91). Eski Y unan ve genel olarak ilkçağ
k âh inleri, k ad erin k ararların ı keşfetm eye çalışırlarken, A raplar, cinlerle şeytanı
kadere karşı koyarlar, yani bağı (büyü) ile u ğ raşan lar ve k âhinler, kaderi değiş­
tirm eye çalışırlar. Z erd ü şt d o k trin in d e ise, h a y ır’la şer’in savaşı sırasında kaderin
p lastik b ir k a ra k te r taşıdığı görülür.
K aderi, m itoloji, felsefe ve din bakım ından da incelem ek gerektir:
1. M itoloji b akım ından kader: İlkçağlarda çoktanrıcılık anlayışına bağ­
lı olarak kad er, bükülm ez ve esrarlı b ir k o n u d u r; o, ne doğal b ir zorunluluk,
ne de T an rısal bilgeliğin b ir plan ıd ır. K ader, T an rılık tan , insel özgürlükten vc
doğadan da ü stü n d ü r, k o rk u n çtu r. İlk Y unan trajedilerinde ve hele Sophocles’
in eserlerinde savunulm uş olan yazısız k an u n ları, h atta T an rılar bile değiştire­
m ezler. Bu inancın kaynağını aray an lar, şu düşünceyi kabul ederler: İnsel ru ­
hun derinliğindeki sonsuzluk duygusu, k ab a ve saçm a inançların karanlıkları
arasın d a hayal gücünün yerine koym uş olduğu b u lan ık , boş ve ülküsel kuv­
vetler. Bu çağdaki insanlar, sonsuzluk düşüncesine ahlâksal b ir duygu ekleye-
m edikleri için, adalet ve kayra düşüncesinden uzaklaşm ış, T anrısal doğanın dı­
şında kaba b ir antropom orfizm e düşm üşlerdir. Bu n edenledir ki, onlarca kader,
kendilerine hükm eden T a n rıla r ya da m o n ark lar gibi, dilediğini yapm aktan
çekinm eyen b ir zalim delinin eseridir. O ldenberg, ‘Le B uddha’ (Foucher çevi­
risi, 1903) adlı eserinde, H in t inan çların d a özgürlüğün bulunm adığını, H intli­
lerin kader düşüncesini fatalizm e k a d a r götü rd ü k lerini açıklar. N itekim , H intli
G osala, “G üçlü o lm a k yo ktu r; insan kontroîa sahip değildir; tü m var olanlar
ve yaşayanlar güçsüzdürler; bir fatalitenin (cebriyet) erekliliğin (finalism e), do­
ğanın etkisi altında her şey, k e n d i am acına g ö tü rü lm üştür” der. Ö zet o larak m i­
tolojik k ad er anlayışında zo ru n lu lu k lar, T an rısal iradeden bile ü stü n d ü r ve onun
n itelik ve m antığını anlam ak güçtür.
2. Feisefesel ya da m e ta fizik kader: İlkçağ filozofları, kad eri, anlaşıl­
m az ve neden kabul etmez, b ir güç saym ışlardır; fak at onlar, kayra düşüncesini
getirm işler ve b u n u eşyanın doğasından doğan b ir ü rü n , h atta kayranın kendisi
saym ışlardır. P ythagor onu, eşyanın bilgeliği, ölçü, tüm varlıkları kaplayan zo­
ru nluluk ve tüm b u n la rı, eşyanın tözüne (cevher) nüfuz ettiren akıl diye tanım ­
lar, E flatun, k ad eri, T an rısal kayrayı, hayrı, insel özgürlükle uzlaştırm aya ça
lışm ıştır. O na göre kad er, ebedînin ve değişm ezin, fani ve değişken olanla zih­
nin değişm ez tözüyle m addenin değişken h areketliliğinin b ir karışım ıdır. Y al­
nız kader, ebedî düşüncelerin akışına dalm ış olan erm iş ve özel ru h la ra b ir etki
yapam az. N itekim , P lu tark da ‘F ato ’ adlı eserinde, kaderi, kayranın oğlu ve ke­
lâmı saym ıştır. İskenderiye O k u lu n d an P roklüs, kader, m adde ve ru h âlem inin
yasasıdır, dem iş ve onu evrenin hareket ettirici bilgeliği ve kayrası dem ek olan
D em iurgos tarafın d an yönetilen ebedî aklın çizdiği b ir plan içine koym uştur.
Stoacılar, E fla tu n ’un T an rı ve âlem in ru h u arasına koym uş olduğu ayrılığı kal­
d ırırlar. O n lara göre, âlem in ru h u , düzenin, h areketin ve zihnkı kaynağı olan
tüm el b ir ilkedir ve kad er, doğanın derinliğinde hiçbir şeyin değiştirem ediği
sert ve uğursuz b ir k u vvettir. O nlara göre, k ad erin iki öğesi (unsur) vardır:
1. D urağı âlem in ru l|u olan m utlak ve yüce ru h ; 2. M addeden gelen zo runlu­
luk. Z ira stoacılar, T an rı yerine, T an rı ile özdeş saydıkları b ir evren kabul
ederler; fak at m adde ile ru h u ayırırlar. Evrensel ru h la m adde, bu varlık k a n u ­
nuna, yani evren k a n u n u n a göre değişir. Bu gelişmeyi kader tem sil eder. Bu
itibarla stoacılara göre kad er, eşyanın doğal düzeni, ebedî gerçek, kayranın
ebedî sözü, âlem in aklı, âlem e n üfuz etm iş olan bilgelik ve âlem i yöneten ru h ­
sal güçtür. F akat stoacılar da E flatun gibi, k ad erin insel özgürlüğüne nüfuz ede­
m eyeceğini, fak at b u özgürlüğe yalnız bilge olanların sahip olduklarını savun­
du lar. Bunun içindir ki, o n lar, insanın kendi ruhuyla evrensel ru h arasında uz-
laşık b ir öm ür geçirm elerini önerd iler. O n ların doğaya göre yaşam a ilkesinin
gerçek anlam ı b u d u r. A risto, k ad erd en söz etm ez; zira ona göre, T an rı, seçmek-
sizin seçen, m adde ise şekilsizlikten şekillenm eye doğru h areket eden b ir dina­
m iklikten ib arettir. Bunun için d ir ki, A frodizyalı A lexandr, " A ristoculara göre;
kader, âlem i yöneten kanunların to p la m ıd ır" der. Fakat A risto da sorum luluk
konusund a Sophocles gibi yazısız k an u n ların varlığına inanm ıştır. G enel olarak
kuşkucularla duyum cular, m addeci o ld u k ların d an , âlem de zorunlulukla tesa­
düften başka b ir şey görm ezler.
Ö zet o larak ilkçağ filozofları, âlem de aşk ve kin, hayır ve şer, n u r ve zul­
met (ışık ve k aran lık ), zihin kanunlarıy la b u n lara direnen b ir doğa ve m adde
gören ikiciler (dualistes) old u k ları için, k ad eri, b u n lard an birin in son zaferini
tem sil eden kuvvet gibi gördüler. F ak at, tek tan rıcılık başlayınca, insan zihni
ikicilikten k u rtu la ra k birciliğe bağlandı. Saint A ugustin, T anrısal irade ve öz­
gürlüğü yücelterek insel özgürlüğü yok etti. D escartes ve Leibniz, vesile neden­
ler ve öncel ahenk k u ram ını getirm ek suretiyle özgürlüğü kurtarm aya çalıştılar.
Fakat, Spinoza, T an rısal irad en in bile zo ru n lu lu k lara itaat ettiğini ileri sürerek
fatalizm i (ceberiye) savundu. Bilindiği gibi fatalizm , âlem de olup biten şeyleri,
zihinsel b ir nedenin değil, k ö r b ir tesadüfün eseri sayarak özgürlüğü tam am ıyle
reddeden b ir d o k trin d ir. Bu T anrıtanım azlığa ve panteizm e yol açar. Bu d o k tri­
ne göre insan, eserlerinin yaratıcısı değildir; iradem izde asla özgürlük yoktur;
biz edilgin ve eylem siz y aratıklarız. L uther ve Calvin gibi reform cular da, insel
özgürlüğü in k â r ederler. H obbes, zoru n lu lu k la özgürlüğü uzlaştırm ak isterken
iradeyi, yalınç b ir arzuya döndürger. T ü m ansiklopediciler, D iderot, D ’H olbach,.
Lam ettrie m addeci oldu k ları için, insel özgürlüğü in k âr ederler. B unlar, top­
lum un, soyaçekim in, organik etk en lerin , m izaç ve din inançlarının etkisi al­
tında insanın doğal b ir m akine, k aderine hâkim olm a yeteneğinden yoksun ve
edilgin b ir yaratık o lduğuna in an ırlar; fak at doğal hak taraflıları, G rotius,
J . J . R ousseau ve V oltaire gibi X V III. yüzyılın büyük d ü şü nürleri, özgürlüğü
savunarak k aderi in k â r ettiler.
3. Tanrıbilim sel, yani dinsel kader: G enel olarak kitaplı dinler, T an ­
r ı s a l ve öncel ta k d ir (predestination) ile T a n rı’nın öncel bilginliği (prescience)
telakkisine bağlı o ld u k ları için, k aderi pek d erinden savunm uşlardır. T a n rı’nın
hem her şeye gücü yeter, hem de o n u n bilim i h er şeyi kuşatm ıştır. H içbir şey,
onun bilgisi ve isteği dışında gerçeklenem ez gibi ilkeler, doğanın olduğu kadar
da insanın dilediğini yapm a h ak ve özgürlüklerini yıkar. T üm m istikler de, bu
T anrısal güç ve bilgi adına b ir k ad er ahlâkını savunm uşlardır. Ö rneğin, Jan-
senciler (Jansenism e), insanın etkili b ir inayet olm aksızın ik tidara sahip olam a­
yacağını sav u n u rlar ki, bu düşünceleriyle insanın tüm özgürlük ve elindeliği in­
k â r edilm iş olur. Cizvit M olino’n un (1535-1601) savunm uş ' olduğu m olinism e
m ezhebiyse, insana az çok b ir özgürlük v erir ve elindelikle inayetin verilerini
(donnees) uzlaştırm aya çalışır. Bu m ezhebe göre, T a n rı’nın am acı, tüm insan­
ları, kuvvet ve çab aların ın hepsini sarf etm eleri koşuluyla ku rtu lu şa kav u ştu r­
m ak tır. Bu çaba (effort) sayesinde yeter inayet (suffisante), etkili inayet (effi-
cance) o lu r (C arre de M ontgerson, ‘La V erite des M iracles, 2 cilt, 1737). Tüm
H ıristiyan m ezhep ve tarik atları az çok fark larla İslâm m ezhep ve tarikatlarının
dü şündükleri gibi, b u kon u d a tam b ir anlaşm ayı b aşaram am ışlardır. M iladın II.
yüzyılında yaşam ış olan Sinoplu M arcion ad ın d ak i din sapıklarından sayılan bir
düşünürle m iladın IV . yüzyılında yaşam ış olan L actance, ‘T a n rı’nın G azabına
D a ir’ adlı b ir eserinde, T a n rı’nın öncel bilim iyle k ad er kavram ı arasındaki çe­
lişikliği ustaca gösterm iştir. T alm u d cu lara göre, T a n rı, her şeyi önceden görür;
fak at bize seçme özgürlüğü verilm iştir; yani insan, kendi gitm ek istediği yola
sevk edilm iştir.
Bu genel bilgilerden sonra, İslâm m ezheplerinin k ad er hak k m d ak i görüş­
lerinin kısa b ir p anoram asını verelim ve kutsal m etinlerde bu konuyu ilgileyen
bildirileri su n arak H z. M uham m ed’in ve dolayısıyla İslâm dininin k a d er anla­
yışını açıklam aya çalışalım : K adere, h ayrın ve şerrin T a n rı’dan geldiğine im an
etm ek İslâm im anının ana k o şu llarm d an d ır. Böyle b ir ana inanç üzerinde tartış­
m a caiz değildir; fak at tüm b ü yük İslâm bilgin, filozof ve m ezhep sahipleri
de bu konu ü zerinde d üşünm üşler ve b irb irlerin e aykırı d o k trinleri savunm uş­
lardır. A m en tü ’nün esaslarından b iri olan kad erin , hayır ve şerrin T a n rı’dan
geldiğine k örü k ö rü n e inanm ak, insan ların b u dünyada işlemiş o ld ukları eylem ­
lerin son hesap günündeki sorum luluğunu tehlikeye’ dü şü rü r. Eğer insanlar,
T a n rı’nın önceden çizm iş olduğu b ir plan dairesinde hareket etm ek, düşünm ek
ve inanm ak zo ru n d a iseler, o nları u y an d ırm ak ve aydınlatm ak için Y üce T a n rı’
nın hem peygam ber ve kitap gönderm esine, hem de cennet ve cehennem vaat­
leriyle sevindirip gocundurm asına gerek yoktur. K uşkusuz ki, bu tak d ird e de
d in lerin dayanm ış olduğu göksel saltan at ve onun vücuda getirdiği dünya ve
ahret örgütlerinin b ir anlam ı kalm az. Esasen böyle b ir inanç, T a n rı’n ın tüm el
gücü k a d a r da m u tlak özgürlüğünü tehlikeye d ü şü rü r. Z ira , h ay ır ve şerri seç­
m ekte, insel özgürlüğe yer verilerek, k ad er inancı yok edilirse, T a n rı’nm şerri
seçecek olan b ir k u lu n u , niçin b u tehlikeden korum adığı ve eğer bu k u lu neyi
seçeceğini bilm iyorsa, T a n rı’nın h er şeyi kaplayan, k u şatan bilgisinde b ir nok­
sanlık olduğunu k ab u l etm ek ve nihayet O ’n un h er şeye gücü yetm e sıfatını
d a in k â r etm ek gerektir. D aha açıkça, T a n rı’nın h er şeye gücü yettiğine göre,
şerri yaratm am ak ya da hiç olm azsa şerre eğilm iş olan ru h ları, bu eğilim den
k u rtarm ak da elindedir ve T a n rı, h er şeyi b ild iğ in i göre, k u lların ın ne tarzda
h arek et edeceklerini de önceden bilm iş olm asından daha doğru b ir gerçeklik
olam az. Bir ayette, “İnsan, başıboş bırakıldığım m ı zanneder?” denilm ektedir.
M adem ki insan, b u âlem de başıboş bırakılm am ıştır, yani dizginleri T a n rı’mn
elindedir, öyleyse onu, daim a hayra yöneltm iş olm akla T anrısal lü tu f ve ina­
yet daha cöm ertçe gerçeklenm iş olm az m ı? T üm v arlıkların k aderi, T a n rı’nın
öncel p lan ın a göre çizilm işse, b ir taraftan bu planı, kendisinin b ir daha değiş-
tirem em esi, yani değiştirm e gücüne sahip olm asına k arşın , sanki âcizm iş gibi
değiştirm em esi, im an bak ım ın d an b irtak ım saçm a düşünceleri doğurur. N ite­
kim K u r’an d a, " ... T anrısal ka n u n d a (sünnet) b in u leğ işiklik bulam azsın” (Ah-
zap, 26) ve, “T a n rı’nın âdetinde bir d eğ işiklik g örem ezsin” (F atır, 43) gibi ayet­
lerle âdeta T an rı, kendi özgürlüğünü in k â r ediyor, kurm uş olduğu düzenin zo­
runluluğuna kendisi de itaat ediyor. G erçekten de, T a n rı’m n h er şeye gücü
yeter, fak at bu sıfatına day an arak , örneğin, insanlar ark alarını da görsünler
diye, onların enselerine b ir göz daha eklem eyi ya da ne kendi ekseni, ne de
güneş gibi b aşka büyük b ir k ü re etrafın d a dönm eden, fezada eylem siz ve h a­
reketsiz d u ran başka b ir küre ya da başka b ir yıldız sistem i yaratm ayı istemez.
O , kurm uş olduğu doğa yasalarına, yine kendi isteğiyle itaat eder. B unun içm
d ir ki, olanaksız olan şeylerin olanaklı olabilm esinin m uhal olduğunu kendisi
de onaylayarak, " A y e tle rim izi yalanlayıp kibirlenenlere karşı gö kyü zü n ü n k a ­
pıları açılm az; onlar, d eve iğne deliğinden geçinceye d e k cennete girem ezler”
(Â raf, 40) diyen ayette de, olanaksız b ir şeyin ebedî olarak m uhal olduğunu
bildiriyor. B ununla b irlik te, herkesin M a h fu z L e v h a ’da ta k d ir edilm iş olan bir
süre içinde öleceğini bildiren ayet. (Âli İm ran , 145) belki de T anrı özgürlüğünü
belirtm ek için, fak at T an rısal âdette değişiklik olm adığını bildiren ayete aykırt
olarak, başka b ir ayette geri alınm ış gibidir. Y ani, Y üce T an rı, insanın öm ­
rünü eksiltm ek de b ir k itap ta yazılıdır; ve b u T an rı için kolaydır (F atır, 12)
dem ektedir.
Eğer T an rı, kendisinin m utlak su rette özgür olan iradesini dilediği gibf
kullanm a gücüne sahipse ve bu gücünü dilediği zam an işletiyorsa, insanlığın
hasretini çekm ekte olduğu, d ah a iyi, d ah a yetkin b ir âlem i niçin yaratm adığı
sorusu akla gelebilir. L eibniz’in ve diğer bazı iyim ser d ü şünürlerin inandıkları
gibi, yaşadığım ız âlem in en ü stü n b ir yetkinlikte kurulm uş olduğu ileri sü rü ­
lürse, tüm kusurların ı görerek d ah a yetkinine hasret çektiğim iz b ir âlem h a ­
yalini kendim iz uyduruyorm uşuz gibi düşünm ekte ve olana razı olarak kendi­
mizi teselli etm ekte, aldanm ış o lm aktan başk a b ir gerçek olabilir m i? T an rı is­
teseydi insanları günaha sapm ayan ve h aram lara boyun bükm eyen duygu ve
düşüncelerle süsleyip eylem lerini güzellik, iyilik ve doğruluk yönünde gelişti­
rebilirdi. Ö zet o larak , âlem in ya önceden yapılm ış, değişm ez ve akla uygun
planları v ard ır, yahut da böyle b ir şey yoktur; varsa, ne T a n rı’da, ne de yara­
tık lard a özgürlük ve so rum luluk yoktur; böyle b ir plan yoksa, T anrı olanı bil­
diği halde, olm ayanı ve olacak olanı bilm iyor, âlem in ve insanların işlerine k a­
rışm ıyor, b ir seyirci gibi bu sonsuz ve harek etli sahnenin başıboş tablosunu
gözlem ekten başka b ir şey yapam ıyor dem ektir. O ysaki kutsal m etinler, b u nun
böyle olm adığını onaylam aktadır. K alem suresinde, " N u n ’a ve satırlar d ize n e
ant içerim k i . . . ” diye başlayan ayet, öncel tak d irin L evh-i M a h fu z’da kayıtlı
olduğunu, tüm dünya ve evrenin olaylarının, b u levhada yazılı olan plana göre
akıp gittiğini an latır. B uh arî’nin kaydettiği b ir hadiste, "N eye lâyıksan, kalem
yazdı, m ü rekkeb i bile k u r u d u ” denilm ektedir. T ab erî gibi bazı tefsircilere göre,.
kalem , gelecek olayları yazmaK için T a n rı’nm ilk yarattığı şeydir (kelâm gibi).
U zunluğu gökle yer arasın d ak i uzaklık k a d a r olan bu ışıktan kalem , kıyam et
gününe dek m eydana gelecek olan tüm olay ve olguları yazm ıştır; bu itibarla
artık yeniden başka b ir olayın m eydana gelmesi düşünülem ez; aksi halde, T an ­
rısal bilim in değişken olm ası gerekir. Bazı İslâm d ü şünürlerinin tüm el akıl say­
dıkları bu L evh-i M a h fu z ’âan ya da bu anlam da kullanılm ış olan k itap tan baş­
ka ayetlerde de b ah so lu n u r: "T anrı, dilediğini y o k eder, dilediğini yerinde b ı­
rakır, onun yanında L evh-i M a h fu z vardır’’ (R a ’d, 39); "B iz, bilinen kitapta,
a kıbetini belirtm iş olm adan hiçbir karyeyi m a h v e tm e d ik ” (H icr, 4); "K ıyam et
gününden önce m ahvetm eyeceğim iz ya da şid d etli bir azapla cezalandırm ayaca­
ğım ız hiçbir kasaba yo ktu r; bu da kita p ta ka yıtlıd ır” (İsra, 58); “ Y e ry ü zü n d e
ve nefsinizde, kita p ta yazılı olm ayan hiçb ir m usibete uğranılm az, bu T a n rı’ya
göre ko la yd ır” (H ad id , 2 2); "D e ki, b ize T a n rı’nın yazdığından başka bir şey
isabet etm ez, O , bizim efen d im izd ir, im an edenler, yalnız T a n rı’ya te v e k k ü l e t­
sin ler" (Tevbe, 51)
K âhinlik ve k ad er konusu için fetva aray an lar, Saffat suresinin 88-89’uncu
ayetleriyle L okm an suresinin 12’nci ayetindeki bildiriye dayanarak yıldızlarla
geleceğin keşfedilebileceğini ve hekim liğin T an rı tarafın d an peygam berlere vah-
yedilm iş olduğunu iddia ed erler ki, b u tü rlü düşünceler, gerçekte k ad er in an ­
cıyla uzlaştırılam az.
G örülüyor k i, olayların alacağı son şekil k a d a r da vukua gelecek olan tüm
olaylar, k itap sözcüğüyle, ifade edilen L evh-i M a h fu z’da, yahut da R a’d suresin­
de kullanılm ış o lan Levh-al-m ahv v e ’l-isbat’ta, yani b ir kutsal levhada yazılıdır.
Bunun içindir ki, ne güneş ayı, ne de gündüz geceyi geçebilir, b u n ların h er biri
bir felekte yüzerler (Y asin, 40) ve T an rı, böyle tertip etm iş olduğu b ir âlem
düzenini değiştirip d urm az ve âdetini bozacak denli de kararsız değildir, Z ira,
değiştirm ek, ya yeni b ir ihtiyaç için o lu r, ya da sırf keyif için olur. Birinci halde,
T anrı ilk k urm uş olduğu düzeni kıyam ete dek yetecek b ir yetkinlikte yaratm a­
mış ve ilerde doğabilecek olan yeni ihtiyaçları önceden görem em iş, daha açıkça,
yaratm ış o ld u k ların ı kendisi de beğenm em iş o lduğunu anım satır. Bu ise, onun
öncel bilginliğine ve bilim ine aykırı b ir o lasılıktır. İkinci hal ise, ozan Abdül-
hak H â m id ’in deyim iyle, T a n n ’yı b ir tıfl-ı ek b er (ulu çocuk) sayarak, çocuk
gibi, aklına geldikçe, önceden ne olacağını bilm ediği, h a tta sonucunun da ne
olacağı belli olm ayan ve kendisinin de fark edem ediği herhangi b ir yeni olayı,
b ir değişikliği gerçekleştirm ekten hoşlandığını k abul etm ek gerekir ki, bu iki ■
olası da kutsal m etin lerin bild irilerin e olduğu k a d a r, im ana ve akla da aykırıdır.
G enel o larak kelâm cılar, T a jırı’nın y ap tık ların d an sorum lu olm adığını ve aklın,
b ir işi T a n rı’nın niçin yaptığını öğrenm esine izin verilm ediğini, esasen aklın
buna gü cünün yetem eyeceğini, ödevim izin, sadece kendi eylem lerim izi T an rı
isteğine göre düzenlem ekten ib aret olduğunu sav u nurlar. F akat bu teklife k a r­
şın akıl, bu konu üzerinde kendi âcizliğini k ab u l ederek susm uş değildir. Bazen
birbiriyle çelişik gibi görünen ve tü rlü olaylar yüzünden ayrı zam anlarda bil­
dirilm iş olan ayetlerden, insel özgürlüğe h içb ir yer verilm ediği ve bu konuda
aklım ıza gelebilecek sorulara pek de kandırıcı olm ayan dogm atik yanıtlar veril-
.diği, nihayet insanın b ir ta ra fta n da k ad er çerçevesi içinde büyük b ir sorum -
luluğa m ahkûm olduğu görülür. Z ih n in , çevirti ve tefsirin sözcük oyunlarıyla
kandırılam ayâcağı için d ir ki, İslâm m ezhepleri ve filozofları, tü rlü açıklam alar­
la bu konuyu yum uşatm aya, aydınlatm aya ve H z. M uham m ed’in bu konudaki
b ildirilerini günaha girm eden, d ah a akla uygun b ir şekilde aydınlatm aya çalış­
m ışlarsa d a, kendi araların d a tam b ir uzlaşm aya m uvaffak olam am ışlardır. Bun­
ların d ü şü n d ü k lerin i kısaca şöyle özetleyebiliriz: '
C ahm bin Safvan ve M ü rcialard an , k a b ir azabını da reddetm iş olan El-
N eccar gibi caberiyenin (fatalism e) aşırı yanlıları, olayların önceden, T an rı ta­
rafın d an saptanm ış ve insel irad en in b u kutsal plan a göre hareket etm e zorunda
olduğunu, b u b ak ım d an , insanla diğer can lılar arasında h içb ir fark bu lu n m a­
dığını savunurlar. Bu d o k trin e göre, insan iradesi, kendi k ad erini olduğu ka­
d a r da diğer olayları değiştirem ez. Z ira T a n rı, geleceği de bilir ve olayları bu
bilgisine göre düzenler. Bu itib arla insanın eylem leri, gerçekte T a n rı’nın ey­
lem leridir. N itekim El N eccar’ın hocası B ağdat m üçtehitlerinden Bişr-el-M arisî
(ölm . 833) de, hayırla şer, hidayetle sapıklık (dalâlet), T a n rı’nın öncel takdi­
rine bağlıdır; b u n lar, ister istem ez o lu şu rlar idd iasındadır. Bu doktrine bağlı
olan H aricîler de, kulu n hayır ve şerri kendi iradesiyle yapm adığına inanırlar.
Bu görüşler, sorum luluğu açıklayam az ve T an rısal adaleti tehlikeye d ü şü rürler.
S ünnet ehli, b u id d iaları red d ed er. Bu züm reye göre, insel eylem lerin yaratıcısı
T a n rı’dır; O , bize tikel b ir irade v erm iştir; biz b u iradeyi dilediğim iz b ir iş için
kullanırız. Eğer b u iş T an rısal iradeye uygun gelirse, T anrı o işi yaratır. Genel
o larak T anrıb ilim ciler, “Tanrı, derler, tü m eylem lerim izin nasıl olacağını önce­
d en bilir; Tanrı m u tla k surette d ilediğini yapar ve buna gücü yeter; doğa yasa­
larını O ku rm u ştu r; dilerse b u yasalara aykırı bir olayı da oluşturabilir”. Y ani
T a n rı, m utlak su rette özgü rd ü r, fak at insan, O ’n un bilim ve tak d irin i aşam az.
H z. Ö m er’in dediği gibi, özgür ölarak yaptığım ızı zannettiğim iz h areket ve giri­
şim ler, gerçekte T a n rı’nın tak d irin d en yine O ’n u n takdirine sığınm aktan başka
b ir şey değildir. Y ani, sağ aklı (aklıselim ) k u llan m ak ya da kullanm am ak da,
T anrısal tak d ire uym aktan b aşka b ir şey değildir. Bu itibarla hiç kim se kendi
alın yazısından k u rtu lam az. K aderi in k â r ettik leri için, “ â d il” ve T a n rı sıfat­
ların ı red d ettik leri için “ te v h it” erbabı sayılan M utezile, insel iradeye değer
verir. Z ira bu sistem de, T a n rı’nm tüm el güç ve iradesinden çok bilgeliğine önem
verilir. B unlara göre T an rı, yalnız hayrı y aratır, şerri yaratm az. İnsel eylem ler,
in sanların özgür iradelerinin ü rü n ü d ü r. Z ira, insanda eylem den önce, o eylemi
icraya elverişli ve potansiyel b ir kuvvet ve yetenek v ard ır ve T an rı dilerse şer­
rin önüne geçebilir. M utezile, C aberiye’nin zıddını düşündüğü için, b u n lar k a­
d ercidirler. O n lar, T a n rı’nın, in san lar ta rafın d an yapılacak olan h e r eylem in
n eler olduğunu, nasıl olacağını b ildiğini, fak at b u bilgisine karşın hiç kim seyi,
yapm akta olduğu işi yapm aya zorlam adığını, yani inşânın hayır ve şerden birini
k endi iradesiyle seçtiğini ve sorum luluğun da b u özgürlükten doğduğunu savu­
n u rlar. S ünnîler ise, b ir c ü z ’î iradeye sahip olduğum uzu, hangi işi yapm ak is­
tersek, T a n rı’nın o işi vücuda getirdiğini savu n u rlar; hem Caberiye, hem de
K adercilerin saçm acı ve k âfir olduğuna in an ırlar. E ş’arîler, insanda b ir kazan­
m a (kesp) yetenek ve özgürlüğünün b u lu n d u ğ u n a in an ırlar. O n lar, insanın
biraz olsun özgür iradeye sahip olduğunu zannederlerse de, gerçekte biz ihti­
yarsız o larak h arek et eden yaratık larız, derler. E ş’arî, b ir çeşit vesileciliği (occa-
sionalism e) savunm uştur. M atüridîler, bireyin tikel (cüz’î) iradesinde elindelik-
ten söz ettiler. B unlar, bireyin m ük âfat ve cezaya lâyık olabilm esi için, eylem ­
lerim izde özgürlüğün zorunlu olduğunu sav u n d u lar ki, çok sonraları K ant, şüp­
hesiz birço k fark larla aynı düşünceyi savundu. T asavvufla uğraşanlarsa, b ir­
likte (vahdet) iradenin düşünülem eyeceğini savundular. Y ukarda sözü geçen
K aderciler, k u l, kendi eylem lerinin y aratıcısıdır ilkesinden h areket ederek Ca-
beriye’den ay rılırlar. K aderi reddetm ek k a d a r da kabul etm ek, T anrıbilim b a­
k ım ından tehlikeli ve h a tta k ü fü r sayıldığı için, M atüridî ve E ş’aıî, K aderci­
lerle Caberiye m ensuplarının o rtasın d a kalm ıştır. N itekim M utezile, T anrısal
iradeyi, insel iradeye o rta k saydıkları için m ü şriklikle suçlandırılm ışlardır. Si-
m avna Kadısı Şeyh B edreddin de, " Tanrısal irade, bir insanın istidadında olanı
dilem esi d em ektir. O nesnenin istidadında olm ayanı Tanrı dilem ez ve böyle bir
ye tk isi d e yo ktu r. Tanrı, dilediğini yapar, fa ka t istidatta olanı diler” der; fakat
istidadın nasıl gerçeklendiğini açıklayam az.
K ader konusu n d a Şiî kelâm cılarla İm am îler, daha geniş ve pervasız dü­
şüncelere dalm ışlardır. O n lar, T an rısal iradenin sabit olm adığını, yeni koşul ve
o lan ak lara göre bu iradenin de değişebileceğini ileri sürm üşlerdir. K u r’andan
tü rlü ayetlere d ayanarak, gün ah lıların cezalarının değiştirildiğine dair olan k u t­
sal bildirileri, oğlunun k u rb an edilm esi h ak k ın d a H z. İb ra h im ’e verilm iş olan
em rin geri alındığını, Y unus kavm inin m ahvedilm esine karşı, T a n rı’nın göster­
m iş olduğu m erham eti, bazı sevaplarla, örneğin, evlâdın ebeveyne karşı göste­
receği saygı dolayısıyla ö m rün uzayacağını ve hayır işlem enin insan kaderini
değiştireceğini b ild iren hadislerle ayetlerin kaldırılm ış olm asını (nesh), iddia­
larının b irer k a n ıtı o larak öne sürerler. Y ani, Şiîler, işlerde vukua gelen en uy­
gun değişm eler, b u n lara uygun gelen tak d irlerle paralel olarak gelişir, derler.
N itekim , «zam anın değişm esiyle ahkâm ın da değişm esini» bildiren fıkıh h ü ­
k üm lerinin dayanağı da, H z. M uham m ed’in hadisleridir. Bize göre de eğer ka­
d er, değişm ez ve öncel b ir plan olsaydı, evvelâ duanın ve tövbenin, h atta iba­
detin b ir değeri olm azdı. Z ira , T a n rı’nın çizm iş olduğu alın yazısından k u rtu l­
m a olanağı b u lu n m ad ık tan sonra, O ’flun lü tfu n a, m erham etine, Peygam berinin
şefaatine sığınm ak yararsız o lu rd u . T övbe etm ekle günahlarım ızdan k u rtu la ­
m ayacak o ld u k tan sonra, n için tövbe ederek, yalvarıp y ak ararak T a n rı’yı ted ir­
gin etm elidir? İb ad et, yalnız b ir borç değil, aynı zam anda ru h u arıtm ak, T an ­
rısal lü tu f ve inayete lâyık b ir d u ru m a getirm ek için yapılan kutsal eylem ler­
dendir. K aderim iz değişm ez b ir su rette L e v h ’i M a h fu z’da yazılıysa, kulun bunu
değiştirm ek için uğraşıp durm ası boş ve verim siz b ir çabadır. K adere körü kö­
rüne bağlanm ak d a, ilerlem eyi d u rd u ra n , yetkinleşm eyi baltalayan, m iskin ve
eylem siz ru h ları ü retm ekten ve insel sefaleti artırm ak tan başka b ir işe yaram az.
K u r’andaki şu ayetler, k ad er çem berinden kurtulm aya hizm et edecek şekilde
tefsir edilebilir sanırız: "T anrı, en evvel ka lem i yarattı; bir kalem çekildi m i, o
h em en o lu verir”. Bu simgesel ayetlere göre, kalem yaratıldığı andan beri yaz­
m aya devam etm ektedir. O laylar ve v arlık ların ne tarzda akıp gidecekleri ön-
cedcn yazılm ış, fakat yaratm a sü rü p gittikçe yazılm a da devam etm ekte ya da
yazıldıkça yaratm a ve ta k d ir vücuda gelm ektedir1.
G örülüyor ki, p ek geniş ve kuram sal tartışm alara yol açmış hulunan bu
önem li ko n u , kutsal m etinlerde, tüm açıklığıyla b ir tek ilkeye bağlanm ış de­
ğildir; İslâm m ezheplerinin, üzerinde birleşm em elerinin b ir nedeni de bu d u r.
Bu itibarla biz H z. M uham m ed’in bü konu d ak i anlayış ve telkinlerini, kutsal
m etinlerden izlemeyi d ah a y ararlı buluyoruz:
1. K u r’an d a tü rlü vesilelerle Peygam bere yapılm ış olan ih tarlar, insanla­
rın hidayete erişebilm elerinde T anrısal takdiri aşabilm enin olanaksız olduğunu
gösterir: “ O nları hidayete getirm ek sana düşm ez, sen yalnız irşat etm ekle y ü ­
k ü m lü s ü n ” (B akara, 273); “Sen sevd iklerin i hidayete nail edem ezsin, lâkin T an­
rı dilediğini hidayete ka vu ştu ru r” (K asas, 56). İn san ları, doğru ya da eğri yola
sürükleyen T a n rı’nın kendisi olduğu için, Peygam berin bu konudaki çabaları
boşunadır: “Sen, T a n rı’nın sapıttığı kim seye bir yol bulam azsın” (N isa, 26;
M aide, 41); “O nların inalları ve çocukları, seni im rendirm esin, Tanrı onları
d ü n ya hayatında bunlarla azaplandırm ayı ve kâ fir olarak can verm elerini istiyor”
(T övbe, 55; M aide, 41); zira, “H \r hususta em ir ve irade T a n rı’n ın d ır” (ÂSi
İm ran, 157) ve zaten; "H ayır ve şerrin hepsi T a n rı’dandır” (N isa, 76). Bu iti­
barla Peygam berin görevi, şefaat etm ek ve hidayete ulaştırm ak değil, sadece
T an rısal em irleri b ildirm ekten ib arettir. N itekim bizde, H acı Bayram tarikatına
m ensup olan dervişlere, h er şeyden önce tüm iş ve eylem lerin T a n rı’dan geldiği
öğretilir ki, hem en tüm m istik ta rik a tla r, bazı ayetlerin tefsirinden, kendi sis­
tem lerine uygun sonuçlar çık a ra rak h er şeyi T a n rı’dan ibaret görür ve her şeyin
T a n rı’dan geldiğini öğreterek m ensuplarının tinsel esenlik ve m utluluklarını
sağlam aya çalışırlar.
Ö zet o larak T an rı, m utlak surette özgür olduğu için, dilediğini, dilediği
gibi yapar. O , yaratıcı b ir güç oldu ğ u n d an , yine kendi yaratm ış olduğu neden
ve vesilelerle yaratm aya devam eder. F ak at, Y üce T an rı, zu h u r etm e zorunda
olm asına k arşın , an cak olanaklı olan şeyleri y aratm ak ister; olanaksız olan şey­
leri yaratm az. Bu suretle S ünnîler de olup b iten h e r şeyin, b ir tara fta n yaratıcılık
gücü itibariyle, m u tlak su rette etkin (aetif) saydıkları T a n rı’dan, zu h u r etme
zoru n d a olduğunu ve T a n rı’nm olanaksız olanı yaratm ayacağını ileri sürerek,
O ’nun tak d irin d ek i özgürlüğü sınırlam ış o lurlar.
2. İn san ların im anlı ya da k âfir oluşları da, T a n rı’nm isteğine bağlı gö­
rünm ekted ir. Ö rneğin, T an rı, H z. A d em ’le H avva anam ızı cennetten kovduk­
tan sonra şöyle diyor: " Eğer benden size bir hidayet erişirse, hidayete uyanlara
hiçbir k o rk u y o k tu r ve onlar asla m ahzun olm azlar” (B akara, 38). Şu ayetler
d e, insand a özgürlüğün bulunm adığını b ild irirler: “Tanrı, dilediği kim seleri
doğru yola g ö tü rü r” (B akara, 214); “D e ki, D oğu da. Batı da T a n rı’nındır, O
dilediğini doğru yola iletir” (B akara, 142). Şu ayetler de hep aynı gerçeği sa­
v u n u rlar: (F atır, 9; E n ’am , 35, 93; N u r, 35, 46; Secde, 13; Ş ura, 1.2; M üd-

(1) Haricîlerle Mutezile’nin ve öteki İslâm m ezheplerinin kader konu­


sundaki görüşlerine dair Şebistaranî'nin G ülşen-i Raz adlı eserinde faydalı bil­
giler vardır.
desir, 31, 56; M ünafikun, 6; Y unus, 26; İb rah im , 5; N ahl, 37, 107; İsra, 9 7 ;
H ü cu rat, 78; Şura, 42, 44) ve daha birçok ayetler, hidayet ve dalâletin T a n rı'
d an olduğunu, yani k u lu n , b u n lard an b irin i seçme özgürlük ve yeteneğine sa­
hip olm adığını ih ta r ederler.
K u r’anın b ild irileri böyle olduğu halde, din adam larının çoğu, birb irin i ve
kendileri gibi düşünm eyen insanları kâfirlikle suçlam ışlar, b u n lard ak i hoşgö­
rüye açılabilecek yolları görem em iş ve h a tta kap atm ışlardır.
3. İn san lara doğru yolları gösteren ve gösterm eleri için elçiler ve pey­
gam berler gönderen Y üce T an rı, aynı zam anda onları, eğri yollara da sü rü k ler,
sap ıttırır; bu itib arla O ’n un işlerine akıl erdirm ek zordur: “K üfredenlere hile­
leri (m ikr) hoş gösterildi; doğru yoldan saptırıldı; T a n rı’nın saptırdığı kim seye
hidayet verecek k im se y o k tu r ” (R a ’d, 35); nitekim Hz. N uh da K u r’anda kav-
m ine şöyle diyor: " . . . Tanrı, sizi yoldan çıkarm ayı dilem işse, size öğüt versem
de, öğüdüm yarar sağlamaz, O , sizin R abbinizdir, O ’na d ö n eceksin iz” (H u d ,
35); “O nların önlerine ve arkalarına setler ko y d u ğ u m u z ve gözlerine perde çek­
tiğim iz için doğru yo lu g ö rem ezler” (Y asin, 9); " ... İşte Tanrı, kâfirleri böyle
sapıttırır” (M üm in, 74, 33; Z ü m er, 23; R a’d, 12). Y üce T an rı, H ıristiyanlar-
dan söz ederken, “B iz onların arasına kıya m et g ü nüne d e k k in i ve düşm anlığı
s o k tu k ” (M aide, 14) dem ektedir. Â deta T an rı, peygam berlerini, insanları yola
getirm ek için değil, bazılarını cezalandırm ak için gönderm ektedir ve şeytanlar
d a O ’nun izni olm adan, insan lara b ir k ö tü lü k yapm a yetkisine sahip değildirler:
" . . . Tanrı, elçilerini dilediği kim seler üzerine m usallat eder” (H aşr, 6); " ... Tan-
rı’nın izn i olm adan şeytan onlara hiçbir zarar verm ez” (M ücadele, 10); “K u r’an
oku d u ğ u n zam an, biz seninle ahrete inanm ayanlar arasına görünm ez bir perde
çekeriz; ve yüreklerin e anlam alarına engel olan ka buklar geçirir ve kulaklarına
ağırlık veririz” (İsra, 45-56). K ehf suresinde de b u anlam da başka b ir ayet var­
dır. T a n rı’nın niçin böyle yaptığını soru ştu rm ak boşunadır. H er biri b ir ayrı
olay ve dönem in gerektirdiği b ild irilerd en oluşan bu ayetler, lakonik (kısa ve
kestirm e) old u k ları k a d a r da d o gm atiktirler. B unları fazla incelem ekle günaha
girm ekten başka b ir sonuç elde edilem ez. “G örm edin m i, b iz o şeytanları, o kâ ­
firlere saldırtm ışız, onları k ışk ırtıp d u rm aktadırlar” (M eryem , 83). Yüce T an rı,
bu dünyadaki h er şeyi insan için m eydana getirm iştir, am a insanı da, cinlçri de,
“ken d isin e ibadet etsinler d iy e ” y aratm ıştır. Bu itibarla insanlar, kendileri için
değil, b ir taraftan da K u r’andaki em irlere itaat etm ekle yüküm lüdürler; eğer
T a n rı, o n ların itaatini istem ek lü tfu n d a b u lu n u rsa, bu o lanaklıdır; yoksa insan,
ita at ve ibadet etm ek özgürlüğünden de yoksundur. H atta H z. M uham m ed’in
bile bu k o n u lard a en k üçük b ir özgürlüğü yoktur: “D ilersek sana vahyettikle-
rim izi de tam am ıyla gideririz ve sen b ize karşı, ken d in e bir vekil de bulam azsın”
(İsra, 86); “Eğer R a b b in d ile şeydi, yeryü ziin d eki insanların tü m ü im an eder­
lerdi, sen halkı im anlı olmaları için zorlam ak m ı istiyorsun?” (Â raf, 40). Şu hal­
de insanlara niçin peygam ber g ö n derilm ektedir?
4. T an rı, yalnız dilediğini yapm akla kalm az, insanlardan istediğine m ü­
k âfat, istediğine de ceza verir; dilediğini aziz, dilediğini rezil eder; her çeşit
nim et ve m utlu lu k O ’nun elindedir. “Biz, her şeyi bir kaderle y a ra ttık” (Kam er,
49) diyen T an rı, kendi ta k d ir etm iş olduğu edim lerim iz karşısında, tüm suçu
yine in san lara yüklem ekten çekinm ez; T an rısal adalet, despotik ve keyifsel bir
hevesin b elirtileri g ibidir. Bir y an d an , "D ileseyd ik her kasabaya bir sakındırıcı
yo llardık” d ed ik ten sonra, sanki H z. M uham m ed, O ’nu n em irleri dışına çıka­
bilirm iş gibi, "M a d em k i yalnız seni g önderdik, öyleyse kâfirlere itaat etm e de,
bununla onlara b ü y ü k savaş aç” (F u rk an , 51-52) der. Bir yandan da, " İm a n
edenler bilm iyorlar m ı ki, Tanrı dilerse tü m insanları hidayete m azhar ed er”
(R a’d, 33) ayetiyle, her şeye gücünün yettiğini, fa k at insanları böyle çıkm azlar
içinde b ıra k m a k ta n hoşlandığını bild irm iş o lu r. "T a n rı, dilem iş olsaydı, onlar
m ü şrik olm a zla rd ı” (E n ’am , 107) dediği h ald e, H z. M uham m ed’i, k u lların müş-
riklikten k u rtarılm aların ı sağlam ak için yollam ış olan Y üce T an rı, sevdiği el­
çisini de boşuna u ğ ra ştırır d u ru r. Şu ayetler de b u m istik d ik ta rejim inin, ni­
çin olduğunu kim senin sorm aya h ak k ı olm ayan, çelişik ferm an ların d an d ır: " T a n ­
rı, k im i alçaltırsâ, ona k im se saygı gösterm ez, Tanrı dilediğini yapar” (H ac, 18);
"B iz, diled iğ im ize rah m etim izi nasip ed eriz” (Y usuf, 56); " G öklerin ve yerin
m ü lk ü hep T a n rı’nındır; dilediğini yarlıgar, dilediğine de azap verir” (F eth, 14);
"B iz onlara bir z e v k indiririz de sonra ken d ilerin i kaba bir azaba uğratırız”
(L okm an, 24); "T a n rı size bir fe lâ k e t diler ya da bir rahm et dilerse, sizi Tan-
rı’dan ko ru m a k, k im in h a d d in e d ü şer? ” (A hzab, 17). K ulları üzerinde kahredici
olan T an rı (E n ’am , 18) için cennet bile, "D ilediğine ihsan edeceği bir n im ettir”
(H ad id , 21). Şu ayetler de hep T an rı iradesinin h ü k m ü n ü açıklarlar: (Y unus,
108; F atır, 2; Âli İm ran , 70; E nbiya, 9).
5. İn san ların rızk ların ı az ya da çok veren ve b u m ik tarları da kendi
dilediklerin e dilediği şekilde lâyık gören, yine T a n rı’nm kendisidir. Y ani k ul,
kazanm ak için ne denli çalışırsa çalışsın, elde edebileceği nim et, T a n rı’n ın ona
ta k d ir ettiğinden asla fazla ya da eksik d eğildir: "S en d en r ızk için çalışm a iste­
m iyoruz, sana rızkı biz vereceğiz” (T ah a, 132). Bu m üjdeye karşın. H z. M u­
ham m ed, çalışm aktan ve çalışm ayı övm ekten hiç b ir zam an vazgeçm em iştir.
"R a b b in , d ilediğine bol rızk verir, dilediğine de az verir” (İsra, 30; N u r, 38;
A nkebut, 62; R um , 37). N için T a n rı böyle b ir eşitsizlikten hoşlanıyor da h er­
kese bol bol verm iyor? Z ira , "T a n rı, kullarına rızkı genişletseydi, yeryü zü n d e
başkaldıracaklardı; O, rızkı istediği kadar verir” (Şura, 27). Bu surenin 11 ve
18’inci ayetleri de T a n rı’nm rızkı dilediklerine az ya da çok verdiğini an latır.
T an rı rızkı, herkese hem çok verseydi, hem de o n ların b aşkaldırm asına engel
olsaydı dah a iyi değil m iydi? Y eryüzünün tü m fitne ve fe satla n , herkesin dünya
nim etlerinden gereği k a d a r yararlan m am aları yüzünden değil m id ir? V e insan­
lığın tüm çabası, h erkesin m u tlu olm asını sağlayan b ir n z ık bolluğuna kavuş­
m aları için gereken çareleri aram ak ta toplanm ıyor m u ? A kla gelebilen tüm bu
çeşit soru lara verilecek yanıt, T a n rısa l tak d ire kim senin dil uzatm aya hakkı ve
yetkisi y o k tu r’d an ibaret olacak tır.
6. Y üce T a n rı’nın tü m in sa n la n im an etm iş, hidayete kavuşm uş "görm ek­
ten pek de hoşlanm adığı, h a tta b u n u istem ediği de anlaşılm aktadır. Y ani d ü n ­
yada im ansızların bulunm ası da T an rısal irad e ve isteğin b ir sonucudur. F akat
bu kutsal isteğe göre düzenlenm iş olan düny ad a, yine G ’nun isteğine göre im an­
sız kalm ış olan lar, ah ret so ru m lu lu k ların d an ve h a tta dünya sıkıntılarından da
asla affedilm iş değildirler: "B iz d ileseyd ik h er n e fsi hidayete eriştirirdik, lâkin
benden, her halde ceh en n em i cinlerle ve insanlarla dolduracağım h ü k m ü çık ­
m ıştır" (Secde, 13). Bugün de aklım ıza gelen dilekler, H z. M uham m ed zam a­
nında da akla gelm iştir: “M üşrikler, Tanrı dileseydi, ne biz m ü şrik olurduk, ne
d e atalarım ız, ne d e bir şeyi haram ed eb ilird ik d iyecekler”. Buna verilm iş olan
karşılık şu d u r: “Bunlardan evvelkiler d e böyle yalanlam ışlardı; sonunda azabı­
m ızı tattılar; evet, O dileseydi, h ep birden hidayete erdirirdi”. P eki niçin b u n u
dilem edi? sorusuna alınacak yanıt, yine aynı anlam da b ir ayettir; ve şüphesiz
ki hidayetleri T an rı ta rafın d an istenm em iş o lan kavim lere veya insanlara pey­
gam ber gönderm enin n edenini açıklam ak da çok güçtür. Z aten insanların pey­
gam berlere im an etm eyecek o lan ların ın anlaşm azlıklara düşm elerini isteyen de
T a n rı’nın kendisidir: “Tanrı dileseydi, sîzleri bir ü m m et yapardı; lâkin O , di­
lediğini sapıttırır, dilediğini h idayete ka vu ştu ru r ve. hepiniz yaptıklarınızdan
sorum lu o lacaksınız” (N ahl, 93; Ş ura, 7); "T a n rı dileseydi, onlar m ü şrik ol­
m azlardı” (E n ’am , 107). Şu halde yine akla T an rısal adaleti, sorum lulukla nasıl
u zlaştırab iliriz? sorusu gelir. M adem ki, " Y o lu d oğrultm ak T a n rı’ya aittir; O ’n­
dan sapan da vardır; T anrı dileseydi h ep in izi doğru yola eriştirirdi” (N ahl, 9)
deniliyor; ü stelik, “R ab b in dileseydi yeryü ziin d eki insanların tü m ü toptan iman
ederlerdi. T a n rı’nin izn i olm adan hiç+£>ir n efis iman ed em ez ve a kıl edem eyen­
leri p islik içinde bırakan O ’d u r” (Y unus, 101) ayetleriyle de in san lar için dün­
ya ve a h re t m u tlu lu ğ u n u değişm ez b ir k adere bağlam ış olanın kendisi oldu­
ğunu te k ra r te k ra r b ild iren de yine kendisidir.
7. Bu açık b eyanlar ve ih ta rla r karşısın d a hayır ve şerri seçme işinde in­
sanlara özgürlüğün zerresi verilm em iş gibi görünm ektedir. N itekim b aşka bir
surede de, H avva anam ıza şu em ir veriliyor: "B azınız, bazınıza düşm an olarak
oradan ininiz, tarafım dan size bir hidayet ulaşır, her kim yolum a bağlanırsa, iş­
te o yo lu n u şaşırm ayacak, bahtsız o lm ayacaktır” (T aha, 123) Şu ayetlerde, T an­
rı dileğinin, insan akıl ve vicdan ın ın dileklerine hiç uym adığı görülür: “B iz di-
leseydik, her k e n te sakındırıcı bir peygam ber g ö n derirdik” (F u rk an , 51); “Biz
dileseydik, onların üzerine g ökten bir alâm et in d irirdik d e onlar, buna boyun
eğerek itaat ederlerdi” (Ş ura, 4 ). T a n rı’nın in san lar arasındaki anlaşm azlıklara
yardım ettiği ve o n ların u zlaşm alarından pek de hoşlanm adığı gibi bazı duygu ve
düşünceleri akla getiren kutsal n iyetler de eksik değildir: "B ir d e o küfredenler,
kendilerin i b ırakm ış olm am ızı, sakın ken d ileri için bir hayır sanm asınlar; biz
onları sırf günahlarını artırsınlar d iye bıra kıyo ru z” (Âli İm ran , 178). Eğer onlar,
T a n n ’m n indirdiği h ü k ü m lerd en , “Y ü z çevirirlerse, T a n rı’nın, bazı günahları do­
layısıyla onların başlarına m u tla ka bir m u sib et g etirm ek istediğini b il” (M aide,
49).
8. İn san ların peygam berlere düşm an o lm alarını isteyen T a n rı olduğu gi­
b i, k ö tü edim leri iyi gösteren şeytanı, insan lara m usallat eden ve insanları b ir­
birine düşü ren de T a n rı’nın kendisi olduğu anlaşılm aktadır: “A h re te im an et­
m eyenlere edim lerini (am el) hoş g ö sterd ik" (N em i, 5); ve geçmiş peygam berlerle,
kavim lerin alay ettik lerin d en söz edilirk en , “İşte suçluların yüreklerine istihzayı
böyle so ka rız” (H icr, 113) denilm ektedir. “Bazılarını bazlarıyla fitn e ye düşür­
d ü k k i o, T a n rı’nın aram ızda liitfu n a lâyık gördüğü kim seler şunlar m ı desin­
ler”; “Tanrı, bazınız, bazınıza düşm an olarak ininiz; sizin için yerde, belirli bir
va kte dek barınacak yer ve geçim lik vardır d e d i” (Â raf, 24); “B iz şeytanları,
im an etm eyenlere dost k ıld ık ” (Â raf, 27). " H er ü m m ete edim lerini hoş göster­
d ik ” (E n ’am , 108); “Tanrı dileseydi onlar, peygam berlere bu düşm anlığı yap­
m azlardı” (E n ’am , 1 1 2 )... B ütün b u ayetlerdeki çelişiklikleri giderm ek içindir
ki, tefsirciler ve türlü m ezheplerle felsefe o k u lları, hayır, şer, k ad er ve özgürlük
konusunda tü rlü zekâ ve düşünce oyun ların a başvurm uşlardır. Esasen Yüce
T an rı, akla gelen k u şk u lard an k u rtu lm ak için türfu sorularla kendisinin ve Pey­
gam berinin rahatsız edilm esini hoş görm em ektedir: “Sizden evvel de bir kavim
bu şeyleri sorm uşlardı, sonra sordukları şeyler yü zü n d en k â fir olm uşlardı”
(M aide, 102).
9. H e r şeyin akıbeti ne olacağını önceden planlayan da Y üce T a n rı’dır.
Hz. Y akup , oğullarına şöyle diyor: " . . . N e yapsam hiç bir şeyde sizden T a n rı’
nın takdirin i k o v a m a m ” (Y usuf, 67); U lu T a n rı, “H er şeyi yarattı ve onun m u ­
kadderatını takd ir e lti” (F u rk an , 2); “V e L u t’un karısı m üstesna olacaktır; zira
onun ölm esi için, kalanlar arasında bulunm asını takdir e ttik ” (H icr, 60); “H er
insana takd ir olunan ed im i (fiil, am el), k en d i boynuna doladık, kıyam et gün ü n ­
de, o, insana edim lerinin sayfasını çıkaracağız, oını a çık bulacaktır” (İsra, 1 3 )...
D ikkat edilirse bu ayette de, insan ların işledikleri ve işleyecekleri iyi ve kötü
edim ler, b ir alın yazısı o larak T an rı ta rafın d an ta k d ir edilm iş olduğu halde,
ah rette kendisine, işte yaptık ların diye suçları yüzlerine vu ru lacak tır. U hut sa­
vaşında uğranılan yenilgi dolayısıyla inen b ir ayette de şöyle deniliyor: " ... Bu
işten bir payım ız olsaydı, burada ö ld ü rü lm ezd ik diyorlar, de ki, evin izd e d e ol­
saydınız, kendilerine ölüm ya zılm ış olanlar, yin e çıkacak, d ü şüp kaldıkları yer­
de m utlaka bir belâya çatacaklardı” (Âli İm ran , 154). Alın yazısından k u rtu l­
m aya olanak bırakılm am ış olan b ir âlem de, insanı aldatan bazı du ru m lara gü­
venm em ek gerektir: “H er nefis ö lü m ü tadacaktır. S izi bir sınav için hayır ve
şerre uğratacağız ve sonunda h ep in iz b ize d ö n eceksin iz” (E nbiya, 35). Şu ayet­
ler de T an rısal iradeyi onaylar: M uham m ed, 4; T övbe, 115.
10. B ütün b u em ir ve b ild irilerd en de anlaşılacağı gibi, insanın edim ve
eylem lerini hem y aratan , hem de b u n ları değerlendiren T a n rı’nın k en disidir.
Fakat kutsal m etinlerde öyle b ild iriler de v a rd ır ki, b u n la rd a bireysel özgür­
lüğün âdeta T an rısal iradeye karşı geldiğini kabul etm em ize ya da hiç olm azsa
böyle b ir özgürlüğün varlığına inanm am ıza izin v erir, gibidirler: “Sana g ü zellik­
ten her ne gelirse T a n rı’dandır; k ö tü lü k te n ne isabet ederse k e n d in d e n d ir" (N i­
sa, 79). D em ek ki insanın iyilik için değil, fak at k ö tülük için serbestçe hareket
etm esi olan ak lıd ır: “Tanrı onlarda bir hayrın bulu nduğunu bilseydi, kendileri­
ne işittirirdi; fa k a t işitm iş olsalar da yine aldırm az, d ö n ü p giderlerdi”. G ö rü lü ­
yor ki, b u rad a da insanların işittiklerine aldırm ayacak k a d a r hayra karşı diren­
me ve kötülüğü seçme- özgürlükleri v ard ır; zira, “N efis, insana daim a fenalığı
em reder” (Y usuf, 53). Bu itibarla hayrı reddetm ek ellerinde olan insanlarla uğ­
raşıp d urm ak da b o şu n ad ır: “S en i en kolay yolda başarıya ulaştıracağız; öğüt
ver, eğer öğüt yarar sağlarsa” (Âlâ, 8-9). İn san lard a az çok iy i,v e kötüden b iri­
ni seçme özgürlüğü olm asaydı, “Tanrı, insanlara asla zu lm etm ez, lâkin insan­
lar, kendilerine zu lm ed erler” (Y unus, 45) denilm ezdi. Bu kon u d a şu ayet de
önem li bir anlam taşır: " R abbin dileseydi, insanları bir te k ü m m et yapardı;
R a b b in in m erham et ettikleri m üstesna o lm a k üzere onlar, ihtilâfa düşerler ve
bu ih tilâf için yaratdm ışlardır, zira R abbinin, cehennem i cinler ve insanlarla
dolduracağım sözü yerin e g elecektir” (H u d , 118-119). Bazıları bu anlaşm azlık­
ları bireylerin kendi istekleriyle seçtiklerini k ab u l ederler: “ Cihada çık m a k is­
teselerdi hazırlanırlardı, fa k a t davranm alarını Tanrı istem edi de onları alıkoydu
ve oturun oturanlarla d e d i” (T övbe, 4 6 ). D em ek ki, insanda h azırlanm ak ve is­
tem ek özgürlüğü v ar am a, bazen de T a n rı k u lların ın isteklerine kendisi engel
olm aktadır. F ak at, ‘‘D ünya sevabını isteyene ondan, ahret sevabını isteyene de
ondan veririz” (Âli İm ra n , 145) denildiğine b ak ılırsa, insan b ir taraftan da bu
ikisinden b irin i istem ek ve seçm ek h a k k ın a sah ip tir. N itekim , ‘‘Ey ahali, Rab-
b in iz tarafında size h a k geldi, hid a yet yo lu n u seçen, k e n d i n efsi için hidayet bul­
m u ş olur, sapıtm ış olan da n efsi için sapıtır, ben sizin v ek ilin iz d eğ ilim ”
(Y unus, 108) d enilm ektedir. T a n rı’nın şeytanı m usallat ettiği kim seler, T a n rı­
sal yoldan ay rılan lard ır: ‘‘H er k im rahm anın zikrin d en uzaklaşırsa, ona b iz ar­
kadaş olarak bir şeytan tedarik e d e riz” (Z u h ru f, 37). H akka dönm ek, insanın
kendi elinde o lacak tır ki, şu ayet b u n u onaylam aktadır: “ K âfirler, o m R abbi
neden bir ayet (m ucize) indirm edi derler. D e ki, Tanrı dilediğini sapıttırır ve
h a k k a döneni de hidayete nail e d er” (R a ’d , 29). Şu önem li ve siyasal değeri de
olan ayette, T an rısal takdir? insel irad en in çelişik b ir adalet sistem i içinde çar­
pıştığını gizlem ek zo rd u r: "B ir elçi gönderinceye d e k azap etm eyiz. Bir kasa­
bayı helâk e tm e k istediğim iz zam an, o n u n d evletlilerine itaati em rederiz. O n­
lar, itaat etm ezler, fesat çıkarırlar; o zam an h ü k ü m h a k olur o kasabanın a ltım
ü stü n e getiririz” (İsra , 15-16). Şüphesiz ki, b u ayetler, kendilerine peygam ber
gönderilm em iş o lan kavim lerin b aşların a gelen doğal ve tarihsel felâketlerin ger­
çek nedenini açıklayam az; fa k a t insan ların devletlilere itaa t edip etm em esinin
ellerinde o ld uğunu k ab u l eder. Sanki T a n rı, tüm insanların değil de yalnız ken­
dilerine peygam ber gönderm iş olduğu kavim lerin k u rtu lu şu n u istiyorm uş gibi
em irler verm ektedir: " E y âdem oğulları, size k e n d i cinsinizden peygam berler ge­
lip ayetlerim i ve h ü k ü m le rim i beyan ettiği zam an, takva yolunu seçip, ed im le­
rini ıslah eden kim seler için k o rk u yo ktu r, onlar m ahzun da olm azlar” (Â raf,
32). Bu ayette de açıkça, edim lerim izi ıslaha yarayacak k a d a r olsun b ir seçme
özgürlüğüne sahip olduğum uz k ab u l ediliyor dem ektir. Şu ayet de, böyle b ir
özgürlüğün hay ır ve şer karşısın d ak i d u ru m u n u b elirtm ektedir: "T a n rı, onlarda
bir hayrın b u lu n d u ğ u n u bilm iş olsaydı, kend ilerin e işittirirdi; fa k a t işitm iş ol­
salardı da yin e ondan y ü z çevirirlerdi” (E nfal, 23). D em ek ki, insanda ya T an-
r ı’nın tak d irin e karşı koyabilen b ir irad e v ar ya da insanın böyle olm asını dile­
yen öncel b ir ta k d ir v ard ır.
Eğer firav u n d a b ir seçme özgürlüğü olm asaydı, T a n rı’nın H z. M usa ve
H z. H a ru n ’a şu em ri verm em esi gerekirdi: "O n a yu m u şa k söz söyleyiniz, b elki
sözü n ü zd en öğütlenir ya da T a n n ’m n azabından k o rk a r” (T aha, 44). İnsan,
T a n rı’nın gösterdiği yolu seçm ek ya d a seçm em ekte özgür olm asaydı, ona çelişik
olsa da şu şekilde em irler verm enin b ir anlam ı olm azdı: "E y im an edenler, şey­
tanın adım larına uym ayınız; şeytanın adım larına uyana o, utanm azlığı ve ha­
ramları em reder. T a n rı’nın h a k k ın ızd a lü tu f ve m erham eti olm asaydı, hiç biri­
n iz ebedî olarak tem ize çıkm a zd ı; lâ kin Y ü c e T anrı dilediğim tem ize çıkarır”
(N u r, 2 1 ); “Eğer sö zünü tutm azlarsa, bil k i onlar, ke n d i heveslerine uym uşlar­
dır. Tanrı hidayet verm eden k e n d i hevesine uyandan ço k yo lunu şaşırm ış kim
vardır? Tanrı, zalim lere ku rtu lu ş yolu n u g österm ez” (Kasas, 50). İnsan irade­
sinin özgür k ararların ı onaylayan şu ayetler de önem lidir: " Bir işe azm edersen,
TanrTya te v e k k ü l e t” (Âli İm ran , 150); “Başınıza gelen bir m u sibeti ken d i elle­
rinizle ka za n ırsın ız” (Şura, 30). Şu h adiste, özgür olm anın çaresi gösterilm ek­
ted ir: “D ünyaya a z m eylet ki, özgür olasın”.
11. T ü m bu özgürlüğe yer v erir gibi görünen bildirilere karşın, seçtiği­
m iz eylem in, yine T an rı tarafın d an seçtirilm iş olduğu ih tar edilerek, k ad er çem ­
b erinde sıkıştırılm ış olan in sandan tüm özgürlük u m u tların ın kaldırılm ış oldu­
ğunu gösteren ayetlerin sayısı da pek çok tu r: “S iz, âlem lerin R a b b i olan T a n rı’
m n dilediğinden başka bir şey d ileyem ezsin iz” (Teîcvir, 29); “Bu bir m uhtıra­
dır; isteyen bununla R abbinin yo lu n u tutar. Fakat siz onu isteyem ezsiniz, meğer
k i Tanrı d ileye” (D ehr, 29-30); “R a b b in dilediğini yaratır; dilediklerinden bi­
rini seçm ek (m uhayyerlik) onların d eğ il” (K asas, 68). K u r’anda hem en h er su­
rede, her şeye gücü yeten T a n rı’nın daim a kendi d ilediklerini o lu şturduğunu ve
h er şeyin O ’nun d ilediklerine uygun b ir şekilde oluştuğunu bildiren pek çok ayet
vardır. Şu surelerde işaret ettiğim iz ayetler, T anrısal güç ve iradenin takdirini
an latırlar: İsra, 97; N ahl, 36; R a ’d, 33, 35; K ehf, 17, 55-56; H ac, 6; E n ’am ,
83, 88, 123, 125, 137, 144, 149; Y unus, 97; Sebe, 39; F atır, 9; Z üm er, 36-37,
52; T övbe, 27, 46; M üm inun, 15; R um , 4; T egabün, 11.
12. İslâm tefsircilerine ve Sünnî kelâm cılara göre, T a n rı’nın b ir şeyi, ön­
ceden ya da sonradan bilm esi; o şeyi yapm asını veya yaptırm asını gerektirm ez;
yani, bilm ek b aşka, yapm ak ya da yap tırm ak başka şeydir. Bu suretle de insanın
özgürlüğünü ve dolayısıyla sorum luluğunu kald ırm az dem ek isterler. Bu görüş,
T a n rı’nm h er şeyi k u şatan ve kaplayan öncel ve m utlak bilgisini ‘a p rio ri’ ola­
rak kabul etm e esasına dayanır. T ü rlü vesilelerle H z. M uham m ed’in karşılaştığı
olaylar dolayısıyla indirildiğini bildiğim iz, y u k ard a geçen ayetlerin pek çoğu,
T a n rı’nm tüm el gücü ilkesine d ayanır ve O ’n u n dilem ediği hiç b ir şeyin ger-
çeklenem eyeceğini ih ta r eder. D inde hidayetin koşulu ta k v a’d ır; fakat T an rı,
dilediğini hidayete k av u ştu ru r. H idayete lâyık olabilm ek için bireyin sahip ol­
duğu yetenek de T a n rı’nın b ir lü tfu d u r. Bu itib arla ve T anrıbilim m antığıyla
hangi tefsir ve çevirti yolundan gidilirse gidilsin, bireyin özgürlüğüne yer ver­
m ek olanaksız gibi görü n ü r. İslâm da, istem e özgürlüğüne sahip olduğum uzu
kabul eden ler de v ard ır. F akat bize şunu ya da bunu isteten de T an rı değil
m idir? T a n rı’nm istem esiyle, isteği yerine getirm eye aracı olan organım ız ara­
sında, h e r halde ahenkli b ir ilişki k u ru lm u ştu r. Şu halde, bu aracıyı kullanm ak
istediğim iz zam an işletebiliyorum ; yani, yapılıp yapılm am ası elim izde olan edim ­
ler, bu edim leri isteyenle b u edim leri yaratan b ir etken (fail) arasındaki ilişki­
nin ü rü n ü d ü r. Bu ise, kul ister, T an rı v erir dem ektir. Buna karşılık ayet, “H iç
bir şey için ben onu yarın elb ette yapacağım dem e, ancak Tanrı dilerse yapa­
cağım, d e ” (K ehf, 23) em rini verm ektedir. D aim a, inşallah yani T anrı isterse
diye konuşm ak ya da b ir girişim den önce böyle söylem ek lâzım dır. N itekim
Yüce T a n rı, m aşaallah dem edikleri için, M ekkelilerin bağ ve bahçelerini k u ru t­
m uş, onları şiddetli b ir kıtlığa uğratm ıştı (K alem , 17-18). Bunun içindir ki, in­
sanlar, bahçelerine g irdikleri zam an bile, m aşaallah (T anrı istem iş) ve tüm kuv­
vet T a n rı’n ın d ır dem elidirler (K ehf, 37). Bu em irler, kişinin kendi iradesine
güvenini k ald ırm ak la b irlik te, kuvvetlendirm eye de hizm et eder; um udun icra­
dan ü stün b ir tered d ü t halin i alm asını da sağlar. H er ne k a d ar bu deyim ler,
T a n n ’nın elçisine karş kullanılm ışlarsa da, am aç, b ir hayrın istenm esi olduğu
için, kulun kendi edim ve girişim lerinin sonucuna karşı güvensizliğinin de b ir
ifadesi oluyor; ve bu İslâm âlem inin ah lâk anlayışında, özgürlüğü olduğu kad ar
da bireyin kendi irade ve özgürlüğüne karşı bulunm ası gereken güveni de sar­
sıyor. N itekim , H z. M uham m ed’in pek çok kullanm ış olduğu bu inşaallah de-
yirtıini, zam an zam an m uhalifleri, k en d i aleyhine k u llanm aktan çekinm em iş­
lerdir: " O nlara, T a n rı’nın size verm iş olduğu rızktan nafakalandırım z denildiği
zam an, kâfirler, im an edenlere, T anrı dileseydi besleyeceği kim selere m i y e m ek
verelim ? S iz açıkça sapıtm ışsınız, d erler” (Y asin, 47). Bu çıkm azların fark ın d a
olm uş olan ların bazıları, insel özgürlüğü k u rta rm a k için, eğer insan, T a n rı’nm
istediklerini isterse, T an rı onu başarıya u laştırır, aksi halde hiç b ir başarıya
ulaşam az; b u itib arla birey, ed im lerinde özgürdür, derler. Fakat evvelâ insan,
T a n rı’nın istediğh.ı ve ne isteyeceğini nasıl b ilecek tir7 K u r’an ve hadislerdeki
em irlerin hepsi, hay atın ve uygarlığın zo ru n lu lu k ların a paralel b ir esnekliğe sa­
h ip değildir. Z ira o n lar, değişm ez dogm alardır. N itekim , özellikle h u k u k ala­
nında, fık ıh çıların kıyas yolunu pek titizce kullanm ış olm alarına k arşın , şer’î
k an u n ların p ek çoğu değerlerini y itirm işlerdir. A ynı zam anda kendi kötü ve yan­
lış edim lerim izi de, T an rı istiyor zann ed erek ve o n ların iyi o ld u k la n n a inanarak
işlediğim iz de b ir gerçektir. B unlar T an rı isteğine aykırı oldukları h alde gerçek-
lenm elerine yardım eden de yine T an rı değil m id ir? N ihayet h atta T an rı em ir­
lerini d erin d en benim seyerek b u n lara itaat etm ek suretiyle yapılan h e r edim in,
içinde yaşanılan, sosyal k o şu llar yüzünden bireyi hiç b ir başarıya ulaştırm adığı
h aller de görülm ektedir. Bazıları da T a n rı’nın öncel bilim i içine, olm uş ve ola­
cak olan h e r şeyin girm iş o lduğunu, h ay ır ve şerri y aratanın da T an rı olduğunu
k ab u l ederler; ve b u n la rd a n b irin i seçm e özgürlüğünün akıl ve iradem ize bağlı
olduğunu sav u n u rlar. F ak at akıl ve iradeyi de y aratan, din b akım ından T anrı
değil m id ir? Ve akılla irad en in şerre karşı olan doğal eğilim ini ta k d ir eden, bes­
leyen ve akla, şerri hay ır gibi gösteren de T a n rı’dan başkası m ıd ır? İstem ekte
tikel iradeye sahip olduğum uzu, fa k a t istediklerim izin gerçekleşm esinde T a n rı­
sal iraden in h ü k m ü b u lu n d u ğ u n u ileri süren tefsirciler de v ardır. İk i edim den
hangisinin hayır, hangisinin şer olduğunu ayırt edem eyen b ir zekâ ya da şerri
hayır zannedecek denli bilgisiz ve m asum olan b ir zihin, b u n lard a n hangisini
isterse, T an rı o nu yaratacak değil m id ir? Bu tak d ird e T an rı da, aldanm alarım ıza
hizm et eden ya da bizim le b irlik te ald an an , y ah u t da bile bile insanı günah­
ların a terk eden, g ü n ah lard an k orum ayan, b u n a karşın da cezalandıran bir
kuvvet olm az m ı?
En son tefsircilerim izden M. H am d i Y azır, şöyle diyor: "H idayetin de da­
lâletin de h a liki (yaradanı) A lla h 'tır. A llah, dalâleti h a lk etm eseydi, herkesi hi­
dayete m ecbur etseydi, dalâlet denilen şey de, insanların istem esiyle var ola­
m azdı. H a lb u ki, dalâlet de bir istih ka ktır ve A lla h ü Taâlâ’nın dalâleti yaratm a­
sı, ona talip olan m ahlûklarının — m esuliyeti k endilerine raci olm ak üzere—
taleplerini is’a f e tm e k gibi bir şan-ı uluhiyet ve rububiyettir; yoksa iptida hida­
yet fıtratıyla h a lk ettiği kullarından hiç birini, A llah, hiç bir suretle idlâl etm ez.
M en-i m u tla k ve cebr-i m ahz da rahim iyet-i ilâh iyeye yakışm az; bun u n için hal­
k ı idlâl, şan-ı ilâhiyeye nasıl ya kışır? ” (‘K u r’an D ili’, cilt I, s. 281). Bu im ana
uygun gibi görünen düşünüş ve. yorum lam a, yuk arlarda verdiğim iz ve K u r’anda
var olan diğer b irçok ayetlerle çelişiktir. D alâlet, yani sapıtm a, niçin b ir istih­
kak olsun? T an rı, peygam berlerini, insanları doğru yola yöneltsinler diye gön­
derm iyor m u ? Y ani T a n rı, hidayeti m u tlak surette istem iyor m u? T a n rı’nın d a­
lâleti yaratıp insanların b u n a talip oluşlarını is’af ederek sorum luluğu yine on­
lara yüklem esinde m istik b ir adalet tasavvur edilse bile, bu zihni ve vicdanı
asla kandırm az. Bu, âdeta b ir kuyu ken arın d a d u ran küçük b ir çocuğun, içine
atlam a hevesine düştüğü zam an, ebeveyninin, “ İstersen atla, am a karışm am ,
sonra b o ğ u lu rsu n !” diyerek ilgisiz kalm ası ve h atta boğulm anın ne dem ek o ld u ­
ğunu hakkıyla bilm eyen çocuğun kuyu d ibinde boğulpıasına seyirci kalm ası ve
b u n d an , «Ben ona dem edim m iydi?» diyerek b ir taraftan da m em nun olm ası gibi
b ir h ald ir. Bize göre, T an rı, k u lların ı zorlam ak suretiyle sapıtm aya teşvik etm e­
diğine göre, rahim iyet-i İlâhiye (yani, T a r-ıs a l m erham et) ancak onları böyle
b ir sapıtm adan tam am ıyla korum ası ve d alâleti hiç yaratm am ış olm asıyla daha
şanına lâyık b ir değer k azan ır ve daha da kendi şanına lâyık b ir lü tu fta b u ­
lunm uş olu rd u . H ayra ve hidayete zorlam ak b ir baskı ve zulüm değil, tersine
o larak , şefkatin, m erham etin, lü tu f ve inayetin en gökselidir.
E bu C ehil ile onun gibi olanların asla hidayete erem eyeceklerini bildiren
ayeti, son tan rıbilim cilerim izden Ö . N asuhi Bilmen de şöyle yorum lam aktadır:
“E bu C ehil ile em sali h a k k ın d a im anın m iim teni olm ası, A llahutaâlâ’nın
bilm esinden dolayı değildir; b e lk i bunların k e n d i iradelerini, ihtiyarlarını suiis­
tim al etm elerinden dolayıdır. Bunların ihtiyarlarını suiistim al edeceklerini Al-
lahutaâlâ bildiği için im an etm eyeceklerini de bilm iştir; başka bir tabirle b u n ­
ların im an etm em eleri, bunların adem i im anını A llahutaâlâ’nın bildiğinden do­
layı değildir; b elki bunların adem i im anını A llahutaâlâ’nın bilm esi, bunların ih­
tiyarlarını su iistim al edeceklerinden dolayıdır” (Ö m er N asuhi Bilmen, ‘H ukuki
İslâm iye ve Istılâh atı Fıkhiye K am usu’, cilt I, s. 56-57). Y ani, bazı kişilerin im an
etm elerindeki olanaksızlık, Y üce T a n n ’nın b u n u bilm esinden ö tü rü değildir, fa­
k a t o kişilerin irade özgürlüklerini kötüye kullanm ış o lm alarındandır; ve T an rı,
b u n ların iradelerini kötüye k u llan acak ların ı bildiği içindir ki, o n la r asla im an
etm eyeceklerdir. Bu görüş, T a n rı’nın hidayete verdiği' değerle tüm el bilgi ve
gücü arasın d ak i ilişkiyi açıklayam az. O , k u lu n a, iyi ya da kötü edim lerden bi­
rini seçme özgürlüğünü verm iş ve kötülüğe kapılm asına bilerek engel olm a­
m ışsa, k u lu n T an rı bilgisine uygun olan b ir edim yüzünden sorum lu olm ası
kolayca açıklanam az. Z ira Y üce T an rı, onun sapıtacağını bildiği ve onu b u ndan
kurtarm a gücüne m alik olduğu h alde, doğru yolu seçm esine yardım etm em iştir.
K ulun iradesi, T an rı iradesinin dışında ayrı ve bağım sız b ir güç olsaydı, b u so­
ru m lu lu k zoru n lu olab ilird i; fak at insanın T an rı irade ve bilgisi dışında her­
hangi b ir güce sahip olm adığı, kutsal b ild irilerd en d ir; b ir yandan da k u lun ira­
desini kötüye kullanacağını bilm ek dem ek o k ulun yapacağı edim leri, gerçek-
lenm elerinden önce bilm ek d em ektir; şu hald e T an rı, kendinin önceden bildiği
iyi ve kötü edim lerin y aratanı değil, sadece b ilginidir; ve k ul, bu edim leri T an ­
rın ın iradesi dışında fak at bilgisi içinde yapm ak gibi özel b ir yeteneğe sahiptir.
Oysa H ayır ve şerrin T anrıdan o lduğuna in anm ak İslâm im anının ana koşul-
la n n d a n d ır. A nlaşılıyor ki, insel özgürlükle T an rısal bilgiçlik ve tüm el güç kav­
ram larım uzlaştırm aya çalışm ak aklı, b ir takım çelişik ve h atta karşıt düşünleri
uzlaştırm aya özenm ek gibi b ir saçm alığa d ü şü rü r. İslâm yorum cuları, kutsal
bildirilerden çoğunu açıklam ak için b aşv u rd u k ları çevirti (tevil) açım lam a (şerh)
ve açıklam alarda d ü ştü k leri dem agoji, T an rıb ilim i, felsefe ve m antık önünde
güçsüz ve gülünç b ir duru m a sokm ak tad ır. Bunu anlam ış olan bazı H ıristiyan
T an n b ilim cileri kutsal k o n u ların açıklanm asında gücünü im andan alan ayrı bir
m antığın gerekli o lduğunu savunm uşlardır.

" insanlar, bir te k ü m m e t idiler, ayrılm aları üzerine ihtilâfa düşm üş o ld u k ­


ları konular ü zerinde h a kem olsun diye, m üjdeciler ve sakındırıcılar o lm a k üze­
re peygam berler yolladı ve bunlarla b irlikte h a k ile kita p in d ird i” (B akara, 2 1 4 )1.
Y unus suresinin 2 0 ’nci ayetinde de te k ra r edilen bu ayetin arkasındaki ayetler­
den de anlıyoruz ki, insanlar, başlangıçta b ir tek cem aat, dinli ve tek b ir ulus­
m uşlar; sonra b u n la r, tu tk u ları yüzünden anlaşm azlıklara düşm üşler. T a n rı, ne­
den bu anlaşm azlıklara izin v erm iştir? N eden anlaşm azlıklara düşm elerini ge­
rektiren tu tk u ları y aratm ıştır? O n ların neden dinli b ir tek ulus o larak yücel­
m elerini sağjam am ıştır? D em ek ki insan ların an laşm azlıklara düşecek k a d a r ve
peygam berlere uyacak ya da o n lara isyan edecek k a d a r özgürlükleri v a rd ır ve
bu özgürlük, T an rısal isteğe aykırı eylem lere girişebilm elerini sağlam aktadır ve
peygam berler de h er h alde, ö zgürlüklerini yanlış yollarda ku llan an insanoğul-
larını doğru yola yöneltm ek için sonradan gönderilm iş ve on lard an bazılarına
kitap da v erile re k ,^in sa n la rı T an rısal dileğe itaat ettirm ek istem işlerdir. H er
halde anlaşm azlıklara düşm üş olan kavim ler, başka ayetlerde de işaret edildiği
gibi, kitap ehli olan k avim lerdir; ve b u n ların anlaşm azlıklara düşm elerinin ne­
deni de, kutsal k itap lard a verilm iş o lan em irlerin, zam an geçtikçe insel ve sos­
yal ihtiyaçları giderm eye yetm em eleri ve b u em irlerden ayrılm ak istem eyenlerin
yorum ve çevirtiye b aşv u rarak , yani akılların ı k u llan arak b irb irin d en ayrı gö­
rüşleri savunm uş olm alarıdır. Y a T a n rı, başlangıçta insanları hiç b ir buyruk
ve yasağa ve şe r’î k an u n lara bağım lı olm ayan sü rü ler h alinde yaratm ış ve ya­
şatm ıştır ya da kendilerine b u n ları kavrayabilecek, bu n lara itaatte y arar göre­
bilecek b ir zihin seviyesi bağışlam ıştır. Eğer birin ci ihtim al doğruysa, T anrı,
in sanlar arasın d a kutsal b ir şeriatın h ü k ü m sürm esini sonradan istem iştir; ikinci
ihtim al doğruysa, in san lar arasın d a anlaşm azlıklara neden olm ayacak ebedî ve

(1) insanlar, başlangıçta ve günümüze kadar da hiç bir zaman bir tek
ümmet olmamışlardır. Zira, dünyam ızın birbiriyle ilişkisi bulunmayan türlü böl­
gelerinde, inançları, töreleri, gelenekleri birbirine uym ayan ve evrim in türlü
aşamalarını yaşam akta olan çeşitli kavimler vardır ve bunların peygamberleri
de yoktur. Bu itibarla Bakara suresindeki bu ayet, sosyoloji, etnografya, antropo­
loji bakım ından olduğu kadar tarih bakım ından da gerçeğe uygun değildir.
değişm ez k an u n larla b u n ları değiştirm e gereksinm e ve eğilim inden yoksun zi­
h in ler de y aratab ilird i; sonra h e r gelen peygam ber, az çok fark la aynı şer’î hü­
küm leri savunduğu h ald e, peygam berlerin de kendi araların d a anlaşm azlığa
düşm em iş olm aları g erekirdi. Z ira , b u n lara ayrı ayrı inanm ış olan kavim ler,
hep kendilerini hidayette, diğerlerini d alâlette saym ışlardır ve dünyanın pek
çok tarihsel olayları, b u anlaşm azlıkların ü rü n ü d ü r. B unun içindir k i, M utezile,
insanların peygam berlerden önce akılsal b ir şeriata sahip o lduklarını savunm uş­
lard ır; bu k u ral k ab u l edilecek olu rsa, T an rı, içlerinden peygam ber yetişm em iş
olan kavim leri, sayısız yüzyıllar boyunca kendi hallerine terk etm iş dem ektir ve
âdeta on lard ak i akılsal şeriatı bozarak insanları anlaşm azlıklara sürükleyenler
de peygam berlerden başkası değildir. Şeyh B edreddin, " Ö zg ü rlü k , diyor, içsel
ve dışsal bazı nedenlerin bir araya gelm esiyle birtakım m ertebe ve suretlerin
ürünii olan zorunlu hareketlerdir. Bu itibarla ya p m a k ya da yapm a m a k da, bi­
rer eylem d ir ki, her ikisin d en b irini seçm ek d e b irtakım zorunlu nedenlerin
ürünüdür. Biz, yalnız ya ptığım ızı veya yapm adığım ızı biliriz. İşte irade ve elin­
d elik, ancak bu bilgiden ibarettir. T a n rı’m n iradesi de, eşyanın yeteneği üzerine
yürür ve ona uyar. Y a n i Tanrı, bir şeyin yeteneği neyse, on u bilir, yoksa kar­
şıtları (zıt) birleştirm e g ücüne sahip d eğ ild ir... O , yeteneği olm ayan şeyi dile­
m ediği gibi, işlem ez de; ve T a n rı’nın k e n d i dilediği işi işlem esi de zo ru n lu d u r”
(‘V a rid a t’). G örü lü y o r ki, bu b ü yük T ü rk d ü şü n ü rü , kaderden çok determ inizm i
savunm aktad ır. F akat, ayetlerin dış an lam ların a b ak arak , İslâm toplum larınm
geleneksel inancı, alın yazısı lehinedir. G eleceğin nasıl olacağını yalnız T a n rı’
nın bildiğine inanıldığı halde, istihareye yatm ak, evliyalardan keh an et um m ak,
falcılardan gelecek h ak k ın d a yararlanm aya kalkışm ak girişim lerin sonucu h ak ­
kında önceden bazı bilgiler elde etm ek için yapılan gayretler ve yalvarışlar,
kaderin değişm ezliği h ak k m d ak i genel ve geleneksel inançların doğal sonuç
ve tanık larıd ır.
B ütün b u , kadere hükm etm e ihtiyacını, u m u t ve isteklerini, yalnız insanın
âcizlik, tu tk u ve içinde yaşadığı sosyal koşullarla, çekm ekte olduğu ruhsal ve
organsa! acılard a aram ak da yersizdir. Z ira , doğanın da değişm ez gibi görünen
k an u n ların a karşın , bazı sü rp rizleri v ard ır; y ani, A risto’dan beri fa rk edilm iş
ve E. B outroux ile çağım ız bilgin ve filozoflarından b azılarının da sav unduk­
ları gibi, evren, o lan ak larla yüklü b ir gerçekliktir. M ax Planck, "Â lem in , diyor,
fiz ik kanunlarına itaat ettiği, m u tla k surette apaçık değildir; hatta bunların ege­
m enlikleri, gelecekte d e devam edeceği apaçık bir gerçeklik değildir. G üzel bir
günde, rasgele bir olayı izleyen doğanın, b ize kanunlarını derinden ve tam a­
m ıyla değişm eye uğratm a gibi fen a bir o yun oynam ası da olanaklıdtr ki, o za­
m an bilim e, k e n d i iflâsını ilân e tm ekten başka bir k a yn a k kalm ayacaktır”
(‘In itiatio n â la Physique’, P aris, 1941, s. 114). D oğa k an u n ların d ak i olanağı,
bireysel ve özel h ayatında da sezmiş ve bazı rastlan tıların deneylerinden ed in ­
dikleri düşüncelerle, k ab u l etm iş olan insanoğlu, yalnız bu k an u n ları değil,
k ad erini çizm iş olan kutsal güçleri de etkilem ekten, onları kendi am aç ve m u t­
lu lu k ların a aracı y apm aktan çekinm em iştir. Asıl insan özgürlüğü, bu isyan ve
girişim lerle gerçekleniyor, m istik in an çları aşıyor.
13. B irbirini tutm ayan b u çeşitli görüşler, H z. M uham m ed’in bu konuda
açık ve tered d ü t verm eyen, k u şk u d an uzak «ve m utlak surette gerçek b ir bil­
diri» verm em iş olduğunu da gösterir. O , insanın kendi kaderinin ne olacağını
bilm eye uğraşm asının boş b ir gayret olacağını k ab u l ederek, özellikle hayatının
son zam an ların d a b u n d an söz edilm esini istem em iş ve b u konudan hoşlanm a­
dığım hissettirm iştir. İn san ları k ad er inancına bağlayan nedenleri, yalnız din­
lerin telkinlerinde aram am alıdır. Bir toplum da sosyal adalet bulunm azsa, birey­
ler, kendi h ak ların ı m istik kuvvetlerin koruyacağına inanırlar. A narşi, istibdat
vc d ereb ey lik ... dönem lerinde insanın akıb etin i rastlan tılar belirler. A cizliğin
felâketler k arşısında bulacağı tek teselli, k adere teslim olm aktan ib arettir. Bu
dünyada h ak aram a işinin 'zah m et ve külfeti, haksızlık edenlerin cesareti ve
tü rlü hilelere b aşv u rarak haklıyı haksızı çık arm ak taki başarıları, adalet k u ra m ­
ların a karşı tü rlü ahlâksal ve sosyal nedenlerle u yanan saygısızlık... vb. yüzün­
den, m azlum ların güvenebilecekleri tek kuvvet T an rı ve tek u m ut ah ret adale­
tiyle k ad er inancı olur. «Y arın ah rette iki elim y ak an d ad ır!» , «A llahından b u l­
sun!» gib'ı tehdit ve teselli inançları, ancak böyle b ir adalete gerçekten inanm ış
olanları, insan h ak ve özgürlüğüne sald ırm ak tan k o ru r. Peygam berlerin de bu
inançlara, teselli ve u m u tlara ihtiyaç duyulan b ozuk to plum larda yetiştikleri
tarihsel b ir gerçektir. N e yazık ki, hiç b ir dönem de, m istik in an çlar, insanı,
yetkin b ir ahlâk seviyesine ulaştırm am ıştır. H z. M uham m ed, zenginliğin, kuv­
vetin, aile n üfuz ve o n u ru n u n egem en olduğu, zavallılara acım ayan b ir ülkede,
girişim lerinin uğradığı çeşitli zo rlu k ları, m uhaliflerinin çoğu zam an akla daya­
nan itiraz ve baskıları k arşısın d a, T an rısal tak d ire sığınm ış ve T an rısal hidayeti
savunm uştur. T üm girişim iyle, akıl ve irade sahibi b ir insan gibi didinm iş olan
H z. M uham m ed, k ad eri ve tevekkülü, k a ra r ve uğraşılarının öncüsü olm aktan
çok, sonucun iyi ve başarılı olm asını dileyen b ir um ut iksiri o larak kullanm ış­
tır. Y oksa o da yaygın A lm an atasözünün dediği ş b i , “İnsan, k e n d i talihinin
d em ircisidir" ilkesine inan m ıştır ve h ayatının verdiği örn ek ler de onun b u inan­
ca bağlılığım ispat edecek denli g üçlüdür. S chopenhauer’in dediği gibi, “H er
şeyi h ü k m ü n ü z altına a lm a k istiyorsanız, a klın h ü k m ü altına giriniz. Â lem in
en b ü y ü k harikası, d ünyanın fa tih i değil, k e n d i nefsinin fa tih i olandır”. Z ira ,
varoluşçu filozof J . P. S a rtre ’ın da derin d en gördüğü gibi, "İnsan, istediğini ya­
pabilir; kim sen in ona öğüt verm eye h a k k ı yoktur. İnsan için k en d isi icat etm e­
d ik ç e hayır ve şer y o k tu r”. B unun içindir ki, K onfüçyus, "D oğa ve kanun, her­
kese istediği şeyi y e m e k gibi, istediği şeye de inanm aya izin verm iştir” diyeılek
insan özgürlüğünü k u rta rm a k istem iştir (Biz b u rad a, k a d er inancının y a ra r ve
zararların d a n söz edecek değiliz ve to p lu m larm , genel o larak insanların başlan­
gıçlarından itib aren geçirm iş old u k ları zihinsel ve toplum sal ev rim in niteliğini
ve dinlerle k ad er in ancının b u evrim le ilgili olan gelişim ini açıklam a am acını
da gütm üş değiliz).
Bölüm VI

Hazreti Muhammed’de Ontoloji

I. K ozm ogoni • II. İnsan • I I I . D ünya

H z. M uham m ed, m etafizik anlam da b ir ontoloji kuram ı verm iş değildir.


Biz bu terim i, kozm ogoniyi, insan ve dünyayı içine alan b ir tasarım lar ve inanç­
la r toplam ı o larak incelem eye çalışacağız. Peygam berim iz, evrenin nasıl yara­
tılm ış olduğunu bilim sel b ir id d ia ile değil, sadece h e r dinde görülen b ir gele­
neğe uyarak ve kendisine bildirilm iş olan ayetlere dayanarak nakletm iş, insan
ve dünya görüşü h a k k ın d a da ahlâksal değerlere dayanan bazı vahiyler dola­
yısıyla eğitim sel düşün celer verm iş, b u n lara T a n rı’nın varlık ve gücü hakkm -
daki inançları b ilinçlendirm ek için derin d en değinm iştir.

I
I

KOZMOGONİ

"T anrı, bir şeyin yaratılm asını istediği zam an,


ona yalnız, ol! der, o hem en o lu verir”.
(M eryem , 31)

Filozofların eski k u ram ların ı b ir yana b ıra k a ra k iki çeşit kozm ogoni anla­
yışı üzerinde d u ru lab ilir: 1. M istik ko zm o g o n i ki b u , kutsal k itap larla tarikat
erm işleri ve k u ru cu ların ın hayal ettik leri tasarım lar şeklinde görülür; 2. Fizik
kozm ogoni ki, — b u deyim i b ir bilim terim i o larak k ullanm adık— evrenin nasıl
yaratılm ış ya d a m eydana gelm iş ve b u g ü n k ü şeklini alıncaya dek geçirm iş ol­
duğu ve geçireceği evrim i, doğanın tü rlü k an u n ların a dayanm ak suretiyle açık­
lam ak isteyen bilim sel k u ram lard ır. B urada bizi d aha çok m istik anlam daki
kozm ogoni ilgilendirm ektedir. G enel o larak m istikler, ya vahdet-i v ü cu d ’a ya da
vahdet-i m ev cu d ’a b ağ lıdırlar. K u r’an d a, "G ö klerd e ve yerde n e varsa hepsi
T a n rı’nındır; Tanrı her şeyi ka p la m ıştır” (N isa, 125) ve " E vv e l O ’dur, son
O ’dur, zâh ir O ’dur, bâtın O ’dur, her şeyi bilen O ’d u r” (H ad id , 3) gibi ayet­
lere dayanan lar, vahdet-i v ü c u d ’u sav u n u rlar. Bu, v arlıkta b irlik dem ektir. M u­
hiddin-i A rabi gibi, bu sistem e bağlı olan lar, T an rı birliğinin dışında başka
b ir varlığın bulunm adığına, T an rı v arlığından başka b ir varlık olm adığına, doğa
ve eşyadaki varlığın ancak, T an rı varlığıyla v ar olduğuna, doğa ve âlem in, T an ­
r ı’m n b ir görünüş ve belirtisin d en ib aret b u lu n d uğuna in an ırlar; bu sisteme
bağlı olan lar, varlığı T anrT dan ibaret görürlerse de, T an rı ile âlem in özdeş ol­
duğunu k ab u l etm ezler1. O n lara göre, âlem in başlangıcında — araların d a bazı
terim ayrım ları olm akla b irlik te— şekilden, m addeden, nitelik ve nicelikten,
zam an ve uzaydan yoksun olan b ir gavb-i m utlak v ard ır (buna, kaos diyebili­
riz). Bu, derece derece nesnelleşerek içten (bâtın) dışa, görünüre (zâhir) doğru
ru h la r, örn ek ler, cisim ler... âlem şeklinde gelişir. Bu gelişm enin tü rlü m erte­
beleri v ard ır. A çıkça g ö rü lü r ki, bu d o k trin d e T an rı ile O ’nu n belirtisi aynı
değildir. B unlar arasın d a âdeta cisim le gölge arasındaki gibi b ir fark vardır.
V ahdet-i m evcut ise, görünen h er şeyin, yani doğa ve eşyanın T an rı olduğunu
kabul eder; sonsuz evren, kapsadığı şeylerle b irlikte T anrT dan ibad ettir. Bu
d o k trinde T an rı ve evren özdeştir. V ahdet-i v ü c u t’ta potansiyel olsa d a, T an rı
ve O ’nun belirtisi olan âlem den ibaret b ir ik ilik gizlidir. V ahdet-i m ev cu t’ta ise,
m utlak ve aşik âr olan b ir b irlik v ard ır. İslâm ve H ıristiyan m istikleri ve h atta
başka dinlere m ensup olan m istikler, b u k o n u d ak i düşüncelerini, kutsal k itap ­
larının bazı m etinlerini kendi doktrin lerin e göre yorum lam ak suretiyle bu iki
görüşten b irine ya d a b u n lara d ayanan diğer görüşlere u y arak savunm uşlardır.
Yeni E flatuncu filozoflar da, b ir bakım a b u fz ü m re n in felsefesini yapm ışlardır.
İslâm m istiklerinde tü rlü şekilleri görülen b u d ü şüncelerin kökü, H in d ista n ’da­
d ır: V ed a’larda T an rı, " K en d i k e n d in e var olan ve her şeyin içinde bulunanı­
dır; zira her şey k e n d isin d ed ir”. M an u ’ya göre ise T an rı, " K en d i k en d in e var
olan, yalnız ruhun algıladığı, d u yu organlarından kaçan, görünebilir kısım ları
olm ayan, ebedî, b ü tü n varlıkların ruhiı ve h iç kim sen in anlayamayacağı varlık­
tır”. M ah a b h a ra ta ’da T a n rı, şöyle açıklanır: ‘‘Tanrı birdir; d e ğ işm e z;»kısım lar­
dan ve şekillerden arınm ış, sonsuz, her yerde hazır ve her şeye gücü yeten, gök­
leri ve âlem leri yo klu ğ u n uçurum larından çıkaran O ’dur. O nları sonsuz mesa­
feler içine atan da O ’dur; O , Tanrısal hareket ettiricidir; b ü y ü k ö zü n esasıdır
ve her şeyin etkili ve m addesel ned en id ir”. V ed a’ların başk a b ir yerinde de,
“Yuvarlanan G anj, T a n rı’dır; hom urdanan d en iz O ’dur; ıslık çalan rüzgâr O ’
dur; gürleyen bulut, parlayan şim şek O ’dur; tü m ebedîliğe d e k âlem nasıl k i
B rahm a’nın ruhundaysa, bugün d e öylece tü m var olanlar O ’nu n hayalidir”
(Louis Jaco llio t). T a rik a tla rı b ir tarafa b ıra k a ra k , din yönünden bu konuyu in­
celersek g ö rürüz ki, yazılı ve yazısız hem en tüm dinlerde yaratm a şeklini
(creation)' alan b ir kozm ogoni açıklam ası v a rd ır. E vrenin başlangıcı ve nasıl
m eydana geldiği h ak k m d ak i savlar (id d ia), bugün a rtık felsefe ve d in sorunu
olm aktan çık arak olum lu b ilim ler alanına girm iştir. Z ira bu sorun, ne vahiyle,
ne de ham düşünce ve hayal gücüyle açıklanabilecek türd en d ir. Esasen olum lu
bilim , ko n u ların ın ilk neden lerin i, başlangıçların niteliğini değil, v ar olanın
varlık koşulların ı, v arlık şekline b ü rü n m ü ş olan şeylerin katk ıların ı oluşturan
öğeleri, bu öğelerin fiziksel ve kim yasal niteliklerini, niceliklerini, türlerin i, kay­
naşm a ve uzlaşm a e sa sla rın ı... deneylere d ay anarak açıklam aya, evreni oluş­

(1) M uhiddin-i Arabi, M irat’ü l-lrfa n (Abdülkadir Akçiçek çevisi, 1969).


tu ra n ve devam ettiren , evrim leştiren k an u n ları bulm aya çalışır. D in ve bilim
bahsinde de belirttiğim iz gibi, d in in , bilim yoluyla açıklanm ası gereken konu­
ları vahiy yoluyla, m istik ilh am larla açıklam aya çalışm ası, tam am ıyla kendi aley­
h in e sonuçlar verir. Z ira dinin am acı, bilim sel gerçekleri b u lm ak ve gösterm ek
değil, .insan edim lerini ahlâksal b ir tem el ü zerinde düzenlem ektir. D inlerin bu
konudaki gayretleri, insanlığı ve h a tta d ah a ileri giderek kendi m ensuplarını
bile yetkin b ir d u ru m a getirem em işken, bilim ve tekniğin pek çok ilerlem esine
ve yüzyıllardan b eri, p ek çok em ek sarf edilm esine k arşın , çoğu hâlâ açıklana­
m am ış olan k o n u ları, sadece dogm aların bilim e göre pek ilkel ve eksik olan
iddialarıyla çözm eye kalk ışm ak , gerçeğe hizm et etm e bak ım ın d an en küçük bir
ilerlem eyi b aşaram az; b u n u n böyle oldu ğ u n u n k an ıtı d a henüz dinlerin bilim
sın ırların a girm iş o lan k o n u lard an h iç b ir bilinm ediği çözem em iş olm asıdır.
H z. M uham m ed’in y aratm a k o n usunda b ildirm iş o ld u k ları, d ah a önceki din
geleneklerinin b ir d evam ından başk a b ir şey değildirler. H a tta K u r’anda geçen
yaratm a ayetleri, T e v ra t’tak ilerin az çok fark la b ir tek ra rın d a n ib arettir; T e v ra t’a
göre, T an rı en önce (birinci günde) gökleri ve yeri yaratm ış; yer, tenha ve
boş b ir k a ra n lık ta n ib aretk en , suların ü zerinde T a n rı’nın ru h u gezinm iş ve
T an rı, " N u r o lsu n !” em rini verince, dilediği olm uş; b u suretle gece ve gündüz,
yani k aran lık ve aydınlık b irb irin d en ayrılm ıştır (T ekvin, I, 5). T a n rı, ikinci
günde, su la n b irb irin d e n ayıran levhayı y aratm ış; bu levha üzerindeki sularla
altındaki suları da ayırm ıştır. Ü çüncü gün, gökyüzünün altındaki suların b ir
yere toplanm asını, b u suretle de karan lığ ın görünm esini istem iştir. Bu d a dile­
diğine uygun b ir şekilde o luşunca, k ara la rla d enizler m eydana gelm iştir. D ör­
d ü n cü günde, tohum veren b itk ilerle (sebzeler), tohum u k endinden olan b itk i­
leri (meyve ağ açlan ) y aratm ıştır ve b u n ları beğenm iştir. Aynı günde, gündüz
yeri aydınlatm ası için güneşi, geceyi aydınlatm ası için de ayı ve diğer yıldızları
yaratm ış, b u n u n da iyi o ld u ğ u n u görm üştür. Beşinci gün ise, T an rı, su la n n
böceklerini, k u şları, k ara, deniz ve hava hayvan larını oluşturm ayı istem iş ve
b u n ların k a ra d a ve denizde üreyip çoğalm alarını dileyerek hepsini kutlam ıştır.
A ltıncı günde ise, kendi su retin d e o lan k ad ın ve erkeği, yani insanı yaratarak ,
b u n lara tü m y aratık lara hükm etm elerin i ve çoğalm alarını em retm iş ve tüm
diğer yaratm ış olduğu şeylerin h ep sin i in san lara v erdiğini bild irm iştir1. T an rı,
göklerle yerde ne varsa h ep sin i y a ra ttık ta n sonra, (yedinci gün) dinlenm iş ve
insanı yerin to p rağ ın d an o lu ştu ra ra k , o n u n b u rn u n a hayat nefesini üfürünce
 dem canlan m ıştır. F ak at T a n rı,  d em ’i doğuda A dn denilen yerde, içinden F ırat,
D icle ve Seyhun.. gibi kolları b u lu n an b ir n eh irle sulanan ve h er çeşit ağaçla dona­
tılm ış b ir yere, yani cennete yollam ıştır. Â d em ’in iki görevi vardı: Biri, T a n n ’nm
yaratm ış olduğu tüm can lılara ad verm ek; diğeri de, bu bereketli bahçeye b ak ara k
tü rlü T an rı nim etlerini yetiştirm ek. T a n rı, Â d em ’in , b u bahçeden dilediğini yem e­
sine izin verm iş olduğu h ald e, h ay ır Ve şerri b ild iren ağacın m eyvesinden yem esini
yasaklam ıştı. F akat, o n a b ir yardım cı olm ak üzere de  dem uy u rk en , onyn k a b u r­

(1) Kur’anm şu ayeti de, bu Tevrat ayetini tekrar eder: “O, yeryüzündek
şeylerin tüm ünü sizin için yaratm ıştır”
ga kem iğinden b irin i alarak H av v a’yı yaratm ıştı1. B undan sonra  dem ’le H av­
va’nın, şeytan ve yılan efsanesiyle yasak m eyveden yemiş olm aları anlatılır. Bu
öykü, insana ilk cinsel ilişkinin gizini (sır) açık lar ve kendi çıplaklıklarından
haberleri olm ayan bu erkekle dişinin şeytana uyarak çiftleşm eleri yüzünden
ürem e organlarını fark etm elerini, u tan m aların ı, giyinm e ya da örtünm e gerek­
sinm esini duym alarını, saklanm alarını ve nihayet T a n rı’nın öfkesine çarpılm a­
larını sim geler (T evrat, T ekvin, I-IV )2.
T e v ra t’taki yaratm a efsanesi az çok fark la Z en davesta’da da vardır. K ut­
sal kitap tak i altı gün» Z e rd ü şt’ün sözünü ettiği altı G â h a n b a r’lara benzer. T o p ­
raksal nitelikler, yılan biçim inde beliren şeytan’ın ilk atam ızla ilk anam ıza yap­
m ış olduğu başk ald ırm a telk in in in ta rz ı... vb. b irb irin e benzerler. Bu gelene­
ğin pek eski dönem lerden geldiğini Z erd ü şt de te k rar eder. A nlaşılıyor ki, bu
inançlar, H in d ista n ’dan M ısırlılara, o rad an da Y unanlılara, Y ahudilere ve n i­
hayet A rap lara geçm iştir (H enri Seruya, s. 70).
K a b a la la r, M ezm u rlar’d ak i, "T a n rı, elbisesini nurdan y a p tı” ve J o b ’un,
"T anrı, kara, arz ol! d e d i” şeklinde ifade ettiği kutsal sözleri yorum larken, Tân-
r ı’nın, "Işın olsun! K u b b e o lsu n !” gibi em irlerinden sonra evren m eydana geldi,
derler. Y ah u t da o n lara göre, evren, bilgelik, zihin ve bilim gibi üç ilkenin ü rü ­
nü d ü r. «G ökler, T an rı elbisesinin n u ru n d a n y aratılm ıştır; T an rı, bu elbiseyi
alm ış, b ir m an to gibi yaym ış, b u n u n etekleri, T a n rı’nın " Y e te r !” dediği yere
kad ar yayılm ıştır. Y eryüzü de, T an rı tacının altında b u lu n an k ard an yaratılm ış­
tır. T a n rı, bu k arı alarak yaym ış, sular sertleşm iş ve toz haline gelm iştir»
(H enri Seruya, s. 120). Bu bilginin anlattığına göre (s. 319), göksel âlem , T an ­

(1) Yahova, niçin kadını erkeğin kaburga kem iğinden yaratm ış da, başka
bir organından yaratmamıştır? T alm ud’da bu soruya, şu karşılık verilir; “Tan­
rı, kadını erkeğin hangi organından yaratmalıyım? diye kendi kendine sorar;
Başını seçmem, zira kadın, kendi başını daha vakarlı kaldırmamabdır. Fa?la te ­
cessüs etm em esi için gözü; kapılan dinlem em esi için kulağı; fazla geveze ol­
maması için ağzı; fazla kıskanç olm am ası için yüreği; fazla m üsrif olmaması
için eli ve sürekli olarak erkeğini terk edip dolaşm aması için ayağı da seçmem.
Alçak gönüllü olm ası için onu, erkeğin gizli bir organından çıkarmak istiyo-,
rum!” demiş ve kadım şu dört kötü huydan uzaklaştırmak istemiş: K apılan
dinlemek, tem bel ve kıskanç olmak, çekişm ekten hoşlanmak. “Bir büyücü ka­
dın ı sağ bırakm ayacaksın!” (Huruç, 22, 18) emrini de vermek suretiyle kadına
temizlik ve erdem liğin sınırlarını belirtmiştir.
(2) Tevrat’taki yaratıbş bildirilerini tüm bilim sel görüşlere uygun ve hatta
•onlardan üstün bulan din adam larının dayanağı, evrenin başlangıç ve sonu hak-
kındaki bilgisizliğim izdir ve evrenin yapısında işleyen ilk öğe, bilim adamlarının
savlarında olduğu gibi, fiziksel ya da kozmik enerji ise, bu enerjnin kaynağı
nedir? sorusudur Aynı zam anda yaratm a hakkm daki kuramların kusurlu yön­
lerinin bulunmasıdır. Bu zorlukları dikkate alan Yahudi Tanrıbilimcileri, ev­
renin, Yahova tarafından, kendi dinam ik enerjisinin bereketi ve kendi tüm el
gücü sayesinde yoktan var edildiğini savunurlar. Bu görüş hem en her dinde,
bazı anlatış farklarıyla özdeştir ki, bir bilinem ezi başka bir bilinem ezle açıkla­
m aktan başka şey değildir. Haham felsefe ve m antığı, altı günde m eydana ge­
tirilm iş olan evrenin her gününde oluşan varlıkları, kutsal bildirilerde açıkla­
nan sıraya uygunm uş gibi gösterm eye çaüşır ve bilimlerdeki olasıbk ve bağın­
tılılık (izafiyet) kuram larına dayanarak bilim sel açıklamaları küçümser.
r ı’n ın m erkezinden o luşm uştur. Y ani, T a n rı, göksel âlem e yer verm ek için ken­
di m erkezine doğru kıv rılm ıştır ve âlem d ö rt bölgeye ayrılm ıştır: T ü rü m âlem i,
yaratma âlem i, oluşum ve eylem âlem leri. B unlar, tıp k ı insan organizm asında,
deri, kas, kem ik ve ilik gibi b irb irin in içine k o n u lm uştur. E n yücesi olan türüm
âlem i, dıştadır, ö tekiler iç içedir; yani b u n la r, birleşik m erkezli d ö rt daire gibi
tasarlanm ışlardır.
İbranîlerde A rş’ın anlam ı, İslâm y o ru m cu lan n m k in e benzem ez. Aslı da İb-
ranîce olan A rş, içine T o ra ’nın, yani dinsel öğretilerle m etinlerin yazılı nüsha­
ları konulan kutsal kasa ya da d olaba denir. H ah am lar, b u n u n önünde dua
ederler. G ökyüzünün İbranîcesi de şam ayim (cham ayim ) d ir ki, b u şam ve
m ayim sözcüklerinden oluşm u ştu r ve suların yeri dem ektir. Bir de ech ve ma-
yim, yani ateş ve su anlam ına gelir ki, göksel uzayın bu iki öğeden bileşik oldu­
ğunu anlatır. K u r’an d a bildirilen yedi sem alar da, d aha çok önce T e v ra t’ta var­
dır. İb ran îler, b u n ları T e v ra t’a d ay an arak şöyle açıklarlardı: 1. V ilon. Bu, h a­
fif kum aş anlam ına gelen L atince velum sözcüğüne tekabül eder. Bunu T an rı,
gece ışınlarını dağıtm am ak için ku llan ır. G ü n d ü z, b u kum aşı açar, akşam yine
k a tla r (E ş’iya, X L , 2 2 ). 2. G üneşle ay ve yıldızlarla k aran lık ları taşıyan gök­
y ü züdür ki, buna rak ia denilir. (T ekvin, I, 17). 3. Şekakim (chekhakim ). Bu
gökyüzü, arınm ış (salih) insan lara güç helvası öğüten değirm en taşlarının ye­
rid ir ki, b u lu tla r dem ektir. 4. Z eb u l. Burası göksel K udüs’le tapınağın yeridir;
b u ra d a, b ü y ü k prens M işel’in (M ikâil?) k u rb a n sunduğu b ir m ihrap v ard ır
(E ş’iya, X V , 12). 5. M aon. B urada İsrailo ğ u lların m on u ru için gece terennüm
edip gündüz sü k û t eden dinsel tören m elekleri v ard ır. 6. M akon. B urada k ar,
çiy ve b itk iler için zararlı olan yuvarlak d am lalar b u lu n u r. 7. A rabot. Burası
adalet, yarlıgam a, yarlık (charitd), hayat, barış ve kutsallık alanıdır. B urada
arınm ış olan ların , yaratılm ayı bekleyen ru h la r ve canlarla, gelecekte T a n n ’nın
ölüleri diriltm ek için kullanacağı şebnem ler v ard ır. Bu gökyüzünde ofannin
(yani, çark lar), serafim (yani, E ş’iya’m n tasarlam ış olduğu, yarı hayvan, yarı
insan biçim inde olan m elekler; V I, 2) ve kutsal kayyot, yani canlı yaratık lar
vard ır. Bu, E ş’iya peygam berin m istik g örüm lerinden (visions) gelen b ir terim ­
d ir ki, h ah am ların hayal ettik leri göksel topografyada önem li b ir rol oynar.
Z ira b u rası, tören m elekleri, o n u r tacı, kral, yaşayan ve övünen T a n n ’m n ye­
rid ir. Bu öteki gökyüzülerinin ü stünde ve b u lu tla r içindedir (A. C ohen, s. 74-75).
T evrat, yeri, yani y^-yüzünü de gökyüzü gibi b irbiri üzerine konm uş yedi
yataktan ya da tab ak ad an bileşik sayar. K aran lık ve aydınlık da, ayrı ayrı yara­
tılm ış iki töz gibi k ab u l ed ilir ki, K u r’an da b u görüşe k atılır. H z. M uham m ed’
in M iraç’m a d air ileri sürülen bilgilerde de bu yedi gökyüzünden her biri bazı
peygam berlerin durağı sayılm ıştır.
K u r’an d a da evrenin altı günde yaratılm ış olduğu, Â dem ’le H av v a’nın na­
sıl m eydana getirildiği ve o n ların b aşına gelmiş olan serüven, k ü çü k fark larla
tü rlü surelere serpiştirilm iştir. B unlarla, özellikle şeytanın  dem ’e secde etm e­
miş olm ası ü zerinde d u ru lu r ve cennetten kovulm a olayı te k ra r edilir (B akara,
30-38; Âli İm ran , 59; Â raf, 10-25; K ehf, 50; T ah a, 115-123). Y aratm a konu­
sunda K u r’anın b ild irileri T an rısal o n u r ve gücün en üstün sıfatlarıyla açık­
lanm ıştır: Evvelâ Y üce T a n rı,, âlem i herhangi b ir ihtiyaçla d ü şünüp taşınarak
yaratm ış değildir. O , “Bir şeyin yaratılm asını istediği zam an, ona yalnız ol!
der, o da hem en o lu verir” (M eryem , 35; Y asin, 82; N ahl, 40; M üm inler, 68;
Ali İm ran , 47 ). H z. M uham m ed, T a n rı’nın h e r çeşit ihtiyaç ve âcizlikten uzak
ve kim senin yardım ına da m u h taç olm ayan tüm el b ir güç olduğu üzerinde ıs­
ra rla d u ru r. O ysaki öteki din lerd e T a n rı, b u sıfatlara sahip değildir denile­
bilir. Bir ö rnek verm iş olm ak için, M ax M ü ller’in M ainof’tan aktarm ış olduğu
b ir m itolojik y aratm a inancını özetleyelim : "Başlangıçta hiç bir şey yoktu; âlem ­
d e Ş ka y (T anrı) dan başkası y o k tu . O , hem vardı, hem y o ktu ; yalnızlıktan sıkıl­
m aya başladı; içini çekti; bundan da g ö k g ü rültüsüyle yıldırım m eydana geldi.
Ş k a y gezinem iyordu; çü n k ü o, her yerd eyd i ve ken d isin in konuşacağı kim se
yo ktu . H iç kim se, Ş k a y ’ın âlem de nasıl görünm üş olduğunu bilem ez; zira o,
âlem in ken d isin d en daha eskidir. O n u n n e başlangıç, ne de sonu vardır. Y er­
yü zü , güneş, yıldızlar, Tanrılar, insanlar, hayvanlar, hatta k ö tü ruhlar, onun
sayesinde vardılar ve ona itaat ederler. O , görü n m ez âlem in de yaradanıdır. O,
k e n d i ö zel dilekleriyle h iç bir girişim de bulunm ayan, görünm ez Tanrılıkların
yardım ıyla h ü k ü m sü re r... Şka y, yaratm ış olduğu suların üzerinde te k başına
uçuyordu; dalgaların üzerine tü k ü rd ü ve T anrısal salyaları bir dağ gibi bü yü ­
dü; bu dağa bastonu ile vurdu; b u n u n üzerine şeytan zu h u r etti ve Ş k a y ’a,
«B eni kardeş yap» dedi. Ş k a y ise, «B enim arkadaşım ol, fa ka t kardeşim olm a
ve dünyayı b irlikte yaratalım !» dedi; ve şeytana denizlere dalarak birkaç k u m
tanesi getirm esini em retti. O , b u em ri yerine getirdi am a, birkaç k u m tanesini
de gizlice ağzında sakladı. Ş ka y, k e n d i ku m la rın ı atınca, yeryüzü m eydana geldi
ve şeytanın a ğ zın d a ki k u m la r da şişm eye başladığından, şeytan onları tü k ü rm e k
zorunda kaldı. B unlardan y e ryü zü n ü n ü zerin d eki uçurum lar, dağlar, vadiler ve
tü m teh likeli yerler m eydana gelm iş oldu. B u n u n üzerinedir ki, Şkay, şeytanı
İânetledi ve ebedî olarak ka lm a k ü zere cehennem e a ttı”.
Bu çeşit efsaneler arasın d a evreni b ir yum urtaya benzeterek, az çok çağı­
m ızın şekil b ak ım ın d an yıldızlarda fa rk etm iş olduğu biçim i daha geniş b ir alana
uygulayan in an çlar da v ard ır. Ö rneğin, ‘K alevala’daki şu satırlar, F inlandiya’
daki ilk inançların to h u m ların ı açığa v u ru r: “Y u m u rta n ın aşağı yarısı, y eryü zü ­
n ü n yarıküresidir, yu m u rta n ın yukarı kü resi ise, g ö k kubbesidir. Y u m u rta için­
d e k i a k kısım ; g ö k te k i güneş gibi parlayacak ve yu m u rta için d eki sarının tü m ü
ay gibi h a fifç e ışıldayacaktır. Y u m u rta n ın diğer kısım ları ise, göklerin ö teki
yıldızları olaca ktır”. Aynı efsanenin H in d ista n ’da da b u lu n d u ğ u n u M ax M üller’
den öğreniyoruz. N itekim Jü d a iz m d e de T an rı b ir y u m urtanın iki yarım ını al­
m ış, b u n la rd a n b irin i diğeri aracılığıyla aşılam ak suretiyle yaratm ıştır. Y aratm a
k u ram ların ın m itolojik kaynağı çok e sk id ir ve k itap lı din ler b u eski söylenti
geleneklerinden asla k u rtu lm u ş değildirler.
K u r’an d a d a, T a n rı’nın evreni kaç günde yaratm ış olduğuna d a ir T e v ra t’
taki bilgileri p ek de aşm ayan dogm alar v ard ır: “G ökleri ve yeri bunların ara­
sındakileri altı g ü n d e yaratan, sonra A r ş ’ın üstü n e yaya n ”, ölüm süz v arlık tır
(F u rk an , 59). Başka ayetlerde şöyle deniliyor: “G ökleri ve yeryü zü n ü ve ara-
larındakini altı g ü n d e ya ra ttık ve b ize bir yo rg u n lu k d o ku n m a d ı” (K af, 38; Ba­
k a ra , 29; Y unus, 4; Â raf, 54 ). Bu suretle Y üce T a n rı, y aratırken Y ahova gibi
dinlenm eye ihtiy aç duyacak denli yorulm am ıştır. İn sa fla rd a n kim in d ah a güzel
edim lerde bulunacağını sınam ak için, " G ö kle ri ve yeryüzünü altı günde yara­
tan O ’dur; A r ş ’ı su ü stü n d e id i’’ (H u d , 8 ); " G ökleri ve yeri altı günde yara­
tan, sonra A rş üzerine yayan T a n rı’d ır ... M iktarı sizin sayınızla bin yıl eden
bir günde g ökten yere işi ted b ir eden O ’d u r ” (Secde, 5-7). D em ek âlem , bizim
sayılarım ıza göre, h er b irin in süresi bin yıl olan altı günde, yani altı bin yılda
yaratılm ıştır (H ad id , 6; Â raf, 54; Fussilet, 10-11). K u r’anda bu altı gün, yarat­
ma işinde şöyle b ö lü n m ü ştü r: "D e ki, ik i günde yeri yaratan T a n rı’yı m ı inkâr
I?d iyo rsu n u z? O , yer ü stü n d e ağır baskılar yaptı, ona bereket verdi ve azıklar
ta kd ir etti ve bunları dört g ü n d e yaptı; sonra göğe yöneldi ve bir dum an iken,
ister istem ez geliniz, dedi, onlar da isteyerek g eld ik dediler; bu suretle göğü,
ik i günde yed i g ö k olarak yerleştirdi ve her birine ke n d i işini vahyetti. D ünya
göğünü de kandillerle d o n a ttık, k o r u d u k ...” (Fussilet, 9-13). T efsirciler, bu ya­
ratm a konu su n d a altı günün h er b irin d e nelerin yaratıldığını, yddi göğün ne­
lerden ibaret olduğunu u zun uzadıya açıklam aya çalışırlar. G ünlerin süreleri
hak k m d ak i K u r’an bildirisi aynıyla T e v ra t’ta da v ardır. Bu kutsal kitap da,
"R a b b in yanında bir gün, bin yıl ve bin yıl bir gün gibidir” denilm ektedir (Mez-
m u rlar, 9 0 :4 ; P etrus, II, 3 :8 ). Y ahudi T anrıb ilim cilerine göre, T e v ra t’ta sözü
edilen her günün süresi (7000) er yıldır. A rzın biçim ine gelince, onlara göre,
boşlukta asılı ve h a tta bug ü n k ü kozm ografya bilim in verilerine uygundur. Z ira
T e v ra t’ın Eyub adlı b ölüm ünde "K u ze yi boşlu k üzerine yayar ve yeri hiç ü ze­
rine asar” denilm ek ted ir (X X V I, 7).
Hz. M uham m ed, T a n rı’nın ulu gücüne en büyük belge olm ak üzere, yer
ve gökyüzünün yaradılışı h ak k ın d a kendisine bildirilm iş olan ayetlere bağlanır:
"T anrı, göklere d ireksiz y ü k s e k lik verdi, onları görüyorsunuz, sonra A rş üze­
rine yaydı, güneş ve ay, sonu belli bir güne d e k akarlar; ve yeryü zü n ü uzatarak
üzerinde dağlar ve nehirlerle, her b irinde ikişer ç ift m eyveler vücuda getirdi;
geceyi gün d ü ze bürüdü. Y e ry ü zü n d e ko m şu kıtalar, ü zü m bağları, ekinler, hur­
m alıklar, çatallı çatalsız tü m ü aynı su ile sulandıkları halde, yem işlerden bazılarını
bazılarından üstü n kılarız ki, bunlarda aklı eren k a vim için ayetler vardır” (R a ’d,
3-5). Y üce T a n rı, göklere ait gizlerin hiç b ir şeytan ya da cin tarafın d an öğre-
nilm em esi için gereken önlem leri de alm ayı ihm al etm em iştir: "B iz gökte burç­
lar ya p tık ve onu seyredenler için süsledik; ve onları taşlanm ış olan her bir
şeytandan ko ru d u k. A n c a k k u la k hırsızlığı eden olursa, onu da bir göktaşı k o ­
vuşturur. Y e ry ü zü n ü de u za ttık ve ona ağır baskılar b ıra ktık ve onda u y u m ­
lu şeyler bitirdik. O nda hem sizin için, hem de sizin beslem edikleriniz için ge­
çinecek şeyler vücuda getirdik. Y a n ım ızd a hâzineleri olm ayan hiç bir şey y o k ­
tu r ... B iz onları bilinen m ikta rd a in d iririz... A şılayan rüzgârlar yolladık ve
gökten sizi sulayan su in d ird ik ve o nu sarnıçlarda tutan da siz d eğilsiniz” (H icr,
17-23)*. Bu önlem ve işaretlerin verildiği dönem lerde, insanoğlunun gittikçe

(1) Feza araştırmalarına din bakımından bir dayanak arayanlar, şu aye­


tin bu çabayı yasaklamış olduğunu ileri sürerler; “Biz, en yakın gökyüzünü bir
süsle, yıldızlarla d o n a ttık ; onu her başkaldıran şeytan dan koruduk. Onların en
yüce topluluğu kulak verip dinleyem ezler; kovulm uş olarak atılırlar. Onlara,
sürekli olarak bir azap vardır. Fakat azıcık bir bilgi kapan olursa, onu da delip
geçen bir alev kovuşturur” (Saffat, 6-10, Zümer, 36). Fakat bu araştırmaların
Hz. MUHAMMED’İN FELSEFESİ
/
genişleyen b ir azim ve tecessüsle yıldızlara doğru yol alacakları gerçeği bilin­
m iyordu ve hiç kuşk u su z bazı tefsir'cilerin bilm ezlikten gelerek bilim sel sonuçlar
çıkarm aya çalıştıkları, “aşılayan rüzgâr” deyimi de, in cir ve hu rm a yetiştiren
ve H z. M uh am m ed ’den çok önceki dönem lerden beri bilinen b ir gerçeği h a tır­
latm ak tad ır. U lu T a n rı, hiç b ir şeyi rasgele yaratm ış değildir; vücuda getirm iş
olduğu h er şey, T e v ra t’ta da bildirildiği gibi, in sanlar içindir. H er şeyin bir
ereği v ard ır ve hepsi önceden hesap edilm iş ve belli b ir düzene göre yaratıl­
m ıştır: " Ü stlerindeki sem aya baksınlar, biz onu nasıl bina etm iş ve süslem işiz-
dir, hiç bir ged ik yo k. Y e ry ü zü n ü yaym ışız ve ağır baskılarla oturtm uşuz, her
çeşitten gü zel ç iftler bitirm işiz. G özlere ve gönüllere fera h lık verirler ve tüm
itaatli kulla r zikrederler. Bir d e g ökten m üb a rek bir su in d irdik de, onunla
bağlar, bahçeler ve biçilecek taneler b itirm ekteyiz. Sıvam a to m u rcu klu olgun
hurm a ağaçları, kullara rızk içindir ve onunla ölü bir kasabaya hayat verm ek­
teyiz, işte ö lüm den sonra dirilm e d e böyle olacaktır” (K af, 6-11); “Tanrı, halkı
yo kta n yaratır, sonra yeniden diriltir ve y a y a r ...” (R um , 11); “O , tü m y ıld ız­
ları balçıktan (çam ur) ya ratm ıştır” (Saffat, 11).
Bu son ayette işaret edilen yoktan v ar etm e bildirisi, eski Y unandan beri
üzerinde tartışılan ve kitaplı d inlerde de yer alan b ir so ru n d u r ki, İslâm filo­
zofları da b u konu ü zerinde çetin tartışm alara girişm işlerdir. K u r’an, h e r vesile
ile, hem U lu T a n rı’nın büyük san at ve gücünü ispat etm ek, hem de yarattık-,
larını m utlak a b ir am açla o lu ştu rm ak ta olduğunu anlatm ak için, göklerin di­
reksiz oldu k ların a ve sanki d ağların ağırlığı olm asaydı yeryüzü yerinden uçup
gidecek ve insan lar, sanki dalgalı b ir denizde çalkalanıp duracaklarm ış gibi,
o n ların bu felâketlere engel olm ak için y aratıldığına işaret eder: “G ökleri direk­
siz yarattı ve onda, her bir hayvandan üretti. H em gökten bir su in d ird ik 'de,
her hoş çeşitten y e tiştird ik ” (L okm an, 10; N ahl, 16). A çıkça görülüyor ki, he­
nüz o dönem in insanları gökyüzünü yeryüzü üzerinde direksiz d u ran b ir son­
suz kubbe gibi tasavvur etm ektedir. Başka b ir surede de, belki Z erdüşt m ezhe­
bine karşı bildirilm iş olan b ir ayet, k aran lık ve aydınlıkların da, T an rı ta ra fın ­
dan yaratılm ış olduğunu a n latır. Doğa k an u n ların ın m istik b ir anlatım ı olm ak
üzere, T a n n ’nm eserleri arasın d a, “G üneş ve ayın bir hesap işareti” (E n ’am,
96) o lduğu n d an , o n ların da, “S o n u belli bir ecele doğru a kıp g ittiklerin d en "
(L okm an, 29; F atır, 24; Z ü m er, 5; R a ’d, 3) söz edilir. K u r’anda bildirildiğine göre,
başlangıçta, “G ökler ve yeryü zü bitişiktiler, biz onları a yırdık ve hayatı olan
her şeyi sudan yarattık, hâlâ inanm ıyorlar m ı? Y e ry ü zü n d e onları çalkalar diye
baskılar o tu rttu k ; doğru gidebilsinler diye, onda bol açıklıklar yap tık; göğü de
ko ru n m u ş bir çatı ya p tık, oysaki O yaradan, geceyi, gündüzü, güneş ve ayı ya­
ratm ış ve tü m yıldızlardan her biri bir yörüngede (felek) yü zerler” (Enbiya,
30-33). K u r’an d a gök, m eleklerin yükseldiği ve indiği, peygam berlerin çıktığı bir

yapılm asında bir sakınca görmeyenler, fetvalarım şu ayete dayarlar: “G ö kte ve


yerde ne varsa, O, h e p sin i k e n d isin d e n size h izm e tç i yaptı. B unlarda d ü şü n e n ­
ler için ayetler vard ır” (Casiye, 12).
Din adamları, k utsalb ild irilerin nelere izin verdiğine dair fetvalar vermeye
çalışıp dururlarken, layik ruhlu ve h atta M üslüman da olm ayan dünya bilginleri,
türlü keşif ve icatlarıyla, insanlığa hizm et etmeye devam edip durmaktadırlar.
yer, b ir yol o larak gösterildiği gibi, T an rı saltan at ve A rş’ını da kapsayan b ir
yüce âlem o larak da tasav v u r edilm iş gibidir: “G örm edin m i, -Tanrı, gerçekten
tü m yerdekileri, gem ileri d e sizin için tu ts a k etti; göğü de izni olm adan yere
düşm ekten - a lıko ym a kta d ır” (H ac, 65).
Ö zet olarak H z. M uham m ed’in kozm ogonisi, yaratm a olayını açıklam ak­
tan çok, T a n rı’nın yüce gücünü, b ü yüklüğünü, bilgeliğini, inayetlerini ispat
etm ek için, im an ed enlerin im anlarını kuvvetlendirm eye ve im an etm eyenleri de
M üslüm anlığa davet etm eye b ir aracıd ır, denebilir. A nlaşılıyor ki, T an rı, âle­
mi yoktan v ar etm iştir ve yarattığı h er şeyi, insanlar için vücuda getirm iştir.
H atta gem ileri in san lar inşa ettikleri halde, sanki o n lar da T a n rı’m n eserleriy­
m iş gibi — kuşkusuz A rchim ed ilkesinden söz edilm iyor— insanların em rine Y ü­
ce Y aradan ta rafın d an v erilm işlerdir ve h e r' şey başlangıcından itibaren sonu
belli b ir k adere, b ir ecele göre, yani kıyam et gününe dek v a r olm ak üzere
yaratılm ıştır.
H adis k itap ların d a, İb n A b b as’tan nakledildiğine göre, T an rı, evvelâ ka-
lem ’i (yani, evrenin planını çizm iş olan ta k d ir’i), sonra b u h arı, b u ndan da gök­
leri, daha sonra büyük balık anlam ına da gelen nun ve bun u n üzerine yerleş­
tirilm iş olan yeryüzii’nü y aratm ıştır. Y eryüzü, hareket ederek çalkanm ış; yerin­
de d u rsu n diye T a n rı, b u n u n üzerine dağları yüklem iştir. K alem i, bazıları, ön­
cel tak d irin plan vc projesi olm ak itibarıyla tüm el akıl diye tanım lar. Hz. M u­
ham m ed de b ir hadisin d e, “Tanrı, en önce aklı yarattı” dem ek suretiyle, her
konuda aklı kullan m an ın lüzum ve önem ine değinm iştir. İbn A b b as’a göre, T a n ­
rı, daha sonra m addenin, yani tözün, daha sonra da su bu h arı halindeki m ad­
delerle yıldızların, nihayet sıvı h alindeki yeryüzünün m addesini halk etm iştir.
T efsirciler, n u n ’u y u varlaklık diye yorum lam ış ve bu yuvarlak m adde çalkan­
d ıktan sonra deprem olm uş, k ab u k bağlam ış, çatlam ış, dağlar ve dereler mey­
dana gelm iştir, d erler; D inin am acı, asla bilim sel açıklam alar olm adığı halde,
din bilginleri, boş yere bu çeşit açıklam alara özenirler. T üm m itolojiler, bir ya­
ratm a efsanesinin simgesel tahm inleriyle yü k lü d ü rler. B unlarda kozm ogoni ile
teogoni b irb irin e k arışm ıştır. İnsan ın ve evrenin başlangıcıyla sonu hak k ın d a
zihnin duyduğu m erak, dinin tüm bilgileri kendisinde toplam ış olduğu dönem ­
lerde olum lu tem ellerden yoksun olan bazı açıklam alara neden olm uştu. Az
çok E fla tu n ’dan esinlenm iş olan ‘İhvan-üs-Safa’ k itap çık ların d an öğrenildiğine
göre, m addesel âlem in yaradılışından evvel b ir sıra tinsel varlık lar fışkırm ış,
bunların b irbiriyle kaynaşm aları ve b irb irin e yapm ış oldukları etkiler sayesin­
de, âlem , özel b ir evrim le şekillenm eye devam etm iştir. A risto ’dan esinlenm iş
olan İbn Sina ve İb n R üşd ise, evvelâ T an rısal -sözden akıl, sonra da tinsel
ve m addesel v arlık lar ve âlem ler yaratılm ıştır, d erler. O n lara göre T a n rı, ilk
nedendir; fak at âlem , b irtak ım aracı n edenlerin ü rü n ü d ü r. K alenderiye tarik a­
tına m ensup olan lar, vaktiyle âlem de T an rı dışında b ir yaratıcı evrim in var
olduğunu ve yüce b ir n u r olan T a n rı’nın, başlangıçta olduğu gibi, en sonda
da yalnız olacağım iddia ettiler. Y eni E flatunculuğun etkisi altında kalan İslâm
d ü şünürleri, T a n rı’nın kendi tarafın d an yaratılm ış olan dünyayı, yok etm eyece­
ğine in an ırlar. Esasen yaratm a k o n u su n d a İslâm anlayışında tü rlü zorluklar
vardır: T a n rı eserlerinin dışında m ıdır, yoksa y arattık ların d a içkin (m ünde­
miç) m idir; y aratılan lar, tü rü m (em anation) yoluyla m ı T a n rı’dan ayrıldılar,
yoksa m istiklerin zan n ettik leri gibi, âlem T a n rı’d an m ı ib arettir ya da âlem
T a n rı’da m ıd ır? gibi çeşitli so ru lar zihni k u rcalar. T ü rü m ku ram ın a göre, T an ­
rı, kendisinden hiç b ir şey eksilm eksizin, evreni güneşten ayrılan ışınlar gibi
m eydana getirm iş olacaktır. T an rı, eserlerinin dışındaysa, O ’nu n heryerdeliğini
açıklam ak zo rd u r. T an rı eserlerinin içindeyse, ya kendisi eserlerinden ib aret­
tir ya da eserlerinin dışında artan b ir parçası d ah a vard ır. E serlerinden ib aret­
se, ona h arek et sıfatını verm ek g üçtür. Z ira , h er şey ondan ib aret olunca ve
h e r yerde b u lu n u n ca, fiziksel m antığa göre, h arek et etm esi olanaksızdır. T an rı,
som ut olarak b ir töze sahip o lunca, yaratıcılığı dolayısıyla kendini hareketsiz
saym ak, hem akla, hem im ana ay k ırıd ır. Bu itib a rla âlem de d o luluk ya d a boş­
lu k tan b irin i kabul etm ek gerektiğini d ü şü n en ler de olm uştur. Boşluk kabul
edilm ez; zira, T a n rı’nm bulunm adığı b ir yer tasarlanam az. A tom culuk hakkın-
daki İslâm düşünceleriyle b u konu arasında sıkı b ir ilişki vard ır. T a n rı’da evreni
aşan b ir kısm ın varlığım farz etm ekse, bölünem ez b ir b irlik ve b ü tü n olan
Yüce T a n rı’yı b ö lü n eb ilir zannetm ek gibi yanlış ve m üşrikçe b ir inancı doğu­
rur. A kla gelen b u çeşit ve b u n lara bağlı diğer d üşünceler — H z. M uham m ed’in
kozm ogoni h ak k m d ak i b ild irilerin in yetersizliği dolayısıyla— İslâm âlem inde
pek çeşitli d üşüncelerin doğm asına neden olm uştur.
S ünnîler T a n rı’nın — m utlak su rette özgür olduğu için— dilediği şeyleri,
dilem ek zo ru n d a olm aksızın dilediği gibi y aratır, k a n ısm d ad ırlar. İslâm filozof­
larıysa, b u inanca aykırı o larak , fak at yine K u r’an d aki ayetleri, kişisel olduğu
k a d ar da eski Y unan filozoflarından y ararlan arak özel b ir tarzd a yorum larlar.
O n lara göre, T a n rı, yaratıcı b ir gü çtü r, b u yüzden de e tk in d ir (faal). F ak at
nedensiz ve vesilesiz hiç b ir şeyi yaratm az. T an rısal güç, yaratıcılığı dolayısıyla
bir cdilginlik (m ünfailiyet) m eydana g etirir. B unun içindir ki, yaratılm ış olan
şeyler, T a n rı’nın öncel (ezelî) gücüne o ran la değişken Ve fan id ir (hadis). F akat
bunlar, varlık ları b ak ım ın d an başlangıçları olm ayan b ire r gerçekliktirler. Bu
filozoflar, ilk neden o lan yaratıcı gücün etk in (fail) sıfatına, tüm el akıl derler.
B unun yaratm ış olduğu edilgin (m ünfail) niteliğe de, tüm el nefis derler. Bu
itibarla Yüce T a n rı, yalnız b u aklı yaratm ış, b u da tüm el nefisle b irlik te öğe­
leri, gökleri, b u n ların h arek etlerin d en de yıldızları, canlı ve cansız öteki yara­
tık ları o lu ştu rm u ştu r. D em ek ki, evren, tüm el ak ılla tüm el nefsin ü rü n ü d ü r.
İslâm m istikleriyse, T a n rı’yı hiç b ir niteliği olm ayan m u tlak varlık sayar­
lar. F akat b u yüce v arlık ta, m eydana çıkm a, görünm e (zuhur) eğilim i vard ır.
Evren, o n u n tüm el bilim indeki gerçeklerle n itelik lerin de ifadeleri olan tü rlü
kutsal ve yüce ad ların ın nesnelleşm esinden b aşk a b ir şey değildir. Y ani evren,
m utlak varlığın görünm e eğilim inin b ir so n u cu d u r (Saint M artin, "A le m , Tan-
rı’nın görünür hale gelm iş olan d ü şü n cesid ir” dem ekle, bu düşünceyi başka b ir
tarzda benim sem iştir). Bu itib arla evren, T a n rı’nın tüm el bilim indeki, gerçek­
lerin belirtisi olduğu için v a rd ır, yoksa evren denilen b ir gerçeklik yoktur.
Z ira, T a n rı’d an başk a v a r olan hiç b ir şey y oktur. H a tta evren, uzaysız ve
m utlak b ir gerçeklik olan T a n rı bilim indeki gerçeklerin b ir görüntüsü olduğu
için, kaynağı itibarıyla sonsuzdur. Y ani, uzay âlem i, uzaysızlık .âlem inin ü rü ­
n ü d ü r ve h er şey zam andan da ayrılm ış ve arınm ış olan T an rı sayesinde var
olm uştur, aralıksız da T anrT d an zu h u r etm eye devam etm ektedir. (Şeriat di­
linde tüm el akla, C ebrail denilir.) M istikler, simgesel ve edebî b ir açıklam a­
dan başka değeri olm ayan b u düşüncelere, bazı ayet Ve hadisleri kendi am aç­
larına uygun b ir biçim de yorum lam ak suretiyle ulaşırlar.
Bir söylentiye göre, H z. M uham m ed, "T a n rı, her şeyden önce bir a k inci
yarattı” dem iş, T a n n ’nın bu inciye bak tığ ın ı, b u b akıştan incinin eridiğini, bu
eriyiğin b u h a rın d a n gökler, suyundan yerler ve denizlerin yaratılm ış olduğunu
söylem iştir. B irtakım tasavvuf Iciim leri içinde, açıklanm aya çalışılm ış olan ya­
ratm a konusu, kaynağını m istik h ayallerden aldığı sürece, gerçek b ir sonuca
ulaşam az. Z ira, b u , din ve im anın değil, bilim in ko n u ların d an d ır. G oethe de
böyle hayallere kapılm ış g örünür: ‘F au st’ adlı ü n lü yapıtının p rolog’u n da, " E v­
ren,, diyor, kö r bir raslantıyla oluşam az. E vren, gezegenleri, k e n d i yörüngelerin­
de sürükleyen ve yöneten ebedî ve kesin yasalarla kıyaslanabilecek surette d ü ­
zenlenm iş olan bir plana itaat e tm e k zo ru n d a d ır”. O da bu görüşle, yaratm a ola­
yının, v arlık ları, bazı ü stü n tiplere (archetypes), yani İslâm dü şü n ü rlerin in Tan-
rıbilim indeki, değişm ez suretlerin adı o larak k u llan ılan ayan-i sab ite’ye ya da
E flatu n ’un ‘İd e a ’ların a göre m eydana geldiğini anlatm ak istem iştir. O lum lu bi­
lim ler bak ım ın d an , b u ko n u , dinlerin ya da bilgelerin, edebî, m istik ve simge­
sel hayalleriyle asla açıklanam az. Z ira , o n lar, bilim lerin aksine o larak, başlan­
gıcı a raştırırlar. B ilim lerse, v a r olan şeylerin nesnel o larak varlık ların d ak i koşul­
lar ve nedenlerle b u n lard a hüküm süren k an u n ları aram ayı yeğ tu ta rla r.
G enel o larak İslâm d ü şü n ü rleri, başlangıçsız b ir evren düşüncesini redde­
d erler. E ş’arîler, D escartes’tan çok önce, âlem in h er an yeniden yaratılm akta
olduğunu sa v u n d u lar1. O n lara göre, T a n rı, öncel olarak kelâm sahibidir, bu
nedenle kelâm ve vahiy, önceldir; fak at T a n rı’nın kendisi öncel o larak yaratıcı
değildir. M atü rid îler, y aratm anın öncel old u ğ u n u , zira T a n n ’m n ilk neden ve
ilk etken olduğunu sav u n u rlar. Şeyh B edreddin ise, T anrT nın zatını y arattık la­
rından ayrı k ab u l ettiği için, âlem i de öncel, yani en eski (kadim ) sayar. İç-
kinci (im m enentiste) olan b u zat d er k i: “Tanrı şu şeyi buyurdu, dem ek, m u t­
la k varlığın özü, o şeyi öyle gerektirdi d em ektir; yoksa Tanrı em ri söyleyişler­
den, harflerden, A ra p harflerinden arınm ıştır. Tanrı bir taraftan varlık m erte­
belerinin gerekçelerinden (icabat) soyunm uştur, bir taraftan da o varlıklardan
ayrı ve m addesiz değildir. Ç ü n kü O , tüm eller tü m üdür. Tanrı, k en d in i göster­
m e eğilim ine sahiptir ve tü m nesnel varlıklarla b irlikte oluşm uştur. Tanrı, önce
yalınç (basit) ve sade bir suret olarak belirtilm iştir; sonra bu suretten diğer su­
retler ayrılıp dallanm ış, tüm ö te k i varlıklar vücuda gelm iştir”. O n a göre, “İn ­
sanlar, bilgisizlik d ö nem lerinde gözle görülen ve elle tutulan putlara taptılar;
zam anım ızda ise, görülm eyen, tutulm ayan, fa k a t tasarlanan bir T a n rı’ya tapı­
yorlar. U m arım k i Tanrı, h a k k ı belirtir d e h a lk gerçek olan T a n rı’ya tapar”
(V aridat). Bu görüş, vaktiyle dine aykırı sayılm ıştı.
B âtınîler, ayet ve h adislerde bildirilen yaratm a problem ini şöyle açıkladı­
lar: A lem , en eskidir; zam an içinde b ir başlangıcı yoktur. O , sürekli b ir oluş

(1) Jüdaizme göre de, “Tanrı, her gün yaratır ve her gün yeni ruhla
yaratılır” (Henri Siru ya, s. 96).
h alindedir. Y oktan da v ar olm am ıştır. Â lem in ilk nedeni, potansiyel akıldır.
 lem , bu ak ıld an katıksız, m addesel olm ayan b ir töz, b ir n u r olarak çıkm ış­
tır. N u r m ertebesinden bulun d u ğ u m u z m ertebeye dek dokuz dereceden geçi­
lerek dünyaya inilm iştir. Bu derecelerin h er birin e, varlığın b ir derecesi olm ak
itibarıyla akıl denilir. Bu değişm eler, doğup ölm elerle dünyanın nedeni, onuncu
(son) m ertebe olan ak ıld ır. B âtınîler, K u r’andaki kalem ve levh (levha) sözcük­
lerini m ecazlı anlam da değerlendirirler. O n lara göre, kalem etk in , levh ise
edilgin b ir ilkedir. Y ani, birincisi en eski olan ilk neden, İkincisi alıcı olan var­
lık derecelerine ve ikinci nedenlere delâlet eder.
Y aratm a ve genel o larak kozm ogoni so ru n u , m istik inançlarla çözülem ez.
E vrenin sonu da b ir inan ç k o nusunu aşam az. Bu ikinci konuyu kıyam et b ah ­
sinde incelem iştik. İncillerd e, b u k o n u lar h a k k ın d a K u r’andaki k a d a r açık b il­
d iriler yoktur. F akat örneğin, m ilâdın 126’ncı yılına doğru, İzm ir ya da do­
laylarındaki b ir yerde doğm uş olan din şehitlerinden Saint Iren ö ’ye göre, kıya­
m et, yaradılıştan 6000 yıl sonra k o p acak tır. Z ira, 6 günde yaratılm ış olan dü n ­
yanın h er günü 1000 yıla eşdeğerdir (Bu tah m in , K u r’anda 500 yıl sonra te k ra r­
lanm ış oluyor). Y edinci dinlenm e gününe tekabül eden 1000 yıllık dönem de '
de H z. İsa, kendine im an edenlerle b irlik te K u d ü s’te saltanat k u racak ve bu
dönem in so n u n d a, u y ru k ların ı, b abası olan T a n rı’ya su n acak tır (F. Beuzart,
‘Essai sur la Theologie d ’Ire n e ’, Paris, 1908).
Bu çeşit gülünç hesaplarla zihinlerini yorm uş olan din adam ları ço k tu r ve
tahm in edilm iş olan y ıllar gelip geçtiği h ald e evren, sonsuz evrim ine ve h atta
y aradılışına devam edip gitm ektedir. H z. M uham m ed, kıyam et h a k k ın d a asla
böyle gülünç tahm inlere yol açabilecek kâh in lik lerd e bulunm am ıştır. O n u n sis­
tem inde kozm ogoni ve dolayısıyla yaratm a sorunu, yukarda da işaret ettiğim iz
gibi, bu önem li k onuyu açıklam ak tan çok, Y üce T a n n ’nın tüm el gücüne dikkati
çekm ek gibi p ra tik b ir am aç taşım ak tad ır.
İNSAN

“İnsan, neden yaratıldığını d ü şü n sü n ”.


