You are on page 1of 208

DER YAYINLARI: 101

BİZ DEVRİMİ ÇOK SEVİYORUZ

(ATATÜRKÇÜLÜK VE
SOSYAL DEMOKRASİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER)

Toktamış ATEŞ

6.BASIM

DER YAYINLARI
İSTANBUL 1996
-

DER YA YINEVİ
Sahaflar Çarşısı No.1
Beyazıt-İstanbul
Tel :(0212) 527 01 65
Faks:(0212) 513 55 75
P.K. 109 Beyazıt


Yayın No: 101


Basım
SÖGÜT Ofset


Cilt:
AZİZKAN Mücellithanesi


Kapak
Yurdagül TUNCA

/

ISBN 975-353-016-1
Canımın can/art
Kızım Ayşegül
ve
Yeğenim Ahmet Emre'ye
iÇiNDEKiLER

- DEVRİMİ SEVMEK ve DEVRİMCİ OLMAK . . . . ..........


.. ... ....... .... 17
Biz Devrimi Çok Seviyoruz ... .. . . . . . . . . . . . .. . .. . .. ... . . . . .. . .. . .. . . . . .. .. . . .. . . . . . . 19
Devrimci Kimlik ve Devrimci Mücadele . . .... ..... ... .... . . . . . . . ... ... . . . . . . . 23
Gönenci Paylaşmak . . .. . . . .. .. . . . ... . . ... . .... . .. .
. . . . . ....... .. . . .
.. . c. ..... .... ... ... 27
İlerici Olmak, ya da Olmamak ............. ... ................ ................... 30
Eylem Yapmak . ... ......................... : .............................................. 34

- KEMALİZM DİYE, DİYE . . . . .. ..


...................... ..... .. .... . ............
. ....... 39
Kemalizmin Özü . . ... ... .. .... .. .... .. .......... ...... ... ............ .... . . ... . .. ... . . . . .. 41
Atatürkçüler ve Karşıtları .. .......... .... ... .. .. .. .. . .. . ...... . . . ... .... .. ...... . .. .. . 63
Nasıl Atatürkçü Bunlar? .. .. . .... .. ... .. . . .. ... . .. .. .... .... ................ ... . . .. . . . 67
Büyük Taarruz ve Türk Ulusu ................. ........................ ............ 71
Atatürk ve tvtedeni Bilgiler .. .... .. ...... .. . . .. .. .. .... .. . .. .. .. .... .. .. .. .... .. .. .. . 75

- LAİKLİK ve İRTİCA ........ .-......................................................... 81


İrtica Geliyor .... (mu)? .................... ............................................. 83
İrtica ve Türkiye'deki Boyutları .... ...... .............................. ........ .... 85
Atatürk' ün Laiklik Anlay�şı ........ ................. ...................... ............ 88
Laiklik ve İrtica . . . . . -...................................................................... 95

- ATATÜRK DİKTATÖR MÜ'.? . . . . . .. . . . . . . .. .... ..... ... ... . . . 97


... . . . ..... ..........

Mustafa Kemal ve Meşruiyetçiliği .. .... ..... .. . .. .... .... .. .... . ... .. . .. . .. .. .. . 99


1 920'den Günümüze Ulus Egemenliği ...................................... 1 04
Başkumandanlık Yasası ve Diktatörlük ...................................... 1 09.
1921 Anayasası: Ulus Egemenliğinin Kesin Belgesi ................. 1 1 5
Çağdaş Türkiye'de Halk Egemenliği Anlayışının Gelişimi ......... 1 1 9

7
V - DEVRİMİN TEMEL TAŞLAR! ..................................................... 131
Lozan Andlaşması 60 Yaşında ................................................... 133
Lozan'ın Düşündürdükleri ................... ....................................... 137
Cumhuriyetin Anlamı ........................... ....................................... 143
Cumhuriyeti Anlamak .................................................................. 147
Cumhuriyete Sahip Çıkmak ........................................................ 151

VI- SOSYAL DEMOKRASİ VE TERCİHLER ................................. 153


Sosyal Demokrasının Sınıfsal Tabanı ............................ . . . .......... 155
Sosyalizmin Sonu mu? \ .
.... ....................... .......... ........................ 169
Destursuz Bağa Girmek .............................................................. 174
Resmi İdeoloji ve Ötesi ............................................................... 178
Sosyal Demokratların Birliği . .
........................ ....... ....................... 181
SHP'nin Zaafı .... . . . . . .................................................................. 185
Altı Ok'un Düşündürdükleri ;· .
.................................... ........... ........ 187
Siyasal 1 ercih :soranu ................... .......................................... . . .. 192
Değişime Alışmak ve CHP ......................................................... .196
SONUÇ : İKTİSATÇI OLMAK ...........................................................203

8
GİRİŞ
"Biz Devrimi Çok Seviyoruz", bir gazete yazısının başlığı idi. Eski­
miş bir takım devrimcilerin, ya da bir zamanlar devrim çığırtkanlığı ya­
parak kendilerine ikbal sağlamaya çalışanların, ya da devrimci geçin­
menin itibar sağladığı bir dönemin düzenbazlarının; kendilerine başka
ekmek kapıları buldukları için, "devrimi" ve "devrimci olmayı" karaladık­
ları bir dönemde kaleme alınmıştı. Gerçekten, birtakım insanlar, yeni
efendilerine yaranmak için olsa gerek, günah çıkartırcasına devrim­
ciliğe saldırıyorlardı. Bu arada neden bir zamanlar devrimci olduklarını
da açıklamaya çalışıyoriar ve adeta, "artık bu hastalıktan kurtulduk" me­
sajını vermeye çabalıyorlardı.
Bu yazının yazıldığı dönemi izleyen günlerde, dünyada inanılması
güç değişimler oldu. Sovyetler Birliği çözüldü, Sosyalist Blok çöktü,
Batı Avrupa'nın sosyal demokrat partileri oy yitirmeye başladılar. Kimi­
leri, "biz demiştik" gibisinden sevinç çığlıkları atmaya başladılar. Artık
bazı şeylerin modasının geçtiği anlayışı egemen kılınmaya çalışıldı.
Sosyal Darwinizm kökenli yeni sağ anlayış, 19. Yüzyılda bile rastlan­
mayan vahşi bir kapitalizm anlayışını yeniden gündeme getirirken, Tür­
kiye gibi kimi ülkelerde, sol sloganların ardına sığınarak seçim kazanan
liberallere rastlanır oldu.
· Gene bu arada Türkiye'de Atatürk'e, Atatürkçülüğe, Türkiye Cum­
huriyetinin temel ilkelerine "sivil toplum" adına saldırmak modası başla­
dı. Bir yandan ilerici görünmek isteyen kimileri, "resmi. ideoloji" ye sal­
dırmak adına, laik cumhuriyetimizin temel kurumlarını yıpratma gayre­
tine giriştiler. Yaşadıkları özgürlük ortamını kime borçlu olduklarını tü­
müyle unutarak .. Oysaki Türkiye'de tüm kavramlar içiçe girmiş durum­
daydı. Ne devrim tanımı belliydi, ne liberalizm tanımı açıktı, ne sivil top­
lum kavramı herkesin anlayabileceği biçimde ortaya konulabiliyordu.
Bu konularda zaman, zaman kaleme aldığım yazılarda tanımlar geti­
riyor, açıklamalar yapmaya çalışıyordum. Ve kimi meslekdaşlarım bun­
ların bir kısmına katılmadıklarını ifade ettiklerinde, "siz de yazın, tar­
tışalım .. " diyordum. Ancak son yıllarda bu tür tanımlamalarımla ilgili

11
olarak bir tek yanıt alamadım. Evet, lafta itiraz çoktu ama, yazılı bir tek
itiraz çıkmadı. Zira çıksaydı, hakkettiği yanıtı yazılı olarak alırdı.
Bu kitaptaki değişik yazılarda aynı tanımlara gene rastlayacaksınız
ama, t;ıen temel bazı kavramları, ya da bunların bir kısmını burada da
bir kez ele almak istiyorum.
Devrim (ya da eski dilimizdeki ifadesiyle inkılap) bir toplumdaki
ekonomik ve siyasal yararlanma olanaklarının toplumun geniş kesimle­
ri yararına hızla değişimidir.
Ekonomik yararlanma dediğimiz zaman kastettiğimiz husus, "da­
ha dengeli bir gelir bölüşümü" ve "ekonomik fırsat eşitliğidir". Siyasal
yararlanma dediğimiz zaman kastedilen ise, "siyasal katılım", yani in­
sanların kendilerini ilgilendiren, ya· da ilgilendirebilecek olan hususlar­
dakı kararların alınmasına katılmalarıdır.
Yukardaki tanımımızdaki unsurlardan biri "hızlı değişim"dir. Ger-
çekten, eğer bu değişim yavaş yavaş olursa; "evrim" (eski dilimizde
''tekamül") sözkonusu olur.
Eğer ekonomik ve siyasal yararlanma olanaklarındaki değişim ge­
niş kesimlerin lehine olmaz da, bir kesimin lehine olursa, o zaman bir
"karşı-devrim (reaksiyoner devrim)" söz konusu olur.
Türkçede en çok "devrim" ve "ihtilal" kavramları karıştırılmakta,
çoğu kez bu iki kavram biribirlerinin yerine kullanılmaktadır. Oysaki ihti­
lal sözcüğü, devrim sözcüğünün değil, ayaklanma sözcüğünün
karşılığıdır. Ve bir iht;ialin (ayaklanmanın) başarıya ulaşması durumun­
da ortaya ne çıkacağı belli olmaz.
Bir ihtilal (ayaklanma) girişimi, toplumun türlü kesimlerinden gele­
bilir. Örneğin; bir sınıf, bir bölge, bir etnik grup, bir kent halkı ordu, or­
dunun bir bölümü vb. ayaklanabilir, ihtilal girişirninde bulunabilir. Eğer
bu girişim başarıya ulaşmazsa, buna girişenlerin sonları çok kötü olur.
Ama girişim başarıya ulaşırsa bunun sonu da bir "devrim" (inkılap) da
olabilir, bir "karşı-devrim" de olabilir. Ayaklanma öncesinde kimi tah­
minlerde bulunulabilinir ama, kesin birşey söylemek mümkün değildir.
Kimi zaman da, bir ayaklanma sonrasında, toplumun yaşamında
hiçbir değişim olmaz. Sadece yönetici klik değişir. Bu durumda bir
"hükümet darbesinden" söz etmek durumundayız, ya da eski deyimle
"darbe-i hükümet''ten.
Türkiye'de biraz yukarda kısmen değindiğimiz ve kitabımız
boyunca zaman zaman gündeme gelecek olan "sivil toplumcular", tü-

12
mü ordudan kaynaklandığı için, 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül'ü aynı
kefeye koymaktan pek hoşlanırlar. Oysaki yukardaki tanımların ışığı al­
tında, .27 Mayıs bir devrim, 12 Mart bir hükümet darbesi ve 12 Eylül
tartışmasız bir karşı-devrimdir. Kttapta bununla ilgili birkaç yazı da bula­
caksınız.
Gene sapla-samanı karıştıran kimi yazarlarımız, her devrimin bir
ihtilal sonrasında gerçekleştiğini ileri sürerler ve "devrim kansız olmaz"
gibisinden hikmetler yumurtlarlar. Oysaki her devrim mutlaka bir ihtilal
sonrası olmadığı gibi, her ihtilal de mutlaka bir devrim ortaya çıkart­
maz.
Ve Türkiye'mizde birileri hala, "Atatürk devrimci miydi", gibisinden
tartışmalarla uğraşırlar. 1920'1i yıllarda Türkiye ile aynı gelişmişlik dü­
zeyinde olan kimi güney ve doğu komşularımızın haline hiç bakma­
dan, "Atatürk devrimleri üst yapı devrimleridir, toplumu etkilememiştir
ve topluma rağmen yapılmıştır" gibisinden ifadelerle, Mustafa Kemal'e
dil uzatmaya çalışırlar.
Ünlü doğabilimci Daıwin; karada; havada ve sudaki canlı türlerini
inceledikten sonra varlığını devam ettirebilen canlı türlerinin iki ortak
özelliğini belirlemiş:
- Güçlü olan canlı türleri yaşıyarlar,
- Değişen koşullara ayak uydurabilen canlı türleri yaşıyorlar. Diğer
türler, günümüz kelaynak kuşları gibi ortadan siliniyorlar.
Daıwin'in bu görüşleri geçtiğimiz yüzyılın sonlarında toplumsal
yaşama uyarlanmış kimi yazarlar tarafından. Doğal olarak ırkçı bir
düşünceye temel oluşturacak biçimde. Güçlü ırklar ve değişime ayak
uydurabilen ırklar yaşar, diğerleri yok olur:' gibisinden bir sonuca
ulaşmışlar. Ve bu ilginç görüş, son yıllarda başta M. Friedmann olmak
üzere, bir dizi iktisatçı tarafından iktisadi yaşama uyarlanmak isteniyor.
"Güçlü olan ve değişime ayak uydurabilenler yaşar''. Peki ya diğerleri
ne olacak? Kelaynakiar gibi nesilleri mi tükenecek?. Yoksa yaşamak
için kendilerine yeni bir geçegen bulup oraya mı göçecekler?
Ve bu tür mantıksızlıkları savunmak, bir anlamda sivil toplumculuk
oldu. Devlete karşı çıkıldıkça, bireyin yüceltileceğini sanan kimi kalem­
ler; devlete derken, devletin ideolojisine karşı çıkmaya başladılar. Ve
bu ideolojiye karşı çıkarken, Nasreddin Hoca misali, kendi bindikleri
dalı kesmeye başladılar. Gene aynı mantık içinde cemaati, en ufak sivil
toplum örgütlenmesi gibi gören kimi solcu eskileri, şeriatçılık sınırlarını
kolayca aşıverdiler.

13
Çok saygı ve sevgi duyduğum Şükran Kurdakul, bundan yıllarca
önce "Sosyalist Kültür Ansiklopedisi" için "Kemalizm" maddesini yaz­
mamı istemişti. Doğrusu o maddeyi çok büyük zahmetle. ve çok öze­
nerek yazmıştım. Ama ansiklopedinin bütl.ınlüğü içinde kaynayıp git­
mişti. Daha sonra 1980 Ekim'inde yayınlanan bir derleme kitabıma bu
makaleyi temel almış ve "Kemalizmin Özü" demiştim. Ancak 1980'in to­
zu dumanı içinde bu kitabım da istediğim ilgiyi uyandıramadı. Herneka­
dar kitap birkaç baskı yaptıysa da, okuyucuların çoğu o günlerde Ata­
türk ödevi yapan lise öğrencileriyle sınırlı kaldı. Bu makaleyi bu kitabı­
ma da alıyorum. Çok anahatlarıyla da olsa, günümüze kadar uzanan
"ilerici-gerici", •sol-sağ" çizgisinin net bir biçimde ortaya konulmasında
sayısız yararlar görüyorum.
Birara herkesin keskin Atatürkçü olduğunu ibretle gözlemiştik. An­
cak bu dönemde kimileri ve özellikle Türkiye'nin geleneksel olarak tu­
tucu sayılan kesimlerinin bir bölümü; kendileri Mustafa Kemal'e uya­
mayınca, Mustafa Kemal'i kendilerine uydurmaya çabaladılar. Ve 12
Eylül'ün sözde ve sahte Atatürkçü yönetimleri sırasında bu olanağı ya­
kaladılar. Atatürk'ün yaptığı her şey çarpıtılmaya çabalandı. Özel hukuk
alanına giren hususlara bile el attılar, mirasını geçersiz kıldılar. Ve bun­
lar hep kendi belirledikleri bir Atatürkçülük adına yapıldı.· Ve gene çok
ilginç bir biçimde, geleneksel olarak ilerici nitelikte olmaları beklenen
kesimlerden kimileri de, 1 2 Eylül'e karşı çıkıyoruz diyerekten, Atatürk'e
karşı çıkmayı marifet sandılar. Demokrasi ve sivil toplum adına Ata­
türk'ü mahkum ettiler. 1 920'1erin, 1930'1arın Türkiye'sini 1 990'1arın ölçü­
leriyle değerlendirdiler. Kitapta bu konuda da birkaç makale bulacak­
sınız.
Türkiye'de neyazık ki, çok az okunuyor. örneğin gerçekten yürek­
ten Atatürkçülerden çok azı Söylev'i okumuştur. Elbette Atatürk'e karşı
olanlar arasında da çok azdır Söylev'i okuyan. Ve Atatürk'ün Söylev'de
açıkça kendini Anadolu'ya Vahdettin'in gönderdiğini yazmasına
karşılık; kimileri yeni bulmuşcasına "Mustafa Kemal'i Anadolu'ya Vah­
dettin göndermiş .. " diyerek kendilerince Mustafa Kemal'i küçük düşür­
meye çalışırlarken; buna karşı çıkan kimileri de bunun yalan olduğunu
isbata çalışırlar. Oysaki; yukarda değindiğimiz üzere Mustafa Kemal
Anadolu'ya geçmeden önce Vahdettin'i son kez ziyaret eder. Vahdettin
kendisine bir saat armağan eder ve yanındaki sehbada duran kalın bir
tarih kitabına vurarak, "Paşa şimdiye dek yaptıkların bu kitaba yazıldı.
Ama şimdi seni daha büyük görevler bekliyor" der. Bunları Söylev'de

14
ifade eden ve kaleme alan MUstafa Kemal'in kendisidir. Ama acaba
Vahdettin'in kurtarmak istediği şeyle, Mustafa Kemal'in kurtarmak iste­
diği şey aynı mıdır? Acaba Vahdettin M ustafa Kemal'in kafasındakileri
bilseydi, onu böylesine geniş yetkilerle Anadolu'ya gönderir miydi? Hiç
sanmıyorum. Kitapta bu konuda da birkaç makale okuyacaksınız.
Türkiye'de gerçekten kitap okunmuyor. En ünlü şairlerimizin
doyumsuz kitapları bin-binbeşyüz satıyor. En çok okunan romancıları­
mızın kitaplarının satışları üç-beş bini geçmiyor. Bir yandan görüntülü
basının (TV) etkileri, bir yandan yılardan beri kitap ve kitap okuyanlara
karşı girişilen olumsuz propaganda ve kitabın nedereyse bir suç. aleti
gibi gösterilmesi, toplumumuzdaki okuma alışkanlığını, kitap okuma
zevkini, kitap alma-kitaplık sahibi olmanın hazzını neredeyse ortadan
kaldırdı. Yirmibeş yıllık bir öğretmen olarak bu acı durumu öğrencile­
rimde açıklıkla gözlemekteyim. Ve işin kötüsü; hergün biraz daha az
okunmakta, her yeni yıl eski yılı aratmakta.
"Atatürk İlkeleri ve İnkılap. Tarihi" dersimde "Türk Devrim Tarihi"
başlıklı kitabımın yanısıra, Atatürk'ün Söylevi'�i de okutmaya çalıştım
yıllarca. Hemen hiç kimseye okutamadım. Tı.irk Devrim Tarihi'nin 4.
Baskısına Söylev'den bazı bölümleri ve çok sevdiğim bazı metinleri
"okuma parçası" olarak aldım. Gene kimseye okutamadım. Bir vizede
Söylev'den birşeyler sorduğumda, son sınıfların yaklaşık sekizyüz
öğrencisi arasından, seçimlik olan bu soruyu yanıtlayan bir tek kişi çık­
madı. Geçtiğimiz yıl "Demokrasi Teorisi" başlıklı bir kitabımı yardımcı ki­
tap olarak kullandım. Birinci sınıflarda kısmen okunmasını sağlayabil­
dim. Şimdi bu çok kolay okunan kitabımı, ya da derlememi yardımcı
kitap olarak okutmayı düşünüyorum. Bakalım başarabilecek miyim.
Biz devrimi gerçekten çok sevmiş, çok inanmış ve bu yüzden
çektiğimiz sıklntılarJa bile mutlu olmayı bilmiştik. Biz devrimi hala çok
seviyoruz. Kendinden öncekilerin devrimci mirasını alan ve bunu ken­
dinden sonraki kuşaklara devreden Mustafa Kemal'i de çok seviyoruz.
Ama bir tabu gibi görmüyoruz. İnsanca zaafları olduğunu da biliyoruz,
zayıf tarafları olduğunu da biliyoruz, hatalarını da görüyoruz. Ama bun­
ları diğer yönleriyle karşılaştırdığımız zaman, 1 920'1erin Türkiye'sinde
ortaya çıkması beklenemeyecek kadar zarif, ileri görüşlü, örgütçü ve
güçlü bir liderle karşılaşıyoruz.
Dünya üzerinde kurduğu devleti kavramsal bir biçimde gençliğe
emanet eden başka bir lider yoktur. Mustafa Kemal'i bunun için de se­
viyoruz. Gençliğe güvenmeyenlere, gençliği saf dışı bırakmak için bin-

15
bir düzen kuranlara bakıyor ve •gençlikten gelen heyecana" inanan ve
güvenen Mustafa Kemal'in büyüklüğünü anlıyoruz.
Karşısındaki düşmanı Ege (Akdeniz) sahillerinden denize dökecek
kadar "vurmasını• bilen, kendi doğduğu kenti (Selanik) gözden çıkarta­
cak kadar "durmasını" bilen Mustafa Kemal'i; günümüzün kimi sahte
kahramanlarıyla karşılaştırdığımız zaman aradaki farkı çok daha iyi gö­
rüyoruz.
Bu kitaptaki yazıların tümü büyük emek ürünüdür. Kaçınılmaz ola­
rak ortaya çıkan kimi yinelemelerin (tekrarların) okuyucuyu sıkmaya­
cağını ve sapla-samanın toz duman içinde karıştığı bu dönemde
okuyucularımın kafalarındaki kimi sorulara yanıt bulmada yardımcı ola­
cağını umud ediyorum. Zaten bunun ötesinde bir iddiam da bulunma­
maktadır.

lstanbu/, Ağustos 1992

16
1 - DEVRİMİ SEVMEK VE
DEVRİMCİ OLMAK
BiZ DEVRİMİ ÇOK SEVİYORUZ

1 2 Eylül'ün getirdiğ i yılgınlık ortamı içinde başlayan bir tür "günah


çıkarma" furyası yıllardan beri sürüyor. Türkiye'de ö ğ renci hareketleri
1 968'den çok Önce başladığ ı halde, Batı'ya bir tür öykünmeyle, kendi­
lerine "68 kuşağı" adını yakıştıran kimileri, yıllardan beri ne kadar yanıl­
mış olduklarını anlatıyorlar. Hem de düşünce ve saf de ğiştirmenin ay­
dın olmanın bir gereğ i oldu ğunu savunarak. Hem de kafalarında doğ ru
diye bildiklerini hara savunanları, tutuculuk ve bağnazlıkla itham edebi­
lecek kadar cüretkarlıkla. Hem de binlerce insan düşüncelerinden ötü­
rü hapishanelerde sonsuz sıkıntılar içindeyken.
E ğer soruna salt toplumbilimsel açıdan bakarsak, olayı anlamak
mümkündür. Geçen yıllarda Türkiye'de ö ğrenci hareketleri içinde lider
olarak gördü ğümüz gençlerden önemli bir bölümü, toplumun üst gelir
düzeyindeki ailelerin çocuklarıydı. Bir kısmı da yüksek bürokrat, subay,
öğ retmen vb. gibi orta gelir1 düzeyinde ailelerden geliyorlardı. Bu ço­
cuklar Türkiye'nin en iyi okullarında, Türkiye'nin verebileceğ i en iyi eğ i­
timi almışlardı. Ve öbür "lider niteliklerinden" ötürü, hareket içinde lider
olarak ortaya çıkmaları doğ aldı. Aynen yaşamlarının daha sonraki
aşamalarında farklı alanıarda başarılı olmaları ve öne çıkmaları gibi . Za­
ten Avrupa'da da ABD'de de buna benzer gelişmeler olmuştu. Anqak
Türkiye'deki gelişmelerin Avrupa ve ABD'dekl gelişmelerden iki nokta­
da önemli ölçüde ayrıldığ ını görüyoruz: Bunlardan birincisi, yeni ko­
numlarını içlerine sindiremeyen bu "eski gençler"in, geçmişlerini sürekli
sorgulamaları ve karalamaya çalışmalarıdır. İkincisi ise geçmişte genel­
likle devlet ve resmi kurumlarca örgütlenmeye çalışılan "sağ cı genç­
lik"in nispeten niteliksiz kadrolarının bugün kamu sektöründe kimi köşe
başlarını ele geçirmiş olmaları ve kadrolaşmalarıdır.
Soruna toplumbilimseı açıdan baktığ ımız zaman görüntü budur
ve bu görüntü enine-boyuna irdelenebilir. Ancak biz sorunu toplumbi-

19
!imsel açıdın değil, moral açıdan ele almak istiyoruz. Ve sorunu moral
açıdan ele almak istiyoruz. Ve sorunu moral açıdan ele aldığımız za­
man, sınıfsal bir çözümleme değil ister istemez bireysel bir yaklaşım
içinde oluyoruz.

Devrimin ne olduğ unu bilelim

Biz devrimi severdik-sevmezdik, seviyoruz-sevmiyoruz tartışması­


na girmek için önce devrimin ne olduğunu anımsamakta yarar ,var.
Devrim elbette, ellerindeki çakaralmaz tabancalarla devletin silahlı kuv­
vetlerinin üzerine gitmek değildi. Ya da kitaplardan öğrenilen bir işçi sı­
nıfı şablonuna Türkiye'deki işçileri uyarlayarak hayal kurmak da değildi.
Kapalı kapılar ardında karanlık pazarlıklar sonucu ortaya çıkan militan
bozuntularının dışında, hain provokasyonlarla kendini savunmaya zor­
lanan gençlerin anılarına elbette saygısızlık etmem. İnanç ve yurtsever­
likleri yolunda göğüslerinde kan çiçekleriyle binlercesini toprağa verdik
onların. Yaşayacakları ne kadar güze.1 şeyler vardı oysa. . . Ancak o kısa
ömürlerine sığdırdıkları heyecan, umut, mutluluk ve tatmini yaşayabil­
mek için kimi eski "omuzdaşlarının" ömürleri birkaç yüzyıl da olsa yet­
mez. Bu eski omuzdaşlar egemen sınıfın elleri kanlı temsilcilerinin
karşısında perendeler atarken, yaranmak için yaltaklanırken; mezarlar- .
da kemikleri sızlar mı acaba?
Devrim demek, bir toplumdaki siyasal ve ekonomik yararlanma
olanaklarının toplumun geniş kesimleri lehine hızla değişmesi demektir.
Siyasal alanda kararların alınmasında "katılımın" artması, ekonomik
alanda "paylaşımın" dengelenmesi, "fırsat eşitliğinin" verilmesi dernektir.
Ve kimileri ne derse desin, biz devrimi MI� çok seviyoruz, uğruna mü­
cadele ediyoruz ve çok özlüyoruz.
Bilen ve gören bir gözle bakıldığı zaman insanlık tarihi, ezen ve
ezilenin kavgasından başka bir şey değildir. Her şey ezen içindir, ege­
men olan içindir. En güzel sofralar da onlarındır, en yararlı kitaplar ve
bilgiler de onlar içindir, başkaları hakkında karar verme yetkisi de on­
lardadır. Ezilene ise sadece çalışmak düşer. İnsanlar demokrasiyle
kendi kendilerini (çoğu kez lafta) yönetmeye başladıkları zaman da du­
rum pek değişmemiştir. Kitle iletişim araçlarını ellerinde bulunduranlar
ve üretim araçlarının sahipleri, yani egemen sınıf, demokrasiyi de kendi
koydukları sınırlar içinde oynamak isterler. Toplumdaki temel ilişkileri
bozmayacak bir demokrasi. İşte devrimci olmak bu temel ilişkileri, bu
sömürü ilişkilerini bozmak için uğraşmak demektir. Ve kimileri ne

20
derse desin, biz devrimi hala çok seviyoruz, uğruna mücadele ediyo­
ruz ve çok özlüyoruz.

Egemenlerin etkili silahları

Rejimin adı demokrasi bile olsa egemen sınıfın elinde çok etkili si­
lahlar vardır. Her şeyden önce insanları satın alacak para vardır. İnsan­
ların bilinmeyen karşısındaki korkuları, yani din duygularının sömürüsü
vardır. Üstün ırk masalları vardır, ülke bütünıügünün tehlikeye düştüğü
yalanları vardır. Kitle iletişim araçları onların ellerindedir; oyunları vardır,
duzenleri vardır. Ve egemenliklerini tehlikede gördükleri an yapamaya­
cakları hiçbir şey yoktur. Yakın tarihe bir göz attığımız zaman açıkça
görülür ki, emekçi kitleler M zaman örgütlenmeye girişseler, ne zaman
kendileriyle ilgili kararları kendileri alma yolunda birkaç adım atsalar, bi­
linen senaryolar sahneye konur. Kanlı pazarların ardında da onlar var­
dır, 1 Mayıs 1 977'1erin arkasında da onlar vardır, Kahramanmaraş'ın,
Malatya'nın arkasında da onlar vardır. 1 933'te Reichstag'ı yakanlar da
onlardır. Allende'ye karşı kamyoncuların grevini körükleyenler de. Tür­
kiye'de hiçbir tutucu (muhafazakar) partinin toplantı ya da kongresi
devrimciler tarafından basılmamıştır. Oysa emekçi kitleler ne zaman
yasal sınırlar içinde örgütlenmeye çalışsalar, toplantıları "milliyetçilik
adına" basılır. Ve sonunda basanlar değil, basılanlar suçlu olur.
Biz devrimi hala çok seviyoruz ve uğruna mücadele ediyoruz.
Tam ve eksiksiz bir demokrasi içinde sorunlarımızı çözeceğimizi biliyo­
ruz. Beceriksiz ve basiretsiz kimi politikacıların ellerinde çarçur olan
ekonomik kaynaklarımızı geniş kitlelerin kararları çJoğrultusunda ve bu
kitleler lehine yeniden harekete geçirdiğimiz zaman, şimdiki sahte dar­
boğazların ortadan kalkacağına inanıyoruz. Bu toplumun yetiştirdiği
değerlerin emeklerinin ürünün bir avuç azınlık değil, yine bu topluma
yöneldiği zaman sözde bunalımların geride kalacağını biliyoruz.

Bize veda edenlere güle güle ...

İçimiz bu yolda yitirdiklerimizin acısıyla dolu. Ama bize veda


edenlere, üç kuruşa ve bir sırt sıvazlanmasına teslim olanlara da kız­
mıyoruz. Çünkü tarihi bilerek ve görerek okuyoruz ve onların bu alan­
daki ilk örnekler olmadıklarını da biliyoruz. Çünkü ulusun zengin bağ­
rından onlardan çok daha iyilerinin fışkıracağı günlerin sesini duyu­
·

yoruz.

21
Sahte ilişki, sevgi ve dostlukların: geçici doyum ve mutlulukların
kimi zaman özlem ve pişmanlıklarla da dolu yapışkan dünyasından
bize veda edenlere, güle güle. Biz devrimi Miti çok seviyoruz, uğruna
mücadele ediyoruz ve kazanacağımızı biliyoruz.

22
DEVRİMCİ KiMLiK VE DEVRiMCİ MÜCADELE

B undan bir süre önce yayımlanan "Biz Devrimi Çok Seviyoruz"


başlıkla yazım, beklemediğim derecede ilgiyle karşılandı. Toplumun
çok değişik kesimlerinden, hak etmediğim kadar övgü aldım. Ancak
bu arada 'devrim' tanımlamama karşı çıkanlar da oldu. Aslında bu tanı­
mı beğenmeyen kimi arkadaşlarım, yüz yüze konuştuğumuz zaman bir
başka tanım da veremediler. Kimileri, 'işçi sınıfı' falan diye bir şeyler
geveledi, ama eli yüzü düzgün bir tanım veren de çıkmadı. "Bir toplum­
daki siyasal ve ekonomik yararlanma olanaklarının, toplumun geniş ke­
simleri lehine, ani bir biÇimde değişmesine" devrim diyorum ve ısrar
ediyorum. Bu 'değişim' bir ihtilalle de olur, ihtilalsiz de olabilir. Kanlı da
olabilir, kansız da. Devrimin biçimini ülkenin nesne. koşulları belirler,
bazı 'aklıe .. ellerin' kafalarındaki modeller değil.
SSCBden esen Gorbaçov rüzgarları kimi kafaları karıştırırken;
yetmiş yılı aşan ve 2. Dünya Savaşı'nın acıları içinde pekişen bir birlik­
ten sonra Kafkaslardan ayrılıkçı sesler yükselirken; Baltık devletleri res­
men ayrılma talep ederken; Sosyalist Blok içinde çok partili rejim de­
nemeleri yaşanırken; Türkiye"de devrimci hareket bu gelişmeleri net
bir biçimde açıklamak zorundadır.

Türk solu ve sağlıklı adım


Her şeyden önce bu gelişmeler, diyalektiğe uygun gelişmelerdir.
Böylesine küçülen ve kitle iletişiminin geliştiği .b ir dünyada, belirli bir
düzeyin üstünde 'üreten' insanlardan, belirli bir düzeyin 'altında' tüket­
melerini isteyemezsiniz. Bu, 'ekonomik determinizme' de aykırı olur. Ve
eğer sosyalizm leninizmin dar ve köşeli gözlüğüyle görülmez, Lenin

23
düşüncesi sosyalizmin tek rehberi olarak değerlendirilmezse bu ge­
lişmeler pekala Marksizme de uygundur. Kaldı ki döneminin nesnel
koşullarını görmezden gelen Ortodoks Marksistlere zaman zaman en
sert eleştirileri getiren Lenin'in; 1 990'1arın dünyasında nasıl bir kuram
geliştireceği de pek bilinmez.
Türk solu, bu gelişmeleri açıklama konusunda çok zorlanıyor.
Çok sevdiğim, saygı duyduğum kimi lider konumlu arkadaşlarımız öy­
lesine yuvarlak açıklamalar getirdiler ki, ben ne demek istediklerini an­
layamıyorum. Benim anlayamadığım bu açıklamaları, acaba kimlerin
anlayacağını sanıyorlar da acaba kimler anlıyor? Oysaki devrimci mü­
cadelenin bundan sonraki adımlarını sağlıklı bir biçimde atabilmek için,
dünyadaki gelişmeleri net bir biçimde açıklamak gerekiyor.
Bilimsel sosyalizmin serpildiği 1 9. yüzyılın ikinci yarısının nesnel
koşulları incelendiğinde, günümüz dünyasıyla hiçbir benzerlik bulmak
mümkü., değildir. Tarım kesimindeki verim artışıyla; daha az sayıda in­
san, daha çok sayıda insanı doyurabilirken kentlere doğru hızlı bir iş
gücü akımı başlamıştı. Bu akım emek piyasasında bQy.ük bir arz fazlası
oluşturmaktaydı. Ve bu fazlalık. sınırsız bir emek sömürüsünün bas ne­
deniydi. O günlerin eğitimsiz. .b ilinçsiz, örg_ütsüz işçi sınıfının. gerçek­
ten 'zincirlerinden başka' yitirebileceği bir şeyi yoktu.
O günlerin devrimci mücadelesi, haklı olarak bir demokrasi müca­
dalesi idi. Gitgide artan sayıları ve olgunlaşan biliçleri ile emekçi kitleler
siyasal kararların alınmasına 'katılmak' ve böylece bazı 'haklar' elde et­
mek istiyorlardı. Çocuk ve kadın emeğinin kullanılmaması, belirli bir ça­
lışma süresi, insanca yaşayabilecek bir ücret, yıllık izin vb. gibi çok
masum haklar. .
İngiltere'de egemen sınıf b u talepleri oldukça barışçı b i r biçimde
karşılamaya çabalarken, Kıta Avrupası'nda bu taleplerin karşısına asker
çıkartılıyordu. En masum istekler ve talepler bir kan gölünde boğul­
maya çalışılırken devrimci mücadele de ister istemez silahlı bir müca­
deleye dönüşüyordu. Ancak düzenli ordular karşısında silahlı işçilerin
hiçbir başarı şansı yoktu. Paris Komünü bunun açık bir kanıtı oldu. Za­
ten 1 . Enternasyonal kaçınılmaz yenilgiyi baştan görmüş ve engelle­
meye çabalamıştı.
1 9. yüzyılın sonlarına gelinirken çığ gibi büyüyen emekçi kitleler
demokratik istemlerini (taleplerini) kabul ettirmeye başlamışlardı. Nüfus
içinde oranları çok yükselmişti ve gerek rasyonel ve gerekse insani
açıdan bu talepleri durdurmak mümkün değildi. Bu arada inanılmaz

24
zorluklarla siyasal örgütlerini oluşturmuşlar ve egemen sınıfların karşısı­
na 'birey toplulukları' olarak değil 'örgüt' olarak çıkmışlardı. Devlet belki
de 'egemen sınıfın baskı aracı' olarak kurulmuştu. Ancak işçiler bu
devleti barış içinde ele geçirecek gibiydiler. Koşulları iyi değerlendiren
2. Enternasyonal de bunu destekliyordu.
Birinci Dünya Savaşı'na bu hava içinde girildi. Kimi örgütlerin tüm
karşı çıkmalarına karşın, işçiler de cephelere koştular. Çünkü artık yiti­
rebilecekleri bir şeyleri, en azından umutları vardı. Zaten savaş sonra­
sında kurulan Milletler Cemi)'�ti ana ilke olarak şunu alıyordu: ." Evren­
sel barış. ancak sosvaı adalet üzerinde kurulat)iJir." �u arada tarihin te­
kerleğini geri çevirebileceÇıini sanan Rus Çarlığı tepetaklak devrilmişti.
İki savaş arasındaki dönem çok ilginç bir dönemdir. Demok­
rasinin işlediği her yerde işçi partileri iktidarı ele geçirirken. egemen sı­
nıflar yeni bir oyun tezgahıamışlardı: Faşizm. Gerçekten önce emekçi
kitleleri sokağa çeken egemen güç, ardından tutucu orduların gölge­
sinde egemenliklerini sürdürmenin yolunu bulmuştu.
Farklı toplumsal yapılanmalardan ötürü, Türkiye'deki gelişmeler
Batı'daki gelişmelere pek benzememektedir. Ancak Osmanlı İmparator­
luğu'nda da elbette egemen bir azınlık ve sümürülen bir çoğunlUk var­
dı. Ve Batıda kimi örneklerini gördüğümüz gibi, egemen azınlığın kimi
unsurları, 'daha geniş kitleler lehine' bazı değişiklikler yapmak istiyor­
lardı. Genç Osman'dan 3. Selim'e, 2. Mahmut'tan Tanzimata gelen bir
çizgi; 1. Meşrutiyet, 2. Meşrutiyet ve nihayet Cumhuriyete kadar ulaştı.
Biraz aşağıda değineceğimiz üzere kim ne derse desin, bunlar tarihi­
mizdeki 'ilerici' hareketlerdi, 'devrimci' . hareketle_r di. Ve bu hareketlerin
arkasındakilerin çabaları kimi zaman başarısızlıkla, kimi zaman geçici
başarılarla sonuçlandı. Ve nihayet Must?fa Kemal ve arkadaşlarının ,ça­
balarıyla kaiıcı bir başrcıya, Türkiye Cumhuriyeti'ne ulaşıl. d ı.

Bir değerlendirme fantezisi

İki çizgi arasındaki farK böylesine net ve açıkken, 1 960 sonraların­


da garip bazı açıklamalar yapılmaya başlandı. Türkiye'deki ilerici hare­
ketler halk desteğine sahip olmadıkları (aslında bu da tartışılabilir) için
'sağ', bunlara tepki olen hareketler de 'sol' sayılmak istendi. Mithat
Paşa sağcı, Abdülhamit solcu; İttihat ve Terakki sağcı, Hürriyet ve İtilaf
solcu, Cumhuriyet Halk Fırkası sağcı, Terakkiperver Cumhuriyet F ırkası
solcu oldu. Her türlü iletişim kanalları egemen güçler tarafından tıkan-
'


mış, eğitimsiz, bilinçsiz ve örgütsüz halkın, hareket içindeki varlık ya da
yokluğu; hareketin niteliğinin ölçüsü olarak alınmak istendi. Hele, he­
men her zaman din duyguları körüklenerek egemen güç tarafından bir
tepki biçiminde örgütlenen tutucu hareketler 'ilerici' ya da 'solcu' olarak
değerlendirilmek istendi. Hoş bir fantezi. .. Kafalarında Ortaçağ teokra­
sisinin karanlıkları hüküm süren insanların istekleri açıktır: Din devleti.
Ve istek böylesine açıkça ortada iken, bunu ilericilik adına alkışlamak
ahmaklık değil midir? (Bence istekte bulunanlar kendilerince haklı da
olabilirler. Ama bunu ilericilik adına alkışlamak ahmaklıktır.)
Türkiye'de devrimci hareket kendi sağlıklı çizgisinden uzaklaştık­
ça, garip zikzaklar çizmeye başlamış, devrimci mücadele karanlık yol­
lara sapmıştır. Türkiye'de herkesten çok devrimci hareketin sahip çık­
ması gereken Misak-ı Milli sınırlarını tartışma masasına getirmek is­
teyen, elleri kanlı katillerle ilercilik adına aynı masaya oturmak, ahmak­
lıktan da öte bir hiyanettir. Kundaktaki bebekleri ve iki büklüm yaşlıları
bile insan hafsalasanın almayacağı bir vahşetle kurşuna dizen bu in­
sanlık düşmanlarını, 'insan hakları' adına dinlemek; bu katillerin ırkçı­
şoven düşüncelerini sosyalizmin çerçevesinde değerlendirmeye çaba­
lamak Türk solu adına ayıptır.

Sonuç

Türkiye'de kimileri sol adına böyle ayıplar yaparken, elbette bir


bakan da TBMM kürsüsüne çıkarak '1930 gericiliğinden' söz edebilir.
Devletçilik gericilikmiş de, piyasa ekonomisi ilericilikmiş .. Sanki piyasa
ekonomisi 1930 öncelerinde yokmuşçasına. Sanki mütareke İstanbu­
lu'nda şimdi ilericilik olarak yutturulmak istenen 'herzeler' fink atmıyor­
muşçasına .. Ankara'da TBMM, bir kahveden ödünç alınan gaz lamba­
sının solgun ışığı altında emperyalizmle mücadelesini tüm mazlum
uluslar adına yürütürken, İstanbul'da komprador burjuvazi ve bunun
dış uzantıları el ele, kol kolaydılar. Ve Tür�:ye'nin nasıl paylaşılacağını
hesaplıyorlardı. Eğer bir ülkenin ekonomik lıağımsızlığını ortadan kaldı­
rarak o ülkeyi emperyalizme peşkeş çekmek ilericilik ise dünya üze­
rinde ve Türkiye'de bunun 'eski tüfeklerini' bulmak mümkündür. Ama
bunun adı ilericilik değildir.
Türkiye'de devrimci kimlik ve devrimci mücadelenin anahtarı M us­
tafa Kemal ve düşüncesindedir. Tıraş losyonu ve hacıyağı kokularının
karıştığı otel lobilerinden, Bekaa Vadisi"nin karanlık kamplarına uzanan
çizginin devrimci mücadelemizle hiçbir ilgisi olamaz. Aynen bu mü­
cadelede dolar ve rublenin geçmemesi gibi.

26
GÖNENCi PAYLAŞMAK

İ nsanoğ lunun eli kalem tutalıberi, çok değişik kimi düşünürler,


benzer bir toplum anlayışını dile getirmeye çabalamışlardır. Farklı
düşünürler "Organizmacı Toplum Anlayışı" diye adlandırılan bu görüşü,
elbette farklı yetkilerle ve daha da ilginç olarak farklı ve birbirine karşıt
amaçlarla ele almışlardır. Bu toplum anlayışı kimilerinin gözünde, "her­
kesin haddini bilmesi gereğ ini" sergileyen bir anlayıştır. Kimilerinin gö­
zünde ise "demokratik toplum anlayışının" başlangıcıdır. Zira insanların
aralarındaki karşılıklı gereksinimlerini açıkça ortaya koyar. Bu anlayış
kimilerine göre "herkesin yazgısına rıza göstermesi gereğ ini" açıklar; ki­
milerine göre ise "kimsenin kimseye üstün olmadı ğ ını".
Organizmacı toplum görüsünün genel mantı ğına göre toplum bir
insan vücuduna benzetilir. Bir insan vücudunda nasıl beyin, yürek, el,
kol, bacak vb. farklı organlar ve bunların farklı işlevleri varsa ve bunlar
birbirlerinin yerini alamıyorlarsa; insan topluluklarında da farklı amaçlar­
la ortaya çıkmış ve farklı işlevleri olan grupları vardır! isterseniz sınıflar
deyin. Ve nasıl insan vücudunda et beyne, beyin yüreğe, yürek dama­
ra, damar dokuya, poku kana vs. vs. muhtaçsa ve bunlardan birinin
yoklu ğ u halinde tüm organizma çöküyorsa; �opfumsal yapıda da farklı
işlevleri olan farklı organlar, aynı derecede birbirlerine muhtaç.t ır. Ve
şimdi sözü bu yazıda esas ele almak istediğ imiz konuya getirirsek el­
bette emek olmadan sermaye oluşamazdı ve günümüzde sermaye ol­
madan emeğ in veriminden söz etmek olanaklı değ ildir. Organizmacı
toptum anlayışını, tutucu - ırkçı bir modelin öncüsü yapmak isteyen ki­
mi "akl-ı eweller'', çeşitiı organları önemlerine göre sınıflandırmaya ça­
lışırlar. Örneğ in "Beyinle el-ayak bir tutulur mu, beyin olmasa bunlar ne
işe yarar'' derler. Doğ rudur. Anıa_ el-ayak ekmek bulup getirmese, beyin
nevıe beslenir acaba? Ya da yürek pompalamasa ve damarlar taşıma­
sa kan beyne nasıl ulaşır?

27
Kendini bilmezlik düzeyinde

Aslında ister insan vücudu olsun, ister toplum; çeşitli organların


farklı işlevlerinin önemleri arasında farklar olacaktır.· Ancak aklın kabul­
leneceği bir düzeyde! .. Bir organizma her şeyden önce dengeli bir bi­
çimde beslenmek zorundadır. "İnsan için en önemli organ karacigerdir"
diyerek, sadece karaciğeri besleyecek besinleri alıp öbür organları ih­
mal edemeyeceğimiz gibi; ya da bir başka organa kesin bir öncelik ta­
nıyamayacağımız gibi; toplumsal yapida da belirli işlevlere ve belirli
gruplara kesin bir öncelik tanıyamazsınız.
Son yıllarda Türkiye'de önce şımarıklık olarak karşımıza çıkan bir
olgu, artık kendini bilmezlik düzeyinde sergılenmeye başlandı: Serbest
piyasa ekonomisi ve bunun erdemleri. Sol ve demokratik muhalefetin
sesinin silah zoruyla kesilmesinden sonra başlayan ve Doğu Avrupa­
'nın kendilerine sosyalist sanını yakışır qören tek parti rejimlerinin çök­
mesiyle doruğa çıkan bu şımarıklık. artık bir histeri -krizine d"Onüşmüş
!:>ulunuyor.
Serbest piyasa ekonomisi, tam rekabet piyasasından ayrı
düşünülemez. Ve belki bir orarıda ABD dışında, dünyamızda tam reka­
bet piyasasının koşullarına sahip hiçbir piyasa yoktur. Doğu blokunda­
ki çözülmeyi de piyasa ekonomisi koşullarının işlememesi ya da emr­
dici merkezi planlamayla açıklamak mümkün değildir. Sorun, hızla kü­
çülen ve iletişimin çok ileri boyutlarda olduğu dQnyamızdaı insan
doaasının tüketici eğilimlerini ve kaprislerini görememekten kaynak­
ıanmıstır. Bu belki bir başka yazı konusu olabilir ama; sağlık, eğitim,
konut, ulaşım, sosyal güvenlik ve istihdam sorunlarını çözen bir düzen,
vatandaşlarına portakal ya da muz ya da hamburger yediremiyorsa,
bunun ederini (fiyatını) öder.
Neyse, biz yine organizmacı toplum anlayışımıza dönmeye ça­
lışalım. bundan bir süre önce, aralarında (bence) Türkiye'nin en önde
gelen iktisatçılarının da bulunduğu bir arkadaş grubuyla, tartışmalı bir
toplantı yapmıştık. Arkadaşların öl")emli bir bölümü, son yıllarda uygula­
nan enflasyonist politikalarla, ulusal gelirden alınan pay açısından, ta­
rım ve ücret kesimlerinin ufalmasını, buna karşılık sermaye kesiminin
palazlanmasının devletçe teşvik edilmesinin, doğal olduğunu ve bunun
"gelişmenin koşulu " olduğunu ileri sürüyorlardı.
Derken aralarından biri söz aldı ve konuşması sırasında " ... Zaten
az kazanandan az, çok kazanandan çok vergi alınması da haksızlıktır:

28
böylece çok çalışan cezalandırılmış oluyor ... " dedi. Ve o masa çevre­
sinde oturanların hiçbirinden tepki gelmedi. Hiç kimse bu mantığa itiraz
etmedi. Oysa günümüz dünyasında, hele sınai üretim ve ticaretteki ka­
zançlar bireyler, ya da onların çalışma saatlerine ve becerilerine bağlı
değildir. Bu alanlardaki kazançlar temel olarak, toplumsal örgütlenme
ve toplumsal birikimden gelir. Cebinizde bir milyar dolarla Tibet'e gitse­
niz, eger özel iletişim olanaklarınız yoksa, bir tek kuruş kazanamazsı­
nız. Dünyanın en acar dışsatımcısını, üretimi olmayan Afganistan'da
oturmaya zorlayın, sonra bakın ne kadar malın dışsatımını yapabilmiş.

· Sonuç

Toplum gerçekten bir canlının organizması gibidir. Her organın


önemi ve işlevi vardır. Ancak bu işlevler uyum içinde olursa vücut nor­
mal yaşamını sürdürür. Eğer bir organa arslan payını ayırır, öbür or­
ganların zayıflamasına yol açarsanız, dengeli bir gelişme bekleyemez­
siniz.
Elbette dünyanın hiçbir yerinde bu tür konularda kesin bir eşitlik
yoktur. Ama kaynakların dağılımı konusunda insaf denilen bir şey var­
dır, hak vardır, adalet vardır. Aslında insanlık tarihine baktığımız zaman,
genelde "hak sahibi" olanların ufak azınlıklar olduğunu görürüz. İnsan
olmakla hak sahibi olmak arasındaki koşutluk, ancak son birkaç yüzyı­
lın ürünü olmuştur. Ama insanlar bu noktaya kolay gelmemişlerdir.
Uzun kavgalar verilmiştir "hak sahibi olmak" ve "refahtan payını isteye­
bilmek" için.
Atalarımız, "Sevinçler paylaşıldıkça çoğalır, sıkıntılar paylaşıldıkça
azalır" demişlerdir. Gönenç de (refah da) bir sevinçtir. Paylaşıldıkça ço-
9a1ır. hele paylaşılmazsa,. irısanın başına bela olur.

29
İLERİCİ OLMAK ya da OLMAMAK

Bugünlerimizden gözlerimizi geriye doğru çevirdiğimiz zaman; 20.


yüzyılın başlarında siyasal sistem ya da siyasal ideoloji olarak, oldukça
net şeyler gözlenebiliyordu. Fransa Devriminden ve Fransa Devrimi
Kurucu Meclisinden kalan siyasal bir miras .:ılarak; mutlak monarşiden
yana olmak, '1utuculuk" (muhafazakarlık}'tu ve Kurucu Meclis kürsüsü
karşısında alınan yere göre "sağcılık" olaı ak adlandırılıyordu. M utlak
monarşiye karşı olanlar ise; aralarında ne denli büyük farklar olursa
olsun "solcu" idiler.
O dönemde, halk tarafından seçilen bir meclisin denetimindeki
bir monarşiden yana olanlar, genellikle "meşruiyetçi" olarak adlandırı­
lıyordu. Monarşileri tümüyle ortadan kaldırmak isteyenler, "cumhuri­
yetçiler''di. İşçi sınıfı hareketi içinde yer alanlar, genellikle "ihtilalci" ola­
rak adlandırılıyordu. İster monarşist olsun ister meşruiyetçi ve isterse
cumhuriyetçi, kendi ulus devletlerini kurmak için savaşım içinde olanlar
"ulusçular" ya da "yurtseverler'' olarak adlandırılıyordu.
Yirminci yüzyılda yıllar ilerledikçe bu kavramlar karışmaya başladı.
Zaten on dokuzuncu yüzyılın sonlarında karışıklık başlamıştı. Özellikle
işçi sınıfının bir çığ gibi büyüyen örgütlenmesi ve ideolojisi, eski d ün­
yanın oldukça net kavramlarını alt üst etti. il. Enternasyonal içinde azın­
lıkta olan "ihtilalci yol"; biraz 1. Dünya Savaşı koşullarının sonucu ola­
rak, biraz da lideri Lenin'in sezgileriyle Rusya'da iktidara geldi. il. Enter­
nasyonal içinde etkin olan "sosyal demokratlar'', kendi ülkelerinde etkin
olmak için, daha bir süre bekleyeceklerdi. Rusya'da çok abartılmış bir
jacobe���IJl:Çerçevesinde "özgürlük ortamını kurmak için" ve "sosyalist
devietin kurulması uğruna• eski monarşileri aratacak sertlikte bir totali­
tarizm uygulamasına geçildi. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği'nin
yapısı ve yüce amaçları elbette Çarlık Rusyası ile karşılaştırılamazdı,

30
ama Marks'ın öngördüğü "cennet" e benzer bir tarafı da yoktu. Aynı
dönemde Almanya ve İtalya gibi ülkeler 0'3 kendilerini faşizmin "sert"
kollarına terk etmişlerdi. 1 . Dünya Savaşı'n . sona erdiren anlaşmaların
ortaya çıkardığı paylaşım, pek çok ülkeyi mutlu etmemişti.

M. Kemal'in yarattığı model


Kitle haberleşmesini ve iletişimin hızla arttığı bir dünyada; emper­
yalizmin sultası altında bulunan ülkelerde de kıpırdanmalar başlamıştı.
Adı konulsa da konulmasa da "ulusal demokratik devrim" modeli Hk
uygulamasını Türkiye'de. Mustafa Kemal'in önderligiı:ıde bulmuştu. O
dönemin sömürgeleri, sömürge ülkelerinin aydınları tarafından heye­
canla benimsenen bu model, daha sonra Mao'da, sosyalizmin bir
aşaması olarak yeniden kotarılacaktır. Her ne kadar Lenin de "ulusal
sorun"a eğilmişse de, sorunu ele alış biçimi burada çok farklıdır. Ve
yine aynı dönemde ilginç bir, biçimde, kapitalist Avrupa'nın sosyal de­
mokratları, kendileri için istedikleri özgürlükleri, söz konusu sömürge
emekçileri için biraz lüks buluyorlardı. Aynen liberallerin, özgürlükleri
salt kendileri için istemeleri gibi.
Aslında bu yazı çerçevesinde amacımız, belirli kavramların son elli
yıl içinde geçirdikleri anlam değişikliklerinin üzerinde durmak değil:
Böyle bir amaç çok daha geniş boyutlu bir yaklaşım gerektirir ve belki
de okuyucuların çoğu için fazla ilginç de olmaz. Bizim buradaki amacı­
mız; günümüz dünyasında, daha doğrusu günümüz Türkiye'sinde yan­
lış kullanıldığına inandığımız bazı kavramları irdelemek olacak.
Bu konuda öncelikle vurgulamamız gereken husus, "ilerici" ve
"gerici" kavramlarının Türkiye'de genellikle anlaşıldığının tersine salt
dinle ilgili olmadığıdır. İlericilik ya da çıericilik sosvo-ekonomik ve siya­
_sal düzeyle ilgili . kavramlardır ve bu konuda din yaklaşımı oldukça ye­
tersiz kalır. Çok dindar birinin "ilerici" olması pek olası değildir, ama
dindar olmayan birinin "gerici" olması pekAI� mümkündür.

ileri bir toplumsal düzen için


Yine kavramlar arasında fazla kaybolmadan şunu söyleyelim ki,
ileri bir •sosyo-ekonomik ve siyasal düzen" tanımlanması fazla zor ol­
mayan bir olgudur. Toplumsal, ekonomik ve siyasal düzenleri tek tek
ele alırsak, konu çok daha kolay açıklanabilir.

31
Fırsat eşitliğinin olduğ u ve katmanlar arasında geçiş serbestliğ i
olan, ayrıca kalıtımsal ayrıcalıkların olmadığı bir toplumsal düzen, ileri
bir toplumsal düzendir. Fırsat eşitliğ inin olmadı ğ ı, katmanlar arasında
geçiş serbestliğ i olmayan ve kalıtımsal ayrıcalıkların kırılamamış olduğ u
toplumsal düzenler ise "geri" düzenlerdir.
Ulusal gelir paylaşımının en hakça yapıldı ğ ı, ekonomik fırsat eşit­
liğ inin var oldu ğu, insanların istihdam ve gelecek güvencesi içinde bu­
lunduğ u bir ekonomik düzen, ileri bir ekonomik düzendir. Alt ve üst
gelir grupları arasında uçurumlar olan; köşebaşları tutulmuş ve insanla­
ra güvence vermeyen bir ekonomik düL.en, geri bir ekonomik dü­
zendir.
Siyasal olarak en ileri düzen, siyasal katılımın en yaygın olduğ u
düzendir. Yöneticilerin, yönetilenler tarafından belirli süreler için seçil­
diğ i; özgür ve dürüst seçimlerin tam bir tırsat eşitli ğ i içinde gerçek­
leştiğ i; her türlü düşünceye iktidar yollarının açık tutulduğ u ve genel oy
ilkesinin kısıntısız bir biçimde uygulandı ğı bir düzen ...
Yukarda saydığ ımız toplumsal, ekonomik ve siyasal özellikleri her
yerde kolayca bulmak elbette mümkün değ ildir. Ancak "ilerici" olmak,
bunların amaç edinilmesiyle mümkün olabilir. Dindar olmanın ya da ol­
mamanın bunlarla hiç ilgili yoktur. Ancak yönetme yetkisinin Tanrı'dan
geldiğ ine inanan, rızkına rıza gösteren ve toplumsal yaşamın kuralları­
nın da Tanrı'nın kitaplarıyla belirlendi ğine inanan bir kişinin "ilerici" ol­
ması oldukça zordur. Yönetme yetkisinin Tanrı'dan geldiğ ine inan­
mayan, rızka rıza göstermeyen, çağ daş bir toplumsal düzen görüntüsü
arzulayan herkes "ilerici" midir? Elbette hayır.
İ lerici olmanın koşullarını, yukarıda el9 aldığ ımız bağ lamda ayrı
ayrı inceleyelim.

Tam bir katılım...


