Professional Documents
Culture Documents
HAZRETI
Remzi Kitabevi
HAZRETİ
MUHAMMED'İN
FELSEFESİ
REMZİ KİTABEVİ A.Ş. Yayınları
Dizgi, Baskı ve Cilt: EVRİM MATBAACILIK LTD.
Cağaloğlu, S. Mescit S. 3 - İstanbul, 1984
Cemil Sena
HAZRETİ
MUHAMMEDİN
FELSEFESİ
REMZİ KİTABEVİ
Ankara Caddesi, 93 - İSTANBUL
içindekiler
Ö N SÖ Z , 7 • İK İN C İ Ö N S Ö Z , 11 • Not: 14
BÖLÜM II. M İS T İK H A Y A T , 45
I. M istiklik ve M istik H ayalgücünün V erileri, 45 • (M istiklik veya T asavvuf,
45 • T insel İşkenceler: O ruç, Sükût ve İnziva, 50 • D alınç, R üyalar, San
rılar, M istik evlenm e, 51 • M istikliğin Ö zellikleri, Telkin ve İnan çları, 52 •
M istikliğin Bilim K arşısındaki D urum u, 55 • G azalî’ye G öre G eçilm esi G e
reken A şam alar, 59 • M iraç, 60 • A hret, 66 ■ Bir D üş, 68 • K evser, 69 •
İblise V erilen Cezâ, 71 • M istik H ayalgücünün Bazı Sonuçları, 72 ■ II. M e
lekler, 75 • III. C inler, 91. • IV. Şeytan veya İblis, 100 • V . K ıyam et ve
Ö lüm den Sonra D irilm e, 105 • V I. C ennet, 117 • V II. C ehennem , 127 •
V III. R u h , Ö lüm ve Ö lüm Ö tesi, 136 (R uh N edir? 136 • Ö lüm N edir?
142 • Ö lüm Ö tesi H ak k ın d ak i İnan çlar, 146.
BÖLÜM IX . S O N U Ç VE A Ç IK L A M A L A R , 526
I. A. D inde R evizyon, 526 • B. D in ve D ünya, 530 • C. Sosyal K urum ların
Evrim i, 534 • D. Yeni D in A nlayışında A yrıntılar, 539 ■ II. Layik ve Ö zgür
D üşünce, 545 • I I I . K u r’anı T ü rkçeleştirm ek, 548 • IV. K utsal Ö ğütler, 552 •
V. Sağcılık, 555 • V I. Şeriatçılık, 558 • V II. D in D ersleri Ne Fayda Sağ
la r? 565 • V III. H afızlık, 569.
(1) Bu eserim izin ikinci baskısı, Remzi Kitabevi tarafından yayınlanm ıştır.
(1974-1976).
(2) Bilgisiz vaiz ve im am gibi din adam larının yanlış ve zararlı telkinlerin
den başka, örneğin, Kadi Beyzavî, R uh-ûl Beyan'mda; Fahreddin-i Razî, T efsir-i
Kabir'inde; Taberî, E l-T efsir'inde ve daha diğer birçokları uydurma hadislerden,
İsrail m asallarından, çoğu yanlış astronom i bilgilerinden, tekrarlardan ve çeşitli
ukalâlıklardan kurtulamamışlardır.
rin düşünce ve ü lk ü ler üzerinde d u rd u k ve m istik hayal gücünün h arika tü rü n
den uydurm alarıyla p ra tik ve ahlâksal değeri olm ayan söylentileri, b ir akıl süz
gecinden geçird ik 1.
Eserim izin bazı b ahislerinde, bazı düşünceierle bazı ayet, hadis ve görüş
leri, bilerek te k ra r e ttik ; hadisleri daha çok Buharı ile M üslim ’in S ah ih ’lerin-
den ald ık ; dolaylı veya dolaysız o larak faydalandığım ız eserlerin adlarını da
m etinlerde ve bibliyografyada verdik. A yetlerin T ürkçelerini, az çok kendi Arap-
çam ıza da güvenerek asıl m etinlerden alırk en , daha az yanılm ış olm ak için b u n
ları dilim ize ve F ransızcaya çevrilm iş olan larla k arşılaştırdık ve olabildiği k ad ar
kendi lehçem izin üslu b u n a göre sap tad ık . A yetlerin sayı num araları, okunuş ta r
zındaki fa rk la r yüzünden, h er K u r’anda aynı olm adığından, bizim kaydettiği
miz nu m aralar da bazen farklı olm uştur.
Bu eserde, H z. M uham m ed’in b ü tü n ü lk ü ve telkinlerini açıklayabilm ek
için, İslâm d inini ilgileyen problem lerin en önem lilerine d okunulm uştur. A m a
cım ız, bu problem leri asla h er yönden çözüm lem ek değildir. Biz, b ü tü n bunlara
d air gereken sentetik bilgileri v erirken, bazen bu problem lerin psikoloji, sos
yoloji, tarih , m itoloji ve öteki d inlerle bilim ler b akım ından kaynaklarına k a d a r
inmeye ihtiyaç duyduk. B unun açık nedeni, Peygam berim izin de, insan uygarlık
ve k ü ltü rü n ü n evrim zincirinde, b ir tarafın ı geçm işe, b ir tarafını da geleceğe
bağlayan b ir altın halk a olduğunu ve yaşadığı dönem deki sosyal ve tarihsel ko
şu llardan d a etkilendiğini bild irm ek tir. K itabım ızdaki görüş ve iddialar, T ü rk ,
A rap ve H ıristiyan d ü şü n ü rlerin de yıllarca değinm iş vc savunm uş o ldukları,
h a tta gerçeklenm esini diledikleri düşünce ve gerçekler tü ründendir. M aksadım ız,
ne ulu Peygam berim izi, ne de o n u n getirm iş olduğu yüce dinim izi küçültm ektir;
H z. M uham m ed, o çeşit b ü y ü k lerd en d ir ki, hiç b ir övme ve saygı sıfatları onun
büyüklüğünü anlatm aya yetm ez ve onun aleyhinde ileri sürülecek eleştirim ya
da saldırg an lık lar da onun ebedî ve büy ü k kişiliğini küçültem ez, fanileştirem ez.
O da K onfüçyüs, B uda, İsa ve M u sa ... gibi, insanlık tarihinin yıkılm ası ola
naksız an ıtların d an b irid ir ve b u an ıtların en değerli ve en ü stü nüdür.
İzlediğim iz am açlardan b iri de, H z. M uham m ed’i, her çeşit kişisel ve gele
neksel im an b ask ıların ın taraflı ve ilkel g örüşlerinden k u rta ra ra k , olum lu bilim
lerin yöntem ve anlayışlarıyla incelem eye çalışm ak ve bu tarzda çalışacak olan
lara, daha doğru ve yetkin eserler yazm alarını gerektiren b ir taslak verm ektir.
Bu itib arla eserim iz peygam berim izin felsefesine olduğu k a d ar da M üslüm anlı
ğın felsefesine b ir giriş telakki edilm elidir. D iğer b ir am acım ız d a, kendi u lu
sal gelişm em izle dinim iz arasın d ak i olum lu ya d a olum suz ilişkilerin bazı nok
talarına işaret etm ek ve gittikçe gevşemeye başlayan veya bozulan b u ilişkilerin
nedenlerini anlam ak isteyenlere bazı çağrışım öğeleri (unsur) verm ektir. Bu am aç,
p ek önem lidir ve ayrı b ir esere sığacak k a d a r da geniştir.
(1) Kur’an ve hadislerde, akıl ve bilim e verilmiş olan yüksek değer, hiç bir
dinde yoktur. Metinlerdeki bahislerde de görüleceği gibi, Kur’anda, kitap ve say
falar 209, anlayıp kavramak 19, bilim ve irfan 217, akıl ve fikir 66. düşünerek
m ütalaa etmek, yani zikir ve tezekkür 126, akıllılar 11, kanaat getirmek 12, kalem,
mürekkep ve satır 17 ayette tekrarlanmışlardır.
Siyasal b ir kuvvet halini alan herhangi b ir din, kendine bağlanm ış olan
uluslara, yalnız b irtak ım tap ım (culte)' ve inanç k u rallarını değil, aynı zam anda
b u k u rallard an doğan k ü ltü r ve k u ru m la n da kabul e ttirir. Bu du ru m d a ulus,
k en d i özel ve tarihsel kişiliğini yitirerek, siyasal otoriteyi tem sil eden m istik
kuvvetlerin potasında erim eye m ahkûm olur. H alifelik, O sm anoğullarına- geçtik
ten sonra, devletin egem enliğiyle b irlik te dinin k o n ın m a ve uygulanm a işini de
üzerine alm ış olan T ü rk ulusu, H z. M uham m ed’e karşı olan içten bağlılık, hay
ran lık ve saygısını, k en d i ulusal çıkarlarını olduğu k a d a r da ulusal özellik ve
kişiliğini ihm al edecek k a d a r aşırı b ir dereceye çıkardı ve sanki her A rap, Pey
gam ber soyundan kutsal b ir kişiym iş, A rabistan to p rak ları d a, cennetin giriş
kapılarını saklıyorm uş gibi, m üb arek sayıldı; an av atan ın tüm serveti A rap ülk e
lerine d ö k ü ld ü , fazla o larak , «necip A rap kavm inin» dili, sanatı, k ü ltü rü , h atta
neredeyse çöl ahlâkı benim sendi; böylece ulusum uz, A rapların ve M üslüm anlı
ğın m anevî söm ürgesi h aline geldi. Y aşadığım ız dönem de bile garip b ir üm
m etçiliği savunan, ya da evvelâ M üslüm an, sonra T ü rk olduğunu iddia edecek
k a d ar ulusal benliğini in k âr etm ekte fayda um an , M üslüm anlığı ayrı b ir ulus
sayarak T ürk lü ğ ü in k â r eden kim seler görüldü; dilim iz, edebiyatım ız soysuz
laştı; yüzyıllarca m im arlık dışındaki plastik san atlar gelişem edi; ahlâk ve töre
lerim iz gerçek değerlerini yitirdi. Çoğu bilgisiz ve hoşgörüden yoksun olan din
adam larım ız, ulusal ru h u ö ldürm ekte, din ve dünya bakım ından fayda gördüler
ve bizi âdeta A raplaştırm ak gayreti güden baskılarıyla her çeşit Batı uygarlığın
dan faydalanm am ıza, gelişip ilerlem em ize engel oldular. Y anlış anlaşılm ış, fena
telkin edilm iş ve p olitika am açlarına hizm et ettirilm iş b ir din ve im anın kendi
lerine sağladığı m addesel ve tinsel (m anevî) saltan atın sefil konforu altında, felse
feye can çekiştirilm iş, layik ve olum lu (m üspet) bilim ler okullarım ıza gereği kadar
sokulam am ış, m edreselerin asalak m ensupları, b ü tü n toplum a egem en olm uş, usıı-
sal değerlerim izi soysuzlaştırm ıştır. P m züm renin büy ü k b ir çoğunluğu, dinin akla
değil, duygulara seslenen taraflarına- önem v ererek h alk ı, tinsel hayatın estetik
heyecanıyle ve hayatsal değer taşıyan ahlâksal em irleriyle, dinin bilgeliğiyle de
ğil, uydurm a h arik aların trajik ve gülünç sahneleriyle sersem leştirm işlerdi. Böy
lece, yurdum uzu, T a n rı’nın elçisine sığınan, yalnız o n dan şefaat ve yardım dile
nen asık suratlı, dünyaya geldiğine pişm an, ah retlerin i onarm ak için d ü n yaların
dan vazgeçm iş, tem bel, m iskin, hoşgörüden ve erdem den (fazilet) yoksun, her
yeniliğe, «gâvur icadı» veya «günah» diye d irsek çeviren, h atta düşm anı olan
insanların barınağı haline getirdiler ve im anı, din m askesi altında en çirkin eylem
ve tu tk u la rın ı saklam asını bilen birtak ım sefillerin siperi yaptılar. O ysaki, yüce
Peygam berim izin getirm iş olduğu d in , kapsadığı gerçekler»ve* savunduğu ilkeler
itibarıyla o k ad ar zengindir ki, ilerlem eyi d u rd u racak hiç b ir engel önünde ge
rilem ez; eylem e, harekete, dünya için faydalı ve insanları m utlu kılan h e r iyi
şeye değer verir. Bu dinam ikliği, Hz. M uham m ed, kendi hayatının yorulm ak
bilm ez gayret, girişim ve savaşlarıyla da ispat etm iştir.
İslâm âlem ini olduğu k a d a r da aziz u lusum uzu, geri toplum lar arasında
b ırak an bilgisizlik ve bu bilgisizliğin sırtın d an geçinenlerin yüzyıllarca süre
gelen baskısı, yalnız devrim sel yasalarla değil, aynı zam anda felsefe ve diğer
çağdaş bilim lerle, teknikle bezenm iş, y u rt ve ulusseverlikleri, im anları kad ar,
h atta d ah a da ü stü n olan din bilginleriyle, gerçekten aydm , h e r çeşit ilkel gele
nek ve alışk an lık lard an k u rtu lm u ş kim selerin yardım ıyla azalıp yıkılacaktır. Bu
inancın etkisi a ltın d a yazılm ış olan bu eser, bu gerçeğe inanm ış olanlara da b ir
ışık tutm a istek ve cesaretinden ilham alm ıştır.
Ü zerinde d u rm ak istediğim iz n o k talard an b iri de, dinin neleri em rettiğini,
bun lard an bugün için hangilerinin kolayca uygulanabileceğini belirtm ektir. Bu
nu ayırt etm ek, T an rısal em irleri, h er M üslüm anın açıkça ve dolaysız olarak
kendi dilinden öğrenm esiyle m üm kün olacağına inanm aktayız. İlerdeki bahis
lerde görüleceği gibi, A rap ların iyi anlam ası için, K u r’an, A rapça bildirilm iştir.
Büyük T ü rk u lusu d a, d inini doğru ve iyi anlayabilm ek için, K u r’anını, d u ala
rım kendi diliyle an lay arak okuyabilm elidir. B undan daha isabetli ve T anrısal
isteğe, b u n d an d ah a uygun b ir gerçek olam az. A rapça, T a n rı dili değildir; A rap
kavm inden gelm iş olan m üb arek elçinin kendilerine hitap ettiği Sam ı b ir u lu
sun d ilid ir. O dili k u tsal sayıp, kendi dilim izi ve ulusum uzu h o r görm ek gibi
b ir aşağılık duygusu, b ü tü n ulusal varlığım ızı tehlikeye dü şü rü r. Eğer U lu T a n rı,
bize de b ir elçi gönderm eyi m u ra t etm iş olsaydı, T ürkçe vahiylerde' bu lu n u r,
C e b ra il’i T ü rk ç e k o n u ştu ru rd u .
İnsanlığın ilerlem e ve gerilem esinde dinlerin oynam ış o ldukları rol h a k
k ın d a pek çok incelem eler yapılm ıştır. Biz b u konuda önem le d u rm ad ık . H er
ulus, kend i k u ru m ların ı, yine kendi sosyal koşullarına (şart) göre yaratır; yani
u lu slar b u n lara, kendi çık arların ın etnik (ırkî) ve tarihsel özelliklerinin zorunlu
kıldığı yönleri ve şekilleri v erirler; kendi sosyal yapı ve d ehalarının doğal dam
gasını, ku ru m ların d a devam e ttirirle r; b ü tü n m ezhepler ve ta rik a tla r, bu ger
çeğin sonuçlarıdır. İslâm dini, u lu sların gelenek ve ülkülerine hizm et b akım ın
d a n en esnek y orum lara elverişli olan b ir d in d ir; h er din ve felsefe gibi, onun
da eskim iş, rolünü bitirm iş, uygulanm ası olanaksız tarafları vard ır; b u nları
ayıklam ayı bilm ek ve o n u n h er dönem için olduğu k a d ar da her insan için
değişm ez b ir gerçek o lan canlı, berek etli, yaratıcı tarafların ı b u lu p bunlardan-
fayda sağlam ak, d ine gösterilecek en b ü yük saygı olduğu gibi, b u , büyük din
bilginlerinin de en esaslı b ir ödevidir.
İşte, eserim izde o k u rla n m ız n keşfetm elerini dilediğim iz ilkeler, b ü tü n bu
tü rlü düşüncelerin atm osferine terk edilm iştir. O k u rlarım ızın bizde sayısı pek
çok olm adığını sandığım ız b u denem eden ö tü rü , düşm üş olabileceğim iz yanıl
m aları iyi niyetim ize bağışlayarak bizi yerm em elerini dileriz1.
E renköy, 2 .Î.J 9 6 7 C em il S E N A
E renköy, 17.6.1971 C em il S E N A
NOT :
Eserim izin bu üçüncü b ask ısın ı1, bazı önem li bilgi ve düşünceleri ekleyerek
yayınlam ış bulunuyoruz. H erhangi b ir incelem e veya araştırm ada, dogm acılığın
bağnazlığından k u rtu la ra k , özgür düşünce ve bilim sel yöhtem lerin aydınlığında
b ir eleştiri süzgecine b aşvurm adıkça, m istik ya da pozitif olan hiç b ir gerçeği
elde etm e olanağı bulunm adığına inanıyoruz. Bu ilkeye bağlanarak yazdığım ız
biı eserdeki am aç, zihinleri saçm a in an çlard an k u rtarm ak , dinlerin b ir gelenek
olarak b irb irin e neleri aktarm ış o ld u k ların ı göstererek M üslüm anlığın en doğru
değer ve niteliklerini b elirtm ek, dolayısıyla H z. M uham m ed’in büyük kişiliğini
ve yüce ü lk ü lerin i açıklam aktır. M istik k o n u lar ü zerinde, bu türden yazılm ış
ilk eserlerden b iri olm asına karşın , halkım ızın pek çoğunun bununla ilgilenm iş
olm asını, (zira on yılda d ö rt kez basılm ıştır) toplum um uz için m utlu b ir ilerlem e
sayıyor, uzun ve yorucu çalışm alarım ızın boşa gitm ediği kanısıyla seviniyoruz.
E renköy, 1.3.1979 C em il S E N A
Hazret! Muhammet!
(1) Taberî (Ebu C afer), tefsirinde Hz. M uham m ed’in 21 kez evlenm iş ol
duğunu, fakat bunlardan on biri ile bir arada yaşadığını yazar. Öteki onundan
bazıları ölmüş, bazıları evlenm eden ayrılmış, bazılarını da boşamıştır.
(2) Cibril, îbranîcede akıl demektir (M elekler bölümüne bkz.).
mayı öğrenm iş olm asının kesin b ir k an ıtıd ır. Ç ünkü o, öm rü boyunca T anrı
b uyrukların a baş eğmiş ve b u n ları uygulam akta olduğunu bildirm iştir; yani oku
em rine itaat ederek okum ayı zoru n lu o larak öğrenm iştir. “O , kalem le öğreten
d ir" ayetinden de, öğrenm ek için yazm ak ve yazılm ış şeyleri okum ak gerektiği
anlaşılır. Bu itib a rla , Y üce Peygam ber, okum uş ve yazm ış b ir kişiliktir ve
Ünım i deyim ini, o kuyup yazm a bilm eyen b ir bilgisiz değil, M ekkeli anlam ında
yorum lam alıdır.
H z. M uh am m ed ’in peygam berliğini cesaretle ve daha açıkça bildirm esi,
" Sana em rolunanı ilân et; m üşriklerden y ü z çe v ir!" (H icr, 94) em rinden son
ra d ır1. H z. M uham m ed, kendisine bildirilen ve yükletilen vazifenin önem ini pek
iyi anlam ıştı. Belki de b u vazife, yıllardan beri düşünüp gerçeklendirm e çare
lerini için için aradığı b ir ü lk ü n ü n bilin ç üstüne çıkarak, kendisini harekete
geçmeye zo rlam asından ib aret b ir yanılsam aydı (illusion).. F akat o, ru h unda
beliren değişm eler ve tecellilerin, kendi y aradılışının özel b ir s im veya m az
hariyeti değil, doğaüstü b ir varlığın, yani Y üce T a n rı’nın b ir direktifi olduğuna
em indi. H z. M uham m ed, bu kutsal d irek tifi en önce, değerli eşi H z. H a tice’ye
anlattı. " D e ki... İslâm ların ilk i olm am e m red ild i" (Ziim er, 12); "Bana M ü slü
m anların ilk i o lm a k em re d ild i" (E n ’am , 162) gibi h e r b iri başka vesilelerle bil
dirilm iş olan ayetlere göre, ilk M üslüm an kendisi olm akla birlikte, anlatm ış ol
d u k ların a ilk inanm ış olan da H z. H atice’dir. Sonra, V araka ve sırayla E bubekir,
Ali, H a ris’in oğlu Z eyd, O sm an, Z übeyr, A b d ü rrahm an, Saad, T alha, Ö m er,
H am za gibi cennete girecekleri kendilerine sağlıklarında m üjdelenm iş olan on
sahabe, H z. M uham m ed’in peygam berliğine ve M üslüm anlığa im an ettiler (İm am
H an b e l’e göre, Peygam berle b ir yıl, b ir ay, b ir gün, b ir saat b erab er bulunm uş,
hatta onu b ir kez görm üş o lan kim seye sahabe d en ilir)2. Üç yılda k ırk kişi M üs
lüm anlığı kabul etti; b u n ların çoğu, A rap ların sevip saydıkları kim selerdi. G it
tikçe güçlenen bu im an dolayısıyla, H z. M uham m ed, K âbe’de açıktan açığa iba
det etm eye başladı. B unun üzerine, siyasal ve ekonom ik çık arların ın sarsılaca
ğından k u şk u lan an M ekke zenginleri, M üslüm anlığı kabul etm iş olanlara eziyet
(1) Aym bildiri, Tevrat’ta da şu şekilde ifade edilmiştir: “Seni kim e gön
derirsem gideceksin ve sonra ne em redersem söyleyeceksin” (Ermiya, 7).
(2) Islâm da sahabelerin hepsi aynı değere sahip değildir. Bunların en
yüksekleri, Hulefa’y i R aşidin denilen ilk dört halifedir. Sağlıklarında kendilerine
cennetlik oldukları m üjdelenm iş olan altı sahabe ile bu dört halifeye, A şere-i
mübeşşere, yani On m üjdelen m işler denilir. İkinci derecede, Bedir ve Uhud sa
vaşlarıyla Hudeybiye’de Peygambere biat etm iş olanlar. Üçüncü derecede, Müs
lüm anlığa ısınıp bağlanm alarını sağlam ak için, savaşlarda elde edilen ganim et
lerden kendilerine bir pay verilmiş olan 400 sahabe gelir ki bunlara, m üellefet
-ül-kulüb, yani gönülleri alıntfüş ya da uzlaştırılm ış olanlar denilir. Daha sonra,
Mekke zaptedilirken esir edilip sonra azat edilmiş olanlar gelir (M uaviye’nin
babası ve annesi gibi). Son iki sırada ise, evvelâ Hz. M uham m ed'i görmedikleri
halde sahabeyi görmüş olanlar, sonra da, bu görmemiş olan sahabeyi görmüş
olanlar, en son derecede de, bu sonuncuları görmüş olanlar gelir. Her çağda ve
her toplumda, şefe ve ülkülere bağlılığın gevşem em esi için, ana davaya hizm et
etm iş olanlara bazı üstün payeler ve yüksek unvanlar vermek politik ve sosyal
bir zorunluluktur.
etm eye ve Hz. M uham m ed’e h ak aretlerd e bulunm aya başladılar; iftira ettiler;
o n u öldürm eye çalıştılar1.-V ahyin başlangıcından beş yıl sonra, H z. M uham m ed,
M üslüm anlardan b ir kısm ının H ab eşistan ’a göç etm elerini uygun buldu. Amcpsı
ve koruyucusu E bu T alib ile H z. H atice’nin ölüm lerinden sonra, M ekkelilerin
zulm ü büsbütün artın ca, kendisi de T a if’e giderek, kutsal görevine o radan de
vam etm ek istedi; fak at b u rad a da taşlandı, b in b ir çeşit saldırganlıklarla k arşı
laştı; kaçm aya m ecbur oldu. Peygam berliğinin o n uncu yılında M edinelilerle an
laştı: Birinci ve ikinci A kabe biati adıyla tarihe geçen önem li olaydan sonra,
M edineliler arasında da sayıları çoğalan M üslüm anlar kendisini, ailesinin bü
tü n bireyleriyle (fert) M ekkeli İslâm ları koruyup savunacaklarına söz verdiler
ve hepsinin M edine’ye göç etm elerine razı oldular. M ekke’deki İslâm ların he
m en tüm ü, M edine’ye gönderildi. K endisiyle k alan H z. E b u b ek ir’le b erab er türlü
kovuşturm alara uğram ış olm alarına rağm en, selâm etle M edine’ye ulaştılar. Bu
suretle. M üslüm anlığın ana tarih in in başlangıcı k urulm uş oldu ki, H z. M uham
m ed ’in peygam berliğinin on d ö rd ü n cü yılına d o ğ ru d u r (28.6.622).
H z. M uham m ed, M edine’de n ü fu zu n u gittikçe artırd ı; M ekke’de sadece
v a’zeden, b ü tü n diğer dinlere karşı toleransı olan b ir kişilik iken, M edine’de
b ir devlet adam ı, b ir k an u n yapıcısı ve b ir başkom utan olm uştu. M ekke ve M e
d in e ’de inen ayetlerin, düşünce, gaye ve üslup bak ım ından araların d a görülen
büyük faik la r da, bunu açıkça gösterir. M edine’de yapılan sâde ve basit bir
m escidin yanm a, kendisinin ve eşlerinin o turm ası için b irtakım o d alar eklendi.
H z. M uham m ed’in b u n d an sonra girişm iş olduğu işler ve teşebbüsler, daha çok
İslâm tarihin i ilgileyen başarılı savaşlar ve sözleşm elerle geçti. B ütün bu döne
m in m utlu zaferlerini, T anrıbilim m antığıyla ve yöntem iyle işleyen tarihçiler
âdeta efsaneleştirirlerse de, Hz. M uham m ed, giriştiği savaşların her yönünde
tam am ıyla büyük ve fani b ir dâhinin zekâ ve dirayetiyle onları yönetti. Bağ
landığı ü lk ü n ü n ,so n su z büyüklüğüyle bunu gerçeklendirm ek için sarf etm iş ol
duğu çabanın orantısı eşittir. Yılm ayan b ir irade, asla eğilmeyen ve geri dön
meyen b ir ruh sertliği, olayların akışını ve o n lard an doğabilecek sonuçları ön
ceden fark edebilen keskin b ir görüş, insan ru h u ve karakteri hakk m d ak i bilgi
sinin isabetli derinliği, bütü n b u n lard an ü stün olarak davasının doğruluk ve
yüceliğine olan sarsılm az inancı... onun h er engeli ve uğursuz koşulları devir
m esine ve direnm eleri yenilgiye uğratm asına hizm et etti. D ünya işleriyle uğraşan
büyük insan lar gibi, m istik hayallere d alm adan, gerçeklik üzerinde durm uş, ha-
sım larının kullanm ış o ld u k ları araçların tüm üne o da aynıyla baş vurm uş, sa
vaşm ış, yaralanm ış, zafer için gereken hile, anlaşm a, vaat ve garantileri hor
görm em iş, h er çeşit zekâ oyunlarını kullanm ış ve b ü tü n bun lard an sonra T a n rı’
ya güvenm iş ve dayanm ıştır. Bu itib arla H z. M uham m ed’in asıl büyüklüğü, en
gel ve koşul tanım ayan yüce dehasında da gizlidir. U luslara ön d erlik eden şef
lerde bu nitelik ler yoğunlaşıp harek ete g eçm edikçe;-yalniz' bağım sızlık değil,
h iç b ir ilerlem e de gerçeklenem ez. A ta tü rk ’ün başarısı, yakın tarihim izin bu
gerçeği onaylayan, p arlak b ir örneğidir.
(1) Bu saldırılar, İsa'nın şu bildirisini doğrular: “Hiç bir peygam ber, ken
d i m em leketin de m akbul değildir ” (Luka Incil’i: IV. 24).
H z. M uham m ed, M üslüm anlığın gittikçe güçlenerek yayılm akta olduğunu
görünce, M ekke’yi zaptetm eye m uvaffak oldu ve vaktiyle orada karşılaşm ış ol
duğu her tü rlü h ak aret ve saldırganlıklara karşı asla kin duym adı; yalnız suç
la n , bağışlanam ayacak k a d a r b ü yük olduğu anlaşılan üçü erkek, ikisi k ad ın ol
m ak üzere beş kişinin öldürülm esini em retti. M ekkeliler, onun bu âlicenaplığını
görünce, m innet ve şükran la İslâm d inini k ab u l ettiler. O nun bundan sonra A ra
b ista n ’ı çevreleyen diğer devletlerin başkanlarını M üslüm anlığa davet etm iş ol
duğu ve b ü tü n diğer A rap kabilelerine de M üslüm anlığı kabul ettirerek onları
kendi egem enliği altına aldığı görülür. H z. M uham m ed, bu olaylar esnasında şu
kad ın larla evlenm iştir: E b u b ek ir’in kızı Ayşe, O sm an ’ın kızı H afsa, Ebu Süf-
y a n ’ın kızı Rem le (Ü m m ü H ab ib e), Z em ’a n ’m kızı Şevde, E bu Ümeyye’nin kızı
Safiyye, H aris-ül-H ilâliye’nin kızı M eym une, Cahş-ül-Esediyye’nin kızı Z eyneb,
H aris-ül-M üstalikıyye’nin kızı Cuveyriye. B unlardan Ayşe ile Safiyye yalnız ok u
yabiliyor, H afsa ile H atice (Ü m m ü G ü lsüm ), hem okuyor, hem de yazabiliyor
lard ı. H z. M uham m ed’in b u dokuz k ad ın d an başka cariyeleri de vardı. B unlar
dan oğlu İb ra h im ’in annesi M ariya m eşh u rd u r. Peygam berim izin ilk eşi H z. H a
tice ’den sonraki b u evlenm elerinde b irtak ım siyasal ve ahlâksal gayeler m evcut
olduğu gibi, b ir güzelliğe kapılm ış olm ak gibi kişisel eğilim lerinin de rolü
vardır. Ö rneğin, b ir söylentiye göre, H z. M uham m ed, sahabeden ve kendi ev
lâtlığı olan Z ey d ’in evine gittiği zam an, kapıyı b u zatın karısı Zeyneb açm ış v e
Peygam ber, o n u n güzelliğine m eftun o larak kendisine iltifat etm işti. Z eyneb, bu
olayı kocasına anlatınca, Zeyd, onu boşam ış, H z. M uham m ed de b u kadınla evlen
m işti. Bu evlenm eyi d edikodu konusu y apanlara karşı bildirilen şu ayet, onun
bu evlenm esini hoş gören b ir yetki belgesi sayılır: ‘‘H ani, T a n rı’nın n im etin e
v e senin n im etin e nail olan kim seye (bu zat, H z. M uham m ed’in evlâtlığı olan
H arise’nin oğlu Z ey d ’d ir); eşini tu t ve T a n rı’dan ko rk, dem iştin; T a n rı’n ın açı
ğa vuracağı şeyi gizliyor, halktan ko rku yo rd u n ; oysaki, korkulm aya lâ yık olan
T a n rı’dır. Z eyd , onıın boşanm a isteğini yerine getirince, im an edenler için oğul
luklarının karılarını boşadıktan şonra evlenm eleri günah olm asın diye, biz se n i
onunla evlen d ird ik. E lb ette T a n rı’nın buyruğu yerine gelir” (A hzab, 37). Bu
ş e r’î belgeden sonra, ayet şöyle devam eder: ‘‘T a n rı’nın peygam ber için takdir
ettiği şeyden ötürü, peybam ber sorum lu olm az. Ö nceden de gelenler h a k k ın d a
T a n rı’nın âdeti böyleydi. T a n rı’nın buyruğu, ta kd ir edilm iş bir kaderdir” (A hzab,
38); ve zira, ‘‘Peygam bere, T a n rı’nın ta kd ir ettiği, m übah kıldığı şeyde darlık
y o k tu r ” . A çıkça anlaşılıyor ki, b u evlenm ede, b ab alıkların, ev lâtlıklarının eşle
riyle evlenm elerinde b ir sakınca olm ayacağını bildiren şer’î b ir yenilik getiril
m iştir ki, bu çağım ızın uygar k a n u n u n a d a uygundur. Bazı Şiî kaynaklardan
y ararlan an Batılı m onografyacılar, H z. A yşe’n in , kutsal eşi için, T a n rı’nın esir
gem ediği bu b o llu k tan hoşlanm adığını ileri sürerek, ona im ana aykırı sözler
söyletm ekten çekinm ezler1. Bu ayette, tarih boyunca gelmiş olan şeflerin tu tk u
larını kan d ırm a izni verilm iş gibidir. Şeflerin, d iledikleri her şeyi yapm ak ve
diledikleri gibi yaşam ak hususu n d ak i eğilim leri, özellikle İslâm âlem inde, H z.
(1) Hz. A yşe'ye söyletilen bu sözlerden biri şudur: “O, güzel bir kadı
görm üş olm asın, hem en dilediğine uygun bir ayet iniverir!”.
M u h am m ed i örn ek tu tm aların ın b ir sonucudur. Saraylarda, halifelerin, m onark-
ların, hatta derebeyleriyle, yetkili kişilerin sefahatleri ve harem hayatı, toplum a
onların doğal h ak ları gibi aşılanm ıştır.
H z. M uham m ed’in kendileriyle evlenm iş olduğu k ad ın ların b ir kısm ı, d u l,
b ir kısm ı da b ak ired ir. K endisi, cüzzam lı zannettiği bir kadını düğününden önce
boşadığı gibi, k ib irli b ir bedevi kızını da, Peygam beri adi .b ir adam diye h o r
gördüğü için boşam ıştır. H z. M uham m ed, a rtık kutsal ödevlerinin bittiğini ve
kendisine, H akkın rahm etine kavuşacağını h issettiren, “Bugün sizin d in in izi
yetkinleştirdim , size n im etim i tam am ladım ve din olarak İslâm î verdim , ho şn u t
o ld u m ” (M aide, 3) anlam ına gelen m üjdeyi de alınca, V eda h accı’n d a son
hutbesini verm iş ve ilk eşi H z. H atice’nin k ab rin i ziyaret etm işti1. Sürekli, yo
rucu ve tehlikeli k o şu llar içinde yılm adan savaşm ış ve İslâm dinini k u ru p yay
m aya başlam ış olan H z. M uham m ed’in hayat hikâyesi, m ilâdın 6 3 3 ’üncü yı
lında (H ic re t’in 1 l ’inci yılı sefer ayında) 63 yaşına doğru, pek sevdiği eşi Hz.
Ayşe’nin kolları arasında sona erdi. H astalığının b ü yük ıstırapları içinde T a n rı’
dan yardım dileyerek, C ib ril’i çağ ırarak , T a n rı’nm affına ve yarlıgam asına sığı
n arak , “Tanrı, evet en yüce arkadaşla...” cüm lesini m ırıldandı ve b u , son söz
leri oldu. İslâm tarih çileri, Peygam berin ölm eden az önce bazı şeyler yazdır
m ak istediğini, fak at b una H z. Ö m er’in, "B ize K u r ’an y etişir” diyerek engel ol
duğunu kaydederler. K u r’anda d o ğrudan doğruya kendi adını taşıyan bir sure
v ard ır ve orad a, yine kendi adı şöyle geçer: “İm a n ederek iyi iş görenlerin, M u
h a m m ed ’e R ablerinden indirilm iş olanın h a k olduğuna inananların günahlarını
Tanrı giderir ve hallerini d ü ze ltir” (M uham m ed, 2). Âli İm ran suresinin 143'ü n
cü ayetinde de Peygam berin adı v ard ır: "M u h a m m ed , sadece bir elçidir; O ’ndan
önce de elçiler gelm işlerdi; eğer O , ölür veya öldürülürse, geri m i döneceksiniz?
G eriye dönenlerden T a n rı’ya bir zarar gelm ez; Tanrı şükredenlerin ödülünü
verir”. O n u n adı b ir de A hzab suresinin 3 9 ’u ncu ayetinde geçer: «M uham m ed.
erlerinizden hiç birinin babası değildir; O, yaln ız T a n rı’m n elçisi ve peygam
berlerin so n u n cu su d u r...". Bir de H z. M uham m ed’in adı, K u r’anda Saf suresinin
5 ’inci ayetinde A hm ed olarak zikredilir.
Bir hadise göre, “Y a R abbi, ka b rim i tapılır put ya p m a !” diye dua eden
H z. M uham m ed, insan ların , büyüklerini T an rılaştırm aların d an tiksinm iş ve Ebu
H üreyre’nin anlattığı b ir hadise göre de, şu duayı tekrarlam ış: " Y a Rab; kabir
azabından, hayat ve ölüm fitn esiyle M esih-i D eccal’in fitn esin d en Sana sığını
rım ”2. H z. M uham m ed, H z. A yşe’nin odasına göm ülm üştür.
M ahm ud Şebistarî, «G ülşen-i Raz» adlı eserinde, «Y eni E flatunculuğun tü
rüm (em anation) k uram ına b ağlanarak, H z. M uham m ed’i, tüm el aklın veya ke
ti) Incil’de de Hz. ts a şöyle der: "Ben seni yeryüzünde kutladım . Y ap
m am için bana verdiğin isi tam am ladım ” (Yuhanna, XVII, 4, 5).
(2) Hz. M uham m ed’in Tanrı’ya sığınm ış olduğu Deccal, sözde kıyam etten
önce ortaya çıkarak, halkı baştan çıkaracak olan tek gözlü bir Yahudiymiş. As
lında, bir kötülük sim gesi olan Deccal, pek çokmuş. Yuhanna'm n Genel K ita p
çığında, “Ey çocuklar, ahir zam andır; Deccal geliyor, diye işittiğ in iz gibi, şim di
de çok DeccaTler g elm iştir” (II, 18) dem esi de bu gerçeği anlatm aktadır, ki, ge
nellikle Deccal'm bir kötülük ajan ve sim gesi olduğunu da gösterir.
lâ m ’ın aynı sayarlar ve onun h er. dönem de (devir) b ir veli sıfatında zu hur ede
rek evliyaya da kendini b u sıfatla gösterdiğine inanırlar» diyerek Peygam berin
ölm ezliğine m istik b ir k an ıt b u ld u k ların d an söz eder. Bu tü rlü düşünceler, he
m en h er din ve ulu sta v ardır: M ezm ur’ların (T e v ra t’ta) CX. bölüm ünde vaftizci
Y ahya, göksel İs a ’nın ileride yeryüzüne yeniden geleceğini m üjdelem iş oldu
ğun d an bahsed ilir. H ıristiy an lar da, b ir zam an lar D eccal’den sonra H z. İsa ’nın
te k ra r dünyaya geleceğine in an ırlard ı (D ürzîler de böyle b ir inanca sahiptiler).
İn san lar, büyük felâket ve sıkıntı zam an ların d a daim a b ir k u rtarıcın ın , b ir üs
tün insanın geleceğini beklem iş ve üm it etm işlerdir. F akat yaşayanlar arasında
b eklediklerin in zu h u r etm ediğini anlayınca, yine eski kurtarıcılard an birinin
H z. H ızır gibi yardım a geleceğini üm it ederler. H z. M uham m ed ise, kendisinin
b ir gün dirilerek, hiç olm azsa im an edenlerin b u dünyada yardım ına koşacağını
ne savunm uş, ne de vaat etm iştir. M üslüm anlar arasında yayılmış olan bu türlü
inançların kaynağı da, diğer b irçok saçm a in an çlar gibi, daha eski dinlerle
ulusların gelenekleridir. Hz. M uham m ed, böyle saçm a inançlar şöyle du rsu n ,
h atta İm am A hm ed bin H am b el’in «M üsned» adlı eserinde nakletm iş olduğu
şu derin anlam lı hadisi söyleyecek denli olgunluk gösterm iştir: "T anrı, bu ü m
m ete, her y ü z yıl başında dinlerini değiştirecek bir er gönderir”. Bu, o n u n "yal
nız dinde b ir evrim i k ab u l etm esini değil, bu evrim i yapacak olanın, b u n u yapa
bilecek bilgi ve anlayışa sahip, yetenekli kim seler olacağını savunm uş olm ası
da dem ektir.
n
PEYGAMBERLER, PEYGAMBERLİK VE
HAZRETİ MUHAMMED
T anrıbilim b ak ım ın d an peygam berlik sıfatım taşıyan iki çeşit insan vard ır:
K u r’an, bun lard an b ir kısm ına R esul, b ir kısm ına da N ebi adını verm ektedir.
R esul, yani elçi o lan lar, b ire r kutsal k itap la insanları uyandırm ak için gönde
rilm iş kim selerdir: H z. M usa, H z. D avud, H z. İb ra h im ve H z. İsa b u züm reden
d irler. N ebi o lan lar ise, kitapsız o larak sadece T an rısal vahye nail olan peygam
b erlerd ir. İncillerde adları geçen H z. N u h , H z. Şuayb, H z. İlyas, H z. Y usuf, H z.
Y akub, H z. Z ekeriyya, H z. Y ahya, H z. İsm ail... vb. Y ahudi peygam berleri bu
züm redendirler. F ak at, K u r’an d a K onfuçyüs, Lao-tseu Buda ve Z e rd ü şt (bunun
m ezhebi h a k k ın d a K u r’an bazı im alard a b u lu n u r) g ib i k itap ları olan ve yüz
m ilyonlarca insanı k endilerine inandırm ış b u lu n an diğer din k u ru cu ların ın ad
ları yoktur. B unun başlıca n edeni, H z. M uham m ed zam anında A sya’nın orta-
doğusu h ak k ın d a açık veya k ap alı hiç b ir bilginin K u r’an d a yer alacak k a d ar
A rap ülkelerine sızm am ış olm asıdır. K u r’an d a H z. M uham m ed’e edilm iş olan
h itap la r ve görevlendirm elerde hem R esul, hem de N ebi sıfatlarının kullanılm ış
olduğu görülür. Z ira , h er resul, n eb id ir; fa k a t h e r nebi, resul değildir. Biz b u
rad a, elçi veya peygam ber sözcüklerini kullanacağız.
P E Y G A M B E R L E R , N E R E L E R E V E N E İÇ İN
G Ö N D E R İL M İŞ L E R D İR ?
adama, Tanrı’nın lâyık gördüğü bir lütuf değil, seçkin bir zihin ve ruh yeten e
ğine sahip olanlara bağışlanm ış bir taç olduğunu savunurlar. Fakat, İslâm
inancı böyle değildir. Örneğin, Tanrı, Hz. Y ah ya’ya daha çocukluğunda peygam
berlik vermiş (Meryem, 12) ve Hz. İsa, annesinin dölyatağında konuştuğun
dan, daha dünyaya gelm eden peygamber adayı sayılmıştır. İsrail’de peygamber
liğin bir m eslek olduğu anlaşılm aktadır; ve bu kavimde, sahte peygamberler de
çoktur (Hazkıyal, XIII, 1-11). İsrail peygamberlerinin hem en hepsi Tanrı ile
konuşur ve Tanrı, onlara kavim lerinin tüm kötülüklerini anlatır ve tehditlerini
İsrail’e iletm elerini emreder. Yahuda hükümdarlarından biri, dört yüz kadar
peygamberi toplayarak kendilerinden savaş için düşüncelerini sorar (Üçüncü
hükümdarlar, XXII, 5-6). Nitekim, Y ah ova da sürekli olarak Hz. M usa’ya, akıl
verir, “Seni Firavuna Tanrı y a p tım ve Harun, senin peygam berin olacaktır!”
der (Huruç, XVII, 1).
(1) Tevrat’da da buna benzer bir ayet vardır: uY ahova, peygam berlerin
kendi sırrını an latm adıkça hiç bir şehre belâ getirm ez” (Amus, III, 6-7).
uyandırm aktadır. H iç b ir k u ru m , Jıiç b ir yeni düşünce, bu n lara ihtiyaç duyulm a
yan yerlerde kendini gösterem ez; b u n lar, başka toplum lardan sızarak bulaşm ış
olsalar bile, kolay kolay yerleşip kökleşcm czler. Bunun için o lacaktır ki, Yüce
T an rı, peygam berlerini rasgele gönderm em iş, onlara b ir ihtiyaç hâsıl o ld u k ta n ,
yani insanların sap ıttık ların ı, erdem den uzak laştık larını gördükten sonra gön
derm iştir: "B ir kasabayı m a h vetm ek istersek, em rim izi refah içinde olanlarına
göndeririz; onlar fa sık lık edince, söylediğim izi h a k ederler; biz de oranın a llım
üstüne getiririz” (İsra, 16) ayetine göre ise. T an rı, em irlerini daim a h alka değil,
toplum u yönetenlere ve söm ürenlere gönderm ekte ve bazı kasaba ve kavim lerî
helâk etm eyi de kendisi istem ektedir: “B iz hangi kasabaya bir elçi gönderm iş
sek, oranın halkını yalvarıp yakarm aları için darlık ve sıkıntıya uğratm ışızdır’*
(Â raf, 94); şu halde, k endilerine peygam ber gönderilm em iş olan kasabalarda
bu darlık ve şiddetli sıkıntının olm am ası gerekir. T arihsel gerçeklikler ise, bu
nun aksini veya b u n u n bazı m üstesnalarının b u lu n d u ğ u n u gösterir ve bu, T anrı,
kullarının şü k ran ve sevincinden çok yalvarıp yak arm alarından hoşlanıyorm uş
gibi, bazı kâfirce düşüncelerin akla gelm esine pek de engel olm az. B ununla be
rab er, "B iz, seni de hem bir m üjdeci, hem de bir sakındırıcı olarak gönderdik;
içlerinden bir sakındırıcı geçm em iş olan hiç bir iim m et y o k tu r” (F atır, 22) aye
tindeki sakındırıcı terim in i, sadece peygam berliğin b ir sıfatı saym ayarak, ulus
ları uyand ıran , ilerletm ek isteyen ö nderlerin ve devrim cilerin b ir niteliği (vasfı)
sayarsak, gerçeğe daha çok yaklaşm ış olu ru z; fak at bu takdirde de, onları pey
gam berlerin kutsallığına o rta k saym ak gerekir.
P E Y G A M B E R L E R H A R K IN D A K İ A Y E T L E R
V E B U N L A R D A K İ Ç E L İŞ M E L E R :
" A rt arda elçilerim izi gönderdik; her üm m et, kendilerine gelen elçiyi ya
lanladı; biz d e onları birbiri ardınca d e v ird ik ve hepsini bir masal yaptık; ima-
ıta gelm eyen d e fo lsu n !" (M üm inler, 44) ayetindeki öfkeli ifadede, asi b ir kav-
mi yola getirm ekte bazı peygam berlerin âciz o ldukları ve T a n rı’nm o kavim -
leri doğru yola iletm ek istem ediği ve insan ların düşünce, inanç ve eylem lerinde
özgür oldu k ları gibi b ir duygunun uyanm asına neden olur. O ysaki, b ir taraftan
da peygam berleri galip k ılm ak, " T a n rı’n m eski bir âdetidir ve T a n rı’nın âde
tinde asla değ işiklik b u lu n a m a z” (Fetih, 23) denilm ektedir. Bu ayetin, şu ayet
lerle de uzlaşm ası oldukça zo rd u r; “T a n rı’n m ayetlerine küfredenlere ve pey
gam berleri h a ksız olarak öldürenlere ve insanlar arasında h a k ve insafı em re
denleri öldürenlere p e k acı bir azabı m ü jd e le ” (Âli İm ran, 20); “Tanrı züğürt
tür, b iz zen g in iz diyenlerin d ed iklerin i Tanrı işitti; onların bu dedikleriyle h a k
sız yere peygam berleri öldürm üş olduklarını yazacağız da, tadın bakalım o yan
gın azabını, diyeceğ iz” (Âli İm ran , 180). D em ek k i peygam berler eskiden beri
galip kılınm am akta ve b u n ların haksız yere katledilm eleri de, kendilerinin T an
rı tarafın d an daim a koru n m ad ık ların ı gösterm ektedir.
Şu ayetlerden T a n rı’n m k ad ın lard an hiç b ir peygam ber gönderm em iş oldu
ğunu anlıyoruz: "S en d en evv e l peygam ber olarak yalnız erkekler gönderdik k i,
onlara vahiy in iyo rd u " (Y usuf, 109-110); ‘‘S enden evvel de kendilerine vahyet-
tiğim iz erler gönderdik; bilm iyorsanız, bilgililere so ru n u z" (N ahl, 4 3 )1.
T a n rı, kendilerine vahyetm iş olduğu peygam berleri hak k ın d a b ir fark gö
zetm ediğini b ir d u a ayetinde şöyle ifade etm iştir: "... O n u n resullerini birbirin
den ayırt e tm e y iz..." (B akara, 285). F akat başka ayetlerde, b u n ların da bazı de
receleri ve fark ları olduğuna şöyle işaret edilm iştir: ‘‘Biz, elçilerin bazılarını ba
zılarından üstün k ıld ık ; Tanrı bunlardan bazısıyla konuşm uş, bazısını da de
recelere y ü k se ltm iştir..." (B akara, 252); b aşka b ir ayette de, “Peygam berlerden
bazılarını bazılarından üstün k ıld ık ve D a v u d ’a Z e b u r v e rd ik " denilm ektedir2.
B unlardaki bilgeliği açıklam ak güçtür. Bize göre, b u fa rk lar, peygam berlerin
de, insanlığın zihinsel ve gelişmeye m azh ar o lm alarındandır; yani, o n lar a ra
sındaki fa rk la r da, b u gelişme ve evrim in zorunlu kıldığı seviye ve ihtiyaç fa rk
larından d o ğ m ak tad ır3.
P E Y G A M B E R L E R İN K U S U R L A R I :
K u r’anda ad ları geçen peygam berlerle onlara ait hikâyelerin çoğu, görünür
şekilleriyle b ir gerçek olm aktan çok, h alk ın geleneğine girm iş söylentilerdir.
T efsircilerin b ir kısm ı b u n u fark ettik leri için d ir ki, bu hikâyeleri m ecazî an
lam da yorum lam ışlardır. Ö rneğin, H z. N u h ’u n 950 yaşında oluşunu, onun ge
tirm iş olduğu d in in , in san lar arasın d a b u k a d a r yıl devam ettiğine b ir işaret
saym ışlardır. Böyle teviller, hayal g ü cünün genişliği o ranında lehe ve aleyhe yö-
neltilebilirse de, b u yoldan gerçeğe u laşm ak olanaksızdır. Bu hikâyelerin pek
azı ve pek az tarafı, ta rih bak ım ın d an d oğrulanabilm ektedir ve pek çoğu da,
Y ahudi tarihlerince bilinen k o n u lard ır. Bu itib arla onları dinsel ve ahlâksal
(1) Talmud’da yazıldığına göre, Beni İsrail’de Hz. Musa'dan sonra 48 erkek
ve 7 kadın peygamber yetişm iş, fakat bunlar Musa şeriatini asla değiştirmemiş,
yalnız Yahudilerin kurtuluşlarını hatırlatan bir bayram töreni getirmişlerdir.
Aynı kaynağa göre, 48 erkek peygamber arasında patriklerle Tevrat’ta adları ge
çen büyük keşişler de vardır. Yedi kadın peygamberin ise adlan şunlardır: Sara.
Miriam. Debora, Anne, Abigail, Houlde, Esther. Genel olarak Talmudcular, İs
rail’de pek çok peygamberin yetiştiğini, bunların sayısının, Mısır’dan çıkmış olan
İbranîler sayısının iki m isli olduğunu iddia ederler ki, Tevrat'ın kaydettiğine
göre, Mısır’dan 600.000 İbranî çıktığı için, bahsedilen peygamber sayısının
1.200.000 olm ası gerekmektedir (A. Cohen, Le Talmud, İngilizceden çeviren
Jacques Marty; Paris, 1950, s. 173).
(2) M. Lods, büyük İsrail peygamberlerinin orijinalliği üzerinde ısrar eder.
Amos ve J erim ie’nin kahram anca adalet tutkularının, başkalarınınkiyle m uka
yese edilemeyecek kadar üstün ve güçlü olduğunu savunur (Revue de l’Hishoire
des Religions; Paris, 1931, s. 316).
(3) Hazreti İsa, uğradığı türlü saldırılar yüzünden, “Bir peygam ber, kendi
yurdundan ve kendi evin den başka yerde itibarsız değildir" (Meta, XIII, 57) de
miş ve çoğu zam an büyük adamların kendi evlerinde ve çevrelerinde saygı gör
mediklerini, ancak başka ve uzak yerlerde başarı gösterdiklerini anlatm ıştır.
Hz. M uham m ed de başarılarına Mekke’de değil, Medine’de nail olmuş ve doğ
duğu kente kendisini türlü savaşlardan sonra kabul ettirebilm iştir. Peygamberle
rin uğramış oldukları saldırıları Kur’an da, türlü ayetlerinde tasdik eder (Ya
sin, 30).
eğitim bakım ın d an açıklam aktaki fayda, gerçeklik derecelerini araştırm ak tan d a
ha üstün b ir değer taşır. Çevirti (Tevil) yolu, h alka h itap eden ve apaçık b ir kitap
olduğu bildirilen K u r’anın neden böyle dolam baçlı ve tü rlü yorum lam alara izin
veren b ir ifade tarzını benim sediğini açıklayam adığı gibi, b u n u n , çoğu zam an teh
likeli b ir yol olduğunu kabul etm em ize de engel olam az. H alk, m ecazların veya
sim gelerin şifrelerini kendi kendilerine söküp açam az; bu ödevi üzerlerine almış
olan din ad am larının çoğu da, seviye ve niyet itibariyle bu çetin işi H z. M u
ham m ed’in bildirilerin d ek i bilgeliğe göre açıklam aktan âcizdirler; b una, Islâm
kavim lerinin yüzyıllar boyunca ahlâk ve uygarlık b akım ından geri kalışlarından
daha çok ve önem li b ir tan ık ya da belge istemez.
K u r’an, genel o larak peygam berleri güvenilir, itaatli, takva sahibi, iyilikçi,
erdem li ve salih kim seler olarak n ite le n d irir1. Fakat onlar da insan oldukları
için, kendilerinden bazı yanılm alarla gün ah lar da zu h ur edebilir. A bdullah bin
M esud’un anlattığı b ir hadiste, H z. M uham m ed, "B en de sizin gibi bir insa
nım ; siz u n u ttu ğ u n u z gibi, ben de u nuturum ; bir şeyi unuttuğum zam an bana
hatırlatınız” dem iştir. H z. M uham m ed’in özel am aç ve hayatında da bazı ince
düşüncelerin rol oynadığı görülm üştür. Ö rneğin, M ustalik kabilesiyle yapılan
b ir savaşta, Cuveyriye ad ın d a b ir kadın esir edilm iş ve bu kadın, sahabeden
birine isabet etm işti. K adın, ünlü b ir k abilenin kızı o lduğundan, sahabeye fidye
vererek ku rtu lm ak istem iş ve b u konuda H z. M uham m ed’in yardım ını rica et
m işti. K adını k u rta rm a k ta politik b ir fayda gören Peygam ber, gereken fid
yeyi kendi ödem iş ve onunla evlenm iştir. Bu suretle akraba sayılmış olan bu ka
bilenin esir k ad ın ları azat edilm işlerdir. O n u n , H z. A yşe’ye olan tutkunluğu da;
onun hem çok genç ve güzel, hem de en yakın ve değerli m üşaviri Hz. Ebu-
b e k ir’in kızı o lm asındandır. Esasen, Peygam berin kendisi de, türlü vesilelerle
kusurlarını itiraf etm ekten çekinm eyecek k a d a r b ü yüklük gösterm iştir. E şlerin
den Safiye’nin an lattığına göre, b ir gün Peygam ber, bu eşinin bulunduğu oda
kapısının önü n d e iki kişinin kavga ettik lerin i seslerinden anlam ış; ve dışarı çı
karak, "E lb ette ben de bir insanım , bazen bana birbirine düşm üş elan iki adam
gelir de, biri, daha belâgatle ko n u ştu ğ u için onu haklı sayar ve lehinde h ü
k ü m verebilirim . Bu itibarla, h ü k m ü m k im in lehindeyse, bilm elidir ki, bu h a k
bir ateş parçasıdır, ister onu alsın, isterse terk e tsin ” dem iştir. N itekim , M üz-
zem m il, M üddessir ve D ehr sureleriyle A bese suresinde ve daha diğer bazı su
relerde Hz. M uham m ed’in görevlerini ve dolayısıyle k usurlarını ih tar eden, h at
ta azarlayan ayetler v ard ır. F akat, A hm ed bin H am bel’in anlattığı b ir hadise
göre, "O n u n , geçm iş ve gelecek günahları bağışlanm ış ve edim leri nafile edim -1
ler gibi (edim: am el) o lm u ştu r”. D em ek ki, artık onun ibadete ve itaate de ih
tiyacı kalm am ıştır; ne yapsa günah sayılm ayacaktır ki, eski toplum lar bu hakkı
b ü tün şeflerine bağışlam ışlardır.
Acaba böyle bir müjde, başka peygamberlere de verilmiş miydi? Böyle bir
Tanrı lütfunu kazanmış olan bir peygamberin, rasgele, insanlar gibi günah iş
V A Z İF E L E R İ :
Peygam berlerin ödevleri n elerd ir? Bir hadisinde Hz. M uham m ed, "B en, ah
laksal erdem likleri tam am lam ak için g ö n d erild im ’’ dediği gibi, H z. İsa da, "Beni,
şeriati ka ld ırm a k (iptal) için geldim sanm ayınız; onları ka ldırm ak için değil,
ancak tam am lam ak için g eld im ” (M eta, V, 17, 18) ve "Salihleri değil, günah
lıları tövb eye çağırmaya g eld im ” (M eta, IX , 13) dem iştir ki, b u kutsal sözler,
peygam berlerin gerçek ödevlerinin de, devrim cilerin ödevleri gibi, insanları iler
letm ek ve geçm işin bozuk yanlarını düzeltm ek olduğu anlaşılm aktadır. K u r’anda
daha açık o larak bu ödevler şöyle b ild irilm iştir: "B iz elçileri, ancak m üjdeci
ve sakındırıcı olarak g öndeririz” (E n ’am 47); yani, iyi şeyleri gösterm ek ve kötü
şeylerden sakındırm ak için gönderilirler. Birçok surelerde bu gerçek bildirilm ek
tedir (K ehf, 55; B akara, 212; N ahl ve d ah a diğer surelerde olduğu gibi). Hz.
M uham m ed’in görevleri de öteki elçilerinkinden farklı değildir: "B iz seni, hak
ile m üjdeci ve sakındırıcı olarak g ö n d erd ik...” (B akara, 118 ve F u rk an , 55);
"B en sadece bir sakındırıcıyım ; bir fazlasıyle kahredici olan T a n rı’dan başka
Tanrı y o ktu r, d e ” (Sad, 64); "H a lkı, azabın geleceği günle k o r k u t” (İb rah im ,
43) gibi ayetlerle Sebe, F atır... vb. surelerde ve tü rlü vesilelerle geçen ayetlerde
H z. M uham m ed’in b ü tü n diğer peygam berler gibi ölüm den sonraki hesap gü
n ü n d e n , cehennem den k o rk u tm ak , T a n rı’nm lü tu flarını ve nim etlerini, cenneti
m üjdelem ek için gönderilm iş olduğu te k ra r edilir. N itekim , diğer b ir surede de,
"Sana, senden evvel gelm iş olan elçilere söylenenlerden başka bir şey söylenm i
yo r” (Fussilet, 42) denildiğine göre, o da, b ü tü n o insanları uyandıran ve doğru
yola götürm ek isteyen peygam berler kafilesinin görevlendirilm iş oldukları b ü
yük ve soylu görevi kabul etm iş ve m ü b arek kişilikten başka b ir şey değildir. Bu
itib arla H z. M uham m ed de, o n lar gibi doğm uş ve ölecek olan b ir fanidir: "B iz
senden evvel de ancak kendilerine vahyettiğim iz birtakım erler gönderdik; bil
m iyorsanız, bilgililere so ru n u z”; "H em biz onları y em ek yem ez bir ceset yap-
m a d ik; lıeııı de onlar ebedî d eğillerdi" (E nbiya, 6-7); " Senden evvel hiç bir
insana eb ed îlik verm edik; şim d i sen ölürsen, onlar ebedî m i kalacaklardır" (Zü-
m er, 29); “Sen onlara, ben de sizin gibi bir insanım ; ancak bana T anrınızın bir
Tanrı olduğu vahyolunuyor, d e " (Fussilet, 5; K ehf, 109); “Ben, insan ve elçiden
başka bir şey m iyim ? d e " (İsra, 92). Y alnız, Y üce T an rı, aziz elçisi hak k ın d a,
“S ize ayetlerim izi okum ası, size kita p ve bilgelik öğretm esi, size eskiden bilm e
d iklerin izi belletm esi için elçi olarak g ö n d erd ik” (B akara, 150) dediğine b ak ılır
sa, onun yalnız m üjde ve sakındırm a işiyle görevlendirilm ediği anlaşılır. B unun
la b erab er, “Onları doğru yola g etirm ek (hidayet) sana d ü şm ez ve lâkin Tanrı
dilediğini doğru yola iletir” (B akara, 271) ih tarın d an da anlaşılır ki, onun ana
vazifesi, uyandırm ak ve ay d ınlatm aktan ib arettir. N itekim , kendilerine teklifte
bulunm uş olduğu öteki k itap lılar, M üslüm anlığı kabul ederlerse, ne âlâ, hak
yoluna girm işler dem ektir; b u n d an yüz çevirirlerse ona düşen, “Y a ln ız elçiliği
b ildirm ekten ibarettir” (Âli İm ran , 19). F ak at, H z. M uham m ed’in gayeyi elde
etm ekte T an rısal tak d irin dışında b ir kuvvete sahip olm am ası, onun elçilik sı
fatını zayıflatm az. Birçok ayetler, onun peygam berlik sıfatını kuvvetlendirir, onun
tinsel kuvvet ve cesaretini a rttırırla r: “H ik m e tli K ıır’an h a kkı için, sen elçiler
d en sin " (Y asin, 2-3); “H iç şüphesiz sen, gönderilen elçilerdensin” (B akara, 251).
N isa suresinin 165, Sâffat su resinin 36, F etih suresinin 2 9 ’uncu ayetleri ve daha
diğer birtak ım ayetler, aynı gerçeği te k ra r ederler.
H A Z R E T İ M U H A M M E D ’İ N A L M IŞ
O L D U Ğ U D İR E K T İF L E R :
D inim ize göre peygam berlik, sonradan kazanılm ış b ir rü tb e veya derece ol
m adığına ve T an rısal inayetin b ir lü tfü olduğuna göre, T an rı niçin kendi irade
sini sınırlam ıştır? " . . . T a n rı’nın elçisi ve peygam berlerin so n u n c u su d u r..." (Ah-
zab, 39) denildiğine göre, a rtık yeryüzüne hiç b ir peygam ber gönderilm eyecektir.
D em ek ki, ya insan lar, başka b ir peygam bere m uhtaç olm ayacak k a d a r yetkin
ve seçkin b ir seviyeye ulaşacak lar, ya da bilgi bakım ından m istik k o nulara in an
m ayacak k a d a r sarsılm az b ir pozitif anlayışa b ağ lan acaklardır; yahut da M üs
lüm anlığın getirm iş olduğu düşünceler, insanlığın ulaşabileceği en üstü n ve en
yüce gerçekleri kapsadığı için, b u n d a n d ah a ü stü n , d aha derin b ir düşünce, bilgi
ve inancın doğm asına im kân olm ayacaktır. O ysaki, insanlığın h er bakım dan b u
günkü seviyesi, düne kıyasla çok ileridir ve b una rağm en yarının ulaşacağı se
viye karşısında çok geridir. Bilim in zaferleri önünde, m istik in an çlar çok za
yıflam ış olm akla berab er, insanların hepsi bilgin değildir, ve bilim henüz evre
nin b ü tü n sırlarını da açıklayam am ıştır. Bilim ad am ları da dinin asla düşm anı
değildirler. M üslüm anlığın getirm iş olduğu düşüncelere gelince, b u n lar, daha
önceki dinlerin g etirdiklerine oran la çok ü stü n olm akla b irlik te, insanlığın ne
bugünkü, ne de yarınki m addesel ve tinsel ihtiyaçlarını tam am ıyle k an dıracak
durum da değildir. Esasen b u n u n içindir ki, im anın ana ilkeleri m üstesna olm ak
şartıyla birçok em irleri zoru n lu o larak terk edilm iştir. Bu itibarla son peygam
ber deyim ini, T a n rı’nm a rtık insanlara m istik anlam da b ir elçi gönderm eyece
ğinin b ir ihtarı saym ak gerekir; yoksa, b u n d an ilerlem e yolunda önderlik yapa
cak insanların sonuncusu H z. M uham m ed’d ir gibi b ir sonuç çıkarm ak tam am ıyle
yanlıştır. V aktiyle Z erd ü şt ve M ani ile D ürzîliğin k u ru cu su H am za bin Ali de,
kendilerinin son peygam ber o ld u k ların ı ilan etm işlerdi. V akıa, H z. M uham m ed’
den sonra peygam berlik taslam ış olan b ir iki sah tekârdan başka çıkan olm a
m ıştır, fak at in sanlara doğru yolları gösterm eye çalışan tiirlü filozof, ahlâkçı, bil
gin ve devrim ci yetişm iştir. B unlar, din dogm alarının yetersiz yanlarını aşmış
ve insanlığa başk a b ir dünya görüşünü, başka b ir yaşam a tarzını ve hiç olm azsa
layik anlayışı aşılam ışlardır. Bu büyük ad am lar da layik anlam da b irer bilim ,
sanat, felsefe, teknik, rejim ve ü lk ü peygam berleridir; bir farkla ki, bunların
m ucizeleri y oktur, T an rı adına k onuşm azlar; m istik m antığa değil, akıl ve bilim
m antığına d ayanırlar. Ö zet o larak , insanlığa yeni b ir sistem getirm eye çalışm ış
olan ve bilinm edikleri b ilin ir hale getirerek insan m utluluğuna hizm et eden kim
seler de b ir çeşit peygam berdirler. Bu, deh an ın da, peygam berlik gibi doğuştan,
organik yapının seçkin ve ü stü n m im arîsinden doğduğuna delâlet eder. Bu m üs
tesna yaradılışa nail o lan lar, Y üce T a n rı’nın kayrasına (providence) m azhar ol
m uşlar dem ektir.
Ö T E K İ D İN L E R İN K E R A M E T L E R İ :
B unun için o lacak tır ki, genel o larak velilerle peygam berlerde, erm işliğin
birtakım kutsal işaretleri b u lu n d u ğ u n a in anılır. İm am îler gibi, İslâm ın sapık
m ezhepleri ve h a tta tarik a tç ıla r (M uhiddin-i A rabî gibi), velileri, peygam berler
den daha ü stün sayarlar. Z ira peygam berler, ancak T a n rı’dan aldıklarını iddia
ettikleri em irleri bildiren aracılard ır; velilerse, T a n rı’da yok olm uş, yani T a n rı
laşmış kim selerdir. Peygam berlerin de velilik sıfatlarına sahip o ld u klarına ina
nılır. Bu sıfat, on lard a, T an rı ile olan sıkı ilişkilerinin ü rü n ü sayılır. B unların
tenleri gül, p o rtak al, m enekşe çiçekleri gibi güzel kokarm ış; H z. Y akub gibi.
u z ak lard an koku alm a yeteneğine sahip olurlarm ış; h a tta b u n la r, sözde başka
ların ın işlem iş o ld u k ları g ünahları da k o k u ların d an an la r, b u n ları b irer m ucize
veya keram et o larak keşif ve ih ta r ederlerm iş. Bu erm iş insanların kendi ağız
ların d a daim a nefis b ir lezzet hissettikleri de söylenir. H ıristiyan velilerinin baş
ların d a d a, H z. İs a ’nın başında olduğu gibi n u rlu haleler g ö rü lü rm ü ş Bu inanç
lar, bazı fark larla İslâm m istikleri için de ileri sü rülür. H z. M uham m ed’in sır
tındaki peygam berlik işareti, aln ın d ak i p arıltı, terin in, sidiğinin güller gibi kok
m ası, başı üzerinde daim a b ir b u lu tu n gezm esi, gölgesinin yere düşm em esi ve
d ah a çocukluğunda, am casının yan ın d a y atarken de b u ve bu n lara benzeyen
birtakım yüce alâm etlerin belirdiği, tü rlü şekillerde anlatılır; b ü tü n bu n lara, kon
trolsuz hayal gücünün tü rlü m asalları da eklenir.
Birer inanç konusu old u k ları için, ü zerlerinde tartışılm am ası gereken bu
söylentiler, çoğu zam an büyük b ir insanı yüceltecek yerde, küçü ltü r; zira, b ir
varlığı, sahip olm adığı sıfatlarla övm ek de Bir çeşit yerm ek dem ektir. H er ne
olu rsa olsun, peygam berler, halk a doğru yolu gösterm ek, g ünahlardan, k ö tülük
lerden sak ın d ırarak T a n rı’ya itaat ve ib ad et etm elerini sağlam ak ve bu ahlâksal
düzeni kurabilm ek için d ah a çok ölüm den son rak i yaptırım lara dikkati çekm ek
gibi kutsal işlerle görevlidirler. Bunun içindir ki, o n lard an birin in yarım b ırak
mış olduğu veya başaram adığı, ya da araların d a geçmiş olan uzun zam anın top
lum da yaratm ış olduğu yeni ihtiyaçları k an d ırm ak gibi yüce görevleri, b ir di
ğeri, ya aynı toplum da veya başk a b ir toplum da başarm aya çalışır. Bu suretle
nasıl ki, bilim ad am ları ve filozoflar, ken d ilerin d en sonra da, b irtakım bilgin
ve d ü şünürlerin geleceğine önceden in a n ırla r ve kendilerinin de, daha önce gel
miş olan ların ın b ire r ard ılı o ld u k ların ı b ilir ve onaylarlarsa, peygam berler de,
kendilerinden sonra, başka b ir peygam berin gelebileceğini pekâlâ tahm in ede
bilirler1. Y alnız H z. M uham m ed, ken d in d en evvelki peygam berlere ve onların
getirm iş o ld u k ları dinlere değer verm iş olduğu halde, kendisinin son peygam
ber olduğunu bildirm iş ve eski k u tsal k itap lard a, öteki peygam berlerin yarım
bırakılm ış veya başaram am ış old u k ları işleri tam am lam ak üzere kendisinin gön
derileceğine d a ir b ild iriler b u lu n d u ğ u n u ilan etm iştir. K u r’anda bu konuyu ilgi
leyen şu iki ayet önem lidir: “K endilerine kita p verdiklerim iz, onu, oğullarını
(1) örneğin, Hz. Yahya, Hz. İsa’nın geleceğini şu sözlerle haber vermiştir:
“Ben eğilip onun ayağının tasm asın ı çözm eye lâyık değilim ” (Markos Incil’i, I,
7). Diğer bir kutsal m etinde de, “Ve ben, senden ileri yolunu, önünce hazırlaya
cak olan resulüm ü göndereceğim , diye hakkın da yazılm ış olan za t budur”
(Meta, XI, 10) denilmektedir. Yuhanna Incil’inde de şöyle bir haber verilir-
“O h akikat ruhu geldiği zam an, sizi bütün gerçeklerle aydınlatacaktır. Zira, ken
diliğinden söylem eyip işittiğ i şeylerin hepsini söyleyecek ve m eydan a gelecek
olan şeyleri size haber verecektir. O, beni kutlayacak, zira benim kinden alıp
size haber verecek tir” (XVI, 13-15); “Ben g itm eyin ce size teselli edici gelm ez”;
“B en g ittik te n sonra onu size gönderirim ve o geldiğinde, dünyayı günah, arın
m a ve hüküm hususlarında ilzam edecektir” (XVI, 7-9). Tevrat’ta da Hz. İsa’
m n geleceğine dair şu bildirinin verilmiş olduğunu, Hıristiyan yorumcular ka
bul ederler: Musa dem iştir ki: “A talarım ıza, Tanrım ız efendim iz, kardeşleriniz
den size benim gibi bir 'peygamber gönderecektir. Onu, size her ne söylerse din
lem elisiniz” (Peygamberlerin işlemleri, III, 22). İslâm Tanrıbilimcileri, bu bildiri
leri, peygamberimizin geleceğini önceden haber veren kutsal belgelerden sayarlar.
b ildikleri gibi b ilirler” (F.n’am , 19); “H ani M eryem ’in oğlu İsa, Beni İsrail’e,
benden evv e l in dirilm iş olan T e v ra t’ı tasdik, benden sonra A h m e d adında gele
cek olan peygam beri de m ü jd elem ek için T a n rı’nın size gönderilm iş peygam
beriyim , d e m iş ti...” (Saf, 5).
İncillerin bazı bahis ve ayçtlerinde, H z. M uh am m ed’in geleceğine d air işa
retler bulu n d u ğ u , öteden beri İslâm tefsircileri ve T anrıbilim cileri ta rafın d an
d a K u r’ana d ayanılarak tü rlü şekillerde açık lanm ıştır. Ö rneğin, T e v ra t’taki şu
b ildiri, H z. M uh am m ed ’in geleceğine b ir işaret sayılm ıştır: "T anrı Rab, sana
içinizden, biraderlerinizden size benim gibi bir peygam ber zu h u r ettirecektir;
on u dinlem elisiniz. O nlara biraderleri içinden senin gibi bir peygam ber çıka
racağım ve kelâm ım ı, onun ağzına koyacağım ; o da, ken d in e em redeceğim şey
lerin hepsini onlara söyleyecektir” (Tesniye, X V III, 15, 18); R esullerin am el
leri kısm ında da, "M usa, atalarım ıza, T a n rı’nız R ab, biraderlerinizden size; be
nim gibi bir peygam ber zu h u r edecektir: O nu, size söyleyeceğim şeylerin hepsi
hususunda dinleyesiııiz ve her k im o peygam beri dinlem ezse, ka vm im arasında
m ahvolaca ktır” ( I I I , Bap 22-23) denilm ektedir. Y ine T e v ra t’ın Tesniye bölü
m ünde (33, Bap, 1-2) geçen « S in a’dan gelm ek» H z. M usa’ya, «S air’den kıyam »
Hz. İsa’ya; P a ra n ’da, H icaz’da ve dolayısıyla H z. M uham m ed’in geleceğine dair
b ir işaret saym ışlardır; fak at, İsrail kavm inde peygam ber yetiştirm e geleneği
m evcut olduğu için, b u ayetlerin H z. M usa’dan sonra gelmiş olan diğer Y ahudi
peygam berlerinden b irine işaret etm iş olm ası da m üm kündür. Bu ayetlerin, H z.
M uham m ed’in geleceğini m üjdelediği sonucunu çıkarm akta, M üslüm anlık için
bazı faydalar olsa da, tarihsel gerçek bakım ın d an tam b ir isabet olduğu şüphe
lidir. Z ira, H z. M uham m ed, Y ahudi değildir ve Peyyam berim izle H z. M usa a ra
sında birçok peygam ber d ah a yetişm iştir. Ç evirti zorlam aları ise, daim a b ir ger
çeği ispat edem ez, h atta aynı zorlam alar doğru olan gerçeklerin aleyhine de kul
lanılabilir. İslâm bilginleri, bugünkü Batı bilginleri gibi, elde bu lu n an kutsal
k itapların güvenilir eserler olm adıklarını, b u n ların sonradan bozulm uş veya ya-
zımış ya da değiştirilm iş old u k ların ı kabul ettikleri halde, H z. M uham m ed’in
geleceğini im a eden ayetlerin gerçekliğine inanm aktan çekinm em işlerdir. Y ukar
da da kaydettiğim iz gibi, her çağın hem en h er m eslekteki büyük ve anlavışlı
adam ları, k endilerinden sonra, m esleklerini geliştirecek olan daha büyük
insanların yetişeceğinden em indirler. İlerlem e tarih i bunun zorunlu olduğunu
gösterir. Ö rneğin, H ıristiyan din şehitlerinden Saint-Justain (85-165) de vaktiyle
H eraklit ve stoacıların H ıristiyanlık düşüncelerinden habersiz olm adıklarım ,
S o k rat’m H z. İs a ’yı b ir p arça tanım ış o lduğunu, z ir a ,b u filozofun kelâm ’a or
tak olan akıl sayesinde bazı gerçekleri keşfettiğini iddia etm iş ve "K elâm , İsa ’
dır, öyleyse Sokra t da İsa ’nın öğrencisidir” sonucuna ulaşm ıştı. Bu itib arla Hz.
M uham m ed’i daha evvel H ıristiyanların tanım ış ve k itapların işaret ettiği gibi,
beklenen b ir elçi olduğu iddiası da, b u n u n başka b ir şeklidir. Esasen kutsal
kitaplar, Peygam berim izin geleceğinden hiç bahsetm em iş olsalardı bile, o gel
miş, davasını yürütm üş ve asıl büyüklüğünü b u başarısından ve insanlara yap
mış olduğu geniş hizm etten kazanm ıştır. K utsal k itap ların , ileride daha büyük
bir peygam berin geleceğini m üjdelem iş olm aları, o kitapları getirm iş olanları da
yücelten doğal um utlarıyla tahm inlerinin ü rü n ü d ü r. F akat, Hz. M uham m ed, pey
gam berlik k ap ılarını kendisiyle kapatm ış olm asına rağm en, kendisinden sonra
insanları aydınlatacak büyük adam ların gelm eyeceğini iddia etm iş değildir. H atta
d ah a önce de soztinü ettiğim iz şu pek değerli h adisinde, "T anrı, her yiizyıl ba
şında, bu ü m m ete d in in i yenileyecek bir adanı gönderir” (M iisned) dem iştir.
Akıl yürütm ekten âciz olm ayan b ir insanın hayal gücü, gelecekte zu h u r et
mesi olanaklı olan hal ve devrim leri, h atta keşif ve icatları, ortaya çıkm aların
dan önce tasarlayabilir. K aba b ir örnek olm akla b irlikte, örneğin ünlü rom an
cılardan Jules V ern e’in teknik hayalleri, bugünün önem li gerçekleri arasına gir
m iştir; onun hayalleri, kahinliğine değil, ancak insan zekâsının bu çeşit u m ut
larına ve böyle tahm inleri yapabilecek b ir değere sahip olduğuna delâlet eder.
Esasen K u r’anda adları geçen peygam berler, ahlâk bakım ından çökm üş veya
zaten ilerleyem em iş ve hem en hepsi Samî ırka m ensup olan kavim lcri, erdem e
davet eden m istik kişilerdir. B unlar, zina, livata, hileli terazi kullanm ak, azgın
lık, zulüm , sefahat... vb. gibi tü rlü rezillikleri huy edinm iş ve tek T a n rı’ya in an
m ayan, vicdan ve izandan yoksun olan kavim lcrle uğraşm ışlar; önem li bir kıs
mı da bu u ğurda k endilerini feda etm işlerdir. Z ira onlar, yalnız öğüt verm iş,
v a’zetm işlerdir. Fakat H z. M usa ve H z. M uham m ed gibi eyleme değer verm iş
olan iki peygam ber, siyasal ve askersel örg ü tler de kurm uş oldukları için, yalnız
m istik yöntem lerle çalışm am ışlar, olayların zorunlu kıldığı layik yöntem ve a ra
cılara da başv u rd u k ları için, başarıların ı kendi h ayatlarında görebilm işlerdir.
T ü rlü kötülüklerle lekeli olan kavim lerin çoğu, ya bir başka kavm in baskısı ve
savaşı sırasında o rtad an kaybolm uş, ya da doğal ve göksel afetlerle m ahvolm uş
lardır. H z. M uham m ed, İslâm d inini yerleştirebilm ek için, bu tarihsel olayların
gerçek nitelikleri bilinm ediğinden, m istik b ir renge b ü rünen anılardan faydalan
m ış, insnları m ucizelerle değil, yasalarla, savaşlarla, akla ve kalbe hitap eden
girişim lerinin, hem dünya, hem de ahret için verim li olan sonuçlarını gösterm ek
suretiyle, doğru ve yüce davasında sonsuz başarılara nail olm uştur.
Peygam berliğin gerçek niteliği h ak k ın d a, İslâm k ü ltü rü içinde yetişm iş olan
ların orijinal düşünceleri v ard ır: M am onides’e göre peygam berlik, seçkin ve
m üstesna insanların bazı özel niteliklere sahip o ldukları tak d ird e m üm kün olan
bir yetkin lik tir. M oîs M am onides, Lcs H u it chapitres (G o rfinklcr bas.) adlı ese
rinde, "T anrı, diyor, peygam berliği rasgele birine, k eyfi olarak değil, seçkin bir
ruha ve y ü k se k zihin yeteneklerine sahip olan birine lü tfe d e r”. Başka b ir de
yim le, peygam berlik, "S istem li bir hazırlığın ü rünü olan insan zih n iyle Tanrısal
zih n in geçici olarak birleşm esidir” (H en ri Seruya, La K abbal, 2. baskı, Paris,
1957). T alm u d , peygam berliğe nail olm ak için kişinin geçmesi gereken derece
leri şöyle sıralar: " G ayret, insanı tem izliğe, tem izlik, ritiiel arılığa, bu da ken d i
n efsine hü km etm eye, k e n d i nefsin e h ü k m e tm e k , kutsallığa, ku tsa llık eksinliğe
(m ahviyet), eksin lik, günahtan korkm aya, bu da daha y ü k se k kutsallığa götü
r ü r ...” (A. Colıen, Le T alm u d , s. 171).
T alm ud yorum cularına göre, zengin, yani ru h u doym uş ve bilge olanlarla
eksinlik içinde olan, kuvvetli, yani kendi nefsine egem en olanlar, peygam ber
o labilir. F akat, b u n lard an b iri eksilir ya da kaybolursa, peygam berlik, geçici ya
da sürekli olarak kaybolur. A ynı zam anda peygam berin yalnız kuvvetli ve zen
gin değil, uzun boylu olm ası da gereklidir. Ö fkelenm ek ve kibirlenm ek de pey
gam berliği giderir. F akat, T a lm u d ’a göre, öyle b ir zam an gelecektir ki, peygam
berliğe ihtiyaç kalm ayacaktır. Z ira, b ü tü n insanlar, zihin ve ahlâk bakım ından
yetkin olacak ve b u n ların tüm ü peygam berce verileri alm a yeteneğine sahip
olacaklardır. N itekim Joel, şöyle dem ektedir: “Bu dünyada yalnız bazı bireyler
(feri) peygam berlik ederler; fa ka t gelecek dünyada, biitiin İsrail, peygam berler
im al edecektir ve zira Tanrı diyor ki, bundan sonra rulıum u, b ü tü n insanlara
yayacağım; oğullarınız ve kızla rın ız peygam berleşeceklerdir. G ençleriniz görüm
lere (visions) nail olacaklar ve ihtiyarlarınız düşlere m azhar olacaklardır" (Joel,
II, 28).
Peygam berliğin b ir gün sona ereceğini, yüzyıllarca önce, kendi anlayış ve
inançlarına göre, açıklam ış olan T alm u d cu larla bazı kutsal kişiler, sadece bun u n
hangi peygam berde sona ereceğini tahm in edem em işlerdir. A nlaşılıyor ki, bu
kurum un Sam î kavim lerc özgü olan m istik şekli, yine o ırkın başka b ir dalın
dan olan Hz. M uham m ed’de sona erm iştir; ve fazla olarak H z. M uham m ed, bu
son peygam berin kendisi olduğunu b ildirm iştir. D ine aykırı bazı düşünceleri
savunm uş olan İslâm bilginleri de şöyle d ü şü n ü rler: F a ra b î’ve göre, peygam ber
lik doğuştan değil, son rad an çalışılarak ekle edilir; yani bu, aklın sezgi ve il
ham yoluyla elde etm iş olduğu b ir derecedir. Bu itibarla, ona göre filozof, pey
gam berden ü stü n d ü r. M utezile bilginlerinden Bişr bin M utam ir, peygam bersiz
kavim lerin, kendilerini doğa yasalarına göre yönetebileceklerini ileri sürm üş
tür. O , içinde yaşadığım ız âlem in m üm kün ve en iyi b ir âlem olm adığını ve
T an rı'n ın en iyisini y aratm aktan çok, yalnız uygun gördüğü zam anda tecelli
etm ek istediğini savunm uştur. Peygam berliğin h arik aların a d air b ir eser yazmış
olan Ebu Bekr Zekeriya Razî (841-926), peygam berlerin gerekli olm adığını, in
san aklının faydalı ve zararlıyı olduğu k ad ar da T anrısal sırları kavrayabilece
ğini, dünya işlerinin düzenlenm esi için de bilim ve sanatları elde edip geliştir
m enin yeterliğini savunm uş olduğu gibi, halkı aydınlatm ak için, araların d a bazı
larının üstün ve yetkili sayılm asının hiç b ir anlam ı bulunm adığını, çünkü bütün
insanların akıl ve zekâca eşit old u k ların ı (D cscartes ve biraz da J.-J. Roıısscau
gibi) insanlar arasındaki fark ın , doğuştan olan yetki ve yetenekte değil, bu ye
teneklerin geliştirilm esinde, onların büyüyüp çoğalm asında saklı olduğunu sa
vunm uştur. O na göre, zaten peygam berler, biıb irleriyle çelişik du ru m d ad ırlar;
yani, onların düşünceleri arasın d a tam b ir birlik yoktur; h atta aykırılıklar var
dır. O nların in ançlarındaki tek ortak no k ta, T anrı kavram ından ib arettir; fakat
hak konusunda ittifak edem edikleri için, peygam berlik batıldır. Bu çeşit d ü şün
celerin değerleri ne olursa olsun, yeni b ir din getirm iş olanlar, kendilerinin
peygam ber o ld uklarını iddia etm işler ve insan lar da, onların bu iddialarını, ge
tirm iş o ldu k ları dinlere inançlarıyle orantılı olarak kabul etm işlerdir. G enel ola
rak Sünnî T anrıbilim cilere göre, hem en tüm İslâm bilgeleri (hiikem a) sapık
tırlar. Ç ünkü bu bilgeler, dogm acılığa değil, akla ve eski Y unan filozoflarına
dayanırlar, onların tarihsel evrim ine ve akışına önem verirler. H ele daha yeni
leri ve cesurları, peygam berlerin ileri sü rdükleri düşünce ve ülküleri birbiriyle
karıştırm ak tan çekinm ezler. D iyalektikten kaçan dogm atik düşünce ve inançlar,
gerçeklerden k orkan b ir im an perdesi arkasında özgür düşünceye saldırm ayı
kutsal b ir ödev sayarlar. İm anı ilgileyen k o n u lar h a k k ın d a kutsal kitap ların ve
genel o larak şeriâtin düşüncelerine aykırı b ir görüşü savunanları, sapıklık ve
dinsizlikle suçlam ak, T anrıbilim cilerin geleneksel âd etlerindendir. Bir gerçeği
bulm ak için yapılan araştırm alar, im anın dogm atik verilerine uym uyor diye,
düşünm eyi sınırlam aya kalkışm ak, düşüncelerde saklı olan kuvvetten korkm ak
tır. Bağnazlık (taassup), kendi in an d ık ları dışın d a, başka b ir gerçeğin bu lu n ab i
leceğine inanm ayan d a r ve geri zekâların, içinde b oğuldukları b ir b atak lık tır;
bir akıl, vicdan ve ru h çö k ü n tü sü d ü r. İnsanlığı m utluluğa götürecek yol, H z.
M uham m ed’in h er vesileyle b aşvurduğu ve önerdiği, a kıl ve basiret y o lu ’dur.
Peygam berlik k o n usunda şu bilgileri de d ik k ate alm akta fayda vardır: Pey
gam berler h a k k ın d a kutsal k itap ların , h a tta K u r’anm da bildirileri, tarihsel ger
çeklere tam am ıyle uygun değildir: H z. A dem , H in tlilerde de vard ır; o n lar b u
na, A dim o adını verm işlerdir. K u r’a n ’a da b u n u n T e v ra t’tan geçtiğini reddetm ek
zo rd u r. A dem hikâyesinin niteliği, simgesel olduğu k a d ar da çelişik bir değer
taşıdığı için, onun yaradılışı ve peygam berliği üzerinde herhangi b ir tartışm a
ya girişm ek T an rıbilim cilere göre, k âfirlik veya dinsizlik sayılır. T e v ra t’ta Ya-
hova, “ iddiaları doğru çıkan başka bir peygam ber gelir d e sizlere başka bir
T a n rı’yı tavsiye ederse, ken d isin i ö ld ü rü n !” em rini verm ek suretiyle, Hz. M usa’
dan başkasının gerçekten peygam ber olam ayacağını savunm uş olur. H er dev
rim ci gibi, h er peygam berin de ü lk ü lerin i gerçeklendirm ek için, böyle bencil
b ir iddiada bulunm ası zo ru n lu d u r1. T e v ra t’ın ve Y ahudi tarihlerinin verdikleri
bilgilere göre, pek çok günah işlem iş, açıkgöz b ir haydut gibi gösterilen D avud
peygam ber, K u r’anda fazlasıyla d eğ erlendirilir ve k endisi, k itap verilenlerden
sayılır. Bu hük ü m lerin gerçek niteliğini Bayle’in -ü n lü D ictio n n aire’indeki D avud
m addesinden öğrenm ek m ü m k ü n d ü r. K u r’anda b u peygam ber hak k ın d a veri
len bilgi azd ır; sadece, C ebrail ile M ikâil ve b irtakım diğer m eleklerin, ona
k u su rların ı anlatm ış olduğu bild irilm iştir (Sâd, 21-25). Bu olay, T e v ra t’ta daha
ayrıntılıdır (İkinci M ülûk, X I-X II). G erçek veya imgesel (hayalî) b ir kişilik
olduğu h a k k ın d a tü rlü söylentiler olan ve bazı bilginlerin K aideli veya İranlı
saydıkları H z. İb rah im h ak k ın d a T e v ra t’ın verm iş olduğu bilgileri az cok K u r’an
da onaylar. Bu bilgiler, on u n da bugü n k ü anlayışım ıza uygun b ir erdem e sahip
(1) Örneğin, Hz. Isa, “Kuzuların kapısı benim , bü tü n benden önce gelm iş
olanlar, yankesici ve hırsızdılar. Peder’e (yani, Tanrı’ya) ancak benim le gidi
lebilir” dediği gibi, peygamber olduğunu ilân etmeden, kendi hayat ve dünya
felsefesini din haline getirm iş olan Buda da. "Ne gökte, ne yerde, bana benze
yen hiç kim se yoktur. Y etk in olan Buda, yalnız benim !..” der. Hz. M uham m ed
ise. kendi davasına inanm ayanları kâfir, müşrik, münafık... vb. sıfatlarla la n et
lem iş ve insanlığa, Tanrı’nın en sevgili elçisi olarak kendisini sunmuştur. Özet
olarak, her peygamber, kendisinden daha yetkin kim senin bulunam ayacağını
ve Tanrı’ya ancak kendi göstermiş olduğu yollardan gidilebileceğini telkin et
miştir. Nitekim. Hz. Musa da Tevrat’ta şu emri verir: "Eğer aranızda bir p ey
gam ber veya rüya görücü kalkıp size bir alâm et ya da m ucize verirse ve bilm e
diğiniz başka Tanrılara bağlanıp, onlara tapalım diyerek, size söylediği alâm et
ve m ucizeler de vukua gelirse, o peygam ber veya rüya görücünün sözlerini din
lem eyiniz. Zira T anrınız kendisini bütün kalbiniz ve canınızla sevip sevm ediği
nizi bilm ek için sizi den em ektedir” ve, “O peygam ber ve rüya görücü k a tled il
sin!” (Tesniye, XIII, 1-3, 5).
olm adığını gösterir. G üç, zekâ, servet ve bilginin simgesi sayılan H z. Süley
m a n ’ın bir Y ahudi h ü k ü m d arı olduğu, tarihsel b ir gerçektir. Y ahudi tarihleri,
onun hayât serüvenine dair, b aşarıları yanında sefahate ve keyfe düşkün bir ki
şilik olduğunu da belirtirler. K u r’an ise, onu tiirlü m ucizelerle m ük âfatlan d ırır
ve över. T e v ra t’a göre H z. L ût, kızlarını, kavm inin cinsel sapıklarına verm ek
ister. K u r’and an öğrendiğim ize göre, H z. N uh, nasıl ki kendi oğluna im an tel
kin edem em işse, Hz. Lût da, karısını bile im ana getirem em iştir. Birçok peygam
berleri de İsrail kavm i işkencelerle öld ü rm ü ştü r.
İn san lar, genel o larak alışm ış o ld u k ları düşünce ve hareketlerle, geçici ve
günlük çık arların a aykırı yollar gösteren kişilerden hoşlanm az, onları şehit et
meyi b ir vazife bilirler. Y alnız peygam berler değil, filozof ve h atta bilginlerden
de böyle bork u n ç akıbetlere uğrayanlar az değildir; bu tü rlü düşm anlıkları, il
kel ve geri ru h ların kendi kusurlarını görenlerin eleştirim lerine dayanam ayan
kibirleri k ad a r da dinsel inançları k ö rü k ler. H z. İs a ’nın başına gelen olaylarda
da yaşam ış olduğu dönem in siyasal k o şu llan k a d a r da, yeni inançlara dayana
m ayan bağnazlığın ve çıkarcılığın rolü v a rd ır1.
(1) Bilindiği gibi, dört İncil de, Hz. İsa'nın özel yaşam ında erdemdışı bir
davranışından söz etmezler; fakat onun, bakire olan Hz. Meryem'e tanrısal ru
hun üfürülmüş olması yüzünden babasız dünyaya geldiği konusunda birleşir
ler. Latin tarihçilerinden T acitus (M.S. 55-120), Tarihinde, Hz. İsa’nın, Roma
valilerinden Pontuslu Pilatus tarafından idam ettirildiğini anlatır. Talmud.'da
onun yaşam ış olduğunu onaylar, fakat doğusu hakkında dört Incil’de an latı
lanları reddeder. Bu görüşe bazı Anglikan Tannbiljm ci’sri de katılırlar. Bunlar
ayrıca da Yeni Ahdin yani İncillerin tarihsel doğruluğundan kuşkulanırlar.
Hz. İsa, kendisinin Tanrı olduğunu asla iddia etmemiş, "Baba, benden büyüktür”
(Yuhanna, XIV, 8), “Ben, kendi iradem i değil, fa k a t beni gönderenin iradesini
yaym ak için gökten in dim !” (Yuhanna, VI, 39), “Ben kendiliğim den bir şey
yapam am ; işittiğ im gibi hükm ederim ve benim hükm üm d o ğ r u d u r z ir a , ben
kendi iradem i değil, fa k a t beni gönderenin iradesini ararıma (Yuhanna, V, 5)
demek suretiyle, Tanrıdan kendisine verilen buyrukları uygulam akla görevli bir
insan olduğunu anlatm ak istemiştir. Nitekim aynı Incil’de "Siz ki birbirinizden
izzet kabul eder ve Bir olan T anrıdan gel. n. izze ti aram azsınız, nasıl im an ede
bilirsiniz?” (V, 44) demek suretiyle, kendisini yollayan bir tek Tanrının varlı
ğını açıklamıştır. Luka İncilinin, 1965 baskısında da, “Yusuf, nişanlısı M eryem'le
birlikte K ayser August zam anındaki ilk nüfus sayım ına katılm ak üzere Nasıra’
dan Beytlehm şehrine gelm işti, bu esnada M eryem gebe idi.» (II, 5-7) denildi
ğine göre, onun katoliklerce sanıld'ğı gibi bir Tanrı değil, anası ve babası belli
bir insan olckığıı anlaşılır. Talm ud'la çağımız Anglikan aydınlarının açıklamak
istedikler; gerdek bu ayette ifade edilmiş gibidir.
HAZRETİ MUHAMMED’İN BİLGİ
KAYNAKLARI
S E Z G İ, V A H İ Y V E İ L H A M :
Ü M M İL İK S O R U N U :
Mistik Hayat
İn san ın k uvveti, d ah a çok âciz ve zayıf o lu şu n dan doğm aktadır. Ö lüm ün,
yırtıcı ve zehirli h ay v an ların , kork u n ç doğa olay ve v arlık ların ın k arşısında,
âdeta kaynağını içgüdü o lu ştu ran ve gayesi, k o ru n m ak ve savunm aktan ib aret
olan ko rk u , bu âcizliğin ilk işaretid ir. Ö zellikle organik acılara dayanam am ak,
bu korkuyu b ü sb ü tü n a rtırır. H ayvanlar, k en d ilerin i savunabilecek çeşitli o r
ganlara, zehirlere, pis koku lara sahip o ld u k ları halde, b aşlarına gelebilecek h er
çeşit felâkete yetenekleri o ran ın d a b ir süre d iren d ik ten sonra, ya k açar, k u rtu lu r,
ya da teslim o lu rlar ve ilerde b aşların a gelebilecek yeni b ir felâket için yeni
önlem lere gereksinm e duym az ve b u n ları akıl edem ezler. İn san ise, kendini ve a r
dıllarını ko ru m ak için, evvelâ toplu yaşam aya ve kendi arala rın d a bazı yaptı
rım lara da bağlı olan b ir sorum luluğun b ilinçlendirm iş olduğu b ir dayanışm aya
değer verm iş, sonra tek n ik araçlar icat etm eye çalışm ış, nihayet görülen tehli
keler dışınd a, görünm eyen ve gelecekte zu h u r edebilecek felâketlere karşı koya
bilm ek için, k en d ilerin d en daha kuvvetli o ld u k ların ı zannettikleri b irtak ım gö
rünm ez kuvvetlerden hem k o ru n m ak , hem de favdalanm ak istem iştir. İnsan ze
kâsının, kendi yetenek, duygu ve tu tk u ların ı nesnelleştirerek b u n ları, eşya ve
olaylara b ir sıfat gibi eklediği dönem ler çok eskidir. M istik duyguların kayna
ğında bu ru h halinin sonucu olan aşağılık duygusu ve b u n u n b ir tepkisiym iş
gibi görünen b e n ’in kendini aşkınlaştırm ak ve yüceltm ek eğilim i vard ır. Bu su
retle biri doğal, diğeri doğaüstü veya dencyiistü iki âlem ve bu iki âlem in iki
ayrı varlık ve teşkilâtı m eydana gelir. D inlerin, m istik duygu ve düşüncelerin
doğuşu h ak k ın d ak i k u ram ları b ir yana b ırak arak diyebiliriz ki, insan, her şey
den önce ve d ah a çok duyguları ve hayal gücüyle varlığını korum uş, akıl y ü rü t
me işi, ancak bu iki kaynağın açtığı yönlere doğru gelişm iştir.
T h. R ib o t’n u n ve diğer önem li çağdaş psikoloji bilginlerinin saptam ış ol
d u k ları gibi, m istik hayal giicüniin ana k arak teri şun lard ır: 1. M addesel olan
varlıklara gizlenm iş olan b ir düşünceyi keşfetm ek ve böyle b ir düşüncenin bu
lunduğuna inan m ak ; 2. Eşyada ancak ehline kendini gösteren m etafizik b ir il
kenin varlığını farz etm ek; 3. Simgesel o larak düşünm ek, m ecaz ve istiarelerin
en k aran lık ve b u lan ık ların d an faydalanm ak. Ö rneğin, K a b a la la r, h er ayetin
ilk ve son sözcüklerinden yeni b ir avet yapar, b u n d an m istik anlam ı m eydana
çıkaran yeni b ir sözcük yaratırlar. «Z ohar» adlı eserde, her h arf, T an rı katına
çık ar ve h er b iri âlem in yaratıcı öğesi (unsur) olarak seçilm elerini niyaz eder
ler. Fisagorculukta sa y ıla r', agnostisizm de kozm ogonik öğelerin m istik bölüm
leri bu türd en olduğu gibi, K u r’anda birçok surelerin ilk ayetlerini teşkil eden
ve tefsircileıin tü rlü şekillerde açıklam aya çalıştık ları, elif lâm ra, elif lâm mim,
elif lâm mim sad, k a f ha ya ayın s a d ... vb. gibi anlam sız h arf ve sözcük tas
lakları da bu tü rd e n d ir ki, K u r’an d a 29 sure böyle harflerle başlar; 4. D uygu
lara ve aşırılık lara k apılm ak; 5. K endi sanrı (hallusination) ve yanılsam alarına
nesnellik (objeclivite) k ara k te rin i verm ek.
M İS T İK L İK V E Y A T A S A R R U F :
(1) İlerde de görüleceği gibi, sayılar, türlü m istik kurumlarca kutsal sa
yılmışlardır. Zohar’ûa. Tanrı’nın yedi gök, yedi yer, yedi deniz, yedi nehir, yedi
gün, yedi hafta, yedi yıl ile dünyanın süresini teşkil eden 7 x 7 ve 7000 yılı ya
rattığından söz edilir ve her şeyin içinde yedincinin en üstün olduğu, evrenin
ise sekizinci olup o yedi ile her şeyi yönettiğinden, bunun m üstesna bir yüce
liği olduğu kabul edilir (İslâm daki yedi sem anın m istik köklerinden biri de bu
inançtır). Z en davesta’da da yedi sayısına önem verilir: “Yeryüzü, yedi kısma
bölünmüştür ve bu sayı, büyük nehirlerle sulanm aktadır” (Henri Seruya, s.
374). Yahudi takvim ini teşkil eden kutsal yedi sayısı, Kaidelilerden gelmiştir.
Zira bunlar, 7 gezegeni gözlemişler ve bu yıldızlar, onların dinlerinde önemli
bir rol oynam ıştır. Yahudiler de h aftan ın 7 gününü, bir yılla birbirinden ayıran
7 yılları ve 10 x 7 demek olan 70’i kutsal saymışlardır. Bu sayılar, eski Mısır, Yu
nan, Pers, Çin ve H indistan’da da kutsaldırlar. 10 sayısı, Yahudilerin on emir
dogması yüzünden ayrı bir önem e sahiptir. Kuzey Amerika ve diğer bölge ilkel
lerinde de bu sayılar m istik ve kutsal sayılırlar.
ve m istiktir; zira b u n la rd a , gerçekten çok yalanın, uydurm a ve yapıntının
(fiction) payı ço k tu r. M arazı gibi görünen özellikler dc bu tü rlü eserlerde ve
bunların sahiplerinde dikkati çeker. Bu hayal gücünün eserleri, aynı yaradılışta
olanlara, olağanüstü ve kutsal görünürler. B unun için d ir ki, çoğu zam an vaizler,
kendi hayal güçleriyle belâgatlerini birleştirerek im anı kuvvetlendirm e ve yay
ma m aksadıyla, dinsel efsaneler ve m asallar icat eder, bunları o şekilde anla
tırlar ki, bilgisiz ve biraz da safdil o lanlar, b u n ların gerçekliğine inanır; m ecaz
ve sim gelerine akıl erdirem ed ik lerin d en , çeşit çeşit saçm a inançlara saplanırlar
ve harika çekim inin (cazibe) hazzı, hayranlık ve heyecanı içinde, bizzat dinin
bu efsanelerden beklediği olgun payı alam azlar. B unlar, b ir kısım halkı, h er
hangi b ir din veya tarik ata bağlam ış o lsalar bile, bu bağlılık, hoşgörüye, pozitif
bilim ve ahlâk düşm anlığına engel olam az.
Sonradan uydurulm uş olan ları m üstesna olm ak şartıyla, K onfüçyus d in in
den başka dinlerin hem en hepsinde, b ir m itoloji v a rd ır ve İslâm dini de bu
m itolojiden k u rtu lm u ş değildir. M istiklerin gayesi, b ir aracıya başvurm adan
T anrılığı veya varlık ların ap roiri olarak kabul ettikleri gizli ve kutsal kuvvetleri,
iyilik ve k ö tü lü k cepheleriyle tanım ak ve bilm ek tir; b ir de m utlaka ulaşm ak
için, m asum b ir ruh la çabalam ak, simgesel ve kelâm sız b ir düşünceden fay
d alanm aktır. K itaplı dinlere m ensup olan m istiklerin am acı ise, sonsuzluğu
sonluya çevirm ek, yani sonlunun sonsuzda fanileşm esini sağlam aktır. G enel ola
rak m istikler için b ir akıl gözü, b ir de k alp gözü (basiret gözü) vard ır. O nlar,
aklı yalancı b ir fakülte saydıkları için, b u nun yanıldığına, aldandığına inanırlar.
O n lara göre, insanı sonsuzlukla özdeş b ir hale getiren a şk ’tır; b u n u n için de
aklı b ir tarafa atm alıdır; bilinçsiz ve çoğu zam an kelâm sız b ir dua içinde, dü şü n
cenin dalıncına (istiğ rak : contem plation) banm ış elan b ü tü n m istikler, görünen
âlemi şekilden ibaret sayarlar; o n la r için gerçek, görünm eyendedir. M istikler,
bir bakım a, âdeta m etafizikçidirler. B unlar, zihni, h er türlü ölçü, hesap, akıl ve
m addelikten sıyırarak b ir düz levha (table rase) h aline getirirler (H . D elacroix,
Etudes d ’H istoire et de Psvchologie du M ysticism e, 1908). Bizde H z. M evlâna,
bu tipin üstün b ir ö rneğidir. M istik ru h u n , T an rı kavram ıyla m utlak b ir ilgisi
yoktur. İlkel insan lard a m istik deney, bilinçsiz ve sürekli b ir duygu halindedir.
O n lar için de, görünm eyen âlem , yaşam akta old u k ları dünyaya asla benzem e
yen başka b ir d ü n y ad ır (Levy B ruhl, L ’E xperience M ysliqııe ehes les Prim itifs,
1938, s. 15). O n lar, b ü tü n düşünce eylem lerini, m istik hayallerine göre işletir
ler. Şüphesiz ki, onların m istikliği, k itaplı dinlerdek.ine tıp atıp benzem ezler.
Fakat, bugünkülerin onlard an fark ı, tohum o larak ilkellik baki kalm ak üzere,
k ü ltü r ve uygarlığın derecesiyle paralel o larak değişen b ir özellikten ibarettir.
T aoculuğun esası da, b ir çeşit doğacı zah itlik tir. Bu dinin de T anrı ve
ru h kavram larıyla ilgisi yoktur. Bu dine göre, bilgeliğin tek k u ralı, ‘‘Z ih n in i
k u s ! ” em ridir. T aocuların b u n d an anladıkları ve m aksatları, ru h u n faaliyetinden
iğrenm ek değil, sadece gidim li (discurcif) bilim i, diyalektik oyunlarını ve b ü tün
som ut gerçeklik tü rlerin i küçüm sem ektir. Bize göre, kitaplı ve kitapsız bütün
m istiklerin aklı, bilim i ve felsefeyi küçüm sem eleri, b u n ların karşısında, bütün
inanm ış o ld u k ları dogm aların çökeceğini sezm eleri, aşkm lığına in an d ık ları, ya
da bunun için çalıştıkları b e n ’lerinin sarsılıp küçüleceğinden kork m alarıd ır. Bir
diğer neden de. ıııistikliğin zorunlu b ir ü rü n ü olan ruhsal siircdurutn (alalet)
ve eylem sizliktir.
T İN S E L İŞ K E N C E L E R , O R U Ç , S Ü K Û T V E İ N Z İ V A ,
D A L IN Ç , E S R İM E ( V E C İ T ) :
T A N R I ’Y A Y Ü K S E L İŞ İN G E Ç İ T L E R İ :
(1) Bunun amacı, insanı Tanrı’ya bağlamak, tinsel ilerlem eyi sağlam ak ve
bu ilerlem enin ürünü olarak Tanrısal ile birleşmek veya m u tlak la kaynaşmaktır
(Shrî Râmakrishna Paramahamsa, L’E nseignem ent de Râmakrishrıa. 3. baskı,
Paris, 1942, s. 683 ve Shrî Aurobindo, Les Bases du Yoga, La Mere çevirisi).
ebedî hayır ve T a n rı’nın k en disidir; a rtık onun T anrısal zannettiği birtakım
gerçeklere d air derin düşüncelere daldığı g örülür; böylece kendi bilincinde k u t
sal b ir aydınlığın parlayacağını üm it eder. Birleşme dönem inde de, m üridin er
m işlik m ertebesine yükselm iş olduğu ve onun yüce h a y ır’la birleştiği kabul edi
lir. Bu dönem de m üridin artık cehennem den k orkusu yoktur; onun tek isteği,
sükûn ve huzu ra k avuşm aktır. B ununla b erab er, peygam berler de dahil olduğu
halde, hiç b ir m istik, T a n rı’yı görm ek, onunla m ünasebete girişm ek, ondan fış
kıran ışınlarla kam aşm ış olm ak, cenneti veya cehennem i görm eye çağrılm ak
gibi hallerin niteliğini açıkça an latam am ıştır1.
(1) Bazı tarikatler, m ezhep biçim ini alarak politik amaçlara yönelirler.
Örneğin, Bahailik, Şiîlik, îm a m îlik ... vb. gibi m istik akımlar, hem İslâm dinini
soysuzlaştırarak yıkmak, hem de M üslümanlığa bağlı olan devletleri çökertmek
d urm ak, p arçalam ak ve geriletm ek isteyen yabancı devletlerin de bunlardan
nasıl faydalan d ık ları tarihsel gerçek lerd en d ir1.
M İ S T İ K L İ Ğ İ N Bİ Lİ M K A R Ş I S I N DA Kİ DURUM U :
(1) «K en din i bilen, Tanrısını bilir" hadisini, m istik sistem lerine göre yo
rumlayan ermişler, insanın Tanrı ile özdeşliğini, hatta kendilerinde işleyen tüm
ruh ve beden hallerinin Tanrı halleri olduğunu savunurlar; yani onlara göre,
kendilerinde düşünen, duygulanan, iyilik ve kötülük yapan... Tanrı’nın kendi
sidir. Bu görüşten açıkça anlaşılır ki, hiç bir insan, edimlerinden (amel) so
rumlu olamaz; zira, bu edimler, insanın değil, insanda işleyen Tanrı’nın ey
lemleridir.
çeklerini üm it ederler. T arih in kaydettiği b ü tü n yenilik h areketlerine direnm iş
olanlar, bu bilgisiz, hasta ve zavallı insan lard ır.
G A Z A L Î ’Y E G Ö R E , G E Ç İL M E S İ G E R E K E N A Ş A M A L A R :
M İR A Ç :
■(1) Mevtana, “Elim sem alarına yetişm ediği için, secdeye kapanıp yeri öpü
yorum” der (M esnevi).
dayanağın yardım ı olm aksızın yerden u zak laşarak , m u allakta d u rab ildikleri de
görülm üş ve onların bu hallerini gösteren foto ğ raflar da çekilm iştir (bkz. Aimö
M ichel, Le C orps H um ain peut-il V oler?, P lanete dergisinin 1964’te çıkan No.
16’daki m akale; yine aynı yazarın aynı derginin N o. 17’deki, U ne A ııtopsie de
l’A m our D ivine adlı m akalesi).
M iraç, O rfeııs ta rik a tın d a olduğu k a d a r da eski Şam anlarda da v ardı. H z.
İsa ’nın göğe çıkm ası gibi, taoizm in bağıcı o k u lu n d a da göğe çıkış inançları v ardır.
Bu olay H ıristiyan m istiklerinde d ah a yaygın o larak m evcuttur. S aint D eniş
A eropagite, ru h u n T a n rı’ya doğru yükselişinde üç h arek et kabul etm iştir. 1. Dö-
nenscl (dev eran ı) h arek et, 2. D oğru h arek et, 3. Eğri hareket. G öksel zihinler,
çüzel ve iyinin başlangıç ve sonu olm ayan parıltısıyla birleştiği zam an, dönensel
o larak h arek et ederler; aşağı v arlık ların k ayrasına (providence) uygulandıkları
zam an, doğru b ir çizgide harek et ederler; altları yardım ıyla gelerek onu husule
getiren ilkeler ü zerinde h areketsizlikte sebat ettik leri zam an, güzel ve iyinin
m erkezi etrafın d a asla d u rm ad an ve eğri o larak h areket ederler (R ibet, La Mys-
tique D ivine, 3, c. I, s. 85).
Ö zet olarak b u geom etrik harek etlerle dolaysız veya dolaylı olarak ya da
dolam baçlı yollardan, başlangıç ve sonu olm ayan b ü tü n v arlık lard an ü stü n , b ir
ve aynı olan yetkin birliğe, güzel ve iyiye u laşılır denm ek isteniyor. B unu, Saint
T hom as da benim sem işti. M iraç’a m azh ar o ld u k larını iddia eden m istikler, gör
düklerini betim leyem ez ve açıklayam azlar. S aint P aul, K orentlilere yazm ış ol
duğu X II. M ek tu p ’ta, kendisini ü çüncü göğe çıkarm ış olan b ir görünüm den
söz eder. Bu m ertebeye ulaşm ış olan m istik, yalnız görüm sel değil, işitim sel
sanrılara da tu tu lu r. İşitim sel san rılara d air, kutsal k itap la rd a pek çok örnek
v ardır. T e v ra t’ta I Sam uel ( I I I , b ap , 19) deki örn ek gibi. M iraç olayı, yalnız
M üslüm anlığın m ucizelerinden değildir. T e v ra t’ın H ak im ler (X III) bölüm ünde,
R abbin m eleğinin heybetli o larak göründüğü ve m ezbahın alevleriyle y u k arılara
yükseldiği b ild irilir. T ekvin bölüm ünde (X X V III, 12-13) de H z. Y ak u b ’un rü
yasında b ir ucu göklere k a d a r uzanm ış o lan b ir m erdivenden T an rı m elekleri
nin inip çıktığı ve kendisine kutsal arzın bu rüyada vaat edilm iş olduğu yazı
lıdır. D örd ü n cü M elikler ( I I , 11-12) bölü m ü n d e de b ir ateş .arabasının ve ateş
ten atların ın Y eşu ile İlya peygam berleri b irb irin d en ayırdığı ve İly a ’nın kasır
gayla göklere yükseldiği an latılır. A rabm m istik edebiyatı k ad a r d a, b ü tün İs
lâm ulusların ın ed ebiyatında önem li b ir yer tu tan M iraç’m nasıl cereyan ettiği
ne, ne k a d a r zam an sürdüğüne, uyurken m i uyanıkken m i, bedenle m i ruhla m ı
vukua geldiğine d air tefsircilerin ve T anrıbilim cilerin birb irin i tutm ayan türlü
tahm inleri v ard ır. Sözde M iraç, kısa b ir süre devam etm iş ve H z. M uham m ed,
T a n rı’yla 70.000 kez konuşm uş ve T aberîye göre, M iraç, Peygam berin ruhuyla
değil, bedeniyle v u k u a gelm iştir. İb n A b b as’ın söylediğine göre, H z. M uham m ed,
T a n n ’yı b ir p erd e ark asın d an değil, dolaysız olarak M iraç’ta görm üştür (bu, iler
de vereceğim iz b ir ayetin bild irisin e aykırıdır).
Bazı İslâm m istiklerinin geçtikleri tasavvuf- m ertebelerinde, M iraç tü rü n
den m azh ar old u k ları tecellilere d air çeşitli öyküler de vard ır: M uhiddin-i A rabî
ve Bayezid-i Bistam î de M iraç’a nail o lm u şlard ır ki, bu kon u d a gerek kendile
rinin, ve gerek m ü ritlerin in nakletm iş o ld u k ları efsaneler, H z. M uham m ed’in
M iraç’ını örnek tu tm u ş o ld u k larım gösterir. M istik hayal gücünde sayılar, a b art
m alar, akla sığm az garip betim lem eler geniş b ir yer tu ta r. M uhiddin-i A rabî,
F ütuhat-ı M ekkiye’sinde H am ele-i A rş denilen m eleklerden bahsederken, b u n
ların şekli ve sıfatların a d air, gözleriyle görm üş gibi birtak ım açık bilgiler verir;
d iğer m istik eserlerde de b u n lara d air çeşitli söylentiler görülür. Ö rneğin, bu
m eleklerin o y lukları gökler k a d a r genişm iş; sekiz H am ele-i A rş, T a n rı’nın sekiz
sıfatın ı, yani h ayat, b ilim , k u d ret, irad e, kelâm , işitim , görüm ve yaratm a sı
fatını sem bolize ederlerm iş. K ıyam ette b u sekiz sıfat a şik âr olacakm ış; b u H a
mele-i A rş, Arş ta h tın ı sırtların d a taşırlarm ış. M ahşere götürm ek için A rş’ı yük
lenen m elekler, d ah a evvel d ö rt o ld u k ları h ald e, sekiz olacaklarm ış ve b u n lar,
insan, aslan, k a rta l ve ö küz suretindeym işler. Bilhassa R önesans’tan beri büyük
H ıristiy an ressam larının, bazı fark larla, kilise ve m üzeleri süsleyen b u çeşit tab
lo larına rastla n m a k ta d ır ki, hem en hepsi aynı hayallerden faydalanm ışlar de
nileb ilir (A yrıca, M elekler bahsin e bakın ız).
Başka b ir ö rn ek o larak A zrail ve İsra fil’den de bahsedebiliriz: Sözde bu
m eleklerin b üyüklüğü dünyayı k ap layacak k a d a r geniş ve uluym uş; arzın b ü tü n
su ları b u n la rın b aşların d an ak ıtılsa, b ir dam lası yere düşm ezm iş; İsra fil’in 70.000
ayağı, dö rt k an ad ı varm ış. Beni İsra il’den C ib ril’e bağlı olan sayısız m eleklerin
varlığını k ab u l eden ler de v ard ır. N itekim , Z e rd ü şt’ün tan rıların d an M itra’nın
d a bin kulağı, on b in gözü o lduğuna in anılır.
Z e rd ü şt’ü n m ü ritleri, ü statları h ak k ın d a şu m asalı u y d u rm uşlardır: B ir gün
Z erd ü şt, yüksek d ağların tepesinde şim şekler, y ıld ırım lar ve etrafı kaplayan bu
lu tlar arasın d a d u a ederk en sem aya kaldırılm ış; o rad a H ü rm ü z (O rm uz) le k a r
şılaşm ış; onunla b ü tü n b ü y ü k lü k ve ihtişam inm p arıltıları içinde yüz yüze gelmiş
ve ondan b irta k ım T an rısal em irler alm ış. Sonra, Z erd ü şt arza indiği zam an
N osks adı verilen şeriat k itab ın ı getirm iş. Bu eseri Y üce V arlığın yönetim i al
tında yazm ış. G erçek te ise b u eser Z e rd ü şt’ü n B rehm enlerle b irlik te incelem iş
olduğu V ed a’larla H in d in kutsal k itap ların ın b ir anısından başk a b ir şey de
ğ ild ir (Louis Jacolliot La Bible dans l ’In d e, s. 100-103, 8. b ask ı, P aris, 1876).
T ek ve çoktan rılı d inlerle tarik atlard ak i M iraç m asalları, yalnız erm işlerle
peygam berlerin sağlıklarında görüldüğü iddia ve hayal edilen olaylardan değil
d ir; özellikle bazı peygam berlerin ö ld ü k ten son ra bu M iraç’a nail old u k ları da
iddia edilm iştir. Ö rn eğ in , eski H in t peygam beri M anu, ö ldükten sonra uçup
gitm iş; Ç in, T ib et ve Japon B udacılarına göre de Buda göklere çekilm iştir;
M usevîlerde, H z. M usa, M oab vadisinde b ir m elek ta ra fın d a n Y ahova’nın yanı
n a g ö türülm ü ştü r; H z. İs a ’n ın da çarm ıha g erildikten so n ra göklere çekilm iş
olduğu kab u l edilir. N isa suresinin 156-157’nci ve  li İm ran suresinin 5 5 ’inci
ayetlerinde, İn c il’d ekinden az fark lı o larak b u peygam berin göğe çıktığından
bahsedilir. Sözde H z. İsa, sem anın d ö rd ü n cü k atın a çekilm iştir. İd ris peygam be
rin de ölm eden evvel göğe çıktığı id d ia ed ilir ki, b u H erm etizm inançlarından-
d ır. R ahm an suresinin 3 3 ’ü ncü ayetinde de göklere çıkm aktan bahsedilir.
M iraç’a nail o ld u ğ u n u id d ia edenlerin b aşın d a Pythagoras (Fisagor) vard ır.
Peygam berliğinden de söz edilen b u filozof, gökleri, yıldızları ve b u n ların ha
reketlerinden doğan ahengi algılam ış olduğunu b ild irm iştir. O na göre, arınm ış
ve yücelm iş olan ru h la r d a öyle b ir lü tfa nail olabileceklerdir. Pek açıkça gö
rülüyor k i, k u rm u ş olduğu ta rik a t, astronom i ve m atem atiğe dayandığı için,
o n u n M iraç’ı, simgesel b ir an lam taşır. M arcel G ra n e t’n in kaydettiğine göre,
Y eni T ao cu lu k ta, M iraç, asla ölm em ek san atıd ır. Bu inanca göre, örneğin, İm
p a ra to r W ou (M .S. 140-148), k en d i isteğiyle saltan atını, eşini, çocuklarını ve tüm
servetini terk etm iş ve b ir ejderha ta ra fın d a n göklere g ö türülm üştür. Taoculu-
ğun yüce p atro n u o lan H oang-ti de, d ah a önce, böyle b ir M iraç’a nail olm uştu.
N itekim , P ıen s H ouai-nan d a b u ikisinden d ah a önce göklere götürülm üştür.
G enel olarak b u d in in geleneklerinde, bağı san atı sayesinde ve cinlerle ark ad aş
lık etm ek suretiyle göklere çıkıldığı k a b u l e d ilir; büyük adam , en yüce adam ,
kutsal a d a m ... gibi niteliklere sahip o lan ların , M iraç’a nail o lacak ların a in an ı
lır. Bu ta rik a tta , hay v an ların uçm ak , tırm an m ak , geriye b ak m ak , a sılm a k ... gibi
ak ro b atik h arek etlerin i ta k lit ed erek d ans ed en , zıplayan ve diğer bazı organik
hallerde b u lu n an velilerin, ister istem ez hafifleyip yükselecekleri k ab u l edilir
(M . G ran e t, s. 418-423). Ç in ’in en eski in an çların a göre, b in yıllık b ir öm ür
den sonra, h ay attan usanm ış olan en yüce in san lar, cin ler m ertebesine yükselir,
b ir beyaz b u lu t ü stü n e ç ık a r ve en y u k ard ak i h ü k ü m d arın m eskeninde yaşar.
N itekim , K ral M ou d a, bazı k a h ra m a n la r gibi sem alara yükselm iş sayılır. İsken
deriye filo zo fların d an P lotinos d a P arp h y rio s’u n y anındayken d ö rt kez uçm uş
olduğunu id d ia eder.
A nlaşılıyor k i, M iraç, yalnız M üslüm anlıkta değil, d ah a çok önce tü rlü
d in ler ve ta rik a tla rd a d a v a rd ır; ve b u olay, m ecazî anlam da b ir tinsel (m anevî)
ruh yüceliğini ve yücelm esini sim geleştiren ve nihayet m istik hayal gücünün tü ı’ü
icatlarıyla süslenen b ir öykü ya d a m asaldan b aşk a b ir şey değildir. M iraç’a dair
o lan bild iri ve söylentilerin çoğu, hayal güçleriyle de ilgili simgesel m asallardır;
hiç b ir din d e M iraç’a in an m ak , im anın k o şu lların d an değildir (M iraç sözcüğü
n ü n A rapça değil, H abeşçe olduğu k ab u l ed ilm ek tedir k i, m erdiven dem ektir).
AHRET:
B İR D Ü Ş :
K EVSER :
İB L İ S ’E V E R tL E N C E Z A :
İb lis’e verilecek olan şu ceza telk in lerin d e de, pek ib ret verici b ir hayal
zenginliği v ard ır: K â’b-ül-A hbar, M ed in e’de h alk a v a ’zederken şunları anlatm ış:
« İblis, b ü tü n in san lard an h e r b irin in çektiği ölüm cezasını to p tan çekeceği için,
in sanlıktan son ra ölecektir. Bu m aksatla T a n rı, A zrail’e, yedi sem a ve yedi arz
halkının kuvvetini verecek ve o n a h er çeşit sertlik ve öfke elbisesini giydirecek
tir. T an rı öfkesiyle inm esi, ona ölüm acısını tattırm ası em rolunacak, b ü tü n can
lıların çektik leri ölüm acıların ı k a t k at fazla tatm ası için, A zrail, İb lis’e, h asta
lıkların h er çeşidini yükleyecek, yan ın d a öfke ve k inle dolm uş 70.000 zebani,
ellerinde cehennem zin cir ve to m ru k larıy la cehennem k an caların d an 7 0 .0 0 0 ’iyle
lânetlinin canını çekip çık aracak . A zrail, o k a d a r k o rkunç b ir surette görüne
cek tir ki, sem anın ve arzın b ü tü n in san ları, o n u görm üş olsalardı, b ir an içinde
ölü rlerd i. İblis, A zrail’in ö n ü n d en D oğu’ya ve B atı’ya kaçm aya, denizlere dal
maya çalışacak, fak at b ir sığınak b ulam ayacak; sonra dünyanın o rtasın d a H z.
A dem ’in m ezarı y anında, arz b ir k o r gibi o lacak, zebaniler kancaları ta k arak onu
didikleye didikleye ö ldürecek; b u esnada  d em ’le H av v a’ya, “ K alkınız, düşm a
nınızın ölüm ü nasıl tatm ak ta o ld u ğ u n u g ö rü n ü z!” denecek, o n la r da b u n u seyre
decek ve, “ Y a R ab, bize nim etini tam am lad ın !” diyecekler. F akat secde em redil-
diği v ak it isyan etm iş olan İb lis de, “ Y a R ab , beni b aştan çık aran sen sin !” diye
cek». Bu söz, T an rısal cezaya k arşı, yerinde ve h azin b ir serzeniştir. Bu trajik
sahneyi tasv ir ve v a ’zeden zat, İb lis’e, in san ları b aştan çıkarm a yetkisini verm iş
olan Y üce T a n rı’n ın on a, b u ceza ile zulm etm iş o ld uğunu itira f ettiğinin fa rk ın
da olm asa gerek tir. H z. İs a ’n ın çarm ıh ın d a, ‘R a b b im , beni ne için te rk e ttin ? ”
serzenişi de b u n u n b aşk a ve d erin anlam lı b ir ifâdesidir.
D ikkat edilirse, b u bahiste ve ilerdeki M elekler bahsinde de görüleceği gibi,
m istik hayal gücünde sayıların ve hele İslâm lard a 7 0 .000’in âdeta sonsuzluk
yerine ku llan ılm ak ta olduğu anlaşılır. Bir v u ru şta 70.000 k â fir kellesini kesen
dini b ü tü n k a h ra m a n la r ve H z. A li’nin b ir b u k a d a r kelle kesebilen Z ü lfik â r
adlı kılıcı, h alk ın akıl k o n tro lu n d a n kaçan hayal gücünde, ru h an î ve kutsal
m asalların doğm asına neden olm uştur. M istik hayal gücü, dinsel k o n u ları ro
m anlaştırm akla kalm az, m ensub olanlarıyla k u ru cu ların ın h ayat ve zekâlarını
da m istikleştirm ek suretiyle, o n ların gerçek değerlerinin işareti olan isabetli ey
lem ve düşüncelerini de zay ıflatır ve b ozarlar.
K u r’an d a adı geçm eden öyküsü (hikâye) geçen H abib-el-N eccar h ak k m d ak i
efsane de, m istik hayal g ü cünün şaşılacak u y d u ru ların d an birid ir: Sözde şehit
edilm iş olan b u veli, kesik başım sol eliyle k ald ırıp sağ eline vererek ve elin
deki başla bağıra bağıra dolaşm ış. Saffat suresinin 142-144’üncü ayetlerinde
açıklanan H z. Y u n u s serüveninin h alk a in tik al eden şekildeki söylentileri de bu
hayal gücünün, inanılm ası güç m asalların d an b irid ir. F akat, K u r’an m bildirile
rine karşı gelm enin k ü fü r ve sap ık lık sayıldığı u n u tu lm am alıd ır. M istik hayal
gücünün, h alk masalla’rın d a,. b ir dudağı yerde, b ir dudağı gökte diye nitelediği
devleri gölgede b ıra k a n u y d u rm aların d an b iri de U c ibni U n u k h ak k ın d ak i ef
sanedir. Sözde b u adam ın boyu, N uh tu fan ın d ak i dalgalardan daha yüksek
m iş; kab u rg a kem ik lerin d en b ir tanesi, F ırat n eh rin e k ö p rü olm uş ve H z. M usa’
nın askeri geçerken b u adam b ir b ü y ü k dağı iki eliyle havaya k ald ırıp bu o r
d u n u n üzerine atacağı zam an, b ir kuş b u dağı delerek onun boynuna geçirm iş
ve M usa peygam ber de b u tehlikeden an cak b u m ucize sayesinde k u rtu lm u ş!..
M istik hayal g ü cü n ü n yalnız M üslüm anlıkta değil, hem en b ü tü n dinlerde
çeşitli öykülerine ra stla n ır ve k u tsal k ita p la r b u n larla do lu d u r. Bu k itap la rd a
T a n rı ile peygam ber veya velilerin k arşılık lı sohbetleri vard ır. Ö rneğin, Y ahova,
b ir T a n n ’ya yakışm ayacak şekilde, sanki işçisinden m em nun olm ayan b ir p a t
ron gibi, peygam ber Sam uel’e esef eder. A m alik alılar aleyhine giriştiği savaş
esnasında k ralı, insan ve hayvanları öldürm esi için S am uel’in ağzından verilm iş
T an rı em rine k a rşıt o larak , k ral Agag, en iyi k u zu ları, ikinci derecede önem li
olan en iyi h ayvanları, yağlı koyunları ve m evcut olan h e r iyi şeyi koruyor. Bu
n u n üzerin e Y ahova, seçm iş olduğu görevli ta rafın d an aldatılm ış olan b ir şef
gibi, «Sa m u el’i kra l yaptığım a esef ederim ; zira o, benden uzaklaşm ış ve asla
benim sözlerim i tu tm a m ıştır" d er (T evrat: Sam tıel, I. b ap , X V , I). N itekim
Bakara suresinde Y ah u d ilerin H z. M u sa’ya k u rb a n edilecek b ir ineğin şekil ve
sıfatlarını öğrenm esi için b irk aç kez T a n n ’ya gönderm iş olm alarını b ild iren ayet
lerle, T u r dağ ın d ak i m ü lâk at ve M iraç’taki ib ad et pazarlığı da bu tü rd en d ir.
M İS T İ K H A Y A L G Ü C Ü N Ü N B A Z I S O N U Ç L A R I :
İn san lar, pek eski çağlardan beri, sözcüklerle an latm ak ta zorluk çektikleri
um ut, düş ve hayallerini, duygu, düşünce ve ü lk ü lerin i m addesel sim gelerle
som utlaştırm ışlardır. Som ut sim geler, b u n ları hayal etm iş o lan ların dışında k a
lan in sanlar ta rafın d an da kolayca anlaşılıp yorum lanabilm işlerdir. Çoktanrıcı-
Iık dönem lerin in göksel âlem inde y aşadıkları sanılm ış olan m itolojik v arlık lar,
birer som ut k avram (m efhum ) o larak değil, kişisel v arlık lar olarak , sanat eserle
riyle m istik in an çların k o n u su o lm u şlard ır. Bu m istik tasarım lard an kitap lı d in
ler de k u rtu lam am ış, b ir gelenek olarak çağım ızın edebî ve plâstik sanat ü rü n
lerinde de etk ilerin i sü rd ü rm ü şlerd ir. K atoliklerin H z. İsa, H z. M eryem ve h a
varilerle velilerin resim ve heykelleri ö n ü n d e m u m lar y ak arak b u n ların k arşı
sında istavroz çık arıp d u a etm eleriyle ilk çağlardaki T an rı heykelleri ö n ünde
yapılan kutsal tö ren ler arasın d a esaslı b ir am aç fark ı y o k tu r1.
M elek k avram ı da, b ü tü n dinlerd e, daha çok T an rı ile kul arasındaki iliş
kileri, göksel ve yersel olayları düzenleyen protokol görevlileri, habercileri ve
yö n eticiler... o larak som utlaştırılm ış ve M üslüm anlıkta, b u n lara inanm ak, im a
nın an a k o şu lların d an sayılm ıştır. F ak at, İslâm din i, m im arlık dışındaki plastik
san atları, — K u r’an d a açıkça yasaklanm am ış olm asına rağm en— p u ta tapar-
lığın hortlam asın a neden o lu r kaygısıyla, b u n ları m addeleştirm em iş, am a som ut
b ire r kişilik o larak v arlık ların ı k ab u l etm iştir.
(1) V oltaire de, ölüm yatağm dayken yanına gelen rahibe, ‘‘K im in ta ra fın
dan geliyorsunuz?” diye sorunca, rahip, “Tanrı’nın kendisi ta rafın dan /” cevabım
verdi. Bunun üzerine filozof, “G üven m ektubunuz nerede?” diyerek adamı kapı
dışarı etm işti (Cemil Sena, Filozoflar Ansiklopedisi, Voltaire m addesi).
inanç vardı. Jüdaizm m istiklerine göre, şer, asla insanın eylem ve davranışla
rına bağlı değildir. K ötü v a rlık la r m ev cu ttu r ve şer, b u n ların cesetlenm esidir.
T a n rı’ya baş kaldırm ış o lan k ö tü v a rlık la r da m ev cu ttur ki, b u , evrenin ilkesidir.
N itekim , T alm u d cu lara göre, H z. M u sa’ya T a n rı k atın a çıkm a em rini veren de
bu m eleklerden b irid ir. G enel o larak iyilik m eleklerinin başında Sindalfon adlı
b ir m elek v ard ır.
M eleklerin yapısı, T alm u d cu lara göre ateş ve suyun karışım ı, ya da b ir ışın,
b ir nefes veya ru h ta n o luşm uştur. Jü d a iz m d e , arınm ış insanların, T anrı k atın d a
hizm et eden m eleklerden d ah a büyük ve o n u rlu olduğu savunulur ki, İslâm
inancı d a böyledir (H en ri Serouya, La K abbal, 2. baskı, Paris, 1957, s. 96-98).
İslâm d in in d e m elekler, İb ran îlerd e olduğu gibi, T a n rı’nın yanıbaşında de
ğildirler: “M eleklerle ruh, oha ancak elli bin yıl süren bir günde çıkarlar” (Maa-
riç, 4). Bu çeşit deyim ve tasarım lard a, T a n n ’ya b ir m akam belirtm ek gibi im ana
aykırı b ir çelişm e v arsa d a, yoru m cu lar b u n u n pek de fark ın d a değildirler.
Ö zet o larak m elekler, T a lm u d ’a göre, bazı öğelerin ilkeleridir. Jurkenni
dolunun, R idya yağm urun, R ahali denizin, Laila gecenin, D um a ö lü m ü n ... m e
lekleridir. A dları konm uş ya da konm am ış d ah a b irçok m elekler varm ış ki, b u n
ların her b irin e başka b aşka görevler v erilm iştir. T alm udcuların açıkladıklarına
göre, m eleklerin s ırtla n yokm uş, fak at T a n ıı’yı h e r yönde görebilm eleri için
d ö rt yüze sahipm işler. T a n n h u zu ru n d a b ü tü n m elekler, ayakta du ru rlarm ış,
yalnız M atatron denilen ve T a n n ’nın yardım cısı olu p, gençlerin öğrenim leriyle
uğraşan m elek o tu ru rm u ş (Ö ğretm ene saygının b u n d a n daha parlak ve yüce
bir ifadesi olam az, sa n ın z ). Bu öğretm en m eleğin T anrısal b ir gücü de varm ış.
M üslüm anlıkta, h e r m eleğin a y n b ir yeri v a rd ır ve b u n lar, sıra sıra dizilm işler
dir: “M elekler, bizd en hiç biri y o k tu r k i, onun belirli bir durağı olm asın; biz,
saf sa f duru ru z, d erler" (Saffat, 164-165).
İb ran îlerd e, b iraz önce adı geçen Sandalfon adlı m eleğin boyu, beş yılda
geçilebilecek olan b ir m esafe k a d a r uzunm uş ve kendini Y aradana taçlar işle
m ekle görevliym iş. M elekler genel o larak Y ahova’nm aile bireylerini teşkil ettik
leri için, b u n la r arasında da bazı anlaşm azlıklar olurm uş; yeryüzündeki karga
şalıklar, bu yüzden m eydana gelirm iş. O n la r, göksel b ir saray âlem ine m ensup
o ld u k ların d an , Y ahova da b u n lara danışm adan hiç b ir şey yapm azm ış. B unun
içindir ki, T a n rı, insanı yaratm ak istediği zam an, o n ların k u tsal k itap ta görü
len itirazların ı reddetm iş ve insanı dilediği gibi yaratm ıştır. Sayısız m eleklerin
varlığını kab u l eden Jü d a iz m d e , sinagoklarq g irerken, (M üslüm anlıkta m escit
lere girerken tasarlanm ış olan) iki m elek eşlik ederm iş. B unlardan biri iyi, öteki
kötüym üş. Bir insan eve g irerken, eğer, ev, S abba akşam ına lâyık b ir düzen
deyse, iyilik meleği h ay ır dua eder, aksi halde şer m eleği beddua ederm iş. Ö zet
o larak m elekler, insanları, dinsel ödevleri yapm aları için aydınlatan b ire r kutsal
ışındırlar. Şer m elekleri ise, T a n rı öfkesinin sim gesi old u k ların d an , ödevleri,
itaatsiz günahlıları cezalan d ırm ak tır (A. C ohen).
İslâm ların K errubiyun adını verdikleri m elekler, yorum culardan bazılarına
göre, C ebrail. A zrail, M ikâil ve İsrafil ad ın d ak i d ö rt m elektir. B azılarına göre
de, Ham ele-i A rş (A rş’ı taşıyan veya yüklenm iş olan) denilen m eleklerdir; ya
da azap m elekleri ve T a n rı’dan en çok k o rk an m eleklerdir. T e v ra t’ta, “A d e m ’i
kova ra k hayat ağacının yo lu n u k o ru m a k için, A d e n bahçesinin doğu yönüne
K errubîler ve her tarafa kıvılcım la r saçan bir ateş kılıcı k o y d u " (T ekvin, I I I ,
24) ayetinde ad ı geçen b u m eleklerin ayrı b ir m elek züm resi olduğu anlaşıl
m ak tad ır. Ju les B ocher’in , ‘La Sym bolique M aço n ique’ (2. baskı, P aris, 1953)
adlı eserinde an lattığ ına göre, A sur u zm anları (assyriologues) b u n ların , yeryü
zü cennetinin K e rru b ’leri o larak A su rlu ların saraylarıyla tap ın a k ların a yerleştir
m iş o ld u k la n k an atlı b oğalarla özdeş o lduğunu sav u n u rlar. B unun gerçekliğini
ispat etm ek için, b u b ilginler, şu an d ırıştan faydalanm ışlardır: Evvelâ b u n lar
arasında b ir adaşlık v ard ır. Z ira A su rlu lar, saray k ap ıların a koy d u k ları bu k a
natlı boğalara, K iru b i d erlerd i ki, Sam îler b u n lara K erubim dem ektedirler. Son
ra b u n la rın görevleri de aynıd ır. Y eryüzü cen n etin in K errubîleri, cennetin k ap ı
larını sav u n u rlar k i, A su rlu ların k an atlı b o ğ aların ın görevleri de b u d u r; yani,
bu koruyucu ö küzler, sadece b ire r süs değildirler. B unlar, doğaüstü v a rlık lar sa
y ıld ık ların d an , hem şekil b ak ım ın d an doğadakilere benzem ezler, hem de k o ru
yuculuk ödevini g örürler. A su rlu lara göre, b u bo ğ alar, doğaüstü bir- z arf içinde
yaşayan cinlerd ir. A polojistler, yani din övgücüleri, T e v ra t’ın eskiliğini ileri sü
rerek, bu sim genin, A su rlu lard an alınm adığını id d ia ederlerse de, H z. M usa’nın
A sur uygarlığından d ah a eski b ir dönem de yaşam ış olduğuna in an dıracak esaslı
b ir bilim sel belge y o k tu r. E rm o n ’un iddiasın a göre ise, K erubîlere, İn c il’de
İttifa k A rşı (l’A rch d ’A lliance) ile E ş’iya peygam berin görüm lerinde (vision) rast-
lanm aktadır. B unlardan birincisi, M ısır’d an alınm ış olup, K erubi ile hiç b ir
ilgisi yok g ibidir; İkincisiyse, tam am ıyle N inova b oğalarına b enzem ektedir (Er-
m one, ‘La Bible et l ’A ssyriologie’, 1903, s. 15). Bize göre, A pis de b ir ö k ü z-tan n
olduğu için, b u n u n K erubîlerle u z ak tan ya d a y ak ın d an b ir ilişkisi dü şü n ü leb i
leceği gibi, H in d ’in k u tsal inek ve öküzleriyle de b u n la r arasın d a b ir ilişkinin
b u lunup b ulunm adığı araştırılab ilir; b elk i de eski Y u n an filozofu E m pedokles’in
insan yüzlü öküzleri de bu simgesel m elek tasarım larıyla ilgilidir. T e v ra t’ın
bildirdiğine göre, Süleym an M ab ed i’nin d u v a rla rı, K erubîler denilen m elekle
rin resim leriyle süslenm iştir ve b u n ların k a n a tla rın ın uzunluğu h a k k ın d a da
bazı bilgiler b u kutsal k itap ta yer alm ıştır (İk in ci T a rih le r, I I I , 10-13). Bu öl
çüler, İslâm geleneklerine de girm iştir. K anatlı m eleklerin altın d an heykelleri
yapılarak bu tapm ağın kutsal yerlerine konulm uş olduğu da anlaşılm aktadır
(T esniye, X X X V II, 7, 9).
E rm o n e’a göre, A su rlu ların K erubîleri, insan başlı ve kıvırcık sakallıdır.
T ü rlü dönüşm elere uğ ray arak , H ıristiyan İk o n o g raflarını (iconographes) hiç
b ir çekim i olm ayan K erubîleri o lm u ştu r ve nihayet X V III. yüzyılda tiyatro b u
lutları arasın d a uçan şişkin yanaklı m elekler biçim ine girm işlerdir.
Ju le s B oucher, Ş ahta D enys l ’A rcopagite’in, K erubîleri şöyle sınıflandır
mış olduğunu an latm aktad ır:
a) Ö ğütçüler: B unlara, d an ışm an lar d a denilir. 1. S erafinler (serap h in es):
Bu sözcük, yakm ak anlam ına gelen sörephim sözcüğünden gelir ki, İslâm da, kı
yam eti ko p aracak o lan b o ruyu ü fürm ekle görevli olan İsrafil ve b u n a bağlı olan
m eleklere de İsrafiliyun denilir. İsrail in an çların a göre, b u m elekler, kırm ızıdır,
ateş ren k lid ir ve altı k an atlıd ır; h e r b iri, alevler saçan b ire r kılıç taşırlar. 2. Ke-
ru biler: B unlar, yard ım cılard ır. Bedensiz b ir baş ve bu başın çevresinde genel
80 Hz. MUHAMMED’İN FELSEFESİ
t
B
G enel o larak m istikler, evrende görünen ve görülen fani y aratık lard an baş
ka b ir de herkese ve h e r zam an kendilerin i gösterm eyen ve canlılara oranla
ebedî olup dünya ile de ilgileri b u lu n an b irtak ım m ü barek y aratık ların var
olduğuna in an ırlar. İlkel ve ço k tan rılı d in lerd en başlayarak hem en b ü tü n ki
taplı d in lerin de k ab u l etm iş o ld u k ları bu görünm ez v arlık lar, heykel ve resim
^ibi plastik san atlard a olduğu k a d a r d a edebî san atlard a pek önem li b ir konu
olarak betim len irler. İb ra n île r, m eleklere m alakim derler. Bunu T e v ra t’tan çok,
Y ahudilerin Babil köleliği zam anında A surîlerden getirdikleri kabul edilir. H ı
ristiyanlık ta da m elek inancı v a rd ır. H z. İsa, tu tu k landığı zam an, h avarilerinden
birisine: “Ben babam a şim d i rica edem ez m iyim sanırsın? O da bana, on ik i
alaydan çok m elekler y e tiştirird i...” (M eta İncili, X X V I, 52) dem işti. Y unanlılar
da m eleklerin vazifelerini D aim o n ’ların yaptığına in an ırlard ı. B rehm enler de
beş b in yıl evvel yazılm ış o lduğunu sav u n d u k ları Şasta adlı kutsal k an u n k ita
bında, m eleklere d air geniş bilgi v erirler. Eski Y u n an ’da H esiodus, m eleklerden
çok bahsetm iştir.
Bu kutsal v arlık lar, m elek, cin, şeytan veya iblis olm ak üzere üç zü m redir
ler. B unların son ikisi, T an rı em irlerine m u tlak surette itaa t etm ediklerinden,
m eleklere o ran la d ah a özgür ve asi v arlık lard ır. M elekler ise, T a n rı’nm ken
dilerine verm iş olduğu görevleri ifa ederler. H u ri ve gılm an gibi bazı varlıkların
ise, dünya ile ve d irilerle ilgileri y o k tu r. B unların görevleri, sadece cennette ve
cennetlik o lan lara hizm et etm ekten ib arettir. M istik hayal gücünün yaratm ış
olduğu b u v a rlık la r h ak k ın d ak i in an çlar, din telk in lerinin etkisi altında b ir ge
lenek halin i alm ış ve hele m eleklere inanm ak M üslüm anlığın ana koşulları ara
sına girm iştir (N isa, 136). Biz b u ra d a , evvelâ H z. M uham m ed’in bildirdiği me
lekleri açıklayacak, sonraki b ölüm lerde diğerlerinden bahsedeceğiz.
H em en tüm dinlere ve özellikle Sam î k avim lerin inançlarına, b u k ad ar
kö klü o larak yerleşm iş olan m elekleri H z. M uh am m ed’in önem sem em esi asla
beklenilem ez. K u r’an ve h ad islerd e sık sık rastlan an m elek ve m elekler sözcü
ğünün kapsadığı v arlık lar, d ah a çok yaşadığım ız âlem in kutsal ve ru h an î b ir
örneği olan göksel, ya da T an rısal âlem de b u lu n u rlar. O âlem , âdeta herhangi
b ir ülkede saltan at ku rm u ş, dilediği gibi h arek et etm esine hiç b ir kuvvetin en
gel olam ayacağı, k u tlu ve m u tlu b ir h ü k ü m d arın saray âlem ine benzetilebilir.
Bu sarayda d a, dünya saray ların d a olduğu gibi, h ü k ü m d arlarla b a k a n lar, m abe
yinciler, ko m u tan lar, o rd u la r, m em u rlar ve özel b ir protokol v ardır. T a n rı, mo-
n ark ların m onarkı o larak h er şeyi bilen ve b u sıfatına rağm en, h er züm resine
ayrı görevler yüklem iş olduğu m elekler aracılığıyla evreni kontrol altında bu
lu n d u ran güçlü ve ulu b ir yüceliktir. D ilediklerini yaptırm ak için yaratm ış ol
duğu m eleklerin özel tü rleri olduğu gibi, k endilerine özgü ayrı b ir hiyerarşileri
de v ardır. B unlar, yem ez, içm ez ve m ütekellim inin sav u n duklarına göre, lâtif
ve n u rd a n yaratılm ışlard ır. O n ları, ancak peygam berlerle bazı erm işler görebil
d ik lerinden , uzayda b ir yer tu ta rla r. Bu itib arla o n lar, som ut ve yetkindirler. M e
lekleri, herhangi b ir k uvvetin soyut ve simgesel b ir örneği ya da ifadesi saym ak
d a im ana ay k ırıd ır. B ununla b irlik te b u n ları, İslâm filozofları, insan ru h u gibi,
fak at ondan d ah a yetkin ve bilgin b ir töz (cevher) sayarlar.
B unlardan bazıları, gökten yere gönderilir ve T a n rı’nın yerde olup bitm e
sini ta k d ir ettiği işlerin nasıl cereyan ettiğini d enetlerler. B unlar, tanıklık ya
p a r, defter de tu ta rla r. D iğer bazıları da, sadece T a n rı’nın kutsal bilgisine dal
mış, O ’na saygı gösterm ek ve O ’n u k u tlam ak la uğraşırlar. M eleklerin kanatlı
o ldukları b ild irilir (F âtır, 1). D aha çok önce, H ıristiyan sanat eserlerinde b u n
lar, k anatlı güzel k a d ın la r şeklinde betim lenm işti; S aint A ugustin ve P apa Gre-
gorie II, b u n lara pek önem v erirler. K u r’an , m eleklerin dişi o lm adıkları üzerin
de şiddetle ısrar eder: "R a b b in izin sizi oğullarla seçkin kıldığı halde, kendisi
m eleklerden dişiler edindi, öyle m i? " (İsra, 40); " Ş im d i seninkilere sor; Rab-
bine kızlar, onlara oğullar m ı? "; "Y o k sa , b iz, m elekleri dişi yaratm ışız da on
lar ta n ık m ı o ld u la r? ” (Saffat, 149-150); " A h re te im an etm eyenler, m eleklere
d işi adı veriyorlar”; "F akat bu, onlara dair bir bilgileri olduğundan değildir;
zanna uyuyorlar, zan ise doğrudan h iç bir şeyin yerini tu tm a z” (N ecm , 27-28).
M eleklerin erkek o ld u k ları h a k k ın d a da açık b ir b ild iri m evcut olm adığı için,
İslâm geleneklerine göre o n lar, ne erk ek , ne de dişidirler; cinsel duygu ve ihti
yaçlardan da y o k su n d u rlar ve o n la r da T a n rı’nın kullarıd ır: " H iç bir zam an
M esih de ve ya kın ım olan m elekler de (m elâik-i m u k arrab in ) T a n rı’nın bir k u lu
olm aktan ç e kin m ezler” (N isa, 172).
Ö teden beri güzel kızlarla, erdem li ve yum uşak huylu in sanlar için «m elek
gibi» deyim i ku llan ılır. B undan da an laşılır ki, m elekler yalnız itaatli ve er
dem li değil, aynı zam anda güzeldirler. B unun için o lacak tır ki, M ısır sarayları
na girm iş olan H z. Y u su f’u, k a d ın la r görünce: “Bu bir insan değil, kerem sa
h ib i bir m e le k tir!" (Y usuf, 31) dem işlerdir.
Y erle gök arasında hem en hiç b ir yer y o k tu r ki, o rad a m elekler b u lu n
m asın. Bir hadiste bu gerçek şöyle ifade ed ilm iştir: “Sem ada bir ayak yer y o k
tu r ki, orada secde eden, ya da rü k û eden bir m e le k bu lu n m a sın ”. B unların ses
leri de v ard ır. Başka b ir hadiste anlatıldığına göre, gökyüzünde horoza benze
yen m elekler varm ış, b u n ların sesleri h orozunkine benzerm iş ve ötm ek suretiyle
sabahı bild irirlerm iş; h o ro zlar da b u m elekleri görerek öterlerm iş; eşekler de
şeytanın sesini işitince am ırlarm ış! G ökleri d o ld u ran m eleklere gök halkı deni
lir. B unlar gökten yere ru h la b erab er, “R ablerinin izniyle K adir gecesi inerler"
(K adir, 4) ve Y üce T an rı m elekleri, “Bir h ik m e t (bilgelik) için in d irir” (H icr, 9).
(Bazı tefsirciler, sem anın yüksek dereceler, tinsel ve ruhsal m ertebeler dem ek
olduğunu söylerler; ru h sözcüğünü de, bazen C ibril, bazen de m eleklerin k o ru
yucusu gibi an lam lard a k ab u l ederler).
M elekler de, b ütiin diğer v a rlık la r gibi kibirlenm eden T a n rı’ya secde ed er
ler, R ablerinden k o rk a rla r ve ken d ilerin e ne em redilirse onu yap arlar (N ahl,
49-50); h atta , “T a n rı’m n yanında olan yakınlaşm ış m elekler, ona tapm akta k i
birlenm ez ve yoru lm a zla r” (E nbiya, 19-20). Z aten onların en esaslı vazifeleri,
gece gündüz T a n rı’ya saygı gösterm ek ve T a n rı’yı övm ektir (E nbiya, 20; Ş ura, 4;
N ahl, 49; S affat, 164-166). M elekler, T a n rı’nın em riyle H z. Â dem ’e de secde
etm işlerdir: “M eleklere, Â d e m için secde edin d e m iş tik ” (T aha, 116; Â raf, 11);
“R a b b im , m eleklere ben insanı topraktan yaradanım dediği v a k it...”; “M elekle
rin hepsi, ona (yani, Â d em ’e) secde e ttile r” (Sad, 71-74); “İnsana secde em ri
verilince, b ü tü n m elekler secde e ttile r” (İsra, 61; K ehf, 49). İncil, in sanların
m eleklere değil, yalnız T a n rı’ya secde etm elerini em reder. K u r’an da, m eleklerin
T a n rı’ya secde ettik lerin i blidirm ek suretiyle, insan ların T a n rı’dan başkasına iba
det etm elerini m enetm iştir. Z ira , İslâm d in in in yayılm a dönem lerinde, m elek
lere ibadet eden m ezhepler v ard ır. K u r’an ise, m elekleri insana secde e ttirir ki,
bu, insanı h e r şeyden üstü n gören ve yücelten b ir hüm anizm i ifade eder.