(T arık, 5)

" B iz m eleklere, Â d e m ’e secde ed in iz de­


m iştik de, onlar da secde etm işlerdi.”
(isra , 60)

H z. M uham m ed, insan ru h u n u derin d en kavram ış p ra tik b ir ru hbilim ci­


d ir. Biyoloji h ak k m d ak i sezişleri, yaşadığı dönem in bu k o nudaki bilgelerini aş­
m ış değildir. F ak at o, b u sezişleri, T a n rı’nın b irliğine, gücüne ve tü rlü sıfatla­
rın a d a ir ispat k an ıtları o larak k u llan m ak ta b ü yük b ir başarı gösterm iştir. İn ­
sanın ahlâk sal k arak teri h a k k ın d a b ildirm iş o ld u k ları, büyük görevini gerçek­
len dirm ek için giriştiği silahlı savaşlarda düşünsel tartışm alard an , m üşriklerle
ve im anlılarla olan tü rlü m ünasebetler ve eylem lerden edinm iş olduğu d ü şü n ­
celer ve bilg ilerd ir; b u n la r, k endisinin içinde b u lu n duğu hal ve ko şu llar bak ı­
m ından tam am ıyla gerçektir. O , evvelâ T an rısal güç ve bilgeliğin ispatına ya­
rayan b ir k an ıt o larak insanın nasıl y aratıldığını b ild irir ve . onun ruhsal k a ra k ­
terlerini açıklar. H z. M uham m ed, yapm ış olduğu seyahatlarda ve kendi haya­
tının tü rlü serüvenleri esnasında, oldu k ça geniş ve A ra b ista n ’a o ran la daha ileri
bölgelerle insanların tü rlü âd et ve inançlarıyla tu tk u ların ı, ku rn azlık ların ı ve
nelere değer v erd ik lerin i öğrenm iş ve b u n la rd a n yararlanm ayı b ilm iştir. O ,
kendileriyle karşılaşm ış olduğu insan ların niyetlerini ve içyüzlerini, tü rlü vesi­
lelerle ifade ettiği vak it, o nları şaşkına çevirm iş ve bu tü rlü bilgilerinde bile,
T anrısal yardım ın ken d isin d en esirgenm em iş olduğunu k a b u l ettirm iştir. O nun
insan ru h u h ak k m d ak i bilgisinde, kendi nefsini bilm esi, kendini gözlem ekteki
tarafsız ve derin gerçekçiliği de önem li b ir rol oynadığı gibi, k a d ın lar h a k k ın ­
da da, o dönem de hem en kim senin fark ın d a olm adığı ince ve duygulu bilgiler
edinm işti. K endi içine bakm ayı ve k en d in i denetlem eyi bilm eyen b ir insanın,
başkalarının iç âlem i h ak k ın d a tam ve doğru b ir bilgi edinebilm esi olanaksız­
dır. O , her şeyden önce k endini bilen b ir büyük insan o larak k ad ın ve erkek,
çocuk, yetim ve köle olan öteki insan lar h a k k ın d a aldanm ası ve aldatılm ası
güç bilgilerle deneylere sahip olm uştu.
İnsan konusu da, yaratm a konusuyla ilgilidir. Bu sorun, H z. M uham m ed’
den çok önce, tü rlü kavim lerin m itolojilerinde ve T evrat gibi kutsal k itap lard a
da ele alınm ıştır. M ax M ü ller’e göre, M ordvinler, insanın yaradılışını şöyle açık-
*

larlar: T an rı Şkay, insanı b alçık tan y arattı, ona ru h verdi ve onu şeytana karşı
korusun diye, b ir köpeğe em anet etti. Bu dönem de köpeğin k ü rk ü yoktu. Şey­
tan, yeryüzüne buz gibi b ir soğuk yolladı; b u su retle şeytan, yarı donm uş bir
hale gelen köpekte, Şkay’ın im al etm iş olduğu rııhu görm eye m uvaffak oldu ve
bu ru h u n üzerine tü k ü rd ü . O v ak itten beri insan ru h u , h er çeşit hastalığa tu-,
tu lm ak ta d ır ve insanın y apm akta olduğu k ö tü lü k ler de bu yüzdendir. M ordvin-
lilerin bazıları da şöyle d ü şü n ü rlerm iş: İnsanı yaratm ayı ilk düşünen T anrı de­
ğil, şeytanm ış. Şeytan, yeryüzünün yetm iş yedi yerinde kum ve balçıktan insan
yapm aya çalışm ış, fak at başaram am ış. O n u n y arattık ları dom uzlara, köpeklere,
sürüngenlere benzem iş, b u n la r konuşm uyor, h o m urdanıyor, havlıyorlarm ış. Bu­
nun üzerine şeytan, yuvasını Ş k ay ’ın el hav lu su n u n içine yapm ası için b ir ak ­
babayı göklere yollam ış. Bu havlu Samanyolu im iş. A kbaba, em ri yerine getirir­
ken havlu yere düşm üş ve hem en Y üce T a n rı şekline giren insan bedenini, şey­
tan bu havluyla silm iş, b u n u n üzerine Şkay’la şeytan arasında yeni b ir savaş
başlam ış ve nihayet şöyle anlaşm ışlar: Şeytan, in sanın bedenine, T an rı ise ru ­
hu n a hükm edecek; ölüm den sonra ru h T an rısal şekliyle Şkay’a dönecek, beden
ise çürüyü p gidecektir. K adını da T an rı değil, şeytan, erkeğe arkadaş olsun
diye yaratm ıştır. O da erkeği T a n rı’nın doğru yollarından saptırm aya hizm et
etm iştir. M ordvinlere göre, şeytan b ir baykuş su retin d ed ir ve T a n rı’nın ken­
dine arkad aş olsun diye yaratm ış olduğu can lıd ır (A rapların şeytan dedikleri
bu asi m eleğe İb ra n île r satan d erler ki, d üşm an d em ek tir)1. G erek M ordvinler,
gerek daha diğer b irçok ilkel kavim ler de insanın yaratılışı h ak k ın d a az çok
birbirine benzeyen tü rlü in an çlara sah ip tirler ve hem en b u inançların çoğun­
da to p rak ve şeytan u n u tu lm u ş değildir. H in tlilerd e ilk insan, yani İb ran îlerin
H z. A dem ’i, Y am a’dır. İb ra n île r, tü m insanlığı Â dem ve H avva gibi b ir çiftten
türem iş sayarlar. Bu inanç, b irçok dinlerd e ve m itolojilerde de v a rd ır; b u n la r
arasın d a bazı şekil fark ları g ö rü lü r; H ıristiy an lık ya da Y eni E flatunculuğa
bağlanan Y ah u d iler  d em ’i, ilk insan o larak T a n rı’n ın oğlu saym ışlardır2. As-
yalılarm pek çoğu, Â d em ’in to p ra k ta n doğduğuna in an ırlar; yeryüzünü ana,
gökyüzünü b ab a telakki ed erler ya da d ah a yüksek tözlü (cevher) T an rıları ba­
ba sayan bazı kavim ler de v ard ır. Y am a, ilk ö len d ir; ölülerin k ralı, insanları b ir
araya getiren ah ret âlem inin efen d isid ir ve ölüm ün k en d isid ir (M ax M üller).
B atı’da çeşitli san at k o lların a ilham kaynağı olm uş b u lu n an , insanın ya­
radılışı soru n u , K u r’an d a şöyle b ild irilm ek ted ir: Y üce T an rı, “Ben yıllanm ış
çam urdan bir insan yaratacağım , o nu yaptığım ve ona k e n d i ruhum dan üfür-
düğüm zam an ken d isin e secde ed erek kapanın (H icr, 26, 29; S a’d , 72) em rini

(1) Şeytam n bir adı da kibrin, şerrin, küstahlığın sim gesi olan Azazil'dir.
(2) Asurlular, Tanrıların da insanlar gibi kendi aralarında savaştıklarına
inandıklarından, bunlardan yenilgiye uğram ış olan birinin kan damarlarından
insanın yaratıldığına inanırlar; Mısırlılara göre ise insan Güneş Tanrısının
yani Ra’nın gözyaşlarından m eydana gelmiştir. Belki de sim gesel ve ozanca bir
anlayışı da yansıtan bu görüş’ün, başka türlüleri de vardır. Tüm insanların, ırk­
ları ne olursa olsun bir ayni ana ve babadan türem iş olduğunu savunan Yahu­
diler, Tevrat’ın bildirisine dayanarak insam n  dem ’le Havva’dan türem iş ol­
duğunu kabul ederler.
verir. Bu suredeki (26) ncı ayeti yorum layan M as’udî, H z. Â dem ’in topraktan
m aketinin (80) yıl biçim siz kaldığını, bu m aket (120) yıl bekletildikten sonra
ruhlandırılm ış o lduğunu a n la tır (M as’udî, ‘M üruc-üz-Z eheb’, Paris). D aha çok
İsrail m asallarına dayanan b u görüşe yine aynı k aynaklardan esinlendiğini san­
dığım ız T ab arî de  dem ’in kaç yıl yaşadığını ve H z. D a v u d ’a kendi öm ründen
(70) yıl bağışlam ış old u ğ u n d an söz eder. Bu çeşit savların b ir çok ö te k i'm istik
savlar gibi, hiç b ir güvenilir dayanağı olm adığı ap açık gerçeklerdendir. Bir h a­
dise göre de, “T a n rı’nın inşam k e n d i su retinde yarattığı m u h a k k a k tır” denil­
m ektedir ki, b u n u , şu ayetlerle de b aşka b ir tarzda ifade edilm iş bu lu ru z: "B iz
insanı en güzel bir b içim de yarattık; sonra d ö n d ü rd ü k, aşağıların aşağısına at­
t ı k ” (T in, 4-5) ve T a n rı, " . . . S izi güzel bir surette vücuda g e tir d i...” (Tega-
b ü n „ 3). T efsirciler, yukark i ayette, aşağılıklara atılm ış o lanın, im an etm eyenler
olduğunu söylerlerse de, gerçekte, insanın b ir T an rısal eser olm asına k arşın , iç­
lerinde her türlü rezillik ve aşağılıklara düşebilenlerin de b u lu nduğuna işaret
edilm ektedir sanıyoruz. T e v ra t’ta da T a n n ’nın, insanı kendi suretinde yaratm ış
olduğu b ild irilir (T ekvin, V , 2). Âli İm ran suresinin 4 3 ’üncü ayetinde de,
"Ben sizi çam urdan ve k u ş biçim in d e yarattım ve içine ruh iifü rd ü m ” denilm ek­
tedir; bu ru h , y u kardaki ayetlerden de anlaşılacağı gibi, Yüce Y a rad an ’ın kendi
ru h u d u r; yani insan, m adde o larak yalnız b ir organizm a yığını değil, aynı za-
d an d a T an rısal değerde b ir tinsel v arlık tır. B unun içindir ki H z. M evlâna, be­
denim izle değil, ru h u m u zla insan olduğum uzu anlatm ıştı.
H z. Â dem ’in çam uru h a k k ın d a kullanılm ış olan deyim ler de birb irin d en
fark lıd ır: Y apışkan b ir çam u rd an (Saffat, 11); kokuşm uş ya da yıllanm ış bir
çam urdan , sadece to p rak tan (R um , 20) deyim leri gibi, "T anrı, insanı saksı gibi
ku ru çam urdan yarattı” (R ahm an, 37); "T anrı, sizi yeryü zü n d e b itk i tarzında
yetiştird i” (N uh, 17) ayetleri de, insanın yaradılış tarzın d an iki ayrı ö rnektir.
T a n rı’nm kendi fıtra tın d a y aratm a U itfunda b u lu n duğu  dem ’in m eydana ge­
lişi hak k m d ak i b ild iri. B akara suresinde genişçe ve diğer bazı surelerde de
kısaca anlatılm ıştır. H av v a’nın da  d em ’in k ab u rga kem iğinden yaratıldığını
bildiren b ir hadis, T e v ra t’tak i hab eri doğ ru lar (T ekvin, 11, 23). E rkeğin ka­
burga kem ikleri sağ ve sol tarafların d a da aynı sayıdadır. Son zam anlarda b ir
İngiliz hekim i, b u gerçeği ilân ettiği için, y u rd u n u n k ara kuvvetleri tarafın d an
tü rlü saldırılara uğram ıştı. T a n rı’nın kendi eliyle yaratm ış olduğu ilk insanla
H av v a’nın, cennetten niçin k o v u ld u k ları ve T a n rı’nm şeytanı onlara ve o n ların
tüm gelecek k u şak ların a nasıl m usallat ettiği, yani şeytanın ricasını kabul ede­
rek insanı o n u n k ö tü lü k lerin e nasıl bırak tığ ı da K u r’anda tek rar edilm iş olan
bildirilerd en d ir ki, bazı ilkçağ kavim leriyle ilkel sayılabilecek kavim lerde de
bu çeşit in an çların b aşka şekilleri v ard ır. Ö rn eğ in , V o ltaire ’in naklettiğine göre,
Suriyeliler, erkekle k ad ın ın d ö rd ü n cü k a t gökte yaratıldığına, cennet taam ı ye­
rine peksim et yediklerinden, aptesleri gelince, m eleklere kabinenin nerede ol­
duğunu so rd u k ların a, m eleklerin de sonsuzluğun en uzak b ir yerinde nokta k a­
d a r küçük olan b ir küreyi g ö sterdiklerinden, o n ların da bu küreye gelerek b ir
daha geri d ö nm ediklerine in a n ırla r (‘Felsefe S özlüğü’, çeviren L ütfi Ay, 4 cilt).
K adının erkekten yaratılm ış olm ası efsanesinde eski H erm aphrodism e k u ram ı­
nın bazı izleri görülür.
N itekim T alm u d , E fla tu n ’un etkisi altın d a herm aphrodism e’e inanm ış gö­
rü n ü r. Bu, kutsal m etinlerin yorum lam alarını b ild iren eser, ilk insanın iki yüzlü,
ya da iki görünüşlü, yani b ir yönü erkek, b ir yönü de dişi olarak yaratıldığını,
bu iki yüzden b irin in önde, ötek in in ark ad a o lduğunu a n latır ve T a n rı’nın
b u n la rı, o rta d a n ikiye bölm ek suretiyle b irin e  dem , ötekine H avva şeklini
verm iş olduğunu kaydeder. T a n rı, insanı kendi suretinde yaratm ış olduğu için­
d ir ki, yeryüzündeki in san lar ne denli çok o lursa, T an rı suretlerinin o denli
çoğalacağına inanan T alm u d cu lar, evlât yetiştirm eyenlerin doğadaki T anrısal
suretleri a zalttık ların ı iddia ed erler ve b ir tek insanın, tüm v arlıkta yaratılm ış
olan şeylerin tüm üne b ird en eşit o ld uğunu sav u n u rlar. İslâm m istiklerinde de
bu inanç v ard ır.
İb ran îlerin ‘Z o h a r’ adlı kutsal k itab ın d a, insan sözcüğü bazen T an rı an ­
lam ında kullanılm ıştır. N itekim , kutsal k itap ta, " Y ahova, bir savaş adam ıdır"
(H u ru ç, X V , 3) denilm ektedir. Bazen de, "İn sa n C e b ra il...” (D aniyal, IX , 21)
denildiğine göre, m elek anlam ında da kullanılm ıştır. Y ine ‘Z o h a r’da bild irild i­
ğine göre, H z. Â dem , günah işlem em iş olsaydı, A dn cennetinden kovulm aya­
cak ve kutsal ru h u n yanında çocukları olacaktı; b u n lar da yüksek, kutsal ve
göksel cisim ler gibi ebedî olacaklardı (H en ri Serouya, s. 388). K abalcılığa bağlı
olan yazarlar, insanın yaradılışım şöyle an latırlar: T an rı, yeryüzünün d ö rt kö­
şesinden k ırm ızı, siyah, beyaz ve s a n tozları toplam ış, b u n la rd a n sırayla k an ,
bağırsaklar, kem ik ve sinirlerle bedeni o suretle o lu ştu rm u ştu r ki, artık insan,
kendisinin b ir toz olduğunu in k â r edem em iştir. Buna karşın T ev rat, T a n rı’nın,
insanı kendi suretinde yaratm ış olduğunu b ild irir (T ekvin, I, 27) ve şöyle de­
vam eder: "T anrı, yerin toprağından  d e m ’i oluşturarak burnuna hayat n efe­
sin i üfürünce, Â d e m canlandı” (II, 7) ve ona şu em ri verdi: "Toprağa dönün-
ceye kadar alnının teriyle e k m e k yiyeceksin; zira sen, topraksın ve toprağa dö­
n ec eksin " ( I I I , 19). B ununla b irlik te, "T a n rı, yeryü zü n d e insanı yarattığına
pişm an old u ve y ü rekten esef e tti” (V I, 6).
İşte b u insan, Jü d a iz m d e şu hayat aşam aların dan geçm ek zo ru n d ad ır: Bir
yaşındayken, insan, b ir k ral gibidir; iyi ö rtü lm ü ş b ir yatağa yerleştirilm iştir
ve herkes ta rafın d an okşanır, ö p ü lü r. İk i üç yaşındayken, insan, dışkılarını k a ­
rıştıran b ir dom uz g ibidir; on yaşındayken, b ir keçi gibi şuraya buraya sıçrar;
yirm i yaşında, kişneyen b ir at g ibidir, kendi tuvaletine özenir ve b ir kadın
arar. E vlendikten sonra, b ir eşeğe b enzer. Z ira ağır b ir yük yüklenm iştir. D aha
sonra aile reisi olunca, b ir köpek o lu r; yani ken d ine m ensup olanları geçindir­
m ek ve k orum ak için, h er gün daha şiddetle did inir. N ihayet ihtiyarlığında,
b ir m aym una benzer. Y ine T a lm u d ’a göre, Â dem , eşeğiyle b irlik te kovulunca,
" Y a R abbi, dem iş, ben ve eşeğim , aynı şeyleri m i (ot ve diken) yiyeceğiz?" Y a­
hova, onun bu sızlanışına, "H ayır, dem iş, sen alnının teriyle e k m e k yiyec ek sin !”
Y ani, T an rı insanı, hayvandan, çalışm asıyla ü stü n kılm ış. N itekim İngiliz ozanı
ve dü şü n ü rü M ilto n ’un betim lediği ilk insan, cennetten kovulm adan önce de
yorgunluktan h arap olm uş b ir tarım cıya benzer (‘Le P aradie P e rd u ’, IX , 11, 201,
202, 203); M . Mc L u h a n „ ‘La G alaxie G u ten b erg ’, P aris, 1967, s. 229).
H z. M uh am m ed ’e göreyse, H z. Â dem , cennetten kovulm asına k arşın , ilk
peygam berdir ve ona ilk öğretilen de, varlık ların ad la rıd ır (B akara, 33). T ev­
r a t’ta ise, Y ahova, sahra hayvanlarıyla hava kuşların ı ve tüm canlılara vereceği
ad ları anlam ak için b u n la rı Â dem ’in k arşısın a çıkarm ıştır. B unların a d la n ,
 dem ’in b u n lard an h er b irin in karşısın d a çıkardığı sesler olm uştur (T ekvin,
II , 12-20). A nlaşılıyor ki, K u r’ana göre d il, Â dem ’e T anrı tarafın d an öğretil­
m iştir (R ahm an, 1-4); T e v ra t’a göreyse, in sa n ın 1kendi eseridir. H z. Â dem ile
H z. H avva arasında cennette başlam ış olan cinsel ilişki, sürgün edildikleri yer­
de de sürü p gider. A rtık insanoğlu, b ir nefisten ürem eye başlar: "O , sizi bir tek
ı,nefisten yarattı; eşini de gönlü ona ısınsın d iye ondan yaptı; bu nedenle onu
kucaklayınca h a fif bir gebelik yü klen d i; bir süre böyle geçti, sonra ağırlaştı. O
zam an ikisi de ken d ilerin i yetiştiren T a n rı’ya, "B ize yakışıklı bir cocıık bağış­
larsan, sana şükreden kullarından olacağım ıza ant içeriz” diye d ile kte bu lu n ­
d u lar” (Â raf, 189). H em en tüm ürem enin, türem enin gizini taşıyan fani oyun
b u n d an başk a b ir şey değildir. H z. M uham m ed, yeryiiziindeki insanların cinsel
ilişkilerden ürem ekte old u k ların ı öğrenm ek ve öğretm ekle kalm am ış, b u n u bir
taraftan , T a n n ’nın yüce güçlerinin şüphe edilm ez b ir belgesi o larak açığa v u r­
m uştur: “ D öl sıvısından d ö kü len c ıv ık bir m adde değil m ivdi? Sonra bir kan
pıhtısı oldu ve hem en biçim ine k o n d u ve düzenlendi. O ndan ik i es, e rk ek ve
dişi ya p tı” (K ıyam et, 37-39). T a n rı, insan ve cini kendisine tap sın lar diye ya­
rattığı halde, “G eberesice insan, ne kadar nankördür; Yaradan onu hangi şey­
den yarattı? Bir döl sıvısından yarattı ve biçim ledi; sonra onun yo lu n u kolay­
laştırdı; sonra da öldürdü, m ezara göm dürdü. H ayır o, O ’nun em rini tam am ıyla
yerine getirm ed i” (A bese, 17-21; N ahl, 2).
Hz. M uham m ed, insanın yarad ılışın d ak i zayıflık ve acizliğini, sonra yavaş
yavaş güçlenerek te k ra r zayıfladığını, saçlarının ağardığını; tüm b u n ların T anrı
tarafın d an böyle uygulanm ış olduğunu; Y üce T a n rı’nm tüm dilediklerini yapa­
bileceğini de b u vesileyle öğrenm iş ve öğretm iştir (R um , 54). İnsan olarak bir-
biriyle özdeş olan b u y aratık lar, yine T an rısal güç sayesinde çeşitli görünüşlere
sahiptirler: “S izi bir topraktan yarattıktan sonra a rtık bir insan olarak yayıl­
m anız; yin e ken d ilerin e ısınm anız için size ken d i nefislerinizden zevceler ya­
ratması; birbirinizi sevm en iz ve esirgem eniz h a kkında, d ü şünecek bir kavim
için ayetler olduğu gibi, göklerin ve yerlerin yaradılışıyla dillerim izin ve b en iz­
lerinizin başka başka oluşu d a ”. T a n rı’nın avetlerin dendir (R um , 20-22). T anrı
insanları, an aların ın k arn ın d an b ü sb ü tü n bilgisiz b ir halde çıkarm ış; kendile­
rine k u lak lar, gözler ve gönüller v erm iştir de yine o n lar şükretm em ektedirler
(N ahl, 78). Ö lüm den sonra dirilm eye inanm ayanlara karşı da, insanın nasıl ya­
ratılm ış olduğu te k ra r edilir: “Sizi, bir topraktan, sonra bir döl sıvısından, son­
ra da bir kan pıhtısından, nihayet yaradılışı pek de belli olm avan bir çiğnem ik­
ten (m udga) yaratm aktayız. S ize anlatalım diye, hem d e belirli bir ecele kadaÂ
dilediğim iz bir sürece dölyatağında b ekletiyo ru z da, sonra sizi bir bebek olarak
çıkarıyoruz, sonra da k u v v e tlen m e n iz için. B ununla birlikte, içinizden k im in iz
vefat ettirilivor ve yin e içinizden k im in iz de biraz bilim den sonra bir şey bil­
m esin diye öm rün rezilliğine doğru itiliyor” (H ac, 5); “H er k im e uzun bir öm ür
verirsek, yaradılışını n ü kse uğratırız” (Y asin, 68). Bu son ayetten anlaşılacağı
gibi, T anrı insana uzun öm rü, b ir m ük âfat olarak değil, âdeta b ir ceza olarak
verm ektedir. Bu suretle insanın ana rah m in d en itibaren geçirdiği evrim de an­
latılm ış o lur. Şu ayette de biyolojik evrim d ah a açıkça gösterilir: ‘‘B iz insanı
bir çam urdan, bir soy soptan (sülâle) yarattık. Sonra onu, sağlam bir durakta
bir döl sıvısı y a p tık, sonra o döl sıvısını, bir kan pıhtısı haline getirdik; kan
pıhtısını da çiğ n em ik ya p tık; bu çiğ n em ikte b irtakım kem ik ler yarattık ve k e ­
m iklere et g iyd ird ik ve sonra ona başka bir yaratık suretini v e rd ik ” (M üm inler,
12-14; M üm in, 67). Buna karşın , "İn sa n görm edi m i? B iz onu bir döl sıvısın­
dan yarattık da şim d i g eveze bir çekişgen o lu verd i” (Y asin, 77).
Sanki T a n rı, insanı pek adi ve pis b ir m ad deden yarattığı h alde, onun na­
sıl olup da kendisine başk ald ırd ığ ın a hayret ediyorm uş gibi, zam an zam an onun
bu cıvık ve yapışkan m addeden yaratılm ış olduğu yüzüne v u ru lu r ve çeşitli ve­
silelerle ona ih ta rla rd a b u lu n u lu r: "İn sa n neden yaratıldığını düşünsün. Bir
jışkıran sudan yaratıldı. O , b elkem iğiyle kaburga arasından çıkar. E lbette, gü­
cü onu d ü zen lem eye de yeter” (T arık , 5-8). G örülüyor ki, o dönem de döl sıvı­
sının içsalgı bezlerinden b irin in ü rü n ü olduğu bilinm em ekte ve ona hiç de ilgisi
olm ayan başka o rganlar, b ir k aynak o larak gösterilm ektedir.
Y üce T an rı, insana kendi ru h u n d a n ü fü rd ü ğ ü halde, niçin onda şeytanca
eğilim ler, T an rısal o lan lard an fazlad ır? Sonra, T an rısal ru h ebedî olduğu halde,
insan niçin fa n id ir? İn san ın te k ra r dirileceği bildirildiği için, onun ölm ezliğini
kabul etm ek gerekirse de, insanın ah rette göreceği cezalar, T anrısal ru h u n ye­
nilgiye uğram ış ve şeytanın T an rısal iradeye ü stü n gelmiş olm ası gibi bazı şa­
şılacak düşünceleri de anım satabilir. Bu düşünceler yüzünden, T a n n ’m n şey­
tan a verm iş olduğu yetki dolayısıyla insanın ceza görm esindeki bilgelik ve ada­
letin açıklanm ası da old u k ça güçleşir. N itekim , insanın ruhsal k arak te ri hak-
kındaki şu p ek gerçek b ild iriler, H z. M uham m ed’in insan h a k k ın d a yeter de­
recede aydınlatılm ış olduğunu açıkça gösterm ektedir: Evvelâ, " Y eryü zü n d e do­
laşınız ve T a n rı’nın insanları nasıl (çeşitli) yaratm ış olduğunu g ö rü n ü z” (Anke-
b ut, 20). Bir had iste de şöyle d enilm ektedir: "İnsanlar, altın, güm iiş m adenleri
gibi m adendirler”, yani, b aşk a b aşka değerde y aratık lard ır. O ysaki insan, “ T an-
rı’nın em anetini y ü k le n m iş ve o n u n güvendiği bir ve kili olm ayı üzerine alm ış
olan biricik ya ra tıktır” ve, "İn sa n , göklerin, yerin ve dağların kaldıram ayacağı
ağır yü kü m lerin y ü k ü altındadır” (A hzap, 72). İn san ın dinsel ve ahlâksal ödev­
lerinin büyüklüğü, o n u n , hem y aratık ların en o n u rlu su , hem de en çök so­
rum lusu olduğunu k ab u l etm eyi g e re k tirir... K u r’an, b u yüce yaratığın yara­
tılış tarzın ı yine h a tırla tırk e n şöyle d em ektedir: "O , her şeyi güzel yarattı ve
insanı bir çam urdan yaratm aya başladı. Sonra da bir soy soptan, bir bayağı
sudan kuşağını (nesil) yaptı. Sonra onu d ü zelterek içine ruhundan ü fü rd ü ve
sizin için o işitm eyi, o görm eyi, o gönülleri yaptı. S iz p e k az şü kred iyo rsu n u z”
(Secde, 7-9). Bu âlem deki h er şeyi, insanın y ararlanm ası için yaratm ış olan Yüce
T an rı, insanlaı^n ne ibad etlerin e, ne de şükretm elerine m u h taçtır; am a o, in­
sanları ve cinleri kendisine k u llu k etsinler diye yarattı (Z ariyat, 56). Bunun
için o lacak tır ki, Y üce T a n rı, zam an zam an kendi lü tu fların a karşı insanların
m innettar olm ayışından âdeta ü zü n tü lü b ir dille şikâyet eder; h atta bu nan k ö r­
lüklerin cezasını görecekleri de sık sık ih ta r edilir.
İslâm geleneğine göre, insan y aratık ların en o n u rlu su d u r. Bu düşünce, Y u­
nan felsefesinin son dönem lerinde yayılm ış ve İslâm tavassufunda geniş b ir yer
tu tm u ştu r. T asav v u fta insan, yetkinlik m ertebelerinin en yüksek noktasına k a­
d a r çık arak , k en d i nefsinde T a n rı ilö insanı b irleştireb ilir ve bu m utlu ereğe
ulaşan yetkin insan, y aratan la y aratık arasın d a b ir köprü görevini yapabilir.
M ani m ezhebiyle, G nostisizm ve K abalizm de de az çok farkla bu inanç v ardır.
İn san a T an rısal sıfatlar verilm esindeki am aç, insanınkinden çok T a n rı’nın sı­
fatlarını belirtm ek ted ir. K üçük b ir âlem olan insanın sıfatları, T anrısal sıfat­
ların küçülm üş şeklidir ya da tersine o larak T a n rı’nın sıfatları, insan .sıfatları­
nın sonsuz b ir surette b üyütülm üş b ir biçim idir. B unda antropom orfizm den k u r­
tulm a çabası görülürse de, T a n rı’yı halk a lâyıkıyla anlatabilm ek için O ’nu, bu
an tro p cm o rfik tem sillerle açıklam aktan b aşk a çare yoktur. Z ira h alk , m ecaz­
lard an , soyut betim lem e ve açıklam alard an b ir şey anlayam az. K u r’an da. bu
som ut dili kullan m ıştır. F ak at insanda, T a n rı’da bulunm ayan ve sırf yaratıklara
özgü olan bazı sıfatlar v ard ır. T a n rı’va oran la pek çok ku su rlu olan insan. Tan-
r ı’nın kendi suretinde y aratılm ış olm asına karşın , şeytan tarafın d an b u lan d ı­
rılm ış, d ü rtü lm ü ş b irtak ım kötü k a ra k te r d algalarına sahiptir. H z. M uham m ed,
insan k ara k te rin in bu geri ve bozuk yanlarını çok iyi görm üş ve bu n ları, kısa
fakat çoğu zam an nesnel b ir derin lik te açıklam ıştır. K u r’anda, onun bu konu­
daki anlayışını güçlendiren b ild irile r eksik değildir: " ... İnsan zavıf yaratılm ış­
tır ” (N isa, 27); " H er halde insanların p ek çoğu fa sıktırlar” (M aide, 49); " İn ­
san. hayrı çağırıyorm uş gibi, şerri çağırm aktadır” (İsra. 11). H z. Y u su f’a söy­
lettirilm iş olan şu ayet de b ir gerçekliği ifade eder: “N efsim i beraet ettirem iyo-
rum ; zira nefis, kö tü lü ğ ü em reder” (Y usuf. 53); “in san ço k acelecidir” (isra ,
11). İnsan tüm isteklerinde pek sabırsız olduğu için. “A celeden yaratılm ıştır”
(E nbiva, 37); " . . . İnsan, doeası itibarıyla c im rid ir” (İsra. 100); “İnsan, hayrı
istem ekten usanm az da k en d isin e b ’r sev d okunuverirse. hem en u m u d u keser,
m eyus o lu r”; “İnsan açıkça n a n k ö rd ü r" (Z tıh ru f, 15). İn san lar. “ T a n rı’nın son­
su z bilim inden, ancak O ’nıın d iled im kadarını kavravabilirler” (R akara, 256)
ve, " İnsan ç o k tartışır ve savasır” (KeM , 52). Bu kısa ve kesin ifadelerle a rık ­
lanm ış olan sıfatlar, dogm atik b irer iddia o lm aktan çok. insan h ak k ın d a türlü
gözlem lerle elde edilm iş bilgilerin gerçekliğini de onaylavan b ild irilerd ir. İn ­
sanın kötü k arak tererin i gösteren b ü dogm alara, şunları da ekleyebiliriz: " İn ­
san, bir sıkın tıya uğrayınca, yatarken, otu ru rken ya da ayaktayken bize yalva­
rır; fakat sıkın tısın ı kaldırd ığ ım ız zam an, sa n ki o sıkın tı içindeyken bize yal­
varm am ış gibi d avranır” (Y unus, 13); “İnsana bir rahm et tattırır, sonra da onu
kendisinden geri alırsak, fazla m eyus olur; fa ka t icm de bulunduğu sıkıntıdan
sonra ken d isin e bir n im et tattıracak olursak, ö vü n erek ve ferahça, a rtık benden
tü m fenalıkla r gitti, d e r” (H u d , 10-11); " N im e t olarak sizde olan her şey T a n rı’
nındır; sonra bir zarara uğrarsanız, ona sızlanırsınız. Sonra bu zararı kaldırdı­
ğım ız v a k it de, bir k ısm ın ız R a b b in e ortak koşar ve kendilerine verdiğim izle
kü frederler” (N ahl, 53-54); “İnsanlara bir rahm et tattırdığım ız vakit, O ’na
güveniyorlar da, ellerinin sunduğu bir n edenle başlarına bir felâ k et gelirse, her
u m u d u kesiyorlar” (R um , 36); " insanlar, bir sıkın tıya uğradıkları zam an, tüm
gönüllerini T a n rı’ya vererek d ua ederler; fa ka t sonra, Tanrı kendilerine bir ih­
sanda bulu n d u ğ u va kit de, önceden yapm ış oldukları duaları unutarak sapıt­
maya ve T a n rı’ya ortaklar koşm aya b a şla rla r...” (Z üm er, 8, 49; Fecr, 15-16).
H z. M uham m ed zam anının gem ileri, k uşkusuz ki oldukça ilkel yelken­
lilerden ib aretti. İn san ların sab ır ve im an ların ın dereceleri, b ir sıkıntı, b ir teh­
like ve hele deniz y o lculuklarında başa gelebilecek olan batm a ve boğulm a gibi
k o rk u n ç d u ru m lard a daha açıkça belli olur. İnsan ın n an k örlüğünü, bencilliğini,
T anrı ile olan ilgilerinin b irtak ım geçici çık arlara dayandığını, bu yüzden im an
k o n u ların d a bile insanın iki yüzlü olduğunu gösterm esi itibarıyla K u r’an, deniz
yolculuklarım som ut b ire r örn ek o larak te k ra r eder: “İnsanlar, bir gem ide ra­
hatça giderlerken, birdenbire ve her taraftan dalgalar gelince, bu felâ ketten k u r­
tuldukları takdirde, T a n rı’ya şükred en kullardan olacaklarına söz verirler ve
Tanrı, onları bu felâ ketten kurtarınca, yeryü zü n d e yin e v e her çeşit h a ksız­
lığa başlarlar” (Y unus, 23; İsra, 67; A n k eb u t, 65; L okm an, 32). H z. M uham ­
m ed, genel o larak tüm im ansızların, iki yüzlülerin, k u şk u cu ların , ko rk ak ların ,
hilecilerin, kendi geçici çık arların d an başk a b ir şey düşünm eyenlerin, hakka
saygı gösterm eyenlerle feşatçı ve d alkavuk o lan ların, iyi niyet sahibi olm ayan­
lara dünya h azlarım , kutsal olan h er şeyi feda edenlerin ru h hallerini, içyüz­
lerini yayıp serm ekte şaşılacak b ir başarı ve cesaret gösterm iştir. Bakara sure­
sinin 6-20’nci ayetleri bu k o n u n u n pek canlı ve kuvvetli bildirileri kapsar. N i­
tekim , kendisinin de b ir insan olduğunu h er vesileyle te k ra r eden H z. M uham ­
m ed, bu insanlık niteliğinden gelen tered d ü tlerin i, aldanm alarını, şaşırm aları­
nı, m üşriklerin servet ve kuvvetleri karşısın d a duym uş olduğu im renm eleri,
kork u ları, üzü n tü leri açıkça k endisine b ild iren ve b u n lard an korunm asına hiz­
m et etm iş olan ayetlerdeki sert ih tarları bile açığa v u rm aktan çekinm em iştir.
O , insanın gerçek değerini, ahlâk ın da ana kaynağı saymış olduğu im an ’la
em eg’inde aram ıştır: “İnsanın em eğinden başkası k en d in in değil” (N ecm , 39).
T a n rı’nm kendileri için güçlüğü değil, kolaylığı istediği insan (B akara, 186)
zahm etle yaratılm ıştır; böyleyken insan, kendisine kim senin gücü yetm eyece­
ğini zanneder. O ysaki insana iki göz, b ir dil ve iki dudak veren T an rı değil
m id ir? (Beled, 1-4). T an rı, insanı boşu n a yaratm ış değildir (M üm inler, 116).
O , insanı o n u rlan d ırm ış, k ara d a ve denizlerde taşıtlara yüklem iş, hoş rızkları
tattırm ış ve y arattık ların ın çoğundan üstü n kılm ıştır (îsra , 70). T an rı, insanı
yeryüzüne yerleştirm ekle kalm am ış, o rad an kendisine geçinecek şeyler de ver­
m iş, fak at b una karşılık o larak O ’na pek az şü k retm ektedirler (Â raf, 10-11).
T an rı, yerde ne varsa hepsini insan için y aratm ıştır (B akara, 19). Bu bildiriye
k arşın , haram lard an sakınm am aları yüzünden h e r insan, bu nim etlerden ge­
reği k a d ar y ararlan m am ak tad ır. F ak at fak irlik ve acizlikleri, kendi isyanların­
dan gelmeyen b içare ve m asum in sanların b u n la rd an yoksun kalışlarının nede­
nini anlam ak güçtür. A hlâk b ah sin d e de göreceğim iz gibi, H z. M uham m ed, aşı­
rılık ların , israfın, insanı h er b ak ım d an çökü n tü lere sürükleyen h e r çeşit sefa­
h atin önüne geçmeye çalışm ıştır. Z ira o, insanın dünya zevklerine fazlasıyla
düşkün olduğunu, zahm etten kaçındığını ve hele kendi kavm inin o sıcak iklim
koşulları içindeki zayıf ve ilkel k arak terlerin i çok iyi bilm ekte ve bu bilgisinin
kaplam ı içine tüm insanları sokm aktan çekinm em ektedir. O , in sanlar arasında
hiç b ir o n u r, ayrıcalık, ü stü n lü k ve soylulukla, naevki fark ları olm adığını savun­
m uş, yalnız takvâ fark ların a işaret etm iştir (H ü cu rat, 10; T övbe, 11). O na göre
insanlar, başlangıçta b ir tek üm m ettiler, araların d ak i anlaşm azlıklar sonradan
belirm iştir (Y unus, 20). İn san ı T an rı yaratm ış olduğu gibi, onun k u ru n tu ve
kaygılarının ne o lduğunu en iyi bilen de yine T a n rı’dır. Z ira, Y üce T an rı, in­
sana, " Şahdam arından daha y a k ın d ır” (K ehf, 15) ve birçok ayetlerle de b ild i­
rildiği gibi, en sonunda insan, yine T a n rı’ya d ö n ecektir (M üm in, 16; R um , 11;
Y unus, 5). İnsan, T anrT dan başkasına ib ad et etm em esi gereken, yeryüzünde
T a n rı’nm h a life si', vekili olan kerem görm üş b ir y aratık tır ki, U lu Y aradan,
ona tak atin d en fazla b ir ödev yüklem em iştir. Y aratıkların en m utlusu olan in­
san, kendi nefsine zulm etm edikçe, T a n rı’nm sürekli lü tu f, inayet ve ihsanı
içinde yaşam aya h a k k azanır. İn san , m eleklerden de ü stü n d ü r; zira b u n lar,
T anrT nın em riyle insana secde etm işlerdir. Bu itib arla ödevlerinden sorum lu
olan insana yapılan şu ih ta r yerindedir: "E y tü m insanlar, sizleri bir t e k .n e ­
fisten yaratm ış olan, ondan da eşini yaratarak ikisinden birçok e rk e k ve dişi­
leri türeten R a b b in ize karşı gelm ekten sa k ın ın ız” (N isa, l ) 2. Bu verdiğim iz bil­
giler bile, H z. M uham m ed’in , insanı ne denli yüceltm iş ve değerlendirm ek is­
temiş olduğunu g österir (Bu kon u d a d ah a som ut ve açık bildirileri hadislerde
aram alıdır).

(1) “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım ” (Bakara, 30); yani, insanı
yaratacağım. Bu. “Ona öteki yaratıklara hükm etsin diye güç ve sıfatlarım dan
bağışladım ve benim emirlerimi uygulasın” demektir.
(2) Hintliler, ilk insana, Sanskritçede Adima, yani birinci insan adını ve­
rirler; ilk kadına da Heva, yani hayatı tam am ’ayan derler. Adem'le Havva e f­
sanesi, az çok farkla Brahm acılıkta da vardır; bunların adları bu konunun Do-
ğu’dan Batı’ya geçm iş olduğuna delâlet eder, fakat insan hakkmdaki düşünce­
ler, zam an ve soyal çevre farklarına dayanan bazı başkalıklar gösterir. ı
DÜNYA

" B izim için ,d ü n ya ve ahrette iy ilik yaz".


(A Â raf, 156)

H er din ve felsefe sistem i gibi M üslüm anlığın da dünya h a k k ın d a özel


b ir anlayışı, özel b ir görüşü v ard ır. Bu anlayış, hem en tüm d inlerde olduğu
gibi, ikili b ir esasa d ayanır; 1. G ö rü n en ve içinde yaşam akta olduğum uz bü
dünya; 2. Ö ld ü k ten sonra yaşanılacak olan ah ret dünyası1. Bu iki dünya, b ir
yaprağın iki yanı gibi b irb irin e bağlı, fak at değer itibarıyla b irb irin d e n çok
fark lıd ır. H z. M uham m ed’in an latm ak istediği b u iki dünyanın birincisi, doğa
olayları ve sosyal örgütleriyle yine T an rısal irad en in em ri a ltın d a d ır ve görü­
nüşte ah ret dünyasıyla ilgisiz g ibidir. G erçekte ise, b u dünyayı yöneten, b u
dünyadakilerin hayat ve k ad erin i belirleyen m istik kuvvetler, daha çok o gö­
rünm eyen ah ret dünyasının hizm etçileridir. T a n rı’n ın em ri altında iş gören bu
hizm etçiler, görünen düny ad a yaşayanların edim lerini, gerçek niyet ve dü şü n ­
celerini, im an ların ın derecesini, b irb irin e, Peygam bere ve T a n rı’ya karşı olan
saygı ve itaatlerin in değer ve niteliğini k aydederler; bazen de kendileri görün­
m eden T a n rı’nın verm iş olduğu em irlere göre, d ünyanın doğal ve tarihsel iş
ve olaylarını yönetirler. B unun d ışın d a da ölenlerin ah ret dünyasında yargılan­
m alarına, çekecekleri ceza ve kazanacakları m ü k âfata göre cehennem ya da
cennetteki y erlerini h azırlayıp gösterm eye hizm et ederler.
A hret dünyası da az çok yaşadığım ız dünya gibi tra jik sahneleri b u lu n an ,
fak at insan ların birikiriyle uğ raşm ad ık ları, geçinm e ihtiyaç ve tu tk u la rın d an k u r­
tulm uş o ld u k ları b ir ad alet âlem idir. Bu itib a rla T a n rı, yaşadığım ız dünya iş­
lerine, öteki dünyad ak ind en d ah a az k a rışır gibi görünürse de, gerçekte, her iki
dünyada Y üce T a n rı’nın em ir ve iradesi dışında h iç b ir v arlık ve olay oluşa­
m az. Y alnız T a n rı, b u dün y ad ak i m ü k âfat ve m ü cazatı hem en verm ez; ihm al
ed er gibi görünürse de, O , insanın k u rtu lu şu için gereken m ühleti verir; in­
sanın akıb eti h a k k ın d a tü rlü işaret ve ih ta rla rı taşıyan b ir havat serüvenine
izin verir. O , k u lların ı b ir süre sın ar, dilediğine dünya nim etlerini bağışlar,
dilediklerini de bu 'a rd a n yoksun b ıra k ır. F ak at ah ret dünyasında a rtık tüm
u m u tlar sona erer; o rad a y apılacak tövbeler ve pişm anlıklarla insanın k u rtu l­

(1) İslâm m istikleri bu âlem e Nâsut âlem i derler ki. bu Tanrılık âlem i olan
Lâhut âlem i'nin nesnelleşm esinden ibarettir. Yani m istikler iki değil, tek bir
âlem kabul ederler.
m asına olan ak y o k tu r. O ra d a in san lar, yeniden sınanm azlar; kendilerine m ühlet
verilm ez; o rad a h e r birey, yaşadığı d ü n yadan götürm üş olduğu h ay ır ve şerrin
hesabını v erir ve lâyık olduğu k arşılığı b u lu r. Bu iki dünya arasında başka
b ir fark o larak , b irin cin in fan i ve geçici oluşu, ah ret dünyasının da ebedî oluşu
kaydedilebilir. Y aşadığım ız dün y ad ak i yap tırım lar, insanların kendi vücuda ge­
tirm iş old u k ları k an u n lara bağlı olduğu halde, ah ret dünyasının y ap tırım ları,
m istik hayal g ü cünün tasarım ların d an ibaretm iş gibi görünen ve M ahfuz L evha’
da yazılı olduğu b ild irilen b ir p lana b ağ lıd ır ve T a n n ’nın elindedir. T a n rı, d ü n ­
ya işlerini de k en d i dilediğine göre ta k d ir etm iş olm akla birlik te, dünya k a n u n ­
ları zam an a ve kavim lere göre değişik şekiller a lab ilir; ah re t dünyasının k a­
n u n ları ise, m u tlak su rette T an rısal ve k u tsald ır; onları ancak T an rı dilerse
değiştirebilir. D ünya k a n u n ların d a tam b ir ad alet olm adığı gibi, b u n la r h er su­
çu görebilecek k a d a r da geniş ve güçlü değildirler. Z ira, b u n ları uygulayanlar
in sandır. A h ret kan u n larıy sa, tüm in san ların hangi çağda ve hangi bölgede ya­
şam ış o lu rlarsa o lsu n lar, h er çeşit suçlarını g ö rü r ve b u n lara lâyık o ld uklarını
verm ekte asla gecikm ez. Z ira , o dün y an ın k a n u n la rı dolaysız o larak T a n rı’m n
elindedir. Y aşadığım ız d ü n y ad ak i töre ve y asaların yazılı-yazısız k an u n la rı,
insanların görünen ve y akalanan suçlarını cezalan d ırırken pek de adalete riavet
edem ediği h alde, ah ret d ü nyasında, yapm ış olduğum uz tüm haksızlıklarla im an­
sızlıklar, hay ır ve şerler, T a n n ’nın ve b u n la rı kaydetm ekle görevlendirilm iş
o lan elçilerin d ik k atin d en kaçm az. Bu itib arla. "H er nefis ö lü m ü tadacağı" için
(Âli İm ran , 185), ölüm den sonraki âlem de m u tlak b ir m u tlu lu k ve ebedî b ir
k u rtu lu ş isteyenlerin, b u yaşanılan dün y ad a im an ve tak vadan ayrılm am aları
gerekir.
Y aşanılan dün y ad a H z. M uh am m ed ’in T an rı buyruğu o larak haram oldu­
ğunu bildird iğ i b irtak ım çekici n im etler ve h azlar vard ır. A hret dünyasındaysa,
hiç b ir gü n ah , yasak ve h aram y o k tu r. Bu düny ad a h e r şey özel b ir gayret ve
çaba sayesinde ve T an rı dilerse elde ed ilebilir. A h ret dünyasındaysa, cennetlik­
ler ne dilerlerse o nu em eksiz k azanacak ve tad acak lard ır. A hret dünyasında,
bu dünyad a özlenilen, fak at yoksun olduğum uz ne varsa hepsinden istenildiği
k ad a r tadılabilecek ve istenildiği k a d a r o n lard an elde edilebilecektir. O ra d a
kim se kıskanılm ayacak, geleceği d ü şünm ek, gelecek h a k k ın d a tasalanm ak ve
daha büyü k ve çeşitli nim etlere lâyık olm ak için yeniden özenm ek ya da çaba­
lam ak gibi yorucu, yıpratıcı ve üzücü faaliyetlerde bulunm ayacaktır. Bu dü n ­
yada ise, en n ü fu zlu ve en zengin b ir insan bile, daha fazlasını kazanm ak ve
elindekileri k o ru m ak için d id in ir d u ru r. H em bu dünyada, hem de öteki d ü n ­
yada m utlu b ir ö m ü r sürm ek isteyenlerin, itid ald en ayrılm am aları, T a n rı’nın ve
elçisinin em irlerine itaat etm eleri gerekir. Sonra hangi m akam ve yetkiye sahip
o lu n u rsa o lunsun, genel 'o ld u ğ u k a d a r da özel hayatın tem iz olm ası gerektir.
T arihsel b ir gerçek o larak da b ilin m ek ted ir k i, h e r tonlum , am acına ulaşabil­
m ek için bazı disiplinlere m u h taçtır. Ö zel h ay atları tü rlü sefahat ve rezillik
tu tkularıyla kirlenm iş olan nüfuzlu,, fak at ru h disiplininden yoksun olan insan­
lar, örnek olm aları b akım ın d an da h alk ın ah lâk ın ı bozm aya aracı o lu rlar; ve
yetkilerini o denli kötüye k u llan m ak zo ru n d a k a lırla r ki, nihayet toplum da ne
ad alet, ne erdem , ne de ö zgürlükten eser k alır. Bu itib arla H z. M uham m ed,
in san ları, dünya h ay atın ın bozucu, yıkıcı sü slerinden ve h azların d an uzaklaş­
tırm aya değilse de, ölçülü o larak yararlan m ay a davet etm iştir. Y ani b u dünya,
insanı b ir süre k eyiflendiren, fa k a t fazlası zehirleyerek ö ld üren içkilere benzer.
Bu dünyan ın fani zevkleriyle sarhoş o lan lar, a h re t dünyasında ayılacak ve o ra­
d a sonsuz b ir azap ve işkence içinde k alacak lard ır. N e yazık ki, yaşadığım ız d ü n ­
ya, T a n rı’n ın sırf in san lar için v ücuda getirm iş olduğu b in b ir nim etle bezenm iş
olm akla kalm am ış, fak at insanı b aştan çıkarm ası için kendisine yine T an rı ta­
rafın d an izin verilm iş o lan şeytan ve şeytanlarla d o ludur. İn san , a h re t hayatı­
nın ebedî zevk ve h azların a lâyık o labilm ek için, b u dünya hayatını b ir sınam a
dönem i sayarak şeytanın çekici k ışk ırtm aların a kapılm am alıdır. Z ira şeytan,
insan için açık b ir d ü şm an d ır (B akara, 169; K asas, 15). O , insanı şarab a, ku­
m ara a lıştırır ve T a n rı’yı h atırlam ak tan u z a k la ştırır (M aide, 90-91). İnsan çoğu
zam an, yaşanılan dün y an ın aldatıcı nim etlerine k ap ılm ak tan hoşlanır. Peygam ­
b er, "E vlâ t, dünyada ışın, ahrette sevin çtir” derse de "K adın, evlâtlar, kantar-
la nm ış altın v e gü m ü ş y ü klerle nişanlı atlar, davarlar ve ekinlere karşı duyulan
iştah, insanlara hoş görünürlerse de, bunlar d ü n ya hayatının m etaldir. A k ıb e t
güzelliği ise T a n rı’n ın ya n ın d a d ır” (Â li İm ra n , 12) hab erin i verir. Bu, "D ü n ya
hayatının ze v k i, ahretin yanında a zıc ık bir şeyd ir" (T övbe, 38). Bir oyun ve
eğlenceden başk a b ir şey olm ayan dünya hayatı (E n ’am , 32), ah re t için b ir
azıktan ib a re ttir (R a ’d , 28 ). T ü rlü ayetlerde, d ünya hayatının oyun ve eğlen­
ceden ib aret olduğu te k ra r ed ilir (E n ’am , 70; M uham m ed, 36; A nkebut, 64).
“B iliniz k i dünya hayatı bir o yun ve eğlence, bir süs ve aranızda bir ö vünm e,
m al ve evlât çoğalm asından ibarettir. T ıp k ı b itkiler, rençperleri im rendiren bir
ek in gibi. Fakat sonra o b itk ile r ku ru r, bir sam an kırıntısından ibaret k a lır”.
Bu itib arla, “D ünya hayatı, bir aldanm a m etaından başka bir şey değildir” (Ha-
d id , 20; Y unus, 25 ). Bir had isin d e H z. M uham m ed, “Bu fa n i dünya, bir sin ek
kanadına bile d eğ m ez” dem iş ve insanlara, k âfirlerd e b irik tirilm iş olan dünya
v arlık ların ın geçici o ld u ğ u n u b ild irm iştir (Y unus, 71).
İnsanı dünyaya bağlayan şeylerin b aşın d a, kazanm ış olduğu m allar,
yani m addesel servetler gelir. H z. M uham m ed, b ir h adisinde, " Â d e m o ğ lu , m a­
lım , m alım , d er durur. Fakat m alından sonra a n cak sadaka olarak verdiği veya
yiy ip tü kettiğ i, ya da giyinip çü rü ttü ğ ü n d en başka ne va r? ” dem ektedir. D ü n ­
ya, kibirlenm e m etaın d an ib a re ttir (Â li İm ran , 185) ve insanı baştan çık aran
d a , bu dünyanın m addesel zevk ve servetlerid ir: “M allarınız v e evlâtlarınız birer
fitn e d ir” (T egabün, 15). B unlar, “D ünya hayatının süsleridir, baki kalacak olan
a rık edim ler (salih am eller) ise, R a b b in in yanında sevapça da, edim ce d e daha
hayırlıdır” (K ehf, 44 ). E sasen dünva m etaı, ah ret nim etleri karşısın d a pek de
çok ve önem li b ir şey d eğildir: " D ünya m etaı azdır, takvalı olanlara ahret ha­
yırlıdır” (K ehf, 44; N isa, 75). B unun için d ir ki Y üce T an rı, elçisine şu tavsi­
yede b u lu n m u ştu r: “ T anrıyı tanım ayanların refah içinde, diyar diyar d ö n ü p do­
laşmaları, sakın seni aldatm asın. A z bir z e v k , sonra varacakları cehennem , ne
fen a k ö ş k . . . ”; ve h alk a da şu ih ta rd a b u lu n u lm ak tad ır: “E y ahali, isyanınız k e n ­
d i nefsinizedir. D ünya m etaı fanidir, ahret bakidir; sonra da b ize döneceksi­
n i z ..." (Y unus, 24 ). T an rı, b u çab u k geçecek o lan dünyayı isteyenlerden diledi­
ğine, istediğini b u dün y ad a verecek tir, fa k a t b u n u n sonu ebedî o lara k cezalan­
m ak tır (İsra, 17). İn san lara dünya m alın d an verilen şeyler, ancak hayatlarında
geçinm elerine y a ra r (Şura, 34). Bu geçinm e ise, geçicidir, asıl karargâh a h re ttir
(M üm in, 38-39). H z. M uham m ed, kendi özel h ay atında d a, dünya nim et ve ser­
vetlerine b ir erek o larak değer verm em iştir. B unun için d ir ki d ü şm anları, T an-
rı’n m niçin k endisine bol bol ih san lard a bulu n m ad ığını ileri sürm üşler ve onu
yüce ü lkü sü n d en vazgeçirebilm ek için k endisine tü rlü m addesel servet ve m ev­
kileri teklif etm işlerdir. F ak at o, kutsal görevini gerçeklendirm ek için, çekici
tekliflerden hiç birin i k ab u le tenezzül etm em iştir; zam an zam an içinde beliren
aldanm a eğilim lerinden de tü rlü T an rısal ih ta rla r sayesinde k u rtu lm u ştu r. Ba­
şarısının büyük gizlerinden b iri de, o n u n b u feragati, k an aati, ö rnek b ir şef
o larak aleyhinde kendisine d il uzatılabilecek herh angi b ir çıkarcı tu tk u y a kapıl-
m am ası, en güçlü zam an ların d a bile, k endini ve İslâm üm m etini bozucu, şaşır­
tıcı eğilim lerden u zaklaştırm aya çalışm asıdır. " S ü n n etim d en y ü z çeviren, benden
değ ild ir” diyen H z. M uham m ed, kendisinin yalnız ibadet b akım ından sünnetlere
değil, yaşayışı b ak ım ın d an da âdetlerin e riayet edilm esini istem iştir.
Bütün b u telk in lerd en , ahreti M üslü m an ların , dünyayı kâfirlerin cenneti
sayan d a r ve çarp ık zihinli vaizler, H z. M uh am m ed’in gerçek am açlarını, İslâ-
m ın dünyaya verdiği gerçek değeri anlayam am ış, h alk tab ak aların ı sefil b ir ha­
yata m ahkûm etm işlerd ir; oysaki Peygam ber, dünyayı, b ir çile yeri, yoksunluk
ve sefaletle sürünülm esi gereken b ir cezaevi gibi telâk k i etm em iştir. "Y ery ü -
zü n d e k i helâl olan ve boşa giden n im etlerden y iy in iz!” em rini veren ayetle, di­
ğer bazı ayetler, bu dünyada oluşm uş olan h e r şeyi in san lar için yaratan Y üce
T a n rı’nın lü tu f ve in ayetlerinden, dinsel ödevleri ihm al etm eksizin, ölçülü ola­
rak y ararlan m ak ve b u n lara şü k retm ek te b ir sakınca olm adığını gösterir. Y a­
pılan du aların en beğenileni, "E y R a b b im iz, b ize dünyada g ü zellik, ahrette de
gü zellik ver ve b izi ateş azabından k o r u " (B akara, 202-203) idur ki, gerek b u ,
gerek, "D ü n ya ve ahrette a ziz o lm a yı” dileyen d u a la r, bu dünyayı b ü sb ü tü n ih­
mal etm enin caiz olm adığını gösterir. " T a n r ı’nın erm işleri, im an ve ta kva içinde
olanlardır, bunlara d ü nya hayatında da, ahrette de m üjdeler vardır” (Y ûnus,
63-64) ve H z. İs a ’ya verilen b ir em ird ek i, " K â fir olanların d ü n ya v e ahrette
şid d etle azap edileceklerini haber ver” (Âli İm ran ) ih ta rı da dünya ile ah retin
b irb irin e bağlılığını gösterir. N itekim H z. M usa da b ir d u asın d a, "B izim için
d ünya ve ahrette iyilik y a z” (Â rif, 156) diye y alv arır k i, bu iki dünyanın d a,
insanın k u rtu lu ş ve esenliğinde b irb irin e p ek bağlı olduğunu gösterir1.

(1) Hz. M uham m ed'in gerçek am açlarını kavrayamadıkları için, onun sa


dece kutsal yönlerine hayran olan ham sofularla tarikat kurucuları ve bunlara
bağlı olanlar, dünyanın ve dünyadakilerin aleyhine o kadar çok öğüt verm iş­
lerdir ki, M üslümanların büyük çoğunluğu, sefalet ve tem bellikten kurtulam a­
mış, dünya nim etlerinden olduğu kadar da tin sel zevk ve nim etlerden de yoksun
kalmışlardır. Talmudcular, övülm eye ve yerilm eye lâyık dört tip insan ayırm ış­
lardır: 1. Benim olan benimdir, sen in olan şenindir diyebilen tarafsızlar. 2. Be­
nim olan sizindir, sizin olan da benim dir diyenler ki, bunlar, hiç bir günahtan
korkmazlar; 3. Benim olan şenindir, senin olan da şenindir diyenlerdir ki bun­
lar, kutsal kimselerdir; 4 Senin olan benimdir, benim olan da benimdir diyen
lânetli kimseler. İslâm m istikleri, dünya m a’ının gerçek sahiplerini, şeriata,
tarikata ve gerçeğe göre değerlendirm iş ve dünya nim etlerinden arınmayı salık
vermişlerdir.
D ünyayı ah rete o ran la ikinci p lan a atm an ın başlıca nedeni, b u âlem deki
ıstırap ların dünya tu tk u la rın d a n doğan fitn eler olduğu ve bu tu tk u la rın kazan­
dırdığı şeylerden çoğunun hırsızlık ve h ak sızlık larla kazanılm ış olm ası, b u n ların
in san lar arasın d a çeşitli k in leri ve yarışm aları körüklem esidir: “ Y e ry ü zü n d e
olan her şey fa n id ir, anca k celâl ve kerem ler sahibi olan R a b b in in ke n d isi ba­
k id ir ” (R ahm an, 26-27). H z. M uham m ed, belki de şüpheli olan b ir h adisinde,
" Ö v ü n c ü m , yo k su llu ğ u m d u r” dem iş; yani o, fakirliğiyle ö v ü nm üştür. F akat
bu, ah lâk ve eğitim için yapılm ış b ir telk in ilkesi olsa gerektir. Z ira , başka b ir
h adisinde, " Y o k su llu k ta n k â fir o lu verm e” kaygısına d üşm üştür. Eğer kurm uş
olduğu d in , fakirliği am aç edinm iş olsaydı, büy ü k İslâm im p arato rlu k ları k u ru ­
lam az ve İslâm uygarlığından d a yoksun o lu rd u k . H z. M uham m ed, b ir hayra
sarf edilm e am acını gütm eden servet to p lam an ın aleyhinde bulu n m u ştu r. O , ne
fakirliği övm üş, ne de fak irleri ihm al etm iştir. İsraf, sefahat ve cim riliğin aley­
hinde b u lu n m u ştu r. D ünyaya h iç değer verm eyerek, k an aat, sabır, feragat, te­
v e k k ü l... gibi kendi b aşların a yoksulluk ve âcizliğin tesellilerini y aratan uyuş­
tu ru c u ah lâk h a p la rı, bazı İslâm kelâm cılarıyla G azali gibi tasavvuf erb ab ın ın
telkinlerin d e b ir değer k azan m ışlard ır. K u r’an ve h ad islerde, yaşadığım ız d ü n ­
ya aleyhinde görülen dogm alar, sadece m addesel tu tk u la rla insanları b irb iri aley­
hine düşü ren insafsız, zalim e bencil eğilir ile ri, yani ahlâkdışı ve h u k u k a ay­
kırı zevklerden vazgeçirm eyi sağlam ak ya da hiç olm azsa ılım lılığı aşılam ak
gibi am açlara hizm et ederler. H z. M uham m ed, yüce ü lk ü sü n ü gerçeklendirm ek
için, yaşanan dünyanın m addesel zevklerini ikinci plan a atm akla, tüm diğer b ü ­
yük ülkücü lere de ö rn ek olm uş ve büv ü k b ir çoğunluğunu voksullar teşkil eden
in san lar için de, sonsuz b ir teselli kevseri sunm ayı bilm iştir; ve O , bu sınıfı
asla ihm al etm em iştir. S avaşlarında ganim ete, yağm aya, m irasa, sadakaya, fid­
yeye, m ih ir ve zekât ile h ay ır işlerine verm iş o lduğu önem ve b ü tü n b u n ları
şe r’î h ü kü m lere bağ layarak ita a t edilm esi zo ru n lu hü k ü m ler haline koym uş ol­
m ası d a b u n u , açıkça gösterir. H z. M uham m ed, T a n n ’nın m addesel nim etleri­
ni, hiç olm azsa im an edenlere dağıtm ak suretivle ekonom i b ak ım ın d an u y ru k ­
larım refah a kavustıırm avı İslâm din ve ah lâk ın ı yavm a ve yerleştirm e b a k ı­
m ından çok yararlı b u lm u ştu r ve b u yöntem , onu asla aldatm ış değildir. N ite­
kim , çağım ızın politik a zaferlerin d e de, yalnız im an zenginliğinin değil, birey­
lerin ve u lu sların h ay at seviyelerini y ükseltm enin, yani m addesel refah ların a
hizm et etm enin, d ah a açıkça, sosyal adaletin b ü y ü k rolü olduğu anlaşılm ış b u ­
lu n m ak tad ır. "T a n rı sana nasıl b ir n im et verirse, sen d e k e n d in e öyle n im e t
v er”; ve, "D ü n ya n ıza ait işleri siz benden iyi b ilirsin iz” diyen b u gerçekçi b ü ­
yük zekâd an , b aşk a tü rlü , insan haysiyetini zedeleyen em irler beklenem ez. H a t­
ta, eğer doğruysa, b aşk a b ir hadisin d e, "A k ıllıla r için k ö y d e o tu rm a k, m ezarda
oturm aktır. K öylerde oturanlar, m ezarda oturanlara benzer. K öylerde o tu rm a ”
d em iştir ki,, b u n y ya köyleri de oturu lab ilecek d u rum a getiriniz, y ah u t da öm ­
rü n ü z ü sefalet ve p erişan lık içinde geçirm eyiniz, diye yorum lam ak gerektir.
Bölüm VII

Sosyal Kurumlar

I. D itı ve a h lâ k * I I . H u k u k .

H z. M u h am m ed ’in büy ü k ü lk ü sü , sadece m istik b ir ütopya değildir. O ,


insan hayatını ve to p lu m u n u , getirm iş olduğu yüce dinin şeriatına uygun b ir
düzen içinde disiplin altın a alm ayı istem iş, eski değer yargılarından p e k çoğu­
nu yık arak o n ların yerine yenilerini getirm iş o lan em salsiz b ir devrim cidir. Bi­
re r sosyal k u ru m o larak gelişm iş o lan d in lerin en sonuncusu ve b u nedenle de
en yetkini o lan İslâm dini, özellikle ah lâk ve h u k u k alanında verm iş olduğu
d irektiflerle yeni ve orijinal b ir uygarlığın da kaynağı olm uştur. H z. M uham ­
m ed, aynı k u tsal ah lâk ve h u k u k ilkelerine bağlı b ir insanlık yaratm ak için
giriştiği savaşta, am acını tüm insanlığa, h a tta A rap lara k a b u l ettirem em işse
de, savunm uş olduğu ah lâk ve h u k u k k u ra lla rı, tüm değişim ve dönüşüm lerine
(istihale) karşın , insanlığın b u iki an a k u ru m u ü zerinde e tk ile r yapm ıştır. Biz
bu bölüm de, b u iki k u ru m u ayrı ayrı inceleyeceğiz.

DÎN VE AHLÂK

" E dim lerin en erdem lisi, T a n rı’ya im andan sonra


insanları se v m e k tir”.
(H adis)

" Şeytanın en b ü y ü k hilesi, b izi k e n d in in y o k oldu­


ğuna inandırm asıdır”.
B audelaire

G enel o larak din ler, insan ların birb iriy le ve eşya ile olan ilişkilerini m istik
dosrmalaria düzenlem eye çalışırlar. Bu dogm alar, h er d inin, içinde doğup yasa­
dığı to p lu m larm seviye, anlayış ve ihtiyaçların a göre ahlâksal ve hu k u k sal b ir
değer kazan ırlar. B unun için d ir k i, to p lu m larm h ayır ve şer saydıkları şeyler
arasında b irb irin e u y an lar k a d a r u ym ayanlar da v ard ır; ah lâk ın uylaşım lı (iti­
barî) gibi görünm esi de b u n d a n d ır. B ununla b irlik te , hem en h e r dönem de ve
her toplum d a az çok b irb irin e benzeyen ve değişm ez gibi görünen erdem k u ­
ralları da v ard ır.
En ilkel d in lerd en en yetkin ve k itap lı dinlere dek hem en tüm m istik inanç­
la rd a , aynı d in e, ta rik a t ya da m ezhebe im an eden lerin b irb irin e z a ra r verm e­
lerine, b irb irin i öldü rm elerin e, b irb irin in m alların ı ça lm a la rın a ... asla izin ve­
rilm em iştir. Sosyolojinin ilkel to p lu m lara d air verm iş olduğu bilgilerden, o n ­
ların ilerlem iş to p lu m lard ak ilere o ran la ah âk d ışı gibi görünen bazı edim (acte)
ve tasarım lara sahip o ld u k ların ı b iliyorsak da, b u n la r, kendi dinlerinin erdem
o larak telkin ve em rettiği, b u nedenle de k en d ilerini itaate zorlayan görevler­
dir. H er kavm in ah lâk anlayışı, kendi kişiliklerine olan saygıya ve T a n rıların a
yüklem iş o ld u k ları sıfatlara göre b ir özellik taşır. M ilâttan önceki çağların ahlâk
anlayışına b ir ö rn ek olm ak ü zere, H o m ero s’un b u ko n u d ak i görüşlerini kısaca
özetlem eyi yararlı buluyoruz: Bu ozan, ‘İly ad a’ ve ‘O d isea’sında, yaşadığı dö­
nem in ah lâk ın ı, betim leyip hikâye ettiği T a n rıla rla k ah ra m an la rın eylem lerine
d ikkati çekm ek suretiyle açık lam ıştır. O n a göre ahi .k, T a n rıla ra itaatle b aşlar
ve ah lâkın tek yap tırım ı, T a n rıla rd a n k o rk m a ve h Ikın tepkisidir. Bu itib arla
k a h ra m an la rın ah lâk ın ı anlam ak için T a n rıla rın a b 'â k ın ı bilm ek gerektir. O n ­
ların ahlâkı, tam am ıyla kişiseldir; intik am cı, kendi çıkarına değer veren, haz ve
zevk d ü şk ü n ü ve a racılar için hiç b ir kaygıları olm ayan bencil b ir ahlâktı. O n ­
lar, kendilerin e yapılm ış o lan saygısızlık ve sald ırganlıkları ebedî o larak ve
zalim ce cezalan d ırırlar. K endilerine sövdükleri için, D ian, E tolilere tüm öfke­
siyle sald ırır; N e p tü n , T ru v alıları; J u d o n ise Ülisi yatışm ası olanaksız b ir
kinle kov u ştu ru rlar. G ün eş, k o rk u n ç b ir açlık dolayısıyla sürülerini parçalam ış
olan L ae rt’in ark ad aşların ı şiddetle cezalan d ırır; A pollon d a kendi ra h ip lerin ­
den birine sövüp saydıkları için Y u n an lıları h ırp alam ıştır. O n lar, ancak k en d i­
lerine bol k u rb a n la r ve su n a k la r verm eyi ihm al etm eyen k ah ram a n ları m ükâ­
fa tla n d ırırla r. H a tta , T a n rıla rın hoşu n a gitm eyen herhangi b ir günah yüzün­
den cezaya lâyık olan b ir kim se, su n ak ları ve k u rb a n ları sayesinde cezadan k u r­
tulab ilir ve T a n rıla rın öfkelerini y atıştırab ilir. M erk ü r, O to lik o s’u n pek çok
k u rb a n sunm uş olm ası dolayısıyla o n u m ü k âfatlan d ırm ak için kendisine soy­
g unculukla aldatm ayı öğretir. T a n rıla rın v erd ik leri şölenler, insanlarınkiyle m u­
kayese edilecek olu rsa, d ah a çok ay ıplanacak olan iğrenç ve çirk in şehvet, sefa­
h at sahneleriyle d o lu d u r. J ü p ite r, eşi J ü n o n ’u n âşıklarıyla zina etm esine izin
verir; T h etis, oğluna, b ir sevgili k ad ın ın okşam alarına ken d in i te rk etm esini
salık verir. M erk ü r, P olim el’i elde edebilm ek için, gizlice onun yatak odasına
girm ekten çekinm ez. A dam ö ld ü rm ek , o n la r için hiç de tiksinilecek b ir h areket
değildir. Bir adam ö ld ü rm ek , T a n rıla ra göre affedilm ez b ir suç değildir; asıl
suç olan, k en d ileri em ir v erm eden ö ldürm üş olm aktır. H iç de yetkin b ir sevi­
yede olm ayan b u T a n rıla r, ken d ilerin e hük m ed en bu çeşit âdet ve huyları, in­
sa n lara da aşılarlar; in san lard an d a b u n la rı isterler. B ununla b irlik te, in san ­
la rın adaleti gözetip gözetm ediklerini anlam ak için yeryüzünü d o laşır d u ru r­
la r. M isafirler, dilenciler, d u a ed en ler, J ü p ite r ’in özel him ayesi altın d ad ırlar;
h a tta onları öteki T a n rıla r ve F ü riler-d e him aye ed erler. G örülüyor ki, H om eros,
T anrılara,, yaşadığı dönem deki in san ların h e r çeşit tu tk u ların ı verm iş; onları o
dönem in k ah ra m a n la rın d a görülen insel sıfatlarla süslem iştir (‘O euvres Comp-
letes d ’H om m ere, Ilia d e ’, s. 128, 363, 504, 48 , 364, 385, 201, 345, 228, 264;
‘L ’O dysee’, 6, 42 , 2 7 9 , 563, 518, P. G iguet çevirisi, 1913).
Y alnız, verm iş olduğum uz ö rn ek te değil, k itaplı dinlerde bile, T a n rı’ya
yükletilm iş olan sıfatlar, b u dinlerin doğup yayılm ış o ldukları dönem ve top-
lum lardak i in san ların h u y ların d an ve âd etlerin d en birçok özellikleri taşırlar.
Esasen so ru n , bu sıfatların ve ahlâksal sayılm ış olan bu ödevlerin gerilik ve il­
kelliğinde değil, b ire r ahlâksal em ir o larak din in güvencesi altında bulunm a-
la rın d a d ır ve b u n lara itaatsizliğin, kam u vicd an ın d a b ir tepkiye neden olm ası­
d ır; ilkel to p lu m lard a, bireysel vicdanın, kam usal vicdan, çerçevesi dışına çı­
k arak bağım sız b ir su rette işleyebilm esine o lan ak yoktur. V icdanın k 'şisel ve
bağım sız b ir değer k azanm ası, son çağların p ek büyük k azançlarından birid ir.
Buna k arşın , bu vicd an , b ir taraftan layik tö reler ve yasaların, b ir tarafd an da
olum lu k ü ltü r ve eğitim le gelenek h alin i alm ış olan dinin etkileri altın d a n ad ir
kim selerde ve n a d ir o larak , içinde yaşanılan to p lu m un üstüne ya da dışına çı­
kabilm ekted ir. K uram sal o larak bireyin vicdanı, bugün k a n u n ların him ayesi
altın d a d ır; fak at p ra tik o larak çoğunluğun ve h ü küm süren ve sürecek olan
politik ve ekonom ik rejim gerçeklerinin baskısı altın d ad ır. Z ira insan, tek b a­
şına yaşayabilen b ir v arlık değildir. B unun için d ir ki, büyük devrim ciler, ü lk ü ­
cü ler ve b u n ların çok eski çağlardaki tem silcileri, b u n ların k u ru cu ları olan pey­
gam berler, içinde yetişm iş o ld u k ları top lu m u n tüm inançlarını yıkıp atm aya m u­
vaffak O lam am ışlardır ve h a tta k en d i su n d u k ları ilkelerin hepsini tüm m ensup­
larına kab u l ettirem em işlerdir; k ab u l ettirm iş o lsalar bile, o n ların hepsi, tüm
yaşam ları boyunca kabul etm iş o ld u k ları b u dogm alara tam am ıyla itaat etm iş
değildirler. Bu büy ü k değer yıkıcıları ve yeni değerleri yaratan lar, b ir yandan
kendi toplum larıyla ilişkide b u lu n an yabancı k avim lerin duygu, düşünce ve
inan çların d an b ir şeyler alm ış, b ir y andan kendi k avim lerinde kökleşm iş ve or­
ganlaşm ış olan âd et, töre ve geleneklerden bazı öğelere değer verm iş ve nihayet
kendi dehalarıyla keşfedip gerçeklenm esinde y a ra r hissettikleri, bazı kişisel ül­
küleri de b u n lara ek lem işlerdir. D inlerin ve b u n la ra bağlı ah lâk ve uygarlıkla­
rın evrim i, b u karışım ın d inam izm inden doğar ve bu dinam izm e göre şekillenir.
Bu itib a rla H z. M u h am m ed ’in ah lâk anlayışı d a, kendi zam anına dek gel­
m iş olan ve yalnız Sam î k avim lerin değil, b u kavim lerle ilişkide b u lu n an k itap ­
lı, kitapsız din m ensu p ların ın inanç, âd et ve törelerinin arıtılm ış b ir karışım ın­
d a to plan ab ilir. H z. M uham m ed, b u b ak ım d an beğenm ediği, yanlış ve zararlı
bulduğu cahiliye dönem i geleneklerinin b ir kısm ını yıkm ış, to p lu m larm yeni
ihtiyaçlarını karşılayabilecek bazı yeni değer y argılarını, diğer kitaplı dinlerin
dogm alarından ve p ra tik hay atın gerçeklerinden alm ış, kendi büyük dehasının
süzgecinden geçirerek o n ların k u tsal ve T an rısal yüceliğini bilinçlendirm eye
çalışm ıştır. B ir peygam ber o larak k u rd u ğ u dinsel düzen, kendi vicdanlarını iş­
letm eyen in san ları, Y üce T a n rı’n ın h e r şeyi gören ve h e r bireyin işlediklerine
uygun ceza ve m ü k âfatlar veren m u tlak adaletin e teslim etm iştir. O , insana
"Şahdam arından daha y a k ın ” olduğu b ild irilen Y üce T a n rı’nın, b ir gün, düşü­
nen, hisseden ve anlayan insanın kendi vicdanı haline geleceğini, yani eylem leri­
m izin en b ü y ü k gözetm en ve düzenleyicisinin k en d i içim izde gizlenm iş olduğunu .
kavram ış ve öğretm iştir. J .- J . R ou sseau ’n u n b ir T an rısal ihsan saym ış olduğu ve
saygı ile kendisine h itap ettiği v icdan (‘E m ile’, s. 342-343, G a m ie r basım ı) H z.
M u ham m ed ’de, içim izde yaşayan T a n n ’nm ken d isinden başka b ir şey değildir.
F akat insan ların v icdanları da, T a n rı h ak k m d ak i inançları gibi b ir evrim
geçirir; ve hiç b ir din, in san ların b u k o n u lard ak i anlayışını dondurabilm iş de­
ğildir. Z ira , bilim in ve felsefenin ışığı altın d a gelişen zekâlar, yeni keşifler ve
icatların, ekonom ik ve k ü ltü rel ilişkilerde o lu ştu rduğu çok çeşitli ve k arışık
k u ru m lar, ulusları o suretle b irb irin e y a k ın la ş tırm ış tı ki, âdeta d in lerin ö n ü n ­
de ve o n la rd a n ayrı o larak ilerleyen, gelişen âd et ve tö reler bile, birb irlerin e
k arışarak dinsel inan çlarla ilgili bulu n m ay an , başk a tü rd en b ir insanlık vicdanı,
b ir uygarlık vicdanı doğm akta, b u yüzden de d inlerin tü rlü dogm aları gibi
ahlâksal dogm alarının b ir kısm ı da, k endiliğinden çöküp yıkılm aktadır.
D inlere dayanan m istik ah lâk lar, in san ları b irb irin e yaklaştıracak yerde
uzak laştırm ak tad ır. O ysaki insan ların değerleri, dinsel in an çlarından değil, ken­
di in san lık ların d an gelm ektedir. Ç ağım ızın gittikçe daha bilinçlenen bu anla­
yışı, h er bireyi kendi T anrısıyla baş başa b ırak m ak ta, fak at kaplam ına tüm in­
sanlığı alan ah lâk ve h u k u k d üzenini gerçekleştirm eye uğraşm ak tad ır. Z ira in­
sanlar, din lerin in ah lâk ın a göre değil, hayatın em rettiği ve toplum un zorunlu
kıldığı ortam a göre h arek et ed erler. B unun için d ir ki, ah lâk , kitaplı dinlerle
b irlik te başlam am ış, tersine o larak in san ların to p lum haline girdikleri dönem ­
den itibaren kendini gösterm iştir. Bu, bizi, dini de, ahlâkı da y aratan in san lar
olduğu gerçeğini k ab u l etm e zo ru n d a b ıra k ır. B unun içindir ki, saçm a ve ilkel
dinlerin de sav u n d u k ları a h lâ k la r v ard ır. D in ler, ahlâklığı k u tsallaştırm ak gibi
yüce b ir değer taşım akla b irlik te , kendi dogm aları ya d a do k trin leri dışında kal­
m ış olan ların , yine k en d i dinlerine göre olan ah lâk ların ı m ahkûm etm ek sure­
tiyle çelişikliğe düşerler; ve çoğu zam an T a n rı adın a çeşitli zulüm lere alet o lu r­
lar. H ıristivanlık doğduğu zam an paganizm anm zulm üne uğram ıştı: fak at k en ­
di egem enliğini k u rd u k ta n son ra da pagan izm ad an , h a tta kendi din d aşların d an
öç alm aya koyuldu; fazla o larak yeni din in fark lı m ezhepleri b irb irlerin i k â fir
sayarak, ik tid a r hangisinin eline geçm işse, k arşı tarafı, din adına cezalandırm ak­
tan çekinm em iştir. İslâm ta rih in in de tü rlü m ezhep kavgalarında bu görünüm
v ardır. D in lerd e v icdan özgürlüğü y oktur. K utsal k ita p larla peygam berlerin
sünnetleri dışında düşünülem ez.
G enel o larak İslâm m istik leri, K u r’anın tü rlü ayetleriyle, tü rlü sözcük ve
tüm celerinde b irtak ım gizli, kutsal ve simgesel anlam ların saklı olduğunu k a­
bul ederek, b u n ların şifrelerini bulm aya ve açm aya çalışırlar. O n lar evrenin
b ir yokluk dönem i içinden nasıl b ir v arlık dönem ine kavuştuğunu ve yetkin
insana gelinceye dek esva ve olayların evrim indeki hiyerarşiyi, kendilerinden
evvelki m istik ve felsefesel duygu ve düşünce an lam larının ışığı altında ve
kendi m istik hayal güçleriyle sezgilerinin yarattığı tü rlü esrarlı ve kendilerince
d erin anlam lı terim lerle sın ıflarlar. Bir ahlâk sistem i olarak telkin ettikleri dü­
şüncelerin yan ıb aşm d a, norm al b ir zih n in ne yaratm asına, ne de anorm alliğe
kaym adan kavrayabilm esine o lan ak b u lunm ayan garip ruh hallerini ve b u h a l­
lerin algılanm asını (idrak) kişisel deneylerine d ay anarak b ire r gerçeklikm iş gibi
sav unurlar. Pek geniş bilgili, derin düşünceli ve ozan m izaçlı o lanları, yaşadık­
ları dönem ve to p lu m lar iyice anlam am ış o ld u k ları halde, b u büyük erm işlerin
yarattıkları m istik atm osfere h ay ran lık hazzı içinde m utlu o ld u k ların a ve yet­
kinleştiklerine in an an b ir derv işler ya da b ir tekkeliler züm resi m eydana gel­
m iştir. Buna b irtak ım toplum sal ve tarihsel n ed en ler de eklenince, m istik hayatın
insan k u rtu lu şu n d a son b ir u m u t ve d ay an ak h aline gelmiş olduğu anlaşılır.
Bu sistem in ah lâk ı, h er çeşit savaştan iğ renir, tevazu ve inziva içinde, kişi­
sel k u rtu lu ş ve yetkinliğin çarelerini a ra r. İn san lık için u m d u k ları m utlu ve ül­
küsel hayat, ‘‘Bir lokm a, bir hırka; bir dost ve bir p o st” tan ib arettir. Bu döviz
altında şekillenen m istik ah lâk , insan zekâsının dinam ik gücünü söndürm ek­
ten , ilerlem eyi d u rd u rm a k ta n ve in san ları dostça b irb irin e yakınlaştırm ak iste­
m esine ve sonsuz hoşgörüsüne k arşın , b u soylu am acı baltalam ak tan başka b ir
işe yaram am ıştır.
M istiklerin ah lâk ı, bağlı oldu k ları din in savunm akta olduğu ah lâk ilkele­
rinden ayrı değildir. F akat o n lar, etk in o lm ak tan çok edilgin b ir rıza ve tevek­
kül ah lâk ın ı tercih ederler. H er şeyi hoş görm ekten, kim senin gönlünü kırm a­
m ak tan , sa b ır ve k anaatle yaşam ak tan , k ad ere boyun eğm ekten, tüm olay ve
varlık ların T an rı yapıtı o ld u ğ u n u kabul ederek geniş b ir sevgi ve teslim iyet
içinde, «nem e lâzım cı» b ir ö m ü r geçirm ekten h o şlanırlar ve yalnız m istik aş­
kın zevkleri içinde y aşarlar. R u h u , k ö tü niyetlerden, tu tk u la rd a n arıtm ak sure­
tiyle yalnız aşk ların ın k onusu olan yüce varlığın sonsuzluğunu yaşam aktan d a­
ha üstün b ir am açları olm ayan m istikler, b ire r gönül adam ı olarak insan ilişki­
lerindeki sert ve kısk an ç yarışm aların önüne geçmeye çalışm ışlar, tatlı, yum u­
şak ve sadece tinsel (m anevî) hayatın ütopyaları içinde b ir m iskinlik ahlâkına
bağlanm ışlardır. O n ların m ensup o ld u k ları d inlerden hiç b iri, ah lâk ta bu denli
edilgin (pasif) b ir ru h taşım az. B ununla b irlik te dinsel ah lâk lar, sevgiden çok
korkuya ve ah ret h ayatının ç ık arların a dayan ırlar.
O ysaki hiç b ir edim , k endiliğinden hayır değildir; yerinde yalanın, hırsız­
lığın ve h a tta adam ö ld ü rm en in de h ay ır olduğu dönem ler ve d u ru m la r v ardır.
Bu nedenle ah lâk ın ana ilkesi, « hayrı, hay ır olduğu için yerine getirm ektir».
Ama b u ilkeyi, dinsel hayata k arıştırm ak doğru değildir. Bu, ancak türlü çe­
virti ve vorum larla kendim izi ald a ta n b ir m antığın ü rü n ü olabilir.
A hlâk k u ra lla rı, T an rısal em irler o lsaydılar, T an rısal güç, bu em irleri v e r­
m eden de insanları erdem li o larak y aratab ilird i ya da tüm insanlıkta, aynı T an ­
rısal em rin egem en ve yaygın olm asını sağlayabilirdi. Bu itirazlara kutsal ki­
tabım ızda verilm iş o lan k arşılık lar, k an d ırıcı olm aktan çok, şaşırtıcıdır. İnsel
ihtiyaç ve ilişkiler, zam an içinde öyle anlaşılm ası güç ve karm aşık b ir şekil
alm ak tad ır ki, vahye d ayanan a h lâ k la r, tüm b u ilişkilerin zam an içinde ve ge­
lecekte gerçeklenecek olan evrim ve zo ru n lu k larm ı kapsayam az. H er d in , daha
çok, yaşadığı dönem in ve içinde b u lu n d u ğ u to p lu m un bozulm uş olan hayatını
düzenlem e am acını güder ve b u am açta gösterdiği başarı o ran ın d a , kendisini
başka to p lu m lara da kabul e ttirir ve siyasal b ir güç halini alınca, b u gücün
büyüklüğüyle o ran tılı o larak yayılm a alan ın ı genişletir. G elecek h ak k m d ak i
um ut ve em irler, zam anın koşullarıyla paralel o larak değişikliklere uğrar. Z ira
töreler, âdetler, gelenekler, din in ark asın d an değil, önünden giderler ve ta rih ­
sel k o şu llar sürekli o larak yeni ah lâk sistem lerine k aynaklık ederler. B unlar,
dinlere aykırı o lsalar bile, zam anın k am usal v icdanına ve ihtiyacına uygun d ü ­
şerler.
K uvvetini m istik k ay n ak lard an alan h e r h ü k ü m ve k u ra l (kaide), ancak
bilgisiz b ir çoğunluğu teşkil eden h alk ta b ak aların a hitap eder ve h a tta onların
elinde de soysuzlaşır. A ydın ve yüce zek âlar ise, doğruyu, zorunluyu ve ihtiyacı
kavrayan b ir akıl ve vicdanı b en im seyebildiklerinden, yalnız vahye bağlanam az­
lar. A rtık in san ların , m istik k ay n ak lard an gelen em irlere değil, hayatın zorunlu
kıldığı koşu llara uygun b ir ah lâk a bağ lan d ık ları h e r gün biraz d ah a açıkça
görülm ektedir.
A lm an filozofu Forbreg, "D in , evrene ahlâksal bir d ü zen verm e inancıdır”
der. D inlerin gerçek ro lleri b u olduğu halde, ne yazık ki, dinsel ah lâk esnek­
tir; zira, özellikle İslâm d in in d e u m u t k ap ıları a rd ın a dek açıktır. O , b ir yan­
dan k o rk u tu r, b ir y an d an acır, tövbeye ve şefaate değer verir. B unun içindir
ki, d in ad ın a yapılm ış olan cinayet ve ah lâk sızlık lar, dine dayanm ayan rezil­
liklerden d ah a çok zalim ve d ah a çok geniş olm u ştur. D inin ru h u n d a ve asıl
yapısında b ask ı yokm uş gibi g örünürse de, kendi irad e ve isteğiyle h ay ır işlem e
ik tid arı, belirli b ir düşünce seviyesinden itib aren olanaklı o lur. K u r’an, insan­
ları, erdem e dav et etm e görevini bilginlere verm iştir: " O din v e şeriat bilginleri­
nin onları, günaha sokan sözleri sö ylem ekten v e haram yem e kten m enetm esi
gerekm ez m i? O nların bu neh yi ihm al etm eleri ne kadar fen a d ır” (M aide, 63).
F akat H z. M uh am m ed ’e, k itap ehli -olanlardan b ir kısm ının d cğru in sanlar ol­
duğu, b u n la rın , "G eceleri nam az kılarak T a n rı’nın ayetlerini o k u m a k la ” vakit
g eçirdikleri, T a n n 'y a ve ah ret g ü nüne in an d ık ları, " İyiliğ i em ir ve kö tü lü ğ ü
n eh iy ” etm ekten çekinm edikleri a n latılarak , b u n ların m ü k âfatlandırılacağı bil­
dirildiği hald e (Âli İm ran , 110-112) bazı im an lıların da, em anet o larak k en d i­
lerine verilm iş olan şeyleri b ile zorlam adan geri verm eyecek k a d a r ah lâk tan
yoksun old u k ların a işaret ed ilir. Çoğu zam an bilgisizlerden çok yarım bilgili ve
h atta bazı bilgililer d ah a çok ahlâk sızlık y ap arlar. H alifeler, vezirler, k ad ılar,
şeriat bilginleri gibi, h e r d in d e ve dönem de, bilgilerine k arşın zekâlarım , tu tk u ­
larına alet etm iş o lan ların yapm ış o ld u k ları k ö tü lü k ler, tarih in gerçekleridir.
Bu da gösterir k i, in san ları hayra bağlayan ne din y ap tırım larıd ır, ne de bilginin
ışınlarıdır. Belki de b u n u n için d ir k i, P ierre Bayie1, “H er dinli, ahlâklı olm a­
dığı gibi, her d in siz d e ahlâ ksız değ ild ir” diyebilm işti. Bilginlerin k ö tü lü k leri,
yalnız kendi zam an ların a değil, geleceğe de b u laşır. Z ira h alk k itleleri, erdem
örneklerine m u h ta ç tırla r ve o n lar, k en d ilerin i yönetenlerin gidişini benim ser­
ler. T oplu m u gevşeten ya da g üçlendiren b u algıdır. Çoğu zam an gerçekten im an
etm iş olan lard a, in an çla edim p aralel sanılır; gerçekte ise, im anın edim le p ara­
lelliği pek az in san lard a g ö rü lü r. İm an ın kendisinde şerre k arşı b ir hoşgörü v a r­
dır. Z ira, T a n rı’ yarlıgam asından d ah a büyük olan hiç b ir günah y o k tu r .
A hlâk b ak ım ın d an d ü şü k o lan b ir to p lu m d a, im an ne k a d a r güçlü olursa
olsun, sosyal disiplin yok olacağı için, o rad a u y g arlıkları doğuran büy ü k layik

(1) D ictionnair Philosophique e t Critique (daha çok Davud, m addesi),


İbn R üşt de bu düşüncededir.
(2) “T anrı’nın m a ğ firetin d en de büyük m ü günehim ??” — Şinasi.
k ü ltü rle ahlâk gelişem ez. D in in egem enliği altın d a kalm ış olan to p lu m lard a ke­
şifler, icatlar ve insanlığı esenlik ve m utluluğa u laştıran k u ru m lar görülem ez;
böyle bölgelerde, dünya m utluluğu yerine, ah rette m utlu olm a hülyası, dünya
faaliyetlerini felce u ğ ratır. D inleri b atıl ve gerçek diye iki sınıfa ayırm ak bile
ah lâk ın kendisine sald ırm ak tır. İlkel d in lerin b ir ahlâklılığı v ar olduğu gibi,
kitapsız dinlerin de k itap lı d in lerin k i k a d a r yüce b ir erdem anlayışı v ardır.
Ö yle olm asaydı, b u din ler, n itelik itibariyle, M üslüm anlığı da gölgede bırak acak
k a d a r sayıca çoğalam az ve genişleyem ezlerdi. O n ların y arattık ları uygarlık ise,
bizleri, T a n rı’m n o n lara da en az M üslü m an lara ve H ıristiyanlara yapm ış oldu­
ğ u k a d a r olsun yardım etm ekte o lduğunu k ab u l etm eye zorlar. Ö rneğin, Ç in ’de
K onfuçyüs, nam uslu ve erdem kim senin ulaşm ak isteyeceği am acın, kendini aş­
m aktan ibaret o lduğunu savunm uş ve hiç b ir m istik d o k trin ya da ilkeye bağ­
lanm adan aristo k ratik b ir çaba ah lâk ın ı telkin etm iştir. Y ine Çin bilginlerinden
olup, III-IV . yüzyıllarda yaşam ış olan M ötseu, ah lâk ta evrensel b ir aşk d o k tri­
nini savunduğu için y u rd u n d a K onfüçyus’tan daha yaygın b ir ün kazanm ıştır.
O nun felsefesi, sefalet k o rk u su n a ve sosyal düzene dayanan saf b ir ah lâk tır:
“Başkalarını seven, sevilm iş o lacaktır"; “T ü m insanlar, karşılıklı olarak birbir­
lerine sevgi gösterirlerse, ku vvetliler, zayıfları avlavam az, ç o k sayıda olanlara,
az sayıda olanlar şid d et gösterem eyeceklerdir; zenginler de yoksulları, asla bas­
k ı altına alam ayacaklardır". O n a göre, h e r kişi, tüm güçlerini, kam u çıkarım
düşü n erek k u llan m ak z o ru n d a d ır ve insan, önce ken dine yetm elidir: “K endinde
fa zla güçler kalırsa, bunları, başkalarını teselli e tm e k te ku llanm alıdır” (M arcel
G ran et. ‘La Pensee C hinoise’, P aris, 1968. s. 398-407V . Peygam berler dönem in­
den çok önce gelm iş olan d ah a b irço k büy ü k d ü şü n ü rler, kendi çevrelerindeki
ulusları yüzyıllarca eğitm işler ve onlara, kaynağını göksel b ir dinden alm ayan
birtakım yüksek erdem lik k u rallarım telkin etm işlerdir.
O ysaki ken d ilerin in dinli o ld u k larım zanneden insanların büyük b ir ço­
ğunluğu, b u zan ların a, b aşkalarını da in an d ırm ak isterler ve b u n u b ir dinsel
görev savarlar. Y alnız kend ilerin in cennetlik olduğuna in an an bu zavallıları,
kıyafetlerinden, bakış ve yürüvüş tarzların d an tanıvabiliriz; o nlar, tüm m is­
tiklerde olduğu gibi, alçak gönüllü görü n ü rler; fak at bu m askenin altında d o k u ­
nulm ası pek tehlikeli b ir k ib ir gizlidir ve b u n lar, kendilerine benzem eyenlerin
cehennem lik o ld u k ların a peşin o larak h ü k ü m v erm işlerdir. B unlar, ağızlarından
asla düşürm edikleri ve h e r vesileyle k u llan d ık ları T an rı sözcüğünün gölgesine
sığınarak, çoğu m eşru olm ayan evlem lerini k utsallastırm ava çalışırlar. M achin-
velli’nin. b u n ların toplanm ış olduğu b ir cennete gitm ektense, cehennem e git­
meyi yeğ tu ttu ğ u n u itira f etm esi — m izah tarafın ı b ir yana b ıra k arak — b u n ­
ların gerçek din in em irlerini kavram am ış ve insana cennette bile ra h at verm e­
yecek kim seler old u k ları h ak k ın d ak i derin bilgisinin ü rü n ü d ü r. H oşgörüden vok-
sun oldukları için, insanlığın sonsuz b ir k ü fü r ve T anrıtan ım azlık içinde b u ­
lu n duğunu zanneden b u zav allılar, am acı tüm insanlığı o rtak b ir im an içinde
kardeş yapm aktan ibaret olan din in yüceliğini tö rp ü ler, onun ahlâksal değerini

(1) Bizde Hilmi Ziya Ülken, A şk A hlâkı adlı eserinde böyle bir ahlâkı sa
vunmuştur (3. baskı. Ankara, 1971).
çü rü tü rle r. Bu da gösterir ki, dinsel ah lâk , insan k a rak terin i, T a n rı’n ın ve elçi­
lerinin istediği şekilde asla değiştirm em ek, m istik b ir âlem in k aran lık atm osferi
içinde, gerçekleri, eşya ve o layları, yapılm ası gerekenle, yapılm akta olanları
öyle b ir renge boyam ıştır ki, karşım ıza çık an b u tabloda, ilkel anlayışın en kor­
kunç gelişim leri, en k o rk u n ç teh d itleri fışk ırır. Z ira, dinsel a h lâk lard a pek az
T an rı sevgisi, p ek çok T a n rı k o rk u su v ard ır.
Bu, d in lerin gerçek ve m istik am açların ın zo runlu b ir k a rak te rid ir. A hlâk­
sal erdem lerin kaynağını yalnız d in d e görm ek, dine karşı b ir çeşit saygısızlıktır.
G erçekten erdem li adam , d in lerin kutsallığ ın a saygı gösterir, b u n lard a n birin e
im an eder, fak at eylem lerini din in em irleri olduğu için değil, kendi nitelikleri
itibarıyla iyi, gerçek ve gerekli o ld u k ları için beğenilen düşünce, inanç ve ödev­
lere göre d üzenler. Z ira in san lar, çoğu kez, ne k en d ilerin in , ne de b aşk aların ın
saptam ış o ld u k ları ilke ve d o k trin lere göre h arek et ederler. B unun nedeni, hiç
b ir ilke ve d o k trin in m u tlak b ir değere sahip olm am ası ve bireylerin kişisel
duygu, düşünce, inanç ve eğilim lerine uygun değişm ez değerlerden yoksun ol­
m asıdır. Fransız dışişleri b a k a n la rın d a n B rian d ’a, hocası; " B itkilere, hayvanlara
bak. Doğayı içinden öğren. H iç kim se k ita p o ku ya rak bilge (sage) o lm a m ıştır”
dem işti1, ve E m erso n ’un da dediği gibi, “Bir d o ktrin e sadık ka lm a k, k ü ç ü k ruh­
larda görülüp duran bir a k ıl hastalığı şe k lid ir”2. Bu öğütlerin aşırılığını b ir yana
bırak ır ve içinde gizli olan gerçeği sezm ek istersek, pek iyi anlarız k i, ah lâklılı­
ğımızı o rg an laştıran , kutsal ya da d ışk u tsal b u y ru k la r değil, insanlığın ve uy­
garlığın sürekli o larak değişen koşulları, özellikleri, çık arları ve d ah a açıkça
layik vicdandır.
H em en her d in , insan m utlu lu ğ u n u erdem e b ağ lam aktadır; fak at hiç b ir din,
İslâm dini k a d a r, insanı k u rtu lu şa götüren erdem lerin neler olduğunu tüm ay­
rıntılarıyla b ildirm iş değildir. K u r’an , hem en hiç b ir kutsal k itap la k arşılaştırıla­
m ayacak k a d a r tem iz duygular, d ü şünceler ve ilkeleri dile getirm iş b ir ahlâk
anayasasıdır, d enilebilir. O , T e v ra t’ta olduğu gibi, " H er kadın, ko m şu su n u n ve
ke n d i ev in d e k i m isafirin g üm üş ve altın ziynetleriyle elbiselerini isteyerek b u n ­
ları oğullarınızla kızla rın ıza verip M ısır’ı soya ca ksınız” (H u ru ç, I I I , 12) gibi
em irler verm ez ve geçm iş peygam berlere d a ir b u kutsal k ita p ta an latılan ah-
lâkdışı olgu lard an söz etm ez. Bu itib arla biz, İslâm dininde ah lâk k o n u sunu,
İslâm filozoflarının savu n d u k ları ahlâk k u ram ların ı değil, o n ların da dayanak­
ları olan ayet ve hadisleri, yani H z. M uh am m ed ’in bildirm iş olduğu gerçekleri
çözüm lem eye çalışm ak suretiyle açıklayacağız:
1. Bu dinin ah lâk ı, h er şeyden önce p ra tik tir, hayat ve tarih in zorunl
kıldığı gerçeklere d ay an m ak tad ır. " M u h a k k a k k i sen en b ü y ü k bir ahlâka sa­
h ip sin ” iltifatıyla insan lara doğru yolu gösterm e işiyle görevlendirilm iş olan
Hz. M uham m ed, b ir hadisin d e, "B en ahlâksal erdem leri (m ekârim ) tam am lam ak
için gö n d erild im ” dem ek suretiyle de, gelişinin ve ü lk ü sü n ü n ana ilkesinin ahlâk
olduğunu ilân etm iştir. O n u n ah lâk anlayışı, d ah a çok, y ap tırım larını T an rı ve

(1) Emil Ludwig, D irıgents de l’Europe (E. Litauer çevirisi, 2. baskı, 1937,
s. 16-17).
(2) Aynı eser, s. 21.
ah re t k o rk u su n d an alan ve am acı b u düny ad ak i d irlik ve düzenliğin sağlanm a­
sın dan ib a re ttir ki, b u n u n tem elini m erham et ve şefkat duyguları teşkil eder.
O na göre, in san ların hem b irb irin e , hem de T a n n ’ya k a rşı ödev ve sorum lu­
lu k ları vardır. Bu b ak ım d an , örneğin H z. M usa, insanın yalnız bu dünyada ceza
ve m ükâfat göreceğini savunm uş olduğu h ald e, H z. M uham m ed, T a n n ’n ın, h e r­
hangi b ir ahlâksızlığı, isterse b u d ü n y ad a, isterse öteki d ü nyada cezalandıraca­
ğını savunur. T a n n ’ya karşı olan ödevler, im an ve tak v a1 esasına dayanır. Bu
itib arla ahlâklı adam , tak v alı o lan d ır.
T a n n ’nın kend ilerin e d eğer verm iş olduğu kim seler, • zengin, nüfuzlu ve
soylu denilen kim seler değil, takvaya riayet eden kişilerdir. T akva sahibi o lan lar,
kendilerinin de, öteki in san lar gibi T a n n ’nın b ir kulu o ld u k ların ı b ilirler ve
T a n n ’nın sonsuz büyüklüğü karşısın d a pek âciz ve küçük b ir y aratık o ld u k la­
rını anlarlar. Bu itib arla da, T an rısal em irlere içten b ir saygı ve im anla itaat
ed erler; kendi nefisleri için hiç b ir şey beklem eden, T an rı yolunda ve T an rı
için2 ibadet ve itaatte k u su r etm ezler: "Z a h iren izi hazırlayınız ve b ilin iz k i. za­
hirenin en iyisi, ta kva d ır” (B akara, 198). T ak v an ın esasları, yani gerçek ahlâkın
k u ra lla rı şu ayette ö zetlenm iştir: " D o ğ ru lu k ve iyilik, y ü zü n ü zü batıya ya da
doğuya çevirm ek değildir. D o ğ ru lu k ve iyilik insanın T a n rı’ya, ahrete, m elek ­
lere, kitab a ve Peygam bere inanm ası, T anrı sevgisiyle m alını akrabalarına, ye­
tim lere, yoksullara, yolda ka lm ış olanlara, dilenenlere ve tutsakların ku rtu lm a ­
larına sarf etm esi, ibadetini yapıp zekâ tın ı verm esidir. Bunlar, söz verdikleri
va kit sözlerini yerine getirenler, sıkın tı, h astalık ve şid d et zam anlarında sabre­
denlerdir; işte h a k k a sa d ık olanlar, takva edenler, b unlardır” (B akara, 178). A h­
lâklı adam , hem T anrT dan k o rk a r, hem de kend in d en ve in san lard an utanm ayı
b ilir; h arek etlerin i ona göre düzenler. E bu H ü re y re’n in naklettiği b ir hadise
göre, Hz. M uham m ed, "İm a n , altm ış koldur, utanm a da im anın bir k o lu d u r"
dem iştir. Bu suretle insan lara karsı olan ödevlerini de y aparak başkalarının qü-
venini kazanm ış o lan b ir in san , T a n n ’nın em irlerini yerine getirm iş olur. Z ira,
"T a n rı yanında en kerem görecek olanınız, takvalı o la nınızdır” (H ü c u ra t, 13).
K ad ın lar için bildirilm iş olan b u ayet, h er M üslüm ana da şam ildir.
2. H z. M uham m ed, erdem in tem elini adalette görm üştür. K ul, T anrısa
ah lâk la kendisini a h lâk lan d ırm alıd ır3. Bu ise, asla zulm etm eyen ve herkese lâyık
olduğunu veren ve m u tlak su rette adaletli olan T a n n ’n ın gidişine uym ak de­
m ektir. H z. M uham m ed, işlenm iş olan g ünah ve suçlar için, bilgisizliği hafif­
letici b ir neden o larak k ab u l eder; b u n la rın tövbelerine değer verir. F ak at, ger­
çekten erdem li insan, h av ır ve şerri ayırt ed erek , hayrı seçebilecek k a d a r bilge­
liğe ve iradeye sahip o lan d ır. G erçek ten erdem li olan insan, İslâm ah lâk ın d a,
içg üdülerinin b ask ısın d an k en d in i k u rta ra ra k , şehvetlerine hükm edebilen, k o r­
ku n ç d u ru m la rd a sarsılm adan, çekinm eden h a k ve hayır için savaşm ayı göze

(1) Takva sözlükte sakınm ak demektir. Sevit Şerif, bunu, şeriatın usul ve
adabını korumaktır diye tam m lar ki, esası haram olan şeylerden sakınm ak ve
bazı helâl olan şeylerden ya vazgeçm ek ya da aşırılıktan sakınm ak, nihayet
Tanrı’nm ve insanların haklarına saldırm am ak demektir.
(2) “Fisebilillah”, “Hasbetenlillah”.
(3) Tahallak bi-hulk-lillâh.
alabilecek k a d a r cesaretli o lan d ır. Y ani, nefsine hâkim olan ve adaletten ayrıl­
m ayan, hayrı b ilerek seçen ve savunan kim sedir. Bu ahlâksal ilkelerin kaplam ı
içine giren h arek etler n elerd ir? Enes bin M alik ’in anlattığı b ir hadise göre, “H iç
biriniz, k e n d in iz için arzu ettiğinizi, kardeşiniz için d e arzu etm edikçe, iman
etm iş o lm a z" den ilm ekted ir. Bu suretle, tüm im an edenleri kardeş sayan ve,
“İ k i kardeş arasını b u lu n " (H ü cu rat, 10, 45) em rini veren K u r’an, M üslüm an­
ların b irb irlerin e karşı o lan ödevlerini saptam ış dem ektir. Bu k u ral, H ıristiyan­
lıkta daha geniş ve. ü stü n b ir değer taşır. Z ira , H z. İsa, tüm insanların k ard eş­
liğini v a ’zetm iştir. İm an edenlerle etm eyenleri ayırt eden b ir ah lâk, ayırt etm e­
yenden elbette ki d ah a ü stü n olam az. B ununla b irlik te bu ilke, ister H z. M u­
ham m ed ’in, isterse H z. İs a ’nın d o k trin in e göre k ab u l edilsin, h e r ikisinin de
kusurlu yanı v ard ır. Z ira, insanın kendisi için arzu ettiği öyle şeyler olabilir
ki, b u n ları kardeşim iz ya da b aşka in san lar için de arzu edersek, o n lara k ö tülük
yapm ış oluruz veya bizim kendim ize yapılm asını istediğim iz b ir şeyi başkala­
rından herhangi b iri istem eyebilir. H a tta b a şk aların ın istem edikleri öyle hare­
ketler ve işler v a rd ır ki, o nları ken d ilerin e uygulam ak, b ir ah lâk ödevi olabilir.
T özü itibarıyla pek yüce ve soylu olan bu ilke, hiç b ir çağda, hiç b ir kavim de
ve h a tta hiç bireyde aynıyla uygulanam az. N ad ir du rum ve koşulları ya da birey­
leri istisna edersek, genel o larak ne T a n rı, ne de doğa, insanları bu denli eşit
b ir ru h ve yetenekte yaratm ış değildir. Bugün in sanlık, b u ahlâksal ütopyayı,
hu kuk yoluyla gerçeklendirm eye çalışm ak tad ır.
3. H z. M uham m ed için iyi ahlâk, im an ko n u su d u r. G erçekten im an ede
lerin erdem den ayrılm aları o lanaksızdır. B ir h ad isinde, “K om şusu açken to k
yatan kim se, gerçekten im an etm iş değild ir” d em ek ted ir1. D iğer b ir hadisinde de,
“ C ibril, ko m şu h a k k ın d a o kadar ço k sa lık verm iştir ki, hatta ben ya kında k o m ­
şu yu m irasçı yapacaktır sa n d ım ” d em iştir. K uşkusuz ki b u rad a sözü edilen kom ­
şu lar da im an etm iş o lan lard ır. “K en d i d in in ize bağlı olanlardan başkasına am an
ve rm ey in !" em ri, dini yaym ak ve beğendirm ek gibi b ir am aç taşırsa da, bun u n
b u günkü erdem anlayışım ıza uym adığı açık b ir g erçektir2. Â deta b u ra d a d in , si­
yasal b ir ü lk ü o larak , ü m m et ya da ulus anlam ına gelm ektedir. N itekim başka
b ir âyette de, dinsel ahlâk ın yetersizliğini gösteren b ir k u su r bulm aktayız: “K ü f­
retm iş ve k â fir oldukları halde ö lü p g itm iş kim selerden her biri k e n d im k u r­
tarm ak için d ü n ya d olusu altın verecek olsa da, h iç birinden k a b u l edilm ez, on­
ların h a k k ı acı bir a za p tır” (Âli İm ran , 91). Y ani, M üslüm an olm adan ölen
kim selerin d ünya h ay atın d a cöm ertçe verecekleri sad akalar, hayır işlerine yapa­
cakları m asraflar, b u n ların k u rtu lm asın a hizm et etm eyecektir. B ununla b irlik te,
“K itap ehlinden öyleleri vardır k i, ona bir dinar em anet etsen, zorlam adıkça om ı
sana geri verm ez. Bunlar bilerek T a n rı’ya yalan söylerler” (Âli İm ran , 72). Bu
ayetlerin niçin inm iş o ld u k la rın ı b ir yana b ıra k a ra k şu sonucu ç ık arab iliriz ki,
ah lâk lı olm ak için şu ya da b u dine im an etm iş olm anın b ir değeri yo k tu r ve

(1) Daha pek çok yıl önce, Lao-tseu, “Öküzüm açken ben yemek yem ekten
utanırım ; biz, evlâdını doyurmadan rahat etm eyen analara benzeriz” demişti.
(2) Fakat Hz. M uham m ed, bu emre karşın, cizye almak suretiyle öteki
kitaplı dinlere bağlı olanlara am an vermiş, yani hayatlarını bağışlamıştır.
ah lâk , im andan başk a ve h a tta d ah a sınırlı tem ellere d ayanm aktadır. Esasen,
gerek K ur’a n d a ve gerek H z. M uh am m ed ’in söylevlerinde ve hu tb elerin d e, d ai­
m a, " E y nâs!.. E y im an ed en ler!” gibi h ita p la rd a n , onun tüm in san lık tan çok,
kendi çevresindeki h alk a ve M üslüm anlara h itap etm iş olduğu ve salık verdiği
erdem lerin de ancak îslâm im anına bağlı o lan lara özgü b u lunduğu anlaşılırsa
d a, b ir hadisinde, tüm h alk , " T a n rı’nın iyalidir”, y şn i, aile bireyleridir; ve
birçok yerlerde de, "T a n r ı’nın ku lla rı” deyim lerini k u llandığından, onun tüm
insanlara h itap ettiğini k ab u l etm ek gerekm ektedir. T a n rı’yt, "Â lem lerin R a b b i’
olarak ilân eden H z. M uham m ed’in tavsiyeleri, h e r h alde tüm in san lar için­
dir. N itekim d ah a çok önce, insan ların T an rı k atın d ak i eşitliğini İncil de sa­
vunm uştu: " N e Y a h u d i, ne Y u n a n , ne tu tsa k, ne d e özgür adam , kadın ve e rke k
cinsi vardır; sizin h ep in iz İ s ’el-M esih’te b irsin iz” (Saint P aulus, ‘R om alılara K i­
ta p ç ık ’, X , 11-12; ‘K orentlilere Birinci K itap çık ’, X II, 13).
4. Peygam ber zam an ın d a, M ekke ve dolaylarında dik k ati çeken iki sın
vardı. B unlardan b iri, gerek ticaret, gerek aile n ü fu zu itibarıyla zengin ve o n u r­
lu sayılan züm red ir ki, b u n la r, çoğu yoksul, âciz, soyulm uş, ezilm iş olan ikinci
sınıf üzerinde saltan at sü rerlerd i. S ervetlerinin kaynağı ne olursa olsun, b u b i­
rinci sınıf, zenginlikleri yüzünden şım arık, m erham etsiz ve kib irli kim selerdi.
İkinci sınıf ise, bin b ir sefalet içinde, çeşitli h ak sızlıklara uğram ış kim selerdi.
H içb ir çağda zenginler, zengin o ld u k ları için k ısk a n ılm ış'd e ğ ild ir; on lara karsı
duyulan k in ve n efretin n edeni, k azan çların ın m eşru b ir kayn ak tan gelip gel­
mediği hak k m d ak i k u şk u la r ve zenginlikleri dolayısıyla yoksul tab ak aları hiçe
sayan, gösteriş, övünm e ve b öbürlenm elerle alçalttıkları insanlar üzerinde ayrı
b ir nüfuz k azanm ak istem eleri, şım arık , k ü stah ve saldırgan tav ır ve h a re k et­
leridir. H z. M uham m ed, büyük b ir çoğunluğu o lu ştu ran bu ikinci sınıf k alk ın ­
m adıkça, toplum d ü zeninde ilerlem enin, d irlik ve esenliğin gerçeklenem eyeceği-
ne em indi. Â deta çağım ızın anlayışıyla, d ah a o zam anlar, bu ekonom ik k a lk ın ­
mayı kutsal b ir ü lk ü saym ış ve savunduğu ah lâk ta bu konuya büyük b ir önem
verm iştir. Bu önem , sad ak a ilkesinde to p lan ır ki, H z. M uham m ed’in sonsuz
şefkat ve m erham et duygusunun b u k o n u d a ne denli coşkun olduğunu ve in­
sanları ne denli d erin d en tanıdığını şu ayetin yüksek b ild irisin d en de anlarız:
"T anrı yo lu n d a kapanm ış, yeryü zü ü zerin d e dolaşm ayan, istem edikleri için, bil­
m eyenin zengin sandığı yoksullara verin; onlar, sim alarından tanınır ve halkı
rahatsız etm e zle r” (B akara, 274). İşte b u g ibilere, "K azançlarınızın tem izlerin­
d e n ” veriniz. Sabırlı yoksu lla r denilen b u utan g aç, çekingen ve haysiyet sahibi
yoksulların ko ru n m ası, o n u ru , en önce H z. M u h am m ed’e nasip olm uştur.
Fakat sadaka verm enin de bazı ahlâk sal esasları v ard ır: " T anrı yolunda
nafaka veren, sonra verdiklerinin arkasından başa kakm ayan ve g ö nül in citm e­
yen kim selerin, R ableri yanında m ükâfatları vard ır” (B akara, 2 63, 265). Z ira,
"B ir tatlı dil, bir yarlıgama, arkasına eziyet takılan sadakadan daha iy id ir”
(B akara, 2 6 4 ); "M allarını Tanrı yo lu n d a n a fa ka ve sadaka olarak verenler, fıer
başağında y ü z tane bulunan v e yed i başak veren bir taneye b en zer” (Bakara»
262). K u r’an , " H a lka karşı gösterişle sadaka veren ” kim senin, " Şeytana bağlan­
m ış” olduğunu b ild irir (N isa, 37, 38). H z. M uham m ed, sadakanın gizli veril­
m esini, b u n u n d ah a hayırlı o lduğunu ve hiç olm azsa bazı kötülüklerim izin b u ­
nunla kapatılacağını telkin etm iştir1. B akara suresinin 266-275’inci ayetleri bu
k o nuda önem li em ir ve ih ta rla rd a b u lu n u r. H z. M uham m ed, sadakayı pek ge­
niş b ir anlam da kabul etm iş o lacak tır ki, yaşadığı dönem de k a d ın , henüz asalak
b ir yük telak k i ed ildiğinden, o nları da y o ksullar züm resine alhıış b ir hadisinde,
"B ir erkeğin, karısına nafakası, sadakadır” dem iştir.
S adaka kim lere verilm elid ir? Y u k ard a kaydetm iş olduğum uz kim selerden
başka verilm esi gereken kim seler de v ard ır. Peygam ber, b ir hadisinde, " Sada­
kanın en m a k b u l olanı (efdal) d ü şk ü n akrabaya verilendir” diyor. Bunu T anrı
em irleri de onaylar: " . . . Babaya, anaya ihsan edin, akrabanıza da, öksüzlere de,
yoksullara da, ya kın kom şu ya da, u za k ko m şu ya da, arkadaşa da, yolda kalm ışa
da, e lin izd e k i tutsaklara (köle) d a ...” ihsan d a b u lu n m alıd ır (N isa, 35). Aynı za­
m anda, " Y o ksu lla ra , düşkü n lere, bunlar ü zerin e görevlendirilm iş olanlara, gö­
n ülleri uzlaştıranlara, borçlulara, Tanrı yolu n d a kilerden yolda kalm ış olanlara”
sadaka verilm elidir (T övbe, 60 ). Bu ayette geçen gönülleri uzlaştıran deyim ini
bâzı tefsirciler, îslâm lara duygudaşlık (sem pati) duyan, İslâm lara eziyet etm e­
yen kâfirlerle, M üslüm anlığı k ab u l ettik leri h alde henüz b u dine tam olarak
ısınm am ış o lan lar diye y o ru m larlar ve b u suretle İslâm ah lâkının erdem lerini
bazı koşullarla im an etm eyenlere de uygulam ış o lu rlar. D iğer b ir surede de bu
yardım ın başk a b ir k o şulunu b u lu ru z: “A krabaya, m iskine, yolda kalm ış olana
haklarını ver; fa k a t b ü sb ü tü n d ö k ü p saçma. Z ira d ö k ü p saçan, şeytanın karde­
ş id ir ve şeytansa, R a b b in e karşı n a n kö rd ü r” (İsra, 26-27, 29; B akara, 178, 216).
N afak a o larak ne v erm elid ir? “K olay o la n ı” (B akara, 221, 268); yani, se­
verek ve isteyerek verebileceğiniz şeyler v erilm elidir; gözleri verdiklerinde k a­
lan insanlar, gerçekte sadaka verm em iş sayılırlar.
5. H z. M uham m ed, erdem ilkesi o larak , dostluğa, sö zü n d e durm aya da,
ayrı b ir önem verir: " H ayır yolu var, Tanrı var, a h dine vefa eden ve korunan
kim seler gibi takvalı olanları Tanrı sever". A yetin aşağısında, ahde vefa etm e­
yenlere, “A h re tte p e k acı bir azap vardır” d enilm ektedir. İn san la r, yalnız b ir­
birine değil, T a n rı’ya karşı da taah h ü tte b u lu n u rla r; bu taah h ü tlerin d en de cay-
m am alıdır: “Tanrı sözleşim den sonra a h d in i b o zm u ş olanlara ve T a n rı’nın em ­
rettiklerinden ilgisini kesenlere v e yeryü zü n ü fesada uğratanlara lanet eder ve
yurdun, en kö tü sü onlaradır” (R a ’d, 27). F ak at, “H er k im taahhütlerini yerine
getirir, fenalıklardan sakınırsa, Y ü c e T anrı sakınanları sever” (Âli İm ran , 73;
T övbe, 4). N ihayet insanın esasen yapam ayacağı b ir şeyi vaat ve ta ah h ü t et­
m esi de asla doğru değildir; “E y im an edenler, niçin yapam ayacağınız şeyleri
söylersiniz? Yapam ayacağınız şeyi söylem eniz Tanrı yanında ö fk e y i çağırır” (Saf,
2-3 ve M aide).
6. H z. M uham m ed, cim rilik k a d a r da israftan tik sin ir ve insanlara b u n ­
ların, İslâm ah lâk ve k a rak terlerin e yakışm ayan eylem ler olduğunu tü rlü vesi­
lelerle an latır. Bir had isin d e şöyle d em ektedir: “İ k i h u y İslâm larda birleşem ez:
C im rilik ve a h lâ k k ö tü lü ğ ü ”. A hlâk k ö tü lü k leri içinde israf d a önem li b ir yer

(1) Hz. İsa, “Âdemlere görünmek için sadakanızı onların önünde verme
ten sakınınız... Sen sadaka verdiğinde sol elin sağ elinin ettiğini bilmesin...”
diyor (M eta İncili. VI, 1-4).
tu tar. N itekim , b ir ayette, " N e b ü sb ü tü n hasis olarak âlem in çekiştirm esine he­
d e f ol, n e d e elin d e ve a vu cu n d a kin i sarf, ed erek m u htaç k a l!’’ denilm ektedir.
" ... A ltın ı, g ü m ü şü hâzineye tık ıp da onu Tanrı yolunda sarf etm eyenlere elim
bir azap m ü jd e le ” (T övbe, 35); "H em hasislik eden, hem d e başkalarına hasis­
liği salık veren ve T a n rı’n ın ken d ilerin e lü tfu n d a n verm iş olduğu şeyleri sakla­
yan kim selere, rezil eden bir azap sa k la m ışız" (N isa, 36). S ervetlerinden hayır
işlerine bir pay ayırm ayan zenginlere yapılm ış olan bu şiddetli ih tarlar, her za­
man için değişm ez ve d erin g erçeklerdendir; fak at H z. M uham m ed, asla rasgele
servetlerin dağıtılm asını istem em iştir: " İsra f etm eyin, Tanrı israf edenleri sev­
m e z ” (E n ’am , 141). Ö zet o larak , "N a fa k a verdikleri va kit israf etm eyenler, cim ­
rilik yapm ayanlar, ikisi arasını denkleştirenler, T a n rı’nın haram kıldığı n efsi
öldürm eyenler ve zin a işlem eyenler cen n etliktirler” (F urkan, 67-68). Z ira, " S e v ­
diğiniz şeylerden sadaka ve nafa ka verm eden iyiliğe nail ola m a zsın ız” (Âli İm ­
ran, 89, 131; B akara, 16; N u r ve A n k eb u t sureleri).
Bu yardım severliğin, âlicenaplık ve cöm ertliğin yaptırım ları da daha çok
ah retteki m ü k âfat ve cezalard ır: "N a il oldukları malları iyilik yolunda nafaka
olarak verm eyip cim rilikle ellerinde tu ta n la rın " bu türlü m a lla n , "K ıya m et günü
boyunlarına g eçirilecektir” (Âli İm ran , 180).
H z. M uh am m ed ’in ik ram , k onukseverlik ve cöm ertlik hak k m d ak i bild iri­
leri, cahiliye dönem i A rap ların ın övünm ek ve o n urlu görünm ek için bile olsa,
doğal geleneklerine uygundur. C ahiliye şiirlerin d e, ham asiyat (k ahram anlık şiir­
leri) k ad a r da cöm ertlikle övünen ve k ib irlen en güzel p arçalar vard ır. Peygam ­
b er, A rab ın b u duygu ve âdetine, b ir de a h re t m u tlu lu k ların ı ekleyerek, israfı
ve zenginlerin b irb irin e gösteriş için yap tık ları şölenleri yasaklam ış ve b u nları
yoksullarla h ay ır işleri lehine çevirerek ken d ilerine yüce b ir erdem ve sosyal
hizm et telkinini de yapm ıştır. S adaka ve nafakaya verilm iş olan bu ahlâksal de­
ğer, tem bellik ve dilenciliği m eslek haline getiren b ir sınıfın türem esine ne­
den olm uşsa da, H z. M uham m ed, asla b u asalak sınıfın doğm asını istem e­
m iştir. O n u n , d ilencilikten ne denli iğrendiğini açıklam ası bak ım ın d an Ebu Hü-
reyre’nin nakletm iş olduğu şu hadis p ek önem lidir: "H ayatım elinde olana ant
içerim ki, sizden b irinizin ipini alarak sırtında odun taşım ası, gelip sadaka iste­
m esinden daha hayırlıdır; o da ya verir ya ve rm ez”. Bir h adisinde de, "T a n rt
sana nasıl n im et verm işse, sen de k e n d i n efsin e öyle n im et ver” diyerek cim rili­
ğin önüne geçm ek istem iştir.
H z. M uham m ed, sad ak an ın gizli verilm esini salık verm işse de, anonim h a­
yırlara d a ir açık b ir em ir verm em iş gibidir.
İslâm âlem inde v ak ıflar dışında b ü yük hay ır işlerine pek de rastlanılm az.
V akıfların k u ru lu şu n d a, b irçok siyasal ve aile h u k u k ve m irasının, dolayısıyla
servetinin k orunm ası gibi am açlar b u lu n d u ğ u gibi, tekkelere ve türbelere ya­
pılan v ak ıflarla bazı hay rat işlerinde de sırf ah rette m ü k âfatlanm ak kaygısının
bulunduğ u in k â r edilem ez. B ununla b irlik te, b u n la r arasın d a gerçekten örnek
olacak k a d a r T a n rı u ğ ru n a yapılm ış h ay ır k u ra m ları da eksik değildir; fakat
b u n lar p ek azd ır. Bir toplum da ileri sürülm üş olan k u rallar ve yasalar, b u n lara
ihtiyaç duyulm uş olan dönem lerde z u h u r ed erler ve bu ihtiyaçlar duyulm adan
önerilm iş olanlarsa, uygulanam azlar. Bu itib arla H z. M uham m ed’in önerileri de,
yaşadığı dönem in zoru n lu so n u çlarıd ır; yoksa, çalışm aya âdeta dinsel b ir ödev
k a d ar önem verm iş olan Peygam ber, dilenciliği ve tem belliği asla övm em iş,
fak at m erham etinin ilerde doğuracağı zararları önceden hesap etm em iştir. Z ira,
b ir ü lk ü , ortaya atıldığı zam an, onun en kısa zam anda gerçeklenm esi için ge­
reken girişim ve düşüncelerde uzak değil, yakın çık arlara önem verilir. Ö zetle
toplum sal adalet kavram ın ın bilinm ediği b ir dönem de, Peygam ber, zenginleri
yoksullara yardım etm eye çağırm ışsa da, b u n d an M üslüm anlığın çağdaş sosya­
lizm ya da m arxizm i savunm uş olduğu sonucunu çıkarm ak gülünçtür.
7. H z. M uham m ed, ticaret ah lâk ın ın , yaşadığı dönem de olduğu k a d a r da
kendinden önceki dönem lerde ne k a d a r bozuk o lduğunu, insanların zenginleş­
mek için, b aşk aların ın h ak k ın d an neleri, nasıl çaldığını, kendisi de ticaret ya­
parak tüccarlarla sıkı ilişkide bulunm uş b ir insan sıfatıyla pek iyi biliyordu.
Samî kavim lerde ve diğer geri toplum larda bun u n en klasik şekli, eksik tartm ak ,
eksik ölçm ek, bozuk terazi k ullanm ak, hileli m al satm aktır. H z. M uham m ed,
bu çeşit hırsızlığın ö nüne geçm ek için, dünya ve ah ret sorum lulukları üzerinde
ciddiyetle d urm uşsa da, b u ahlâksızlığı ne kendi zam anında, ne de kendisinden
sonraki dönem lerde, kök ü n d en söküp atam am ıştır. Z ira, insanları erdem e gö­
türen yol, tek değildir ve hele o yol, yalnız din yolu değildir ve insanın yara­
dılışı, dogm atik em irlerle değişecek k a d a r da katkısız değildir. B ununla birlikte
bu konu üzerinde, Peygam berin titizce d u rd u ğ u görülm ektedir. E bu H ü rey re’
nin nakletm iş olduğu b ir h adise göre, “T a n rı'm n k ıya m ette kendilerine bakm a­
yacağı ve tem ize çıkarm ayarak p ek acı bir azaba çarpacağı üç k işi vardır: Fazla
suyu olup da yolculardan esirgeyen; d evlet başkanm a, yalnız dünya için bağla­
nıp da ke n d in e d ü n ya lık verildiği va kit m em n u n olup, verilm ediği zam an ö fk e ­
lenen ve m üşterisini aldatan a dam ". Bir ayette de tü ccarlara açıkça şöyle de­
niliyor: "Şeytan sizi fa k irlik le k o rk u tu p çirkin şeylere kışkırtıyor. Tanrı ise lüt-
fu n d a n bir yarlıgam a ve fazla bir kâ r vaat ed iyo r” (B akara, 269). O ysaki Yüce
T an rı, insan ları, "K o rk u , açlık, m al, can ve ürün k ıtlığ ıyla ’’ sın am ak tad ır (Ba­
k ara, 156). K ad ın ların da erk ek ler gibi çalışıp kazanm asına izin veren şu ayet­
te, yarışm a ve k ıskançlıkla k azanm anın önüne geçm ek isteyen açık belirtileri
vardır: " T a n rı'm n bazılarınızdan bazılarınıza verdiği m al ve m akam ı istem e­
yin. E rkeklerin k e n d i kazançları oranında nasipleri olduğu gibi, kadınların da
kazançlarına göre nasipleri vardır, çalışın da T a n rı’m n lü tfu n u (fazl) isteyin ”
(N isa, 3).
T ü ccarların ölçülecek şeylere hile karıştırm ası Şuayb peygam ber zam anında
da b ir âdet olduğu içindir ki, K u r’a n d a b u zat, M edyen h alk ın a şöyle söyle­
m ektedir: "Ö lçeği ve teraziyi e k s ik tu tm a y ın ız” ve, "E y ka vm im , teraziyi den-
ginde tu tu n ve halkın eşyasına d e n sizlik etm eyin ve yeryü zü n d e fesat çıkararak
fen a lık yapm ayın; T a n rı’m n helâlinden bıraktığı kâr, sizin için daha hayırlıdır”
(H u d , 84-86; Ş u ara, 177-184). Bir başk a ayette de yine aynı ih tara rastlam ak­
tayız: "Ö lçtü ğ ü n ü z vakit, tam ölçün ve doğru terpzi ile tartın, bu hayırlıdır ve
bun u n a kıb e ti g ü zeld ir” (İsra, 35). K u r’an d a H z. M usa’ya da böyle öğütler ve­
rildiği görülm ektedir: "Ö lçeği tam ölçün de h a k yiyenlerden olm ayın ve doğru
terazi ile tartın. H a lkın eşyasını değerinden aşağıya düşürm eyin ve yeryüzünü,
ihtilâlcilikle fesada v erm eyin ” (Ş uara, 180-184; E n ’am . 152). Şeriata ve kanuna
aykırı hareket etm eyin anlam ına gelen şu ayette de aynı titiz öneri vard ır: " T e ­
raziyi, adaletle doğru tu tu n da, tartıyı a k sa tm a yın " (R ahm an, 8-9). E debî ve ta ­
rihsel eserler gibi, k u tsal k ita p la r da, yayıldıkları dönem ve to plum larda gö­
rülen iyi ve kötü alışk an lık lard an önem li b ir kısm ını gelecek kuşaklara anla­
tırlar; hele kutsal k ita p la rın am acı d üzeltm ek, o n arm ak ve arıtm ak olduğu için,
insanın zayıf yanlarını açığa v u rm ak ta büyük b ir cesaret ve gerçeklik duygu­
suna sahip tirler. Şu ayetlerde, k azanç tu tk u su n u n kaba, fakat gerçek b ir giri­
şim ini de açıkça görürüz: " V a y haline m adrabazların, k i h a lk üzerinden k e n d i­
lerine ölçtü kleri vakit tam basarlar; onlara ö lçtü kleri vakitse, eksiltirler. B u n ­
lar, b ü yü k bir gün için yeniden dirileceklerini sanm azlar m ı? ” (M utaffifin, 1-5).
Bugün bu ih ta rla r ve ted b irlere k arşın , İslâm ülkelerinde, satıcı ahlâkını d ü ­
zenlem ek için şeriat k an u n ların ın yanın d a uygar ceza k an u n ların ın da yeter­
sizliği görülm ekte ve erdem in h erhangi b ir belirlenm iş durum ve olaylara değil,
tüm b ir hayata egem en olm ası için, b am b aşk a b ir yoldan yürüm eye, ekonom ik
k u ru m lan yeni k oşullara göre düzenlem eye ihtiyaç olduğu an laşılm ak tad ır (H u ­
kuk bahsinde ekonom iye d air bazı açıklam aları verm iş b ulunuyoruz).
8. H z. M uh am m ed ’in üzerinde d u rd u ğ u ahlâk k u ra lların d a n b ir kısmı
da zulüm k o n u su n d a to p lan ır. Z u lü m , yalnız adalete aykırı b ir eylem değil, avnı
zam anda m azlum ları çoğalttığı için sosyal an arşin in de başlıca nedenidir. Bu­
nun için d ir ki, "T a n rı, zalim leri m u v a ffa k e tm e z ” (K asas, 37, 50) ve, " Z a lim ­
ler ka v m in e hidayet v e rm e z” (B akara, 259). Z ira , T a n rı, "Z a lim leri se v m e z”
(Âli İm ran , 140) ve, "M u tla ka , h a ksızlıkla y eryü zü n d e baş kaldırarak halka
zulm edenlere elim bir azap vardır” (Sura, 40) ve, "Z a lim ler için arka cıkacak
hiç bir yabancı y o k tu r ” (B akara, 271). Bu itib arla, "Z a lim lere asla edilm em e­
lid ir” (H u d , 113 ve nihayet, "T a n rı, insanlara zu lm e tm e z, fa ka t insanlar, k e n ­
dilerine zu lm ed erler” (Y unus, 4 5 ). İb n Ö m e r’in nakletm iş olduğu b ir hadiste.
" Z u lü m , kıya m et g ü n ü n d e karanlıkla rd ır” deniliyor. Avnı kişinin anlattığı bir
başka hadise göre de, "M üslüm an, M ü slü m a m n kardeşidir; M üslüm an zu lm et­
m ez ve terk etm ez; kardeşinin ihtiyacına yardım edenin ihtiyacına da Tanrı yar­
d ım eder. M iislüm andan d ü n ya darlığını gidereni, Tanrı da ahrette sevindirir;
ve bir M üslüm anı örtenin günahlarını da, Tanrı, kıya m ette örter” denilm ektedir.
H z. M uham m ed, zulm ün yalnız im an edenlere değil, kâfirlere bile yapılm asını
reddetm iştir; b ir h adisinde, "K â fir olsa da, m a zlu m u n bedduasından sakının;
cü n kii onu n duasıyla T anrı arasına h iç bir perde gerilem ez” dem iştir. H atta
k endisine bildirilm iş olan b ir ayet, politik a b ak ım ın dan da önem li olan şu derin
izni verm ek ted ir: " Z u lm e uğradıktan sonra zalim d en öcünü alan kim seye hiç
bir c e z a 'v e r ilm e z ” (Ş ura, 39). F ak at, T a n rı eziyet görm üş o lan ların sabretm e­
lerini daha çok beğenir (Ş ura, 41). Bu b ir gerçek olm akla b irlik te, Y üce Tan-
n ’nın her zulm ü cezalan d ırm ak istem ediği de şu ayetten açıkça an laşılm aktadır:
"E ğer Tanrı, insanlara zu lü m leri y ü zü n d en dartlsaydı” (m uahaze), onlardan hiç
bir canlı yaratığı b ıra k m a zd ı” (N ahl, 61). Bu geniş m erham etin gerçek am acı­
nı vaktiyle anlam ay an lar, d ünya işlerinde, ç ık arların a uygun gelen dav ran ışlar­
dan çekinm ezler. M ekke yollarında h acıları soym uş ve öldürm üş o lanlar, kendi
dillerinden olduğu için anlam ını pek iyi k av rad ık ları bu çeşit b ildirilerin göl­
gesine sığınm ış o lan lard ır. İslâm âlem inde yüzyılım ıza dek görülm ekte olan
h e r çeşit gerilik, b ir bakım a gerçekten insan olm anın yollarını da gösterm iş
olan b ir yüce din in esnek anlam lı buy ru k larıy la aşırı hoşgörüsünün ü rü n ü d ü r.
9. H z. M uh am m ed ’in n efret ettiği rezilliklerden b iri de, k ib ird ir, b ö b ü r­
len m edir; b u , yalnız cahiliye d önem inde yaşayan zengin ve n ü fuzlu A rapların
değil, h er çağda görülen bilgisiz, bilinçsiz ve k endilerini başka insanlardan,
h atta kendi em sallerinden ü stü n gören k ibirli insanların, ahlâkdışı b ir za­
vallılığıdır; ve çevrelerinde yaşayan alçak gönüllü insanları, âdeta isyana kış­
k ırtan b ir k ö tü lü k tü r, k ü stah lık tır. Bugün k an u n ö nü n d e eşit olan insan, T an rı
k a tın d a dah a fazlasıyla eşit olduğu h alde, k en d in d en b aşkalarını h o r gören, im ­
ren d iren , taşkınlığa sürükleyen bu ululanm a, büyüklenm e duygusu, tü rlü vesi­
lelerle H z. M uh am m ed ’i üzm üş ve in citm iştir. K u r’anda k ib ir h ak k ın d a verilm iş
olan ayetler de önem lidir: “Tanrı, k ib irli övü n en leri se v m e z” (N isa, 35; N ahl,
23); “O diyarlarından çalım la ve halka gösteriş yaparak çık ıp Tanrı yolundan
alıkoyanlar g ib i” olm am alıdır (Â raf, 146); Y e ry ü zü n d e b ü y ü klen ere k yürüm e;
sen n e yeryü zü n ü ytrtabilirsin, n e d e boyca dağları aşabilirsin” (îsra , 37); esasen
bir dam la döl sıvısından yaratılm ış olan insan, kendi pis kaynağını u n u tarak
kendisi gibi yaratılm ış olan ve b ir gün o n larla b irlik te hesap verm eye çağrıla­
cağı T anrı k atın d a b ü sb ü tü n küçülm em ek için h ad d in i bilm elidir. K ibir, biraz
da kendi gücüne, servetine ve o n u ru n a güvenm ekten gelir; fak at H z. M uham ­
m ed ’e, K a ru n ’un servetine güvenerek böbürlenm esi dolayısıyla inen b ir ayette,
" ... G üven m e, Tanrı güvenenleri sevm ez. T a n rı’nın sana ihsan ettiği gibi ihsan
et ve yeryü zü n d e fesa t arama; zira Tanrı, fesatçıları se v m e z” (K asas, 76-77) den­
m ek ted ir (N ahl, 23; M üm in, 35; H ad id , 23).
10. H z. M uham m ed, yalnız yetim o larak büyüdüğü için değil, yaşadığı
toplum da yetim h ak ların a sald ırm an ın âdet h alin e geldiğini, genel o larak geri
ruhlu insan ların , kim sesizlerle âcizlere sald ırm ak tan h o şlandıklarını bildiği için,
o zavallı y av ru ların korunm ası m aksadıyla tü rlü önerilerde b u lu n m u ştu r. Bu
k o n udaki ayet ve hadisler hem ah lâk , hem de h u k u k alanına girerler: “Y e tim ­
lerle b irlikte yaşarsanız, onlar sizin kard eşlerin izd ir” (B akara, 220); “T a n rı’
dan ko rk u n d a yetim lere m allarını verin ve tem izi pise değişm eyin, onların m al­
larını ke n d i m allarınıza ka tıp y e m e y in ” (N isa, 2, 5, 7, 8). Y etim leri, en kötü
k o şu llar içinde bile k o ru m ak g erektir: “Salgın bir açlık gün ü n d e y e m e k yedir­
m e m e k ” (yakınlığı olan b ir yetim e) ya da top ra k d üşünen bir m isk in e ” (Beled,
13-16) bağ ışlan ır suçlard an değildir. G enel o larak , “Y e tim i itenler ve m isk in i
d o yu rm a k için kayırm ayanlar” (M aun, 2-3) d in i yalanlayanların işledikleri suç­
lard an k u rtu lm u ş değildirler. Y etim leri h o r gören ve o n ların m allarını yiyen
kim selerin işledikleri haksızlığı ve ahlâksızlığı, an cak kendi nefislerine kıyas
ederek, y ap tık ları eylem lerin, k en d ilerin d en yetim kalm ış evlâtların a yapılm ış
olduğunu b ir an için d ü şü n erek d ik k ate alırlarsa, harek etlerin in ne denli acı
oldğunu anlayabilirler: “O kim seler titresin ki, arkalarına elleri erm ez, güç­
leri yetm ez bir zürriyet bırakacak olsalardı, onlara karşı korkacaklardı; öyleyse,
T a n rı’dan ko rk su n la r” (N isa, 8). N itekim H z. M uham m ed’in kendisi, T an rı
tarafın d an k orunm uş b ir öksüz o larak , tüm ö ksüzlerin acılarını ve sevinçlerini
tatm ış ve hayatın ın b u k o n u d ak i işaretini de kutsal k itap ta bu lm u ştu r: “R abbin
senden ayrılm adı ve darılm adı. S o n u senin için ö n ünden hayırlıdır; ve R abbin
sana razı olacağın kadar lü tu fta bulunacak. O , seni bir ö k sü zk e n barındırm adı
m ı? V e seni yo l b ilm ezken doğru yola ka vu ştu rm a d ı m ı? V e seni yo k su lk en ze n ­
ginleştirm edi m i? Ö yleyse, ö k sü ze kahretm e; ve d ilenciyi azarlama; ve R abbinin
n im etin i anlat” (D u h a, 3-11). H z. M usa ve H z. İsa da yetim olarak büyüdüler.
T an rı k ay ırd ık tan sonra, k u lu n tüm b ask ıların a ve toplum un kötü koşullarına
karşın kims.esiz ve öksüz ço cukların b ir gün b ü y ü k in sanlar ve h a tta peygam ­
berler m ertebesine yükseldiği görülm ektedir. O n ların yarm ne olacaklarını bil­
meyen insanoğlu, b u zavallı y avruları incitm em eli ve h ak ların ı çalm am alıdır.
İslâm dinin d e çocuk eğitim inin ana ilk elerinden b iri de, b u anlayışta gizlidir.
11. H z. M uham m ed’in ah lâk ın d a sab rın , fitn eden ve h ain lik ten kaçınm a­
nın da önem li b ir değeri v ard ır. B unlar, yalnız bireyin başarı ve k u rtu lu şu n d a
değil, toplum un dirlik ve düzenliğini k o ru m ak ta da büyük ro lü olduğunu de­
rinden anlam ış ve anlatm ıştır: “Tanrı, sabredenleri sever” (Âli İm ran) ve, “T a n ­
rı, sabredenlerle b irlik tir” (B akara, 143, 153; Â raf ve H u d 11, sureleri); “D ü n ­
yada g ü zellik işleyenlere, bir g ü zellik var ve T a n rı’nın yeryü zü geniştir; m ü kâ ­
fatları hesapsız verilenler, yaln ız sabredenlerdir” (Z üm er, 10); “Tanrı, sabır
ve sebat edenlerle b irlikted ir” (E nfal, 47). Enes b in M alik ’in anlattığı b ir h a­
dise göre, H z. M uham m ed, "Sabrın kem ali, m u sib etin ilk darbesi sırasındadır”
dem iştir ki, insan iradesinin sağlam lık ve gücü, b ir felâketin ilk gelişinde k e n ­
dini gösterdiğini pek iyi a n latır. "F itneyi, ö ld ü rm ekten daha b ü y ü k ” (B akara,
192) b ir şer sayan İslâm ah lâk ı, h ain lik ten de ayrıca nefret eder; "T anrı, her­
hangi bir hain nankörü s e v m e z” (H ac, 38; E nfal, 58); “H a inlikten kaçınan gü­
venilir kim selerin, Tanrı yanında dereceleri vardır” (Âli İm ran , 164) ve, “Tanrı,
ha in likten kaçınanları elb ette sever” (T övbe, 4, 7; Âli İm ran , 146; Şura, 43;
Enbiya, 83-93).
12. H z. M uham m ed, kendi h ay atın d a da tü rlü iftiralara uğram ış b ir in­
san olduğu için, b u n u n ne denli zararlı ve üzücü b ir ahlâksızlık olduğunu, çok
iyi bilir. Peygam berim izin Beni M ustalik gazasından döndüğü sırada, sevgili
eşi H z. A yşe’nin, gerdanlığını b ir p ın a r b aşın d a unutm ası yüzünden iftiraya
uğram ış (Ifk olayı), kendisine k âh in , ozan, deli gibi sıfatlar da verilm işti. T ü rlü
kısk an çlık lar ve sefil çık arların peşinde o lan lar, yalnız peygam berleri değil,
k ısk andıkları ya da yenilgiye u ğratm ak istedikleri büyük k ü çü k nam uslu ve
on urlu insanları yerm ek ve insan ların o n lara karşı d u y d ukları saygı ve sevgiyi
düşm anlığa çevirm ek için tü rlü iftiralard a b u lu n m a âd etindedirler. B unların
b ir kısm ı da, kendi işledikleri suçları b aşk aların ın üzerine sıçratm ak suretiyle
kendilerini dünya k o v u ştu rm aların d an k u rtarm ış o lu rlar; fak at. "B ir suç ya da
günah işleyip de onu, bir günahsızın ü zerin e atan kim sen in bir bühtan ve açık
bir vebal daha y ü k le n m iş o lduğunda şü p h e y o k tu r” (N isa, 110); fak at, " K im
bir suçu örter ve sabrederse, bu a zm ed ilecek işlerdendir” (Şura, 41); "B ir iyiliği
açık ya da gizli yapsanız veya bir fenalığı a ffe tse n iz” (N isa, 147) pek varlıga-
yıcı olan Y üce T a n rı’m n o denli hoşuna gider. H ele k ad ın lara yapılan iftiralar,
bir M üslüm ana asla yakışm ayacak ah lâk sızlık lard an birid ir: "H abersiz ve im anlı
kadınlara sıçratanlar (iftira) d ü n ya ve ahrette lânetlidirler; onlara b ü yü k bir
azap vardır” (N u r, 23). Bu surede de iftira ko n u su , bireyin ve toplum un vicda­
nını arıtacak b ir belâgat ve duygu derinliğiyle gözden geçirilm iş ve b u n u n h u ­
kuksal yaptırım ları da bild irilm iştir. H z. M uh am m ed’e göre, iftirad an olduğu
k a d ar da b u cinsten k ö tü lü k lerin n edeni, kötü zanda bulu n m ak tad ır. Şu iki
h ad iste bu görüş de sak lıd ır: “ İy i zan, im andandır; " Tanrı M üslüm anlardan, ka­
n ım , ırzını ve k ö tü zanned ilm esin i haram k ılm ıştır"; ve b ir ayette de şöyle de­
nilm ektedir: "E y im an edenler, zannın birçoğundan çekinin, zira zannın bazısı
vebaldir" (H ü cu rat, 12).
13. H z. M uham m ed’in eşlerinden H z. Ayşe ile H z. H afsa, kum alarında
birinin kısa boylu oluşuyla alay etm işlerdi ve H z. Safiye’ye de Y ahudi dem iş­
lerdi. B unlar da kocaların a şikâyette b u lu n u n ca, alayı, ark a d an yermeyi (gıybet)
ve tecessüsü yasak eden ayetler inm işti. Bu ayetler daha çok H ü cu rat suresin-
dedir: "E y im an edenler, bir ka vim , diğer bir k a vim le alay etm esin; b e lk i on­
lar, kendilerin d en daha hayırlıdırlar; ne d e birta kım kadınlar, diğer kadınlarla;
belk i onlardan daha hayırlı olurlar. H em k e n d in izi ayıplam ayın, o k ö tü lâkap­
ları taşım ayın; im andan sonra fa s ık lık k ö tü şeyd ir” (H ü cu rat, 11); "T ecessüs
de e tm e y in ” (H ü cu rat, 12); "B a zın ız bazınızı arkasından yerm esin; biriniz öl­
m ü ş kardeşinizin etin i y e m e k ister m i? İğ ren d in iz değil m i? ” (H ü cu rat, 12). Bü
konudaki hadisler d ah a da açık tır: "İslâ m la rm ayıplarını incelem eyin; zira, kim
M üslüm anların ayıbını incelerse, Tanrı da onun ayıbını inceler ve onu evinin
içinde bile rezil e d er”; "A rka d a n yerm ek, zinadan daha şiddetlidir. Zira, e rk e k
zina eder, sonra tö vb e eder; Tanrı da o nu y arlı gar; arkadan yereni ise, yerilen
yarlıgam adıkça yarlıganm az”. (Bu hadiste zinaya izin veren b ir işaret v ar gibi­
d ir; fak at b u ra d a k i am aç, iki suçu ahlâksızlık b ak ım ından b ir m ukayesedir)1.
Hz. M uham m ed, ark ad an yerm eyi, "K ardeşini, hoşlanm ayacağı şeyle a n m a k tır”
diye tanım lam ıştır. F ak at o, gerçekten zararlı ve kötü b ir insanı, halk ın tan ı­
m ası ve o n d an sakınm ası için, ark asın d an zem m ederek gerçekten var olan kötü
sıfatlarını herkese söylem eyi de b ir ahlâksal ödev saym ış ve salık verm iştir.
İyilik ve kötü lü ğ ü n ta k d iri, in san ların , dönem in ve h a tta rejim lerin anlayış ve
çık arların a göre değişken olduğu için, b u iznin bazen de um ulm adık haksızlık
ve iftiralara neden olacağı in k â r edilem ez b ir gerçektir. B unun için o lacaktır
ki, şu ayet, genel o larak iyi söylem eyi önerm ek ted ir: " E beveyn in ize, akrabaları­
nıza, yetim lere, yoksullara ihsanla m u a m ele ediniz, tü m insanlara iyi söyleyi­
n iz " (B akara, 8 3 )2.