Sivasal bağ lamda ele alındığ ında ilerici olmak, tam bir katılıma
inanmak demektir. En ufak birimden başlayarak ülke yönetimine dek,
yönetenlerin yönetilenler tarafından belirlenmesi; yönetimde hiç kimse­
nin bir ayrıcalığ ı olmadığ ına inanılması demektir. Yani ulusal iradeye
inanılması demektir. Bunun ardında yatan yaklaşım; aralarındaki cin­
siyet, fizik ve zekA farkları ne olursa olsun, insanlar arasında salt insan
olarak doğ mu_ş olmaktan kaynaklanan bir "eşitlik" olduğuna inanmaktır.
Böyle bir inancın yokluğ u demek, insanlar arasında dereceleme yap-

32
mak demektir. İnsanların kendi çıkarlarını k ıllayamayacakları, çıkarları­
nın bilincinde olamayacakları ve bu çıkarlar doğrultusunda bilinçli bir
biçimde davranamayaçaklarına inanmak de.11ektir. Bu inanç ve anlayış
insanı ilk elde ,''elitist� bir yönetim biçimine götürür, ardından da ne ge­
leceği belli oımaı. Yaşanan toplumda böyle bir bilinçsizliğin gözlenme­
si, bu inancı haklı çıkaramaz. Bir ilericinin yapması gereken, bu olguyu
bir kader olarak kabul etmeyip değiştirilmesi yönünde çabalamaktır.
Zaten "ileriye doğru değiştirilebileceğine inanç" olmaksızın ilerici olmak
da mümkün değildir.
Ekonomik bağlamda ele alındığında ilerici olmak, toplumdaki kay­
nakların en etkin bir biçimde kullanılması ve yaratılan ürünün en hakça
bir biçimde paylaşılması demektir. Yani hem ekonomik büyümeyi ve
hem de dengeli bölüşümü sağlamak gerekir. Bu iki hedeften biri öbü­
rünün yerini alamaz. Eger bu iki hedeften biri öbürüne yeğlenirse, yeğ­
lenen hedef hangisi olursa olsun "geri" bir çizgiye düşülmüş olunur.
Toplumsal bağlamda ele alındığında ilerici olmak, kalıtımsal ve sı­
nıfsal ayrıcalıkların olmadığı bir düzeni hedeflemek demektir. Sınıf fark­
larının kalmadığı bir düzeni özlemek demeklir. Kendini, içinde yaşadığı
düzenin ve o düzenin insanlarının üstünde gören; başkalarında ol­
mayan niteliklerin kendinde olduğunu ''vehmeden" insanın ilerici olması
çok zordur. Aynen bilinç konusunda olduğu gibi, elbette her toplumda
insanlar arasında kültür, eğitim, zek� vb. farklılıkları bulunacaktır. Ancak
bu farklılıkları doğal bir olgu olarak "veri" kabul etmeyenler, bu farklılık­
ların ortadan kaldırılması için savaşım içinde olanlar ilerici olabilirler.

Sonuç

Dünyanın hiçbir yerinde yukarda seı:giled[ğimiz biçimleriyle. her


acıdan ileri bir duzen kuruıamamısıır. uzeııikle kurulu düzenlerin ayrıca­
lıklarından yararlanan egernen azınlıklar buna en_gel olmuşlardır. Ve in­
sanlık tarihi boyunca ileriye doğru at�an ner aaım nice kan ve can pa­
hasına atılabilmiştir. İlerici olmak, işte bu güç koşulları bilerek savaşımı
sürdürmek demektir. İnsan erdemine yakışır bir kavganın huzur ve
mutluluğu ile . .

33
EYLEM YAPMAK...

Türkiye İşsi Sendikaları Kontederasyonu'nun {Türk-İş), önce iç


bünyesinde derin tartışmalara yol açan bir dizi eylem kararı alması, da­
ha sonra bu kez daha derin yaralara yol açan bir biçimde bu eylemleri­
ni askıya alması, bizi "siyasal eylem" ve "işçi eylemleri" üzerinde biraz
daha metodolojik bir biçimde düşünmeye sevk etti.
Öncelikle şunu vurgulamak isteriz ki, işçi derken hiç kuşkusuz
salt Türk-İş bünyesinde ya da bir başka sendikada örgütlenmiş işçileri
kastetmiyoruz. İşçi dediğimiz zaman anladığmız, emeğini "yazılı", "söz­
lü" ve hatta "zımni" bir sözleşmeyle ve bir ücret karşılığında satan, sat­
mak isteyen ve satmaya hazır bulunan herkesi kapsayan bir tanımdır.
Bu tanım çerçevesinde işçi, siyasal yaşam içinde elbette hem vatan­
daş ve hem de genellikle seçmen niteliklerini de taşıyacaktır.
Ve yine bu anlayış çerçevesinde düşündüğümüz zaman, işçi ey­
lemleri "sendikal" ve "sendikal yaşam dışında" olmak üzere iki ana grup
içinde ele alınmalıdır. İşçinin sendikal yaşam dışındaki siyasal eylemle­
ri, elbette bir "vatandaş" olmasının getirdiği haklar arasında düşünülme­
lidir. Ayrıca, gerek sendikal ve gerekse sendikal yaşam dışındaki ey­
lemleri "yasal" (legal) ya da "yasadışı" (illegal) olabilir ki; yeri geldiği za-
·

man bu husus üzerinde de ayrıntılı bir biçimde duracağız.

İşçi ve yapabileceği eylemler


İşçinin sendikal çerçevede ve yasal sınırlar içinde yapabileceği
eylemler de iki grup içinde ele alınabilir. Bunlardan birincisi, "toplu­
sözleşme düzeni içindeki" eylemleridir; ikincisi ise "toplusözleşme dü­
zeni dışındaki" eylemleri. Ancak hangi gruptan olursa olsun, biraz
aşağıda sıralayacağımız eylemleri yasalar engeller ise o zaman "yasa­
dışı", illegal eylem yapılmış olur.

34
Toolusözlesme dJJzeni Jcinde ınırçekleştirilebilecek eylemler ara­
sında şunları sayabiliriz: iş yavaşlatma, orev. hak ı;ırevi ve d&)!anı.şma
g_revi.
İş yavaşlatma, özellikle toplusözleşme öncesinde ve toplu­
sözleşme görüşmeleri sırasında kullanılan bir eylem biçimidir. Toplu­
sözleşme hükümlerinin uygulanmaması dur1.1mlarında, bir tür hak grevi
biçiminde de uygulanır.
Grev, işçilerin toplu bir biçimde işi bırakmaları ve üretimi engelle­
meleridir. E ğ er salt toplusözleşme görüşmelerindeki bir uyuşmazlıktan
kaynaklanıyorsa, buna grev denir. E ğ er böyle bir uyuşmazlık söz ko­
nusu de9 ilse ve işi bırakma, yürürlükteki tooıusözlesmenin isci lehine
olan hükümlerinin uygulanmamasını protesto. ı.eın yapılıyorsa buna hak
�revi denir ve nih�vet eger i�i bırakma, salt aynı işkolunda, ya da farklı
i_şkollarında prev yapan oaşka iscileri desteklemek icin yapılıyorsa. bu­
na da dayanışma grevi adı verilir.

Grev

Grev, işçi sınıfının toplumsal, siyasal ve ekonomik yaşamındaki


en güçlü silahıdır. Ancak işi bırakmanın bir grev sayılabilmesi için üreti­
min durdurulabilmesi gerekir. E ğ er işveren yasalarda antidemokratik
hükümler koydurabilmiş ve bunlara sığ ınarak, bir kısım _işçiler greve
çıkmışken üretimini sürdürüyorsa, böyle bır greve "enayi ç:ırevi" denil­
mesini uygun buluruz. Buna karşılık hiç kimse o işyerinde çalışmak is­
teyenlerin haklarından söz edemez. Zira, bir işyerinde grev ancak o
ışyeri işçilerinin çoğunluğu isterse uygulan.r ve eğ er azınlı ğın hakları,
çoğunluğun ı;.ıkarlarıyla çakışıyorsa; azınlık haklarının feda edilmesi,
hem aklın ve hem de demokrasinin gereğ icir.
İşçilerin �endikal çerçeve içinde, ama toplusözleşme düzeni
dışında yapabilecekleri eylemleri de dört grup içinde toparlayabiliriz:
- P;otesto, uyarı bildirisi vb. gibi eylemler.
- Açıkhava ve kapalı salon toplantıları, miting vb. eylemler.
- İş yavaşlatma.
.;.. Genel grev.
Bu eylemlerder. iş yavaşlatma, biraz yukarda değ indiğ imiz gibi
tuplusözleşme düzeni ve hedefi içinde olabileceğ i gibi bu çerçeve
ılı.ında da kullanılabilir. Örneğ in sürekli enflasyonu protesto için sendi-

35
kalar, iş yavaşlatma çağrısında bulunabilirlrr. Benzer gerekçeler genel
grev için de söz konusudur. Ancak unutul "laması gereken bir husus,
genel grevin çok dikkatli kullanılması gereken bir silah olduğudur. Zira
kim ne derse desin. aeneı arev sivasaı amacı olan bir eylemdir ve öy­
lesine bir silahtır ki; bir kez çektikten sonra yerine .Koymak mümkün
değildir. Ya karşınızdakini vurmak zorunda kalırsınız, ya da kurşunu al­
nınızın ortasına yersiniz. Bu nedenle genel grev öyle uluorta ağza alı­
nacak bir eylem türü değildir.
Protesto, uyarı bildirisi, açıkhava toplantısı, kapalı salon toplantısı
vb. gibi eylemler; sendikal yaşam içinde, yani sendikaların öncü-_
lüğünde olabileceği gibi hiç kuşkusuz sendikal yaşam dışında, başka
örgütlerce de yapılabilirler. Sendikalı bir işçi, sendikasının düzenlediği
bir toplantıya katılabileceği gibi hiç kuşkusuz bir siyasal partinin, ya da
bir başka örgütün düzenleyeceği toplantıya da katılabilir. Ancak birinde
örgüt üyesidir, öbüründe ise vatandaş.

Yurttaş olarak katılablleceklerl eylemler


Dikkat edilirse yukarıdan beri sıraladığımız tüm eylemleri sendikal
yaşam içindeki yasal (legal} eylemler olarak sıraladık. Gerçekten bun­
lar, yasalar herhangi bir engel getirmedikleri için ve getirmedikleri süre­
ce yasal eylemlerdir. Eğer yasalar engel getirirse, o zaman yasadışı {il·
legal) olurlar. Ancak günümüz dünyasında adına demokrasi dediğimiz
rejim içinde bunlar yasal eylemlerdir. Bu konuda 1 982 Anayasası çer­
çevesinde oluşturulan hukuk mevzuatı, adamakıllı ilginç bir "yasaklayı­
cı" mevzuattır. iş yavaşıatmadan, hak grevine; dayş.nışma grevinden,
genel greve kadar hemen her şey yasaklandıktan ve belki bir başka
yazımıza konu olabilecek şekilde grev yapmaya da mantık dışı engeller
getirildikten sonra sendikalara ve sendikacılara siyaset yasagı da geti­
rilmiştir. Tabii bu yasak havada kalmaya mahkum bir yasaktır. Zira
sendikalara siyaset yasağı getirmekle, siyasal partilere siyaset yasağı
getirmek arasında temelde hiçbir fark yoktur. Başta işçi sendikaları ol­
mak üzere tüm "baskı grupları" siyaset yap:nak için vardırlar ve var ol­
dukları sürece de siyaset yapacaklardır.
Ama toplumun tüm zinde kesimlerini siyasal yaşamın dışına sü­
rerek, kahrolası bir bezirgan dtltanini mutlak egemen kılmak isteyen
çarpık bir mantık, sendikalara siyaset yapmayı yasak edermiş.. Ne
gam!

36
İşçiler, sendikalarının dışında ''Vatandaş" olarak da eylemlere katı­
labilirler. Buna bizim yasalarımızın bile engel olmaması gerçekten dik­
kate değer. Ama herhalde uygulanan ekonomik politikalar sayesinde
işçilerin siyasetle uğraşacak halleri kalmaz diye düşünmüş olsalar ge­
rektir. İşçiler, siyasal partilere üye olabilirle: , üye olmaksızın bir partiyi
destekleyebilirler. Aynı biçimde öbür demok. ratik derneklere ve meslek
kuruluşlarına da üye olabilirler, bunları destl:!Kleyebilirler. Hatta yaptırım­
larını gözleri yiyorsa, yasadışı örgütlere de katılabilirler. Ancak bu tür
örgütler en çok zararı, savundukları ilkelere veıdiklerinden; eğer işin
içinde bir provokasyon numarası yoksa, bu tür örgütler pek de tavsiye
edilmez ...
İ şçiler neden eylem yapar? İşçiler neden eylem yapmalıdır? B u
soruların yanıtı genel çerçevede hiç kuşkusuz tektir ve kısa bir yanıttır:
Sofralarındaki ekmeği büyütmek için.
Zaten siyaset de bunun için yapılmaz mı? Siyaset, bir toplumdaki
kaynak dağılımını belirleyecek mekanizmayı ele geçirme, ya da elde
tutma kavgası değil midir? Demokrasi de bu kavganın örgütlü bir bi­
çimde ve yasalar çerçevesinde yapılmasından başka bir şey midir?
İşçiler de elbette ekmeklerini büyütmek için eylem yapacaklardır.
"Piyasa ekonomisinde fiyatlar sunum ve istemin (arz ve talebin)
kesiştiği noktada belirlenir" diye kargaların bile güldüğü bir efsane var­
dır. "Emek piyasasında emek arzı fazla olduğu zaman emeğin fiyatının
düşmesi serbest piyasa ekonomisinin gereğidir, devlet buna müdahale
etmemelidir" gibisinden inciler döktüren yazarlarımız da vardır. Ancak
kaderin ilginç bir cilvesi ile aynı yazarlarımız; işverenler sıkıntıya düş­
tükleri zaman, cıerek ithalat yasaklarıyla, gerek düşük faizli kredilerle,
gerek de başka desteklerle devletin müdahalesini isterler. Gerekçe,
"ulusal servetin yitirilmemesi"dir. Bu beylerin karları ulusal servettir de,
işçinin alınteri gayri-ulusal _alınteri midir? Devlet ve devletin olanakları
salt beylerimizin gül hatırları için mi vardır?

Çaresiz kalmak!
İşçi eylemlerinin yukarıda vurguladığımız "sofradaki ekmeği büyüt­
mek" dışında kısa dönemli başka hedef ve talepleri de olabilir. Bunlar
arasında "moral kazanmak", "eylem yapabileceğini göstermek", "yöne­
tim ve taban arasındaki dayanışmayı sergilemek" gibi amaçlar ilk akla

37
gelenler oluyor. Ama Türk-İş'in eylem kararlarının ardında bir neden
daha görüyoruz: ·��r�siz kalm ak!" Kimse çaresiz bırakılmamalıdır. Ça­
resizlik insanları çok uçlara itebilir. Bu eylemler, şu ya da bu nedenlerle
ertelenebilir, ama bir şeyler yapabilinmesinin inar.cı ve başarmanın
umudu, insanların yüreğini sürekli yakan bir alev olur.

38
11 - KEMALİZM DİYE, DİYE
KEMALİZMİN ÖZÜ

Son altmış senelik tarihimizde gerek överek, gerekse yererek en


çok kullanılan sözcük hiç kuşkusuz "Kemalizm"dir. Ya da herkesin ken­
dince bir Kemalizm anlayışı vardır. Ama çoğu kez bunu kullananlar ne
olduğunu açıklamazlar. Aslında "Kemalizm" adını Türkiye Ulusal Kurtu­
luş Savaşı'nın Başkumandanı ve Türkiye Cumhuriyeti' nin Kurucusu
Mustafa Kemal'den alan bir ideoloji ve doktrindir. Eğer ideoloji "bir
kişinin kafasında sistemleşmiş dünya görüşü" olarak tanımlanırsa, Ke­
malizm'de fazla bir sistemleşme olmamakla birlikte, ortamına göre fark­
lı bir dünya görüşü getirdiği kesindir. EiJer doktrin, "dar kaosamlı ve
eyleme dönük bir ideoloji" olarak tanımlanırsa ki: tanımlanması gerekir,
Kemalizmin aynı zamanda bir doktrin olduğuna kuşku yoktur.
Kemalizmin genellikle 20. Yüzyılın sömürge yönetiminden yeni
kurtulan ya da, kurtulma aşamasında olan ülkelerinde "Batı'ya dönük
aydınlarının, asker sivil bürokratlarının" bazen de adını koymadan be­
nimsedikleri bir ideolojidir. Kemalizm özde "halka rağmen halkçı; y�rı
totaliter'' bir ,;ejim ortaya çıkartır. Daha sonraları Orta Doğu ve Afrika'da
kimi zaman "Nasırizm" adıyla ortaya çıkan "ilerici askeri yönetimler" as­
lında Kemalizmin derin izlerini taşırlar.
Yüzeysel bir bakış Kemalizmi "tutucu" bir ideoloji olarak değerlen­
dirir. Oysa ki içinde oluşturduğu ortam gözönüne alınırsa, özellikle Tür­
kiye örneğinde Kemalizmin "devrimci - ilerici" bir ideoloji olduğu kolay­
ca anlaşılabilir.
Kemalizm her şeyden önce Tanrısal kökenli "monarşik iktidara"
karşı, halk egemenliği kökenine dayanan ye da en azından bunu savu­
nan ''temsili" bir iktidardır. Unutmamak gereKir ki; Kemalizmin uygulan­
masının yapıldığı ülkeler, kentsoylusu (burjuvazi" ve proletaryası
oluşmamış, çoğunlukla az gelişmiş tarım ülkeleridir. Bu ülkelerde, tımı

41
anlamıyla bir •sınıf' sayılmasa da, •asker - sivil bürokranan daha dev­
rimci hiç bir sınıf yoktur. Kaldı ki; sınıf, "aralarında çıkar birliği ve ortak
beklentiler olan; benzer yaşam koşullarını ;Jaylaşan ve yaklaşık gelire
sahip insanların oluşturdukları grup" olarak tanımlandığı zaman, "asker
- sivil - bürokrasi" pekala sınıf olarak da ele alınabilir.
Kemalizmi, sağlıklı bir şekilde anlayabilmek için, "Osmanlı İmpara­
torluğu'nda Tanzimatla birlikte başlayan "Batılılaşma" çabalarını ve bu­
nun ardındaki sınıfsal dürtüleri iyi anlamak gerekir. Bunu anlamak için
de Osmanlı Toplumunun sınıf yapısı başlangıcından itibaren ele alın­
malıdır.
Biz burada önce Osmanlı İmparatorluğu'nun sınıf yapısını, özellik­
le "Kapıkulu'' açısından inceledikten sonra "meşru iktidarın kaynağı" ko­
nusundaki görüşleri anahatlarıyla inceleyec ığiz. Daha sonra Türk Ulu­
sal Kurtuluş Savaşının gerçekleştiği ortamı ve aşamalarını, son olarak
da Kemalizmin uygulama ilkelerini ve uygulc masını ele alacağız.
"Kapıkulu" Ortaçağ'dan bu yana Türk ısıam devletlerinin kuruluş,
gelişme, çöküş ve yeniden örgütlenme süreçlerini incelediğimiz zaman
ortak bir olgu olarak karşımıza çıkar. Başlangıçta halk, yani çoğu kez
göçebe olan aşiretler bir devlet kurmakta ve daha sonra çevre ulusları
egemenlikleri altına alarak büyümektedir. Kurulan bu devlette zaman
içinde "merkez", yani bey ya da sultan, ya da imparator, devletin yöne­
tim görevleri için bir "kapıkulu yaratma" işlemine başlamaktadırlar. Tüm
Ortaçağ Türk - İslam devletlerinde gördüğümüz ortak olgu şudur ki;
kapıkulu yaratılmasının ana nedeni, merkezin iç ve dış düşmanlarına
karşı koyabilmek için elinin altında kendisine sıkı bir şekilde bağlı, dü­
zenli bir kadro bulundurulması dileğidir.
Kapıkulu genellikle yeni fethedilen ,va da eskiden fethedilmiş olan
topraklarda yaşayan "gayrimüslimlerin", ya da farklı etnik grupların üye­
lerinin çocuklarının alınarak, küçük yaşta b•r tür beyin yıkama ve eği­
tilme programının uygulanmasıyla, yaratılm:ıktaydı. "Merkez"e körü kö­
rüne bağlı olacak bir şekilde yetiştirilen bu '"kullar'', askeri ve yönetim­
sel kadroları oluştururlardı. Köksüz bir sınıf olan, dahası özellikle kök­
süz bir sınıf olmasına çabalanan kapıkulunun tek yaşama şansı ve ala­
nı, "merkez"in emirlerine böyle körükörüne başeğmesine bağlıydı; ya
da buna inandırılmış durumdaydılar.
Tüm bu söz konusu imparatorluklarda halk, yani çoğu kez gö­
çebe aşiretler; tek merkeze bağlı düzenli askerleri olan kapıkulu

42
karşısında yenilmeye mahkumdu. Zira toplu.nda kapıkulu dışındaki un­
surlar arasında bir iletişim olanağı yoktu.
Halkla kapıkulu arasında diğer tüm Or·açağ Türk - isıam devletle­
rinde görülen bu çatışma, Büyük Selçukı,ı İmparatorluğunda Sultan
Sencer zamanında en üst düzeyine çıkmış ve devletin kurucusu duru­
munda olan Türkmen kabilelerinin kimi başarıları ve dahası bir ara Sel­
çuklu İmparatoru Sultan Sencer'i tutsak almalarına karşın, sonunda ye­
nilmeleriyle sonuçlanmıştı. İşte bu yenilgi çoğunlukla Oğuz boylarından
oluşan Türkmen kabilelerin Irak üzerinden Anadolu'ya doğru ilerleme­
lerine yol açtı. Anadolu Selçuklularını güçlü bir imparatorluk olarak
doğuran tarihsel nedenlerin en önemlilerinden biri bu olmuştur.
Büyük Selçuklu İmparatorluğu bünyesinde ortaya çıkan "kapıkulu
- halk" çatışmasının bir benzeri Anadolu Selçuklu Sultanlığı bünyesinde
de ortaya çıkmış ve bu çatışma sonucu Türkmen kabileleri, Anadolu'­
nun batısına, "uç"lara doğru ilerlemeye başlamışlardır. Konya Selçuklu
Sultanlığı, Moğolların Anadolu'yu istila etmelerinden sonra iyice zayı­
flayınca; uç'lara doğru ilerleyen kabilelerin kurmuş oldukları beylikler
ve bu arada Osmanlı Beyliği bağımsızlıklarını ilan etmişlerdi.
Osmanlı İmparatorluğu'nda "kapıkulu yaratma" işlemi, daha Sultan
1 . M urad zamanında başlamıştı. Ancak bu "kapıkulunun gelişmesi ve
iktidara tek başına hakim olması, Sultan il. Mehmed (Fatih) zamanın­
da mümkün olmuş ve İstanbul'un fethedilmesinden sonra merkez yö­
netiminde Türkmen Kabilelerin ve Ahi'lerin son temsilcisi Başvezir Çan­
darlı Halil'in asılmasıyla, Osmanlı İmparatorluğunda dörtyüz seneden
fazla sürecek olan, kapıkulunun mutlak egemenliği başlamıştır.
Aslırı:la "kapıkulu" ile göçebe Türkmen aşiretlerinin Osmanlı İmpa­
ratorluğu dönemindeki en_önemli çatışması Yıldırım Beyazıt'ın amcası­
nın oğlu Mustafa Çelebi ile il. Murad'ın yapmış olduğu Ulubat Sa­
vaşıdır. Bu savaş dış görünüşte olduğu gibi şehzadelerin arasında bir
taht kavgası değil, Mustafa Çelebi ordusunda yer almış bulunan 'ikuru­
cu unsurlarla", yani Türkmenler ve Ahi'lerle; il. Murad ordusunu oluştu­
ran "kapıkulu" arasındaki "varlık ya da yokluk" kavçıasıdır. Savaşı k.aza­
nan taraf egemenliği kesinlikle ele geçirmiş olacaktı ki, bu savaşı o
günlerin sosyo-ekonomik koşullarının kaçınılmaz bir sonucu olarak il.
M urad'ın ordus•J, yani k'a pıkulu kazanmıştır.
Kemalizm ideolojisine yol açacak olan bünye değişimi ve bununla
ilgili kimi olguları görmeden önce, şimdi Osmanlı İmparatorluğu'nda ilk

43
biçimiyle kapıkulunun nasıl oluştuğunu ana çizgileri ile saptamamız ge­
rekir.
Kapıkulu önceleri savaşlarda tutsak edilen küçük yaştaki Hıris­
tiyan çocuklardan oluşturulurdu. Bu tutsak çocuklar önce Rumeli Müs­
lüman - Türk köylü ailelerinin yanına verilerek az bir ücretle hizmet etti­
rilir, İslam gelenek ve davranış kalıplarını öğrendikten sonra; ilk kez
Gelibolu'da açılmış olan Acemi Ocağı'na bir akçe gündelikle gönderilir­
di. Bu çocuklar daha da sonra iki akçe gündelikle Yeniçeri Ocağına alı­
nırdı.
Daha sonraları ise savaşlarda tutsak t�dilen çocuklarla yetinilme­
diğini, İ mparatorluğun "Gayrimüslim" tabası arasından bu tür çocuk­
ların toplandıklarını görüyoruz. "Devşirme Yöntemi" adı verilen bu yön­
temi de anahatlarıyla görmemiz gerekir.
Devşirme işi, "yaycıbaşı" ya da "turnacıbaşı" adı verilen özel gö­
revlilerle yapılırdı. Bunlar belirli zamanlarda Hıristiyan tebanın yaşadığı
köyleri tarar ve uygun durumdaki Hıristiyan köylü çocuklarını toplarlar­
dı. Bu devşirme sırasında gözönüne alınan koşullar arasında çocuğun
sağlıklı görünmesi, akıllı olması, kent ya da kasabalarda yaşayarak gö­
zünün açılmamış olması, herhangi bir sanat sahibi olmamış olması, ai­
lesinin tek erkek çocuğu olmaması gibi noktalar sayılabilir.
Devşirilen bu çocuklar da Müslüman Türk köylü ailelerinin yanına
verilir ve buralarda Türk - İslam geleneklerini öğrendikten sonra Acemi
Ocağına gönderilirlerdi. Bunlar arasında yetenekli görülenlerinden bir
kısmı "iç oğlanı" olarak Saray'a alınır ve geı ıye kalanlar Acemi Ocağın­
dan sonra Yeniçeri Ocağına kaydolurlardı. Saraya iç oğlanı olarak alı­
nanlar ise, "Enderun" adı verilen saray okulunda ondört sene sürecek
olan yoğun bir eğitimle yetiştirilirler ve imparatorluğun yönetimine ha­
zırlanırlardı.
Böylesi bir "kapıkulu" yaratmanın mantığında yatan husus, "mer­
kez"in kendisine körü-körüne bağlı bir güç ve yönetim aygıtı yaratma
dilek ve çabasındaydı. Eski ilişkilerinden ve kökeninden kesin olarak
kopartılan kapıkulunun "nefes alabileceği" ya da böyle sandığı tek alan
İmparatorluğun yönetim felsefesiyle sınırlandırılmış ve kuralları saptan­
mış bir alandı. Kapıkulunun zaten bu kurallara uyacak bir şekilde seçil­
miş olması bir yana, kesin bir koşullandırma söz konusuydu. Bu sınır­
ların dışında hiç bir yaşama umudu olamıyacağına inandırılmışlardı.
Gene bu arada birkaç satırla "ilmiye" sınıfının durumunu da ortaya
koymak gerekir. Ortaçağ'dan beri Türk - İslam Medresesi her zaman

44
halka açık ve halka dönük bir nitelik göt�ermiştir. Hiç kuşkusuz "il­
miyeyi bir bütün olarak ele almak mümkün değildir ve bunun türlü sa­
kıncaları olabilir. Ancak tümünde ortak olan bir nokta vardır ki; bu ortak
nokta, az yukarıda değindiğimiz gibi "ilmiy<ınin" toplumun alt kesimle­
rine açık olması ve ilmiye üyelerinin halkla doğrudan ilişkilerinin kesil­
memesidir. Geçmişi ile tüm bağları kopartılan ve bir imparatorluk an­
layışıyla yoğrulan "kapıkulu"nun aksine, "İlmiye"nin geçmişi ile bağları
tüm canlılığı ile sürmüştür. Kaldı ki; bu konuya biraz aşağıda gene
değineceğiz. Ancak şimdiden ileri sürebileceğimiz şekilde, Osmanlı İm­
paratorluğunda sık sık görülen "Kapıkulu - Halk" çatışmasında, ilmiye
halkın yanında _yer almış ve özellikle hakimiyetin tümüyle kapıkuluna
geçtiği bir ortamda "kadı silsilesi" ve bunun yönetim merkezi olan "ka­
zaskerlik" ile, halkın sözcüsü durumuna airmis ve bu sözcülük ve tem­
silcilik işlevini y.üzyıııarca sürdürmeyi başarmıştır.
Aslında bu konuyu biraz daha açmak gerekir. Zira Kemalizmin
özünü anlayabilmemiz için, kesinlikle doğr:; yorumlamamızı gerektiren
Osmanlı toplum yapısının çözümlenmesinin başka yolu yoktur. ·

M edreselerde de yenileşme çabalarına ve bu konuda 29 Eylül


1 914'de çıkartılan "Medreseleri Düzeltme Yönetmeliği"ne (lslah-i Meda­
ris N izamnamesi) biraz aşağıda değineceğiz. Fakat burada vurgulama­
mız gereken tüm sözkonusu çağlar boyunca Osmanlı Medreselerinden
çıkanların durumu ve toplum içerisindeki yer ve işlevleri olacak.
Osmanlı medresesinin üç türlü ürünü vardır: Kadılar, imamlar ve
müderris adayları. Kadılar, merkezde kazaskere bağlı gibi görünmek­
teyseler de aslında bağımsız ve yöre halkının istemine bağlı durumday­
dılar. İmamlar ise merkezdeki şeyhülislamın denetiminin tümüyle dışın­
daydılar. Mt:!dreselerin genellikle vakıflara bağlı olduğu ve bu vakıflara
devletin el atmaktan şiddetle kaçındığı da düşünülürse, bu grubun
merkez denetiminden ve denli uz�k olduğu kolayca anlaşılır. Gerçek­
ten kapıkulu medre,peye sızamamış; temel olarak vezirler, defterdar,
nişancı ve kazaskerden oluşan vsmanıı uıvanınaa KazasKeri sat dışı
edememiş, daha doğrusu kazaskerlik makamını ele geçirememiştir.
Halkın temsilcisi ve sözcüsü durumuna giren "kadı" ile, bir noktada ka­
pıkulunun temsilcisi olan "subaşı" arasındaki bölgesel düzeydeki ça­
tışmaların belgeleri, karşılıklı "şikayetnameler" olarak arşivlerimizde bu­
lunmakta ve yuk::trda belirlediğimiz noktaları doğrulamaktadır.
Burada Osmanlı İmparatorluğu'nun din anlayışı üzerinde de bir
parça durmamızda yarar vardır. Yaygın bir anlayışa göre Osmanlı İm-

45
paratorluğu katı bir şeriat devleti sayılır ve bJ anlayış tartışma dışı tutu­
lur. Oysa bu anlayış oldukça hatalıdır. _Özellikle kuruluş döneminde Os­
manlı İmparatorluğunda bir "şeriat devleti"rıin özellikleri pek görülme­
mektedir. Yeni fethedilen topraklarda "gayriı nüslimler" için din değişme
(ihtida) zorlanmamakta ve geniş bir din özgürlüğü tanınmaktadı r ki; bu
nokta aslında Osmanlı başarısının temt* nedenlerinden biridir. Hele
"kamu sorunları" söz konusu olduğunda, şeriat kuralları adamakıllı zor­
lanabilmektedir. Sultan 1 . Selim'in (Yavuz) hilafeti alması ve hilafet ma­
kamını İstanbul'a taşıması da bu olguyu uzun süre değiştirmemiştir.
İşte bu yapı içinde Osmanlı İmparatorluğu genişler ve büyürken,
tüm siyasal güç kapıkulu ve kapıkulunun başı olan "sultan"ın elinde
toplanmış durumdaydı. Halkın bu birleşim ve yönetim karşısındaki tutu­
mu genel bir biçimde "ilgisizlik" olarak adlandırılabilir. Bu dönemde hal­
kın dayanağı durumunda, zaten köken olarak kendinden olan "ilmiye"yi
görüyoruz. Burada ayrıntılarına girmemiz mümkün olmayan, "tımar _s is­
temi" adını verdiğimiz Osmanlı toprak düzeni, sermaye _ R.trikiryıine ola­
nak vermediği için, kentsoylu (burjuvazi) oluşmamış_ ve "Mesı<ez'.'in gü-
cüne ortak olma, ya cıa bu gOcü kısıtlama" dilekleri ortay�"çıkmamış�
_

1 8. Yüzyılın sonlarına dek süren bu durum, İmparatorluğun geri­


leme devrine girmesiyle değişmeye başlam ıştır. Avrupa'da yeni gelişen
bir sınıf, kentsoylu, "sanayi devrimi" adı verilen bir devrimin öncülüğü­
nü yaparken Batı'nın "altyapı"sı değişmeye başlamış, oysaki Osmanlı
İmparatorluğu bu gelişmenin dışında kalmıştı. Bu olgu bir yandan da
çok önemli bir başka gelişmeye yol açmıştır. Bu gelişme Osmanlı İm­
paratorluğu'nun çoğunlukla "gayrimüslim" tebasının yaşadığı Avrupa
topraklarında önemli ölçüde toprak kayıplarının olmasıydı. Oysaki bu
bölgelerdeki toprak kayıpları aynı zamanda söz konusu topraklardan
kaynaklanan kapıkulunun kaynağının kuruması demekti.
Bir yandan kapıkulu kaynağının kuruması, öte yandan Batı'nın
teknik gelişmelerine ayak uydurulamaması, İ mparatorluk "merkezini"
yeni önlemlere itti. "Devşirme" olanakları ortadan kalkmakta olduğuna
göre, yeni bir kapıkulu türü oluşturmak zorunluluğu vardı. İşte bu an­
layış çerçevesinde, bir yandan Avrupa'nın değişik ülkelerine öğrenciler
gönderilirken, bir yandan da İmparatorluk içındeki sivil ve askeri görev­
leri üstlenmek üzere yeni bir kapıkulu yetiştirecek okullar açıldı. Hiç
kuşkusuz bu okullar "Batı Modeli'ne göre açılmıştı ve dahası kimi öğre­
ticileri Batı'dan getirilmişti. Ayrıca bu okullar kapıları M üslüman - Türk
unsurlara da açtılar.

46
O döneme dek sarsılmaz bir "saray . kapıkulu" birliği varken ve
bu birlik tüm siyasal güce tartışmasız bir biçimde sahipken, artık yeni
bir kapıkulu türü ortaya çıkıyordu ki; buna ·:.ısapı�ulunun bünye değiştir­
mesi" adını vereceğiz. Kemalizm işte bünyesi değişen bu yeni k(!pıku­
lunun ideolojisi ve uygulaması olarak k(!fŞ!nıızıı çıkacC!ktır.
Batı tipi öğretim kurumları açmanın ve Avrupa'ya öğrenci gönder­
menin mantığında yatan "Batı'nın teknik ve biliminin" öğrenilmesi ve bu
tekniğin İmparatorluk içinde de uygulanaraı,, geri kalmışlıktan kurtulun­
ması idi. Oysaki gelişmeler beklenenlerin oldukça dışında oldu.
' .·Önce, Avrupa'ya gönderilen qğre.nciler Batı'nın tekniği yerine .sos­
yal ve siyasal kurumlarını öğrendiler ve. benimsediler. Bu kurumları or­
taya çıkartan altyapıyı, yani ekonomik yapıyı hiç gözönüne almadan,
Batı'nın sosyal kurum ve davranışları benimsenir ve Padişah'ın mutlak
otoritesinin kısıtlandığı meşruti bir siyasal sisteme geçilirse, sorunların
çözümlenebilecegini sandılar. Batı'ya gönderilen bunca öğrenci arasın­
da, çağın yaygın düşüncesi Marksizm'le ilgilenenlerin azlığı da şaşırtıcı­
dır. Ancak gönderilen öğrencilerin sınıfsal konumları düşünülürse, sa­
nıyoruz bu sonuç olağan karşılansa gerekir.
İ mparatorluk içinde açılan "askeri ve sivil" okullarda okuyanların
durumları da pek farklı değildi. Bu okullardan çıkan "yeni kapıkulu�· ya
da, "asker - sivil bürokrat" da sorunun çözümünü, Batı'nın sosyo-kültü­
rel ve siyasal kurumlarının benimsenmesinde görüyordu.
Her iki grup için ortak olan bir başka olgu da, yepyeni bir
düşünce akımının etkisiydi: .u ıusçulu.k . Gerçekten Fransız Devrimi'ni iz­
leyen yıllarda, tüm Avrupa'yı bir fırtına gibi saran ve "ulusal devletlere"
temel olan bu görüşün ardındaki ekonomik ilişkiler ve sınıf yapısı Os­
manlı İmparatorl�ğunda olmamakla birlikte. bu "Yeni Kapıkulu" ulusçu
düşüncelere yatkın bulunuyor, fakat ne tür bir ulusçuluk yapacağını bi­
lemiyordu. Bu duygu, özellikle İmparatorluğun Rumeli topraklarında et­
kin ve yaygındı. Zira Batı'yla çok sıkı bir iletişim içindeydiler.
Gene bu arada, tarihin akışı içinde "me.drese"de nitelik değiştir­
meye başlamıştı. Ge�iş halk kitleleriyle a�asındaki bağ ve yakınlığın
süregelmesine karşın, kendini yenileyememiş ve bir noktada zamana
ayak uyduramamıştı. Kendi önermek zorunda kaldığı "durağan dünya"
yerine, yaşamın zorl.::ıdığı "hızla değişen dünya" önerisinin ardında
Batı'nın ekonomik ilişkilerini değil; ..Batı'nın Sosyal ve kültürel ve siyasal
kurumlarını gördü ve bunlara düşmSln oldu.

47
19. yüzyılın ürünü olan "Osmanlı aydını" ve yeni oluşan "sivil - as­
ker bürokratı", Batı'yı model almıştı. Ancak Batı'ya dönük olan yüzünü
sınıfsal köken olarak içinden geldiğ i "halk"a çevirememiş, kendi halkına
yabancılaşmıştı. "Merkez" ya da "saray", imparatorluğ u devşirme kapı­
kuluyla yönetirken, halkın gündelik yaşamından pek etkilenmiyor ve
karışmıyor, buna karşılık Celali Ayaklanması vb. gibi bir takım olaylar
ayrı tutulursa, halktan da yoğ un bi.r. tepki görmüyordu. Oysaki yeni
oluşan kapıkulu, yani "asker sivil bürokrat ' halkın yaşantısını değ iştir­
mek istiyor, kendini bu yolda görevlendirmiş sayıyordu.
19. yüzyıl, bir yandan kapıkulunun bünyesinin değ işimine sahne
olurken, bir yandan da Osmanlı toprak düzeninin hızlı ve köklü bir bi­
çimde değ işimine sahne oluyorduu. Gerçekten, kişilerin toprak sahibi
olmalarına olanak tanımayan Tımar sistemi, merkezin zayıflamasına
bağ lı olarak çözülme sürecine girmiş ve topraklar üzerinde hızlı bir
"mülkleşme" başlamıştı. Gene aynı şekilde ·merkezi otorite"nin zayıfla­
ması, bölgesel otoritelerin ortaya çıkmasına yol açmıştı.
1. Meşrutiyet öncesinde Osmanlı İ mparatorluğ u içindeki sınıfları
ya da katmanları şu şekilde gruplandırmamız mümkündü:
- "Saray"a pek çok bakımlardan ters düşmüş, "halk"tan gelme ve
fakat bu halktan kopmuş; "Batı"ya dönük, yeni oluşmaya da başlamış
"sivil - asker bürokrat" kadro ve bunların değ işik okul ve kurumları,
- Çağ ın çok gerisinde kalmış ve kendıni yenileyememiş olmasına
karşın, halkın gündelik yaşamındaki önemli etkisini sürdüren "medre­
se".
- Genellikle toprakların mülkleşmesine bağ lı olarak ve merkezin
zayıflamasına koşut ortaya çıkan ve dileklerini "saray"a sırasında zorla
onaylatacak derecede güçlenmiş bir toprak ağ aları grubu, "ayan" ve
bölgesel otor�eler, "eşraf'' .
- Güç kaynaklarını ve toplum içinde otoritesini önemli ölçüde yitir­
miş bir "merkez" ya da "saray".
Sultan 2. Abdülhamit kurnaz bir padişahtı. Osmanlı - Rus savaşını
bahane ederek 1. Meşrutiyet'in ortaya çıkardığ ı Meclisi kapattıktan son­
ra, "saray"ı yalnızlıktan kurtarma çabasına girişti. Batı'nın etkisindeki
"asker - sivil" bürokrattan birşey bekleyemıyeceğ inin bilincindeydi. Ve
bu durumda Abdülhamid "din" ve "medrese"ye ağ ırlık verdi. Böylece
hem bir anlamda kendisini ortadan kaldırmak isteyen ya da en azından
yetkilerini sınırlandırmak çabasında olan "asker - sivil bürokrasiye" karşı

48
"halkı desteğini" sağlamak, hem de "panisl;,mizm" ile İmparatorluğu bir
süre daha yaşatmak amacındaydı.
Gerçekte Batı'nın "ulusçu" düşüncelNi, İ mparatorluğun Rumeli
topraklarında ortaya çıkardığı yıkıcı ve parçalayıcı etkiyi, İmparator­
luğun M üslüman hakları, özellikle Araplar üzerinde de duyuruyordu.
Batılı emperyalist devletlerce de özendirilen bu akımları, "halifeliğini" de
kullanarak engelleyebileceğini umuyordu. Ancak gene değinilmesi ge­
reken ilginç bir nokta, Sultan Abdülhamit'in bu çabalarının yanısıra
"medreseyi" ve düzenlemek için çabalaması ve Batıcı düşüncelere kay­
naklık eden laik "askeri - sivil okulların" sayısını artırma çabasında ol­
masıydı. Tüm bunların yanısıra Osmanlı İmparatorluğu'nda imalat sa­
nayiine geçilmesi konusunda ilk ciddi girişimler yine Abdülhamit döne­
minde olmuştu. Fakat kapitülasyonların etkisiyle, fabrika üretimi
karşısında tutunamayan Osmanlı el imalatının, şimdi bir sanayi imalatı
biçimind,e canlandırılması son derece zordu.
Tüm bu gelişmelerin sonucunda 1 9. yüzyılın sonlarında ve 20.
yüzyılın başlarında Osmanlı imparatorluğu'nda sınıfların, ya da katman­
ların gruplaşması iki cephe biçiminde kesin durumunu aldı:
- Bir yanda, "saray", "eşraf" bunların destekledikleri "medrese" ve
düzenin "meşruiyet kaynağı" olarak "din" ve tarilsel olarak bunlara bağlı
olan halk;
- Öte yanda kendinde toplumu değiştirme görev ve yetkisini gö­
ren "asker sivil bürokrat.·
"Asker - .sivil bürokrasi" özellikle "İttihat ve Terakki" çerçevesinde
örgütlendikten sonra, tekrar anayasal bir düzene dönülmesi konusun­
da büyük bir savaşıma girişti. Toplum içinde bir ' azınlık" olmalarına
karşın, topluriı içindeki hemen tüm dinamik kesimlerin desteğjni
taşıyorlardı.
İşte bu koşullar altında 2. Meşrutiyete gelindi. Sultan 2. Abdülha­
mit artan baskılar ve ayaklanma olasılıkları karşısında Anayasayı yeni­
den yürürlüğe sokmak zorunda kaldı.
Bu arada dünya emperyalist güçleri, surekli bir paylaşım savaşımı
içindeydiler. İngiltere, Rus Çarlığı karşısındc. Osmanlı imparatorluğunu
ayakta tutmak ve böylece Hindistan yolunu Rusya·nın etkisinden koru­
mak . amacındayken, yeni o1uşan emperyalist bir güç, Almanya; i ngilte­
re'ye egemenliğinin simgesi olan açık denizlerde zorlamaya baŞıamıştı.
İşte bu gelişmeler kaçınılmaz bir biçimde 1 . Dünya Savaşına yol aça-

49
cak ve Osmanlı İmparatorluğu Almanya'nın yanında savaşa katılacak­
tır. Bu savaşa katılma Osmanlı İmparatorluğu için "sonun başlangı­
cıdır."
Osmanlı İmparatorluğu 1. Dünya Savaşı'ndan yenilgi ile çıkınca
İmparatorluk parçalanmaya başlandı. Zaten daha savaş sürerken kAğıt
üzerinde paylaşım yapılmış ve uzlaşmaya varılmıştı. Ancak İtalya'nın
Batı Anadolu üzerindeki emelleri İngilt ere'nin fazla işine gelmediğinden,
buralarda güçlü bir İtalya'yı görmektense, kendi denetimindeki bir Yu­
nanistan'ı yeğledi ve Yunanistan'ı Batı Anadolu'ya işgal konusunda
destekleyerek bir oldu-bitti yapmaya çabaladı. Bu davranış Balkan Sa­
vaşlarından beri dövüşmüş ve yorulmuş olan bir ulusun yaralanan
onuru ile yeniden silAha sarılmasına ve savaşacak güç bulmasına yol
·

açacaktır.
İttihatçılar, yani "asker-sivil bürokrasi" gene Batı'da gördükleri mo­
dele uygun olarak halkı "politize etmeye" çabalamışlardı. Bundan da ol­
dukça başarılı sonuç . aldılar. Ancak gene Batı'da gördükleri üzere bir
"kapitalist sınıf" �aratma konusunda başarısız kalmışlardı. Gerçekten
sanayileşmiş Bati toplumu, bu kalkınmışlıgını kapitalizme borçluydu ve
bunu gözleyen "asker-sivil bürokrasi"de, Osmanlı İmparatorluğu'nda
burjuvanin olmayışının nedenleri üzerinde fazla düşünmeden burjuva­
ziyi, devlet eliyle yaratmaya uğraşmıştı ki; aynı çabayı Cumhuriyet oö­
neminde de göreceğiz.
Savaştan yenilgiyle çıkılması "asker - sı11il bürokrasi"nin siyasal ör­
gütü olan İttihad ve Terakki Partisi'nin lider kadrosunun ülke dışına
kaçmasına neden oldu. Gerçekten bu lider kadrosu kendi bilgi, inanç
ve görüşlerinin doğrultusunda özveri ile çabalamışlar, ancak tarihsel
koşullar karşısında kaçınılmaz bir biçimde yenilmişlerdi. Artık meydan­
dan çekilmeleri gerekiyordu.
Eğer savaştan yengi ile çıkan emperyalist devletler; yani İngiltere,
Amerika Birleşik Devletleri, Fransa ve İtalya, Osmanlı İmparatorluğu'na
Almanya ve Avusturya - Macaristan İmparatorluğuna besledikleri kadar
"sempati" duysalardı ve küçük de olsa bağımsız meşruti bir monarşi
olarak yaşama fırsat ve olanağını verselerdi, belki de tarih çok başka
bir biçimde yazılırdı. Fakat hiç kuşkusuz gene tarihsel bir dizi neden­
den ötürÇ . "müttefiklerin" böyle bir düşünceleri olması mümkün değildi.
Ve biraz yukarda belirtmiş olduğumuz gibi; Yunanistan'ın Batı Anado­
lu'ya çıkartılması Anadolu halkının yeniden silaha sarılmasına yol açtı.
Kaldı ki; Doğu Anadotu'da Ermenilerle çatışma durumunda olan ordu-

50
lar da zaten silahlarını bırakacak fırsat bulaınamışlardı. Osmanlı toplu­
munun tüm 'zinde güçleri", İttihad ve Terakki içinde örgütlenmişlerdi.
Yenilgiyle biten savaş ve lider kadrosunun kaçması üzerine bir dağınık­
lık ortaya çıktı. İşte bu dağınık güçleri toparlayacak ve halkı yeniden si­
lahlı bir savaşım için örgütleyecek, yeni ve yıpranmamış bir isim ortaya
çıktı: Mustafa Kemal.
Aslında Mustafa Kemal yeni bir isim değildi. Tüm askerlik yaşamı
süresince çok başarılı bir kumandan olarak görülmüş; veliahtken Vah­
dettin'le birlikte Almanya'ya gitmiş ve başkomutanlık dışında, orduda
en yüksek düzeyde, "ordular grubu" düzeyinde komutanlık yapmıştı.
Mustafa Kemal'in lider kişiliği, ikinci planda kalacağı bir İttihad ve Te­
rakki içinde yer almasını engellemişti. Ve bu yüzden de tartışılmaz li­
der olan Enver Paşa ile kişisel anlaşmazlığı ve sürtüşmesi vardı ki; bu
sürtüşme de hiç kuşkusuz her ikisinde de oulunan lider kişiliklerinden
kaynaklanıyordu.
Mustafa Kemal'in askerlik yaşamı sürekli başar;:arla doluydu ve ö­
zellikle Çanakkale savaşlarındaki başarıları hafızalardan silinmemişti.
İşte bu koşullar altında yenilmiş bir ordunun •ordular grubu komutanı•
sıfatıyla İstanbul'a döndüğü gün, ilginç bir raslantıyla resmen işgal edil­
memiş olmasına karşın, emperyalist devletlerin savaş gemileri İstan­
bul' a gelmişlerdi.
Mustafa Kemal, İstanbul'da hiçbir eyleme girişilemiyeceğinin bilin­
cindeydi. Bu arada Sultan Vahdettin'in •ordu müfettişi' sıfatı ve kendini
valilere emir verecek yetkiyle
ı
donatarak, olağanüstü görevle Anado-
lu'ya göndermesi tam aradığı fırsattı. Mustafa Kemal Anadolu'ya geçer-
ken Yunanistan, İzmir'e asker çıkartıyor; Anadolu ve Rumeli'nin değişik
yerlerinde "Müdafaai Hukuk Cemiyetleri' oluşturuluyordu. Bu cemiyet­
lerin kurucuları, aslında "İttihatçı'lardan başkası değildi. Önceleri "İttihat
ve Terakki" içinde örgütlenniş bulunan Osmanlı Aydını, ya da •asker -
sivil bürokratı• bu kez de "Müdafaai Hukuk Cemiyetleri" içinde örgütle­
niyordu.
Sultan Vahdettln'in. Mustafa Kemal'i böyle "olağanüstü yetkilerle"
donatarak Anadolu'ya gönderirken, ulusal bir direniş örgütleyeceğini
bilip - bilmediğini tartışmak anlamsızdır. Ancak İngilizlerin' ağır baskıla­
rıyla, Mustafa Kemal'e geri dönmesini bildirdiği açıktır. Mustafa Ke­
mal'in buna yanıtı ordudan ayrılmak ve sivil bir kişi olarak, "ulusunun
sinesinde" savaşını sürdürmek lo.ararıdır.

51
Mustafa Kemal Anadolu'da kurulmuş bulunan direniş örgütlerini
"Anadolu ve Rumeli M üdafaai Hukuk Cemiyeti" adında bir tek örgüt
içinde toplayarak, Erzurum ve Sivas Kongrderini yaptıktan sonra, Ana­
dolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti "Heyeti Temsiliye Başkanı"
olarak ve Erzurum Milletvekili Ankara'ya Jeldi gerçekten bu arada
İstanbul'la yapılan görüşmeler sonucunda tüm İ mparatorlu k içinde se­
çimlere gidilmesine karar verilmişti ve seçimler yapılmıştı.
Yapvan seçimlerden sonra oluşacak Meclis'in İstanbul dışında
toplanmasını isteyen, ancak bu konuda İstanbul'u ve diğer kumandan­
ları ikna edemiyen M ustafa Kemal bu seçimlerde Erzurum M illetvekili
seçilmişti. Zaten seçimleri çoğunlukla "Müdafaai Hukuk Cemiyeti"
adayları kazanmışlardı.
M ustafa Kemal, İstanbul'a gitmeyi sakıncalı buldu. Müttefiklerin bu
meclisi uzun süre yaşatmıyacağına inanıyordu. Ancak arkadaşlanndan
M eclis içinde bir "Müdafaai H ukuk Grubu" oluşturmalarını istedi, fakat
bu grubun kurulması başarılamadı.
Meclisin toplanmasından bir süre sonra müttefiklerin İstanbul'daki
"fiiri" işgalleri 16 Mart 1 920'de "resmi" bir işgale dönüştü. Daha önce,
"Misak-ı Milti'' adıyla, Osmanlı İmparatorluğu'nun ödün vermesinin
mümkün olmadığı sınırları belirleyen Osmanlı Mebusan Meclisi,
başkentin işgali ve kimi milletvekillerin Meclis'ten zorla alınarak tut. ık­
lanması ı üzerine, Meclis işgal kuwetlerince kapatılmadan, toplan­
tılarına "ara verme" kararını alarak dağıldı.
Zaten bundan bir gün sonra Mustafa Kemal, Meclis'i yeni seçile­
cek üyeleriyle birlikte Ankara'da toplantıya çağırmıştı. Bu yeni meclis
23 Nisan 1 920'de açılacak ve çalışmalarını sürdürecektir.
Kemalizme olanak hazırlayan, ya da Kemalizmi zorunlu kılan tarih­
sel gelişmeleri böylece ana hatlarıyla belirledikten sonra, şimdi Kema­
lizmin ilkelerine geçebiliriz: Kemalizmin Ulusa! Savaşım sürerken üç te­
mel ilkesi vardı. Bunlar, tam baÇJ ımsızlık, halkçılık ve halk egemenliği
idi. Cumhurivet kurulduktan sonu::ı�veni bir düz.e.nleme'l]e Kemalizmin il­
keleri. Cumhurivet Halk Partisi'nin altı okurıaa aııe geleceği üzere;_ @i­
klik, cumhuriyetçilik, devrimcilik, devletçilik. uıusçuıuk ve halkçılık ola­
rak belirlenecektir. AncaK bunlara geçmecıen önce Mustafa Kemal'in
"meşrutiyetÇi" yönü üzerinde bir parça durmakta yarar vardır.
Gerçekten Mustafa Kemal. yaşamının hemen hiçbir döneminde
"meşrutiyet sınırları" dışına çıkmamış; ancak bunu zaman zaman zorla-

52
mıştır. Anadolu'ya çıkarken, meşru iktidar olan Sultan Vahdettin'in tan­
rısal meşruiyetinden kaynaklanan bir yetki ile donanmıştı. Ordudan ay­
rıldığı zaman ise tüm halkı temsil ettiği savunulabilecek olan "Müdafai
Hukuk Cemiyetinin" temsil kurulunun başkanı sıfatını taşıyordu. Hele
Ankara Büyük Millet Meclisi açıldıktan sonra, tümüyle halktan kaynak­
lanan meşru bir iradeye dayanmış oluyordu. Bu Meclisin başkanının
aynı zamanda "devlet başkanı" işlevini de üstlenmiş olmasını anımsat­
makta yarar vardır.
Birinci Büyük M illet Meclisi içinde iki yrup vardı. Daha sonraları
"Müdafaai Hukuk Grubu" adını alacak olan Mustafa Kemal'in liderliğin­
deki 1 . Grup, yapılan savaşımın, halk iradesine dayanan yeni bir devle­
tin de savaşımı olduğunun tam bilincinde olmasalar bile farkındaydılar.
Aynı olgunun farkında olan "2. Grub" ise bu savaşımı, tutsak bulunan
halifenin kurtarılması savaşımı olarak değerlendirmek eğilimindeydi.
Gene anımsamakta yarar vardır ki, Müdafaai Hukuk Grubu daha son­
raları, "Halk Fırkası", "Cumhuriyet Halk Fırkası" aşamalarından geçerek .
"Cumhuriyet Halk Partisi" adını alacaktır. Çoğunlukla ''asker - sivil
bürokratlardan" oluşan bu grubun karşısındaki 2. Grub ise çoğunlukla
"ilmiye mensuplarından" oluşuyordu. Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte
lstanbul'un kozmopolit çevrelerinin de destegiyie önce "Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası" adıyla ortaya çıkan bu grup, Şeyh Sait İsyanı ne­
deniyle bu partinin kapatılması üzerine uzun bir süre örgütlenmeyecek;
daha sonra "Serbest Fırka" adıyla ve bu kez Mustafa Kemal deneti­
miyle yeniden ortaya çıkacaktır. Fakat Serbest fırka'nın gördüğü
olağanüstü ilgi, bu partinin de kapatılmasına daha doğrusu kendi ken­
dini kapatmasına yol açacaktır.
Birinci Büyük Millet Meclisi içindeki iki grup, kurtuluştan sonraki
düzen .konusunda köklü ve temelli bir anlaşmazlık. içindeydiler ama,
"bağımsızlık" konusunda tam •
bir anlaşma içindeydiler.
"Tam bağımsızlık" (İstiklali! tam) diyordu Mustafa Kemal, "bizim
bugün üstümüze aldığımız görevin temel ruhudur. Bu görev tüm ulusa
ve tarihe karşı üstlenilmiştir. Bu görevi üzerimize alırken, uygulanabilir­
liği konusunda kuşkusuz çok düşündük. Fakat sonunda vardığımız ke;ı­
nı ve iman, bunda başarılı olabileceğimiz şeklinde oldu .. Biz yaşamak
isteyen, onur ve şerefiyle yaşamak isteyen bir ulusuz. Bir hataya bağlı
olarak bu nitelikten yoksun kalmaya tahammül edemeyiz. Bilge, cahil,
ayrıcalıksız ulusumuzun tüm ögeleri, belki içinde bulunan koşulların
zorluğunun tümüyle bilincinde olmadan, bugün salt bir nokta çevre-

53
sinde toplanmış ve fakat sonuna kadar kanını akıtmaya karar vermiştir.
O nokta; tam bağımsızlığımızın sağlanması ve sürdürülmesidir.
Tam bağımsızlık denildiği zaman, elbette siyasal, parasal, iktisadi,
adli, askeri, kültürel vb. her konuda tam bağımsızlık ve tam bağlan­
tısızlık (serbesti) söz konusudur. Bu saydıklarımın herhangi birinde ba­
ğımsızlıktan yoksunluk, ulus ve ülkenin gerçek anlamıyla tüm bağım­
sızlığından yoksunluğu demektir."
Biraz yukarda, Kemalizmin Ulusal Savaşım içinde üç temel ilke­
sinden söz edilebileceğini belirtmiş ve bunların; "tam bağımsızlık", "halk
egemenliği" ve "halkçılık" olduğunu vurgulamıştık. Mustafa Kemal'in
tam bağımsızlıkla ilgili görüşlerini özetle gördükten sonra şimdi de
"halk egemenliği" ilkesine geçebiliriz.
Osmanlı İmparatorluğu daha y ukarda belirttiğimiz gibi, başlangıç
dönemlerinde tam bir şeriat devleti sayılamamakla birlikte sonuç olarak
İ mparatorluğun Tanrı egemenliğine d�?n�n l:>ir rno_narşi olduğuna
kuşku yoktur. Egemenlikle ilgiİitemel görüşleri daha geniş bir biçimde
laiklikle ilgili açıklamalarımız sırasında ele alacağımız için burada ayrın­
tıya girmek istemiyoruz.
Ankara Büyük Millet Meclisi toplandığında, üyelerin bir kısmı bu
meclisin işlevinin salt tutsak bulunan Halifenin ve "Hilafet Makamının"
kurtarılması olduğunu düşünüyorlardı. Diğer bir kısım üyeler ise artık
yeni bir devletin kuruluşunun başladığının bilincindeydiler. Zaten M us­
tafa Kemal, daha sonraları Cumhuriyet'in ilanı sırasında Osmanlı İmpa­
ratorluğunu'nun İstanbul'un işgal edildiği gün tarihten silinmiş olduğu­
nu savunacaktır.
Halk egemenliği ilkesi 1921 Anayasasının 1 . Maddesinde en açık
bir biçimde görülmektedir: Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur: İdare
yöntemi, halkın geleceğini doğrudan .doğruya ve gerçekten (fiili) yönet­
mesi temeline dayanmaktadır.
Gene aynı Anayasanın iki ve üçüncü maddeleriyle "halk egemen­
liği anlayışı belki de biraz aşırı biçimde yorumlanarak, tüm yetkileri
Büyük Millet Meclisinde toplamaktadır: "Yürütme gücü ve yasama yet­
kisi ulusun tek ve gerçek temsilcisi olan Türkiye Büyük Millet Mecli­
sinde gerçekleşir ve toplanır." (Mad. 2) .
"Türkiye Halk Hükümeti Büyük M illet Meclisi tarafından yönetilir ve
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti adını taşır .. " (Madde 3).