M elek veya m elekler sözcüğü, K u r’anın 57 ayetinde kullanılm ıştır. B unları
İb n Sina, M elâike adlı k itapçığında sın ıflar ve içlerinde H z. Â dem ’e secde et
m ekle görevlendirilm iş olan m eleklerin de b u lu n d u ğ u n u , b u n lara el Âliyn denil
diğini kaydeder. O n a göre b ir de görevleri, yalnız T a n rı’nm cem al ve celâlini
düşünm eye d alm ak tan ib aret olan M üheyyem un denilen m elekler varm ış ki, b u n
lar da H z.  dem ’e secde etm ezlerm iş. El  lin denilen sem a m elekleri de, bu va
zifeden affedilm işlerd ir. T a n rı’nm , H z. Â d em ’e secde etm elerini em rettiği asıl
arz m elekleriym iş. M am onides de, Y ahudi geleneklerine u y arak m elekleri on
sınıfa ayırm ıştır.
T a n rı, in san lard an olduğu k a d a r da m eleklerden elçiler seçm iştir (H ac, 75).
N itekim H z. İb ra h im ’e gönderilm iş m eleklerle H z. L u t’a gönderilm iş olanlar
bu zü m red en d irler (H u d , 70-71). B unlar, İb rah im peygam bere evvelâ, H z. Is-
h a k ’ı, daha sonra da H z. Y a k u b ’u m üjdelem işlerdir. H z. L u t’a gönderilm iş olan
m elekler, kendilerini, « T a n rı’n ın elçisiyiz» diye tan ıtırlar; ve ona kavm inden
uzaklaşm ası için gereken talim atı v erirler (H u d , 81; A nkebut, 32-33). Aynı me
lekler H z. İb ra h im ’e, "K o rkm a , sana peygam berlik bilim ini bilen bir ço cu k m ü j
deliyo ru z” (H icr, 53; Z ariy at, 30-36) dem işler. H z. Z ekeriya, m ih rap ta nam az
kılarken, kendisine seslenen ve ih tard a b u lu n an m elekler de vardı; b u n la r, M er
yem ’in oğlu İs a ’yı m üjdelem eye T an rı ta rafın d an m em ur edilm işlerdi (Âli İm-
ran , 37, 40 , 43).
G enel o la ra k A zrail, insan ru h ların ı alm a işiyle görevli b ir m elektir. M üs
lüm anlıkta gerçekten A zrail diye b ir m eleğin adı y o ktur ve bü meleğe a it olan
efsaneler, Y ah u d ilik ten in tik al etm iştir. Bazı tefsircilerle din adam ları, b u n u ,
belki de b ilerek veya bilm eyerek din ve ah lâk eğitim ine hizm et eder üm idiyle
kabullenm iş o lsalar gerektir. K u r’and a: "Ü zerin ize m em u r edilen ölüm m eleği
canınızı alır, sonra R a b b in ize d ö n d ü rü lü rsü n ü z” (Secde, 11) denilm ekteyse de,
bu işle görevlendirilm iş o lan m eleğin b ir değil, b irçok olduğu anlaşılm aktadır:
"M elekler, k e n d i n efislerine zulm ed en lerin canlarım aldıkları zam an onlara, ne
yapıyordun u z, d iye sordular” (N isa, 95 ). N ahl suresinin 28 ve 3 2 ’nci ayetle
rinde de can alan m eleklerin b ir tane olm adığı b ildirilm ektedir. M uham m ed
suresinin 2 7 ’nci ve E nfal suresinin 5 1 ’inci ayetlerinde de ölüm m eleklerinin çok
o lduğunu anlıyoruz. C an alan m elekler iki çeşittir: Bir kısm ı, azap m elekleri’d ir
ki, b u n la r, k âfirlerin can ların ı şiddetle ve işkenceyle ç ık arırlar, b ir kısm ı d a,
rahm et m elek leri’d ir ki, b u n la r d a, im an lıların can larını tatlılıkla, zahm et ver
m eden alırlar N aziat, 102). K endilerine S abihat adı verilen b ir üçüncü m elek
züm resi dah a v a rd ır ki, b u n lar, can alırlark en T a n rı’nın em riyle u fu k lard an ge
lerek nefislere b ir dalgıç gibi so k u lu rlar. K endilerine vahiy indirilm ediği halde,
indi diye yalan söyleyen, “ T a n rı’n ın indirdiği k itap gibi ben de k itap indirdim »
diyen zalim ler can çekişirlerken, "M elekler onlara ellerini uzatarak ce~ deri
n izden ruhlarınızı ç ık a r ın ız ...” (E n ’am , 93) diyecekler. Bir başk a ayette de, "B i
rinize ölüm geldiği va kit, onu, gönderdiğim iz m elekler alırlar v e vazifelerinde
ku su r etm e zle r” (E n ’am , 61) d enilm ektedir.
D inlerin en kuvvetli yaptırım ı ö lü m ’d ü r. M istik hayal gücünün, b u doğal
olayı, o ldu ğ u n d an d ah a k o rk u n ç ve esrarlı b ir hale getirdiği ve insanı yetkin
leştirebilm ek için, bu olayı tra jik ren k lerle boyadığı görülür. O ysaki, ölüm
h ak k ın d ak i düşünce ve duygular, değer yargılarını asla aşam azlar. Y ani ölüm ,
kendiliğinden ne b ir felâket, ne de k o rk u n ç b ir olaydır. O n u böyle telakki eden,
insanın yaşam aya verm iş olduğu önem ve yok olm am aya verm iş olduğu değerdir.
Birçok ilkel ve ilkçağ to p lu lu k ları, yine dinsel inan çlarla ölüm ü, b ir m u tluluk
saydıkları g ib i1, b ü yük ü lk ü ler u ğ ru n d a ölüm ün h er çeşidini göze alm ış olan
nail olmaktır. Hz. Musa ölürken. Tanrı tarafından öpülmüş, sonra onunla bir
leşm iştir; patriklerin de Tanrısal bir buseyle öldüklerine inanılır (Henri Sörouya,
La Kabbal, 2. baskı, 1957, s. 101). Hz. M evlâna da. “Ruhlar, sana secde ederek
huzurunda öldükten sonra d irileştik (zinde) diyorlar” demekle aynı gerçeği be
lirtm iş olur. İlkel insanlar, ölümü asla doğal bir olay sanmam ışlar, bunu cinle
rin, ruhların, büyücülerin eseri zannetm işlerdir. Nüfuzlu insanlar, Tanrılaştırıl
dıktan ve onlara ehramlar gibi anıtlar yapıldıktan sonra ölüme verilen anlam
değişmiş, bu olayda birtakım aşkın (m üteal) amaçlar olduğuna inanılm ıştır.
için dinsiz ve T an rısız sayılm ış olan İb n R avendi, daha çok önce, H z. M uham
m ed ’in savaşlarında m eleklerin yardım etm iş olm aları problem iyle, savaşların ni
teliği nesnel b ak ım d an açıklayarak alay etm işti.
Bir kısım m elekler de sem anın etrafın d a b u lu n u rm u ş ve A rş’ı sekiz m elek
taşırm ış (H ak k a, 16-17). B unlar, A rş’ın çevresinde R ablerine h am deder ve onu
yüceltirlerm iş (M üm in, 7). D iğer b ir ayette de, "M elekler, A r ş ’ın etrafım ku şa tır”
(Z üm er, 73) denilm ektedir. Bir hadiste de, "B ir m escitte bir ka n d il b u lu n d u
ran kim se, o m escitte bu kan d ilin ışığı devam ettikçe, m elekler ve A r ş ’t y ü k
lenenler (H am ele-i A rş) o n u n için yarlıgam a d ilerler” denilerek hem bu Arş
m eleklerinden, hem de m escitleri onarm aya yardım edenlerin kazanacakları se
vaptan bah sedilm iştir. A rş’ı taşıyan m elekler, b üyükm üşler; kıyam etten evvel
sayıları d ö rt olduğu halde, kıyam ette sayıları sekize çıkacakm ış. M eleklerin bir
kısm ı da, A rş’ın etrafın ı donatırlarm ış ki, b u n la ra kerrabiyun d enilir (k errab ,
İbranîce ö küz d em ek tir); b u n ların sayıları da çokm uş. Batı edebiyatında b u n
lardan, tü rlü şekillerde bahsed ilir. Bu in an çların H z. M uham m ed’den çok önce
m evcut old u ğ u n u , b u bahsin A b en d in d e görm üştük.
İn san ların h arek et ve niyetlerini kaydeden ve ad ların a H afaza denilen bir
m elek züm resi d ah a v ard ır. B unların sağda b u lu n an ları iyilikleri (hasenat), sol
da b u lu n an ları k ö tü lü k leri (seyyiat) yazarlarm ış. B unların b ir kısm ı, “Sağda, di
ğeri solda oturm uş; h er n e söylerlerse yanlarında bir gözcü vardır” (K af, 18-19).
Kalem suresinin birinci ayeti de, m eleklerin y azdıkları şeylere yem inle başlar.
Bazı m elekler de cum a günü m escitlerin k ap ıla rın d a d u ra ra k ilk gelenden iti
baren sırayla a rt a rd ın a gelenleri yazarlarm ış. “Ü zerinize hafazlar var, sayan
kâtipler var, ne yaparsanız bilirler” (İn fita r, 10-12). Bir hadiste de şöyle de
niliyor: " İm a n ed en e y ü z a ltm ış m e le k görevlendirilm iştir. O nlar, bal kâsesin
den sin ek kovalar gibi, im an ed enden şeytanları kovalarlar, in sa n göz açıp yıı-
nıım caya kadar k e n d in e bırakılsa, şeytanlar o nu kapıverirler”. T a n n ’ya yakın
olan m elekler de, iyilerin am el defterlerin e tan ık o lacak lard ır (M utaffifin, 18-21).
Z aten Y üce T a n rı, “Kulları üzerin e kahredicidir; ü zerinize gözcüler gönderir”
(E n ’am , 61) ve T a n rı’nm m elekleri, k âfirlerin hilelerini yazarlar (Y unus, 22).
T a n rı’nın h er insana m em ur ettiği m elekler, insanı, " Ö n ü n d en ve ardından izler
ve T a n rı’n m izn iyle onu ko ru rla r” (R a ’d, 12). E bu H ü rey re’nin nakletm iş ol
duğu b ir had is, b u bildiriyi şöyle teyit eder: “B irtakım m elekler geceleyin, birta
kım ları da g ü n d ü z, birbiri ardından size gelirler ve içinizde kalırlar. Bunlar, sa
bahla ik in d i nam azlarında b u lu ştu kta n sonra, evvelce içinizde ka lm ış olanlar
sem aya yükselirler; R ableri hallerini p e k iyi bildiği halde, o m eleklere, kullarım ı
ne halde b ıraktınız, diye sorar; onlar da, onları nam az kılarken b ıraktık, bul
duğ u m u zd a da nam az kılm aktaydılar, derler”. Bu gece ve gündüz m elekleri, Ebu
H ü reyre’ye göre, fecir nam azında b u lu şu rlarm ış; b u n lar, sırayla sabah ve ikindi
n am azlarında arza inip sonra sem aya yükselirlerm iş; yani, m elekler de insan
larla nam az k ıla r ve T a n n ’ya insan lar h a k k ın d a tan ıklık ederlerm iş: “ ... Fecir
nam azı kıl, fecir nam azı m elekler tarafından gözlen ir” (İsra, 78). Bu ayet ve h a
dislerden, sanki T a n rı, nam az k ıla n la r h a k k ın d a m eleklerin tanıklığına m uhtaç
mış d a, kendisi ibadet eden lerin fark ın d a değilm iş gibi b ir anlam saklı gibidir;
anlaşılıyor ki, Y üce T a n rı, b ir yargıç gibi, tan ık ları olm aksızın, kulları hak k ın d a
hüküm verm eyi kutsal adalete uygun b u lm am ak tadır. M eleklerin sem aya yük
selişi, bazı tefsircilere göre, yüce derecelere çıkm ak dem ektir; fak at, başka bir
ayette, m elekler, T a n rı’ya, " M iktarı elli bin yıl tutan bir günde uruc ederler”
(M aaric, 4) d enilm ektedir.
M eleklerin d ah a b irço k vazifeleri v a rd ır; b u n la rd an biri de v ah iy ’dir. T an rı,
“...K u lla rın d a n dilediğine m elekleri ruh (vahiy) ile indirir; onlara, benden baş
k a Tanrı y o ktu r, benden k o rk u n u z diye, h a lkı sakındırm a enirini verir” (N ahl,
2). G enel o larak vahiy vazifesi C ib ril’in d ir. C ibril h ak k ın d a M üslüm anlıktan
önce de bazı efsaneler v ard ı. Peygam bere çoğu zam an b ir insan şeklinde gö
ründüğü söylenen b u m elekten, K u r’an d a da b ahsedilir. H z. M u ham m ed’e gö
rü nen C ib ril’den sonra, b ir süre vahyin arkası kesilince, Peygam ber yeise- tu
tulm uş ve k endisini b ir dağ tepesinden a ta ra k in tih a r etm ek istem işse de, b u nun
önüne İsrafil geçm iştir. Bu m eleğin kaynağı da Beni İsra il’dir. M istik hayal gü
cü bu m eleği iri, ayakları yedi k a t yerin altın d a, başı A rş’ın sütu n ların a dayalı,
b ir çeşit eski Y unan kary atitleri gibi tasav v u r eder. F akat, onun D oğu’yu ve
B atı’yı kaplayan iki k a n ad ın d an b aşk a, v ü cu d u n u T a n rı’nın öfkesinden k o ru
yan diğer ik k anadıyla b ed eninde b irço k ağızlar ve kıllar vard ır. B unun vazi
fesi, Levh-i M ah fu z’d ak i (Saklanm ış Levha) em irleri okuyarak uygulam ası için,
bu işle görevli o lan T an rı yakını b ir m eleğe b ild irm ek tir. Sözde, C ib ril’den
üç yıl önce H z. M uh am m ed ’e bu m elek ark ad aşlık etm iştir. O n u n diğer bir
vazifesi de, ölüleri d iriltm ek için kıyam ette su r denilen boruyu üflem ektir. Z a
ten genel o larak m elekler, T a n rı’n ın öğretm ek istediği bilgileri peygam berlere
n ak lederler (Ş ura, 193-195). M ikâil denilen asık suratlı b ir m elek d ah a v a rd ır
ki, H z. M uham m ed, C ib ril’le b u n u , ken d isin in iki veziri sayar. O , aynı za
m anda kutsal ru h tu r (N ahl, 102). H ıristiy an lık ta ise, H z. İsa ’da şahıslanm ış
olan T an rı gücüdür.
M eleklerden b ir k ısm ının da ah rettek i vazifesi, m üşrikleri b ir araya geti
rerek onları cehennem e g ö tü rm ek tir (Y asin, 22-24). İsrafil, su runu ü fü rü p halk
m ezarından k alk tık tan sonra, " . . . R ablerin e doğru koşacaklar, b izi k im uyan
dırdı, diyecekler; m elekler de, işte bu, T a n rı’nın vaat ettiği ve peygam berin bil
dirdiği kıya m ettir d iyecekler” (Y usuf, 51-52). M ahşerde T a n rı, dirilen in sanlar
için, m eleklere, " S ize ibadet edenler bunlar m ıd ır? ” diye soracak, m elekler de
T a n rı’ya gereken saygı ve k u tlam a sözlerini söyledikten sonra, "O nlarla işim iz
yok, onlar cinlere tapıyorlardı” (Sebe, 40-41) diyeceklerm iş. B unun üzerine T an
rı, sürücü ve tan ık m eleklere, k âfirleri cehennem e gönderm elerini em redecek-
tir (K af, 21-23). C ehennem in işlerine de o n d o k u z m elek b ak m ak ta d ır. B unlar,
S akar da denilen cehennem in b ek çilerid ir (M üddessir, 28-31). F akat aynı za
m anda m elekler, T a n rı’ya in an ıp doğru yoldan ayrılm ayanlara da cenneti m üj
deler ve cennet nim etlerini a n la tırla r (Secde, 30-32).
A yrıca, T a n rı’nın em irlerini uygulayıp yönetm e işiyle görevli olan m elekler
de v ard ır; b u n la ra , M üdebbirat-i em ir denilir. C ibril, İsrafil ve M ikâil em ir
m elekleridir. G örü lü y o r ki, m elekler ve o n lara verilen vazifeler, âdeta bu d ü n
yadaki layik k u ra m la rın , ö teki dünyaya nakledilm iş m istik b ir tak lid in d en ib a
rettirler ve tü rlü k avim lerin m itolojisinde bu çeşit m asallar eksik değildir. D ü n
yadaki cezaevlerinde çalışan g ard iy an lar gibi, cehennem de de ateş işleriyle uğ
raşan sert ve k atı yürekli m elekler v a rd ır (T ah rim , 6). Z ebani denilen cehennem
gardiyanları da m elektirler ve b u n la r işkence yapm aya, yani cezalan uygulam aya
m em urdurlar. N aziat su resinin 1-5’inci ayetleri, k âfirlerin canlarını şiddetle, im an
edenlerinkin i tatlılık la alan , hav ad a yüzen ve ken d ilerine em redilm iş olan işleri
ve evreni yöneten tü rlü m eleklere an t içm ekle b aşlar. M elekler, yıldırım ın hey
betinden T a n rı’ya h am d ed er ve O ’n u k u tla rla r ve T an rı, yıldırım ları, kendisiyle
savaşanlard an dilediklerine isabet e ttirir (R aid, 14).
M elekler, T a n rı'm n ulu lu ğ u karşısın d a k o rk u içindedirler ve T a n rı, yalnız
kendilerini T an rı yerine koyacak o lan ları d e ğ il,, bu id diada bulu n acak m elek
leri de cehennem le cezalan d ırır (E nbiya, 27-29). T a n rı ve m elekleri, Peygam
bere salavat g etirirler, b u ned en d en im an edenleriçı de H z. M uham m ed’e salât
ve selâm getirm eleri em redilm iştir (A hzap, 56). D em ek ki, Peygam ber, T a n rı’
nin yalnız sevgisini değil, âdeta ayrı b ir saygısını da kazanm ıştır ve H z. Mu
ham m ed, b u m ertebeye M ekke’de değil, M edine’de b ir devlet başkanı haline
geldiği zam an nail olm uştur.
M elekler de T a n rı’yı in k â r edenlere lân et ed erler (B akara, 162). Y alnız
Peygam bere değil, C ibril ve M ik âil’e de düşm an olanlar, T a n rı’m n düşm anlı
ğına u ğ ra rla r (B akara, 98). N ahl suresinde de işaret edildiği gibi, K u r’anla be
rab er m eleğin de inm esini isteyen m üşrik lere k arşı, "B ir m elek indirseydik her
iş biterdi ve ken d ilerin e göz a ç tırm a zd ık ” karşılığı verilerek, b u n u n hem tehli
keli, hem de T an rısal iradeye aykırı olduğu bildirilm iştir.
M elekler, evrende o lu p biteni yazm a işiyle de görevlidirler; k âfirlerin hi
lelerini de y azarlar: " . . . E lçilerim iz, h ilelerinizi yazm aktadırlar” (Y unus, 22).
O n lar, insanlığın koruyucusu olup b ü tü n insel (beşerî) eylem leri kaydederler.
Ebu H ü re y re ’nin anlattığı b ir hadise göre, " İm a m h utb eye çıkıncaya kadar, m e
lekler h u tb e y i d in lem ek için hazır b u lu n u rla r”. M üslim de bu hadisi şöyle n ak
leder: "C u m a günü olunca m escit kapılarının her birinde m elekler, girenleri sı-
ralarıyle yazarlar. İm a m oturunca erdem derecelerini saptam aya yarayan sayfa
larını dürer, h u tb e y i din lem eye ko yu lu rla r”. M eleklerin b ir kısm ı da şefaate
hizm et ederler. T a n rı, " G ö k te k i m eleklerden dilediğinin şefaatini ka b u l ed er”
(N ecm , 2 6 ); "T a n rı, onların ne ya ptıklarını, n e yapacaklarım bilir. O nlar, an
cak T a n rı’nin kend ilerin d en razı olduğu kim seler için şefaat edebilirler” (E nbi
ya, 27). F ak at başka b ir ayette b elirtildiğine göre, “G öklerde, T a n rı’nın dileyip
razı olduğuna izin verm eden önce, şefaatleri bir şeye yaram ayan” daha birçok
m elekler v a rd ır. T a n rı’n ın k en d ilerin d en razı olduğu kim seler için ayrıca me
leklerin şefaatine ned en ihtiyaç görüldüğü kolayca açıklanacak b ir sır olm asa
gerektir. C am ilerim izde y apılm akta o lan v aızlard an pek çoğunun b u günkü sevi
yesine d ik k at edilirse, m eleklerin b u n la rı dinlem ek için tapm ağa gelm eyenleri
jurnal edeceklerine in an m ak çok gülünç olur.
M elekler, H z. M uh am m ed ’in peygam berliğine de tan ık lık ederler (N isa,
165). O n lar, im an ed enlerin k a ra n lık ta n aydınlığa çıkm aları için de T a n n ’dan
yarlıgam a d ilerler (A hzab, 43). Bu, âdeta m eleklerin ayrıca b ir iltim as vazife
leri olduğunu gösterir. K anatlı b ire r elçi olan m elekler (F atır, 1), sıra sıra
dizilerek, ald ık ları em irleri yerine getirm eye h azır olurlar. E bu H ü re y re’nin an
lattığı b ir hadise göre, T a n rı’n m , "Y o lla rd a gezen ve zik ir eh lini arayan m e
lekleri vardır". Y ine b u zatın bild ird iğ i başka b ir hadiste de, H z. M uham m ed,
“M ed in e ’nin kapılarında m elekler vardır, oraya taun ve deccal g irem ez”
dem iştir. F akat o tarih ten bugüne k a d a r M edine’nin başına birçok felâketler
ve h astalık ların geldiği bilinm ekte o lduğuna göre, H z. M uham m ed’in bahsetm iş
olduğu deccal ve tau n , M üslüm anlığı sarabilecek herhangi b ir tinsel felâket olsa
gerektir; aksi h ald e, b u hadis ya u y d u rm ad ır, ya da isabetsizdir, denilebilir.
K u r’an d an , T a n rı’nın m eleklerle k o n u ştu ğ u n u , yeryüzünde kendileri yerine
hükm edecek b ir halife yaratacağım (yani, insanı) anlattığını, o n ların d a, “B iz
seni ku tlu yo ru z, sana h am dediyoruz, bozucu ve kan dökü cü bir yaratığı m ı m ey
dana getireceksin ? ” diyerek, sanki k endilerine b ir rak ip istem ediklerini ve in
sanı beğenm ediklerini, fa k a t T a n rı’n ın , “Ben, sizin bilm ediğinizi b ilirim ” (Ba
k ara , 30) cevabiyle istediğinde ısrar ettiğini öğreniyoruz.
M eleklerin b ir vazifesi de, gök d u v arların ı cinlerden ve şeytanlardan k o ru
m aktır. M üslim ve Beyzavî’nin H z. A yşe’den nakletm iş o ldukları b ir hadise gö
re, m elekler n u rd an , cin ler ise b ir ateş p arçasın d an , Â dem de, döl sıvısından
yaratılm ıştır. D aim a T a n rı em riyle iş gören m eleklerin b u lu n m ad ık ları hiç b ir
yer yoktur. Boş b ir odaya girildiği zam an bile selâm verm eyi salık veren İslâm
geleneği, b u ilkeye dayanır. E bu D a v u d ’un b ildirdiği b ir hadise göre, “Bir M üs
lüm an, diğerini Tanrı için ziyaret ettiği zam an yetm iş bin m elek, onu uğurlar,
İlâhi, bu k u lu n onun gönlünü yapıyor, sen d e bun un gönlünü y a p !” derler. Ev
velce de bahsettiğim iz gibi, bu 70.000 rak am ı, M üslüm anların m istik hayal güç
lerinde büy ü k b ir önem taşır. 70.000 âlem inancı da bu kutsal sayıyla ilgilidir.
Saad b in M uaz, H en d ek savaşında y aralan arak şehit olduğu zam an, Peygam ber
onun yan ın d a değilm iş. C ibril, H z. M uham m ed’e gelerek, «Bu salih k u lun kim
d ir ki, ru h u n u n yükselm esi için sem anın k ap ıları açıldı ve ayak basm asından
ö tü rü R ah m an ’m A rş’ı sarsıldı?» dem iş. B unun üzerine Peygam ber, hem en
S aa d ’m yanm a gitm işse de, o n u n ölm üş o ld u ğ u n u görm üş. S a ad ’m cenazesinde,
o vak te k a d a r yeryüzüne hiç inm em iş olan 70.000 m elek h az ır bulunm uş. En
yüksek bilgileri H z. M uh am m ed ’e vahyetm eye m em ur edilm iş olan b ir m eleğin,
bu büyük olayın k ah ram an ın ı tanım am ış olm ası ve onun kim olduğunu Peygam
berden sorm ası da anlatıyor k i, C ibril de, T a n rı’nın kendisine öğrettiği veya
em rettiği şeylerden başk a b ir şey b ilm em ektedir. Esasen bu çeşit m istik söylen
tileri, b ir k ah ram an ı k u tlam ak için, o dönem in anlayışına uygun iltifa tlar ve
icatlar saym ak d ah a do ğ ru d u r. Y edinci sem ada bu lu n d u ğ u söylenilen Beyt-i
M am u r’u da ziyaret eden m eleklerin sayısı 70.000 imiş.
K u r’an d a, vahiy m eleği, kutsal ru h , g ü venilir ru h ve ru h u m u z gibi adlar
verilm iş olan C ib ril’i, Peygam berim iz açıkça görm üştür. Şu ayetler, görülenin
T an rı m ı, C ibril m i olduğu ü zerinde tefsircilerin uzlaşam adıkları b ir anlam
taşır: “O na dehşetli k u v v e ti olan öğretti; o, u fk u n en yükseğindedir; sonra
yaklaştı, sonra belirdi; öyle ki, araları ik i yay kadar veya daha ya kın oldu; o,
k u lu n a vahyettiğini va h y e tti” (N ecm , 5-10).
Beyzavî’ye göre, iblis de b ir m elektir. Ö yle olm asaydı, m eleklerle birlikte
bulunm az ve T a n rı, m eleklerle b irlik te o n u n da Hz. Â dem ’e secde etm esini em-
retm ezdi. Ö zet o larak d en eb ilir ki, m elekler, T a n rı’nın h abercileridir; em irle
rini yerine getirm e işiyle görevli kutsal v arlık lard ır. B unlar, âdeta bilinç ve vic
dan ın , aklın ve iz ’an ın m istik hayal gücünde som utlaştırılm ış sim geleridir. G a
liba, b u n u fa rk etm iş o ld u ğ u n d an d ır ki, in an çların d an ö tü rü şehit edilm iş olan
Ş ahabeddin-i S ü hreverdi (ölm . 1191), m elekleri E fla tu n ’un id ea’larına benzet
m iş ve id e a ’lar saym ıştır. İşrakıye (illum inism e) m ensupları d a, az çok farkla
böyle d ü şü n ü rler. Çağdaş tefsirci ve T an rıb ilim ciler, m elekleri, olay ve v arlık
ların tinsel ned en leri saym akta, o n ları b ü sb ü tü n in k â r etm eye cesaret edem e
m ekle b irlik te , zihinleri, b u in k âra hazırlam aya çalışır gibi görünm ektedirler.
M eleklere in an m ak , İslâm im anının ana k o şu llarından olduğu için, b u in
k ârın açıkça itira f edilm em iş olm asına şaşm am alıdır. H z. M uham m ed’in b u n
lardan fazlasıyla söz etm esini de doğal saym alıdır; zira, arala rın d a yaşam akta
olduğu insan lard a, m elekleri ilgileyen inanç ve öyk üler b ir gelenek o larak yay
gındı. M eleklerin yardım ı ve aracılığı olm adan, o dönem ve çevredeki insanları
peygam berliğe in an d ırm ak da olanaksızdı. H iç b ir din ve ülkü, eski alışkanlık
ları bir çırp ıd a yok etm e m ucizesini gösterem ez; yeni b ir inancın kolayca yayıl
m ası için de, eski in an çlard an bazı öğeleri k o ru m ak zo ru n lu d u r. H z. M uham
m e d ’in m istik zekâsı, pozitif dehasının en verim li yardım cısı olduğu için d ir ki,
o, öteki dinlerden A rap âlem ine sızm ış olan m itolojik in an çlardan da faydalan
m aktan çekinm em iştir.
CİNLER
A
"E y cin ile insan, sizin le uğraşacağız”.
(R ahm an, 31)
İn san lar, daim a görm eye alışm ış o ld u k ları olaylar k arşısında hiç b ir korku
ve hayrete kapılm azlar; an cak p ek seyrek o larak beliren olaylarla az görülen,
b u n ed enden de doğallık sıfatını yitirm iş gibi olan olay ve varlık lara doğaüstü
sıfatını verir, b u n la r k arşısın d a m istik hayal güçlerinin yeteneği ve kendile
rin in ilkellik ve bilgisizlik dereceleriyle o ran tılı o larak kü çü lü r, şaşırır, on lard an
korunm anın ya d a fay dalanm anın çarelerin i a ra rla r. B unun içindir ki, h e r yenilik
ve h e r alışılm adık d u ru m insanları şaşırtır, k o rk u tu r, onun kendi v arlık ları için
b ir tehlike olduğu hissine k a p ılırla r. İlkel to p lu lu k lar, çevrelerindeki tehlikeli
yerleri k o rk u n ç sayar, b u d u ygularını, o ralara g österdikleri saygı ve tapınm a
larla hafifletm eye özenirler. V olkan, şelâle, u çu ru m , dağ tepeleri b u tü rd en d ir;
b u n la r tan rıla ştırılır, b u n lara k u rb a n la r kesilir, yalvarıp yak arırlar. F ilipin ad a
larına tren geldiği zam an, b u ad aların o gün k ü in sanları, bu büyük ve h areket
eden m akineyi görünce, T a n rı sanm ışlar, yerlere k a p an a rak k o rk u içinde tap ın
m aya koyulm uşlardır. B eyazlara ilk rastlayan kızılderililerin d u ru m u da böyle
olm uştur.
İlkel insanlar, doğanın iyilik veya k ö tü lü k yapabilecek olan varlık ve olay
ların d a esrarlı b ir gücün gizli o lduğunu zannetm işlerdir. H er zam an em saline
rastlanm ayan k arışık şekilli b ir ağaç, b ir kaya, pek b ü yük b ir şey, tapınm a ko
nusu o lur. N itekim , Ç in ’de, sarp ve u lu dağ ların yersel ve koruyucu b ir ru h u
olduğuna in an ırlar. M ısır’da N il n eh rin e k arşı gösterilm iş olan saygı, yalnız
o n u n sağladığı fayda için değil, taştığı zam an yaptığı büyük za ra rlar içindir
de. G enel o larak b ü tü n m itolojilerde doğaüstü kuvvetler, b u lu tlar, dağ tepeleri,
yıldızlar gibi yüksek ve ulaşılm ası güç olan yerlerde saltanat sü rer ve oralard a
insanların kaderiyle uğraşırlar.- A vustralya’da göğüs ve bağırsak hastalıklarıyla
deliliğin, rüzgâra benzeyen b ir k ö tü ru h ta rafın d an m eydana getirildiğine ina
nılır. F aslılar d a, kolera, sara, felç ve rom atizm a gibi h astalık ların , bazı kötü
ru h lar tarafın d an atılm ış olan o k ların hastaya saplanm asından m eydana geldiği
ni kabul ederler. F ırtına ve kasırganın bile, düşm an ülkelerinden gelmiş havasal
ru h ların eseri olduğunu zanneden to p lu m lar v ard ır. W esterm arck, A raplarda
yetkin bir hale gelm iş olan cin telakkisinin, doğanın alışılm ış olaylar kadrosuna
girm eyen olağanü stü lü k le, beklenm ediğin doğurduğu b ir k o rk u eseri sayar; ve
bu ko rk u n u n sonucu olan saçm a in an çların , k en d i hayallerinden b aşka b ir şey
olm adığını ispata çalışır. N itekim , şeytan d a, eski p u ta taparlığm saçm a inanç
la rın d an H ıristiyanlığa geçm iş b ir m istik k alın tıd ır. Baykuş gibi bazı hayvan
ların ve gece yarısı öten horozların u ğurlu veya uğursuzluğu ile, köpek ulum a
larına verilen saçm a an lam lar da, b u y aratık ların sesleri ve şekilleriyle alışıl
m adık dav ran ışların ın doğaüstü veya doğadışı sayılm alarına neden olm uştur.
İn san lar, d elileri, biçim siz yapılı in san ları, ab raşları, anorm al görünen ya
ratık ları bile doğaüstü saym ışlardır. A ltı, yedi p arm aklı doğm uş olan çocukları
T an rılık la ilgili sayan to p lu m lar v a rd ır. E rdem k a d a r da rezillikte ve cesarette
olağanüstü b ir özelik gösteren de, bazı to p lu m lard a tan rılaştırılm ışlardır. H al
kın, H z. İsa yerine çarm ıha gerilm ekten k u rtarm ış olduğu haydutla, m itolojide
y a n T an rı sayılm ış olan k ah ram an lar b u zü m red en dirler. İlkel in sanların zihin
lerinde egem en olan anim izm le antropom orfizm , faydalı, faydasız, zararlı veya
zararsız olan h e r şeyde, kendi ru h ların d ak in e benzeyen birtak ım tu tk u ların , arzu
ların, yönelişlerin, özlem lerin v a r olduğunu tasav v u r etm eye neden olm uştur. Bü
tün hayvanların b ir b ü yük k ardeşi, b u kişileştirilm iş olan tü rü n cinidir. Bir tü rü n
cini, ilkel insanın hayal gücüne göre d ah a canlı, daha anlam lı b ir simge olur.
C inlerin başk a tü rleri de v ard ır. B unlardan b ir kısm ı koruyucu cinlerdir;
ava veya savaşa gidilirken, b u n lara kendileriyle gelm eleri için yalvarılır. Bağıcı
ve k âhinlere, gelecekten h a b e r veren cinler de v ard ır; o n ların ad larını vara
yoğa ağza alm ak da tehlik elid ir. Bizde, «İyi saatte olsunlar!»; «Şeytan kulağına
k u rşu n !» gibi deyim ler, b u n la rın h e r yerde in san larla ilgili ve çıkıp gelivere
cekler ve iyilikten çok k ö tü lü k yapacaklarm ış gibi telakki edilm elerinin b ir so
nu cu d u r. Bu ilkel dönem deki insan zihni, isim le cism i b irb irin d en ayırt edem ez.
G erek cinler, gerek o n ların başka b ir çeşidi olan şeytanlar çarp ıcıd ırlar. C inlerin
özellikle k a ra n lık ta , k ap ı eşiklerinde, kutsal yerlerin y ak ınlarında, ıssız yollarda
dolaştıkları k ab u l edilir. İlkçağ ve ortaçağ H ıristiyanlığında cinlere fazlasıyla
inanılm ış, dine aykırı düşünenlerle, ned en ve niteliği bilinm eyen h astalık lar,
insan cesedine girm iş olan habis b ir cinin eseri sayılarak birçok hastalarla
d ü şü n ü rler y ak ılm ıştır. Bu İkinciler de cinlerle u ğ raşan büyücüler gibi telakki
edilm iştir. Bu dönem lerde y ak tık ların ın gerçekte insan değil, insana m usallat ol
duğu, insan ru h u n a girdiği veya k arıştığı zannedilen cinlerdir, habis ru h la rd ır.
H in d ista n ’da b ir cin ler bilim i (dem onologie) ve b u bilim in ilkeleri ku ru lm u ştu r.
C inler de şeytan gibi, hem insanın, h a tta hem de T a n rı’nın d ü şm an ıd ırlar; b u n
lar, yılan, k u rt, ö rüm cek, sinek, k arın ca, keçi, k edi, baykuş ve bazı uçan bö
cekler şeklinde k en d ilerin i in san lara gösterebilirler; diledikleri kılığa girer, di
ledikleri zam an gözden k ay b o lu rlar. C inlerin hayvan ru h la rın a da girdiklerine
in an ılır. 1601’de, L izbon’da azgın b ir deveyi, b u inanç yüzünden kilise kararıyla
yakm ışlardı. Bu saçm a in an çlar, M üslü m an lık tan önce, K abalizm ,' G nostisizm
ve Sabiîlerde de v ard ı ve cin ler b u ta rik a tla rd a çok önem li b ir yer tu tarla rd ı.
Bu inanç, A rap larla ilişkisi olan b ü tü n diğer kavim lerin in ançlarında da vardı.
Ö rneğin, K aidelilerin din i, b u k o n u d a p ek k o rk u n çtu r. O n lar, cinlerle sürekli
o larak savaşırlar, h er tarafı sürekli olarak cinlerin kuşatm ış olduğuna in an ır
lardı. H ıristiy an lık da b u k o n u d a old u k ça zengin ve sarsılm az b ir inanca sahip
ti. Şu ö rn ek ler, b u n u açıkça gösterir: M eta In c il’inde H z. İsa ’nın m ucizeleri
dolayısıyla şöyle denilm ektedir: “ O nlar çıka rken ya n m a dilsiz ve deli bir adanı
getirdiler; ve cin, çıkarılınca o d ilsiz söyledi ve h a lk şaştı kaldı ve İsrail’d e hiç
bir v a k it böyle bir şey görülm em iştir dediler. Fakat Feresîler, İsa için cinlerin
başkanı vasıtasınla cinleri çıkarır d ed iler’’ (IX , 32-34). H z. İsa, "K ör ve dilsiz
bir deliye şifa verince Feresîler, b u k im se y i İsa, cinlerin başkanı B alezbul vası
tasıyla çıkarıyor, d ed iler” (X II, 22-24). H z. İs a ’ya saralı ve kim senin sağıtam a-
dığı (tedavi) b irin i getiriyorlar: "İsa , cine darılınca, cin o adam dan uzaklaşıyor
ve hasta iyileşiyor" (X V II, 7); "Z ira, Y ah ya geldi, ne yer, n e içer ve onda bir
cin var d ed iler” (X I, 18).
L uka İn c il’inde de şu ayetlere rastlıyoruz: "H a zreti Isa, hum m aya tutula
n ın hum m asın ı azarlar ve hasta şifa b u lu r” (IV , 38); "H em en ol saat, nice k im
seleri hastalıklarıyla dertlerinden ve şerli ruhlardan kurtarıp ço k körlere gör
m e k ihsan e tti” (V II, 2 2 ); " İsa sahile çıkınca, çoktan beri içinde cinler bu lu n
duğu için elbise giym eyerek ev d e değil, kabirlerde oturan bir adam , ona rast
ladı. İsa, b u ada m d a ki p â k olm ayan ruha, o adam dan çıkm ası için em ir verdi.
Ç ün kü, bu ruh, o adam ı çoktan beri za p tetm iş olduğu için zincir ve bukağılara
vurulm uşsa da, cin bunları kırarak çöllere sürükledi. İsa, ona, senin adın nedir
d iye sorunca, adam " A la y ” dedi; çü n k ü içine b irço k cin girm işti. İsa, onların
bir d o m u z sürü sü n e girm elerine izin verince, cinler o adam dan çıkarak d o m u z
lara girdiler, bunlar da bir uçurum dan ken d ilerin i göle atıp boğuldular ve adam
şifa b u ld u ” (V III, 26-36).
‘R esullerin A m elleri’nde de S ain t P a u l’ü n b ir falcı kad ın a girm iş olan ru h u ,
Hz. İsa adına çıkarm ış o ld u ğ u n d an söz ed ilir (X IX , 13; X V I, 16). B ütün bu
ö rn ek ler, cin in an cın ın eski M ısır bağıcılarıyla H z. M usa’n ın m ucizeleri yoluyla
Beni İsra il’de devam ettiği ve Babil köleliği dolayısıyla bu inançların D oğu
cinciliğiyle de beslendiği an laşılm ak tad ır. G enel o larak yüzyıllardan beri bağı
cıların görevi, bazı h astalık ların etkeni sayılan cinleri, girdikleri bedenden çı
karm ak tır. İslâm ü fürükçüleriyle b üyücüleri, bazı d u alar okum ak, bazı m istik
sayılan kelim e ve cüm leleri tek rarlam ak , m u sk alar yazm ak suretiyle insanları
cinlerin şerlerin d en korum aya çalışırlar. K aynağı p ek de organik b ir afet olm a
yan ru h sa l k ö rlü k , ru h sal sağırlık ve k ö tü rü m lü k gibi hastalık ları, eskiler, b ir
habis cinin çarpm ası veya bedene girm esinden m eydana gelmiş sayarak, bu
m istik yöntem lerle sağıtm aya çalışm ışlard ır ki, b u çeşit in an çlar ve işlem ler,
bugünkü p sik o terap id e, Pierre Ja n e t’nin deyim iyle, m ucizevî sağ ıtm alar’ın konu
su olm uştu r. Bu sağıtm a tarzı, d ah a çok telkin, h ipnotizm a, sey a h atle r... vb.
gibi pozitif y öntem lerdir.
B
Büyücülerle k âh in lerin ilişki k u rd u k la rı başlıca esrarlı v arlık lar, cinlerdir.
Beni İsra il’in, Babil tu tsaklığındayken, H in d ista n ’d an batıya doğru yayılarak
A su rlularda yoğunlaşm ış olan cinciliği, M ısır’d an getirm iş o ld ukları büyücü
lükle berab er benim sem iş o ld u k ları anlaşılm ak tad ır. İnciller, büyüyü yasakla
mış ve büyücülerin öldürü lm esin i em retm iş o ld u k ları halde, T e v ra t’ta, "Saul,
cinci ve bakıcıları yurttan k o v m u ş tu ” d en ilirk en , “S a u l’un k e n d i kaderini, cin-
cilik eden bir kadından öğrendiğini” de kaydediyor (İlk H ü k ü m d arlar, X X V III,
3). H enri S drouya’nın K abalcılığa- d a ir incelem esinde de, İb ran îlerin Sam uel
ad ın d a b ir cin ler şefine in an d ık ları, b u şefin R ochoth ve Scheldim ord u ların a
kom uta ettiği an latılır; ve b u cin taifelerin in M azdeizm deki H ü rm ü z ’le E h rim en ’
den başka b ir şey olm ad ık ları b ild irilir. Jüdaizm de, k ö tü lü k yapan ru h lar, in
sanları k u şatırlar, o n lar, in san ların bed en ve ru h la rın a d ü şm an d ırlar. İçtiğim iz
su lard a ve b ü tü n su k ay n ak ların ın yüzeyinde (bu g ü nkü bilgilerim ize göre, m ik
ro p lar gibi) kendileri görünm eden do laşırlar. B unların sayıları da ço k tu r. H er
insanın sağında b in , solunda b in olm ak üzere iki b in cin b u lu n u r. Bu inanç,
M ezm urlar’ın X . bölü m ü n d ek i bildiriyi h a tırla tır. Bu k ö tü lü k m elekleri, Pere
lerin D eva’ların ı a n d ırırla r k i, tü rlü h astalık ların , ölüm lerin, k irlilik lerin neden
leri de b u n la rd ır. D ev a’lar da cin ler gibi çiftleşir ve ebedî o larak çoğalırlar (H en
ri Serouya, ‘La K ab b ale’, 2. bask ı, P aris, 1957).
M üslüm anlıkta da p ek önem li b ir yer tu tan ve K u r’anda da tü rlü vesile
lerle bahsedilen cin lerin , b ü tü n özellikleriyle T a lm u d ’da açıklandığı da görül
m ektedir. C inler, Sam î kavim ler arasın d a o k a d a r yaygındır ki, T alm ud, b u n u
kendi yasaları arasın a koym uştur. Bu ru h la r, insan ru h u n a girm edikçe, hiç
kim se günah İşleyemeyeceği gibi, b ir fenalık d a yapam az. B unların kaynağı
b azılarına göre, ilk S ab b at g ü n ü n ü n (Y ahova’nın yaratm ayı b ırak ıp dinlendiği
cum artesi günü) arifesin d e yaratılm ış olan n esnedir. B unlar, M azzıkıyn adı ve
rilen, k ö tü lü k yapıcı ru h la rd ır ki (habis ru h lar) Y ahova tarafın d an yaratılm ış
lardır. Sözde T a n rı, b u cinlerin ru h la rın ı yaratm ış, fak at o n ların bedenlerini
yaratm ak üzereyken, S a b b a t’ı görm üş ve beden lerin i yaratm ak tan vazgeçm iştir.
B unlar, cesetlenm em iş (ddsincarne) ru h la r o larak k ab u l edilirler. T alm udcu-
ların b azıların a göre de, T an rı günah işlem iş olan insanların canlarını b ir ceza
olarak b u n ların ru h u n a nak letm iştir: " Babil ku lesin i yapm ayı tasarlayan insan
lar, üç kategoriyi te şk il ederler: Birinciler, “G öğe kadar çıkalım , orada yerle
şe lim !" derler. İkin ciler, " O raya gidelim ve orada putlara ta palım !” derler.
Ü çüncüler de, " O raya T anrı ile savaşm ak için ç ık a lım !” derler. Tanrı, bunlar
dan birincileri dağıtm ış, ü çüncüleri m a ym u n cin, gece şeytanları ve ruhları biçi
m in e so km u ştu r; İkincilerin de, ko n u ştu kla rı dilleri karıştırm ış ve b o zm u ştu r”.
Başka b ir k u ram a göre de, Â d em ’le H avva, cennetten kovulunca, b u n la r
b irb irin d en 130 yıl ayrı kalm ış ve b u ayrılık dönem inde, erkek ru h la r H av v a’
ya karşı cinsel tu tk u la ra kap ılm ışlar ve onu n la ilişki k u rm u şlard ır. F akat dişi
ru h la r da  d em ’e m u sallat o larak , o n u n ardılı olm uşlardır. T alm udcuların
ileri sü rd ü k leri b ir k u ram d a, evrim cidir: “E rk e k sırtlan, yedi y ıl sonra bir a k
baba olur, bu da yed i y ıl sonra bir yarasa olur, bu da yedi y ıl sonra bir hortlak,
bu da yed i y ıl sonra bir ısırgan ve nihayet bu da yed i y ıl sonra bir d ike n ya da
yılan olur” (C inlerin h e r şekle girebilm eleri h ak k ın d ak i inançların kaynağı b u
görüş olsa gerek tir). M istik hayal g ü cü n ü n b u garip anlayışı, dogm atik o larak
var olduğuna inanılm ış olan b u u ydurm a y aratık ların gerçekliğini açıklam ak
am acım güder.
Jüdaizm de cinler, üç b ak ım d an m eleklere, üç b akım dan da insanlara ben
zerler. B unların k an atları v a rd ır, dün y an ın b ir u cu n d an ö b ü r ucuna u ça rla r ve
geleceği b ilirler (m elekler gibi). İn san lara benzeyen ta ra fla rı ise, yerler içerler,
ü re rler ve ölü rler. B azıları, b u n la rın görünü şlerin i değiştirebildiklerini ve ken
dileri görünm edikleri hald e h e r şeyi g ö rd ü k lerin i id ia ederler. B unların sayıları
o k a d a r çokm uş k i, k en d ilerin i to p tan görecek o lu rsak derh al ölürm üşüz. D ü n
ya, bu k ö tü ru h la r ve zararlı cinlerle doluym uş. E rkek cinlerin üç yüz cinsi
varm ış, d işilerin in ise sayıları bilinm ezm iş. B unlar, k irli, kasvetli ve b a ta k lık
gibi tehlikeli y erlerde b u lu n u rm u ş.
G enel o larak A rap larla Y ah u d ilerin cin ler h ak k ın d a k i in ançları b irb irin e
benzer. M ü slü m an lar da cinlerin, n e h ir k e n a rla rın d a, p ın arla rd a , ham am larda,
fırın ve h elalard a b u lu n d u ğ u n a in a n ırla r ve b u ra la ra d e stu r’suz yanaşm anın teh
likeli olduğ u n u san ırlar (destur, b ir çeşit izin alm ak tır). Ü stelik cinler, aydın
lığı sevm ezlerm iş, gece kimseye' selâm verm em eliym iş; zira, k a ra n lık ta b ir cin
bulunabilirm iş. O n la r, hayv an lara d a za ra r v ereb ilirlerm iş; k ö peklerin kudprm a-
ları bu yüzdenm iş. C inler, d ah a çok sak at o lan lara, nişanlı ve genç evlilere eşlik
eden kim selerle lo h u salara, yas tu ta n la r ve b ir bilgenin m üritlerine, geceleyin
m usallat olurlarm ış. H z. S üleym an, b in ru h ile cini yenilgiye uğratm ış am a, gü
nah işleyince bu gücünü yitirm iş. B üyücüler, in san a m usallat o larak tü rlü akıl
ve ru h h astalık ların a n eden olan cinleri, bu ad am lard an uzak laştırm ak için
tü rlü m usk alar, d u a la r ve m istik işlem lere b a şv u ru rlar ki, sözde b u n lar, v ak
tiyle Süleym an peygam ber ta ra fın d a n u y g ulanm ışlardır. C inlerden k o runm ak için,
dinsel b u y ru k ve ödevlere riayet edilirse, koruyucu m elekler, on lard an binlerce-
sinin helâk olm ası için d u a ed er ve çevreyi b u n la rd a n tem izlerlerm iş (A. C ohen,
‘Le T a lm u d ’, İngilizceden çeviren: Jacques H arty , P aris, 1950, s. 321-322).
C inlere inanm ayan hiç b ir to p lu m y o k tu r. Y aram az çocukları uslandırm ak
için, görünm eyen v arlık ların ad ların ı saym ak (K ara K ancolas, Ç arşam ba K arısı...
vb. gibi) ve ü rk ü tü c ü sesler çık arm ak âd etin d e de cin inancının anıları gizlidir.
Fazla zeki, ya da k u rn az in san lar için k u llan ılan «cin gibi» deyim i de imgesel
varlık lara verilen değerin b ir anısıd ır. N edeni bilinm eyen k ö tü lü k lerin , felâket
ya da hastalık ların görünm eyen ajan ların a verilm iş olan cin ler adı, m istik hayal
gücünün tü rlü gayretlerle kişileştirdiği ve to p lu m lar arasındaki p olitik, ekono
m ik , h a tta b ilerek ya d a bilm eyerek gerçekleştirilm iş olan k ü ltü rel ilişkilerle
şekil ve ad değişikliğine u ğ ratılan ve b irb irin e aşılanm ış olan ilkel anim izm in
(canlıcılık) ü rü n le rid ir. Ç in ’de İm p a ra to r W o u , cinlerle ilişki k(u rm an ın çarele
rin i araştırm ış, K ’ouen-L ouen ve D oğu d enizlerinde, cennet yollarını bulm aları
için bazı kim seleri görevlendirm işti. M .Ö . I I I . yüzyıldan itib aren de, Che-
H ouangti, cinleri, ken d ilerin e çekm ek ve ölüm e engel olan D ev a’ları a raştır
m ak, yerler ve gökler devam ettikçe yaşam ayı, ıslanm adan suya girm eyi ve yan
m adan ateşe atılm ayı sağlam ak için, yaşam aya gerekli olan h e r şeyi sarayının
dibinde saklayarak hayat sürm eyi k ab u l etm işti (C arm el G ran et, ‘La Pensee Chi-
noise’, P aris, 1968, s. 425). C in inan cın ın , m itolojik söylenti ve hayallerinin de
konusu olduğu bilin m ek ted ir. G . G lo tz ’u n açıkladığına göre, T an rılarla cinleri
ayırt etm eye yarayan değişm ez b ir alâm et de yoktur. Çok cincilik (polydcmo-
nism e), çok tan rıcılık tan çıkm ıştır. B unların b irin d en diğerine geçiş, pek de his-
sedilem ez. Z ira , b u n la r kolayca b irb irin e k arışm ak tad ırlar. G irit P an teo n ’unn,
T a n rılık la r, ikinci sınıf T a n rıla rla b ü tü n b ir cin ler taifesi yerleştirilm işlerdü.
T a n rıla rın insan biçim ine girişi, o k a d a r ince derecelerden ve aracı aşam alardan
geçer k i, cinlerin tam b ir tanım ını yap m ak olanaksız gibidir. Bir ta raftan da
G irit uygarlığında az çok kutsal b ir kişiliğe sahip olan sayısız cinler v a rd ır ki,
b u n lar, m u tlak a T a n rı değildirler. B ütün G irit, k ö tü lü k ve iyilik yapan ru h
larla d o lud u r. H e r yerin ve h e r ailenin kendine özgü ru h ları v a rd ır. M ağara
ların, d ağların , o rm an ve p ın a rla rın cinleri v a rd ır k i, H elenik dönem den evvelki
(Pr6h61enique) çağ k avim leri, b u n la ra , O read , D ry ad , N ym phe, S ile n le r... gibi
ad lar verm işlerdir. A ileler, kendi ara la rın d a birleştikçe b u n ların cinleri de, bir-
cinsten ya d a başk a başk a cinslerden o larak birleşirler. Bu olaydan sonra bu
m elek suretler, sırf dinsel olan değerlerden soyularak sadece bağısal b ir özellik
(hassa) kazanm ış o lu rla r (G . G oltz, ‘La C ivilisation E g6enne’, Paris, 19.37, s. 279).
Ö zel o larak ilkel' kavim lerden ve ilkçağlardan beri hem en dünyanın her
yerinde uygulanm ış o lan bü y ü cü lü k , insanın kendi m addesel güçleriyle başara
m ayacağı işleri, b irtak ım tinsel güçlerin yardım ıyla başarm ak , geleceği önce
den keşfederek h ay atların ı güven altın a alm ak ve b ü tü n insel tu tk u ları kandı-
rabilm ek için başvu ru lm u ş olan m istik b ir bilgi ve tek nikten başka b ir şey de
ğildir. T ü rlü ru h , sinir ve akıl h astalık ların ın ne old u k ları bilinm eyen dönem
lerde ve bilim sel d ü şüncelerden yoksun kim selerde, cinler, h e r çeşit kötülüğün,
çarpıcılığın nedeni sayılm ış, falcılarla kâhin lerin em ri altında in sanlara ve do
ğaya hükm ed en güçler gibi telak k i ed ilm işlerdir. Bugün b ü y ünün yerini pozitif
bilim ler alm ış, m istikliğin saçm a in an çları terk edilm iş ve doğaya karşı zaferin
d u ala r, ü fü rü k le r, m u sk alar ve saçm a inan çlarla değil, insan zekâ ve dehasının
çağlar boyu kazanm ış olduğu bilim , tek n ik , sanat, felsefe ve layik düşünce
gayretleriyle m üm kün olacağına inan ılm ıştır. U ygarlığın büy ü k zaferi, b u in an
cın gerçek değerini ve d oğruluğunu ispat edecek k a d a r açık tır. B ununla b irlik
te, bugün bile, geri to p lu m lard a bü y ü cü lü k , ü fü rü k çü lü k , falcılık gibi m istik
işlem lerle, erm işlerin tü rb elerin e m um ad am ak , ölülerin ru h la rın d a n yardım
u m m a k ... vb. gibi in an çlar devam etm ekte ve zavallı bilgisiz in sanların servet
ve gayretleri, m ucizeler ve h arik a m asallarıyla sö m ürülm ektedir.
Sam î k avim lerin geleneklerinde esaslı b ir yer tu tan cinler, H z. M uham m ed’
in b ild irilerin d e ve dolayısıyla İslâm d in in d e de önem li b ir yer tu tm u ştu r. Ta-
b eranî, ‘E v sat’ adlı eserinde, E bu N uaym , ‘D elâil’ adlı k itab ın d a cinlerden uzun
uzadıya söz eder ve im an ların a b ir zarar gelm esinden tasalan arak garip açıkla
m alard a b u lu n u rla r. H z. M uham m ed, anim izm den k u rtu lm ak için pek fazla
gayret sarf etm iş olm asına rağm en, ne k avm ini, ne de İslâm dinini, yaşadığı dö
nem in b u saçm a in an çların d an k u rtarab ilm iştir. K u r’anda, ins ve cin sözcükleri
bir arad a olm ak üzere 85 kez kullan ılm ıştır. H z. M uham m ed’in dünyası da,
b u gizli v arlık larla d o lu d u r. H atiften gelen sesleriyle d ah çok yılan şeklinde
kendilerini gösterdiklerine inanılm ış olan cinler, K u r’ana göre Sam um ateşin
den, yani yalazadan yaratılm ışlard ır: "T a n rı, cinleri yalazadan yarattı” (R ahm an,
15). B unlar, kâh in lere gaipten h a b e r g etirir; o n la n n ağzından k o n u şu r ve ilha
ma da hizm et ederler. H z. M uham m ed’e m üşrik lerin k âhinlik veya ozanlık sıfa
tını yüklem eleri bu inanca d ayanır. “Tanrı, cinleri v e insanları, ancak k e n d i
sine k u llu k etm eleri için yara tm ıştır” (Z ariy at, 56). B una rağm en h e r iki taife
de aynı şid d et ve in atla T a n n ’ya isyan ed er d u ru rla r. B unun için d ir ki, Y üce
T a n n : " . . . E lb ette ceh en n em i cinler ve insanlarla dolduracağım " (Secde, 13) ve,
“B iz, cehennem için insandan ve cinden p e k ç o k kim seler h a lk e ttik ” (Â raf, 179)
ih ta n n d a b u lu n m u ştu r. K u r’a n d a cin lerd en söz eden öteki ayetlerin bazıları şu
su relerded ir: E n ’am , 120; H u d , 119; H acer, 27; N ahl, 17; Fussilet, 23; C in, 1-15.
H z. M uham m ed, yalnız in san lar için değil, cinler için de gönderilm iştir;
cinler de K u r’anı dinlem işlerdir. F ak at bazı tefsirciler, Peygam berlerin cinleri
som ut o la ra k görm üş olm asın d an şü p h e ederler. C inlerin en ün lü leri, Y em en
dolaylarm dagi N asibin bölgesinde b u lu n u rm u ş ve b u n lar daha çok erk ek b i
çim liym işler. Ebu H ü re y re ’nin anlattığı b ir h ad ise göre, Peygam berin cinleri
açıkça gördüğü an laşılm ak tad ır. “D ü n gece cinden bir ifrit, nam azı b o zd u rm a k
için bana birden h ü c u m etti; Tanrı, ona istediğim i yapm aya fırsat verdi. Sabah
olunca, on u h ep in izin görm esi için, m escidin direklerinden birine bağlam ak is-
tedim se d e kardeşim S ü le y m a n ’ın, ya R ab, b en i yarlığa v e benden sonra k im
seye uym ayacak bir m eleği bana bağışla, dem iş olduğu hatırım a geldi". Sözde bu
cin, kediye benziyorm uş. H z. A yşe’nin an lattığı b ir hadis ise, y u k ard ak in in aksi
id d iad ad ır: Z ira , b u h ad iste Peygam ber, “O n u yakalayıp yere yatırdım ve dili
nin soğukluğunu elim in üzerin hissedinceye kadar boğazını s ık tım ” dem ek
tedir. M istik hayal g ü cünün icat ettiği b u tra jik sahnenin gerçek o larak m ı, yok
sa b ir sanrı, ya da yanılsam a m ı o ld u ğ u n u b elirtm ek ve incelem ek o lanaksızdır.
Fahreddin-i R azî’n in an lattığ ın a göre, T a n rı, H z. M u ham m ed’i, sanki b ü tü n
in sanlar M üslüm an o lm u şlar d a, b u o n u rd a n yalnız habis ru h la r yoksun kalm ış
la r gibi, cinleri de d ine d avet etm eye m em u r etm iş ve bu m aksatla K u r’anı d in
lesinler diye b ir b ü y ü k cin de yollam ış. Said b in C übeyr, iblisin, cinleri, Pey
gam berin M ekke’ye d önm ek ü zere olduğu b ir gün d e, yoldaki b ir dereye gönder
miş olduğunu a n latır. Bir söylentiye göre de, göklerden ta şlan arak yere inmeye
m ecbur edilm iş o lan cinler, Peygam berin o k u m ak ta olduğu K u r’anı dinlem işler.
E b u H ayyan, ‘B ahr’ adlı tefsirin d e, H z. M uh am m ed’in N asibin cinlerine nasıl
K u r’an okud u ğ u n u , sanki o ra d a kendisi de b u lu n m u ş gibi hikâye eder. K u r’anda
d a, cin lerin ayetleri dinlem iş o ld u k la rın d a n söz edilir: "'C inlerin birtakım ını,
sana K u r’anı d in lesinler d iy e gönderm iştik; b u n a hazır oldukları vakit, susun,
dinleyin, dediler; bittiğ i v a k it d e d öndüler, sa kın d ırm a k için ka vim lerin e git
tiler”. Bu cinler, kavim lerine H z. M usa’n ın k itab ın d an sonra, ken d in d en evvelki
kitap ları onaylayan b ir k itab ı dinlem iş o ld u k ların ı ve b u n u n doğru yola k ıla
vuzluk ettiğ in i an la tm ışla rd ır (A hkaf, 29-31). D iğer b ir surede de şöyle deniliyor:
" D e ki, bana b irta kım cin in d in leyip d e acayip bir K u r’an d in led ik , ded ikleri
vahyolundu ; irşat ediyor, b iz d e ona im an eyled ik. R a b b im ize h iç k im se yi ortak
saym ayacağız” (C in, 1-2) ve, “Biz, insan v e cin d en hiç kim se, T a n rı’ya karşı
asla yalan söylem ez sa n m ıştık; insandan bazı erler, cinden bazı erlere sığınıyor
lardı da onların a zgınlıklarını artırıyorlardı” (C in, 5-6). Bir gece, Peygam beri
m iz, R ahm an suresini o k u rk e n cin taifesinden b azıları gelm iş ve okunm akta
olan ayetleri dinledikten so n ra, H z. M uh am m ed ’e im an etm işler ve işittiklerini
de gidip öteki cinlere an latm ışlar. Bu b ild iri de K u r’a n d a bu lu n d u ğ u için, ger
çekliğinden k u şk u lan m am ak h e r M üslüm am n ö d evidir; fak a t cinlere inanm ak
M üslüm anlığın an a k o şu lların d an değildir.
C inler de cen n et veya cehennem e g ideceklerdir. Z ira, b u n ların d a im anlı
ve k â fir o lan ları v a rd ır. Bu n ed en d en , “E y cin ile insan, sizin le uğraşacağız”
(R ahm an, 31) denilm iştir. Peygam berler arasın d a yalnız H z. Süleym an, cinlerden
faydalanm ıştır. O n a verilm iş o lan T an rısal n im etler dolayısıyle, " . . . H em Rab-
bin in izn iy le elinin altın d a çalışan cinler d e va rd ı” (Sebe, 12) denilm ekte ve
d ah a aşağıdaki ayetlerde cin lerin , H z. S üleym an’a saraylar, heykeller, hav u z gibi
tepsiler ve sa b it k a z a n la r y ap tık ları b ild irilm ek ted ir. N itekim , H z. Süleym an,
Saba K raliçesi B elkıs’m ken d isin e ita a t etm esini istediği k u tsal hikâyede, “C in
den bir ifrit, ben de, o nu sana, sen m akam ına gelm eden getiririm ” (N em i, 40)
sözleriyle b u peygam bere k a rşı sad ak at ve hizm etini arz etm iştir. H z. M uham
m ed, cin lerin de peygam beri o ld u ğ u h ald e, b u n la rd a n faydalanm am ıştır; yani,
Yüce T a n rı, sevgili elçisine, H z. S üleym an’a verm iş olduğu tü rlü kuvvet ve ser
vetlerin hiç b irin i bağışlam am ış; sanki o n u n , b ir İsrail peygam beri gibi değil,
yetkin b ir in san gibi çalışarak b aşarı gösterm esini istem iştir.
K u r’an d a , H z. M uham m ed, ib ad et ed erk en cin lerin kitle h alin d e b u ibadete
katıld ık ların a işaret edilir: " T a n rı’n ın k u lu M u h a m m ed , T a n rı’ya ibaret için na
m aza ka lktığ ı vakit, cinler o n u n etrafında k eçe g ib i kalabalık olurlardı (Sad, 19).
H e r n e k a d a r cin ler, k âh in lere yardım ed erlerse de, o n ların gaip h a k k ın d a hiç
b ir bilgileri olm adığı d a ileri sü rü lerek , falcılık ve kâhinliğin olanaksızlığı öğre
tilm iş o lu r: “ C inler, gaybi b ilm iş olsalardı, o zilletli azap içinde bekleyip du r
m a zla rd ı" (Sebe, 14).
A lusî, İb n H atim , İb n M erduye gib ilerin tefsirlerin d e açıkladıkları ve özet
o larak K u r’a n ve h ad islerd e ve H z. M uh am m ed ’in h ayatına d a ir gerçek veya
uydurulm u ş, yakıştırılm ış söylentilerde, cinlerin o ld ukça önem li b ir yeri olduğu
anlaşılm ak tad ır. Bu nedenle, b u n la rın g erçekten v a r olup olm adıkları h u su
su n d a tü rlü m ezhepler ve d in bilginleri, b irb irin e uym ayan inançları savunm uş
lardır. Bazı İslâm filozof ve d ü şü n ü rle ri, b u n la rı yeryüzünün ruh ları saym ış,
M utezile ise, tam am en in k â r etm iştir. F ahreddin-i R azî ve F arab î, cinlere in an
m ışlar, fak a t İb n S ina, san k i yetiştiği dönem lerde m ikrop bilm iyorm uş gibi,
b u n ların tü rlü şekillerde m eydana gelen h av asal b ir hayvan olduklarını iddia et
m iştir. Büyük b ir filozof ve hek im d en de b aşk a tü rlü sü beklenem ezdi. E ş’arîler,
cin leri b ed en d en y o ksun o lan b ir hay at k u v v eti saym ışlar ve bunların g irdik
leri cisim lere can lılık v erdiğini id d ia etm işlerdir. H erkesin k en d i gözleriyle gör
m esi olanaksız o la n cin lerin bedenli o ld u k ların ı k ab u l ed en ler de v ard ır. İbn
H a ld u n , b u n la rın v arlık ve yokluğu h a k k ın d a k esin b ir bilgi verm ekten çeki
nir. S im avna K adısı Şeyh B edreddin, ‘V a rid a t’ adlı eserinde, «C in, diyor, insan
la rın hayal gücü kuvvetiyle g ö rd ü k lerid ir» . C inleri duyularım ızla algılayabil
seydik (id ra k ), o n ların nesnel b ir gerçekliği o lu r ve herkes tarafından da algı
lanab ilirlerd i. O n a göre, şeytan, h a k ta n , yani d oğru yoldan u zaklaştıran, m elek
ise h a k k a teşv ik e d en h e r şeydir. M elekler ve şeytanlar, insanın k en d isindedir.
Bu cesaretle savunulm uş dü şü n celer, d in b ak ım ın d an k âfirlik sayıldığı için, ger
çek d in bilgisinden yoksun o la n yüz m ilyonlarca M üslüm an, yüzyıllardan b eri,
cinler, şey tan lar ve m eleklerle bozulm uş o lan ak ılların ı b ir tü rlü b a şla n n a ala
rak gerçek b ilim ve bilgeliğe hizm et edem edikleri gibi, M üslüm anlığın yüce
gerçeklerine de akıl erdirem em işlerd ir. Çağdaş tefsircilerle pozitif bilgilere de
ğer veren İslâm d ü şü n ü rle ri, cinleri b ir çeşit m ik rop saym aya m eyletm ektedir
ler. D iğer bazı tefsirciler de, cin deyim inin K u r’anda M üslüm an olm ayan ya
bancılar, m ü şrik ler ve özellikle Y ah u d iler anlam ında kullanılm ış olduğunu an
latırlar ki, bazı ayetlerin anlaşılabilm esi için, böyle b ir yorum lam aya b aşvurm ak
tan başka çare y oktur.
Bize göre, cinler, ço k zeki, p ek m arifetli insan larla, hileci ve k u rn az kişi
leri yahut da insanın kendi iç âlem inde baskısı eksik olm ayan b irta k ım kötü
tutk u ları sim geleyen edebî ve m istik b ir terim d ir. İslâm dü şü n ü rlerin in en bilgin
leri, kâfirlikle su çlan d ırılm ak tan k o rk a r ve çeşitli çevirtilerle (tevil) cinleri onay
lar gibi görü n erek in k â r ed erlerk en , çağım ızda onjarın söylem ek isteyip de çevirti
yollarına sap tık ları cin kav ram ın ın , gerçekte nesnel b ir v a rlık o larak v a r ol
m adığını, b u n la rın , M ü slüm anlıktan önceki h alk k ü ltü r ve geleneklerinde yaşa
tılm ış b irer m istik efsane olduğunu ve H z. M uham m ed, h alka h itap ederken, on
ların anlayacağı b ir d ild en , k avram ve efsanelerden faydalanm a zoru n d a kal
dığını söyleyebiliriz. Bugün cinler, hem en h e r toplum da, çocuk ve halk m asal
ların ın başlıca k ah ram an ları ve m istik serüvenlerle söylentilerin garip ve gü
lünç tasarım ları o larak b ire r öykü k o n u şu d u rlar. Y üksek seviyeli din adam ları
ise, b u n la r ü zerinde fazla durm am ayı tercih ed er gibi görünm ektedirler. D aha
doğrusu, ayetler ve h adislerle v arlıkları onaylanm ış olan cinleri, akıl ve bilim
k ab u l etm ediği için, b u n la rın tü rlü anlam lara gelen benzetm eler ve sim geler
old u ğ u n u ileri sürm ek zo ru n d a k alan T an n b ilim cilerle tefsirciler, im an ve
gerçeklik b ak ım ın d an tü rlü çelişkilere düşer ve fa rk ın d a olm adan k u tsal k itab ın
b ild irilerin i zayıflatm ış o lu rlar.
rv
ŞEYTAN VEYA İBLİS
(1) Ömer Nasuhi Bilm en’in B üyük İslâm İlm ihali (1964) adlı eserinde d
ahret ve kıyam et konusu aym dogm atik esaslara göre açıklanm ıştır (s. 26-30).
CENNET
(1) Bir söylentiye göre, Hz. M uham m ed, en genç eşi Hz. Ayşe’ye, “Ey a
ve güzel kadıncık, benim le konuşI” diyerek üzüntülerini gidermek istermiş, ö t e
ki eşlerinin pek beyaz olm adıkları anlaşılıyor.
(2) İsrail’e Yahova.'mn bu dünyada vaat etm iş olduğu diyar (Arz-ı Me
u t), içinde bal ve süt akan bir ülkedir {Huruç, XIII, 5).
gün ah a girm eyecekleri gibi, b ir saçm alam aya d a düşm eyeceklerdir. Sırf ken d i
lerine özgü ve sanki sedeflerinde saklı incilere benzeyen hizm etçiler, b u cen
netlik lerin e tra fın d a pervan eler gibi d ö n ü p d u ra c a k la rd ır (T u r, 20-25). C ennet
ler ve nim etler içinde R ab lerin in k en d ilerin e v erd ik lerin d en zevk alacak olan
b u g ü n ah lard an sakınm ış kim seler, cehennem azab ından k o ru n m u şla rd ır (T u r,
20-25). O n la ra , "Y iy in , için, çalışm ış o ld u ğunuzdan, afiyet o lsu n ” iltifatlarıyla
ik ram la r y ap ılacak tır (Z ariy at, 15-19). İçin d e hoş ve güzel m eskenler bu lu n an
(Saf, 12) cennetlere alın a n la r iç in / sab ırların a karşılık, b ah çeler ve ipekler ve
rilecektir. O ra d a ta h tla r üzerine yaslanacak olan b u m utlu adam ları güneş yak
m ayacağı gibi, soğuk d a üşütm eyecek ve titretm eyecektir. Ö nlerine cennet gölge
leri sarkacak ve to p lad ık ları, önlerin e bol bol k o n u lacak tır; so fralarına tü rlü b i
çim lerde yerleştirilm iş o lan güm üş k a p la r ve b illu r kâselerle, kendilerine zence
filli içkiler su n u lacak tır; ad ın a Selsebil ve T esnim denilen b u içki ırm ak ve
çeşm elerinden k an a k an a içecekler ve çevrelerinde ölüm süz evlâtların d o lan d ı
ğını göreceklerdir. Bu çocuklar, saçılm ış in ciler g ibidir. C ennetlikler, ipekten sır
m alı, atlas ve k ad ifed en elbiseler ve güm üş bileziklerle süsleneceklerdir ve Rab-
leri, kendilerin e erdem lerine k arşılık o larak kendi m em nun oluşunu da bildiren
tem iz b ir şarap su n acak tır (D ehr, 12-21).
, N ihayet, cennette k u rtu lu ş v a rd ır; isteklerin kaldırılm ası v ard ır; bahçeler
ve üzüm lerle tu ru n ç m em eli yaşıtlar ve dolup taşan kad eh ler vard ır. O ra d a asla
boş lafla r, y alan lam alar işitilm ez; R ab b in tükenm ez bağışları da o rad a sonsuz
d u r (N ebe, 31-35). Bir ta ra fta n a k an b ir kay n ak , yüksek sedirler, hazırlanm ış
sü rah ile r, dizilm iş k o ltu k la r ve yastık lar, güzel döşem elerle süslenm iş (G aşiye,
13-16), b ir saray âlem i v ar ki, orası p a k ve k u su rsuz eşlerle, T anrı h o şn u tlu
ğuyla ve latif gölgelerle bezenm iş ve şen len d irilm iştir (N isa, 55). C ennetteki
p ın a r b aşların d a değerli elbiseler giyerek k arşı karşıya o tu racak olan cennet
likler, " İr i gözlü beyaz hurilerle” evlendirilm iş o lacak lard ır. O rad a em niyet
içinde, h er çeşit yem iş g etirilir ve, " İ lk ö lü m d en başka bir ölüm tanım azlar”, ce
hennem azab ın d an da k u rtu lm u ş b u lu n u rla r (D u h an , 51-56).
A yetler, cennette b u lu n an şeyleri, im rendirecek ve b ir an önce dünyayı
te rk ederek o n lara kavuşm a tu tk u su n u V erecek b ir cöm ertlikle te k ra r te k ra r sa
yar, döker: H e r b irin d e tü rlü b o stan lar b u lu n an ve içlerinden iki çeşit kaynak
fışkıran, çift çift m eyvelerle süslenm iş iki cennet, T a n rı’dan k o rk an la rın h ak k ı
dır. O ra la rd a sırm alı atlas döşem elere yaslanacak olan bu cennetliklere, insan
ve cinden kim senin ilişm ediği ve görenlerin, y ak u t ya da m ercan sanacakları
güzel huriler v erilecektir. Bu cennetlerin ötesinde başka cen n etler de b u lunacak,
gönül alıcı yeşillikler ve b u n la r içinde su ların ı fışk ırtan ikişer şad ırvan olacak,
b u n la rd a da h u rm an ın , n a rın , m eyvelerin b aşk a tü rlü leri b u lu n acak , içerde g ü
zel k ızlar, çad ırlard a saklanm ış ve yine in san d an ve cinden kim selerin dok u n
m am ış olduğu h u rile r, yeşil ve güzel canfesler üzerine k u ru la ra k cennetlikleri
m esut edecek lerd ir (R ahm an, 46-78). Başka b ir surede de, cennetin nim etleri
d ah a açık o larak şöyle te k ra rla n ır: A ltın ve p ırla n ta kakm alı ta h tla r üzerinde
Karşı karşıya k u ru lm u ş olan cen n etlik lerin e tra fın d a küpeli oğlanlar (gılm an)
b u lu n acak , ta kaynağında im biklerle çekilm iş, baş ağrıtm ayan ve tükenm eyen
içkilerle dolu kad eh ler, beğendikleri m eyvelerle istedikleri kuş etleri ve saklı
incilere benzeyen h u riler, onların neşe ve m u tlu lu k ları için hazır o lacak lar, ki
razların ve m uzların en âlâsı, beğenilecek gölgeler, çağlayan sular, eksilm eyen ve
istenildiği k a d a r yenilm esine izin verilm iş olan m eyveler, p u fla y ata k lar ve âypj
yaşta b ak ireler, cennetlik o lan ların iyi eylem lerine ödül o larak sunu lacak tır (V âr
k ıa, 10-38).
Ö zet o larak T a n rı, k u lların a bu düny ad a neyi haram etm işse, cennette on
ların hepsini tatm aların a m üsaade edecek tir; yani, orad a h aram ve günah olan
hiç b ir şey yoktur. S anki, Y üce T a n rı, in san lara d ünyam ızdaki nim et ve m u tlu
luk ları, b u rad a verem ezm iş ve verm iyorm uş da ah retteki nim et ve m u tlu lu k ları
özlem ek ve o nlara im renm ek için, b u rad ak ileri b ir fani ve aldatıcı ö rnek olarak
yaratm ış gibi, ru h la rı öteki dünyaya yöneltm eye m ecbur etm ektedir. Z ira , bu
d ü nyadaki n im etlere çalışarak n ail o lm ak m ü m k ü n olduğu halde, o âlem deki
nim etlere sabır, k a n a a t, itid al, m erham et, d u a ve ibadetle, perhizle kavuşulacak
tır. B ununla b irlik te, cennetin de b irk aç tü rlü sü v ard ır: K u r’anda A dn cenneti,
N aim cenneti, Firdevs cenneti, Y üce cen n etler gibi ad lar taşıyan cennetler v ar
d ır. Bu cennetlerin en iyi yeri de, yedinci gökte bu lu n d u ğ u anlaşılan İlliyirr
ad ın d ak i cen n ettir (M utaffifin, 18-21). Bu, yedinci kat göktedir; edim lerim izin
iyi ve kötü lerin i yazm ış olan m elekler de b u ra d a d ır. H atta , sahabeden İb n Me-
s u d ’a göre El H ayevan ad ın d a b ir cennet d ah a varm ış, oradaki bağlarda h e r
salkım ını ancak b ir k a tırın taşıyabileceği b ü y ü k lü k te üzüm kütü k leri b u lu n u r
m uş, B ütün bu cen n etler, K u r’an d a, selâm et y u rd u , sonsuzluk yu rd u , o tu rm a
yurdu, sığınak bah çeleri, hayat y u rd u , güvenilir m e k â n ... gibi sıfatlarla süslen
m iştir. Bu itib arla b elki de h er im an edenin ah rette tadacağı nim et b irb irin in
aynı değildir. V aktiyle p ap alar, safdil, bağnaz ve zengin H ıristiyanları soym ak
için tü rlü cennetlerin an a h ta rla rın ı satar, tap u ların ı verirlerdi. Bu sefil ticareti
M üslüm anlık asla d ü şünm em iştir. H erkesin nail olacağı ah ret nim etleri, bu dü n
yadaki erdem leriyle o ran tılıd ır.
3. K u r’an ve h ad islerd e cennetin yalnız m addesel nim etleri, döşem eleri v
protokolü betim lem iştir. F akat tinsel h a z la r h a k k ın d a açık b ir bilgi verilm em iş
tir. Bu eksikliği fa rk etm iş olan tefsirciler, bahsedilen m addesel nim etlerin bi
rer simge o ld u k ların ı, gerçekte T a n rı’nın, insan aklına sığm ayacak ve gelm eve-
cek k a d a r ü stü n , çeşitli ve tinsel nim etleri b u lu n d u ğ u n u tahm in ederler. Bir k u t
sal hadiste, "Salih k u lla n m a , h iç bir gözün görm ediği, hiç bir kulağın işitm e
diği ve hiç bir insanın aklın a gelm eyen ödüller hazırladım ki, bunlar sizin tanı
dıklarınızda n bam başka şeylerdiı” d en ilm ek ted ir ki, b u n d an cennet zevkleri
nin tinsel yanları olduğu sonucu da çık arılab ilir. Aynı ifade, S aint P a u l’da da
vardır: " Ö te k i dünyada, gözün görm ediği, kulağın işitm ediği ve insan ru h u n u n
n ü fu z etm ed iğ i şeyler” tad ılacak tır. M istik hayal gücü, ne k a d a r olm ayanı, ola
m ayacağı tasav v u r ederse etsin, m eydana getirdiği esere, yaşayandan, öğrenilen
den, istenilenden ve özlenenden b irtak ım öğeler k a rıştırır ve b u n d an asla k u r
tulam az. Y alnız b u hayal gücü, insel istekleri ab artm alı (m übalâğa) ve yapıntı
(fixion) içinde, gerçekm iş gibi gösterm ekten hoşlanır. O ysaki, İslâm cenneti,
bugün uygarlığın m ilyonlarca insana tattırm a k ta olduğu nim etler karşısında fa
k ird ir. H z. M uham m ed zam anında bile, b ü sb ü tü n yaşam am ış, görülm em iş, ta
dılm am ış, hiç olm azsa işitilm em iş şeyler değildir. R om a, Bizans ve İran saray
larıyla zenginleri k a d a r da eski M ısır, A sur ve İsrail sarayları, zam anlarının her
tü rlü m addesel h azların ı tatm ışlard ı ve o n lara ait öykü ve an ıla r k u tsal k itap
lara bile geçm işti. T icaret ya da b aşka m ak satlarla seyahat etm iş olanların görüp
İşittikleri şeylerden, A rabistan h alk ı b ü sb ü tü n h abersiz değildi. H z. M uham m ed,
o n la rın hayaliyle yaşayan ve b u düny ad a büyük y oksulluklara k atlan a n insan
lara, T anrısal nim etleri hiç olm azsa ah rette v aat etm ek suretiyle hem ahlâksal
b ir disipline, hem de ru h sal b ir sük û n ve esenliğe hizm et etm iştir. M üslüm anlı
ğın gelişmesi dolayısıyla m eydana gelen b ü y ü k im p arato rlu k lar, cennette vaat
edilm iş olan güzel şeylerin gerçeklerini Em evî, A bbasî ve E ndülüs saraylarında,
b ü tü n a risto k ra t ve n ü fuzlu kim selere b u dün y ad a tattırm ıştır.
4. A caba cennete kim ler g irecek tir? B ir hadise göre, “B irbirine acıyanla
cen n etliktirler”; başk a b ir hadise göre de, “C ennet ehlinin çoğu saf ve bön k i
şilerdir»; b aşk a b ir h adise göre de, “Ü m m etim yetm iş üç fırk a olacak, yetm iş
ikisi ceh en n em lik, b iri c e n n e tlik tir”. Şu h alde cennete girecek olan ların sayısı
p e k azdır. M achiavelli, cehennem i cennete tercih ettiğini, zira, cennette, hava
riler, keşişler, ihtiy ar ve dinli dilenciler gibi in san a hiç de zevk verm eyen kim
selerin bu lu n d u ğ u n u , cehennem de ise, büy ü k senyörler, prensler, k ra llar, k a r
dinaller, p a p a la r gibi hayat zevk ve eğlencelerini tatm ış ve tattıra n kim selerin
yerleştiğini ileri sürm ü ştü. Bu alaycı ve im ana sığm ayan görüşlere rağm en, K u r’an
cenneti T a n n ’m n, " D ilediğine ihsan edeceği bir n im e t” (H ad id , 21) saym ıştır;
yahut cennet, “A rın a n kim selerin ö d ü lü d ü r” (T ah a, 76). O rası, “D aim a im an
edenler ve iyi işler yapanların yerid ir” (H ac, 14; N isa, 120). Bu k o n u d a erkek
ve kad ın ay ırt edilm eyecektir, “Tanrı, im an edenlerin e rkek ve dişilerine, al
tından ırm aklar akan cennetler vaat etti; içinde ebedî olarak kalacaklardır” (Y u
nus, 10). G ö k ler ve yeryüzü k a d a r geniş olan T an rısal yarlıgam a ve cennet, sa
kın an lar için h azırlan m ıştır. S ak ın an lar, b o llu k ta ve darlık ta nafak a veren, kız
d ıkları zam an öfkelerini saklayan ve h alk ın k u su rların ı bağışlayan kim selerdir.
T a n rı, iyi insanları sever; o n la r b ir k a b a h a t y ap tık ları veya nefislerine k a rşı b ir
zulüm işledikleri zam an, T a n rı’yı a n a ra k g ü n ah ların ın bağışlanm asını- dilerler,
yap tık ların d a b ile bile ısra r etm ezler. İşte R ableri b u n ları b ir ödül o larak yar-
lıgayacaktır. Z a te n g ü n ah ları T a n rı’dan b aşka yarlıgayacak kim v a rd ır k i? T a n rı
b u n lara, altın d an ırm a k la r akan cennetler verecek ve o güzel yerde ebedî o la
ra k y atacak lard ır (Âli İm ran , 130, 195, 198; N isa, 12, 50). C ennete gidecek o la n
ların b ir kısm ı, m al ve canlarıyla T a n rı yolunda savaşanlardır; M uhacirler,
E nsar (yani, M edineliler) ve ihsan ile o n ların ard ın d a n g idenlerdir (T evbe, 20-
22). Sonra em anete riayet ed erek ve sözlerinde d u ra rak n am azlarını k ılan la r
d a cennet m irasına k o n acak lard ır (M üm inler, 8-11); "R a b b im iz, bizlere, eşleri
m ize, zürriyetlerim izd en sevindirenleri ihsan et; b izi sakınanların ardından ayır
m a ” diyenler, sab ırların a k arşılık o larak cennet cum balarıyle ödüllendirilecek
lerdir (A nkebut, 58). T a n rı yolunda can v eren ler de, “M uratlarına erdirilir, ru h
ları şad edilir ve cen n ete k o n u lu rla r" (M uham m ed, 4-6). K itap ehli olan lar da,
“İm a n edip sakınırlarsa Tanrı onların k ö tü lü k le rin i örter ve ebedî sevinçler yeri
olan cennete so ku lu rla r” (N isa, 65 ). (D em ek k i, H ıristiyanlar ve M u se v île r'd e
k itap ehli o ld u k ları için cennete g irebileceklerdir. H z. M uham m ed’in b u hoşgö
rü sü n d e, in san a ve in sanlara değer veren b ü y ü k ve d erin b ir âlicenaplık v a rd ır
O , bu bildiriyi, peygam berlere ve k itap lara inanm ayı, İslâm im anının am entiisü
içine alm akla da kuvvetlendirm iştir. O ysaki, öteki din ler ve kutsal k itap lar,
M üslüm anlara cenneti ve k u rtu lu şu asla lâyık görm em işlerdir.) N ihayet im an edip
iyilikler yapan h erkes, içinde ebedî o larak kalm ak üzere cennete girecektir (Ba
k a ra, 82; L okm an, 8-9). B ununla b erab er b ir h adise göre, “ K albinde bir kırat
im an bulunan cehennem ateşinden k u rtu la ca ktır”. Peygam ber, "T a n rın ın rah
m et ve m erham etinden ü m id ”m kesilm esini yasaklayan b ild irilerd e b u lu n d u ğ u
için, h e r M üslüm an g ü n ah ların ın cezasını çektikten sonra veya T an rı dilerse
hepsini yarlıgadıktan sonra, m u tlak a cennete gidecektir. E bu Z e r’in anlattığına
göre, “T anrı'dan başka Tanrı y o k tu r d iyerek b irlik inancı üzerinde bulunan her
k e s” cennete girecektir. E bu Z e r, P eygam berin b u sözü üzerine kendisine iiç
defa, "B öyle bir adam zin a etse de, h ırsızlık etse d e m i? ” diye sorm uş, H z. M u
ham m ed, h er üç soruya da üç defa, " Z in a etse de, h ırsızlık etse de cennete girer”'
cevabını verm iştir (B uharî). G ö rü lü y o r ki, H z. M uham m ed, cennetin kapıların ı
hem en b ü tü n M üslüm anlara açm ıştır.
5. C ennete girecek o lan lar nasıl k arşıla n a c ak lard ır? “A d n cennetlerine
girecek olanlar, atalarından ve eşleriyle zürriyetlerinden salih olanlarla beraber
olacaklar ve onlara h er kapıdan m elekler girerek, selâm sizlere, sabrettiğiniz için
ahret diyarı n e güzel, d iyecekler” (R a ’d, 25; İb rah im , 23). T anrı em irlerine uy
m uş o lan lar, cennete g irerlerken k en d ilerin e, "S elâ m etle ve em niyetle g ir in ...”'
(H icr, 46) denecek ve o rad a, «sağlık ve selâm » dilekleriyle k arşılan acak lard ır ve,
" H iç bir boş söz işitm eyecekler, a n cak bir selâ m ” (M eryem , 62) işiteceklerdir.
D ikkat edilirse, cennette vaat edilm iş olan şeyler, baştan başa sıcak iklim
lerde ve y o ksullar ta ra fın d a n özlenen nim etlerd ir. N itekim , T an rı, H z. Â dem ’e
de, "C en n ette aç ve çıp la k kalm ayacaksın, güneş sıcağı çek m e yece ksin ” (T aha,
118-119) dem ek suretiyle, özellikle o sıcak ve k u ra k bölgelerde, insanların çek
tik leri yoksulluk ve sıcaklık azab ın d an k o ru n u lacak tek yer olarak cenneti gös
term iştir. Şu surelerdeki ayetlerde cennete d a ir verilm iş olan bilgiler hep aynr
esasa day an m ak tad ır: N isa, 120; M aide, 85; Y unus, 10; İb rah im , 23; N a h l,
31; T ah a , 76; H ac, 14; A n k eb u t, 58; Secde, 19; Sebe, 19; M uham m ed, 1 2 ,
Fetih, 5; M ücadele, 22; T egabün, 9; T a lâ k , 11; T ah rim , 8; Beyyine, 9; Z u h -
ra f, 70-73; H a k k a , 21-23.
6. C ennete girecek o lan lar önceden b ir hesap verm eye m ecbur iseler d e ,
B uharî, ‘S a h ih ’inde, hesap verm eden cennete girecek olan 70.000 im anlıdan
bahseden h ad isler kaydeder. Bazı tefsirciler, cennetin simgesel o larak sekiz k a
pılı old u ğ u n u an la tırla r; b u n la rın , k alp , dil, k u lak , göz, el, ayak, ağız ve ü rem e
organı, gibi iyiye ve kötüye götüren, fak at iyiye kullandığı ta k d ird e insanı
cennete u laştıran deliklerden ib aret olduğunu ve b ü tü n g ü nahların b u n ları T an rı
b u y ru k ların a aykırı o larak k u llan m ak tan doğduğunu ileri sürerler.
T a n rıtan ım azlard an sayılm ış olan İb n R avendi, ayetlerde vaat edilm iş olan
ah re t m utlu lu k ların ın , m addesel ve k ab a lezzetlerle tem sil edilm iş olm asını be
ğenm ez ve eleştirir. B âtınî fırk aların a m ensup o lan d ü şü n ü rle r ise, akıllı insan
ların , cenneti b u dünyada bulabileceklerini, o nları ölüm den sonra aram anın doğ
ru olm adığını iddia ederler. Ö lüm den sonra b ir hesap g ü n ü n ü n v a r olduğuna
in an an lard an M utezile bilginleri, işlenm iş o lan büyük gü n ah ların a tövbe etm e
den ölm üş o lan ların fasik sayılacaklarını, b u itib arla o n ların cehennem e gide
ceklerini ileri sürerlerse de, S ünnî d ü şü n ü rle r ve bazı din bilginleri, b u n ların da
cennete girebileceklerini üm id ederler. Bu b irb irin i tutm ayan inançlar, İslâm
kavim lerinin ah lâk ı üzerinde yıkıcı etk iler yapm ış, k ö tü lü k İşleyemeyecek bir
yaşa gelinceye k a d a r h er tü rlü ahlâk dışı h arek etleri âdeta m eslek edinm iş b ir
ç o k M üslüm am n, ah ret yolu göründüğü veya yaklaştığı günlerde tövbeye baş
la y a ra k ken d ilerin i cennetlere lâyık b ir hale g etirdikleri görülm üştür. İb n R üşd,
ah ret ödüllerin in m addesel değil, tinsel b ir özelliğe sahip olduğunu k ab u l eder.
F ak at, K u r’an , an lattığım ız gibi, b u nim etleri sayarken hiç b ir tinsel h az ve
m u tlu lu k ta n açıkça söz etm ez.
H z. M u h am m ed ’in im an edenlere ve salih insanlara m üjdelediği cennetin
b aşk a d inlerd ek i şekli de, aynı m istik hayal gücünün tasarım larını asla aşm ış
değildir. H a tta b u n la rın b ir k ısm ı, İslâm T anrıbilim cileriyte m ezheplerine ve
tefsirlere, b aşka k avim lerin dinsel geleneklerinden geçm iştir. K onum uzu aydın
latm a b akım ın d an b ir iki ö rn ek verm eyi yeter bulacağız: K abalcılığa göre, öteki
ü ü n y a d a ne yem ek, ne içm ek v a rd ır. S alih kim seler, orad a, b aşların d a b ir taç
o ld u ğ u h ald e, o tu racak ve T an rısal parıltıy ı sevinçle seyredeceklerdir. Salihler,
o ra d a barış içinde beden in tekm il sefaletlerinden k u rtulm uş olacak lard ır. Bunla-
Tin ru h la rı, T a n rı’yla^birleşecek ve b u algı (idrak) içinde m utluluğu tadacak lard ır.
T a lm u d ’da betim lenilen (tasvir) cennet, yedi kısm a b ö lü nm üştür: b u n ların
h e r b iri, salih in san ların kategorilerine göre ayrılm ıştır; zira, b irb /rin d e n üstün
yedi salihlik derecesi v a rd ır: 1. T a n rı ad ın ı k utlayan doğru insanlar; 2., T a n rı'
n m seçip k u tsalladığı sinagog k a p ıla rın d a o tu ra n la r; 3. T an rı evinde o tu ran lar;
4. T an rı b u y ru k ların ın saklı b u lu n d u ğ u m ih rap ta (tabernacle) o tu racak olan
lar; 5. T a n rı’nın kutsal dağında yerleşecek o lan lar; 6. E bedînin dağını gösteren
ler; 7. T a n rı’n ın kutsal yerinde yerleşenler. C ennete girecek olanlar, b u dünya
da fa k ir olan salih lerd ir. Bu d ü n y ad ak i g ü n ah lılar, salihler, fak irlik ten ıstırap
çekerlerken k o n fo r ve ra h a tlık içinde o lan zenginlerdir. T an rı, salih olanlara cen
netin hâzin elerin i açacak, g ü n ah lılar da k en d i etlerini, kendi dişleriyle kem ire
c ek le rd ir. İncillerd e, K u r’an d ak i k a d a r geniş ve ay rıntılı cennet betim lem elerin
den ve nim etlerin d en asla söz edilm ediği h alde, T alm u d cu lar, cennet m u tlu lu k
larını b ir h arik a ziyafet şeklinde b etim lem işlerdir. H alk ın m istik hayal gücü,
"bu ziyafeti şu efsaneyle an latır: « T an rı, b iri erk ek, diğeri dişi olan ve ad ına
L eviethan denilen iki ifrit yaratm ıştır. B unlar evlenecek olsaydılar, b ü tü n dünya
harabeye d ö n erd i. Bu yüzden T a n rı, erk ek ifriti had ım etm iş, dişisini öldürm üş,
b u n u n etlerini tu zlay arak öteki d ü n y ad a salihlere yedirm ek için saklam ıştır!».
Salihlere çekilecek o lan b u ziyafetten a rta k a la n lar da K u d ü s’te satılacakm ış!
T a n r ı, içki o larak da T e k v in ’in (yaratm a) altı gününden beri üzüm halinde
saklanm ış o lan b ir şarap ik ram edecekm iş. T a n rı’nın çektiği b u ziyafete, güney
den ve kuzeyden e'secek o lan b ir rü zg âr, A dn b ahçelerinin güzel k o k u larını ge
tirec ek ve m isafirlerin b ü tü n istedikleri verilecekm iş. Aynı zam anda T a n rı, salih
k u lları için cennette — kendisi de b u n la rın arasın d a o tu ra ra k — b ir tane h azır
layacak ve salih ler, işte bizi k u rta ra n T a n rı, diyerek O ’nu p arm akla gösterecek
le rd ir. Salihler, T a n rı’yı görünce, y an ların d a giden b u yüce kutsallık tan k o rk a
ra k uzaklaşm aya çalışacak, fa k a t T a n rı o n lara, görm üyor m usunuz, ben de size
benziyorum , k orkm ayınız, diyecek!..»
C ennetin içi h a k k ın d a , an cak X I I I . yüzyılda yazılm ış olan haham vesika
la rın d a şu betim lem e v a rd ır: A dn bahçesinin y a k u ttan iki kapısı v a rd ır. Bun
la rın h e r b irin i 600.000 ayin m elekleri tu ta r. B unların yüzlerindeki parıltı, b ü
tü n evren gibi p ırıl p ırıld ır. Bir salih geldiği zam an, b u m elekler, onun m ezarda
giyinm iş olduğu elbiseyi ç ık a rır ve ken d isin e görkem li (m uhteşem ) sekiz b u lu t
elbisesi giydirir ve b aşın a d a, b iri incid en ve p ırla n tad an , öteki parvaim altı
n ın d a n iki taç koy arlar; taşım ası için de eline m ersin ağacından sekiz baston
v e rirle r. «B esinini sevinçle alm aya git!» diyerek ken d isini, içinden n eh irler akan
ve tü rlü çiçeklerle bezenm iş b ir yere g ö tü rü rler. H e r salih b u ra d a , kendi şere
fine uygun o lan b ir odaya yerleşir. B urada b irin d e n şarap, ötekinden de bal ve süt
akan dö rt ırm ak v a rd ır. H er o d an ın ü stü n d e V enüs gezegeni k a d a r p arla k otuz
inciyle süslü b ir altın asm a v a rd ır. H e r o d ad a da inci ve p ırlan ta d an yapılm ış
b ir m asa b u lu n u r ve h e r salihe hizm et etm eleri için altm ış m elek atanm ıştır.
O n la r bu cenn etlik lere, «Sevinçle b alın lezzetini tat! Ç ünkü sen bala benzeyen
T o ray a ken d in i verm işsin! Y aradılışın altı gün ü n d en beri üzüm h alin d e saklan
mış olan şarap tan iç! Z ira , sen şarab a benzeyen torayı ö ğ re n d ir'» derler. (T ora,
İbran îced e, k an u n , öğreti ve direksiyon dem ek tir. Y ani, yazılı veya sözlü o larak
Jüdaizm öğretileri d em ektir.) C ennettekiler için gece y o ktur. O n lar için üç uyan
m a dönem i v a rd ır: B irincide salihler, b ire r çocuk o lu rlar, İkincide genç adam ,
ü çüncüde yaşlı ad am o lu rlar; b u üç dönem deki in sanların kendilerine özgü eğ
lencelerine d alarlar. A dn b ahçesinin h e r köşesinde seksen çeşit k o k u lu ağaç var
d ır; b u n la rın en az değerlisi, b u d ü n y an ın b ü tü n k o k u lu b itk ilerin d en d ah a in
ced ir, güzeldir; ve yine h er köşede 60 0 .0 0 0 ayin m eleği, sarhoş eden b ir sesle
teren n ü m ederler. M erkezde h ay at ağacı v a rd ır ki, h er d alın d a A dn bahçesinin
tü m ü açılırlar. Bu ağaç 500.000 çeşit m eyve v erir ki b u n lard an her b irin in tat
ve biçim leri b aşka b aşk ad ır. Bu ağacın ü stü n d e görkem li b u lu tla r v a rd ır. Bu çi
çeklerin k o k u su n u d ö rt rüzgâr, d ü n y an ın b ir u cu n d an ö b ü r ucu n a gö tü rü r. Bu
ağacın a ltın d a da torayı açıklayan bilgelerin çöm ezleri o tu ru rla r. B unlardan her
b irin in yıldızlarla güneş ve aydan yapılm ış iki odası vard ır. Bu od aların arasında
yine görkem li b u lu tta n p erd eler b u lu n u r. O raya 310 bilgin yerleşm iştir ve b u n la r
d a yedi salih tü rü n e giren kim selerle o tu ru rla r (A. C ohen, s. 452-458).
Taocu rah ip ler de b irço k cen n et ta n ırla r. O n lara göre, cennette cinler ve
hayvanlar da in san larla b e ra b e r yaşarlar. Bazı b ağıcılar, M ajların sarayına k ad a r
y ükselirler ve o rd an arılık (saffet) iline k a d a r g ö tü rü lü rler ki, b u ra d a n altın,
güm üş, inci ve y ah u t taşlarıyla süslü b ir cennete gidilir. O rad a en yükseklerin
hâkim i, b u n la ra b irta k ım efsanevî m an zaraları su n ar ve nihayet o nlar, güneş ve
ayın o rtasın d a saf b ir p arıltı âlem ine y erleştirilirler (M arcel G ran et). B ütün bu
hikâyeler, hem en b ü tü n d in lerd e az çok fa rk la rla ayrı b ir m itolojinin konu su n u
teşk il ederler. F. Bacon d er k i: «Â dem cennetten a tıld ık tan sonra, insan çalış
sın diye dünya cennetine y erleştirilm iştir. B urada kendisine yükletilm iş olan ilk
çalışm a, d alın çtır. Y ani, bilgi edinm ek v e ’ deney yapm aktır. N itekim , insanın
cen nette yaptığı eylem lerin ilki, y aratık ları öğrenm ek ve ad ların ı koym aktan iba
re ttir. Bu bilgi, k en d i düşm esine ned en olu n ca, k o n u la n , y a ra tık lar olan doğa
bilgisiyle değil, k o n u su iyi ve k ö tü (hayır ve şer) olan ahlâkla da uğ raşm ıştır
ki, b u n u n kaynağı ve insanın özlem ini çektiği şey, T a n rı’ya isyan etm ek ve ken
d inden başk asın a dayanm am ak ve güvenm em ek o lm uştur (M . M c. L uhan, ‘La
G alaxie G u ten Ş erg ’, Paris, 1967, s. 228).
D in ler, genellikle h alk ta k ab aların a seslendikleri için, onları duyularıyla
anlayabilecekleri som ut yaptırım larla eğitm e zo runda kalm ışlardır; bu itib arla
hem en hepsin in verdiği ö rn ek ler özdeştir; yani, bu dünyada bazı güçlü ve dev
letli kişilerin ta ttık la rı nim etlerle onların , öteki in sanlara uyguladıkları baskı
la rd ır. H z. M uham m ed de b u k u ra ld a n kurtulam am ıştır. Bu gerçeği, cehennem
h ak k ın d a vereceğim iz bilgiler de onaylayacaktır.
CEHENNEM
M istik yap tırım lar, b ir ilke veya p o stü lat o larak bedenden ayrı b ir ru h u n
varlığı, b u n u n geçici b ir ö lüm den sonra yeniden dirileceği, dünya hayatında
işlemiş olduğu eylem lerin h esab ın ı v erm ek üzere m ahşerde toplanm ası gerektiği
gibi b irtak ım a p rio ri in an çlara d ay an ırlar. Bu itib arla b u n d an önceki bahislerin
bü tü n b ir in san lık tak i in an çlarla ilgisini olduğu k a d a r da kendilerini açıkça
anlayabilm ek için ru h , ölüm ve ölüm ötesi h ak k m d ak i inanç ve düşüncelerin ge
çirm iş olduğu evrim i kısaca görm ek, H z. M uh am m ed’in bu k o n u lard ak i görüş
ve öğretilerini anlam ak için de yararlı olacak tır.
R U H N E D İR ?
' '
. 1. K u r’an ın 20 ayetinde ru h sözcüğü v ard ır. B unlardan üçü (B akara, 87,
253; N ahl, 127) kutsal ru h ta n ; d ö rd ü (N isa, 171; M aide, 11; M eryem , 17;
T ah rim , 12) M eryem ’e ü fü rü lm ü ş o lan ru h ta n ; d ö rd ü (H icr, 29; Sad, 72; Secde,
9; N ahl, 2), Â d em ’e ya d a insana ve m eleklere ru h üfü rü ld ü ğ ü n d en ; ikisi de
(M aariç, 6; K ad r, 4) ru h u n ve m eleklerin indirild iğinden; d ö rt ayette (Enbiya,
915; M üm in, 15; Ş ura, 52; M ücadele, 22) ru h vahyetm ek, em riyle ru h sokm ak
(ilka) ve ru h u m u zd an ü fü rm ek şeklinde k u llan ılm ıştır. N ebe suresinin 2 ’nci
ayetinde ru h ve m eleklerin saf saf in d ik lerin d en söz edilir. N ebe suresinin 2 ’nci
ayeti, ru h h a k k ın d a b ir soruya k arşılık o la ra k , ru h u n T an rı em rinde olduğu,
insana b u n u n h a k k ın d a p ek az bilgi v erildiği b ild irilm ektedir. Bu suretle İs
lâm. d in i, ru h h ak k m d a k i araştırm alara lüzum görm ez. Buna k arşın , İslâm filo
zof ve bilginleri, b u k o n u ü zerin d e b ir hayli m istik veya kuram sal bilgiler ver
meye çalışm ışlardır. F ahreddin-i R azî, ‘M efatih-ül-G ayb’ adlı eserinde, bu ayete
d ay an arak Selefiye’n in , b u konu ile uğraşm an ın dinsel em irlere aykırı olduğu
idd iasını red d ed erek , ru h ü zerinde araştırm a yapılm asının zorunlu olduğunu sa
vu n d u ; nitek im M ü teah h irin adı verilen b ü tü n İslâm filozofları bu konu üzerin
de tü rlü açık lam alard a b u lu n m u şlard ır. Ö rneğin, İm am N evevî, İm am Ş aranî
ve m ütekellim inden N azzam , İm am Kayyim-el-Cevzî, ru h u n latif ve ateşli b ir
cisim gibi o lduğunu id dia e ttik leri halde, G azali ve F ahreddin-i Razî soyut ol
duğunu isp at etm eye çalışm ışlardır. İn c il’de 1600 kez ru h sözcüğü kullanılm ış
olduğu halde, o n u n niteliğinden hiç söz edilm iş değildir. B ununla b irlik te, in
sanlığın pek ilkel b ir dönem inde b u lu n a n k avim lerden başlayarak çağım ıza dek
gelen en yüksek to p lu m lard a da b ir ru h inancı ve onun ne olduğu hakkında
türlü tü rlü a raştırm alar v ard ır. İlkel in san lar, d oğuştan c an lıcıd ırlar (anim istre);
o nlar, kendi v arlık ların d a, görülen bedenle, görünm eyen ru h ikiliğini sezm işler,
bu ikinci totem cilik inancı içinde M ana adıyla tü m doğada varsayılm ışlardır. Bu
itibarla o n lar, doğanın tüm eşya ve o laylarındaki hassa, sıfat ve etkileri taşıyan,
yani canlı ve cansız h e r şeye h ü k m ed en , iyilik ve k ö tü lü k yapabilen b ir tüm el
ve kutsal gücün varlığına tü rlü şekillerde inanm ışlardır.
R uh sözcüğü A rapça Reyh, riyah sözcükleriyle ilgilidir ki, b u n lar, koku,
rüzgâr anlam ların a gelir. İlkçağ in san ları, onu ağırlığı olm ayan, h areketli, be
dene benzeyen, ince ve h afif görü n eb ilir, fa k a t d o kunulam az, gece rüyaya fan-
tom ları girebilen, gün d ü z kaybolan b ir v arlık saym ışlardır. R uhu, gölge veya
eş sayanlar da v ard ır. D a n te ’ye V irgile, A ra f’ta, k ad av raların gölgeden yoksun
old uklarını an latır. R u h , su lard ak i görüntüm üze benzetilir, b ir hayal o larak da
kabul edilir. B unun için d ir ki, p u ta ta p a n la r, suretle aslın aynı olduğunu zan
nederek, y ap tık ları T a n rı heykellerine ib ad et ed erler. R u h u b ir sıcak ‘nefes’
(pneum a) say an lar d a v ard ır. Bu inanç, ö lü n ü n nefes alm adığını görm elerinin
ü rü n ü d ü r. B rahm anizm de, b rah m sözcüğü de nefes, rüzgâr ve ru h dem ektir.
"B rahm a, havada oturan ve h er yö n e a ralıksız esen b ü yü k bir yel gibi, bü tü n
varlıklar b ende yerleşm işlerdir" der. T e v ra t’ın ‘T e k v in ’ bahsinde de, Y ahova’
m n ru h u , yarı fizik b ir g ü çtü r ki, ken d isin d en insan soluğu (nefes) gibi fışkı
rır ve y aratm ak için, suların üzerinde rü zg âr gibi gezinir; insanı çam urdan yara
ta rak onun yüzüne b u hayat nefesini ü fler, d iriltm ek istediği ölülere de bu h a
yat nefesini yollar k i, K u -’an d a da b u olay aynı tarzda cereyan eder. İn c il’deki
k u tsal ru h da böyle b ir özellik taşır. H z. İsa, b u ru h u , havarilerine b ir büyük
rüzgâr şeklinde nak led er. R u h u n böyle b ir nefes veya rü zg âr oluşu inancı, Po-
linezya ilkellerinde de v a rd ır. B unlar, ru h u n k açıp gitm em esi için can çekişen
hastan ın ağız ve b u rn u n u tıkay arak ö ld ü rü rler. V irgile ve C iceron, can çekişen
lerin ağızlarına yaklaşarak son nefeslerini y u tan lard an bahsederler. Ü fü rü k çü
lerle bazı şeyhlerin nefes etm elerinde b u inancın to rtu la rı vard ır. H om eros da
ru h u n b ir nefes o larak ölenin ağzından ve y araların d an çıkıp, sonra gölge ha
line geldiğini, nihayet b ir du m an o larak dağıldığını an latır. Fisagor da ru h u ,
h er şeye hay at ve h arek et veren ince b ir rü zg âr saym ıştır. D aha sonra, ru h u n
sıcak ve k u ru b ir b u h a r olduğu zannedilm iş, D em okritos ve L eusippos, onu
ateşli b ir atom saym ışlardır. İlk ve o rtaçağlar, h a tta bazı çağdaş d ü şü n ü rler, bil
ginler, ru h a geniş b ir anlam verm işler, o n u , b ü tü n organlaşm ış cisim lerde h a
yat ve h arek et ilkesi saym ışlardır. A risto, o n u n , hayatı kabul edebilen cisim
lerde gerçekten beliren b ir kuvvet, organlaşm ış cism in birinci entelekyası ol
duğ u n u sav u n m u ştu r1.
(1) Tevrat, bir de Tanrı ruhundan söz eder: “R abbin ruhu, Sauî’dan
çekildi ve Rab ta ra fın d a n bir kötü ruh, ona ıstıra p verdi" (Birinci M elikler,
XVI, 14-15); “Tanrı tara fın d a n Saul’a ruh gelince Davud, tam buru eline alıp
çalarak ve Saul da ferahlanıp rah at edince, kötü ruh üzerinden giderdi’’ (XVI,
23). Anlaşılıyor ki, Tevrat, iç sıkıntısı, üzüntü, tasa ve ferahlam a gibi duyguları
ayrı birer ruh sanmaktadır.
2. R u h n ered en g elm iştir? Bu, Y a ra d a n 'la y aratık arasındaki ilişki ve var
lık ların m u tlak özü prob lem id ir. R u h , eğer bed en d en ayrı b ir v arlıksa, b u n u n
doğum dan önce ve ö ld ü k ten sonra da v a r olm ası gerekir. M etem psikosa (mĞtem-
psychose) in an an lar, b ir ru h göçü (transm igration) k ab u l eder; b u nedenle de
ru h u n ezelden b eri devam edip d u rd u ğ u n u sav u nurlar. R u h u n başlangıcıyla
pek de uğraşm ayan B udacılık, ru h u n geçm işte b ir başlangıcı olm adığını öğretir.
Brahm acıl'ar, bireysel ru h u n tüm el ru h ta n doğarak yine ona dönm ek suretiyle
ebedî varlığını k o ru r in an cın d ad ırlar. M üslüm anlıktaki, "B iz T anrıdanız ve
T a n rı’ya d ö neceğiz” dövizi, b u inancın başk a b ir deyim idir. R uhu düşünen b ir
m onat sayanlar, o n u n m addedeki atom gibi h a ra p edilem eyeceğini, h arap olm a
yan veya m ahvedilem eyenin ise, yaratılm am ış olm ası gerektiğini ileri sürerler.
E flatu n , ru h u n geçici b ir h ayat k alıb ın a girm eden önce T a n rıla r k atın d a , saf
özler halin d e v a r o lduğuna in an ır. Bu in an çlar genel o larak önceden v a r olum
(pröexistance) dogm asıdır k i, ortaçağdaki kilise b ab a ların a, O rigöne aracılı
ğıyla girm iştir. İnsel (beşerî) özgürlüğü öncel ta k d ird en (prödestination) k u rta r
m ak isteyen Pelage ve taraflılan» b ir b e d en doğm ak üzereyken T a n rı o beden
için ayrı b ir ru h y aratır; b u su retle ru h la r b edenlerle p aralel o larak çoğalırlar
diye d ü şü n ü r. Bir diğer varsayım a göre de, ru h , ilk atam ızda tohum " halinde
v ardı; ond an b ü tü n k u şak lara yayıldı; Sain t A ugustin, b u n u b ir m eşalenin öteki
m eşaleleri tu tu ştu rm asın a ben zetir. L u th e r ve L eibniz de b u düşüncededirler;
yani T a n rı’d an indiği in a n c ın d a d ırla r k i, bazı fa rk larla E flatu n gibi d ü şü n ü r
ler. H ıristiy an lar, b u k o n u d a ik i züm reye ay rılırlar: Bir kısm ı ru h ların T an rı
yaratığı old u ğ u n a in a n ırla r ki, b u n a cröatianism e denilir; b ir kısm ı d a çocuk
ların ru h u , b a b a la rın ın ru h u n d a n doğar id d iasın d ad ır; b u n a d a, tradücianism e
d enilir. Y ani H ıristiy an lar, ru h için b ir geçm iş k a b u l etm ezler.
3. R u h , m addesel m i, tinsel m id ir? M addecilere göre, organizm anın b ir
hassası, h a tta m ad d en in b ir öğesi, ince b ir a k ım d ır (seyyale); bedenin b ü tü n
kısım larına so k u lu r. R u h çu lara (spiritualiste) göre, ru h bedenden bağım sız ayrı
ve özel b ir h assad ır. Panteizm e m ensup o la n la r ise, organizm ayı in k â r eder,
b ü tü n varlığı ru h la n d ın rla r. H ilozoim , dem iyurgos (dem iurge) ve âlem in ru h u
inançları, b u sistem den doğm uştur. Ö zet o larak , eğer ‘ben ’, organların b ir kısm ı,
b ir sonuç veya h assasıd ır dersek, L apsekili S trato n ’dan başlayan m addeci gö
rüşe saplanm ış o lu ru z; organizm a ile ‘b e n ’in ik i ayrı v arlık olduğunu, fak at b u n
la rın b irb irin e sıkıca bağlı b u lu n d u k la rım k ab u l edersek, ru h çu oluruz. Ruh-
çular, m addeyi in k â r etm ezler, h a tta o rganizm anın gücünü (puissance) de k a
bul ederler. M addeciler ise, ru h u tam am ıyle in k â r eder; b u n u organik fonksi
yonların yalınç (basit) b ir hassası sayarlar. E fla tu n ’a göre, elbise b eden için,
alet onu k u llan an için, gem i k ap ta n için neyse, bed en de ru h için o d u r; b u n u n
içindir ki ru h , kend in e lâyık b ir bed en im al eder. E pikürcülerle stoacılar, be
denden başk a gerçek b ir töz (cevher) k a b u l etm ezler ve b edenin dışında b ir
v arlık olam az derler. O n la ra göre, ru h d a ince b ir m addedir. N itekim Y eni Ef-
latu n c u lar d a, m adde ve ru h ikiliğini red d ed erler. O rtaçağ kilise b a b ala rın ın
d a ru h u n m addeselliğini k ab u l ettik leri g ö rü lü r. İlk kez D escartes, ru h u n uzam -
sız ve tinsel o ld u ğ u n u , m addede uzam lılık (ötendue) bulu n d u ğ u n u gösterm iş ve
G oethe, ru h su z m ad d en in ve m addesiz ru h u n bulunam ayacağına inanm ıştır.
4. R u h u n m ad d ed ek i yeri: R u h u b edenden ayrı b ir varlık sayınca, ona
bedende b ir yer gösterm ek de zoru n lu o lur. A risto, ru h u n kalpte olduğunu, Ef
latun ve Fisagor, beyinde b u lu n d u ğ u n u , b ir tek ru h a in an an lar ise, onun gö
ğüs veya b aşta yerleştiğini k ab u l ed erler. D escartes, kozalak bezinde (glande
pinĞale), diğ er bazıları da beynin tü rlü bölgelerindeki k arın cık lard a b u lu n d u
ğunu sav u n u rlar. R u h u n hiç b ir u zuvda yerleşm em iş olduğunu iddia edenler
de vard ır. F izyolojistler, ru h u n k en d in i değil, o n u n hangi organlarla bedenin
izlenim lerini ve dış âlem etkilerin i alm ak ta o lduğunu incelem eyi tercih .ettik
lerinden, ru h için b ir y er düşünm ezler. Son zam anlarda duyusal ve devim sel
(harekî) sin irler ayırt edilm iş, G al gibi bazı bilginler, ruhsal yeteneklerim izin
m erkezlerini a ra ştıra rak frenoloji ile uğ raşm ışlard ır. B ugünkü p o zitif psikoloji
de, bedende ru h için b ir y er aram ayı redd etm ek te, h a tta ru h u n ne olduğunu
araştırm an ın m etafizik ve m istik h ayallerden ib a re t olduğuna in a n arak , ruhsak
faaliyetleri, ru h sal fonksiyonları, in n erv atio n , reflexe, fiziko-şim ik e tk iler, iç
salgı bezlerinin işleyiş tarzları, fizik ve sosyal âlem in etk ileri gibi k o n u la r üze
rinde çalışm akta, dav ran ış şekil ve n edenleri ü zerin de d u rm ak tad ır; yani, ru h u
d a eşya gibi incelem ekte ve o n u n o rg an lard a b ir yeri olam ayacağına in an m ak ta
dır. N itekim , m arazî h allerd e kişiliğin bölünm esi, h alkalı hayvanlarla solucan
ve poliplerin parçalanm asıyla h ay atların ın h e r p arçad a ayrı ayrı devam etm esi,
çağdaş operasy o n lard a, k an verm ek, org an değiştirm ek, yapay organlarla yaşat
m ak gibi b aşarılar, n ih u n yeri ve ne olduğu gibi p roblem leri bilim den uzaklaş-
tırm ıştır. İn san , an a ve b ab a to h u m ların ın birleşm esinden m eydana geldiği için,
ru h u m u zd a tü rlü soyaçekim sel öğeler v ard ır. Bu itib arla ru h , b ü tü n b ir benliği
kapsam az. İlk ço cu k lu k ta, letarji ve dem ans h allerinde ru h u n nerede olduğu
sorulabilir.
5. R u h la bed en in b irb iri ü zerindeki etkisi p roblem i de, b u g ünkü bilim in
verilerine göre u nutulm aya m ah k û m gibi görülm ektedir. Evvelce, L eibniz, bu
etkiyi ezelî ah enk kuram ıyla, M alebranche, vesile n edenler; V illis, hayatsal alev,
plastik aracılar, düşünce k uvvetler gibi k u ram larla açıklam ak istem işlerse de,
bugün b u k o n u da fizyolojinin eline geçm iş, ciğerler olm aksızın solunum un açık-
lanam adığı gibi, org an ik a racılar olm aksızın ru h h allerin in de açıklanam ayacağı
b ir gerçek o larak isp at ed ilm iştir. Bugün a rtık ru h u b ir töz saym a h atasın d an
kurtulm uş ölan d ü şü n ü rle r, ve b ilginler, ru h u o rganizm anın evrim iyle p aralel
o larak gelişen, b u itib arla b irb irin d e n ayrılm az b ir gerçeklik saym aktadırlar.
6. Şu halde, m istiklerin b ah settik leri ru h n ed ir? M onizm yönünde ilerle
m ekte olan bilim in verileri ne o lursa olsun, bugün m addenin bilince ait n ite
likleri nasıl kazanılm ış ve k azan ılm ak ta olduğu p roblem i çözülem em iştir. Bi
zim algıladığım ız ru h , dolaysız b ir su rette, b ilincim izin içerik (derunî) ışığıyla
kavradığım ız ‘b e n ’d ir, yani hisseden, dü şü n en , isteyen, in an an , serbestçe h a re
ket eden özüm üz, ‘b e n ’im izdir. Bu, zihinsel ve tinsel fakültelerim izin değişm ez
koşulu ve esaslı öğesi gibi g ö rü n ü r; işte ölm ezliğine inanılan ru h , dogm atik
o larak varlığına inanılm ış olan b u ‘Ben’dir.
G enel o larak m istisizm , ru h u n b edenden önce yaratılm ış olduğunu ve T an-
n ’n ın , eşyanın b aşlangıcında bedenle birleşm e ödeviyle yüküm lü b ir m ik ta r
ru h yarattığını k ab u l eder. İb n Sina bile, b ir m anzum esinde, ru h u n yüksek b ir
yerden indiğini an latır. T alm u d d a, ru h la rın düşecekleri zam ana k a d a r k ap a tıl
m ış old u k ları b ir m ağ arad an söz eder. Bazen b u n la r, T a n rı’nm. tah tı altında,
b ir ihtiyat depoda (rdservoire) saklanm ış b u lu n u rla r. Bazen de bedene geçmiş
bu lu n an salih ru h la ra eşlik ederek göklere dö n erler. B unlar, öteki hayat hâzi
neleri ve kutsal d u a la r arasın d a yedinci gökte o tu ru rla r. A ynı zam anda ru h ,
kendi y arad an ın a b enzer. O n u n gibi g ö rü r ve bölünm ez. N asıl k i, T a n rı, evrene
yorulm adan dayanıyorsa, ru h da bedene, çaba sarf etm eksizin dayanır (taham
m ül). R u h lar, T an rısal ö zd en d ir; u y k u esnasında yeryüzünün h e r yerini dola
şır ve düş (rüya) g ö rü r (H en ri S eraya, s. 124). Bu düşünce ilkel kavim lerde de
vard ır ve anim izm inan ç ve k u ram ı, b u esasa day anır. F akat panteizm e bağlı
olan m istik ler için ru h , T a n rı’nın in san ve eşyada yansıyan n u ru n d a n başka
bir şey değildir. İçim izde sürekli o la ra k aslına dönm ek ve k avuşm ak isteyen,
bu n u ru n k en d isid ir. Bu b ak ım d an âlem de ik ilik değil, b irlik v a rd ır; yani tüm
yaratık lar, T an rısal ru h u n nesnel g ö rü n tü lerin d en b aşka b ir şey değildir. Bir
fikir ve gerçeklik o lm ak tan çok, b ir şiir niteliğinde olan b u m istik ilham lara gö
re, beden, b ir su retten ib a re ttir ve ru h u n k endisi, m istiklere özgü ve m akyajlı
b ir m egalom aninin ro m an ıd ır.
7. Bu k o n u d a çağdaş psikoloji ne d iy o r? B ugünkü psikoloji, ru h proble
m ini âdeta Berkeley’in m addesiz ü lk ü cü lü ğ ü n d e (im m etarialism e) ve H u m e’u n
olaycılığında (phenom enism e) olduğu gibi, k a n ıtla rı ink ârla sonuçlanan, fak at
bu sonuca deneylerle u laşm ak isteyen b ir görüşle açıklar. Ö rneğin, behaviyo-
rizm in k u ru cu su olan W atso n ve aynı o k u ld an S kin ner, H ull ve b u n la rın öğ
rencileri, b ü tü n ru h sal o layları uyarım (stim ulus) ve k arşılık verm eden (rdponse)
ibaret olan d av ran ışlarla açık larlar. B unlar, ru h ve bilinç gibi ko n u ları da in k â r
ederler. H atta b u n la r, siyasal, dinsel ve ahlâk sal p roblem leri de, b u çeşit d av ra
nışların m ek an ik b elirtileriym iş gibi g örürler. Behaviyorizm , psikolojiyi, bilinç
hallerinin betim lem e (deseription) ve açıklam asın d an ib aret gören W . Jam es’in
içgözlem indeki (introspeetion) aşırılık lara b ir çeşit isyan niteliğinde olan W atso n ’
un şu ilkesine d ay an ırlar: «Bilinç, n e tan ım lan ab ilir, ne de o n d an b ir fayda
sağlanılabilir. Bu, eskilerin kullan d ığ ı ru h sözcüğünü ifade eden b aşka b ir söz
cü k tü r. O ysaki, hiç kim se ru h a dok u n am am ış, h iç kim se ru h u b ir denem e tü
pünde görem em iştir. Bilinç de eski ru h gibi gösterilem ez ve yakalanm ası ola
naksız b ir terim d ir» . Y an i, b u o k u l için b ilin ç k o n u su da, üzerinde çalışm akla
kandırıcı b ir sonuç elde edilem ez (A rth u r K oestler, ‘Le Cheval dans la Loco-
m otive’, İngilizceden çeviren: G eorges F rad ier, P aris, 1968, s. 23).
A nlaşılıyor ki, behaviyorizm e göre, psikoloji b ir davranış (com portem ent)
bilim idir. Bu ise, b ir çeşit fizik tir. Y ap ılan b ir u yarım a k arşı, insanın nasıl
karşılık vereceğini önceden sap tam ak ve tah m in etm ek de o lan ak lıd ır. Bu o k u
lun görüşlerini red d en ler, b u n u n olanaksızlığından söz ediyorlarsa da, tanınm ış
fizikçilerden W e rn e r H eisenberg, «D oğada, d er, n eler olacağının önceden b i
linem eyeceğini id d ia etm ek k a d a r da canlı organizm ada en azından b ir önceden
görüşü in k â r etm enin, ö u e n ta fiziğinin cansız doğada uygun gördüğü önceden
görüşü in k â r etm ek k a d a r saçm adır» (adı geçen eser, s. 25).
G eştalt psikolojisi k a d a r da sin ir fizyolojisiyle uğraşan lar ve soruşturm a
(inform atique) k u ram cıları o lan en yeni ve genç psikologlar da, behaviyorizm e
k arşı olm alarına k arşın , b u n u n etkisinden k u rtu lam am ışlard ır. O n lar da insa
nın insanlığını in k â r ederek âd eta o n u n , «fareliğini savunm uşlardır. Z ira , deney
lerinde, b u tü rlü h ay v an lard ak i koşu llu ve koşulsuz refleksleri açıklam ak iste
m işlerdir» (aynı eser). U çucu b ir k u rt, a ltı p arçaya b ölününce, b irk aç hafta
sonra, h er p arça ayrı ve tam b ir birey o lm ak tad ır. Bu olaydan ölüm süz olduğu
n a inanılan ru h u n da b ö lü n erek altı tane ölüm süz k en dilik (entite) o larak bölü
necek diye inanm ak gerekir m i? H ıristiyan T an rıb ilim cileri, b u önem li olaydan,
h ayvanların b ir ru h u olm adığını id d ia ederek kolayca kurtulm aya çalışm ışlar
d ır am a, H in tliler, B udacılar ve H z. M uham m ed b u kon u d a b aşka tü rlü d ü şü
n ürler. R u h tan h iç söz etm eden bilinçli b ir b e n ’in varlığını onaylayan filozof
la r, y ara tık la rd a b ilin cin ve bilinçsizliğin sın ırların ı gösterm eyi red d ed erler
(aynı eser, s. 68-69).
A rth u r K oestler’in , H . F. D u b n a r’ın ‘E m otion and .Bodily C hanges’ (N ew
Y ork, 1946) adlı eserinden nakletm iş olduğu bilgilere göre, C hild ve W ilson,
b ir süngerin veya canlı b ir tatlı su böceğinin (hydre) d o k u larını ezip süzgeçten
geçirdikten son ra elde edilen cıvık h am u r, suya dökülecek o lu rsa, birb irin d en
ayrılm ış olan h ü crelerin az sonra b irleştik lerin i ve ince, lev h alar (lam elles) h a
linde küm elen d ik lerin i, daha sonra da y u v arlak laştık ların ı ve yavaş yavaş ağız
dan ve k arak teristik d o k u n u m aygıtlarından (tentacules) yoksun olan yetişkin
bireyler h alin d e o lu ştu k ların ı g ö rm üşlerdir (s. 69 ). Bu deney, son zam anlarda
P. W eiss ve a rk ad aşları tara fın d a n , org an ları gelişm e h alin d e b u lu n an em bri
yonlar üzerin d e tek rarlan m ış ve aynı sonuç elde edilm iştir. O x fo rd profesör
lerinden H arris, insan hücreleriyle fare h ü crelerin i birbiriyle k arıştırıp kaynaş
tırd ık tan sonra, «iki krom ozom un da b ir aynı n ü k leer za r içinde gelişip ço
ğaldıkların ı» g ö rm ü ştü r (s. 69-70). Bu çeşit deneylerden, ru h u n açıklanm ası
bakım ından k o rk u n ç ve önem li son u çlar çık ar. R uh kavram ını b ü sb ü tü n kal
dırm aya doğru giden b u tü rlü deneylerin so n u çlarına, h a tta organ n ak li gibi
gittikçe önem li ve b aşarılı ö rn ek lerin e k arşın itiraz ed en ler de v ard ır. O rganiz
m anın b ir m ak in e gibi otom atik o larak h arek et etm ediği, alışk an lık ların ve iç
güdülerin bile değişebildiği h a k k ın d a tü rlü gözlem lerin varlığına k arşın , b u n
lard an m u tlak a m etafizik b ir ru h u n varlığına ulaşılam az ve böyle b ir sonuç
çıkarm ak isteyenler de genel o larak , ya felsefe y a p an lar ya da bilim in gücün
den ve ilerisinden k u şk u lan an m istik lerd ir. N itekim , m ekanizm , enerjetizm ..
vb. gibi behaviyorizm i de eleştirenler, soyaçekim , ayıklam a (sölection), bird en
değişm e (m u tatio n ), tedricî e v rim ... gibi jenerik atom culuk (atom ism e g6n€-
tique) kad ro su n a giren tü m evrim k u ram larıy la evrim in açık k alan kusurlarını
ve akla gelebilecek olan bilim sel itirazların hepsini y ap tık ları h ald e, asla m is
tik anlam lı açıklam ak gibi b u la n ık b ir im an kuvvetine değil, yine bilim e, akıl
ve deneye dayanm ışlardır.
R u h u n ne o ld u ğ u n u açık lam ak isteyen özdeşlik varsayım ı (ru h la bedenin
ilişkileri h ak k ın d a d ır), gölge olaycılık (öpiphenom önism e), paralelizm ve k a rşı
lıklı eylem (in te ra e tio n )... gibi k u ram lar, h ep D escartes’m ikiciliğinden ilham
alırlar ve b u n la r, a rtık felsefe alan ın d a olduğu k a d a r da bilim alan ın d a de
ğerlerini yitirm iş ya da sarsılm ışlardır. R u h u n varlığını onaylam ak istedikleri
halde, onu yine bilim sel yöntem lerle açıklam ak ve beyin operasyonları sonu
cunda bulm ak isteyen bilginler de v ard ır. T anınm ış sinir operatörlerinden p ro
fesör W ild er P enfield ve K anada Ü niversitesi profesörlerinden Mc G ill ve sinir
hastalıkları u zm an ların d an Sir C harles S ch errin g to n ... gibiler 1961-1966 yılla
rında tü rlü gözlem ve deneylerle id d iaların ı ispat etm eye çalışm ışlarsa da, hepsi
henüz ru k bilm ecesinin çözülenem ediğini itira f etm işlerdir. M istik inançların bas
kısı ne k a d a r kuvvetli olursa olsun, gerçekten ne olduğunu ve bilinçlenm enin
nedeni ve etk en leri de, ancak deneysel girişim lerin gelişmesi sonucunda ergeç
açığa çık acak tır. Z ira, b ir ta ra fta n b ilim ler ilerlem ekte, b ir taraftan da insan
zekâsı, dogm acılıkla m istikliğin safsataların d an iğrenm ektedir.
Ş U H A L D E Ö L Ü M N E D İR ?
1. Ö lüm , H o m ero s’a göre, T a n rıla rın en iğrenci; B uda’ya göre de lam ba
nın sönüşü gibi zih in d en k u rtu lm a k ve olayın sona erm esinden ibaret b ir Nir-
vana gezisine ç ık m ak tır. în c il, ö lü m ü deh şetler k ralı saym ış, H oracius, ebedî
b ir sürgün yeri, P lu tarcu s, doğal y u rd a d önüş, S okrat hayatın şerrinden k u rtu
luş diye tan ım lam ışlard ır. H a m le t’te, «Ö lm ek, ö lm e k ... U yum ak ve belki de
düş görm ektir!» şeklinde tan ım lan an b u doğal olay, insanoğlunun buna verm iş
olduğu değerle o ran lı o larak k o rk u n ç veya a ran ılan b ir gerçekliktir. Ö lüm k o r
k u sunun kaynağı, İb n S in a ’ya göre, m al ve sevdiklerim izden ayrılm ak, m ezarda
bedenim izle ıstırap çekm ek, ah ret sorum luluğu ve ölürken eziyet çekm ek gibi
inanç ve olaylar h ak k m d ak i d ü şüncelerim izdir. E p ik ü r ve L ucretius, bu korkuyu
S o k rat’m getirdiğini söylerlerse de, S o k ra t’ın son telkinleri hiç de k o rk u tu cu de
ğildir; o, «Ö lü m , diyor, ya b ü sb ü tü n yok olm ak ya da başka b ir yere gitm ektir.
Yok olm ak, düşsüz ve k en d i bilincim izden hab ersiz, ebedî ve m utlu b ir gece
dir; b ir yer değiştirm ek ise, o rad a tan ıd ık larım ıza rastlar ve bilge olanlarla gö
rüşürüz; ağlam ayınız, insan h u z u r içinde ölm elidir». G enel o larak T an rıtan ım az
larla özgür d üşünceliler, b u k orkuyu d in lerin getirm iş olduğu inancında birleş
m işlerdi. B unda, gerçeğin büy ü k payı b u lu n m ak la b irlik te , d in lerin birço k top-
lum larda bu k orkuyu kaldırm ış o ld u k ları da g örülür; bu iki duygunun kayna
ğı da ölüm den sonra d irilm ek ve b ir a h re t hayatının insanlara sağladığı haz
ve elem lerdir.
2. R uh ö lü r m ü ? Ö lürse ak ıb eti ne o la c a k tır? İn c il’de ru h sözcüğünün
1600 kez kullanılm ış olm asına k arşın , o n u n ölm ezliğinden veya yalınçlığından
hiç söz edilm em iştir. T hom as M artin , ‘La vie F u tu re ’ adlı eserinde, P apa IX .
P ie’n in b u n u onaylam ış o ld u ğ u n d an söz eder. T e v ra t’ta ölm ezlik düşüncesi .pek
sudan b ir im a ile geçer. P en tateu q u e, yani Beş Sefer bahsinde m atem m itolojisi
y o ktur; ö lüm den sonra y argılanm adan, cennet ve cehennem den de söz edilm ez.
Y ahova’nın teh d itleri, b u d ü n y ad ak i hay at ve çık arlara k arşıd ır. M ezm urlar’da,
T a n rı’nın ebedîliğine k arşı, ta rla la rd ak i o tla r gibi geçici o lan , insan hayatının
kısalığından söz edilir. H iç b ir y aratık , T an rT n m ölm ezlik sıfatına o rta k ola
maz. M azdeizm in ve İskenderiye O k u lu n u n etkisi dolayısıyla cesetlerin haşro-
lunacağı inancı sonrad an Y ah u d i filozof ve h ah am ların d a belirm iştir. Mamo-
nides, g ü n ah k ârların ebedî o larak yok olacak ların ı savunur. Z eller, ‘Felsefe Ta-
rih i’nde, P in d a r’d a n önce gelm iş o lan h iç b ir Y u n an ozanında ölüm den sonra
hayatın devam edeceğine d a ir b ir işaret ve u m u tu n v a r olm adığını kaydeder.
Pericles zam anında k ah ram an lara ebedî n itelik o larak yalnız o n u rlu b ir ad veril
m iş, tüm ölüm ayinleri kald ırılm ıştı. E chile, ö lüm ü yokluk saym ış, ölenlerin, hiç
oluşm am ışlar gibi, d u y g u la rd a n tam am ıyle yoksun o ld u k ların ı anlatm ıştır. Di-
seark, b iri ölm ezliöin olam azlığım , diğeri ru h u n v a r olm adığını ispata çalışan
iki eser yazm ıştır. G enel o larak şüpheci filozoflar, ah reti in k â r ederler; k in ik ler
ise, özgür in san ın ölüm den korkm ayan ve ö lüm den sonra d a hiç b ir şey u m u t
etm eyen kim se o lduğunu ileri sürerler, ölüm vaizi u n v an ım alm ış olan H egesias,
in sanlara ölü m ü n değeri olm adığını da an latm ak için, in tih a n belâgatle salık
verm ekten çekinm em iştir. Z enon ve E p ik ü r ölm ezliği reddettik leri gibi, Epi-
k ü rcü ler, genel o larak ru h la beden in b irlik te doğup b irlik te yok oldu k ların ı
id d ia ederler. Stoacılar, ru h u göksel ateşin b ir parçası sayar ölünce b u ateşin
k endi ilkesi o lan evrensel ru h a geçtiğini k ab u l ederler. E piktetos ve M arcus
A urelius in k arcı o ld u k ları gibi, V irgile de, eşyanın n ed enlerini keşfederek ve ah
ret hayatın ın k o rk u tm aların ı ayakları altın d a ezecek olan dehayı tebcil eder.
Cdsar, Senato h u z u ru n d a , ölüm le h e r şeyin b ittiğ in i, a rtık h az ve elem in kalam a
yacağını savunm uş, C iceron, « P h ed o n ’u o k u d u k ça E flatu n ’a inanıyorum ; k itab ı
kapayınca ölüm süz olup olm adığım dan şüphe ediyorum !» dem işti. O , «Benim
olm adığım yerde, tüm duygular sona erer!» diyerek, cennet ve cehennem b etim
lem elerini m asal saym ıştı. P lin ’e göre, ru h u n ölm ezliğine d a ir filozofların d ü şün
celeri, çocukça yan ılsam alard ır; Seneca, b ir trajed isinde, «Ö lüm den sonra bir
şey y oktur, ölüm b ir şey değildir!» dem iştir. L ucien, ahretin varlığına ve ebedî
old u k ların a inanm ış o lan ları zavallılıkla su çlan d ırır. P lu tarkos, ah ret, son yargı
lam a, cehennem azabı ve cennet h azları gibi in an çların boş m asallar olduğunu;
E râsm us ise b u çeşit in an çların , insan ru h u n u n deliliklerinden b aşka b ir şey
olm adığını sav u n m u ştu r. S pinoza, ölüm süzlük deyim ini kullanm am ış, ebedîliğin
de geçici o ld u ğ u n u söylem iştir. Pascal, insel ru h u , ebedî ru h u n fani b ir belirtisi
saym ış; İb n R üşd, kişisel ru h u n fani old u ğ u n u , ö ld ü k ten sonra evrensel veya
tüm el ru h a katılacağım ızı, in san lık ta yalnız genel aklın devam ettiğini iddia
etm iştir. A risto, ölm ezlik ve b u n a bağlı olan d üşünceleri, ahlâksal ve siyasal
zo ru n lu lu k ların ü rü n ü saym ıştır. A nlaşılıyor k i, hem en tüm pozitifçilerle m ad
deciler ve T an rıtan ım azlarla b u n ların etkisi altın d a olafı ozan ve dü şü n ü rler,
genel olarak ahreti ve ru h u n ölm ezliğini in k â r etm ektedirler.
Bazı dönem ve to p lu m lard a T a n rıla r bile ölüm süz sayılm am ıştır: E ski Yıı-
n a n ’da yalnız insana benzeyen T a n rıla r ölüm süz sayılırdı. M ısır m itlerine göre,
T a n rıla r da ö lü rler; o n lard a O ziris, Suriyelilerde A donis güneşi tem sil ed e r ve
güneşin h e r akşam öldüğüne in an d ık ların d an , ak şam lan ona m erasim ler y ap ar
lard ı. Echile, P ro m eth e’ye, Jü p ite r’in egem enliğine son verileceğini iddia ettirir.
F isagorculukta gezegenler bile ö lü r; b u n la rd a k i kozm ik ru h sona erer. İsk an
d in av m itolojisine göre, tüm T a n rıla r öleceklerdir. R om alılar büyük P a n ’ın ölü
m ü için m atem tu ta rla r; G o tlar, T a n rıla rın istibdadını protesto ed er ve onların
da öleceğini k ab u l ed erler. N itekim , H ıristiy an lık ta sü lük (initiation) törenleri,
b ir k u rb an tü rü d ü r. B unda sâlik (initi£), T a n rı’n ın geçtiği yoldan geçm ek zo
ru n d ad ır. T a n rı, k u rb an edildikten sonra nasıl k i yeniden oluşursa, sâlik de eski
hayatında ö lü r, yeni b ir hay ata doğar. B unun için d ir ki, Saint P aul, «İsa, diyor,
kendisine im an ed en lerin , kendisiyle b irlik te bedenleriyle ölüp ru h o larak diril
m elerinin aracısıdır». V aftiz de b ir sü lü k tö ren in d en başka b ir şey değildir.
E d ou ard D u ja rd in , ‘Le D ieu Jesus’ (P aris, 1927) adlı eserinde, R obertson
S m ith ’in ‘Religion o f the Sm ites’inden (L o n d ra, 6. baskı, 1894) naklettiğine
göre (s. 91 ), h er dinde k u tsal güce, insan, h a y v a n ... vb. k u rb an ed ilir; fak at H ı
ristiyanlık, T a n rı’yı k u rb a n etm iştir. E u c h a risti’n in am acı da, b ü tü n diğer d in
lerdeki com m union tören lerin d e olduğu gibi, T an rı ile akraba o lm aktır. Bu
törende a k ıtılan k an ve yenilen T a n rı sayesinde, T a n rı’n ın güçlerini şahısların
d a toplam ış o lu rlar. Bu, ilkel to p lu lu k lard ak i M ana inancının b ir devam ı sa
yılır. G enel o larak T a n rıla rın ölüm lü old u ğ u n a in an an lar, ru h la rın ölüm süzlü
ğünü b ir ceza ve işkence zan n ed erler (T an rı bahsin e de bakınız).
3. R u h u n geleceği problem i: Bu problem , ru h u n ölm ezliği inancına ba
lıd ır1, b u p roblem den, ru h ve beden ayrı ayrı yaşam alarına devam ed erler m i,
yoksa sonrad an yine b irleşirler m i? soruları ak la gelir. Eğer ru h ölüm süz ise,
onun yeniden dirilm esine ihtiyaç y o k tu r; eğer ölüyorsa, sonradan dirilm esinin
cisim sel veya ru h sal b ir dirilm eyle ilgisi olm alıdır. Bu k o n u la r da böyle bir
evrim geçirm iştir: Evvelâ ilkel in san lar, ölüm ün ru hla bedeni ayırdığını ve
b u n ların ayrı ayrı yaşam aya devam e ttik lerin i k ab ul ederler ve ölüm ü uykuya
benzetirler. R uh b ir süre gider, yine bedene gelir ve onu diriltir. B unun için,
bedenin h a ra p olm am ası gerekir; b u m aksatla ceset p iram itlerde, tüm ülüs, dol
m en ve lahitlerde sak lan ır. C enaze m erasim leri, cesette canlılığın devam ettiği
inancıyla ilgilidir. Ö lülere yapılan saygılar, su n u lan k u rb an lar, o n ların canlılara
kötülük yapm am aları için d ir. H om eros, E chile ve Sophokles’te bu çeşit saygı
sızlıkların vahim ' son u çların a d a ir ö rn ek ler v ard ır. V irgile’e göre, saygı görm eyen
ve m ezarsız k alan cesedin ru h u , yüz yıl ö lü ler ırm ağının (stix) ken arın d a feryat
eder. E flatu n da b u düşüncededir. Ö lüyü m ezara göm m em ek, cesedi kokuşm aya
terk etm ek veya k ü llerin i savurm ak, en büyük su çtur. M ısırlılar, ölüm den üç
bin yıl son ra ru h u n te k ra r cesede gelerek b erab er yaşayacaklarına in an d ık ları
için, ölüyü m u m yalarlar; b u iş de, ö lü n ü n o n u ru ile oran tılıd ır. R om a’da b ir
F ransisken m an astırın d a, dinlilerin cesetleri elbiselidir, ellerinde tespihleri ve
dua kitap larıy la göm ülm üşlerdir. Bazen cesedin ç a b u k bozulan ve" bozulm ayan
organları ikiye ay rılır, ö lü n ü n tim sali sayılan iskelet saklanır. O rtaçağda Fransız
prenslerin in et ve kem ikleri ay rılır, k ra lla rın bedeni pişirilerek göm ülürdü; bu
işle görevli b ir de lonca v ard ı. D azlak C harles ve S aint Louis böyle göm ülm üş
lerdir. Çağım ızın ilkellerin d en b ir kısm ı, ölülerin i yem ek suretiyle hem ölm ez
liği sağlar, hem de en büy ü k saygıyı gösterm iş o lu rlar. S trabon da, İrlandalIla
rın vaktiyle ebeveynlerini y ediklerini an latır. D ariu s, H in t ilkellerini bu ölü yiyi
ciliğinden (canibalism e) vazgeçirem em iştir. Bazı A m erika ve A frika ilkelleri
nin de ebeveynlerini p işirip k ız a rta rak yedikleri bilinm ektedir. Bazı yerlerde
ö lü n ü n yum uşak organ ların ı k a v u ru r, küllerin i kak ao şarabına k arıştırara k içer
ler. H e ro d o t’u n an lattığ ın a göre, bazı toplum lar, hastayı ölm eden önce ak rab a
Ö L Ü M Ö T E S İ H A K K I N D A K İ İA N A N Ç L A R A G E L İN C E ...
(1) Kurt Lange, Des P yram ides. des Sphinx, des P haraons; Paris, 1956,
Almancadan Fransızcaya çeviren: M ichel Tournier.
ken, âlicenap ve güzel b ir m elek, ru h u k arşılay arak elinden tu ta r. D ünyada,
ölen için h a y ır d u a eden ler ne denli çoksa, b u geçiş o denli çab u k ve kolay olur.
Bu inanç, İslâm geleneklerinde de v ard ır. V erilm iş olan k u rb a n ların sayısı, ya
p ılan iyilikler ve ib ad etlerin nicelik ve n iteliği, b u k ö p rü d en kolayca geçmeye
hizm et edeceği gibi, şehitlerin, loğusalıkta veya çocuklukta ölenlerin sayesinde
de, b u n ların ana ve b ab aları b u k ö p rü y ü kolayca geçerler. V aizlerin savunduk
ları y ap tırım ların en ö n em lilerinden b iri de, b u S ırat köp rü sü olduğu gibi, b u n
d a n k o rk u tu c u b ir dille söz eden h a d isle r de v ard ır. M azdeizm de, yargılayan
T a n rı, ru h u göksel âlem e lâyık görürse, k en d ilerin e yakın m eleklerden b iri, ta
cını ç ık a ra rak o nu selâm lar ve, "Ö lü m lü lü ğ ü ö lü m sü zlü kle değiştirerek bize ge
len sen n e m u tlu su n !” der. Bu su retle günahsız ru h , A h u ram azd a’ya, k u tsal öl
m elere, altın taca ve cennete doğru ilerler ve o ra d a tüm h a z la n ta d ar. G ü n ah lı
la r ise, k a ra n lık la ra yuv arlan ır; o rad a cin ler ta rafın d an işkence edilir; zehirli
besinler yer; y ılan lar ve ejd e rh a la r ta rafın d an k em irilir (C ehennem bahsine bkz.).
F ak at, ateşle yapılan b ir tem izlik işlem inden sonra, b u n la r d a cennete k a
vuşurlar. Y u n an lıların Şanzelize ve T a rta r âlem inde de gerçek h ay atın tüm haz
ve elem leri v a rd ır. D ün y ad a ahlâk yasasına aykırı h arek et etm em iş olanlara
hiç ceza verilm ez. H esiode, d ö rd ü n cü çağ k ah ram an ların ı betim lerken, onların
F o rtu n e a d aların d a yılda ü ç kez b al k a d a r tatlı m eyveler toplayarak, kaygısız
ve çalışm adan yaşad ık ların ı an latır. H om eros d a, b ir m ü b arek ler adası hayal
ed er ki, o rad a der, ne kış, n e k a r, ne yağm ur v a rd ır; o rad a, zefirin soluğu, her
tarafa sürekli b ir serin lik verir. P in d a r d a cenneti betim lerken, b u dünyada b u
lunm ası dilenen nim etlerin kaynaştığı b ir ışık âlem ini gösterm eye çalışır. E fla
tu n , cennette salih leri, ebedî b ir sarh o şlu k içinde, çiçeklerle taçlanm ış o ld u k
ları halde k u tsa lla r sırasına yerleştirir. V irgile, ‘E n eide’inde, ah reti betim lem ek
için, "D em ir bir sesle y ü z d il y e tişm e z” d er; o n a göre, cennetlikler, saf ve d in
lenm iş b ir atm o sfer içinde, bizim k in d en b aşk a b ir güneşin tatlı ışığı altında,
nıesut gölgelerde ve la tif y erlerde gezintiler ve m asum ane silah, av ve araba
yarışı yap arlar, k asid eler o k u r, dans ederler. Bu ozanca betim lem eler, D a n te ’ye
ve Fönelon’a ilham kaynağı o lm u ştu r. Y ah u d iler, M ezam ir’de, b u ra d a k i gibi
yenip içilen ve evlenilen b ir a h re tin -v a rlığ ın a in an ırlar. H z.. İsâ, yeni b ir ah
retten ve yeni b ir şarap tan b ah sed er am a, yeni b ir evlenm ekten bahsetm ez. O nun
cenneti, içinde şık giyinm iş o lan seçkin in san ların , İb ra h im ’in, p atrik le rin , pey
gam berlerin arkad aşlığ ın d a şölen sofrasın a o tu rd u k ta n b ir âlem dir. Şeytan ve
diğer asi m eleklerle g ü n ah lıların yanıp k u rtla r ta rafın d an kem irileceği b ir v a
diden de söz ed er; ve b ir ‘göksel K u d ü s’ ta sa rla n ır ki, b u , değerli taşlard an inşa
edilm iş, hay at suyu ile beslenm iş b ah çeler, incid en k ap ılarla, h e r ay meyve ve
ren hayat ağacıyla süslü b ir sitedir. C aniler ve im ansızlar da b ir k ü k ü rt ve ateş
havuzuna d ald ırılır. Ö zellikle ortaçağ p ap azları, ozanları, T an n b ilim cile ri, hiç
b ir k u rtu lu ş üm idiyle teselli b u lm an ın olanağı bulunm ayan ebedî b ir azaptan
söz ederler. Sain t A ugustin, erim iş k u rşu n k azan ların a daldırılm ış suçluları an
latır. Engizisyon’u n cezaları, cehennem h ayallerine uygundur. Bossuet, sanki
H z. M uham m ed ’den esinlenm iş gibi, m ah k û m ları b etim lerken şö y le -d e r: "D ai
m a canlı ve daim a can çekişen, azapları için ö lü m süz, ölüm için p e k k u v v etli,
fa k a t buna d a yanm ak için p e k za yıf, ebedî olarak alev yataklarında inleyecek.
ö fk e li ve şifası im kâ n sız acılarla m u sta rip ”. Birçok H ıristiyan yazar ve san at
çılar, bu k o n u d a hayal güçlerini k u lla n a ra k , b u dünyada olan h e r iyi ve kö
tüyü aşırı b ir su rette kapsayan b ir ah retten söz etm işlerdir. Jap o n y a'd ak i bazı
ilkeller, iyileri k u tsallaştıran ve pişm an olm ayan k ö tü leri cezalandıran b ir b ü
yük T a n rı’ya in an ırlar. O n lara göre, ölüm den sonra iyiler, ‘büyük ru h u n ad ası’
na, yahut ‘T an rı im p a ra to rlu ğ u ’na giderek m u tlu b ir ö m ü r geçireceklerdir. G ü
n a h k â rla r ise, ‘fena a d a ’ya, ‘yeryüzü altının nem li âlem i’ne ebedî ateşte yan
m ak üzere g önderileceklerdir. G üney A frik a ilk ellerinin bazıları, bu âlem de ol
duğu k a d a r da ah rette cezalan d ıran b ir T a n rı’ya in an ırlar. B unlara göre, ödül
için yirm i yedi cennet ve suçlu ların k ö r o larak g ö nderildikleri ve içinde T an rı
b ulunm ayan on üç cehennem v ard ır. B urada herkese, iyilik ve k ö tü lü k lerin in
derecesine göre ödül ya da cezalar v erilir. X II. yüzyıl m istiklerinden A lberik,
p a z a r günleriyle dinsel b ay ram lard a ve o ru ç g ünlerinde çiftleşen k arı kocaların
cezalandırıldığı b ir cehennem köşesi g ö rdüğünü, b u ra d a k u rşu n la yırtıcı hay
v an lar ve reçine k ay n atılarak içine b u g ü n ah lıların atıldığını iddia etm işti. Bu
iddia, k u tsal k ita p la rd a ve dinsel v aızlarda daha kork u n çların a rastladığım ız
ceza türlerin e benzem esine k arşın , o n u n b u ve b u n a benzer san rıları, yaşadığı
dönem in ta rik a t erb ab ı ü zerinde fena etk iler yapm ış, onun deliliğine işaret sa
yılm ıştı. E flatuncu ve k â fir sayılm ış olan O rigenes, cehennem ateşi, «dışsal ol
m aktan çok içseldir, bedensel olm ak tan çok vicdanı ilgiler» dem ek cesaretini
gösterdiği için lânetlenm işti.