(1) Oysaki Tevrat, zinayı türlü tehditlerle yerm esine rağmen, fücura (in-
ceste) yer verir; örneğin, HZ. Lut'un kızları, babalarıyla birlikte bir m ağaraya
sığındıkları zam an, kendi soylarını üretecek başka erkek olmadığı için, babala­
rını sarhoş ederek kendisiyle zina ederler ve ikisi de birer oğlan doğurur. Me-
valılerle Amunîler, bu oğlanların ardıllarıdır (T ekvin , XIX, 30-38). Incil, zinayı
şiddetle yasakladığı halde, Hıristiyanlar arasında seks konuları artık ahlâksal
değerlerden uzaklaştırılm ıştır, denebilir.
(2) Hz. İsa, sevgi, acımak ve bağışlam ak (affetm ek) esasına dayanan bir
ahlâkı telkin etm iştir: “M erh am etli olanlar ne kadar m ü barektirler; zira onlar,
m erh am ete m azh ar olacaklardır” (M eta İncili, V, 7); “Ben size derim ki, düş­
m anlarınızı sevin iz; size beddua edenlere hayır dua ediniz. Size kinlenenlere iyi­
lik ediniz; sizi in citen ler ve eziyet edenler için dua edin iz” (M eta İncili, V, 44-45)
ve aynı in cilin VI, 14. ayetinde de genel olarak affetm enin savunulduğu görülür.
14. H z. M uham m ed, öç alm a k o n u su n d a H z. îsa gibi yum uşak ru h lu de­
ğ ildir: " K im size saldırdıysa, siz d e ona ettiği saldırganlığın m isliyle saldırırı
da ileri g itm e y in ”; yani, b u k o n u d a da h a k ta n , adaletten ve insaftan ayrılm am ak
lâzım dır; zira, " . . . Tanrı, insaflı olanları sever" (H ü cu rat, 9). H z. A yşe’nin
nakletm iş olduğu b ir h ad iste, H z. M uham m ed, “T a n rı’nın en kin len d iğ i kim se,
düşm anına karşı gaddar ola n d ır” d em iştir. P eygam ber, im an edenler arasında
düşm anlığı M üslüm anlığa aykırı b u lu r; affetm eyi, h e r zam an öç alm aya tercih
eder. Bir k ulun diğer b ir k u ld an olan h ak ve şikâyetleri, ah rette hesaplanacağı
için, dünyada fesada neden olabilecek o lan k ö tü lü k lerin , bazı koşullarla bağış­
lanm asını ister: “K olaylaştırın güçleştirm eyin, m üjdeleyin, u za kla ştırm a yın !”
em rini veren had is, yalnız din k o n u ların ı değil, ahlâksal konuları da içine alır.
Evvelce de işaret ettiğim iz gibi, k ö tü sözün açıkça söylenm esini yasak eden
ayet (N isa, 146), “A n c a k zu lm e uğram ış olan m üstesnadır” kaydına bağlıdır.
Y ani m azlum , zalim in k ö tü lü ğ ü n ü ilân edebilir; fak at, " Bir hayrı açıklar ya da
gizlerseniz, yahut bir kö tü lü ğ ü a ffederseniz, şüp h esiz ki, Tanrı affı ço k bir giiç-
lü d ü r” (N isa, 147). Bir hadiste de, “H alka acım ayana, Tanrı da a cım az” denil­
m ektedir. B urada aklım ıza gelen b ir sakıncayı işaret etm em iz gerekm ektedir:
A ffın ve m erh am etin israfı, kötü lü ğ ü n azalm asından çok, artm asına hizm et et­
mez m i? Bu böyle olduğu için d ir ki dünya ve ah ret yaptırım ları içinde ceza, m ü ­
kâfattan d ah a çok sosyal disipline hizm et eden b ir aracı o larak ku llan ılm ak ta­
dır. H z. M uh am m ed ’e b ild irilen ah lâk k u ra lla rın d an b iri de b o rçluların sıkış-
tırılm am asıdır: " Borçlu sık ın tı çekiyorsa, ona genişlik zam anına kadar m ühlet
verin; ona alacağınızı bağışlar ve sadaka olarak terk ederseniz sizin için daha
hayırlıdır” (B akara, 2 8 1 ). A lacaklıların, m uhtaç b o rçlu lara karşı insafsızca yap­
tıkları bask ın ın ö n ü n e geçebilm ek için, b u n d a n d aha âlicenap b ir ah lâk kuralı
olam az. Ö zet o larak , T an rı n azartn d a asıl takvalı olan kim seler, “D argınlık ta­
şım ayarak h a lka a f ve lü tu f gözü yle b a kanlardır" (Ali İm ran , 131). İn san ların
korunm aları gereken en b ü yük k ö tü lü k , “Belâsı yalnız için izd eki zulm edenlere
d o ku nm aya n fitn e d ir ” (E nfal, 25). Bu ayetin politik değeri de önem lidir.
15. H z. M uham m ed’in gözünden ah lâk ı ilgileyen hiç b ir konu kaçm a­
m ıştır. Bu k o n u d ak i ayetlerle had islerin tü m ü n ü b ir araya getirerek çözüm lem ek,
ayrı b ir esere gereksinm e gösterir. Biz b u rad a diğer bazı önem li önerilerine de­
ğinm eyi yeğ tutacağız. Ö nce T a n rı, insan ların tüm eylem lerini, düşünce ve ni­
yetlerini, hem b ilir, hem de m elekleri b u n la rd a n hiç b ir noktayı gözden kaçır-
m aksızın k aydederler: “R abbin, gözetm e yerinde olduğu m u h a k k a k tır” (Fecr,
14). Bu itib arla o, uyanık b ir v icdan gibi, iyilik ve kötülüklerim izi, denetim i
altında b u lu n d u rm a k ta d ır. Şu h alde h e r şeyden önce, b ir M üslüm anm dostunu
iyi seçmesi lâzım dır: “E y im an edenler, sizd en olm ayanlardan dost edinm eyin
ve y ü ze gülen ik i yü zlü lerd en ç e k in in " (N isa, 142); sonra, in tih a r etm eyin, yani,
“K en d i n efislerin izi ö ld ü rm e y in ” (N isa, 28) (T efsirciler, b u ayeti her tü rlü ci­
nayeti yasak eden b ir em ir saydıkları gibi, m addesel ve tinsel o larak da nefse
zulm etm em ek an lam ın d a açık larlar). Esasen ad am ö ldürm ek de asla salık ve­
rilm em iştir; hele, " Bir im an edenin, bir im an edeni öldürm esi olam az, m eğer
k i bir yanılm a o lsu n ”. Bu ayetten im ansızların öldürülebileceği sonucu çıkarsa
d a, H z. M uham m ed, kendi h ay atın d a siyasal ve zorunlu nedenler olm adıkça
adam öldürm eyi caiz görm em iştir. A dam öldü rm ek , g ü nahların en b ü y ü klerin­
d en d ir: "B eni İsra il’e, bir nefsi, bir n efis karşılığı olarak ve yeryü zü n d e bir
bozgunculuğu olm a ksızın öldürenin, tü m insanları öldürm üş gibi olacağım , bir
adam ın hayatını kurtaranın da tüm insanların hayatını kurta rm ış gibi olacağım
b ild irm iştik " (M aide, 132); "H a klı bir neden olm adıkça nefsi ö ld ü rm eyin ” (İs­
ra , 33). C ahiliye dönem i A rap ları, tü rlü nedenlerle kız çocuklarını d iri diri gö­
m erek vahşice ö ld ü rü rlerd i. V aid denilen bu çirk in ve acı âdetin kaldırılm ası
için, H z. M uh am m ed ’den önce de u ğ raşan lar olm uştu. F akat b u n u T anrısal bir
em irle, tam am ıyla yasak etm e ve o rtad an k ald ırm a onuru Hz. M uham m ed’e n a­
sip olm uştu r. " Z ü ğ ü rtlü k k o rku su yla evlatlarınızı öldürm eyin; onlara da rızkını
b iz veririz. O nları ö ld ü rm ek p ek b ü y ü k hatadır” (İsra, 31).
16. T a n rı’m n yalancılara da lânet ettiğini b irçok ayetlerden öğreniyoruz.
Bir hadis, "Sö zlerin en hayırlısı, en d o ğrusudur” dem ektedir: "T a n rı, m ü srif
bir yalancıyı doğru yola çık a rm a z" (M üm in, 28). Ebu H iireyre’nin bildirdiği
bir hadiste de şöyle d enm ektedir: "Y a la n söylem eyi ve yalanla işlem eyi terk
etm eyen kim sen in yiyip içm eyi terk etm esin e Tanrı değer verm ez”, yani böyle
b ir adam ın oruç ve ibadeti b o şu n ad ır: " T anrı yanında hayvanların en kötüsü,
akıl etm eyen sağır ve d ilsizlerd ir” (E nfal, 22 ), yani hakkı ve gerçeği söylem e­
yen ve işitm eyendir. İnsanın başına gelen h e r m usibet, kendi ellerinin k azan ­
cıyladır (Şura, 29). Başka b ir surede b u n u n la çelişik b ir bildiri vard ır: “K endi­
lerine bir iyilik isabet ederse, bu T a n rı’dandır, bir k ö tü lü k isabet ederse bu
şendendir, derler; onlara h epsi T a n rı’d andır d e ” (N isa, 78). B ununla birlik te,
" K im iyi bir iş yaparsa ken d in e, k ö tü yaparsa k e n d i aleyhinedir. Sonra h ep dö n ­
d ü rü lü p T anrınıza g ötürüleceksiniz, g ü zellik edenleri de g ü zellikle” m ükâfat-
la n d ırac ak tır (N ecm , 31); y a n i, " K im zerre kadar hayır işlerse, onu görecek,
kim zerre kadar şer islerse onu g örecektir” (Z ilzal, 7-8). T iim im an edenlere
yapılan salık şudur: " İv ilik etm e k ve ko ru n m a k için elbirliği y a p ın ” (M aide, 2),
zira, " ... Bir iyilik işleyerek n efsin i T a n rı’ya teslim eden. Tanrı katında lâyık
oldııpıı m ü kâ fa ta nail o lu r” (B akara, 112). Bu itib arla. " B irbirinizle yarış eder­
cesine hayır işlerine k o ş u n ” (B akara, 148) ve "K im kendiliğinden bir hayır iş­
lerse T a n rı karşılayıcı ve b ilicid ir” (B akara, 158). K u r’anda ivilik rasgele israf
edilm esi gereken b ir servet olarak gösterilm iş değildir. O nu lâyık olana ve ge­
rektiği zam an işlem elidir; yoksa şüpheli o lduğunu sandığım ız b ir h adiste, " İy i­
lik yaptığın kim sen in şerrinden k o ru n ” önerisi de yapılm ıştır. H ayrın bazı esas­
ları da kısaca şöyle b ild irilm iştir: “M alınızı Tanrı yolunda sarf ediniz, k e n d i­
n izi teh likeye atm ayınız, herkese ihsanda b u lu n u n u z” (B akara, 169). D oğruluk,
adalet ve ihsana ayrı b ir değer veren peygam berim iz (E n ’am , 52; Ases ve Zü-
m er), sırları gizli tutm ayı, öfkelenm em eyi ö n erm iştir (Fetih, 6).
17. H z. M uham m ed, T a n rı’m n günah sayarak yasak ettiği h er kötü ey­
lem den k orunm ayı am aç edin m iştir. Z ira , T a n rı’nm em ri şu dur: "G ü n a h ın
açığım da g izlisini d e bırakın, zira günah kazananlar, ka zandıklarının cezasını
m u tla ka çekeceklerd ir” (E n ’am , 120). G ü n ah sayılan edim lerden b iri de zina­
d ır: "Z in a ya yaklaşm ayın. O ç ir k in ... ve fen a d ır” (İsra , 32). Birçok ayetlerle
zinanın huku k sal yaptırım ları da b ild irilm iştir ve gerçekten k u rtu lu şa kavuşa­
cak im anlılar arasın d a, " Z evceleriyle kendilerinin m ü lk ü olan cariyelerinin baş­
kalarından ırzlarını koruyanlar” v a rd ır (M üm inler, 4-6 ve M aariç, 29-31). G izli
ya da açık fuhuş ve ö ldürm enin aleyhinde b irçok b ildiri daha g ö rülür (E n ’am ,
151). K uşkusuz ki, bugün insan haysiyeti özgürlükle yücelm iş ve sağlanm ış b u ­
lu n m ak tad ır. Bu nedenle cariye, o d ö nem lerin, Hz. M uham m ed tarafın d an k al­
dırılam ayan, h atta kendisinin de aile çevresinde yer alan b ir üyesidir.
D insel ah lâk ın zayıf ta ra fla rın d an biri de bu n o ktada kendini gösterir.
F akat her k u ru m ve k u ralı, m eydana geldikleri dönem in ihtiyaç ve anlayışıyla
açıklam ak lâzım dır. O dönem de insan ö zg ürlüğünün, b u günkü şekliyle anlaşı­
lam am ış olm asını hoş görm em ek, o çağları, radyodan, füzelerden yoksun kal­
m ıştır diye h o r görm eye benzer. D inlerin sosyal ve tarihsel b ir k u ru m olduğunu
kabul eden ler için, peygam berlerin k u su rlu y a n la n pek doğal b ir du ru m olarak
k arşılan ır ve o n lar değerlerinden b ir şey yitirm ezler. İslâm dininde iffet, yalnız
kadının k o ru n m ak zo ru n d a olduğu b ir erdem değildir. H er iki cinsin de, zi­
nadan çekinm esi ve iffetlerini k o ru m aları gerektir: " İm anlı erkeklere söyle, göz­
lerini sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar; bu ken d ileri için daha tem izdir. İm a n ­
lı kadınlara söyle, gözlerini sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar, ziynetlerini aç­
masınlar, zaten a çık olan b a ş k a ..." (N u r, 30-31). B urada, âdeta H z. İs a ’nın b a­
kışla bile zina etm evi yasak eden m u tlu b ir iffet anlayışı saklıdır; fak at hiç b ir
çağda ve hiç b ir ü lkede uygulanm am ıştır. Z ira b u çeşit ülküsel em irler doğaya
ve insanın içgüdülerine aykırıdır. C ariyelerin iffetiyle zevcelerin iffeti hakkm -
d aki ahlâksal ve h u k u k sal anlayış, H z. M uh am m ed ’e göre başka b aşkadır. Ebu
H ü rey re’nin naklettiği b ir hadise göre, " B ir cariye zina eder d e zina ettiği m ey­
dana çıkarsa, efen d isi o tu kam çılasın, fa k a t sözle darılıp ayıplam asın; sonra yi­
n e zina ederse, h'- sefer sözle d e ayıplayarak onu, kıldan bir iple bile olsa sat­
s ın ” F' -'hesiz ki, b u em irler de. çağım ızın cinsel ahlâk anlayışına avkırıdır.
Ö ğüt ve telkinlerin ceza k a d a r etkisi olm adığına in anm ak gibi yanlış b ir anla­
yışa dayanır.
18. Bir evlâdın ebeveynine olan ödevleri, şu ayetin şefkat ve sevsi dol
ifadesinde pek güzel özetlenm iştir: " R abbin k en d in d en başkasına ibadet et­
m em eyi. ebeveyne iyi m uam elede bulunm ayı, biri ya da ikisi d e yanında ihtiyar
bir halde bulunuyorsa, ken d ilerin e o f d em em eyi ve azarlam am ayı, onlara say­
gıyla konuşm ayı em rediyor. H er ikisin e de m erham etle bezenerek kanat indir,
R abbin, ikisin e de beni kü ç ü k lü ğ ü m d e yetiştirdikleri gibi onlara m erham et et,
d e " (İsra, 23-24). Bir başka ayette de, "T a n rı, size adalet ve ihsanı ve akrabaya
verm evi em rediyor, fuhuşlarla haram olan şeyleri ve isyanı nehyediyor” (N ahl,
90) em ri verilirk en , hased ed enlerden de şiddetle k orunm a önericinHe. b u lu n u lu r:
" H aset ettiği zam an, bir hasetcinin şerrinden R a b b in e sığ ın " (Felak, 4-5). Bu­
nunla b irlik te, A bdullah bin M esud’un anlattığı b ir hadiste, gıpta ve im renm e
olarak tercüm e edilm esi d ah a doğru olduğunu sandığım hasedi. H z. M uham m ed,
şu iki konu için uygun b u lm ak tad ır: " İ k i kişiden başkasına haset olm az; Tan-
r ı’nın ken d isin e m al ihsan edin de h a k yolunda onu helak etm eye m usallat edi­
len k im se ve T a n rı’m n ken d isin e bilgelik verip onunla h ü km ed en ve onu öğre­
ten k im se ”; yani b u iki kim se kıskanılm aya değer. T oplum da h er zam an rast­
lanan bazı sah tek ârlar v a rd ır ki, övünm ekten h o şlanırlar; b u n lar h ak k ın d a da
şöyle denilm ektedir: "S a kın , edim leriyle (am el) sevinenlerin, yapm adıkları şey­
lerle ö vü n m eyi sevenlerin azaptan kurtulacaklarını za n n e tm e” (Âli İm ran , 188).
Z aten b ir kim senin yapam ayacağı ve bilm ediği b ir şeyi üzerine alm ası da beğe­
nilecek b ir h arek et değildir: " H iç bilm ed iğ in iz bir şeyin ardına düşm eyin; k u ­
lak, göz ve gönül ondan so ru m lu d u r” (İsra , 36). G enellikle aileye ve aile bi­
reylerinin b irb irin e karşı ödevleri de çağım ız ah lâkının bu k o nudaki klasik ve
geleneksel düşüncelerine pek az fark la uyg u n d u r (N isa, 19, 36; N u r, 32; Fur-
kan, 74; R aid, 37).
19. H z. M uham m ed, tevekküle ayrı b ir önem verir; fak at bu tevekkül,
halkın anladığı gibi, işleri kendi doğal akışına terk edip akıl ve iradesini k u l­
lanm ayarak T a n rı’ya havale etm ek dem ek değildir: "B ir işe azm edersen tev e k ­
k ü l et, Tanrı te v e k k ü l edenleri sever” (Âli İm ran , 159). Bu ayette azim den ön­
ce, danışm a (m üşavere) da em redilm ektedir: "İm a n edenler, -T a n rı’ya te v e k k ü l
etsin ler" (M aide, 11); " T a n r ı’ya tap, O ’na te v e k k ü l e t” (H ud, 122); " . . . O ’na
te v e k k ü l edenlerin tü m ü ken d isin e inanırlar; Tanrı bana yeter, d e ” (Z üm er, 38).
N e yazık ki, tevekkül inancı, İslâm âlem inde k a d e r inancıyla birleserek tem ­
belliğin, tedbirsizliğin, savaştan ve çalışm aktan yılm anın, çekingenliğin artm a­
sına hizm et etm iştir. "A lla h k e r im ” deyim i, inşaallah, m aşaallah deyim leri gibi,
her m iskin M üslüm anın gevelediği b ir sakız halini alm ıştır. O ysaki, H z. M uham ­
m ed ’in hayatına d a ir verilen bilgilerden anlıyoruz ki. O , tüm girişim lerinde, bil­
gisinden, görgüsünden, akıl ve iradesinden y ararlan d ık tan ve gereken tüm a ra ­
cılara b aşv u rd u k tan sonra, işlerinin sonucu h ak k ın d a, T a n n ’ya tevekkül etm ek
suretiyle, tinsel gücünü de arttırm ay a çalışm ıştır. Başka birçok ayetlerde tevek­
külden ancak bu anlam da söz ed ilm iştir (E nfal, 2, 50, 62; Y usuf, 67; İb rah im , 13).
20. H z. M uham m ed, gerek ah lâk , gerek din b ak ım ından h aram ve helâl
olan şeyleri ayırm ış, birinciden çekinm eyi, İkinciden de ölçülü o larak yararlan ­
mayı salık v erm iştir. Bu b ak ım d an şarap , sarhoş eden m addeler, k u m ar, faiz,
"Ö lü , kan, d o m u z eti; T a n rı’dan başkasının adına boğazlanan, bir d e boğul­
m uş, vurulm uş, ya h u t yu varlanm ış ya da toslam a suretiyle öldürülm üş veya ca­
navar yaralam ış olup da canlı bir hald eyken kesm ed iklerin iz v e d ik ili taşlar
üzerinde (p u tlar) boğazlananlar ve zarla kısm e t paylaşm anız (kum ar) hep birer
fis k tır ” (M aide, 3; N ahl, 115). B unlardan başk a T a n rı, açık ya da gizli tüm fu ­
huşları, h e r çeşit vebali ve haksız yere isyanı, T a n n ’va o rtak koşm avı ve T a n n ’
yi dilediğim iz şeylerle nitelem eyi .haram k ılm ıştır (Â raf, 33). M üşrik k ad ın ve
erkeklerle n ik ah lan m ak , âdet görm ekte olan kad ın la cinsel ilişkide bulunm ak
da h aram d ır (B akara, 222-223). B oşanılan k ad ın a önceden verilm iş olan şey­
leri geri alm ak da h aram d ır. H elâl olan besin ler ise şu n lard ır: “A lıştırarak ve
T a n rı’nın size öğrettiğinden öğreterek yetiştirdiğiniz, avcı hayvanların da size
tu tu verm iş olduklarından yiyin iz ve üzerine T a n rı’n m adını ç e k in iz”; "K en d i­
lerine kita p verilm iş olanların yem ekleri size helâl, sizin yem eklerin iz d e onlara
helâldir” (M aide, 5 )1. K endini dünya n im etlerin d en yoksun b ırak m an ın İslâm

(1) Bu ayetle, kitap ehli olanların yiyip içtiği şeylerin, M üslümanlara ya­
saklanm am ış olduğu anlaşılır. Bu ayet, şarap ve domuzu yasaklayan ayetle çe­
lişik gibidir.
ahlâkıyla hiç b ir ilişkisi yoktur. Fakirliği, sefaleti teşvik eden vaızlar, safdilleri
soym ak ve sefileri teselli etm ek için u y durulm uş b atıl düşünce ve efsanelerden
başka b ir şey değildirler. Şu ayetler b u n u n ispatı için en kesin k a n ıtla rd ır:
"E y im an edenler, T a n rı’m n size helâl ettiği n im etlerin höş olanlarım ken d in ize
haram etm eyin , aşırı da gitm eyin; Tanrı aşırı gidenleri sevm ez. H em d e T a n rı’
nın sizi rızklandırdığı n im etlerden helâl ve hoş olarak yiyin, hem d e kendisine
im an ettiğ in iz T a n rı’dan k o r k u n ” (M aide, 87; B akara, 168, 172); " E y âdemo-
ğulları, m escitte b u lu n m a k istediğinizde, ziy n e tin izi ta kın ız, yiyin iz, içiniz, fa ka t
israf etm eyin iz; Tanrı, savurganları sevm ez. D e k i, T a n rı’m n kulları için yarat­
tığı ziy n e ti ve rızk tü rü n d en tüm hoşa giden şeyleri k im haram edebilir? Bu ziy­
netler, bu te m iz rızklar, dünya hayatında im an edenler içindir; kıya m et gün ü n ­
de k a tık sız olarak vardır. İşte b iz bilen k a v m e ayetlerim izi böyle tafsil ed eriz”
(Â raf, 31-32). Bu ayetlerden de anlaşılacağı gibi, ibadet için m escit ve cam i­
lere en tem iz kıyafetlerle gidilm esi em rediliyor ki, genel olarak İslâm to p lu lu k ­
larında en az u yulm akta olan k u ra lla rd a n b iri de b u d u r. K irli, yırtık ve perişan
b ir kıyafetle k endilerine T a n rı’m n m erham etini daha çok çekebileceklerini zan­
nedenlerin y an ın d a, sefillik ve süflîliği âd et edinm iş olan insanların pek çok
olduğu İslâm to p lu m ların d a, b u lâu b alilik , y o ksulluktan çok din konusundaki
anlayışlarının pek k ıt oluşu ve kend ilerin e yüzyıllardan beri yapılm ış olan telk in ­
lerin gerçek im anı, gölgede b ırak acak denli bilgisizler tarafın d an verilm iş olm a­
sıdır. H er ne k a d a r b ir h adisinde H z. M uham m ed, ipekli kum aşlar için, "B unu
olsa olsa ahretten nasibi olm ayan giyer” dem işse dc, diğer b ir h ad isinde de,
"T anrı, kullarına verdiği n im etin eserini, kullarının üzerinde görm ekten hoşla­
n ır” dem iştir. O n u n am acı, erk ek lerin k ad ın gibi süslenm ekten çekinerek va­
karlarını koru m aları ve k a d ın ların da b ir bakım a m oda ve süslenm e d ü şk ü n lü ­
ğü yüzünden erdem lerini yitirm em elerini sağlam aktır. Ö zellikle H z. M uham m ed,
israfı ve süslenm eyi ve pek süslü o larak , b aşk aların a kibirlenm ek ve cinsel tu t­
kuları k ışk ırtm ak için giyinm eyi hoş görm em iştir.
H aram lar arasın d a şarap la k u m ar için, " İk isin d e de hem b ü y ü k bir günah,
hem d e insanlar için çıkarlar vardır; günahları çıkarlarından b ü y ü k tü r” (Baka­
ra, 220-221; M aide, 90-91) denilm ektedir. D ik k at edilirse, haram edilenlerin
b ir kısm ı sağlığa ve ahlâk a avkırı ve za ra r verici şeylerdir; dinsel ve sosyal
b ir am aca d ayananları ise, M üslüm anlığın ö zelliklerini, diğer dinlerden ayırm a
am acını taşıyanlardır.
.2 1 . İm an edenler arasın d a dostluğu ve nezaketi âdet haline getirm eye
yarayan selâm h a k k ın d a da şu em ir verilm ektedir: "S ize ne zam an selâm verilse,
ondan daha g ü zel bir selâm la ya da o selâm ın aynıyla ka rşılık v e rin iz" (N isa,
84). H z. M uham m ed, şeriat h ü k ü m lerin e uym am ayı alışkanlık haline getirerek
büyük günah işleyenlere fasik adını tak m ıştır; O , M üslüm anların fasiklara uy­
m am alarını hem d ü n y aların ı, hem de ah retlerin i zenginleştirm e b ak ım ın d an zo­
ru n lu görm üştür. A hlâksızların en sefil örneğini de, m ü n afık lar teşkil eder.
Ebu H ü re y re ’den nakledilen b ir hadise göre, "M iin a fıkın alâm etleri üçtür: K o­
nuşu rken yalan söyler, vaat ettiği zam an sö zü n d e durm az, ken d isin e bir şey em a­
net edildiği zam an h a in lik ed er” ve kuşk u su z, T a n rı, bu üç kötülüğü de lânet-
lem iş, zem m etm iştir. Bu itib arla, m ü n afık lık tan çekinm esi gereken b ir im an eh­
linin, A bd u llah bin M esud’u n naklettiği b ir hadiste işaret edildiği gibi, "M üslü-
m ana sö vm esi fis k , o nunla boğuşm ası k ü fü r d ü r ”.
22. H z. M uham m ed, hayvanları sever ve onları korum ayı dinsel ve ah ­
lâksal b ir görev sayardı. E bu B ekir’in kızı E sm a’nın bildirdiği b ir hadiste, H z.
M uham m ed, d em iştir ki: “Bana, nam azda gösterilen cehennem in ateşi o kadar
yaklaşm ıştı ki, hatta ben, acaba T anrım , ben de ateş ehliyle b irlikte m iyim ? de­
dim . O rada bir ka d ın g ö rd ü m ; bu ka d ın ın y ü zü n ü bir k e d i tırm alıyordu. A za p
m eleklerine, bu ka d ın ın günahı nedir? d iye sordum ; onlar da, bu kadın d ü n ya ­
da bu k e d iy i ölünceye d e k h apsetti, yiyeceğini verm ediği gibi, yery ü zü n d e k i bö­
ceklerden nafakalansm d iye d e salıverm edi, cevabını verdiler”. N itekim , E bu
H ü re y re ’nin an lattığı b ir hadise göre de, susam ış olan b ir yolcu, yoldaki kuyu­
lard an birin e inerek su içm iş; fak at nem li to p rak ları yalam akta olan b ir köpek
görünce, o da benim gibi susam ıştır diyerek, kuyuya te k ra r inm iş, m estini suy­
la d o ldurm u ş ve hayvana getirm iş, b u yüzden de T a n rı, bu ku lu n u yarlıgam ış.
Bu tü rlü h adis ve söylentilerin gerçeklik derecelerinden çok, telkin etm ek is­
tenilen am aca d ik k at edilirse, H z. M u h am m ed ’in hayvanlara k arşı gösterdiği
sevgi ve dolayısıyla insan ların hay v an ları, D escartes gibi b ir m akine telakki et­
m em elerini, o n ların da b ir duygu ve h a tta ru h taşıd ık ların ı anlayarak on lara,
gereken yard ım ve iyi m uam eleyi esirgem em elerini istediği açıkça anlaşılır.
23. Ö zet o larak , H z. M u h am m ed ’in savunm uş olduğu ah lâk p ra tik tir;
aklın beğendiği ve hay atın istediği, top lu m u n olduğu k a d ar da bireylerin m u t­
luluğuna hizm et edecek olan b ir dünya ah lâk ıd ır; b u n u , sadece b ir sofuluk
(acetique) ahlâkı saym ak doğru değildir. K uşkusuz ki bu ahlâk k u ralla rı, m istik
b ir hava içinde ve ah ret y ap tırım larıyla zorlanm ış ve tüm insan lard an d ah a çok
im an edenlere salık verilm işlerse de, b u n la r, değerlerini asla yitirm em iş ve yi­
tirm eyecek olan k u ra lla rd ır. Bu ah lâk y aptırım b ak ım ın d an T an rı kork u su n a
ve b iraz da T a n rı sevgisine dayan ır: "B enden k o r k u n u z " (M aide, 3) ve. " T a n ­
rılığına ve birliğine im an ettiğ in iz T a n rı’dan k o r k u n u z ” (M aide, 88). Fenalığa
m isliyle karşı k onulm asını salık verm ekle b irlik te, daim a iyiliği ve affı yeğ tu t­
m uş, b arışa, uzlaşm aya, tevazua, soğukkanlılığa değer verm iş olan H z. M uham ­
m ed, y alan d an tiksinm iş, riyayı, sözünde d urm am ayı, israfı, sefahati reddetm iş,
T a n n ’nın ib ad et ve k u rb a n la rla aldatılam ayacağını, beğenilen ib ad etin , ru h la ­
rın ve bedenlerin tem izliğindeki gerçek saygı ve im anda gizli olduğunu, yani
kim seyi incitm eden beden, ru h ve k ılık tem izliğine önem verm eyi savunm uş,
nihayet yalnız iyilik yapm akla değil, k ö tü lü k yapm am ak ve yapanlara engel ol­
m akla T an rı k atın d ak i beğenilm işler arasın a girilebileceğini an latm ıştır. Pey­
gam ber, yaşadığı dönem in bazı aşırı ve ölçüsüz h areketlerini uygun bulm am ış,
b u günkü anlayışım ıza u ym asalar b ile, o tarih lerd e yararlı olacağına em in olduğu
bazı y a sak la n b ild irm ek ten ve b u n la r ü zerin d e ısrar etm ekten çekinm em iştir.
Sahabeden Bera bin A zib, "P eygam ber, b ize yed i şeyi işlem em izi em retti ve yedi
şeyden nehyetti: C enaze arkasından g itm eyi, hastaları ziyaret etm eyi, davete git­
m eyi, m azlum a yardım ı, ye m in i kabullenm eyi, selâm ı karşılam ayı, aksırana dua
etm eyi; fa k a t g ü m ü ş kap, altın y ü z ü k , ip ek çuha, k a d ife ve sırm alı atlas gibi
kum aşları kulla n m a m a yı e m re tti” d em iştir. Söz sahibi olunduğu zam an, a k ra b a ­
larım ıza bile tarafsız o larak , ad aletten ayrılm am ayı salık verm iş olan H z. M u-
ham m ed, şu ilk eler ü zerinde daim a ısrar etm iştir: "T anrı size, analara isyanı,
kızları diri d iri göm m eyi, verilecek borcun ö d enm em esini, verilm eyen bir şeyin
alınm asını haram k ıld ı. Y in e Tanrı, sizin için d ed iko d u yu , ço k soru sorm ayı ve
m al israfını iğrenç g ördü". D oğru yolu bulm ak için T a n rı’ya tu tu n m ak tan baş­
ka çık ar yol bulu n m ad ığ ın ı (Âli İm ran , 98) telkin eden İslâm im anı, bireyin,
"T a n rı’dan başka kim seye k u l olm am asını (ibadet etm em esini; H u d , 3) ve,
“Y e ry ü zü n ü fesada verip d e ıslah etm eyenlere itaat edilm em esin i” (Şuara, 152)
em reder. A m r ibn-il-Â s’ın nakletm iş olduğu b ir hadise göre, “İslâm ın en hayır­
lısı, y e m e k yed irm ek, tanıdığına v e tanım adığına selâm ve rm e k tir” denilm ekte­
d ir. B unda, âlicenap ve cöm ert b ir ru h la , b arışsever b ir ru h u n erdem ine değer
verildiği açıkça görü lü r. İn sa n la ra yalnız din k o n u ların d a değil, hayatı ilgile­
yen h e r soru n d a yardım etm eyi öneren yüce Peygam ber, N um an ibn B eşir’in
anlattığı şu hadisin d e d er ki: " T a n r ı’nın yasakları üzerinde duran kim seyle,
durm ayan kim seler, bir gem i halkına benzerler. Bu gem i halkı, aralarında bir
k u r ’a çektiler; bir kısm ı güverteye, bir kısm ı da am bara isabet ettiler. A m barda
olanlar suya ihtiyaç duyunca, giivertedekilerin üzerinden geçm ek zorunda o ld u k ­
larından bunlar, en ivisi b>z am bara bir d e lik açalım da, güvertedekileri rahatsız
etm eyelim dediler. D em e k ki, y ü k s e k tabaka sahipleri, bu aşağı tabakanın d i­
leklerini ypm aya izin verselerdi, h ep si birden h elâ k olurlardı, fa k a t onları m en-
etselerdi, h em ken d ileri ku rtu lu r, hem de onlar k u rtu lm u ş olurlardı”. Şu hadis­
ler de önem lidir: "A h lâ ksa l erdem ler (m ekârim ), cennet edim lerin d en d ir”:
"E d im ler terazisinde, güzel a hlâktan daha ağır bir şev y o k tu r”; " K ö tü ahlâk,
sirkenin balı bozd u ğ u gibi bozar, iyi ahlâk ise, güneşin karı erittiği gibi hata­
ları ve k ö tü lü k le ri eritir”; "İslâ m , iyi ahlâktan ibarettir”. B unlar, H z. M uham ­
m ed’in ah lâk a ne denli büy ü k b ir değer verm iş o lduğunu da ispata hizm et ed er­
ler. " H a kk a batılı g iyd irm eyin iz ve h a k k ı sakla m a yınız"; " N e fsin i rahatsız eden
şeyi terk e t”; " T anrı size em rediyor k i, em anetleri ehline veriniz ve ha lk ara­
sında h ü k m e ttiğ in iz takdirde, adaletle h ü k m e d in iz. T a n rt’ntn size v a ’zettikleri
ne g ü z e ld ir ...” gibi ayetlerle de p ra tik ahlâk ın esaslarını bildiren H z. M uham ­
m ed, ku lu n kendi edim lerinden sorum lu old u ğ u n dan asla kuşkulanm am ıstır.
Z aten ona göre, " İy ilik ederseniz, k e n d i n efsin ize iyilik etm iş olursunuz; k ö tü ­
lü k ederseniz d e ö y le ” (H adis) ve " N e fsin i alçaltanı Tanrı da alçaltır” (H adis).
Ö zetle H z. M uham m ed, a ld atm ak için yem in etm eyi (N em el, 94), d ed i­
kodu ve iftirayı (H ü c u ra t, 6), hased ve k in i (Felak, 5) yerm iş, "U tanm ayı im an­
d a n ” saym ış ve bağışlam ayı sav u n m u ştu r (B akara, 237; Â raf, 199).
24. B urada dinsel ah lâk ın y ap tırım ları gibi önem li b ir konu ile karşılaş
rız. Bu so ru n , aynı zam an d a k a d e r inancıyla da ilgilidir. İşlediğim iz harek etler­
den sorum lu olabilm ek için, edim lerim izi özgür o larak yanabilm em iz gerekir.
"T a n rı, sizi ve işlediklerin izi ya ratm ıştır”; "H er şey T a n rı’da n d ır”; "O , k u lu ­
n u n üstü n d e bir g ü çlü d ü r” gibi ayetler, insanın tikel (cüzî) iradeden bile yok­
sun olduğunu b ild irirlerse de, "B iz, insanlara her ik i yolu da (hayır ve şer) gös­
te rd ik ”; "Sana isabet eden iyilik T a n rı’dandır; k ö tü lü k te n isabet eden ise, ken-
d in d en d ir” ve, "A zm e ttiğ in va kit, T a n rı’ya te v e k k ü l e t” gibi ayetlerle, "T anrı
k u lu n a h im m e t ve isteği oranında verir” hadisi, "İnsana çalıştığı şeyden başka­
sı y o k tu r”, yani insan an cak çalıştığı şeyi elde ed ebilir ve "E y im an edenler,
yed ek tedb irlerinizi a lın ız” gibi ayetler, insanın az çok sorum luluğunu da be­
lirleyebilecek olan b ir iradeye sahip o lduğuna delâlet ederler. Bu itib arla so­
rum luluk h a k k ın d a T a n rı’m n in san lara yaptığı ih ta rlar da vardır: "E y ahali,
hiç bir babanın, evlâdının edim lerinden ötü rü sorum lu olmayacağı, n e evlâdın
ebeveyne, n e de ebeveynin evlâda yararı dokunm ayacağı bir günde Rabb'ınizden
k o r k u n u z ”; "K ıya m et g ü n ü n d e k e n d i günahlarım y ü klen d ikten maada, bilip
anlam adan sapıttırdıkları kim selerin günahlarını yü klenenlerin günahı ne kötii
bir gü n a h tır”; " iy i edim lerde bulunan, k e n d i n efsin e ve k ö tü edim lerde b u lu ­
nan ise k e n d i zararına çalışır, sonra R a b b in ize d ö nersiniz”. B ütün bu ayetler,
insanların erdem çerçevesinde yaşayıp işletm elerini, ah retteki sorum luluğa ve
biraz da b u dünyada b aşların a gelebilecek olan felâketlere b ağlam aktadır. D in­
lerin, devlet ve toplum k an u n ları şeklinde egem en o ldukları dönem lerde bile,
insanların çoğu, kutsal bild irilere aykırı b ir yaşam sürm üşlerdir. Z orlam anın ve
kork u tm an ın baskısı altın d ak i baş eğm eler, insanın doğal büyüklüğünü ezdiği
gibi, bu tü rlü baş eğm eler, toplum düzenine hizm et etm iş olsa bile, gerçek ah­
lâk bak ım ın d an b ir değer ifade etm ezler; zira, sah tedirler; yani bu baş eğm e­
nin k ökleri, asla ru h u n derinliğinde değildir. G erçekten in an arak bu dogm alara
inanm ış olan lar ise, zaten baş eğm ek için yaratılm ış kim selerdir. M istik m izaç­
lar, saçm a in an çlard a bile, b ir k u tsallık ve çarp ıcılık hissederler. D inler, ah­
lâksal ödevlerini tam o larak yapabilm iş olsalardı, aynı ırk ın ve h a tta kavm in
hayatında tü rlü d in ler ve dolayısıyla peygam berler gelmez ve bu tü rlü dinler
de, b irb irin in az çok fark la aynı olan erdem k u ralların ı önerip durm azlardı.
İn san ların dinsel em irlere ya da k an u n lara göre yaşayabilm eleri için, bu em ir
ve k an u n ların , bireysel iradelerin değil, k o lek tif v icdanın ve ihtiyacın eseri ol­
m aları gerektir. Z ira insanı işleyen, in an çlar ve k a n u n lar değil, b u nları irieven,
insanlardır. Bunun için d ir ki. in san lar, görevleri kalm ayan k an u n ları değiştir­
dikleri ya da onlara karşı ilgisiz k ald ık ları gibi, görevleri kalm am ış olan kutsal
em irleri de ya değiştirir veya onlara ilgisiz k a lırla r; baş eğer gibi görünerek iş­
lerine gelen şekilde y ışa rla r. Bu itib arla, d in ler, y ap tırım larını ahrete ve Tan-
n ’ya b ırak tık la rı için, yetkin b ir erdem bilincini verem em işlerdir. D in, insanın
tinsel h ay atın d a, âdeta b ediî b ir haz o larak devam eder; fa k at insan, eylem le­
rini bu hazza göre değil, hay atın zo ru n lu lu k ların a göre düzenler. B ununla b ir­
likte, hiç b ir d in , b u zo ru n lu lu k ların dışında kalm ış değildir. Saydığım ız erdem ­
ler ve rezillikler, dinlerin olduğu k a d a r da k a n u n ların ve vicdanın da iyi ya da
kötü olarak k arşıladığı ah lâk değerleridir. Y alnız b u n ların bilinçlenm esi ve
insanı bu n lara baş eğdiren yap tırım lar, m istik k ald ık ları sürece, in sanlar b u n lar­
dan k u şk u lan m asalar bile, dinin bazı h o şgörülerinden, T a n rı’m n bazı lütuf-
larından y ararlan m ak u m uduyla, ö nlerine çık an fırsatlard an y ararlan aca k lard ır
ve gerçeklik de b u d u r. Z ira , dinin yaptırım ların ı uygulayacak olan T a n rı’dır:
" G ü ze llikle ri (hasenat) işleyenlere g ü ze llik ve bir d e ziyade vardır; yüzlerine,
n e bir kara bulaşır, ne de bir zillet; onlar cennetliktirler; orada ebedî olarak ka­
lacaklardır. K ö tü lü k (seyyiat) işleyenlerin cezası m isliyle k ö tü lü k tü r ve onları
bir zillet kaplar; ken d ilerin i T a n rı’dan kurtaracak yo ktu r; onlar ateşliktirler ve
orada ebedî olarak kalacaklardır” (Y unus, 27-28).
D em ek ki iyilikler, fazlasıyla m ü k âfatlan acak ları halde, kö tü lü k ler fazla-
sıyla değil, kendileri k a d a r ceza göreceklerdir. Bu, iyiliğin değeri kö tü lü k le öl­
çülem ez derecede çok dem ekse de, b ir ta ra fta n da, «T üm b u n la r, suçluların
lehinedir» saçm a ilkesini k ab u l etm ek dem ektir. Z ira insan, T a n n ’nın yarlıga-
yıcı ve m erham etli oldu ğ u n d an asla k u şkulanm ayacak k a d a r bu n a inanm ıştır;
in andırılm ıştır. S onra, " İyilik le r, kö tü lü k le ri giderir, bu idraki olanlara bir öğüt­
tür; ve sabret; Tanrı, iyilikçilerin m ü kâ fa tın ı y itirm e z” (H ud, 114). Ö m rünün
önem li b ir kısm ını ahlâk ve im an dışı harek etlerle geçirm iş olan b ir M üslüm an,
b ir gün T a n rı’yı h o şn u t edecek iyi b ir eylem de b u lu n u rsa, tüm eski kötülükleri
affedilebilir. K ö tülüklerin cezasından k u rtu lm a u m u d u baki k ald ık ça, m utlak
surette iyi olunam az. V akıa, " E rk e k ya da dişi, im anlı olarak iyi bir edim işle­
yen kim seye, hoş bir hayat yaşatacağız ve edim lerinin daha güzeliyle m ü k â fa t­
larını m u h a k k a k vereceğiz” (N ahl, 97) ve h e r ne k a d ar, "İnsanlar, k e n d i ahlâk­
larını değiştirm edikçe, Tanrı onların durum larını d eğiştirm ez” (R a’d , 12) deni­
liyorsa d a, insan âciz b ir y aratık tır; h azır b ir yararı gelecek b ir yarara h er za­
m an yeğ tu ta r; p ratik yasam da m addesel olarak m utlu olanların pek çoğu, linsel
m utluluğun değerini bilm ez ve m addesel m u tlu lu k ların ı, b ir çoğunluk, ahlâk
ku ralların a sıkı b ir bağlılıkla elde etm eye çalışm az. Bu itibarla gideceği cn doğ­
ru yolu b u lm ak ta, yaradılışı itibarıyla âciz olan insan, T a n n ’nın affına ve yar­
dım ına sığınarak, kendisine zarar getirm eyeceğine ve fak at k â r sağlayacağına
em in olduğu ya da böyle sandığı, m eşru olan veya olm ayan h er h areket vc ey­
lemi yapar; h a tta sonuçtaki b aşarısını da yine T a n n ’nın b ir lü tu f ve inayet ola­
rak kendisine bağışladığını zanneder. Z ira , "B azen iğrenç gördüğünüz şey, sizin
için hayırlı olur, bazen de sevdiğiniz şey sizin için şer olur. S izin için ' hayırlı
olan şevi Tanrı bilir, siz b ilm e zsin iz” (B akara, 217). İşte b u n u n içindir k i, in ­
san kendisi için hayırlı ya da şerli olan b ir eylem i açıkça bilem eyince, eylem le­
rin sorum luluğundan yakasını k u rta ra c ak vesileleri kazanm ış olur. D insel ah lâk ­
ta, insanı k u rtu lu şa götüren tü rlü o lan ak lar v ard ır; örneğin, "B ilm eyerek yapı­
lan yem in lere uyulm adığı takdirde, Tanrı hesap sorm az. A m a, bile bile yaptığı­
m ız yem in ler için hesap sorar”. B unun kefaretiyse, on fakiri doyurm ak ya da
giydirm ek, b ir tutsağı (köle) azat etm ek ve b u n lara gücü yetm ezse üç gün oruç
tutm ak tır. K asıtlı ya da kasıtsız adam öldürenle, yem inini bozm uş olan lar ve
eşiyle cinsel ilişkide b u lu n m ak istem eyenler, yani k arısın a, «Sen b an a anam ın
sırtı gibisin» (zıhar) diyenler için k efaret o larak bazı yüküm ler v a rd ır; fak at
bu n lar, ahlâk a hizm et etm ekten çok ah lâk ı y ık arlar ve özellikle zenginleri ve
n ü fuzlu insan ları, tü rlü ahlâksızlık ları işlem eye sü rü kler. Belki de b u n u n fark ın d a
old ukları için d ir ki, çeşitli m ezhep fakihleriyle T anrıbilim cileri de, K u r’anda
olan ve olm ayan diğer so ru n lar için tü rlü y ap tırım lar ve kefaretler önerm işler­
dir. Esasen yapılan yem inlerden k u rtu lm a k için b aşvurulan kefaret ve şe r’î hile­
ler, cahiliye A rab ın ın âdetleriyle M üslüm anlığın b u konudaki inançları b irb iri­
nin aynı g ibidir. Y em inin yüklediği y ü küm lülükten kefaretle k u rtu lm a inancı,
Y ahudilerde de v ard ı. İslâm da, "T a n rı isterse” kaydıyla yem in etm ek lâzım dır.
Bu biraz da yem inden, verilen sözden d önm ek için b ir açık kapı b ırak m ak de­
m ektir. " T ö v b e ve im an ed ip arınm ış edim ler işleyen, kurtulm uşlardan olm ayı
u m a b ilir” (K asas, 6 7 )1.
25. İslâm d ü şü n ü rleri, A hlâk-ı ham id e ve A hlâk-ı zem im e, yani iyi ah lâ
ve kötü ah lâk deyim lerini k u llan d ık ları için, o n lara göre ahlâk, iyi ve kötü
edim leri ifade eden b ir genel terim d ir, yani, h u y ’d u r. F akat iyi ve k ö tü eylem ­
ler, zam an içinde ve sosyal çevre k o şu lların a göre değişken old u k ları için, de­
ğerleri b ak ım ın d an uylaşım lıdırlar. Bu gerçeği fa rk ed er gibi olan tslâm ah­
lâkçıları, d ah a çok h e r ak lın , h er zam an top lü m a ve bireylere za rar veren, beğe­
nilm eyen eylem ler ü zerinde d urm uş ve h e r v icdanın beğenm esi gereken edim ­
leri telkine çalışm ışlardır. O n ların g ü ttü k leri am aç bilinçlere, K u r’anın, " N e fsi­
n i arıtan, ku rtu lu şa erer” ilkesini yerleştirm ektir. H z. M uham m ed, T a n rı’dan
daim a beden sağlığından sonra iyi ah lâk dilem iş, m utlu olm ak isteyenlerin, iyi
ahlâklı olm aları gerektiğini savunm uş ve im anın, ancak iyi ahlâk sayesinde yet-
kinleşebileceğine 'değinm işti. F ak at o d a, insan akıl ve iradesinin, tü rlü koşul­
ların etkisi a ltın d a k en d i çık arları d o ğ ru ltu su n d a işlediğini gördüğü için, " H er­
kes k e n d i doğasına göre işler” (İsra , 84) ayetini b ildirm iştir.
D ine dayanm ayan b ir ahlâkın yaptırım ı ve hoşgörüsü olm adığını iddia
eden T anrıb ilim ci ve m istik ru h lu ah lâk çılar v ard ır. D inin hoşgörüsü, " Y ü c e
T a n rı’m n ço k m erham etli, y u fk a y ü re k li o lm ası” inancına dayanır. E dim ler def­
terine (defteri am âl) yazılm ış olan k ö tü lü k leri, dilerse T a n rı bağışlayabilir k a­
nısı, Ulu Y a ra ta n ’m yaptığından sorum lu olm am ası (E nbiya, 2 3 ), dilediğini yap­
ma gücüne sahip olm ası gibi kutsal n itelik lerin in b ir sonucu sayılır. B unlar,
gerçekte b irer im an k o n u şu d u rlar; fak at p ra tik te , şeriat k an u n ların ı ve insanla­
rın kendi akıl ve çık arların ın sın ırların ı aşam ayan v icd anları, dinli kişilerin
pek çoğunu, T an rısal hoşgörüye ve bağışlam aya d ayanarak k ö tü lü k işlem ekten
alıkoyam az. Bizce de bazı d ü şü n ü rlerce de savunulduğu gibi, "B ir edim , Tanrı
tarafından beğenildiği ve em redildiği için iyi değildir; fa k a t kendiliğinden iyi
olduğu için Tanrı tarafından da beğenilir”. Z ira , " H a kk ın , T anrınızdan olduğu­
nu söyle; dileyen buna im an eder, dileyen d e inkâr e d er” ayetinin belirttiği gibi

(1) Bir kısmı îran lı ve Şiî m ezhebinden olan ilk ahlâk yazarlarını, öteki
Islâm uluslarından yetişm iş olan yazarlar izlemişlerdir; fakat bunlar, daha çok
Hz. M uham m ed'in özel hayatındaki davranışlarıyla hadislere ve ayetlere daya­
nan düşünce ve davranışları açıklam ak ve önermekle yetinm işler ve yaşadıkları
dönemlerde gerçeklenm esine çalışılan pratik ahlâk kurallarını tanıtm aya çalış­
mışlardır. Hemen çoğu birbirinden ve A risto'nun ünlü ahlâk kitabından yarar­
lanmışlardır. Bu ahlâkçıların bazıları şunlardır:
Ebu Ali Miskeveyh (941-1031) T eh zib -vl Ahlâk ve E t-T ahara adlı eserleri,
Tuşlu Nasirüddin’ (1201-1270) in Ahlâk'ı Nasırt’sıne ve Celâleddin-i Deımanî’
(1424-1502) nin A h lâk-ı Celâlisi’ne etkiler yapmıştır. Ferid-ü-ddin Attar (1121-
1235), P endnam e’y i yazmış;. Ahmed A ta-ullah (ölm. 1317) H ikm et-ül A taiye’yi;
Şirazlı Sadî (1184-1292) G ülistan ve P ostan 'ı: Aşık Pasa (1272-1333) G arip-
nam e’yi; Kmalızade Ali Efendi (1510-1582), A h lâk-ı AlâVyi, nihayet Kâtip Çe­
lebi (1609-1657), K eşf-a l Zunun adlı ahlâk kitabını yayımlam ışlardır. Bunların
dış'nda Gazalî’den (1059-1111) başlayarak zam anınrza kadar gelen türlü Islâm
bilginleri, eserlerinde, yine dinsel dogm aların ışığı altında, ahlâk konularını in ­
celemişlerdir. Bunların çoğu ahlâksal değerleri telkin etm eye çalışan öğütlerle
yüklü birer eğitim kitabı sayılır.
insan, edim lerini dilediği gibi yapm a özgürlüğüne sah ip tir. B unun içindir ki,
başka b ir ayet, " Tanrı em irlerine g ü cü n ü z yettiğ i kadar itaat ed in iz” dem ekte­
d ir. Bu T an rısal şefk atin b ir ifadesi ise d e, insel zayıflıkların sonucu o lan d ü ­
şüklükleri de m azu r gösterm eye elverişli b ir açık k ap ıd ır. H e r n e k a d a r sorum ­
luluk, İslâm lıkta b ir suçu işleyene, işletene, önüne geçm ekle görevli olduğu hal­
de b ir ödevini yapm ayana, yani k ö tü lü k lere göz yum ana dek uygulanır ve b u n ­
dan peygam berlere bile b ir ay rıcalık tanım azsa da (Â raf, 6), b ü yük b ir çoğun­
luk, bu gerçeği k av ram ak tan âcizdir.
İslâm din i, tü m ah lâk sal erdem leri övm üş ve em retm iş, “K ö tü ahlâkı bağış­
lanam az bir k ö tü lü k ” sayan h adislere dayanm ış, fa k a t M üslüm anlar içinde b u ­
lu n d u k ları yaşam k oşulları ve k ü ltü rel seviyelerinin düşüklüğü yüzünden p ek
de ahlâklı o lam am ışlardır. H z. M uh am m ed ’in d u aları, iyi ah lâk dilekleriyle be­
zenmiş. ve o, M üslüm anlığı, iyi ah lâ k ta n ib aret saym ış, edim ler terazisinde iyi
ah lâk tan d ah a ağ ır b ir şeyin bulunam ayacağını söylem iştir. Peygam berim iz, iyi
ahlâkı ibadete tercih etm iş, "İn sa n ın iyi a h lâ k sayesinde ibadeti az olsa bile,
ahrette yüce m ertebe ve m akam lara nail olacağını” m üjdelem iştir. O , vicdana,
şeriat hük ü m lerin d en d ah a ü stü n b ir değer verir; " N e fsin i tedirgin ed erek seni
rahatsız eden şeyden vazg eç!” ih ta rın d a b u lu n u r. K u r’an ve hadislerde iyi ah­
lâk ı öven, kalp ve irad eleri ahlâk sal güzelliklerle süslem eyi em reden pek çok
b ildiri v ard ır. Bu, İslâm d in in in tem elinde, erdem lere verilm iş olan önem i gös­
terir; fak a t b u n d a n , M üslüm anların ah lâk a fazla değer verdikleri ve gidişlerini
m u tlak a k u tsal em irlere göre ay arlad ık ları sonucu çıkarılm am alıdır.
C ennet ve cehennem y ap tırım ların a sim gesel ve ülküsel b ir anlam verm ek,
M üslüm anlığı d eğerlendirm ek b ak ım ın d an önem lidir. G erçekten de Peygam be­
rim iz, yalnız a h re t ödülleriyle cezaları ü zerin d e durm am ış, vicdan azabı ve dü n ­
ya nim etlerin d en de söz etm iştir; yani o, T a n n ’ya ve peygam bere baş eğerek
M üslüm anlık yolunda gidecek o lan ların , b u dün y ada da cennet betim lem ele­
rinde (tasvir) açık lan an nim etlerle dolu ü lk ü leri ele geçirm ek suretiyle zengin,
rah a t ve esenlikle süslü b ir h ay at geçirebileceklerini an latm ak istem iştir. Y al­
nız İslâm tarih in d e değil, tüm u lu sla rın tarih lerin d e görülen istilâların, böyle
b ir am açla da yapıldığı, k en d i y u rtla rın d a bağım sız o larak yaşayan in sanların,
başka ülkelerd ek i n im etlerden, cen n etlerd ek iler gibi bol bol y ararlanm aları için
yapıldığı g ö rülm ektedir. H z. M uham m ed, İsta n b u l’u zaptedecek olanları öven
h adisinde olduğu gibi, çağının zengin ve uygar ü lk elerini elde etm eyi ö n erir­
ken, yalnız M üslüm anlığı yaym ak değil, kav m in i zenginleştirm ek ve egem enlik
alanını genişletm ek gibi b ir ü lk ü d en de yoksun değildi.
Y aptırım b ak ım ın d an İslâm şeriatı, irad e ile k asıtlı o larak yapılan su ç lan
cezalandırır; fa k a t A hzab suresinde, "B ilm ed en işlediğiniz k ö tü lü k le r dolayı­
sıyla size günah yo ktu r, am a ka lb in izin ka sıt v e niyetiyle yaptıklarınızdan so ­
ru m lu su n u z” d enilm ektedir. Bu insan özgürlüğünü k ab u l eden ayete k arşın , k a­
n u n lar, kasıtlı olm ayan suçlar için de ceza v erirler. S uçlular, hafifletici neden
aram ak ta ve in k â r etm ekte fazlasıyla u sta o ld u k la n için, kasıtlı olan edim lerle
kasıtsız o lan ları ayırm ak g üçtür. F ak at, v icd an y a p tın m la n , pek az kişide öde­
vini ihm al eder. K u r’an d a b irbiriyle çelişik gibi görünen b u y ru k la n n , hadislerle
açıklığa k av u ştu ru ld u ğ u , T anrıb ilim cilerle içtih at e rb ab ı ta ra fın d a n , devletin
ve toplum un yararın a tü rlü y o rum lam alarla çevirtilere uğratıldığı bilinm ektedir;
ve bu zo ru n lu d u r. Z ira , İslâm devletinin anayasası, K u r’an olduğu içip, deği­
şen dünya ve to p lu m koşullarıyla k u tsal b u y ru k ları uzlaştırm ak zo rd u r. A h k â m
zam ana uydurm aya izin veren H z. M uham m ed, b iraz d a, h u k u k ve ah lâk ku­
ra ların ın m u tlak a şeriata dayandırılm asın d ak i isabetsizliği ve dogm aların yeter­
sizliğini fa rk etm iş gibidir.
İslâm ahlâkıyla M üslü m an ların ve genellikle in sanların ah lâk ın ı ayırm alıdır.
İslâm ah lâk ı, T an rısal sayılan b u y ru k lara ve peygam berin âdeteriyle h u yuna da­
yanır. M üsü m an ların ah lâk ı ise, tü m öteki insan ların ah lâkları gibi, yaradılışla­
rın ın , top lu m ve h ayat k o şu lların ın , gelenek ve göreneklerinin zo runlu kıldığı
d av ranışlard ır. B unları, k u tsal k ita b ın b u y ru k ların a uyd u rab ilen ler ise, tarih in
h içb ir dönem inde çoğunlukta değildir. Z ira in san lara, erdem likleri aşılayan, ne
öğütler, n e vaızlar, ne de y aptırım teh d itlerid ir; fa k at yaşam savaşının kendisidir.
26. H z. M uh am m ed ’in erdem k u ra lla rı, kendi zam anı ve içinde yaşadığ
topluluk için ileri ve yetk in b ir özellik taşırlar; fak a t b u ah lâk da, tü m dine
dayanan a h lâ k la r gibi, m istik ve T a n rı ile k u l arasındaki b ir alışverişin kâr
ve z ara rları dışına çıkam az ve in san vicdanını, tam o larak k an dıram az. " H er
insanın ta kd ir olunan e d im in i (am el), k e n d i boynuna geçirdik, kıya m et günü
ona edim lerinin sayfasını çıkaracağız, o nu a paçık bulacaktır” (İsra, 13) b ild i­
risinde de görüldüğü gibi, insanın neleri işlem esi gerektiği önceden ta k d ir edilip
işletildiği h ald e, b u n la rı, kıyam et günü, h esabı sorulm ak üzere boynum uza asil­
m iş b ir defterd e açıkça bulm uş olm am ızdaki T an rısal adaletin nasıl b ir bilge­
liğe dayandığını açıklam ak gü çtü r. M ecazlar ve sim gelerin yorum lam aları ve
çevirtileriyse, b u k o n u d a, ü zerin d e ittifak edilm esi kolay olm ayan b irtak ım b u la­
nık niyetlerin gizli o ld u ğ u n u gösterir. T ü m yüceliğine karşın yaptırım lı ve yü­
küm lü olan m istik ah lâk lar, J . M . G u y eau ’n u n yaptırm ışız ve yüküm süz ahlâkı
gibi b ü sb ü tü n k u ram sal b ir ü lk ü , b ir ütopya değildir. Bizim kişisel düşüncem iz
ise, en yetkin, seçkin ve ü stü n b ir ahlâk ın yaptırım sız, fak a t yüküm lü b ir ahlâk
olm asını yeğ tu ta r. Bu ah lâk ı sezm iş olan B uda, h içb ir k o rk u , sevinç ya da
yaptırım u y aran ı olm aksızın, m u tlak su rette iyiliği ve iyi olm ayı salık verm iştir.
O n a göre, " D oğruluğun bir parçası, m erh a m et ve şefkattir; başkalarının elem ­
lerini paylaşm aktır; tü m canlıların iyiliğini kardeşçe araştırm aktır. . D oğruluğun
ö te k i parçası da, alaydan ka çın m a k, dargınları barıştırm ak, barışm ış olanların
d ostluğunu artırm ak, daim a iyi söylem ek, iyi h areket etm e k tir” B uda, k arşılık
beklem eyen, h a tta ü ste veren b ir iyiliği sav u n m ak tan d a çekinm em iştir. K endi­
sine yöneltilen, "E lin d e hiçbir şey bulunm ayandan sadaka isteyen olursa ne
ya pm alı? " so rusuna b u b ü y ü k ve seçkin adam , " K e n d in i verm eli ve isteyen boş
g itm em eli” cevabını verm iştir; geleneğin efsanelerine göre, B rahm a, o n u n bu
sözlerini işitince, denem ek için b ir fa k ir k ılığına girerek B uda’dan sadaka iste­
m iş, b ir tavşan şeklini alan B uda, k en d isin i k eb ap edip verebileceğini söyleye­
rek, soğuk suya a tılır gibi ateşe atılm ış (H . O oldenberg, Le B ouddha, P aris, 1903).
Böyle b ir ah lâ k ta yalnız edim ya da görev v a rd ır; fak at karşılığında beklenen
h içb ir dünya ve ah ret nim eti y o k tu r. M ax M ü ller’in M ainof’tan naklettiğine
göre, M ordvinler için T a n rı Şkay, m u tlak ve som ut iyiliktir. O , tüm y aratıkla­
rını sever, herk esin m u tlu olm asını ister; o tüm el güç olduğu halde, şerri yapa­
m az; zira onun yapacağı h e r k ö tü lü k , hem en iyiliğe çevrilir. O , b ir kez bir
M ordvinliye kızm ış ve o n u n evini yakm ış; fa k a t M ordvinli, yanan evinin külleri
arasında k alan servetini araştırırk en , içi altın dolu altı v aril b ulm uştur. Bu su­
retle Y üce T a n rı’n ın cezası, kutsal b ir âlicenaplığa dönüşüverm iştir. K uşkusuz ki,
bu eski dinde de şeytan v ard ır. F ak at T a n rı, şeytanı, insanlara k ö tü lü k yapsın di­
ye yaratm am ıştır (M ax M üller, ‘N ouvelles E tudes de M ythologie’, Paris, 1898).
Hz. M uham m ed, m itolojik b ir ahlâkı değil, gerçek olan ve insanların ruh
yapılarının zoru n lu b ir sonucu olan ed im lerin, yani âdeta içgüdülerin ahlâkını
bir disiplin altına alm ak istem iştir ki, b u h e r çeşit ku ram ın ü stünde, insanın
doğal kişiliğini o n arm ak , düzeltm ek ve arıtm ak gibi b ir am aç taşır. Ö zet o larak,
H z. M uham m ed’in ah lâk ın d a G azalî’n in E bu T a lib ’den n aklederek ‘İh y a ’sm da
belirttiği gibi, korun u lm ası gereken d ö rt k ö tü lü k züm resi vard ır: 1. R abbubiya:
Bu züm rede, övünm e, k ib ir, övülm e dü şk ü n lü ğ ü , hayat sevgisi, tu tk u , herkesi
kuvveti altın d a ezm e eğilim i, b ö b ü rle n m e ... vb. v ard ır. 2. Şeytaniya: K ıskanç­
lık, hilekârlık ; 3. Baham iya: T am ah , hırs, öfke, şehvet; 4. K ızm ak, dövüşm ek,
ö ldürm ek gibi yırtıcılık tu tk u la rın ı •kapsayan Sabuiya. B unlardan kendini k u r­
taran ve takva içinde T a n rı’nm y u k ard an b eri açıkladığım ız em irlerine uyabi­
lenler, dünya ve ah retin beğenilm iş kim seleri olabilirler. İn san ların bireysel k a­
rak terleri ve tu tk u ları, d ah a çok k en d i çık arları e trafın d a h arek et ettiği için,
bu gerçekçi fak at uygulanm asındaki güçlükler b ak ım ından ülküsel olan erdem ­
lerin bazen insana z a ra r verdiğini gören K onfuçyüs, ‘‘T eh lik eli olm ayan hiçbir
erdem yo ktu r; bu tehlike, erdem i boşu boşuna sarf e ttiğ im iz zam an belirir”
d erken, Lao-tseu da, ‘‘Fena insanlar, iyi insanların serm ayesidir” diye dü şü n ü r.
İskenderiyeli Philon d a açıkça, "D oğru insan, eğri insanın kefa retin i veren bir
kurbandır ve doğrular y ü zü n d e n d ir k i, Tanrı, eğrilere, ke n d i k u ru m a k bilm e­
yen hazînelerini d ö k e r” diyerek koşu llu b ir erdem düşüncesini savunurlar. Oy­
saki genel o larak Ç inlilere göre, "D in ler çeşitlidir, fa k a t a kıl birdir; öyleyse he­
p im iz kard eşiz” H z. M uham m ed’in asıl büyüklüğü erdem e b ir karşılık ve sınır
tanım adan T an rı y olunda ve T an rı için daim a iyi olm ayı savunm uş olm asıdır.
Şu atasözüm üz, b u ah lâk anlayışını p ek güzel ifade eder: " İy ilik yap, den ize at;
b a lık bilm ezse H â lık (Y aratan) bilir”.
HUKUK

İslâm h u k u k u başlı b aşın a büy ü k ve özel b ir bilgi dalını teşkil eder ve


incelenm esi, ayrı b ir uzm anlığa ihtiyaç gösterir. Biz b u rad a, eserim ize uygula­
m akta olduğum uz yöntem den ayrılm adan, adalet so runu, kişisel h a k lar ve ceza,
kadın h a k la rı, p o litik a ve savaşla, b u n la rı ilgileyen bazı h u k u k sal ayrıntılar
(teferruat) ü zerinde gezinm eyi yeter bulacağız (').

A
ÂDALET SO R U N U

"E y yargıçlar; halktan ko rkm a yın ız, benden k o r k u n u z ”.


(M aide, 44)

H z. M uham m ed, h iç b ir d in d e görülm eyen b ü yük b ir h u k u k sistem inin


esaslı ilkelerini v erm iştir. Z ira o, din i, sadece in san ların sonsuzlukla kendi
araların d ak i tinsel b a ğ la n k u vvetlendirm ek için m istik b ir d o k trin saym am ış­
tır. O n u n getirm iş olduğu d in , çağım ızın siyasal ü lk ü leri gibi, kendi tü rü n d en
b ir devlet kurm ay a da hizm et eden b ü y ü k b ir sistem dir. Bu ü lk ü , ona göre,
ancak ken d in e dayanan ve k endisinin gerçeklendirdiği b ir düzen içinde yerle­
şip yayılabilirdi. B unun için d ir k i, H z. M uham m ed, insanın T a n rı’ya karşı
ödevlerini sap tark en , in san ların b irb irle rin e k a rşı o lan ödevlerini de bildirm iş
ve b u n ları yalnız ah lâk sın ırla n içinde bırak m am ış, aynı zam anda h u k u k ilke­
leriyle de genişletm iş ve sağlam laştırm ıştır. D en eb ilir ki, o , aynı h u k u k ilke­
lerine bağlı olm ayan b ir top lu m u n devlet denilen p o litik otoriteyi kuram aya­
cağını, b u yüzden de k en d in i ve b ildirm iş olduğu dini ebedîleştirem eyeceğini
pek iyi an lam ıştır. Bu b ak ım d an k en d in i de etkilem iş olan R om a h u k u k u ve
Y ahudi şeriatı gibi b ir îslâm h u k u k u v a rd ır k i, yalnız İslâm olan uluslarla
devletlerinin değil, k en d in d en sonra gelm iş b u lu n an diğer birço k devletlerin
de h u k u k k u ra lla rın a yeni öğeler verm iştir; yani insanlığa b ir h u k u k ö rgütü­
nü n ana plan larıy la h a k ve ad alet bilincini bağışlam ıştır. B unun için d ir ki,

(1) îslâm hukukunun esasları ve evrimi ile bunun Türk toplumundaki


uygulam a biçim lerini .klasik ayrıntılarıyla öğrenmek için bkz. Profesör Dr. Coş­
kun Üçok, Türk Hukuk Tarihi Dersleri (4. baskı, Ankara, 1966). Ayrıca Cevdet
Paşanın Mecelle’si ile Ömer Nasuhî Bilm en’in Hukk-i îslam iye ve Istılahat-ı
Fıkhiye, 6. cilt, 1950-1952, İstanbul.
biz o nu, m istik kişiliğinin dışında b ir m etafizikçi olm aktan çok, b ir psikolog;
bir sosyolog o lm aktan çok, b ir ideolog, h a tta ahlâkçılığından daha üstü n olarak
b ir huk u k çu saym aktayız. Bu itib arla İslâm din i, m istik b ir tezgâhta d o kun­
m uş, üzeri ahlâk ren k ve şekilleriyle bezenm iş b ir h u k u k ve politika halısına
benzetilebilir. B irtakım yeni h u k u k ilkelerine dayanm ayan hiç b ir devrim ger­
çeklenem ez. H a tta , h e r devrim , yeni b ir h u k u k sistem i y ara tır denilebilir ve
h er devrim ci, evvelâ ü lk ü sü n ü n ana ilkelerini k u rm ak , sonra kendisini destek­
leyeceğine em in o lduğu bazı seçkin in san lara, b u n u k ab u l ettirm ek ve nihayet
bu n ların da yardım ıyla d ah a geniş k itleleri, b u ü lk ü n ü n atm osferi içinde geliş­
tirm ek zo ru n d ad ır. Bu disiplinin y ap tırım ları, getirilm iş olan yeni h u k u k k u ­
ralları içinde b u lu n u r. Bu k o n u d ak i savaşta ü lk ü sü n ü n aslı değişm ez, fak at o,
güçlenip yerleştikçe yayılm aya ve bircin sten olm ayan insanları k a n a tla n altına
alm aya m uvaffak o lur. T ıp k ı kuşlarla küm es h ayvanlarının yum urtaları ü zerin­
de otu ran b ir dişi h in d i gibi, kuluçkaya yatm ış olan ü lkücü, yum u rtalard an neler
çıkabileceğini önceden düşünm ez ve keşfedem ezse, civcivlerden bazılarının ak ­
baba, şahin, k a rta l ya da diğer bazı yırtıcı k u şla r o luverdiklerini ve onların ga­
galarında, hem öteki piliçlerin in hem de kendisinin parçalanm a talihsizliğiyle
karşılaştığını g ö rü r ve k u rtu lam az. H z. M uham m ed, yüce davasının ana ilke­
lerini derin d en kavram ış ve o n u , n ü fu zu arttık ça yeni ve önem li so runlar k a r­
şısında yavaş yavaş ted b irle, cesaret ve isabetle geliştirerek yaym aya ve yerleş­
tirm eye çalışm ış; başarısın ı, yalnız m istik etkenlerle değil, p ratik yaşam da top­
lum un m uhtaç olduğu h u k u k sal düzeni otoriteyle kurabilm iş olm asına da borç­
lanm ıştır. C ahiliye dönem i A rap ları gibi, çölün ilkel ve disiplinsiz özgürlüğü
içinde, servete, kabile ve aile o n u ru n a d ay an arak âcizlerin ve h atta b irb irle ri­
n in h ak ların a saygı gösterebilecek b ir uygar seviyeye yükselem em iş olan b ir
kavm e, adalet bilincini verm ek kolay b ir iş değildir. H z. M uham m ed, kendi kişi­
liğini ileri sürm eksizin ve en k ü ç ü k b ir çık ar beklem eden, yalnız U lu T an rı
adına, k u tsal em irlere baş eğen m asum ve alçak gönüllü b ir elçi olarak ortaya
çıkıyor; telkin ve vaızlarım sü k û n içinde, sabırla, sebatla dinletm eye çalışıyor;
karşılaştığı h e r çeşit tep k ilerin saldırgan yaygaralarına k arşın , kendisi için değil,
kavm i için ve insanlık için onları sap ık lık lard an k u rta rm ak isteyen b ir m üjde­
ci ve sakındırıcı olduğunu ilân ediyor; iftira la ra , h ak aretlere, taşlanm alara, sui­
k astlara katlan ıy o r, fa k a t k en d in i görevli saydığı b üyük ü lk ü için savaştan çe­
kinm iyor; ta ra fta r bu lu y o r, gönüllere ve beyinlere sokularak hem ü lküsünün
b ü yük yararların ı öğretiyor; hem de am acının gerçek anlam ına kavm inin aklını
erd iriy o r. İd ra k ve im anla olduğu k a d a r da bazı gerçek ve imgesel çıkarlara
k apılm ak suretiyle ark asın a d üşenlerin sayısı çoğaldıkça, H z. M uham m ed’in
dü n y a araç ve aracıların d an da yararlandığı görülüyor. Ü lküsel gücün im an
gücünden doğacağım bildiği için, im an ed enlerin kardeşliğini ilân ediyor ve
b u n lara yalnız T a n rı’ya karşı olan ödevlerini değil, b irb irlerin e ve öteki insan­
lara karşı olan ahlâksal, uygarsal ve h u k u k sal ödevleri de öğretiyor, örgütler
kuruyor, b ir din ve p olitika lideri olarak o rd u la r hazırlıyor, savaşlara k atılı­
yor, an tlaşm alar yapıyor ve b ü y ü k İslâm ü m m etinin devam ve bekası için ge­
reken tüm k an u n ları, yalnız getirdiği d in dogm aları gibi önyargılardan değil,
yaşam ın zo ru n lu lu k ların d an , top lu m u n gereksinm elerinden, gittikçe a rta n ve ge­
nişleyen insel ilişkilerin gerektirdiği d u ru m ve k o şu llardan alarak saptıyor ve
tüm b u n la rd a kavm inin törelerin d en , geleneklerinden ve yaşadığı dönem de d a ­
ğınık o larak yaşayan in an çlard an da y a ra rla n ara k , hepsini k u tsal ve T anrısal
kayn ak lard an aldığım b ild irerek baş eğilm esi zo ru nlu olan kan u n v e -d ü z e n le r
haline getiriyor.
H z. M u h am m ed ’den önce gelmiş o lan peygam berlerden yalnız H z. M usa,
Beni İsra il’in b aşına geçmiş ve o n ları, M ısır firav u n ların a tu tsak olm aktan k u r­
tarm ak için dinsel ve askersel savaşlara girişm iş ve kendi kavm iyle de — onları
yola getirm ek için— b ir hayli uğraşm ış ve so nunda hepsini k u rta ra ra k o nlara,
b ir de k u tsal v atan k azan d ırm ıştır. Ö tek i peygam berlerden hem en hiç b iri, sa­
vaşı göze alam am ışlar, kavim lerine sadece y alvarm ışlar, v a ’zetm işler, m ucizeye
b aşvurm uşlar; hiç b iri de, cid d î ve kesin b ir b aşarıya kavuşam am ış, h a tta te r­
sine olarak çoğu taşlanm ış ve K u r’anın bild ird iğ i gibi haksız yere öld ü rü lm ü ş­
le rd ir; ve b ir kısm ı d a erdem b ak ım ın d an k u su rlu k işilerd ir1.
F akat H z. M uham m ed, Sam î kavim ler içinde yetişm iş olan öteki peygam ­
berlerin n eler çektiklerini ve başların a gelenleri p ek iyi bilm ektedir; onların
başarısızlıklarının ned enlerin i de kavray acak b ir zekâ ve dehaya sah ip tir. O n ­
ların d ü ştü k leri akıbete u ğram am ak için, b ir y an d an Y üce T a n rı’ya, b ir yandan
da T a n rı’m n k endisine bağışladığı m istik ilham lara ve büyük iradeye dayanarak
işe başladı. İn san ların yalnız öğüt ve telkinlerle yola gelm eyeceklerini, onları
sıkı b ir disiplin altın a alacak sosyal k u ra m la rın da m eydana getirilm esi gerek­
tiğini anladığı için d ir ki, sağlığında ü lk ü lerin i tam o larak başarıyla gerçeklen-
direbilen m u tlu büyük lerin en büyüğü oldu. H iç b ir ü lkücü, ölm eden önce
ödevini H z. M uham m ed k a d a r tam o larak yerine getirm e m utluluğuna nail ol­
m uş değildir. " B ugün size d in in izi ikm a l e ttim , ü zerinize nim etim i tam am ladım
ve size din olarak İslâm se ç tim ” (M aide, 3) m üjdesini veren ayetin bildirdiği
gibi, am açlarını gerçeklendirm iş olm a h u z u ra içinde ebedileşm iş olan tek adam
H z. M uham m ed’dir.
H u k u k so ru n u n d a H z. M uham m ed, hem b ir devlet b aşkanı, hem de b ir
b aşkom utan o larak ad alet, b o rçlar ve ceza h u k u k u n u kapsayan kam u h a k la n

(1) Kutsal kitapların ve kısas-ı enbiyaların bildirdiklerine göre, peygam ­


ber sayılanlardan pek çoğunun serüvenleri trajiktir: Hz. Âdem, cennetten ko­
vulmuş; Hz. Nuh, sarhoşluğu yüzünden erkeklik organlarım gören evlâtlarının
hakaretine uğram ış (T ekvin, IX, 20-23); Hz. İbrahim , karısı Sara'yı kız karde­
şimdir diye tanıtarak kendi hayatını kurtarma kaygısına düşmüş (T ekvin, 11-
16); Hz. Yakup, bir miras işi için babasına ve Tanrı’ya sahtekârlık yapmış (T ek­
vin , XXVII, 19-20); bunun oğlu Hz. Yusuf, yıllarca kölelik etmiş, cezaevlerinde
sürünmüş; Hz. Lut, iki kızıyla zina etm iş; Hz. Musa, adam öldürmüş, Mısır’dan
çıkarken kavm ine, komşularım ve m isafirlerini dolandırıp soym alarını em ret­
m iş (Huruç, III, 22); Hz. Davud, bir evli kadınla zina etm iş ve bunun kocasını
savaşta öldürtmüş; oğlu Hz. Süleym an'ın yüzlerce karısı varmış; Hz. Eyyub,
yıllarca yaralar içinde ıstırap çekmiş; Hz. Yunus, kırk yil bir balık karnında
hapsolunm uş; Hz. Y ah ya’nın başı kesilm iş, Hz. Z ekeriya öldürülmüş; Hz. İsa
çarm ıha gerilmiştir. Bunlardan yalnız, hükümdar oldukları bilinen Davud ile
Süleym an peygamber ve Hz. Musa’dan başkaları hiç bir başarı gösterem em iş­
lerdir. Kur’an, 28 peygam berin adını vermiş ve bunların tem iz yanlarım belirt­
miştir.
üzerinde titizce d u rm u ştu r. O n u n h u k u k anlayışıyla, h u k u k a d air h ü küm leri,
şeriat k an u n ları adıyla fık ıh denilen ayrı b ir bilim in konusu o lm u ştu r ki, bizde
M ecelle, b u k an u n ları, so n rad an yapılm ış eklerle sistem li ve yöntem li o larak
b ir araya getirm iştir. İslâm to p lu m u genişledikçe, y ani siyasal nedenlerle Pey­
gam berden son rak i h alifeler zam an ın d a İslâm üm m etiyle İslâm ların uyruğu olan
diğer kavim leri yönetm ek için b irta k ım yeni h u k u k k u ralların a ihtiyaç olm uş,
fakat b u n la r d a K u r’an ve hadislerdeki kutsal esaslara uy d u ru lm u ştu r. Y ani,
bu suretle h u k u k h ü k ü m leri, fa rz la rın ya da sü n n etlerin em irleri olm uş, cezalar
ve genel o larak h ak k ı ilgileyen h ü k ü m ler, layik olm aktan çok m istik sıfatlara
b ü rü n m ü ştü r. K uşkusuz ki, İslâm ah lâk ve h u k u k u üzerine, daha başlangıcın­
dan itibaren M ekke sitesinin b ü y ü k etkisi olm u ştu r. D aha çok ticaret ve tarım
işleriyle uğ raşan M ekkeliler arasın d a faizcilik, k redi, o rta k lık , terazi, kile ve
endaze ile ölçm e, m u rab ah acılık , tefecilik ve h e r çeşit spekülasyon gibi ticarî
işlem lerden başk a doğanın tü rlü afetleri, seller, salgın hastalık lar, k ıtlık ... gibi
insanları y ıp ran d ıran , y ıld ıran d u ru m la r da eksik değildi. Sitede birçok m iskin,
öksüz, tu tsak ve borçlu vardı. Z enginlerin ve nüfu zlu insanların egem enliği al­
tın d a ezilen yoksulların aç, çıp lak ve sefil d u ru m ları, b u h areketli siteyi kirleten
üzücü b ir görünüm teşkil ediyordu. H z. M uham m ed, çocukluğundan beri e tra ­
fında gördüğü b u görün ü m lerd en hüzünlenm iş ve adaletli b ir sistem k u rm a
ihtiyacını duym uştu. K endisinin sağlığında verilm iş olan hu k u k sal em irler, M ek­
ke ve M edine d ö nem lerinin zo ru n lu kıldığı k oşullara göre, bazen sert, bazen
yum uşak b ir to n d a uygulanm ış, p ek de eşitlik esasına uygun b ir adalet rejim i
kurulam am ış, d u ru m ve k o şu llara göre verilm iş o lan değişken em irlerden k u r­
tulm a olanağı elde edilem em iştir. O ysaki K u r’an, T a n rı’m n asla haksızlık yap­
m adığını, b u dün y ad a değilse de, ah rette olsun herkese lâyık olduğu m ü k âfat
ve m ücazatın asla zulm edilm eden verileceğini te k ra rlar; “E y im an edenler, h a k
ve adaleti yerin e getirin, ister n efsin izin veya eb eveyn in iz ya da en yakınları­
nızın aleyhine olsun, ister zengin, ister fa k ir olsun, Tanrı için tanıklar olunuz.
Zira Tanrı, her ikisin d en d e öncedir. Ö yleyse h a kta n y ü z çevirip d e n efsin is­
teklerine u ym a y ın ” (N isa, 133) ve b ir h ad isin d e de şöyle der: “Tanrı, h ü k ü m
verm ek için rü şvet verene de, rüşvet alana da lânet etsin !” Y ani h a tır, çık ar
ya da acım ak gibi aldatıcı etk ilere k a p ıla ra k haksızlığa neden olm ayın, zira
T a n rı’m n h e r şeyden h ab eri v a rd ır, deniliy o r. P eygam ber, ad aletin m u tlak ve
tam o larak an cak ah rette uygulanabileceğini telkin ederken, dünya adaletini k â ­
firlere, m ün afık lara, tövbe edenlere, dönm elere, tu tsa k ve cariyelere b aşka başka
şekilde uygulam akta b ir sakınca görm ez; h a tta y a ra r görür. Bu, kendisinin sağ­
lığında da g ö rü lü r, fa k a t ken d isin d en sonra âd et h a lin i alm ıştır. Z ira, H z. M u­
ham m ed’in ölü m ü n d en son ra vahiy ler ve h ad isler sona erm iş o lduğundan, ege­
m enlik alanı fazla genişlem iş o lan M üslüm anlık, tü rlü kavim lere yayılm ış, bu
yüzden de b irta k ım yeni so ru n la r ortaya çıkm ıştır k i, b u n la r h a k k ın d a ne ayet­
lerde, ne de hadislerd e h iç b ir b ild iri y o k tu r. Bu d urum karşısında İslâm d ü n ­
yasının genel d üzeni için, K u r’an ve sü n n e t’ten b aşka, im am ların icm aı ve fı-
kıhçıların kıyas’ı da h u k u k işlerinde b ir yöntem olarak k ab u l edildi; h a tta v a­
lilerin, yargıçların kişisel görüşlerinde de (oy, re y -o p in io n ) izin verildi. T ü m
b u n la rd a, sonrad an o rtaya çıkan ve b irb irin i tutm ayan tü rlü m ezheplere göre,
a y n ayrı fetv alar doğu ran h ü k ü m lere bağlanıldı. A daletin uygulanabilm esi için
gereken k an ıtların b aşın d a, tanığın önem i b ü y ü k tü r: " Tanıklığı gizlem eyin, onu
gizleyenin kalbi günah içindedir ve Tanrı, her yaptığınızı bilir” (B akara, 284);
“A dalet ve hakkaniyetle tanık olunuz. A daletten yana çıkınız, adalet takvaya
daha yakın dır” (M aide, 8). H z. M uham m ed’in bazı hü k ü m leri de v a rd ır ki, sert
ve âdeta zalim dir; suçu önleyici o lm ak tan çok, kin ve öç alm a duygularım bes­
leyecek b ir özelliği v a rd ır: B ir g ün çölden yedi sekiz bedevi M edine'ye gelerek
M üslüm an olm uşlar. H epsi de h astalık lı kim seler old u k ları için Peygam bere,
«Biz fakiriz, bizi besle ve b a rın d ır» dem işler; k en d ilerin in çöle alışık o lduk­
larım , evvelce de koyun ve develeri olduğu için sulak yerlerde yaşadıklarını,
M edine’de yaşam aktan ho şlan m ad ık ların ı, k en d ilerin i develerin b u lunduğu yere
gönderm esini an latıp rica etm işler. H z. M uham m ed, peygam berliğine karşın,
bu n ların gerçek niyetlerinin ne o ld u ğ u n u sezm iyor ve dileklerini kabul ederek,
Beytülm al’e a it olan b ir sü rü deveyi çobanıyla b irlik te b u adam lara teslim et­
tirerek, «G idiniz, sü tlerini ve sidiklerini içerek kendinizi tedavi ediniz» de­
m işti1. B unlar d a, b u em re ita a t ed erek gidiyorlar; beslenip kuvvetlendikten
sonra, d in lerin d en de dö nerek çobanı işkenceyle ö ldü rü y o rlar ve develeri alıp
kaçıyorlar. Peygam ber b u n u öğrenince, b u bedevileri y ak alatarak , kendileri ço­
banı nasıl ö ld ü rd ü lerse, bedevileri de öyle ö ld ü rtü y o r; ellerini ve ayaklarını kes­
tiriyor; gözlerini o y d u rtu y o r ve ölünceye d ek su için yalvardıkları halde b ir
dam la su da verdirm iyor. K uşkusuz, b u bedev iler lâyık o ld u k ları cezaya çarp ­
tırılm ışlard ır; fak at ilkel b ir insana verilecek cezaların, h a fif olm ası suçu azalt­
m az, tersine a rtırır, am a b u cezayı, b u g ü n k ü adalet vicdanı asla hoş karşılaya­
m az; b u n u b ir vah şîlik ve zulüm sayar. Bir defasında da Peygam ber, kendisiyle
alay etm iş olan birini ö ld ü rtm ü ştü r. G ü v en ilir kay n akların bild ird ik lerin e göre,
U kbete b in M uayd ad ın d a b irin i, Peygam berin kendisi ö ld ürm üştür. Bu adam ,
vaktiyle Peygam beri nam az k ılark en , üzerine a tılarak elbisesiyle boğm aya ça­
lışm ış; b ir k ere de üzerine, öldürm esi için azgın b ir deveyi saldırtm ıştı. Y ine
kuşkusuz, b u cinayeti de kend isin in elçilik sıfatıyla olduğu k a d a r da başkom u­
tan ve devlet başk an ı sıfatıyla d a u zlaştırm ak zo rd ur.
B urada h u k u k b ak ım ın d an da önem i olan yem in üzerinde bazı açıklam a­
lara ihtiyaç görm ekteyiz. İlk çağ ların ço k tan rıcı in an çların d a, T an rılara yem in
etm ek âdetti. Bazı filozoflar, T a n rıla ra p e k de önem verm em ekle birlik te, ö r­
neğin, E fla tu n ’u n ‘D iy a lo g la rın d a ve eski Y u n an trajedileriyle (öldürü) güldü­
rü lerinde, T a n rıla ra yem inle söze b aşlam ak ve şiirlerinde T a n rıla ra seslenm ek
de b ir san at geleneği olm uştu. T ev rat, Y ah o v a’n ın adını sık sık ağza alm ayı ve
o n u n adıyla a n t içm eyi de şiddetle yasaklam ış ve ‘O n E m ir’den b irin d e de ya­
lan söylemeyi yasaklam ıştı. İn cil, aynı yasağı h a tırla tır: “Eskilere, yalan yere
yem in etm eyesin v e yem inle vaat ettiğini, R abbe eda edesin, denildiğini işittiniz.
Fakat ben size asla yem in etm eyin iz, derim ; ne gök hakkı için, zira Rabbin
tahtıdır; ne d e zem in hakkı için, zira O ’nun ayaklarının basam ağıdır’’ (M eta,

(1) Devenin süt ve sidiğinden faydalanm aya izin veren bu Hadisini Pey­
gamber, sonradan değiştirerek sidiği önerm ekten vazgeçmiştir.
V, 33, 38); " Sözlerin iz, evet, evet, hayır, hayır olsun; bunlardan fazlası şerli­
lerindir” (M eta, V , 37).
Bu em irler, insan ların m u tlak su rette doğruyu söylem elerini ve sözlerinin
doğruluğu n u k an ıtlam ak için, kutsal v arlık ların tanıklığına başvurm am alarını
ih ta r eder. İslâm dini, yalancıyı lânetlediği h ald e, A rap lar, yem insiz konuşm az­
lar ve esasen bilindiği gibi, A rap çad a, vav-ı kasem , ta-i kasem , ya-yi kasem
gibi ve dah a çok neyin ü stü n e yem in edilecekse o şeyin ad ın ın başına eklenen
üç yem in edatı v ard ır. K u r'a n d a yalnız T a n rı’ya değil, h arflere, kalem e, kale­
m in yazdık ların a, gökyüzüne, sab ah yıldızına, tanyerine, incire, z e y tin e... ye­
m in edilir. Bu, A rap ların yem ine fazlasıyla önem verm e âdetlerinin b ir yan­
kısıdır.
İslâm şeriati, k o calarına ihanetle suçlandırılan k ad ın ların , zina etm edikle­
rin i ispat etm ek için, T an rı lân etin i k u llan m ak suretiyle yapacakları yem inleri,
m asum olu şların ın k an ıtı sayacak denli yem inin değer ve anlam ına önem verir.
B ununla b irlik te, gerçekçi b ir din olan M üslüm anlık, ‘‘Y em in le rin izi kefaretle
bozm ayı size fa rz k ıld ı” (T ah rim , 2) ayetiyle yem inin kutsallığından vazgeçm e
olanağını bağışlam ış; b u suretle tüm İslâm âlem inde, yalancılığı, sözünde d u r­
mam ayı b ir k efaret fedakârlığıyla m eşru b ir d u ru m a getirm iştir. N itekim , ant
içenlerin daim a doğruyu söylem edikleri de bilinen gerçeklerden olduğu için,
K u r’anda, ‘‘Ç ok ant iç e n e ...” ita a t etm em eyi em reden b ir ayet de v a rd ır (Ka­
lem , 10). Bir hadise göre de, “Facirin ye m in i yurdları harab eder» denilerek
yalandan yapılan yem inin zararın a işaret edilir.
Sözlerinin doğruluğunu yem inle in an d ırm ak isteyenlerin pek çoğu yalan­
cıdırlar. O rtaçağda b u n u , âd et h aline getirm iş o lan lar, sayılam ayacak k a d a r çok­
tu r. Y ine b u n u n için o lacak tır ki, H z. M uham m ed, ‘‘Boşuna yem in etm eleriniz
yü zü n d en Tanrı sizi suçlam az, am a bağlantılı yem inleriniz dolayısıyla sizi suç­
landırır” (M aide, 89) ayetini b ild irm iştir. B ağlantılı yem inden am aç, sözleşme,
antlaşm a gibi, politik ya da ekonom ik değerdeki söz verm elerdir. B ununla b ir­
likte K u r’an, b u çeşit yem inlerini de hiçe sayarak sözlerinden caymış olanların
suçlarının, on yoksulu doyurm ak veya giydirm ek, ya da b ir tu tsak (köle) azat
etm ek gibi b ir k efaretle bağışlanacağını m üjdeler; bu itib arla, örneğin, " V asi­
yetten önce, bir çıkar g özetm ediğine yem in eden ik i tanığın bulundurulm asını”
em reden ayetin (M aide, 106), Bu m ü jd e k arşısın d a hu k u k sal b ir değeri kala­
m az. A nlaşılıyor ki, d in b ak ım ın d an , yem inine güvenilecek olan insan, gerçek­
ten ve içten im anlı ve hiç olm azsa T an rı korkusuyla yem inine aykırı söz ve
hareketlerd en çekinecek denli erdem ve ülküsel b ir yaratık tır. F akat bu yara­
tık da, Ş inasi’nin b ir m ü n acatm d a yazdığı gibi, "B enim günahlarım , T a n rı’nın
yarlıgam asından daha m ı b ü y ü k tü r? ” diyerek kendine b ir teselli ve kaçam ak
kapısı ararsa, yalancıların şerrin d en k o ru n m ak için, layik k an u n lard an başka
b ir yardım cı bulu n am az, sanırız.
A nt içm enin, k ö tü niyetli kim seler için b irtak ım şe r’î hileleri de v ardır.
O sm anlı tarih in d e K aram anoğullarından b irin in , koynuna b ir güvercin saklaya­
rak, «Bu can bendeyken O sm anoğullarına b ir d ah a baş kaldırm ayacağım !» diye
yem in edip canını k u rta rd ık ta n sonra, k u şu salıverdiği, «Bizim O sm anoğulla-
rına düşm anlığım ız ebedîd ir!» dediği tarihsel gerçeklerdendir. İslâm devletle­
rinde, k an ların ı dökm eyeceklerine yem in edilen bazı kim seleri boğdurm ak ya da
zehirlem ek suretiyle ö ld ü rten h ü k ü m d a rla r da görülm üştür. Şu hadis, b u tü r
sap ık lık lara tem el o lm u ştu r d en ebilir: «Bir k im se a n d içer içm ez, inşaallah! der­
se, istishada b u lu n m u ş olur!» yani so ru m lu lu k tan k u rtu lu r.
P olitika olay ve cinayetlerinde söz verm enin, yem in etm enin hiç b ir değeri
olm adığına d air p ek çok ö rn e k v erilebilir. H alifelik dönem lerinde, m ahkem e­
lerde yem in, en esaslı isp at k a n ıtla rın d a n sayılırdı. T a n rı’ya, K u r’ana an t içm ek,
haksız b ir kişinin davasını kazanm asına yardım eden önem li b ir belgedir. H âlâ
da m ahkem elerim izde yem ine önem verilm ektedir. F ak at layik b ir rejim de a r­
tık yem inler, m istik in an çların kutsal saydığı v arlık lara ve k itap la ra değil, ki­
şisel nam us ve haysiyete, v icdana a n t içm e şeklinde uygulanm aktadır. Bunun
da h a k ve gerçeğe ne dereceye k a d a r hizm et ettiğ ini belirtm ek zo rdur. A ncak
b ir m ahkem e ö n ü n d e yem in etm enin dinsel anlam ına akıl erdirecek ve buna
inanacak denli olgun ve erdem li ru h la r için, b u , değerli b ir yaptırım sayılır.
P ra tik hay atta ise, yem inlere in an m ak b ü y ü k b ir safdilliktir. H ekim ler, subaylar,
h u k u k çu lar, kam u hizm etleriyle görevli o lan ların b üyükleri, görevlerine başla­
m adan ve dip lo m aların ı alınca resm en yem in ed erler. C u m h urbaşkanları, k ab i­
ne üyeleri, m illetvekilleri ve sen atö rler h ep yem in töreninden geçerler; h atta
yem inli u zm an lar da v ard ır. F akat tüm b u n la r arasında görevlerini ve yetkilerini
kötüye k u llan an lar ek sik olm am ıştır. Eğer tüm yem inliler, gerçekten erdem li in ­
san lar olsaydılar ve yem in, insanları rezillikten koruyan etkili b ir yaptırım ol­
saydı, toplum ları tü rlü h ak sızlık lar ve k ö tü lü k ler içinde m utsuz kılan olaylar­
dan hiç b iri kalm azdı. O ysaki yem in, çoğu zam an, b ir ahlâksızlığı m askelem ek,
aldatm ak ve k an d ırm ak için k u llan ılan yaygın ve ucuz b ir araçtır. G erçek bu
olunca, a n t içm e, zararı y ararın d an p e k çok olan b ir geleneksel tu zak kurm a
âdetinden başk a b ir şey olam az. F ak at b u d ü n y ada uygulanarak b ir kurum
halini alm ış olan yem ini, yani açık anlam ıyla söz verm eyi k ald ıracak olursak,
b u n u n yerine doğruluğun k riteri o larak neyi koyabiliriz? V oltaire, " O n u r aşkı
ve utanm a ko rku su , cellâtlardan daha iyi a hlâkçıdırlar” der. B unun fark ın a
varm ış olan eski Y u n an lılar, X en o k rat ad ın d a b ir filozoflarının doğruluğuna o
denli inanm ışlard ı ki, k an u n la rın d a yem insiz tan ık dinlem ek yasak olduğu hal­
d e, hâkim ler b u filozofa yem in ettirm ezlerdi.
Ö zet olarak, insan lara evvelâ, insan olm a o n u ru n u n yüceliğine in an d ıracak
b ir eğitim verm ek, tü m b ü y ü k ve k ü çü k yöneticilerin özel ve resm î hay atların ­
da d o ğru lu k tan ve ö rn ek d av ran ışlard an ayrılm ayan kişiler haline gelm iş olm a­
ları gerektir. T ü m b ü y ü k ler ve k ü ltü r k u ru m la n , “H alka verir talkını, ke n d i
yutar sa lk ım ı!”; “H ocanın dediğini tu t da, gittiği yola g itm e!” gibi atasözleriyle,
ru h ların özüne ve h ü crelerin e dek işlem iş o lan öğütleri u n u ttu ra ca k b ir sosyal
düzeni yaratm ak gibi gerçekleşm esi p ek zor olan b ir ülküye hizm et etm elidirler.
M ax N o rd au , uygarlığım ızın uylaşım lı yalan larım incelerken, bireylerin' yalan­
ların d an çok p o litik an ın , d in in , san atın ve ahlâkın yalanlarını incelem işti. Z ira,
bireylerin k arak terin i o lu ştu ran etk en ler, b u k u ra m la rd ır ve bu k u ra m la rın h a ­
zırladığı hayat k o şu llarıd ır. T üm k u ru m lar, yöneticilerinin y a lan la n yüzünden
soysuzlaşırlar. V auv en arg u es’m da gördüğü gibi, “İnsanlar hiç bir zam an, ken d i
koşullarının sefaletinden kaçam azlar”. A ncak, b ü yük ve ileri toplum larda, ger­
çekten büyük vc çık arları ö n ü n d e küçülm eyen insanlar, bu koşulları değiştire­
bilecek b ir güce sah ip tirler; ve ancak o n lar, b aşk alarını ald atm ak için k en d i­
lerini k an d ırm a azabına k atlan m ak tan k u rtu lab ilirler.
H z. M uham m ed, affa, tövbeye, d ah a doğrusu hoşgörüye fazlasıyla değer
verm iş ve insanın zayıf yanlarını derin d en anlam ış olm akla b irlik te, b ir ah lâk
ve h u k u k k u ralı o larak u ğ ran ılan b ir saldırıya k arşı, boyun bükm eyi ve el aç­
m ayı asla k ab u l etm em iştir. Bu k o n u d a b irta k ım göksel em irler de bildirm iştir:
“S ize k im saldırm ışsa, siz d e ona yaptığı saldırganlığın m isliyle saldırın da ileri
g itm ey in ” (B akara, 195). D em ek ki ad alet m isliyle m ukabele esasına dayanm ak­
tad ır; fazlası zulüm ve h ak sızlık tır. O n a göre, ad aletin ayrıcalık (istisna) kabul
etm em esi g erektir: “M üşriklere olan k in v e düşm anlığınız, adaletten yana ç ık ­
m a m a k suretiyle size bir günah y ü k le m iş o lm a sın ” (M aide, 8), yani onlara karşı
da adaletten ayrılm ayınız; zira, “Tanrı, adalet ve h aktan yana çıkanları sever”
(M aide, 42). Bir had isin d e de, “V ergi verdiği halde d in in i bırakm ayarak İslâm
h ü k ü m etin e bağlı olan k im se y i in citm eyin ” dem ektedir. K u r’an, h a lk arasında
hak ile hükm etm eyi (Sa’d, 2 6 ), ad alet işlerinde ak rabayı kayırm am ayı (E n ’am ,
152), ancak adaletle em redenin doğru yolda o ld uğunu (N ahl, 76), zira T a n rı’
nın adalet ve ihsanı em rettiğini (N ahl, 90; Şura, 15) kesin o larak b ild irir. H z.
M uham m ed, b ir hadisin d e, “O nlara da k e n d in ize yaptığınız gibi m uam ele edi­
n iz !” em rini verir. Başka b ir hadisin d e, “T ü m gökler, ancak adaletle d u rm a k­
ta d ır” dem ektedir. K u r’an d ak i b ild irilerd en b iri de, “H ü km edersen, aralarında
adaletle h ü k m e t!” (N isa, 58) em rini verdiği gibi, b aşka b ir hadisinde de, “Bir
saat adalet ya p m a k, bir yıl ibadet etm e k te n ü stü n d ü r” denilm ektedir. A daleti,
tüm insanların h ak k ı sayan b u işaretlerin yan ıb aşın d a, affetm eye ayrı b ir önem
verildiği de g örülür: “Bir kö tü lü ğ ü n cezası, onun gibi bir kö tü lü ktü r; her kim
a ffed er ve arayı ıslah ederse, o n u n m ü kâ fa tın ı Tanrı verir (Şura, 38). H z. M u­
h a m m ed ’e verilen T an rısal em irlerden b iri de, yargıçların kendi v icdanlarından
ve h alk tan önce kork m aları gereken büyük k uvvetin Y üce T an rı olduğudur:
“Ey yargıçlar, halktan k o rkm a yın ız, benden k o r k u n u z !” (M aide, 44). Y argıç­
lara da b ir ih ta r sayılan şu ayet de, ebedî ve gerçek b ir değer taşır: “A r tık in­
sanlardan ko rkm a yın ız, benden k o rk u n ; benim ayetlerim i birkaç paraya değiş­
tirm eyin. T an rın ın in d irm iş olduğu h ü kü m lerle hiikm etm eyenlerin hepsi kâ fir­
d ir”. K uşkusuz ki bug ün ü n k an u n ları, T a n rı’nın in d ird ik leri değil, ulusal ira­
denin b ild ird ik lerid ir ve h a lk b u n u n la yönetilir. F akat ulusal irade de halkın
ve h ak k ın iradesi dem ektir. K u r’an, hem yargıcın ahlâkım korum ak, hem de
im an edenlerin h ak k a saygı gösterm elerini sağlam ak için, gerçekliğine dil uzat­
m a olanağı b u lunm ayan şu em ri v erm ektedir: “A ra n ızd a birbirinizin m alını,
caiz olm ayan şeylerle yem eyin ve h alkın bir kısım m allarını günaha girerek
y em ek için, h a ksız o ld u ğ u n u zu bilerek m al davasıyla yargıçlara k o şm a y ın !”
(B akara, 189).
İslâm şeriatın d a adalet, “H akları ko ru m a k, h aklının h a kk ın ı ve rm ek ve
batılı b o zm a k ” diye tan ım lan ır. Başka b ir tan ım d a, gidişte (siret) doğ ru lu k tu r;
zalim ve g ad d ar olm am aktır. Şu ayetler ceza b ak ım ından adaletin nasıl uygu­
lanacağını b ild irirler: “B ir k ö tü lü ğ ü n cezası, ona benzeyen bir cezadır; k im
bağışlar ve arayı düzeltirse, ö d ü lü n ü Tanrı verir; Tanrı, zalim leri se v m e z” - “S i­
ze eziyet elm iş olana siz de bununla özdeş olacak surette eziyet e d in iz”. Y ani
haddi aşm adan, benzeriyle işlem yapınız, deniliyor. A dalet soru n u n u n daya­
nağı, so rum lu lu k tu r. H z. M uham m ed b u k o n u d a fazlasıyla titiz ve duyguludur.
A bdullah b in Ö m e r’in an lattığı b ir had is, b u n u açıkça an latır: “ H er birerleriniz,
birer çobandır: D evlet adam ı çobandır, uyruğundan sorum ludur; insan ailesinin
çobanıdır; hizm etçi, efen d isin e ait m alın çobanıdır ve elinin altındakinden so­
ru m lu d u r”. Peygam ber, bireysel h a k o larak h er im an edenin, özgürlük, kişisel
dokunulm azlık ve m ülkiyet gibi üç an a h a k k a sahip olduğunu ve bu n ların ko-
runulm ası gerektiğini savunm uş, şe r’î h u k u k b u esaslar üzerine k u ru lm u ştu r. O ,
yalnız ah rette değil, dünyada da b ir T an rısal adaletin hü k ü m sürdüğüne in an ­
m ıştır. Ö rneğin, deprem , sel b askını, fırtın a, k ıtlık , salgın h astalıklar, böcek,
kurbağa, çekirge yağışı, bazı insan ların başına h ay atlarındayken gelen kaza ve
b elâlar gibi afetler ve felâketler, b ir k ü fran veya im ansızlığın ya da yapılm ış
olan bir haksızlığın cezası o larak gösterilm iştir. N itekim , Beni İsrail, başlarına
gelen tü rlü b elâlard an k u rtu lm a k için H z. M usa’yı T a n rı’ya göndererek bir çe­
şit pazarlığa girer; T a n rı d a b ir süre, gönderdiği belâları keser; fak at o n lar
yine T anrısal em irlere uym ayınca: “K endilerinden öç a ld ık da hepsini b o ğ d u k ”
d en ilir1. T a n rı adaletin d e bile b u sert ve öç alıcı m uam eleyi gören H z. M uham ­
m ed, b ir devlet adam t o larak zalim b ir aşiret to pluluğunda daha yum uşak ör­
neklere uyam azdı; fa k a t, o n u n b u k o n u d ak i h ü k ü m leri, hayatının sonuna dek
aynı şiddetle sü rü p gitm iş değildir. Ö rneğin, b ir M üslüm anı, m alını alm ak için
veya başka b ir nedenle b iri öld ü recek olu rsa, fazlasıyla üzülür, fa k a t b ir Müslü-
m anı daha yitirm em ek için, öld ü ren e b ir tu tsak azat ettirm ek ya da tövbeyle
T a n rı’ya yalvarm aya (istiğfar) dav et etm ek suretiyle onu affettiği de görülm üş­
tü r. Böyle m üstesna d u ru m ları b ir yana b ırak acak o lursak, H z. M uham m ed’in
ahlâksal ve h u k u k sal y ap tırım ların ın en önem lileri, ileride göreceğim iz kısas
ve diyet’ten b aşk a, dövm ek, ah rettek i hesap g ü n ü n d e T a n rı’n ın uygun göreceği
cezalardır. D em ek k i o, yalnız b u d ü n y ad ak i cezalarla yetinm iyor, özellikle gizli
suçları da gören Y üce T a n rı’m n , ö lüm den son ra vereceği cezaları da bildirm ek
suretiyle in san ların hiç b ir suç işlem em elerini sağlam aya da çalışıyor. Bunun
içindir ki o , geçm işteki tü m jeolojik sarsın tılarla, tarihsel savaşlar yüzünden
m ahvolm uş olan u lu sları T an rısal adalete çarpılm ış h aksızlar ya da peygam ber­
lerin telkinlerine k u lak asm ayan sap ık lar ve isyan eden günahlılar o larak h a­
tırlatır. K uşkusuz b u olaylar h e r çağda ve yeryüzünün hem en her bölgesinde
zam an zam an m eydana gelir ve çoğu zam an da b u n lard an z ara r görenler, m az­
lum , çaresiz, zavallı, yoksul ve m asum o lan lard ır. A hretteki yaptırım ların ise
kim lere ve ne suretle uygulanacağına d air b ild iriler, incelenm esine gerek olma-

(D Fakat, M usa şeriatında M üslümanlıktan önce*5*tadalet kuralları emr­


edilm iştir ki, İslâm şeriatında em redilenlerden farksızdır: “Hükümde haksızlık
etm eyesin ; fakirin h atırına ria yet ve büyüklüğe dalkavukluk etm eyesin ; kom ­
şuna adaletle hükm edesin" (Levililer, XIX, 15); “Hükmü değiştirip bozm aya­
sın; hatıra ria yet etm eyesin ve rüşvet kabul etm eyesin. Zira rüşvet, bilginlerin
gözlerini kör eder, doğru olanların sözünü eğriltir; adalete bağlan...” (Tesniye,
XVI, 19, 20). Bu bölümlerde verilm iş olan hukuksal emirlerin çoğu, günümüzde
de doğruluğundan şüphe edilmemesi gereken kurallardır.
yan im an k o n u ların d an d ır. K utsal m etinlere göre, o radaki adalette de bazı çeliş­
m eler vard ır: D ilediğini yapabilen Y üce T a n rı’nın lü tu f ve m erham eti sonsuzdur
ve ondan asla u m u t kesilm ez. T a n rı, suçluyu affed ebilir ve o n u n b u dünyada
yapm ış olduğu h ak sızlık lar da yanm a k â r k alır. B unu fa rk etm iş olan tü rlü m ez­
hepler, şe r’î h ü k ü m leri şiddetli dünya y ap tırım larıyla sağlam laştırm ayı ihm al et­
m em iş ve ahrete ait y ap tırım ları U lu T a n rı’m n keyif ve iradesine terk etm işlerdir.
İnsanların kişisel özgürlüklerine ve m allarının dokunulm azlığına d air olan
şe r’î hüküm ler, fık ıh ’ın esaslı k u ralların ı teşkil eder. Biz aşağıda bu konunun
bazı sivri n o k taları ü zerinde durm ayı y eter bulacağız. H z. M uham m ed, b u so­
ru n d a kişisel dokunulm azlığa, evlenm eye, k ad in h u k u k u n a, m irasa ve nihayet
politika h u k u k u n a d a ir kendi zam anına göre old u k ça ileri hü k ü m ler bildirm iş­
tir. A dam öldürm e ko n u su n d a, özellikle A rap kabilelerindeki kan davalarını
yum uşatm ış, fak at b u ve diğer bazı k o n u lard a, insanlığın tüm b ir gelecekte
uygun b u la ra k itaat edebileceği yüce b ir ahlâk ve h u k u k ilkesi kuram am ıştır.
Esasen b u n a da o lan ak y oktur. Z ira , u lu slar, evrim lerinin gerçeklendirdiği yeni
yaşam koşulların a göre, daim a k u ra m la rın ın ilkelerini değiştirir ve ahlâklarıyla
h u kuk anlayışlarını b u k o şu llara göre o rg an laştırırlar. B unun içindir ki bugün,
hem en tüm İslâm âlem inde şeriat h u k u k u n u n görevi ya sona erm iş, ya da
buna bazı yeni öğeler karıştırılm ış veya b ü sb ü tü n k a ld ırıla ra k yerine tüm ileri
ve aydın u lu sların k ab u l ettikleri layik ve uygar k a n u n la r getirilm iştir. H z.
M uham m ed, b u yeniliğe asla m u h alif değildir: " Ö ğütçü olarak, zam an yeter”
ve, " S iz d ü n ya n ıza a it işleri benden daha iyi b ilirsiniz” dem eseydi, ne tü rlü
İslâm m ezheplerinde, ne de o n ların h u k u k anlayışlarında başkalık olabilirdi.
B unlara k arşın , yeryüzünde eşitlikten h o şlan an lar, hoşlanm ayanlardan daha az­
d ır; insan bencilliği, ancak k en d i ç ık arların a z a ra r verm eyen b ir adalete ta ra f­
lıdır. Bunu pek eskiden fa rk etm iş olan A risto, dış yaptırım ların b u k o n udaki
yetersizliğini anlam ış ve, "E n yü ce adalet, a şk tır” dem iştir.

K İŞ İS E L H A K L A R V E CEZA

Kişisel h a k la rın b aşın d a, insan hayatın ın dokunulm azlığı, m ülkiyet h ak ları,


aile ve m iras gibi k o n u lar v a rd ır. Sam i din ler, H ab il ve K abil olayını, insan­
lığın başlangıcından b eri v ar o lan, k ısk an çlık ve k ö tü tu tk u la rın b ir örneği ola­
rak gösterm işler ve adam öld ü rm en in aleyhinde b u lu n m u şlard ır. F ak at bu k a­
vim lerin hiç b iri, insan h ayatına saygı b ak ım ın d an layik b ir vicdanın yüceliğine
ulaşam am ıştır. İlkel to p lu m lard a ad am öldü rm ek , suçun bulaşık olduğu inan­
cına dayan arak k an davası (vendeta) şeklinde ve dinsel b ir ödev o larak te k ra r­
lanan b ir olaydır. K itaplı d in ler, b u ilkel töreyi b iraz yum uşatm ış, fak a t önüne
tam am ıyla geçecek denli etk ili b ir y aptırım bulam am ış ve h a tta bazı du ru m ­
larda b u n u b ir o lu p b itti (em rivaki) im iş gibi k ab u l etm iştir. T ev rat, yaptırım
olarak k ısas’ı, K u r’an ise, kısasla b irlik te diyet ve k efa ret’i em retm iştir. K u r’an,
haklı ve h aksız olm ak üzere iki çeşit insan ö ld ü rm eden söz eder. H aklı olana
izin verir, haksız olanı cezalan d ırır. Bu tü rlü cinayetlerin b aşında, kendi kız
evlâtlarını d iri d iri göm m ek suretiyle öld ü rm ek gelir. H z. M uham m ed, öm rü
boyunca ço cukları ve hayvanları sevm iş, o n ları k o ru m ak için tü rlü vesilelerle
çöl A rabın ın ru h u n u yum uşatm aya çalışm ıştır. O n a bu ödevi yükleyen ayetler
önem lidir: “E vlâdınızı, y o k s u llu k ko rku su yla öldürm eyiniz, biz onların ve sizin
rızkın ızı veririz; onları ö ld ü rm ek, b ü y ü k g ü n a h tır” (İsra, 31). Şu ayetlerde de
bu cinayetin yasaklandığı g ö rü lü r. M aide, 12; E n ’am , 151; M üm tehine, 12.
Z ira Peygam bere göre, oğlan ve kız fark ı gözetilm eden “evlât, dünyada ışın,
ahrette sevin çtir” (H adis). A dam öldürm e k o n u su n d a kasıtlı olanla olm ayana
gösterilen y ap tırım lar da aynı değildir. A yet ve h ad isler, h er ne şekilde olursa
olsun, âdeta h ak lı o larak adam öldürm eye izin v e rir gibidir; b ir h adiste, “H a k ­
sız yere ka n d ö ken , k u rtu lu ş çaresi b u la m a z” .deniyorsa da, başka b ir hadiste,
“B irçok defalar kan d ö k m ü ş olsa bile, Tanrı, öldürenin tövbesini k a b u l ed er”
m üjdesi verilm iştir. N itek im ayetlerde de yap tırım b ak ım ın d an bazı çelişik em ir­
ler vard ır: “T a n rı’nın, öldürü lm esin i haram ettiği nefsi, haklı durum lar dışında
öldürm eyin iz; bir k im se m a zlu m olarak öldürülürse, onun velisine k u v v e t ve
m usallat olm a (yetkisin i) veririz; öyleyse, mirasçı ö ld ü rm ekte sınırı aşm asın!”
(İsra, 33); yani, ö ld ü ren in velisi, ö ld ü ren d en başkasının kanım dökm esin. Z ira,
Y üce T a n rı, “H a klı olarak öldürülenden başkasının öldürülm esini haram ettiği
bir n efsin ö ld ü rü lm em esin i” em retm iştir (E n ’am , 151). K u r’anda kendilerine
T a n rı’nm sıfatlarım bildirm ekte olan R ah m an ’ın k u lları arasında, “ ... T a n rı’
nın, öldürü lm esin i haram etm iş olduğu n efsi haklı olarak ö ld ü rm ekten başka
suretle asla ka n d ö k m e y e n ler” sayılm akta, aksi h arek et edenler de, başk a gü­
n ahlılar gibi cezaya ç a rp tırıla ca k la rd ır denilm ek ted ir (F urkan, 68). Başka bir
ayette de, “B ir im an etm iş olanı, kasıtlı olarak öldürenin cezası, cehennem dir;
orada kalacaktır. Tanrı ona öfkelen ir, lânet eder ve onun için azap hazırlar”
(N isa, 91). T ü m b u teh d itlere k arşın , tövbe ve im an edenlerle iyilik yapanların
Yüce T an rı ta ra fın d a n k ö tü lü k leri iyiliklere çevrileceği vaat ed ilir (F urkan, 70).
N ihayet m üjde ve u m u t d in i olan M üslüm anlık, h e r çeşit suçluya b ir yarhgam a
ve bağışlam a kap ısı açm ıştır. G ü n ah lıların cehennem de ebedî o larak k alacakları­
nı bildiren b ir ayette, “M eğerki R a b b in başka bir şey irade etm e sin ” (H ud, 107)
haberini verm ekte ve cennetlik o lan ların da, gökler ve yer devam ettikçe orada
kalacakların ı b ild ird ik ten sonra yine, “M eğerki, R a b bin başka bir şey irade et­
m e sin ” denilm ek ted ir (H u d , 108)1. Bu itib a rla dilediğini istediği gibi işleyen
ve h er şeye gücü yeten U lu T a n n ’m n ne yarlıgam asına, ne de öfkelenm esine
güvenilebilir.

