You are on page 1of 3

KİRAZIN TADI, ABBAS KİYARÜSTEMİ

Kiyarüstemi çok katmanlı bir film oluşturuyor Kirazın Tadı ile. Burada çok katmanlı ifadesini
ezbere kullanmıyorum. Bahsettiğim katmanlılık bilincin farklı açımlanışlarında vücut buluyor.
Film yaşamda kıyıya vurmuş bir bilincin tanıklıklarıyla başlıyor. Onunla arabanın arka
koltuğunda oturup o kıvrılan yollarda seyahat ediyoruz. Yürüyüş yapan askerler, iş arayan günü
birlik işçiler, inşaatta çalışan kalabalık. Tüm bu günlük hayat parçaları Bedii’nin boş bakan
gözlerinde vücut buluyor. Her bakış bir taraftır. Ancak hayatına son vermeye karar vermiş bir
adamın bakışları bunun dışında tutulabilir. Bu göz ile çok yalın bir bilinç düzlemi oluşturuyor
Kiyarüstemi. Sanki bir rüya hali deneyimlediğimiz. Bir arabanın içinde yolu takip eden bir
adam. Önüne atlayan kalabalık, günü birlik işçilerin dışarıdan gelen sesleri, ansızın eline
tutuşturulan bir fotoğraf makinesi ve fotoğraflarını çekmesini talep eden bir çift, öylece çekiyor
ve kamerayı geri verip yoluna devam ediyor. Aracı yoldan çıkıyor, tepenin ardından bir grup
insan koşarak gelip arabasını yola çekiyor. Onlara aracın içinden sessiz bir selam verip yoluna
devam ediyor. Tüm bu sahneler bir rüya bilinci yaşatıyor. İradenin ve seçimlerin olabildiğince
etkisiz kaldığı bu bilinç düzleminde yaşamın bir şekilde devam eden devingen yanı bilincimize
doğru akıyor. İmgeler, sesler, görüntüler gözümüzün önünden geçip gidiyor ve buna öylece
tanık oluyoruz. Yaşam ipleri çözülmüş bir serbestlikle zihnimize doğru akıyor sanki. Burada
bir başka sahneyi hatırlatmak istiyorum. Bedii bekçi kulübesindeyken, karşısındaki tepede
çalışan iş makinelerinden bir toprak yığını boşaltılıyor. Bedii durduğu yerden, aşağıya
yuvarlanan taş ve toprak parçalarını uzun uzun izliyor. Her parçanın yukarıdan aşağıya
yuvarlanışına şahit oluyoruz. İlk bakışta filmin arasına neden girdiğini anlayamadığımız bu
bağımsız sahne filmin en güçlü kesitlerinden biri olabilir. Hayattan vazgeçmiş bir insanın
bilincinde çözülen gerçekliğin duyumuna vardırıyor. Parçalar, Bedii’nin yorgun düşüp kendini
ona karşı konumlandıramadığı hayatın parçalarıydı sanki. Burada İsmet Özel’den istemsizce
bir mısra beliriyor zihnimde. Sabah şairin üstüne saldırıyor. Bedii de bilincinin ulaştığı o yoğun
şiirsel düzlemde yaşamın saldırısına maruz kalıyor desem yanılmış olur muyum?