3. A zabın ebedî oluşu inancı da bazı h afifletici nedenlerle gün ah lılar için
T anrısal m erham etin olanaklığı inan cın a b ağ lanm ıştır. M ısır’da O z iris’in oğlu
H orus, İslâm da T a n rı’nm h ab ib i H z. M uham m ed, itiraf dolayısıyla H z. İsa, şe
faat ettikleri tak d ird e, cezalılar da ebedîlik lerin i y itirirle r1. A hreti yadsıyan
filozof ve ah lâk çılar, ölüm sonrası y ap tırım ların ı reddederler. İb n R üşd, ahret
yaptırım ların a in an d ık ları h ald e, ahlâksız ve in an m ad ık ları halde ahlâklı insan
larla tanışm ış o lduğunu söyler. S o k rat, A risto, S pinoza ve K a n t... gibiler, ah
lâklarını ah ret yaptırım ları d ışın d a b ıra k tıla r; pozitif, layik ve evrensel b ir
ahlâkı sav u n d u lar. Z aten İslâm da d u a, tövbe, zikir, ib ad et, H in t in ançlarında
k u rb an , H ıristiy an in an çların d a itiraf, suçların affın a hizm et ederler. Eski Yu-
n a n ’da iyi T a n rıla rın m isterlerine sü lü k ed en ler (initier) iki cihanda aziz o lu r
lar, aksi hald e k a ra n lık ta k alırlar. S inoplu D iojen, b u n a isyan eder, «S ülük eden
b ir katil k u rtu la c a k , etm even b ir erd em li azap m ı çekecek? Böyle şey olam az!»
diye h aykırır. H z. îsa , "B abam ın e v in d e b irço k m eskenler vardır” dediği için,
H ıristiy an lar cennet ve cehennem in tü rlü derecelerini sayarlar. M üslüm an cen
neti de, evvelki b ah islerd e görüldüğü gibi, yedi derecedir ve D ante de cenneti
yedi dereceli saym ıştır. M üslüm anlıkta b ir de Berzah v a rd ır ki, ölüm den sonra
İsrafil suru ö ttürünceye k a d a r ru h la rın bekleyecekleri yerdir. Bu yer, bazı inanç
lara göre, y ıld ızlar veya neb ü lö zlerd ir. Plotinos, b u u zak ve gerçek v atana k a
vuşm ak için ' ayaklarım ızın ve arab alarım ızın yetersiz olduğunu, beden gözünü
(1) Hz. îs a der ki: “insanlar önünde bana itirafta bulunacak olanları,
ben de göklerde olan Peder’im in yanında itiraf edeceğim” (Meta, X, 32, 33 ve
Pavlos'un Rom alılara M ektubu, X, 9, 10).
terk edip ru h gözünü açm ak gerektiğini savunm ak suretiyle m istik tarik atlara
ilham verm iştir. K avim lerin töre, âd et, gelenek ve inançları, gerek sosyoloji, ge
rek etnografya ve din tarih leri b ak ım ın d an incelendiği tak d ird e, verdiğim iz örnek
ve açıklam alara d ah a b irç o k la n n ı eklem ek m ü m k ü n d ü r. F ak at, b ü tü n b u n la r
d an , m etafizik ve dogm atik duygu ve düşünceleri b ir tarafa b ırak m ak şartıyla,
insanlığın derece, n itelik ve anlam b ak ım ın d an arala rın d a çeşitli fa rk la r olm a
sına k arşın , âd eta m istik b ir içgüdüye sahip o ld u k ları b elirm ektedir; b u içgüdü,
bireysel o lm ak tan çok, toplum sal b ir değer taşım akta olduğu için, toplum un
bu lu n d u ğ u yerde m istik lik de b u lu n am az, diyebiliriz. Bu m istik in an çlar ve
duygular, bölgesel ilişkilerle b irb irin e etki yapm ış ve özel b ir evrim le en yetkin
d in lerin bile yapısına sokulm u şlard ır. B ir a h re t hayatı inancının nedenlerini de
tüm o larak açıklam ak zo rd u r. G enel o larak b u n u n , dünya hayatını düzenleyen
b irtak ım y ap tırım lar hayalinden ib aret olduğu veya dünya hayatında erdem le
m utluluğu n gerçeklenm e olnaksızlığı, yani dünyada m utlak b ir ad aletin yokluğu
dolayısıyla a ra n a n T an rısal b ir ödün (tazm in) gereksinm esinden doğduğu ileri
sü rü lü r. F ak at b u iddiayı da çü rü ten gözlem ler yok değildir: İlkellerin birço
ğunda yaptırım düşüncesi yoktur. E skim olar, cennete dünyadaki m esut in san
ların gireceğine, cehennem e de dün y ad ak i talih sizlerin atılacağına in an ırlar. Ta-
hitililerde a risto k ra tla r cennetlik, aşağı ta b a k a la r cehennem liktir. S u m atra’da,
zenginler ebedî, erdem liler ve fa k irle r fan id ir. Eski Y u n a n ’da a h ret m utluluğu,
T an rıların b ir lü tfu d u r; kişinin erdem i b u m u tlu luğu kazanm aya yetişm ez. İs
lâm dinin d e de, T an rı dilediğini cennete, dilediğini de cehennem e gönderebilir.
B ütün öm ü rleri günah işlem ekle geçm iş o lan M üslüm anlar son dem lerinde töv
be eder ve T a n rı’nın birliğine in an ırlarsa cennete girebilirler! H ıristiyanlıkta,
T an rı saltan atın d a b irin ciler sonuncu, so n u n cu lar birinci o lacak tır; yani T an rı,
dünyada yoksun b ırak tığ ı kişileri a h rette sevindirecek ve bu dünyanın fakirleri,
o d ü nyada zengin o lacak lard ır. Z a te n erdem de m u tlak b ir değere sahip değil
dir: İlkellerin b ir kısm ında erdem , cesarettir; k o rk a k la r cehennem e, cesurlar
cennete giderler. B arışsever kavim ler, savaşçıların cehennem e gideceğine in a n ır
lar. V ed a ’la rd a , H om eros dev rin d e ve en eski İb ra n île rd e ah ret yaptırım ları
yoktur. Y unan T a n rıla rın d a , esasen adalet düşüncesi yoktur.
B urada kısaca belirtm eliyiz ki, in san ların dünya hay atın d a düzenli b ir öm ür
geçirebilm eleri için b ire r y ap tırım o larak ileri sürülm üş olan b u tasarım lar ce
zalandırm ak la bağışlam ayı b irb irin e o denli y ak ın laştırm ıştır ki, k u rtu lu ş için
M üslüm an o lm anın yeterliği k arşısın d a, bireysel iradeleri günah işlem ekten k o
rum ak zorlaşır.
B ütün b u açıklam alard an so n ra H z. M uh am m ed’in cennet, cehennem , kıya
m et ve ah ret in ançları m ukayese edilirse, m istik hayal gücünün tüm insanlıkta
az çok aynı akıldışı (irratio n n el) icatlara an alık ettiği an laşılır kanısındayız.
Bölüm III
VAHİY NEDİR?
va’nın kendi parmaklarıyla yazdığı iki taş levhayı -ki bunlarda on buyruk
vardır- Hz. Musa’ya vermiş olduğunu da Tevrat’ın Çıkış bölüm ünden öğreniyo
ruz (XXI, 18, XXXIV, 27). Bu itibarla, peygamberleri bir çeşit sekreter gibi kul
lanan Tanrı, buyruklarını onlara bazan sözcükler halinde yazdırıyor, bazan bir
melek aracılığıyla em irlerini bildiriyor. (39) kişi tarafından (1600) yılda tam am
landığı kabul edilen İncilleri, Tanrı, bu peygamberlerin zihnine, bazı resimler
göstermek ve sesler yollamak, yani görümsel ve işitim sel sanrılar aracılığıyla da
vahyetm iştir ki, bu selerden çoğunun ne demek olduklarını peygamberlerin ken
dileri de anlam adan yazmışlardır. (D anial. XII, 8-9). Yeni ve eski ahd’in, yani
Tevrat’la İncillerin hem en her bölümünde Tanrı’nm ve aracı m eleklerin pey
gamberleri hiç yalnız bırakmadıkları ve sürekli olarak emirler verdikleri görü
lür ki, bu olay, Yahudiler gibi yine bir Sam î kavim olan Araplara ve İslâm
inançlarına da yansım ıştır.
m et, 18). Şu ayetlerde, hem vahye d a ir düşünceler, hem de Peygam bere yapıl
m ış itirazlara karşı bazı k arşılık lar sak lıd ır: " V a h y im izi içlerinden bir adama
gönderm em iz, insanlara tu h a f m ı geldi? İnsanları sakındır; im an edenlere T an
rıları yanında y ü k s e k m akam ları o lduğunu m ü jd e le ” (Y unus, 3); "D e ki, ben
d e sizler gibi insanım ; bana T anrT nın bir te k Tanrı olduğu vahyolundu; Rabbi-
ne kavuşm ayı um anlar iyi işler işlesinler” (K ehf, 118); "B iz senden evvel, ke n
disine şöyle vah yetm ed iğ im iz h iç k im seyi gönderm edik: B enden başka tapılacak
yo k tu r; ya ln ız bana k u llu k e d in ” (E nbiya, 25). Y üce T an rı, H z. M u sa’ya da şu
em ri veriyor: "B en seni seçtim ; a rtık vahyolunacak şeyleri d in le” (T aha, 13);
“Senden evvelkilere gerçekten n e vahyolunm uşsa sana da o lm u ştu r” (Z üm er,
65); "R a b b in d en sana n e vahyolunm uşsa ona u y ” (E n ’am , 160).
İslâm d in in d ek i gerçekler k a d a r d a, H z. M uham m ed’in kendi beyanına
göre, vahyin k onusuna giren pro b lem leri, Peygam berin önceden öğrenm iş oldu
ğuna d air herhangi b ir tarihsel bilginin var olm adığı k ab u l edilir. Peygam ber,
m utlak surette bilgisiz ve üm m î b ir kim se olduğu halde, T an rı b u hiç b ir şey
bilm eyen insanı, bilginliğin ve bilgisizliğin tü rlü derece ve çeşitlerine sahip
olan kişilere, kendi em irlerini öğretm e işiyle görevlendirm iştir. Ö rneğin, H z. Y u
su f’un v e kardeşlerin in başına gelenlerden b ah sed ilirken, "B u gayb haberlerin-
dendir, bu n u vahyediyoruz; onlar b ü tü n kararlarını icra ettikleri va k it sen yan
larında d eğ ild in ” (Y usuf, 102) d enilm ektedir. F akat T e v ra t’ta da an latılan , bu
itibarla az çok A rap ların d a bildiği b u olayın gerçekten K u r’an d a h ab er veril
diği şekilde cereyan edip etm ediği h a k k ın d a isp at edici başka b ir belge m evcut
olm adığı h alde, sırf vahiyle b ild irilm iştir diye, b u n a h er M üslüm anın kö rü kö
rü n e inanm ak zorunluluğu v ard ır. Bu gibi b ild irilerin tek kan ıtı, yine aynı de
ğerdeki şu b ild irid ir: "E m rim izd en sana bir ruh vahyeyledik; sen ondan evvel
kita p ve im anın n e olduğunu b ilm iyo rd u n ” (Şura, 52). Bir başka ayette de H z.
M usa’ya d a ir o lguların yine vahiyle bildirildiği an latılır: "B iz M usa’ya em ri
vahyettiğim iz zam an, sen T u r ’u n batı y ö n ü n d e değildin, orada da bu lu n m u yo r
d u n ” (Kasas, 45) ve d ah a y u k ard a, "M ed yen halkı arasında oturm adın k i, on
ların hikâyelerine dair olan ayetlerim izi (M ekkelilere) o ku ya sın ” "(Kasas, 44)
d enilir. Bu surede H z. M usa’nın annesine, oğlunu em zirm esi, kork acak olursa
N il’e bırakm ası için " v a h y e ttik ” (K asas, 7) denildiğine göre, âdeta vahiy, h a tı
rına getirm ek, d ü şü n d ü rm ek gibi an lam lara da gelm ektedir. A ksi halde T a n rı’
m n vahyi, yalnız peygam berlerine değil, dilediği herkese, yani k endinin önem
verdiği h er olay için, peygam ber olm ayanlara da indirdiğini kabul etm ek gere
kir. V ahyin en pozitif anlam ım ifade etm esi b ak ım ından şu ayet özel b ir değere
sahiptir: "R a b b in bal arısına dağlardan v e ağaçlardan göz göz evler kurm aları
nı; sonra b ü tü n m eyvelerden yiy ip R a b b in in nail ettiği yollara koym alarını vah
y e ttik ” (N ahl, 68-69). T efsirciler b u ve b u n a b en zer veya benzem ez görünen di
ğer vahiy şekillerini sınıflayarak d ö rt beş tü rlü vahiyden söz ederlerse de, b u
rad a vahyin b ir içgüdü anlam ına geldiği açıktır. D oğanın h er olay ve varlığında
T a n rı’nın b ir gizini, b ir bilgeliğini sezm iş olan H z. M uham m ed, b ir peygam ber
olarak , hay ret ve d ik k atin i çeken k o n u ların b u g ü n kü anlayışım ıza göre, bilim
sel neden ve niteliğini aram akla y üküm lü değildi; b u n a teşebbüs etm iş olsaydı,
en küçük b ir başarı da gösterem ezdi. Bu itib arla bugün de ne olduğunu kesin
o larak bilm ediğim iz, fa k a t öğrenm e y olunda olduğum uz b ir içgüdünün, vahiy
sözcüğüyle ifade edilm iş olm asını doğal b u lm ak gerekir. A caba arıyı bal yap
m aya iteleyen ve o n u n o rg an ların a b u işe elverişli özellikler veren gizle, b ir
insana büy ü k düşün celer ve b u lu şları ilham eden ve b ü yük ülküleri yaratm a
sını sağlayan giz aynı değil m id ir? İb n H azm gibi pozitif düşünceli ve şüpheci
İslâm bilginleri, b u n u n için d ir ki, vahyi b ü sb ü tü n in k âr ve reddeder. İb n Sina
ise, İşarat adlı eserinde, vahyi, in san lard a sınıflam ış olduğu çeşitli ak ıl derece
lerinin en ü stü n ü n e özgü b ir anlam a ve algılam a yeteneğinin ü rü n ü sayar. Bu
büyük T ü rk filozofuna göre, zaten peygam berler de sosyal ko şu llar ve ihtiyaç
lardan doğ arlar; o n lar, k o lek tif v icdanın tem silcileridir. O n u n bu görüşü çağı
m ızın sosyolojik k u ram ların a u ym aktadır.
H z. M uh am m ed ’in b ir vahye ihtiyaç gösteren önem li veya önem siz so ru
lar k arşısın d a hem en cevap verm ediği ve b u çeşit so ru ların , hal veya d u ru m
ların kendisinde b ir şok yarattığı ihtim ali v ard ır. V ahiy esnasında geçirm iş ol
duğu organik gerilim ler, b u n u gösterm ektedir. Bu .halin m istik b ir esrim e, ru h an î
b ir ürperm e, tinsel ve kutsal b ir haz veya elem ya d a . hayretin m addesel işa
retleri olm ası m ü m k ü n d ü r. T an rıb ilim ciler, b u n u tü rlü şekillerde açıklar ve ze
kâlarını h arik a ve m ucizeye y ö n eltirler; h a tta bazen m itolojik m asallara d ala r
lar. Bu org an ik değişm eleri ve b u n alm aları, k a ra r verm e an ların d a, d erin b ir
düşünm eye dalm anın, hatırlam aya çalışm anın en doğru ve en uygun düşünceyi
yakalam aya u ğraşm anın, b ilinçli ya da bilinçsiz o larak sarfedilen b ir çabanın
belirtileri saym ak H z. M uh am m ed ’e k arşı b ir saygısızlık o lur. N itekim , tefsirci-
lerin b ild ird ik lerin e göre, örneğ in , K ureyşlilerden N a d r b in H a ris’in H z. Mu-
ham m ed ’i rah atsız etm ek ve sınavdan geçirm ek için sorduğu bazı k o n u lara,
Peygam ber, hem en k arşılık verm eyip vahyi on beş gün beklediği, sonra da K ehf
suresinin inm iş olduğu k ab u l edilm ek ted ir. Bu itibarla herhangi b ir konu ve
olay karşısın d a vahyin bazen gecikm esi, ak la gelen bu dine aykırı düşünceleri
p ek iştirir gib id ir. Esasen H z. M u h am m ed ’e vahiyler hususunda acele etm em esi
de ih tar ed ilir (T ah a, 114). Peygam ber, kend isin in, ç o k ta n r ılı-b ir çağın tüm
batıl inan çların ı yıkm ak için görevli oldu ğ u n a in an d ığ ın d an ,. İslâm anlayışına
göre, tek ve m utlak T an rı düşüncesine de kendi akıl yürütm esiyle, dehasıyla
ulaşm ış olduğunu asla ileri sürm üş değildir. S anki o, T a n rı’nın birliğini ken
disi kavrayacak yetenekte değilm iş de, sırf T an rısal b ir vahyin em irlerini yerine
getirm eye m ecb u r olduğu için b u gerçeği açığa vuruyorm uş gibi b ir tav ır tak ı
nır; b u , hem en b ü tü n peygam berlerin âd etid ir. K u r’anda ve T e v ra t’a bu türlü
ayetler ço k tu r. V ahiyler, hem en daim a b ir olay veya önem li b ir soru ve durum
karşısın d a v erilir; h atta bazen de önem siz gibi görünen b ir olay için de b ir
vahyin indiği g ö rü lü r. Ö rn eğ in , M es’u d bin ebi V akkas M üslüm an olunca, an
nesinin açlık grevi yapm ası ve Ebi V ak k as’ın direnm eleri dolayısıyla bir ayet
indiği gibi; H avle b in ti Salebe ad ın d a b ir k ad ın , kocasının kendisine, «A nam ın
sırtı gibisin» dediği için, cahiliye u sulüne göre boşanm ış sayıldığından — buna
A ra p lar zıh ar d erler— H z. M uham m ed, b u n u n ö n ü ne geçm ek ve bu âdeti kal
dırm ak m aksadıyla, b u b ir tek olaydan genel ve hukuksal b ir ayet bildirm iştir.
D edikoduy u , fısıltıyı, gizli gizli konuşm ayı günah sayan bazı ayetler v ard ır ki,
bu n lar, iki üç kişinin, «K endi aram ızd a gizli k o n uştuklarım ızı T anrı bilir mi,
bilm ez m i?» şeklinde yapm ış o ldukları tartışm aların ü rü n ü d ü r.
H z. M uham m ed’in yak ın ların d an H arris ibn N u ’m an, M üslüm an olmayı
kabul etm ediğinden peygam berin üzülm em esi için bildirilen şu ayet de, vahyin
kim i zam an yine böyle b ir tek kişi için bile gönderildiğini k an ıtlar: “ K u şk u su z,
sen sevdiğini h idayete erdirem ezsin; ancak Tanrı dilediğini hidayete eriştirir.
H idayete erecek olanları bilen odıır” (K asas, 56).
B urada akla gelen şu soruyu yanıtlam ak pek de kolay olm asa gerekir: V ic
d an özgürlüğüne y er v erir görünen bu anlam lı ayet yerine, Y üce T a n rı, pey
gam berlerini sevindirm ek için o inatçı k u lu n a im an şerbetini tattırm ış olsaydı,
d aha iyi olm az m ıydı?
Sanki T an rı, H z. M uh am m ed ’in b ü tü n özel h ayat ve girişim lerinin reh
beriym iş gibi, kadınlarıyla olan ilişkilerine k a d a r h er k onuda, sıkıldığı ve k a
rar verm ek zo ru n d a kaldığı h er so ru n d a, kendisine yardım eder, em irler verir.
Ö rneğin, T ah rim suresi, Peygam berin k ad ın lard an b irine söylediği b ir gizi, onun
öteki ku m aların d an b irine açıklam asıyla çıkan b ir olay üzerine inm iştir. Hz.
M uham m ed, k ad ın ların ın ziynet m addeleri istem eleri ve diğer bazı istekleri yü
zünden küsm üş, b ir ay itik âfa çekilm iş, eşlerinden birin in ikram etm iş olduğu
bal şerbeti yüzünden öteki zevcelerinin tü rlü k ıskançlıklarıyla karşılaşm ış, b u n
lardan üzülm üş ve nihayet zevcesi H a fsa ’ya, cariyesi M ariya ile b ir daha ilgi
lenm eyeceğine yem in ettiği h alde, b ir gün bu yem inine riayet etm ek istem eyin
ce, hem en, "T a n rı, size yem in lerin izd en ku rtu lm a yı em retm iştir” (T ahrim , 2);
«E y peygam ber, sana T a n rı’nın helâl kıldığını niçin haram edersin ve zevcele
rinin h o şn u tlu ğ u n u ararsın?” (T ah rim , 1); “Eğer o sizi boşarsa, yerinize, ona
sîzlerden daha hayırlı zevceler verir” (T ah rim , 5) gibi ayetler inm iştir k i, b u n
lar âdeta Y üce T a n rı’yı, elçisinin dileklerine yardım ediyorm uş gibi gösterirler.
M üşriklerin nüfu zlu b ir adam ıyla k o n u şu rk en , ü stü başı kirli b ir kö rü n , ken
disini aydınlatm asını rica etm esi üzerine H z. M uham m ed, bu zavallı adam a
ilgisiz kalm ıştı. Sanki so n rad an v icd an azabına uğram ış gibi, bir T anrısal azar
la karşılaşan Peygam ber, bu ü z ü n tü sü n ü A bese suresinin ilk dokuz ayetinde ifa
de edilm iş .b u ld u . Bir peygam ber için, vicdan azabının ve kendi nefsini denet
lem esinin bu. suredeki acı itira fla rd a n d ah a büy ü k ve beliğ b ir erdem işareti ola
m azdı. V ahyin bazen ihm al edilm iş veya d ik k a t edilm em iş yalınç b ir olay yü
zünden arkası kesildiği de görülm ektedir. Ö rn eğ in , Peygam berin odasındaki se
d irin altınd a u n u tu lm u ş b ir köpek y avrusunun ölüsü* yüzünden günlerce vahyin
belirm ediği, fak at H z. M uh am m ed ’in hizm etçisi, sahabeden H avle odayı tem iz
lerken köpeği b u lu p leşini a ttık ta n son ra D u h a suresinin indiği bilinm ektedir.
Leyi suresi de, b ir köle azat edilm iş olduğu için inm iştir. Y alnız, Ebu C ehl’in
Peygam bere karşı İslâm lığa aykırı girişim ve düşünceleri için de ayetler vah-
yedilm iştir. H z. M uh am m ed ’in tarih sel bilgileri ve özel hayatına, ya da bireylere
a it olaylardan bazıları v a rd ır ki, ancak g ü n lü k iş ve olayların o andaki gerekçe
lerine uygun b ir değer ta şırla r ve b u n la r k ay n ak larını T a n rılık tan alm ış olan
gerçekler gibi önem li, daim a doğru ve ebedî b ir değer taşım azlar. Y ani, b u n
ların daim a son ve değişm ez gerçekleri ifade etm edikleri de görülür. "B ir ayeti
kaldırırsak, ya h u t onu bellekten silersek, yerine ondan daha âlâsını ya da ay-
ııını ko y a rız” (B akara, 106) denildiğine göre, şüpheci ve inceleyen bir aklın
h atırın a, acaba T an rısal bir vahiy, yarın değişecek b ir gerçeği önceden yanlış
ve ku su rlu m u b ild iriy o r ki, sonradan o n u n değiştirilm esi gerekiyor, gibi b ir
düşünce gelir. N itekim başka b ir surede de, “ B ir ayetin yerine bir başkasını
ko ya rsa k” (N ahl, 101) tüm cesiyle başlayan b ir ayet v ard ır ki, Y ahudiler bu
konuda akla gelebilecek tü rlü itirazlard a b u lu n m u şlar ve dogm atik bir cevapla
karşılaşm ışlardır. B ütün b u n lar, sosyal zo ru n lu lu k ların önceden kesin olarak
bilinm ediğine de delâlet etm ektedirler.
M üslüm anlıkta T a n rı’nın tem el sıfatların d an biri de, ulu lu k ve k ib irlilik ’lir
(elm üttekeb b ir). V ahyin, gördüğüm üz gibi, H z. M uham m ed’in özel hayatına, iş
ve girişim lerine olduğu k a d a r da b irtak ım asi ve k âfir olan sefil bireyler için
gönderildiğine göre, bu sıfatları d aim a m uhafaza etm ediği, lü tu fk âr ve m ü
tevazı olduğu da k ab u l edilir. M istikler, vahyin hiç b ir gayret sarf etm eden
erm iş insana ya da peygam bere T a n rı'n ın öğretm enlik etm iş olduğunun b ir
işareti sayarlar; ve vahiylerin başladığı vakit, bazen pek garip harik aların be
lirdiğini de an latırlar. Ö rneğin, M aide suresi inerken Peygam berin, üzerinde b u
lunduğu A bdan adlı devesi, bu surenin ağırlığından çökm üş ve ayakları kırıla-
yazm ış. Bu gibi söylentiler, m istik duygu ve hayranlığı coşturm ak için icat edil
miş eğitim sel hikâyeler olSa gerektir. Hz. M uh am m ed’e gelen son vahiy, ‘‘Bugiin
sizin d in in izi tam am ladım ve sizin için din olarak M üslüm anlığı beğendim ve
seç tim " (M aire, 3) ayetidir. Bu ayetten so n rad ır ki, vazifesinin de sona erdiğini
anlam ış olan U lu Peygam ber, Y üce D ostuna, T a n rı’sına kavuşm a gününün yak
laştığını hissetm iştir.
Ö zet o larak d en eb ilir ki, vahiyler, tarihsel ve sosyal olayları akış tarzına
göre, H z. M uh am m ed ’in vefatına yakın b ir zam ana k a d a r devam etm iştir. M ek
ke ve M ed in e’de alm an vahiyler, bu sitelerdeki sosyal koşullara göre, bazı iş
lerde hafif, bazılarında sert, bazen Peygam berin kendi kişisel iş ve arz u ların ı,
bazen b ü tü n im an edenleri, bazen de k itap ehli olan b ü tü n diğer insanları ilgi
leyen b ir özellik gösterirler. Bu özelliğin akış tarzı, T anrısal niyet ve isteklerin
evrim iyle paralel b ir gelişm e gösterir g ibidir. Z am ana göre, yeni hüküm lerin
kabul edilm esini caiz gören İslâm im anı, b u evrim in ve zorunluluğun T anrısal
olm aktan çok, toplum sal o ld u ğ u n u n doğal b ir itirafıd ır ve vahiylere T anrısal
olm aktan çok zekâ ve deh an ın yüksek b ir eseriym iş gibi bir renk verir.
V ahyin, k u lak la işitilebilm esi, fak at ses verenin görülem em esi veya Cibril
şeklinde b ir fan to m u n görülm üş olm ası, bazı bilim adam larına bu olayın b ir
bilinçaltı faaliyeti, b ir sanrı olduğu düşüncesini ilham etm ektedir. İbn R avendi,
vahiy ile ilham ı b irb irin d e n ayırm am ış, insan ların b ü tün bilim leri ilham la kav
rad ık ların a, b u bakım dan peygam berle diğer insan lar arasında ilham bakım ın
dan b ir fark olm adığına in anm ıştır. Y u k ard a da işaret ettiğim iz gibi, İbn Sina,
vahyi C ibril ile konuşm a telakki etm ez. O n a göre vahiy, aklın yüksek bir sezgi
sidir; bu, bazı duygulu insanların h assasıdır; yani peygam berler b ir çeşit m ed
yum lardır. A hret, simgesel b ir id d iad ır, h alk ın anlayam ayacağı bazı gerçekleri
bu sim gelerle telkin etm ek peygam berlerin âdetid ir.
H z. M uham m ed, kendisine vahyedilenleri, vahiy k âtiplerine yazdırırdı. Bun
lard an halife O sm an ’ın süt k ardeşi A bdullah ibn S a ’d ibn ebi Sarh ile M uaviye,
İslâm tarih in in önem li k işilerin d en d ir. M . Mc L u h an ’ın kaydettiğine göre, Aki-
naîı Saint T hom as, S o k ra t’la H z. İsa ve Fisagoras’ın öğretilerini niçin yazıyla
tespit etm ediklerini açık lark en , ‘Som e T heo lo g iq u e’, yani T an rıb ilim M ariüeli
adlı eserinin üçüncü bölüm ündeki 4 2 ’nci problem de der ki: «H z. İsa ’nın öğre
tilerini yazı ile ifade etm em esini doğal b u lu ru m . B unun birinci nedeni, kendisi
nin haysiyetidir (dignite). Z ira b ir ü sta t, ne k a d a r yetkin olursa, öğretm e tarzı
d a o k a d a r yetkin o lur. Bu itib arla, İsa ü statların en yetkini o lduğundan, öğre
tilerinin, dinleyicilerinin k albinde basılm ış ve yerleşm iş olm asını isteyen b ir yön
temi benim sem iştir. Bunun için d ir ki, M eta In c il’inde (V II, 2 9 ), “O , dersleri
n i otoriteye sahip olan insana verm iştir” deniliyor. Aynı nedenle, m üşriklerden
olan Fisagoras ve Sokrat da olağanüstü ü sta tla r oldukları için, derslerinin yazıl
m asını istem em işlerdir» (s. 21).
G örülüyor ki, bu büyük filozof ve T anrıbilim ciye göre, H z. İsa, aldığı va
hiyleri kapsayan b ir k itap yazm am ış ve yazdırm am ıştır. K u r’an ise, In c il’i bir
vahiy eseri sayar, fakat değiştirilm iş olduğunu savunur.
KUR’AN
(1) Kutsal Kitap, yani T evrat ve İncil (66) kitapçıktan oluşmuştur. M.Ö.
1513’den M.S. 98 yılm a kadar geçen bir dönemde yetişmiş, (35) i aşkın insan ta
rafından yazılmıştır. M ilattan önce yazılm ış olanlar İbranî ve Aramı dilleriyle
yazıldıkları halde M ilattan sonrakiler Yunanca yazılmış ve yaklaşık olarak (1125)
dile çevrilmiştir. T evrat’ın ilk beş kitabını Hz. Musa yazdığı kabul edilir. Fakat
özellikle Onun Y a ratılış (Tekvin) bölüm ünün (37) nci babındaki ikinci ayete
kadar yazmış olduğu iddia edilir. Yuhanna, M.S. 98 yılında dördüncü Incil’i yaz
mış, Eşiya (Işaya) peygamber ise, kendi adını taşıyan kutsal Kitapçığı M.Ö.
II. yüzyılda yazmıştır. Yeryüzünde sayı bakım ından en çok basılıp yayılm ış
olan yapıt Kutsal Kitaptır.
rıyla izlenm iş ve yazılm ış olduğu için 1, kendisinin vahiy k âtiplerine yazdırm ış
olduğu K u r’an sure ve ayetleri, zam anım ıza k a d a r gelmiş ve hiç şüphesiz ebedi
yete dek b o zulm adan, değiştirilm eden devam edecektir. N itekim b ir vahiy eseri
olm ayıp kendi kişisel düşüncelerin d en ibaret olan hadisler de aynı titizlikle top
la n ıp , tarih sel eleştirm elerden geçirildikten so n ra sap tanm ışlardır. GerÇekte
K u r’an, İslâm din in in tem eli, anayasası, ana k ita b ıd ır (Ali İm ran, 5). Bunun
hadislerden fark ı, üslup itibariyle d ah a p arlak ve a rtistik olu şu d u r; aynı za
m anda ayetlerin lakonik b ir görüşü v a rd ır ve cahiliye dönem i k âh in lerin in kul
landıkları ifade tarzın d a olduğu gibi, doğa v arlık ların a, b itk i, hayvan ve anla
mı belirsiz bazı h arflere yem in eden secili b ir fonetiğe sahiptir. Sünnî tefsirciler
bu seci sözcüklerinin ayetteki anlam ı k u v v etlen d ird ik lerini kabul ederler. K u r’an,
şeriatın tem el m etn id ir. D aha halk diliyle söylenm iş olan hadisler ise, b u şe r’î
m etinlerin açım lanm asıdır (şerh). Y ani h ad isler, ayetlerin daha p ratik yorum
lam alarıdır. F akat K u r’an, M üslüm anlığın tüm ah k âm ını, ritlerini, usul ve k u
rallarını kapsam az. K u r’an, d ah a çok h u k u k sal, ahlâksal ve siyasal dogm alarla
Hz. M u hm m ed ’in yapm ış olduğu tü rlü ideoloji savaşlarının p a rç a .p a rç a h ab er
lerini, kendi tinsel kuvvetini de a rtıra n teselli, tem bih, ih ta r gibi direktifleri ve
rir; dünya ve ah ret yaptırım ların ı açık lar ve b irtak ım ib ret levhalarını göstere
rek T a n rı’nın birliğini ve ölüm den sonraki hayatı ö ğretir ve aynı konuları faz
lasıyla te k ra rla r ve b u tek rarların ü slu b u k a d a r da sözcükğ hayal ve tem aları
aynıdır. İb ad et şekilleri, dinsel farizalar ve sü n n etler, p ratik özellikleriyle hadis
lerde b u lu n u r. Birçok k o n u lar, örneğin M iraç, S ırat k ö p rüsü, k a b ir a z a b ı... vb.
hak k ın d a K u r’an, pek kısa işaretler verm iş olduğu halde hadisler, gerek b u n
lara, gerek b u n lara benzeyen diğer m istik k o n u lara dair geniş bilgiler verir. Ba
zen ayetlerle hadislerin b irb irlerin i tu tm ad ık ları da görülür. Bunu fark etm iş
olan A hm ed bin H am bel, ’K itab T aât-er-R üsul’ adlı eserinde, bu gibi hallerde
nasıl h arek et etm ek gerektiğini a n latır. H em en tüm İslâm m ezhep ve içtih atla
(1) Siyerciler, yani Hz. M uham m ed’in özel hayatını, anatom ik yapısını
ve alışkanlıklarını yazmış olanlar, tefsirciler ve hadisçiler, kendisini pek derin
den ve özel bir din gayretiyle incelem işlerdir: Tahareti üç taşla mı, tezekle mi
yaptığı, üreme organlarını sağ eline m i, sol eline m i alarak tem izlediği, topra
ğa mı, taşa m ı sürdüğü, dişlerini nasıl yıkadığı, saçlarını nasıl tıraş ettirdiği,
saçlarını kim in sakladığı, ne vakit zifa f ettiği, hangi karışım daha çok sevdi
ği, erkeklik gücünün onda kaç erkeğinkine eşdeğer olduğu, gece veya gündü
zün bir saatinde bütün kadınlarını ziyaret ederek m ünasebette bulunduğu,
çünkü otuz erkek kuvvetine sahip olduğu, hangi hayvanların öldürülmesine
m üsaade ettiği, hangi kokuları süründüğü, dışkılarının m elekler tarafından kal
dırılıp kaldırılmadığı, başını nerede hacam at ettirdiği, ne vakit ve nasıl yı
kandığı, ram azanda cinsel m ünasebette bulunup bulunmadığı, oruçlu iken eş
lerini kucaklayıp öptüğü, elleriyle okşadığı, Cibril’i rahatsız etm em ek için so
ğan, sarm ısak yemediği, başkalarının da bunları yiyerek m escide gelm elerini
istem ediği, Veda Hacçı’nda son va’zını verdiği gün, saçlarını kestirdiği, bu saç
lardan en evvel Ebu Talha'm n aldığı ve bunu Peygamberin eşi Hz. Hatice'ye
saklam ası için verdiği, saçlarım Hz. Ayşe’nin taradığı, nihayet örneğin, Hayber
savaşından dönerken, S afiye’yi 'devesinin terkisine alarak nikâhladığı ve yolda
zifaf etm ek istediği, kılık ve kıyafeti, don (seravil) ya da entari (âzâra) giyer
m iydi... vb. gibi hayatının en gizli taraflarına kadar çekinm eden uzun uza
dıya yazmışlardır.
rın da görülen ay rılık lard a, ayetlerle, hadislerin , gittikçe değişen sosyal koşul
larla uzlaştırılm asındaki zo rlu k lar rol oynam ıştır.
K u r’anm b ir adı da, doğruyu yanlıştan ayırt etm ek dem ek olan F u rk a n ’
d ır ve bu adı taşıyan b ir de sure vardır. K u r’anın H akim ve T enzil gibi başka
a d la n da vardır.
K u r’andaki sure sayısı 114, ayet sayısı 6.616 veya 6.666, sözcük sayısı
77.437 veya 77.937, h a rf sayısı ise 323.671 veya 3 2 6 .0 8 4 ’tür. Z im ah şerî’ye
göre, K u r’an d ak i ayetlerin 6 6 ’sı nesheden veya neshedilm iş olan lard ır. H adis
lerin sayısını ise, m ilyona ç ık a ra n la r v a rd ır. Peygam berin am casının oğlu A b
dullah, sahih olan b irço k hadis nakletm işse de, pek çok uydurm a hadis de ileri
sürm üştür. D evlet ve din adam ları, teklif edecekleri herhangi b ir em ir veya
kuralı halk a kolayca k ab u l ettirebilm ek için ş e r’î b ir esas aram ayı tercih e ttik
lerinden, H z. M uh am m ed ’in otoritesine d ayanm akta fayda görm üşler, bazı h a
dislerin uy durulm asına hizm et etm işlerdir. F akat, B uharî ile M üslim ’in ‘S ah ih ’
lerinde toplanm ış olan hadislerin gerçekliğinde genel b ir ittifak v ard ır; (itibar
edilen altı hadis kitab ı d ah a v ard ır); ayetlerin ise hiç birinden şüphe edilm iş
değildir. K u r’anın sure, ayet, sözcük ve h arfleri; Şam , K üfe, Basra ve Hicazlı-
ların lehçe ve fo n etiklerine göre sayılm ış olduğu gibi, okunuş tarzı da, H alefi
Aşr, N afi, H am za, İb n K esir, E bu A m r, E bu C afer, K isa î... vb. gibi tanınm ış
dil ve nahiv bilginlerine göre değişm ektedir. Bu değişiklik, ayetlerin sayıları
hatta anlam ları üzerindeki bazı an laşm azlıklara yol açm ıştır. Z ira, dilciler ve
dolayısıyla tefsirciler, K u r'an d ak i sözcüklerin çeşitli anlam lara delâlet ettiklerini
kabul etm işlerdir. Ö rneğin, bazı sü relerin ilk ayetleri, sadece sessiz harflerden
ib arettir. T ü rlü tefsirciler, b u n ların ne dem ek olduğunu anlatm ak için b irb irin e
uym ayan ve çoğu da u ydurm a o lan açık lam alard a bulu n m u şlard ır. Bir hadise
göre, K u r’an yedi anlam lı o larak in d irilm iştir (Feyz-el-K adir), iç ve dış anlam
ları da başka b aşk ad ır. Surelerin adları da b azılarına göre başkalaşm aktadır,
yahut b ir surenin tü rlü ad ları k ab u l edilm ektedir. Ö rneğin, Âli İm ran suresinin
diğev adları şu n lard ır: E m an, K enz, M ücadele, İstiğ fa r... vb. M aide suresinin
diğer adları da, U kud, M unkıze, M u h a sa ra ... v b .,d ir. Ayet ve surelerin b ir kısmı
M ekke’de, N a k k a ş’a göre M edine’de inm iştir. Bu konuda, üzerinde uzlaşılm am ış
olan ayetler de v ard ır. B ununla b irlik te genel o larak M ekke’de inen sureler kısa,
M edine’dekiler u zu n d u r. M ekke’de inenler, daha çok, henüz M üslüm anlığı k a
bul etm em iş olan M ekke h alk ın a h itap ettiği halde, İkinciler im an etm iş olan
lara hitap ederler. B irincileri, dine davet eden k o rk u tu cu ve ibret verici ayetler
teşkil ettikleri h alde, M ed in e’de inm iş o lan lar daha çok ahlâksal ve hukuksal
naslard an teşekkül etm işlerdir. D enilebilir ki, M ekke’de inenler, M üslüm an
lığı hazırlayan ve telk in eden b ir özellik taşıdıkları halde, M edine’de inm iş
o lan lar, esasını İslâm d in i ve bun u n ülkülerini yerleştirm e ve yayma am acını
güden b ir devlet sistem ini sav u n u r ve onun k anunlarıyla örgütlerini k urm ak is
terler. Ö zet o larak H z. M uham m ed, M ekke’de yalnız dine davet eden ruhanî
bir kişilik tir; M ed in e’de ise, b ir politika adam ı ve b ir b aşkom utandır. Bu ne
denden M ek k e’deki ayetlerde T an rısal tak d ird en teselli um m uş, M edine’de ise,
m addesel kuvvet ve girişim lerin gerektiğini an layarak ona göre hareket etm iş
tir. Bunları ayetlerin şekil ve anlam ların d ak i fark lard an da anlam ak m üm kündür.
K u r’am n genel o la ra k kapsam ı, T a n rı’nın b ir.iğini ispat etm ekten ve bunu
kabul ettirm ek ten , yasam a esaslarını verm ek ve ah lâk b ak ım ın d an insanları ıslah
edecek em irlerden ibaret olm akla b irlik te, bu k o n u ları açıklam ak, yaym ak ve
im an ettirm ek te, H z. M uh am m ed ’in karşılaşm ış olduğu tü rlü b askılar, zorluk
lar, hal ve k oşulların g erektirdiği tem b ih ler, ih tarla r, tartışm alar, dünya ve
ah ret yaptırım ları ve Sam î K avim lerine v’U gösterm eye çalışm ış olan peygam
berlerin u ğraşm aları, tü rlü ayetlerle te k ra r te k ra r b elirtilm iştir. Sure ve ayetlerin
iniş nedenleri, H z. M uham m ed’in kendi zam an ın d a ortaya çıkan zorlukları gi
derm ek, k endisine iyi veya kötü niyetlerle sorulm uş problem lere karşılık ver
m ek, yani olaylar k arşısında nasıl b ir d u ru m alm ak gerektiğini anlam ak, im an
edilm esi gereken konuları sap tam ak , açıklam ak, so rum lulukların h er çeşidiyle
cennet ve cehennem den haber verm ektir. F ak at, örneğin im an etm eleri olan ak
sız olan E bu Süfyan, E bu C e h l... vb. gibi bazen b ir kişi için bile savunm a, teh
d it, tek d ir, eleştirim ve teselli ayetlerinin indiği ve b u n lard an İslâm lık için bazı
genel h ü k ü m ler elde edildiği de görülür. Bir örnek olm ak üzere şunları kayde
debiliriz: E bu Cehl b ir yetim e vasi olduğu halde, ona bakm ayı reddettiği için,
M aun suresi inm iş; H z. M uh am ed ’in peygam berliğine ve K u r’ana im an etm e
yenlerin h arek et, iddia, in k â r ve itirazları da, bazı sure ve ayetlerin indirilm e
sine neden olm u ştu r. B ütün b u n lar, H z. M u h am m ed’in kendi yaşadığı dönem
ve toplu m u n anlayış ve geleneklerini değiştirm ek ve ülk ü sü n ü onlara karşı
savunm ak ve ancak kuvvetlendikçe n ü fu z alanını genişletm ek gibi insel yön
tem lere b aşv u ru ld u ğ u n u gösterm ektedir. Bazı sure ve ayetlerin iangi olayla
ilgili olduğu, ne zam an ve nerede indiği h a k k ın d a da anlaşm azlıklar vard ır;
Saf suresi h ak k ın d ak i b irb irin e aykırı id d ialar da bu türd en d ir.
Bazı ayetlerin inm esine ve h a tta ayetin ifade ve üslu b u n a, sahabelerin de
etkisi olduğu anlaşılm ak tad ır. Ö rneğin, tefsircilerin kaydettiklerine göre, Hz.
Ö m er, Peygam bere, M akam -ı İb ra h im ’i nam azgâh yapm ak için teklifte bulunm uş,
arkaç an b u n u uygun b u lan ayet inm iştir. Y ine H z. Ö m er, Peygam bere, eşlerinin
örtünm elerin i teklif etm iş, ark a d a n H icab ayetleri gelm iştir. Bir defasında da
Peygam bere eşlerinden b irin in ikram ettiği bal şerbeti dolayısıyla öteki eşle
rinin k ıskançlık yüzünden kendisine karşı saygısızlıkları dolayısıyla, Hz.
Ö m er; o n lara, " N e bilirsiniz, eğer sizi boşayacak olursa, b e lki de R a b b i ken
disine sizin yerin ize ve sizden daha hayırlı eşler verir” diyerek öğüt verm iş, az
sonra da H z. M uh am m ed ’e b u anlam da b ir ayet gönderilm iştir. N ihayet yasak
layan ayetler de, d ah a evvel H z. Ö m e r’in Peygam bere bu kon u d a yapm ış olduğu
teklifler neticesinde bildirildiği gibi, H z. A yşe’ye d ü şü rü p yitirdiği kolyesi do
layısıyla yapılan iftira karşısın d a H z. Ö m e r’in hayretle, "Suphanallah, bu büyiik
bir iftira d ır!” dem esi, bu tüm ceyi aynıyla içine alan bir ayetin inm esine neden
olm uştu r. H z. Ö m e r’in önem li k o n u lard a peygam bere tü rlü yard ım lard a b u lu n
duğu bilin m ek ted ir. Ö rneğin bazı toplum sal koşullarla gereksinm eler için K u r’
anda herhangi b ir ayet b ulunm adığı v ak it O , H z. M uham m ed’e " Tanrıya yalvar
da, bize yen i bir b u yru k yo lla sın !” d er ve peygam ber de onun bu dileğini yeri
ne getirerek d u a etm ek suretiyle istenen k o n u h ak k ın d a yeni b ir ayet söylerdi.
Sayısı ü zerinde birleşilm em iş olan b u (14?) k a d a r dogm aya (nas) İslâm T anrıbi-
lim cileri M uvafakat-i Ö m er deyim ini k u llan ırlar. Bir gün H z. M uham m ed, dam a
d ı H z. A li, kızı H z. Fatım a ve to ru n ları H z. H a sa n ’la H z. H üseyin’i etrafın a alarak
kendisi uyuduğu v ak it b ü rü n m ü ş olduğu b ir örtüyü onların üzerine serm iş ve
kendilerine dua etm iştir. Bu d u an ın da sonra aynıyle b ir ayet o larak bildirilm iş
olduğu kab u l edilm ektedir.
H z. M uh am m ed ’in özel hayatıyla, p rotokol k u rallarına, kişisel tasa ve sıkın
tıların d an başlayarak aşiret ve aile kavgalarına k a d a r türlü ko n u ları kapsayan
ayetlerin inm iş olduğu da görülm ektedir. M üslüm anlık kuvvetlendikçe, H z. M u
ham m ed’in ru h a n î şefliği k a d a r da siyasal şefliği kuvvetlenm iştir. Bu nedenle
eşlerinin in san larla ilişkisi b u şefliğin gerektirdiği saygı ve protokola da ihtiyaç
gösterm işti. Şu ayetler b u n u açık lam ak tad ırlar: “E y im an edenler, size y e m ek
için izin verilm ed ikçe ve b eklen m ed iğ in iz zam anlarda Peygam berin evlerine gir
m eyin; anca k çağrıldığınız va kit girin; yem eği yed ikten sonra da, hem en da
ğılın; sohb ete dalm ayın; zira bu Peygam beri ü zm e k ted ir ve ayrıca da sizlerden
utanıyor; fa k a t Tanrı, d o ğruyu sö ylem ekten sıkılm az. H arem lerine d e bir şey
soracağınız vakit, bir perde arkasından sorun; bu hem siziıı kalpleriniz, hem de
onların kalpleri için daha tem izd ir ve T a n rı’ıun elçisine, sizin eza etm en iz ol
maz. A rka sın d a n o n u n eşleriyle evle n m e n iz de olm az; bunun günahı, Tanrı ka
tında ç o k b ü y ü k tü r” (A hzab, 53). Bu p rotokol ayetlerine, bu büyük din lideri
için kullanılm ası gereken saygı sıfatları da eklen ir: “Tanrı ve m elekleri, Peygam
bere hep salavat getirirler; ey im an edenler, ona teslim olarak salât ve _selâm
getirin” (A hzab, 56). Bu saygıyı, H z. M uham m ed’in kendisi de istediği şu ha
disinden an laşılm ak tad ır: “Y a n ın d a ben anıldığım vakit, bana salavat getirm e
m iş olanın burn u sü rtü lsü n ”. D iğer b ir hadiste de, bu kon u d a ısrar etm iş olduğu
g örülür: “Tanrı, bir M üslüm anın yanında anıldığım vakit, bana salavat getiren
için, Tanrı seni yarlıgasın diyen ik i m elek görevlendirm iştir; ö te k i m elekler de
bu ik i m eleğe k a rşılık olarak A m in derler. Bana salavat getirm ediği zam an da
o ik i m elek, Tanrı seni yarlıgam asın der, ö te k i m elekler d e yin e A m in derler".
Şu ayetler de bu p rotokol k u ra lla rın ın b ir kısm ım ifade ederler: “E y im an eden
ler, seslerinizi P eygam berin sesinden daha y ü k s e k çıkarm ayın ve ona birbirinize
bağırır gibi seslenm eyin; haberiniz olm adan am elleriniz boşa gidiyor; T a n rı’nın
kalplerini ta kva için sınam ış olduğu kim seler, T a n rı’nın elçisi yanında seslerini
kısanlardandır; onlara hem bir varlı gama, hem de bir m ü kâ fa t vardır; odaların
arkasından sana seslenenlerin çoğu akılları erm eyenlerdir; onlar, sen kendilerine
çıkıncaya kadar sabretm iş olsalardı, ken d ileri için daha hayırlı o lu rd u ” (H lıcu-
rat, 2-4). Şüphesiz bu ayetler, A rap ların o dönem deki çöl hayatının özgürlük ve
lâubaliliğine karşı bildirilm iş ve o n ları b ü y ü k ler karşısında disipline alıştırm ak
gibi uygaısal b ir vazife görm üştür.
T efsircilerin tartışm a k o n u ların d an b iri de K u r’anın ne vakit inmeye baş
ladığı so ru n u d u r. F ak at genel o larak o n u n ram azan ayında (B akara, 185), hangi
gece olduğu bilinm eyen b ir k a d ir gecesinde inmeye başladığı kabul edilir. Bu
gece, eski B abillilerin de in an d ık ları gibi, yılın b ü tü n k ad erlerin in belirlendiği
kutsal b ir gece sayılır (K adr, 1; D u h an , 3). Bu ayetlere göre, K u r’anın toptan
b ir K utsal K itap o larak m ü b arek b ir gecede indirildiği anlaşılıyorsa d a, O n u n
toplum sal ve tarihsel olayların akışı içinde parça parça ve (23) yılda indirilm iş
olduğu da bilinm ektedir. Y orum cular, T an rı söz ve bu y ru k ların d a çelişkiyi k a
bul etm ediklerinden b u ayetleri başk a başka anlam da açıklam aya çalışırlar.
K u r’an , 'Â li İm ran suresinde sınıflanm ış g ibidir. Bu surenin 7 ’nci ayetine
göre K u r’a n d a m uhkem ve m üteşabih (benzeşim li) olm ak üzere iki ayet züm
resi vard ır. K u r’anı başlangıçta ezbere b ild ik lerin d en şüphe edilm eyen kim seler,
M uaz bin C ebel, Z eyd bin S abit, U beyd bin K âab ve A bdullah b in M es’u d ’dur.
K u r’an halife E bu Bekir zam anında to p lan arak M ushaf haline getirilm iş ve b u n
lar H z. O sm an zam anında çoğaltılarak illere d ağ ıtılm ıştır. K u r’anın son elim iz
de b u lu n a n şekli ise, M uaviye zam anında H accac tarafın d an vücuda getiril
m iştir. H alife O sm a n ’ın, H a fsa ’ya em anet ettiği kısım lar dışında k alanları yok
ettirdiği de b ilinm ektedir. B ir h ad iste, " K ıır’a m , k e n d i görüşüyle yorum layan
k â fir o lu r" den ilerek bu konuda akıl ve vicdan özgürlüğü kaldırılm ış gibi görü
nürse de, tasavvuf erb ab ı, filozoflar, S ünnî ve Ş iî kelâm cılarja tefsirciler, ayet
leri kendi niyet, m aksat ve gayelerine göre y o rum lam ışlardır; ve araların d a
birçok n o k talard a anlaşm azlık da olm uştur. Evvelâ ilk A rap im lâsında nokta
ve h arek en in m evcut olm am ası, k ıra a tla rın b aşkalaşm asına neden olduğu gibi,
M üslüm anlığın yayılm ış olduğu diğer A rap bölgelerindeki lehçe fark ları da buna
neden olm u ştu r. Bu su retle bizim eski h a rfle r dönem indeki im lâm ızda olduğu .
gibi, b ir sözcük tü rlü şekillerde o k u n u n ca, o sözcüklerin a n lam lan da değişm iş
tir ve ister istem ez yorum lam a ve açık lam alar, tefsircilerin anlayışlarına göre çe
şitlenm iştir. D iğer b ir neden de, d in gayreti, sevaba girm ek, gün ah tan kaçınm ak,
bilgiçlik taslam ak gibi b irtak ım kişisel duygularla tü rlü sanat oyunlarına baş
vurm ak, yani m ecazlar, istiareler, kinayeler, b enzetm eler ve sim gelerden yarar
lanarak k o n u lara ro m an tik b ir şekil verm ek ve m istik h arik a sıfatım artırm ak
tır. T efsircilerin bu husu slard ak i yetenekleri değişik oldu ğ u n d an , araların d a a n
lam ve açıklam a b ak ım ın d an tam b ir b irlik k u ru lam am ıştır.
K u r’an , gittikçe genişleyen İslâm toplum ve devletlerinin h u kuksal ve si
yasal ihtiyaçlarını karşılayam az olm u ştu r. Bir ta ra fta n da bilim ve uygarlık ge
liştikçe sosyal ve insel ihtiyaçlar d ah a k arm aşık ve daha çeşitli b ir hal alm ıştır.
B ütün b u n la r için, kutsal k ita p ta gereken h ü k ü m ler b u lunm adığından, tefsir-
çiler, tü rlü çevirti ve y o rum lam alara b aşv u rm u şlardır. B unun b ir nedeni de,
“N e yaş, ne k u ru (hiç b ir şey y o k tu r ki) bu a çık kitapta bu lu n m a sın ” ve, “K itap
ta hiç bir şeyi ihm al e tm e d ik ” (E n ’am , 3 8); “G ö k te ve yerde kaybolan h iç bir
şey y o k tu r k i, bu a çık kita p ta b u lu n m a sın ” (N em i, 75) ve b ir hadiste, “E v v e lk i
lerin ve sonrakilerin b ilim in i arayanlar, K u r’anı eşelesinler” gibi kutsal b ild iri
lerdir. H z. M uham m ed’in gerçek m aksadı, tüm insan bilgi ve tekniğinin değil,
öteki dinlerin ve d in o larak kendi tek lif ve em rettiği h ü küm lerin hepsini K u r’a n
da bulabileceğim izi ve teo k ratik b ir d ev let için gerekli olan h u k u k ve ah lâk k u
ralların ın d a, b u k u tsal k itap ta tüm üyle m evcut o lduğunu anlam am ızdır. F akat,
m ezhep ve ta rik a t k u ru cu ları k a d a r da din bilginleri, ne kendi iddia ettikleri
düşüncelerin , ne de d in in gerçek bilgelik ve am açlarını aram am ışlardır. Sadece
yüzyıllardan beri garip ve hazin b ir k ib ir ve in atla, K u r’anda geçmiş ve gelecek
dönem lerin, bulm uş ve bulacağı tekm il gerçeklerin saklı olduğu iddiasını tek
rarlayıp d u rm u şlard ır. B unlar, b ir dinin gerçek büyüklüğünün ancak b u çeşit
iddialarla ispat olunabileceğini zan n etm işlerd ir. B unun için d ir ki o nlar, insan-
lığın düşünce ve k ad erin e m u tlu lu k veren b ir ü stat olam am ışlardır. O ysaki, Ba
tı ’n ın büyük d ü şü n ü r ve bilginlerinden pek çoğu, kilise ve m an astırd a yetişm iş
olan d in ad am larıd ır ve b u n la r, im an ad ın a, evrenin çeşitli gizlerinin olduğu k a
d a r da insan gidişini düzenlem ekte, d in lerin ulaşam adığı erdem ve ödevleri in
k â r etm e k ü çü k lü k ve gafletine düşm em iş, h a tta bu gerçekler uğruna hayatlarını
bile feda etm ekten çekinm em işlerdir. K u r’an ve hadislerde yeni d u ru m ların ge
rektirdiği b ir h ü k ü m , açıkça bulunm ayınca, fık ıh çılar ve tefsirciler, hem en kıyas,
sünnet, icm a ve istihsan terim leri altın d a to p lan an içtihat yöntem lerine başv u r
m uşlardır. Bu u su ller, d ah a çok fıkıh so ru n ların a uygulanıyorsa d a, çoğu za
m an savunulm uş olan sonu çlar, kişisel ve bireysel görüşlerin ü stü n gelenleri
d ir; ve İslâm h u k u k u n d a k i ş e r’î hileler de, d ah a çok bu çevirti ve yorum lam a
ların kötüye k u llan ılm asın d an doğm uştur. Bu yöntem ler bile, K u r’an ve hadis
lerin yetersizliğine, b u n la ra bazı şeylerin eklenm esi ve bazılarını terk etm ek gibi
çarelere başv u rm an ın zo ru n lu lu ğ u n a delâlet ederler. Z ira, sosyal problem ler,
dinam ik b ir özelliğe sah ip tirler; b u n lara statik dogm alara saplanm anın uygun
olm adığı, diyalektik tartışm aların d a eşya ile olayların doğasına uygun k u rallar
arayıp b u lu n m ad ık ça, dinin k en d i yapısı içinde uygulanam az hale geldiği açık
bir gerçektir.
K u r’an herkesin açıkça anlayabilm esi için A rapça indirilm iştir. B unu şu
ayetlerden öğreniyoruz: " O n u sakındıranlardan olasın diye açık bir A ra p diliyle
senin ka lb in e em in ruh indirdi; onu A rapça bilm eyenlerden birine indirseydik
ve o bunu ken d ilerin e o k u m u ş olsaydı, yin e im an etm eyeceklerd i" (Ş uara, 192-
199); "B iz onu a kıl erdiresiniz d iye A rapça in d ird ik ” (Y usuf, 3); " İşte onu böyle
A rapça bir K u r’an olarak in d ird ik ve onda öğüt olarak, sakınsınlar diye, asilik
lerin p e k çoğunu a ç ık la d ık ” (T ah a, 13); " M e k k e ’yi ve çevresindekileri sakın
dırasın ve toplam a günün ü n d ehşetini h ab er veresin diye, sana böyle A rapça bir
K u r’an v a h y e tm e kte y iz” (Şura, 6); "B iz o nu kavrayasınız (akıl erdiresiniz) diye
'Arapça K u r ’an k ıld ık ” (Z u h ru f, 3); "P ü rü zsü z K u r ’anı anlayıp sakınsınlar diye
A rapça v a h y e ttik ” (Z üm er, 28); "H er gönderdiğim iz peygam beri, ancak kendi
ka vm iniıı d iliyle y o lla d ık ki, onlara beyanda b u lu n a b ilsin ” (İb ra h im , 5). Hz.
N uh da, K u r’an d a kavm ine şöyle d em ektedir: " S iz i sakındırm ası ve Tanrı em ir
lerinden ç e k in m e k suretiyle rahm ete nail olm a n ız için R ab b in izd en size bir
âdem diliyle haber geldiğine m i şa şıyorsunuz?” (Â raf, 63). A hkaf suresinin 12’n-
ci ayeti de K u r’an ın , H z. M usa’ya in dirilm iş olan k itabı onaylam ak üzere A rapça
indirilm iş o ld u ğ u n u b ild irir (Beni İsrail, M ısır’da kendi öz dillerinden başka
b ir dili biliy o rlar m ıy d ı?). B ütün b u n la rın , A rapçanın T an rı dili değil, kul dili,
yani A rap kavm inin dili o lduğunu da gösterdiği gibi, K u r’an, evvelâ M ekke ve
çevresindekileri yola getirm ek için, d ah a sonra da H z. M uham m ed, M edine’de
bir devlet k u ru n ca, tüm A rap ların anlam ası için, bu kavm in diliyle b ildirilm iştir.
D enebilir ki, başlangıçta tam am ıyle ulusal b ir devrim in büyük ülküsü gibi gö
rünen M üslüm anlık başarıya ulaştık ça, evrensel b ir egem enlik am acını gütm üş
ve K u r’an, A rap çan ın h er yerde ü stü n , yaygın ve egem en olm ası için bu dille
ifade edilm iştir. Z aten H z. M uham m ed, A rapçadan başka b ir dil de bilm edi
ğinden, K u r’anın yabancı b ir dille ifade edilm esine de olan ak yoktu. Böyle b ir
m ucize olsaydı bile, davasını tüm A rap lara anlatabilm esi de olanaksız olu rd u .
N itekim , K u r’an A rapça olduğu halde, tüm A rap lar M üslüm an değildirler. Bu
gün hâlâ a raların d a, M aru n îler, N asran îlcr, Y ezidîler, D ürzîler, N asturîler, h atta
H ıristıyan lar ve Y ah u d iler de v ard ır. Bu gerçek, bize, b ir dini kabul etm ek için,
k u tsal k itap ların m utlaka ilk h itap ettikleri u lu sların diliyle bildirilm iş olm a
sın ın da yetm ediğini gösterm ektedir. H o zar T ü rk lerin in Y ahudiliği, G agavuz-
la rm O rto d o k slu ğ u da bu tü rd en b ir g erçek lik tir (K u r’anın niçin A rapça b ild i
rilm iş old uğunu İb rah im suresinin 5 ’inci ayeti de açıkça anlatm ak tad ır).
K u r’anın dilim ize çevrilm esine m u h alif o lan lar, özellikle şu ayete dayanır
lar: “İşte onu, A rapça h â kim olsun d iye A rapça in d ird ik ” (R aid, 39). O ysaki
b u ayet A rap egem enliğini yaratm ak isteyen ulusal b ir ü lk ünün ifadesinden baş
ka b ir anlam taşım az. Bütün b u ayetlerden anlaşılıyor ki, K u r’an, H z. M uham
m ed ’in konu ştu ğ u dille ve araların d a yaşadığı kavm in diliyle ifade edilm iş ayet
ve sureler to p lam ıdır. G ayesi de, bildirdiği- k u tsal em irleri, dinleyenlerin kolay
ca anlam aların ı sağlam aktır. N itekim H z. M uham m ed, b ir hadisinde, “A nlam ını
düşü n m ed en K u r ’an o k u m a k ta hayır y o k tu r " dem iştir.
Bu itib arla K u r’anı, M üslüm anlığı k ab u l etm iş ve kabul etm esi istenilen
b ü tü n u lu sların , kendi dillerine çevirerek kapsadığı gerçekleri öğrenm eleri, yal
nız m antıksal b ir zo ru n lu lu k değil, aynı zam anda şe r’î bir ödevdir. K u r’anın
anlaşılm az b ir k itap olm adığını, b irço k ayetlerde te k ra r edilm iş b u lu ru z ve onun
en çok te k ra r edilm iş olan sıfatı, ‘beyan ed ic i’ veya ‘aç ık ’ terim leridir. “B iz sana,
ayetler in d ird ik, bunları fasıklardan başka k im se ret ve inkâr e d e m e z” (B akara,
99) denilm esine karşın , K u r’anın dilim ize çevrilm esini istem eyenlerin psikolojik
d u ru m ları şöyle olsa g erektir: Evvelâ İslâm bilginleri K u r’an d ak i sözcüklerden
birçoğunu n anlam ı ü zerinde uzlaşm ış d eğ ildirler. H a tta K u r’an sözcülüğünü bile,
toplam ak, ok u m ak , inşat etm ek, ezberden ok u m ak, diye tanım lam ışlar ya da
b u n u , eklem ek, ezberden o k u n a n ... gibi an lam larda kab u l etm işler, söy
lenişi üzerinde bile birleşem em işlerdir. Levh-i M ahfuz, A rş, K ürsî, Sidre-i Mün-
te h a ... vb. gibi deyim lerin herhangi b ir dilde karşılığı olm adığı halde, bunları
m istik hayal g ü cünün yarattığı tasarım lar saym ayı da im ana aykırı b u lu rla r. N e
o ld u ğ u n u ancak T a n rı’nın veya H z. M uh am m ed ’in bildiği bu gibi terim leri, m e
cazlı benzetm eler sayarak k örü k örüne inanm ak ve aynıyla k u llanm ak, kabul
etm ek gerekm ektedir. Bu itib arla T ürkçeye ya da başka b ir dile çevrilm esin
den beklenen p ra tik y arar kazanılam az zan n ed erler. K u r’anm birçok ayetleri,
M üslüm anlığın p ropaganda zam an ların d a ileri sürülm üş vaat, telkin ve teh d it
lerd ir. Büyük b ir kısm ı da h u k u k ilkeleri ve tarihsel olayların an ıla rın d an iba
re ttir. D ua niteliğinde olan ları ise oldu k ça az sayılır. B unlardan b ir kısm ı, K u r’
a n d a adı geçen peygam berlerin, m eleklerin vb. kim selerin d u ala rıd ır ki, b u n la
rın sayısı 6 0 ’tır, b u n u n da an cak 7 ’si H z. M uh am m ed’indir. İb ad et ne k ad a r
m istik, bu lan ık ve esrarlı b ir hava içinde cereyan ederse, ru h üzerinde o k ad a r
kuvvetli etk iler y ap ar ve safdil in san lar, an lad ık ların d an çok an lam adıklarına
karşı saygı ve h ay ran lık h issederler. D in ad am ları, genel o larak halkın anlaya
m adığı b ir dille o k u m ak ta, kendi kişisel değerlerinin yücelm esi için de b ir yarar
u m arlar. H alk, tü rlü nedenlerle te k ra r edilm iş olan peygam ber öyküleriyle süs
lenm iş b ir kutsal k itap ta, h arik a zevkini tadab ilm ek için T a n rı’nın dili diye
telkin edilm iş olan A rapça ifadelere d ah a çok değer v erir; zira o n lar, bilm e
dikleri b ir dild en o k uyup d in led ik lerin i, k en d i dilleriyle okuyup dinleyecek
lerine oran la d ah a kutsal sayar ve kendi tinsel ihtiyaçları için daha elverişli b u
lurlar. Bilgisizliğin b u in an çların ı, din duygusunun devam ı bak ım ın d an daha
yararlı b u lan T an rıb ilim ciler, A rapçayı b ir T an rı kelâm ı saym ışlar, b u n u n baş
ka dillere çevrilm esinin kutsallığa aykırı o lduğuna inanm ış ve halkı yüzyıllar
dan beri yapılm ış olan telkinlerle b u n a in an d ırm ışlard ır. O ysaki, A rapçanın ve
dolayısıyla K u r’anın T a n rı kelâm ı o lu p olm adığı k o nusunda d a, tü rlü m ezhep
ler tam b ir uzlaşm aya m uvaffak olam am ışlardır: B âtınî fırk a ları, K u r’anı T an-
n ’m n değil, H z. M uham m ed’in sözü saym ışlar ve C ib ril’in ak ıld an başka b ir
şey • olam ayacağını savun m u şlar; akılcı k elâm cılar ise, T an rısal kelâm ın m ad
desel olarak ebedîliğini reddetm işler, b u itib arla, örneğin H z. M usa’nın doğru
dan doğruya T an rı ile değil, kelâm ın yeri olan çalılarla konuştuğunu ileri sü r
m üşlerdir. E ş’arîler, H z. M u sa’nın T an rı kelâm ını kendi kulaklarıyla işitm iş ol
duğ unu, ancak b ir vahiyle b u n u d u yduğunu k ab u l ederler. E ş’arî, T anrısal ke
lâm da ara verm ek olam az, T an rısal yetkinlikle sükûn uzlaşam az kan ısın d ad ır,
ona göre, T a n rı’nın veya K u r’anın lafzı y o k tu r; zira, lafız ahenkle okum anın
(tilâvet) zo ru n lu ve insel b ir so n u cu d u r. Bu itib arla E ş’arî, T an rı kelâm ının
kelim esiz, sözsüz, harfsiz b ir düşü n ü ş o lduğunu k ab u l eder. V ahiy bahsinde an
lattığım ız an k ette de bilginlerin düşünceleri aynı g ibidir. Ö zet olarak d in bilgin
leri, T an rı k elâm ının insan kelâm ına benzem ediğini anlatm ak gayretiyle, vahyi
tehlikeye d ü şü rü rler. Bu k o n u d a eski Y u n an d an ve Yeni E flatu n cu lu k tan baş
layarak H ıristiyanlığa k a d a r geçm iş olan ‘k e lâ m ’ düşüncesiyle ‘yaratıcı a k ıl’ kav
ram ının, İslâm da kelâm h ak k m d ak i düşüncelere bulaştığı görülür. T an rı k o n u
şu r m u, kelâm ı v ar m ı; varsa ezelî m id ir, ebedî m id ir, fani m idir; zam an içinde,
Levh-i M ah fu z’d a yazılı o lan lard an b aşk a şeyler söyler m i; vahiy esnasında söz
cüklerle m i söyledi?., gibi, k arşılık ların ın verilm esinde zihnin asla kanm ayaca
ğı ve im an b ak ım ın d an da yetkinlikten çok şüpheye götüren ko n u larla boşuna
uğraştılar. K u r’anın T ü rkçeleştirilm esine itiraz ed en lerin b ir kısm ı d a, dinsel
sak ın calard an b aşka dilim izin kısırlığ ın d an , A rapça gibi zengin olm adığından,
tarih boyunca olduğu k a d a r d a , hem en h er ilim izde tü rlü lehçe fark ları o ld u
ğundan söz ederek, b u çevrim e ve dilek lerin in uygulanam ayacağını savu
nu rlar. Bu tü rlü d ü şünceler, bilim sel olm ak tan çok b ir aşağılık duygusunun
ü rü n ü d ü r. M ısır, Y em en, Fas, Cezayir, Suriye, I r a k ... lehçelerini yakından bi
lenler, bu dilin de h er bölgede özdeş olm adığını g örm üşlerdir. Fazla olarak A rap
h alkının konuşm a dilleri de, genellikle k itap ve şiir dili değildir. B edevilerin
bile an ladığ ın d an şü p h e etm eyen, b u ulusal duygudan yoksun d ü şü n ü rler, yüz
yıllarca bizi A rap laştırm a gayretinden vazgeçm em işlerdir; halkım ızın kendi di
nini k en d i d ilin d e n anlayam ayacağını sav u n an lar, T ü ı'k le rin M üslüm anlığın
dan şüphe e ttik lerin in fa rk ın d a olm ad ık ları gibi, âdeta u ğ ru n d a yüzyıllardan beri
bin b ir fed ak ârlık yapm ış olduğum uz b u yüce din d en ulusum uzu affetm e gaf
letine düştü k lerin i de fa rk etm em ektedirler. Bu anlayışta o lan lar K u r’anı baş
ka b ir dile çevirm ek şöyle d u rsu n , h a tta o n u n y o rum lanm asına bile izin ver
m ezler. B unun için d ir ki, tü rlü sosyal b ask ılar ve k u şk u la r yüzünden, K u r’anın
çevrilm esi veya T ü rk çe K u r’an deyim inden bile ü rk erek , m eal-i şerifi gibi te r
kipleri kullanm ayı uygun b u lu rla r. Y u k ard a kaydettiğim iz ve K u r’an ın A rapça
indirilişini» nedenlerini bildiren ayetler ise, insan lara pek açık b ir dille hitap
etm enin gerekli olduğunu an latırlar. Eğer ulusu m uzdan da b ir peygam ber ye
tişm iş olsaydı, elbette getireceği k itap T ü rk çe olacaktı*. B unun içindir ki, İbn
H azm ’in hocası, Z a h irîle rin ileri gelenlerinden ve Şiî fıkılıçısı D avud Bin H alef
(815-883) ayet ve hadisleri, g ö rü n ü r anlam larıyla savunm uş ve T akiyeddin bin
T aym iya (1263-1328) da K u r’an ve hadislerin açıklanm asını, yani çevirtilerini
reddetm iştir. Bu zat, m ezar ziyaretini ve evliyalardan yardım dilem eyi de saçm a
in an çlar arasın d a sayacak denli cesaret gösterm iştir.
Ç evirti (tevil) sözcüğü, K u r’anm o n ayetinde kullanılm ıştır: 1. K ıır’anın
kapsadığı konuları sınıflayan b ir ayette, benzcşim leri (m üteşabihat) çevirtiye
kalkışan kim selerin fitne ve fesat ehli o ld u k la rın d an söz ed ilir; bu n ların çevir-
lilerinin T a n rı’d an başk a kim senin bilm eyeceği k aydolunarak böyle b ir girişi
me izin verilm ez (Ali İm ran , 7); 2. H erhangi b ir konuda anlaşm azlığa düşü
lü rse, çevirti yoluna sapm ayıp T a n rı’ya ve hadislere başvurm ak em redilir ki,
bu da çevirti aleyhinde b ir k a n ıttır (N isa, 5 9); 3-6. Bazı ayetlerdeyse, bu söz
cü k , düş (rüya) tabiri anlam ında k u llan ılm ıştır (Y usuf, 6, 21, 30, 100); 7. İm an
edenlere hidayet ve rah m et olarak indirilm iş olan K u r’am n m üjdeleriyle gocun
d u rm aların ın anlam ı ve belirm esi gibi kullanılm ış ve. "Bıı çevirtinin zu h u ru n u
bekliyorla r" şeklinde ifade ed ilm iştir (Â raf, 53); 8. M üşrikler, Peygam berin
K u r’anı kendisi uydurd u ğ u iddiasında b u lu n d u k la rın d a n , b u n lara k arşı, onları
T a n rı’dan başka dilediklerini de yardım cı çağırm ak suretiyle b ir sure m eydana
getirm eye davet ve o n ların , K u r’anın bilim ini k av ram adan ve çevirtisine v âkıf
olm adan yalanlam aya çalıştıklarından söz ed ilir (Y unus, 49-50); b u rad a çevirti,
K tır’anm anlam ını kav ram ak dem ek tir; 9. K ile ile doğru ölçm eyi, doğru terazi
ile tartm ayı em reden ayette, b u n u n en güzel ve eri hayırlı çevirti olduğu sfjy-
Ienir ki. b u rad a da bu sözcük, akıbet ve sonuç gibi b ir anlam da k u llan ılm ıştır
(Isra, 35); 10. H z. M u sa’nın H z. H ız ır’la çıkm ış olduğu b ir yolculukta rastla
d ıkları olaylara k arşı, H z. H ız ır’ın yapm ış olduğu işlerin hikm etini anlam ak
için gösterilen sabırsızlık dolayısıyla H ızır, "Sabredem ediğiıı konuların çevir-
tisini ya p a y ım ” d iyor ki, b u rad a b u sözcüğün açıklam a anlam ında kullanıldığı
anlaşılıyo r (K ehf, 78). Y u k ard a geçen birin ci ve ikinci m addedeki ayetlerden
K ur’anm çevirtisi pek de salık verilm ediği anlaşılıyor. Bu içtihat problem iyle
ilgili ve önem li b ir k o n u d u r. Aksi halde te ’vil sözcüğü kullanılm ış olan ayetlerin
çelişik olm aları gerekir.
K u r’anın dilim ize çevrilem eyeceğine in an an lar, ya A rapçayı hakkıyla bilm i
y o rlar ve bu yüzden düşülecek yanılm a dolayısıyla günaha gireceklerini ve ün-
(1) Her hüküm ya da buyruğun ayrı bir uygulam a süresi vardır; bu süre
sona erince, Tanrı buyrukları da değişir. Nesh edilm iş olan ayetler, bu gerçeği
kanıtlarlar; fakat, Nesh edilm iş olan ayetler üzerinde türlü İslâm m ezhepleriyle
tefsircileri birleşm iş değildirler. Bu ayetlerin sayısı, İm am Suyuti’ye göre pek
az ise de Fahreddin RazVye göre (21) kadardır.
Gerek ayet, gerek hadislerden, hüküm süreleri sona erdikleri için, yani
artık uygulanm a koşulları kalm adığı için değiştirilm iş olanlardan bir kaç örnek
vermekte fayda vardır:
K u r’an d a k u lak tan öğrenilm iş, fak at ne olduğu hak k ın d a belki, H z. M u
ham m ed’in de açık b ir bilgisi b u lunm ayan söylentilere de rastlanır. Ö rneğin,
‘‘K uleleri olan İr a m " anlam ına gelen ‘‘İram zat-al-im ad” (Fecr, 7) deyim inin
gerçek niteliğinin ne o ld u ğ u n u ' tefsirciler de bilm em ektedirler. "Sana seb-i me-
saniyi ve ulu K u r ’anı v e rd ik " (H icr, 87) ayetindeki A rapça sözcükleri de, yedi
ayet, yedi uzun su re ... vb. gibi çeşitli ve olasılıklı anlam larda kabul ederler.
Evvelce de değindiğim iz gibi, Levh-i M ahfuz, Arş, K ursî, Beyt-i M am ur, Bevt-î
İzzet, Sidre-i M ü n te h a ... v b .’ın da ne oldu k ları b ilinm em ektedir. T efsircilerin
bu ko n u lard a an latm ış o ld u k ları, gerçek b ir bilgiden çok, hayal ve tahm inler
den ibarettir. İn cir, zeytin ve tü rlü h arflere yem in ederek başlayan ayetler d e
vardır. B unların anlam ları üzerinde de tam b ir anlaşm a yoktur. A rapların vara
yoğa ant içme alışk an lık ları K u r’an d a devam ediyor, denilebilir. A nt içm enin
türlü şekillerine eski Y unan trajed ilerin d e vc h a tta E fla tu n ’un diyaloglarında
bile rastlan m ak tad ır. Y em inleri değerlendirm e konusu da çok eskidir: H om eros,
yem inlerine uym ayanların, beyinleri su lan arak döküleceğini an la tır (İlyada);
T ev rat’ta da şöyle b ir ayet v ardır: "Y a la n ı doğrıı gösterm ek için Tanrı Y a h o -
va’nın adını boşuna ağzına alm ayacaksın; çiinkii Y ahova, yalanı doğru göster
m ek için adını ağzına alanları cezasız b ırakm az".
Z am an zam an H z. M uh am m ed ’e K u r’anın T an rı tarafın d an indirilm iş ol
duğundan şüphe etm em esi ih ta r edilir; bu vesileyle kendisine inanca (tem inat)
verilir. Bunun n edeni, H z. M uh am m ed ’in şüphelenm esinden çok, onun büyük v e
kutsal davasını gerçeklendirm ek için giriştiği çeşitli savaş ve tartışm alarda bazı
yeis ve tered d ü tlere uğram ış ve böyle T an rısal ih tarlarla tinsel kuvvetini yük-
(1) Hz. Muhammed. şair Haşan bin Sabit için m escitte özel bir minber
yaptırmıştı. Şair oraya çıkar, Peygamberi över, düşmanlarını yererdi. Hz. Mu
h a m m ed ’e kutsal ruhun onunla olduğunu söyler, “Kutsal ruh sana yardım et
sin !” diye dua ederdi.
H uneyn gazvesine k a tıla n la r arasın d a A bbas bin M irdas, Abu-1 A bbas ve b u
nu n karısı A l-H asna’da A rab o zanları arasında peygam bere hizm et edenler
d en d ir. Bedir savaşında yenilgiye u ğ ray arak ölen K ureyşlileıin lehinde, Peygam
berle İslâm k ad ın la rın ın aleyhinde coşkun m anzum eler yazm ış olan Y ahudi
ozanı K â’b bin-el-E şref’ten, “ Beni kim k u rta ra c a k 9 ” diyen Hz. M uham m ed'in
üzü n tü sü n ü giderm ek için, o n u , kendi taraflıları b ir gece hileyle yakalayarak
ö ldürm üşlerd i. Peygam ber, b u ozana k arşı, H aşan bin S a b it’e şiirler yazm asını
em retm iş, b u ozan da, hem bu em ri başarıyla yerine getirm iş, hem de b ir sa
vaşta şehit olan H am za h ak k ın d a m ersiyeler yazm ıştı. Ve yine Peygam berin
isteği üzerine H z. M u h am m ed ’i öğen b ir kaside de yazm ıştı. N itekim b ir de
fasında da, Beni T am im elçilerine karşı ü stü n lü ğ ü nü gösterm esi için H z, M u
ham m ed, k endisine b ir kaside söylem esini b u ozana em retm iş, ozan da bu ka-.
sideyi o k a d a r b aşarıyla söylem işti ki, yenilgiye uğrayan T am im liler, M üslü
m anlığı kab u l etm eye m ecbur olm uşlardı. O dönem de o zanlar dogm aca (irticalen)
şiir söylerlerdi ve A ra p la r belâgat ve fesahate göksel b ir değer v e rd ik le ri için, en
güzel şiirleri K âb e’nin d u v arların a asarlard ı. ‘M uallakat-ı S eb’a ’ adı altında
toplanm ış olan eserler b u zü m red en d ir. N itekim , cahiliye o zanlarından olup
Kâbe d u v arların a şiirleri asılm ış olan İm ret-ül-K ays’in b ir m anzum esinde gö
rülen. “ G eberesice insan nim ete ne k a d a r da k â fird ir y a” beyti, Abese suresinin
17’nci ayetinde, “ G eberesice insan (R abbine karşı) ne k a d a r da k â fird ir y a !”
şekline girm iş görülür.
H z. M uham m ed, yapm ış olduğu gazaları öven ve betim leyen K â ’b bin Ma-
lik ’in şiirlerinden de yararlan m ıştı. Kaside-i Bürde adlı şiirin sahibi olan K â ’b
bin Z u hay r, evvelâ Peygam beri hicvetm iş, b u yüzden H z. M uham m ed, onun
ö ldürülm esin d e günah olm ayacağını bildirm işse de, ozan, H ic re t’in yedinci yı
lın d a m escide gelerek hem P eygam berin, hem de Islâm olan K ureyşlilerin le
h in d e pek beliğ b ir kaside o k uyunca, Peygam ber, kendi m aşlahını çıkarıp onun
sırtına giydirm iş ve fazlasıyla m e m n u n 'o la ra k onun eski suçunu bağışlam ıştır.
O zan lara k arşı b u duygular içinde olan Peygam ber, o n ların M üslüm anlığı bal
talayanlarıyla kendisine ozan sıfatını verm iş ve peygam berliğini yerm iş olan
ların a karşı, şiirin aleyhinde b u lu n m ak tan çekinm em iştir; bir hadisinde, "B i
rinizin içi, irinle d o lu p harap olm ası, ken d isi için, şiirle dolm asından daha ha
y ırlıd ır" dem iştir. K u r’an d a o zan lard an söz eden ayrı b ir sure de v ardır. O su
rede de şöyle d enm ektedir: "O zanlara azgınlar tabi olurlar. O nların her alan
da nasıl dolaştıklarını ve yapm adıkları şeyleri söylediklerini görm üyor m u s u n ?
Fakat iyi işler işleyen, im an eden ve T a n rı’yı ço k zikreden ve (Peygam bere)
zu lm e d ild ik te n sonra ona arka çıkanlar m ü stesn a d ır” (Şuara, 224-227). Bu ayet
ten de an laşılır ki, o zan lar pek de övülm em iş olm akla birlik te, im an eden, iyi
lik yapan ve T a n rı’yı h a tırın d a n çıkarm ayan o zan ların, yani dine hizm et eden
lerinin aleyhinde b u lu nu lm am ıştır. A rap şiiri, genellikle ham asiyat, ja r a m iy a t
(kah ram an lık ve aşk) gibi k o n u lara önem verdiği için dinsel ko n u ları içeren ya
p ıtla r daha çok sonraları başlam ış, özellikle şeriatçılar, kadın aşk ın d an söz eden
leri tü rlü nedenlerle yerm işlerdir. H z. Ö m e r’in b ir kadın için şiir yazm ış olan
b ir A rap ozanını k ırb açla d ö ğdürdüğü de bilin m ek tedir. K u r’anın aruz veznine
uyan bazı ayetleri de v ard ır. K utsal m etinlerin şiir ve edebiyatla derinden bir
ilgisi olm am akla b irlik te1, o n u n insanlara h a k d inini telkin edebilm ek için, geç
m iş kavim lerin k ü fü r ve isyanlarıyla ak ıb etlerin i kısa çizgileriyle hikâye etm ek
ve birtak ım önem li ö rn ek ler verm ek, m ecazlardan ve özellikle benzetm elerden
y ararlanm ak gibi edeb î bazı özelliklerden yoksun olm adığı açıkça görülür:
" O kâfirler, yaygaradan başkasını duym ayan bir ku la kla haykıranın haline ben
zer; sağırdırlar, dilsizdirler ve a k ıl da etm ezler” (B akara, 172). K ötülük işle
yenlerin yüzleri, "G ece, parçalarından ka p la n m ış gibi kapkaradır” (T evbe). İm an
edenlerle k âfirler, " K ö r v e sağır olanla gören ve işitene benzerler; hiç bunlar,
birbirine eşit o lu r m u ? ” (H u d , 25 ). P u tlarla T an rı m ukayese edilirken d en ilir
ki: "B ir şeye gücü yetm eyen tu tsa k (köle) ile ona gizli veya açık nafakalar veren
ve ken d isin e g ü zel rızklar verdiğim iz k im se ile eşit olur m u ? D ilsiz, bir şeye
gücü yetm eyen ve sa h ib in e ağırlıktan başka bir şey olm ayıp nereye gönderilse
bir hayra yaram ayan adam la, adaleti* em reden ve doğru yola giden k im se bir
birine eşit o lu r m u ? " (N ahl, 76).
A rapların h ayatında rüzgâr, su, b u lu t, ateş, s e ra p ... vb. önem li b ir yer tu
tar; b u n la r, tü rlü vesilelerle ayetlerin bediî ve edebî ifadesinde yer alırlar:
“R ablerine kü fred en lerin eylem leri, fırtınalı bir g ünde rüzgârın şiddetiyle sav
rulan küllere benzer; ka zandıklarından ellerine bir şey g eçm ez” (İb rah im , 19);
"T anrı, yağm urunun ö n ü n d e m ü jd eci yollar; bunlar da ağır bulutları h a fif bir
şeym iş gibi yüklenirler; b iz onları ölm ü ş bir şehre yollarız; ona su indirir ve
oradan her çeşit m eyveler çıkarırız; ölüleri d e böyle çıkaracağız” (Â raf, 57). Bir
tem sil olarak sudan faydalanan ayetler de ço k tu r: F iravun, kıyam ette kavm inin
önüne düşer ve o n ları, "S u ya götü rü r g ib i” ateşe g ö tü rü r (H ud, 98). K u r’an
T a n rı’dan b aşkasına ve aşağısına yapılan d u aların kabul olunm adığından söz
ederken der ki: "O nlar, ancak ağzına gelsin diye ik i avcunu suya doğru açana
benzerler, fa k a t su onlara ulaşam az, kâfirlerin duası bir sa p ıklıktan ibarettir”
(R a ’d , 15); " T a n n ’ya, ahret g ü n ü n e inanm adan gösteriş için m alını dağıtan
adam , üzerinde az toprak bulunan bir kayaya benzer; şiddetli bir sağanaktan
sonra kaya, yalçın bir halde k a lır” (B akara, 265); " Fakat Tanrı rızasını aram ak,
ken d ilerin i veya kend ilerin d en bir k ısm ın ı Tanrı yolunda k o ru m a k için m alla
rını nafaka olarak verenler, bir tep ed eki güzel bahçeye benzerler ki, k u v v e tli
(1) Dr. Bahriye Üçok, Islâm Tarihi: Emeviler - Abbasiler (Ankara, 1968,
S. 143-161).
lunan hiçb ir M üslüm an v a r olm adığı için, güzel sanat eserlerinin h e r çeşidine
izin veren ayrı ve yeni b ir şe r’î içtihada bile ihtiyaç yoktur. H atta bize göre, a r
tık ulusal edim ve eylem ler için olduğu k a d a r da güzel san atların h e r dalı ve
düşüncelerin h e r çeşidi için, aklı, d e n e y i,'b ilim i ve dünyanın b u g ünkü gidişini
görm ezlikten gelerek, kutsal k ita p la rd a n fetv alar ve direk tifler aram ak gibi çağ
dışı, k ısır ve gereksiz in atlard an vazgeçm elidir. D in, im an edenlerin ruhsal
yaşam larına kuvvet veren işlem ler ve in an çlar toplam ıdır. O n u a rtık dünya iş
lerini düzenleyen ebedî k a n u n la r saym akla, ne insanın m utluluğu, ne de top-
lum larm esenlik ve b arış içinde yaşam aları sağlanabilir. Bu itib arla insana gü
ven veren ve hayatı güzelleştiren h er eser ve edim , Y üce T a n rı’nın em ri olduğu
için değil, k en d ilik lerin d en iyi, güzel ve doğru o ld ukları için T an rı tarafın d an
da beğenilir diye d ü şünm ekte sonsuz y a ra r v a rd ır. N esnel o larak gözlenirse
an laşılacak tır ki, insan lar, T an rı em irlerinden pek çoğunu uygulam akta b ir ya
rar görm eyerek terk etm işlerdir; daha da ileri giderek, T a n rı’n m dilem ediği
bazı edim leri de cesaretle u ygulam ışlardır. Bu itibarla k u tsal k itap la r, güzel
sanatları açıkça yasaklam ış olsalardı bile, u lu slar, estetik zevklerin ve layik
ülkülerin baskısı altın d a, taş ve m ağara d önem lerinden beri vazgeçem edikleri
bu çeşit eserleri m eydana getirm eye devam edeceklerdi. Z ira d in lerin , insan
işlerine karışm a yetkileri sarsılm ış ve o n lar, uygarlığı, kendi d a r sınırları için
de d o ndurm a h a k ve gücünü yitirm işlerdir.
(B urada ozan Behçet K em al Ç ağlar’ın İsrailiyat dışında kalan K u r’an su
relerinin önem li b ir kısm ını ‘K u r’an d an İlh a m la r’ (1966) adıyla ru h sal ah enk
ve yüce an lam ların ı yitirm eksizin m anzum o larak dilim ize çevirm eyi denem iş
olduğunu bild irm ek te y arar görm ekteyim .)
KUR’AN VE İNCİLLER ARASINDAKİ İLİŞKİLER
(1) Ömer Rıza Doğrul, Hz. Muhammed'in özellikle son zam anlarında oku
yup yazmayı öğrenm iş olduğunda Islâm yorumcu ve hadisçilerinin ittifak etm iş
olduklarını kaydeder (Tanrı Buyruğu, c. I, s. 633).
köle h akk ın a saygı gösterm ek1, gün ah ların k efareti bak ım ın d an sadakaya önem
verm ek, cennet betim lem eleri (tasvir), h u riler... vb. h ak k ın d a k i inançlar, Sürya-
nîlerin kilise k itap ların d a da savunulm uş k o n u la rd ır ki, b u n lar, H z. M uham m ed’
in de üzerin d e d u rd u ğ u önem li dogm alardır. H z. M usa’nın O n B uyruğu (Deca-
logue) ile T e v ra t’ın L avililer bölü m ü n d e (X IX ) önerilen ah lâk k u ra lları, K u r’an
ve hadislerde dağınık da olsa, aynıyla sav u n u lm u ştur; zaten ölüyü kefenlem ek,
ölüye dua ok u m ak , dom uz eti ile kesilm em iş hayvanları yem em ek gibi em irleri
veren ayetler ve in an çlar da Y ah u d ilik ten M üslüm anlığa geçm iştir.
H z. İs a ’nın b ir b akireden doğuşu h a k k ın d ak i, “O (M eryem) bana hiçbir in
san dokun m a m ıştır, benim nasd bir oğlum olur? Ben iffe tsiz de değilim , dedi; o
(kutsal ru h ), d edi k i, bu böyle olacak; zira R a b b im , bu benim için kolaydır;
b iz onu, insanlara bir k ıla v u z ve tarafım ızdan bir rahm et kılacağız ve bu iş olup
bitm iştir, d e d i” (M eryem , 20-21); ve, “ İ ffe tin i koruyan İm ran k ızı M eryem de
(zikretti), bunun için b iz ken d isin e ru h u m u zd a n ü fle d ik ” (T ahrum , 12) gibi ayet
lerde, H z. M eryem ’in kutsal ru h ta n gebe kaldığı b ildirilm ektedir. Bu olay, In
c il’de de, “M eryem ise, meleğe, bu nasıl olabilir, çü n kü ben e rk e k bilm em ; m e
le k de ona karşılık olarak, üzerin e k u tsa l ruh gelip yüceliğin ku d re ti sana gölge
olacak ve bu n edenle senden doğacak ku tsa l k işiye T cn rı'n ın O ğlu den ecektir”
(L uka, 34 vd.) sözleriyle ifade ed ilm iştir ki, aynı düşünceyi an latm ak ta, hatta
son cüm le m üstesna olm ak üzere b ir ifade benzerliği bile görülm ektedir.
K u r’an d ak i H z. İsa ve H z. M eryem öyküleri, H ıristiyanlıktakinden pek az
farklı görünm ektedir; b u n u , yeni b ir dinin eski d inden farklı olm ası gerektiği
için zorun lu b u lm ak gerekir. H ıristiy an lık tak i hav ariler, H z. İs a ’nın kefili ol
d u k ları gibi, H z. M uham m ed de k en d i üm m etinin kefilidir. C ennetle m üjdelen
miş olan on sahabeden b azıların a, M üslüm anlık da h avari sıfatını verm iş, M üs
lüm anlık da, h av arilerin on iki kişi o ld u k ların ı k ab u l etm iştir. H ıristiyan ta rik a tla
rın d an b iri olan D ocetin ta rik a tı H z. îs a ’nm çarm ıha gerildiğini reddeder; K u r’an
da aynı düşünceyi o naylar (Bu ta rik a t, m ilâdın I. yüzyılında ku ru lm u ştu r).
H z. M u h am m ed ’in şaraplı ekm ek m isteri (eucharistie) h a k k ın d a az çok bir
bilgiye sahip olduğu şu ayetten anlaşılab ilir: “H avariler, ey M eryem oğlu İsa,
dediler, Tanrı b ize g ö k yü zü n d en yem eklerle dolu bir sofra indirebilir m i? İsa,
onlara, eğer im an ediyorsanız T a n n ’dan sakının d e d i” (M aide, 114). H z. İsa ’nın
doğuşu, m ucizeyi ve kelâm ku ram ı h ak k ın d ak i kilise inançlarıyla, M üslüm an
lığın b u k o n u lara d a ir olan b ild irileri, önem siz fark larla b irb irin e uygundur.
K ur’anda H z. İs a ’ya verilm iş olan sıfatlar ve m ucizeler, onun H z. M uham m ed’
den ü stün b ir T an rısal değere sahip o ld uğunu gösterir; zira, h e r şeyden önce
H z. İsa, T a n rı’nm ru h u n d a n m eydana gelmiş olduğu halde, H z. M uham m ed,
açıkça b ü tü n diğer in san lar gibi, anası babası belli b ir aile çocuğudur. H z. İsa ’
U lusların k endilerine peygam berlik sıfatını verm iş old u k ları Buda ve Kon-
füçyüs tü rü n d en bazı yüce in san lar v a r olduğu gibi, ulu sların ı, k en dilerinin
peygam ber o ld u k ların a inan d ırm ış olan kutsal kişiler de vard ır. H em en tüm
İsrail peygam berleri b u zü m red en d irler. B unlar, m ucize gösterm em iş o lsa la r b i
le, kendileri, yetiştikleri dönem için b ire r m ucizedirler ve h alka o n ların değeri,
düşünceleriyle değil, çoğu u y durulm uş o lan m ucizelerle ispat edilir. Bir toplum
da bozulm uş ya da bozulm am ış olduğu h ald e, d ah a iyisine kıyasla geri ve
bozuk sayılan insel ya da sosyal gidiş ve d av ran ışları düzeltm ek, değiştirm ek,
eski geleneklerin yerine yeni in an çlara d ayanan alışk anlıkları gelenek haline
getirm ek id d iasın d a o lan ların çoğu, k en d ilerin i yüksek b ir varlığın b u işle gö
revlendirdiğine in a n ır ve in an d ırm ak isterler. P eygam ber adını verdiğim iz veya
bu sıfatla ortaya çıkm ış olan m ü b arek in san ların hiçbiri yalancı değildir. O n
lar, d av aların a m istik b ir inançla ve im anla bağlanm ış, insanların b irb irlerin e
çektirm iş oldu k ları acılar k arşısın d a d erin d en ü zülen, duygulu ve m erham etli
kim selerdir; b u n la rd a görüm le (vision) birleşm iş esrim el karak terd e ve m arazî
gibi görünen d u ru m la r ve kendi k endilerini h ipnotize eden (auto-hypnotism e),
bu yüzden de derin düşüncelere d alan özel ru h halleri bu lu n m ak la b irlik te,
kendilerini gerçekten gizli ve kutsal b ir varlığın k u rtarıcı olarak gönderm iş ol
duğ una da in an ırlar. Bu, o n ların doğuştan getirm iş o ld ukları organik yapıları
nın özelliğinden olduğu k a d a r da sosyal hayatın zo runlu b ir sonucudur; düşün
d ü k lerini ve istediklerini, kendi çık ar ve alışk an lık ların a k arşıt gören bireyler,
züm re ya da oto riteler, tü rlü bah an elerle b u k u tlu in sanlara eziyet ederler veya
o n lard an , id d iaların ı isp at etm eleri için, h içb ir faninin yapam ayacağı bazı
olağanüstü olay ve eserler v ücuda getirm elerini isterler. İşte bu istedikleri şey
lere m ucize denilir. K u r’an, b una ayet dem ektedir.
İlkçağ ve ilkel to p lu m ların bilgisiz ve düşüncesi k ıt in sanları, b ir d ü şün
cenin kuvvet ve gerçekliğine akıl yoluyla değil, o düşüncenin m addesel ve som ut
belirtilerini gözlem ek ve görm ek suretiyle in an ırlar. O n la r için doğru b ir d ü
şünce, b u düşünceyi savunm uş olan insanın m antıksal k an ıtların a değil, iddia
larını destekleyen tinsel ve kutsal varlığın o olağanüstü yardım ve yaptırım la
rına dayanm alı ve b u n la r da açıkça görünebilm eli ve gösterilm elidir. A ncak bu
suretle kendilerin i şaşırtan ve kendilerinin b ir aynını m eydana getirem eyecek
leri iddia ve eylem ler h arik asın ı, b ir gerçeklik sayabilirler. M ucize adı altında
top lanan b u h arik aları görd ü k ten sonra bile, in an m aktan çekinen ve eski inanç
larının baskısından kurtu lam ay an toplum lar yok değildir. H er peygam ber, kendi
id d ialarının doğruluğu üzerinde bağnazlıkla d iren ir ve birçokları bu uğurda şe
hit o lu rlar. Z ira, o n ları anlam ayan ya da anlam ak istem eyen kitlelerin de kutsal
saydıkları başka in ançları v ard ır; o n lar da, evrene ve insana ait işleri ve hare
ketleri ken d ilerin e ataların d an geçmiş olan eski inançlarının hoşgörm ezliği için
de açıklar ve sav u n u rlar.
E. R en an ’m da açıkladığı gibi, Y ahudi ve Suriyeliler, m ucizeyi kâhinler
tarafın d an vaaz edilen b ir öğretinin (doctrine) deneyi gibi görüyorlardı. Ro
m alı, aydınlanm ışsa, m ucizeyi eğlendirici b ir m askaralık sayıyor, bilgisiz ve yalın
yürekli b ir adam sa, zam an zam an m eydana gelen şaşırtıcı b ir şeyler sanıyor,
fak at ona h içb ir öğretinin doğruluğunu tanıtlam ıy ordu. T anrıbilim sel duygu
lardan b ü sb ü tü n soyunm uş olan R o m alılar, T a n rıla rın herhangi b ir doğm anın
gerçekliğini k an ıtlam ak için doğadışı (harika) b ir aracı gösterm esini veya öner
m esini tasarlam ıyorlardı. O n lar, doğal yasaları hiç bilm ediklerinden, ya da en
azından Y unan felsefesini incelem ediklerinden, doğaüstü, doğadışı olayları hem
doğal, hem garip, hem , de tanrılığın varlığını dolaysız olarak açığa vuran bir
edim den ib aret sayıyorlardı. (E. R en an , Saint-Paul, s. 17). A nlaşılıyor ki, Tan-
rıbilim cilerle y orum cuların (tefsirci) an latm ak istedikleri m ucize dü şü n ü , in
sanları, sav u n d u k ları dogm alara in an d ırm ak için, K u r’an dışındaki K utsal ki
tapların ileri sü rd ü k leri öykülerden başk a b ir şey değildir. B unların akıl alm az
k o n u lar olduğunu fark etm iş olan S aint A ugustin, " A n la m a k için im an ediyo
ru m !” dem ek suretiyle H ıristiyan kalm aya çalışm ıştır (Les Confessions, Labriolle
çevirisi, 1900).
Bir top lu m d a, başların a gelebilecek h er çeşit felâketi hiçe sayarak, dü şü n
ce ve inan çların ı cesaretle savunan ve girişim lerinin sonucundaki tehlikeleri,
başarının b ir çeşit k oşulu sayarak , yaşayan değer yargılarım yıkm aya çalışan m is
tik ya da layik h er insanda, büyüklüğün göksel ateşi vard ır. B unlara düşm an
olan lar bile, o n ların h er söz ve h arek etlerin d e gizli b ir kuvvet ve anlam ın
saklı olduğunu k ab u l ed er ve ü rk erler. Z ira, büvük işler b aşaran, büyük dava
ların peşinde koşan insan ların h e r söz ve h arek etin d e, b ir bilgelik aram ak, insel
zayıflık ve k uvvetin esaslı k aynak ve n itelik lerin d endir. Bir öksürm e, b ir sağa
sola bakm a, b ir sükût, b ir gece yarısı çıkıp ıssız yerlerde dolaşm a, b ir gülüm
sem e, b ir el işareti bile, o n la r ta rafın d an m u tlak a m istik, ülküsel veya gerçek
b ir m aksat için d ir ve tüm b u n lar, b ir büyüklüğün ve gayb âlem iyle ilgilen
m enin işaretlerin d en d ir. G erçekte özgürlük ve ülkeden doğan bu kuvvet, feski-
nin tutsağı olan in san ları, ya baş eğmeve zo rlar ya da başkaldırm aya sürükler.
Bu kuvveti paylaşanların sayısı çoğaldıkça, peygam ber veya şefin taşlandığı,
türlü suikastlere uğratıldığı da görülür.
B ununla b irlik te, in san ların , evliyalara yüklem iş oldukları keram etler, m u
cizelerden d ah a büy ü k b ire r h a rik a d ır; aynı velinin b irb irin d en uzak iki ya da
üç ilde b ir an d a görünebilm esi (uzay ve zam anı aşm ak); gelecek h ak km daki
keşifleri; tü rlü h astalık ları b ir d u a, b ir dok u n m a, b ir bakış veya nefesle tedavi
etm eleri; a d a k la r sayesinde, isteklerin gerçeklenm esini sağlam aları gibi olağanüs
tü olaylar b u tü rd e n d ir. Eski k avim lerin hem en hepsi, bilgisizlik, acizlik ve
m istik geleneklerinden k u rtu lam am a gibi tü rlü n edenlerle, b ir peygam berin m u
cize gösterm ek zo runda b ırakılm ası, T an rısal gücü küçüm sem ek olduğunu fark
etm ezler; T an rısal hidayetle yetinm eyip, peygam berlerini sınava çekm eyi daha
yararlı görürler.
İnsan, doğa k an u n la rın a aykırı, olağanüstü ve olağandışı b ir varlık ya da
olay vücuda getireb ilir m i? V e T a n rı, h erhangi b ir kim seye, kurm uş olduğu
doğa düzenini bozm ak veya ona uym am ak gibi özel b ir kuvvet v erir m i? T ü
mel gücü h er şeye yeten U lu T a n rı, dilerse kuşk usuz ki, böyle b ir kuvveti
yine kendisinin dilediği kim selere v ereb ilir; fa k a t bu n a neden ihtiyaç duysun?
N eden bir insanı, diğerlerini in an d ırm ak için b u işle görevlendirsin? H em en
akla gelen bu çeşit cesaretli düşünceler, en eski çağlarda da düşünülm üş ve
peygam berlere karşı ısrarla ileri sü rü lm ü ştü r. Buna karşın o n ların çoğu, dava
larını ya sağlıklarında ya da ölüm lerinden sonra kazanm ışlardır; ve onların
büyük bir kısm ı da, h asım ların ın k en d ilerin d en istem iş old u k ları insanüstü
kuvvetlerin yardım ını sağlam ışlardır. Bu gerçek, kutsal kitap larla peygam ber
tarihlerind e m ucize adı altın d a to p lan m ıştır ve gelenek, b u n ların gerçekten
vücuda gelm iş o ld u k ların ı k ab u l etm iştir. Ö rneğin, H z. M usa’nın değneği,
ışınlar saçan eli, taştan su çıkarm ası, ö ld ü rü lm ü ş b ir adam ı, k u rb a n edilm iş bir
sığırın etiyle döverek diriltm esi, K ızıldenizi yarm ası, kurb ağ a, k an ve çekirge
yağ d ırm ası... vb. gibi, T e v ra t’ta olduğu gibi K u r’anda da te k ra r edilen (Şura,
12-68, 42-47) m ucizelerin yam başm da Sem ud kavm ine gönderilm iş olan Salih
peygam berin taştan deve çıkarm ası H z. N u h ’u n tu fan m ucizesi; H z. L u t’un
taş yağdırm ası, Süleym an peygam berin kuş d ilini bilm esi, cinlerden ve k u şla r
dan o rd u la r m eydana getirm esi, Saba kraliçesi B elkis’in tah tın ı u çu ru p K u d ü s’e
getirm esi, k arın calarla konuşm ası; H z. İs a ’nın ölüleri diriltm esi (Y uhanna In-
c il’i, X I) gibi, ancak Y üce T a n rı’nın k u d retli elinde gerçeklenebilecek olan
olaylar, hep b irer m ucize sayılm aktadır. D en eb ilir ki, âdeta T an rı, b ir an için
peygam berlerinin arzu ların ı gerçekleştirm eye yardım etm e bahanesiyle, esasen
kendisi b ir m ucize olan doğa k an u n ların ı b o zarak , peygam ber ku lların ın ya
lancı olm adıklarını ispata yardım ediyor ve im ansızları yola getirebilm ek için,
" Tanrı âdetinde d eğ işiklik y o k tu r ” bild irisin e k arşın , h a rik a lara ihtiyaç göste
riyor. Sam î kavim lerin dinlerin d e, m ucizeye başvurm am ış h iç b ir peygam ber
yok gibidir. Z aten m ucize gösterm ek, peygam berliğin en doğal ve zorunlu b ir
işaret ve ispat k an ıtıd ır. M ucize gösterm em iş o ld ukları halde, b ir d in, h atta
tarik at kurm uş o lan lar h a k k ın d a da, im an ed en ler ya da m ü ritler, çeşitli m u
cize veya k eram et isn at ederler. O ld en b erg ’in ‘La B ouddha’ adlı eserinde an la t
tığına göre, B uda’yı öldürm eye gönderilen k atiller, ona yaklaşınca k o rk u d an
titriyorlar, o da b u n la ra ta tlılık la m uam ele edince hepsi Budizm i k ab u l ediyor
lar. (H z. M uham m ed için de böyle b ir m ucizeden söz edilir). Buda, yolda gi
d erken, kendisini ezecek olan b ir kaya parçası onu öldürm esin diye, iki dağ
tepesi eğilerek onun geçm esine engel oluyor. Y ine Buda geçerken, d ar b ir yola
salıverilm iş olan vahşî b ir fil, o nu görünce d u rm u ş, geri dönüp gitm iş. M istik
hayal gücünün b u çeşit m asalları o denli yaygındır ki, içlerinden gerçek olanla
uydurm a olanını ayırt etm ek z o rd u r ve b u n ların b azıları M üslüm anlığa k a d ar
yayılıp bulaşm ış, H z. M uham m ed ve H z. A li’ye k a d ar uygulanm ıştır.
B urada m ucize’yle k eram et’i b irb irin d en ayırm am ız gerekir. K eram et, veli
sayılan dervişler, eren ler ya da m ü rşitlerd e görülen ve çoğu m üritlerinin icat
ettikleri efsanelerdir. B unlar, k âh in lik , h astalara nefesle şifa verm ek, bazı ıs
tırap ları din d irm ek , ateş y em ek ... vb. gibi h al ve olaylar şeklinde görülür. Bu
nun am acı asla insanlığın hayat ve gidişine yeni b ir yön verm ek değildir. K e
ram etlerin önem li b ir kısm ında bazı h ileler ve şarlatan lık lar vard ır; fakat bazı
isabetli keram etler de g ö rü lü r ki, b u g ü n , m edyum ları inceleyen b ir psikolojinin
k o n usudur. K eram ette inan d ırıcı olm ak tan çok h ayrette b ırakm a, b ir çeşit m an
yetize etm e gibi h aller sak lıd ır. D in b ak ım ın d an M üslüm anlıkta, gaybı ancak
T anrı bildiği için, k âh in lik tek i isab etler ne o lursa olsun, b u n la rı kutsal ve T an
rısal olaylar gibi d ik k ate alm ak doğru değildir. E vliyaların hayatları hakkm daki
serüvenlerde garip olduğu k a d a r da m ucize denecek k ad ar abartılm ış olaylar
dan söz edilir. Ö rneğin, İran lı Baba T a h ir Ü ryan (ölm . 1015), Elvend dağının
k arların ı, kendi içindeki im an ateşinin ısısıyla eritm iş; astronom iye dair soru
lan b ir problem i ayak p arm ağının ucuzla çizm iş; Fas evliyalarından Abdüsse-
lâm (ölm . 1228), doğduğu zam an b irço k arı küm eleri belirerek kendisine yak
laşm ış, A b d ü lk ad ir G eylânî o n u n doğacağını yüz yıl önce hab er verm iş, ö lü
m ünde de yerde ve gökte olağanüstü alâm etler belirm iş. Bazen mucizeyle ke
ram etler, b irb irin e o denli k a rıştırılır ki, b u n ları ayırt etm ek güçleşir. Eserleri
olan bazı büyük m istik ler de k en d ilerin in nasıl yüce b ir T an rısal inayetle keşif
ve keram etlere nail o ld u k ların ı y azarlar. Ö rneğin, M uhiddin-i A rabî (1165-1240),
evliyalar arasın d a neredeyse H z. M uh am m ed ’le yarış eden b ir büy ü k erm iş sa
yılır; ‘El-Fütuhat-el M ekkiye’ (4 cilt, 1329) adlı eserinde, kendi tinsel hayatı
nın serüvenlerini açık lark en pek aşırı, h a tta bazen im anı kuvvetlendirm e hesa
bına da olsa, şaşırtıcı öykü ler an latır: O n altı, on yedi yaşlarındayken geçir
miş olduğu b ir h astalık tan sonra, (genel o larak m istikler, organik ve daha çok
sinirsel b ir h astalık la doğm uş ya da b una so n rad an tutulm uş kim selerdir; h al
kın bazı ap talları, delileri m eczup adıyla erm iş saym aları b ilinm ektedir), adları
cisim gibi algılıyor (id rak ) ve daim a kendisine H z. M uham m ed’in C ib ril’i gibi
bir insanın g ö rü n d ü ğ ü n ü ve b u imgesel adam d an dersler aldığını anlatıyor. K en
disi b ir halvete çekilerek, cisim halinde görünen adların yardım ıyla, önceden
hiç bilm ediği b irtak ım m istik gerçekleri öğrendiğini de anlatan b u büyük adam ,
m iraç’a da nail o ld u ğ u n u iddia eder. Bu k o n u d a kendi hayal ettiği âlem i ger
çek ve gerçek o lan âlem i hayal sayacak denli akıl dengesinden yoksun olanlarda
görülen b ir bilinç sapıklığına tutu lm u ş görü n ü r. H z. M uham m ed, nasıl k i, kendi
sini peygam berlerin sonuncusu saym ışsa, o da evliyaların sonuncusuyum , dem iş
tir. K uşkusuz ki, H z. M uh am m ed ’in son peygam ber oluşu, m utlak b ir gerçek
olduğu halde, M uhiddin-i A ra b i’nin iddiası, ken d in den sonra pek çok veli ye
tişm iş olduğ u n d an , b ir gerçek değildir. O da, H z. M uham m ed gibi T a n n ’yı
dolaysız o larak görm üş, T a n rı’yla dünya diliyle görüşm üş; o da Peygam ber
gibi T anrısal b ir k ay n ak tan alm ış olduğu ilh am larla eserler yazm ış ve onun gibi
b irçok kez evlenm ekten çekinm em iştir. O n a göre insan, berzah âlem ine eri
şince, T a n rı’nm sıfatlarıyla sıfatlanm ış o lu r; b u dereceye ulaşan kim se, olm uş
ve olacak olayları b ü tü n ya da p arçalar halin d e bilebilirm iş. N esim î’n in, yüzül
m üş derisini sırtlayıp m ezarına k a d a r gittiği; Y unus E m re’nin elinde eğri o d u n
ların doğruld u k ları gibi söylentiler, hem en b ü tü n evliya tanınm ış olan m istik
insanlar h a k k ın d a ileri sürülm üş ve h alk arasın d a b ir m istik edebiyatın öykü ve
rom anları doğm uştur. Evliya serüvenlerinden söz eden eserlerde buna d a ir türlü
şaşırtıcı söylentiler b u lu n ab ilir. B unların çoğu b irer h ü n er, b ire r rastlantı ve pek
seyrek o larak b ir sezginin ü rü n ü olan u y d u rm alar, sim geler ya da m ecazlardır.
M ucize, yalnız peygam berlere özgü değildir. Ö rneğin, Şiîler, H z. Ali hak
k ın d a, H z. M uh am m ed ’in m ucizelerinden d ah a önem lilerini başarm ış gösterir
ler: Sözde, H z. A li, H icret gecesi, H z. M u h am m ed ’in yerine, onun evinde yat
tığı vakit, T an rı kendisini k orum ak için M ikâil ve C ib ril’i gönderm iş; o, bir
hırsız zencinin kesilm iş o lan elini eski haline getirm iş; T a n rı, onun gecikm iş
olan ikindi nam azını kılabilm esi için, güneşi geri çekm iştir; T e v ra t’ta Y eşu pey
gam berin savaş esnasında güneş ve ayı h arek etten alıkoym ası (Y eşu, X , 12-14)
gibi. Hz. Ali de b ir ölüyü diriltm iş; taşan F ırat nehrinin sularını geri çekm esi
için em ir verince, su lar çekilm iş ve o n u n Z ü lfik â r adındaki kılıcı, b ir vuruşta
yetm iş bin k âfirin kellesini keserm iş! (Bütün bu m asallara in an an lar, H z. A li’
nin bu büyük tinsel gücüne karşın , niçin M uaviye’ye yenilm iş olduğunu d ü
şünm eyi bile gerekli bulm azlar). H z. Ö m e r’in, R um hüküm darı tarafından gön
derilen hediyeler arasın d ak i b ir şişe kuvvetli zehiri içtiği halde ölm em esi de
bu tü rd e n d ir1.
İm an, aklın ve deneylerin m antıksal gerçekliklerinden çok, m istik söylen
tilere ve geleneğin efsanelerine bağ lan m ak tan hoşlanır. M utlak surette bilgisiz
ya da safdil insanlar, neden ve son u çlar ü zerinde d ü şünüp araştırm a yetene
ğinde o lm ad ık ların d an , h er zam an görülen ya da herkesin yapabileceği şey
lerden çok, pek seyrek olan ve her insanın yapam ayacağı şeylere karşı daha
derin b ir ilgi d uyar, olanaklı o lan lard an çok, olanaksız olanın gerçeklenebile-
ceğini u m ar ve anlam ad ık ları şeyleri anlam ış görünm ekten h o şlanırlar. M eşrui
yetini kabul ettirm ek için m ucizeye başvurm ayan hiçbir din kuru cu su yok
gibidir. H in d istan , Ç in, Ja p o n y a gibi D oğu bölgelerinde yayılm ış olan dinlerin
kurucuları, m ucizeye pek yanaşm adıkları halde, bu k u ru cu la rın b ırak tık ları iş
ve ödevleri devam ettiren bazı rah ip ler, h av ariler, m ü ritler, siyasal olduğu k a
d ar da ahlâksal nedenlerle ve belki de kişisel otoritelerini devam ettirm ek, ya
da çık ar sağlam ak am acıyla önderlerin i ta n rıla ştırırlar; o n ların adlarını ve h a
yatlarını m ucize m asallarıyla süslerler. Belki de eski M ısır bağıcılarından (si
hirbaz) öğrenilm iş veya geçm iş olan bazı h ü n erlerin an ıların d an yararlanm ış
olan İsken d eriy e’nin son zam an ların d ak i soysuzlaşm ış felsefe o k u lu n a m ensup
olanların da m ucize gösterdikleri iddia ed ilir. L an e’in A rap to p lum larından ve
M uir’in Hz. M uh am m ed ’in hayatını an latan eserlerin d en a k tara rak şu sonuca
varan W csterm arck d er ki: «M üslüm anlığın başlangıçlarında, A rap lar, kutsal
(1) lly a peygamber, Yahova'nın em riyle gittiği bir çay kenarında kendi
sine kargalar, sabah akşam et ve yemek getirirlerm iş (Üçüncü Melikler, XVIII,
2, 3); bu peygamber, canını kurtarmak için çöllere çıkıp kaçtığı zaman, uyur
ken Rabbin meleği, iki kez onu uyandırarak, kendisine kül pidesi ve su ikram
etm iştir (XIX, 4-8).
kişilerin hav ad a uçm ak , b ir ateşten yanm aksızın geçm ek, suda yürüm ek ve bir
yıldırım aracılığıyla pek u zak m esafelerdeki insanları doyurm aya gitm ek gibi
tü rlü olağanüstü işleri yapabildiklerine in an d ık ları ve eski peygam berlere dair
m ucize an ıların ı bildikleri için, H z. M uham m ed, kendisini kavm ine peygam ber
olarak sunduğu zam an, ondan da devam lı o larak m ucize gösterm esini iste
m işlerdir». Peygam ber, T a n rı’m n kendisine böyle b ir lü tu fta bulunm adığını iti
raf ettiği halde, d ah a kendi sağlığında bile on a, sanki gerçekten gösterm iş gibi,
birtakım m ucizeler yüklem ekten çek inm ediler, ki bu n ların b ir listesini aşağı
da vereceğiz.
Sam i kavim lerin din leri içinde yalnız M üslü m anlıktır k i, m ucizeyi tarihsel
b ir girişim o larak k ab u l etm iş, bir- ib ret dersi verm ek ve insanları yetkin, ol
gun ve seçkin b ir düzeye çık arm ak için, geçm işteki gayretleri, T anrısal ve k u t
sal b ir bilgelik örneği o larak am m sam ıştır. K u r’anda m ucizeler ve peygam ber
öyküleri pek sudan ve kısa deyim lerle (az çok İncillerdekine benzer şekilde)
b ild irir ve H z. M uh am m ed ’den istenm iş olan m ucizeler dolayısıyla, iste
yenleri pek de kandıram ay an y an ıtlar verilir. H ad islerde, geleceğe d air kâhince
ileri sürülm üş düşüncelere fazlaca rastlandığı halde, ayetlerde gelecekten an
cak ih ta r ve k o rk u tm ak için söz edilir. G erçekten H z. M uham m ed, m ucize gös
term ekten daim a k açınm a zo ru n d a kalm ıştır. K u r’anda, m ucize isteyen m üş
riklere karşı, Peygam bere, "S ize benden e v v e l birta kım elçiler açık m ucizelerle
gelm iş ve o d ed iklerin izi de getirm işti, onları niçin öldürdünüz, d e ” (Ali İm
ran, 183) em ri verilm iştir. D iğer b ir ayette de, "K ita p ehli olanlar, senden,
üzerlerinde g ökten bir kita p in d irm en i istiyorlar; M usa’ya bundan daha bü yü
ğünü te k lif ettiler; T a n rı’yı b ize a paçık göster, d ediler"; "Sonra kendilerine o
kadar a çık m ucizeler gelm iş olduğu halde danaya taptılar" (N isa, 151) denil
m ektedir. Bu itib arla, im an etm eye niyetli o lm ayanlar için, m ucizelerin gerek
m ediğine inanm ası bildirilm iş olan H z. M uham m ed, gaybı ancak T a n rı’nın bil
diğine ve T a n rı’nın tak d iri dışın d a, kendisinin yapabileceği hiçb ir h arik an ın
var olm adığına em indir: "D e ki, ben size T a n rı’nın hâzineleri benim yanım -
dadır dem em ve gaybı da bilm em ve size ben m eleğim de dem em ; ben ancak
bana vahyedilene u ya rım ” (E n ’am , 50). K endisine, ah rette ya da gelecekte
uygulanacak olan cezaların şim diden gösterilm esini isteyenlere şu karşılığı ver
mesi bildirilm iştir: " D e ki, ben R a b b im d en açık belgeler üzerindeyim , sizse
onu yalanlıyorsunuz; h em en gelm esini istediğiniz azap, benim elim de olsaydı,
sizinle aram ızda iş, çoktan h ü k ü m giym iş o lu rd u ” (E n ’am , 57-58).
, Bu k arşılık lard a asla b ir m eydan okum a y o k tur; b u n la rd a âdeta akıl yo
luyla karşısın d ak ileri tered d ü d e, kuşkuya, korkuya ve düşünceye sürükleyen al
çak gönüllü, sakin ve am acına sım sıkı bağlı, inanm ış b ir ru h u n direnm eleri
v ardır. Z aten m ucizenin im an ve hidayetle de h içb ir ilgisi yoktur. Buna em in
olan H z. M uh am m ed ’in b u duygusu, şu ayetle açıklanm ıştır: "B iz, onlara m e
lekler indirm iş olsak da, haşretsek de, im an edecek değillerdir; m eğerki Tanrı
dilem iş olsun; lâ kin çokları bunları b ilm ezler” (E n ’am , 111). A çıkça görülü
yor ki, im an ve hidayet b ir m ucizenin eseri değil, T anrısal ta k d ir ve onayın
(tasvip) sonucu d u r. Bu nedenle, "S en hiçb ir em re sahip değilsin, Tanrı ya
onların tövbelerini ka b u l eder ya da azap ve işkenceye uğratır” (Âli İm ran,
125). Z aten , " H içb ir peygam ber, T a n rı’n m izn i ve em ri o lm aksızın bir m u
cize gösterm e yetk isin e sahip değild ir” (M üm in, 78). H z. İsa d a, kavm ine b ir
çok m ucize gösterm işti, "T a n rı, ona k ita p ve bilgeliği, T evrat ve İn c il’i öğre
tecek ve k e n d isin i B eni İsra il’e peygam ber olarak gönderecek ve onlara diye
cek ki, size R a b b in iz tarafından m u cize gâtirdim , size çam urdan kuşa benzer
bir şey yapar ona ü fü rü rü m , Y ü c e T a n rı’nın izn iyle o, k u ş olur ve anadan doğ
m a körle abraş olanı iyi ederim ve T a n rı’nın izniyle ölüleri diriltirim ; evleri
n izd e yediğ in iz ve biriktird iğ in iz şeyleri size haber veririm ” (Âli İm ran, 46)
ve o, bu m ucizeleri gösterebildiği h alde, yine tü rlü zo rlu k larla karşılaşm ıştı;
bu itibarla, H z. M uh am m ed ’e verilen T an rısal teselli yersiz değildir: "Eğer
sen i yalancı sayarlarsa m ahzun olm a, senden önce m ucizeler, sayfalar, şeriatler
ve h ü kü m le ri bildiren kitaplarla gelm iş olan peygam berler d e yalancı sayılm ış
lardır” (Âli İm ran , 184).
Bir gerçeği k ab u l edebilecek denli tarafsız ve hoşgörüyle düşünm e yete
neğinden yoksun olan lar, bâtılı gerçek saym akta inat ederler. O n lar, çoğu zam an
k arşılarınd ak ilerin d ü şü n d ü k lerin i dinlem eden, yalnız kendi inan d ık ların ı savu
n u r ve olam ayacak şeyler istem ek suretiyle k endilerine önerilen düşünce ve
gerçeklerin çürüyeceğini zanned erler. "D ediler ki, yerden bize bir pınar a k ıt
m azsan sana im an etm eyiz; yahut, senin hurm alığın ve ü zü m bağın bulunm alı
ve ortasından nehirler a kıtm alısın; ya da iddia ettiğin gibi, g ö kyü zü n ü üzerim ize
parça parça düşürm elisin; veya Y ü c e Tanrı ve m elekleri, ileri sürdüğün şeyle
rin doğruluğuna ta n ık olarak ka rşım ıza getirm elisin; yahut da senin altından
bir evin olm alı veya göğe çıkm alısın; bu çıkm a n a da inanm ayız; ancak gökten
b ize bir kita p indirm elisin; de o nu okuyalım . Onlara, R a b b im arınm ış ve yü
cedir, ben insan ve elçiden başka bir şey değilim , d e ” (İsra, 90-93). H z. M u
ham m ed’in m uhalifleri d u rm ad an , kend isin in de öteki peygam berler gibi m u
cize getirm esinde ısra r ettiler: " E v v e lk i peygam berlerin getirm iş oldukları m u
cizeler gibi b ize bir m u cize getirsin d ed iler” (E nbiya, 5); fak at, "O nlardan önce
helak ettiğ im iz kasaba h a lkından hiçbiri im an etm em işti, bunlar m ı im an ede
cek ler? " (E nbiya, 6); "M ü şrikler, ne olurdu ona R a b b i tarafından bir m ucize
indirilseydi, dediler; de ki, m ucizeler T a n rı’nın em rindedir, ben açıkça sakın
dıran bir elç iy im ” (A nkebut, 50). Şu ayetlerde de hep bu istekler ve m ucize
nin im anla h içb ir ilgisi b u lunm adığını savunan düşünceler saklıdır: "S izd en
e v v e lki çağlarda gelen, zu lm ed en ve elçileri kend ilerine açık m ucizelerle gel
d ikleri halde im an etm eyen ka vim leri hela k ettik. Suçlu k a vm i de cezalandı
racağız” (Y unus, 13); " N e olurdu ona R a b b in d en bir m ucize indirilseydi de
diler; Tanrı, m u cize indirebilir, lâkin çokları bunu bilm ezler” (E n ’am , 37);
"K âfirler, R a b binden bir ayete nail olm alıydın dediler. Sen ancak sa kındırm ak
ve k o rk u tm a k la görevlisin; her k a v m in bir k ıla v u zu vardır” (R aid, 8); " K u r ’
anla dağlar yiirütü lseyd i veya onunla yer yarılsaydı, onlar yin e im an etm eye
ceklerd i” (R aid, 33); "E vvelkilerin başına gelm iş olan felâ ke t önlerindeyken,
yine K u r ’ana im an etm ezler. B iz onlara g ö kten bir kapı açsak da, göğe çıkm ış
olsalar, yin e inanm ayacaklar, sarhoşluktan gözlerim iz dönm üştür, b elki de bü
yülenm iş kim seleriz, d iyecekler” (H icr, 14-16). B ütün bu m ucize isteklerinin
reddedilm esinde başlıca neden, " E v v e lk i ka vim ler, va ktiyle yalanlam am ış olsa
lardı, şim d i bizim için m ucizeler gönd erm em ize hiçbir engel y o k tu r ” (İsra, 59)
gerçeğidir.
A nlaşılıyor ki T a n rı, k u lların ın m ucize aracılığıyla im an etm elerini önce
den uygun bulm am ış, m ucizesiz o larak da im an edecek o lanları daha önce
kendisi seçm iştir. Bu T an rısal ta k d ir b ir gerçek o ld u k tan sonra, peykam berle-
rin m ucize gösterm elerine neden ihtiyaç duyulm uş ve insanlar, neden vaktiyle
peygam berleri böyle b ir deneyin sınavından geçirm ek istem işlerdir? Bunlara
verilecek karşılık , aklı h içb ir surette k an d ırab ilecek kuvvette değildir. Y alnız,
anladığım ız b ir şey varsa, m ucize gösterm ek boş b ir zah m ettir ve zaten, " H iç
bir elçinin T anrı izn i olm adan m u cize getirm esi k e n d i elinde değildir” (R aid,
40). Bu kon u d a zihne b irçok çelişik ve belki de im ana aykırı so ru la r gelebilir.
Ö rneğin, K u r’an d an , H z. M u sa’nın kekem e olduğunu öğreniyoruz (T ah a, 26-28).
Hz. M u sa’nın ricası üzerine T a n rı, k endisine k ardeşi H z. H a ru n ’u yardım cı
o larak veriyor (T aha, 30-31). K endisine peygam berlik görevini, K ızıldenizi ya
racak denli güçlü m ucizeleri bağışlam ış olan Y üce T a n rı, neden onun dilini dü-
zeltm em iştir? Ü stelik F iravun, H z. M u sa’ya im an edenlerin ayaklarını kestire
rek astırm ıştır (A raf, 123-124; Ş uara, 49-50). İm an edenlere ceza verdirm ek
ve onları başka b ir m ucizeyle k u rtarm am ak , insanı T anrısal adaletten olduğu
k ad a r da H z. M usa’nın m ucize gücünden şüpheye düşürm ez m i? M istik ko
nuları böyle çözüm lem elerle denetlem ek, insel m antığın üstünde ve yaptığın
dan sorum lu olm ayan b ir yüce varlığa k arşı beslenm esi gereken im anı sarsar
diye d ü şün en ler v ard ır; am a, insanı böyle d ü şü n d ü ren de kendisi değil m idir?
Ve böyle düşünm em ek olanağı v ar m ıd ır? 1
K u r’an d a hem en b ü tü n peygam berlerin, yeni b ir dini kabul ettirm ek için
gösterdikleri m ucizelerden tü rlü vesilelerle ve ib ret dersi verecek şekilde an la
tıldığı halde, b ir taraftan da m ucizelerin hidayet için yeter b ir aracı olm adığı
açık lan ır ve âd eta H z. M uh am m ed ’in m ucize gösterm esine h iç b ir ihtiyaç ol
m adığı, olm ayacağı b ild irilir. Z ira, onun en büyük m ucizesi, K u r’an d ır ve gi
rişim lerindeki sonsuz b aşarılard ır. Buna k arşın in sanlar, keram eti olm ayan b ir
kimseyi veli saym adıkları gibi, m ucizesi olm ayan b ir kim senin de peygam ber
olam ayacağına em indirler. Bunun içindir ki, Peygam berin de bu k o nuda âciz
bir kişilik olm adığını ispat etm e gayretine k ap ılan lar olm uştur. Eğer b ir kıs
m ını aşağıda özetleyerek sıraladığım ız m ucizeler, h erhangi b ir im an gayretiyle
uydurulm am ışlarsa, H z. M uh am m ed ’in de, — b ü tü n istekleri reddetm esine k ar
şın— m ucize gösterm ekte, öteki peygam berlerden asla geri kalm adığı gö rü lü r
ki, bu, b ir b akım a, kendisine K u r’an d a verilm iş olan em irlerle tavsiyelere ay
kırı ve on larla tam am ıyla çelişik gibi görü n ü r. H z. M uham m ed’e yükletilm iş
olan m ucizelerden, tefsir ve hadis k ita p la rı, akla gelen kaygıya kapılm aksızın
söz ederler ki, b aşlıcaları şun lard ır:
I. H ad d in i b ildirm e m ucizesi (tah ad d i): Bu, K u r’anın b ir m islini ya da
b ir ayetini tak lit etm enin olanaksız oluşu dolayısıyla, kâfirleri böyle b ir eser
vücuda getirm eye davet etm ekten ib arettir. H z. M uham m ed, K u r’ana dayana
rak bu teklifi b ü tü n insanlığa ilân etm iştir ve T a n rı’nın kendisine bağışlam ış
olduğu bu lü tu ftan daha ü stü n b ir m ucizenin bulunam ayacağını savunm uştur.
G erçekten de b u yarışm ayı denem iş o lan hiç kim se, b ir başarı gösterem em iştir
(B unun nedenlerini K u r’an b ölüm ünde an latm ıştık )1.
II. R um suresinde, R um ların d ü şm an ların ı yenilgiye u ğ ratacak larım bil
diren ayet de, b u olayı v u k u u n d an önce h ab er verm iş olduğu için H z. M u
h am m ed’in b ir m ucizesi sayılm ak tad ır (K u r’anın h ab erleri, H z. M u ham m ed’in
m ucizesi sayılabilir m i?).
II I. Peygam ber, halife O sm an ’ın öldürüleceğini önceden bilm işti (Bazen
tesadüfle k eram et ve m ucize birleşir. H z. M uham m ed gibi, insan ru h u n u ve
k arakterini gerçekçi b ir zekâ ile p ek iyi tanıyan b ir yüce insanın, kendi d a
m adı olan O sm a n ’ın hayat tarzın d an , gidiş ve d avranışlarından, ak ıb etin in ne
olabileceğini önceden tah m in etm iş olm ası olan ak lıd ır. N itekim b ir ayette, "D i-
lesek b iz onları (kinlileri) g österirdik de ken d ilerini yüzlerinden tanırdın ve
her halde sen onları laktrdılarının tarzından da ta n ırsın” (M uham m ed, 30) de
nilm ektedir. Bu tü rlü tah m in ler, b azen b ir b ab an ın evlâtları ya da b ir öğret
m enin öğrencileri h a k k ın d a da isabetli olabilm ektedir).
IV . A bbas bin M uttalib zengindi; b ir savaşta Peygam bere tu tsak oldu;
fidye ile k u rtu ld u ; fak at o, «Beni, K ureyş’in en fak iri dedirtecek hale getirdin;
artık ölünceye dek dileneceğim !» diye sızlanm aya başladı. B unun üzerine H z.
M uham m ed, o na, k arısın a saklatm ış olduğu p a ra ların ne olduğunu, oğulları
için göm dürdüğü altın ları ne yaptığını sorunca, A bbas, «Bunu yalnız karım la
benden başka bilen yoktu, sen gerçekten peygam bersin!» diyerek M üslüm an
oldu. Bunu k ab a b ir atasözüm üzle açıklam anın k onum uza saygısızlık telâkki
edilm em esini dileriz: «K eskin zekâ keram ete takla a ttırır» . A rap zenginlerinin
paralarını nasıl k o ru d u k ları ve sakladıkları h a k k ın d a H z. M uham m ed’in hiç
bir bilgi ve tahm ini olam ayacağını k ab u l etm ek doğru olm ayacağı gibi, İslâm
ülküsüne gönülden bağlanm ış olan casuslarının da, birçok siyasal, ask e rsel...
vb. olay ve h aller h ak k ın d a kendisine h a b e r getirdiği de b ir gerçektir. Buna,
bu yüce dehanın sezgilerini de eklem ek doğru o lu r sanırız.
V . H z. M uham m ed, Bahreyn kralı H usrev P erviz’e b ir m ektup yollaya
rak onu M üslüm an olm aya davet etm işti. H ü k ü m d ar, m ektubu yırtıp atm ış ve
Y em en’deki valisi B azan’a , « H icaz’daki şu adam a iki b a h ad ır gönder de bana
ondan h ab e r getirsinler!» em rini verm işti. B azan, belki de Peygam beri ö ld ü r
m ek için iki adam yolladı. H z. M uham m ed, o n ları gülüm seyerek İslâm olm aya
davet ettiği zam an, o n la r k o rk u içinde titrem işlerdi. Bu esnada Peygam ber,
" E fen d in ize yazınız, benim R a b b im , onun R a b b i K isra’yı, bu gecenin yedinci
saatm da ö ld ü rm ü ştü " dedi; gerçekten de H usrev Perviz, o gece, oğlu Şiruye
tarafın d an ö ld ü rü lm ü ştü . Peygam ber zam an ın d a saatin yedisi nasıl saptanabi-
lirdi; bilm iyoruz.
V I. H z. M uh am m ed ’in suya d air bazı m ucizelerinden de söz edilir: 1. Enes
bin M alik ’in anlattığına göre, Peygam bere, içinde pek az su b u lu n an ağzı geniş
ve dibi d a r b ir kap getirilm iş; Peygam ber, p arm ak ların ı b u n u n içine batırm ış
ve parm ak ları arasın d an suyun kaynam aya başladığı, o sudan 70-80 kişinin
aptest aldığı görülm üş; b ir söylentiye göre de bu sudan 300 kişi yararlanm ıştır.
(1) Yeşu peygamber de yirmi arpa ekmeğiyle bir torba taze başağı yüz
kişiyi doyuracak kadar bereket1endirir (Dördüncü Melihler. IV. 42-431; llya
peygamber ise, elinde bir avuç un ve testisinde acıcık yağ bulunan bir kadının
kaplarından, bu maddeleri hiç eksilm eyecek kadar bereketlendirm iştir (Üçüncü
Melikler, XVII, 8-16).
ispat edilm iştir. N itekim , tefsircilerin kaydettik lerine göre, Useyd bin H udeyr,
Bakara suresini okuduğu için, evine art ard ın a, k aran lık ta m elekler de inm ek
teym işler (Şüphesiz ki, yüzyıllardan beri m ilyonlarca M üslüm an, bu sureyi adı
geçen sahabeler k a d a r ve belki de d ah a derin b ir im anla okuduğu halde hiç
kim senin evi m addesel o larak nurlan m ad ığ ı gibi, okuyan kim selerin evlerinde
m elekler de görülm em iştir. Bu itib arla b u rad a n u r ve m elek terim leri m ecazlı
bir anlam taşısa g erektir).
IX . Hz. M u h am m ed ’in üm m îliğini k ab u l edince, K u r’ana girm iş olan
bazı peygam ber öykülerinin kendisine vahiy yoluyla bildirilm iş olm asını b ir
m ucize saym ak icap eder. Ö rn eğ in , Hz. Y usuf h ak k ın d a, " Sana bu, K u r’anda
vakyettiklerim izin en g ü zelid ir’’ (Y usuf, 4) denilm ekte, H z. N uh öyküsü de şöy
le b ir ayetle h ab er verilm ektedir: " İşte bunlar gayb haberlerindendir, sana va
hi vl e bildiriyoruz; bundan önce bunları ne sen, ne de ka vm in biliyo rd u ” (H ud,
50). Y usuf öyküsünün b iraz değişik şeklinin İbranîlerce de bilindiğinden şüphe
edilm em elidir1.
X. E rbed ibn R ebia ile A m ir ibn T ufeyl, m escitte sahabeleriyle o tu rm ak
ta olan H z. M uh am m ed ’i ziyarete gelm işlerdi; A m ir’in m aksadı, Peygam beri
lafa tutm ak ve E rbed tarafın d an öldürülm esini sağlam aktı. E rbed, Peygam berin
ti) Fu m ucizeden Ömer Nasuhî Bilmen de söz eder (Büyük İslâm İlmi
hali. s. 535-536; 1946).
vuşacağını, yani öleceğini sorm uş. H z. M uham m ed, «Eli uzun olanınız» de
m iş. Ö lçm üşler, b u n u n Şevde b in t Z e m ’a olduğu görülm üş. Bu k ad ın , Peygam
berin diğer k a d ın ların d an önce ölm üş.
X X I. Bedir savaşında K ureyş o rd u su A k a n k a l’dan çıkınca, H z. M uham
m ed, T a n rı’ya yalvarm ış; C ibril gelerek, «Bir avuç to p rak al, o n lara at!» de
miş. Peygam ber de öyle yapınca, düşm anın hepsi gözlerini oğuşturm aya başla
d ık ların d an , yenilm işlerdir (H z. M uh am m ed ’in bazı savaşlarda ne denli zorluk
ve tehlikelerle karşılaşm ış olduğu bilin m ek ted ir ve herhangi b ir m ucizeye baş
vurm adan b u n lara dayanm ıştır. Bir ü lk ü 'u ğ r u n a girişilm iş olan savaşların za
ferlerini, im an eden lerin in ve k o m u tan ların ın m addesel ve tinsel gücünde ara
m ak gerekirken, o nu doğaüstü olay ve varlık ların ü rü n ü saym ak, ülküsü uğ
ru n d a tüm hayatların ı harcam ış olan bu yüce ve büyük insanla k ah ram a n ları
nı küçültm ek o lu r. T o p ra k m ucizesi yerine, bugün çeşitli bom balar k u llanıl
m ak tad ır. M istik hayal gücünün icatları da, kendi zam anında bulunan olanak
lardan yararlanabildiği için, bug ü n ü n gerçek olan aracılarını tasarlayam azdı).
X X II. H z. M uham m ed’in bastığı taşta ayak izi kalırm ış. H z. İs a ’nın da
K u d ü s’te göğe çıkm a kilisesinde b u lu n an ayak izi H ıristiyan h acılarına göste
rilir. H ero d o t’un kaydettiğine göre, İsk itlerd e, H e rk ü l’iin b ir kaya üzerinde, iki
k a rış eni b u lu n an b ir ayak izi varm ış (H ero d o t T arih i, cilt I, bölüm IV , 82).
Gölgesi yere düşm ezm iş; saçının b ir teli ateşe düşse, yanm azm ış; sinekler el
bisesine konm az; p ab u çları k u m d a iz b ırakm az; başının üstü n d e de daim a
bir b u lu t gezerm iş. D ah a çocukluğunda am casının yanında yatarken, bedeni
güzel kokarm ış; gece yarısı am casının y an ın d an k aybolurm uş, am cası, onu ara
dığı zam an, hurd ay ım , derm iş ve y atak ta olduğu görülürm üş. Ç ıplak yattığı
halde, am cası o n u n b edenini görm ez ve ü zerinde daim a b ir elbise b u lu n d u
ğunu anlarm ış. H z. M uham m ed, d ah a çocukluğunda tü rlü m istik ve yüce hal
ler gösterirm iş; h a tta . İn şirah suresinin l ’inci ayetindeki, "G öğsünü genişlet
m e d ik m i? ” b ild irisin in dış anlam ına d ay an arak sütninesi H alim e’ye verildiği
zam an, b u k ad ın ın iki m elek gelip göğsünü yarm ış ve siyah b ir kan pıhtısını
çıkarıp atm ışlar. B unlara benzeyen ve çoğu peygam berlik alâm eti sayılıp daha
doğuşundan itib aren zu h u r ettiği id d ia edilen h a rik ala r da H z. İsa ’nın ana k a r
nındayken konuşm ası, denizde yürüm esi, b u n u n doğm uş olduğunu b ir m eleğin
çobanlara h a b e r verm esi ve diğer bazı alâm etlerin belirm esi, H z. İsa ’nın vaftiz
esnasında kutsal ru h u n cesetlenerek b ir güvercin h alinde onun üzerine inip
gökten, " Sen benim sevgili oğlum sun, senden ra zıyım !” (L uka İn c il’i, II, 21)
diye seslenm esi - gibi b irtak ım m ucize ö y k ü lerid ir1 (B unlara benzeyen söylenti-
(D Hz. Isa’nın bakireden doğuşu hakkm daki mucize efsanesi de, yalnız
İncillerde ve oradan dâ Kur’ana geçerek doğruluğu savunulm uş olan bir hikâye
dir ki, Hind’in kutsal kitaplarında da bu türlü bildirilere rastlanm aktad'r. Bel
ki de birçok dogmalar gibi, bu mucize de Sam i kavimlere oradan geçmiştir, ö r
neğin, Vedangas denilen kutsal kitapta, “Tanrısal haşm etin ışını, bir kadının
göğsünde insan biçim ine girecek ve o. bakire olduğu halde doğuracaktır” de
nildiği' gibi, Pururova adlı kutsal kitapta da şöyle bir m etin görülmektedir:
“Kuzu bir koyunla koçtan, oğlak bir keçiyle tekeden, çocuk bir kadınla erkek
ten doğar. Tanrısal Paramasm a (evrenin ruhu), Vişnu'nun düşüncesiyle çiftle
şecek olan bir bakireden doğacaktır”, Veda’larda da şöyle bir bildiri vardır:
ler ve inan çlar, hem en tüm d in lerin , h a tta ta rik a tla rın k u ru cu la rı h ak k n d a da
ileri sü rü lm ü ştü r. M endili içinde ateş taşıyan, aynı an d a hem Ş am ’da, hem Bağ
d a t’ta ya da M ed in e’de görülen erm işlerden de söz edilir. Kadem -i Şerif, Sakal-ı
Ş erif gibi, H z. M uh am m ed ’den kaldığı söylenen kutsal an ılar, fetişten ve m ad
deyi kutsallaştırm ak tan tiksinen b ir yüce dinle o n u n ulu k u ru cu su n u ve am aç
larını sarsacak öğeler gibi görünse de, saf ve bilgisiz insanların bu tü rlü m ü b a
rekleştirilm iş m addesel belgelere ihtiyaçları v a rd ır).
X X III. Enes bin M alik ’in an lattığ ın a göre, Peygam ber M edine’deyken,
İslâm ordu su Şam y ak ın ların d a M ute denilen b ir yerde savaşm aktaydı. Pey
gam ber, m in b erd e b u lu n d u ğ u sırad a, «Sancağı, Z eyd aldı, o ö ld ü rü ld ü , sonra
sancağı C afer aldı, o da ö ld ü rü ld ü , d ah a sonra sancağı İb n R evaha aldı, o da
öld ü rü ld ü » dedi ve H z. M uh am m ed ’in gözlerinden yaş akm aya başladı. Bun
dan sonra, «Sancağı em irsiz H alid bin V elid aldı, ona fetih ve nu sret ihsan
edildi» dedi ve h ab erin aynıyla v u k u a gelm iş olduğu görüldü.
X X IV . E bu B ekir’le b erab er M ekke’den M edine’ye hicret ederken H z.
M uham m ed, arkad aşıy la b ir m ağaraya sığınm ıştı. M ağara kapısına b ir ö rü m
cek ağının gerilm iş olm ası, bu yüzden de m üşrik lerin b u raya girm eye lüzum
görm em iş olm aları, b ir m ucize sayıldığı gibi, T övbe suresindeki şu ayet de ay
rıca b ir m ucize telak k i edilir: " D erken , Tanrı o n u n üzerine sü k û n indirdi; ona
görm ediğiniz ordular yolladı ve kâfirleri cezalandırarak a lçalttı” (T övbe, 26).
X X V . C ab ir ibn A b d u lla h ’ın anlattığına göre, bu sahabenin b ir devesi
varm ış, Peygam berle b ir savaştan d ö n erk en deve yorgunluğundan hep geride
kalıyorm uş. Peygam ber, nedenini sorup hayvanın yorulm uş olduğunu öğrenince,
ucu eğri olan değneğiyle hayvanı çekm iş ve C a b ir’e, «H aydi a rtık bin!» dem iş;
hayvan da Peygam berin devesini geçecek denli rahvanlaşm ış.
X X V I. H z. M uham m ed, M iraç’tan sonra kavm inin tü rlü inkârlarıyla k a r
şılaşm ıştı. Beyt-ül-M ukaddes’in eski halini bilenler, Peygam bere o n u n nitelik
lerini sordular. T an rı bu beyti H z. M uh am m ed ’e tecelli ettird i; o da b u tecel
liye b ak a ra k niteliklerini olduğu gibi an lattı. Sonra. «Ö yleyse, dem işler, bizim
k ervandan da h ab er ver!». Peygam ber, rastlam ış olduğu kervanı anlatm ış, «Bir
deve yitirm işlerd i, onu arıy o rlard ı, y üklerinde b ir su tası vardı; susam ıştım ,
onu aldım , içtim , te k ra r yerine koydum ; g eldiklerinde k endilerinden sorun!»
dem iş. K âfirler k erv an ın sayısını ve y üklerinin ne o ld u ğ u n u ... v b .’ı da sorunca
T an rı, kervanı H z. M uh am m ed ’in gözü önüne getirm iş, o da bu hayale b ak arak
kervanın ö n ü n d ek i k a ra m tıra k deveyi, gelecekleri günü söylemiş ve dedikleri
de aynıyla çıkm ış.
(1) Kâbe’nin Hz. Âdem ve Hz. Nuh tarafından yapıldığı söylendiği gibi,
Kur’anda bunun Hz. İbrahim tarafından yapılm ış'olduğuna da işaret edilir.
lardan dah a çok, öteki İslâm kavim leri önem verm ekte ve üzerlerine hacca git
mek farz olm ayan insan lar, tü rlü m istik duygularla, perişan ve sefil b ir halde
bu ödevi yapm ak için A rap ülkelerine ko şm ak tad ırlar. Am acı daha çok ekono
mik ve biraz da politik olan b u ödev, halkın hacı sıfatını kazanm ak için yaptığı
b ir fedak ârlık tır. İslâm h u k u k u n d a, Beni İsrail h u k u k u açıkça görülür. Kısas
gibi k u rb an da cahiliye dönem inde, zilhicce’nin o n u n d a, şeytanın da taşlandığı
M ina’da kesilirdi. H z. M uham m ed, b u n u , tüm hacılarla M üslüm anların ödevi
saym ış ve kendi eliyle de k u rb a n kesm iştir1.
5. Y eni b ir dinin yayılm asında uğranılm ış olan zorluklar, eski inançların
yaratm ış olduğu duygusal ve m istik alışkanlıkları bırakam am anm olduğu k a
d a r da, sosyal düzenin b o zu larak k endilerini doğaüstü kuvvetlerin evlâdı, göl
gesi, vekili, hizm etçisi, koruyucusu sayan egem en bireylerin ya da sınıfların
çık ar ve otoritelerini yıkacak korkusuyla yapılan direnm elerin ü rü n ü d ü r. H er
d irenm e eskiye, alışılm ışa saplanm ış o lan lard an gelir. B undan h e r layik devrim
ülküleri gibi, k itap lı d in ler de k u rtu lm u ş değildir. Y eni b ir dinin güveni, hızla
yayılabilm esi ve yaşayabilm esi, doğaüstü k u vvetlerin b ir m ucize ve lütfü ol
m aktan çok, eskiden k o p arıp kendi yapısm da yeni şekillere sokm ak suretiy’e
insan zihninde yenilik ve yabancılık duygularını azaltan bazı harç ve gereç
leri alm akta gösterm iş olduğu h ü n e r ve d eh an ın sonucudur.
«Bugün size d in in izi ikm a l ettim ; ü zerin izd eki n im e tim i tam am ladım ; size
din olarak İslâm î se ç tim ” (M aide, 3) ayetine göre, artık b u dine h içb ir yeni
m adde eklem e olanağı kalm adığı halde, o da yayılmış olduğu toplum ların töre,
âdet ve geleneklerinden ayrılam am ış, h a tta tersine o larak tü rlü m ezhepler şek
linde ve çeşitli u lu slard a değişikliklere u ğram ak zorunda kalm ıştı. İslâm lığın
esaslarına aykırı olan veya böyle görünen inanç ve eylem ler, hep içtihat saye
sinde olm uştur. Ö rneğin, im anın tanım ı ve k o şulları gibi ana problem ler bile,
H anefîler, E ş’arîler, H aricîler, M atü rid îler, K erram îler ve C eham îlerce başka
başka yorum lam alara u ğ ram ıştır. Bu k o n u d a, G azalî, ‘İhya-el-U lûûm f i’d-D in’
adlı eserinde, T a fta z a n î’nin N asafî ta rafın d an yazılm ış o lan ‘A k a id ’ (K ahire,
1321) adlı esere eklem iş olduğu açım lam ada, ay rıntılı yorum lam alar ve açıkla
m alar verilm iştir. İcm a, içtih at kapısını açık b ırak m ak suretiyle dinde b ir çe
şit düşünce ve vicdan özgürlüğüne izin veren b ir k u ru m d u r. Bir hadisinde H z.
M uham m ed, “Ü m m etim in ihtilâfında geniş rahm et vardır" dem ektedir. Bu h a
disten de anlaşılacağı gibi M üslüm anlık, d anışm ada (m eşveret) ve tartışm ada
büy ü k y ararlar görm üş olm asına k arşın , içtih at ve h a tta icm a k u ru m u hem ya
rarlı, hem de zararlı o lm u ştu r (M eşveret deyim i K u r’anın üç ayetinde geçer).
