Professional Documents
Culture Documents
Musikide Devrim Cumhuriyet Döneminde Türk Musikisine Devlet Müdahalesinin Hikâyesi (Enis Tombul)
Musikide Devrim Cumhuriyet Döneminde Türk Musikisine Devlet Müdahalesinin Hikâyesi (Enis Tombul)
boğaziçi üniversitesi
türk müziği kulübü yayını
2006
sayı: 8
İÇİNDEKİLER
5
MUSİKİDE DEVRİM:
Cumhuriyet Döneminde Türk Musikisine Devlet Müdahalesinin
Hikâyesi
Enis TOMBUL
68
vermelerini isterler. Bunun üzerine bildikleri birkaç Türk musikisi eserini icra
eden grup beğenilir. Daha çok örnek vermeleri istenirse de veremezler.
Bu olay, daha önceden İstanbul’da bir musiki okulunun gerekli olduğunu
görüp Maarif Nezareti’ne bu konuda bir rapor sunan musiki adamı Abdülkadir
Töre’nin önerisini gündeme getirir. Nihayetinde Darülelhan resmen kurulur. 1
Darülelhan dergi çıkarıyor, konserler tertipliyor, Türk musikisi eserlerini
notaya alarak onları unutulmaktan kurtarıyor, araştırmalar yapıyor, kitaplar
yayımlıyor, eski musiki eserlerini tespit edip muhafazaya alırken beklenmedik
bir şey gerçekleşir: 9 Aralık 1926’da Maarif Vekili Mustafa Necati Bey’in emriyle
oluşturulan bir Sanayi-i Nefise Encümeni’nin kararıyla kurumdan Türk musikisi
öğretimi kaldırılır. 2
Söz konusu encümenin üyeleri şunlardır: Namık İsmail (başkan), Çallı
İbrahim, Halil Ethem Bey (İstanbul müzeleri müdürü), İsmail Hakkı Baltacıoğlu,
Mimar Kemalettin Bey, Musa Süreyya Bey, Cemal Reşit Rey. 3
Darülelhan’da, yeni yönetmelik üzerine “katiyyen tedris ve talim mahiyeti
olmamak şartile tedrisat olmadığı günlerde konservatuvar müessesesinde
çalış[mak]” 4 üzere bir “Alaturka Musiki Tasnif ve Tesbit Heyeti” ile sadece
hocalardan oluşan bir icra heyeti bırakılmıştır.
Bu arada İstanbul Belediyesi’ne bağlanan Darülelhan’ın adı değiştirilerek «
İstanbul Belediye Konservatuvarı » olur.
Cemal Reşit Rey’in 11 Kasım 1963 günü Cumhuriyet’te yayımlanan aşağıdaki
anısı belki encümen kararının mahiyeti hakkında pek bilgi vermez ama,
encümenin üyesi olan birinin aktardığı bir anı olması, o dönemin kalburüstü
zümresinin sanat anlayışını yansıtması bakımından önemlidir:
“...1926 Ağustos’unda Maarif Vekili Necati Bey bir Sanayi-i Nefise Encümeni
toplamıştı. Bu encümene beni de davet etti. İşte o encümende alınan kararla
mekteplerden alaturka musiki tedrisatı kaldırıldı. Böyle isabetli kararların
yanında fazla cüretkâranelerinin de alınmasına ramak kaldığına şahit oldum. Bu
encümenimizin reisi rahmetli Namık İsmail ile rahmetli Çallı İbrahim, Necati
Bey’e bir dilekçe sundular. Bu dilekçede ressamların eserlerini teşhir edecek bir
galeriden mahrum bulunduğu belirtiliyor ve hükümetten bu iş için bir mahal
isteniyordu. İstenilen mahal neydi biliyor musunuz? Sultan Ahmet Camii, ancak
ilave ediliyordu ki, camide yukarıdan gelen ışığın az oluşu, resimlerin en iyi
şerait altında teşhirine mani idi. Bunun için kubbede delikler açılması teklif
edilmişti. Necati Bey muvâfakatini vermek üzere iken, rahmetli Mimar
1 Osman Ergin, Türkiye Maarif Tarihi, c.4, (İstanbul: Osmanbey Matbaası, 1943), 1309-1310.
2 Gönül Paçacı, “Darülelhan ve Türk Musikisinin Gelişimi I-II”, Tarih ve Toplum, Ocak-
Şubat 1994, no.121, 52-54.