54
Burada çok ilginç olan nokta Anayasa görüşmeleri sırasında,
Büyük Millet Meclisi Hükümetini hilafetin kJrtarılmasına kadar yaşaya­
cak bir kurum olarak değerlendiren İkinci Grup üyelerinin, tüm yetkile­
rin halk egemenliğini .temsil eden Büyük Millet Meclisi'nde toplanması
konusunda çabalamalarıdır.
Bu konudaki tartışmalar yürütmenin nasıl belirleneceğinin saptan­
ması sırasında, bakanların seçimi söz konusu olduğunda yoğun­
laşmıştı. Bu grup, bakanların Millet Meclisi üyeleri arasından ve tek tek
seçilmelerini istiyor ve seçilen bakanların da gene Millet Meclisine karşı
tek tek sorumlu olmalarını savunuyordu. Sanıyoruz buradaki temel
kuşkuları, "yürütmenin başı" olacak kimsenin yetki ve sorumlulukları
arttırılırsa, bir devlet başkanı niteliğine ulaşacağı ve bundan kolay kolay
vazgeçemeyeceği idi. Fakat ne tür endişe ve kuşkularla yola çıkılmış
olunursa olunsun, sonuçta halk egemenliğinin gerçekleşmiş olduğu
!3ül'QK Millet Meclişi tüm yetkileri kendine tgplamış "diktatör bir meclis"
olarak Ort§'a çıkmıştır.
"Halkçılık" ilkesi ise "Ulusal Savaşım Dönemi" ile Cumhuriyet dö­
nemi arasında açık farklılıklar gösteren ve oldukça belirsiz bir kav­
ramdır.
1 921 Anayasasının Mustafa Kemal taı afından Büyük Milllet Mec­
lisi'ne sunulan ilk taslağında iki ve üçüncü maddeler şu biçimdeydi:
''Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, yaşam ve bağımsızlığını
kurtarmayı tek amaç bildiği halkı emperyalizmin baskı (tahakküm) ve
zulmünden kurtararak, yönetim egemenliğinin sahibi kılmakla amacına
ulaşacağına inanmaktadır." (Madde 2).
''Tür.kiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, ulusun yaşam ve bağım­
sızlığına yönelen (suikast eden) emperyalist ve kapitalist düşmanların
saldırılarına karşı korunma ve dış düşmanlarla işbirliği ederek ulusu al­
datmaya ve karıştırmaya çalışan iç hainleri cezalandırmak için orduyu
kuwettendirmeyi ve onu ulus bağımsızlığının dayrıl"!ağı bilmeyi görev
sayar." (Madde 3).
Bir noktada "Halkçılık Programı• olaraK sunulan bu tasarının bu
maddeleri kimi milletvekillerince "Bolşevikli'<" olarak yorumlanmış ve
Büyük Millet Meclisi'nde oluşturulan bir k0misyon bu tasarı üzerinde
bir süre çalıştıktan sonra, bu kez Anayasa Tasarısı olarak Meclise su­
nulmuştu. Daha sonra Meclis'ten geçerek yürürlüğe girecek ve 1921
Anayasası adını alacak olan bu tasarının dördüncü maddesi de •mes-

55
leksel temsil" ilkesini getirmekteydi. Bu ilke Mustafa Kemal'in o dönem­
deki "halkçılık" anlayışının dile gelmesiydi.
"Büyük Millet Meclisi iller halkı tarafıı ıdan meslekler mensupları
temsil edilmek üzere doğrudan doğruya seçilmiş üyelerden oluşur."
(Madde 4).
Mesleksel temsil Büyük Millet Meclisinde tartışılırken Kemalizmin
önde gelen düşünür ve sözcülerinden İzmir Milletvekili, Mahmut Esat
(Bozkurt) Bey, bu konuda şöyle diyordu: "Parlamento yönetimi bir ulu­
su doğrudan doğruya işbaşına getirecek yollardan değildir. (Bunu
vermekle) ulusa özgürlüğünü vermiş olmuyoruz.. (bu yöntem) halkı
memnun edememiştir ve zaman zaman dünyayı sarsan büyük devrim­
lere yol açmıştır .. Blr tabaka vardır ki, memleketi omuzlarında taşıyan
bir tabaka vardır ki, o hep esirlik altında inlemiştir .. ve o sefalet içinde
inlerken burjuva tabakası onun önüne çıkmış, elindeki anayasa ile o
zavallı tabakanın önünde alay etmiştir. . Bendeniz ancak çiftçi tabakası­
nın çarıkları ile demirci tabakasının çarıkları ile ve derici tabakasının ön­
lükleri ile bu meclise girdiği zaman ülkenin kurtulduğuna inanabilirim."
Her ne kadar taslak yasalaşırken 3. maddedeki "Türkiye Halk Hü­
kümeti", "Türk Devleti" olarak değiştirilmiş ve mesleksel temsil kabul
edilmemişse de, yukarıdaki örnekler M ustafa Kemal'in Ulusal Savaşım
dönemindeki "halkçılık" anlayışını göstermesi açısından ilginçtir.
Cumhuriyetten sonra "halkçılık" ayrıcalıksız ve sınıfsız bir toplum
yapısınm özlemini dile getiren bir ilke olmuştur. Aslında Kemalizmin sı­
nıfları yadsıması, var olan bir gerçeğin sapı·rılması değil, varılmak iste­
nin bir ülkü olarak vurgulanmasıdır.
"Halkçılık", biraz sonra değineceğimiz Kemalizmin diğer beş ilke­
siyle birlikte 1 937 senesinde yapılan bir Anayasa değişikliği ile 1 924
Anayasasının ikinci maddesinde yer almıştır. Fakat bundan önce de
halkçılık bu anayasanın ruhuna "halk egemenliği" anlayışı ile tümüyle
egemendi.
Gerçekten 1 924 Aneyaşası son derece titiz bir biçimde "halk ge­
menliğine" dayanmakta ve Büyük Millet Meclisi'nin işlevini bu egemen­
liğin kullanılmasıyla sınırlandırmakta ve bu konuda halka hiç bir ortak
tanımamaktaydı. Oysa 1961 Anayasası 4. Maddesi, "Egemenlik kayıtsız
şartsız Türk Ulusunundur. Ulus egemenliğini Anayasanın koyduğu
esaslara göre, yetkili organlar eliyle kullanır" diyerek, halkın egemenliği­
ni bir ölçüde sınırlamaktadır.

56
Kemalizmin "halkçılık" ilkesini böylec.:: ortaya koyduktan sonra,
şimdi "laiklik" ilkesine geçebiliriz.
Laiklik en genel biçimiyle din ve devlet işlerinin biribirlerinden ay­
rılması olarak tanımlanır. Ancak konumuz bakımından böylesine önem­
li olan bu kavramın hem biraz genişliğine ele alınması ve hem de
oluştuğu, ya da oluşmak zorunda kaldığı tarihsel sürecin genişliğine
incelenmesi gereklidir.
Hiç kuşkusuz insanların toplum halinae yaşamaya başladıkları ilk
günden itibaren aralarında "yöneten - yönetilen" ayrımı belirlenmiştir.
Yöneten - yönetilen ayrımının başlamasıyla da "itaat" sorunu ortaya çık­
maktadır. Yani yönetenlerin "iktidarlarının kaynağı nedir; yönetilenler
neden itaat" edeceklerdir? Daha sonraları "devlet" adını verdiğimiz "ör­
güt ve aygıt" oluştuktan sonra anlamını korumakla birlikte bu sorular
biçim değiştirecek ve "devletin egemenliği.ı in kaynağı nedir?" şekline
dönüşecektir.
İnsanlık tarihinde ilk yöneticilerin çoğunlukla "zorlama gücü" ile,
yani "kaba kuwetle" itaati sağladıklarını ileri sürmek. fazla abartılmış bir
görüş olmaz. Ancak "zorlama" ve "kaba kuwet" hiçbir zaman sürekli ve
kalıcı bir itaati sağlayamadığı gibi, sağladığı itaat de "yöneten"e güven
verecek gönüllü bir itaat değildir. Bu bakımdan her iktidar bir inanca,
bir "ikna" temeline oturmak zorundadır. Bir başka deyişle; her iktidar bir
inançlar dizisine dayanmak durumundadır.
ilkel topluluklarda "şef"le "büyücü"nün çoğu kez aynı kişi olması
raslantı değildir. Kaldı ki; ayrı kişiler oldukları, durumlarda aralarında bir
anlaşma, "ruhani" ve "cismani" güçlerin birleşme ve karşılıklı destek­
lemeleri sözkonusudur.
Eski çağların köleci imparatorluklarında krallarla Tanrıların içli -
dışlı yaşantılarını yansı�an destanlar da elbe"te raslantı değildi. Örneğin
Homeros'un ölümsüz llyada'sında da, Odyse'sinde de efsane nereden
biter, gerçek nerede başlar belli değildir. Daha sonraları Hristiyanlığın
yayılmasıyla, o çağların siyasal iktidarları yeni bir destek bulmuşlardı:
Kilise.
Önceleri çağın egemen iktidarlarına, "putperest yöneticilerine"
karşı devrimci bir düşünce olarak ortaya çıkan kilisenin; "Tanrının hak­
kını Tanrı'ya, Kayzer'in hal<�ını Kayzer'e vermesiyle" başlayan düzen,
Tanrı adına ve o'nun buyrukları doğrultusunda hüküm süren monarşi
biçiminde yüzyıllarca sürdü.

57
İmparator; Kilisenin, yani Tanrı'nın em•inde ve manevi korunması
altında idJ, Bu koruma imparat9ra . iktidarfriın meşruiyetinj sağlıyor_du.
Kilise de imparatorun maddi korunması altnda ipi. Ve İmparatorun pu
korunması Killş_�y�, kendine . aykırı inançların cezalandırılmasını ve
"dünya nimetlerinden" de istediği gibi yararlanmasını �ağlıyord.ı.ı. Bu tür
devlet yapısına, "din temeline dayanan devlet" anlamında "teokratik" adı
verildi.
Bu siyasal yapı, toplumlarda feodal bir sosyo-ekonomik yapı ol­
duğu sürece; sırasında zorla, sırasında ikna yoluyla varlığını sürdüre­
bildi. Feodal toplum yapısının genel · anlayışı içinde "atomize iktidar",
bunu destekleyen "ataerkil (pederşahi) aile düzeni" ve geleneksel - tu­
tucu dünya görüşü kilisenin tam ve kesin desteği altında ve kesinlikle
kiliseye bağımlı bir biçimde yüzyıllarca sürdü.
Fakat bilim ve teknik alanındaki gelişmelere bağımlı olarak toplu­
mun altyapısında gerçekleşen değişmeler; zaman içinde büyük bünye­
sel değişimler ortaya çıkardı. Ekonominin 'kapalı' yapısı sarsılmaya
başlayınca, ilk göze çarpan değişme "iktidarın merkezileşmesi oldu. İk­
tidarın merkezileşmesiyle birlikte ortaya çıkan bir anlayış da "ulusal
devlet" anlayışı oldu.
Gene aynı dönemde, yani "kapalı ekonomi" ysrini "piyasa ekono­
misine" bırakırken, uzun dönemden beri etkinliğini yitirmiş bir �ınıf, bü­
yük bir güç ve dinamizmle dünya sahnesine çıktı. Soylu olmayan, top­
rağı bulunmayan, el sanatlarından da birşey anlamayan bu sınıf, salt
alım - satımla, yani ticaretle geçiniyordu. Bunlara, kentlerde oturanlar
anlamında "ken!soylu : burjuva" adı verildi.
Yeni ticaret yollarından ve teknik gelişmelerden de yararlanarak
kısa zamanda büyük parasal servetler oluşturan burjuvalar da "ulusal
devlet" anlayışına yatkındılar. Ancak teokratik devlette o güne dek ol­
duğu gibi, yönetimin alacağı kararların tümüyle dışında kalmak iste­
miyorlar; bu ulusal devlet içinde yönetimde pay sahibi olmak istiyorlar­
dı. Oysaki "teokratik devlet felsefesi" içinde tüm işlevler ve bu işlevlerle
görevli güçler belirlenmişti. Bu yapı içinde kentsoyluya yer yoktu.
"Teokratik monarşi" anlayışına göre siyasal iktidarın kaynağı Tanrı
idi. İ mparator O'nun vekili durumundaydı vt bu "vekAlet" gene Tanrı ta­
rafından verilmişti. Bu bakımdan imparator ''Tanrısal" bir düzeni boza­
rak, iktidarı kentsoylu ile paylaşamazdı. Merkezi iktidarın bu görüşünü
hiç kuşkusuz kilise de destekliyordu.

58
İşte bu koşullar altında kentsoylu dün�1ayı yeniden yorumlama ça­
basına girişti, zira elinde bulundurduğu "ekonomik güc"ü "siyasal
güç"le desteklemek ve korumak zorunluğurıdaydı. Herşeyden önce ye­
ni bir yönetim felsefesi oluşturarak; •eg�merılik Tanrı'nın değil halkındır"
ilkesini ortaya attı. Bu yeni anlaşıya göre, meşru bir siyasal iktidarın
kaynağı Tandı değil, "halkın istemi (idaresD ' oluyordu. İnsanların t�plu
olarak yaşamalarının nedeni pe, Tanrının insanları bu şekilde yaratmış
olması değil; insanların bir arada yaşamaktan pek çok çı.karları olma­
sıydı. Bu anlayışa göre insanlar işte bu nedenlerden ötürü kendi arala­
rında zımni (üstü kapalı) bir sözleşme" yapıyorlardı. Topluluk içinde
yaşama uğruna bir takım özgürlüklerinden vazgeçiyor, fakat buna
karşılık toplu halde yaşamanın yararlarından pay alıydrlardı. Bu_
sözleşmeye ''toplum sözleşmesi" adı verildJ.
Laiklik, yani din ve devlet işlerinin birbirinden cıyrılması bu evren­
sel gelişmelerin kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çı�tı. Tanrı ege­
menlialne davanan monarşik yapı yıkılarak _yerine halk egemenliğine
dayanan aemoKraııK bir yapı getirildiği andan başlamak üzere "laiklik"
kaçınılmaz bir olgu olarak ortaya çıkmaktadır. Dahası, bu yapı
değişikliğinin gerçekleştirilmesi de. laik bir siyasal felsef.!3 gerektirir.
Yukarda ana hatlarını ortaya koyduğumuz gelişmeler, Osmanlı İm­
paratorluğu'nda gerçekleşmemişti. lıra feodal birikime yol açmayan
toprak düzeni, kentsoylunun oluşmasına olanak vermemiş ve buna
bağlı olarak kapitalizme geçilememişti. Osm:ınlı "asker - sivil bürokratı",
Batı'nın sosyo-kültürel kurum ve davranış ı<alıplarırıın yanısıra bunların
getirdiği ve getirebileceği tüm farklı anlayışları da içtenlikle benimse­
meye hazır durumdaydılar.
Kemalizm işte bu nedenlerin ışığı altında, teokratik mutlak mo­
narşiyi yıkarak yerini halk egemenliğine dayanan bir devlet yapısı kur­
duğundan dolayı ve dahası bu devlet yapısını kurabilmek için "laik" ol­
mak zorundayoı.
Kemaıızmin laiklik ilkesi salt halk egemenliğine dayanan devlet
yapısını meşru kılmak amacına yönelik olmakla kalmamış; sosyal alan­
da ve özellikle eğitim alanında köklü değişmelerin yapılmasına da yol
açmıştır. Bunlar arasında en önemlisi; tekke, zaviye vb. gibi halkın
gündelik yaşamını olumsuz yönde etkileyen dinsel görünüşlü tüm ku­
rumların kapatılması ve "eğitimin birliği" yasasının çıkartılmasıdır.
Kemalizmin kendi den€Aimirıin dışında, laik olmayan bir eğitime
izin vermesi beklenemezdi. Kaldı ki; bu tür eğitim kendi meşruluğu ile

59
de çatışmalar yaratabilirdi. Bu anlayış çerçevesinde Türkiye'deki salt
İslamiyet'le ilgili eğitim yapan kurumlar kapatılmadı, aynı zamanda Tür­
kiye'deki yabancı okullar da Milli Eğitimin ilke ve amaçları doğrul­
tusunda denetim altına alındı.
"Halk eı;ıell)enliğine" dayanan, "laik" bir devletin Cumhuriyet" olma­
sı kaçınılmazdır. Kemalizmin "cumhuriyetçilik" ilkesini. bu düşünce ile
değerlendirmek gerekir. Zaten Kemalizmin ilkelerini bir bütünün değişik
görüntüleri olarak değil; birbirine bağlı kaçınılmaz olgular olarak değer­
lendirmek _gerekir.
Teokratik bir monarşiyi ortadan kaldıraıak bunun yerine "halk ege­
menliğine" dayanan "laik" bir "cumhuriyet" kurulması, hiç kuşkusuz bir
"devrimdir". Zira en genel anlamıyla ele alınsa bile toplumdaki egemen
sınıf yapısı oldukça köklü bir biçimde değişmiş olmaktadır.
Kemalizm "devrimcidir". Zira toplumda anda var olan "en ilerici"
güçleri örgütleyerek; kemikleşmiş ve tutucu "teokratik monarşiyi" yıka­
rak yerine halkçı, "laik Cumhuriyeti" kurmuştur.
Bir imparatorluk içinde, Padişaha körü körüne bağlı "teba"yı, pa­
dişahın "kullarını", bir Cumhuriyetin onurlu ve eşit "vatandaşları" duru­
muna sokan eylemlerin ideolojisinin "devrimci" olmadığını söylemek
mümkün değildir.
Kemalizm "devletci"dir. Ancak bu devletçilik sosyalist anlamda,
emekçi sınıfların denetledikleri ve karar aldıkları bir devletçilik değil,
özel _girişimin ilgi duymadığı ya da gücünün yetmediği alanlarda, belki
de özel sektörü desteklemek işlevinide üstlenmiş bir tür devlet kapita­
lizmidir.
Daha önce de belirtmiş olduğumuz gibi; 6aiı'nın kalkınmasını
kendine amaç edinen Osmanlı "asker - sivıı borakratı", bu kalkınmanın
ardında kapitazilmi ve kapitalisti görmüşlerdi. Ve daha 2. Meşrutiyet
döneminde devlet eliyle kapitalist yaratma çabasına girişilmişti. Eğer
kapitalist yaratılabilirse, kapitalizme de geçilebileceği ve sanayi devri­
minin başarılacağı umuluyordu. Kemalizmi de bu düşünce yapısından
soyutlamamız için bir neden yoktur.
Osmanlı aydınının sosyalizme karşı ilgisiz tutumunu açıklamak ol­
dukça zordur. Öncelikle belirtilebilecek bir nokta, bu aydınların emekçi
kesimlerle pek ilgililerinin olmamasıdır. Kendilerinde "cahil halkı kurtar­
ma" ve "adam etme" görevini ve yetkilisini bulan · "asker - sivil bürokra-

60
tın", işçi sınıfının ideolojisine ilgi duyması oJe benimsemesi beklene­
mezdi.
Bu konuda belirtilebilecek bir başka nokta, Osmanlı İ mparator­
luğu'nda sanayinin oluşmasına koşut olarak yaygın ve örgütlü bir işçi
sınıfının bulunmamasıydı. Her ne kadar Cumhuriyetin kurulduğu sene­
lerde Türkiye İşçi Sınıfının ö rg ütlenm e çabaları ve bu örg ütlerin belirli
bir ağırlığı var idiyse de, bu eylemler sınıfsal bir zorlamadan çok, birey­
sel çabalar olarak değerlendirilmeilidir. Zaten etkisiz ve güçsüz kalması
da bu savımızı doğrular niteliktedir.
Bir başka nokta da; yoğun bir "hiyerarşi anlayışı" ile eğitilen Os­
manlı "asker - sivil bürokratı"nın sosyalizmin temel mantığına pek yat­
kın olmamalarıdır.
Ancak yukarda belirttiğimiz tü'm noktalara karşın Kemalizm, Sov­
yetler Birliği'yle :::ıl an ilişkilerinde karşılıklı bir yakınlık ve işbirliği içinde
olmaya özen göstermiştir. Hele İz m ir kongresinde alınan kararlar doğ­
rultusunda, özel girişime dayanan kapitalist bir kalkınma modelinin ge­
çersizliği anlaşıldıktan sonra, 1 929 Büyük Buhranın da etkisiyle, "planlı
kalkınma" yöntemleri zorlanmaya başlanmıştır. Ve Kemalist Cumhuriyet
ekonomik alandaki ilk başarılarını bu dönemde elde etmiştir.
Kemalizmin son ilkesi "uJLJsçuluk" da, tüm diğer ilkeler çıibi, Os­
manlı ··asker - sivil bürokratı"nın Batı'yı görüp benimsedikten ve bu
yönde bır ozıem duyduktan sonra geçirrneve başladıqı "maceranın" ka­
çınıımaz-ıJllSo nucuydu.
imparatorluğun "Ümmet" anlayışı içindeki "ku:ıarından", bir ulusal
devlet çıkartmak için Kemalizm "uluscu" olmak zor:..ı ndaydı ve bunda
haklıydı. Ancak Kemalist ulusçuluk anlayışı "şoven" bir ulusçuluk olma­
dığı gibi, dil, ırk y a da din temeıierine dayanan bir ulusçuluk da
değildir.
Kflmalist ulusçuluk anlayışı toprak temaline dayanan bir ulusçu­
luktur. "Türkiye Cumlıurjyeti topraklarında yaşayan ve kend:ni Türk
sayan tüm vatandaşları" dili, dini, ırkı ne olursa. olsun sarm'aıar ve aynı
kültür potası içinde eritmeye çabalar.
DiHn arapça ve acemce sözcüklerin egemenliğinden kurtarılması
çabaları ve bu konuda çalışmalar yapıT-ası içın Türk Dilini Tetkik Ce­
miyetinin (Türk Dil Kurunıu) kurulması: İslam tarirıinden bağımsız bir
Türk tarihinin yazılması çabaları '!e Türk Tarih Kuruhu'nun kurulması;
Etiler, Sümerler vb. gibi Anadolu'da yaşamış olan tüm uygarlıklara sa-

61
hip çıkma çabaları vs. hep bu •uıusçulu"<" anlayışı çerçevesinde
deaerlendirilmelidir.
Kemalizm; "halkçılık", "l&iklik", 'cumhurıyetçilik"; "devrimcilik", "dev­
letçilik" ve "ulusçuluk" kavramlarının ötesinde; değişen nesnel koşullar
karşısında, bu ilkeler çerçevesinde sürekli tillu mlar takınmaktır. Kema­
lizm kesinlikle salt ileriye açık bir ideoloji0ir. Kemalizmi yorumlarken
bazı farklı noktalara varılabilmesi olasıdır. Af)cak Kemalizm'de olmayan
şey; "tutuculuk" ve "statükoculuk''t ur: Mustafa Kemal'in düşünceleri ne­
silden nesile aktarılacak bir "put" değil; yönlendirici bir "dünya görüşü"
ve dünyanın dinamik bir "yorumu"dur.

62
ATATÜRKÇÜLER VE KARŞITLARI

Bireysel olarak ideoloji; kişinin dünya görüşünün, genel felsefesi­


nin, sistemleşmiş ve bütünleşmiş bir biçimidir. Bu sistemleşme ve bü­
tünleşme, çoğu kez bireyin içinde bulunduğu nesnel koşullar tarafın­
dan belirlenir. İnsan kafasında belirlenen "ütopik" bir ideolojiden de söz
edilebilirse de (Mannheim'da olduğu gibi) ; bu insaı·ıın "kafası" da, nes­
nel ve somut bir çevre belirlemesi içinde değil midir?
İdeoloji eyleme dönük olursa, buna "doktrin" adını veriyoruz. Yani,
ideoloji genel bir felsefi çerçeveyi, doktrin ise bu çerçevenin uygulama
yol ve yöntemlerini ortaya koyar. Bu bağlam içinde ele alındığında Ke­
malizm, hem bir ideoloji ve hem de bir doktrin niteliğini taşır.
Günümüzde böylesine sahip çıkılmak istenen Kemalizmin elbette
tarihsel süreç içinde bir gelişimi olmuştur. Günümüzü doğru bir şekilde
çözümleyebilmek için önce' sormamız ve yanıtlamamız gereken birkaç
temel soru vardır: "Kemalizm kimlerin ideolojisi olarak, ne zaman ve
hangi ideolojilere alternatif olarak ortaya çıkmıştır?"
Fazla ayrıntıya girmeden öncelikle ŞLınu söyleyebiliriz ki, Kema­
lizm 1 9. yüzyılın son dönemlerinde "İmparatorluğu kurtarmak" düşün­
cesi etrafında birleşen asker ve sivil bürokratların ulaştıkları son ideolo­
jik aŞamadır.
Gerçekten Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde yaygın
dört düşünce akımı görüyoruz. Bunlar "İslamcılık", "Osmanlıcılık", "Batı­
cılık" ve "Türkçülük" akımlarıdır. İşte Kemalizm, bµ dört akımdan "Batıcı­
lık" ve "Türkçülük" akımlarının o günün pratiği içinde sentezinin yapıl­
ması ve onurlu bir bağımsızlık savaşı sonrasında uygulama çabasıdır.
Tanzimatla birlikte başlayan bu savaşımda hiç kuşkusuz alternatif
ideolojiler de vardı. Padişahın yetkilerinin kısıtlanması ve meşruti bir re­
jime geçilmesini savunan tüm muhaliflerin aynı görüşleri paylaştıklarını

63
söylemek de mümkün değildir. Aralarında uyrıntı farklılıkları olduğu gi­
bi, padişaha karşı olmalarının dışında, köklü farklılıklar da vardı. Ayrıca
padişaha !<arşı olmaları da, padişahın yetkilerine sınır getirmek dileğin­
den başka bk şey değildi.
Yakın tarihimizin yüz yılı aşan döneminde, sürekli bir "cep­
heleşme" qözlemekteyiz. Bu cepheleşmekte taraflardan biri, çağdaş
uygarlığı hedef alan "ileri", öbürü ise bu gelişmeyi engellemeye çal a-
layan "geri" biçiminde karşımıza çıkmaktadır Elbette bu olgu böylesine
kabataslak bir biçimde ele alınamaz, doğrusu-yanlışı kolay değerlendi­
rilemez. Ama ikili bir cepheleşme olgusunu yadsımak da mümkün
değildir.
Bu bağlam içinde düşünüldüğü zaman, hiç kuşkusuz Kemalizm
"ileri"nin ideolojisidir. Toplumda dayandığı temel güç asker ve sivil bü­
rokrasidir. Ayrıca ulusal bağımsızlık savaşı sırasında, tüm ulusal güç ve
unsurların da desteğini sağlayabilmiştir.
Ancak unutulmaması gereken bir olgu. Mustafa Kemal'in işin da­
ha ilk aşamalarında iken bile ciddi "karşıtları" olduğudur. Padişah ve
çevresi bir yana, Osmanlı İmparatorluğu içinde "İttihatçılara" karşı
bilinçlenmiş ve örgütlenmiş ne kadar güç varsa. daha savaşım için­
deyken bile Mustafa Kemal'i safdışı edilmesi gereken bir düşman ola­
rak görüyorlardı. İstanbul basınının önemli bir bölümü karşısındaydı.
Hele İzmir'in geri alınmasını izleyen aylardan sonra İstanbul basını ne­
redeyse tümüyle Mustafa Kemal'e karşı tavır alacaktı.
Yine aynı günlerde, yazgı birliği yaptığı kimi arkadaşlarıyla da yol­
ları ay rıldı. Bunlardan kimileri Saltanat'a duygusal olarak, kimileri de mi­
deleriyle bağlıydılar. Tüm bunların dışında Mustafa Kemal bir de eski it­
tihatçı liderlerle kaçınılmaz bir hesaplaşmaya gitmek zorunda kaldı.
O günlerde, Yunan işgali süresince M ustafa Kemal'i desteklemiş
olan Batı Anadolu eşrafı da Mustafa Kemal'den uzakleşmaya başladı.
"Mazlum milletlerın kurtuluşundan", "ekonomik, siyasal ve kültürel açı­
lardan tam bağımsızlıktan" söz eden ve merkezi oir denetimin kesin
savunucusu olan Mustafa Kemal bu grupları çıkarları açısından tehlikeli
olmaya başlamıştı, Terakkiperver Fırkanın da, Serbest Fırkanın da ku­
ruluşlarını izleyen birkaç ay içinde büyük güç kazanmaları, elbette açık­
lanması gereken bir olgudur. Fethi Bey'i kurtarıcı olarak karşılayan İz­
mir halkını bu denli unutkanlığa iten neydi acaba. "Kurtar bizi" yazılı
pankartlar hiç kuşkusuz tüm Egelilerin görüş ve duygularını yansıt­
mıyordu. Ama acaba "kim, kimi, kimden" kurtaracaktı.

64
M ustafa Kemal sınıf gerçeğini bilmeyen bir önder değildi. Ama
"imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle"nin özlemi içindeydi. Toplumu
bu yöne doğru değiştirme çabasındaydı Ama bu değişim elbette
Marksist anlamda bir değişim de değildi.
M ustafa Kemal'e karşı tepkinin genellil•le "imtiyazlılardan" gelmesi
doğaldır. Ancak toplumda Mustafa Kemal'o karşı olan öğeler Terakki­
perver Fırka ve Serbest Fırka deneyleri dışında bir örgütlenmeye de gi­
rişemediler. Mustafa Kemal'in önderliğind&ki "devrimci kadro", eserini
koruma konusunda ödünsüzdü. Mustafa Kemal'in ölümünden sonra
ise, araya İkinci Dünya Savaşı'nın girmesi, bu karşı örgütlenmeleri
1 946'ya dek erteledi.
Demokrat Parti'nin kurucularından bir kısmının Atatürkçülüğü tar­
tışılamaz. Ancak, "her mahallede bir milyoner yaratmak" isteyen Adnan
Menderes'in Serbest Fırka kurucularından olduğu gerçeği de yadsına­
maz. Zaten Demokrat Parti, toplumda Cumnuriyet Halk Partisine karşı
olan tüm güçleri kanalize etmek istiyordu ki; bu güçlerin önemli bir bö­
lümü geleneksel olarak Anti-Atatürkçüydü ve bunun savaşımı içindey­
diler.
27 Mayıs devrimi aslında, ilerici ve Atatürkçü "asker-sivil bürokra­
sinin" iktidarı geri almasından başka birşey değildir. Ulus egemenliğini,
çoğunluk tahakkümüne dönüştüren Demokrat Parti, on yıl içinde ülke­
nin ekonomik yıkımının temellerini artmasının yanısıra, temel hak ve öz­
gürlüklere de el atmak isteyince ve bu konuda engel tanımaz duruma
gelince, darbe kaçınılmaz olmuştu. Mustafa Kemal'in sağlığında
"uyuyan yılan", bu dönemde yeniden başkaldırmıştı. Bilinçsiz bir hınç
içinde, komprodor tekelci burjuvazinin kitle gücü ve dayandığı temel
unsur oluyordu. Öylesine ilginç şeyler yaşandı ki, halkımızın önderi ve
devletimizin kurucusu Atatürk "özel yasalarla" korunacak duruma so­
kuldu.
Yakın tarihimizin böylesine anahatlarıyla gözden geçirilmesi bile,
toplumumuzda köklü bir biçimde Atatürkçüler ve Atatürk karşıtları ol­
ması gereğini ortaya koyar. Zira hiç bir toplumsal kalıt (miras) kendi­
liğinden ortadan kaybolmaz, hıle bu kalıt bir "düşmanlık kalıtı" ise. Bu
kalıtın kimlerden kimlere kaldığını, devredildiğini anlamak için, yakın ta­
rihimizin anahatlarıyla gözden geçirilmesi yeterlidir.
Bugünün Türkiye'sinde kimler Atatürkçüdür? Bizce, bireysel hu­
zur, mutluluk ve kurtuluşunu, toplumumuztın mutluluk ve kurtuluşunda
gören kişiler Atatürkçüdürler, Atatürk'ün yolundadırlar.

65
"Gemisini kurtaran kaptandır", "Her koyun kendi bacağından asılır''
gibisinden sapık deyişlerle yola çıkanlar; "Köşeyi dönmeye" çabalayan­
lar, dillerine sakız da etseler, günde yüz kez heykellerine de yüz sürse­
ler, en yüksek seslerle nutuklar da atsalar, AtatürkçQ olamazlar.
Toplumumuzdaki son gelişmeler, yıllardır aksine sürdürülen tüm
propagandalara karşın Atatürkçülüğün toplumda ne denli güçlü
yaşadığını ve belki ona inanmayanların bile sahiplenmeye çalışmalarını
göstermesi açısından sevinç ve övünç veric idir.

66
NASIL ATATÜRKÇÜ BUNLAR!

Günümüz Türkiye'sinde Atatürk ve Atatürkçülükle ilgili yaklaşımlar


üç grup içinde toplanır: Atatürkçü olanlar, Atatürkçü olmayanlar ve Ata­
türk karşıtları. Aslında böylesi farklı yaklaşımlar çoğulcu ve özgürlükçü
bir demokrasi için doğaldır. Herkes, her konuda farklı düşünebilir ve
bunun kınanacak bir yanı da, kızılacak bir ytıri de yoktur.
Ancak günümüz Türkiyesi'nde Atatürk ve Atatürkçülükle ilgili
"beyanlar" söz konusu olduğunda, yukarıdaki üçlü ayrım ortadan kalk­
makta ve herkes Atatürkçü kesilmektedir. İşte bu tutum ne çoğulu de­
mokrasiye yakışır, ne de insan erdemine. Ve işin asıl ilginç yanı, günü­
müz Türkiyesi'nde Atatürk ve Atatürkçülükle ilgili en heyecanlı nutukları
atanlar Atatürkçüler değil, Atatürk karşıtlarıdır. Üstelik, kendilerini Ata­
türk'ün görüşlerine uydurmaya çabalayacak yerde; Atatürk'ün görüşle­
rini kendi düşünceleri doğrultusunda çarpıtarak. Utanmadan, sıkıl­
madan ..
Atatürk ayda yaşamamıştır. Yaptıkları da ortadadır, yazdıkları da,
söyledikleri de. Akılcı ve pragmatik bir devlet adamı olarak, değişen
koşullar karşısında zaman zaman farklı tutumlar içine girmiş olsa bile,
ana düşüncelerinde hiçbir farklılık yoktur. İşte Atatürkçü olmak bu ana
düşünceleri paylaşmakla olur, Atatürk'ün temel ilkelerini benimsemekle
olur. Yoksa salt bir irade beyanıyla, "Ben Atatürkçüyüm" demekle Ata­
türkçü olunniaz. Gülünç olunur!
Ancak Türkiye'deki sahtu Atatürkçüler. gülünç olmaktan çok tehli­
keli olmaya başlamışlardır. Zira Atatürk'e karşı olmakla bir yere vara­
mayacaklarını anlayınca; bir yandan Atatürk'ü yavaş yavaş küçük
düşürmeye çabalarken, bir yandan da Atatürk'ün görüşlerini kendi gö­
rüşleri doğrultusunda çarpıtmaya başlamışlardır. Örneğin Atatürk'ün
dine karşı tutumu bellidir. Ayın Tarihl'ni 1930'da yayımlanan 73. sayı-

F.7
sında, Vossische Zeitung muhabirine verdıği demeçte şunları okuyo­
ruz (Söylev ve Demeçleri, 111, s. 85/85) :
" .. Kur'anın tercüme edilmesini emrettim. Bu da ilk defa olarak
Türkçeye tercüme ediliyor. Muhammed'in hayatına dair bir kitabın da
tercüme edilmesi için emir verdim. Halk tekerrür etmekte olan bir şey
mevcut olduğunu ve din ricalinin derdi ancak kendi karınlarını doyu­
rup, başka bir işleri olmadığını bilsinler .. "
.

Ve cumhuriyetin ilanından yarım yüzyıldan fazla bir süre geçtikten


sonra, kutlama törenine başörtüyle katılmak isteyen genç kızlarımız,
buna izin verilmeyince topluca alanı terkediyor. Keşke izin verilseydi.
Başkentte, televizyonla tüm yurda aktarılan törende; tüm yerli ve ya­
bancı protokol önünde, Mehteran Taburu dura-kalka geçerek cumhuri­
yeti kutladıktan sonra, başörtülü kızlarımızın kusuru ne olabilir? Malaz­
girt, İstanbul'un fethi, Mohaç mehterle kutlanır, ama cumhuriyetin kuru­
luşunun kutlanmasında mehterin işi ne? Dışişleri'nde görevli bir arka­
daşım, "yabancı misyon şefleri çok hoşlanıyorlar, orijinal buluyorlar .. "
dedi. Hoşlanırlar elbette. Hatta bir daha sefere Sulukule'den bir ince
saz heyeti ve çengi takımı geçirilsin, onu da çok orijinal bulurlar, hoşla­
nırlar. Ayrıca bu konuda en Atatürkçü çözümü YÖK getirdi. Üniversite­
mizde başörtüsü yasak, turban serbest! Saçlarını başörtüsü ile örten
kızlarımız Atatürk düşmanı; turban ile örten kızlarımız, hızlı Atatürkçü.
(Herhalde yaprak sigara içen kızlarımız da e,ı hızlı Atatürkçüler oluyor).

Bağımsızlıkta ödünsüzdü
Atatürk "tam bağımsızlık" ilkesinden asla ödün vermeyen bir dev­
let adamı idi. Salt siyasal değil, ekonomik ve kültürel bağımsızlık konu­
larında son derece duyarlı idi. Zira özellikle ekonomik bağımsızlık ol­
maksızın siyasal bağımsızlığın olamayacağını biliyordu. Ve o günlerin
İstanbul'unda "Efendim, kendi yağıyla kavrulmak ve demek, ekonomik
bağımsızlık ne demek?" diyen "akl-ı ewel"ler fink atarken; Avrupa'nın
tüm bankalarının birer şubesi bulunuyordu. Ve Ankarada, çoğunlukla
gaz lambalarının ölgün ışıkları altında çalışan mert ve namuslu insan­
lar, tam bağımsız Türkiye'nin aydınlık planlarını yapıyorlardı.
Emperyalizmin her türlüsüne karşı olan ve emperyalizme karşı
"ulusal bir direniş örgütleyerek", bağımsızlığını kan ve ateş pahasına
kazanan Atatürk Türkiyesi, bu yönüyle dünyanın tüm mazlum milletle­
rine örnek olmuştu. Günümüzde Güney Kore'ye, Singarup'a, Hong
Kong'a özenen kafalar nasıl Atatürkçü olurlar?

68
Yaşadığı dönemdeki çok partili yaşam deneyimleri başarısız ol­
masına karşın, Atatürk ulus iradesine ve bu ulus iradesinin tecelli ettiği
TBM M 'ye karşı son derecele saygılı ve duyarlı idi. Bunu çok çeşitli ya­
Zilarımızda irdelediğimiz için, yeniden örnekler vermiyoruz. Fakat
önemli bir noktaya değinmekten de kendimizi alamıyoruz. Biraz yukarı- �

da sözünü ettiğimiz Vossische Zeitung muhabirine verdiği demeçte


Atatürk, "Asla diktatör değilim" der, "Çağırınız kapıdaki nöbetçiyi soru­
nuz, benden korkar mı?" Ve devam eder, "Çünkü korku ile hükümet
edilmez." Günümüz Türkiyesi'nin sürekli aba altından sopa göstermek
isteyen kimi yöneticileri, sürekli korkutmak ısteyen kimi yöneticileri na­
sıl Atatürkçü olabilirler?

Ulus olmanın bilinci


Atatürk salt Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu kadrosunun önderi ol­
makla kalmamış, aynı zamanda Türk halkına ulus olmanın bilincini de
vermiştir. Din, dit, ırk ve mezhebe kulak asmayan, bütünleştirici bir
ulusçuluk anlayışı .. Türkiye'de yaşayan ve Türkiye Cumhuriyeti'ne va­
tandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür. Çağın en ileri ulusçuluk an­
layışı. Atatürk "Ne mutlu Türk olana", ya da "Ne mutlu Türk doğana" vb.
dememiş, "Ne mutlu Türküm diyene" demiştir. Atatürkçülük "çağdaşlık­
tır'', "birliktir'', "bütünlüktür", "bağımsızlıktır", "inançtır", "güvenmektir." Ata­
türkçülük sevg�ir .. Kafatasçılıkla, ümmetçilikle nasıl Atatürkçü olunur?
Yazımızın başlarında Atatürk karşıtlarının bir yandan çarpıtılmış bir
Atatürk imajı yaratıp buna sahip çıkarken, bir yandan da Atatürk'ü yıp­
ratmaya çalıştıklarını vurgulamıştım. Gerçekten Atatürk'e karşı çıka­
mayan kimileri, Atatürk'ün karşı çıktığı şeyleri; Atatürk'ün yıktığı şeyleri
yücelterek, akıllarınca Atatürk'ü küçültmekte:::lirler. "Tarihimize sahip çık­
mak" sloganı altında sinsi bir propaganda yürütülmektedir. Zaten biraz
yukarıda değindiğimiz Cumhuriyet Bayramı töreninde Mehteran yü­
rütme de, bunun bir parçasıdır. Abdülhamit'i yücelterek, Vahdettin'i yü­
celterek başka ne amaçlanabilir ki? Kendi çelişkisini içinde taşıyarak;
bir yandan okullar açarken, öte yandan aydınlar üzerine katı bir baskı
rejimi uygulayan Abdülhc>ınit zamanında Osmanlı İmparatorluğu'nun
topraklarından ne kadarını yitirdiğini yazmaz mı tarih kitapları? Enver
Paşa'dan çok daha önce Almanya'ya teslim olmamış mıdır bu zat?
Anadolu'da var olmanın savaşımı sürerken, Mustafa Kemal ve arka­
daşlarının idam fermanlarını imzalayan uğursuz el Vahdettin'in değil
midir?

69
Bu yazımızda son bir hususu daha ser9ilemek istiyoruz. Tüm top­
lumsal düzenlemelerin Atatürkçülük adına yeniden elden geçirildiği bir
dönemin uygulamalarının, bizleri nerelere getirdiğinin açık bir gösterge­
sidir bu. İstanbul'da yayımlanan ve Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakan­
lığı'nca okullara tavsiye edilen bir çocuk dergisinde, Çanakkale Savaşı
ile ilgili şu satırlar yer alıyordu: " .. Çanakkale'de Türk Zaferi 18 Mart
191 5'te kesinlik kazandı. Düşman geldiğinden daha hızla kaçıyordu.
Binlerce subayımızla birlikte Mustafa Kemal de Çanakkale'de dövüştü.
Herkes gibi o da üstüne düşen görevi yaptı.." Yukarıdaki satırların ya­
zarı, o çok özlemini çektiği Osmanlı'dan da geride, o Osmanlı'dan da
nankör. Padişah dahil, o zamanların tüm toplumunun "Anafartalar Kah­
ramanı" olarak saygı duyduğu; savaşın o karanlık ve endişeli günle­
rinde bir umut yıldızı gibi parlayan Mustafa Kemal, " .. herkes gibi üze­
rine d üşen görevi" yapmış... Peki Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı
bu dergiyi okullara nasıl tavsiye eder? BL•nu tavsiye eden kurulların
üyeleri, daha sonra Atatürkçülükten ne yüzle söz edebilirler?
Gericiliğe (irticaa) karşı en büyük güv.::nce olan gençlik, yıllardan
beri suçlu sandalyesinde otururken, derslerinden başka şeyle ilgilen­
memeleri istenirken, "irtica hortluyor" diye meydanlara çıkmak ne bü­
yük çelişkidir. Viskiyle gülyağı kokusunun karıştığı yüksek bir yerlerde
kavramlar iyice karışmış durumda. Fakat endişelenecek fazla bir şey
yok. Çünkü nasıl Atatürkçüyüm demekle, Atatürkçü olunmuyorsa; Ata­
türk'ü çarpıtmak da mümkün değildir. Ve kendini çok kurnaz sanan ki­
mileri, "bu işi bitirdik" diye ellerini ovuştururken; Atatürk'ün aydınlık se­
si, Atatürk'ün gençliğinin dilinden yine göklere yükselince, sığınacak
delik arayacaklardır.

70
BÜYÜK TAARRUZ VE TÜRK ULUSU

Türkiye Büyük Millet Meclisi Orduları, 26 Ağustos 1 922'de, üç yılı


aşan bir süreden beri topraklarını işgalleri altında tutan Yunan kuvvetle­
rine karşı saldırıya geçtikleri zaman; bu saldırı, birkaç yüzyıldan beri
"doğu"dan, "batı"ya doğru yapılan ilk saldırı oluyordu. Gerçekten, kapi­
talist emperyalizmin sultası altına alınmak istenen "doğulu" bir ulus, ilk
kez kendi silah gücüyle bunu engelliyor ve uluslara da örnek oluyordu.
Büyük Taarru°z 'dan kısa bir süre önce Mustafa Kemal İran elçisi­
nin Ankara'ya gelmesi nedeniyle yapılan ":lir toplantıda şunları söy­
lüyordu: (1)
''T ürkiye'nin bugünkü mücadelesi yaln,z kendi nam ve hesabına
olsaydı belki daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi.
Türkiye Azim ve mühim bir gayret sarfediyor. Çünkü müdafaa ettiği bü­
tün mazlum milletlerin, bütün şarkın davasıdır ..
"

Ve 26 Ağustos sabahı Türkiye Büyük Millet Meclisi orduları bütün


mazlum milletler adına, bütün "şark" adına saldırıya geçiyordu.
Karşıda güçlü bir ordu vardı. Her ne kadar Yunanistan ve İngiltere
Batı Anadolu'yu ve Trakya'yı Yunanistan'a katma umudundan vazgeç­
mişseler de, bu bölgede oluşturmaya çabaladıkları "İonya Devletinin",
aynen Girit gibi, olanakların elverdiği bir zaman Yunanistan'a katıla­
cağını umut ediyorlardı. Anadolu'daki Yunan ordusu; gerek sayı ve ge­
rekse silah bakımındın TBMM ordularından daha geride değildi. Saka­
rya'dan sonra sarsılan moralleri de önemli ölçüde düzelmişti.

Ancak iki ordu arasında temel bir fark vardı. Ordulardan birisi ken-
di topraklarında, kendi topraklarını ve insanca, özgür ve bağımsız
yaşama hakkını kurtarmak için savaşıyordı.. . Diğeri ise gerçekleşmesi
olanaksız kimi hayealler için savaşmaktaydı. Bu savaşı kimin kazana­
cağı açıkça belliydi. Ve 26 Ağustos'da başlayan saldırı, 30 Ağustos'da

71
Yunan birliklerinin Dumlupınar'da çembere alınmasından sonra 9 Ey­
lül'de izmir'de, Akdeniz'de sona erdi. Mustafa Kemal arkadaşlarına,
saldırıya başladıktan sonra 15 gün içinde İzmir'e gireceklerini söyle­
mişti. Sözünü fazlasıyla tutmuştu.
Ancak M ustafa Kemal, yaşamının her aşamasında, her; konuda ol­
duğu gibi, bu büyük utkuyu da kendinin değil ULUSUN ve ulusum
temsilcisi TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİNİN bir utkusu olarak
değerlendiriyordu. Zaten saldırının başladığ ve Afyon'un geri alındığını
TBM M 'ne bildiren ilk telgrafında bile, başarı nedeniyle "Büyük Meclisi"
kutlamaktadır: (2)
"Türkiye Büyük M illet Meclisi ordularının müstesna kıymet ve kabi­
liyeti sebebiyle Meclisi aıiyi tebrik ederim."
Dumlupınar kazanıldıktan sonra TBMM ordularına yayınladığı bil­
diride de şu satırları okuyoruz:(3)
"Afyonkarahisar, Dumlupınar Büyük Meydan Muharebesinde za­
lim ve mağrur bir ordunun anasırı asliyesini inanılmayacak kadar az bir
zamanda imha ettiniz. Büyük ve necip milletimizin fedakarlıklarına layık
olduğunuzu isbat ediyorsunuz. Sahibimiz olan büyük Türk milleti istik­
balinden emin olmağa haklıdır .. "
Aynı gün (1 Eylül 1 922) Ulusa yayınladığı bildiride de şu satırları
okuyoruz:<4l
"Büyük Asil Türk Milleti:
Garp cephesinde 26 Ağustos 38'den beri başlayan harekatı taaru­
ziyemiz Afyonkarahisar, Altuntaş, Dumlupınar arasında büyük bir mey­
dan muharebesi halinde beş gün beş gece devam etti. Türkiye Büyük
M illet Meclisi Ordularının secaati, şiddeti sürati tevfikatı subhaniyeye
vesiylei tecelli oldu. Zalim ve mağrur düşman ordusunun anasırı as­
liyesi akıllara dehşet verecek katiyetle imha edildi. Teşkilat ve techizat
gibi ananat ve muzafferiyatı ve ismi münhasıran milletimizin şuurun­
dan, ezeli ve ebedi olan imanından vücud bulan ordularımızı fedakar­
lıklara ıayık olarak size takdim ediyorum. En büyük kumandanından en
genç neferine kadar ordularımızda hakim olan fikir, milletin gösterdiği
vazife uğrunda şehit olmaktır. Bunu muharebe meydanında yakından
müşahede ederek büyük milletime haber veriyorum .. Milletin rey ve ira­
desine istinad eden her işin neticesi millet için hayır ve saadet olduğu
sabittir..
"

72
Mustafa Kemal ulusuna olan saygısını ve ulusun iradesine olan
saygı ve güvenini vurgulamak için, bulduğu her olanağı kullanan bir
devlet adamı ve kumandan idi. Zira ulusun ve ulus iradesinin her şey­
den önce geldiğine inanır; bu iradeyi her türlü iradenin üzerinde gö-
rürdü. ...
İzmir ve Bursa'nın geri alınmasından sonra ulusa yayınladığı bildi­
ri; hem bu görüşlerini bir kez daha vurgulaması ve hem de heyecanlı
edebi değeri açısından son derece ilginçtir:<5l
"Asil Türk Milleti
Ordularımız 9 Eylül 38 sabahı İzmir'imizi ve yine 9 Eylül 38
akşamı Bursa'mızı muzafferen tahlis ettiler. Akdeniz askerlerimizin zafer
teraneleriyle salgalanıyor. .
. . Büyük Türk milleti, Ordularımızın kabiliyet ve kudreti düşmanları­
mıza dehşet, dostlarımıza emniyet verecek bir kemal ile tezahir etti. Mil­
let orduları on dört gün zarfında büyük bir düşman ordusunu imha etti­
ler.. Büyük zafer münhasıran senindir. . . Vatanın hai�sı milletin rey ve
iradesi kendi mukadderatı üzerinde bilakaydüşart hakim olduğu zaman
başlamış ve ancak milletin vicdanından dogan ordularla müsbet ve ka­
ti neticelere ermiştir.
Büyük ve necip Türk milleti Anadolu'nun halası zaferini tebrik
ederken sana İzmir'den, Bursa'dan, Akdeniz ufuklarından ordularının
selamını da takdim ediyorum."
Aynı Mustafa Kemal, 4 Ekim 1 922'de Türkiye Büyük Millet Meclisi­
nin, "kutsal" olarak nitelendirdiği çatısının altındadır. Bu kez ulusun tem­
silcilerine seslenmektedir:(6l
" . . Milletin mukadderatını doğrudan doğruya deruhte ederek yeis
yerine ümit, perişanlık yerine intizam, tereddüt yerine azim ve iman ·
koyan ve yokluktan koskoca bir varlık çıkaran Meclisimizin civanmert
ve kahraman ordularının başında bir asker sadakat ve itaatiyle emirleri­
nizi yerine getirdiğimden dolayı, bir insan kalbinin nadiren duyabileceği
bir memnuniyet içindeyim."
Ve şiddetli ve sürekli alkışlarla kesilen konuşmasını şöyle sürdür­
mektedir:
"Kalbim bu meserretle dolu olarak, pek aziz ve muhterem arka­
daşlarımı, bütün dünyaya karşı temsil ettikleri hürriyet ve istiklal fikrinin
zaferinden dolayı tebrik ediyorum. ."

73
Mustafa Kemal, bu unutulmaz konuşmasının son bölümlerinde de
şunları söylemektedir:(7)
"Arkadaşlar! Milletimiz, tek bir adam gibi, gösterdiği sarsılmaz
vahdet ve gayret sayesinde bu muvaffakiyE<ti ihraz etmiştir .. Milletimizin
sulh işlerinde de, sulhtan sonraki işlerde de, aynı himmet ve gayret ve
vahdeti göstererek; bu zaferi itmam edeceğine şüphe yoktur. . .
Arkadaşlar! Sözlerime hitam vermeden ewel kemali iftiharla şunu
arzedeyim: Bu hareketi yapan bir ordunun babalarından ve anaların­
dan ibaret olan milletimiz bütün cihana karşı en yüksek mevki-i hürmeti
ve izzeti kazanmıştır. Milletimiz biperva iftihar edebilir. Bu, en kuwetli
şeraitte hakkıdır ve böyle bir milletin fıciz bir ferdi olmakla en büyük
saadeti hissediyorum . . "
Tarihte Mustafa kemal'e gelene dek, kendini ulusunun sıradan in­
sanlarından biri olarak gören bundan öğündüğünü açıklayan hiçbir
"ulus kurtarıcısı" ve "devlet kurucusu" yoktur. Ancak Mustafa Kemal;
ulusa ve onun temsilcilerine saygılı olmadıkça, ulus için hiçbir şey yap­
manın mümkün olamayacağının bilinci içindeydi. Zira ulus iradesinin
üzerinde hiçbir irade yoktur ve ulusun gür:ünün üzerinde hiçbir güç
olamaz.

NOTLAR

(1) "ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri" (1 906-1938) Türk İnkılap Tarihi Enstitü­


sü Yayınları 1 , 2. Baskı, Ankara 1 959; s. 40.
(2) "Atatürk'ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri" iV ( 1 9 1 7- 1 938) Türk İnkılap
Tarihi Enstitüsü Yayınları 1 Ankara, 1 964; s. 447.
(3) ae, s. 449.
(4) ae, s. 450.
(5) ae, s. 458-459.
(6) "Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri" 1 (1919-1938) (TBM Meclisinde ve CHP Ku­
rultaylarında) Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayınları 1 2. Baskı, Ankara 1 96 1 ;
s. 247.
(7) ae, s. 268.

74
ATATÜRK VE "MEDENİ BİLGİLER"

1 9 Ekim 1 931 tarihli ve "Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal'' imzalı


bir mektup, o dönemin başbakanı İsmet Paşa'ya, "(Vatandaş İçin) Me­
deni Bilgiler" kitabını yeniden sunuyordu<1>. Mustafa Kemal'in sunusun­
da şu satırları okuyoruz:
"Kitaplar yazılırken ve yazıldıktan sonra bizzat alfıkadar oldum;
bunların yazılmalarında takip edilen maksatlara bizzat hizmet. edecek
kıymet ve mahiyette olduklarını bilhassa kaydederim."
M ustafa Kemal'in bu notundan şu sonucu çıkartabiliriz ki; bu gö­
rüşler Mustafa Kemal tarafından, tümüyle benimsenmekte ve salt be­
nimsenmekle kalınmamakta, vatandaşlara da öğretilmesi istenmekte­
dir. Şimdi bu kitabın kimi bölümlerini ele alarak incelemek istiyoruz.
Gözümüze çarpan ilk ilginç nokta, aradan yarım yüzyıl geçmiş ol­
masına karşın kitaptaki sosyolojik tanımların geçerliliği ve canlılığı
oluyor. Örneğin ırkçılığın kol gezdiği 1 930'1arın dünyasında, bu kitapta
verilen genel ulus tanımı, adamakıllı ileri bir tanım (s. 1 7).

"a) Zengin bir hatırat mirasına sahip bulunan


b) Beraber yaşamak hususunda müşterek arzu ve muvaffakatte
samimi olan
c) Ve zanih omurar kidazır kunafazasına beraber devam hususun­
da. iradeleri müşterek olan insanların birleşmesinden vücuda
gelen cemiyete MİLLET namı verilir."

Kitapta daha sonrda devlet ve h(l�i_rn.iyet (egemenlik) .k�yramları


üzerinde duruluyor: (s. 20 vd.) · ·
· · ·· ·

"Devlet, belli bir bölgede yerleşmiş ve 1<endine özge bir güce sa­
hip olan kişilerin toplamından oluşan bir varlıktır."

75
Devlet egemenliğinin temel ilkeleri de şöyle sıralanmakta:
"a) Demokrasi ilkesi, halkçılık: Bu ilkeye göre, irade ve egemenlik,
ulusun tümüne aittir ve alt olmalıdır. Demokrasi ilkesi ulusal
egemenlik biçimine dönüşmüştür.
b) Temsili hükümet ilkesi: Bu ilke ulusal egemenliğin uygulanma
ve yürütülmesini düzenler.
c) Devletin ana örgütlenmesini (teşkilat-ı esasiyesini) düzenleyen
yasanın (anayasa), diğer yasalara üstünlüğü ilkesi."
Şunu söylemek gerekir ki; devlet hukLksal bir kavramdır. Aslında
yönetenler egemenliği kullanırlar. o halde devlette yönetenler_kJmler ol­
.
.

malıdİr? Siyasal gücün meşru olabilmesi iç n, devletin soyut egemen­


liği, somut olarak kime verilmiş olmalıdır? İşte demokrasi ilkesi, bu s.o­
ruları yanıtlayan bir ilkedir.
Kitapta daha sonra hükümdarlık (monarşi), oligarşi ve demokrasi
(halkçılık) şeklinde "devlet şekilleri" üzerinde durulduktan sonra cumhu­
riyet kavramına geçiliyor. (s. 29 vd.)
"Tam anlamıyla demokrasi ideali, ulusun tümünün aynı zamanda
yöneten durumda bulunabilmesini, hiç olmazsa devletin son iradesini
salt ulusun belirlemesini (ifade ve izhar etmesini) ister".
"Cumhuriyette son söz, ulus tarafından seçilmiş meclistedir. Her
türlü yasaları ulus adına o yapar. Hükümete güvenoyu verir ve
düşürür.."
"Cumhuriyet, millet vekillerinden oluşan meclisi ve belirli bir za­
man süresi için seçilmiş devlet başkanıyla, ulusal egemenliğin korun­
ması için en uygun zemindir. Cumhuriyette meclis, cumhurbaşkanı ve
hükümet, halkın özgürlüğünü, güvenini ve rahatını düşünmek ve sağla­
maya çalışmaktan başka bir şey yapamazlar.
Çünkü bunlar bilirler ki; kendilerini belirli bir zaman için yetkili ve
iktidar kılan irade ve egemenliğin sahibi ulustur ve bunlar gene bilirler
ki; iktidara saltanat sürmek için değil, ulusa hizmet için getirilmişlerdir.
Ulusa karşı durum ve görevlerini suistimal ettikleri zaman; şu, ya da bu
biçimde ulusal iradenin kendileriyle ilgili olarak tecelli edeceğini bilirler.
Ulus tarafından, ulus adına devleti yönetmeye izinli kılınanlar için
gereğinde ulusa hesap vermek zorunluluğu; laubalilik ve keyfi davra-
·

nışlarla bağdaşamaz."