(1) Bu ayet, kıyam eti ilgileyen ayetlerle karşılaştırılırsa, akla, yer ve gök-
lerin ebedî olup olm adığı sorusu gelir. Kur'an, k ıya m ette göklerin parçalanaca­
ğını ve yerin tuz buz olacağını bildirir. Bu ayette ise, yer ve göklerin ebedî ol­
duğu anlaşılm aktadır. Bu itibarla bu ayetteki, “Yer ve gökler devam ettiğ i sü­
rece” deyim ini m ecazî olarak sonu gelmez bir zam an uzunluğu, yani ebedîlik
gibi anlam ak gerekmektedir. Aksi halde, ayetler arasında çelişikliğe düşülmüş
olur; veya cennette de yerin ve göklerin bulunduğuna inanm ak gerekir; o za­
m an dünya gökyüzü ile ahret gökyüzünün başka şeyler olup olm adığını düşün­
mem ek olanaksız olur.
A dam öld ü rm en in en bağışlanam az g örüneni, k asıtlı olanıdır. C anilerin a h ­
rette m utlaka ceza göreceklerini savunm uş o lan lar, yalnız M utezile bilginleridir.
Z ira o n lar, insan iradesine değer v e rir ve T an rısal tak d iri ikinci p lan a atarlar.
Hz. M uham m ed, adam ö ld ü ren lerin ah rette u ğ ray acak tan cezayı T a n rı’m n is­
tek ve iradesine bağlam akla b irlik te, b u n la ra , dünyada verilm esi gereken ceza­
ları da unutm uş değildir. Evvelâ Peygam ber, k âfirleri M üslüm an edebilm ek
için, onların M üslüm an olm adan önceki suçlarının hepsini bağışlam ıştır. İm an
edenlerin öldürm e yüzünden uğrayacakları cezalar da pek önem li değildir: “Bir
im an edeni, yanlışlıkla öldüren im anlılar, ö ld ü rü lm üş olanın mirasçılarına bir
diyet verecek ve bir im anlı tu tsa k a za t edecektir. İm anlı o lu p da düşm an bir
ka vim d en birini ö ldürm üş olanlar da, yin e bir im anlı tutsağı salıverecektir. Eğer
bir sözleşim le bağlanılm ış olan herhangi bir ka vim d en birini öldürm üş olursa,
öldürenin mirasçılarına d iyetin i verd ikten sonra bir de tu tsa k azat etm esi ge­
rekm ektedir. T u tsa k azat edecek d u ru m d a olm ayanlar, ik i ay s ü r e k li. olarak
oruç tutacaklardır, bu h ü k ü m , yani oruç, T anrı tarafından tövbenin k a b u l edil­
m esi içind ir" (N isa, 90). A dam öldürenlere b u gibi d u ru m lar dışında verilecek
cezalara gelince, H z. M uham m ed, b u k o n u d a kam u hak ları düşüncesi üzerinde
gereği k a d a r du rm am ıştır. Esasen o, cahiliye A raplarıyla Y ahudilerde v a r olan
kişisel öç alm a duygusunu b iraz hafifletm iş ve b u n u n yaptırım ı otan gelenek­
sel kısas’ı, İslâm şeriatına m al etm iştir. O n u n şeriatında bu cezayı devlet değil,
davacının verm esi k ab u l edilm iştir. Bu şeriatta özgür insanla tu tsak için alm an
diyet eşit olm adığı halde, k ısas’ta eşitlik v ard ır. H z. M uham m ed’den önce Y a­
hudilerle N asran îler, ö ld ü rü len in o n u ru n u d ik k ate alırlardı. Ö rneğin, öldürülen
o n urlu b ir k ad ın için, öldü ren in m ensup olduğu züm reden b ir erkek ö ld ü rü lü r;
ya da o n u rlu b ir erk ek için yine ö ld ü ren in m ensup olduğu züm reden iki erk ek
öld ü rü lü rd ü . T u tsa k la r için de b ir adam öld ü rm ek âdetti. Peygam ber ise, suçu
züm reye b u laştırm am ış, fak at yalnız ö ld ü ren in cezalandırılm asını bildirm iştir:
"E y a kıl sahipleri, kısasta hayat vardır, ta k i adam ö ld ü rm ekten çekin e sin iz”
(B akara, 180) işareti, şu eşit işlem in b ir sonucu olarak b ild irilm iştir: “S ize
adam öld ü rm ekten se kısas fa rz o lundu; özgür, özgür ile; tutsak, tu tsa k ile;
kadın, ka d ın ile. Fakat ö ldürülenin kardeşi, öldüren h a kk ın d a bir şey bağış­
larsa, töreye uym alıdır; Bağışlanan da iy ilik borcunu ödem elidir. Bu, size T a n ­
rınızdan bir ko la y lık ve rahm ettir. B undan sonra h a ddini aşan olursa o, acıklı
azaba uğrar" (B akara, 179). K ısasın u y gulanm asındaki esas, T e v ra t’ta olduğu
gibi, "C ana can, göze göz, burna burun, dişe d iş v e yaralayanların birbirine k ı­
sastır”; fak at, "B ir k im se bu h a k k ın ı sadakasına sayarsa, o ken d isin e kefaret
olu r” (M aide, 45). A ffetm e olayı, bazı koşu llarla cahiliye dönem inde de vardı:
Ö ld ü ren , ö ld ü rü len in obasına girerek o rad ak i ç a d ırlard an b irin in ipini tu ta ­
bilirse, kendisine tan ib , yani çad ır ip in i tu ta n d en ilir ve öldürülm eden aşiret
sınırları dışına sağ o larak çıkarılır. Ö ld ü re n ö ld ü rü lenin, h a tta bab asın ın çadırı
içine girm eyi b aşarırsa, kendisine dah il, yani sığınm ış d en ilir ve bu adam isterse
b ir evlâtlık o larak , ölünceye dek, ö ld ü rd ü ğ ü kim senin m ensuplarına hizm et eder;
ve kendisine d o kunulm az (hocam , Z iya G ö k a lp ’m sosyoloji ders n o tların d an ).
K u r’an, kısasa d air h ü k ü m leri için, “T e v ra t’ta da böyle b ild irm iştik” der ve İn ­
cil ehlinin de, k ita p la rın d a k i h ü k ü m lere uym alarını salık verir1. H z. M uham ­
m e d ’e de, " Sana indirilm iş olan K u r ’a ndaki h ü kü m lere göre h ü k m e t!” em rini
verir. Bir h ad iste de " H ü k m e t, isabet edersen, senin için on sevab, yandırsan
bir sevab vardır” d en ilm ek ted ir (Bu h ad isten , içtih ada ve oy özgürlüğüne önem
verildiği de anlaşılır). Bu üç d ine, n için ayrı ayrı şeriatlar verilm iş olduğu so­
rusu akla gelebilir. B unun k arşılığı, K u r’an d a şöyle bildirilm iştir: "T anrı dile­
seydi, h e p in izi te k ü m m e t kılardı. L â k in sizi, her b irinize verm iş olduğu şey-*
/er/e sınayacaktır. B u itibarla hayırlara yarış edin; d ö n ü şü n ü z Tanrıyadır, o
zam an sizlere, anlaşam adığınız şeylerin neler olduğu bildirilecektir” (M aide, 48).
Ü ç dinde ayrı ayrı şeriat h ü k ü m lerin in b u lu n m ası, d in lerin de sosyal ve tarihsel
b irer k u ru m o lduğuna delâlet eder ve T an rısal em irlerin bile uygulanm ası isteni­
len to plum u n k o lek tif seviye ve ih tiy açların a göre çeşitlendiği ve k ita p lı dinle­
rin , b u n ları tü rlü zam an süreleri içinde tam am layarak ilerledikleri anlaşılm ak-
tıd ır .
K ısas, İsâm da idam cezasının da caiz o lduğuna b ir kan ıt sayılm aktadır.
F ak at H an efî m ezhebi, adam öld ü rm en in çeşitlerini sınıflam ış ve her birine
ayrt cezaların uygulanm asını k ab u l etm iştir. D iğer m ezheplerin de b u k o nudaki
hüküm leri b aşk a b aşk ad ır. Bu b a şk a lık la r bile d in in , tüm b ir geleceği içine ala­
bilen hü k ü m ler verm em iş old u ğ u n u , h ü k ü m lerin zam an ve toplum lara göre
değişm esinin zoru n lu b u lu n d u ğ u n u n u g österir ki, b u n a izin veren b ir hadisin
de bu lu n d u ğ u bilin m ek ted ir. H z. M uham m ed, y u k arılard a bildirm iş old u k ları­
mız dışında b ir kez, kölesini ö ld ü rm ü ş o lan b ir adam ı, dövdürm üş ve sürgün
ettirm işti. D ah a çok bağışlam ayı yeğ tutm asına k arşın , b ir defasında da, b ir
M üslüm an cariyenin başını taşla ezerek ö ld ü ren b ir Y ahudiyi, aynı şekilde ve
kendi gözü ö n ü n d e ö ld ü rtm ü ştü r. K ısas, suçun cezasını, m islile çektirm ektir.
Bu itib arla, b u işlem , suçluya u y gulanırken h a d d i aşm am ak zo ru n lu d u r. K ısas;
yalnız öldü rm e, y aralam a gibi olaylara uygulanan b ir ceza değildir. " H ırsız er­
k e k ve hırsız ka d ın ın ellerini k e sin iz!” (M aide, 38) ayetinden anlaşılacağı gibi,
suça aracı olan organ d a, suçlu sayılarak cezalan d ırılm aktadır. H z. M uham m ed’
in şeriatınd a, ö m rü n d e b ir kez suç işlem iş, belki de b ir d ah a işlem eyecek olan
insan, toplu m içinde, vaktiyle işlem iş olduğu suçun onarılm ası olanağı b u lu n ­
m ayan cezasıyla dam galanm ış olacak, b ir kez yalan söylediği için dili kesile­
cek, b ir kez hırsızlık yaptığı için k o lu k o p arılacak , — tövbesi ah ret cezaların­
d an k u rtu lm asın a hizm et etm iş olsa bile— in san lar arasında ölünceye dek suçlu
ve sakat b ir y aratık o larak sürü n m ek ten k u rtu lam ay acak tır. Suçların önüne ge­
çebilm ek için, b u n a neden o lan etkenleri o rtad an k ald ırm ak gerektiği halde,
şeriat hükü m leri b u noktaya hem en hiç b ir şekilde değinm em iş, toplum un b u
k o nudaki so rum luluğunu hesaba k atm am ış, h a tta k ad e r inancına da aykırı
o larak suçluyu, edim lerini özgür iradesiyle yaratm ış b ir kişi saym ak suretiyle
cezalan d ırm ak tan çekinm em iştir. Çağım ız h u k u k u suçlunun sağlık du ru m u , geç­
m işi, h ali, suç işlem esinin n edeni, suç esnasındaki k o şu lla rı... vb. araştırır, h a­
fifletici ve ağırlaştırıcı d u ru m ları inceler; cezayı, b ir öç alm a, b ir m isliyle k ar­

tı) Tevrat’ta Huruç (XXI, 21); L evililer (XXIV, 17-23); Tesniye (XIX,
21) bölümlerinde kısas emirleri tekrar edilmiştir.
HUKUK

şılam a, bir ö d ünlctm c değil, top lu m u n k u tsal h ak ların ı koru m ak vc olabildiği


k a d a r b ir bireyini d ah a b ü sb ü tü n yitirm em esi için gereken çarelere başv u ra­
rak h ak ve ad alet ad ın a verir. L ayik v icdanın b u anlayışı, in san ların zihin ve
vicdan b ak ım ın d an en az 1400 yıl önceki in san lard an ve h a tta peygam ber vic­
d a n ın d a n çok ü stü n b ir yetkinliğe ulaşm ış o ld uğunu gösterir. Ö teden beri sa­
vaşlarda, yenilgiye uğrayan d üşm an k rallarıy la kom utan ya d a şefleri, savaşı
kazanm ış olanın uygun b u ld u ğ u b ir cezaya çarp tırılırla rd ı. İlkçağ devletlerinde
siyasal h u k u k adın a billurlaşm ış ve u lu slar arasın da k ararlaştırılm ış o rta k k a­
n u n lar ve antlaşm alar p e k de v a r olm adığı için, b u cezalar keyifsel ve zalim ce
olu rd u . Z ap ted ilm iş k e n tle r h alk ın ı to p tan öld ü rm ek, tu tsak ları k ılıçtan geçir­
m ek, şefleri yakm ak, işkenceyle ö ld ü rm ek , fatih lerin g u ru r ve güçlerini yücel­
ten b ir işlem sayılırdı. K u r’an da b u işlem i kaldırm ış değildir: “Tanrı ile pey­
gam berleriyle savaşan ve yeryü zü n d e fesat çıkaranların cezası, ö ld ürülm ek, asıl­
m a k ya da her biri bir yandan o lm a k üzere, birer el ve ayakları kesilm ek, ya h u t
yerlerinden sürgün ed ilm ektir. Bu ceza, onları dünyada rezil edecektir; onlara
ahrette d e b ü y ü k azap vardır” (M aide, 33). İk in ci D ünya S avaşından sonra, m u­
zaffer u luslar, savaş suçluları için ayrı b ir m ahkem e k u rm u şlar ve b u suçluların
elebaşılarını cezalandırm ışlardı. F ak at b u işlem de, o n ların b ir savaşa neden ol­
m alarından çok, insan lık v icdanının em rettiği erdem lere uym am ış olm aları b ü ­
yük rol oynam ıştır. Ç ağım ızın b u k o n u d ak i inanç ve düşünceleriyle eski çağ­
ların anlayışı arasın d ak i fark ları açıklam ak konu m uzun dışındadır. H z. M u­
ham m ed, yalnız bireysel sorum luluğu değil, k o lek tif sorum luluğu da kabul et­
m iş, toplu m ların hiç olm azsa ah rette kitle h alin d e cezalandırılacaklarım b ild ir­
m iştir. Bir ayette, h er u lu su n kıyam et günü diz çökeceği, kendi k itab ın ın b a ­
şına çağrılacağı ve o n lara, dünyada y ap tık ları işlerin karşılığı verilm iş olacağı
bild irilm iştir (Casiye, 28).
Suçun niteliği ne o lursa olsun, ah ret azap ların d an k u rtu lm an ın tek çaresi,
tövbe ve p işm an lık tır. H z. M uham m ed, şeriat y ap tırım larının pek şiddetli gö­
rünm esine k arşın , tövbeye, affa, yarlıgam aya davet eden bildirileriyle insan vic­
danında ilkel ru h la rın sertlik ve kabalığım hafifletm eye çalışm ışsa da, bu b il­
d irile r b irtak ım te red d ü tlü ve k ararsız d u ru m ların doğm asına da etken olm uş­
tur. G enel o larak A rap lar arasın d a ve aşiret seviyesini açm am ış olan diğer İs­
lâm to p lu m larm d a h âlâ kan davası sü rü p gitm ekte ve T a n n ’nın m erham etine
sığınarak adam öldü rm ek ten ve tü rlü rezillik lerd en vazgeçm eyen in sanların sa­
yısı pek de azalm am aktadır. Bu da gösteriyor ki, insanı erdem e götüren yol,
din b u y ru k ların ın vaat ve teh d itleri değildir. Bilgisiz züm relerin dine olan bağ­
lılıkları, diğer zü m relerinkine kıyasla d ah a güçlü ise de, işlenen suçların en
korkuncu ve çoğu da, bu züm reden m eydana gelm ektedir. Bu itibârla bize göre,
b ir toplum da suçu doğuran rezilliklerin artm ası, dinsel duyguların zayıflam a­
sıyla ilgili değildir. D inin, h a tta devlet gücü olarak en nüfuzlu - olduğu dönem ­
lerde ve to p lu m lard a işlenen suçlar, b u duyguların fonksiyonlarını az çok yitir­
m iş olduğu to p lu m lard ak in d en ne nicelik, ne de nitelik itibarıyla daha h afif
değildir. T anrıbilim cilerle ta rik a t ve m ezhep ahlâk çılarının verm iş o ld ukları bazı
ö rn ek le r, eğitim sel am açlar taşıyan tek o lg u lard ır ki, b u n la rd an d ah a üstün ve
yüksek örn ek ler, çağım ız to p lu m larm d a da fazlasıyla vard ır. A nlaşılıyor ki, in­
sanları erdem e ve rezilliğe götüren etk en ler, toplum sal koşullarla bireylerin o r­
ganik yapı ö zellikleridir. Layik ve o lum lu k ü ltü r telkinleriyle, suçlara neden
olan toplum k o şu lların ın düzenlenm esi, bireylerin hayat seviyelerini yükselt­
m ek ve hayat savaşlarında başarıyı kolaylaştırm ak, d em o k ratik disiplini bilinç­
lendirm ek, işsizliklere son v eren ekonom ik girişim lerin akılsal organizasyonu...
gibi tü rlü ted b irler, su ç la n hiç olm azsa azaltm a b ak ım ın d an k u tsal em ir ve yap­
tırım lard an p ek ü stü n b ir y a ra r sağlarlar. Bu gerçeği anlam ış olan u luslar, k u t­
sal k itap la rd a b ild irilen em irlerin eskim iş ve uygulanm asına b u g ünkü insan se­
viyesinin izin verem eyeceği k ısım larım b ir yana a ta rak , insanlığın o n u r ve hay­
siyet duygusunu yüceltm eye, kişi ö zgürlük ve hay atına değer veren b ir erdem e
akıl erdirtm eye çalışm ak tad ırlar.
Hz. M uham m ed, top lu m u n uyum ve düzen içinde yaşayabilm esi için ge­
reken ad alet ve erdem ü lk ü sü n ü , tüm b ireylerin v icdanına etkin b ir ödev ola­
rak yerleştirm ek istediği için b ir hadisin d e şöyle dem iştir: “S izden, k ö tü bir
şey gören kim se, onu eliyle bozsun; buna gücü yetm ezse, diliyse bozsun, buna
da gücü yetm ezse, onu ka lb iyle in kâ r etsin; fa ka t bu, im anın en za yıf y ö n ü d ü r”.
Y ani b ir k ötülüğü görüp de o nu sadece k alb in ret ve in k â r etm esi yetişm ez.
K ötülüğü edim sel o larak k ald ırm ak için uğraşm ak, gerekirse, bu uğurda ken­
dini feda etm ek de zopunlu b ir ödevdir. Bu, din ve im an bak ım ın d an , genel
h ak ve esenlikleri sağlam ak için b ireylerin eylem özgürlüğü onaylanıyor de­
m ektir.

K A D IN H A K L A R I

H z. M uham m ed’in kam u h a k la n arasın d a önem verm iş olduğu b ir konu


da, aile h u k u k u dolayısıyla k ad ın so ru n u d u r. Biz bu konuyu, b u rad a sadece
h u k u k cephesiyle değil, Peygam berim izin k ad ın h ak k m d ak i ilgi ve tasarım ları
b akım ından da inceleyeceğiz. B ir h ad isin d e, H z. M uham m ed, “Bana d ü n ya n ız­
dan üç şey sevdirildi: K adınlar, g ü zel k o k u , nam az. A m a gözüm nam azda ay­
dınlanır” dem işti. İb ad eti k ad ın a yeğ tu tm asın a k arşın , kad ın ı da sevgililer a ra ­
sında saym ış olm ası, o n u n b u konuya önem v erdiğinin de b ir k a n ıtıd ır. G er­
çekten de Peygam berin, ilk k arısı H z. H atice ö ld ü k ten sonra, hayatı boyunca
ilgisini en çok çekm iş o lan k ad ın la rd ır. O n u n dünya anlayışını da kapsayan şu
hadisinin anlam ı çok d erin d ir: “D ünya bir m eta ve dünya m etaının en hayırlısı
(salih) ka d ın d ır”. F ak at o, k ad ın ın tehlikesini de bilm ez değildir; b ir hadisinde,
“Onlar, diyor, şeytanın ipleridir”. K u r’an d a k a d ın ların asla ihm al edilm edik­
leri de gö rülm ektedir: Y alnız peygam berlere değil, arılara bile esirgenm em iş
olan vahyin k ad ın la rd a n da esirgenm em iş olduğunu kutsal kitabım ızdan öğre­
niyoruz. V ahiy sözcüğünü h atırlatm ak anlam ına k ab u l etsek bile, b u konuda
Yüce T a n rı’m n erkekle k ad ın arasın d a büy ü k b ir fark gözetm ediği anlaşılır.
K u r’anda H z. M u sa’nın annesine ve H z. M eryem ’e vahyedildiğindcn söz ed il­
diği gibi, A hzap suresindeki b irço k ayetler de eşlerinin Peygam bere yapm ış
o ld ukları b ir sitem dolayısıyla, iki cinse b ird en h itap etm ektedir. T a n rı, k a d ın ­
ları dünya vc a h re t nim etlerin d en yoksun bırakm adığı gibi, İslâm h u k u k u n d a
k ad ın ların h a k la rı da T a n rı em irleriyle güvence altın a alınm ıştır ve onlara da
erkeklerden istenen dinsel, hayatsal ve sosyal ödevler yükletilm iştir. Cahiliye
dönem inde A rap ailesi an aerk ild i (m atriarcal); ve kadın hak k ın d ak i kolektif
(asarım lar, bu aile tip in in gerektirdiği anlayışa uygundu. H z. M uham m ed, k a­
d ın ın yaradılışı itibarıyla erkeğe benzem eyen ayrı b ir ru h ve beden yapısına
sahip olduğunu anlam ış, onun alınıp satılan b ir eşya, b ir asalak olm am asını
sağlam ak istem iştir. K endi özel yaşam ında H z. H a tice ’nin ölüm üne dek k a ­
dına fazla ilgi duym am ış olan H z. M uham m ed, b u değerli eşini y itird ik ten son­
ra, belki de siyasal ve ahlâk sal b ir zo ru n lu lu k la latif cinse karşı fazla yakınlık
du y m u ş,-tü m İslâm h ü k ü m d a r ve aristo k ra tla rın a ö rnek olan b ir harem dairesi
de k u rm u ştu r. E şlerinin h er çeşit k ap rislerin e, k ısk an çlık ların a göz yum m uş,
bunları kadınlığın doğal b ir içgüdüsü ve âdeti saym ıştır. O , h e r sabah nam azın­
dan sonra eşlerinin odaların a giderek o n ları b ire r b irer ziyaret eder, gönüllerini
alırdı. En genç, en oynak ve ken d isin in en çok sevdiği H z. A yşe’nin tü rlü ho p ­
palıklarına k atlanm ıştı. B ir d efasında eşlerinden H z. Ö m er’in kızı H afsa, k e n ­
disine bal şerbeti ikram etm işti; b u n u gören cariyesi, olayı H z. A yşe’ye haber
verince, kıskançlığı coşan genç k ad ın , öteki k um alarını k ışk ırtarak Peygam beri
k ü stü rm ü ştü . T arih te Ifk olayı denilen olay d a, H z. A yşe’nin b ir dikkatsizliği
yüzünden m eydana gelm işti. H z. M uham m ed, saçlarını A yşe’ye ta ra ttırırd ı; ni­
tekim Yüce T a n rı’ya da onun dizlerinde k avuşm uştu. Enes bin M alik’in an lat­
tığına göre, Peygam ber, k a d ın la rın d a n b azıların ın yanındayken, b ir başka zev­
cesi kendisine, b ir k ap yem ek gönderm iş, H z. Ayşe, b u n u getiren hizm etçinin
eline v u rm ak suretiyle yem ek tabağını yere düşü rtm üş ve tab ak ikiye b ö lün­
m üştü. Peygam ber, b u iki parçayı b irleştirerek , d ökülen yemeği içine d o ld u r­
m uş ve o rad ak i eşlerine yem elerini em retm işti. O n u n aile hayatına d air türlü
öyküler nakled ilir. T ü m b u n la rd a n an larız ki H z. M uham m ed, k ad ın ları o ld u k ­
ça iyi tanım ış, o n ların zayıf ve güçlü yönlerini iyi kavram ış, gösterdikleri tep ­
kileri, yarad ılışların ın doğal b ir belirtisi saym ıştır.
H z. M uham m ed, b ir h ad isin d e, " İm a n edenlerin en ku su rsuzu, karısına
karşı güler yü zlü lü ğ ü yle seçkinleşm iş o la n d ır” der. O , erkeklerin k ad ın ları hor
görm em elerini, boşam ak ya da b aşka tü rlü tehd itlerle k arıla rın d a n para sızdır­
m aya kalkışm am alarını em reder. “Kadınlar, erkeklerin kaburga kem iğinden ya ­
ratılm ıştır, onun eğri taraflarını d ü zeltm eye uğraşırsanız kıra rsın ız” d er ve baş­
ka b ir hadisin d e de, “C ennet, annelerin ayakları altındadır” diyerek, erk ek le­
rin bencil ve k ab a ru h la rım inceltm eye çalışm ıştır. Peygam ber, k ocalara, d ik k at
etm eleri gereken bazı ince d irek tifler verm eyi de ihm al etm em iştir. C a b ir’in
nakletm iş olduğu b ir h adise göre, H z. M uham m ed, b ir erkeğin seferden d ö n ­
düğü zam an, şehre gece gelm işse, ailesinin y anına gitm esini uygun bulm am ış­
tır. Z ira b u su retle k ad ın ın a k lın a, kocası ta ra fın d an k o n tro l ediliyorm uş gibi
b ir düşüncenin gelebileceğini, b u suretle de aile saygı ve güveninin sarsılabile-
ceğini belirtm iştir. Buna k arşılık k a d ın la rın da k irli iş elbiseleriyle kocalarının
yanm a sokulm am alarını em retm iştir. E bu Said-i H u d ri’nin anlattığı b ir hadiste de
Peygam ber, b ir k ad ın ın , “Y a n ın d a kocası ya da ke n d i ya kın akrabası b u lun­
m adan, ik i g ü n lü k m esafeye sefer etm em esin i” ih tar etm iştir. H ac k o n u sunda,
bir k ad ın , kocası razı olm asa d a, yanında m ahrem lerinden b iri bulunm ak ko­
şuluyla, farz olan b u ödevi yerine g etirebilir. T u tsak larla erginlik çağm a girm iş
olan çocukların, sabah nam azın d an önce ve öğle- sıcağı esnasında, b ir de yatsı
nam azından sonra, izin alm adan ebeveynlerinin odasına girm em elerini, zira bu
üç vakitte onların çıplak b u lu n d u ğ u n u , başk a zam anlarda ise birb irlerin i ser­
bestçe görüp etra fla rın d a dolaşabileceklerini b ild irm iştir (N ur, 58). K adının
iffet ve o n u ru n u k orum ak için fazlasıyla titiz ve adaletli b ir vicdan taşıyan H z.
M uham m ed, zinanın ve k a d ın la r aleyhindeki d ed ik o dularla iftiran ın önüne geç­
m ek için, dünya ve ah ret yaptırım larını açıklayan ayetlere nail olm uştur: “Z ina
eden kadınla zina eden erkekten h er birine hem en y ü z d eğnek vurun; bunlara
T a n rı’m n d in in d e acım aya ka lkışm a yın ve im an edenlerden bir taife de azap­
larına ta n ık olsun. Z in a eden erkek, zina eden bir kadınla, m ü ş fik bir ka d ın ­
dan başkasıyla nikâhlanam az, bu im an edenlere haram edildi. İffe tli kadınlara
sıçratan (iftira eden) sonra da dört ta n ık getirem eyen kim selere de, seksen değ­
n e k vurun ve bunların tanıklığını ebed î olarak ka b u l e tm e y in " (N ur, 2-4). G erek
tefsirciler, gerek fık ıh çılar, değneğin k alınlığını, u zunluğu, cinsi, suçluya v u ru ­
lu rk en elin ne k a d a r k ald ırılıp ne k a d a r şiddetle vu ru lm ak gerektiğini açıkla­
mak için tü rlü teklif ve tahm inlerde b u lu n u rlar. K u r’an, zina etm eyenleri, Rah-
m an ’ın beğenilm iş kulları arasında sayar (F u rk an , 68); ve zinayı şiddetle redde­
d er (E n ’am , 151). K arısını zina ile su çlan d ırıp kendisinden başka tan ık getire­
meyen ve doğan çocuğunu da bu k u şk u ile reddeden koca, doğru söylediğine d a ir
dört kez üst üste, “Tanrı h a k k ı için yem in ed erim ” diyerek ant içecek ve b ir
kez de, “T a n n ’m n lanetine uğrayayım ” diyecektir. K adın da d ö rt kez üst üste,
“A n t içerim ki, kocam yalan sö ylüyor” diyecek ve b ir kez de, “T a n rı’nın lane­
tine uğrayayım ” sözünü söyleyecek o lursa cezadan k u rtu lu r; "T anrı, yarlıga-
yıcı ve m erham etli olm asaydı, sizi hem en cezalandırırdı, fa ka t O , tö vb eyi ka ­
b u l edici ve bilgedir (N ur, 6-10). K uşkusuz, b u an t içm eler, gerçekten im an edip
in andıkların a uyabilecek kim seler için b ir y arar sağlar, yoksa vara yoğa yem in
etm eyi âdet edinenler, tövbenin k an a tla rı altın a sığınarak rezilliklerine devam
etm ekten çekinm ezler. Bu' itib arla İslâm fık ıh ın d a L ian denilen bu yaptırım ın,
bugün için ne huku k sal ne de ahlâk sal b ir değeri vard ır. H z. M uham m ed, asi
ve küstah k ad ın ları eğitm ek için de T a n rı’nm şu ş e r’î tedbiri em rettiğini b ild ir­
m iştir: " D ik başlılıklarından tasalandığınız kadınlara gelince, evvelâ kendilerine
öğüt vererek, sonra yattıkları yerde te k başına terk ediniz; yine dinlem ezlerse
dövün; d in led ikleri takdirde in citm eye bahane aram ayın. Eğer karı koca ara­
sının açılm asından tasalanırsanız, her ik i taraftan da birer h akem gönderin
bunlar, gerçekten barıştırm ak isterlerse, Tanrı, aralarındaki dargınlık yerine ge­
çim verir” (N isa, 33). D övm ek gibi b ir ted b irin insan haysiyeti bak ım ın d an b u ­
g ü nkü anlayışım ıza uym ayacağı doğal olm akla b irlik te, o dönem lerde k adınlara
uygulanan işlem lerin ağırlık ve vahşîliği karşısın d a, H z. M uham m ed’in b ild ir­
diği em ir, taşıdığı soylu am aç itibarıyla yepyeni sayılm alıdır.
Hz. M uham m ed, cahiliye dönem inin, aile pro tokoluna önem verm eyen ve
m esken dokunulm azlığı düşüncesini bilinçle kavram am ış olan ilkel davranışla­
rını da düzeltm ek için, âdeta b u g ü n k ü anlayışım ıza uygun birtak ım k u ralları.
b irer T an rı buyruğu o larak bildirm iştir: “E y im an edenler, k en d i odalarınız­
dan başka odalara, sahiplerinden izin alm adan ve selâm verm eden girm eyiniz,
bu sizin için hayırlıdır. O nlarda bir k im se bulam azsanız, size bir izin verilm e­
d ikçe içeriye girm eyiniz ve eğer size d ö nün denilirse, hem en dönün; bu siziıv
için daha hayırlıdır. O turulm ayan ve içinden yararlanm a y e tk in iz bulunan oda­
lara girm enizde sizin için bir günah y o k tu r ’’ (N u r, 27-29).
K adınları, o dönem lerde de hiç eksik olm ayan her çeşit iftirad an korum ak
ve kadın yüzünden doğabilecek k ö tü olayların önüne geçebilm ek için, onların
örtünm eleri ve evlendirilm eleri de ş e r’î em irlerle b elirtilm iştir1. H z. M uham ­
m e d ’in kendi eşleriyle kızları ve diğer im an edenlerin k arıları için bildirilm iş
olan örtünm e (hicap) ayetleri, tefsircilere göre, şu sırayı izlem iştir: Evvelâ k a­
dınların sadece yüzlerini örtm eleri, sonra harem le selâm lığın ayrılm ası, daha
sonra da büyük b ir ihtiyaç olm adıkça evlerinden dışarıya çıkm am aları. O dö­
nem de evlerin helaları olm adığı için, k ırlara çıkm ak gerekm ekteydi; bu nedenle
kadınların gece, u zaktan tanınm ayacak şekilde giyinm iş olarak çıkm aları b il­
diriliyordu. G ün d ü z bu ihtiyaçlarını giderm e zo ru n da olan k ad ın ların ne vapa-
caklarına d air hiç b ir b ild iri yoktur. H arem le selâm lığın ayrılm ası için özellik­
le Peygam bere ayrı b ir pro to k o lü n em redilm e nedeni. C ahş’in kızr Z ey n eb ’le
evlendiği gün, Peygam berin odasına gelen davetlilerin gevezeliğe dalm ış olm a­
ları ve Z ey n eb ’in arkasını k o n u k lara çevirerek o n ların arasında uzun b ir süre
o tu rm ak zo ru n d a kalm asıdır. T efsircilerin anlattığına göre, örtünm e ayetleri
inm eden önce, bu ted b iri H z. Ö m er teklif etm işti. Bu ayetlerin en önem lisi
şu dur: “İm a n edenlere, de ki, gözlerini çevirsinler, utanacak yerlerini saklasın­
lar, görünen şeylerden başka olan süs yerlerini açmasınlar, başörtülerini yaka­
larına çeksinler, süslerini kocalarından, ya h u t k e n d i babalarından, yahut koca­
larının babalarından, yahut k e n d i oğullarından, yahut iivey oğullarından, yahut
k e n d i kardeşlerinden veya kardeşlerinin oğullarından, ya h u t kadınlardan veya
ö z malları olan tutsaklardan, yahut kadınlarla ilgileri kalm am ış erke k h izm et­
çilerden, ya h u t kadın çekim in in ne olduğunu bilm eyen çocuklardan başka k im ­
seye gösterm esinler ve gizledikleri süsleri a nlatm ak için ayaklarını birbirine vur­
m a sın la r...” (N u r, 31). Bu ayetten açıkça anlaşılacağı gibi örtünm eden am aç,
erkekleri kendilerine çekecek şekilde açık saçık, cinsel içgüdüleri kışkırtacak
tarzlarda görünm em ekten ib arettir. Ö rtü n m e k o n u sunda verilm iş olan şu em ir
de d ikkate değer: “N ikâ h u m u d u kalm am ış olan em ekli kadınların bir süsle
gösterişe çıkm am aları ko şuluyla çarşaflarını bırakm alarında, kendilerine bir gü­
nah yoktu r. Fakat iffe tli olarak sakınm aları ken dileri için daha hayırlıdır”
(N ur, 60; A hzap, 55). D em ek ki, âdetten kesilm iş, yaşlı k ad ın ların süslenm e­
lerinde şe r’î b ir sakınca yoktur. E lverir ki onlar, başkalarına süslü görünm e
hevesine düşm esinler. Asıl günah olan b u d u r. Bu konuda bildirilen şu ayet de o
dönem in k ad ın ve erk ek ilişkileri b ak ım ın d an ö rtünm enin nedenini açıklam ak­
tadır: “E y Peygam ber, eşlerine ve k ızm a ve im an edenlerin kadınlarına de ki,
çarşaflarını sıkı örtünsünler; bu, onların tanınm am alarına, tanınıp da eza edil­

(1) Kadının çalışm asına izin veren bir peygamberin, onları, um acı haline
getiren kıyafetlere bürünm esini elbette isteyem ezdi (Nahl, 97; Nur, 30-31).
m em elerine en elverişli olandır” (A hzap, 59). D em ek ki kapatılm anın nedeni,
o n ların bilgisiz ve ilkel b ir top lu m u n hayvanca tu tk u ların ı dizginlem ekten âciz
olan saldırgan erk ek lerin d en k o ru n m ak tır. Şu h alde k a d ın ların çarşafsız gez­
m elerine alışm ış olan b ir to p lu m d a, b u ted b ire ihtiyaç y o ktur. Belki de b u ted­
birde, H z. M uh am m ed ’in kişisel deneyinin de rolü v ard ır: Evlâtlığı olan Z ey d ’in
karısı Z ey n eb ’i görünce, peygam berliğine k arşın o n a karşı uyanan duygudaşlığı
(sym pati) belirtm ek ten k en d in i alam am ıştı. İslâm dini genişleyip M üslüm anlar
zenginleştikçe, servet ve refah ın y anıbaşında diğer kavim lerin de A rap toplu-
m una karışm ış olm aları, gittikçe a risto k ra t ve zengin b ir sınıfın türem esi ve
bu sınıfa m ensup olan k a d ın ların d ah a güzel, beyaz ve seçkin oluşları, onları
y abancıların hayvansal tu tk u la rın d a n u zak tu tm a ihtiyacını da u yandırdı. Y al­
nız cahiliye dönem inde değil, h a tta H z. M uh am m ed’in vaızları esnasında bile,
A rap k ad ın ları p ek lâu b ali ve âd eta çıp lak ve k ışk ırtıcı pozlarla yattıkları yerde
on u dinlem ekten çekinm iyorlardı. Peygam ber, hayasızlığın özellikle k adını faz­
lasıyla adileştirdiğini anlam ış olduğu için d ir ki, o n lara v ak a r ve haysiyet d ü ­
şüncesini verm ek suretiyle hem erk ek leri, hem de k a d ın la n yüceltebileceğin i
um ut etti. Bu itib arla İslâm da örtü n m e, b ir zam anın ihtiyaç ve koşullarından,
yani b ir dönem in uygarsal seviyesiyle insan özgürlüğü ve kişiliği h ak k ındaki
yanlış anlayışların d an doğm uştur. K adınını k apatm ış olan hiç b ir toplum , uy­
garlık yolunda ileri gitm iş değildir. K adınlarını k a p atan u luslar, kendi k en d i­
lerini alçaltıyorlar dem ektir. O n lar, fa rk ın d a o lm adan annelerinin, eşlerinin,
k ızlarının, k ad ın olan tüm ak ra b a la rın ın iffet ve o n u rların d an k u şkulanıyorlar
ve o n ların b ir erk ek tarafın d an k o ru n m ad ık ça, başka erkeklerin saldırganlığın­
d a n olduğu k a d a r da kendi kap rislerin in şerrin d en k u rtu lam ayacaklarına inanı­
yorlar dem ektir. Ü stelik erk ek o larak k en d i b ireylerinin de, b ir kad ın a saygı
duym ayacak, onlara sald ırm ak tan utanm ayacak denli insanlık sıfatların d an yok­
sun o ld u k ların ı k ab u l etm ek dem ektir. O ysaki k ad ın ı k apatm akla erkekler ve
o n lar, dah a iffetli olm azlar. K apalılık, g ü n ah işlem e ihtiyaç ve eğilim ini daha
fazla a rtırır. K apalı insan kendini gösterm e özlem inden kurtulam ayacağı gibi,
kapalı insan ve nesneler karşısın d a b u lu n a n la r d a, b u n ları hiç olm azsa gizlice
görm e isteğinden k en d ilerin i alam azlar. K adını k apatm ak, onu ebedî olarak
bilgisiz, âciz, asalak, bireysel h a k ve ö zg ürlüklerden yoksun, kişisel girişim
güçleri çalınm ış, kocasının ve ço cu k ların ın gözlerinde bile daim a şeytana uya­
bilen b ir zavallı h alin e getirir. E vleri küm esleştiren ve toplum u kıskanç b ir şeh­
vet kasırgasına tutu lm u ş ve b u n a k arşın , zinanın önüne geçme psikozu haline
getiren ulu slar, yüzyıllardan b eri m istik, sinsi, h e r çeşit uygarsal bilgi ve dav­
ranıştan, estetik h azlard an yoksun, açık ru h lu in sanlar o lm aktan uzak b ir sürü
halinde k alm ışlard ır. K ad ın ın iffet ve haysiyeti, onu kap atm ak la değil, ona va­
kar ve o n u r duygularını aşılayan b ir eğitim ve bilgi verm ekle sağlanabilir. Hz.
M uham m ed’in am acı, o nları hem h u k u k b ak ım ın d an ko ru m ak , hem de ahlâk
bak ım ın d an yüceltm ek ve cahiliye dönem inin geri kalm ış alışk an lıklarından ve
törelerinden k u rtarm ak tı. Y oksa, k ad ın ın çalışm asına ve toplum içinde kalm asına
engel olm ak değildi. M ek k e’nin fethinde k a d ın ların da Peygam bere b iat ettiril­
m eleri, o n ların y u rttaşlık h ak k ın ı onaylam ak olduğu gibi, d ah a sonra k u ru l­
m uş olan İslâm devletlerinde, k ad ın ın askerlik , b ilim , devlet ve h u k u k işle­
rinde yüksek görevler alm ış olm aları da H z. M uham m ed’in, k ad ın ları sosyal,
siyasal ve k am u işle rin d e n m eneden h iç b ir em ir verm em iş olduğunu gösterir.
İslâm devletlerinde yetişm iş k ad ın h ü k ü m d a rla rın sayıları k a d a r da hizm etleri
unutulm ayacak o lan ların ın sayısı önem siz değildir (bkz. Bahriye Ü çok, ‘İslâm
D evletlerinde K adın H ü k ü m d a rla r’, A n k ara, 1965).
T e v ra t’tan öğrendiğim ize göre, M üslüm anlıktan önce A rap ların da uym ak
zorunda b u lu n d u k la rı b ir töre v a rd ı; b una göre, kocası ölen k a d ın , b ir m ülk
olarak m irasçılarına k a lır ve k ayınbiraderiyle evlenm eye m ecbur edilirdi. Hz.
M uham m ed, bu k ö tü âdeti k ald ırd ı: “S iz ey im an edenler, kadınlara ke n d i iş­
leklerine aykırı olarak m iras yoluyla sahip o lm a n ız... caiz değildir” (N isa, 18).
Bir hadiste “N ik â h ancak veli ile ya p ılır” yani ebeveynin rızası olm adan nikâh
kıyılam az, deniliyorsa da b u , erginlik çağına gelm eyen k ızlar için geçerlidir.
M üslüm anlıkta k ızlar için erginlik yaşı bedevi tö relerine uygun o larak (9) vaş-
tır. Peygam ber H z. Ayşe ile, b u kız (6) yaşında iken nişanlanm ış ve (9) yaşında
iken evlenm iştir. İm am H a n b e li’ye göre, (9) yaşını b itiren b ir kız çocuğunu velisi
evlendirebilir. İslâm şeriatında cariyeler ve tutsak k ad ın larla nik âh lan m ak zorunlu
değildir. B unlara sahip o lan ların d iledikleri zam an o n larla cinsel ilişkilerde b u lu n ­
m aları zina sayılm az. B unun için d ir ki, servet ve ik tid a r sahibi olan aristo k ratlar,
saraylarınd a, k o n ak ve m alikânelerinde d iledikleri k ad ar odalık, gözde ye m etres
k ullanm ak tan çekinm em iş ve hem en b ü tü n İslâm m ezhepleri, k ad ın ın esir p a za r­
larında satılm asına, savaş ganim eti o larak paylaşılm asına izin verm işlerdir.
K ızların erginlik y aşlarından son ra k en d i istekleriyle ve istedikleriyle evlenm e­
lerine ve m alların ı serbestçe yönetm elerine, gerekirse m ukavele yapm alarına,
m irastan y a ra rla n m ala rın a ... vb. d a ir tü rlü h a k la r, Peygam ber sayesinde şe r’ı
b ir değer ve yüküm h alin i alm ıştır1.
K u r’an, H z. M uham m ed’in eşlerini, im an edenlerin an aları saym ış (A hzap,
6) ve sosyal d u ru m ların ın yüksekliği dolayısıyla o n ların süslenm elerini, b aşka­
larına görünm em elerini, k en d ilerin d en b ir şey isteyecek o lan larla, ciddî b ir ağır
başlılıkla kon u şm aların ı em retm iş olduğu halde, öteki İslâm k a d ın ların ın e r­

(1) Tevrat’ta, “K adınlar üzerinde erkek elbisesi bulunm asın ve kadın


erkek elbisesi giym esin...” (Tesniye, XXII, 5) emri verilir ki, bu konuda bir de
hadis vardır. In cil’de, “K adın ın örtüsüz olarak Tanrı’ya dua etm esi lâyık m ıdır?”
(Paulos’un K oren tlilere K itapçığı, XI, 13; 5-7) denilir. Sam î kavimler genellikle
erkeği kadından üstün saydıkları için onların bazı doğal haklarını bile sınırla­
mışlardır. Talm ud'da kadının saçları ile sesleri, çıplaklıkla eşdeğer sayıldığım
görmekteyiz. Zira, “Erkek başı, İsa’dır; kadın başı, erkektir. İsa’nın başı T anrı­
dır. Erkek başını kapatm am alıdır. Çünkü o. T anrının suret ve onurudur; fakat
kadın, erkeğin onurudur. Erkek, kadından çıkarılm ış değildir, am a kadın erkek­
ten çıkarılm ıştır”. Saint-Paulos, K orentlilere yazdığı birinci kitapçığında (XI, 3;
XIV, 34-35) zira, bu havariye göre, “K adınlar erkeğin onuru (şeref), erkekse
Tanrının onurudur.” Kadınların, arsızca hareketlerini kınar. Onların Kilisede
asla konuşm am asını, soru sorm am asını önerir ve der ki: “D illerden faydalanm a
kadınlar için değildir; onlar, kocalarına başeğm eli. Bazı şeyleri öğrenm ek iste r­
lerse, evlerinde kocalarına sorm alıdırlar. Bir kadının kilisede başı açık görünm esi,
orada başlarının kazın m ış veya ustura ile tıra ş edilm iş kadar utandırıcıdır. Me­
lekler bile örtünm elidir". Anlaşılıyor ki Yahudi şeriati kadar da İsa şeriati ka­
dınları erkeklerle asla eşit saymamıştır.
keklere görünm elerinde b ir sakınca belirtilm em iştir (A hzap, 53). N itekim Pey­
gam berin eşleri, bazı aşırılık ları dolayısıyla şu ih ta rı alm ışlardır: "E y Peygam ­
berin kadınları, siz kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz, eğer takvalı olur­
sanız. Söylerken kırıtm a yın da yüreğinde bir m araz bulunan tam aha düşm esin;
gü zel ve doğru söylesin. H em d e evlerin izd e vakarınızla du ru n da cahiliye dö­
n em in d e k i çıkış gibi süslenip çıkm ayın, nam az kılın , ze k â t verin, T a n rı’ya ve
elçisine itaat edin. Tanrı sizd en k iri u zaklaştırm ak, ehl-i beyti (Peygam berin h a­
rem dairesine m ensup olan k a d ın la r dem ektir) tertem iz k ılm a k istiyor” (A hzap,
32-33). Peygam bere, k a d ın ların da erk ek ler ü zerinde hak ları olduğu, şu ayetle
bildirilm iştir: “Kocaların törede olan kadınlar ü zerin d eki hakları gibi, ka d ın ­
ların da kocaları ü zerin d e hakları vardır”. Y alnız bu bild irin in sonu, erkeğe
bir üstü n lü k payı ayırır: "E rkeklerin kadınlar ü zerinde dereceleri vardır” (N i­
sa, 229). Başka b ir ayette de, "E rkekler, kadınlardan ü stü n d ü r” denilm ektedir.
Bu eşitliğe aykırı olan fark lar, iki cinsin, özellikle o dönem lerde yüklenm iş
oldukları ödev fark ların d an doğm uş olsa gerektir. H z. M uham m ed, tan ık lık ta iki
kadının b ir erkeğe bedel olduğunu ve m irasta k ad ın a daha az pay verilm esi em ­
rini alm ış ve verm iş olduğu için eleştirilm iş olsa bile, k ad ın ın b ir hakkı olabi­
leceğine akıl erdirem em iş o lan lara latif cinsin de sosyal görevleri vc hakları ol­
d uğunu öğretm iş olm ası, yaşadığı dönem için ileri b ir düşü n ü ştü r. O , k ad ın ­
ların da T an rı kulları o ld u k ların ı, o n ların da hem T a n rı’ya, hem de toplum a
karşı sorum lu b u lu n d u k ların ı ilân etm iştir. K adınların h ak ve ödevlerini şe r’î
esaslara bağlam ış olm ası bile, b u cinsin lehine atılm ış büyük b ir adım dır. Ne
yazık ki, yüzyıllar boyunca, H z. M uh am m ed ’in k ad ın h ak k m d ak i ileri görüşü­
n ün sakladığı am açları k avrayam ayanlar, o n ları b ir çeşit eşya ya da asalak gibi
görm ekten ve gösterm ekten çekinm em işlerdir. Ö rneğin, kısastan söz eden bir
ayetteki, " . . . Ö zgür özgür ile, tu tsa k tu tsa k ile, kadın kadın ile kısas ed ilir”
(B akara, 79) em rinde b ir k adını öldü ren in erk ek olduğu tak d ird e, öldürülecek
olanın kadın m ı, erk ek m i olacağından açıkça söz edilm ediği için, tefsirciler, b ir
kadına bedel, erkeğin ö ldürülm esine bile itiraz etm işlerdir. Z ira o nlar, bu iki
cinsin eşit olabileceğini akıl edem em işlerdir. H z. M uham m ed, k ad ın ın ödevle­
rini de şe r’î hük ü m lere bağlam ıştır: İffetin i koru m ak, kocasına itaa t etm ek, ev­
lâdını em zirm ek, yuvasının servetini k o ru m ak , b u görevler arasındadır.
Peygam ber, evlenm eyi kutsal ve h u k u k sal b ir bağlanm a saym ış1, nikâh do­
layısıyla cahiliye dönem inde kızın babasın a ya da erkek kardeşine verilen ve
adına m ih ir denilen m addesel fedakârlığı, b ir düğün hediyesi haline getirerek,
ebeveyne değil, gelinin kendisine verilm esini sağlam ıştır: "M ih irsiz evlenm e h ü ­
k ü m sü z ve b a tıld ır”; " ... K adınların m ih rin i ken d ilerine gönül rızasıyla v erin iz”
(N isa, 3). V erilecek m ih rin m u tlak a p a ra olm ası gerekm ez; ü st baş, ev eşyası,
süslenm e ara ç la rı gibi şeyler de olab ilir. E bu B ekir’in oğlu A bdullah ile evlen­
miş olan A tike ad ın d ak i güzel b ir k ad ın , kocasının sağlığında, dul kalırsa asla
evlenm eyeceğine yemin- etm işti. K ocası ölünce büy ük b ir m irasa konan bu k a­

ti) Fakat, şer’î nikâhı kendisi getirm em iştir; evlenm eyi imamlarla kutla­
m ak çok sonraları icat edilmiştir.
HUKUK

dınla H z. Ö m er evlenm ek istem iş ve yem in kefareti o larak, aldığı m irası, ko­


casının ak rab asın a geri v erdirm iş ve k ad ın a şe r’î m ihri olan para ve eşyayı
kendisi hediye etm işti. K u r’an d a sırf H z. M u h am m ed’in şahsı için, evlenm e
bakım ınd an bazı m üstesna em irler v erilm iştir: "E y peygam ber, b iz sana m ihir-
lerini verm iş olduğun zevcelerini ve T a n rı’n m sana ganim et olarak bağışladığı
cariyeyi, am canın kızlarından, dayının kızlarından, teyzenin kızlarından seninle
b irlikte göç etm iş olarak, bir de im anlı bir ka d ın k e n d in i Peygam bere h ib e eder
ve Peygam ber d e n ikâ h e tm e k isterse, o n u ya ln ız sana, — im an edenlere değil—
bir darlık o lm am ak için helâl k ıld ık . B unlardan başka kadınlar sana helâl ol­
m az. Bunları, güzellikleri hoşuna gitse bile, — k e n d i m alın olan cariyeler m ü s­
tesna olm a k üzere— başka zevcelerle değiştirm en d e o lm a z” (A hzap, 50). Pey­
gam bere T a n rı ta rafın d an lü tfedildiği b ild irilen im tiyazın gerekçesi ü zerin d e,
ak ıllara, im ana aykırı bazı d ü şünceler gelebilirse de, K u r’an b u konuyu şöyle
kapatm ayı tercih etm iştir: " T a n rı’nın P eygam ber için ta kd ir ettiği şeylerden, Pey­
gam bere bir vebal y ü k le n m e z ” (A hzap, 38).
K im lerle evlenilebilir? Birinci k u şak tan o lan lar, ikinci k u şakta doğanlarla
evlenem ezler. K ardeşler, sü tk ard eşler, üvey anneler, üvey kızlarla da evlenem ez-
ler. İki kız kardeş b ir n ik âh altın a alınam az. C ahiliye dönem inde bu olanak­
lıydı. F ak at, "G eçen geçti; ona T anrı yarlıgayıcı ve m erham etlidir” (N isa, 21-
22). Evli k ad ın larla ve oğlun eşiyle, yani k en d i geliniyle de evlenilem ez. F ak at
savaşta tu tsak edilm iş olan cariyelerle evlenm ek caizdir. Ö zgür b ir k ad ın la ev­
lenm eye gücü yetm eyen, im anlı b ir cariye ile — sahibinin rızası olm ak şartıyla—
ve m ihirlerin i verm ek suretiyle evlenilebilir. Ç ü n k ü, "İm a n edenler, hep birbiri­
n izden sayılırsınız”. F ak at, b u cariyelerin fahişe olm am aları, gizli dostları b u ­
lunm am aları şa rttır. Cariye alm aya izin verilm esinin nedeni, günaha girm e kor­
kusu içinde olan ları günah işlem ekten k o ru m ak tır, " Y o k sa sabretm eniz sizin
için daha hayırlıdır”. M üşrik k a d ın la r hoşa gitseler bile, onlarla evlenm em eli-
d ir. Z ira , " İm a n eden bir cariye, özg ü r bir m ü şrik kadından daha hayırlıdır”.
İm an eden k ad ın ların da, im an etm eyen ve h o şlarına giden m üşrik erkeklerle
evlenm eleri caiz d e ğ ild ir... Z ira , "İm a n lı bir tu tsak, özgür bir m ü şrikten daha
hayırlıdır” (N isa, 24). Bu son ayetlerin, b u g ü n k ü insan ve özgürlük anlayışım ıza
aykırı olduğunu açıklam aya ihtiyaç y o k tu r san ırız1.
Kaç k ad ın la evlenm elidir? Bu k o n u d a, H z. M uham m ed’in çok karılı b ir
aileyi savunm uş o lduğunu zan n ed en ler, İslâm ailesini hem en daim a b irk aç k a ­
dınlı b ir küm ese benzetirler. Ş eriat, d örde k a d a r evlenm e h ak k ım tanıyorsa da,
b un u n ko şulları o denli ağ ırd ır ki, büy ü k b ir çoğunluk, tek eşli b ir hayatı te r­
cih etm ek zo ru n d a k alır. Bu k o n u d ak i ayet, açıkça şu em ri verm ektedir: " Ö k ­
süz kadınlarla evlen d iğ in iz t a k d ir d i adaleti koruyam ayacağınızdan korkarsanız,
iy i gördüğünüz kadınlardan iki, üç ya da dört kadına kadar evleniniz. Eğer bu n ­
lar arasında da adaleti uygulam aktan korkarsanız, bir eşle ya da m alınız olan

(1) Musa şeriatında da akraba arasındaki evlenm eler aynıdır (Levililer,


XVIII, 6-18).
(2) Bu koşul da ayrıca önemlidir.
cariyelerîe y e tin in iz” (N isa, 3); fa k a t, " K adınlar arasında ne kadar adaletli ol­
m aya özen m iş olsanız da, buna g ü cü n ü z yetm ez; birine büsb ü tü n gönül verip de
ö te kin i askıda ka lm ış gibi bırakm ayın ve eğer arayı dü zeltir ve h a ksızlıkta n
çekinirseniz, her halde Tanrı yarlıgayıcı ve m erham etli olur” (N isa, 127). Bu
em irler, Sam î kavim lerde, sayısı p ek de sınırlanm am ış, b ir övünm e ve zevk
aracısı o larak p ek çok k ad ın alm a âdetini k ald ıran ileri b ir atılım ın anlatım ı­
d ır. Ö zellikle insanın doğal b ir d uygunlukla yaptığı tercihin, k a d ın lar arasında
tam b ir adalet kurm aya o lan ak bırakm ayacağını isabetli o larak ih ta r etm esi b a­
k ım ın d an H z. M uh am m ed ’in tek k arılı aileyi uygun bulduğu anlaşılm aktadır.
K uşkusuz, b u dogm alar, çağım ızın ahlâksal ve h u k uksal anlayışına kıyasla geri
ve h a tta İslâm ü lkelerinin çoğunda da uygulanm ayan hü k ü m lerd en d ir. F akat
çağım ızda bile, örneğin, A m erik a’d aki M orm on tarik atın a m ensup olanlar, İn ­
c il’deki, " Ç iftleşin iz ve çoğalınız” ayetine d ay an arak çok karılı aileyi savun­
m aktadırlar. Bu aile sistem i, H z. M uh am m ed ’in koym uş olduğu ciddî ihtiyat
k ayıtlarına karşın , o n u n hayatını ö rn ek tutm uş olan zenginler, şefler, kendi eko­
nom ik, org an ik ve politik o lan ak ların a d ay an arak , g u ru r ve zevkleri için zevce--
ler, cariyeler, odalık larla dolu h arem daireleri k u rm ak ta n çekinm em işlerdi. Fa­
k a t, büyük h a lk kitleleri, belki de ekonom ik zo rlu k lar yüzünden bu k o n u d a tek
karılı aileyi yeğ tu tm u şlard ı. H z. M uham m ed, salih olan dulları, tu tsak ve ca-
riyeleri evlendirm eyi, b ir n ik â h a çare bulam ay an ların iffetli kalm alarını, tutsak
ve cariyelerden bedelini verm ek suretiyle azat olu nm ak isteyenlerin azat edil­
m elerini (bu n a şeriatte m ü kâtebe denilir) ve h ak ların ı verm eyi, p ara kazan­
m ak için cariyelerini zorla fuh şa sürüklem em elerini ve özellikle böyle b ir fu ­
hu ştan iğrenenlerin asla b u yola zorlan m am aların ı (N ur, 33) bildirm ekle, kadın
iffet ve o n u ru n u k o ru m ak için pek titiz b ir k alp taşıdığını da gösterm iştir. Bu­
nun içindir ki, o, b u ve öteki ahlâksal k o n u la r için, " Zandan kaçınınız; çü n k ü
zan, akla gelen şeylerin en ya la n ıd ır" dem iştir.
Boşanm aya gelince; Peygam ber, boşanm ayı asla salık verm iş değildir; bir
hadisinde, "T anrı, boşayanlarla z e v k in e d ü şk ü n olanların hepsine lânet e d er”
dem iştir. B oşanm aya tahsis edilm iş olan b ir suredeki (T alak) şu ayetler, bu ko­
nu d a H z. M uh am m ed ’in gerçek şeriatını pek iyi ay d ınlatır: "E y Peygam ber, ka­
dınları boşadığınız zam an, iddetlerine doğru boşayın (iddet, d ö rt ay on g ündür),
ve iddeti sayın, T a n rı’dan k o rk u n ; onları evlerinden çıkarm ayın, kendileri de
çıkm asınlar, m eğerki a çık bir ed ep sizlik etm iş o lsu n la r... Sürelerini doldurm aya
yaklaştıklarında, onları güzelce tu tu n ya da g ü zellikle ayrılın ve sîzlerden iki
adaletli ta n ık tu tu n , tanıklığı da Tanrı için doğru yapın. A d e tte n kesilm iş olan
kadınlarınızın — şü phelendinizse— iddetleri üç aydır, âdet görm eyenler d e öy­
le. G ebelerin süresi, doğurm alarıdır. O kadınları gücünüzün yettiğinde, otur­
m akta o ld u ğ u n u z evin bir kısm ın a yerleştiriniz; üzerlerine baskı ya p m a k için,
onları zarara sokm aya ka lkışm a yın ız; eğer gebe iseler, doğuruncaya d e k nafa­
kalarını verin; sonra sizin hesabınıza em zirirlerse, o zam an da ücretlerini öde­
yin ve aranızda iyilik em redin; eğer zorlaşıyorsanız, baba hesabına diğer bir em ­
z ik li em zirecektir” (T alak, 1-6). Şu ayetler de, ayrılanların b irb irin e düşm an
gibi, sanki araların d a hiç b ir m utlu gün yaşam am ışlar gibi tü rlü k ö tülük ve öç
alm a duygularıyla değil, dostça ve insanca ay rılm alarını em retm ektedir ki, b u ­
n u n çağım ız için olduğu k a d a r da tüm b ir gelecek için büyük b ir ahlâksal değeri
vard ır: “E y im an edenler, im anlı kadınları n ikâ h la dıktan sonra, kendilerine do­
ku n m a d a n (cinsel ilişkiden önce) boşadığınız zam an üzerlerinde bir iddet say­
m aya h a k k ın ız y o ktu r. H em en m ü t’alarını (yani, boşanm a m ihirlerini) verip gü­
zelce salıverin " (A hzap, 49 ). İd d etten am aç, çocuğun soyunu belli etm ek v e
hakkını k o ru m ak tır. B oşanan k ad ın ın ölen kocasından bile m iras alm a h ak k ın ı
kabul etm iş olan H z. M uham m ed, boşayan erkeğin önce verm iş olduğu m ihri
geri alm am asını, h a tta cinsel ilişkiden önce a y rılm ışla rsa ,'m ih rin in yarısını bo­
şanan k ad ın a bağışlam ak gerektiğini de b ild irm iştir (B akara, 2 38). N isa, N u r,
A hzap, T alak gibi k ad ın la rd a n ve aileden fazlasıyla söz eden surelerin bu ko­
n u lard ak i ü slubu ve telk in ettiği ahlâksal ve dinsel em irler, m erham et ve şef­
katle dolu b ir ru h u n tüm inceliklerini gösterirler. G erçekte, H z. M uham m ed
boşanm aya asla taraflı değildir: “K adınlarınız size itaat ederlerse, onların aley­
hine yol aram ayınız”; “K adınlarla evlen in iz, fa k a t sonra boşam ayınız, zira on­
dan R a h m a n ’ın A r ş ’ı t i t r e r “Y ü c e T a n rı’m n en sevm ediği helâl, b o şam aktır”;
“S ırf yen i bir z e v k a lm a k için ka d ın alıp boşam ayınız. Z ira Tanrı, böyle e v le n ip
boşayan kadınları s e v m e z” (bu son ayet, k ad ın a da boşam a h ak k ı tan ım ak tad ır).
Şu hadis de bu h ak k ı açık lar gib id ir: “Bir zo ru n lu lu k olm adıkça kocasından ay­
rılan kadına, cennet k o k u su haram dır” gibi k u tsal b ild iriler, T an rısal iradenin,
aile ocağını k o ru m ak için nasıl duygulu b ir titizlik gösterdiğini ifade ederler. Bir,
“Boş o l!” dem ekle k ad ın ın boşanm ış olacağı düşüncesi, gerçekte boşam a dü­
şüncesinin ak ıld an geçtiği a n d an itib aren yuvanın sevgiyi yitirerek sarsılm ış ol­
m ası dem ektir. Bu itib a rla , ince ve erdem li b ir ru h u n böyle b ir düşünceyi akıl­
dan bile geçirm em esi, şak ad an bile olsa, sözle açığa vurm am ası gerekm ekte ol­
duğunu gösterir. H ülle n ik â h ın ın nedeni de, iğ rendirm ek, üç kez boşanm ış ve
b ir başka erkekle evlendikten sonpa te k ra r ayrılm ış b ir k adınla yine evlenm ek­
te b ir h ay ır olm ayacağını an latm ak tır. F ak at b u yüce duygulara k arşın , İslâm
âlem inde şe r’î evlenm e ve boşanm a tam am ıyla k alkm am ıştır ve bu evlenip bo­
şanm a tarzın ın sakıncaları pek ço k tu r. Bugün a rtık ne cariye ve tu tsak sınıfı,
ne de şe r’î m ih rin ve n afak an ın gülünç m ik ta r ve o ran ları, ne de gizli evlenm eye
yol açan im am n ik âh ı ve b ir sözle boşam a gibi, bireyin- olduğu k a d a r da top­
lum un zararın a işleyen k u ru m la r ve d ü şünceler yıkılm ış gibidir ve uygarsal k a­
n u n u kab u l eden to p lu m lard a tam am ıyla kalk m ıştır. B undan da anlaşılır ki,
T an rı em ri o larak b ild irilen dogm alar, tüm b ir ebediyete dek doğruluğunu ko­
ruyan gerçeklikler değil, b ild irild ik leri dönem ve toplum larm seviye, anlayış
ve hayat k o şu lların ın zo ru n lu kıldığı em irlerd ir, a rtık o n lar görevlerini tam am ­
lam ışlardır. H z. M uham m ed için boşanm aya izin veren en esaslı neden, iffetsiz­
lik ve aile h ay atın d a edepsizce geçim sizliği âd et haline getirm iş olm aktır. Buna
k arşın , boşanm ış k ad ın lara n afak a verm ek, dul k alan ların h ak ların ı korum ak,
h atta ölen k o caların dul k arıları için, o n ların geleceklerini koruyacak vasiyet­
lerde bulunulm ası gibi şe r’î önlem leri em retm ek de, Peygam berin kadınları ko­
ru m a husu su n d a ne denli titiz ve duygulu olduğunu gösterir. Bir hadisinde, “K a­
dınlara ancak cöm ert (kerim ) olanlar ikram eder; alçak olanlar (leim ) ihanet
ed er" diyerek, k ad ın lara özel b ir değer veren Peygam ber, H z. İsa ile m ukayese
edilecek o lursa g ö rü lü r ki, H z. M uham m ed, tüm düşünce ve girişim lerinde oldu­
ğu gibi, aile k o n u su n d a da gerçekçidir ve insan doğasının niteliğini kavram ış
b ir bilge, b ir k an u n k u ru cu su d u r. H z. İsa ise, boşanm ayı tam am ıyla reddetm ek,
boşanm ış k ad ın la evlenm eyi zina saym ak suretiyle, ailenin sürekliliğine daha
fazla hizm et etm iş olsa bile, insan m utlu lu ğ u n u hırpalam ış; ru h u n doğal ve zo­
runlu b unalım ların ı, u yuşm azlıklarını görem em iştir.
K u r’an, k ad ın ın ru h ve zekâ itib arıy la zayıf yönlerine değinerek, onları,
şeytanın daha çab u k yoldan çıkaracağını kaydeder ve bu aldanışları yüzünden
işledikleri g ü n ah ların da erk ek ler ta rafın d an bağışlanm asını ister. T ıp k ı H z.
İs a ’nın taşlanm ak üzere olan iffetsiz b ir kad ın ı b u felâketten k u rta rm a k için,
ilk taşı, hiç günah işlem em iş olanın atm asını tek lif ettiği gibi, Peygam ber de,
T a n rı’nın yarlıgam asm dan u m u t kesm eyi caiz görm eyen İslâm dininde bireysel
günahların ceza ve b ask ıd an çok, af ve ıslah yoluyla giderilm esini tercih et­
m iştir. " ... Z evcelerin izle hoş geçininiz, onlar h o şunuza gitm ezlerse sabrediniz,
olabilir ki, bu hoş görm ediğiniz bir şeyde, Tanrı size birçok iyilikler ihsan eder”
{Nisa, 18).
Ö zet o larak , H z. M uh am m ed ’in k ad ın h ak k ın d ak i duygu ve düşünceleri,
dayandığı ilkeler b ak ım ın d an , yaşam ış olduğu çağın anlayışlarından çok ü stü n ­
d ü r. Z ira, örneğin T alm ud y o rum cularının an lattık ların a göre, Jü d a iz m d e k a­
d ın , bazı din görevlerinden affedilm işlerdir. O n ların tem el görevi, ev işleriyle
uğraşm ak olduğ u n d an , h er erkeğin günde üç kez, " İsrail ka vm in d en yaratıldığı,
kadın olarak dünyaya getirilm ediği v e günahlardan korkm ayan bir insan yapıl­
m adığı için", Y ah o v a’ya şü k ran d a bulunm ası g erek tir (E flatu n ’un, A tinalı, özgür
ve erkek yaratılm ış olduğu için T a n rıla ra m in n ettar oluşunu h atırla tır). T alm u d ’
da bu duan ın b aşka b ir şekli de, "B en i bir m ü şrik, bir tu tsa k ve bir ka d ın ya­
ratm adığı için ” cüm leleriyle b aşlar (A. C ohen, s. 210).
K adını b ir eşyadan da değersiz sayan cahiliye dönem indeki inançları yık­
mış olm asına k arşın , H z. M uham m ed de, b u yaratığı, ahlâk ve toplum düzeni
b ak ım ın d an tehlikeli g örm üştür. B unun için d ir k i, ona göre k ad ın , şeytanın
erkekleri b aştan çık arm ak için kullandığı tu zak lard an birid ir. Bir hadisinde,
" D ünyadan v e kadınlardan çekin in iz, şeytan pusudadır; o, insanları (yani er­
kekleri) kadınlarla pusu ya d üşürdüğü kadar hiç bir şeyle avlayam az” der. Baş­
ka b ir had isin d e de, " A r tık sizin için en ço k ko rktu ğ u m , kadınlara uym anızdır;
kadınlardan sa k ın ın !” em rini v erir ve k a d ın ların devlet işlerinde b ir erk (ikti­
dar) sahibi olm am aları için " İşlerin i kad ın a havale eden bir k a v im felah bul­
m a z” der. İslâm âlem inde genel o larak k ad ın a, erkekle eşit b ir değer verm ek­
ten çekinen anlayışta (zihniyet), P eygam berin, Sam î kavim lerdeki geleneksel
in an çlara bazı ö d ü n ler (tavizler) verm ek zo ru n d a olduğu anlaşılm aktadır. K u r’
an , "E rkekler, kadınlardan ü stü n d ü r” (N isa, 34) ayetiyle, o n lardan bu eşdeğer-
liği alm ış ve evlenm ede, erkeklere, h o şlan d ık ları k ad ın ları seçme h ak k ın ı v er­
diği halde, k ad ın ın M üslüm an olm ayanlarla evlenm elerine izin verm em iş, m i­
rasta ve tan ık lık ta da k ad ın a erkeğin yarısı k a d a r b ir h ak ve değer verm iştir.
K adın lehindeki h üküm lerse, d ah a çok o nlara karşı duyulan sevgi ve acım a
duygusunun ü rü n ü gibi görü n ü r. B ununla b irlik te, aile bağlarını güçlendiren
hüküm lerin d e H z. M uham m ed, İsrail inan çların ı fazlasıyla aşm ıştır. Ö rneğin,
Jü d a c ılığ a göre, b ir k ad ın an cak evlendikten sonra başını örtm eye zorlandığı
için, halk arasın d a başını açar ve sokakta b ir şeyler yer ya da ilk rastladığı
b ir adam la k o n u şu r ve kocasının ö n ü n d e çocuklarına lânet ederse, evde kom ­
şu larının duyacağı k a d a r yüksek sesle konuşu rsa, kocası tarafın d an boşanabilir.
O ysa,, böyle bahan elerle k ad ın boşam ayı H z. M uham m ed asla savunm am ıştır;
h a tta İslâm şeriatın d a m ü b arat denilen, tatlılık , b arış ve karşılıklı saygıya d a­
yanan b ir boşanm ayı d ah a hayırlı b u lm u ştu r.
Ö zetle İslâm şeriatın ın k a d ın la r için saptam ış olduğu fıkıh ku ralların a göre:
İslâm kad ın ları, başk a d inden olan b ir erk ek ve, h a tta bu erkek sonradan M üs­
lüm an olsa bile evlenem ez. "B iz kita b ehlinin kadınlarıyla evlenebiliriz, fa ka t
onlar bizim ka dınlarım ızla evlen em ezier" hadisi de bu ku ralı p ekiştirir. Bir k a­
d ın , dilediği zam an k o casından boşanm a koşuluyla evlenm eye razı o lur, erkek
de b u n u kab u l ederse, k ad ın dilediği zam an kocasını boşayabilir. E rkek de ni­
kâh ta belirli b ir zam an so nunda k arısın ı boşam a kaydıyla evlenir, k ad ın da bu
evlenm eyi k ab u l ederse, kocanın belirttiği zam an gelince k ad ın boşanm ış olur.
Bu İra n M üslüm anlarında görülen b ir M u t’a n ik â h ıd ır ki, b u biçim evlenm eyi
H z. M uham m ed ’in h aram saydığına d a ir bazı had islerden söz edilirse de İbn
R üşt, b u n la rın söylenm iş olduğu y er ve zam an h a k k ın d a k u şk u lu d u r (‘Bidayet
-ül m üçtelıit’, K âhire baskısı, 1320). Y u k ard a da işaret ettiğim iz gibi, peygam beri­
miz boşanm aları asla hoş karşılam am ış, “E vlen in iz, boşanm ayınız; Tanrı ze vkleri­
ne diişkün olan e r k e k ve kadınları se v m e z" dem iştir. F akat, "K ocasından bir zo ­
ru n lu lu k olm adan boşanm ak isteyen bir kadına cennet k o k u su haram dır” de­
m ek suretiyle de, k ad ın a da boşanm a h ak k ın ı verm iş olduğu anlaşılm aktadır.
"N ika h la n ın ız, çoğalınız; kıya m ette sizinle ö te k i ü m m etlere karşı k ıva n ç duya­
rım ” diyen H z. M uham m ed, ailenin devam ını içtenlikle savunm uşsa da, k en d i­
sinin de işlem ediği b u edim den kurtu lam ad ığ ı bilin m ektedir. T a b e ra n î’nin an­
lattığına göre, H z. A li’nin oğlu H aşan halifeliğe getirildiği v ak it, karısı F azl’ın
kızı Ayşe, kocasını teb rik etm iş, fak at, halife b u tebriki babası H z. A li’nin öl­
dürülm esinden ö tü rü b ir sevinç işareti sayarak karısını "Ü ç k e z b o şsu n !” di­
yerek boşam ıştı. G erçek olan şu d u r ki, peygam berim izin kadın ve erkek tCım
M üslüm anlar arasın d a b ir derece ayrım ı gözetm em iş olm akla birlik te, A rap
to plum unun cahiliye dönem inden başlay arak M üslüm anlığı benim sediği dönem ­
lere k a d a r ak ta rıp getirdiği tö reler b ir gelenek halinde devam etm iş. Ö zellikle
evlenm ede erk ek lere fazlasıyla seçme h ak k ı v erilm iştir. H u kuksal k o n u larda,
genellikle iki k ad ın b ir erkeğe eşdeğer sayılm ıştır. Ö rneğin İm am Ş afî’î ve
H a n b elî’ye göre, n ik âh ta yalnız k a d ın ların tanıklığı geçer sayılm am ış, ancak
biri erkek olm ak üzere iki k ad ın ın tan ık olacağı k abul edilm iştir. O ysa, İm am
M aliki, tanıksız o larak evlenm eyi yasal saym ıştır. M iras ko n u ların d a da kad ın a
erkeğe verilenin yarısı d üşm ektedir. N itekim b ir ayetin bildirdiğine göre, "E v ­
ladı olm ayan bir ölünün m irası ya ln ız ana ve babaya kalırsa, bu mirasın üçte
biri anneye verilir”. H z. E bu B ekir, A yşe’yi peygam berim izle H z. A li, kızı Üm-
m ü G ü lsü m ’ü, H z. Ö m e r’le d ah a çocuk yaşlarında evlendirm iş olduğunu bilen
İm am H an b elî velilerin dokuz yaşındaki k ızların ı evlendirebileceklerini savun­
m uştur; siyasal ve ekonom ik nedenlerle olsa da, b u k ad a r küçük yaştaki kız­
ların evlendirilm esinde bedevi törelerin in sona erm ediği ve kad ın ların eşya sa­
yılm aktan k urtulam adığı an laşılm ak tad ır. İslâm m ezheplerinden akla ve to p ­
lum sal gerçeklere en uygun olan H an efi m ezhebine göre, özgür ve ergin, yani
on beş yaşını aşm ış o lan k ızların , an a ve b ab aların d an izin alm adan evlenebi­
lecekleri k ab u l edilm işse de, köle ve cariyeler için bu h ak kabul edilm em iş,
bu n ların evlenm eleri ancak velilerinin yani efendilerinin oyuna bırakılm ıştır.
•H z. M uham m ed, " T ü m im an edenler kardeştir; takvaları dışında hiç kim se, bir
diğerinden yeğ d eğildir” ve "İn sa n la r tarağın dişleri gibi birbirine eşittirler” gibi
hadisleriyle in san lar arasın d a b ir derece ayrım ı yapm am ışsa d a, bu h adisler da­
ha çok T a n rı k a tın d a ve h u k u k b ak ım ın d an b ir eşitliği b elirtirler. “E vlatlarınızı,
a h m a k kadınların sütleriyle besletm eyiniz; zira sütün etkisi vardır” gibi ve di­
ğer bazı hadisleriyle, in san lar arasın d a pek de eşitlik olm adığını bildirm iş, özel­
likle evlenm elerde k ad ın ve erk ek lerin değerce b irb irin e denk olm aları (küfüv)
gerektiğini k ab u l etm iştir; yani evlenenlerin soylulukta, dinde ve im anda, m es­
lek ve zenginlikte b irb irlerin e d enk olm aları ö n erilm iştir. Büyük İslâm im am ­
ları, bu ko nuda o rta k b ir yargıya bağlı değillerse de, İm am Şafiî, eşlerin deli­
likten, bulaşıcı h astalık lard an ve h e r çeşit rezilliklerden arınm ış olm alarını, sanat
ve m eslekte benzerlik ve özgürlük gibi bazı k oşullarda denk olm asını savunm uş­
tur. Bu ko n u lard a akıl ve b ilim b ak ım ın d an da uygun olan bazı gerçeklerin
Peygam berim izce d ü şünülm üş olm asının önem i in k âr edilem ez. H aricilerle Z a­
hirîlerin ve genellikle öteki büy ü k im am ların aile, m iras ve k ad ın ko n u ların d a
gösterdikleri ayrılık lard a Peygam berden sonra genişleyen İslâm egem enliği ala­
nındaki öteki u lu sların toplum sal gelenek ve gereksinm elerinin etkisi vardır.

E K O N O M İK H A K L A R 1

H z. M uham m ed, sonrad an İslâm fık ıh ım o luşturm uş olan şe r’î em irlerinde,


insanları ilgilendiren h u k u k sal k o n u ların hem en h içbirini ihm al etm em iştir.
B unların başın d a ö ksüzlerin h ak ların ı k o ru m ak gelir (N isa, 2, 8-9). M al sahibi
o lan ların k endilerine ölüm yaklaştığı zam an an alarına, bab aların a, yakın ak ra­
b alarına m eşru b ir tarzd a vasiyet etm eleri ve b u vasiyeti değiştirm eye k a lk an ­
ların günaha gireceklerini (B akara, 180-181), b u itib arla vasiyetin h u k uksal b ir
ödev olduğ u n d an başlay arak ekonom i k o n u ların a dek tüm sosyal ilişkilerin
zorunlu kıldığı soru n ların pek çoğu ü zerin d e d u rm u ştu r. Bir hadisinde, “Tanrı,
faiz yiyen i ve yediren i lânetled i”, “Tanrı fa izi y o k eder, sadakayı üretir” diyen
Hz. M uham m ed’e, “Tanrı, alışverişi helâl, fa izi haram kılm ıştır” gibi bu ticarî
işlem i yasak eden b irço k ayetler de inm iştir. B unun da başlıca nedeni, o dö­
nem lerde A rap ların Y ahudilere ve k en d ilerin d en o lan zenginlere fazlasıyla borç­
lu olm aları ve yüksek faiz ödem ek zoruyla özgürlüklerini ve h atta hayatlarım
t--------------------------
(1) Kur’anda ekonom i sözcüğünün Arapçası olan iktisat terim i daha çok
iktisatlı demek olan m u k ta şıt yani, ılımlı, ikisinin ortası, orta yol anlamlarında
kullanılmıştır. (Maide: 66; Lokman: 33; Fatır: 32).
yitirm ek zo ru n d a k alm alarıd ır1. Z aten peygam berim iz, Y ahudileri, ulu su n u n
gelişm esini engelleyen b ir düşm an saym ış ve alış veriş k o n u su n d a, "Y a h u d ilerin
yaptığını siz yapm ayınız. O nlar T anrın ın haram ettiği şeyleri, en bayağı hilelerle
helal etm eye çalışırlar” dem iştir. H e r em ir, oha ihtiyaç duyulan b ir doğal d u ­
rum un ü rü n ü d ü r. Borç alm a h u su su n d a verilm iş olan h u k u k sal em ir şudur:
" Belirli bir vadeyle borçlandığınız vakit, onu yazın, hem de aranızda doğrulukla
tanınm ış bir yazı bilen yazsın, bir yazı bilen d e ken d isin e T a n rı’nın öğrettiği
gibi ya zm a kta n kaçınm asın da, yazsın; bir de k e n d i üzerinde h a k bulunan adam,
söyleyip yazdırsın ve h er biri T a n rı’dan k o rk su n da haktan bir şey eksiltm esin ”.
Senetlerde iki erkeğin ya da b ir erkekle iki k ad ın ın tan ık olm ası da ayrıca bil­
d irilm ekted ir (B akara, 282). Borcun ödenm esinde borçluyu sıkm am ak, ona ko­
laylık gösterm ek gibi akla ve adalete uygun b ild irilerin yam başında, alacaklının
alacağını borçluya bağışlam ası da ö n erilir ve salık verilir (B akara, 281).
K u r’an d a m irasa d a ir o lan h ü k ü m ler, fık ıh m önem li b ir kolunu teşkil eden
Feraiz adlı b ir bilim i m eydana getirerek ince ve ayrıntılı uygulam aların ilke­
lerini k ap sar. N isa suresinin 6-11’inci ayetleri b u geniş k o n u n u n özetini ve b ir
kısm ını teşkil eder. M irasın b ö lünm esinde, k ad ın lara, erkeklere kıyasla yarım
pay verilm esi gibi bazı n o k ta la r b ir yana atılm ak koşuluyla, feraiz hü k ü m leri­
nin pek çoğu, çağım ız b o rçlar k a n u n u n d a kabul edilm iş b u lu n an esaslara uy­
gun sayılabilir. Biz b u ra d a kendim izi, tüm b ir İslâm fıkıhım özetlem ekle gö­
revlendirm iş değiliz.
E konom i soru n ların a gelince; İslâm din i, yalnız m istik hayatın nim etlerine
d air v aat ve b ild irilerd en yoğrulm uş değildir; tü m layik rejim ler gibi, İslâm
dini de p o litik b ir rejim d ir ve varlığını b u rejim in kutsal ü lk ü lerin i yaym ak ve
k u ru m la n b u ü lk ü n ü n ilkelerine göre şekillendirm ek suretiyle devam ettirm iş
ve genişletm iştir. T a n rıe rk il (theocratique) devletlerin ana k arak te ri de b u d u r.
Bu bakım d an b ir devlet şefi o larak H z. M uh am m ed ’in ekonom ik k o nulara önem
verm em esi o lanaksızdır. F ak at o, tüm diğer sosyal ko n u lara olduğu gibi, bu ko­
nuya da, d ah a çok siyasal ve ahlâksal am açları d ik k ate alarak derinden değin­
m iştir. K u r’an d a yardım , rızk , ekip biçm e, b o rç alıp verm e, faiz, ölçü, terazi,
geçim , çalışm a, israf, hırs ve ta m a h ... vb. gibi k o n u lard an söz eden 250 k a d ar
ayet v ard ır; ayrıca b irçok hadisleriyle de, b u k u ru m u n p ra tik özelliklerine işa­
ret edilm iştir.
Peygam berim iz, "B en sadakayı zenginlerim izden alıp yoksullarım ıza ver­
m ek le görevlendirildim ” derse de O , zenginlik aleyhinde hiç bulunm adığı gibi,
m eşru kazancı da daim a desteklem iştir. A ksi olsaydı, yoksullara, m iskinlere,
yetim lere yardım , sadaka ve zekâtı savunm asına ihtiyaç kalm aşdı. D inleri, m u t­
laka tüm sosyal k u ra m la ra uygulam a gayretine düşm ek, ancak siyasal am açlar
için akla uygun b ir girişim sayılabilir. K uşkusuz ki, dinlerin en esaslı hedefleri,
kendi m istik dogm alarını yaym ak ve b u n lara im an ettirm ektir. D inlerin dünya
işlerini, p o litik a, ekonom i, ah lâk , k ü ltü r... vb. b akım ından h e r çeşit çevirti ve

(1) Tevrat da, bir Yahudinin kendi dindaşına faiz ve mürabaha ile borç
verm esini yasaklar (Levililer, XXV, 36-38), ve m ürabahacıların mahkemelerde
tanıklık etm esine haham lar asla izin vermezler (A. Cohen).
yorum lam aya elverişli em irler düzenlem esi bile b aşta kendi in an d ırm ak iste­
diği ülküldri kökleştirm ek ve b u ü lk ü lerin gerektirdiği b ir im ana göre kurulm uş
bir toplum yaratm ak içindir. T artışılab ilen b u düşüncem ize göre, H z. M uham ­
m ed, bizzat ticaret yapm ış, zengin b ir k ad ın la evlenm iş ve tüm savaşlarında
servetin de oynayacağı önem li rolü p ra tik o larak kavram ış o lduğundan, içinde
yaşadığı to p lu m u n ve çağın zo ru n lu k o şu lların d an b azıların a uym uş ve bazı­
ların ı değiştirm ekte y a ra r görm üştü. Z enginlik tu tk u su , genel o larak h e r çeşit
m erham et, şefk at ve yardım duygularını törp ü led iğ i için, yoksulun o n lara karşı
beslediği kin, n efret ve kıskançlığı y u m uşatm ak, b u günün deyim iyle, sosyal ad a­
let adına bazı ahlâksal duyguları bilin çlen d irm ek istem iştir; zira, esasen hiç b ir
zenginlik, yoksulun gayreti, sa b ır ve k an a a ti istism ar edilm edikçe elde edilem ez;
ham ve k ab a zenginlik ise, övünm e, kibirlenm e, gösteriş, y o k su llan h o r görm e,
uşakları sayesinde kazandığı kuvvetle herkese ve h er şeye hükm etm e gibi akıl
ve vicdana sığm ayan eylem lere neden o lu r. "O nları kö tü lü kle rd en a rıtm a k için,
servetlerinden bir sadaka a l!" (T övbe, 104) em rin d e bu gerçek saklı olduğu gibi,
dünya nim et ve servetlerinin yalnız b ir kişi, b ir aile ya da züm renin tekelinde
kalm asınd an doğacak k ö tü lü k lere de engel olm ak için, "O nlar, içinizden yal­
n ız zenginler arasında dolaşan bir d evlet o lm a sın !" (H aşr, 7) em rini b ildirm iş­
tir. K u r’anın em irleri, değişm ez dogm alar olduğu h alde, ekonom ik sistem ler, h er
çağda, h e r toplum ve uygarlıkta b aşka b a şk a d ır ve b u n la r dinam ik b ir karak tere
sahiptirler. D inler, b irb irin e kıyasla, insan im an ın d a beliren b ir evrim i ifade et­
tikleri için, din am ik görün seler de, kendi öz y apıları içinde değişm ezdirler (sta­
tik). Z ira b u em irler, Y üce T a n rı ta ra fın d a n b ir kez verilm iş ve H z. M uham -
m ed ’den başk a b ir peygam ber gönderilm eyeceğinden, K u r’an d akilere aykırı baş­
ka b ir sistem in doğm ası ö n lenm iştir. Bu b ak ım d an da dinlerin en büyük am aç­
ları, yine k en d ileri o lduğunu d ik k ate a larak , doğan, değişen ve gelişen sosyal
sistem ve k u ra m la rın h iç b iri ona, yani şeriata uygulam aya ve o n u n getirdiği
im anla besleyip yerleştirm eye ihtiyaç y o k tu r ve esasen b u , olanaksızdır da.
Hz. M uham m ed, y o k su llan açlık tan k u rtarm ay an ları, zekât ve sadaka ver­
m eyenleri, m eşru olm ayan yollarla k azan ç sağlayanları h o r gören ayetleri bil­
dirm ek suretiyle, b ü y ü k b ir insansever o ld uğunu da gösterm iş ve tü rlü dünya
ve ah ret y ap tırım ların a da değinerek, m u h taç o lan ları, âciz ve yoksul olanları
k o ru m u ştu r. R ızkı, "K im in e az, k im in e ç o k v e re n " ve m ülkü, "D ilediğine verip
dilediğinden a la n " (İsra , 111), Y üce T a n n 'n ın sosyal ad alet bak ım ın d an bilge­
liğini, b u g ü n k ü ekonom ik d ü zen lerin m üjdecisi gibi telâkki etm eye de olanak
yoktur. Cim riliği zem m eden (Leyi, 5-11), m al d ü şk ü n lü ğ ü n ü h o r gören (Fecr,
17-24) ve b ir h ay ra hizm et etm eyen servetin, sahiplerine ah rette b ir k u rtu lu ş
sağlayam ayacağını b ild iren (H ak k a, 25-29) ayetlerde, ekonom ik o lm aktan çok,
ahlâksal am açlar açıkça g ö rü lü r. H z. M uham m ed, tü rlü vesilelerle işaret etti­
ğim iz gibi, erdem den ayrılm ayan b ir ru h u n yine erdem li girişim lerle elde ettiği
serveti helâl saym ış ve b u n u d a yine hayırlı am açlar için sarf etm ekte insel
ve sosyal b ir y a ra r g örm üştür; b u n u n için d ir ki, rüşvet, hile, m ü ra b ah a , tefe­
c ilik ... vb. gibi o n u rsu z y ollardan k azan ç sağlam ayı yasaklam ış ve îslâm ül­
kelerindeki h ay ır ve h asen at v ak ıfların ın artm asını ve k u ru lm asın ı sağlam ış-
tır (Bu konuyu ilgileyen tü rlü em irleri, özellikle ahlâk bahsinde de dağıtm ış
b ulunuyoruz).
Ö zet o larak , K u r’an d a Y üce T a n n ’nın n itelik lerinden biri de ganî, yani
zengin olm asıdır. H z. M uham m ed, doğru lu ğ u n d an şüphe ettiğim iz b ir had isin ­
de, “Y o k su llu k , ö v ü n c ü m d ü r” dem işti. T ü rlü yoru m lam alara elverişli olan bu
türlü in ançlar, M üslüm anlığın gerçek bilgelik ve felsefesiyle uzlaşam az. Y oksul­
ları k o ru m ak ve o n lara yardım etm ekle, yoksulluğu övm e, yaym a ve beğenm eyi
b irb irin e k a rıştın n a m a lıd ır. İslâm Peygam beri, dilenm eyi şiddetle kınam ış, tem ­
belliği ve b ir asalak o larak b aşk aların ın sırtın d an geçinm eyi red d etm iştir. “T a n ­
rı, sizin için ko la ylık ister” (B akara, 18.1, 257; Y usuf, 99) ayeti, yalnız din iş­
leri için değil, tüm b ir yaşantı için dc gcçcrlidir. Y oksulluk, insanı güçlükler
içinde yıpran d ırd ığ ı için, k ısk an çlık ların , tü rlü kin ve d ü şm anlıkların da nede­
nidir. D ünyam ızdaki çağdaş b u n alım ların b aşın d a, yalnız yaşam a k o n u sundaki
anlayış ayrım ları değil, zenginlikle yoksulluğun yarattığı sınıf ayrışm alarının
da rolü b ü y ü k tü r. İslâm dini, b u n u n önüne geçm ek için, çalışm ayı övm üş ve,
“Borçlu, sık ın tı içindeyse,’ o n u n genişlem esini bekleyin, ken d isin e bağışlarsa­
nız, sizin için p e k hayırlı o lu r” (B akara, 280) em rini verm iş, “Tanrı, rızk ba­
kım ın d a n bir kısm ın ızı, bir kısm ın ızd a n üstü n kıld ı; üstün olanlar, kazandıkları
rızkı, bileklerinin h a k k ı olanlara ken d ileriyle eşit olarak verm ezler, T a n n ’nın
nim etin i inkâr m ı ederler?” (N ahl, 71) ayetiyle işçi h ak ların ı da savunm uş olur;
ve zenginlere, “M alını boş yere harcayanlar, şeytanın kardeşleridir” (İsra, 27)
o, ihtarıyla yoksulları k ısk an d ıran ve m u h taç o lan lara acım ayan k atı ruh ları yu­
m uşatm ak istem iştir. H z. M evlâna da, b u israfı seven katı ru h lu la r için, “Z e n ­
ginler, ham am dakileri ısıtm a k için te ze k taşıyanlara b en zer” dem ek suretiyle
d ikkati çekm ek istem iştir. K u r’an , rızkı kim ine b o l, kim ine az verm ekte, b irin ­
cilerin azıp azm ayacaklarını; İkincilerin ise sabır, şü k ü r ve k a n aa t derecelerini
sınam ak gibi b ir am aç güd ü ld ü ğ ü n ü b elirtir. “Ben sadakayı zenginlerinizden alıp
yoksunların ıza verm ekle g ö revlen d irild im ” ve, “K azanan, T a n rı’n m sevgilisidir”
gibi hadislerin am acı d a, y o k su lla n k o ru m ak tan ve çalışm ayı övm ekten başk a
b ir şey değildir. Z ek ât, k u rb a n , fitre sadakası ve genel o larak tüm m u h taç o lan ­
lara yardım b u y ru k ları, hem zenginleşm eyi, hem de kazanılm ış olan servetler­
den, gerekenlere yardım etm eyi, ib ad et k a d a r önem li b ir ödev sayarlar. N ite­
kim hacılık ödevi b ile ancak zenginlere farz kılın m ıştır. İslâm dini, sefilliği,
yoksulluğu değil, zenginliği sav u n m u ştu r; elv erir k i, zengin, servetini, b aşk a­
larının h ak la rın d a n çalm ış olm asın; ru h u n u m erh am et şefkat, âlicenaplık ve
yardım duygularıyla süslem iş olsun ve k azan d ık ların ı, insanları k ısk andıracak
ve kışk ırtacak b ir israfla tüketm eye çalışm asın ve böbürlenm esin. Bu b u y ru k ­
lardan ve işaretlerden, M üslüm anlığın kom ünizm i savunduğunu iddia etm ek
gülünçtür. Z ira , İslâm din i, h e r şeyden önce, aileyi, m ülkiyeti, özgürlüğü, a d a­
let ve ihsanı savunan yüce ve gerçekçi b ir d in d ir.
Faiz so ru n u n a gelince, b u n u H z. M usa da kavm ine yasaklam ıştı. H z. M u­
ham m ed, b u İsrail geleneğine uydu; b u n u n n edeni, ekonom ik olduğu k a d a r da
siyasaldır: M ek k e’de ticaretle u ğraşan M usevîler çoktu ve b u n la r A rap ları söm ü­
rerek daha da çok zenginleşm işlerdi. A rap lara yüksek faizle borç da veriyor­
lardı. Ö nce de yazdığım ız gibi, ilkçağlarda b orçlu, borcunu ödem ezse, alacak­
lının ya kölesi o lu r ya da onun ta rafın d an öld ü rü lebilirdi. K um ar borçluları da
bu durum d ay d ı. Peygam ber, b ir yandan yüksek faizlerle borç a larak , b u n u , ya
içki, ku m ar ve sefahatte yitiren ya da başarısız rekabet ve alışveriş işlerinde,
yine Y ahudilere k a p tıra n A rap ları k alk ın d ırm ak için faizi h aram etm eyi uygun
buldu. Bu suretle, M ekke’de sayıları ve nüfu zları artm ış olan Y ahudileri, çık ar­
larından yoksun b ıra k a ra k , kaçırm ak, kutsal şehirden uzaklaştırm ak istedi. T a ­
rihin türlü dönem lerinde çeşitli ülke halk ların ı soydukları ve söm ürdükleri için,
b u lu n d u k ları kentlerd en kovulm uş olan Y ah u d iler, bu yasaklam anın zorunlu
b ir sonucu o larak M ekke’yi terk etm em ek için, H z. M uham m ed’in aleyhine türlü
saldırıların etkeni oldular. Bu itib arla Peygam ber, o dönem lerde, k arak te rleri­
nin çıkarcı, k aypak ve bencil doğası yüzünden, K u r’anm da, ‘‘D ö n ek bir k a v im ”
o larak nitelediği bu kavm i, soğuk ve sıcak savaşlarla ezdi. Bu suretle o, hem
kendi egem enlik alanını genişletm eyi b aşard ı, hem de A rapların ahlâksal gidiş­
lerini düzenledi ve o n ların ekonom ik k alk ın m aların a da hizm et etm iş oldu.
Çağım ızın tüm b ü yük savaş ve devrim lerine neden olan ekonom ik s o ru n -.
iarı b ir rejim ve ü lk ü o larak inceleyenlerden bazıları, M üslüm anlığın sağcı
m ı, solcu m u o lduğunu; yani anam alcı m ı, k om ünist mi ya da sosyalist m i ol­
duğunu açıklam aya çalışırlar. T oplum sal k u ru m la r ve bilim sel gerçekler için,
hadislerle ayetlerden tan ık aray an lar, uygarlıkla dem okrasi kavram ının layik ve
özgür düşünenlerle bilgi ve araştırm aların ü rü n ü olduğuna akıl erdirem eyen
tutucu, çıkarcı ve bağnaz k işilerd ir. H z. M uham m ed, im an edenler arasında,
kıskançlık, yarışm a ve çekişm eleri önlem ek için b ir çeşit toplum sal adaleti sa­
vunm uştu r. M alın k ırk ta b irin i zekât o larak yoksullara verm ek, m iskinlere, ye­
tim lere, y o lc u la ra ... yardım etm ek ve sadaka verm ek gibi insancıl bu y ru k la­
rında ekonom ik o lm aktan çok ahlâksal am açlar saklıdır. O , b u am acın gerçek­
leşmesi için çalışarak kazanm ayı, zengin olm ayı, ticaret yapm ayı zorunlu say­
m ıştır. O rta k lık k u ra n la rın b irb irlerin e za ra r verm em elerini belirten hadisleri
yanında, “İşçin in ücretini, daha teri kurum adan v e rin iz!" ve “H er h a k sahibine
h a kk ın ı verin iz” gibi hadisleriyle de işçi ve işveren ilişkilerinde uygulanm ası
gereken adalet ve erdem i savunm uştur. N asıl ki, Y ahudi şeriatı, yedi yılda bir
kez, alacak lard an vazgeçilerek b o rçlu ları bağışlam ayı önerdiği için, T e v ra t’ın
sosyalizm i savunduğu ileri sürülem ez ve b u çeşit b u y ru k lar, İsrail kavm inin an a­
m alcılığına engel olm azsa, kutsal dogm alarıyla yoksullara ve güçsüzlere acım ayı
ve yardım etm eyi zoru n lu sayan peygam berim iz ve dolayısıyla tüm M üslüm an
A raplar da k o m ünist, h a tta çağdaş anlam da sosyalist olm am ışlardır. Bu eko­
nom ik sistem ler tem ellerini m istik dogm alardan alm am ış, ilk toplum lardan beri
gelişerek çağım ız uygarlığının ü rü n ü o lan dem okrasiler gibi ve bu rejim lerle
birlikte biçim lenerek ö rgütlenm iştir. İslâm dini, köle ve cariyeler için bazı ko­
ruyucu b u y ru k la r verm esine k arşın , bu tü r insanlarla nikâhsız ilişkiler ku rm a­
ya izin verecek k a d a r da, A rap tö relerine bağlı kalm ıştır. Bu bağlılık bile in­
sanın insanı söm ürm esine izin v erir gibidir. M allarını b ir gösteriş için israf eden­
lerle cim rileri m ahkûm eden dogm alar (N isa, 37-38) ekonom ide ahlâka, akla ve
yaşam ın gerçeklerine uygun b ir düzen ve uyum isteğini k an ıtlarlar (D in ve
ahlâk b ah sin in sadaka b ö lüm üne bkz.).
P arti vc kişi egem enliği ile çık arları için h alkın dinsel inançlarından fay­
dalan m ak isteyenler, m istik ve kutsal dogm aları, diledikleri gibi yorum larlar.
O ysa k i, h a k k ın d a ayet b u lu n a n k o n u lar ü zerinde içtihat yolu kapalıd ır; ancak
kam u çıkarlarıyla işleri için yapılm ış olan içtih atlar, bazı yeni içtihat ve yorum ­
lam alarla zam ana u y d u ru lab ilirlerse de ayet ve hadisleri, çevirti (tevil) ve yo­
rum lam a yöntem leriyle gerçek am açların d an sap tırm ak da im ana aykırı b ir gi­
rişim dir. Z am an ların değişm esiyle yargıların değişebileceğini kabul eden fıkıh
k u ralı, an cak h ak k ın d a ayet bulu n m ay an k o n u lar için geçerlidir. L ayik b ir an­
layışa dayanan özgür ve parlam en to lu b ir dem okraside aklın, bilim lerin ve de­
neylerin gerçekleri dışında b ir yol aram ak , hem yasal değildir, hem de bu yol
bir çıkm az sokak gibi, ileriye gitm ek isteyenleri geriye dönm e zorunda b ırak ır.

P O L İT İK A

‘‘Tanrı, em anetleri eh lin e verm enizi ve insanlar


a ra sın d a ' adaletle h ü k m e tm e n iz i em red iyo r” .
(N isa, 54-56)

H z. M uham m ed’den önce ve h a tta b iraz da onun zam anında M ekke, ilkçağ
sitelerindeki gibi b ir çeşit oligarşiyle yönetilm ekteydi. A skersel olm aktan çok
dinsel ve ekonom ik b ir yapısı v ard ı. Başka sitelerde olduğu gibi, M ekke’de de
aristo k ratlar, esnaf, çiftçiler ve kölelerden ib aret sınıflar vardı. D insel ödev­
lerle ticaret, d ah a çok aristo k rat züm reler arasın d a paylaşılm ıştı. A rap kabile­
lerinin ticarî ve dinsel vesilelerle devam lı b ir uğrağı olan bu sitede eşitlik ve
adaletten eser yoktu; fak at işler, M ekke eşrafının gelenek ve göreneklerine göre
yönetilm ekteydi. Bu itib arla o rad a tüm ayrıntılarıyla b ir devlet örgütü yoktu.
H alkın büyük b ir çoğunluğu, ezilen, sü rü n en , kuvvetlilerle zenginlere kö rü kö­
rüne baş eğm ek zo ru n d a olan zav allılardı. M ekke’de A raplardan başka Yahu-
diler, H ıristiy an lar, tü rlü din ve m ezhebe bağlı cem aatlar da v ardı. H z. M u­
ham m ed’in başlangıçta b ir devlet k u rm ak ve h a tta İslâm dinini tüm dünyaya
yaym ak gibi geniş b ir p lan ya d a projesi olduğu k u şk u lu d u r. N itekim , İslâm
dini, tüm hüküm leriyle to p tan değil, yirm i üç yıllık b ir gayretten sonra ve
yavaş yavaş, olayların gerektirdiği k o şu llar içinde belirli b ir şekil alabilm iştir.
Peygam berin kendisine M ekke’de ilk inanm ış o lan ların da pek önem li kişiler
olm adığı bilinm ektedir. M ekke eşrafı geleneksel dinlerinin kendilerine bağışla­
dığı b irtak ım im tiyazlardan y ararlan d ık ları için, yeni b ir dinden z a ra r görecek­
lerinden em indiler; b u yüzden de H z. M uham m ed’e karşı geldiler, direndiler
ve onu b ir tehlike gibi gördüler. Bu direnm e k arşısında kendini pek zayıf bu­
lan Peygam ber, sosyal koşu llarla paralel b ir ru h dönüşüm üne katlan d ı, öğüt
vererek dü şü n d ü k lerin i ve in an d ık ların ı p ro p ag an d a etm eye çalıştı. O , bu dö­
nem de alçak g ö n ü llü d ü r; iddiacı değildir; teh d itleri zayıftır, fak at k a ra rlıd ır;
eski kitap lı d in lerin de h ak old u ğ u n u , o n ların eksik yanlarım düzeltm ek için
gönderildiğini ileri sürerek H ıristiy an larla Y ah u d ilerin kendisine düşm an olm a­
larını önlem eye çalışm ış, fa k a t M ed in e’ye göç ettik ten sonra, insanları m üş­
rik ler, m ü n afık lar, k âfirler, fasık lar gibi T a n rı’nın cezalandıracağı b ir züm reyle
im an edenlerden ibaret züm reler halin d e sınıflam ış; M ekke’de doğrudan doğ­
ruya halk a ve k itap ehline h itap ederk en M ed in e’deki ayetlerde, im an eden­
lerle kâfirlere h itap etm iştir. Y ani, H z. M uham m ed, M edine’de b ir çeşit devlet
şefi, b ir başk o m u tan güç (k u d ret) ve yetkisiyle, a rtık başka dinleri ve bunlara
m ensup olan ları hoş görm em eye b aşlam ıştır. Ö rneğin, evvelce tüm kitap lı d in ­
lere saygı duym ası gerektiği için, şu ayetleri bildirm işti: "E y ken dilerine kitap
verilenler, geliniz, b eraberinizdekini ta sd iklem ek üzere indirdiğim iz bu kitaba
im an e d in iz” (N isa, 4 5); "E y k ita p ehli, anca k T a n rı’ya, bize indirilen kitaba,
daha önce indirilene im an ettiğ im iz için m i b izi ayıplıyor, yeriyorsunuz, d e "
(M aide, 59; Âli İm ran , 3). "H a yır ve b ereketi gerektiren ve daha önce inm iş
olan kitapları onaylam ak için, bu kita b ı in d ird ik ” (E n ’am , 92).
H z. M uham m ed, M ek k e’de k en d in d en önce gelen peygam berlere ve k ita p ­
lara inanm ak, in an d ırm ak v e k en d isin in de öteki peygam berlerin b ir devam ı
olduğunu b elirtm ekle uğraştığı h ald e, M ed in e’de, k en dinden sonra hiç b ir pey­
gam berin gelm eyeceğini ileri sürm üş ve in san ları İslâm im anına bağlam ak için
m addesel ve tinsel tü m gücünü k ullanm ış, H ıristiyanlığın T an rı ve H z. İsa
h ak k m d ak i anlayışlarım şiddetle redd etm iş, eleştirm iş (N isa, 169-170) ve Ya-
hudilere açıkça cephe alm ıştır. O , b u dönem den itibaren in san ların T a n rı’ya,
elçisine, yani k endisine ve K u r’ana in an m aların ı ve baş eğm elerini istem iştir:
“ T a n rı’ya ve Peygam bere baş eğiniz k i, esirgenm iş o la sın ız” (Â li İm ran , 30, 129;
M aide, 92); "M u tlu lu ğ a nail olacak olanlar, T a n rı’ya ve elçisine baş eğenlerle
T a n rı’dan korkanlar ve sakınanlar o lacaktır” (N u r, 52). G erçekten im anlı o lan ­
lar, ancak , “T a n rı’ya ve elçisine inananlar ve Peygam berle toplu bir iş için bir­
leştikleri zam an, ondan izin alm adan, yanından çekilip gitm eyenlerdir” (N ur,
62; Feth, 9). H z. M uham m ed, kuvvetlen d ik çe, kendi yetkilerini artırm ış ve
M edine’de T a n rıe rk il esaslara d ayanan b ir devletin to h u m ların ı ekm eye baş­
lam ıştır ve İslâm d in i de ulusal b ir din ve ü lk ü olm a yolunu tu tm u ştu r. O ta­
rih lerd e M edine, D âr-ün-N edve adı verilen ve h alk ın işlerini görm eye hizm et
eden b ir m eclisle yönetilm ekteydi. Bu m ecliste, M edine’nin ileri gelenleri topla­
n arak m üzakere ve danışm a (m eşveret) suretiyle çalışır, verdikleri k a ra rla rı uy­
g u larlardı. Peygam ber b u yönetim tarzın ı beğendi. Bu tarz, âdeta çağım ızın p a r­
lam ento sistem inin ilk taslağım teşk il ediyordu. İşte bu dönem dedir ki, “İşleri
aralarında birbirlerine danışarak yapm ayı, T a n rı’ya, Peygam bere ve içlerinde
em ir verm e y e tk isi olanlara itaat e tm e y i” b ild iren ayetler inm eye b aşladı. “Bir
ko n u h a k k ın d a anlaşm azlığa d ü ştü ğ ü n ü z va kit, T a n rı’ya ve elçisine başvurun"
(N isa, 59); zira T a n rı, “A n laşm adıkları şeyde h ü k m e tm e k için peygam berlerle
b irlik te h a k ve bilgeliği kapsayan k ita p in d irm iştir” (B akara, 214). N ihayet bu
dönem lerdedir ki, “Tanrı, em anetleri ehline verm enizi v e h a lk arasında h ü k m e t­
tiğiniz zam an, adaletle h ü k m e tm e n izi em red iyo r” (N isa, 58) gibi ayetler bildi-
rilm iştir. K u r’an, toplum u yönetm ekle yüküm lü olan devlet adam larına (Ülu-I
enir) ita at em reder. K uşkusuz bu dogm a, y etkilerini, kendi özel çıkarlarıyla
olum suz tu tk u la rın ı k a n d ırm ak için kötüye k u llan an , ileriyi görm ekten aciz, halkı,
esenlik ve güvenlik d uygusundan yoksun b ırak an kişilere başeğm ek gibi saçm a
bir öneri değildir. H er ne k a d a r Ebüs-suud. ‘T e fsir’inde, buy ru k sahiplerinin
d ö rt büyük halife (H ulefayı R aşidin) gibi adaletli ve bilgili kişiler olduğundan
söz edilirse de, b u halifelerle b u n ların yönettikleri h ü küm etlerde, bazı işlerin
bozukluğu, o n ların d a yan ılm alard an kurtulm adığı g örülm üştür. Z ira her adaletli
olan m u tlak a bilgili ve akıllı olm adığı gibi, nice bilgili ve akıllı insanın da a d a­
let ve erdem d en yoksun olduğu g ö rü lm ü ştü r ve h e r çağda toplum un adalet a n ­
layışında özdeşlik yoktur. Bu itib arla devlet işlerinin K u r’anda «m üşavere» te­
rim iyle üç ayette b ildirilen danışm a yöntem iyle yürütülm esi zo ru n lu d u r. Bir
ayette "R a b la rm ı d in leyip nam az kılanlarla, birbirine danışm ak suretiyle işle­
rini g ö re n le r...” (Şura, 38) ö v ü lü r1. D anışm a, dinsel b u y ru k lar için gerekli de­
ğildir. B unlar K utsal K itapla h adislerde b elirtilm iştir; fak at dünya işlerinde,
dan ışm an lard an , bilgili ve denenm iş in san lard an , b u günkü anlam ıyla m illetve­
killerinden b aşlayarak devletin b ü y ü k sosyal, siyasal, tüzel ve k ü ltü rel kuruluş
ve örgütlerine danışm ak zo ru n lu d u r. N itekim H z. M uham m ed de, savaşlarında
ve tü rlü toplum k o n u ların d a, yalnız im ana ve kişisel akıl ve sezgilerine bağlan­
m am ış, güvendiği kişilerin deney, bilgi ve oyların d an da faydalanm ıştır. F akat
bu kişiler, vaktiyle, yüce A tatü rk ile b irlik te k u rtu lu ş ve bağım sızlık savaşına
katılanları, eski Celâli eşkiyalarına benzeterek b u n lara, sultana başkaldırm a
(H uruç A lessultan) veya k arşı çıkm a iddiasıyla idam cezası v erd iren , inzibat
kuvvetleri (Kuva-yı İnzibatiye) y ollatarak yok etm ek için fetva veren uğursuz
bir Şeyh-ül İslâ m ’ım ız tü rü n d en kişiler değildir. H z. M uham m ed, b ir hadisinde,
" Tanrı ve elçisi, m üşavereye m u h ta ç değildir, lâkin Y ü c e Tanrı, b u n u benim
ü m m etim e bir rahm et yaptı; onlara danışanlar y e tk in lik te n yo ksu n kalm az, bu­
nu terk edenler d e yanılm aktan k u rtu la m a z” dediği gibi, başka b ir h adisinde de,
‘‘M üşavere eden bir ka vim , işlerinin en doğrusunu başarmış o l v ” dem iştir. O nun
en çok çekindiği şey, anlaşm azlık lard ır. Başka b ir hadisinde, "A n la şm a zlık için­
de ka lm a yın ız ki, ayrılıklarınız yü reklerin ize sin m esin ” dem ektedir. U zlaşm a­
n ın, anlaşm anın tek yolu d a, görüşm e ve danışm adır. Bir ayette de, ‘‘B ilm iyor­
sanız zik ir ehlinden so ru n u z”, yani b ilenlerden sorunuz, denilm ektedir. K u r’an ­
da b ir olgu dolayısıyla H z. M uham m ed’e devlet b aşkanlığının verasetle intikal
etm esinin, yani h an ed an sistem inin u lu slar için hayırlı olm ayacağı bildirilm iş­
tir: T an rı, H z. İb ra h im ’e, "B en seni halka im am ya p ıyo ru m ” m üjdesini v erin­
ce, H z. İb rah im , b u n u k en d i k u şak ların a, yani kendinden sonra gelecek olan
evlâtlarına da bağışlam asını dilediği zam an, aldığı karşılık pek kesin ve anlam ­
lıdır: "B enim verdiğim söz, zalim lere ula şm a z” (B akara, 125). Bu, b ir ulusun
yönetilm esinde h an ed an esasının zu lm e alet olacağını ve Y üce T a n rı’nın zalim ­
lere, böyle b ir görevin verilm esini istem ediğini an latm ak tad ır. O , b ir hadisin­
de de, "Su lta n , velisi olm ayan velidir” yani o, b aşına b u yruk ve sorum suz b ir

(1) Öteki iki ayet: Bakara (233); - Ali İm ran (159).


m ü stebittir, d e r1. Bu itibarla u lu slar, şeflerini kendi özgür iradeleriyle seçm eli,
beğenm ediklerini değiştirebilm elidir. N itekim , H z. M uham m ed, uzağı da isa­
betle görm üş ve, “B enden sonra h a lifelik o tu z y ıl devam edecek, ondan sonra
ısırıcı saltanat başlayacaktır" d em iştir. Bu h ad is doğruysa, tarih , o n u n b u gö­
rü şünü tam am ıyla onaylam ıştır. D ö rt b ü y ü k halifed en sonra, yani H z. M uham ­
m ed ’in ölü m ü n d en o tuz yıl sonra k u ru lm u ş o lan Em eviye D evleti, tüm salta­
n atlard a olduğu gibi, saray ve h an ed an la b u id arenin beslem eleri olan aristok­
ra t, zengin ve n ü fu zlu kişilerin zevk ve ç ık arların ı, zulüm ve sefahatlerini sis-
tem leştirm iştir. S altan atların tarih in e b ak ılırsa, b u n ların k u ru lu şu n d a toplum
k o şu llan k a d a r d a şeflerin k en d i kişisel güç ve tu tk u la rın ın b ü yük rolü olduğu
görülür. K u r’an bu gerçeği, S aba M elikesi B elkıs’ın ağzından şöyle özetler: “ H ü ­
küm darlar hangi beldeye girerlerse, orasını bozarlar; halkından a ziz olanlarını
alçaltırlar" (N em i, 35-36; M uham m ed, 22 ). K uşkusuz, sosyoloji, saltan atların
ve istib d atların da k o lek tif ru h u n b ir eseri o ld uğunu savunur ve h ü k ü m d arlara
bağlanm ış olan in san ların , bağlanm a zo ru n d a kalm ış kim seler olduğunu d ik k ate
alm ak istem ez. B unlar, şeflerinin saltan atın ı devam ettirm ekte ve onun kuvve-,
tini genişletm ekte en b ü yük hizm eti y ap tık ları ve şeflerini, kendi b irlik ve kuv­
vetlerinin simgesi saydıkları h alde, en çok ezilen de k en d ilerid ir ve şeflerini
de asla kendileri seçm iş değildirler. Bir kez saltanatın devlet örgütleri k u ru l­
d u k tan sonra,' bireyler, b u örgütlerin yarattığı disipline baş eğm ekten başka b ir
şey yapm azlar. Biz b u rad a saltan atların k u ru lu ş ve yıkılışlarındaki sosyal ve
tarihsel nedenleri ve b u k o n u d ak i k u ram ları açıklayacak değiliz. G erçek olan,
H z. M uham m ed ’in, d em o k ratik b ir T a n rıe rk il sistem i kurm uş ve savunm uş ol­
m asıdır. O , araların d a tü rlü im tiyazlarla b irb irin d en ayrılm ış olan sınıfların
aleyhindedir; fak at b u n u , tüm insanlığı içine alan , sınıfsız b ir toplum anlam ın­
da kabul etm ek g üçtür. Z ira , H z. M uham m ed, tüm im an edenleri kardeş saydığı
için, ancak M üslüm anların sınıfsız ve im tiyazsız b ir kitle o larak kardeşçe yaşa­
m alarını istem iştir. O , A rab m A rab o lm ayanlardan ü stü n olduğu inancım yay­
mış (Â li İm ran , 110) ve din i, A rab i k alk ın d ırm ak için b ir siyasal ü lk ü aracı gibi
kullanm ıştır. G erçekten de Peygam ber İb n Ö m e r’in anlattığı b ir hadise göre,
“K ureyşlilerden ik i k işi kaldıkça, iktid a r K ureyşlilerde kalm aya devam etm eli­
d ir" dem ek suretiyle de öteki İslâm u lu sların ın egem enlik h ak k ın ı reddetm iştir.
A bu D av u d ’u n b ildirdiği b ir had iste de aynı d üşün savunulm uştur: “İm am lar
h ü k m e ttik le ri ve adalet dağıttıkları sürece K ureyşlilerden çıka ca ktır”. Çağım ız
dem okrasi anlayışına da uym ayan b u b ild irilere, ta rih boyunca A rap lar da uy­
m am ışlardır.
H z. M uham m ed, köleliği kaldıram am ış ve im an etm eyenleri kardeş say­
m am ıştır. Son çağlara dek insan ların din ve ırk savaşlarından kendilerini k u r­

(1) Sultan sözcüğü, Kur’anın (28) ayetinde şu anlam larda kullanılm ıştır:
M utlak y e tk i (Nisa; 91; İsra: 33, 80; Hac: 71; Mü’m inun: 45); M utlak güç (Nisa:
153; Hicr: 42; Kasas: 35); B âşeğilm esi gereken varlık (En’am: 81); Baskı gücü
(A’raf: 33); Söz götürm ez kanıt, m u tla k v e açık kan ıt (A’raf: 71; Yunus: 68;
İbrahim: 10, 11; Kehf: 15; Nemil: 21; Rum, 35; Mümin: 56; Saffat: 156; Duhan:
19; Tur: 38; Necm: 23); Erk, y e tk i ve güç (Sebe; 21; Saffat: 30; Nahl; 100);
Egem enlik (İsra: 100).
taram ad ık ların a b ak ılırsa, Peygam berden yaşadığı dönem lerde daha fazlasını
beklem ek insafsızlık o lu r. B ununla b irlik te o, kölelerle im an etm em iş olanların
haklarını koru y an h ü k ü m ler verm eyi ihm al etm em iştir; nitekim , b ir hadisinde,
“Tanrı katında en m ü kerrem olanınız, en tavkalı o la n ın ızd ır", yani, T a n rı’dan
çekinenizdir, derken hiç kim seyi b ir diğerinden d ah a ü stün ve on u rlu saym adığı
açıkça gö rü lü r ve H z. İs a ’nın da savunduğu gibi (M eta İncili, X X , 27), Pey­
gam ber de, “ K a vm in efendisi, ona h izm e t e d en id ir" dem ekle, dem okratik an­
layışın büyük b ir ilkesini b elirtm iş o lu r. “K u vvetlisinden zayıfın h a kk ın ı alm a­
yan bir ulusu, Tanrı nasıl kutsallaştırır?” diyen H z. M uham m ed, “H alkın h a k ­
larından hiç bir şey azaltm a yın ız ve yeryü zü n d e fesada çalışm ayınız!” (Şura,
183) em rinde b ildirilen halk k av ram ın d an tüm insanları ya da hiç olm azsa b ir
devletin tüm u y ru k ların ı anlam am ak için hiç b ir neden yoktur.
H z. M uham m ed, İslâm d in in i ulusal b ir din o larak geliştirirken, " D aha
önce indirilm iş olan kitapları onaylam akta olan bu kitabı, M e k k e halkına ve
dolaylarındaki halkı g o cu n d u rm a k için in d ird ik ” (E n ’am , 92) gibi bazı ayet­
lerle kavm inin anlam ası için, K u r’an m A rap diliyle indirildiğini bildiren ayet­
lere u yarak , tüm insanlığı içine alan esre n se ’ b ir din duygusuna sahip değilm iş
gibi hareket etm iştir. Bu nedenle de o n u n dem okratik sistem indeki dinsel-ulusal
k arak teri tan ım am ak olan ak sızd ır. N itek im , üm m et olarak aynı im ana bağlan­
mış olan kavim ler, bu T an rıerk il sistem in başlangıçta taşıdığı ya da kabul e ttir­
m ek istediği akılsal ve insel duygulard an pek de yararlanm ış değildir. O sm anlı
İm paratorlu ğ u yıkılırken, M üslüm an o lan u lu sların , kendi ulusal çık arların ı ya
da uyruğu b u lu n d u k ları H ıristiyan d evletlerinin am açlarını gerçeklendirm ek için,
nasıl halife ord u larıy la savaştıkları p e k yakın ta rih in acı gerçeklerindendir. D in
kardeşliğinin politik a işlerinde hiç b ir değeri olm adığına, her ulusun tarih i ta ­
nıklık eder.
Peygam ber, kendisine b ağ lan an ların sayısı çoğaldıkça egem enlik alanını da
genişletm eye başladı. A rtık k endisine T a n rı’nın, C eb rail’in ve m eleklerin yardım
ettiğini bild iren ayetlere d ay an arak tü rlü askersel ve siyasal girişim ler yaptı.
B edir Savaşında m u zaffer oldu ve T a n rı’d an şu em ri alm ış olduğunu b ild ird i:
"K endileriyle antlaşm a yaptığınız halde, her defasında antlarını bozan o k â fir­
ler, T a n rı’dan sakınm azlar; onları savaşta ele geçirdiğin zam an, arkadakilerini
dağıt. Bir k a v m in hainliğinden korkarsan antlaşm ayı geri ve r!” (E nfal, 57-59).
H z. M uham m ed, düşm an karşısın d a âciz kalm am ak için, m addesel ve som ut
güçlere fazlasıyla önem v erd i; bedevilerle an laştı; H udeybiye Barış A ntlaşm a­
sını sağladı ki, b u , p o litik a tarih in d e yalnız H z. M uham m ed için değil, tüm b a­
ğım sızlık savaşına girm iş olan u lu slar için de büyük ve verim li b ir başarı , örne­
ğidir. A rtık o n u , M edine’de b ir devlet b aşk an ı o larak, gelecekteki yayılm anın
ve zaferlerin plan ve h azırlık ları içinde b u lu ru z; b ir ta raftan Y ahudileri göç
etm eye zorluyor, b ir ta ra fta n M üslüm an olm ayanları haraca bağlıyor, b ir ta­
ra ftan da im an edenlerin zafer g u ru ru ve ganim etlerin yarattığı zenginlik yü­
zünden kâfirlerle yap tık ları k u m ar ve işret âlem lerinin doğuracağı akıbetten en­
dişe ederek içkiyi ve ku m arı yasak ediyor; başlangıçta dinde ikrahın ve zor­
lam anın bu lunm adığını ilân ettiği h alde, c ih a d ’ı, hem dinin yayılm asına, hem
de devletin kökleşip güçlenm esine aracı yapıyordu. O , nüfuz alanım genişlet­
tikçe bireysel ve sosyal ilişkilerde çeşitli ihtiyaçlar ve gelişm elerin baş göster­
diğini de gördü; b u n u n için d ir k i, b ir ta ra fta n şe r’î h ü k ü m ler, yani d in esasına
bağlı k a n u n la r yapılm ış, b ir ta ra fta n da b u k a n u n la rı uygulam ıştır. Bu su retle
b ir devlet b aşk an ı o larak , egem enlik alan ın a girm iş olan yerleri yönetm eleri
için, valiler tayin ediyordu. O , ş e r’î h ü k ü m lerin d e, halkın tö relerin d en ve âdet­
lerinden, h a tta cahiliye dönem inde b ir zam an lar v a r olup da sonradan u n u tu ­
lan ya da bozulan törelerden b ü sb ü tü n ayrılm adığı gibi, o n ların çoğunu bir
disiplin altın a alm ak için ıslah ederek k an u n laştırm ıştır; yani o n ları, İslâm te r­
biye ve v icdanına uygun şekillere sokm uş, gelecek kuşaklarla u lu slara, kendi­
lerini yönetecek o lan k a n u n la rı, h alk ın gelenek, görenek ve törelerinden alm a­
ları gerektiğinin esaslı ö rn ek lerin i verm iştir. “A ffı seç, töreye göre em ret ve
bilgisizlerden sa k ın !’’ em rin i veren ayette, o n u n devlet işlerinde bağlandığı ve
bağlanm ası istenilen esaslar sak lıd ır. Evvelce de değindiğim iz gibi, şu ayetlerde
de onun siyasal ilkelerini billurlaşm ış b u lu ru z: “H alka h ü km e d e rken adaletle
hü k m ed in iz. A d a le ti gözetin, zira takvaya en ya kın olan odur. T anrı, em anetleri
(yani, devlet işlerini) ehline verm en izi ve insanlar arasında adaletle h ü k m e tm e ­
n izi em red iyo r” (N isa, 54-56) ve Peygam ber, “A d a le tli bir h ü kü m d a rın bir
saatlik ibadeti, başkasının yetm iş y ıllık ibadetine eşdeğerdir” dem iştir. Bu k u t­
sal b ildiriler, b ir ulu su kim lerin nasıl yönetm eleri gerektiğini açıkça belirtm ek­
ted ir ki, çağım ızın olduğu k a d a r da gelecek çağların a rtık bu ilkeler dışına çı­
kacak kim seleri şef yapm ak h a k k ın a sah ip olm ad ıklarını da açıkça ifade eder.
B unun için o lacak tır ki, H z. M u h am m ed ’e ik tid arı kim e verelim ? diye so rd u k ­
ları zam an, “E n b ilg in in ize" dem işti. K uşkusuz ki, b u ra d a sözü edilen bilgin,
E fla tu n ’un tek lif ettiği filozof değil, K u r’an ve hadisi hakkıyla bilen ve onların
em irlerind en asla ayrılm ayacağına em in o lunan k im selerdir. F ak at, im anla edi­
m in (am el) daim a b irlik te gitm ediği, h a tta tersine o larak , h er tü rlü zulm ü, kitaba
u yd u rarak h ak ları ve halk ı ezen dinli bilginlerin pek az olm adığı, tarihsel ger­
çeklerdend ir. B unun p ek iyi fa rk ın d a olm uş o lan H z. M uham m ed şu ayeti bil­
d irm iştir: “E y im an edenler, bilginlerin ve rahiplerin çoğu, h a lkın m allarını ba­
tıl h ü k ü m le rle yerler ve halkı Tanrı yolundan m enederler” (T övbe, 34). Peygam ­
b er, N isa suresinin 5 7 ’nci ayetinde bildirildiği gibi, im anlı olm ayan em ir sah ip ­
lerine (ul-ül-em r) ita a t etm ek zo ru n lu lu ğ u n u kaldırdığı gibi, töreye ve k an una,
yani anayasaya uym ayan em irlere de kim senin başeğm e zorunda olm adığını bil­
dirm iştir. H z. M uham m ed, b ir had isin d e de, “M âsiyetle em rolunana itaat y o k ”'
dem iştir. M üslüm anlığa aykırı ve fak at İslâm im anına day an ır gibi görünen
B âtınîler, tüm in san ların , halife ve h ü k ü m d a r anlam ında d a kullan d ık ları im am ’
in davetine koşm ak zo ru n d a o ld u k ların ı, im am lığın H z. H üseyin evlâtlarından
başkasına verilem eyeceğini, d u y u ların k av ram ak tan âciz olduğu gayb âlem i h a k ­
k ında taı» bilginin, yalnız im am a özgü olduğu için, öteki in sanlar yanılm ış ol­
salar bile, im am ların y anılm ayacaklarını, zira b u n ların daim a m utlak b ir ger­
çekle temas, halin d e b u lu n d u k la rın ı ileri sü rerek , im am da âdeta K atolik p a p a­
ların a verilen sıfatları görm üşlerdir. O ysaki tarih , nice devlet şeflerinin aptal,
d eli, ah lâk ve bilgiden yoksun, d alk av u k ların ın tu tk u ların a hizm et eden adi,
sefil ve sefih o la n la r o lduğunu gösterm iştir. “H a d d i aşanların em irlerine itaat
etm eyiniz, onlar, yeryü zü n d e fenalığı yayar ve h iç b ir iy ilik te bulu n m a zla r” '
(Ş u ara, 151); “ Z u lm ed en lere dayanm ayın, ateşe yaslanm ış o lu rsu n u z” (H ud, 113).
T a n rı bile, " Z a lim e biraz m ü h let verir; fa k a t yakalayınca da ona ku rtu lu ş y o k ­
tu r " (H adis). Bu itib arla, an cak , "H a lka zu lm ed en ve yeryü zü n d e h a ksız yere
saldıran ve eziyet edenler cezaya” lây ık tırlar (Ş ura, 39-42).
H z. M uham m ed, zalim lerin kendi adın a h ü k ü m eti yönetm e h ak k ın a sahip
o lm ad ık ların ı, b u ödevlerin h er tü rlü zulüm lekesinden ve eğilim inden u zak k a­
lan kim selere verilm esi gerektiğini bild ird iğ i gibi, b ir ayetle de, hiç kim seye
karşı düşm anlığın caiz olm adığını, am a zalim lerin m üstesna o ld u k ların ı an lat­
m ıştır; m üsteb itlere, ad aletten k açın an lara ita a t etm ek şöyle d u rsu n , o n lara is­
yan etm enin, o n ları cezalan d ırm an ın d a m eşru o lduğunu savunm uştur. H iç kim ­
se h ak k ın d a açıktan açığa alçaltıcı söz söylenm esini istem eyen Peygam ber, zul­
m e uğram ış olan kim selerin, zalim aleyhinde h e r sözü söyleyebileceklerini, yani
o n la rın fena sıfatların ın sergilenm esinde b ir sakınca olm adığını b ild irm iştir (N i­
sa , 146). K uşkusuz, H z. M uh am m ed ’in devleti T a n rıe rk ild ir, o n u n devlet baş­
k an ı ve devlet ad am ları, şeriattan ayrılm am aları gereken kim selerdir. Y ani, ona
göre, em ir sahip lerin in n itelik leri b ir ayette de b elirtildiği gibi, " H ü k ü m le r çı­
karm a iktidarında, olan bilim ve fık ıh eh li kim se le r” dir. B undan, em ir sah ip ­
lerinin, yasam a ve yargılam a gücüne sah ip olan kim seler olacağı anlaşılır. N i­
tekim b ir b aşk a ayette de, "E y D avud, b iz seni halka h a life yap tık; bu itibarla
insanlar arasında h a k ve adaletle h ü k m e t/ ” (S a’d, 25) denilm ektedir ki, b u da
yu k ardan beri işaret etm ekte olduğum uz gibi, başkanların ana ödevlerinin ne
olduğunu açıkça an latm ak tad ır.
Hz. M uham m ed, siyasal am açları, bazı bazı dinsel am açlara tercih etm ek­
ten de çekinm em iştir. O , İslâm üm m eti içine k arışm ak isteyenleri, rasgele k a ­
bul etm e yetkisini k en d in d e görm em iştir: "E y Peygam ber, im an eden kadınlar
sana şu şartlarla biat etm eye gelirlerse, biatlarını ka b u l et v e kendileri için yar-
lıgam a dile; Tanrı, yarlıgayıcı v e ç o k m erham etlidir: T a n rı’ya h iç bir ortak ko ş­
m ayacaklar, h ırsızlık etm eyecekler ve evlâtlarım öldürm eyecekler, elleriyle ayak­
ları arasında bir bahane u yd u ru p iftira etm eyecekler ve sana hiç bir şer’î h ü k ü m ­
d e (m aruf) asi olam ayacaklar” (M üm tehine, 12). Bu em irde, b ir u lu sta kim le­
rin göçm en ya da u y ru k o la ra k k a b u l edilm eleri uygun olacağının akla ve u lu ­
sal çık arla ra en elverişli d irek tifi sak lıd ır. H z. M uham m ed, im an edenler a ra ­
sında tam b irliğin k u ru lm asın ı, b u n la rın herh an g i b ir çık ar ve gizli m aksat fit­
nesiyle b irb irle rin e düşm an olm am aların ı ister. Ö m rü boyunca da b u n u yerine
getirm eye çalışm ıştır. Z ira , siyasal g ü cü n b ir aynı ülkeye içten ve edim sel olarak
(bilfiil) bağlanm akla sağlanabileceğini b ilm ek ted ir. Sözünde d u rm ak , sözleşim-
lere ve an tlaşm alara uym ak, güvenilir insan olm ak, onun ah lâk ve politika sis­
tem inin ana ilk elerin d en d ir. K u r’an ın , " S iz d ö n e k bir k a v im sin iz” dediği va-
kitki M edine Y ahudilerini H en d ek savaşından son ra cezalandırm ası, bu ilkele­
rin zo ru n lu b ir sonucu d u r. O , h u k o n u d a h a tta d ine hizm et e d er gibi görünen
girişim leri bile — iyi b ir niyete d ay an m ad ık ların ı anlayınca— b altalam aktan
çekinm em iştir. T övbe suresinin 107-110’uncu ayetlerinde bu gerçek saklıdır:
Bazı kim seler, M ed in e’nin güneyinde A m r bin A v f’in arazisi üzerinde b ir cam i
yaptırılm asına izin istem işlerdi. Peygam ber de b u n a izin verm işti. F akat sonra­
dan, bu cam iin im an edenler arasın d a, eski d ü şm anlarının çıkarına b ir anlaş­
m azlık yaratm a kastıyla yapılm ış o lduğunu anlayınca, onu derhal yıktırm ıştır.
Bu konuyu b ild iren ayette, “E b ed î olarak bu m escitte nam az kd m a ; ilk g ü nün­
den itibaren ta kva tem eli üzerine ya p d m ış bir m escit, nam az kılm ana daha lâ­
y ık tır" (T öbve, 108) d enilm ektedir. Peygam ber, siyasal am açlarını, dinsel tel­
kinlere bağlayarak h u tb elerd e açıklam anın yararlı olacağını biliyordu. Bu ba­
kım dan özellikle cum a ve bayram nam azlarıyla hac törenlerine ayrı b ir önem
verm işti. C um a ve bayram n am azları, âdeta dinsel olm aktan çok, siyasal bir
önem taşır ve b u n ların köyler gibi n ü fu su , kıt yerlerde değil, kalabalık cem aat­
leri toplayabilen ken tlerd e kılınm ası gerekti. Bu nam azlardaki vaiz ve h u tb e­
lerin yalnız din am açlarını gösterm em esi, h alka siyasal ve ahlâksal b ir eğitim
verm ek için, u lu su n özel ve genel so ru n ların a değinm esi isteniyordu. K uşkusuz
ki, bu yüce am aç, so nraları kayboldu; vaızlar ve h u tb eler b ir çeşit dua ve dal­
k av ukluk söylevleriyle basm akalıp tek rarlan an sözlerden ib aret kaldı.
H z. M uham m ed, beyt-ül-m al’i, yani ulusal hâzineyi kurm ayı da ihm al e t­
m em iştir. Bu k o n u d a savaş ganim etleriyle zek âttan yararlanm ıştır. D enebilir ki
o, zekâtla nam azı b irb irin d en ayırm am ış, fak at zekâta nam azdan d ah a fazla
önem ' verm iştir. O n a göre, zekât, yalnız yoksullara yapılm ası gereken b ir yar­
dım değil, aynı zam anda b ir çeşit vergidir. Bunun dünyadaki yaptırım ı, ölüm
cezasına dek yükselir; ah rette de cezası vardır. Peygam ber, zekâtın belirli bir
servetten itib aren alınm asını em retm iştir: Said-i H u d rî’nin naklettiği b ir h a­
dise göre, iki yüz d irhem den az m ik tard ak i güm üşle en az üç yaşındaki beş de­
veden aşağısından zekât alınm az. Beş vesaktan (bin kilo) daha az h u rm a, üzüm
ve h u b u b a t için de zekât vacip değildir. Palm cr, K u r’anın İngilizce tercüm esi­
nin giriş kısm ında, yılda 600 fran k lık b ir geliri olanın zekât verm ekle yüküm lü
olduğunu yazm ak tad ır ki. b u verdiğim iz had istek i m iktara az çok uygundur.
A nlaşılıyor ki, vergide adalet ilkesine önem verilm iştir.