3 Paçacı, a.g.e., no.122, 17.
4 Ergin, a.g.e.,c.4, 1318.
69
Kemalettin Bey’in pür hiddet yerinden kalkarak söylediği sözlerden sonra bu
karardan vazgeçildi. Sanat inkılaplarında isabetli kararların alınmasının ne kadar
zor olduğunu o gün unutulmaz şekilde anladım.”
Sarayburnu Nutku
11 Ağustos 1928 gecesi, Sarayburnu’nda, Müniretü'l-Mehdiye adında
Mısırlı bir şarkıcının konseri olmuştur. Onun öncesinde orkestradan Batı
musikisi dinlenmiş, sonrasında ise Eyüp Musiki Cemiyeti bir konser vermiştir.
Ya icra edilen Türk musikisinden pek memnun kalmayan, ya da bu musikinin
insanları harekete geçirmekten ziyade onlar üzerinde uyuşturucu bir etki
yarattığına bir kez daha şahit olup bu konudaki kanaati kuvvetlenen Atatürk, iki
musikiyi karşılaştırarak, “şark musikisi” diye adlandırdığı Türk musikisinin
artık milli musikimiz olamayacağı hakkındaki görüşlerini söyleme ihtiyacı
duymuştur. Tarihte “Sarayburnu Nutku” diye anılan bu konuşmanın arka
planını; ulus, özellikle de Türk musikisi üzerindeki etkilerini, Atatürk’ün
çevresinde bulunup olaya tanıklık etmiş kişilerden öğreniyoruz:
1914’te Muzika-ı Hümayun’a hanende olarak giren, takımın 1924’te
Ankara’ya aktarılmasıyla Riyaset-i Cumhur Fasıl Heyeti’nde görevini sürdüren,
1930’da fasıl heyetinin baş hanendesiyken emekliye ayrılmakla birlikte 1938’e
dek Atatürk’ün yanından ayrılmayan Hafız Yaşar Okur, bu nutkun sebebini
Eyüp Musiki Cemiyetinin yetersizliğine bağlar.
Atatürk, “programsız hareket edildiğini, kız ve erkek talebenin bir biçimde ve
bir renkte elbise giymemiş olduklarını, binaenaleyh işte bir laubalilik
bulunduğunu görmüşler ve tabiîdir ki bu vaziyeti beğenmemişler[dir].” Bunun
üzerine “Mademki program yoktur, o halde şu şarkıları çalsınlar!” demiştir.
Fakat heyetin bu şarkıları da bilmediğini görünce büsbütün sinirlenmiştir. 5
Müsamere akşamı, Atatürk, maiyeti ile geldiler ve sahneye yakın bir masaya
oturdular. Evvela orkestra “Toska” operasından Ata’nın sevdiği bir aryayı çaldı
ve çekildi. Bunu takiben Müniretü’l-Mehdiye, arkadaşları ile beraber sahneye
geldi (...) Bundan sonra Türk musikisini icra edecek heyet sahneye geldi. Bu
heyet amatörlerden müteşekkil pek çoğu da acemi denecek bir halde idiler.