Ertesi günden tüm beklentilerini kaybetmiş bir bilinç ‘şimdi’nin sınırsız özgürleşiminde
gezinebilir. Yarına bağlanma kaygısı gütmeyen ‘şimdi’ boşlukta savrulan bir tüy parçası gibi
tüm hamlelere açıktır. Aslında bu ‘şimdi’ filmin üzerine kurulduğu zaman imgesi belki de.
Filmin mühürlenmiş zamanı. Geçmiş ve gelecek, şimdiyi nedensel bir dizgeye indirger. Ancak
geçmişini bırakmış ve geleceğe bağlanma telaşı gütmeyen ‘şimdi’ bilincin zamanıdır.
Tüketilemez. Ampirik düzlemden koparılmıştır. Ve sonsuz yaratımlara açılır. Bu noktaya kadar
üzerinde durduğum üç kavramın şimdi tekrar altını çizmek istiyorum. Rüya, bilinç ve zaman.
Kiyarüstemi yalnızlık deneyimine çok yakından dikkat kesilmiş bir yönetmen. Bu üç kavram
da yalnızlığın kıvrımlarına açılıyor. Yalnızlık çok öz bir deneyim. Belki de en büyük ve en
sahih gerçekliğimiz. Biricik varoluşumuzun en yoğun şekliyle duyumsandığı bir durum hali.
Bu içsel akışı takip ettiğimizde Bedii’nin rüya zamanına, kopan şimdisine ve biricik bilinç
deneyimine açılıyoruz. Bedii’yi yaşatacak olan da bu deneyimin düzleminde bir dutun ağızda
bıraktığı o mayhoş tatta açığa çıkıyor. Bu sıradan bir dut değil. Kiyarüstemi doğrudan
deneyimlerle çok güçlü irtibatlar kuruyor. Nesnenin hareketin ve tüm yaşamsal duyumların
doğrudan olduğu gibi oluşlarına temas ediyor. Ve bunu özgürleştirdiği bilincin biricik
şimdisinde yapıyor. Bu yüzden filmden ahlaki çıkarımlar yapmak veya genel geçer sonuçlar
aramak boşuna. Ne ölüme ne de yaşama bir güzelleme veya değilleme bulamayacağız.

Bir diğer nokta ise film boyu süregelen git gel üzerine olacak. Yaşadığımız dünyada tüm
toplumlar insan ömrünü olabildiğince uzun tutma arayışındadır. Gündelik hayat deneyimi
hayatta kalma çabasına meyillidir. Sanki yaşam ölüme karşı bir dirençtir. Filmin ölmek isteyen
karakteri ise ölüme gösterilen bu direnci taşımaz. Dolayısıyla intihar fikriyle o tozlu yollarda
gidip gelen Bedii aslında yaşam ile ölüme çok tarafsız bir çizgide durur. Yorulduğunu ve devam
edecek gücü kalmadığını söyler. Bu bir ölüm güzellemesi değil. Yaşamın da ölümün de olduğu
gibi oluşuyla tarafsızca görülüp deneyimlendiği bir düzlem. Bu yüzden aracına aldığı kişilerle
girdiği bir diyalog onu fikrinden döndürebilir. Bir an, bir düşünce ve bir duyum. Veya kirazın
tadı. Tüm film bu git gel ile kendisine mezar amacıyla kazdığı çukurun etrafında dönerek geçer.
Uzaklaşır ve yakınlaşır. Aracına aldığı üç kişiyle de buraya gidip gelir. Son gelişi amaçladığı
son içindir. Fırtınalı bir gece, şimşekler zifiri karanlığı aydınlatıp geri söner. Bu karanlık ve
aydınlık arasındaki gitgeli çukura yatmış Bedii’nin yüzünde seyrediz. Bu an, film boyu ölüm
ve yaşam ikileminde deneyimlediğimiz gitgeli en yoğun haliyle çok güçlü bir imgesele taşır.
Çukur içinde gözleri açık öylece yatan Bedii’nin yüzünde varlık ve yokluk peş peşe vücut bulur.
Gözlerinde uçurumun kenarında bir insanın yüzüne yansıyan duyguları görürüz sanki. Yokluk
ile varlığın birbirine bu kadar yaklaştığı bu an filmin imgeselinden bir kavramsal akış başlatır.
Sorular akmaya devam eder. Güçlü bir duyum ile tüm bu sorulara zihnimizde yer açarız. Bu
zor soruları sormaya cüret ederiz.

Ancak bu yoğun an birden sona erer ve yerini film setinden görüntülere bırakır. Hayatın
yaşanmaya değer olup olmadığına karar verecek olan yine seyircidir. Filmin ucu açıklığı
Bedii’nin sonunun ne olduğuyla ilgili değil. Kiyarüstemi film bitmeden filmini bitiriyor. Filmin
sonunda neden bu set sahnelerini kullandığını iyi düşünmemiz gerek bu yüzden. Bunu boşuna
yapmıyor. Kurgunun parçalandığı bu son sahneyle, yönetmen, seyirci ve Bedii; üç bilinç tüm
yoğunluğuyla bir araya gelip aynı soruyu soruyor. Hayat yaşanmaya değer midir? Bu soru
gerçekliğe ancak bu kadar yakından sorulabilirdi.

You might also like