Peygam berin nüfu z ve iktidarı arttık ça, b ir büyük lider, yüce b ir ülkünün
kurucusu ve ö nderi o larak kendisinin h alk la ilişkilerinde sosyal disiplini k o ru ­
m ak için her çeşit laubalilik ten uzak kalm ası gerekti. İçten b ir dem okratik
anlayış ve k arak tere sahip olm asına k arşın , kendisine tüm diğer im an edenlerin
b irb irin e seslendikleri gibi h itap etm elerini uygun bulm am ış, kendisiyle konuş­
m ak isteyenlerin bazı m erasim k u ralların a uym alarını istem işti. Bu, yalnız m is­
tik ru h la rd a , alçak g ö nüllülük m askesi altında gizlenm iş bu lu n an b ir büyük­
lenm enin sonucu değil, aynı zam anda k u ru lm ak ta olan İslâm devletinin ilk
başkam na gösterilm esi zorunlu olan saygının resm î b ir ifadesidir. Bu protokol.
İslam toplu m u n d a b ir hiyerarşi etik etin in de başladığına işaret sayılm alıdır.
N itekim , daha sonra k u ru lan İslâm devletlerinin h ü küm darları d a, öteden beri
k ralların k u llan d ık ları p arlak ve tan tan alı sıfatlarla, unvanlarla kendilerine hi­
tap ettirm işler, ferm an ların d a ve elçileriyle yolladıkları mesaj ve n o talarda bu
sıfatları kullanm ayı âd et ve gelenek haline getirm işlerdi. B unların çevrelerinde
kendilerini yücelten d alk av u k lar ve kasideci o zan lar da eksik değildi. Hz. M u­
ham m ed de kasideci ozan lara önem verm işti. K u r’anda, “E y im an edenler.
Peygam berin sesi üzerine sesinizi yü kseltm eyin iz. Peygam berle birbirinizle ba­
ğırarak ko n u ştu ğ u n u z gibi bağırarak ko n u şm a y ın ız!” (H ü cu rat, 2) em ri veril­
m iştir. Z ira, bazı im anlılar, Peygam beri, hücrelerinin ark asın d a, kendi ark a­
d aşlarına seslenir gibi çağırm aktan çekinm iyorlardı.' B unlar, akılları erm eyen
kim selerdir (H ü cu rat, 4). “Â lem lere bir rahm et olarak gönderilm iş olan” (En­
biya, 107) Y üce E lçinin adını bile rasgele ve bazı saygı sıfatları eklem eden söy­
lem em ek lâzım dır: “Peygam bere, b irbirinize h ita p ettiğiniz gibi hitap e tm e y in iz”
(N u r, 65). Bunu H z. M uham m ed, b ir had isin d e de şöyle açıklam aktadır: “Tanrı,
bir M üslüm anın yanında anıldığım zam an, bana salavat getirm esi için, “T an­
rı seni yarlıgasm !” diyen ik i m e le k görevlendirm iştir, diğer m elekler d e o iki
m eleğe, “A m in !” d iy e ka rşılık verirler. Bana salavat getirilm ediği zam an da, o
ik i m elek, “Tanrı, seni yarlıgam asın!” der, diğer ik i m elek de yine, " A m in ”
d erler”. N itekim b ir ayet de bu had isi p ek iştirm ek tedir: “Tanrı ve m elekleri,
Peygam bere h ep salât ederler. E y im an edenler, ona salât ve selâm g etirin !”
(A hzap, 56). G örü lü y o r ki, verdiğim iz had iste salât ve selâm , yalnız in sanlar­
dan b eklen irk en , bu ayette artık m elekler ve h a tta T an rı bile aziz elçisine salavat
getirm ekted irler. Bu kon u d a H z. M uham m ed, fazlasıyla duyguludur: “Y anında
ben anıldığım zam an, bana salavat getirm em iş olanın burnu sü rtü lsü n !” diyerek
bu protokola riayet etm eyenlere b ed d u a etm iştir. O n u n la özel ilişkiler için de,
bazı k u rallara uym ak g erektir; örneğin, “Y em eğ e davet edildiğinizden başka
bir zam anda Peygam berin evlerine girm eyiniz, lâkin davet olun d u ğ u n u z vakit
giriniz. Y e m e k te n sonra da dağılınız, sohbet ederek ken d isiyle arkadaşlık etm ek
için oturm ayınız. Bu Peygam beri incitiyor da o, size söylem ekten u tanıyor” (A h­
zap, 53). Aynı ayet, Peygam berin eşlerinden b ir şey istendiği zam an da b ir p e r­
de arkasından istenm esini em reder.
Bilgisiz ve ilkel ru h lu insan lar, b üyüklerinden gördükleri yakınlığı, b ü ­
yüklüğün doğal b ir iltifatı saym azlar, k endilerini hem en o büyük insanın se­
viyesine ç ık a rır, gereken saygı ve p rotokola özenm ezler. Ö zellikle bedeviler, o
dönem de yaşayan cahiliye A rap ların ın k ad ın ve erk ekleri, İslâm erdem ve ede­
bine alışm am ış o ld u k ların d an , b u n ları eğitm ek, ölçüsüz h areketlerden ve lâu­
balilikten k u rta rm a k gerekti. D isiplin isteyen resm î görevlerin işbölüm ünde, b ü ­
yük küçük herkesin h ad lerin i bilm eleri, gerçek ödev, yetki ve değerlerini k av ra­
m aları için H z. M u h am m ed ’in halkı uyandırm asını doğal karşılam alıdır. Bu­
nun m istik b ir tem ele ve m istik hayal gücüne dayanm asını da peygam berliğin
zorunlu b ir ü rü n ü saym alıdır. S ahabelere, “Tanrı ken d isinden razı o lsu n !”;
evliyalara, “Tanrı, sırrını kutsalla ştırsın ” gibi d ileklerde bulu n m ak da, çağdaş
resm î hayatın ın sıfatların d an olan M ajeste, ekselans, a lte s... vb. gibi deyim ­
lerin saygı için k ullanılm ası gelenek halini alm ış olan İslâm ca b ir ifadesi sayıl­
m aktadır. Bir ayetle de H z. M uh am m ed ’in geçm iş ve gelecek günahlarının b a­
ğışlandığı b ild irilm iştir. Bu, h ü k ü m d arlarla devlet şeflerinin dokunulm azlığı
hakk m d ak i çağdaş k an u n ların k u tsallaştırılm ış b ir şeklidir. Bu geniş hoşgörü,
halifeler, p a p a la r ve kendilerine T an rılık sıfatları verilm iş ve T anrılaştırılm ış
olan eski A sur, M ısır krallarıyla b u g ü n k ü devlet şeflerinin ve k u ru cu ların ın da
h a k ların d a n d ır ve insanlık b u unvan ların çekim inden hâlâ k u rtulm uş değildir.
F
SAVAŞ (C İH A T )

" Tanrı yolunda öldürülen kim selere, ölüler dem eyiniz;


onlar diridirler; fa ka t siz b u n u ka vrayam azsınız”.
(B akara, 154)

G enel o larak M üslüm anlık, bireyin kendini h er türlü erdem dışı eylem ve
inançlardan korum ası için nefsiyle yapm ası gereken tinsel savaşları em reder. N i­
tekim Peygam berim iz, M ekke’yi zap tettik ten sonra, küçük savaş’m bittiğini, sı­
ran ın büyük sav aş’a geldiğini bildirm ek suretiyle ahlâksal yetkinlikle sosyal
ödevler yolundaki gayretlerin politik a sav aşlarından daha önem li olduğunu an­
latm ak istem işti. Biz bu konuyu ah lâ k bahsinde gözden geçirm iş olduğum uz
için, b u rad a yalnız siyasal savaş ü zerinde duracağız.
B ilindiği gibi h u k u k , insanların b irbiriyle ve eşya ile olan ilişkilerini sap­
tayan yaptırım lı edim ve tasarım lar toplam ı olduğu halde, politika, ulusların
birbirleriyle olan ekonom ik, k ü ltü rel, tek n ik vc u y g a rsa k .. vb. ilişkilerini d ü ­
zenleyen ve d ah a çok bug ü n k ü k a d a r da geleceğin güç ve güvenini sağlayan gü­
vencelere tasarını ve ü lkülere dayanan ulu slararası özgürlük ve egem enlik faa­
liyetleridir. Bu itib arla b ir u lu su n yaşayabilm esi ve inan d ık ların ın özgür olarak
gerçeklendirilebilm esi için, ister istem ez bazı savaşlara katlanm ası gerekm ek­
tedir. Y oksa, İslâm din i, m u tlak a b ir savaş dini olm adığı gibi, sadece savaşla da
yayılm ış değildir. H z. M uham m ed, b ir hadisin d e, "T anrı, K u r’anla defedem e-
yeceği bazı fenalıkları kılıçla d e fe d e r” d em iştir. Savaşı, cihat adı altında em reden
ayetler, b u n u gerektiren politik zo ru n lu lu k ları bildirm iş ve savaşın koşullarını
da anlatm ıştır; h atta b u n la rın b ir kısm ı da, diğerlerini neshetm iştir, yani kal­
dırm ıştır. B ununla b irlik te, kutsal m etinlerde cihada ayrı ve siyasal b ir önem
verildiği görü lü r. K u r’an d an , savaşın işkence etm ek, düşm anı alçaltm ak, zafer,
kini giderm ek ve gönüle şifa verm ek gibi am açlar taşıdığını öğreniyoruz. Buna
b ir de ganim et ve yağma ile d üşm anı zayıflatm ak ve im an edenlere, çektikleri
zahm et ve göze ald ık ları tehlikenin m addesel ve tinsel m ü k âfatım verm ek gibi
am açları da ekleyebiliriz. B unlarda, savaşanların sosyal kalkınm alara yarayan
m aksatlar da sak lıd ır; savaşın b ir am acı d a, k ü fred enlerden ko ru n m ak ve T anrı
ışınını söndürm em ek ve yaym aktır; bu m ak satlad ır ki, "E y peygam ber, im an
edenleri cihada teşvik et, sizden sabredecek yirm i kişi olursa, ik i y ü zü n e galip
gelirler; sizden y ü z kişi olursa, o kâfirlerin bin kişisine galip gelir” (E nfal, 65)
deniliyor; fak at M ü slüm anlar arasın d a sab ırları ve direnm eleri azalanların sa­
yıları çoğalm aya başlayınca, tinsel kuvveti a rtıra n başka b ir ayet, daha ölçülü
b ir dil kullanıyor: " Ş im d i sizden sabredecek y ü z k işi olursa, ik i y ü ze galip ge­
lirler. S izd en bin olursa, T a n rı’nın izn iyle ik i bini yenilgiye uğratırlar” (E nfal,
66). Bu cesaret verici em irler, T e v ra t’ta da şu suretle ifade edilm iştir: "S izd e n
beş kişi, y ü z kişiyi ko vu ştu ra ca k ve sizden y ü z kişi, on bin kişiyi ka vu şturacak­
tır ” (Levilileı-, X X V I, 8-9); " S izd en bir kişi, bin kişiyi kovalayacaktır. Zira, size
dediği gibi, sizin için T a n rın ız R a b , ken d isi savaşacaktır" (Levililcr, X X X III,
10). T evrat, d ah a ileri giderek şu h ab eri de verir: Y eşu peygam berle birlikte
Y ahova, İsrailo ğ u lları için çeşitli kavim lerle savaşır ve Y eşu, b u kavim lerin
hepsini, h ü k ü m d arların d an ço cu k ların a dek ö ld ü rü r. Z ira, “İsrail için, İsrail’in
Tanrısı Rab savaşırdı” (Y eşu, X , 4 2 ). Savaşanlara cesaret verm ek için, çağı­
m ızda da tü rlü telk in ler yapıldığını bilm ekteyiz. D in adam ları için her zafer,
T anrısal b ir yard ım ın ü rü n ü d ü r1.
K im lerle savaşm alıdır? “S izin le aralarında antlaşm a bulunan bir ka vm e
sığınm ış bulunanlarla, ya h u t ne sizin le ne de o ka vim lerle savaşm ayı” istem e­
yerek, “Size gelm iş olanlarla sa va şm a yın ız” (N isa, 88), fak a t, “S izi d e kendileri
gibi Tanrı yolundan saptırm ak suretiyle sizin le birleşm ek isteyenlerle dost ol­
m a y ın ”; “Bunları, b u ld u ğ u n u z yerde tu tu n ve öldü rün ve onlardan ne bir dost,
ne d e bir yardım cı e d in in ”. D iğer b irtak ım m ü n afık lar v a rd ır k i, b u n lar, “H em
sizden em in olm a k, h em de kavim ierin d en em in o lm a k isterler; fitn e y e sevk
ed ilm ed ikçe de döner döner içine atılırlar: eğer bunlar, sizden çekin m ezler ve
barışa yatıp saldırm aktan vazgeçm ezlerse, ken d ilerin i b u ld uğunuz yerde yaka­
layın ve ö ld ü rü n !” (N isa, 89) ve başka b ir ayette de, “S özleşm elerden sonra
yem inlerini bozarak d in in izi horlayanların başkanlarıyla savaşınız; b e lk i de bu
suretle im ansızlar, k ö tü edim lerin e son verirler” d enm ektedir.
Savaşta ne y ap m alıd ır? “K üfred en lerle savaşa tutuşunca, ku vv etlerin i k ö ­
k ü n d en kazıyıncaya kadar, hem en boyunlarını vurun. O vakit d e tutsakları sı­
kıca bağlayın, sonra da savaş ağırlıklarını alıncaya kadar ya fid y e ile ya da be­
delsiz olarak azat e d in ” (M uham m ed, 4).
Savaşı ne ile y ap m alıd ır? H e r ne k a d a r Bedir savaşının, T a n rı’nın yolladığı
alâm etli m eleklerin de yardım ıyla kazan ıld ığ ın ı b ild iren ayetler varsa da, bunu
m ecazî b ir b ild iri o larak k ab u l etm ek zorundayız. Z ira, savaştan söz eden ayet­
lerle — ki b u n ların sayısı 6 8 ’d ir— H z. M u h am m ed’in kendi girişim leri, böyle
göksel yard ım lara p ek de u m u t bağlam am ayı gerektirecek k a d a r hayata ve olay­
ların istediği gerçek ve m addesel aracılara d ay anm aktadır: “D üşm anlarınıza
karşı güç yettiğ i kadar k u v v e t h a zırla yın ”; “E y im an edenler, silahınızı alın,
düşm an için hazırlanın; d ü şm anla savaşa b ö lü k b ö lü k ya da toptan ç ık ın ”
(N isa, 69); “D üşm anlarınıza karşı g ü cü n ü z yettiği kadar k u v v e tler ve bağlan­
m ış atlar hazırlayınız; bunlarla T a n rı’nın ve sizin o düşm anlarınızı, Tarirı’nın
bilip d e sizin bilm ediğiniz düşm anlarınızı ko rk u tu rsu n u z. Tanrı yolunda nafaka
olarak vereceklerinizin m ü kâ fa tın ı e k sik siz görürsünüz ve asla gadre uğram az­
sınız. Eğer onlar, barışın d eva m ın ı isterlerse, buna u y u n u z” (E nfal, 61-62);
“E y im an edenler, eli tutan ne kadar a dam ınız varsa, yaya ve süvari, hepiniz
m allarınızla ve nesillerinizle Tanrı yolunda sa vaşınız”.
Savaşın tedbirsizlikleri karşısın d a ne y ap m alıd ır? Hz. M uham m ed, savaş

(1) Düşmanı, at ve arabalarıyla, askeriyle çevrilmiş olan Yeşu, yanındaki


uşağın korktuğunu görünce, ona: “Korkma, zira benimle olanlar, onlardan daha
çoktur” der ve dua ederek uşağın ruh gözünü açınca, o da her tarafın ateş atları
ve birçok savaş arabalarıyla kaplanmış olduğunu görür (Dördüncü Mektuplar,
(VII, 15-18).
m eydanlarında ganim et tu tk u su n a k ap ılan ların , bazı kaçışlara ve zararlara neden
o lanların u m u tların ı b ü sb ü tü n kırm am ak için, b ir devlet adam ının uzak görü­
şüyle, onları şeytanların kazanç hırsıyla h arek et etm elerine neden olduğunu k a­
bul ederek kendilerini, “Tanrı a ffe tsin ”, zira, "T a n rı yarlıgayıcı ve y u fk a yü rek­
lid ir” (Âli İm ran, 155) ayetiyle m üjdeler. N itekim o, U hut savaşında da şey­
tana uyanlara sert davranm am ıştır ve b u n u n isabetli b ir h areket olduğunu da
b ir ayetle bildirm iştir: " S ır f T a n rı’nın rahm eti sayesinde onlara yu m u şa k dav­
randın; eğer ka tı y ü re klilik etseydin, elbette etrafından dağılıp gitm iş olurlardı.
Ö yleyse, kusurlarını bağışla da günahlarının yarlıgam asını dile ve işlerde oyla­
rını a l” (Âli İm ran , 159).
K im ler için savaşılacaktır? “Tanrı yolunda ve o bezdirilm iş erkekler, ka ­
dınlar ve yavrular uğruna ki, onlar, “E y R a b b im iz, bizleri bu halkı zalim olan
şehirden çıkar, b ize tarafından bir sahip gönder, b ize bir yardım cı gönder” diye
yalvarıp duruyorlar” (N isa, 73); sonra, “S izin le savaşanlarla, Tanrı uğrunda
savaşınız, saldırm ayınız, zira Tanrı, saldırganları se v m e z” (B akara, 191); yani
ihtiyar, kad ın , çocuk ve sizinle an tlaşm aları b u lu n an ları öldürm eyiniz dem ek
isteniyor. F akat sizi öld ü rm ek için savaşanları, “N erede yakalarsanız ö ld ü rü n !”
(B akara, 192) em ri de veriliyor ve, “S ize saldıranlara, onların saldırıları gibi
saldırınız; fa k a t T a n rı’dan sakınınız; Tanrı, sakınanlarla b irlikted ir” (B akara,
195). Bu ayette de savaş h u k u k ve ah lâk ın ın pek asil direktifleri saklıdır. “D üş­
m anlarınızla, ka d ın ve çocuklar gibi zayıflar için, Tanrı "yolunda neden savaş­
m ıy o rsu n u z? ”; “E y im an edenler, size ne oldu ki, savaşınız denildiği halde o tu ­
rup duruyo rsu n u z? Y o ksa , ebedî hayat yerine d ü n ya hayatını m ı tercih ediyor­
su n u z? ”; “O nları yakaladığınız yerde ö ld ü rü n ü z ve sizi çıkarttıkları yerden çı­
karınız. O nların sizleri çıkartm ış olm aları fitn ed ir; fitn e ise öld ü rm ekten daha
şid d etlid ir”; “D üşm anlarınızla Tanrı yolunda savaşm ak için m allarınızı nafaka
olarak veriniz, k e n d in izi teh likeye d ü şü rm e y in iz”; “Ü zerinize vuruşm ak (kıtal)
yazıldı, bu sizin için iğrençtir am a, size iğrenç görünen sizin için hayırlıdır,
hoşlandığınız şey de sizin için şerd ir”; “İm a n edenleri savaşa te şvik et, belki
Tanrı o küfred en lerin baskısını uzaklaştırır. Tanrı baskıca daha şiddetli, k ö k ü ­
nü ka zım a kta da daha şid d e tlid ir” (N isa, 82). Savaşa teşvik eden ayetler, Pey­
gam ber zam anındaki savaşlar vesilesiyle bildirilm işlerdir; b u n la rd a, savaşa k a­
tılan im anlılara m üjdeler verilir, m ü k âfatlar da v aat olunur: “Tanrı, mallarıyla,
canlarıyla savaşanlara, oturanların ü stü n d e b ü y ü k bir m ü kâ fa t ihsan ed er” (N i­
sa, 93-94); “A h re te bedel dünya hayatını satanlar, Tanrı yolunda dövüşsünler;
öldürülür ya da galip gelirlerse, o nu biz yakın d a b ü yü k m ü kâ fa ta nail ed eriz”
(N isa, 72); “Tanrı yolunda öldürülenleri, ölü zannetm eyiniz; onlar, Rablerinin
yanında dirid irler” (Âli İm ran , 169); “S iz Tanrı yolunda öldürülür ya da ölür­
seniz, T a n rı’nın size bağışlayacağı yarlıgam a ve rahm et, onların (düşm anların)
topladıklarından elb ette daha h a yırlıdır” (Âli İm ran, 157); “Tanrı yolunda öl­
dürülen kim selere, ölüler dem eyin, onlar diridirler, fa ka t siz bunu kavrayam az-
sın ız” (B akara, 154).
İslâm âlem inde şehitlik ve gazilik aşam aları (paye), bu son ayetlerin belâ-
gatli bildirisinde saklıdır. İnsan ru h u n u n tü rlü özelliklerini kişisel gözlem leriyle
de pek iyi bilen H z. M uham m ed, b u savaşlara k atılm akta tereddüt edenlerin
içlerinden geçen düşünceleri sezm iş, tahm in etm iş olduğundan, bu konuda da
aldanm am ış o lduğunu b ild iren ayetlere de nail olm uştur: “ İçin izd e her halde
ağır alacak olan öylesi vardır ki, bakar, eğer size bir felâ ket isabet ederse,
“C idden Tanrı bana lü tfetti, çü n k ü onlarla b irlikte b u lu n m a d ım ” der. Eğer
Tanrı size bir lü tu fta bulunursa, sa n ki onunla aranızda hiç bir ta n ışıklık olm a­
m ış gibi, “A lı ne olurdu, ben d e onlarla b irlikte olaydım da, b ü yü k bir murada
ereyd im ” d iyecektir” (N isa, 70-71).
Hz. M uham m ed, ibadetin savaşta bile terk edilm esini istem em iştir. K orku
nam azı denilen bu ibadeti em reden ayette tü rlü ted birler açıklanır. Ö rneğin,
Peygam ber nam azı kıldırdığı esnada, askerin b ir kısm ı düşm anı ayakta gözete­
cek, fakat nam az k ılan lar silâhlarını yan ların d an ayırm ayacaklar; b u n la r nam azı
bitirince, gözcülük yap an lar, yine H z. M uham m ed’in im amlığı altında nam az­
larını kılacak lard ır; ayette deniliyor ki: “K âfirler isterler ki, silâhlarınızdan ve
eşyalarınızdan gafil olasınız da, size birdenbire baskın yapsınlar. Eğer yağm ur­
dan bir eziyet varsa veya hasta iseniz, silâhlarınızı bırakm anızda bir sakınca
yoktur; faka t, ihtiyatı elden b ıra km a yın ” (N isa, 100). K uşkusuz çağım ızın sa­
vaşlarında böyle b ir ibadete olanak yoktur. Bugün savaş içinde b u lu n an la r için,
savaşm anın kendisi b ir ibadettir.
Esasen b ir başkom utan o larak Hz. M uham m ed, katıldığı savaşlarda, yalnız
im an edenlerin tinsel güçlerini artırm ak için telkinlerde bulunm am ış, düşm anın
kullandığı savaş araçlarım da elde etm eye çalışm ış; yani, m addesel olarak da
güçlü olm anın zafer için şart olduğunu anlam ış ve işleri yalnız T a n rı’nın ta k ­
dirine ve yardım ına terk etm em iştir. Ö rneğin, H uneyn savaşında, düşm anın b ü ­
yük b ir hazırlık yaptığını öğrenince, kendisi de hazırlığa başlam ış; o zam anlar
henüz m üşrik olan Safvan ibn Ü beyye’den ödünç olarak silâh istem iş; Nevfel
ibn H a ris’ten de üç yüz m ızrak ödünç alm ıştır. H endek savaşında Selman-ı Fa­
risî’nin İran usulüne göre, M edine etrafın d a hend ekler açm a önerisini kabul
etm iş, kendisi de bu konuda b ir işçi gibi çalışm ıştı. H z. M uham m ed, savaşın
hileye dayandığını biliyor; casuslar kullanıyor; k ıtaların a, güvenilir ve anlayışlı
kom utanların em ri altın d a, düşm ana alışm adıkları tarzlarda baskınlar yaptı­
rıyordu. O , düşm an ların a ne v ak it, nerede ve nasıl saldırm ak gerektiğini, ya­
şadığı dönem in tüm diğer şeflerinden daha isabetle saptıyordu. Ü stelik T a n rı­
sal b ir ülküye de bağlanm ış olan taraflıların im an gücü ve kendisine olan içten
bağlılıkları sayesinde, sayıca ve silâhça kend ilerin d en ü stün ve güçlü olan düş­
m anlarını yenilgiye uğratm ayı başarm ış, b ir politik a adam ı olarak da dikkate
değer antlaşm alarla hem m evkiini, hem de M üslüm anlığı sağlam laştırm ayı bil­
mişti. O nun bu b aşarıların a şaşanlar, kendisine tü rlü m ucizeler yüklem işler ve
h atta kendisiyle b irlik te savaşa k atılan lar bile, nasıl olup da, daha büyük ku v ­
vetlere karşı m uzaffer o ld u k ların a b ir tü rlü akıl erdirem edikleri için, K u r’an,
kendilerine T a n rı’m n gönderdiği m eleklerin de yardım ıyla bu zaferlerin elde
edilm iş olduğunu b ildirm iştir. O ysaki, en büyük m ucize ve en büyük Tanrısal
yardım Hz. M uham m ed’in yine b ir T an rı lü tfü olan yüksek aklı, sarsılm az ira­
desi ve derin im anıdır. Bunu hâlâ anlam am ış olan im anlıların sayısı pek az
değildir. B urada te k ra r edelim k i, İslâm d in in d e zorlam a olm adığı için (B akara,
2 5 6 ), Peygam berin M üslüm anlığı yalnız kılıç kuvvetiyle yaydığını iddia etm ek
h aksızlıktır. O n d a d in için savaş, h e r seviyedeki insanların anlayabileceği b ir
dille bilgece telk in ler yapm anın, ay dınlatm anın h iç b ir y arar sağlam adığı tak ­
d irde başv u ru lan son çarelerd en d ir. O , b arışı da savunm a em rini aldığı gibi
(E nfal, 62-63), savaşlarda çağım ızda da savun u lm akta olan u luslararası h u k u k a
uym a em irlerini de v erm iştir (B akara, 19). N itek im , İslâm h u k u k u , M üslüm an
olm ayanların h a k la rın ı k orum uş ve h a tta on ları, k itaplı old u k ları için M üslü-
m an lard an pek de ayırt etm em iştir. Y alnız, O sm anlı tarih in d e bile, öteki d in ­
lere m ensup o lan lara verilm iş o lan h a k la r ve im tiyazlar b u n u n pek açık b ir
k anıtıdır. Peygam ber, “Ben zim m iy e (yani M üslüm an olm ayan uyruğa) eziyet
edenin düşm a n ıyım ve ben düşm an olunca ahret gün ü n d e düşm an o lu ru m ”,
dem iştir k i, tüm İslâm ü lkelerinde az çok bu tinsel hoşgörüye önem verilm iştir
ve H z. M uham m ed, tü rlü vesilelerle b arışı öğm üş, b a rışta iyiliklerin b u lu n d u ­
ğunu b ir ayetle de bild irm iştir.
Bir had isin d e “Z am an zam an, k ıya m ete kadar savaşılacağını” b elirten H z.
M uham m ed, b ir ayetle b u n u n n edenini şöyle b ild irm iştir: “Tanrı, insanların bir
kısm ını, ö te k i kısm ı ile d efetm em iş olsaydı, içinde Tanrı adının zikredildiği
manastırlar, kiliseler ve havralar y ık ılırd ı”. O n a göre, ebedî b arış, ancak tüm
insanların İslâm im anında birleşm esiyle gerçeklenebilir. O ysa, savaşlardan ço­
ğunun aynı siyasal rejim ve aynı dinsel inanca sahip olan lar arasın d a süregel­
diğini bilm ekteyiz. H u c u ra t suresinde, “İm a n edenler kardeştirler; kardeşler
arasında barışı sağlayın” denildiği h alde M üslü m anlar arasında da H ıristiyan-
lar arasınd a olduğu gibi savaş asla ek sik olm am ıştır. Peygam berim izin buy­
ru k ları da, büy ü k devlet adam larıyla yasam acılarınki gibi, toplum un içinde b u ­
lunduğu k oşullara göre değişken o ld u ğ u n d an , b ir bakım a bazı çelişkilere d ü ş­
m ü ştü r, B unun için d ir ki, o, b ir yandan b arışı sav unurken, b ir yandan d a, hiç
b ir ayrıcalık gözetm eksizin “S ize k im saldırırsa ona, size yaptığı saldırının mis-
lile saldırın ” ve “S izin le savaşanlarla savaşınız, fa k a t onlara zu lm e tm e y in iz!”
em rini veren ayetleri bild irm iştir. Bu, H z. M uh am m ed’in b ir ütopyacı değil,
b ir gerçekçi o lduğunu da k an ıtlar. Savaşları önlem e özlem inin simgesi olan
Birleşmiş U lu slar K u ru m u d a, b u ülküye kesin b ir çare bulam am ıştır. V aktiyle
L cibniz’de, “E bedî barış, ancak bir m ezarlığın kapısında gerçeklenecektir”, di­
yerek bu kon u d ak i um utsu zlu ğ u n u belirtm işse de, in sanların ölülere bile rah a t
verm ediklerini, o n ların dünyada b ıra k tık la rı yapıtlarıyla m ezarda kalan ceset­
lerini çıkarıp y ak tık ların ı da biliyoruz. T ü m iyi niyetlerine karşın vicdan özgür­
lüğüne pek de izin verm em iş olan peygam berlerin bu k o n udaki sorum lulukları
az değildir. M istik inançların bağn azlık ların a tu tu lm uş, d in lerin gerçek felse­
felerini kavram am ış ya d a bu b ağ n azlık tan k en d i çık ar ve o n urları için b ir yarar
sağlam a u m u d u n a kapılm ış o lan lar, hem u lu slara, hem de bireylere saldırm ayı
ve saldırtm ayı b ir k u tsal görev saym ışlardır. Ö zellikle kendilerini ve uluslarını
öteki ulu slard an ü stü n sayarak in san ların T an rı ve h atta yasalar k atın d a eşit
old ukların ı kavram ayanlar, savaşları k ışk ırtm ak tan zevk alırlar. Bu büyüklük
tutk u su n u n yarattığı bencillikten k u rtu lm u ş b ir kavm e rastlanam az. H z. M u­
ham m ed, yalnız dinsel am açlar için değil, kendi siyasal ülküleri için A rapları
tüm öteki in san lard an ü stü n saym ış, tü rlü had isler ve bazı ayetlerle bu ü stü n lü k
bilincini d erin leştirm iştir. Şu ayet, A rab ın tinsel gücünü a rtırm ak , u lusal kişi­
liğini k azan d ırm ak b ak ım ın d an önem lid ir: “S iz ü m m etlerin h a y trlısm n ız; in­
sanlara törelere uygun olanı (m aruf) em reder, a ykırı olanı (m ünker) yasaklar­
sınız. Tanrıya inanırsınız. K itab eh li olanlarda im an etselerdi, ken d ileri için ha­
yırlı olurdu. O nların im an edenleri varsa da çoğu fa sik tir.” (Âli İm ra n , 110).
G erçek olan b ir n o k ta d a şu d u r k i, A rap k ab ileleri ve bedeviler a rasın d a on u r
yarışm ası, sürekli o larak savaşm ayı b ir tö re h alin e getirm işti. A rap edebiyatının
H am asiyat denilen ve savaşçılığın yiğitlikleriyle öğünen, k ib irli öğünm eleri, on­
ların aşk ların d a bile savaşa önem v erd ik lerin i gösterir. Peygam ber, b u geleneğe
son verecek yerde, b u n d a n faydalanm ayı, siyasal ç ık a rlar için d ah a faydalı bul­
m uştur. N itekim A ra p la r İslâm d an önceki ilkel dönem lerden b aşlayarak geçir­
d ik leri evrim aşam aların ın hem en tü m ü n d e yalnız M üslüm an olm ayanlarla de­
ğil, birbirleriy lc de sürek li o la ra k boğuşm uş ve b u u ğ u rd a, K u r’an yasakladığı
halde peygam ber soyundan gelenleri, halifeleri, e m irle ri... öld ü rm ek ten çekin­
m em iştirler1.

(1) Kur’anda özellikle şu sureler savaşı Müslümanlara farz kılar: Bakara:


44; Nisa: 74, 95; Maide: 35; Enfal: 65; Tövbe: 20, 29, 36, 39, 41. Ayrıca (23) ayette
mücadele ve (8) ayette Tenazü sözcükleri geçer ki bunlar da kavga, çekişme,
demektir.
Hazreti Muhammed’e Karşı Direnmelerin Mahiyeti

/. H z. M u h a m m e d ’e yapılan itiraz ve iftiralarla. Tanrısal


iltifat ve d irektifler ■ ( 11. H z. M u h a m m e d ’den sonraki
sapıklıklar • III. Hz. M u h a m m e d ’in kişiliği, başarı ve
amaçları

"B u dünyada keşfolunam ayacak kadar gizli ve bilin­


m eyecek kadar saklı bir şey yo ktu r. Size karanlıkta
ded iğ im izi a yd ın lıkta söyleyiniz; kulağınıza söylenen­
leri dam lar üzerinde ilân e d in iz”.
(M eta İncili, X . 26-28)

K itabım ızın b aşından beri verm iş olduğum uz açıklam alarda da belirttiği­


m iz gibi, H z. M uham m ed hayattayken' b irtak ım m uhaliflerinin çeşitli iftirala ­
rıyla karşılaşm ış, ölüm ünden sonra da, k urm uş olduğu büyük dinin esaslarını
başka başka şekillerde anlayanların tü rlü sapıklıkları görülm üş ve bu n larla hatta
devletler bile uğraşm ak zo runda kalm ışlardı. Biz bu bölüm de, tarihsel olayları
b ir yana b ıra k a ra k bu iki direnm enin kuşbakışı b ir çözüm ünü verecek ve Pey­
gam berim izin büyük kişiliğiyle am açlarını belirtm eye çalışacağız.

Hz. MUHAMMED’E YAPILAN İTİRAZ VE İFTİRALARLA,


TANRISAL İLTİFAT VE DİREKTİFLER

T u tu cu larla (m uhafazakâr) politik acıların , çık arları sarsılanlarla bilgisizler


ve kıskançların saldırısına uğram am ış olan hiç b ir yeni düşünce, yeni ü lk ü , yeni
rejim ve bilim sel buluş ya da k u ram sahibi yoktur. B unların içinde haklı o lan lar
k ad a r da h aksız ve yersiz o lan ların ın b u lu n d u ğ u in k âr edilem ez. D inlerin k a­
deri de, bu genel kurala bağlıdır. H z. M uh am m ed ’e yapılm ış olan direnm elerin
tü rlü sosyal ve ruhsal nedenleri v a rd ır. D irenenlerin b ir kısm ı, ataların ın dinleri­
ne bağnazlıkla bağlı o lan lard ır; b ir kısm ı da, yeni dinin savunduğu ülküyü, k en d i
çık a rla rın a aykırı b u lan servet ve n ü fu z sahibi k im selerdir. B unlar, yeni b ir
inanç veya rejim in doğduğunu ya da doğacağını sezdikleri dönem lerde, kendi
eski dinlerini h alk tab ak aların a d ah a .d erin d en yaym ak için gereken propaganda
ve örgütleri k u ra r ve b u işe hizm et edecek o lan lara h er çeşit m addesel yardım
için birbiriyle yarışa çık arlar. D evrim cilerin pek çoğu gibi, hem en peygam ber­
lerin hepsi de, bu direnm elerle k arşılaşm ışlard ır (Z u h ru f, 23; Sebe, 34).
K endi istekleriyle M üslüm anlığı benim sem em iş olan boylarla (kabile) b u n ­
ların b ir bölüm ü, Peygam berin ölüm ünden sonra ya da ölüm üne yakın dönem ­
lerde eski dinlerine dönm ek için b aşk ald ırm ışlardır. R idde sözcüğüyle be­
lirtilen bu d öneklik, dö rt halife dönem inde silahlı çatışm alara da neden ol­
m uştu. H z. M uham m ed, siyasal am açlarını gerçeklendirm ek için İslâm dinini
h e r şeyden önce tüm A rap lara k ab u l ettirm en in zorunlu olduğuna inanm ıştı; bu
m aksatla, A rap boylarına, İslâm ın ilke ve ü lk ü lerin i öğretm ek üzere elçiler gön­
derm iş, kim i zam anlarda da savaşlar açm ıştı. Bu b askılara boyun eğmiş o lanlar,
yeni tapınm a biçim lerine alışam adıkları; ve zekât, cizy e... vb. dinsel yüküm lü­
lüklerden kaçınm ak için gizli ve açık p ro testo larla eski dinlerine dönm eyi de-,
n em işlerdir. Ö zellikle boylar arasın d a b ir gelenek olan o n u r ve ü stü n lü k sav­
ları (iddia) ve yarışm aları, dönekliğin başlıca n ed enlerinden olduğu gibi, Pey­
gam berin hastalık dönem lerinde siyasal ve yönetim sel erkin (iktidar) zayıfladı­
ğını sanm ak, ruhsal ya da ekonom ik bazı etkenler, yeni dine içten bağlanm a­
m ış olan lara, h er fırsatta b aşkaldırm a cesaretini verdi. H z. M uham m ed’in ölü­
m ünden sonra ise, b irtak ım yalancı peygam berler tü redi; b u n lar M edine’ye sal­
dıracak k ad ar ileri gittiler Ve yeni dini, d ah a başlangıçta yıkm aya çalıştılar.
Peygam berin son zam an ların d a Esved-ül-A nsî adında b ir kâhin ve bağıcı­
n ın türlü dinsel ve siyasal nedenlerle başkaldırdığı görüldü. Bu adam ı Y em en
dolaylarında Firuz üd D eylem î ad ın d a b ir M üslüm an ö ld ü rd ü . Peygam berin ö lü ­
m ü n d en sonra N ecid ve Esed b oylarının u lu ların d an biri olan T uleyha bin H u-
veylid ad ın d a, ozan olduğu k a d a r da becerikli ve yürekli b ir kom utan da olan
bir sapık, topladığı kuvvetlerle M edine üzerine saldıracak k a d a r gözpekliğiyle
M üslüm anlığı baltalam aya çalıştı; fak at sonra yeniden İslâm dinini kab u l etti
ve N ihavend savaşlarında y ararlık gösterdi. G erçekte b ir ruh hastası olan bu
adam , N u ’n-N un adında b ir m eleğin kendisine T a n rıd a n hab erler getirdiğini ile­
ri sürm üş, nam az biçim indeki tapınm ayı değiştirm ek istem iş ve M üslüm anlıkta
h aram olan bazı şeyleri helâl saym ıştı. Ira k dolaylarında yetişm iş olan Secah
adında b ir k ad ın da, kendisinin peygam ber o lduğunu ilân ederek savaşm ış, fa­
k a t M uaviye zam anında M üslüm anlığı k ab u l etm iştir. M üseylem et ül Kezzab
adında, M üslüm anlık için oldukça tehlikeli olan b ir yalancı peygam ber de tü rlü
savaşlardan sonra ö ld ü rü lm ü ştü r. D enebilir ki, halife E bu B ekir zam anının b ü ­
yük uğraşıları arasın d a bu çeşit sap ık lık lar önem li b ir yer tu ta r1.
Bu sap ık lar, ilkeleriyle yasalarına sistem li b ir düzen verilerek geliştirilm iş,
özel b ir d o k trin in i sav u n m u ş, değildirler. Bu ad am ların tek am acı, geleneksel

(1) Dr. Bahriye Üçok. îslâm dan Dönenler ve Yalancı Peygamberler, An­
kara, 1962.
dinleriyle Y ah u d ilik , H ıristiy an lık ve M ü slü m an lık tan bazı öğeler (unsur) alarak
kendi o n u r ve egem enliklerini a rtırm a k tır.
D aha yeni gelişm eye ve yerleşm eye b aşlayan b ir din ile bu dine dayalı b ir
devletin geleceğini sarsan bu tü r girişim lerin ö n ü n e geçm ek için H z. M uham m ed,
önceden gereken işlem i b ild irm iştir. «D inde zorlam ayı» yasak lay an -T an rısal buy­
ru k la ra k arşın , vicdan özgürlüğüne pek de sığm ayan şu k u ral şeriat yasalarınca
d a uygulanm ıştır: “D in in i değiştirenleri ö ld ü rü n ü z!” (H ad is). Bu yasa k ad ın ­
lar için biraz d ah a hafiflem iş o la c a k tır ki, İslâm erkeklerinin dinlerinden dönen
k ad ın larla evlenm em eleri k ab u l ed ilm iştir.

Bu çeşit sap ık lık ların dışında b ir dç M üslüm anlığın ilkeleriyle özel dogm a­
larına akıl yoluyla sald ıran lar tü rem iştir ki, b u n ların etkisi yalancı peygam ber-
lerinkinden d ah a sürekli ve tehlikeli olm uş, h a tta yorum ve çevirti (tefsir ve
tevil) yöntem lerinin doğm asına da neden olm uştur.
H z. M u h am m ed ’in b ildirm iş olduğu dine sald ıran ların bu düşünsel ve m an­
tıksal yönünü Y ah u d iler yönetm iş, tü rlü bask ı, h a k aret ve tehditlerle sald ıran ­
lar da M ek k e’n in zengin ve n ü fu zlu kişileri olm uştur. H ücum ve direnm elerin
niteliği ne o lursa olsun, eski ile yeninin savaş ve yarışım ında, insanlığın hem en
daim a yenilik y ö nünde ilerlem eye devam ettiği, direnm elerin ancak b u ilerleyişi
geciktirm ekten başka b ir şey yapam adığı görülür. H z. M u ham m ed’in davası da,
kendinden önce gelm iş olan peygam berlerin yaym ış old u k ları inançların eksik
yanlarını tam am lam ak, o n ların telkin ve eserleriyle kökleşm iş ya da bozulm uş
olan inançları, gelenekleri, örgütleri ve sosyal d üzeni değiştirerek b irta k ım yeni
değer yargılarını yerleştirm ekti. H er devrim ci gibi o da, bu yüce ülküyü ger­
çeklendirm ek için pek çok zo rlu k çekm iş, büy ü k deha ve iradesinin sarsılm az
gücü sayesinde, h er engeli devirm eye m uv affak olm uştur. Büyük in san ların ve
yeni ülkü y aratıcıların ın başlıca k a ra k te rleri, in an d ık ların a d erin b ir im anla
bağlanm ak ve o n ları b aşk aların a da k ab u l ettirm ek ve gerekirse h ayatlarını da
feda etm eye razı olan b ir azim le savaşm aktır. H z. M uham m ed, bu k ah ram an ­
ların en b ü y ü k ö rn ek lerin d en d ir. O , uğram ış olduğu h ak a re t, saldırı ve iftira ­
lar k arşısın d a yılm am ış ve m u h aliflerin i uzun uzadıya m antıksal k an ıtlarla ve
söylevlerle kand ırm ay a lüzum görm em iş, daim a aynı sabit ve değişm ez d ü şü n ­
ceyle, âdeta saf b ir teslim iyet, sab ır ve güvenle karşılık verm iş, kısa, belgin,
etkili ve k arşısın d ak ilere d üşünm e fırsatın ı verm eyen kestirm e yoldan savun­
mayı yararlı b u lm u ştu r. O , geçm iş kavim lerd en artak alan h ara b eleri, yıkılan
uygarlıkları, u lu sların b aşların a gelm iş o lan tarihsel felâketleri, hep peygam ber­
lerine isyan etm iş, o n ların öğütlerini dinlem eyerek kendilerini h o r görm üş olan ­
ların, o n lara eziyet etm elerinin, h aksız o larak ö ld ü rülm elerinin b ir cezası o ld u ­
ğunu belirtm iş ve kendi uğradığı sald ırılar k arşısında d a, tesellisini Y üce T an-
r ı’nın vaatlerinde, iltifat ve em irlerinde ya da K u r’anın tanıklığında b u lm u ştu r:
“O küfred en ler, senin bir elçi olarak gönderilm ediğini söylüyorlar; d e ki; Be­
n im le sizin aranızda ta n ık olan Tanrı ile k e n d isin d e kita p b ilim i bulunan y eter”
(R a ’d, 45).
M uhalifleri, onun kişiliğiyle alay etm iş, ken d isinin yalancı, k â h in , deli, ozan
olduğunu ileri sürm üş; m ucize gösterm em iş old u ğ unu, K u r’anın T an rısal b ir
vahyin ü rü n ü olm adığını, ö lüm den sonra d irilm en in, kıyam etin, cennet ve ce­
hennem in o lanaksızlığını, k ita p ta k i teh d it ve vaatlerin uydurulm uş o ld u ğ u n u ...
vb. iddia etm işlerdi. Peygam ber, tüm b u n la ra , — b ir kısm ına geçm iş bölüm lerde
de değindiğim iz gibi— ve d ah a başk a itirazlara, ayetlerin kesin ihtarlarıyla
gereken k arşılık ları verm iştir: “S en d en önce gönderilm iş olan peygam berlerle
de alay edildi; fa ka t o alay ettikleri H a k, onları ku şattı. D e ki, ye ry ü zü n d e do­
laşın da bakın, o peygam berlerine yalancı diyenlerin a k ıb eti ne o ld u ? ” (E n ’am ,
10-11; E nbiya, 41). N itekim H z. N u h ’a d a kavm inden bazıları, "B u da sizin
gibi insandan başka bir şey değildir. Ü stü n ü ze g eçm ek istiyor. Tanrı dileseydi,
elbette birta kım m elekler gönderirdi. B iz e sk i atalarım ızdan bunu işitm edik. H er
halde o, ken d isin d e d elilik bulûnan bir adam dır, o nu bir süre g ö ze tin ” (M üm in­
ler, 23-25) dem işlerdi. Şu ayette de aynı tem ayı b u lu ru z: "S en d en ö n ce ki p ey­
gam berler d e yalanlandı; fa k a t onlar, yalanlanm ış olm alarına ve cezalarına sab­
rettiler, nihayet ken d ilerin e y a rd ım ım ız y e tişti" (E n ’am , 34). H z. M u ham m ed’in,
uğram ış olduğu h a k a re tle r ve b ask ılar karşısın d a T anrısal y ardım dan u m u d u n u
kesm esine dc hiç b ir neden y o k tu r: “S a kın , T a n rı’nın peygam berlerine vaat et­
tiklerini yerine getirm ez sa n m a ” (İb ra h im , 47).
D aha önceki b ahislerde de b elirttiğim iz gibi. T an rı bu kesin vaatlerine
karşın, bazı peygam berlerine yardım etm em iş, o n ların haksız yere ö ld ürülm e­
lerine de izin v erm iştir. H iç k uşkusuz, ak la, T an rısal yardım ın gerçekleşm esin­
de en kolay yolun, kendilerine peygam ber gönderilm iş olan kavim lerin peygam ­
berlerine itaat etm elerini sağlayan b ir yetenek verm ek ya da onları peygam ber­
lerin aydınlatm asına ihtiyaç olm ayacak denli yetkin b ir ru h ta yaratm ış olm aktır.
F akat, T an rıb ilim b ak ım ın d an , T an rısal bilgeliğe akıl erm ez ve onun işlerine
karışm aya kulu n yetkisi yoktur. H z. M uham m ed, T anrı y ardım ından asla ku ş­
kulanm am ış, peygam berlere inanm ayan ya da onlara h ak aret eden kavim lerin
m utlaka ceza göreceklerine inanm ış ve m u h aliflerini bu cezalarla tehdit eden
ayetlerle susturm aya çalışm ıştır: “B irtakım ü m m etlere, senden önce elçiler yol­
ladık; dinlem ediler de, yalvarsınlar d iye ken d ilerin i şiddetli zorluklarla s ık tık ”
(E n ’am , 42 ). K u r’an d ak i teh d itlerin ne vakit v u k u a geleceğini so ran lara verilen
karşılıklard an birisi de şu d u r: “O nlara vaat e ttiğ im iz azabın bazılarını hayatında
sana gösterir, ya h u t sana gösterm eden senin ru h u n u alırız” (Y unus, 47, 49-50);
“K avm in buna yalan dedi; de ki: Ü zerinize vekil değilim , her haberin kararlaş­
m ış bir zam anı var; o nu ileride b ile c e k sin iz" (E n ’am , 66-67).
H z. M uh am m ed ’e k âh in ve deli d iyenler de olm uştu. Z ira , vahiy esn asın d a,
geçirdiği bazı organ ik krizler, k âh in lerin isterik ve ep ileptik hallerine benzi­
yordu. Bazı surelerin ilk ayetleri de, anlam sız b irtak ım sesli h arfle r veya bu
harflerin birleşm esinden doğan telaffuzu güç ve yine anlam sız sözcüklerden
ibaretti ve ayetlerdeki seci ya da kafiyeye benzeyen ahenkli seslerle bazı ve­
zinli cüm leler de k âh in ve ozan ların ifad e tarzların ı h atırlatıy o rd u . M uhalifler,
kâhinlerin k u llan d ık ları dilin ab u k sab u k ve anlam sız hezeyanlar olduğunu, ayet­
lerin ise, derin anlam lı ve büy ü k b ir ü lk ü n ü n gerektirdiği özel b ir m antık ve
görüşü kapsadığını k av ram ak istem iyor ya da k avrayam ıyorlardı. O ysaki H z.
M uham m ed’in savunm uş olduğu d ü şünceler ise, yaşadığı dönem in seviye ve
inançlarına b ü sb ü tü n aykırı da değildi. Z ira Peygam ber, kendi zam anında, az
çok unutu lm u ş olm akla b irlik te, b irçok an ıları (hatıra) devam eden, İbrahim
dinini ya da H an if dinini daha yetkin b ir d u ru m a getirerek telkin ediyordu.
K u r’anda H an if d in in d en söz eden ayetler ço k tu r. (B akara, 136; Â li İm ran , 66,
95; N isa, 123; E n ’am , 79, 161, 162; N ahl, 120; S affat, 102). Buna karşın,, b ir
ta ra fta n kabile yarışm aları, b ir taraftan çeşitli sosyal ve ru h sal nedenlerle çı­
k a rlar, m uhaliflerin Peygam bere karşı direnm elerini a rtırıy o rd u . O n u n bu bas­
k ılara karşı aldığı em ir, “Sen vaaz e tm e k te ve öğiit v erm ekte sebat et. R abbinin
inayet ve n im etiyle kâ h in değilsin, deli de d eğilsin” (T u r, 29) den ib arettir; ve
başka b ir ayette de şöyle deniliyor: “V e h iç bir d eli şair için Tanrılarım ızı bı­
rakır m ıyız? diyorlardı. H ayır, o, H a k ile geldi ve tüm peygam berleri onayladı”
(Saffat, 36-37); “K endilerine açıkça anlatan bir elçi geldi de; sonra ondan d ö n ­
düler, öğretilm iş dediler, bir d eli d ed iler” (D uha, 13-14). T a n rı, b u n lard an öç
alacak tır. " . . . Sen R a b b in in izniyle ne kâhinsin, ne de deli. Y oksa, ona dehrin
belâsı, g ö zettiğ im iz bir ta n ık m ı diyorlar?”. Buna verilen k arşılıkta b ir m eydan
okum a edası v a rd ır: “D e ki, gözetin, ç ü n k ü ben d e gözetenlerdenim ; bunu o n ­
lara akılları m ı em rediyor, yoksa azgın bir k a vim m idirler; yoksa onu (K u r’am )
ken d isi m i u yd u rd u diyorlar? H ayır, k en d ileri inanm azlar. D oğruysa onun gibi
bir söz getirsinler" (T u r, 29-34). K u r’anın b ir ozan sözü ve b ir şiir olm adığı, bu
idd iada b u lu n a n la ra karşı tü rlü suretlerde te k ra r te k ra r b e lirtilir: “G ördükleri­
n ize ve görm ed iklerin ize ant içerim ki; o, kerem sahibi bir elçinin sö zü d ü r ve
o bir ozan sözü değildir. S iz p ek inanm ıyorsunuz. Bir kâhin sözü d e değildir.
S iz p e k az d ü şü n ü yo rsun u z. O , Â lem lerin R a b b in d en bir in dirm edir” (H ak k a,
38-43). Bu ayetlerin aşağısında, " Eğer a k si olsaydı, biz onunla ilgim izi keser,
ken d isin i ceza la n d ırırd ık” deniliyor. T üm saldırı ve iftiralara karşı K u r’an, H z.
M uham m ed’e, “ Sö ylediklerine sabret ve onlardan tatlılıkla ayrıl” (M üzem m il,
10) önerisinde b u lu n u r.
K endisinin ne olm adığını, ne olduğunu bildiği k ad a r açık ve doğru olarak
kavram ış olan Peygam bere ozan diyenlerle K u r’anın b ir çeşit şiir olduğunu id­
dia edenlere, T an rı d ilinden şu kısa ve belgin k arşılık verilir: “B iz ona şiiri öğ­
retm edik, ona şiir de yaraşm az. O , sade bir z ik ir ve parlak bir K u r’a n d ır”. K uş­
kusuz, tüm bu reddedişler, b ir iddian ın aksini ispat edebilecek güçte b irer bel­
ge değildirler. İleri sürülm üş olan id d ialar, ne k a d a r yersiz ve dayanaksızsa, bu
k arşılık lar da o k a d a r dogm atiktir; fak at im an edenler için gerçek old u k ların ­
d an asla kuşk u lan m a olanağı y oktur.
G enel o larak H ıristiyan m uhalifler, H z. M uham m ed’in geçim için öteki
in sanlar gibi çalışıp çabalam asını, peygam berliğe aykırı ve insel b ir acizlik say­
m ışlar, H z. İsa ile H z. Y ah y a’nın böyle b ir işle uğraşm adıklarını ileri sürerek
onun peygam berliğine dil uzatm ışlard ı. İçlerinde h asım larından E bu S üfyan’m
da bu lu n d u ğ u K ureyşlilerin ileri gelenleri, H z. M uham m ed’i çağırarak k en d i­
siyle tartışm ışlar ve şöyle dem işlerdi; “Bu peygam bere de ne oluyor? Y e m e k ye­
m e kte ve çarşılarda dolaşm aktadır. O na bir m e le k indirilm eliydi de kendisiyle
birlikte sakındırıcı olm alıydı. Y a h u t da ona bir hazine atılm alıydı veya bir cen­
neti olm alıydı da orada yiyip içm eliydi. O zalim ler, siz büyülenm iş bir adama
tabi oluyorsu n u z! d ed iler” (F u rk an , 7-8). Bunu tak ip eden ayette, bu iddianın
karşılığı b ir çeşit hayretle anlatılm ış b u lu n u r: "B a k senin h a k kın d a nasıl ö rnek­
ler gelirdiler ve sapıttılar; onlar, h iç bir yol bulam azlar”. Bu id d ialar k arşısında
üzülm üş ve belki de tered d ü tler geçirm iş olan H z. M uham m ed, şu telkinin ver­
diği tinsel güçle görevine devam etm iştir: " B elki de sen, "O n a bir hazine indi-
rilse ya da beraberinde bir m e le k gelse!” d ed ikleri için bir göğiis darlığı geçirir
ve sana vahyolunandan bazılarım , bu n edenle terk etm eye kalkışırsın. Fakat sen ,
sadece bir sakm dırıcısın. Tanrı ise her şeye v e k il”. Ayrıca da M ekkeliler, Tan-
r ı’n ın, H z. M uham m ed’e bu d ileklerinden başka, dağları, taşları altın yapm ak
gücüne sahip kılm ası g e re k ird i/d e d ile r. T ü m b u n lara verilm iş olan k arşılıklar,
Peygam berin de ölüm lü b ir insan olduğu gerçeğinde to p lan ır. K ureyşliler, ona,
peygam berlikten ve savunduğu düşüncelerden vazgeçm esi şartıyla, bahçe, ser­
vet, m evki, o n u r verm ek gibi tü rlü çekici tekliflerde b u lu n d u lar. O n lara veril­
miş olan karşılık , teselli ve um u t veren şu v aatlerd e gizlidir: "O , öyle m ü barek­
tir ki, sana dilerse ondan (yapılan tekliflerden) daha hayırlısını verir ve sana
kö şk ler de ya p a r” (F u rk an , 10). Y ani, onun beklediği tüm nim et ve m u tlu lu k lar
kuldan değil, T a n rı’d a n d ır ve o, esasen görevlerini, insan lard an hiç b ir ücret
ve çık ar sağlam ak için yapm am ak tad ır. H z. M uh am m ed’e düşm anları “ tü re d i”
dem işlerdi. O n u n verm esi em redilen karşılık şu m ütevazi ve v a k u r ayette gizlidir:
“D e ki, ben, peygam berlerden bir türedi değilim ; bana ve size n e yapılacağını
da bilm iyorum . Ben, ancak bana vahyolunan şeye bağlanırım ; sözü açık bir sa-
kındırıcıdan başka bir şey d eğ ilim ” (A hkaf, 9). M ekkeliler, kendisiyle alay et­
m ekten bıkm ıyorlardı; fak at b u n u n için neden üzülm eli? Bu, kavim lerin eski
b ir âdeti değil m id ir? “S enden önce gelm iş olan ka vim lere d e elçiler gönderdik.
O nlara ne zam an peygam ber gelm işse, onunla alay e tm işlerd i” (H icr, 12); “S en ­
den önceki peygam berlerle d e alay ettilerdi, ben o küfred en leri bir süre serbest
bıraktım ; fa k a t sonra ken d ilerin i çarptırm ış olduğum azabın ne olduğunu gör­
d ü le r” (R a ’d, 3-4; N ahl, 113). Bu ifadeler, insanları hayır ve şerden birini seç­
m ekte serbest b ırakm ış gibi g örünürlerse de, k ad er bahsinde açıkladığım ız gibi,
bu k o n u n u n çözülm esi old u k ça gü çtü r. Peygam berleriyle alay ettirm em ek, k ü fre­
denleri bu küstahlığa sürüklem em ek ve sonuç o larak da o n lara ceza verm em ek.
T anrısal kayran ın , inayetin b ir sonucu olm ak g erekirken, “ C enneti olduğu ka ­
dar da cehennem i, insan ve cinlerle dold u rm a ya ” (Secde, 13) k a ra r verm iş olan
tüm el irad e, in san lard an bu lü tfü esirgem iştir. Y üce T an rı, peygam berlerinin
üzülm esini istem ediği halde, o n ları ü zenlerin b u cesaretine engel olm ayı asla
tasarlam am ıştır: “ İçlerinden peygam berleri inciten ve, “O , her söyleneni dinle­
yen bir k u la k tır ” diyenlere d e ki, “sizin için hayır kulağıdır; T a n rı’ya inanan,
im an edenlere inanan ve im an edenleriniz için bir rahm ettir”, T a n rı’nın elçisini
incitenler için p e k acı bir azap vard ır” (T övbe, 61). H z. M uham m ed, karşılaştığı
bask ılar ve direnm elerin kendi savunm uş olduğu d üşüncelerin b ir diyalektikle
ispatına olanak bulunm ayan çık m azlard an doğduğunu bildiği halde, kendisine
yöneltilm iş olan itirazlara gereken kandırıcı ve som ut karşılıkları verem eyince,
Yüce T a n rı’nın yardım ına sığınm akta, kuvvet ve tesellisini ister istem ez hasım-
ları için v aat edilen ceza ve teh d itlerd e b u lm ak tad ır. O , bazen de, bir ceza
tehdidi olm aksızın T a n rı’nın iltifatıyla yetin ir ve b u n d an güç alır. Ö rneğin, vaiz
ve telkinleri sırasında a b u k sabuk k o nu şarak kendisiyle alay edenler karşısın­
da nail olduğu m ü b are k b ir hitapta, "O nların sözü, seni m a h zu n etm esin, çü n kü
izze t h e p T a n rı’n ın d ır” (Yunus, 66) denildiğini işitmiştir. " S en i yalanlıyorlarsa,
e vv elkileri d e yalanlam ışlardı. O nlara peygam berleri, açık m ucizelerle, sayfalarla
ve nurlu kitaplarla gelm işlerdi” (Fatır, 23); b u itibarla, "O nların lafları seni
m a h zu n etm esin; b iz onların içlerini v e dışlarını b iliriz” (Yasin, 76) ve yapılan
h ak a re t ve alaylar ise, onun telkin etm ekle görevli olduğu m u tla k ve m übarek
gerçekliğe karşıdır; yoksa, b u n la r kendisini asla ilgilendirmez. B unun içindir
ki, o n u n b u n la r karşısında üzülmesi yersizdir: " O küfredenler, seni g ö rd ü k­
le ri zam an, seninle alay ediyorlar; "B u m u T a n rın ızı anıp d u ra n ? ” diyorlar. O y­
sa k i onlar, h e p R a h m a n ’ın zik rin e kü fred iyo rla r” (Enbiya, 36; E n ’am, 33).
Hz. M u h a m m e d ’in M ekkeliler arasından ve kendilerinden seçilmiş b ir pey­
gam ber oluşuna itiraz edenlere, şu ayetle karşılık verilir: " . . . İçlerinden bir er­
keğe, tü m h a lkı k o rk u t ve im an edenlere m üjdele, ken d ileri için R ablerinin ya­
nında şefaatçi var d iye vah yed işim iz garip m i g ö rü n d ü ? ” (Y unus, 3); zaten, " S e n ­
den önce gönderm iş o ld u ğ u m u z peygam berler de, şehirler halkından ve ken d ile ­
rine vahyettiğ im iz kim se le rd i” (Yusuf, 109). Peygamberi yalanlayanlara karşı,
kendisinin pek de güçlü olmadığı dönem lerde verilmiş olan şu karşılıkta pek
ince b ir hoşgörü ve biraz da bezginlik vardır: " S en i yalanlarlarsa, d e ki, bana
a m elim , size d e a m e lin iz ... S iz benim yapacağım dan sorum lu değilsiniz, ben d e
sizin yapacaklarınızdan sorum lu d eğ ilim ” (Yunus, 42). M üşrikler, K u r ’anın vah-
yedilmediğini, o n u Hz. M u h a m m e d ’in uy du rm a k ta olduğunu iddia etmişlerdi.
O n la ra verilen karşılıklardan biri şü önyargıdır: " B iz sana kâğıt üzerine yazıl­
m ış bir kita p indirseydik, onları elleriyle tutsaydılar, o k ü fü rle rin d e inat eden­
ler, yin e bun u n açıkça bir bağıdan (sihir) başka bir şey olm adığını söyleyecek­
le rd i” (E n ’am , 7). Ayrıca da K u r ’an, alay edenlere şu ibret dersini verir: " Ö n ­
lerinde kaç k u ş a k (nesil) h elâ k ettiğ im izi görm ediler m i? Burada onlara, size
v erm ed iklerim izi (vermiş), üzerlerine g ö k y ü zü n ü bolca salıverm iş ve ırm akları
ayakları altında a ka ca k hale getirm iştik. D u ru m b öyleyken, onları günahlarıyla
m a h v e ttik ve arkalarından yen i bir k u şa k olarak başkalarını y e tiştird ik ” ( E n ’am,
6). O nlar, b u na n körlüklerinin cezasını çekmişlerdir, am a yine de inat ve alay­
larına devam ederlerse, Hz. M u h a m m e d ’in yapması gereken şey çok açıktır:
“A y etlerim iz h a k k ın d a m ünasebetsizliğe dalanları görürsen, ken dilerinden y ü z
çevir de onlar, başka bir tarafa dalsınlar. Eğer b u nu sana şeytan unutturacak
olursa, hatırına gelir gelm ez, o zalim ler k a v m iy le o tu rm a !” (E n ’am, 68, 106).
Fakat b u Tanrısal öneri, Peygamberin pek kuvvetli olduğu zam anlara ait değil­
dir. Bu ihtiyat önlemi, şeytanın araya girmesi, Yüce T a n r ı’nın olaylara fazla ka­
rışmak istemediğinin ve karışmadığının bir işareti gibi görünm ektedir. Bu iti­
barla bu dönemlerde Hz. M u h a m m e d ’e vahyin önerileri itidaldir: "R a b b in d en
sana n e vahyolunuyorsa ona uy. B iz seni onların üzerine denetleyici olarak gön­
d erm ed ik, sen onlara v e k il de değilsin ” (E n ’am, 106-107).
Bir gerçeklikten ku şk u duyan zihin, gerçeğin en p arlak m erkezine nüfuz
etmiş olsa bile, onun da derinliğinde kavram ış olduğundan daha başka b ir ger­
çeğin gizli olduğunu k a b u l etm ek z orundadır. K uşku nu n inadı, imanın gücünü
aşan b ir mantığa bağlıdır ve inanm ak için de b u n d a n d ah a güçlü bir m antık
ister; onu bulam ayınca, itirazlarına devam etm ekten çekinmez: " Karşılarında
açık m ucizelerle ayetlerim iz o k u n d u ğ u zam an, o zalim ler, "B u sizi, atalarım ızın
yaptığı Tanrılardan m e n e tm e k isteyen bir adam dan başka bir şey değildir” de­
diler ve (K u r’an için de), "B u , sadece u yd u ru lm u ş bir iftiradan ibarettir” dedi­
ler ve küfred en ler, ken d ilerin e h a k geldiği zam an da, "B u açıkça bir bağıdan
başka bir şey değ ild ir!” d e d ile r” (Sebe, 43). Bunun karşılığı, kandırıcılık b a k ı­
m ından diğer verilmiş olan karşılıklardan farklı değildir: "O ysa ki, biz onlara
öyle ders alacakları kitaplar v erm ed ik ve ken d ilerin e senden önce bir sakındırıcı
gönderm edik. O nlardan öncekiler d e yalanlam ışlardı; hem bunlar, onlara ver­
m iş old u kla rım ızın onda birine bile nail olm adılar, elçilerim izi yalanladılar d a
(beni in k â r etmenin cezasını gördü ler))” (Sebe, 44-45). T ü m b u karşılıklarda
gizli olan gerçek şu d u r ki, bozulm uş b ir kavmi k u rta rm a k için gelmiş ya da
gönderilmiş olan önderlerin gösterdikleri yolda ilerlemek istemeyenlerin sonu,
sapıtm ak ve eğri yollarda m ahvolm aktır. Fakat kılavuzlar görevlerine devam et­
mek zoru nd adırlar (Fatır, 4); ve Yüce T an rı, kâfirlerin K u r ’ana karşı yapmış
oldukları saygısızca saldırılar dolayısıyla onların cezalarını verm ekten âciz de­
ğildir. Fakat, onların yaşadıkları çevrede, H z. M uham m ed de yaşam akta o ld u­
ğundan, T an rı, on u k orum ak için böyle b ir girişimden çekinm ektedir. M üşrik­
ler, "E ğer K u r ’an senin tarafından gelm iş h a k k ita p ise, gökten üzerim ize taş
yağdır veya bize daha acı bir azap ver, dem işlerdi. Sen içlerindeyken Tanrı on­
lara azap ed ecek değildi. Y arlıganm alarım d iled ikleri takdirde de azap edecek
değildir” (Enfal, 32-33).
Tanrısal adaletin bu tecelli tarzı, H z. M u h a m m e d ’i b üyük b ir çıkm azdan
ku rta rm a k la birlikte, tarih boyunca birçok m asum insanların, g ü n a h k â rla r ara­
sında uğram ış oldukları felâketleri ve çektikleri ıstırabı m az u r gösterecek her
türlü m antıksal ka n ıtta n yoksun gibi görünm ektedir. B undan âdeta insanda,
Yüce T an rı, günahlılarla günahsızlara lâyık oldukları m ükâ fa t ve mücazatı bu
d ün yada vermek istemiyor, ya da birçok günahlıların sırf Hz. M u h a m m e d ’i
ko rum a pahasına, cezalarını erteliyor gibi b ir düşünce akla geliyor, "B ize ka v u ş­
m ayı dilem eyenler, a yetlerim iz m u c ize olarak ken dilerine o ku n unca, bundan
başka bir K u r ’an getir veya b u n u değiştir, dediler. D e ki, benim onu değiştir­
m em olm az; ben ancak bana vahyolunana tabi o lu ru m " (Y unus, 16); "B ir de
ona, R abb in d en başka bir ayet indirilse ya, diyorlar. Sen d e de k i, gayb T anrı'ya
özgüdür; b ekleyin iz, ben d e sizin le b ekleyen lerd en im ” (Yunus, 21; R a ’d, 8). Bu
lakonik ve belgin karşılıklara, b ir de yarışmaya davet emri ek lenm ektedir ki;
bu nu mucize bahsinde, hadd in i bildirm e mucizesi olarak açıklamıştık. Bu mey­
dan okuyan ayeti H u d suresinin 14-15 ’inci ayetinde buluruz. Böyle bir yarış­
m ada m uzaffer çıkan tek b ir insan görülmemiştir. Evvelce de işaret ettiğimiz
gibi, büy ük adam ların eserleri, genel olarak taklit edilemezler ve edilenler de
asla taklit olunan eserlerden üstün olamazlar. Bu, yalnız kutsal kitap ar için
değil, tüm sanat ve ülkü eserleri için de gerçektir. Üslupları, kişilikleri, d ü şü ­
nüş, görüş ve duyuş tarzları belli ve özel b ir değere sahip olan öyle büyü k ve
seçkin ad am lar va rd ır ki, bu nların eserleri üzerinde kendi adları bulunm asa
bile, onların kimlere ait olduğunu tan ım ak olanaklıdır ve bunları bir başkasının
vücuda getirebilmesine de olanak yoktur. Bu nedenledir ki, bugü n de T e v ra t’ın»
Incil’in ve özellikle K u r ’am n ayar ve değerinde bir eser asla yazılamaz. Bir b ü ­
yük yazarın eserinden daha yetkin b ir eser m eydana getirilebilir; fakat b u , bir
iddia ile değil, ancak aynı çapta ve yaradılışta olan diğer b ir dehanın doğal
olarak yazdığı eser, bu üstün niteliğe sahip olabilir. Eskiden, K u r ’a n m bir mis­
lini vücuda getirmeyi denemiş olan peygamber taslakları, b u gerçeklerin far­
kında olmayan seviyesiz ve imansız kimselerdi.
Müşrikler, Hz. M u h a m m e d ’den daima başka bir ayet indirmesini istemiş­
lerdi. Peygamber ise, Yüce T a n r ı’nm , kâfirler tarafından istenenleri değil, ken­
di istediklerini vahyetm ekte olduğunu, In cil’de de görüldüğü gibi, Rabbin sınav­
dan geçirilemeyeceğine inanmış ve kendi yetkisinin, yalnız bildirm ekten ibaret
olduğunu kavramıştı. Ayetlerin simgesel, soyut ve esnek olan üslup ve deyim­
lerindeki anlamı kavram ayanlar, ilerde m eydana gelebilecek olanı hem en şimdi
görmek isterler. Bunun içindir ki, b ir Mekkeli, Hz. M u h a m m e d ’e, «Şu iki dağ
bizi pek daraltıyor; bunları b u ra d a n y ürüt de yerimiz genişlesin; oralardan ır­
m aklar da akıt; mezarları açarak atalarım ızdan herhangi birini dirilt de sözle­
rinin doğru olup olmadığını anlayalım» diyerek, onu mucize göstermeye davet
etmişti. Şu ayet, Peygamberi bu türlü olanaksızlıklardan pek güzel kurtarm ıştır:
“K u r’anla dağlar yü rü tü lm ü ş, yer parçalanm ış ya da onunla ölüler ko n u ştu ru l­
m u ş olsa bile (onlar yine iman etmeyeceklerdi); zira, tüm em ir T a n rı’nındır ve
im an edenler bundan m eyus olm am alıdır; Tanrı dileseydi, insanların hepsine
hidayet bağışlardı” (R a ’d, 31). Bu ayetin sonu, “N ihayet T a n rı’nın vaat ettiği
gelecektir; Tanrı, vaat edilen va k ti şaşırm az” cümleleriyle biter ki, O ’nun iş ve
kararlarına kimsenin karışm a hak ve yetkisi olmadığı da ihtar ediliyor demektir.
Y ahudiler, K u r ’anda neshedilmiş, yani evvelce verilmiş olan emirden vaz­
geçilmiş bazı ayetlerin var olduğunu öğrenince (teheccüt nam azına dair olan
em rin kaldırıldığı gibi), önceden bilinmeyen b ir gerçeğin yanlış olarak bildiril­
miş olduğunu, b u n u n ise, bir acizlik ve geri dönüşten başka b ir şey olm adı­
ğını ileri sürerek Hz. M u h a m m e d ’in, «G ayptan hiç b ir bilgisi yoktur, iddiaları
kendi uy durm alarınd an başka b ir şey değildir» demişlerdi. K u r ’anda b u n a ve­
rilmiş olan karşılık şu olsa gerektir: “B iz bir ayetten her neyi neshedersek, on­
dan daha hayırlısını, ya h u t m islini g etiririz”. Bu ayet, her şeyden önce, olayla­
rın akış tarzına göre, evvelce verilmiş olan b ir emri, zaman ve yeni koşullar ge­
reksiz kılınca, başka hük üm lerin verilmesi gerektiğini onaylamamıza hizmet
eder. Bu da T a n r ı’n m gelecekte olan şeyleri önceden hazırlamadığı ya da son­
rad an vu k u a gelecek şeyler h a k kınd a T a n r ı’nın öncel b ir bilgiye sahip olma ih­
tiyacında olmadığı düşüncesini doğurur. Tanrısal iradede sürekli b ir değişmeyi,
Tanrısal bilimde sürekli bir ilerlemeyi kabul etmekse, bazılarına göre, dine ay­
kırıdır. Bize göre ise, Yüce T an rı, sürekli olarak yaratm a gücüne sahiptir. Hiç
bir şeyin alacağı son şekli önceden saptayarak, ona olması gereken son değişmez
şekli vermiş değildir; aksi olsaydı, Ulu Y aradan görevlerini tam am lam ış bir fani
gibi edilgin bir eylemsizlik simgesi olurdu. Âlem, ebedî bir oluş içinde, hiç bir
noktada yerinde saymadan çoğalıyor, ürüyor, türüyor, oluşuyor, evrimleşiyor,
çeşitleniyor ve başkalaşıyor. İnsanın görevi de Tanrısal gücün b u d u ru p d in­
lenmeden işleyen sanatına ayak uy durm ak ve evrendeki bu ebedî ilerleyişe ka-
•tılmaktır. İslâm dininin bilime, uygarlığa ve gelişmeye engel olması şöyle d u r­
sun, bu n lara hizmet etm ek gibi yüce b ir karaktere sahip oluşu, on un b u dina­
m ik karakterin i ka b u l etmekle ispat edilebilir. Tefsircilerle din bilginlerinin tü r­
lü çevirti ve yorum lam alarla, küfretm e k o rk u su n d a n doğan zayıf ve garip açık­
lamaları, Hz. M u h a m m e d ’in öğretmek istediği b u gerçek dinam izm e aykırıdır,
sanıyoruz.
Peygambere yapılan itirazlardan biri de, K u r ’an bahsinde görüldüğü gibi,
«Eğer seni T anrı yollamış olsaydı, K u r ’a n A rapça mı olu rd u ? » sorusunda giz­
lidir; onlar, «Senden önceki peygamberlere verilen kitaplar, asla A rapça de­
ğildi» diyorlardı. Buna verilen kutsal karşılık, bizim toplum ıım uzda K u r ’anın
dilimize çevrilmesi aleyhinde bu lu nanlara, yanıldıklarını gösteren açık b ir ih­
tar sayılabilir: “H er gönderdiğim iz peygam beri, ancak k e n d i ka v m in in diliyle
yo lla d ık ki, onlara beyanda b u lu n a b ilsin ” (İbrahim , 5). Bu ayetten tü m kavim-
lere peygam ber gönderilmiş olduğunu ve b u peygamberlerin T an rı emirlerini, o
kavimlerin dilleriyle bildirmiş olduklarını anlıyoruz. Fakat, Samî kavim ler dı­
şındaki binlerce kavim, T anrıbilim anlamıyla birer peygambere nail olmamış­
lardır, am a onları erdemliğe çağıran b üyük bilginleri de peygam ber saym ak su­
retiyle b u ayetin gerçek değerini anlayabiliriz; aynı zam anda b u ayet, Tanrısal
buyrukları, h e r kavm in kendi dilleriyle öğrenm elerinde bir sakınca olmadığını
gösterdiği gibi, b u n u n zorunlu olduğunu da açıklam aktadır. K u r ’anın başka
bir yabancı tarafınd an H z. M u h a m m e d ’e öğretildiği de iddia edilmiştir. Bunun
olanaksızlığı şöyle belirtilmiştir: “O nların bunu, T anrıtanım az tela k k i e ttikleri
bir insan öğretiyor, d ed iklerin i biliyoruz; o n u n dili yabancıdır; bu ise açık bir
A rapçadır” (Nahl, 103); "B iz o nu yabancı d illi bir K u r’an ya p m ış olsaydık, ayet­
leri tafsil edilseydi ya, diyeceklerdi. A raba yabancı dille m i? 1. D e ki, o iman
edenler için hidayet ve şifa d ır”; “İşte K u r ’anı başkasından öğrettik dem esinler
diye, biz bu ayetleri böyle üsluplarla beyan ed eriz” (E n’am , 105). K u r ’a n oku­
nu rk e n küfredenler, " Ş u K u r ’anı dinlem eyin, yaygara çıkarın, galip gelirsiniz”
(Fussilet, 14) diyorlardı ve m üşrikler karşılarında ayetler o ku nu rk en , bunlar:
"E skilerin m asallarıdır” demişlerdi (Kalem, 15-16). Bu iftiraları ve iddiaları
kutsal kitap, başka bir surede şöyle tekrar eder: "K üfredenler, bu sırf bir ifti­
radır, ken d isi u ydurdu; başka bir k a vim de ona yardım etti, dediler, böylece de
zu lü m ve m ü ze v irlik yaptılar; v e o eskilerin m asallarıdır, onlara yazdırılm ış da
o k u tu p duruyor d ed iler”. Bu iddialara aynı ayetlerin sonunda şu karşılığın ve­
rildiğini görüyoruz: "O n u göklerde ve yerde sırrı bilen indirdi d e ” (Furkan, 4-6).
Bir başka itiraz da şudur: “K üfredenler, ona K u r’anın hepsi birden indirilm e­
liydi d ed iler”. K u r ’anm böyle indirilmemesinin nedenini, aynı ayet şöyle açıklar:
"B iz, onu senin gönlüne tesp it edelim d iye böyle in d ird ik ve üstün bir ahenkle
o k u d u k ” (Furkan, 32). Ve Hz. M u h a m m e d ’in tüm bu itirazlar karşısında sarsıl­
maması gerektir: " V e sen, sana k ita p indirileceğinden um u tlu değildin; fa ka t Rab-
binden bir rahm et oldu, sakın kâfirlere d estek olm a. V e sakın sana in dirildikten
sonra, T a n rı’nın ayetlerinden seni çevirm esinler, hem en R abbine davet et ve
sakın m üşriklerd en o lm a ” (Kasas, 86-87). Bu tembihler, ihtarlar, Hz. M uh am ­
m e d ’in karşılaştığı türlü zorluklara direnmesini ve tuttuğu yoldan caymamasını

(1) Türk’e Arapça Kur’an mı? sorusuna hak kazandıran bir bildiridir bu.
sağladığı gibi sürekli olarak da onu n tinsel kuvvetini artırıyordu. Bunlar, âdeta
büyük am açlar peşinde koşanlarm kendi iç âlemlerinde, yeni kendi nefislerine
yaptıkları telkinlere benzerler. Kuşkusuz K u r ’an, yirmi üç yıllık sürekli bir v a h ­
yin ü rü n ü d ü r. M üşriklerin söylemek istedikleri, K u r ’anın bu k a d a r uzun bir
zam anda m eydana gelişinden, onun b ir vahiy eseri değil, olayların gerekçelerine
göre oluşmuş, bu itibarla da M üslümanlığın, h e r ülküsel k u ru m ve örgüt (teş­
kilât) gibi H z. M uham m ed tarafından, ihtiyaç duyuldukça ileri sürülm üş d ü şü n ­
celer toplamı o ld uğunu belirtmektir. K u r ’anda verilmiş olan karşılıklar ise, m üş­
riklerin kuşku sun u kaldıracak b ir güce sahip değildir; nitekim sonraları bazı
İslâm dü şünürleri de, K u r ’anın Tanrısallığından kuşkulanm ışlardı. Gerçekte
bir eserin değeri, onu n yalnız Tanrısal oluşundan değil, amaçlarına ulaşma
bakım ından göstermiş olduğu b aşarıdan da anlaşılabilir. K u r ’an ise, kendini
beş altı yüz milyon insana kab ul ettirm ek suretiyle bu kutsallığı ispatlamış
b ulun m a kta dır.
Peygambere karşı türlü şekillerde tekrar edilen mucize istekleri vardır:
“O na R ab b in d en ayetler indirilse ya, dediler. D e ki, o ayetler, hep T a n rı’m n
yanındadır, ben anca k bir sa km d ırıcıyım . Sana karşılarında o k u n u p duran k i­
tabı indirm iş olm a m ız ken d ilerin e yetişm ez m i? ” (A nkebut, 50-51). O n u n k e n ­
dinden önceki peygamberler gibi, b ir mucize göstermediğine b a k a ra k peygam­
berliğinden kuşku duyanlar çoktur. Z ira, m üşriklerin ve Yahudilerle Hıristi­
yanların bellekleri, hep mucize öyküleriyle doluydu. Bilgisiz ve yalınç insanlar,
soyut düşüncelerden çok maddesel ve somut gösterilerden b ir şeyler anlayabilir­
ler; b u nedenle de onlar, b ir taraftan da ölüm den sonrası için nim et ve azap ­
ların, neden şimdiden meydana gelmediğine b ir türlü akıl erdirem iyorlar ve
nedenini soruyorlardı: “O nlara ya p m ış o ld u ğ u m u z vaadin bazısını sana gös­
tersek ya da gösterm eden seni vefa t ettirsek de, bild irm ek sana, hesap bize
a ittir” (R a ’d, 42) ayetinin beyan ettiği gibi, Peygamber b u soruların nedenini
anlatm ak zoru nd a da değildir; ve kâfirler, Hz. M u h a m m e d ’in peygamberliğini
ispat etmiş olm ak için, ona, “ R a b b i tarafından neye bir m u cize indirilm edi,
derler. D e ki, Tanrı dilediğini saptırır ve h a k k a d öneni de irşat eder” ( R a ’d,
29). Anlaşılıyor ki, kâfirlerin istediklerine ve sorduklarına d oğrudan doğruya
karşılık vermenin sonuca hiç b ir etki yapmayacağı önceden anlaşılmış ve kabul
edilmiş b ulun m ak tadır. K âfirler bir defasında da, “E y ken d isin e zik ir indiril­
m iş olan, sen delisin; eğer sadıksan b ize o m elekleri getir, d ed iler” (Hicr, 6-7).
Buna şu karşılık verilmiştir: "B iz m elekleri h a kkıyla indiririz; fa k a t o vakit,
onlara göz açtırm ayız. Z ik r i b iz in d ird ik ve o n u n koru yu cu su da b iziz” (Hicr,
8-9). Z aten onların, "Ü zerlerine g ö kten bir kapı açsak da oradan uruç etseler
bile, her halde gözlerim iz sarhoş ed ild i ve b e lk i de biz büyülenm iş bir k a v in iz”
(Hicr, 14-15) diyeceklerdir. Bu çeşitten ispat belgeleri isteyenler genel olarak,
"B ir m u cize gördü kleri zam an da, onunla eğleniyorlar ve bu a çık bir bağıdan
başka bir şey değildir, d iyorlar” (Saffat, 15). Hz. M uham m ed, tek ve üstün bir
mucize olarak K u r ’am göstermiş ve b u n u n kâfirler için yeterliğini bildirmeyi,
eski peygamberlerinki gibi, birer söylenti halinde ve birer öykü olarak anılarda
devam eden ve kutsal kitaplarda sözü edilen türden mucizeler göstermemeyi yeğ
■tutm uştur. O , b un d a haklıydı; Z ira K u r ’an, eskiden gösterilmiş oldukları bildi­
rilen h a rika la rd an daha pek ü stü nd ü ve onlarla karşılaştırılamayacak denli ivedi­
likle insanları doğru yola getirmişti. Bu itibarla mucize göstermiş olm anın im an
içindeki rolü, K u r ’anın etkisinden fazla olm ayacağına göre, sırf ina nm a k iste­
meyenlerin ya da T a n r ı’nın inan dırm ak istemediği kimselerin diledikleri olsun
diye mucizeye b aşvurm ak boşuna bir çabadır: “S enden iyilikten önce k ö tü lü ­
ğün ça b u k gelm esini istiyorlar. O ysa ki ken d ilerin d en önce bunun örnekleri v ü ­
cuda gelm işti. H a lkın zu lü m lerin e karşı R a b b in yarlıgayıcıdır ve cezaları da
şid d etlid ir” (R a ’d, 7). Kâfirlere daim a geçmişin ibret verici olayları hatırlatıl­
m ak ta ve T a n rı cezalarının şiddetli olduğu bildirilerek, sorduklarına kandırıcı,
karşılıklar verm ekten kaçım lm akta ve nihayet im an etmeleri için b ir açık kapı
olarak yarlıgama u m u d u bırakılm aktadır.
Erdemli insnların rezil insanlar yüzünden pek çok eziyet çektiğine ve zalim­
lerin bu d ünyada süratle ceza görmediklerine d ikk at edenler, b u haksızlığa de­
rinden ü zülürler ve nedenini sorarlar; fakat alacakları karşılık şudur: “Tanrı,
insanları yaptıkları zu lü m dolayısıyla suçlandırsaydı, ken dilerine kım ıldanan
bir şey bırakm azdı. L â kin , Tanrı onları ta kd ir ed ilm iş bir ecele kadar g e cikti­
rir ve ecelleri gelince de, ne bir saat geciktirir, ne d e öncelleştirir” (Nahl, 61).
Bu dinsel ahlâka bağlı olanların da inandıkları, bazen de gerçeğe uyan vc akla
filozof K a n t’ı getiren b ir bildiridir. Fakat zalimler, cezalarını hem en çekseydi-
ler ve yeryüzünde zulüm ve fesada hiç yer kalmasaydı daha iyi olmaz m ıydı?
Bugün de akla gelen b u düşünce Hz. M u ham m ed Sam an ın da da gelmişti. M üş­
rikler, “Tanrı dileseydi, ne b iz ne d e atalarım ız, ken d isin d en başka şeye tapm az-
d ık ve o n su z b iç bir şeyi haram k ılm a z d ık ” dediler. Bunun karşılığı yine daima
aynı m antığa dayanm aktadır: “B undan öncekiler de böyle yaptılar; Peygam ­
berin görevi, açıkça bir bildiriden ib a rettir" (Nahl, 35). Bu türlü karşılıklar,
özgür düşünceli insanlar için b ir çeşit acizliğin ifadesi gibi görünürler. Hz. Mu-
h a m m e d ’den istenen mucizelerin önemli b ir kısmı şunlardır: “Sen bizim için
şuradan br k a yn a k a kıtm a d ıkça , sana asla inanm ayız; yahut da senin h u rm a lık­
lardan ve bağlardan bir bahçen olsun da aralarından çaylar akıtasın; ya h u t da
göğü, tasarladığın gibi ü zerim ize parça parça düşüresin veya T a n rı’yı ve m e­
lekleri b ize k e fil getiresin; veya senin altından bir evin olsun veya göğe çıka ­
sın; buna da oradan ü zerim ize o kuyacağım ız bir m e k tu p in d irm edikçe sana
in a n m a yız”. T ü m b u gözle görülecek ve elle tutulabilecek olan som ut isteklere
verilen karşılık, yine aynı lakonik itiraftan ibarettir: "Sübhanallah, ben ancak
insan bir e lçiyim ” (İsra, 90-93). Bir defasında da kâfirler, H u d peygambere,
“Sen bize, b izi taptıklarım ızdan ç e v irm ek için m i geldin? Eğer doğrulardan isen,
b ize vaat ettiğin azabı getir, d ed iler” (Ahkaf, 22); buna H u d peygamber tara­
fından verilmiş olan karşılık da Hz. M u h a m m e d ’in vermiş olduklarına benzer:
“O bilim , T a n rı’m n yanındadır. Ben size bana gönderilen şeyi bildiriyorum ; lâ­
k in sizin bilgisizlik ettiğ in izi g ö rü yo ru m ” (Ahkaf, 23). G örüldüğü gibi, Hz. M u­
h a m m e d ’in ve öteki peygamberlerin tüm savunm aları, davanın sahibi kendileri
değilmiş gibi, tamamıyla, «Elçiye zeval olmaz» ilkesinin siperi arkasında cereyan
etmekte ve kendi kişiliklerini tevazu ile saklam aktadırlar. Çünkü, inandıkları
ve in andırm ak istenilen baş gerçek şudur: “Sana biat edenler, T a n rı’ya biat
ederler; T a n n ’m n eli, onların elleri üstündedir. K im cayarsa, k e n d i aleyhine
caym ış o lıır” (Feth, 10). Hz. M uh am m ed için Müslümanlığı kabul etmek, bir ant­
laşmayı bir sözleşimi kabul etm ekten farkı olm ayan bir anlaşm adır. K âfirlerin dai­
ma bir mucize istemelerine karşı, "T a n rı, insanlara şerri, onların hayra karşı olan
aceleleri gibi çabuklaştırsaydı, hem en ecellerini getirirdi” (Yunus, 12) denildiğin­
den de anlaşılacağı gibi, T anrısal niyette böyle akıbetin çabuk gelmesi isteği >oktur.
O n la r daim a, " N e zam an bu vaat, eğer doğruysanız? diyorlar. D e k i, bilim ancak
T a n rı’n m yanındadır; ben sadece a çık anlatan bir sa kın d ırıcıyım ” (Mülk, 2-3). Tan-
rı’nın doğru yola götürm ek istemediği için b ir türlü im an edemeyenlere en yüksek
bir m ucizenin de hiç bir etkisi olamaz. O nlar, "H avalarına uydular; oysaki her iş
kararlaştırılm ıştır” (Kamer, 3). N itekim ayın yarılması mucizesine telmih edilerek
şöyle deniliyor: "B una karşın, hâlâ bir m u cize görseler, y ü z çevirerek bu sürekli
bir bağıdır, derler. Y alan söylerler” (Kamer, 2-3). Zaten Hz. M u h a m m e d ’in iman
etm em ekte inat edenleri yola getirm ek için uğraşmaları da boşunadır. O nlara
kimsenin yapamayacağı iş ve eserlerle, itirazına olanak bulunm ayacak denli
m utlak gerçekler gösterilmiş olsa bile, hidayete nail olam azlar: "O nlardan seni
dinleyenler de vardır; fa k a t akılları olm ayan sağırlara sen m i işittireceksin? O n ­
lardan sana bakanlar da vardır; görm eyen körlere sen m i doğru yolu göstere­
c e k sin ? ” (Yunus, 43-44). Bu ruh halinde olanlar, eskiden beri ve her zaman var
olm uştur. Incil’de de b un a benzeyen ayetler v ard ır (Meta İncili, X I I I , 13-15).
Hz. M u h a m m e d ’in aleyhinde uğraşanların en çok inanm ak islemedikleri
olay, ölüm den sonra dirilmektir; ve b u olaya bağlı olarak dünyadaki işlerin
hesabını ahrette vermektir. «Biz to prak olduktan sonra mı yeniden yaratılaca­
ğız?» diyenler için, "İşte onlar R ablerine küfrediyorlar; işte onlar, boyu n d u ­
rukları gerdanlarında; işte onlar, ateş ehlidirler ve onda ebedî olarak kalacaklar­
d ır ” (R a ’d, 6) tehdidi ileri sürülm ektedir ki; b u çeşit itirazlar için de, hemen
diğer birçok itirazlara verilmiş olan karşılıklarda olduğu gibi, bir ispat amacı
güdülm em ektedir, veya, "S en d en acele azap istiyorlar; sonu önceden belirlen­
m iş (müsemma) bir ecel olm asaydı, o azap, onlara m u h a k k a k gelm işti; elbette o,
kendilerine gelecek, haberleri olm adan birdenbire g elecek”; "Senden acele azap
istiyorlar, oysaki, cehennem kâ firleri ku şa tıp d u rm a kta d ır” (Ankebut, 54) gibi
bulanık, zam anın ve soranların d u ru m u n a uygun gibi görünen kaçamaklı k a r­
şılıklar verilmektedir. "H ayır, bu saçm a sapan rüyalardır; hayır, onu k en d isi
uyduruyor; hayır, o bir ozandır; a ksi halde b ize evvelkilerin gönderdikleri gibi
bir ayet (mucize) getirsin ” (Enbiya, 5) dedikleri zaman, verilen şu kısa karşılık
da Mecelle’nin, «Batıl m akis-ün-aleyh olam az!» d üstu ru na aykırı olarak, şöyle
bildirilmiştir: "K en d ilerin d en önce h elâ k ettiğ im iz hiç bir kasaba im an etm ed i
d e şim di onlar m ı ed e c e k? ” (Enbiya, 6). Bir taraftan peygamberlerin sanki âciz
ve beceriksiz kimseler olduğunu, bir taraftan da Tanrısal iradenin bu işlere
karışm adığını ya da karışm ak istemediğini, yahut da böyle olmasını istediğini iti­
raf etm ek gibi, kuşkucu ve olum lu zekâları dolambaçlı ve tehlikeli düşüncelere
sokan b ir savunma tarzına K u r’anın birçok surelerinde rastlanır. M üşrikler,
"T anrı, öleni yeniden diriltm ez, diye bütü n yem inleriyle T a n rı’ya ant içtiler; ha­
yır, Tanrı onu h a kkıyla vaat etm iştir; d iriltecektir; fa ka t h a lkın çoğu bunu
bilm ezler” (Nahl, 8); "B iz k e m ik o ld u ğ u m u z zam an ufalanıp to z haline geldi­
ğ im iz zam an, y e n i bir yaratılışla m ı dirileceğiz? dediler. D e ki, ister taş, ister
odun, hatta g ö n lü n ü zd e b ü yüyen herhangi bir yaratık da olsanız. O nlar, b izi
k im geri verecektir? diyecekler; d e ki, sizi ilk yaratm ış olan. Sana başlarını
sallayarak, bu ne va k it olacak? diyecekler. D e ki, yakında olsa gerek. O ’nun
sizi çağırdığı gün O ’na h a m d ed erek gideceksiniz; p ek az bir süre kaldığınızı
za n n ed eceksin iz” (İsra, 49-52). Akıl, bilgi ve deney mihenginden geçerek ne
olduğu, nasıl olduğu ya da olacağı ispat edilemeyen iddiaların insan zihninde
uyandırdığı ilk duygu ve düşünce k uşk ud ur. Fakat, mistik nitelikteki iddialar
bu süzgeçlerden geçmeden önce imanın dogmatik emirleri o lm aktan k u rtu la ­
mazlar. Tefsircileıin ve kelâmcıların tüm gayretleri bu bildirilerin dogmatik ol­
m a d ık la rım belirtmekte toplanır. N e yazık ki kâfirlere, ileri sürülm üş olan k a r­
şılıklara inanacak k a d a r hidayet verilmemiştir. Bu nedenle onlar, hep aynı
soruları tekrar ederler ve aynı karşılıkları alırlar: "Sana, yeryü zü n d e k a yb o ld u ­
ğ u m uzda m ı? G erçekten b iz yen i bir yaradılışta m ı olacağız? dediler. Fakat on­
lar, R ablerine ka vuşm ayı inkâr eden kâfirlerdir. D e ki, size görevlendirilm iş
olan ölüm m eleği hayatınızı alacak, sonra d ö n d ü rü p R a b b in ize götü rü leceksin iz”
(Secde, 10-11). Kâfirler, b u karşılıklardan b ir şey an lam ak istemedikleri veya
anlayam adıkları için kuşkucu ve alaycı sorularına devam eder d ururlar: “ D oğ­
ruysanız ne va kit o fetih ? diyorlar. D e ki, o fetih günü, kü fredenlere imanları
bir yarar verm ez ve ken d ilerin e göz a çtırm a z” (Secde, 28-29). Bu itibarla, Hz.
M u h a m m e d ’in fasıklar karşısında yapması gereken şey çok yalınçtır: " Ş im d i
onlardan y ü z çevir de gözet, zira onlar gözetiyorlar” (Secde, 30).
Peygamber, yalnız müjdeci değil, aynı zam anda k o rku tu cu b ir elçi ol­
duğu için insanların, niteliğini ancak T a n r ı’mn bildiği kork unç bir ahret se­
rüvenine bağlanm alarında sosyal ve ahlâksal birtakım önemli yararlar görmüş­
tür. Esasen Yüce T a n r ı’nın her şeye gücü yettiğini kabul ettikten sonra, O ’nun
iradesi için olanaksız bir şey olamaz ve bir peygamberin aklına ne gelirse, Tanrı
hepsini gerçeklendirm ekten hoşlanır ve zaten gerceklendireceği şeyleri, onların
akıllarına getiren de kendisidir. Bunun aksini düşünm ek. Tanrısal öfkeyi davet
eden b ir k ü fü r sayılır. T anrı, ölüleri diriltebilir m i? "İnsan, ölürsem diri olarak
m ı zu h u r edeceğim ? diyor. O h iç bir şey değilken, b izim ken d isin i yaratm ış oldu­
ğ u m u zu d ü şü n m e z m i? ” (Meryem, 66-67). M üslüm anlıktan önceki dinlerde de,
az çok farkla ölüm den sonra dirilme inancı vardı; fakat eski Mısırlılarınkinden
başka dinlerde, bu inancın M üslüm anlıkta olduğu gibi sistemli, rom antik ve
trajik b ir betimlemesi yapılmamıştı. Bu itibarla o küfredenler, “B iz ve babala­
rım ız toprak o ld u kta n sonra çkarılacak m ıyız? Bu, daha önce de atalarım ıza
vaat olunm uş, eskilerin m asallarından başka bir şey değildir, d ed iler”. Buna ve­
rilmiş olan karşılık, aynı surede şöyle özetlenmiştir: " Y e ry ü zü n d e dolaşın da,
suçluların a kıb eti ne o lduğunu g ö rü n ” (Nemi, 68-70). Fakat kâfirler b u karşı­
lıklara inanacak ve geçmiş faciaları öğrenip ibret alacak d u ru m d a olm adıkların­
dan, “G erçekseniz bu vaat ne zam an? d ediler"; işte karşılığı: “B elki d e o acele
ettiğinizin bir kısm ı ensenize y ü k le n m iştir” (Nemi, 72-73); zira, " . . . R abbinin
yanında bir gün, sizin sayacaklarınızdan bin y ıl gibidir” (Hac, 47). Üzücü olan
bu itirazlar, baskılar ve kuşkularla karşılaşan Hz. M uham m ed de bir insan ola­
rak bu nlard an bunalabilir. Oysaki onun amacı yitirmemesi için yeis getirme­
mesi gerektir. Bunun içindir ki, K u r ’an, onun tinsel gücünü artırm a gayretiyle.
sanki kendi kendisine bir telkin yapıyormuş gibi, “O nlardan m a h zu n olm a v e
hilelerden bir darlığa d ü şm e !” (Nemi, 71) em ir ve tesellisini verir.
H z. M uh a m m e d 'e yapılmış olan itirazlar ve onu sınavdan geçirmek için
ileri sürülm üş olan sorular, daha eski peygamberlere de yöneltilmişti; örneğin,
H z. N u h ’tan sonra gelmiş olan peygamberlere de kavimleri demişlerdi ki: “Bu
da sizin g ib i bir insandan başka şey değildir, yed iğinizden yiyor, içtiğinizden
içiyor. S iz ö ld ü ğ ü n ü z ve bir toprak, bir yığın k e m ik o lduğunuz zam an, m u tla ka
çıkarılacaksınız d iye m i vaat ediyor? O vaat o lu n d u ğ u n u z şey p e k uzaktır. O,
b izim dün ya h ayatım ızdan başka bir şey değildir; ölürüz, yaşarız, fa k a t ye­
n iden dirilm eyiz. O, T a n rı’ya iftira eden bir adam dır, b iz ona inanacak d e ğ iliz!”
(M üm inler, 33-38); ve kuşkusuz Yüce T anrı, peygamberlerinin, b u itirazlar
karşısındaki sızlanmalarını işiterek o kavim lerin tü m ü n ü cezalandırm ıştır. Esa­
sen, H z. M u h a m m e d ’in kendisini yalancılıkla suçlandıran m uhaliflerine karşı
teselli buldu ğu ve m uhaliflerine karşı da inand ırm a aracısı olarak kullandığı en
önem li olay, Hz. İbrahim , Hz. N u h , Hz. L u t... gibi peygam berlerin, sakındır­
m a k için gönderilmiş oldukları kavimlerin başlarına gelen felâketler ve onların
da peygamberlerini suçlandırm aları, onlara inanm am aları ve hatta eziyet edip
b ir kısmını d a haksız yere öldürm üş olmalarıdır. “O nlar, seni yalancı sayıyor­
larsa, daha önce N u h , Â d ve S e m u d k a v m i d e yalan saydılar. İb ra h im k a v m i
de, L u t k a v m i de. M e d y e n ’de oturanlar v e M usa da yalan sayılm ıştı. Sadece o
küfred en lere m ü h le t verdim ; sonra onları yakaladım ; inkârın a k ıb eti n a sılm ış!”
(Hac, 42-44). Ö lüm d en sonra dirilmeye b ir türlü akıl erdiremeyenler. H z. M u ­
h a m m e d ’e hem en öm rü boyunca itiraz etm ekten çekinmediler. “K im diriltir o
kem ikleri, onlar çü rü m ü şken ? d e d i”. Bunun karşılığı da b u n d a n öncekiler gi­
bidir; "D e k i, onları ilk k e z inşa eden d iriltir v e her yaratışı b ilir” (Yasin, 78-
79); ve Yüce T anrı, h e r vesileyle hatırlatır: “B iz, ölüleri diriltiriz. H erkesin iş­
lediği edim leri ve bırakacağı eserleri yazarız. B iz her şeyi m a h fu z levhaya kay-
d etm işizd ir” (Yasin, 12). Yine m uhalifler, “B ir m u cize gördükleri zam an, onu
eğlence sayıyorlar; ve bu, diyorlar, a paçık bir bağıdan başka şey değildir. Ö l­
d ü ğ ü m ü z ve toprakla bir yığın k e m ik o ld u ğ u m u z zam an m ı? B iz m i yeniden
d irilecekm işiz? ”. Aynı ayetlerin a rkasından gelen şu ayette, b u n u n k a rşılığ ı. h a ­
zırdır: "D e k i, h em siz p e k h a kir o la r a k ...” (Saffat, 16-18). Fakat, “D ediler ki,
o hayat, sırf b izim d ü n ya h ayatım ızdan ibarettir; yaşarız, ölü rü z ve b izi artık
deh ir heiâ k e d er”. Bu ayetin sonu, b u itirazı yapanların zihinsel seviyelerini
açıklam akla yetinir: “O ysa ki buna dair bir bilim leri yo ktu r; onlar, sadece zan­
n ederler” (Casiye, 24). İtirazlar süreklidir: “K endilerinden bir sakındırıct geldi­
ğine hayret ettiler ve kâfirler, bu garip bir şeydir, dediler. B iz ö ld ü kten ve top­
rak o ldukta n sonra bu u za k bir geri d ö n m ed ir” (Kaf, 2-3). Buna verilen k a r­
şılık da, doğal ve sosyal zo runluluklar gibi bir T anrısal zorunluluğun ihtarın­
dan ibarettir: “Fakat yeryü zü n ü n onlardan neyi eksilttiğ in i b iz biliriz ve ya­
n ım ızda saklayıcı bir k ita p vardır” (Kaf, 4). Yine aynı itirazlara saplanmış olan
kâfirler demişlerdir ki: " . . . S ize, tam am ıyla d id iklen d iğ in iz vakit, m u h a k k a k
yeni bir yaradılış içinde bulunacaksınız, d iyerek p eygam berlik eden bir adam
gösterelim m i? B ir yalanı T a n rı’ya iftira e tm e k m i, yoksa ke n d isin d e bir d elilik
m i var? H ayır, doğrusu o ahrete inanm ayanlar u za k bir sa p ıklıkla azap içinde-
d irler” (Sebe, 7-8). Bu tehdit, kuşk ucun un imansızlığını yok edemez; bunun
içindir ki, “ G erçekseniz bu vaat ne zam andır? diyorlar. D e ki, size bir gün
kadardır ki, ondan ne bir saat geri, ne de bir saat ileri geçem ezsin iz” (Sebe, 29-
30). H ep aynı itirazlar ve aynı bulanık ve korkutucu karşılıklar: ‘‘G erçekten
bizler, o çu ku rd a n geri d ö n d ü rü lecek m iyiz? diyorlar. U falanm ış ke m ikle r oldu­
ğ u n u z halde, d e ” (Naziat, 10-11). Yüce Tanrı, onu bir sesli üfürüşle meydana
getirecektir (Naziat, 13). O ’nun bir emri, olanaksız gibi görünen her olayın
gerçeklenmesine yeter. Zaten Hz. M uham m ed, her sorulana karşılık verebile­
cek bilime de sahip kılınmamıştır; zira bazı gizlerin (sır) gerçeklik ve bilimini
ancak Yüce T anrı bilir: ‘‘Sana o saatten soruyorlar, n e zam an dem ir atm ası?
O ’nu sen nereden anlatacaksın? O ’nun en sonu R abbindir. Sen, ancak O ’ndan
korkanlara bir sa kın d ırıcısın ” (Naziat, 42-45). Bu itibarla Hz. M u h a m m e d ’in
kendi ödevi dışına çıkmaması, sadece Tanrısal istekleri ve haberleri kavmine
bildirmesi, onları sevdirip korkutm ası gerekir.
Dikkat edilirse, müşriklerin, kâfirlerin ölümden sonra dirilme hakk m daki
soruları ve k u ş k u la n , ölüm den sbnra, dünyadaki bedenimizle dirileceğimizi
zannetmelerinden doğm aktadır. Ç ürüm üş, her zerresi toprağın öğeleri arasında,
hayvanların m idelerinde ve rüzgârların ö nünde belirsiz şekiller alarak kaybo­
lup giden bir maddesel varlık, tek rar birleştirilerek dünyadaki yapısı ve biçi­
miyle diri diri T anrı h uzurun a nasıl çıkab ilir?1. O nların akıllarına gelen bu
olanaksızlığı çözmek için ve konuyu daha belgin bir şekilde açıklam ak için tef­
sirciler, Tanrıbilimciler, İslâm bilgin ve filozofları, türlü kuramsal ve varsayım ­
sal açıklam alarda bulunurlar. Bazıları ruhu n maddesel olduğunu, bazıları tinsel
olduğunu tahm in ederler. Bu itibarla bazıları, mahşere bedenlerimizle dirilmiş
olarak götürüleceğimizi, bazıları ise, yalnız ruhum uzla T anrı h u z u ru n a çıkarı­
lacağımızı iddia ederler. K u r ’anda geçen teveffi, im sak> irsal gibi sözcükleri k a p ­
sayan bir ayetle dönüş (rücu), rıza, girm e (duhul) sözcüklerini kapsayan diğer
bir ayeti ileri sürerek bu belirlemelerin cisimlere özgü sıfatlardan olduğunu
beyan edenler, r u h u n maddeselliğine inanırlar. R u h u n cesede girmesi ya da
çıkması gibi deyimleri kapsayan bazı hadisleri de bu maddeselliğin bir kanıtı
sayarlar. Fakat ölüm den sonra dirilmeyi, daha inandırıcı bir şekilde açıklaya­
bilmek için, ru hu n bir töz (cevher) veya ilinek (araz) değil, fakat duyulur ci­
simlere aykırı bir latif cisim olduğunu da savunurlar. Bazıları da, ‘‘Sana ruhun
ne olduğunu soruyorlar, d e ki, ruh, R a b b im in em rindedir. S ize bilim den az bir
şey verilm iştir” (îsra, 85) ayetine dayanarak b u konuyu fazla ku rcalam aktan
çekinmişlerdir. İbn Sina gibi rulıu bir psikoloji sorun u sayarak, o nu n ne oldu ­
ğu ile değil, fonksiyonlarıyla uğraşan İslâm bilgin ve filozofları da eksik değil­
dir. Bir söylentiye göre Hz. M uham m ed, bu konuya dair kendisine yöneltilmiş
olan soruya, sözünü ettiğimiz karşılığı kem en vermemiş, on beş gün sonra nail
olduğu bir vahyi bildirmiştir. Fakat biz burada, filozofların görüşlerini deşmeyi
konu m uzu n dışında sayıyoruz. Peygamberin ölmezlik h a kk m da k i telkinleri, sırf
dü nyada işlenmiş olan suçların cezaları, hayattayken çekilmiş olsa bile, b u n la r­

(1) “Sen kim sin ki ölecek insandan ve ot gibi olacak âdemoğlundan kor­
karsın?” (Eş'iya, 51, 52).
d a n b ir de ahrette sorum lu olduğum uzu açıklayabilmek ve b un a inandırarak
insanları erdem e alıştırmak içindir. Y oksa o, hiç bir konuyu, bilimsel bir amaçla
öğretmeye kalkışmamış ve kendisinde böyle bir yetki de görmemiştir. N itekim o,
elçiliğine karşın, anahtarları T a n r ı’da olan gayb bilimini de, ancak T a n r ı’mn
bildiğini ve T a n r ı’m n kendisine izin verdiği o ran da beyanlarda bulund uğu nu ,
yine Tanrı em ri olarak bildirm ekten çekinmemiştir.
Hz. M u h a m m e d ’den istenen olağansızlıklardan biri de, sözünü ettiği m e­
leklerle T a n r ı’yı göstermesidir: “B izim le b u lu şm a k istem eyenler, o m elekler ü ze ­
rim ize indirilm eliydi, Rabbim iz'ı g örm eliydik, dediler; böylece d e nefislerinde
kibirlendiler ve b ü y ü k azgınlığa d ü ştü le r”. Bunun karşılığı da kandırıcı değil,
ko rkutucud ur: “M elekleri g ördükleri gün, suçlulara m ü jd e yo ktu r; kendilerine
yasak, yasak, d en ilecektir” (Furkan, 21-23). Peygamberle sürekli olarak tartışan
Y ahudiler, " . . . H z. M u sa ’ya verilen gibisi verilse y a ” dediler. Buna verilen k a r­
şılıklarda, onların, b ir mucize gösterilse bile yine iman etmeyecekleri kabul
edilmektedir. Bunun içindir ki, Hz. M u h a m m e d ’e şöyle söylemesi vahycdilir:
“Eğer sadıksanız, T a n rı’daıı daha doğru bir k ita p getirin, ben de ona bağlana­
y ım ” (Kasas, 49).
Özet olarak' K u r ’an, Hz. M u h a m m e d ’in son yirmi üç yıllık hayatında ar­
kasına düştüğü büyük ü lkü nü n görevlendirilmiş olduğu ve içten inandığı gö­
revin gerçekleşmesi uğrun da karşılaştığı saldırılar, h akaretler vc sınavların tra­
jik sahnelerini vermektedir. Fakat o,, asla yılmadan kendisine tinsel bir güç
veren Tanrısal davanın önderi olarak m uzaffer oluncaya dek hem düşünsel,
hem de silahlı savaşlarına devam etmiştir. H atta b u savaşların kendinden sonra
da devam etmesi em rini almış ve vermiştir. Ö rneğin, Ulıud savaşında kendisi
de öteki insanlar gibi yaralandığı ve M üsliim anlar kaçmaya başladıkları zaman,
“O da, ken d isin d en önce gelen peygam berler gibi ancak bir peygam berdir; eğer
ölür ya da öldürülürse y ü z çevirip d ö n ecek m is in iz? ” (Âli İm ran, 144) diye so­
rulm akta, sahabelerle diğer İslâm askerlerine, bu yüce ülkü nü n ebedî olduğu
bildirilmektedir. Kendi insanlığının ve elçiliğinin saf ve tam bilinci içinde git­
tiği yolu hakkıyla bilen ve bildiren Hz. M uham m ed, karşılaştığı zorluklar yü­
zünden bezmemiş ve kutsal kaynaktan gereken teselliyi almış ve kendi görevinin
gerçek niteliğini öğrenerek sabırla sözlü vc silâhlı savaşlarına devam etmiştir:
" Sen durm a davet et ve cm rolunduğun gibi doğru git; onların havalarına uym a
ve de ki, ben T a n rı’nın indirm iş olduğu her kita b a im an ettim ve bana aranızda
adalet yapm am em rolundu; Tanrı b izim R a b b im iz, sizin de R abbiniz. Bize
am ellerim iz, size de am elleriniz; aram ızda sizinle anlaşm ayacak bir şey yoktur.
Tanrı h ep im izi toplayacak ve h ep O ’na g id ilecektir” (Şura, 14). Zaten o, kendi­
liğinden ortaya çıkıp insanların işlerine ve gidişlerine karışmış olduğunu hiç bir
zam an bildirmiş değildir: “E lçisini hidayetle ve h ak diniyle — m üşrikler hoş-
lanmasalar bile— ve bu d in i her din d en üstü n k ılm a k için gönderen O ’d ıır”
(Saf, 9), yani T a n r ı ’dır. Nihayet Hz. M uh am m ed de b ir insan olduğu için,
kendisinin bazı kusurlu yanları vardır. O n u n muhalifleri karşısında yenilgiye
uğram aması gerektiği için, karşılaştığı tüm baskılar ve zorluklar önünde sürekli
olarak kendini denetlemesi ve bir hataya düşmemesi de gerekir. Bunu pek iyi
kavramış olan Peygamber, kendisinin sürekli olarak Tanrısal b ir göz altında
b ulunduğuna em indir ve kendisini yüce yolundan caydırabilecek olan her çe­
şit ru h zayıflık ve âcizliğine düşmemesini sağlayan kutsal iltifatlara ve yol gös­
termelere güvenerek, bezginlik getirmemiş ve sabırsızlık göstermemiştir. M uha­
liflerin inatları karşısında Hz. M u h a m m e d ’in söylemesi ve yapması gereken şu­
dur: “Ben sizin ü zerinize vekil değilim , de. Sana n e vahyolunuyorsa ona uy ve
sabret” (Yusuf, 109-110); zira, “H ırslanm ış olsan da halkın çoğu, kendilerin­
den bir iicrct istem ediğin halde, im an etm ezler” (Yusuf, 103-104). Zaten insan­
ların peygamberlere karşı direnmelerini ve h akaret etmelerini biraz da Tanrı
istiyor gibidir: “S en d en evvel d e e ski im ansızlara elçiler gönderm iştik, onlara
kendilerinin alay etm edikleri h iç bir peygam ber g önderm edik; biz alayı suçlu­
ların yüreklerin e böyle yerleştiririz” (Hicr, 11-13). N için? T a n rı böyle olmasını
istediği için. Bu itibarla, Hz. M u h a m m e d ’in fazla üzülmesine de gerek yoktur;
onun görevi, “ K anatlarını im an edenlere in d irm e k tir” (Hicr, 88) ve Tanrısal
ihsandaki adaletsizlik karşısında m ahzun olm am aktır: “Birtakım larına tattırd ı­
ğım ız nim etlere göz d ik m e ve onlar için m a h zu n o lm a ” (Hicr, 88). M üşrikler,
T a n r ı’nın türlü lütufları karşısında im an etmedikleri zam an, “Y ü z çevirirlerse,
peygam berlere düşen açıkça b ild irm ekten ibarettir” (Nahl, 35). O n lara yapıla­
cak ihtar sadece şudur: “R a b b in iz sizi daha ço k bilir; isterse size m erham et
eder, dilerse sizi azaplandırır ve seni d e üzerlerine v e kil g ö n d erm ed ik ” (İsra,
54). Esasen peygamberlerini teselli etmek ve onlara kullarının niyetini ve k a­
derini önceden bildirm ek Tanrısal bir âdettir. Ö rneğin, N u h peygambere şöyle
vahyolunuyor: “K avm inden im an etm iş olanlardan başka hiç k im se im an et­
m eyecek; onun için her ne yaparlarsa gam y e m e ” (H ud, 37).
İm an ettirilselerdi daha iyi değil miydi? Peygamberler, tüm insanları iman
etmeye davet etmekle görevli ve b un a zorlandıklarına göre, insanların yalnız bir
kısmına söz geçirebilmiş olmaları ve diğerlerine hiç bir etki yapmamaları, o n ­
ların acizlik ve başarısızlıklarından çok, T a n r ı’nın böyle olmasını istediğinin bir
kanıtı değil m idir? Bu takdirde de iman etmeyecek ya da ettirilemeyecek onlarlara
peygamber göndermenin gerekçesi ne olabilir? Akla gelen her yeni itiraz, Tan-
rıbilimciler için bir yeni kü fü r sayılacağından, vahyolunanlara — fazla d eşm e­
den— inan m aktan başka çıkar yol yoktur. Hz. M u h a m m e d ’in muhalifleri ve
girişimleri dolayısıyla bazı tereddüt ve şaşkınlıklara uğramış olduğu da bir ger­
çektir. Böyle du ru m la rda onu' koruyan, ru h u n u n derinliğindeki bilinçaltı âle­
minden ses veren, darılan ya da yol gösteren vahiylerdir: “M üşrikler, az daha
seni vahyettiğim izden başkasını bize iftira edesin diye fitn e ye düşüreceklerdi,
böylece de seni ken d ilerin e dost edeceklerdi. V c eğer biz sana sebat verm em iş
olsaydık, sen a zıcık onlara cğileyazdm dı. Böyle olsaydı, biz sana hayatın ik i
kat, ö lü m ü n d e ik i ka t acısını ta ttırırdık; sonra bize karşı ken d in için bir yar­
dım cı da b u la m a z d ın ...” (İsra, 75-75; Kehf, 27; Meryem, 64-65; T aha, 2). Ulu
Tanrı, dilediği insanlar arasına türlü kıskançlıklar, düşm anlıklar ve yarışmalar
sokmayı denem ekten hoşlanır ve sanki Hz. M uham m ed de bu türlü zayıflıklara
düşermiş gibi, ona şu bildiride bulun ur: “O nları fitn e y e d ü şü rm ek için, içlerin­
den birkaç çifte, diitıya hayatının süslerinden z e v k aldırdık; sakın böyle şeylere
göz dikm e. R a b b in in rızkı hayırlı ve daha b a k id ir” (T aha, 131). D in k onu la­
rında uzm anlaşm ayanlar karşısında Hz. M u h a m m e d ’in ödevi şu bilgece direk­
tifte saklıdır: "B iz her iim m et için bir ibadet yo lu y a p tık ki, onlar onun ibadet-
çisidirler; öyleyse em irde, seninle asla didişm esinler ve R abbine davet et; zira
sen, h a kka götüren doğru bir yol üzerindesin; ve eğer seninle didişirlerse, on­
lara, ne yaptığınızı T anrı pekâlâ bilir, d e " (Hac, 67-68).
Tanrı, elçisinin üzüntülerine asla kayıtsız değildir. O na şefkatle öğüt ve­
rirken, sanki âsi kullarını da incitmek istemiyormuş gibi, cezalarını birden uy­
gulamaz. O nların k ü fü r ve isyanda daha ne k a d ar ileri gideceklerini görmek
istiyormuş gibi davranır. (Şuara, 214-217; Y unus, 42). Hiç bir başarısını kendi
irade, zekâ ve dehasına mal etmeyen ve h e psini Yüce T a n r ı’nm bir inayeti sayan
Hz. M uham m ed, başarılarından olduğu k a d a r da Tanrı yardım larından asla
dönm ez ve şımarmaz; alçak gönülle kendi kişiliğini saklar. Şu ayetlerde onun
nasıl göksel yardım larla işlerinde başarıya nail olduğunu görürüz: "Sana hile
yapm ak isterlerse, sana Tanrı yetişecektir; seni zaferle im anlılar üzerinde pekiş­
tiren (teyit) T a n rı’d ı r ..." (Enfal, 63). Bu k adar büyük şefkat, inayet ve yardım a
nail olan yüce elçi, yalnız başkalarını k orku tan ve başkalarına müjde veren bir
peygamber değildir. O n u n , insanoğullarma yapm akta olduğu önerilerin kendi­
sine de yapıldığını her zam an idrak etmektedir: "E y peygam ber, T a n rı’dan ko rk,
kâfirlere ve m ü nafıklara itaa* etm e. V e R a b binden sana ne vahyolunuyorsa onun
ardından g it... V e T a n rı’ya te v e k k ü l et ki, Tanrı y e ter” (Ahzap, 1-3). H e r dü şü ­
nen ve hisseden faninin darda kaldığı zam anlarda, kendi içinden türlü şekillerde
tekrarladığı bu çeşit teslimiyetlerin insana bağışladığı teselli, um u t ve kuvvetin
başarıdaki etkisi yadsınamaz. Aynı suredeki şu iltifatlara nail olan b ir bahtiya­
rın, muhaliflerinden gördüğü direnmeleri ve içinden çıkılmaz soruları yenilgiye
uğratmaması olanaksızdır: "E y peygam ber, biz seni hakka bir tanık, bir m üjdeci,
hem de bir sakındırıcı gönderdik. H em de T a n rı’nın izniyle bir davetçi ve nur­
lar saçan bir ışın. K âfirler ve m ü n a fıkla ra itaat etm e; onların cezalarını bırak
da T anrı'ya te v e k k ü l et; Tanrı vekil olunca hepsine y eter” (Ahzap, 45-48) ve
her şehirde iman edenlerle etmeyenler her zaman b u lun du ğu nd an, onların, " d ö ­
n ü p dolaşm aları” Peygamberi aldatm amalıdır; ve imansızlıklarında inat eden­
ler karşısında Hz. M u h a m m e d ’e düşen herhangi b ir sorum luluk yoktur; onun
görevi önceden belirtilmiştir: " . . . Y in e aldırm ıyorlarsa, biz de seni üzerlerine
denetleyici g ö n d erm ed ik ya. Sana düşen, b ild irm ekten ibarettir” (Şura, 5, 46).
Sanki bu teselliler, b u yatıştırıcı emirler, Hz. M u h a m m e d ’in kendi kendine yap­
tığı b ir hasbihal, bir özel telkinmiş gibi, türlü surelerde, başka başka vesilelerle
ve çeşitli tarzlarda tekrar edilirler. Fakat onun en bü yük m ükâfatı, yalnız T anrı
tarafından b ir elçi olarak seçilmiş olması değil, savaşlarının ve geçirdiği sı­
navların zaferle sona ereceklerine d air kendisine verilmiş olan vaatlerin gerçek­
lenmiş olduğunu görmüş olmasıdır: "B iz sana, açıkça bir zafer yolu açtık. Tanrı
senin suçundan geçm iş olanını ve g elecektekin i yarlıgayıp üzerin d eki nim etini
tam am layacak ve seni doğru yola çıkaracak” (Feth, 1-3). Çekmiş olduğu b in bir
m eşakkatten sonra, insanlığa yapmış olduğu sonsuz hizmetlerin, kendisini bu
kutsal dokunulm azlık ödülüne nail etmesinden daha doğal bir şey olamazdı.
Bu ulu m üjdenin ve m übarek himayenin kanatları altına sığınan bir faninin ni­
çin ebedileştiğine şaşmamalıdır.
H er biri ayrı b ir tarihsel gerçeklik olan ve başka başka olay ve koşullar
dolayısıyla ileri sürülm üş b ulunan ve çoğu birbirine benzeyen itirazlarla b u n ­
lara verilmiş olan karşılıklar ve Peygamberin nail olduğu teselli, iltifat ve di-
rektifer... b irer vahiy eseri olmayıp da sadece Hz. M u h a m m e d ’in kendi kişisel
düşünceleri, duyguları, irade ve dehasının ka rar ve ilhamları olmuş olsaydılar,
değerlerinden neyi kaybedeceklerdi?.. Eğer bunlar, Hz. M u h a m m e d ’in kendi ze­
kâ ve dirayetinin ürünüyseler, neticeye onurla ve zaferle kavuşturdukları için,
kendisini asla küçük görmemiz gerekmez. Eğer Tanrısal bir lütuf ve inayetin
eseriyseler, bunlara m azhar olmuş bulu nm akla o nu n ebedî büyüklüğü asla fa­
nileşmez ve küçülmez. Bir din ya da ü lkü nü n değeri, yaratmış olduğu eylem
ve devrimin büyüklüğünde ve insanlığı yeni b ir hayat ve zihniyetin yüceliği
içinde bahtiyar etmesinde saklıdır.
“K orkulacak şeyden korkm ayanlar, daha k o rk u n ç
olanla karşılaşırlar”.
Lao-tse

D irenmelere, eleştirim ve baltalam alara uğram am ış olan hiç bir yeni ülkü
yoktur. H a tta aynı ü lk ü n ü n kurucusuyla havari ve misyonerleri, yardımcıları
arasında bile az zam anda türlü anlayış farkları belirir ve ü lk ü n ü n gerçekleşme­
si, bu farklı görüşlerin yarattığı çekişmeler yüzü nden gecikir. Başlangıçta bir
ütopya olan h e r ülkü, zam an geçtikçe ortaya çıkan yeni olanaklar ve koşullar
dolayısıyla ya b ü sb ütün yıkılır ya da az çok değişkelere (tadillere) uğrayarak
k endini kabu l ettirir. Fakat artık bu k a b u l edilen, ilk teklif edilmiş olan ilkele­
rin özelliklerini aynıyla taşımaz; b irçok n o k ta la n başkalaşır, k u ru c u su n u n ön ­
ceden asla tasarlamamış olduğu çeşitli biçimlere girer. Bunun nedenlerinden
biri de, hem en h e r ü lk ün ün , başlangıçta b ir taslak, b ir plan halinde olması, k e­
sin şeklini yavaş yavaş kazanm a zo run da kalmasıdır. Anlaşılıyor ki, düşünce­
lerin de, kaderi, sıvılar gibi sokuldukları, yayıldıkları çevrenin kalıbına uymak
ya da o çevreden bazı şeyleri kendi yapısı içine almaktır.
H e r sosyal çevrede, tarih boyunca kökleşmiş gelenekler, töreler, âdetler ve
alışkanlıklar vardır. Hiç b ir devrim az bir zam anda, bun ları k ök ü n d e n söküp
atam az; bun lar, top rak altında, yeni ve taze tohum ların gelişmesine engel olan
ayrık otları ve zararlı böcekler gibi, devrim in getirdiği yeni düşüncelere m u ­
sallat olur, fark ın da olarak ya da olm ayarak onları kuru tm ay a çalışırlar. Bu
d u ru m d a , devrimciler, ya kendi ülkülerini yaşatmaya hizmet eden yeni öğeleri
şiddetle benimserler ya da içinde yaşamak zoru nda oldukları top lu m u n koşul­
larını ve olanaklarını d ikkate alarak sav undukları düşüncelere, aslında b u lu n ­
mayan bam başka, yepyeni b ir anlam ve değer vermeye çalışırlar. Peygamber­
lerin ve dolayısıyla eskinin yerine getirilmiş olan yeni düşünceler gibi, yeni
dinlerin de bu sosyal ve tarihsel kaderi aşm adıkları görülür.
Hz. M uham m ed de, yirmi üç yıl uğraşarak İslâm dinini, türlü zorluklar
ve savaşlar arasında yavaş yavaş şekillendirmiş olduğu halde, kendisine, gerek
hayatında yardım ve hizm et etmiş olanlar, gerek ö lüm ünd en sonra kendine
bağlılıklarını sü rdürm üş bulunanlar, tü rlü sosyal, politik ve ruhsal koşulların
etkisi altında, bu yüce dine bazı öğeler eklemiş ve bazı noktalarını b ir anlayış
farkıyla değiştirmişlerdir. H a tta b u değişme, önceden verilmiş olan bazı emir­
lerin yerine yenilerini getirmiş olan ayetler yüzünden, daha Hz. M uham m ed
zam anında bile kendini hissettirmiştir. Aynı zam anda İslâm dini de yayıldıkça
içine girdiği ulusların eski inançlarından tamamıyla kurtulam am ış, uzak yakın
diğer kavimlerde yaşayan inanç ve âdetlerden b ir kısmını yüklenm ek zorunda
da kalmıştır. T ü rlü siyasal ve ulusal çıkarların etkisi altında, başka başka m ez­
heplerin, fırka ve tarikatların doğmasına da engel olamamıştır. Kendi esas dog­
malarım korum ak la birlikte, h e r kavm in sosyal yapısına ve ihtiyaçlarına göre
uygulanmış olm aktan da kurtulam amıştır. Bunun önemli b ir nedeni de, kitaplı
dinlerin getirmiş oldukları şeriat, T an rı emirlerine dayandığından, bu emirlerin
bir kez verilmiş olmaları ve o dinin peygamberi öldükten sonra, ayet ve hadis
şeklindeki bildirilerin sona ermesidir. Oysaki bir taraftan aynı dine bağlanmış
olan insanların niifus yoğunluğu artm akta, bir taraftan da diğer kavimlerle olan
kültürel, sosyal bağlar sıklaşmakta, nihayet siyasal b ir güç halini alan dinler,
türlü kavimlerin, özellikle hukuksal ihtiyaçlarını kandıram az bir du ru m a gel­
mektedir. Bu duru m karşısında insel ilişkilerde birtakım yeni sorunlar doğmakta
olduğu için, var olan ve artık arkası gelmeyen Tanrısal emirlerle hadisler ye­
tersiz kalm aktadır. Bunu önlemek içindir ki, İslâm âleminde her yeni olay ve
ihtiyaç için yeni bir hadis uydurulm uş ve b unun sayısı bir milyonu aşmıştır.
Z ira, her fetvayı, her şe r’î hü k m ü , Peygamberin b ir sünnetine dayamayı dinsel
bir ödev saymak âdet olmuştu. Buharı vc Müslim, ‘S ahih’lerinde, bu hadislerin
gerçekleriyle uydurm a olanlarını eleyerek en doğrularını toplayabilmek için tüm
öm ürlerini harcamışlardır. Bu d urum lar karşısında, evvelce de işaret ettiğimiz
gibi, Kur'aıı ve sünnete, kıyas ve icma usullerine başvurulm uş, bunlar da yet­
meyince göriiş’e (rey) izin verilmiştir. Bütün bu nlardan da anlaşılır ki, toplum-
lara sunulmuş olan hiç bir düşünce, ilke ve kan un — ka y n a k lan Tanrısal da
olsa— asla ebedî değildirler. İnsanları ilerleten ve toplumlârın evrimlerine hiz­
met eden düşünceler, d on durulm uş ve değişmez dogmalar değil, sürekli olarak
yeni ihtiyaçlardan doğan ve yeni ihtiyaçları yaratan, b u suretle de insanlığın
dinam ik ve ilerlek (müterakki) ovrimini sağlayan değişik vc hareketli d ü şü n ­
celerdir. İşte dine az çok uygun ya da aykırı olan mezhepler ve fırkalar, çeşitli
sosyal sorunlar karşısında aklın, biraz önce saydığımız yöntem lerdeki esnek
(plastik) k arakter özelliğinden y ararlanarak ve gelenekleri de tamamıyla yitir­
m em ek için direnen toplum ların baskısından doğmuşlardı. Böylece, ulusal ve
siyasal hayatın ihtiyaç ve yapısına u ydurulm ak istenen yeni içtihatlar ve b u n ­
lara dayanan fetvalar, K u r ’an ve hadislerin hüküm lerine pek az uyan ve onları
aşan inançlar şeklinde yayılmışlardır. Bunun açık bir kanıtı da, ortaya sonra­
dan çıkmış olan m ezhep ve tarikatlarla bu n lara m ensup olan tefsirci ve Tan-
rıbilimcilerin çokluğu, bu nların birbirlerini, birçok k onularda kâfirlikle suç­
landırmaları ve hatta çoğu zam an devletlerin de b u suçlandırm alara alet ola­
ra k kendi varlık ve güçlerini s ü rd ü rü r ve artırır um uduyla, birçok m asum in­
sanları, inançlarının ve düşüncelerinin başkalığı y üzünden cezalandırm aya kal­
kışmalarıdır. Nitekim, tarihte d in adına yapılmış olan cinayetler ve haksızlık­
lar, ahlâksal ve hukuksal o lan cinayetleri gölgede bırakacak denli ağır, sert ve
korkunçtur. Cezalandırılmış olanların pek çoğu da, toplum lara ve insanlığa ışık
tutm uş olan büyük, aydın insanlardır. Bunlara, devlete dayanan ya da devletin
kendilerine dayandığı- mezhep m ensupları, m üşriklik, kâfirlik, fasıklık, facirlik,
zındıklık, T an rıta n ım a z lık ... gibi türlü sıfatlar vermiş ve bunları, din, iman
adına ortadan kaldırm a çarelerine başvurm uşlardır. Fakat tüm bu baskılara
ve zulümlere karşın, düşünce ölmemiş ve insan zekâsı, yersiz, yanlış, geri d üşün­
celere saplanmış olanların karşısına, yeni düşüncelerle ve cesaretle dikilmişler­
dir. Adına reform, evrim ve dev rim ... dediğimiz sosyal gelişmeler ve değişmeler,
bu korkusuz kahram anların , gerçeklik ve yenilik şehitlerinin eseridir. Genellikle
her din, kendine özgü b ir erdem i, adalet ve gerçekliği savunur. Fakat bunlar, o
dinlerin savunuldukları dönemin, içinde parladıkları kavimlerin seviye ve ihtiyaç­
larını belirli b ir o randa karşılayan, değiştiren, düzenlemeye çalışan girişimlerdir.
D in ve devlet adamları ise, peygamberlerin, onların getirmiş oldukları düşünce ve
kitapların uygulatmak, inandırm ak istedikleri em ir ve ilkeleri, kendi anlayış ve çı­
karlarına göre yorum lar, yorumlatır, türlü haksızlıklara olanak hazırlar. Bu ne­
denle, teokratik idarelerin yüksek hoşgörüsünden ve bu nların yüksek adaletinden
söz edenler, ancak b irtakım bireysel örnekler verm ek suretiyle iddialarını ispata
çalışırlar. H erhangi bir halifenin; şeyhülislâmın ya da papanın adaleti sevmiş ol­
ması, tüm b ir toplum da veya siyasal heyette düşünce ve içtihat özgürlüğünün b u ­
lunduğuna delâlet etmez. Bu çeşit idarelerde yalnız devletin değil, to plum un da
sinsi bir baskısı vardır ki, düşünen ve bilen insanları daim a ihtiyatlı ve önemli
d üşün üp yazmaya zorlar.
İslâm dini de, bu genel ve doğal düzenin dışına çıkmış değildir. Y ukarda
da belirttiğimiz gibi, daha Hz. M u ham m ed zam anında bile, yalancı peygamber­
ler ve m ehdiler türemiş, nakilsel, akılsal ve keşifsel bilginin kaynağı sayılmış
olan bu yüce dinin bazı m e n su p la n , H ic re t’in hem en ikinci yüzyılından itibaren
akla saldırmış, felsefesel zekâyı söndürm ek istemiş, vahyi savunm ak için zihnin
kendisini, vahiyden de kuşk ulan dıran saçma inançlarla körletmeye çalışmışlar­
d ır1. Biz b u ra d a tüm bu çekişmelerin tarihini verecek değiliz. Yalnız dine aykırı
sayılmış ve bazen de din için ve dolayısıyla dine dayanan politika için tehlikeli
görülmüş olan bazı düşünce ve hareketlerin kısa b ir panoram asını verecek ve
bugün nelerin uygulanm a alanından kaldırılmış ve nelerin kalmış olduğunu kı­
saca açıklamaya çalışacağız. Gazali, ‘El M unkızu min-ed-Dalâla’ (Kahire, 1309)
adlı eserinde, Müslümanlığa aykırı olan mezhepleri üç sınıfa ayırmıştı:
1. D ehriyun: Bunlar, âlemin kadim olduğunu, yani zam an içinde, bi
başlangıcı olmadığını ve evreni yöneten bir T a n r ı’nın ve Tanrısal iradenin var
olmadığını iddia ederler; b u yüzden de kâfir sayılırlar. D uyum culuktan (sen-
sualisme) ayrılmayan bu zümre, zam an kavram ını da reddeder; b u n un da evren