76
Kitapta daha sonra Türk Devletinin ancıyasası üzerinde durulmak­
ta ve sözü edilen ilkelerin Anayasada nası· biçimlenmiş oldukları gös­
terilmektedir: (s. 32-33).
a) Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur.
b) Türkiye Büyük Millet Meclisi ulusun tek ve gerçek temsilcisi olup,
�lus adına egemenlik hakkını kullanır.
c) Yasama yetkisi ve yürütme gücü Büyük M illet Meclisi'nde ger­
çekleşir ve toplanır.
d) Meclis yasama yetkisini bizzat kullanır.
e) Meslis yürütme yetkisini kendi tarafından seçilen cumhurbaşka­
kanı ve onun atayacağı bir bakanlar kurulu kanalıyla kullanır.
Meclis hükümeti her zaman denetleyebilir ve düşürebilir.
f) Yargı hakkı ulus adına, yasa ve yöntemi çe�çevesinde bağımsız
yargıçlar tarafından kullanılır."
Bu arada Türkiye Cumhuriyetinin devlet ve egemenlik anlayışı, hiç
bir tartışmaya yer bırakmıyacak açıklıkta ortaya konulmaktadır:
"Bizim anlayışımıza göre siyasal güç, ulusal irade ve egemenlik,
ulusun birlik (vahdet) halindeki ortak kişiliğine aittir; birdir, bölünemez
ve ayrılamaz ve devredilemez. Ulusta olduğu gibi onun temsilcisi olan
tek mecliste toplanmıştır. Yani kuwetler ayrılığı kuramı bizim için temel
değildir. Buna göre:
Türk milletinin yönetim biçimi kuwetler birliği temeline dayanan
bugünkü devlet biçimimizdir. Bu biçim içinde Türkiye Büyük Millet Me­
clisi, uTus adına egemenlik hakkını kullanır; Cumhurbaşkanı ve Bakan­
lar Kurulu onun içinden çıkar. Egemenlik birdir, kayıtsız şartsız ulu­
sunaur."
Bu ilginç görüşler içinde yaşamakta olduğumuz kritik günlere de
ışık tutabilecek nitelikte.
Kitabın, "Vatandaşa karşı devletin vazifeleri" başlığını taşıyan bölü­
münde de ilginç bazı görüşler' var: (s. 51 vd )
"Bir vatandaş, yurt savunmasında başına toplı'{abileceğj birtakım
kimselerle başlıbaşına harekete izinli değildir.
Bir vatandaş, kendi hürriyet ve hakkını kendi maddi kuwetine
dayanarak sağlamaya kalkışamaz.
Bu konular bireylerin güç ve girişimleriyle değil, ulus iradesine sa­
hip olan devletin güç ve nüfuzu ile sağlanabilir.

77
.. Devlet ve birey dediğimiz zaman bu kelimelerin soyut anlamını
değil; tek gerçek olan 'sosyal insan' yani toplum içinde yaşayan birey­
leri-düşünüyoruz. · İşte bu sosyal insanın, iki türlü çıkarı vardır. Bu çıkar­
lardan bir bölümü bireyseldir, diğer bölüm:ı ortaktır. Toplum yaşamını
koruyan, bu ortak çıkarlardır.
İyice düşünülürse, bu iki tür çıkar birb.rine eştir. Zira sosyal insa­
nın yaşamı için her iki çıkar, aynı oranda yereklidir. Buna göre, bizce
devlet ve birey sözcükleri ortak, ya da özel çıkarlardan biri düşünül­
düğü zaman ve fakat her iki durumda da sosyal insanı açıklayan iki
deyimdir. Yani ne tek başına bireyi ve ne de bireylerden soyutlanmış
devleti düşünemiyoruz . •.

Medeni Bilgiler kitabında daha sonra da özgürlük kavramı ve öz­


gürlükle ilgili kimi kavramlar üzerinde durulmaktadır. Bunlar arasında ö­
zellikle kamuoyu (efkarı umumiye) konusundaki açıklama çok ilgimizi
çekti: (s. 73)
"Ulusal egemenlik temeline dayanan temsili bir hükümette, ka­
muoyu büyük bir rol oynar. Basın ve toplanma özgürlükleri olmadan
ve toplumla ilgili işler konusunda geniş bir eleştiri alanı bırakılmadan
kamuoyu görevini yapamaz. Ulusal eger ıenlik ve temsili hükümet
düşüncesinin yayılması ve yükselmesi anc.ak kamuoyunun çalışması
ile mümkündür.•
Hocam Sayın Ziver Tezeren'ln "AtatOik ve Eğitim" başlıklı kitap­
çığında Medeni Bilgiler dersiyle ilgili olarak belirttiği bir anıyla yazıyı ta­
mamlamak istiyorum<2l. Anı sahibi eski vali ve bakanlardan Sayın
Mümtaz Tarhan.
Ankara Erkek Lisesi'nde, Haziran döneminde bakalorya sınavı ya­
pılmaktadır. O yıllarda lise son sınıf "lctimaiyat grubu" tarih-coğrafya ve
medeni bilgiler derslerinden oluşmakta ve sınava girenler her üç sınıfın
konularından sorumlu tutulmakta idi.
İşte böyle bir dönemde ve çok sıcak bir havada sınav sürerken,
birden kapı açilır ve Mustafa kemal içeri girer. Komisyonun sürekli ısra­
rı üzerine sınav sırası gelmiş olan öğrenciye aşağıdaki soruyu yöneltir:

"HülagO bazı imparatorluklara son verdi. Ben de bir imparatorluğa .


son verdim. HülagO bu işi yaparken, o imparatorlukların başındaki ha- ·

nadanın canına kıymış, ülkelerine sahip olmuştur. Ben imparatorluğun


başındakilere kıymadılll, onları ülkeden uzaldaştırmakla yetindim. O mu
iyi yaptı, ben mi iyi yaptım?"

78
Öğrenci biraz düşündükten sonra "siz kötü yaptınız• demiş. Bu­
nun nedenini soran Mustafa Kemal'e de şu yanıtı vermiş:
"Ülkemizde kalıp sizin uzaklaştırdığınız hanedana karşı sevgi ve�
saygı besleyenler, bir gün onları bu memleketin başına geçirme gi­
rişiminde bulunurlarsa, siz bu davranışınızın karşılığını hayatınızla öder­
siniz."
Atatürk gençliğe duyduğu güveni tazeleyen bu yanıtı çok be(ıen- .
miş ve mühendislik okumak isteyen ö ğrenciyi tarih okuması için Lond­
ra'ya göndertmiş. B u öğrenci bugün Dil ı e Tarih Coğrafya Fakültesi
Bilim Kürsüsü öğretim üyelerinden Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı'dır.

NOTLAR

(1) (Vatandaş İçin) "Medeni Bilgiler" 1 . Kitap Devlet Matbaası, İstanbul 1931
(Metinlerde dili özleştirerek kullandık).
(2) Ziver Tezeren; "Atatürk ve EOitim' İstanbul, 1 981.

79
111 - LAİKLİK ve İRTİCA
İRTİCA GELİYOR (MU?) ..

Son haftalarda yoğun bir irtica tartışması başlamış durumda. Öy­


lesine garip bir duruma geldik ki; bir nakşibendi şeyhinin Süleymaniye
Camiinin avlusuna gömülmesi için özel kararnameler çıkartan cunta
üyeleri, şimdi laikliğin tehlikede olduğundan söz ediyorlar. Okullara din
ve ahlak dersi . adı altında zorunlu "sure ezberletmeyi" sokanlar, Atatürk­
çülüğün tehlikesinden dem vuruyorlar. Sola karşı destek sağlamak için
ayetlerin arkasına sığ1nanıar, irticanın başkaldırmakta olduğunu savu­
nuyorlar. Oysa ki; bunların çoğu samimiyetsiz çıkışlardır ve boş en­
dişelerdir.
Türkiye'de cumhuriyetimizi yıkarak bunun yerine, İran modeline,
ya da S uudi Arabistan modeline benzeyen bir şeriat devleti kurmak is­
teyenler elbette vardır. Ve bir demokraside bu tür düşüncelerin olması
doğaldır. Ve demokrasiyi yıkarak, kendi düşüncelerini egemen kılmak
isteyen bu tür insanlar demokrasimiz için elbette bir tehlike oluşturur­
lar. Fakat demokrasinin de kendini savunma mekanizmaları vardır ve
Türkiye Cumhuriyetinin bu tür savunma mekanizmalarına sahip olduğu
konusunda kuşku duyulmaması gerekir. Kaidı ki; Türkiye' mizde özgür­
lükçü demokrasiye yönelik bulunan tek tehlike irtica değildir. Ülkemizi
bölmeye· yönelik etnik huzursuzluklar, gelir jağılımının ortaya çıkardığı
uçurumun getirebileceği potansiyel patlameılar, paranın egemen kılın­
dığı toplumumuzdaki değerlerin çöküntüsü, hatta ordu içindeki kimi
maceracı cunta heveslileri, en az. irtica kadar tehlikelidif ve e n az irtica
kadar endişe ile izlenmesi ve önlem alınması gereken gelişmelerdir.
Türkiye'de bir şeriat devleti kurmak isteyen insanların sayisı, bu
yönde çalışmalar yapan siyasal partilerin aldığı oy oranına bakılarak,
aşağı-yukarı tahmin edilebilir. Ve bu oy oranının ciddi endişelere yol
açacak bir boyutta o lmad ığ ı açıktır. Ancak bu insanların bir bölümü

83
devi.et örgütü içi,nde karar alma mevkilerine tırmanmışlardır ve hızla; ör­
gütlenmeye çalışmaktadırlar.
Bu örgütlenme durdurulmalıdır. Zira belirli mekanizmaları korit_rol
ederek, kendileri gibi düşünmey.e nleri de, kendileri gibi davranmaya
. zorlayabilmektedirler. Fakat bu örgütlenmerıın dLJrdurulabilmesi için ön­
celikle yapılması gereken şey, bu azınlığın kilit mevkilere nasıl gelebil­
diklerinin saptanmasıdır. Zira bu saptama yapılmaksızın alınabilecek
. önlemlerin boşta kalacağı açıktır.
.
Gözümüzü geriye çevirdiğimiz zaman, çok ilgini;; bir olguyla
karşılaşıyoruz, Bugün en yüksek sesle irtica tehlikesi olduğ unu haykı­
ranlar, dün bu adamlara ikbal kapılarını açan insanlardır. Üniversiteleri-
. mizde anlamsız bir "turban·� tartışması süregelirken, "kırk yıllık başörtü­
süne", turban adını takanların, gene bu üniversitelerin yetkilileri olduğu­
nu görüyoruz. Yüksek Öğretim Kurumunun atamayla getirdiği yönetici­
lerden büyük bir bölümü, tüm yaşamları boyunca bu mevkilere seçil­
meyi hayal bile edemeyecek zavallılardı. Kimi üniversitelerimizde bö­
lüm başkanlarının atanması, Cuma namazlarında te7gahlanırken, bu işi ,
tezgahlayanların yetkilerinin kaynı:ığı, bugün Ataiürkçülük nutukları atan
ins anlar idi. Ve tüm bunların ardında yatan ana etken de, hak ve yetki-
. ferin demokratik olmayan yollardan elde edilmiş olmasıydı .
Taşra üniversitelerini bir yana bırakalım, bizim bıniversitemizde bile
bir sürü insan yıllarca kendisine "polis süsü", "MİT görevlisi süsü" vere­
rek ikbale ulaştı. Uygar bir toplumda utanılacak bir durum olan gizli
polislik, (doğruluğu bile belli olmadan) yükselmenin anahtarı olarak
kullanıldı. Ve bu insanlar irtica tehlikesinden söz ediyorlar ..
Kimileri irtica tehlikesini yeni bir askeri müdahalenin gerekçesi
yapmaya çabalarken, gerçekten inanmış, dürüst ve iyiniyetli kimi Ata­
türkçüler '.'hedef saptırması" içinde bocalıyorlar.
Gerçekten bugün Türkiye çok ciddi tehlikelerle karşıkarşıyadır. Ör­
. neğin Türkiye'nin yaşamsal bir savaşa girip-girmemesi yasal olarak
yetkisiz ve s.o rumsuz bir kişinin keyfine bağlı gibi görünmektedir. Asıl
bu garip durum için sokaklara dökülmek, Anıtkabri ziyaret ederek hem
özür ve hem de şefaat dilemek gereklidir. Ama bunlar görülmemekle,
bir irtica korkusu körüklenip durmaktadır.
,. Türkiye Cumhuriyetinin kurumları irtic<ıyı engelleyebilecek güçte­
dir. Daha doğrusu, bir şeriat devleti kurmaı'. için çabalayanlar bu arzu­
larına kolay kolay ulaşamazlar. Ancak Türkiye Cumhuriyetinin kimi ku­
rumlan haksız bir işgal altındadır ki; bize kalırsa bu durum irticadan
çok daha ciddi bir teh!ikedic

84
İ RTİCA VE TÜRKİYE'DEKİ BOYUTLARI

İ rtica, Türkçe'ye çevrildiği zaman çok çeşitli anlamlara gelebilen


bir sözcüktür. Fakat bizim burada kullanacağımız anlamıyla irtica; top­
lumsal ve s iyasal düzeni geriye götürerek. İslamiyet esaslarına göre
yeniden düzenleme konusundaki arzu ve çabaları kapsamaktadır. V e
irtica bu bağlamda ele alındığı zaman, konu ister istemez "lailklik" kav­
ramını da gündeme getirmektedir.
Laiklik Türkiye'de çok ilginç btr biçimde, yanlış k ullanılan ve an­
laşılan bir kavramdır. Laiklik, "din ve devlet işlerinin biribirinden' ayrılma­
sıdır" diye yuvarlak bir tanır:n yapıldıktan sonra; herkes kendince bir
la ikl i k anlayışı gelişfümektedir. Ve bu arada çok yaygın bir . biçimde
hoşgörü (.tolerans) , laiklik ile karıştırılmaktadır. Za;en bir grup ulema (!)
televizyona çıkıp, "Osmanlı'da kilise· ile cami yanyana idi" diyerek Os- ·

manlı İmparatorluğunun da laik olduğunu ileri sürdükten sonra, böyle


düşüneı;ıleri de pek kınamar:nak gerekir.
Aslında laikliğin hoşgörü ile hiç bir ilgisi yoktur. Örneğin Osmanlı
İmparatorluğu gibi; sultanın aynı zamanda dinsel önder, halife olduğu
bir devlet farklı dinlere karşı engin bir hoşgörü içinde olabilirken; İrlan­
da gibi laiı< bir devlet içinde, hem de aynı dinin farklı anlayışına (Katolik
ve Protestanlık) sahip insan la r arasında hiç hoşgörü olmayabilir. Laik­
lik, doğrudan doğruya "egemenliğin ,kaynağı" ile ilgili bir kavramdır. Ve
bu sözleri söylediğimizi daha iyi anlatabilmemiz için g özle rim iz i birkaç
yüzyıl geriye çevirmemizde fayda vardır.
Ortaçağın yaygın egemenlik anlayışı, sırasında güce dayanan din
devleti (teıDkrasi) anlayışı idi. Tüm toplumsal çlüzenıemeler gibi; siyasal
düzenlemenin de Tanrı taraf,ı r'ıdan belirlendiğine inanılırdı. Tanrı insanla­
rın bir kısmını "yönetmek", bir kısmını da "yönetilmek" i ç in yaratmıştı.
Yönetenler Tan�ı·nın buyrukları doğrultusunda yönettikleri sürece, bu

85
yönetimi "ruhbanlar" da onaylıyor ve k utsuyörlardı. Yani yönetenler, yö­
netme gücünü ve yetkisini ellerindeki silahtan ve Tanrı'dan alıyorlardı.
Ve "soyluların yönetimine" dayanan bu dü:�en, "Tanrısal" sayıldığı için,
değişmez bir düzen olara:k düşünülüyordu.
A ncak zaman içinde yeni bir sınıf güçlenerek tarih sahnesinde ye­
rini aldı: Burjuvazi. Kısa bir zaman süresi içinde eı<onomik gücü eline
alan burjuvazi, elbette kendi ideolojisini de oluşturacaktı. Ve bu çerçe­
ve içinde burjuvazi, siyasal i ktidardan da payını almak istedi. Oysaki
Tanrısal olduğuna inanılan ve bu nedenle değişmez bir düzen olarak
görülen siyasal düzende herkesin rolü belirlenmişti. İşte b.u koşullar al­
tında yeni bir egemenlik anlayışı ortaya atıldı: Halk egemenliği. Bu an­
layışa göre egemenliğin, yönetme yetkisinin kaynağı Tanrı ve O'nun
buyrukları değil, doğrudan doğruya halkın iradesi, istemi oluyordu. ·

Egemen olan ulus, kendi kendini temsilcileri vasıtfüwla yönetecekti.


Daha sonraları "ulus devlet" ve "demokrasiye" ulaşacak olan bu çizgi­
nin başlarında "laiklik" net bir biÇimde ve zorunlu olarak ortaya çıkmıştı.
Eğer iktidarın kaynağı Tanrı'nın dışında bir yerde aranacaksa. k açı n ı l­
maz bir biçimde laik olunacaktı. Türk toplumunun yapısı ve gelişimi
Batı toplumundan oldukça farklı olmuştur. Zira Türk toplumunun sınıf
yapısı Batı toplumlarından çok farklıydı. Osmanlı toprak düzeni, feodal
bir birikime yol açmadığı için, burjuvazi de oluşamamıştı Ancak laiklik
de, diğer pek çoğu üst yapı kurum gibi, Mustafa kemal ve ark adaşları
taratından, tepeden inme bir biçimde getirildi. Ve çok kararlı bir müca­
dele ile k ısa bir sürede benimsetildi. Önceleri bazı direnmeler söz ko­
nusu olduysa da, bu direnmeler kırıldı ve her ne kadar Atatürk yaşadığı
sürece çok partili siyasal yaşama geçemediyse de, attığı laik temeller
üzerinde ı 946 sonrasında çok partili yaşçıma geçildi.
Demokrat Parti'nin ve bunun devamı olan Adalet P artisinin laik ol­
madığını söylemek mümkün değildir. Olsa olsa din motifinin alışılagel­
mişten biraz daha fazla kullanıldığı ve belki ne laik olmayan kimi çevre:
lere biraz göz kırpıldığından söz edilebilir.
Türkiye'de şeriat düzeni isteyen çok ufak bir azınlık her zaman ol­
muştur ve hiç kuşkusuz günümüzde de vardtr. Ve bu taleplerinin de
"irtica" olarak isimlendirilmesi son derece doğaldır. Fakat böylesi bir
umudu içinde yaşatan grubun toplumda hiç bir zaman ağırlığı oıma­
mı�tır. Günümüz "sağcı" ı:ıolitikacılarının büyük biLböJümü de, .yönetme
yetkisini halktan almışlardır ve b u yetkiyi "hacılarla-hocalarla" paylaşma
niyetinde olduklarını hiç sanmıyoruz.

86
Ancak günümüzde birtakım ürkütücü .nanzaralar da gördtmekte­
dir. Özellikle inanılmaz boyutlarda parasal olan ak la ra kavuşan şeriatçı '
kimi güçlerin, toplum düzenimizi boz m aya yönelik çabalarına rastlan­
maktadır. Ancak bun l arı n toplumsal yapımızda etkili ölabileceğine i na n
­

mıyoruz, bunun salt bi r görüntü ol9rak kalac.ağına inanıyoruz. ,


. .
1 2 Eylül. rei.i rninin tüm gücüyle toplulmun ilerici güçlerine yüklen­
mesinin sonucunda meydanı boş bulan, ya da lıoş sanan irticanın,
egemen olmasının nesnel koşulları ortadan kalkrnışrır. Kaldı ki hiç
kimse tarihin çarkını geriye doğru döndüremez. Olsa olsa biraz ya­
vaşlatabilir. O da geçici bir süre için.

87
ATATÜRK'ÜN LAİKLİK ANLAYIŞI
(Genç Gazeteciler Seminer Tebliği)

Yaygın bir biçimde bilindiği üzere laiklik, din ve devlet işlerinin bir­
birinden ayrılmasıdır. Fakat din ve devlet işler i nin biri b i r i nden a y rılması
tarih boy u nca süren çok uzun ve kanlı savaşımların sonucunda ger­
'
çekleşebilmiştir. Sınıfların belirginleşmiş oldugu ve sınıf mücadeleleri­
nin net bir biçimde gerçekleşmiş old uğu toplumlarda laik l i k , mo­
iıar$ilere karşı kentsoylunun i kt i dar talebiyle birlikte ortaya çık mıştır.
Oluşturu lan sivil to pl u m l a r da laiklik için Qereken tüm koşullar zaten var­
dır. Oy sa ki Türkiye deneyiminde bu koşullar zorlama ile yarat ı lmaya
ça ba lanmış ve gün ü m ü zde çevreye bakıldığında gö r ülebileceği gibi,
önemli ölçüde başarılmışt ı r .

S i z , değişik ülkelerden gelen genç gazet eci l e r , sosyal k urumları


oturmuş toplumsal düzenler içine doğdunuz E lbette b u sosyal k urum­
ları şu, ya da bu yende de ğ iştirmek dileği . içinde olabilirsiniz. Fakat
beğ enseniz de, beğenmeseniz de bu k urumlar çok uzun süren . ça­
tışmaların sentezıeridir. Oysaki Türkiye ' de bu çat ışma son b irkaç yüzy ı ­
lın çatışmasıdır ve Türk iye ' nin sosyal kurumları başta Mustafa Kemal
olmak üzere, öncü ve ilerici bir g ru b u n zorlama ve çabaları sonucun.da
·

gerçekleşebilmiştir.
Kim i zaman Ortaça ğ , k i m i zaman Feodal Dönem olarak adlandırı­
lan zamanın y ö net im felsefesine göre; iktidar sahipleri bu iktidarlarını
Tanrı · n ı n iradesiy le kazanmışlardı. Tanrı insanları öylesine yaratmı Ştı ki;
kimileri yönetecek, kimileri de yönetileceklerdi. K •_ışkusuz yönetenler
Tanrı buy ru k la rına göre yönetecekJerdi. Yönetilenler yönetenlere karşı
geldikleri zaman, Tanrı'ya da karşı g el mi ş olurlardı. Zira bu d üz en Tanrı
tarafından k u ru lmu ştu ve Tanrı tarafından kurulmuş oldu ğ u içfn de
·

de ğ işmezdi. Bu tür devlet anlayışına "Teokratik Devlet" diyoruz .

88
Oysaki dünya de gi Şiyordu. Yeni kıtala bulunuyor, artan bir ticaret
hacmi, tüm ortaçağ boyunca sesini pek duyuramamış olan tüccarları
ve doktor, avukat, banker vb. gibi serbest meslek sahiplerini güçlü bir
biçimde tarih sahnesine çıkartıyordu. Özellikle Kuzey Avrupa'nın liman
kentleri ve İngiltere'de bu gelişim çok hızıarımıştı. B una kı;ırşılık Katolik
Kilisesi, ekonomik yaşama da k,atılan ve geniş towak mülkiyetine sa­
hip bünyesi ile bu gelişmelerden tedirgin oluyordu. ır:ıgiltere'nin Katolik
Kilisesinden kopmasını vııı. Heİıri'nin uçkura düşkünlüğü ile açıklamak
mümkün değildir. Aynı şekilde protestanlığı.ı Kuzey Avrupa'da yayılma­
sını açıklamak da, rastlantı vb. gibi bilim dış· yollarla yapılamaz.
Ekonomik yaşama fazla katılmış bulunan bir Katolik Kilisesi, eko­
nomik. yaşamın yeni gereklerine ters düşmeye başlamıştı. Ancak işin
bu aşamasında henüz din ve devlet işlerinirı biribirinden ayrılmasını is­
teyebilecek · kadar cesur bir ses yoktur. üaha doğrusu cesur insan
çoktur da, bu dilekleri laiklik olarak dil() getirebilecek toplumsal bilinç ·
yoktur. İşin bu aşamasında yavaş yavaş y.:>netim teısefesine saldırılar
başlamıştır. Yeni bir yönetim felsefesine temel olarak Doğal Hukuk alın­
makta ve buradan ' "Toplum Sözleşmesi"ne ulaşılmaktadır. Ne doğal
hukukun babası oıan Grotius·un Hollandalı olması, ne toplum
sözleşmesinin babaları sayılan Hobbes ve Locke'u n İ ngiliz ve Jean
Jacques Rousseau·nun Frans'ız olması rastlantıyla açıklanamaz. İşte
F ransız devrimi bu felsefi yapı üzerinde dogdu. Burjuva devrimi, teok­
ratik monarşik iktidara karşı, ister istemez laik olmak zorundaydı. Zira
aksi takdirde, yanı "E$ki Rejim" Tanrı tarafından konulmuş olsaydı,
değiştirilernezçli. O halde; din ve devlet işleri birbirinden ayrılmak zo.
rundaydı. Fransa k ralı Tanrı O nu kral yarattığı içın kral değildi. Artık
Fransızların kralıydı ve · Fransızlar O'nu k ral görmek istedikleri için
kraldı.
Umarım siyasal düşüncenin girift labırentıeri arasına ,girerek siz
genç gazeteci arkadaşlarımı sıkmadım. Ancak Atatürk'ün laiklik an­
layışını görmek ve de$.erlendirebilrnek için, laikliğin evrensel gelişimini
ana hatlarıyla da oısa görmek zorundaydık.
·

Ç>srnanlı İmparatorluğu zaman zaman değişen ölçülerde de olsa


teokrati� bir , rı:ıonarşi idi. Kurulduğu zaman o.l an 1 299 dan yıkıldığı
1 920'1er� dek, imparatorluğa adını vermiş olan Osmanlı Hanedanı tara­
tırıdan yönetildi ve bu Hanedan 1 5 1 7'den beri İslam H alifeliğini de
e linde bulundurmuştu. Yani dörtyüz seneden fazla. . İslam d ü nyasının
b.öylesirıe manevi· liderliğ i elbette hem Osmanlı İmparatorluğunu güç-
1 lendiriyor ve hem1de Osmanlı Hanedanını et kin k ı l ı yord u.

89
Osman lı İ m paratorluğu çağdaşı Avrupa İ m paratorlukları gibi teok­
ratik bir monarşi · idi ama, çağdaşı Avruı: :ı. toplumlarında görüldüğü
üzere, feodal bir yapıya sahip deği ldi · Z ira . eodalite toprak mülkiyetine
dayanan 'bi r toplum yapısı idi. Osmanlı İn ıparatorluğu ise . kuru l duğu
günden başlamak üzere toprak mülkiyetirıt: savaş açmış bir . pevletti.
Osmanlı İ m paratorl uğunda topraklar Tanrı ad ına devletindi. Bu toprak­
ların gelirlerL"tımar" qdıyla belirli görevlilere, yani devlet görevlilerine ya
d.a vakıflara verilirdi. Tımar sahibi asla "derebey''. ya d a ;·senyör" sayıla-
. m ıy acağı gibi, Osmanlı Çiftçisi "reaya" da asla serte benzetilemezdi.

Bazı genç gazeteci arkadaşlarımın: "Osmanlı toprak düzeninin


Atatürk'ün laiklik anlayışı ile ne ilgisi var?' diye düşündüğünü hi s s e ­
diyor u m . Ama çok ilgisi vardır. Zira Osmanlı İ m paratorluğunun bu top­
rak d ü ze n i tarım kesiminde feodal birikimin gerçek leşmes(ni engeılle­
,

rniştir ve Osmanlı İ m p ar ato rl u ğ un da kapitaı,zme geçilemeyişinin ve sa­


nayi devriminin gerçekleşememesinin bizce temel nedeni budur. İşte
b u nedenle O s manlı i m paratorluğunda Baıı'da görüldüğu üzere laik bir
kentsoylu sınıfı ortaya çıkamamıştır. İşte bu nedenle Osmanlı İ m para­
torluğunda padişahın Tanrısal olduğu varsayılan gücüne karşı laik bir
sınırlama talebi kentsoyludan gelmem işti:.

Atatürk bir devlet görevlisiydi. Yani dan a . sonra yıkacağı ve genç


Türkiye Cumhuriyetini yıkıntıları üzerine k uracağı Osmanlı İ m parator­
luğunun bir generaliydi. Yaşamının her aşamasında son derece önemli
görevlerde bulunmuş ve gene daha sonra tahtını elinden alacağı Vah­
dettin'in, veliahtlığı sırasında bile çok saygı· duyduğu bir kişiydi. M usta­
fa Kemal öyle bir kuşağın temsilcisiydi ki, bu kuşak tüm yaşamını hep
on seoe ilerde götürmek zorunda kalmı tı. Örneğin 1 908'de İ kinci Ş
Meşrutiyet ilan edildikten sonra gerici bir karşı darbe olu nca, bu karşı
darbeyi bastırmak için Rumeli' den gelen Hareket Ordusunun Kurmay
Başkanı Mustafa Kemal 27 yaşındadır. Siz genç gazeteci arkadaşıacım­
dan belki bi raz daha yaşlı. 1 91 Tde daha sonra padişah olacak olan
veliahd Vahdettin'le birlikte Almanya'ya giden ve kurmay toplantılarında
tüm aksi görüşlere karşın savaşı n yitirildiğini savunan parlak general
36 yaşındadır. Osmanlı İ m paratorluğu mütarekeyi imzal ayıp, bir anlam­
d a teslim olduktan sonra bir avuç arkadaşıy l a Anaclolu 'ya_ geçerek hal ­
kı örgütlemeye başlayan Ordular Grubu komutanı M ustafa Kemal 38
yaşındadır.

Mustafa Kemal'in de içinde bulunduğu grup, yani Osmanlı Aydın­


la rı 1 9. Yüzyılın bir ürünüdürler,__�ı,ı.D lfil.lmQC!rn.tQ.rl!.JfJIJr1 . geri ka l m ı ş l ı ğ ı -

90
nın nedeni olarak padişahın Tanrısal olduğu varsayılan sınırsız yetkisini
görmüşler ve en azından bir Millet Meclisiyle bu yetkilerin kısıtlanması
çabasına girişmişlerdir. Ancak Batı'dan çok önemli bir fark olarak Batı'­
da t::ıu işi burjuvazi yaparken ve halk adına da olsa, kendi sınıfsal çıkar-
. lan doğrultusunda yaparken, Osmanlı İmparatorluğunda bu işi üstle­
nenler, asker ve sivil devlet görevlileri olmuştur. Ve elbette devletin çı­
karları doğrultusunda
, Konuyu fazla dağttmak istemediğimden ve konferansı Osmanlı
. Sosyal Tarihine kaydırmak istemediğimden buralarda ayrıntıya girmiyo-
rum. Ama şunu bilmemiz gerekir ki, Türkiye Cumhu riyeti de bu grubun
ç.a balarının Mustafa Kemal'in önderlik ve t oplay ı cıiı ğ ı nd a ulaştığı son
ve kesin bir sentezdir.
Askeri alında savaş M udanya Mütarekesi ile bittikten sonra Ata­
türk'ü siyasal. ve sosyal alanda savaşlar bekliyordu.
İngiltere ve Fransa'nın toplanması planlanan barış konferansına
Ankara'nın yanısıra İstanbul hükümetini de çağırması saltanatın kaldırıl­
ması için aranan bir fırsatı sundu. 1 Kasım 1 922'de Millet Meclisi'nde
alınan bir kararla hilafet ve saltanat birbirinden ayrıldı ve saltanata son
verildi. Son Osmanlı padişahı olan Vahdettin artık sadece halife olarak
kalmıştı. Zaten Vahdettin birkaç hafta sonra yurtdışına kaçacaktı. Bu
durumda MWlet Meclisi gene Osmanlı Hanedanından Şehzade Abdül­
mecid Efendiyi İslamların Halifesi olarak se çti Genç arkadaşlarımın
.

dikk at le r i n i çekmek isterim, Meclis Abdülmecid Ef e nd iy i "İslam H alifesi"


,,,.o larak değil, "İslamların Halifesi" olarak seçlyotdu. Yani Abdülmecid
=:tendi, Tanrı öyle yarattığı_ için değil, İslamlar öyle istediği için H alife
oluyordu·. Aynen 1 6. Louis'nin F ra ns ızlar istediği için Fransa Kralı of­
m�sı gibi. Saltanatın kaldırılması dünyevi gücünün kırılması açısından
hilafet kurumuna indirilen büyük bir darbedir ve Tür�iye'nin laik leşm es i
konusunda en önemli ilk adımdır.

Saltanatın kaldırıldığı günden Cumhuriyetin ilan edildiği . 29 Ekim


1 923'e dek geçen sürede Türkiye'de adı belirsiz bir rejim yaşandı. Ya­
sama ve yürütme .fiilen halkın temsilcilerinden oluşan bir mecliste ol­
. duğundan, rejim adı konulmamış bir cumhuriyet olarak değerlendirile­
bilir. Ama adı konulmamıştı.
Cumhuriyetin ilanından sonra Hilcıfet sorunu gene gündeme geldi.
Son halife Abdülmecid Efendi yetkileri belirlenmiş ve sınırlanmış bir bi­
çimde seçilmiş olmasına karşın, kendisini İslamların Halifesi değil, İs-

91
tam Halifesi olarak görüyordu. Eski Osmanlı Paoişahlarının törenlerini
andıran törenler yaptırıyor ve zaman zaman ileri-geri konuşmaktan çe­
kinmiy_ordu. Zira herşeyden önce Qıeniş bir desteğe sahipti. Su . destek­
cileri arasında, Mustafa Kemal'in muhaliflerini başta saymak gerekir.
Ayrıca Osmanlı eğitim kurumlarının önemli bir bölümü "Medrese" adı
altında din eğitimi yapan kurumlardı. Tüm bunların dışında tüm ülkeyi
kapsamış bulunan tekkeler, seviyeler gibi dini kurumlar halifeye güç
sağlay�n u n s url ar arası nday d ı .
Mustafa Kemal dünyevi ve halk egerr.enliğine ortak çıkan bu. ku­
rumlarla savaşıma etkisi kararlı idi. Her ne kadar 1 921 'de yazılan ilk ve
kısa Anayasada devletin dinini İslam olduğu belirtiliyorduysa da, din ve
devl�t işlerinin biribirinden ayrılması artık biı zorunluluk haline gelmişti.
Ç3enç gazeteci arkadaşlarıma Mustafa Kemal'in bir özelliği'ni söy­
lemek isterim: Mustafa Kemal bir halk adan ıydı. Yapacağı önemli işler
kon �su.nda, nalkın görüşlerini almaya çok özen gösterir, yurt gezileriyle
halkın nabzıni yoklar ve hafkı inandırmaya özen gösterirdi. Bu konLJda
da aynı şeyi yaptı. Batı Anadolu'da geniş bir gezi yaparak halkla fikir
alışverişı yaptı. Özellikle Balıkesir Paşa .Camiiride verdiği hutbe bunun
ilginç bir örneğidir.
'
· E y millet' Tanri birdir, şan ı büyüktür . Allahın ,selameti, atıfeti ve
"

hayrı. üzerinize olsun" diye söze başlamıştı ·Mustafa Kemal. (Uluğ,


1975, s. 1 20) '
" . . Peygamberin iki evi vardı: b.iri kendi konutu. diğeri Tanrı'nın
evi. O millet işlerini Tanrı evinde görurdü. Biz · de Hazreti Peygamberin
m übarek izini izleyerek, bu dakikada milletimizle hale ve geleceğe ait
hususları görüşmek için, bu kutsal çatının altında Ulu Tanrının huzu­
runda bulunuyoruz .. Efendiler camiler biribi!imizin yüzyne bakmaksızın
yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler taat ve ibadet ile beraber din
ve dünya için neler yapılmak gerektiğini düşünmek, yani meşveret için
yapılmıştır. Millet işlerinde her,ferdin kafası işlemelidir. İşte biz burada,
din ve dünya için, geleceğimiz ve bağımsızlığımız için , . bilhassa ege­
menliğimiz için neler düşündüğümüzü ortaya koyalım ..
. . Halifeye kanun ile verilmiş hak ve yetkilerin fazlası verilirse, mille­
timizin egemenliği sınırlandırılmış ve bu egemenlik parçalanmış olur ki,
b u da eski halin dönüşünden başka bir şey olmaz .. Şimdiye kadar
elde ettiğimiz başarılar üç dört yıla sığmayacak kadar çoktur ve büyuk­
tür. Dünyanın her yanında olduğu gibi bizde de yeni hçıreketıer ve

92
akımlar karşısında, onu hazmedemiyen k uwetler çıkabilir. . Efendiler
şunu kesinlikle bilmek gerekir ki, kazanılan hayat ve namustur. Buna
saldırmak, hayat ve namusumuza saldırmak demektir. B u hareketlere
·

dikkat edelim ve uyanık bulunalım."


Gerekli ortam sağlandıktan sonra 3 Mart 1 924'de Büyük M illet
Meclisi'nden üç yasa 'çıktı. Bunlardan biriyle Hilafet kaldırılıyor ve Os­
manlı Hanedanı yurt dışına sürülüyordu. İkinci yasa ile eğitim birleştiri­
liyor ve tek elde, yani devletin elinde toplanıyordu. Üçüncü yasayla da,
Din İşleri ve Vakıflar Bakanlıkları kapatılıyor bu işler yürütmeye bağlı
Genel Müdürlüklere aktarılıyordu. Böylece laikleşme konusu neredeyse
tamamlanmış oluyordu. Halifenin sürülmesi toplumdaki dinci güçleri
öndersiz bırakıyordu. Eğitimin devlet tekeline alınması dinci güçlerin
eğitim olarıaklarını sınırlıyordu. Aynı husus Din İşleri ve Vakıflar Bakan­
lıklarının k?panmasıyla da sağlanmaya çabalanıyordu.
2 Eylül 1 925'de çıkartılan bir yasa ile her türlü din köken_li örgüt­
lenme yasaklandı ve tekke vb. gibi kurumlar kapatildı. Gene aynı ya­
'
sayla din adamlarının, dinsel giysilerini ancak görevleri sırasında giye-
bilecekleri belirlendi. Devlet açısından laikleşme fiilen gerçekleşmişti,
.ancak . 1 924'de çıkartı'lan yeni Anayasada da devletin dininin İslam ol­
duğu yazılıydı.
Bu gelişmeler kaçrnıım·az gelişmelerdi . Daha saltanatın kaldırılması
s'ı rasında Mustafa Kema1 Mecliste şöyle diyordu: (Uluğ, 1 975, s. 1 89)
" . . Millet mukadderatını doğrudan doğruya eline aldı ve milli saltanat ve
egemenliği bir şahısta d e ğil, bütün fertleri -tarafından seçilen vekillerin­
den kurulmuş yüksek bir mecliste -temsil etti. İşte o Meclis, yüksek
Meclisinizdir; Türkiye Büyük Millet meclisi'dir. M illetin saltanat ve ege­
menlik makamı, yalnız ve ancak Türkiye Büyük M illet M eclisi'dir. Bu
egemenlik makamının hükumetine Türkiye Büyük M illet Meclisi hükü­
meti .derler. Bundan başka bir hükümet heyeti yoktur ve olamaz."
Genç gazeteci arkadaşlarıma çok kapsamlı bir konuyu anahatla­
rıyla ve kısa bir süre içinde sunmaya çalıştım. Umarım sizleri sıkma­
mışımdır. Konuşmamın sonunda bazı hususlara ilginizi çekmekten de
kenc;limi alamıyorum. Dikkatli gözlemıerinizden kaçmadığından emin ol-
- duğum üzere Türkiye aşırı doğal kaynakları olmayan ve sanayi kuru­
ıuşunu tamamlayamıyan bir ülke olarak heyecan verici bir demokrasi
deneyimi yaşayan tek ülkedir. Tüm olumsuz koşullara karşın ve zaman
taman geçici teklemeıere rağmen Türkiye özgürlükçü demokrasisini
sürdürmektedir! ve sürdürmeye kararlıdır. Bu kararlılık şu ya da bu

93
kişilerin kararı ya da lütfu değ il; egemenliğ ine sahip bir ulusun çok ça­
balarla ulaşmış oldu ğ u bir bilincin kaçınıl maz sonucudur.

Siz bugünün genç gazetecileri yarının dünyasının bir dostluk, ba­


rış ve kardeşlik dünyası olmasının en büyük sorumlulu ğ unu taşıyacak
kişilersiniz. D ü nya üzerinde · bazı güçler tanhsel bazı kin ve d uy g uları
sürekli körükleyip sömürmektedirler. Bu arada Türkiye de hiç hakket­
medi ğ i bir karalamaya u ğ ramaktadır. Ü lkemizi gördünüz, konu ğ umuz.
olarak bize onur verdiniz. Namusuyla yaşc.rnaya çalışan emekçi halkı­
mızı ve mücadelisini gördü n üz. Bitmeyen bu mücadelenin savaşçıları,
Türk gazetecileriyle tanıştınız, u m·arım dostlar edindiniz. Umarım bu
dostluklar kalıcı olsun. Kaleminiz her zaman do ğ rL•r.:.m ve haklının .ya­
nında, sömürüçünün karşısında olsun.

94
LAİKLİK VE İRTİCA

Son günlerde irtica tartışmaları yeniden yoğun bir biçimde gün­


deme geldi. Devlet Başkanımız Sayın Evren içten olduğuna inandığı­
mız bir biçimde bu konudaki endişelerini dile getirirken Başbakan
Sayın Özal meselenin abartılmaması gereğini vurguluyordu.
Bu konuda öncelikle şunu belirtmek isteriz ki; Türkiye'de irtica
tehlikesi olduğuna inanmıyoruz. Zira, Türkiye'de, Türkiye Cumhuriyeti'­
ni.n halk egemenliğine dayanan temer mantığını değiştirerek Tann ege­
IT)enliğine dayanan bir din devleti oluşturabilecek herhangi bir güç
yoktur. Türkiye'nin kendine özgü koşullarının ürünü olan silahlı kuwet-
1,erinin buna izin vermeyeceği güverıi bir yana, şu andaki siyasal kadro-
1,arı büyük bir bölümü; ''y,önetme yetkisini" din kitaplarından değil, halk­
tan almayı yeğleyecektir. Ve halktan yetki almış hiçbi r siyaset adamı,
,,.bu iktidarını "hacılarla-hocalarla" paylaşmaz , paylaşmak istemez. Bazı
istisnaları dışında 'günümüz s9ğ siyasetçilerinin din konusunda verdik­
- leri ödünler, aşırı dindar olduklarından değil, dindar çevrelere şirin gö­
rünmek arzusundan kaynaklanır. Bunu dindar çevreler de bilirler. Fakat ·

ehven-i şer buldukları için kimilerini desteklerler.


Türkiye'mizde dindar olanların sayısı sor:ı yıllarda artmamıştır.
Tpplumda dine olan ilginin arttığını gösteren hiçbir ciddi araştırma yok­
tur. Türkiye'de fanatik dinci grupların sayısı da artmamıştır. Fanatikler
her zaman olmuştur ve olacaktır. Türkiye'deki tarikatlar·
· da son birkaç
yılın ürünü değildir. O halde ?eğişen nedir? ·
·

Değişen şey az, ya da çok fanatik dinci grupların devlete bakış


açılandır. .Gerçekten İslamiyetin kural ve kurumlarını tam olarak uygu­
lamaya çabalayan bazı gruplar önceleri devletin dışında kalmaya özen
gösterirken, 1 970'1i yıllardan itibaren devlet kadroları içinde yer almaya,
dahası örgütlenmeye baŞladılar. �zellikle 1 2 Ey lül sonrasında bu ör-

95
g ütfenme, bir patlamaya dönüştü. · Dinci aı.. ımların panzehiri olan kimi
güçler, baskı altına alırken; meydan bunlarc. kaldı. Laiklik 1korıusundaki
duyarlılığı tartışma götürmez olan silahlı k u 11vetlerin gölgesinde, birçok
subaşlarını ele geçirdiler. '
TRT, özellikle televizyon da bu oyuna alet oldu ve olmaya devam
ediyor. Birkaç yıl önce gezici kitaplıkları tanıtan kısa bir 1V filmi, hafta­
da birkaç kez olmak üzere aylarca seyirciye sunuldu. Kitaplıktan yarar­
lanan kızlarımızın tümü "sıkmabaş" idiler . . . Aynı şekilde bugünlerde bir­
kaç kez gördüğüm bir başka 1V filminde de çocuklarını aşı yaptırmaya
gelen tüm analar sıkmabaşlı. Hele televizyonun eğlence programların­
da arzı endam eden ve şarkıcılara el çırpan sıkmabaş hanım kızlara ne
demeli . . .
Türkiye' d e kimi mutaassıp ailelerin yıllardan beri başlarını. bağlar­
1
lardı. Ancak bunlar konsere monsere gitmezlerdi. Bu mutaassıp aileler
kızlarını üniversiteye de göndermezlerdi. Gunümüzde tesettüre uygun
bir görüntü altında, "modern genç, kızlar" görüyoruz.
Bundan yirmi yıl önce bizim öğrenctıiğimiz zamanında , Cuma'ya
giden öğrenci oranı, bugünkünün altında değildi. Ancak onlar namaz
saatinde ders yapılmamasını bif "hak" olarak talep etmezlerdi. Aynı bi­
çimde o zamanlar oruç tutan öğrenci oranı da bugünkünden az değil­
di. Fakat oruç tutmayanlara sopa atmayı düşünmezlerdi. Aynı biçimde
esnafın bir kısmı namaz saatinde. dükkanını kapatıp camiye giderdi.
Ancak devlet dairelerini kapatmayı kimse duşünmezdi.
Yaztmın başlarında bir irtjca tehlikesine inanmadığımı söyledikten
sonra, sergilediğim bu örnekler bir çelişki gibi görünebilir. Ancak her­
hangi eir çelişki yoktur. Bu brnekler dır:ıci grupların iktidar yolunda ol­
duğunu göstermet. Sadece biraz yüz bulduklarını; sadece biraz fırsat
bulduklarını gösterir. Türkiye Cumhuriyetinin laik yapısının güvencesi
�lan kimi k urumlar vardır. Ve ne kadar yıpranmış olursa olsun; başta
Atatürk gençliği olmak üzere bu kurumlar son derece duyarlı bir bi­
çimde vardırlar ve var olmaya devam edecekıerdir.

96
iV - ATATÜRK DİKTATÖR M Ü?
MUSTAFA KEMAL VE MEŞRUİYETCİLİGİ

Atatürk ilkelerini sağlıklı bir şekilde belirleyebilmek ve bunların te­


melinde atan dünya görüşü ve özlemi anlayabilmek için, bu ilkelerin
ortaya atıldıkları ortamın tarihsel gelişimini iyi bilmek zorundayız.
Atatürk Devrimlerinin ve Cumhuriyetin tıelirli bir birikimin, bir evri­
min sonucu olarak mı gerçekleştiği; ya da değişik iç ve dış etkenlerle
birdenbire mi gerçekleştiği konusunda yapılan tartışmalar henüz sona
ermiş değildir.
Bu tartışmadaki görüşmelerden birine göre, onsekizinci asrın
başından itibaren Osmanlı İmparatorluğunu içinde bulunduğu durum­
dan kurtarma konusundaki çabalar, bu konuda atılan tohumlar meyva­
larını Atatürk Devrimleri olarak vermiştir. Fazlaca yaygın olmayan diğer
görüşe göre ise, Atatürk Devrimlerinin Osmanlı İmparatorluğundaki
"kurtarma" çabalarıyla hiç bir ilintisi, hiç bir organik bağı yoktur.
Burada açıklıkla belirtmek isteriz ki biz bu iki görüşten birincisini
benimsiyoruz. Bize göre gerek ulusal kurtuluş savaşımız, gerek cum­
huriyetimiz ve gerekse Atatürk devrimleri, Osmanlı imparatorluğunda
onsekizinci yüzyılda başlayan bir dizi çabanın, yirminci yüzyılın başın­
da ulaştığı bir sentezdir. Fakat biz bunu savunurken bu konuda şunu
da biliyoruz ki; Mustafa Kemal'in önderliği, toparlayıcılığı, yürekliliği ve
ileri görüşü olmasaydı; tüm birikimlere karşın ortaya hiç bir şey çık­
mazdı.
Yeri gelmişken bu konuda birkaç anımı anlatmak isterim. Mutlu
bir rastlantı olarak Dr. Adnan Adıvar ve Halide Edip'!n yakını olan bir
aile çevrem vardı. Çocukluğumun unutulmaz anıları arasında, bu iki
büyük insanın, o günlerde değerini anlamaktan çok uzak olduğum
sohbetleri vardır. İşte Halide Edip bir gün, kendisini "siz ABD mandası
istiyordunuz ama. • diyerek itham eden bir tanışımıza şu yanıtı ver-
.

99
miştir. Bizde Atatürk'ün ileri görüşü ve se !gisi yoktu. Biz bu yüzden

denize düşen yılana sarılır misali ABD manc asına sığınıyorduk".


Adnan Adıvar ise, Atatürk'ün sağlığına.! Türkiye'ye giremediklerini
ve buna rağmen neden Atatürk'ü bu denli �andan savunduğunu soran
bir tanışımıza şu yanıtı vermişti; "Bak çocuğum, biz şu anda burada
oturuyorsak, şu şömine yanıyorsa, elimizdeki çayı içiyor, bisküvi yiyor­
sak bunlar sadece ve sadece Mustafa Kemal'in sayesindedir." Sonra
da bir anısını anlatmıştı. "Sakarya Savaşının en tehlikeli günleriydi"
diyordu. "Top sesleri Ankara'dan duyuluyordu. Meclis başkan vekiliy­
dim. Gerekirse Meclisi Kayseri'ye nakletmek için tüm önlemler alın­
mıştı. Ve o kara gün geldi. Cebimde Mustafa Kemal'in Meclis'in nak­
liyle ilgili öneri ve direktifi vardı. Birkaç gün önce elden göndermiş ve
aksine bir haber göndermezse işleme konulmasını istemişti. Toplantı
saati yaklaştıkça cebim ağırlaşıyor, mektuı: cebimi yakıyordu. O anda
o önergeyi okumaktansa, seve seve ön cephelere gidiş savaşabilir­
dim. Tam toparlanıp oturumu açma hazırlıkları içindeyken; toz içinde,
terli ve yorgun genç bir subay koşarak odama girdi. Elindeki zarfın
üzerinde 'bir dakika geciktirilmesi idamı m..ıciptir' yazısı vardı .. Yunan
saldırısı kırılmıştı. Meclis yerinde kalabilirdi. "Dr. Adıvar bunları anlatır­
ken gözlerinden sicim gibi akan yaşlar, elinaeki çaya karışıyordu.
Bu anıları anlatmaktaki amacımız, şu kısa yazımıza duygusal bir
hava katmak değil elbette. Amacımız Mustafa Kemal'in liderliğinin öne­
minin bilincinde olduğumuzu vurgulamak. Fakat şunu da yeniden be­
lirtmek isteriz ki, eğer Osmanlı İmparatorluğunda Kemalizmin nesnel
hazırlığı olmasaydı, ne devrimler başarılabilir ve ne de cumhuriyet ve
cumhuriyet dönemi Türk Hukuku kurulabilirdi.
H ukuk Devrimi de dahil, Atatürk Devrimleri Osmanlı İmparator­
luğunun yirminci yüzyılın başında ulaştığı bir sentezdir, demiştik.J3izce
bu sentezin temelinde "Osmanlı Bürokrasisinin" yani "Kapıkulunun" ça­
baları yatar. Ancak bu çabaları da aydınlık ve sağlıklı bir şekilde değer­
lendirebilmek için belki daha da gerilere gitmek gerekir.
Osmanlı İmparatorluğu tarihin belirli bir dönemine damgasını bas­
mış bir "Cihan İmparatorluğu" idi. Ancak gene tarihin belirli bir döne­
minde çağdaşı "Batı" ülkelerinden geri kalmış ve bir yandan ekonomik
çöküntü, bir yandan da siyasal olarak dağılma olgusuyla karşı-karşıya
gelmişti.
Osmanlı İmparatorluğunda ekonomik çöküntüyü hazırlayan temel
neden Batı toplumlarında burjuvazinin öncülüğünde girilen kapita-

1 00
listleşme sürecine girilmemesi ve sanayi devriminin yapılamamasıydı.
Osmanlı İmparatorluğunun bu konuda başarılı olması mümKün değildi.
Çünkü gerek "Osmanlı Toprak Düzeni", gerekse "Osmanlı Dünya Gö­
rüşü" buna elverişli değildi. Topraklarda son zamanlarda belirli bir
"mülkleşme" olmasına karşın, tımar düzeni tarım kesiminden sermaye
gereksinimini karşılayacak olan burjuvanın gelişmesine olanak verme­
mişti. "Osmanlı Dünya Görüşü" de ticareti hor görüyor, buna azınlık­
ların tekeline bırakıyordu (zaten Oğuzlar bila kentlerde oturarak ticaret
yapanlara, tenbel anlamına gelen "yatuk" adını takmışlardı).
Osmanlı İmparatorluğunda sözü edilen siyasal dağılmayı hazır­
layan temeı neden, Kapıtaıızm; daha dogrusu Kapitalizmin doğurduğu
bir düşü nr.A ı:ıkımı oıı:ın "ulusçuluk" olmuştur. imparatorluğu oluşturan
farklı ulusıar ve ozeıııKıe Humeıı ıopraKıarında oturan H ristiyan tebaa,
dış desteklerin de etkisiye ulusçu düşünceyi kısa zamanda ve heye­
canla benimsemişler ve ekonomik yapısı zaten sallanmakta olan İm­
paratorluktan kopup ayrılmışlardır.
Ekonomik ve askeri yapıdaki bozuklukların nedenlerini bulmak ve
bunları gidermek çabasındaki İmparatorluk yönetimi, bir yandan "Batı
tipi" eğitim kurumları açarak ve bir yandan da "Batı"ya çok sayıda
öğrenci göndererek bu işin sırrını çözmeye çabalamıştır. Aynı dö­
nemde, o günlere gelene dek İmparatorluğu yönetmiş olan "Devşirme
Kapıkulunun" kaynağının kuruduğunu da anımsamakta yarar vardır.
Devşirme kapıkulu padişaha kayıtsız-şartsız ve sonsuz denebilecek ka­
dar sadıktı. Oysaki Batı'ya gönderilen öğrer.ciler ve Batı tipi okullardan
çıkan öğrenciler Padişaha sadık değil, karşı olmuşlardır.
Zira bu öğrenciler Batı'nın ekonomik kurumlarından çok sosyo­
kültürel ve siyasal kurumlarını gözleyebilmiş ve bunların etkisi altında
kalmışlardı. Batı'da gördükleri, İmparatorların Anayasalarla yetkilerinin
kısıtlanması ve meşruti monarşiler şeklinde yaşadıklarıydı. Yeni Os­
manlı bürokrati Batı düşüncesinin etkilerini çok derinden duyuyordu.
İnsanlar tarihin değişik dönemlerinde değişik yönetim biçimleri al­
tında yaşamışlardır. Bunlardan biri olan 'cumhuriyet" halkın, egemen­
liğine herhangi bir ortak olmaksızın sahip olduğu, çağdaş bir yönetim
biçimidir.
Egemenliğin halkta olması; yasama, yargı ve yürütme gibi somut
belirlemeler dışında, soyut ve düşünsel bir anlayışı da içerir. Bu an­
layış, halkın istemine (iradesine) dayanması demektir. Gerçekten çağ­
lar boyunca düşünce planında ve uygulamada "Tanrı Egemenliği" or-

101
tak tanımaz bir biçimde yasal sayılır ve oraylanırken, burjuvazinin or­
taya çıkışıyla birlikte bu anlayış yerini "halk egemenliği" kavramına bı­
rakmıştır.
Osmanlı İmparatorluğunda 1 9. Yüzyılın ürünü olan ve Tanzimattan
sonra hızla gelişen asker-sivil bürokrasiyle saray arasındaki çatışma, 1 .
Meşrutiyet öncelerine dek uzanır. Birinci meşrutiyetin ömürsüz olması,
sözünü ett;ğimiz bu asker-sivil bürokrasinin yeterince güçl olmamasın­
dandı. "İslam Halifesi" olması nedeniyle iktidarını sağlam bir Tanrısal
kökene dayandıracak "Sultan" ile, "asker-sivil bürokratın" çekişmesi
İkinci Meşrutiyete dek sürecek, ancak kurulan bu Meşruti rejim de, ard­
arda gelen savaşlar nedeniyle bir türlü rayı ıa oturmayacaktı. Bu uzun
çatışmanın nedeni hiç kuşkusuz Osmanlı asker-sivil bürokratının yöne­
timde yetki ve sorumluluk istemesiydi.
Birinci Dünya Savaşını yenik kapatan Osmanlı İmparatorluğu
-düşman işgaline uğrayınca, asker-sivil bürokratın uzun süredir istediği
sorumluluk kendiliğinden sırtına yüklenmiş oldu. Mustafa Kemal'in ön­
der ve seçkin kişiliği, elbette ikinci planda kalacağı bir İttihat ve Terakki
içinde ye almamıştı. Ancak Anadolu Hareketini İttihatçılardan bağımsız
düşünmek de mümkün değildir. Ancak bu kez örgütlenmenin adı
değişik oldu: Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri. Anadolu ve Rumelinin dört
bir yanında fışkıran bu cemiyetleri başka kim kurabilirdi? Bu cemiyetler
nem işgalcilere karşı direnmeleri örgütlerken, hem de toplumda siyasal
bilinçlenmeyi körüklüyorlardı: Gerek son Osmanlı Mebusan Meclisinin,
gerekse Birinci Büyük Millet Meclisinin etkin gücü ve devrimci ruhu bu
örgütlenmeden kaynaklanıyordu.
Burada yeri gelmişken değinmek isteyeceğimiz bir nokta da Mus­
tafa Kemal'in yasallık konusundaki özeni ve sürekli meşru zeminde
kalma çabaları olacak. Gerçekten Mustafa Kemal hiçbir zaman devletin
yasal ve meşru güçlerine başkaldıran asi t:ıir general havasına girme­
miştir. Anadolu'ya çıkarken yasal padişahın, Vahdettin'in tüm askeri ve
sivil görevlileri denetleme ve görevden alabilme yetkisini verdiği bir izni
vardı.
Ordudan ayrılmak zorunda kaldığını hemen peşinden önce Erzu­
rum Kongresinin ve Heyet-i Temsiliyesinin başkanlığını, ardından da
Sivas Kongresinin ve Heyet-i Temsiliyesinin başkanlığını alıyordu. O
günlerin tek örgütlü ve meşru gücü buydu. Daha sonra Mustafa Kema­
l'i son Osmanlı Mebusan Meclisinin Erzurum Milletvekili olarak görüyo­
ruz. İstanbul'un işgal edileceğini bildiği için hiç gitmeyi düşünmemekte,

1 02
ancak giden arkadaşlarına yapıcı önerilerc.e bulunmaktadır. Son Os­
manlı Meclisinin kabul ettiği "Misak-ı Milli" M Jstafa Kemal'in eseridir.
İstanbul işgal edilince Meclis 1 8 Mart ı 920'de "tatil ettiği" oturum­
larını Ankara'da açtığında artık Mustafa Kemal ulusun temsilcilerinin
seçtiği "Meclis Başkanıdır''. Elbette "Meclis Hükümetinin" de başı.
Sakarya Savaşı sırasında Meclis tüm yasama ve yürütme yetkisini ya­
sayla Mustafa Kemal'e vermiş ve bu yetki sürekli uzatılmıştır. Mustafa
Kemal'i Cumhurbaşkanlığ ına seçen de, Cumhuriyeti ilan eden aynı
Meclis, yani halkın temsilcileridir.
Aslında herhangi bir devirde bazı insanların kimi düşünce ve ey­
lemleri kendi değerlendirmeleri ve dünya görüşlerine göre "meşru" ola­
bilir, ancak yasal olmayabilir. Bu durumda o insanlar, yasaların öngör­
düğü yaptırımlara katlanmak zorundadırla[: !;!bette bu düzeni kendi
meşruluk anlayışlarına uygun bir şekle dönüştürmek isteyebilirler, an­
cak sözkonusu değişiklik gerçekleşene dek yaptıkları kendilerince
"meşru" olsa bile, "yasa dışıdır" ve yaptırımları vardır. işte bu çerçeve
içinde değerlendirdiğimiz zaman bile, Mus:�fa Kemal' in hiç kuşkusuz
hep "meşruluk" zemininde ve hatta çoğu kez "yasallık" hem de Osman­
lı yasalarına göre "yasallık" içinde kaldığını görüyoruz. Bu Mustafa Ke­
mal'in en büyük ve aynı zamanda en akılcı yönü olmaktadır.