Z ira , bu yüzden tü rlü İslâm m ezhepleri türem iş ve im an edenler arasın d a tam
b ir birliğin k u ru lm ası olanaksız olm uştur. N ihayet tü rlü siyasal ve sosyal ne
den lerle içtih at k ap ıları kapatılm ıştır. Y ani d ö rt b ü yük m ezhebin im am ları ta
ra fın d an k ab u l edilm iş o lan sistem dışında düşünm ek dine karşı b ir saygısızlık
sayılm ıştır. Şafiî, K u r’an ve h ad islerd e v a r olan b ir k ara rın , icm adan önce k a
bul edilm esi gerektiğini savunm uş ve yıllarca b u ilkeye riayet edilm iştir. Fa
k a t Süyutî ve son zam an lard a Şeyh M uham m ed A bduh da, İb n Taym iya gibi,
(1) Her ulusun m utlaka bir dini vardır. Fakat bunların, birbirinkine ben
zem eyen yönleri dolayısıyla hiçbiri, ötekinin dinini beğenmez, hatta kendilerin
den başka ulusları kâfir sayarlar. Böyle bir inanca bağlı olanların, karşılıklı bir
birini kâfirlikle suçlam aları yüzünden tüm insanlığın küfür içinde yüzdüğünü
kabul etmek zorunlu olur. Bu bencil ve dar görüşten yalnız Çinlilerin kurtulmuş
G örülüyor ki, H z. M uham m ed’in am a ç la n , insanları İslâm inancında b ir
leştirm ek, yani tüm ulusları b ir üm m et h aline getirm ek ise de, bu ülkü asla
gerçeklenm em iştir ve gerçeklenem ez; böyle b ir başarıyı dinlerden beklem ek,
onların kendilerini yıkm ayı g erektirir. Z ira, h içb ir din, kendi yapısında b u lu
nan bölücü, ayırıcı dogm aları b ir yana atam az, kendi bencil ve tekelci iddia
larından kurtulam az; h içb ir kutsal dogm a, insanlığın zihni için, her zam an
doğru ve gerçek olarak sunulam az. Peygam berim iz, m ensup olduğu kavm e,
A rapça hitap eden b ir k itap verdiği halde, ne kavm inin tü m ü n ü , ne de bazı
ak rab aların ı, M üslüm anlığa, bağlayabilm iştir; fazla o larak d ininin, tü rlü m ez
hep ve tarik atlara b ö lünerek çeşitli siyasal am açlara göre biçim lenm esine
engel olacak em irleri de verem em iştir; verm iş olsaydı bile, in sanlar, bunlara
yine itaat edecek değildiler; zira, h içb ir kutsal dogm a, değişm ez ve ebedî bir
gerçek o larak kabul edilm ez. B unun n edeni, insanlığın evrim ve. ilerlem e yolun
da değişken b ir zihin yapısına sahip o lu şu d u r. Bu itibarla dinler için b ir ü to p
ya olan insanlık ü lk ü sü n ü , m istik girişim ve b u y ru klardan değil, pozitif bir
k ü ltü r ve eğitim den bekleyebiliriz.
olduğu anlaşılm aktadır. Zira, Marcel G ranet’nin anlattığına göre, Çinliler, dog
maları bir peygamber ya da Tanrı tarafından belirtilm iş olan herhangi bir din
ve m itolojiye sahip değildirler. Gerçekten de Çin’de, sosyal faaliyetler de fark
lılaşm ış bir kurum değildir. Çin uygarlığı incelenirse, ona, öteki uluslara kıyasla
bir din bahsi açılamaz. Çinlilerin hayatında büyük bir rfel oynayan din değil,
kutsallık duygusudur. Fakat, onların saygıyla kutladıkları (vĞneration) asla T an
rılar değildir. Konfüçyüs ve Taocular, Mötseu'nün teokratik propagandalarına
hiç değer vermemişlerdir. Bunlar için kutsal sayılan varlıklar, yalnız ermişlerdir
(veli). Çinlilerin m itolojisinde sadece kahram anlar vardır ve bunların tanrılar
la hiçbir ilişkisi yoktur. Ancak halkın inançları içinde kararsız bir canlıcılığın
(anim isme) izleri görülür. Bu itibarla onların tinselciliğe (spiritualism e) karşı
da hiç bir eğilim leri yoktur. Onlar, hortlaklara, ölülerin ruhlarına, intikam cı cin
lerle her cinsten ifritlere inanırlar ki, bunlar da birtakım eğlenceli masallardan
başka bir şey değildirler. Çinliler, Tanrıları asla düşünmemişlerdir. Bunun için
dir ki, onlarda örgütlenm iş bir rahipler sın ıfı da yoktur. Denebilir ki, onlar de-
neyüstü, yani aşkın hiçbir kavrama sahip değildirler. Böyle dayanaklardan yok
sun olan Tanrıların da, hiçbir kişiliği yoktur. Bilgelerinde de, tinselciliğe ve
akılcılığa karşı hiç bir eğilim görülemez. Olağanüstü varlıklar kadar da m uci
zelere inanm ayan Çin bilgeliği, bağımsız ve tam am ıyle insancıl bir bügeliktir.
Bunu da asla Tanrı düşüncesine borçlu değildirler (La Pensee Chinoise, Paris,
1968, s. 476-478). Bunun içindir ki, Konfüçyüs, ruhlara ve cinlere nasıl hizmet
edelim? sorusuna, “İnsanlara hizmet edecek durumda olmadığımız halde, on
lara nasıl hizmet edebiliriz?” karşılığını vermiştir.
TANRI
T A N R IL A R A D A İR G E N E L İN A N Ç LA R
1. T A N R I L A R I N A D A L E T İ; D İŞ İ V E E R K E K T A N R I L A R :
(1) Taoculuğu kurmuş olan Lao-tseu, “in sa n ın Tanrı’ya veya ilk nedene
uygun bir fikir verme gücü yoktur; bunu tanım layabilm ek için, zihnin yaptığı
bütün çabalar, bu konudaki güçsüzlük ve zayıflığı ispatla sona erer” der (L. J.
Pierol, Le Covan, 1965, s. 76).
olay lard an d ır. T an rıların ı soyııt b ir güç ve sonsuzluk o larak tasarlayabilm ek,
hem en hiçb ir kavm e nasip olm uş değildir. K abalcılar, T a n rı’nın b ir sureti ol
d u ğ u n a in an ırlar. T e v ra t’ta, “O , efen d im izin suretini g ö rd ü ” (Â dat, X II, 8)
denildiği gibi, tüm İsrail şefleri, yapacakları büyük işler için hep T a n rı’ya dar
nışırlar, o da k endilerine em irler verir. H âk im ler ve M elikler bahsinin hem en
h er bölüm ünde b u n u ispatlayan p asajlar v ard ır. F akat Z ohar, T a n rı’yı kendi
yüklem lerinden biriyle karşılaştırm ayı b ir felâket sayar ve onun insan suret
leriyle açıklanm asını yasaklar. K abalcılara göre, T an rı, " E skilerin eskisi, g iz
lerin (sır) gizlisi, gizlilerin g izlisid ir”. O n u tam o larak belirlem ek olanaksızdır.
O n u n varlığı, eserleri içinde zayıf b ir su rette yarı görünür. "O , beyaz m antolu
ve parlak yüzlii bir üstattır; ateş dem etin d en örülm üş bir taht üzerinde, bu d e
m etleri ke n d i h ü k m ü altına alm ak için o tu rm u ştu r”. H erd er, ‘Poesis des Heb-
re u x ’ (t. II) adlı eserinde ateşin M usa k u ra m la rın d a , T anrılığın simgesi o ld u
ğunu pek iyi belirtm iştir. Sina çölünde ve d ağında, Y ahova ateş olarak g ö rünür
ve k u rb an ları ö ld ü rü p yakm ak için gökten kutsal ateş iner; b ir ateş b u lu tu , k u t
sal kürsüyü (tabernacle) k ap lar. A teşten, özellikle T e v ra t’ın Peygam berler (Re
suller) ve M ezm urlar kısm ında çok söz ed ilir (D aha çok önce H erak lit, sonra
ları Plotinos da ateşe fazla önem verm işti; H enri Serouya, s. 285-287). T ev
r a t ’ın H u ru ç , yani Çıkış kısm ında da (X IX , 18), “B ütün Sina dağı dum anla
ka p la n m ıştı” deniliyor ve Y ahova, ateşler arasın d an inm esi dolayısıyla, onun
b ir kişilik olarak kendini gösterm ek istem ediğini anlatm ak istiyor. Y uhanna,
■Genel K itapçığında (IV , 12), “T a nrı'yı asla k im se görm em iştir” derse de, Haz-
kıya peygam ber, d ü şünde (rüya) T a n rı’yı, m elekleri ve tüm m elekût âlem ini
gördüğünü iddia eder ve bazı vahiylere nail olduğunu söyler (I. ve II. bap lar).
H a tta bu peygam ber, evinde k onuklarıyla o tu ru rk en , Y ah o v a’nın eli kendine
d o k u n u r ve ateş şeklinde b ir adam görür ve T a n rı’nın eli onu saçlarından ya
kalayıp O rşilim ’in kuzeyine g ö tü rü r (H azkıyal, V III, 1-4).
H z. M u h am m ed ’in T an rı h ak k ın d a verm iş olduğu bilgilerden de anlaşıla
cağı gibi, İslâm T an rısı da başka b ir görüşle kişileştirilm iştir. Ş ahristanî, ‘El-
M ilâl v e ’n-N ih al’inde adların ı saydığı İslâm fırk aları arasında, M üşebbihe ya da
M ugassim e’nin, T a n rı’yı, alfabe h arflerin in su retlerini gösteren organlara sa
hipm iş gibi gösterdiklerini an latır. M istik hayal güçleri K u r’anda m ecazlı b ir
an lam d a kullanılm ış olan, T a n n ’nm eli gibi organlarla, T a n rı’nın görücülüğü
v e d u y u cu lu ğ u ... gibi niteliklerini, anatom ik ve biyolojik anlam larıyla değer
len d iren İslâm sap ık ları da vardır.
2. KU RBAN VE SU N AK LAR :
(1) Cemil Sena, Lucres'irı Filozof isi (Varlık dergisi, N. I, 15, 30 nisan 1938).
3. T A N R IL A R IN İN S A N L A R A B E N ZE YE N Ö Z E L L İK L E R İ:
4. B İR A N K E T İ N V E R İ L E R İ :
Tim e dergisinin A m erik a’da yapm ış olduğu d ik k ate değer b ir an ketin so
nuçları şud u r:
I. T ü rlü din ve m ezhebe m ensup olan A m erikalıların büyük b ir çoğun
luğu dinlid ir; fa k a t b u n lar, T a n rı’dan çok dine saygı duym aktadırlar. A m eri
k an h alkın ın çoğu, ü lk ü cü , insancıl (hüm aniste) ve d inam iktirler; bireycilikle,
m ülkiyete b ağlılık d u ygularının egem enliği altın d ad ırlar.
II. H ıristiyan kilisesi, kendi T an rısın ı ö ld ü rm ü ştü r. O n ların dini, T a n rı
sız b ir din ve T an rısız b ir T an rıb ilim d ir. Y ani, insan suretindeki T an rı ölm üş
tü r. B ugünkü din anlayışının gayret ettiği şey, insel ru h la rı kendine hizm et et
tirm eye elverişli, yeni b ir T an rı tanım ı elde etm ektir.
 lem i yaratm ış ve onu aşkıyla destekleyen kişisel b ir T a n rı'n ıp varlığına
im an konusu, bugün ciddî itirazlarla karşılaşm ak tadır. B unun için olacaktır
ki, Seuren K ierkegaard da vaktiyle, “Bir gün gelecektir ki, H ıristiyanlıkla d ü n
ya dost olacak, fa k a t o gün H ıristiya n lık ka yb o la caktır” dem işti.
Bu ankete karşılık veren Boston T an rıb ilim cilerinden Paul Ram sey, " Bi
zim girişim lerim izin ilk olgusu, diyor, yazılı tarihin başlangıcında Tanrı ölm üş
tür ilkesinden h areket ed erek yen i bir k ü ltü r inşa etm e k olm uştur. G o tik ka
tedrallerin b om boş olm ası, terk edilm iş bir im anın tanıklarıdır”. N itekim Y ahu
diler de, u ğ rad ık ları felâketler y ü zünden, iyiliksever b ir T a n rı’nın varlığı in an
cını yitirm işlerdir. H ayatın hiçliğine ve değersizliğine inanan m odern sanat kah
ram anları da b ir T an rı beklem enin beyhudeliğini telkin etm ektedirler. Ö rne
ğin, S artre ve ona bağlı olan v aroluşçular (existentialistes), «Y aradansız b ir
âlem tasarım ı, evrenin tüm çelişm e ve k arşıtların ı yüklenm iş olan b ir y aratı
cıya in anm ak tan d ah a kolaydır» düşüncesini savunm aktadırlar. K endi hayat
ların d a b ir T an rı problem iyle karşılaşm ad ık ların ı iddia eden bazı büyük pro
fesörler yanında, T an rı kavram ıyla alay edenler de vard ır. D in tarihçilerinden
M artin M arty d er ki: " K ilisede her pazar, b irçok sıralar insanla dolm aktadır;
p ra tik olarak bunlar, T anrisız değildirler, am a bu adamlar, pazardan başka gün
lerde sanki Tanrı yo k m u ş gibi hareket ederler”. D iğer b ir cizvit bilgini de şöyle
diyor: " A m e rik a B irleşik D evletlerinin tem eli, Tanrı ko rkusudur, fa k a t bu kor
ku , yaram az çocuklar için iyidir diyebilirim . N ite k im , bizzat ken d im — bu kor
kudan k u rtu ld u ğ u m için— d in sizim ”. (C am ilere gidenlerden pek çoğunun, cam i
d ışındaki dav ran ışları da, M artin M arty ’nin dediğinden farksız değil m id ir?).
Bir başka an k ette, A m erikalıların % 9 7 ’si T a n rı’ya inanm ış göründükleri
halde, O ’na derin d en im an ed enlerin % 2 7 ’yi geçmediği görülm ektedir. T a n rı’
yı sevip de kiliseden n efret edenlerin çoğunluğunu da gençlerin teşkil ettiği an
laşılıyor. Büyük d ü şü n ü rlerd en biri de, " T a p ın a kta gördüğüm insanların yü zleri
ne bakıyorum , fa k a t (m ırıldanan) kelim elerle (yapılan) jestlerin anlam ı, bunlar
için m i olduğundan em in d eğ ilim ,J diyor. Y ani b u zat, İncil m etinlerinin ve b u n
ları okuyan rah ib in h arek et ve deyim lerindeki anlam la kendini dinleyenlerin
gerçek inançları arasın d a b ir ilişki olm adığını iddia ediyor.
D er Spiegel dergisinin 1967 n ü sh aların d an b iri, Federal A lm anlardan üçte
birinin, T an rın ın öldüğüne in an d ığ ın d an söz eder. D anim arkalIların çoğu, İn
giltere, Fransa ile H ollanda ve tüm işçi sın ıfların ın kilise ve dolayısıyla T anrı
ile hiçb ir ilişkilerinin kalm am ış olduğunu a n latır. G enellikle K utsal K itapların
tanrısal b ir yapıt oldu ğ u n d an kuşkulanm ış olan Protestan ve K atolik din adam
ları, T anrıb ilim p rofesörleri, A nglikan, P resbiteryen ve m etodist T anrıbilim -
ciler, İncil ve T e v ra t’ın yanılgılar ve yanlışlıklarla dolu b irer m asal ve öykü
koleksiyonu olduğunu ileri sürerler. Y apılan tü rlü anketlerden anlaşıldığına
göre, K utsal K itaplara, k ırk yaşından k ü çü k olan P rotestan T anrıbilim cileriyle
pastörlerinin yüzde doksanı inanm am ış ve T a n rı’nın öldüğünü kabul etm işler
dir. Bu in an çta olan K anadalı E. H arrisson ad ın d aki b ir tanınm ış din adam ı
'T a n rısı O lm ayan Bir K ilise’ adlı b ir y ap ıt yazm ış, A nglikan pastörlerinden
W erner Polz, ‘A rtık T an rı Y o k tu r’ adlı b ir k itap yazm aya cesaret etm iş. Birle
şik A m erika T an rıb ilim F akültesi p ro fesörlerinden T hom as A ltizer, ‘H ıristiyan
T an rıtanım azlığ ın ın İn c ili’ adlı b ir yapıt y azarak yayım lam ıştır. B unların ve da
ha birçok aydın ların in k â r etm iş o ld u k ları T a n rı, gerçekte H z. İsa ’nın T an rılı
ğıdır. B unların esinledikleri ilke, A lm an filozofu N ietzsche’nin ‘Z e rd ü şt’e sa
vundurm uş olduğu “ Tanrı ö lm ü ştü r” önerm esi olsa gerektir.
Bazıları da, im anın altın çağı saydıkları o rtaçağa dönm e özlem i içindedir
ler. F akat gerçekte T a n rı, o çağdan itib aren ölm üştür. Siracuse Ü niversitesi
profesörlerinden G abriel V ahanian diyor ki: " H ıristiyan im am , m ührünü, sa
natlar, p o litika ve bir kü ltü r eko n o m isi üzerine basm ak suretiyle dünyayı d e
ğiştirdikçe, T a n rı’ya im an azalm aya başlam ıştır”. Bir büyük D om iniken rah i
bi de, " Y ü zyılla r boyunca kilisenin T anrı'ya verm iş olduğu n itelikler yüzü n d en
Tanrı ka y b o lm u ştu r” diyor. ‘Itin eraire dergisinde, ‘T anrıtanım azlığa D air N o t
la r’ başlıklı b ir m akale yazmış olan K atolik p ro fesörlerinden Louis Salleron
diyor ki: ‘‘D ünyada bir T anrıta n ım a zcılık pro b lem i vardır; H ıristiyanlıkta da
zalim ce bir T a n rıta n ım a zlık görülüyor. Fakat H ıristiyan olan, H ıristiyan kalm ak
suretiyle sadece T anrısız olam az; o, k e n d i im anının dünya Tanrıtanım azlığıyla
ilişkisi oranında dalgalanan bir Tanrı yapar ve ken d in in yapm ış olduğu bu Tan-
r ı’yı gerçek sayar”.
F ran sa ’da ‘France-Soir’ adlı b ir akşam gazetesinin yapm ış olduğu ankete
göre de, F ransızların % 7 3 ’ü T a n n ’ya inandığı h alde, cennete inan an lar % 39,
cehennem e in an an lar % 3 5 ’tir. Ö lüm den sonra dirilm eye ise, % 2 2 ’si in an m ak
ta d ır (B unların da çoğunluğunun ih tiy arlar ve k ü ltürsüz insanlar olduğunu sa
nıyoruz). İsv eç’te T a n rı’ya % 60, İn g iltere’de % 77 kişi inandığı h alde, cennete
inan an lar % 23, cehennem e in an an lar % 21 ’dir. İsv içre’de T a n rı’ya inanm a
yanlar % 16, Batı A lm anya’da % 19’d u r. T a n rı’ya inanm akla dinsel em irlere
itaat etm enin ayrı şeyler olduğunu p ra tik hayat deneylerinden açıkça görm ek
teyiz. M üslüm an kavim lerde T a n rı’ya inanm ayan kim se yok gibidir. F akat T a n
rısal em irleri kavrayıp itaat edenlerin sayısı, T a n rı’ya in ananların sayısıyla ters
o ran tılıd ır. E lim izde m atem atik b ir belge bulu n m am akla birlik te, İslâm ülkele
rindeki m addesel ve tinsel sefalet k a d a r da k ü ltü r seviyesinin düşüklüğü ve
din eğitim iyle görevli o lan ların ilkel zihniyeti, bu konuda başka b ir sonuç
çık arm ay a o lan ak verem ez. Bizim de M üslüm an halkın yoğunlaştığı çeşitli A s
ya ve A frika şeh irlerin dek i kişisel gözlem lerim iz, bu acı gerçeği onaylam am ızı
gerek tirm ek ted ir.
B ütün bu düşünceleri İslâm âlem inin din vc T an rı anlayışına da uygula
ma. cesaretini gösterecek büy ü k din ve düşünce ad am larına ihtiyaç vard ır. F a
kat daha çok önce İb n R avendi, d in lerin , T an rı anlayışı ve insan eylem leri için
sap tad ık ları eylem ler b ak ım ın d an ne denli yanlış ve ilkel olduğuna dikkati çek
miş; E bu Z ekeriya R azî de, d ah a X . yüzyılda, ‘P eygam berlerin H a rik a la rı’ adlı
eserinde, evvelce kaydettiğim iz gibi, tüm dinleri eleştirim ci b ir gözle çözüm
ledikten sonra, b u n ların in sanlara taklit ve âdet yoluyla geçtiğini, hiç kim se
nin kendi d inini b ir karşılaştırm a ve bilgiyle seçm ediğini, zaten bu güce sahip
olan in san ların p ek az o lduğunu, bu azlığın da, peygam berlerin getirdiği dine
değil, kendi akıl ve kavrayışlarının k ab u l edebildiği inançlara bağlandığını ce
saretle yazabilm işti. D aha yarım yüzyıl önce, M ısır bilginlerinden ve İslâm
dininde b ir reform yapılm asını düşünm üş olan Şeyh M uham m ed A bduh da, ak
lın kabul etm eyeceği dinsel k an ıtları saçm a saym ıştı ki, H z. M uham m ed de,
"‘D in a k ıld ır 'v e a klı olm ayanın d in i y o k tu r ” dem ek suretiyle, im an ko n u ların d a
ak ıl yolunun açılm asına izin verm işti. Şüphesiz ki, İslâm ve H ıristiyan dinleri
ve T an rı anlayışları h ak k m d ak i b u gibi düşünceler, h er iki dinin T an n b ilim -
cileri için b ir çeşit sap ık lık tır; fak at çağım ızın b u ko n u lard ak i düşünce ve
inanç akım ını d u rd u ra c a k k a d a r ü stü n bilgi ve düşünceler verebilen büyük din
adam ları da yetişm em ektedir ve yctişem eyecektir.
5. K O M Ü N İZ M D E T A N R I T A N I M A Z L I K :
Felsefe tarih in d e, “Bir H abeşli, T a nrı'yı siyah tenli, bir Trakyalı ise m avi
gözlü tasavvur eder; ö kü zlerle atlar da T a n rı’yı hayal edebilselerdi, O ’nıı an
ca k k e n d i suretlerinde tasarlayabilirierdi” diyen X en o p h o n ’dan başlayarak,
Parm enides, D em okrit, Prodikos, G orgias, T heodoros, E p ikür, H erak lit, Luc-
recius C aru s1, doğal din taraflıları, h um anizm acılar, Spinoza ve tüm diğer bü
yük m addeciler gibi d o ğrudan doğruya T a n rı’yı in k âr eden ya da T an rı hak-
k ın d ak i düşünceleri, T an rıb ilim ciler ta rafın d an b ir çeşit in k â r ve k ü fü r sayılan
filozofların yanında, A uguste Com te gibi, dinsel in ançları üç hal k an u nunun
T anrıbilim sel (theologıquc) dönem inden kalm ış d ü şü n ü rle r sayarak, insanlıktan
d ah a üstün ve kutsal b ir v arlık kabul etm eyen gözü pek b ir filozofla ona bağlı
o la n pozitifçiler v ard ır. J . M . G uyau, ‘Irreligion de l ’A venir’ adlı eserinde, in
sa n ların d in lerd en ve d ogm alardan k u rtu lm a çabası içinde o ld u k ların ı, tüm
d in lerd e yalnız antropom orfizm değil, b ir de sosyom orfizm in (sociom orphism e)
bulu n d u ğ u n u savunm ak suretiyle derin b ir gerçekliği gösterm iş; J.-P . S artre ve
o n a bağlı olan lar, açıkça T anrıtanım azlığı seçm işlerdir. T üm bu tarihsel hazır
lıklar içinde, çağım ızın b ü y ü k politik a ve, ekonom i problem lerinin kışkırttığı
yeni akım lar, kom ünizm de tam am ıyle inkârcı b ir m addeciliğin yerleşm esini sağ
lam ıştır. H en ri D escroshe, yeni yayım ladığı ‘Socialism e et Sociologie R eligieuse’
(P aris, 1966) adlı eserinde, M arx ve E ngels’in dinsizliğine de dayan arak der ki:
“K o m ü n izm , yen i bir din değildir. O , bir din olm ayı da reddeder ve bir bilim
o lm a k ister; dinsel duygudan da tiksinir. K o m ü n izm e göre, kilise adam larının
ahlâksızlığı, p o litik erklerin (ik tid ar) ka p ita lizm e bağlılığı, insanı söm üren ek o
n o m ik rejim , ö lü m sü z Tanrı ve ruh tela kkilerin d eki saçm alıklar gibi yalnız H ı
ristiyanlığa özgü (m ahsus) olm ayan inançları dolayısıyla din sizlik, dinlerin k e n
d i yapılarında da vardır. Bu itibarla M arxçılık, H ıristiyan T anrıbilim iyle olduğu
kadar da tü m ö te k i dinlerle d e ilgisini kesm iş o lu r”. Bu yazar, M arxçı dü şü n
ceyi dinsel d ü şünceden ayıran ü ç esaslı n o k ta gösterm ektedir: 1. G eçm iş din-
(1) Örneğin, Empedokles, “Tanrı’yı gözlerimiz önüne koymak veya onu el
lerimizle tutm ak, bizim için olanaksızdır; onu insan kalbine götüren en geniş
inandırm a olanağı da yoktur” derken M.Ö. III. yüzyılda filozof Krates, Stil-
p o n ’a, “Tanrılar diz çökmelerden ve dualardan hoşlanırlar m ı?” diye sorunca,
bu filozof, “Hayvan! Bunu bana halkın içinde sorma, yalnız kalm amı bekle!”
demiş ve daha çok önce de eski Yunan bilgelerinden Bion’a, “Tanrılar var
mıdır?” diye soran birine, bu düşünür, “Zavallı ihtiyar, önce halkı uzaklaştır!”
karşılığım vermiştir. Bunlar bize, bilgin ve bilge olanlarla bilgisiz çoğunluğun
her dönemde farklı inançlara sahip olduklarını ve düşünürler üzerinde toplu
m un yaptığı baskıları da anlatır.
İcrle bu dinlere bağlı olan rejim leri reddetm ek; 2. Sosyal ilerlem e m askesi al
tında kılık değiştiren bugü n k ü dinlerle ilgiyi kesmiş olm ak; 3. G elecek d in
lerle, devletin T anrıtanım azlığıyla ve T an rıtan ım az devletçilikle ilgiyi kesm ek ...
M arxçılığa göre, u lu sların afyonu, T an rıb ilim ve fazla eleştiriye dayanam ayan
dindir. N itekim , Lenin de, kom ünist gençliğin üçüncü Rus ittihadı kongresinde,
kom ünist gençlerin rolüne d air verm iş olduğu b ir söylevde şöyle dem işti: "B iz,
ahlâkı ve ahlâkhltğı hangi anlam da inkâr ediyoruz? B iz bunları, burjuva anla
m ında inkâr ediyoruz. Zira, burju va zid e bu ah lâ klılık, Tanrılığın em irlerinden
a k ıp gelm ektedir. Biz, kesin olarak T a n rı’ya inanm adığım ızı söylüyoruz ve ço k
iyi biliyoruz ki, Tanrı adı altında konuşanlar, gerçekte k e n d i çıkarlarını savun
m a k için konuşanlar, rahipler ve m ü lk sahipleriyle burjuvalardır. O nlar bu ah
lâkı, Tanrılığın em irlerinden çıkaracakları yerde, ülkü cü ya da yarı ü lk ü cü
tüm celerden çıkartm aktadırlar ki, bunlar da en sonunda ve k u v v e tle Tanrılığın
em irlerine b en zerler” (N. L enin, ‘Le R ole de la Jeunesse C om m uniste’, P aris,
1921). N aziler tarafın d an idam edilm iş ve H ıristiyanlıkta K opernikçe b ir re
form yapm ak istem iş olan D. B onhoffer, "B iz, diyor, din d en yo ksu n bir dö n em e
doğru gidiyoruz. N ite k im ko m ü n ist rejim de din, h a lkın afyonu olarak suçlandı-
rılm ıştır. Bu, yeryü ziin d eki insanların yarısına ya kın bir k itlen in dinsizliği de
m ektir. Zira bu rejim , m ilyonlarca insanı, T a n rı’nın varlığı kavram ından uzak-
laştırm ıştır”. Çin gibi, kom ünist olm adan önce de T an rı h a k k ın d a açık b ir b il
gisi bulunm ayan büy ü k top lu m d a, T an rıtan ım azlık daha kolay yayılm ıştır. Z ira ,
çok eskiden KonfüÇyüs, T an rı sözcüğünden ve T a n rı’ya birtak ım sıfatlar v er
m ekten şiddetle kaçınm ış, dinsel p roblem lerin tartışılm asında hiçbir y arar gör
mem iş, dinsel ayin ve ibadetlere, b ir âdetten fazla değer verm em işti. O na göre,
en büyük ibadet, insan lara karşı ahlâksal ödevlerin yerine getirilm esidir. "E ğer,
der, birtakım tinsel varlıklar varsa, onlardan uza kta kalm ayı yeğ tutm alıdır.
D uanın da yararı yo ktur. Z ira g ö kyü zü , insanların iş ve düşüncelerine etk in
olarak ka rışm a z”. Bu filozof, "N a m u slu adam , diyor, ken d in i aşm aktan başka
bir şey aram az”. O , asla kutsallığa ulaşm ış olm akla övünm em iştir. "B enim h a k
kım d a ancak yo ru lm a k bilm eden çalışm ış ve cesareti kırılm adan başkalarına
öğretm iş bir insan olduğum söylenebilir” dem iştir. Y ani o, peygam berlik id d ia
sında bulu n m am ıştır. K endisi ölm ek üzereyken öğrencileri, k u rb an sunm ak is
tem işlerse de, K onfüçyus, "B enim dualarım çoktan ya p ılm ıştır!” diyerek b u n u
reddetm iştir. O , en büyük erd em lik ten , tüm insanları sevme ödevini anlam ıştı.
Z ira ona göre, insan o n u ru , ancak toplum hayatıyla olanaklıdır. N am uslu adam ,
önce kendi kişiliğini aydın latır, sonra da b aşk aların a saygı duym ayı bilir. Y anı
insan, önce k en d in i yetiştirir, sonra da tüm h alk a m u tluluk ve esenlik verir;
kendini yetiştirm ek, ken d in e hizm et etm ek dem ektir. O , b ir y arar ya da k a r
şılık bekleyen d u aların aleyhinde b u lu n m u ştu r. K endisiyle b irlikte, kendine bağ
lı olanların savu n d u k ları ana düşünce, insan h ak k ın d a soyut b ir düşünce değil,
psikoloji, ahlâk ve politikayı da kavrayan b ir hayat sanatıdır. Bu b ir çeşit hü-
m anizm adır. O , ru h lard an söz etm ek istem ediği gibi, h a rik a lard an , kutsal şey
lerin kuvvet ve karg aşalık ların d an da söz etm ek istem em iştir. O nun bu konu
daki tutum u , b ir ne bileyim cilikten (agnosticism e) değil, günlük işlere, yakın
larıyla ve pozitif alan la ilişkisi y ü zündendir. H ayatı, y u rttaşlarım skolastik ve
m istik spekülasyonlardan u zaklaştırm a gayreti içinde geçti. Ö zet o larak, insel
k ü ltü rle halk ın iyiliğini özdeş saymış o lan bu büyük adam , yüzyıllarca altı yedi
yüz m ilyon insana pozitif ve gerçekçi düşünceleriyle hükm etm iştir (M arcel
G ra n et, s. 386-398). B ugünkü Ç in, onu gelenekçi olduğu için terk etm iş ve
h alk ı M aoculuğun tutsağı (köle) haline getirm iştir ki, bu politik rejim , tam a
m ıyla m addeci o ld u ğ u n d an , hem dinsiz, hem de T anrısızdır; bu sistem de reji
m in kendisi b ir d in d ir. Buda da, açıkça T a n rı’d an söz etm em iştir. Esasen ve
genel olarak tüm din ler, b irb irin i yalanlam ak suretiyle gerçeğin, Y üce T anrı
inancının zayıflam asını ve yıkılm asını da hazırlam ışlardır. K om ünizm de, dinin
b ir sosyal olay o larak görevini tam am ladığı, h a tta insanlığın ilerlem esine ve ev
rensel barışa engel olduğu k ab u l edilm ektedir. F akat insanları, din ve T an rı
in ancından u zak laştırm an ın bazı sakıncalarıyla olanaksızlığım fark etm iş olan
bu rejim , sim gesel de olsa, son yıllarda, insan ların kutsal k avram lara karşı olan
saygı ve d ü şk ü n lü k lerin i d ah a hoşgörüyle karşılıy o r gibi görünm ektedir.
6. EN Y E N İ İN A N Ç L A R IN A L D IĞ I Y Ö N :
M aeterlin ck ’e göre, "B ugüne d e k insanlar, başka bir d in e girm ek için, es
kisin i terk ediyorlardı. B ugün ise, hiçb ir d in e g irm em ek için insanlar, k en d i d in
lerini te rk ediyorlar". V aktiyle S aint J u s ta in , kilisenin T anrıtanım azlığı h ak
k ın d a şöyle dem işti: "B ize T an rıta n ım a z diyorlar, pekâlâ, evet bizler, sözde
T anrı diye iddia edilen Tanrıları inkâr e ttiğ im iz için T anrıtanım azlarız" . Bü
yük S o k ra t’m , tek T a n n ’ya inandığı için T an rıtan ım az sayılarak ölüm e m ahkûm
edildiği de u n u tu lm am ıştır. Bu diyalek tik ya da m etodik T an rıtan ım azlık her
çeşit T an rıb ilim e uygulanabilir. Bugün insan lar, T an rı hak k m d ak i yanlış ve
sak a t düşünceleri değil, T a n rı d ü şüncesinin k endisini in k âr etm ekten hoşlanı
y o rlar gibidir. Bu nedenle b ir d ine m ensup o ld u k ları halde, dinsizlerm iş gibi
g örünm ekted irler. K aliforniya A nglikan kilisesi rah ip lerin d en J . A. Pike, kili
selerin üçüzlem eyi terk ederek tek T a n rı’yı k ab u l etm elerini salık v erir de,
"Z ira , der, ü çüzlem e, üç Tanrı varm ış gibi bir d ü şünceyi yaratıyor ve bu d ü
şünce, bugün b irçok H ıristiyan din adam larına da yayılm aya başlam ıştır". O y
sak i H z. M uham m ed, b u düşünceyi d ah a çok önce savunm uş ve Y üce T a n rı’
n ın m utlak birliği inancını getirm iştir. İn san lard a T an rıtanım azlık, k a d er inan
cının yıkılıp, herkes kendi talih in in dem ircisidir inancı doğduktan sonra başla
m ıştır. D ah a b irçok nedenleri b u lu n a n b u gerçeğin, üzerinde d u racak değiliz.
F akat bugü n k ü T anrıtanım azlığın gerçekte b ir insancılık (hum anism e) olduğu gö
rü lm e k te d ir... Bugün öyle garip d in ler ve garip m ezheplerle ta rik a tla r v ardır
ki, m ilyonlarca insan, b u n lara k örü k ö rü n e inanm ış olm akla birlik te, akıl ve
bilim in gelişm eleri ö n ünde tü m ü n ü n hem saçm a olduğu, hem de yayılm ış ol
(1) Vaktiyle Epikür de, “Halkın Tanrılarım inkâr eden kâfir değildir, fa
kat onların verdikleri karakteri Tanrılara yükleyenler kâfirdir” demişti.
d u kları toplum un koşulların d an doğan insel b ir girişim oldukları in k âr edile
m em ek ted ir1.
Ç ağım ız M üslüm anlarının p ek de ciddî istatistiklere dayanm ayan k ab arık
sayılarını yaklaşık o larak bilm ekteyiz. Bu dinde öteki k itap lı d in le r gibi tü rlü
u lu slara dağılm ış, tü rlü m ezhep ve tarik atlara b ö lünm üştür. B unlardan gerçek
M üslüm anlığı kavram ış o lan lar da p ek çok değildir. Ç oğunluğu okuyup yazm a
bile bilm eyen İslâm kavim ler, ibadetin k u ral ve özelliklerini olduğu k a d ar da
nam azda okun acak ayetleri, M üslüm anlığın erdem leriyle yüce am açlarını b il
m ezler. Bu, dinim izin k u su rlu o lu şu n d an değil, M üslüm an kavim lerin ilkellik
ten ve kendi geleneksel töreleriyle alışk an lık ların d an kurtulam am ış olm aların
d an d ır. B una, tü rlü ekonom ik, toplum sal ve siyasal nedenlerle kendilerine yol
gösteren bazı ülkücü devrim cilerin v aad ettik leri m utluluğa kavuşm a u m u d u n u
da eklem elidir. Birçok ta rik a tla r ve m ezhepler, bu vaadin ışığı altın d a asıl dini
so y su zlaştırm alard ır. A m e rik a ’d aki zencilerin M üslüm anlığı bu tü rd en d ir. İslâm
A m enttisüne asla inanm ayan b u zencilerin tan rısı yarım yüzyıl k a d a r önce, gez
ginci b ir tü ccar olan W allace D r. F ard ad ın d ak i b ir zencinin kişiliğine b ü rü n e
rek, — H ıristiyan tan rısın ın H z. İsa biçim ine girdiği gibi— yeryüzüne inm iş ve
Ü stad Fard M uham m ed adını alm ıştır. Beyaz ırk a düşm an olan bu T an rı, Elijah
Pool adın d a b ir zenciyi kendisine peygam ber yapm ıştır. F akat bu Tanın o rta
dan kaybolunca E lijah Pool de adını, E lijah M uham m ed’e çevirm iştir. 1975’e
k ad a r yaşam ış olan bu adam ın ö lüm ünden sonra, oğlu W allace peygam berlik
görevine başlam ıştır. Bu dinin b u y ru k ların ı, W a lla c e’ın babası, ‘Message to the
Blackm an in A m erica’ (Chicago, 1967) adlı eserinde toplam ıştır ki, içinde K u r’an
ve İncillerden alınm ış bazı dogm alar varsa da ne b u yapıtın, ne de bu dinin İs
lâm lıkla hiçb ir ilgisi yoktur. Bu din in gerçek ve açık am acı, şeytan ırk ın d an tü re
miş olan beyaz ırk ın zalim egem enliğine son verm ek, zencilerin özgürlüğünü
sağlam ak ve onlara yak ın d a kavuşacakları esenlik ve m utluluğu m üjdelem ektir.
Çağım ız, T an rı ve din k o n u su n d a, geçm işin tüm m istik ve kutsal inanç
larında görülen akılsal ve bilim sel aksak lık lara d ik k at ederek, insanlığa yeni
b ir yol, yeni b ir ü lk ü verm e gayretindedir. Ju lie n H uxley, 2. baskısı 1958’de
çıkan ‘V ahiysiz D in ’ adlı İngilizce eserinde, “D in, diyor, insan denilen psiko-
sosyal varlık için norm al bir işlevdir (funetion). B u bakım dan, insan için zo
runlu gibi görünür. Fakat din, kâ firleri yaktıkça, H intlilerin yaptığı gibi, ço
cukların kurban edilm esini iste d ik ç e ... asla g üzel ve iyi değildir. Fakat o, ge
lecekte, ahlâkın dayanağı, bilim e im anı, hayatın, b ü y ü k adam ların ve b ü y ü k
(1) Bunlara bir örnek olarak, Hindistan’da yaygın olan, Mirza Gula
A hm ed’in, Ahmediye m ezhebini verebiliriz. K aynağını XV. yüzyılda Kabir adlı
bir m istikten alan bu mezhebe göre, Gulam Ahmed, kendisini Hz. M uham m ed’le
Hz. İsa ve Tanrı Vişnu'nun cesetlenm esi ve ardılı saydığından, Brahmanizmi
öteki dinlerin dogmalarıyla karıştırmış, sözde Vişnu'nun fallusu ile Hz. Muham-
med'in hilâlini ruhunda yoğurmuş ve bu yüzden ölüleri ikiye bölerek bir kıs
m ını yakmak, bir kısm ım da gömmek suretiyle Tanrıların hiçbirini kızdırma
maya dikkat etm iş Bugün Hindistan’da üç buçuk m ilyon Tanrı, 15 m ilyon evliya,
8 m ilyon rahip vardır ve bunların hepsini halk beslemeye mecburdur (Helene
Tournaire, Poivre vert,. Paris, 1966).
düşünürlerin kutsallığını savunan bir inanç olacaktır. A n c a k bu suretle insan,
bilinm ezle doğaüstü ko rku su n d a n ku rtu la b ilir’’1. N itekim , biyolojist b ir filozof
olan H aldan e, çağım ızın bilim sel k u ram ların ı b illu rlaştıran yeni b ir dinin ola-
naklığım savunm uştur. B. G rasset basım evinin P aris’te yayınlam ış olduğu ‘Ce
Q ue J e C ro is’ b aşlıklı külliyata eserleriyle k atılan Fransız A kadem isi üyelerin
den yedi b ü yük bilgin ve d ü şü n ü r de, dogm atik ve m istik inançların yerlerini
bilim sel verilere terk etm e zo ru n d a o ld u k ların ı tü rlü şekillerde açıklam ışlar,
yani insanın din anlayışında, yeni bilgilerin ışığı altında b ir değişikliği savun
m uşlardır. Ç ünkü insan, kendi benliğinin bilinci h a k k ın d a daha fazla bilgi elde
etm ektedir. E vren h ak k ın d a bilgim iz de genişlem iş ve yenileşm iştir. B unun için
d ir ki, son zam an lard a İngiliz T anrıb ilim cilcri, T an rı sözcüğünü kullanm ak-
sızın yeni b ir T an rıb ilim kurm aya çalışm ak tad ırlar. O n lar, "D inler, diyorlar,
b itm ez tü k e n m e z vahiy masallarıyla insan bilgisinin ilerlem esini köstekliyorlar”.
Bugün İng iltere’de A hlâksal Birlik ve A kılsal Y ayın Cem iyeti adında iki k u ru l.
Britiş H üm an ist Cem iyeti adı altın d a birleşerek yapıcı, bilim ci, felsefe ve k ili
senin de y ardım ından yararlan an insancı (hüm aniste) düşünceyi kurm aya ça
lışm aktadır. Bu cem iyet, h er yıl, ahlâksal, d em o k ratik, barışçı ve evrim ci b ir
insancılık am acıyla layik kongreler yap m ak tad ır. Y ine İng iltere’de büyük vc
bilgin bir din adam ı, m itolojisiz b ir H ıristiyanlığın kurulm ası için uğraşm akta
ve bu dini, doğaüstü cü lü k ten (surnaturalism e) k u rtarm aya çalışm aktadır. A l
m anya’da d a, R udolf B ultm an, tekvin, tu fan , Â d em ’in yaradılışı, cesetlenm e
(incarnation ), m ira ç ... gibi olayları In c il’den ve H ıristiyanlıktan atm aya çab a
lam aktadır. O , b u g ü n k ü bilim in gelişm esi karşısın da, b u n ların pek çocukça
uyd urm alar o lduğunu ileri sürm e cesaretini gösterm iştir2. A nlaşılıyor ki, T a n rı’
ya inanm ak için, O ’n a, h a rik a la r yaratıcısıym ış gibi sıfatlar verm eye gereksinm e
y oktur. F reu d cu lar, " H a lk T an rıb ilim in in Tanrısı, bir projeksiyondur; bu pro
jeksiyon o lm a ksızın da yaşam ak olanaklıdır” derler. O ppenheim er, ‘İnsan T a n
rı O lm ak İstiy o r’ adlı eserinde, tarih in bu isteği, h ü k ü m d a r ve d ik tatörlerde
gösterdiğini açıklar. N itekim , G üney P asifik ad aların d an bazıların d a tekvin ko
nusu açık lan ırk en , ilk canlının insan olduğu ve insanın da T an rı olduğu, dinsel
b ir dogm a o larak k ab u l edilir; tüm m istikler ve özellikle varlığın birliğini savu
nan lar, p an teistler de tü rlü m ecazlara b a şv u rarak kendilerinin T anrılığım sa
İSLÂ M D İN İN D E T A N R I (A LLA H )
(1) Müslümanlık. Araplar için ulusal bir dindir; dili Arapça olduğu gib
savunduğu ahlâk ve hukuk kuralları da Arapların sosyal ve psikolojik hayatında
görülen aksaklıkları düzeltme am acını taşır; ister şer’i, ister uygar olsun, her
hangi bir ülkü, yayıldığı toplumların ve ulusların ruhsal yapısına, sosyal ihtiyaç,
m enfaat, töre, âdet ve geleneklerine göre şekiller alır. Bütün tarikat ve m ezhep
lerde bu yersel ve ulusal özelliğin nitelikleri görülür.
T a n rı’dan başka Tanrı y o k tu r " (M aide, 73). T a n rı’ya oğul isnat ettikleri için
az kalsın, " G ö kler çatlayacak ve dağlar y ık ılıp yerlere geçecekti” (M eryem , 90)
diyecek k a d a r üçüzlem e dogm asından tiksindiren K u r’anda, H ıristiyanlığın T a n
rı telakkisine itiraz eden d ah a b irçok ayet v ard ır (B akara, 116; F u rk an , 2 ).
K u r’an , T a n rı’nın tekliği ü zerin d e ısrarlı telkinlerde bu lu n u r: “Tanrı, bir te k
T a n rı’dır, O ’ndan başka tapılacak y o k tu r ’’ (Âli İm ran, 2 ve B akara, 163; Saf-
fat, 5-6; N ahl, 51). Z aten , " Y e rd e ve g ö kte T a n rı’dan başka Tanrı olsaydı,
fesada uğrarlardı” (E nbiya, 22-23; İsra , 42-43).
D in tarih leri bakım ın d an tek T a n rı düşüncesini ilk savunan H z. M uham
m ed değildir. O n u n b u k o n u d ak i anlayışıyla araların d a pek büyük fark la r ol
m akla b irlik te, m ilattan V I yüzyıl önce yaşam ış olduğu zannedilen Y uşa (E ş’iya)
peygam ber de onun tekliğinden söz etm iştir. “E vvel, benim , ahir benim ve ben
den başka Tanrı y o k tu r ” (T ev rat, E ş’iya, X L IV , 6; X L II, 5 / 8 ) ayetinden de an
laşılacağı gibi, İslâm a riflerin in Y üce T a n rı’yı, evvel, ah ir, zahir ve bâtın sıfat
larıyla belirtm eleri de yeni değildir1. N itekim A risto gibi, çoktanrıcı dönem le
rin büyük b ir filozofu d a, Sokrat gibi, T a n rı’da şu sıfatları görm üştür: T an rı
b ird ir, âlem de b ird ir ve o dilediği gibi işler', değişm ez, b a k id ir ve yetkindir,
çoğalm az, h er yönde b i r d i r . İslâm ve H ıristiyan felsefe ve tarih bilim inde pek
çok tartışılm ış olan b u ve b u n a b enzer sıfatlar, b ü tü n öteki kitaplı ve kitapsız
d in lerde de az çok fark larla v ard ır. V oltaire, h içb ir dinin çoktanrıcı olm adığını,
öteki T an rıla rı da yaratan b ir Y üce T a n rı’nın b u lu n d u ğ u n u savunur; Yüce
T a n rı’nın ebedîliği k o n u su n d a tüm k itap lı d in ler birleşm iş oldukları halde, çok-
tanrılı dinlerd e b u n u n aksi k ab u l edilm iş gibidir. Ö rneğin, Em pedokles ve
E p ik ü r’e ve h a tta B udacılara göre T a n rıla r, ebedî değildir, o n lar da pek uzun
b ir ö m ü r geçirdikten sonra ölü rler; yalnız ölüm T anrısı olan M ara ebedîdir.
Ö rneğin, eski M ısırlılara göre T a n rı, insandan d ah a çok yaşar ve nihayet o da
ölür. V ed a’lard ak i T a n rıla rla Y unan T an rıları da ebedî değildirler; b u n ların
ölüm süz olabilm eleri bazı k oşullara bağ lıd ır. Y alnız, o n la r hem görülem ezler,
(1) Bu ayet, d a h a çok önce In c il’de de şöyle ifade edilm işti: “O, y a n a n ve
nur saçan bir çerağ id i” (Y u h a n n a , V, 35).
tüm D oğu ve Batı âlem inde görülen din ve ta rik atla rın pek çoğunda olduğu
k ad ar da k itaplı din lerd e ışın, ışık ve n u r deyim leri, T anrısal ve kutsal yüce
liğin sıfatı, h a tta bazen de kendisi o larak kullanılm ıştır. T a n n ’yı görm üş oldu
ğunu iddia edenlerin bilinçlerinde kalan son izlenim , gözleri ve ru h ları kam aş
tıran ışın ve n u rd a n ib arettir. Y u k ard ak i ayette de görüldüğü gibi, K u r’an bu
tasarım veya izlenim e b ir yenilik getirm ediği gibi, T a n rı’yı hayal edebilm eye
olsun hizm et edebilecek b ir b aşka sıfat ya da deyim şekli kullanm ış değildir.
İlkel zekâlar, kendi seviyelerine uygun b ir y aradanı hayal ederler. M istik ru h
lar da az çok b u k arak terd ed irler; fak at, seçkin ve üstü n ru h lar, T an rıların ı
b u lu rlar; peygam berler bu tü rd en d irler. B unlar, b u ld u k ları T an rı ile konuş
tu klarını iddia çtm işlerdir. D in ad am ların ın çoğu, T a n rı’nm kendini akıl ve
bilgi sahibi in san lard an saklayarak yalnız b irk aç seçkin kişiye göründüğünü
zannetm işlerdir.
T an rı, kişisel ve som ut b ir v arlık sayıldığı için, O ’nun m akam ı n eresidir?
O , nerede b u lu n u r? gibi so ru lar ak la gelebilir. Şüphesiz ki T an rı, uzaydan arın
m ış, h er yerde h azır, görücü ve gözetleyici b ir m u tluluk ve m üb arek lik tir. T ev
r a t’ta E ş’iya ve H azkıya peygam berler, T a n rı’yı yüksekte, b u lu tla r üzerindeki
b ir tah t ü stü n d e o turm uş b ir insan şeklinde görm üş old u k ların d an söz eder
ler (E ş’iya, V I; H azkıya, III). N itekim , b irçok H ıristiyan ressam ları d a, T an-
r ı’yı b u lu tla r ü stü n d e ya da arasın d a yerleşm iş ihtiyar ve güzel b ir adam şek
linde betim lerler. F ak at, K u r’an ve hadislerle b u n lar h a k k ın d a tü rlü yorum la
m alard a b u lu n an İslâm bilginleri, tam am en m istik ve h atta imgesel b ire r ta
sarım olan ve ne olduğunu kendileri k a d a r da H z. M uham m ed’in açıklam adığı,
h atta açıklayam am ış olduğu şöyle b ir yeri T a n rı’ya lâyık görürler: T ab a k a ta
b ak a yükselen birtak ım m akam ların en ü stü n d e A rş v a rd ır; onun altında K ürsî,
d aha sonra gökler ve cennette Sidre v a rd ır; A rş, sonsuz ve yüce b ir çevredir;
âlem hak k m d ak i tüm tasarım lar o nda sona erer. T a n rı, S id re’nin en son ucu
nu n ötesin d ed ir ve o, " B ü y ü k A r ş ’ın sah ib id ir” (T övbe, 126); " O ’nu n kürsüsü,
gökleri ve yeri kaplar ve göklerle yeri ve tü m evren ve uzayı ko ru m a k, O ’na
hiçbir zo rlu k ve ağırlık ve rm e z”. (B akara, 2 5 6 ); fak at O ’nu, " G özler idrak
etm ez, O gözleri idrak eder, öyle lâtif, öyle (her şeyden) haberi vardır”. T efsir
ciler, K ürsî terim ine, bilim ve k u d re t anlam ını v erirler. S ünnet ehli, T a n rı’m n
uzay ve cihetten aşkın o lduğunu, fak at A rş üzerine de yayılm ış bulu n d u ğ u n u
kabul ederler. Son çağların T anrıbilim cileriyse, T anrısal em rin tüm varlık lar
üzerine taşm ış olduğunu ve T a n rı’nın tüm y arattık ların ı kendi em ri altına al
mış b u lu n d u ğ u n u sav u n u rlar. Ö zet olarak T a n rı’ya belli b ir yer, b ir m akam
verm ek, O ’nun tüm âlem leri k u şatan sonsuz u lu lu ğunu sınırlam ak gibi b ir yan
lış düşünceye k ap ılm ak olur. Z ira O , " G öklerin ve yerin ve bü tü n aralarında-
k in in R a b b id ir” (D u h an , 7-8); "O , doğunun ve batının R abbi, başka Tanrı yok.
A n c a k O . Y a ln ız O ’nu v e k il tu t!” (M üzem m il, 9).
Bu son ayette m aşrık ve m ağrib sözcükleri kullanılm ıştır. B unlar ise, doğu
ve b atı dem ek değildir; güneşin doğup b attığı yerler dem ektir. T efsirciler b u
n u , parlayan ve sönen h er şeyin R abbi diye yoru m larlar. K u r’an b u iki ciheti,
evrenin tekm il yönleri anlam ına kullanm ış sayılm azsa, güney ve kuzeyden söz
edilm ediği için, T a n rı’nm b u iki cihetle h içb ir ilgisi yokm uş gibi dine aykırı
bir düşünce akla gelebilir. Başka b ir ayet, b u düşünceyi b iraz olsun zihinden
uzaklaştırm aya hizm et eder: “D oğu da batı da T a n rı’nındır, ne tarafa yönelir
seniz, T a n rı’m n y ü zü oradadır. M u h a k k a k Tanrı geniştir ve her şeyi bilir” (Ba
k ara, 115). T a n rı, tüm âlem lerin ve y aratık ların T an rısıd ır am a, yalnız kendisine
im an etm iş o lan ların k o ru y u cu su d u r ve yardım cısıdır; (Âli İm ran, 65; Bakara,
258), im an etm eyenlerin değil. T an rılığ ın ı, im an etm eyenlere tanıtm am ış, h atta
Peygam beri aracılığıyla da tan ıtm ak istem em iş olduğuna ve tanıtm ış olsa da,
hidayete nail edip etm em ek hususu k en d i ta k d ir ve isteğine bağlı bulunm asına
göre, âlem lerin R abbi sıfatı ü zerinde bazı tartışm alar olanaklıdır. K u r’andaki
birçok h itap lar, " E y ahali! E y im an ed en ler!” şeklindedir ve Hz. M uham m ed’in,
kendilerine h itap etm iş olduğu kim seler, çevresinde yaşadığı h alk tab ak alarıd ır.
T üm insanları içine alan açık b ir h itap v ar olm adığı içindir ki, T an rıbilim ciler ve
tefsirciler, İslâm davasının ana ilkesini teşkil eden "âlem lerin R a b b i” d ü şü n
cesini, canlı ve cansız, m üşrik, k âfir tüm y aratık lara da teşm il ed er ve, "E y n â s!”
h itabını, "E y tüm insanlar!” diye çevirirler. T a n rı, uzaydan arınm ış olm asına
karşın, her yerde h azır ve n azırd ır; fak at çoğu m onoideism e’e ve m onom ant’ye
tutulm uş olan m istiklere göre, O ’nun yeri, g ö n ü ld ür, y ürektir. O n lar, her şey
saydıkları T a n rı’yı, bu dünyada göreceklerini u m arlar; oysaki dinler, im an eden
lerin O ’nu , ah rette, görebileceklerini sav u n u rlar. (F atiha, 1; M üm in, 64-66; Ah-
kaf, 35) surelerinde âlem lerin T anrısı kavram ı açıkça belirtilm iştir1. N itekim
S aint-Paulos’da "D ü n ya d a p u tu n bir şey olm adığını ve bir TanrTdan başka
Tanrı olm adığını biliyoruz. Zira, gerek gökte, gerek yerde ilâh denilenler var
sa da — vakıa ço k ilâhlar ve R aplar vardır— bizce bir te k Tanrı, yani Baba
vardır ki, tü m evren ondandır, b izd e o n u n la y ız” (K orentlilere B irinci K itapçık,
V III, 5, 6) dem ek suretiyle H z. M uham m ed’den çok önce hem T an rın ın b irli
ğini hem de onun tüm âlem lerin T anrısı olduğunu öğretm eye çalışm ıştır.
T a n rı’nın varlığı neyle ispat ed ilir? H z. M uham m ed, ispatın som ut belge
lerle daha verim li ve kolay olacağını çok iyi anlam ıştır. Z ira, araların d a yaşa
m akta olduğu kavm in bilgi seviyesi, hangi dine m ensup olurlarsa olsunlar, so
yut ve m etafizik düşünceleri kavrayacak denli yetkin değildi. G elecek kuşaklara
ve kavim lere gelince, b u n ların yeter derecede olgun ve gelişmiş olanları, onun
savunduğu gerçekleri kavrayabilen b ir azınlık o lacaktır; çoğunluk ise, h er çağ
(1) Cemil Sena, Tanrı Anlayışı, 1979 (İslâm diniyle tarikatlarındaki Tanrı
düşünce ve inançları için bu yapıtım ıza da bakınız).
İMAN
(1) Hz. M uham m ed uykudan kalktıktan sonra, aptes almadan namaz kı
lardı. Hz. Ayşe, bunun nedenini kendisinden sorduğu zaman, “Benim gczlprim
uyur, ama kalbim uyumaz” demişti. Fakat O, uykudan kalkanların aptessiz na
maz kılm alarına izin vermemiştir. Peygamber namaz kılanların önünden geçe
cek olan her canlının namazı bozm ayacağına, fakat bir hadisinde “Namaz kı
larken önünüzden kadın, m aym un ve köpek geçerse, namazınız bozulmuş olur!”
dediğine bakılırsa, onun m aym un ve köpekle adeta eşdeğer tuttuğu kadının dik
katleri kendine çekerek ibadetteki kutsal dalıncı bozacağım savunmuştur. Bu
anlayış, bazı m ezhep ve tarikatlerde kadının uğursuz, kirli, pis bir yaratık olduğu
inancım beslemiştir.
lar üzerinde Ş iîlcr, İm am îler ve S ünnîler, pek de ittifak etm em iş olm akla b ir
likte, tü rlü garip yorum lam alara da başvu rm u şlard ır.
H z. M uham m ed zam an ın d a g ü n lü k nam az sayılarıyla b u n ların zam anları
saptanm ış değildi. Bugün bildiğim iz nam azlarla b u n ların rek ât sayıları, farz ve
sünnetleri, so n rad an d ü zenlenm iştir. N am azlar h ak k m d ak i h ad islerin verdiği
bilgileri b u lan ık gören E m evîlerden bazıları, nam az vakitlerini değiştirm ek iste
m işlerd ir-v e d ö rt büy ü k im am d a, nam azların nasıl kılınacağını, yani nam az
esnasındaki h arek etlerin şekillerini kendi içtih atların a göre düzenlem işlerdir.
M ezhep ay rılık ların d a b u fa rk la r da b irer işaret sayılm aktadır. K u r’an, nam az
kılm anın şeklini saptam am ış olm akla b irlik te, şu em irleri verm iştir: " N am azı
doğru kılın , rü kû edenlerle b irlikte rü k û e d in !” (B akara, 43-45); " N am azı lâyı-
k ıv le k ılın ız !” ve "T a n rı’dan başkasına ta p m a yın ız!” (B akara, 83).
N am az, kıbleye yönelerek kılın ır. K u r’an b u n a neden o larak şunu b ild i
rir: " K endisine yöneldiğin kıb leyi, sana uyanlarla senden y ü z çevirenleri ayırt
etm e k için y a p tık ” (B akara, 143). Bilindiği gibi K âbe’nin kıble olarak saptan
m asını H z. M uham m ed’e, H z. Ö m er önerm iş ve ark ad an bu n a uygun b ir ayet
inm iştir: “N ereden çıkarsan çık, y ü zü n ü M escid-i H aram ’a y ö n e lt!” (B akara,
149). Aynı surenin 150’nci ayeti de aynı em ri te k ra rlar ve, " Y ü z ü n ü göğe çe
virdiğini görüyoruz. S en i razı olacağın bir k ıb leye çevirelim , bundan sonra y ü
zünü M escid-i H aram tarafına çevir; nerede olursanız olunuz, y ü zü n ü zü onun
tarafına ç e v irin iz!” (B akara, 144) em ri v erilir.
C um a ve bayram nam azlarıyla teravih ve cenaze nam azları cem aatle kılı
nır; fakat öteki n am azlar hem cem aatle, hem de tek başına k ılınabilirler. Ce
m aatle k ılın an lard a m u tlak a b ir im am a uym ak lâzım dır. İslâm m ezheplerinde
im am lık sorunu hem dinsel, hem de siyasal liderlik so ru n u o larak ayrı ve önem
li b ir problem dir. M üslüm anlıkta, nam az şeklinde saptanm ış olan ibadetlerin
sayısı da old u k ça ço k tu r. T eheccüt, v itir, cenaze, cum a, teravih, bayram , duha
ve günlük beş v ak it nam azlarıyla nafile nam azı; cihat esnasında, h a tta düşm an
karşısında bile terk i caiz olm ayan, ancak kısaltılm asına izin verilen korku na
m azı, güneş ya da ayın tu tu lm aların d a kılınm ası gereken ve m üekket sünnetler
den sayılan k ü su f nam azı b u tü rd e n d irle r (G üneş veya ayın tutulm asındaki bi
limsel nedenler, az çok m ilattan altı yüz yıl önce T hales ta rafın d an açıklanm ış
olm asına k arşın , b u k o nu d ak i bilgi, H z. M uham m e'd’e dek ulaşam am ış ve Yüce
T an rı d a b u n u k endisine b ild irm ek lü tfu n d a bulunm am ış olduğu için, yüzyıl
larca b u doğa olayı da insan lar için b ir felâket ya da beklenm edik b ir olayın
işareti sayılm ış ve Peygam ber, b elki de- b u n la rın önüne geçer um uduyla ayrı b ir
nam aza gereksinm e d uym uştur. Y oksa, ilerdeki bahislerde göreceğim iz gibi,
kendisi, bu olay h ak k m d a k i saçm a inançları redd etm iştir).
Bir insanın ölüm den son rak i ak ıb etin i, d ünyadaki im anının derecesi belir
ler. Z ira, H z. M uham m ed için de, H ıristiy an lık ta o lduğu gibi T a n rı, erdem in ko
ruyucusudu r; fa k a t k u rtu lu ş için yalnız erdem li olm ak, din b ak ım ından yetiş
m em ektedir; insanın k u llu k ödevlerini de ihm al etm em esi, m istik hayatın bediî
ve arıtıcı zevkini de yaşam ası gerektir. İşte İslâm da ibadetin başlıca am acı,
k u rtu lu şu da h azırlayan b u zevk ve m an tık ta sak lıdır; yoksa S ünnîler, ibadeti
im anın zoru n lu b ir ilkesi saym azlar; ancak ib ad et etm eyenlerin günaha girdik
lerini, fak at k â fir sayılm ayacaklarını sav u n u rlar. B urada şu gerçeği te k rar açık
lam akta y a ra r görm ekteyiz: H z. M uham m ed, yaşadığı çağda, cahiliye dönem i
nin tü rlü erdem dışı alışk an lık ları içinde ikel ve âdeta vahşî b ir yaşam geçi
ren kavm ini, T a n rı ko rku su y la, b irb irle rin e za ra r verm eyen kim seler haline ge
tirm ek için, günde b irk aç kez nam az k ılm a y ı,-b u n la rın dışında da tü rlü zam an
larda çeşitli ad larla ib ad et etm elerini zo ru n lu görm üştü. O zam anlardaki sosyal
koşulların g erektirdiği sürekli ib ad etler, İslâm devletleri genişledikçe, nicelik ve
nitelik bak ım ın d an kutsal b u y ru k lara göre uygulanam az oldu. Bir taraftan m ez
heplerin, ta rik a tla rın , filozofların tü rlü yorum lam a ve içtih atları, b ir taraftan
da p ra tik hay atın zorladığı dünya işleri ve ödevleri, h e r M üslüm anın ibadete
karşı olan saygı ve duygularını zayıflattı ve değiştirdi. B ugünün toplum sal d ü
zenindeyse, ib ad et an cak ihtiy arlarla işi gücü olm ayan m istik ru h ların ve her
çeşit bilgiden ve h a tta o k uyup yazm adan habersiz olan kişilerin oyalanm alarına
ve kendilerin i avutm aya hizm et eden b ir alışkanlık eylemi olm uştur. B unların
çoğu, A rapça olan nam az surelerini ezberlerin d en bile doğru okuyam ayan, hele
an lam ların d an hiç h ab erleri olm ayan kişilerdir. İn san ları, kutsal duyguların de
rinliğine d ald ırab ilm ek için, ibad etlerin zam an, sayı ve şekilleri üzerinde bazı
sınırlam alara izin veren y e n î içtih atlara ihtiyaç v ard ır. A ncak b u suretle ibadet,
m ekanik b ir gösteriş, alışk an lık olm ak tan ve m ü rai p o litik acıların tuzağı olm ak
tan ç ık arıla rak sonsuz varlığa teslim iyet ve hayranlığın olduğu k a d a r da erdem
liliğin aracısı o labilir.
DUA VE YARLIGAMA
K İM L E R İN T Ö V B E S İ K A B U L E D İL İR ?
T a n n ’nın pek çok tövbe k ab u l edici olm asına karşın, tek k ab u l etm ediği
tövbe, kendisine o rta k koşan ların tövbesidir. T a n rı’ya ve elçisine m uhalefet
edenler, m u tlak a cehennem e g ideceklerdir (T övbe, 63). G ecikeceği ya da erken
olacağı önceden ta k d ir edilm iş olan saatte m u tlak a geleceği bildirilm iş olan eceli
bile, T anrı b ir ceza o larak v ak tin d en önce getirebileceği gibi, tövbeyle de onu
eski saatine döndürgeyebilir. K u r’a.ıd a, işlediği suçtan dolayı ilk tövbeyi yap
mış olan kim se, H z. Â d em ’d ir. " T ö v b e y i en ç o k k a b u l eden ve en ç o k m erha
m etli olan” (B akara, 37) T a n rı, h e r vesileyle tövbeleri k ab u l veya reddetm ek
zorunda olm adığını b ild irir (Â li İm ran , 125). B ununla b irlik te O , k u lların ın
tövbe etm elerinden hoşlan ır; h a tta in san ları, “P işm an olsunlar ve tö v b e etsinler
diye, k ıtlık , h astalık ve fe lâ ketlere” de u ğ ra tır (E n ’am , 42). T a n rı, zu lm ettik
ten ve hırsızlık y ap tık tan son ra pişm an o lan ların tövbelerini de k ab u l edeceğini
vaat eder (M aide, 39); h a tta ateşin en aşağı çu k u rların a atılacak olan m ü n afık
lar, “T ö v b e eder ve ken d ilerin i ıslah ed erek T a n rı’ya sığınır ve dinlerine içten
bağlanırlarsa, m üstesna olarak im an edenlerle b irlikte olacaklardır” (N isa, 144).
İm an edenlerin yarlıganm ası için yalnız H z. M uham m ed şefaat edecek de
ğildir. A rş’ı taşıyan m elek ler de, im an edenler için, T a n rı’ya şöyle y alvaracak
la rd ır: “T ö v b e edip yoluna uyanları a ffe t, yarlığa, cehennem azabından k o r u ”
(M üm in, 7). " İm a n eden e rk e k ve kadınlara işkence ya p tıktan sonra tö vbe e tm e
yenler için ” yakıcı cehennem azabı v a rd ır (B üruc, 10). D em ek k i, tü rlü cinayet
ve kötü lü k leri y ap tık tan son ra k u rtu lu şu n tek yolu, tövbe etm ekten ibarettir.
Ö zet o larak T a n rı, "K ullarının tövbelerini ka b u l ve fenalıkları a ffe d e r” (Şura,
24). D iğer b irço k ayetlerde b u vaid b u lu n a b ilir (M üm in, 3, 25; K asas, 67;
Z üm er, 39, 54; Â raf, 153, 157; İsra, 25; T ah a, 82; F u rk an , 71; T övbe, 112)
ve d ah a b irço k ayetlerde tövbenin yarlıgam a lü tfu n d a önem li b ir koşul olduğu
görülür; elv erir ki, şu em re uygun b ir su rette tövbe edilm iş olsun: “Ey im an
edenler, T a n rı’ya, bir daha d ö n m eyecek şekild e tö vbe ed iniz, b elki d e R abbiniz
kö tü lü k lerin izi örter de cennete g irersiniz” (T ah rim , 8).
G ö rü lü y o r ki H z. M uham m ed, dini ve k u rtu lu şu , yalnız T an rı korkusuna
değil, aynı zam anda u m u d a d ay am ak tad ır. Bir daha affedilm eyeceğine em in
olan ru h , ya b ü sb ü tü n im ansız ve fena b ir y aratık olur ya da kü sk ü n , aklını
oynatm ış, yalnız tinsel o larak değil, m addesel o larak da in tih a r etm iş olabilir.
K ötülüğün ö n ü n e geçm ek için, T a n rı’nın dilediğini affetm e vaadi, um utsuzluğu
yaratan em irlerden d ah a önem li b ir değer taşır. D ünya ve ah ret yaptırım larının
esenlik verici ve m u tlak b ir adalet sıfatını taşım am ası dolayısıyladır ki, um ut
yararlı olduğu k a d a r da ahlâk için zararlı o labilir. H atta insanları hastalıklı (m a
razı) b ir m erham ete sü rükleyerek h e r tü rlü sorum luluğu o rtad an k ald ırab ilir.
Y ahut da affedilm e v aatleri, k ö tü lü k işlem ekte ileri b ir cesaret yaratabilir. T a
savvuf erb ab ın ın (k o rk u ile rica arası) inancı da, ancak sorum luluktan kaçan
edilgin ru h la rın ilkesi o labilir. Z ira b u in an çlar, T a n rı’nın ilerde ne yapacağını
bilm em ekten doğan b ir şaşkınlık ve k u şk u n u n , b ir bakım a kendi iradesine gü-
venem em enin b ir ifadesidir. A hlâksal, h u k u k sal ve dinsel sorum luluk, ku şk u ve
tereddüde yer verm eyen kesin yaptırım larla bilinçlenip gerçeklenebilir ve ebedî
kurtuluş ise, T a n rı’nın lü tu f ve m erham etine sığınm akta değil, insan ve canlıla
rın hak ların a saldırm ayan, gerçek b ir erdem le yaşam akta olduğuna, kendini ve
b aşkaların ı aldatm aksızın inanm ak ve eylem lerini buna göre düzenlem ekte saklı
d ır. D oğu ve İslâm âlem inin yüzyıllardan beri soysuzlaşmış olan ahlâkında, dai
m a ku rtu lu ş u m u d u n u veren ve iradeleri gevşeten vaatlerin de rolü in k âr edi
lemez (Bu konuya, A hlâk ve H u k u k bahislerinde daha yakından değineceğiz).
Bölüm V
BİLİM VE DİN
G enel o larak d in lerin bilim le ilgisi, bilim adam larıyla din adam larının an
layış, inanç ve yarad ılışların ın (m izaç) özelliğine olduğu k ad a r da toplum larm
siyasal ve sosyal ihtiyaç, ü lk ü ve koşullarına (şart) göredir. F akat h içb ir d in,
İslâm dinin d e olduğu k a d a r bilim den söz etm em iş ve bilim e değer verm em iştir.
İslâm dini, gerçekten, özgürlüğe olduğu k a d a r bilim e de asla düşm an olm a
m ıştır. Esasen b u n ları red d ed en b ir sistem , bilgisizliği ve sorum suzluğu savu
nan, akla ve iradeye değer verm eyen b ir d o k trin in ü rü n ü olabilir. O ysaki H z.
M uham m ed, insanın dünya ve ah ret so ru m lu lu k ların ı belirten şeriat k an u nlarını
kurm uş ve in san ları, gerçeği görm eye, öğrenm eye, anlam aya, akıllarını k u llan
maya zorlam ıştır. M üslüm anlıkta akıl, dinin esasıdır ve akılsız o lanlar, din ile
yüküm lü değildirler. H z. M ııham m ed’in özel ve resm î hayatını da yansıtan h a
dislerinin sahih olan ları incelenirse, bilgisiz vaızlarla bazı din adam larının tel
kin ettikleri h arik a la rın b irer safsata, dine ve Peygam bere karşı iftiralard an baş
ka b ir şey olm adıkları anlaşılır. E bu Said-i H u d rî’nin nakletm iş olduğu b ir h a
dise göre, H z. M uham m ed, "İm a n lın ın alâm eti akıldır. O nun aklı n e kadarsa
ibadeti d e o kad a rd ır” ve, "B ir zerrecik a kıl, oruçtan da, nam azdan da iyid ir”
dem iştir. H z. A yşe’nin b ir sorusuna karşı da, Peygam berim iz, insanın dünyada
olduğu gibi ah rettek i derecesinin dc, akıllarının derecesi k a d ar olduğunu b ildir
m iştir. Y ani H z. M uham m ed, im anla akıl arasında sıkı b ir ilişki görm üştür. Bu,
biraz da akla aykırı olan dogm alara inanm ayın dem ektir. N itekim , şeriat dilin
de, C ebrail sözcüğü de tüm el akıl anlam ına kullanılm ıştır. Büyük H ıristiyan
filozof ve T an rıb ilim cileri de akla ayrı b ir değer verm işlerdir. A kinalı Saint-
T hom as, inayet n u ru n d a n bağım sız o larak bilgi kaynağı olan b ir akıl nu h ın u
kabul etm iştir. B ugünkü hekim likte schizophrenie denilen h astalık , zihnin ve
duygusal süreçlerin dağılm ası diye tan ım lan m ak tad ır. Bu hastalığın karakteri,
paranoya, sistem li ve köklü (persistant) h ezeyanlardır. Bu, norm al b ir akıldan
yoksun o lan lar, din ve bilim için y ararlı b ir eser ve düşünce verem ezler dem ek
tir. B unu p e k iyi ta k d ir etm iş olan H z. M uham m ed’e, K u r’a n d a fazlasıyle akıl
övülm üştür. K u r’an d a 217 ayet bilim ve irfan d an , 18 ayet izandan, 17 ayet
bilgelikten, 185 ayet k ita p ta n , 179 ayet h a k ve b atıld an , yani doğru ve saç
m adan, 63 ayet de iradeden, azim ve girişim den söz eder. Y alnız, o n u n bu ko
nu d ak i anlayışını m istik atm osferinden ayırm ak g üçtür ve b u güçlük dolayı
sıyladır ki, b ilim adam ıyla din adam ı arasın d a yüzyıllar boyunca tü rlü anlaşm az
lıklar sürü p gitm iştir.
B İL İM V E D İN :
Bilimle din arasın d ak i ilişkiler ve ay rım lar (fark) üzerinde pek çok ve çe
şitli düşünceler ileri sü rü lm ü ştü r’. B unlar arasın d a uzlaştırıcı id d ialar bulunduğu
gibi, b u nları birb iriy le uzlaşam az hasım lar gibi gösterm iş o lan lar da v ard ır. G e
nel olarak T anrıb ilim cilerle tefsirciler, b ilim ve felsefeyi dine hizm et ettirm ek
istem işler ya d a din in tüm bilinem ezleri çözme gücüne' sahip olduğunu, pozitif
bilim lerin dine aykırılığını savun m u şlard ır. T a rih boyunca din adam larının bü
yük b ir çoğunluğu, im am k o ru m ak için tü rlü vesile ve bahanelerle bilim e ve
bilim ad am ların a düşm an olm uşlar, fak at b ilim adam ları, dine ve din adam la
rına karşı böyle b ir küçüklüğe düşm em işlerdir. Bilim adam ları ve h a tta filozof
lar, aklın ve bilim in k ab u l etm ekte te re d d ü t ettiği k o n u la r üzerinde, din adam
larının ve d in lerin bazı anlaşılm az ve yanlış gibi görünen id dialarına dikkati
çekm ek suretiyle, hiç olm azsa bağnazlığın ö nüne geçmeye çalışm ışlar ve dine
karşı saygı gösterm ek koşuluyla, bilim sel gerçekleri yayma cesaretini gösterm iş
lerdir. N itekim kim i büy ü k b ilginler, h a tta d in lerin ya da bazı d in ad am ları
nın savunm uş o ld u k ları saçm a düşüncelere bile in an ır görünm üşlerdir. H ele
m odern bilim in k u ru cu ları, T a n rı’yı terk etm eyi asla düşünm em işlerdir. Co-
pernic, T ornacılardandı; K epler, L utherci ve m istikti; G alilee, büyük hendeseci
olarak nitelediği T a n rı’ya inanıyordu; N ew ton d a, âlem in H z. İsa ’dan 4000 yıl
önce yaratılm ış o ld uğunu savunm uştu (A rth u r K oestler, Le cheval dans la Lo-
com om otive (İngilizceden çeviren G eorges F arad ier, Paris, 1968, s. 239) Mon-
tesquieu liberal b ir K atolik olduğu halde, V oltaire, İncillere saygılı, fak at papaza
(.1) Dilimizde, yöntem leri olduğu kadar da güttükleri amaç bakım ından
birbirinden pek farklı olan şu üç eser, bu konuda önem li bilgileri kapsar: 1. Dr.
Adnan Adıvar, İlim ve D in (2 cilt, 1969); 2. E. Boutroux’nun Science et Religıon
dans la Philosophie C ontem poraine, (1900) adlı eserinin Hüseyin Cahit (Yalçın)
tarafından dilimize çevirisi olan İlim ve Din (1927); 3. İsm ail Fennî, M addiyun
M ezhebinin İzm ihlali (1928).
düşm andı: J .- J . R ousseau da b ü sb ü tü n T an rısız değildi. Son zam anlarda ise, fel
sefe ile din arasın d a bazı y ak ın lık lar görülm eye başlam ış, bilim adam ları da
bu yakınlaşm adan kuşku lan m am ışlard ır.
G erçek o lan şu d u r ki, b ilim , din duygusunu asla kaldırm az ve kaldıram az;
fakat din, bilim sel b u lu şlar k arşısın d a k en d i yetkileri dışında k alan k o n ular
üzerinde, gerçekle h içb ir ilgisi bulu n m ay an bazı id d ialar ileri sürm ekten çekin
m ez. Ö rneğin, H z. M uh am m ed ’e yapılan büyü dolayısıyla Felak ve N âs sure
lerinin inm iş olm ası, Beni Esed k abilesinden b irin in nazarı değdiği için, H z.
M uham m ed’in ayakları titrem eye başlayınca K alem suresindeki, “K âfirler zik ri
duydukları vakit, seni bakışlarıyla eriteceklerd i” (51) ayetinin inm iş olduğu,
h atta K u r’an d a , H z. İb ra h im ’in k u şk u su n u giderm ek için, ona, d ö rt kuşu kese
rek b irb irin e k arıştırd ık ta n son ra u zak yerlere atm asını ve onları çağırdığı za
m an , hepsinin k o şarak geleceğini bildirm esi (B akara, 260) gibi ayetler bu tü r
den o lduk ları gibi, T a lm u d ’d a, güneşin tu tu lm asın ın nedeni o larak gösterilen
bir m ahkem e b aşk an ın ın ö lüm ü, b ir genç k ızın ıssız b ir yerde saldırıya u ğ ra
m ası, p e d e ra sti... gibi saçm a in an çlar b u tü rd en d irler. D in in kendisinden çok
bazı din bezirg an ların ın yüzyıllardan b eri hem en h e r dinde u y d u rd u k ları çe
şitli saçm a d ü şünceler olm asaydı, falcılığın, büyücülüğün tü rlü şekillerde devam
edip durm ası olanaksız o lu rd u . O ysaki H z. M uham m ed, büyücülüğün, ü fü rü k
çü lü ğ ü n , k âh in lik ve m üneccim liğin, n azar boncuğu tak m an ın ve ölü arkasın
dan ağlam anın aleyhinde b u lu n m u ştu r. T e v ra t’ta da büyücülerin öldürülm esi
h a k k ın d a em irler v ard ır. D in ler, özleri itibariyle, bilim in çözm eye çalıştığı ve
çözdüğü k o n u ları, m istik b ir gayretle, açıklam a am acını gütm em ek zo ru n d ad ır
la r. F akat din ad am ların ın çoğu, bilim sel k o n u ları da kutsal m etinler aracılığıyla
açıklam a gayretinden vazgeçm edikleri için, din in k endisini de tehlikeli b ir ya
nılm aya sü rü k ler, b u yüzden de dinlere k a rşı d uyulan saygı ve bağlılığı fa rk ın
da olm adan gevşetirler. Buna k arşılık bilim ler ve bilim adam ları, dinsel duygu
ları sarsm a girişim inde bulu n m azlar; ve din m isterlerini bilim yöntem leriyle
açıklam aya özenm ezler. F ak at dinlere sald ırm ak için değil, gerçekleri açıklam ak
ve insanlığın y ararlanm asını sağlam ak için k eşfettikleri k a n u n la r ve icat et
tik leri araçlarla ileri sü rd ü k leri k u ram lar, bilim adam larını, ister istem ez bazı
dinsel inan çlara aykırı d üşünüyorlarm ış gibi gösterirler. N itekim h er yeni din
de eskisini az çok in k â r eder ve o nlara in an an ları k âfir sayar. Bazı kim selerin
yıkıcı, yapıcı, devrim ci girişim lerini ‘kutsal ö fk e ’ o larak adlan d ıran Jo h n D onne,
«Bu öfke, d er, yergici (hiciv, satiriste), sanatçı ve dü şü n ü rlerin reform cu giri
şim lerinde devitken (m uharrik) b ir güç rolü n ü oynar. Y aratıcılığın orijinalliği,
bilim de, san atlard a, b ir ta ra fta n yapıcı, b ir ta ra fta n da yıkıcıdır. Y ani tekniğin,
üslubun, dogm aların ve ö n y argıların (prejuges) k u rm uş olduğu uylaşım ları yı
k a r ve yenileştirir; insan lar ta rafın d an m eydana getirilm iş olan bilim gibi, bi
lim sel devrim lerin yıkıcı öğeleri, önceden elde edilm iş düşüncelere saldıran bazı
d u ru m ve h azırlık ları (dispositions) y ansıtır. S anatçının da böyle b ir rolü v a r
dır» (A rth u r K oestler, s. 216). D ah a açıkça diyebiliriz ki, insan zihninin geliş
mesi, yaratm ış olduğu yeni düşünce ve eserlerle eskilerini yıkar; bu yıkılm adan,
m istik dogm alar d a, tüm direnm elerine karşın , k u rtulam azlar. N itekim dinler
d e, insan bilgi ve k u ra m la rın ın tü m ü n ü tem sil ettikleri dönem lerde, b irb irin i
yıkm aya çalışm ış, b u n u başaram am ışlarsa da, hiç olm azsa kendi yapılarında
bazı değişiklikler y apm aktan geri kalm am ışlardır. Z ira insan zihni ilerliyor, sos
yal gereksinm eler ve koşullar, yerinde sayan dogm alardan tiksiniyor. Bu bakım
dan dinler de sosyal ve doğal yasalara baş eğme zorunda kalıyorlar. Esasen
dinler, H egel’in belirtm iş olduğu gibi, " D oğayla T a n rı’yı ayırm aya çalışır ve
Tarırı’yı evrenin dışında ve insanlıktan aşkın bir varlık sayar; bilim le fe lse fe
ise, bu geçici ikiliğ i birleştirm eye çalışır”. Bu filozofa göre, dinde de böyle b ir
yöneliş v ard ır; panteizm ya da p ananteizm gibi m istik d o k trin lerin birlikçi ve
birleştirici sistem leri de pozitif bilim anlayışına aykırı çelişm elerden k u rtu la
m azlar. G erek ayetlerde, gerek h adislerde, insanların T anrısal güce akıl erd ir
m eleri için b irtak ım doğa olaylarıyla tarihsel o lgulardan söz edildiği görülür.
B unlar o tü rlü b ild irilerd ir ki, d ü şünen ve anlayan kim selere, doğanın yasala
rım öğretm ek ya da tek n ik keşif ve icatların ne o lduklarını (nitelik) anlatm ak
gibi sırf bilim sel zekânın ü rü n ü olan problem in, T an rı bilgeliğinin T anrı güç
v e u lu luğu n u n b irer işareti o ld u k ların ı anım satm aya, gösterm eye hizm et eder
ler. Bazı tefsirciler b u n ları, dinin de hoş görm em esi gereken b ir im an bağnaz
lığıyla, ya bilim lere uygulam aya ya da bilim sel gerçeklikeri ayet ve hadislere
bağlayarak m istik yoldan ispat etm eye çalışırlar. Ö rneğin, Sebe suresinin 10
ve l l ’inci ayetlerinde H z. D av u d 'a, dem iri m um gibi yum uşatm ak, tüm vücudu
kaplayacak şekilde zırh lar yapm ak ve b u n ları d o k urken düzenli çalışm ak ge
rektiğine d air yapılan bildiriyle, aynı surenin 12’nci ayetinde, H z. Süleym an
için, "B akır m ad en in i sel gibi a k ıttık ve onun ö n ü n de R abbinin izniyle iş gören
bazı cinler vard ır” gibi b ild irileri ve 13’üncü ayetteki, "O , kalelerden, heykel
lerden, b ü yü k havuzlar g ib i çanaklardan, sabit kazanlardan ne dilerse ken d isin e
yaparlardı” şeklindeki h ab erleri, geçmiş b ir uygarlığın tarihsel gerçekleri olarak
açıklam ak gerektiği h ald e, bun ları büyük end ü strin in önem ine ve çağdaş tek
niğin niteliğine d air önceden verilm iş ve m ucizeli hab erler gibi yorum lam a
ları, bu türd en d ir.
T efsirciler, " Y a ş ve k u ru hiçbir şey y o k tu r ki, bu açık kitapta bulunm a
sın ” ve, "K ita p ta hiçbir şeyi ihm al e tm e d ik " (E n ’am , 37) gibi ayetlere ve Y üce
T a n rı’nın h er şeyi kuşatan ve kaplayan geniş bilim i hakk m d ak i bildirilere da
y anarak, çağım ızın ve gelecek çağların tüm bilgilerini K u r’anda ve dolayısıyla
hadislerde içkin (m ündem iç) b u lu n d u ğ u n u iddia edecek denli gülünç dü şü n
celere d a la rla r ve b u saçm a id d ialar yüzünden, yalnız dine karşı saygısızca lâu
baliliklere neden olm akla k alm azlar, İslâm âlem inin bilim sel ve uygarsal geliş
me ve çalışm alarına da engel olu rlar. Esasen bilim le din arasında böylç bir bağ
lılık bulun sa bile, b u n u n , ne bilim e, ne de dine b ir yararı d okunabilir. Ö rneğin,
" G ö k te ve yerde ne varsa, T a n rı’nın onları insanlara baş eğdirdiğini” (Casiye,
12) bildiren ayete göre,' evreni ilgileyen tüm kozm ik ve astronom ik araştırm a
lara izin veren b ir ayete karşın , b u bilgilerle yeter derecede uğraşam am ış ya da
ileri gidem em iş o lan lara karşı, zaten Y üce T a n rı’nın bu tü rlü konularla uğraş
mayı insanlara yasak ettiğini b ild iren (H icr, 16-17; Saffat, 6-10; Z üm er, 36)
ayetlere d ay anarak k en d i bilgisizlik ve tem belliğim iz için b ir teselli aram akta
ne y arar v a rd ır? Y üzyıllardan beri d inler, gerçeklerin b u lunm asında, keşif ve
icatlarda insanlığa h içb ir yardım da bulunm adığı gibi, bilim de tüm ilerlem e
lerine karşın , dini küçüm sem e ve yıkm a gibi herhangi olum suz b ir girişim de
bulunm uş ve im am zayıflatm a hevesine kapılm ış değildir. Z ira, ne bilim dinin
işaret ve ima ettiği düşünce ve olaylardan yararlanm ış, bu n ların gerçek olup ol
m adıklarını aram ış, ne de din bilim e yol gösterm ek ve bilim sel araştırm aların
yönünü değiştirm ek gibi b ir iddiada b u lu n m u ştu r. G enel olarak din adam ların
da şu k o rk u la r v ard ır: 1. B ilim lerin gelişm esiyle dinsel duyguların zayıflam ası
ve dinsizliğin artm ası ihtim ali; 2. Bu yüzden h alk üzerindeki kişisel otoriteleri
nin sarsılacağını sanm ak; 3. Sağlam dinli b ir toplum da kendilerinin dininden
de kuşkulanm a tasası ve özellikle gerçekten im anlı olanlarının dinsel ödevle
rini yerine getirem em iş olm aları yüzünden ah ret cezalarına çarp ılm aktan çekin
m eleri. Filozof ve bilim ad am ları d a, k en d ilerin in dinsiz sanılm asından kaygı
lanırlar. Bilim adam ı, din inançlarını yıkm aya çalışm ak gibi bir am aç gütm e
diği halde, elde etm iş olduğu gerçeklerden b ir kısm ı ve h a tta çoğu, dinin açık
lam asına h içb ir ihtiyaç bulunm ayan ya da b u n lara din değinm ediği halde ve
bunları açıklayabilm esine de o lanak bulunm ayan, zaten de açıklam a iddiasın
da olm adığı konuları gerçekten açık lar ve onların sırasıyla kan u n ların ı b u lu r.
D üşünen ve bilen zekâlar, bu sonuçları öğrenince, dinle bilim arasında bir düş
m anlık, bir yarışm a varm ış gibi b ir duyguya k ap ılabilirler. O ysaki bu iki bilgi
züm resi arasında tü rlü b ak ım lard an b ü yük ve derin fark lar vardır.
D in olasılara, b u lan ık düşüncelere, vaatlerle tehditlere, m ucizelere ve u m u t
lara, nihayet söylentilere ve gerçekliği pozitif yöntem lerle incelenm em iş ve is
p at edilm em iş olaylara, m üjdelere ve im ana d ayanır; görünm eyene, m istik hayal
gücünün yaratm aların a ve sezgilerine, dogm atik bild irilere inanm ak ve in an d ır
m ak gayreti, din in ana ö devlerindendir. Bu itibarla dinin yöntem i, m istik sezgi,
önyargı ve ‘a p rio ri’ düşüncelerin baskısına itaattir. O toriteye körü körüne bağ
lanm ak ve bağlam ak da onun esaslı a m açlaıın d an d ır. D inler, telkin, u y andır
ma ve k o rk u tm a yolunu, eleştirim , aydınlatm a ve çözüm lem e yoluna tercih ede
rek insanın tinsel hayatını m istik besinlerle zenginleştirm eye ve dünya haya
tındaki faalyetlerini tinsel ve değişm ez b ir ahlâk düzenine bağlam aya çalışırlar.
D inler, yalnız yaşadığım ız dünyanın gerçeklerini değil, ölüm den sonraki b ir
âlem ve hayatın kork u n ç olduğu k a d a r da rom antik özelliklerini belirtm eyi
görev saym ışlardır. Bu bakım dan d in ler de, «Siyasal rejim ler (kom ünizm , fa
şizm , h atta bilim sel bağnazlığa kapılm ış olan F re u d iz n ı... vb.) gibi b ir kapalı
sistem dir. 1. Bu sistem , insanlığın tüm olaylarını açıklam aya ve hastalıklarını
iyileştirm eye gücü yeten evrensel b ir gerçeği tem sil ettiğini iddia eder; 2. Bu
sistem i olgularla reddetm eye izin verm ez. Z ira, tüm tehlikeli veriler, otom atik
o larak değişm eye uğratılm ış ve yorum lanm ışlardır. O nun m ecazları güçlü b ir
surette heyecanlı ve klasik m an tık k urallarıyla ilgisiz eylem ler üzerine k u ru l
m uştur; 3. K endileri de sistem in eylem lerinden elde edilm iş olan öznel hare
ketlenm eler (m otivations) aracılığıyla h er çeşit eleştirim sel k an ıtları (argum ents)
açıklam ak suretiyle tüm eleştirileri o rtad an k ald ırır» (A rth u r K oestler, s. 246).
Bilim ise tam am ıyle nesnel gerçeklikleri, geniş- b ir düşünce ve araştırm a özgür
lüğü içinde açıklam aya çalışır. Bilim adam ı, ahreti asla düşünm eksizin bu d ü n
yayı ve genel o larak astronom ik, kozm ik, fizik âlem i ve bu âlem lerdeki olay
ve varlıkları, varsayım lara, k u ram lara, gücü yettiği k a d ar da deneylere baş
vurm ak suretiyle açıklam aya çalışır ve ispat yolunu tercih eder. Y ani bilim , do
ğan ın yasalarını, eşya ve olayların ned en ve nitelikleriyle etkilerini, tü rlü ola
sılıkları da d ik k ate alm ak suretiyle, eleştirim ci, betim ci (tasvir) b ir gözle ve
gözlem le inceler, deneylerin nesnel sonuçlarını kavram aya uğraşır, insanın tin
sel varlığına ait eylem ve gerçeklere dolaysız o larak karışm az. K arıştığı tak d ird e
de, b u n ları psikolojinin ve p ato lo jin in tü rlü d alları içinde inceler, b ir olay türü
o larak b u n ların doğup gelişm esinde sosyal, biyolojik koşulların ve tarih in rol
leri üzerinde d u ru r. Bilim, eleştirim den korkm az, erekçilikten (finalism e) k a
ça r ve bilim sel gerçekleri, yüzyıllar boyunca, insel zekânın yakalam ış olduğu
gerçekliklere d ay an arak , gerekirse b u n la rı b irb irin e bağlayarak geliştirir, ta
m am lar, o n la rd a n p ra tik hayat için ihtiyaç d u y u lan teknik aracılar ve a raç lar da
elde etm eye uğraşır. Böylece, S p encer’in deyim iyle, bilinm ezler alanını daha
genişletm iş olsa bile, bilinebilenleri de, nicelik ve nitelik b ak ım ın d an çoğaltır,
b uluşlarını, k arşılık beklem eyen b ir yüce ve tarafsız anlayışla, b ir uygarlık eseri
o larak tüm insanlığa sunar.
B ilim in dine aykırı gibi görünen yönü, bu b u lu şlard an h içb irin in kutsal
k itap la rd a b ulunm am ası, b u lu n an ların da yanlış ve olum lu bilim lere uym ayan
söylentilerden ibaret olm asıdır. B unun için d ir ki, ta rih boyunca, hem en tüm
d in lerin görevlilerinden pek çoğu, bilim ad am ların ın keşif ve icatlarını, T a n rı’
nın bilim ad am ların a bağışlam ış olduğu zekâ ve d ehanın değil; cinlerin, şey
tan ların ilham ettik leri b ir çeşit b ü y ü cü lü k ve kâfirliğin işareti saym ışlar; is-
patsız, tanıksız, akla, gerçeğe aykırı, çoğu da u y d urm a ve bazıları m anyetik
etkilerin ü rü n ü olan m asal tü rü n d en olayları savunm a inadını b ir din görevi
saym ışlardır.
D inler, b irb irlerin e oran la b ir gelişm e gösterm iş gibi görünürse de, esas
ları ve davaları d aim a aynıdır. N esnellikten kaçm ak, erekçilik (gaye) ve m is
tiklik çem berinden k u rtu lm am ak ve tüm insanlığa yayılm a tu tk u su n a bağlanm akla
b irlik te bu işi asla b aşaram am ak , d in lerin k ad erid ir. Z ira , o n ların dayanm ış o l
duğu gerçekler, k o lek tif o lsalar bile, tüm el ve evrensel olm ak yeteneğinde de
ğildirler. D inlerin ta rih boyunca geçirdikleri evrim de gösterir ki, o n la r da insel
zekânın, geçirm iş olduğu evrim le paralel b ir gelişm e gösterm iş ve daim a b ir
birlerine d üşm an o larak , fak at aynı yolda ilerem eye çalışm ışlardır. A ralarında
böyle b ir düşm anlık ve yarışm a bulu n m ay an b ilim ler ise, dinsel duygu ve in an ç
ların gelişm esindeki yetkinliğe, b u n u am aç edinm eksizin hizm et ettiği halde,
din ler, özleri b ak ım ın dan bilim lerle ilgileri b u lu n m am akla birlik te, tinselliği
m eslek edinm iş o lan ların çoğu, b ağnazlık ve bilgisizlikleri yüzünden, bilim lerin
ilerlem esine engel olm aya çalışm ışlardır. Y ani o n ların çoğu, bilim lerde dine
aykırı öğeler aram aya çalışm ış ve bilim leri din için b ir tehlike saym ışlardır.
H em en tüm d ünyada, son çağlara dek çeşitli d in lerin b askılarına karşın layik
b ilim ler ilerlem elerine devam etm işler, bazı uyan ık devlet ad am ların ın veya
şeflerin him ayesini k azan arak ya da yitirerek gelişm işlerdir. Bilgini T an-
r ı’nın işlerine k arışan , kutsal k itap lard ak i b ild irilere aykırı bilgiler veren ve
olayları olu şların d an önce öğrenen ve öğreten, b u suretle de insanın ve dünya
n ın kaderi üzerinde etki yapan b ir bağıcı ve k ü stah b ir gü n ah k âr telakki etm iş
olan din adam ı, tü m insel düzen ve d avaları kendi ödevlerinin çerçevesi içinde
görm üştür. B unun için d ir ki, b ir toplum da, dinin sosyal k u ru m la r üzerindeki
baskısı ne denli a rtarsa, o toplum o denli gerilem eye, yaşam a h ak ve sevincini
yitirm eye b aşlar. Böyle b ir to p lu lu k , dün y an ın h iç b ir zevk ve m utluluğunu
kendilerine lâyık görm eyen ve yalnız ah ret so ru m luluklarının k o rk u n ç öyküle
riyle bunalm ış sü rü le r o lm aktan k u rtu lam az.
Böyle b ir toplum da yalnız din adam larıyla b u n lara dayanan şefler, kendi
lerini şeriatın k oruyucusu ve insanları T a n rı’ya beğendirm e işiyle görevli b ire r
ahret kom isyoncusu say d ık ların d an , hayatın h er çeşit nim et ve h azların d an ya
rarlan ab ilirler; saf ve gerçekten inanm ış olan halk kitleleriyse, o n ların salta
n atlarını devam ettirm eye çalışır. Bir kez d in k u ru m u , insan faaliyetlerinin
her çeşidini ve insan vicdanım kendi baskısı altın a alınca, a rlık h alkın yaşam a
cesaret ve u m u d u zayıflar, kişilerin b ire r psikoz h aline geldikleri görülür. Böy
le toplum lard a yeisten, ö lüm den, ah ret k o rk u su n d an ve saçm a inan çlard an k u r
tulm anın olanağı bulunm adığı gibi, ö zgürlükten ve gerçek anlam ında erdem den
de eser kalm az. Böyle insanlar, T a n rı ta ra fın d a n b irb irlerin i cennetlik yapm ak
la görevlendirilm işler gibi, fark ın d a o larak ya da olm ayarak kişilerin özel ha
yat, düşünce ve gidişlerini denetlem eye, kendi d ininden olm ayanlara, im anla
rından k u şk u lan d ık ları kim selere düşm an olm ayı telkin ederler (M aide, 51).
D inlerin h içb iri, — siyasal ve ideolojik am açlar m üstesna olm ak üzere— böyle
ahlakdışı b ir b ild irid e bulunm am ış olduğu halde, din adam larının b ir çoğun
luğu, kendi oto ritelerin i k o ru m ak , d in inan çların ı ulusal duygular haline ge
tirm ek ve T a n rı’ya y a ra n m a k 'iç in b u işlem ta r z ın ı. benim sem işlerdir.
D inler, in san ların yalnız sosyal k u ra m la rın a baskı yapm akla kalm az, aynı
zam anda insan zihinlerine, h içb ir pozitif değeri olm ayan birtakım efsaneleri
de yükletirler. Bu efsanelerin önem li b ir kısm ı son radan uydurulm uş ya da baş
ka dinlerle k avim lerin geleneklerinden alın m ıştır. B unlar, yalınç (basit) ve
kültürsüz insan ların m istik hayal güçlerini fazlasıyla okşadığı için kolayca yer
leşir ve safdil zihinlere hükm ed erler. Bağının, ü fü rü k çü lü ğ ü n , ölülerden yardım
d ilenm elerin, m uskacılığın k ö klerinde b u saçm a inançlar v ard ır. O rtaçağlarda
bü saçm a in an çlar yüzünden yapılm ış olan cinayetlerin yargıçları ve tüm engi-
zilörler hep din ad am larıd ır. Binlerce olaydan b ir ö rnek o larak şu hazin ve acı
olayı kaydedebiliriz: X V II. yüzyıl b aşların d a diyabolik ve hezeyan içinde olan
zavallı b ir ihtiyar k ad ın yakılm ıştı. Bu ru h hastası, evliydi, yıllarca kendisinin,
kocasının yanında, fa k at kocası görünm eden b ir cinle çiftleşm iş olduğunu itiraf
etm işti (B izouard, ‘R apports de l ’H om m e avec le D em on’, 5 cilt, 1890). Bizde
N esim i, Şehabeddin-i S uhreverdî, Şeyh B edreddin, H allac-ı M a n su r... vb. ile
B atı’da birçok bilgin ve özgür düşünceli kişilerin din inançları adına, bazen de
bu in an çlara siyasal b ir ren k v ererek ö ld ü rü ld ü k lerin i bilm ekteyiz. O ysaki ö r
neğin, H z. M uham m ed, b id ’at denilen saçm alard an nefret etm iş ve b ir hadisin
de, “Y ü c e Tanrı, saçm a inanç sahibinin ne orucunu, ne nam azını, ne haccını,
ııe cihadını, ne de farz olan ibadetlerini k a b u l eder. Böyleleri, k ü m ham urdan
ayrıldığı gibi M ü slü m a n lıkta n a yrılır” d em işti1. F akat asıl sorun, saçm a inanç
tı) Din adamları, biri m evlit okutm a gibi bid’a t-i Kasene, diğeri uygar
lıktan ve bilim den gelen ve kâfir icadı sayılan bid’a t-i seyyie olmak üzere iyi
ve kötü iki bid’at kabul etmişlerdir. J.-J. Rousseau, “Tanrıtanım azlık, der, saç
ların neler olduğunu belirtm ektedir. D in adam ı, yüzyıllarca bilim sel çalışm aları
b u luşları, T an rı em irlerine aykırı b ire r k ü fü r ve b id ’a t' saymış, peygam berlerle
kutsal kitap ların gerçek anlam larını k avrayam am ışlardır.
D inin ve din adam larının n ü fu z la n arttık ça, p o zitif bilim lerle uğraşanlar,
gizli çalışm ak zo ru n d a kalırlar. Böyle to p lu m lard a, ancak dine z ara r verm eye
ceğine em in o lu n an ve şefler için y arar sağlayabilen bilim lere az çok m üsaade
o lunur. M atem atik ve hekim liği ilgileyen bilim ler b u züm redendir. M antık, fel
sefe, doğabilim leri ve M ü slüm anlıkta resim ve heykelcilik gibi güzel sa n a tla r...
din adam ların ın sald ırıların d an k u rtu lm u ş değildirler. D aha X IX . yüzyılda bile,
aklı geliştirdiği için dine aykırı ve za ra rlıd ır diye m antığın okullarım ızda oku-
tulm am asını savunan din bilginleri g örülm üştü. D inin gerçek am açlarından sap
tırılm ış olan bu dönem lerde, in san ların kend ilerin e saygı duydukları kim seler,
çoğunu akıl h astaları teşkil eden velilerle halk arasında ün alm ış din adam la
rıd ır. Bilim ve uygarlık tarih leri gösteriyor ki, toplum üzerinde m istik baskı ne
denli azalırsa ve d in ler k en d i kutsal alan ların a çekilirlerse, bilim ler, felsefeler,
teknik ve güzel san atlarla b u n lara bağlı olan h er çeşit bilim ve uygarlıklar da o
denli ilerlem ektedir. Bu, insanın doğa ü zerindeki egem enliğinin de artm ası de
m ektir. V icdan ö zg ü rlü ğ ü n ü n b u lu n d u ğ u yerde, içten ve riyasız dinliliğin ge
liştiği de görülür.
D inle bilim in y apıları, am aç, kon u , yöntem ve nitelikleri arasındaki fark
lar, onları b irb irin e düşm an etm eye değil, ikisinin de ayrı vc özel alanlara sahip
o ld u k ların a d elâlet eder. Bu fark lar, b u n la rd a n b irin in diğerine o ranla daha
ü stün, dah a o n u rlu ya da o n u rsu z gibi, değer b ak ım ın d an birtak ım imgesel ve
uylaşım lı sıfatlar alm alarını gerektirm ez. D in, bireylerin tinsel hayatında ge
leneğin etkisiyle kökleşm iş bazı inan ç ve alışk an lık ların T an rı kelâm ı olduğuna
inandırm aya zorlam ış olunduğu için, üzerinde asla tered d ü t, zan ve kuşkuya izin
verilm eyen dogm alara bağlam ak suretiyle insan d a b ir sükûn ve teslim iyet duy
gusu y aratırk en , insel ru h u n âdeta bediî b ir zevki halini alır. İnsanı fanilik
ten ü rkütm em ek , hayatın zo rlu k ları ve felâketleri k arşısında yüce ve sonsuz v ar
lığa bağlayarak hiçliğin k o rk u n ç u m u tsu zlu k ların d an uzaklaştırm aya çalışır. A n
cak bu su retled ir ki, insan, k endisinde ebedîlikten b ir ışığın parladığını ve
b u nun sönm eyeceğini h isseder gibi o lu r. A ciz ve m u starip zam anlarında kim
sesiz kalan ru h , u lu ve m u tlu b ir varlığın him ayesine sığınm ış olm aktan duy
d u ğ u teselli ve güvenin yardım ıyla kötüm serlikten ve yeisten kurtulm ayı b a
şa rır. İtira f etm elidir ki, dinsel d uyguların b u tü rlü sü bile, k arşılık beklem eyen
bir T anrı sevgisine akıl erdirebilecek k a d a r incelm iş ve aydınlanm ış zekâlar
için o lan ak lıd ır; yoksa dini, sadece bazı ib ad etler ve in an çlar toplam ı zanneden
bilgisiz ve zavallı insanlar, ne bu esrim eyi (vecit), ne de tinsel hazzı, ne de
kutsal ve tüm el (külli) kuvvet ve zekâyı k av ray abilirler. O n la r, kö rü körüne
H ıristiy an velilerinden S aint T höröse, Sw edenborg, Saint M a rtin ... vb. gi
bilerde görülen d u ru m lar, bu zü m red en d ir ki, İslâm erm işlerinden de bu n a b ir
çok ö rn ek ler d ah a eklenebilir. Bu imgesel veya zihinsel sözler, h e r çağda ve
her dinde insanları yönetm eye hizm et etm işlerdir. Bağıcılar, k âh in ler, h a tta pey
gam berler ve u lu sları T an rı adın a yönetm iş olan h ü k ü m d arlar, hep totem leri,
fetişleri ya da insan biçim li (an th ro p o m o rp h iq u e) T a n rıları adına konuşm uş
lardır veya çoğu zam an T an rı, o n ların ağzından konuşm uştur. Buda bile, şeriat
k an u n ların ın vaaz etm esi için, kendisine cesaret verm ek am acıyla B rahm a’nın
gökten yere inm iş o lduğunu ve k endisine o n u n ilh am lard a b u lu n d u ğ u n u ileri
sürm üştü. Y alnız K onfüçyus, u lu su n u n salim ak lın a başvurm uş ve önerdiği ah
lâk k u ra lla rın ı, T an rı ad ın a değil, kendi adın a savunm uştur. T e v ra t’tan öğren
diğim ize göre, H azkıya (Ezechil) peygam ber, “Peygam ber aldanırsa, aldanan
T a n rı’d ır” der. İslâm ve H ıristiyan tarik atların ın erm işlerinden çoğu, “S izin le
konuşan ben değilim , benim ağzım dan ko nuşan T a n rı’nın ru h u d u r” derler. S aint
Paul, G alatalılara yazm ış olduğu ‘M ek tu p ’ta, “G ören ben değilim , bende gören
İsa’d ır ” d er ki, bu da y u k ard a verdiğim iz bilgilerin başka b ir itirafıd ır. Male-
b ra n ch e ’ın T a n rı’da görm e k u ram ı, b u görüşün tersine çevrilm iş felsefesel b ir
anlatım ıd ır. B unların fark ın a varm ış olan S pinoza, cesaretle, “Tanrı, vahiylerini
peygam berlerin algıç (entendem ent) ve oylarına (opinion) u y d u ru r” dem iştir.
Bugün yapay (sunî) zorlam aları b ir yana b ırak ırsak , m ucizelerin bile, gösteril
dikleri dönem lerde yaşayan insan ların hayal güçlerine h ita p eden ve tü rlü söy
lentilerle şekil ve nitelikleri değiştirile değiştirile efsane haline getirilm iş olan
bazı olaylar olduğu in k â r edilem ez. İn san zekâsı, bilim lerin m ucizelerini yarat
ma seviyesine yükseldikçe, m istik m ucizeler iflâs etm ektedirler. E vrenin genel
oluşum u ile insan zekâsının oluşum u, paralel b ir çizgi üzerinde ilerliyor gibidir.
Esasen peygam berli peygam bersiz tüm din ler, ancak bireysel ve sosyal h a
yatı düzenlem ek isteyen ve b u n la ra k en d in i k ab u l ettirm ek için görünm eyen
kuvvetlerin baskısına b aşv u ran , b u nedenle de k o lektif olm aktan kurtulam am ış
bir örgüt taslağının düşünce, inanç ve p la n la rıd ır. F akat herhangi b ir d in, b ir
kez h alk arasın a yayıldıktan sonra, k en d i m istik sınırlarını aşar, tüm layik k u
ru m la n da em ri altın a alm aya b aşlar. O n u n tüm uğraşm alarına k arşın , tek b a
şaram adığı ko n u , bilim lerin açıklam ayı b aşarab ild ikleri gerçeklerdir. Pozitif bi
lim in ne olduğu bilinm eyen b ir dönem ve toplum da, d inden bu ödevi de bek
lem ek, onu yıkm aya h azırlık yapm ak dem ektir. K utsal m etinlerde serpintile
rini gördüğüm üz bazı bilim sel görünen bilgiler, o dinlerin parladığı dönem ler
de, halk arasında p ek yaygın olm asalar bile, az çok düşünen insanların gör
d ü k leri, işittik leri gerçeklerin riebülözleridir. M istik sezgileriyse, bu tü rlü bil
gileri ispat etm ek iddiasında olm ak tan çok, dinsel am açları kuvvetlendirm eye
aracı yapm ak tan ileri gidem ez. Ö rneğin, suyun doğa üzerindeki önem li rolünü,
felsefe kadro su içinde in san lar T h a le s’ten (M .Ö . 625-545) beri biliyorlardı.
T arım la uğ raşan kavim lerle, suyu p ek az 'olan çöller halkıysa, b u m addenin
yaşam için, ek in ler için ne denli zoru n lu o lduğunu, kendi deneyleriyle de pekâlâ
anlam ışlard ır. H z. M uh am m ed ’in suya verm iş olduğu önem de, yaşadığı çevre
nin büyük etkisi olduğu in k â r edilem ez. G ecenin, gündüzün b irb iri ardından
gelişi, yıldızların dayanaksız d u ru şla rı, h a re k e tle ri... vb. gibi k onular, aklını
ve duygularım d ik k atle işletebilen h içb ir norm al insanın gözlerinden kaçm az.
Üç d ö rt yaşındaki çocuklar bile, çevrelerinde g ördükleri h er şeyin nedenleriyle
ne o ld ukların ı öğrenm ek için sürek li o larak so ru ştu ru rlar. D inlere, bilim sel ger
çekleri bilm ek gibi b ir sıfat ve ödev eklem ek, peygam berlerin yüksek fizik, m a
tem atik, astro n o m i ya da doğabilim lerini gerçekten bilen b ire r bilgin olduklarını
farz etm ek o lu r. Bilimsel gerçekleri, T a n rı’nın kendilerine vahyetm ekte oldu
ğunu kabu l etm ekse, o n ların büyü k lü ğ ü n ü olduğu k a d a r da T a n rı’nın sonsuz
bilgelik ve b ilginlik sıfatını zedeler. Z ira, kutsal k itap lard ak i bilim i ilgileyen
haberler, çok ilkel, k arışık , h atta b u n ların önem li b ir kısm ı yanlıştır. N itekim
peygam berlerin hayat öyküleri de, kend ilerin in b irçok şeyleri bilm ediklerini,
çoğu zam an da yan ıld ık ların ı gösterm ektedir. H z. M uham m ed, bilm ediği "konu
lar h ak k ın d a asla fik ir beyan etm em iş, m u h aliflerin in ciddî k arşılık lar bekleyen
sorularına bile, ayetler aracılığıyla verm iş olduğu k arşılık lar, kandırıcı olm ak
tan çok, dü şü n d ü rü cü olm aktan ileri gitm em iştir. Z ira, onun görevi, bilm ediğini
biliyor görünerek safsata yapm ak değil, ahlâksal, h u k uksal k u rallarla bunların
dayanağı .olan im an k o n u ların ı ö ğ retm ektir. Peygam berler, genel o larak içinde
yaşadıkları to p lu m u n k ü ltü rel düzeyini aşan, fak at kendilerinden önce gelmiş ya
da çağdaşları olan öteki ileri to p lu m ların bilgileri dışına pek de çıkam ayan
yetkin ve m ustarip kişilerdir. B unun için d ir ki H z. M uham m ed, yüce davasını
m ucizelerden çok dünya aracıları ve pozitif girişim lerle gerçekleştirm eye çalış
m a k ta em salsiz b aşarılar gösterm iş olan seçkin ve erm iş b ir yüce liderdir.
Ö zet o larak diyebiliriz ki, bilim sel gerçekleri, ayetlerle ispat etm eye uğ
raşm ak, b u n ları yorum ve çevirti yoluyla açıklam aya özenm ek, dini, k u tsal am aç
ları dışına çık arm ak için zorlam ak dem ektir. Bir ayet, bilim sel b ir gerçeği ispat
etm eye ve açıklam aya çalışıyorsa, o artık ayet değil, bilim dir; eğer bilim , b ir
ayetin gerçekliğini kendi yöntem leriyle ispat etm e gayretine düşm üşse, o a rtık
bilim değil, d in d ir. Bu itib arla b u n ları, k en d i özel alan larında ve kendi nite
liklerine uygun yöntem , anlayış ve k u ra lla r içinde, ödevlerini yapm aya terk et
m ekte, h e r ikisi için de y a ra r v ard ır. A ksi halde, hem birb irlerin e zara r verir
ler, hem de im an edenleri kuşkuya sü rü k lerler. K utsal k itap la r ve özellikle
K ur’an, ancak b ir ibret dersi verm ek, d ik k ati çekm ek, uyarm ak, T anrısal gücün
büyüklüğünü an latm ak için, doğanın olay ve v arlık ların d an örnekler ve tarih
ten m isaller verir; fak at b u n ların bilim iyle uğraşm az. H a tta b u örneklerin ger
çeklik derecelerini araştırm aksızın, h alk ın an ıların d a kalan şekilleriyle oldukları
gibi kabul eder. Y alnız tefsirciler vc T anrıb ilim ciler, b u n ların bilim e de uygun
luğunu ve daha ileri giderek bu ö rneklerin bilim e de ışık tu ttu k ların ı, ilerde
bulunacak tüm bilim sel gerçeklerin, keşif ve icatların da k u tsal k itapta var
oldukların ı ileri sürecek denli gülünç id d ialara kalkışır ve âdeta sapıtırlar. M ı
sırlı A bbas M ahm ud-el-E kkad, ‘El-Felsefet-ül-K ur’aniye’ (K ahire, 1947) adlı ese
rinde, tüm bilim lerle tekniğin K u r’an d a içkin o larak var olduğu iddiasının, k u t
sal kitabım ız aleyhine b ir iftira olduğunu savunur; bilim in kurd u ğ u ku ram
larla b u lu şların ın değişken, dinsel dogm aların ise değişm ez b ir niteliğe sahip ol
du k ların ı ileri sü rer ki, bu görüşte, bilim le din arasındaki esaslı ayrım lardan
biri gizlidir. Bir ayetin görünen anlam ı altın d ak i gizli anlam ı araştırm ak, T a n
rısal bilginliğin kapsadığı tüm bilinm ezleri, ayetlere sığdırm ak ve b u n ların rol
lerini b ire r bilim konusuym uşlar gibi açıklam aya çalışm ak veya bilim sel gerçek
leri bir de din aracılığıyla pekiştirm eye özenm ek, dinin kendisini yine kendi si
lahlarıyla yıkm aya m ahkûm etm ek o lur. D inlerin bildirileri içinde bilim lere ay
kırı görüşler bulunabileceği gibi, bilim lerle açıklanabilm elerine olanak olm ayan
ve sırf im an konusu olarak körü k örüne inanılm ası gereken, fak at zihinleri ko
layca kandıram ayan id d ialar da b u lu n u r. Bu konu hak k ın d a kendi dinim izden
bazı örnek ler verelim :
“Biz, Beni İsra il’e kitapta şunu m u ka d d er k d d ık : S iz yeryü zü n d e iki kez
fesat yapacaksınız ve b ü y ü k bir yükselişle yü k se le c eksin iz” (İsra, 4) ayeti, Ya-
hudilerin geçm işinden söz ettiği için bu kavm in tarihine uygundur. F akat b u n
dan Beni İsra il’in geleceğine d air hüküm çık arm ak bizi ald atab ilir. H z. L ııt’un
yapm ış olduğu b ir ih tard a: " . . . S izd en önce âlem lerden hiçbirinde bu fena ha
reket yap ılm a d ı!” (A nkebut, 28) d enilm ektedir. O ysaki, fuhuş ve cinsel sapık
lık, bugün bile bazı kavim lerde b ir h astalık ya da ahlâksızlık değil, dinsel ve
ahlâksal b ir görevdir ve b u kavim ler, yeni türem iş de değillerdir. K u r’andan,
Nuh peygam berin bin yıl yaşadığını, b u n u n 950 yılım kavm inin arasında geçir
diğini öğreniyoruz (Bu h ab er, az fark la T e v ra t’ta da v ardır). Böyle bir peygam
ber gerçekten yaşam ış m ıd ır? Burada sözü edilen yılların süresi, Peygam beri
mizin zam anındaki yıl anlayış ve süresine uygun m u d u r? T u fan denilen olay,
tüm dünyayı mı k ap lad ı; yoksa, Süm erlerin de b u olaydan söz ettiklerine göre,,
yalnız M ezopotam ya’da m ı gerçeklendi? T efsirciler ve din adam ları, bu k o n u
yu da kendi yöntem leriyle açıklam aya çalışırlar ve türlü çelişm elere düşerler.
N u h ’un gemisi h ak k m d ak i b ild iri ise, bugün bile gerçeklendirilm esi olanaksız
olan b ir efsane değerini aşam az. Bu çeşit olguları, b ir m itoloji, edebî ve m istik
hayal gücünün yarattığı söylentiler gibi telak k i etm ek zorunludur. Tefsircile-
rin im an gayretiyle verdikleri açıklam alar, k endilerinden beklenen ahlâksal ve
dinsel am açlardan da u zak tır. K u r’an b ir vesileyle, “Çokları zanna uyar; zan
ise haktan hiçbir şeyi ifade e tm e z ” (Y unus, 37) dem ektedir. Bu ilkeye dayana
rak kutsal k itap lard a ileri sürülen tarihsel olguların çoğu, zan sınırlarını aşm a
dıkları için, tam am ıyle gerçek sayılam azlar. Y ani, din, zandan nefret- ettiği hal
de, kendi dogm aiarıyle zanna hizm et eder gibi görünm ektedir. H er dinde görü
len m ezhepler ve h a tta tarik atlar, bu zan ların ü rü n ü d ü rler. D in dogm aları T an
rısal bir değer taşıdıkları için, b u n lard an kuşku lanm ak im ana aykırıdır. “D e
diler ki, o hayat yalnız bizim dünya hayatım ızdan ibarettir; öliiriiz, yaşarız ve
b izi ancak d ehr h elâ k eder; o ysaki buna dair bir bilim leri yo ktu r, onlar sadece
zannederler” (Casiye, 24) ve diğer b ir ayette de, “Fakat, ahret h a k k m d a k i bi
lim leri tevali e tm e k te am a, onlar k u ş k u içindedirler” (N em i, 66) deniliyor. Bu
ayetler bize ah ret ve dolayısıyla ölüm den sonra dirilm e konusundaki kuşkulara
işaret etm ekte ve k an d ırıcı b ir k an ıt o larak şu n lara benzer k arşılık lar verilm ek
tedir: Bu kuşk u içinde o lan lara ah rette, “S iz, k ıya m et nedir bilm iyoruz, onu
bir zan te la k k i ediyoruz, onu kesin likle bilm iyo ru z d erd in iz” (Casiye, 32) deni
lecek ve o rad a zan ların ın cezasını çekeceklerdir; ya da, “G ökleri ve yeri yara
tan ve bunları yaratm aktan yo rg u n lu k duym ayan T a n rı’nın, ölüleri diriltm eye
gücü yeteceğini bilm iyorlar m ı? ” (A h k af, 33). T üm k uşkuları, T a n rı’nm tüm el
gücü ilkesiyle yok etm eye çalışan b u tü rlü k arşılık lar, ya b ir ilke m üsaderesi
(petition de p rincipe) ya da b ire r k ısır döngü (cercle vicieux) içindedirler. İn
sanı zan ve kuşkuya dö n d ü ren ler, h ak ların d a kesin b ir bilgi elde edilem eyen
bilinem ez k o n u la rd ır. K utsal k itap lard ay sa, b irço k bilinem ezler, m utlak gerçek
liklerm iş gibi, dogm atik o larak beyan edilm iş ve insanların b u n lara itiraz et
m eden inan m aları em rolu n m u ştu r. E ğer b u tü rlü k o n u lar, aklın zo runlu olarak
k a b u l edebileceği b ir kesinlikle açıklanm ış olsaydılar, kuşku veya zanna asla
düşülm üş olam azdı. K u r’a n d a H z. M uham m ed’e, “Sana ruhtan soruyorlar; de
ki, ruh, R a b b im in em rin d ed ir ve size bilim d en az bir şey verilm iştir” (İsra, 83)
em ri verilm ektedir. H e r n ed en se Y üce T an rı, bu k o n u d a sevgili elçisini ve onun
aracılığıyla k u lların ı aydınlatm ak istem em iştir; ve Peygam berim iz, b u ne oldu
ğunu kesin o larak bilm ediği k o n u h a k k ın d a b u lan ık , yalan yanlış" b ir şeyler söy
lemeye tenezzül etm em iştir. K uşkusuz ki, bugün de ru h konusu tam am ıyla açık
lanm ış değildir; fak at bilim den ve insan zekâsından, bu konuyu aydınlatm a işin
d e um utsuzluğa süşürecek h iç b ir k a n ıt y o k tu r; belki b ir gün bu konu da vak
tiyle bilinem ez sanılm ış o lan diğer bazı k o n u lar gibi aydınlanacaktır. O zam an
elbette bu ayetin de kutsal değeri ü zerinde kuşkuya düşenler olacaktır. Bu iti
barla ayetlerin yorum lanm asında, o n ların b ild irild ikleri zam andaki insan sevi
yesiyle genel bilgilerin derecesini d ik k ate alarak , tü m b ir geleceği de içine alan
aşırı id d ialard an çekinm ek gerektir. D in adam larının gerçekten bilgin ve yetkin
olm ayanları, b u tü rlü düşünceleri bile im ana aykırı b u lu r ve insan aklının kav
rayam adığı için, aydınlanm a am acıyla k endilerine sorulacak ko n u lara, çoğu za
m an şu ikilem le (dilem ) k arşılık v erirler: «Sen ya M üslüm ansın, ya değilsin;
M üslüm ansan T a n rı kelâm ı o lan K u r’ana inanm akla yüküm lüsün; bu itib arla
o n u n b ild irileri karşısın d a k u şk u ve zan n a kap ılm ak k ü fü rd ü r. M üslüm an de
ğilsen, kâfirsin ve senin k u şk u ların la zan ların ın T anrısal gerçek karşısında hiç
b ir değeri y oktur. Bu itib arla h e r iki h ald e de cehennem liksin!». Böyle b ir m an
tık la hiçb ir zih in ve v icdan kandırılam az. Z ira , y uk ard ak i ayette olduğu gibi,
ahrete inanm ayanları zan içinde gören kutsal m etin, b u konu h ak k m d ak i zan-
ları kan d ıracak denli kesin b ir bilgi verm em ektedir. Buna ve b u tü rlü b ild iri
lere b ir im an k onusu o larak k ö rü k ö rü n e in an m ak tan başka çık ar yol yoktur.
Ü stelik zan n ın p ek çok gerçekleri bulm aya hizm et ettiği ve edeceği de önemli
b ir gerçektir. K abul etm ek zo ru n d a olduğum uz bu gerçek bile, yukarda Y unus
suresinden naklettiğim iz ayete ay k ırıd ır. B unun içindir ki, b ir ayetin bildiril
m esine neden olan olayla o ayetin anlattığı düşünce arasında b ir ilişki ara
m ak ve konuyu zam anının gerçeklerine göre açıklam ak, d inin bilim sınırlarını
aşm ak suretiyle tehlikeye düşm esine engel o lu r sanırız. A ncak bu suretle dog
m aların akla ve gerçeğe uym az gibi görünen dış yönleri silinir, gerçek anlam
ları m eydana çıkar.
K u r’anın b ildirdiği büyük gerçeklerden b iri de, kıyam etin ne vakit ko p a
cağını ancak Y üce T a n rı’nın bild iğ id ir. Peygam berim iz b u k o nuda kendisine yö
neltilen so ru lar ve itirazlara, b ilim sözcüğünü bilgi an lam ında kullanm ış olan
şu ayetlerle k arşılık v erm iştir: “ Saate (yani kıyam ete) bilim , onun ya nındadır”
(L okm an, 33; Fussılet, 47). T a n rı’d an b aşka kim senin bilem eyeceği bazı geirçek-
ier de şunlard ır: “D ölya ta kla rm d a ne var o lduğunu O bilir; hiç bir n efis yarın
ne kazanacağını bilem ez; bir n efis hangi yerde öleceğini bilem ez, d e ” (L okm an,
33); ." O ’nu n b ilim i o lm a ksızın ne m eyvelerden biri tom urcuklarından çıkar, ne
d e bir dişi gebe kalır, ne de d o ğ u ru r” (Fussılet, 4 7 ). B ilim lerin gelişm e yön ve
hızına d ik k a t edilirse, b u bilinem ezlerin de insan zekâ ve bilgisi ö n ünde gizle
rini (sır) terk etm eye b aşlad ık ları görü lü r. Y ani, doğanın yasalarım b ire r b irer
keşfetm ekte o lan b ilim in, b u gün için ihtim al, tesad ü f, m ucize, h a rik a, g iz ... vb.
sözcükleriyle ifade ettiğim iz bazı bilinem ezleri, b ir gün T a n rı’n ın bilim inden
insanın bilim ine aktaracağ ı an laşılm ak tad ır. Y apay olarak y as m u r yağdırm ak,
T an rı ’nın yaratm adığı cins ve tü rd en çeşitli m eyveler ve m elez hayvanlarla b it
kiler vücud a getirm ek, b u n la rın hangi k o şu llar altın d a oluşup geliştiğini bilm ek,
bugünün klasik bilgileri arasın a girm iştir. Bugün a rtık insanın neleri öğrenm e
ye, keşif ve icat etm eye gücü yettiğini ve yeteceğini görm em ek pek bilgisizce
b ir in at o lu r. Bir televizyon, b ir telefoto, b ir radyo, hekim likte ve öteki bilim
lerde görülen tü rlü ilerlem eler ve yeni b u lu şlar, m evsim , iklim , zam an ve u zak
lık gibi koşu lları aşarak , insanlığın p ek ilkel d önem lerinden beri m ucize say
dığı, söylentileri gölgede b ıra k a n icatlar b irer bilim ve zekâ m ucizesi olarak ça
ğım ız uygarlığını y aratm ak ta, gelecek çağların uyg arlıklarına da tem el olm ak
tad ır. İn san ın b u sonsuz gücü T an rısal irad e ve isteğe de uygundur. Bir k u tsal
dogm a o larak in an m ak zo ru n d a olduğum uz H z. Â dem ’in to p ra k tan yaradılışı
ve ona Y üce T a n n ’n m k en d i ru h u n d a n ü fü rm ü ş olm ası, insanda, T an rı gücün
den ve bilgisinden b ir şeylerin bulu n m ası dem ektir. Y ani insan, U lu Y a ra d a n ’ın
kendisine bağışlam ış olduğu b irtak ım ü stü n zekâ nirhetlerinden yararlan m ak
ta d ır; insanın k azandığı b aşarılar, yine T a n rı’nın seçkin ve ü stü n varlığına de
lâlet eden b ü yük ve anlam lı işaretlerd en d ir. N itekim K u r’anda, “Ben, yeryü
zü n d e bir h a life yaratacağım ” (B akara, 30) b u y u ru lm ak tad ır. Bu, insanı yara
tacağım ve onu k en d im e vekil o larak yeryüzünü yönetm e işiyle görevlendirece
ğim ve b aşarı sağlam ası için de ona kendi sıfatlarım la güçlerim in bazılarını
vereceğim d em ek tir1.
(1) Daha şim diden XXI. yüzyıla kadar nelerin gelişip insan hayat ve bil
gisine sunulacağının tahm inlerini anlam ak için, H erm an Kahrı ve A rıthony J.
W iener'in l’A n 2000 (Paris, 1968) adlı eseri okunmalıdır (Bu eseri üç bilgin İn
gilizceden çevirm iştir). Beş bilinm eyenden biri olan doğum ve cinsi belirtm e ko
nusunda, J. B ishop ve D. M. D avis'in New H orizons in M edicine (New York, 1966)
adü eserine bakmalıdır. Bu konudaki harika buluş ve başarıların örnekleri, 159-
169’uncu sayfalardadır. Eskiden, insan hayatım kısaltan ve m utlak surette öl
H z. M uham m ed, kendisine karşı ileri sürülm üş olan bazı saçm a düşünce
leri redded erk en , “S ö zlerin izd e sa kd ıksa n ız, kanıtlarını g etirin iz!” ayetiyle kar
şılık verir ve şu hadisle de büy ü k b ir yöntem gerçeğini savunm uş olur: “H a k
neredeyse, sen de onunla b irlikte orada bulun, ondan ayrılm a ve seni k u ş k u
landıran şeylerin gerçekliğini a klın la kavra; çü n kii Y ü c e T anrı’nın, senin aley
h in e olan belgesi (hüccet) şendedir, ken d in d ed ir; O ’nun feyzleri ve bereketleri
d e senin yanın d a d ır”. A klı, « T a n n ’m n belgesi» diye tanım lam ış olan Peygam
berim iz, k endisine sorulan problem lere, T a n rı’nm bu belgesiyle, yani akıl ve
deneye day anan k an ıtlarla ispat edilecek b ir bilgiye sahip olm adığı ya da soru
n u n niteliği b ak ım ın d an k arşılık verilem eyecek b ir hal ve du ru m karşısında b u
lu n duğu zam an, konuyu d aim a T a n rı’nın b ilim i’ne havale etm eyi âdet edinm iş
tir. T anrısal y ardım ın böyle d u ru m lard a n için k endisinden esirgenm iş olduğu so
ru su akla gelebilir: “Ben ilk gelen peygam berlerden değilim ; bana ve size Tan-
rı’nın ne yapacağını bilm em ; ben, yalnız bana vahyolunana uyarım ; açık sözlii
bir sakındırıcıdan başka bir şey değilim , d e ” (A hkâf, 9; M ülk, 26) ve H ud pey
gam berin kavm ine söylediği b ild irilen , “O bilim ancak T anrı yanındadır; ben
size benim le gönderilm iş olanı bildiriyorum ; lâkin ben, sizin bilgisizlik ettiğinizi
görüyorum ” (A hkâf, 25) gibi k arşılık lar, h asım ları k an d ırm a k tan u zaktır. H z.
M usa’ya F iravun, “İlkçağların hali n ed ir? ” diye soruyor. Bu peygam bere verdi
rilm iş olan k arşılık , peygam berlerin genel o larak âdet edindikleri b u lan ık b ir
cüm leden ib arettir: “O n u n bilim i, R a b b im in ya n ın d a ki bir kitaptadır; R abbim
şaşm az ve u n u tm a z” (T aha, 52). B ir başk a vesileyle yine kıyam et h ak k m d ak i
soruya, yine aynı b u lan ık k arşılık veriliyor: “N e zam an dem ir atacaktır diye
saatten soruyorlar; o n un b ilim i yalnız R a b b im in yanındadır, d e ” (Â raf, 187).
Y ani, bilgi b ak ım ın d an an a ilke, « insanın bilem eyeceği şeyleri T an rı bilir»den
ib arettir. A nlaşılıyor ki, kıyam et, ölüm den sonra dirilm e, ah ret m ü k âfat ve ce
zaları gibi d in lerin dayanağını teşkil eden ana yaptırım ların gerçekliğini ispat
için insel m antığın pozitif k an ıtları yetm eyince, b u n ları T a n rı’nm bilim ine h a
vale etm e em rini alm ış olan b ir peygam berin, kutsal kitap lard a layik bilgilere
d a ir herhangi b ir bilgi verem eyeceğini k ab u l etm ek zorundayız. Şu ayetten de
taklitten kaçınıp akla değer verm ek gerektiğini açıkça anlıyoruz: “Ç eşitli sözler
işitip de onların en g üzeline uyan kullarım a, T a n rı’nın ken dilerine hidayet ve
receğini m üjdele; işte a kıl ve izan sahibi olanlar bunlardır”. B urada bildirilen
sözün güzelinden m aksat, doğru sözdür sanırız; doğruyu da en kesin olarak
bildiren bilim olduğuna göre, T a n rı’nın k endilerine hidayet verdiği, yani doğ
ruyu öğretip b u ld u rd u ğ u insanlar, h erh ald e bilginlerdir. D aha açıkça akıl ve
im anın yetm ediği yerde bilim e başv u rm ak em rediliyor dertıektir. N itekim , “Bile
bile h a k kı batılla ka rıştırm ayınız v e h a k k ı sakla m a yınız” (B akara, 42) em rinde
de h a k kav ram ı, yalnız h u k u k sal anlam da değil, aynı zam anda bilim sel anlam
da gerçek dem ektir. Peygam berim iz ö m rü boyunca gerçek için savaşm ış; bir
bilgin olm adığı halde, b ir bilginde bulunm ası gereken nitelikleri savunm uş ve
(1) Hz. İsa, kendisine inanm ayanları, ortaçağ papaları gibi, âdeta lân e
ler, aforoz eder, bunların öldürülmelerini ister ve tehdit eder (Luca, XIX, 27;
Meta, XXV, 41; X, 14; XXIII, 17; Markos, XVI, 10). Nitekim Islâm A m entü’sünde
de Hz. Muhammed.'in Tanrı elçisi olduğuna im an etm eyenler kâfir sayılırlar.
m
ÎSLÂM DİNİNİN BİLİM ANLAYIŞI
f
(D Alusi, Ruh M aani fi T efsir-el-K u r'an -el-A zim (8 cilt, Kahire, Bulak
baskısı, 1892).
(2) Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini, K ur’an Dili (9 cilt, İstan
bul, 1935-1938; bu eserin 2. baskısı da yayım lanm ıştır).
sözünü ettiği bu tü rd en hadislere, kutsal b ir kişinin ifadeleri olm aları dolayı
sıyla inan m ak gerektir. Şüphesiz ki, b u n lar, M üslüm anlık in ançlarında im anla
ilgili ve zoru n lu gerçeklerden değildirler. Peygam berim izin davası, bilim sel ger
çekleri araştırm ak tan bam başka b ir n itelik ted ir. O , insanları b ir tek T a n rı’nın
kulları o larak tinsel ve ahlâksal b ir düzenin erdem ine (fazilet) alıştırm ak ve e r
dem i benim setm ek, insanların evvelâ b irb irlerin e z a ra r verm eyen varlık lar h a
line gelm eleri için b ir ü lk ü birliğine im an etm eleri ve bu b irlik te kaynaşıp k ar
deş olm aları gibi yüce b ir am acı gerçeklendirm eye çalışır. H ayatının tüm tarihi,
som ut örn ek ler, tarihsel belgeler göstererek ve akıllarım işleterek etrafındakileri
ve dolayısıyla tüm insanları u yandırm akla geçm iştir. O nun büyüklüğü, davasının
yücelik ve asilliğinden gelm ektedir, yoksa bilim lerin çözm esi ve ispat etm esi
gereken bilinm edikleri çözm eye çalışan beyanlarm ış gibi yorum lanıp açıklam aya
çalışılan düşünceleri, isabetsiz, k u su rlu ya da eksik olabilir; zira o da K u r’anda
bildirildiği gibi, bizim türüm üzden b ir insandır.
G üven ilir k ay n ak lar, Peygam berim izin, “Y a R abbi, bize eşyanın gerçekle
rini olduğu gibi göster” diye d u a ettiğini yazarlar. Felsefenin ve bilim in binlerce
yıldır aradığı da b u n d an başk a b ir şey değildir. H e r şeyin aslını ve m utlak ger
çekliğini m istik ve p ra tik yollardan aram ış olan yüce Peygam ber, son n o ktada
Ulu T a n rı’yı b u lm u ştu r. K im b ilir, belki de bilim lerin ve felsefelerin gelişme
leri de en so n u n d a, onun buld u ğ u sonsuz gerçeği, yalnız kuram sal yollardan ve
im an yolundan değil, bilim in yaratacağı seçkin ve üstün seviyenin, yöntem lerin
yanılm az kavrayışlarıyla da sun acak tır. İn san ların gerçekleri kavram aktaki ye
tenekleri eşit değildir. K u r’an, H z. M uham m ed’e, " G önderildiğin halktan her
taifeyi, ke n d i hal ve şanına uygun irşat et; ü m m etin havâs’ını (seçkinlerini) m u h
ke m deliller ve kesin kanıtlarla (b u rh a n ), avam ı yararlı vaızlar ve kandırıcı bel
gelerle h a k d in in e ve selâm et yoluna çağır” (N ahl, 125) em rini verm ektedir. Bu
em ir, ebediyete dek gerçekliğini değiştirm eyecek b ir yöntem k u ra lıd ır. “S iz ve
babalarınız açıkça sa p ıtm ışsın ız” ve b ab aların ın gittiği yoldan ayrılm ayanlar için,
“Y a ataları bir şey anlam am ış ve doğruyu bulam am ışlarsa?” (B akara, 170) gibi
ayetlerden de anlaşılacağı gibi, yeninin k ab u l edilm em esine, geleneğe, aklı k u l
lanm aya engel olan göreneklere asla değer verm em iş olan İslâm dininde uygar
lık ve bilim yolunun tıkanm asına neden olan lar, b u büyük dinin kendisi değil,
bu dinin koruyucu ve öğreticilerinden, Peygam berin gerçek ülk ü sü n ü kavraya
m am ış olan yarı bilginlerdir ya da bilgisizlerdir. O ysaki K u r’an, din bilginlerinin
ödevlerini açıkça bild irm iştir: “ Z a h itler ve şeriat bilginleri, onları günah söz
söylem ekten ve haram dan m e n ’etm em eli m id ir? ” (M aide, 63).
Bu açık bildiriye karşın , M üslüm anlığı korum ayı, tarihsel ve kutsal b ir
ödev sayarak bu u ğ u rda siyasal ve sosyal tüm çıkarlarına göz yum m uş olan
ulusum uzun y a n bilgili ve pek çoğu bilgisiz din ve devlet adam ları, yüzyıllar
dan beri yaşayana olduğu k ad ar da geleceğin o lanak ve olasılıklarına akılları
erm ediği ve insanlığın açm ış olduğu uygarlık yolunu görem edikleri için, vaız-
larm d a ve eserlerinde sürekli o larak yenilik aleyhinde telkinlerde bulunm uş
lardır. T oplum um uzun ve tüm İslâm top lu m larm m geri k a lışlan n d a , bu tel
kinlerin rolü o denli büyük o lm u ştu r ki, b u n d an yalnız devletim iz değil, dinin
kendisi de büyük z a ra rlara uğram ıştır. “ Bir an bilgi edinm eye çalışm ak, tü m ge
ceyi ibadetle geçirm ekten hayırlıd ır” ve, “Bilgiye dair dilediğiniz her şeyi öğ
re n in ”; “T anrı katında, bilgi kazanm aya çalışm ak, nam azdan da, oruçtan da,
haçtan da, Y ü c e Tanrı yolunda cihattan da ü stü n d ü r” diyen Hz. M uham m ed,
bize göre, d in ad am ların d an şu iki ödevi beklem ektedir: Biri, dinin sadece ib a
det ve tören in e (yani, ad ap ve erk ân ın a) d air bilgiler verm ek; diğeri de, d ü n
yada gelişen sosyal reform ları, insanlığın ileri gidişindeki gerçek nedenleri, b i
limsel buluş ve icatları, h içb ir bağnazlığa kapılm aksızm halka açıklam ak, açık
layanlara saygı duym ak ve b u n u teşvik etm ek. Bu ödevleri hakkıyla yapabile
cek bilgi ve cesaretten yoksun olan lar, ilerlem e aşkını söndürm üş o lacakların
dan, ulusu m u zu , öteki ileri uluslard an geri b ırakm a günahını yüklenm iş olacak
lardır. Bu itib arla, gerçek bilim lerle insan uygarlığının alm ış olduğu yönü kav
rayam am ış olan lar, H z. M uh am m ed ’in dediği gibi, “D in işinde ileri g itm em eli”,
insanları b irb irlerin in şerlerinden koruyacak olan erdem liklerle dinin adap ve
erkânını öğretm ekle yetinm elidirler. Z ira, din in de en esaslı ödevi, insanı, in
sana düşm an eden kin lerin , iftiraların , hile, yalan ve h e r çeşit kö tü lü k lerin önü
ne geçm ekten ib arettir. F akat ah lâk değerleri de tüm öteki sosyal değerler gibi,-
çağların ve u lu sların evrim iyle paralel o larak değiştiğinden, din adam ı, bu d in a
mizme ayak u y d u rarak , gâvur icadı zihniyetinden sıyrılm aya ve b in d ö rt yüz yıl
önceki ilkel alışk an lık ları devam ettirm e gayretinden vazgeçm eye çalışm alıdır.
Dini bir sefalet ve gerilik felsefesi olm ak tan k u rta rm ak , hayatı her çeşit bağ
nazlıktan arınm ış, olum lu b ir bilim im anıyla anlam ak, layik anlayışı b ir dinsiz
lik saym ayan, olgun ve dolgun b ir zekâ ve bilince sahip olm ak, din adam ının
benim sem esi gereken zoru n lu yeteneklerdir. A ksi halde, yurdum uzu ve ulusal
özgürlüğüm üzü, h a tta dinim izi, on m ilyon cam i y aptırsak d a, yüz binlerce hafız
yetirtirsek de, tüm halkı h atip ve im am yapsak d a, hepim iz ayrı ayrı H icaz’a
gitm iş olsak da, kurtaram ayız. V aizlerim iz, k u m arı, faizi, zinayı, şarabı istedik
leri k ad ar h aram ed ed u rsu n lar, b u çeşit u ğraşlar, ancak sefaleti a rtırır, açıkgöz
leri, yoksulların sab rın a dayan arak zenginleştirir, fak at asla istediklerine kav u
şam azlar. B unları biz de onaylam ıyoruz; fak at, gerçekten im anı zayıf olanlar,
bu n la r vesilesiyle ulusum uzu im anlı, im ansız gibi sınıflara ayırarak, insanların
bir kısm ını öteki kısm ına düşm an eden ve insan lara dünya m utluluğunu çok
gören kim selerdir. H z. M uham m ed, “E ğlenin, oynayın, zira d in im izd e ka b a lık
ve k a tılık g örm ek hoşum a g itm e z” dediği gibi, güzel elbiseler giymeyi, “İnsanlar
içinde, y ü z d e k i ben gibi görü n m eyi”, kentlerim izi, “D üzgün ve bezenm iş olarak
k u rm a y ı” ve tüm sporları yapm ayı önerm iş ve yoksulluktan, “K âfir o lu veririm ”
diye tasalanm ıştır. O , asla dünya nim etlerinden kendim izi yoksun bırakm ayı
salık verm iş değildir. Bilgili b ir din adam ı, dinim izin bu olum lu yönlerine d a
yanarak halkım ızı u yarm ak, aydınlatm ak, yalnız ahrete değil, dünyaya d a bağ
lam ak zo ru n d ad ır. A tatü rk ilkeleri, b u bağlılığın dine de aykırı olm ayan tekm il
d irek tiflerin i verm ektedir.
Esasen H z. M uham m ed’in ve dolayısıyla M üslüm anlığın bilim anlayışı, asla
layik bilim leri kapsam az. K u r’an d a ve h adislerde b ilim sözcüğü, tü rlü ayetlerde
ve çeşitli anlam larda kullanılm ıştır. Peygam berim iz, k itap , hikm et (bilgelik),
akıl, düşünm e, görm e, hatırlam a, k a le m ... vb . gibi sözcükleri fazlasıyla kulla
n ırlardı. Â deta o n d a, k itab a, yazıya hasret çeken ve hitap etm iş olduğu insan
lara görm eyi, düşünm eyi, akıl yürütm eyi öğretm ek isteyen b ir öğretm enin b u n
lara karşı duyduğu sevgi, saygı ve hay ran lık çd u y g u ları coşm uştur. M aide sure
sinde, k itap ta h içb ir aşırılık (m übalağa) yapılntadığı, olm uş ve olacak olan her
şeyin M a h fu z L e v h a ’da yazılı olduğu ve T a n rı’m n en evvel kalem i yarattığı ve
b ir kez kalem çekildi m i, onun yazdığı şeyin hem en vücuda geldiği b ildirilir.
A bdullah ibn A b b as’ın an lattığına göre, yüce Peygam berim iz son hastalığında
du ru m u ağırlaşınca, " Bana yazı yazacak bir şey getiriniz, size öyle bir kita p yaz
dırayım ki, ondan sonra hiçbir sapıklığa (dalâlet) düşm eyesin iz” dem iş; fa k a t
Hz. Ö m er, “N eb in in hastalığı ağırlaştı, elim izd e T anrının kitabı var, o b ize ye
tişir” diyerek Peygam berin son isteğini reddetm iş. A caba H z. M uham m ed’in son
dem lerinde yazdırm ak istediklerinin b ir vahiy eseri olacağından şüphe m i edil
m işti; yoksa, hasta olm adan önceki zam anlarda bildirm iş o ldukları, kendi kişi
sel düşünceleri m iydi? A kla bin tü rlü im ana aykırı düşünceleri de getirebilen
bu olayda da, onun h a tta son nefesinde bile yazm aya, kitaba ve okum aya ver
diği değer açıkça görülür.
G azali, ‘İh y a ’sın d a1, K u r’an d a söz edilm iş olan bilim ve bilgin (ilim , âlim)
sözcüklerinin yalnız K u r’an, hadis ve dolayısıyla T a n n b ilim e ait bilgiler to p
lam ı olduğunu, öteki k uram sal ve sistem li düşünce faaliyetlerine bilim adının
verilem eyeceğini iddia etm iştir. E m evîler dönem inde de bilim in esasını tefsir
ve hadis teşkil ediyordu. A hm ed bin M alik de, "B ilim in, yani hadisin en hoş
olm ayanı, garip olanıdır; en iyisi n a kletm iş olduğu açık b ilim d ir” diyerek İs-
lâm da en doğru bilim in h adisten ib aret olduğunu açıklam ıştır. Peygam berim iz
de, "B ilim i yazı ile ka yd ed eriz” dem iştir ki, b u ra d a sözü edilen bilim in hadis
olduğu kab u l ed ilir. N itekim , Em evî halifelerin d en Ö m er bin A bdülaziz, M e
dine valisine gönderm iş olduğu b ir ferm anda, hadislerden ne varsa araştırıp
yazm asını, çü n k ü bilim in çökm esinden ve bilginlerin tükenm esinden k o rktuğu
nu bildirm işti. Bu em ir bile d ah a o dönem de de bilim in hadisten ib aret oldu
ğunu gösterm ektedir. Bir ta ra fta n da bilim deyim i, K u r’an, k u tsal k ita p la r ve
vahiy anlam ına kullan ılm ıştır: "Sana gelen b ilim den sonra, artık k im seninle
tartışm aya kalkışırsa, işte siz öylesiniz, haydi biraz bilginiz olan şeyde tartışı
yorsunuz ya hiç b ilim in iz olm ayan için neden tartışıyorsunuz? d e ” (Âli İm ran ,
107; Â raf, 6-7). Şu ayetlerde de bilim aynı anlam da kullanılm ıştır: "D a vu d ve
S ü leym a n ’a bir bilim v e rd ik ” (N em i, 16; A hkâf, 4 ; İsra, 107). "B eni İsra il’in
anlaşm azlıkları da ken d ilerin e bilim g eld ikten sonra o ld u ” (Y unus, 94; Âli İm
ran , 17; Şura, 13). Bu son ayetler, in san lar arasın daki anlaşm azlıklara, kutsal
kitap ların neden olduğunu b ild irirk en , d in lerin ve dolayısıyla b u k itap larla bil
dirilm iş o lan gerçeklerin, in sanlara âdeta y arard an çok zarar getirdikleri hissini
verm ektedir. Bilim "sahibi olanların çektikleri zo rlu k lara, h atta acılara değer ver
m eden k u lların ın daim a sab ırların ı deneyen Y üce V arlığın k a rarla rın a itaatten
başka çare yoktur. H z. Y ak u p için şöyle deniliyor: "O , gerçekten bir bilim sa
M A N A S T IR L A R N E L E R İ Ö Ğ R E T T İL E R ?
M E D R E S E B İL G İN L E R İ N E Y A P T I L A R ?
B U G Ü N K Ü D U R U M N E D İR ?
ı
KADER VE ELİNDELİK PROBLEMİ
in san la r, girişim lerindeki başarıyı veya başarısızlığı, başlarına gelen bir fe
lâket ya da m utluluğu — bu n lar, kendi yeterli, yetersiz akıl ve iradelerinin ü rü
nü olsalar bile— çoğu zam an görm edikleri, bilm edikleri m istik b ir kuvvet ve
varlığın eseri zannetm işlerdir. N eden aram ak , doğal ve sosyal etkenlerin insan
üzerindeki etk ilerini çözüm lem ek, m u tlu lu k ya da felâketlerinin gerçek kayna
ğını araştırm ak ve bulm ak gibi işler, ancak olum lu b ir anlayışın geliştirdiği ze
k âlara nasip olm aktadır. F akat insanlığın büyük b ir çoğunluğu, çağım ızda bile,
türlü dinsel, sosyal ve h atta biyolojik nedenlerin kökleştirdiği b ir gelenek ve
alışkanlık olarak, doğanın olduğu k a d a r da insanın daha önceden çizilm iş bir
plana göre işleyip hareket ettiğine inanm akla k endilerini teselli ederler ve h atta
böyle zannetm ekten özel b ir zevk alırlar. İnsanı böyle düşünm eye sürükleyen
olaylar da az değildir. Bir aynı iş için, aynı aracılara başv u ran ü ç kişiden biri
nin başarı gösterip diğerlerinin gösterem em esi, b ir taşıt kazasında birin in k u r
tulup diğerlerinin ölm esi, kom şu iki b ah çıvandan b irin in diğerinden fazla ürün
a lab ilm e si... vb. gibi d u ru m lar, b u n ların gerçek nedenlerini bilm eyenler için,
ya tesadüfün ve talihin ya da kaderin ve kayranın (providence) eseriym iş gibi
görünürler. Bu itibarla k ad er inancı, günlük yaşam ın her çeşidinde, zam an za
m an insanı kendine bağlayan, tinsel gücü artırm a o ran ın d a da çökerten ve ira
deyi eriten b ir yeğinlikle (şiddet) zihinleri sarsar. Pek önem li olan bu konunun
yalnız H z. M uham m ed ta rafın d an getirilm iş b ir d o k trin olm adığını d a belirte
bilm ek ve o n u n b u k o n u d ak i öneri ve telkinlerini açıklayabilm ek için, old u k
ça uzak b ir geçm işten işe başlam ak gerekir. Evvelâ k ad er problem ini hakkıyla
anlayabilm ek için, çoğu zam an onunla k arıştırılan şu terim lerin açıklanm asına
ihtiyaç vard ır:
1. T esadüf; Bu, önceden keşfedilem eyen sonuç dem ektir; yani, nede
nini bilm ediğim iz sonuçlara tesadüf (rastlantı) denilir. Bu sonuçların nedenleri
pek çok ya da pek karışık oldu k ları için hem en keşfedilem ezler. F akat bu ne
denler, Poincard’nin deyim iyle, ne tinsel, ne de m istiktirler. Eğer tesadüf, in
sanın m u tlu lu k veya felâketleriyle, ilgiliyse, b una talih, b aht, kısm et (fortun)
denilir.
2. M ucize: Evvelce dc açıkladığım ız gibi, bu, doğanın düzen ve yasa
ları dışında m eydana gelen ya da getirilen m istik nitelikteki h arik alard ır. Y ani,
bilinen ve bilinm eyen yasaların hiçbirine bağlı değilm iş gibi görünen, ancak
peygam berler tarafın d an gösterilebileceklerine inanılan şaşırtıcı ve um ulm adık
olaylardır. O ysaki, m ucize, bize göre im anın hipnotize ettiği saf ru h lard a görü
len b ir yanılm asanın, başarılı tesadüfler h ak k m d aki hükü m lerin d en başka b ir
şey değildir. B unlar pek eski çağlarda gerçekleştiği kabul edilen ve örneklerine
yalnız kutsal k itap lard a rastladığım ız abartılm ış olay ya da söylentilerdir; b u n
ların nedenlerini ve gerçek olup o lm adıklarını henüz bilim yoluyla öğrenm iş
değiliz. Z aten b u n ların çoğu, gerçek o lm aktan çok geleneğin d in, siyasa ve ah
lâk bakım ın d an bazı y ararlar u m arak nakletm iş olduğu söylentilerdir ve H z .