(1) M ütekellimin, yani Kelâmcılar adım alan bir İslâm felsefe okulunun
en eski m ensuplarından olan Ebu H asan-el-Eş’arî, Kadı Ebu B ekr-el-B akılanî...
gibiler m antıkla uğraşmayı, şarap içm ek gibi bir günah saymışlardı. Zira bun­
lar, akılsal kanıtların dine zararlı olacağını zannetm işler, getirilecek olan kanıt­
ların batıl olduğu ispat edilirse, bu kanıtlar aracılığıyla ispat edilmesi gereken din
gerçeklerinin de batıl olacağına inanm ışlardı. Fakat daha sonra gelen Gazali
ve buna bağlı olanlar, kanıt yanlış olm akla ispatı istenen gerçeğin yanlış olması
gerekm ediğini ileri sürerek m antığı dine aykırı görmediler. M antık bilinmeden
kurulmuş olan bilim e güvenilem eyeceğini de savunm uş olan Gazali, felsefenin
aleyhinde bulunm aktan çekinm em iştir.
gibi, yaratılmamış olduğunu savunurlar. Bu mezhebe m ensup olanların bir kıs­
mı Bâtmîlere karışırlar; bazıları da tasavvuf giysisine b ürünürler. Bunlar, ölüm­
den sonra dirilmeyi, ahreti, melekleri, cennet ve cehennemi in k â r eder ve doğa
kanunlarınd an başka bir şeye değer vermezler ve bir çeşit atom culuğu savu­
nurlar. A hlâkta hazcı ve çıkarcıdırlar; b u itibarla günahlara ve haram lara da
inanmazlar; fakat kendileri M üslümandırlar.
2. T abiiyim : Bunlar, deneye ve tümevarıma değer verirler; âlemi yara
tan ve sürekli olarak yöneten bir T a n r ı ’nın varlığını kabul ettikleri halde, ru­
hun bir töz olmadığını, bu nedenle de ölmezliğinin kabul edilemeyeceğini id­
dia ederler. O nlara göıe, Tanrı bilgeliğini eşyada belirtmektedir. Bu zümre,
yalnız deneye değil, akla da önem verdikleri için, Fisagor ve Yeni Eflatuncu­
lukla A risto’dan da yararlanır, ilkçağların H ipokrat, Galyen, Öklides, Batlamyus
gibi bilginlerine dayanırlar.
5. İlâhiyun: Bunlar, yukarda geçen iki zümreyi olduğu kadar da b ir­
birlerini reddederek bazı kâfirce düşüncelere saplanırlar vc genel olarak Sokrat
vc E flâ tu n ’un etkisi altındadırlar.
D ehriyuıı’dan olup, yalnız tektanrıcılığı değil, T a n r ı ’yı da inkâr ettiği için.
Tanrıtanım azlıkla da suçlandırılmış olan Horasanlı Eb-iil-Hüseyn-ül-Ravcndî
(ölm. 910), bu zümrenin en ünlülerindendir. Bu düşünüre göre de, âlem yara­
tılmamıştır. O, genel olarak peygamberlerin aleyhindedir; zira peygamberler,
der, halkı tılsım, bağı (büyü, sihir) ve mucize gibi bazı işlemlerle gerçeklikten
uzaklaştırm aktadırlar. Peygamberler, gaybı, yani görünmez âlemi bildiklerini
iddia ederler; bun un ise ispatı olanaksızdır. T a n r ı’nın insanlar üzerindeki en
biiyük etkisi, öldürm ekten ibarettir. İnsanları aydınlatmak için peygamberlere
ihtiyaç yoktur. Zira akıl, iyi ve kötüyü ayırt edebilir. Peygamberler namaz, oruç,
h ac ... vb. gibi akla uymayan birtakım görevlerle birlikte bunların anlamsız
yöntem ve kurallarını getirmektedirler. İnsan, gerçeksel bilgiye akıl sayesinde
ulaşabilir; aklın ötesinde doğaüstü bir gerçeklik yoktur. İnsanlar, yıldızların
doğup batışını doğru olarak hesap edebilmektedirler. Bu itibarla peygamber­
lere ne vahyin, ne de ilhamın gereği vardır vc mucizeler inanılacak şeyler de­
ğildir. K u r ’anın güzel bir Arapçayla yazılmış olması, bu dili bilmeyenler için
biç b ir değer taşımaz. Dili çocuklarına ebeveyn öğretir; bu, kuşların ötüşlerin­
den farkı olmayan bir doğa olayından başka şey değildir. Örneğin, mıknatısın
demiri çektiğini öteden beri biliyoruz; b u n u n bir peygamber tarafından bildiril­
mesine ihtiyaç yoktur. Bu itibarla dilin vahiy eseri olduğunu ispat edecek ka­
nıtlardan yoksunuz. “T a ıın , A d e m ’e isim leri ö ğ retti” ayeti, ancak dilin insan­
lıkla başladığını bildiren bir düşünceden başka bir şey değildir (N.S. Nyberg,
*l.e Livre dit T riom phc et de la Refutation d ’Ibn Ra'.vcndî. l ’H c rctiq u e’. K a­
hire, 1925).
Peygamberli dinlerle ve peygamberler aleyhinde düşünen, bu nedenle de
dine karşı saygısızlık yapmış olmakla tanınan Ebu Bekr Zekcriya Razî (841-926)
de bir Tanrıtanım azdır. Bir hekim olan bu bilgin, Y unan bilim ve felsefesine
hayrandı. Kutsal kitapların bunlar karşısında hiç bir değeri olmaığını ileri
sürerek yalnız M üslümanlığı değil, tüm dinleri eleştirmişti. O n u n bir maddeci
olduğu kabul edilir. İslâmlar arasında yayılarak Tanrıtanım azlara desteklik et­
miş olan Brahima, yani Brehmenlik mezhebi de, peygamberleri reddeder. Bu
mezhep, şu ikilemi öne sürerek davalarını ispat etmeye çalışır: Peygamber, ya
akıllıdır (makul) ya değildir. Akıllıysa, akıl insanlarda tam olduğu için, pey­
gambere ihtiyaç yoktur; eğer akıllı değilse, insanlarda akıl tam olduğundan
yine ona ihtiyaç olamaz. Abbasîlerin ilk zam anlarında Hıristiyanlık, Yahudilik
ve Maniheizm, M üslüm an m emleketlerinde korunuyordu. İslâm tarihçileri bu
hoşgörüye, Abbasîlerin Emevîleri yıkmak için Horasan ve İra n ’a dayanm ala­
rını neden olarak gösterirler. Bu dönemlerde M üslümanlığa aykırı olan birçok
Doğu mezhepleri, İslâm bilim, düşünce ve felsefe âlemine yayılmıştı; bu ya­
yılma, İslâm dininin Hz. M uham m ed zam anındaki saf ilkelerini bozan türlii
doktrinlerin doğmasına neden oldu. Bunların başında Şiîlik vardır. Şiîlcr, İra n'
m eski mistik inançlarıyla Maniheizmi, İslâm dini ile karıştırmış ve UHii kol­
lara ayrılmıştı. Bunlar, zındıklarla sünnet ehli arasında bir ver tutarlar. Şiîlik,
Bâtınî sistemler arasında sünnet ehline karşıt vc muhalif olan ulusal ve geniş
bir mezheptir. Bunun başlıca kolları, Tanrıtanım azlar, Karmatçılar, Zındıklar,
M azdekçi’er, İsmailîler, T aüm ciler ve nihayet İmameı da denilen İsmailî koluna
m ensup O n İki İmameı (İsııa Aşeriya) ve Sekiz İmamcılar (Sumaniye), Zeydî-
İer, C u lâ t... v b .’dır. Bunların tüm ü M üslüm an oldukları halde, «Kutsal kitap ­
ların, görünen dış anlam larına göre değil, iç ve gizli anlam larına göre tefsir ve
çevirti (tevil) yolukla açıklanmastnı isterler, hemen tüm kutsal sözcükleri birer
mecaz olarak kabul ederler.. Aynı zam anda çevirtiyi, bilgi ile k avranan şeyler
anlam ında olarak, şehadete, ibadete ve şeriatın haram saydığı şeylere uygular­
lar. Bu suretle de kendilerine özgü özel bir din bilgisine ve bir h uk u k sistemine
sahip olurlar ve K u r’anı da diledikleri gibi anlarlar». Bu kolların bir kısmı d in ­
siz ve Tanrıtanım azdır. Genel olarak bunlar, şeriatın h aram kıldığı şeylerden
çoğunu m ub ah saydıklarından, kendilerine, İbahiye adı da verilir ki, bu züm re­
nin amacı, halifeliği yıkmaktır. Maksatları, yalnız Müslümanlığa değil, ulus­
ların bağımsızlığına da saldırm ak olduğundan, bunlar siyasal bir tehlike halini
aldılar ve kendi amaçlarına uygun türlü h üküm etler de kurdular. Bâtınîler, akıl
yürütm e ve bakış (nazar) yolunu reddederek masum ve yanılmaz saydıkları
imamı, öğretmen saymışlar ve doğrunun ya görüş (rey) ile, ya da başkası ta­
rafından öğretilerek elde edilebileceğini kabul etmişlerdir. Öğretime değer ver­
melerinin nedeni, görüşle k anu nlar (kanaat) ve akılların birbiriylc çatışacağına
emin olmaları ve gerçeğe götürecek olan tek yolun öğretim olacağı inancıdır.
Bâtınîler, b ir yandan da, yaratıcı T a n r ı’yı inkâr eder ve dünya işlerine yıldız­
ların etkisi olduğuna inanırlar. Peygamberleri birer yetkin insan sayar, m uci­
zeleri reddeder ve hiç b ir peygamberin mucize gösteremeyeceğine inanırlar.
Bunlara göre, haram lar, mecaz yoluyla ifade edilmiş bazı gerçeklerden ibaret­
tirler. İslâm şeriatına bağlı olmalarına karşın, Emeviler, dinin haram etmiş
olduğu şarabın içilmesine izin vermişler ve âdeta Bâtınîlerin bazı düşüncelerine
uymuşlardı. Bâtınîler, ibadetin farz olmadığını, cennetin ahrette değil, akıllı
insanların bu dünyada da bulabilecekleri nimet ve m utluluklardan başka bir şey
olmadığını da savunmuşlardı. G üçlü bir teşkilâta ve özel propaganda yöntemle­
rine sahip olan bu züm renin sistemi, T anrıbilimle astronominin bir karışımın­
dan ibarettir. Bunlardan özellikle İsmailîye kolu, IX. ve X II. yüzyıllarda H o ­
rasan, Suriye, Arabistan, Fas ve Mısır gibi İslâmlığın önemli ve güçlü m erkez­
lerinde yayılmıştı. Çağımızda da b u mezhebin H indistan, Afganistan, Yemen,
T ürk istan vc A frik a ’da çeşitli cemaatları vardır.
Genel olarak Bâtınîler, İslâm dinini tehlikeye sokacak k a d a r yayılınca, M u ­
tezile ile E ş ’arîler, bunları m a h k û m ederek halifleri, b u n la r aleyhinde kovuş­
turmaya zorladılar. Bununla birlikte Mutezile’nin görüşleri de, T a n r ı’nın sı­
fatları, k a d e r ve cü z ’î irade konularında tamamıyla sünnet ehlinin M ü slü m an­
lığına aykırıdır. Bunlar, dine bağlı olmalarına karşın, dogmaların açklanm a ve
•yorumlanmalarında eleştirimi getirmek suretiyle, zaman zam an kendileri de din
bakım ından bazı aksaklıklara düşm üşlerdir. O nlar, T a n n ’nın birliğini, M üslü­
manlığın ilkelerini, insanın dinsel sorum luluğunu açıklayabilmek için bireysel
özgürlüğü savunm uşlardır ve S o k ra t’tan önceki Y u nan felsefesine dayanarak
sünnet ehlinin d a r ve dogm atik görüşlerini yıkmaya çalışmışlardır. Mutezile,
K u r’anın yaratılmış olduğunu, yani Tanrı kelâmı olmadığını, İslâm olmayanlar­
dan b ir kimse, K u r ’anm emretmiş olduğu b ir şeyi yapacak olursa, T a n n ’ya itaat
etmiş sayılacağını, T a n r ı’nın, öteki dünyada yine kendinin yaratmış olduğu al­
tıncı bir duyu sayesinde görülebileceğini de savundular. Mutezile bilginlerin­
den olup Bağdat’ta yetişmiş olan ozan ve filozoflar Bişr bin M utemir, b ir kavmin
kendisini yönetmesi için, m utlaka bir peygambere m uhtaç olmadığını, peygam­
berden yoksun olan kavimlerin kendilerini, doğa kan un larına göre yönetebile­
ceklerini ileri sürmüştü. Aklın hayır ve şerri gösterme ba k ım ından, insan için
en yetkin bir rehber olduğunu vc onun en büyük ödevinin de hayır ve şerri
ayırt etmekten ibaret bu lu nduğunu iddia etmişti. Sünnet ehlinin inançlarına
aykırı olan bu özgür düşünceler, İslâm âleminde vicdan özgürlüğüne hizmet
edebilecek k a d a r topluma yayılmış değildir. Sim avna Kadısı Şeyh Bedreddin
de Hz. İsa ’yı, ruhuyla diri, bedeniyle ölü saymış, saz vc şaraba izin vermiş,
— açıkça değilse de— lıcr şeyin insanlar arasında ortak ve m u b a h olduğunu
ileri sürm ek suretiyle Müslümanlığa aykırı düşünceleri savunmuş olduğu için
küfrüne hükm edilerek idam edilmişti. Bu bilgin, cennet, cehennem, huri, m e­
lek... v b .’nm da halka ahlâk telkini için kullanılmış mecazlı deyimler olduğunu
savunm uştur (Bu büyük dü şü nürün gerçek kişiliği, Z. F. F m d ıkoğlu’nun ‘Sos­
yalizm’ adlı eserinde incelenmiştir. 2. baskı, 1965, s. 45-83).
İslâm düşünürlerinden ve tanınmış bilginlerinden H aranlı İbn Taymiya
(1262-1328), K u r ’anda vetgi olarak yalnız zekâtın emredildiğini, oysaki bir
devletin görevlerini hakkıyla yapabilmesi için T a n n 'n ın emretmediği vergilere
de ihtiyaç b u lun duğ un u iİeıi sürerek, b u çeşit vergi verenlerin şeriat bak ım ın ­
dan ayrıca zekât verm ek zorunda olmadıklarını bildirdi. D üşünce özgürlüğünün
yararlarını kavramış olan bu zat, dört imamın üzerinde ittifak ettikleri ya da
ayrı ayrı kendi mezheplerinin özelliğini oluşturan düşüncelere aykırı olarak
düşünm enin asla dinsizlik sayılamayacağını, böyle düşünm enin dinsizlikle de
bir ilgisi olmadığını belirtmiştir. O n a göre, her insan gibi, Hz. M u h a m m e d ’den
sonra gelen dört halife de yanılabilirler. Genel olarak kelâmcılarla G azalî’nin
aşırı dindarlığını eleştiren b u bilgin ‘Maaric-el-Vusul’ (Ulaşma Yolları) adlı ki­
tapçığında, filozoflara karşı peygamberleri savunm uş, bazı du ru m la rda peygam­
berlerin dc yalan söylediklerini iddia eden filozoflara çatmıştı. O , bir taraftan
da tasavvufla uğraşanların düşüncelerine, kıyafet ve ayinlerine saldırmış, Muhid-
din-i A ra b i’nin kaydetmiş olduğu bazt olayların kendisi tarafından uydurulm uş
olduğunu da açıklam aktan çekinmemiştir. A hm ed bin Halid adında Mutezile
kelâmcılarından olan b ir bilgin de, " . . . Serti ku tsa l ruhla d e ste k le d im ... Sana
kitap, bilgelik, Tevrat ve İn cil ö ğ r e ttim ...” (Maide, 110) gibi bazı ayetlere d a ­
yanarak Hz. İsa ’nın Tanrısal bir nitelik taşıdığını ispat etmeye çalıştığı gibi,
“Y erd e kım ıld a n a n hiç bir hayvan ve havada uçan hiç bir ku ş yo ktu r ki, sizin
gibi uluslar olm asınlar; kitapta hiç bir şeyi ihm al etm ed ik; sonra hepsi Rable-
riııin yanında haşrolunacaklardır” (E n ’am, 38) ayetiyle b u na benzer başka bir
ayeti de ileri sürerek, hayvanların da insanlar gibi birer ümm et olduklarını,
hatta onların da havarileri ve peygamberleri bu lu nduğunu iddia etmiş ve Hz.
M u h a m m e d ’in birçok kadınlarla evlenmiş olmasını, peygamberliğine yakıştıra-
mamış ve o n u ayıplamıştır. Bu çeşit düşüncelerini dine ve Peygambere karşı
bir çeşit saldırganlık sayan d in adamları, onu yaşadığı dönemlerde kâfirlikle suç-
landırmışlardı (Sacy, ‘Expose de la Religion des D ruses’, s. XLI1). K a n u n î’nin
saltanatı zam anında da Kabız-ı Acemî adında bir bilgin, İncil’i K u r ’ana tercih
ettiğinden söz ettiği için idam edilmişti. İbn H a b b a n (885-965) da, ‘Maani-en-
N e fs’ adlı eserinde peygamberliği, “ Bilimle eylemin uzlaşm ası” diye tanım la­
dığından, zındık sayılmış vc kâfirliği ilân edilmişti. Ahmediye mezhebinin ku ­
rucusu olan Mirza G ulam Ahmed (ölm. 1908), Hz. İsa’nın ölmeden mezara ko ­
nulm uş olduğunu, oradan K eşm ir’e giderek bu şehirde 120 yaşında öldüğünü
ve kıyamete yakın zam anlarda değil, her yüzyılda bir m e h d î’nin z uhur edeceği­
ni iddia etmişti.
Babî’liğin kurucusu olan Şirazlı Seyyid Ali M uham m ed (1821-1850), faizin
helâl olduğunu, ibadet için aptest almaya ihtiyaç olmadığını, kadınların din ba ­
kım ından örtünm e zorunda olmadıklarını, cemaatle namaz kılınamayacağını,
sadaka vermenin günah olduğunu, bu itibarla dilenciliğin yasaklanması gerek­
tiğini, on dokuz gün oruç tutm anın yeterliğini (bu mezhepte 19 kutsaldır) sa­
vunduğu gibi, Müslümanlığın bazı inançları aleyhinde b ulunm aktan da çekin­
medi ve yetiştiği sosyal çevre için pek yeni olan bazı düşünceleri savundu (N.
Nicolas, ‘Seyyid Ali M uham m ed dit le Bab’, Paris, 1905).
Sünnet ehli inançlarının birçok noktalarından sapan bir zümre de Haricî-
ler’dir. Bunlardan Y ezidî’liğin kurucusu, Yezid bin Ali Enisa, T a n r ı’nın yeni
bir K u r ’anı, Iranlı bir peygambere vahyedeceğini vc b u n u n kuracağt dinin K u r ’
anda bildirilen Sabiun dini olacağını iddia eder. Bunlardan bir kısmı İslâm
edep ve vakarına yakışmıyor diye, K u r ’andan Y usuf suresini çıkarm ak istemiş­
tir. Zinaya ait ceza ayetlerinin, Hz. Ö m er tarafından kutsal kitaba eklenmiş
olduğunu da iddia etmekten çekinmemiştir. Genel olarak Haricîler, imanla
edim (amel) birleşmedikçe yarlıgamanın olanaksız olduğunu, doğru yoldan sap­
mış olan im am ’ın (h ük üm dar ya da halife) meşru olmayacağını, kusursuz ve
ehil olduğu takdirde, b ir zencinin bile im am olabileceğini, büyük günah işle­
yenlerin dönm e sayılacaklarını, Haricî olmayanların öldürülmesi gerektiğini sa­
vunm uşlardır. Haricîler arasında bir züm re de, «M uham m ed, T a n r ı’nın bize
değil, A raplara gönderdiği bir elçidir» şeklinde bir şehadet sözcüğü icat etmiş,
buna inanan Yahudilerle Hıristiyanları M üslüm anlarla eşit saymıştır (H. Lam-
mens, ‘La Haliphat de Moavia Iere, 1913; Şerafettin, ‘İslâmda İlk Fikrî H are­
ketler ve D inî Mezhepler; H avariç’, D a rülfünun İlahiyat Fakültesi Mecmuası,
1930).
K u r ’anm mecazlı anlamlarını reddederek sözlük anlam larına değer veren­
lerden İbn T ü m erd (ölm. 1128), M urabıtlar zam anında türeyen M uvahhitler
mezhebini kurm uş, T a n rı’yı cisimli bir varlık sayarak, O ’na birtakım insel sı­
fatlar yüklemişti. Bu mezhebin bazı mensupları, M üslümanlığa ve sünnet ehli­
nin inançlarına asla uymayan düşüncelere sapmışlardı. Kalenderiye adı verilen
serseri dervişler tarikatına m ensup olanlar, dinsel ve sosyal' görevlerden ilgi­
lerini kesmişler ve kendilerini kutsal kitabın en olumlu yüküm lerinden affet-
mişlerdi. Karmatçılar da, IX .-X II. yüzyıllar arasında İslâm âlemini sarsan b ir
eşitlik ve adalet ilkesini savunarak b ir çeşit kom ünizmi (iştirakiye) yaymaya
çalışmışlardı. Bunlar da Yeni E flatunculuktan yararlanarak Hz. Ali ve ailesine
göksel b ir değer vermiş ve geniş bir hoşgörüyü savunmuşlardı. X. yüzyılda par­
layan Kerramîlik de, T a n r ı’yı bir töz sayarak antropom orfizm e düşm üştü. Bü
mezhebe göre, A rş’m bir uzayı vardır ve T a n r ı’m n tözii, bu A rş’la temas ha ­
lindedir. Tanrı, konuşm adan konuşucu, istemeden isteyici, dinlem eden işiticidir.
Alem, Tanrısal iradenin değil, Tanrısal bir kelâm olan ol! (kün) em rinin ese­
ridir. Peygamberler de günah işleyebilir ve âlemde birbiriyle uyuşmayan iki
imam bulunabilir. Bilindiği gibi kızılbaşlar, Hz. A li’yi Hz. M u h a m m e d ’den üs­
tün sayar, M irac’ı da, Hz. M u h a m m e d ’in Ali sırrına ermesinden ibaret bir k u t­
sal olay diye açıklarlar. O nlara göre T an rı, Hz. M u ham m ed ve H z. Ali sure­
tinde gözükm üştür. Bu itibarla üçü de birdir. Bunlar, âdeta, baba, oğul ve k u t­
sal r u h ’tan ibaret olan Hıristiyan üçüzlemesinin başka bir görünüşüne inanırlar.
O n la r da Hz. İsa gibi (Meta İncili, V, 32) kadın boşayanı ve boşanmış kadın
alanı zina etmiş sayarlar. Bunlar, Emevî ve Abbasî halifelerinin bile T a n r ı’yı
inkâr ettiklerini iddia eden O n İki İmamcılıkla İsmailîye mezhebi gibi Şiîliğin,
Gnostisizm, M aniheizm ve Mazdeizm gibi daha eski inançların Müslümanlığa
karışmış şekilleri arasında b ir yer alırlar. Şiîliğin türlü kolları, Sabiîler denilen
Yedi İmanıcılar, baştan başa sünnet ehli dogmalarına aykırı düşünen İslâm
fırkalarındandır; vc tüm bunlar, Hz. Ali ve Hz. F a tım a ’mn evlâtlarıyla Cafer-i
Sadık gibi imamların m utlak egemenliğini, türlü yönlerden kabul ederler. İ n ­
sanlar ve hatta peygamberler blie daim a kendilerinden sonra, dünyayı düzen­
leyerek adalet ve esenliği gerçeklendirecek başka b ir peygamber ya da m ehdî
denilen kutsal b ir kurtarıcının, b ir M esih’in geleceğini um arlar (Söylenti doğ­
ruysa, Hz. M uham m ed bile kendi soyundan birinin, dünya bozulduğu zaman
oluşacak âlemi adaletle yöneteceğini söylemişti. Sünnet ehli, b u n u n kıyam ete
yakın doğacağını savunmuşlar, tasavvuf ehli de b ir kutb-ı z a m a n ’ın geleceğine
inanmışlardı). İsmailîler de Hıristiyanların bir gün geleceğine inandıkları Hz.
İsa gibi, yeryüzünde adaletle hükm edecek bir m e h d î’yi beklerler. O n İki İmam-
cılar da b un a inanırlar. İmam h a k k m d a k i telkinleri, siyasal koşullara bağlı ol­
m akla birlikte, hemen daima bu inançta olanlar, imamv, peygamberden üstün b i r
varlık sayarlar. Aşırı Haricîlerin şefi olup 6 8 3 ’te öldürülen ve A zrakçılar a d ın ­
daki bir fırkanın kurucusu, Nafi bin-el-Azrak, Haricîlerin yukarda kaydetti­
ğimiz düşüncelerinden birçoğunu paylaşır; fazla olarak, düşm an çocuk ve k a ­
dınlarının da öldürülmesini savunur ki, bu, Hz. M u h a m m e d ’in şiddetle reddet­
tiği b ir büyük günahtır.
M uaviye’nin oğlu A bdullah, Tanrısal ruh un geçiş (intikal) suretiyle kendi­
ne sokulduğunu, bu itibarla nefsindö hem Tanrılığı, hem de Peygamberin elçi­
liğini toplamış olduğunu iddia etmek suretiyle ilkçağ h ük üm darlarının kendi­
lerini Tanrılaştıran büyüklük duygularını yaşamaya çalışmıştı. H urremciler, ruh
göçünü kabul etmiş, vahyin kesilmeyeceğine, bu yüzden de daim a peygamber­
lerin geleceğine, hangi dine m ensup olunursa olunsun, m ük âfat u m u p, cezadan
korkanların gerçeklik yolunda olduklarına inanırlar; hatta kendi inançlarını pay­
laşmayanları aşağı görmeyen bir hoşgörüye de sahiptirler. O nlara göre, içki h a ­
ram olmadığı gibi, kimseye zararı dokunm ayan fuhuş da haram değildir (H u a rt’
ın yayımlamış olduğu ‘Livre de la C reation’, 1900). Bir kısmı insan bilgi ve felsefe­
sinin gelişmesinden, yani akılla imanın çatışmasından, bir kısmı da eski inanç­
lara bağlı olan toplum ların M üslüm anlık karşısındaki tepkilerinden türemiş olan
tüm bu sapıtmış m ezhepler ve düşüncelerin, özellikle İbahiye adı verilen z ü m ­
resinde Bilgicilik (Gnostisisme) ile Maniheizmin derin etkileri vardır. Şehriî-
tanî, ‘Milâl v e ’ıı-Nilıal’ adlı eserinde, sayıları pek çok olan b u çeşit düşünce
akım ları hak kınd a bilgiler verir1. Bu züm reden biri olup çağımızda da m e n ­
supları bulun an bir mezhebe daha değinmeliyiz. Bu mezhep, Dürzîliktir. Bu,
kendinin Tanrı ya da T a n n ’nın ikinci cesctlcnmcsinin bir tecellisi olduğunu
ileri süren ya da b un a kandırılmış olan Fatımî halifelerinden H ak im bi-Emrillah
ile, on un veziri Ham za bin A li’nin peygamberlik iddiasıyla başlamıştır (1017).
‘Birlik Sırlarının K urbanları K itabı’ adındaki eserin yazarı olan H am za bin
Ali, T a n r ı’nın Yedi İm a n ı’a hulul ederek insan kılığına girdiğini ve son kez
de halife H akim bi-Emrillah şeklinde belirdiğini ve kendisinin de son peygam­
ber olduğunu savunm uştu. O n a göre, H akim , insanların fitneleri ve fesatları yü­
zünden Ç in ’de saklanmıştır; kıyamete doğru adaleti sağlamak için yeniden mey­
dana çıkacaktır. H am za da, T a n n ’nın âlemle ilişkilerini sağlayan evrensel ze­
kâdır. T ü m bu mezheplerin kendi anlayışlarına uygun bir mitolojisi, ahlâk ve
tapım (culte) kuralları vardır. Biz b urad a, Hz. M ulıam m ed’den sonra türemiş
olan sapıklıkları, tüm özellikleriyle açıklamaya kalkışacak değiliz (Diiızîlcr h a k ­
kında adı yukarılarda geçen Sacy’nin eserine bakınız).
İslâm filozoflarının çoğu da — metindeki türlü bölümlerde de geçtiği gibi—
imanları h a kkınd a kuşku verecek düşünceleri savunm aktan çekinmemişlerdir.
Bunlar, Y unan felsefesine, daha önce İran ve H int felsefesine dair bilgileri
elde ettikten sonra K u r'a n ve hadis sınırlarını aşan akıl yürütmelerle çeşidi
dindışı bazt k uram ları savunm uşlardı. X. yüzyılda İhvan-üs-Safa denilen gizli
düşünce k ulüb üne mensup olanlar, Fisagorculuktan ve Gnostisizmden yararla­
narak evrim kuram ını ve Yeni E flatunculuğun etkisi altında fezeyan (taşma)
görüşünü ileri sürmüşlerdi. O nların amacı, bilgisizlik yüzünden sapıtmaya ve
bozulmaya başlamış olduğuna inandıkları İslâm dinini, felsefe ve her çeşit bi­
lim yoluyla sağlamlaştırmak, bozulm aktan korum aktı. Bu amaçla savundukları

(1) Hançerlioğlu, Orhan; İnanç Sözsüğü, İstanbul, 1975.


düşünceler, Vahdet-i Viicut esasına dayanan bir kozmogoni kuram ım hazırladı.
G erek bu, gerek ahlâk hakk ın dak i görüşleri, K u r ’an ve hadislerde geçen halk,
ibda, huruç, zâhir, bâtın, sudur, sereyan... gibi sözcükleri ve bun lara dayanan
İslâm kozmolojisini Yeni E flatunculuk görüşleriyle karıştırm ışlardır. Bunlar
da, Yeni Eflatuncular gibi, bireysel ruhları, tümel ru h u n b ir parçası saymışlar;
bu suretle ölüm den sonra dirilmeyi, tikel r u h u n 'tü m e l ru ha dön üp karışm asın­
dan ibaret bir olay olarak açıklamışlardır.
IX. yüzyılda yetişmiş olan İbrahim N azzam, maddesel belgelerden hareket
ederek T a n r ı’ya yükselen ve elindeliği savunan b ir akılcıdır. O n a göre T anrı,
bilgece hareket eder, Tanrısal edimlerin hepsi mantıkla açıklanabilir ve bu n ­
lar, doğa k anunlarına uygundur. Fakat, T a n r ı’nın özgürlüğü, kendi z orunluluk­
larıyla sınırlanmış olduğundan, hareket ettiği şekilden başka b ir şeyi göstere­
mez. T a n r ı’nın ilk edimi özgürdür; fakat aynı zam anda akılsaldır. O na göre
doğa, yaratılmış olan edimlerin toplam ıdır. Z am an kavramını in kâr eden bu
filozof, özgürlükle aklı uzlaştırmak için birtakım metafizik görüşlere d alar (Hil­
mi Ziya Ülken, ‘La Peıısee de l ’Islâm ’, 1953, s. 60-61), Spinoza’da, N a z z a m ’dan
bazı izler ve öğeler görülmektedir. İbn Rüşd de, A risto’nun doğadışı (exmachine)
Tanrısıyla İslâmın yaratıcı Tanrısını uzlaştırmaya çalışır. “O , yoklu ğ u n olanak­
sızlığına inanır ve âlem in olduğundan başka tiirlii olam ayacağını ka b u l eder.
O na göre, yo k lu k ta n varlık çıkm a z, varlıktan sonra y o k lu k da olam az. T a n rı’
nin bilim i ne tikeli, ne tü m eli kaplar; zira Tanrı, bunların ikisinden de arınm ış­
tır. Tanrısal bilim , âlem de b u lu n u r ve onu kuşatır. Tanrı ilkedir (başlangıç),
her şeyin ilk suret ve am acıdır. O , âlem in d üzenidir, tü m karşıtların birleştiği
varlıktır; ve apaçıklığı itibarıyla onun bilgisinin k e n d i dışın d a ki bir varlığı bi­
len insan bilgisine kıyas edilm esine olanak y o k tu r ”. X. yüzyılda yetişen Ebu Ha-
şim, H int felsefesine dayanmış vc Sümaniye mezhebi de, H int kuşkuculuğunun
etkisi altında sünnet ehlinin inançlarına uymayan düşünceleri savunm uştur. İbn
S ina’nın T an rı k onusundaki düşünceleri de K u r ’ana uymaz. O, hem T anrı ira­
desini inkâr eder, hem de T anrı iradesi dışında kendi kanu nların a bağlı olan do ­
ğa kuvvetlerine inanır. İşrakiye’nin kurucusu, Suhraverdî, İ r a n ’ın geleneksel
düşünce ve inançlarından kendini ku rtaram adı. X I I I . yüzyılda Nasırüddin-i Tusi
de, Y unan felsefesiyle İslâm felsefesini uzlaştırmaya çalıştı. Özet olarak, İslâm
filoozflanm n çoğu, İslâm dpgm alarm dan uzaklaşm am aya pek özenmiş o ld uk­
ları halde, b una tamamıyla m uvaffak olamadılar. Zaten dört büyük imamın bile
birleşemedikleri konu lar yüzünden az çok, birbirine kıyasla dinin en doğru
gerçeklerini kavrayamamış sayılmaları gerekir.
Tasavvufla uğraşanlara gelince, b u n la r da İslâm dogmalarına şekil bakı­
mından sadık kalmışlardı, fakat daha çok kendi mistik ve tinsel inançlarında
da dinin bazı kuru ve sert hüküm lerini yum uşatma gayreti ve bu nedenle de
dine karşı bazı aykırılıklar görülür. O n la rd a n bazıları bu yüzden şehit edil­
mişlerdir. D aha X IX . yüzyılda Feraizciler tarikatını kurm uş olan Şeriat Allah
adında bir düşünür. H in d ista n ’ı bir savaş bölgesi sayarak, cum a ve bayram na­
mazlarınım b u ülkede kılınmamasını telkin etmişti. M ısır’ın son çağ bilginlerin­
den Şeyh M uham m ed A b d u h (1849-1905) da, içtihadı serbest bıra km a k, zam a­
nın gerekçeleriyle kam u işlerinin dinsel dogm alardan önceye alınmasını ve Batı
uygarlığıyla Müslümanlığın uzlaştırılmasım cesaretle savunmuştu. Dine aykırı
gibi görünen ve birçok bak ım lard an da aykırı olan düşünce ve inançları savun­
muş daha birçok önemli kişiler ve sistemler v ardır ki, bunlar, içinde b u lu n ­
dukları çevrelerde türlü tepkiler ve baskılara uğradıkları halde, yazmış, o k u t­
muş, tarikat ve mezhep şeklinde birtakım k u ru m lar vücuda getirmiş ve geniş
bir coğrafî bölgede sünnet ehlinin saf M üslümanlığını sarsacak k a d a r önem ka ­
zanmış ve hiç olmazsa zihinlere kutsal konular hakk ın da bazı kuşkuların to­
humlarını ekmişlerdir. Vakıa bunların çoğu türlü tarihsel nedenlerle devam
edememişler, fakat İslâm dininin uygulanmasında, Hz. M uham m ed zam anındaki
saf inançların bir daha geri gelmesine de engel olm uşlardır. H atta M üslüman
olduklarım sanan milyonlarca insanın imanları, güç ve nitelikleri birbirinden
farklı olmak üzere çeşitli şekiller almıştır. Esas itibarıyla Hz. M uham m ed, bir
hadisinde, " . . . D ik k a t edin, uydurm a yeniliklerd en sakının, zira her şeyin k ö ­
tüsü, uydurm a yeniliktir, her u ydurm a y e n ilik bir saçma inançtır (b id ’at), her
saçm a inanç ise, bir sa p ık lık tır" demişti. Eğer bu hadis, sahih ise, yüce Peygam­
berin, ahkâm ın zamanla değişebileceğine inandığı, gerçek ve yararlı yeniliklere
düşm an olmadığı bir daha anlaşılmış o lu r1.
Dine aykırı sayılan veya öyle görünen düşünce, inanç ve ku rum lar, bir ıstı­
rabın, bir yetersizliğin ve tatminsizliğin ifadesi ve ürün üd ürler. Bu, dinde çağ­
ların ihtiyaçlarına ve zorunluluklarına göre bir reform un yapılmasında hiç bir
sakınca olmadığına da delâlet eder. Büyük din bilginlerinin türlü nedenlerle
ele alm aktan çekindikleri b u konu onların yardımı olmaksızın da kendi kendine
gerçeklenmektedir denebilir. Bunu ispat edebilmek için bugün İslâm din ve
şeriatından nelerin kalmış nelerin ortadan kalkmış ya da zayıflamış olduğunu
kısaca göstermekte yarar görüyoruz: Evvelce de sözünü ettiğimiz gibi Hz. M u­
ham m ed, cahiliye dönem inin inanç ve değer yargılarından birçoğunu kendi şe­
riatına aktarmıştı2. Bunlar arasında Y ahudi şeriatından geçen bazı hükü m ler de

(1) Cemil Sena, Tanrı Anlayışı, 1978 (s. 258-277).


(2) R ahm etli M ahmut Esat'm Tarih-i D in-i tslçm (3 cilt, 1310) adlı ese­
rinde de kaydedildiği gibi, Hz. M uham m ed’den önce Mekke’de Sahiller, beş vakit
namaza inanır, garip olanlara saygı gösterir, oruca, Tanrı’nın birliğine, bayram
ve haccın lüzum una im an ederler ve doğruluğu savunurlardı; meleklere inandık­
ları gibi, ahrete ve buradaki m ükâfat ve cezalara da inanırlardı. Mekke’de hak
dinine bağlı olan M uvahhitler de vardı. Çoğunu şairler teşkil eden bu zümre, bazı
Haniflerle beraber bir peygamberin gelm esini beklerlerdi. M uvahhitlerden şair
Ümeyye bin ebi Salt hakkında ayetler de vardır (Araf. 174-175). Bunlar, Islâm -
daki inançların çoğunu İbrahim dini olarak savunmuşlardı. Genel olarak Arap­
lar, îslâm dan önce, bütün ilkel kavimler gibi, ölüm den sonra dirilmeye inanır,
birinci batın akrablarmın, ikinci batindakilerle evlenm elerini haram sayarlardı.
Zina ve şarabın haram olduğuna inananlar da vardı. Üç aylar inancıyla (Eş-
h er-ü l-h a ra m ) Kabe’ye saygı duyar-ve haccın bugünkü erkân ve adabının bir­
çoklarıyla, cenabetten tem izlenm e, ölüleri yıkama ve kefenlem e âdetine de riayet
ederlerdi. Onlarda, aptes vardı ve ölülere mezarlarında dua edilirdi; ve talâk-ı
selâse denilen üç kez boşanmak inancı da vardı. İhtim al bu yüzdendir ki, bir h a­
dise göre, “Peygamber kavminin dinindendi”. Fakat bütün bu inançlar, özellik­
lerini kaybetmeye başlamış, daha batıl ve ilkel inançlar, bunlara karışmış oldu­
ğu için, Hz. Muhammed. sosyal yapıları soy ve kabile seklinde olan kavm inin bu
eski inançlarını disiplinli bir şeriat haline getirdi.
vardı. M üslümanlık egemenliğini genişlettikçe Bizans’ın, R o m a ’nın, Sasanîlerin
h u k u k u da İslâm frkıhına sokulmuş oldu. Zira, K u r ’an ve hadislerde, baş gös­
teren yeni ihtiyaçlar ve yeni sosyal ilişkilerden doğan hukuksal sorunları çöze­
cek hükü m ler yoktu. Esasen K u r ’an ve hadislerdeki hüküm ler, tüm bir gelece­
ğin ihtiyaçlarını giderebilecek bir genişlikte olsaydı, İslâm h uk ukçuları arasın­
da hiç bir anlaşmazlık olmazdı. Oysaki onlar, birçok k onularda birleşemedik-
leri için, türlü İslâm devletlerinin ve mezheplerinin eklediği, çıkardığı ya da
değiştirdiği hüküm etlerle İslâm fıkıhı daha çok eski yüzyıllardan itibaren ilk saf
şeklini yitirmeye başladı. H e r ne ka d a r Şafiîlerden İdris (ölm. 820), mezheplerin
hukuksal anlayışlarını uzlaştırmaya çalışmışsa da, bu, başarılamamıştır. N itekim, .
T aberî de ‘İhtilâf-el-Fukaha’ (Kahire, 1902) adlı eserinde, fıkıhçıların, üzerle­
rinde birleşemedikleri türlü h u k u k sorunlarını açıkça göstermiş ve bu gün İslâm
devletlerinden hem en hiç biri, şeriat kanunlarını tamamıyla K u r ’anm emirlerine
göre ve aynıyla uygulayamamışlardır. Kendi toplum unuızda ise, medenî k an u n ­
ları kabul ettiğimiz için, artık görevi sona ermiş olan şeriat kanunları tamamıyla
yıkılmıştır. Bu, insan zihninin h u k uk anlayışında, şeriat anlayışını sonsuz bir
surette aşan bir yetkinlik ve üstünlüğe ulaşm akta olduğunun da açık işaretle-
ıindendir. Artık insanların adalet h a k k m d a k i düşünceleri, kitaplı dinlerin d o ğ ­
dukları dönem lerin bu konudaki düşünce ve inançları k a d a r ilkel değildir. N i­
tekim gelecek kuşaklar da, b u gü nkü anlayışımızı çok geri bulacaklardır. Zira,
yeni ihtiyaçlar, yeni karışık sosyal ve insel ilişkiler, bam başka kanunları zorunlu
kılacaktır. Bu, ilerlemenin de şaşmaz ve yanılmaz b ir sonucudur. Bu itibarla bu
değişmeler, dinlerin geriliğine değil, artık bugü nk ü sosyal düzeni korumaya el­
verişli olm adıklarından, değerlerini yitirmiş olduklarına bir işaret sayılmalıdır.
A tatürk devrim inin kabul etmiş olduğu yenilikler, ileri uygarlıkların daha çok
önce kavuşmuş oldukları başka b ir insan ve adalet bilincine dayanm aktadır.
Bu bilincin, din kanalıyla ulusal yapımıza karışmış olan A rap töre ve gelenek­
lerinden uzaklaşarak Batı anlayışını benimsemek için bize kazandırmış olduğu
layik devrim, aıtık Arapların da yavaş yavaş terk etmeye başladıkları bazı şer'î
ilkeleri değiştirmiştir ki, bu nların başlıcaları şunlardır:
1. Bugün T ü rk ailesi, m utlak surette tek karılıdır. K u r’an da bunu salık
vermekle birlikte, çok karılı aileye izin vermektedir.
2. Evlenmede şe r’î nikâh kaldırılmış, yerine medenî nikâh getirilmiştir.
Yani bu konu gizli vc mistik bir iş olm aktan çıkarılmış, ulusal ve sosyal bir
ödev olmuştur.
3. M ihir verme zorunluluğu kaldırılmış, ailenin kurulm asında iki tarafın
yardımlaşmaları ilkesi bir töre ve gelenek haline getirilmiştir.
4. Boşanma hakkı, iki taraf için de ve bu tarafların rasgele bir isteğinden
çok, toplum un ve dolayısıyla k a n u n u n onayına terk edilmiştir.
5. Evlenmeler için gereken yaş sınırı, kanunla belirtilmiştir.
6. Ş er’î bir nikâh olan hülle ve m ü t’a nikâhlarına son verilmiştir (Miit’a
nikâhını K u r ’an kabul ettiği halde, Hz. Ö m er, bu nu zina sayarak reddetmiştir).
7. Ailenin kuruluşu ve devamı, karı ve kocanın karşılıklı ödevleri, ev­
lâtlarına karşı yüküm lü oldukları konular, Medenî K an un un güvencesi altında­
dır. Bu güvence, şeriat hüküm lerinin anlayışından çok üstün bir adalet vicda­
nına dayanır.
8. Çağımız, insan haysiyet ve o n u ru n u özgürlüklere bağlamış olduğu için,
tüm dem okrat toplum larm ve hatta Birleşmiş Milletlerin anayasaları, bireyleri,
ka n u n karşısında özgür vc eşit telâkki ederek sınıf ve zümre farkını kaldırmış­
lardır. Bu itibarla şeriat kanun ların ın im an edenlerle etmeyenler, özgürlerle tut­
saklar (köle) ve cariyeler için uygun gördüğü farklı hüküm ler, değerlerini ta­
mamıyla yitirmişlerdir. Z ira, dinler, T an rı katında bile insanları sınıflara ayı­
rır; yalnız im an edenleri kardeş sayar — b unların bile cennet ve cehennemdeki
durum ları eşit değildir!— , geri kalanlar h ak kınd a T a n r ı’n m tak dir ve lütfü
dışında bir eşitlik kabul etmez. Vakıa E bu H ü re y re ’nin nakletmiş olduğu bir
hadiste, “B ir İslâ m kö leyi azat eden kim sen in lıer uzvuna karşı, azat edenin bir
u zv u ateşten k u r tu lu r ” deniliyorsa da, bu, iman edenler dışında kalan insanla­
rın kölelik ve cariyeliğine göz yumuyor demektir.
9. K u r ’anm mirasçılar h a k kındaki h üküm lerinden çoğu kaldırılmıştır. Ö r ­
neğin, bugün miras b akım ından kız ve erkek kardeşler arasında fark gözetil-
mediği gibi, feraiz biliminin sınırlarını aşan birtakım miras hüküm leri de kabul
edilmiştir.
10. Ceza h u k u k u ise, baştan başa değişmiştir: Kısas ve diyet usulüne son
verilmiş, bireyin haklarını, kendi kuvvetiyle almasına izin verir gibi olan mi­
silleme sistemi, kırbaçla ya da herhangi bir maddeyle dayak atma usulleri kal­
dırılmış, suçun bulaşıkkğı inancına dayanan kan davaları ve b u n a benzer giri­
şimler, cinayet vc suç sayılarak hakkın korunması ve adalet görevini devlet kendi
üzerine almıştır. Şeriat, bireysel sorumluluğu daha çok ahret için kabu l ettiği hal­
de, medenî k a n u n la r bu n u n , bu dünyada gerçeklenmesine hizmet etmektedir.
11. Genel olarak Borçlar K an un u, şeriat kanu nlarının sınırlarını fazla­
sıyla aşmış ve yepyeni bir şekil almıştır. Özet olarak bu verdiğimiz örnekler bile,
h u k u k kanu nlarınd a hem yöntem, hem yaptırım, hem de adalet bakım ından
artık dinsel em irlerin — yetersizlikleri yüzünden— tamamıyla yıkılmış oldukla­
rını açıkça gösterirler.
12. A çıktan açığa oruç yiyenler, şeriatça suçlu sayılır ve cezalandırılırlar.
N am az kılm ayanlar için de birtakım şer’î yaptırım lar vardır. Anayasa, dinsel
ödevleri, bireylerin kendi vicdanlarına le ık ettiğinden, bugün şeriatın eski h ü­
kü m ve yaptırımları insan özgürlüğüne bir saldırganlık sayılmaktadır. Y ani ka ­
nun, dinsel ödevlerini yapm ayanlara, toplum un ya da herhangi bir kişinin ka ­
rışmasını istemez. Bunun içindir ki bugün, b ir İslâm kad ın veya erkeği, başka
dinlere m ensup olan kimselerden diledikleriyle evlenebilirler ve eskiden olduğu
gibi din eğitimi, tüm okulların en önemli b ir ödevi olm aktan çıkmış, nam az kıl­
mak için devlet dairelerinde ve ok ullarda b irer cami b u lu n d u rm ak ta n vazgeçil­
miştir. Bugün resmî ve ulusal ödevler tam olarak yapılm adan dinsel ödevlerle
uğraşma zorunluluğu kaldırılmıştır. Anlaşılıyor ki, layik sistem, T anrı ile kulu
başbaşa bırakmış; din, bu iki varlık arasında gizli ve tinsel b ir ilişki sayılarak,
toplum un bu ko nudaki sorum luluk ve yaptırımlarına son vermiştir.
13. Kandillerle ram azanlarda resmî dairelerin öğleye dek tatil edilmeleri,
arife günlerinin tatil edilmesi gibi izinler kaldırılmıştır. H ac ödevi de bugün
devletin k ararına bağlanmıştır. Yani bu ödev bugün, ekonom ik hayatla gidile­
cek yerlerin vc gidecek olanların asayiş ve sağlık durum larıyla ilgili ve k o n t­
rollüdür. Esasen hac amacı, başlangıçta hem politika, hem din eğitimi bakı­
m ından olduğu k a d ar da, eski dönem lerde oldukça verimsiz olan Arabistan böl­
gelerindeki halkın geçimi için bir çeşit turist getirmekten ibaretti. Bugün ise,
som ut vc yararlı olarak tek amaç da bu sonuncusudur.
14. A rtık faizin ha ra m sayılması şöyle dursun, h atta bu, ticaret ve eko­
nomi bakım ından zorunlu bir k u r u m d u r ve p ara ticareti yapan b ank alar, açıkça
birer faiz ocaklarıdır.
15. Sarhoş eden m addeleri din h aram saydığı halde, toplumlar, b ir baş­
kasına zarar vermediği sürece herkesin dilediği içkiyi kullanm asına izin ver­
mekte, devlet bile bu çeşit m addelerin üretim ve satışını desteklemektedir.
16. Fuhuş ve zina, ahlâk b akım ından daim a m a h k û m edilmiş eylemlerden
oldukları halde, genelevlerin açılmasına izin verilmekte ve toplum a z arar ver­
mem ek koşuluyla, bireylerin özel yaşamlarına kimsenin karışm asına izin veril­
memektedir.
17. Turistler aracılığıyla döviz getirmek ihtiyaçları, hemen tüm uygar
dünyada olduğu gibi bizde de büyük otel ve kulüplerin meydana getirilmesine,
buralarda her çeşit sefahat, eğlence ve hatta k um ara dek türlü şeriata aykırı
faaliyetlere — kanun dairesinde— engel olunm am aktadır.
18. Kutsal emirler arasında, “E y im an edenler, cum a nam azına seslenil-
diği zam an, T a ıırı’m n zikrin e koşu n , alım salım ı b ıra k ın ... N am azdan so m a da,
y eryü zü n e dağılın ve T a n rı’m n lü tfu n d a n nasip ara yın!" denildiği halde, bir ge­
lenek olarak »ama günlerini tatil etmek, bir İslâm âdeti olmuştu. Fakat çağımı­
zın ekonom ik ve diğer sosyal ilişkileri yüzünden artık Hıristivanlarla birlikte
pazar güriletini tatil günü saymak zorunlu olm aktadır (Cum a nam azlarında imam,
halife adına bu göreve atanm ış bir kişi olması gerekirken, bugün tüm dünyada
bir İslâm halifesi de bulunm adığı halde, bu nam az kıldırılmaktadır).
19. Bugün hicri tarih bırakılmış, milâdî tarihi almış bulunuyoruz.
20. A rtık zekât, yerini devlet vergilerine terk etmiş, sadaka, sadece birey­
lere değil, hayır ku ra m la rın a yapılan anonim bir ödev olmuştur.
21. T ü r k devriminin A tatü rk ilkeleri olarak benimsediğimiz yenilikleri,
eski kıyafet ve harflerin kutsallığı inancını yıkmış; aslında dinin yasak etm e­
diği halde bilgisizlikten doğan hoşgörmezliğin k ü fü r öğelerindenmiş gibi kabul
etm ekten ü rktüğü uygar kıyafet ve yazıyı benimsemiş bulunuyoruz.
22. “O nlara b e n ze m e y in iz!’’ em rinin yalnız mistik im an k o n u la n h a k k ın ­
da verilmiş olduğunu anlayamayan eski yobazlar, vaktiyle fes giymemeleri için
halkı kışkırtmış ve daha pek yakın tarihimizde, yani II. A bdülh am it dönem inde
çarşafın kab ulün e az çok direnmiş oldukları halde, A ta tü rk devrimleri karşı­
sında, sanki fes v c çarşaf dinsel emirlerle ta Peygamber zam an ın da giyilmesi
em rolunm uş gibi kutsallaştırılmaya çalışılmıştı. Cennete gitmek için sanki sakal
bırakm ak şartmış ve başa takke, külâh giymek gerekmiş gibi, kendilerini gülünç
kılıklara sokan sözde M üslüm anlar, bu gün artık aydın insanlar karşısında ve
dünya uygarlıkları ö n ünd e gerilik ve ilkellik fosilleri gibi çürümeye m ah kû m
örnekler d u ru m u n a düşm ekten kurtarılmıştır.
23. Ezanın hoparlörlerle duyurulması, cenaze törenlerinde musikiye ve
çelenge yer verilmesi âdet halini almıştır; belki de bir gün halkı, bilgisiz ve
yobaz ruhlu sözde din adam larının gerilik telkin eden öğütlerinden k u rta rm a k
için camilerde plaklarla hutbe ve K u r ’an ok utm ak; nam az kıldırm ak bile uy­
gulanabilecektir.
24. Dinin ve biraz da derinden anlaşılamadığı için dine yükletilmiş olan
özelliklerin neleri yitirmiş olduğunu göstermek için kendi top lum um uzdan n a k ­
lettiğimiz yukardaki maddelere, kadının toplum hayatında erkekle birlikte ve
erkeklerin yapm akta oldukları her işte aynı yetkiye sahip olduklarını belirten
hakların kanunlaşm ış olduğunu, kadının örtünmesini bildiren emirlerin m a d ­
desel olm aktan çok tinsel olması gerektiği kabul edilerek, onların ruhlarını yü­
celtmenin ahlâk bakım ından sağlam b ir k ara k ter vermenin, her halde çarşaflaı*
içinde saklanm alarından daha yüce bir erdem değerini taşıyacağını ekleyebili­
riz ki, bu nlar, bugün özgürlük ve ahlâk anlayışına egemen olan ilkelerdendir.
Güzel sanatlardan dinin yasak etmiş olduğu sanılan resim, heykelcilik ve m u ­
sikinin, günah ve h aram olan faaliyetlerin dışında kaldığı, gerek m ahkem elerde,
gerek yeni ve büyük görevlere başlam adan önce T a n r ı’ya ve K u r ’ana değil, ki­
şinin kendi vicdan ve n am usuna ant içilmesi gibi daha birçok yenilikler, şeriat
yöntem ve emirlerinin yetersiz kaldıklarının pek açık kanıtlarındandır. Özet
olarak ulusal iş ve ilişkilerde olduğu k a d ar da başka uluslarla olan işlerinde din
rolünü tamamıyla yitirmiş, kültür, politika ve k a m u n u n yönetim işlerinde artık
dinsel ülküler, yöntemler ya da eskiden beri dinsel sanılan k urallar ve sistemler
iflâs etmişlerdir. A hlâk konu sun da bile, T a n rı k orku sun a dayanan çıkarcı b ir
erdem anlayışından çok, sevgiye dayanan ve karşılık beklemeyen bir erdem ül­
küsü, tüm eylemlere hâkim olm aktadır.
Şu halde, bugün dinsel emirlerden geriye kalmış olan tortular nelerdir?
Buna, yalnız ibadetlerdir, diye karşılık verebiliriz. Devlet, ulusal, uygarsal ve
tarihsel birer anıt olan tapm akları (camiler) onarm akta, herkesin dilediği tapı­
n akta ibadet etmesine asla engel olm am akta ve engel olmak isteyenleri cezalan­
dırm akta, yetkili din adamları yetiştirmek için gereken tedbirleri alm akta ve dini
daha saygıya değer bir yücelikte tutabilm ek için, onun devlet işlerine karıştı­
rılmasını yasaklamakta, kimseyi inançlarından ötürü sorumlu tutm am aktadır.
Buna karşılık olarak, toplum um uza d ikkat edecek olursak, dinsel bir hoşgör-
mezlikle bağnazlık (taassup) hcı- yeni ve ileri hamleye karşı direnen insanlardan
çoğunun, beş vakit nam az kılmadıkları, oruç tutm adıkları, cum a ve bayram n a ­
mazlarına bile gitmediklerini veya pek azının yalnız b u kutsal ödevleri az çok
yerine getirdikleri görülür. A ydınlar arasında bile, dinli ve tutucu geçinenlerin
çoğu da, kurtuluşu olduğu k ad a r da ilerlemeyi, dinsel inançların uygulanmala­
rında buldukları halde, bunların din avukatlığı yapm alarına karşın, ibadet ve
inançlarda kutsal emirlere uymayan ve kendi çıkarları için dini bir aracı olarak
kullanan kimseler oldukları görülür. Zira, çıkarcılıkla hoşgörmezliğin mantığı,
gerçeklere değil, bilgisiz b ir çoğunluğun saçma inançlarla kurtlanm ış ve beyin­
leriyle sefil eğitimlerine dayanarak, ancak sahiplerinin kaprislerine ve gizli emel­
lerine hizmet eder.
İtirafı gereken açık bir gerçek de şu du r ki, yalnız Müslümanlığa değil.
artık herhangi b ir kitaplı dine bağlı olanlardan ancak pek safdil ve bilgisiz olan
züm reler dışında kalan hiç kimse, cinlere, şeytanlara, meleklere, hatta mucize­
lere, ahret hayatına ve mistik misterlere, bu dinlerin ortaya çıktıkları ve yayıl­
dıkları zam anlardaki k a d a r ciddiyetle inanm am aktadırlar. Bunlar bugün, din
edebiyatının tarihsel masalları gibi telakki olunm akta, fakat bilgisiz bir çoğun­
luğun baskısı yüzünden açığa v urulm am aktadır. Bugünkü sosyal hayata uymaya
zorunlu bulunan düzen, insanların beş vakit nam az kılmalarına az çok engel ol­
duğu gibi, diğer dinsel ödevlerin yerine getirilmesine de elverişli değildir. Dinsel
gerçeklerin öğrenilmesi ve öğretilmesi âdeta istenmiyormuş gibi, yüzyıllarca dili­
mize çevrilmemiş olan K u r ’anı, daha yenice Türkçesinden öğrenmeye başlayan
halkımız, b u n d a n sonradır ki, atalarımızın, tüm bir tarih boyunca kendi ulusal
çıkarlarını da u n u ta ra k uğrunda can verdikleri, dillerini, âdetlerini, gelenekle­
rini feda etmiş oldukları bu yüce dinin hiç olmazsa dayandığı ve savunduğu
büyük ahlâk sistemini, asıl metinlerden öğrenmeye m uvaffak olacaktır.
Dinsel ödevlerin hem en hiç birini hakkıyla yerine getiremedikleri halde,
gerek toplumunuızda, gerek hem en tüm dünyada — komünizm hariç— dinsiz­
likle övünecek ya da dinsizliği savunacak insanlar yok gibidir. Din, ruha asillik
ve yücelik veren m utlu bir duygudur. Bu duyguyu telkin edemeyen, bilinçlen-
diremeyen telkinler ise, insanları yalnız dinden değil, bilgisiz din adam larından
da soğutur. İbadeti günahların affına bir aracı yapmak, ya da onu T a n r ı’ya karşı
ödenmesi gereken bir borçtan ibaret saymak, dinlilik değil, bir çeşit dinsizliktir;
rezillikleri maskeleyen bir iki yüzlülüktür. İnsanları T a n r ı’ya 'vc dolayısıyla ta­
pınaklara bağlayabilmek için, şeriata az çok uygun olarak ibadetlerin şekli ve
sayısıyla zamanları hakkınd a yeni sistemler bulan ve bunları caiz gören başka
içtihatlara ihtiyaç vardır. D aima kolaylığı savunm uş ve zorlam adan kaçınmayı
emretmiş olan bu emsalsiz dini, layik ve olum lu b ir anlayışla, hayatın, toplum un
gittikçe yükselen ve değişen insan seviye ve ihtiyaçlarının gerçeklerine ve ge­
rekçelerine göre yeniden ele alan büyük ve olgun Tanrıbilimciler yetişmediği
takdirde, uğradığı ihmaller y üzünden dinin b ü sb ütün soysuzlaşacağından ko r­
kulur. D ört mezhebi kurm uş olan büyük im amların yüzlerce yıl önce göstermiş
oldukları içtihat cesaretini, çağımız bilgileriyle bezenmiş ve onlar k ad ar büyük
ve cesur din bilginlerinin de göstermesi, hem onların görevi, hem de İslâm ü m ­
metinin dinli bireyleri olarak ulusum uzun da h akkıdır (Vehhabilik vc Bahailik
gibi dezheplcr de, bu tür girişimlerdendir, sanırız).
Mistik duyguların da derinden estetik olan bir yanı vardır. Ssık sık tek­
rar edilen ayin ve ibadetler, bir alışkanlık haline gelince, ne duygulara, ne zih­
ne. kendilerinden beklenen b u estetik-mistik hazzı verebilirler. H atta T a n r ı’ya
karşı olan içten sevgi ve saygıyı m ahveden b ir usanç ve bezginlik etkeni olur­
lar. K u r ’anın radyolarla okunm ası bile, kutsal ayetlere karşı ilgisizliği ve say­
gısızlığı yarattığı söz götürmez gerçeklerdendir. Zira, aptessiz ele alınması bile
yasaklanmış olan T anrı kelâmım en çirkip ve laubali du rum larda dinlemeye
zorlanmak, ona karşı duyulması zorunlu olan m utlu duygularla bağdaşamaz.
D inin dünya ve devlet işleriyle ilgisi, kan un yoluyla ve tamamıyla kesilmiş ol­
duğuna göre, büyük ve filozof ruhlu din bilginlerinin, her çeşit imansızlık ve
kü für korku sun dan sıyrılarak dinin verilmesi gereken estetik hazzı ve derin ah ­
lâk duygusunu bilinçlendirecek bir sistem yaratarak onu saçma inançlardan te­
mizlemeleri zam anı gelmiş ve hatta geç kalınmıştır. Bu o n u ru n Müslümanlığa
sonsuz hizmetler yapmış olan büyük u lusum uzun, yetiştireceğine inandığımız
yüce bilginlerine nasip olmasını dileriz.
Dinler, mistik özelliklerine karşın, sosyal, psikolojik, hatta organik ve bi­
yolojik b ir yapı özelliğinin de zorunlu ürünlerindendir. Beş vakit namaz, sü­
rekli dualar, hayatın önemli b ir kısmını dolduran çeşitli din ödevleri, işsiz güç­
süz ve daim a birbiriyle savaşan, birbiriyle ilkel b ir yarışım içinde boğuşan ka-
vimleri, insanlaştırmak, uğraştırm ak, daim a gizli b ir kuvvet tarafından gözetil­
dikleri inancı ile arıtm ak ve uygarlaştırmak için en etkili aracılardandı. Nitekim
sosyal hayat, bireyleri uğraştıracak yeni yeni ihtiyaçlar ve ödevlerle yüklü ve
karm aşık b ir du rum alınca, insanların dinsel görevlere karşı ilgileri azalmaya
başlamış, fakat mistik duyguların estetik hazzını aram a ihtiyacı b ü sb ütün kay­
bolmamıştır. T arih boyunca tarikatların — din adam larının direnmelerine ve
saldırganlıklarına karşın— göstermiş oldukları başarılarda b u ihtiyacın etkisi
olduğu inkâr edilemez.
Bir toplum da derebeylcrin, aşiret şeflerinin, eşraf, zenginler, kuvvetli, m ü s­
tebit ve zalim kişilerin baskısı arttıkça, b unlara karşı direnme, şahlanm a, ken­
dilerini savunm a, korum a olanak ,ve yeteneklerinden yoksun olan zayıfların,
sabretm ek, um u t etmek, bir kurtarıcının gelmesini beklemek, nihayet görünmez
güçlerden yardım um m aktan başka çareleri yoktur. Çağımızdaysa, h u k u k d ü ­
şüncesinin gelişmesi, bireysel hakları, devletin koruması ve k a n u n karşısındaki
eşitlik inancı, insanların görünmez ve mistik güçlere değil, adalet kanunlarına
güvenme imanını geliştirmiştir. H ayatları vc esenlikleri b ir rastlantının eseriy­
miş gibi görünen toplum lardaki bireylerin başlarına gelen türlü sosyal ve do­
ğal felâketler; onlarda bireysel kin vc düşm anlıkların olduğu k a d a r da âcizlik,
biçarelik ve talihsizliğin zorunlu bir sonucu olan kaza ve k a d e r inancım ya­
ratmıştır. Bu inanç, kazaların ve saldırganlıkların azaldığı ya da pek seyrek gö­
rüldüğü toplum larda zayıflamış ve hatta yok olmuştur. A hret inancı bile, d ü n ­
yada çekilen yoksunluk ve sefaletlerin ölüm den sonraki kutsal b ir âlemde Tan-
r ı ’nın sağlığımızda bizlere lâyık görmediği nimetleri tattıracağını um an bir ruh
halinin ü rü n ü gibi görünmektedir. N itekim, insanın o hayatta aradığı şeyler,
bu dünyadaki hayatın b üsbü tü n tersidir. Yani, bu âlemde sefil ve yoksul o lan­
lar, o âlemde her şeye nail olacak ve sağlıklarında dünyanın nimetlerine k a n ­
mış olanlar da, o rad a türlü acılar ve yoksunluklar içinde sürüneceklerdir; ve
insan, bu âlemdeki kıskançlıklarının kininden doğan öcü, o âlemde T a n n ’ya
aldırtacaklar ve bu dünyada dinlerin haram ettiği her nimet ve lezzet, orada
helâl olacaktır. Anlaşılıyor ki, takva koşulları bile, um utsuzlukların önüne ge­
çen birtakım ahlâksal tedbirlerdir. Bu itibarla dini, insanın T an rı ile olan iliş­
kilerini güçlendirm ek için çağımız seviye ve ■ ihtiyacına uygun, yeni bir
anlayış ve m antıkla ele almak, insanoğlunun ebedî k u rtuluşu nu sağlayacak ye­
ni yeni değer yargılarıyla bu davayı incelemek gerektir. Z ira, din, ne denli yüce,
ne denli bükülm ez bir kuvvet sayılırsa sayılsın, insanoğlu, on un her gün daha
eskiyen emirlerine göre değil, kendi bildiğine, istediğine, hayatın, toplum un,
insanlığın ve doğanın zorlayıcı etkilerine göre hareket etmekte ve inançlarını
du bu etkilere göıc ayarlam aktadır. Anlaşılıyor ki, insan dinlere değil, dinler
insanlara uym ak zoru nd ad ır ve zorunda kalmıştır. Z ira, insanlar din için değil,
dinler insanlar için ve insanlar tarafından kurulm uşlardır. Dinlerin evrimi, b u ­
nun cn açık belgesidir. Bu itibarla dini, siyasal amaçlar için b ir araç gibi kul­
lananlar, dem okratik b ir ortam d a kendi başarıları için önemli bir destek elde
etmiş olsalar bile, toplumu mistik inançların karanlığında boğmuş olurlar. O n ­
lar, tarih boyunca aynı dine m ensup olanların birbiıiyle kıyasıya nasıl savaşmış
olduklarını da u n u tm am ak zorundadırlar. Machiavelli, prensin kendi güç, erk ve
ç’kaılarını artırm ak için, halkı etraflarında olup biten işleri fark etmeyecek b i r
du ru m a getirmeyi, bun un da tek çaresinin, ulusu din afyonu ile uyutm ak oldu­
ğunu savunmuştu. Fakat insanlığın bug ünk ü gidişi ve seviyesi, bu türlü oyun­
ların ne k a d a r tehlikeli sonuçlar vereceğini düşündürecek k ad a r gelişmiş, iler­
lemiştir vc hiç kimse bu ilerlemeyi d u rd u rm a hak ve kuvvetine sahip değildir.
Mistik ruhların bağnazlığı şahlandığı vakit, yıllarca özenerek m eydana getiril­
miş uygarlık eserlerini olduğu k adar da, kendilerine desteklik elmiş olan kuv­
vetleri de az bir zam anda ezebilir. Bir rejimde, özgürlük ve uygarlığın k o ru n a ­
bilmesi için yalnız dinin ve bilgisizliğin yardımını beklemek, gafletlerin en b ü­
yüğü vc korkuncudur. Lao-tse, "K o rku la ca k şeyden korkm ayanlar, daha k o r­
ku n ç olanla karşılaşırlar" demişti. Devlet, ulusurt, doğuştan sahip olduğu vc
tarihinden gelen biiyük erdem ve güçlerine (kudret), yurttaşlarına verilmiş olan
olumlu kültür ve ülkülere güvenmelidir. Zira, dinlerin bir ülkü olarak ulusları
kalkındırdığı dönemler geçmiştir. Layik sistem, halkı din afyonuyla uyutmayı
değil, onu T a n rı’yla başbaşa bırak arak ve kendi politik işlerine karıştırm am ak
koşuluyla insanlığın ilerlemekte olduğu yolda yürümeye çalışmak rejimidir. D in,
komünizm in de önüne geçemez. Ruslar koyu b ir Ortodoksluğa karşın, bu reji­
mi, kendi sosyal, politik ve ekonomik koşu llan yüzünden benimsediler.
Verdiğimiz açıklam alardan da anlaşılacağı gibi, sünnet ehlinin din anlayı­
şına aykırı düşünen filozof ve bilginler hep yaşadıkları dönem lerin gerektirdiği
tariiısel ve sosyal koşullarla ihtiyaçların tercümanı olmuşlardır. O nların teklif
ve iddiaları içinde pek yanlış vc sakat noktalar b ulunduğu gibi, pek doğru olan
gerçekler de vardır. Nitekim, peygamberlerin getirmiş oldukları dogm alardan
büyük bir kısmının gerçekliğinden dsla kuşkulanılmadığı halde, onların da ya­
nılmış oldukları, bu yüzden de, hem birbirlerinin eksik vc kusurlu taraflarını
tamamladıkları, düzelttikleri, hem de kendilerine inanmış olanların tüm ü de
aynı şekilde uygulamadıkları görülmektedir. Bu itibarla dine aykırı gibi görü­
nen düşünceleri malıktım etmekten çok, onların ileıi sürülmelerindeki neden­
leri hoşgörüyle ve nesnel olarak incelemek, onları savunm uş olanları kcâfir say­
m aktan daha yararlı ve dinsel erdemlere daha uygun b ir girişim olur kanısında­
yız. Bu bahiste ileri sürdüğüm üz düşünceler bile, O rtodoks bir din adamı, için,
Tanrıbilim bakım ından bir , sapıklık sayılabilir. Esasen m aksadım ız da Hz. Mu-
ham m ed'den sonra baş göstermiş olan ve din dogm alarına aykırı gibi görünen
sapıklıkların neden ve niteliklerini göstermek, din bakım ınd an sapıklık sanılan
düşünce ve inançlarda, gerçeğe uyan önemli noktaların bulu nd uğ unu göstermektir.
Hz. MUHAMMED’İN KİŞİLİĞİ, BAŞARILARI
VE AMAÇLARI

T arih boyunca insan zekâsının evrimindeki dönüm noktalarını saptayan


ve ilerlemenin türlü yönlerini önceden göstermiş olan birtakım büyü k kişiler
yetişmiştir. Hz. M uham m ed, b u n la r arasında ölçüye sığmaz yücelikte b ir var­
lıktır ki, yakmış olduğu meşale, yalnız getirmiş olduğu dine bağlanmış olanları
aydınlatmakla kalmamış, M üslüman olmayan kavimlerin de zekâ ve vicdanla­
rına yeni ışıklar tutarak uygarlığın h e r yönden ilerlemesine pek çok hizmet et­
miştir. Zira, bir eserin, bir düşüncenin ya da faaliyetin büyüklüğü, yaratmış
olduğu sonuçların nitelik ve niceliğindeki üstünlükle ölçülür. W ells, ünlü ta­
rihinde, İslâm dininden söz ederken, bu konu dak i son yargılarını şu mukayeseli
düşüncelerle özetlemiştir:
“M u h a m m e d ’in dini, gerçekten bir iyilikseverlik, âlicenaplık • ve kardeşlik
ruhu ile yü klü d ü r. Bu, yalınç (basit) ve anlaşılır bir dindi; çöl halkına özgii
şövalye duygularıyla doluydu. O , cem aat insanının duygularını bileştiren (ter­
kip) içgüdülere, dolaysız olarak sesleniyordu. T a n n ’yı bir ırkın hazînesi haline
getirm iş olan Y a h u d ilikle, hiç bir norm al insanın bir dam lasını bile anlayabil­
m esine olanak bulunm ayan üçüzlem eler, d o ktrin ler ve kâ firlikler h a kkın d a son­
su z vaızlar veren H ıristiyanlık, nihayet M a n i’y i çarm ıha germ eyi te şvik eden
Z erdüşt m ajlarının (mages) tapım ından (culte) ibaret olan M azdeizm , ona karşı
birleşm işlerdi. İslâm ın çağırdığı kü tle, M u h a m m e d ’in zevk ten hoşlanıp hoşlan­
m adığını, şü p h eli olan bazı ahlâksal edim leri yapıp yapm adığını öğrenm e ka y ­
gısında değildi. Onları çarpan, v a ’zedilen T a n rı’ydı ve bu Tanrı, m eşru bir su­
rette onu n yö n tem ve d o ktrin lerin i insanın ka lb in e sokulacak kadar çekici bir
durum a getirm işti. Zira bu dinde, çift anlam lı bir sim gecilik bulunm adığı gibi, o
m ihrapların karanlığından ve rahiplerin g ü rültülü İlâhilerinden de u za k tı”.
Bu kısa m ukayeseden bile, o nun başardığı işin ne denli büyük ve önemli
bir yenilik taşıdığı açıkça anlaşılır. Hz. M uham m ed, açık yürekli, yalandan tik­
sinen, hatta yalanı lânetlemiş olan, inandıklarını dosdoğru telkin etm ekten çe­
kinmeyen, büyük iradeli bir insandı. Ne yaptığını, ne yapacağım ve neyin ya­
pılması gerektiğini, kesin olarak ve önceden belirleyen, başarı için gereken her
çeşit önlem ve araçların hiç birini ihmal etmeyen özel ve üstün b ir ruh yapı­
sına sahipti. Ü lküsünü, insanlara kab ul ettirebilmek için, evvelâ insanları iyi
tanım anın zorunlu olduğunu biliyordu. O , bu k onuda p ratik zekâsının ve sez­
gilerinin güçlü hamleleriyle, karşısındakilerin en gözden kaçabilen gizli dü şün ­
celerini, niyet ve maksatlarını keşfedebiliyordu. O . h e r şeyden önce, âdeta bir
psikologdu. İnsanların dış görünüşleriyle iç âlemleri arasındaki farkı ve ilgiyi
derinden anlıyor, iki yüzlü, sahtekâr, hileci, fesatçı, fitneci ve çıkar peşinde ko­
şan ve bu u ğurda h e r türlü rezilliğe katlanm aktan çekinmeyen kimselerin ru h u ­
n u okuyordu. Karşılaştığı insanlar, kendi içlerinde geçen duygu ve düşünce­
lerin, onun tarafından keşfedilmiş olduğunu da bildiren ayetleri dinledikçe ezi­
liyor, küçülüyor ve onun T anrı ile olan ilişkilerine inanm aktan başka bir ç ık a r
yol bulamıyordu. Hz. M uham m ed, ayetlerle için için alay edenleri, nafaka, sa­
daka ve zekât gibi kutsal ödevleri gönülsüz yapanları vc yapm ak istemeyenleri,
bir çıkar ya da korku yüzünden iman etmiş olanları, zındık, kâfir, m ünafık,
m ü ş rik ... vb. sıfatlarla açıkça ilân ediyor, onların geleceklerini olduğu k a d a r
da bu dünyadaki durum larını yerici ayetlerle ve çekinmeden bildiriyor; ıstırap
ve felâket zam anlarında insanların T a n n ’ya nasıl sığındıklarını, belâ ve felâ­
ketten k u rtu ld uk ta n sonra T a n r ı’yı nasıl unutuverdiklerini, türlü vesilelerle a n ­
latırken, herkes, onun bildirilerinde kendi zayıf ve güçlü yanlarının açıkça kav­
ranmış olduğunu pek iyi anlıyordu. Şu surelerde bu kavrayışın parlak ifade
ve örnekleri vardır: (Yunus, 13, 22-24; H ud, 10-11; Nahl, 53-54; İsra, 67,
83-84; T ahrim , 3-5)...
Hz. M uham m ed, zan ve k u ru n tu la r içinde bulunanların gerçeğe ulaşam a­
yacaklarına, Tanrısal bir işaretle em indir (Yunus, 37). Bu itibarla kendisi tüm
yaşamında, insanı gerçeklikten uzaklaştıran hu gibi k usurlardan arınmaya ça­
lıştı. O na, K u r ’anı okurk en dinledikleri halde iman etmeyenler tanıtılmış oldu­
ğu gibi (Yunus, 43; Furkan, 18; A nkcbut, 10, 65), kâfir olanlara kendi eylcm-
leminin boş ve güzel göründüğü (Tevbe, 37) de bildirilmişti. O , daima kendi­
sinin bir insan olduğunu ileri sürm üş (İsra, 93), hatta bunu nla da kalmayarak,
huzu run a girerken titreyip du ra n bir bedeviye, " K o rkm a kardeşim , ben zorla­
yıcı değilim ; ben, M e k k e ’de k u ru e k m e k yiyen bir kadının o ğ lu yu m !” diyecek
denli de alçak gönüllüydü. Yaşayış tarzı ve alışkanlıkları itibarıyla erdemli ve
aşırılıklardan uzaktı; ayakkabılarını kendi onarır, elbiselerini kendi yamardı;
sinirli bir insan olduğu halde, güler yüzlü, etki ve tepkilerini başarıyla ayar­
lamayı becerebilecek denli seçkin bir irade sahibiydi; âlicenaptı, olabildiğince
tarafsız, soğukkanlı ve k ararlarından dönmeyen bir insandı. Hz. M uham m ed,
insanların kişisel çıkarlarına karşı olan tutkularını küçümsemiş: yalnız T a n r ı’
dan almış olduğu emirleri hiç bir karşılık beklemeden bildirmekle görevli bir
elçiden başka bir şey olmadığını ilân etmekle yetinmişti. O , kendi yanılmala­
rını, kusurlarını itiraf edebilecek k a d a r olgun ve üstün bir kişiliğe de sahipti.
K u r ’andan kendisinin nasıl ayıplandığım, yerildiğini, nasıl azarlandığını, ken­
dini düzeltmesi için nasıl ihtarlarla karşılaştığını ve olup bitenler hakk ın da h ü ­
küm verirken, nasıl Tanrısal takdire güvenmesi ve T a n r ı’dan kuvvet alması ge­
rektiğini öğreniyoruz. O , bunları kimseden çekinmeksizin bildirirken, iman eden­
lere, büyük ,ve derin bir ahlâk dersi de vermiş oluyordu. O , hiç kimsenin baskı
altında din değiştiremeyeceğini ve bu konuda kimseyi zorlama ha kkının, her­
hangi bir adam a asla verilmemiş olduğunu, ödevinin, musallat olmak değil, a n ­
layabileceği bir dille ve seviyesine uygun olarak telkinler yapm aktan ibaret ol­
duğunu kavram ış olduğundan, M üslüm anlara böyle bir hoşgörüyle hareket et­
melerini bildiriyordu. Zira, hidayet ve dalâlet T a n r ı ’dan olduktan sonra, onun
yapacağı tek iş, öğüt verm ek ve kendisine bildirilmiş olanları an latm aktan iba­
retti; vc yine zira, Yüce T a n r ı’m n, kendisini savunm ak için hiç bir avukata ih­
tiyacı olmadığı gibi, herkesin dini de kendine aittir. Denebilir ki, Hz. M u h a m ­
m e d ’in politik amaçlarla yapmış olduğu savaşlarda, dini zorla kabul ettirmek
gibi bir amaç güdüimemiştir. Bunun aksi d oğıu olsaydı, Tanrısal buyruklara ay­
kırı davranm ış olurdu. Bağışlamayı, tövbeyi, pişmanlığı, T a n r ı’m n inayet ve ih­
sanına, şefkat ve merhametine, kusurları örtmesine ve yarlıgamasına derinden
inanmış olan bu kutsal elçi, kendi hayatının verdiği örneklerle de b u inançlara
sadık kalmıştı. İnsanları T anrı ile baş başa bırakarak, T anrı ile kul arasına
kimselerin girmemesini öngören layiklik ilkesinin ana tohumlarını, on un bildi­
rilerinde bulm ak ya da o bildirileri çağımızın bu konudaki felsefesine göre yo­
rum lam ak her zaman olanaklıdır.
Peygamber, tüm faaliyetlerinde, başarı ve başarısızlıklarında yalnız T a n r ı’ya
güvenmiş, tesellisini, O ’ndan aldığına emin olduğu vaatler ve emirlerde b u l­
muştu. Tek kılavuz olarak T a n r ı’yı tanımış ve tüm bu inançlarını ifade eder­
ken, duygularla düşünceleri, yani zihniyle kalbi bir b ü tün olarak bilinci altın­
da gizli bulduğu zengin kapsam ları kaynaştırmış ve bilinç üstüne çıkarmıştır
(Hicr. 95. 97; Nahl. 127; İsra, 87; Kehf, 6, 26-27, 100; Enbiya. 36-45; Hac.
42-44: Şuara, 3-4; Nahl, 71; Rum , 60; Fatır, 4, 23; Yasin, 76; Sa'd, 17; M ü ­
min, 55, 57; Secde, 43; Şuara. 14, 46; Z uh ru f, 40, 45, 88-89; Kaf, 39-40; Tur,
48-49; Kalem, 48; Müzemmil, 10-11; M üddesir, 1-7; D uha, 1-11). Hz. M u­
h a m m e d ’in kendi nefsini daima ince bir çözümlemeden geçirdiği, kendi kendisi­
ni denetlediği de inkâr edilemez (İsra, 75-75). O, insanların genel olarak nan­
körlüğünü bildiği gibi (Ziimer, 49), onların daha çok gözle görülen ve elle tu­
tulan somut şeylere değer verdiklerini, p utlara ve fetişlere karşı saygı duyma
geleneğinden ayrılanıadıklarını da bildiği için, onları, soyut ve tinsel değerlere
alıştırmak vc inandırm ak amacıyla tüm ö m rünü, zekâsını, mantığım, türlü k ar­
şılaştırmalar, örnekler ve öykülerle bezenmiş ayetler yardımıyla harcam aktan
çekinmemiştir. O, insanların kaderi üzerinde putların hiç bir rolü olmadığını,
öldüren, dirilten, doğru ya da eğri yola götüren ve her şeye gücü yeten bir Tan-
r ı ’mn varlığını savunm uştur. Temizliği, güzelliği ve doğruluğu insan haysiyeti­
nin en doğal sıfatları gibi görmüş ve çöl halkını olduğu k adar da tüm insan­
ları, bu erdemlere alıştırabilmek için pek yalınç ve adi görülen birtakım k u ra l­
ları bile açıktan açığa telkin etmekten çekinmemiştir: Ebu K a tad e ’nin anlattığı
bir hadiste, Peygamber, “iç in izd e n biri bir şey içtiği zam an içine hohlam asın;
helaya gittiği zam an, kirli organlarını sağ eliyle tutm asın ve sağ eliyle silm esin ’’
gibi önerilerde b ulu n u r; çevresinde yaşayan ve cahiliye dönem inin tüm geri
alışkanlıkları içinde olan kavmini, vahşîlikten, ilkellikten ku rtarabilm ek u m u ­
duyla, dişlerin temizlenmesinden başlayarak büyük ve kü çü k temizliklerin her
çeşidini öğretmiştir.
İbret dersi vermeyi, doğayı gözleyerek, b und an kutsal ve ahlâksal sonuçlar
çıkarmayı ve aklı mukayeselerle işletmeyi, telkinlerinin esaslı bir yöntemi yap­
mış olan Hz. M uham m ed, Âdem peygamberden başlayarak tüm İsrıail peygam­
berlerine saygıyla önem verir ve onların bildirilerine im an etmemiş kavimlerin
başlarına gelmiş olan felâketlerle, b u nla rd a n alınması gereken dersleri tekrar
tekrar hatırlatır. Ö rneğin, Hz. N u h ’u örnek olarak zikreden bir ayette, o n u n ,
‘‘B elki vahyi kendiliğ in den u yd u rd u diyecekler; de ki, ben onu kendiliğim den
uydurm uşsam vebali bana aittir. Ben sizin işlediğiniz suçlarla iftiralardan uza­
ğ ım ” (H ud, 36) dediğini naklederken, dolayısıyla K u r ’am n da kendi eseri değil,
bir vahyin ü rü n ü olduğunu bildirmiş olur. Peygamberlerin hepsinin T a n r ı’yla
dolaylı ya da dolaysız olarak konuşmuş olduklarını ve T a n r ı ’nın verdiği ya da
vermek istediği cezalar karşısında peygamberlerin bazı ricalarıyla şefaatlerinin
kabul edilmeyeceklerini h a b e r vererek, insanları, Tanrı ile baş başa b ırakm akta
b üyük yarar görür (Bu itibarla dileklerimiz için evliya türbelerine koşup ad a k ­
lar adam anın, çocukça b ir saçma inanç olduğu da anlaşılır). Bu dünyada in­
sanların pek de kurtulmadığı iltimas gibi haksızlığa yol açan girişimlerin Tanrı
h uz u ru nd a uygulanamayacağını savunm akla, insanlara, kendi eylemlerinin so­
nuçlarını, yine kendilerinin kontrol ederek Tanrısal nimetlere lâyık olmaya ça­
lışmalarını öğretmekten çekinmez: “ll iç bir nefsin, diğer bir nefis için hiç bir
şey ödeyem eyeceği ve hiç bir nefsin şefaati ka b u l edilem eyeceği günden k o rk u ­
n u z !” (Bakara, 48); ‘‘Peygam berlere dair olan ö ykü ve olgularda akıllılar için
e tk ili ibret vardır” (Yusuf, 111) gibi ayetlere d ayanarak tüm öteki peygamber­
lerin girişim ve serüvenlerini bildirirken, bireysel olduğu k a d a r da kamusal
sorum luluğun, insanları dünya ve ahrette izleyeceğine inandıracak b ir belagattan
yararlanır.
H z .-M u h a m m e d , bü yük bir m ustariptir. Ulusunu kötü ve geri alışkanlık­
lardan, saçma inançlardan ve hoşgörmemezlikten k u rta rm a k , onları türlü seya­
hatlerinde görmüş ve kendi aklıyla da talimin etmiş olduğu öteki ulusların uy­
garlık seviyesine ve yetkinliğine ulaştırm ak istemiş ve insanlar a ra s ın d a k i d üş­
m anlıkların, kinlerin, fitnelerin önüne geçmek için, hepsini m utlak b ir gerçek­
lik olan tek T a n n ’ya ve O ’nun dinine bağlam anın şart olduğuna inanmış ve bu ­
na inandırmaya çalışmıştır. Y ani, din farklarının doğurduğu kötülüklerden, a n­
cak bir aynı iman içinde birleşen insanların kurtulabileceğine inanmıştır (Ne
yazık ki tarihsel gerçekler, bu inancı doğrulamaırııştır). Kuşkusuz, on un getir­
miş olduğu em irler ve ibret örnekleri, bazen çocukça m asallar ve sudan k an ıt­
lar gibi görünürler; fakat b u n u n başlıca nedeni, hitap etmiş olduğu kavmin il­
kelliğidir ve onun başlıca ilkesi, herkese, «aklının alabileceği bir dille hitap et­
mektir». Esasen bir düşüncenin, iddianın ya da kanıtın değeri, o nu n dış görü­
nüşündeki yalınçlık ya da karmaşıklıkla değil, ulaştırdığı sonuçlar ve bu sonuç­
ların başarıyı sağlamakta gösterdiği güçle ölçülür. Bir çocuğu tehlikeli bir h a ­
reket ya da oyundan çekebilmek için, ona, yetişkin insanlara uyguladığımız m a n ­
tıkla muamele edemeyiz. Hz. M u h a m m e d ’in tüm girişim ve telkinlerini, içinde
yaşadığı dönem in ve kendilerine hitap ettiği insanların seviyeleriyle mukayese
ederek değerlendirmek gerekir. Bir peygamber ya da devrimcinin getirmiş ol­
duğu yenilik de bir gün eskiyecektir. Bu, o yeniliğin değersizliğini değil, yeni
koşullar ve gereksinmeler karşısında yetersiz kalmış olmasına delâlet eder. Z a ­
m anların değişken ihtiyaçlarına göre direktifler veren peygamberlerin birbiri ar­
dından gelişi de gösterir ki, hiç bir k u ru m değişmez ilke ve kurallara bağlı de­
ğildir. Z am anın evrimiyle yargıların evrimi paraleldir ve b u n u sürekli olarak
yaratan, değiştiren ve oluşturan Yüce T anrı, her biri birer ayrı devrimci olan
peygamberleri de yetiştirmek suretiyle ve bu nlar aracılığıyla insanları daima
daha iyi, daha olgun ve yetkin bir toplum düzenine ulaştırm ak amacını güt­
m üştür. Hz. M u h a m m e d ’in öteki peygamberlere vermiş olduğu değer de gös­
terir ki, o ve onun dini, ilerlemeyi emreden bir dindir. Zira, Hz. M u h a m m e d ’e
göre din, tüm insanlığı kaplayan tinsel ve kutsal bir gerçekliktir. M üslümanlık
başka dinlerin zamanla unutulm uş veya değiştirilmiş olan gerçeklerini birleşti­
rerek ve eksik kalan ya da. eskiyen yönlerini tamamlayarak evrensel bir iman
birliğini yaratm ak ister. Yalnız Hz. M uh a m m e d ’e göre, b u ülküsel girişim — pey­
gamberlik bakım ın dan— sondur; artık din olarak başka bir T anrı emri ve el­
çisi gelemez. Fakat bu bildiri, toplumları uyaracak ve ilerletecek bilginlerin ge­
lemeyeceği dem ek değildir; o, b ir taraftan, " Y a R a bbi, bilim im i artır” diye ni­
yaz ederken, b ir hadisinde de, "Ü m m etim in bilginleri, İsrail peygam berleri gi­
b id ir” diyerek bilime ve bilginlere de kutsal bir değer vermiş, onların da pey­
gamberce bir feragatle insanlığa hizmet etmeleri gerektiğine işaret etmiştir. İs­
lâm toplumlarının geri kalm alarındaki türlü nedenlerin başında, insanlığın h a n ­
gi yönlerde ilerlemekte olduğunu göremeyecek ve dinin gerçek amaçlarını kav­
rayamayacak k a d a r âciz ve bilgisiz din adamlarıyla politikacıların tutkuları ge­
lir; yoksa dinin kutsal dogmalarında ve Hz. M u h a m m e d ’in kendi hayat ve gi­
rişimlerinde uygarlığı d urd uracak hiç bir işaret yoktur.
Hz. M u h a m m e d ’in yaptırımları, eski kavimlerin başlarından geçmiş olan
felâketler ve gelecekte insanların uğrayacağı belâlar ve afetlerdir; bunları, ölüm ­
den sonraki cezalar da şiddetlendirecektir (Yasin, 31, 48-54; M üm in, 5, 2 1 )...
H atta kendi zam anında girişilmiş olan savaşlardaki başarılar ve başarısızlıklar
da, bu yaptırımlara eklenmiştir. O , bu ko nuda herhangi bir raslantının ya da
yanılmanın sonucu olan uygunsuz durum ları da Tanrısal bir ihtar olarak hatır­
latm akta tereddüt etmez ve T anrı tehditlerini de bildirm ek suretiyle, insanları
uyandırm ak, onları büyük ve kutsal ülküsüne hizmet ettirm ek ister (Kalem,
16-46). Anlatmış olduğu cezaların, felâketlerin niçin gecikmekte olduğunu so­
ranlara, akla ve gerçeğe uygun bir karşılık bulamayınca, T a n r ı’nın insanlara
mühlet verdiğini, fakat ihmal etmeyeceğini bildiren ayetlerle karşılık verir (Kehf,
38, 57; Meryem, 75, 84; T ah a, 129; Enbiya, 109, 111; Hac, 47-48; N ur, 10,
14, 20; Nemi, 73; A nkebut, 53; Rum , 42; L okman, 33; Ahzap, 63; Sebe, 29-
30; Fatır, 45; Saffat, 176-179; M üm in, 92; Ahkaf, 22-23, 35; Mülk, 25-26;
Cin, 24-25; Naziat, 42-46).
Ö lü m d en sonra dirilme ve ahretteki yaptırımlar hakkındaki sayısı oldukça
çok olan ayet ve hadislere karşın, b un a b ir türlü inanmayan kimselerin kalbin­
de, hiç olmazsa bir tasa, bir k uşk u uyandırm ak suretiyle onların hem k a ra k ­
terlerini yum uşatm ak, hem de eylemlerinin sonuçlarını düşünm ek zorunda bı­
rakmış olan Hz. M uham m ed, ilkel insanları disiplin altına alabilmek için hem
maddesel, hem de tinsel, yani mistik baskılara ihtiyaç olduğunu biliyor; iyiyi,
doğruyu, güzeli öğretmek amacıyla, bu iki b a s k ıy ı, da, kimseyi umutsuzluğa
düşürm eyen bir şefkat ve merhametle telkin ediyordu. Tembel, kavgacı ve
bilgisiz olduğu k a d a r da sefih olan bir kavmi yola getirmek için, onları sürekli
ibadetlerle uğraştırmış, kendilerini daim a gizli ve göksel b ir varlığın gözetle­
diğini ihtar etm ek suretiyle, hem onların birbirine saldırmalarının, hem de ah-
lâkdışı olan diğer fena edimlere (amel) başvurm alarının önüne geçmiş ve o n­
lara kabul ettirmiş olduğu yeni imanın kuvvetiyle, Arap kavmine, kendi kısır
yurtlarının dışındaki bölgelerin nimet ve m utluluklarını da tattırmaya m uvaffak
olm uştur. Denebilir ki o, hemen hepsi mistik olan telkinlerini, A rap kavminin
ve dolayısıyla İslâmlığı kabul edecek olan insanların bu dünyada mutlu bir
ö m ü r geçirmelerine aracı yapmıştır. Bu m utluluk ona göre, yoksulluk ve yok­
sunlukta değil, T a n r ı’nın hoş olan nimetlerini tatm ak ve insanların birbirlerini
kıskanmaksızın, emekleri ile orantılı olarak T a n r ı’nın kendilerine bağışladığı
rızk ve kısmetlerden yararlanm akta gizlidir. Bir hadisinde, evvelâ beden bil­
gisine, sonra da din bilgisine önem verdiği anlaşılan yüce elçinin hayat öyküsü,
o n u n sadece zabitliğe, sofuluğa ve ahrete değer veren çileci bir mistik olm adı­
ğım gösterir. Bu itibarla onun şeytanını, insanın bencil bir ruhla kendi çıkarı
için her çeşit rezilliklere sürükleyen bir içtepinin (impulsion) tinsel ve sim­
gesel ifadesi saymak daha doğru olur.
Hz. M uham m ed, ahlâk bakım ın dan düşük bir insan değildi. Ahlâksız bir
a d a m , insanlığa, ne yeni bir ahlâkın ilkelerini sunabilirdi, ne de savunduğu
büy ük davayı gerçeklendirebilirdi. O, içinde bulund uğ u to plum un ve kişisel de­
neylerin hazırladığı koşullardan yararlanmayı bilmiş, yoksul kavmini zengin­
leştirmiş, dünyayı yalnız zenginlerle açıkgözlerin malı o lm aktan ve insanları
o nlara uşaklık etm ekten kurtarm aya özenmiştir. Gerçekte o, zenginliğe değil,
onursuz yollardan servet sahibi olmuş zenginlere düşm andı. Sonra, onların yok­
sulları hor gören kibirlerine, övünmelerine, sefahatlerine, hayır işlerine karşı
cimriliklerine, insafsız tu tkularına düşm andı. Hz. M uh am m ed de, eski M ısır’da
M.Ö. V II. yüzyılda yaşadığı söylenen çoban Amos gibi, “Z engin, yoksulları y u ­
tan, âcizlerin h a k k ın ı yiyendir; onların ihtişam ı yoksulların sefaletinden ileri
g elir” kanısındaydı. O n a göre, insanın o n u ru n u sağlayan, takva içinde yaşama-
sıydı; yani, kendini T a n r ı’ya beğendirecek işler yapabilen bir ru h temizlik ve
büyüklüğüne sahip olmasıydı. Hz. M u h a m m e d ’in m erham et ve şefkati, insana
karşı olan sevgisinin üstünlüğü, kendisine katlanmış olduğu büyük zahmetle­
rin, sıkıntıların acısını u n uttu rm uş, büy ük ülküsü uğrunda zengin olm ak ve n ü ­
fuzunu âcizler üzerinde baskıyla denem ek gibi küçüklüklere düşmemişti, ö ,
ileriyi görüyor, onların sonuçlarım önceden kestirebiliyor, başarının tüm araç­
larım zam anında hazırlamayı ve etrafındaki insanların yetenekli ve liyakatli
olanlarından yararlanm ayı da ihmal etm iyordu. Kendisi bilgin değildi; fakat
bilimleri seven ve bilginlere saygısı olan bir bilgeydi. Askersel ve siyasal bir
dehaya da sahip olan Hz. M uham m ed, insanları yönetm ekte ve örgütler k u r­
m akta ustaydı; yalnız kendi kaVmini değil, genel olarak tüm insanları yönet­
m ekte özel b ir dehaya sahipti. Çocuklara, hayvanlara, güzel kokulara, temizliğe,
saç ve sakalına itina etmeye meraklı olan Hz. M uham m ed, siyasal bir ihtiyacın
baskısı olm adıkça ve davasını tehlikeye düşürecek bir hareket görmedikçe idam
cezasını ve savaşı caiz görmemişti. O n u n , bir toplum ya da devletin hem en tüm
faaliyetleri h a k kınd a gereken hüküm leri, yaşadığı dönem in ihtiyaçlarına, töre­
lerine ve âdetlerine olduğu k a d a r da İslâm dininin amaçlarına uygun bir su­
rette saptamış ve kendisinden öğrenilmek istenen konulara karşılık olarak söy­
lediği sözler ve bildirdiği ayetler, birer şe r’î ka n u n olarak fıkıhın esaslarını ve
geniş bir insan kitlesinin yüzyıllar boyunca güvenip dayandığı adalet bilincini
ve hatta erdemlerini oluşturm uşlardır. Bir din, siyasal güç (kudret) halini alın­
ca, tüm ahlâksal ve kutsal değerlerini yitirir. D in adam ları, bu gücün her çe­
şit zulm üne ve keyfine fetva veren im ansızlar halini alır ve iman afyonu ile
uyuşturulm uş olan kitleler, soyulması, ezilmesi gereken sürüler gibi yönetilir­
ler. Fakat b u n un böyle olacağını da hayattayken pek iyi fark etmiş olan Peygam­
ber, bir çeşit Tanrıerkil bir demokrasinin temellerini kurm uş, zulmü reddetmiş,
halkı yönetenlerin, onlara yapacakları hizmet oranında T a n n ’nın sevgisini ka­
zanacaklarını ihtar etmiş, geniş bir hoşgörü ile adaleti İslâm devlet ve gerçe­
ğinin ana ilkesi yapmaya çalışmıştır.
M üslüm anlıkta Yahudilerle H ıristiyanlara karşı, özellikle Medine dönem in­
den sonra başlayan antipati, bu nların Müslümanlığa inanmam ış ve kitaplarının
birçok önemli kısımlarını değiştirmiş o lm alarındandır (E n ’am, 91). Kitap ehli
oldukları için kendilerini kâfir saymamış olan Peygamber, onlara hiç b ir zaman
zulmedilmesine izin vermemiştir. Fakat K u r ’an, H ıristiyanlar h a kk ın da şöyle
b ir bildiride bu lu nm aktad ır: "H ıristiyanlar arasına kıya m ete d e k kin ve dü ş­
m a n lık so k tu k , zira onlar, İn c il'd e k i gerçekleri u n u tm u şla rd ır” ( E n ’am, 17).
Kuşkusuz üzerinden yüzyıllar geçtikçe, her kuram sal düşünce gibi dinsel d ü ­
şünceler de zayıflar; eserlerde de bazı değişiklikler olur. K u r ’an böyle bir deği­
şikliğe asla uğramamış olmakla birlikte, M üslüm an kavim ler arasında bu yüce
dinin uygulanma şekli ve onun hüküm lerine itaat oranı, değişmemiştir dene­
mez. Hıristiyanlar arasına kıyamete dek kin ve düşm anlık sokmuş olmak, Mtis-
lüm anlar arasına da böyle bir uyuşmazlığın sokulamayacağına delâlet etmez.
N itekim daha dört büyük halife zam anından başlayarak çağımıza dek A raplar ve
İslâm lar arasında da Hz. M uham m ed'in gerçeklendirmek istediği birlik ve k ard eş­
lik kurulam am ış ve İslamların da birbirlerine karşı olan düşm anlıkları, öteki din­
lere m ensup olanlarınkinden daha aşağı olmamıştır. Hz. M uham m ed, konu nun bu
kad ar ince ayrıntıları üzerinde herhangi bir bildiride bulunm am ış, tüm kitaplı
dinlere değer vermiş ve onların sakladıkları ya da bozdukları kısımları, K u r ’a-
nııı tamamladığını bildirmekle yetinmiştir: “ Ev kita p ehli, şim di size elçim iz geldi;
kitabınızın , g izlem iş o ld u ğ u n u z birçok yerlerini size açıklıyor (ve birçoğundan
da) vazgeçiyor; işte T a n r ıd a n bir nur, parlak bir k ita p g eld i” ( E n ’am, 15).
Gerçekten de o, bugünkü İslâm din adam larının onaylamaları pek de kolay
olmayan bir hoşgörüyle, kendinden korunm alarını dileyen Necranlı Hıristiyan-
ları, cizye vermeleri koşuluyla, hem himaye etmiş, hayatlarını bağışlamış, hem
de, bu esnada ibadet etm ekte olduğu mescidde onların da kendi kıbleleri olan
doğuya dönerek tapınm alarına izin vermişti. Bir sahabenin itirazına karşın Hz.
M u h a m m e d ’in gösterdiği bu hoşgörü, kuşkusuz çağımız parlam entolu dem ok ­
rasilerinde savunulan vicdan özgürlüğüyle özdeş değildir, fakat siyasal ve ah­
lâksal değer ve sonuçları bakım ından önemli bir başlangıç, derin ve büyük bir
anlayıştır.
Hz. M uham m ed, kuvvetlenm eden önce, öteki dinlere karşı daha yakınlık
göstermişse de İslâm ülküsü kök salmaya başlayınca, insanları tek din ve tek
Tanrı inancında birleştirme amacına engel olan kuvvet ve dogmalara lıücum
etmiş, üçüzlemeyi ve Hz. İsa ’nın Tanrılığını ve kendilerini -T a n rı’nın oğulları
ve sevgilileri sayan inançları şiddetle reddetmiştir. N itekim o, Hıristiyan vc Ya-
hudileri de kendisiyle birleştirerek bir üm m et oluşturmayı denedi. O nların din­
sel inançlarından bazı öğeleri M üsümanlığa aktardı, "Y a h u d ilerin sabah, akşam
nam azlarına öğle ve ik in d i nam azlarını e kled i ve bu ka vm in on m uharrem deki
oruç gün ü n ü de M üslüm anlar için oruç ve barış güııii y a p tı”. M üslüm anların
da Y ahudiler gibi sünnet olmalarını emretti. Ayrıca da cahiliye dönemi m üşrik­
lerinin türlü mistik törenlerinden bazılarını küçük değişmelerle M üslümanlığa
mal elti ve evvelce de kaydettiğimiz gibi, H a n if ’lerin ve M u v a h h it’Ierin savun­
muş oldukları din dogmalarının çoğunu yeniden ve daha esaslı olarak İslâm­
laştırdı. "E y tüııı inıaıı edenler, h ep in iz İslâına girin; şeytanın adım larını izle-
'm eyin; o, sizin açık d ü şm a n m ızd ır” (Bakara, 209) vc, "H a lk bir tek ü m m e tti”
(Bakara, 214) gibi ayetlerden de anlaşılacağı gibi, onun amacı, insanlar arasın­
daki anlaşmazlıkları artırm ak değil, onları, Müslümanlığın barış ve birlik anla­
yışı içinde yok etmektir. Bunun içindir ki, o, Müslümanlığın tüm ilkelerini ö n ­
ceden hazırlamamış, olayların akış tarzına uyarak meydana gelmiş olan koşul­
lardan yavaş yavaş yararlanarak hem de tüm insanların kusurlarını düzeltmek
vc m utluluklarını sağlamak için sosyal vc siyasal hayatı bir dinsel reform içinde
yavaş yavaş düzenlemeye çalışmıştır; yine bu nun içindir ki o, kendisinin tüm
insnlara gönderilmiş olduğunu ilân etine emrini almıştır: " E y insanlar, ben si­
zin hep in ize T a n rı’nın elçisiyim ”; "S en i insanların hepsine g ö n d erd ik ” ayetleri,
o nu n tüm insanları İslama çağırma ödeviyle görevlendirilmiş olduğuna delâlet
ettiği gibi, şu ayetlerdeki, “ A d em o ğ u lla rı" deyimi de, Müslümanlığın tiım insan­
lar için olduğunu gösterir (Araf, 26, 27, 31, 35).
Kuşkusuz, onun da, bir insan olarak kendisinin de itiraf ettiği gibi, özel
bayatında olduğu k a d a r da siyasal hayatında bazı kusurları olm uştur, llz . M u ­
h a m m e d ’in büyüklüğü, kendi kusurlarını bilmesinde, onları düzeltmek vc tek­
rarlam am ak için Tanrısal ihtar ve irşadı bir ibret dersi olarak ilân edebilmesin-
dedir. Asıl hazin olan nokta, bazı hataları işlemiş olmasından değil, kendinden
sonra gelmiş olan İslâm h ü k ü m d a r ya da şeflerinden bir kısmının, onun erdem ­
lerinden çok hatalarını benimsemiş olmalarıdır. Servet ve güçleri (kudret) a rttık ­
ça şehvet, sefahat ve istibdatları artan bu h ükü m da rla r, saraylarını kadınlarla
d oldurm ak, bazılarının karılarını boşatıp kendilerine mal etmek, bazılarının ve
hele kendilerine güvendikleri kimselerin kadın ya da kızlarıyla evlenerek nüfu z­
larını akrabalık ilgileriyle her yönden ve duygusal bağlarla kuvvetlendirm ek,
haksız olarak mallarını m üsadere etmek ve bazılarını bir kapris uğruna neden­
siz idam ettirm e k ... vb. gibi Doğu âleminin türlü bozuklukları içinde uyruk la­
rının geri kalm asına ve ahlâk bakım ınd an çökmesine hizmet etmişlerdir.
Hz. M uham m ed, gecesiyle, gündüzüyle, yıldızları, fırtınaları ve yağmurla­
rıyla... tüm doğayı inceden inceye gözleyerek tüm bu nlarda derin bir mantığın
gizlenmiş b u lun du ğun u anlamış ve anlatmış, T a n r ı’nm birlik ve varlığının cn
güçlü kanıtlarını da bu gözlemlerden çıkardığı sonuçlardan elde etmiştir. Hiç
bir din adam ı, bu k onuda Peygamber k ad a r yüksek bir anlayışla T a n r ı’nın yüce
sıfatlarını kavram ış değildir. O , bir yandan kendi kavmini kalkındırm ak, bir
yandan da Müslümanlığı kabul etmiş olan kavimler arasında kurulacağını u m ­
duğu ve kurulm asını dilediği din kardeşliğinin dayanışm asından yararlanarak
barış vc adalet içinde yaşayan m utlu bir insanlığın doğmasını istemiştir. Bu
ütopya, ona göre, M üslüm an anlayışına uygun bir tek T a n r ı’ya inanm akla ve
ulusların gelenek ve görenekleriyle eski inançlarını yıkmakla sağlanabilecekti.
O , bu m utlu olayın gerçekleşmesini, hiç olmazsa uzak bir gelecekte M üslüm an­
lığı tüm insanların kalbine işletme u m u d u n a bağlamıştı. Ebedî barışın evrensel
b ir din sayesinde gerçekleneceği düşüncesi daha çok önce, yani milâttan altı
yüzyıl önce yaşamış olduğu sanılan peygamber Yeşu tarafından da savunul­
muştu (Tevrat: E ş’iya, II, 2-4). Fakat Hz. M uham m ed, b unu sadece tasarlam a­
mış, Müslümanlığı yaymak için giriştiği türlü girişimlerle de gerçeklendirmek
istemişti. Fakat bu büyük ütopyanın başarılması, sınırlı b ir bölgede ve geçici
bir dönem de gerçeklenir gibi olduysa da, Müslümanlığı kabul eden kavimlerin
sayısı arttıkça bu ülkü bir ütopya olm aktan daha ileri gidemezdi. Zira ulusal
çıkarlarla dinin amaçlarını uzlaştırm ak olanaksızdı; ve bu hiç bir yüzyılda ger­
çeklenmiş değildir. Evvelâ A raplar, kendi aralarında tam bir birlik k u ra m a­
dılar; sonra diğer Müslüm an kavimler, kendi tarihlerinin zorunlu kıldığı b ir
amaca doğru ilerlediler; bu dinin k orun m a ve yayılmasına A raplard an daha az
hizmet etmemiş olmalarına karşın, kendi aralarındaki sosyal ve siyasal yarış­
m alardan kurtulam adılar. Bu olay, yalnız jslâm âleminde değil, Hıristiyan dev­
letlerinde de çağımıza dek sürüp gelmiştir. Z aten K u r ’anın bildirisine göre.
Yüce Tanrı da insanları bir tek dine bağlayarak, b ir tek ümmet haline getir­
mek istememiştir; istemiş olsaydı, böyle çeşitli dinlerin çıkmasına ve birbiriyle
yarışıma kalkışmalarına da izin vermezdi. Buna karşın Hz. M uham m ed, evren­
sel bir dinin tüm ilke ve dogmalarıyla ritiiellerini hazırlamıştır. Bir yandan seç-
meci (eclectique), b ir yandan da uzlaşımcı (cyncretique) bir özellik taşıyan bu
dinin yapısına, insanların birlik ve kardeşliğini sağlayacak öğeler eklenmiştir.
Oysaki, insanlığın ebedî bir barış içinde gelişmesi, din yoluyla değil, ancak layik,
olumlu b ir eğitim ve kültürle, sonra da ulusların ekonomik, ahlâksal dayanış­
malarıyla, nihayet uluslararası ve insan haklarını da kapsayan barış anayasala­
rıyla sağlanabilir. H e r rejim ve ideoloji ayrılığı gibi, din ayrılıkları da, insanlar
arasında gerçeklenmesi hayal edilen birlik ve kardeşlikten çok saldırganlığa ve­
sile olmuştu. Zira, dinlerin yapılarında ve tözlerinde gerçekten bir hoşgörü, in­
sanın tüm özgürlüklerine içten saygı yok gibidir. Din, çağımızda siyasal fonksi­
yonunu az çok yitirmiş olduğu için, insanları birbirine düşman eden etkenler­
den biri, hatta en önemlisi eksilmiştir ki, bu, insanlığın geleceği için um u t ve­
rici bir ilerlemedir. Bugünün insanı, d ü n ü n insanından daha çok T a n r ı’ya yak­
laşmıştır; z i r a . araya giren engeller, seviye ve tutkuları korku nç denecek k ad ar
dinin emirlerine uymayan din adam larının etkisini pek azaltmış ve insan daha
içten v e duyarak Ulu Y a ra d a n ’a bağlanm ak olanağını bulm uştur. Bu gelişme,
tüm insanlara, aynı T a n r ı ’m n kulu olduklarını ve tüm ünün törensiz ve dolaysız
başvurabildikleri T a n r ı ’m n aynı T anrı olduğu inancım vermiştir.
H er büyük adam , gücünü bir bü y ü k eser ya da eylemle ispat eder. Pey­
gam berler de, amaçlarım gerçekİendirebilmek için, yaşadıkları dönemin koşul­
larına ve ihtiyaçlarına göre birtakım mucizeler gösterirler. Ö rneğin, eski M ısır’
da bağıya önem verildiği için Hz. M usa’nın mucizelerinde bağı ile savaşan bir
bağı vardır ve Beni İsrail’i Mısır egemenliğinden k urtarm ak isteyen göçler ve
askersel hareketler vardır. Bunlar, b ir kavm in tarihinde o türlü başarılardır ki,
sonradan gelen ku şak lara b ir mucize etkisi yapar ve kavm in belleğinde, bir mis­
tik hak ik at imiş gibi sürüp gider; özel b ir mitolojinin de doğmasına neden olur.
Vakıa Hz. M uham m ed de tü m diğer İsrail peygamberleri gibi, m istik ilham lar­
dan ve hayallerden kurtulm u ş değildir; fakat o nu n asıl b ü yü k yanı, savunduğu,
bildirdiği düşünce ve emirlerin sosyal değerlerinde, psikolojik ve ahlâksal de­
rinliğinde saklıdır. Kuşkusuz, o da, Samî kavimlerin geleneklerinden, geçmişin
animizmine dek u zanan ilkel inançlardan b üsb ütün arınmış değildir; fakat onun
sisteminde insanlığı bir kardeş olarak birbirine bağlayacak olan türlü gerçek­
lerin parıltıları ve insanın büyüklüğünü onaylayan ciddî bir m antık vardır.
Hz. İsa dönem inde k e lâ m ’ın ve manyetik etkilerin önemi vardı ve Roma
im paratorluğuna karşı silâhla savaşmak olanaksızdı. Bu nedenle ve havarileri,
çağımızda G a n d i’nin H in d ista n ’da, İngilizlere karşı uyguladığı gibi, soğuk savaşla
am açlarına ulaştılar. Hz. M uh am m ed ise, mucize göstermeye tenezzül etmedi.
Mucize öyküleriyle beslenmiş olan kavm ine d ürüst ve ahlâksal telkinlerle akıl
ve vicdanlara hitap etti. Kendisine kavm inden başka karşı koyacak yabancı güç­
ler var olmayan bir toprakta yetiştiği için, istediği birliği önce kendi kavmi a ra ­
sında kurm aya çalıştı. Mucize göstermedi; başardığı işler ve K u r ’an, onun en
parlak mucizesiydi (A nkebut, 51). Peygamber olarak m istik hayatının esinle­
rinden yararlandı; fakat bir devrimci olarak tüm direnmeleri ve tehlikeleri, yük­
sek irade ve dehasının m antık ve girişimleriyle devirdi. Düşünsel ve mistik ara­
cıların başarı için yetersizliğini anlamıştı. Bunun içindir ki, m ancınıktan baş­
layarak, ok, m ızrak, zırh, kılıç, kalkan, at, h e n d e k ... vb. gibi tüm savunm a ve
saldırm a araçlarına başvurdu. Kendisine inanmış olanların insel güçlerini ar­
tıran vaatler ve telkinlerden de yararlandı. Nitekim kendi uğrunda göç eden­
lerle savaşanlara katılanlara, yalnız ahret m ü kâfatlarım vaat etmekle kalmadı,
onların geçmiş günahlarının da m utlaka affedilmiş olduğunu müjdeledi ve dünya
sıkıntılarından kurtulm aları için, savaşta yağma ettirdiği ganimetlerden her biri­
ne ayrt ayrı pay verdi. K u r ’an d a b u ganimetler y üzünden baş göstermiş olan
bazı anlaşmazlıkların önüne geçmek isteyen ayetler vardır. Kuşkusuz, Hz. M u­
ham m ed, b ir peygamber olarak yalnız T a n r ı’ya güvenmiş vc bu kutsal inancın
verdiği ruh gücüyle insanlara kendi inandıklarını kabul ettirmek gibi büyük bir
işi başarmıştır. M ed in e’ye kaçarken sığındıkları m ağarada korku heyecanları
geçiren Ebu Bekir’e, iki kişi olm adıklarını, üçü ncünü n, yani Yüce T a n r ı’nın
kendilerini koruyacağını müjdeleyecek k a d a r inandıklarında samimîydi. O n u n
başarılarını sağlayan diğer tarihsel etkenler de vardı. Esasen kendisinin yetiştiği
dönem lerde Bizans’la İran ve Rom a soysuzlaşmış, çökmeye başlamıştı. Bunun
içindir ki Hz. M uham m ed, başka uluslardan, kendi kavm inden ve hatta kendi
ak ra b a la rınd a n gördüğü k a d a r şiddetli bir düşm anlıkla karşılaşmadı. O, bir yan­
dan, A rapların ganimet d üşkünlüğünden yararlanm ış ve onların tutkularına hiz­
met etmiş, bir yan dan da kavminin zihnine dünya ve ahrette m utlu olma düşü n­
cesini yerleştirmiş, yani çıkarla ülküyü birleştirerek, bu duygulardan yoksun
olan kitlelere hem düşünce, hem de silâhla saldırmıştır. O n u n ve dolayısıyla
M üslüm anların daha b üyük ve güçlü uluslarla yaptıkları savaşarda kazandıkları
başarılar, eski Y unanlıların Medye savaşlarında, milyonlarca İranlıya karşı ka ­
zanmış oldukları zaferlere benzer. Tarih, ü lküden yoksun olan toplulukların,
sayı ve silâh b akım ınd an üstün olmaları yüzünden , son zaferi elde ettiklerine
dair ciddî bir örnek gösteremez. Bizim en zayıf ve parçalanmış bir dönemimizde
kazandığımız İstiklâl Savaşında da bu gerçeğin rolü v ardır ve özellikle böyle
ülkülere bağlı ulusların başında Hz. M uham m ed ya da A tatürk gibi, sözlerine
güvenilir liderler de b u lu n d u k ta n sonra, yenilgiye uğram ak olanaksızdır. Bu
itibarla, yüce Peygamberin başarılarım , yalnız T a n r ı’m n b ir lütuf ve inayeti
saymak; yine T a n rı tarafından kendisine bağışlanmış olan büyük zekâsını, e r­
dem ve dehasını inkâr etm ek olur.
Hz. M u h a m m e d ’i, kendi dönem inde kâhin, ozan, hatta son çağlarda bazı
Batı bilginlerinin saralı saydıkları gibi deli zannedenler de olm uştur. Dr. Dozy
gibi tarafsız olmayan bazı tarihçilerle ruh hastalıklarıyla uğraşanlar, on un saralı
olduğunu da iddia etmişlerdi. Bu iddialar, hayatının tüm özellikleri bilinmekte
olan Hz. M u h a m m e d ’in büyük başarıları ve eserleri karşısında kolay kolay ispat
edilemezler. T üm duygu ve düşüncelerindeki içtenlikten şüphe edilemeyen bu
büyük elçi de, kendi bilinçaltından gelen yüce ü lk ü n ü n , Tanrısal ve kendi d ı­
şındaki bir kutsal kaynaktan geldiğine inanıyordu; tüm mistiklerde, peygam­
berlerde de var olan bu inanç, b u ruh hali, onun üstün bir gürle büyük işler
başarmasına yaramıştı. Zannedildiği gibi, illetli olan bir ruh tan evrensel bir dinin
ve bu dine bağlı b ir uygarlığın doğabilmesine olanak yoktur. H atta onun ruh
yapısında, normal sayılan insanlarınkine uymayan sübnormal bazı özelliklerin
bulunm ası bile, onu asla küçültmez. Başka başka uluslardan sayısı beş altı vüz
milyonu bulm uş olan b ü yü k b ir insan kitlesine beş vakit nam azda ve diğer d in ­
sel törenlerde, kendisine salavat getirtmeyi başarmış, milyonlarca insanı yattığı
topraklarda kendisinden şefaat dilendirmiş, hayattayken de, devlet adamı, baş­
kom utan ve k a n u n la r yapan bir devrimci olarak çölün bilgisiz ve ilkel aşiret­
lerini bir özel im an ateşiyle tutuştu rarak m üşriklere karşı zaferler kazanmış olan
bir üstün insanın aklından k uşk ulanm ak için, her şeyden önce bu h ü km ü vere­
cek olan akılların sağlığından kuşk ulanm ak gerekir. Hz. M uham m ed, bir hadi­
sinde, “İnsa n ın d in i aklıdır; aklı olm ayanın d in i y o k tu r ” diyebilecek denli akıllı
ve akla değer veren b ir insandı. N itekim, Hz. A yşe’nin bir sorusuna karşılık
olarak da, “İnsanlar, dünyada da ahrette d e akıllarıyla birbirinden üstün ola­
caklardır” karşılığını vermişti. H atta Hz. M uham m ed, gerçekten hasta bir insan
olsaydı bile, insanlığa yapmış olduğu hizmetin büyüklüğünü, onun bir hastalık
yüzünden küçümsenm esini değil, hasta olmayanları k ıskandıracak ve u ta n d ıra ­
cak denli büyütülm esini, yüceltilmesini gerektirirdi.
Ayetlerle hadisler, tek tek ele alındığı takdirde, Peygamberin insanları d ü n ­
ya m a lından ve dün yad an soğuttuğu, yalnız ahrete bağladığı zannedilir. Oysaki
bir b ü tün o larak Hz. M u h a m m e d ’in davası, ölüm den sonraki m utlulukları, d ü n ­
yadaki yoksunlukları faiziyle ödeyen b ir m ük âfa t saymış değildir. O , T a n r ı’
nın b u d ünyada insanlara bağışlamış olduğu bin bir çeşit nimete dikkati çekmiş,
bu âlemde m eydana getirilmiş olan h e r şeyin insan için yaratıldığını anlatmış,
T a n r ı ’ya şükrederek ve israf etmeksizin bunları tatmaya, bun lara lâyık olmaya
teşvik etmiştir. Denebilir ki, o n u n ahrette vaat ettiği nimetler, dünyadaki ölçü­
süz tutkuları frenlemek ve yoksul olanları teselli etm ek için ileri sürülmüşlerdir
ve insanların birbirine zarar vermelerine engel olacak erdemleri benimsemeyen­
lerin, bu dünyada ceza görmedikleri takdirde, Tanrısal adalete teslim edile­
ceklerinin ihtarıdır. O n a göre, hayatın amacı, yalnız bu m addesel nimetleri tat­
m ak ve b u n la r için yaşamak değildir. Bu nimetlerden yoksun olanlara da tattır­
m ak ve yalnız bu m aksatla kazanmayı m eşru sayan bir inanca itaat ettirmektir;
yani o, insanları çıkarcı tutkulardan ve bunların insanları sürüklediği çeşitli
haksızlıklardan k urtarm ak ister ve insanın bir de tinsel yanını besleyerek, onda
yüce ve karşılık beklemeyen büyük ve soylu duyguların kökleşmesine çalışır.
Bunun içindir ki Hz. M uham m ed, yalnız bir filozof ve Tanrıbilim ci gibi değil,
akla ve deneye dayanan bir doğa bilgini gibi, evreni dikkatle gözetleyerek, gör­
düklerini m utlak gerçeklik olan Ulu T a n r ı’nın varlığına bir kanıt saymış, aynı
z am anda T a n r ı ’n m insana b u nlard an yararlanm ak için gereken akıl ve iradeyi
de bağışladığım ilân etmiştir. Yani ona göre, insan, doğa karşısında sadece es­
tetik bir haz içinde seyirci kaldığı sürece, rızkını yalnız T a n r ı’dan bekleyen bir
miskin ve aç b ir ozan o lm aktan kurtulam az. D o ğ u ’ııun, «Bir lokma, bir hırka;
bir dost, bir post» peşinde koşmuş olan akılsız dervişleri, Hz. M u h a m m e d ’in
sisteminde T an rı nimetlerini görmeyecek ve onlara lâyık olmayacak k adar za­
vallıdırlar ve kendilerine zulm eden bu insanlara acımak da yersizdir. Bunun
içindir ki o, sadakayı el-avuç açm aktan utanm ay an dilencilere değil, sabırlı
yoksullara, çalışıp kazanam ayacak olan âcizlere bir yardım olarak savunm uş­
tur. Bunun içindir ki, kendi zam anında ve jslâm ın ilk dönemlerinde, zekâtları
kabul edecek insan bulm anın zorlaştığı, yoksulların, bu türlü yardımları ken di­
lerinden daha yoksul sandıkları diğer m uhtaç olanlara gönderdikleri, bilinen ta­
rihsel gerçeklerdendir. Çalışmayı, m eşru kazancı, gerçekten yoksul olanlarla ö k ­
süz ve kimsesizleri k orum ak, kalkınd ırm ak için kazanmayı savunmuş olan Hz.
M uham m ed, ihtikârın, ticaret hırsızlıklarının, hasisliğin, vurgunculuğun, adaleti
satan vicdansız yargıçlarla, satın alan haksız zenginlerin, kinin, iftiranın, yala­
nın, müzevirliğin ve her çeşit cinayetin önüne geçmeye çalışmıştır. Kendisinin
ahlâksal erdemleri aşılamak v e 'ta m a m la m a k için geldiğini bildiren bu ulu elçi,
toplum, aile, h atta bireylerin ru h ve beden sağlığına dair olan eski ve geri alış­
kanlıklarını değiştirmek suretiyle, yaşadığı dönem e kıyasla yüksek bir devrimin
kahram anı olmuş, kadının o n u ru n u , mevki ve haklarını korumayı başarmıştır.
Çok karılı evlenmeyi savunmuş olması, yaşadığı dönem için b ir reform sayılır.
Zira, A rap kabilelerinde aile, anaerkil (matriarcal) bir karaktere sahipti; yani
bir k adının birçok kocası (polyandrie) ve b ir erkeğin birçok karısı (polygamie)
vardı; çocukların gerçek babaları bilinmiyordu ve kadının miras hakkı kesin
esaslara dayanm ıyordu. O , fuhşun, zinanın, k um arın, rüşvetin, özet olarak para
kazanm ak için her çeşit hak, haysiyet ve o n u r duygusunu feda eden insanların
rezillikleri aleyhinde bu lunm uş, hayvanları ve köleleri korum uş, eşitliği savun­
muş ve kölelerin azat edilmelerini salık vermekten çekinmemiştir. O , tüm k ö tü ­
lüklerin kendi kaprislerim izden, tutk ularım ızdan m eydana geldiğini, insanın
T a n r ı’dan yardım görebilmesi için, evvelâ kendi nefsimize kendim izin yardım
etmemizi, yani kendimize zulmetmemekliğimizi savunmuş, kendi hayat ve giri­
şimlerinin pratik örnekleriyle de insanlara gösterilmesi gereken bü yük ve so­
mut bir ahlâk ve ahlâkçı örneği olmuştur.
Hz. M uham m ed, bir yandan da mistik bir kişilikti. Kendisine tecelli eden
tinsel görüm ler (visions), göze ve kulağa hitap eden sanrılar h a k k ın d a içten
imanlı ve asla yalan söylemeyen, bu nedenlerle de inandırabilmiş b ir din k u ­
rucusudur. Bizim kendisini görmekten âciz olduğum uz Ulu T a n r ı’nın bizleri
ve bizim görmediğimiz daha birçok şeyleri görüp denetlediğini, b u görünen
yaşadığımız âlem den başka görünmeyen, ancak ölüm den sonra gidilecek bir
âlemin ve varlıkların var olduğunu tereddütsüz ve cesaretle v a ’zetmiştir. Buda,
ölürken, "Y a ra tılm ış olan her şey helake m a h kû m d u r; gevşem eksizin savaşınız”
demişti. Hz. M uh am m ed ise, yaratılmış olan hiç b ir şeyin ebedî olarak helâka
m ahkûm olmadığını, ölüm ün b ir görünüşten, geçici bir uyuklam adan ibaret ol­
duğunu, tüm ölülerin, ebedîliğin göğsünde diri oldu klarım ve onların asla bir
eğlence olarak yaratılm adıklarını, b u yüzden de T an rı katın da, dünyadaki ey­
lemlerimiz dolayısıyla sorumlu olduğum uzu bildirerek, insana, ödevlerinin ne­
ler olduğunu açıklamıştır: "B iz göğü ve yeri ve aralarında bulunan yaratıkları
boşuna yaratm adık. B iz eğlence aram ış olsaydık, ya nım ızda eğlenceli şeyler b u ­
lu n d u ru rd u k, b u n u y a p m a d ık " (Enbiya, 16-17).
Hz. M uham m ed, saçma inançlara da leğer vermiş değildir. Bir hadisinde,
— evvelce de kaydettiğimiz gibi— , "H er saçm a inanç (b id ’at) bir sa p ık lık tır ve
sa p ıklık ateştir” demiş olduğu halde, o n u n hayatından söz edenler, sahabelerin,
yeni doğan çocuklarını kendisine getirerek dua ettirdikleri ve çocukların d a ­
maklarını ovdurd uklarını anlatırlar. O nu , zam anında evliya zannedenlerin de
bulunduğu söylenir. Ö rneğin, D im ad ibn Salebet’il-Ezdî adında b ir üfürükçü,
kendisine şifa versin diye, Peygamberi ziyaret ederek nefes etmesini rica etmiş
ve isteğine nail oldu ktan sonra da M üslüm an olmuş. Bir söylentiye göre, Falak
suresi, şu nedenle inmiş: Cinlerden biri, Hz. M u h a m m e d ’e büyü yapmış ya da
yapm ak istemiş, Cibril b u n u Peygambere h a b e r vermiş; onu n şerrinden k o ru n ­
ması veya kem nazardan sakınması için inmiş olan bu sureyi, Hz. M uham m ed,
yatarken daim a o k u r ve başkalarının da y atm adan önce bu sureyi okumalarını
salık verirmiş; hatta b u sureyi okud uğ u zam an, kendisine yapılm akta olan b ü ­
yülerin etkisiyle duymuş olduğu sıkıntılardan ku rtulurm u ş. Bu söylentilerin ne
denli gerçek olabileceğini belirtm ek zordur. Eğer bun lar, doğruysa — ki ciddî
tefsirlerde bile bu söylentilerden söz edilm ektedir— cinlerin peygamberlik sıfa­
tından üstün bir güce sahip olduklarını kabu l etm ek, onların Peygamberi büyü-
leyebildiklerine, Cibril h ab e r vermemiş olsaydı, kendisinin b u n u fark bile ede­
meyeceğine ve cinleri yenilgiye uğratabilm ek için bir ayrı sureye ihtiyaç oldu ­
ğuna ve T a n n ’m n , yüce elçisine cinleri m usallat etm ekten çekinmediğine inan­
m a k gerekir ki, b un ların hiç biri, norm al ve imanlı b ir aklın kabul edebileceği
gerçeklerden olamaz. Başka bir söylentiye göre de, sözde Beni Esed kabilesinden
birinin Hz. M u h a m m e d ’e nazarı değmiş, b u n u n üzerine Peygamber titremeye
başlamış ve Kalem suresinin 51-52’nci ayetleri b u olay dolayısıyla inmiş. Bize
öyle geliyor ki, bu çeşit söylentiler, A rapların cahiliye dönem inden kalmış bazı
inançlarının serpintileridir ya da Şiîlerin veliliği peygamberlikten üstün sayma­
larından doğmuş veya saçma inançları b ir geçim aracısı yapmış olanların kendi
sanatlarına kutsal b ir değer verm ek için uydu rduk ları öykülerdir. G erçek olan
şu du r ki, Hz. M uham m ed, m ezarının putlaştırılmamasını dileyen ve saçma inanç­
lardan olduğu için bağıyı reddeden ve kü fü r sayan bir akıllı ve gerçekçi insandı;
kendi öz oğlu İb r a h im ’in öldüğü gün bir tesadüfle güneşin tutulduğunu gören
Medineliler, bu nu göksel bir m atem işareti saymışlar ve kendisine bu konuda
bilgi edinm ek için başvurm uşlardı. Peygamber. “ Y ıld ızla r, hiç bir yaratığın
ölüm ü için ken d ilerin i g izlem ezler” cevabını vermiştir. O n u n görevinde mistik
bazı durum ların ve hareketlerin bulunduğu inkâr edilemez. Fakat bu nlardan
yararlanm ak isteyen bazı bilgisiz ve ham sofular, daima tapılacak p utlar ara­
mış ve icat etmişlerdir. O nların bu dü şkünlüğünden yararlanm ak isteyen açık­
gözler, türlü kutsal fetişler icat etm ekten çekinmezler. O nlar, yalnız kendilerini
iyi ya da kötü yönetenler ö nünde eğilmekle kalm azlar, aynı zam anda sakal-ı
şerif, Kâbe örtüsünden kesilmiş parçalar, Zemzem suyu veya Mekke dolayların­
dan getirildiği iddia edilen topraklar ve oraların ç ürük hurm aları, h u rm a çe­
kirdekleri... gibi m addelerde de bin bir çeşit kutsal yarar ve hassa olduğunu
ileri sürerek âdeta bunlara Peygamberin eli değmiş veya Peygamberin kendi­
siymiş gibi bir çeşit ibadete yakın saygı telkininde bulun urlar. Bu duygular,
tarihsel anıları temsil eden belgelerle eşyaya karşı beslenen saygı ve ilgiye asla
benzemezler; bu nlarda, halkın saflığından yararlanan birtakım çıkarcı am açlan
gizlidir.
Hz. M uham m ed, yalnız Müslümanlığın değil. Arap ulusu nu n da kurucusu
olduğu gibi, Müslümanlığı kabul etmiş olan ulusların da maddesel ve tinsel
kalkınm alarına ve dolayısıyla bir İslâm uygarlığının doğmasına büy ük çapta
hizmet etmiştir. Z ira, bu uygarlığın dayandığı tüm ilkeler onıın eseridir. G e ­
rek dini ilgileyen bilgilerde, gerek layik bilim ve sanatlarda Müslümanlığa hiz­
met etmiş olan kavimler arasında A raplardan daha çok diğer M üslüm an ka­
vimlerin, özellikle biz Türklerin emekleri daha çoktur. Hz. M uham m ed, İslâm
âleminde, teokratik olsa da, cumhuriyetçi bir demokrasinin ilk taslak ve direk­
tifini vermiş olan büyük bir devlet adam ıdır. Duygularına kapılmayan, karar
ve h üküm lerde daim a ileriyi düşünerek hareket eden, her insandan yararlanm ak
için, herkesin anlayacağı şekilde konuşan, önceden verilmiş olan em ir ve k ural­
ları, zamanın ihtiyaçlarına göre ustaca değiştirmesini bilen, başkalarının görüş­
lerinden, düşüncelerinden yararlanm aktan çekinmeyerek danışm anın verimli ve
isabetli bir yöntem olduğunu öğreten bu yüce adam ın hiç bir bildirisi d o n d u ­
rulmuş ve değişmez bir özellik taşımaz. T ü m bildirileri, ulusların ve zamanların
ihtiyaçlarına göre esnek bir tefsir ve çevirtive elverişli, birbirini tamam layan bir
niteliğe sahiptir (T ürlü tarihlerde yetişmiş olan tefsircilerin açıklam ada göster­
miş oldukları başkalıklardan da b u gerçeği anlam ak kolaydır). Bunlardan ya­
rarlanmayı bilmeyen din bilginleri, toplum ların ileri gitmesini sağlayan atılım-
ların önüne geçmeyi, din adına kutsal b ir ödev saymışlardır. T ü r k tarihi, ya­
pılan her yenilik girişiminde, b u zümrenin yaptığı direnm eler ve çıkardıkları
ihtilâllerle doludur.
Hz. M uham m ed'in ısrarla üzerinde du rduğu büyük gerçek, yalnız her şeye
gücü yeten, istediğini dilediği gibi y apm akta olan, bu suretle de insanlar için
büyük bir özgürlük simgesi olduğuna da inandığımız, yarlıgayan, cezalandıran
Yüce T a n r ı’m n birliği değildir; o, aynı zam anda ahlâkla im anın birbirinden
ayrılamayacağına, imansız bir kavm in birlik ve bağımsızlığa kavuşamayacağına,
insanlar arasındaki genel birliğin de ancak İslâm imanıyla sağlanabileceğine söz
götürmez b ir kesinlikle inanmış ve inand ırm ak istemiştir. Kuşkusuz, bugün din­
lerin ulusal ve insel birliğe hizmet edemeyeceği kesin b ir gerçek olarak belirmiş
bu lunm aktadır. Fakat bu, b ir ü lkü nü n gerçek değerini küçültmez; M üslüm an­
lık, değişmeyi, evrim ve devrimi kabul etmeyen b ir din değildir. Bugün toplum-
la rm evrimi, dinsel emirlerin dışına çıkacak k a d a r genişlemiş ve insan seviyesi,
pek eski yüzyılların ve oldukça geri kalmış ya da ilerlemesinin daha ilk dönem ­
lerinde bulunan küçü k bir kavm in seviye, ihtiyaç ve anlayışım sonsuz bir suret­
le aşmış olduğu için, yeni ihtiyaçları düzenleyecek ve .kandıracak kuralları din
dogm alarında araştırm ak ve bu dogm alarda bulunabileceklerini zannetm ek bo ­
şunadır. Zira, dinin görev sınırları, evrimin ve gelişmenin tüm olasılıklarını ve
zorunluluklarını kuşatamaz. Çağdaş uygarlığın aldığı yön, ulaştığı ve ulaşacağı
duraklar, artık bireyleri kendi Tanrılarıyla başbaşa kalmayı ve dini, dünya işle­
rinden uzaklaştırmayı gerektirmektedir. Peygamberimizin hayatı ve girişimleri,
getirdiği büyük eserin gerçek anlam ve amacı, b u düşünceye asla aykırı değildir.
Bugünkü İslâm devlet ve toplum larının siyasal ve sosyal yaşamlarına d ik­
kat edilirse, bu gerçeğin gittikçe kökleşmekte ve gerçekleşmekte olduğu görülür.
K u r ’anm doğru yolda olduğuna işaret ettiğimiz kimseler, takva içinde olanlarla,
"Sana indirilene, senden e v v e lk i indirilm iş olanlara im an edenlerle ahreti kesin
olarak bilen lerd ir” (Bakara, 2-3). H oşgörünün bu geniş anlam ına akıl erdiren­
ler, artık insanların din ve m ezhep farklarından dolayı birbirine düşm an olmanın
caiz olmadığını ve uyrukları, türlü dinlere m ensup olan insanlardan birleşik
olan b ir devlette, dinlerüstü ve dinlerdışı kanun ların yürürlüğe konulması ve
insanca bir kardeşlik dileğinin İslâm ülküleri içinde büyük bir yer tuttuğunu
pek iyi anlarlar. Z ira Hz. M uham m ed, T a n r ı’yı yalnız M üslüm anların değil,
âlemlerin ve tüm insanların Rabbi ve evrenin ulu mimarı olarak kutlarken, tüm
b ir geleceğin en büyük barış ve esenlik ülkü sün ü de yaratmış bu lunm aktadır.
Z ira bu Tanrı, yaratıklarından uzakta değil, onların içinde, onların, “ Şahda-
m orlarından daha yakın o la ra k” kendilerine aynı gerçekleri, aynı erdemleri tel­
kin etm ektedir1.
Evvelce de işaret ettiğimiz gibi, hiç bir k uru m , ona ihtiyaç duyulmayan
yerde kökleşemez, hatta m eydana gelemez. Tefsirciler, tüm A raplara Hz. M u­
h a m m e d ’in kutsallığını ve yüceliğini bağışlamak istemişlerdir; diğer bazı siya­
sal ve ahlâksal nedenlerle yanlış yorumladıklarını zannettiğim şu ayet boşuna
bildirilmiş değildir: "A raplar, k ü fü r ve n ifa kta p ek şiddetlidirler”. Peygamberin
doğduğu dönemlerde, içinde yaşadığı halkın ahlâk bakım ınd an düşüklüğü, Pey­
gamberi bir ahlâkçı olarak harekete geçirmiştir; ve ellerinde pek çok eziyet
çekmiş olduğu kavmine, erdem kurallarının kutsallığını aşılamak suretiyle, on­
ları ıslah etmeye uğraşmıştır. O , b ir öğretmen gibi, kavminin tüm kusurlarını

(1) Kur’anda “Âlem lerin Rabbi” deyim 19 ayette 33 kez kullanılm ıştır
(Fatiha, 2; Bakara, 131; Maide, 28; En’am 45, 71, 104; Âraf, 54, 61, 104, 121;
Yunus, 10, 37; Şuara, 16, 23, 77, 98, 127, 145, 146, 192; Nemi, 8, 44; Kasas, 30;
Secde, 2; SaJJat, 182; Zümer, 75; Fussilet, 9; Zuhruf, 46; Casipe, 36; Vakıa, 80;
Hakka, 43; Tekvir, 29; Mutaffifin, 6).
salim akla uygun olarak, fakat döneminin ihtiyaç ve seviyesini de gözden kaçır­
mayarak düzeltmeye çalıştı; hatta bu n u n la da kalm ayarak, tüm in sa n C r doğru
yola gitmedikçe kendi kavminin ve kendine inanmış olanların m utlu bir k u r ­
tuluşa kavuşamayacağına da emin oldu; sonra, daha da ileriye giderek, insanları
geri bırakan ve birbirine muhalif d u ru m u n d a tutan etkenlerin başında gelenek­
lere, eskimiş töre ve alışkanlıklara saplanm anın b u lu nd uğu nu fark etmiş, türlü
vesilelerle, yeni ülküyü savunm ak için eskilerin aleyhinde bulu nm a emrini al­
mıştır: " N e vakit fena bir ed im d e (fiil) bulunsalar, babalarım ızdan böyle bul­
d u k, Tanrı bize onu em retti, derler; de k i, Tanrı, böyle fena edim leri em ret­
m ez; bilm ediğiniz şeyleri, Taıırı'ya m ı yü k le tiy o rsu n u z? ” (Âraf, 28).
İslâm dini, tüm ahlâksal değerlerine ve ahlâk duygularına karşın, h u k u k
ve politika bakım ından daha başarılı olmuştur. Bunun içindir ki, o, b reylerin
ahlâk ve eylemlerine dilediği k adar etki yapamamış, fakat mahkemeleriyle, fet­
valarıyla, hilâfet ve meşihat makamlarıyla adalet vc politika üzerine derin, ve­
rimli vc verimsiz etkiler yapmıştır. H atta, B uharî’nin verdiği bir hadise göre,
“M üftü ler fe tv a verseler bile, kalb in e d a n ış” diyen Hz. M uham m ed, insan vic­
danına her türlü şer’î emirlerin üstünde bir değer vermiştir.
Eserimizin başlangıcından beri vermiş olduğum uz açıklam alardan, Hz. M u­
h a m m e d ’in bir filozof olduğu sonucuna ulaşabilir miyiz? Bir M üslüm an olarak
onun peygamberlik vc elcilik gibi pek yüce mistik sıfatlarına değinmemek şar­
tıyla ulaşabiiriz. O , insel ve fani yanıyla geniş anlam da bir filozoftur. Z ira, ya­
şadığı dönem e oranla yepyeni bir devrim in ülkülerini getirmiştir. İnsanların
akıl ve vicdanları üzerine baskısı ise, peygamberlik sıfatından gelmektedir.
O n un insel evrimdeki rolü, hem filozof, hem de devlet adam ı ve başko m u tan ­
lık sıfatlarına dayanır. Filozof yanıyla b ir büyük ahlâkçı ve ülkücü, devlet a d a ­
mı olarak da büyük bir hu ku kçu ve devrim ilkelerinin uygulayıcısıdır. Nitekim,
Emevîler, türlü savaşlarında, hatta devletlerini kurarlarken bile, dini ikinci
plana atmış, siyasal zekâ ve dehalarıyla devletlerini devam ettirebilmişlerdir.
Fakat Hz. M uham m ed, bu iki sıfatı birbirinden asla ayırmamış, dinsel ülküyle
dünya düzeni için gereken gayret ve eylemi birleştirmiş, birlikte yürütm üştür.
Genel olarak din adamları günaha girmek, küfretm ek ve elçilik unvanını k ü ­
çültmüş olm ak vehmiyle, zihinlerini bir filozof ya da bilim adamı gibi özgür
olarak kullanm aktan çekinebileceklerinden, Hz. M u h a m m e d ’e filozof sıfatının
verilmesini, ona karşı bir saygısızlık sayar, belki de felsefenin dine düşm an ol­
duğu sonucuna bile ulaşırlar. Bizim b u rada filozof sözcüğünü, bilimin yüksek
bir kolu olan filozofi ile uğraşan kimsenin mesleği anlam ında kullanmadığımız
elbette anlaşılmıştır. Y u k a rd a n beri verdiğimiz bilgiler de göstermiştir ki, Pey­
gamberin kendine özgü bir dünya görüşü, b ir hayat anlayışı, kendine özgü bir
T anrı kavramı ve onun özel ve kişisel bir özellik taşıyan yöntemi, ispat tarzı,
kendi anlayışına uygun kozmogonisi, bir insan telakkisi, ahlâk, h u k u k ve devlet
düzeni vardır. Bütün bunlar, onun peygamberliğine dokunm ayan bir filozof ya
da hiç olmazsa bir bilge olduğuna delâlet eder. Nitekim, onun ilkelerine daya­
nan bir İslâm felsefesi de doğm uştur ki, bu bile bizi, sistemin başkanı ve k u ­
rucusu sıfatıyla onun filozoflukla peygamberliği kendi yüce kişiliğnde birleş­
tirmiş olduğunu onaylamamızı gerektirir.
Bir konuyu nesnel olarak düşünebilm ek ve tarafsız h ü kü m le r verebilmek
için im an zırhından, hiç olmazsa geçici o larak soyunmak, özgür düşünceyi iman
kılıcıyla idam etm em ek gerektir. İm anlarım ızın ve eylemlerimizin gerçek de­
ğeri, ancak gerçeklerin gerçeği olan Ulu T anrı tarafınd an vc yine O ’n u n kendi
katında belirtilecektir. Nitekim Hz. M uham m ed, insanoğluna son yaptırım ola­
rak türlü vesilelerle şu ayeti bildirmiştir: “T a n rı’m n yanm a d ö n e c e k sin iz”
(H ud , 5).
T ü m öneri ve emirlerini, kendi hayatında uygulamış olan Hz. M uham m ed
hakkında vermiş olduğum uz bu açıklam alara şu önemli noktaları da ekleyebi­
liriz: Peygamberliği kabul edilen herhangi b ir kişinin bildirmiş olduğu dine,
hiç olmazsa iman edenlerin, T a n rı tarafın dan vahyedilmiş olduğuna inanması
zorunlu olduğu için, Tevrat vc İncillerin de kutsal bir değer taşıdıklarına inan­
maları gerekir. Fakat özellikle T e v ra t’ın kapsadığı konular içinde o k a d a r a h ­
lakdışı (immoral) bildiriler vardır ki, b un ların bir T a n rı tarafın dan vahyedilmiş
olması olanaksızdır1. Bunun içindir ki, Hz. M uham m ed, Yahudilik ve Hıristi­
yanlığa b irer din oldukları için saygı duym uş, bun ların peygamberlerini yü­
celtmiş, fakat kitaplarının ya son radan bozulmuş ya da sonradan uydurulm uş
olduklarını, fakat içlerinde, önceden gönderilmiş bazı gerçeklerin de v a r oldu­
ğunu bildirerek insanlığa, o nlardaki k u su r ve yanlışları düzelten ve doğru olan­
larını da onaylayan K u r ’anı sunm uştur. O , kitap ehline vc kutsal kitaplara ol­
duğu k a d a r da geçmiş peygamberlere inanmayı İslâm im anının koşullarından
saymakla, hem kendi z a m a n ın d a k i' dinlere m ensup olanların tepkilerini h afif­
letmek gibi siyasal ve sosyal yararlar sağlamış, hem de ke ndinden sonraki k u ­
şaklara geniş b ir hoşgörü eğitimi vermiştir. Bunun içindir ki, İslâm tarihinde,
Romalıların Hıristiyanlara ve Hıristiyanların çoktanrıcı kavimlere olduğu k a ­
d a r da Protestanlara yapmış oldukları tü rden zalim ve haksız saldırılar yoktur.
İslâmlar, politik ve töresel b ir neden olmadıkça, öteki dinlere ve bunların
mensuplarına saldırmam ış ve kendilerine saygısızlık etmemiştir. O n u n bildi­
rilerinde dikkati çeken bir b üy üklük de İsrail peygamberleri h a k k ın d a T e v ra t’ın
verdiği çirkin iddialara değer vermeksizin hepsini birer peygamber olarak yü ­
celtmiş olmasıdır. H e r çeşit kıskançlığı yermiş olan Peygamberimiz, yaşadığı
dönemlerde başka dinlere m ensup olanlardan görmüş olduğu saldırılara karşın,
bunlara kin duymamış, gerçekçi ve âlicenap bir ru h la kendisinin ilerici ve ile­
riyi gören b ir kişilik o ld uğunu göstermiştir. O , doğaüstü b ir yaratık değil, üs­
tü n doğalı bir insandı. T ü rlü vesilelerle k e ndinin de bizler gibi bir insan oldu ­
ğunu bü yük bir alçak gönüllülükle tekrarlam ış olan Hz. M uham m ed, “B enim
çektiğim ıstırabı kim seler ç e k m e m iştir” dem ek suretiyle çetin görevinin nite­
liğini olduğu k a d a r da, hiç olmazsa yaşadığı dönemdeki insanların gerilikleri

(1) Örneğin, Hz. Musa, savaştan dönen başlıca subay ve kom utanlara şöy­
le demektedir: “N eden kadınları ve çocukları kurtardınız? Çocuklar arasında er­
kek olanları ve evvelce evlenm iş olan kadınları ve çocukları öldürünüz; fakat
küçük kızları ve bakireleri ken din iz için saklayınız” (Adad, XXXI, 17-19); “Her
kadın, ken d i kom şusundan ve evin deki m isafirin den güm üş ve altın ziyn etler
ve elbiseler isteyerek bunları oğullarınız ve kızlarınızın üzerine koyarak M ısır’ı
soyacaksınız" {Huruç, IV, 22).
ve ahlâksızlıkları karşısında duymuş olduğu derin acıyı ve uğramış olduğu zor­
lukları belirtmiştir. Küçüğe acımayan, büyüğe saygı duymayan, insanları aldat­
mayı meslek edinen ve kendisi için severek dilediği şeyleri, başkaları için de
aynı sevgiyle dilemeyen, hatta kom şusu açken, yemeğini yiyip karnını doyur­
maktan çekinmeyen kimselerin imanlı sayılamayacaklarını anlatmış: "İnsanlar,
tarağın dişleri gibidir, birbirlerine eşittirler"; ve, "E dim lerin en üstünü, Taıı-
rı’ya inandıktan sonra insanlarla se v işm e k tir” demek suretiyle insanseverliğin
ana ilkelerini ilân etmiştir. O n a göre, "B ir ka v m in efendisi, o k a vm e hizm et
ed en d ir”; ve, “İnsanların en hayırlısı da, insanlara en ço k yarar sağlayandır”.
Yalnız bu hadisler bile, insanlığı kendilerine m innettar eden büyük bilgin, filo­
zof, ahlâkçı v b .’n m hangi dinden olurlarsa olsunlar, T a n r ı’nın ve Peygamberin
sevgi ve takdirini kazanmış olduklarına delâlet eder ki, böyle b ir duyguyu, baş­
ka dinlerde açıkça görmek olanaksızdır. H e r ulusun, lâyık olduğu bir yönetime
erişeceğine d air olan genel gerçeği, “S iz nasılsanız o türlü yönetilirsiniz, başı­
nıza da o türlü adam lar geçer” diyen Hz. M uham m ed, ulusların dirlik ve d ü ­
zenliğini bozan, onların ilerlemesine engel olan bu türlü kimseler olduğuna
dikkati çekmiş; kanuna, iyilik ve erdeme aykırı olan emirlere itaat etmemeyi de
önerm ekten geçmemiştir. M ülkün ve hük üm etin temelini adalet ve erdemde gör­
müş olan Peygamberimiz, hü kü m d arların hediye, yargıçların rüşvet almalarını
büyük suçlardan saymış; rüşvet alanı da vereni de, hatta b u işe aracılık edeni
de lânetlemiştir. Yargıçlara en önemli önerisi, zan ve k u şk u y a -d a y a n a rak hü ­
küm vermemeleri, kendi çıkarlarına dayanarak tarafsızlıktan ayrılmamaları, suç­
luyu m utlaka cezalandırmaya değil, onu kurtarm aya da bir yol aramalarıdır.
Yani, hak vc adaletten ayrılmamalıdır.
Zalimin ve kötü insanların aleyhinde bulunmayı, halkı bu türlü insanların
şerlerinden k orum ak için zorunlu gören Hz. M uham m ed, herhangi b ir insanı
yüzüne karşı dalkavukça övmekte bir havır görmemiş, her işin başına lâyık
olanların getirilmesini emretmiştir. O n u n ahlâk, h u k u k ve politika bakım ından
salık verdiği önlem ve düşüncelerde, h e r çağ ve her ulus için yararlı öğütler
gizlidir. H ainden, zalimden, kinden, cim rilikten, iftiradan, israf ve sefahatten
nefret eden Peygamber, insanın her şeyden önce kendi nefsiyle savaşmasını,
yani kendi nefsini ıslah etmesini salık verirken, insanları m utluluğa, dirlik ve
barış içinde yaşamaya hizmet edecek olan pratik ahlâkın en yüce kurallarım
telkin etmiştir. O , hileci, iki yüzlü, paraya kul olan, sövüp sayan, öfkesini ye­
nemeyen, çocukları sevmeyen, hayvanlara eziyet eden, borçluya zorluk çıkaran,
utanm a duygusundan yoksun olan, gösteriş ve haram lara düşkü nlük eden kişi­
leri tiirlii ayet ve hadisleriyle ve pek sert b ir dille yermiş, bu nların ibadet ve
imanlarına değer vermemiştir. Bağışlamayı, hoşgörüyü, cömertliği, sosyal iliş­
kilerde alçak gönüllülüğü, incelik, kibarlık ve temizliği, ileri erdem lerden say­
mış, herkesin ayıplarını, kusurlarını arayıp dedikodu konusu yapan kıskanç,
kibirli, yalancı, sözünde durm ayan, sabırsız, eline ve diline sahip olmayan gü­
venilmez kişileri büyük günah işleyenlerden saymıştır: " İy ilik edilm eye lâyık
olan ve olm ayan herkese iyilik e t!” emrini vermiş olan Hz. M uham m ed, olabil­
diği kad ar kimseden bir şey istememeyi, öz saygısını korumayı, dargınları barış­
tırmayı, yoksulu, âcizi, hastayı, yetimi, kadını korumayı âdeta Müslümanlığın
ana koşullarından saymıştır.
O , dinliliği, asık suratla dünya işlerini ve hazlarını ihmal ederek öm rü
yalnız ibadetle geçirmekte görmemiştir. "E ğlenin, oynayın, çü n k ü kabalık ve
k a tılık gö rm ekten h o şla n m a m !" dem ek suretiyle insanların dünyayı kendilerine
zindan etmelerinde kutsal bir hayır görmediğini belirtmiş, " G ü ze l elbiseler gi­
yinin, bin eklerin iz de iyi o lsu n ” ve, " N im e ti açıkça gösterm ek, o nim etin ese­
rini, onların yiyip içm elerinde, giyinip kuşanm alarında görm ek istediğini” bildi­
rirken insanların haysiyet, o n u r ve vakarlarını korum alarını önemli bir ödev
saymış; yurt içi ve yurt dışı gezileri önermiş; insel ilişkilerde uyulması gereken
tüm protokol kurallarını en ince ayrıntılarına dek öğretmiştir. Şu hadis, onun
vermiş olduğu hayat derslerinin her dönem ve her ulus için gerçekliği zorunlu
olan bir örnektir: "Z a n n a kapılm aktan sakının; zan, sözlerin en yalanıdır. H al­
k ın ne yaptığını gözetlem eyin; söze (yani, dedikoduya) ku la k asm ayın; üstün
olm aya kalkışm a yın ; birbirinizi kıska n m a yın ; birbirinize kinlenm eyin; birbiri­
nizden y ü z çevirm eyin; Tanrı kulları kardeş o lsu n ”. Diyebiliriz ki Hz. M uh am ­
med, insanların birbirlerine karşı yapmalarını zorunlu bulduğu ödevleri ibadet­
ten daha üstün görmüş, hatta saydığımız erdemlerden çoğunun, altmış, yetmiş
yıllık ibadetten üstün olduğunu bildirmiş, çağımızda olduğu ka d a r da ilerde
insanların özgürlük ve uygarlık adına yapacakları hareketlerden hiç birini hor
görmeyecek k ad a r insanın yaradılışındaki eğilim ve yönsemeleri doğal karşıla­
mıştır. Bunun içindir ki o, "İnsanlar, babalarından çok, zam anlarına benzerler”;
"H er yerde söylenecek başka sözdür, her zam anın başka adamları vardır” diye­
rek her türlü yeniliği, evrim, değişim ve oluşumu olduğu ka d a r da insanların
topluluk ve birlik içinde, birbirini seven ve sayan varlıklar olarak yaşamalarını
sağlayacak olan uygar bir yaşamı salık vermiş; bedevîliğin, göçebeliğin vahşî ve
ilkel yaşayışım yermiştir. O , bunlar ve bun lara benzeyen diğer hadis ve ayet­
lerle, tutuculuğun, geleneksel olduğu ka d a r da göreneksel hayat, inanç, düşünce
ve eylemlerin aleyhinde bulunm uş, ardıllarını, kendilerine benzetmek isteyen
geçmiş kuşakların yaptıkları olumsuz gayretlerin boşunalığını açıklamıştır.
" A slı olm ayan şeyler benden u zaktır, ben de onlardan uzağını; batıl ben­
den olm adığı gibi, ben d e batıldan d eğ ilim ” diyerek her çeşit saçma inancı k ına­
mış olan Hz. M uham m ed, ölüler için yas tutmayı, ağlamayı, m ezarlarda kandil
yakmayı, türbelere adakta bulunmayı, ölü için mersiyeler (ağıt) okumayı ve
yazmayı da reddetm iştir. T o plum um u zd a salgın bir gelenek halini almış olan
Mevlit okum an ın da, saçma inançlardan b ir geçim töresi olduğunu b u ra d a zikrede­
biliriz. Aileye pek fazla önem veren Peygamberimiz, hüllenin, boşanm anın, ka ­
dına kötü ve sert davranm anın, evlâtsızlığın aleyhinde bulunm uş, ana, baba,
evlât ve akrabaya karşı âlicenap olmayı, onları içten sevip korumayı, köleleri,
cariye ve hizmetçileri kendim izden birer parça sayarak onlara ihsanda b u lun ­
mayı, kendilerine eziyet etmemeyi üstün ödevlerden saymış; insanların , birbiri:
ne yardım etmekle yüküm lü olduklarını, âciz, dul ve yetim olanlarla hastaların
gönüllerini alarak hepsini kalkındırm alarının, ihtiyaçlarını gidermenin, sevin­
dirm enin ibadetten daha m u tlu bir ödev olduğunu savunm uştur. O , tasarrufu öv­
müş, kendi çıkarlarını başkalarının zararında aram amayı, çalışmayı, başkaları­
nın sırtından değil, kendi emeklerimizden yararlanmayı, ihtikârdan, tefecilikten,
sahtekârlıktan kaçınmayı, onarmayı, ağaç yetiştirmeyi, genellikle tarım işlerine
önem vermeyi, h ay vanlan korumayı, h e r türlü el sanatlarını, bireylerin olduğu
k a d a r da toplum un ve yurdun esenliği için zorunlu ibadetlerden saymıştır. Ça­
lışarak yaşamaya ibadetten fazla değer vermiş olan Hz. M uham m ed, “Ö lüm ü
istem eyin !” ve bir ayetin bildirdiği gibi, "N e fsin izi ö ld ü rm ey in iz” öğüdünü ve­
rirken, dinin de bir öğütten ibaret olduğunu söylemekten çekinmemiştir. Yani
din, sadece nam az ve oruç gibi ödevler toplamı değildir. Bir hadisindeki şu d ü ­
şünce, gerçek dinin ne olması gerektiğini açıkça belirtmektedir: “G eceleri iba­
detle geçirip u y k u su z kalan birçok insan vardır ki, bunların elde ettiği şey, sa­
dece u yk u su zlu k ; nice oruç tutan var ki, elde ettiği ancak açlık ve su s u z lu k ”
tur; zira, “İb a d etin am acı, T a n rı’ya yaklaşm aktır, kılm a n nam az k im i k ö tü lü k ­
ten, fen a lıkta n çekm iyorsa, o nam az, onu ancak T a n rı’dan uzaklaştırır”. Bu yüce
telkinlerle hayatı ve dini, erdem den ibaret sayan üstün varlığın, Tanrısal ve k u t­
sal değerlerinden kim kuşkulanabilir? Ne yazık ki, toplumsal koşulların zorunlu
kıldığı bazı hallerde, kutsal bu yruk lar da çelişkilerden k urtulam azlar ve b u n ­
ların uygulanmaları da zam ana göre değişir. “D in in i değiştirenleri ö ld ü rü n ü z!”,
“H astalık bulaşm az, ancak T anrı isterse bulaşır” gibi hadislerle, bugü nk ü an la ­
yışımızla uyuşmayan, edebe, gerçeğe, erdeme aykırı bazı peygamber sözlerini bu
açıdan yorum lam ak ve (1400) yıl önceki bedevi Arapların ilkelliğine bağışla­
mak gerektir.