1 03
!
i
'

. � .

1 920'DEN GÜNÜMÜZE ULUS EGEMENLIGI

Mart 1 920. Mondros Mütarekesinin imzalanma,sından sonra birbu­


çuk yıl geçmiş olmasına karşın, barış andlaşmasının koşulları üzerinde
anlaşma mümkün olamıyor. Saray çevresi İngilizlerin iyiniyetine sığın­
mak eğiliminde. Buna karşılık Anadolu direnmekten yana. Zaten dağı­
nık örgütler Sivas Kongresinde birleşmiş ve Anadolu ve Rumeli M üda­
fai Hukuk Cemiyetini oluşturmuşlar. Bu cemiyetin "Temsil Heyeti"
başkanı, Anafartalar Kahramanı Mustafa K�mal Paşa'nın adı gün geç­
tikçe parlıyor. Zaten Mustafa Kemal'in direnmesiyle yapılan Mebusan
Meclisi seçimlerinde Müdafai Hukuk Cemiyetinin gösterdiği adaylar,
ağırlıklı bir biçimde seçimleri kazanmışlar. Anadolu'ya çıktığı günden
başlamak üzere "Ulusal Kuwetleri (Kuvai Milliyeyi) etken, Ulusal İradeyi
egemen" kılmak parolasıyla dolaşan Mustafa Kemal, amacının ilk
aşamasına ulaşmış görünüyor.
Mustafa Kemal, İngilizlerin "fiili" işgali altında bulunan İstanbul'a
gitmez. Her ne kadar Erzurum milletvekili seçilmişse de, Heyeti Temsi­
liye ile birlikte Ankara'ya gelmiş ve gelişmeleri buradan izlemeyi yeğle­
miştir. İstanbul Meclisinde "Vatanın Kurtuluşu-Felah-ı Vatan" adını
taşıyan çoğunluk grubunun kulağı Ankara'da, Mustafa Kemal'dedir.
Mustafa Kemal'in Ankara'da hazırladığı "Ulusal Misak", İstanbul Mecli­
since kabul edilip, dünya kamu oyuna açıklanır. Türk ulusunun verebi­
leceği ödünün sınırları belirlenmiştir.
İngiltere gelişmelerden tedirgindir. Müttefekleriyle olan ilişkileri de
bozulmuştur. Rusya'daki devrim sonrasında bu devletle yolları tümüyle
ayrılmıştır: ABD Başkanı Wilson, soyut dileklerinin ve romantizminin so­
nuçsuz kaldığını acı bir şekilde görmüş ve biraz da kırgın bir biçimde
Atlantik ötesine geri dönmüştür. Fransa, İnr�iltere'nin savaş ganimetin­
den arslan payını aldığına inanmaktadır. Ordusunu terhis etmiştir ve

1 04
yeni maceralara atlmaya hevesli değildir. İtalya ise Ege adalarına ek
olarak Batı Anadolu'dan toprak istemektedir ve İngiltere'nin bu bölgeye
Yunanistan'ı sürmüş olmasını kendine karşı bir tutum olarak değerlen­
dirmektedir. Ve işte tüm bu olumsuz koşulların tedirginliği içindeki İn­
giltere, Osmanlı İmparatorluğu'na barış koşulları konusunda baskı yap­
mak üzere, 16 Mart 1920'de İstanbul'u resmen işgal eder.
İngiltere işgalin geçici olduğunu ve amaçlarının padişahın erkini
sağlamlaştırmak olduğunu ileri sürüyordu. Ancak işgal bildirgesinde bu
kararın değiştirilebileceği de vurgulanıyordu. Ancak Mustafa Kemal ay­
nı gün tüm vali, komutan ve Müdafaai HukLk kurul!cnna gönderdiği bir
genelgeyle böyle aldatmacalara inanılmamc.sını istiyor ve "Gerçek du­
rumu izleyen Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti, ulusu ay­
dınlatacaktır", diyordu!1l. Gene aynı gün tüm yabancı devletlere de bir
protesto gönderiliyordu:
" .. Osmanlı ulusunun siyasal egemenliğine ve özgürlüğüne indiri­
len bu son yumruk; hayatımızı ve varlığımızı, ne bahasına olursa olsun,
savunmaya kararlı olan biz Osmanlılardan çok, yirminci yüzyıl uygarlık
ve insanlığının kutsal saydığı bütün ilkelere; özgürlük ve ulus duygusu
gibi bugünkü insan topluluklarının temeli olan bütün ilkelere ve bu ilke­
leri ortaya koyan insanlığın genel vicdanına indirilmiş demektir.
Biz, haklarımızı ve bağımsızlığımızı savunmak için giriştiğimiz sa­
vaşımın kutsallığına ve hiçbir gücün bir ulusu yaşamak hakkından yok­
sun bırakamayacağına inanıyoruz ... ilgili ulusların şeref ve onurlarıyla
da bağdaşmayan bu davranış üzerinde yargıya varmayı, resmi Avrupa
ve Amerika'nın değil; bilim, kültür ve uygarlık Avrupa ve Amerika'sının
vicdanına bırakmakla yetinir ve bu olaydan doğacak büyük tarihsel so­
rumluluğa son olarak bir daha dünyanın dikkatini çekeriz. Davamızın
yasallığı ve kutsallığı bu güç zamanlarda, Tanrı'dan sonra en büyük
desteğimizdir. Mustafa Kemal"(2l.
Zaten bu gelişmelerden iki gün sonra İngiliz askerleri Mebusan
meclisini basarak kimi milletvekillerini tutuklayınca, toplanan Meclis ya­
pılanları protesto etmiş ve "uygun bir ·ortam ve zamanda" devam etmek
üzere toplantılarına "ara vermişti". Aynı gün Mustafa Kemal yeni seçile­
cek temsilcilerle birlikte ve olağanüstü yetkilerle donanacak Meclisi,
Ankara'ya çağırıyordu.
Ve milletvekilleri Ankara'da toplanmaya başladılar. Ankara, Ahmet
Ağaoğlu'nun deyişiyle "Anadolu'nun ortasında çorak, bakımsız ve ker­
piç evli küçük bir şehirdi"!3l. İttihat ve Terakki Klubü olarak yapılma�ta

1 05
olan ve henüz tamamlanmamış bir bina Me ;!is binası olarak seçilmişti.
Yapım çalışmaları hızlandırılmış ve milletvekillerinin oturması için Anka­
ra'daki okullardan sıralar getirtilmişti. Salonu aydınlatması için Ankara­
'da bir kahveden büyük bir gaz lambası ödünç alınmıştı. Ancak kimi
zaman bu lambaya da gaz bulunamayacak ve TBMM sabahlara dek
mum ısı6ında oörüsmelerini sürdürecekti. Sonsuz bir inanç ile, sonsuz
bir umutla ve sonsuz bir özveriyle.
23 Nisan 1 920, Türk tarihinde kesin bır dönüşüm noktasıdır. Tari­
hinde ilk kez Türk ulusu, kendi egemenlik hakkını doğrudan doğruya
kullanmaktadır. Kimileri bunun farkında olmasa da. Gerçekten TBMM
bir "meşruti monarşi" yapısı içindeki parlamento değil; yasama ve yü­
rutme gücünü titizlik ve kıskançlıkla elinde bulunduran bir parlamento­
dur. Hüktümet üyelerini tek, tek seçen ve sırasında tek tek hesap so­
ran, sıkıştıran bir Meclis.
Mustafa Kemal'in gençliğinden beri okuduğu kitaplar incelenirse,
açık bir biçimde ulus egemenliğinden yanc olduğu görülür. Ateşli ru­
hunu başta Rousseau olmak üzere, aydıı1lanma çağının özgürlükçü
felsefesiyle besleyen Mustafa Kemal için, ''meşru" bir yönetim, ancak
ulus egemenliğine dayanan bir yönetim olabilirdi. Ve ne mutlu ona ki,
yaşam bu ülküsünün öncülüğünü yapma fırsatını Mustafa Kemal'e ver­
mişti. TBMM ulus egemenliğinin dile geldiği bir nokta olarak Mustafa
Kemal'in gözünde; en çok saygıya layık, adeta kutsal bir yapı idi. En
zor ve en kritik günlerde çözümü, çareyi orada aradı. Ulus egemen­
liğinde ve ulus egemenliğinin temsilcilerinde. Kendini pek Atatürkçü
sanan ve bugün hüsran içinde bulunan bazılarının, Atatürk'ün ulusuna
ve ulusunun temsilcilerine karşı duyduğu saygıdan öğrenecekleri çok
şey vardır. U lus iradesine dayanmayan şey ömürlü olmaz, olmamıştır.
Mustafa Kemal TBMM'ne öylesine saygılıdır ki; başarılmış ne var­
sa Meclis'in başarısı olarak sayar ve kendini Meclis'in emrinde görür.
Bunun çok çarpıcı kimi örneklerini Büyük Taarruz ve sonrasında yayın­
ladığı bildiri ve yaptığı konuşmalardan bir kez daha vermek istiyo­
rum(4l.
Dumlupınar kazanıldıktan sonra TBMM ordularına bir bildiri yayın­
lar: "Afyonkarahisar, Dumlupınar Büyük Meydan Muharebesinde zalim
ve mağrur bir ord.unun anasırı asliye's ini inanılmayacak kadar kısa bir
zamanda imha ettiniz. Büyük ve necip milletimizin fedakarlıklarına layık
olduğunuzu isbat ediyorsunuz. Sahibimiz olan büyük Türk milleti is­
tikbalinden emin olmaya haklıdır.•

1 06
Aynı gün (1 Eylül 1 922), ulusa yayınladığı bildiri de şu batırlarla
son buluyordu:
·

" .. En büyük kumandanından en genç neferine kadar ordularımız­


da hakim olan fikir, m illetin gösterdi ğ i vaı:ife u ğ runda şehit olmak­
tır. Bunu muharese meydanında yakındaıı müşahede ederek büyük
milletime haber veriyorum.. Milletin rey ve iradesine dayanan her
işin neticesi millet için hayır ve saadet oldugu sabittir .. "
İzmir ve Bursa'nın geri ajınmasından sonra ulusa yayınladığı bildi­
ride şu satırları okuyoruz:
"Asil Türk Milleti,
Ordularımız 9 Eylül 38 sabahı İzmir'imizi ve yine 9 Eylül 38
akşamı Bursa'mızı başarıyla kurtardılar. Akdeniz askerlerimizin zafer te­
ranesiyle dalgalanıyor.. Büyük zafer özellikle (münhasıran) senindir ...
Vatanın kurtuluşu, milletin rey ve iradesi kendi mukadderatı üzerinde
kayıtsız şartsiz egemen olduğu zaman başlamış ve ancak milletin
vicdanından do ğ an ordularla olumlu ve kesin sonuçlara ulaşmıştır.
Büyük ve necip Türk Milleti. Anadolu'nun kurtuluşu zaferini tebrik
ederken sana, İzmir'den, Bursa'dan, Akdeııiz ufuklarından Ordularının
selamını da takdim ediyorum.. "

Ve 4 Ekim 1922. Mustafa Kemal Ankara'dadır. Gülünç törenlerle,


soytarılıklarla karşılanmamıştır. Yollarına halılar serilmemiş, üzerine gül
suları serpilmemiştir. Ankara garında o gün özel bestelenmiş arabesk
"hoşgeldin" şarkıları da söylenmemektedir. TBMM'nin kutsal çatısı altın­
da ulusun "sakıncalı-sakıncasız ayrımı yapılmaksızın" seçilmiş mağrur
ve mutlu temsilcilerine seslenmektedir:
".. Milletin mukadderatını doğrudan doğruya üstlenerek; üzüntü
yerine ümit, perişanlık yerine düzen, tereddüt yerine azim ve iman
koyan ve yokluktan koskoca bir varlık çıkaran Meclisimizin civanmert
ve kahraman ordularının başında bir asker sadakat ve itaatiyle emir­
lerinizi yerine getirdi ğ imden dolayı, bir insan kalbinin nadiren duya­
bileceği bir memnuniyet içindeyim. .. Kalbim bu meserretle dolu olarak
pek aziz ve muhterem arkadaşlarımı bütün dünyaya karşı temsil ettikle­
ri hürriyet ve istiklAI fikrinin zaferinden dolayı tebrik ediyorum ... "
23 Nisan 1 920 tüm bu m utlu gelişmelerin başlangıcıdır. Ulusun
egemenliğini kendi temsilcileri ve vasıtasıy la kullanmaya başlaması..
Ve geçtiğimiz birkaç yıl da göstermiştir ki; ulus için hayırlı olan şey, an­
cak ulus egemenliğinin kayıtsız şartsız kullanılmasıyla ortaya çıkabilir.

1 07
NOTLAR

(1 ) Gazi Mustafa kemal; "Nutuk" (Söylev) Cilt 1, TTK Yayınları XXlll-2, Ankara
1 981 s. 557.
t

(2) a.e.; S. 558.


(3) Samet Aı)aoğlu; Kuvay-ı Milliye Ruhu. Aı)aoğlu Yayınları, İstanbul 1 969, s. 39.
(4) "Atatürk'ün Tamim Telgraf ve Beyannameleri" (191 7-1938), Türk inkılap Tari-
hi Enstitüsü Yay. Ankara 1 964, s. 447 vd.

1 08
BAŞKUMANDANLIK YASASI VE DİKTATÖRLÜK

5 Ağustos 1 921.. Yunan kuwetleri Esl-- işehir'i ele geçirmiş ve An­


kara'ya yönelmiş durumdalar. Sakarya'nın doğusuna düzenli bir bi­
çimde çekilmiş olan Türkiye Büyük Millet Meclisi Orduları, düşmanları­
nın son ve kesin saldırısını inançla beklemekteler. Erzurum'dan Edir­
ne'ye kadar bütün ulusun kulağı Anadolu'dan gelecek olan cephe ha­
berleri de. Ankara'nın düşmesi olasılığına karşın, Kayseri Lisesi'nin
konferans salonuna bir kürsü kurulmuş. Eğer Ankara düşerse, Meclis
Ankara'dan Kayseri'ye alınacak ve savaşıma devam edilecek ..
5 Ağustos 1921 tarihli Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin ilk iki gizli
oturumundan sonra gelen üçüncü oturumu, Sinop milletvekili Rıza Nur
ve arkadaşları bir yasa önerisi veriyorlar(1>.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa Hazretle­
rine Başkumandanlık verilmesi hakkında kanun
Madde 1 Millet ve memleketin mukadderatına fiili olarak el koy­
-

muş yegane (tek) büyük kuwet olan ... Türkiye Büyük Millet Meclisi
aşağıdaki kayıtlarla BaşkL1rnandanlık filli vazifesine kendi Reisi M ustafa
Kemal Paşa'yı memur eylemiştir.
Madde 2 Başkumandan ordunun maddi ve marıevi kudret ni
-

azami surette artırma ve sevk ve iradesini bir kat daha sağlamlaştırm ı.k
hususunda Türkiye Büyük Millet Meclısinın buna aıt salahiyetini Meclis
namına fiili olarak kullanmağa mezundur (lzınlidir).
Madde 3 Yukardaki maddelerle verilen sıfat ve salahiyet üç ay
-

müddetle muteberdir (geçerlidir) . Meclis lüzum gördüğü taktirde bu


müddetin bitmesinden de ewel bu sıfat ve salahiyeti kaldırabilir.
Tasarının üzerine söz alan Edirne milletvekili Şeref Bey, "vatanın
kurtulması ve milletin istiklalini hedef alan" bu yasanın tartışmasız ka-

1 09
bulünü rica eder ve bu tasarı tartışmasız , ılarak ve oybirliği ile kabul
edilir. Zira böylesine güç bir dönemde M us1afa Kemal'in sırtına sonsuz
bir sorumluluk yüklenmektedir ve böylesi l:'ır sorumluluk elbette bir ta­
kım yetkiler de gerektirecektir.
Tasarının yasalaşması üzerine kürsüye çıkan Mustafa Kemal şu
konuşmayı yapar:
"Muhterem arkadaşlar, Büyük Meclisin manevi şahsiyetinin içinc}e
bulunan Başkumandanlık vazifesini fiili olarak yapmak üzere bendenizi
memur etmiş olmanızdan dolayı teşekkürlerimi arz ederim (Allah muaf­
fakiyet versin sesleri ve sürekli alkışlar).
Bu tevcih Yüksek Hey'etinizin hakkımdaki itimat ve emniyetinin
acık bir delili olduğundan dolayı benim için pek kıymetli bir mükafattır
ve bu mükafatın hayatımın en kıymetli mükafatı olacağını arzederim
(Allah muaffak etsin sesleri) .
Bundan dolayı, bu tevcihe layık olabilmek için bütün varlığını
emellerinize göre sarfetmekten bir dakika çekinmiyeceğimi ve bunda
tereddüt etmiyeceğimi kabul buyurmanızı ri.:a ederim (şiddetli alkışlar,
Allah muaffak etsin sesleri). Efendiler, zavallı milletimizi esir etmek is­
teyen düşmanları Allahın inayeti ile mutlaka mağlup edeceğimize dair
olan emniyet ve itimadım bir dakika olsun sarsılmamıştır (şiddetli al­
kışlar). Bu dakikada bu büyük kanaatımı Yüksek Hey'etinize karşı, bü­
tün aleme karşı ilan ederim (şiddetli alkışlar). Bu kanaatimin fiile geç­
mesi için muhtaç olduğu bir şey varsa, o da Yüksek Hey'etinizin beni
koruması ve milletimizin hana devamlı olarak yardım etmesidir. Gerek·
yüksek heyetinizden ve gerek büyük ve şefkatli milletimden devamlı
olarak büyük bir şefkat ve korunmaya nail oıa-:ağıma dair olan emniye­
tim büyüktür. Şu halde, Yüksek Hey'etinizden aldığım feyz ile ve bu
dakikadan itibaren Başkumandanlık vazifesine başlıyorum (şiddetli al­
kışlar, Allah zafer versin sesleri, Allah muaffakiyet buyursun, dua
sesleri).
Kimileri Atatürk'ü bir "diktatör" olarak görmekten pek hoşlanırlar.
Ve bunların ileri sürebildikleri · en "inandırıcı" kanıt da, bu yasa, yani 5
Ağustos 1 921 tarihli "Başkumandanlık Yasası"dır. Gerçekten bu yasa
Mustafa Kemal'e üç ay için Meclisin tüm yetkilerini vermesi açısından,
ve her üç ayda bir uzatıldığı da düşünülürse; diktatör olma hevesindeki
birisi için arasa da bulamıyacağı olanakları verebilecek bir yasaydı. Oy­
sa Mustafa Kemal yaşamının hiç bir döneminde diktatör olma heve-

1 10
sinde olmamış ve her zaman yasal ve me�ru bir zemin üL'tlrinde kal­
maya aşırı özen göstermiş bir devlet adamıydı.
M ustafa Kemal, yaşamının hiç bir döneminde diktatör olmaya
heves etmemişti, zira ulusun iradesine ve bu iradenin tecellisi olan
"Meclislere" dayanmayan kişilerin sonunun rıe olduğunu iyi bilecek ka­
dar tarihe meraklıydı. Zaten ı . Dünya Savaş nı izleyen günlerde de tüm
amacı, Meclis-i Mebusan'ın açık kalrr;asını sağlama yönünde
uğraşmak olmuş ve Anadolu'ya çıktığı günden başlamak üzere Mecli­
sin yeniden toplanması yönünde çabalamıştı. Mustafa Kemal'in iktidarı­
nın ve �ücünün tek kayna(ıı ulusuydu. Dünya uzerınae uıusun Kendi
iradesiyle seçerek oıusturacaaı Dır meclisin açıımasına çabalayan
başka bir "diktatörlük hevesıısi" gösterilet:ıırıı mrr
Ankara'da meclisin toplanması uzayınca, meclisin ne zaman açı­
lacağını soran ve "her kerametin meclisten beklenemiyeceğini" ileri sü­
ren Yunus Nadi'ye verdiği yanıt çok anlamlı ve Mustafa Kemal'i değer­
lendirebilmek açısından çok önemlidir:(2l
"Ben bilakis her kerameti Meclisten bekliyenlerdenim. Nadi Bey,
bir devreye vetistik kL 0nda her iş meşru olmalıdır. Millet işlerinde
meşruiyet ancak milli kararlara istinad etmekle, milletin temayülatı umu­
miyesine tercüman olmakla elde edilir. Milletimiz çok büyüktür, hiç
korkmayalım .. Onun için işte ben şimdi bu � oldayım, onun çok sağlam
bir yol olduğuna. kAni olarak ..
"

Bu sözleri üzerine, kendisine önemli oian şeyin ordu olduğu, eğer


güçlü bir ordu olmazsa Meclis konusundaki bu kuramlarının bir değeri
oıamıyacağını söyleyen Yunus Nadi'ye verdiği yanıt da aynı derecede
anlamlıdır:
"Bence Meclis nazariye değil, hakikattir ve hakikatlerin en büyüğü­
dür. EwelA Meclis. sonra ordu . Nadi Bey. O rduyu yapacak olan millet
ve ona niyabeten (onun yerine) Meclistir. Çünkü ordu demek yüzbin­
lerce insan, milyonlarca ve milyonlarca servet ve saman demektir. Bu­
na iki üç şahıs karar veremez. Bunu ancak milletin karar ve kabulü
meydana çıkarabilir ve bir kere bu hale geldikten sqnra milletin hayat
ve mevcudiyetine zıd olan mezalim ve tazyikatın kAtfesini bertaraf et­
mek salahiyetini yalnız nazari olarak değil, fiilen kazanmış oluruz . . "
Bugi.in altmışiki yıl geride kalmış olan Baskumandanlık Yasası,
eğer bu bağlam içinde düşünülürse, salt olağanüstü bir dönemin getir­
diği kaçınılmaz,bir zorunluluk olarak değerlendirilmek zorundadır. Sıra­
sında M ustafa Kemal'i Meclis içinde en se� biçimde eleştirmekten çe-

111
kinmeyen :.,11.ntalya Milletvekili Hamdullah Suphi bu yasa konusunda
Mecliste gizli oturunda şunları söylemektedir: <3)
"Reisimizin bir defa yanılmamış olan muhakemesini, zekasını ve
iradesini Türk vatanı lehinde terazinin gözüne koymak zamanı gel­
miştir, evet gelmiştir.
Onu, istediği bütün selahiyetlerle derhal cepheye harekette gecik­
tiren her münakaşa, bu karanlık ve korkunç günlerde tarafımızdan va­
tan aleyhine irtikap edilen bir hıyanet mahiyetini alabilir. Fazla ko­
nuşmayınız, elimizde son tedbir olarak kalan bu kanunu derhal çıkarı­
nız. Anadolu yaylasının üstünde oynanacak son oyun, son haile, Reisi­
mizin kaç defa korkunç imtahanlardan geçen sanatına, dehasına muh­
taçtır.
Konuşmayın, karar verin arkadaşlar. Memleket talihini O'nun eline
emanet edecek müstesna saat gelmiştir."
Savaş bütün acımasızlığıyla ve getirebileceği kc;>rkunç ve inanıl­
maz tehlikelerle sürmektedir.. Yunan ileri kollarının Polatlı'ya girdiği
söylentisine rağmen Büyük Millet Meclisi Ankara'da kalma kararındadır.
Top sesleri Ankara'dan net bir biçimde duyulurken, Meclis Kömür işçi­
lerinin durumunu düzeltmek için yasalar çıkartmakta; il yönetimlerini
yeniden düzenlemektedir. Bu arada 1 Eylül 1 921 'de "ordusuna" moral
vermek için aşağıdaki telgrafı çekmekten de geri durmaz:<4>
- "Yüksek Meclis, efrat (erler), zabitan (subaylar) ve kumandan
hey'eti hakkında her vakitten ziyade şükran ve itimat hisleri ile
doludur.
- Meclis Allahın yardımına ve Peygamberimizin ruhaniyetine
dayanarak harp etmekte bulunan ıırdunun mutlaka zaferi te­
min edeceğine emindir.
Meclis, temsil ettiği umum millet; ordunun, neferinden en bü­
yük kumanda. ıına kadar bütün topluluğuna selam ve halis te­
mennilerini takdim ve iblağ eyler (bildirir)".
Ve 13 Eylül 1 921 .. Milli Savunma Bakanı Refet Paşa savaşın ka­
zanıldığını Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne resmen açıklamaktadır:
" . . . Bu kati zaferi milletin alicenaplığına borçluyuz. Milli Müdafa ve­
kili ordunun şükranını milletin ayaklarına sererken, göz önünde kağnı
arabaları ile çalışan köylülere ve ve köylü kadınlara bu şükranı burada
bir defa daha yerine getirmek en mukaddes bir vazifedir, bunda şüphe
yoktur. Bu ferdin zaferi değil, milletin zaferidir. Asıl, kağnı arabası ile

1 12
koşan, yavrusunu kucağında taşıyan köyııı kadının zaferidir. Şükranı
bir defa daha resmi olarak ve açık olarak tekrar ediyorum . . . "

Bundan bir hafta kadar sonra TBMM Reisi Başkumandan Mustafa


Kemal Paşa Meclisin kürsüsündedir:
".. Efendiler Türkiye Büyük M illet Meclisi Ordusunun Sakarya'da
kazanmış .olduğu meydan muharebesi, pek büyük bir meydan muha­
rebesidir. Harp tarihinde belki misli olmayan bir meydan muharebesi­
dir . . Böyle evlatlara ve böyle evlatlardan mürekkep ordulara sahip olan
bir millet elbette hakkını ve istiklalini bütün manası ile muhafaza et­
meye muaffak olacaktır.. "

Sakarya'yı izleyen uzun bir hazırlanma döneminden sonra Büyük


Millet Meclisi Orduları bir bir umud ve intikam çığlığı içinde, bir yanar­
dağdan püsküren lavlar gibi İzmir'e akmış ve son Yunan birlikleri Ana­
dolu'yu terketmiştir. Bu ordunun muzaffer başkumandanı Mustafa ke­
mal TBMM'ne ilk kez gelmektedir:<5l
"Arkadaşlar! Kalbimde derin bir tahassl.ir tevlid etmiş olan ayrılık­
tan sonra tekrar size mülaki olduğumdan dolayı, pek mesudum (arzı
şükran ederiz sesleri) . Cenabıhakka hamdeylerim ki, ordularımızın si­
lahlarına emanet ettiğimiz aziz ve mübarek maksat, arzu ettiğiniz ve:­
hile emniyet ve itimadınızın mahalline masruf olduğunu gösteren, me­
sut bir neticeye vasıl oldu.
En karanlık ve bedbaht günlerimizde Meclisimızin sarp ve yalçın
bir kaya gibi azim ve imanı, talihin bu parlak inkişafına erişmek için, la­
zımgelen imkanı daima mahfuz tuttu. Milli mesailde şaşmaz bir aklıse­
limle daima doğruya ve daima iyiyi keşif ve temyiz eden Meclisimizin
bu neticelere ermekten dolayı duyduğu saadet kadar istihkak kasbet­
miş ne tasawur olunabilir? Miletin mukadderatını doğrudan doğruya
deruhte ederek yeis yerine ümit, perişanlık yerine intizam, tereddüt ye­
rin azim ve iman koyan ve yokluktan koskoca bir varlık çıkaran Mecli­
simizin, civanmert ve kahraman ordularının başında bir asker sadakat
ve itaatiyle emlrlerlnlzl yerine getirmiş olduğumdan dolayı, bir insan
kalbinin nadiren duyabileceği bir memnuniyet içindeyim . . . "

Meclise, yani Mecliste ifadesini bulan ulusa ve bu ulusun irade­


sine böylesine saygılı bir Mustafa Kemal'in diktatör olduğu, ya da dik­
tatörlük hevesinde olduğunu söylemek mümkün olabilir mi? Elbette
olamaz.
Ancak hiç kuşku yoktur ki, Mustafa Kemal tüm çağdaşı olan "as­
ker-sivil bürokratlar'' gibi kendinde, "ulusu kurtarma m isyonunu" gör-

1 13
,
mekteydi. Fakat bu "kurtarma", ; doğruyu ancak ve sadece "ben" bili­
rim, benim dışında herkes yanlıştır," diyen aespot bir tavır içinde değil,
ulusa ve onun iradesinin gerçekleşmesi olan Türkiye Büyük Millet Me­
clisi'ne sonsuz saygı göstererek ve bu saygı içinde onu istediği yönde
ikna ederek gerçekleştirdi.
Bu konuda en açık ve aydınlatıcı görüşleri gene M ustafa Ke­
mal'de; 1 Kasım 1 930'da TBMM 3. Dönem Dördüncü Toplantı Yılını
açarken yaptığı konuşmada buluyoruz:(6l
Arkadaşlarım!
Memleketin mukadderatında yegane selahiyet ve kudret sahibi
olan Büyük Millet Meclisi, bu memleketin nizamı için dahili ve harici
emniyet ve mesuliyeti için en büyük zimandır (olanaktır).
Büyük milli dertler şimdiye kadar ancak Büyük Millet Meclisi'nde
şifa buldu. Atiyen de (gelecekte de) yalnız orada kati tedbirlerini bula­
bilecektir.
Türk Milletinin muhabbet ve merbutiyeti (sevgi ve bağlılığı) daima
Büyük Millet Meclisi'ne müteveccih )yönelik) oldu, daima oraya müte­
veccih olacaktır ..
"

NOTLAR

(1 ) AOaoQlu, Samet; "Kuvay-ı Milliye Ruhu", İstanbul, 1 969, s. 1 51 vd.


(2) Nadi, Yunus; "Kurtuluş Savaşı Anıları" İstanbul 1 978, s. 262-263.
(3) Baydar, Mustafa; "Hamdullah Suphi Tanrıöver ve Anıları" İstanbul, 1 968,
s. 284.
(4) AQaooıu, Samet; age, s. 1 53 vd .
(5) "Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri" 1 Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayınları 1
2. Baskı, Ankara 1 961 , s. 247.
(6) ae, s. 366.

1 14
1 921 ANAYASASI:
ULUS EGEMENLİGİNİN KESİN BELGESi

"Hakimiyet bilakaydüşart milletindir. İdare usulü halkın mukadde­


ratını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir'' şeklinde düzenle­
nen birinci maddesiyle 20 Ocak 1 921 tarihli "Teşkilatı Esasiye Kanunu"
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde sekiz aydan beri sürmekte olan tar­
tışmalara son veriyor ve ulus egemenliği anlayışını en tartışmasız biçi­
miyle vurguluyordu.
Gerçekten tarihimizin en karanlık ve zorlu günleri yaşanmaktaydı.
İ mparatorluk parçalanmış ve önemli ölçüde işgal edilmişti. Doğu'da Er­
menistan ve Gürcistan, Güneydoğu'da Fransa·ya karşı savaş yürütü­
lürken; İngiltere'nin büyük maddi ve manevi desteği altında İzmir'e çı­
karılan Yunan kuwetıeri Anadolu'nun içlerine doğru ilerleme çabasın­
daydılar. 30 Ekim 1918'de imzalanan Mondros Mütarekesi uyarınca
"işgal dışı" kalmış olan İstanbul, 16 Mart 1 920'de resmen işgal edilmiş
ve Mustafa Kemal'in Samsun·a çıktığı andc-rı itibaren gösterdiği büyük
çaba sonucu toplanan son Osmanlı Mebusan Meclisi, oturumlarına
"ara vermiş!i". Zaten 13 Kasım 1 91 8'de "düzeni sağlamak" bahanesiyle
İstanbul'a gelmiş olan münefik kuwetleri, blı buçuk yıldan beri istedikle­
ri gibi at koşturuyorlardı.
Ulusun son umudu 23 Nisan 1 920'de Ankara'da toplanmış olan
Türkiye Büyük M illet Meclisi'nde idi. İlk Meclis ve bunun her biri ayrı
ayrı birer destan olan yiğit üyeleri. . Ama aralarında anlaşmazlıklar, ça­
tışmalar da eksik değildi. Bu çatışmaların en önde geleni ise, Meclisin
görevinin ne olduğu ve ne zamana dek süreceği konusunda idi. Millet­
vekilinin bir kısmı asıl görevin esaret altında bulunan padişahın kurtarıl­
ması olduğunu ve bu başarıldıktan sonra görevin tamamlanmış ola­
cağını düşünür ve ileri sürerken; başta Mustafa Kemal olmak üzere bir

1 15
diğer kısmı görevin yeni bir devletin örgütlenmesi olduğunun bilincinde
idiler. Meclisin açılmasından hemen sonra kurulan Anayasa Komisyo­
nu, bu iki uzlaşmaz görüşün sentezini yapamadığı için, çalışmalar sü­
rekli erteleniyordu. Ve bu arada koşullar gitgide güçleşiyor, Yunan kuv­
vetleri ilerliyor ve yurdun dört bir yanında ayaklanmalar biribirini izliyor­
du. Ve o padişah ve halife ki; şeyhulislAmı Dürrizade'ye yazdırttığı fetva
ile Mustafa Kemal'i ve arkadaşlarını "kAfir" ilan etmiş ve onlara yardım
edenlerin de k�fir olacağını açıklamıştı (Bu fetva İ ngiltz uçakları ile tüm
yurda atılacaktı). Gene o padişah ki M ustafa Kemal'in otoritesine isyan
ederek kardeş kanı dökülmesine neden olan Anza'ı�r'a ve salt bu hiz­
metinden ötürü paşalık rütbesini vermişti. Gene o padişah ki; Nemrut
M ustafa Divanının Mustafa Kemal ve arkadaşları için verdiği idam ce­
zasını onaylamıştı . .
Ancak Mustafa Kemal d e önceleri bu konunun direkt üzerine git­
mek istemiyordu. Bu konuda 25 Eylül 1 920'de yapılan bir gizli oturum­
da şu ifadeyi kullanıyordu:<1>
"Türk milletinin ve onun yegane temsilcisi bulunan Yüce Meclis'in
vatanın ve milletin istiklfılini, hayatını kurtarmaya çalışırken, H ilafet ve
Saltanatla, Halife ve Sultanla bu kadar çok uğraşması mahzurludur.. "

20 Ocak 1 921 'de Anayasa tasarısı TBMM'ne geldiği zaman bile


bu konudaki tartışmalar sona ermemişti. Görüşmelerde defalarca söz
alan Mustafa Kemal taslağın olduğu gibi kabul edilmesine çabalamış
ve bunu başarmıştı.
Bu anayasanın kabulüyle Ankara, yönetim açısından çok rahatla­
maktaydı. Zira 1 Mayıs 1 920 tarihinde kabul edilen, Bakanlar Kurulu­
nun seçimiyle ilgili beş maddelik yasa, pratikte büyük güçlükler ortaya
çıkarıyordu. Bu yasaya göre bakanlar tek tek ve ayrı ayrı seçiliyorlardı.
Her ne kadar 1 92 1 Anayasası aynı ilkeyi benimsemişse de, artık reji­
min adı konulmuştu: "Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi tarafından
idare olunur ve hükumeti "Büyük Millet Meclisi Hükumeti" ünvanını
taşır." (Madde 3) .
1 92 1 Anayasası önceki yasanın ruhuna uygun olarak yasama ve
yürütme gücünü Büyük Millet Meclisi'nin elinde topluyor ve bakanları
tek tek TBMM'ne karşı so�umlu kılıyordu. İlk yasanın görüşülmesi sıra­
sında bu ilkeyi savunan Saruhan milletvekili Refik Şevket Bey'in sözleri
o günlerde TBMM'de esen heyecan dolu havayı yansıtması açısından
son derece ilginçtir:(3)

1 16
" .. Bizler, birbirine bağlı ve sonsuz köLılüklerin d oğurduğu faciala­
rın son aktörleriyiz. Öyle aktörler ki herhald· miletin azim ve imanından
meydana geldik. Bu azmimizle ümid ve tenıenni ediyorum ki, iyilik, re­
fah ve kurtuluş bizde olacaktır. Onun için .arihte oynıyacağımız rolün
kıymetini ve ehemmiyetini takdir ederek her Kes ismi ile, cismi ile ve ve­
receği reyle belli ve büyük mesuliyete iştirak ettiğimizi göstermekle be­
raber yarın herhangi birimiz tarafından ortaya konacak ufak ve adi bir
teklifle, bu büyük Esas kanunun değiştirilmesi gibi acaip ve garip du­
rum yaratmamış oluruz.. "
20 Ocak Anayasası 23 maddeden oluşan ve teknik bakımlardan
pek çok yetirsizlikleri olan bir anayasa idi. Ancak tarihimiz ve günümüz
açısından sonsuz önemi ve ağırlığı özellikle ilk üç maddesinde ortaya
çıkan anlayıştan gelmektedir. Zira bu anayasa egemenlik hakkını "kayıt­
sız ve şartsız olarak" ulusta gören ilk anayasamızdır. Halkın geleceğini,
mukadderatını kendinin yönetimine bırakmaktadır. Bu hükümler günü­
müz anlayışı içinde belki çok normal gibi görünebilir. Ancak unutma­
mak gerikir ki TBMM bu anayasayı çıkartırken İ stanbul'da büyük iç ve
dış desteğe sahip bir padişah ve halife oturuyordu. Hatta öylesine ki;
Meclis içinde bile önemli ölçüde yandaşı bulunuyordu. Ve işte bu
koşullar altında ''EGEMENLİK KAYITSIZ ŞARTSIZ ULUSUNDUR" diye
haykırabilmek gerçek bir irade ve yürek işiydi.
Ve bu irade ve yürek TBMM'de ve O'nun yiğit üyelerinde fazlasıy­
la vardı. Oysaki çoğu hastaydı. İyi beslenemiyorlar; çoğunlukla öğret­
men okulunun yatakhanesinde uyuyorlardı. Meclis bir kahveden ödünç
alındığı söylenen bir gaz lambasının soluk ve titrek ışığı altında sürdü­
rüyordu çalışmalarını, sabahlara dek. Üyelerden çoğunun boynunda
idam fermanları vardı. Ve işte bu Meclis ve bu üyeleri günümüz aydın­
lığının başlangıcı oldular. Çünkü güçlerini en büyük, kalıcı ve tartışıl­
maz güç kaynağından; ulustan alıyorlardı. Çünkü amaçları en büyük,
kalıcı ve tartışılmaz amaç; ULUSUN BAG I MSIZLI G I idi.
. .
Ahmed Ağaoğıu zaferden sonra yazdığı "Türk inkılabında bu ruhu
şöyle açıklıyordu:(4)
"Namussuz ve zilletle yaşamaktansa namuslu ölmek! İşte Türk in­
kılabının ilk ruh amili!
Yalnız yedi devlete karşı değil, yere, göğe, talihe, kadere karşı bile
isyan etmek ve şerefle ölmek!
İşte bütün Anadolu'yu baştan başa yakan ateş!"

1 17
NOTLAR

(1) "Nutuk" il Devlet Kitapları, İstanbul 1 975, s. 1 55.


(2) "Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri" 1, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yay. 1 , An­
kara 1 961 Bkz. s. 1 55/1 57.
(3) A\'.jao\'.jlu, Samet; "Kuvay-ı Milliye Ruhu" İstanbul 1968, s. 65.
(4) ae. s. 1 65.

1 18
ÇAGD�J? TÜRKİYE'DE
HALK EGEMENLIGI ANLAYIŞININ GELİŞİMİ

Türkiye Büyük M illet Meclisi ordularının 26 Ağustos 1 922'de


başlayan "Büyük Taarruz"u 9 Eylül'de İzmır'de noktalanırken; aslında
kurtulan Osmanlı Hanedanının yönetimindeki imparatorluk toprakları
değil, özgür yaşamak iradesiyle silaha sarılan bir ulusun topraklarıydı.
M ustafa Kemal "Büyük Taarruz"dan sonra ilk kez Türkiye Büyük Millet
Meclisi'nde konuşurken, bu noktaya şöyle değinmekteydi: (Söylev ve
Demeçler 1, s. 268).
"Arkadaşlar! M illetimiz, tek bir adam gibi gösterdiği vahdet ve
gayret sayesinde bu muvaffakiyeti ihraz etmiştir. Miiietimizin sulh işle­
rinde de, sulhten sonraki işlerde de, aynı himmet ve gayret ve vahdeti
göstererek bu zaferi itmam edeceğine şüphe yoktur .. Bu zafer, bize bir
imkan bahşediyor. Biz, bu imkanı memleketimizin, milletimizin, münev­
ver, mesut ve müreffeh istakbali için kullanacağız. .
Arkadaşlar! Sözlerime hitam vermeden ewel kemali iftaharla şunu
arzedeyim: Bu hareketi yapan bir ordunun babalarından ve anaların­
dan ibaret olan milletimiz bütün cihana karşı en yüksek mevki-i hürmeti
ve mevki-i izzeti kazanmıştır. Milletimiz biperva iftahar edebilir. Bu en
kuwetli şeraitle hakKıdır ve böyle bir milletin aciz bir ferdi olmakla en
büyük saadeti hissediyorum."
Mustafa Kemal'in Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde büyük zaferi iz­
leyen bu ilk konuşmasında üzerinde durduğu nokta, saltanatın, ya da
hilafetin kurtarılması değil, zaferi kazanan ordunun ve bu orduyu yara­
tan ulusun ve bu ulusun iradesinin tecelli' ettiği kurumun, yani Türkiye
Büyük Millet Meclisi'nin yüceltilmesidir.
Zaten Mustafa Kemal bu konuşmasının başlarında da şunları söy·
ıemekteydi: (s. 247)

1 11
"Arkadaşlar! Kalbimde derin bir tahass ir tevlidetmiş olan ayrılıktan
sonra tekrar size mülaki olduğumdan d<Jlayı, pek mesudum (arzı
şükran ederiz sesleri). Cenabıhakka hamc:1:1ylerim ki, ordularımızın si­
lahlarına emanet ettiğiniz aziz ve mubarek maksat, arzu ettiğiniz vec­
hile emniyet ve itimadınızın mahalline masruf olduğunu gösteren, me­
sut bir neticeye vasıl oldu.
En karanlık ve en bedbaht günlerimizde Meclisimizin scırp ve yal­
çın bir kaya gibi azim ve· imanı talihin bu parlak inkişafına erişmek için,
lazımgelen imkanı daima mahfuz tuttu. Milrı mesailde şaşmaz bir aklı
selimle daima doğruyu ve daima iyiyi keşif ve temyiz eden Meclisimi­
zin bu neticelere ermekten duyduğu saadet kadar istihkak kesbetmiş
ne tasawur olunabilir? Milletin mukadderatını doğrudan doğruya de­
ruhte ederek yeis yerine ümit, perişanlık yerine intizam, tereddüt yerine
azim ve iman koyan ve yokluktan koskoca bir varlık çıkaran Meclisimi­
zin, civanmert ve kahraman ordularının başında bir asker sadakat ve
itaatiyle emirlerinizi yerine getirmiş olduğumdan dolayı, bir insan
kalbinin nadiren duyabileceği bir memnuniyet içindeyim (şiddetli ve sü­
rekli alkışlar). Kalbim bu meserretle dolu olarak, pek aziz ve muhterem
arkadaşlarımı, bütün dünyaya karşı temsil ettikleri hürriyet ve istiklal fikri­
nin zaferinden dolayı tebrik ediyorum (sürekli alkışlar)."
Bu konuşma Mustafa Kemal'in ulus iradesine ve bu iradenin sahi­
bi Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne duyduğu çok büyük saygının açık bir
kanıtı olmaktadır. Ve zaten bu nedenle defalarca yinelemiş bulunuyo­
ruz.
Bundan bir ay kadar sonra saltanatın kaldırılması sorunu Mecliste
görüşülürken Mustafa Kemal şu konuşmayı yapıyordu: (s. 278-279).
"Millet, şahısların hırs-ı saltanat, hırs-ı tahakküm, hırs-ı istiladan
başlayarak temin-i menfaat ve rahat ve tevsi-i sefahat ve rezalet ibzal
ve israfa! gibi hasis maksatlar için vasıta ve kuwet olmak yüzünden
kendi beniğini unutacak mertebede geçirdiği gafletlerin netayic-i elime­
sini derhal halas edebilecek rüşt ve kemald� idi. Artık milletin en makul
ve meşru ve en insani salahiyetini istimal etmek zamanı geldiğinde te­
reddüdü kalmamıştı. Tarih-i cihanda bir Cengiz, bir Selçuk, bir Osman
devleti tesis eden ve bunların hepsini hadisat ile tecrübe eyliyen Türk
milleti bu defa doğrudan doğruya kendi nam ve sıfatında bir devlet te­
sis ederek bütün felaketlerin karşısında meftur olduğu kabiliyet ve ku­
dretle ahzi mevki etti (şiddetli alkışlar) . Millet mukadderatını doğrudan
doğruya eline aldı ve mill saltanat ve hakimiyeti bir şahısta değil, bütün

1 20
efradı tarafından müntahap vekillerinden terekkübeden bir Meclisi alide
temsil etti. İşte o Meclis, Meclisi alinizdir; lürkiye Büyük Millet Meclisi­
'dir. Milletin saltanat ve hakimiyet makamı yalnız ve ancak Türkiye
Büyük Millet Meclisi'dir. Ve bu makam-ı hakimiyetin hükümetine, Tür­
kiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti derler. Bundan başka bir makam-ı
saltanat, bundan başka bir heyeti hükümet yoktur ve olamaz.'
27 Kasım 1922'de İstanbul'dan Bursc..'ya gelen bir öğretmenler
grubu ile Bursa öğretmenlerine Şark Tiyatrosunda verdiği söylevde de
aynı görüşü nitelemekteydi (Söylev ve Demeçler il, s. 45) .
"Hanımlar, Beyler!
.. Çocuklarımıza ve gençlerimize vereceğimiz tahsilin hududu ne
olursa olsun, onlara esaslı olarak şunları öğreteceğiz:
1 . Milletine
2. Türkiye Devletine

3. Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne,


Düşman olanlarla mücadele esbap ve vesaitiyle mücehhez ol­
mayan milletler için hakkı beka yoktur. Mücadele lazımdır. Hanımlar,
Beyler! İtiraf edelim ki, biz üç buçuk sene eweline kadar cemaat ha­
linde yaşıyorduk. Bizi istedikleri gibi idare ediyorlardı. Cihan bizi, temsil
edenlere göre tanıyordu. Üç buçuk senedir, tamamen millet olarak
yaşıyor..ız. Bunun maddi ve bariz şahidi, şekli hükumetimiz ve mahiyeti
hükOmetimizdir ki, onu kanun Büyük Millet Meclisi diye tevsim etti.
Bütün cihan bir an tereddüt etmesin ki, Türkiye devletinin yegane
ve hakik( mümessili yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi­
'dir."
Yazımızın başından beri Mustafa Kemal'den yaptığımız alıntılar,
O'nun ulus iradesine olan saygısını çok açık bir biçimde ortaya koy­
duğu gibi, önemli bir soruyu da akla getirmektedir: Son on-onbeş yılı
dışında sürekli olarak monarşiyle yönetilen ve üstelik yöneticisi aynı
zamanda halife, yani peygamber vekili olan bir toplumda, halk ege­
menliği konusunda böylesine ileri ve çağdaş görüşler ortaya çıkabil­
mesi, acaba hangi nedenlerden kaynaklanmaktadır? Zira yüzyıllarca
kendi kendini yönetmemiş olan bir ulus, belirli bir birikimi, geleneği ve
tarihsel bir alışkanlığı olmasaydı, birkaç yıı içinde, (son yılları hariç)
mutlak bir monarşiden, halk egemenliğine dayanan bir cumhuriyet yö­
netimine geçemezdi .
Biz bu yazımızda işte bu "kendi kendini yönetme" alışkanlığının
kökenini irdelemeye, daha doğrusu bu konuda nerdeyse yarım yüzyıl
önce yapılmış ve bugün unutulmuş bir çalışmayı yeniden gün ışığına
çıkarmayı amaçlıyoruz.
İnsanın diğer canlılar arasındaki yerini belirlemeye çalışanların ileri
sürdükleri ilginç deyişler vardır. Sanırız bunların en ilginçlerinden biri,
"insan toplumsal bir hayvandır", görüşüdür. Gerçekten insanı diğer
hayvanlardan ayıran temel bir nitelik, insanların sosyo-ekonomik ba­
kımdan örgütlenmeleri ve bunun kültürel sonuçlarını derlemeleridir.
Aslında gözümünü geriye çevirirsek, en ilkel kabile k urulduğu an­
da örgütlenmenin başladığını görürüz. Anc.ak örgütlenmenin en mü­
kemmel biçimi "devlet"de gerçekleşir.
Devlet kavramını kutsallaştıran, ya da devleti bireyin dışında bir
varlık gibi gören anlayışların karşısında olduğumuz öncelikle vurgula­
mak isteriz. Devlet bireyler tarafından, bireyler için kurulur ve o birey­
lerle birlikte vardır. Fakat her ne olursa olsun, devlet "mükemmel" bir
örgütlenmedir. Zaten devlet, ancak iyi örgütlenmişse "kalıcı" olur ve an­
cak kalıcı olursa bir "geleneği" oluşur. Zaten o devletin vatandaşı olan
bireyler bu geleneği benimsediği zaman, ve benimsediği sürece, o ör- .
· gütlenmeye devlet adı verilir.
Bu tebliğ çerçevesinde elbette ne Hegelci anlamda devlet çözüm­
lemelerine, ne de Weberci anlamda bürokrası çözümlemelerine gi­
rişecek değilim. Fakat bir örgütlenmenin devlet olabilmesi için, dayan­
ması gerekli bir dizi ilke vardır. Kuşkusuz bu ilkeler çağdan çağa
değişmiş ve gelişmiştir. Ancak her çağda bır dizi ilke olmuş ve bu ilke­
ler "mutlak ilke" olarak değerlendirilmişlerdir. Günümüzde ulaşılmış bu­
lunan "sosyal hukuk devleti" aşaması bu gelişmenin tepe noktasıdır.
Geçmiş çağlarda genel isteme dayanan bir yasamadan söz et­
·

mek mümkün değilse de, devlet olarak adlandırabileceğimiz örgütlen­


melerdeki yasalar da o toplumun sosyo-ekonomik ve kültürel koşulları­
nın ürünüydüler ve genel eğilimlere uygundular. Bunun tersi düşünü­
lemez.
Günümüz sosyal hukuk devletinin bazı belirgin ve zorunlu özellik­
leri vardır. Bunlar arasında en belirgini, genel istemin sonucu oluşmuş
yasalara dayanarak, fırsat eşitliği içindeki vatandaşlarının sosyo-ekono­
mik ve kültürel gereksinmelerinin bugününü ve yarınını düzenleyen "ta­
rafsız" bir örgüt ve görevlileridir. İşte bu örgüt mükemmel bir örgüttür

1 22
ve çağımızda salt bu tür örgütler "devlet" ddını taşıyabilirler. Ve gene
bu örgüt içinde egemenliğin ulusta olması hiç tartışılmayacak bir
başka husustur.
Geçmişte gördüğümüz devletlerde bu niteliklerin tümünü bulmak
mümkün değildir. Ancak hiç kuşku yoktur ki; geçmişte de bir örgütü
devlet olarak niteliyebilmenin bazı kıstasları vardı. Örneğin Roma i mpa­
ratorluğu tartışmasız bir biçimde "devlet" idi. Oysaki Vizigot'lar hiç bir
zaman devlet olamadılar. Elbette Vizigotlar da zaman zaman belirli ör­
gütlenmelere girişmişlerdi, ancak bu örgütlenmeleri devlet olmaya yet­
medi. Bu olguyu göçebelikle, ya da yerleşik olmama ile açıklamak da
mümkün değildir. Zira Vizigotların da yerleşik düzene geçme çabaları
olmuştur. Fakat bu yerleşik düzen çabaları da devlet olmaya yetme­
miştir. "Pothik" sıfatını armağan etmelerine rağmen.
Fakat tarihte öyle bir kavimler topluluğu vardır ki, temel yön ola­
rak önce kuzeyden güneye doğru, sonra da batıya doğru binlerce kilo­
metreyi bulan ve yüzyıllar süren göçleri boyunca sürekli devletler kur­
muş ve sonunda Anadolu ve Doğu Trakya yarımadalarını kendine yeni
bir anayurt olarak tutmuş ve 20. Yüzyılın başlarında çağdaş bir cumhu­
riyet aydınlığı içinde yeniden örgUtlenmiştir. Bu kavimler Türkler'dir.
Gerçekten ilginç bir nokta Türklerin diğer göçebe kavimlerden
farklı olarak, yüzyıllar süren göçleri boyunca sürekli devletler oluştur­
malarıdır. Bu zorunlu göç boyunca çok sayıda ve kalıcı devletler kura­
bilmenin nesnel bazı nedenleri olsa gerektir. Bu nedenleri irdelemenin
Türkiye'nin çağdaşlaşma yolundaki çabalarını anlamamıza ciddi bir tıi­
çimde ışık tutacagına inanmaktayız. Ve şimdiden işaret etmek isteriz ki
bu nedenler arasında en önemlisi; kurulan devletlerde egemenliğin bi­
reylerde değil. ulusta olması olmuştur.
Yazımın başında da değinmiş olduğum gibi; Boğaziçi Üniversitesi
Atatürk Devrimi Araştırma Enstitüsü tarafından düzenlenen, "ÇAG ­
DAŞLAŞMA YOLUNDA TÜRKİYE" konulu sempozyum, bana bu alan­
da yapılmış çok değerli bir çalışmayı, yeniden gün ışığına çıkarma, ya
da canlandırma fırsatını verdi. Bir sahafın tozlu raflarından bulduğu bu
kitabı bana armağan eden değerli meslekdaşım Ahmed G. Sayar'a
teşekkürü burada da yinelemek isterim.
Bundan birkaç ay önce, Ahmed Sayar'ın beni bu kitapla tanıştır
dığı günlerde yaşadığım bir başka olay da, bu sempozyuma böyle bı.
tebliğ ile katılmaya zorladı beni.
Bir gün Türk Devrim Tarihi dersimde Jir öğrencim, "Hocam", de­
mişti, "Ali Kemal tartışmasız bir biçimde vatan haini idi. Tüm yazdıkla­
rıyla ve eylemleriyle onun Ulusal Kurtuluş Savaşımıza ne denli karşı ol­
duğu ve zararlı olduğu belliydi. Zaten bu nedenle halk tarafından linç
edilmişti. Tüm bunlara karşın Ali Kemal'in oğlunun Dışişleri Bakanlığı'n­
da görevlendirilmesi yanlış değil mi?"
Gerçekten o günlerde Dışişleri Bakanlığı'mızda en yüksek görev­
lere dek gelen bu değerle hariciyecinin anıları yayınlanmış ve ben bu
kitabı öğrencilerime tavsiye etmiştim. Bu değerli görevlimiz kitabında,
Dışişleri Bakanlığı meslek memurluğu sınavını kazandıktan sonra kimi­
lerinin kendisini baltalamak istediklerinde İsmet İnönü'nün derhal olaya
karıştığını ve atanmayı sağladığını anlatıyor ve tüm meslek yaşamı
boyunca babasından ötürü hiç suçlanmadığına değiniyordu. Ben o
bölümleri okurken hiç şaşırmamış, salt mutluluk duymuştum. Buna
benzer mutlulukları daha önce de duymuştum.
1 961 'de o zamanki devlet başkanımız koruma görevlilerini atlata­
rak F lorya Plajına çay içmeye geldiği zaman da aynı mutluluğu
yaşamıştım. 1 966'da o zamanın başbakanını Kızılay'da birkaç bakan
arkadaşıyla birlikte "sallana-sallana" yürürken gördüğüm zaman da ay­
nı mutluluğu duymuştum. 1 970'1erde bir eski cumhurbaşkanının evin­
deki kiracıyı çıkartamadığı için Orduevinde kaldığını öğrendiğimde duy­
duğum mutluluk da aynı türden bir mutluluktu.
Tüm bunları
. bir an içinde düşünürken, "hayır" diye yanıtladım
öğrencimi. ,, Bu tutum yanlış değildir. Ali Kemal kendi kaderini kendi
yaşamıştır. O'nun görüşleri ve sonu oğlunu bağlamaz. Bir hukuk dev­
letinde; şunun, ya da bunun yakını olmak ne avantajdır ve ne de deza­
vantajdır, daha doğrusu, ne avantaj olmalıdır, ne de dezavantaj. Bir
devleti kabileden ayıran budur ve Türkiye'de devlet vardır. Bu konu­
da zaman zaman kuşku uyandıracak uygulamalar görüyorsak da, bir
ara devlet sokağa teslim edilmek istendiyse de, ulusların tarihinde böy­
le kara dönemler olmuştur ve olacaktır. 1 920'1erde Almanya'da,
1 966'1arda Fransa'da da iktidar sokakta kalmıştı. Fakat gerek Almanya,
gerek Fransa bu buhranları kolay atlattılar. Zira "devlet gelenekleri" var­
dı. Aynı gelenek Türkiye'de de vardır."
Bu yazı çerçevesinde bazı noktalarının üzerinde durmak istediği­
miz çalışma, Dr. Orhan Münir Babaoğlu'nun. "Türk Hukukunda Devlet
Fikri" başlığını taşıyor. 1 936'da İstanbul'da Burhanettin Matbaasında
basılan kitap, "Cumhuriyet İçin" dizisinin birinci kitabı. Dr. Orhan M ünir

1 24
Babaoğlu, kitabın kapağında şöyle tanıtılmış: "Hukuk-iktisad siyasal bil­
giler doktoru, Temyiz mahkemesi C.B. Müddeiumumi muavinlerinden."
Yazar Strasburg Üniversitesinde doktora tezi olarak sunulmuş
olan bu çalışmasının önsözünde, bu çalışmadaki amacın Türk ulusuna
kendini aramayı öğreten yeni Türk tarih anlayışının incelenmesi olduğu
vurgulanıyor.
''Türk inkilabı bir bütün halinde ele alınarak etüd edilence bu bü­
tün içinde başlıbaşına yer tutan yenilik (teceddüt) hamlesi yönünden,
Türkiye Cumhuriyetinin dayandığı hukuk prensiplerinin, yeni Avrupa
devletlerinin de dayandığı modern esas teşkilat hukuku ilminin ana
prensiplerinden başka şeyler olmadığını görürüz. Fakat yine ayni
metodla yürürsek karşı bakımdan, Türk inkilabı bütünlüğü içinde yine
başlıbaşına yer tutan Türk tarih devrimine, yeni Türk tarih anlayışına
dayanarak diyebileceğiz ki; yeni Türk devletinin karakterleri olan bu
prensipler Türk benliğine dışardan "ithal edilmiş" yabancı prensipler
değildir. Türkler millet hakimiyeti, laiklik, demokrasi esaslarını birçok
milletlerden önce tanımışlar ve devletlerini uzun yüzyıllar bu esaslar
üzerine kurmuşlardır." (s. 4)
(Üslubta düzeltme yapma yoluna gitmedim. T.A.)
Kitabın, "içindekiler'' vb. gibi bir planı ne başında ve ne de sonun­
da verilmemiş. Kitabın bendeki kopyası "önsöz"le ve üçüncü sayada
başladığı için, ilk iki sayfada böyle bir bölümün olup olmadığını bile­
miyoruz.
Önsözü izleyen "Giriş Faslı" araştırmanın "kadrosu" ve dayandığı
kaynaklara ayrılmış.
Bu faslın ilk ayrımında "Türk Tarihi Üzerine Birkaç Söz" başlığı al­
tında, "Türk Tarihi", "Türk Milleti" ve ilk uygarlıkları yaratmak ve yaymak
olarak "Türk Milletinin Tarihte Oynadığı İki Büyük Rol" ele alınıyor.
Girişin ikinci ayrımı "Türk Devletleri (Kadro) başlığını taşıyor. Bura­
da önce "VI. Yüzyılda Bir Asya Türk Devleti" olarak Tu-kiular, daha son­
ra "Doğu Avrupa ve Batı Avrupa'nın Türk Devletleri" (Hazer Devleti ve
Bulgar Devleti), son olarak da "Türk-Müslüman Devletleri" ele alınmış.
Giriş'in üçüncü ayrımında çalışmanın kaynakları veriliyor. Aslında
Babaoğlu'nun, kitabının sonunda geniş bir kaynakçası (bibliyografya)
var. Ancak burada da bazı kaynak üzerinde özellikle durmuş. Bu kay­
naklar arasında "Orhun Yazıtlarını", Pien i tien adı altında bulunan ve
Stanislav Julien tarafından Fransızcaya çevrilerek 'Journal Asiatique'in

1 25
6. serisinin 3. cildinde yayınlanan "Çin Salnamelerini", "Kudatku Biliğ"i,
"Siyasetname"yi, ve Kfıtip Çelebi'nin "Cihannuma"sını saymak
mümkün.
Kitabın birinci faslı, "Türk Devletinin İlk Kurucu Unsuru: Büdün"
başlığını taşıyor. Bu ayrımın ilk paragrafı olan "Eski Türklerde Aile Teşki­
latı'nda, "Boy", "Sop" ve "Evlenmeden Doğan Aile" ı::!e alınıyor. "Büdün"
başlığını taşıyan ikinci paragrafta ise "Büdunün Milli karakteri': ve "İlahi
Devlet Nazariyesi" üzerinde durulmuş.
"Türk Devlet Fikrinde Hakimiyet Nazariyesi" başlığını taşıyan ikinci
faslın birinci paragrafı, "Hakimiyet Türk Devletinin Kurucu Unsurudur"
başlığını taşıyor. "Türk Devlet Fikrinde Hakimiyet Milletindir" başlıkla
ikinci paragraf dört alt !:;>ölüme ayrılmış; ancak bu alt bölüm başlıkları
daha çok ilke niteliğinde görülüyor:
- "Gökten gelen Hakimiyet Teorisi;
- "Türk Devlet Fikrinde Hakimiyet Gökten Gelir ve M ukaddestir"
- "Bu Hakimiyet Kağanın Değil, Ulusundur"
- "Bu Hakimiyet Kağana M ukavele ile Geçer."
Çalışmanın üçüncü faslı, "Türk Devlet Fikrinde İstiklfıl Unsuru";
dördüncü faslı, "Türk Devletinin Teşkilatı" (Hakimiyeti Temsil Eden Or­
ganlar) başlığını taşıyor. Burada üç paragraf içinde "Kurultay", "Kagan"
ve "Makam ve Memurlar" ele alınmış. Kurultayın kuruluşu ve görevleri
gibi, Kagan'ın seçilişi ve görevleri üzerinde ayrıntılı bir biçimde durul­
muş. Çeşitli. memurlukların anlatımının. yanısıra; "Hiyerarşi Kuralı", "M.e­
murlukların lrsiliği'' ve "Her Memuriyet için Biri Doğuda, Oteki Batıda iki
Makamın Bulunuşu" kural ve ilkeleri ele alınmış.
Çalışmanın beşinci faslı ".E ski Türklerde Uluslararası Adalet Fikri
ve Devletler Hukuku"; altıncı faslı, "Eski Türklerde Cihan İmparatorluğu
Teorisi" başlığını taşıyor.
·

Çalışmanın son faslı iki "Sonuç"a ayrılmış. Bunlardan birincisinin


başlığı, "Milli Türk H ukuk Anlayışının Varlığı ve Özelliği". "Türk Devleti­
nin DayanC:ığı Prensipler" başlığını taşıyan ikinci "Sonuç'', dört ilkeyi
dile getiriyor:
1 - Türk devletinde hakimiyet ulusundur
2- Türk devleti halkçı bir devlettir
3 Türk devleti laik bir devlettir
-

4- Türk devleti müstakil ve muayyen gayesi bulunan bir ce­


miyettir.