M uham m ed, b u n lara asla değer verm iş değildir. B unun içindir ki M üslüm an
lığın A m en tü ’sünde k adere im an etm ek şart olduğu halde, m ucizelere im an
etm ek şart değildir.
3. K eram et: O lacak b ir şeyi oluşundan önce h ab er verm ektir. Bu, in
sanın öncel tak d ire (predestination) o rta k olm ası dem ektir. Evliya ve k âh in
lerin ünleri ve b aşarıları, k eram etlerindeki isabetlerle o rantılıdır. Bu, yalnız İs
lâm evliyalarına özgü de değildir.
4. İnayet (grace): Bu, b ir insana lâyık olsun ya da olm asın, T a n rı’nm
bağışladığı lü tu f ve yardım lardır. H ıristiyanlık inayet dogm asına fazlasıyla bağ
lıdır.
5. Kader (alın yazısı - destin): Bu sözcük, A rapça ölçm e, tahm in etme
ve ölçerek ta k d ir etm e dem ektir. L atincesi fatu m , fari vc fa to ’d u r ki, b u n lar
itiraz edilm ez b ir su rette em ir verm ek dem ektir. W esterm arck ’ın naklettiğine
göre, b ir Pehlevî m etni, k ad eri, «başlangıçtan itib aren em redilm iş olan» diye
tanım lam ak tad ır. T an rıb ilim d e ise, T a n rı’m n kendi iradesini uygulam adan önce,
yani icra etm eden önce ta k d ir eder, sonra icra eder ya da e ttirir. Bu ikinci
evreye kaza denilir. İslâm ın önem li koşulların d an biri de, kadere inanm aktır.
Bu, h er şeyin T an rısal tak d ire uygun olarak cereyan ettiğine inanm ak dem ektir
Bu, yapılm ış ve yapılacak edim lerin sonucunu, T a n rı’nm bilm esi dem ektir. Fa
kat, T a n rı’nın b u bilgisi, ihsana iyilik ve k ö tü lü k ten b irin i m utlaka yaptırm ası
dem ek değildir; yani insan, eylem ve edim lerini, kendi iradesiyle yaptığı h alde,
bunları yapm ası, T an rısal ta k d ir sayesindedir. D em ek ki, yapılm ası gereken
hareket, davranış ya da işi yaratan T an rı olduğu halde, iradesini, b u n la r yönün
de kullan an , insanın kendisidir. İlerde göreceğim iz gibi, Sünnî kelâm cılar bu
düşünceyi reddederler.
Filozof ve y azarların çoğu, ilkçağlardan beri b u konu üzerinde düşünm üş
lerdir. H esiod, kaderi; gecenin kızı saym ış; Buda, âlem lerin türlü çarpışm ala
rından söz eden insanlık için, nedenlilik yasası, olayların ve olguların bağlan
m alarını ve ard alan m aların ı (taakup) düşünce aracılığıyla kavram anın olanak
sızlığını ileri sürm üş, fak at örneğin, H om eros gibi, paganizm anm ilk büyük
ozanı, kadere direnen b ir irade ve özgürlüğün varlığına işaret etm iştir. Bu ozan,
kaderin tüm evrene hükm ettiğini, T a n rıla rın görevi de her şeyi kendi em irle
rine itaat ettirm ek olduğunu, yalnız k ah ram an ların savaş aşkıyla kadere karşı
geldiklerini iddia eder. H atta J ü p ite r ’in b ile, ölüm e m ahkûm olan k ahram an
ları k u rta rıp k u rtarm am ak k o n usunda öteki T an rıların engel olm ak istem ele
rine karşın , k ah ram an ların istihkâm ları yıktıklarını anlatır. Y ani H om eros, kah
ram anların kadere boyun eğm ediklerini ve onların özgür o lduklarını açıklar
(H om eros, ‘Ilia d e ’, s. 233, 314; ‘O dyssee’, s. 29, 239, 364, P. G iguet çevirisi,
1913). N itekim tarihçi H erodot da aynı inançla, kaderi T an rıla rın bile değişti
rem eyeceğini savunurken, " Bir ilâh bile m ukadderata karşı gelem ez!" dem ek
ted ir (‘H erodot T a rih i’, cilt I, k itap I, s. 91). Eski Y unan ve genel olarak ilkçağ
k âh inleri, k ad erin k ararların ı keşfetm eye çalışırlarken, A raplar, cinlerle şeytanı
kadere karşı koyarlar, yani bağı (büyü) ile u ğ raşan lar ve k âhinler, kaderi değiş
tirm eye çalışırlar. Z erd ü şt d o k trin in d e ise, h a y ır’la şer’in savaşı sırasında kaderin
p lastik b ir k a ra k te r taşıdığı görülür.
K aderi, m itoloji, felsefe ve din bakım ından da incelem ek gerektir:
1. M itoloji b akım ından kader: İlkçağlarda çoktanrıcılık anlayışına bağ
lı olarak kad er, bükülm ez ve esrarlı b ir k o n u d u r; o, ne doğal b ir zorunluluk,
ne de T an rısal bilgeliğin b ir plan ıd ır. K ader, T an rılık tan , insel özgürlükten vc
doğadan da ü stü n d ü r, k o rk u n çtu r. İlk Y unan trajedilerinde ve hele Sophocles’
in eserlerinde savunulm uş olan yazısız k an u n ları, h atta T an rılar bile değiştire
m ezler. Bu inancın kaynağını aray an lar, şu düşünceyi kabul ederler: İnsel ru
hun derinliğindeki sonsuzluk duygusu, k ab a ve saçm a inançların karanlıkları
arasın d a hayal gücünün yerine koym uş olduğu b u lan ık , boş ve ülküsel kuv
vetler. Bu çağdaki insanlar, sonsuzluk düşüncesine ahlâksal b ir duygu ekleye-
m edikleri için, adalet ve kayra düşüncesinden uzaklaşm ış, T anrısal doğanın dı
şında kaba b ir antropom orfizm e düşm üşlerdir. Bu n edenledir ki, onlarca kader,
kendilerine hükm eden T a n rıla r ya da m o n ark lar gibi, dilediğini yapm aktan
çekinm eyen b ir zalim delinin eseridir. O ldenberg, ‘Le B uddha’ (Foucher çevi
risi, 1903) adlı eserinde, H in t inan çların d a özgürlüğün bulunm adığını, H intli
lerin kader düşüncesini fatalizm e k a d a r götü rd ü k lerini açıklar. N itekim , H intli
G osala, “G üçlü o lm a k yo ktu r; insan kontroîa sahip değildir; tü m var olanlar
ve yaşayanlar güçsüzdürler; bir fatalitenin (cebriyet) erekliliğin (finalism e), do
ğanın etkisi altında her şey, k e n d i am acına g ö tü rü lm üştür” der. Ö zet o larak m i
tolojik k ad er anlayışında zo ru n lu lu k lar, T an rısal iradeden bile ü stü n d ü r ve onun
n itelik ve m antığını anlam ak güçtür.
2. Feisefesel ya da m e ta fizik kader: İlkçağ filozofları, kad eri, anlaşıl
m az ve neden kabul etmez, b ir güç saym ışlardır; fak at onlar, kayra düşüncesini
getirm işler ve b u n u eşyanın doğasından doğan b ir ü rü n , h atta kayranın kendisi
saym ışlardır. P ythagor onu, eşyanın bilgeliği, ölçü, tüm varlıkları kaplayan zo
ru nluluk ve tüm b u n la rı, eşyanın tözüne (cevher) nüfuz ettiren akıl diye tanım
lar, E flatun, k ad eri, T an rısal kayrayı, hayrı, insel özgürlükle uzlaştırm aya ça
lışm ıştır. O na göre kad er, ebedînin ve değişm ezin, fani ve değişken olanla zih
nin değişm ez tözüyle m addenin değişken h areketliliğinin b ir karışım ıdır. Y al
nız kader, ebedî düşüncelerin akışına dalm ış olan erm iş ve özel ru h la ra b ir etki
yapam az. N itekim , P lu tark da ‘F ato ’ adlı eserinde, kaderi, kayranın oğlu ve ke
lâmı saym ıştır. İskenderiye O k u lu n d an P roklüs, kader, m adde ve ru h âlem inin
yasasıdır, dem iş ve onu evrenin hareket ettirici bilgeliği ve kayrası dem ek olan
D em iurgos tarafın d an yönetilen ebedî aklın çizdiği b ir plan içine koym uştur.
Stoacılar, E fla tu n ’un T an rı ve âlem in ru h u arasına koym uş olduğu ayrılığı kal
d ırırlar. O n lara göre, âlem in ru h u , düzenin, h areketin ve zihnkı kaynağı olan
tüm el b ir ilkedir ve kad er, doğanın derinliğinde hiçbir şeyin değiştirem ediği
sert ve uğursuz b ir k u vvettir. O nlara göre, k ad erin iki öğesi (unsur) vardır:
1. D urağı âlem in ru l|u olan m utlak ve yüce ru h ; 2. M addeden gelen zo runlu
luk. Z ira stoacılar, T an rı yerine, T an rı ile özdeş saydıkları b ir evren kabul
ederler; fak at m adde ile ru h u ayırırlar. Evrensel ru h la m adde, bu varlık k a n u
nuna, yani evren k a n u n u n a göre değişir. Bu gelişmeyi kader tem sil eder. Bu
itibarla stoacılara göre kad er, eşyanın doğal düzeni, ebedî gerçek, kayranın
ebedî sözü, âlem in aklı, âlem e n üfuz etm iş olan bilgelik ve âlem i yöneten ru h
sal güçtür. F akat stoacılar da E flatun gibi, k ad erin insel özgürlüğüne nüfuz ede
m eyeceğini, fak at b u özgürlüğe yalnız bilge olanların sahip olduklarını savun
du lar. Bunun içindir ki, o n lar, insanın kendi ruhuyla evrensel ru h arasında uz-
laşık b ir öm ür geçirm elerini önerd iler. O n ların doğaya göre yaşam a ilkesinin
gerçek anlam ı b u d u r. A risto, k ad erd en söz etm ez; zira ona göre, T an rı, seçmek-
sizin seçen, m adde ise şekilsizlikten şekillenm eye doğru h areket eden b ir dina
m iklikten ib arettir. Bunun için d ir ki, A frodizyalı A lexandr, " A ristoculara göre;
kader, âlem i yöneten kanunların to p la m ıd ır" der. Fakat A risto da sorum luluk
konusund a Sophocles gibi yazısız k an u n ların varlığına inanm ıştır. G enel olarak
kuşkucularla duyum cular, m addeci o ld u k ların d an , âlem de zorunlulukla tesa
düften başka b ir şey görm ezler.
Ö zet o larak ilkçağ filozofları, âlem de aşk ve kin, hayır ve şer, n u r ve zul
met (ışık ve k aran lık ), zihin kanunlarıy la b u n lara direnen b ir doğa ve m adde
gören ikiciler (dualistes) old u k ları için, k ad eri, b u n lard an birin in son zaferini
tem sil eden kuvvet gibi gördüler. F ak at, tek tan rıcılık başlayınca, insan zihni
ikicilikten k u rtu la ra k birciliğe bağlandı. Saint A ugustin, T anrısal irade ve öz
gürlüğü yücelterek insel özgürlüğü yok etti. D escartes ve Leibniz, vesile neden
ler ve öncel ahenk k u ram ını getirm ek suretiyle özgürlüğü kurtarm aya çalıştılar.
Fakat, Spinoza, T an rısal irad en in bile zo ru n lu lu k lara itaat ettiğini ileri sürerek
fatalizm i (ceberiye) savundu. Bilindiği gibi fatalizm , âlem de olup biten şeyleri,
zihinsel b ir nedenin değil, k ö r b ir tesadüfün eseri sayarak özgürlüğü tam am ıyle
reddeden b ir d o k trin d ir. Bu T anrıtanım azlığa ve panteizm e yol açar. Bu d o k tri
ne göre insan, eserlerinin yaratıcısı değildir; iradem izde asla özgürlük yoktur;
biz edilgin ve eylem siz y aratıklarız. L uther ve Calvin gibi reform cular da, insel
özgürlüğü in k â r ederler. H obbes, zoru n lu lu k la özgürlüğü uzlaştırm ak isterken
iradeyi, yalınç b ir arzuya döndürger. T ü m ansiklopediciler, D iderot, D ’H olbach,.
Lam ettrie m addeci oldu k ları için, insel özgürlüğü in k âr ederler. B unlar, top
lum un, soyaçekim in, organik etk en lerin , m izaç ve din inançlarının etkisi al
tında insanın doğal b ir m akine, k aderine hâkim olm a yeteneğinden yoksun ve
edilgin b ir yaratık o lduğuna in an ırlar; fak at doğal hak taraflıları, G rotius,
J . J . R ousseau ve V oltaire gibi X V III. yüzyılın büyük d ü şü nürleri, özgürlüğü
savunarak k aderi in k â r ettiler.
3. Tanrıbilim sel, yani dinsel kader: G enel olarak kitaplı dinler, T an
r ı s a l ve öncel ta k d ir (predestination) ile T a n rı’nın öncel bilginliği (prescience)
telakkisine bağlı o ld u k ları için, k aderi pek d erinden savunm uşlardır. T a n rı’nın
hem her şeye gücü yeter, hem de o n u n bilim i h er şeyi kuşatm ıştır. H içbir şey,
onun bilgisi ve isteği dışında gerçeklenem ez gibi ilkeler, doğanın olduğu kadar
da insanın dilediğini yapm a h ak ve özgürlüklerini yıkar. T üm m istikler de, bu
T anrısal güç ve bilgi adına b ir k ad er ahlâkını savunm uşlardır. Ö rneğin, Jan-
senciler (Jansenism e), insanın etkili b ir inayet olm aksızın ik tidara sahip olam a
yacağını sav u n u rlar ki, bu düşünceleriyle insanın tüm özgürlük ve elindeliği in
k â r edilm iş olur. Cizvit M olino’n un (1535-1601) savunm uş ' olduğu m olinism e
m ezhebiyse, insana az çok b ir özgürlük v erir ve elindelikle inayetin verilerini
(donnees) uzlaştırm aya çalışır. Bu m ezhebe göre, T a n rı’nın am acı, tüm insan
ları, kuvvet ve çab aların ın hepsini sarf etm eleri koşuluyla ku rtu lu şa kav u ştu r
m ak tır. Bu çaba (effort) sayesinde yeter inayet (suffisante), etkili inayet (effi-
cance) o lu r (C arre de M ontgerson, ‘La V erite des M iracles, 2 cilt, 1737). Tüm
H ıristiyan m ezhep ve tarik atları az çok fark larla İslâm m ezhep ve tarikatlarının
dü şündükleri gibi, b u kon u d a tam b ir anlaşm ayı b aşaram am ışlardır. M iladın II.
yüzyılında yaşam ış olan Sinoplu M arcion ad ın d ak i din sapıklarından sayılan bir
düşünürle m iladın IV . yüzyılında yaşam ış olan L actance, ‘T a n rı’nın G azabına
D a ir’ adlı b ir eserinde, T a n rı’nın öncel bilim iyle k ad er kavram ı arasındaki çe
lişikliği ustaca gösterm iştir. T alm u d cu lara göre, T a n rı, her şeyi önceden görür;
fak at bize seçme özgürlüğü verilm iştir; yani insan, kendi gitm ek istediği yola
sevk edilm iştir.
Bu genel bilgilerden sonra, İslâm m ezheplerinin k ad er hak k m d ak i görüş
lerinin kısa b ir p anoram asını verelim ve kutsal m etinlerde bu konuyu ilgileyen
bildirileri su n arak H z. M uham m ed’in ve dolayısıyla İslâm dininin k a d er anla
yışını açıklam aya çalışalım : K adere, h ayrın ve şerrin T a n rı’dan geldiğine im an
etm ek İslâm im anının ana k o şu llarm d an d ır. Böyle b ir ana inanç üzerinde tartış
m a caiz değildir; fak at tüm b ü yük İslâm bilgin, filozof ve m ezhep sahipleri
de bu konu ü zerinde d üşünm üşler ve b irb irlerin e aykırı d o k trinleri savunm uş
lardır. A m en tü ’nün esaslarından b iri olan kad erin , hayır ve şerrin T a n rı’dan
geldiğine k örü k ö rü n e inanm ak, insan ların b u dünyada işlemiş o ld ukları eylem
lerin son hesap günündeki sorum luluğunu tehlikeye’ dü şü rü r. Eğer insanlar,
T a n rı’nın önceden çizm iş olduğu b ir plan dairesinde hareket etm ek, düşünm ek
ve inanm ak zo ru n d a iseler, o nları u y an d ırm ak ve aydınlatm ak için Y üce T a n rı’
nın hem peygam ber ve kitap gönderm esine, hem de cennet ve cehennem vaat
leriyle sevindirip gocundurm asına gerek yoktur. K uşkusuz ki, bu tak d ird e de
d in lerin dayanm ış olduğu göksel saltan at ve onun vücuda getirdiği dünya ve
ahret örgütlerinin b ir anlam ı kalm az. Esasen böyle b ir inanç, T a n rı’n ın tüm el
gücü k a d a r da m u tlak özgürlüğünü tehlikeye d ü şü rü r. Z ira , h ay ır ve şerri seç
m ekte, insel özgürlüğe yer verilerek, k ad er inancı yok edilirse, T a n rı’nm şerri
seçecek olan b ir k u lu n u , niçin b u tehlikeden korum adığı ve eğer bu k u lu neyi
seçeceğini bilm iyorsa, T a n rı’nın h er şeyi kaplayan, k u şatan bilgisinde b ir nok
sanlık olduğunu k ab u l etm ek ve nihayet O ’n un h er şeye gücü yetm e sıfatını
d a in k â r etm ek gerektir. D aha açıkça, T a n rı’nın h er şeye gücü yettiğine göre,
şerri yaratm am ak ya da hiç olm azsa şerre eğilm iş olan ru h ları, bu eğilim den
k u rtarm ak da elindedir ve T a n rı, h er şeyi b ild iğ in i göre, k u lların ın ne tarzda
h arek et edeceklerini de önceden bilm iş olm asından daha doğru b ir gerçeklik
olam az. Bir ayette, “İnsan, başıboş bırakıldığım m ı zanneder?” denilm ektedir.
M adem ki insan, b u âlem de başıboş bırakılm am ıştır, yani dizginleri T a n rı’mn
elindedir, öyleyse onu, daim a hayra yöneltm iş olm akla T anrısal lü tu f ve ina
yet daha cöm ertçe gerçeklenm iş olm az m ı? T üm v arlıkların k aderi, T a n rı’nın
öncel p lan ın a göre çizilm işse, b ir taraftan bu planı, kendisinin b ir daha değiş-
tirem em esi, yani değiştirm e gücüne sahip olm asına k arşın , sanki âcizm iş gibi
değiştirm em esi, im an bak ım ın d an b irtak ım saçm a düşünceleri doğurur. N ite
kim K u r’an d a, " ... T anrısal ka n u n d a (sünnet) b in u leğ işiklik bulam azsın” (Ah-
zap, 26) ve, “T a n rı’nın âdetinde bir d eğ işiklik g örem ezsin” (F atır, 43) gibi ayet
lerle âdeta T an rı, kendi özgürlüğünü in k â r ediyor, kurm uş olduğu düzenin zo
runluluğuna kendisi de itaat ediyor. G erçekten de, T a n rı’m n h er şeye gücü
yeter, fak at bu sıfatına day an arak , örneğin, insanlar ark alarını da görsünler
diye, onların enselerine b ir göz daha eklem eyi ya da ne kendi ekseni, ne de
güneş gibi b aşka büyük b ir k ü re etrafın d a dönm eden, fezada eylem siz ve h a
reketsiz d u ran başka b ir küre ya da başka b ir yıldız sistem i yaratm ayı istemez.
O , kurm uş olduğu doğa yasalarına, yine kendi isteğiyle itaat eder. B unun içm
d ir ki, olanaksız olan şeylerin olanaklı olabilm esinin m uhal olduğunu kendisi
de onaylayarak, " A y e tle rim izi yalanlayıp kibirlenenlere karşı gö kyü zü n ü n k a
pıları açılm az; onlar, d eve iğne deliğinden geçinceye d e k cennete girem ezler”
(Â raf, 40) diyen ayette de, olanaksız b ir şeyin ebedî olarak m uhal olduğunu
bildiriyor. B ununla b irlik te, herkesin M a h fu z L e v h a ’da ta k d ir edilm iş olan bir
süre içinde öleceğini bildiren ayet. (Âli İm ran , 145) belki de T anrı özgürlüğünü
belirtm ek için, fak at T an rısal âdette değişiklik olm adığını bildiren ayete aykırt
olarak, başka b ir ayette geri alınm ış gibidir. Y ani, Y üce T an rı, insanın öm
rünü eksiltm ek de b ir k itap ta yazılıdır; ve b u T an rı için kolaydır (F atır, 12)
dem ektedir.
Eğer T an rı, kendisinin m utlak su rette özgür olan iradesini dilediği gibf
kullanm a gücüne sahipse ve bu gücünü dilediği zam an işletiyorsa, insanlığın
hasretini çekm ekte olduğu, d ah a iyi, d ah a yetkin b ir âlem i niçin yaratm adığı
sorusu akla gelebilir. L eibniz’in ve diğer bazı iyim ser d ü şünürlerin inandıkları
gibi, yaşadığım ız âlem in en ü stü n b ir yetkinlikte kurulm uş olduğu ileri sü rü
lürse, tüm kusurların ı görerek d ah a yetkinine hasret çektiğim iz b ir âlem h a
yalini kendim iz uyduruyorm uşuz gibi düşünm ekte ve olana razı olarak kendi
mizi teselli etm ekte, aldanm ış o lm aktan başk a b ir gerçek olabilir m i? T an rı is
teseydi insanları günaha sapm ayan ve h aram lara boyun bükm eyen duygu ve
düşüncelerle süsleyip eylem lerini güzellik, iyilik ve doğruluk yönünde gelişti
rebilirdi. Ö zet o larak , âlem in ya önceden yapılm ış, değişm ez ve akla uygun
planları v ard ır, yahut da böyle b ir şey yoktur; varsa, ne T a n rı’da, ne de yara
tık lard a özgürlük ve so rum luluk yoktur; böyle b ir plan yoksa, T anrı olanı bil
diği halde, olm ayanı ve olacak olanı bilm iyor, âlem in ve insanların işlerine k a
rışm ıyor, b ir seyirci gibi bu sonsuz ve harek etli sahnenin başıboş tablosunu
gözlem ekten başka b ir şey yapam ıyor dem ektir. O ysaki kutsal m etinler, b u nun
böyle olm adığını onaylam aktadır. K alem suresinde, " N u n ’a ve satırlar d ize n e
ant içerim k i . . . ” diye başlayan ayet, öncel tak d irin L evh-i M a h fu z’da kayıtlı
olduğunu, tüm dünya ve evrenin olaylarının, b u levhada yazılı olan plana göre
akıp gittiğini an latır. B uh arî’nin kaydettiği b ir hadiste, "N eye lâyıksan, kalem
yazdı, m ü rekkeb i bile k u r u d u ” denilm ektedir. T ab erî gibi bazı tefsircilere göre,.
kalem , gelecek olayları yazmaK için T a n rı’nm ilk yarattığı şeydir (kelâm gibi).
U zunluğu gökle yer arasın d ak i uzaklık k a d a r olan bu ışıktan kalem , kıyam et
gününe dek m eydana gelecek olan tüm olay ve olguları yazm ıştır; bu itibarla
artık yeniden başka b ir olayın m eydana gelmesi düşünülem ez; aksi halde, T an
rısal bilim in değişken olm ası gerekir. Bazı İslâm d ü şünürlerinin tüm el akıl say
dıkları bu L evh-i M a h fu z ’âan ya da bu anlam da kullanılm ış olan k itap tan baş
ka ayetlerde de b ah so lu n u r: "T anrı, dilediğini y o k eder, dilediğini yerinde b ı
rakır, onun yanında L evh-i M a h fu z vardır’’ (R a ’d, 39); "B iz, bilinen kitapta,
a kıbetini belirtm iş olm adan hiçbir karyeyi m a h v e tm e d ik ” (H icr, 4); "K ıyam et
gününden önce m ahvetm eyeceğim iz ya da şid d etli bir azapla cezalandırm ayaca
ğım ız hiçbir kasaba yo ktu r; bu da kita p ta ka yıtlıd ır” (İsra, 58); “ Y e ry ü zü n d e
ve nefsinizde, kita p ta yazılı olm ayan hiçb ir m usibete uğranılm az, bu T a n rı’ya
göre ko la yd ır” (H ad id , 2 2); "D e ki, b ize T a n rı’nın yazdığından başka bir şey
isabet etm ez, O , bizim efen d im izd ir, im an edenler, yalnız T a n rı’ya te v e k k ü l e t
sin ler" (Tevbe, 51)
K âhinlik ve k ad er konusu için fetva aray an lar, Saffat suresinin 88-89’uncu
ayetleriyle L okm an suresinin 12’nci ayetindeki bildiriye dayanarak yıldızlarla
geleceğin keşfedilebileceğini ve hekim liğin T an rı tarafın d an peygam berlere vah-
yedilm iş olduğunu iddia ed erler ki, b u tü rlü düşünceler, gerçekte k ad er in an
cıyla uzlaştırılam az.
G örülüyor k i, olayların alacağı son şekil k a d a r da vukua gelecek olan tüm
olaylar, k itap sözcüğüyle, ifade edilen L evh-i M a h fu z’da, yahut da R a’d suresin
de kullanılm ış o lan Levh-al-m ahv v e ’l-isbat’ta, yani b ir kutsal levhada yazılıdır.
Bunun içindir ki, ne güneş ayı, ne de gündüz geceyi geçebilir, b u n ların h er biri
bir felekte yüzerler (Y asin, 40) ve T an rı, böyle tertip etm iş olduğu b ir âlem
düzenini değiştirip d urm az ve âdetini bozacak denli de kararsız değildir, Z ira,
değiştirm ek, ya yeni b ir ihtiyaç için o lu r, ya da sırf keyif için olur. Birinci halde,
T anrı ilk k urm uş olduğu düzeni kıyam ete dek yetecek b ir yetkinlikte yaratm a
mış ve ilerde doğabilecek olan yeni ihtiyaçları önceden görem em iş, daha açıkça,
yaratm ış o ld u k ların ı kendisi de beğenm em iş o lduğunu anım satır. Bu ise, onun
öncel bilginliğine ve bilim ine aykırı b ir o lasılıktır. İkinci hal ise, ozan Abdül-
hak H â m id ’in deyim iyle, T a n n ’yı b ir tıfl-ı ek b er (ulu çocuk) sayarak, çocuk
gibi, aklına geldikçe, önceden ne olacağını bilm ediği, h a tta sonucunun da ne
olacağı belli olm ayan ve kendisinin de fark edem ediği herhangi b ir yeni olayı,
b ir değişikliği gerçekleştirm ekten hoşlandığını k abul etm ek gerekir ki, bu iki ■
olası da kutsal m etin lerin bild irilerin e olduğu k a d a r, im ana ve akla da aykırıdır.
G enel o larak kelâm cılar, T a jırı’nın y ap tık ların d an sorum lu olm adığını ve aklın,
b ir işi T a n rı’nın niçin yaptığını öğrenm esine izin verilm ediğini, esasen aklın
buna gü cünün yetem eyeceğini, ödevim izin, sadece kendi eylem lerim izi T an rı
isteğine göre düzenlem ekten ib aret olduğunu sav u nurlar. F akat bu teklife k a r
şın akıl, bu konu üzerinde kendi âcizliğini k ab u l ederek susm uş değildir. Bazen
birbiriyle çelişik gibi görünen ve tü rlü olaylar yüzünden ayrı zam anlarda bil
dirilm iş olan ayetlerden, insel özgürlüğe h içb ir yer verilm ediği ve bu konuda
aklım ıza gelebilecek sorulara pek de kandırıcı olm ayan dogm atik yanıtlar veril-
.diği, nihayet insanın b ir ta ra fta n da k ad er çerçevesi içinde büyük b ir sorum -
luluğa m ahkûm olduğu görülür. Z ih n in , çevirti ve tefsirin sözcük oyunlarıyla
kandırılam ayâcağı için d ir ki, İslâm m ezhepleri ve filozofları, tü rlü açıklam alar
la bu konuyu yum uşatm aya, aydınlatm aya ve H z. M uham m ed’in bu konudaki
b ildirilerini günaha girm eden, d ah a akla uygun b ir şekilde aydınlatm aya çalış
m ışlarsa d a, kendi araların d a tam b ir uzlaşm aya m uvaffak olam am ışlardır. Bun
ların d ü şü n d ü k lerin i kısaca şöyle özetleyebiliriz: '
C ahm bin Safvan ve M ü rcialard an , k a b ir azabını da reddetm iş olan El-
N eccar gibi caberiyenin (fatalism e) aşırı yanlıları, olayların önceden, T an rı ta
rafın d an saptanm ış ve insel irad en in b u kutsal plan a göre hareket etm e zorunda
olduğunu, b u b ak ım d an , insanla diğer can lılar arasında h içb ir fark bu lu n m a
dığını savunurlar. Bu d o k trin e göre, insan iradesi, kendi k ad erini olduğu ka
d a r da diğer olayları değiştirem ez. Z ira T a n rı, geleceği de bilir ve olayları bu
bilgisine göre düzenler. Bu itib arla insanın eylem leri, gerçekte T a n rı’nın ey
lem leridir. N itekim El N eccar’ın hocası B ağdat m üçtehitlerinden Bişr-el-M arisî
(ölm . 833) de, hayırla şer, hidayetle sapıklık (dalâlet), T a n rı’nın öncel takdi
rine bağlıdır; b u n lar, ister istem ez o lu şu rlar idd iasındadır. Bu doktrine bağlı
olan H aricîler de, kulu n hayır ve şerri kendi iradesiyle yapm adığına inanırlar.
Bu görüşler, sorum luluğu açıklayam az ve T an rısal adaleti tehlikeye d ü şü rürler.
S ünnet ehli, b u id d iaları red d ed er. Bu züm reye göre, insel eylem lerin yaratıcısı
T a n rı’dır; O , bize tikel b ir irade v erm iştir; biz b u iradeyi dilediğim iz b ir iş için
kullanırız. Eğer b u iş T an rısal iradeye uygun gelirse, T anrı o işi yaratır. Genel
o larak T anrıb ilim ciler, “Tanrı, derler, tü m eylem lerim izin nasıl olacağını önce
d en bilir; Tanrı m u tla k surette d ilediğini yapar ve buna gücü yeter; doğa yasa
larını O ku rm u ştu r; dilerse b u yasalara aykırı bir olayı da oluşturabilir”. Y ani
T a n rı, m utlak su rette özgü rd ü r, fak at insan, O ’n un bilim ve tak d irin i aşam az.
H z. Ö m er’in dediği gibi, özgür ölarak yaptığım ızı zannettiğim iz h areket ve giri
şim ler, gerçekte T a n rı’nın tak d irin d en yine O ’n u n takdirine sığınm aktan başka
b ir şey değildir. Y ani, sağ aklı (aklıselim ) k u llan m ak ya da kullanm am ak da,
T anrısal tak d ire uym aktan b aşka b ir şey değildir. Bu itibarla hiç kim se kendi
alın yazısından k u rtu lam az. K aderi in k â r ettik leri için, “ â d il” ve T a n rı sıfat
ların ı red d ettik leri için “ te v h it” erbabı sayılan M utezile, insel iradeye değer
verir. Z ira bu sistem de, T a n rı’nm tüm el güç ve iradesinden çok bilgeliğine önem
verilir. B unlara göre T an rı, yalnız hayrı y aratır, şerri yaratm az. İnsel eylem ler,
in sanların özgür iradelerinin ü rü n ü d ü r. Z ira, insanda eylem den önce, o eylemi
icraya elverişli ve potansiyel b ir kuvvet ve yetenek v ard ır ve T an rı dilerse şer
rin önüne geçebilir. M utezile, C aberiye’nin zıddını düşündüğü için, b u n lar k a
d ercidirler. O n lar, T a n rı’nın, in san lar ta rafın d an yapılacak olan h e r eylem in
n eler olduğunu, nasıl olacağını b ildiğini, fak at b u bilgisine karşın hiç kim seyi,
yapm akta olduğu işi yapm aya zorlam adığını, yani inşânın hayır ve şerden birini
k endi iradesiyle seçtiğini ve sorum luluğun da b u özgürlükten doğduğunu savu
n u rlar. S ünnîler ise, b ir c ü z ’î iradeye sahip olduğum uzu, hangi işi yapm ak is
tersek, T a n rı’nın o işi vücuda getirdiğini savu n u rlar; hem Caberiye, hem de
K adercilerin saçm acı ve k âfir olduğuna in an ırlar. E ş’arîler, insanda b ir kazan
m a (kesp) yetenek ve özgürlüğünün b u lu n d u ğ u n a in an ırlar. O n lar, insanın
biraz olsun özgür iradeye sahip olduğunu zannederlerse de, gerçekte biz ihti
yarsız o larak h arek et eden yaratık larız, derler. E ş’arî, b ir çeşit vesileciliği (occa-
sionalism e) savunm uştur. M atüridîler, bireyin tikel (cüz’î) iradesinde elindelik-
ten söz ettiler. B unlar, bireyin m ük âfat ve cezaya lâyık olabilm esi için, eylem
lerim izde özgürlüğün zorunlu olduğunu sav u n d u lar ki, çok sonraları K ant, şüp
hesiz birço k fark larla aynı düşünceyi savundu. T asavvufla uğraşanlarsa, b ir
likte (vahdet) iradenin düşünülem eyeceğini savundular. Y ukarda sözü geçen
K aderciler, k u l, kendi eylem lerinin y aratıcısıdır ilkesinden h areket ederek Ca-
beriye’den ay rılırlar. K aderi reddetm ek k a d a r da kabul etm ek, T anrıbilim b a
k ım ından tehlikeli ve h a tta k ü fü r sayıldığı için, M atüridî ve E ş’aıî, K aderci
lerle Caberiye m ensuplarının o rtasın d a kalm ıştır. N itekim M utezile, T anrısal
iradeyi, insel iradeye o rta k saydıkları için m ü şriklikle suçlandırılm ışlardır. Si-
m avna Kadısı Şeyh B edreddin de, " Tanrısal irade, bir insanın istidadında olanı
dilem esi d em ektir. O nesnenin istidadında olm ayanı Tanrı dilem ez ve böyle bir
ye tk isi d e yo ktu r. Tanrı, dilediğini yapar, fa ka t istidatta olanı diler” der; fakat
istidadın nasıl gerçeklendiğini açıklayam az.
K ader konusu n d a Şiî kelâm cılarla İm am îler, daha geniş ve pervasız dü
şüncelere dalm ışlardır. O n lar, T an rısal iradenin sabit olm adığını, yeni koşul ve
o lan ak lara göre bu iradenin de değişebileceğini ileri sürm üşlerdir. K u r’andan
tü rlü ayetlere d ayanarak, gün ah lıların cezalarının değiştirildiğine dair olan k u t
sal bildirileri, oğlunun k u rb an edilm esi h ak k ın d a H z. İb ra h im ’e verilm iş olan
em rin geri alındığını, Y unus kavm inin m ahvedilm esine karşı, T a n rı’nın göster
m iş olduğu m erham eti, bazı sevaplarla, örneğin, evlâdın ebeveyne karşı göste
receği saygı dolayısıyla ö m rün uzayacağını ve hayır işlem enin insan kaderini
değiştireceğini b ild iren hadislerle ayetlerin kaldırılm ış olm asını (nesh), iddia
larının b irer k a n ıtı o larak öne sürerler. Y ani, Şiîler, işlerde vukua gelen en uy
gun değişm eler, b u n lara uygun gelen tak d irlerle paralel olarak gelişir, derler.
N itekim , «zam anın değişm esiyle ahkâm ın da değişm esini» bildiren fıkıh h ü
k üm lerinin dayanağı da, H z. M uham m ed’in hadisleridir. Bize göre de eğer ka
d er, değişm ez ve öncel b ir plan olsaydı, evvelâ duanın ve tövbenin, h atta iba
detin b ir değeri olm azdı. Z ira , T a n rı’nın çizm iş olduğu alın yazısından k u rtu l
m a olanağı b u lu n m ad ık tan sonra, O ’flun lü tfu n a, m erham etine, Peygam berinin
şefaatine sığınm ak yararsız o lu rd u . T övbe etm ekle günahlarım ızdan k u rtu la
m ayacak o ld u k tan sonra, n için tövbe ederek, yalvarıp y ak ararak T a n rı’yı ted ir
gin etm elidir? İb ad et, yalnız b ir borç değil, aynı zam anda ru h u arıtm ak, T an
rısal lü tu f ve inayete lâyık b ir d u ru m a getirm ek için yapılan kutsal eylem ler
dendir. K aderim iz değişm ez b ir su rette L e v h ’i M a h fu z’da yazılıysa, kulun bunu
değiştirm ek için uğraşıp durm ası boş ve verim siz b ir çabadır. K adere körü kö
rüne bağlanm ak d a, ilerlem eyi d u rd u ra n , yetkinleşm eyi baltalayan, m iskin ve
eylem siz ru h ları ü retm ekten ve insel sefaleti artırm ak tan başka b ir işe yaram az.
K u r’andaki şu ayetler, k ad er çem berinden kurtulm aya hizm et edecek şekilde
tefsir edilebilir sanırız: "T anrı, en evvel ka lem i yarattı; bir kalem çekildi m i, o
h em en o lu verir”. Bu simgesel ayetlere göre, kalem yaratıldığı andan beri yaz
m aya devam etm ektedir. O laylar ve v arlık ların ne tarzda akıp gidecekleri ön-
cedcn yazılm ış, fakat yaratm a sü rü p gittikçe yazılm a da devam etm ekte ya da
yazıldıkça yaratm a ve ta k d ir vücuda gelm ektedir1.
G örülüyor ki, p ek geniş ve kuram sal tartışm alara yol açmış hulunan bu
önem li ko n u , kutsal m etinlerde, tüm açıklığıyla b ir tek ilkeye bağlanm ış de
ğildir; İslâm m ezheplerinin, üzerinde birleşm em elerinin b ir nedeni de bu d u r.
Bu itibarla biz H z. M uham m ed’in bü konu d ak i anlayış ve telkinlerini, kutsal
m etinlerden izlemeyi d ah a y ararlı buluyoruz:
1. K u r’an d a tü rlü vesilelerle Peygam bere yapılm ış olan ih tarlar, insanla
rın hidayete erişebilm elerinde T anrısal takdiri aşabilm enin olanaksız olduğunu
gösterir: “ O nları hidayete getirm ek sana düşm ez, sen yalnız irşat etm ekle y ü
k ü m lü s ü n ” (B akara, 273); “Sen sevd iklerin i hidayete nail edem ezsin, lâkin T an
rı dilediğini hidayete ka vu ştu ru r” (K asas, 56). İn san ları, doğru ya da eğri yola
sürükleyen T a n rı’nın kendisi olduğu için, Peygam berin bu konudaki çabaları
boşunadır: “Sen, T a n rı’nın sapıttığı kim seye bir yol bulam azsın” (N isa, 26;
M aide, 41); “O nların inalları ve çocukları, seni im rendirm esin, Tanrı onları
d ü n ya hayatında bunlarla azaplandırm ayı ve kâ fir olarak can verm elerini istiyor”
(T övbe, 55; M aide, 41); zira, “H \r hususta em ir ve irade T a n rı’n ın d ır” (ÂSi
İm ran, 157) ve zaten; "H ayır ve şerrin hepsi T a n rı’dandır” (N isa, 76). Bu iti
barla Peygam berin görevi, şefaat etm ek ve hidayete ulaştırm ak değil, sadece
T an rısal em irleri b ildirm ekten ib arettir. N itekim bizde, H acı Bayram tarikatına
m ensup olan dervişlere, h er şeyden önce tüm iş ve eylem lerin T a n rı’dan geldiği
öğretilir ki, hem en tüm m istik ta rik a tla r, bazı ayetlerin tefsirinden, kendi sis
tem lerine uygun sonuçlar çık a ra rak h er şeyi T a n rı’dan ibaret görür ve her şeyin
T a n rı’dan geldiğini öğreterek m ensuplarının tinsel esenlik ve m utluluklarını
sağlam aya çalışırlar.
Ö zet o larak T an rı, m utlak surette özgür olduğu için, dilediğini, dilediği
gibi yapar. O , yaratıcı b ir güç oldu ğ u n d an , yine kendi yaratm ış olduğu neden
ve vesilelerle yaratm aya devam eder. F ak at, Y üce T an rı, zu h u r etm e zorunda
olm asına k arşın , an cak olanaklı olan şeyleri y aratm ak ister; olanaksız olan şey
leri yaratm az. Bu suretle S ünnîler de olup b iten h e r şeyin, b ir tara fta n yaratıcılık
gücü itibariyle, m u tlak su rette etkin (aetif) saydıkları T a n rı’dan, zu h u r etme
zoru n d a olduğunu ve T a n rı’nm olanaksız olanı yaratm ayacağını ileri sürerek,
O ’nun tak d irin d ek i özgürlüğü sınırlam ış o lurlar.
2. İn san ların im anlı ya da k âfir oluşları da, T a n rı’nm isteğine bağlı gö
rünm ekted ir. Ö rneğin, T an rı, H z. A d em ’le H avva anam ızı cennetten kovduk
tan sonra şöyle diyor: " Eğer benden size bir hidayet erişirse, hidayete uyanlara
hiçbir k o rk u y o k tu r ve onlar asla m ahzun olm azlar” (B akara, 38). Şu ayetler
d e, insand a özgürlüğün bulunm adığını b ild irirler: “Tanrı, dilediği kim seleri
doğru yola g ö tü rü r” (B akara, 214); “D e ki, D oğu da. Batı da T a n rı’nındır, O
dilediğini doğru yola iletir” (B akara, 142). Şu ayetler de hep aynı gerçeği sa
v u n u rlar: (F atır, 9; E n ’am , 35, 93; N u r, 35, 46; Secde, 13; Ş ura, 1.2; M üd-
(1) insanlar, başlangıçta ve günümüze kadar da hiç bir zaman bir tek
ümmet olmamışlardır. Zira, dünyam ızın birbiriyle ilişkisi bulunmayan türlü böl
gelerinde, inançları, töreleri, gelenekleri birbirine uym ayan ve evrim in türlü
aşamalarını yaşam akta olan çeşitli kavimler vardır ve bunların peygamberleri
de yoktur. Bu itibarla Bakara suresindeki bu ayet, sosyoloji, etnografya, antropo
loji bakım ından olduğu kadar tarih bakım ından da gerçeğe uygun değildir.
değişm ez k an u n larla b u n ları değiştirm e gereksinm e ve eğilim inden yoksun zi
h in ler de y aratab ilird i; sonra h e r gelen peygam ber, az çok fark la aynı şer’î hü
küm leri savunduğu h ald e, peygam berlerin de kendi araların d a anlaşm azlığa
düşm em iş olm aları g erekirdi. Z ira , b u n lara ayrı ayrı inanm ış olan kavim ler,
hep kendilerini hidayette, diğerlerini d alâlette saym ışlardır ve dünyanın pek
çok tarihsel olayları, b u anlaşm azlıkların ü rü n ü d ü r. B unun içindir k i, M utezile,
insanların peygam berlerden önce akılsal b ir şeriata sahip o lduklarını savunm uş
lard ır; bu k u ral k ab u l edilecek olu rsa, T an rı, içlerinden peygam ber yetişm em iş
olan kavim leri, sayısız yüzyıllar boyunca kendi hallerine terk etm iş dem ektir ve
âdeta on lard ak i akılsal şeriatı bozarak insanları anlaşm azlıklara sürükleyenler
de peygam berlerden başkası değildir. Şeyh B edreddin, " Ö zg ü rlü k , diyor, içsel
ve dışsal bazı nedenlerin bir araya gelm esiyle birtakım m ertebe ve suretlerin
ürünii olan zorunlu hareketlerdir. Bu itibarla ya p m a k ya da yapm a m a k da, bi
rer eylem d ir ki, her ikisin d en b irini seçm ek d e b irtakım zorunlu nedenlerin
ürünüdür. Biz, yalnız ya ptığım ızı veya yapm adığım ızı biliriz. İşte irade ve elin
d elik, ancak bu bilgiden ibarettir. T a n rı’m n iradesi de, eşyanın yeteneği üzerine
yürür ve ona uyar. Y a n i Tanrı, bir şeyin yeteneği neyse, on u bilir, yoksa kar
şıtları (zıt) birleştirm e g ücüne sahip d eğ ild ir... O , yeteneği olm ayan şeyi dile
m ediği gibi, işlem ez de; ve T a n rı’nın k e n d i dilediği işi işlem esi de zo ru n lu d u r”
(‘V a rid a t’). G örü lü y o r ki, bu b ü yük T ü rk d ü şü n ü rü , kaderden çok determ inizm i
savunm aktad ır. F akat, ayetlerin dış an lam ların a b ak arak , İslâm toplum larınm
geleneksel inancı, alın yazısı lehinedir. G eleceğin nasıl olacağını yalnız T a n rı’
nın bildiğine inanıldığı halde, istihareye yatm ak, evliyalardan keh an et um m ak,
falcılardan gelecek h ak k ın d a yararlanm aya kalkışm ak girişim lerin sonucu h ak
kında önceden bazı bilgiler elde etm ek için yapılan gayretler ve yalvarışlar,
kaderin değişm ezliği h ak k m d ak i genel ve geleneksel inançların doğal sonuç
ve tanık larıd ır.
B ütün b u , kadere hükm etm e ihtiyacını, u m u t ve isteklerini, yalnız insanın
âcizlik, tu tk u ve içinde yaşadığı sosyal koşullarla, çekm ekte olduğu ruhsal ve
organsa! acılard a aram ak da yersizdir. Z ira , doğanın da değişm ez gibi görünen
k an u n ların a karşın , bazı sü rp rizleri v ard ır; y ani, A risto’dan beri fa rk edilm iş
ve E. B outroux ile çağım ız bilgin ve filozoflarından b azılarının da sav unduk
ları gibi, evren, o lan ak larla yüklü b ir gerçekliktir. M ax Planck, "Â lem in , diyor,
fiz ik kanunlarına itaat ettiği, m u tla k surette apaçık değildir; hatta bunların ege
m enlikleri, gelecekte d e devam edeceği apaçık bir gerçeklik değildir. G üzel bir
günde, rasgele bir olayı izleyen doğanın, b ize kanunlarını derinden ve tam a
m ıyla değişm eye uğratm a gibi fen a bir o yun oynam ası da olanaklıdtr ki, o za
m an bilim e, k e n d i iflâsını ilân e tm ekten başka bir k a yn a k kalm ayacaktır”
(‘In itiatio n â la Physique’, P aris, 1941, s. 114). D oğa k an u n ların d ak i olanağı,
bireysel ve özel h ayatında da sezmiş ve bazı rastlan tıların deneylerinden ed in
dikleri düşüncelerle, k ab u l etm iş olan insanoğlu, yalnız bu k an u n ları değil,
k ad erini çizm iş olan kutsal güçleri de etkilem ekten, onları kendi am aç ve m u t
lu lu k ların a aracı y apm aktan çekinm em iştir. Asıl insan özgürlüğü, bu isyan ve
girişim lerle gerçekleniyor, m istik in an çları aşıyor.
13. B irbirini tutm ayan b u çeşitli görüşler, H z. M uham m ed’in bu konuda
açık ve tered d ü t verm eyen, k u şk u d an uzak «ve m utlak surette gerçek b ir bil
diri» verm em iş olduğunu da gösterir. O , insanın kendi kaderinin ne olacağını
bilm eye uğraşm asının boş b ir gayret olacağını k ab u l ederek, özellikle hayatının
son zam an ların d a b u n d an söz edilm esini istem em iş ve b u konudan hoşlanm a
dığım hissettirm iştir. İn san ları k ad er inancına bağlayan nedenleri, yalnız din
lerin telkinlerinde aram am alıdır. Bir toplum da sosyal adalet bulunm azsa, birey
ler, kendi h ak ların ı m istik kuvvetlerin koruyacağına inanırlar. A narşi, istibdat
vc d ereb ey lik ... dönem lerinde insanın akıb etin i rastlan tılar belirler. A cizliğin
felâketler k arşısında bulacağı tek teselli, k adere teslim olm aktan ib arettir. Bu
dünyada h ak aram a işinin 'zah m et ve külfeti, haksızlık edenlerin cesareti ve
tü rlü hilelere b aşv u rarak haklıyı haksızı çık arm ak taki başarıları, adalet k u ra m
ların a karşı tü rlü ahlâksal ve sosyal nedenlerle u yanan saygısızlık... vb. yüzün
den, m azlum ların güvenebilecekleri tek kuvvet T an rı ve tek u m ut ah ret adale
tiyle k ad er inancı olur. «Y arın ah rette iki elim y ak an d ad ır!» , «A llahından b u l
sun!» gib'ı tehdit ve teselli inançları, ancak böyle b ir adalete gerçekten inanm ış
olanları, insan h ak ve özgürlüğüne sald ırm ak tan k o ru r. Peygam berlerin de bu
inançlara, teselli ve u m u tlara ihtiyaç duyulan b ozuk to plum larda yetiştikleri
tarihsel b ir gerçektir. N e yazık ki, hiç b ir dönem de, m istik in an çlar, insanı,
yetkin b ir ahlâk seviyesine ulaştırm am ıştır. H z. M uham m ed, zenginliğin, kuv
vetin, aile n üfuz ve o n u ru n u n egem en olduğu, zavallılara acım ayan b ir ülkede,
girişim lerinin uğradığı çeşitli zo rlu k ları, m uhaliflerinin çoğu zam an akla daya
nan itiraz ve baskıları k arşısın d a, T an rısal tak d ire sığınm ış ve T an rısal hidayeti
savunm uştur. T üm girişim iyle, akıl ve irade sahibi b ir insan gibi didinm iş olan
H z. M uham m ed, k ad eri ve tevekkülü, k a ra r ve uğraşılarının öncüsü olm aktan
çok, sonucun iyi ve başarılı olm asını dileyen b ir um ut iksiri o larak kullanm ış
tır. Y oksa o da yaygın A lm an atasözünün dediği ş b i , “İnsan, k e n d i talihinin
d em ircisidir" ilkesine inan m ıştır ve h ayatının verdiği örn ek ler de onun b u inan
ca bağlılığım ispat edecek denli g üçlüdür. S chopenhauer’in dediği gibi, “H er
şeyi h ü k m ü n ü z altına a lm a k istiyorsanız, a klın h ü k m ü altına giriniz. Â lem in
en b ü y ü k harikası, d ünyanın fa tih i değil, k e n d i nefsinin fa tih i olandır”. Z ira ,
varoluşçu filozof J . P. S a rtre ’ın da derin d en gördüğü gibi, "İnsan, istediğini ya
pabilir; kim sen in ona öğüt verm eye h a k k ı yoktur. İnsan için k en d isi icat etm e
d ik ç e hayır ve şer y o k tu r”. B unun içindir ki, K onfüçyus, "D oğa ve kanun, her
kese istediği şeyi y e m e k gibi, istediği şeye de inanm aya izin verm iştir” diyeılek
insan özgürlüğünü k u rta rm a k istem iştir (Biz b u rad a, k a d er inancının y a ra r ve
zararların d a n söz edecek değiliz ve to p lu m larm , genel o larak insanların başlan
gıçlarından itib aren geçirm iş old u k ları zihinsel ve toplum sal ev rim in niteliğini
ve dinlerle k ad er in ancının b u evrim le ilgili olan gelişim ini açıklam a am acını
da gütm üş değiliz).
Bölüm VI
I
I
KOZMOGONİ
Filozofların eski k u ram ların ı b ir yana b ıra k a ra k iki çeşit kozm ogoni anla
yışı üzerinde d u ru lab ilir: 1. M istik ko zm o g o n i ki b u , kutsal k itap larla tarikat
erm işleri ve k u ru cu ların ın hayal ettik leri tasarım lar şeklinde görülür; 2. Fizik
kozm ogoni ki, — b u deyim i b ir bilim terim i o larak k ullanm adık— evrenin nasıl
yaratılm ış ya d a m eydana gelm iş ve b u g ü n k ü şeklini alıncaya dek geçirm iş ol
duğu ve geçireceği evrim i, doğanın tü rlü k an u n ların a dayanm ak suretiyle açık
lam ak isteyen bilim sel k u ram lard ır. B urada bizi d aha çok m istik anlam daki
kozm ogoni ilgilendirm ektedir. G enel o larak m istikler, ya vahdet-i v ü cu d ’a ya da
vahdet-i m ev cu d ’a b ağ lıdırlar. K u r’an d a, "G ö klerd e ve yerde n e varsa hepsi
T a n rı’nındır; Tanrı her şeyi ka p la m ıştır” (N isa, 125) ve " E vv e l O ’dur, son
O ’dur, zâh ir O ’dur, bâtın O ’dur, her şeyi bilen O ’d u r” (H ad id , 3) gibi ayet
lere dayanan lar, vahdet-i v ü c u d ’u sav u n u rlar. Bu, v arlıkta b irlik dem ektir. M u
hiddin-i A rabi gibi, bu sistem e bağlı olan lar, T an rı birliğinin dışında başka
b ir varlığın bulunm adığına, T an rı v arlığından başka b ir varlık olm adığına, doğa
ve eşyadaki varlığın ancak, T an rı varlığıyla v ar olduğuna, doğa ve âlem in, T an
r ı’m n b ir görünüş ve belirtisin d en ib aret b u lu n d uğuna in an ırlar; bu sisteme
bağlı olan lar, varlığı T anrT dan ibaret görürlerse de, T an rı ile âlem in özdeş ol
duğunu k ab u l etm ezler1. O n lara göre, âlem in başlangıcında — araların d a bazı
terim ayrım ları olm akla b irlik te— şekilden, m addeden, nitelik ve nicelikten,
zam an ve uzaydan yoksun olan b ir gavb-i m utlak v ard ır (buna, kaos diyebili
riz). Bu, derece derece nesnelleşerek içten (bâtın) dışa, görünüre (zâhir) doğru
ru h la r, örn ek ler, cisim ler... âlem şeklinde gelişir. Bu gelişm enin tü rlü m erte
beleri v ard ır. A çıkça g ö rü lü r ki, bu d o k trin d e T an rı ile O ’nu n belirtisi aynı
değildir. B unlar arasın d a âdeta cisim le gölge arasındaki gibi b ir fark vardır.
V ahdet-i m evcut ise, görünen h er şeyin, yani doğa ve eşyanın T an rı olduğunu
kabul eder; sonsuz evren, kapsadığı şeylerle b irlikte T anrT dan ibad ettir. Bu
d o k trinde T an rı ve evren özdeştir. V ahdet-i v ü c u t’ta potansiyel olsa d a, T an rı
ve O ’nun belirtisi olan âlem den ibaret b ir ik ilik gizlidir. V ahdet-i m ev cu t’ta ise,
m utlak ve aşik âr olan b ir b irlik v ard ır. İslâm ve H ıristiyan m istikleri ve h atta
başka dinlere m ensup olan m istikler, b u k o n u d ak i düşüncelerini, kutsal k itap
larının bazı m etinlerini kendi doktrin lerin e göre yorum lam ak suretiyle bu iki
görüşten b irine ya d a b u n lara d ayanan diğer görüşlere u y arak savunm uşlardır.
Yeni E flatuncu filozoflar da, b ir bakım a b u fz ü m re n in felsefesini yapm ışlardır.
İslâm m istiklerinde tü rlü şekilleri görülen b u d ü şüncelerin kökü, H in d ista n ’da
d ır: V ed a’larda T an rı, " K en d i k e n d in e var olan ve her şeyin içinde bulunanı
dır; zira her şey k e n d isin d ed ir”. M an u ’ya göre ise T an rı, " K en d i k en d in e var
olan, yalnız ruhun algıladığı, d u yu organlarından kaçan, görünebilir kısım ları
olm ayan, ebedî, b ü tü n varlıkların ruhiı ve h iç kim sen in anlayamayacağı varlık
tır”. M ah a b h a ra ta ’da T a n rı, şöyle açıklanır: ‘‘Tanrı birdir; d e ğ işm e z;»kısım lar
dan ve şekillerden arınm ış, sonsuz, her yerde hazır ve her şeye gücü yeten, gök
leri ve âlem leri yo klu ğ u n uçurum larından çıkaran O ’dur. O nları sonsuz mesa
feler içine atan da O ’dur; O , Tanrısal hareket ettiricidir; b ü y ü k ö zü n esasıdır
ve her şeyin etkili ve m addesel ned en id ir”. V ed a’ların başk a b ir yerinde de,
“Yuvarlanan G anj, T a n rı’dır; hom urdanan d en iz O ’dur; ıslık çalan rüzgâr O ’
dur; gürleyen bulut, parlayan şim şek O ’dur; tü m ebedîliğe d e k âlem nasıl k i
B rahm a’nın ruhundaysa, bugün d e öylece tü m var olanlar O ’nu n hayalidir”
(Louis Jaco llio t). T a rik a tla rı b ir tarafa b ıra k a ra k , din yönünden bu konuyu in
celersek g ö rürüz ki, yazılı ve yazısız hem en tüm dinlerde yaratm a şeklini
(creation)' alan b ir kozm ogoni açıklam ası v a rd ır. E vrenin başlangıcı ve nasıl
m eydana geldiği h ak k m d ak i savlar (id d ia), bugün a rtık felsefe ve d in sorunu
olm aktan çık arak olum lu b ilim ler alanına girm iştir. Z ira bu sorun, ne vahiyle,
ne de ham düşünce ve hayal gücüyle açıklanabilecek türd en d ir. Esasen olum lu
bilim , ko n u ların ın ilk neden lerin i, başlangıçların niteliğini değil, v ar olanın
varlık koşulların ı, v arlık şekline b ü rü n m ü ş olan şeylerin katk ıların ı oluşturan
öğeleri, bu öğelerin fiziksel ve kim yasal niteliklerini, niceliklerini, türlerin i, kay
naşm a ve uzlaşm a e sa sla rın ı... deneylere d ay anarak açıklam aya, evreni oluş
(1) Kur’anm şu ayeti de, bu Tevrat ayetini tekrar eder: “O, yeryüzündek
şeylerin tüm ünü sizin için yaratm ıştır”
ga kem iğinden b irin i alarak H av v a’yı yaratm ıştı1. B undan sonra  dem ’le H av
va’nın, şeytan ve yılan efsanesiyle yasak m eyveden yemiş olm aları anlatılır. Bu
öykü, insana ilk cinsel ilişkinin gizini (sır) açık lar ve kendi çıplaklıklarından
haberleri olm ayan bu erkekle dişinin şeytana uyarak çiftleşm eleri yüzünden
ürem e organlarını fark etm elerini, u tan m aların ı, giyinm e ya da örtünm e gerek
sinm esini duym alarını, saklanm alarını ve nihayet T a n rı’nın öfkesine çarpılm a
larını sim geler (T evrat, T ekvin, I-IV )2.
T e v ra t’taki yaratm a efsanesi az çok fark la Z en davesta’da da vardır. K ut
sal kitap tak i altı gün» Z e rd ü şt’ün sözünü ettiği altı G â h a n b a r’lara benzer. T o p
raksal nitelikler, yılan biçim inde beliren şeytan’ın ilk atam ızla ilk anam ıza yap
m ış olduğu başk ald ırm a telk in in in ta rz ı... vb. b irb irin e benzerler. Bu gelene
ğin pek eski dönem lerden geldiğini Z erd ü şt de te k rar eder. A nlaşılıyor ki, bu
inançlar, H in d ista n ’dan M ısırlılara, o rad an da Y unanlılara, Y ahudilere ve n i
hayet A rap lara geçm iştir (H enri Seruya, s. 70).
K a b a la la r, M ezm u rlar’d ak i, "T a n rı, elbisesini nurdan y a p tı” ve J o b ’un,
"T anrı, kara, arz ol! d e d i” şeklinde ifade ettiği kutsal sözleri yorum larken, Tân-
r ı’nın, "Işın olsun! K u b b e o lsu n !” gibi em irlerinden sonra evren m eydana geldi,
derler. Y ah u t da o n lara göre, evren, bilgelik, zihin ve bilim gibi üç ilkenin ü rü
nü d ü r. «G ökler, T an rı elbisesinin n u ru n d a n y aratılm ıştır; T an rı, bu elbiseyi
alm ış, b ir m an to gibi yaym ış, b u n u n etekleri, T a n rı’nın " Y e te r !” dediği yere
kad ar yayılm ıştır. Y eryüzü de, T an rı tacının altında b u lu n an k ard an yaratılm ış
tır. T a n rı, bu k arı alarak yaym ış, sular sertleşm iş ve toz haline gelm iştir»
(H enri Seruya, s. 120). Bu bilginin anlattığına göre (s. 319), göksel âlem , T an
(1) Yahova, niçin kadını erkeğin kaburga kem iğinden yaratm ış da, başka
bir organından yaratmamıştır? T alm ud’da bu soruya, şu karşılık verilir; “Tan
rı, kadını erkeğin hangi organından yaratmalıyım? diye kendi kendine sorar;
Başını seçmem, zira kadın, kendi başını daha vakarlı kaldırmamabdır. Fa?la te
cessüs etm em esi için gözü; kapılan dinlem em esi için kulağı; fazla geveze ol
maması için ağzı; fazla kıskanç olm am ası için yüreği; fazla m üsrif olmaması
için eli ve sürekli olarak erkeğini terk edip dolaşm aması için ayağı da seçmem.
Alçak gönüllü olm ası için onu, erkeğin gizli bir organından çıkarmak istiyo-,
rum!” demiş ve kadım şu dört kötü huydan uzaklaştırmak istemiş: K apılan
dinlemek, tem bel ve kıskanç olmak, çekişm ekten hoşlanmak. “Bir büyücü ka
dın ı sağ bırakm ayacaksın!” (Huruç, 22, 18) emrini de vermek suretiyle kadına
temizlik ve erdem liğin sınırlarını belirtmiştir.
(2) Tevrat’taki yaratıbş bildirilerini tüm bilim sel görüşlere uygun ve hatta
•onlardan üstün bulan din adam larının dayanağı, evrenin başlangıç ve sonu hak-
kındaki bilgisizliğim izdir ve evrenin yapısında işleyen ilk öğe, bilim adamlarının
savlarında olduğu gibi, fiziksel ya da kozmik enerji ise, bu enerjnin kaynağı
nedir? sorusudur Aynı zam anda yaratm a hakkm daki kuramların kusurlu yön
lerinin bulunmasıdır. Bu zorlukları dikkate alan Yahudi Tanrıbilimcileri, ev
renin, Yahova tarafından, kendi dinam ik enerjisinin bereketi ve kendi tüm el
gücü sayesinde yoktan var edildiğini savunurlar. Bu görüş hem en her dinde,
bazı anlatış farklarıyla özdeştir ki, bir bilinem ezi başka bir bilinem ezle açıkla
m aktan başka şey değildir. Haham felsefe ve m antığı, altı günde m eydana ge
tirilm iş olan evrenin her gününde oluşan varlıkları, kutsal bildirilerde açıkla
nan sıraya uygunm uş gibi gösterm eye çaüşır ve bilimlerdeki olasıbk ve bağın
tılılık (izafiyet) kuram larına dayanarak bilim sel açıklamaları küçümser.
r ı’n ın m erkezinden o luşm uştur. Y ani, T a n rı, göksel âlem e yer verm ek için ken
di m erkezine doğru kıv rılm ıştır ve âlem d ö rt bölgeye ayrılm ıştır: T ü rü m âlem i,
yaratma âlem i, oluşum ve eylem âlem leri. B unlar, tıp k ı insan organizm asında,
deri, kas, kem ik ve ilik gibi b irb irin in içine k o n u lm uştur. E n yücesi olan türüm
âlem i, dıştadır, ö tekiler iç içedir; yani b u n la r, birleşik m erkezli d ö rt daire gibi
tasarlanm ışlardır.
İbranîlerde A rş’ın anlam ı, İslâm y o ru m cu lan n m k in e benzem ez. Aslı da İb-
ranîce olan A rş, içine T o ra ’nın, yani dinsel öğretilerle m etinlerin yazılı nüsha
ları konulan kutsal kasa ya da d olaba denir. H ah am lar, b u n u n önünde dua
ederler. G ökyüzünün İbranîcesi de şam ayim (cham ayim ) d ir ki, b u şam ve
m ayim sözcüklerinden oluşm u ştu r ve suların yeri dem ektir. Bir de ech ve ma-
yim, yani ateş ve su anlam ına gelir ki, göksel uzayın bu iki öğeden bileşik oldu
ğunu anlatır. K u r’an d a bildirilen yedi sem alar da, d aha çok önce T e v ra t’ta var
dır. İb ran îler, b u n ları T e v ra t’a d ay an arak şöyle açıklarlardı: 1. V ilon. Bu, h a
fif kum aş anlam ına gelen L atince velum sözcüğüne tekabül eder. Bunu T an rı,
gece ışınlarını dağıtm am ak için ku llan ır. G ü n d ü z, b u kum aşı açar, akşam yine
k a tla r (E ş’iya, X L , 2 2 ). 2. G üneşle ay ve yıldızlarla k aran lık ları taşıyan gök
y ü züdür ki, buna rak ia denilir. (T ekvin, I, 17). 3. Şekakim (chekhakim ). Bu
gökyüzü, arınm ış (salih) insan lara güç helvası öğüten değirm en taşlarının ye
rid ir ki, b u lu tla r dem ektir. 4. Z eb u l. Burası göksel K udüs’le tapınağın yeridir;
b u ra d a, b ü y ü k prens M işel’in (M ikâil?) k u rb a n sunduğu b ir m ihrap v ard ır
(E ş’iya, X V , 12). 5. M aon. B urada İsrailo ğ u lların m on u ru için gece terennüm
edip gündüz sü k û t eden dinsel tören m elekleri v ard ır. 6. M akon. B urada k ar,
çiy ve b itk iler için zararlı olan yuvarlak d am lalar b u lu n u r. 7. A rabot. Burası
adalet, yarlıgam a, yarlık (charitd), hayat, barış ve kutsallık alanıdır. B urada
arınm ış olan ların , yaratılm ayı bekleyen ru h la r ve canlarla, gelecekte T a n n ’nın
ölüleri diriltm ek için kullanacağı şebnem ler v ard ır. Bu gökyüzünde ofannin
(yani, çark lar), serafim (yani, E ş’iya’m n tasarlam ış olduğu, yarı hayvan, yarı
insan biçim inde olan m elekler; V I, 2) ve kutsal kayyot, yani canlı yaratık lar
vard ır. Bu, E ş’iya peygam berin m istik g örüm lerinden (visions) gelen b ir terim
d ir ki, h ah am ların hayal ettik leri göksel topografyada önem li b ir rol oynar.
Z ira b u rası, tören m elekleri, o n u r tacı, kral, yaşayan ve övünen T a n n ’m n ye
rid ir. Bu öteki gökyüzülerinin ü stünde ve b u lu tla r içindedir (A. C ohen, s. 74-75).
T evrat, yeri, yani y^-yüzünü de gökyüzü gibi b irbiri üzerine konm uş yedi
yataktan ya da tab ak ad an bileşik sayar. K aran lık ve aydınlık da, ayrı ayrı yara
tılm ış iki töz gibi k ab u l ed ilir ki, K u r’an da b u görüşe k atılır. H z. M uham m ed’
in M iraç’m a d air ileri sürülen bilgilerde de bu yedi gökyüzünden her biri bazı
peygam berlerin durağı sayılm ıştır.
K u r’an d a da evrenin altı günde yaratılm ış olduğu, Â dem ’le H av v a’nın na
sıl m eydana getirildiği ve o n ların b aşına gelmiş olan serüven, k ü çü k fark larla
tü rlü surelere serpiştirilm iştir. B unlarla, özellikle şeytanın  dem ’e secde etm e
miş olm ası ü zerinde d u ru lu r ve cennetten kovulm a olayı te k ra r edilir (B akara,
30-38; Âli İm ran , 59; Â raf, 10-25; K ehf, 50; T ah a, 115-123). Y aratm a konu
sunda K u r’anın b ild irileri T an rısal o n u r ve gücün en üstün sıfatlarıyla açık
lanm ıştır: Evvelâ Y üce T a n rı,, âlem i herhangi b ir ihtiyaçla d ü şünüp taşınarak
yaratm ış değildir. O , “Bir şeyin yaratılm asını istediği zam an, ona yalnız ol!
der, o da hem en o lu verir” (M eryem , 35; Y asin, 82; N ahl, 40; M üm inler, 68;
Ali İm ran , 47 ). H z. M uham m ed, T a n rı’nın h e r çeşit ihtiyaç ve âcizlikten uzak
ve kim senin yardım ına da m u h taç olm ayan tüm el b ir güç olduğu üzerinde ıs
ra rla d u ru r. O ysaki öteki din lerd e T a n rı, b u sıfatlara sahip değildir denile
bilir. Bir ö rnek verm iş olm ak için, M ax M ü ller’in M ainof’tan aktarm ış olduğu
b ir m itolojik y aratm a inancını özetleyelim : "Başlangıçta hiç bir şey yoktu; âlem
d e Ş ka y (T anrı) dan başkası y o k tu . O , hem vardı, hem y o ktu ; yalnızlıktan sıkıl
m aya başladı; içini çekti; bundan da g ö k g ü rültüsüyle yıldırım m eydana geldi.
Ş k a y gezinem iyordu; çü n k ü o, her yerd eyd i ve ken d isin in konuşacağı kim se
yo ktu . H iç kim se, Ş k a y ’ın âlem de nasıl görünm üş olduğunu bilem ez; zira o,
âlem in ken d isin d en daha eskidir. O n u n n e başlangıç, ne de sonu vardır. Y er
yü zü , güneş, yıldızlar, Tanrılar, insanlar, hayvanlar, hatta k ö tü ruhlar, onun
sayesinde vardılar ve ona itaat ederler. O , görü n m ez âlem in de yaradanıdır. O,
k e n d i ö zel dilekleriyle h iç bir girişim de bulunm ayan, görünm ez Tanrılıkların
yardım ıyla h ü k ü m sü re r... Şka y, yaratm ış olduğu suların üzerinde te k başına
uçuyordu; dalgaların üzerine tü k ü rd ü ve T anrısal salyaları bir dağ gibi bü yü
dü; bu dağa bastonu ile vurdu; b u n u n üzerine şeytan zu h u r etti ve Ş k a y ’a,
«B eni kardeş yap» dedi. Ş k a y ise, «B enim arkadaşım ol, fa ka t kardeşim olm a
ve dünyayı b irlikte yaratalım !» dedi; ve şeytana denizlere dalarak birkaç k u m
tanesi getirm esini em retti. O , b u em ri yerine getirdi am a, birkaç k u m tanesini
de gizlice ağzında sakladı. Ş ka y, k e n d i ku m la rın ı atınca, yeryüzü m eydana geldi
ve şeytanın a ğ zın d a ki k u m la r da şişm eye başladığından, şeytan onları tü k ü rm e k
zorunda kaldı. B unlardan y e ryü zü n ü n ü zerin d eki uçurum lar, dağlar, vadiler ve
tü m teh likeli yerler m eydana gelm iş oldu. B u n u n üzerinedir ki, Şkay, şeytanı
İânetledi ve ebedî olarak ka lm a k ü zere cehennem e a ttı”.
Bu çeşit efsaneler arasın d a evreni b ir yum urtaya benzeterek, az çok çağı
m ızın şekil b ak ım ın d an yıldızlarda fa rk etm iş olduğu biçim i daha geniş b ir alana
uygulayan in an çlar da v ard ır. Ö rneğin, ‘K alevala’daki şu satırlar, F inlandiya’
daki ilk inançların to h u m ların ı açığa v u ru r: “Y u m u rta n ın aşağı yarısı, y eryü zü
n ü n yarıküresidir, yu m u rta n ın yukarı kü resi ise, g ö k kubbesidir. Y u m u rta için
d e k i a k kısım ; g ö k te k i güneş gibi parlayacak ve yu m u rta için d eki sarının tü m ü
ay gibi h a fifç e ışıldayacaktır. Y u m u rta n ın diğer kısım ları ise, göklerin ö teki
yıldızları olaca ktır”. Aynı efsanenin H in d ista n ’da da b u lu n d u ğ u n u M ax M üller’
den öğreniyoruz. N itekim Jü d a iz m d e de T an rı b ir y u m urtanın iki yarım ını al
m ış, b u n la rd a n b irin i diğeri aracılığıyla aşılam ak suretiyle yaratm ıştır. Y aratm a
k u ram ların ın m itolojik kaynağı çok e sk id ir ve k itap lı din ler b u eski söylenti
geleneklerinden asla k u rtu lm u ş değildirler.
K u r’an d a d a, T a n rı’nın evreni kaç günde yaratm ış olduğuna d a ir T e v ra t’
taki bilgileri p ek de aşm ayan dogm alar v ard ır: “G ökleri ve yeri bunların ara
sındakileri altı g ü n d e yaratan, sonra A r ş ’ın üstü n e yaya n ”, ölüm süz v arlık tır
(F u rk an , 59). Başka ayetlerde şöyle deniliyor: “G ökleri ve yeryü zü n ü ve ara-
larındakini altı g ü n d e ya ra ttık ve b ize bir yo rg u n lu k d o ku n m a d ı” (K af, 38; Ba
k a ra , 29; Y unus, 4; Â raf, 54 ). Bu suretle Y üce T a n rı, y aratırken Y ahova gibi
dinlenm eye ihtiy aç duyacak denli yorulm am ıştır. İn sa fla rd a n kim in d ah a güzel
edim lerde bulunacağını sınam ak için, " G ö kle ri ve yeryüzünü altı günde yara
tan O ’dur; A r ş ’ı su ü stü n d e id i’’ (H u d , 8 ); " G ökleri ve yeri altı günde yara
tan, sonra A rş üzerine yayan T a n rı’d ır ... M iktarı sizin sayınızla bin yıl eden
bir günde g ökten yere işi ted b ir eden O ’d u r ” (Secde, 5-7). D em ek âlem , bizim
sayılarım ıza göre, h er b irin in süresi bin yıl olan altı günde, yani altı bin yılda
yaratılm ıştır (H ad id , 6; Â raf, 54; Fussilet, 10-11). K u r’anda bu altı gün, yarat
ma işinde şöyle b ö lü n m ü ştü r: "D e ki, ik i günde yeri yaratan T a n rı’yı m ı inkâr
I?d iyo rsu n u z? O , yer ü stü n d e ağır baskılar yaptı, ona bereket verdi ve azıklar
ta kd ir etti ve bunları dört g ü n d e yaptı; sonra göğe yöneldi ve bir dum an iken,
ister istem ez geliniz, dedi, onlar da isteyerek g eld ik dediler; bu suretle göğü,
ik i günde yed i g ö k olarak yerleştirdi ve her birine ke n d i işini vahyetti. D ünya
göğünü de kandillerle d o n a ttık, k o r u d u k ...” (Fussilet, 9-13). T efsirciler, bu ya
ratm a konu su n d a altı günün h er b irin d e nelerin yaratıldığını, yddi göğün ne
lerden ibaret olduğunu u zun uzadıya açıklam aya çalışırlar. G ünlerin süreleri
hak k m d ak i K u r’an bildirisi aynıyla T e v ra t’ta da v ardır. Bu kutsal kitap da,
"R a b b in yanında bir gün, bin yıl ve bin yıl bir gün gibidir” denilm ektedir (Mez-
m u rlar, 9 0 :4 ; P etrus, II, 3 :8 ). Y ahudi T anrıb ilim cilerine göre, T e v ra t’ta sözü
edilen her günün süresi (7000) er yıldır. A rzın biçim ine gelince, onlara göre,
boşlukta asılı ve h a tta bug ü n k ü kozm ografya bilim in verilerine uygundur. Z ira
T e v ra t’ın Eyub adlı b ölüm ünde "K u ze yi boşlu k üzerine yayar ve yeri hiç ü ze
rine asar” denilm ek ted ir (X X V I, 7).
Hz. M uham m ed, T a n rı’nın ulu gücüne en büyük belge olm ak üzere, yer
ve gökyüzünün yaradılışı h ak k ın d a kendisine bildirilm iş olan ayetlere bağlanır:
"T anrı, göklere d ireksiz y ü k s e k lik verdi, onları görüyorsunuz, sonra A rş üze
rine yaydı, güneş ve ay, sonu belli bir güne d e k akarlar; ve yeryü zü n ü uzatarak
üzerinde dağlar ve nehirlerle, her b irinde ikişer ç ift m eyveler vücuda getirdi;
geceyi gün d ü ze bürüdü. Y e ry ü zü n d e ko m şu kıtalar, ü zü m bağları, ekinler, hur
m alıklar, çatallı çatalsız tü m ü aynı su ile sulandıkları halde, yem işlerden bazılarını
bazılarından üstü n kılarız ki, bunlarda aklı eren k a vim için ayetler vardır” (R a ’d,
3-5). Y üce T a n rı, göklere ait gizlerin hiç b ir şeytan ya da cin tarafın d an öğre-
nilm em esi için gereken önlem leri de alm ayı ihm al etm em iştir: "B iz gökte burç
lar ya p tık ve onu seyredenler için süsledik; ve onları taşlanm ış olan her bir
şeytandan ko ru d u k. A n c a k k u la k hırsızlığı eden olursa, onu da bir göktaşı k o
vuşturur. Y e ry ü zü n ü de u za ttık ve ona ağır baskılar b ıra ktık ve onda u y u m
lu şeyler bitirdik. O nda hem sizin için, hem de sizin beslem edikleriniz için ge
çinecek şeyler vücuda getirdik. Y a n ım ızd a hâzineleri olm ayan hiç bir şey y o k
tu r ... B iz onları bilinen m ikta rd a in d iririz... A şılayan rüzgârlar yolladık ve
gökten sizi sulayan su in d ird ik ve o nu sarnıçlarda tutan da siz d eğilsiniz” (H icr,
17-23)*. Bu önlem ve işaretlerin verildiği dönem lerde, insanoğlunun gittikçe
(1) Jüdaizme göre de, “Tanrı, her gün yaratır ve her gün yeni ruhla
yaratılır” (Henri Siru ya, s. 96).
h alindedir. Y oktan da v ar olm am ıştır. Â lem in ilk nedeni, potansiyel akıldır.
 lem , bu ak ıld an katıksız, m addesel olm ayan b ir töz, b ir n u r olarak çıkm ış
tır. N u r m ertebesinden bulun d u ğ u m u z m ertebeye dek dokuz dereceden geçi
lerek dünyaya inilm iştir. Bu derecelerin h er birin e, varlığın b ir derecesi olm ak
itibarıyla akıl denilir. Bu değişm eler, doğup ölm elerle dünyanın nedeni, onuncu
(son) m ertebe olan ak ıld ır. B âtınîler, K u r’andaki kalem ve levh (levha) sözcük
lerini m ecazlı anlam da değerlendirirler. O n lara göre, kalem etk in , levh ise
edilgin b ir ilkedir. Y ani, birincisi en eski olan ilk neden, İkincisi alıcı olan var
lık derecelerine ve ikinci nedenlere delâlet eder.
Y aratm a ve genel o larak kozm ogoni so ru n u , m istik inançlarla çözülem ez.
E vrenin sonu da b ir inan ç k o nusunu aşam az. Bu ikinci konuyu kıyam et b ah
sinde incelem iştik. İncillerd e, b u k o n u lar h a k k ın d a K u r’andaki k a d a r açık b il
d iriler yoktur. F akat örneğin, m ilâdın 126’ncı yılına doğru, İzm ir ya da do
laylarındaki b ir yerde doğm uş olan din şehitlerinden Saint Iren ö ’ye göre, kıya
m et, yaradılıştan 6000 yıl sonra k o p acak tır. Z ira, 6 günde yaratılm ış olan dü n
yanın h er günü 1000 yıla eşdeğerdir (Bu tah m in , K u r’anda 500 yıl sonra te k ra r
lanm ış oluyor). Y edinci dinlenm e gününe tekabül eden 1000 yıllık dönem de '
de H z. İsa, kendine im an edenlerle b irlik te K u d ü s’te saltanat k u racak ve bu
dönem in so n u n d a, u y ru k ların ı, b abası olan T a n rı’ya su n acak tır (F. Beuzart,
‘Essai sur la Theologie d ’Ire n e ’, Paris, 1908).
Bu çeşit gülünç hesaplarla zihinlerini yorm uş olan din adam ları ço k tu r ve
tahm in edilm iş olan y ıllar gelip geçtiği h ald e evren, sonsuz evrim ine ve h atta
y aradılışına devam edip gitm ektedir. H z. M uham m ed, kıyam et h a k k ın d a asla
böyle gülünç tahm inlere yol açabilecek kâh in lik lerd e bulunm am ıştır. O n u n sis
tem inde kozm ogoni ve dolayısıyla yaratm a sorunu, yukarda da işaret ettiğim iz
gibi, bu önem li k onuyu açıklam ak tan çok, Y üce T a n n ’nın tüm el gücüne dikkati
çekm ek gibi p ra tik b ir am aç taşım ak tad ır.
İNSAN
larlar: T an rı Şkay, insanı b alçık tan y arattı, ona ru h verdi ve onu şeytana karşı
korusun diye, b ir köpeğe em anet etti. Bu dönem de köpeğin k ü rk ü yoktu. Şey
tan, yeryüzüne buz gibi b ir soğuk yolladı; b u su retle şeytan, yarı donm uş bir
hale gelen köpekte, Şkay’ın im al etm iş olduğu rııhu görm eye m uvaffak oldu ve
bu ru h u n üzerine tü k ü rd ü . O v ak itten beri insan ru h u , h er çeşit hastalığa tu-,
tu lm ak ta d ır ve insanın y apm akta olduğu k ö tü lü k ler de bu yüzdendir. M ordvin-
lilerin bazıları da şöyle d ü şü n ü rlerm iş: İnsanı yaratm ayı ilk düşünen T anrı de
ğil, şeytanm ış. Şeytan, yeryüzünün yetm iş yedi yerinde kum ve balçıktan insan
yapm aya çalışm ış, fak at başaram am ış. O n u n y arattık ları dom uzlara, köpeklere,
sürüngenlere benzem iş, b u n la r konuşm uyor, h o m urdanıyor, havlıyorlarm ış. Bu
nun üzerine şeytan, yuvasını Ş k ay ’ın el hav lu su n u n içine yapm ası için b ir ak
babayı göklere yollam ış. Bu havlu Samanyolu im iş. A kbaba, em ri yerine getirir
ken havlu yere düşm üş ve hem en Y üce T a n rı şekline giren insan bedenini, şey
tan bu havluyla silm iş, b u n u n üzerine Şkay’la şeytan arasında yeni b ir savaş
başlam ış ve nihayet şöyle anlaşm ışlar: Şeytan, in sanın bedenine, T an rı ise ru
hu n a hükm edecek; ölüm den sonra ru h T an rısal şekliyle Şkay’a dönecek, beden
ise çürüyü p gidecektir. K adını da T an rı değil, şeytan, erkeğe arkadaş olsun
diye yaratm ıştır. O da erkeği T a n rı’nın doğru yollarından saptırm aya hizm et
etm iştir. M ordvinlere göre, şeytan b ir baykuş su retin d ed ir ve T a n rı’nın ken
dine arkad aş olsun diye yaratm ış olduğu can lıd ır (A rapların şeytan dedikleri
bu asi m eleğe İb ra n île r satan d erler ki, d üşm an d em ek tir)1. G erek M ordvinler,
gerek daha diğer b irçok ilkel kavim ler de insanın yaratılışı h ak k ın d a az çok
birbirine benzeyen tü rlü in an çlara sah ip tirler ve hem en b u inançların çoğun
da to p rak ve şeytan u n u tu lm u ş değildir. H in tlilerd e ilk insan, yani İb ran îlerin
H z. A dem ’i, Y am a’dır. İb ra n île r, tü m insanlığı Â dem ve H avva gibi b ir çiftten
türem iş sayarlar. Bu inanç, b irçok dinlerd e ve m itolojilerde de v a rd ır; b u n la r
arasın d a bazı şekil fark ları g ö rü lü r; H ıristiy an lık ya da Y eni E flatunculuğa
bağlanan Y ah u d iler  d em ’i, ilk insan o larak T a n rı’n ın oğlu saym ışlardır2. As-
yalılarm pek çoğu, Â d em ’in to p ra k ta n doğduğuna in an ırlar; yeryüzünü ana,
gökyüzünü b ab a telakki ed erler ya da d ah a yüksek tözlü (cevher) T an rıları ba
ba sayan bazı kavim ler de v ard ır. Y am a, ilk ö len d ir; ölülerin k ralı, insanları b ir
araya getiren ah ret âlem inin efen d isid ir ve ölüm ün k en d isid ir (M ax M üller).
B atı’da çeşitli san at k o lların a ilham kaynağı olm uş b u lu n an , insanın ya
radılışı soru n u , K u r’an d a şöyle b ild irilm ek ted ir: Y üce T an rı, “Ben yıllanm ış
çam urdan bir insan yaratacağım , o nu yaptığım ve ona k e n d i ruhum dan üfür-
düğüm zam an ken d isin e secde ed erek kapanın (H icr, 26, 29; S a’d , 72) em rini
(1) Şeytam n bir adı da kibrin, şerrin, küstahlığın sim gesi olan Azazil'dir.
(2) Asurlular, Tanrıların da insanlar gibi kendi aralarında savaştıklarına
inandıklarından, bunlardan yenilgiye uğram ış olan birinin kan damarlarından
insanın yaratıldığına inanırlar; Mısırlılara göre ise insan Güneş Tanrısının
yani Ra’nın gözyaşlarından m eydana gelmiştir. Belki de sim gesel ve ozanca bir
anlayışı da yansıtan bu görüş’ün, başka türlüleri de vardır. Tüm insanların, ırk
ları ne olursa olsun bir ayni ana ve babadan türem iş olduğunu savunan Yahu
diler, Tevrat’ın bildirisine dayanarak insam n  dem ’le Havva’dan türem iş ol
duğunu kabul ederler.
verir. Bu suredeki (26) ncı ayeti yorum layan M as’udî, H z. Â dem ’in topraktan
m aketinin (80) yıl biçim siz kaldığını, bu m aket (120) yıl bekletildikten sonra
ruhlandırılm ış o lduğunu a n la tır (M as’udî, ‘M üruc-üz-Z eheb’, Paris). D aha çok
İsrail m asallarına dayanan b u görüşe yine aynı k aynaklardan esinlendiğini san
dığım ız T ab arî de  dem ’in kaç yıl yaşadığını ve H z. D a v u d ’a kendi öm ründen
(70) yıl bağışlam ış old u ğ u n d an söz eder. Bu çeşit savların b ir çok ö te k i'm istik
savlar gibi, hiç b ir güvenilir dayanağı olm adığı ap açık gerçeklerdendir. Bir h a
dise göre de, “T a n rı’nın inşam k e n d i su retinde yarattığı m u h a k k a k tır” denil
m ektedir ki, b u n u , şu ayetlerle de b aşka b ir tarzda ifade edilm iş bu lu ru z: "B iz
insanı en güzel bir b içim de yarattık; sonra d ö n d ü rd ü k, aşağıların aşağısına at
t ı k ” (T in, 4-5) ve T a n rı, " . . . S izi güzel bir surette vücuda g e tir d i...” (Tega-
b ü n „ 3). T efsirciler, yukark i ayette, aşağılıklara atılm ış o lanın, im an etm eyenler
olduğunu söylerlerse de, gerçekte, insanın b ir T an rısal eser olm asına k arşın , iç
lerinde her türlü rezillik ve aşağılıklara düşebilenlerin de b u lu nduğuna işaret
edilm ektedir sanıyoruz. T e v ra t’ta da T a n n ’nın, insanı kendi suretinde yaratm ış
olduğu b ild irilir (T ekvin, V , 2). Âli İm ran suresinin 4 3 ’üncü ayetinde de,
"Ben sizi çam urdan ve k u ş biçim in d e yarattım ve içine ruh iifü rd ü m ” denilm ek
tedir; bu ru h , y u kardaki ayetlerden de anlaşılacağı gibi, Yüce Y a rad an ’ın kendi
ru h u d u r; yani insan, m adde o larak yalnız b ir organizm a yığını değil, aynı za-
d an d a T an rısal değerde b ir tinsel v arlık tır. B unun içindir ki H z. M evlâna, be
denim izle değil, ru h u m u zla insan olduğum uzu anlatm ıştı.
H z. Â dem ’in çam uru h a k k ın d a kullanılm ış olan deyim ler de birb irin d en
fark lıd ır: Y apışkan b ir çam u rd an (Saffat, 11); kokuşm uş ya da yıllanm ış bir
çam urdan , sadece to p rak tan (R um , 20) deyim leri gibi, "T anrı, insanı saksı gibi
ku ru çam urdan yarattı” (R ahm an, 37); "T anrı, sizi yeryü zü n d e b itk i tarzında
yetiştird i” (N uh, 17) ayetleri de, insanın yaradılış tarzın d an iki ayrı ö rnektir.
T a n rı’nm kendi fıtra tın d a y aratm a U itfunda b u lu n duğu  dem ’in m eydana ge
lişi hak k m d ak i b ild iri. B akara suresinde genişçe ve diğer bazı surelerde de
kısaca anlatılm ıştır. H av v a’nın da  d em ’in k ab u rga kem iğinden yaratıldığını
bildiren b ir hadis, T e v ra t’tak i hab eri doğ ru lar (T ekvin, 11, 23). E rkeğin ka
burga kem ikleri sağ ve sol tarafların d a da aynı sayıdadır. Son zam anlarda b ir
İngiliz hekim i, b u gerçeği ilân ettiği için, y u rd u n u n k ara kuvvetleri tarafın d an
tü rlü saldırılara uğram ıştı. T a n rı’nın kendi eliyle yaratm ış olduğu ilk insanla
H av v a’nın, cennetten niçin k o v u ld u k ları ve T a n rı’nm şeytanı onlara ve o n ların
tüm gelecek k u şak ların a nasıl m usallat ettiği, yani şeytanın ricasını kabul ede
rek insanı o n u n k ö tü lü k lerin e nasıl bırak tığ ı da K u r’anda tek rar edilm iş olan
bildirilerd en d ir ki, bazı ilkçağ kavim leriyle ilkel sayılabilecek kavim lerde de
bu çeşit in an çların b aşka şekilleri v ard ır. Ö rn eğ in , V o ltaire ’in naklettiğine göre,
Suriyeliler, erkekle k ad ın ın d ö rd ü n cü k a t gökte yaratıldığına, cennet taam ı ye
rine peksim et yediklerinden, aptesleri gelince, m eleklere kabinenin nerede ol
duğunu so rd u k ların a, m eleklerin de sonsuzluğun en uzak b ir yerinde nokta k a
d a r küçük olan b ir küreyi g ö sterdiklerinden, o n ların da bu küreye gelerek b ir
daha geri d ö nm ediklerine in a n ırla r (‘Felsefe S özlüğü’, çeviren L ütfi Ay, 4 cilt).
K adının erkekten yaratılm ış olm ası efsanesinde eski H erm aphrodism e k u ram ı
nın bazı izleri görülür.
N itekim T alm u d , E fla tu n ’un etkisi altın d a herm aphrodism e’e inanm ış gö
rü n ü r. Bu, kutsal m etinlerin yorum lam alarını b ild iren eser, ilk insanın iki yüzlü,
ya da iki görünüşlü, yani b ir yönü erkek, b ir yönü de dişi olarak yaratıldığını,
bu iki yüzden b irin in önde, ötek in in ark ad a o lduğunu a n latır ve T a n rı’nın
b u n la rı, o rta d a n ikiye bölm ek suretiyle b irin e  dem , ötekine H avva şeklini
verm iş olduğunu kaydeder. T a n rı, insanı kendi suretinde yaratm ış olduğu için
d ir ki, yeryüzündeki in san lar ne denli çok o lursa, T an rı suretlerinin o denli
çoğalacağına inanan T alm u d cu lar, evlât yetiştirm eyenlerin doğadaki T anrısal
suretleri a zalttık ların ı iddia ed erler ve b ir tek insanın, tüm v arlıkta yaratılm ış
olan şeylerin tüm üne b ird en eşit o ld uğunu sav u n u rlar. İslâm m istiklerinde de
bu inanç v ard ır.
İb ran îlerin ‘Z o h a r’ adlı kutsal k itab ın d a, insan sözcüğü bazen T an rı an
lam ında kullanılm ıştır. N itekim , kutsal k itap ta, " Y ahova, bir savaş adam ıdır"
(H u ru ç, X V , 3) denilm ektedir. Bazen de, "İn sa n C e b ra il...” (D aniyal, IX , 21)
denildiğine göre, m elek anlam ında da kullanılm ıştır. Y ine ‘Z o h a r’da bild irild i
ğine göre, H z. Â dem , günah işlem em iş olsaydı, A dn cennetinden kovulm aya
cak ve kutsal ru h u n yanında çocukları olacaktı; b u n lar da yüksek, kutsal ve
göksel cisim ler gibi ebedî olacaklardı (H en ri Serouya, s. 388). K abalcılığa bağlı
olan yazarlar, insanın yaradılışım şöyle an latırlar: T an rı, yeryüzünün d ö rt kö
şesinden k ırm ızı, siyah, beyaz ve s a n tozları toplam ış, b u n la rd a n sırayla k an ,
bağırsaklar, kem ik ve sinirlerle bedeni o suretle o lu ştu rm u ştu r ki, artık insan,
kendisinin b ir toz olduğunu in k â r edem em iştir. Buna karşın T ev rat, T a n rı’nın,
insanı kendi suretinde yaratm ış olduğunu b ild irir (T ekvin, I, 27) ve şöyle de
vam eder: "T anrı, yerin toprağından  d e m ’i oluşturarak burnuna hayat n efe
sin i üfürünce, Â d e m canlandı” (II, 7) ve ona şu em ri verdi: "Toprağa dönün-
ceye kadar alnının teriyle e k m e k yiyeceksin; zira sen, topraksın ve toprağa dö
n ec eksin " ( I I I , 19). B ununla b irlik te, "T a n rı, yeryü zü n d e insanı yarattığına
pişm an old u ve y ü rekten esef e tti” (V I, 6).
İşte b u insan, Jü d a iz m d e şu hayat aşam aların dan geçm ek zo ru n d ad ır: Bir
yaşındayken, insan, b ir k ral gibidir; iyi ö rtü lm ü ş b ir yatağa yerleştirilm iştir
ve herkes ta rafın d an okşanır, ö p ü lü r. İk i üç yaşındayken, insan, dışkılarını k a
rıştıran b ir dom uz g ibidir; on yaşındayken, b ir keçi gibi şuraya buraya sıçrar;
yirm i yaşında, kişneyen b ir at g ibidir, kendi tuvaletine özenir ve b ir kadın
arar. E vlendikten sonra, b ir eşeğe b enzer. Z ira ağır b ir yük yüklenm iştir. D aha
sonra aile reisi olunca, b ir köpek o lu r; yani ken d ine m ensup olanları geçindir
m ek ve k orum ak için, h er gün daha şiddetle did inir. N ihayet ihtiyarlığında,
b ir m aym una benzer. Y ine T a lm u d ’a göre, Â dem , eşeğiyle b irlik te kovulunca,
" Y a R abbi, dem iş, ben ve eşeğim , aynı şeyleri m i (ot ve diken) yiyeceğiz?" Y a
hova, onun bu sızlanışına, "H ayır, dem iş, sen alnının teriyle e k m e k yiyec ek sin !”
Y ani, T an rı insanı, hayvandan, çalışm asıyla ü stü n kılm ış. N itekim İngiliz ozanı
ve dü şü n ü rü M ilto n ’un betim lediği ilk insan, cennetten kovulm adan önce de
yorgunluktan h arap olm uş b ir tarım cıya benzer (‘Le P aradie P e rd u ’, IX , 11, 201,
202, 203); M . Mc L u h a n „ ‘La G alaxie G u ten b erg ’, P aris, 1967, s. 229).
H z. M uh am m ed ’e göreyse, H z. Â dem , cennetten kovulm asına k arşın , ilk
peygam berdir ve ona ilk öğretilen de, varlık ların ad la rıd ır (B akara, 33). T ev
r a t’ta ise, Y ahova, sahra hayvanlarıyla hava kuşların ı ve tüm canlılara vereceği
ad ları anlam ak için b u n la rı Â dem ’in k arşısın a çıkarm ıştır. B unların a d la n ,
 dem ’in b u n lard an h er b irin in karşısın d a çıkardığı sesler olm uştur (T ekvin,
II , 12-20). A nlaşılıyor ki, K u r’ana göre d il, Â dem ’e T anrı tarafın d an öğretil
m iştir (R ahm an, 1-4); T e v ra t’a göreyse, in sa n ın 1kendi eseridir. H z. Â dem ile
H z. H avva arasında cennette başlam ış olan cinsel ilişki, sürgün edildikleri yer
de de sürü p gider. A rtık insanoğlu, b ir nefisten ürem eye başlar: "O , sizi bir tek
ı,nefisten yarattı; eşini de gönlü ona ısınsın d iye ondan yaptı; bu nedenle onu
kucaklayınca h a fif bir gebelik yü klen d i; bir süre böyle geçti, sonra ağırlaştı. O
zam an ikisi de ken d ilerin i yetiştiren T a n rı’ya, "B ize yakışıklı bir cocıık bağış
larsan, sana şükreden kullarından olacağım ıza ant içeriz” diye d ile kte bu lu n
d u lar” (Â raf, 189). H em en tüm ürem enin, türem enin gizini taşıyan fani oyun
b u n d an başk a b ir şey değildir. H z. M uham m ed, yeryiiziindeki insanların cinsel
ilişkilerden ürem ekte old u k ların ı öğrenm ek ve öğretm ekle kalm am ış, b u n u bir
taraftan , T a n n ’nın yüce güçlerinin şüphe edilm ez b ir belgesi o larak açığa v u r
m uştur: “ D öl sıvısından d ö kü len c ıv ık bir m adde değil m ivdi? Sonra bir kan
pıhtısı oldu ve hem en biçim ine k o n d u ve düzenlendi. O ndan ik i es, e rk ek ve
dişi ya p tı” (K ıyam et, 37-39). T a n rı, insan ve cini kendisine tap sın lar diye ya
rattığı halde, “G eberesice insan, ne kadar nankördür; Yaradan onu hangi şey
den yarattı? Bir döl sıvısından yarattı ve biçim ledi; sonra onun yo lu n u kolay
laştırdı; sonra da öldürdü, m ezara göm dürdü. H ayır o, O ’nun em rini tam am ıyla
yerine getirm ed i” (A bese, 17-21; N ahl, 2).
Hz. M uham m ed, insanın yarad ılışın d ak i zayıflık ve acizliğini, sonra yavaş
yavaş güçlenerek te k ra r zayıfladığını, saçlarının ağardığını; tüm b u n ların T anrı
tarafın d an böyle uygulanm ış olduğunu; Y üce T a n rı’nm tüm dilediklerini yapa
bileceğini de b u vesileyle öğrenm iş ve öğretm iştir (R um , 54). İnsan olarak bir-
biriyle özdeş olan b u y aratık lar, yine T an rısal güç sayesinde çeşitli görünüşlere
sahiptirler: “S izi bir topraktan yarattıktan sonra a rtık bir insan olarak yayıl
m anız; yin e ken d ilerin e ısınm anız için size ken d i nefislerinizden zevceler ya
ratması; birbirinizi sevm en iz ve esirgem eniz h a kkında, d ü şünecek bir kavim
için ayetler olduğu gibi, göklerin ve yerlerin yaradılışıyla dillerim izin ve b en iz
lerinizin başka başka oluşu d a ”. T a n rı’nın avetlerin dendir (R um , 20-22). T anrı
insanları, an aların ın k arn ın d an b ü sb ü tü n bilgisiz b ir halde çıkarm ış; kendile
rine k u lak lar, gözler ve gönüller v erm iştir de yine o n lar şükretm em ektedirler
(N ahl, 78). Ö lüm den sonra dirilm eye inanm ayanlara karşı da, insanın nasıl ya
ratılm ış olduğu te k ra r edilir: “Sizi, bir topraktan, sonra bir döl sıvısından, son
ra da bir kan pıhtısından, nihayet yaradılışı pek de belli olm avan bir çiğnem ik
ten (m udga) yaratm aktayız. S ize anlatalım diye, hem d e belirli bir ecele kadaÂ
dilediğim iz bir sürece dölyatağında b ekletiyo ru z da, sonra sizi bir bebek olarak
çıkarıyoruz, sonra da k u v v e tlen m e n iz için. B ununla birlikte, içinizden k im in iz
vefat ettirilivor ve yin e içinizden k im in iz de biraz bilim den sonra bir şey bil
m esin diye öm rün rezilliğine doğru itiliyor” (H ac, 5); “H er k im e uzun bir öm ür
verirsek, yaradılışını n ü kse uğratırız” (Y asin, 68). Bu son ayetten anlaşılacağı
gibi, T anrı insana uzun öm rü, b ir m ük âfat olarak değil, âdeta b ir ceza olarak
verm ektedir. Bu suretle insanın ana rah m in d en itibaren geçirdiği evrim de an
latılm ış o lur. Şu ayette de biyolojik evrim d ah a açıkça gösterilir: ‘‘B iz insanı
bir çam urdan, bir soy soptan (sülâle) yarattık. Sonra onu, sağlam bir durakta
bir döl sıvısı y a p tık, sonra o döl sıvısını, bir kan pıhtısı haline getirdik; kan
pıhtısını da çiğ n em ik ya p tık; bu çiğ n em ikte b irtakım kem ik ler yarattık ve k e
m iklere et g iyd ird ik ve sonra ona başka bir yaratık suretini v e rd ik ” (M üm inler,
12-14; M üm in, 67). Buna karşın , "İn sa n görm edi m i? B iz onu bir döl sıvısın
dan yarattık da şim d i g eveze bir çekişgen o lu verd i” (Y asin, 77).
Sanki T a n rı, insanı pek adi ve pis b ir m ad deden yarattığı h alde, onun na
sıl olup da kendisine başk ald ırd ığ ın a hayret ediyorm uş gibi, zam an zam an onun
bu cıvık ve yapışkan m addeden yaratılm ış olduğu yüzüne v u ru lu r ve çeşitli ve
silelerle ona ih ta rla rd a b u lu n u lu r: "İn sa n neden yaratıldığını düşünsün. Bir
jışkıran sudan yaratıldı. O , b elkem iğiyle kaburga arasından çıkar. E lbette, gü
cü onu d ü zen lem eye de yeter” (T arık , 5-8). G örülüyor ki, o dönem de döl sıvı
sının içsalgı bezlerinden b irin in ü rü n ü olduğu bilinm em ekte ve ona hiç de ilgisi
olm ayan başka o rganlar, b ir k aynak o larak gösterilm ektedir.
Y üce T an rı, insana kendi ru h u n d a n ü fü rd ü ğ ü halde, niçin onda şeytanca
eğilim ler, T an rısal o lan lard an fazlad ır? Sonra, T an rısal ru h ebedî olduğu halde,
insan niçin fa n id ir? İn san ın te k ra r dirileceği bildirildiği için, onun ölm ezliğini
kabul etm ek gerekirse de, insanın ah rette göreceği cezalar, T anrısal ru h u n ye
nilgiye uğram ış ve şeytanın T an rısal iradeye ü stü n gelmiş olm ası gibi bazı şa
şılacak düşünceleri de anım satabilir. Bu düşünceler yüzünden, T a n n ’m n şey
tan a verm iş olduğu yetki dolayısıyla insanın ceza görm esindeki bilgelik ve ada
letin açıklanm ası da old u k ça güçleşir. N itekim , insanın ruhsal k arak te ri hak-
kındaki şu p ek gerçek b ild iriler, H z. M uham m ed’in insan h a k k ın d a yeter de
recede aydınlatılm ış olduğunu açıkça gösterm ektedir: Evvelâ, " Y eryü zü n d e do
laşınız ve T a n rı’nın insanları nasıl (çeşitli) yaratm ış olduğunu g ö rü n ü z” (Anke-
b ut, 20). Bir had iste de şöyle d enilm ektedir: "İnsanlar, altın, güm iiş m adenleri
gibi m adendirler”, yani, b aşk a b aşka değerde y aratık lard ır. O ysaki insan, “ T an-
rı’nın em anetini y ü k le n m iş ve o n u n güvendiği bir ve kili olm ayı üzerine alm ış
olan biricik ya ra tıktır” ve, "İn sa n , göklerin, yerin ve dağların kaldıram ayacağı
ağır yü kü m lerin y ü k ü altındadır” (A hzap, 72). İn san ın dinsel ve ahlâksal ödev
lerinin büyüklüğü, o n u n , hem y aratık ların en o n u rlu su , hem de en çök so
rum lusu olduğunu k ab u l etm eyi g e re k tirir... K u r’an, b u yüce yaratığın yara
tılış tarzın ı yine h a tırla tırk e n şöyle d em ektedir: "O , her şeyi güzel yarattı ve
insanı bir çam urdan yaratm aya başladı. Sonra da bir soy soptan, bir bayağı
sudan kuşağını (nesil) yaptı. Sonra onu d ü zelterek içine ruhundan ü fü rd ü ve
sizin için o işitm eyi, o görm eyi, o gönülleri yaptı. S iz p e k az şü kred iyo rsu n u z”
(Secde, 7-9). Bu âlem deki h er şeyi, insanın y ararlanm ası için yaratm ış olan Yüce
T an rı, insanlaı^n ne ibad etlerin e, ne de şükretm elerine m u h taçtır; am a o, in
sanları ve cinleri kendisine k u llu k etsinler diye yarattı (Z ariyat, 56). Bunun
için o lacak tır ki, Y üce T a n rı, zam an zam an kendi lü tu fların a karşı insanların
m innettar olm ayışından âdeta ü zü n tü lü b ir dille şikâyet eder; h atta bu nan k ö r
lüklerin cezasını görecekleri de sık sık ih ta r edilir.
İslâm geleneğine göre, insan y aratık ların en o n u rlu su d u r. Bu düşünce, Y u
nan felsefesinin son dönem lerinde yayılm ış ve İslâm tavassufunda geniş b ir yer
tu tm u ştu r. T asav v u fta insan, yetkinlik m ertebelerinin en yüksek noktasına k a
d a r çık arak , k en d i nefsinde T a n rı ilö insanı b irleştireb ilir ve bu m utlu ereğe
ulaşan yetkin insan, y aratan la y aratık arasın d a b ir köprü görevini yapabilir.
M ani m ezhebiyle, G nostisizm ve K abalizm de de az çok farkla bu inanç v ardır.
İn san a T an rısal sıfatlar verilm esindeki am aç, insanınkinden çok T a n rı’nın sı
fatlarını belirtm ek ted ir. K üçük b ir âlem olan insanın sıfatları, T anrısal sıfat
ların küçülm üş şeklidir ya da tersine o larak T a n rı’nın sıfatları, insan .sıfatları
nın sonsuz b ir surette b üyütülm üş b ir biçim idir. B unda antropom orfizm den k u r
tulm a çabası görülürse de, T a n rı’yı halk a lâyıkıyla anlatabilm ek için O ’nu, bu
an tro p cm o rfik tem sillerle açıklam aktan b aşk a çare yoktur. Z ira h alk , m ecaz
lard an , soyut betim lem e ve açıklam alard an b ir şey anlayam az. K u r’an da. bu
som ut dili kullan m ıştır. F ak at insanda, T a n rı’da bulunm ayan ve sırf yaratıklara
özgü olan bazı sıfatlar v ard ır. T a n rı’va oran la pek çok ku su rlu olan insan. Tan-
r ı’nın kendi suretinde y aratılm ış olm asına karşın , şeytan tarafın d an b u lan d ı
rılm ış, d ü rtü lm ü ş b irtak ım kötü k a ra k te r d algalarına sahiptir. H z. M uham m ed,
insan k ara k te rin in bu geri ve bozuk yanlarını çok iyi görm üş ve bu n ları, kısa
fakat çoğu zam an nesnel b ir derin lik te açıklam ıştır. K u r’anda, onun bu konu
daki anlayışını güçlendiren b ild irile r eksik değildir: " ... İnsan zavıf yaratılm ış
tır ” (N isa, 27); " H er halde insanların p ek çoğu fa sıktırlar” (M aide, 49); " İn
san. hayrı çağırıyorm uş gibi, şerri çağırm aktadır” (İsra. 11). H z. Y u su f’a söy
lettirilm iş olan şu ayet de b ir gerçekliği ifade eder: “N efsim i beraet ettirem iyo-
rum ; zira nefis, kö tü lü ğ ü em reder” (Y usuf. 53); “in san ço k acelecidir” (isra ,
11). İnsan tüm isteklerinde pek sabırsız olduğu için. “A celeden yaratılm ıştır”
(E nbiva, 37); " . . . İnsan, doeası itibarıyla c im rid ir” (İsra. 100); “İnsan, hayrı
istem ekten usanm az da k en d isin e b ’r sev d okunuverirse. hem en u m u d u keser,
m eyus o lu r”; “İnsan açıkça n a n k ö rd ü r" (Z tıh ru f, 15). İn san lar. “ T a n rı’nın son
su z bilim inden, ancak O ’nıın d iled im kadarını kavravabilirler” (R akara, 256)
ve, " İnsan ç o k tartışır ve savasır” (KeM , 52). Bu kısa ve kesin ifadelerle a rık
lanm ış olan sıfatlar, dogm atik b irer iddia o lm aktan çok. insan h ak k ın d a türlü
gözlem lerle elde edilm iş bilgilerin gerçekliğini de onaylavan b ild irilerd ir. İn
sanın kötü k arak tererin i gösteren b ü dogm alara, şunları da ekleyebiliriz: " İn
san, bir sıkın tıya uğrayınca, yatarken, otu ru rken ya da ayaktayken bize yalva
rır; fakat sıkın tısın ı kaldırd ığ ım ız zam an, sa n ki o sıkın tı içindeyken bize yal
varm am ış gibi d avranır” (Y unus, 13); “İnsana bir rahm et tattırır, sonra da onu
kendisinden geri alırsak, fazla m eyus olur; fa ka t icm de bulunduğu sıkıntıdan
sonra ken d isin e bir n im et tattıracak olursak, ö vü n erek ve ferahça, a rtık benden
tü m fenalıkla r gitti, d e r” (H u d , 10-11); " N im e t olarak sizde olan her şey T a n rı’
nındır; sonra bir zarara uğrarsanız, ona sızlanırsınız. Sonra bu zararı kaldırdı
ğım ız v a k it de, bir k ısm ın ız R a b b in e ortak koşar ve kendilerine verdiğim izle
kü frederler” (N ahl, 53-54); “İnsanlara bir rahm et tattırdığım ız vakit, O ’na
güveniyorlar da, ellerinin sunduğu bir n edenle başlarına bir felâ k et gelirse, her
u m u d u kesiyorlar” (R um , 36); " insanlar, bir sıkın tıya uğradıkları zam an, tüm
gönüllerini T a n rı’ya vererek d ua ederler; fa ka t sonra, Tanrı kendilerine bir ih
sanda bulu n d u ğ u va kit de, önceden yapm ış oldukları duaları unutarak sapıt
maya ve T a n rı’ya ortaklar koşm aya b a şla rla r...” (Z üm er, 8, 49; Fecr, 15-16).
H z. M uham m ed zam anının gem ileri, k uşkusuz ki oldukça ilkel yelken
lilerden ib aretti. İn san ların sab ır ve im an ların ın dereceleri, b ir sıkıntı, b ir teh
like ve hele deniz y o lculuklarında başa gelebilecek olan batm a ve boğulm a gibi
k o rk u n ç d u ru m lard a daha açıkça belli olur. İnsan ın n an k örlüğünü, bencilliğini,
T anrı ile olan ilgilerinin b irtak ım geçici çık arlara dayandığını, bu yüzden im an
k o n u ların d a bile insanın iki yüzlü olduğunu gösterm esi itibarıyla K u r’an, deniz
yolculuklarım som ut b ire r örn ek o larak te k ra r eder: “İnsanlar, bir gem ide ra
hatça giderlerken, birdenbire ve her taraftan dalgalar gelince, bu felâ ketten k u r
tuldukları takdirde, T a n rı’ya şükred en kullardan olacaklarına söz verirler ve
Tanrı, onları bu felâ ketten kurtarınca, yeryü zü n d e yin e v e her çeşit h a ksız
lığa başlarlar” (Y unus, 23; İsra, 67; A n k eb u t, 65; L okm an, 32). H z. M uham
m ed, genel o larak tüm im ansızların, iki yüzlülerin, k u şk u cu ların , ko rk ak ların ,
hilecilerin, kendi geçici çık arların d an başk a b ir şey düşünm eyenlerin, hakka
saygı gösterm eyenlerle feşatçı ve d alkavuk o lan ların, iyi niyet sahibi olm ayan
lara dünya h azlarım , kutsal olan h er şeyi feda edenlerin ru h hallerini, içyüz
lerini yayıp serm ekte şaşılacak b ir başarı ve cesaret gösterm iştir. Bakara sure
sinin 6-20’nci ayetleri bu k o n u n u n pek canlı ve kuvvetli bildirileri kapsar. N i
tekim , kendisinin de b ir insan olduğunu h er vesileyle te k ra r eden H z. M uham
m ed, bu insanlık niteliğinden gelen tered d ü tlerin i, aldanm alarını, şaşırm aları
nı, m üşriklerin servet ve kuvvetleri karşısın d a duym uş olduğu im renm eleri,
kork u ları, üzü n tü leri açıkça k endisine b ild iren ve b u n lard an korunm asına hiz
m et etm iş olan ayetlerdeki sert ih tarları bile açığa v u rm aktan çekinm em iştir.
O , insanın gerçek değerini, ahlâk ın da ana kaynağı saymış olduğu im an ’la
em eg’inde aram ıştır: “İnsanın em eğinden başkası k en d in in değil” (N ecm , 39).
T a n rı’nm kendileri için güçlüğü değil, kolaylığı istediği insan (B akara, 186)
zahm etle yaratılm ıştır; böyleyken insan, kendisine kim senin gücü yetm eyece
ğini zanneder. O ysaki insana iki göz, b ir dil ve iki dudak veren T an rı değil
m id ir? (Beled, 1-4). T an rı, insanı boşu n a yaratm ış değildir (M üm inler, 116).
O , insanı o n u rlan d ırm ış, k ara d a ve denizlerde taşıtlara yüklem iş, hoş rızkları
tattırm ış ve y arattık ların ın çoğundan üstü n kılm ıştır (îsra , 70). T an rı, insanı
yeryüzüne yerleştirm ekle kalm am ış, o rad an kendisine geçinecek şeyler de ver
m iş, fak at b una karşılık o larak O ’na pek az şü k retm ektedirler (Â raf, 10-11).
T an rı, yerde ne varsa hepsini insan için y aratm ıştır (B akara, 19). Bu bildiriye
k arşın , haram lard an sakınm am aları yüzünden h e r insan, bu nim etlerden ge
reği k a d ar y ararlan m am ak tad ır. F ak at fak irlik ve acizlikleri, kendi isyanların
dan gelmeyen b içare ve m asum in sanların b u n la rd an yoksun kalışlarının nede
nini anlam ak güçtür. A hlâk b ah sin d e de göreceğim iz gibi, H z. M uham m ed, aşı
rılık ların , israfın, insanı h er b ak ım d an çökü n tü lere sürükleyen h e r çeşit sefa
h atin önüne geçmeye çalışm ıştır. Z ira o, insanın dünya zevklerine fazlasıyla
düşkün olduğunu, zahm etten kaçındığını ve hele kendi kavm inin o sıcak iklim
koşulları içindeki zayıf ve ilkel k arak terlerin i çok iyi bilm ekte ve bu bilgisinin
kaplam ı içine tüm insanları sokm aktan çekinm em ektedir. O , in sanlar arasında
hiç b ir o n u r, ayrıcalık, ü stü n lü k ve soylulukla, naevki fark ları olm adığını savun
m uş, yalnız takvâ fark ların a işaret etm iştir (H ü cu rat, 10; T övbe, 11). O na göre
insanlar, başlangıçta b ir tek üm m ettiler, araların d ak i anlaşm azlıklar sonradan
belirm iştir (Y unus, 20). İn san ı T an rı yaratm ış olduğu gibi, onun k u ru n tu ve
kaygılarının ne o lduğunu en iyi bilen de yine T a n rı’dır. Z ira, Y üce T an rı, in
sana, " Şahdam arından daha y a k ın d ır” (K ehf, 15) ve birçok ayetlerle de b ild i
rildiği gibi, en sonunda insan, yine T a n rı’ya d ö n ecektir (M üm in, 16; R um , 11;
Y unus, 5). İnsan, T anrT dan başkasına ib ad et etm em esi gereken, yeryüzünde
T a n rı’nm h a life si', vekili olan kerem görm üş b ir y aratık tır ki, U lu Y aradan,
ona tak atin d en fazla b ir ödev yüklem em iştir. Y aratıkların en m utlusu olan in
san, kendi nefsine zulm etm edikçe, T a n rı’nm sürekli lü tu f, inayet ve ihsanı
içinde yaşam aya h a k k azanır. İn san , m eleklerden de ü stü n d ü r; zira b u n lar,
T anrT nın em riyle insana secde etm işlerdir. Bu itib arla ödevlerinden sorum lu
olan insana yapılan şu ih ta r yerindedir: "E y tü m insanlar, sizleri bir t e k .n e
fisten yaratm ış olan, ondan da eşini yaratarak ikisinden birçok e rk e k ve dişi
leri türeten R a b b in ize karşı gelm ekten sa k ın ın ız” (N isa, l ) 2. Bu verdiğim iz bil
giler bile, H z. M uham m ed’in , insanı ne denli yüceltm iş ve değerlendirm ek is
temiş olduğunu g österir (Bu kon u d a d ah a som ut ve açık bildirileri hadislerde
aram alıdır).
(1) “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım ” (Bakara, 30); yani, insanı
yaratacağım. Bu. “Ona öteki yaratıklara hükm etsin diye güç ve sıfatlarım dan
bağışladım ve benim emirlerimi uygulasın” demektir.
(2) Hintliler, ilk insana, Sanskritçede Adima, yani birinci insan adını ve
rirler; ilk kadına da Heva, yani hayatı tam am ’ayan derler. Adem'le Havva e f
sanesi, az çok farkla Brahm acılıkta da vardır; bunların adları bu konunun Do-
ğu’dan Batı’ya geçm iş olduğuna delâlet eder, fakat insan hakkmdaki düşünce
ler, zam an ve soyal çevre farklarına dayanan bazı başkalıklar gösterir. ı
DÜNYA
(1) İslâm m istikleri bu âlem e Nâsut âlem i derler ki. bu Tanrılık âlem i olan
Lâhut âlem i'nin nesnelleşm esinden ibarettir. Yani m istikler iki değil, tek bir
âlem kabul ederler.
m asına olan ak y o k tu r. O ra d a in san lar, yeniden sınanm azlar; kendilerine m ühlet
verilm ez; o rad a h e r birey, yaşadığı d ü n yadan götürm üş olduğu h ay ır ve şerrin
hesabını v erir ve lâyık olduğu k arşılığı b u lu r. Bu iki dünya arasında başka
b ir fark o larak , b irin cin in fan i ve geçici oluşu, ah ret dünyasının da ebedî oluşu
kaydedilebilir. Y aşadığım ız dün y ad ak i yap tırım lar, insanların kendi vücuda ge
tirm iş old u k ları k an u n lara bağlı olduğu halde, ah ret dünyasının y ap tırım ları,
m istik hayal g ü cünün tasarım ların d an ibaretm iş gibi görünen ve M ahfuz L evha’
da yazılı olduğu b ild irilen b ir p lana b ağ lıd ır ve T a n n ’nın elindedir. T a n rı, d ü n
ya işlerini de k en d i dilediğine göre ta k d ir etm iş olm akla birlik te, dünya k a n u n
ları zam an a ve kavim lere göre değişik şekiller a lab ilir; ah re t dünyasının k a
n u n ları ise, m u tlak su rette T an rısal ve k u tsald ır; onları ancak T an rı dilerse
değiştirebilir. D ünya k a n u n ların d a tam b ir ad alet olm adığı gibi, b u n la r h er su
çu görebilecek k a d a r da geniş ve güçlü değildirler. Z ira, b u n ları uygulayanlar
in sandır. A h ret kan u n larıy sa, tüm in san ların hangi çağda ve hangi bölgede ya
şam ış o lu rlarsa o lsu n lar, h er çeşit suçlarını g ö rü r ve b u n lara lâyık o ld uklarını
verm ekte asla gecikm ez. Z ira , o dün y an ın k a n u n la rı dolaysız o larak T a n rı’m n
elindedir. Y aşadığım ız d ü n y ad ak i töre ve y asaların yazılı-yazısız k an u n la rı,
insanların görünen ve y akalanan suçlarını cezalan d ırırken pek de adalete riavet
edem ediği h alde, ah ret d ü nyasında, yapm ış olduğum uz tüm haksızlıklarla im an
sızlıklar, hay ır ve şerler, T a n n ’nın ve b u n la rı kaydetm ekle görevlendirilm iş
o lan elçilerin d ik k atin d en kaçm az. Bu itib arla. "H er nefis ö lü m ü tadacağı" için
(Âli İm ran , 185), ölüm den sonraki âlem de m u tlak b ir m u tlu lu k ve ebedî b ir
k u rtu lu ş isteyenlerin, b u yaşanılan dün y ad a im an ve tak vadan ayrılm am aları
gerekir.
Y aşanılan dün y ad a H z. M uh am m ed ’in T an rı buyruğu o larak haram oldu
ğunu bildird iğ i b irtak ım çekici n im etler ve h azlar vard ır. A hret dünyasındaysa,
hiç b ir gü n ah , yasak ve h aram y o k tu r. Bu düny ad a h e r şey özel b ir gayret ve
çaba sayesinde ve T an rı dilerse elde ed ilebilir. A h ret dünyasındaysa, cennetlik
ler ne dilerlerse o nu em eksiz k azanacak ve tad acak lard ır. A hret dünyasında,
bu dünyad a özlenilen, fak at yoksun olduğum uz ne varsa hepsinden istenildiği
k ad a r tadılabilecek ve istenildiği k a d a r o n lard an elde edilebilecektir. O ra d a
kim se kıskanılm ayacak, geleceği d ü şünm ek, gelecek h a k k ın d a tasalanm ak ve
daha büyü k ve çeşitli nim etlere lâyık olm ak için yeniden özenm ek ya da çaba
lam ak gibi yorucu, yıpratıcı ve üzücü faaliyetlerde bulunm ayacaktır. Bu dü n
yada ise, en n ü fu zlu ve en zengin b ir insan bile, daha fazlasını kazanm ak ve
elindekileri k o ru m ak için d id in ir d u ru r. H em bu dünyada, hem de öteki d ü n
yada m utlu b ir ö m ü r sürm ek isteyenlerin, itid ald en ayrılm am aları, T a n rı’nın ve
elçisinin em irlerine itaat etm eleri gerekir. Sonra hangi m akam ve yetkiye sahip
o lu n u rsa o lunsun, genel 'o ld u ğ u k a d a r da özel hayatın tem iz olm ası gerektir.
T arihsel b ir gerçek o larak da b ilin m ek ted ir k i, h e r tonlum , am acına ulaşabil
m ek için bazı disiplinlere m u h taçtır. Ö zel h ay atları tü rlü sefahat ve rezillik
tu tkularıyla kirlenm iş olan nüfuzlu,, fak at ru h disiplininden yoksun olan insan
lar, örnek olm aları b akım ın d an da h alk ın ah lâk ın ı bozm aya aracı o lu rlar; ve
yetkilerini o denli kötüye k u llan m ak zo ru n d a k a lırla r ki, nihayet toplum da ne
ad alet, ne erdem , ne de ö zgürlükten eser k alır. Bu itib arla H z. M uham m ed,
in san ları, dünya h ay atın ın bozucu, yıkıcı sü slerinden ve h azların d an uzaklaş
tırm aya değilse de, ölçülü o larak yararlan m ay a davet etm iştir. Y ani b u dünya,
insanı b ir süre k eyiflendiren, fa k a t fazlası zehirleyerek ö ld üren içkilere benzer.
Bu dünyan ın fani zevkleriyle sarhoş o lan lar, a h re t dünyasında ayılacak ve o ra
d a sonsuz b ir azap ve işkence içinde k alacak lard ır. N e yazık ki, yaşadığım ız d ü n
ya, T a n rı’n ın sırf in san lar için v ücuda getirm iş olduğu b in b ir nim etle bezenm iş
olm akla kalm am ış, fak at insanı b aştan çıkarm ası için kendisine yine T an rı ta
rafın d an izin verilm iş o lan şeytan ve şeytanlarla d o ludur. İn san , a h re t hayatı
nın ebedî zevk ve h azların a lâyık o labilm ek için, b u dünya hayatını b ir sınam a
dönem i sayarak şeytanın çekici k ışk ırtm aların a kapılm am alıdır. Z ira şeytan,
insan için açık b ir d ü şm an d ır (B akara, 169; K asas, 15). O , insanı şarab a, ku
m ara a lıştırır ve T a n rı’yı h atırlam ak tan u z a k la ştırır (M aide, 90-91). İnsan çoğu
zam an, yaşanılan dün y an ın aldatıcı nim etlerine k ap ılm ak tan hoşlanır. Peygam
b er, "E vlâ t, dünyada ışın, ahrette sevin çtir” derse de "K adın, evlâtlar, kantar-
la nm ış altın v e gü m ü ş y ü klerle nişanlı atlar, davarlar ve ekinlere karşı duyulan
iştah, insanlara hoş görünürlerse de, bunlar d ü n ya hayatının m etaldir. A k ıb e t
güzelliği ise T a n rı’n ın ya n ın d a d ır” (Â li İm ra n , 12) hab erin i verir. Bu, "D ü n ya
hayatının ze v k i, ahretin yanında a zıc ık bir şeyd ir" (T övbe, 38). Bir oyun ve
eğlenceden başk a b ir şey olm ayan dünya hayatı (E n ’am , 32), ah re t için b ir
azıktan ib a re ttir (R a ’d , 28 ). T ü rlü ayetlerde, d ünya hayatının oyun ve eğlen
ceden ib aret olduğu te k ra r ed ilir (E n ’am , 70; M uham m ed, 36; A nkebut, 64).
“B iliniz k i dünya hayatı bir o yun ve eğlence, bir süs ve aranızda bir ö vünm e,
m al ve evlât çoğalm asından ibarettir. T ıp k ı b itkiler, rençperleri im rendiren bir
ek in gibi. Fakat sonra o b itk ile r ku ru r, bir sam an kırıntısından ibaret k a lır”.
Bu itib arla, “D ünya hayatı, bir aldanm a m etaından başka bir şey değildir” (Ha-
d id , 20; Y unus, 25 ). Bir had isin d e H z. M uham m ed, “Bu fa n i dünya, bir sin ek
kanadına bile d eğ m ez” dem iş ve insanlara, k âfirlerd e b irik tirilm iş olan dünya
v arlık ların ın geçici o ld u ğ u n u b ild irm iştir (Y unus, 71).
İnsanı dünyaya bağlayan şeylerin b aşın d a, kazanm ış olduğu m allar,
yani m addesel servetler gelir. H z. M uham m ed, b ir h adisinde, " Â d e m o ğ lu , m a
lım , m alım , d er durur. Fakat m alından sonra a n cak sadaka olarak verdiği veya
yiy ip tü kettiğ i, ya da giyinip çü rü ttü ğ ü n d en başka ne va r? ” dem ektedir. D ü n
ya, kibirlenm e m etaın d an ib a re ttir (Â li İm ran , 185) ve insanı baştan çık aran
d a , bu dünyanın m addesel zevk ve servetlerid ir: “M allarınız v e evlâtlarınız birer
fitn e d ir” (T egabün, 15). B unlar, “D ünya hayatının süsleridir, baki kalacak olan
a rık edim ler (salih am eller) ise, R a b b in in yanında sevapça da, edim ce d e daha
hayırlıdır” (K ehf, 44 ). E sasen dünva m etaı, ah ret nim etleri karşısın d a pek de
çok ve önem li b ir şey d eğildir: " D ünya m etaı azdır, takvalı olanlara ahret ha
yırlıdır” (K ehf, 44; N isa, 75). B unun için d ir ki Y üce T an rı, elçisine şu tavsi
yede b u lu n m u ştu r: “ T anrıyı tanım ayanların refah içinde, diyar diyar d ö n ü p do
laşmaları, sakın seni aldatm asın. A z bir z e v k , sonra varacakları cehennem , ne
fen a k ö ş k . . . ”; ve h alk a da şu ih ta rd a b u lu n u lm ak tad ır: “E y ahali, isyanınız k e n
d i nefsinizedir. D ünya m etaı fanidir, ahret bakidir; sonra da b ize döneceksi
n i z ..." (Y unus, 24 ). T an rı, b u çab u k geçecek o lan dünyayı isteyenlerden diledi
ğine, istediğini b u dün y ad a verecek tir, fa k a t b u n u n sonu ebedî o lara k cezalan
m ak tır (İsra, 17). İn san lara dünya m alın d an verilen şeyler, ancak hayatlarında
geçinm elerine y a ra r (Şura, 34). Bu geçinm e ise, geçicidir, asıl karargâh a h re ttir
(M üm in, 38-39). H z. M uham m ed, kendi özel h ay atında d a, dünya nim et ve ser
vetlerine b ir erek o larak değer verm em iştir. B unun için d ir ki d ü şm anları, T an-
rı’n m niçin k endisine bol bol ih san lard a bulu n m ad ığını ileri sürm üşler ve onu
yüce ü lkü sü n d en vazgeçirebilm ek için k endisine tü rlü m addesel servet ve m ev
kileri teklif etm işlerdir. F ak at o, kutsal görevini gerçeklendirm ek için, çekici
tekliflerden hiç birin i k ab u le tenezzül etm em iştir; zam an zam an içinde beliren
aldanm a eğilim lerinden de tü rlü T an rısal ih ta rla r sayesinde k u rtu lm u ştu r. Ba
şarısının büyük gizlerinden b iri de, o n u n b u feragati, k an aati, ö rnek b ir şef
o larak aleyhinde kendisine d il uzatılabilecek herh angi b ir çıkarcı tu tk u y a kapıl-
m am ası, en güçlü zam an ların d a bile, k endini ve İslâm üm m etini bozucu, şaşır
tıcı eğilim lerden u zaklaştırm aya çalışm asıdır. " S ü n n etim d en y ü z çeviren, benden
değ ild ir” diyen H z. M uham m ed, kendisinin yalnız ibadet b akım ından sünnetlere
değil, yaşayışı b ak ım ın d an da âdetlerin e riayet edilm esini istem iştir.
Bütün b u telk in lerd en , ahreti M üslü m an ların , dünyayı kâfirlerin cenneti
sayan d a r ve çarp ık zihinli vaizler, H z. M uh am m ed’in gerçek am açlarını, İslâ-
m ın dünyaya verdiği gerçek değeri anlayam am ış, h alk tab ak aların ı sefil b ir ha
yata m ahkûm etm işlerd ir; oysaki Peygam ber, dünyayı, b ir çile yeri, yoksunluk
ve sefaletle sürünülm esi gereken b ir cezaevi gibi telâk k i etm em iştir. "Y ery ü -
zü n d e k i helâl olan ve boşa giden n im etlerden y iy in iz!” em rini veren ayetle, di
ğer bazı ayetler, bu dünyada oluşm uş olan h e r şeyi in san lar için yaratan Y üce
T a n rı’nın lü tu f ve in ayetlerinden, dinsel ödevleri ihm al etm eksizin, ölçülü ola
rak y ararlan m ak ve b u n lara şü k retm ek te b ir sakınca olm adığını gösterir. Y a
pılan du aların en beğenileni, "E y R a b b im iz, b ize dünyada g ü zellik, ahrette de
gü zellik ver ve b izi ateş azabından k o r u " (B akara, 202-203) idur ki, gerek b u ,
gerek, "D ü n ya ve ahrette a ziz o lm a yı” dileyen d u a la r, bu dünyayı b ü sb ü tü n ih
mal etm enin caiz olm adığını gösterir. " T a n r ı’nın erm işleri, im an ve ta kva içinde
olanlardır, bunlara d ü nya hayatında da, ahrette de m üjdeler vardır” (Y ûnus,
63-64) ve H z. İs a ’ya verilen b ir em ird ek i, " K â fir olanların d ü n ya v e ahrette
şid d etle azap edileceklerini haber ver” (Âli İm ran ) ih ta rı da dünya ile ah retin
b irb irin e bağlılığını gösterir. N itekim H z. M usa da b ir d u asın d a, "B izim için
d ünya ve ahrette iyilik y a z” (Â rif, 156) diye y alv arır k i, bu iki dünyanın d a,
insanın k u rtu lu ş ve esenliğinde b irb irin e p ek bağlı olduğunu gösterir1.
Sosyal Kurumlar
I. D itı ve a h lâ k * I I . H u k u k .
DÎN VE AHLÂK
G enel o larak din ler, insan ların birb iriy le ve eşya ile olan ilişkilerini m istik
dosrmalaria düzenlem eye çalışırlar. Bu dogm alar, h er d inin, içinde doğup yasa
dığı to p lu m larm seviye, anlayış ve ihtiyaçların a göre ahlâksal ve hu k u k sal b ir
değer kazan ırlar. B unun için d ir k i, to p lu m larm h ayır ve şer saydıkları şeyler
arasında b irb irin e u y an lar k a d a r u ym ayanlar da v ard ır; ah lâk ın uylaşım lı (iti
barî) gibi görünm esi de b u n d a n d ır. B ununla b irlik te , hem en h e r dönem de ve
her toplum d a az çok b irb irin e benzeyen ve değişm ez gibi görünen erdem k u
ralları da v ard ır.
En ilkel d in lerd en en yetkin ve k itap lı dinlere dek hem en tüm m istik inanç
la rd a , aynı d in e, ta rik a t ya da m ezhebe im an eden lerin b irb irin e z a ra r verm e
lerine, b irb irin i öldü rm elerin e, b irb irin in m alların ı ça lm a la rın a ... asla izin ve
rilm em iştir. Sosyolojinin ilkel to p lu m lara d air verm iş olduğu bilgilerden, o n
ların ilerlem iş to p lu m lard ak ilere o ran la ah âk d ışı gibi görünen bazı edim (acte)
ve tasarım lara sahip o ld u k ların ı b iliyorsak da, b u n la r, kendi dinlerinin erdem
o larak telkin ve em rettiği, b u nedenle de k en d ilerini itaate zorlayan görevler
dir. H er kavm in ah lâk anlayışı, kendi kişiliklerine olan saygıya ve T a n rıların a
yüklem iş o ld u k ları sıfatlara göre b ir özellik taşır. M ilâttan önceki çağların ahlâk
anlayışına b ir ö rn ek olm ak ü zere, H o m ero s’un b u ko n u d ak i görüşlerini kısaca
özetlem eyi yararlı buluyoruz: Bu ozan, ‘İly ad a’ ve ‘O d isea’sında, yaşadığı dö
nem in ah lâk ın ı, betim leyip hikâye ettiği T a n rıla rla k ah ra m an la rın eylem lerine
d ikkati çekm ek suretiyle açık lam ıştır. O n a göre ahi .k, T a n rıla ra itaatle b aşlar
ve ah lâkın tek yap tırım ı, T a n rıla rd a n k o rk m a ve h Ikın tepkisidir. Bu itib arla
k a h ra m an la rın ah lâk ın ı anlam ak için T a n rıla rın a b 'â k ın ı bilm ek gerektir. O n
ların ahlâkı, tam am ıyla kişiseldir; intik am cı, kendi çıkarına değer veren, haz ve
zevk d ü şk ü n ü ve a racılar için hiç b ir kaygıları olm ayan bencil b ir ahlâktı. O n
lar, kendilerin e yapılm ış o lan saygısızlık ve sald ırganlıkları ebedî o larak ve
zalim ce cezalan d ırırlar. K endilerine sövdükleri için, D ian, E tolilere tüm öfke
siyle sald ırır; N e p tü n , T ru v alıları; J u d o n ise Ülisi yatışm ası olanaksız b ir
kinle kov u ştu ru rlar. G ün eş, k o rk u n ç b ir açlık dolayısıyla sürülerini parçalam ış
olan L ae rt’in ark ad aşların ı şiddetle cezalan d ırır; A pollon d a kendi ra h ip lerin
den birine sövüp saydıkları için Y u n an lıları h ırp alam ıştır. O n lar, ancak k en d i
lerine bol k u rb a n la r ve su n a k la r verm eyi ihm al etm eyen k ah ram a n ları m ükâ
fa tla n d ırırla r. H a tta , T a n rıla rın hoşu n a gitm eyen herhangi b ir günah yüzün
den cezaya lâyık olan b ir kim se, su n ak ları ve k u rb a n ları sayesinde cezadan k u r
tulab ilir ve T a n rıla rın öfkelerini y atıştırab ilir. M erk ü r, O to lik o s’u n pek çok
k u rb a n sunm uş olm ası dolayısıyla o n u m ü k âfatlan d ırm ak için kendisine soy
g unculukla aldatm ayı öğretir. T a n rıla rın v erd ik leri şölenler, insanlarınkiyle m u
kayese edilecek olu rsa, d ah a çok ay ıplanacak olan iğrenç ve çirk in şehvet, sefa
h at sahneleriyle d o lu d u r. J ü p ite r, eşi J ü n o n ’u n âşıklarıyla zina etm esine izin
verir; T h etis, oğluna, b ir sevgili k ad ın ın okşam alarına ken d in i te rk etm esini
salık verir. M erk ü r, P olim el’i elde edebilm ek için, gizlice onun yatak odasına
girm ekten çekinm ez. A dam ö ld ü rm ek , o n la r için hiç de tiksinilecek b ir h areket
değildir. Bir adam ö ld ü rm ek , T a n rıla ra göre affedilm ez b ir suç değildir; asıl
suç olan, k en d ileri em ir v erm eden ö ldürm üş olm aktır. H iç de yetkin b ir sevi
yede olm ayan b u T a n rıla r, ken d ilerin e hük m ed en bu çeşit âdet ve huyları, in
sa n lara da aşılarlar; in san lard an d a b u n la rı isterler. B ununla b irlik te, in san
la rın adaleti gözetip gözetm ediklerini anlam ak için yeryüzünü d o laşır d u ru r
la r. M isafirler, dilenciler, d u a ed en ler, J ü p ite r ’in özel him ayesi altın d ad ırlar;
h a tta onları öteki T a n rıla r ve F ü riler-d e him aye ed erler. G örülüyor ki, H om eros,
T anrılara,, yaşadığı dönem deki in san ların h e r çeşit tu tk u ların ı verm iş; onları o
dönem in k ah ra m a n la rın d a görülen insel sıfatlarla süslem iştir (‘O euvres Comp-
letes d ’H om m ere, Ilia d e ’, s. 128, 363, 504, 48 , 364, 385, 201, 345, 228, 264;
‘L ’O dysee’, 6, 42 , 2 7 9 , 563, 518, P. G iguet çevirisi, 1913).
Y alnız, verm iş olduğum uz ö rn ek te değil, k itaplı dinlerde bile, T a n rı’ya
yükletilm iş olan sıfatlar, b u dinlerin doğup yayılm ış o ldukları dönem ve top-
lum lardak i in san ların h u y ların d an ve âd etlerin d en birçok özellikleri taşırlar.
Esasen so ru n , bu sıfatların ve ahlâksal sayılm ış olan bu ödevlerin gerilik ve il
kelliğinde değil, b ire r ahlâksal em ir o larak din in güvencesi altında bulunm a-
la rın d a d ır ve b u n lara itaatsizliğin, kam u vicd an ın d a b ir tepkiye neden olm ası
d ır; ilkel to p lu m lard a, bireysel vicdanın, kam usal vicdan, çerçevesi dışına çı
k arak bağım sız b ir su rette işleyebilm esine o lan ak yoktur. V icdanın k 'şisel ve
bağım sız b ir değer k azanm ası, son çağların p ek büyük k azançlarından birid ir.
Buna k arşın , bu vicd an , b ir taraftan layik tö reler ve yasaların, b ir tarafd an da
olum lu k ü ltü r ve eğitim le gelenek h alin i alm ış olan dinin etkileri altın d a n ad ir
kim selerde ve n a d ir o larak , içinde yaşanılan to p lu m un üstüne ya da dışına çı
kabilm ekted ir. K uram sal o larak bireyin vicdanı, bugün k a n u n ların him ayesi
altın d a d ır; fak at p ra tik o larak çoğunluğun ve h ü küm süren ve sürecek olan
politik ve ekonom ik rejim gerçeklerinin baskısı altın d ad ır. Z ira insan, tek b a
şına yaşayabilen b ir v arlık değildir. B unun için d ir ki, büyük devrim ciler, ü lk ü
cü ler ve b u n ların çok eski çağlardaki tem silcileri, b u n ların k u ru cu ları olan pey
gam berler, içinde yetişm iş o ld u k ları top lu m u n tüm inançlarını yıkıp atm aya m u
vaffak O lam am ışlardır ve h a tta k en d i su n d u k ları ilkelerin hepsini tüm m ensup
larına kab u l ettirem em işlerdir; k ab u l ettirm iş o lsalar bile, o n ların hepsi, tüm
yaşam ları boyunca kabul etm iş o ld u k ları b u dogm alara tam am ıyla itaat etm iş
değildirler. Bu büy ü k değer yıkıcıları ve yeni değerleri yaratan lar, b ir yandan
kendi toplum larıyla ilişkide b u lu n an yabancı k avim lerin duygu, düşünce ve
inan çların d an b ir şeyler alm ış, b ir y andan kendi k avim lerinde kökleşm iş ve or
ganlaşm ış olan âd et, töre ve geleneklerden bazı öğelere değer verm iş ve nihayet
kendi dehalarıyla keşfedip gerçeklenm esinde y a ra r hissettikleri, bazı kişisel ül
küleri de b u n lara ek lem işlerdir. D inlerin ve b u n la ra bağlı ah lâk ve uygarlıkla
rın evrim i, b u karışım ın d inam izm inden doğar ve bu dinam izm e göre şekillenir.
Bu itib a rla H z. M u h am m ed ’in ah lâk anlayışı d a, kendi zam anına dek gel
m iş olan ve yalnız Sam î k avim lerin değil, b u kavim lerle ilişkide b u lu n an k itap
lı, kitapsız din m ensu p ların ın inanç, âd et ve törelerinin arıtılm ış b ir karışım ın
d a to plan ab ilir. H z. M uham m ed, b u b ak ım d an beğenm ediği, yanlış ve zararlı
bulduğu cahiliye dönem i geleneklerinin b ir kısm ını yıkm ış, to p lu m larm yeni
ihtiyaçlarını karşılayabilecek bazı yeni değer y argılarını, diğer kitaplı dinlerin
dogm alarından ve p ra tik hay atın gerçeklerinden alm ış, kendi büyük dehasının
süzgecinden geçirerek o n ların k u tsal ve T an rısal yüceliğini bilinçlendirm eye
çalışm ıştır. B ir peygam ber o larak k u rd u ğ u dinsel düzen, kendi vicdanlarını iş
letm eyen in san ları, Y üce T a n rı’n ın h e r şeyi gören ve h e r bireyin işlediklerine
uygun ceza ve m ü k âfatlar veren m u tlak adaletin e teslim etm iştir. O , insana
"Şahdam arından daha y a k ın ” olduğu b ild irilen Y üce T a n rı’nın, b ir gün, düşü
nen, hisseden ve anlayan insanın kendi vicdanı haline geleceğini, yani eylem leri
m izin en b ü y ü k gözetm en ve düzenleyicisinin k en d i içim izde gizlenm iş olduğunu .
kavram ış ve öğretm iştir. J .- J . R ou sseau ’n u n b ir T an rısal ihsan saym ış olduğu ve
saygı ile kendisine h itap ettiği v icdan (‘E m ile’, s. 342-343, G a m ie r basım ı) H z.
M u ham m ed ’de, içim izde yaşayan T a n n ’nm ken d isinden başka b ir şey değildir.
F akat insan ların v icdanları da, T a n rı h ak k m d ak i inançları gibi b ir evrim
geçirir; ve hiç b ir din, in san ların b u k o n u lard ak i anlayışını dondurabilm iş de
ğildir. Z ira , bilim in ve felsefenin ışığı altın d a gelişen zekâlar, yeni keşifler ve
icatların, ekonom ik ve k ü ltü rel ilişkilerde o lu ştu rduğu çok çeşitli ve k arışık
k u ru m lar, ulusları o suretle b irb irin e y a k ın la ş tırm ış tı ki, âdeta d in lerin ö n ü n
de ve o n la rd a n ayrı o larak ilerleyen, gelişen âd et ve tö reler bile, birb irlerin e
k arışarak dinsel inan çlarla ilgili bulu n m ay an , başk a tü rd en b ir insanlık vicdanı,
b ir uygarlık vicdanı doğm akta, b u yüzden de d inlerin tü rlü dogm aları gibi
ahlâksal dogm alarının b ir kısm ı da, k endiliğinden çöküp yıkılm aktadır.
D inlere dayanan m istik ah lâk lar, in san ları b irb irin e yaklaştıracak yerde
uzak laştırm ak tad ır. O ysaki insan ların değerleri, dinsel in an çlarından değil, ken
di in san lık ların d an gelm ektedir. Ç ağım ızın gittikçe daha bilinçlenen bu anla
yışı, h er bireyi kendi T anrısıyla baş başa b ırak m ak ta, fak at kaplam ına tüm in
sanlığı alan ah lâk ve h u k u k d üzenini gerçekleştirm eye uğraşm ak tad ır. Z ira in
sanlar, din lerin in ah lâk ın a göre değil, hayatın em rettiği ve toplum un zorunlu
kıldığı ortam a göre h arek et ed erler. B unun için d ir ki, ah lâk , kitaplı dinlerle
b irlik te başlam am ış, tersine o larak in san ların to p lum haline girdikleri dönem
den itibaren kendini gösterm iştir. Bu, bizi, dini de, ahlâkı da y aratan in san lar
olduğu gerçeğini k ab u l etm e zo ru n d a b ıra k ır. B unun içindir ki, saçm a ve ilkel
dinlerin de sav u n d u k ları a h lâ k la r v ard ır. D in ler, ahlâklığı k u tsallaştırm ak gibi
yüce b ir değer taşım akla b irlik te , kendi dogm aları ya d a do k trin leri dışında kal
m ış olan ların , yine k en d i dinlerine göre olan ah lâk ların ı m ahkûm etm ek sure
tiyle çelişikliğe düşerler; ve çoğu zam an T a n rı adın a çeşitli zulüm lere alet o lu r
lar. H ıristivanlık doğduğu zam an paganizm anm zulm üne uğram ıştı: fak at k en
di egem enliğini k u rd u k ta n son ra da pagan izm ad an , h a tta kendi din d aşların d an
öç alm aya koyuldu; fazla o larak yeni din in fark lı m ezhepleri b irb irlerin i k â fir
sayarak, ik tid a r hangisinin eline geçm işse, k arşı tarafı, din adına cezalandırm ak
tan çekinm em iştir. İslâm ta rih in in de tü rlü m ezhep kavgalarında bu görünüm
v ardır. D in lerd e v icdan özgürlüğü y oktur. K utsal k ita p larla peygam berlerin
sünnetleri dışında düşünülem ez.
G enel o larak İslâm m istik leri, K u r’anın tü rlü ayetleriyle, tü rlü sözcük ve
tüm celerinde b irtak ım gizli, kutsal ve simgesel anlam ların saklı olduğunu k a
bul ederek, b u n ların şifrelerini bulm aya ve açm aya çalışırlar. O n lar evrenin
b ir yokluk dönem i içinden nasıl b ir v arlık dönem ine kavuştuğunu ve yetkin
insana gelinceye dek esva ve olayların evrim indeki hiyerarşiyi, kendilerinden
evvelki m istik ve felsefesel duygu ve düşünce an lam larının ışığı altında ve
kendi m istik hayal güçleriyle sezgilerinin yarattığı tü rlü esrarlı ve kendilerince
d erin anlam lı terim lerle sın ıflarlar. Bir ahlâk sistem i olarak telkin ettikleri dü
şüncelerin yan ıb aşm d a, norm al b ir zih n in ne yaratm asına, ne de anorm alliğe
kaym adan kavrayabilm esine o lan ak b u lunm ayan garip ruh hallerini ve b u h a l
lerin algılanm asını (idrak) kişisel deneylerine d ay anarak b ire r gerçeklikm iş gibi
sav unurlar. Pek geniş bilgili, derin düşünceli ve ozan m izaçlı o lanları, yaşadık
ları dönem ve to p lu m lar iyice anlam am ış o ld u k ları halde, b u büyük erm işlerin
yarattıkları m istik atm osfere h ay ran lık hazzı içinde m utlu o ld u k ların a ve yet
kinleştiklerine in an an b ir derv işler ya da b ir tekkeliler züm resi m eydana gel
m iştir. Buna b irtak ım toplum sal ve tarihsel n ed en ler de eklenince, m istik hayatın
insan k u rtu lu şu n d a son b ir u m u t ve d ay an ak h aline gelmiş olduğu anlaşılır.
Bu sistem in ah lâk ı, h er çeşit savaştan iğ renir, tevazu ve inziva içinde, kişi
sel k u rtu lu ş ve yetkinliğin çarelerini a ra r. İn san lık için u m d u k ları m utlu ve ül
küsel hayat, ‘‘Bir lokm a, bir hırka; bir dost ve bir p o st” tan ib arettir. Bu döviz
altında şekillenen m istik ah lâk , insan zekâsının dinam ik gücünü söndürm ek
ten , ilerlem eyi d u rd u rm a k ta n ve in san ları dostça b irb irin e yakınlaştırm ak iste
m esine ve sonsuz hoşgörüsüne k arşın , b u soylu am acı baltalam ak tan başka b ir
işe yaram am ıştır.
M istiklerin ah lâk ı, bağlı oldu k ları din in savunm akta olduğu ah lâk ilkele
rinden ayrı değildir. F akat o n lar, etk in o lm ak tan çok edilgin b ir rıza ve tevek
kül ah lâk ın ı tercih ederler. H er şeyi hoş görm ekten, kim senin gönlünü kırm a
m ak tan , sa b ır ve k anaatle yaşam ak tan , k ad ere boyun eğm ekten, tüm olay ve
varlık ların T an rı yapıtı o ld u ğ u n u kabul ederek geniş b ir sevgi ve teslim iyet
içinde, «nem e lâzım cı» b ir ö m ü r geçirm ekten h o şlanırlar ve yalnız m istik aş
kın zevkleri içinde y aşarlar. R u h u , k ö tü niyetlerden, tu tk u la rd a n arıtm ak sure
tiyle yalnız aşk ların ın k onusu olan yüce varlığın sonsuzluğunu yaşam aktan d a
ha üstün b ir am açları olm ayan m istikler, b ire r gönül adam ı olarak insan ilişki
lerindeki sert ve kısk an ç yarışm aların önüne geçmeye çalışm ışlar, tatlı, yum u
şak ve sadece tinsel (m anevî) hayatın ütopyaları içinde b ir m iskinlik ahlâkına
bağlanm ışlardır. O n ların m ensup o ld u k ları d inlerden hiç b iri, ah lâk ta bu denli
edilgin (pasif) b ir ru h taşım az. B ununla b irlik te dinsel ah lâk lar, sevgiden çok
korkuya ve ah ret h ayatının ç ık arların a dayan ırlar.
O ysaki hiç b ir edim , k endiliğinden hayır değildir; yerinde yalanın, hırsız
lığın ve h a tta adam ö ld ü rm en in de h ay ır olduğu dönem ler ve d u ru m la r v ardır.
Bu nedenle ah lâk ın ana ilkesi, « hayrı, hay ır olduğu için yerine getirm ektir».
Ama b u ilkeyi, dinsel hayata k arıştırm ak doğru değildir. Bu, ancak türlü çe
virti ve vorum larla kendim izi ald a ta n b ir m antığın ü rü n ü olabilir.
A hlâk k u ra lla rı, T an rısal em irler o lsaydılar, T an rısal güç, bu em irleri v e r
m eden de insanları erdem li o larak y aratab ilird i ya da tüm insanlıkta, aynı T an
rısal em rin egem en ve yaygın olm asını sağlayabilirdi. Bu itirazlara kutsal ki
tabım ızda verilm iş o lan k arşılık lar, k an d ırıcı olm aktan çok, şaşırtıcıdır. İnsel
ihtiyaç ve ilişkiler, zam an içinde öyle anlaşılm ası güç ve karm aşık b ir şekil
alm ak tad ır ki, vahye d ayanan a h lâ k la r, tüm b u ilişkilerin zam an içinde ve ge
lecekte gerçeklenecek olan evrim ve zo ru n lu k larm ı kapsayam az. H er d in , daha
çok, yaşadığı dönem in ve içinde b u lu n d u ğ u to p lu m un bozulm uş olan hayatını
düzenlem e am acını güder ve b u am açta gösterdiği başarı o ran ın d a , kendisini
başka to p lu m lara da kabul e ttirir ve siyasal b ir güç halini alınca, b u gücün
büyüklüğüyle o ran tılı o larak yayılm a alan ın ı genişletir. G elecek h ak k m d ak i
um ut ve em irler, zam anın koşullarıyla paralel o larak değişikliklere uğrar. Z ira
töreler, âdetler, gelenekler, din in ark asın d an değil, önünden giderler ve ta rih
sel k o şu llar sürekli o larak yeni ah lâk sistem lerine k aynaklık ederler. B unlar,
dinlere aykırı o lsalar bile, zam anın k am usal v icdanına ve ihtiyacına uygun d ü
şerler.