Sultaniyegâh faslı başladı. Bu başlayış evvela bizim üzerimizde bir duş tesiri
yaptı. Esasen Ata’yı görünce kudretlerinden pek çoğunu kaybeden sanatkârlar
hakikaten saçmalamaya başladılar (...) Atatürk, bir nevi musiki müsabakası
halinde tertiplenen bu geceden en çok ümit bağladığı bir kuvvetin elinden
70
çıktığını gören bir kumandan mevkiine düştü ve derhal ayağa kalkarak ve
sahnedeki sanatkârları işaret buyurarak ezcümle, “Bu musiki, bizim
heyecanımızı ifade etmekten uzaktır!” dediler. Büyük bir asabiyet içinde saraya
döndüler. Ertesi gün ajans, Ata’nın o nutkunu o zamanki Dahiliye Vekili Şükrü
Kaya Bey’in emri üzerine matbuata verdi. Ve bundan sonra hepimizde bir Türk
musikisi düşmanlığı başladı. 6
“(...) benim Türk hissiyatı üzerindeki müşahedem şudur ki, artık bu musiki, bu
basit musiki Türk’ün çok münkeşif ruh ve hissini tatmine kâfi gelmez. Şimdi
karşıda medenî dünyanın musikisi de işitildi. Bu âna kadar Şark musikisi denilen
terennümler karşısında kansız gibi görünen halk derhal harekete ve faaliyete
geçti. Hepsi oynuyorlar, şen şatırdırlar, tabiatın icabatını yapıyorlar. Bu pek
tabiîdir. Türk fıtraten şen ve şatırdır. Eğer onun bu güzel huyu bir zaman için
fark olunmamışsa, kendinin kusuru değildir. Kusurlu hareketlerin acı, felaketli
neticeleri vardır. Bunun fâriki olmamak kabahattir. İşte Türk milleti bunun için
gamlandı. Fakat artık millet hatalarını kanı ile tashih etmiştir. Artık müsterihtir,
artık Türk şendir, fıtratinde olduğu gibi, artık Türk şendir. Çünkü ona ilişmenin
71
haternâk olduğu tekrara isbat istemez kanaatindedir. Bu kanaat aynı zamanda
temennidir.” 8
8 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, (Ankara: Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayınları, 1961),
c.1, 231.
9 Ergin, a.g.e., c.5, 1534-1536.
10 Gültekin Oransay, Atatürk ile Küğ, (İzmir: Küğ Yayını, 1985), 81-82.
72
1934 Nutku
Atatürk’ün 1 Kasım 1934 günü TBMM’nin, dördüncü dönem, dördüncü
toplantısını açış konuşmasında Türk musikisinin o dönemki durumunu
eleştirmesi, dönemin içişleri bakanı Şükrü Kaya’nın “alaturka” diye tabir edilen
Türk musikisinin İstanbul ve Ankara radyolarında çalınmasını yasak etmesiyle
sonuçlanmıştır. Söz konusu konuşma şöyledir:
73
Adnan Saygun’un, Atatürk ve Musiki adlı kitabında aktardığına göre, 1934
yılının ikinci yarısında Atatürk’ün zihni musikiyle veya musiki devrimiyle
meşguldü. 1934 ekiminde onu Çankaya’da, toplantıya çağırmış, ona sade
Türkçe’ye çevirdiği bir metni bestelettirmişti. Bestesini sözler eşliğinde birkaç
defa çaldırdıktan sonra Atatürk’ün yorumu şu olmuş: “Efendiler! O sözler
Osmanlıcadır ve onun musikisi Osmanlı musikisidir. Bu sözler Türkçe’dir ve bu
musiki Türk musikisidir. Yeni sosyete, yeni sanat!” 13
Yine aynı yılın aynı aylarında bir musiki toplantısında Atatürk bu sefer şu
sözleri söyler:
13 A. Adnan Saygun, Atatürk ve Musiki, 1. bs., (Ankara: Sevda-Cenap And Müzik Vakfı
Yayınları, 1970), 44.
14 Saygun, a.g.e., 48.
15 Oransay, a.g.e., 49.
74
Yasağın arka planını, kararın ne kadar acemice, bir çırpıda alındığını
Muammer Sun, bizzat Vedat Nedim Tör’den dinlemiştir. Boğaziçi
Üniversitesi’nde 1978 yılında katıldığı açık oturumda, tanıklığını şöyle dile
getirir Sun:
“Atatürk’ün direktifi üzerine bir müddet sonra (1934’te) Maarif Vekili Âbidin
Özmen, sekiz müzisyen olarak bizleri (...) Ankara’da kongreye toplamıştı (...)