1 26
Çalışmanın çok ilginç olan pek çok noktası arasında, bizim en
çok ilgimizi çeken hususlar, ikinci faslın iki.1ci paragrafında ele alınan
noktalar oldu.
D r. Babaoğlu burada, önce gökten gelen hakimiyet anlayışı üze­
rinde durmakta. Leon Duguit'ten aktararak "idare edenlerle idare edi­
lenlerin bulunduğu her insan cemiyetinde maddi müeyyidelere dayana­
rak kumanda eden bir zümre vardır" (s. 55) , diyen Babaoğlu, daha
sonra bu "kumanda etme" yetkisinin kaynağını irdeliyor. Bilindiği gibi
bu soru siyasal düşüncenin temel sorusudur: İnsanlar neden itaat
ederler, ya da yönetenler yönetim güç ve yetkisini nereden alırlar?
D r. Babaoğlu'nun da belirtmiş olduğu gibi siyasal gücün do­
ğuşunu açıklamaya çalışan tüm eski görüşler, bu gücün kaynağını
göklerde, ilahi kaynaklarda aradılar. "En eski Çin imparatorlarından,
Stuart ve Bourbon'lara kadar bütün hüküm sürenler ve idare edenler,
bu görüşleri korudular ve bu görüşlere day ınarak idare etmek gücünü
milletten değil, Tanrıdan aldıklarını iddia ettil8r."
Çin anlayışına göre imparator kudretin doğrudan doğruya gökten
alıyor ve "Göğün Oğ(u" sayılıyordu.
Eski İran'da kralların tanrılığına inanılırdı. Bu anlayışa göre Işık
Tanrısı Omuzd, İran şahlarının kişiliğinin içine· giriyor, Tanrılık onun
benliğinde somutlaşıyordu. Böylece şah, gökten gelen hükmetmek gü­
cünü arada hiç bir vasıta olmadan, doğrudan doğruya kendi elinde tu­
tuyordu.
Batının teokratik devlet anlayışında da, imparatorla kilise arasında,
şu ya da bu biçimde bir halk varlığından, egemenliğinden söZ etmek
mümkün değildir.
Türkleri bu açıdan incelediğimiz zaman, diğer tüm uluslar gibi
egemenliğin kaynağını göklerde aradıklarını görmekteyiz. Ayrıca gök­
ten gelen bu egemenliğin kutsallığına da inanıyorlardı. Gerçekten
Orhun Yazıtlarında bu egemenliğe karşı gelmek, yani devlete isyan eı-­
mek en ağır suç sayılmaktaydı.
Ancak Türklerin egemenliğin kaynağını kutsal olarak kabul etme­
leri, çağdaşlarından çok farklıydı. Gökten gelen egemenlik; yönetme
gücü ve yetkisi; krallara, imparatorlara kağanlara değil, doğrudan doğ­
ruya Büdün'e yani ulusa verilmiş varsayılmaktaydı. O rhun Yazıtlarında
Türk Büdününe "gök büdün• denmesinin nedeni de; ulusun gökten ge-

1 27
len bu egemenliğe sahip olduğu anlayışından kaynaklanmaktadır (s.
58/59).
Devlet egemenliğinin kutsallığı anlayışı öylesine yer etmişti ki; bu
egemenliğe karşı gelmek, "yerin gökle kmışması", "göğün çökmesi"
olarak nitelendirilmekteydi (s. 57).
Kutsal bir biçimde kaynaklanan egeme.1lik hakkı, büdünden kağa­
na, bir sözleşme ile aktarılmaktaydı. Yani k< . ğanın egemenliği kutsar ol­
makla birlikte, dolaylı bir egemenlikti Glıcü kişiliğinden değil bulun­
duğu makamdan kaynaklanmaktaydı.
Dr. Babaoğru Kağanın seçimini ve taşıması gereken özellikleri de
ayrıntılı bir biçimde anlatmaktadır. (s. 70 vd.) Gerçekten Türk devlet
başkanı, büdün tarafından, daha doğrusu büdünün ileri gelenlerinin
yer aldığı bir kurultay tarafından seçilirdi. Seçilmek için han soyundan
olmak gerekirdi.
Atila'nın; alilelerinin soyluluğu ile övünen ve güçlerini bu soylu
atalarından devraldıklarını hissettirmek çabasında olan kimi Avrupalı
kral ve prenslere verdiği ünlü yanıt, "benim babam Hun Büdünüdür" ol­
muştu.
Yukardan beri belirttiğimiz noktaların .şığı altında Türk Kağanının
yetkilerinin, yasa ile çizilmiş yüksek bir memerden başka birşey olma­
dığı anlaşılmaktadır. İ lginç bir husus olarak buna benzer bir anlayışın
tüm Ortaçağ Türk-İslam devletlerinde sürdl.ıgünü gözlemekteyiz. Ancak
Selçukluların olgun devrinde ve özellikle Nizam ül M ülk zamanında,
devlet başkanına kutsal nitelikler veren Sasani anlayışını egemen kılma
çabaları başlamıştır.
Osmanlıların kuruluş dönemlerinde de aynı egemenlik anlayışını,
yani Sultanın egemenlik hakkının kişiliğinden gelen değil, makamının
geldiğini görüyoruz. Prof. Dr. Tayyip Gökbilgin Osmanlı Beyliğinin ba­
ğımsızlığını ilan edişini, Aşık Paşazade (s. 1 8 vd), Lütfi Paşa, Tevarih-i
al-i Osman (s. 21 vd) 'na dayanarak şu şekilde anlatmaktadır: (Ateş, s.
1 0 1 - 1 02).
"Selçuklu Devletinin serhad mıntıkalarında teşekkül eden Uç
Beylikleri . . sultanın esir olarak .. İran'a götürülmesinden sonra, Selçuklu
Devletinin artık sona erdiğine kani bulunuyı ırlardı. Osman Beyin reislik
yaptığı aşiret ve oymaklar bu durum karşı:. ında hükümdarlığın meşru
olarak Kayı Han evladına düşeceğini, bir.:ıenaleyh Osman Gazi'nin
emaret ve siyasete getirilmeye hak sahibı olduğunu iddia ettiler. Ni-

1 28
hayet oymak beyleri. türkm��n kabile reisle:ri, Semçuklu devleti bölge­
sinden gelen muhac.irler toplandı; -Moğol istilası Selçuklu devletinde
karar kılmış ve devar:·, etmektedir; artık Selçuklu devleti münkarizdir,
halen Selçuklu sultanlarından hiç birisi İlhanlı devletinin elinden mülkü
geri almaya gelmedi, buna muktedir değildiler. Bu uç memleketlerin
korunması ve himayesi ise kuwet ve derte, iktidar ve liyakat sahibi bir
sultanın istiklal ile hareket etmesini zaruri kılıyor .. Türkmen bey ve ka­
vimleri arasında hasep ve nesep, iyi ahlak, secaat ve semahat ile buna
layık olan Osman Bey'dir; o hem Kayı'lardandır hem de dindar ve
müslümandır- dedi ve onu başa geçirdiler..
Ona tabiyet ve sadakat merasimi Oğuz Han töresine göre yapıldı:
Herkes birer birer Osman Bey'in önünde diz çöktü. Onun verdiği kımızı
alarak içti; bu, ona itaatin bir deliliydi. İşte Osmanlı Devletinin istiklali
bu hadise ile başladı (1 299)".
Kuruluşu da eski gelenek ve anlayışın tümüyle geçerli olouğu Os­
manlı İmparatorluğunda, İmparatorluğun güçlenmesiyle birlikte Os­
manlı Sultanlarının ulusları ile bağları zayıflıyacak ve hatta kopacaktır.
İstanbul'un alınmasından sonra Bizans etkisi artacak ve bir "Hanedan
Yasası" ortaya çıkacaktır. Daha sonra Hilafetin alınmasıyla Osmanlı sul­
tanlarının uluslarından kopuşları son noktasına gelecektir. Eskiden ulu­
sunun iradesine dayanan ve zaten o irade tarafından o göreve getiril­
miş olan Osmanlı Sultanı, tümüyle "devşirme kapıkulu"na dayanan bir
niteliğe bürünecektir.
Ancak yirminci yüzyılın başlarında "yok olma" noktasına gelince
Türk ulusu, "devlet kurma" geleneğini ve becerisini tüm olumsuz koşul­
lara karşın bir kez daha gösterecektir. BL becerinin sonucu, savaş
alanlarındaki askeri başarının yanısıra, siyasal alanda da "kayıtsız şart­
sız halk egemenliği" olarak kendini gösterecektir.
Kendisi için en büyük onurun, bu ulusun bir bireyi olmak olduğu­
nu her fırsatta söyleyen Mustafa Kemal, t Mart 1 923'de Türkiye Büyük
Millet Meclisi'nin Dördüncü Toplantı Yılını açarken, bu noktayı şöyle
vurgulamaktadır: (Söylev ve Demeçler 1, s. 307) .
"Efendiler, hakimiyeti milliye ve onun mahfuziyetini mütekeffil olan
bugünkü şekil ve mahiyet-i idaremiz yalnız saadet-i atiyemizi değil, bel­
ki şerefemizi, namusumuzu ve bütün evsafı maneviyemizi temin eder."

1 29
KAYNAKÇA

Atatürk; "Söylev ve Demeçleri I" (TBMM ve CHP Kurultaylarında 1 91 9-1958),


Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yay. 1 2. Bas1<1, Ankara 1 961 .
Atatürk; "Söylev ve Demeçleri il" (1906-1 938) Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yay.
1 2. Baskı, Ankara 1 959.
T. Ateş; "Osmanlı Toplumunun Siyasal Yapısı'' (Kuruluş Dönemi) Say Kitap
Pazarlama İstanbul, 1 982.
0.M. BabaoOlu; ''Türk Hukukunda Devlet Fikri" İstanbul , 1 936.

1 30
V - DEVRİMİN TEMEL TAŞLARI
LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI 60 YAŞINDA

24 Temmuz 1 923'te imzalanan Lozan Antlaşması 1 . Dünya Sa­


vaşı'na son veren antlaşmalar arasında, günümüzde de ana hatları ile
yaşayan tek antlaşma olması açısından son derece önemlidir. Ancak
gözlerimizi altmış yıl öncesine çevirerek, o günlerin genel dengesi
için9e Türkiye'nin önemini ve ağırlığını gözlediğimiz zaman, Lozan da­
ha bir önem kazanmaktadır.

Ner:,den nereye ...

Lozan'ın önemini anlayabilmek için karşı seçeneğini (alternatifini),


yani Sevr'i bilmek gerekir. Osmanlıların Sevr koşu::arına itiraz ettikleri
zaman aldıkları yanıttan kimi bölümler, Batılı devletlerin Türkler ve Tür­
kiye ile ilgili görüşlerini açıklamak bakımından çok anlamlıdır:
"Osmanlı Devleti'nin sorumluluğu o kadar geniştir ki, bu sorumlu­
luk Müttefiklerin Osmanlı ordularına karşı elde ettikleri utkunun gerektir­
diği özverilerle ölçülemez ... Müttefikler, Türklerin öteki uluslar üzerinde­
ki egemenliklerine artık sonsuzluğa dek son verme zamanının geldiğini
açıkca görmektedirler. Savaştan önceki uzun dönemlerde, Bab-ı Ali ile
Büyük devletler arasındaki ilişkilerin tarihi, B ulgaristan, Makedonya, Er­
menistan ve öteki yerlerde işlenen ve insanların vicdanını kızgınlığa ve
büyük tepkilere sürükleyen zulümlere son vermek konusunda sonuç
almaksızın sürüp giden bir sürü girişimlerden başka bir şey değildir.
Osmanlı hükümeti, Türk olmayan uyruklarını yalnız yağma, saldırı ve
.ö ldürülmekten koruma konusunda kusur etmekle kalmayıp, üstelik, ko­
ruma zorunda olduğu halka karşı en vahşi saldırıları düzenlediğini açık­
lay an birçok kanıtlar vardır ... "(1 )
)J"!emmuz 1 920'de yazılan ve insafsıı ve acımasız suçlamalarla
sürüp giden bu mektuptan iki yıl dört ay sonra Lozan Barış Görüşme­
lerinin açılış toplantısının yapıldığı Montben::ın Gazinosunun büyük sa­
lonunda TBMM Hükümeti Başdelegesi İsme t Paşa, bu mektubu yazan­
ların suratlarına şunları haykırıyordu:
" .. Barışın nimetlerinden her zaman yo"sun kalan Türk ulusu, o ta­
rihten bu yana, hak ve adalet elde etmek için ara vermeden yaptığı ba­
rış girişimlerinin yetersizliğini ve hiç bir şeye yaramadığını görerek ve
artık hiç bir kurtuluş umudu kalmadığını anlayarak, varlığını korumayı
ve maddi ve manevi kendi kaynaklarıyla bağımsızlığını kazanmayı
başarmıştır. Türk ulusu bu yolda, pek çok acılara katlanmış sayısız fe­
dakMıklara rıza göstermiştir. .. Kadın ve çocuk, her yaşta ve her du­
rumdaki Türkler, bu savunma savaşına katılmışlardır. 191 8"den bu ya­
na Türk ulusunun karşılaştığı sonu gelme� saldırılar ve acıları burada
hatırlatmaktan kendimi alamıyorum. Gere� bu saldırı ve acılara, ge­
rekse hiç bir askeri zorunluluk olmaksızın Türkiye topraklarının en zen­
gin ve en bakımlı parçalarında, yoketmekten başka hiçbirşey düşün­
meyerek, sistemli bir şekilde yapılmış yakıp-yıkmalara tek bir özür bu­
lunamaz . . . Hala bu dakikada bile bir milycndan çok masum Türk'ün,
Küçük Asya ovalarında ve yaylalarında, evsiz ve ekmeksiz, başıboş
dolaştıklarını da hatırlatmak isterim. Türk ulusu, insan gücünü aşan bu
fedakarlıklara katlanmakla, uygar insanlık içınde, köklü bir yaşama gü­
cüne sahip uluslara özgü olan varlık ve bağımsızlık haklarıyla, barış,
huzur ve çalışkanlık unsuru olara�. büyük bir yer kazanmıştır. Türkiye
Büyük Millet Meclisi'nin kesin amacı bu yerı korumak ve güçlendirmek­
tir<2ı."
·.

Farklı beklentiler

Anadolu'daki Ulusal Kurtuluş Savaşı tartışılmaz bir utkuyla sonuç­


landırdıktan sonra lngiltere barış masasında Türkiye'yi zayıf düşürmek
için, aklına her yola başvurmaktan çekinmemekteydi. Örneğin ateşke­
sin (Mudanya Mütarekesi) Ankara ile yapılmasına karşın, barış gö­
rüşmelerine hem Ankara ve hem de İstanbul hükümetlerini çağırmıştı.
İngiltere'nin bu tutumu Mustafa Kemal'e, arasa da bulamayacağı bir fır­
sat vermiş ve TBMM 2 Kasım 1 922'de Saltanatla Hilafeti biribirinden
ayırarak, saltanata son vermişti.
Ankara'dan Mustafa Kemal'in uğurladığı özel bir trenle İstanbul'a
doğru yola çıkan İsmet Paşa başkanlığındaki barış heyeti, her istas-

1 34
yonda törenlerle karşılandı ve uğurlandı. İstanbul'daki törenler ise son
derece görkemliydi. Ulusun gerçek temsilcileri, uluslarının yaşam hak­
kını onaylattırmaya gidiyorlardı.
Lozan'da Barış görüşmelerinin 1 3 Kas.m pazartesi günü başlaya­
cağı bildirilmiş ve Türk delegasyonu, ayn 1 1 'inde Lozan'a gelmişti.
Ancak Lozan'a geldikleri zaman toplantıların bir hafta ertelenmiş ol­
duğunu öğrendiler. İsmet Paşa bu ertelemeden hoşlanmamıştı.
Aslında Ankara'nın Lozan'a delegasyo . ı başkanı ve Dışişleri Baka­
nı olarak İsmet Paşa'yı göndermesi elbette nedensiz değildi. Gerçek­
ten Mustafa Kemal Paşa çok eski dostu İsmet Paşa'nın nasıl ödünsüz
ve katı bir yapısı olduğunu iyi bilirdi. Kaldı ki, Mudanya'da ateşkes gö­
rüşmelerinde bu tutumunun son bir örneği daha görülmüştü. Ve işte
bu koşullar altında Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal istifa etmiş ve yerine
İsmet Paşa seçilerek; daha cephelerin tozu ve barut kokusu sinmiş
giysilerini çıkaramadan Lozan yollarına düşmüştü.
Lozan'da müttefikler ve özellikle "en buyük" görünümünde ortada
dolaşmakta olan İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon bazı temel nok­
talarda Ankara ile çok farklı beklentiler içindeydiler. Her şeyden önce
Türk delegasyonunu yıllardır alışmış olduk'arı Osmanlı delegasyonları
havasında ve mantığında sanıyor; "otur" dediklerinde oturacaklarını;
"konuş" deyince konuşacaklarını; "sus" deyinci susacaklarını sanıyor­
lardı.
Bunun böyle olmadığını daha görüşmeler başlamadan anladılar.
Yapılan programa göre açılış toplantısında İsviçre Konfederasyonu
Başkanı M. Haab'ın hoşgeldiniz konuşmasına Lord Curzon'un bir yanıt
vermesi ve programın bitmesi kararlaştırılmıştı. Programı öğrenen İs­
met Paşa, "olmaz", dedi; "ya ben de konuşurum, ya da Lord Curzon
da konuşmaz". İsmet Paşayı bu fikrinden caydırmak mümkün olmayın­
ca, program değiştirildi ve İsmet Paşa yukarda kimi bölümlerini aktar�
dığımız sert konuşmasını yaptı.
Bir başka farklı beklenti, savaşta kimiıı yendiği konusundaki an­
layıştaydı. Müttefikler 1 . Dünya savaşının galibi sıfatıyla masaya oturur­
ken, Türk Delegasyonu da Kurtuluş Savaşı'nın galibi olarak masada
yer alıyor ve bunu gereğinde en sert biçimde ortaya koyuyordu. Ör­
neğin Milletler Cemiyetine girme konusunun tartışıldığı bir oturumda
Lord Curzon'un "biz Milletler Cemiyeti'ne girmekten korkmuyoruz, çün­
kü ellerimiz temizdir" sözüne karşılık sert cevabında İsmet Paşa "Bizim
ellerimiz bilhassa temizdir'' demekten çekinmiyordu<J>.

1 35
Çatışma noktaları

Lozan'da İngiltere ile M usul sorunu, Boğazlar; Yunanistan'la sa­


vaş ödentisi ve mübadele; Fransa ile kapitülasyonlar ve borç taksitleri
konularında tartışma ve anlaşmazlık vardı. Ancak tüm bu ayrıntıların
üzerinde temel anlaşmazlık, Türkiye' nin egemen ve bağımsız bir devlet
olarak görülüp görülmemesindeydi. Ayrıntıların tümü Lozan'da çözüm­
lenememiştir, fakat Lozan'da Türk devletinin bağımsız ve egemen bir
devlet olarak tescili yapılmıştır. Hem de çok saygın bir devlet olarak.
Yargısal kapitülasyonlar konusunda Mıla akıl almaz isteklerde bu­
lunan kimi Müttefik delegelerine İsmet Paşa şu yanıtı veriyordu:
" . . Biz burada istiklalin ne olduğunu bilen ve adalet esasına dayalı
bir sulh yapmak isteyen bir milletin murah 1asları olarak bulunuyoruz.
· Konferansa müsavi muamele göreceğimiz teminatı üzerine geldik.
Eğer hakimiyetimizden sık sık bahsetmeye lüzum gördüysek. haki­
miyetimize halel verecek mahiyette yapılan tekliflerle buna mecbur edil­
di .. Türk milleti her şeyden evvel diğer müstakil devletler gibi muamele
görmeye haklıdır, layıktır. "<4l-
.

O günlerin Türkiye'si uluslararası arenadaki saygın yerini böylesi


kıran-kırana çatışma ve tartışmalarla kazanmıştı. Aradan geçen altmış
y;I içinde bu mirası har vurup, harman savurduk. Günümüz dünyasın­
da eğer Türkiye çok önemli ölçüde yalnız kalmışsa, bunun nedenlerini .
yakın tarihimizde bulabiliriz.

NOTLAR

(1) Seha Meray-Osman Olcay: ''Osmanlı İmparatorluğu'nun Çöküş Belgeleri",


s . 32-33.
(2) "Lozan Barış Konferansı" çev. Seha Meray, �. 4.
(3) Ali Naci Karacan; "Lozan" s. 1 99.
(4) ae., s. 230.

1 36
LOZAN'IN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

U lusun büyük özverisiyle yoktan varedilmiş olan Türkiye Büyük


Millet Meclisi Orduları, İzmir'e girmiş; son Yunan birlikleri Anadolu'yu
terketmiş; Türkiye-İngiltere arasında boğaz'ar nedeniyle çıkması olası
bir çatışma, Mudanya Mütarekesiyle durdurulmuştu. Bundan birkaç
gün sonra İngiltere'nin "Doğu Politikası"nır. mimarı ve uygulayıcı olan
Lloyd Georg şöyle konuşuyordu:(1l
"Diğer üstünlüklerinin ötesinde Türk 9ibi birinci sınıf savaşçıya
karşı blöf yapmayı tecrübe etmek iyi değildır. Bu oyun ancak korkakla­
ra uygulanır. Türkler işin ciddiyetini veya gevşekliğini derhal anlarlar. .
"

Eğer Lloyd Georg savaş sonrasında dile getirdiği bu düşüncelere


savaş öncesinde de sahip olsaydı. Megola İdea denen saçmalığa ka­
pılmaz ve Yunanistan'ı Anadoıu·ya sürerek çekilen bunca acılara ne­
den olmazdı.

Refet Paşa lstanbul'a geliyor


. '

M udanya koşullarına göre, müttefikler lstanbul"u barış andlaşma-


sının imzalanmasından sonra boşaltacaklaı ; fakat bu arada sembolik
bir Türk birliği İstanbul'a gelecekti. Gerçekten 1 8 Ekim 1922'de BMM
adına Refet Paşa İstanbul'a geldiğinde yer yerinden oynadı. İ şgalin yıl­
lar süren acısını, sıkıntısını ve utancını yaşamış olan "Türk İstanbul", .
yüzbinlerle sokağa dökülmüştü. Balkon ve pencerelerden atılan çiçek­
lerden Refet Paşanın arabası kayboluyordu. Sevinç gözyaşlarıyla süs-
· ıenen bu tür heyecanlı gösteriler, salt İstanbul'da değil, yurdun her ya­
nında günlerce sürdü.
İşte bu hava içinde Lozan'daki Barış görüşmelerine katılacak olan
heyetin belirlenmesi gerekiyordu. Dışişleri Bakanı Yusuf Keı nal Bey

1 37
çok iyi bir diplomat ve devlet adamı olmasına karşın, müttefiklere ve ö­
zellikle İngiltere'ye karşı Türk ulusunun yeni çehre ve kararlılığını göste­
recek; yeni anlayışını ödünsüz ve katı bir biçimde ortaya koyacak nite­
liklere sahip değildi. Lozan'da Ankara'nın is.ediği şey; zaten pek de us­
tası olmadığımız diplomasi değil, bağımsızlık ve koşulsuz egemenlik
konusundaki ödünsüz kararlılık idi. Ve bu rerçeve içinde Yusuf Kemal
istifa ederek, yerini askeri utkunun önemli ı'IÇüde paydaşlarından olan
ve niteliklerini Mudanya görüşmelerinde bi kez daha sergilemiş olan
İsmet Paşa'ya bıraktı.

Açılış bir hafta erte l en iyor

Lozan'da barış konferansının 1 3 Kasım da başlaması gerekiyordu.


Buna göre 1 1 kasım 1 922'de kalabalık bir danışmanı.ar grubu ile Lo­
zan'a gelen Türk heyeti, açılışın bir hafta ertelendiğini öğrendi. Zira
müttefikler belirli temel noktalarda kendi aralarında anlaşamıyorlardı.
Her türlü ayrıntıların ve tartışmaların dışında ve üzerinde Ankara'­
nın Lozan'dan temel beklentisi şuydu: Mali. siyasal, askeri, kültürel vb.
hiç bir noktada, hiç bir dış denetime kesinliı ıe izin vermeyen ve Misak­
ı Milli hudutları içinde tam bağımsız bir Tür.: devletinin koşullarının ha­
zırlanması ve bunun dünyaya kabul ettirilmesi.
Böylesi bir talep ve beklenti, çok acı bir biçimde belki bugünü­
müz açısından bile bir anlam taşıyabilir; aııa o qünlerde böylesi bir
talep kimilerinin gözünde çok "aşırı" bir talepti. Zira Osmanlı İmparatr•r­
luğu yaşamının son yüzyılında bu alanlardôki ödünleri ve ödün verme
konusundaki denge oyunuyla varlığını sürdürebilmiş, çok uluslu bir im­
paratorluk olarak ayakta kalabilmişti. Ankara ise artık böylesine .çok
uluslu bir imparatorluğu yaşatma amacında değildi. Misak-ı Milli, . ısaıt
Türk nüfusun çoğunlukta olduğu bölgeleri kapsayan bir talepti. Ve ·bu­
günkü sınırlarımızı kapsayan bu toprak parçası üzerinde türdeş bir top­
luluk yaşadığı söylenebilirdi. Kaldı ki, kuzey ve özellikle Batı Anadolu­
'daki Rumlarla, savaşın getirdiği kin ve acılardan sonra artık birarada
yaşama olasılığı kalmamıştı. Bunların Yunanistan topraklarında
yaşayan Türklerle değişimi kaçınılmazdı.

Alışılagelmiş saygısızlıklardan biri

Görüşmelerin bir hafta ertelenmesi ve rü rk tarafına ancak Lozan'a


geldiklerinde bunun duyurulması, Osmanlı temsilcilerine karşı yapılan

1 38
alışılagelmiş saygısızlıklardan biriydi. Oysaki gelenler kulaklarındaki top
seslerinin tahribatı henüz geçmemiş; Ankara'da bir kahveden ödünç
alınmış gaz lambasının ışığında ve gene bir liseden getirilmiş sıralarda
oturarak sabahlara kadar tam bağımsızlığı sağlamanın savaşımını ver­
miş ve "ya istiklal, ya ölüm" parolasını temel ilke edinmiş bir delegas­
yondur. Ve İsmet Paşa Lozan'a iner inmez derhal müttefiklere birer tel­
graf çekerek; kesin olarak belirtilen tarihte Lozan'a geldiğini ve "gö­
rüşmelere hazır olduğunu" belitmiş ve durumu protesto etmişti. Ayrıca
bir de basın toplantısı yaparak durumu gazetecilere açıklamıştı.
Türkiye'den gelen bu heyetin, o "eski ve yumuşak, güzel Türklere"
benzemediği daha görüşmeler başlamadan belli olmuştu. Gene mütte­
fiklerin düzenlemiş oldukları açılış töreninde, önce İsviçre Devlet
Başkanı Haab'ın bir konuşması ve İngiltere Temsilcisi Lord Curzon'un
bunu yanıtlaması vardı. Programı öğrenen İsmet Paşa, kesinlikle ko­
nuşmak istediğini ve ancak Lord Curzon da konuşmazsa konuşmadan
vazgeçeceğini belirtmiş ve böylece konuşma olanağı sağlayarak, son
derece sert bir konuşma yapmış ve Türkiye'nin uğradığı haksızlıkları
dile getirmişti.
Lozan'da müttefiklerle Ankara arasındaki temel çatışma bir anlayış
farkından kaynaklanıyordu. Müttefikler karşılarındaki heyeti 1 . Dünya
Savaşında yenilmiş olan Osmanlı İmparatorluğunun delegeleri gibi gö­
rüyorlar ve yeni gelişen koşullar karşısında, daha önceden imzalanmış
olan Sevr Andlaşmasının koşullarını biraz değiştirmek ve yumuşatmak
ister bir havada görüşmeleri götürmek istiyorlardı. Türk delegasyonu
ise, çok büyük özveri ve acılarla kazanılmış onurlu bir utkunun sahibi
olarak ve kesinlikle eşit koşullarla masaya oturmak istiyor ve Osmanlı
İmparatorluğunun devamı olduklarını kabul etmedikleri gibi, Sevr diye
bir andlaşmanın adını bile duymak istemiyorlardı.
24 Temmuz 1 923 ve barış anlaşması
Lozan Barış görüşmeleri 21 Kasım 1 922'de başladı. 5 Şubat
1 923'de ara verilen görüşmeler 23 Nisan 1 923'de yeniden başladı ve
'24 Temmuz 1 923'de Barış Andlaşması imzalandı.
Görüşmelere başlandığı gün üç ana komisyon oluşturuldu. Bun­
lardan biri azınlıklar sorunuyla ilgili çalışmaları yürütecek; bir diğeri sı­
nırlar, boğazlar ve askeri konulardaki çalışmaları yürütecek ve nihayet
üçüncü bir komisyon da parasal, ekonomik ve yasal konulardaki ça­
lışmaları yürütecekti. Her komisyon içinde gereği kadar aıtkomisyonlar
da oluşturulmuştu.

1 39
Lozan'daki en sert, çetin ve ateşli tartışmaların ilk iki komisyonda
olmasına karşın, konferansın ara verme nedeni üçüncü komisyonda
görüşülen ekonomik nedenlerden kaynaklandı. M üttefikler kapitülas­
yonların sürdürülmesini istiyor, ayrıca Trak) a'da bulundurulacak asker
sayısını da denetlemek istiyorlardı.
Üç aydan fazla süren görüşmelerde ortak bir metin üzerinde an­
laşma sağlanamayınca, müttefikler kendi aralarında bir metin hazırla­
mışlar ve bunu 3 Şubat 1 923'de bir "ültimatom" havasında İsmet
Paşa'ya vermişlerdi(2). Gece geç saatlere kadar bu metni inceleyen
Türk delegasyonu bir karşı teklif hazırladı. Ancak 4 Şubat'taki gö­
rüşmelerde anlaşma sağlanamadı. Lord Curzon'un Londra'ya dönme
ve savaş tehdidine karşılık İsmet Paşa, "Türk ulusal egemenliğine aykırı
hiç bir koşulu kabul edemem" diyordu. Ve gerçekten kimi arabuluculuk
çabalarına ve trenin kalkışının birkaç kez ertelenmesine karşın anlaşma
sağlanamadı. Lord Curzon Lozan'dan ayrıldı. Oteline dönen İsmet
Paşa'ya bir gazetecinin sorduğu "Ne oldu Paşam?", sorusuna verdiği
yanıt çok anlamlıdır: "Ne olacak? Hiç! Esaret altına girmeği kabul et­
medik."

Ateşkes de sona m ı eriyor?

Görüşmelerin böylesine kesilmesi tekrar savaş olasılığnı ortaya çı­


karmıştı. Zira Mudanya'da varılan anlaşmaya göre ateşkes, barış gö­
rüşmeleri devam ettiği sürece yapılmıştı. Şimdi görüşmeler kesildiğine
göre, acaba ateşkes de sona mı eriyordu? Sonunda konferansın kesil­
mediği ve sadece ara verdiği konusunda bir anlaşmaya varıldı, ve İs­
met Paşa da Lozan'dan ayrılarak Ankara'ya döndü.
Fakat Lozan'dan ayrılmadan önce yaptığı basın toplantısında çok
önemli kimi noktalara değişmiştir ki, bu noktaıa.r günümüz açısından
da çok önemli ve anlamlıdır. Şöyle konuşmaktadır İsmet Paşa;
" .. Sadece evet veya hayır demek kolaydır. Fakat birçok masum
insanın kanı, milletlerin mukadderatı mevzu olduğu bir zamanda işi
böyle kolaya almak kabil midir? İnsanların mukadderatı oyuncak mıdır?
Ben bütün konferansta bu mesuliyetin yükü altında çalıştım. Şimdi ha­
diseler hakkında hüküm vermeyi, milletlerin viqdanına bırakıyorum ...
Bütün fedakarlıkları yaptım. Her şeyi kabul ettim. Fakat memleketimin
iktisadi esaretini reddederim."

1 40
Lozan'daki gelişmeleri İktisat Kongresi nedeniyle geldiği İzmir'de
öğrenen Mustafa Kemal, burada yaptığı konuşmada da aynı önemli
noktayı vurguluyordu:
" .. Efendiler! Bu memleketi esirler ülkesi yapamayız. Lozan Konfe­
ransının son müzakeresi bu nokta ile alAkadardır. . . Aylardan beri mü­
zakereler, münakaşalar cereyan etti. Fakat muhataplarımız bizimle üç
dört senelik bir hesap görmüyorlar. Üç dört yüz senelik bir hesap gör­
meye başlıyorlar.. Millet kararını vermiştir. Ancak bütün millet ve cihan
bilsin ki, en nihayet ve en nihayet bu millet tam istiklalinin temin edil­
diğini görmedikçe, yürümeye başladığı yolda, bir an durmayacaktır."
İ smet Paşa'nın çok sonraları, 15 Eylül 1 960'da Ankara'da Atatürk
haftasında yaptığı bir konuşmada değindiği bir başka çok ilginç nokta
vardır. Şöyle konuşur İsmet Paşa;<3>
" . . Orada bir akşam, İngiliz delegesi Lord Curzon, yanında ABD
delegesi varken bana şöyle dedi:
- Aylardan beri müzakere ediyoruz. Arzu ettiklerimizin hiç birisini
alamıyoruz. Memnun değiliz sizden. Ama ne reddederseniz, cebimize
atıyoruz. Cebimize saklıyoruz. Memleketiniz haraptır. Yarın geleceksi­
niz. Bunları tamir etmek için, kalkınmak için yardım isteyeceksiniz. O
zaman, bu cebime koyduklarımdan herbirini birer, birer çıkarıp size ve­
receği m. .
Ben cevap verdim:
-Çok emekle bu sonuca varmışızdır. Şartlarımız milletimize göre
haklıdır. Bunları ne olursa olsun alacağız. Siz şimdi verin. Sonra gelir­
sek, istediğinizi yapın ..
"

Bugün aradan altmış yıl geçtikten sonra düşünüldüğünde, insanın


aklına, "Acaba Lord Curzon haklı mıydı?" sorusu geliyor. Ama bakınca
ne Atatürk'ün ve ne de İsmet Paşa'nın "oraya gitmediğini" görüyoruz.
Lord Curzon'un cebine koyduklarını teker teker çıkartması için, 1 950'1e­
ri beklemesi gerekecektir.
Kefen bezinden, toplu iğnesine: şekerinden kurşun kalemine ka­
dar dışardan almak zorunda olan ve uzun yıllar süren savaşların pe­
rişan ettiği; mimarı, mühendisi, jeoloğu, kimyacısı, iktisatçısı, işletmeci­
si vb. olmayan: genç ve yetişkin kuşakları savaşlarda erimiş o günlerin
onurlu Türkiyesi ile, günümüz Türkiyesi karşılaştırıldığında pek çok
noktada ileri giderken; ulusal bağımsızlığa duyulan saygı ve özen, ulu-

141
sal egemenliğin paylaşılmazlığı vb. gibi pek çok temel moral konularda
nasıl geriye gittiğimizi acı ve ızdırapla gözleyebiliyoruz.
Günümüzün, mühendisleri işsiz dolaşan elli milyonluk Türkiye'­
sinde bu moral gerilemenin nedenlerini düşündüğümüzde, herhalde
Lord Curzon'un İsmet Paşa'ya söylediklerini anımsamak gerekir. Eğer
o günlerde vermemek için savaştığımız ödünleri, bugün verdiğimizde
bunu "iktisadi bir başarı•, ya da "güvenilirlilik ölçüsü" olarak sevinçle
karşılıyorsak, köprülerin altından çok sular akmış demektir ve günde
on kez adını da ansak Atatürk'ten ve Atatürk'çülükten uzaklaşılmış de­
mektir.

NOTLAR

(1) Karacan, Ali Naci; "Lozan", Baskı Milliyet Yayınları, İst. 1 971 s. 51 .
(2) Aydemir, Şevket Süreyya; "ikinci Adam" 1, Remzi Kitapevi, İstanbul 1966,
s. 244 vd.
(3) a.e.; s. 235-236.

1 42
CUMHURiYETiN ANLAMI

"Türkiye Cumhuriyeti", Büyük Önder Atatürk'ün de belirttiği gibi,


"Bu aziz vatanın her köşesini sulayan kanların bedelidir."
M ustafa Kemal, 29 Ekim 1 923'te Büyük Millet Meclisinin Cumhu­
riyet'i oluşturan Anayasa değişikliğini kabul etmesi ve Mustafa Kemal'i
ilk Cumhurbaşkanı olarak seçmesinden sonra, "Türkiye Cumhuriyeti
mesut, muvaffak ve muzaffer olacaktır", diye noktaladığı konuşmasının
ilk bölümünde şunları söylüyordu:
"Yeni Türkiye Devletinin zaten ve cihar·ca malum olan, malum ol­
ması lazım gelen mahiyeti, beynelmilel maruf ünvanıyla yad edildi. Bu­
nun icab-ı tabiiyesi (doğal sonucu) olmak üzere bugüne kadar doğru­
dan doğruya Meclisinizin riyasetinde bulundurduğunuz arkadaşınıza ifa
ettirdiğimiz vazifeyi Reisicumhur ünvanıyla yine aynı arkadaşınıza, bu
aciz arkadaşınıza tevcih buyurdunuz... •
Bu tarihsel konuşmada ilk göze çarpan husus, Mustafa Kemal'in
B üyük Millet meclisi ve O'nun üyelerine karşı duyduğu içten saygı
oluyor. Zaten 'ynı konuda 4 Ekim 1 922'de gene Büyük Millet Mecli­
si'nde yaptığı konuşma, bir başka ilginç örnek:
"Milletin mukadderatını doğrudan doğruya deruhte ederek, yeis
yerine ümit, perişanlık yerine intizam, tereddüd yerine azim koyan ve
yokluktan koskoca bir varlık çıkaran Meclisimizin civanmert ve kahra­
man ordularının başında bir asker sadakat 've itaatıyla emirlerinizi ye­
rine getirmiş olduğumdan dolayı, bir insan kalbinin nadiren duyabile­
ceği bir memnuniyet içindeyim... •
Tarih 4 Ekim 1 922. Mustafa Kemal, başının üzerinde büyük utku­
nun parıltılı tacıyla ilk kez Büyük Millet Meclisi'ne geliyor ve bu büyük
utkuyu •emirlerinizi yerine getirdim" diyerek Büyük M illet Meclisi'ne ar­
mağan ediyor. Hem de, neredeyse yoktan var ettiğı orduyu, "Meclisi-

1 43
mizin civanmert ve kahraman orduları" diye adlandırarak. Bu tutum ve
davranış, Mustafa Kemal'in aıçakgönüllülüğünü değil, Büyük Millet
Meclisi'ne ve O'nun ardında bu meclisi ol..ışturan ulusal iradeye, yani
kısaca ulusa duyduğu saygıyı gösteriyor.
Bu örnekler Mustafa Kemal'in Büyük Millet Meclisi ve O'nu oluştu­
ran iradeye duyduğu saygıyı gösteren ender örnekler değil, Mustafa
Kemal'in bu konudaki sayısız konuşmaları arasından konumuz gereği
seçtiğimiz birkaç tanesidir.
Örneğin Cumhuriyetin ilanından hemen birkaç ay sonra İzmir'de
Ordu ileri gelenleriyle yaptığı bir konuşmada da şöyle diyordu:
"Arkadaşlar,
Türkiye Cumhuriyeti yalnız iki şeye güvenir. Biri millet kararı, diğe­
ri en üzüntü verici (elim) ve en zor koşullar, (şerait) içinde dünyanın
takdirlerine hak kazanmış olan ordumuzun kahramanlığı . . . "

Cumhuriyetimizi ve bunu hazırlayan devrimci ruhu anlayabilmek


için Mustafa Kemal'in ulus kararı ve ulus iradesinin sonucu olan Büyük
M illet Meclisi'ne olan saygısını iyi anlamak ve değerlendirmek gerekir
Ulusal Kurtuluş Savaşı kazanılmış, saltanat kalc!rılmış, tarihimizde­
ki onurlu yeri hiç bir şeyle karşılaştırılamayacak olan Birinci Büyük Mil­
let Meclisi dağılma ve yeniden seçime gitme kararı almış ve seçimler­
den sonra 1 3 Ağustos 1 923'te 2. dönem BMM toplantıları başlamıştı.
M ustafa Kemal, Meclisin 2 dönem toplantıları başlarken yaptığı ko­
nuşmada şöyle diyordu:
"Efendiler, bugün tam anlamıyla öğünebileceğimiz tüm başarıların
sırrı yeni Türkiye Devletinin yapısındadır . . .
... B u n u bir kelime ile belirtmek gerekirse diyebiliriz k i ; Yeni Tür­
kiye Devleti bir halk devletidir, halkın devletidir. Geçmişteki kurum ise
bir kişi devleti idi, kişilerin devleti idi . . .
... Efendiler, dünyanın belli başlı uluslarını esaretten kurtaran, ege­
menliklerine kavuşturan büyük düşünce akımları, köhne kurumlara
umut bağlayanların, çürümüş yönetim biçimlerinde kurtuluş arayanların
amansız düşmanıdır.. "

Saltanat kaldırılmış olduğuna göre ve yönetim, 1 921 Anayasasının


birinci maddesindeki "egemenlik, kayıtsız şartsız ulusundur'' anlayışına
uygun olarak ulusun temsilcisi Büyük Millet Meclisi'nde olduğuna göre
bu rejim, adı konsa da, konmasa da cumhuriyet idi. Oysa, Mecliste,

1 44
hem de en "devrimci" görünen temsilciler arasında bile "Cumhuriyet"
sözcüğünden korkulmakta idi. Örneğin 1 923 Eylülünde Neue Freie
Presse muhabirine bir demeç veren Mustafa Kemal, "Yeni Türkiye
Anayasasının ilk maddelerine göre, egemenlik kayıtsız şartsız ulusun
olduğuna göre ve yürütme güçleri Meclis tekelinde toplandı6ına qöre
bu iki madde bir sözcükle özetlenebilir: "Cumhuriyet" dediği zaman,
Mecliste kıyamet kopmuş ve yanlış anlaşılma olduğu belirtilerek, bir
düzeltme yaptırılmıştı. İşte Mustafa Kemal'in büyüklüğü buradadır ki;
aynı Meclis bir ay kadar sonra, oybirliği ile Cumhuriyeti ilan edecekti.
Cumhuriyet sözcüğü Arapça bir sözcüktür ve "cumhur" kökünden
türetilmiştir. Cumhur sözcüğü ise Arapçada başta "kum yığını" olmak
üzere çok çeşitli anlamlara gelebiliyordu(1l. Osmanlıcada cumhuriyet
sözcüğü tek başına kullanılmaz, kimi metir.:erde başka devletlerin yö­
netimlerine ilişkin olarak kullanılırdı. Örne Jin "Venedik Cumhuriyeti"
gibi.
Cumhuriyet sözcüğü, imparatorluk içindeki bir nedenden ötürü ilk
kez 1 848'de Mustafa Reşit Paşa'yla ilgili olarak padişaha yapılan bir
uyarıda kullanılmıştır: "Bu adam ilan-ı cumhuriyet edecek; saltanat el­
den gidiyor". Ancak hiç kuşku yok ki; o günlerde sözü edilen cumhuri­
yet kavramıyla, bugünkü anlamıyla cumhuriyetin pek fazla benzerliği
yoktur. O günlerde olsa olsa padişahın yetkilerinin biraz daha kısıtlan­
ması söz konusu olabilirdi.
Zaten gerek 1 . Meşrutiyet ve gerekse 2. Meşrutiyet öncesinde pa­
dişahın karşıtları, padişahlığı ortadan kaldırmak değil, padişahın iktida­
rına "ortak olmak" amacındaydılar. Yani amaçları "meşrutiyet"ti, pa­
dişahın olmadığı ve egemenliğin halkta olduğu bir "cumhuriyet" değil.
Ancak 1 923 sonlarında, Saltanat kaldırılmışken ve Büyük Millet Meclisi
Hükümeti ''f iilen ve tam anlamıyla" bir cuml-ıuriyet olarak işlerken bile
Meclis üyelerinin bu sözcüğü kullanmaktan kaçınmaları ve kullanılma-·

sından korkmaları çok ilginçtir.


Ancak Mustafa Kemal her şeye karşın artık "rejimin adını koy­
maya• karar vermişti. 10 Eylül 1 923'te Anayasanın birinci maddesini,
değiştirmek istediği biçimiyle arkadaşlarına okudu:<2ı. "Türkiye, Cum­
huriyet usulü ile icara olunur bir halk devletidir". Fakat bunun açıklan­
masına ve gerçekleşmesine daha birbuçuk aydan fazla süre vardı.
Bu arada, İsmet Paşa'nın 1 0 Ekim 1 923 tarihli bir önergesinin 1 3
Ekim 1 923'te kabulü ile Ankara, Türk Devletinin başkenti oluyordu. Te­
kin Alp'in 1 936'da yazmış olduğu gibi; "Yeni Türk ruhu, ancak eski Bi-

1 45
zans paytahtının kokuşmuş çevresinden, ıcu şu, ya da bu biçimde
doğrudan doğruya, ya da dolaylı olarak Sultan ve Halife saraylarına,
yıkılan İmparatorluğun eski devlet büyükler;nin konaklarına ulaşan çeşit
çeşit dallar, budaklarla dolu çevreden uzak olarak gc!işebilirdi."(1>.
Türk Devletinin başkentinin İstanbul'dan Ankara'ya alınması İngil­
tere, Fransa ve İtalya'nın tepkisiyle karşılandı. Bu durumda büyükelçile­
rini geri çekerek orta elçi göndereceklerini açıkladılar. Genç Türkiye, bu
durumda aynı tutumu takınacağını açıkladı. Bu devletler İstanbul'un bir
liman kenti olmasından ötürü, donanmalarıyla daha kolay baskı yapa­
caklarını umanlarının yanısıra, İstanbul'un "kozmopolit" havasını kendi
çıkarlarına daha uygun buluyorlardı.
27 Ekim 1 923'de Fethi Bey Kabinesi istifa etti. 1 921 Anayasasında
denge unsuru olabilecek bir "devlet başkanlığı" kurumu düzenlenme­
miş olduöu icin. veni kabine bir türlü oluşturulamıyordu. Tüm bu ge­
lişmeleri yakından izleyen M ustafa Kemal, bu işin sırasının geldiğini an­
layarak, gerekli Anayasa değişiklik önergesini sundu. Ve daha Lıirkaç
gün öncesine dek çoğunluğu "cumhuriyet" sözcüğünden çekinen
Büyük Millet Meclisi, oybirliği ile Cumhuriyeti kurdu. İşte Gazi Mustafa
Kemal Atatürk'ün büyüklüğü burada yatmai<tadır. Cumhuriyetin ı� urul­
masından altı ay kadar önce; "Benim şahsen kuwet ve kudretim, hal­
kın bana gösterdiği emniyet ve itimatt�m ibarettir" diyen Mustafa Kemal,
bu gücü yerirıde ve zamanında kullanmasını bildiği için ve bu gücün
asıl sahibine olan büyük saygısından ötürü başarılıdır, büyüktür ve kalı­
cıdır.
Türkiye Cumhuriyeti şu, ya da bu kişinin, ya da kişilerin eseı i de­
ğil, bu konuda en hak sahibi ve yetkili kişinin, Mustafa Kemal'in Hlirt­
miş olduğu gibi; "Bu aziz vatanın her köşesini sulayan kanlarıı ı l':>e·
delidir'.
Bunu hiç unutmamak gerekir.

NOTLAR

(1 ) Bernard Lewis: "Türkiye Cumhuriyeti'nin K ıruluşunu Hazırlayan Düşünce


Akımları" Özetleyerek çeviren Berin U. Yurdadoğ Atatürk Konferansı, ı ' VI
(1 973 - 1 974); TTK Yay., Ankara 1977, s. 1 5-22.
(2) Gotthard Jaeschke; "Türk Kurtuluş Savaşı Kronolojisi" il TTK Yay. An!. , ra,
1 975, s. 4 1 .
(3) Tekin Alp; "Kemalizm" İstanbul, 1 936, s. 95.

1 46
CUMHURİYETİ ANLAMAK...

Mustafa Kemal, 29 Ekim 1 923'te cumhuriyet ilan edildikten ve ilk


cumhurbaşkanı olarak TBMM tarafından seçildikten sonra yaptığı
teşekkür konuşmasını şöyle noktaıamaktaydı: " .. Türkiye Cumhuriyeti
mesut, muzaffer ve muvaffak olacaktır... " Acaba bu öngörü, fazla iyim­
ser bir öngörü müydü? Acaba Türkiye Cumhuriyeti gerçekten "mesut",
"muzaffer" ve "muvaffak" oldu mu?
Ayrıntılara biraz aşağıda girmek üzre, şimdilik şu kadarını vurgu­
layalım ki, evet. Türkiye Cumhuriyeti ile ilgili bu öngörü (belki de umut)
gerçekleşmiştir, doğru çıkmıştır. İnançlı bazı Atatürkçüleri karamsarlığın
derin kuyularında boğan kimi gelişmelere, Türkiye'nin sosyo-kültürel
birikimini bilmeyen araştırmacıların yaptıkları kimi karşılaştırmalara; tüm
cumhuriyet tarihimiz boyunca görmeye hiç alışkın olmadığımız ve bek­
lemediğimiz kimi görüntülere karşın Türkiye Cumhuriyeti mesut, muzaf­
fer ve muvaffak olmuştur.
Muammer Aksoy ve Bahriye Üçok hocaların yüreğimizi dağlayan
acıları henüz dinmeden; tarikatlar, devletin en üst makamlarına kadar
sızmışken; Atatürk'ün mirası ayaklar altına alınmışken, acaba yukarı
paragraftaki yargım, fazla iyimser bir yargı mı? Sanmıyorum. Ve zaten
cumhuriyetimizin bu kutlu yıldönümünde yazdığım bu yazı çerçeve­
sinde, bunun kanıtlarını getirmeye çabalayacağım.
Türkiye Cumhuriyeti bir günden öbür güne aniden gerçekleşen
bir oldu bitti değil, en az yarım yüzyıllık bir çabanın ve birikimin sonu­
cudur. 1 870'1erde padişaha, Mithat Paşa'yı " .. bu adamın amacı cumh:.ı­
riyet ilan etmektir.. " 9iye jurnallayan görevli elbette doğru konuşmuyor­
du. M ithat Paşa'nın cumhuriyet ilan etmek gibisinden bir düşüncesi
olamazdı. Ama bu jurnal en azından şunu JÖStermektedir ki; cumhuri­
yet düşüncesi (kimileri için cumhuriyet korkusu) daha o günlerde gün-

1 47
demdeydi. Gerek o günlerde ve gerekse iki meşrutiyet arasındaki dö­
nemde, ülke içi ve dışında mücaclıııle eden Osmanlı aydınlarının kafala­
rında cumhuriyet düşüncesinden çok, padıŞahın yetkilerine bir "sınırla­
ma" getirme düşüncesi; "meşruti bir monarşi" özlemi vardı. Zaten aynı
zamanda Hz. M uhammed'in "halefi" olarak tüm İslam dünyasında etkili
olan padişahı "devirmek" için gerekli halk dbsteğine de sahip değillerdi.

Cumhuriyete doğru ...

Birinci Dünya Savaşı, çok şeyi değişt0-di. Ve bu değişiklik harita­


lardan çok, insanların düşüncelerinde oldu Öncelikle "halife"nin İslam
dünyasında ciddi bir etkisinin olmadığı anlaşıldı. "Cihat" çağrısına
karşın İslam dünyasından pek bir destek sağlanamaması bir yana,
Araplar İngilizlerle birleşerek "halife ordularını" sırtından hançerlemekten
çekinmediler.
Ancak bize kalırsa bundan çok daha önemli olarak, insanlar kendi
kaderlerini belirleyebilecekleri konusunda çok zor, çok acı ve fakat çok
başarılı bir deney yaşadılar. Yılmak, yorulmak bilmeyen bir liderin,
M ustafa Kemal'in inançlı ve inatçı önderliğinde örgütlenerek "ulus ira­
desini egemen kıldılar" ve "padişaha rağmen" (ister çaresizlikten, ister
satılmışlıktan, ister korkaklıktan) yürüttükleri savaşımla, devletin kökleri­
nin atılmış bulunduğu Anadolu'yu ve Trakya'nın bir bölümünü kurtardı­
lar. Savaş sonunda yeni yıldızlar parlamaktaydı ve bu yıldızların ışığın­
da padişaha olan bağlılık duyguları çok yıpranmıştı. Yıllarca "padişahım
çok yaşa" seslerinden çok " .. Allahıma emanettir Kemalim .. ", " .. Çok
yaşa Mustafa Kemal Paşa" gibi marşların nakaratları duyulmuştu. Ve
TBMM bu ortam içinde 1 Kasım 1 922 gecesi "hilafet" ve "saltanatı" bir­
birinden ayırarak saltanata son verdiğini dü.1yaya açıkladı. Vahdettin'in
İngilizlere sığınması, TBMM'nin, almış olduğu bu kararı uygulamasını
kolaylaştırdı. Hilafet makamına Şehzade Abdülmecid Efendi'yi seçen
Türkiye Büyük Millet Meclisi, artık tartışılması mümkün olmayan tek
otoriteydi ve TBMM hükümeti, fiilen bir "cumhuriyet yönetimi" oluştur­
m uştu. Katılım oranı her ne olursa olsun "ulus iradesine" dayanan bir
meclis ve bu meclise dayanan bir yönetim vardı. Ancak cumhuriyetin
ilanı için yaklaşık bir yıl daha beklemek ve kim!IE>r!!'lin bu düşünceyi
özümsemesini sağlamak gerekecekti. Ancak işin bu aşamasından iti­
baren sorun bir "zihniyet sorunu" değil, bir "zaman" sorunuydu.
Cumhuriyetin ilanına ve bunu izleyen gelişmelere hiçbir ciddi tep­
ki olmadı. "Teokratik bir monarşiden, laik bir cumhuriyete" geçilmiş, bir

1 48
devrim gerçekleşmişti. Doğal olarak "esk; düzenden" buna tepkiler
(reaksiyonlar) beklenirdi. Ama birkaç müı ıfrit olayı ve dışarıdan da
kışkartılan ve etnik izler de taşıyan Şeyh Salt ayaklanmasını saymaz­
sak, ciddi bir tepki gelmedi. Bunun iki nedeni vardı: Birincisi, "eski dü­
zenin" tam anlamıyla çökmüş ve savunulur bir yanı kalmamış olmasıy­
dı. İkincisi ise tepkisi beklenebilecek çevrelerin güçsüz olması, Mustafa
Kemal ve arkadaşlarının prestijleriyle baş edemeyeceklerinin bilincinde
olmalarıydı.