K uvvetini m istik k ay n ak lard an alan h e r h ü k ü m ve k u ra l (kaide), ancak
bilgisiz b ir çoğunluğu teşkil eden h alk ta b ak aların a hitap eder ve h a tta onların
elinde de soysuzlaşır. A ydın ve yüce zek âlar ise, doğruyu, zorunluyu ve ihtiyacı
kavrayan b ir akıl ve vicdanı b en im seyebildiklerinden, yalnız vahye bağlanam az
lar. A rtık in san ların , m istik k ay n ak lard an gelen em irlere değil, hayatın zorunlu
kıldığı koşu llara uygun b ir ah lâk a bağ lan d ık ları h e r gün biraz d ah a açıkça
görülm ektedir.
A lm an filozofu Forbreg, "D in , evrene ahlâksal bir d ü zen verm e inancıdır”
der. D inlerin gerçek ro lleri b u olduğu halde, ne yazık ki, dinsel ah lâk esnek
tir; zira, özellikle İslâm d in in d e u m u t k ap ıları a rd ın a dek açıktır. O , b ir yan
dan k o rk u tu r, b ir y an d an acır, tövbeye ve şefaate değer verir. B unun içindir
ki, d in ad ın a yapılm ış olan cinayet ve ah lâk sızlık lar, dine dayanm ayan rezil
liklerden d ah a çok zalim ve d ah a çok geniş olm u ştur. D inin ru h u n d a ve asıl
yapısında b ask ı yokm uş gibi g örünürse de, kendi irad e ve isteğiyle h ay ır işlem e
ik tid arı, belirli b ir düşünce seviyesinden itib aren olanaklı o lur. K u r’an, insan
ları, erdem e dav et etm e görevini bilginlere verm iştir: " O din v e şeriat bilginleri
nin onları, günaha sokan sözleri sö ylem ekten v e haram yem e kten m enetm esi
gerekm ez m i? O nların bu neh yi ihm al etm eleri ne kadar fen a d ır” (M aide, 63).
F akat H z. M uh am m ed ’e, k itap ehli -olanlardan b ir kısm ının d cğru in sanlar ol
duğu, b u n la rın , "G eceleri nam az kılarak T a n rı’nın ayetlerini o k u m a k la ” vakit
g eçirdikleri, T a n n 'y a ve ah ret g ü nüne in an d ık ları, " İyiliğ i em ir ve kö tü lü ğ ü
n eh iy ” etm ekten çekinm edikleri a n latılarak , b u n ların m ü k âfatlandırılacağı bil
dirildiği hald e (Âli İm ran , 110-112) bazı im an lıların da, em anet o larak k en d i
lerine verilm iş olan şeyleri b ile zorlam adan geri verm eyecek k a d a r ah lâk tan
yoksun old u k ların a işaret ed ilir. Çoğu zam an bilgisizlerden çok yarım bilgili ve
h atta bazı bilgililer d ah a çok ahlâk sızlık y ap arlar. H alifeler, vezirler, k ad ılar,
şeriat bilginleri gibi, h e r d in d e ve dönem de, bilgilerine k arşın zekâlarım , tu tk u
larına alet etm iş o lan ların yapm ış o ld u k ları k ö tü lü k ler, tarih in gerçekleridir.
Bu da gösterir k i, in san ları hayra bağlayan ne din y ap tırım larıd ır, ne de bilginin
ışınlarıdır. Belki de b u n u n için d ir k i, P ierre Bayie1, “H er dinli, ahlâklı olm a
dığı gibi, her d in siz d e ahlâ ksız değ ild ir” diyebilm işti. Bilginlerin k ö tü lü k leri,
yalnız kendi zam an ların a değil, geleceğe de b u laşır. Z ira h alk k itleleri, erdem
örneklerine m u h ta ç tırla r ve o n lar, k en d ilerin i yönetenlerin gidişini benim ser
ler. T oplu m u gevşeten ya da g üçlendiren b u algıdır. Çoğu zam an gerçekten im an
etm iş olan lard a, in an çla edim p aralel sanılır; gerçekte ise, im anın edim le p ara
lelliği pek az in san lard a g ö rü lü r. İm an ın kendisinde şerre k arşı b ir hoşgörü v a r
dır. Z ira, T a n rı’ yarlıgam asından d ah a büyük olan hiç b ir günah y o k tu r .
A hlâk b ak ım ın d an d ü şü k o lan b ir to p lu m d a, im an ne k a d a r güçlü olursa
olsun, sosyal disiplin yok olacağı için, o rad a u y g arlıkları doğuran büy ü k layik
(1) Bizde Hilmi Ziya Ülken, A şk A hlâkı adlı eserinde böyle bir ahlâkı sa
vunmuştur (3. baskı. Ankara, 1971).
çü rü tü rle r. Bu da gösterir ki, dinsel ah lâk , insan k a rak terin i, T a n rı’n ın ve elçi
lerinin istediği şekilde asla değiştirm em ek, m istik b ir âlem in k aran lık atm osferi
içinde, gerçekleri, eşya ve o layları, yapılm ası gerekenle, yapılm akta olanları
öyle b ir renge boyam ıştır ki, karşım ıza çık an b u tabloda, ilkel anlayışın en kor
kunç gelişim leri, en k o rk u n ç teh d itleri fışk ırır. Z ira, dinsel a h lâk lard a pek az
T an rı sevgisi, p ek çok T a n rı k o rk u su v ard ır.
Bu, d in lerin gerçek ve m istik am açların ın zo runlu b ir k a rak te rid ir. A hlâk
sal erdem lerin kaynağını yalnız d in d e görm ek, dine karşı b ir çeşit saygısızlıktır.
G erçekten erdem li adam , d in lerin kutsallığ ın a saygı gösterir, b u n lard a n birin e
im an eder, fak at eylem lerini din in em irleri olduğu için değil, kendi nitelikleri
itibarıyla iyi, gerçek ve gerekli o ld u k ları için beğenilen düşünce, inanç ve ödev
lere göre d üzenler. Z ira in san lar, çoğu kez, ne k en d ilerin in , ne de b aşk aların ın
saptam ış o ld u k ları ilke ve d o k trin lere göre h arek et ederler. B unun nedeni, hiç
b ir ilke ve d o k trin in m u tlak b ir değere sahip olm am ası ve bireylerin kişisel
duygu, düşünce, inanç ve eğilim lerine uygun değişm ez değerlerden yoksun ol
m asıdır. Fransız dışişleri b a k a n la rın d a n B rian d ’a, hocası; " B itkilere, hayvanlara
bak. Doğayı içinden öğren. H iç kim se k ita p o ku ya rak bilge (sage) o lm a m ıştır”
dem işti1, ve E m erso n ’un da dediği gibi, “Bir d o ktrin e sadık ka lm a k, k ü ç ü k ruh
larda görülüp duran bir a k ıl hastalığı şe k lid ir”2. Bu öğütlerin aşırılığını b ir yana
bırak ır ve içinde gizli olan gerçeği sezm ek istersek, pek iyi anlarız k i, ah lâklılı
ğımızı o rg an laştıran , kutsal ya da d ışk u tsal b u y ru k la r değil, insanlığın ve uy
garlığın sürekli o larak değişen koşulları, özellikleri, çık arları ve d ah a açıkça
layik vicdandır.
H em en her d in , insan m utlu lu ğ u n u erdem e b ağ lam aktadır; fak at hiç b ir din,
İslâm dini k a d a r, insanı k u rtu lu şa götüren erdem lerin neler olduğunu tüm ay
rıntılarıyla b ildirm iş değildir. K u r’an , hem en hiç b ir kutsal k itap la k arşılaştırıla
m ayacak k a d a r tem iz duygular, d ü şünceler ve ilkeleri dile getirm iş b ir ahlâk
anayasasıdır, d enilebilir. O , T e v ra t’ta olduğu gibi, " H er kadın, ko m şu su n u n ve
ke n d i ev in d e k i m isafirin g üm üş ve altın ziynetleriyle elbiselerini isteyerek b u n
ları oğullarınızla kızla rın ıza verip M ısır’ı soya ca ksınız” (H u ru ç, I I I , 12) gibi
em irler verm ez ve geçm iş peygam berlere d a ir b u kutsal k ita p ta an latılan ah-
lâkdışı olgu lard an söz etm ez. Bu itib arla biz, İslâm dininde ah lâk k o n u sunu,
İslâm filozoflarının savu n d u k ları ahlâk k u ram ların ı değil, o n ların da dayanak
ları olan ayet ve hadisleri, yani H z. M uh am m ed ’in bildirm iş olduğu gerçekleri
çözüm lem eye çalışm ak suretiyle açıklayacağız:
1. Bu dinin ah lâk ı, h er şeyden önce p ra tik tir, hayat ve tarih in zorunl
kıldığı gerçeklere d ay an m ak tad ır. " M u h a k k a k k i sen en b ü y ü k bir ahlâka sa
h ip sin ” iltifatıyla insan lara doğru yolu gösterm e işiyle görevlendirilm iş olan
Hz. M uham m ed, b ir hadisin d e, "B en ahlâksal erdem leri (m ekârim ) tam am lam ak
için gö n d erild im ” dem ek suretiyle de, gelişinin ve ü lk ü sü n ü n ana ilkesinin ahlâk
olduğunu ilân etm iştir. O n u n ah lâk anlayışı, d ah a çok, y ap tırım larını T an rı ve
(1) Emil Ludwig, D irıgents de l’Europe (E. Litauer çevirisi, 2. baskı, 1937,
s. 16-17).
(2) Aynı eser, s. 21.
ah re t k o rk u su n d an alan ve am acı b u düny ad ak i d irlik ve düzenliğin sağlanm a
sın dan ib a re ttir ki, b u n u n tem elini m erham et ve şefkat duyguları teşkil eder.
O na göre, in san ların hem b irb irin e , hem de T a n n ’ya k a rşı ödev ve sorum lu
lu k ları vardır. Bu b ak ım d an , örneğin H z. M usa, insanın yalnız bu dünyada ceza
ve m ükâfat göreceğini savunm uş olduğu h ald e, H z. M uham m ed, T a n n ’n ın, h e r
hangi b ir ahlâksızlığı, isterse b u d ü n y ad a, isterse öteki d ü nyada cezalandıraca
ğını savunur. T a n n ’ya karşı olan ödevler, im an ve tak v a1 esasına dayanır. Bu
itib arla ahlâklı adam , tak v alı o lan d ır.
T a n n ’nın kend ilerin e d eğer verm iş olduğu kim seler, • zengin, nüfuzlu ve
soylu denilen kim seler değil, takvaya riayet eden kişilerdir. T akva sahibi o lan lar,
kendilerinin de, öteki in san lar gibi T a n n ’nın b ir kulu o ld u k ların ı b ilirler ve
T a n n ’nın sonsuz büyüklüğü karşısın d a pek âciz ve küçük b ir y aratık o ld u k la
rını anlarlar. Bu itib arla da, T an rısal em irlere içten b ir saygı ve im anla itaat
ed erler; kendi nefisleri için hiç b ir şey beklem eden, T an rı yolunda ve T an rı
için2 ibadet ve itaatte k u su r etm ezler: "Z a h iren izi hazırlayınız ve b ilin iz k i. za
hirenin en iyisi, ta kva d ır” (B akara, 198). T ak v an ın esasları, yani gerçek ahlâkın
k u ra lla rı şu ayette ö zetlenm iştir: " D o ğ ru lu k ve iyilik, y ü zü n ü zü batıya ya da
doğuya çevirm ek değildir. D o ğ ru lu k ve iyilik insanın T a n rı’ya, ahrete, m elek
lere, kitab a ve Peygam bere inanm ası, T anrı sevgisiyle m alını akrabalarına, ye
tim lere, yoksullara, yolda ka lm ış olanlara, dilenenlere ve tutsakların ku rtu lm a
larına sarf etm esi, ibadetini yapıp zekâ tın ı verm esidir. Bunlar, söz verdikleri
va kit sözlerini yerine getirenler, sıkın tı, h astalık ve şid d et zam anlarında sabre
denlerdir; işte h a k k a sa d ık olanlar, takva edenler, b unlardır” (B akara, 178). A h
lâklı adam , hem T anrT dan k o rk a r, hem de kend in d en ve in san lard an utanm ayı
b ilir; h arek etlerin i ona göre düzenler. E bu H ü re y re’n in naklettiği b ir hadise
göre, Hz. M uham m ed, "İm a n , altm ış koldur, utanm a da im anın bir k o lu d u r"
dem iştir. Bu suretle insan lara karsı olan ödevlerini de y aparak başkalarının qü-
venini kazanm ış o lan b ir in san , T a n n ’nın em irlerini yerine getirm iş olur. Z ira,
"T a n rı yanında en kerem görecek olanınız, takvalı o la nınızdır” (H ü c u ra t, 13).
K ad ın lar için bildirilm iş olan b u ayet, h er M üslüm ana da şam ildir.
2. H z. M uham m ed, erdem in tem elini adalette görm üştür. K ul, T anrısa
ah lâk la kendisini a h lâk lan d ırm alıd ır3. Bu ise, asla zulm etm eyen ve herkese lâyık
olduğunu veren ve m u tlak su rette adaletli olan T a n n ’n ın gidişine uym ak de
m ektir. H z. M uham m ed, işlenm iş olan g ünah ve suçlar için, bilgisizliği hafif
letici b ir neden o larak k ab u l eder; b u n la rın tövbelerine değer verir. F ak at, ger
çekten erdem li insan, h av ır ve şerri ayırt ed erek , hayrı seçebilecek k a d a r bilge
liğe ve iradeye sahip o lan d ır. G erçek ten erdem li olan insan, İslâm ah lâk ın d a,
içg üdülerinin b ask ısın d an k en d in i k u rta ra ra k , şehvetlerine hükm edebilen, k o r
ku n ç d u ru m la rd a sarsılm adan, çekinm eden h a k ve hayır için savaşm ayı göze
(1) Takva sözlükte sakınm ak demektir. Sevit Şerif, bunu, şeriatın usul ve
adabını korumaktır diye tam m lar ki, esası haram olan şeylerden sakınm ak ve
bazı helâl olan şeylerden ya vazgeçm ek ya da aşırılıktan sakınm ak, nihayet
Tanrı’nm ve insanların haklarına saldırm am ak demektir.
(2) “Fisebilillah”, “Hasbetenlillah”.
(3) Tahallak bi-hulk-lillâh.
alabilecek k a d a r cesaretli o lan d ır. Y ani, nefsine hâkim olan ve adaletten ayrıl
m ayan, hayrı b ilerek seçen ve savunan kim sedir. Bu ahlâksal ilkelerin kaplam ı
içine giren h arek etler n elerd ir? Enes bin M alik ’in anlattığı b ir hadise göre, “H iç
biriniz, k e n d in iz için arzu ettiğinizi, kardeşiniz için d e arzu etm edikçe, iman
etm iş o lm a z" den ilm ekted ir. Bu suretle, tüm im an edenleri kardeş sayan ve,
“İ k i kardeş arasını b u lu n " (H ü cu rat, 10, 45) em rini veren K u r’an, M üslüm an
ların b irb irlerin e karşı o lan ödevlerini saptam ış dem ektir. Bu k u ral, H ıristiyan
lıkta daha geniş ve. ü stü n b ir değer taşır. Z ira , H z. İsa, tüm insanların k ard eş
liğini v a ’zetm iştir. İm an edenlerle etm eyenleri ayırt eden b ir ah lâk, ayırt etm e
yenden elbette ki d ah a ü stü n olam az. B ununla b irlik te bu ilke, ister H z. M u
ham m ed ’in, isterse H z. İs a ’nın d o k trin in e göre k ab u l edilsin, h e r ikisinin de
kusurlu yanı v ard ır. Z ira, insanın kendisi için arzu ettiği öyle şeyler olabilir
ki, b u n ları kardeşim iz ya da b aşka in san lar için de arzu edersek, o n lara k ö tülük
yapm ış oluruz veya bizim kendim ize yapılm asını istediğim iz b ir şeyi başkala
rından herhangi b iri istem eyebilir. H a tta b a şk aların ın istem edikleri öyle hare
ketler ve işler v a rd ır ki, o nları ken d ilerin e uygulam ak, b ir ah lâk ödevi olabilir.
T özü itibarıyla pek yüce ve soylu olan bu ilke, hiç b ir çağda, hiç b ir kavim de
ve h a tta hiç bireyde aynıyla uygulanam az. N ad ir du rum ve koşulları ya da birey
leri istisna edersek, genel o larak ne T a n rı, ne de doğa, insanları bu denli eşit
b ir ru h ve yetenekte yaratm ış değildir. Bugün in sanlık, b u ahlâksal ütopyayı,
hu kuk yoluyla gerçeklendirm eye çalışm ak tad ır.
3. H z. M uham m ed için iyi ahlâk, im an ko n u su d u r. G erçekten im an ede
lerin erdem den ayrılm aları o lanaksızdır. B ir h ad isinde, “K om şusu açken to k
yatan kim se, gerçekten im an etm iş değild ir” d em ek ted ir1. D iğer b ir hadisinde de,
“ C ibril, ko m şu h a k k ın d a o kadar ço k sa lık verm iştir ki, hatta ben ya kında k o m
şu yu m irasçı yapacaktır sa n d ım ” d em iştir. K uşkusuz ki b u rad a sözü edilen kom
şu lar da im an etm iş o lan lard ır. “K en d i d in in ize bağlı olanlardan başkasına am an
ve rm ey in !" em ri, dini yaym ak ve beğendirm ek gibi b ir am aç taşırsa da, bun u n
b u günkü erdem anlayışım ıza uym adığı açık b ir g erçektir2. Â deta b u ra d a d in , si
yasal b ir ü lk ü o larak , ü m m et ya da ulus anlam ına gelm ektedir. N itekim başka
b ir âyette de, dinsel ahlâk ın yetersizliğini gösteren b ir k u su r bulm aktayız: “K ü f
retm iş ve k â fir oldukları halde ö lü p g itm iş kim selerden her biri k e n d im k u r
tarm ak için d ü n ya d olusu altın verecek olsa da, h iç birinden k a b u l edilm ez, on
ların h a k k ı acı bir a za p tır” (Âli İm ran , 91). Y ani, M üslüm an olm adan ölen
kim selerin d ünya h ay atın d a cöm ertçe verecekleri sad akalar, hayır işlerine yapa
cakları m asraflar, b u n ların k u rtu lm asın a hizm et etm eyecektir. B ununla b irlik te,
“K itap ehlinden öyleleri vardır k i, ona bir dinar em anet etsen, zorlam adıkça om ı
sana geri verm ez. Bunlar bilerek T a n rı’ya yalan söylerler” (Âli İm ran , 72). Bu
ayetlerin niçin inm iş o ld u k la rın ı b ir yana b ıra k a ra k şu sonucu ç ık arab iliriz ki,
ah lâk lı olm ak için şu ya da b u dine im an etm iş olm anın b ir değeri yo k tu r ve
(1) Daha pek çok yıl önce, Lao-tseu, “Öküzüm açken ben yemek yem ekten
utanırım ; biz, evlâdını doyurmadan rahat etm eyen analara benzeriz” demişti.
(2) Fakat Hz. M uham m ed, bu emre karşın, cizye almak suretiyle öteki
kitaplı dinlere bağlı olanlara am an vermiş, yani hayatlarını bağışlamıştır.
ah lâk , im andan başk a ve h a tta d ah a sınırlı tem ellere d ayanm aktadır. Esasen,
gerek K ur’a n d a ve gerek H z. M uh am m ed ’in söylevlerinde ve hu tb elerin d e, d ai
m a, " E y nâs!.. E y im an ed en ler!” gibi h ita p la rd a n , onun tüm in san lık tan çok,
kendi çevresindeki h alk a ve M üslüm anlara h itap etm iş olduğu ve salık verdiği
erdem lerin de ancak îslâm im anına bağlı o lan lara özgü b u lunduğu anlaşılırsa
d a, b ir hadisinde, tüm h alk , " T a n rı’nın iyalidir”, y şn i, aile bireyleridir; ve
birçok yerlerde de, "T a n r ı’nın ku lla rı” deyim lerini k u llandığından, onun tüm
insanlara h itap ettiğini k ab u l etm ek gerekm ektedir. T a n rı’yt, "Â lem lerin R a b b i’
olarak ilân eden H z. M uham m ed’in tavsiyeleri, h e r h alde tüm in san lar için
dir. N itekim d ah a çok önce, insan ların T an rı k atın d ak i eşitliğini İncil de sa
vunm uştu: " N e Y a h u d i, ne Y u n a n , ne tu tsa k, ne d e özgür adam , kadın ve e rke k
cinsi vardır; sizin h ep in iz İ s ’el-M esih’te b irsin iz” (Saint P aulus, ‘R om alılara K i
ta p ç ık ’, X , 11-12; ‘K orentlilere Birinci K itap çık ’, X II, 13).
4. Peygam ber zam an ın d a, M ekke ve dolaylarında dik k ati çeken iki sın
vardı. B unlardan b iri, gerek ticaret, gerek aile n ü fu zu itibarıyla zengin ve o n u r
lu sayılan züm red ir ki, b u n la r, çoğu yoksul, âciz, soyulm uş, ezilm iş olan ikinci
sınıf üzerinde saltan at sü rerlerd i. S ervetlerinin kaynağı ne olursa olsun, b u b i
rinci sınıf, zenginlikleri yüzünden şım arık, m erham etsiz ve kib irli kim selerdi.
İkinci sınıf ise, bin b ir sefalet içinde, çeşitli h ak sızlıklara uğram ış kim selerdi.
H içb ir çağda zenginler, zengin o ld u k ları için k ısk a n ılm ış'd e ğ ild ir; on lara karsı
duyulan k in ve n efretin n edeni, k azan çların ın m eşru b ir kayn ak tan gelip gel
mediği hak k m d ak i k u şk u la r ve zenginlikleri dolayısıyla yoksul tab ak aları hiçe
sayan, gösteriş, övünm e ve b öbürlenm elerle alçalttıkları insanlar üzerinde ayrı
b ir nüfuz k azanm ak istem eleri, şım arık , k ü stah ve saldırgan tav ır ve h a re k et
leridir. H z. M uham m ed, büyük b ir çoğunluğu o lu ştu ran bu ikinci sınıf k alk ın
m adıkça, toplum d ü zeninde ilerlem enin, d irlik ve esenliğin gerçeklenem eyeceği-
ne em indi. Â deta çağım ızın anlayışıyla, d ah a o zam anlar, bu ekonom ik k a lk ın
mayı kutsal b ir ü lk ü saym ış ve savunduğu ah lâk ta bu konuya büyük b ir önem
verm iştir. Bu önem , sad ak a ilkesinde to p lan ır ki, H z. M uham m ed’in sonsuz
şefkat ve m erham et duygusunun b u k o n u d a ne denli coşkun olduğunu ve in
sanları ne denli d erin d en tanıdığını şu ayetin yüksek b ild irisin d en de anlarız:
"T anrı yo lu n d a kapanm ış, yeryü zü ü zerin d e dolaşm ayan, istem edikleri için, bil
m eyenin zengin sandığı yoksullara verin; onlar, sim alarından tanınır ve halkı
rahatsız etm e zle r” (B akara, 274). İşte b u g ibilere, "K azançlarınızın tem izlerin
d e n ” veriniz. Sabırlı yoksu lla r denilen b u utan g aç, çekingen ve haysiyet sahibi
yoksulların ko ru n m ası, o n u ru , en önce H z. M u h am m ed’e nasip olm uştur.
Fakat sadaka verm enin de bazı ahlâk sal esasları v ard ır: " T anrı yolunda
nafaka veren, sonra verdiklerinin arkasından başa kakm ayan ve g ö nül in citm e
yen kim selerin, R ableri yanında m ükâfatları vard ır” (B akara, 2 63, 265). Z ira,
"B ir tatlı dil, bir yarlıgama, arkasına eziyet takılan sadakadan daha iy id ir”
(B akara, 2 6 4 ); "M allarını Tanrı yo lu n d a n a fa ka ve sadaka olarak verenler, fıer
başağında y ü z tane bulunan v e yed i başak veren bir taneye b en zer” (Bakara»
262). K u r’an , " H a lka karşı gösterişle sadaka veren ” kim senin, " Şeytana bağlan
m ış” olduğunu b ild irir (N isa, 37, 38). H z. M uham m ed, sadakanın gizli veril
m esini, b u n u n d ah a hayırlı o lduğunu ve hiç olm azsa bazı kötülüklerim izin b u
nunla kapatılacağını telkin etm iştir1. B akara suresinin 266-275’inci ayetleri bu
k o nuda önem li em ir ve ih ta rla rd a b u lu n u r. H z. M uham m ed, sadakayı pek ge
niş b ir anlam da kabul etm iş o lacak tır ki, yaşadığı dönem de k a d ın , henüz asalak
b ir yük telak k i ed ildiğinden, o nları da y o ksullar züm resine alhıış b ir hadisinde,
"B ir erkeğin, karısına nafakası, sadakadır” dem iştir.
S adaka kim lere verilm elid ir? Y u k ard a kaydetm iş olduğum uz kim selerden
başka verilm esi gereken kim seler de v ard ır. Peygam ber, b ir hadisinde, " Sada
kanın en m a k b u l olanı (efdal) d ü şk ü n akrabaya verilendir” diyor. Bunu T anrı
em irleri de onaylar: " . . . Babaya, anaya ihsan edin, akrabanıza da, öksüzlere de,
yoksullara da, ya kın kom şu ya da, u za k ko m şu ya da, arkadaşa da, yolda kalm ışa
da, e lin izd e k i tutsaklara (köle) d a ...” ihsan d a b u lu n m alıd ır (N isa, 35). Aynı za
m anda, " Y o ksu lla ra , düşkü n lere, bunlar ü zerin e görevlendirilm iş olanlara, gö
n ülleri uzlaştıranlara, borçlulara, Tanrı yolu n d a kilerden yolda kalm ış olanlara”
sadaka verilm elidir (T övbe, 60 ). Bu ayette geçen gönülleri uzlaştıran deyim ini
bâzı tefsirciler, îslâm lara duygudaşlık (sem pati) duyan, İslâm lara eziyet etm e
yen kâfirlerle, M üslüm anlığı k ab u l ettik leri h alde henüz b u dine tam olarak
ısınm am ış o lan lar diye y o ru m larlar ve b u suretle İslâm ah lâkının erdem lerini
bazı koşullarla im an etm eyenlere de uygulam ış o lu rlar. D iğer b ir surede de bu
yardım ın başk a b ir k o şulunu b u lu ru z: “A krabaya, m iskine, yolda kalm ış olana
haklarını ver; fa k a t b ü sb ü tü n d ö k ü p saçma. Z ira d ö k ü p saçan, şeytanın karde
ş id ir ve şeytansa, R a b b in e karşı n a n kö rd ü r” (İsra, 26-27, 29; B akara, 178, 216).
N afak a o larak ne v erm elid ir? “K olay o la n ı” (B akara, 221, 268); yani, se
verek ve isteyerek verebileceğiniz şeyler v erilm elidir; gözleri verdiklerinde k a
lan insanlar, gerçekte sadaka verm em iş sayılırlar.
5. H z. M uham m ed, erdem ilkesi o larak , dostluğa, sö zü n d e durm aya da,
ayrı b ir önem verir: " H ayır yolu var, Tanrı var, a h dine vefa eden ve korunan
kim seler gibi takvalı olanları Tanrı sever". A yetin aşağısında, ahde vefa etm e
yenlere, “A h re tte p e k acı bir azap vardır” d enilm ektedir. İn san la r, yalnız b ir
birine değil, T a n rı’ya karşı da taah h ü tte b u lu n u rla r; bu taah h ü tlerin d en de cay-
m am alıdır: “Tanrı sözleşim den sonra a h d in i b o zm u ş olanlara ve T a n rı’nın em
rettiklerinden ilgisini kesenlere v e yeryü zü n ü fesada uğratanlara lanet eder ve
yurdun, en kö tü sü onlaradır” (R a ’d, 27). F ak at, “H er k im taahhütlerini yerine
getirir, fenalıklardan sakınırsa, Y ü c e T anrı sakınanları sever” (Âli İm ran , 73;
T övbe, 4). N ihayet insanın esasen yapam ayacağı b ir şeyi vaat ve ta ah h ü t et
m esi de asla doğru değildir; “E y im an edenler, niçin yapam ayacağınız şeyleri
söylersiniz? Yapam ayacağınız şeyi söylem eniz Tanrı yanında ö fk e y i çağırır” (Saf,
2-3 ve M aide).
6. H z. M uham m ed, cim rilik k a d a r da israftan tik sin ir ve insanlara b u n
ların, İslâm ah lâk ve k a rak terlerin e yakışm ayan eylem ler olduğunu tü rlü vesi
lelerle an latır. Bir had isin d e şöyle d em ektedir: “İ k i h u y İslâm larda birleşem ez:
C im rilik ve a h lâ k k ö tü lü ğ ü ”. A hlâk k ö tü lü k leri içinde israf d a önem li b ir yer
(1) Hz. İsa, “Âdemlere görünmek için sadakanızı onların önünde verme
ten sakınınız... Sen sadaka verdiğinde sol elin sağ elinin ettiğini bilmesin...”
diyor (M eta İncili. VI, 1-4).
tu tar. N itekim , b ir ayette, " N e b ü sb ü tü n hasis olarak âlem in çekiştirm esine he
d e f ol, n e d e elin d e ve a vu cu n d a kin i sarf, ed erek m u htaç k a l!’’ denilm ektedir.
" ... A ltın ı, g ü m ü şü hâzineye tık ıp da onu Tanrı yolunda sarf etm eyenlere elim
bir azap m ü jd e le ” (T övbe, 35); "H em hasislik eden, hem d e başkalarına hasis
liği salık veren ve T a n rı’n ın ken d ilerin e lü tfu n d a n verm iş olduğu şeyleri sakla
yan kim selere, rezil eden bir azap sa k la m ışız" (N isa, 36). S ervetlerinden hayır
işlerine bir pay ayırm ayan zenginlere yapılm ış olan bu şiddetli ih tarlar, her za
man için değişm ez ve d erin g erçeklerdendir; fak at H z. M uham m ed, asla rasgele
servetlerin dağıtılm asını istem em iştir: " İsra f etm eyin, Tanrı israf edenleri sev
m e z ” (E n ’am , 141). Ö zet o larak , "N a fa k a verdikleri va kit israf etm eyenler, cim
rilik yapm ayanlar, ikisi arasını denkleştirenler, T a n rı’nın haram kıldığı n efsi
öldürm eyenler ve zin a işlem eyenler cen n etliktirler” (F urkan, 67-68). Z ira, " S e v
diğiniz şeylerden sadaka ve nafa ka verm eden iyiliğe nail ola m a zsın ız” (Âli İm
ran, 89, 131; B akara, 16; N u r ve A n k eb u t sureleri).
Bu yardım severliğin, âlicenaplık ve cöm ertliğin yaptırım ları da daha çok
ah retteki m ü k âfat ve cezalard ır: "N a il oldukları malları iyilik yolunda nafaka
olarak verm eyip cim rilikle ellerinde tu ta n la rın " bu türlü m a lla n , "K ıya m et günü
boyunlarına g eçirilecektir” (Âli İm ran , 180).
H z. M uh am m ed ’in ik ram , k onukseverlik ve cöm ertlik hak k m d ak i bild iri
leri, cahiliye dönem i A rap ların ın övünm ek ve o n urlu görünm ek için bile olsa,
doğal geleneklerine uygundur. C ahiliye şiirlerin d e, ham asiyat (k ahram anlık şiir
leri) k ad a r da cöm ertlikle övünen ve k ib irlen en güzel p arçalar vard ır. Peygam
b er, A rab ın b u duygu ve âdetine, b ir de a h re t m u tlu lu k ların ı ekleyerek, israfı
ve zenginlerin b irb irin e gösteriş için yap tık ları şölenleri yasaklam ış ve b u nları
yoksullarla h ay ır işleri lehine çevirerek ken d ilerine yüce b ir erdem ve sosyal
hizm et telkinini de yapm ıştır. S adaka ve nafakaya verilm iş olan bu ahlâksal de
ğer, tem bellik ve dilenciliği m eslek haline getiren b ir sınıfın türem esine ne
den olm uşsa da, H z. M uham m ed, asla b u asalak sınıfın doğm asını istem e
m iştir. O n u n , d ilencilikten ne denli iğrendiğini açıklam ası bak ım ın d an Ebu Hü-
reyre’nin nakletm iş olduğu şu hadis p ek önem lidir: "H ayatım elinde olana ant
içerim ki, sizden b irinizin ipini alarak sırtında odun taşım ası, gelip sadaka iste
m esinden daha hayırlıdır; o da ya verir ya ve rm ez”. Bir h adisinde de, "T a n rt
sana nasıl n im et verm işse, sen de k e n d i n efsin e öyle n im et ver” diyerek cim rili
ğin önüne geçm ek istem iştir.
H z. M uham m ed, sad ak an ın gizli verilm esini salık verm işse de, anonim h a
yırlara d a ir açık b ir em ir verm em iş gibidir.
İslâm âlem inde v ak ıflar dışında b ü yük hay ır işlerine pek de rastlanılm az.
V akıfların k u ru lu şu n d a, b irçok siyasal ve aile h u k u k ve m irasının, dolayısıyla
servetinin k orunm ası gibi am açlar b u lu n d u ğ u gibi, tekkelere ve türbelere ya
pılan v ak ıflarla bazı hay rat işlerinde de sırf ah rette m ü k âfatlanm ak kaygısının
bulunduğ u in k â r edilem ez. B ununla b irlik te, b u n la r arasın d a gerçekten örnek
olacak k a d a r T a n rı u ğ ru n a yapılm ış h ay ır k u ra m ları da eksik değildir; fakat
b u n lar p ek azd ır. Bir toplum da ileri sürülm üş olan k u rallar ve yasalar, b u n lara
ihtiyaç duyulm uş olan dönem lerde z u h u r ed erler ve bu ihtiyaçlar duyulm adan
önerilm iş olanlarsa, uygulanam azlar. Bu itib arla H z. M uham m ed’in önerileri de,
yaşadığı dönem in zoru n lu so n u çlarıd ır; yoksa, çalışm aya âdeta dinsel b ir ödev
k a d ar önem verm iş olan Peygam ber, dilenciliği ve tem belliği asla övm em iş,
fak at m erham etinin ilerde doğuracağı zararları önceden hesap etm em iştir. Z ira,
b ir ü lk ü , ortaya atıldığı zam an, onun en kısa zam anda gerçeklenm esi için ge
reken girişim ve düşüncelerde uzak değil, yakın çık arlara önem verilir. Ö zetle
toplum sal adalet kavram ın ın bilinm ediği b ir dönem de, Peygam ber, zenginleri
yoksullara yardım etm eye çağırm ışsa da, b u n d an M üslüm anlığın çağdaş sosya
lizm ya da m arxizm i savunm uş olduğu sonucunu çıkarm ak gülünçtür.
7. H z. M uham m ed, ticaret ah lâk ın ın , yaşadığı dönem de olduğu k a d a r da
kendinden önceki dönem lerde ne k a d a r bozuk o lduğunu, insanların zenginleş
mek için, b aşk aların ın h ak k ın d an neleri, nasıl çaldığını, kendisi de ticaret ya
parak tüccarlarla sıkı ilişkide bulunm uş b ir insan sıfatıyla pek iyi biliyordu.
Samî kavim lerde ve diğer geri toplum larda bun u n en klasik şekli, eksik tartm ak ,
eksik ölçm ek, bozuk terazi k ullanm ak, hileli m al satm aktır. H z. M uham m ed,
bu çeşit hırsızlığın ö nüne geçm ek için, dünya ve ah ret sorum lulukları üzerinde
ciddiyetle d urm uşsa da, b u ahlâksızlığı ne kendi zam anında, ne de kendisinden
sonraki dönem lerde, kök ü n d en söküp atam am ıştır. Z ira, insanları erdem e gö
türen yol, tek değildir ve hele o yol, yalnız din yolu değildir ve insanın yara
dılışı, dogm atik em irlerle değişecek k a d a r da katkısız değildir. B ununla birlikte
bu konu üzerinde, Peygam berin titizce d u rd u ğ u görülm ektedir. E bu H ü rey re’
nin nakletm iş olduğu b ir h adise göre, “T a n rı'm n k ıya m ette kendilerine bakm a
yacağı ve tem ize çıkarm ayarak p ek acı bir azaba çarpacağı üç k işi vardır: Fazla
suyu olup da yolculardan esirgeyen; d evlet başkanm a, yalnız dünya için bağla
nıp da ke n d in e d ü n ya lık verildiği va kit m em n u n olup, verilm ediği zam an ö fk e
lenen ve m üşterisini aldatan a dam ". Bir ayette de tü ccarlara açıkça şöyle de
niliyor: "Şeytan sizi fa k irlik le k o rk u tu p çirkin şeylere kışkırtıyor. Tanrı ise lüt-
fu n d a n bir yarlıgam a ve fazla bir kâ r vaat ed iyo r” (B akara, 269). O ysaki Yüce
T an rı, insan ları, "K o rk u , açlık, m al, can ve ürün k ıtlığ ıyla ’’ sın am ak tad ır (Ba
k ara, 156). K ad ın ların da erk ek ler gibi çalışıp kazanm asına izin veren şu ayet
te, yarışm a ve k ıskançlıkla k azanm anın önüne geçm ek isteyen açık belirtileri
vardır: " T a n rı'm n bazılarınızdan bazılarınıza verdiği m al ve m akam ı istem e
yin. E rkeklerin k e n d i kazançları oranında nasipleri olduğu gibi, kadınların da
kazançlarına göre nasipleri vardır, çalışın da T a n rı’m n lü tfu n u (fazl) isteyin ”
(N isa, 3).
T ü ccarların ölçülecek şeylere hile karıştırm ası Şuayb peygam ber zam anında
da b ir âdet olduğu içindir ki, K u r’a n d a b u zat, M edyen h alk ın a şöyle söyle
m ektedir: "Ö lçeği ve teraziyi e k s ik tu tm a y ın ız” ve, "E y ka vm im , teraziyi den-
ginde tu tu n ve halkın eşyasına d e n sizlik etm eyin ve yeryü zü n d e fesat çıkararak
fen a lık yapm ayın; T a n rı’m n helâlinden bıraktığı kâr, sizin için daha hayırlıdır”
(H u d , 84-86; Ş u ara, 177-184). Bir başk a ayette de yine aynı ih tara rastlam ak
tayız: "Ö lçtü ğ ü n ü z vakit, tam ölçün ve doğru terpzi ile tartın, bu hayırlıdır ve
bun u n a kıb e ti g ü zeld ir” (İsra, 35). K u r’an d a H z. M usa’ya da böyle öğütler ve
rildiği görülm ektedir: "Ö lçeği tam ölçün de h a k yiyenlerden olm ayın ve doğru
terazi ile tartın. H a lkın eşyasını değerinden aşağıya düşürm eyin ve yeryüzünü,
ihtilâlcilikle fesada v erm eyin ” (Ş uara, 180-184; E n ’am . 152). Şeriata ve kanuna
aykırı hareket etm eyin anlam ına gelen şu ayette de aynı titiz öneri vard ır: " T e
raziyi, adaletle doğru tu tu n da, tartıyı a k sa tm a yın " (R ahm an, 8-9). E debî ve ta
rihsel eserler gibi, k u tsal k ita p la r da, yayıldıkları dönem ve to plum larda gö
rülen iyi ve kötü alışk an lık lard an önem li b ir kısm ını gelecek kuşaklara anla
tırlar; hele kutsal k ita p la rın am acı d üzeltm ek, o n arm ak ve arıtm ak olduğu için,
insanın zayıf yanlarını açığa v u rm ak ta büyük b ir cesaret ve gerçeklik duygu
suna sahip tirler. Şu ayetlerde, k azanç tu tk u su n u n kaba, fakat gerçek b ir giri
şim ini de açıkça görürüz: " V a y haline m adrabazların, k i h a lk üzerinden k e n d i
lerine ölçtü kleri vakit tam basarlar; onlara ö lçtü kleri vakitse, eksiltirler. B u n
lar, b ü yü k bir gün için yeniden dirileceklerini sanm azlar m ı? ” (M utaffifin, 1-5).
Bugün bu ih ta rla r ve ted b irlere k arşın , İslâm ülkelerinde, satıcı ahlâkını d ü
zenlem ek için şeriat k an u n ların ın yanın d a uygar ceza k an u n ların ın da yeter
sizliği görülm ekte ve erdem in h erhangi b ir belirlenm iş durum ve olaylara değil,
tüm b ir hayata egem en olm ası için, b am b aşk a b ir yoldan yürüm eye, ekonom ik
k u ru m lan yeni k oşullara göre düzenlem eye ihtiyaç olduğu an laşılm ak tad ır (H u
kuk bahsinde ekonom iye d air bazı açıklam aları verm iş b ulunuyoruz).
8. H z. M uh am m ed ’in üzerinde d u rd u ğ u ahlâk k u ra lların d a n b ir kısmı
da zulüm k o n u su n d a to p lan ır. Z u lü m , yalnız adalete aykırı b ir eylem değil, avnı
zam anda m azlum ları çoğalttığı için sosyal an arşin in de başlıca nedenidir. Bu
nun için d ir ki, "T a n rı, zalim leri m u v a ffa k e tm e z ” (K asas, 37, 50) ve, " Z a lim
ler ka v m in e hidayet v e rm e z” (B akara, 259). Z ira , T a n rı, "Z a lim leri se v m e z”
(Âli İm ran , 140) ve, "M u tla ka , h a ksızlıkla y eryü zü n d e baş kaldırarak halka
zulm edenlere elim bir azap vardır” (Sura, 40) ve, "Z a lim ler için arka cıkacak
hiç bir yabancı y o k tu r ” (B akara, 271). Bu itib arla, "Z a lim lere asla edilm em e
lid ir” (H u d , 113 ve nihayet, "T a n rı, insanlara zu lm e tm e z, fa ka t insanlar, k e n
dilerine zu lm ed erler” (Y unus, 4 5 ). İb n Ö m e r’in nakletm iş olduğu b ir hadiste.
" Z u lü m , kıya m et g ü n ü n d e karanlıkla rd ır” deniliyor. Avnı kişinin anlattığı bir
başka hadise göre de, "M üslüm an, M ü slü m a m n kardeşidir; M üslüm an zu lm et
m ez ve terk etm ez; kardeşinin ihtiyacına yardım edenin ihtiyacına da Tanrı yar
d ım eder. M iislüm andan d ü n ya darlığını gidereni, Tanrı da ahrette sevindirir;
ve bir M üslüm anı örtenin günahlarını da, Tanrı, kıya m ette örter” denilm ektedir.
H z. M uham m ed, zulm ün yalnız im an edenlere değil, kâfirlere bile yapılm asını
reddetm iştir; b ir h adisinde, "K â fir olsa da, m a zlu m u n bedduasından sakının;
cü n kii onu n duasıyla T anrı arasına h iç bir perde gerilem ez” dem iştir. H atta
k endisine bildirilm iş olan b ir ayet, politik a b ak ım ın dan da önem li olan şu derin
izni verm ek ted ir: " Z u lm e uğradıktan sonra zalim d en öcünü alan kim seye hiç
bir c e z a 'v e r ilm e z ” (Ş ura, 39). F ak at, T a n rı eziyet görm üş o lan ların sabretm e
lerini daha çok beğenir (Ş ura, 41). Bu b ir gerçek olm akla b irlik te, Y üce Tan-
n ’nın her zulm ü cezalan d ırm ak istem ediği de şu ayetten açıkça an laşılm aktadır:
"E ğer Tanrı, insanlara zu lü m leri y ü zü n d en dartlsaydı” (m uahaze), onlardan hiç
bir canlı yaratığı b ıra k m a zd ı” (N ahl, 61). Bu geniş m erham etin gerçek am acı
nı vaktiyle anlam ay an lar, d ünya işlerinde, ç ık arların a uygun gelen dav ran ışlar
dan çekinm ezler. M ekke yollarında h acıları soym uş ve öldürm üş o lanlar, kendi
dillerinden olduğu için anlam ını pek iyi k av rad ık ları bu çeşit b ildirilerin göl
gesine sığınm ış o lan lard ır. İslâm âlem inde yüzyılım ıza dek görülm ekte olan
h e r çeşit gerilik, b ir bakım a gerçekten insan olm anın yollarını da gösterm iş
olan b ir yüce din in esnek anlam lı buy ru k larıy la aşırı hoşgörüsünün ü rü n ü d ü r.
9. H z. M uh am m ed ’in n efret ettiği rezilliklerden b iri de, k ib ird ir, b ö b ü r
len m edir; b u , yalnız cahiliye d önem inde yaşayan zengin ve n ü fuzlu A rapların
değil, h er çağda görülen bilgisiz, bilinçsiz ve k endilerini başka insanlardan,
h atta kendi em sallerinden ü stü n gören k ibirli insanların, ahlâkdışı b ir za
vallılığıdır; ve çevrelerinde yaşayan alçak gönüllü insanları, âdeta isyana kış
k ırtan b ir k ö tü lü k tü r, k ü stah lık tır. Bugün k an u n ö nü n d e eşit olan insan, T an rı
k a tın d a dah a fazlasıyla eşit olduğu h alde, k en d in d en b aşkalarını h o r gören, im
ren d iren , taşkınlığa sürükleyen bu ululanm a, büyüklenm e duygusu, tü rlü vesi
lelerle H z. M uh am m ed ’i üzm üş ve in citm iştir. K u r’anda k ib ir h ak k ın d a verilm iş
olan ayetler de önem lidir: “Tanrı, k ib irli övü n en leri se v m e z” (N isa, 35; N ahl,
23); “O diyarlarından çalım la ve halka gösteriş yaparak çık ıp Tanrı yolundan
alıkoyanlar g ib i” olm am alıdır (Â raf, 146); Y e ry ü zü n d e b ü y ü klen ere k yürüm e;
sen n e yeryü zü n ü ytrtabilirsin, n e d e boyca dağları aşabilirsin” (îsra , 37); esasen
bir dam la döl sıvısından yaratılm ış olan insan, kendi pis kaynağını u n u tarak
kendisi gibi yaratılm ış olan ve b ir gün o n larla b irlik te hesap verm eye çağrıla
cağı T anrı k atın d a b ü sb ü tü n küçülm em ek için h ad d in i bilm elidir. K ibir, biraz
da kendi gücüne, servetine ve o n u ru n a güvenm ekten gelir; fak at H z. M uham
m ed ’e, K a ru n ’un servetine güvenerek böbürlenm esi dolayısıyla inen b ir ayette,
" ... G üven m e, Tanrı güvenenleri sevm ez. T a n rı’nın sana ihsan ettiği gibi ihsan
et ve yeryü zü n d e fesa t arama; zira Tanrı, fesatçıları se v m e z” (K asas, 76-77) den
m ek ted ir (N ahl, 23; M üm in, 35; H ad id , 23).
10. H z. M uham m ed, yalnız yetim o larak büyüdüğü için değil, yaşadığı
toplum da yetim h ak ların a sald ırm an ın âdet h alin e geldiğini, genel o larak geri
ruhlu insan ların , kim sesizlerle âcizlere sald ırm ak tan h o şlandıklarını bildiği için,
o zavallı y av ru ların korunm ası m aksadıyla tü rlü önerilerde b u lu n m u ştu r. Bu
k o n udaki ayet ve hadisler hem ah lâk , hem de h u k u k alanına girerler: “Y e tim
lerle b irlikte yaşarsanız, onlar sizin kard eşlerin izd ir” (B akara, 220); “T a n rı’
dan ko rk u n d a yetim lere m allarını verin ve tem izi pise değişm eyin, onların m al
larını ke n d i m allarınıza ka tıp y e m e y in ” (N isa, 2, 5, 7, 8). Y etim leri, en kötü
k o şu llar içinde bile k o ru m ak g erektir: “Salgın bir açlık gün ü n d e y e m e k yedir
m e m e k ” (yakınlığı olan b ir yetim e) ya da top ra k d üşünen bir m isk in e ” (Beled,
13-16) bağ ışlan ır suçlard an değildir. G enel o larak , “Y e tim i itenler ve m isk in i
d o yu rm a k için kayırm ayanlar” (M aun, 2-3) d in i yalanlayanların işledikleri suç
lard an k u rtu lm u ş değildirler. Y etim leri h o r gören ve o n ların m allarını yiyen
kim selerin işledikleri haksızlığı ve ahlâksızlığı, an cak kendi nefislerine kıyas
ederek, y ap tık ları eylem lerin, k en d ilerin d en yetim kalm ış evlâtların a yapılm ış
olduğunu b ir an için d ü şü n erek d ik k ate alırlarsa, harek etlerin in ne denli acı
oldğunu anlayabilirler: “O kim seler titresin ki, arkalarına elleri erm ez, güç
leri yetm ez bir zürriyet bırakacak olsalardı, onlara karşı korkacaklardı; öyleyse,
T a n rı’dan ko rk su n la r” (N isa, 8). N itekim H z. M uham m ed’in kendisi, T an rı
tarafın d an k orunm uş b ir öksüz o larak , tüm ö ksüzlerin acılarını ve sevinçlerini
tatm ış ve hayatın ın b u k o n u d ak i işaretini de kutsal k itap ta bu lm u ştu r: “R abbin
senden ayrılm adı ve darılm adı. S o n u senin için ö n ünden hayırlıdır; ve R abbin
sana razı olacağın kadar lü tu fta bulunacak. O , seni bir ö k sü zk e n barındırm adı
m ı? V e seni yo l b ilm ezken doğru yola ka vu ştu rm a d ı m ı? V e seni yo k su lk en ze n
ginleştirm edi m i? Ö yleyse, ö k sü ze kahretm e; ve d ilenciyi azarlama; ve R abbinin
n im etin i anlat” (D u h a, 3-11). H z. M usa ve H z. İsa da yetim olarak büyüdüler.
T an rı k ay ırd ık tan sonra, k u lu n tüm b ask ıların a ve toplum un kötü koşullarına
karşın kims.esiz ve öksüz ço cukların b ir gün b ü y ü k in sanlar ve h a tta peygam
berler m ertebesine yükseldiği görülm ektedir. O n ların yarm ne olacaklarını bil
meyen insanoğlu, b u zavallı y avruları incitm em eli ve h ak ların ı çalm am alıdır.
İslâm dinin d e çocuk eğitim inin ana ilk elerinden b iri de, b u anlayışta gizlidir.
11. H z. M uham m ed’in ah lâk ın d a sab rın , fitn eden ve h ain lik ten kaçınm a
nın da önem li b ir değeri v ard ır. B unlar, yalnız bireyin başarı ve k u rtu lu şu n d a
değil, toplum un dirlik ve düzenliğini k o ru m ak ta da büyük ro lü olduğunu de
rinden anlam ış ve anlatm ıştır: “Tanrı, sabredenleri sever” (Âli İm ran) ve, “T a n
rı, sabredenlerle b irlik tir” (B akara, 143, 153; Â raf ve H u d 11, sureleri); “D ü n
yada g ü zellik işleyenlere, bir g ü zellik var ve T a n rı’nın yeryü zü geniştir; m ü kâ
fatları hesapsız verilenler, yaln ız sabredenlerdir” (Z üm er, 10); “Tanrı, sabır
ve sebat edenlerle b irlikted ir” (E nfal, 47). Enes b in M alik ’in anlattığı b ir h a
dise göre, H z. M uham m ed, "Sabrın kem ali, m u sib etin ilk darbesi sırasındadır”
dem iştir ki, insan iradesinin sağlam lık ve gücü, b ir felâketin ilk gelişinde k e n
dini gösterdiğini pek iyi a n latır. "F itneyi, ö ld ü rm ekten daha b ü y ü k ” (B akara,
192) b ir şer sayan İslâm ah lâk ı, h ain lik ten de ayrıca nefret eder; "T anrı, her
hangi bir hain nankörü s e v m e z” (H ac, 38; E nfal, 58); “H a inlikten kaçınan gü
venilir kim selerin, Tanrı yanında dereceleri vardır” (Âli İm ran , 164) ve, “Tanrı,
ha in likten kaçınanları elb ette sever” (T övbe, 4, 7; Âli İm ran , 146; Şura, 43;
Enbiya, 83-93).
12. H z. M uham m ed, kendi h ay atın d a da tü rlü iftiralara uğram ış b ir in
san olduğu için, b u n u n ne denli zararlı ve üzücü b ir ahlâksızlık olduğunu, çok
iyi bilir. Peygam berim izin Beni M ustalik gazasından döndüğü sırada, sevgili
eşi H z. A yşe’nin, gerdanlığını b ir p ın a r b aşın d a unutm ası yüzünden iftiraya
uğram ış (Ifk olayı), kendisine k âh in , ozan, deli gibi sıfatlar da verilm işti. T ü rlü
kısk an çlık lar ve sefil çık arların peşinde o lan lar, yalnız peygam berleri değil,
k ısk andıkları ya da yenilgiye u ğratm ak istedikleri büyük k ü çü k nam uslu ve
on urlu insanları yerm ek ve insan ların o n lara karşı d u y d ukları saygı ve sevgiyi
düşm anlığa çevirm ek için tü rlü iftiralard a b u lu n m a âd etindedirler. B unların
b ir kısm ı da, kendi işledikleri suçları b aşk aların ın üzerine sıçratm ak suretiyle
kendilerini dünya k o v u ştu rm aların d an k u rtarm ış o lu rlar; fak at. "B ir suç ya da
günah işleyip de onu, bir günahsızın ü zerin e atan kim sen in bir bühtan ve açık
bir vebal daha y ü k le n m iş o lduğunda şü p h e y o k tu r” (N isa, 110); fak at, " K im
bir suçu örter ve sabrederse, bu a zm ed ilecek işlerdendir” (Şura, 41); "B ir iyiliği
açık ya da gizli yapsanız veya bir fenalığı a ffe tse n iz” (N isa, 147) pek varlıga-
yıcı olan Y üce T a n rı’m n o denli hoşuna gider. H ele k ad ın lara yapılan iftiralar,
bir M üslüm ana asla yakışm ayacak ah lâk sızlık lard an birid ir: "H abersiz ve im anlı
kadınlara sıçratanlar (iftira) d ü n ya ve ahrette lânetlidirler; onlara b ü yü k bir
azap vardır” (N u r, 23). Bu surede de iftira ko n u su , bireyin ve toplum un vicda
nını arıtacak b ir belâgat ve duygu derinliğiyle gözden geçirilm iş ve b u n u n h u
kuksal yaptırım ları da bild irilm iştir. H z. M uh am m ed’e göre, iftirad an olduğu
k a d ar da b u cinsten k ö tü lü k lerin n edeni, kötü zanda bulu n m ak tad ır. Şu iki
h ad iste bu görüş de sak lıd ır: “ İy i zan, im andandır; " Tanrı M üslüm anlardan, ka
n ım , ırzını ve k ö tü zanned ilm esin i haram k ılm ıştır"; ve b ir ayette de şöyle de
nilm ektedir: "E y im an edenler, zannın birçoğundan çekinin, zira zannın bazısı
vebaldir" (H ü cu rat, 12).
13. H z. M uham m ed’in eşlerinden H z. Ayşe ile H z. H afsa, kum alarında
birinin kısa boylu oluşuyla alay etm işlerdi ve H z. Safiye’ye de Y ahudi dem iş
lerdi. B unlar da kocaların a şikâyette b u lu n u n ca, alayı, ark a d an yermeyi (gıybet)
ve tecessüsü yasak eden ayetler inm işti. Bu ayetler daha çok H ü cu rat suresin-
dedir: "E y im an edenler, bir ka vim , diğer bir k a vim le alay etm esin; b e lk i on
lar, kendilerin d en daha hayırlıdırlar; ne d e birta kım kadınlar, diğer kadınlarla;
belk i onlardan daha hayırlı olurlar. H em k e n d in izi ayıplam ayın, o k ö tü lâkap
ları taşım ayın; im andan sonra fa s ık lık k ö tü şeyd ir” (H ü cu rat, 11); "T ecessüs
de e tm e y in ” (H ü cu rat, 12); "B a zın ız bazınızı arkasından yerm esin; biriniz öl
m ü ş kardeşinizin etin i y e m e k ister m i? İğ ren d in iz değil m i? ” (H ü cu rat, 12). Bü
konudaki hadisler d ah a da açık tır: "İslâ m la rm ayıplarını incelem eyin; zira, kim
M üslüm anların ayıbını incelerse, Tanrı da onun ayıbını inceler ve onu evinin
içinde bile rezil e d er”; "A rka d a n yerm ek, zinadan daha şiddetlidir. Zira, e rk e k
zina eder, sonra tö vb e eder; Tanrı da o nu y arlı gar; arkadan yereni ise, yerilen
yarlıgam adıkça yarlıganm az”. (Bu hadiste zinaya izin veren b ir işaret v ar gibi
d ir; fak at b u ra d a k i am aç, iki suçu ahlâksızlık b ak ım ından b ir m ukayesedir)1.
Hz. M uham m ed, ark ad an yerm eyi, "K ardeşini, hoşlanm ayacağı şeyle a n m a k tır”
diye tanım lam ıştır. F ak at o, gerçekten zararlı ve kötü b ir insanı, halk ın tan ı
m ası ve o n d an sakınm ası için, ark asın d an zem m ederek gerçekten var olan kötü
sıfatlarını herkese söylem eyi de b ir ahlâksal ödev saym ış ve salık verm iştir.
İyilik ve kötü lü ğ ü n ta k d iri, in san ların , dönem in ve h a tta rejim lerin anlayış ve
çık arların a göre değişken olduğu için, b u iznin bazen de um ulm adık haksızlık
ve iftiralara neden olacağı in k â r edilem ez b ir gerçektir. B unun için o lacaktır
ki, şu ayet, genel o larak iyi söylem eyi önerm ek ted ir: " E beveyn in ize, akrabaları
nıza, yetim lere, yoksullara ihsanla m u a m ele ediniz, tü m insanlara iyi söyleyi
n iz " (B akara, 8 3 )2.
(1) Oysaki Tevrat, zinayı türlü tehditlerle yerm esine rağmen, fücura (in-
ceste) yer verir; örneğin, HZ. Lut'un kızları, babalarıyla birlikte bir m ağaraya
sığındıkları zam an, kendi soylarını üretecek başka erkek olmadığı için, babala
rını sarhoş ederek kendisiyle zina ederler ve ikisi de birer oğlan doğurur. Me-
valılerle Amunîler, bu oğlanların ardıllarıdır (T ekvin , XIX, 30-38). Incil, zinayı
şiddetle yasakladığı halde, Hıristiyanlar arasında seks konuları artık ahlâksal
değerlerden uzaklaştırılm ıştır, denebilir.
(2) Hz. İsa, sevgi, acımak ve bağışlam ak (affetm ek) esasına dayanan bir
ahlâkı telkin etm iştir: “M erh am etli olanlar ne kadar m ü barektirler; zira onlar,
m erh am ete m azh ar olacaklardır” (M eta İncili, V, 7); “Ben size derim ki, düş
m anlarınızı sevin iz; size beddua edenlere hayır dua ediniz. Size kinlenenlere iyi
lik ediniz; sizi in citen ler ve eziyet edenler için dua edin iz” (M eta İncili, V, 44-45)
ve aynı in cilin VI, 14. ayetinde de genel olarak affetm enin savunulduğu görülür.
14. H z. M uham m ed, öç alm a k o n u su n d a H z. îsa gibi yum uşak ru h lu de
ğ ildir: " K im size saldırdıysa, siz d e ona ettiği saldırganlığın m isliyle saldırırı
da ileri g itm e y in ”; yani, b u k o n u d a da h a k ta n , adaletten ve insaftan ayrılm am ak
lâzım dır; zira, " . . . Tanrı, insaflı olanları sever" (H ü cu rat, 9). H z. A yşe’nin
nakletm iş olduğu b ir h ad iste, H z. M uham m ed, “T a n rı’nın en kin len d iğ i kim se,
düşm anına karşı gaddar ola n d ır” d em iştir. P eygam ber, im an edenler arasında
düşm anlığı M üslüm anlığa aykırı b u lu r; affetm eyi, h e r zam an öç alm aya tercih
eder. Bir k ulun diğer b ir k u ld an olan h ak ve şikâyetleri, ah rette hesaplanacağı
için, dünyada fesada neden olabilecek o lan k ö tü lü k lerin , bazı koşullarla bağış
lanm asını ister: “K olaylaştırın güçleştirm eyin, m üjdeleyin, u za kla ştırm a yın !”
em rini veren had is, yalnız din k o n u ların ı değil, ahlâksal konuları da içine alır.
Evvelce de işaret ettiğim iz gibi, k ö tü sözün açıkça söylenm esini yasak eden
ayet (N isa, 146), “A n c a k zu lm e uğram ış olan m üstesnadır” kaydına bağlıdır.
Y ani m azlum , zalim in k ö tü lü ğ ü n ü ilân edebilir; fak at, " Bir hayrı açıklar ya da
gizlerseniz, yahut bir kö tü lü ğ ü a ffederseniz, şüp h esiz ki, Tanrı affı ço k bir giiç-
lü d ü r” (N isa, 147). Bir hadiste de, “H alka acım ayana, Tanrı da a cım az” denil
m ektedir. B urada aklım ıza gelen b ir sakıncayı işaret etm em iz gerekm ektedir:
A ffın ve m erh am etin israfı, kötü lü ğ ü n azalm asından çok, artm asına hizm et et
mez m i? Bu böyle olduğu için d ir ki dünya ve ah ret yaptırım ları içinde ceza, m ü
kâfattan d ah a çok sosyal disipline hizm et eden b ir aracı o larak ku llan ılm ak ta
dır. H z. M uh am m ed ’e b ild irilen ah lâk k u ra lla rın d an b iri de b o rçluların sıkış-
tırılm am asıdır: " Borçlu sık ın tı çekiyorsa, ona genişlik zam anına kadar m ühlet
verin; ona alacağınızı bağışlar ve sadaka olarak terk ederseniz sizin için daha
hayırlıdır” (B akara, 2 8 1 ). A lacaklıların, m uhtaç b o rçlu lara karşı insafsızca yap
tıkları bask ın ın ö n ü n e geçebilm ek için, b u n d a n d aha âlicenap b ir ah lâk kuralı
olam az. Ö zet o larak , T an rı n azartn d a asıl takvalı olan kim seler, “D argınlık ta
şım ayarak h a lka a f ve lü tu f gözü yle b a kanlardır" (Ali İm ran , 131). İn san ların
korunm aları gereken en b ü yük k ö tü lü k , “Belâsı yalnız için izd eki zulm edenlere
d o ku nm aya n fitn e d ir ” (E nfal, 25). Bu ayetin politik değeri de önem lidir.
15. H z. M uham m ed’in gözünden ah lâk ı ilgileyen hiç b ir konu kaçm a
m ıştır. Bu k o n u d ak i ayetlerle had islerin tü m ü n ü b ir araya getirerek çözüm lem ek,
ayrı b ir esere gereksinm e gösterir. Biz b u rad a diğer bazı önem li önerilerine de
ğinm eyi yeğ tutacağız. Ö nce T a n rı, insan ların tüm eylem lerini, düşünce ve ni
yetlerini, hem b ilir, hem de m elekleri b u n la rd a n hiç b ir noktayı gözden kaçır-
m aksızın k aydederler: “R abbin, gözetm e yerinde olduğu m u h a k k a k tır” (Fecr,
14). Bu itib arla o, uyanık b ir v icdan gibi, iyilik ve kötülüklerim izi, denetim i
altında b u lu n d u rm a k ta d ır. Şu h alde h e r şeyden önce, b ir M üslüm anm dostunu
iyi seçmesi lâzım dır: “E y im an edenler, sizd en olm ayanlardan dost edinm eyin
ve y ü ze gülen ik i yü zlü lerd en ç e k in in " (N isa, 142); sonra, in tih a r etm eyin, yani,
“K en d i n efislerin izi ö ld ü rm e y in ” (N isa, 28) (T efsirciler, b u ayeti her tü rlü ci
nayeti yasak eden b ir em ir saydıkları gibi, m addesel ve tinsel o larak da nefse
zulm etm em ek an lam ın d a açık larlar). Esasen ad am ö ldürm ek de asla salık ve
rilm em iştir; hele, " Bir im an edenin, bir im an edeni öldürm esi olam az, m eğer
k i bir yanılm a o lsu n ”. Bu ayetten im ansızların öldürülebileceği sonucu çıkarsa
d a, H z. M uham m ed, kendi h ay atın d a siyasal ve zorunlu nedenler olm adıkça
adam öldürm eyi caiz görm em iştir. A dam öldü rm ek , g ü nahların en b ü y ü klerin
d en d ir: "B eni İsra il’e, bir nefsi, bir n efis karşılığı olarak ve yeryü zü n d e bir
bozgunculuğu olm a ksızın öldürenin, tü m insanları öldürm üş gibi olacağım , bir
adam ın hayatını kurtaranın da tüm insanların hayatını kurta rm ış gibi olacağım
b ild irm iştik " (M aide, 132); "H a klı bir neden olm adıkça nefsi ö ld ü rm eyin ” (İs
ra , 33). C ahiliye dönem i A rap ları, tü rlü nedenlerle kız çocuklarını d iri diri gö
m erek vahşice ö ld ü rü rlerd i. V aid denilen bu çirk in ve acı âdetin kaldırılm ası
için, H z. M uh am m ed ’den önce de u ğ raşan lar olm uştu. F akat b u n u T anrısal bir
em irle, tam am ıyla yasak etm e ve o rtad an k ald ırm a onuru Hz. M uham m ed’e n a
sip olm uştu r. " Z ü ğ ü rtlü k k o rku su yla evlatlarınızı öldürm eyin; onlara da rızkını
b iz veririz. O nları ö ld ü rm ek p ek b ü y ü k hatadır” (İsra, 31).
16. T a n rı’m n yalancılara da lânet ettiğini b irçok ayetlerden öğreniyoruz.
Bir hadis, "Sö zlerin en hayırlısı, en d o ğrusudur” dem ektedir: "T a n rı, m ü srif
bir yalancıyı doğru yola çık a rm a z" (M üm in, 28). Ebu H iireyre’nin bildirdiği
bir hadiste de şöyle d enm ektedir: "Y a la n söylem eyi ve yalanla işlem eyi terk
etm eyen kim sen in yiyip içm eyi terk etm esin e Tanrı değer verm ez”, yani böyle
b ir adam ın oruç ve ibadeti b o şu n ad ır: " T anrı yanında hayvanların en kötüsü,
akıl etm eyen sağır ve d ilsizlerd ir” (E nfal, 22 ), yani hakkı ve gerçeği söylem e
yen ve işitm eyendir. İnsanın başına gelen h e r m usibet, kendi ellerinin k azan
cıyladır (Şura, 29). Başka b ir surede b u n u n la çelişik b ir bildiri vard ır: “K endi
lerine bir iyilik isabet ederse, bu T a n rı’dandır, bir k ö tü lü k isabet ederse bu
şendendir, derler; onlara h epsi T a n rı’d andır d e ” (N isa, 78). B ununla birlik te,
" K im iyi bir iş yaparsa ken d in e, k ö tü yaparsa k e n d i aleyhinedir. Sonra h ep dö n
d ü rü lü p T anrınıza g ötürüleceksiniz, g ü zellik edenleri de g ü zellikle” m ükâfat-
la n d ırac ak tır (N ecm , 31); y a n i, " K im zerre kadar hayır işlerse, onu görecek,
kim zerre kadar şer islerse onu g örecektir” (Z ilzal, 7-8). T iim im an edenlere
yapılan salık şudur: " İv ilik etm e k ve ko ru n m a k için elbirliği y a p ın ” (M aide, 2),
zira, " ... Bir iyilik işleyerek n efsin i T a n rı’ya teslim eden. Tanrı katında lâyık
oldııpıı m ü kâ fa ta nail o lu r” (B akara, 112). Bu itib arla. " B irbirinizle yarış eder
cesine hayır işlerine k o ş u n ” (B akara, 148) ve "K im kendiliğinden bir hayır iş
lerse T a n rı karşılayıcı ve b ilicid ir” (B akara, 158). K u r’anda ivilik rasgele israf
edilm esi gereken b ir servet olarak gösterilm iş değildir. O nu lâyık olana ve ge
rektiği zam an işlem elidir; yoksa şüpheli o lduğunu sandığım ız b ir h adiste, " İy i
lik yaptığın kim sen in şerrinden k o ru n ” önerisi de yapılm ıştır. H ayrın bazı esas
ları da kısaca şöyle b ild irilm iştir: “M alınızı Tanrı yolunda sarf ediniz, k e n d i
n izi teh likeye atm ayınız, herkese ihsanda b u lu n u n u z” (B akara, 169). D oğruluk,
adalet ve ihsana ayrı b ir değer veren peygam berim iz (E n ’am , 52; Ases ve Zü-
m er), sırları gizli tutm ayı, öfkelenm em eyi ö n erm iştir (Fetih, 6).
17. H z. M uham m ed, T a n rı’m n günah sayarak yasak ettiği h er kötü ey
lem den k orunm ayı am aç edin m iştir. Z ira , T a n rı’nm em ri şu dur: "G ü n a h ın
açığım da g izlisini d e bırakın, zira günah kazananlar, ka zandıklarının cezasını
m u tla ka çekeceklerd ir” (E n ’am , 120). G ü n ah sayılan edim lerden b iri de zina
d ır: "Z in a ya yaklaşm ayın. O ç ir k in ... ve fen a d ır” (İsra , 32). Birçok ayetlerle
zinanın huku k sal yaptırım ları da b ild irilm iştir ve gerçekten k u rtu lu şa kavuşa
cak im anlılar arasın d a, " Z evceleriyle kendilerinin m ü lk ü olan cariyelerinin baş
kalarından ırzlarını koruyanlar” v a rd ır (M üm inler, 4-6 ve M aariç, 29-31). G izli
ya da açık fuhuş ve ö ldürm enin aleyhinde b irçok b ildiri daha g ö rülür (E n ’am ,
151). K uşkusuz ki, bugün insan haysiyeti özgürlükle yücelm iş ve sağlanm ış b u
lu n m ak tad ır. Bu nedenle cariye, o d ö nem lerin, Hz. M uham m ed tarafın d an k al
dırılam ayan, h atta kendisinin de aile çevresinde yer alan b ir üyesidir.
D insel ah lâk ın zayıf ta ra fla rın d an biri de bu n o ktada kendini gösterir.
F akat her k u ru m ve k u ralı, m eydana geldikleri dönem in ihtiyaç ve anlayışıyla
açıklam ak lâzım dır. O dönem de insan ö zg ürlüğünün, b u günkü şekliyle anlaşı
lam am ış olm asını hoş görm em ek, o çağları, radyodan, füzelerden yoksun kal
m ıştır diye h o r görm eye benzer. D inlerin sosyal ve tarihsel b ir k u ru m olduğunu
kabul eden ler için, peygam berlerin k u su rlu y a n la n pek doğal b ir du ru m olarak
k arşılan ır ve o n lar değerlerinden b ir şey yitirm ezler. İslâm dininde iffet, yalnız
kadının k o ru n m ak zo ru n d a olduğu b ir erdem değildir. H er iki cinsin de, zi
nadan çekinm esi ve iffetlerini k o ru m aları gerektir: " İm anlı erkeklere söyle, göz
lerini sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar; bu ken d ileri için daha tem izdir. İm a n
lı kadınlara söyle, gözlerini sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar, ziynetlerini aç
masınlar, zaten a çık olan b a ş k a ..." (N u r, 30-31). B urada, âdeta H z. İs a ’nın b a
kışla bile zina etm evi yasak eden m u tlu b ir iffet anlayışı saklıdır; fak at hiç b ir
çağda ve hiç b ir ü lkede uygulanm am ıştır. Z ira b u çeşit ülküsel em irler doğaya
ve insanın içgüdülerine aykırıdır. C ariyelerin iffetiyle zevcelerin iffeti hakkm -
d aki ahlâksal ve h u k u k sal anlayış, H z. M uh am m ed ’e göre başka b aşkadır. Ebu
H ü rey re’nin naklettiği b ir hadise göre, " B ir cariye zina eder d e zina ettiği m ey
dana çıkarsa, efen d isi o tu kam çılasın, fa k a t sözle darılıp ayıplam asın; sonra yi
n e zina ederse, h'- sefer sözle d e ayıplayarak onu, kıldan bir iple bile olsa sat
s ın ” F' -'hesiz ki, b u em irler de. çağım ızın cinsel ahlâk anlayışına avkırıdır.
Ö ğüt ve telkinlerin ceza k a d a r etkisi olm adığına in anm ak gibi yanlış b ir anla
yışa dayanır.
18. Bir evlâdın ebeveynine olan ödevleri, şu ayetin şefkat ve sevsi dol
ifadesinde pek güzel özetlenm iştir: " R abbin k en d in d en başkasına ibadet et
m em eyi. ebeveyne iyi m uam elede bulunm ayı, biri ya da ikisi d e yanında ihtiyar
bir halde bulunuyorsa, ken d ilerin e o f d em em eyi ve azarlam am ayı, onlara say
gıyla konuşm ayı em rediyor. H er ikisin e de m erham etle bezenerek kanat indir,
R abbin, ikisin e de beni kü ç ü k lü ğ ü m d e yetiştirdikleri gibi onlara m erham et et,
d e " (İsra, 23-24). Bir başka ayette de, "T a n rı, size adalet ve ihsanı ve akrabaya
verm evi em rediyor, fuhuşlarla haram olan şeyleri ve isyanı nehyediyor” (N ahl,
90) em ri verilirk en , hased ed enlerden de şiddetle k orunm a önericinHe. b u lu n u lu r:
" H aset ettiği zam an, bir hasetcinin şerrinden R a b b in e sığ ın " (Felak, 4-5). Bu
nunla b irlik te, A bdullah bin M esud’un anlattığı b ir hadiste, gıpta ve im renm e
olarak tercüm e edilm esi d ah a doğru olduğunu sandığım hasedi. H z. M uham m ed,
şu iki konu için uygun b u lm ak tad ır: " İ k i kişiden başkasına haset olm az; Tan-
r ı’nın ken d isin e m al ihsan edin de h a k yolunda onu helak etm eye m usallat edi
len k im se ve T a n rı’m n ken d isin e bilgelik verip onunla h ü km ed en ve onu öğre
ten k im se ”; yani b u iki kim se kıskanılm aya değer. T oplum da h er zam an rast
lanan bazı sah tek ârlar v a rd ır ki, övünm ekten h o şlanırlar; b u n lar h ak k ın d a da
şöyle denilm ektedir: "S a kın , edim leriyle (am el) sevinenlerin, yapm adıkları şey
lerle ö vü n m eyi sevenlerin azaptan kurtulacaklarını za n n e tm e” (Âli İm ran , 188).
Z aten b ir kim senin yapam ayacağı ve bilm ediği b ir şeyi üzerine alm ası da beğe
nilecek b ir h arek et değildir: " H iç bilm ed iğ in iz bir şeyin ardına düşm eyin; k u
lak, göz ve gönül ondan so ru m lu d u r” (İsra , 36). G enellikle aileye ve aile bi
reylerinin b irb irin e karşı ödevleri de çağım ız ah lâkının bu k o nudaki klasik ve
geleneksel düşüncelerine pek az fark la uyg u n d u r (N isa, 19, 36; N u r, 32; Fur-
kan, 74; R aid, 37).
19. H z. M uham m ed, tevekküle ayrı b ir önem verir; fak at bu tevekkül,
halkın anladığı gibi, işleri kendi doğal akışına terk edip akıl ve iradesini k u l
lanm ayarak T a n rı’ya havale etm ek dem ek değildir: "B ir işe azm edersen tev e k
k ü l et, Tanrı te v e k k ü l edenleri sever” (Âli İm ran , 159). Bu ayette azim den ön
ce, danışm a (m üşavere) da em redilm ektedir: "İm a n edenler, -T a n rı’ya te v e k k ü l
etsin ler" (M aide, 11); " T a n r ı’ya tap, O ’na te v e k k ü l e t” (H ud, 122); " . . . O ’na
te v e k k ü l edenlerin tü m ü ken d isin e inanırlar; Tanrı bana yeter, d e ” (Z üm er, 38).
N e yazık ki, tevekkül inancı, İslâm âlem inde k a d e r inancıyla birleserek tem
belliğin, tedbirsizliğin, savaştan ve çalışm aktan yılm anın, çekingenliğin artm a
sına hizm et etm iştir. "A lla h k e r im ” deyim i, inşaallah, m aşaallah deyim leri gibi,
her m iskin M üslüm anın gevelediği b ir sakız halini alm ıştır. O ysaki, H z. M uham
m ed ’in hayatına d a ir verilen bilgilerden anlıyoruz ki. O , tüm girişim lerinde, bil
gisinden, görgüsünden, akıl ve iradesinden y ararlan d ık tan ve gereken tüm a ra
cılara b aşv u rd u k tan sonra, işlerinin sonucu h ak k ın d a, T a n n ’ya tevekkül etm ek
suretiyle, tinsel gücünü de arttırm ay a çalışm ıştır. Başka birçok ayetlerde tevek
külden ancak bu anlam da söz ed ilm iştir (E nfal, 2, 50, 62; Y usuf, 67; İb rah im , 13).
20. H z. M uham m ed, gerek ah lâk , gerek din b ak ım ından h aram ve helâl
olan şeyleri ayırm ış, birinciden çekinm eyi, İkinciden de ölçülü o larak yararlan
mayı salık v erm iştir. Bu b ak ım d an şarap , sarhoş eden m addeler, k u m ar, faiz,
"Ö lü , kan, d o m u z eti; T a n rı’dan başkasının adına boğazlanan, bir d e boğul
m uş, vurulm uş, ya h u t yu varlanm ış ya da toslam a suretiyle öldürülm üş veya ca
navar yaralam ış olup da canlı bir hald eyken kesm ed iklerin iz v e d ik ili taşlar
üzerinde (p u tlar) boğazlananlar ve zarla kısm e t paylaşm anız (kum ar) hep birer
fis k tır ” (M aide, 3; N ahl, 115). B unlardan başk a T a n rı, açık ya da gizli tüm fu
huşları, h e r çeşit vebali ve haksız yere isyanı, T a n n ’va o rtak koşm avı ve T a n n ’
yi dilediğim iz şeylerle nitelem eyi .haram k ılm ıştır (Â raf, 33). M üşrik k ad ın ve
erkeklerle n ik ah lan m ak , âdet görm ekte olan kad ın la cinsel ilişkide bulunm ak
da h aram d ır (B akara, 222-223). B oşanılan k ad ın a önceden verilm iş olan şey
leri geri alm ak da h aram d ır. H elâl olan besin ler ise şu n lard ır: “A lıştırarak ve
T a n rı’nın size öğrettiğinden öğreterek yetiştirdiğiniz, avcı hayvanların da size
tu tu verm iş olduklarından yiyin iz ve üzerine T a n rı’n m adını ç e k in iz”; "K en d i
lerine kita p verilm iş olanların yem ekleri size helâl, sizin yem eklerin iz d e onlara
helâldir” (M aide, 5 )1. K endini dünya n im etlerin d en yoksun b ırak m an ın İslâm
(1) Bu ayetle, kitap ehli olanların yiyip içtiği şeylerin, M üslümanlara ya
saklanm am ış olduğu anlaşılır. Bu ayet, şarap ve domuzu yasaklayan ayetle çe
lişik gibidir.
ahlâkıyla hiç b ir ilişkisi yoktur. Fakirliği, sefaleti teşvik eden vaızlar, safdilleri
soym ak ve sefileri teselli etm ek için u y durulm uş b atıl düşünce ve efsanelerden
başka b ir şey değildirler. Şu ayetler b u n u n ispatı için en kesin k a n ıtla rd ır:
"E y im an edenler, T a n rı’m n size helâl ettiği n im etlerin höş olanlarım ken d in ize
haram etm eyin , aşırı da gitm eyin; Tanrı aşırı gidenleri sevm ez. H em d e T a n rı’
nın sizi rızklandırdığı n im etlerden helâl ve hoş olarak yiyin, hem d e kendisine
im an ettiğ in iz T a n rı’dan k o r k u n ” (M aide, 87; B akara, 168, 172); " E y âdemo-
ğulları, m escitte b u lu n m a k istediğinizde, ziy n e tin izi ta kın ız, yiyin iz, içiniz, fa ka t
israf etm eyin iz; Tanrı, savurganları sevm ez. D e k i, T a n rı’m n kulları için yarat
tığı ziy n e ti ve rızk tü rü n d en tüm hoşa giden şeyleri k im haram edebilir? Bu ziy
netler, bu te m iz rızklar, dünya hayatında im an edenler içindir; kıya m et gün ü n
de k a tık sız olarak vardır. İşte b iz bilen k a v m e ayetlerim izi böyle tafsil ed eriz”
(Â raf, 31-32). Bu ayetlerden de anlaşılacağı gibi, ibadet için m escit ve cam i
lere en tem iz kıyafetlerle gidilm esi em rediliyor ki, genel olarak İslâm to p lu lu k
larında en az u yulm akta olan k u ra lla rd a n b iri de b u d u r. K irli, yırtık ve perişan
b ir kıyafetle k endilerine T a n rı’m n m erham etini daha çok çekebileceklerini zan
nedenlerin y an ın d a, sefillik ve süflîliği âd et edinm iş olan insanların pek çok
olduğu İslâm to p lu m ların d a, b u lâu b alilik , y o ksulluktan çok din konusundaki
anlayışlarının pek k ıt oluşu ve kend ilerin e yüzyıllardan beri yapılm ış olan telk in
lerin gerçek im anı, gölgede b ırak acak denli bilgisizler tarafın d an verilm iş olm a
sıdır. H er ne k a d a r b ir h adisinde H z. M uham m ed, ipekli kum aşlar için, "B unu
olsa olsa ahretten nasibi olm ayan giyer” dem işse dc, diğer b ir h ad isinde de,
"T anrı, kullarına verdiği n im etin eserini, kullarının üzerinde görm ekten hoşla
n ır” dem iştir. O n u n am acı, erk ek lerin k ad ın gibi süslenm ekten çekinerek va
karlarını koru m aları ve k a d ın ların da b ir bakım a m oda ve süslenm e d ü şk ü n lü
ğü yüzünden erdem lerini yitirm em elerini sağlam aktır. Ö zellikle H z. M uham m ed,
israfı ve süslenm eyi ve pek süslü o larak , b aşk aların a kibirlenm ek ve cinsel tu t
kuları k ışk ırtm ak için giyinm eyi hoş görm em iştir.
H aram lar arasın d a şarap la k u m ar için, " İk isin d e de hem b ü y ü k bir günah,
hem d e insanlar için çıkarlar vardır; günahları çıkarlarından b ü y ü k tü r” (Baka
ra, 220-221; M aide, 90-91) denilm ektedir. D ik k at edilirse, haram edilenlerin
b ir kısm ı sağlığa ve ahlâk a avkırı ve za ra r verici şeylerdir; dinsel ve sosyal
b ir am aca d ayananları ise, M üslüm anlığın ö zelliklerini, diğer dinlerden ayırm a
am acını taşıyanlardır.
.2 1 . İm an edenler arasın d a dostluğu ve nezaketi âdet haline getirm eye
yarayan selâm h a k k ın d a da şu em ir verilm ektedir: "S ize ne zam an selâm verilse,
ondan daha g ü zel bir selâm la ya da o selâm ın aynıyla ka rşılık v e rin iz" (N isa,
84). H z. M uham m ed, şeriat h ü k ü m lerin e uym am ayı alışkanlık haline getirerek
büyük günah işleyenlere fasik adını tak m ıştır; O , M üslüm anların fasiklara uy
m am alarını hem d ü n y aların ı, hem de ah retlerin i zenginleştirm e b ak ım ın d an zo
ru n lu görm üştür. A hlâksızların en sefil örneğini de, m ü n afık lar teşkil eder.
Ebu H ü re y re ’den nakledilen b ir hadise göre, "M iin a fıkın alâm etleri üçtür: K o
nuşu rken yalan söyler, vaat ettiği zam an sö zü n d e durm az, ken d isin e bir şey em a
net edildiği zam an h a in lik ed er” ve kuşk u su z, T a n rı, bu üç kötülüğü de lânet-
lem iş, zem m etm iştir. Bu itib arla, m ü n afık lık tan çekinm esi gereken b ir im an eh
linin, A bd u llah bin M esud’u n naklettiği b ir hadiste işaret edildiği gibi, "M üslü-
m ana sö vm esi fis k , o nunla boğuşm ası k ü fü r d ü r ”.
22. H z. M uham m ed, hayvanları sever ve onları korum ayı dinsel ve ah
lâksal b ir görev sayardı. E bu B ekir’in kızı E sm a’nın bildirdiği b ir hadiste, H z.
M uham m ed, d em iştir ki: “Bana, nam azda gösterilen cehennem in ateşi o kadar
yaklaşm ıştı ki, hatta ben, acaba T anrım , ben de ateş ehliyle b irlikte m iyim ? de
dim . O rada bir ka d ın g ö rd ü m ; bu ka d ın ın y ü zü n ü bir k e d i tırm alıyordu. A za p
m eleklerine, bu ka d ın ın günahı nedir? d iye sordum ; onlar da, bu kadın d ü n ya
da bu k e d iy i ölünceye d e k h apsetti, yiyeceğini verm ediği gibi, yery ü zü n d e k i bö
ceklerden nafakalansm d iye d e salıverm edi, cevabını verdiler”. N itekim , E bu
H ü re y re ’nin an lattığı b ir hadise göre de, susam ış olan b ir yolcu, yoldaki kuyu
lard an birin e inerek su içm iş; fak at nem li to p rak ları yalam akta olan b ir köpek
görünce, o da benim gibi susam ıştır diyerek, kuyuya te k ra r inm iş, m estini suy
la d o ldurm u ş ve hayvana getirm iş, b u yüzden de T a n rı, bu ku lu n u yarlıgam ış.
Bu tü rlü h adis ve söylentilerin gerçeklik derecelerinden çok, telkin etm ek is
tenilen am aca d ik k at edilirse, H z. M u h am m ed ’in hayvanlara k arşı gösterdiği
sevgi ve dolayısıyla insan ların hay v an ları, D escartes gibi b ir m akine telakki et
m em elerini, o n ların da b ir duygu ve h a tta ru h taşıd ık ların ı anlayarak on lara,
gereken yard ım ve iyi m uam eleyi esirgem em elerini istediği açıkça anlaşılır.
23. Ö zet o larak , H z. M u h am m ed ’in savunm uş olduğu ah lâk p ra tik tir;
aklın beğendiği ve hay atın istediği, top lu m u n olduğu k a d ar da bireylerin m u t
luluğuna hizm et edecek olan b ir dünya ah lâk ıd ır; b u n u , sadece b ir sofuluk
(acetique) ahlâkı saym ak doğru değildir. K uşkusuz ki bu ahlâk k u ralla rı, m istik
b ir hava içinde ve ah ret y ap tırım larıyla zorlanm ış ve tüm insan lard an d ah a çok
im an edenlere salık verilm işlerse de, b u n la r, değerlerini asla yitirm em iş ve yi
tirm eyecek olan k u ra lla rd ır. Bu ah lâk y aptırım b ak ım ın d an T an rı kork u su n a
ve b iraz da T a n rı sevgisine dayan ır: "B enden k o r k u n u z " (M aide, 3) ve. " T a n
rılığına ve birliğine im an ettiğ in iz T a n rı’dan k o r k u n u z ” (M aide, 88). Fenalığa
m isliyle karşı k onulm asını salık verm ekle b irlik te, daim a iyiliği ve affı yeğ tu t
m uş, b arışa, uzlaşm aya, tevazua, soğukkanlılığa değer verm iş olan H z. M uham
m ed, y alan d an tiksinm iş, riyayı, sözünde d urm am ayı, israfı, sefahati reddetm iş,
T a n n ’nın ib ad et ve k u rb a n la rla aldatılam ayacağını, beğenilen ib ad etin , ru h la
rın ve bedenlerin tem izliğindeki gerçek saygı ve im anda gizli olduğunu, yani
kim seyi incitm eden beden, ru h ve k ılık tem izliğine önem verm eyi savunm uş,
nihayet yalnız iyilik yapm akla değil, k ö tü lü k yapm am ak ve yapanlara engel ol
m akla T an rı k atın d ak i beğenilm işler arasın a girilebileceğini an latm ıştır. Pey
gam ber, yaşadığı dönem in bazı aşırı ve ölçüsüz h areketlerini uygun bulm am ış,
b u günkü anlayışım ıza u ym asalar b ile, o tarih lerd e yararlı olacağına em in olduğu
bazı y a sak la n b ild irm ek ten ve b u n la r ü zerin d e ısrar etm ekten çekinm em iştir.
Sahabeden Bera bin A zib, "P eygam ber, b ize yed i şeyi işlem em izi em retti ve yedi
şeyden nehyetti: C enaze arkasından g itm eyi, hastaları ziyaret etm eyi, davete git
m eyi, m azlum a yardım ı, ye m in i kabullenm eyi, selâm ı karşılam ayı, aksırana dua
etm eyi; fa k a t g ü m ü ş kap, altın y ü z ü k , ip ek çuha, k a d ife ve sırm alı atlas gibi
kum aşları kulla n m a m a yı e m re tti” d em iştir. Söz sahibi olunduğu zam an, a k ra b a
larım ıza bile tarafsız o larak , ad aletten ayrılm am ayı salık verm iş olan H z. M u-
ham m ed, şu ilk eler ü zerinde daim a ısrar etm iştir: "T anrı size, analara isyanı,
kızları diri d iri göm m eyi, verilecek borcun ö d enm em esini, verilm eyen bir şeyin
alınm asını haram k ıld ı. Y in e Tanrı, sizin için d ed iko d u yu , ço k soru sorm ayı ve
m al israfını iğrenç g ördü". D oğru yolu bulm ak için T a n rı’ya tu tu n m ak tan baş
ka çık ar yol bulu n m ad ığ ın ı (Âli İm ran , 98) telkin eden İslâm im anı, bireyin,
"T a n rı’dan başka kim seye k u l olm am asını (ibadet etm em esini; H u d , 3) ve,
“Y e ry ü zü n ü fesada verip d e ıslah etm eyenlere itaat edilm em esin i” (Şuara, 152)
em reder. A m r ibn-il-Â s’ın nakletm iş olduğu b ir hadise göre, “İslâm ın en hayır
lısı, y e m e k yed irm ek, tanıdığına v e tanım adığına selâm ve rm e k tir” denilm ekte
d ir. B unda, âlicenap ve cöm ert b ir ru h la , b arışsever b ir ru h u n erdem ine değer
verildiği açıkça görü lü r. İn sa n la ra yalnız din k o n u ların d a değil, hayatı ilgile
yen h e r soru n d a yardım etm eyi öneren yüce Peygam ber, N um an ibn B eşir’in
anlattığı şu hadisin d e d er ki: " T a n r ı’nın yasakları üzerinde duran kim seyle,
durm ayan kim seler, bir gem i halkına benzerler. Bu gem i halkı, aralarında bir
k u r ’a çektiler; bir kısm ı güverteye, bir kısm ı da am bara isabet ettiler. A m barda
olanlar suya ihtiyaç duyunca, giivertedekilerin üzerinden geçm ek zorunda o ld u k
larından bunlar, en ivisi b>z am bara bir d e lik açalım da, güvertedekileri rahatsız
etm eyelim dediler. D em e k ki, y ü k s e k tabaka sahipleri, bu aşağı tabakanın d i
leklerini ypm aya izin verselerdi, h ep si birden h elâ k olurlardı, fa k a t onları m en-
etselerdi, h em ken d ileri ku rtu lu r, hem de onlar k u rtu lm u ş olurlardı”. Şu hadis
ler de önem lidir: "A h lâ ksa l erdem ler (m ekârim ), cennet edim lerin d en d ir”:
"E d im ler terazisinde, güzel a hlâktan daha ağır bir şev y o k tu r”; " K ö tü ahlâk,
sirkenin balı bozd u ğ u gibi bozar, iyi ahlâk ise, güneşin karı erittiği gibi hata
ları ve k ö tü lü k le ri eritir”; "İslâ m , iyi ahlâktan ibarettir”. B unlar, H z. M uham
m ed’in ah lâk a ne denli büy ü k b ir değer verm iş o lduğunu da ispata hizm et ed er
ler. " H a kk a batılı g iyd irm eyin iz ve h a k k ı sakla m a yınız"; " N e fsin i rahatsız eden
şeyi terk e t”; " T anrı size em rediyor k i, em anetleri ehline veriniz ve ha lk ara
sında h ü k m e ttiğ in iz takdirde, adaletle h ü k m e d in iz. T a n rt’ntn size v a ’zettikleri
ne g ü z e ld ir ...” gibi ayetlerle de p ra tik ahlâk ın esaslarını bildiren H z. M uham
m ed, ku lu n kendi edim lerinden sorum lu old u ğ u n dan asla kuşkulanm am ıstır.
Z aten ona göre, " İy ilik ederseniz, k e n d i n efsin ize iyilik etm iş olursunuz; k ö tü
lü k ederseniz d e ö y le ” (H adis) ve " N e fsin i alçaltanı Tanrı da alçaltır” (H adis).
Ö zetle H z. M uham m ed, a ld atm ak için yem in etm eyi (N em el, 94), d ed i
kodu ve iftirayı (H ü c u ra t, 6), hased ve k in i (Felak, 5) yerm iş, "U tanm ayı im an
d a n ” saym ış ve bağışlam ayı sav u n m u ştu r (B akara, 237; Â raf, 199).
24. B urada dinsel ah lâk ın y ap tırım ları gibi önem li b ir konu ile karşılaş
rız. Bu so ru n , aynı zam an d a k a d e r inancıyla da ilgilidir. İşlediğim iz harek etler
den sorum lu olabilm ek için, edim lerim izi özgür o larak yanabilm em iz gerekir.
"T a n rı, sizi ve işlediklerin izi ya ratm ıştır”; "H er şey T a n rı’da n d ır”; "O , k u lu
n u n üstü n d e bir g ü çlü d ü r” gibi ayetler, insanın tikel (cüzî) iradeden bile yok
sun olduğunu b ild irirlerse de, "B iz, insanlara her ik i yolu da (hayır ve şer) gös
te rd ik ”; "Sana isabet eden iyilik T a n rı’dandır; k ö tü lü k te n isabet eden ise, ken-
d in d en d ir” ve, "A zm e ttiğ in va kit, T a n rı’ya te v e k k ü l e t” gibi ayetlerle, "T anrı
k u lu n a h im m e t ve isteği oranında verir” hadisi, "İnsana çalıştığı şeyden başka
sı y o k tu r”, yani insan an cak çalıştığı şeyi elde ed ebilir ve "E y im an edenler,
yed ek tedb irlerinizi a lın ız” gibi ayetler, insanın az çok sorum luluğunu da be
lirleyebilecek olan b ir iradeye sahip o lduğuna delâlet ederler. Bu itib arla so
rum luluk h a k k ın d a T a n rı’m n in san lara yaptığı ih ta rlar da vardır: "E y ahali,
hiç bir babanın, evlâdının edim lerinden ötü rü sorum lu olmayacağı, n e evlâdın
ebeveyne, n e de ebeveynin evlâda yararı dokunm ayacağı bir günde Rabb'ınizden
k o r k u n u z ”; "K ıya m et g ü n ü n d e k e n d i günahlarım y ü klen d ikten maada, bilip
anlam adan sapıttırdıkları kim selerin günahlarını yü klenenlerin günahı ne kötii
bir gü n a h tır”; " iy i edim lerde bulunan, k e n d i n efsin e ve k ö tü edim lerde b u lu
nan ise k e n d i zararına çalışır, sonra R a b b in ize d ö nersiniz”. B ütün bu ayetler,
insanların erdem çerçevesinde yaşayıp işletm elerini, ah retteki sorum luluğa ve
biraz da b u dünyada b aşların a gelebilecek olan felâketlere b ağlam aktadır. D in
lerin, devlet ve toplum k an u n ları şeklinde egem en o ldukları dönem lerde bile,
insanların çoğu, kutsal bild irilere aykırı b ir yaşam sürm üşlerdir. Z orlam anın ve
kork u tm an ın baskısı altın d ak i baş eğm eler, insanın doğal büyüklüğünü ezdiği
gibi, bu tü rlü baş eğm eler, toplum düzenine hizm et etm iş olsa bile, gerçek ah
lâk bak ım ın d an b ir değer ifade etm ezler; zira, sah tedirler; yani bu baş eğm e
nin k ökleri, asla ru h u n derinliğinde değildir. G erçekten in an arak bu dogm alara
inanm ış olan lar ise, zaten baş eğm ek için yaratılm ış kim selerdir. M istik m izaç
lar, saçm a in an çlard a bile, b ir k u tsallık ve çarp ıcılık hissederler. D inler, ah
lâksal ödevlerini tam o larak yapabilm iş olsalardı, aynı ırk ın ve h a tta kavm in
hayatında tü rlü d in ler ve dolayısıyla peygam berler gelmez ve bu tü rlü dinler
de, b irb irin in az çok fark la aynı olan erdem k u ralların ı önerip durm azlardı.
İn san ların dinsel em irlere ya da k an u n lara göre yaşayabilm eleri için, bu em ir
ve k an u n ların , bireysel iradelerin değil, k o lek tif v icdanın ve ihtiyacın eseri ol
m aları gerektir. Z ira insanı işleyen, in an çlar ve k a n u n lar değil, b u nları irieven,
insanlardır. Bunun için d ir ki. in san lar, görevleri kalm ayan k an u n ları değiştir
dikleri ya da onlara karşı ilgisiz k ald ık ları gibi, görevleri kalm am ış olan kutsal
em irleri de ya değiştirir veya onlara ilgisiz k a lırla r; baş eğer gibi görünerek iş
lerine gelen şekilde y ışa rla r. Bu itib arla, d in ler, y ap tırım larını ahrete ve Tan-
n ’ya b ırak tık la rı için, yetkin b ir erdem bilincini verem em işlerdir. D in, insanın
tinsel h ay atın d a, âdeta b ediî b ir haz o larak devam eder; fa k at insan, eylem le
rini bu hazza göre değil, hay atın zo ru n lu lu k ların a göre düzenler. B ununla b ir
likte, hiç b ir d in , b u zo ru n lu lu k ların dışında kalm ış değildir. Saydığım ız erdem
ler ve rezillikler, dinlerin olduğu k a d a r da k a n u n ların ve vicdanın da iyi ya da
kötü olarak k arşıladığı ah lâk değerleridir. Y alnız b u n ların bilinçlenm esi ve
insanı bu n lara baş eğdiren yap tırım lar, m istik k ald ık ları sürece, in sanlar b u n lar
dan k u şk u lan m asalar bile, dinin bazı h o şgörülerinden, T a n rı’m n bazı lütuf-
larından y ararlan m ak u m uduyla, ö nlerine çık an fırsatlard an y ararlan aca k lard ır
ve gerçeklik de b u d u r. Z ira , dinin yaptırım ların ı uygulayacak olan T a n rı’dır:
" G ü ze llikle ri (hasenat) işleyenlere g ü ze llik ve bir d e ziyade vardır; yüzlerine,
n e bir kara bulaşır, ne de bir zillet; onlar cennetliktirler; orada ebedî olarak ka
lacaklardır. K ö tü lü k (seyyiat) işleyenlerin cezası m isliyle k ö tü lü k tü r ve onları
bir zillet kaplar; ken d ilerin i T a n rı’dan kurtaracak yo ktu r; onlar ateşliktirler ve
orada ebedî olarak kalacaklardır” (Y unus, 27-28).
D em ek ki iyilikler, fazlasıyla m ü k âfatlan acak ları halde, kö tü lü k ler fazla-
sıyla değil, kendileri k a d a r ceza göreceklerdir. Bu, iyiliğin değeri kö tü lü k le öl
çülem ez derecede çok dem ekse de, b ir ta ra fta n da, «T üm b u n la r, suçluların
lehinedir» saçm a ilkesini k ab u l etm ek dem ektir. Z ira insan, T a n n ’nın yarlıga-
yıcı ve m erham etli oldu ğ u n d an asla k u şkulanm ayacak k a d a r bu n a inanm ıştır;
in andırılm ıştır. S onra, " İyilik le r, kö tü lü k le ri giderir, bu idraki olanlara bir öğüt
tür; ve sabret; Tanrı, iyilikçilerin m ü kâ fa tın ı y itirm e z” (H ud, 114). Ö m rünün
önem li b ir kısm ını ahlâk ve im an dışı harek etlerle geçirm iş olan b ir M üslüm an,
b ir gün T a n rı’yı h o şn u t edecek iyi b ir eylem de b u lu n u rsa, tüm eski kötülükleri
affedilebilir. K ö tülüklerin cezasından k u rtu lm a u m u d u baki k ald ık ça, m utlak
surette iyi olunam az. V akıa, " E rk e k ya da dişi, im anlı olarak iyi bir edim işle
yen kim seye, hoş bir hayat yaşatacağız ve edim lerinin daha güzeliyle m ü k â fa t
larını m u h a k k a k vereceğiz” (N ahl, 97) ve h e r ne k a d ar, "İnsanlar, k e n d i ahlâk
larını değiştirm edikçe, Tanrı onların durum larını d eğiştirm ez” (R a’d , 12) deni
liyorsa d a, insan âciz b ir y aratık tır; h azır b ir yararı gelecek b ir yarara h er za
m an yeğ tu ta r; p ratik yasam da m addesel olarak m utlu olanların pek çoğu, linsel
m utluluğun değerini bilm ez ve m addesel m u tlu lu k ların ı, b ir çoğunluk, ahlâk
ku ralların a sıkı b ir bağlılıkla elde etm eye çalışm az. Bu itibarla gideceği cn doğ
ru yolu b u lm ak ta, yaradılışı itibarıyla âciz olan insan, T a n n ’nın affına ve yar
dım ına sığınarak, kendisine zarar getirm eyeceğine ve fak at k â r sağlayacağına
em in olduğu ya da böyle sandığı, m eşru olan veya olm ayan h er h areket vc ey
lemi yapar; h a tta sonuçtaki b aşarısını da yine T a n n ’nın b ir lü tu f ve inayet ola
rak kendisine bağışladığını zanneder. Z ira , "B azen iğrenç gördüğünüz şey, sizin
için hayırlı olur, bazen de sevdiğiniz şey sizin için şer olur. S izin için ' hayırlı
olan şevi Tanrı bilir, siz b ilm e zsin iz” (B akara, 217). İşte b u n u n içindir k i, in
san kendisi için hayırlı ya da şerli olan b ir eylem i açıkça bilem eyince, eylem le
rin sorum luluğundan yakasını k u rta ra c ak vesileleri kazanm ış olur. D insel ah lâk
ta, insanı k u rtu lu şa götüren tü rlü o lan ak lar v ard ır; örneğin, "B ilm eyerek yapı
lan yem in lere uyulm adığı takdirde, Tanrı hesap sorm az. A m a, bile bile yaptığı
m ız yem in ler için hesap sorar”. B unun kefaretiyse, on fakiri doyurm ak ya da
giydirm ek, b ir tutsağı (köle) azat etm ek ve b u n lara gücü yetm ezse üç gün oruç
tutm ak tır. K asıtlı ya da kasıtsız adam öldürenle, yem inini bozm uş olan lar ve
eşiyle cinsel ilişkide b u lu n m ak istem eyenler, yani k arısın a, «Sen b an a anam ın
sırtı gibisin» (zıhar) diyenler için k efaret o larak bazı yüküm ler v a rd ır; fak at
bu n lar, ahlâk a hizm et etm ekten çok ah lâk ı y ık arlar ve özellikle zenginleri ve
n ü fuzlu insan ları, tü rlü ahlâksızlık ları işlem eye sü rü kler. Belki de b u n u n fark ın d a
old ukları için d ir ki, çeşitli m ezhep fakihleriyle T anrıbilim cileri de, K u r’anda
olan ve olm ayan diğer so ru n lar için tü rlü y ap tırım lar ve kefaretler önerm işler
dir. Esasen yapılan yem inlerden k u rtu lm a k için b aşvurulan kefaret ve şe r’î hile
ler, cahiliye A rab ın ın âdetleriyle M üslüm anlığın b u konudaki inançları b irb iri
nin aynı g ibidir. Y em inin yüklediği y ü küm lülükten kefaretle k u rtu lm a inancı,
Y ahudilerde de v ard ı. İslâm da, "T a n rı isterse” kaydıyla yem in etm ek lâzım dır.
Bu biraz da yem inden, verilen sözden d önm ek için b ir açık kapı b ırak m ak de
m ektir. " T ö v b e ve im an ed ip arınm ış edim ler işleyen, kurtulm uşlardan olm ayı
u m a b ilir” (K asas, 6 7 )1.
25. İslâm d ü şü n ü rleri, A hlâk-ı ham id e ve A hlâk-ı zem im e, yani iyi ah lâ
ve kötü ah lâk deyim lerini k u llan d ık ları için, o n lara göre ahlâk, iyi ve kötü
edim leri ifade eden b ir genel terim d ir, yani, h u y ’d u r. F akat iyi ve k ö tü eylem
ler, zam an içinde ve sosyal çevre k o şu lların a göre değişken old u k ları için, de
ğerleri b ak ım ın d an uylaşım lıdırlar. Bu gerçeği fa rk ed er gibi olan tslâm ah
lâkçıları, d ah a çok h e r ak lın , h er zam an top lü m a ve bireylere za rar veren, beğe
nilm eyen eylem ler ü zerinde d urm uş ve h e r v icdanın beğenm esi gereken edim
leri telkine çalışm ışlardır. O n ların g ü ttü k leri am aç bilinçlere, K u r’anın, " N e fsi
n i arıtan, ku rtu lu şa erer” ilkesini yerleştirm ektir. H z. M uham m ed, T a n rı’dan
daim a beden sağlığından sonra iyi ah lâk dilem iş, m utlu olm ak isteyenlerin, iyi
ahlâklı olm aları gerektiğini savunm uş ve im anın, ancak iyi ahlâk sayesinde yet-
kinleşebileceğine 'değinm işti. F ak at o d a, insan akıl ve iradesinin, tü rlü koşul
ların etkisi a ltın d a k en d i çık arları d o ğ ru ltu su n d a işlediğini gördüğü için, " H er
kes k e n d i doğasına göre işler” (İsra , 84) ayetini b ildirm iştir.
D ine dayanm ayan b ir ahlâkın yaptırım ı ve hoşgörüsü olm adığını iddia
eden T anrıb ilim ci ve m istik ru h lu ah lâk çılar v ard ır. D inin hoşgörüsü, " Y ü c e
T a n rı’m n ço k m erham etli, y u fk a y ü re k li o lm ası” inancına dayanır. E dim ler def
terine (defteri am âl) yazılm ış olan k ö tü lü k leri, dilerse T a n rı bağışlayabilir k a
nısı, Ulu Y a ra ta n ’m yaptığından sorum lu olm am ası (E nbiya, 2 3 ), dilediğini yap
ma gücüne sahip olm ası gibi kutsal n itelik lerin in b ir sonucu sayılır. B unlar,
gerçekte b irer im an k o n u şu d u rlar; fak at p ra tik te , şeriat k an u n ların ı ve insanla
rın kendi akıl ve çık arların ın sın ırların ı aşam ayan v icd anları, dinli kişilerin
pek çoğunu, T an rısal hoşgörüye ve bağışlam aya d ayanarak k ö tü lü k işlem ekten
alıkoyam az. Bizce de bazı d ü şü n ü rlerce de savunulduğu gibi, "B ir edim , Tanrı
tarafından beğenildiği ve em redildiği için iyi değildir; fa k a t kendiliğinden iyi
olduğu için Tanrı tarafından da beğenilir”. Z ira , " H a kk ın , T anrınızdan olduğu
nu söyle; dileyen buna im an eder, dileyen d e inkâr e d er” ayetinin belirttiği gibi
(1) Bir kısmı îran lı ve Şiî m ezhebinden olan ilk ahlâk yazarlarını, öteki
Islâm uluslarından yetişm iş olan yazarlar izlemişlerdir; fakat bunlar, daha çok
Hz. M uham m ed'in özel hayatındaki davranışlarıyla hadislere ve ayetlere daya
nan düşünce ve davranışları açıklam ak ve önermekle yetinm işler ve yaşadıkları
dönemlerde gerçeklenm esine çalışılan pratik ahlâk kurallarını tanıtm aya çalış
mışlardır. Hemen çoğu birbirinden ve A risto'nun ünlü ahlâk kitabından yarar
lanmışlardır. Bu ahlâkçıların bazıları şunlardır:
Ebu Ali Miskeveyh (941-1031) T eh zib -vl Ahlâk ve E t-T ahara adlı eserleri,
Tuşlu Nasirüddin’ (1201-1270) in Ahlâk'ı Nasırt’sıne ve Celâleddin-i Deımanî’
(1424-1502) nin A h lâk-ı Celâlisi’ne etkiler yapmıştır. Ferid-ü-ddin Attar (1121-
1235), P endnam e’y i yazmış;. Ahmed A ta-ullah (ölm. 1317) H ikm et-ül A taiye’yi;
Şirazlı Sadî (1184-1292) G ülistan ve P ostan 'ı: Aşık Pasa (1272-1333) G arip-
nam e’yi; Kmalızade Ali Efendi (1510-1582), A h lâk-ı AlâVyi, nihayet Kâtip Çe
lebi (1609-1657), K eşf-a l Zunun adlı ahlâk kitabını yayımlam ışlardır. Bunların
dış'nda Gazalî’den (1059-1111) başlayarak zam anınrza kadar gelen türlü Islâm
bilginleri, eserlerinde, yine dinsel dogm aların ışığı altında, ahlâk konularını in
celemişlerdir. Bunların çoğu ahlâksal değerleri telkin etm eye çalışan öğütlerle
yüklü birer eğitim kitabı sayılır.
insan, edim lerini dilediği gibi yapm a özgürlüğüne sah ip tir. B unun içindir ki,
başka b ir ayet, " Tanrı em irlerine g ü cü n ü z yettiğ i kadar itaat ed in iz” dem ekte
d ir. Bu T an rısal şefk atin b ir ifadesi ise d e, insel zayıflıkların sonucu o lan d ü
şüklükleri de m azu r gösterm eye elverişli b ir açık k ap ıd ır. H e r n e k a d a r sorum
luluk, İslâm lıkta b ir suçu işleyene, işletene, önüne geçm ekle görevli olduğu hal
de b ir ödevini yapm ayana, yani k ö tü lü k lere göz yum ana dek uygulanır ve b u n
dan peygam berlere bile b ir ay rıcalık tanım azsa da (Â raf, 6), b ü yük b ir çoğun
luk, bu gerçeği k av ram ak tan âcizdir.
İslâm din i, tü m ah lâk sal erdem leri övm üş ve em retm iş, “K ö tü ahlâkı bağış
lanam az bir k ö tü lü k ” sayan h adislere dayanm ış, fa k a t M üslüm anlar içinde b u
lu n d u k ları yaşam k oşulları ve k ü ltü rel seviyelerinin düşüklüğü yüzünden p ek
de ahlâklı o lam am ışlardır. H z. M uh am m ed ’in d u aları, iyi ah lâk dilekleriyle be
zenmiş. ve o, M üslüm anlığı, iyi ah lâ k ta n ib aret saym ış, edim ler terazisinde iyi
ah lâk tan d ah a ağ ır b ir şeyin bulunam ayacağını söylem iştir. Peygam berim iz, iyi
ahlâkı ibadete tercih etm iş, "İn sa n ın iyi a h lâ k sayesinde ibadeti az olsa bile,
ahrette yüce m ertebe ve m akam lara nail olacağını” m üjdelem iştir. O , vicdana,
şeriat hük ü m lerin d en d ah a ü stü n b ir değer verir; " N e fsin i tedirgin ed erek seni
rahatsız eden şeyden vazg eç!” ih ta rın d a b u lu n u r. K u r’an ve hadislerde iyi ah
lâk ı öven, kalp ve irad eleri ahlâk sal güzelliklerle süslem eyi em reden pek çok
b ildiri v ard ır. Bu, İslâm d in in in tem elinde, erdem lere verilm iş olan önem i gös
terir; fak a t b u n d a n , M üslüm anların ah lâk a fazla değer verdikleri ve gidişlerini
m u tlak a k u tsal em irlere göre ay arlad ık ları sonucu çıkarılm am alıdır.
C ennet ve cehennem y ap tırım ların a sim gesel ve ülküsel b ir anlam verm ek,
M üslüm anlığı d eğerlendirm ek b ak ım ın d an önem lidir. G erçekten de Peygam be
rim iz, yalnız a h re t ödülleriyle cezaları ü zerin d e durm am ış, vicdan azabı ve dü n
ya nim etlerin d en de söz etm iştir; yani o, T a n n ’ya ve peygam bere baş eğerek
M üslüm anlık yolunda gidecek o lan ların , b u dün y ada da cennet betim lem ele
rinde (tasvir) açık lan an nim etlerle dolu ü lk ü leri ele geçirm ek suretiyle zengin,
rah a t ve esenlikle süslü b ir h ay at geçirebileceklerini an latm ak istem iştir. Y al
nız İslâm tarih in d e değil, tüm u lu sla rın tarih lerin d e görülen istilâların, böyle
b ir am açla da yapıldığı, k en d i y u rtla rın d a bağım sız o larak yaşayan in sanların,
başka ülkelerd ek i n im etlerden, cen n etlerd ek iler gibi bol bol y ararlanm aları için
yapıldığı g ö rülm ektedir. H z. M uham m ed, İsta n b u l’u zaptedecek olanları öven
h adisinde olduğu gibi, çağının zengin ve uygar ü lk elerini elde etm eyi ö n erir
ken, yalnız M üslüm anlığı yaym ak değil, kav m in i zenginleştirm ek ve egem enlik
alanını genişletm ek gibi b ir ü lk ü d en de yoksun değildi.
Y aptırım b ak ım ın d an İslâm şeriatı, irad e ile k asıtlı o larak yapılan su ç lan
cezalandırır; fa k a t A hzab suresinde, "B ilm ed en işlediğiniz k ö tü lü k le r dolayı
sıyla size günah yo ktu r, am a ka lb in izin ka sıt v e niyetiyle yaptıklarınızdan so
ru m lu su n u z” d enilm ektedir. Bu insan özgürlüğünü k ab u l eden ayete k arşın , k a
n u n lar, kasıtlı olm ayan suçlar için de ceza v erirler. S uçlular, hafifletici neden
aram ak ta ve in k â r etm ekte fazlasıyla u sta o ld u k la n için, kasıtlı olan edim lerle
kasıtsız o lan ları ayırm ak g üçtür. F ak at, v icd an y a p tın m la n , pek az kişide öde
vini ihm al eder. K u r’an d a b irbiriyle çelişik gibi görünen b u y ru k la n n , hadislerle
açıklığa k av u ştu ru ld u ğ u , T anrıb ilim cilerle içtih at e rb ab ı ta ra fın d a n , devletin
ve toplum un yararın a tü rlü y o rum lam alarla çevirtilere uğratıldığı bilinm ektedir;
ve bu zo ru n lu d u r. Z ira , İslâm devletinin anayasası, K u r’an olduğu içip, deği
şen dünya ve to p lu m koşullarıyla k u tsal b u y ru k ları uzlaştırm ak zo rd u r. A h k â m
zam ana uydurm aya izin veren H z. M uham m ed, b iraz d a, h u k u k ve ah lâk ku
ra ların ın m u tlak a şeriata dayandırılm asın d ak i isabetsizliği ve dogm aların yeter
sizliğini fa rk etm iş gibidir.
İslâm ahlâkıyla M üslü m an ların ve genellikle in sanların ah lâk ın ı ayırm alıdır.
İslâm ah lâk ı, T an rısal sayılan b u y ru k lara ve peygam berin âdeteriyle h u yuna da
yanır. M üsü m an ların ah lâk ı ise, tü m öteki insan ların ah lâkları gibi, yaradılışla
rın ın , top lu m ve h ayat k o şu lların ın , gelenek ve göreneklerinin zo runlu kıldığı
d av ranışlard ır. B unları, k u tsal k ita b ın b u y ru k ların a uyd u rab ilen ler ise, tarih in
h içb ir dönem inde çoğunlukta değildir. Z ira in san lara, erdem likleri aşılayan, ne
öğütler, n e vaızlar, ne de y aptırım teh d itlerid ir; fa k at yaşam savaşının kendisidir.
26. H z. M uh am m ed ’in erdem k u ra lla rı, kendi zam anı ve içinde yaşadığ
topluluk için ileri ve yetk in b ir özellik taşırlar; fak a t b u ah lâk da, tü m dine
dayanan a h lâ k la r gibi, m istik ve T a n rı ile k u l arasındaki b ir alışverişin kâr
ve z ara rları dışına çıkam az ve in san vicdanını, tam o larak k an dıram az. " H er
insanın ta kd ir olunan e d im in i (am el), k e n d i boynuna geçirdik, kıya m et günü
ona edim lerinin sayfasını çıkaracağız, o nu a paçık bulacaktır” (İsra, 13) b ild i
risinde de görüldüğü gibi, insanın neleri işlem esi gerektiği önceden ta k d ir edilip
işletildiği h ald e, b u n la rı, kıyam et günü, h esabı sorulm ak üzere boynum uza asil
m iş b ir defterd e açıkça bulm uş olm am ızdaki T an rısal adaletin nasıl b ir bilge
liğe dayandığını açıklam ak gü çtü r. M ecazlar ve sim gelerin yorum lam aları ve
çevirtileriyse, b u k o n u d a, ü zerin d e ittifak edilm esi kolay olm ayan b irtak ım b u la
nık niyetlerin gizli o ld u ğ u n u gösterir. T ü m yüceliğine karşın yaptırım lı ve yü
küm lü olan m istik ah lâk lar, J . M . G u y eau ’n u n yaptırm ışız ve yüküm süz ahlâkı
gibi b ü sb ü tü n k u ram sal b ir ü lk ü , b ir ütopya değildir. Bizim kişisel düşüncem iz
ise, en yetkin, seçkin ve ü stü n b ir ahlâk ın yaptırım sız, fak a t yüküm lü b ir ahlâk
olm asını yeğ tu ta r. Bu ah lâk ı sezm iş olan B uda, h içb ir k o rk u , sevinç ya da
yaptırım u y aran ı olm aksızın, m u tlak su rette iyiliği ve iyi olm ayı salık verm iştir.
O n a göre, " D oğruluğun bir parçası, m erh a m et ve şefkattir; başkalarının elem
lerini paylaşm aktır; tü m canlıların iyiliğini kardeşçe araştırm aktır. . D oğruluğun
ö te k i parçası da, alaydan ka çın m a k, dargınları barıştırm ak, barışm ış olanların
d ostluğunu artırm ak, daim a iyi söylem ek, iyi h areket etm e k tir” B uda, k arşılık
beklem eyen, h a tta ü ste veren b ir iyiliği sav u n m ak tan d a çekinm em iştir. K endi
sine yöneltilen, "E lin d e hiçbir şey bulunm ayandan sadaka isteyen olursa ne
ya pm alı? " so rusuna b u b ü y ü k ve seçkin adam , " K e n d in i verm eli ve isteyen boş
g itm em eli” cevabını verm iştir; geleneğin efsanelerine göre, B rahm a, o n u n bu
sözlerini işitince, denem ek için b ir fa k ir k ılığına girerek B uda’dan sadaka iste
m iş, b ir tavşan şeklini alan B uda, k en d isin i k eb ap edip verebileceğini söyleye
rek, soğuk suya a tılır gibi ateşe atılm ış (H . O oldenberg, Le B ouddha, P aris, 1903).
Böyle b ir ah lâ k ta yalnız edim ya da görev v a rd ır; fak at karşılığında beklenen
h içb ir dünya ve ah ret nim eti y o k tu r. M ax M ü ller’in M ainof’tan naklettiğine
göre, M ordvinler için T a n rı Şkay, m u tlak ve som ut iyiliktir. O , tüm y aratıkla
rını sever, herk esin m u tlu olm asını ister; o tüm el güç olduğu halde, şerri yapa
m az; zira onun yapacağı h e r k ö tü lü k , hem en iyiliğe çevrilir. O , b ir kez bir
M ordvinliye kızm ış ve o n u n evini yakm ış; fa k a t M ordvinli, yanan evinin külleri
arasında k alan servetini araştırırk en , içi altın dolu altı v aril b ulm uştur. Bu su
retle Y üce T a n rı’n ın cezası, kutsal b ir âlicenaplığa dönüşüverm iştir. K uşkusuz ki,
bu eski dinde de şeytan v ard ır. F ak at T a n rı, şeytanı, insanlara k ö tü lü k yapsın di
ye yaratm am ıştır (M ax M üller, ‘N ouvelles E tudes de M ythologie’, Paris, 1898).
Hz. M uham m ed, m itolojik b ir ahlâkı değil, gerçek olan ve insanların ruh
yapılarının zoru n lu b ir sonucu olan ed im lerin, yani âdeta içgüdülerin ahlâkını
bir disiplin altına alm ak istem iştir ki, b u h e r çeşit ku ram ın ü stünde, insanın
doğal kişiliğini o n arm ak , düzeltm ek ve arıtm ak gibi b ir am aç taşır. Ö zet o larak,
H z. M uham m ed’in ah lâk ın d a G azalî’n in E bu T a lib ’den n aklederek ‘İh y a ’sm da
belirttiği gibi, korun u lm ası gereken d ö rt k ö tü lü k züm resi vard ır: 1. R abbubiya:
Bu züm rede, övünm e, k ib ir, övülm e dü şk ü n lü ğ ü , hayat sevgisi, tu tk u , herkesi
kuvveti altın d a ezm e eğilim i, b ö b ü rle n m e ... vb. v ard ır. 2. Şeytaniya: K ıskanç
lık, hilekârlık ; 3. Baham iya: T am ah , hırs, öfke, şehvet; 4. K ızm ak, dövüşm ek,
ö ldürm ek gibi yırtıcılık tu tk u la rın ı •kapsayan Sabuiya. B unlardan kendini k u r
taran ve takva içinde T a n rı’nm y u k ard an b eri açıkladığım ız em irlerine uyabi
lenler, dünya ve ah retin beğenilm iş kim seleri olabilirler. İn san ların bireysel k a
rak terleri ve tu tk u ları, d ah a çok k en d i çık arları e trafın d a h arek et ettiği için,
bu gerçekçi fak at uygulanm asındaki güçlükler b ak ım ından ülküsel olan erdem
lerin bazen insana z a ra r verdiğini gören K onfuçyüs, ‘‘T eh lik eli olm ayan hiçbir
erdem yo ktu r; bu tehlike, erdem i boşu boşuna sarf e ttiğ im iz zam an belirir”
d erken, Lao-tseu da, ‘‘Fena insanlar, iyi insanların serm ayesidir” diye dü şü n ü r.
İskenderiyeli Philon d a açıkça, "D oğru insan, eğri insanın kefa retin i veren bir
kurbandır ve doğrular y ü zü n d e n d ir k i, Tanrı, eğrilere, ke n d i k u ru m a k bilm e
yen hazînelerini d ö k e r” diyerek koşu llu b ir erdem düşüncesini savunurlar. Oy
saki genel o larak Ç inlilere göre, "D in ler çeşitlidir, fa k a t a kıl birdir; öyleyse he
p im iz kard eşiz” H z. M uham m ed’in asıl büyüklüğü erdem e b ir karşılık ve sınır
tanım adan T an rı y olunda ve T an rı için daim a iyi olm ayı savunm uş olm asıdır.
Şu atasözüm üz, b u ah lâk anlayışını p ek güzel ifade eder: " İy ilik yap, den ize at;
b a lık bilm ezse H â lık (Y aratan) bilir”.
HUKUK
A
ÂDALET SO R U N U
(1) Devenin süt ve sidiğinden faydalanm aya izin veren bu Hadisini Pey
gamber, sonradan değiştirerek sidiği önerm ekten vazgeçmiştir.
V, 33, 38); " Sözlerin iz, evet, evet, hayır, hayır olsun; bunlardan fazlası şerli
lerindir” (M eta, V , 37).
Bu em irler, insan ların m u tlak su rette doğruyu söylem elerini ve sözlerinin
doğruluğu n u k an ıtlam ak için, kutsal v arlık ların tanıklığına başvurm am alarını
ih ta r eder. İslâm dini, yalancıyı lânetlediği h ald e, A rap lar, yem insiz konuşm az
lar ve esasen bilindiği gibi, A rap çad a, vav-ı kasem , ta-i kasem , ya-yi kasem
gibi ve dah a çok neyin ü stü n e yem in edilecekse o şeyin ad ın ın başına eklenen
üç yem in edatı v ard ır. K u r'a n d a yalnız T a n rı’ya değil, h arflere, kalem e, kale
m in yazdık ların a, gökyüzüne, sab ah yıldızına, tanyerine, incire, z e y tin e... ye
m in edilir. Bu, A rap ların yem ine fazlasıyla önem verm e âdetlerinin b ir yan
kısıdır.
İslâm şeriati, k o calarına ihanetle suçlandırılan k ad ın ların , zina etm edikle
rin i ispat etm ek için, T an rı lân etin i k u llan m ak suretiyle yapacakları yem inleri,
m asum olu şların ın k an ıtı sayacak denli yem inin değer ve anlam ına önem verir.
B ununla b irlik te, gerçekçi b ir din olan M üslüm anlık, ‘‘Y em in le rin izi kefaretle
bozm ayı size fa rz k ıld ı” (T ah rim , 2) ayetiyle yem inin kutsallığından vazgeçm e
olanağını bağışlam ış; b u suretle tüm İslâm âlem inde, yalancılığı, sözünde d u r
mam ayı b ir k efaret fedakârlığıyla m eşru b ir d u ru m a getirm iştir. N itekim , ant
içenlerin daim a doğruyu söylem edikleri de bilinen gerçeklerden olduğu için,
K u r’anda, ‘‘Ç ok ant iç e n e ...” ita a t etm em eyi em reden b ir ayet de v a rd ır (Ka
lem , 10). Bir hadise göre de, “Facirin ye m in i yurdları harab eder» denilerek
yalandan yapılan yem inin zararın a işaret edilir.
Sözlerinin doğruluğunu yem inle in an d ırm ak isteyenlerin pek çoğu yalan
cıdırlar. O rtaçağda b u n u , âd et h aline getirm iş o lan lar, sayılam ayacak k a d a r çok
tu r. Y ine b u n u n için o lacak tır ki, H z. M uham m ed, ‘‘Boşuna yem in etm eleriniz
yü zü n d en Tanrı sizi suçlam az, am a bağlantılı yem inleriniz dolayısıyla sizi suç
landırır” (M aide, 89) ayetini b ild irm iştir. B ağlantılı yem inden am aç, sözleşme,
antlaşm a gibi, politik ya da ekonom ik değerdeki söz verm elerdir. B ununla b ir
likte K u r’an, b u çeşit yem inlerini de hiçe sayarak sözlerinden caymış olanların
suçlarının, on yoksulu doyurm ak veya giydirm ek, ya da b ir tu tsak (köle) azat
etm ek gibi b ir k efaretle bağışlanacağını m üjdeler; bu itib arla, örneğin, " V asi
yetten önce, bir çıkar g özetm ediğine yem in eden ik i tanığın bulundurulm asını”
em reden ayetin (M aide, 106), Bu m ü jd e k arşısın d a hu k u k sal b ir değeri kala
m az. A nlaşılıyor ki, d in b ak ım ın d an , yem inine güvenilecek olan insan, gerçek
ten ve içten im anlı ve hiç olm azsa T an rı korkusuyla yem inine aykırı söz ve
hareketlerd en çekinecek denli erdem ve ülküsel b ir yaratık tır. F akat bu yara
tık da, Ş inasi’nin b ir m ü n acatm d a yazdığı gibi, "B enim günahlarım , T a n rı’nın
yarlıgam asından daha m ı b ü y ü k tü r? ” diyerek kendine b ir teselli ve kaçam ak
kapısı ararsa, yalancıların şerrin d en k o ru n m ak için, layik k an u n lard an başka
b ir yardım cı bulu n am az, sanırız.
A nt içm enin, k ö tü niyetli kim seler için b irtak ım şe r’î hileleri de v ardır.
O sm anlı tarih in d e K aram anoğullarından b irin in , koynuna b ir güvercin saklaya
rak, «Bu can bendeyken O sm anoğullarına b ir d ah a baş kaldırm ayacağım !» diye
yem in edip canını k u rta rd ık ta n sonra, k u şu salıverdiği, «Bizim O sm anoğulla-
rına düşm anlığım ız ebedîd ir!» dediği tarihsel gerçeklerdendir. İslâm devletle
rinde, k an ların ı dökm eyeceklerine yem in edilen bazı kim seleri boğdurm ak ya da
zehirlem ek suretiyle ö ld ü rten h ü k ü m d a rla r da görülm üştür. Şu hadis, b u tü r
sap ık lık lara tem el o lm u ştu r d en ebilir: «Bir k im se a n d içer içm ez, inşaallah! der
se, istishada b u lu n m u ş olur!» yani so ru m lu lu k tan k u rtu lu r.
P olitika olay ve cinayetlerinde söz verm enin, yem in etm enin hiç b ir değeri
olm adığına d air p ek çok ö rn e k v erilebilir. H alifelik dönem lerinde, m ahkem e
lerde yem in, en esaslı isp at k a n ıtla rın d a n sayılırdı. T a n rı’ya, K u r’ana an t içm ek,
haksız b ir kişinin davasını kazanm asına yardım eden önem li b ir belgedir. H âlâ
da m ahkem elerim izde yem ine önem verilm ektedir. F ak at layik b ir rejim de a r
tık yem inler, m istik in an çların kutsal saydığı v arlık lara ve k itap la ra değil, ki
şisel nam us ve haysiyete, v icdana a n t içm e şeklinde uygulanm aktadır. Bunun
da h a k ve gerçeğe ne dereceye k a d a r hizm et ettiğ ini belirtm ek zo rdur. A ncak
b ir m ahkem e ö n ü n d e yem in etm enin dinsel anlam ına akıl erdirecek ve buna
inanacak denli olgun ve erdem li ru h la r için, b u , değerli b ir yaptırım sayılır.
P ra tik hay atta ise, yem inlere in an m ak b ü y ü k b ir safdilliktir. H ekim ler, subaylar,
h u k u k çu lar, kam u hizm etleriyle görevli o lan ların b üyükleri, görevlerine başla
m adan ve dip lo m aların ı alınca resm en yem in ed erler. C u m h urbaşkanları, k ab i
ne üyeleri, m illetvekilleri ve sen atö rler h ep yem in töreninden geçerler; h atta
yem inli u zm an lar da v ard ır. F akat tüm b u n la r arasında görevlerini ve yetkilerini
kötüye k u llan an lar ek sik olm am ıştır. Eğer tüm yem inliler, gerçekten erdem li in
san lar olsaydılar ve yem in, insanları rezillikten koruyan etkili b ir yaptırım ol
saydı, toplum ları tü rlü h ak sızlık lar ve k ö tü lü k ler içinde m utsuz kılan olaylar
dan hiç b iri kalm azdı. O ysaki yem in, çoğu zam an, b ir ahlâksızlığı m askelem ek,
aldatm ak ve k an d ırm ak için k u llan ılan yaygın ve ucuz b ir araçtır. G erçek bu
olunca, a n t içm e, zararı y ararın d an p e k çok olan b ir geleneksel tu zak kurm a
âdetinden başk a b ir şey olam az. F ak at b u d ü n y ada uygulanarak b ir kurum
halini alm ış olan yem ini, yani açık anlam ıyla söz verm eyi k ald ıracak olursak,
b u n u n yerine doğruluğun k riteri o larak neyi koyabiliriz? V oltaire, " O n u r aşkı
ve utanm a ko rku su , cellâtlardan daha iyi a hlâkçıdırlar” der. B unun fark ın a
varm ış olan eski Y u n an lılar, X en o k rat ad ın d a b ir filozoflarının doğruluğuna o
denli inanm ışlard ı ki, k an u n la rın d a yem insiz tan ık dinlem ek yasak olduğu hal
d e, hâkim ler b u filozofa yem in ettirm ezlerdi.
Ö zet olarak, insan lara evvelâ, insan olm a o n u ru n u n yüceliğine in an d ıracak
b ir eğitim verm ek, tü m b ü y ü k ve k ü çü k yöneticilerin özel ve resm î hay atların
da d o ğru lu k tan ve ö rn ek d av ran ışlard an ayrılm ayan kişiler haline gelm iş olm a
ları gerektir. T ü m b ü y ü k ler ve k ü ltü r k u ru m la n , “H alka verir talkını, ke n d i
yutar sa lk ım ı!”; “H ocanın dediğini tu t da, gittiği yola g itm e!” gibi atasözleriyle,
ru h ların özüne ve h ü crelerin e dek işlem iş o lan öğütleri u n u ttu ra ca k b ir sosyal
düzeni yaratm ak gibi gerçekleşm esi p ek zor olan b ir ülküye hizm et etm elidirler.
M ax N o rd au , uygarlığım ızın uylaşım lı yalan larım incelerken, bireylerin' yalan
ların d an çok p o litik an ın , d in in , san atın ve ahlâkın yalanlarını incelem işti. Z ira,
bireylerin k arak terin i o lu ştu ran etk en ler, b u k u ra m la rd ır ve bu k u ra m la rın h a
zırladığı hayat k o şu llarıd ır. T üm k u ru m lar, yöneticilerinin y a lan la n yüzünden
soysuzlaşırlar. V auv en arg u es’m da gördüğü gibi, “İnsanlar hiç bir zam an, ken d i
koşullarının sefaletinden kaçam azlar”. A ncak, b ü yük ve ileri toplum larda, ger
çekten büyük vc çık arları ö n ü n d e küçülm eyen insanlar, bu koşulları değiştire
bilecek b ir güce sah ip tirler; ve ancak o n lar, b aşk alarını ald atm ak için k en d i
lerini k an d ırm a azabına k atlan m ak tan k u rtu lab ilirler.
H z. M uham m ed, affa, tövbeye, d ah a doğrusu hoşgörüye fazlasıyla değer
verm iş ve insanın zayıf yanlarını derin d en anlam ış olm akla b irlik te, b ir ah lâk
ve h u k u k k u ralı o larak u ğ ran ılan b ir saldırıya k arşı, boyun bükm eyi ve el aç
m ayı asla k ab u l etm em iştir. Bu k o n u d a b irta k ım göksel em irler de bildirm iştir:
“S ize k im saldırm ışsa, siz d e ona yaptığı saldırganlığın m isliyle saldırın da ileri
g itm ey in ” (B akara, 195). D em ek ki ad alet m isliyle m ukabele esasına dayanm ak
tad ır; fazlası zulüm ve h ak sızlık tır. O n a göre, ad aletin ayrıcalık (istisna) kabul
etm em esi g erektir: “M üşriklere olan k in v e düşm anlığınız, adaletten yana ç ık
m a m a k suretiyle size bir günah y ü k le m iş o lm a sın ” (M aide, 8), yani onlara karşı
da adaletten ayrılm ayınız; zira, “Tanrı, adalet ve h aktan yana çıkanları sever”
(M aide, 42). Bir had isin d e de, “V ergi verdiği halde d in in i bırakm ayarak İslâm
h ü k ü m etin e bağlı olan k im se y i in citm eyin ” dem ektedir. K u r’an, h a lk arasında
hak ile hükm etm eyi (Sa’d, 2 6 ), ad alet işlerinde ak rabayı kayırm am ayı (E n ’am ,
152), ancak adaletle em redenin doğru yolda o ld uğunu (N ahl, 76), zira T a n rı’
nın adalet ve ihsanı em rettiğini (N ahl, 90; Şura, 15) kesin o larak b ild irir. H z.
M uham m ed, b ir hadisin d e, “O nlara da k e n d in ize yaptığınız gibi m uam ele edi
n iz !” em rini verir. Başka b ir hadisin d e, “T ü m gökler, ancak adaletle d u rm a k
ta d ır” dem ektedir. K u r’an d ak i b ild irilerd en b iri de, “H ü km edersen, aralarında
adaletle h ü k m e t!” (N isa, 58) em rini verdiği gibi, b aşka b ir hadisinde de, “Bir
saat adalet ya p m a k, bir yıl ibadet etm e k te n ü stü n d ü r” denilm ektedir. A daleti,
tüm insanların h ak k ı sayan b u işaretlerin yan ıb aşın d a, affetm eye ayrı b ir önem
verildiği de g örülür: “Bir kö tü lü ğ ü n cezası, onun gibi bir kö tü lü ktü r; her kim
a ffed er ve arayı ıslah ederse, o n u n m ü kâ fa tın ı Tanrı verir (Şura, 38). H z. M u
h a m m ed ’e verilen T an rısal em irlerden b iri de, yargıçların kendi v icdanlarından
ve h alk tan önce kork m aları gereken büyük k uvvetin Y üce T an rı olduğudur:
“Ey yargıçlar, halktan k o rkm a yın ız, benden k o r k u n u z !” (M aide, 44). Y argıç
lara da b ir ih ta r sayılan şu ayet de, ebedî ve gerçek b ir değer taşır: “A r tık in
sanlardan ko rkm a yın ız, benden k o rk u n ; benim ayetlerim i birkaç paraya değiş
tirm eyin. T an rın ın in d irm iş olduğu h ü kü m lerle hiikm etm eyenlerin hepsi kâ fir
d ir”. K uşkusuz ki bug ün ü n k an u n ları, T a n rı’nın in d ird ik leri değil, ulusal ira
denin b ild ird ik lerid ir ve h a lk b u n u n la yönetilir. F akat ulusal irade de halkın
ve h ak k ın iradesi dem ektir. K u r’an, hem yargıcın ahlâkım korum ak, hem de
im an edenlerin h ak k a saygı gösterm elerini sağlam ak için, gerçekliğine dil uzat
m a olanağı b u lunm ayan şu em ri v erm ektedir: “A ra n ızd a birbirinizin m alını,
caiz olm ayan şeylerle yem eyin ve h alkın bir kısım m allarını günaha girerek
y em ek için, h a ksız o ld u ğ u n u zu bilerek m al davasıyla yargıçlara k o şm a y ın !”
(B akara, 189).
İslâm şeriatın d a adalet, “H akları ko ru m a k, h aklının h a kk ın ı ve rm ek ve
batılı b o zm a k ” diye tan ım lan ır. Başka b ir tan ım d a, gidişte (siret) doğ ru lu k tu r;
zalim ve g ad d ar olm am aktır. Şu ayetler ceza b ak ım ından adaletin nasıl uygu
lanacağını b ild irirler: “B ir k ö tü lü ğ ü n cezası, ona benzeyen bir cezadır; k im
bağışlar ve arayı düzeltirse, ö d ü lü n ü Tanrı verir; Tanrı, zalim leri se v m e z” - “S i
ze eziyet elm iş olana siz de bununla özdeş olacak surette eziyet e d in iz”. Y ani
haddi aşm adan, benzeriyle işlem yapınız, deniliyor. A dalet soru n u n u n daya
nağı, so rum lu lu k tu r. H z. M uham m ed b u k o n u d a fazlasıyla titiz ve duyguludur.
A bdullah b in Ö m e r’in an lattığı b ir had is, b u n u açıkça an latır: “ H er birerleriniz,
birer çobandır: D evlet adam ı çobandır, uyruğundan sorum ludur; insan ailesinin
çobanıdır; hizm etçi, efen d isin e ait m alın çobanıdır ve elinin altındakinden so
ru m lu d u r”. Peygam ber, bireysel h a k o larak h er im an edenin, özgürlük, kişisel
dokunulm azlık ve m ülkiyet gibi üç an a h a k k a sahip olduğunu ve bu n ların ko-
runulm ası gerektiğini savunm uş, şe r’î h u k u k b u esaslar üzerine k u ru lm u ştu r. O ,
yalnız ah rette değil, dünyada da b ir T an rısal adaletin hü k ü m sürdüğüne in an
m ıştır. Ö rneğin, deprem , sel b askını, fırtın a, k ıtlık , salgın h astalıklar, böcek,
kurbağa, çekirge yağışı, bazı insan ların başına h ay atlarındayken gelen kaza ve
b elâlar gibi afetler ve felâketler, b ir k ü fran veya im ansızlığın ya da yapılm ış
olan bir haksızlığın cezası o larak gösterilm iştir. N itekim , Beni İsrail, başlarına
gelen tü rlü b elâlard an k u rtu lm a k için H z. M usa’yı T a n rı’ya göndererek bir çe
şit pazarlığa girer; T a n rı d a b ir süre, gönderdiği belâları keser; fak at o n lar
yine T anrısal em irlere uym ayınca: “K endilerinden öç a ld ık da hepsini b o ğ d u k ”
d en ilir1. T a n rı adaletin d e bile b u sert ve öç alıcı m uam eleyi gören H z. M uham
m ed, b ir devlet adam t o larak zalim b ir aşiret to pluluğunda daha yum uşak ör
neklere uyam azdı; fa k a t, o n u n b u k o n u d ak i h ü k ü m leri, hayatının sonuna dek
aynı şiddetle sü rü p gitm iş değildir. Ö rneğin, b ir M üslüm anı, m alını alm ak için
veya başka b ir nedenle b iri öld ü recek olu rsa, fazlasıyla üzülür, fa k a t b ir Müslü-
m anı daha yitirm em ek için, öld ü ren e b ir tu tsak azat ettirm ek ya da tövbeyle
T a n rı’ya yalvarm aya (istiğfar) dav et etm ek suretiyle onu affettiği de görülm üş
tü r. Böyle m üstesna d u ru m ları b ir yana b ırak acak o lursak, H z. M uham m ed’in
ahlâksal ve h u k u k sal y ap tırım ların ın en önem lileri, ileride göreceğim iz kısas
ve diyet’ten b aşk a, dövm ek, ah rettek i hesap g ü n ü n d e T a n rı’n ın uygun göreceği
cezalardır. D em ek k i o, yalnız b u d ü n y ad ak i cezalarla yetinm iyor, özellikle gizli
suçları da gören Y üce T a n rı’m n , ö lüm den son ra vereceği cezaları da bildirm ek
suretiyle in san ların hiç b ir suç işlem em elerini sağlam aya da çalışıyor. Bunun
içindir ki o , geçm işteki tü m jeolojik sarsın tılarla, tarihsel savaşlar yüzünden
m ahvolm uş olan u lu sları T an rısal adalete çarpılm ış h aksızlar ya da peygam ber
lerin telkinlerine k u lak asm ayan sap ık lar ve isyan eden günahlılar o larak h a
tırlatır. K uşkusuz b u olaylar h e r çağda ve yeryüzünün hem en her bölgesinde
zam an zam an m eydana gelir ve çoğu zam an da b u n lard an z ara r görenler, m az
lum , çaresiz, zavallı, yoksul ve m asum o lan lard ır. A hretteki yaptırım ların ise
kim lere ve ne suretle uygulanacağına d air b ild iriler, incelenm esine gerek olma-
K İŞ İS E L H A K L A R V E CEZA
(1) Bu ayet, kıyam eti ilgileyen ayetlerle karşılaştırılırsa, akla, yer ve gök-
lerin ebedî olup olm adığı sorusu gelir. Kur'an, k ıya m ette göklerin parçalanaca
ğını ve yerin tuz buz olacağını bildirir. Bu ayette ise, yer ve göklerin ebedî ol
duğu anlaşılm aktadır. Bu itibarla bu ayetteki, “Yer ve gökler devam ettiğ i sü
rece” deyim ini m ecazî olarak sonu gelmez bir zam an uzunluğu, yani ebedîlik
gibi anlam ak gerekmektedir. Aksi halde, ayetler arasında çelişikliğe düşülmüş
olur; veya cennette de yerin ve göklerin bulunduğuna inanm ak gerekir; o za
m an dünya gökyüzü ile ahret gökyüzünün başka şeyler olup olm adığını düşün
mem ek olanaksız olur.
A dam öld ü rm en in en bağışlanam az g örüneni, k asıtlı olanıdır. C anilerin a h
rette m utlaka ceza göreceklerini savunm uş o lan lar, yalnız M utezile bilginleridir.
Z ira o n lar, insan iradesine değer v e rir ve T an rısal tak d iri ikinci p lan a atarlar.
Hz. M uham m ed, adam ö ld ü ren lerin ah rette u ğ ray acak tan cezayı T a n rı’m n is
tek ve iradesine bağlam akla b irlik te, b u n la ra , dünyada verilm esi gereken ceza
ları da unutm uş değildir. Evvelâ Peygam ber, k âfirleri M üslüm an edebilm ek
için, onların M üslüm an olm adan önceki suçlarının hepsini bağışlam ıştır. İm an
edenlerin öldürm e yüzünden uğrayacakları cezalar da pek önem li değildir: “Bir
im an edeni, yanlışlıkla öldüren im anlılar, ö ld ü rü lm üş olanın mirasçılarına bir
diyet verecek ve bir im anlı tu tsa k a za t edecektir. İm anlı o lu p da düşm an bir
ka vim d en birini ö ldürm üş olanlar da, yin e bir im anlı tutsağı salıverecektir. Eğer
bir sözleşim le bağlanılm ış olan herhangi bir ka vim d en birini öldürm üş olursa,
öldürenin mirasçılarına d iyetin i verd ikten sonra bir de tu tsa k azat etm esi ge
rekm ektedir. T u tsa k azat edecek d u ru m d a olm ayanlar, ik i ay s ü r e k li. olarak
oruç tutacaklardır, bu h ü k ü m , yani oruç, T anrı tarafından tövbenin k a b u l edil
m esi içind ir" (N isa, 90). A dam öldürenlere b u gibi d u ru m lar dışında verilecek
cezalara gelince, H z. M uham m ed, b u k o n u d a kam u hak ları düşüncesi üzerinde
gereği k a d a r du rm am ıştır. Esasen o, cahiliye A raplarıyla Y ahudilerde v a r olan
kişisel öç alm a duygusunu b iraz hafifletm iş ve b u n u n yaptırım ı otan gelenek
sel kısas’ı, İslâm şeriatına m al etm iştir. O n u n şeriatında bu cezayı devlet değil,
davacının verm esi k ab u l edilm iştir. Bu şeriatta özgür insanla tu tsak için alm an
diyet eşit olm adığı halde, k ısas’ta eşitlik v ard ır. H z. M uham m ed’den önce Y a
hudilerle N asran îler, ö ld ü rü len in o n u ru n u d ik k ate alırlardı. Ö rneğin, öldürülen
o n urlu b ir k ad ın için, öldü ren in m ensup olduğu züm reden b ir erkek ö ld ü rü lü r;
ya da o n u rlu b ir erk ek için yine ö ld ü ren in m ensup olduğu züm reden iki erk ek
öld ü rü lü rd ü . T u tsa k la r için de b ir adam öld ü rm ek âdetti. Peygam ber ise, suçu
züm reye b u laştırm am ış, fak at yalnız ö ld ü ren in cezalandırılm asını bildirm iştir:
"E y a kıl sahipleri, kısasta hayat vardır, ta k i adam ö ld ü rm ekten çekin e sin iz”
(B akara, 180) işareti, şu eşit işlem in b ir sonucu olarak b ild irilm iştir: “S ize
adam öld ü rm ekten se kısas fa rz o lundu; özgür, özgür ile; tutsak, tu tsa k ile;
kadın, ka d ın ile. Fakat ö ldürülenin kardeşi, öldüren h a kk ın d a bir şey bağış
larsa, töreye uym alıdır; Bağışlanan da iy ilik borcunu ödem elidir. Bu, size T a n
rınızdan bir ko la y lık ve rahm ettir. B undan sonra h a ddini aşan olursa o, acıklı
azaba uğrar" (B akara, 179). K ısasın u y gulanm asındaki esas, T e v ra t’ta olduğu
gibi, "C ana can, göze göz, burna burun, dişe d iş v e yaralayanların birbirine k ı
sastır”; fak at, "B ir k im se bu h a k k ın ı sadakasına sayarsa, o ken d isin e kefaret
olu r” (M aide, 45). A ffetm e olayı, bazı koşu llarla cahiliye dönem inde de vardı:
Ö ld ü ren , ö ld ü rü len in obasına girerek o rad ak i ç a d ırlard an b irin in ipini tu ta
bilirse, kendisine tan ib , yani çad ır ip in i tu ta n d en ilir ve öldürülm eden aşiret
sınırları dışına sağ o larak çıkarılır. Ö ld ü re n ö ld ü rü lenin, h a tta bab asın ın çadırı
içine girm eyi b aşarırsa, kendisine dah il, yani sığınm ış d en ilir ve bu adam isterse
b ir evlâtlık o larak , ölünceye dek, ö ld ü rd ü ğ ü kim senin m ensuplarına hizm et eder;
ve kendisine d o kunulm az (hocam , Z iya G ö k a lp ’m sosyoloji ders n o tların d an ).
K u r’an, kısasa d air h ü k ü m leri için, “T e v ra t’ta da böyle b ild irm iştik” der ve İn
cil ehlinin de, k ita p la rın d a k i h ü k ü m lere uym alarını salık verir1. H z. M uham
m e d ’e de, " Sana indirilm iş olan K u r ’a ndaki h ü kü m lere göre h ü k m e t!” em rini
verir. Bir h ad iste de " H ü k m e t, isabet edersen, senin için on sevab, yandırsan
bir sevab vardır” d en ilm ek ted ir (Bu h ad isten , içtih ada ve oy özgürlüğüne önem
verildiği de anlaşılır). Bu üç d ine, n için ayrı ayrı şeriatlar verilm iş olduğu so
rusu akla gelebilir. B unun k arşılığı, K u r’an d a şöyle bildirilm iştir: "T anrı dile
seydi, h e p in izi te k ü m m e t kılardı. L â k in sizi, her b irinize verm iş olduğu şey-*
/er/e sınayacaktır. B u itibarla hayırlara yarış edin; d ö n ü şü n ü z Tanrıyadır, o
zam an sizlere, anlaşam adığınız şeylerin neler olduğu bildirilecektir” (M aide, 48).
Ü ç dinde ayrı ayrı şeriat h ü k ü m lerin in b u lu n m ası, d in lerin de sosyal ve tarihsel
b irer k u ru m o lduğuna delâlet eder ve T an rısal em irlerin bile uygulanm ası isteni
len to plum u n k o lek tif seviye ve ih tiy açların a göre çeşitlendiği ve k ita p lı dinle
rin , b u n ları tü rlü zam an süreleri içinde tam am layarak ilerledikleri anlaşılm ak-
tıd ır .
K ısas, İsâm da idam cezasının da caiz o lduğuna b ir kan ıt sayılm aktadır.
F ak at H an efî m ezhebi, adam öld ü rm en in çeşitlerini sınıflam ış ve her birine
ayrt cezaların uygulanm asını k ab u l etm iştir. D iğer m ezheplerin de b u k o nudaki
hüküm leri b aşk a b aşk ad ır. Bu b a şk a lık la r bile d in in , tüm b ir geleceği içine ala
bilen hü k ü m ler verm em iş old u ğ u n u , h ü k ü m lerin zam an ve toplum lara göre
değişm esinin zoru n lu b u lu n d u ğ u n u n u g österir ki, b u n a izin veren b ir hadisin
de bu lu n d u ğ u bilin m ek ted ir. H z. M uham m ed, y u k arılard a bildirm iş old u k ları
mız dışında b ir kez, kölesini ö ld ü rm ü ş o lan b ir adam ı, dövdürm üş ve sürgün
ettirm işti. D ah a çok bağışlam ayı yeğ tutm asına k arşın , b ir defasında da, b ir
M üslüm an cariyenin başını taşla ezerek ö ld ü ren b ir Y ahudiyi, aynı şekilde ve
kendi gözü ö n ü n d e ö ld ü rtm ü ştü r. K ısas, suçun cezasını, m islile çektirm ektir.
Bu itib arla, b u işlem , suçluya u y gulanırken h a d d i aşm am ak zo ru n lu d u r. K ısas;
yalnız öldü rm e, y aralam a gibi olaylara uygulanan b ir ceza değildir. " H ırsız er
k e k ve hırsız ka d ın ın ellerini k e sin iz!” (M aide, 38) ayetinden anlaşılacağı gibi,
suça aracı olan organ d a, suçlu sayılarak cezalan d ırılm aktadır. H z. M uham m ed’
in şeriatınd a, ö m rü n d e b ir kez suç işlem iş, belki de b ir d ah a işlem eyecek olan
insan, toplu m içinde, vaktiyle işlem iş olduğu suçun onarılm ası olanağı b u lu n
m ayan cezasıyla dam galanm ış olacak, b ir kez yalan söylediği için dili kesile
cek, b ir kez hırsızlık yaptığı için k o lu k o p arılacak , — tövbesi ah ret cezaların
d an k u rtu lm asın a hizm et etm iş olsa bile— in san lar arasında ölünceye dek suçlu
ve sakat b ir y aratık o larak sürü n m ek ten k u rtu lam ay acak tır. Suçların önüne ge
çebilm ek için, b u n a neden o lan etkenleri o rtad an k ald ırm ak gerektiği halde,
şeriat hükü m leri b u noktaya hem en hiç b ir şekilde değinm em iş, toplum un b u
k o nudaki so rum luluğunu hesaba k atm am ış, h a tta k ad e r inancına da aykırı
o larak suçluyu, edim lerini özgür iradesiyle yaratm ış b ir kişi saym ak suretiyle
cezalan d ırm ak tan çekinm em iştir. Çağım ız h u k u k u suçlunun sağlık du ru m u , geç
m işi, h ali, suç işlem esinin n edeni, suç esnasındaki k o şu lla rı... vb. araştırır, h a
fifletici ve ağırlaştırıcı d u ru m ları inceler; cezayı, b ir öç alm a, b ir m isliyle k ar
tı) Tevrat’ta Huruç (XXI, 21); L evililer (XXIV, 17-23); Tesniye (XIX,
21) bölümlerinde kısas emirleri tekrar edilmiştir.