Genellikle peygamberin her ko nuda en iyi ve en doğru olanı bildirmiş ol­


m asında İslâm düşünürleri birleşirlerse de bu, gerçeklere her zaman uygun de­
ğildir. Ö rneğin, o, bir hadisinde, “H erhangi birinin bir insana secde etm esini
buyurabilseydim , kadına, kocasına secde etm esini buyururdum . Tanrıya and
içerim ki, kadın, kocasının h a k k ın ı ö d em edikçe, Tanrısının h a k kın ı ö d e ye m ez” der.
Bu hadis doğru ise, erkek kadın karşısında Tanrılaştırılmış ve kadın kul, ca­
riye ve tutsak sayılmış dem ektir. Peygamberin kadın h a k k m d a k i bildirileri de,
bir çok öteki konulara dair olan bildirilerinde olduğu gibi yaşadığı dönemin
've bedevilerin ilkel inançlarına ve bu inançlarının uygulanm a biçimlerine göre
bir yenilik sayılsa da bun lar çağımız anlayışındaki yücelik vc erdem lerden uzak­
tır. Cahiliye dönem inin ilkel alışkanlıklarını tümüyle kaldıramamış olan Hz.
M uham m ed, bu alışkanlıkları din aracılığıyla öteki İslâm haklarına aşılamaya
çalışarak, ulusların kendi özel töreleri ve uygarlıkları doğrultusunda ilerlemele­
rine engel olmuştur. Bunu, onun izlediği siyasal am açlar dolayısıyla doğal say­
malıdır.
Hz. M uham m ed gerçekte bir A rap ulusçusu (milliyetçi) dur. Kuşkusuz ulus­
çuluk kavramı demokrasi kavramı gibi son iki yüz yılın ü rü n ü d ü r; fakat pek
eski çağlardan beri, bugü nk ü anlayışımıza uymasa da, uluslarının adlarım yü­
celtmek ve ulusal benliklerini güçlendirmek için sanatçıları, filozof ve politika­
cıları gereken gayretten çekinmemişlerdir. Cahiliye dönem inin H am asî (epique)
şiirleri, hatta garamiyat d e rile n aşk şiirleri, kabilelerin yüreklilik ve onuru nd an
uğiinerek söz etmeyi gelenek haline getirmişlerdi. Peygamber, A rabın bu eğili-
ininden de faydalanarak tüm bedevileri Tanrının dili saydığı Arapça ile, getir­
diği dinin tözel, töresel ve siyasal ülküleri etrafında birleştirmeye çalıştı. O , her
ne k ad ar tüm insanlara değer vermiş ve hiç olmazsa “ im an edenleri kardeş"
saymışsa da, bu inancı, daha çok siyasal am açlar için benimsemiş görünür. "Bir
kısm ınızı, bir kısm ın ıza üstü n y a ra ttık " ayetine bakılırsa insanların eşitliğine pek
de içten taraflı olmadığı anlaşılır. A m en tü 'n ün ana koşullarından biri de tüm
kitaplara, peygamberlere im an olduğu halde, Müslüman olmayanları kâfir say­
makla da vicdan özgürlüğünü kabul etmediği anlaşılır. Bu itibarla on un tüm
insanları eşit saydığını bildiren hadisleriyle öteki dinlere dc değer vermiş gibi
görünen ayetler, daha çok siyasal amaçların ürü nüd ür. Yani dinini yayarken,
çağdaşları olan Hıristiyan ya da Yahudilerin tepkileriyle direnmelerini azaltmak
istemiştir. İçinde «âlemler - Alemin» sözcüğü geçen (60) ayetten bir çoğunda
Tanrıyı âlemlerin ıabbi olarak tanıtmasına karşın, Tanrı kullarının tümüne aynı
değeri vermemiştir. İnsanları köle olanlarla olmayanlar gibi eşit olmayan iki
sınıfa ayırmış (Nahl, 75; Rum, 28), h u k u k bakım ından kadını, erkekle eşit say­
mamıştır. Kendisinin "tiinı insanlarla ırklar için g önderildiğini” (Cabir ve Ebu
Hureyre anlatmıştır) bildirmişse dc, Arabın bütün öteki uluslardan üstün oldu­
ğunu savunarak kendi ulusuna bir ayrıcalık tanımış ve batta biz Türklcrin aley­
hinde bulun arak, yüzyıllarca "S o ylu A rap K a v m i” diye sevgi ve saygı gösterdi­
ğimiz bu kavmin düşünürleriyle tarihçilerini bize düşm an etm iştir1.
Özetle diyebiliriz ki, Peygamberin gerçek ve söz götürmez büyüklüğü, yal­
nız Sami kavimlerin dinlerinde yaptığı reformun önem inde değil, kendi kavnü-
nc kutsal saydığı A rapça ve bu dille bildirmiş olduğu K ur'an aracılığıyla bir
•ılus bilincini aşılamış olmasında, yani Arapları çöl yaşamının ilkelliğinden, çöl
töıc vc geleneklerinin baskısından olabildiği kad ar k urtararak öteki ulusların
faydalandıkları dünya nimetlerini tatm alarına yaptığı hizmetlerde de saklıdır.
Ziıa onun sunmuş olduğu din, devrimci bir devlet adamının ulusal bir ülkü
aracı olarak savunduğu ilkeler, kurallar ve bunlara bağlı olan siyasal örgütler­
den yoğrulmuştur. Nesnel bir gözle bakılınca onun gelirmiş olduğu din in dog­
m alarından çoğu, Tevrat vc İncil ile bedevilerin, Mekke vc Medine Araplarının
gelenek ve törelerinden aktarılmış olduğu görülür. T ü m peygamberlerle kutsal
kitaplara inanmayı imanın ana koşullarından sayması da az çok b unu gösterir.
Hadislerinde pratik yaşam için bilgece söylenmiş gerçekler varsa da bunlar
içinde şeriatçıların "D in d e utanına y o k tu r ” ilkesine d ayanarak hoşgördükleri vc
iki kişinin yiizleıi kızarm adan okuyamayacakları öyle açık saçık, kaba, değer­
siz ve hatta zararlı olanları vaıdır ki, bunlar bedevilerin bilgisizlik dönemindeki
gerilik ve bayağılıklarını da sergilemiş olurlar. O dönemler için zorunlu olan bu
hadisleri, genellikle şeriatçılar ve din adamları, çağımıza kadar yüzyıllarca m ed­
reselerde, resmî okullarda okulm uş ve vaazlarında halka telkin etmeye çalışmış­

t ı) tlh a n Arsel, Arap M illiyetçiliği ve Türkler. 1977. (s. 391-396). Bu önemli


yapıtta peygamberden başlayarak Arap düşünürlerinin ulusumuz hakkındaki
olumsuz ve düşm anca düşünceleriyle şeriatçilerim izin nasıl bir aymazlık (gaflet)
içinde ulusal çıkarlarımızla benliğim izi baltaladıkları, tüm belgeleriyle sergilen­
m iştir
lardır. Şeriatçılığın esası, değişen ve çeşitlenen yeni gereksinmelerin zorunlu kıl­
dığı yeni kural ve yasaların değer ve güçlerini artırm ak için, onlart m u tlak a bir
ayet ya da hadis ile pekiştirmektir. Z ira onlar için peygamber, unutabilen, o k u ­
ma ve öğrenme zorunda olan b ir insan değil, sonsuzluğa dek belirecek h e r de­
ğişme ve gereksinmenin koşul ve çarelerini bilen ve insanları kıyamete k ad ar
yönetecek olan yüce haberlerle bilgilerin anahtarlarına sahip ve doğaüstü bir
bilgindir; ve o asla yanılmaz. K u r ’anda ise unu tu lm uş ya da eksik ve yanlış hiç
bir şey yoktur. Bunun içindir ki şeriatçılar, herhangi bir konu için ayet b u la ­
mazlarsa, ya bir hadis ararlar ya da herhangi bir ayeti yöneticillerin amacına,
olayların akışına ve toplumsal duru m ların a göre yorum lar vc çevirtilere baş­
vururlar. Bu yöntemin çağımızda hiç bir geçerliği kalm amıştır; yani çağımızda
lıiç bir k uru m , girişim ve ü lk ü n ü n yasallığını (meşruiyet) kanıtlam ak, için gi­
zemli ve göksel buyruklara gereksinme olmadığı gibi, bugün kü yaşam ko­
şullarının sürekli olarak değişmesi vc tüm değer yargılarının anlam ve kapsam ­
larının başkalaşması yüzünden, bunların (1400) yıl önceki kutsal bildiri kalıp­
larına uydurulması olanağı da yoktur; Hz. M uham m ed de böyle b ir saç­
malığı savunmuş değildir. ‘‘İ k i günü eşit olan zarardadır” diyen Peygamber, za­
manın ve insanların, gereksinmelerin nasıl değişmekte olduğunu fark edeme­
yen bir lider değildi. Bunun içindir ki Hz. Mevlana da, ‘Mesnevi’sinde, ‘‘Y en iyi
istiyorsan eskiden so y u n !” diyebilmişti. Şeriatın temelinde eleştiri haram dır, ya­
ni onda vicdan ve düşünce özgürlüğü ve hoşgörü yoktur. Z ira insanın görevi,
T an rı ve peygamberin bu yruklarına karşı direnm ek ve aklı işletmek değil, bu
buyruklara körü k örüne baş eğmek ve aklı köreltip susturm aktır. Özetle dene­
bilir ki, Peygamber, kendi kavmini yüceltmek ve güçlendirm ek için, Arapların
öteki kavim lerden üstün ve m ü barek olduklarını savunmuş, onların çöllerde
yoksul ve birbirine zulm eden ilkel yaratıklar d u ru m u n d a sürünm elerini önle­
m ek amacıyla dini, ulusal bir ülkü olarak sunm uştur. Bugüne k adar, Arapların
tüm ü değil, ancak bazı züm relerinin benimseyebildiği b u dine inanmış olan öte­
ki İslâm uluslarının ve özellikle T ü rklerin yardımları sayesinde bir A rap uy­
garlığı değil, bir İslâm uygarlığı m eydana gelmiştir.
Bugün yurd um u zda olgun ve üstün düzeyde din adam ları ve din bilginleri
yetiştirmek amacıyla İlâhiyat Fakültesi ve Y üksek İslâm Enstitüleri gibi yüce
kültü r k u r u m la n varsa da, Diyanet İşleri Başkanlığınca yayınlanm akta olan de­
ğerli yapıtlar arasında, eski şeriatçılık ve medrese özlemini dile getiren b ir a n­
layışın (zihniyet) egemen olduğu görülm ektedir. Bir dine bağlılığı ve aynı d in­
den olan uluslara karşı duyulan sevgiyi, kendi ulusal o n u r ve çıkarlarını u n u t­
turacak b ir düzeye çıkarm ak isteyenler, savundukları dinin olduğu k a d a r da
tarihin ve çağımız uygarlığının düşm anı olan bağnazlardır.
Bölüm IX

Sonuçlar ve Açıklamalar

I. A . D in d e revizyon; B. D in ve D ünya; C. Sosyal ku ru m la n ıl


evrim i; D. Y e n i din anlayışında ayrıntılar • II. I.a yiklik ve özgür
düşü n ce • III. K u r ’anı T ü rkçeleştirm ek • IV . K utsal öğütler
V I. Şeriatçılık ■ VI I . D in dersleri ne yarar sağlar? • H a fızlık ,

A na çizgileriyle sivri noktaları üzerinde b ir panoramasını vermiş olduğu:


m uz İslâm imanını ilgileyen ve Hz. M u h a m m e d ’in öğretmekle görevli olduğu
büyük vc ülküsel sorunları, Samî kavimlerle öteki ulusların türlü inançlarıyla
ilgilerini de göstermek suretiyle açıklamaya çalışmış bulunuyoruz. Bu bölümde,
metinlerimizde dilediğimiz k a d a r üzerinde duram adığım ız bazı önemli ve kişisel
görüşlerimizi de sund uk ki, bunlar, tümüyle bu eserde izlediğimiz amacı da
beh'rtebileceklerdiı- kanısındayız. D in d e revizyon başlıklı bölüm , yurdum uzun
önemli b ir k ü ltü r dergisi olan rahm etli H a m d i Başar’m , ‘Barış D ün yası’nda aç­
mış olduğu bir ankete vermiş olduğum uz karşılıklardır. L a y ik lik ve özgür d ü ­
şünce ile K u r ’anı T ü rkçeleştirm ek, K utsal öğütler h a kkınd a verdiğimiz bilgiler
ise, D ünya gazetesinde yayınlamış olduğum uz makalelerdir. Bunları, metinlerde
savunmuş olduğum uz bazı düşünceleri açıklığa kavuşturm ak için gerekli say­
maktayız. V I, V I I ve V l I I ’inci k on ula r da yine D ünya ve Cumhuriyet gazeteleri
ile D evir dergisinde yayımlanmışlardır ki, tüm ü de bazı gerçekleri pekiştirmek
amacıyla bu bölüm de toplanmışlardır.

DİNDE REVİZYON

— A —

Tek T a n r ı ’ya bağlı olan kitaplı dinler, Tanrısal b ir emrin ü rü n ü olsaydı­


lar, bu dinler dışında kalan ve yüz milyonlarca insanın inanm akta olduğu öteki
dinler, kimin emrine uyularak k urulm u şlardır? sorusuna karşılık aram am ız ge­
rekirdi. Kitaplı dinler, yalnız Samî kavimlerin geleneğidir ve tek Tanrı d ü şü n ­
cesi, başka başka nitelik ve biçimde olarak yalnız bu dinlerde vardır. (Voltaire,
bu dinlerin bile tam anlamıyla tektanrılı olmadıklarını savunur). Nitekim bu
dinlerin kitap ve peygamberleri, aynı sosyal ve mistik konuları, zamanlarının
koşullarına göre değiştire değiştire bildirm ekten çekinmemişlerdir. K u r ’an, ' ‘T an­
rısal âdette bir d eğ işiklik görülem eyeceğini” (İsra, 77; A hzap, 62) bildirirken,
onun dinleri çeşitlendirmek suretiyle değiştirmesi, insanda gerçeklenmesini dile­
diği erdcmlik ve yetkinliği (mükemmellik) çağların akışına terk etme âdetinde
olduğunu kabul ya da reddetmem izi gerektirir. Bunu reddedemeyiz; zira kitaplı
dinler, birbirini tam am layarak gelişmişlerdir. Bunu, Hz. İsa şöyle bildirir: ‘‘Beni
şeriatı ya da peygam berleri ka ld ırm a k için geldi sanm ayınız; ben onları yık m a k
için değil, fakat tam am lam ak için g eld im ” (Meta İncili, V, 17-18).
Fazla olarak insanlar, Tanrısal dogmaların, zamanın ihtiyaçlarına yetme­
diklerini anladıkları için, türlü mezhep ve tarikatların türemesine neden olan
tefsir ve çevirtilere başvurm uşlardır. Dinlerin geçirdiği evrim de b una delâlet
eder. Bu takdirde, T anrıbilim (ilâhiyat) yöntem ve anlayışına aykırı olmakla
birlikte, dinlerin de b ir sosyal k u ru m oldukları anlaşılır. Bu evrimin vc insan­
lar üzerindeki etkisinin nedenleri de yine sosyal koşullardır; ve bu koşulların
yarattığı kolektif tasarımlardır. Psikoloji bakım ından da, insan zihni, en ilkel
dönemlerinde, olandan çok olmayana, görülenden çok görülmeyene inanır; ya­
nılsamaya (illusion) uydurm aya ve yapıntılara (fiction), hayal ve tasarımlara,
nesnel (objeetiv) bir gerçeklik verir; hatta bazı sanrılara (hallusination) tutulur.
Yani insan için mythomanie, bir içgüdüdür. Bunların nedeni de kolektif heye­
canlardır. Bu heyecanların ajanı da, fırtınalar, deprem ler, gök gürültüleri, düş­
man ve vahşî hayvan saldırıları, ölüm ve hastalık gibi doğa olaylarıyla bun lar­
dan kurtuluşun sağladığı sevinç, ferahlık ve m utluluk duygularıdır.
Bunların pek olağanüstü olanları, toplum un belleğinde (hafıza) devam eder
ve kuşaktan kuşağa, masal, mythe, harika ve mucize inançları şeklinde yerleş­
miş olur. Hayal gücü ve heyecanlar, ko rkulan ya da hoşlanılan etkilerle k on u­
ların şeklini değiştirir; türlü kılıklara sokar. Öyle sanıyoruz ki, nüfus yoğunluğu
arttıkça ve toplumların birbiriyle olan ilişkileri sıklaştıkça, töreler, âdetler ve
inançlar da, teknik araçlar gibi, mistik hayal gücünün çeşitli uydurmalarıyla
birlikte birbirine karışır ve zamanla başkalaşır. N itekim K u r ’an da, insanların
vaktiyle bir tek üm m et olduklarını, peygamberlerle kitaplar gönderildikten sonra
aralarına anlaşmazlıkların girdiği (Bakara, 2-3) bildirilir ve başka bir ayette de
bu anlaşmazlıkları kendisinin istediği; zira, dilemiş olsaydı tüm insanları bir
tek ümm et yapardı (H ud , 118) denilir ki, bu başkalaşmada, çağlarının
ulusal ihtiyaçlarına uygun bir düzen getirmek isteyen ve çoğu şef d u ru m u nd a
olan peygamberlerin bu evrime etken olduklarını da göstermektedir.
İnsan, varlığını koruyabilm ek için olayları vaktinden önce görmek ihtiya­
cında olan bir yaratık da olduğundan, kendini savunm ak için bağı (sihir) ve
tekniğe olduğu k a d a r da kâhinliğe başvurm uştur. Mitolojinin çoktanrıcı m a­
salları ve bu nların doğuşunu gösteren serüvenlerle, toplum un çok uzak bir
geçmişteki tarihsel ve toplumsal anıları arasındaki bağlılık, bugünün oldukça
açıklanmış olan gerçeklerindendir.
Bilindiği gibi, tek T anrı düşüncesi de, im paratorluk dönem lerinde başlamış
vc bu rejim içinde yayılmıştır. Birçok ulusları, kendi am açlarına hizmet ettiren,
uyruk haline getiren im paratorların kazanmış oldukları Tanrılık sıfatı, yalnız
bir benzetm enin ü rü n ü değildir. Bunlar, kendi kişiliklerinde, insanların kaderini
ellerinde tutan olağanüstü bir gücün temsilcisi ve d a h a ileri giderek, bu gücün
kendisi olduklarını zannederler. Çevrelerinde b ulunanlar ve dolayısıyla toplum
da on un lütufu nu ya da öfkesini belirten buy ruk ların da kutsal ve doğaüstü bir
değer ve isabet görülür. N itekim Kari M arx ve okulu da im paratorluklarda ken ­
dini göstermiş olan anam al ile tek T anrı arasında bir ilişki görmüş; a n am a l’ın
yapıcı, yıkıcı ve yaratıcı güçleriyle T a n r ı’m n nitelikleri arasında bir özdeşlik
(ayniyet) b u lu ndu ğu nu iddia etmiştir. Bir b üy ü k ozanımızın, “Para, m abut ve
bankalar m a b e t” dizesinde, b u anlayışın çağdaş anlatımı görülmektedir.
Doğa kuvvet ve olaylarım tanrılaştırm a düşüncesine bağlı olan çoktanrı-
cılık, iktidarı b ir tek m o n a r k ’ın irade ve tekelinde toplayan sosyal, siyasal k u ­
ru m la r oluşunca, h ü k ü m d a r saraylarıyla T a n r ı ’n m A rş ’ı arasında şaşılacak bir
benzerlik başlar. H ü k ü m d a r, mabeyincileri, vezirleri, askerleri ve cellatları ara­
cılığıyla insanları nasıl yönetiyorsa ve b u n lar aracılığıyla on un kuvvet ve gücü
im paratorluğun her yerinde nasıl hazır ve nazırsa, tek T an rı da, melekleri, ze­
banileri, peygamberleri ve şeytan aracılığıyla kendi A rş’ında, hemen aynı tarz­
da h ü k ü m sürer. Musevîlerin ulusal Tanrısı olan Y ahova, eski Mısırlıların tan­
rılaştırmış oldukları firavunların göksel bir örneğidir ki, sürekli olarak Hz. M u­
sa ’ya ve İsrail peygamberlerine akıl ve emirler verir.
Özet olarak, k u ra m la r diyalektiğine fazla sokulmaksızın verdiğimiz şu açık­
lamalara göre, tekrar edelim ki, tek Tanrılı dinlerin, Tanrısal bir em rin ü rü nü
olm adıklarına dair birtakım karineler vardır:
1. Bu dinlerin birbirlerine oranla b ir evrim geçirmemeleri gerekirdi. Zira
Yüce T a n r ı’m n evvela insanları böyle bir dini anlayabilecek bir seviyeye ula­
şacakları zam ana dek totemlerle, fetişlerle, m an a ile ya da çoktanrılı masallarla
oyalayarak kendini algılatmamasının (idrak) nedenini açıklam ak olanaksız olurdu.
2. Esasen T a n r ı’ya böyle bir ödev yüklemekle, kendisinin de zamanla,
türlü bölge ve kavimlere göre sürekli olarak iradesini değiştirmekte olduğu­
na inanm am ız gerekirdi. Bu ise, yu kard a kaydettiğimiz K u r ’an dogmalarına
aykırıdır. Bu dogmayı reddetm ek ise, zihinlerde, o nu n özellikle Tanrıbilim
bakım ından m utlak surette yetkin ve aşkın (müteal) b ir varlık olmadığı kuş­
kusun u doğurur.
3. Kitaplı dinlerin T a n rı tarafından emredilmiş olduklarına nasıl inana­
biliriz ki, bu dinlerin dışında milyonlarca insan tarafından binlerce yıldır ina­
nılm akta olan Tanrısız, peygambersiz dinler vardır; ve hâlâ yeryüzünde Tanrı
düşüncesinden bile yoksun olan milyonlarca ilkel kavim de görülmektedir.
4. T a n r ı’m n böyle bir emri yalnız Samî kavimlere verip de öteki mil­
yonlarca kavmi bu lütuftan yoksun bırakm asının neden ve bilgeliği (hikmet)
açıklanam az ve akla, acaba Ulu T an rı onları kendi kavimleri saymaya tenezzül
etmiyor m u ? gibi b ir soruyu getirir.
5. T anrı böyle bir emri vermiş olursa, o nu n tümel bilgisiyle tümel gü­
cünü ve kutsal kitapların betimledikleri türlü sıfatlarını kabul etm ek güçleşir.
Z ira bu sıfatların doğa ve insan kaderi üzerindeki etkisi, çoğu zam an insel
akıl ve vicdanın kab ul edemeyeceği türlü zulüm ler ve haksızlıklarla yüklüdür.
Bunun içindir ki, tefsircilerle içtihat erbabı; T a n r ı’m n doğa ve insanla ilişki­
lerini açıklarken, türlü gülünç çevirtilere ve yorum lara başvururlar; nihayet
zihinleri k andırabilm ek için, on un dilediğini yapan ve yaptığından sorumlu
olm adığım bildiren ayetleri öne sürerler (Enbiya, 23).
6. Tanrısal güç, tüm insanları, her çağda ve her zaman dilediği yetkin­
likte yaratma iktidarında olması gerekirken, insanın ve dolayısıyla şeytanın
da im a ona başkaldırmasını açıklam ak zordur. K u r ’an, tüm bu çıkmazları açık­
lamak için, bidayetin de dalâletin de T a n r ı’dan olduğunu ve T a n r ı ’n m sapıt­
tırdığı kimseleri doğru yola iletecek kimsenin bulunm adığını bildirirken (Maide,
43; Âraf, 186), zaten Ulu T a n r ı’n m pek de herkesin imanlı olmasını istemedi­
ğini belirtir (Yusuf, 100; R a ’d, 31) ve peygamberlerin bile görevlerini ycıinc
getirebilmelerindeki olanaksızlıklara örnekler vermiş olur; ve nihayet Peygam­
be rin özel hayatım ilgileyen konulara k a d a r türlü bildiriler verir.
7. K u r ’anın bir vahiy eseri olup olmadığı h a k k ın d a İslâm bilginleri a ra ­
sında çeşitli tartışm alar olm uştur. Nihayet im am A hm ed bin Ham bcl, buna
inanıp inanm am anın imanla b ir ilgisi olmadığım beyan etmiştir.
D a n im ark a ’nın derin dü şünürlerinden Kierkegaard, " D in ve İsa gibi öyle
k o n u la r vardır ki, bunların doğruluğunu ispata çalışm ak ve örneğin H ıristiyan­
lığı doğruym uş gibi gösterm ek onu y ık m a k d e m e k tir” der. Bu yargı, tüm dinlere
uygulanabilir. Öyle sanıyoruz ki, T a n r ı’nm ispatı için uğraşm ak da, aklı, onay­
dan çok inkâra sürükler. Ö rneğin, kutsal kitapların Tanrısı, ya eserinin, yani
sonsuz doğanın içindedir; ya da dışındadır. A risto’nun savunduğu gibi dışın­
daysa (ex-machina), onun heryerdelik (ubiquitc) sıfatını zedeler ve kendisinin
Arş denilen ve T anrıbilimcilerin m antığına göre de ne olduğu, çelişmelere düş­
m e d e n açıklanamayan kutsal m ak am ın da tüm evreni, bir çeşit fiziksel enerji
gibi yöneten bir kuvvet olur. Eğer içindeyse, şeker ya da tuzun suda eriyip kay­
bolduğu halde suyun tadını değiştirdikleri gibi, âlemin her zerresinde işleyen ve
varlığını hissettiren bir kuvvet olur. (Hz. Mevlâna, bun u, ‘‘Zerre güneşte vardır
ama, güneş de zerrede g ö rü n d ü ” tümcesiyle ifade eder). Bu görüşlerden birin­
cisi ikiciliktir (dualisme) ve pek çok eleştirilmiştir. İkincisi, H egcl’in içkin-
ciliğidir (im manentisme) ki, bu da, hylozoisme’e kaçar; ya maddeciliği ya da
animizmi doğurur.
Mistikler, bu iki görüşü de Plotinos’u n türüm (cmanation) kuram ın dan ya­
rarlanarak pantheisme, ya da panentheism e adı altında, vahdet-i vücut ya da
vahdet-ı mevcut şeklinde açıklayarak birtakım ozanca vc simgesel duygu ve d ü ­
şüncelere dalarlar. T ü m bunlar, norm al b ir akıl tarafından kabul edilemeyecek­
leri için, olum lu b ir anlayış içinde tutunam azlar. Bunun içindir ki, Fransız k a ­
d ın filozoflarından Simone W eil, ‘‘Tanrı, diyor, evrende ancak y o k lu k şeklinde
var olabilir” (‘La Pesenteure et la G ra c e ’, Paris, 1954). Pek genç yaşlarımda
ben de böyle düşünm üş ve bir m anzum em de, ‘‘E y bu âlem de en b ü yü k m abut,
Varlığın yo klu ğ u n la m ü sp e ttir” beytini yazmıştım. Hz. Mevlana, daha ileıi gi­
derek, ‘‘Eğer sureti olm ayan sevgilinin suretini görecek olursanız, efendinin de,
kö len in de sizin k e n d in iz o ld u ğ u n u anlarsınız. Zira, her cüz, kü llü n aynı oldu
ve cüzler baştan başa k ü l o ld u la r” demişti. ‘‘C ü bbem in altında haktan başkası
y o k tu r" dediği için şehit edilen Cüneyd-i Bağdadî de başka türlü düşünm üş de­
ğildir. Anlaşılıyor ki, T an rı âcizliğimizin, bilgisizliğimizin, mikroskopik varlı­
ğımızın bilincine sığmayan bir sonsuzluğun mistik adıdır. Varlık ve yokluğunu
ispata, bilim yoluyla olanak bulunm ayan bu kavram a körü körüne inanm ak da
düşünen bir zihni kaldıram adığından, b u konuyu Schleiermacher’in mistik an­
layışına uyarak ancak yaşayabiliriz ve iç âlemimizde yaşatabiliriz.

— B —

D İ N VE DÜN Y A

Hiç bir din, dünyayı ihmal etmiş değildir. Hele kitaplı dinler, evrensel
bir amaca sahip oldukları için, Hıristiyanlığın yalnız ahretle uğraştığı kabul
edilemez. Nitekim bu din, yüzyıllarca dünya işlerine karışmış; devlet kurm uş,
insanların dünyaya ait eylemlerini (aetion) kendi Tanrıbilim ine göre ayarla­
mıştır. Bugün bile İtalya, İspanya vc Portekiz gibi Katolik devletlerde, boşan­
ma olayı Hz. İsa ’nın bildirilerine bağlıyken, İtalyan parlam entosu ancak 1971
yılında bu kutsal bildiriye aykırı kararlar vererek, boşanmayı kabul etmiştir.
Bununla birlikte, dış görünüşü itibarıyla Hıristiyanlığın, İslâm dini gibi bir dev­
let k u rm a am acının gütmediği görülür. Z ira Yeni A h it’te (İncil) h u k u k u ilgi­
leyen ayrıntılı buyruklar yoktur. Hz. İsa, zalim b ir im paratorluk elinde fazla­
sıyla ezilen yoksullarla kölelerin tinsel kurtuluş ve tesellisini hazırlamıştır.
Nıetzsche, bu gerçeği, ahlâk b akım ından, kendi im m oralism e’ine uygun bir m an ­
tıkla pek güzel açıklamıştır. Şüphesiz ki, bu dinin Roma im paratorluğuna karşı
açık ya da gizli direnişi, tarihsel koşulların bir sonucudur. Bu silâhsız direniş,
büyük çoğunluğunu zulüm görenler teşkil eden insan kitlelerini, soysuzlaş­
mış bir im paratorluk içinde yavaş yavaş yıkıcı bir kuvvet haline getirmiştir,
siyasal ve evrensel bir ülküsü yokmuş gibi görünen bu dinin en önemli dog­
maları, barış, insanseverlik ve bağışlama ile Hz. İsa ’nın şu direktifidir: “S ize
karanlıkta dediğim i, a yd ın lıkta söyleyiniz ve kulağınıza söylenenleri, dam larda
ilân ediniz; bedeni öldü rü p de canı öldiırem eyenlerden k o rk m a y ın ız!” (Meta
İncili, X, 26-28).
Sonra bu dinin eski Y unan uygarlığı anlam ında değilse de, güzel sanallara
konu olabilen kendine özgü bir mitolojisi vardır. Yetiştirdiği havariler vc mis­
yonerler, kutsal b ir ülkü uğrund a her tehlikeyi göze alan büyük kahram an lar
olarak, Hıristiyanlığın ru h ve vicdanında taklide lâyık örnekler olmuşlardır. Sa­
vunduğu dogmaların yorum lanm a ve açıklanm asındaki çeşitli zekâ emekleri,
kendine özgü bir felsefenin olduğu k a d a r da musiki, edebiyat ve plastik sanat­
ların gelişmesine hizmet etmiştir. Bunların, mistik olmalarına karşın, akılla
im anın savaşını yaratmaları bakım ınd an da insan düşüncesine bü yük hizmet­
leri olmuştur.
M üslümanlık, A v ru p a ’ya yayılmış olsaydı, her şeyden önce, güzel sanatlar
gclişemeyecekti. Zira İslâm dini sonradan uydurulm uş mitolojik h arika efsane­
lerine sahip olsa da, bunları somut şekilleriyle belirtmeyi yasaklar. Asıl yapısın­
da, insan hayaline konu olabilecek hiç bir orijinal mucizesi yoktur. Hz. Muham-
m e d ’e yükletilen m ucizeler, M usevîlikle H ıristiy an lıktan bazı şekil değişiklik­
leriyle ak tarılm ışlard ır. Z ira K u r’an, m ucizenin aleyhindedir ve H z. M uham ­
m e d ’e böyle b ir yetki de verilm em iştir. Y üce T a n rı’m n sıfatları o larak sayılan
n itelik ler de b irbirleriylc çelişik ve an tro p o m o rfiktirler. U ygarlıkların oluşu­
m u n d a tüm insanlığın em eği v ardır.
İslâm din in in yayılm ış olduğu toplu m lard a niçin A vrupa uygarlığı tü rü n ­
den tekniğe, sanata, olum lu ve sp ek ü latif bilim ve felsefelere dayanan b ir ge­
lişme olm adığını, ancak b u açıdan ve M üslüm anların hayat ve dünya anlayışla­
rın d an ders alarak açıklam ak o lan ak lıd ır. N itekim İslâm şehirlerinde yaşayan
H ıristiyan ve M usevîlerin hayat an layışları, ahlâksal davranışlarıyla M üsliim an-
larınki karşılaştırılam ayacak denli M üslüm anlığın aleyhinedir. İslâm dininin
kitap ve Peygam beri, dil ve ırk b ak ım ın d an , h a tta gelenek, töre ve âdetleri b a­
kım ından b irb irin e benzeyen A rap ların içinden çıktığı h a ld e ,. A rapların k en d i­
leri-.arasın d a .N a stu rîlik , D ürzîlik , M an ın îlik , N asranîlik, K atoliklik ve M use­
v îlik ... gibi inançlar yaygındır. A nlaşılıyor ki, kavm in ana k arak te ri, çöl haya­
tın ın geleneklerine bağlı o larak M üslüm anlığı bile soysuzlaştırm ıştır. A rabis­
ta n ’da T a n rı’ya, k itab a, Peygam bere ve dine sövm ek, saygısızlık gösterm ek halk
arasın d a yaygındır. A hlâk itibarıyla da k irli ve pis b ir hayatın yarattığı gaflet
ve tem bellik içindedirler. Ü stelik din a d am ların ın , dinsel dogm aları m utlaka
A rapça telkin etm ek hususu n d ak i geleneksel bağnazlıkları, bu dinin uygarlığa
hizm et edebilecek ö ğütlerinden halkı yoksun bırak m ası, ileri düşüncelerin doğ­
m asına her çağda ve h er yerde engel olm uştur.
H ıristiyanlık, Rom a im paratorluğu içinde, eski Y unan ve Latin düşünce­
leriyle İslâm lardan önce tem as etm iştir. Y unanca eserlerin ilk çevirtm cnleri de
A rap lar değildir; fak at İslâm lar bu işi desteklem işlerdir. D aha X IX . yüzyılda
bile O sm anlı yönetim inde, yabancı b ir dil öğrenm enin kâfirlik olduğuna inanan
ço k tu ; ve devletin bu çağa dek kullandığı çevirm enler M üslüm an değildiler.
H ıristiyanlığa Y ahudiliğin yapm ış olduğu etki, eski uygarlıkların, bu din
içinde kılık değiştirerek Batı uygarlığına b ir tem el vazifesi görm esini sağlam ış­
tır. İslâm uygarlığının b ir noktaya k a d a r yükseldikten sonra duraklam ası, h atta
gerilem esi, coğrafî k o şu lların değil, Batı uygarlığını besleyen düşünsel vc estetik
tem ellerden yoksun o luşunun b ir sonu cu d u r. A ksi doğru olsaydı, bu uygarlık,
M üslüm anlığın yayılmış olduğu bölgelerde de yoluna devam ederdi ve gelişirdi.
Öyle sanıyoruz ki, ortaçağın tüm gerilik ve vahşîliğine karşın. Batı uy­
garlığının gelişm esinde A vrupa kavim lerin in seleksiyonu, yıkılan Rom a im para­
to rluğunun bırak m ış olduğu an ılar ve dolayısıyla güzel san atların, m istik şekil­
de de olsa, kiliselere ve ailelere sokulm uş olm ası ve Latin köklü dillere sahip
olan kavim lerin sosyal ve tarihsel yarışım ı da büyük etkiler yapm ıştır,.
D inler, sosyal k u ru m lara ancak kendi m istik am açlarıyla dogm alarına uy­
gun b ir şekil v erebilir. T üm bağnazlık bask ıların a karşın, bilim lerin, olum lu
keşif ve icatların A v ru p a’da m eydana gelm iş olm asının nedenlerini, yalnız d in ­
de aram ak da doğru değildir. F a k a t Batı felsefesinde, öğelerini dinsel, kavram ­
lardan alan çeşitli m etafizik k u ram ların H ıristiy an lıkla ve T e v ra t’la ilgisi in k âr
edilem ez. N itekim adı bilinen b irçok filozoflar da m an astırlarda yetişm iş veya
din işleriyle görevlendirilm iş k im selerdir. B unlar, Batı zihniyetinin gelişm esine
ve Batı ah lâkının organlaşm asına d erin d en hizm et etm işlerdir. D oğu’da m edre­
senin içtihat k ap ıların ı k a p a ta ra k özgür düşünceye izin verm em esi, hangi coğ­
rafî bölgede o lursa olsun, zihinlerin gelişm esine engel olan büyük afetlerdendir.
Belki dc tüm öteki d in lerd en çok M üslüm anlık, eski Y unan filozofu K ritias’ın
dediği gibi, “ H a lkı Tanrı cezalarıyla k o rku ta ra k h ü küm dara daha ço k itaat eden
bir köle haline g etirm ek için icat ed ilm iştir”.
K u r’an, Levh-i M ah fu z’daki T an rısal bilgilerin küçük b ir parçasıdır. Z ira,
“Y e ryü zü n ü n tü m ağaçları kalem , denizleri m ü re k k e p olsaydı, bundan başka
da yedi den iz daha ka tılm ış olsaydı, T a n rt’nın sözleri tü k e n m e zd i” (L okm an, 27;
Kehf, 109). Bunu çağım ız anlayışına göre açıklarsak, evrenin gizleri (sır) son­
suzdur ve b u n ları a rtık peygam berler aracılığıyla değil, bilginlerin akıl ve de­
halarıyla kavram aya, keşfetm eye çalışm anın gerekli olduğu anlaşılır.
Peygam berlerin fonksiyonları H z. M uham m ed’de sona erm iştir; am a, insan
aklına, b u n ları araştırm a görevi asla yasaklanm am ıştır. Peygam berim iz k ad ar
akla, bilim e, düşünm eye, kalem e, k ita b a ... önem verm iş olan hiç b ir peygam ber
gelm em iştir; o, öğrenm e u fk u n u asla kap atm am ıştır. K endisi verebileceğini ver­
miş, geri kalanını da, bilginlerin araştırm aları gerektiğini anlatm ak istem iştir.
K abul etm ek g erek tir ki, K u r’an d ak i bilgi ve yargıların çoğu, öteği din k itap la­
rında da v ard ır. K u r’anla İncilleri k arşılaştırm ak b unu ispat için yetişir. A kla,
bilim ve danışm aya (m eşveret) dayanan b ir dünya düzenini k u ran yalnız M üs­
lüm anlık olsaydı, h er u lu stan önce M üslüm anların bu düzenden y ararlanarak
uygarlık yolunda B atı’yı geçmesi g erekirdi. B unun aksi sahih olduğuna göre, yeni
b ir dinin doğm am ası, insanların din yerine din k ad ar kutsal ülküleri hazırlayan
bir sosyal düzen içine girm iş olm aların d an ve insan zihninin artık m ucize, ke­
ram et ve değişm ez dogm alar gibi doğaüstü, m istik düşünce vc hayallerine ina­
nacak denli tinsel körlük lerd en k u rtu lm u ş b u lu n m asındadır. Bu ku rtu lu şu ya­
pan, bilim in ve felsefenin R önesanstan beri süregelen özgür gelişm esidir.
Çağım ızın din i, bilim lerin kazandırdığı gerçeklere uygun b ir hayat anla­
yışında gizlidir. D esm ond M o rris’in üç ay zarfın d a 460 bin nüsha satılm ış olan
‘Lc Sing N u ’ adlı eserinde söylediği gibi, “D eney ve kavram a (com prehention)
Tanrısal hayallerdir; o ku lla rım ız ve ü niversitelerim iz, dinsel o lu şu m u m u zu n
m erkezleridir. K itapsaraylarım ız, m ü zelerim iz, sanat galerilerim iz, tiyatro ve k o n ­
ser salonlarım ız, spor arenalarım ız tapım (culte) yerlerim izdir. Tapım ı, kitapla­
rım ızla gazetelerim iz, m agazinlerim iz, radyo ve televizyon postalarım ızla k u tlu ­
yoruz. Bir dereceye kadar da ahret hayatına inanıyoruz. Ç ü n kü , b izim yaratıcı
gayretlerim izin sağladığı ödüllerin bir k ısm ı, bize ölüm den sonra da yaşam aya
devam edeceğim izin izlen im in i verm e k te d ir” (Bu eseri İngilizcesinden Fransız-
caya çeviren, J c a n R o sen th al’d ır, P aris, 1968, s. 201-202; bu eser, dilim ize de
çevrildi).
L ayiklik k onusuna gelince, evvelâ, sosyal k u ru m lar için dinsel dogm alar­
dan b ir tem el aram ak ya da y ard ım dilem ek y anlıştır, zararlıd ır; dinin de aley­
hinedir. Z ira bu dogm alar, T an rısal em irler diye kabul edildikleri için, değiş­
tirilem ezler; devletse, sürekli olarak değiştirilebilen kanun ve ilkelere dayanır.
U lusların b irb irleriyle ilişkileri b ak ım ın d an bugünkü ihtiyaçları o k ad a r çeşit­
lenm iştir ki, esasen bunları yönetm eye yeterli dinsel dogm alar da yoktur. D insel
dogm alarda öyle yargılar v ard ır ki, bugün b u n lar, edimse! olarak (fiilen) uygu­
lanam azlar. Ö rneğin, T an rı em rid ir diye kısasa dayanan bir ceza hukuku dü­
şünülem ez; faiz ve içki 'yasaklanam az; kadın, iş hayatından çekilip çarşaflara
sokulam az; savaş m eydanlarında k o rk u nam azı kıldırılam az; nihayet 1400 yıl
önceki sosyal ihtiyaçları kandırab ilen b irtakım ilkel buyruklar, çağım ızın uy­
g arlık ve hayat anlayışına uygulanam az.
D inler de, doğdukları dönem in ve kavm in sosyal ihtiyaç ve koşullarının
ü rü n ü d ü rler. D urum bu olunca, din in devlet işlerine karıştırılm am ası, H ıristi­
yanlığın b ir taklidi değil, dinlerin kendi n iteliklerinin sonucudur. Layiklik, M üs­
lüm anlığa aykırı değildir ki, M üslüm an olarak layik olabileceğim iz ve bunun
ilkelerini M üslüm anlıktan alm am ız savunulabilsin. A ncak layikliği bir dinsiz­
lik zannedenler, böyle b ir iddiaya k alk ışabilirler. İslâm dininin am acı, üm m et­
çi bir devlet k u rm ak tır. Bu ise, ulusal kişiliği ö ld ü rü r; ve hiç bir dönem de Mtis-
lüm anlar, tam b ir iim m et rejim ini k u ram am ışlardır.
Bir din tüm üyle k utsaldır. K u r’an d ak i em irler, T anrısal iseler, onların he­
men hepsini uygulam ak, borçlar k an u n u n u , bugünkü ekonom ik düzeni, politik
k oşullan, m odem hayat tarzlarını ayet ve hadislere dayanarak bir evrim e zor­
lam ak, özellikle ayetlerin plastik , yani esnek b ir değerde o ld u k ların ı, onların
m utlak b ir gerçekliği bulunm adığını, dilediğim iz şekilde yorum layabileceğim izi
kabul etm ek dem ektir ki, bu , dinin tüm kutsallığını zedelem ekte bir sakınca
olm adığını kabul etm ek dem ektir; böyle b ir girişim , dinin kendi özüne de ay­
kırıdır. Bir düşüncenin ya da devrim in değeri, esasen ulusal bir değeri olm ayan,
batta ulusal duyguları öldüren ve yüzyıllarca hizm et ettiğim iz halde, im anlı­
larından gerçek bir sevgi ve saygı da görem ediğim iz bir dine uygun olup olm a­
m asıyla ölçülem ez. Layiklik için H ıristiyanlığı örn ek tuttuğum uzu zannedenler,
tüm bir Batı uygarlığının baskısı altında olduğum uzu fark edem eyenlerdir. Batı
âlem inde layiklik hangi ilkelere bağlı olursa olsun, elde edilen sonuç olum lu
olduktan sonra, m utlaka kendi layik sistem im izi, M üslüm anlık dogm alarının
anlam ve biçim lerini dcğiştirınek suretiyle kurm aya uğraşm am ız, kendim izi al­
datm aktan başka b ir sonuç verem ez. U lusum uzun ilerlemesi için, dünya çoğun­
luğu tarafın d an denenm iş ve b aşarıları görülm ekte olan çağdaş uygarlığın gerçek
ajanlarını öğrenip uygulam aktan başka çare yoktur.
Bizce irtica, her gün biraz dalıa organlaşm akta, insan hak ve özgürlükle­
rine saldırm aya h azırlan m ak tad ır. İrticai onaylam ak için m utlaka b ir Patrona
H alil, bir D erviş V ahdeti ve K ubilay faciası gibi büyük bir ihtilâlci hareketlerin
m eydana gelmesi bekleniyorsa, aldanılm ış o lur. Gizli işleyen tarikatların m en­
supları artm ak ta, K u r’an k u rsların d a zavallı, sefil ve perişan T ü rk yavrulan
A rap harfleriyle K u r’an okum ak ta, cam ilerim izde dine vc devlet k anunlarına
da aykırı olan b irtakım batıl ve geri düşünceler uluorta telkin edilm ektedir.
Resmî ve layik o kullarım ıza yeter sayıda yetenekli öğretm enler bulm anın ola­
naksızlığın,,görüp durduğum uz halde, sayıları, sürekli olarak artırılan imam ve
hatip okulları açılm aktadır. H er yıl hacca giden yurttaşların sayısı artm akta,
sokaklarım ız çarşaflı, sakallı ve k a lp a k lı... insanlarla dolup taşm aktadır. R am a­
zanlarda A nadolu şehirlerinde geziye çıkanların öğleleri açık lokanta bulm aları
güçleşm ektedir. M ahkem eleri uğraştıran sağcılık akım ı da gittikçe kuvvetlen-
m ektcdir. T üm b u n lar, irticai hazırlayan örgütlerin durm adan genişlediğine de­
lâlet ettiği gibi, y u rttaşları bölm e eğilim inde olan b ir ayrı sınıfın da hazırlan-
m akta olduğunu gösterm ektedir. Layik anlayış (zihniyet) dine saldırm az; fakat
dinsel örgü tler ve k endilerini dinli zan n ed en ler, in an dıkları dogm alara aykırı
saydıkları her şeye sald ırırlar ve b u n u kutsal b ir ödev bilirler. C um huriyetim i­
zin başlangıcından beri kim senin ibadet ve inancına engel olunm am ıştır; gerçek
bu olduğu halde, bazı politikacılarla çıkarcı gazeteler, çoğunluğu pek bilgisiz
olan halkım ızı h e r yeniliğe karşı k ışk ırtm ak tad ırlar; asıl h azin olanı, bu dram ı
oynayanların im an ve am el b ak ım ın d an dinle hiç b ir ilgileri olm ayışıdır.
D olaylı ya da dolaysız yalnız M üslüm anlığı değil, tüm dinleri eleştiren vc
dinin gerçek niteliğini çıklam ak isteyen İslâm d ü şü n ü rleri çıkm ıştır; ve k u ş­
kusuz b u n la r, h er dönem de din in gerçek bilgeliğini kavrayam am ış olan din
bezirgân ve av u k atları ta rafın d an k â fir sayılm ışlardır. İbn R ü şd ’ten başlayarak.
İb n R avendi, Z ekeriya R azî gibi eski m addecilerle dinde bazı ıslahat yanlısı
olan Şeyh M uham m ed Abd.uh, h a tta PakistanlI İk b a l... gibilerin anlattıkları
din ve M üslüm anlık, bilgisiz softaların anlayışına asla uym az. D aha s^n ay:
larda ‘T ahdis-el-A kl-el-A rabî’ (A rap A klını Y enileştirm e) adlı bir önem li eser
yazm ış olan L übnanlı H aşan Saab ve ‘El-Felsefet-iil-K ur’aniyc’ (K u r’anın Fel­
sefesi) adlı eserin yazarı M ısırlı A bbas M ahm ud-el-A kkad gibi d ü şü n ü r ve bil­
ginler de bu züm red en d irler. İtira f etm ek gerekir ki, bu kon u lard a toplum un
hoşgörm ez seviyesinden ürk erek d ü şü n d ü k lerin i cesaretle yazabilenler de b u ­
gün pek azdır.
Öyle sanıyoruz ki, a rtık din dogm alarına dayanan herhangi b ir uygarlığın
gerçeklenm esi o lanaksızdır. U lusum uzun M üslüm an olm ası, onun T ü rk olm am a­
sı dem ek değildir. U lusal bağım sızlık ve k arak terlerim izi, ibadetten başka iş­
lerde görevi kalm am ış olan d inlerden herhangi b irin in em ri altında ilkelleştir­
m ek hem dini, hem devleti yok etm ek için tek çaredir. Şu açıklam alarla d in ­
sizliği ve T anrısızlığı savunduğum uz zannedilm em elidir. F akat din anlayışına
yeni b ir yön verm ek ve onu kendi kutsal sınırları içinde bırak m ak zoru n lu d u r
ve dine en büyük saygı da b u d u r kanısındayız. Bilimsel gerçeklere, hoşgörüye
ve hayatın uygarsal zo ru n lu k ların a dayanan ve ilerlem eye engel olm ayan b ir
ülkü ve im anın k u rtarıcılığ ın a inanıyoruz. Eğer çağım ızın dinsel duygularında
b ir gevşeme varsa, b u n u n sorum lusu bilim ler, felsefeler, san atlar ve Batı uy­
garlığı değil, din leri kendi d ar, bağnaz ve bilgisiz anlayışlarına göre h er şey
zanneden din ad am larının saldırgan bask ılarıd ır.

— C —

SO SY A L K U RU M LA R1N E V R İM İ

T ü rlü çağların to p lu m larm d a, tüm sosyal k u ru m lar, hem b irbirlerine ben­


zem ezler, hem de bu k u ra m la rın tem eli olan düşünce ve tasarım lar, sürekli
olarak değişirler. P olitika, ekonom i, ah lâk , h u k u k , aile, s a n a t... vb. gibi k u ­
ra m ların geçirm ekte o ldukları evrim , bu değişm elerin en açık k a n ıtla rın d a n d ır.
B unlarla kıyaslanırsa, yalnız din k u ru m u n u n d ah a statik olduğu ve adlarını
saydığım ız k u ra m la rın d erin d en etkilediği için, o n ların gelişm elerindeki hızı da
az çok engellediği görü lü r. G erçek olan şu d u r ki, uygarlık, ne denli ilkel ve
m istik tem ellere dayanırsa o denli yavaş, ve ne denli layik vc bilim sel esaslara
dayanırsa o denli çabuk ilerler. T ü rlü u lu slard a bu ayrım ların nedenleri ince­
lenirse, bu görüşün yanlış olm adığı anlaşılır. Bir k u ru m u n yetkinliği, sosyal ih­
tiyaçların karm aşık b ir d u ru m alm ası yüzünden m eydana gelen b irtakım yeni
tasarım lara ve yeni anlayışlara göre organlaşm asına bağlıdır. D inlerin dışında
kalan öteki k u ru m lar, genel o larak bu k u ralın etkisi altın d ad ır. F akat kitaplı
dinler, T an rısal b ir kaynağın ü rü n ü sayıldık ların d an, bunları değiştirm ek hem
tehlikeli, hem de pek zo rd u r. T eh lik elid ir, çü n k ü, im an edenlerden çoğunun
seviyesi b u n u kavram a yeteneğine sahip olm adığı için hoşgörüden yoksundur
vc tepkileri sert ve bilinçsizdir. D eğiştirm e zo rd u r; çünkü, olum lu kültürden
ve eleştiri zekâsından yoksun o lan lar, alıştık ların d an kolayca ayrılam azlar. Böy­
le bir girişim , bu dinlerin T anrıb ilim cilerin e göre k ü fü rd ü r, k u tsallıklara kar­
şı b ir sald ırıd ır.
Ayrı yüzyıllarda doğm uş olan k itap lı din ler, b irb irin e kıyasla tam b ir ev­
rim i ifade ederler; b u n ların hiç b iri ilk k u ru ld u k la rı dönem deki saf ve k atık ­
sız durum ların ı k o ruyam adıkları için de ayrı b ir evrim geçirm ektedirler. Yani
bu dinlerin hepsi, im an ed enlerin kişisel y aşan tılarına, filozoflarıyla T anrıbi-
lim cilerinin ve k endilerini k o ru m ak ta olan politik güçlerin zorunlu saydıkları
koşullara göre, bazı önem li ve önem siz değişkelere uğram ışlardır. Bu, her dinde
beliren m ezheplerle tarik at ay rılık ların d an da anlaşılabilir. K utsal k itaplardaki
dogm aların kesin o larak T an rısal b ir değeri o ld u k ların a içten inanılm ış olsaydı,
dinlerin m ezheplere bölünm em eleri, T an rıb ilim cilerle tefsircilerin (yorum cu),
ayetlere başka başka anlam verm em eleri g erekirdi. T efsir kitapları m ukayeseli
b ir dikkatle incelenirse, b u n la rın , b irçok ayetleri, içinde yaşadıkları toplum vc
uygarlığın seviye ve ihtiyaçların a göre açıklam a çabasında o ldukları görülür.
İslâm da d ört büyük m ezhebin k u ru c u la rı olan d ört büyük im am , im anın ana
koşulları olan A m en tü ’de birleşm işler; fak at ibadet, taat, h u k u k gibi k o n u lar­
daki bazı uygulam a form üllerinde b irb irlerin d en ayrılm ışlardır. Bu ayrılıklarda,
bu m ezhepleri k ab u l etm iş olan kavim lerin yaşadıkları coğrafya bölgeleriyle bu
bölgelerde yaşayanların âdet, gelenek ve törelerinin özellikleri vardır.
K uşkusuz, b u m ezheplere m ensup o lan ların hepsi de M üslüm andır; kendi
im am larının içtih atların ı, ötek ilerin içtih atların d an d ah a üstü n ve do ğ ra say­
m ışlardır. K u r’an ve hadislerin anlam ları, uygulanm aları üzerinde bu d ö rt büyük
im am ın içtih atları, sanki T an rı ve P eygam berin b ild ird ik lerin d en daha üstü n ­
müş gibi, tüm düşünm e k ap ıların ı kapatm ış; o n ların ölüm lerinden sonra gelmiş
olan bazı İslâm filozoflarının (hükem a) dışın d a, hem en hiç bir T anrıbilim ci,
bu kon u lard a o n ların k in d en ayrı b ir düşünce ve inancı savunm a cesaretini
gösterem em iştir. Bu gerçeğe karşın , evvelâ bu im am ların içtih atta bulunm uş
olm aları ve b ir çeşit referan d u m dem ek o lan icma-ı ü m m et’le, h u kuk işlerin­
deki kıyas-ı fu lıa k a ’ya başv u rm an ın şeriat b ak ım ından caiz olm ası, ayet ve
hadislerin dond u ru lm u ş, tek anlam lı ve değişm ez o lm adıklarını, aklın, deneyin,
zam an ve toplum ko şu lların ın , b u n la r üzerinde bazı yorum lar ve k a ra rla r verm e
yetkisinin varlığını gösterir. B unlardan da an laşılır ki, dinde yorum lam a yoluyla
ileri sürülecek bazı yenilikler, b ir reform değil, b ir revizyon olup, dinin k u t­
sallığına b ir saldırı değildir. Y ani, dinin bazı h ü k ü m lerin in , yaşanılan dönem in
zorunlu koşullarına göre yorum lanm asında b ir sakınca yoktur.
Filozoflar, ayetlerle hadislerin gerçek değerlerini, bu n ların bildirm e neden­
leriyle ne o ld u k ların ı, m etafizik b ir görüşle açıklam ışlarsa da, b u n la rın b ir kısm ı
yine ehl-i sünnet kelâm cıları tarafın d an k âfirlik le suçlandırılm ış, bazıları da
zındık sayılm ışlardır. T an rıb ilim ciler, körü k ö rü n e im an etm eyi ve im an ettik ­
lerinin akla da uygunluğunu sav u n u rlark en , filozoflar, X II. yüzyıl dü şü n ü rle­
rin d en P. A b e la rd ’ın savunm uş olduğu, 'Bilim , im andan önce ve a k ıl şeriattan
üstün olm adıkça, im anın da bir değeri o lm a z” ve, "Bir gerçeklik, Tanrı sözü
olduğu için değil, eşyanın gerçekliğine uygun olduğu için doğ ru d u r" ilkelerin­
de olduğu gibi, K u r’anın ve Peygam berim izin akla, gözlem ve bilim lere verm iş
old u k ları önem e day an arak , aklın im andan ve şeriattan üstün olduğunu, ancak
bunun süzgecinden geçen ve son çözüm lem ede doğruluğuna k a ra r verilebilecek
k o n ulara im an edilebileceğini k ab u l ed erler. O n lar, en eski Y unan filozofların­
dan başlay arak , Doğu peygam berleriyle d ü şü n ü rlerin in felsefelerinden ve m is­
tik görüşlerinden de y a rarlan ırlar. B unlardan kısaca b ir iki örnek verm ekte
yarar vardır.
Doğa filozoflarından Ebu Bekr Z ekeriya R azî, IX . yüzyılda A bbasîlerin
hoşgörürlüğünden y ararlan arak tüm dinleri eleştirm iş, dinlerin birbiriyle olan
çelişik yönlerini gösterm iş, aklın iyiyi k ötüden ayırt edebileceğini, h atta d ü n ­
yayı ve TanrTvı ilgileyen k o n u la n kavram aya yeterli olduğunu, bu nedenle de
peygam berler gibi bazı yetkili ve üstün kim selere ihtiyaç olm adığını savunm uş­
tur. H int ve İran d o k trin lerin i, İslâm âlem ine taşıyarak T a n rı’yı bile in k âr eden­
lerin içinde İb n R avendî, K u r’am , peygam berliği ve yaratm a olayını eleştirerek
dinlerin bir âdet ve görenek olarak k u şak tan kuşağa geçtiğini, yani hiç kim se­
nin b ir dini ötekilerle k arşılaştırarak benim sem ediğini açıkladı. G enel olarak,
dinlerde yaratm a olayı ile âlem in başlangıç ve sonu hakk m d ak i düşünceler, T a n ­
rılığa d a ir b ild irilerin b irbiriyle çelişik olduğuna d ik kati çeken filozoflar da, sün­
net ehli tarafın d an ya T an rıtan ım az ya da k âfir sayıldılar. B unların içinde do­
ğuştan Y ah u d i ya da H ıristiyan o lan lar da b u lu n d u ğ u n d an , düşüncelerinde ta­
rafsız olam ayacakları k ab u l edilirse de, b ir düşüncenin değeri, onu savunm uş
olanın Y ah u d i, A rap ya da M üslüm an ve özgür düşünceli olup olm am asıyla be-
lirtilem ez. N itekim M üslüm anlığından şüphe edem eyeceğim iz F a ra b î’nin T an rı
h ak km daki d üşünceleri, kelâm cılarınkine uym az; o nlar, ölüm den sonra ceset­
lerin dirileceğine in an d ık ları h ald e, bu büyük T ü rk filozofu, bu inancı reddeder;
bireysel ru h u n ölüm süzlüğünü k ab u l etm ez. İb n A rabî, velilik sıfatım peygam ­
berlik sıfatın d an üstü n gördüğü gibi, F arab î de, filozofu peygam berden üstün
sayar ve K u r’andaki cennet, cehennem , m elek, cin, şe y tan ... gibi kavram ların
birer simge o ld u k ların ı savunur. Bağdatlı E b ’ül-B erekât, X II. yüzyılda, ölüm ­
den sonra dirilm eyi, k ab u l etm ediği gibi, âlem in y aradılışından önce, T a n rı’nın
T anrı olm adığım ileri sürer. K ader k o n u su n d a da İslâm filozofları, hatta bazı
T an rıb ilim ciler arasın d a düşünce ve inanç birliği kurulam am ıştır. Sünnîlerin
inanm ak zo ru n d a o ld u k ları bu konuyu. M utezile filozoflarıyla kaderciler reddet­
tiler. T ü rk filozofu İb n Sina, vahyi, aklın yüksek b ir sezgisi saydığı gibi, Şeha-
beddin-i S u h rav erd î, âlem deki kötülüğü (şer) in k â r ederek, evrenin, olabildiği
k a d a r ve en yüksek b ir yetkinliğe sahip o lduğunu savundu ve T a n rı’nm tüm el
gücünü ve im anın ana k o şu lların d an olan şerrin T a n rı’dan geldiği dogm asını da
yıkm aya çalıştı.
A dların a genel olarak B âtınî denilen ve çoğu Şiî olan filozoflar, sünnet
ehlinin politik gücünü yıkm ak için, K u r a n ve Peygam ber h ak k m d ak i dü şü n ­
celerde, kutsal dogm alara aykırı id d ialard a b u lu n d u lar; ayetleri iç anlam larına
göre yorum layarak, eldeki K u r’an m da aslına uym adığını ileri sü rdüler. B unlar,
tü rlü din k o n u ların d a B rahm anizm , M aniheizm ve M azdeizm den y ararlandılar.
T a rik a t k u ru cu ları ise, genel o larak m istisizm e bağlıdırlar. B unlar, kendi
iradeleriyle yaptık ları telkin lerin baskısı altında T a n rı’yı görm eyi, T anrılaşm ayı
ve T a n n ’da yok olm ayı özleyen, norm al akıl dengelerini yitirm iş, duygulu ve
sanatçı kişilerdir. G erçekte b u n la r da kutsal dogm alara bağlıdırlar; fakat onlar,
ayetleri kendi yaradılış ve eğilim lerinin zevk ve m antığına göre yorum larlar.
K lasik ve dogm atik tap ın m alar dışında b irtak ım özel ayinlere, zikirlere, çilelere,
tespih çekm elere b aşv u ru r, bazı m istik egzersizlere de kutsal bir değer verir­
ler. M istikler, ya tüm âlem i T a n rı’da içkin (m ündem iç) ya da T a n rı’yı m utlak
ve sonsuz b ir v arlık o larak âlem den ibaret sayarlar. F akat b u n la r da asla im an­
sız değildirler; T a n rı aşkıyla sarhoş olm uşlar; h atta b ir bakım a, akıllarını son­
suzlukta y itirm işlerdir. B unların telk in ve p ro p ag an daları da, filozofların dü şü n ­
celeri gibi, yavaş yavaş İslâm dogm alarının yorum lanm a ve uygulanm asında,
im an edenlerin ru h u n d a bazı yum uşam alara, M üslüm anlık anlayışında bazı de­
ğişm elere hizm et etm iştir.
Ö zet o larak tüm İslâm filozofları ve ta rik a t erm işleri, ehl-i sünnet Tan-
rıbilim cileri tarafın d an , az çok dine aykırı düşünm ekle su çlandırıldılar; fakat
tüm bu düşünce ve inanç ak ım ları, insan zih n in in kutsal bild iriler karşısındaki
kuşkuların ın olduğu k a d a r da o n la rın , gerçekten ne o lduklarını derinden anla­
ma özlem inin b elirtilerid ir; ve bu düşüncelerin savunulduğu yıllarda, öteki bi­
lim lerle felsefelerin akla ve vicd an lara ışık tu tan özelliklerinin ü rü n lerid ir. H ic­
re t’in I II. yüzyılından itib aren İslâm ülkelerinde gelişmeye başlayan olum lu b i­
lim lere k arşın , K u r’anın gerçek bilgeliklerini halk a öğretecek m eh d î’leri bek­
leyen inanç akım ları da eksik olm am ıştır ki, bu m eh d î’ler, evvelce açıkladığım ız
gibi, çağım ızda insanları uygarlığın tü rlü nim etleriyle m utlu kılan büyük bilim ,
sanat, teknik adam larıyla d ü şü n ü rler ve devrim ciler olsa gerektir.
K itaplı dinlere bağlı olan T anrıbilim cilerle m ezhep ve tarik at kurucuları,,
d ü şü n ü r ve filozoflar, kutsal k itap ların açık anlam larına bağlanabilm iş olsa­
lardı, belki de araların d a bu denli derin ayrılıklar olm az ve Ş eh ristan î’n in, sa­
yısını 7 2 ’ye çıkardığı tü rlü , İslâm m ezhepleri türeyem ez, birlik (tevhit) dini
olan M üslüm anlık p arçalanm azdı. F akat ayetlerin lakonik, esnek ve simgesel
ifadeleri, bun ları b ir de iç anlam ları olacağı kanısını yaratm ış ve dış anlam ­
larının bazen gülünç, kab a, ilkel ve devletin sosyal ihtiyaçlarını kandırm aya
elverişli olm ayan yetersizlikleri, dogm alara gerçekten değer veren zekâları, h a /t
anlaşm azlıklara sürüklem iştir.
O ysaki, K u r’anın kendisi, “Ç evirtiyi (tevil), ancak Tanrı b ilir” (Âli İm ­
ran , 7) ayetiyle bu an laşm azlıkların önüne geçm ek istem işti. Bu anlaşm azlık­
lar, zihnin yalnız öğrenm e ve anlam a ihtiyacından değil, İslâm devletlerinin
genişlem esi, kendi yapıları içine, tü rlü d in , âdet, gelenek ve törelere bağlı olan
insanları alm ış olm ası, ulusal ilişkilerde m eydana gelen karm aşıklığın yarattığı
yeni koşullar, kutsal dogm aların yetersizliğini belirttiği için, ister istem ez yeni
ve dışkutsal yargılar aranm ış ve b u n la r k an u n la r biçim ine sokulm uştur. Bu
yüzdendir ki, h er işi ve h er k u ralı, dinsel b ir buyruğa dayam ayı zorunlu sayan
din ve devlet adam ları, yüz b inlerce de hadis u y d u rm uşlardır. D in üzerinde bir
çeşit retuş dem ek olan b u çab alara, Peygam berin kendi yaşantısı k a d ar da kutsal
dogm aların kendileri yardım etm iştir.
K u r’an d a, herhangi b ir çelişm e ve karşıtlığın bulunm ası, onun yetkinliğine
aykırı sayıldığından, evvelce bildirilm iş o lan b ir ayete uym az gibi görünen
başka bir ayet bildirildiği zam an, b u n ları açıklam a ödevi de yine T a n rı’ya b ı­
rakılm ıştır. N itekim K u r’an d a 60 k a d a r ayetin k aldırılm ış olduğu bilinm ektedir:
‘‘Biz bir ayetin h ü k m ü n ü , diğer bir ayetle değiştirir ya da unutturursak, ondan,
daha iyisini ve benzerini gön d eririz” (B akara, 106) ve, “Bir ayeti, başka bir
ayetin yerine getirirsek — ki, Tanrı neyi indireceğini bilir — onlar derler ki,
sen bir iftiracısın; ama, hayır, çoğu b ilm ezler" (N ahl, 101).
N eshedilm iş, yani kaldırılm ış olan bu ayetler, yeni koşullarla yeni ihtiyaç­
ların etkisi altında, T anrısal b uyrukların bile değişebileceklerini b elirtm ek ted ir­
ler. Ö rneğin, içkiyi över gibi görünen, “H urm aların m eyvesiyle üzüm lerden sar­
hoş eden bir içki ve g üzel bir rızk yaparsınız. Bunda, akit eren ka vim için kanıt
(ayet, delil) vard ır" (N ahl, 67) ayeti, “T ü m sarhoş edenlerin haram ” olduğunu
bildiren ayetle çelişik olduğ u n d an , tefsirciler, im anlıların zarar görm em eleri
için, Nalıl suresindeki ayetin kaldırıldığını sav unm uşlardır.
D em ek ki, K u r’an da görevi bitm iş olan b ir ayetin değiştirilm esinde h er­
hangi b ir sakınca görm em ektedir. “S izden önce de sünnetler (dinler) geldi g eç ti”
(Âli İm ran, 137) ayetinden de anlaşılacağı gibi, dinler birbirlerini izlemiş vc
b u n ların h er b iri, kendi zam anlarının gerektirdiği hüküm leri ve eskilerinden pek
çoğunu değiştirm iştir.
Bu tü rlü değişik b u y ru k lar dolayısıyla Y ahudiler, Hz. M uham m ed’in pey­
gam berliğinden şüphe etm işlerdi. Bu şüphelere karşılık olan bu ayetler, İslâm
devletlerindeki şeriat k an u n ların ın evrim ine de hizm et etm işlerdir. Bu açık
kapıyı, yalnız Peygam bere ve onun zam anına ait b ir im tiyaz saym ak da doğru
değildir. Y irm i üç yıl süren b ir peygam berlik dönem inde 60 k ad ar ayetin ge­
çerliğine son veren zo ru n lu lu k ların , H ic re t’ten 1400 yıl sonrasına dek geçen
uzun bir dönem de d ah a ne k ad ar çok artm ış olacağını kestirm ek de güç d e­
ğ ild ir ve hem en hiç b ir İslâm devleti, bugün olduğu gibi, geçmiş dönem lerde
de, şeriat k an u n ların a k örü k örüne bağlanm ış değildirler.
Bu özgürlükte fetva k u ru m u n u n hizm eti büyük olm uştur. Peygam berim iz
de gerek h adislerinde, gerek K u r’an d a b irçok kez kendisinin de ölüm lü bir
insan olduğunu, u n utabileceğim , u n u ttu k la rın ı h a tırla tm ala rın ı, p ra tik hayat
işlerini, öteki insanların kendisinden daha ivi bildiklerini ve başka k u su rlarını,
alç a k gönüllülükle itiraf etm iştir. O na göre, evvelce de kaydettiğim iz gibi, “İ n ­
sanlar, babalarından çok, zam anlarına b en zerler” (hadis) vc, “H er zam anın ay­
rı sünnetleri vardır" (R a ’d, 38). O n u n , gerek özel h ay atında, gerek devlet yö­
netim indeki liderlik görevinde yaptığı işlere d ik k at edilirse, kendisinin de za­
m ana vc k oşullara göre d avrandığı, am açların d a başarıya ulaşm ak için m uci­
zelerden değil, dünyam ızın m addesel ve gerçek araçlarından yararlandığı, tüm
öteki insan ların izlem iş olduğu yöntem lerden asla uzaklaşm adığı görülür. M is­
tik telkinlerine gelince, b u n ların ru h sal ve simgesel b ir anlam taşıdıkları da
ap açık tır; böyle olm asaydı, “S iz nasılsanız o türlü yönetilirsiniz; başınıza da &
türlü adam lar geçer” dem ezdi.

— D —-

Y E N İ D İN A N L A Y IŞ IN D A A Y R IN T IL A R
\

B aşlangıcından bugüne dek, k ab ataslak işaret ettiğim iz nedenler yüzünden


bir hayli değişm elere uğram ış olan dinim izde, çağım ıza ve toplum um uza uygun
olan yeni b ir anlayışın esasları acaba neler o lab ilir?
Bunu açıklam ak ve özetlem ek kolay değildir. Bu konuda bize güç ve um ut
v ererek cesaretim izi a rtıra n , İslâm d ininin de b ir determ inizm e bağlı olarak
yavaş yavaş kendi sınırlarını daraltm ış olm ası, ödevlerinin en çok am acı olan
T anrı ve kul ilişkilerini ayarlam asıdır. Bu b ak ım d an, şeriat h u k u k u , tüm layik
ve dem okrat devletlerde olduğu gibi, yerini uygar h u k u k a, çağım ızın ceza ve
borçlar h u k u k u n a terk etm ek zo ru n d a kalm ıştır. A tatürk devrim lerinin ışığı
altında; k ad n , h a rf, kıyafet, k ü ltü r k o n u ları, din baskısından kurtulm uş olduğu
gibi, özgü rlü k lerin h er çeşidi, ve in san ları m istik inançlarının tü rü n e göre sınıf­
landıran ilkel ve çağım ızın adalet vicdanına sığm ayan inançlarına son veril­
m iştir. P olitika oyunlarıyla bazı geri dönüşlerin belirm esine karşın, ezanın m ut­
laka b ir gün T ürkçe ok u tu lm ası, ib adetlerim izde T ürkçeleştirilm iş nam az sure­
lerine yer verilm esi, özel yaşam ım ızda olduğu gibi, cam ilerim izde dc T ürkçe
dua edilm esi, yeni b ir din anlayışının tem el ilkeleri olm alıdır.
Z ira, kutsal o lan, ayetlerin ve d u aların A rapça oluşları değil, o n ların an ­
lam ları ve k u lu n T anrılığa karşı bağlılığını ifade eden düşünce, inanç ve dilek­
leridir. V ara yoğa k u rb a n kesm e gösteriş ve âdeti, k u rb an ın tinsel anlam ına
aykırıdır. D insel görevleri, b ir geçim aracı yapan ö rgütlerin, m istik duyguları
nasıl gülüne b ir lâubalilik içinde soysuzlaştırdığı da sık sık görülen gerçekler­
dendir.
Peygam berim iz zam anında yazı ve yayın aracıları bulunm adığı için hafızlık
zorunlu b ir k u ru m d u . Bugün ise, hem en h er M üslüm anın evinde b ir ya da
b irkaç K u r’an v ard ır, artık surelerin ve ayetlerin değişip kaybolm asına da ola­
nak bulunm adığı için bu k u ru m a hiç b ir ihtiyaç yoktur. A nlam larından h ab er­
siz, b ir gram ofon plağı gibi te k ra r edilen ve çoğu zam an da yanlış o k unan k u t­
sal kitab ı, b aştan başa ezberlem ek suretiyle birçok genç ve yetenekli ev lâtları­
m ızı sersem leştirm eye, ne Peygam ber, ne de T a n rı razı olabilir. H afızlık, dinsel
bir görev olm adığı gibi, bu işin im anla da b ir ilgisi yoktur. B ilm edikleri bir
dille gönderilm iş olan büyük b ir k itab ı, basm akalıp ezberleyecek k ad ar güçlü
bir belleğe sahip o lan ların beynini, uygar dillerden bir ya da birkaçıyla zen­
ginleştirm ek ve çağdaş bilim leri öğretm ek; T a n rı’ya ve insanlığa hizm et ba­
kım ından d ah a üstü n b ir değer taşır. H u k u k u ilgileyen ve dua niteliğinde olm a­
yan, önem li b ir kısm ı da İsrail ö y külerinden ibaret olan sureleri ezberleterek,
evlâtlarım ızın düşünce ve öğrenm e yeteneklerini törpülem eye de, kim senin h ak ­
kı yoktur.
Ö lü ler için K u r’anı hatm etm e âdeti sonrad an benim senm iştir. Peygam be­
rim izin ölüsü başın d a ya da ölüm ünden sonra onun için kim se böyle bir işleme
girişm em iştir. Bu k o n u d a, K u r’an dan d u a niteliğindeki ayetlerden seçilm iş p a r­
çaları o k u tm ak , akla ve dinsel am açlara daha uygundur. K u r’anm ahlâksal ve
hayat için değerli olan b ild irilerin i telkin etm ek, paganizm adan M üslüm anlığa
geçmiş olan bazı d ram atik ve olağanüstü m asalları betim leyerek halkım ızın
akıl dengesini b ozm aktan d ah a hayırlıd ır.
D insel dogm aların b ir kısm ı ibadetleri ilgiler. B unlardan vakitleri vc rekât
sayıları, tüm ay rıntılarıyla K u r’anda bildirilm em iş olan nam az, " İm c n eden­
lere belirli zam anlar için fa rz k ılın m ıştır” (N isa, 103). D iğer ayetlerde bildiri-
. lenlerdeyse, nam azın sünnetlerin d en söz edilm em iştir. B ununla b irlikte, nam az,
İslâm am en tiisü 'n ü n ■'âna ödevlerinden biri o ld u ğ u ndan, üzerinde tartışm aya
hakkım ız yoktur. Y ani, hiç kim se, beş v ak it nam az yerine daha az ya da daha
çok nam azı savunam az; ve rek ât sayıları üzerinde tartışılam az. F akat, Nisa
(102-103) suresinde bildirilen ve savaş sırasında kılınm ası gereken nam az, b u ­
günkü savaş koşulları içinde asla uygulanam az. Z ira, bugünün savaşları, üç beş
yüz kişiyle yapılan çöl gazveleri değildir. M ilyonlarca insanın binlerce kilo­
m etrelik b ir alanda çarpışm ası, yerden ve gökten tiirlü saldırılara girişm esi şek­
linde yapılm ak tad ır. N ihayet. Hz. M u h am m ed ’in ibadete verdiği değer, sanıl­
dığı k ad ar da fazla değildir. “Bir an bilgi ed in m eye çalışm ak, tüm geceyi iba­
detle geçirm ekten hayırlıdır" ve, “Tanrı katında bilgi kazanm aya çalışm ak, na­
m azdan da, oruçtan da, hacdan da ve Y ü c e Tanrı yolunda cihattan da ü stü n d ü r”
hadisleri, onun bilgiyi tap m ak tan üstü n tu ttu ğ u n u n açık k an ıtların d an d ır. Bu­
radaki bilgiyi yalnız din bilgisi anlam ına da kabul edem eyiz. Z ira o, “Bilgiye
dair dilediğiniz her şey ö ğ ren in iz” dem ektedir.
O ru ç, hac ve z e k â t’a da dil uzatılam az. F akat din, kişisel sorum luluk esa­
sına dayandığı için, hiç kim se bu ödevlerin uygulanm ası için b ir başkasını
zorlayam az. Ç ü n k ü , ilerde kutsal öğütler b ahsinde de belirteceğim iz gibi; bu
yetki hiç kim seye verilm iş değildir: " T a n rı’m n sa p ıklık içinde bıraktıklarını
yola getirem ezsin ” (N isa, 143); " T a n rı’m n sapıtm asını istediğine karşı hiç bir
giiciin y e tm e z ” (M aide, 41); “Tanrı, dilediğini yarlıgar, dilediğini azaba uğratır”
(Âli İm ran, 129); “T a n rı’m n sapıttırdığını doğru yola iletecek y o k tu r” (Â raf,
25; K ehf, 17; Z ü m er, 36; R a ’d, 27 , 33). K u r’an, H z. M uham m ed’in bu k o n u ­
daki ödevlerini şu b u y ru k larla belirtm iştir; "S en in görevin, sadece haber ver­
m e k tir ” (Âli İm ran , 20); “Senin elinde buyru kta n (em ir) başka bir şey y o k tu r ”
(Âli İm ran , 123): h atta M üslüm anların yüzyıllardan beri dilem ekte oldukları
şe fa a t’e bile Peygam berim izin gücü yetm ediği an laşılm aktadır: “İster onların
bağışlanm asını dile, ister dilem e; yetm iş k e z d e dilesen, Taıırı onları yarlıgaına-
ya ca k tır” (T övbe, 80; Z ü m er, 44 ). “O n u n izn i o lm aksızın kim se şefaatçi ola­
m a z ” (Y unus, 3); “Sen bir öğütçüsün, onlara m usallat olan biri değilsin” (Ca-
siye, 21-22); “Sen her sevd iğ in i doğru yola iletem ezsin; Tanrı, dilediğini doğru
yola ile tir” (K asas, 56). H z. M u h am m cd ’den bile esirgenm iş olan bu yüce öde­
vin dayandığı bilgelik şudur: “R abbin dileseydi, yeryiizündekilerin hepsi ina-
'liırlardı; sen neden insanları, inansınlar diye zorlam ak istiyorsun?" (Y u n u s,
99); “Tanrı dileseydi, tü m insanları doğru yola iletird i” (R a ’d, 31; N ahl, 9). Bu
açık b ildirilerd en de anlaşılacağı gibi insanları ib adetlere, dogm atik inançlara
zorlam a yetkisi kim seye verilm em iş ve kim senin im anlı ya da im ansız oluşu üze­
rinde hükü m verm e h ak k ı da k ab u l edilm em iştir.
İnsanı T a n rı’ya u laştıran yollar, sadece birçoğunda âdet olm aktan k u rta rı­
lam am ış olan ibad etler değildir. B unun aksi doğru olsaydı, İslâm âlem inin er­
d endik bakım ın d an öteki dinlere bağlı o lan lard an çok üstün ve ileri bir toplum
olm ası gerekirdi. O ysaki, hâlâ A fg an istan ’da bazı hastaların şifa bulm ak için,
alacak aran lık ta sokak lara çıkıp b irtak ım yobazları, ağızlarına tü k ü rttü rd ü k le ıi-
ııi, kendi y u rd u m u zd a bile, hâlâ m usk acıların , ü fü rü k çü lerin , bağıcıların din
adına halkı tü rlü şekillerde soyduklarını ve ahlâk bakım ından İslâm âlem inin
nasıl b ir gerilik içinde o ld u k ların ı bilm ekteyiz. Z aten üç kitaplı din arasında
ah lâk bakım ın d an büyük b ir fark da y o k tu r; ve k itaplı dinlerden önce yaşam ış,
bugün de yaşam akta olan k avim lerin, Y unan filozoflarıyla Buda, K onfüçyus vc
Lao-tseu’nuı savunm uş ve uygulam ış o ldukları ah lâk lar, kutsal kitaplardakilcr-
den birçok n o k talard a ü stü n d ü r.
Bir b uyruğun anlam ındaki değer ne denli yüksek olursa olsun, onun ne
dereceye dek içten b ir inanışla benim sendiğine ve tüm im an edenlerinin b u n ­
ları, kendi yaşan tıların d a uygulayıp u ygulam adıklarına önem verm ek zo ru n lu ­
dur. Bugün beş, altı yüz m ilyonu aşm ış olan M üsliim anlardan dinsel ödevlere
candan k atılan ların ve erdem likle bezenm iş o lan ların toplam ı, h aftad a bir kili­
selerine giden ya da h iç'g id em ey en öteki din m en su plarından pek fazla olm adığı
gibi, iki tarafın k ü ltü r seviyeleri, insan lara yapm akta o ld ukları hizm etler, bir-
birleriyle k arşılaştırılam ayacak k a d a r M üslüm anların aleyhinedir.
Y lnız zenginlere farz kılınm ış olan hacılık için H ic az ’a gidenlerden çoğu­
nun, yoksullar olduğu, b u n la rd a n b ir kısm ının bu ziyareti, bir çeşit ticaret ve
övünm e aracısı y ap tık ları, to p lum um uzun yaygın gerçeklerindendir. H acdan
beklenen siyasal, k ü ltü rel ve sosyal y ararlar, hiç b ir gün gerçekleşm em iş; çağı­
mız için ise, önem ini tam am en yitirm iştir. H ac turizm ine cn çok rağbet edenler,
bizden daha çok M üslüm an olm ası gereken A raplarla öteki u lu slar değil, yu rt­
taşla rım ız d a . Y ıllardan beri, soyulm ak için tü rlü m istik propagandaların çeki­
m ine tutulm u ş olan bilgisiz halk ım ız, borç h arç biriktirebildiği servetleri, ev­
lâtlarını aç, ev b ark ların ı sefil ve p erişan bırak m a pahasına, A rabistan yolların1
da sürünm ek ted ir. Çağım ızda bu ziyaretin, ahlâk b ak ım ından da tüm hacıların
ruhlarını arıtm adığı, hacın ın , hocanın şerrin d en korunm ayı salık veren atasöz-
lerinden de anlaşılır.
D ileyeni tu tu p tu tm am asına k arışılm ad an , insel ve pratik ödevleri ak sat­
m am ak suretiyle, yine dileyenin öteki ibad etler gibi oruç da tutm ası, kendi i ra-
desine bağlıdır. Ne yazık ki bu ödevi yerine getirenlerden çoğunun sinirli, baş­
k aların a sataşm aya h azır ve ö v ü n ü r gibi b ir halleri v ardır. In c il’de, “ O ruç tu t­
tu ğ u n u z zam an, m ürailer gibi m a h zu n çchrel'ı o lm a y ın ız” (M eta İncili, V I, 16)
denildiğine göre, Hz. İsa zam anında da, oruç tu tan birçok M üsliim anlarda gö­
rüldüğü gibi, bu kutsal ödevin gerçek anlam ı anlaşılam am ıştır. Ö teki il t Jetleri
yapm adan, yalnız R am azanda oruç tutm ak la g ü n ah ların d an arınabilecekleri™
u m anların, bazen ne denli büyük g ü n ah lar işlem ekte oldu k ların ı bilm ekteyiz.
G ü n d e yedi sekiz saat çalışan ve günün b irkaç saatini de oldukça hızlı giden
taşıt araçların d a geçiren, yorgun b ir insanın bu ödevi yerine getirirken geçir­
diği ruh hallerini doğal k arşılam ak gerekir. Fakat K u r’an, oruç konusunda,
“Tanrı, sizin için ko la ylık ister, g ü çlü k iste m e z” d em ektedir (B akara, 185). Bu,
çağım ız koşullarına göre yorum lanabilir; zira T an rı, “K im seye gücünün y elm e ­
yeceği bir y ü k y ü k le n e m e z ” (B akara, 233) dem ektedir. G erçek oruç, yalnız aç
kalm ak gibi m addesel b ir sıkıntıya k atlan m ak tan ibaret değildir. Y alan, kin,
iftira, haksızlık , çekem em ezlik gibi kötülüklere oruç tutabilen, yani ruhlarını
tinsel kirlerd en arın d ırab ilen insanın erdem liğinden üstün b ir oruç yoktur. Bunu
anlam ış olan bazı din ad am ları, o rucun sağlık bakım ından gerekli olduğunu ileri
sürerler; fakat o rucu bu m aksatla tu tm an ın kutsallığa aykırı olduğunu u n u tu rla r.
İnsanları sürekli ibadetlerle uğraştırm anın zorunlu olduğu dönem ve çev­
relerin ko şulları, bugün yok olm uştur. Y aşayabilm ek için erken saatlerde işle­
rine koşup, geç v akitlere dek çalışan ve yorgun argın evlerine dönen insanlardan
pek çoğu, ibadete zam an ayıracak d u ru m d a değildir. Sinem a, tiyatro, plaj, spor
gibi eğlencelere vakit bu lab ilen ler, gerçekte Peygam berim izin şu önerisine uy­
m ak tad ırla r: “E ğlenin, oynayın, zira kabalık ve ka tılıkta n h o şlanm am " (hadis).
B ugünün iş ve çalışm a h ayatı, beş v ak it aptes ve nam azla, tü rlü dinsel
görevlerle israfa elverişli b ir sosyal düzene bağlanam az. Böyle b ir uğraşı, birey­
lerin ve toplum un resm î ve özel bayatını altü st eder. Bunun ilk önce dünya iş­
leri için y ararın d an çok zararı olduğu b ir gerçektir. Bazı din adam ları, h atta
tefsirciler, beş v ak it aptes ve nam azı savunm ak için bu ödevin b ir çeşit tem izlik
ve idm an o lduğunu, yani sağlık bak ım ın d an organik yararları b u lu n d u ğ u n u sa­
v unurlar. O ysaki tem izlik ve idm an için, dünyam ızda m istik harek etlerd en çok,
yararlı, çekici egzersizler ve o lan ak lar v ard ır. N itekim kum ya da toprakla aptes
alm aya izin verildiğinden de an laşılır ki, dinim iz, bu işlem de sadece tem izlik
am acını gütm üş değildir. “Tanrı, sizin zor bir durum da kalm atiızı iste m e z”
(M aide, 6) ayeti, bu konu için b ild irilm iştir. Bu da içinde b u lu n u lan koşullara
göre davranm aya izin verilm iş dem ektir. Ç öllerde yaşayan insanları, birbirle-
riyle boğuşm aktan k u rta rm a k için sürekli o larak T a n rı’yı d ü şü ndürm ek isten­
m iştir ve bu tü rlü ib adetler, Sam î kavim lerde M üslüm anlıktan önce de vardı.
V aktiyle, ayin ve ibadetlerin h er şekli, bu ilkel seviyedeki insanlar için hem
b ir eğlence, hem b ir oyalanm a, hem de ru h la rın ı arıtm a bakım ından önem li b ir
işlem di. Bugün ise, ru h ve beden tem izliği için k ü ltürel, estetik ve uygarsal
olan tü rlü a ra ç la r ye olan ak lar v ard ır. D inim iz, insanlar için dünya ve ahret
m utluluğun u isteyen yüce b ir sistem dir; ibadetleri çalışm a saatleri dışında,
dileyenin kaza etm elerine izin verm ektedir. H erkes dilediği zam an, dilediği yer­
de ibadet ed eb ilir ve T a n n 'y la kul arasın a, h a tta Peygam ber bile girem ez. Z ira,
“ Tanrı, rahm etini dilediğine verir" (Âli İm ran, 73). Bunun içindir ki, “D inde
zorlam a y o k tu r " (B akara, 256).
İm an edenler, evvelâ geçim lerini sağlayan işlerde doğrulukla vc hakkıyla
çalışm ak zo ru n d ad ır. H er insan, kam u hizm etleri dışındaki zam anlarını dile­
diği gibi geçirebilir. D insel duygular, b ir esrim eye (vecit), b ir m istik aşka, yüce
b ir algıya (idrak) bağlıdır. Bu kutsal duyguyu vara yoğa k ışkırtm ak, devlet iş­
lerine k ad a r ulaştırm ak , onun gerçek değer ve an lam ım zedeler.
Cam ilerde sağlığa daha uygun te rtib a t alınm asına din asla engel değildir.
Peygam berim iz, sağlık bilim ini din bilim inden d aha üstü n tutm uştur. Ü tülü
pantolonla yaşayan, şapka giyme zo runda olan kim selerin cam ilerim izde zorluk
çekm em elerini sağlayan araçlar h azırlan ab ilir. H z. Süleym an, ünlü tapınağını
yap tırd ık tan sonra, dua ederk en , yabancıların da bu tap ın ak lard a ibadet etm e­
lerini, Y ah o v a’nın, bu y abancıların dualarını da kabul etm esini dilem işti. O .
bu suretle yalnız İsraillilerin değil, yeryüzündeki tüm üm m etlerin de Y ah o v a’
dan korkacağını bildirm işti (Ü çüncü H ü k ü m d arlar, V III, 42-43). K u r’anda da,
“D e ki, biz T a ıırı’ya, bize gönderdiğine, İbra h im 'e, İsm ail'e, Islıa k ’a. Y a k u b ’a
ve torunlarına indirilm iş olana inandık. M usa ve İsa ’ya, peygam berlere Rablc-
rinden verilenlere inandık. Onları birbirlerinden ayrı görm eyiz ve O ’na teslim
o lu ru z ” (Ali İm ran, 84) denilm ektedir.
D inler ve peygam berlerle k itap lar arasın d a b ir fark gözetm eyen dinim izin
bu em salsiz vc vücc hoşgörüsünden y aıarlân arak , cam ilerim izi, her insanın ib a­
det edebileceği b ir şekle sokm akta hiç b ir sakınca yoktur. C am iler birer okul
gibi ahlâk ve k ü ltü r am açlarına da hizm et ettirilebilir, elverir ki, buralardaki
vaiz ve h utbeler, çağdaş uygarlığa ve ulusal iiikiilere aykırı b ir savaş vc polem ik
alanı olm asın. Batıkla, Bossuct gibi büyük vaizlerin eserleri, tanınm ış ahlâkçı­
ların serm onları, kitapsarayları süslem ekte; okulların edebiyat ve felsefe ders­
lerinde İncelenm ektedir. Buna k arşılık, bizde hiç bir din bilgininin bu türden
önem li b ir eserine rastlam am aktayız.
O ysaki, insanlara b ir gerçeği kabul ettirm ek için korkutm a yolunu değil,
sevdirm e ve düşü n d ü rm e yolunu seçm ek gerektir. Yani ru h lara tatlılıkla sokul­
mayı bilm elidir. K u r’an da, Hz. M uh am m ed ’e b ir savaş dolayısıyla, “Senin on­
lara tatlılıkla davranm an, Tanrı nın bir rahm etiydi. Kaba ve ka h yü rekli olsay­
dın, onlar, yanından dağılırlardı” (Âli İm ran, 159) dem ekte vc, “R abbinin yo­
luna bilgelikle ve iyi öğütlerle çağır; onlarla güzel bir yolda tartış" (N ahl, 125)
em rini verm ektedir. H z. M uham m ed, tartıştığı kim selere zorlam a ve baskı yön­
tem ini uygulam am ış, "B izim işled iklerim iz bize, sizin işledikleriniz sizedir; ara­
m ızda hiç bir çekişm e nedeni y o k tu r ” (Şura, 15); “Tanrı, benim de R abbim dir.
sizin de R a b b in iz ” (Âli İm ran , 51); “S izin d in in iz size, benim dinim banadır"
(K âfirun, 6) ayetleriyle karşılık verm iştir.
Son o larak . “Ben sizin vekilin iz değilim , d e " ‘‘E n ’am , 66); “Ben sizi k o ­
rum akla y ü k ü m lü değilim , d e ” (Y unus, 108) gibi buyruklara itaat etm iştir. O,
"İnsanlara akıllarının kavrayabileceği bir dille k o n u şm a y ı” uygun bulan bir
inançla, kim seyi dinsel inançları yüzünden suçlandırm a yolunu önornıem iştir.
D aha açıkçası, dinim izde tüm insanları cennetlik yapm a ödevi, kimseye veril­
m em iştir. Z aten T an rı k atın d a, gerçekten beğenilm iş olan insanın kim olacağını
önceden b elirtm ek de o la n a k sız d a ; zira, İngiliz ü to pyacılarından T hom es M ore’
un dediği gibi, " T anrılığın ken d isin e nasıl tapılm asını istediği asla b ilin em ez".
Bu itib arla, ak la, bilim e, düşünm eye, gözlem e, k itap ve kalem e fazlasıyla
değer veren d inim izin derin hoşgörüsüne d ay an arak, m istik inançları dünya
işlerine k arıştırm am ak , yani layik b ir rejim ve sistem in dine saygı bakım ından
ü stünlüğün ü k ab u l etm ek gerektir.
B unların aksini savunm akla, insanlığın gitm ekte olduğu yolların yönünü
değiştirm ek k a d a r da u lusum uzun b u yollardan uzaklaşm ası sağlanam az; buna
hiç b ir kim senin, hiç b ir düşünce ve ü lk ü n ü n de gücü yetm ez. T oplum k a n u n ­
larının zo ru n lu ve olum lu sonucu, ilerleyene ayak uyd u rm ak tır. Aksi halde bu
k a n u n lar, d irenen güçleri ve b u güçlerin dayandığı m istik düşünce ve inançları
çiğneyip geçer.
C am ilerim izde, sanki Peygam berim iz yeşil k ü lah , beyaz takkeyle ibadet et­
miş gibi gülünç, ilkel ve kirli kıyafetlerle ibadet edenlerin sayısı az değildir.
O ysaki, Peygam berim iz, “E y âdem oğulları, m escide her gidişinizde sü slen in !”
(Â raf, 29) b u y ru ğ u n u bildirm iş ve kendisi b u n a titizlikle uym uştur. K u r’an d ak i,
“O nlara b e n ze m e y in !” ayeti, 1400 yıl önceki M ekke ve M edinelilerin kılığına
girm eye çalışınız ve yaşadığınız uygarlık çağındaki yenilikleri kabul etm eyiniz
dem ek değildir. H em en hepsi M üslüm an olm ayan kişilerin eseri olan, elek trik ­
ten, ilâçlard an , taşıt araçların d an ve o n ların bilim inden, sanat ve felsefesinden,
buzdolabı, telefon ve televizyona dek tüm tek n ik icatlardan, m inarelerim iz­
deki hoparlö rlere dek, g âvur icadı sanılan şeylerden y ararlanm ak günah değil
de, o n ların kıyafetlerine b ü rü n m ek m i g ü n a h tır? U ygarlık, insanları hem kıya­
fet, hem yaşantı, hem de duygu, düşünce ve anlayış b ak ım ından birb irlerin e
benzetm eye çalışm akta; ulu sal geleneklerden kalan üst baş örneklerini m üzeler­
de ve festivallerde sergilem ektedir.
A nlaşılıyor ki, d em o k rat ve layik b ir cu m huriyetin bağışladığı özgürlükler
içinde, herkes dilediğine, in an ır, dilediği gibi tap ın ır ve kim se, kim seyi m istik
inançları yüzünden suçlayıp kınayam az. H iç b ir kim se, m istik inançları, top­
lum un dünyasal işlerini düzenlem e aracı o larak savunam az.
Bunun başka b ir yararı d a, anayasam ızın T ü rk saydığı H ıristiyan ve M u­
sevî vatandaşlarım ızın da, dinsel k u ru m ların ı kendi olanaklarıyla yönetm ele­
rinde b ir sakınca bırak m am asıd ır. Y ani b ir gün, “ Biz de H ıristiyan T ü rk leriz;
bizim din işlerim iz için de ayrı b ir diyanet işleri dairesi k u ru n u z ve ad am ları­
m ıza gerekli aylıkları veriniz» gibi, belki de anayasa bakım ından haklı o lab i­
lecek olan isteklerin de önüne geçilm iş olur.
H alkım ıza, k u rb a n la rın , hac m asrafların ın , zekâtın ve tü rlü sad akaların,
K ızılay, Ç ocuk Esirgem e ve U çak Y apm a K u ru m u , D ü şkünler Y u rd u , D onan­
m a Cem iyeti, D arü şşafak a, h astan eler gibi iyilik kuru m ların a bağışlanm asını
sağlam ak için sistem li o larak çalışm ak, dinsel görevleri yapm am aktan doğacak
tinsel soru m lu lu k ları bağışlatm anın tek çaresidir; im anlılara, b u iyilik işlerine
bağışlarda bulunm ayı öğretm ek, m istik k ü ltü rü n esaslı dogm aları o lm alıd ır1.

(1) Bu bahisteki açıklamalar, Barı$ D ünyası dergisinin anketindeki soru


sırasına göre verilmiş karşılıklardır. Bu itibarla m antıksal dizide görülecek baz*
boşluklarla tekrarları, eserim izin güttüğü amaca göre kavramalıdır.
LAYİK VE ÖZGÜR DÜŞÜNCE

Aslı L atince olan layik (laıque) sözcüğü, tinsel sınıftan olm ayan dem ektir.
Bugün ise, din işleriyle dünya işlerinin b irb irin d e n ayrılm asını sağlayan b ir ilke
ya da sistem anlam ına gelm ektedir. H em en tüm dem okrasilerin anayasaları bu
ilkeyi k ab u l etm iştir ve b u sözcük asla dinsizlik anlam ında kullanılm am ıştır.
D evlet ve din niçin b irb irin d en ay rılm ak tad ır? Ç ünkü, bu iki büyük k u rum un
am açları, yapıları, d o k u ları, k o n u ları ve tarihsel evrim leri, birbiriyle uzlaştırıl-
m asm a olan ak b u lunm ayan özelliklere sah ip tir. Bilindiği gibi dinler, m istik h a ­
yal gücünün yaratm ış olduğu geniş b ir sosyal k u ru m d u r. Bu k u ru m u n , ilkel top-
Ium lardan çağdaş dem okrasilere dek gelen tü rlü devlet şekilleri içinde insan­
ların yalnız v icd an ların a değil, düşünce ve eylem lerine de derinden hükm etm iş
olduğu görülür. F ak at insanın bilgi ve zekâsı, b u kuvvetin çizm iş olduğu plan
ve dogm aları hem en h e r çağda aşacak denli genişlem iştir. N üfus yoğunluğu, tü r­
lü dinlere bağlı olan u lu sların b irb irleriy le olan k ü ltü rel, sosyal, tarihsel ilişki­
leri, dinlerin kendi y apıları içinde, m ezhep ve ta rik a t tü rü n d en bazı esaslı inanç
fark ların ı yarattığı gibi, b u fa rk la r yüzünden de, aynı dine im an edenlerin sa­
vaşm alarına neden olm uştur. Paganizm a ile H ıristiyanlığın, S ünnîlerle Ş iîlerin ...
yekdiğerine k arşı işlem iş o ld u k ları cinayetler, düşünce ve vicdan özgürlüğünü
hoş görm eyen zalim ve k o rk u n ç b ir dogm atizm in ü rü n ü d ü rler.
Evvelâ hiç b ir d in , m illiyetçi değildir ve a rtık dinlerin böyle b ir fonksiyonu
da kalm am ıştır. Buna k arşın , k en d ilerin d en b aşk a b ir d inin ve uygarlığın ger­
çeklerini k ab u l etm eyen ve h a tta b u n la rı b ir k ü fü r sayan kitaplı d in ler, kendi
dogm alarına uygun b ir devlet kurm ayı, kendi yayılm a ve güçlenm elerinin koşu­
lu sayarlar. O ysaki insanın ihtiyaç ve seviyesi sürekli olarak değişm ekte, insan
irade ve ihtiyacının ü rü n ü olan devletlerin k a n u n ve örgütleri, sürekli olarak
değişm ektedir. D in dogm alarının kaynakları ise, kutsal ve T anrısal sayıldıkları
için, b u n la rın değişm eleri o lanaksızdır. B unun için d ir ki, dinlerin kendileri hoş­
görüden yoksun olm asalar bile, dinsel b ild irileri politikaya ve kendi kişisel çı­
karların a hizm et ettirm ek isteyen bazı din adam larıylâ devlet adam ları ve b u n ­
ların dayand ık ları söm ürücü züm reler, düşünce ve vicdan özgürlüğüne asla de­
ğer verm ezler ve bu dogm aları, tüm sosyal k u ra m ların tem eline yerleştirm ek
isterler. A slında d in , statik b ir k u ra m olduğu halde, devlet tam am ıyla dinam ik
b ir g e rç e k lik tir.1Y ani d in lerin özünde, sürekli o larak değişen bilim sel ve uy­
garsal gerçek ve gereksinm eler karşısın d a yerinde saym ak gibi b ir eylem sizlik
vardır. Bu itib arla dinle devletin a t başı b ir koşuya ve yarışm aya girişm eleri
olanaksız ve yersizdir. B unun için d ir k i, b u gün, d inlerin koym uş oldukları hu-
kuk kuralların ın çoğu k a d a r da kozm ogoniye d a ir b ild irileri yetersiz kalm ıştır.
O n d a değişm ez b ir gerçeklik o larak , insanın bireysel kurtu lu şu n u sağlayan bazı
erdem lik esasları v ard ır ki, b u n la r bile, kişinin b aşkalarına zarar verm eyen özel
yaşam ına ait alışk an lıkların a k arışam azlar. Esasen bu n lara karışm ış oldukları
dönem lerde bile, insanın özel eylem ve d üşüncelerini değiştirm eyi başaram a­
m ışlardır. N itekim , insan ların en dinli ve d inlerle yönetildikleri çağlarda da
gerektiği k a d a r ahlâklı olm adıklarını görm ekteyiz. Z ira din adına yapılm ış olan
haksızlık ve cinayetler, ahlâk ve p o litik a adına y ap ılanlardan daha çok ve daha
şiddetli olm uştur.
D üşünce ve vicdan özgürlüğünün b ulunm adığı yerlerde layik b ir sistem
asla kuru lam az ve u lu slar b u h ak k ı k azanm ak için pek çok şehit verm iş ve
eziyet çekm işlerdir. D ünya ve evrene ait görüşlerini, m istik terim ve kuvvet­
lerle açıklam alarına karşın , y aşadıkları dönem in dinsel ve m itolojik inançlarına
aykırı olarak düşünebilm iş olan Elea ve İonya filozoflarıyla akılcılığı cesaretle
savunm uş ve h a tta k u rm u ş olan S okrat, E flatun ve A risto, bu özgürlüğün öncü-
lerindçndirler. D ogm acılığın aleyhine şüpheciliği savunan filozoflarla bağıntı­
cılığı (relativism e) savunanlar, O lim pos T an rılarıy la on lara yapılan dinsel ta ­
pınm aların ve törenlerin saçm alığını aç.ğa vurm uş olan kinikler, eski Y unanda
özgür düşünceyle dinsel in an çlar arasın d ak i aykırılığın m üjdecisi olm uşlardır.
A naxagoras gibi, güneşin T an rı değil, alevlenm iş b ir taş yığını olduğunu söyle­
yebilenler ve m isterlerin aleyhinde b u lu n an D iagoras, T h eophrastus ve S tilp o n ...
gibi filozoflar, yaşayan dinin dogm alarından başk a türlü d ü şü ndükleri için ko­
v u ştu ru ld u k ta n halde, eski Y u n an d a siyasal b ir tehlikesi olm ayan ve törelerle
âdetlere saldırm ayan düşünceler devlet ta rafın d an hoş görülm üştür.
Eski R om a’da Plaute, E nnius, Lucillus ve L ucretius gibi sanat ve düşünce
ad am ları, tiy atro sahnelerinde T an rılarla alay etm iş ve alkışlanm ışlardır. Buna
k arşın , eski R o m a’da özgür düşünceye, devlet değil, din adam larının etkisi al­
tın d a, halk düşm an olm uştur.
H ıristiyanlık paganizm a ile Jü d a iz m i, askersel ve siyasal nedenlerle suçlu
saym ış, akılla im an arasın d ak i savaşlar aşırı b ir şekil aldığı dönem lerde, R o­
m alılar, T an rı ve İm p arato rlu k k an u n ların a d ay an arak, yani siyasal ve dinsel
nedenlerle h er çeşit k âfirlik ve içtihadı yasaklam ıştır. Buna itaat etm eyenleri
de ya sürgün etm iş, y ah u t da eserleriyle b irlik te yakm ıştır. M ilâdın V. yüz­
yılında im p arato r M axim , dinsel konu ların tartışılm asını resm en yasaklam ış ve
buna uym ayanlar için ölüm cezası k oydurm uştur. O rtaçağda devletin dini H ı­
ristiyanlık olduğu için, 1022’de Sofu R obert, keşişlerle bağnaz b aro n lard an
oluşan b ir m eclis k urm uş ve sapıtm ış sayılan birçok düşünce ve bilim adam ını
yak tırarak ö ld ü rtm ü ştü r. Bu dönem de din için, ço cuklar bile, ana ve bab alarım
ju rn al etm eye başlam ışlardı. Buna karşın , dinin kendisine değil, hurafelerine
karşı ve din adam larının devlet işlerindeki n ü fu zlarına karşı aklı ve bilim i
sav u n an lar eksilm edi. A rtık insan zekâsı, m istik dogm aların değişm ez sanılan
k u tsal m antığını yetersiz b uluyor ve insanlığı m utlu kılacak başka bilgilerle
yollar aram ak tan çekinm iyordu.
Rönesans ve reform harek etleri, hüm anizm anın Batı k ü ltü r ve düşüncesine
yapm ış olduğu büyük etki, nihayet çevrilem ez sanılan In c il’i, ulusların kendi
ana dillerine çevirm eleri vc özellikle p apazları çıld ırtan A m erika’nın keşfi olayı
ile C opern ic’in bilim sel b u lu ş la rı... dinlerin esas ödevlerinin sınırlarını çizm e­
ye hizm et etti. Siyasal gücü elinde tu tan hiç b ir dinin, kendi dogm aları dışın­
dak i düşünce ve örgütlere karşı hoşgörüsü yoktur. F akat dinsel baskı, şiddetini
arttırd ık ça, insan zekâsı, daha büyük b ir cesaretle gerçeğe âşık olm uş ve ni­
hayet M ichelet’nin Büyük Y üzyıl adını verdiği X V III. yüzyıl, dini kendi çık ar­
larıyla tu tk u la rın ın aracısı y ap arak halkı u y u ştu ran bilgisiz din adam larıyla,
saçm a inan çlara karşı olum lu zekânın zafer çağı olm uştur. T arih gösteriyor ki,
teokratik b ir devlet, kendine özgü b ir uygarlık yaratm ış olsa bile, insan özgür­
lük ve m utlu lu ğ u n u asla gerçeklendirem em iş, kork uya, kuşkuya, bilgisizlik ve
zulm e m ahkûm , hayat sevincinden yoksun in san lardan oluşm uş b ir dünya d ü ­
zeni ku rm u ştu r. P ru d ’hon, “S ık sık T a n rı’dan ve atalardan söz edilm eye baş­
lanmışsa, biliniz ki, ya canınız ya da paranız isteniyor d e m e k tir” d erken, b u n ­
dan 25 yüzyıl önce, dinle p o litik an ın birleştiği ya da b irb irin in am açlarına hiz­
m et ettirildiği zam n lard a, ulus veya u y ru k ların alın yazış ne olacağım açığa
vurm uştur.
Layik sistem , dini küçüm sem e ya da h o r görm e am acım gütm ez. D ine k a r­
şı en içten saygı, ancak b u sistem de gerçeklenebilir. Z ira d in, ancak bu sistem ­
de erdem liğin gerçekten reh b eri o lu r ve T anrı ile kul arasına herhangi b ir kuv­
vetin girm esini önler ve devlet, insanlığın ilerlem ekte olduğu yolda, m istik en ­
gellerden ve bask ılard an k u rtu lm u ş o larak yücelm e olanağını b u lu r. Bunu fark
etm iş olan M üslüm an ulusların hiç b iri, b aşlarına b ir halife getirm eyi dü şü n ­
memiş ve düşünm em ektedirler. D evlet örgütlerine dinsel tem eller aram ak, k u t­
sal inançları küçüm sem ek ve h o r görm ektir. Bugün artık hiç b ir dinin ulusal
ve tinsel am açları gerçeklendirebilecek b ir güce sahip olm adığı bilinm ektedir.
D ünya işlerini m istik ilkeler ve dogm alar p lan ın a göre yürütm e olanağı da
kalm am ıştır. Z ira dinlerin am açları asla bu olritadığı gibi, hiç b ir din de, yıl­
dırım hıkıyla ilerlem ekte olan akıl ve bilim le yarışa çıkabilecek yetki ve güce
sahip değild ir1.
Bu gerçekleri d erin d en kavram ış olan A tatü rk , ulusum uzun ilerlem esini
geciktiren engellerin b aşında, yüce dinim izin kutsallığını da sarsan m istik güç­
lerin bağnazlıklarını görm üş, ulusum uzu gerilikten ve dinsizlikten k u rta rm a k için
layikliği b ir devrim ilkesi o larak savunm uştur.

(1) Cemil Sena, Tanrı Anlayışi, 1978 (s. 533-552).


m
KUR’ANI TÜRKÇELEŞTİRMEK

D ünyam ızda d inden yoksun olan h iç b ir kavim ya da ulusa rastlanam az.


Bu k o nud a Sam î kavim leri öteki kavim lerden ayıran esaslı fark , birincilerin
k u tsal k ita p la ra ve b u n ları b ildirm iş olan peygam berlere sahip o lu şlarıdır. G er­
çekten de peygam berlik, yalnız A rap larla Y ahudilere özgü b ir k u ru m d u r. Ö teki
D oğu dinlerin d e Z e rd ü şt’ten b aşka peygam berlik iddiasında b u lu n an b ir kişi
yoktur. Buna k arşın , Çin ve H in d ista n ’da yetişm iş olan büyük filozoflardan
bazılarım , kendi çöm ezleri, doğaüstü b ir v arlık la ilişkileri b u lu n a n k u tsal b ir
haberci saym ışlardır. G enel olarak tü rlü tarihsel ve sosyal nedenlerle öteki kı­
talara yayılm ış olan M üslün. nlıkla H ıristiy an lık tan başka hem en hiç b ir din,
evrensel b ir değere ve iddiaya sahip değildir; yani, bu iki büyük din dışında ka­
lan m istik in an çlar, d ah a çok ulusal ve yöresel kalm ışlardır. D inlerin ve m ez­
heplerin ayırm ış olduğu coğrafî sın ırlar, d in savaşlarının ü rü n ü d ü rle r. Fakat
ekonom ik ve k ü ltü rel ilişkileri d araltıp genişleten im p arato rlu k lard a, askersel
ve siyasal b ask ıların da yardım ıyla evrensel din ler, uzak ülkelere de yayılabi­
lirler. Bu b ak ım d an M üslüm anlıkla H ıristiy an lık , ulusal b ir din olm aktan çıka­
ra k , siyasal b ir ü lk ü biçim ine g irm iş,' kendi ilke ve dogm alarına uygun olarak
d illeri, âd etleri ve töreleri başk a b aşk a olan u lu sların v icdanlarına yerleşm iştir.
Ç inlilerle H in tlile r ve A rap larla Y ahud ilerd en başka olan kavim ler, dinlerini
kendi dilleriyle yazılm am ış olan k u tsal eserlerden ve b u eserleri kavram ış olan
kim selerden ö ğrenm işlerdir. Bu kim seler, h e r to p lum da b ir m istik sın ıftır. Bu
sınıf, h alk a, kutsal k itap ları k en d ilerin d en b aşk a kim senin anlam a yetki ve ye­
teneğine sah ip o lm ad ıkları düşüncesini aşılam ıştır. O ysaki, b u n ların kendileri
de h alk tan yetişm iş ve dine ait bilgileri, m edrese, m an astır ve sinagoglarda öğ­
ren d ik leri A rapça, L atince ve İb ran îce aracılığıyla elde etm işlerdir. Bu ger­
çek bil'., k u tsal m etinlerin in san lar ta ra fın d a n öğrenilebileceğinin som ut b ir
k an ıtıd ır. F akat h e r insan, b ir m edrese, m an astır ya da sinagogda okum ak ola­
nağına sahip o lm adığından, k e n d i d inini m u tlak a bu k u ra m la rd a yetişm iş olan­
lard an öğrenm ek zo ru n d ad ır. O k uryazarlığın p ek sayılı kişilere nasip olduğu
dönem lerde, b u n d an b aşka da çare yoktu. U ygarlık, h er şeyden önce büyük ve
geniş b ir k ü ltü rü n ü rü n ü olduğu için, in san lar, bugün kutsal k itap lard ak i ger­
çeklerden d ah a pek karm aşık , olan nice b ü yük doğa gizlerini öğrenecek sevi­
yeye yükselm işlerdir. Bu itib arla çağım ızda tinsel ve ahlâksal hayatın tem elini
olu ştu ran kutsal k itap ları ok u m ak , zannettirildiği k a d a r zor değildir. Z aten
K u r’an anlaşılsın diye açık b eyanlarda b u lu n m u ş, A rapça vahyedilm iş olm asının
n edenlerini açıklayan ayetlerden de anlaşılacağı gibi, h er M üslüm anın o n u kendi
diliyle öğrenm esinde hiç b ir şe r’î sakınca olm adığı sezdirilm iştir. Z ira kutsal ki­
tabım ız, insan ları, M üslüm anlığı b ir başkası aracılığıyla öğrenm e zorunda b ırak ­
m am ış, k en d isin in açık ve an laşılır b ir k itap o lduğunu tü rlü vesilelerle tek­
rarlam ıştır.
Başlangıçta K u r’an ın A rapça vahyedilm esinin am acı, " M e k k e ’y i ve dolay-
larındakileri sa kın d ırm a k ve toplam a g ü n ü n ü n ko rku n çlu ğ u n u b ild irm ektir”
(Şura, 6); d ah a sonra b u dn , ulusal, siyasal b ir ü lk ü n ü n , b ir devlet sejim inin
anayasası oldu. F akat hiç b ir im p arato rlu k , egem en kavm in dilini ve h atta di­
nin i, tüm u y ru k ların a k ab u l ettirm em iştir. N itekim K u r’an A rapça indiği, ulusal
ve insel b ir sorun o larak h e r çeşit savaşa girm iş b ir dinin ana k itabı olduğu hal­
de, tüm A rap lara da k en d in i, yani M üslüm anlığı olduğu gibi kab u l ettirem e-
m iştir. H em en pek çoğu A rap olan M arunîler, N asturîler, Y ezidîler, Nasranî-
ler, D ürzîler, V âh ab îler, İm a m île r... vb. h ep M üslüm anlığı çığırından çık a rt­
m ışlardır. D ünya T ü rk lerin in hepsi M üslüm an olm adıkları gibi, A rapların için­
de hayli K atolik ve O rto d o k s o lan lar da v ard ır. Bu gerçekler bile, b ir dini k a­
bul etm ek için m u tlak a A rapça m etinlere bağlanm anın zorunlu olm adığını gös­
terir. Z aten K u r’an da im anın dille b ir ilgisi olm adığını ih ta r etm ekte, “O n u
A rapça bilm eyenlerden birine in d irseyd ik — ve o, bunu kendilerine o k u m u ş ol­
saydı— yin e im an etm eyeceklerd i” dem ektedir. N e dem ek olduğu, neyi buyur­
duğu, A rabm kendi diliyle bildirilm iş olduğu halde, inanm a ve itaat derecesi
bu denli zayıf o lunca, o nu hiç anlam ayanların kavrayabilm elerine asla olanak
bulunam ayacağı apaçık b ir gerçektir. A nlam adan, körü körüne itaat edenlerin
im anı ise, b ir görenekten, b ir tak litten ileri gidem ez ki, bu tü rlü M üslüırlanlığı
şeriat da beğenm ez. Z ira “ tak litçin in im anı sahih değildir” .
D ikkate değer ikinci b ir n o k ta d a, “H er gönderdiğim iz peygam beri, ancak
ke n d i ka vm in in diliyle yo lla d ık k i, onlara açıkça beyanda bulunabilsin” (İb ra ­
him , 4) ayetinde saklıdır. D em ek ki, ken d ilerin e peygam ber gönderilm em iş olan
kavim lere, din lerin i ancak kendi dillerine çevrilm iş olan ya da kendi dillerin­
deki k itap larla öğretm ek gereklidir.
K u r’anm dilim ize çevrilm esindeki sak ın calar arasın d a, A rapçanın fesahat
ve belâgatiyle zenginliği ileri sü rü lerek , T ürkçem izin b u n u ifade edem eyeceğin­
den söz eden ler de v ard ır. Bu acı b ir aşağılık duygusunun itirafıd ır ve âdeta
A rapçaya, A raplığa hayranlık yüzünden b u dilin T anrı dili olduğunu zannetm ek
gibi yanlış b ir düşüncenin ü rü n ü d ü r. A rapça da, adına A rap denilen ve her biri
bizim gibi b ire r insan olan saygıdeğer b ir u lusun d ilid ir ve Hz. M uham m ed, bu
kavm in b ir bireyi olduğu için d ir ki, kutsal k itap , onun bildiği tek dil olan
A rapça ile ifade ve beyan edilm iştir: “O n u saktndıranlardan olasın diye açık
bir A rap diliyle senin kalbine g ü venilir ruh in d ird i” ayeti de b u n u açıklam ak­
tadır. “P ü rüzsüz K u r ’anı, anlayıp sakınsınlar d iye A rapça in d ird ik ” (Z üm er,
28); “O n u kavrayasınız d iye A rapça K u r ’an k ıld ık ” (Z u h ru f, 3); aynı b ild iri­
leri, (T aha, 3; Y usuf, 3; N ahl, 103) gibi ayetlerde de tekrarlanm ış b uluruz.
Bir dilin fesahat ve belâgati, edipleriyle dil uzm anlarını ilgiler; A rap halkı ve
hele pek büyük b ir çoğunluğu okuyup yazm a bilm eyen çöl bedevileri, bu yüce
kitabın inceliklerini asla bilm ezler ve esasen b u n ları bilm enin de im anla derin
b ir ilgisi yoktur. H er ulus, itaat ve im an etm ekle yüküm lü olduğu T an rı buy­
ruk ların ı, k en d i öz diliyle okursa d ah a kolay an lar, her çeşit kuşku ve tered­
dütlerden k u rtu lm ak suretiyle gerçekten im anlı olur. Bunun içindir ki, Peygam ­
berim iz, “A n la m ım düşü n m ed en K u r ’an o ku m a kta hayır y o k tu r” dem iştir.
D ini, sadece tinsel hayatın şiir gibi, m usiki gibi estetik b ir zevki saym ak
gerekirse de, b u zevk ancak yüksek b ir ru h seviyesine ulaşm ış olan sayılı
kişilerde gerçeklenebilir. D in, in sanların b irb irlerin e sevgi ve saygı beslem e­
lerini ve karşılıklı soru m lu lu k larım öğreten erdem lik ödevlerini em reder. Bu
ödevleri, b ir vaizin, k ara kaplı k itap ta yeri v a rd ır, fetvasıyla yapacağı telkinler,
gittikçe u yanan zekâlarla gelişen k ü ltü r k arşısında yeterli b ir eğitim yolu, de­
ğildir. F as’tan K araçi’ye dek uzanan İslâm âlem inde, k ü ltü rleri, lehçe ve şive­
leri birb irin d en fark lı olan tü rlü kavim ler v ard ır. Çöldeki bedevilerin A rapçası,
K u r’an m A rapçası k a d a r yötkin olm adığı gibi, şehirli A rapların hepsi de bu
yüce dili anlayacak k a d a r bilgili değildir; nitekim bu n ların da pek azı okuyup
yazm a bilm ek ted ir ve asla k itap diliyle konuşm azlar. Buna karşın, K u r’anı ken­
di dilleriyle o k u r ve ona kendi anlayışlarının derecesine göre im an ederler.
T üm İslâm âlem inde görülen geriliğin nedeni o larak dini suçlayanlar, bu ulu
dinin gerçek bilgeliklerinden h abersiz o lan ların gafletini açığa vu rm ak tan çe­
kinenlerd ir. M üslüm anları gerilikte sebat e ttiren , dinleri değil, bilgisiz ve yobaz
ru h lu din ad am larıd ır. B unlar, h alkın dinlerin i kendi dilleriyle okuyup öğren­
m elerinden ü rk erler ve kendi çık arların a aykırı görürler. K u r’anm T ürkçeye
çevrilm esini istem eyenlerin çoğu, b u hâzinenin an a h tarla rın ı kendi tekellerinde
ty*mak isteyenlerdir ve b u n u da dine b ir hizm et saym aktadırlar. A rap lar ve
H ıristiyan lar için bugün böyle b ir sorun yoktur. D enebilir ki, bizden başka
h er ulus, kutsal k itap ların ı kendi dilleriyle o k u m akta ve ibadetlerini kendi dil­
leriyle yapm ak tad ırlar. L u th er gelinceye dek İncillerin başka .bir dile çevrilm esi
büyük g ü n ah lard an d ı. Bugün a rtık T e v ra t’ın, İbranîcesini din uzm anlığı yapan
hah am lar b ilir ve öteki İncillerin L atinceleriyle Y unancalarım , din en stitü lerin ­
de yetişen rah ip adayları ö ğ renm ektedirler; halk ise, b u n ları değil, kendi dille­
rine çevrilm iş olan ların ı okuduğu için de asla d inlerini yitirm iş değildirler. Ne
yazık ki, M üslüm anlığın esaslarım ve K u r’anla hadisleri, en bilim sel yöntem ­
lerle B atılılar bizlerden d ah a iyi öğrenm iş ve dillerine çevirm işlerdir. ‘İslâm
A nsiklopedisi’ incelenirse, M üslüm anlığı ilgileyen önem li sorunları, en ince ay­
rıntılarıyla yazm ış o lan ların , Batı m üsteşrikleri olduğu görülür. H alkım ızın K u r’
anı kendi diliyle okuyup öğrenm ek için duyduğu özlem i, T ürkçeye çevrilm iş
olan K u r’an ların gerek baskı ve gerek çeviri sayılarının çokluğundan da anla­
yabiliriz. H alkım ızı yetkisiz ellerin ticarî am açlarla ve sürekli olarak piyasaya
sürdüğü ve çoğu b aşarısız denem eler olm ak tan kurtulam ayan çevirilerden k u r­
tarm ak için, D iyanet İşleri B aşkanlığının b u önem li işi, T ürkçesi k a d a r da Arap-
çası güçlü, im anları k a d a r da d in in n itelik ve bilgeliklerini kavram ış, geniş k ü l­
türlü ve olgun bilginlerden oluşan b ir heyete resm en verm e cesaret ve insafım
gösterm esi zam anı gelm iştir sanıyoruz. A ncak b u suretle yalnız halkım ızı değil,
ayrıca alacak ları çağdaş k ü ltü rle de aydınlanm ası gereken h atip ve vaizlerim izi,
skolastik h u rafelerd en , yanlış ve geri d ü şüncelerden ku rtarab iliriz. Bu dine Arap-
lardan dah a az hizm et etm em iş ve o n lard an d ah a çok bağlı olan ulusum uzun
kazanm ası gereken erd em lik te, bilgisizliğin değil, akıl, bilgi ve bilim in daha
aydınlatıcı b ir kılavuz o lduğuna in am lm alıd ır. '
İn san lar, d ard a k ald ık ları zam an, T an rıla rın a kendi dilleriyle yalvarır, dua
ederler. Y arısın d an çoğuna, h enüz o kuyup yazm ayı bile öğretem ediğim iz aziz
ulusum uzu n , hiç olm azsa o kuyup y azan ların ın , d inlerini ve kutsal kitaplarını
kendi dilleriyle öğrenm elerine yardım etm ekte sonsuz y ararlar vard ır; b u y arar,
din için yanlış ve haksız o larak d ü şünülen sak ın calardan daha çok olum lu ve
verim li son u çlar verir. İb ad etlerim izle dualarım ızı, kendi dilim ize çevrilm iş K u r’an
sure ve ayetlerini o kum ak suretiyle yapm am ızda şeriat b ak ım ından b ir sakınca
olm adığını da bilm ekteyiz. Bu k o n u d a değerli din bilginlerim izden D oçent D r.
Bahriye Ü çok şu bilgileri v erm ek ted ir: “ İm am -ı Azam E bu H a n ife ... A rap ol­
m ayanların k en d i dillerine yapılm ış K u r’an çevirileri ile nam az kılm alarını olum ­
lu karşılam ıştır.» “ G erçekten de «Ş uara» suresinin 196, «A lâ» suresinin 18.
ayetleri ve d ah a başka ayetler K u r’am K erim deki em irlerin daha önceki peygam ­
berlere de vahy edilm iş k u tsal k ita p la rd a yer alm ış b u lu n d u ğ u n u h a b er veriyor.
Böyle olunca, bu İlâhi em irler, H z. M uh am m ed ’den önce gelip geçmiş peygam ­
berlere de hiç k uşkusuz k en d i d illerinde v'ihy ed ilm işti.”
Büyük İslâm d ü şü n ü r ve bilgini S arahsî, M epsut adlı y apıtında ( I ’inci cilt,
3 6 ’ncı sahifesinde) b u n u , yani E bu H a n ife ’nin n am azda « K u r’anm A rapçadan
başka b ir dil ile o k unm asını» câiz gördüğünü şu cüm lelerle b ild irm ektedir: “ İran-
lıla r S elm an ’dan K u r’anm b irin ci suresi olan F atihayı Farsça yazıp kendilerine
gönderm esini istem işler, Selm an b u sureyi Farsça yazıp onlara gönderm iş; onlar
da n am azlard a F a tih a ’yı Farsça o k u m u şla rd ır” d er1.