Maarif Vekili sevimli şivesiyle bizlere ‘Ey, hadi bakalım, musiki inkılabı
yapacakmışız, bunu nasıl yapacağız?’ demesi üzerine kongrede bir şaşkınlık
havası esmeye başladı. Toplantı dört saat kadar devam etti. Arada sırada Maarif
Vekilini telefona çağırıyorlardı. Son telefondan sonra Âbidin Özmen heyecanla
bizlere: ‘Paşa Çankaya’dan birkaçtır telefon ettiriyor. Musiki inkılabı ne yoldadır
diye soruyor?’ dedi. Biz büsbütün şaşkına döndük. Ne gibi bir karar alınacağını
bir türlü kestiremiyorduk. Nihayet hatırlamadığım birisi ‘memlekette teksesli
şarkı söylemenin yasak edilmesi gerektiğini’ teklif etti. Bunun üzerine
zannediyorum ben kalktım ve dedim ki, ‘Bir çoban faraza davarlarını otlatırken
şarkı söylemek ihtiyacını hissederse, ille köye gidip, bir ikinci çobanı bulup, gel
birader sen de şu ikinci sesi uydur da söyle mi desin?’ Nihayet bu tasavvur
eriyip gitti. Kongre bilahare encümenlere taksim olunarak bir rapora istinaden
pek yerinde ve çok önemli kararlar aldı. Ezcümle Güzel Sanatlar’ın müstakil bir
Umum Müdürlük haline getirilmesi, Musiki Muallim Mektebi’nde musiki
pedagoji şubesi, Devlet Musiki ve Tiyatro Akademisi kurulması gibi...”
(Cumhuriyet, 11 Kasım 1963)
75
Hafız Yaşar Okur 1934 yasağının kalkmasını şu olaya bağlar:
Türk musikisi icrası, radyolarda yasak olsa dahi evlerde ve bazı
gazinolarda –daha ziyade halk musikisi olmak üzere- devam eder. Bu arada
halk kendi musikisini kendi radyosunda bulamadığından en yakın nağmeleri
bulduğu Mısır radyolarını dinlemeye başlar (bazıları arabeskin doğuşunu buna
bağlar). Bir gün Atatürk, milletvekili Rasim Ferit Talay’ı saraya çağırmak üzere
arayınca onun, evinde musiki meclisi tertip ettiğini öğrenir. Bunun üzerine
Atatürk onun evine gider. Burada palabıyıklı, iri yarı bir adam onun dikkatini
çeker. Bu Tanburacı Osman Pehlivan’dır. Rumeli türküleri söyleyerek
Atatürk’ü duygulandırır, onun takdirini kazanır. Atatürk onun her akşam
radyoda çalmasını emreder. 17
76
Devrimi Anlamak
Tarih derslerinin başında, tarihî olayları o dönemin koşullarına göre
değerlendirmek gerektiği öğretilir. Böyle bir müdahaleyi anlayabilmek için de
önce o dönemin, hatta daha öncesinin koşullarını, Atatürk’ün yapmaya çalıştığı
şeyi iyi bilmek gerekir. Onun tek amacı bağımsız, çağdaş medeniyet seviyesinde
bir cumhuriyet kurmak ve onu, devamı için reformlarla berkitmekti. Atatürk,
Osmanlı’nın son dönemini, gelişme trenini kaçırışını, imparatorluğun içindeki
çürümüşlüğü, keşmekeşi yakından görmüştü. Ona göre bu enkazdan
kurtulmanın tek yolu durmadan yükselen Batı uygarlığını örnek almak; bazen
Batıdan alınanları Türk ulusal değerleriyle birleştirip bir senteze ulaşmak, çoğu
zaman da o uygarlığın kurumlarını olduğu gibi benimsemekti. Çünkü Batı en
gelişmiş uygarlıktı. Bilim, teknik, sanat, akılcı düşünce, insan kişiliğine değer
verme ve özgürlükçü demokrasi Batıdan gelmişti. Batı uygarlığı bütün insanlığın
ortak malıydı, evrenseldi. Ancak bu zihniyet değişimi, imparatorluktan
cumhuriyete geçiş kolay olmayacaktı. O yüzden imparatorluğu hatırlatan her
şey; bu geri kalışın müsebbibi olduğu sanılan, oluşması için yüzyıllar geçmiş
olan bütün kurumlar, Batıda, oraya özgü, biricik koşullarla yine yüzyıllarla
oluşan kurumlarla değiştirilmek istenmişti. Ancak zamana karşı yarışan
Atatürk’ün bu işi bir insan ömrüne sığdırması gerekiyordu. Siyasî kararlarında
çok sabırlı olabilen Atatürk, reformlarla ektiği tohumların yeşerip meyve
vermelerini bekleyemeyecek kadar sabırsızdı. O, “az zamanda büyük işler
başar[an]” biriydi (1934 yılında toplanan musiki komisyonunun bir an önce
musiki devrimi yapması için sık sık telefon açıp baskı yapması gibi). Yazı, giyim
(şapka hariç), öğrenim, ekonomi alanında yaptığı reformlar kısa sürede başarıya
ulaşmıştır. Ama bu alanların hiçbirisi musiki ya da dil kadar çetrefil değildir. Bu
alanlarda devrimin gerekliliği, olabilirliği ayrı bir tartışma konusuyken ülke, bu
devrimleri yapması beklenen bilim adamlarından da yoksundur. Tarihini,
yapısını bilmedikleri bir musikiyi yine tam olarak bilmedikleri Batı musikisiyle
“tamamlama” veya değiştirme yoluna gidince ortaya bazı gülünç tablolar
çıkmıştır. Bize bugün gülünç gelen güneş-dil teorisi, Türk kan grupları, Türk
kafatasları, Türk saçları, Türk beyinleri gibi çalışmalar da yine aynı bilim
desteğinden yoksun, duygusal bakış açısının ürünüdür. Savaştan yeni çıkmış,
enkaz halinde, sıfırdan yapılanan, öğretim devrimini yeni yapmış bir ülke için bu
bilim eksikliğini de normal karşılamak gerekir.