HUKUK
K A D IN H A K L A R I
(1) Kadının çalışm asına izin veren bir peygamberin, onları, um acı haline
getiren kıyafetlere bürünm esini elbette isteyem ezdi (Nahl, 97; Nur, 30-31).
m em elerine en elverişli olandır” (A hzap, 59). D em ek ki kapatılm anın nedeni,
o n ların bilgisiz ve ilkel b ir top lu m u n hayvanca tu tk u ların ı dizginlem ekten âciz
olan saldırgan erk ek lerin d en k o ru n m ak tır. Şu h alde k a d ın ların çarşafsız gez
m elerine alışm ış olan b ir to p lu m d a, b u ted b ire ihtiyaç y o ktur. Belki de b u ted
birde, H z. M uh am m ed ’in kişisel deneyinin de rolü v ard ır: Evlâtlığı olan Z ey d ’in
karısı Z ey n eb ’i görünce, peygam berliğine k arşın o n a karşı uyanan duygudaşlığı
(sym pati) belirtm ek ten k en d in i alam am ıştı. İslâm dini genişleyip M üslüm anlar
zenginleştikçe, servet ve refah ın y anıbaşında diğer kavim lerin de A rap toplu-
m una karışm ış olm aları, gittikçe a risto k ra t ve zengin b ir sınıfın türem esi ve
bu sınıfa m ensup olan k a d ın ların d ah a güzel, beyaz ve seçkin oluşları, onları
y abancıların hayvansal tu tk u la rın d a n u zak tu tm a ihtiyacını da u yandırdı. Y al
nız cahiliye dönem inde değil, h a tta H z. M uh am m ed’in vaızları esnasında bile,
A rap k ad ın ları p ek lâu b ali ve âd eta çıp lak ve k ışk ırtıcı pozlarla yattıkları yerde
on u dinlem ekten çekinm iyorlardı. Peygam ber, hayasızlığın özellikle k adını faz
lasıyla adileştirdiğini anlam ış olduğu için d ir ki, o n lara v ak a r ve haysiyet d ü
şüncesini verm ek suretiyle hem erk ek leri, hem de k a d ın la n yüceltebileceğin i
um ut etti. Bu itib arla İslâm da örtü n m e, b ir zam anın ihtiyaç ve koşullarından,
yani b ir dönem in uygarsal seviyesiyle insan özgürlüğü ve kişiliği h ak k ındaki
yanlış anlayışların d an doğm uştur. K adınını k apatm ış olan hiç b ir toplum , uy
garlık yolunda ileri gitm iş değildir. K adınlarını k a p atan u luslar, kendi k en d i
lerini alçaltıyorlar dem ektir. O n lar, fa rk ın d a o lm adan annelerinin, eşlerinin,
k ızlarının, k ad ın olan tüm ak ra b a la rın ın iffet ve o n u rların d an k u şkulanıyorlar
ve o n ların b ir erk ek tarafın d an k o ru n m ad ık ça, başka erkeklerin saldırganlığın
d a n olduğu k a d a r da kendi kap rislerin in şerrin d en k u rtu lam ayacaklarına inanı
yorlar dem ektir. Ü stelik erk ek o larak k en d i b ireylerinin de, b ir kad ın a saygı
duym ayacak, onlara sald ırm ak tan utanm ayacak denli insanlık sıfatların d an yok
sun o ld u k ların ı k ab u l etm ek dem ektir. O ysaki k ad ın ı k apatm akla erkekler ve
o n lar, dah a iffetli olm azlar. K apalılık, g ü n ah işlem e ihtiyaç ve eğilim ini daha
fazla a rtırır. K apalı insan kendini gösterm e özlem inden kurtulam ayacağı gibi,
kapalı insan ve nesneler karşısın d a b u lu n a n la r d a, b u n ları hiç olm azsa gizlice
görm e isteğinden k en d ilerin i alam azlar. K adını k apatm ak, onu ebedî olarak
bilgisiz, âciz, asalak, bireysel h a k ve ö zg ürlüklerden yoksun, kişisel girişim
güçleri çalınm ış, kocasının ve ço cu k ların ın gözlerinde bile daim a şeytana uya
bilen b ir zavallı h alin e getirir. E vleri küm esleştiren ve toplum u kıskanç b ir şeh
vet kasırgasına tutu lm u ş ve b u n a k arşın , zinanın önüne geçme psikozu haline
getiren ulu slar, yüzyıllardan b eri m istik, sinsi, h e r çeşit uygarsal bilgi ve dav
ranıştan, estetik h azlard an yoksun, açık ru h lu in sanlar o lm aktan uzak b ir sürü
halinde k alm ışlard ır. K ad ın ın iffet ve haysiyeti, onu kap atm ak la değil, ona va
kar ve o n u r duygularını aşılayan b ir eğitim ve bilgi verm ekle sağlanabilir. Hz.
M uham m ed’in am acı, o nları hem h u k u k b ak ım ın d an ko ru m ak , hem de ahlâk
bak ım ın d an yüceltm ek ve cahiliye dönem inin geri kalm ış alışk an lıklarından ve
törelerinden k u rtarm ak tı. Y oksa, k ad ın ın çalışm asına ve toplum içinde kalm asına
engel olm ak değildi. M ek k e’nin fethinde k a d ın ların da Peygam bere b iat ettiril
m eleri, o n ların y u rttaşlık h ak k ın ı onaylam ak olduğu gibi, d ah a sonra k u ru l
m uş olan İslâm devletlerinde, k ad ın ın askerlik , b ilim , devlet ve h u k u k işle
rinde yüksek görevler alm ış olm aları da H z. M uham m ed’in, k ad ın ları sosyal,
siyasal ve k am u işle rin d e n m eneden h iç b ir em ir verm em iş olduğunu gösterir.
İslâm devletlerinde yetişm iş k ad ın h ü k ü m d a rla rın sayıları k a d a r da hizm etleri
unutulm ayacak o lan ların ın sayısı önem siz değildir (bkz. Bahriye Ü çok, ‘İslâm
D evletlerinde K adın H ü k ü m d a rla r’, A n k ara, 1965).
T e v ra t’tan öğrendiğim ize göre, M üslüm anlıktan önce A rap ların da uym ak
zorunda b u lu n d u k la rı b ir töre v a rd ı; b una göre, kocası ölen k a d ın , b ir m ülk
olarak m irasçılarına k a lır ve k ayınbiraderiyle evlenm eye m ecbur edilirdi. Hz.
M uham m ed, bu k ö tü âdeti k ald ırd ı: “S iz ey im an edenler, kadınlara ke n d i iş
leklerine aykırı olarak m iras yoluyla sahip o lm a n ız... caiz değildir” (N isa, 18).
Bir hadiste “N ik â h ancak veli ile ya p ılır” yani ebeveynin rızası olm adan nikâh
kıyılam az, deniliyorsa da b u , erginlik çağına gelm eyen k ızlar için geçerlidir.
M üslüm anlıkta k ızlar için erginlik yaşı bedevi tö relerine uygun o larak (9) vaş-
tır. Peygam ber H z. Ayşe ile, b u kız (6) yaşında iken nişanlanm ış ve (9) yaşında
iken evlenm iştir. İm am H a n b e li’ye göre, (9) yaşını b itiren b ir kız çocuğunu velisi
evlendirebilir. İslâm şeriatında cariyeler ve tutsak k ad ın larla nik âh lan m ak zorunlu
değildir. B unlara sahip o lan ların d iledikleri zam an o n larla cinsel ilişkilerde b u lu n
m aları zina sayılm az. B unun için d ir ki, servet ve ik tid a r sahibi olan aristo k ratlar,
saraylarınd a, k o n ak ve m alikânelerinde d iledikleri k ad ar odalık, gözde ye m etres
k ullanm ak tan çekinm em iş ve hem en b ü tü n İslâm m ezhepleri, k ad ın ın esir p a za r
larında satılm asına, savaş ganim eti o larak paylaşılm asına izin verm işlerdir.
K ızların erginlik y aşlarından son ra k en d i istekleriyle ve istedikleriyle evlenm e
lerine ve m alların ı serbestçe yönetm elerine, gerekirse m ukavele yapm alarına,
m irastan y a ra rla n m ala rın a ... vb. d a ir tü rlü h a k la r, Peygam ber sayesinde şe r’ı
b ir değer ve yüküm h alin i alm ıştır1.
K u r’an, H z. M uham m ed’in eşlerini, im an edenlerin an aları saym ış (A hzap,
6) ve sosyal d u ru m ların ın yüksekliği dolayısıyla o n ların süslenm elerini, b aşka
larına görünm em elerini, k en d ilerin d en b ir şey isteyecek o lan larla, ciddî b ir ağır
başlılıkla kon u şm aların ı em retm iş olduğu halde, öteki İslâm k a d ın ların ın e r
ti) Fakat, şer’î nikâhı kendisi getirm em iştir; evlenm eyi imamlarla kutla
m ak çok sonraları icat edilmiştir.
HUKUK
E K O N O M İK H A K L A R 1
(1) Tevrat da, bir Yahudinin kendi dindaşına faiz ve mürabaha ile borç
verm esini yasaklar (Levililer, XXV, 36-38), ve m ürabahacıların mahkemelerde
tanıklık etm esine haham lar asla izin vermezler (A. Cohen).
yorum lam aya elverişli em irler düzenlem esi bile b aşta kendi in an d ırm ak iste
diği ülküldri kökleştirm ek ve b u ü lk ü lerin gerektirdiği b ir im ana göre kurulm uş
bir toplum yaratm ak içindir. T artışılab ilen b u düşüncem ize göre, H z. M uham
m ed, bizzat ticaret yapm ış, zengin b ir k ad ın la evlenm iş ve tüm savaşlarında
servetin de oynayacağı önem li rolü p ra tik o larak kavram ış o lduğundan, içinde
yaşadığı to p lu m u n ve çağın zo ru n lu k o şu lların d an b azıların a uym uş ve bazı
ların ı değiştirm ekte y a ra r görm üştü. Z enginlik tu tk u su , genel o larak h e r çeşit
m erham et, şefk at ve yardım duygularını törp ü led iğ i için, yoksulun o n lara karşı
beslediği kin, n efret ve kıskançlığı y u m uşatm ak, b u günün deyim iyle, sosyal ad a
let adına bazı ahlâksal duyguları bilin çlen d irm ek istem iştir; zira, esasen hiç b ir
zenginlik, yoksulun gayreti, sa b ır ve k an a a ti istism ar edilm edikçe elde edilem ez;
ham ve k ab a zenginlik ise, övünm e, kibirlenm e, gösteriş, y o k su llan h o r görm e,
uşakları sayesinde kazandığı kuvvetle herkese ve h er şeye hükm etm e gibi akıl
ve vicdana sığm ayan eylem lere neden o lu r. "O nları kö tü lü kle rd en a rıtm a k için,
servetlerinden bir sadaka a l!" (T övbe, 104) em rin d e bu gerçek saklı olduğu gibi,
dünya nim et ve servetlerinin yalnız b ir kişi, b ir aile ya da züm renin tekelinde
kalm asınd an doğacak k ö tü lü k lere de engel olm ak için, "O nlar, içinizden yal
n ız zenginler arasında dolaşan bir d evlet o lm a sın !" (H aşr, 7) em rini b ildirm iş
tir. K u r’anın em irleri, değişm ez dogm alar olduğu h alde, ekonom ik sistem ler, h er
çağda, h e r toplum ve uygarlıkta b aşka b a şk a d ır ve b u n la r dinam ik b ir karak tere
sahiptirler. D inler, b irb irin e kıyasla, insan im an ın d a beliren b ir evrim i ifade et
tikleri için, din am ik görün seler de, kendi öz y apıları içinde değişm ezdirler (sta
tik). Z ira b u em irler, Y üce T a n rı ta ra fın d a n b ir kez verilm iş ve H z. M uham -
m ed ’den başk a b ir peygam ber gönderilm eyeceğinden, K u r’an d akilere aykırı baş
ka b ir sistem in doğm ası ö n lenm iştir. Bu b ak ım d an da dinlerin en büyük am aç
ları, yine k en d ileri o lduğunu d ik k ate a larak , doğan, değişen ve gelişen sosyal
sistem ve k u ra m la rın h iç b iri ona, yani şeriata uygulam aya ve o n u n getirdiği
im anla besleyip yerleştirm eye ihtiyaç y o k tu r ve esasen b u , olanaksızdır da.
Hz. M uham m ed, y o k su llan açlık tan k u rtarm ay an ları, zekât ve sadaka ver
m eyenleri, m eşru olm ayan yollarla k azan ç sağlayanları h o r gören ayetleri bil
dirm ek suretiyle, b ü y ü k b ir insansever o ld uğunu da gösterm iş ve tü rlü dünya
ve ah ret y ap tırım ların a da değinerek, m u h taç o lan ları, âciz ve yoksul olanları
k o ru m u ştu r. R ızkı, "K im in e az, k im in e ç o k v e re n " ve m ülkü, "D ilediğine verip
dilediğinden a la n " (İsra , 111), Y üce T a n n 'n ın sosyal ad alet bak ım ın d an bilge
liğini, b u g ü n k ü ekonom ik d ü zen lerin m üjdecisi gibi telâkki etm eye de olanak
yoktur. Cim riliği zem m eden (Leyi, 5-11), m al d ü şk ü n lü ğ ü n ü h o r gören (Fecr,
17-24) ve b ir h ay ra hizm et etm eyen servetin, sahiplerine ah rette b ir k u rtu lu ş
sağlayam ayacağını b ild iren (H ak k a, 25-29) ayetlerde, ekonom ik o lm aktan çok,
ahlâksal am açlar açıkça g ö rü lü r. H z. M uham m ed, tü rlü vesilelerle işaret etti
ğim iz gibi, erdem den ayrılm ayan b ir ru h u n yine erdem li girişim lerle elde ettiği
serveti helâl saym ış ve b u n u d a yine hayırlı am açlar için sarf etm ekte insel
ve sosyal b ir y a ra r g örm üştür; b u n u n için d ir ki, rüşvet, hile, m ü ra b ah a , tefe
c ilik ... vb. gibi o n u rsu z y ollardan k azan ç sağlam ayı yasaklam ış ve îslâm ül
kelerindeki h ay ır ve h asen at v ak ıfların ın artm asını ve k u ru lm asın ı sağlam ış-
tır (Bu konuyu ilgileyen tü rlü em irleri, özellikle ahlâk bahsinde de dağıtm ış
b ulunuyoruz).
Ö zet o larak , K u r’an d a Y üce T a n n ’nın n itelik lerinden biri de ganî, yani
zengin olm asıdır. H z. M uham m ed, doğru lu ğ u n d an şüphe ettiğim iz b ir had isin
de, “Y o k su llu k , ö v ü n c ü m d ü r” dem işti. T ü rlü yoru m lam alara elverişli olan bu
türlü in ançlar, M üslüm anlığın gerçek bilgelik ve felsefesiyle uzlaşam az. Y oksul
ları k o ru m ak ve o n lara yardım etm ekle, yoksulluğu övm e, yaym a ve beğenm eyi
b irb irin e k a rıştın n a m a lıd ır. İslâm Peygam beri, dilenm eyi şiddetle kınam ış, tem
belliği ve b ir asalak o larak b aşk aların ın sırtın d an geçinm eyi red d etm iştir. “T a n
rı, sizin için ko la ylık ister” (B akara, 18.1, 257; Y usuf, 99) ayeti, yalnız din iş
leri için değil, tüm b ir yaşantı için dc gcçcrlidir. Y oksulluk, insanı güçlükler
içinde yıpran d ırd ığ ı için, k ısk an çlık ların , tü rlü kin ve d ü şm anlıkların da nede
nidir. D ünyam ızdaki çağdaş b u n alım ların b aşın d a, yalnız yaşam a k o n u sundaki
anlayış ayrım ları değil, zenginlikle yoksulluğun yarattığı sınıf ayrışm alarının
da rolü b ü y ü k tü r. İslâm dini, b u n u n önüne geçm ek için, çalışm ayı övm üş ve,
“Borçlu, sık ın tı içindeyse,’ o n u n genişlem esini bekleyin, ken d isin e bağışlarsa
nız, sizin için p e k hayırlı o lu r” (B akara, 280) em rini verm iş, “Tanrı, rızk ba
kım ın d a n bir kısm ın ızı, bir kısm ın ızd a n üstü n kıld ı; üstün olanlar, kazandıkları
rızkı, bileklerinin h a k k ı olanlara ken d ileriyle eşit olarak verm ezler, T a n n ’nın
nim etin i inkâr m ı ederler?” (N ahl, 71) ayetiyle işçi h ak ların ı da savunm uş olur;
ve zenginlere, “M alını boş yere harcayanlar, şeytanın kardeşleridir” (İsra, 27)
o, ihtarıyla yoksulları k ısk an d ıran ve m u h taç o lan lara acım ayan k atı ruh ları yu
m uşatm ak istem iştir. H z. M evlâna da, b u israfı seven katı ru h lu la r için, “Z e n
ginler, ham am dakileri ısıtm a k için te ze k taşıyanlara b en zer” dem ek suretiyle
d ikkati çekm ek istem iştir. K u r’an , rızkı kim ine b o l, kim ine az verm ekte, b irin
cilerin azıp azm ayacaklarını; İkincilerin ise sabır, şü k ü r ve k a n aa t derecelerini
sınam ak gibi b ir am aç güd ü ld ü ğ ü n ü b elirtir. “Ben sadakayı zenginlerinizden alıp
yoksunların ıza verm ekle g ö revlen d irild im ” ve, “K azanan, T a n rı’n m sevgilisidir”
gibi hadislerin am acı d a, y o k su lla n k o ru m ak tan ve çalışm ayı övm ekten başk a
b ir şey değildir. Z ek ât, k u rb a n , fitre sadakası ve genel o larak tüm m u h taç o lan
lara yardım b u y ru k ları, hem zenginleşm eyi, hem de kazanılm ış olan servetler
den, gerekenlere yardım etm eyi, ib ad et k a d a r önem li b ir ödev sayarlar. N ite
kim hacılık ödevi b ile ancak zenginlere farz kılın m ıştır. İslâm dini, sefilliği,
yoksulluğu değil, zenginliği sav u n m u ştu r; elv erir k i, zengin, servetini, b aşk a
larının h ak la rın d a n çalm ış olm asın; ru h u n u m erh am et şefkat, âlicenaplık ve
yardım duygularıyla süslem iş olsun ve k azan d ık ların ı, insanları k ısk andıracak
ve kışk ırtacak b ir israfla tüketm eye çalışm asın ve böbürlenm esin. Bu b u y ru k
lardan ve işaretlerden, M üslüm anlığın kom ünizm i savunduğunu iddia etm ek
gülünçtür. Z ira , İslâm din i, h e r şeyden önce, aileyi, m ülkiyeti, özgürlüğü, a d a
let ve ihsanı savunan yüce ve gerçekçi b ir d in d ir.
Faiz so ru n u n a gelince, b u n u H z. M usa da kavm ine yasaklam ıştı. H z. M u
ham m ed, b u İsrail geleneğine uydu; b u n u n n edeni, ekonom ik olduğu k a d a r da
siyasaldır: M ek k e’de ticaretle u ğraşan M usevîler çoktu ve b u n la r A rap ları söm ü
rerek daha da çok zenginleşm işlerdi. A rap lara yüksek faizle borç da veriyor
lardı. Ö nce de yazdığım ız gibi, ilkçağlarda b orçlu, borcunu ödem ezse, alacak
lının ya kölesi o lu r ya da onun ta rafın d an öld ü rü lebilirdi. K um ar borçluları da
bu durum d ay d ı. Peygam ber, b ir yandan yüksek faizlerle borç a larak , b u n u , ya
içki, ku m ar ve sefahatte yitiren ya da başarısız rekabet ve alışveriş işlerinde,
yine Y ahudilere k a p tıra n A rap ları k alk ın d ırm ak için faizi h aram etm eyi uygun
buldu. Bu suretle, M ekke’de sayıları ve nüfu zları artm ış olan Y ahudileri, çık ar
larından yoksun b ıra k a ra k , kaçırm ak, kutsal şehirden uzaklaştırm ak istedi. T a
rihin türlü dönem lerinde çeşitli ülke halk ların ı soydukları ve söm ürdükleri için,
b u lu n d u k ları kentlerd en kovulm uş olan Y ah u d iler, bu yasaklam anın zorunlu
b ir sonucu o larak M ekke’yi terk etm em ek için, H z. M uham m ed’in aleyhine türlü
saldırıların etkeni oldular. Bu itib arla Peygam ber, o dönem lerde, k arak te rleri
nin çıkarcı, k aypak ve bencil doğası yüzünden, K u r’anm da, ‘‘D ö n ek bir k a v im ”
o larak nitelediği bu kavm i, soğuk ve sıcak savaşlarla ezdi. Bu suretle o, hem
kendi egem enlik alanını genişletm eyi b aşard ı, hem de A rapların ahlâksal gidiş
lerini düzenledi ve o n ların ekonom ik k alk ın m aların a da hizm et etm iş oldu.
Çağım ızın tüm b ü yük savaş ve devrim lerine neden olan ekonom ik s o ru n -.
iarı b ir rejim ve ü lk ü o larak inceleyenlerden bazıları, M üslüm anlığın sağcı
m ı, solcu m u o lduğunu; yani anam alcı m ı, k om ünist mi ya da sosyalist m i ol
duğunu açıklam aya çalışırlar. T oplum sal k u ru m la r ve bilim sel gerçekler için,
hadislerle ayetlerden tan ık aray an lar, uygarlıkla dem okrasi kavram ının layik ve
özgür düşünenlerle bilgi ve araştırm aların ü rü n ü olduğuna akıl erdirem eyen
tutucu, çıkarcı ve bağnaz k işilerd ir. H z. M uham m ed, im an edenler arasında,
kıskançlık, yarışm a ve çekişm eleri önlem ek için b ir çeşit toplum sal adaleti sa
vunm uştu r. M alın k ırk ta b irin i zekât o larak yoksullara verm ek, m iskinlere, ye
tim lere, y o lc u la ra ... yardım etm ek ve sadaka verm ek gibi insancıl bu y ru k la
rında ekonom ik o lm aktan çok ahlâksal am açlar saklıdır. O , b u am acın gerçek
leşmesi için çalışarak kazanm ayı, zengin olm ayı, ticaret yapm ayı zorunlu say
m ıştır. O rta k lık k u ra n la rın b irb irlerin e za ra r verm em elerini belirten hadisleri
yanında, “İşçin in ücretini, daha teri kurum adan v e rin iz!" ve “H er h a k sahibine
h a kk ın ı verin iz” gibi hadisleriyle de işçi ve işveren ilişkilerinde uygulanm ası
gereken adalet ve erdem i savunm uştur. N asıl ki, Y ahudi şeriatı, yedi yılda bir
kez, alacak lard an vazgeçilerek b o rçlu ları bağışlam ayı önerdiği için, T e v ra t’ın
sosyalizm i savunduğu ileri sürülem ez ve b u çeşit b u y ru k lar, İsrail kavm inin an a
m alcılığına engel olm azsa, kutsal dogm alarıyla yoksullara ve güçsüzlere acım ayı
ve yardım etm eyi zoru n lu sayan peygam berim iz ve dolayısıyla tüm M üslüm an
A raplar da k o m ünist, h a tta çağdaş anlam da sosyalist olm am ışlardır. Bu eko
nom ik sistem ler tem ellerini m istik dogm alardan alm am ış, ilk toplum lardan beri
gelişerek çağım ız uygarlığının ü rü n ü o lan dem okrasiler gibi ve bu rejim lerle
birlikte biçim lenerek ö rgütlenm iştir. İslâm dini, köle ve cariyeler için bazı ko
ruyucu b u y ru k la r verm esine k arşın , bu tü r insanlarla nikâhsız ilişkiler ku rm a
ya izin verecek k a d a r da, A rap tö relerine bağlı kalm ıştır. Bu bağlılık bile in
sanın insanı söm ürm esine izin v erir gibidir. M allarını b ir gösteriş için israf eden
lerle cim rileri m ahkûm eden dogm alar (N isa, 37-38) ekonom ide ahlâka, akla ve
yaşam ın gerçeklerine uygun b ir düzen ve uyum isteğini k an ıtlarlar (D in ve
ahlâk b ah sin in sadaka b ö lüm üne bkz.).
P arti vc kişi egem enliği ile çık arları için h alkın dinsel inançlarından fay
dalan m ak isteyenler, m istik ve kutsal dogm aları, diledikleri gibi yorum larlar.
O ysa k i, h a k k ın d a ayet b u lu n a n k o n u lar ü zerinde içtihat yolu kapalıd ır; ancak
kam u çıkarlarıyla işleri için yapılm ış olan içtih atlar, bazı yeni içtihat ve yorum
lam alarla zam ana u y d u ru lab ilirlerse de ayet ve hadisleri, çevirti (tevil) ve yo
rum lam a yöntem leriyle gerçek am açların d an sap tırm ak da im ana aykırı b ir gi
rişim dir. Z am an ların değişm esiyle yargıların değişebileceğini kabul eden fıkıh
k u ralı, an cak h ak k ın d a ayet bulu n m ay an k o n u lar için geçerlidir. L ayik b ir an
layışa dayanan özgür ve parlam en to lu b ir dem okraside aklın, bilim lerin ve de
neylerin gerçekleri dışında b ir yol aram ak , hem yasal değildir, hem de bu yol
bir çıkm az sokak gibi, ileriye gitm ek isteyenleri geriye dönm e zorunda b ırak ır.
P O L İT İK A
H z. M uham m ed’den önce ve h a tta b iraz da onun zam anında M ekke, ilkçağ
sitelerindeki gibi b ir çeşit oligarşiyle yönetilm ekteydi. A skersel olm aktan çok
dinsel ve ekonom ik b ir yapısı v ard ı. Başka sitelerde olduğu gibi, M ekke’de de
aristo k ratlar, esnaf, çiftçiler ve kölelerden ib aret sınıflar vardı. D insel ödev
lerle ticaret, d ah a çok aristo k rat züm reler arasın d a paylaşılm ıştı. A rap kabile
lerinin ticarî ve dinsel vesilelerle devam lı b ir uğrağı olan bu sitede eşitlik ve
adaletten eser yoktu; fak at işler, M ekke eşrafının gelenek ve göreneklerine göre
yönetilm ekteydi. Bu itib arla o rad a tüm ayrıntılarıyla b ir devlet örgütü yoktu.
H alkın büyük b ir çoğunluğu, ezilen, sü rü n en , kuvvetlilerle zenginlere kö rü kö
rüne baş eğm ek zo ru n d a olan zav allılardı. M ekke’de A raplardan başka Yahu-
diler, H ıristiy an lar, tü rlü din ve m ezhebe bağlı cem aatlar da v ardı. H z. M u
ham m ed’in başlangıçta b ir devlet k u rm ak ve h a tta İslâm dinini tüm dünyaya
yaym ak gibi geniş b ir p lan ya d a projesi olduğu k u şk u lu d u r. N itekim , İslâm
dini, tüm hüküm leriyle to p tan değil, yirm i üç yıllık b ir gayretten sonra ve
yavaş yavaş, olayların gerektirdiği k o şu llar içinde belirli b ir şekil alabilm iştir.
Peygam berin kendisine M ekke’de ilk inanm ış o lan ların da pek önem li kişiler
olm adığı bilinm ektedir. M ekke eşrafı geleneksel dinlerinin kendilerine bağışla
dığı b irtak ım im tiyazlardan y ararlan d ık ları için, yeni b ir dinden z a ra r görecek
lerinden em indiler; b u yüzden de H z. M uham m ed’e karşı geldiler, direndiler
ve onu b ir tehlike gibi gördüler. Bu direnm e k arşısında kendini pek zayıf bu
lan Peygam ber, sosyal koşu llarla paralel b ir ru h dönüşüm üne katlan d ı, öğüt
vererek dü şü n d ü k lerin i ve in an d ık ların ı p ro p ag an d a etm eye çalıştı. O , bu dö
nem de alçak g ö n ü llü d ü r; iddiacı değildir; teh d itleri zayıftır, fak at k a ra rlıd ır;
eski kitap lı d in lerin de h ak old u ğ u n u , o n ların eksik yanlarım düzeltm ek için
gönderildiğini ileri sürerek H ıristiy an larla Y ah u d ilerin kendisine düşm an olm a
larını önlem eye çalışm ış, fa k a t M ed in e’ye göç ettik ten sonra, insanları m üş
rik ler, m ü n afık lar, k âfirler, fasık lar gibi T a n rı’nın cezalandıracağı b ir züm reyle
im an edenlerden ibaret züm reler halin d e sınıflam ış; M ekke’de doğrudan doğ
ruya halk a ve k itap ehline h itap ederk en M ed in e’deki ayetlerde, im an eden
lerle kâfirlere h itap etm iştir. Y ani, H z. M uham m ed, M edine’de b ir çeşit devlet
şefi, b ir başk o m u tan güç (k u d ret) ve yetkisiyle, a rtık başka dinleri ve bunlara
m ensup olan ları hoş görm em eye b aşlam ıştır. Ö rneğin, evvelce tüm kitap lı d in
lere saygı duym ası gerektiği için, şu ayetleri bildirm işti: "E y ken dilerine kitap
verilenler, geliniz, b eraberinizdekini ta sd iklem ek üzere indirdiğim iz bu kitaba
im an e d in iz” (N isa, 4 5); "E y k ita p ehli, anca k T a n rı’ya, bize indirilen kitaba,
daha önce indirilene im an ettiğ im iz için m i b izi ayıplıyor, yeriyorsunuz, d e "
(M aide, 59; Âli İm ran , 3). "H a yır ve b ereketi gerektiren ve daha önce inm iş
olan kitapları onaylam ak için, bu kita b ı in d ird ik ” (E n ’am , 92).
H z. M uham m ed, M ek k e’de k en d in d en önce gelen peygam berlere ve k ita p
lara inanm ak, in an d ırm ak v e k en d isin in de öteki peygam berlerin b ir devam ı
olduğunu b elirtm ekle uğraştığı h ald e, M ed in e’de, k en dinden sonra hiç b ir pey
gam berin gelm eyeceğini ileri sürm üş ve in san ları İslâm im anına bağlam ak için
m addesel ve tinsel tü m gücünü k ullanm ış, H ıristiyanlığın T an rı ve H z. İsa
h ak k m d ak i anlayışlarım şiddetle redd etm iş, eleştirm iş (N isa, 169-170) ve Ya-
hudilere açıkça cephe alm ıştır. O , b u dönem den itibaren in san ların T a n rı’ya,
elçisine, yani k endisine ve K u r’ana in an m aların ı ve baş eğm elerini istem iştir:
“ T a n rı’ya ve Peygam bere baş eğiniz k i, esirgenm iş o la sın ız” (Â li İm ran , 30, 129;
M aide, 92); "M u tlu lu ğ a nail olacak olanlar, T a n rı’ya ve elçisine baş eğenlerle
T a n rı’dan korkanlar ve sakınanlar o lacaktır” (N u r, 52). G erçekten im anlı o lan
lar, ancak , “T a n rı’ya ve elçisine inananlar ve Peygam berle toplu bir iş için bir
leştikleri zam an, ondan izin alm adan, yanından çekilip gitm eyenlerdir” (N ur,
62; Feth, 9). H z. M uham m ed, kuvvetlen d ik çe, kendi yetkilerini artırm ış ve
M edine’de T a n rıe rk il esaslara d ayanan b ir devletin to h u m ların ı ekm eye baş
lam ıştır ve İslâm d in i de ulusal b ir din ve ü lk ü olm a yolunu tu tm u ştu r. O ta
rih lerd e M edine, D âr-ün-N edve adı verilen ve h alk ın işlerini görm eye hizm et
eden b ir m eclisle yönetilm ekteydi. Bu m ecliste, M edine’nin ileri gelenleri topla
n arak m üzakere ve danışm a (m eşveret) suretiyle çalışır, verdikleri k a ra rla rı uy
g u larlardı. Peygam ber b u yönetim tarzın ı beğendi. Bu tarz, âdeta çağım ızın p a r
lam ento sistem inin ilk taslağım teşk il ediyordu. İşte bu dönem dedir ki, “İşleri
aralarında birbirlerine danışarak yapm ayı, T a n rı’ya, Peygam bere ve içlerinde
em ir verm e y e tk isi olanlara itaat e tm e y i” b ild iren ayetler inm eye b aşladı. “Bir
ko n u h a k k ın d a anlaşm azlığa d ü ştü ğ ü n ü z va kit, T a n rı’ya ve elçisine başvurun"
(N isa, 59); zira T a n rı, “A n laşm adıkları şeyde h ü k m e tm e k için peygam berlerle
b irlik te h a k ve bilgeliği kapsayan k ita p in d irm iştir” (B akara, 214). N ihayet bu
dönem lerdedir ki, “Tanrı, em anetleri ehline verm enizi v e h a lk arasında h ü k m e t
tiğiniz zam an, adaletle h ü k m e tm e n izi em red iyo r” (N isa, 58) gibi ayetler bildi-
rilm iştir. K u r’an, toplum u yönetm ekle yüküm lü olan devlet adam larına (Ülu-I
enir) ita at em reder. K uşkusuz bu dogm a, y etkilerini, kendi özel çıkarlarıyla
olum suz tu tk u la rın ı k a n d ırm ak için kötüye k u llan an , ileriyi görm ekten aciz, halkı,
esenlik ve güvenlik d uygusundan yoksun b ırak an kişilere başeğm ek gibi saçm a
bir öneri değildir. H er ne k a d a r Ebüs-suud. ‘T e fsir’inde, buy ru k sahiplerinin
d ö rt büyük halife (H ulefayı R aşidin) gibi adaletli ve bilgili kişiler olduğundan
söz edilirse de, b u halifelerle b u n ların yönettikleri h ü küm etlerde, bazı işlerin
bozukluğu, o n ların d a yan ılm alard an kurtulm adığı g örülm üştür. Z ira her adaletli
olan m u tlak a bilgili ve akıllı olm adığı gibi, nice bilgili ve akıllı insanın da a d a
let ve erdem d en yoksun olduğu g ö rü lm ü ştü r ve h e r çağda toplum un adalet a n
layışında özdeşlik yoktur. Bu itib arla devlet işlerinin K u r’anda «m üşavere» te
rim iyle üç ayette b ildirilen danışm a yöntem iyle yürütülm esi zo ru n lu d u r. Bir
ayette "R a b la rm ı d in leyip nam az kılanlarla, birbirine danışm ak suretiyle işle
rini g ö re n le r...” (Şura, 38) ö v ü lü r1. D anışm a, dinsel b u y ru k lar için gerekli de
ğildir. B unlar K utsal K itapla h adislerde b elirtilm iştir; fak at dünya işlerinde,
dan ışm an lard an , bilgili ve denenm iş in san lard an , b u günkü anlam ıyla m illetve
killerinden b aşlayarak devletin b ü y ü k sosyal, siyasal, tüzel ve k ü ltü rel kuruluş
ve örgütlerine danışm ak zo ru n lu d u r. N itekim H z. M uham m ed de, savaşlarında
ve tü rlü toplum k o n u ların d a, yalnız im ana ve kişisel akıl ve sezgilerine bağlan
m am ış, güvendiği kişilerin deney, bilgi ve oyların d an da faydalanm ıştır. F akat
bu kişiler, vaktiyle, yüce A tatü rk ile b irlik te k u rtu lu ş ve bağım sızlık savaşına
katılanları, eski Celâli eşkiyalarına benzeterek b u n lara, sultana başkaldırm a
(H uruç A lessultan) veya k arşı çıkm a iddiasıyla idam cezası v erd iren , inzibat
kuvvetleri (Kuva-yı İnzibatiye) y ollatarak yok etm ek için fetva veren uğursuz
bir Şeyh-ül İslâ m ’ım ız tü rü n d en kişiler değildir. H z. M uham m ed, b ir hadisinde,
" Tanrı ve elçisi, m üşavereye m u h ta ç değildir, lâkin Y ü c e Tanrı, b u n u benim
ü m m etim e bir rahm et yaptı; onlara danışanlar y e tk in lik te n yo ksu n kalm az, bu
nu terk edenler d e yanılm aktan k u rtu la m a z” dediği gibi, başka b ir h adisinde de,
‘‘M üşavere eden bir ka vim , işlerinin en doğrusunu başarmış o l v ” dem iştir. O nun
en çok çekindiği şey, anlaşm azlık lard ır. Başka b ir hadisinde, "A n la şm a zlık için
de ka lm a yın ız ki, ayrılıklarınız yü reklerin ize sin m esin ” dem ektedir. U zlaşm a
n ın, anlaşm anın tek yolu d a, görüşm e ve danışm adır. Bir ayette de, ‘‘B ilm iyor
sanız zik ir ehlinden so ru n u z”, yani b ilenlerden sorunuz, denilm ektedir. K u r’an
da b ir olgu dolayısıyla H z. M uham m ed’e devlet b aşkanlığının verasetle intikal
etm esinin, yani h an ed an sistem inin u lu slar için hayırlı olm ayacağı bildirilm iş
tir: T an rı, H z. İb ra h im ’e, "B en seni halka im am ya p ıyo ru m ” m üjdesini v erin
ce, H z. İb rah im , b u n u k en d i k u şak ların a, yani kendinden sonra gelecek olan
evlâtlarına da bağışlam asını dilediği zam an, aldığı karşılık pek kesin ve anlam
lıdır: "B enim verdiğim söz, zalim lere ula şm a z” (B akara, 125). Bu, b ir ulusun
yönetilm esinde h an ed an esasının zu lm e alet olacağını ve Y üce T a n rı’nın zalim
lere, böyle b ir görevin verilm esini istem ediğini an latm ak tad ır. O , b ir hadisin
de de, "Su lta n , velisi olm ayan velidir” yani o, b aşına b u yruk ve sorum suz b ir
(1) Sultan sözcüğü, Kur’anın (28) ayetinde şu anlam larda kullanılm ıştır:
M utlak y e tk i (Nisa; 91; İsra: 33, 80; Hac: 71; Mü’m inun: 45); M utlak güç (Nisa:
153; Hicr: 42; Kasas: 35); B âşeğilm esi gereken varlık (En’am: 81); Baskı gücü
(A’raf: 33); Söz götürm ez kanıt, m u tla k v e açık kan ıt (A’raf: 71; Yunus: 68;
İbrahim: 10, 11; Kehf: 15; Nemil: 21; Rum, 35; Mümin: 56; Saffat: 156; Duhan:
19; Tur: 38; Necm: 23); Erk, y e tk i ve güç (Sebe; 21; Saffat: 30; Nahl; 100);
Egem enlik (İsra: 100).
taram ad ık ların a b ak ılırsa, Peygam berden yaşadığı dönem lerde daha fazlasını
beklem ek insafsızlık o lu r. B ununla b irlik te o, kölelerle im an etm em iş olanların
haklarını koru y an h ü k ü m ler verm eyi ihm al etm em iştir; nitekim , b ir hadisinde,
“Tanrı katında en m ü kerrem olanınız, en tavkalı o la n ın ızd ır", yani, T a n rı’dan
çekinenizdir, derken hiç kim seyi b ir diğerinden d ah a ü stün ve on u rlu saym adığı
açıkça gö rü lü r ve H z. İs a ’nın da savunduğu gibi (M eta İncili, X X , 27), Pey
gam ber de, “ K a vm in efendisi, ona h izm e t e d en id ir" dem ekle, dem okratik an
layışın büyük b ir ilkesini b elirtm iş o lu r. “K u vvetlisinden zayıfın h a kk ın ı alm a
yan bir ulusu, Tanrı nasıl kutsallaştırır?” diyen H z. M uham m ed, “H alkın h a k
larından hiç bir şey azaltm a yın ız ve yeryü zü n d e fesada çalışm ayınız!” (Şura,
183) em rinde b ildirilen halk k av ram ın d an tüm insanları ya da hiç olm azsa b ir
devletin tüm u y ru k ların ı anlam am ak için hiç b ir neden yoktur.
H z. M uham m ed, İslâm d in in i ulusal b ir din o larak geliştirirken, " D aha
önce indirilm iş olan kitapları onaylam akta olan bu kitabı, M e k k e halkına ve
dolaylarındaki halkı g o cu n d u rm a k için in d ird ik ” (E n ’am , 92) gibi bazı ayet
lerle kavm inin anlam ası için, K u r’an m A rap diliyle indirildiğini bildiren ayet
lere u yarak , tüm insanlığı içine alan esre n se ’ b ir din duygusuna sahip değilm iş
gibi hareket etm iştir. Bu nedenle de o n u n dem okratik sistem indeki dinsel-ulusal
k arak teri tan ım am ak olan ak sızd ır. N itek im , üm m et olarak aynı im ana bağlan
mış olan kavim ler, bu T an rıerk il sistem in başlangıçta taşıdığı ya da kabul e ttir
m ek istediği akılsal ve insel duygulard an pek de yararlanm ış değildir. O sm anlı
İm paratorlu ğ u yıkılırken, M üslüm an o lan u lu sların , kendi ulusal çık arların ı ya
da uyruğu b u lu n d u k ları H ıristiyan d evletlerinin am açlarını gerçeklendirm ek için,
nasıl halife ord u larıy la savaştıkları p e k yakın ta rih in acı gerçeklerindendir. D in
kardeşliğinin politik a işlerinde hiç b ir değeri olm adığına, her ulusun tarih i ta
nıklık eder.
Peygam ber, kendisine b ağ lan an ların sayısı çoğaldıkça egem enlik alanını da
genişletm eye başladı. A rtık k endisine T a n rı’nın, C eb rail’in ve m eleklerin yardım
ettiğini bild iren ayetlere d ay an arak tü rlü askersel ve siyasal girişim ler yaptı.
B edir Savaşında m u zaffer oldu ve T a n rı’d an şu em ri alm ış olduğunu b ild ird i:
"K endileriyle antlaşm a yaptığınız halde, her defasında antlarını bozan o k â fir
ler, T a n rı’dan sakınm azlar; onları savaşta ele geçirdiğin zam an, arkadakilerini
dağıt. Bir k a v m in hainliğinden korkarsan antlaşm ayı geri ve r!” (E nfal, 57-59).
H z. M uham m ed, düşm an karşısın d a âciz kalm am ak için, m addesel ve som ut
güçlere fazlasıyla önem v erd i; bedevilerle an laştı; H udeybiye Barış A ntlaşm a
sını sağladı ki, b u , p o litik a tarih in d e yalnız H z. M uham m ed için değil, tüm b a
ğım sızlık savaşına girm iş olan u lu slar için de büyük ve verim li b ir başarı , örne
ğidir. A rtık o n u , M edine’de b ir devlet b aşk an ı o larak, gelecekteki yayılm anın
ve zaferlerin plan ve h azırlık ları içinde b u lu ru z; b ir ta raftan Y ahudileri göç
etm eye zorluyor, b ir ta ra fta n M üslüm an olm ayanları haraca bağlıyor, b ir ta
ra ftan da im an edenlerin zafer g u ru ru ve ganim etlerin yarattığı zenginlik yü
zünden kâfirlerle yap tık ları k u m ar ve işret âlem lerinin doğuracağı akıbetten en
dişe ederek içkiyi ve ku m arı yasak ediyor; başlangıçta dinde ikrahın ve zor
lam anın bu lunm adığını ilân ettiği h alde, c ih a d ’ı, hem dinin yayılm asına, hem
de devletin kökleşip güçlenm esine aracı yapıyordu. O , nüfuz alanım genişlet
tikçe bireysel ve sosyal ilişkilerde çeşitli ihtiyaçlar ve gelişm elerin baş göster
diğini de gördü; b u n u n için d ir k i, b ir ta ra fta n şe r’î h ü k ü m ler, yani d in esasına
bağlı k a n u n la r yapılm ış, b ir ta ra fta n da b u k a n u n la rı uygulam ıştır. Bu su retle
b ir devlet b aşk an ı o larak , egem enlik alan ın a girm iş olan yerleri yönetm eleri
için, valiler tayin ediyordu. O , ş e r’î h ü k ü m lerin d e, halkın tö relerin d en ve âdet
lerinden, h a tta cahiliye dönem inde b ir zam an lar v a r olup da sonradan u n u tu
lan ya da bozulan törelerden b ü sb ü tü n ayrılm adığı gibi, o n ların çoğunu bir
disiplin altın a alm ak için ıslah ederek k an u n laştırm ıştır; yani o n ları, İslâm te r
biye ve v icdanına uygun şekillere sokm uş, gelecek kuşaklarla u lu slara, kendi
lerini yönetecek o lan k a n u n la rı, h alk ın gelenek, görenek ve törelerinden alm a
ları gerektiğinin esaslı ö rn ek lerin i verm iştir. “A ffı seç, töreye göre em ret ve
bilgisizlerden sa k ın !’’ em rin i veren ayette, o n u n devlet işlerinde bağlandığı ve
bağlanm ası istenilen esaslar sak lıd ır. Evvelce de değindiğim iz gibi, şu ayetlerde
de onun siyasal ilkelerini billurlaşm ış b u lu ru z: “H alka h ü km e d e rken adaletle
hü k m ed in iz. A d a le ti gözetin, zira takvaya en ya kın olan odur. T anrı, em anetleri
(yani, devlet işlerini) ehline verm en izi ve insanlar arasında adaletle h ü k m e tm e
n izi em red iyo r” (N isa, 54-56) ve Peygam ber, “A d a le tli bir h ü kü m d a rın bir
saatlik ibadeti, başkasının yetm iş y ıllık ibadetine eşdeğerdir” dem iştir. Bu k u t
sal b ildiriler, b ir ulu su kim lerin nasıl yönetm eleri gerektiğini açıkça belirtm ek
ted ir ki, çağım ızın olduğu k a d a r da gelecek çağların a rtık bu ilkeler dışına çı
kacak kim seleri şef yapm ak h a k k ın a sah ip olm ad ıklarını da açıkça ifade eder.
B unun için o lacak tır ki, H z. M u h am m ed ’e ik tid arı kim e verelim ? diye so rd u k
ları zam an, “E n b ilg in in ize" dem işti. K uşkusuz ki, b u ra d a sözü edilen bilgin,
E fla tu n ’un tek lif ettiği filozof değil, K u r’an ve hadisi hakkıyla bilen ve onların
em irlerind en asla ayrılm ayacağına em in o lunan k im selerdir. F ak at, im anla edi
m in (am el) daim a b irlik te gitm ediği, h a tta tersine o larak , h er tü rlü zulm ü, kitaba
u yd u rarak h ak ları ve halk ı ezen dinli bilginlerin pek az olm adığı, tarihsel ger
çeklerdend ir. B unun p ek iyi fa rk ın d a olm uş o lan H z. M uham m ed şu ayeti bil
d irm iştir: “E y im an edenler, bilginlerin ve rahiplerin çoğu, h a lkın m allarını ba
tıl h ü k ü m le rle yerler ve halkı Tanrı yolundan m enederler” (T övbe, 34). Peygam
b er, N isa suresinin 5 7 ’nci ayetinde bildirildiği gibi, im anlı olm ayan em ir sah ip
lerine (ul-ül-em r) ita a t etm ek zo ru n lu lu ğ u n u kaldırdığı gibi, töreye ve k an una,
yani anayasaya uym ayan em irlere de kim senin başeğm e zorunda olm adığını bil
dirm iştir. H z. M uham m ed, b ir had isin d e de, “M âsiyetle em rolunana itaat y o k ”'
dem iştir. M üslüm anlığa aykırı ve fak at İslâm im anına day an ır gibi görünen
B âtınîler, tüm in san ların , halife ve h ü k ü m d a r anlam ında d a kullan d ık ları im am ’
in davetine koşm ak zo ru n d a o ld u k ların ı, im am lığın H z. H üseyin evlâtlarından
başkasına verilem eyeceğini, d u y u ların k av ram ak tan âciz olduğu gayb âlem i h a k
k ında taı» bilginin, yalnız im am a özgü olduğu için, öteki in sanlar yanılm ış ol
salar bile, im am ların y anılm ayacaklarını, zira b u n ların daim a m utlak b ir ger
çekle temas, halin d e b u lu n d u k la rın ı ileri sü rerek , im am da âdeta K atolik p a p a
ların a verilen sıfatları görm üşlerdir. O ysaki tarih , nice devlet şeflerinin aptal,
d eli, ah lâk ve bilgiden yoksun, d alk av u k ların ın tu tk u ların a hizm et eden adi,
sefil ve sefih o la n la r o lduğunu gösterm iştir. “H a d d i aşanların em irlerine itaat
etm eyiniz, onlar, yeryü zü n d e fenalığı yayar ve h iç b ir iy ilik te bulu n m a zla r” '
(Ş u ara, 151); “ Z u lm ed en lere dayanm ayın, ateşe yaslanm ış o lu rsu n u z” (H ud, 113).
T a n rı bile, " Z a lim e biraz m ü h let verir; fa k a t yakalayınca da ona ku rtu lu ş y o k
tu r " (H adis). Bu itib arla, an cak , "H a lka zu lm ed en ve yeryü zü n d e h a ksız yere
saldıran ve eziyet edenler cezaya” lây ık tırlar (Ş ura, 39-42).
H z. M uham m ed, zalim lerin kendi adın a h ü k ü m eti yönetm e h ak k ın a sahip
o lm ad ık ların ı, b u ödevlerin h er tü rlü zulüm lekesinden ve eğilim inden u zak k a
lan kim selere verilm esi gerektiğini bild ird iğ i gibi, b ir ayetle de, hiç kim seye
karşı düşm anlığın caiz olm adığını, am a zalim lerin m üstesna o ld u k ların ı an lat
m ıştır; m üsteb itlere, ad aletten k açın an lara ita a t etm ek şöyle d u rsu n , o n lara is
yan etm enin, o n ları cezalan d ırm an ın d a m eşru o lduğunu savunm uştur. H iç kim
se h ak k ın d a açıktan açığa alçaltıcı söz söylenm esini istem eyen Peygam ber, zul
m e uğram ış olan kim selerin, zalim aleyhinde h e r sözü söyleyebileceklerini, yani
o n la rın fena sıfatların ın sergilenm esinde b ir sakınca olm adığını b ild irm iştir (N i
sa , 146). K uşkusuz, H z. M uh am m ed ’in devleti T a n rıe rk ild ir, o n u n devlet baş
k an ı ve devlet ad am ları, şeriattan ayrılm am aları gereken kim selerdir. Y ani, ona
göre, em ir sahip lerin in n itelik leri b ir ayette de b elirtildiği gibi, " H ü k ü m le r çı
karm a iktidarında, olan bilim ve fık ıh eh li kim se le r” dir. B undan, em ir sah ip
lerinin, yasam a ve yargılam a gücüne sah ip olan kim seler olacağı anlaşılır. N i
tekim b ir b aşk a ayette de, "E y D avud, b iz seni halka h a life yap tık; bu itibarla
insanlar arasında h a k ve adaletle h ü k m e t/ ” (S a’d, 25) denilm ektedir ki, b u da
yu k ardan beri işaret etm ekte olduğum uz gibi, başkanların ana ödevlerinin ne
olduğunu açıkça an latm ak tad ır.
Hz. M uham m ed, siyasal am açları, bazı bazı dinsel am açlara tercih etm ek
ten de çekinm em iştir. O , İslâm üm m eti içine k arışm ak isteyenleri, rasgele k a
bul etm e yetkisini k en d in d e görm em iştir: "E y Peygam ber, im an eden kadınlar
sana şu şartlarla biat etm eye gelirlerse, biatlarını ka b u l et v e kendileri için yar-
lıgam a dile; Tanrı, yarlıgayıcı v e ç o k m erham etlidir: T a n rı’ya h iç bir ortak ko ş
m ayacaklar, h ırsızlık etm eyecekler ve evlâtlarım öldürm eyecekler, elleriyle ayak
ları arasında bir bahane u yd u ru p iftira etm eyecekler ve sana hiç bir şer’î h ü k ü m
d e (m aruf) asi olam ayacaklar” (M üm tehine, 12). Bu em irde, b ir u lu sta kim le
rin göçm en ya da u y ru k o la ra k k a b u l edilm eleri uygun olacağının akla ve u lu
sal çık arla ra en elverişli d irek tifi sak lıd ır. H z. M uham m ed, im an edenler a ra
sında tam b irliğin k u ru lm asın ı, b u n la rın herh an g i b ir çık ar ve gizli m aksat fit
nesiyle b irb irle rin e düşm an olm am aların ı ister. Ö m rü boyunca da b u n u yerine
getirm eye çalışm ıştır. Z ira , siyasal g ü cü n b ir aynı ülkeye içten ve edim sel olarak
(bilfiil) bağlanm akla sağlanabileceğini b ilm ek ted ir. Sözünde d u rm ak , sözleşim-
lere ve an tlaşm alara uym ak, güvenilir insan olm ak, onun ah lâk ve politika sis
tem inin ana ilk elerin d en d ir. K u r’an ın , " S iz d ö n e k bir k a v im sin iz” dediği va-
kitki M edine Y ahudilerini H en d ek savaşından son ra cezalandırm ası, bu ilkele
rin zo ru n lu b ir sonucu d u r. O , h u k o n u d a h a tta d ine hizm et e d er gibi görünen
girişim leri bile — iyi b ir niyete d ay an m ad ık ların ı anlayınca— b altalam aktan
çekinm em iştir. T övbe suresinin 107-110’uncu ayetlerinde bu gerçek saklıdır:
Bazı kim seler, M ed in e’nin güneyinde A m r bin A v f’in arazisi üzerinde b ir cam i
yaptırılm asına izin istem işlerdi. Peygam ber de b u n a izin verm işti. F akat sonra
dan, bu cam iin im an edenler arasın d a, eski d ü şm anlarının çıkarına b ir anlaş
m azlık yaratm a kastıyla yapılm ış o lduğunu anlayınca, onu derhal yıktırm ıştır.
Bu konuyu b ild iren ayette, “E b ed î olarak bu m escitte nam az kd m a ; ilk g ü nün
den itibaren ta kva tem eli üzerine ya p d m ış bir m escit, nam az kılm ana daha lâ
y ık tır" (T öbve, 108) d enilm ektedir. Peygam ber, siyasal am açlarını, dinsel tel
kinlere bağlayarak h u tb elerd e açıklam anın yararlı olacağını biliyordu. Bu ba
kım dan özellikle cum a ve bayram nam azlarıyla hac törenlerine ayrı b ir önem
verm işti. C um a ve bayram n am azları, âdeta dinsel olm aktan çok, siyasal bir
önem taşır ve b u n ların köyler gibi n ü fu su , kıt yerlerde değil, kalabalık cem aat
leri toplayabilen ken tlerd e kılınm ası gerekti. Bu nam azlardaki vaiz ve h u tb e
lerin yalnız din am açlarını gösterm em esi, h alka siyasal ve ahlâksal b ir eğitim
verm ek için, u lu su n özel ve genel so ru n ların a değinm esi isteniyordu. K uşkusuz
ki, bu yüce am aç, so nraları kayboldu; vaızlar ve h u tb eler b ir çeşit dua ve dal
k av ukluk söylevleriyle basm akalıp tek rarlan an sözlerden ib aret kaldı.
H z. M uham m ed, beyt-ül-m al’i, yani ulusal hâzineyi kurm ayı da ihm al e t
m em iştir. Bu k o n u d a savaş ganim etleriyle zek âttan yararlanm ıştır. D enebilir ki
o, zekâtla nam azı b irb irin d en ayırm am ış, fak at zekâta nam azdan d ah a fazla
önem ' verm iştir. O n a göre, zekât, yalnız yoksullara yapılm ası gereken b ir yar
dım değil, aynı zam anda b ir çeşit vergidir. Bunun dünyadaki yaptırım ı, ölüm
cezasına dek yükselir; ah rette de cezası vardır. Peygam ber, zekâtın belirli bir
servetten itib aren alınm asını em retm iştir: Said-i H u d rî’nin naklettiği b ir h a
dise göre, iki yüz d irhem den az m ik tard ak i güm üşle en az üç yaşındaki beş de
veden aşağısından zekât alınm az. Beş vesaktan (bin kilo) daha az h u rm a, üzüm
ve h u b u b a t için de zekât vacip değildir. Palm cr, K u r’anın İngilizce tercüm esi
nin giriş kısm ında, yılda 600 fran k lık b ir geliri olanın zekât verm ekle yüküm lü
olduğunu yazm ak tad ır ki. b u verdiğim iz had istek i m iktara az çok uygundur.
A nlaşılıyor ki, vergide adalet ilkesine önem verilm iştir.
Peygam berin nüfu z ve iktidarı arttık ça, b ir büyük lider, yüce b ir ülkünün
kurucusu ve ö nderi o larak kendisinin h alk la ilişkilerinde sosyal disiplini k o ru
m ak için her çeşit laubalilik ten uzak kalm ası gerekti. İçten b ir dem okratik
anlayış ve k arak tere sahip olm asına k arşın , kendisine tüm diğer im an edenlerin
b irb irin e seslendikleri gibi h itap etm elerini uygun bulm am ış, kendisiyle konuş
m ak isteyenlerin bazı m erasim k u ralların a uym alarını istem işti. Bu, yalnız m is
tik ru h la rd a , alçak g ö nüllülük m askesi altında gizlenm iş bu lu n an b ir büyük
lenm enin sonucu değil, aynı zam anda k u ru lm ak ta olan İslâm devletinin ilk
başkam na gösterilm esi zorunlu olan saygının resm î b ir ifadesidir. Bu protokol.
İslam toplu m u n d a b ir hiyerarşi etik etin in de başladığına işaret sayılm alıdır.
N itekim , daha sonra k u ru lan İslâm devletlerinin h ü küm darları d a, öteden beri
k ralların k u llan d ık ları p arlak ve tan tan alı sıfatlarla, unvanlarla kendilerine hi
tap ettirm işler, ferm an ların d a ve elçileriyle yolladıkları mesaj ve n o talarda bu
sıfatları kullanm ayı âd et ve gelenek haline getirm işlerdi. B unların çevrelerinde
kendilerini yücelten d alk av u k lar ve kasideci o zan lar da eksik değildi. Hz. M u
ham m ed de kasideci ozan lara önem verm işti. K u r’anda, “E y im an edenler.
Peygam berin sesi üzerine sesinizi yü kseltm eyin iz. Peygam berle birbirinizle ba
ğırarak ko n u ştu ğ u n u z gibi bağırarak ko n u şm a y ın ız!” (H ü cu rat, 2) em ri veril
m iştir. Z ira, bazı im anlılar, Peygam beri, hücrelerinin ark asın d a, kendi ark a
d aşlarına seslenir gibi çağırm aktan çekinm iyorlardı.' B unlar, akılları erm eyen
kim selerdir (H ü cu rat, 4). “Â lem lere bir rahm et olarak gönderilm iş olan” (En
biya, 107) Y üce E lçinin adını bile rasgele ve bazı saygı sıfatları eklem eden söy
lem em ek lâzım dır: “Peygam bere, b irbirinize h ita p ettiğiniz gibi hitap e tm e y in iz”
(N u r, 65). Bunu H z. M uham m ed, b ir had isin d e de şöyle açıklam aktadır: “Tanrı,
bir M üslüm anın yanında anıldığım zam an, bana salavat getirm esi için, “T an
rı seni yarlıgasm !” diyen ik i m e le k görevlendirm iştir, diğer m elekler d e o iki
m eleğe, “A m in !” d iy e ka rşılık verirler. Bana salavat getirilm ediği zam an da, o
ik i m elek, “Tanrı, seni yarlıgam asın!” der, diğer ik i m elek de yine, " A m in ”
d erler”. N itekim b ir ayet de bu had isi p ek iştirm ek tedir: “Tanrı ve m elekleri,
Peygam bere h ep salât ederler. E y im an edenler, ona salât ve selâm g etirin !”
(A hzap, 56). G örü lü y o r ki, verdiğim iz had iste salât ve selâm , yalnız in sanlar
dan b eklen irk en , bu ayette artık m elekler ve h a tta T an rı bile aziz elçisine salavat
getirm ekted irler. Bu kon u d a H z. M uham m ed, fazlasıyla duyguludur: “Y anında
ben anıldığım zam an, bana salavat getirm em iş olanın burnu sü rtü lsü n !” diyerek
bu protokola riayet etm eyenlere b ed d u a etm iştir. O n u n la özel ilişkiler için de,
bazı k u rallara uym ak g erektir; örneğin, “Y em eğ e davet edildiğinizden başka
bir zam anda Peygam berin evlerine girm eyiniz, lâkin davet olun d u ğ u n u z vakit
giriniz. Y e m e k te n sonra da dağılınız, sohbet ederek ken d isiyle arkadaşlık etm ek
için oturm ayınız. Bu Peygam beri incitiyor da o, size söylem ekten u tanıyor” (A h
zap, 53). Aynı ayet, Peygam berin eşlerinden b ir şey istendiği zam an da b ir p e r
de arkasından istenm esini em reder.
Bilgisiz ve ilkel ru h lu insan lar, b üyüklerinden gördükleri yakınlığı, b ü
yüklüğün doğal b ir iltifatı saym azlar, k endilerini hem en o büyük insanın se
viyesine ç ık a rır, gereken saygı ve p rotokola özenm ezler. Ö zellikle bedeviler, o
dönem de yaşayan cahiliye A rap ların ın k ad ın ve erk ekleri, İslâm erdem ve ede
bine alışm am ış o ld u k ların d an , b u n ları eğitm ek, ölçüsüz h areketlerden ve lâu
balilikten k u rta rm a k gerekti. D isiplin isteyen resm î görevlerin işbölüm ünde, b ü
yük küçük herkesin h ad lerin i bilm eleri, gerçek ödev, yetki ve değerlerini k av ra
m aları için H z. M u h am m ed ’in halkı uyandırm asını doğal karşılam alıdır. Bu
nun m istik b ir tem ele ve m istik hayal gücüne dayanm asını da peygam berliğin
zorunlu b ir ü rü n ü saym alıdır. S ahabelere, “Tanrı ken d isinden razı o lsu n !”;
evliyalara, “Tanrı, sırrını kutsalla ştırsın ” gibi d ileklerde bulu n m ak da, çağdaş
resm î hayatın ın sıfatların d an olan M ajeste, ekselans, a lte s... vb. gibi deyim
lerin saygı için k ullanılm ası gelenek halini alm ış olan İslâm ca b ir ifadesi sayıl
m aktadır. Bir ayetle de H z. M uh am m ed ’in geçm iş ve gelecek günahlarının b a
ğışlandığı b ild irilm iştir. Bu, h ü k ü m d arlarla devlet şeflerinin dokunulm azlığı
hakk m d ak i çağdaş k an u n ların k u tsallaştırılm ış b ir şeklidir. Bu geniş hoşgörü,
halifeler, p a p a la r ve kendilerine T an rılık sıfatları verilm iş ve T anrılaştırılm ış
olan eski A sur, M ısır krallarıyla b u g ü n k ü devlet şeflerinin ve k u ru cu ların ın da
h a k ların d a n d ır ve insanlık b u unvan ların çekim inden hâlâ k u rtulm uş değildir.
F
SAVAŞ (C İH A T )
G enel o larak M üslüm anlık, bireyin kendini h er türlü erdem dışı eylem ve
inançlardan korum ası için nefsiyle yapm ası gereken tinsel savaşları em reder. N i
tekim Peygam berim iz, M ekke’yi zap tettik ten sonra, küçük savaş’m bittiğini, sı
ran ın büyük sav aş’a geldiğini bildirm ek suretiyle ahlâksal yetkinlikle sosyal
ödevler yolundaki gayretlerin politik a sav aşlarından daha önem li olduğunu an
latm ak istem işti. Biz bu konuyu ah lâ k bahsinde gözden geçirm iş olduğum uz
için, b u rad a yalnız siyasal savaş ü zerinde duracağız.
B ilindiği gibi h u k u k , insanların b irbiriyle ve eşya ile olan ilişkilerini sap
tayan yaptırım lı edim ve tasarım lar toplam ı olduğu halde, politika, ulusların
birbirleriyle olan ekonom ik, k ü ltü rel, tek n ik vc u y g a rsa k .. vb. ilişkilerini d ü
zenleyen ve d ah a çok bug ü n k ü k a d a r da geleceğin güç ve güvenini sağlayan gü
vencelere tasarını ve ü lkülere dayanan ulu slararası özgürlük ve egem enlik faa
liyetleridir. Bu itib arla b ir u lu su n yaşayabilm esi ve inan d ık ların ın özgür olarak
gerçeklendirilebilm esi için, ister istem ez bazı savaşlara katlanm ası gerekm ek
tedir. Y oksa, İslâm din i, m u tlak a b ir savaş dini olm adığı gibi, sadece savaşla da
yayılm ış değildir. H z. M uham m ed, b ir hadisin d e, "T anrı, K u r’anla defedem e-
yeceği bazı fenalıkları kılıçla d e fe d e r” d em iştir. Savaşı, cihat adı altında em reden
ayetler, b u n u gerektiren politik zo ru n lu lu k ları bildirm iş ve savaşın koşullarını
da anlatm ıştır; h atta b u n la rın b ir kısm ı da, diğerlerini neshetm iştir, yani kal
dırm ıştır. B ununla b irlik te, kutsal m etinlerde cihada ayrı ve siyasal b ir önem
verildiği görü lü r. K u r’an d an , savaşın işkence etm ek, düşm anı alçaltm ak, zafer,
kini giderm ek ve gönüle şifa verm ek gibi am açlar taşıdığını öğreniyoruz. Buna
b ir de ganim et ve yağma ile d üşm anı zayıflatm ak ve im an edenlere, çektikleri
zahm et ve göze ald ık ları tehlikenin m addesel ve tinsel m ü k âfatım verm ek gibi
am açları da ekleyebiliriz. B unlarda, savaşanların sosyal kalkınm alara yarayan
m aksatlar da sak lıd ır; savaşın b ir am acı d a, k ü fred enlerden ko ru n m ak ve T anrı
ışınını söndürm em ek ve yaym aktır; bu m ak satlad ır ki, "E y peygam ber, im an
edenleri cihada teşvik et, sizden sabredecek yirm i kişi olursa, ik i y ü zü n e galip
gelirler; sizden y ü z kişi olursa, o kâfirlerin bin kişisine galip gelir” (E nfal, 65)
deniliyor; fak at M ü slüm anlar arasın d a sab ırları ve direnm eleri azalanların sa
yıları çoğalm aya başlayınca, tinsel kuvveti a rtıra n başka b ir ayet, daha ölçülü
b ir dil kullanıyor: " Ş im d i sizden sabredecek y ü z k işi olursa, ik i y ü ze galip ge
lirler. S izd en bin olursa, T a n rı’nın izn iyle ik i bini yenilgiye uğratırlar” (E nfal,
66). Bu cesaret verici em irler, T e v ra t’ta da şu suretle ifade edilm iştir: "S izd e n
beş kişi, y ü z kişiyi ko vu ştu ra ca k ve sizden y ü z kişi, on bin kişiyi ka vu şturacak
tır ” (Levilileı-, X X V I, 8-9); " S izd en bir kişi, bin kişiyi kovalayacaktır. Zira, size
dediği gibi, sizin için T a n rın ız R a b , ken d isi savaşacaktır" (Levililcr, X X X III,
10). T evrat, d ah a ileri giderek şu h ab eri de verir: Y eşu peygam berle birlikte
Y ahova, İsrailo ğ u lları için çeşitli kavim lerle savaşır ve Y eşu, b u kavim lerin
hepsini, h ü k ü m d arların d an ço cu k ların a dek ö ld ü rü r. Z ira, “İsrail için, İsrail’in
Tanrısı Rab savaşırdı” (Y eşu, X , 4 2 ). Savaşanlara cesaret verm ek için, çağı
m ızda da tü rlü telk in ler yapıldığını bilm ekteyiz. D in adam ları için her zafer,
T anrısal b ir yard ım ın ü rü n ü d ü r1.
K im lerle savaşm alıdır? “S izin le aralarında antlaşm a bulunan bir ka vm e
sığınm ış bulunanlarla, ya h u t ne sizin le ne de o ka vim lerle savaşm ayı” istem e
yerek, “Size gelm iş olanlarla sa va şm a yın ız” (N isa, 88), fak a t, “S izi d e kendileri
gibi Tanrı yolundan saptırm ak suretiyle sizin le birleşm ek isteyenlerle dost ol
m a y ın ”; “Bunları, b u ld u ğ u n u z yerde tu tu n ve öldü rün ve onlardan ne bir dost,
ne d e bir yardım cı e d in in ”. D iğer b irtak ım m ü n afık lar v a rd ır k i, b u n lar, “H em
sizden em in olm a k, h em de kavim ierin d en em in o lm a k isterler; fitn e y e sevk
ed ilm ed ikçe de döner döner içine atılırlar: eğer bunlar, sizden çekin m ezler ve
barışa yatıp saldırm aktan vazgeçm ezlerse, ken d ilerin i b u ld uğunuz yerde yaka
layın ve ö ld ü rü n !” (N isa, 89) ve başka b ir ayette de, “S özleşm elerden sonra
yem inlerini bozarak d in in izi horlayanların başkanlarıyla savaşınız; b e lk i de bu
suretle im ansızlar, k ö tü edim lerin e son verirler” d enm ektedir.
Savaşta ne y ap m alıd ır? “K üfred en lerle savaşa tutuşunca, ku vv etlerin i k ö
k ü n d en kazıyıncaya kadar, hem en boyunlarını vurun. O vakit d e tutsakları sı
kıca bağlayın, sonra da savaş ağırlıklarını alıncaya kadar ya fid y e ile ya da be
delsiz olarak azat e d in ” (M uham m ed, 4).
Savaşı ne ile y ap m alıd ır? H e r ne k a d a r Bedir savaşının, T a n rı’nın yolladığı
alâm etli m eleklerin de yardım ıyla kazan ıld ığ ın ı b ild iren ayetler varsa da, bunu
m ecazî b ir b ild iri o larak k ab u l etm ek zorundayız. Z ira, savaştan söz eden ayet
lerle — ki b u n ların sayısı 6 8 ’d ir— H z. M u h am m ed’in kendi girişim leri, böyle
göksel yard ım lara p ek de u m u t bağlam am ayı gerektirecek k a d a r hayata ve olay
ların istediği gerçek ve m addesel aracılara d ay anm aktadır: “D üşm anlarınıza
karşı güç yettiğ i kadar k u v v e t h a zırla yın ”; “E y im an edenler, silahınızı alın,
düşm an için hazırlanın; d ü şm anla savaşa b ö lü k b ö lü k ya da toptan ç ık ın ”
(N isa, 69); “D üşm anlarınıza karşı g ü cü n ü z yettiği kadar k u v v e tler ve bağlan
m ış atlar hazırlayınız; bunlarla T a n rı’nın ve sizin o düşm anlarınızı, Tarirı’nın
bilip d e sizin bilm ediğiniz düşm anlarınızı ko rk u tu rsu n u z. Tanrı yolunda nafaka
olarak vereceklerinizin m ü kâ fa tın ı e k sik siz görürsünüz ve asla gadre uğram az
sınız. Eğer onlar, barışın d eva m ın ı isterlerse, buna u y u n u z” (E nfal, 61-62);
“E y im an edenler, eli tutan ne kadar a dam ınız varsa, yaya ve süvari, hepiniz
m allarınızla ve nesillerinizle Tanrı yolunda sa vaşınız”.
Savaşın tedbirsizlikleri karşısın d a ne y ap m alıd ır? Hz. M uham m ed, savaş
(1) Dr. Bahriye Üçok. îslâm dan Dönenler ve Yalancı Peygamberler, An
kara, 1962.
dinleriyle Y ah u d ilik , H ıristiy an lık ve M ü slü m an lık tan bazı öğeler (unsur) alarak
kendi o n u r ve egem enliklerini a rtırm a k tır.
D aha yeni gelişm eye ve yerleşm eye b aşlayan b ir din ile bu dine dayalı b ir
devletin geleceğini sarsan bu tü r girişim lerin ö n ü n e geçm ek için H z. M uham m ed,
önceden gereken işlem i b ild irm iştir. «D inde zorlam ayı» yasak lay an -T an rısal buy
ru k la ra k arşın , vicdan özgürlüğüne pek de sığm ayan şu k u ral şeriat yasalarınca
d a uygulanm ıştır: “D in in i değiştirenleri ö ld ü rü n ü z!” (H ad is). Bu yasa k ad ın
lar için biraz d ah a hafiflem iş o la c a k tır ki, İslâm erkeklerinin dinlerinden dönen
k ad ın larla evlenm em eleri k ab u l ed ilm iştir.
Bu çeşit sap ık lık ların dışında b ir dç M üslüm anlığın ilkeleriyle özel dogm a
larına akıl yoluyla sald ıran lar tü rem iştir ki, b u n ların etkisi yalancı peygam ber-
lerinkinden d ah a sürekli ve tehlikeli olm uş, h a tta yorum ve çevirti (tefsir ve
tevil) yöntem lerinin doğm asına da neden olm uştur.
H z. M u h am m ed ’in b ildirm iş olduğu dine sald ıran ların bu düşünsel ve m an
tıksal yönünü Y ah u d iler yönetm iş, tü rlü bask ı, h a k aret ve tehditlerle sald ıran
lar da M ek k e’n in zengin ve n ü fu zlu kişileri olm uştur. H ücum ve direnm elerin
niteliği ne o lursa olsun, eski ile yeninin savaş ve yarışım ında, insanlığın hem en
daim a yenilik y ö nünde ilerlem eye devam ettiği, direnm elerin ancak b u ilerleyişi
geciktirm ekten başka b ir şey yapam adığı görülür. H z. M u ham m ed’in davası da,
kendinden önce gelm iş olan peygam berlerin yaym ış old u k ları inançların eksik
yanlarını tam am lam ak, o n ların telkin ve eserleriyle kökleşm iş ya da bozulm uş
olan inançları, gelenekleri, örgütleri ve sosyal d üzeni değiştirerek b irta k ım yeni
değer yargılarını yerleştirm ekti. H er devrim ci gibi o da, bu yüce ülküyü ger
çeklendirm ek için pek çok zo rlu k çekm iş, büy ü k deha ve iradesinin sarsılm az
gücü sayesinde, h er engeli devirm eye m uv affak olm uştur. Büyük in san ların ve
yeni ülkü y aratıcıların ın başlıca k a ra k te rleri, in an d ık ların a d erin b ir im anla
bağlanm ak ve o n ları b aşk aların a da k ab u l ettirm ek ve gerekirse h ayatlarını da
feda etm eye razı olan b ir azim le savaşm aktır. H z. M uham m ed, bu k ah ram an
ların en b ü y ü k ö rn ek lerin d en d ir. O , uğram ış olduğu h ak a re t, saldırı ve iftira
lar k arşısın d a yılm am ış ve m u h aliflerin i uzun uzadıya m antıksal k an ıtlarla ve
söylevlerle kand ırm ay a lüzum görm em iş, daim a aynı sabit ve değişm ez d ü şü n
ceyle, âdeta saf b ir teslim iyet, sab ır ve güvenle karşılık verm iş, kısa, belgin,
etkili ve k arşısın d ak ilere d üşünm e fırsatın ı verm eyen kestirm e yoldan savun
mayı yararlı b u lm u ştu r. O , geçm iş kavim lerd en artak alan h ara b eleri, yıkılan
uygarlıkları, u lu sların b aşların a gelm iş o lan tarihsel felâketleri, hep peygam ber
lerine isyan etm iş, o n ların öğütlerini dinlem eyerek kendilerini h o r görm üş olan
ların, o n lara eziyet etm elerinin, h aksız o larak ö ld ü rülm elerinin b ir cezası o ld u
ğunu belirtm iş ve kendi uğradığı sald ırılar k arşısında d a, tesellisini Y üce T an-
r ı’nın vaatlerinde, iltifat ve em irlerinde ya da K u r’anın tanıklığında b u lm u ştu r:
“O küfred en ler, senin bir elçi olarak gönderilm ediğini söylüyorlar; d e ki; Be
n im le sizin aranızda ta n ık olan Tanrı ile k e n d isin d e kita p b ilim i bulunan y eter”
(R a ’d, 45).
M uhalifleri, onun kişiliğiyle alay etm iş, ken d isinin yalancı, k â h in , deli, ozan
olduğunu ileri sürm üş; m ucize gösterm em iş old u ğ unu, K u r’anın T an rısal b ir
vahyin ü rü n ü olm adığını, ö lüm den sonra d irilm en in, kıyam etin, cennet ve ce
hennem in o lanaksızlığını, k ita p ta k i teh d it ve vaatlerin uydurulm uş o ld u ğ u n u ...
vb. iddia etm işlerdi. Peygam ber, tüm b u n la ra , — b ir kısm ına geçm iş bölüm lerde
de değindiğim iz gibi— ve d ah a başk a itirazlara, ayetlerin kesin ihtarlarıyla
gereken k arşılık ları verm iştir: “S en d en önce gönderilm iş olan peygam berlerle
de alay edildi; fa ka t o alay ettikleri H a k, onları ku şattı. D e ki, ye ry ü zü n d e do
laşın da bakın, o peygam berlerine yalancı diyenlerin a k ıb eti ne o ld u ? ” (E n ’am ,
10-11; E nbiya, 41). N itekim H z. N u h ’a d a kavm inden bazıları, "B u da sizin
gibi insandan başka bir şey değildir. Ü stü n ü ze g eçm ek istiyor. Tanrı dileseydi,
elbette birta kım m elekler gönderirdi. B iz e sk i atalarım ızdan bunu işitm edik. H er
halde o, ken d isin d e d elilik bulûnan bir adam dır, o nu bir süre g ö ze tin ” (M üm in
ler, 23-25) dem işlerdi. Şu ayette de aynı tem ayı b u lu ru z: "S en d en ö n ce ki p ey
gam berler d e yalanlandı; fa k a t onlar, yalanlanm ış olm alarına ve cezalarına sab
rettiler, nihayet ken d ilerin e y a rd ım ım ız y e tişti" (E n ’am , 34). H z. M u ham m ed’in,
uğram ış olduğu h a k a re tle r ve b ask ılar karşısın d a T anrısal y ardım dan u m u d u n u
kesm esine dc hiç b ir neden y o k tu r: “S a kın , T a n rı’nın peygam berlerine vaat et
tiklerini yerine getirm ez sa n m a ” (İb ra h im , 47).
D aha önceki b ahislerde de b elirttiğim iz gibi. T an rı bu kesin vaatlerine
karşın, bazı peygam berlerine yardım etm em iş, o n ların haksız yere ö ld ürülm e
lerine de izin v erm iştir. H iç k uşkusuz, ak la, T an rısal yardım ın gerçekleşm esin
de en kolay yolun, kendilerine peygam ber gönderilm iş olan kavim lerin peygam
berlerine itaat etm elerini sağlayan b ir yetenek verm ek ya da onları peygam ber
lerin aydınlatm asına ihtiyaç olm ayacak denli yetkin b ir ru h ta yaratm ış olm aktır.
F akat, T an rıb ilim b ak ım ın d an , T an rısal bilgeliğe akıl erm ez ve onun işlerine
karışm aya kulu n yetkisi yoktur. H z. M uham m ed, T anrı y ardım ından asla ku ş
kulanm am ış, peygam berlere inanm ayan ya da onlara h ak aret eden kavim lerin
m utlaka ceza göreceklerine inanm ış ve m u h aliflerini bu cezalarla tehdit eden
ayetlerle susturm aya çalışm ıştır: “B irtakım ü m m etlere, senden önce elçiler yol
ladık; dinlem ediler de, yalvarsınlar d iye ken d ilerin i şiddetli zorluklarla s ık tık ”
(E n ’am , 42 ). K u r’an d ak i teh d itlerin ne vakit v u k u a geleceğini so ran lara verilen
karşılıklard an birisi de şu d u r: “O nlara vaat e ttiğ im iz azabın bazılarını hayatında
sana gösterir, ya h u t sana gösterm eden senin ru h u n u alırız” (Y unus, 47, 49-50);
“K avm in buna yalan dedi; de ki: Ü zerinize vekil değilim , her haberin kararlaş
m ış bir zam anı var; o nu ileride b ile c e k sin iz" (E n ’am , 66-67).
H z. M uh am m ed ’e k âh in ve deli d iyenler de olm uştu. Z ira , vahiy esn asın d a,
geçirdiği bazı organ ik krizler, k âh in lerin isterik ve ep ileptik hallerine benzi
yordu. Bazı surelerin ilk ayetleri de, anlam sız b irtak ım sesli h arfle r veya bu
harflerin birleşm esinden doğan telaffuzu güç ve yine anlam sız sözcüklerden
ibaretti ve ayetlerdeki seci ya da kafiyeye benzeyen ahenkli seslerle bazı ve
zinli cüm leler de k âh in ve ozan ların ifad e tarzların ı h atırlatıy o rd u . M uhalifler,
kâhinlerin k u llan d ık ları dilin ab u k sab u k ve anlam sız hezeyanlar olduğunu, ayet
lerin ise, derin anlam lı ve büy ü k b ir ü lk ü n ü n gerektirdiği özel b ir m antık ve
görüşü kapsadığını k av ram ak istem iyor ya da k avrayam ıyorlardı. O ysaki H z.
M uham m ed’in savunm uş olduğu d ü şünceler ise, yaşadığı dönem in seviye ve
inançlarına b ü sb ü tü n aykırı da değildi. Z ira Peygam ber, kendi zam anında, az
çok unutu lm u ş olm akla b irlik te, b irçok an ıları (hatıra) devam eden, İbrahim
dinini ya da H an if dinini daha yetkin b ir d u ru m a getirerek telkin ediyordu.
K u r’anda H an if d in in d en söz eden ayetler ço k tu r. (B akara, 136; Â li İm ran , 66,
95; N isa, 123; E n ’am , 79, 161, 162; N ahl, 120; S affat, 102). Buna karşın,, b ir
ta ra fta n kabile yarışm aları, b ir taraftan çeşitli sosyal ve ru h sal nedenlerle çı
k a rlar, m uhaliflerin Peygam bere karşı direnm elerini a rtırıy o rd u . O n u n bu bas
k ılara karşı aldığı em ir, “Sen vaaz e tm e k te ve öğiit v erm ekte sebat et. R abbinin
inayet ve n im etiyle kâ h in değilsin, deli de d eğilsin” (T u r, 29) den ib arettir; ve
başka b ir ayette de şöyle deniliyor: “V e h iç bir d eli şair için Tanrılarım ızı bı
rakır m ıyız? diyorlardı. H ayır, o, H a k ile geldi ve tüm peygam berleri onayladı”
(Saffat, 36-37); “K endilerine açıkça anlatan bir elçi geldi de; sonra ondan d ö n
düler, öğretilm iş dediler, bir d eli d ed iler” (D uha, 13-14). T a n rı, b u n lard an öç
alacak tır. " . . . Sen R a b b in in izniyle ne kâhinsin, ne de deli. Y oksa, ona dehrin
belâsı, g ö zettiğ im iz bir ta n ık m ı diyorlar?”. Buna verilen k arşılıkta b ir m eydan
okum a edası v a rd ır: “D e ki, gözetin, ç ü n k ü ben d e gözetenlerdenim ; bunu o n
lara akılları m ı em rediyor, yoksa azgın bir k a vim m idirler; yoksa onu (K u r’am )
ken d isi m i u yd u rd u diyorlar? H ayır, k en d ileri inanm azlar. D oğruysa onun gibi
bir söz getirsinler" (T u r, 29-34). K u r’anın b ir ozan sözü ve b ir şiir olm adığı, bu
idd iada b u lu n a n la ra karşı tü rlü suretlerde te k ra r te k ra r b e lirtilir: “G ördükleri
n ize ve görm ed iklerin ize ant içerim ki; o, kerem sahibi bir elçinin sö zü d ü r ve
o bir ozan sözü değildir. S iz p ek inanm ıyorsunuz. Bir kâhin sözü d e değildir.
S iz p e k az d ü şü n ü yo rsun u z. O , Â lem lerin R a b b in d en bir in dirm edir” (H ak k a,
38-43). Bu ayetlerin aşağısında, " Eğer a k si olsaydı, biz onunla ilgim izi keser,
ken d isin i ceza la n d ırırd ık” deniliyor. T üm saldırı ve iftiralara karşı K u r’an, H z.
M uham m ed’e, “ Sö ylediklerine sabret ve onlardan tatlılıkla ayrıl” (M üzem m il,
10) önerisinde b u lu n u r.
K endisinin ne olm adığını, ne olduğunu bildiği k ad a r açık ve doğru olarak
kavram ış olan Peygam bere ozan diyenlerle K u r’anın b ir çeşit şiir olduğunu id
dia edenlere, T an rı d ilinden şu kısa ve belgin k arşılık verilir: “B iz ona şiiri öğ
retm edik, ona şiir de yaraşm az. O , sade bir z ik ir ve parlak bir K u r’a n d ır”. K uş
kusuz, tüm bu reddedişler, b ir iddian ın aksini ispat edebilecek güçte b irer bel
ge değildirler. İleri sürülm üş olan id d ialar, ne k a d a r yersiz ve dayanaksızsa, bu
k arşılık lar da o k a d a r dogm atiktir; fak at im an edenler için gerçek old u k ların
d an asla kuşk u lan m a olanağı y oktur.
G enel o larak H ıristiyan m uhalifler, H z. M uham m ed’in geçim için öteki
in sanlar gibi çalışıp çabalam asını, peygam berliğe aykırı ve insel b ir acizlik say
m ışlar, H z. İsa ile H z. Y ah y a’nın böyle b ir işle uğraşm adıklarını ileri sürerek
onun peygam berliğine dil uzatm ışlard ı. İçlerinde h asım larından E bu S üfyan’m
da bu lu n d u ğ u K ureyşlilerin ileri gelenleri, H z. M uham m ed’i çağırarak k en d i
siyle tartışm ışlar ve şöyle dem işlerdi; “Bu peygam bere de ne oluyor? Y e m e k ye
m e kte ve çarşılarda dolaşm aktadır. O na bir m e le k indirilm eliydi de kendisiyle
birlikte sakındırıcı olm alıydı. Y a h u t da ona bir hazine atılm alıydı veya bir cen
neti olm alıydı da orada yiyip içm eliydi. O zalim ler, siz büyülenm iş bir adama
tabi oluyorsu n u z! d ed iler” (F u rk an , 7-8). Bunu tak ip eden ayette, bu iddianın
karşılığı b ir çeşit hayretle anlatılm ış b u lu n u r: "B a k senin h a k kın d a nasıl ö rnek
ler gelirdiler ve sapıttılar; onlar, h iç bir yol bulam azlar”. Bu id d ialar k arşısında
üzülm üş ve belki de tered d ü tler geçirm iş olan H z. M uham m ed, şu telkinin ver
diği tinsel güçle görevine devam etm iştir: " B elki de sen, "O n a bir hazine indi-
rilse ya da beraberinde bir m e le k gelse!” d ed ikleri için bir göğiis darlığı geçirir
ve sana vahyolunandan bazılarım , bu n edenle terk etm eye kalkışırsın. Fakat sen ,
sadece bir sakm dırıcısın. Tanrı ise her şeye v e k il”. Ayrıca da M ekkeliler, Tan-
r ı’n ın, H z. M uham m ed’e bu d ileklerinden başka, dağları, taşları altın yapm ak
gücüne sahip kılm ası g e re k ird i/d e d ile r. T ü m b u n lara verilm iş olan k arşılıklar,
Peygam berin de ölüm lü b ir insan olduğu gerçeğinde to p lan ır. K ureyşliler, ona,
peygam berlikten ve savunduğu düşüncelerden vazgeçm esi şartıyla, bahçe, ser
vet, m evki, o n u r verm ek gibi tü rlü çekici tekliflerde b u lu n d u lar. O n lara veril
miş olan karşılık , teselli ve um u t veren şu v aatlerd e gizlidir: "O , öyle m ü barek
tir ki, sana dilerse ondan (yapılan tekliflerden) daha hayırlısını verir ve sana
kö şk ler de ya p a r” (F u rk an , 10). Y ani, onun beklediği tüm nim et ve m u tlu lu k lar
kuldan değil, T a n rı’d a n d ır ve o, esasen görevlerini, insan lard an hiç b ir ücret
ve çık ar sağlam ak için yapm am ak tad ır. H z. M uh am m ed’e düşm anları “ tü re d i”
dem işlerdi. O n u n verm esi em redilen karşılık şu m ütevazi ve v a k u r ayette gizlidir:
“D e ki, ben, peygam berlerden bir türedi değilim ; bana ve size n e yapılacağını
da bilm iyorum . Ben, ancak bana vahyolunan şeye bağlanırım ; sözü açık bir sa-
kındırıcıdan başka bir şey d eğ ilim ” (A hkaf, 9). M ekkeliler, kendisiyle alay et
m ekten bıkm ıyorlardı; fak at b u n u n için neden üzülm eli? Bu, kavim lerin eski
b ir âdeti değil m id ir? “S enden önce gelm iş olan ka vim lere d e elçiler gönderdik.
O nlara ne zam an peygam ber gelm işse, onunla alay e tm işlerd i” (H icr, 12); “S en
den önceki peygam berlerle d e alay ettilerdi, ben o küfred en leri bir süre serbest
bıraktım ; fa k a t sonra ken d ilerin i çarptırm ış olduğum azabın ne olduğunu gör
d ü le r” (R a ’d, 3-4; N ahl, 113). Bu ifadeler, insanları hayır ve şerden birini seç
m ekte serbest b ırakm ış gibi g örünürlerse de, k ad er bahsinde açıkladığım ız gibi,
bu k o n u n u n çözülm esi old u k ça gü çtü r. Peygam berleriyle alay ettirm em ek, k ü fre
denleri bu küstahlığa sürüklem em ek ve sonuç o larak da o n lara ceza verm em ek.
T anrısal kayran ın , inayetin b ir sonucu olm ak g erekirken, “ C enneti olduğu ka
dar da cehennem i, insan ve cinlerle dold u rm a ya ” (Secde, 13) k a ra r verm iş olan
tüm el irad e, in san lard an bu lü tfü esirgem iştir. Y üce T an rı, peygam berlerinin
üzülm esini istem ediği halde, o n ları ü zenlerin b u cesaretine engel olm ayı asla
tasarlam am ıştır: “ İçlerinden peygam berleri inciten ve, “O , her söyleneni dinle
yen bir k u la k tır ” diyenlere d e ki, “sizin için hayır kulağıdır; T a n rı’ya inanan,
im an edenlere inanan ve im an edenleriniz için bir rahm ettir”, T a n rı’nın elçisini
incitenler için p e k acı bir azap vard ır” (T övbe, 61). H z. M uham m ed, karşılaştığı
bask ılar ve direnm elerin kendi savunm uş olduğu d üşüncelerin b ir diyalektikle
ispatına olanak bulunm ayan çık m azlard an doğduğunu bildiği halde, kendisine
yöneltilm iş olan itirazlara gereken kandırıcı ve som ut karşılıkları verem eyince,
Yüce T a n rı’nın yardım ına sığınm akta, kuvvet ve tesellisini ister istem ez hasım-
ları için v aat edilen ceza ve teh d itlerd e b u lm ak tad ır. O , bazen de, bir ceza
tehdidi olm aksızın T a n rı’nın iltifatıyla yetin ir ve b u n d an güç alır. Ö rneğin, vaiz
ve telkinleri sırasında a b u k sabuk k o nu şarak kendisiyle alay edenler karşısın
da nail olduğu m ü b are k b ir hitapta, "O nların sözü, seni m a h zu n etm esin, çü n kü
izze t h e p T a n rı’n ın d ır” (Yunus, 66) denildiğini işitmiştir. " S en i yalanlıyorlarsa,
e vv elkileri d e yalanlam ışlardı. O nlara peygam berleri, açık m ucizelerle, sayfalarla
ve nurlu kitaplarla gelm işlerdi” (Fatır, 23); b u itibarla, "O nların lafları seni
m a h zu n etm esin; b iz onların içlerini v e dışlarını b iliriz” (Yasin, 76) ve yapılan
h ak a re t ve alaylar ise, onun telkin etm ekle görevli olduğu m u tla k ve m übarek
gerçekliğe karşıdır; yoksa, b u n la r kendisini asla ilgilendirmez. B unun içindir
ki, o n u n b u n la r karşısında üzülmesi yersizdir: " O küfredenler, seni g ö rd ü k
le ri zam an, seninle alay ediyorlar; "B u m u T a n rın ızı anıp d u ra n ? ” diyorlar. O y
sa k i onlar, h e p R a h m a n ’ın zik rin e kü fred iyo rla r” (Enbiya, 36; E n ’am, 33).
Hz. M u h a m m e d ’in M ekkeliler arasından ve kendilerinden seçilmiş b ir pey
gam ber oluşuna itiraz edenlere, şu ayetle karşılık verilir: " . . . İçlerinden bir er
keğe, tü m h a lkı k o rk u t ve im an edenlere m üjdele, ken d ileri için R ablerinin ya
nında şefaatçi var d iye vah yed işim iz garip m i g ö rü n d ü ? ” (Y unus, 3); zaten, " S e n
den önce gönderm iş o ld u ğ u m u z peygam berler de, şehirler halkından ve ken d ile
rine vahyettiğ im iz kim se le rd i” (Yusuf, 109). Peygamberi yalanlayanlara karşı,
kendisinin pek de güçlü olmadığı dönem lerde verilmiş olan şu karşılıkta pek
ince b ir hoşgörü ve biraz da bezginlik vardır: " S en i yalanlarlarsa, d e ki, bana
a m elim , size d e a m e lin iz ... S iz benim yapacağım dan sorum lu değilsiniz, ben d e
sizin yapacaklarınızdan sorum lu d eğ ilim ” (Yunus, 42). M üşrikler, K u r ’anın vah-
yedilmediğini, o n u Hz. M u h a m m e d ’in uy du rm a k ta olduğunu iddia etmişlerdi.
O n la ra verilen karşılıklardan biri şü önyargıdır: " B iz sana kâğıt üzerine yazıl
m ış bir kita p indirseydik, onları elleriyle tutsaydılar, o k ü fü rle rin d e inat eden
ler, yin e bun u n açıkça bir bağıdan (sihir) başka bir şey olm adığını söyleyecek
le rd i” (E n ’am , 7). Ayrıca da K u r ’an, alay edenlere şu ibret dersini verir: " Ö n
lerinde kaç k u ş a k (nesil) h elâ k ettiğ im izi görm ediler m i? Burada onlara, size
v erm ed iklerim izi (vermiş), üzerlerine g ö k y ü zü n ü bolca salıverm iş ve ırm akları
ayakları altında a ka ca k hale getirm iştik. D u ru m b öyleyken, onları günahlarıyla
m a h v e ttik ve arkalarından yen i bir k u şa k olarak başkalarını y e tiştird ik ” ( E n ’am,
6). O nlar, b u na n körlüklerinin cezasını çekmişlerdir, am a yine de inat ve alay
larına devam ederlerse, Hz. M u h a m m e d ’in yapması gereken şey çok açıktır:
“A y etlerim iz h a k k ın d a m ünasebetsizliğe dalanları görürsen, ken dilerinden y ü z
çevir de onlar, başka bir tarafa dalsınlar. Eğer b u nu sana şeytan unutturacak
olursa, hatırına gelir gelm ez, o zalim ler k a v m iy le o tu rm a !” (E n ’am, 68, 106).
Fakat b u Tanrısal öneri, Peygamberin pek kuvvetli olduğu zam anlara ait değil
dir. Bu ihtiyat önlemi, şeytanın araya girmesi, Yüce T a n r ı’nın olaylara fazla ka
rışmak istemediğinin ve karışmadığının bir işareti gibi görünm ektedir. Bu iti
barla bu dönemlerde Hz. M u h a m m e d ’e vahyin önerileri itidaldir: "R a b b in d en
sana n e vahyolunuyorsa ona uy. B iz seni onların üzerine denetleyici olarak gön
d erm ed ik, sen onlara v e k il de değilsin ” (E n ’am, 106-107).
Bir gerçeklikten ku şk u duyan zihin, gerçeğin en p arlak m erkezine nüfuz
etmiş olsa bile, onun da derinliğinde kavram ış olduğundan daha başka b ir ger
çeğin gizli olduğunu k a b u l etm ek z orundadır. K uşku nu n inadı, imanın gücünü
aşan b ir mantığa bağlıdır ve inanm ak için de b u n d a n d ah a güçlü bir m antık
ister; onu bulam ayınca, itirazlarına devam etm ekten çekinmez: " Karşılarında
açık m ucizelerle ayetlerim iz o k u n d u ğ u zam an, o zalim ler, "B u sizi, atalarım ızın
yaptığı Tanrılardan m e n e tm e k isteyen bir adam dan başka bir şey değildir” de
diler ve (K u r’an için de), "B u , sadece u yd u ru lm u ş bir iftiradan ibarettir” dedi
ler ve küfred en ler, ken d ilerin e h a k geldiği zam an da, "B u açıkça bir bağıdan
başka bir şey değ ild ir!” d e d ile r” (Sebe, 43). Bunun karşılığı, kandırıcılık b a k ı
m ından diğer verilmiş olan karşılıklardan farklı değildir: "O ysa ki, biz onlara
öyle ders alacakları kitaplar v erm ed ik ve ken d ilerin e senden önce bir sakındırıcı
gönderm edik. O nlardan öncekiler d e yalanlam ışlardı; hem bunlar, onlara ver
m iş old u kla rım ızın onda birine bile nail olm adılar, elçilerim izi yalanladılar d a
(beni in k â r etmenin cezasını gördü ler))” (Sebe, 44-45). T ü m b u karşılıklarda
gizli olan gerçek şu d u r ki, bozulm uş b ir kavmi k u rta rm a k için gelmiş ya da
gönderilmiş olan önderlerin gösterdikleri yolda ilerlemek istemeyenlerin sonu,
sapıtm ak ve eğri yollarda m ahvolm aktır. Fakat kılavuzlar görevlerine devam et
mek zoru nd adırlar (Fatır, 4); ve Yüce T an rı, kâfirlerin K u r ’ana karşı yapmış
oldukları saygısızca saldırılar dolayısıyla onların cezalarını verm ekten âciz de
ğildir. Fakat, onların yaşadıkları çevrede, H z. M uham m ed de yaşam akta o ld u
ğundan, T an rı, on u k orum ak için böyle b ir girişimden çekinm ektedir. M üşrik
ler, "E ğer K u r ’an senin tarafından gelm iş h a k k ita p ise, gökten üzerim ize taş
yağdır veya bize daha acı bir azap ver, dem işlerdi. Sen içlerindeyken Tanrı on
lara azap ed ecek değildi. Y arlıganm alarım d iled ikleri takdirde de azap edecek
değildir” (Enfal, 32-33).
Tanrısal adaletin bu tecelli tarzı, H z. M u h a m m e d ’i b üyük b ir çıkm azdan
ku rta rm a k la birlikte, tarih boyunca birçok m asum insanların, g ü n a h k â rla r ara
sında uğram ış oldukları felâketleri ve çektikleri ıstırabı m az u r gösterecek her
türlü m antıksal ka n ıtta n yoksun gibi görünm ektedir. B undan âdeta insanda,
Yüce T an rı, günahlılarla günahsızlara lâyık oldukları m ükâ fa t ve mücazatı bu
d ün yada vermek istemiyor, ya da birçok günahlıların sırf Hz. M u h a m m e d ’i
ko rum a pahasına, cezalarını erteliyor gibi b ir düşünce akla geliyor, "B ize ka v u ş
m ayı dilem eyenler, a yetlerim iz m u c ize olarak ken dilerine o ku n unca, bundan
başka bir K u r ’an getir veya b u n u değiştir, dediler. D e ki, benim onu değiştir
m em olm az; ben ancak bana vahyolunana tabi o lu ru m " (Y unus, 16); "B ir de
ona, R abb in d en başka bir ayet indirilse ya, diyorlar. Sen d e de k i, gayb T anrı'ya
özgüdür; b ekleyin iz, ben d e sizin le b ekleyen lerd en im ” (Yunus, 21; R a ’d, 8). Bu
lakonik ve belgin karşılıklara, b ir de yarışmaya davet emri ek lenm ektedir ki;
bu nu mucize bahsinde, hadd in i bildirm e mucizesi olarak açıklamıştık. Bu mey
dan okuyan ayeti H u d suresinin 14-15 ’inci ayetinde buluruz. Böyle bir yarış
m ada m uzaffer çıkan tek b ir insan görülmemiştir. Evvelce de işaret ettiğimiz
gibi, büy ük adam ların eserleri, genel olarak taklit edilemezler ve edilenler de
asla taklit olunan eserlerden üstün olamazlar. Bu, yalnız kutsal kitap ar için
değil, tüm sanat ve ülkü eserleri için de gerçektir. Üslupları, kişilikleri, d ü şü
nüş, görüş ve duyuş tarzları belli ve özel b ir değere sahip olan öyle büyü k ve
seçkin ad am lar va rd ır ki, bu nların eserleri üzerinde kendi adları bulunm asa
bile, onların kimlere ait olduğunu tan ım ak olanaklıdır ve bunları bir başkasının
vücuda getirebilmesine de olanak yoktur. Bu nedenledir ki, bugü n de T e v ra t’ın»
Incil’in ve özellikle K u r ’am n ayar ve değerinde bir eser asla yazılamaz. Bir b ü
yük yazarın eserinden daha yetkin b ir eser m eydana getirilebilir; fakat b u , bir
iddia ile değil, ancak aynı çapta ve yaradılışta olan diğer b ir dehanın doğal
olarak yazdığı eser, bu üstün niteliğe sahip olabilir. Eskiden, K u r ’a n m bir mis
lini vücuda getirmeyi denemiş olan peygamber taslakları, b u gerçeklerin far
kında olmayan seviyesiz ve imansız kimselerdi.
Müşrikler, Hz. M u h a m m e d ’den daima başka bir ayet indirmesini istemiş
lerdi. Peygamber ise, Yüce T a n r ı’nm , kâfirler tarafından istenenleri değil, ken
di istediklerini vahyetm ekte olduğunu, In cil’de de görüldüğü gibi, Rabbin sınav
dan geçirilemeyeceğine inanmış ve kendi yetkisinin, yalnız bildirm ekten ibaret
olduğunu kavramıştı. Ayetlerin simgesel, soyut ve esnek olan üslup ve deyim
lerindeki anlamı kavram ayanlar, ilerde m eydana gelebilecek olanı hem en şimdi
görmek isterler. Bunun içindir ki, b ir Mekkeli, Hz. M u h a m m e d ’e, «Şu iki dağ
bizi pek daraltıyor; bunları b u ra d a n y ürüt de yerimiz genişlesin; oralardan ır
m aklar da akıt; mezarları açarak atalarım ızdan herhangi birini dirilt de sözle
rinin doğru olup olmadığını anlayalım» diyerek, onu mucize göstermeye davet
etmişti. Şu ayet, Peygamberi bu türlü olanaksızlıklardan pek güzel kurtarm ıştır:
“K u r’anla dağlar yü rü tü lm ü ş, yer parçalanm ış ya da onunla ölüler ko n u ştu ru l
m u ş olsa bile (onlar yine iman etmeyeceklerdi); zira, tüm em ir T a n rı’nındır ve
im an edenler bundan m eyus olm am alıdır; Tanrı dileseydi, insanların hepsine
hidayet bağışlardı” (R a ’d, 31). Bu ayetin sonu, “N ihayet T a n rı’nın vaat ettiği
gelecektir; Tanrı, vaat edilen va k ti şaşırm az” cümleleriyle biter ki, O ’nun iş ve
kararlarına kimsenin karışm a hak ve yetkisi olmadığı da ihtar ediliyor demektir.
Y ahudiler, K u r ’anda neshedilmiş, yani evvelce verilmiş olan emirden vaz
geçilmiş bazı ayetlerin var olduğunu öğrenince (teheccüt nam azına dair olan
em rin kaldırıldığı gibi), önceden bilinmeyen b ir gerçeğin yanlış olarak bildiril
miş olduğunu, b u n u n ise, bir acizlik ve geri dönüşten başka b ir şey olm adı
ğını ileri sürerek Hz. M u h a m m e d ’in, «G ayptan hiç b ir bilgisi yoktur, iddiaları
kendi uy durm alarınd an başka b ir şey değildir» demişlerdi. K u r ’anda b u n a ve
rilmiş olan karşılık şu olsa gerektir: “B iz bir ayetten her neyi neshedersek, on
dan daha hayırlısını, ya h u t m islini g etiririz”. Bu ayet, her şeyden önce, olayla
rın akış tarzına göre, evvelce verilmiş olan b ir emri, zaman ve yeni koşullar ge
reksiz kılınca, başka hük üm lerin verilmesi gerektiğini onaylamamıza hizmet
eder. Bu da T a n r ı’n m gelecekte olan şeyleri önceden hazırlamadığı ya da son
rad an vu k u a gelecek şeyler h a k kınd a T a n r ı’nın öncel b ir bilgiye sahip olma ih
tiyacında olmadığı düşüncesini doğurur. Tanrısal iradede sürekli b ir değişmeyi,
Tanrısal bilimde sürekli bir ilerlemeyi kabul etmekse, bazılarına göre, dine ay
kırıdır. Bize göre ise, Yüce T an rı, sürekli olarak yaratm a gücüne sahiptir. Hiç
bir şeyin alacağı son şekli önceden saptayarak, ona olması gereken son değişmez
şekli vermiş değildir; aksi olsaydı, Ulu Y aradan görevlerini tam am lam ış bir fani
gibi edilgin bir eylemsizlik simgesi olurdu. Âlem, ebedî bir oluş içinde, hiç bir
noktada yerinde saymadan çoğalıyor, ürüyor, türüyor, oluşuyor, evrimleşiyor,
çeşitleniyor ve başkalaşıyor. İnsanın görevi de Tanrısal gücün b u d u ru p d in
lenmeden işleyen sanatına ayak uy durm ak ve evrendeki bu ebedî ilerleyişe ka-
•tılmaktır. İslâm dininin bilime, uygarlığa ve gelişmeye engel olması şöyle d u r
sun, bu n lara hizmet etm ek gibi yüce b ir karaktere sahip oluşu, on un b u dina
m ik karakterin i ka b u l etmekle ispat edilebilir. Tefsircilerle din bilginlerinin tü r
lü çevirti ve yorum lam alarla, küfretm e k o rk u su n d a n doğan zayıf ve garip açık
lamaları, Hz. M u h a m m e d ’in öğretmek istediği b u gerçek dinam izm e aykırıdır,
sanıyoruz.
Peygambere yapılan itirazlardan biri de, K u r ’an bahsinde görüldüğü gibi,
«Eğer seni T anrı yollamış olsaydı, K u r ’a n A rapça mı olu rd u ? » sorusunda giz
lidir; onlar, «Senden önceki peygamberlere verilen kitaplar, asla A rapça de
ğildi» diyorlardı. Buna verilen kutsal karşılık, bizim toplum ıım uzda K u r ’anın
dilimize çevrilmesi aleyhinde bu lu nanlara, yanıldıklarını gösteren açık b ir ih
tar sayılabilir: “H er gönderdiğim iz peygam beri, ancak k e n d i ka v m in in diliyle
yo lla d ık ki, onlara beyanda b u lu n a b ilsin ” (İbrahim , 5). Bu ayetten tü m kavim-
lere peygam ber gönderilmiş olduğunu ve b u peygamberlerin T an rı emirlerini, o
kavimlerin dilleriyle bildirmiş olduklarını anlıyoruz. Fakat, Samî kavim ler dı
şındaki binlerce kavim, T anrıbilim anlamıyla birer peygambere nail olmamış
lardır, am a onları erdemliğe çağıran b üyük bilginleri de peygam ber saym ak su
retiyle b u ayetin gerçek değerini anlayabiliriz; aynı zam anda b u ayet, Tanrısal
buyrukları, h e r kavm in kendi dilleriyle öğrenm elerinde bir sakınca olmadığını
gösterdiği gibi, b u n u n zorunlu olduğunu da açıklam aktadır. K u r ’anın başka
bir yabancı tarafınd an H z. M u h a m m e d ’e öğretildiği de iddia edilmiştir. Bunun
olanaksızlığı şöyle belirtilmiştir: “O nların bunu, T anrıtanım az tela k k i e ttikleri
bir insan öğretiyor, d ed iklerin i biliyoruz; o n u n dili yabancıdır; bu ise açık bir
A rapçadır” (Nahl, 103); "B iz o nu yabancı d illi bir K u r’an ya p m ış olsaydık, ayet
leri tafsil edilseydi ya, diyeceklerdi. A raba yabancı dille m i? 1. D e ki, o iman
edenler için hidayet ve şifa d ır”; “İşte K u r ’anı başkasından öğrettik dem esinler
diye, biz bu ayetleri böyle üsluplarla beyan ed eriz” (E n’am , 105). K u r ’a n oku
nu rk e n küfredenler, " Ş u K u r ’anı dinlem eyin, yaygara çıkarın, galip gelirsiniz”
(Fussilet, 14) diyorlardı ve m üşrikler karşılarında ayetler o ku nu rk en , bunlar:
"E skilerin m asallarıdır” demişlerdi (Kalem, 15-16). Bu iftiraları ve iddiaları
kutsal kitap, başka bir surede şöyle tekrar eder: "K üfredenler, bu sırf bir ifti
radır, ken d isi u ydurdu; başka bir k a vim de ona yardım etti, dediler, böylece de
zu lü m ve m ü ze v irlik yaptılar; v e o eskilerin m asallarıdır, onlara yazdırılm ış da
o k u tu p duruyor d ed iler”. Bu iddialara aynı ayetlerin sonunda şu karşılığın ve
rildiğini görüyoruz: "O n u göklerde ve yerde sırrı bilen indirdi d e ” (Furkan, 4-6).
Bir başka itiraz da şudur: “K üfredenler, ona K u r’anın hepsi birden indirilm e
liydi d ed iler”. K u r ’anm böyle indirilmemesinin nedenini, aynı ayet şöyle açıklar:
"B iz, onu senin gönlüne tesp it edelim d iye böyle in d ird ik ve üstün bir ahenkle
o k u d u k ” (Furkan, 32). Ve Hz. M u h a m m e d ’in tüm bu itirazlar karşısında sarsıl
maması gerektir: " V e sen, sana k ita p indirileceğinden um u tlu değildin; fa ka t Rab-
binden bir rahm et oldu, sakın kâfirlere d estek olm a. V e sakın sana in dirildikten
sonra, T a n rı’nın ayetlerinden seni çevirm esinler, hem en R abbine davet et ve
sakın m üşriklerd en o lm a ” (Kasas, 86-87). Bu tembihler, ihtarlar, Hz. M uh am
m e d ’in karşılaştığı türlü zorluklara direnmesini ve tuttuğu yoldan caymamasını
(1) Türk’e Arapça Kur’an mı? sorusuna hak kazandıran bir bildiridir bu.
sağladığı gibi sürekli olarak da onu n tinsel kuvvetini artırıyordu. Bunlar, âdeta
büyük am açlar peşinde koşanlarm kendi iç âlemlerinde, yeni kendi nefislerine
yaptıkları telkinlere benzerler. Kuşkusuz K u r ’an, yirmi üç yıllık sürekli bir v a h
yin ü rü n ü d ü r. M üşriklerin söylemek istedikleri, K u r ’anın bu k a d a r uzun bir
zam anda m eydana gelişinden, onun b ir vahiy eseri değil, olayların gerekçelerine
göre oluşmuş, bu itibarla da M üslümanlığın, h e r ülküsel k u ru m ve örgüt (teş
kilât) gibi H z. M uham m ed tarafından, ihtiyaç duyuldukça ileri sürülm üş d ü şü n
celer toplamı o ld uğunu belirtmektir. K u r ’anda verilmiş olan karşılıklar ise, m üş
riklerin kuşku sun u kaldıracak b ir güce sahip değildir; nitekim sonraları bazı
İslâm dü şünürleri de, K u r ’anın Tanrısallığından kuşkulanm ışlardı. Gerçekte
bir eserin değeri, onu n yalnız Tanrısal oluşundan değil, amaçlarına ulaşma
bakım ından göstermiş olduğu b aşarıdan da anlaşılabilir. K u r ’an ise, kendini
beş altı yüz milyon insana kab ul ettirm ek suretiyle bu kutsallığı ispatlamış
b ulun m a kta dır.
Peygambere karşı türlü şekillerde tekrar edilen mucize istekleri vardır:
“O na R ab b in d en ayetler indirilse ya, dediler. D e ki, o ayetler, hep T a n rı’m n
yanındadır, ben anca k bir sa km d ırıcıyım . Sana karşılarında o k u n u p duran k i
tabı indirm iş olm a m ız ken d ilerin e yetişm ez m i? ” (A nkebut, 50-51). O n u n k e n
dinden önceki peygamberler gibi, b ir mucize göstermediğine b a k a ra k peygam
berliğinden kuşku duyanlar çoktur. Z ira, m üşriklerin ve Yahudilerle Hıristi
yanların bellekleri, hep mucize öyküleriyle doluydu. Bilgisiz ve yalınç insanlar,
soyut düşüncelerden çok maddesel ve somut gösterilerden b ir şeyler anlayabilir
ler; b u nedenle de onlar, b ir taraftan da ölüm den sonrası için nim et ve azap
ların, neden şimdiden meydana gelmediğine b ir türlü akıl erdirem iyorlar ve
nedenini soruyorlardı: “O nlara ya p m ış o ld u ğ u m u z vaadin bazısını sana gös
tersek ya da gösterm eden seni vefa t ettirsek de, bild irm ek sana, hesap bize
a ittir” (R a ’d, 42) ayetinin beyan ettiği gibi, Peygamber b u soruların nedenini
anlatm ak zoru nd a da değildir; ve kâfirler, Hz. M u h a m m e d ’in peygamberliğini
ispat etmiş olm ak için, ona, “ R a b b i tarafından neye bir m u cize indirilm edi,
derler. D e ki, Tanrı dilediğini saptırır ve h a k k a d öneni de irşat eder” ( R a ’d,
29). Anlaşılıyor ki, kâfirlerin istediklerine ve sorduklarına d oğrudan doğruya
karşılık vermenin sonuca hiç b ir etki yapmayacağı önceden anlaşılmış ve kabul
edilmiş b ulun m ak tadır. K âfirler bir defasında da, “E y ken d isin e zik ir indiril
m iş olan, sen delisin; eğer sadıksan b ize o m elekleri getir, d ed iler” (Hicr, 6-7).
Buna şu karşılık verilmiştir: "B iz m elekleri h a kkıyla indiririz; fa k a t o vakit,
onlara göz açtırm ayız. Z ik r i b iz in d ird ik ve o n u n koru yu cu su da b iziz” (Hicr,
8-9). Z aten onların, "Ü zerlerine g ö kten bir kapı açsak da oradan uruç etseler
bile, her halde gözlerim iz sarhoş ed ild i ve b e lk i de biz büyülenm iş bir k a v in iz”
(Hicr, 14-15) diyeceklerdir. Bu çeşitten ispat belgeleri isteyenler genel olarak,
"B ir m u cize gördü kleri zam an da, onunla eğleniyorlar ve bu a çık bir bağıdan
başka bir şey değildir, d iyorlar” (Saffat, 15). Hz. M uham m ed, tek ve üstün bir
mucize olarak K u r ’am göstermiş ve b u n u n kâfirler için yeterliğini bildirmeyi,
eski peygamberlerinki gibi, birer söylenti halinde ve birer öykü olarak anılarda
devam eden ve kutsal kitaplarda sözü edilen türden mucizeler göstermemeyi yeğ
■tutm uştur. O , b un d a haklıydı; Z ira K u r ’an, eskiden gösterilmiş oldukları bildi
rilen h a rika la rd an daha pek ü stü nd ü ve onlarla karşılaştırılamayacak denli ivedi
likle insanları doğru yola getirmişti. Bu itibarla mucize göstermiş olm anın im an
içindeki rolü, K u r ’anın etkisinden fazla olm ayacağına göre, sırf ina nm a k iste
meyenlerin ya da T a n r ı’nın inan dırm ak istemediği kimselerin diledikleri olsun
diye mucizeye b aşvurm ak boşuna bir çabadır: “S enden iyilikten önce k ö tü lü
ğün ça b u k gelm esini istiyorlar. O ysa ki ken d ilerin d en önce bunun örnekleri v ü
cuda gelm işti. H a lkın zu lü m lerin e karşı R a b b in yarlıgayıcıdır ve cezaları da
şid d etlid ir” (R a ’d, 7). Kâfirlere daim a geçmişin ibret verici olayları hatırlatıl
m ak ta ve T a n rı cezalarının şiddetli olduğu bildirilerek, sorduklarına kandırıcı,
karşılıklar verm ekten kaçım lm akta ve nihayet im an etmeleri için b ir açık kapı
olarak yarlıgama u m u d u bırakılm aktadır.
Erdemli insnların rezil insanlar yüzünden pek çok eziyet çektiğine ve zalim
lerin bu d ünyada süratle ceza görmediklerine d ikk at edenler, b u haksızlığa de
rinden ü zülürler ve nedenini sorarlar; fakat alacakları karşılık şudur: “Tanrı,
insanları yaptıkları zu lü m dolayısıyla suçlandırsaydı, ken dilerine kım ıldanan
bir şey bırakm azdı. L â kin , Tanrı onları ta kd ir ed ilm iş bir ecele kadar g e cikti
rir ve ecelleri gelince de, ne bir saat geciktirir, ne d e öncelleştirir” (Nahl, 61).
Bu dinsel ahlâka bağlı olanların da inandıkları, bazen de gerçeğe uyan vc akla
filozof K a n t’ı getiren b ir bildiridir. Fakat zalimler, cezalarını hem en çekseydi-
ler ve yeryüzünde zulüm ve fesada hiç yer kalmasaydı daha iyi olmaz m ıydı?
Bugün de akla gelen b u düşünce Hz. M u ham m ed Sam an ın da da gelmişti. M üş
rikler, “Tanrı dileseydi, ne b iz ne d e atalarım ız, ken d isin d en başka şeye tapm az-
d ık ve o n su z b iç bir şeyi haram k ılm a z d ık ” dediler. Bunun karşılığı yine daima
aynı m antığa dayanm aktadır: “B undan öncekiler de böyle yaptılar; Peygam
berin görevi, açıkça bir bildiriden ib a rettir" (Nahl, 35). Bu türlü karşılıklar,
özgür düşünceli insanlar için b ir çeşit acizliğin ifadesi gibi görünürler. Hz. Mu-
h a m m e d ’den istenen mucizelerin önemli b ir kısmı şunlardır: “Sen bizim için
şuradan br k a yn a k a kıtm a d ıkça , sana asla inanm ayız; yahut da senin h u rm a lık
lardan ve bağlardan bir bahçen olsun da aralarından çaylar akıtasın; ya h u t da
göğü, tasarladığın gibi ü zerim ize parça parça düşüresin veya T a n rı’yı ve m e
lekleri b ize k e fil getiresin; veya senin altından bir evin olsun veya göğe çıka
sın; buna da oradan ü zerim ize o kuyacağım ız bir m e k tu p in d irm edikçe sana
in a n m a yız”. T ü m b u gözle görülecek ve elle tutulabilecek olan som ut isteklere
verilen karşılık, yine aynı lakonik itiraftan ibarettir: "Sübhanallah, ben ancak
insan bir e lçiyim ” (İsra, 90-93). Bir defasında da kâfirler, H u d peygambere,
“Sen bize, b izi taptıklarım ızdan ç e v irm ek için m i geldin? Eğer doğrulardan isen,
b ize vaat ettiğin azabı getir, d ed iler” (Ahkaf, 22); buna H u d peygamber tara
fından verilmiş olan karşılık da Hz. M u h a m m e d ’in vermiş olduklarına benzer:
“O bilim , T a n rı’m n yanındadır. Ben size bana gönderilen şeyi bildiriyorum ; lâ
k in sizin bilgisizlik ettiğ in izi g ö rü yo ru m ” (Ahkaf, 23). G örüldüğü gibi, Hz. M u
h a m m e d ’in ve öteki peygamberlerin tüm savunm aları, davanın sahibi kendileri
değilmiş gibi, tamamıyla, «Elçiye zeval olmaz» ilkesinin siperi arkasında cereyan
etmekte ve kendi kişiliklerini tevazu ile saklam aktadırlar. Çünkü, inandıkları
ve in andırm ak istenilen baş gerçek şudur: “Sana biat edenler, T a n rı’ya biat
ederler; T a n n ’m n eli, onların elleri üstündedir. K im cayarsa, k e n d i aleyhine
caym ış o lıır” (Feth, 10). Hz. M uh am m ed için Müslümanlığı kabul etmek, bir ant
laşmayı bir sözleşimi kabul etm ekten farkı olm ayan bir anlaşm adır. K âfirlerin dai
ma bir mucize istemelerine karşı, "T a n rı, insanlara şerri, onların hayra karşı olan
aceleleri gibi çabuklaştırsaydı, hem en ecellerini getirirdi” (Yunus, 12) denildiğin
den de anlaşılacağı gibi, T anrısal niyette böyle akıbetin çabuk gelmesi isteği >oktur.
O n la r daim a, " N e zam an bu vaat, eğer doğruysanız? diyorlar. D e k i, bilim ancak
T a n rı’n m yanındadır; ben sadece a çık anlatan bir sa kın d ırıcıyım ” (Mülk, 2-3). Tan-
rı’nın doğru yola götürm ek istemediği için b ir türlü im an edemeyenlere en yüksek
bir m ucizenin de hiç bir etkisi olamaz. O nlar, "H avalarına uydular; oysaki her iş
kararlaştırılm ıştır” (Kamer, 3). N itekim ayın yarılması mucizesine telmih edilerek
şöyle deniliyor: "B una karşın, hâlâ bir m u cize görseler, y ü z çevirerek bu sürekli
bir bağıdır, derler. Y alan söylerler” (Kamer, 2-3). Zaten Hz. M u h a m m e d ’in iman
etm em ekte inat edenleri yola getirm ek için uğraşmaları da boşunadır. O nlara
kimsenin yapamayacağı iş ve eserlerle, itirazına olanak bulunm ayacak denli
m utlak gerçekler gösterilmiş olsa bile, hidayete nail olam azlar: "O nlardan seni
dinleyenler de vardır; fa k a t akılları olm ayan sağırlara sen m i işittireceksin? O n
lardan sana bakanlar da vardır; görm eyen körlere sen m i doğru yolu göstere
c e k sin ? ” (Yunus, 43-44). Bu ruh halinde olanlar, eskiden beri ve her zaman var
olm uştur. Incil’de de b un a benzeyen ayetler v ard ır (Meta İncili, X I I I , 13-15).
Hz. M u h a m m e d ’in aleyhinde uğraşanların en çok inanm ak islemedikleri
olay, ölüm den sonra dirilmektir; ve b u olaya bağlı olarak dünyadaki işlerin
hesabını ahrette vermektir. «Biz to prak olduktan sonra mı yeniden yaratılaca
ğız?» diyenler için, "İşte onlar R ablerine küfrediyorlar; işte onlar, boyu n d u
rukları gerdanlarında; işte onlar, ateş ehlidirler ve onda ebedî olarak kalacaklar
d ır ” (R a ’d, 6) tehdidi ileri sürülm ektedir ki; b u çeşit itirazlar için de, hemen
diğer birçok itirazlara verilmiş olan karşılıklarda olduğu gibi, bir ispat amacı
güdülm em ektedir, veya, "S en d en acele azap istiyorlar; sonu önceden belirlen
m iş (müsemma) bir ecel olm asaydı, o azap, onlara m u h a k k a k gelm işti; elbette o,
kendilerine gelecek, haberleri olm adan birdenbire g elecek”; "Senden acele azap
istiyorlar, oysaki, cehennem kâ firleri ku şa tıp d u rm a kta d ır” (Ankebut, 54) gibi
bulanık, zam anın ve soranların d u ru m u n a uygun gibi görünen kaçamaklı k a r
şılıklar verilmektedir. "H ayır, bu saçm a sapan rüyalardır; hayır, onu k en d isi
uyduruyor; hayır, o bir ozandır; a ksi halde b ize evvelkilerin gönderdikleri gibi
bir ayet (mucize) getirsin ” (Enbiya, 5) dedikleri zaman, verilen şu kısa karşılık
da Mecelle’nin, «Batıl m akis-ün-aleyh olam az!» d üstu ru na aykırı olarak, şöyle
bildirilmiştir: "K en d ilerin d en önce h elâ k ettiğ im iz hiç bir kasaba im an etm ed i
d e şim di onlar m ı ed e c e k? ” (Enbiya, 6). Bir taraftan peygamberlerin sanki âciz
ve beceriksiz kimseler olduğunu, bir taraftan da Tanrısal iradenin bu işlere
karışm adığını ya da karışm ak istemediğini, yahut da böyle olmasını istediğini iti
raf etm ek gibi, kuşkucu ve olum lu zekâları dolambaçlı ve tehlikeli düşüncelere
sokan b ir savunma tarzına K u r’anın birçok surelerinde rastlanır. M üşrikler,
"T anrı, öleni yeniden diriltm ez, diye bütü n yem inleriyle T a n rı’ya ant içtiler; ha
yır, Tanrı onu h a kkıyla vaat etm iştir; d iriltecektir; fa ka t h a lkın çoğu bunu
bilm ezler” (Nahl, 8); "B iz k e m ik o ld u ğ u m u z zam an ufalanıp to z haline geldi
ğ im iz zam an, y e n i bir yaratılışla m ı dirileceğiz? dediler. D e ki, ister taş, ister
odun, hatta g ö n lü n ü zd e b ü yüyen herhangi bir yaratık da olsanız. O nlar, b izi
k im geri verecektir? diyecekler; d e ki, sizi ilk yaratm ış olan. Sana başlarını
sallayarak, bu ne va k it olacak? diyecekler. D e ki, yakında olsa gerek. O ’nun
sizi çağırdığı gün O ’na h a m d ed erek gideceksiniz; p ek az bir süre kaldığınızı
za n n ed eceksin iz” (İsra, 49-52). Akıl, bilgi ve deney mihenginden geçerek ne
olduğu, nasıl olduğu ya da olacağı ispat edilemeyen iddiaların insan zihninde
uyandırdığı ilk duygu ve düşünce k uşk ud ur. Fakat, mistik nitelikteki iddialar
bu süzgeçlerden geçmeden önce imanın dogmatik emirleri o lm aktan k u rtu la
mazlar. Tefsircileıin ve kelâmcıların tüm gayretleri bu bildirilerin dogmatik ol
m a d ık la rım belirtmekte toplanır. N e yazık ki kâfirlere, ileri sürülm üş olan k a r
şılıklara inanacak k a d a r hidayet verilmemiştir. Bu nedenle onlar, hep aynı
soruları tekrar ederler ve aynı karşılıkları alırlar: "Sana, yeryü zü n d e k a yb o ld u
ğ u m uzda m ı? G erçekten b iz yen i bir yaradılışta m ı olacağız? dediler. Fakat on
lar, R ablerine ka vuşm ayı inkâr eden kâfirlerdir. D e ki, size görevlendirilm iş
olan ölüm m eleği hayatınızı alacak, sonra d ö n d ü rü p R a b b in ize götü rü leceksin iz”
(Secde, 10-11). Kâfirler, b u karşılıklardan b ir şey an lam ak istemedikleri veya
anlayam adıkları için kuşkucu ve alaycı sorularına devam eder d ururlar: “ D oğ
ruysanız ne va kit o fetih ? diyorlar. D e ki, o fetih günü, kü fredenlere imanları
bir yarar verm ez ve ken d ilerin e göz a çtırm a z” (Secde, 28-29). Bu itibarla, Hz.
M u h a m m e d ’in fasıklar karşısında yapması gereken şey çok yalınçtır: " Ş im d i
onlardan y ü z çevir de gözet, zira onlar gözetiyorlar” (Secde, 30).
Peygamber, yalnız müjdeci değil, aynı zam anda k o rku tu cu b ir elçi ol
duğu için insanların, niteliğini ancak T a n r ı’mn bildiği kork unç bir ahret se
rüvenine bağlanm alarında sosyal ve ahlâksal birtakım önemli yararlar görmüş
tür. Esasen Yüce T a n r ı’nın her şeye gücü yettiğini kabul ettikten sonra, O ’nun
iradesi için olanaksız bir şey olamaz ve bir peygamberin aklına ne gelirse, Tanrı
hepsini gerçeklendirm ekten hoşlanır ve zaten gerceklendireceği şeyleri, onların
akıllarına getiren de kendisidir. Bunun aksini düşünm ek. Tanrısal öfkeyi davet
eden b ir k ü fü r sayılır. T anrı, ölüleri diriltebilir m i? "İnsan, ölürsem diri olarak
m ı zu h u r edeceğim ? diyor. O h iç bir şey değilken, b izim ken d isin i yaratm ış oldu
ğ u m u zu d ü şü n m e z m i? ” (Meryem, 66-67). M üslüm anlıktan önceki dinlerde de,
az çok farkla ölüm den sonra dirilme inancı vardı; fakat eski Mısırlılarınkinden
başka dinlerde, bu inancın M üslüm anlıkta olduğu gibi sistemli, rom antik ve
trajik b ir betimlemesi yapılmamıştı. Bu itibarla o küfredenler, “B iz ve babala
rım ız toprak o ld u kta n sonra çkarılacak m ıyız? Bu, daha önce de atalarım ıza
vaat olunm uş, eskilerin m asallarından başka bir şey değildir, d ed iler”. Buna ve
rilmiş olan karşılık, aynı surede şöyle özetlenmiştir: " Y e ry ü zü n d e dolaşın da,
suçluların a kıb eti ne o lduğunu g ö rü n ” (Nemi, 68-70). Fakat kâfirler b u karşı
lıklara inanacak ve geçmiş faciaları öğrenip ibret alacak d u ru m d a olm adıkların
dan, “G erçekseniz bu vaat ne zam an? d ediler"; işte karşılığı: “B elki d e o acele
ettiğinizin bir kısm ı ensenize y ü k le n m iştir” (Nemi, 72-73); zira, " . . . R abbinin
yanında bir gün, sizin sayacaklarınızdan bin y ıl gibidir” (Hac, 47). Üzücü olan
bu itirazlar, baskılar ve kuşkularla karşılaşan Hz. M uham m ed de bir insan ola
rak bu nlard an bunalabilir. Oysaki onun amacı yitirmemesi için yeis getirme
mesi gerektir. Bunun içindir ki, K u r ’an, onun tinsel gücünü artırm a gayretiyle.
sanki kendi kendisine bir telkin yapıyormuş gibi, “O nlardan m a h zu n olm a v e
hilelerden bir darlığa d ü şm e !” (Nemi, 71) em ir ve tesellisini verir.
H z. M uh a m m e d 'e yapılmış olan itirazlar ve onu sınavdan geçirmek için
ileri sürülm üş olan sorular, daha eski peygamberlere de yöneltilmişti; örneğin,
H z. N u h ’tan sonra gelmiş olan peygamberlere de kavimleri demişlerdi ki: “Bu
da sizin g ib i bir insandan başka şey değildir, yed iğinizden yiyor, içtiğinizden
içiyor. S iz ö ld ü ğ ü n ü z ve bir toprak, bir yığın k e m ik o lduğunuz zam an, m u tla ka
çıkarılacaksınız d iye m i vaat ediyor? O vaat o lu n d u ğ u n u z şey p e k uzaktır. O,
b izim dün ya h ayatım ızdan başka bir şey değildir; ölürüz, yaşarız, fa k a t ye
n iden dirilm eyiz. O, T a n rı’ya iftira eden bir adam dır, b iz ona inanacak d e ğ iliz!”
(M üm inler, 33-38); ve kuşkusuz Yüce T anrı, peygamberlerinin, b u itirazlar
karşısındaki sızlanmalarını işiterek o kavim lerin tü m ü n ü cezalandırm ıştır. Esa
sen, H z. M u h a m m e d ’in kendisini yalancılıkla suçlandıran m uhaliflerine karşı
teselli buldu ğu ve m uhaliflerine karşı da inand ırm a aracısı olarak kullandığı en
önem li olay, Hz. İbrahim , Hz. N u h , Hz. L u t... gibi peygam berlerin, sakındır
m a k için gönderilmiş oldukları kavimlerin başlarına gelen felâketler ve onların
da peygamberlerini suçlandırm aları, onlara inanm am aları ve hatta eziyet edip
b ir kısmını d a haksız yere öldürm üş olmalarıdır. “O nlar, seni yalancı sayıyor
larsa, daha önce N u h , Â d ve S e m u d k a v m i d e yalan saydılar. İb ra h im k a v m i
de, L u t k a v m i de. M e d y e n ’de oturanlar v e M usa da yalan sayılm ıştı. Sadece o
küfred en lere m ü h le t verdim ; sonra onları yakaladım ; inkârın a k ıb eti n a sılm ış!”
(Hac, 42-44). Ö lüm d en sonra dirilmeye b ir türlü akıl erdiremeyenler. H z. M u
h a m m e d ’e hem en öm rü boyunca itiraz etm ekten çekinmediler. “K im diriltir o
kem ikleri, onlar çü rü m ü şken ? d e d i”. Bunun karşılığı da b u n d a n öncekiler gi
bidir; "D e k i, onları ilk k e z inşa eden d iriltir v e her yaratışı b ilir” (Yasin, 78-
79); ve Yüce T anrı, h e r vesileyle hatırlatır: “B iz, ölüleri diriltiriz. H erkesin iş
lediği edim leri ve bırakacağı eserleri yazarız. B iz her şeyi m a h fu z levhaya kay-
d etm işizd ir” (Yasin, 12). Yine m uhalifler, “B ir m u cize gördükleri zam an, onu
eğlence sayıyorlar; ve bu, diyorlar, a paçık bir bağıdan başka şey değildir. Ö l
d ü ğ ü m ü z ve toprakla bir yığın k e m ik o ld u ğ u m u z zam an m ı? B iz m i yeniden
d irilecekm işiz? ”. Aynı ayetlerin a rkasından gelen şu ayette, b u n u n k a rşılığ ı. h a
zırdır: "D e k i, h em siz p e k h a kir o la r a k ...” (Saffat, 16-18). Fakat, “D ediler ki,
o hayat, sırf b izim d ü n ya h ayatım ızdan ibarettir; yaşarız, ölü rü z ve b izi artık
deh ir heiâ k e d er”. Bu ayetin sonu, b u itirazı yapanların zihinsel seviyelerini
açıklam akla yetinir: “O ysa ki buna dair bir bilim leri yo ktu r; onlar, sadece zan
n ederler” (Casiye, 24). İtirazlar süreklidir: “K endilerinden bir sakındırıct geldi
ğine hayret ettiler ve kâfirler, bu garip bir şeydir, dediler. B iz ö ld ü kten ve top
rak o ldukta n sonra bu u za k bir geri d ö n m ed ir” (Kaf, 2-3). Buna verilen k a r
şılık da, doğal ve sosyal zo runluluklar gibi bir T anrısal zorunluluğun ihtarın
dan ibarettir: “Fakat yeryü zü n ü n onlardan neyi eksilttiğ in i b iz biliriz ve ya
n ım ızda saklayıcı bir k ita p vardır” (Kaf, 4). Yine aynı itirazlara saplanmış olan
kâfirler demişlerdir ki: " . . . S ize, tam am ıyla d id iklen d iğ in iz vakit, m u h a k k a k
yeni bir yaradılış içinde bulunacaksınız, d iyerek p eygam berlik eden bir adam
gösterelim m i? B ir yalanı T a n rı’ya iftira e tm e k m i, yoksa ke n d isin d e bir d elilik
m i var? H ayır, doğrusu o ahrete inanm ayanlar u za k bir sa p ıklıkla azap içinde-
d irler” (Sebe, 7-8). Bu tehdit, kuşk ucun un imansızlığını yok edemez; bunun
içindir ki, “ G erçekseniz bu vaat ne zam andır? diyorlar. D e ki, size bir gün
kadardır ki, ondan ne bir saat geri, ne de bir saat ileri geçem ezsin iz” (Sebe, 29-
30). H ep aynı itirazlar ve aynı bulanık ve korkutucu karşılıklar: ‘‘G erçekten
bizler, o çu ku rd a n geri d ö n d ü rü lecek m iyiz? diyorlar. U falanm ış ke m ikle r oldu
ğ u n u z halde, d e ” (Naziat, 10-11). Yüce Tanrı, onu bir sesli üfürüşle meydana
getirecektir (Naziat, 13). O ’nun bir emri, olanaksız gibi görünen her olayın
gerçeklenmesine yeter. Zaten Hz. M uham m ed, her sorulana karşılık verebile
cek bilime de sahip kılınmamıştır; zira bazı gizlerin (sır) gerçeklik ve bilimini
ancak Yüce T anrı bilir: ‘‘Sana o saatten soruyorlar, n e zam an dem ir atm ası?
O ’nu sen nereden anlatacaksın? O ’nun en sonu R abbindir. Sen, ancak O ’ndan
korkanlara bir sa kın d ırıcısın ” (Naziat, 42-45). Bu itibarla Hz. M u h a m m e d ’in
kendi ödevi dışına çıkmaması, sadece Tanrısal istekleri ve haberleri kavmine
bildirmesi, onları sevdirip korkutm ası gerekir.
Dikkat edilirse, müşriklerin, kâfirlerin ölümden sonra dirilme hakk m daki
soruları ve k u ş k u la n , ölüm den sbnra, dünyadaki bedenimizle dirileceğimizi
zannetmelerinden doğm aktadır. Ç ürüm üş, her zerresi toprağın öğeleri arasında,
hayvanların m idelerinde ve rüzgârların ö nünde belirsiz şekiller alarak kaybo
lup giden bir maddesel varlık, tek rar birleştirilerek dünyadaki yapısı ve biçi
miyle diri diri T anrı h uzurun a nasıl çıkab ilir?1. O nların akıllarına gelen bu
olanaksızlığı çözmek için ve konuyu daha belgin bir şekilde açıklam ak için tef
sirciler, Tanrıbilimciler, İslâm bilgin ve filozofları, türlü kuramsal ve varsayım
sal açıklam alarda bulunurlar. Bazıları ruhu n maddesel olduğunu, bazıları tinsel
olduğunu tahm in ederler. Bu itibarla bazıları, mahşere bedenlerimizle dirilmiş
olarak götürüleceğimizi, bazıları ise, yalnız ruhum uzla T anrı h u z u ru n a çıkarı
lacağımızı iddia ederler. K u r ’anda geçen teveffi, im sak> irsal gibi sözcükleri k a p
sayan bir ayetle dönüş (rücu), rıza, girm e (duhul) sözcüklerini kapsayan diğer
bir ayeti ileri sürerek bu belirlemelerin cisimlere özgü sıfatlardan olduğunu
beyan edenler, r u h u n maddeselliğine inanırlar. R u h u n cesede girmesi ya da
çıkması gibi deyimleri kapsayan bazı hadisleri de bu maddeselliğin bir kanıtı
sayarlar. Fakat ölüm den sonra dirilmeyi, daha inandırıcı bir şekilde açıklaya
bilmek için, ru hu n bir töz (cevher) veya ilinek (araz) değil, fakat duyulur ci
simlere aykırı bir latif cisim olduğunu da savunurlar. Bazıları da, ‘‘Sana ruhun
ne olduğunu soruyorlar, d e ki, ruh, R a b b im in em rindedir. S ize bilim den az bir
şey verilm iştir” (îsra, 85) ayetine dayanarak b u konuyu fazla ku rcalam aktan
çekinmişlerdir. İbn Sina gibi rulıu bir psikoloji sorun u sayarak, o nu n ne oldu
ğu ile değil, fonksiyonlarıyla uğraşan İslâm bilgin ve filozofları da eksik değil
dir. Bir söylentiye göre Hz. M uham m ed, bu konuya dair kendisine yöneltilmiş
olan soruya, sözünü ettiğimiz karşılığı kem en vermemiş, on beş gün sonra nail
olduğu bir vahyi bildirmiştir. Fakat biz burada, filozofların görüşlerini deşmeyi
konu m uzu n dışında sayıyoruz. Peygamberin ölmezlik h a kk m da k i telkinleri, sırf
dü nyada işlenmiş olan suçların cezaları, hayattayken çekilmiş olsa bile, b u n la r
(1) “Sen kim sin ki ölecek insandan ve ot gibi olacak âdemoğlundan kor
karsın?” (Eş'iya, 51, 52).
d a n b ir de ahrette sorum lu olduğum uzu açıklayabilmek ve b un a inandırarak
insanları erdem e alıştırmak içindir. Y oksa o, hiç bir konuyu, bilimsel bir amaçla
öğretmeye kalkışmamış ve kendisinde böyle bir yetki de görmemiştir. N itekim o,
elçiliğine karşın, anahtarları T a n r ı’da olan gayb bilimini de, ancak T a n r ı’mn
bildiğini ve T a n r ı’m n kendisine izin verdiği o ran da beyanlarda bulund uğu nu ,
yine Tanrı em ri olarak bildirm ekten çekinmemiştir.
Hz. M u h a m m e d ’den istenen olağansızlıklardan biri de, sözünü ettiği m e
leklerle T a n r ı’yı göstermesidir: “B izim le b u lu şm a k istem eyenler, o m elekler ü ze
rim ize indirilm eliydi, Rabbim iz'ı g örm eliydik, dediler; böylece d e nefislerinde
kibirlendiler ve b ü y ü k azgınlığa d ü ştü le r”. Bunun karşılığı da kandırıcı değil,
ko rkutucud ur: “M elekleri g ördükleri gün, suçlulara m ü jd e yo ktu r; kendilerine
yasak, yasak, d en ilecektir” (Furkan, 21-23). Peygamberle sürekli olarak tartışan
Y ahudiler, " . . . H z. M u sa ’ya verilen gibisi verilse y a ” dediler. Buna verilen k a r
şılıklarda, onların, b ir mucize gösterilse bile yine iman etmeyecekleri kabul
edilmektedir. Bunun içindir ki, Hz. M u h a m m e d ’e şöyle söylemesi vahycdilir:
“Eğer sadıksanız, T a n rı’daıı daha doğru bir k ita p getirin, ben de ona bağlana
y ım ” (Kasas, 49).
Özet olarak' K u r ’an, Hz. M u h a m m e d ’in son yirmi üç yıllık hayatında ar
kasına düştüğü büyük ü lkü nü n görevlendirilmiş olduğu ve içten inandığı gö
revin gerçekleşmesi uğrun da karşılaştığı saldırılar, h akaretler vc sınavların tra
jik sahnelerini vermektedir. Fakat o,, asla yılmadan kendisine tinsel bir güç
veren Tanrısal davanın önderi olarak m uzaffer oluncaya dek hem düşünsel,
hem de silahlı savaşlarına devam etmiştir. H atta b u savaşların kendinden sonra
da devam etmesi em rini almış ve vermiştir. Ö rneğin, Ulıud savaşında kendisi
de öteki insanlar gibi yaralandığı ve M üsliim anlar kaçmaya başladıkları zaman,
“O da, ken d isin d en önce gelen peygam berler gibi ancak bir peygam berdir; eğer
ölür ya da öldürülürse y ü z çevirip d ö n ecek m is in iz? ” (Âli İm ran, 144) diye so
rulm akta, sahabelerle diğer İslâm askerlerine, bu yüce ülkü nü n ebedî olduğu
bildirilmektedir. Kendi insanlığının ve elçiliğinin saf ve tam bilinci içinde git
tiği yolu hakkıyla bilen ve bildiren Hz. M uham m ed, karşılaştığı zorluklar yü
zünden bezmemiş ve kutsal kaynaktan gereken teselliyi almış ve kendi görevinin
gerçek niteliğini öğrenerek sabırla sözlü vc silâhlı savaşlarına devam etmiştir:
" Sen durm a davet et ve cm rolunduğun gibi doğru git; onların havalarına uym a
ve de ki, ben T a n rı’nın indirm iş olduğu her kita b a im an ettim ve bana aranızda
adalet yapm am em rolundu; Tanrı b izim R a b b im iz, sizin de R abbiniz. Bize
am ellerim iz, size de am elleriniz; aram ızda sizinle anlaşm ayacak bir şey yoktur.
Tanrı h ep im izi toplayacak ve h ep O ’na g id ilecektir” (Şura, 14). Zaten o, kendi
liğinden ortaya çıkıp insanların işlerine ve gidişlerine karışmış olduğunu hiç bir
zam an bildirmiş değildir: “E lçisini hidayetle ve h ak diniyle — m üşrikler hoş-
lanmasalar bile— ve bu d in i her din d en üstü n k ılm a k için gönderen O ’d ıır”
(Saf, 9), yani T a n r ı ’dır. Nihayet Hz. M uh am m ed de b ir insan olduğu için,
kendisinin bazı kusurlu yanları vardır. O n u n muhalifleri karşısında yenilgiye
uğram aması gerektiği için, karşılaştığı tüm baskılar ve zorluklar önünde sürekli
olarak kendini denetlemesi ve bir hataya düşmemesi de gerekir. Bunu pek iyi
kavramış olan Peygamber, kendisinin sürekli olarak Tanrısal b ir göz altında
b ulunduğuna em indir ve kendisini yüce yolundan caydırabilecek olan her çe
şit ru h zayıflık ve âcizliğine düşmemesini sağlayan kutsal iltifatlara ve yol gös
termelere güvenerek, bezginlik getirmemiş ve sabırsızlık göstermemiştir. M uha
liflerin inatları karşısında Hz. M u h a m m e d ’in söylemesi ve yapması gereken şu
dur: “Ben sizin ü zerinize vekil değilim , de. Sana n e vahyolunuyorsa ona uy ve
sabret” (Yusuf, 109-110); zira, “H ırslanm ış olsan da halkın çoğu, kendilerin
den bir iicrct istem ediğin halde, im an etm ezler” (Yusuf, 103-104). Zaten insan
ların peygamberlere karşı direnmelerini ve h akaret etmelerini biraz da Tanrı
istiyor gibidir: “S en d en evvel d e e ski im ansızlara elçiler gönderm iştik, onlara
kendilerinin alay etm edikleri h iç bir peygam ber g önderm edik; biz alayı suçlu
ların yüreklerin e böyle yerleştiririz” (Hicr, 11-13). N için? T a n rı böyle olmasını
istediği için. Bu itibarla, Hz. M u h a m m e d ’in fazla üzülmesine de gerek yoktur;
onun görevi, “ K anatlarını im an edenlere in d irm e k tir” (Hicr, 88) ve Tanrısal
ihsandaki adaletsizlik karşısında m ahzun olm am aktır: “Birtakım larına tattırd ı
ğım ız nim etlere göz d ik m e ve onlar için m a h zu n o lm a ” (Hicr, 88). M üşrikler,
T a n r ı’nın türlü lütufları karşısında im an etmedikleri zam an, “Y ü z çevirirlerse,
peygam berlere düşen açıkça b ild irm ekten ibarettir” (Nahl, 35). O n lara yapıla
cak ihtar sadece şudur: “R a b b in iz sizi daha ço k bilir; isterse size m erham et
eder, dilerse sizi azaplandırır ve seni d e üzerlerine v e kil g ö n d erm ed ik ” (İsra,
54). Esasen peygamberlerini teselli etmek ve onlara kullarının niyetini ve k a
derini önceden bildirm ek Tanrısal bir âdettir. Ö rneğin, N u h peygambere şöyle
vahyolunuyor: “K avm inden im an etm iş olanlardan başka hiç k im se im an et
m eyecek; onun için her ne yaparlarsa gam y e m e ” (H ud, 37).
İm an ettirilselerdi daha iyi değil miydi? Peygamberler, tüm insanları iman
etmeye davet etmekle görevli ve b un a zorlandıklarına göre, insanların yalnız bir
kısmına söz geçirebilmiş olmaları ve diğerlerine hiç bir etki yapmamaları, o n
ların acizlik ve başarısızlıklarından çok, T a n r ı’nın böyle olmasını istediğinin bir
kanıtı değil m idir? Bu takdirde de iman etmeyecek ya da ettirilemeyecek onlarlara
peygamber göndermenin gerekçesi ne olabilir? Akla gelen her yeni itiraz, Tan-
rıbilimciler için bir yeni kü fü r sayılacağından, vahyolunanlara — fazla d eşm e
den— inan m aktan başka çıkar yol yoktur. Hz. M u h a m m e d ’in muhalifleri ve
girişimleri dolayısıyla bazı tereddüt ve şaşkınlıklara uğramış olduğu da bir ger
çektir. Böyle du ru m la rda onu' koruyan, ru h u n u n derinliğindeki bilinçaltı âle
minden ses veren, darılan ya da yol gösteren vahiylerdir: “M üşrikler, az daha
seni vahyettiğim izden başkasını bize iftira edesin diye fitn e ye düşüreceklerdi,
böylece de seni ken d ilerin e dost edeceklerdi. V c eğer biz sana sebat verm em iş
olsaydık, sen a zıcık onlara cğileyazdm dı. Böyle olsaydı, biz sana hayatın ik i
kat, ö lü m ü n d e ik i ka t acısını ta ttırırdık; sonra bize karşı ken d in için bir yar
dım cı da b u la m a z d ın ...” (İsra, 75-75; Kehf, 27; Meryem, 64-65; T aha, 2). Ulu
Tanrı, dilediği insanlar arasına türlü kıskançlıklar, düşm anlıklar ve yarışmalar
sokmayı denem ekten hoşlanır ve sanki Hz. M uham m ed de bu türlü zayıflıklara
düşermiş gibi, ona şu bildiride bulun ur: “O nları fitn e y e d ü şü rm ek için, içlerin
den birkaç çifte, diitıya hayatının süslerinden z e v k aldırdık; sakın böyle şeylere
göz dikm e. R a b b in in rızkı hayırlı ve daha b a k id ir” (T aha, 131). D in k onu la
rında uzm anlaşm ayanlar karşısında Hz. M u h a m m e d ’in ödevi şu bilgece direk
tifte saklıdır: "B iz her iim m et için bir ibadet yo lu y a p tık ki, onlar onun ibadet-
çisidirler; öyleyse em irde, seninle asla didişm esinler ve R abbine davet et; zira
sen, h a kka götüren doğru bir yol üzerindesin; ve eğer seninle didişirlerse, on
lara, ne yaptığınızı T anrı pekâlâ bilir, d e " (Hac, 67-68).
Tanrı, elçisinin üzüntülerine asla kayıtsız değildir. O na şefkatle öğüt ve
rirken, sanki âsi kullarını da incitmek istemiyormuş gibi, cezalarını birden uy
gulamaz. O nların k ü fü r ve isyanda daha ne k a d ar ileri gideceklerini görmek
istiyormuş gibi davranır. (Şuara, 214-217; Y unus, 42). Hiç bir başarısını kendi
irade, zekâ ve dehasına mal etmeyen ve h e psini Yüce T a n r ı’nm bir inayeti sayan
Hz. M uham m ed, başarılarından olduğu k a d a r da Tanrı yardım larından asla
dönm ez ve şımarmaz; alçak gönülle kendi kişiliğini saklar. Şu ayetlerde onun
nasıl göksel yardım larla işlerinde başarıya nail olduğunu görürüz: "Sana hile
yapm ak isterlerse, sana Tanrı yetişecektir; seni zaferle im anlılar üzerinde pekiş
tiren (teyit) T a n rı’d ı r ..." (Enfal, 63). Bu k adar büyük şefkat, inayet ve yardım a
nail olan yüce elçi, yalnız başkalarını k orku tan ve başkalarına müjde veren bir
peygamber değildir. O n u n , insanoğullarma yapm akta olduğu önerilerin kendi
sine de yapıldığını her zam an idrak etmektedir: "E y peygam ber, T a n rı’dan ko rk,
kâfirlere ve m ü nafıklara itaa* etm e. V e R a b binden sana ne vahyolunuyorsa onun
ardından g it... V e T a n rı’ya te v e k k ü l et ki, Tanrı y e ter” (Ahzap, 1-3). H e r dü şü
nen ve hisseden faninin darda kaldığı zam anlarda, kendi içinden türlü şekillerde
tekrarladığı bu çeşit teslimiyetlerin insana bağışladığı teselli, um u t ve kuvvetin
başarıdaki etkisi yadsınamaz. Aynı suredeki şu iltifatlara nail olan b ir bahtiya
rın, muhaliflerinden gördüğü direnmeleri ve içinden çıkılmaz soruları yenilgiye
uğratmaması olanaksızdır: "E y peygam ber, biz seni hakka bir tanık, bir m üjdeci,
hem de bir sakındırıcı gönderdik. H em de T a n rı’nın izniyle bir davetçi ve nur
lar saçan bir ışın. K âfirler ve m ü n a fıkla ra itaat etm e; onların cezalarını bırak
da T anrı'ya te v e k k ü l et; Tanrı vekil olunca hepsine y eter” (Ahzap, 45-48) ve
her şehirde iman edenlerle etmeyenler her zaman b u lun du ğu nd an, onların, " d ö
n ü p dolaşm aları” Peygamberi aldatm amalıdır; ve imansızlıklarında inat eden
ler karşısında Hz. M u h a m m e d ’e düşen herhangi b ir sorum luluk yoktur; onun
görevi önceden belirtilmiştir: " . . . Y in e aldırm ıyorlarsa, biz de seni üzerlerine
denetleyici g ö n d erm ed ik ya. Sana düşen, b ild irm ekten ibarettir” (Şura, 5, 46).