Yetişen kadrolar

Aslında o günlerde günümüz anlamında çağdaş bir referandum


yapılsa, padişaha bağlı kitlelerin geniş boyutlara ulaşabileceğini tahmin
ederiz. Zaten 1 924-25 Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve 1 930 Ser­
best Fırka deneyimleri bu görüşü doğrular. Bir örgüt olanağı doğduğu
anda tepkiler dile gelmiştir. Ancak bu kitleler örgüt olanağını uzun süre
bulamayacaklardır. Ve çok önemli bir husus olarak cumhuriyet kendi
kadrolarını-vatandaşlarını yetiştirmek için uzun bir zaman bulacaktır.
Hak ve özgürlüklerinin bilincinde, eşit ve özgür insanlar.. . Devrimleri
yürekten benimsemiş ve bunun için her türlü savaşıma hazır insanlar. . .
Cumhuriyetin ilan edildiği dönemlerde tepkilerini dile getiremeyen kimi
çevreler, duydukları "kini" bir kalıt (miras) gibi kuşaktan kuşağa devret­
tiler. Ancak cumhuriyetin heyecan ve meşalesi de kuşaktan kuşağa
devrediliyordu. İslami çevrelere çok ödün vermesine karşın {bunun ne­
denleri ayrı bir yazı konusu olabilir), Demokrat Parti'nin de devrimlere
değilse de cumhuriyete bağlılığından kuşku duyulmaması gerekir. An­
cak 1 970'1erde, değişen dünya dengeleri, Türkiye'nin iç siyasetinde
ciddi bazı sorunlar ortaya çıkardı.
Soğuk savaşı izleyen yıllarda ABD; sosyalizmin, SSCB ve Çin'in;
eski sömürgelerin bağımsızlıklımnı kazanarak oluşturdukları genç 'ülke­
lerde ve kendi denetimi altındaki Qlkelerde "prestij kazanmasını" frenle­
mek için başka araçların yanı sarı İslamiyeti de kullanmaya başladı.
Özellikle Ortadoğu'da Suudi Arabistan kanalıyla tehlikeli serüvenlere gi­
rişti. Bölgede İsrail'in varlığını ve petrol rezervlerini düşünürsek bölge­
nin ABD açısından ne demek olduğu daha iyi anlaşılır (zaten son Kör­
fez bunalımı da bu bağlam içinde ele alınmalıdır.) Ve Türkiye'de laik
cumhuriyetin "hamisi" ve en önemli "güvencesi" olan Silahlı Kuvetler'in
1 971 müdahalesinden sonra "dinci" diyebileceğimiz partiler ortaya çı­
karken; 1 980 müdahalesinden sonra bunların önemli bir bölümüne ikti-

1 49
dar yolu açıldı. Zaten bu dönemde "reaksiyoner örgütlenme" siyasal
partilerden çok, tarikatlar çerçevesinde gerçekleşmekteydi. Ve kimi ku­
rumlarda mücadele, tarikatlar arasında olrr aktaydı. Şimdi, tüm bunları
anlattıktan sonra ' .. Cumhuriyeti nasıl muvaffak olmuş sayarsın· sorusu­
nun sorulacağını biliyorum. Cumhuriyet muvaffak ve muzaffer ol­
muştur, çünkü devletin en üst makamlarına kadar gelebilmelerine
karşın, ne Atatürk'e dil uzatabilmektedirler ne de laik cumhuriyete. İçleri
kan ağlasa da 1 0 Kasım'larda Atatürk'ün huzurunda eğilmekte; yürek­
lerinden lanetler de okusalar, 29 Ekim'lerde cumhuriyete bağlılık nutuk­
ları çekmek zorunda kalmaktadırlar.

Sonuç

Çünkü herkesten iyi bilmektedirler ki belirli dengelerin istismarı ve


kimi çevrelerin geçici bir basiretsizliği ile buralara gelmişlerdir ve ne ka­
dar güçlü görünürlerse görünsünler, aslında ciddi bir güçleri yoktur.
Çünkü bilmektedirler ki; Türk halkı ''vatandaş' olmanın, kaderini il­
gilendirecek kararların alınmasına "katılımın' nimetlerini çok tatmıştır ve
bundan kolay kolay vazgeçmez. Egemenlik hakkını hiç kimseye, hele
şu ya da bu tarikata asla devretmez.
Çünkü bilmektedirler ki; şimdi sessiz bile dursa, karşılarında sayı­
sal olarak ve etkinlik açısından 1 920'1erin Türkiye'siyle karşılaştırıla­
mayacak kadar güçlenmiş ve bilenmiş "cumhuriyetçi ve devrimci"
kuşaklar vardır.
Çünkü bilmekte ve yaşamaktadırlar ki ''tarihin tekerlerini geriye çe­
virmeye" güçleri yetmemektedir. Cu!Tihuriyet ve onun getirdiği özgürlük
ortamı, kendileri için de bir yaşam güvencesidir.
Cumhuriyet 1 870'1erde atılan tohumların 1 920'1erde tilizlenmesiydi.
1 990'1arda ise balta işlemez bir orman vardır.

1 50
CUMHURİYETE SAHİP ÇIKMAK

Bunca sarsıntı ve dalgalanmalardan sonra bu başlığı gören


okuyucu, korkarım ilk anda Cumhuriyet gıuetesine sahip çıkmaktan
söz edeceğimizi sanacak. Hayır. Biz bu ya;:ımızda laik Türkiye Cumhu­
riyeti'ne sahip çıkmaktan söz edeceğiz (zaten ga!lba son gelişmeler,
Cumhuriyet gazetesine sahip olmanın yolunun laik cumhuriyetimize
sahip çıkmak olduğunu da göstermiş bulunuyor.)
1 1 Aralık 1 989 tarihli Cumhuriyet gazetesinde, çok renkli bir geç­
mişi olan bir Fransız gazetecisinin, Regis Debray'in ilginç bir yazısı var­
dı: "Cumhuriyetçi misiniz, demokrat mı?". 90'1ı yıllarla ilgili tahminlerde
bulunmak üzere kaleme alınmış bu yazıdaki bazı değerlendirmeler, sa­
nıyorum günümüz Türkiye'si açısından da önemle ele alınmalıdır.
Gerçekten, çoğu kez karıştırılmakla birlikte; her cumhuriyet bir de­
mokrasi olmadığı gibi, her demokrasi de cumhuriyet değildir. Örneğin
Avrupa'nın pek çok demokrasisi, sembolik de olsa monarşilerini koru­
maktadır. Buna karşılık, demokrasiyi ayaklar altında çiğneyen pek çok
totaliter yönetim, kendisine cumhuriyet adını verebilmektedir. Bunda
fazla haksız da değillerdir. Ancak bundan çok daha önemli olarak,
cumhuriyet düşünçesinin evrensel ve tarir.sel ilkeleri, pragmatik de­
mokrasilerin acımasız borsalarında değer yitirmektedir.
'Demokraside" diyor Regis Debray, "can alıcı sözcük 'iletişim'
cumhuriyette ise ·�urumlardır'. Her rejimin kendi soyluları vardır. Ga­
zeteci, reklamcı, şarkıcı, aktör, işadamı bir demokrasinin tanrılarını
oluştururlar. Öğretmen, yargıç, yazar, bilgin ve subay ise bir cumhuri­
yetin tanrılarıdır."
Acaba Türkiye'de hangi tanrılara tapmak gerekir? Acaba tanrılara
tapmadan yaşamanın yolu yok mudur? Bunlar en azından böylesi dar
bir çerçeve içinde kolay yanıtlanamayacak sorulardır. Aslında devletten

1 51
gelen her şeye karşı çıkmayı müthiş bir der Jokratlık sayan kimi sevimli
dostlarımız sorunu kendi anlayışlarına göre çözmüşlerdir. Buna göre,
devletten gelen her şey "resmi ideolojinin" bir parçasıdır, karşı çıkmak
gerekir. Her ne türden olursa olsun, resmi ideolojiye karşı çıkmak, al­
kışlanmaya değer bir şeydir, "sivil toplum"un göstergesidir. Bu çok
hassas konuda Regis Debray şöyle yazıyor: " .. Dün bireyin özerkliğini
tehdit eden, devlet ve onun sıkı denetimleriydi. Bugün en büyük tehli­
keler (yasaklama ve kovma talepleri) "sivil toplum"dan geliyor. Tek
başına sağduyu, giderek daha hoşgörüsüz ve kontrolsüz hale gelen
güçlerin yükselişine karşı duramaz. (Kitle iletişim araçları, din adamları,
bilimler, yönetim). Kişisel özerkliğin savunması, günümüzde, cumhuri­
yet devletinin ve ona uygun düşen toplumun savunulmasından geç­
mektedir."
Gerçekten, Türkiye'de solculuk, hatta Marksizm adına Kemalizme
çatmayı alışkanlık haline getiren ve akıllarına gelen herşeyi önce "resmi
ideoloji" olarak isimlendirip sonra buna karşı çıkmayı marifet sayan bir
grup aydın, aslında bindikleri dalı kesmektedirler. Laik cumhuriyet ve
onu ayakta tutan kurum ve ilkeler olmasa bu toplumda barınmaları
bile mümkün olamayacak olan bu insanların en bCı�1ük hatası, kendile­
rini (belki de farkında olmadan) toplumdan soyutlamaları ve bir "bilim­
sel gözlüğün" ardına sığınmalarıdır.
Bir kısmı zaten yurt dışında yaşadıkları ve Türkiye ile "bilimsel me­
rak" dışında pek ilgileri olmadığı için mazur görülebilir. Ancak bu ül­
kede yaşayan, bu ülkede yaşamayı tercih eden ve bu ülkede yaşamayı
seven diğer kısmı için, laik cumhuriyetimize saldırmak aymazlıktan·
başka birşey değildir. Zira gene Debray'ln söylediği gibi;
" ... Bir cumhuriyet bir yana çekilince, meydan muzaffer özgür bi­
reye kalmaz. Genellikle din adamları ve mafyalar nezaket dinlemezler.
Siyasal iktidarın her ahlaki gerilemesinin bedeli, dini otoritelerin siyasal
atılımları ile ve para feodallerinin yeni bir küstahlığı ile ödenir . .
"

1 52
VI - SOSYAL DEMOKRASİ ve
TERCİHLER
SOSYAL DEMOKRASİNİN SINIFSAL TABANI

Sosyal demokrasinin sınıfsal tabanını belirlemeden önce, açıklığa


kavuşturulması gereken bir dizi kavram ve incelenmesi gereken tarih- ·

sel bir süreç vardır. Ne bu süreci incelemeden söz konusu kavramları


açıklayabilmek mümkündür ve ne de bu kavramlar açıklanmadan sos­
yal demokrasinin sınıfsal tabanını belirleyebilmek mümkün olur.
Biz bu yazı çerçevesinde; önce feodalizmden kapitalizme geçiş
sürecini incelemeyi, sonra da bu süreç içinde sosyal demokrasiyi
oluşturan koşulları ele almayı düşünüyoruz. Yazımızın son bölümünde
ise, Türkiye'yi bu perspektif içinde ele alacağız.

ı - Toplumların evrimi sürecinde kapitalist aşamanın doğuşu


Kapitalizm aslında ekonomik bir kavramdır. Ancak, geniş anlamda
kullanılırsa ekonomik bir kavram olmanın yanısıra; siyasal, sosyal ve
dahası, kültürel bir düzeni �ade eder.
Kapitalizme gelene dek mal üretimi, temel olarak doğa ve insan
emeğine dayanırdı. Ancak feodal toplumun son zamanlarında sermaye
yani "kapital", üretim sürecine etkin bir faktör olarak katıldı. Burjuva'nın
ya de; iürkçesi kentsoylunun bu ekonomik düzenine kapitalizm; bunun
dayandığı felsefi temele de liberalizm adı verildi. Şimdi bu konuyu biraz
açıklamamız gerekir<1>.
Feodal toplum, kapalı ekonomi kurallarının işlediği bir toplumdu.
Önceleri "atomize" durumdayken, zaman içinde "merkezi otoriteler"
güçlenmiş; ancak merkezi otoritelerin bu güçlenmesi, derebeylik siste­
mindeki "sert - feodal bey" ilişkisini fazla değiştirmemişti.
Kıta Avrupası, yeni deniz yollarının bulunmasıyla artan bir ticari
ilişkiler içindeydi. İtalyan kentleri ekonomik üstünlüklerini Atlas Okyanu-

1 55
suna açılan liman kentlerine bağlanmışlardı. Portekiz, Hollanda, İspan­
ya, Fransa ve İngiltere yeni bir dengenin nimetlerini toplamaya başla­
mışlardı.
Eski dünyada, 'ya da feodal dünyada Jgemenlik tanrı adına kulla­
nılıyordu. St. Augustinus'da en açık bir şekilde biçimlendiği gibi, "Tanrı­
nın kulu olan İmparator, Tanrı buyruğunun körükörüne emrinde" olmak
zorundaydı; Bu zorunluluğa uymak, kendi�ine tebası üzerinde "Tanrı­
sal" bazı haklar bahşediyordu ki; zaten fazla gücü olmayan merkez
otoritesi bu "meşrulaştırma" işleminden zararlı çıkmamış oluyordu. Tan­
rısal bu otorite hiç kuşkusuz merkez imparatordan derebeyine yansıyor
ve Tanrı adına meşrulaştırılmış bu i ktidarın son noktası, feodalizmin
ataerkil aile düzenindeki "baba" oluyordu(2).
Ancak, uluslar zenginleştikçe ve merkezi imparatorlar güçlen­
dikçe bu otorite dağılımı kimi yerlerde huzursuzluklar yaratmaya
başladı. İspanya ve Portekiz dışında kalan ülkelerde Kilise'nin ve Papa­
'nın otoritesinin sınırları tartışılıyor ve yeni bir otorite kaynağının gerek­
sinmesi duyuluyordu.
Hollandalı bir düşünür, Hügo Grotius ''Tabii Hukuk Doktrinini" ye­
niden kotararak, savunmaya başladı. Buna göre insanların, insan ol­
maktan gelen ve doğuştan kazanılmış olan öyle hakları vardı ki; hiçbi�
güç bunları ondan koparamazdı.
İngiltere meşruti monarşi yoluna devam ederek kıta Avrupasından
manevi olarak koptu. Thomas Hobbes, sözleşme teorisini ortaya ata­
rak; siyasal itaatın nedenini tanrısal olmaktan kurtarıp insan aklına bağ­
ladı. Gene bir başka İngiliz John Locke, bu görüşü Grotius'un tabii hu­
kuk doktrini ile birleştirerek insanların temel hak ve özgürlüklerini or­
taya koydu ve bir devletin, ancak bu özgürlükleri koruduğu sürece
meşru sayılabileceğini savundu. Bu özgürlüklerin başında "mülkiyet öz­
gürlüğü" geliyordu. Feodal düzen hiç kuşkusuz feodal beylerin ve kili­
senin mallarının mülkiyetini güvence altına alıyordu, ama ticaretle iyice
"palazlanan" burjuvazinin mülkiyetinin hiç bir güvencesi yoktu.
Ancak burjuvazi daha düzenini kurmadan temel eleştiri geldi. J.J.
Rousseau, "devletin özgürlükleri koruması yeterli doğildir; devlet özgür­
lüğün orta_mını yaratmak zorundadır" savıyla ortaya çıkmıştı.
J. Locke'un fikirleri, ABD Devriminin felsefi temelini oluşturdu. 4
Temmuz 1 776 tarihini taşıyan "Bağımsızlık E>ildirisinden" aşağıya aldığı­
mız satırlar, sanki John Locke'un kaleminden çıkmış gibidir:

156
•şu gerçekten apaçık olduğunu kabul ediyoruz: Bütün insanlar
eşit yaratılmışlardır. Yaratıcıları tarafından bağışlanmış belli ve vazgeçil­
mez haklara sahiptirler. Yaşamak, özgürlük ve mutluluğa erişmek bu
haklar arasındadır. Bu hakları sağlamak üzere, insanlar kendi araların­
da, gerçek gücünü yönetilenlerin onamasından alan hükümetler kur­
muşlardır. Eğer hükümet bu amaçlar doğr;.ıltusunda yetersiz ve yıkıcı
olursa bu hükümeti değiştirmek ya da düşürmek .. halkın hakkıdır."
Fransa mutlakiyetçiliği Amerika kıtasırıda özgürlükçü asileri des­
teklerken, Versay sarayında kendi halkını k< ntrol altında tutabilmek için
yabancı lejyonerler besliyordu. Ancak FraP 'ız Devrimi de fazla gecik­
medi ve Etats Generaux'nun toplanmasıylo başlayan bir dizi olay, 1 4 ·
Temmuz 1 789'da mutlakiyetçiliğin sembol "• olan ve yıkılmaz sanılan
Bastille'in yıkılmasıyla doruğuna ulaştı.
Avrupa'nın feodal temellere dayanan mutlak monarşileri İngiltere­
'nin parlamentosuna ya da ABD Bağımsızlık Bildirisine pek aldırma­
mışlardı ama 1 6. Louis tutuklanınca, burjuvaların hakimiyeti altına giren
Fransa'ya karşı, kralı kurtarma adına büyük güçler seferber ettiler. İşte
bu davranış; bir yandan 16. Louis'nin sor:ıunu hızlandırırken, bir yan­
dan da Fransız Ulusculuğunun ve "Jacobenizmin" başlangıcını oluştu­
ruyordu.
Konvansiyon'da Jacobenler, özgürlüğü korumak değil, özgürlük
ortamını yaratmak peşindeydiler. Robespierre şöyle yazıyordu:
"Nedir toplumun birinci ereği? İnsanın zamanaşımına uğramıyan
haklarını .korumak. Bu hakların ilki nedir? Yaşama hakkı! Mülkiyet hakkı
bu ilk yasayı perçenlemek için konmuş, ya da güvence altına alın­
mıştır. İnsanın malı mülkü varsa, herşeyden önce, yaşaması için vardır.
Mülkiyetin hiçbir zaman insanların geçimine engel olamıyacağı savı
doğru değildir. İnsana gerekli olan besinler, hayat kadar kutsaldır.
Hayatı sürdürmek ve korumak için gerekli ne varsa, bütün toplumun
ortak malıdır."<3>.
"Devrim Meleği" olarak adlandırılan Saint-Just ise şöyle ko­
nuşuyordu Konvansiyon'da:
"Mutlu olmayan bir halkın vatanı yoktur. Hiç bir şeyi sevmez o. Bir
cumhuriyet kurmak istiyorsanız eğer, ahlfıkını bozan kararsızlık ve yok­
sulluktan halkı kurtarmaya çalışmanız gerekir. Cumhuriyet istiyorsanız
eğer, öyle yapın ki, halk erdemli olma cesaretini bulabilsin kendinde:
İnsanda gurur olmadan siyasal erdem olamaz. Geçim sıkıntısı içinde

1 57
gururu olamaz insanın. Boşuna düzen iste:;ip duruyorsunUz. İyi yasa­
larla düzeni yaratmak sizin elinizde."(4l:
Babeuf'ün ise şunları yazdığını görüyoruz:
"Parti herkes için yalnız hak eşitliği, yasa eşitliği istemekle kalmaz,
herkesin namusu ile rahat yaşamasını, bütün bedensel ihtiyaçlarının ve
toplumsal haklarının, yasalara uygun olarak sağlanmasını, herkesin
toplum içinde gördüğü iş ölçüsünde haklı bir pay almasını ister."!5>.
Jacobenler bu amaçla kesin bir teröre giriştiler. Danton, Marat,
Robespierre, Saint Just ve Babeuf kendi canlarını değil ama, devrimi
kurtardılar. Ancak bu terörün ardından monarşik bir reaksiyon (Napo­
leon) ve 1 830'1arda da ABD'dekine benzer burjuva liberal bir devrim di­
zisi geldi. Önceleri salt tüccarlardan, avukatlardan, hekimlerden ve
benzeri serbest mesleklilerden oluşan burjuvazi artık iktidarı halk adına
ele geçirmişti. Ancak bu arada yepyeni bir devrim oluyor ve yeni bir sı­
nıf ortaya çıkıyordu: Sanayi devrimi ve sanayi işçisi, yani proletarya.

il - İşçi sınıfının doğuşu, örgütlenişi ve 1 848 devrimleri

İşsi sınıfı temel olarak sanayi devriminin ürünüdür. Ancak


oluşmaya başlaması çok daha eski dönemlere dek uzanır. Feodal tc ·p­
lumun çözülmeye başladığı dönemde kentler oluşur ve büyürken, hiç
· �uşkusuz herkes ticaretle uğraşmıyordu. Unutmamak gerekir ki; aynı
dönemde geleneksel temellere dayanan lonca sistemi de çözülüyor ve
toplumda "emeğini ücret karşılığında satan" yeni bir sınıf doğuyordu.
Bu sınıf, sanayinin gelişmesiyle doğru orantılı olarak gelişti ve büyüdü.
Burjuvazi mutlak monarşiye karşı çıkarken işçilerden de destek
görmüş, dahası; mutlak monarşinin "Tanrı egemenliği" kavramına ve
felsefesine karşı "halk egemenliği" kavramıyla çıkmıştı. İşte işçi sınıfı
egemen olduğu varsayılan bu �·halk" içinde önemli bir güç olarak or­
taya çıkmıştı.
İşçi sınıfının ilk önemli örgütü biraz önce de değindiğimiz Babeuf
tarafından oluşturuldu. Babeuf, Robespierre'in idamından sonra çeşitli
eylemlere girişmişti. "Eşitler" ya da "İleri Demokratlar" adı verilen örgü­
tüyle direktuar yönetimini devirmek üzere bir darbe hazırlamışken ara­
larından birinin elevermesiyle .yakalandı ve 1 797'de henüz otuzyedi
yaşındayken idam edildi. Bir başka yazısında Babeuf şöyle diyordu:
"Biz kendi kendimize hiç birşey yapamaz mışız. Başımızda her za­
man yöneticiler bulunmalıymış! Böylesine pısırık bir inanç uzak olsun

1 58
bizden. Yöneticiler yalnız yönetici kalmak ıçin devrim yaparlar. Bizse,
gerçek demokrasi yoluyla, halkın mutluluğunu sağlamak için devrim
yapmak istiyoruz. Biz ekmek için, rahatlık için, özgürlük için savaşıyo­
ruz. "!6l .
Ancak Babeuf ve onun gibi düşüner.ıer için 1 830 Devrimleri bir
sonuç oldu. Kapltalizm, toplumdaki gücünü ilk kez önemli ölçüde per­
çinlemişti. Aslında eğer olanaklar elverseydi belki kapitalist demokrasi
de birşeyler yapabilecekti. Ancak bir çığ gibi büyüyen işçi sınıfının haklı
ve kaçınılmaz istekleri 1 848 Devrimlerine yol açtı.
Salt bir siyasal demokrasi kurmak amc.cını gütmeyen aynı zaman­
da sosyal demokrasiyi kurmayı amaçlayan 1 848 Devrimi, Kıta Avrupa­
sındaki gerçek sosyal hareketin başlangıç noktası olarak alınabilir. An­
cak 1 848 sosyalistleri insancıl ve idealist görüşlerle davranıyorlardı<7l.
Unutmamak gerekir ki; aynı dönemde komünist manifesto da kaleme
alınmıştı.
Aslında işçi hareketi Fransa'dan önce İngiltere'de örgütlenmeye
başlamıştı. Robert Owen 1 833'de "Büyük Meslek Birliği"ni kurmuş ve
Londra'da yapılan bir kongreyle bu birlik, tüm işçi gruplarının örgütü
şekline dönüştürülmüştü. Kavgalarının ana amacı iş gününü sekiz
saate indirmek ve bir dizi sosyal haklar sağlamak · idi. Ancak patronlar
bu isteklere, birlik üyesi işçileri işten çıkarmakla karşılık verdiler. Ça­
tışma başarısız bir genel grev denemesinE< yol açtı. Ancak sonunda
parlamentonun duruma elkoymasıyla işçiler yararına bazı düzenlemeler
yapılması mümkün oldu.
Fransa'da ise Louis Blanc ve Proudhon'un fikirleri yeni bir devri­
min öncüleri oldular. Ekonomik sıkıntılar liberalleri gene sanayi işçisinin
yanında yer almaya zorlamışlardı. 21 Şubat ı 848'de liberaller, radikaller
ve sosyalistlerin ortaklaşa yapacakları bir seçim toplantısının yasaklan­
ması, ayaklanmanın başlamasına neden oldu ve Loui� Philippe 24
Şubat 1 848'de Paris'ten kaçtı. Yeniden cumhuriyet ilan edildi ve yedi
üyeden oluşan bir geçici hükümet kuruldu Bu arada Paris Belediye­
sinde de aralarında Louis Blanc'ın bulundu�u dört kişilik ayrı . bir hükü­
met kurulmuştu. Bu iki "hükümet" bir süre birlikte çalıştılarsa da 23 Ni­
san 1 848'de yapılan seçimleri kaybeden sc<;yalistler elendiler. Ve sonu
büyük acılarla kapanmış olsa bile. Yapılan devrim sonunda gene var
olduklarını göstermişler ve yaşama düzeyle ·ini yükselten bir dizi karar­
lar alınmasını sağlamışlardır. Bu konudaki temel prensipler 1 848
Anayasasına konulmuştur. Gerçekten 4 Kasım 1 848 Anayasasının giriş
bölümünde, toplumun yarar ve yüklerinin eşit bir şekilde paylaştırıla­
cağı yazılmaktaydı ki; bu, ileri bir adım idi<8l. Aynı giriş bölümünde
Cumhuriyet; y urttaşların kişiliğini, ailesini, dinini, malını, işini korumak
ve onlara gerekli eğitimi sağlamakla görevlendiriliyordu. Doğal koşulla­
rın ve özgürlüklerin devletçe korunmasının kişileri mutlu etmeye yete­
ceği konusundaki inanç artık kaybolmuştu. Devletin artık özgürlüklerin
gerçekleştirilmesi konusunda, daha doğrusu özgürlük ortamının kurul­
ması konusunda görevleri olacağına inanılıyordu. Bu inanç, günümüz
"Sosyal Devlet" anlayışının ilk aşamasıdır. Ancak bütün bunlara karşılık
1 848 Anayasası cumhuriyetin temelini "mülkiyete" dayandırmaktadır ki;
bu anlayış 1 870 Paris Komünü'ne dek kesintisiz bir şekilde sürecektir.

111 - 1 848 sonrası Avrupa'sına genel bir bakış

1 848 senesini izleyen senelerde bir yandan liberal partiler güçlenir


ve gelişirken, öte yandan da sanayi işçileri hem sayıca, hem de top­
lum içindeki oranları olarak büyük bir artış içindeydiler. Eski tarım top­
lumları tam birer "endüstri toplumu" şekline dönüşmekteydiler<8l.
1 850'den 1 880'e demiryoıculuk, gemicilik ve endüstride kullanılan
mekanik güç Avrupa'da (beygir gücü olarak) 2.240.000 hp'den
22,000.000 hp'ye yükselmişti. Aynı senelerde bu oran ABD'de
1 ,680,000 hp'den, 14,400,000 hp'ye yükselmişti. Aynı dönemde ham
demir üretimi İngiltere'de 2,250,000 tondan 7,780,000 tona; Fransa'da
570,000 tondan 1 ,730.000 tona; Almanya'da 402,000 tondan,
2,790,000 tona ve ABD'de 560.000 tondan 3,840,000 tona yükselmişti.
Aynı dönemin yıllık ortalama çelik üretimi on kat artmış, dünya kö­
mür üretimi 81 ,400,000 tondan 340,000, 000 tona yükselmişti. Bu arada
kuşkusuz nüfusta da bir "patlama" olmuş ve 1 780'de 1 10,000,000 olan
Avrupa'nın nüfusu 1 804'de 315 milyon'a fırlamıştı.
O günlerde sosyalizmle sosyal demokrasi arasında bir ayrım yap­
manın olanağı yoktu . Kapitalist toplumun yapısını, kurum ve inançlarını
işçi sınıfı yararına değiştirmek isteyen tüm görüşler, !'sosyal demokrat"
olarak adlandırılabiliyordu. İster işçi ligi, ister işçi cemiyeti, ister emekçi
partisi olarak adlandırılsın, Jacobenizm'in demokrasi anlayışını geliştir­
meye çabalayan tüm görüşler "sosyal demokrat" idi. Zira ondokuzuncu
yüzyılda tutucu ya da sağcı olmak, monarşiden yana olmak, solcu ol­
mak ise, liberal ya da sosyal demokrat olmak demekti. Ancak günü­
müzde liberaller gitgide sosyal bir nitelik kazanırken; sosyal demok-

1 60
ratlar mülkiyet ve ekonominin devlet tekelinde bulunması konusundaki
düşüncelerini önemli ölçüde yumuşatmıştardır. Dahası, günümüzde
sosyal demokrat adını taşıyan pekçok Batı':• parti, kapitalizmin en koyu
savunucusu kesilmiş durumdadır.
Günümüzde duruma biraz sonra değiiımek üzere şimdiden şunu
belirtmemiz gerekir ki; sosyalizmle sosyal demokrasi arasındaki ayrım,
hE!r türlü isim karışıklıkları bir yana yirninci asrın başlarında kristalleşme
yoluna girmiştir. Zira hem Birinci Enternasyonal'de (1 864 - 1 876), hem
de 1kinci Enternasyonal'de (1889 - 1 9 1 4) yapılan tüm toplantılarda, sol
düşüncenin tüm farklı anlayışları temsil edilmiş ve bir karar birliğine ve
ortak bir anlayışa varılamamıştır. Daha sonra Üçüncü Enternasyonal,
Sovyetler Birliği'nin öncülüğünde sosyalist devrim tezini benimsemiştir.
Buna karşılık Sosyalist Enternasyonal 1 951 'de oluşturulmuştur.
Aslında sosyal demokrasi ilk izlerini 1 948 Anayasasında gördüğü­
müz •sosyal Devlet" anlayışının kesin bir biçimde şekillendiği devletin
özlemi ve bunu yaratmanın çabası içindedir Sosyal demokrasi burjuva
özgürlükçü devlet anlayışının ortaya koyduğu temel hak ve özgürlükleri
reddetmez, tam aksine devleti bunların sağlanmasıyla görevli kılar. Li­
beral demokrasinin sağladığı ya da sağladığı varsayılan özgürlükler,
sosyal demokraside bir hak olmaktan da ileriye gitmekte, devletin
koşullarını sağlamaya zorunlu olduğu talepler şekline dönüşmekte­
dir<9>.
Sosyal demokrasi devletin ödevlerini arttırdığı gibi, halkın ödevle­
rini de artt ı rmaktadır. Burada, siyasetin kapsamı genişletilmektedir.
Devletin tek görevi, aslında var olan özgürlükleri korumak değil; var ol­
ması gereken özgürlüklerin gelişmesinin mümkün olabileceği ortamı
hazırlamak ve bu özgürlüklerin gelişmesini engelleygn unsurları saf dışı
etmektir. Servetin belirli ellerde toplanması, farklı gelir grupları arasın­
daki dengesizlikler, fırsat eşitliğinin yokluğu ve işsizlik; sosyal demok­
rasinin ortadan kaldırması gereken ilk hedefleri olacaktır.
Bu konulara kısaca da olsa yeniden dönmek üzere, şimdi tarihsel
süreç içinde sosyal demokrasinin gelişimini inceleyelim.
Sosyal demokrasinin gelişiminin başlangıcı üç aşamada incelene­
bilir;<1oı Birinci aşamada Fabiancılar, ikinci aşamada Alman sosyal de­
mokratları ve üçüncü aşamada J. Jaures.
Fabiancılardan önce İngiliz Sendikalizmi ya da sosyal demokra­
sisi duygusal ve amatör bir ihtilal görüntüsü içinde idi. Kökeni onyedin­
ci asır radikalizmine ve Robert Owen'e uzanıyordu. Fabiancılar bu ismi

161
Anibal'i oyalama ve yıpratma savaşlarıyla yenen Romalı general Fabi­
us'tan almışlardır<11>. Günümüzde çok bünye değişiklikleri gösterme­
sine rağmen İngiliz İşçi Partisi'nin kuruluşu da Fabiancılara dek uzatıla­
bilir. Ancak bu konuyu biraz sonra tekrar ele alacağız.
Fabiancılara göre sosyal çatışma işçi-işveren arasında değil, tüm
toplumla mülkiyeti elinde bulunduran azınlık arasındadır. Ekonomik
alandaki tüm değerler işçi sınıfı tarafından yaratılmamakta, bunlar top­
lumun doğal gelişiminin bir sonucu olarak yaratılmış olmaktadırlar.
Toplumun doğal gelişmesinin sonucu olarak yaratılan değerler toplu­
ma geri verilmelidir. Bunların programlarına göre, sosyalizme halkın ·

eğitilmesi yoluyla ve kamulaştırma için en uygun görünen endüstri dal­


larından başlayarak (su, gaz, elektrik vb.) devlet faaliyetlerinin yavaş
yavaş arttırılması ve yayılmasıyla ulaşılacaktır.
Günümüz sosyal demokrasisine olan önemli P.!kileri açısından Al­
man sosyal demokratlarını biraz sonra daha genişliğine ele almak
üzere, kısaca J. Jaures üzerinde de durmak isteriz.
J. Jaures'in Marks'da en fazla karşı çıktığı görüş, artan sefaletin
ihtilal zamanını yakınlaştırmasıyla ilgili olan görüşüdür. Jaures, Marks'ın
bu fikrine karşı çıkarken; sefaletin ihtilal ortamına yol açmayacağını sa­
vunuyordu. Zira ona göre sefalet, işçilerin gerekli eğitim ve bilinçlen­
meden yoksun kalmalarına neden olurdu. Ayrıca Jaures'e göre
Marks'ın ihtilal görüşü de büyük bir tehlikeyi içermekteydi. Eninde so­
nunda ihtilal olacağı inancı işçileri sosyal bir tembelliğe itebilirdi. Oysa­
ki Jaures'e göre işçiler liberallerle işbirliği yaparak, hem gündelik
yaşantılarını düzeltebilirler, hem de kendilerini eğitebilirlerdi. Bunları
yapmanın en emin ve gerçekçi yolu, parlemantarizmin kurallarını be­
nimsemekti.
Alman sosyal demokrasisinin başlangıcı 1 863'de kurulan "Genel
Alman İşçileri Birliği"ne dek uzatılabilir. Bu birlik, Lassale'ın "Emekçilerin
Programı"nı benimsemişti.
1 869'da A. Babel tarafından ·sosyal Demokrat İşçi Partisi" kurul­
du. Bu parti Marks'ın fikirlerinin çok etkisi altında idi ve lideri A. Babel
Marks'ın yakını idi.
Bu iki örgüt 1 875'de Gotha kentinde birleşerek günümüze dek
yaşamış olan "Alman Sosyal Demokrat Partisini" (SPD)" oluşturdular.
Ancak kuruluş bildirisi fazla "Lassalle'cı• bir havada idi. ,
Marks bu birleşmeye çok sert bir şek�de karşi çıktı<12). Program
taslağını okuduktan sonra ve daha program onaylanmadan, "Alman

1 62
İşçi Partisi Programına Kenar Notları• adıyla eleştirilerini topladı ve her
iki örgütün yöneticilerine bunu yolladı. Daha sonra Engels bu "Ke­
nar Notlarını• "Gotha Programının Eleştirisi" adıyla 1890'da yayınlaya­
caktır. "Kenar Notlarında" Marks ôzelfıkle •ücretin Tunç Kanunu•nu,
toprak sahiplerine dokunulmamasını eleştirmiş ve işçi sınıfının ulusal
düzeyde örgütlenmesiyle, devlete karşı yapılacak talepler konusunda
belirsizlik olduğunu ileri sürmüştür.
1891 'de Erfurt'ta yapılan kongre bu e.eştirileri de göz önüne ala­
rak bazı değişiklikler yapar ve A. Babai parti içinde hakim duruma ge­
çerken; Bernstein'ın kişiliğinde yeni bir muhalefet ortaya çıkmıştır.
Bernstein'ın temsil ettiği bu revizyonizm A. Babel'in tüm karşı çabaları­
na karşın SPD içinde güçlenerek ve hakim fikir durumuna girecektir.
1 899 Hannover Parti Kongresinde A. Babai şöyle diyordu:
"Parti şimdiye dek olduğu gibi sınıf mücadelesi tabanı üzerindedir.
Buna göre işçi ·sınıfının kurtuluşu ancak onun eseri olabilir. Böylece
parti, üretim araçlarının toplumsallaştırılması ve sosyalist üretim ve mü­
badele biçimlerinin kabulü yoluyla herkesin refahını en yüksek aşama­
da gerçekleştirmek için siyasi iktidarı ele geçirmeyi işçi sınıfının tarihi
görevi olarak görmektedir. Parti bu hedefe ulaşmak için temel görüşleri
ile uyuşan ve başarı vadeden her araçtan yararlanır.
... Partinin ilkelerini ve temel isteklerini, bunun yanısıra taktiğini ve
adını değiştirmesi, yani sosyal demokrat bir parti halinde demokratik
sosyalist reform partisi haline geçmemesi için ortada hiçbir sebep
(yoktur)"l13>.
Bernstein'ın görüşleri; proletaryanın ihtilal yolunu bırakarak burju­
va liberal demukrasinin . kurallarını kabul etmesi ve uzun dönemli re­
formlar sonucu sömürünün ortadan kaldırılması, olarak özetlenebilir.
Bir yazısında Bernstein şöyle diyordu:
•... Sosyal demokrasi toplumu dağıtmak ve üyelerinin bütününü
proleter yapmak değil, işçileri proleter düzeyden, yurttaş (Bürger) dü­
zeyine yükselterek yurttaş sınıfını yahut yurttaşlığı genelleştirmek ister.
Halkçı bir toplumu proleter yapmak değil, kapitalist bir toplum yerine
sosyalist bir toplum düzeni yerleştirmek ister.
... Sosyalizm herhangi bir türden yeni bağlılık yaratmak isteme­
mektedir. Birey özgür olacaktır ama, anarşistlerin hayal ettikleri gibi
metafizik anlamda; yani kamuya karşı her türlü ödevde bağsız değil,
fakat hareketinde ve meslek seçiminde her türlü ekonomik baskı
karşısında özgür olacaktır. Herkes için böyle bir özgürlük ancak örgüt­
lenmenin aracılığıyla olabilir. Bu anlamda sosyalizme örgütlenmeli libe­
ralizm de denilebilir, çünkü sosyalizmin istediği, ısrarla istediği örgütler
iyice incelenirse görülür ki, onları dıştan görünüşleri bakımından ben­
zen feodal kurumlardan herşeyden önce ayıran, liberalizmdir, yani de­
mokratik yasası, herkese açıklığıdır.
. . . Sosyal demokrasi herkesi aynı ölçüde tehdit etmediği gibi, kim­
seyi de kişi olarak tehdit etmez ve kendisi proleter olmayan dünyaya
karşı zor kullanan devrimin hiçbir zaman hasretini çekmemektedir.
... Gerçek bir demokrasinin kurulması önümüzdeki en ivedi, en
esaslı ödevdir, bundan eminim. Bu on yıllık sosyalistçe savaşımızın
bize vermiş olduğu derstir. Sosyalizm mümkün olmadan önce bir de­
mokratlar ulusu kurmalıyız."(14).
Almanya'da sosyal demokrasi gelişirken, yiı'mlnci asrın başlarında
İngiltere'de yeni bir ideal ortaya atıldı: Demokratik Sosyalizm. Demok­
ratik sosyalizm aslında İngiltere'de Robert Owen'le başlayan bir biriki­
min İngiliz İşçi Partisi olarak örgütlenmesidir. Bu görüşün en önemli
düşünürü R.H. Tawney "Kazanılan Toplum" adlı eserinde her türlü şid­
det ve ihtilal düşüncesinden uzak olarak siyasal özgürlükle ekonomik
eşitliği bağdaştırmaya çabalamaktadır<1sı.
1 958'de İşçi Partisi içindeki bir grup tarafından ortaya atılan "De­
mokratik Sosyalist Prensipler" günümüz İngiliz İşçi Partisinin bünyesini
en gerçekçi bir şekilde ortaya koyar niteliktedirler:
"Bugün cemiyetimiz aralarında uçurum bulunan iki sınıfa bölün­
müş değildir.. İşçi Partisi artık eski anlamıyla. bir sınıf partisi değil, çeşit­
li ilgi gruplarının katılabileceği 'ulusal bir parti'dir!
... Pek çok ülkelerin demokratik siyasal hayatlarında üç ana re­
form hareketi vardır. Bunlardan b�rincisine göre; mevcut düzeni koru­
ma arzusu hakimdir. Bazı reformlar gereklidir ancak bunlar ayrıcalıkla­
rın siyasal etkinliklerini sürdürmek amacıyla verilen haklardır.
İkincisine göre reformlar sosyal çatışmayı, sınıf çatışmasını dur­
durmak için gereklidir.
Üçüncü grup, sosyalistler tarafından öngörülen reformlardır. Bura­
da, .bir sistem değişikliği söz konusudur. Onlara göre siyasal eylem ay­
rıcalıksız sınıfların (işçiler, köylüler glbO örgütlenmesiyle gerçekleşir.

1 64
Bu üçüncü tür eylemler hemen dünyanın tüm ülkelerinde bulunur,
ama adı sosyalist olur ya da olmaz. Ama, amaç birliğimiz sürdüğü sü­
rece bunlar bizim yandaşlarımızdır.•(1 6) .
Aslında iki dünya savaşı arasındaki dönemde totalitarizmin ağır
bastığı Avrupa'da sosyal demokrat ya da Komt.mtern'e bağlı olmayan
sosyalist partilerin uluslararası bir örgütü yoktu. Anvers'te 1947 sene­
sinde böylesi bir uluslararası örgütlenme iç n ilk adım atılmış ve "Sos­
yalist Enternasyonal Konferans Komitesi' (COMISCO) kurulmuştur. Bu
örgüt çeşitli toplantılarla Batı ülkelerindeki sosyal demokrat partileri
bünyesinde toplamayı başarmıştır.
Sosyalist Enternasyonal Üçüncü Enternasyonali reddetmekte ve
bir noktada Birinci ve İkinci Enternasyonallerin devamı olduğunu sa­
vunmaktadır. 1 951 senesinde yapılan ve ilk kongresi sayılabilecek
Frankfurt Kongresinde yayınlanan 'Bildiri', Sosyalist Enternasyonalin
ana çizgilerini belirler<1 7>. Buna göre demokratik sosyalizm sınıfları ve
sınıf mücadelesini kabul etmekle birlikte mücadele yöntemi olarak ihti­
lali reddeder ve bu mücadelenin parlamenter yolla yapılması gerektiği­
ni savunur. Ancak hiç kuşku yok ki, parlamenter yol açık olduğu süre­
ce bu yöntem savunulabilir. Demokratik sosyalizm bu arada proletarya
diktatörlüğünü de reddetmekte, iktidara geldiği yoldan iktidarı bırak­
mayı peşinen kabul etmektedir. Gene demokratik sosyalizme göre
sosyalizm, komünizme giden bir araç değil, doğrudan doğruya bir
amaçtır.

iV - Türklye'de Sosyal Demokrat Hareket ve CHP


Sosyal demokrasinin oluşabilmesi için herşeyden önce toplumu
endüstrileşme sürecine ve burjuva liberal özgürlüklerin tam anlamıyla
kazanılmış olması gerekir. Bu, aynı zamanda toplumda siyasaı· bilinç­
lenmenin ve örgütlenmenin varlığı anlamına gelir.
Türk toplumu, ayrıntılarını başka yazılarımızda gördümüz bir dizi
nedendı:;n ötürü 'Sanayi . Devrimi"nin dışında kalmış ve toplumdaki
siyasal örgütlenme gerçekleşememiştir.
Antiemperyalist ilk savaşının utkusunun onurunu taşıyan Mustafa
Kemal, emperyalizme karşı savaş konusunda etrafında toparlayabildiği
halkı, kendi kendini yönetme konusunda yeterli bir düzeye getireme­
miş ve monarşinin yıkılmasıyla kurulan genç cumhuriyet, sonunda bü­
rokrat bir devlet olmaktan öteye geçememiştir.

1 65
1 950 DP hareketi, tipik bir burjuva - liberal halk hareketidir. Batı'da
da pek çok örneklerini gördüğümüz gibi; burjuvazi halk adına iktidarı
ele geçirmiştir. Ancak Batı'da bu tip gelişmeler genellikle sosyal de­
mokrat ya da sosyalist nitelikte reaksiyonlar ya da gelişimler doğurur­
ken, Türkiye'de bürokratik bir reaksiyon oluşmuş ve 27 Mayıs 1 960'da
bürokrasi iktidarı tekrar ele geçirmiştir.
Kısa süren 27 Mayıs Kurucu Meclis döneminden tekrar çok partili
heyata geçildiği zaman, artık Türkiye farklı bir ülke görünümündedir.
Toplum, özellikle 1 950 - 1960 arasındaki dönemin etkisiyle hızla "siya­
sallaşmıştır''. Siyasal bilinçlenmedeki gelişmenin yanısıra; özgürlükçü
bir sosyal devlet modeli göz önüne alınarak yapılan 1 961 Anayasası'­
nın getirdiği özgürlük ortamı içinde, hızlı bir örgütlenme başlamıştır.
Cumhuriyet Halk Partisinin "Ortanın Solu" sloganını bu ortam içinde at-
·

ması ya da atmak zorunda kalması nedensiz değildir.


CHP geleneksel olarak bürokrasinin partisi durumundaydı ve
gene geleneksel olarak "Devlete Sahip Çıkma" Cumhuriyet Halk Partisi­
nin en duyarlı noktalarından birisiydi. Özellikle İsmet İnönü'de en aşırı
bir şekilde görülen bu duygu, önemli bir sorunla karşılaşmıştı. Zira İnö­
nü'nün, bir zamanlar "Devleti soydurmayacağım" diye çırpındığı kimi
burjuvular devleti soymaktan da öte, devleti ele geçirmişlerdi. Buna
karşılık İnönü'nün bir für güvence gibi görebileceği devlet görevlileri
(memurlar, özellikle öğretmenler ve subaylar) ve gençler hızla sola
kaymakta ve yeni kurulan sosyalist örgütler güçlenmekteydi. İşte, orta­
nın solu sloganı bu gelişmelerin ürünüdür.
Ancak bu slogan atıldığı zaman, hiçbir sınıf temeline dayan­
mayan, ilkesiz bir slogan olduğu için; bir noktada "havada kaldı" ve
"ütopik" olmaktan ileri gidemedi. Ancak 1 2 Mart'ın acı deneyleri yaşan­
dıktan ve CHP'de yönetim Bülent Ecevit'e geçtikten sonra "ortanın so­
lu" ilkeleri ve oturtulmak istenen taban konusunda çalışmalar yapıl­
maya başlandı. Gene aynı dönemde kaçınılmaz olarak bu konuda ça­
tışmalar da başladı.
CHP'nin bünyesi gözönüne alındığı zaman bu tür gelişmelerin kı­
sa sürede bir sonuca ulaşamıyacağı açıktır. CHP her şeyden önce bü­
yük bir kitle partisidir ve her zaman için iktidar alternatifi idi. Bu bakım­
dan kimi güçler, sosyal demokrasiyi benimseseler de, benimsemeseler
de CHP içinde kalmak zorunda kaldılar. Burada önemli olan CHP
merkezinin kendi solunda ya da sağında sayılabilecek güçlerle nasıl
bir ilişki içine gireceğidir.

1 66
1973 sonralarında kendi solundaki gruplarla daha yumuşak ilişki­
ler içinde olan CHP'nin 1977'yi izleyen yıllarda bu gruplarla olan ilişkisi­
nin gitgide sertleştiği gözlenmektedir. Bu tutumun ardında yatan en­
dişelerin başında memleketimizdeki egemen sınıfların ve katmanların
desteğini yitirmeme arzusunun yattığına kuşku yoktur. Ancak CHP'nin
kazanmak istedikleriyle yitirmek olasılığı olanlar arasında ciddi bir he­
sap yapma zorunluluğu vardır.
Herhangi bir sınıf temeli ya da evrensel bir kuramı olmayan Tür­
kiye Sosyal Demokrasisi en azından iktidar konusunda "programatik"
ve "akılcı• olmalıdır.

1 67
NOTLAR

(1) Bu konuda genel bir kaynak olarak bkz. "9ie Grundlegung der Moderner
Welt" (Fischer Grundlegung der Moderner Welt" (Fıscher Weltgesehichte
Band 1 2) Herausgegeben und verfasst von Ruggiero Romano und Alberto
Tenenti. Fischer Taschenbucg Verlag; Franlcfurt 1 973.
(2) Bkz. Jonas, Friedrich; Geschichte der So�iologie (Aufklaerung, Liberalis­
mus, lealismus mit Quellentexten). Rowohlt Tascenbuch Verlag; Hamburg
1 974.
(3) Robespierre; Devrimin BaOrından. Çev. Vedat Günyol. Çan Yayınları; İstan­
bul, 1 975.
(4) Saint-Just; Devrimle Gelen. Çev. Vedat Günyol. Çan Yayınları, İstanbul,
1 9n.
(5) G. Babeuf; Devrim Yazıları. Çev. V. Günyol, S. Eyübogıu. Sosyal Yayınlar,
İstanbul 1 974.
(6) Bkz. aynı eser S. 95.
(7) Bkz. Bahri Savcı; "İnsan Hakları (Kanunilik Yoluyla Korunması)" SBF Yayın­
ları, Ankara 1 953, s. 4 1 .
(8) Max eer; Sosyalizmin ve Sosyal Mücadelelerin Tarihi" Çev. Galip Üstün.
İstanbul 1965, s. 23-524.
(9) Bkz. Georg Burdeau; ·Demokrasi (Sentetik Deneme) Çev. Bülent Nuri Esen,
A.Ü. Hukuk Fakültesi Yay. Ankara, 1 946 s. 34-36.
(10) John Bowle; Politics and Opinlon in 1 9. Century London 1 954, s. 414-445.
(1 1 ) Bülent Daver; ÇaOdaş Siyasal Do�rinler. DoQan Yayınları; Ankara,'1969.
(12) Bu konularda temel bir kaynak olarak bkz Kari Marks - Friedrich Engels;
Gotha ve Erfurt Programlarının Ele9tiriai. Çev. M. Kabagil, Sol Yayınları; An­
kara, 1 969.
(13) A. Bebe!; Teorideve Pratikte Politika. Çev. Arif Gelen. Anadolu Yayınları;
Ankara 1x969 s. 79-105.
(14) Batıda Siyasal Düşünceler Tarihi 111. Derleyen: Mete Tuncay SBF Yayınları,
Ankara, 1969. s. 1 87-205.
(15) Bkz. W. Ebenstein; Modern Political Thought. New York, 1 966, s. 58 1 . vd.
(16) Bu metnin tamamı için bkz. Cari Cohen; Cummunism, Fascism, Democ­
racy. New York, 1 966, s. 616-63 1 .
(17) Bu konuda özlü bilgi için bkz. Tarık Zafer Tunaya; Siyasi Müesseseler ve
Anayasa Hukuku. İstanbul, 1 969, s. 84-6848.

1 68
SOSYALİZMİN SONU MU?

İnsanoğlu dünya üzerinde var olduğu .�ndan itibaren, belli bir hu­
zur ve mutluluğun arayışı içinde olmuştur. 3u arayış içinde güvenceli
bir yaşam sağlamak, karnını doyurmak, düşmanlarından korunmak vb.
gibi akla ilk gelen ilkel gereksinimler, günümüzün modern dünyası için
de geçerlidir. Bu en basit gereksinimler karşılanamadıktan sonra, öbür
çağdaş sayılabilecek gereksinimlerin de karşılanamayacağı açıktır.
Bir bakıma devlet de bu gereksinimlerin sonucu olarak ortaya çık­
mış, değişik siyasal ve ekonomik sistemler de, bir başka ifade ile re-
. jimler de aynı sorunların çözümlenebilmesi için ortaya atılmış ve uygu­
lanmışıardır. Biz bu yazımızda değişik sistemlerin tarihsel süreç içinde­
ki evrimleri üzerinde duracak değiliz. Ancak sosyalizmin ya da toplum­
cu düşüncenin evrimi üzerinde kısaca durmak ve bilimsel sosyalizmin
günümüzdeki durumunu incelemek istiyorL•!. Acaba gerçekten sosya­
lizmin sonu geldi mi? Acaba Marksizm tükr.ndi mi? Acaba dünya kapi-
. talizme mi gidiyor?
İnsanoğlu (ya da insan kızı) toplu yaşama geçtiği andan itibaren,
kaçınılmaz bir biçimde "yöneten-yönetilen" ayrımı ortaya çıkmıştır. Bu
ayrımın ortaya çıktığı andan itibaren de, "ezen-ezilen" ayrımının ortaya
çıktığını görüyoruz. Gerçekten önceleri, "sadece emek vardı"... Ve za­
ten bu yüzden emek hAla en yüce değerdir. Ancak zamanla birileri
topraklara el koyarken, aynı zamanda o toprakları işleyen insanların
emeklerinin ürününün bir parçasina da el koymuş oldular. Ve zamanla
gaspedilen bu ürünler sermaye olarak karşımıza çıktı, teknoloji olarak
karşımıza çıktı. Bütün insanlık tarihi, bir yandan "sömürenle-sömürüle­
n'in yaşam kavgası" bir yandan da sömürenlerin •paylaşım" kavgasın­
dan ibarettir.
Toplu yaşam insanın doğasında bulunan kimi hırslarından vazge­
çilmesini gerektirdi. Zira toplu yaşam içinde insanlar, birtakım avantaj­
lar sağlıyorlardı ve bunun bir bedeli olması doğaldı. En basit biçimiyle
dile getirirsek, toplu yaşam içinde birey, kendini ve kendi çıkarlarını
düşünürken, toplumun çıkarlarını da gözetmek durumundaydı. Aksi
takdirde toplum yaşamı olanaksız bir hale gelirdi. Zaten "uygar olmak",
birey açısından, yaradılışındaki hırs ve ihtirasların törpülenmesi değil
midir? Bireyciliği savunan bazı aklıeweller, " .. Efendim mülkiyet duygu­
su insanların doğasında var...• derler. Doğrudur. Mülkiyet duygusu in­
sanların doğasında vardır. Aynen hırsızlık gibi, aynen zorbalık gibi, ay­
nen sokak ortasında çiftleşmek gibi... Ama uygar insan bu tür ilkellikleri
aşan insandır ya da aşması gereken insandır. Mülkiyetin bir hak, hırsız­
lığın bir suç olması, çok açık bir çelişkidir.

Bilimsel sosyalizm
Tarih boyunca bu tür konularda kalem oynatan düşünürler, birey­
toplum ikilisinin çözümü için farklı öneriler geliştirmişlerdir. Kimileri bi­
reyi yüceltirken, kimileri toplumu yüceltmişlerdir. Toplumu yüceltenler,
genellikle "kolektivist" bir yaşam önermişlerdir. Bireyi, toplum karşısın­
da yok sayan bir anlayış. Bireyi yüceltenler ise kolektivizme karşı çıkar­
larken, genellikle toplumun çok ufak bir kesimini dikkate almışlardır.
"Haklar ancak bunu hak edenler için vardır. Özgürlükler ancak özgür­
lüğü olanlar içindir... "
Sözü Marx'a getirmek isterken, yine tarihin karışık labirentleri
içinde yok olma tehlikesiyle karşı karşıya geldik. Gerçekten, bireyi de­
ğil toplumu ön plana çıkartan kuramlar Marx'tan binlerce yıl önce de
vardı. Sosyalizm sözcüğünün ilk kullanılması da Marx'tan çok daha
eskidir. Ancak Marx, 1 9. yüzyılın bu büyük düşünürü, kendinden önce­
ki toplumcu düşünceyi "ütopistlikle-hayalcilikle" mahkum edecek ve
"bilimsel sosyalizmin" temellerini atacaktır.
Marx'ın görüşleri, Marx tarafından "bilimsel" olarak nitelendirildiği
için bilimsel · değildir. Marx o günün koşulları altında sosyal bilimin
elinde ne kadar alet varsa kullanarak bazı sonuçlara vardığı için bilim­
seldir. Ve bugün 1 990'ın ortalarında gözümüzü geriye çevirdiğimiz za­
man; Marx'ın tarih, sosyoloji, iktisat, felsefe, hukuk vb. alanlarındaki ça­
lışmalarının değerinden hiçbir şey yitirmediğini görüyoruz. Ancak
"ilerde neler olacağını" söyleyen Marx, yani 'kAhin Marx'ın tahminlerinin

1 70
tutmadığını gözlüyoruz. Zaten bu tahminlerin tutmaması da 1 989'1arın
değil, 1900'1erin bir olgusudur. Zira Marx "veri koşullar" altında bir ku­
ram geliştirmişti ve "veri koşullar" Marx'ın öngöremeyeceği bir biçimde
değişmişti.
Toplumcu düşünceyle bireyci düşüncenin yolları, devletin özgür­
lüklerle ilgili tutumunda ayrılır. Bireyci düşünceye göre devlet,
"özgürlüklerin korunması için" vardır. Devlet, özgürlükleri koruduğu sü­
rece, zaten doğuştan •rasyonel-akılcı• ve "faydacı-utulitarist" olan birey­
ler kendileri için en yararlı olan neyse onu yapacaklar ve böylece tek
tek bireyler kendileri için en doğrusunu yaparlarken, toplumun çıkarları
·

da korunmuş olacaktır.
Toplumcu düşünce ise devletin özgürlükleri sadece korumasıyla
yetinmez. Zira toplumda bir •eşitsizlik" vardır. Devletin sadece özgür­
lükleri koruması demek, aynı zamanda toplumdaki eşitsizliği koruması
demektir. Bu bakımdan devletin görevi, özgürlükleri sadece korumak
değii, "özgürlüğün ortamını kurmaktır". Ancak bu özgürlük ortamı kurul­
duktan sonra, yani· insanlar gerçekten özgür olduktan sonra bu özgü­
lük ortamını korumanın bir anlamı olabilir. Zira, biraz yukarıda da
değinmiş olduğumuz üzere, •özgürlükler sadece bu özgürlükleri kulla­
nabilme olanağı olanlar için vardır."