77
oluşturduğu halet-i ruhiyeye göre değerlendiriyordu. Ona göre Batı musikisi
reformcu, neşeli, canlı, teşvikkâr bir musikiyken; “alaturka / şark musikisi”
uyuşturucu, moral bozan, “yüz ağartıcı değerde olmaktan uzak”, “basit” bir
musikiydi. Türk musikisi hakkında bilimsel bir araştırma olmadığından, Ziya
Gökalp gibi, musikişinas olmadığı, bu konuda mevcut bir araştırması
bulunmadığı halde bu konudaki yorumlarını paylaşmaktan geri durmayan
insanların sözlerine güvenmek durumunda kalıyordu. Gökalp Türkçülüğün
Esasları isimli, Cumhuriyet ideolojisinin el kitabı olarak kabul gören kitabında
Türk musikisinin Bizans kökenli, Arap ve Acem kırması, dolayısıyla gayrimillî
olduğunu öne sürer. Ona göre tek millî musikimiz halk musikisidir. Onu da Batı
musikisiyle kaynaştırmamız gerektiğini söyleyen Gökalp, yöntemine şöyle işaret
eder: “Halk musikimiz, bize birçok melodiler vermiştir. Bunları toplar ve Batı
musikisi usulüne göre «armonize» edersek, hem millî, hem de Avrupalı bir
musikiye malik oluruz.” 18 Bu görüşün Atatürk’çe rağbet gördüğünü onun
demeçlerinden anlıyoruz: 1930’da Emil Ludwing’e verdiği demeçte olsun
(“Bunlar hep Bizans’tan kalma şeylerdir. Bizim hakiki musikimiz Anadolu
halkında işitilebilir”); 1934 tarihinde Adnan Saygun’un katıldığı toplantıda
söylediklerinde olsun (“Bize yeni bir musiki lazımdır ve bu musiki, özünü halk
musikisinden alan çoksesli bir musiki olacaktır”) hep Ziya Gökalp düşüncesinin
akislerini görmek mümkündür.
Öne sürüldüğü günden beri çok tepki gören bu düşünce artık itibar
görmüyor. Ama bu düşüncenin, ucu günümüze kadar uzanan, ağır bir faturası
olmuştur. Bu faturanın zararlarını telafi etmek için de Cumhuriyet’in
kurulmasından ya da daha önceden beri süregelen, kendi musikimize karşı olan
tutumumuzun başta devlet kurumları olmak üzere gözden geçirilmesi
gerektiğini söylemek herhalde pek cüretkâr bir tespit olmayacaktır.
18 Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, haz. Mehmet Kaplan, (İstanbul: M.E.B. Devlet
78
KAYNAKÇA
79
Ökte, Burhaneddin. “Atatürk’ten Hatıralar”, Türk Musikisi, no.2-16, Aralık 1947-
Şubat 1949.
Üstel, Füsun. “1920’li ve 30’lu yıllarda ‘Milli Musiki’ ve ‘Musiki İnkılabı’”, Defter,
sonbahar 1994, no.22.
80