Sanki bu teselliler, b u yatıştırıcı emirler, Hz. M u h a m m e d ’in kendi kendine yap
tığı b ir hasbihal, bir özel telkinmiş gibi, türlü surelerde, başka başka vesilelerle
ve çeşitli tarzlarda tekrar edilirler. Fakat onun en bü yük m ükâfatı, yalnız T anrı
tarafından b ir elçi olarak seçilmiş olması değil, savaşlarının ve geçirdiği sı
navların zaferle sona ereceklerine d air kendisine verilmiş olan vaatlerin gerçek
lenmiş olduğunu görmüş olmasıdır: "B iz sana, açıkça bir zafer yolu açtık. Tanrı
senin suçundan geçm iş olanını ve g elecektekin i yarlıgayıp üzerin d eki nim etini
tam am layacak ve seni doğru yola çıkaracak” (Feth, 1-3). Çekmiş olduğu b in bir
m eşakkatten sonra, insanlığa yapmış olduğu sonsuz hizmetlerin, kendisini bu
kutsal dokunulm azlık ödülüne nail etmesinden daha doğal bir şey olamazdı.
Bu ulu m üjdenin ve m übarek himayenin kanatları altına sığınan bir faninin ni
çin ebedileştiğine şaşmamalıdır.
H er biri ayrı b ir tarihsel gerçeklik olan ve başka başka olay ve koşullar
dolayısıyla ileri sürülm üş b ulunan ve çoğu birbirine benzeyen itirazlarla b u n
lara verilmiş olan karşılıklar ve Peygamberin nail olduğu teselli, iltifat ve di-
rektifer... b irer vahiy eseri olmayıp da sadece Hz. M u h a m m e d ’in kendi kişisel
düşünceleri, duyguları, irade ve dehasının ka rar ve ilhamları olmuş olsaydılar,
değerlerinden neyi kaybedeceklerdi?.. Eğer bunlar, Hz. M u h a m m e d ’in kendi ze
kâ ve dirayetinin ürünüyseler, neticeye onurla ve zaferle kavuşturdukları için,
kendisini asla küçük görmemiz gerekmez. Eğer Tanrısal bir lütuf ve inayetin
eseriyseler, bunlara m azhar olmuş bulu nm akla o nu n ebedî büyüklüğü asla fa
nileşmez ve küçülmez. Bir din ya da ü lkü nü n değeri, yaratmış olduğu eylem
ve devrimin büyüklüğünde ve insanlığı yeni b ir hayat ve zihniyetin yüceliği
içinde bahtiyar etmesinde saklıdır.
“K orkulacak şeyden korkm ayanlar, daha k o rk u n ç
olanla karşılaşırlar”.
Lao-tse
D irenmelere, eleştirim ve baltalam alara uğram am ış olan hiç bir yeni ülkü
yoktur. H a tta aynı ü lk ü n ü n kurucusuyla havari ve misyonerleri, yardımcıları
arasında bile az zam anda türlü anlayış farkları belirir ve ü lk ü n ü n gerçekleşme
si, bu farklı görüşlerin yarattığı çekişmeler yüzü nden gecikir. Başlangıçta bir
ütopya olan h e r ülkü, zam an geçtikçe ortaya çıkan yeni olanaklar ve koşullar
dolayısıyla ya b ü sb ütün yıkılır ya da az çok değişkelere (tadillere) uğrayarak
k endini kabu l ettirir. Fakat artık bu k a b u l edilen, ilk teklif edilmiş olan ilkele
rin özelliklerini aynıyla taşımaz; b irçok n o k ta la n başkalaşır, k u ru c u su n u n ön
ceden asla tasarlamamış olduğu çeşitli biçimlere girer. Bunun nedenlerinden
biri de, hem en h e r ü lk ün ün , başlangıçta b ir taslak, b ir plan halinde olması, k e
sin şeklini yavaş yavaş kazanm a zo run da kalmasıdır. Anlaşılıyor ki, düşünce
lerin de, kaderi, sıvılar gibi sokuldukları, yayıldıkları çevrenin kalıbına uymak
ya da o çevreden bazı şeyleri kendi yapısı içine almaktır.
H e r sosyal çevrede, tarih boyunca kökleşmiş gelenekler, töreler, âdetler ve
alışkanlıklar vardır. Hiç b ir devrim az bir zam anda, bun ları k ök ü n d e n söküp
atam az; bun lar, top rak altında, yeni ve taze tohum ların gelişmesine engel olan
ayrık otları ve zararlı böcekler gibi, devrim in getirdiği yeni düşüncelere m u
sallat olur, fark ın da olarak ya da olm ayarak onları kuru tm ay a çalışırlar. Bu
d u ru m d a , devrimciler, ya kendi ülkülerini yaşatmaya hizmet eden yeni öğeleri
şiddetle benimserler ya da içinde yaşamak zoru nda oldukları top lu m u n koşul
larını ve olanaklarını d ikkate alarak sav undukları düşüncelere, aslında b u lu n
mayan bam başka, yepyeni b ir anlam ve değer vermeye çalışırlar. Peygamber
lerin ve dolayısıyla eskinin yerine getirilmiş olan yeni düşünceler gibi, yeni
dinlerin de bu sosyal ve tarihsel kaderi aşm adıkları görülür.
Hz. M uham m ed de, yirmi üç yıl uğraşarak İslâm dinini, türlü zorluklar
ve savaşlar arasında yavaş yavaş şekillendirmiş olduğu halde, kendisine, gerek
hayatında yardım ve hizm et etmiş olanlar, gerek ö lüm ünd en sonra kendine
bağlılıklarını sü rdürm üş bulunanlar, tü rlü sosyal, politik ve ruhsal koşulların
etkisi altında, bu yüce dine bazı öğeler eklemiş ve bazı noktalarını b ir anlayış
farkıyla değiştirmişlerdir. H a tta b u değişme, önceden verilmiş olan bazı emir
lerin yerine yenilerini getirmiş olan ayetler yüzünden, daha Hz. M uham m ed
zam anında bile kendini hissettirmiştir. Aynı zam anda İslâm dini de yayıldıkça
içine girdiği ulusların eski inançlarından tamamıyla kurtulam am ış, uzak yakın
diğer kavimlerde yaşayan inanç ve âdetlerden b ir kısmını yüklenm ek zorunda
da kalmıştır. T ü rlü siyasal ve ulusal çıkarların etkisi altında, başka başka m ez
heplerin, fırka ve tarikatların doğmasına da engel olamamıştır. Kendi esas dog
malarım korum ak la birlikte, h e r kavm in sosyal yapısına ve ihtiyaçlarına göre
uygulanmış olm aktan da kurtulam amıştır. Bunun önemli b ir nedeni de, kitaplı
dinlerin getirmiş oldukları şeriat, T an rı emirlerine dayandığından, bu emirlerin
bir kez verilmiş olmaları ve o dinin peygamberi öldükten sonra, ayet ve hadis
şeklindeki bildirilerin sona ermesidir. Oysaki bir taraftan aynı dine bağlanmış
olan insanların niifus yoğunluğu artm akta, bir taraftan da diğer kavimlerle olan
kültürel, sosyal bağlar sıklaşmakta, nihayet siyasal b ir güç halini alan dinler,
türlü kavimlerin, özellikle hukuksal ihtiyaçlarını kandıram az bir du ru m a gel
mektedir. Bu duru m karşısında insel ilişkilerde birtakım yeni sorunlar doğmakta
olduğu için, var olan ve artık arkası gelmeyen Tanrısal emirlerle hadisler ye
tersiz kalm aktadır. Bunu önlemek içindir ki, İslâm âleminde her yeni olay ve
ihtiyaç için yeni bir hadis uydurulm uş ve b unun sayısı bir milyonu aşmıştır.
Z ira, her fetvayı, her şe r’î hü k m ü , Peygamberin b ir sünnetine dayamayı dinsel
bir ödev saymak âdet olmuştu. Buharı vc Müslim, ‘S ahih’lerinde, bu hadislerin
gerçekleriyle uydurm a olanlarını eleyerek en doğrularını toplayabilmek için tüm
öm ürlerini harcamışlardır. Bu d urum lar karşısında, evvelce de işaret ettiğimiz
gibi, Kur'aıı ve sünnete, kıyas ve icma usullerine başvurulm uş, bunlar da yet
meyince göriiş’e (rey) izin verilmiştir. Bütün bu nlardan da anlaşılır ki, toplum-
lara sunulmuş olan hiç bir düşünce, ilke ve kan un — ka y n a k lan Tanrısal da
olsa— asla ebedî değildirler. İnsanları ilerleten ve toplumlârın evrimlerine hiz
met eden düşünceler, d on durulm uş ve değişmez dogmalar değil, sürekli olarak
yeni ihtiyaçlardan doğan ve yeni ihtiyaçları yaratan, b u suretle de insanlığın
dinam ik ve ilerlek (müterakki) ovrimini sağlayan değişik vc hareketli d ü şü n
celerdir. İşte dine az çok uygun ya da aykırı olan mezhepler ve fırkalar, çeşitli
sosyal sorunlar karşısında aklın, biraz önce saydığımız yöntem lerdeki esnek
(plastik) k arakter özelliğinden y ararlanarak ve gelenekleri de tamamıyla yitir
m em ek için direnen toplum ların baskısından doğmuşlardı. Böylece, ulusal ve
siyasal hayatın ihtiyaç ve yapısına u ydurulm ak istenen yeni içtihatlar ve b u n
lara dayanan fetvalar, K u r ’an ve hadislerin hüküm lerine pek az uyan ve onları
aşan inançlar şeklinde yayılmışlardır. Bunun açık bir kanıtı da, ortaya sonra
dan çıkmış olan m ezhep ve tarikatlarla bu n lara m ensup olan tefsirci ve Tan-
rıbilimcilerin çokluğu, bu nların birbirlerini, birçok k onularda kâfirlikle suç
landırmaları ve hatta çoğu zam an devletlerin de b u suçlandırm alara alet ola
ra k kendi varlık ve güçlerini s ü rd ü rü r ve artırır um uduyla, birçok m asum in
sanları, inançlarının ve düşüncelerinin başkalığı y üzünden cezalandırm aya kal
kışmalarıdır. Nitekim, tarihte d in adına yapılmış olan cinayetler ve haksızlık
lar, ahlâksal ve hukuksal o lan cinayetleri gölgede bırakacak denli ağır, sert ve
korkunçtur. Cezalandırılmış olanların pek çoğu da, toplum lara ve insanlığa ışık
tutm uş olan büyük, aydın insanlardır. Bunlara, devlete dayanan ya da devletin
kendilerine dayandığı- mezhep m ensupları, m üşriklik, kâfirlik, fasıklık, facirlik,
zındıklık, T an rıta n ım a z lık ... gibi türlü sıfatlar vermiş ve bunları, din, iman
adına ortadan kaldırm a çarelerine başvurm uşlardır. Fakat tüm bu baskılara
ve zulümlere karşın, düşünce ölmemiş ve insan zekâsı, yersiz, yanlış, geri d üşün
celere saplanmış olanların karşısına, yeni düşüncelerle ve cesaretle dikilmişler
dir. Adına reform, evrim ve dev rim ... dediğimiz sosyal gelişmeler ve değişmeler,
bu korkusuz kahram anların , gerçeklik ve yenilik şehitlerinin eseridir. Genellikle
her din, kendine özgü b ir erdem i, adalet ve gerçekliği savunur. Fakat bunlar, o
dinlerin savunuldukları dönemin, içinde parladıkları kavimlerin seviye ve ihtiyaç
larını belirli b ir o randa karşılayan, değiştiren, düzenlemeye çalışan girişimlerdir.
D in ve devlet adamları ise, peygamberlerin, onların getirmiş oldukları düşünce ve
kitapların uygulatmak, inandırm ak istedikleri em ir ve ilkeleri, kendi anlayış ve çı
karlarına göre yorum lar, yorumlatır, türlü haksızlıklara olanak hazırlar. Bu ne
denle, teokratik idarelerin yüksek hoşgörüsünden ve bu nların yüksek adaletinden
söz edenler, ancak b irtakım bireysel örnekler verm ek suretiyle iddialarını ispata
çalışırlar. H erhangi bir halifenin; şeyhülislâmın ya da papanın adaleti sevmiş ol
ması, tüm b ir toplum da veya siyasal heyette düşünce ve içtihat özgürlüğünün b u
lunduğuna delâlet etmez. Bu çeşit idarelerde yalnız devletin değil, to plum un da
sinsi bir baskısı vardır ki, düşünen ve bilen insanları daim a ihtiyatlı ve önemli
d üşün üp yazmaya zorlar.
İslâm dini de, bu genel ve doğal düzenin dışına çıkmış değildir. Y ukarda
da belirttiğimiz gibi, daha Hz. M u ham m ed zam anında bile, yalancı peygamber
ler ve m ehdiler türemiş, nakilsel, akılsal ve keşifsel bilginin kaynağı sayılmış
olan bu yüce dinin bazı m e n su p la n , H ic re t’in hem en ikinci yüzyılından itibaren
akla saldırmış, felsefesel zekâyı söndürm ek istemiş, vahyi savunm ak için zihnin
kendisini, vahiyden de kuşk ulan dıran saçma inançlarla körletmeye çalışmışlar
d ır1. Biz b u ra d a tüm bu çekişmelerin tarihini verecek değiliz. Yalnız dine aykırı
sayılmış ve bazen de din için ve dolayısıyla dine dayanan politika için tehlikeli
görülmüş olan bazı düşünce ve hareketlerin kısa b ir panoram asını verecek ve
bugün nelerin uygulanm a alanından kaldırılmış ve nelerin kalmış olduğunu kı
saca açıklamaya çalışacağız. Gazali, ‘El M unkızu min-ed-Dalâla’ (Kahire, 1309)
adlı eserinde, Müslümanlığa aykırı olan mezhepleri üç sınıfa ayırmıştı:
1. D ehriyun: Bunlar, âlemin kadim olduğunu, yani zam an içinde, bi
başlangıcı olmadığını ve evreni yöneten bir T a n r ı’nın ve Tanrısal iradenin var
olmadığını iddia ederler; b u yüzden de kâfir sayılırlar. D uyum culuktan (sen-
sualisme) ayrılmayan bu zümre, zam an kavram ını da reddeder; b u n un da evren
(1) M ütekellimin, yani Kelâmcılar adım alan bir İslâm felsefe okulunun
en eski m ensuplarından olan Ebu H asan-el-Eş’arî, Kadı Ebu B ekr-el-B akılanî...
gibiler m antıkla uğraşmayı, şarap içm ek gibi bir günah saymışlardı. Zira bun
lar, akılsal kanıtların dine zararlı olacağını zannetm işler, getirilecek olan kanıt
ların batıl olduğu ispat edilirse, bu kanıtlar aracılığıyla ispat edilmesi gereken din
gerçeklerinin de batıl olacağına inanm ışlardı. Fakat daha sonra gelen Gazali
ve buna bağlı olanlar, kanıt yanlış olm akla ispatı istenen gerçeğin yanlış olması
gerekm ediğini ileri sürerek m antığı dine aykırı görmediler. M antık bilinmeden
kurulmuş olan bilim e güvenilem eyeceğini de savunm uş olan Gazali, felsefenin
aleyhinde bulunm aktan çekinm em iştir.
gibi, yaratılmamış olduğunu savunurlar. Bu mezhebe m ensup olanların bir kıs
mı Bâtmîlere karışırlar; bazıları da tasavvuf giysisine b ürünürler. Bunlar, ölüm
den sonra dirilmeyi, ahreti, melekleri, cennet ve cehennemi in k â r eder ve doğa
kanunlarınd an başka bir şeye değer vermezler ve bir çeşit atom culuğu savu
nurlar. A hlâkta hazcı ve çıkarcıdırlar; b u itibarla günahlara ve haram lara da
inanmazlar; fakat kendileri M üslümandırlar.
2. T abiiyim : Bunlar, deneye ve tümevarıma değer verirler; âlemi yara
tan ve sürekli olarak yöneten bir T a n r ı ’nın varlığını kabul ettikleri halde, ru
hun bir töz olmadığını, bu nedenle de ölmezliğinin kabul edilemeyeceğini id
dia ederler. O nlara göıe, Tanrı bilgeliğini eşyada belirtmektedir. Bu zümre,
yalnız deneye değil, akla da önem verdikleri için, Fisagor ve Yeni Eflatuncu
lukla A risto’dan da yararlanır, ilkçağların H ipokrat, Galyen, Öklides, Batlamyus
gibi bilginlerine dayanırlar.
5. İlâhiyun: Bunlar, yukarda geçen iki zümreyi olduğu kadar da b ir
birlerini reddederek bazı kâfirce düşüncelere saplanırlar vc genel olarak Sokrat
vc E flâ tu n ’un etkisi altındadırlar.
D ehriyuıı’dan olup, yalnız tektanrıcılığı değil, T a n r ı ’yı da inkâr ettiği için.
Tanrıtanım azlıkla da suçlandırılmış olan Horasanlı Eb-iil-Hüseyn-ül-Ravcndî
(ölm. 910), bu zümrenin en ünlülerindendir. Bu düşünüre göre de, âlem yara
tılmamıştır. O, genel olarak peygamberlerin aleyhindedir; zira peygamberler,
der, halkı tılsım, bağı (büyü, sihir) ve mucize gibi bazı işlemlerle gerçeklikten
uzaklaştırm aktadırlar. Peygamberler, gaybı, yani görünmez âlemi bildiklerini
iddia ederler; bun un ise ispatı olanaksızdır. T a n r ı’nın insanlar üzerindeki en
biiyük etkisi, öldürm ekten ibarettir. İnsanları aydınlatmak için peygamberlere
ihtiyaç yoktur. Zira akıl, iyi ve kötüyü ayırt edebilir. Peygamberler namaz, oruç,
h ac ... vb. gibi akla uymayan birtakım görevlerle birlikte bunların anlamsız
yöntem ve kurallarını getirmektedirler. İnsan, gerçeksel bilgiye akıl sayesinde
ulaşabilir; aklın ötesinde doğaüstü bir gerçeklik yoktur. İnsanlar, yıldızların
doğup batışını doğru olarak hesap edebilmektedirler. Bu itibarla peygamber
lere ne vahyin, ne de ilhamın gereği vardır vc mucizeler inanılacak şeyler de
ğildir. K u r ’anın güzel bir Arapçayla yazılmış olması, bu dili bilmeyenler için
biç b ir değer taşımaz. Dili çocuklarına ebeveyn öğretir; bu, kuşların ötüşlerin
den farkı olmayan bir doğa olayından başka şey değildir. Örneğin, mıknatısın
demiri çektiğini öteden beri biliyoruz; b u n u n bir peygamber tarafından bildiril
mesine ihtiyaç yoktur. Bu itibarla dilin vahiy eseri olduğunu ispat edecek ka
nıtlardan yoksunuz. “T a ıın , A d e m ’e isim leri ö ğ retti” ayeti, ancak dilin insan
lıkla başladığını bildiren bir düşünceden başka bir şey değildir (N.S. Nyberg,
*l.e Livre dit T riom phc et de la Refutation d ’Ibn Ra'.vcndî. l ’H c rctiq u e’. K a
hire, 1925).
Peygamberli dinlerle ve peygamberler aleyhinde düşünen, bu nedenle de
dine karşı saygısızlık yapmış olmakla tanınan Ebu Bekr Zekcriya Razî (841-926)
de bir Tanrıtanım azdır. Bir hekim olan bu bilgin, Y unan bilim ve felsefesine
hayrandı. Kutsal kitapların bunlar karşısında hiç bir değeri olmaığını ileri
sürerek yalnız M üslümanlığı değil, tüm dinleri eleştirmişti. O n u n bir maddeci
olduğu kabul edilir. İslâmlar arasında yayılarak Tanrıtanım azlara desteklik et
miş olan Brahima, yani Brehmenlik mezhebi de, peygamberleri reddeder. Bu
mezhep, şu ikilemi öne sürerek davalarını ispat etmeye çalışır: Peygamber, ya
akıllıdır (makul) ya değildir. Akıllıysa, akıl insanlarda tam olduğu için, pey
gambere ihtiyaç yoktur; eğer akıllı değilse, insanlarda akıl tam olduğundan
yine ona ihtiyaç olamaz. Abbasîlerin ilk zam anlarında Hıristiyanlık, Yahudilik
ve Maniheizm, M üslüm an m emleketlerinde korunuyordu. İslâm tarihçileri bu
hoşgörüye, Abbasîlerin Emevîleri yıkmak için Horasan ve İra n ’a dayanm ala
rını neden olarak gösterirler. Bu dönemlerde M üslümanlığa aykırı olan birçok
Doğu mezhepleri, İslâm bilim, düşünce ve felsefe âlemine yayılmıştı; bu ya
yılma, İslâm dininin Hz. M uham m ed zam anındaki saf ilkelerini bozan türlii
doktrinlerin doğmasına neden oldu. Bunların başında Şiîlik vardır. Şiîlcr, İra n'
m eski mistik inançlarıyla Maniheizmi, İslâm dini ile karıştırmış ve UHii kol
lara ayrılmıştı. Bunlar, zındıklarla sünnet ehli arasında bir ver tutarlar. Şiîlik,
Bâtınî sistemler arasında sünnet ehline karşıt vc muhalif olan ulusal ve geniş
bir mezheptir. Bunun başlıca kolları, Tanrıtanım azlar, Karmatçılar, Zındıklar,
M azdekçi’er, İsmailîler, T aüm ciler ve nihayet İmameı da denilen İsmailî koluna
m ensup O n İki İmameı (İsııa Aşeriya) ve Sekiz İmamcılar (Sumaniye), Zeydî-
İer, C u lâ t... v b .’dır. Bunların tüm ü M üslüm an oldukları halde, «Kutsal kitap
ların, görünen dış anlam larına göre değil, iç ve gizli anlam larına göre tefsir ve
çevirti (tevil) yolukla açıklanmastnı isterler, hemen tüm kutsal sözcükleri birer
mecaz olarak kabul ederler.. Aynı zam anda çevirtiyi, bilgi ile k avranan şeyler
anlam ında olarak, şehadete, ibadete ve şeriatın haram saydığı şeylere uygular
lar. Bu suretle de kendilerine özgü özel bir din bilgisine ve bir h uk u k sistemine
sahip olurlar ve K u r’anı da diledikleri gibi anlarlar». Bu kolların bir kısmı d in
siz ve Tanrıtanım azdır. Genel olarak bunlar, şeriatın h aram kıldığı şeylerden
çoğunu m ub ah saydıklarından, kendilerine, İbahiye adı da verilir ki, bu züm re
nin amacı, halifeliği yıkmaktır. Maksatları, yalnız Müslümanlığa değil, ulus
ların bağımsızlığına da saldırm ak olduğundan, bunlar siyasal bir tehlike halini
aldılar ve kendi amaçlarına uygun türlü h üküm etler de kurdular. Bâtınîler, akıl
yürütm e ve bakış (nazar) yolunu reddederek masum ve yanılmaz saydıkları
imamı, öğretmen saymışlar ve doğrunun ya görüş (rey) ile, ya da başkası ta
rafından öğretilerek elde edilebileceğini kabul etmişlerdir. Öğretime değer ver
melerinin nedeni, görüşle k anu nlar (kanaat) ve akılların birbiriylc çatışacağına
emin olmaları ve gerçeğe götürecek olan tek yolun öğretim olacağı inancıdır.
Bâtınîler, b ir yandan da, yaratıcı T a n r ı’yı inkâr eder ve dünya işlerine yıldız
ların etkisi olduğuna inanırlar. Peygamberleri birer yetkin insan sayar, m uci
zeleri reddeder ve hiç b ir peygamberin mucize gösteremeyeceğine inanırlar.
Bunlara göre, haram lar, mecaz yoluyla ifade edilmiş bazı gerçeklerden ibaret
tirler. İslâm şeriatına bağlı olmalarına karşın, Emeviler, dinin haram etmiş
olduğu şarabın içilmesine izin vermişler ve âdeta Bâtınîlerin bazı düşüncelerine
uymuşlardı. Bâtınîler, ibadetin farz olmadığını, cennetin ahrette değil, akıllı
insanların bu dünyada da bulabilecekleri nimet ve m utluluklardan başka bir şey
olmadığını da savunmuşlardı. G üçlü bir teşkilâta ve özel propaganda yöntemle
rine sahip olan bu züm renin sistemi, T anrıbilimle astronominin bir karışımın
dan ibarettir. Bunlardan özellikle İsmailîye kolu, IX. ve X II. yüzyıllarda H o
rasan, Suriye, Arabistan, Fas ve Mısır gibi İslâmlığın önemli ve güçlü m erkez
lerinde yayılmıştı. Çağımızda da b u mezhebin H indistan, Afganistan, Yemen,
T ürk istan vc A frik a ’da çeşitli cemaatları vardır.
Genel olarak Bâtınîler, İslâm dinini tehlikeye sokacak k a d a r yayılınca, M u
tezile ile E ş ’arîler, bunları m a h k û m ederek halifleri, b u n la r aleyhinde kovuş
turmaya zorladılar. Bununla birlikte Mutezile’nin görüşleri de, T a n r ı’nın sı
fatları, k a d e r ve cü z ’î irade konularında tamamıyla sünnet ehlinin M ü slü m an
lığına aykırıdır. Bunlar, dine bağlı olmalarına karşın, dogmaların açklanm a ve
•yorumlanmalarında eleştirimi getirmek suretiyle, zaman zam an kendileri de din
bakım ından bazı aksaklıklara düşm üşlerdir. O nlar, T a n n ’nın birliğini, M üslü
manlığın ilkelerini, insanın dinsel sorum luluğunu açıklayabilmek için bireysel
özgürlüğü savunm uşlardır ve S o k ra t’tan önceki Y u nan felsefesine dayanarak
sünnet ehlinin d a r ve dogm atik görüşlerini yıkmaya çalışmışlardır. Mutezile,
K u r’anın yaratılmış olduğunu, yani Tanrı kelâmı olmadığını, İslâm olmayanlar
dan b ir kimse, K u r ’anm emretmiş olduğu b ir şeyi yapacak olursa, T a n n ’ya itaat
etmiş sayılacağını, T a n r ı’nın, öteki dünyada yine kendinin yaratmış olduğu al
tıncı bir duyu sayesinde görülebileceğini de savundular. Mutezile bilginlerin
den olup Bağdat’ta yetişmiş olan ozan ve filozoflar Bişr bin M utemir, b ir kavmin
kendisini yönetmesi için, m utlaka bir peygambere m uhtaç olmadığını, peygam
berden yoksun olan kavimlerin kendilerini, doğa kan un larına göre yönetebile
ceklerini ileri sürmüştü. Aklın hayır ve şerri gösterme ba k ım ından, insan için
en yetkin bir rehber olduğunu vc onun en büyük ödevinin de hayır ve şerri
ayırt etmekten ibaret bu lu nduğunu iddia etmişti. Sünnet ehlinin inançlarına
aykırı olan bu özgür düşünceler, İslâm âleminde vicdan özgürlüğüne hizmet
edebilecek k a d a r topluma yayılmış değildir. Sim avna Kadısı Şeyh Bedreddin
de Hz. İsa ’yı, ruhuyla diri, bedeniyle ölü saymış, saz vc şaraba izin vermiş,
— açıkça değilse de— lıcr şeyin insanlar arasında ortak ve m u b a h olduğunu
ileri sürm ek suretiyle Müslümanlığa aykırı düşünceleri savunmuş olduğu için
küfrüne hükm edilerek idam edilmişti. Bu bilgin, cennet, cehennem, huri, m e
lek... v b .’nm da halka ahlâk telkini için kullanılmış mecazlı deyimler olduğunu
savunm uştur (Bu büyük dü şü nürün gerçek kişiliği, Z. F. F m d ıkoğlu’nun ‘Sos
yalizm’ adlı eserinde incelenmiştir. 2. baskı, 1965, s. 45-83).
İslâm düşünürlerinden ve tanınmış bilginlerinden H aranlı İbn Taymiya
(1262-1328), K u r ’anda vetgi olarak yalnız zekâtın emredildiğini, oysaki bir
devletin görevlerini hakkıyla yapabilmesi için T a n n 'n ın emretmediği vergilere
de ihtiyaç b u lun duğ un u iİeıi sürerek, b u çeşit vergi verenlerin şeriat bak ım ın
dan ayrıca zekât verm ek zorunda olmadıklarını bildirdi. D üşünce özgürlüğünün
yararlarını kavramış olan bu zat, dört imamın üzerinde ittifak ettikleri ya da
ayrı ayrı kendi mezheplerinin özelliğini oluşturan düşüncelere aykırı olarak
düşünm enin asla dinsizlik sayılamayacağını, böyle düşünm enin dinsizlikle de
bir ilgisi olmadığını belirtmiştir. O n a göre, her insan gibi, Hz. M u h a m m e d ’den
sonra gelen dört halife de yanılabilirler. Genel olarak kelâmcılarla G azalî’nin
aşırı dindarlığını eleştiren b u bilgin ‘Maaric-el-Vusul’ (Ulaşma Yolları) adlı ki
tapçığında, filozoflara karşı peygamberleri savunm uş, bazı du ru m la rda peygam
berlerin dc yalan söylediklerini iddia eden filozoflara çatmıştı. O , bir taraftan
da tasavvufla uğraşanların düşüncelerine, kıyafet ve ayinlerine saldırmış, Muhid-
din-i A ra b i’nin kaydetmiş olduğu bazt olayların kendisi tarafından uydurulm uş
olduğunu da açıklam aktan çekinmemiştir. A hm ed bin Halid adında Mutezile
kelâmcılarından olan b ir bilgin de, " . . . Serti ku tsa l ruhla d e ste k le d im ... Sana
kitap, bilgelik, Tevrat ve İn cil ö ğ r e ttim ...” (Maide, 110) gibi bazı ayetlere d a
yanarak Hz. İsa ’nın Tanrısal bir nitelik taşıdığını ispat etmeye çalıştığı gibi,
“Y erd e kım ıld a n a n hiç bir hayvan ve havada uçan hiç bir ku ş yo ktu r ki, sizin
gibi uluslar olm asınlar; kitapta hiç bir şeyi ihm al etm ed ik; sonra hepsi Rable-
riııin yanında haşrolunacaklardır” (E n ’am, 38) ayetiyle b u na benzer başka bir
ayeti de ileri sürerek, hayvanların da insanlar gibi birer ümm et olduklarını,
hatta onların da havarileri ve peygamberleri bu lu nduğunu iddia etmiş ve Hz.
M u h a m m e d ’in birçok kadınlarla evlenmiş olmasını, peygamberliğine yakıştıra-
mamış ve o n u ayıplamıştır. Bu çeşit düşüncelerini dine ve Peygambere karşı
bir çeşit saldırganlık sayan d in adamları, onu yaşadığı dönemlerde kâfirlikle suç-
landırmışlardı (Sacy, ‘Expose de la Religion des D ruses’, s. XLI1). K a n u n î’nin
saltanatı zam anında da Kabız-ı Acemî adında bir bilgin, İncil’i K u r ’ana tercih
ettiğinden söz ettiği için idam edilmişti. İbn H a b b a n (885-965) da, ‘Maani-en-
N e fs’ adlı eserinde peygamberliği, “ Bilimle eylemin uzlaşm ası” diye tanım la
dığından, zındık sayılmış vc kâfirliği ilân edilmişti. Ahmediye mezhebinin ku
rucusu olan Mirza G ulam Ahmed (ölm. 1908), Hz. İsa’nın ölmeden mezara ko
nulm uş olduğunu, oradan K eşm ir’e giderek bu şehirde 120 yaşında öldüğünü
ve kıyamete yakın zam anlarda değil, her yüzyılda bir m e h d î’nin z uhur edeceği
ni iddia etmişti.
Babî’liğin kurucusu olan Şirazlı Seyyid Ali M uham m ed (1821-1850), faizin
helâl olduğunu, ibadet için aptest almaya ihtiyaç olmadığını, kadınların din ba
kım ından örtünm e zorunda olmadıklarını, cemaatle namaz kılınamayacağını,
sadaka vermenin günah olduğunu, bu itibarla dilenciliğin yasaklanması gerek
tiğini, on dokuz gün oruç tutm anın yeterliğini (bu mezhepte 19 kutsaldır) sa
vunduğu gibi, Müslümanlığın bazı inançları aleyhinde b ulunm aktan da çekin
medi ve yetiştiği sosyal çevre için pek yeni olan bazı düşünceleri savundu (N.
Nicolas, ‘Seyyid Ali M uham m ed dit le Bab’, Paris, 1905).
Sünnet ehli inançlarının birçok noktalarından sapan bir zümre de Haricî-
ler’dir. Bunlardan Y ezidî’liğin kurucusu, Yezid bin Ali Enisa, T a n r ı’nın yeni
bir K u r ’anı, Iranlı bir peygambere vahyedeceğini vc b u n u n kuracağt dinin K u r ’
anda bildirilen Sabiun dini olacağını iddia eder. Bunlardan bir kısmı İslâm
edep ve vakarına yakışmıyor diye, K u r ’andan Y usuf suresini çıkarm ak istemiş
tir. Zinaya ait ceza ayetlerinin, Hz. Ö m er tarafından kutsal kitaba eklenmiş
olduğunu da iddia etmekten çekinmemiştir. Genel olarak Haricîler, imanla
edim (amel) birleşmedikçe yarlıgamanın olanaksız olduğunu, doğru yoldan sap
mış olan im am ’ın (h ük üm dar ya da halife) meşru olmayacağını, kusursuz ve
ehil olduğu takdirde, b ir zencinin bile im am olabileceğini, büyük günah işle
yenlerin dönm e sayılacaklarını, Haricî olmayanların öldürülmesi gerektiğini sa
vunm uşlardır. Haricîler arasında bir züm re de, «M uham m ed, T a n r ı’nın bize
değil, A raplara gönderdiği bir elçidir» şeklinde bir şehadet sözcüğü icat etmiş,
buna inanan Yahudilerle Hıristiyanları M üslüm anlarla eşit saymıştır (H. Lam-
mens, ‘La Haliphat de Moavia Iere, 1913; Şerafettin, ‘İslâmda İlk Fikrî H are
ketler ve D inî Mezhepler; H avariç’, D a rülfünun İlahiyat Fakültesi Mecmuası,
1930).
K u r ’anm mecazlı anlamlarını reddederek sözlük anlam larına değer veren
lerden İbn T ü m erd (ölm. 1128), M urabıtlar zam anında türeyen M uvahhitler
mezhebini kurm uş, T a n rı’yı cisimli bir varlık sayarak, O ’na birtakım insel sı
fatlar yüklemişti. Bu mezhebin bazı mensupları, M üslümanlığa ve sünnet ehli
nin inançlarına asla uymayan düşüncelere sapmışlardı. Kalenderiye adı verilen
serseri dervişler tarikatına m ensup olanlar, dinsel ve sosyal' görevlerden ilgi
lerini kesmişler ve kendilerini kutsal kitabın en olumlu yüküm lerinden affet-
mişlerdi. Karmatçılar da, IX .-X II. yüzyıllar arasında İslâm âlemini sarsan b ir
eşitlik ve adalet ilkesini savunarak b ir çeşit kom ünizmi (iştirakiye) yaymaya
çalışmışlardı. Bunlar da Yeni E flatunculuktan yararlanarak Hz. Ali ve ailesine
göksel b ir değer vermiş ve geniş bir hoşgörüyü savunmuşlardı. X. yüzyılda par
layan Kerramîlik de, T a n r ı’yı bir töz sayarak antropom orfizm e düşm üştü. Bü
mezhebe göre, A rş’m bir uzayı vardır ve T a n r ı’m n tözii, bu A rş’la temas ha
lindedir. Tanrı, konuşm adan konuşucu, istemeden isteyici, dinlem eden işiticidir.
Alem, Tanrısal iradenin değil, Tanrısal bir kelâm olan ol! (kün) em rinin ese
ridir. Peygamberler de günah işleyebilir ve âlemde birbiriyle uyuşmayan iki
imam bulunabilir. Bilindiği gibi kızılbaşlar, Hz. A li’yi Hz. M u h a m m e d ’den üs
tün sayar, M irac’ı da, Hz. M u h a m m e d ’in Ali sırrına ermesinden ibaret bir k u t
sal olay diye açıklarlar. O nlara göre T an rı, Hz. M u ham m ed ve H z. Ali sure
tinde gözükm üştür. Bu itibarla üçü de birdir. Bunlar, âdeta, baba, oğul ve k u t
sal r u h ’tan ibaret olan Hıristiyan üçüzlemesinin başka bir görünüşüne inanırlar.
O n la r da Hz. İsa gibi (Meta İncili, V, 32) kadın boşayanı ve boşanmış kadın
alanı zina etmiş sayarlar. Bunlar, Emevî ve Abbasî halifelerinin bile T a n r ı’yı
inkâr ettiklerini iddia eden O n İki İmamcılıkla İsmailîye mezhebi gibi Şiîliğin,
Gnostisizm, M aniheizm ve Mazdeizm gibi daha eski inançların Müslümanlığa
karışmış şekilleri arasında b ir yer alırlar. Şiîliğin türlü kolları, Sabiîler denilen
Yedi İmanıcılar, baştan başa sünnet ehli dogmalarına aykırı düşünen İslâm
fırkalarındandır; vc tüm bunlar, Hz. Ali ve Hz. F a tım a ’mn evlâtlarıyla Cafer-i
Sadık gibi imamların m utlak egemenliğini, türlü yönlerden kabul ederler. İ n
sanlar ve hatta peygamberler blie daim a kendilerinden sonra, dünyayı düzen
leyerek adalet ve esenliği gerçeklendirecek başka b ir peygamber ya da m ehdî
denilen kutsal b ir kurtarıcının, b ir M esih’in geleceğini um arlar (Söylenti doğ
ruysa, Hz. M uham m ed bile kendi soyundan birinin, dünya bozulduğu zaman
oluşacak âlemi adaletle yöneteceğini söylemişti. Sünnet ehli, b u n u n kıyam ete
yakın doğacağını savunmuşlar, tasavvuf ehli de b ir kutb-ı z a m a n ’ın geleceğine
inanmışlardı). İsmailîler de Hıristiyanların bir gün geleceğine inandıkları Hz.
İsa gibi, yeryüzünde adaletle hükm edecek bir m e h d î’yi beklerler. O n İki İmam-
cılar da b un a inanırlar. İmam h a k k m d a k i telkinleri, siyasal koşullara bağlı ol
m akla birlikte, hemen daima bu inançta olanlar, imamv, peygamberden üstün b i r
varlık sayarlar. Aşırı Haricîlerin şefi olup 6 8 3 ’te öldürülen ve A zrakçılar a d ın
daki bir fırkanın kurucusu, Nafi bin-el-Azrak, Haricîlerin yukarda kaydetti
ğimiz düşüncelerinden birçoğunu paylaşır; fazla olarak, düşm an çocuk ve k a
dınlarının da öldürülmesini savunur ki, bu, Hz. M u h a m m e d ’in şiddetle reddet
tiği b ir büyük günahtır.
M uaviye’nin oğlu A bdullah, Tanrısal ruh un geçiş (intikal) suretiyle kendi
ne sokulduğunu, bu itibarla nefsindö hem Tanrılığı, hem de Peygamberin elçi
liğini toplamış olduğunu iddia etmek suretiyle ilkçağ h ük üm darlarının kendi
lerini Tanrılaştıran büyüklük duygularını yaşamaya çalışmıştı. H urremciler, ruh
göçünü kabul etmiş, vahyin kesilmeyeceğine, bu yüzden de daim a peygamber
lerin geleceğine, hangi dine m ensup olunursa olunsun, m ük âfat u m u p, cezadan
korkanların gerçeklik yolunda olduklarına inanırlar; hatta kendi inançlarını pay
laşmayanları aşağı görmeyen bir hoşgörüye de sahiptirler. O nlara göre, içki h a
ram olmadığı gibi, kimseye zararı dokunm ayan fuhuş da haram değildir (H u a rt’
ın yayımlamış olduğu ‘Livre de la C reation’, 1900). Bir kısmı insan bilgi ve felsefe
sinin gelişmesinden, yani akılla imanın çatışmasından, bir kısmı da eski inanç
lara bağlı olan toplum ların M üslüm anlık karşısındaki tepkilerinden türemiş olan
tüm bu sapıtmış m ezhepler ve düşüncelerin, özellikle İbahiye adı verilen z ü m
resinde Bilgicilik (Gnostisisme) ile Maniheizmin derin etkileri vardır. Şehriî-
tanî, ‘Milâl v e ’ıı-Nilıal’ adlı eserinde, sayıları pek çok olan b u çeşit düşünce
akım ları hak kınd a bilgiler verir1. Bu züm reden biri olup çağımızda da m e n
supları bulun an bir mezhebe daha değinmeliyiz. Bu mezhep, Dürzîliktir. Bu,
kendinin Tanrı ya da T a n n ’nın ikinci cesctlcnmcsinin bir tecellisi olduğunu
ileri süren ya da b un a kandırılmış olan Fatımî halifelerinden H ak im bi-Emrillah
ile, on un veziri Ham za bin A li’nin peygamberlik iddiasıyla başlamıştır (1017).
‘Birlik Sırlarının K urbanları K itabı’ adındaki eserin yazarı olan H am za bin
Ali, T a n r ı’nın Yedi İm a n ı’a hulul ederek insan kılığına girdiğini ve son kez
de halife H akim bi-Emrillah şeklinde belirdiğini ve kendisinin de son peygam
ber olduğunu savunm uştu. O n a göre, H akim , insanların fitneleri ve fesatları yü
zünden Ç in ’de saklanmıştır; kıyamete doğru adaleti sağlamak için yeniden mey
dana çıkacaktır. H am za da, T a n n ’nın âlemle ilişkilerini sağlayan evrensel ze
kâdır. T ü m bu mezheplerin kendi anlayışlarına uygun bir mitolojisi, ahlâk ve
tapım (culte) kuralları vardır. Biz b urad a, Hz. M ulıam m ed’den sonra türemiş
olan sapıklıkları, tüm özellikleriyle açıklamaya kalkışacak değiliz (Diiızîlcr h a k
kında adı yukarılarda geçen Sacy’nin eserine bakınız).
İslâm filozoflarının çoğu da — metindeki türlü bölümlerde de geçtiği gibi—
imanları h a kkınd a kuşku verecek düşünceleri savunm aktan çekinmemişlerdir.
Bunlar, Y unan felsefesine, daha önce İran ve H int felsefesine dair bilgileri
elde ettikten sonra K u r'a n ve hadis sınırlarını aşan akıl yürütmelerle çeşidi
dindışı bazt k uram ları savunm uşlardı. X. yüzyılda İhvan-üs-Safa denilen gizli
düşünce k ulüb üne mensup olanlar, Fisagorculuktan ve Gnostisizmden yararla
narak evrim kuram ını ve Yeni E flatunculuğun etkisi altında fezeyan (taşma)
görüşünü ileri sürmüşlerdi. O nların amacı, bilgisizlik yüzünden sapıtmaya ve
bozulmaya başlamış olduğuna inandıkları İslâm dinini, felsefe ve her çeşit bi
lim yoluyla sağlamlaştırmak, bozulm aktan korum aktı. Bu amaçla savundukları
(1) Kur’anda “Âlem lerin Rabbi” deyim 19 ayette 33 kez kullanılm ıştır
(Fatiha, 2; Bakara, 131; Maide, 28; En’am 45, 71, 104; Âraf, 54, 61, 104, 121;
Yunus, 10, 37; Şuara, 16, 23, 77, 98, 127, 145, 146, 192; Nemi, 8, 44; Kasas, 30;
Secde, 2; SaJJat, 182; Zümer, 75; Fussilet, 9; Zuhruf, 46; Casipe, 36; Vakıa, 80;
Hakka, 43; Tekvir, 29; Mutaffifin, 6).
salim akla uygun olarak, fakat döneminin ihtiyaç ve seviyesini de gözden kaçır
mayarak düzeltmeye çalıştı; hatta bu n u n la da kalm ayarak, tüm in sa n C r doğru
yola gitmedikçe kendi kavminin ve kendine inanmış olanların m utlu bir k u r
tuluşa kavuşamayacağına da emin oldu; sonra, daha da ileriye giderek, insanları
geri bırakan ve birbirine muhalif d u ru m u n d a tutan etkenlerin başında gelenek
lere, eskimiş töre ve alışkanlıklara saplanm anın b u lu nd uğu nu fark etmiş, türlü
vesilelerle, yeni ülküyü savunm ak için eskilerin aleyhinde bulu nm a emrini al
mıştır: " N e vakit fena bir ed im d e (fiil) bulunsalar, babalarım ızdan böyle bul
d u k, Tanrı bize onu em retti, derler; de k i, Tanrı, böyle fena edim leri em ret
m ez; bilm ediğiniz şeyleri, Taıırı'ya m ı yü k le tiy o rsu n u z? ” (Âraf, 28).
İslâm dini, tüm ahlâksal değerlerine ve ahlâk duygularına karşın, h u k u k
ve politika bakım ından daha başarılı olmuştur. Bunun içindir ki, o, b reylerin
ahlâk ve eylemlerine dilediği k adar etki yapamamış, fakat mahkemeleriyle, fet
valarıyla, hilâfet ve meşihat makamlarıyla adalet vc politika üzerine derin, ve
rimli vc verimsiz etkiler yapmıştır. H atta, B uharî’nin verdiği bir hadise göre,
“M üftü ler fe tv a verseler bile, kalb in e d a n ış” diyen Hz. M uham m ed, insan vic
danına her türlü şer’î emirlerin üstünde bir değer vermiştir.
Eserimizin başlangıcından beri vermiş olduğum uz açıklam alardan, Hz. M u
h a m m e d ’in bir filozof olduğu sonucuna ulaşabilir miyiz? Bir M üslüm an olarak
onun peygamberlik vc elcilik gibi pek yüce mistik sıfatlarına değinmemek şar
tıyla ulaşabiiriz. O , insel ve fani yanıyla geniş anlam da bir filozoftur. Z ira, ya
şadığı dönem e oranla yepyeni bir devrim in ülkülerini getirmiştir. İnsanların
akıl ve vicdanları üzerine baskısı ise, peygamberlik sıfatından gelmektedir.
O n un insel evrimdeki rolü, hem filozof, hem de devlet adam ı ve başko m u tan
lık sıfatlarına dayanır. Filozof yanıyla b ir büyük ahlâkçı ve ülkücü, devlet a d a
mı olarak da büyük bir hu ku kçu ve devrim ilkelerinin uygulayıcısıdır. Nitekim,
Emevîler, türlü savaşlarında, hatta devletlerini kurarlarken bile, dini ikinci
plana atmış, siyasal zekâ ve dehalarıyla devletlerini devam ettirebilmişlerdir.
Fakat Hz. M uham m ed, bu iki sıfatı birbirinden asla ayırmamış, dinsel ülküyle
dünya düzeni için gereken gayret ve eylemi birleştirmiş, birlikte yürütm üştür.
Genel olarak din adamları günaha girmek, küfretm ek ve elçilik unvanını k ü
çültmüş olm ak vehmiyle, zihinlerini bir filozof ya da bilim adamı gibi özgür
olarak kullanm aktan çekinebileceklerinden, Hz. M u h a m m e d ’e filozof sıfatının
verilmesini, ona karşı bir saygısızlık sayar, belki de felsefenin dine düşm an ol
duğu sonucuna bile ulaşırlar. Bizim b u rada filozof sözcüğünü, bilimin yüksek
bir kolu olan filozofi ile uğraşan kimsenin mesleği anlam ında kullanmadığımız
elbette anlaşılmıştır. Y u k a rd a n beri verdiğimiz bilgiler de göstermiştir ki, Pey
gamberin kendine özgü bir dünya görüşü, b ir hayat anlayışı, kendine özgü bir
T anrı kavramı ve onun özel ve kişisel bir özellik taşıyan yöntemi, ispat tarzı,
kendi anlayışına uygun kozmogonisi, bir insan telakkisi, ahlâk, h u k u k ve devlet
düzeni vardır. Bütün bunlar, onun peygamberliğine dokunm ayan bir filozof ya
da hiç olmazsa bir bilge olduğuna delâlet eder. Nitekim, onun ilkelerine daya
nan bir İslâm felsefesi de doğm uştur ki, bu bile bizi, sistemin başkanı ve k u
rucusu sıfatıyla onun filozoflukla peygamberliği kendi yüce kişiliğnde birleş
tirmiş olduğunu onaylamamızı gerektirir.
Bir konuyu nesnel olarak düşünebilm ek ve tarafsız h ü kü m le r verebilmek
için im an zırhından, hiç olmazsa geçici o larak soyunmak, özgür düşünceyi iman
kılıcıyla idam etm em ek gerektir. İm anlarım ızın ve eylemlerimizin gerçek de
ğeri, ancak gerçeklerin gerçeği olan Ulu T anrı tarafınd an vc yine O ’n u n kendi
katında belirtilecektir. Nitekim Hz. M uham m ed, insanoğluna son yaptırım ola
rak türlü vesilelerle şu ayeti bildirmiştir: “T a n rı’m n yanm a d ö n e c e k sin iz”
(H ud , 5).
T ü m öneri ve emirlerini, kendi hayatında uygulamış olan Hz. M uham m ed
hakkında vermiş olduğum uz bu açıklam alara şu önemli noktaları da ekleyebi
liriz: Peygamberliği kabul edilen herhangi b ir kişinin bildirmiş olduğu dine,
hiç olmazsa iman edenlerin, T a n rı tarafın dan vahyedilmiş olduğuna inanması
zorunlu olduğu için, Tevrat vc İncillerin de kutsal bir değer taşıdıklarına inan
maları gerekir. Fakat özellikle T e v ra t’ın kapsadığı konular içinde o k a d a r a h
lakdışı (immoral) bildiriler vardır ki, b un ların bir T a n rı tarafın dan vahyedilmiş
olması olanaksızdır1. Bunun içindir ki, Hz. M uham m ed, Yahudilik ve Hıristi
yanlığa b irer din oldukları için saygı duym uş, bun ların peygamberlerini yü
celtmiş, fakat kitaplarının ya son radan bozulmuş ya da sonradan uydurulm uş
olduklarını, fakat içlerinde, önceden gönderilmiş bazı gerçeklerin de v a r oldu
ğunu bildirerek insanlığa, o nlardaki k u su r ve yanlışları düzelten ve doğru olan
larını da onaylayan K u r ’anı sunm uştur. O , kitap ehline vc kutsal kitaplara ol
duğu k a d a r da geçmiş peygamberlere inanmayı İslâm im anının koşullarından
saymakla, hem kendi z a m a n ın d a k i' dinlere m ensup olanların tepkilerini h afif
letmek gibi siyasal ve sosyal yararlar sağlamış, hem de ke ndinden sonraki k u
şaklara geniş b ir hoşgörü eğitimi vermiştir. Bunun içindir ki, İslâm tarihinde,
Romalıların Hıristiyanlara ve Hıristiyanların çoktanrıcı kavimlere olduğu k a
d a r da Protestanlara yapmış oldukları tü rden zalim ve haksız saldırılar yoktur.
İslâmlar, politik ve töresel b ir neden olmadıkça, öteki dinlere ve bunların
mensuplarına saldırmam ış ve kendilerine saygısızlık etmemiştir. O n u n bildi
rilerinde dikkati çeken bir b üy üklük de İsrail peygamberleri h a k k ın d a T e v ra t’ın
verdiği çirkin iddialara değer vermeksizin hepsini birer peygamber olarak yü
celtmiş olmasıdır. H e r çeşit kıskançlığı yermiş olan Peygamberimiz, yaşadığı
dönemlerde başka dinlere m ensup olanlardan görmüş olduğu saldırılara karşın,
bunlara kin duymamış, gerçekçi ve âlicenap bir ru h la kendisinin ilerici ve ile
riyi gören b ir kişilik o ld uğunu göstermiştir. O , doğaüstü b ir yaratık değil, üs
tü n doğalı bir insandı. T ü rlü vesilelerle k e ndinin de bizler gibi bir insan oldu
ğunu bü yük bir alçak gönüllülükle tekrarlam ış olan Hz. M uham m ed, “B enim
çektiğim ıstırabı kim seler ç e k m e m iştir” dem ek suretiyle çetin görevinin nite
liğini olduğu k a d a r da, hiç olmazsa yaşadığı dönemdeki insanların gerilikleri
(1) Örneğin, Hz. Musa, savaştan dönen başlıca subay ve kom utanlara şöy
le demektedir: “N eden kadınları ve çocukları kurtardınız? Çocuklar arasında er
kek olanları ve evvelce evlenm iş olan kadınları ve çocukları öldürünüz; fakat
küçük kızları ve bakireleri ken din iz için saklayınız” (Adad, XXXI, 17-19); “Her
kadın, ken d i kom şusundan ve evin deki m isafirin den güm üş ve altın ziyn etler
ve elbiseler isteyerek bunları oğullarınız ve kızlarınızın üzerine koyarak M ısır’ı
soyacaksınız" {Huruç, IV, 22).
ve ahlâksızlıkları karşısında duymuş olduğu derin acıyı ve uğramış olduğu zor
lukları belirtmiştir. Küçüğe acımayan, büyüğe saygı duymayan, insanları aldat
mayı meslek edinen ve kendisi için severek dilediği şeyleri, başkaları için de
aynı sevgiyle dilemeyen, hatta kom şusu açken, yemeğini yiyip karnını doyur
maktan çekinmeyen kimselerin imanlı sayılamayacaklarını anlatmış: "İnsanlar,
tarağın dişleri gibidir, birbirlerine eşittirler"; ve, "E dim lerin en üstünü, Taıı-
rı’ya inandıktan sonra insanlarla se v işm e k tir” demek suretiyle insanseverliğin
ana ilkelerini ilân etmiştir. O n a göre, "B ir ka v m in efendisi, o k a vm e hizm et
ed en d ir”; ve, “İnsanların en hayırlısı da, insanlara en ço k yarar sağlayandır”.
Yalnız bu hadisler bile, insanlığı kendilerine m innettar eden büyük bilgin, filo
zof, ahlâkçı v b .’n m hangi dinden olurlarsa olsunlar, T a n r ı’nın ve Peygamberin
sevgi ve takdirini kazanmış olduklarına delâlet eder ki, böyle b ir duyguyu, baş
ka dinlerde açıkça görmek olanaksızdır. H e r ulusun, lâyık olduğu bir yönetime
erişeceğine d air olan genel gerçeği, “S iz nasılsanız o türlü yönetilirsiniz, başı
nıza da o türlü adam lar geçer” diyen Hz. M uham m ed, ulusların dirlik ve d ü
zenliğini bozan, onların ilerlemesine engel olan bu türlü kimseler olduğuna
dikkati çekmiş; kanuna, iyilik ve erdeme aykırı olan emirlere itaat etmemeyi de
önerm ekten geçmemiştir. M ülkün ve hük üm etin temelini adalet ve erdemde gör
müş olan Peygamberimiz, hü kü m d arların hediye, yargıçların rüşvet almalarını
büyük suçlardan saymış; rüşvet alanı da vereni de, hatta b u işe aracılık edeni
de lânetlemiştir. Yargıçlara en önemli önerisi, zan ve k u şk u y a -d a y a n a rak hü
küm vermemeleri, kendi çıkarlarına dayanarak tarafsızlıktan ayrılmamaları, suç
luyu m utlaka cezalandırmaya değil, onu kurtarm aya da bir yol aramalarıdır.
Yani, hak vc adaletten ayrılmamalıdır.
Zalimin ve kötü insanların aleyhinde bulunmayı, halkı bu türlü insanların
şerlerinden k orum ak için zorunlu gören Hz. M uham m ed, herhangi b ir insanı
yüzüne karşı dalkavukça övmekte bir havır görmemiş, her işin başına lâyık
olanların getirilmesini emretmiştir. O n u n ahlâk, h u k u k ve politika bakım ından
salık verdiği önlem ve düşüncelerde, h e r çağ ve her ulus için yararlı öğütler
gizlidir. H ainden, zalimden, kinden, cim rilikten, iftiradan, israf ve sefahatten
nefret eden Peygamber, insanın her şeyden önce kendi nefsiyle savaşmasını,
yani kendi nefsini ıslah etmesini salık verirken, insanları m utluluğa, dirlik ve
barış içinde yaşamaya hizmet edecek olan pratik ahlâkın en yüce kurallarım
telkin etmiştir. O , hileci, iki yüzlü, paraya kul olan, sövüp sayan, öfkesini ye
nemeyen, çocukları sevmeyen, hayvanlara eziyet eden, borçluya zorluk çıkaran,
utanm a duygusundan yoksun olan, gösteriş ve haram lara düşkü nlük eden kişi
leri tiirlii ayet ve hadisleriyle ve pek sert b ir dille yermiş, bu nların ibadet ve
imanlarına değer vermemiştir. Bağışlamayı, hoşgörüyü, cömertliği, sosyal iliş
kilerde alçak gönüllülüğü, incelik, kibarlık ve temizliği, ileri erdem lerden say
mış, herkesin ayıplarını, kusurlarını arayıp dedikodu konusu yapan kıskanç,
kibirli, yalancı, sözünde durm ayan, sabırsız, eline ve diline sahip olmayan gü
venilmez kişileri büyük günah işleyenlerden saymıştır: " İy ilik edilm eye lâyık
olan ve olm ayan herkese iyilik e t!” emrini vermiş olan Hz. M uham m ed, olabil
diği kad ar kimseden bir şey istememeyi, öz saygısını korumayı, dargınları barış
tırmayı, yoksulu, âcizi, hastayı, yetimi, kadını korumayı âdeta Müslümanlığın
ana koşullarından saymıştır.
O , dinliliği, asık suratla dünya işlerini ve hazlarını ihmal ederek öm rü
yalnız ibadetle geçirmekte görmemiştir. "E ğlenin, oynayın, çü n k ü kabalık ve
k a tılık gö rm ekten h o şla n m a m !" dem ek suretiyle insanların dünyayı kendilerine
zindan etmelerinde kutsal bir hayır görmediğini belirtmiş, " G ü ze l elbiseler gi
yinin, bin eklerin iz de iyi o lsu n ” ve, " N im e ti açıkça gösterm ek, o nim etin ese
rini, onların yiyip içm elerinde, giyinip kuşanm alarında görm ek istediğini” bildi
rirken insanların haysiyet, o n u r ve vakarlarını korum alarını önemli bir ödev
saymış; yurt içi ve yurt dışı gezileri önermiş; insel ilişkilerde uyulması gereken
tüm protokol kurallarını en ince ayrıntılarına dek öğretmiştir. Şu hadis, onun
vermiş olduğu hayat derslerinin her dönem ve her ulus için gerçekliği zorunlu
olan bir örnektir: "Z a n n a kapılm aktan sakının; zan, sözlerin en yalanıdır. H al
k ın ne yaptığını gözetlem eyin; söze (yani, dedikoduya) ku la k asm ayın; üstün
olm aya kalkışm a yın ; birbirinizi kıska n m a yın ; birbirinize kinlenm eyin; birbiri
nizden y ü z çevirm eyin; Tanrı kulları kardeş o lsu n ”. Diyebiliriz ki Hz. M uh am
med, insanların birbirlerine karşı yapmalarını zorunlu bulduğu ödevleri ibadet
ten daha üstün görmüş, hatta saydığımız erdemlerden çoğunun, altmış, yetmiş
yıllık ibadetten üstün olduğunu bildirmiş, çağımızda olduğu ka d a r da ilerde
insanların özgürlük ve uygarlık adına yapacakları hareketlerden hiç birini hor
görmeyecek k ad a r insanın yaradılışındaki eğilim ve yönsemeleri doğal karşıla
mıştır. Bunun içindir ki o, "İnsanlar, babalarından çok, zam anlarına benzerler”;
"H er yerde söylenecek başka sözdür, her zam anın başka adamları vardır” diye
rek her türlü yeniliği, evrim, değişim ve oluşumu olduğu ka d a r da insanların
topluluk ve birlik içinde, birbirini seven ve sayan varlıklar olarak yaşamalarını
sağlayacak olan uygar bir yaşamı salık vermiş; bedevîliğin, göçebeliğin vahşî ve
ilkel yaşayışım yermiştir. O , bunlar ve bun lara benzeyen diğer hadis ve ayet
lerle, tutuculuğun, geleneksel olduğu ka d a r da göreneksel hayat, inanç, düşünce
ve eylemlerin aleyhinde bulunm uş, ardıllarını, kendilerine benzetmek isteyen
geçmiş kuşakların yaptıkları olumsuz gayretlerin boşunalığını açıklamıştır.
" A slı olm ayan şeyler benden u zaktır, ben de onlardan uzağını; batıl ben
den olm adığı gibi, ben d e batıldan d eğ ilim ” diyerek her çeşit saçma inancı k ına
mış olan Hz. M uham m ed, ölüler için yas tutmayı, ağlamayı, m ezarlarda kandil
yakmayı, türbelere adakta bulunmayı, ölü için mersiyeler (ağıt) okumayı ve
yazmayı da reddetm iştir. T o plum um u zd a salgın bir gelenek halini almış olan
Mevlit okum an ın da, saçma inançlardan b ir geçim töresi olduğunu b u ra d a zikrede
biliriz. Aileye pek fazla önem veren Peygamberimiz, hüllenin, boşanm anın, ka
dına kötü ve sert davranm anın, evlâtsızlığın aleyhinde bulunm uş, ana, baba,
evlât ve akrabaya karşı âlicenap olmayı, onları içten sevip korumayı, köleleri,
cariye ve hizmetçileri kendim izden birer parça sayarak onlara ihsanda b u lun
mayı, kendilerine eziyet etmemeyi üstün ödevlerden saymış; insanların , birbiri:
ne yardım etmekle yüküm lü olduklarını, âciz, dul ve yetim olanlarla hastaların
gönüllerini alarak hepsini kalkındırm alarının, ihtiyaçlarını gidermenin, sevin
dirm enin ibadetten daha m u tlu bir ödev olduğunu savunm uştur. O , tasarrufu öv
müş, kendi çıkarlarını başkalarının zararında aram amayı, çalışmayı, başkaları
nın sırtından değil, kendi emeklerimizden yararlanmayı, ihtikârdan, tefecilikten,
sahtekârlıktan kaçınmayı, onarmayı, ağaç yetiştirmeyi, genellikle tarım işlerine
önem vermeyi, h ay vanlan korumayı, h e r türlü el sanatlarını, bireylerin olduğu
k a d a r da toplum un ve yurdun esenliği için zorunlu ibadetlerden saymıştır. Ça
lışarak yaşamaya ibadetten fazla değer vermiş olan Hz. M uham m ed, “Ö lüm ü
istem eyin !” ve bir ayetin bildirdiği gibi, "N e fsin izi ö ld ü rm ey in iz” öğüdünü ve
rirken, dinin de bir öğütten ibaret olduğunu söylemekten çekinmemiştir. Yani
din, sadece nam az ve oruç gibi ödevler toplamı değildir. Bir hadisindeki şu d ü
şünce, gerçek dinin ne olması gerektiğini açıkça belirtmektedir: “G eceleri iba
detle geçirip u y k u su z kalan birçok insan vardır ki, bunların elde ettiği şey, sa
dece u yk u su zlu k ; nice oruç tutan var ki, elde ettiği ancak açlık ve su s u z lu k ”
tur; zira, “İb a d etin am acı, T a n rı’ya yaklaşm aktır, kılm a n nam az k im i k ö tü lü k
ten, fen a lıkta n çekm iyorsa, o nam az, onu ancak T a n rı’dan uzaklaştırır”. Bu yüce
telkinlerle hayatı ve dini, erdem den ibaret sayan üstün varlığın, Tanrısal ve k u t
sal değerlerinden kim kuşkulanabilir? Ne yazık ki, toplumsal koşulların zorunlu
kıldığı bazı hallerde, kutsal bu yruk lar da çelişkilerden k urtulam azlar ve b u n
ların uygulanmaları da zam ana göre değişir. “D in in i değiştirenleri ö ld ü rü n ü z!”,
“H astalık bulaşm az, ancak T anrı isterse bulaşır” gibi hadislerle, bugü nk ü an la
yışımızla uyuşmayan, edebe, gerçeğe, erdeme aykırı bazı peygamber sözlerini bu
açıdan yorum lam ak ve (1400) yıl önceki bedevi Arapların ilkelliğine bağışla
mak gerektir.
★
Sonuçlar ve Açıklamalar
DİNDE REVİZYON
— A —
— B —
D İ N VE DÜN Y A
Hiç bir din, dünyayı ihmal etmiş değildir. Hele kitaplı dinler, evrensel
bir amaca sahip oldukları için, Hıristiyanlığın yalnız ahretle uğraştığı kabul
edilemez. Nitekim bu din, yüzyıllarca dünya işlerine karışmış; devlet kurm uş,
insanların dünyaya ait eylemlerini (aetion) kendi Tanrıbilim ine göre ayarla
mıştır. Bugün bile İtalya, İspanya vc Portekiz gibi Katolik devletlerde, boşan
ma olayı Hz. İsa ’nın bildirilerine bağlıyken, İtalyan parlam entosu ancak 1971
yılında bu kutsal bildiriye aykırı kararlar vererek, boşanmayı kabul etmiştir.
Bununla birlikte, dış görünüşü itibarıyla Hıristiyanlığın, İslâm dini gibi bir dev
let k u rm a am acının gütmediği görülür. Z ira Yeni A h it’te (İncil) h u k u k u ilgi
leyen ayrıntılı buyruklar yoktur. Hz. İsa, zalim b ir im paratorluk elinde fazla
sıyla ezilen yoksullarla kölelerin tinsel kurtuluş ve tesellisini hazırlamıştır.
Nıetzsche, bu gerçeği, ahlâk b akım ından, kendi im m oralism e’ine uygun bir m an
tıkla pek güzel açıklamıştır. Şüphesiz ki, bu dinin Roma im paratorluğuna karşı
açık ya da gizli direnişi, tarihsel koşulların bir sonucudur. Bu silâhsız direniş,
büyük çoğunluğunu zulüm görenler teşkil eden insan kitlelerini, soysuzlaş
mış bir im paratorluk içinde yavaş yavaş yıkıcı bir kuvvet haline getirmiştir,
siyasal ve evrensel bir ülküsü yokmuş gibi görünen bu dinin en önemli dog
maları, barış, insanseverlik ve bağışlama ile Hz. İsa ’nın şu direktifidir: “S ize
karanlıkta dediğim i, a yd ın lıkta söyleyiniz ve kulağınıza söylenenleri, dam larda
ilân ediniz; bedeni öldü rü p de canı öldiırem eyenlerden k o rk m a y ın ız!” (Meta
İncili, X, 26-28).
Sonra bu dinin eski Y unan uygarlığı anlam ında değilse de, güzel sanallara
konu olabilen kendine özgü bir mitolojisi vardır. Yetiştirdiği havariler vc mis
yonerler, kutsal b ir ülkü uğrund a her tehlikeyi göze alan büyük kahram an lar
olarak, Hıristiyanlığın ru h ve vicdanında taklide lâyık örnekler olmuşlardır. Sa
vunduğu dogmaların yorum lanm a ve açıklanm asındaki çeşitli zekâ emekleri,
kendine özgü bir felsefenin olduğu k a d a r da musiki, edebiyat ve plastik sanat
ların gelişmesine hizmet etmiştir. Bunların, mistik olmalarına karşın, akılla
im anın savaşını yaratmaları bakım ınd an da insan düşüncesine bü yük hizmet
leri olmuştur.
M üslümanlık, A v ru p a ’ya yayılmış olsaydı, her şeyden önce, güzel sanatlar
gclişemeyecekti. Zira İslâm dini sonradan uydurulm uş mitolojik h arika efsane
lerine sahip olsa da, bunları somut şekilleriyle belirtmeyi yasaklar. Asıl yapısın
da, insan hayaline konu olabilecek hiç bir orijinal mucizesi yoktur. Hz. Muham-
m e d ’e yükletilen m ucizeler, M usevîlikle H ıristiy an lıktan bazı şekil değişiklik
leriyle ak tarılm ışlard ır. Z ira K u r’an, m ucizenin aleyhindedir ve H z. M uham
m e d ’e böyle b ir yetki de verilm em iştir. Y üce T a n rı’m n sıfatları o larak sayılan
n itelik ler de b irbirleriylc çelişik ve an tro p o m o rfiktirler. U ygarlıkların oluşu
m u n d a tüm insanlığın em eği v ardır.
İslâm din in in yayılm ış olduğu toplu m lard a niçin A vrupa uygarlığı tü rü n
den tekniğe, sanata, olum lu ve sp ek ü latif bilim ve felsefelere dayanan b ir ge
lişme olm adığını, ancak b u açıdan ve M üslüm anların hayat ve dünya anlayışla
rın d an ders alarak açıklam ak o lan ak lıd ır. N itekim İslâm şehirlerinde yaşayan
H ıristiyan ve M usevîlerin hayat an layışları, ahlâksal davranışlarıyla M üsliim an-
larınki karşılaştırılam ayacak denli M üslüm anlığın aleyhinedir. İslâm dininin
kitap ve Peygam beri, dil ve ırk b ak ım ın d an , h a tta gelenek, töre ve âdetleri b a
kım ından b irb irin e benzeyen A rap ların içinden çıktığı h a ld e ,. A rapların k en d i
leri-.arasın d a .N a stu rîlik , D ürzîlik , M an ın îlik , N asranîlik, K atoliklik ve M use
v îlik ... gibi inançlar yaygındır. A nlaşılıyor ki, kavm in ana k arak te ri, çöl haya
tın ın geleneklerine bağlı o larak M üslüm anlığı bile soysuzlaştırm ıştır. A rabis
ta n ’da T a n rı’ya, k itab a, Peygam bere ve dine sövm ek, saygısızlık gösterm ek halk
arasın d a yaygındır. A hlâk itibarıyla da k irli ve pis b ir hayatın yarattığı gaflet
ve tem bellik içindedirler. Ü stelik din a d am ların ın , dinsel dogm aları m utlaka
A rapça telkin etm ek hususu n d ak i geleneksel bağnazlıkları, bu dinin uygarlığa
hizm et edebilecek ö ğütlerinden halkı yoksun bırak m ası, ileri düşüncelerin doğ
m asına her çağda ve h er yerde engel olm uştur.
H ıristiyanlık, Rom a im paratorluğu içinde, eski Y unan ve Latin düşünce
leriyle İslâm lardan önce tem as etm iştir. Y unanca eserlerin ilk çevirtm cnleri de
A rap lar değildir; fak at İslâm lar bu işi desteklem işlerdir. D aha X IX . yüzyılda
bile O sm anlı yönetim inde, yabancı b ir dil öğrenm enin kâfirlik olduğuna inanan
ço k tu ; ve devletin bu çağa dek kullandığı çevirm enler M üslüm an değildiler.
H ıristiyanlığa Y ahudiliğin yapm ış olduğu etki, eski uygarlıkların, bu din
içinde kılık değiştirerek Batı uygarlığına b ir tem el vazifesi görm esini sağlam ış
tır. İslâm uygarlığının b ir noktaya k a d a r yükseldikten sonra duraklam ası, h atta
gerilem esi, coğrafî k o şu lların değil, Batı uygarlığını besleyen düşünsel vc estetik
tem ellerden yoksun o luşunun b ir sonu cu d u r. A ksi doğru olsaydı, bu uygarlık,
M üslüm anlığın yayılmış olduğu bölgelerde de yoluna devam ederdi ve gelişirdi.
Öyle sanıyoruz ki, ortaçağın tüm gerilik ve vahşîliğine karşın. Batı uy
garlığının gelişm esinde A vrupa kavim lerin in seleksiyonu, yıkılan Rom a im para
to rluğunun bırak m ış olduğu an ılar ve dolayısıyla güzel san atların, m istik şekil
de de olsa, kiliselere ve ailelere sokulm uş olm ası ve Latin köklü dillere sahip
olan kavim lerin sosyal ve tarihsel yarışım ı da büyük etkiler yapm ıştır,.
D inler, sosyal k u ru m lara ancak kendi m istik am açlarıyla dogm alarına uy
gun b ir şekil v erebilir. T üm bağnazlık bask ıların a karşın, bilim lerin, olum lu
keşif ve icatların A v ru p a’da m eydana gelm iş olm asının nedenlerini, yalnız d in
de aram ak da doğru değildir. F a k a t Batı felsefesinde, öğelerini dinsel, kavram
lardan alan çeşitli m etafizik k u ram ların H ıristiy an lıkla ve T e v ra t’la ilgisi in k âr
edilem ez. N itekim adı bilinen b irçok filozoflar da m an astırlarda yetişm iş veya
din işleriyle görevlendirilm iş k im selerdir. B unlar, Batı zihniyetinin gelişm esine
ve Batı ah lâkının organlaşm asına d erin d en hizm et etm işlerdir. D oğu’da m edre
senin içtihat k ap ıların ı k a p a ta ra k özgür düşünceye izin verm em esi, hangi coğ
rafî bölgede o lursa olsun, zihinlerin gelişm esine engel olan büyük afetlerdendir.
Belki dc tüm öteki d in lerd en çok M üslüm anlık, eski Y unan filozofu K ritias’ın
dediği gibi, “ H a lkı Tanrı cezalarıyla k o rku ta ra k h ü küm dara daha ço k itaat eden
bir köle haline g etirm ek için icat ed ilm iştir”.
K u r’an, Levh-i M ah fu z’daki T an rısal bilgilerin küçük b ir parçasıdır. Z ira,
“Y e ryü zü n ü n tü m ağaçları kalem , denizleri m ü re k k e p olsaydı, bundan başka
da yedi den iz daha ka tılm ış olsaydı, T a n rt’nın sözleri tü k e n m e zd i” (L okm an, 27;
Kehf, 109). Bunu çağım ız anlayışına göre açıklarsak, evrenin gizleri (sır) son
suzdur ve b u n ları a rtık peygam berler aracılığıyla değil, bilginlerin akıl ve de
halarıyla kavram aya, keşfetm eye çalışm anın gerekli olduğu anlaşılır.
Peygam berlerin fonksiyonları H z. M uham m ed’de sona erm iştir; am a, insan
aklına, b u n ları araştırm a görevi asla yasaklanm am ıştır. Peygam berim iz k ad ar
akla, bilim e, düşünm eye, kalem e, k ita b a ... önem verm iş olan hiç b ir peygam ber
gelm em iştir; o, öğrenm e u fk u n u asla kap atm am ıştır. K endisi verebileceğini ver
miş, geri kalanını da, bilginlerin araştırm aları gerektiğini anlatm ak istem iştir.
K abul etm ek g erek tir ki, K u r’an d ak i bilgi ve yargıların çoğu, öteği din k itap la
rında da v ard ır. K u r’anla İncilleri k arşılaştırm ak b unu ispat için yetişir. A kla,
bilim ve danışm aya (m eşveret) dayanan b ir dünya düzenini k u ran yalnız M üs
lüm anlık olsaydı, h er u lu stan önce M üslüm anların bu düzenden y ararlanarak
uygarlık yolunda B atı’yı geçmesi g erekirdi. B unun aksi sahih olduğuna göre, yeni
b ir dinin doğm am ası, insanların din yerine din k ad ar kutsal ülküleri hazırlayan
bir sosyal düzen içine girm iş olm aların d an ve insan zihninin artık m ucize, ke
ram et ve değişm ez dogm alar gibi doğaüstü, m istik düşünce vc hayallerine ina
nacak denli tinsel körlük lerd en k u rtu lm u ş b u lu n m asındadır. Bu ku rtu lu şu ya
pan, bilim in ve felsefenin R önesanstan beri süregelen özgür gelişm esidir.
Çağım ızın din i, bilim lerin kazandırdığı gerçeklere uygun b ir hayat anla
yışında gizlidir. D esm ond M o rris’in üç ay zarfın d a 460 bin nüsha satılm ış olan
‘Lc Sing N u ’ adlı eserinde söylediği gibi, “D eney ve kavram a (com prehention)
Tanrısal hayallerdir; o ku lla rım ız ve ü niversitelerim iz, dinsel o lu şu m u m u zu n
m erkezleridir. K itapsaraylarım ız, m ü zelerim iz, sanat galerilerim iz, tiyatro ve k o n
ser salonlarım ız, spor arenalarım ız tapım (culte) yerlerim izdir. Tapım ı, kitapla
rım ızla gazetelerim iz, m agazinlerim iz, radyo ve televizyon postalarım ızla k u tlu
yoruz. Bir dereceye kadar da ahret hayatına inanıyoruz. Ç ü n kü , b izim yaratıcı
gayretlerim izin sağladığı ödüllerin bir k ısm ı, bize ölüm den sonra da yaşam aya
devam edeceğim izin izlen im in i verm e k te d ir” (Bu eseri İngilizcesinden Fransız-
caya çeviren, J c a n R o sen th al’d ır, P aris, 1968, s. 201-202; bu eser, dilim ize de
çevrildi).
L ayiklik k onusuna gelince, evvelâ, sosyal k u ru m lar için dinsel dogm alar
dan b ir tem el aram ak ya da y ard ım dilem ek y anlıştır, zararlıd ır; dinin de aley
hinedir. Z ira bu dogm alar, T an rısal em irler diye kabul edildikleri için, değiş
tirilem ezler; devletse, sürekli olarak değiştirilebilen kanun ve ilkelere dayanır.
U lusların b irb irleriyle ilişkileri b ak ım ın d an bugünkü ihtiyaçları o k ad a r çeşit
lenm iştir ki, esasen bunları yönetm eye yeterli dinsel dogm alar da yoktur. D insel
dogm alarda öyle yargılar v ard ır ki, bugün b u n lar, edimse! olarak (fiilen) uygu
lanam azlar. Ö rneğin, T an rı em rid ir diye kısasa dayanan bir ceza hukuku dü
şünülem ez; faiz ve içki 'yasaklanam az; kadın, iş hayatından çekilip çarşaflara
sokulam az; savaş m eydanlarında k o rk u nam azı kıldırılam az; nihayet 1400 yıl
önceki sosyal ihtiyaçları kandırab ilen b irtakım ilkel buyruklar, çağım ızın uy
g arlık ve hayat anlayışına uygulanam az.
D inler de, doğdukları dönem in ve kavm in sosyal ihtiyaç ve koşullarının
ü rü n ü d ü rler. D urum bu olunca, din in devlet işlerine karıştırılm am ası, H ıristi
yanlığın b ir taklidi değil, dinlerin kendi n iteliklerinin sonucudur. Layiklik, M üs
lüm anlığa aykırı değildir ki, M üslüm an olarak layik olabileceğim iz ve bunun
ilkelerini M üslüm anlıktan alm am ız savunulabilsin. A ncak layikliği bir dinsiz
lik zannedenler, böyle b ir iddiaya k alk ışabilirler. İslâm dininin am acı, üm m et
çi bir devlet k u rm ak tır. Bu ise, ulusal kişiliği ö ld ü rü r; ve hiç bir dönem de Mtis-
lüm anlar, tam b ir iim m et rejim ini k u ram am ışlardır.
Bir din tüm üyle k utsaldır. K u r’an d ak i em irler, T anrısal iseler, onların he
men hepsini uygulam ak, borçlar k an u n u n u , bugünkü ekonom ik düzeni, politik
k oşullan, m odem hayat tarzlarını ayet ve hadislere dayanarak bir evrim e zor
lam ak, özellikle ayetlerin plastik , yani esnek b ir değerde o ld u k ların ı, onların
m utlak b ir gerçekliği bulunm adığını, dilediğim iz şekilde yorum layabileceğim izi
kabul etm ek dem ektir ki, bu , dinin tüm kutsallığını zedelem ekte bir sakınca
olm adığını kabul etm ek dem ektir; böyle b ir girişim , dinin kendi özüne de ay
kırıdır. Bir düşüncenin ya da devrim in değeri, esasen ulusal bir değeri olm ayan,
batta ulusal duyguları öldüren ve yüzyıllarca hizm et ettiğim iz halde, im anlı
larından gerçek bir sevgi ve saygı da görem ediğim iz bir dine uygun olup olm a
m asıyla ölçülem ez. Layiklik için H ıristiyanlığı örn ek tuttuğum uzu zannedenler,
tüm bir Batı uygarlığının baskısı altında olduğum uzu fark edem eyenlerdir. Batı
âlem inde layiklik hangi ilkelere bağlı olursa olsun, elde edilen sonuç olum lu
olduktan sonra, m utlaka kendi layik sistem im izi, M üslüm anlık dogm alarının
anlam ve biçim lerini dcğiştirınek suretiyle kurm aya uğraşm am ız, kendim izi al
datm aktan başka b ir sonuç verem ez. U lusum uzun ilerlemesi için, dünya çoğun
luğu tarafın d an denenm iş ve b aşarıları görülm ekte olan çağdaş uygarlığın gerçek
ajanlarını öğrenip uygulam aktan başka çare yoktur.
Bizce irtica, her gün biraz dalıa organlaşm akta, insan hak ve özgürlükle
rine saldırm aya h azırlan m ak tad ır. İrticai onaylam ak için m utlaka b ir Patrona
H alil, bir D erviş V ahdeti ve K ubilay faciası gibi büyük bir ihtilâlci hareketlerin
m eydana gelmesi bekleniyorsa, aldanılm ış o lur. Gizli işleyen tarikatların m en
supları artm ak ta, K u r’an k u rsların d a zavallı, sefil ve perişan T ü rk yavrulan
A rap harfleriyle K u r’an okum ak ta, cam ilerim izde dine vc devlet k anunlarına
da aykırı olan b irtakım batıl ve geri düşünceler uluorta telkin edilm ektedir.
Resmî ve layik o kullarım ıza yeter sayıda yetenekli öğretm enler bulm anın ola
naksızlığın,,görüp durduğum uz halde, sayıları, sürekli olarak artırılan imam ve
hatip okulları açılm aktadır. H er yıl hacca giden yurttaşların sayısı artm akta,
sokaklarım ız çarşaflı, sakallı ve k a lp a k lı... insanlarla dolup taşm aktadır. R am a
zanlarda A nadolu şehirlerinde geziye çıkanların öğleleri açık lokanta bulm aları
güçleşm ektedir. M ahkem eleri uğraştıran sağcılık akım ı da gittikçe kuvvetlen-
m ektcdir. T üm b u n lar, irticai hazırlayan örgütlerin durm adan genişlediğine de
lâlet ettiği gibi, y u rttaşları bölm e eğilim inde olan b ir ayrı sınıfın da hazırlan-
m akta olduğunu gösterm ektedir. Layik anlayış (zihniyet) dine saldırm az; fakat
dinsel örgü tler ve k endilerini dinli zan n ed en ler, in an dıkları dogm alara aykırı
saydıkları her şeye sald ırırlar ve b u n u kutsal b ir ödev bilirler. C um huriyetim i
zin başlangıcından beri kim senin ibadet ve inancına engel olunm am ıştır; gerçek
bu olduğu halde, bazı politikacılarla çıkarcı gazeteler, çoğunluğu pek bilgisiz
olan halkım ızı h e r yeniliğe karşı k ışk ırtm ak tad ırlar; asıl h azin olanı, bu dram ı
oynayanların im an ve am el b ak ım ın d an dinle hiç b ir ilgileri olm ayışıdır.
D olaylı ya da dolaysız yalnız M üslüm anlığı değil, tüm dinleri eleştiren vc
dinin gerçek niteliğini çıklam ak isteyen İslâm d ü şü n ü rleri çıkm ıştır; ve k u ş
kusuz b u n la r, h er dönem de din in gerçek bilgeliğini kavrayam am ış olan din
bezirgân ve av u k atları ta rafın d an k â fir sayılm ışlardır. İbn R ü şd ’ten başlayarak.
İb n R avendi, Z ekeriya R azî gibi eski m addecilerle dinde bazı ıslahat yanlısı
olan Şeyh M uham m ed Abd.uh, h a tta PakistanlI İk b a l... gibilerin anlattıkları
din ve M üslüm anlık, bilgisiz softaların anlayışına asla uym az. D aha s^n ay:
larda ‘T ahdis-el-A kl-el-A rabî’ (A rap A klını Y enileştirm e) adlı bir önem li eser
yazm ış olan L übnanlı H aşan Saab ve ‘El-Felsefet-iil-K ur’aniyc’ (K u r’anın Fel
sefesi) adlı eserin yazarı M ısırlı A bbas M ahm ud-el-A kkad gibi d ü şü n ü r ve bil
ginler de bu züm red en d irler. İtira f etm ek gerekir ki, bu kon u lard a toplum un
hoşgörm ez seviyesinden ürk erek d ü şü n d ü k lerin i cesaretle yazabilenler de b u
gün pek azdır.
Öyle sanıyoruz ki, a rtık din dogm alarına dayanan herhangi b ir uygarlığın
gerçeklenm esi o lanaksızdır. U lusum uzun M üslüm an olm ası, onun T ü rk olm am a
sı dem ek değildir. U lusal bağım sızlık ve k arak terlerim izi, ibadetten başka iş
lerde görevi kalm am ış olan d inlerden herhangi b irin in em ri altında ilkelleştir
m ek hem dini, hem devleti yok etm ek için tek çaredir. Şu açıklam alarla d in
sizliği ve T anrısızlığı savunduğum uz zannedilm em elidir. F akat din anlayışına
yeni b ir yön verm ek ve onu kendi kutsal sınırları içinde bırak m ak zoru n lu d u r
ve dine en büyük saygı da b u d u r kanısındayız. Bilimsel gerçeklere, hoşgörüye
ve hayatın uygarsal zo ru n lu k ların a dayanan ve ilerlem eye engel olm ayan b ir
ülkü ve im anın k u rtarıcılığ ın a inanıyoruz. Eğer çağım ızın dinsel duygularında
b ir gevşeme varsa, b u n u n sorum lusu bilim ler, felsefeler, san atlar ve Batı uy
garlığı değil, din leri kendi d ar, bağnaz ve bilgisiz anlayışlarına göre h er şey
zanneden din ad am larının saldırgan bask ılarıd ır.
— C —
SO SY A L K U RU M LA R1N E V R İM İ
— D —-
Y E N İ D İN A N L A Y IŞ IN D A A Y R IN T IL A R
\
Aslı L atince olan layik (laıque) sözcüğü, tinsel sınıftan olm ayan dem ektir.
Bugün ise, din işleriyle dünya işlerinin b irb irin d e n ayrılm asını sağlayan b ir ilke
ya da sistem anlam ına gelm ektedir. H em en tüm dem okrasilerin anayasaları bu
ilkeyi k ab u l etm iştir ve b u sözcük asla dinsizlik anlam ında kullanılm am ıştır.
D evlet ve din niçin b irb irin d en ay rılm ak tad ır? Ç ünkü, bu iki büyük k u rum un
am açları, yapıları, d o k u ları, k o n u ları ve tarihsel evrim leri, birbiriyle uzlaştırıl-
m asm a olan ak b u lunm ayan özelliklere sah ip tir. Bilindiği gibi dinler, m istik h a
yal gücünün yaratm ış olduğu geniş b ir sosyal k u ru m d u r. Bu k u ru m u n , ilkel top-
Ium lardan çağdaş dem okrasilere dek gelen tü rlü devlet şekilleri içinde insan
ların yalnız v icd an ların a değil, düşünce ve eylem lerine de derinden hükm etm iş
olduğu görülür. F ak at insanın bilgi ve zekâsı, b u kuvvetin çizm iş olduğu plan
ve dogm aları hem en h e r çağda aşacak denli genişlem iştir. N üfus yoğunluğu, tü r
lü dinlere bağlı olan u lu sların b irb irleriy le olan k ü ltü rel, sosyal, tarihsel ilişki
leri, dinlerin kendi y apıları içinde, m ezhep ve ta rik a t tü rü n d en bazı esaslı inanç
fark ların ı yarattığı gibi, b u fa rk la r yüzünden de, aynı dine im an edenlerin sa
vaşm alarına neden olm uştur. Paganizm a ile H ıristiyanlığın, S ünnîlerle Ş iîlerin ...
yekdiğerine k arşı işlem iş o ld u k ları cinayetler, düşünce ve vicdan özgürlüğünü
hoş görm eyen zalim ve k o rk u n ç b ir dogm atizm in ü rü n ü d ü rler.
Evvelâ hiç b ir d in , m illiyetçi değildir ve a rtık dinlerin böyle b ir fonksiyonu
da kalm am ıştır. Buna k arşın , k en d ilerin d en b aşk a b ir d inin ve uygarlığın ger
çeklerini k ab u l etm eyen ve h a tta b u n la rı b ir k ü fü r sayan kitaplı d in ler, kendi
dogm alarına uygun b ir devlet kurm ayı, kendi yayılm a ve güçlenm elerinin koşu
lu sayarlar. O ysaki insanın ihtiyaç ve seviyesi sürekli olarak değişm ekte, insan
irade ve ihtiyacının ü rü n ü olan devletlerin k a n u n ve örgütleri, sürekli olarak
değişm ektedir. D in dogm alarının kaynakları ise, kutsal ve T anrısal sayıldıkları
için, b u n la rın değişm eleri o lanaksızdır. B unun için d ir ki, dinlerin kendileri hoş
görüden yoksun olm asalar bile, dinsel b ild irileri politikaya ve kendi kişisel çı
karların a hizm et ettirm ek isteyen bazı din adam larıylâ devlet adam ları ve b u n
ların dayand ık ları söm ürücü züm reler, düşünce ve vicdan özgürlüğüne asla de
ğer verm ezler ve bu dogm aları, tüm sosyal k u ra m ların tem eline yerleştirm ek
isterler. A slında d in , statik b ir k u ra m olduğu halde, devlet tam am ıyla dinam ik
b ir g e rç e k lik tir.1Y ani d in lerin özünde, sürekli o larak değişen bilim sel ve uy
garsal gerçek ve gereksinm eler karşısın d a yerinde saym ak gibi b ir eylem sizlik
vardır. Bu itib arla dinle devletin a t başı b ir koşuya ve yarışm aya girişm eleri
olanaksız ve yersizdir. B unun için d ir k i, b u gün, d inlerin koym uş oldukları hu-
kuk kuralların ın çoğu k a d a r da kozm ogoniye d a ir b ild irileri yetersiz kalm ıştır.
O n d a değişm ez b ir gerçeklik o larak , insanın bireysel kurtu lu şu n u sağlayan bazı
erdem lik esasları v ard ır ki, b u n la r bile, kişinin b aşkalarına zarar verm eyen özel
yaşam ına ait alışk an lıkların a k arışam azlar. Esasen bu n lara karışm ış oldukları
dönem lerde bile, insanın özel eylem ve d üşüncelerini değiştirm eyi başaram a
m ışlardır. N itekim , insan ların en dinli ve d inlerle yönetildikleri çağlarda da
gerektiği k a d a r ahlâklı olm adıklarını görm ekteyiz. Z ira din adına yapılm ış olan
haksızlık ve cinayetler, ahlâk ve p o litik a adına y ap ılanlardan daha çok ve daha
şiddetli olm uştur.
D üşünce ve vicdan özgürlüğünün b ulunm adığı yerlerde layik b ir sistem
asla kuru lam az ve u lu slar b u h ak k ı k azanm ak için pek çok şehit verm iş ve
eziyet çekm işlerdir. D ünya ve evrene ait görüşlerini, m istik terim ve kuvvet
lerle açıklam alarına karşın , y aşadıkları dönem in dinsel ve m itolojik inançlarına
aykırı olarak düşünebilm iş olan Elea ve İonya filozoflarıyla akılcılığı cesaretle
savunm uş ve h a tta k u rm u ş olan S okrat, E flatun ve A risto, bu özgürlüğün öncü-
lerindçndirler. D ogm acılığın aleyhine şüpheciliği savunan filozoflarla bağıntı
cılığı (relativism e) savunanlar, O lim pos T an rılarıy la on lara yapılan dinsel ta
pınm aların ve törenlerin saçm alığını aç.ğa vurm uş olan kinikler, eski Y unanda
özgür düşünceyle dinsel in an çlar arasın d ak i aykırılığın m üjdecisi olm uşlardır.
A naxagoras gibi, güneşin T an rı değil, alevlenm iş b ir taş yığını olduğunu söyle
yebilenler ve m isterlerin aleyhinde b u lu n an D iagoras, T h eophrastus ve S tilp o n ...
gibi filozoflar, yaşayan dinin dogm alarından başk a türlü d ü şü ndükleri için ko
v u ştu ru ld u k ta n halde, eski Y u n an d a siyasal b ir tehlikesi olm ayan ve törelerle
âdetlere saldırm ayan düşünceler devlet ta rafın d an hoş görülm üştür.
Eski R om a’da Plaute, E nnius, Lucillus ve L ucretius gibi sanat ve düşünce
ad am ları, tiy atro sahnelerinde T an rılarla alay etm iş ve alkışlanm ışlardır. Buna
k arşın , eski R o m a’da özgür düşünceye, devlet değil, din adam larının etkisi al
tın d a, halk düşm an olm uştur.
H ıristiyanlık paganizm a ile Jü d a iz m i, askersel ve siyasal nedenlerle suçlu
saym ış, akılla im an arasın d ak i savaşlar aşırı b ir şekil aldığı dönem lerde, R o
m alılar, T an rı ve İm p arato rlu k k an u n ların a d ay an arak, yani siyasal ve dinsel
nedenlerle h er çeşit k âfirlik ve içtihadı yasaklam ıştır. Buna itaat etm eyenleri
de ya sürgün etm iş, y ah u t da eserleriyle b irlik te yakm ıştır. M ilâdın V. yüz
yılında im p arato r M axim , dinsel konu ların tartışılm asını resm en yasaklam ış ve
buna uym ayanlar için ölüm cezası k oydurm uştur. O rtaçağda devletin dini H ı
ristiyanlık olduğu için, 1022’de Sofu R obert, keşişlerle bağnaz b aro n lard an
oluşan b ir m eclis k urm uş ve sapıtm ış sayılan birçok düşünce ve bilim adam ını
yak tırarak ö ld ü rtm ü ştü r. Bu dönem de din için, ço cuklar bile, ana ve bab alarım
ju rn al etm eye başlam ışlardı. Buna karşın , dinin kendisine değil, hurafelerine
karşı ve din adam larının devlet işlerindeki n ü fu zlarına karşı aklı ve bilim i
sav u n an lar eksilm edi. A rtık insan zekâsı, m istik dogm aların değişm ez sanılan
k u tsal m antığını yetersiz b uluyor ve insanlığı m utlu kılacak başka bilgilerle
yollar aram ak tan çekinm iyordu.
Rönesans ve reform harek etleri, hüm anizm anın Batı k ü ltü r ve düşüncesine
yapm ış olduğu büyük etki, nihayet çevrilem ez sanılan In c il’i, ulusların kendi
ana dillerine çevirm eleri vc özellikle p apazları çıld ırtan A m erika’nın keşfi olayı
ile C opern ic’in bilim sel b u lu ş la rı... dinlerin esas ödevlerinin sınırlarını çizm e
ye hizm et etti. Siyasal gücü elinde tu tan hiç b ir dinin, kendi dogm aları dışın
dak i düşünce ve örgütlere karşı hoşgörüsü yoktur. F akat dinsel baskı, şiddetini
arttırd ık ça, insan zekâsı, daha büyük b ir cesaretle gerçeğe âşık olm uş ve ni
hayet M ichelet’nin Büyük Y üzyıl adını verdiği X V III. yüzyıl, dini kendi çık ar
larıyla tu tk u la rın ın aracısı y ap arak halkı u y u ştu ran bilgisiz din adam larıyla,
saçm a inan çlara karşı olum lu zekânın zafer çağı olm uştur. T arih gösteriyor ki,
teokratik b ir devlet, kendine özgü b ir uygarlık yaratm ış olsa bile, insan özgür
lük ve m utlu lu ğ u n u asla gerçeklendirem em iş, kork uya, kuşkuya, bilgisizlik ve
zulm e m ahkûm , hayat sevincinden yoksun in san lardan oluşm uş b ir dünya d ü
zeni ku rm u ştu r. P ru d ’hon, “S ık sık T a n rı’dan ve atalardan söz edilm eye baş
lanmışsa, biliniz ki, ya canınız ya da paranız isteniyor d e m e k tir” d erken, b u n
dan 25 yüzyıl önce, dinle p o litik an ın birleştiği ya da b irb irin in am açlarına hiz
m et ettirildiği zam n lard a, ulus veya u y ru k ların alın yazış ne olacağım açığa
vurm uştur.
Layik sistem , dini küçüm sem e ya da h o r görm e am acım gütm ez. D ine k a r
şı en içten saygı, ancak b u sistem de gerçeklenebilir. Z ira d in, ancak bu sistem
de erdem liğin gerçekten reh b eri o lu r ve T anrı ile kul arasına herhangi b ir kuv
vetin girm esini önler ve devlet, insanlığın ilerlem ekte olduğu yolda, m istik en
gellerden ve bask ılard an k u rtu lm u ş o larak yücelm e olanağını b u lu r. Bunu fark
etm iş olan M üslüm an ulusların hiç b iri, b aşlarına b ir halife getirm eyi dü şü n
memiş ve düşünm em ektedirler. D evlet örgütlerine dinsel tem eller aram ak, k u t
sal inançları küçüm sem ek ve h o r görm ektir. Bugün artık hiç b ir dinin ulusal
ve tinsel am açları gerçeklendirebilecek b ir güce sahip olm adığı bilinm ektedir.
D ünya işlerini m istik ilkeler ve dogm alar p lan ın a göre yürütm e olanağı da
kalm am ıştır. Z ira dinlerin am açları asla bu olritadığı gibi, hiç b ir din de, yıl
dırım hıkıyla ilerlem ekte olan akıl ve bilim le yarışa çıkabilecek yetki ve güce
sahip değild ir1.
Bu gerçekleri d erin d en kavram ış olan A tatü rk , ulusum uzun ilerlem esini
geciktiren engellerin b aşında, yüce dinim izin kutsallığını da sarsan m istik güç
lerin bağnazlıklarını görm üş, ulusum uzu gerilikten ve dinsizlikten k u rta rm a k için
layikliği b ir devrim ilkesi o larak savunm uştur.
(1) Doç. Dr. Bahriye Ücok’un yazı devrimi dolayısıyla, Ankara’da Türk Tarih
Kurumu toplantısında verm iş olduğu tebliğin taşbasm a nüshasından (Burada,
Diyanet tş’eri Faşkanlığı’nın Kur’am yetkili bir hey’eye çevirterek yayımlam ış
olduğuna sevindiğim izi belirtm ekte yarar, görm ekteyiz).
KUTSAL ÖĞÜTLER
H em en tü m d in lerin o rta k n itelik lerin d en b iri, kendi dogm alarım tüm in
sanlara k ab u l e ttirm ek tir. Böyle b ir am acın, çağlar boyunca gerçeklenem em iş ol
duğunun en büy ü k k an ıtı, b ugün, b aşk a b aşk a yıllarda, u lu slard a doğm uş olan
dinlerin to p tan yaşam akta olm asıdır. Y ani hiç b ir d in, k endinden önceki dini
yıkam am ış, k endisine tüm in san ları in an d ıram am ıştır.
B unlard an , siyasal çık arlara hizm et ettirilm iş o lanları, biraz daha geniş bir
alana yayılabilm işse de u lu s, b u in an çlara kendi gelenek ve göreneklerinden
b ir şeyler eklediği için, d in ler, ilk dönem lerindeki katıksız ve saf şekillerini yi
tirm işlerd ir. Z ira , teo k ratik devletin sın ırları genişledikçe, arta n nüfus sayısının
d a zo runlu kıldığı b irtak ım yeni sosyal ihtiy açları, k u tsal dogm alar, h u k u k ve
ah lâk b ak ım ın d an k an d ıram az olm uştur.
İn san la r b u d u ru m la r k arşısın d a göksel b u y ru k ları aşm aya ve b u n ları top
lum un yeni so ru n ların a göre yorum lam aya cesaret etm eselerdi, ne b u g ü n k ü dünya
uygarlığına k av u şu lab ilir, ne de gelecek için b ir m u tlu lu k u m u d u beslenebilirdi.
D ünyam ızdaki M üslüm an h a lk la rd a n p ek çoğunun y aşantısındaki m istik
ilkellik, in an m ak ta o ld u k ları d in lerin gerçek bilgeliğine akıl erdirem em iş olm a
larından ve o n ları aydın latm ak la görevli o lan ların çağdaş k ü ltü rd en yoksun kim
seler o lu şu n d an d ır. B unlar, in san ları cehennem den ko ru m ak , cennetlik ku llar
haline getirm ek için, k en d ilerin i âd eta T a n rı ta ra fın d a n gönderilm iş k u tsal ki
şiler sayar ve devletin tü rlü siyasal am açlarla yardım ım sağladıktan sonra, halkı,
saçm a sapan in an çların bağnazlığı içinde u y uşturm ayı, kendi çık arları için ya
rarlı b u lu rla r.
T a p ın a k la rın sayı b ak ım ın d an çoğalm ası, b u n lara sahip olan kavim lerin
hangi din d en o ld u k ların ı tanıtm aya hizm et etse de, b u ra la rd a h alk a telkin edilen
düşünceler, çağın ve insanlığın ilerlem ekte olduğu yönü aydınlatacak değerler
den yoksun olduğu sürece, ne dine, ne de dünya işlerine hizm et edebilir. Bizde
yüzyıllarca m edreselerde yetiştirilm iş o lan ve b ir büyük çoğunluğu zam an zam an
halkı soym ak için — eskiden b u n a, cer denilird i— köylerim ize k a d a r yayılarak
k ara kap lı k itap tan u y d u rm a ve akıl alm az m asallar an la tan m ollalar, ulusu
uyuşturm u ş; yalnız tarihsel niteliklerim izi değil, insanlığım ızı bile b altalam aktan
başka b ir şey yapm am ışlardır. O k u y u p yazm a bile bilm eyen zavallı halkım ızın,
h âlâ d inin titizlikle savunduğu ah lâk ilk elerini değil, m istik efsaneleri v a ’zeden-
lere d ah a çok değer verm esi, b u değişm ek bilm eyen cer geleneğinin ü rü n ü d ü r.
D in adına yapılm ış o lan k u tsal ö ğ ütlerin ah lâk sal b ir gücü olsaydı, eksik ta rt
m ak, hileli m al satm ak, d o lan d ırm ak , yalan söylem ek, iftira etm ek, adam öl
d ü rm ek, rü şv et alm ak , h ak sızlık e tm e k ... gibi rezillikler, to p lu m u n doğal ka
rakteriym iş gibi sü rü p gitm ezdi. B unun başlıca n ed en lerinden b iri de, h alk eği
tim inin en b aşarılı ve etk ili o k u lu sayılan cam ilerde ve m edreselerde bu rezil
likleri yasalkayan telk in ler yapılırk en gösterilen tek yaptırım ın a h re t cezaların
dan ib aret o lu şu d u r. F ak at b ir k u l, T a n rı’ya o rta k koşm az ve H z. M uham m ed’
in peygam berliğini o n aylarsa (Âli İm ra n , 172) ve İslâm am entüsüne (N isa, 136)
içten inan ırsa, tü m g ü n ah ların ın bağışlanacağı ve hele b ir yoksula sadaka ve
rilip h ayır d u ası alın ırsa cehennem in sem tine u ğ ram ad an cennete gidileceği müj-
delendiğinden, erd em lik kaygısına düşm eye de ihtiyaç kalm az. D aha açıkça,
“K ö tü lü k (yap tık tan ) ya da k e n d i n efsin e z u lm e ttik te n sonra T a n rı’dan bağış
lanm asını dileyen, O ’n u n yarlıgayıcı ve y u fk a y ü re k li olduğunu görür" (N isa,
102) gibi u m u t verici b ild irilerin dış an lam ın a sığınanların günah işlem esinde
elbette b ir sakınca olam az. B ir in san ın herhangi b ir dine inanm ış olm ası, onu
m u tlak a yetkinliğe ulaştıram az. T a rih ve p ra tik h ayat gözlem leri, b u yargının
yanlış olm adığım gösterm ektedir. Bir d ine bağlı o lanlar, o dinin em rettiği ah
lâksal ödevlere riayet etm edikçe, T a n rı’ya ib ad et ve dua etm enin hiç b ir değer
ve anlam ı olam az. E sasen K u r’an , vaiz ve öğütlerle in san ları arıtm an ın olanak
sız olduğu n u b ild irm ek te ve h iç b ir kim seye, h a tta H z. M u ham m ed’e bile bu
k o nuda hiç b ir yetki ve im tiyaz tan ın m am ak tad ır. Peygam berim izin yalnız b ir
elçi olduğu n u (Âli İm ra n , 20 ), o n u n da ölüm lü b ir insandan başk a b ir şey ol
m adığını (E nbiya, 7, 8, 34; Z ü m er, 30; Fussilet, 6; K ehf, 110; İsra, 9 3 ...) bil
diren k u tsal k itab ım ızd a on a, “T a n rı’nın sa p ık lık içinde bıraktıklarını yola ge
tirem ezsin ’’ (N isa, 143); “R a b b in dileseydi, yeryü zü n d ekilerin hepsi toptan ina
nırlardı; sen niçin insanları inansınlar d iye zorla m a k istiyorsun?” (Y unus, 99);
“Tanrı dileseydi, tü m insanları doğru yola iletirdi” (R a’d, 31) denilm ekte ve
Peygam bere kesin o larak şu ih ta rla r y ap ılm ak tad ır: "S en onlara m usallat olm uş
biri değilsin, ancak ö ğ ü tçü sü n ” (G aşiye, 21-22); “O nları doğru yola getirm ek
sana d üşm ez, fa k a t Tanrı d ilediğini doğru yola iletir” (B akara, 272); zira, “R a b
bin isteseydi, yeryü zü n d e bulunanların h epsi im an ederlerdi. Sen halkı im an et
m eleri için zorla m a k m ı istiyo rsu n ? " (M aide, 41; N isa, 88). Şu ayetler de, Pey
gam berim izin b ir hidayet yolu bulm aya gücü yetm eyeceğini gösterm ektedir:
 raf, 186; T evbe, 80; R a ’d , 33; K ehf, 1 7 ... N itekim , H z. İb ra h im de, babasını
d ua ve rica ile k u rtaram am ıştır (T övbe, 114; M üm tehine, 60).
Y üce T a n rı, sevgili peygam berine bile, in san lara öğüt verm ekten, ölüm
den sonraki hay at h a k k ın d a u y an d ırm ak tan b aşka b ir yetki bağışlam adığı halde,
cam ilerim izde b irtak ım bilgisiz v aizlerin tüm dünya ve devlet işlerini düzeltm e
işiyle görev lendirilm işler gibi; ak ılların a geleni telkin etm eye çalışm aları, dini
m izin bilgeliğine olduğu k a d a r da T a n rı’n m em irlerine aykırıdır. K u r’an, H z.
M uham m ed ’e, “İnsanları R a b b in in yolu n a bilgelikle ve iyi öğütlerle çağır; on
larla güzel bir yolda ta rtış” (N ahl, 125) diyor; fa k at asla u k alâlık y ap arak in
sanları arıtacağım derken b aştan çık a ra n , isyan ettiren m asallarla ürkütm eyi sa
lık verm iyor: “S ize evvelce haram edilm iş olan bazı şeyleri helâl e tm e k te y iz”
(Âli İm ran , 30); "K itapları olanların yiyecekleri size helâldir, sizin yiyecekle
riniz de onlara helâldir; inananların tem iz kızlarıyla, sizden önce k ita p indiril
m işlerin te m iz kızlarıyla, zin a e tm e m e k ve m etres tu tm a m a k şartıyla nikâhları
nı vererek e v le n m e k h elâldir” gibi h aram ların zam ana göre değişebileceğini,
H ıristiyan ve M usevî k adınlarıyla evlenm enin caiz olduğunu em redecek denli
insancıl olan b ir d in i soysuzlaştırm aya kalkışm ak, kim senin h ad d in e düşm ediği
gibi, ödevi de değildir. Peygam berim ize, “Ben sizin işlerinizin v ekili değilim "
(Y unus, 1-8) dem esi em red ilirk en , kendisi de, “S iz dünyanıza ait işleri benden
iyi b ilirsin iz” hadisiyle, insan ların dünya h ayatına d erinden el uzatm ayı reddet
m esinden de an laşılır ki, kutsal kitabım ız, insana, "Şahdam arından daha yakın
o la n ” (K af, 16) T a n rı’yı sevip saym ak için kim senin aracılığına da ihtiyaç gör
mez. B unun içindir ki, K u r’an , “T a n rı’nın beğenilm iş k u lla n , b izim işledikleri
m iz bize, sizin işledikleriniz size, d iyen lerd ir" (K asas, 55) d erken, başka b ir
ayette de, “S iz k e n d i din in izd e, biz d e ken d i d in im izd e y iz” (K âfrun, 6) diyecek
k a d a r geniş b ir hoşgörüyü savunm uş o lur.
D inde h er çeşit zorlam ayı red d ed en (Bakara,^ 256) büyük dinim izin olum lu
buyrukların a itaat etm eyerek k en d ilerin i top lu m u n ah retini o n arm ak için d ü n
ya hayatını b erb at etm eye yetenekli ve görevli zan n edenlerin, iyi niyetleriyle din
bilgilerinin yeterliğinden k u şk u lan m ak h ak k ım ızd ır. “T ü m insanlara iyi söz söy
leyin. Ö te k i insanların inandıkları gibi inanınız. T anrı sizin için k o la y lık ister,
gü çlü k istem ez” gibi em irlerin h ü m an ist ru h u n u b ir yana b ıra k a ra k , insanları
rah atlık ve m utlu lu ğ a k av u ştu ran h er d av ran ıştan b ir k ü fü r ve isyan kokusu
çıkarm aktan daha büyük b ir günah b u lu n am az. T ü m bu b ildirilerden de anla
şılır ki, hiç b ir p a rti ve din adam ın ın İslâm inan cına u y gundur ya da değildir
diye, kend ilik lerin d en ahkâm çık a ra rak ölülerim ize, dirilerim ize saldırm a yetkisi
yoktur; ve bu , M üslüm anlığa aykırı b ir düşüncesizliktir. D ünya hayatı için
m utlaka K u r’an ve had islerd en b ir d ay anak aram ak , esasen çağım ızın layik sis
tem ine aykırı b ir hoşgörm ezliğin ü rü n ü d ü r. Buna karşın .kutsal kitabım ızda,
devleti yönetenlere, yani liderlere, dem okrasiyi soysuzlaştırm aktan ko ru m ak için
pek önem li b ir b ild iri de v ard ır: “P eygam berin çoğunluğa ve birçok işlerde halka
uym am ası gerekir; bu, h a lk için de k ö tü sonuçlar doğurur” (H ü cu rat, 7). Şu
halde, halkım ız M üslüm andır diye ve h alk böyle istiyor zannederek yurdum uzu,
ortaçağ karan lığ ın a götüren tü rlü din k u ram larıy la d o ldurm ak, ne kom ünizm in
ö nüne geçm eye, ne de y u rtseverlik duyguların ın geliştirilm esine b ir y a ra r sağ
layabilir. C am ilerim izde A ta tü rk d evrim lerini kötülem ekle değil, tersine bu n
lara içten b ir sevgi ve saygıyla b ağlanm ak gerektiğini öğretebilecek seviyede
d in adam ları yetiştirm elidir ki ulu su m u za, bağım sızlık ve özgürlük aşkını, dünya
karşısındak i b ü y ü k lü k ve o n u ru m u zu n gerçek bilincini verebilelim .
SAĞCILIK
Fizikte, «E lek trik , sivri u çlard an kaçar» şeklinde ifade edilen b ir kanun
vardır. R uhsal en erjin in b ir ü rü n ü sayılan düşünce de, elektrik gibi, sivrilm iş
zekâlardan fışkırır. F ak at sivri zek âlar, h er zam an ve her yerde geçerli d ü şün
celere kayn ak lık edem ez. Başka b ir çağ ve to p lu m da yararlı olan b ir düşünce,
öteki çağ ve to p lu m lard a çarpıcı ve zararlı olab ilir. Bu gerçek dolayısıyladır
ki, insan hayatı gibi, düşünce ve in an çların da belirli b ir süreden sonra sön
düğü, ancak bazı kişilerle züm relerin belleğinde bazı an ılar bıraktığı görülür.
T arih , bu an ıların öyküleriyle d o lu d u r. Ç ocuklar, dinledikleri m asalları kendi
hayal güçlerine göre, gerçek olgularm ış gibi tasarlarlar; yaşlı insanların birçoğu
d a, eski olayları, yaşam aya devam etm esi gereken ebedî gerçeklerm iş gibi h a
yal ederler; hele u zun ve o n u rlu b ir ta rih in , m odern k ü ltü rd en yoksun çocuk
ları, gelecekte d ah a iyi, d ah a ü stün b ir hayat ve uygarlığın gerçeklenebileceğini
düşünm eksizin, geçmişle ö v ü n ü r, av u n u r ve hiç b ir girişim in, geçm iştekilerden
d aha başarılı ve p arlak b ir çağı yaratam ayacağına inanırlar. A şırı sağ yanlı
ları, bu tü rlü in an çların afyonuyla k en d ilerin d en geçmiş olan lard ır. B unların
genç görünen b ü yük b ir çoğunluğu, gizli çık arların uşağı olan bazı bilgili ve
gözü açık insanların telkinine kapılm ış olan zavallı kim selerdir. B unlar, h e r ye
nilik ve değişikliği, kendilerinin değer verdikleri düşünce ve inançların hasm ı
zan n ed erler ve h e r çeşit k u rtu lu ş ve m utluluğu, kendileri gibi sefil ve anlayışsız
insanların sırtın d a yücelm iş ve a rtık çağını d oldurm uş olan eskim iş b ir rejim
de a rarla r. Bunun için d ir ki, h e r yeniliği b ir “K ıyam et a lâ m eti” ve, “G âvur
icadı” sayan bu züm renin tek isteği, devleti, şeriata göre yönetm ek ve elden gi
diyor zann ettik leri din i, b u yönetim sayesinde k o rum aktır.
Şeriat, K u r’an ve had islerin bild irilerin e dayanan b ir h u k u k ve politika dü- .
zenidir. Bu düzen, H z. M uh am m ed ’den sonra başlayan D ö rt H alifelerle Emevî-
ler, A bbasîler, M ısır, E nd ü lü s ve O sm anlı devletlerinde bazı esaslı fark larla
uygulanan siyasal sistem de g ö rü lü r. G erçekte bu devletler, tem cilerini kutsal
m etinlerden alm akla birlik te, egem enliklerine bağlanm ış olan kavim lerin âdet,
töre ve geleneklerinin de etkisiyle gelişen bazı yeni ihtiyaç ve m ezheplere göre
o rg an la şm a la rd ır. D aha bilim in ve tekniğin gelişm em iş olduğu k aran lık ortaçağ
dönem inde. Batı âlem ine ışık tutm uş olan, İslâm im paratorlukları ve İslâm uy
garlığıdır.
H ıristiyanlık âlem i, çetin düşünce ve savaşların dan sonra, gerçekleşm iş olan
R önesans ve R eform d önem lerinde, İncil dogm alarının dar sınırlarını aşan in
san zekâsının, ilkçağlardan beri gizli ya da açık olarak süregelen düşünce,
bilgi, sanat ve tekniğinden y ararlan m a yolunu tu tm uş, yeni b ir dünya ve hayat
görüşünü benim sem iş olduğu halde, İslâm âlem i, değişen dünya koşullarım ve
Batı dünyasında uyanan yeni inanç ve düşünceleri fark edem em iş, tü rlü iç ve
dış baskıların etkisiyle, b irb irin i y ık m ışlardır. H z. İsa ’nın getirm iş olduğu din,
siyasal ve huku k sal olm ak tan çok ahlâksal b ir değere sahip olduğu halde, p a
palar, ruhsal ve cisim sel saltan atların ı, d iledikleri gibi yorum lattıkları İncillere
göre ayarlam ışlardır. O ysaki M üslüm anlık özü b akım ından p o litik b ir d indir.
İnsanların düşünce ve v icd an ların a olduğu k a d a r da bireysel ve toplum sal iliş
k ilerine k a d a r soku lu r; tüm sosyal örgüt (teşkilât) ve işlem leri, kendi dogm a
ların a göre düzenler. İşte şeriatçıların istedikleri, devleti, gerçek değer ve an
lam larını k av ram ak tan âciz o ld u k ları b u m istik dogm alara göre işletm ektir. Ç a
ğım ızda bu m üm kün m ü d ü r? Şeriat dogm aları, ulusum uzun, insanlık içinde
onurla ve bağım sız o larak yaşam asını sağlayabilecek b ir değere sahip m id ir?
Çağım ızda tüm nitelikleriyle bağım sız yaşayan hiç b ir ulus, din dogm a
larıyla yönetilen b ir sosyal düzene , sahip değildir. K endi gelenek ve âdetleriyle
dinlerinin em irleri arasın d a büy ü k b ir fa rk bulunm ayan to p lu m lar bile, u lu s
lararası ilişkilerin k ü ltü rel, ekonom ik ve siyasal etkileri altında başkalaşm ak
ve b irtakım yeni ilkelere uym ak zo ru n d a k alm ışlardır. İslâm âlem inde de ger
çek b u d u r. Y ani, Batı uygarlığına ayak u y d u rm ad an gelişm enin olanaksızlığını
anlam ışlard ır. Siyasal çık arlar, b ir aynı d ine bağlı olan büyük insan kitlele
rin in b ir üm m et halin d e birleşm elerine engel olm uştur. Z ira aynı dine bağlı
olan kavim leri, çeşitli coğrafî bölgelerde yönetenler, bu bölgelerin gerek ken
dilerine, gerekse yönettikleri in san lara sağlam akta olduğu çıkarları asla terk
edem ezler, O sm anlı devletindeki M üslüm an u y ru k ların T ü rk halifelerine karşı
olan bağlılık derecesiyle bugü n k ü A rap d evletlerinin b irb irin e karşı gösterdik
leri saygı ve güven derecelerinin ne denli gevşek olduğunu bilm ekteyiz. A rtık
çağım ız, din birliğine ve din esaslarına dayanan b ir siyasal anlayıştan k u rtu l
m uş, h a tta din ile dünya işlerini ayırm anın zoru n lu olduğuna ,tüm u lu slar inan
m ıştır. " K ullarım , beni senden sorarlarsa, onlara y a kın ım , beni çağırana hem en
gelirim ” (B akara, 185) ayetinden ve bize şahd am arım ızdan daha yakın oldu
ğunu m üjdeleyen ayetlerden de anlaşılacağı gibi, esasen dinim izde T an rı ile kul
arasına girm e h ak k ı kim seye verilm em iştir. H a tta peygam berim izin bile böyle
b ir yetkisi yoktur.
Şeriat k an u n ları bin d ö rt yüz -yıl önceki A rap âlem inin sosyal ihtiyaçların
dan doğm uştur. İlk d ö rt halifed en sonra k u ru lm u ş olan İslâm devletlerinin hü
kü m d arları, gerçek anlam da b irer halife değildirler. B unlar, b ire r hanedan k u r
m uşlardır, O sm anlı h alifelerinde olduğu gibi, saltan at sürm üşlerdir. K u r’an ise,
hanedanın ve dolayısıyla saltan atın b ire r zulüm k u ru m u olduğunu bildirerek
bu rejim i red d etm iştir (B akara, 123). Eğer halife, İslâm devletlerinin o rtak oyu
ile seçilecekse, b u n a bugü n ü n sosyal ve siyasal k o şu llan elverişli olm adığı gibi,
hiç b ir M üslüm an devlet de böyle b ir M üslüm an papalığım savunm am ış ve sa
vunam az. Z ira, artık çağım ız, m istik dogm alarla yönetilecek b ir devlet rejim ini
arayacak k a d a r ilkel ve akılsız değildir. Ş eriatın istedikleri n elerd ir? Evvelâ iç
kiyi kaldırm ak . Y ani alkol ticaretin i yasaklam ak. O ysaki K u r’an, içkinin de
yararı olduğunu, fak at z ararın ın fazlalığım b ild irirk en (B akara, 219) tü rlü ayet
lerde de aklı k u llan arak k ö tü lü k lerd en sakınm ayı öğretm ektedir. Bugün yüz
binlerce in san ın geçim aracı olan b u ticaret, halifeler dönem inde de vardı ve
sarayların başlıca zevk aracısıydı. Şeriat faizi de h aram saydığı için bu rejim de
tüm b an k aların n erde ise k apanm asını isteyecektir. T e v ra t’tan K u r’ana geçmiş
bu lu n an bu yasak (B akara, 275-277; Âli İm ran , 130) daha çok tefecilik ve m u
rabahayı reddeder. B unu k a n u n la r da yasakladığı h alde, hiç bir devlet önüne
geçem em iştir. K um ar da kanu n larım ızca yasaktır; fak at günüm üzün ekonom ik
koşulları, resm î k u m arh an elere bile ihtiyaç h issetm ektedir. Esasen bireylerin
özel hayatların ı k o n tro l edebilecek hiç b ir k an u n ve yetki yoktur.
Ş eriatın ceza h u k u k u k ısas’a d ay an m ak tad ır (B akara, 179). Bu da T e v ra t’
tan , yani eski Y ahudi şeriatın d an M üslüm anlığa geçm iştir (H u ru ç, X X I, 23-25;
Levililer, X X IV , 17-23; X X V , 36-38; X IX , 21 ). Binlerce yıl önce yaşam ış olan
Sam î kavim lerin b irb irlerin e saldırm am ası için em redilm iş olan bu cezayı, b u
gün uygulam aya o lan ak bulun say d ı, İslâm âlem inde, dili, kolu, kafası kesilm e
miş pek az insan k alırd ı. İlkel insanları disiplin altına alm ak için sert ve k o r
ku tu cu yap tırım lara ihtiyaç v ard ır. F ak at, cezayı b ir çeşit öc alm a sayan ve
kısas’ı uygulayan dönem lerde de in san lar, b irb irle rin in h ak k ın a ve hayatına sal
d ırm ak tan geri kalm am ışlardır. Bugün idam cezasını bile k ald ıran , suçluları ıs
lah ederek yine toplum a yararlı b ir öğe (unsur) h aline getirm ek isteyen adaletli
ve şefkatli b ir h u k u k sistemi, v ard ır ki, b u sistem , şeriatçıların inancına aykırı
olarak , kim seyi im anın derece ve tü rü n d en ö tü rü cezalam az ve h a tta kendisinde
böyle b ir yetkiyi de görem ez. Şeriatın istediği ya da izin verdiği çok karılı b ir
aileyi ve m iras h u k u k u n u getirm ekle top lu m u n neleri yitireceğini düşünm ek bile,
bizi k o rk u n ç gerçeklerle k arşılaştırır. Y üz binlerce çalışan T ü rk k ad ınını çar
şaflara sokarak asalak haline getirm ek, erk ek haysiyet ve o n u ru n a da b ir sal
d ırıd ır. K aldı ki, K u r’an , k ad ın ı erkekten aşağı b ir varlık saym akla birlik te,
ona eşitliğe yakın h a k la r da v erm iştir. K adını k ap am ak, toplum u, tüm estetik
haz ve h ak lard an yoksun kılm ak , güzel san atlard a, bilim de, ekonom ide k ad ı
nın yapm akta olduğu hizm etleri yok etm ek dem ektir. Şeriat, m im arlıktan baş
k a olan plastik san atları da k ab u l etm em iştir diye, tüm m üzelerin kap ıların ı ka
p atm ak , güzel san atlar akadem ilerini, konserva tu v arları, bale ok u lların ı ve ni
hayet tiyatro ve sinem ayı o rtad an k ald ırm ak gerekecektir; tüm b u n la rın yerine
ise, toplum u , ah ret korkusuyla b ir psikoz haline getiren vaızlarla, h afızlar ye
tiştiren o k u llar açılacak tır. M ü slüm anlık, b ir sefalet ve akılsızlık dini değildir.
T ü m dinlere, k ita p la ra ve peygam berlere inanan en toleranslı ve yüce b ir d in
d ir (B akara, 4; Â li İm ran , 3). H acılığın am acı, kutsal to p rak lard a ölm ek de
ğildir; bu ödevin pek ince k o şu lla n v a rd ır. O ysaki, ald ık ları yanlış telkinlerin
etkisiyle bu ödevi yapm ak isteyenlerin nasıl b ir sefalet içinde o ld u k ların ı gör
m ek için, Em niyet M üd ü rlü ğ ü n d ek i p asap o rt d airelerinde toplanan m asum hal
kım ızı görm ek yetişir.
K om ünizm den k o ru n m ak için şeriatın him ayesine sığınm ak ise, pek gü
lü n çtü r, zira, sular eğik düzlem lerden aşağıya ve gözeneklerden dışarıya a k tık
ları gibi, kom ünizm de, sefaletten beli bük ü lm ü ş ve m ideleri boş in sanların ru
h u n d an fışk ırır; yani sosyal ad aletten ve ekonom ik dengeden yoksun toplum lar,
o n u n yayılm ası için en elverişli o rtam lard ır. Ş eriatın isteklerine uygun b ir top
lum yaratm ak, y u rd u m u zu , çağım ızın b in b ir gayretle kazanm ış olduğu h e r çe
şit m addesel uygarlıktan ve ö zgürlüklerden u zak laştırm ak ve dünyam ızı, ölm e
den önce ölm üş o lan akıl h astalarıyla d o ld u rm ak gibi hazin b ir tu tk u d u r. Şe
riat isteyenler, belki de, u lu su m u zd a, K anunî ve Y avuz zam anlarındaki zengin
lik ve haşm etin gerçeklenebileceğini u m u t ederler. O ysaki, bugünün diinva
koşulları ve insan lık seviyesi o d ö n em lerdekinden çok daha b aşka ve ü stü n d ü r.
Y urdum uzu yüz b inlerce cam i, m escit, tü rb e, tekke ve din dersleri veren okul
larla doldurm uş olm akla çağdaş uvearlık seviyesine ulaşılam ayacağı gihh şe
riatçı rejim ler, üm m etçi o ld u k ları için, k en d in i k u rm uş o lan ların ulusal benli
ğini de yok ederler. U n u tm am alıd ır ki, hayat savaşı, zekâ ile ahm aklığın yarışı
m ına d ayan m ak tad ır. R ejim lerin adı ve niteliği ne o lursa olsun, gerçekten dinli
gözüken açık gözler, k an d ırm ış o ld u k ları saf dillerin sırtında saltan at sürm eve
■devam edeceklerdir. H z. M uham m ed, “D ünya n ıza ait işleri, siz benden iyi bi
lirsin iz” dem ekle, tü m M üslüm anlara gerçek havat yolunu gösterm iştir. D ev
letin dayanacağı en sarsılm az bilgelik, “E m anetleri ehline verm ek, adaletten
.a yrılm a m a ktır” (N isa, 58). Bu gerçeği en tarafsız b ir şekilde uvgulavacak olan
rejim de, lavik ve olum lu anlavışa davanan b ir dem okrasidir ve bım un nna il
keleri, A ta tü rk ’ü n savunup yerleştirm eye çalıştığı çağdaş uygarlık ü lk ü sü d ü r.
★
K itaplı dinlerin savunm uş o ld u k ları h u k u k k u ra lları, şeriat adı altında yüz
yıllarca insanlığın yönetim inde ve sosyal düzen in k o ru nm asında b ir araç ola
rak k ullanılm ıştır. Bu din ler, in san lara, d ah a çok Sam î kavim lerin sovsuzlaşm ış
olan âdet, gelenek ve törelerini düzeltm ek isteyen m istik lid erler tarafınsan su
n u lm u şlard ır. Y ani, b u n la r da tarihsel ve toplum sal b ir zorunluğun ü rü n ü d ü rle r.
Peygam berler, b ire r ö n d e r o larak yanm ak istedikleri devrim in ilkelerini,
T a n rı’dan ald ık ların ı b ild ird ik leri için, o n lara inanm ış o lanlar, kutsal k itap la
rın dokunulm azlığına saygı gösterm işlerdir. Bu inanç ve saygı yü zü n d en d ir ki,
T an rıb ilim ciler bile, b ir aynı T a n rı’nın niçin peygam berlerine daim a avm buy
ru k ları verm ed ik lerin i ve niçin zam anlara ve kavim lerin ihtiyaçlarına göre de
ğişik dogm aların savunuld u ğ u n u d ü şünm ek istem em işlerdir? Z ira, b u n u d ü şün
d ü k leri zam an, insan zih n in in ve ihtiyaçların ın evrim ini kabul etm ek. Yüce
T a n rı’nın b u evrim i desteklediğine in an m ak zo ru n lu o lur. Bu ta k d ird e de, pey
gam berler dönem i sona erince, gelişm ekte olan insanlığı m utlu kılacak, insan
ları sürekli b ir b arış ve esenlik içinde yaşatabilecek olan yeni ve başka k ita p
lar, dogm alar gerekecektir. Bu, k u tsal ya da dışkutsal. k itap la rd a savunulm uş
olan düşünce ve k u ra lla rd a n hiç b irin in ebedî olm apıası dem ektir. İn san zihni,
b u k itap ların d o n d u ru lm u ş em irleri dışında tü rlü evrim lere uğram akta ve ge
lişm esini sü rd ü rm ek ted ir. Bu gelişm e dolayısıyladır ki, artık , bilim in, tekniğin,
felsefe ve sanatın yarattığı b ir uygarlıkta şeriat dogm aları, hem gerçekliklerini,
hem de güçlerini yitirm ek ted irler.
H em en h e r d in in a y e t.v e had islerin d e, birb iriyle çelişik bazı em irler gö
rüldüğü gibi, devletin egem enlik alanı genişledikçe de b u em irlerin yetersizliği
daha çok m eydana çık m ak tad ır. Bu, M üslüm anlık gibi, yüzyıllarca im an eden
lerinin siyasal yaşam ına baskı yapm ış olan b ir din in bile, insanları yönetebile
cek güçlerden yoksun kaldığını gösterir. X V III. yüzyılın İngiliz d ü şünürlerin
den R. K ihvardeby, H ıristiyanlık im anından söz ederken, “B unlardan bazıları,
d e r , 'açıkça yanlış, bazıları felsefesel gerçeklerden u zak, bazıları da bağışlana
m az gerçekliklerle dolu, bazıları ise, K ato lik im anına karşıt oldukları için uy
gunsuzdurla r” b u itib arla, “h iç olm azsa kaynağı din dogm aları olan bazı ko
nular o ku tu lm a m a lıd ır”1. Bu gerçek, çağım ızda daha geçerlidir.
G enellikle din adam ları, insan zih n in in olum lu bilim ler yolunda ilerlem e
sini, kendi otoriteleri ve d in lerin kutsallığı için tehlikeli b u lu rlar; bunun içindir
ki, zam an ve çevrenin ihtiyaç ve k o şu lların a bağlı olan kutsal dogm aların de
ğiştirilm esinden ü rk erler. İslâm to p lu lu k ları ve biz T ü rk le r, yüzyıllarca bu acı
gerçeğin baskısı altın d a kalm ışızdır. Bir ayet ya da hadisi, türlü biçim lerde yo
rum layıp çevirm ek suretiyle, toplum u m u tlak a şeriat ve din ku ralların a bağla
m a çabası, hem dine, hem de devlete karşı saygısızca b ir saldırıdır. Bugünkü
insan vicdan ve irfan ın ın seviyesi, kısas gibi şeriatın ceza h u k u k u n a ve uygar
k an u n lara uym ayan b ir aile h u k u k u n u benim seyem ez. T oplum hayatım ölüm ,
ve ahret k o rk u ları içinde m iskinleştiren ve tüm b ir yaşam sevincini öldüren
m istik düzen, ak lın , bilim in ve d ünya uygarlığının gelişmesi karşısında eski
anlam larını ve ödevlerini y itirm işlerdir.
D inlerin , siyasal am açlara hizm et etm e tu tk u su , evvelâ ulusal duyguları
ö ld ü rü r ve insanları im an lılar ve im ansızlar gibi b irb irin e düşm an kuvvetler
h aline getirir, vicdan ve düşünce özgürlüğünü y ıkar; u lusu, çağın ve insanlığın
dışına atar. H alifeliğin, m edresenin ve im p arato rlu k hayatının dilim izden baş
layarak tüm ulusal duygularım ızı nasıl yok etm eye çalıştığını bilm ekteyiz. Kı
yafet k an u n u çıktığı zam an, şapka giym em ek için, b ir daha sokağa çıkm ayan
m ü derrisler görülm üş, H ıristiy an lara benzem ek korkusuyla kasketlerinin güneş
lik kısm ım yana çeviren, h a tta y u rtların ı terk ed en bilgin kişilere rastlanm ıştır.
M ilâttan beş yüzyıl önce yaşam ış olan Ç in filozofu Lao-tse, “N am uslu
adam ın te k düşüncesi, k e n d i k e n d in i a şm a ktır” der. Şeriatçı kafa ise, kişiliği
ö ldüren, insan haysiyet ve o n u ru n u soysuzlaştıran öyle b ir bask ıd ır ki, onun
rejim inde kadın b ir cariye, dünya, sadece ah rete h azırlayan b ir sınav yeri ve
her dünya nim eti b ir h aram d ır, gü n ah tır.
D inler, tarih leri boyunca in san ların ahlâkını bile düzeltem em iş, din ve dev
let adam larının çoğunu, o ld u k ların d an başka tü rlü görünm eye ve yaşam aya zor
lam ıştır. D insel in an çlard a saklı olan m istik ve estetik b ir zevk v ard ır ki, bu,
gerçekten im an edenlerin k en d i iç âlem lerinde yaşattıkları ve tad abildikleri b ir
nim ettir. F ak at hiç b ir im anlı, b u zevki b aşk aların a tattırm a işiyle görevlen
dirilm iş değildir. Bugün a rtık din in ve din adam larının görevi, sadece dinsel
törenler ve ib ad etler gibi dinsel hayatın coşkularına hizm et etm ektir. Layik bir
sistem de, tüm öteki ihtiyaçları k an d ırm ak , devletin gücüne terk edilm iştir. Bu
gücün dayanağı, çağdaş u y g arlık tır ve ilkeleri, u lusum uzun terk edebilm esine
olanak olm ayan A ta tü rk ’ü n sunduğu ü lk ü lerd ir.
Z ira, A ta tü rk devrim lerin in hepsi, ayrı ayrı ve pek önem li özelliklere sa
(1) Et. Gilson, La Plıilosophie au Moyen age (3. baskı, Paris, 1947).
h iptir. Başta layik sistem getirilm em iş olsaydı, Batı uygarlığının bilim ve tek
niği, gâvur icadı o larak küçüm senm eye devam edilecek; ak ıl, yerini im ana;
olum lu düşünce yerini skolastik düşünceye, yani çağdaş anlam daki bilim ler, yer
lerini m edrese gevezeliklerine terk etm e zo runda k alacaklardı. Bir şeriatçı çıka
rak bunun ne zararı v a rd ır? Biz koca b ir im paratorluğu, Batı bilim leri sayesinde
m i k u rd u k ? diyebilir. F ak at böyle düşün en ler, im paratorluğun niçin yıkılm ış
olduğunu kolayca açıklayam azlar. A belard, kendini savunurken: " İnayetin yar
dım ı olm aksızın, iyilik yapm a ve bilim le im anı ayırm a özgürlüğüne sahibim .
Ben, otoritenin üstü n lü ğ ü n ü reddederim ve inanm ak için, eleştirm e zorunda olan
aklı benim serim ” * dem iş. M edresenin, akıl, felsefe, sanat, teknik ve deneysel
bilim ler k arşısında çökm eye m ahkûm old u ğ u n u , ulusların ancak özgür düşünce
sayesinde gerçeği b u larak ilerleyebileceklerini an latm ak istem işti. D ogm atik
inanç ve düşüncelerin, h er çeşit ilerlem eye nasıl b ir engel olduğunu Hz. İsa ’dan
iki bin yıl önce yaşadığı tahm in edilen Fenikeli S anch o n iath o n ’dan (bu sözcük,
Fenike dilinde gerçeğin dostu d em ektir) kaldığı bilinen b ir p arçadan da öğre
niyoruz: “K ulaklarım ız, daha ilk yıllarım ızdan itibaren, onların yalancı ö yk ü le
rini işitm eye alışm ış ve ruhlarım ız, yüzyıllardan beri onların varsaydıkları efsa
nelerin değerli bir deposu gibi, birta kım önyargılarıyla (prejuges) yıpranm ıştır.
O nlar, yüzyıllardan beri, bir aşırı tu h a flıkla (extravagance) hareket ctıniş ve za-
nice saçm alıklara gerçek b içim ini verm işlerdir”2. Bu telkinlerle hem en her top
lum da şaşkın b ir d u ru m a getirilm iş olan insan lar, b ir m istiklik sarhoşluğu için
de tüm insanların h ak k ı olan h e r çeşit dünya nim etlerinden ve hu nim etlerin
en üstünü olan k o rkusuz, kaygısız ve nesnel düşünce hak ların d an voksıın b ıra
kılm ışlard ır. K utsal k itap lar, derinliğine kolayca inilem eyen sonsuzun karşı
sında susm aktan ve teslim o lm aktan başka b ir şey öğretm em işlerdir. O lum lu bi
lim ler ise, gerçeğin k arşısında hiç olm azsa nasıl hareket etm em iz gerektiğini
ö ğretm ektedirler. O lağanüstü ya da doğaüstü olanı, m uhteşem ve yüce olanı
araştırm ayı b ir k âfirlik ve delilik sayan m istik k afalar T a n rı’m n her yerde ve
kendim izde o lduğunu sav u n u rlark en , o nu araştırm a cesaretini gösterm enin ba
ğışlanam az b ir günah olduğunu ve U lu Y a ra d a n ’ı kendim izde keşfetm eye çalış
m aktan dah a üstü n b ir ödevin bulunam ayacağını savunurlar. F akat bu iş için
gösterdikleri tek yol, H z. M uh am m ed ’in dc önerdiği, düşünm ek, araştırm ak, de
n e tle m e k ... vb. yolları değil, sadece ve k örü k örüne im andır. Y ani o n lar, gerçek
d o ğrultusu n d a b ir adım ilerlem eye izin verm eden, olağanlar ve olasılıklar üze
rin de düşünm eden, kutsal sayılan kişilerin söylediklerinden uzaklaşm am ayı öğüt
lerler. Böyle b ir yöntem e bağlanm ış olan u lusların d aldıkları uykudan uyana-
bilm eleri o lanaksızdır. O ysaki, “D ü şüncelerim iz ellerle m ukayese edilebilir sa
nıyoruz; zira elleri, b izden gerçeği saklayan duvakları ç e k m e k için k u lla n ırız”3.
D üşüncelerim ize bu yetkiyi verebilm ek ve top lu m un her çeşit m istisizm zin
cirlerinden kurtulabilm esi için, layik ve olum lu bilim lere, b u n ların tem elinde
G enel o larak okuyup yazm a bilm eyenler, b irçok değerli ve değersiz bil
gileri, dinleyerek ya da görerek ö ğ renirler. Bu çeşit bilgiler, o k u llard a öğrenil
m eye b aşlan an ların en verim li to h u m ları o lduğu gibi hayatta da en çok rast
lanan gerçeklerdendir. P ratik y aşan tıların d a b aşarı gösteren işadam larının pek
çoğu, yüksek o k u llard a yetişm em iş k im selerdir; tarih te ulusları ve ord u ları yö
netm iş olan ü n lü in sa n la r arasın d a, klasik öğrenim den yoksun olan lar da az
değildir. Buna k arşılık , tü rlü o k u llard a seçkin öğretm enlerden ders ve diplom a
alm ış öyle kişiler d e v a rd ır k i, b u n la r, toplum işlerinde önem li b ir başarı gös
terem em işlerdir. B unun nedeni yetenek yetersizliği, o k ulların kuram salı pratiğe
tercih etm eleri, insan zihnini zenginleştirip yüceltm ek için çok dolam baçlı yol
lard an gitm eleridir. Bu o k u llar, genel o larak d ü şünceden çok bellekleri zengin
leştirm e h atasın a da- d ü şerler; b u tek n ik ve yöntem sel hataların y anında, o k u
yanların yaşlarıyla ve ulusal am açlarla uyuşm ası olanaksız olan bazı soyut bil
gileri vererek zihinleri anlaşılm ası ve açıklanm ası güç b ir çıkm aza sürüklerler.
İlk ve o rtao k u llard a o k u tu la n din dersleri de b u tü rd en d ir.
D in d erslerin in , d em okrat ve layik b ir cum h u riyet rejim inde, devlet ta ra
fın d an oku tu lm u ş olm ası, anayasam ızla ve A ta tü rk ilkeleriyle bağdaşam az ve
b u n u kavram am ış olan hiç b ir cid d î aydınım ız da y oktur. Şu halde, bu dersler,
niçin o k u tu lm a k ta d ır? Bize göre, b u n d a n olsa olsa şu y ararların sağlanacağı
u m u lm aktad ır:
a) M üslüm an b ir u lu s olduğum uz için, halk ım ızın kendi dinlerini öğren
m eleri, onların ru h ların d ak i dinsel boşluğu d o ld u racak tır.
b) H ilâfet dönem indeki din kardeşliği ü to p y asından y a rarla n ara k M üslü
m an devletlerinin sem patisini ve gerektiğinde yard ım larını kazanm ak.
c) A h lâk eğitim ine kutsal b ir d ay an ak o larak d inin hizm et edeceğine
in an m ak . ■*
d) D insel duyguların, yurtseverlik, bağım sızlık aşkı ve ulusal o n u r ve
haysiyet d u y g u ların d an ü stün olduğu kanısıyla, b ir savaş tehlikesi k arşısında
şehitlik ve gazilik gibi kutsal u y arım lard an y ararlan m ak.
e) Ç ağım ızın dinsel bilgi ve ödevlere karşı artm ış görünen ilgisizliği k a r
şısında, ulu su m u zu n , b u in an çlar yardım ıyla dün y ada ve ah rette m utlu olm a
ların ı sağlam ak.
Bu saydıklarım ız, dış g örünüşleri b ak ım ın d an din derslerinden beklenen
y ararların b irk aç olum lu n o k talarıd ır. Bir de b u n la rın dışında ve altın d a, sak
lanm ası güç gibi görünen üç n ed en d ah a v ard ır:
1. H alkın bilgisizliğinden y ararlanacak dine yapılacak hizm et sayesinde
oy kazanm ak ve ik tid arı elde etm ek.
2. K om ünizm , dinsiz b ir rejim olduğu için, yurdum uzu onun şerrinden
koruyabilm enin, halkı dinine bağlam akla m üm kün olabileceğini sanm ak.
3. Ç oğunluğu yoksul ve hayatlarını güç k o şullar altın d a kazanan insan
lardan oluşan u lusum uzu, sab ır, k a n a a t, tevekkül, k a d e r... vb. inançlarıyla te
selli etm ek, bu inançlardan yoksun o ld u k ları halde, dünya nim etlerinin her çe
şidini tad ab ilen leıin m utlu lu ğ u n a im renm elerini önlem ek.
D in dersleri ne dereceye k a d a r b ü tü n bu k o n u lard a yararlı o lab ilir? Bize
göre, hem en hiçbirin d e. Ç ünkü:
a) M üslüm an b ir ulus o larak dini öğretm ek ve uygulam ak için eh doğal
alan, aile ocağıdır. İlk o k u llar ve K u r’an k u rsları, çocukların zihinsel gelişme
leri bakım ın d an din k o n u larım asla k av ratacak b ir yeteneğe sahip değildir. İm
para to rlu k dönem inde S u ltanîlerin son sınıflarına dek dini ilgileyen tü rlü ko
nu lar, tüm ayrıntılarıyla o k u tu lu r ve nam az da k ıldırılırd ı. O dönem i anım sa
yanlar çok iyi b ilirler ki, bu dersi o k u ta n la rd a n pek çoğunun bilgisizliği ve
bağnazlığı, öğrencileri dinli y apm aktan çok, dine karşı saygısızca lâubaliliklere
sürüklem iştir. D aha ileri giderek, h a tta m edreselerde bile, ne din ne de A rapça
öğretilebilm iştir. Pek az istisnasıyla m edreseler, cerci h o calar yetiştirm iş ve
m asum ulusum uzu, tü rlü uydurm a m asallarla av u tu p soym uş ve halkı b ir psi
kopat haline getirm iştir. A ksi doğru olsaydı, u lusum uzun okuryazar sayısı k a
dar da ileri düşüncelileri, bugü n k ü k a d a r az olm azdı. T arik a t erb ab ın ın ve halk
o zanlarınd an bazıların ın T a n n ’ya, dine ve din ad am larına başk ald ıran eserleri
bile, yaşadıkları dönem lerdeki din telk in lerin in gerçek niteliklerini öğrenm em ize
yeter. D inin nam az, ezan, cenaze işleri gibi p ra tik görevleri için, ancak o rta
okulu b itird ik ten sonra girilebilecek b ir m e s le k 'o k u lu açılabilir; fak at h a tip
likle dinin bilgelik ve felsefesini Batı anlam ında T an rıb ilim fakültesinde öğret
m ek olanak lıd ır.
b) D in dersleri sayesinde M üslüm an k avim lerin sem patisini kazanm ak
gibi pragm atik am açların tarihim iz boyunca asla gerçekleşm em iş olduğunu, Bi
rinci D ünya Savaşındaki trajed y alar p ek iyi ispatlar. " Cihat bayrağı” açm anın
nasıl b ir fiyasko ile sona erdiğini de bilm ekteyiz. Y alnız M üslüm an u luslar
arasında değil, h atta A rap ların kendi araların d a bile tem eli din olan b ir daya
nışm a yoktur. U lusları, din in ançları değil, ancak karşılıklı çık arları birbirine
geçici olarak bağlayabilir.
e) D inin ana ilkesi, ah lâk tır. F ak at çağım ızın ahlâksal değerleri o denli
değişm iştir ki, b u n ların tü m ü n ü din dogm alarına göre ayarlam aya da olanak
yoktur. E rdem liğin kaynağı, b ir âd et ve form alite haline getirilm iş olan dinsel
işlem ler değil, sosyal ve uygarsal hayatın yaratm ış olduğu koşullardır.
d) Y urt savunm asında şehitlik ve gazilik gibi inançlara güvenm ek, b u
günkü savaşlar için yeter b ir güç değildir. Bir ulus, dininden önce y u rd u n u ,
bağım sızlık ve özgürlüğünü savunm a seviyesine yükselem em işse, çağım ızın sa
vunm a, saldırm a araçlarım ve b u n ları kullan m a eğitim ini alam am ışsa, yalnız
m istik inançların uyarıcı baskısıyla yenilgiye u ğ ram aktan k urtulam az. Birleşik
A rap devletlerinin İsrail önü n d ek i k o rk u n ç yenilgileri, b u n u n en yakıtı ve un u
tulm az k a n ıtla rın d a n d ır. Çağım ızın savaşları, tekniğin, zenginliğin, bilginin ve
ülkünün gücüne d ay an m ak tad ır. Eski din kavgaları bile, ulusların siyasal ve
ekonom ik egem enliklerinin yarışım ından doğm uşlardı.
e) O k u llard ak i din derslerin in am acı, dine karşı artan ilgisizliğin önün
geçm ek ise, b u n u n çaresi, bacak k a d a r çocuklara ne olduğunu anlam adıkları
A rapça K u r’anı ezberletm ek ve nam az kılm akla abdes alm ayı öğretm ek değil
dir. Bilgi v e zekâları genişlem iş o lan lar, olum suz telkinlerle değil, kendi akıl
ve anlayışlarıyla da dine ve T a n rı’ya u laşab ilirler ve aydınlanm ak için bu ihti
yacı d u y arlar, gereken k itap ve kim selere de başvurabilirler. Bu nedenle her
şeyden önce, dinin gerçek bilgeliklerini kavrayam am ış olan din adam larının,
insanları dinlerinden soğutan, kuşkuya düşüren saldırganlıklarından vazgeçm e
leri gerekir. Bir u lusun siyasal, sosyal gücü, m istik dogm alara olan bağlılığının
yeğinliğine (şiddet) değil, çağdaş uygarlığın kuvvet ve ü stü n lü k kaynağı olan
inançlarına bağlıdır. Y ani, dünyaya efendilik eden ulusların yöntem , bilgi ve
gayretlerine bağlıdır. Bu gerçekleri bilm eyen aydın b ir T ü rk ’ün bulunabilece
ğini düşünm ek bile, bizi u tan d ırm ay a yetecek k a d a r acıdır. Şu halde:
1. İlk o k u llard an b aşlayarak K u r’an k u rsların d an ve sayıları fazlasıyla ar
tırılm akta olan İm am -H atip O k u lların d an b eklenen y arar, olsa olsa, bilgisizlerle
yoksulların sevgisini k azan arak oy çoğunluğunu elde etm ektir. Partilerim izin,
A tatürk ilkelerine olduğu k a d a r da anayasam ıza aykırı olan b u politik yarış
m aları, b irin i ik tid ara getirm iş olsa bile, ilerlem ek için m uhtaç olduğum uz güç
leri zayıflatır ve çağdaş uygarlığa yetişm em izi geciktirir. U lusum uzun hepsi ha
fız ve okullarım ızın hepsi din dersleriyle bezenm iş olsaydı, yurdum uz ve insan
lık, b u n d an ne k azan ab ilird i? Pek azı h aftad a b ir kez kiliselerine giden ve pek
çoğu din dogm alarını hayatın ve devletin işlerine karıştırm ayan m ilyonlarca
Batılı ve b ir m ilyarı aşm ış olup dinle ilgilerini tam am ıyla kesm iş bulunm ala
rın a karşın , uygarlığın h er alan ın d a yüksek b aşarılara ulaşm ış olan sarılı-kızıllı
solcu u lu slar, beş v ak it nam az k ılarak T a n rı adını dillerinden düşürm eyen hangi
İslâm ulu su n d an geri k alm ışlard ır? Ve hangi İslâm ulusu, onların yardım ları
olm aksızın to p rak ların d a insanca yaşam a m utluluğuna nail o lm u ştu r? İk tid ara
gelm ek, yalnız p arti ç ık arların a hizm et etm ek için değil, h alk ı, içinde b u lu n
duğu bilgisizlik ve gerilikten k u rta rm a k için ö n d er olm ayı gerektirir.
2. D in, h alk ı kom ünizm afetin d en de kolay kolay ku rtaram az. Z ira, bu
rejim e gönül verm iş o lan lar, isterlerse, dinin de solcu b ir ülküyü desteklem ekte
olduğunu iddia edebilir, tü rlü ayet ve hadisleri b u am aca göre yorum layabilir
ler. Çağım ızın uygarsal h ak la rın d a n y ararlan am ad ıkları için sefalet içinde olan
insanlar, yalnız devlete değil, d ine de, T a n rı’ya da isyan etm ekten kolay k u r
tulam azlar. “Y ü c e Tanrı, kullarına bağışladığı nim etlerin fe y zin i onların üstün
d e görm ek ister” ilkesini savunan b ir d in in , yüzyıllarca sürm üş olan sefalet ve
haksızlığın baskısı altın d a ezilm iş b ir kavm i, d ah a iyi b ir hayattan soğutacak
ve yoksulluklara dayanacak k a d a r alçaltacağını um m ak, affedilm ez b ir b u d a
lalık olduğu k a d a r da zu lü m d ü r. Solculuğun önüne, m istik inançlarla değil,
solcuların da k endilerini ayak ta tutab ilm ek için önem verdikleri ekonom ik kal
kınm a ve sosyal ad alet ile geçilebilir. İsveç, A m erika ve İngiltere b u n u n açık
ö rn ek lerid ir.
3. A ç ve çıplak in san ları d u a ve ibadetle doyurm aya da olanak yoktu
M istik duyguları, bireysel v icd an ların doğal servetleri haline getirm ek için zor
lam ak ve halkı an lam ad ık ları b ir dilin esrarlı cüm leleriyle uyuşturm aya çalış
m ak, T a n rı’nın d a, aklın ve uygarlığın da bilgeliklerine aykırıdır.
H alkım ızın , k endisine gösterilecek ileri düşünce ve inançları reddedecek
k a d a r akıl ve erdem likten yoksun b ir sürü olm adığına inanalım . A frika yam
yam ları bile, ileri gitm e yolunu tu tm u şk en , u lusum uzu, ortaçağın k aranlıklarına
hazırlam ak tan koruyalım . X V III. yüzyılın b ü yük Fransız devlet adam ı T u rg o t’
nun şu dü şüncesinden ders alm alıdır: “D evletin ödevi, herkesi kapsayan çıkar
ları ko ru m a kta n ibarettir. H er insanın çıkarı ise, k e n d i ku rtu lu ş ve esenliğinden
ayrı bir şeydir. B u itibarla h iç bir din, d evleti özel bir surette k o ru m a k h a kkın a
sahip değildir. D in, ancak to p lu m u n iyiliğine aykırı olm am ak koşuluyla, kendi
dogm alarında v e tapım larında (cultes) özgür olabilir. K anun, bundan daha ileri
giderse, vicdanı b o zm u ş o lu r”.
HAFIZLIK