(1) Doç. Dr. Bahriye Ücok’un yazı devrimi dolayısıyla, Ankara’da Türk Tarih
Kurumu toplantısında verm iş olduğu tebliğin taşbasm a nüshasından (Burada,
Diyanet tş’eri Faşkanlığı’nın Kur’am yetkili bir hey’eye çevirterek yayımlam ış
olduğuna sevindiğim izi belirtm ekte yarar, görm ekteyiz).
KUTSAL ÖĞÜTLER

H em en tü m d in lerin o rta k n itelik lerin d en b iri, kendi dogm alarım tüm in­
sanlara k ab u l e ttirm ek tir. Böyle b ir am acın, çağlar boyunca gerçeklenem em iş ol­
duğunun en büy ü k k an ıtı, b ugün, b aşk a b aşk a yıllarda, u lu slard a doğm uş olan
dinlerin to p tan yaşam akta olm asıdır. Y ani hiç b ir d in, k endinden önceki dini
yıkam am ış, k endisine tüm in san ları in an d ıram am ıştır.
B unlard an , siyasal çık arlara hizm et ettirilm iş o lanları, biraz daha geniş bir
alana yayılabilm işse de u lu s, b u in an çlara kendi gelenek ve göreneklerinden
b ir şeyler eklediği için, d in ler, ilk dönem lerindeki katıksız ve saf şekillerini yi­
tirm işlerd ir. Z ira , teo k ratik devletin sın ırları genişledikçe, arta n nüfus sayısının
d a zo runlu kıldığı b irtak ım yeni sosyal ihtiy açları, k u tsal dogm alar, h u k u k ve
ah lâk b ak ım ın d an k an d ıram az olm uştur.
İn san la r b u d u ru m la r k arşısın d a göksel b u y ru k ları aşm aya ve b u n ları top­
lum un yeni so ru n ların a göre yorum lam aya cesaret etm eselerdi, ne b u g ü n k ü dünya
uygarlığına k av u şu lab ilir, ne de gelecek için b ir m u tlu lu k u m u d u beslenebilirdi.
D ünyam ızdaki M üslüm an h a lk la rd a n p ek çoğunun y aşantısındaki m istik
ilkellik, in an m ak ta o ld u k ları d in lerin gerçek bilgeliğine akıl erdirem em iş olm a­
larından ve o n ları aydın latm ak la görevli o lan ların çağdaş k ü ltü rd en yoksun kim ­
seler o lu şu n d an d ır. B unlar, in san ları cehennem den ko ru m ak , cennetlik ku llar
haline getirm ek için, k en d ilerin i âd eta T a n rı ta ra fın d a n gönderilm iş k u tsal ki­
şiler sayar ve devletin tü rlü siyasal am açlarla yardım ım sağladıktan sonra, halkı,
saçm a sapan in an çların bağnazlığı içinde u y uşturm ayı, kendi çık arları için ya­
rarlı b u lu rla r.
T a p ın a k la rın sayı b ak ım ın d an çoğalm ası, b u n lara sahip olan kavim lerin
hangi din d en o ld u k ların ı tanıtm aya hizm et etse de, b u ra la rd a h alk a telkin edilen
düşünceler, çağın ve insanlığın ilerlem ekte olduğu yönü aydınlatacak değerler­
den yoksun olduğu sürece, ne dine, ne de dünya işlerine hizm et edebilir. Bizde
yüzyıllarca m edreselerde yetiştirilm iş o lan ve b ir büyük çoğunluğu zam an zam an
halkı soym ak için — eskiden b u n a, cer denilird i— köylerim ize k a d a r yayılarak
k ara kap lı k itap tan u y d u rm a ve akıl alm az m asallar an la tan m ollalar, ulusu
uyuşturm u ş; yalnız tarihsel niteliklerim izi değil, insanlığım ızı bile b altalam aktan
başka b ir şey yapm am ışlardır. O k u y u p yazm a bile bilm eyen zavallı halkım ızın,
h âlâ d inin titizlikle savunduğu ah lâk ilk elerini değil, m istik efsaneleri v a ’zeden-
lere d ah a çok değer verm esi, b u değişm ek bilm eyen cer geleneğinin ü rü n ü d ü r.
D in adına yapılm ış o lan k u tsal ö ğ ütlerin ah lâk sal b ir gücü olsaydı, eksik ta rt­
m ak, hileli m al satm ak, d o lan d ırm ak , yalan söylem ek, iftira etm ek, adam öl­
d ü rm ek, rü şv et alm ak , h ak sızlık e tm e k ... gibi rezillikler, to p lu m u n doğal ka­
rakteriym iş gibi sü rü p gitm ezdi. B unun başlıca n ed en lerinden b iri de, h alk eği­
tim inin en b aşarılı ve etk ili o k u lu sayılan cam ilerde ve m edreselerde bu rezil­
likleri yasalkayan telk in ler yapılırk en gösterilen tek yaptırım ın a h re t cezaların­
dan ib aret o lu şu d u r. F ak at b ir k u l, T a n rı’ya o rta k koşm az ve H z. M uham m ed’
in peygam berliğini o n aylarsa (Âli İm ra n , 172) ve İslâm am entüsüne (N isa, 136)
içten inan ırsa, tü m g ü n ah ların ın bağışlanacağı ve hele b ir yoksula sadaka ve­
rilip h ayır d u ası alın ırsa cehennem in sem tine u ğ ram ad an cennete gidileceği müj-
delendiğinden, erd em lik kaygısına düşm eye de ihtiyaç kalm az. D aha açıkça,
“K ö tü lü k (yap tık tan ) ya da k e n d i n efsin e z u lm e ttik te n sonra T a n rı’dan bağış­
lanm asını dileyen, O ’n u n yarlıgayıcı ve y u fk a y ü re k li olduğunu görür" (N isa,
102) gibi u m u t verici b ild irilerin dış an lam ın a sığınanların günah işlem esinde
elbette b ir sakınca olam az. B ir in san ın herhangi b ir dine inanm ış olm ası, onu
m u tlak a yetkinliğe ulaştıram az. T a rih ve p ra tik h ayat gözlem leri, b u yargının
yanlış olm adığım gösterm ektedir. Bir d ine bağlı o lanlar, o dinin em rettiği ah ­
lâksal ödevlere riayet etm edikçe, T a n rı’ya ib ad et ve dua etm enin hiç b ir değer
ve anlam ı olam az. E sasen K u r’an , vaiz ve öğütlerle in san ları arıtm an ın olanak­
sız olduğu n u b ild irm ek te ve h iç b ir kim seye, h a tta H z. M u ham m ed’e bile bu
k o nuda hiç b ir yetki ve im tiyaz tan ın m am ak tad ır. Peygam berim izin yalnız b ir
elçi olduğu n u (Âli İm ra n , 20 ), o n u n da ölüm lü b ir insandan başk a b ir şey ol­
m adığını (E nbiya, 7, 8, 34; Z ü m er, 30; Fussilet, 6; K ehf, 110; İsra, 9 3 ...) bil­
diren k u tsal k itab ım ızd a on a, “T a n rı’nın sa p ık lık içinde bıraktıklarını yola ge­
tirem ezsin ’’ (N isa, 143); “R a b b in dileseydi, yeryü zü n d ekilerin hepsi toptan ina­
nırlardı; sen niçin insanları inansınlar d iye zorla m a k istiyorsun?” (Y unus, 99);
“Tanrı dileseydi, tü m insanları doğru yola iletirdi” (R a’d, 31) denilm ekte ve
Peygam bere kesin o larak şu ih ta rla r y ap ılm ak tad ır: "S en onlara m usallat olm uş
biri değilsin, ancak ö ğ ü tçü sü n ” (G aşiye, 21-22); “O nları doğru yola getirm ek
sana d üşm ez, fa k a t Tanrı d ilediğini doğru yola iletir” (B akara, 272); zira, “R a b ­
bin isteseydi, yeryü zü n d e bulunanların h epsi im an ederlerdi. Sen halkı im an et­
m eleri için zorla m a k m ı istiyo rsu n ? " (M aide, 41; N isa, 88). Şu ayetler de, Pey­
gam berim izin b ir hidayet yolu bulm aya gücü yetm eyeceğini gösterm ektedir:
 raf, 186; T evbe, 80; R a ’d , 33; K ehf, 1 7 ... N itekim , H z. İb ra h im de, babasını
d ua ve rica ile k u rtaram am ıştır (T övbe, 114; M üm tehine, 60).
Y üce T a n rı, sevgili peygam berine bile, in san lara öğüt verm ekten, ölüm ­
den sonraki hay at h a k k ın d a u y an d ırm ak tan b aşka b ir yetki bağışlam adığı halde,
cam ilerim izde b irtak ım bilgisiz v aizlerin tüm dünya ve devlet işlerini düzeltm e
işiyle görev lendirilm işler gibi; ak ılların a geleni telkin etm eye çalışm aları, dini­
m izin bilgeliğine olduğu k a d a r da T a n rı’n m em irlerine aykırıdır. K u r’an, H z.
M uham m ed ’e, “İnsanları R a b b in in yolu n a bilgelikle ve iyi öğütlerle çağır; on­
larla güzel bir yolda ta rtış” (N ahl, 125) diyor; fa k at asla u k alâlık y ap arak in­
sanları arıtacağım derken b aştan çık a ra n , isyan ettiren m asallarla ürkütm eyi sa­
lık verm iyor: “S ize evvelce haram edilm iş olan bazı şeyleri helâl e tm e k te y iz”
(Âli İm ran , 30); "K itapları olanların yiyecekleri size helâldir, sizin yiyecekle­
riniz de onlara helâldir; inananların tem iz kızlarıyla, sizden önce k ita p indiril­
m işlerin te m iz kızlarıyla, zin a e tm e m e k ve m etres tu tm a m a k şartıyla nikâhları
nı vererek e v le n m e k h elâldir” gibi h aram ların zam ana göre değişebileceğini,
H ıristiyan ve M usevî k adınlarıyla evlenm enin caiz olduğunu em redecek denli
insancıl olan b ir d in i soysuzlaştırm aya kalkışm ak, kim senin h ad d in e düşm ediği
gibi, ödevi de değildir. Peygam berim ize, “Ben sizin işlerinizin v ekili değilim "
(Y unus, 1-8) dem esi em red ilirk en , kendisi de, “S iz dünyanıza ait işleri benden
iyi b ilirsin iz” hadisiyle, insan ların dünya h ayatına d erinden el uzatm ayı reddet­
m esinden de an laşılır ki, kutsal kitabım ız, insana, "Şahdam arından daha yakın
o la n ” (K af, 16) T a n rı’yı sevip saym ak için kim senin aracılığına da ihtiyaç gör­
mez. B unun içindir ki, K u r’an , “T a n rı’nın beğenilm iş k u lla n , b izim işledikleri­
m iz bize, sizin işledikleriniz size, d iyen lerd ir" (K asas, 55) d erken, başka b ir
ayette de, “S iz k e n d i din in izd e, biz d e ken d i d in im izd e y iz” (K âfrun, 6) diyecek
k a d a r geniş b ir hoşgörüyü savunm uş o lur.
D inde h er çeşit zorlam ayı red d ed en (Bakara,^ 256) büyük dinim izin olum lu
buyrukların a itaat etm eyerek k en d ilerin i top lu m u n ah retini o n arm ak için d ü n ­
ya hayatını b erb at etm eye yetenekli ve görevli zan n edenlerin, iyi niyetleriyle din
bilgilerinin yeterliğinden k u şk u lan m ak h ak k ım ızd ır. “T ü m insanlara iyi söz söy­
leyin. Ö te k i insanların inandıkları gibi inanınız. T anrı sizin için k o la y lık ister,
gü çlü k istem ez” gibi em irlerin h ü m an ist ru h u n u b ir yana b ıra k a ra k , insanları
rah atlık ve m utlu lu ğ a k av u ştu ran h er d av ran ıştan b ir k ü fü r ve isyan kokusu
çıkarm aktan daha büyük b ir günah b u lu n am az. T ü m bu b ildirilerden de anla­
şılır ki, hiç b ir p a rti ve din adam ın ın İslâm inan cına u y gundur ya da değildir
diye, kend ilik lerin d en ahkâm çık a ra rak ölülerim ize, dirilerim ize saldırm a yetkisi
yoktur; ve bu , M üslüm anlığa aykırı b ir düşüncesizliktir. D ünya hayatı için
m utlaka K u r’an ve had islerd en b ir d ay anak aram ak , esasen çağım ızın layik sis­
tem ine aykırı b ir hoşgörm ezliğin ü rü n ü d ü r. Buna karşın .kutsal kitabım ızda,
devleti yönetenlere, yani liderlere, dem okrasiyi soysuzlaştırm aktan ko ru m ak için
pek önem li b ir b ild iri de v ard ır: “P eygam berin çoğunluğa ve birçok işlerde halka
uym am ası gerekir; bu, h a lk için de k ö tü sonuçlar doğurur” (H ü cu rat, 7). Şu
halde, halkım ız M üslüm andır diye ve h alk böyle istiyor zannederek yurdum uzu,
ortaçağ karan lığ ın a götüren tü rlü din k u ram larıy la d o ldurm ak, ne kom ünizm in
ö nüne geçm eye, ne de y u rtseverlik duyguların ın geliştirilm esine b ir y a ra r sağ­
layabilir. C am ilerim izde A ta tü rk d evrim lerini kötülem ekle değil, tersine bu n ­
lara içten b ir sevgi ve saygıyla b ağlanm ak gerektiğini öğretebilecek seviyede
d in adam ları yetiştirm elidir ki ulu su m u za, bağım sızlık ve özgürlük aşkını, dünya
karşısındak i b ü y ü k lü k ve o n u ru m u zu n gerçek bilincini verebilelim .
SAĞCILIK

H er çağda ve az çok yetişkin olan h e r ulusta, bazen üstün ve orijinal b ir


adam çık ar, kendi töre ve geleneklerine göre, iyi ya da kötü b ir yaşantı içinde
varlığını devam ettiren h alk a, b irtak ım yeni d ü şünceler aşılam aya çalışır. Bu
adam , b ir bakım a toplum un için için hissedip de ifade edem ediği b ir bunalım ı
giderm ek ya da kendi hayaline uygun b ir âlem yaratm ak için telkinlerde b u lu ­
n u r; eğer sav u n d u k ların a inanm ış olan b ir züm re bu lu n u rsa, onlarla birleşir,,
d ü şü ndük lerin i herkese k ab u l ettirm eye çalışır. A m acını gerçekleştirem ediği tak­
d irde, ya ö ld ü rü lü r ya da k açırtılır. F akat d ü şü n d ükleri b ir m asal gibi ağızdan
ağza yayılır; yani d ü şünceler ölm ez; b u n lara b ir şeyler ekleyen başkaları çıkar.
Böylece, ortaya önceden açıkça bilinm eyen yeni davalar atılır ve insanlar, b u n ­
ların, gerçek anlam ını an lasalar da anlam asalar da, peşine düşerler, yeni b u n a­
lım ve savaşlara k a tla n a ra k evrim ve devrim lerine devam ederler. Bu yenilik li­
derleriyle elebaşları arasın d a peygam berler, hav ariler, ütopyacı filozoflar gibi
önem li kişiler görülür. N itekim K u r’an, "H er ü m m etin bir peygam beri vardır”
(Y unus, 47) d erken, in san ların , "P eygam berlerini h a ksız yere ö ld ü rd ü klerin i”
de bildirm ek suretiyle bu gerçeği b elirtir. H e r b iri ayrı ayrı b ire r uyarıcı ve
devrim ci olan peygam berlerin başarı dereceleri de, arıtm aya çalıştıkları kavim ­
lerin, geleneğe olan bağlılığı ne denli güçlü ise o denli azalır. K endi irade ve
d eh aların ın üstünlüğüyle o ran tılı o lu r. Z ira, K u r’an, "P eygam berlerim izden ba­
zılarını, bazılarına üstün k ıld ık ” (B akara, 253) dem ektedir. Bu üstün olanlar,
T an rı ile konuşm uş o ld u k ların ı b ild iren lerd ir. B unlar, “G aybm anahtarları
T a n rı’m n yaninda olduğu iç in ” (E n ’am , 59; Y unus, 20); b u n u . U lu Y aratan,
"P eygam berlerinden d ilediğini seçerek onlara b ild irir” (Âli İm ran, 179) ki İn-
c il’de b u n u şöyle ifade ed er: "K en d iliğ im d en h iç bir şey yapm adığım ı, baba­
m ın bana öğrettiği şeyleri söylediğim i biliniz. B eni gönderen benim le beraberdir”
(Y uhanna, V III, 29); "K en d iliğ im d en gelm edim , beni gönderen O ’d u r” (Y u­
h an n a, V I I I , 42). B ununla b irlik te, " H iç bir elçi y o k tu r ki, onunla alay edilm iş
o lm asın” (H icr, II) ayetinden de anlaşılacağı gibi, insanlar, yeni düşünceleri ko­
layca kab u l etm ez ve b u n ları savunanlara saygı da gösterm ez. Bunun biraz da
T anrısal isteğe uygun olduğu anlaşılm ak tad ır. Z ira , "T anrı dilem iş olsaydı, sizi
bir te k ü m m et yapardı; fa k a t o, dilediğini sapıttırır, dilediğini doğru yola ile­
tir”. G erçek b ildiri bu olduğu h alde, "T a n rı, işlediklerinizin hesabım bir gürı
isteyecektir” (N ahl, 93) gibi, insan, akıl alm az b ir sorum lulukla karşı karşıya
bırak ılır; am a, "T anrı, insanları, zu lü m leri yü zü n d en hem en cezalandırsaydı
yeryü zü n d e yü rüyen bir yaratık da ka lm a zd ı” (N ahl, 61).
A nlaşılıyor ki, Sam î kavim lerde tarih sel ve sosyal b ir k urum olan peygam ­
b erlik , bu to p lu m lard ak i bozuk d üzeni, yeni b ir h ayat ve erdem lik esasına göre
organlaştırm a işiyle görevlidir. O n la ra d iren en ler ise, alıştık ların d an vazgeç­
m ek istem eyenlerdir. Bu gerçeği K u r’an şöyle ifade eder; "O nlara, T a n rı’m n
indirdiğine u yun, denildiği zam an, onlar, h a y ır,-b iz babalarım ızın uyduğuna uya­
rız, derler” (M aide, 104; L okm an, 21; Z u h ru f, 22).
Bu kutsal b ild irilerin p an o ram asın a d ik k at edilirse, g ö rü lü r k i, her yeni
sistem , geleneğe ve kişisel çık arlara bağlı olan bireyler ya da toplum lar tara ­
fından daim a b altalan m ak istenm iş, fak at tüm b u zo rlu k lara karşın yeni, eskiyi
büsbütün k aldıram am ış olm akla b irlik te, o n ların yanıbaşında gelişmeyi ve yer­
leşmeyi başarm ıştır. Sam î kavim lerin gerek ken d ileri, gerek insanlık için ta sa r­
lad ık ları m u tlu hayatın ilkeleri, yüzyıllardan beri uygarlıkların tü rlü yönlerini
etkileyerek devam etm iş, fak at hiç b ir zam an, içlerinden b ir tanesi kendini tüm
insanlığa k ab u l ettirem em iştir. Buna k arşın H ıristiyanlık paganizm a ile, Y ahu­
dilik H ıristiyanlıkla ve M üslüm anlık bu iki dinle çarpışıp durm u şlard ır. B atı’da
İsa dini, politik egem enliği elde ettiği çağlarda, M üslüm anlık kendi inanç, , uy­
garlık ve egem enliğini A ra b ista n ’dan b aşlay arak , Bir yandan tüm A frik a ’nın A k­
deniz kıyıların d an Isp an y a’ya, b ir yandan da D o ğ u’da T ü rk ista n ve Çin sınır­
larına dek yaym a işini başarm ıştır. F ak at sonuç ne o lm u ştu r? K u r’an, "S a kın
d in inizden olanlardan başkasına in a n m a yın !” (Ali İm ran , 73, 118) em rini v er­
diği ve tüm , "im anlıların kardeş o ld u kla rın ı” ilân ettiği halde, İslâm lar da Hı-
ristiyanlar gibi, b irbirleriyle savaşıp d u rm u şlard ır. N eden böyle olm u ştu r? Ç ün­
kü, kitaplı d in lerin am acı, evrensel o ld u ğ u n d an , ulusal duygulara asla saygı
gösterm ez, ulusçuluğu ö ld ü rerek üm m et esasına dayanan klerikal b ir dünya d ü ­
zenini kurm aya çalışır. D inlerin ulusal ü lk ü leri tem sil ettiği dönem lerde, im an­
lıların dogm atik ülkü lere bağlılığı ile o ran tılı o larak, D o ğ u ’da A rap dehası, Ba-
tı’da L atin, C erm en, A nglo-Sakson d ehası, bazı büyük b aşarılara nail olm uşlar­
sa da b u n la r h iç b ir zam an, peygam berlerinin göksel kitap ların d a bildirm iş ol­
d u k ları ahlâksal ilkelerin sın ırları içinde kalam am ış, ekonom ik, siyasal ve ta ­
rih se l... k o şu llara u y arak , kutsal b ild iriler dışına çıkm aya ye belirli otorite­
lerin tu tk u la rı için d iledikleri gibi y orum lam alarla insanlara, zekâya ve özgür­
lüklere saldırm aya başlam ışlard ır.
Bu tü rlü b ask ılar ne k a d a r kuvvetli o lursa olsun, kavim leri tarihsel anı­
ların d an , geleneklerinden, tö re le rin d e n ,' d in lerin d en ve ulusal k ü ltürleriyle çı­
karların d an vazgeçirtm eye o lan ak yoktur. U lu slar arasında süregelen geniş an ­
lam da sosyal ilişkiler, dinin izlerini koru m u ş o lsalar d a, ulusal yaşam ın y arat­
mış olduğu özel uygarlığı yıkam azlar. U luslar, kişinin kendi adını, sanım k o ru ­
m ak zorun d a o ld u k ları gibi, k en d i özel k a ra k te rin i, ulusal benliğini yitirm em ek
için tü rlü savaşları ve yarışm aları göze alm ak tan çekinm ezler. Yani h er ulus,
d in lerin ötesinde ve üstü n d e, kendi ulusal dehasın ın yarattığı eserlerinde, inanç
ve k u ram la rın d a bağım sız olarak' yaşam ak ister. Bu itib arla d in ler, birleştirici
ve birlikçi b ir am acı tem sil ettiği h alde, b u n u başaram az ve başaram am ıştır. N i­
tekim A rap lar, Ali A b a ’yı (yani, Peygam ber soyunu) tü rlü siyasal saldırılarla
o rtad an kaldırm ış ve çeşitli m ezheplere b ö lü n erek ayrı siyasal güçler halinde
birbiriyle savaşıp d u rm u şlard ır. M üslüm anlığı k ab u l ettiğim iz tarih lerd en beri
sevip saydığım ız A rap lara, seçkin, ü stü n ve im tiyazlı b ir ulus m uam elesi ya­
parak tüm kuvvet ve servetlerim izi A ra b ista n ’a sarfettiğim iz ve M üslüm anlığa
en içten b ir im anla hizm et ettiğim iz halde, hiç b ir dönem de kendilerinden vefa
bağlılık ve sad ak at görm em işizdir. H a tta , O sm anlı İm p arato rlu ğ u n u n yıkılm a­
sı için bize düşm an olan ve başk a dinlere bağlı u lu slarla işbirliği yapm aktan da
çekinm em işlerdir. D em ek k i, özgür yaşam a isteği, her çeşit dinsel inanç bağ­
larından ü stü n b ir tu tk u d u r.
Tüm b u gerçekler, a rtık hiç b ir u lu su n , hele bizim gibi, tüm tarih i, İslâm
âlem ine hizm et ederek kendi ulusal çık arların ı, ulusal duygularım , servetlerini,
h a tta egem enliğinin önem li b ir kısm ım b u hizm et u ğ runda harcam ış olan b ü ­
yük b ir u lu su n , tem elini dinsel dogm alar teşkil eden b ir rejim e bağlanm asında
ne siyasal, ne de uygarsal b ir y a ra r olam ayacağını gösterir. Bizler, nerede b ir
devlet kurm uşsak, o ra n ın h alk ın ı tem sil etm eyi asla düşünm eden, o to p rak ları
onarm ış, ebedî eserler b ırak m ış, dilim izi, törelerim izi terk etm ek gibi fedakâr
b ir gafletle yönettiğim iz k avim lere hizm et etm işizdir. T ü rk h a k an la rın ın Ç in ’de,
H in d ista n ’da, İra n ve M ısır’d a ... k u rm u ş o ld u k ları devletlerde b ir ulus ola-,
ra k T ürklü ğ e değil, o ralard ak i u lu sların iyiliğine çalışm ışızdır. Buna k arşın , yal­
nız din kardeşlerim izi değil, tü m H ıristiyan âlem ini de kendim ize düşm an et­
m işizdir. G erçeğin acı bilançosu b u olduğu h ald e, sağcılık, m ukaddesatçılık
ad ları altın d a hâlâ u lu su m u zu n k u rtu lu şu n u , m istik dogm alara dayanan b ir dev­
let rejim inde aram ak , garip ve acı b ir gaflettir. Bu gaflete düşenlerin dayandık­
ları kutsal ilkelerin b aşın d a, “Bir şey h a k k ın d a ayrılığa düşerseniz, T a n rı’ya ve
ahret gün ü n e inanıyorsanız,' T a n rı’ya ve Peygam bere b a şvu ru n u z” (N isa, 63)
ayetidir. B unun gerçek nedeni de, “K itapta h iç bir şeyin ihm al ed ilm em iş ol­
m a sıdır” (E n ’am , 38; Y unus, 61; H ac, 70; N em i, 75; Sebe, 3). Y aş ve k u ru her
şeyin k ita p ta b u lu n d u ğ u n u b ild iren b u ayetlere, çoğu da uydurulm uş olan h a­
dislere k arşın , b u g ü n k ü insanlığın tüm ihtiyaç ve am açlarını k an d ırab ilecek il­
keleri, kutsal d ogm alarda bulm aya o lan ak yoktur.
Esasen v a r o lan lara d a, yüzyıllardan b eri M üslüm anlardan pek çoğunun
asla uym ad ık ların ı d a biliyoruz. Layik ve d em o k ratik b ir rejim , tüm inanç­
lara hoşgörüyle saygı gösterdiği için, devlet d üzenini dinsel esaslara göre ayar­
lam aya hiç b ir ihtiyaç da y o k tu r. Bugün a rtık b ireylerin vicdanlarını ilgileyen
ve T an rı ile kul arasın d ak i öznel ilişkilerden başk a b ir alan d a fonksiyonu kal­
m am ış olan m istik dogm aları, siyasal eylem ve am açlara k arıştırm ak , yalnız dev­
let ve ulus için değil, dinin kendisi için de z a rard an başka b ir şey sağlam az.
Sağcılık, düşünce ve inanç özgürlüğüne engel olduğu gibi, Batı anlam ında b ir
uygarlığın y u rd u m u zd a gelişm esine de engeldir. Ç ağlardan beri, «Evveli, Şam ,
ah iri Şam » hayaliyle u lu su m u zu n son m u tlu lu ğ u n u , an a vatan d an daha kutsal
olduğu telkin edilen sapık in an çlarla b ir çeşit A rabistan nostaljisine boğan an ­
layıştan (zihniyet) yeni k u rtu ld u ğ u m u z b ir dönem de, bizi öz yuvalarım ızda
b ir çeşit a h re t göçm enleri h aline getirm ekten d ah a büy ü k b ir tarih hatası ola­
m az. Sağcılık peşinde o lan lar, K u r’an d a b ild irilen şu iki kutsal ih tarı u n u tm a­
m alıd ırlar: “B ilm ediğin şeyin p eşine d ü şm e ” (İsra, 36); “R a b b im , bilgim i artır,
d e ” (T ah a, 114).
ŞERİATÇILIK

Fizikte, «E lek trik , sivri u çlard an kaçar» şeklinde ifade edilen b ir kanun
vardır. R uhsal en erjin in b ir ü rü n ü sayılan düşünce de, elektrik gibi, sivrilm iş
zekâlardan fışkırır. F ak at sivri zek âlar, h er zam an ve her yerde geçerli d ü şün­
celere kayn ak lık edem ez. Başka b ir çağ ve to p lu m da yararlı olan b ir düşünce,
öteki çağ ve to p lu m lard a çarpıcı ve zararlı olab ilir. Bu gerçek dolayısıyladır
ki, insan hayatı gibi, düşünce ve in an çların da belirli b ir süreden sonra sön­
düğü, ancak bazı kişilerle züm relerin belleğinde bazı an ılar bıraktığı görülür.
T arih , bu an ıların öyküleriyle d o lu d u r. Ç ocuklar, dinledikleri m asalları kendi
hayal güçlerine göre, gerçek olgularm ış gibi tasarlarlar; yaşlı insanların birçoğu
d a, eski olayları, yaşam aya devam etm esi gereken ebedî gerçeklerm iş gibi h a ­
yal ederler; hele u zun ve o n u rlu b ir ta rih in , m odern k ü ltü rd en yoksun çocuk­
ları, gelecekte d ah a iyi, d ah a ü stün b ir hayat ve uygarlığın gerçeklenebileceğini
düşünm eksizin, geçmişle ö v ü n ü r, av u n u r ve hiç b ir girişim in, geçm iştekilerden
d aha başarılı ve p arlak b ir çağı yaratam ayacağına inanırlar. A şırı sağ yanlı­
ları, bu tü rlü in an çların afyonuyla k en d ilerin d en geçmiş olan lard ır. B unların
genç görünen b ü yük b ir çoğunluğu, gizli çık arların uşağı olan bazı bilgili ve
gözü açık insanların telkinine kapılm ış olan zavallı kim selerdir. B unlar, h e r ye­
nilik ve değişikliği, kendilerinin değer verdikleri düşünce ve inançların hasm ı
zan n ed erler ve h e r çeşit k u rtu lu ş ve m utluluğu, kendileri gibi sefil ve anlayışsız
insanların sırtın d a yücelm iş ve a rtık çağını d oldurm uş olan eskim iş b ir rejim ­
de a rarla r. Bunun için d ir ki, h e r yeniliği b ir “K ıyam et a lâ m eti” ve, “G âvur
icadı” sayan bu züm renin tek isteği, devleti, şeriata göre yönetm ek ve elden gi­
diyor zann ettik leri din i, b u yönetim sayesinde k o rum aktır.
Şeriat, K u r’an ve had islerin bild irilerin e dayanan b ir h u k u k ve politika dü- .
zenidir. Bu düzen, H z. M uh am m ed ’den sonra başlayan D ö rt H alifelerle Emevî-
ler, A bbasîler, M ısır, E nd ü lü s ve O sm anlı devletlerinde bazı esaslı fark larla
uygulanan siyasal sistem de g ö rü lü r. G erçekte bu devletler, tem cilerini kutsal
m etinlerden alm akla birlik te, egem enliklerine bağlanm ış olan kavim lerin âdet,
töre ve geleneklerinin de etkisiyle gelişen bazı yeni ihtiyaç ve m ezheplere göre
o rg an la şm a la rd ır. D aha bilim in ve tekniğin gelişm em iş olduğu k aran lık ortaçağ
dönem inde. Batı âlem ine ışık tutm uş olan, İslâm im paratorlukları ve İslâm uy­
garlığıdır.
H ıristiyanlık âlem i, çetin düşünce ve savaşların dan sonra, gerçekleşm iş olan
R önesans ve R eform d önem lerinde, İncil dogm alarının dar sınırlarını aşan in­
san zekâsının, ilkçağlardan beri gizli ya da açık olarak süregelen düşünce,
bilgi, sanat ve tekniğinden y ararlan m a yolunu tu tm uş, yeni b ir dünya ve hayat
görüşünü benim sem iş olduğu halde, İslâm âlem i, değişen dünya koşullarım ve
Batı dünyasında uyanan yeni inanç ve düşünceleri fark edem em iş, tü rlü iç ve
dış baskıların etkisiyle, b irb irin i y ık m ışlardır. H z. İsa ’nın getirm iş olduğu din,
siyasal ve huku k sal olm ak tan çok ahlâksal b ir değere sahip olduğu halde, p a­
palar, ruhsal ve cisim sel saltan atların ı, d iledikleri gibi yorum lattıkları İncillere
göre ayarlam ışlardır. O ysaki M üslüm anlık özü b akım ından p o litik b ir d indir.
İnsanların düşünce ve v icd an ların a olduğu k a d a r da bireysel ve toplum sal iliş­
k ilerine k a d a r soku lu r; tüm sosyal örgüt (teşkilât) ve işlem leri, kendi dogm a­
ların a göre düzenler. İşte şeriatçıların istedikleri, devleti, gerçek değer ve an­
lam larını k av ram ak tan âciz o ld u k ları b u m istik dogm alara göre işletm ektir. Ç a­
ğım ızda bu m üm kün m ü d ü r? Şeriat dogm aları, ulusum uzun, insanlık içinde
onurla ve bağım sız o larak yaşam asını sağlayabilecek b ir değere sahip m id ir?
Çağım ızda tüm nitelikleriyle bağım sız yaşayan hiç b ir ulus, din dogm a­
larıyla yönetilen b ir sosyal düzene , sahip değildir. K endi gelenek ve âdetleriyle
dinlerinin em irleri arasın d a büy ü k b ir fa rk bulunm ayan to p lu m lar bile, u lu s­
lararası ilişkilerin k ü ltü rel, ekonom ik ve siyasal etkileri altında başkalaşm ak
ve b irtakım yeni ilkelere uym ak zo ru n d a k alm ışlardır. İslâm âlem inde de ger­
çek b u d u r. Y ani, Batı uygarlığına ayak u y d u rm ad an gelişm enin olanaksızlığını
anlam ışlard ır. Siyasal çık arlar, b ir aynı d ine bağlı olan büyük insan kitlele­
rin in b ir üm m et halin d e birleşm elerine engel olm uştur. Z ira aynı dine bağlı
olan kavim leri, çeşitli coğrafî bölgelerde yönetenler, bu bölgelerin gerek ken­
dilerine, gerekse yönettikleri in san lara sağlam akta olduğu çıkarları asla terk
edem ezler, O sm anlı devletindeki M üslüm an u y ru k ların T ü rk halifelerine karşı
olan bağlılık derecesiyle bugü n k ü A rap d evletlerinin b irb irin e karşı gösterdik­
leri saygı ve güven derecelerinin ne denli gevşek olduğunu bilm ekteyiz. A rtık
çağım ız, din birliğine ve din esaslarına dayanan b ir siyasal anlayıştan k u rtu l­
m uş, h a tta din ile dünya işlerini ayırm anın zoru n lu olduğuna ,tüm u lu slar inan­
m ıştır. " K ullarım , beni senden sorarlarsa, onlara y a kın ım , beni çağırana hem en
gelirim ” (B akara, 185) ayetinden ve bize şahd am arım ızdan daha yakın oldu­
ğunu m üjdeleyen ayetlerden de anlaşılacağı gibi, esasen dinim izde T an rı ile kul
arasına girm e h ak k ı kim seye verilm em iştir. H a tta peygam berim izin bile böyle
b ir yetkisi yoktur.
Şeriat k an u n ları bin d ö rt yüz -yıl önceki A rap âlem inin sosyal ihtiyaçların­
dan doğm uştur. İlk d ö rt halifed en sonra k u ru lm u ş olan İslâm devletlerinin hü­
kü m d arları, gerçek anlam da b irer halife değildirler. B unlar, b ire r hanedan k u r­
m uşlardır, O sm anlı h alifelerinde olduğu gibi, saltan at sürm üşlerdir. K u r’an ise,
hanedanın ve dolayısıyla saltan atın b ire r zulüm k u ru m u olduğunu bildirerek
bu rejim i red d etm iştir (B akara, 123). Eğer halife, İslâm devletlerinin o rtak oyu
ile seçilecekse, b u n a bugü n ü n sosyal ve siyasal k o şu llan elverişli olm adığı gibi,
hiç b ir M üslüm an devlet de böyle b ir M üslüm an papalığım savunm am ış ve sa­
vunam az. Z ira, artık çağım ız, m istik dogm alarla yönetilecek b ir devlet rejim ini
arayacak k a d a r ilkel ve akılsız değildir. Ş eriatın istedikleri n elerd ir? Evvelâ iç­
kiyi kaldırm ak . Y ani alkol ticaretin i yasaklam ak. O ysaki K u r’an, içkinin de
yararı olduğunu, fak at z ararın ın fazlalığım b ild irirk en (B akara, 219) tü rlü ayet­
lerde de aklı k u llan arak k ö tü lü k lerd en sakınm ayı öğretm ektedir. Bugün yüz
binlerce in san ın geçim aracı olan b u ticaret, halifeler dönem inde de vardı ve
sarayların başlıca zevk aracısıydı. Şeriat faizi de h aram saydığı için bu rejim de
tüm b an k aların n erde ise k apanm asını isteyecektir. T e v ra t’tan K u r’ana geçmiş
bu lu n an bu yasak (B akara, 275-277; Âli İm ran , 130) daha çok tefecilik ve m u­
rabahayı reddeder. B unu k a n u n la r da yasakladığı h alde, hiç bir devlet önüne
geçem em iştir. K um ar da kanu n larım ızca yasaktır; fak at günüm üzün ekonom ik
koşulları, resm î k u m arh an elere bile ihtiyaç h issetm ektedir. Esasen bireylerin
özel hayatların ı k o n tro l edebilecek hiç b ir k an u n ve yetki yoktur.
Ş eriatın ceza h u k u k u k ısas’a d ay an m ak tad ır (B akara, 179). Bu da T e v ra t’
tan , yani eski Y ahudi şeriatın d an M üslüm anlığa geçm iştir (H u ru ç, X X I, 23-25;
Levililer, X X IV , 17-23; X X V , 36-38; X IX , 21 ). Binlerce yıl önce yaşam ış olan
Sam î kavim lerin b irb irlerin e saldırm am ası için em redilm iş olan bu cezayı, b u ­
gün uygulam aya o lan ak bulun say d ı, İslâm âlem inde, dili, kolu, kafası kesilm e­
miş pek az insan k alırd ı. İlkel insanları disiplin altına alm ak için sert ve k o r­
ku tu cu yap tırım lara ihtiyaç v ard ır. F ak at, cezayı b ir çeşit öc alm a sayan ve
kısas’ı uygulayan dönem lerde de in san lar, b irb irle rin in h ak k ın a ve hayatına sal­
d ırm ak tan geri kalm am ışlardır. Bugün idam cezasını bile k ald ıran , suçluları ıs­
lah ederek yine toplum a yararlı b ir öğe (unsur) h aline getirm ek isteyen adaletli
ve şefkatli b ir h u k u k sistemi, v ard ır ki, b u sistem , şeriatçıların inancına aykırı
olarak , kim seyi im anın derece ve tü rü n d en ö tü rü cezalam az ve h a tta kendisinde
böyle b ir yetkiyi de görem ez. Şeriatın istediği ya da izin verdiği çok karılı b ir
aileyi ve m iras h u k u k u n u getirm ekle top lu m u n neleri yitireceğini düşünm ek bile,
bizi k o rk u n ç gerçeklerle k arşılaştırır. Y üz binlerce çalışan T ü rk k ad ınını çar­
şaflara sokarak asalak haline getirm ek, erk ek haysiyet ve o n u ru n a da b ir sal­
d ırıd ır. K aldı ki, K u r’an , k ad ın ı erkekten aşağı b ir varlık saym akla birlik te,
ona eşitliğe yakın h a k la r da v erm iştir. K adını k ap am ak, toplum u, tüm estetik
haz ve h ak lard an yoksun kılm ak , güzel san atlard a, bilim de, ekonom ide k ad ı­
nın yapm akta olduğu hizm etleri yok etm ek dem ektir. Şeriat, m im arlıktan baş­
k a olan plastik san atları da k ab u l etm em iştir diye, tüm m üzelerin kap ıların ı ka­
p atm ak , güzel san atlar akadem ilerini, konserva tu v arları, bale ok u lların ı ve ni­
hayet tiyatro ve sinem ayı o rtad an k ald ırm ak gerekecektir; tüm b u n la rın yerine
ise, toplum u , ah ret korkusuyla b ir psikoz haline getiren vaızlarla, h afızlar ye­
tiştiren o k u llar açılacak tır. M ü slüm anlık, b ir sefalet ve akılsızlık dini değildir.
T ü m dinlere, k ita p la ra ve peygam berlere inanan en toleranslı ve yüce b ir d in ­
d ir (B akara, 4; Â li İm ran , 3). H acılığın am acı, kutsal to p rak lard a ölm ek de­
ğildir; bu ödevin pek ince k o şu lla n v a rd ır. O ysaki, ald ık ları yanlış telkinlerin
etkisiyle bu ödevi yapm ak isteyenlerin nasıl b ir sefalet içinde o ld u k ların ı gör­
m ek için, Em niyet M üd ü rlü ğ ü n d ek i p asap o rt d airelerinde toplanan m asum hal­
kım ızı görm ek yetişir.
K om ünizm den k o ru n m ak için şeriatın him ayesine sığınm ak ise, pek gü­
lü n çtü r, zira, sular eğik düzlem lerden aşağıya ve gözeneklerden dışarıya a k tık ­
ları gibi, kom ünizm de, sefaletten beli bük ü lm ü ş ve m ideleri boş in sanların ru ­
h u n d an fışk ırır; yani sosyal ad aletten ve ekonom ik dengeden yoksun toplum lar,
o n u n yayılm ası için en elverişli o rtam lard ır. Ş eriatın isteklerine uygun b ir top­
lum yaratm ak, y u rd u m u zu , çağım ızın b in b ir gayretle kazanm ış olduğu h e r çe­
şit m addesel uygarlıktan ve ö zgürlüklerden u zak laştırm ak ve dünyam ızı, ölm e­
den önce ölm üş o lan akıl h astalarıyla d o ld u rm ak gibi hazin b ir tu tk u d u r. Şe­
riat isteyenler, belki de, u lu su m u zd a, K anunî ve Y avuz zam anlarındaki zengin­
lik ve haşm etin gerçeklenebileceğini u m u t ederler. O ysaki, bugünün diinva
koşulları ve insan lık seviyesi o d ö n em lerdekinden çok daha b aşka ve ü stü n d ü r.
Y urdum uzu yüz b inlerce cam i, m escit, tü rb e, tekke ve din dersleri veren okul­
larla doldurm uş olm akla çağdaş uvearlık seviyesine ulaşılam ayacağı gihh şe­
riatçı rejim ler, üm m etçi o ld u k ları için, k en d in i k u rm uş o lan ların ulusal benli­
ğini de yok ederler. U n u tm am alıd ır ki, hayat savaşı, zekâ ile ahm aklığın yarışı­
m ına d ayan m ak tad ır. R ejim lerin adı ve niteliği ne o lursa olsun, gerçekten dinli
gözüken açık gözler, k an d ırm ış o ld u k ları saf dillerin sırtında saltan at sürm eve
■devam edeceklerdir. H z. M uham m ed, “D ünya n ıza ait işleri, siz benden iyi bi­
lirsin iz” dem ekle, tü m M üslüm anlara gerçek havat yolunu gösterm iştir. D ev­
letin dayanacağı en sarsılm az bilgelik, “E m anetleri ehline verm ek, adaletten
.a yrılm a m a ktır” (N isa, 58). Bu gerçeği en tarafsız b ir şekilde uvgulavacak olan
rejim de, lavik ve olum lu anlavışa davanan b ir dem okrasidir ve bım un nna il­
keleri, A ta tü rk ’ü n savunup yerleştirm eye çalıştığı çağdaş uygarlık ü lk ü sü d ü r.


K itaplı dinlerin savunm uş o ld u k ları h u k u k k u ra lları, şeriat adı altında yüz­
yıllarca insanlığın yönetim inde ve sosyal düzen in k o ru nm asında b ir araç ola­
rak k ullanılm ıştır. Bu din ler, in san lara, d ah a çok Sam î kavim lerin sovsuzlaşm ış
olan âdet, gelenek ve törelerini düzeltm ek isteyen m istik lid erler tarafınsan su­
n u lm u şlard ır. Y ani, b u n la r da tarihsel ve toplum sal b ir zorunluğun ü rü n ü d ü rle r.
Peygam berler, b ire r ö n d e r o larak yanm ak istedikleri devrim in ilkelerini,
T a n rı’dan ald ık ların ı b ild ird ik leri için, o n lara inanm ış o lanlar, kutsal k itap la ­
rın dokunulm azlığına saygı gösterm işlerdir. Bu inanç ve saygı yü zü n d en d ir ki,
T an rıb ilim ciler bile, b ir aynı T a n rı’nın niçin peygam berlerine daim a avm buy­
ru k ları verm ed ik lerin i ve niçin zam anlara ve kavim lerin ihtiyaçlarına göre de­
ğişik dogm aların savunuld u ğ u n u d ü şünm ek istem em işlerdir? Z ira, b u n u d ü şün­
d ü k leri zam an, insan zih n in in ve ihtiyaçların ın evrim ini kabul etm ek. Yüce
T a n rı’nın b u evrim i desteklediğine in an m ak zo ru n lu o lur. Bu ta k d ird e de, pey­
gam berler dönem i sona erince, gelişm ekte olan insanlığı m utlu kılacak, insan­
ları sürekli b ir b arış ve esenlik içinde yaşatabilecek olan yeni ve başka k ita p ­
lar, dogm alar gerekecektir. Bu, k u tsal ya da dışkutsal. k itap la rd a savunulm uş
olan düşünce ve k u ra lla rd a n hiç b irin in ebedî olm apıası dem ektir. İn san zihni,
b u k itap ların d o n d u ru lm u ş em irleri dışında tü rlü evrim lere uğram akta ve ge­
lişm esini sü rd ü rm ek ted ir. Bu gelişm e dolayısıyladır ki, artık , bilim in, tekniğin,
felsefe ve sanatın yarattığı b ir uygarlıkta şeriat dogm aları, hem gerçekliklerini,
hem de güçlerini yitirm ek ted irler.
H em en h e r d in in a y e t.v e had islerin d e, birb iriyle çelişik bazı em irler gö­
rüldüğü gibi, devletin egem enlik alanı genişledikçe de b u em irlerin yetersizliği
daha çok m eydana çık m ak tad ır. Bu, M üslüm anlık gibi, yüzyıllarca im an eden­
lerinin siyasal yaşam ına baskı yapm ış olan b ir din in bile, insanları yönetebile­
cek güçlerden yoksun kaldığını gösterir. X V III. yüzyılın İngiliz d ü şünürlerin­
den R. K ihvardeby, H ıristiyanlık im anından söz ederken, “B unlardan bazıları,
d e r , 'açıkça yanlış, bazıları felsefesel gerçeklerden u zak, bazıları da bağışlana­
m az gerçekliklerle dolu, bazıları ise, K ato lik im anına karşıt oldukları için uy­
gunsuzdurla r” b u itib arla, “h iç olm azsa kaynağı din dogm aları olan bazı ko ­
nular o ku tu lm a m a lıd ır”1. Bu gerçek, çağım ızda daha geçerlidir.
G enellikle din adam ları, insan zih n in in olum lu bilim ler yolunda ilerlem e­
sini, kendi otoriteleri ve d in lerin kutsallığı için tehlikeli b u lu rlar; bunun içindir
ki, zam an ve çevrenin ihtiyaç ve k o şu lların a bağlı olan kutsal dogm aların de­
ğiştirilm esinden ü rk erler. İslâm to p lu lu k ları ve biz T ü rk le r, yüzyıllarca bu acı
gerçeğin baskısı altın d a kalm ışızdır. Bir ayet ya da hadisi, türlü biçim lerde yo­
rum layıp çevirm ek suretiyle, toplum u m u tlak a şeriat ve din ku ralların a bağla­
m a çabası, hem dine, hem de devlete karşı saygısızca b ir saldırıdır. Bugünkü
insan vicdan ve irfan ın ın seviyesi, kısas gibi şeriatın ceza h u k u k u n a ve uygar
k an u n lara uym ayan b ir aile h u k u k u n u benim seyem ez. T oplum hayatım ölüm ,
ve ahret k o rk u ları içinde m iskinleştiren ve tüm b ir yaşam sevincini öldüren
m istik düzen, ak lın , bilim in ve d ünya uygarlığının gelişmesi karşısında eski
anlam larını ve ödevlerini y itirm işlerdir.
D inlerin , siyasal am açlara hizm et etm e tu tk u su , evvelâ ulusal duyguları
ö ld ü rü r ve insanları im an lılar ve im ansızlar gibi b irb irin e düşm an kuvvetler
h aline getirir, vicdan ve düşünce özgürlüğünü y ıkar; u lusu, çağın ve insanlığın
dışına atar. H alifeliğin, m edresenin ve im p arato rlu k hayatının dilim izden baş­
layarak tüm ulusal duygularım ızı nasıl yok etm eye çalıştığını bilm ekteyiz. Kı­
yafet k an u n u çıktığı zam an, şapka giym em ek için, b ir daha sokağa çıkm ayan
m ü derrisler görülm üş, H ıristiy an lara benzem ek korkusuyla kasketlerinin güneş­
lik kısm ım yana çeviren, h a tta y u rtların ı terk ed en bilgin kişilere rastlanm ıştır.
M ilâttan beş yüzyıl önce yaşam ış olan Ç in filozofu Lao-tse, “N am uslu
adam ın te k düşüncesi, k e n d i k e n d in i a şm a ktır” der. Şeriatçı kafa ise, kişiliği
ö ldüren, insan haysiyet ve o n u ru n u soysuzlaştıran öyle b ir bask ıd ır ki, onun
rejim inde kadın b ir cariye, dünya, sadece ah rete h azırlayan b ir sınav yeri ve
her dünya nim eti b ir h aram d ır, gü n ah tır.
D inler, tarih leri boyunca in san ların ahlâkını bile düzeltem em iş, din ve dev­
let adam larının çoğunu, o ld u k ların d an başka tü rlü görünm eye ve yaşam aya zor­
lam ıştır. D insel in an çlard a saklı olan m istik ve estetik b ir zevk v ard ır ki, bu,
gerçekten im an edenlerin k en d i iç âlem lerinde yaşattıkları ve tad abildikleri b ir
nim ettir. F ak at hiç b ir im anlı, b u zevki b aşk aların a tattırm a işiyle görevlen­
dirilm iş değildir. Bugün a rtık din in ve din adam larının görevi, sadece dinsel
törenler ve ib ad etler gibi dinsel hayatın coşkularına hizm et etm ektir. Layik bir
sistem de, tüm öteki ihtiyaçları k an d ırm ak , devletin gücüne terk edilm iştir. Bu
gücün dayanağı, çağdaş u y g arlık tır ve ilkeleri, u lusum uzun terk edebilm esine
olanak olm ayan A ta tü rk ’ü n sunduğu ü lk ü lerd ir.
Z ira, A ta tü rk devrim lerin in hepsi, ayrı ayrı ve pek önem li özelliklere sa­

(1) Et. Gilson, La Plıilosophie au Moyen age (3. baskı, Paris, 1947).
h iptir. Başta layik sistem getirilm em iş olsaydı, Batı uygarlığının bilim ve tek­
niği, gâvur icadı o larak küçüm senm eye devam edilecek; ak ıl, yerini im ana;
olum lu düşünce yerini skolastik düşünceye, yani çağdaş anlam daki bilim ler, yer­
lerini m edrese gevezeliklerine terk etm e zo runda k alacaklardı. Bir şeriatçı çıka­
rak bunun ne zararı v a rd ır? Biz koca b ir im paratorluğu, Batı bilim leri sayesinde
m i k u rd u k ? diyebilir. F ak at böyle düşün en ler, im paratorluğun niçin yıkılm ış
olduğunu kolayca açıklayam azlar. A belard, kendini savunurken: " İnayetin yar­
dım ı olm aksızın, iyilik yapm a ve bilim le im anı ayırm a özgürlüğüne sahibim .
Ben, otoritenin üstü n lü ğ ü n ü reddederim ve inanm ak için, eleştirm e zorunda olan
aklı benim serim ” * dem iş. M edresenin, akıl, felsefe, sanat, teknik ve deneysel
bilim ler k arşısında çökm eye m ahkûm old u ğ u n u , ulusların ancak özgür düşünce
sayesinde gerçeği b u larak ilerleyebileceklerini an latm ak istem işti. D ogm atik
inanç ve düşüncelerin, h er çeşit ilerlem eye nasıl b ir engel olduğunu Hz. İsa ’dan
iki bin yıl önce yaşadığı tahm in edilen Fenikeli S anch o n iath o n ’dan (bu sözcük,
Fenike dilinde gerçeğin dostu d em ektir) kaldığı bilinen b ir p arçadan da öğre­
niyoruz: “K ulaklarım ız, daha ilk yıllarım ızdan itibaren, onların yalancı ö yk ü le­
rini işitm eye alışm ış ve ruhlarım ız, yüzyıllardan beri onların varsaydıkları efsa­
nelerin değerli bir deposu gibi, birta kım önyargılarıyla (prejuges) yıpranm ıştır.
O nlar, yüzyıllardan beri, bir aşırı tu h a flıkla (extravagance) hareket ctıniş ve za-
nice saçm alıklara gerçek b içim ini verm işlerdir”2. Bu telkinlerle hem en her top­
lum da şaşkın b ir d u ru m a getirilm iş olan insan lar, b ir m istiklik sarhoşluğu için­
de tüm insanların h ak k ı olan h e r çeşit dünya nim etlerinden ve hu nim etlerin
en üstünü olan k o rkusuz, kaygısız ve nesnel düşünce hak ların d an voksıın b ıra­
kılm ışlard ır. K utsal k itap lar, derinliğine kolayca inilem eyen sonsuzun karşı­
sında susm aktan ve teslim o lm aktan başka b ir şey öğretm em işlerdir. O lum lu bi­
lim ler ise, gerçeğin k arşısında hiç olm azsa nasıl hareket etm em iz gerektiğini
ö ğretm ektedirler. O lağanüstü ya da doğaüstü olanı, m uhteşem ve yüce olanı
araştırm ayı b ir k âfirlik ve delilik sayan m istik k afalar T a n rı’m n her yerde ve
kendim izde o lduğunu sav u n u rlark en , o nu araştırm a cesaretini gösterm enin ba­
ğışlanam az b ir günah olduğunu ve U lu Y a ra d a n ’ı kendim izde keşfetm eye çalış­
m aktan dah a üstü n b ir ödevin bulunam ayacağını savunurlar. F akat bu iş için
gösterdikleri tek yol, H z. M uh am m ed ’in dc önerdiği, düşünm ek, araştırm ak, de­
n e tle m e k ... vb. yolları değil, sadece ve k örü k örüne im andır. Y ani o n lar, gerçek
d o ğrultusu n d a b ir adım ilerlem eye izin verm eden, olağanlar ve olasılıklar üze­
rin de düşünm eden, kutsal sayılan kişilerin söylediklerinden uzaklaşm am ayı öğüt­
lerler. Böyle b ir yöntem e bağlanm ış olan u lusların d aldıkları uykudan uyana-
bilm eleri o lanaksızdır. O ysaki, “D ü şüncelerim iz ellerle m ukayese edilebilir sa­
nıyoruz; zira elleri, b izden gerçeği saklayan duvakları ç e k m e k için k u lla n ırız”3.
D üşüncelerim ize bu yetkiyi verebilm ek ve top lu m un her çeşit m istisizm zin­
cirlerinden kurtulabilm esi için, layik ve olum lu bilim lere, b u n ların tem elinde

(1) J. L. Schonberg, Vraie H istoire des Conciles (1962, s. 109).


(2) Robert Charroux, Le Livre des M aitdes du M onde (1967).
(3) A. J. Collin, Discours sur la Liberte de Penser (İngilizceden çeviri,
1917).
gizli olan erdem liklere değer verm ek z o ru n lu d u r. U n utm am alıdır k i, doğa kim ­
seyi düşünceleri yüzünden cezalandırm az ve b u h ak k ı kim seye de verm iş değil­
dir. Y anlış ve k ö tü d üşünceler zaten sahip lerin i cezalandırırlar. B unlar, bir
eylem in ilkeleri h aline gelir ve h arek ete geçerlerse za rar gören toplum ta rafın ­
dan ce zalan d ırılırlar, fak at ö ld ü rü lm elerin e o lan ak yoktur.
Layik d üşüncenin ana ilkeleri, doğruyu araştırm ak, gerçeği söylem ek, ad a­
leti uygulam ak, insan ların serbestçe kon u şu p düşünm elerine engel olm am aktır.
A rtık yaşadığım ız çağda m edrese ve m an astır bilim lerinden ve öğütlerinden
öğrenilm esi gereken hiç b ir şey kalm am ıştır. O n lar, insan zekâsının evrim inde,
köstekleyici b ir aşam aydı, fak at b u g ü n ü n uygarlığına hizm et edecek -görevleri
de kalm am ış olan b ir ta rih tir. B unlar ancak sayısı gittikçe azalan bazı m erak­
lılarla m istiklerin o y alanm alarına yardım ed eb ilirler. Z ira , .onlarda içkin olan
gerçekleri de bugün b ilim tarih leri ve felsefe yeterince açıklam aktadır.
DİN DERSLERİ NE FAYDA SAĞLIYOR?

G enel o larak okuyup yazm a bilm eyenler, b irçok değerli ve değersiz bil­
gileri, dinleyerek ya da görerek ö ğ renirler. Bu çeşit bilgiler, o k u llard a öğrenil­
m eye b aşlan an ların en verim li to h u m ları o lduğu gibi hayatta da en çok rast­
lanan gerçeklerdendir. P ratik y aşan tıların d a b aşarı gösteren işadam larının pek
çoğu, yüksek o k u llard a yetişm em iş k im selerdir; tarih te ulusları ve ord u ları yö­
netm iş olan ü n lü in sa n la r arasın d a, klasik öğrenim den yoksun olan lar da az
değildir. Buna k arşılık , tü rlü o k u llard a seçkin öğretm enlerden ders ve diplom a
alm ış öyle kişiler d e v a rd ır k i, b u n la r, toplum işlerinde önem li b ir başarı gös­
terem em işlerdir. B unun nedeni yetenek yetersizliği, o k ulların kuram salı pratiğe
tercih etm eleri, insan zihnini zenginleştirip yüceltm ek için çok dolam baçlı yol­
lard an gitm eleridir. Bu o k u llar, genel o larak d ü şünceden çok bellekleri zengin­
leştirm e h atasın a da- d ü şerler; b u tek n ik ve yöntem sel hataların y anında, o k u ­
yanların yaşlarıyla ve ulusal am açlarla uyuşm ası olanaksız olan bazı soyut bil­
gileri vererek zihinleri anlaşılm ası ve açıklanm ası güç b ir çıkm aza sürüklerler.
İlk ve o rtao k u llard a o k u tu la n din dersleri de b u tü rd en d ir.
D in d erslerin in , d em okrat ve layik b ir cum h u riyet rejim inde, devlet ta ra­
fın d an oku tu lm u ş olm ası, anayasam ızla ve A ta tü rk ilkeleriyle bağdaşam az ve
b u n u kavram am ış olan hiç b ir cid d î aydınım ız da y oktur. Şu halde, bu dersler,
niçin o k u tu lm a k ta d ır? Bize göre, b u n d a n olsa olsa şu y ararların sağlanacağı
u m u lm aktad ır:
a) M üslüm an b ir u lu s olduğum uz için, halk ım ızın kendi dinlerini öğren­
m eleri, onların ru h ların d ak i dinsel boşluğu d o ld u racak tır.
b) H ilâfet dönem indeki din kardeşliği ü to p y asından y a rarla n ara k M üslü­
m an devletlerinin sem patisini ve gerektiğinde yard ım larını kazanm ak.
c) A h lâk eğitim ine kutsal b ir d ay an ak o larak d inin hizm et edeceğine
in an m ak . ■*
d) D insel duyguların, yurtseverlik, bağım sızlık aşkı ve ulusal o n u r ve
haysiyet d u y g u ların d an ü stün olduğu kanısıyla, b ir savaş tehlikesi k arşısında
şehitlik ve gazilik gibi kutsal u y arım lard an y ararlan m ak.
e) Ç ağım ızın dinsel bilgi ve ödevlere karşı artm ış görünen ilgisizliği k a r­
şısında, ulu su m u zu n , b u in an çlar yardım ıyla dün y ada ve ah rette m utlu olm a­
ların ı sağlam ak.
Bu saydıklarım ız, dış g örünüşleri b ak ım ın d an din derslerinden beklenen
y ararların b irk aç olum lu n o k talarıd ır. Bir de b u n la rın dışında ve altın d a, sak­
lanm ası güç gibi görünen üç n ed en d ah a v ard ır:
1. H alkın bilgisizliğinden y ararlanacak dine yapılacak hizm et sayesinde
oy kazanm ak ve ik tid arı elde etm ek.
2. K om ünizm , dinsiz b ir rejim olduğu için, yurdum uzu onun şerrinden
koruyabilm enin, halkı dinine bağlam akla m üm kün olabileceğini sanm ak.
3. Ç oğunluğu yoksul ve hayatlarını güç k o şullar altın d a kazanan insan­
lardan oluşan u lusum uzu, sab ır, k a n a a t, tevekkül, k a d e r... vb. inançlarıyla te­
selli etm ek, bu inançlardan yoksun o ld u k ları halde, dünya nim etlerinin her çe­
şidini tad ab ilen leıin m utlu lu ğ u n a im renm elerini önlem ek.
D in dersleri ne dereceye k a d a r b ü tü n bu k o n u lard a yararlı o lab ilir? Bize
göre, hem en hiçbirin d e. Ç ünkü:
a) M üslüm an b ir ulus o larak dini öğretm ek ve uygulam ak için eh doğal
alan, aile ocağıdır. İlk o k u llar ve K u r’an k u rsları, çocukların zihinsel gelişme­
leri bakım ın d an din k o n u larım asla k av ratacak b ir yeteneğe sahip değildir. İm ­
para to rlu k dönem inde S u ltanîlerin son sınıflarına dek dini ilgileyen tü rlü ko­
nu lar, tüm ayrıntılarıyla o k u tu lu r ve nam az da k ıldırılırd ı. O dönem i anım sa­
yanlar çok iyi b ilirler ki, bu dersi o k u ta n la rd a n pek çoğunun bilgisizliği ve
bağnazlığı, öğrencileri dinli y apm aktan çok, dine karşı saygısızca lâubaliliklere
sürüklem iştir. D aha ileri giderek, h a tta m edreselerde bile, ne din ne de A rapça
öğretilebilm iştir. Pek az istisnasıyla m edreseler, cerci h o calar yetiştirm iş ve
m asum ulusum uzu, tü rlü uydurm a m asallarla av u tu p soym uş ve halkı b ir psi­
kopat haline getirm iştir. A ksi doğru olsaydı, u lusum uzun okuryazar sayısı k a­
dar da ileri düşüncelileri, bugü n k ü k a d a r az olm azdı. T arik a t erb ab ın ın ve halk
o zanlarınd an bazıların ın T a n n ’ya, dine ve din ad am larına başk ald ıran eserleri
bile, yaşadıkları dönem lerdeki din telk in lerin in gerçek niteliklerini öğrenm em ize
yeter. D inin nam az, ezan, cenaze işleri gibi p ra tik görevleri için, ancak o rta ­
okulu b itird ik ten sonra girilebilecek b ir m e s le k 'o k u lu açılabilir; fak at h a tip ­
likle dinin bilgelik ve felsefesini Batı anlam ında T an rıb ilim fakültesinde öğret­
m ek olanak lıd ır.
b) D in dersleri sayesinde M üslüm an k avim lerin sem patisini kazanm ak
gibi pragm atik am açların tarihim iz boyunca asla gerçekleşm em iş olduğunu, Bi­
rinci D ünya Savaşındaki trajed y alar p ek iyi ispatlar. " Cihat bayrağı” açm anın
nasıl b ir fiyasko ile sona erdiğini de bilm ekteyiz. Y alnız M üslüm an u luslar
arasında değil, h atta A rap ların kendi araların d a bile tem eli din olan b ir daya­
nışm a yoktur. U lusları, din in ançları değil, ancak karşılıklı çık arları birbirine
geçici olarak bağlayabilir.
e) D inin ana ilkesi, ah lâk tır. F ak at çağım ızın ahlâksal değerleri o denli
değişm iştir ki, b u n ların tü m ü n ü din dogm alarına göre ayarlam aya da olanak
yoktur. E rdem liğin kaynağı, b ir âd et ve form alite haline getirilm iş olan dinsel
işlem ler değil, sosyal ve uygarsal hayatın yaratm ış olduğu koşullardır.
d) Y urt savunm asında şehitlik ve gazilik gibi inançlara güvenm ek, b u ­
günkü savaşlar için yeter b ir güç değildir. Bir ulus, dininden önce y u rd u n u ,
bağım sızlık ve özgürlüğünü savunm a seviyesine yükselem em işse, çağım ızın sa­
vunm a, saldırm a araçlarım ve b u n ları kullan m a eğitim ini alam am ışsa, yalnız
m istik inançların uyarıcı baskısıyla yenilgiye u ğ ram aktan k urtulam az. Birleşik
A rap devletlerinin İsrail önü n d ek i k o rk u n ç yenilgileri, b u n u n en yakıtı ve un u ­
tulm az k a n ıtla rın d a n d ır. Çağım ızın savaşları, tekniğin, zenginliğin, bilginin ve
ülkünün gücüne d ay an m ak tad ır. Eski din kavgaları bile, ulusların siyasal ve
ekonom ik egem enliklerinin yarışım ından doğm uşlardı.
e) O k u llard ak i din derslerin in am acı, dine karşı artan ilgisizliğin önün
geçm ek ise, b u n u n çaresi, bacak k a d a r çocuklara ne olduğunu anlam adıkları
A rapça K u r’anı ezberletm ek ve nam az kılm akla abdes alm ayı öğretm ek değil­
dir. Bilgi v e zekâları genişlem iş o lan lar, olum suz telkinlerle değil, kendi akıl
ve anlayışlarıyla da dine ve T a n rı’ya u laşab ilirler ve aydınlanm ak için bu ihti­
yacı d u y arlar, gereken k itap ve kim selere de başvurabilirler. Bu nedenle her
şeyden önce, dinin gerçek bilgeliklerini kavrayam am ış olan din adam larının,
insanları dinlerinden soğutan, kuşkuya düşüren saldırganlıklarından vazgeçm e­
leri gerekir. Bir u lusun siyasal, sosyal gücü, m istik dogm alara olan bağlılığının
yeğinliğine (şiddet) değil, çağdaş uygarlığın kuvvet ve ü stü n lü k kaynağı olan
inançlarına bağlıdır. Y ani, dünyaya efendilik eden ulusların yöntem , bilgi ve
gayretlerine bağlıdır. Bu gerçekleri bilm eyen aydın b ir T ü rk ’ün bulunabilece­
ğini düşünm ek bile, bizi u tan d ırm ay a yetecek k a d a r acıdır. Şu halde:
1. İlk o k u llard an b aşlayarak K u r’an k u rsların d an ve sayıları fazlasıyla ar­
tırılm akta olan İm am -H atip O k u lların d an b eklenen y arar, olsa olsa, bilgisizlerle
yoksulların sevgisini k azan arak oy çoğunluğunu elde etm ektir. Partilerim izin,
A tatürk ilkelerine olduğu k a d a r da anayasam ıza aykırı olan b u politik yarış­
m aları, b irin i ik tid ara getirm iş olsa bile, ilerlem ek için m uhtaç olduğum uz güç­
leri zayıflatır ve çağdaş uygarlığa yetişm em izi geciktirir. U lusum uzun hepsi ha­
fız ve okullarım ızın hepsi din dersleriyle bezenm iş olsaydı, yurdum uz ve insan­
lık, b u n d an ne k azan ab ilird i? Pek azı h aftad a b ir kez kiliselerine giden ve pek
çoğu din dogm alarını hayatın ve devletin işlerine karıştırm ayan m ilyonlarca
Batılı ve b ir m ilyarı aşm ış olup dinle ilgilerini tam am ıyla kesm iş bulunm ala­
rın a karşın , uygarlığın h er alan ın d a yüksek b aşarılara ulaşm ış olan sarılı-kızıllı
solcu u lu slar, beş v ak it nam az k ılarak T a n rı adını dillerinden düşürm eyen hangi
İslâm ulu su n d an geri k alm ışlard ır? Ve hangi İslâm ulusu, onların yardım ları
olm aksızın to p rak ların d a insanca yaşam a m utluluğuna nail o lm u ştu r? İk tid ara
gelm ek, yalnız p arti ç ık arların a hizm et etm ek için değil, h alk ı, içinde b u lu n ­
duğu bilgisizlik ve gerilikten k u rta rm a k için ö n d er olm ayı gerektirir.
2. D in, h alk ı kom ünizm afetin d en de kolay kolay ku rtaram az. Z ira, bu
rejim e gönül verm iş o lan lar, isterlerse, dinin de solcu b ir ülküyü desteklem ekte
olduğunu iddia edebilir, tü rlü ayet ve hadisleri b u am aca göre yorum layabilir­
ler. Çağım ızın uygarsal h ak la rın d a n y ararlan am ad ıkları için sefalet içinde olan
insanlar, yalnız devlete değil, d ine de, T a n rı’ya da isyan etm ekten kolay k u r­
tulam azlar. “Y ü c e Tanrı, kullarına bağışladığı nim etlerin fe y zin i onların üstün­
d e görm ek ister” ilkesini savunan b ir d in in , yüzyıllarca sürm üş olan sefalet ve
haksızlığın baskısı altın d a ezilm iş b ir kavm i, d ah a iyi b ir hayattan soğutacak
ve yoksulluklara dayanacak k a d a r alçaltacağını um m ak, affedilm ez b ir b u d a­
lalık olduğu k a d a r da zu lü m d ü r. Solculuğun önüne, m istik inançlarla değil,
solcuların da k endilerini ayak ta tutab ilm ek için önem verdikleri ekonom ik kal­
kınm a ve sosyal ad alet ile geçilebilir. İsveç, A m erika ve İngiltere b u n u n açık
ö rn ek lerid ir.
3. A ç ve çıplak in san ları d u a ve ibadetle doyurm aya da olanak yoktu
M istik duyguları, bireysel v icd an ların doğal servetleri haline getirm ek için zor­
lam ak ve halkı an lam ad ık ları b ir dilin esrarlı cüm leleriyle uyuşturm aya çalış­
m ak, T a n rı’nın d a, aklın ve uygarlığın da bilgeliklerine aykırıdır.
H alkım ızın , k endisine gösterilecek ileri düşünce ve inançları reddedecek
k a d a r akıl ve erdem likten yoksun b ir sürü olm adığına inanalım . A frika yam ­
yam ları bile, ileri gitm e yolunu tu tm u şk en , u lusum uzu, ortaçağın k aranlıklarına
hazırlam ak tan koruyalım . X V III. yüzyılın b ü yük Fransız devlet adam ı T u rg o t’
nun şu dü şüncesinden ders alm alıdır: “D evletin ödevi, herkesi kapsayan çıkar­
ları ko ru m a kta n ibarettir. H er insanın çıkarı ise, k e n d i ku rtu lu ş ve esenliğinden
ayrı bir şeydir. B u itibarla h iç bir din, d evleti özel bir surette k o ru m a k h a kkın a
sahip değildir. D in, ancak to p lu m u n iyiliğine aykırı olm am ak koşuluyla, kendi
dogm alarında v e tapım larında (cultes) özgür olabilir. K anun, bundan daha ileri
giderse, vicdanı b o zm u ş o lu r”.
HAFIZLIK

Ç ocukların beyni, b ir teyp şeriti ya da b ir gram ofon plağı gibi işittiğini


saklayan o rg an ik b ir araçtır. O n lar, ana d ilini, fark ın d a olm adan öğrenirler,
b ü y ü k lerin d en din led ik leri bazı sözlerle düşün celeri, argoları ve gizleri (sır) bek­
lenm edik b ir an d a açığa v u ru rla r. Büyüm üş de küçülm üş denilen çocukların
önem li b ir kısm ı b u tü rd e n d ir. B unun için d ir ki, eğitim ciler, h e r şeyin kü çü k ­
lükte kolay öğrenilebileceğini ve unutulm ayacağını savunm akta birleşirler. Bazı
in san lar ve hele o kuyup yazm a bilm eyenlerle k ö rler, norm al insanlara kıyasla
d ah a güçlü b ir belleğe sah ip tirler. Bizde K aradenizlilerle O rtad o ğ u ’da A rap lar,
bu k o nuda oldu k ça ileri ö rn ek lerd en sayılırlar. A rap lard a b ir kez okunm uş olan
uzun b ir kasideyi, olduğu gibi ezberleyen kişilerin oldukça çok olduğu b ilin ­
m ek ted ir. İn san ların hiç olm azsa b azıların d a böyle b ir yetenek olm asaydı, geç­
m işlerin an ıların ı genç k u şak lara ak tarm ak güç olurdu.
Bellek, alfab en in , yani yazının b u lu n u şu n d an sonra zayıflam aya başlam ış­
tır. Z ira, b u sayede in san lar, eski deneylerle b ilgilerini, bireysel ve toplum sal
olayları sadece beyinlerinde değil, taş, deri, kem ik, p ap irü s ve m aden levhalar
üzerine yazm ak suretiyle sak layabilm işlerdir. Bu b aşarı, beyni b ir bilgi deposu
olm aktan az çok k u rtarm ış, fak at b ir düşünm e, hayal etm e, tasarlam a organı
h alinde olg u n laştırm ıştı^ Bu k o n u n u n tarihsel evrim iyle bilim sel açıklanm ası
ü zerinde d u rm ad an d en eb ilir ki, h e r canlı, içinde yaşadığı doğal ve sosyal o r­
tam dan aldığı izlenim leri, ilkel b ir bilgi o larak saklar, b u n la rd a n gerektikçe
yararlan ır. Bu saklam a işi, bazı in san larla hay v an larda, kendi cinslerinden olan
öteki insan ve hayvanlara o ran la d ah a keskin olab ilir. G erçekten de bazı in­
san la r, adam ad ların ı, telefon n u m araların ı, k a n u n m addelerini, m üzikal sesleri
ya da m tem atik k avram ve fo rm ü ller gibi soyut k o n u la n , m anzum eleri daha
kolay ezberler ve belleklerinde d ah a u zu n b ir süre saklayabilirler.
H z. M uham m ed zam an ın d a, M ekkeliler arasın d a okuyup yazm a k ü ltü rü
yaygın olm adığı için, A rap lar, işittik lerin i ve d in lediklerini belleklerinde s a k ­
lam aya alışk ın d ılar. M üslü m an lık tan önce M ekke’de tü rlü dinlere m ensup olan
in san lar a ra la rın d ak i ekonom ik ve sosyal ilişkilerin etkisiyle kendi inançları hak­
k ın d a b irb irlerin e kasıtlı ya da kasıtsız o larak bazı telkinlerde bulu n m u şlard ır.
M usa ve İsa d in lerin in İb ran îce, Süryânice, N a stu ric e ... yazılm ış olan k u tsal
k ita p ları, az da olsa v ard ı; b u n la rı da ancak rah ip lerle h ah am lar okuyabiliyor
ve kendi cem aatlerine de ö ğ retebiliyorlardı. Bu itib arla İncilleri, basm akalıp
ve baştan b aşa ezbere bilen kim seler pek azdı. H âlâ da bu dinlerde b ir hafızlık
k u ru m u y o k tu r. A ncak dinsel görevlerle yüküm lü o lan lard an bazılarıyla T anrı-
bilim ciler, kutsal m etinleri, ayin, ib ad et ve vaaz esnasında sık sık tek rar ettik ­
leri için, d u alar ve b u y ru k larla b irlik te b elleklerinde saklayabiliyorlardı.
Hz. M uham m ed, M üslüm anlığı k u ra rk e n bild irdiği T anrısal buyrukların
pek çoğunu, dinleyenlerin belleklerine em anet etm iş, daha çok M edine’ye göç
edildikten sonra, vahiy k âtip leri, b u n la rd a n bildirilm iş olanları, noktasız h a rf­
lerle kem iklere, derilere, ağaç k a b u k la rın a ... ve diğer üzerine yazılabilecek olan
m addelere kaydetm işlerdi. G erçek olan şu d u r ki, H z. M uham m ed zam anında
K u r’am n ezbere bilinm esi zorunluydu; çü n k ü , kendi zam anlarında ayetler, su­
reler to p lan arak b ir k itap biçim ine sokulm am ıştı; okuryazar M üslüm anların
sayısı, sayılabilecek k ad ar azdı; aynı zam anda, K u r’an yirm i üç yılda, parça par­
ça ve dağınık ayetler halin d e, gerektikçe bildirilm iş olduğu için, onu toptan
ezbere bilen kim se de yoktu. B unun için d ir ki, K u r’am b ir k itap halinde top­
lam aya teşebbüs edildiği zam an, ayet ve su relerin b ire r kısm ını ezberlem iş b u ­
lunan kim seler b ir araya getirerek vahiy k âtip lerin in kaydetm iş oldukları p a r­
çalarla birleştirilm iş, denetlenm iş ve elim izdeki yüce k itap haline getirilm işti.
Y üzyıllarca devam eden ve nihayet ancak zenginler tarafın d an elde edile­
bilecek k a d a r az olan yazm a n ü sh alar, zam anla h attatlığın b ir m eslek halini al­
m ası dolayısıyla, hiç olm azsa okuyup yazm a b ilenler ta rafın d an alınabilecek
k a d a r çoğaldı; fak at hafızlık da, im am lık, h atip lik , m üezzinlik, k ay y u m lu k ...
gibi din görevlileri arasın d a b ir yer alm ak tan k u rtu lam ad ı.
Bizde hafızlığın b ir k u ru m halin i alm asının nedenlerinden b iri, halk ın m u­
sikiye olan estetik ihtiyacı, diğeri de K u r’anın dilim ize çevrilm em iş olm ası, iba­
detlerin A rap diliyle yapılm asında direnilm iş olm asıdır. K uşkusuz, üçüncü bir
neden de, eko n o m ik tir; yani, b ir geçim aracı olm asıdır. K u r’an özel b ir m akam la
o kunduğu için, h alk o n u n güftesinden çok, bestesinden hoşlanır ve anlam ından
habersiz o larak , A rap fonetiğinin T ü rk h afızları ağzından çıkan esrarlı sesine
saygı duyar. Y ani hafızlık , ilâhî gibi, tek b ir, m evlit, n aat, m ü nacat ve h atta
oratoryo gibi m istik b ir m akam la o k u n d u ğ u zam an im anlı ru h la ra tinsel b ir etki
yapabilm ektedir. Ç ağım ızda ise, b u estetik ihtiyacı k an d ırm a b ak ım ın d an türlü
sahneler ve rady o lard a dinlenebilen layik b ir m üzik âlem i v ard ır ve insanlar, bu
ihtiyaçlarını h er çeşit ses plaklarıyla da k an d ırab ilm ek ted irler. N itekim , bugün,
ezan da bu p lak larla o k u n d u ğ u için h alk , artık ezanın tinsel değerini kavram az
olm uş, sadece nam aza b ir davet sesi olarak değerlendirm e âdetini kazanm ıştır.
K u r’an d a, sure ve ayetlerin ezberletilm esine d air açık b ir bildiri olm adığı
gibi, b u n u n im anla da b ir ilgisi yoktur. 37 k a d a r ayette hıfız k ö künden türem iş
olup, ko ru m ak , saklam ak, gözetm ek, bekçilik etm ek gibi anlam lara gelen bazı
A rapça sözcükler k u llanılm ıştır. F ak at b u ayetlerin hiç birin d e, K u r’am ezber­
lem e em rini veren hafızlık anlam ı y o k tu r ve hafız terim i, T anrısal niteliklerden
b iri olarak k u llan ılm ıştır. 70 ayette de o kum ak anlam ına gelen tilâvet ve k ıraatla
ilgili sözcükler k u llan ılm ıştır ki, b u n la rd a n F u rk an ve M üzem m il surelerindeki
iki ayette, tan e tan e, p arça p arça o k u m ak an lam ın a gelen T ertil sözcüğü k u lla­
nılm ıştır. K u r’an d a sure ya da ayetleri m akam la okum ayı em reden b ir kutsal
b ild iri de yoktur. Bu itib arla eskiden T ecvid ad ı verilen A rap fonetiğinin ve
dolayısıyla K u r’anın okun m asın d a b ir çeşit m üzikal yöntem sayılan bilgi, son­
rad a n icat edilm iştir. “Yaratan R a b b in in adıyla o k u ! ” ayetleriyle başlayan A lak
suresi, H z. M uh am m ed ’e verilm iş olan ilk T an rısal b u y ru k tu r ki, b u n d a, hem
insanlara o k u m an ın önem i, hem de peygam bere d aha sonra bildirilecek olan
ayetleri, kavm ine okum ası gibi önem li am açlar saklıdır. H adislerde ve Peygam­
berin özel hayatıyla ö ğütlerinde, ib ad etlerin d e, ayetlerin m akam la okunduğunu
bildiren pek de güvenilir belgeler yoktur. Z aten K u r’an değil, fakat M üslü­
m anlık, yalnız p lastik sanatları değil, m usikiyi de az çok yasaklam ış gibidir.
B ugünkü sosyal ve uygarsal koşullar, hafızlığa ve K u r’an ku rsların a ihtiyaç
gösterm eyecek k a d a r insan zihn in in gelişm esine hizm et etm iş b u lu n m ak tad ır.
D insel tören lerd e okunm ası gereken k ısım lar, ciddî b ir özenle (ihtim am ) sınıf­
lan d ırılırsa, tüm 'K u r ’anın ezberletilm esine asla ihtiyaç kalm az. Z ira, K u r’anın
kapsam ış olduğu ayetlerden pek çoğu, bugün uygulanm ayan ve bu n a da olana
bulunm ayan aile, ceza ve b o rçlar h u k u k u ile İsrailiyatı ilgileyen ve çok tek rar­
lanm ış olan ay etlerdir. Ö ğüt, du a, m üjdelem e ve k o rkutm a gibi insanları erdem
liğe çağıran ayetler ise dağınıktır. B unlar b ir araya getirilebilir ki, b u n d a im
bakım ından b ir sakınca y oktur.
Sayısı seksen bini aşm ış olduğunu öğrendiğim iz K u r’an k u rsların a devam
eden çocuklarım ıza, anlam ın d an habersiz old u k ları ve A rapça h arflerle yazılı
olan kutsal k ita p , yalnız o k u tu lm ak la kalm ıyor, te k ra r te k ra r okum a zorunda
b ırak ılara k , ister istem ez ezberletilm iş oluyor. Bunun çocuklara din hayatı b a­
kım ından, y ararı değil, büy ü k z ararları v ard ır. Evvelâ bu yaşta aldıkları telkin­
ler dolayısıyla, o n lard a m istik ve bağnaz b ir ru h yaratılm akta, uygarlıkları ya­
ratm ış olan tüm öteki bilgi ve bilim leri küçüm sem eye a lıştırılm ak tad ırlar. Bun­
lar, yaşları dolayısıyla kutsal k itab a gösterilm esi gereken saygıyı da gösterem e­
m ektedirler. Fazla o larak , p ra tik hayatta kendilerine, ulusum uza ve insanlığa
daha pek çok y ararı olacağı için, dinim izin de önerdiği bilim lerle süslenm e ye­
teneklerini de yitirm ek ted irler. U lusum uzun M üslüm an oluşu, çocuklarım ızın
zekâlarını m istik duygularla köreltm eyi, o n ları yobazlığa alıştırm ayı, dünya m ut­
lu lu k ların d an yoksun bırakm ayı gerektirm ez. O kum a ve yazm ayı, h a tta nam az­
lıklarını bilm edikleri h ald e, ib ad et eden ve etm eyen, fak at T an rı inancını yitir­
m em iş b u lu n a n yüz m ilyonlarca M üslüm an v ard ır. M üslüm an olm ak, A raplaş­
m ak dem ek değildir. H er K u r’an k u rsu n a yılda 10 kişi devam etse, yılda 800
bin evlâdım ız, düny an ın ve geleceğin istediği anlayıştan düşünce ve bilgilerden
yoksun b ırak ılıy o r dem ektir. Bu, h ilâfet dönem inde bile görülm em iş sayıda b ir
m istik ord u y aratm a hevesinden b aşk a b ir şey değildir. Bir T an rıbilim ci, b ir
tefsirci, m esleğinin zo ru n lu sonucu o larak K u r’anı ezberlem iş olabilir; fakat
çocuklarım ızın beynini, çağdaş eğitim in am aç ve yöntem lerinden uzaklaşarak
skolastiğin çoktan ve hem en h er uygar ü lkede terk edilm iş olan dogm alarıyla
küflendirm eye h akkım ız yoktur. Layik okullarım ızda ezbercilik çoktan k ald ırıl­
m ış, b u n u n yerine, anlam a, düşünm e ve tartışm a esaslarına dayanan b ir eğitim
sistem i kabul ed ilm iştir. Bugün ezbere B ilm enin, bilm ek olm adığını anlam ayan
b ir d ü şü n ü r y oktur. D inde zorlam ayı yasaklayan Yüce T an rı, kim seye gücü­
nün yetmeyeceği b ir ödevin verilm esini de yasaklam ıştır. İn san lara akıllarının
kavrayabileceği şekilde konuşm ayı em reden b ir d in, saygı ile anlay arak o k u n ­
m ası ve öğretilm esi gereken k u tsal kitab ım ızı, siyasal ve ekonom ik tu tk u la r ve
çık ar kaygılarıyla, h iç b ir şeyden h ab eri olm ayan m asum çocuklarım ıza ezber­
letm eye asla izin verm ez. D in in yüceliğine akıl e rd ireb ilen ler, gerçekten bilgili
o lan la rd ır. Z ira , “T a n rı’dan anca k bilginler k o rk a r” (hadis), ellerini yüzlerini
yıkam aktan âciz olan zavallı y av ru lar değil.
Abbas bin M irdas — 189. Ahm ed A ta-ullah — 416. 305, 307.
Abbas bin Muccalib — 70, Ahmed Bedevî — 49. Âşık Pasa — 416.
213. Ahmed bin H alid — 492. Âta — 61.
Abbas M ahm ud-el A kkad — Ahm ed Bin H anbel — 22, 27, A talay, Besim — 584.
135, 532. 113, 171, 328, 334, 439, A tatürk — 13. 19.. 73, 217,
Abd M enif — 17. 529. 324, 338, 339, 340, 453,
A bdülham id, II. — 499. Ahmed Bin M alik — 327, 497, 499, 514, 539, 547,
A bdullah — 17, 172, 443. 328, 334. 553, 561, 562, 565, 567.
A bdullah Ha$imoğlu — 17. Ahmed Sıtkı M ardinî — 327. A tike — 440.
A bdullah bin A bbas — 327. A h u ra m az d a — 146, 1 5 1 ,2 2 0 . Auguste Comte — 253.
A bdullah bin Am r-il Âs — Aime M ichel — 64. A urobindo (Sri) — 50, 150.
329. Alberik — 152. Ayşe Hz.) (Ebu B ekir'in k ı­
A bdullah Bin M es'ud — 27, Alcxandre (A phrodisia’lı) — zı) — 20, 27, 89, 97, 107,
175, 409, 412. 245. 119, 170, 185, 187, 218,
A bdullah oğlu M uham m ed — Al H asna — 189. 260, 287, 303, 405, 406,
37. Ali (Hz) — 18, 42, 71, 74, 407, 434, 439, 445, 514.
A bdullah Bin Öm er — 428. 77, 208, 209, 213, 295,
Ayse b in t Fazl — 445.
A bdullah Bin R evaha — 188. 445, 493.
Azazil — 373.
A bdullah İb n Sa'ad Bin Ebi Ali Efendi (K ınalızade — 416.
Azrail — 65, 71, 78, 84.
Surh — 41, 185. Al K endi — 194, 332.
A bdullah (M uaviye’n in .o ğ lu — A lpaslan — 333.
Baba T a h ir Ü ryan — 208.
494. Alusi — 98, 321.
B-con, F. — 125.
A bdülhak H am id — 348. Amine — 15.
Bahira — 16, 35.
A bdülkadir Akçiçek — 52, Am ir — 217.
Baltacıoğlu, İsm ail H akkı —
364. Amos ya da Amus — 509.
584.
A bdülkadir Ceylânı — 208. Am r Bin Avf — 218, 457.
A bdül M uttalib — 15. Â m r Bin H adram in — 41. Batlamyüs — 495.
A bdürrahm an — 18. Am r Bin T ufeyl — 216. Battal Gazi — 338.
Abdüsselam — 208. Am r Bin-il Âs — 413. Baudelaire — 102. 389.
Abelard, P. — 536, 563. A natotol France — 245. Bayezid-i Bistamî — 45, 64.
Abîgail — 26. A naxagoras — 546. B-yle, Pierre — 31. 394.
A bikar — 201. A naxim andros — 148. B -zan — 213.
Abisa — 41. A nkaravî — 27, 310. B edreddin (Simavna K adısı,
Abim elik — 163. Anne — 26. ■Şeyh) — 98, 133, 181,
Âdem (Hz.) — 36, 61, 62, A nubi — 150. 282. 283, 309, 350, 361,
71. 76, 83, 89, 100, 103, Anthony, J. W ein er — 317, 373, 491.
107, 123, 125, 230, 257, 322. Belâzurî — 332.
276, 301, 317, 321, 351, Apsaras — 120. Belkis — 98, 202, 207, 321,
376, 377, 378, 379, 383, Aristo — 137, 139, 143, 147, 454.
504. 152, 262, 333, 345, 361, Bera Bin Azib — 412.
Ab-uI-Abbas — 189. 371, 416, 489, 495, 529, Bergson, H. — 57.
A dim a — 31, 380. 546. Berkeley — 140.
A dıvar, D r. A dnan — 304. Arse! İlham i — 111, 524. Beuzaert, F. — 374.
Adonis — 143. Arşimed (Archimed — 371. Beyzavî (Kadı) — 7, 77, 81,
Agag — 68 A rth u r K oestler — 57, 140, 89, 90, 108, 201.
Ahm ed — 21, 30 141, 155, 246, 273, 304, Bileam — 200, 325.
Bitmen, Öm er Nasıılıi — 116, Cohcn, A. — 26. 3-1. 76, 77, D ııjardin Edouard — 144.
218, 222, 359, 420. 78, 95, 103, 105, 125, 134, Dumas, G. — 75.
Bion — 253. 214 245, 272, 273, 280, D urkheim , E. — 149, 153.
B iruni — 332. 367, 444, 447.
Bishop, J. — 317. Collin. A. J. — 563. EA — 216.
Bişr-Al M arisî — 132, 181, Copernic — 304, 547. Abu Ali Miskcvcyh — 416.
349. Crityas — (Bkz. K ritias). Ebu A m r — 172.
Cüneyd-i Bağdadî — 273, Ebu B ekir (Hz.) — 18, 19,
Bişr Bin M utam ir — 31, 491.
529. 20, 27, 175, 220, 445, 467.
Bizouard — 310.
Cüveyriye — (Haris-ül Müsta- Ebu B ekir’in oğlu A bdullah —
Bonhoffcr, D. — 254.
likiyye’nin kızı), 16, 20. 440.
Bossuet — 151, 238, 543.
Ebu Bekr-el B akılanı — 488.
Bourroux, E. — 228, 304, 361.
Ç ağlar (Behçet Kem al) — Ebu Bekr Zekeriya R azî —
Brahm a — 147.
195. 30, 180, 228, 489, 536.
Briand — 396.
Ebu Cafer — 172.
Buda — 8. 23, 36, 65, 106,
D aanson — 225. Ebu Cehl — 167, 173, 217,
142, 145, 160, 205, 207,
D aniyal (D aniel) — 37, 38, 359.
217, 225, 313, 321, 343,
48, 76, 80, 105, 134, 272. Ebu D avud — 87.
418, 516.
D ante — 102, 132, 137, 148, Ebu H anife (İm am ) — 179,
B uhari — 8, 66. 107, 123, 277, 330, 446.
172, 332, 347, 487, 519. 151, 152, 292.
Ebu H aşan — 292.
Bureyde — 216. D arius — 144.
Ebu H a;im —- 495.
Sarvant — 146.
Ebu Hayyan — 97. ,
Davis, D. M. — 317.
C abir — 218, 434, 524. Ebu H üreyre — 21, 66, 67,
D avud (Hz.) — 23, 26, 36,
C abir Bin A bdullah — 217, 86, 97, 109, 118, 191, 258,
48, 134, 202, 306, 377,
220. 277, 287, 296, 397, 401,
394, 422, 457.
Cafer — 218. 402 408, 411, 412, 499.
Davud Bin H alef — 179. Ebu Kasım — 17.
Cafer-i Sadık — 111, 493.
D axa!ina — 201. Ebu K atade — 506.
Cahs-iil Esediye — 20.
D ebora — 26, Ebu Kays — 328.
Cahm Bin Safvan — 349.
Deccal — 21, 22, 89, 111, Ebu M ansur M atüridî — 132,
C alut — 202.
115. 232, 260, 347.
Calvin — 345.
C arre de M ontgerson — 346. De!acroix, H . — 47. Ebu-1 Ferec — 342.
Cebra — 41. D em okrite (Dem ocritos) — Ebu Musa-1 Ej’arî — 129,
C ebrail — 20, 36, 38, 51, 60, 137, 253. 178, 232.
61, 62, 63, 64, 65, 68, Denys L'Â reopagit — 79. Ebu N uaym — 96.
69, 77, 78, 80, 81, 83, 87, Dervi} V ahdeti — 533. Ebu Nüceyd — 213.
88, 89, 161, 162, 164, Descartes, R. — 35, 139, 141, Ebu Öm ert-ül Ensarî — 215.
168, 182, 203, 208, 209, 272, 273, 345, 373, 511. .Ebu Said-i H udrî — 192, 203,
217, 218, 219, 260, 304, Desm ond M orris — 532. 303, 431, 458.
373. 398, 455, 516. D eucalion — 216. Ebül Ala'l M aarrî — 114, 202,
Celali — 453. D 'H olbach (Baron) — 345. 229, 283.
Celâleddin-i Devvanî — 416. D iagoras — 546. Eb-ül Berekât — 536
Cemil Sena — 10, 13, 14, 52, D iderot, D. — 345. Eb-iil Hüseyin R avendi —
55, 59. 77, 238, 246, 274, D im ad İbn Salebet-il Ezdi — (Bkz. İbn Ravendi)
495, 547. 516. Eb-ül Kasım — 11.
Cesar — 143, 244. Diogen (Sinoplu — 152. Ebu-s'Suud — 453.
Cevdet Pasa — 420. D iseark —- 143. Ebu Süfyan — 173, 214, 215,
Charles, D azlak — 144. D oğrul, Ö m er R ıza — 42, 470.
C he-H ouangti — 95. 197. Ebu T alib — 16, 19, 419.
Child — 141. Dozy, Dr. — 514. Ebu Umeyye — 20.
C ibril (Bkz. Cebrail). D riyad — 93. Ebu T alh a — 170.
Ciceron — 131, 137, 143, D ubel — 76. Ebu Zekeriya R azî — 252.
248. D ubner, H . F. — 141. Ebu Z er — 62, 63, 123.
Echart, J. — 274. Eahreddin-i Razî — 7, 97, 98, Haccac — 175.
Echile (Eschile) — 143, 144, 136, 181, 183, 184. Hacı Bayram — 351.
146, 245. Farabî — 98, 117, 194, 324, H afaza B int Ali — 175.
Eflâkî. — 174. 331, 332, 333, 536. Hafsa (Hz.), O sm an’ın kızı —
Eflatun — 12, 45, 90, 117, Eard M uham m ed — 256. 20, 167, 174, 406, 435.
138, 139, 143, 144, 147, Fatm a (Hz.) — 17, 174, 493- H akim bi-Sm rillah — 494,
151, 152, 185, 242, 249, Fenelon — 151. 495.
250, 344, 345, 364, 371, Fındıkoğlu, Z. F. — 487. H aidane — 257.
373, 378, 424, 444, 456, Ferid-Ü ddin A ttar — 416. H alefi Aşir — 172.
489, 546. Firuz-üd Deylemî, 467. H alim e — 15, 61, 219.
Ehrim en — 93, 100, 146. Fisagoras — 60, 65, 117, 137, H alid bin Velid — 220.
Einstein — 155, 158. 139, 144, 147, 169, 319, H aliac-ı M ansur — 50, 309.
El Bağdadî — 342. 344, 489. H am bcli — Bkz. Ahmed bin
El Bara bin M aruf — 230. Forbcrg — 394. Ilanbel.
Elijah, Pool — 256. Foucher — 344. H am di Başar — 526.
El H akim — 333. Fourier — 117, 147. Ham ilton — 45, 280.
El H arzem ı — 342. François R om aine — 55. Ham za — 18, 172, 189.
El H aşan — 342. Frazer, J. G. — 149, 244, 247. Ham za bin Ali — 31, 494.
Elizon — 105. Freud, S. — 58, 155. H anbclî — 330.
Elizabet — 220. Haris-ül-H ilaliye — 20.
El M e'm un — 181, 333. G abriel V ahanian — 252. IIaris-ül-M usta!akıye — 20.
El M ütevekkil —■ 333. Gal — 139. H arris — 140.
El N eccar — 349. Galilec — 304. H arris ibn N um an — 167.
El Salebi — 196. G aiim art — 55. Harrison, E. — 251.
Evliya Ellas — 200, 202. Galyen (Galien) — 486. H arun (Hz.) — 24, 61, 200,
Emanoil — 220. Gandi (M ahatm a) — 513. 265.
Emerson — 11, 77, 292, 395. G ırn ie r — 391. H aru t — 202.
Emil Ludwig — 396. Gazali — 55, 58, 59, 114, H aşan (Hz.) — 174, 445.
Empedokles — 77, 253, 262. 136, 190, 221, 231, 232, Haşan bin Sabit — 188, 189.
Enes bin M alik — 60, 66, 259, 293, 327, 330, 333, Haşan Saab — 534.
109, 213, 214, 218, 220, 388, 416, 419, 488, 491. Hassan — 194.
398, 405. Georges Fradier — 57, 140 Haşim — 17.
Engels — 253. Giguet, P. — 344, 391. H atice (Hz.) — 16, 19, 21,
Ennius — 546 Gilson, Et. — 562. 171, 434, 435.
Epiktetos (Epictete) — 143, Glotz, G. — 75, 95, 96, 241, H avle — 167.
257. 242. H avle bin t Salebe — 166.
E pikür (Epicuros) — 138, G oethe — 103, 138, 373. H avva (Hz.) — 71, 94, 103,
142, 143, 253, 255, 262, Gok ve M agok — 204. 199, 276, 351, 354
292, 336. G orfinkler — 33. . 383.
Erasmus — 144. Gorgias — 253. H azkıyal — 39, 264, 265, 313.
Frbed ibn R ebia — 216. Gosala — 344. Flegel — 227, 283, 306, 328.
Erdeşir — 337. Gourm ont, R. D e — 11. Hegcsias — 141.
Ermone — 79, 80. Grasset, B. — 257. H eîcn T ournaire, 256.
Ermiya — 18. Gregoire II. — 82. Henoş — 199.
Eskülab — 103. Grotius — 345. H enri Dcscrosch — 253.
Esma Ebu B ekr’in kızı — 412. G ölpınarlı, A bdülbaki — 583. Flenri Serouya — 34, 40, 57,
Esther — 26. Gues, A. — 280. 77, 78. 85, 94, 140, 162,
Eş'arî Ebu Hasan-ül — 132, Guillaum e de Conch — 227. 163, 243, 248, 366
138, 232, 260, 344, 350, Gulam Ahmed (M irza) — Bkz. 378.
488. M irza G ulam Ahmed. H erakiit (Heracleitos) — 28,
Eş’iya — 69, 75, 170, 220, Guyau, J. M. — 253, 418. 148, 253.
249, 262, 264, 367, 481, G ündişapur — 331- H erbert T hurston — 55.
512. H erder — 243.
Eyyub (Hz.) — 20, 208, 328, Habib-cl N cccar — 71. H erodot — 103, 146, 201,
422. H abil — 200, 429. 219, 239, 245, 342
H erkul — 219. tbn Öm er — 403, 454. 200, 201, 234, 244, 543.
Herm arı K ahn — 317, 322. İbn R avendi — 86, 123, 168, İsmail Fennî — 304.
Hesiod (Hesiodüs) — 82, 148, 181, 252, 489. 534, 536. İsm et İnönü — 217.
151, 239. 343. İbn R evaha — 220. İsrafil — 65, 78, 152.
Hillel — 134. tb n R üşt — 114, 124, 143, İzm irli İsm ail H akkı — 584.
H ip o k rat (H ippocrates) — 147, 229, 332, 333, 371, İzid — 146.
489. 445. 495, 534.
H ız-r (H z .) — 179, 200. tb n Sa’d — 342. Jacob Boehme — 55, 56.
H oang-ti — 62. İbn Sina — 13, 42, 98, 114, Jacques H adm anrd — 154.
H obbes — 227, 345. 142, 166, 168, 194, 221, Jacques M arty — 26, 77, 95.
H ogg. H . — 246. 261, 332, 333, 371, 481, Jam es, W . — 140, 293.
H om eros — 105, 137, 142, 537. Jansm — 346.
144, 145, 146, 148, 151, İbn T ’ ymiya — 231, 491. Jean de La C roix — 49.
153, 185, 242, 343, 390,. İbn Tufeyl — 117 332. Jean Rosenthal — 532.
391. İbn-ül K elbî — 332. Je rar de N ervale — 48.
H oracius — 142. İbn T üm erd — 493. Jerem ie — 25.
H orot — 202. İbn-ül-Esir — 332. Jo b — 48, 366.
H onıs — 150. İbrahim (Hz. M uham m ed’in Joel — 35.
H ouai-N an — 66. oğlu) — 23. Jofiel — 77.
H oulde — 25. İbrahim (Hz.) — 36. 61, 62, John D onne — 305.
H uart — 494. 63, 69, 76, 77, 84, 106, John W esley — 279.
H ud (Hz.) — 201, 216, 318. 134, 182, 200. 201, 203, Jose — 272.
402, 477. 230, 233, 234, 239, 244, Joseph Sm ith — 156.
H ulde — 26. 305, 2S0. 422, 543, 470, Jules Bocher — 79, 80.
H ull — 140. 480, 495, 517, 543, 553. Jules V erne — 34.
H um e. D. — 70, 140, 225. İbrahim N azzam — 135, 495. Julien H uxley — 256.
Hüseyin (Hz.) — 111, 174, İdris (Hz.) — 23. 62, 65, 497. Jurkenni — 78.
456. İkbal (Ozan) — 534. lüstinıanüs — 333.
Husrev Perviz — 213- lliya (Uya) — 64, 80, 209,
H uveytil bin Abd-ül Uzza — 215. K a'b bin-el Eşref — 189.
41. llyas (Hz.) — 23, 200, 201. K a'b bin M alik — 188, 189.
H ürm üz — 62, 91, 140. İm ret-ül Kays — 189. K a’b bin Z übeyr — 187, 189.
Huzeyfe — 217. Irakî — 186. K â'b-ül A hbar — 71.
İsa (Hz.) — 8. 19, 21, 22, 23, K abil — 429.
İbn Abbas — 64, 130, 172, 24, 28. 32. 33. 36. 37, 39, K abir — 256.
182, 187, 329, 371. 42, 48. 49. 60. 61. 62. 71, Kabiz-i Acemi — 492.
İbn A rabi — (Bkz. M uhid­ 75, 81. 84, 92, 93, 106, K aligula — 240.
din-i A rabi) 111, 137, 143, 148, 151, K ant, E. — 136, 152, 292,
İbn Askerî — 332. l^ , 156, 162, 169, 182, 350, 470.
İbn Atiyye — 181. 190, 197, 199. 203, 207,
K anuni (Sultan Süleyman) —
İbn B’ ce — 117, 332. 211, 217, 220, 223, 225,
556.
İbn Cebrul — 332. 235, 244, 245, 247, 251,
K ara D avud — 338.
İbn Cerir — 63, 310, 324, 332. 261, 263. 267, 273, 276,
279, 286, 298. 304, 321, K ari M arx — 253, 528.
İbn Ebu Sarh — 168. K arun — 200, 404.
İbn H abban — 492. 328, 333, 336, 387, 400,
405, 406, 407, 409, 422, Kasım — 16.
İbn H aldun — 98, 332.
439, 443, 444, 452, 455, K âtip Çelebi — 416.
İbn H atim — 98.
492, 493, 510. 527, 530, Kayyim-el Cevzî İm am ) —
İbn H azm — 166, 179.
543. 556, 559, 563, 569. 136.
İbn Kayyim-ül Cevzî — 132.
İbn K esir — 172. İshak (Hz.) — 84, 162, 201, K epler — 229, 304.
İb n K u'eybe — 342. 543. K hriologos — 148.
İbn M erduye — '98. İsis — 492. K ierkegaard, Seuren — 251,
İbn M es'ud — 121. İskender (Büyük) — 198. 257, 529.
İbn M iskeveyh — 342. İsmail (Hz.) — 23, 24, 42, K ilw ardeby — 257, 562.
Kınalızade Ali Efendi — 416. I-ütfi Ay — 377. Mes’ud ibn Ebi Vakkas — 168.
Kısai — 172. Luther, M artin — 131, 138, Meta — 26, 39, 82, 90, 131.
Konfuçyüs — 8, 23, 160, 205, 245, 279, 345, 550. 152, 200, 203. 217, 278.
237, 254, 290. 291. 292, 286, 291. 323.406, 424,
313. 321, 419. M achiavelli — 122, 395, 503. 455, 493.
K orah — 201. M adelain — 56. M cvlâna (Celâleddin-i Rumî)
Kouen-Louen — 95. M aeterlinck — 255. — 47, 52, 55, 63, 72, 85.
K rates (Crates) — 253. M agok — 208. 100, 108 ,156, 238, 377.
Krişna — 225. M ahm ud Esad — 496. 525 529.
K ritias (Critias) — 227, ? 9 6, M ahm ud Sebistarî — 21.
Meymune (Haris-iil H ilaliye’
532. M ainof — 418.
nin kızı) — 20.
Kubie — 155, 170. M alebranche — 139, 251, 313.
Kubilay — 58, 533. Memonides, Mois — 24, 142, M ichelet — 542.
K urt Lange — 150. Hıchel T o u rn ie r — 150.
279, 293.
Kus ibn Saidet-ül-iyadî — 233. M agagsarian, M. M. — 281, M ikâil — 36. 76, 78, 87. 88.
Kuss ibn Şeyda — 41. 292. 199. 209.
M ani — 29, 378. M ilton — 378.
Labriolle — 206. M anu — 65, 150, 360. M iriam — 26.
Lactance — 340. M arcel G abriel — 277. M irza Gulam Ahm ed — 256,
Laert — 384. Marcel G ranet — 49. 66, 95, 492.
I.aila — 76. 106, 125, 237, 241, 242, M oîino — 346.
Laksni — 241. 255, 274, 395. M ontaigne — 225.
l.a Mere —- 50. M arcion — 346. M ontesquieu — 308.
I-amettrie, De. — 345. M rrco Polo — 145, 146. M orot — 202.
Lammens. H. — 493. M ou — 62.
M arcus Aurelius — 143.
I-anc — 209. Mö-tseu — 237, 392.
M arguerite — 340.
M u a v iy e — 18, 39, 168, 175.
Lange — 293. Mariya — 167.
Muaz bin Cebel — 175.
Langlois — 340. M arkos — 32, 203, 325.
Lanson, Gustave — 335. 339. M uham m ed (İm am ) — 179.
M artin M arty — 251.
M uham med (Hz.) — Hem en
Lao-tseu — 23. 106, 398. 419, M arut — 202.
her sahifede kutsal adı
486. 503, 562. M as'udî — 332, 377.
geçmektedir.
Lebid ibn R ebia — 233. M atatron — 78.
M ntüridî — Bkz. Ebu M ansur M uham med A bdüh (Seyh) —
I.eibniz — 138, 139. 345, 347,
M atüridî. 181, 228. 231, 252. 495,
464.
534.
Lenin. N . — 254. M axalîna — 201.
M uhiddin-i A rabi — 31, 52,
I-eon X. — 148. Mazim (İm parator) — 546.
55, 64, 133, 186, 208, 221,
Leucippos — 137. M axim ilianus — ’ 201.
363. 364, 536.
Lcvy Brhul — 47, 149. Max MüIIer — 249, 368, 375,
M ukatil — 171.
Litauer E. — 396. 376, 418, 419.
Munck — 293-
Littre ,— 221. Max N ordau — 420.
Musa (Hz.) — 8. 23. 24, 26.
I-ods. M. — 26. Max Pianck — 361.
32, 33, 34, 36, 38, 40,
Lokman — 201. Mc Gill — 142.
48, 61, 63, 65, 70, 72.
Louis Bourdeau — 168. Mc Keller — 155.
76, 77, 78, 79, 80, 85.
Louis Jacolliot — 65. 216. Mc Luhan. M. — 126, 169,
93, 97, 102, 114, 131, 161.
220, 370. 378.
162, 164, 176, 178, 179.
Louis Salleron — 2 50. Mehdi — 110. 111, 199. 490, 186, 187, 198, 200, 207.
Lucien. 143. 537. 211, 212, 2 a .>, 259, 260.
Lucillus — 546. Mehmcd Ali Paşa — 73. 486. 262. 265. 2t,7, 270, 272,
Lucretius Carus — 142, 246, M em un — 130. 287, 293, 296, 318. 324,
253, 546. M endelshon — 229. 356, 387, 397, 402, 405,
Luca (Luka) — 198, 203, Meryem (Hz.) — 24. 37, 40, 422, 428, 434, 449. 482,
219, 220, 323. 42. 60. 75. 198, 220, 247. 512. 520. 528, 543. 569.
Lut (Hz.) — 37, 84, 207, 280, 335, 437 M uvir -— 210.
315. 355, 406. 422. 480. Mesih — Bkz. İsa. Miiseylemc-tiil Kezzab — 467.
Müslim — 8, 68, 89, 172, P-ılmcr — 458. R udolf Bultman — 257.
236, 296, 310, 332, 487. Paracelce — 93. Rukiyc — 17.
N abİga Ca’di — 187. Parm enides — 253.
N a d r Bin H aris — 166, Pascal, B. — 143, 145, 245. S'»ad — 18.
N afi — 172. Pasteur — 287. Saad bin Cübeyr — 97.
N afi bin-el Fzrak — 490. Patrokles — 146. Saad ibn M alik bin Sinan —
N ahhas — 173. Patrona H alil — 533. 130.
N aigeon — 336. Paulos — Bkz. Saint Paul. Saad ibn Muaz — 89, 94, 217.
N akkaş — 172. Paul Ramsey — 257. Sabit bin Kays — 215.
Nasafî — 231. Pciage — 138. Sacy — 48. 492, 494.
N asiruddin Tusî — 416, 495. Pherecid — 154. 419 Sa d bin ebi Vakkas — 191,
Nazzam — 136. Piaget — 57. 194.
Nicol, N . — 471. Pie IX. — 142. Sadi (Şirazlı Şeyh) — 410.
Nem rud — 77, 106. Pierol, L. J. — 242. Safiye (Hz.) (Ebu Ümeyye’nin
Ncsimî — 55. 209. 309. Pİerrc Devaux — 274. kızı) — 20, 27. 406.
Ncvfcl bih-el H aris — 463. Pierrc Janct (D r.) — 56, 93- Safvan ibn Ubeyye — 463.
Ncvevî (İmam) — 136. Poke, t. A. — 255. Said-i K ürdî — 338.
N ew ton — 298. Pindar — 142. Saınt-Andre — 76.
Plaute -— 37. 546. Saint-Augustin — 51, 82. 138.
Nicolas, N . — 492.
Pline — 143. 148, 151, 206, 279. 345.
Nietzsche — 1 15, 252, 530.
Plotİnos (Plotin) — 48, 66, Saint-Basil — 197.
Nizam-ü! Mülk — 333.
147, 162. » Saint-Denis A eropagite — 64.
N uh (Hz.) — 23. 24, 26, 37,
Plutnrcos (Plutark) — 142, Saint-tren6 — 374.
176, 202, 207, 216, 230,
143, 247. 341. Saint-Jean — 147.
280. 315, 352, 377. 422.
Saint-Jerom e — 148.
480, 483, 507. Poincarc H enrie :— 135. 342.
Saint-Justain — 33, 255.
N uir — 209. Porphyrios — 66, 165.
Presceit — 246. Saînt-Louİs — 144.
N um an bin Bcşir — 413-
Prodikos — 253- Saint-Luca — 147.
N um an bin M ükrim — 218.
S:\int-M artin — 313. 372.
N yberg. N. Ş. —- 489. Proklııs — 341.
Saİnt-Paul (Paulos) — 64,
Nym phc — 96. rro m eth e — 143-
P rud’hon — 546. 93, 106, 121, 143, 147,
Pyrrha — 216. '152, 156, .161, 163, 257,
O ldcnberg, H. — 207, 245.
Pythagoras — Bkz. Fisagoras. 265, 278, 286, 313, 399-
344, 418.
439.
Ömer (Hz.) — 18, 41, 173,
Rafael — 77. Saint-Pierre — 163, 202.
189. 209. 215, 230, 288,
R ahaü — 78. Saint-Therese — 59. 313.
327, 349, 437, 445, 492.
Rûma K rihna (Shri) — 50. ' Saint-Tbom as (Akinalı) — 64.
497.
Ramsey, Paul -— 251. 169, 304.
Ömer Bin Abdüîaziz — 327.
O penheim er — 257. Raphael -— 76. 77. Salih (Hz.) — 267-
Oread — 96. Remle (Ümmti Habİbe) — 20. Samuel — 48, 64, 72. 76, 94,
Orhan H ançerlioglu — 281, Renan Ernest — 206. 103, 162.
494. Rene Grousset — 196. Sanchoniathon — 566.
Origenes (Oriçene) — 138, Rene Guenon — 119. Santayana — 282.
152. Ribet — 60. Sara — 26, 78, 426.
O rphcus — 64, 250. Ribot, Th. — 43. Saranî -— 133.
Osman (Hz.) — 18, 20, 41, Ridya — 77. Sartrc, J. P. — 253, 255,
168, 175, 213. Rifaa bin Zeyd — 218. 362.
Osman N ebioğîu — 584. Rike, J. A. — 243. Sau! — 137.
Oziris — 143, 149. 150, 152. Robert C harroux — 144, 563. Seccah — 467.
Oswald VVİtth — 103, 104; R ohert G odct — 146. Scherrington. Charles (Sir) —
O uroboros — 103. R obert (Sofu) — 548. 142.
Ovidius — 243, 319. Robertson Smith — 144, Schlcierm acher — 55, 530.
Rousscau, J. J. — 35. 305, Schonbcrg. J. L. — 563.
ökîides (Eukîîdcs) — 489. 309, 345. 391. Sthopcnhauer — 362.
Seleme ibn Fkvn — 215. T a c itts — 37. V oltaire — 77. D ” . 144, 147.
Sel m ı n Fârisî — 218. T aftazanî — 135, 233. 148, 151, 153 232, 262.
Senahrib — 78. Takiyyeddİn bin Taymİya — 275, 304, 323. 345. 377.
Seneca — 143, 198. 179. 426, 526.
Scrhasî — 551 - T alha (H?.) — 18. 102.
Şevde bînt-i Zem 'a — 20, 219 T alu t — 202. \Valiac; Dr. Fard — 2 56.
SeyyîcJ Şerif — 397. T anrı — (Hem en hor sahife YVarson — 140.
Seyyid Ali M uham med — 492. de yüce adı var.) \Vciss. P. ~ 501
Sextus Emprtcus — 257. Tchoung-tseu — 106. We!s — 490.
Silene — 97. Thales — 2S8, 314, 319- VCrcrner. Polz — 251.
Simone W eil — 529. Theodoros — 253- W erner H eisenben; — 140.
Sİndalfon — 78. W estcrmart:k — 94, 146, 149.
Theophrascus — 546.
Skİnner — 140. Thom as M artin — 142. 152, 240, 244, 343-
Snkrat — 142. 152. 169, 232, Thom as M ore (M onıs) — 117, W ilder P e n fie ld — 142
•219. 255. 262. 489, 491. 544. V 'ilson — 141.
546. \Vou — 66. 95.
Tim othcos — 163.
Sophoclcs — 144. 344. 345. Tindal — 227.
Spençer II. — 229. 308. 312. T o t — 150. Y ahuda — 202.
Spinoza — 143, 146, 152, Tııleyha bin Hüveylid — 467. Yahya (Hz.) — 23, 24. 32.
248. 293 312, 345, 495. T urjîot — 570. ■ 220, 422. 4**0.
Srahrî — 342. Yakub bin Martın — 23- 200.
Stilnon — 253, 546. Ubeyd bin K ’ab — 41, 175. Yakub (IIz.) — 23. 30. 63.
Strabon — 138, 144, 145- 217. 80. 83. 166. 201, 203. 234
Suhraverdî — Bkz. Şahnbed* 24 f, 327, 422, 543-
Uc İb n - i Unıık — 72.
dîn-i Suhraverdî. Y a tç ın , Hüseyin Cnhid — 304.
U kbete bin Mıınyd — 424.
Snvutî (İmam) — 184, 231- U lis 148. Yavuz (Sultan Selim) — 561
Siileyman (Hz.) — 37, 97, 98, Uriel — 77, 78. Yazır. M. Ilam di ( F l m a l ı h ) —
191. 201. 202, 249, 306, 324, 358.
Uscyd bin H udeyr — 215.
321, 422. 543. I.rt N apiştım — 216. Yecuc ve Mecuc — 11 1. 130,
Süleyman Hasbi — 333* Uzame bin Zeyd — 186. 204.
Süleyman (Sultan K anunî) — Uzevr — 68. Y eftah — 244.
340. Uzza — 41, Y cm le’nin oğlu Mişa — 39.
S^vedcnbor.rç — 313. Yesar.ı — 41.
Üçok, Bahriye ■
— 194, 213, Yeşu bin I.evi — 64, 196.
Şafiî — 277. 445, 446. 439, 467. 551. 197, 200, 209. 215, 461.
Şaranî (İmam) — 136. Dçok, Coşkun — 420. 511.
Şahabeddin-İ Suhraverdı — Ülken, H ilm i Ziya -— 395, Yczid bin Ali Fnisa — 492.
90. 309, 495, 537. 3’uhanna — 27, 32, 39, 82,
495.
202, 203. 204, 207, 243.
Şcbstarî — 352. Ümeyye bin cbi Salt — 496.
263.
Şehristanî — 243, 342, 494, Ümmii H abibc — 20.
Yunus (IIz.) — 53, 62, 422.
537. Ümmü Gülsüm — 17, 20-. 44 5.
Yunus Emre — 55, 209, 313-
Şerafeddin Y altkaya — 493. Y usuf (Hz.) — 23, 61, 77, 81.
Şeriat Allah — 495. V acherot — 273. 83. 165, 179, 202, 216.
Şınasi — 283, 394, 425. V araka — 18, 40. 331, 422.
Şiruye — 213. V akidî — 332. Yuşa — Pkz. L’ş’iya.
Şuayb (Hz.) — 23, 402. Vasıtî — 49.
V auvcnargucs — 426. Zafizflftel — 77.
T aberanî — 96, 113, 132, Vilîeneuve — 100. Zckeriya (Hz.) — 84 203,
203, 445. VÜlis — 139. 220. 422.’
T aberaud — 227. Virjrile (Virgilius) — 137, Z c İIer — 142.
T aberı ebu Cafer — 7, 17, 64, 143, 144, 147, 148, 151. Zem’a — 20.
201, 332. 347, 377, 497. Vışnu — 100. v Z e n o n — 143-
Zerdüşt — 23, 31, 65, 105, Zeyd bin Sabit — 41, 176. Zim m erm an — 280.
114, 116, 146, 147, 243, Zeyneb (Cahş-ül Esediye’nin Ziya G ökalp — 431.
252, 263 286, 291, 344, k m ) — 17, 20, 437. Zübeyr — 18,
366, 370, 548. . Zeyneb (Zeyd’in karısı) —
Zeyd (H aris in oğlu) — 18, 438. X cnokrat — 426.
20 , 220 . Zem ahserî — 172, 201, 297. X enophon — 253.
BİBLİYOGRAFYA

A B B A S M A H M U D E L - A K K A D — El Felsefetül Kur'aniye, K a h ire , 1947.


A B D Ü L H A K H A M İD — M akber (birkaç baskısı var).
A D 1 V A R , D r. A B D Ü L H A K A D N A N — İlim ve Din, 2. cilt, 1948.
A H M E D B İN M U H A M M E D H A M B E L — M üsned (4. cilt). K ah ire , 1311ve Kitab Taat-er
Rüsul.
A L F R E D L E R E N A R D — l'O rient et sa Tradition, Paris, 1950.
A L U S Î — Ruh-al Maani fi Tefsir-el K u r’an-el azîm , (8. cilt, B ulak Basım evi, K ah ire , 1892.
A N T H O N Y , I. VV 1EN ER — VAn 2000, P aris, 1968.
A R S E L , İL H A N — A rap M illiyetçiliği ve Türkler, İstanbul, 1977.
A U R O B 1 N D O — La Bhagavad-Gita (Cam ille Rao ve J. Herbert çe v irisi, Paris, 1942).
A Y N Î — U m dct el Kari fi Şerh-al Butrarî, 2. cilt, 1310.
B A K İ L A N Î K A D İ E B U B E K R - E L — İcaz-el K u r’an, K ah ire , 1310, Tahm id, K ahire.
B A Y L E , P I E R R E — D ictionnaire H istorique et Critigue, 6. cilt, 4. baskı, Paris, 1820.
B E D R E D D İ N , S İM A V N A K A D I S I Ş E Y H — Varidat (H .Z . Ü lk e n ’in İslam D iişüncesi’ne
ek olarak da yayım lanm ıştır).
B E G A V Î — Maaliim-el Tenzil (2. cilt, Bom bay, 1891; Mesahih-el Sunna, 2. cilt, K ahire,
1900.
B E U Z A R T , F. — Essai sur la theologie d ’İrene, Paris, 1908.
B İL M E N , Ö M E R N A S U H İ - - H u ku k-i İslam iye ve Istdahat-i Fıkhiye, 6. cilt, İstanbul,
1950-1952; B üyük İslâm İlm ihâli, 1964.
B O C H E R , J U L E S — La Sym boligue M açonnique, 2. baskı, Paris, 1953.
B İZ O U A R D — R apporls de TH om m e avec le D em one 3. cilt, Paris, 1890.
B O L L E Y , R .V .C . — liazrct-i M uham m ed (D r. O sm an Nebioğlu çevirisi, 2. baskı, 1950).
B O U T R O U X , E . — Science et Religion dans la Philosophie Contem poraine, 1900. (Bu ya­
pıtı, H üseyin Cahit Y a lç ın dilim ize Bilim ve D in adıyla çevird i, İstanbul, 1927).
B R E M O N D . H E N R İ — l’İııgUietude Religieuse, P aris, 1890.
B U H A R Î — Sahih-i Buharî ( İlk iki cild in i Ahm ed N aim , öteki 8. cildin i K â m il M iras d ili­
mize çevirm iştir (İstan b u l, 1925-1944).
F R A Z E R . J.G . — Adonis, Paris, 1934.
C A R R A D E V A U X — Les Pcnseures de Vİslâm, 4. cilt, 1923.
C A R R f i D E M O N T G E R S O N — La V erile des Miracles. 2. cilt, P aris, 1737.
C E V D E T P A Ş A — Kasas-i Enbiya, İstanbul, 1300 ve Mecelle, 6. cilt.
C H A R B O N N IE R , D r. — Maladie des M ystiques, Paris, 1909.
C O H E N , A . — Le T alm ud (İngilizceden çeviren, Jacque M arty, Paris, 1950).
Ç A Ğ L A R , B E H Ç E T K E M A L — K ur'an'dan İlhamlar, İstanbul, 1966.
D A A N S O N — M ylhe et Lâgends, Bruxclles, 1914.
D A N T H E A L I G H I E R 1 — La D ivine C om cdie (Lam ennais çevirisi).
D E L A C R O I X , H . — L e M ysticism e et la Foi, Paris, 1927; E tudes d ’H istoire et de Psycho-
logie du M ysticism e, Paris, 1941.
D E R M E N G H E M , E . — Hazret-i M u h a m m ed ’in Hayatı (Reşat N uri çevirisi).
D E V A U K , P İE R R E — L ’A ven ire de la Science, Paris, 1941.
D I D E R O T , D E N I S — Les Fammes, 2. cilt, Paris, 1841.
D O Ğ R U L , Ö M E R R I Z A — Tanrı Buyruğu, 2. cilt, 3. baskı, İstanbul, 1955; Asr-ı Saadet,
İstanbul, 1950.
E B U H A N İ F E — El A lim -ü ve'l-M üteallim, K ah ire , 1300.
E B U H A Y Y A M — El Bahr-el M u h it, Bombay, 1318.
E B U N U A Y M — Sıfat-el Savfa, K ah ire , 1939; Delail, K ah ire , 1930.
E B U A L Â - E L M A A R R Î — Risalât-el G ufran, Beyrut, 1300.
E D O U A R D D U J A R D IN — Le D ieu fâsus, Paris, 1927.
E F L A T U N — Tim aios (Ero l G üney ve L ü tfi A y çevirisi, 1943; Phaedoıı (2. baskı, Suud
Kem al Y e tk in ve Ragıp Atadem ir çe v irisi. 1945).
E R M O N E — La Bible et Assyriologie, Paris, 1905.
E R N E S T R E N A N — Saint Paul, Paris, 1869.
F A H R E D D İN E L - R A Z Î — El T efsir cl-Kebir Levami-al Beyyinat, 1343; A hkâm -cl K u r’an,
İstanbul, 1335; M elatih-al G ayb, K ah ire , 1321 vc İstanbul, Matbaa-ı Âm ire.
F I N D I K O Ğ L U , Z .F . — Sosyalizm , 2 .’ baskı. 1965.
F R A N C 1 S V A R R A N — Les Sephirouths et la Kabbale, Paris, 1948.
F R A Z E R , J.G .S . — A donis, Paris, 1934.
G A R D E T , L . ve A N A V V A T İ, M. İntroduction â la Theologie M usulm an, Paris, 1948.
G A Z A L İ — İhya-i Ulûm-eddin, (Ahm ed Sıtkı M ardinî çevirisi) vc El M u n kızu min-eddalâl.
K ah ire , 1334 ve Tuhajet-ei Felâsife (Süleym an H asbi çevirisi.
G I L S O N , E T — La Philosoplıie au M oyen age, (3. baskı, Paris, 1947).
G L O T Z , G . — La Civilisation EgĞentıe, Paris, 1951.
G O E T H E — Faust, (R ecai Bilgin çe virisi, 1941).
G O I C H O N , M .A . — L ’Evolution P hilosophique d ’İb n Sina, Paris, 1951.
G O L L I N A .J. — Discourt sur la LibertĞ de Pensâr, (İngilizceden çeviri, 1917).
G Ö R R E S — La M ystique, (3. cilt, 1905).
G R A N E T . M A R C E L — La Civilisation Chinoisc, 1968 ve La Pensçe Chinoisc, Paris, 1968.
G R O U S S E T , R E N E ] L T lo m m e et son Hisloire, Paris, 1954.
G U E N O N , R E N E — L T lo m m e et son D evenir selon le Vcdanta. Paris, 1925.
G U I G E N 'E B E R T , C . — L ’E volution des D ogmes, Paris, 1920.
G U Y E A U , L A L — Esquisse d ’une M orale sens O bligation ni Scnclion, 1885; Irreligion de
İ'Avenire, Paris, 1928, 2. baskı.
H A N Ç E R L İ O Ğ L U , O R H A N — İnanç Sözlüğü. İstanbul. 1975.
H E L E N E T O U R N I E I R E — Poivre Vest. Paris. 1966.
H E N R I D E S R O C H E — Socialisme et Sociologie Rcligieuse, Paris, 1966.
H E N R Y S E R O U Y A — La Kabbale. (2. baskı, Paris, 1957).
H E R D E R — Pocsics des H ebreux, (2. cilt. 1920).
H E R M A N K A H N vc A N T O N Y , J. W1 E N E R — L 'A n n e 2000 (Paris, 1968).
H E R B E R T T H U R S T O N — P hcnom enes Physiq:ıe du M ysticism c (E d . C allım ar).
H E R O D O T — H erodot Tarihi, (2. cilt, Ö m er Rıza Doğrul çevirisi, 1913 vc Müntekim Ök-
men' çe v irisi, 1973) İstanbul.
H O M F .R O S — O cuvres C om plcte d .tlo m ere (P. G iquet çevirisi, Paris. 1913.
HUART — I.ivre de la Creation, Paris, 1900.
İB N A R A B İ E L - E N D Ü L Ü S Î — Ahkanı-cl K u r’an (K ah ire, 1331); Fütuhat (4. cilt); Tefsir
(20. cilt). K ah ire .
İB N H A R R A N — Maani-en N efs, (K ah ire, 1323).
İB N I-IAZM — Pisal. (K ah ire, 1319).
İB N K A Y Y İM - Ü ’ i ; C E V Z Î — Kitab-el Kadr. K ahire, 1322.
İB N R Ü Ş D — Fasl-ül M akal Kitab-el K eşf (Nevzat Ayasbeyoğlu çevirisi, A n ka ra , 1955;
BiJayet-iil M uçtelıit, K ah ire , 1320.
İB N S İN A — M elaike; işaret v e ’l-Tenbilıat. K ahire.
İB N T A Y M İ Y E — M ecmuat-cr Resail-cl Kübra. K ah ire , 1322; Maarıc-cl-Vusul, K ah ire .
1320.
İS L Â M A N S İ K L O P E D İ S İ — N o; 1-135.
İS M A İ L F E N N Î — M addiyun M ezhebinin İzm ihlali, İstanbul, 1928.
İ A N E T , D r. P. — D e l ’Extace d TAngoisse, Paris, 1927; Les M ödicaıions Psychologiques,
3. cilt, 2. baskı, Paris, 1925. (Birinci .cildi tarafım dan. R uhî M ucizeler ve H ipno­
tizm a adıyla yayım landı. İstanbul, 1935).
1EA N D E L A C R O I X — Les M ots d ’Ordre, P aris, 1933.
J O U R N A L E D E S S A V A N T S — Decembre, 1821 ve fanvier, 1822.
K A D I İ Y A Z — Kilab-el Şifa, İstanbul, 1309.
K A D I B E Y Z A V Î — Ruh-ül Beyan, K ah ire , 1320.
K E S K İ O Ğ L U , O S M A N — Kur'an Tarihi, İstanbul, 1959.
K O E S T L E R , A R T H U R — L e Cheval dans la Locom otive (İngilizceden çeviren Georges
Faradier, Paris, 1968).
L ’A G N E A U — L'E xistence de Dieu, Paris, 1923.
L A M M E N S , H . — Le H alifat d e M oavia, cilt I, Paris, 1913.
L A N G E , K U R T — Des Pyramides, des S p h in x de Pharaons (Alm ancadan çeviren M ichel
To u rn ier, Paris, 1956.
L E N İ N , L . — Le R ole de la Jeunesse C om m uniste, Paris, 1921.
L A O - T Z U ( L A O - T S E U ) — T aoizm (D r. M ukadder N abi Ö zerdim çevirisi, İstanbul, 1946.
L E R R O Y , E D O U A R D — L e Problem e de Dieu, Paris, 1930.
L E T O U R N E A U , C h . — Evoiution Religieuse dans les D iverscs Races H um aine, P aris, 1909.
L E V Y - B R U H L — L ’Expârience M ystique ehez les Prim itifs, Paris, 1938.
L O U İ S . J A C O L L I O T — La Bible dans l ’H inde, 2. baskı, 1876.
L U H A N , M . M c. — La Galaxie G utenberg, Paris, 1967.
L U D W IG , E M İ L E — D irigents de l’Europe (Fransızcaya çeviren; E . Litau cr, 2. baskı, 1937.
M A C H I A V E L — H üküm dar (H aydar R ifat çe v irisi, 1957).
M A H M U D E S A T Tarih-i Din-i İslâm , 3. cilt, İstanbul, 1315.
M A H M U D Ş E B İ S T A R Î — G itişeni Raz, T ah ra n , 1321.
M A H O M E T — Le Coran (Edouard Montet çevirisi, 1925).
M A IM O N ID E S , M O IS — Les G ide des Egarâs (3. cilt, S. M unck çevirisi, 1866); Les H uit
Chapitres (G o rfin k ler Basım evi).
M A N G A S A R 1 A N , M .M . — Le M onde Sens D ieu (Le cle rc de Pulligne çevirisi, Paris, 1904).
M A S 'U D Î — M ürc-uz-Zchcb, Paris, 1900.
M A X P L A N C K — İnitiation â la Physiçue, 1941.
M IL T O N . JO H N — Paradie Perdue (Chatcaubriand çevirisi, 2. baskı, Paris, 1967.
M O R R IS D E S M O N D — L e Sitıg A ’u, P aris, 1968.
M U H İD D İN - İ A R A B İ — Fiitühat-el-M ekkiye, 4. cilt, 1329; Mirat-iil İrfan (A b d ülkad ir Ak-
çiçek İrjan Aynası adiyle çevird i, 1969).
M Ü L L E R M A X — N cuvelles Eludes de M ytlıologie, Paris, 1898.
M Ü S L İM — Sahih, İstanbul, 1338.
N A S A F Î — A kaid, K ah ire , 1321, ve Ruh-al Maani, K ah ire , 1340.
N A S İR Ü D D İN T U S İ — Tacrid. K ah ire , 1339.
N İC O L A S , N. — Scyyid A li M uham m ed D ite le Bab, Paris, 1905.
N Y B E P .G , N .S. — Le Libre du T riom phe et le Röfutation d ’İbn Ravendîl-H erctique, K a h i­
re, 1925.
O I - D E N B E R G . H . — Le B ouddha (A . Foucher çevirisi, P aris, 1905).
O SN V A LD \VTRT1I — Le Mysldre de İArt Royaie, Paris, 1947.
P A Y O T —- La Crovance, 1905.
P I E R O L , 1..L — L e Covan, 1965.
P L A N E T E — Bu derginin, N o: 16 ve 17’si Paris, 1964 ve N o; 30, 1966.
P O I N C A K E . M E N R I — Bilim ve M etod ( II.R . Atadem ir vc Ö .S . Ö lçe n çevirisi, 1951).
R A M A K R I S I I N A — L ’Enscignem ent de R âm a Krishna, Paris, 1942.'
O U A D R E . C . — i a Philosophic Arabe, dans VEürope M edievale des Origincs â Avcrrocse.
Paris. 1947.
R E V Ü E D E L 'H I S T O I R E D E R E L I G I O N , Paris, 1931. (M . LodsTın m akalesi),
R I B 1 T , L — La M ystique D ivine, 5. cilt, 1909.
R I B O T , T lı. — Yaratıcı M uhayyile, Hissiyat R uhiyatı (M ustafa Şekip çevirisi, 1927).
R O P E R T C1 iA R R O U X — Le Livre des M aitres d u M onde, 1967.
R O L 'S S E A U , I. J. — Emile, Paris, 1907 (G a rn ie r baskısı).
S A C Y , B A R O N S İ L V E R S T R E D E — E xpose de la Religion d u D ruses (2. cilt, 1900; Jow-
tıal des Savants, Decembre, 1821 ve 1822.
S A IN T - A U G U S T I N — Confessicms (La b rio lle çevirisi, Paris, 1900.
S A L E B Î — Arais-el M ecalis fi Kasas el-Enbiya, K ah ire , 1313.
S C H O M B E R G , J.L . — Vraie H istoire des Concilles, P aris, 1962.
S E N A , C E M İ L — A llah Fikrinin T ekâm ülü, 1934; İnsan R uhu Ebedi midir? 1951; Filo­
zoflar A nsiklopedisi, 4. cilt; 1974-1976 (2. b askı); Tanrı Anlo"işı, 1978, İstanbul.
S E N E O U E ( S E N E C A ) — L ettre â Lucilius, Paris.
S E Y Y İ D Ş E R İ F C U R C A N Î — Tarih-i Seyyid, K ah ire , 1326.
S J D E R S K Y , D r. Les O rigines des LĞgendes M usulm etıts dans le Coran, Paris, 1935.
S IM O N E W E I L — La Pesenteure et la Grâce, P aris, 1954.
S P İ N O Z A — E tika (H ilm i Z iy a Ü lk e n çe virisi, 1945).
S U Y U T Î , C E L Â L - İ — E l-İtkan fi Ulûm-il K u r’an, K ah ire , 1287.
Ş E H R İ S T A N Î — E l M ilel ven-Nihal, K a h ire , 1320.
Ş E Y H M U H A M M E D A B D Ü H . — Risalet-el Varidat fi Nazariyat-el-M üleketlinıin vel Su-
fiye fi Felsefet-el-İlâhiyye, K a h ire , 1925; El İslâm ve’n Nasraniye, K ah ire , 1920.
T A B E R A U D — H istoire du Philosophism e Anglais, 2. cilt, 1806.
T A B E R Î , E B U C A F E R — El Tefsir, K ah ire , 1330; İhtilâf-el Fukaha, K ah ire . 1902.
T A B E R A N Î — Evsat, K ah ire , 1295.
T H O M A S M A R T A I N — V ie Futur, 3. baskı, P aris, 1905.
T H U I L E , H . — La M ystique, Paris, 1902.
T İ B Y A N T E F S İ R İ , 4. cilt, İstanbul.
Ü Ç O K , D r. B A H R İ Y E — İslâm D evletlerinde K adın H üküm darlar, Ankara, 1965; İslâm dan
D önenler, Yalancı Peygamberler, A n k a ra , 1967.
Ü Ç O K D r. C O Ş K U N — T ü rk H u k u k Tarihi Dersleri, 4. baskı. A n ka ra , 1966.
Ü L K E N , H İ L M İ Z İ Y A — La Pensâe de l ’İslâm , 1953; İslâm Felsefesi Tarihi, 2. cilt. 1957;
İslâm Felsefesi, 1967.
V E H B İ , M U H A M M E D — Hulâsat-el Beyan fi Tefsir-el K u r’an, 15 cilt, İstanbul, 1341-1343.
V F .R O N — H istoire N aturelle des Religions, 1900.
V O L T A İ R E , Felsefe Sözlüğü (4 cilt, L ü tfi A y çevirisi, 1943-1946).
W E L S , H .G . — E squise d e l ’H istoire Üniverselle, Paris, 1926.
V V E S T E R M A R C K , E D W A R D — l’O rigine et l ’O rigine et le D eveloppem ent des İdees Mo-
rales, 2. cilt, 1926, (Robert G odet çevirisi, Paris).
Y A L T K A Y A , Ş E R A F E T T İ N — İslâm da İ lk Fikrî H areketler ve Dinî M ezhepler: H avariç,
(D arü lfü nu n İlah iyat Fakü ltesi M ecm uası, 1950; Siınavna Kadısı oğlu Şeyh Bed -
reddin, İstanbul, 1924.
Y A Z I R , M U H A M M E D H A M D İ — H a k D ini, K u r’an Dili, 9. cilt, 1935-1938, İstanbul. (2.
baskısı da yayım lanm ıştır).
Z İ M A H Ş E R Î — EL-Keşşaf, K a h ire , 1318.
Bu bibliyografyaya, A b d ü lb a k i G ölpm arh, Besim Atalay, Osman Nebioğlu, İsm ail H a k­
kı Baltacıoğlu ve İzm irli İsm ail H a k k ı’m n K u r’an çevirilerin i ve bu ’ sonuncunun. İslâm
Felsefesi T arihi’ne d air D arü lfü n u nd a verm iş olduğu derslerin taşbasmasının ve Fevz el-Ka-
dir (Kahire, 1938) adlı H adis kitabını da eklem elidir. M etinlerde adları geçen filozofların
düşünceleri ile yaşam larına d air bilgiler için. Filozoflar A nsiklopedisi (2. baskı. 4. cilt, İs­
tanbul ,1974-1976) adlı eserim ize b aşvurulm alıdır. M etinde adlarını verdiğim iz bazı yapıt­
ları, burada yinelem edik.
C em il Sena 1894 de Seydişeh ir’de (Konye' doğ­
du. B ab aann esi tarafından Hazret': Mevlânâ ku-
w şaklarındandır. İstanbul Sultanîsi ve Darülmualli-
min-i Aliyenin Fe lse fe şubesinde Oı\udu. Paris Üni­
versitesi (Sorbonne) ile College de France ta felse­
fe kültürünü genişletti. Bazı Anadolu illerinde ve
İstanbul Erkek G alatasaray, Haydarpaşa, Çam lı­
ca . İstanbul Kız, Vefa ve D arüşşafaka liseleriyle
Halıcıoğlu, Kuleli ve Maltepe askerî liselerinde fel­
s e fe okuttu. Kurtuluş Savaşın d a Hakimiyet-i Mil­
liye g azetesin d e çalıştı. Türlü dergiler arasınoa en
çok Varlık, Çığır ve Barış Dünyası, Özgür İnsan
ile Dünya gazetesinde m akaleler yazdı. Sayısı kır­
kı bulan eserlerinin en önemlileri, öğretim yöntem­
lerine dair olan 3 cilt, Allah Fikrinin Tekâmülü, Es­
tetik, B ü yü k Filozoflar Ansiklopedisi (4 .cilt), Ahu-
ramazda Böyle Dedi, Saadet Yolları, İnsanlar ve
Ahlâklarla Tanrı Anlayışıdır. (E se r ve makalelerin­
den bazılarını, şimdi resm en kaldırmış olduğu On­
gun soyad'yle yayımlamıştı).
Pek gen ş bir çalışm anın ürünü olan Hazreti M u­
h a m m ed ’in Felsefesi, yalnız yurdumuzda değil, İs­
lâm ve Batı âlem inde de örneği bulunmayan ori­
jinal bir eserdir ki, bunda, bütün Sam i kavimlerle
Dogu âlemjhin, Müslümanlığı etkilemiş olun kut­
sal kaynakları, mitoloji ve ilkel dinler incelenmiş,
Peygam berim izin gerçek ülküsüyle kişiliğini ya­
ratmış olan sosyal ve ruhsal etkenler, layık, özgür
ve pozitif bir ruh ve yöntemle açıklanmıştır. Yazar,
özel görüşlerini, yüzlerce ayet, hadis, bilgin ve fi­
lozofa b aş vurm ak suretiyle savunm aya çalışmıştır.
Müslümanlığın felsefesine oiduğu kadar da ciddî
bir Tanrıbilime yardım etmek için, Hazreti Muham-
m e d ’ir. siyasal ve devrimsel eylemlerinin dayandığı
pratik d üşü nce ve inanç sisteminin de Kavranıl­
m asını zorunlu bulan Cemil Sena, bu eserde, s a ç ­
m a inançlara yer verm em iş; akıl, tarih, eleştiri ve
karşılaştırm alardan çekinen dogmatik m edrese gö­
rüşlerine bağlanm am ış; felsefe ile sosyolojinin n es­
nel verilerinden faydalanmıştır. Hazreti Muham-
m e d ’in Felsefesi ile, skolastiğin hoş görmez düşün­
celeri bir y a n a atılmış ve bütün düşünürlere, ulu
Peygam berim izle büyük dinimiz hakkında tarafsız
ve analitik bir diyalektiğin kapıları açılmıştır. _ -

Fiyatı 1250 Lira

You might also like