Seçim yoluyla iktidara yöneliş


Kabaca ortaya koymaya çabaladığımız bu düşünce, "Jacobeniz­
min" bir yönüdür. Bir başka yönü de devletin bu özgürlük ortamını ku­
rabilmesi için neler yapması gerektiği konusundaki önerileri içerir. İşte
1 840'1arın başlarında Paris'e gelen "Genç Marx" bu düşüncelerin derin
etkisi altındadır. Ancak kısa bir süre içinde bu düşüncelerden uzaklaşır.
Özellikle Engels'le dost olduktan ve İngiltere'de sanayi işçilerinin duru­
mu hakkında aydınlandıktan sonra kendi kuramını oluşturur.
Marx'ın iki yönü vardır: Bir yönüyle Marx bilim adamıdır ve günü­
müzde bile (en azından kimileri için) geçerliliğini koruyan çok yönlü bir
modelin kurucusudur. Öbür yönü ise, siyasal yönüdür. Marx düşünce­
lerini yaşama geçirmeye çabalamış ve bunun için de siyasal eylemin
içinde bulunmuştur. En basitinden, Birinci Enternasyonal'de Alman
işçilerinin temsilcilerinden biridir.
1 9. yüzyılın ortalarında sosyalizm •yasadışı-yıkıcı" bir ideoloji ola·
rak değerlendiriliyor ve kovuşturuluyordu. Bu bakımdan 1 . Enternasyo-

171
nal'in de ihtilalci yöntemleri seçmesi ve iktidara giden yolu silahla aç­
mak istemesi doğaldı. Ancak aynı yüzyılın sonlarına doğru, demokra­
sinin yaygınlaşması ve "genel oy• ilkesinin egemen olmasıyla, sosya­
lizm "seçim yoluyla" iktidar olmanın çarelerini aramaya başladı. Çünkü
hem legalize olmuştu ve hem de işçilerin artık "zincirlerinden başka" yi­
tirecek bir şeyleri vardı. Gerçekten Avrupa ülkelerindeki "emek sömürü­
sü" bir ölçüde hafiflemişti. Bir yandan sömürgelerden aktarılan kaynak­
lar ve bir yandan da artan verimlilikten ötürü, artık kapitalizm, işçisine
de yitirebileceği bir şeyleri verebiliyor ve "barış içinde" bir arada
yaşamak istiyordu. Refah devleti içinde herkese yer vardı.
İkinci Enternasyonal bu hava içinde toplandı. Sosyalist, sosyal
demokrat, işçi vb. adlar altındaki partilerin büyük bir çoğunluğu, sos­
yalizmi özgür seçimlerle kurma amacındaydılar. Ancak böyle düşün"
meyen partiler de vardı. Rus Sosyal Demokrat Partisi'nin çoğunluk
(Bolşevik) kanadı ve bunun lideri Lenin gibi. Ve 1 . Dünya Savaşı
koşulları içinde Lenin, Rus Çarlığı'nda ilk sosyalist devrimi gerçek­
leştirdi.
Savaş sonrası dünyasında, özgürlükçü yollarla sosyalizmi kurmak
isteyen partiler güçlerini yitirirlerken, SSCB dünya sosyalizminin (en
azından bir bölümünün) liderliğini üstlendi. Ve özellikle Stalin'in katı
politikaları, başta kendileri olmak üzere kimilerince, "tek sosyalizm" ola­
rak sunulmak istendi. Marx'ı Marx'tan değil; Lenin'den, Stalin'den oku­
mak anlayışı empoze edilmek istendi. Hele 2. Dünya Savaşı sonrasın­
da Orta ve Doğu Avrupa, biraz da Kızıl Ordu'nun katkısıyla SSCB tipi
rejimlere sahne olunca, gerçekten •sosyalizmin güler yüzüne" tek parti
diktatörlüklerinin asık ve katı yüzü egemen oldu. Ama bize kalırsa bu
"tek sosyalizm• olmadığı gibi, sosyalizm de değildi. İşçi 'sınıfı adına ikti­
dar olanlar, kendi işçilerine kapitalist dünyanın işçilerinin altında bir
yaşam standardı sağlayabiliyorlardı.

Sonuç
Ancak bu uygulamaları da tümüyle karalamak elbette hakça bir
tutum olmaz. 1 989 sonlarında hızla çözülen bu rejimler, en azından
sağlık, eğitim, konut, istihdam, sosyal güvence vb. gibi temel sorunları
tartışılmaz bir biçimde çözmüşlerdi. Ancak insanların "tercihlerine" ku­
lak asmamaları kendi sonlarını da hazırladı.

1 72
Sosyalist blokta gördüğümüz bu hızlı değişim, sosyalizmin sonu
değil, belki de sosyalizmin "yeniden başlangıcı"dır. Çünkü sosyalizm,
ekonomik ve siyasal özgürlükleri "kapitalizmle" gasp edilen insanların,
hak ve özgürlük mücadelesidir. İnsanoğlur.un var olduğu andan itiba­
ren var olan; •ezen-ezilen• savaşımında, ezilenlerin ideolojisi ve ezilen­
lerin zaferidir. Sosyalizmin bittiğini sanarak sevinç çığlıkları atanların
heveslerinin kısa bir süre içinde kursaklarında kalacağından kuşku
duyulmaması gerekir.

1 73
DESTURSUZ BAGA GİRMEK <1> ...

12 Eylül hükümet darbesini izleyen dönemde yaşadığımız ve


yaşamakta olduğumuz öylesine ilginç şeyler var ki bunlar, bundan
önce aklımıza ve hayalimize gelmezdi. Hele son yıllarda biraz da dış
konjonktüre bağlı olarak öylesine çarpıklıklar sergilenmekte ki bu olan­
ları tahmin etmek bile olanaksızdı. Herkes birbirinin gözünün içine ba­
ka baka yalan söyler oldu, en basit gerçekler saptırılmaya başlandı, in­
sanlar eskisinden çok farklı beklentiler içine girdiler. Umutlar değişti,
değerler değişti ve bu arada doğrular da değiştirllmek isteniyor. "Suret­
i haktan" görünmek isteyen kimileri, "hakkı' ayaklar altına aldıkları gibi
insafın her türlüsünü unutmuş görünüyorlar.
En son moda, "resmi tarihi eleştiriyorum" savı ile cumhuriyetimizin
temel değerlerine ve Atatürk'e dil uzatmak oldu. Yakın tarihimizi ana
hatlarıyla bile bilmeyen bir "cühela sürüsü", Atatürk'e· ve O'nun eserine
saldırdıkça prim yapar oldular. Laik cumhuriyetimizin ve kurucusunun
ezeli düşmanı olan şeriatçı ve Osmanlıcı kalemler bile bunların yanında
yaya kaldı. Hele yazılan ve söylenenler bilim ve özgür düşünce adına
yazılıyor ve söyleniyorsa akan sular da duruyor elbette.
Bu yazımda, yukardaki hususların ışığı altında Asaf Savaş Akat'ın
"Demokrasi Gündemi" başlıklı kitabının, kimi çevrelerde ilgi gören bazı
haksız yaklaşım ve değerlendirmelerini ele almak istiyorum<2>. Parlak
zekasına her zaman hayran olduğum, sivri görüşlerini kimi zaman se­
verek izlediğim çok değerli dostum Asaf Savaş Akat, kitabında, bizler
(yani benim gibi düşünenler) için, •. Mıa Altı Ok'tan medet ummak,
..

hala Altı Ok'un tanımladığı kimliği ilerici zannetmek... olsa olsa zavallı
bir tutuculuğun ve ilkel bir çağdışılığın göstergeleridir" diyebildiğine
göre, çok fazlasıyla hak ettiği sıfatlara karşı da hazırlıklı demektir.

1 74
Aslında bir gazete yazısı çerçevesinde Sayın Akat'ın tüm yanlışla­
rını ele almak elbette mümkün değildir. Bu nedenle ister istemez bir
ayıklama yapacağız ve özellikle pek düşman oldukları "Altı Ok"u göz­
den geçireceğiz. Ancak buna geçmeden önce değinmek istediğim bir
başka genel nokta var. Sinop'tan değerli arkadaşım Ural Armay'ın ye­
rel bir gazeteye yazdığı gibi<3> insan, programını kendine yakın bul­
duğu ve benimsediği bir partiye girer. A'sından Z'sine karşı olduğu bir
partiye neden girer insan? Hatta öylesine ki, Sayın Akat, Kemalizme de
karşıdır. • .. Demokratik sosyalist hareket her düzeyde ve daima sivil
toplumcudur. .. Bence Kemalizm de sivil topluma karşıdır. Dolayısıyla
ikisi nasıl telif edilebilir bilmiyorum. Telif edemiyorum kendi hesabıma
(sayfa 209) . • Bu durumda herhalde SHP'nin Kemalizmden vazgeçme­
si gerekir...

Sosyal demokrasi anlayışı


Sayın Akat, aynı paragrafta ·sosyal demokrasinin sivil toplumcu
niteliği dolayısıyla Marksizmle çeliştiğini ve aralarında aşılmaz bir duvar
olduğunu" ileri sürüyor. Sosyal demokrasiye açıklık getirmek .isteyen
ve hele sosyam demokrat bir partinin yanlışlarını düzeltme misyonunu
kendine vehmeden bir yazarın, en azından günümüz sosyal demokra­
sisinin manifestosu olan Sosyalist Enternasyonal 1951 Frankfurt Bildiri­
si'ni okumuş olması beklenir. Sosyalist Enternasyonal bildirisine göre
sosyal demokrasinin kökeni Marksizmdir. Ancak Marksist olmayan
sosyal demokrasiyi de kabul ederler. Sosyalist Enternasyonal kendini
2. Enternasyonal'ln devamı olarak kabul ederve Sovyet modelini Mark­
sizmden bir sapma olarak değerlendirir. Galiba Sayın Akat, kendi uy­
durduğu bir sosyal demokrasi tanımını öylesine beğenmiş ki; kendini
Sosyalist Enternasyonal'den de daha yetkili görüyor.
Sayın Akat, kendinde tanımları altüst etme yetki ve yeteneğini
vehmettiği gibi yakın tarihimizi de altüst etme hakkına sahip olduğunu
düşünüyor: "27 Mayıs'ın ürettiği 1961 Anayasası Türk siyasi hayatına
en büyük hasarı yapacak kısıtlamaların öncüsüdür.• (s. 165).
Sııf bu tümce ve bu tümce çerçevesinde getirilen açıklamalar bile
Sayın Akat'ın Türk siyasal yaşamı ve kamu hukukundaki gelişmelere
ne denli yabancı olduğunu net bir biçimde göstermektedir. 1961 ·

Anayasası, Türkiye'nln demokratik gelişmesine en az otuz yıllık bir hız


kazandırmıştır. Ve Türkiye'de 1 961 Anayasası'nın düşmanları demok-

1 75
ratik güçler değil, karanlık güçler olmuşlar ve sonunda hedeflerine
ulaşmışlardır. Demokrasi adına 1961 Anayasası'na ilk saldırmanın şere­
fi herhalde Sayın Akat'ın olmuştur.
Sayın Akat, kitabının 'Altı Ok'u eleştirdiği bölümüne (s. 26 vd.) bu
altı ok arasında demokrasinin olmamasını eleştirerek başlamakta ve
bunun CHP'nin seçkinci özünü büyük bir açıklıkla ortaya koyduğunu
ileri sürmektedir: "Altı Ok, Türkiye toplumunu yukarıdan reformlarla dö­
nüştürmeye çalışan (ve bunu bile başarıp başaramadığı tartışmalı olan)
anti-demokratik seçkinciliğin ilkeleridir." (s. 23).
Ne kadar yazık. Eğer bu ilkelere 1991 'in gözlükleri ile bakarsanız,
bazı noktalarda kuşkular uyanabilir. Ancak 1920'1erin, 1 930'1arın koşul­
ları düşünüldüğünde, insana heyecan ve mutluluk veren, gurur veren
gelişmeler böyle mi ele alınır?

O günlerln gözüyle...
Sayın Akat, •cumhuriyetçilik" ilkesiyle demokrasi arasında bir ilişki
kurmanın mümkün olmadığını söylüyor. Doğrudur. Ancak cumhuri­
yetçilik ilkesi aradan yetmiş yıl geçtikten sonra, yazarın dediği gibi
•..iyice boş, anlamsız, hatta komik kalmış• bir ilke de değildir.
Zira burada cumhuriyetçilik ilkesiyle, "laik cumhuriyet" ifade edil­
mek istenmektedir. Ve bugün Türkiye'de, gerçekten Sayın Akat'ın da
yazmış olduğu gibi Osmanlı hanedanını getirmek isteyenler pek yoksa
da laik cumhuriyetimizin temel özelliklerini altüst etmek isteyenleri gör­
memek için kör olmak, ya bir fildişi kulede ya da hayaller &leminde
yaşamak gerekir.
Sayın Akat, "milliyetçiliği", oklar içinde en tehlikelisi ve evrensel
sosyal demokrasi ilkelerine en zıt olanı olarak değerlendirmektedir. Oy­
sa ki Jean Jaures'in dediği gibi; "enternasyonalizmin azı, insanları mil­
liyetçilikten uzaklaştırır; çoğu, insanları milliyetçiliğe yaklaştırır; milliyet­
çiliğin azı, insanları enternasyonalizmden uzaklaştırır; çoğu, insanları
enternasyonalizme yaklaştırır". Umarım Sayın Akat, Jean Jaures'i de
çağdışı kalmış bir zavallı olarak değerlendirmemektedir.
Halkçılık ilkesi, sınıf farklarının ve sınıf çatışmalarının ortadan kalk­
tığı bir düzene özlemi dile getirmektedir ve sosyal demokrasinin ana
hedefi ile çatışma içinde değildir. Aynen devletçilik ilkesinin Batı'nın he­
men tüm sosyai demokrat partilerinin ana hedefleri arasında olması
gibi.

1 76
"Devrimcilik" ve "laiklik" ilkelerini, hele Türkiye gibi bir ülkede, mo­
dası geçmiş ilkeler olarak görmek; orijini ol·nak uğruna şaşkın olmanın
çok açık bir göstergesidir. Türkçedeki kavrc.m karışıklığının ardına sığı­
narak kalem oynatmak, sanıyorum insanı bir yere götürmez.
Görülen o ki Sayın Akat ve (sayıları ne olursa olsun) onun gibi
düşünenler, cumhuriyetimizin resmi tarihine ve bunun doğal mirasçısı
olan SHP'ye karşılar. Olabilir. Demokratik bir . toplumda (demokra­
simizin bir sürü eksiği olsa bile) bu onlarır, en doğal haklarıdır. Ancak
yazımın başında da değinmiş olduğum gibi böylesi bir karalamanın
kavgasını SHP içinde vermek istemenin nedenini anlamak mümkün
değildir. Türkiye'de SHP dışında pek çok siyasal örgüt vardır ve Sayın
Akat'ın bu örgütlerden bazılarına SHP'den çok daha yakın olduğu an­
laşılrnr>'<tadır. O halde SHP'de değil, bu örgütlerde yer ve tutum alması
gere�ir. Hele Sayın Akat'ın "Türkiye artık geri kalmış bir ülke değildir''
görüşü, Türkiye'de yoksul kalmadığını ileri sürenlere çok yakındır. Kaldı
ki Sayın Akat, "sivil bir anayasa" konusunda ANAP ile işbirliğinin zemi­
nini de bulmaktadır. Ve her şey bir yana, hiç kimse solcu olmak zorun­
da değildir. Kendi görüşleri uymayınca, dünya emekçilerinin ve bunla­
rın önderlerinin nice bedeller ödeyerek oluşturdukları kuramı kendi gö­
rüşleri doğrultusunda çarpıtmaya çalışmak, solcu olmamaktan daha
kötü bir şeydir.
Sayın Akat'ın sosyal demokrat ekonomi politikaları ile ilgili önerile­
ri, belki bir başka yazının konusu olabilir. Ancak hiç kuşkusuz, "sosyal
demokrasinin hedefi, Türkiye'yi fakir bir kapitalist ülke olmaktan çıkarıp,
zengin bir kapitalist ülke" yapmak (s. 95) değildir. Bu hedef, olsa olsa
Sayın Akat'ın hedefi olabilir ve bu hedef doğrultusunda başarıyla yürü­
mektedir.

NOTLAR

(1 ) Bu başlık Sayın Orhan Şaik Gökyay'ındır. İzinlerini alamadan kullandıl'.)ım


için baı:)ışlayacaklarını umut ediyorum .
(2) Asaf Savaş Akat: "Sosyal Demokrasinin Gundemi" Armoni Yayınları, lstan­
bul 1 99 1 .
(3) Ural Armay; Altı Ok1an Kimler Gocunuyor, İLKE, Sinop 1 99 1 .

1 77
RESMİ İDEOLOJİ ve ÖTESİ

Günümüz dünyasındaki değişimler, en ileri düzeyde tahminlerde


bulunanların bile hayal edemeyeceği düzeylere ulaşmış bulunuyor. Bir
yandan sosyalist bloktaki ve Sovyetler Birliği'ndeki ı:ıkıl almaz çözülme;
bir yandan bu bloktaki ve kapitalist Kıta Avrupa'sındaki milliyetçi akım­
ların güçlenmesi ve bir noktada yabancı dCşmanlığına dönüşmesi; bir
yandan da Müslüman ülkelerde görülen radıkal İslamcı akımlar, dünya­
nın çehresini hızla değiştirebilecek gibi görünüyor.
Türkiye de bu gelişmelerden nasibini fazlasıyla almakta. Gerçek­
ten, Doğu ve Güneydoğu bölgelerimizdeki etnik sorunun yanısıra, be­
lirli çevrelerce yürütülen İslamcı akımlar, laik cumhuriyet için şimdilik
bir tehlike oluşturmasa bile; bu gelişmeler, çok daha tehlikeli gelişme­
lerin işaretlerini taşıyor.
İşte böylesine ilginç ve kritik bir dönemde; Sol'un bir kesimi tara­
fından 'sivil toplum" tartışmaları da gündeme getirildi ve sivil toplum
adına Türkiye Cumhuriyetinin resmi ideolojisi olan 'Kemalizme çatmalar
başları.
Pek de geçerli bir itham olarak, • . Sen resmi ideolojinin ağzıyla
.

konuşuyorsun•, ifadesi sık sık duyulur oldu. Daha da ilginci, gerçekten


kimi yürekten Atatürkçüler resmi ideolojiyi savunmaktan korkar oldular.
Sanki Türkiye Cumhuriyeti'nin resmi ideolojisi utanç verici bir şeymiş
gibi. Sanki bir devletin resmi ideolojisi olması o devleti, totaliter, ya da
faşist bir devlet haline dönüştürürmüş gibi.
Hatta olay öylesine garip bir biçimde gelişti ki; bir devletin resmi
ideolojisinin olması, utanç verici bir şey gibi ortaya konulmaya başlan­
dı. Dünya üzerinde kendisine devlet adı verilen her topluluğun resmi
bir ideolojisi vardır. Zaten böyle bir ideolojisi olmayan insan toplu­
lukları, devlet sıfatını kazanamazlar. Bunu bile gözönüne almayan bir

1 78
kısım insanlar, sözkonusu olan şey TC'nin resmi ideolojisi olduğu za­
man, mangalda kül bırakmaz oldular. Sanki resmi ideolojiden yana
olunduğu zaman; · emniyetteki ve tutukevlerindeki işkencelerden yana
olunuyormuş gibi, ülkeyi yönetenlerin ideolojik yaklaşımları pay­
laşılıyormuş gibi, ülkede var olan dengesizlik ve aksaklıklara sahip çıkı­
lıyormuş gibi . .
TQf.KOCQ.. G.l!.rfl_h1Jriyetinin resmi ideolojisi Kemalizm'dir. B u çok ge­
niş alan içinde, iktidarda bulunanlar Kemalizmi kendilerine göre yorum­
layarak ve bazen de çarpıtmaya çabalayarak hüküm sürerler. Tabii bu
çarpıtma, istedikleri yöne çekmek için yapılır.
Aslında Mustafa Kemal pragmatik bir lider olduğu için, değişik za­
manlarda ve değişik konularda farklı yaklaşımlar içinde bulunmuştur. O
zamanın ve o zeminin gereği neyse, buna uygun bir tavır içine girme
konusunda özen göstermiştir. Bu bakımdan çok farklı ideolojilere yakın
kişiler, Kemalizm konusunda kendi düşünce ve beklentileri doğrul­
tusunda bir dipnot bulabilirler. Ancak Mustafa Kemal'i anlamak ve doğ­
ru değerlendirebilmek için, bu ayrıntılarırı biraz üstüne çıkmak ve genel
eğilimini bulmak gerekir.
Kemalizmin temel ilkeleri, CHP'nin programına da girmiş bulunan
"Altı Ok''tur. Şimdi de SHP'nin benimsemiş olduğu bu altı ok, genel
leştirilebilecek bir tepki bombardımanı altındadır. Sağdan ve soldan;
kalemi eline alan bu altı oka saldırmaktadır. İşin ilginci, SHP içinde
olup da, bu altı oka karşı olanlar da vardır. Sanki girecek ve temel ilke­
lerini benimseyecek başka parti kalmamış gibi.
Cumhuriyetimizin ilk yıllarının zorlu ve onurlu ortamı içinde altı oku
savunmak çok daha kolaydı. Ancak bu ilkeler bugün için de değerleri­
ni ve önemlerini korumaktadırlar. Zira; herşeyden önce bu altı okun
koyduğu hedeflere tam anlamıyla ulaşı!abilinmiş değildir. Hatta bazıla­
rında geri adımlar atıldığı bile ileri sürülebilinmektedir. Kaldı ki; bu altı
ok ulaşıldığı zaman biten hedefleri göstermemekte, içinde yaşanılmak
istenen bir düzenin temel özelliklerini sıralamaktadır.
Herşey bir yana, bu altı okun dışında Kemalizmin temel bazı yak­
laşımları vardır ki; bizce bunlar arasında en önemlileri •antiemperya­
lizm• ve "tam bağımsızlık" (istiklal-i tam)'dır. Bunları sol adına, ya da
demokrasi adına eleştirmek, sanıyorum büyük bir mantıksızlıktır.
Türkiye'de "sivil toplum• yaklaşımını benimseyen, yani bir sivil
toplum içinde yaşamak isteyen insanlar vardır ki, bunları elbette saygı

1 79
ile karşılarız. Zira, "yaşayanların kendileriyle ilgili kararları kendi aldıkları
ve yasal düzenlemeleri kendi yaptıkları" ve "insan ilişkilerinde ekonomik
faktörlerin ön plana çıkartılmış olduğu• sivil toplum, çağımıza aykırı ol­
mayan bir yaklaşımdır. Ancak tutucu bir yaklaşımdır ve sağcı bir yak­
laşımdır. Kendisini solcu sanan ve solcu olduğunu başkalarına da yut­
turmak isteyen kimi insanların "solculuk" ve "çoğulcu demokrasi" adına
sivil toplumculuk yapmaları, en azından ayıptır. Hele bu sivil toplumcu­
luk adına Kemalizme ve Türkiye Cumhuriyetinin resmi ideolojisine sal­
dırmak ayıptan da öte bir kusurdur.
Günümüz isıam toplumlarının devletle · indeki şeriat özlemlerini ve
çabalarını gördüğümüz zaman, Kemalizmirı laik cumhuriyet anlayışına
daha yürekten ve daha sıkı, sıkıya sarılacak yerde; bu şeriat özlemleri­
ni sivil toplumculuk adına savunmak düpeo..iz aymazlıktır. Tarih Kema­
lizmi haklı çıkartmaktadır. Gerçekten iyiden, doğrudan ve çoğulculuk­
tan yana olanların, gözlerini ufak tefek hata ve sapmalardan kurtararak,
Kemalizme sahip çıkmaları; bunu sömürmek ve kendi çıkarları doğrul­
tusunda saptırmak isteyenlere fırsat vermemeleri gerekir. Unutulmama­
lıdır ki; Türk Devrimi kendi türünün ilk örneği ve Kemalizm de bunun
ideolojisidir.

1 80
SOSYAL DEMOKRATLARIN BİRLİGİ

Türkiye'de 12 Eylül ara rejiminin sona ermekte olduğu günlerde


başlayan "sosyal demokratların birliği" sorunu, günümüzde de MI�
gündemdedir. Ancak aradan geçen altı-yedi yıl içinde ortaya çıkan
değişiklikler, bu meseleyi artık çözülemez bir noktaya getirmiştir. Zira,
ayrıntılarına biraz aşağıda gireceğim üzere. sağda da, solda da birlik
sağlamak kolay değildir. Birliğe giden Y.OI ıdeolojik olmaktan çok, çı­
karlara dayanır.
Aslında bu sorunu ele alırken göz önünde tutulması gereken bir
dizi olgu vardır. Bunlar; evrensel olarak sosyal demokrat partilerin bl•n­
yesi, Türkiye'de sosyal demokrat partilerin bünyeleri ve yöneticilerinin
yapıları ve nihayet Türkiye'nin siyasal yapısı ve bu yapıdaki hızlı
değişimdir. Ve elbette böylesine bir dergi çerçevesinde bu çok geniş
konuda ayrıntılı bir çözümleme yapmak mümkün değildir. Özellikle
Türkiye'nin siyasal yapısı ve bu yapıdaki hızlı değişim gerçekten çok
geniş analizler gerektirir. Bu bakımdan biz bu yazımızda sadece ilk iki
olgu üzerinde durmak ve buradan yola çıkarak bir birleşmenin müm­
kün olup olmadığını tartışmak istiyoruz.
Evrensel olarak sol ve sosyal demokrat partiler "horozun çok ol­
duğu" partilerdir. Zira üyeleri "lider niteliklerı olan" insanlardır. Hele sıra
yönetimde yer almaya geldiği zaman, gerçekten aralarında pek nitelik
farkı olmayan çok sayıda insan bu yarışa �atılır. Uden nitelikleri neler�
dir? İyi konuşan, kitleleri etkileyebilen, geniş bir tabana dayanarak or­
taya çıkan, analiz yeteneği olan kişiler lider niteliklerine sahip kişiler
olarak değerlendirilir. Elbette bu özelliklere bazı eklemeler de yapılabi­
lir. Fakat bu kadarının da yeterli olacağını düşünüyorum. İşte bu özel­
liklere sahip insanlar arasında yönetime geçme konusunda bir yarışma
ortaya çıktığı zaman, elbette kaçınılmaz olarak, bir kısmı ipi göğüsler-

181
ken bir kısmı geride kalır. Hem de çoğu kez burun farkıyla ve kimi za­
man •yakışmayan ayak oyunları" nedeniyle. . . İşte parçalanmanın temeli
burada atılır. Tüm özgürlükçü demokrasilerde seçimlere sol ve sosyal
demokrat partilerin bölüm pörçük girmelerinin nedeni budur. Hele kısa
vadede bir iktidar olasılığı da yoksa, bu bölünme daha hızlı ve drama­
tik olur. Zira uzun vadede herkesin "umutlu" olmaya hakkı vardır. Ama
kısa vadade iktidar yolu açık gibiyse, kimileri bağırlf!.rına taş basabilir­
ler... İktidar olmak sadece sağda değil, soıda da birleştirici bir işleve
sahiptir. (Türkiye'de yerel yönetimlerdeki SHP iktidarının yol açtığı
kaos, bir başka yazının konusu olabilir}.
Biraz yukarda, ele alınması gereken ikinci olgu olarak Türkiye'de
sosyal demokrat partilerin bünyeleri ve yöneticilerinin yapılarından söz
etmiştik. Gerçekten bu olgu, belki de bugünkü parçalanmışlığın temel
nedeni olarak değerlendirilebilir.
Türkiye'de sosyal demokrasi hareketi CHP'nin "ortanın solu" hare­
keti CHP'nin "ortanın solu" sloganı ile başladığı zaman, CHP yöneticile­
ri dahil olmak üzere bunun ne anlama geldiğini pek bilen yoktu. Ve
doğrusu zaman içinde de pek anlaşılamadı. Fakat bilinen; 1 961 Anaya­
sasının getirdiği özgürlük ortamı içinde "sol"un hızlı güçlendiği ve gele­
neksel olarak CHP'nin tabanı olarak değerlendirilen unsurların sola
kaydığı, yani bir anlamda CHP'nin tabanının t:ıareket halinde olduğu
idi. Ve işte bu koşullar altında CHP ortanın solu sloganını ortaya attı.
12 Mart sonrasındaki dramatik yol ayrımıyla Bülent Ecevit CHP'nin
başına geçerken, geleneksel olarak CHP içinde yer alan tutucu unsur­
lar partiden koptular. Bunlar birkaç partileşme girişiminde bulunduysa­
lar da başarılı olamadılar ve önemli ölçüde merkez sağ partiler içinde
eriyip gittiler.
Türkiye'de sosyal demokratların en başarılı oldukları seçimler
1 973 ve 1 977 seçimleri oldu. 1 973 saçimlerindeki başarının ardında " 1 2
Mart'a duyulan tepki" yatıyordu. Kıbrıs Barış Hareka!: sonrasında CHP­
MSP koalisyonu yıkılıp yerine 1 . Milliyetçi Cephe koalisyonu geçince,
bu hükümet dev gibi iki sorunla karşı karşıya kaldı. Bunlardan biri
ABD'nin uyguladığı "ambargo", öbürü "petrol fiatları" idi. Ve MC bu iki
sorunun altında ezilince 1 977 Seçimleri Sosyal Demokrasi ve Bülent
Ecevit için büyük bir zafer oldu. Ancak seçimlerden sonra kurulan 2.
Milliyetçi Cephe pervasız bir biçimde devleti parsellemeye başladı. Bu­
nun üzerine "adam ayartma" yöntemiyle CHP tekrar iktidara geldi. Ama
sorunlar dağ gibi büyümekteydi. Sokaklar egemen adacıklara bölün-

1 82
müştü. Anarşi ve terör engellenemiyordu. Ve bu koşullar altında yapı­
lan 1 979 ara seçimlerini AP beş sıfır kazanınca, Ecevit emaneti
TBMM'ye teslim etti. Demirel'in kurduğu azınlık hükümeti de 1 2 Eylül'e
kadar gelebildi.
Bülent Ecevit gerek parti içinden gelen vefısızlıklar, gerek siyasal
yaşamın çirkin cilveleri karşısında kırılmıştı. Ve 12 Eylül sonrasında par­
tisi ve partilileri ile olan ilişkilerini neredeyse koparma noktasına geldi.
Eğer 12 Eylül yönetimi siyasal partileri gecikmeli bir biçimde kapatma­
sa, Bülent Ecevit partisinin başına tekrar geçmek ister miydi? Bilmiyo­
ruz. Ama bildiğimiz şu ki, eski kadrolarıyla çalışmak istemiyordu.
12 Eylül rejimi devlet güdümünde bir "sol" parti kurulmasının bek­
lenti ve çabası içindeydi. Bu işle de Necdet Calp görevlendirilmişti. An­
cak CHP tabanı ve örgütü bunu benimsemiyordu. Gene aynı dö­
nemde Ecevit'e yapılan başvurular da genellikle yanıtsız kalıyordu. So­
nunda ortaya üç parti çıktı: Calp'ın Halkçı Parti'si (HP), CHP'nin bir
uzantı ve devamı olan Sosyaldemokrat Parti (SODEP) ve Ecevit'in
"aşağıdan yukarı• örgütlediğini iddia etmesine karşın, tam anlamıyla
"tek seçici" olduğu Demokratik Sol Parti (DSP).
Mecliste ikinci parti durumunda olan Halkçı Parti'nin tabanı ve ör­
gütü, İnönü'yü tekrar başa getirmiş bulunan SODEP'in Meclis'te yeri
yoktu.
Ve bunların sonunda İnönü'nün açık ve net önerileri, Calp'ın ye­
rine geçmiş bulunan Aydın Güven Gürkan'ın da Türkiye solu tarihine
geçmesi gereken büyük özverisiyle Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP)
kuruldu. Sosyal demokratların birleşmesi konusunda ilk önemli adım
atılmıştı. Ancak ikinci adım bir türlü gelmedi. Acaba neden gelmedi?
Her şeyden önce Bülent Ecevit eski CHP kadrolarıyla birlikte ça­
lışmak istemiyordu. Bu ekipteki insanların önemli bir bölümünü "solcu"
saymadığı için, "solu parçalama" konusundaki iddiaları da ciddiye al­
mıyordu. Ve belki de bunlardan daha önemli bir husus olarak, Ecevit
kafasındaki sosyal demokraside "önce birey sonra toplum" yaklaşımı­
nın izleri görülüyordu. Buna karşılık SHP'de yaygın anlayış "önce top­
lum sonra birey" idi. Yani geleneksel "Jacoben-ittihatçı" çizgi idi. Bunla­
rın bağdaşması çok zordu.
Ecevit Türkiye'de sosyal demokrat gelişimi baltalamış mıdır? Bir
yanıyla evet, bir yanıyla hayır, 1 978 seçimlerinde sosyal demokrat oy­
ları "böldüğü" bir gerçektir ama, Ecevit SHP'yi zaten sosyal demokrat

1 83
bir parti olarak görmemektedir. Kaldı ki, seçimlerdeki bu oy bölünmesi,
sosyal demokrat bir iktidarı engellememiştir . O zamanlar yaptığımız he­
saplara göre SHP'nin elliden fazla milletvekili adayının meclis yolunu
kapatmış; bunlardan on-oniki tanesi DYP'ye, geri kalanları da ANAP'a
gitmiştir. Yani bu oylar tümüyle SHP'ye gelse bile iktidar olmaya yet­
meyecekti. Fakat iki sosyal demokrat partinin varlığı, muhtemelen sos­
yal demokratlara oy verebilecek potansiyel seçmenleri ürkütmüş ve
sosyal demokratlara oy vermekten caydırmıştır.
Şimdi ne olacak? Yapılan tüm yoklamalar artık DSP'nin rüştünü
ispat ett iğini ve önünde parlamento yolunun açıldığını göstermektedir.
Artık "DSP'ye verilen oylar ANAP'a gider'' sloganı geçerliliğini yitirmiştir.
Sosyal demokrat seçmen, kimi isterse onu seçecek, kimi isterse onu
parlamentoya gönderecektir.
Bülent Ecevit'in partiye olan mutlak egemenliği ve tek seçiciliği
düşünüldüğü zaman, yarın Mecliste oluşacak bir DSP grubunun ''tek­
sesliliğinin" sosyal demokrasiye uygun olup olmamasının kararını seç­
men verecektir. Ecevit karizmasının ve sevgisinin bir parlamento de­
neyiminden geçmesi çok yararlı olacaktır.
SHP ne yapacaktır, ne yapmalıdır? SHP'nin gücü örgütündedir.
Bu örgüt ne kadar canlı ve ne kadar etkili olursa, SHP o kadar güçlü
ve başarılı olur. DSP'nin SHP'den çok fazla oy kopartacağını sanmıyo­
rum. DSP daha çok bir kısım ANAP oylarına yönelecektir. Buna karşılık
SHP'nin oylarının bir bölümü DYP'ye kayabilir. Ancak herhalde bu tür
seçim tahmin ve spekülasyonları bir başka yazıya konu olmalıdır.

1 84
SHP'NIN ZAAF I

Bu yazı çerçevesinde 1 991 seçimlerindeki SHP tavrını ele almak


ve SHP'lilerin neden kaybettiklerini (aslında bu tartışılabilir) anahatlarıy­
la ve maddeler biçiminde sıralamak istiyorum. Eğer bunların aksi yapı­
labilinirse, (umarım) önümüzdeki dönemlerde daha iyi sonuçlar alırlar.
- Siyasal partiler örgütleriyle seçim kazanırlar. Karizmatik bir lide­
rin alabileceği oyların üst sınırını DSP göstermektedir. Ve bu üst sınır
% 1 O civarındadır. Son seçimlerde SHP örgütü istenen başarıyı sağla­
yamadı. Zira belli grupların gerçekten çok çalışmalarına karşın, ge­
nelde örgüt zayıf kaldı. Çünkü gücü yoktu. .
SHP örgütünün gücü olmamasının temel nedeni; gerek 1 2 Mart
1 970'in, gerekse 12 Eylül'ün bütün hışmıyla CHP'nin ve özellikle; bu­
gün çoğunluğunun SHP içinde olması beklenen, o günlerdeki CHP'li
gençlerin üzerine yıkılmasıdır. Kimileri sinmiş, kimileri çökmüş, kimileri
kırılmış ve kimileri de bu işten soğumuşlardır. U nutmamak gerekir ki;
kendileri değil, ailelerinde CHP'li birileri olduğu için kimi insanlar, kamu
sektöründe ve özel sektörde yıllarca işe alınmamışlardır. Bu ağır bir
yüktür ve bu yükü çekenlerin duygu ve korkularını anlamak gerekir.
- SHP ideolojik yapısını net olarak belirleyememiştir. Bütün dün­
yada liberal-sağ olarak tanınan ve tartışmasız bir biçimde sosyalizme
alternatif olarak pompalanan "sivil toplum", kimi partililer (hatta yönetici
konumunda kimi partililer) tarafından, solculuk olarak yutturulmak is­
tenmiştir.
SHP bir yandan haklı olarak CHP'nin mirasına sahip çıkmak ister­
ken; bir yandan da CHP'nin ve laik cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa
Kemal'i eleştirmeyi marifet sanan "süper ideologlara" kapılarını açmış
ve bunların ipe-sjipa gelmez düşünceıerindEın medet ummuştur. İ nsan­
ların kafası alt-üst edilmiş; kof bir populizm uğruna, cumhuriyetin temel

1 85
ilkelerine saldırılmıştır. Seçmen konumuna yeni geçen milyonlarca
genç insan, SHP'den hiçbir mesaj alamamışlardır.
- Süleyman Demirel yıllardan beri sosyal demokrat sloganlara sa­
hip çıkarken, SHP tüm kavgasını kendi örgütü içinde vermiştir. Bu ara­
da aülünc iı:ılAr vaoılmıstır. Örneain Türk-İs bünvesi icindeki "en kes­
kin" . solcular, Türk-İş Genel Kurulunda başkan adayı olarak, kısa 'Jir
süre önce DYP içinde milletvekili adayı olan bir sendikacıyı (ki, şahsen
kendisini sever ve sayarım) öne sürmüşler ve böylece DYP'nin "solcu­
luğunu" tescil ederken, hiç umudu kalmamış olan Şevket Yılmaz'ın ye­
niden başkanlığını sağlayarak, mutlu etmişlı:ırdir.
Bir sol partide doğal ve kaçınılmaz oian, hatta sağlık belirtisi ol­
ması gereken liderlik ve önderlik mücadelesi mahkum edilmiş ve ken­
disi sonsuz hoşgörü ve iyiniyet sahibi olan Erdal İ nönü'ye karşı çıkan­
lar, neredeyse ihanetle suçlarimış ve karalanmak istenmişlerdir.
- Şu anda elimin altında Ankara ve İzmir'deki seçim sonuçlarını
değerlendirmeye yetecek bilgi yok. Fakat İstanbul bozgununda beledi­
yelerin payı inkar edilemez. Can havliyle uğraşan ve birşeyler yapmaya
çalışan bazı ilçe belediyelerinin ve parti örgütlerinin yanısıra, bazı ilçeler
tam bir arpalığa dönmüş, bazı ilçelerde hukuk ayaklar altına alınmıştır.
Örneğin yakından bildiğim bir ilçe belediyesi, kendi getirdiği ve partili
avukatların yasalara uygun görüşlerini beğenmeyince, kısa sürede
bunları kovalamış ve seçimler öncesinde kanunsuzlukla suçladığı eski
MHP kökenli avukatlarla çalışmayı yeğlemiştir. BP-lediye başkanlarını
kuşatan (eski) ipsiz-sapsız ve çoğu başka partilerden olan "hemşehri"
gruplarının, " ... Başkanım sen en büyüksün ... Başkanım sen bir tane­
sin .. vb" gibisinden çığlıkları arasında, parti örgütleriyle belediyeler ara­
sındaki ipler kopmuştur. Kimi belediye başk:mlarını ise hısım akrabaları
lekelemiş, başkanlarla yakınlıklarını kullanarak soygun çarklarını çalıştır­
mışlardır. Tüm bunlar halkın gözleri önünde olmuş ve sonra da halktan
oy istenmiştir.
Sadece Türkiye'de değil, tüm dünyada kafalar karışıktır. Le­
ningrad halkının ezici çoğunluğu kentin adını St. Petersburg yaparsa,
çişini tutamayan son Romanof devlet töreniyl karşılanırsa, eski sosya­
list blokta papazlar protokolde ön sıraya geçerlerse, Türk halkının
önemli bir bölümü de, " ... hadi bakalım .. " diyerek oy vermeye gider.
Buna hiç kızmamak ve şaşırmamak gerekir. Ama umudlar da yitirilme­
melidir.

1 86
"ALTi OK"UN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

CHP'nin altı okunu günümüz Türkiye'si ve dünyası açısından


düşündüğümüzde, bu okların hedeflediği düzenin henüz çok uzağında
olduğumuzu görürüz. sadece bu olgu bile altı okun günümüz açısın­
dan da önemli ve değerli olduğunu gösterir Kaldı ki; Atatürk'ün ilke ve
hedeflerini "statik" bir biçimde youmıamak bizi yanılgılara düşürür. Bun­
ların tümünü dinamik bir bakış altında değerlendirmek durumundayız.
Örneğin "çağdaş olmak", hangi çağda yaşanılıyorsa, o çağa göre çağ­
daş olmak demektir. Yoksa Mustafa Kemal "muasır medeniyyet seviye­
sine ulaşacağız" dediği zaman "1930'1arı he.leflemişti" diyerek, bu işten
vazgeçmemiz gerekir. Aynı biçimde Mustafa Kemal Türkiye Cumhu­
riyeti'ni gençliğe emanet ederken; bu gençlik, kavramsal bir gençliktir.
Hangi çağda yaşanıyorsa, cumhuriyet o çağın gençliğine emanet edil­
miştir. Eğer 1 930'1arda yaşanıyorsa 1930'1arın gençliğine; 1 990'1arda
yaşanıyorsa 1 990'1arın gençliğine.
CHP'nin altı okunu da anlayışla değerlendirmek gerekir. Ve bu
yapıldığı zaman bu oklarla tanımlanan hedeflerin günümüz Türkiye'si
için hala "hedef" olduğu görülecektir. Şimdi bu okları tek-tek ele alalım:
Laiklik: Günümüz Türkiye'sinde laiklik konusunda hiçbir sorun
kalmadığını düşünmek saflıktır. Aslında günümüz dünyasında din kuru­
mu hiç beklenmeyen bir atak içindedir. Son yıllarda başta SSCB olmak
üzere sosyalist ülkelerde görülen çözülmecı e, Kilisenin önemli ölçüde
payı olmuştur. Halkı Müslüman olan ülkelerde de "radikal İslamcı"
akımlar hızla yayılmakta ve yandaş toplamaktadırlar. İ nsanlardaki "inan­
ma isteği", din kurumunu son dönemlerde görülmemiş bir duruma ge­
!irmiştir. Türkiye'deki durum ise çok 1 daha ilginçtir. Türkiye'de ''tutucu­
ısıamcı• çevreler, cumhuriyetimizin kurulduğu günden itibaren belirgin
bir devlet düşmanlığı içinde olmuşlardır. Ancak bu politikalarını 1 980

1 87
sonrasında değiştirdiklerini gözlemekteyiz. iu dönemden itibaren cum­
huriyete ve Atatürk'e olan düşmanlıklarını tir yana bırakarak; bir yan­
dan Cumhuriyetimizin; yani devletin temel kurumlarını ele geçirme ça­
basına: bir yandan da Atatürk'ü kendi anıaıışlarına göre tanımlama ve
yorumlama çabasına girişmişlerdir. Milli Eğitim ve İçişleri Bakanlıkların­
daki kadrolaşma gayretleri bu politikanın t ir sonucudur. Aynı şekilde
Kültür Bakanlığını ele geçirerek, tutucu biı Atatürk yaratma gayretleri
dikkate değer. Henüz çok uzağında olmalarına karşın hedefleri; laikliği,
içi boşaltılmış bir kavram haline getirmektir.
Aydınlarımızın bir bölümünün de "demokrasi" ve "sivil toplum" adı­
na bu oyuna alet olduklarını görmek gerekir. Aslında tümüyle dürüst­
lükten ve demokrasiye duyulan saygıdan kaynaklandığına inanmak is­
tediğim bu tutum, "Türk-İsıa.m sentezi adı verilen, çağdışı bir anlayışa
hizmet etmektedir.
Tüm bunların ışığı altında LAİKLİK ilkesine sıkı-sıkıya sarılmak ve
bu hedeften asla gözümüzü ayırmamak zorundayız.
Cumhuriyetçilik: Altı ok arasında sözü edilen cumhuriyetçilik il­
kesiyle kastedilen husus "LAİK CUMHURİYET"e sahip çıkmak ve bunu
yaşatmaktır. Yoksa tek başına cumhuriyetçi olmanın ne o günler ve ne
de bu günler açısından fazla bir anlamı olmadığı açıktır.
Hic kuşku yoktur ki; Türkiye Cumhuriyeti özgürlükçü bir demokra­
si değildi. Kimi yararlarımız, "Atatürk döneminde mükemmel bir de­
mokrasi vardı" gibisinden laflar ederler ama, bunun gerçek dışı olduğu
çok açıktır. Zaten her cumhuriyet bir demokrasi olmadığı gibi, her de-
·

mokrasi de cumhuriyet değildir.


Atatürk döneminde iki kez çok partili yaşam deneyimi olmasına
karşın başarı sağlanamamıştır. İki dünya savaşı arasında Avrupa'daki
koşullar dikkate alındığı zaman, bu deneyimlerin neden başarılı olma­
dıklarını anlamak da kolaydır. Türkiye de Avrupa'yı kasıp kavuran anti­
demokratik fırtınadan nasibini almıştır.
Ancak bu konudaki karşılaştırmayı 1 992'1erin dünyası ile değil,
1 920'1erin, 1 930'1arın koşulları ile yapmak gerekir. Cumhuriyetimizin öz­
gürlükçü bir demokrasi olmadığı açıktır ama, yıkılan osmanlı İmparator­
luğunun ve mütareke döneminin İstanbul hükümetlerinin özgürlükçü
demokrasiyle belirlendiklerini kim ileri sürebilir? Ankara hükümetıerini
ve cumhuriyetimizin o yıllardaki yönetimini llelirley'l:m "KATiLiM" elbette
tam değildi. Fakat hiç kuşkusuz Osmanlı yönetimini oluşturan katılım-

1 88
dan çok daha yaygındı. Tarihin hiç bir döneminde Osmanlı halkına Os­
manlı hanedanını isteyip istemediği sorulmamıştı. Demokrasi adına
cumhuriyetimizin ilk yıllarını alabildiğine eleştirip, Osmanlı'nın son dö- ·

nemlerini eleştiri dışı tutmak, haksızlıktan da öte bir yanlışlıktır.


Laik cumhuriyeti savunmak ve bu hedefi gözetmek, günümüz açı­
sından da gündemimizin ana maddelerinden bir olmak zorundadır.
Devrlmcllik (inkılapçılık) Önceleri inkılapçılık olarak tanımlanan
fakat Atatürk'ün yaşamının son yıllarında sürekli devrimcilik olarak dile
getirdiği kavram, günümüz Türkiyesi açısından, en az dün olduğu ka­
dar önemlidir. Zira en azından dün kimin devrimci olduğu ve kimin
devrimlere karşı olduğu bilinirken; bugün tüm bu kavramlar biribirine
girmiştir.
Devrim, • . bir toplumdaki ekonomik ve siyasal yararlanma ve ka­
.

tılımın geniş kitleler lehine hızla değişimidir". Eğer bu değişim hızla de­
ğil yavaş olursa '.'evrim (tekamül) söz konusudur. Evrim kimi zaman
kendi doğal yapısı içinde, kimi zaman reformlarla gerçekleşir. Eğer bu
değişim toplumun daha dar kesimleri lehine ortaya çıkarsa, "karşı dev­
rim-reaksiyoner devrim" sözkonusudur. Eğer bir ihtilal (ayaklanma),
başarılı olursa ne çıkacağı belli olmaz. Bunu ancak zaman içinde anla­
mak mümkündür. Ama eğer toplumun ekonomik ve siyasal yararlan­
masında bir değişim olmaz da sadece yönetenler değişirse, o zaman
bir "hükümet darbesi" söz konusu olur. Bu tanımlar çerçevesinde 27
Mayıs bir devrim, 1 2 Mart bir hükümet darbesi ve 1 2 Eylül bir karşı de­
vrimdir. Anayasalara bakarak bunu anlamak mümkündür.
Devrimci olmak ne başı örtülü öğrenciyi dersten atmak, ne ca­
miye giden vatandaşı gericilikle suçlamaktır. Devrimci olmak, toplum­
daki ekonomik yararlanmayı ve siyasal katılımı geniş kitleler lehine hız­
la değiştirecek bir savaşım içinde olmaktır ve bu hedefin günümüz
Türkiye'si için geçerli olmadığını düşünmek mümkün değildir.
Devletçilik: Türkiye'nin ekonomik gerikalmışlığının ardında yatan
en önemli neden, toplumumuzda yeterli sermaye birikiminin olmamış
olmasıdır. Bu sermaye eksikliği günümüz Türkiye'sinin de en önemli
ekonomik sorunudur. Yeterince yetişmiş elemanı ve kendine yeter
hammaddesi bulunan Türkiye, sermaye yokluğu nedeniyle bunu yatırı­
ma dönüştürememektedir. İyi-kötü biriken sermaye devlet eliyle toplan­
maktadır. Ve bu sermaye. bir yandan KİT'lerle ve bir yandan da devlet
ihaleleriyle topluma geri verilmektedir. (KİTierin durumları ve sorunları
ayrı bir inceleme ve yazı konusudur).

1 8! 1
Bu durumda devleti ekonomik yaşam•n dışına çekmek, ekonomi­
nin tam bir çöküntüye uğraması demektir. Zaten cumhuriyetimizin ilk
yıllarında devletin ekonomik yaşama girişi, sosyalist teoriye olan inanç,
ya da benzer bir başka nedenden olmamış, zorunluluklar devleti eko­
nomik yaşama çekmiştir. Ve maalesef o günlerde sermaye ne kadar
yetersizse, bugün de aynı ölçüde yetersizdir. Elbette o günlerde özel
kesimin gücü yetmeyen kimi alanlarda bugün özel sektör güçlenmiştir
ve buralarda devletin varlığının fazla bir anlamı kalmamıştır. Ama günü­
müzde Türkiye'de hangi sermaye petro-kimya sanayini üstlenebilir,
hangi sermaye petrol aramalarını yönlendirebilir? Kaldı ki; Türkiye'de
özel sektörün durumu da ortadadır, ne kadar kötü yönetildikleri, devle­
tin firma kurtarmaları ile ispatlanmaktadır. Karlı devlet kuruluşları özel
kesime satılacak, zarar eden özel sektör kuruluşlarını devlet üstlene­
cektir. Bunun adına da piyasa ekonomisi denilecektir. Olmaz böyle
şey.
Piyasa ekonomisi anlayışı son birkaç yılın ürünüdür ve bir süre
sonra modası geçecektir. Gerçekten piyasa ekonomisinden söz ede­
bilmek için, herşeyden önce "tam rekabet piyasası'! koşullarının sağlan­
mış olması gerekir. Bu ise dünyanın hiç bir yerinde gerçekleşmemiştir.
Katı ve mantıksız bir merkezi planlama, hırsız bir bürokrasinin yol açtığı
ekonomik çöküntü, sosyalist blok örneğini ibretlik bir örne k olarak akıl­
lara getirmekte ve insanlara "acaba" dedirtmektedir. Ancak orada gör­
düğümüz hastalığın çözümü insafsız bir piyasa ekonomisi uygula­
masında değildir.
Milliyetçilik: Milliyetçiliğin dünkü ağırlığı ne idiyse, bugünkü ağır­
lığı da en az onun kadardır. Son yılarda yaşadığımız uluslararası ge­
lişmeler de açıkça göstermektedir ki, günümüzde milliyetçilik hiç bir
devlet açısından geri plana atılamayacak bir olgudur.
Aslında değişik millet tanımları ve bunlara bağlı olarak değişik mil­
liyetçilik tanımları vardır. Örneğin aynı ırktan olan insanların oluştur­
duğu toplum, ya da aynı dilden gelen insanların oluşturduğu toplum ,

ya da aynı dinden gelen insanların ol u şturduğu toplum vb. gibi.


TC'nin milliyetçiliği bunlara benzemez. "DEVLET-ULUS" kavramı­
na dayanan ve hangi ırktan, hangi dilden, hangi dinden, hangi kültür­
den gelirse gelsin -Türkiye Cumhuriyetine vatandaşlık bağı ile bağ lı
olan ve TC'nin ideallerini benimseyen herkesi TÜR K şayan" bir ulus
anlayışına dayanır Türk milliyetçisi olmak demek TC'yi çağ daş uygar­
.

lık düzeyine ulaştırmak için çalışmak demektir.

1 90
Türkiye, elbette kendi sınırları dışında uulunan ve Türkçe konuşan
isıa.m topluluklarına · da ilgi duyar. Ortak bir tarih, ortak bir kültür, ortak
bir din, ortak bir dilin getirdiği yakınlık ve k ırdeşliktir bu. Onların üzün­
tüsüyle üzülür, sevinciyle sevinir. Ancak bL. duyguları, ülke içinde ırkçı
bir milliyetçilik anlayışının zemini olamaz. TC'yi oluşturan yirmiden fazla
müslüman etnik grup ve dört azınlık üyesi vatandaşlarını tam bir eşitlik
içinde kavrar ve kapsar.
Halkçılık: Bu ilkenin bir başka ifadesi, atılan her adımın halkla
birlikte atılmasıdır. Halkın kesin ve mutlak bir egemenliğini betimler ve
egemenliğin Tanrı'ya ve Tanrı · adına davrananlara alt olduğu bir dünya­
nın dışında, farklı bir dünyada varolunduğunu gösterir. Halkçılık ilkesi­
nin de günümüz açısından önemini yitirmediği çok açıktır.
Yukarda çok anahatlarıyla vurgulamaya çalıştığım üzere CHP'nin
(ve laik cumhuriyetimizin) vazgeçilmez hedeflerini simgeleyen altı ok,
günümüz için de hedef olmak özelliğini korumaktadır. Bu hedeflerin ru­
hunda olmakla birlikte, bunlara üç hedef daha eklenebilir: "çağdaşlık",
"bağımsızlık" ve "demokrasi". Fakat altını ısrarla çizerek söylüyorum ki;
bu son üç hedef CHP'nin altı okunun ruhunda zaten vardır.

191
SİYASAL TERCİH SORUNU .

Siyasal tercihlerdeki kültürel etkenleri inceleyebilmek için, öncelik­


le açıklanması gereken iki çetin kavram vardır. Bunlar, siyasal tercih ve
kültür kavramlarıdır ki, siyasal tercih kavramını açıklayabilmek için
"siyaset" kavramı üzerinde de durmak gerekir.
Eğ er sorunu ele alırken sınıf gerçeğ ini gözardı edersek, bu kav­
ramların tümü için soyut tartışma ve tanımlamalarla dolu ciltler yazılabi­
lir. Oysaki sınıflı bir toplumda siyaset, sınıfların siyasal iktidarı ele geçi­
rebilmek amacıyla örgütlü bir savaşım vermelerinden başka bir şey
değ ildir. Bu amacın kökeninde yatan dürtü de, hiç kuşkusuz ekonomik
çıkar olmalıdır.
İktidarı ele geçirmek demek, devlet aygıtını ve örgütünü ele geçir­
mek demektir. Bunun yolu ise ya zorbalık, ya da konumuz olan seçim,
yani, yönetenlerin yönetilenlerin oylarıyla belirlenmesidir. İşte siyasal
tercih bu belirlenme sırasında ortaya çıkar. Bu tercih hiç kuşkusuz, salt
seçimden - seçime bir oy verme şeklinde görülebileceğ i gibi, seçim
zamanı dışında her tür destek şeklinde de olabilir.
Siyasal tercih, bireyin sınıfsal çıkarlarına uygun olduğ u sürece
"doğ ru", bu çıkarlara aykırı olduğ u sürece "yanlış" sayılsa gerekir. An­
cak dünyanın hiçbir köşesinde bireylerin tercihlerini kesin olarak sınıf
çıkarları doğ rultusunda kullanmadıklarını gözleyebiliriz. O halde siyasal
tercihi belirleyen tek etken sınıf olmamakta, siyasal tercihi asıl belir­
leyen, bireyinsiyasaı kültürü ve siyasal bilinci olmaktadır. Biz bu iki un­
suru ideoloji kavramı içinde kaynaştırmak ve ideolojiyi, daha sonra tek­
rar ele almak üzere, "bireylerin kafalarında sistemleşmiş öznel bir dün­
ya görqşü" şeklinde tanımlamak itiyoruz.
İşin · bu aşamasında biraz da kültürün tanımı üzerinde durmamız
gerekir. Kültür konusunda yapılmış ve yapılabilecek sayısız tanımlar

1 92
arasında bizce en geçerli ve tutarlı tanımı kultür ve uygarlık kavramları­
nı eşanlamlı alan İngiliz antropologu E.B. Taylor vermektedir: •insanın
bir toplum üyesi olarak edindiği bilgi, inanç, sanat, hukuk, ahlak, töre
ve tüm diğer yetenek ve alışkanlıklarını içeren karmaşık bir bütün. •(1)
Dikkat edilirse bu tanım, yukarda vermiş olduğıımuz ideoloji tanı­
mımızı geniş ölçüde içermekte, ya da genişlemiş bir şekli olmaktadır.
O halde, şimdi yeni bir soru ortaya atabiliriz: Belli bir siyasal tercihi or­
taya çıkaracak olan ideoloji mi kültürden kaynaklanır, yoksa kültür, belli
bir ideolojiden mi kaynaklanır?
Bu sorunun yanıtı yoktur, zira ikisi de birbirinden kaynaklanmaz.
Tam aksine her ikisi de birbirine bağımlı bir şekilde ve birbirini etkileye­
rek, çevrenin sosyo-ekonomik koşullarından kaynaklanırlar.
Yukardaki hususların ışığı altında şu anlaşılmaktadır ki, siyasal ter�
cihleri belirleyen temel öğe, kültürden çok ideolojik olmakta, ancak
ideoloji de kültürün bir parçası ya da uzantısı olarak kültürle birlikte,
toplumun sosyo-ekonomik koşullarından �ani alt yapısından kaynak­
lanmaktadır.
O halde sağlıklı ve anlaşılabilir sonuçlara ulaşabilmek için, siyasal
tercihlerde kültürel etkenlerin rolünü değil, kültürel etkenlerin belirlen­
melerini incelemek gerekir. Siyasal kültürü belirleyen etkenler ortaya
konulduğunda, siyasal tercihleri belirleyen etkenler de ortaya konulmuş
olacaktır.
Yazımızın başında, "doğru• bir siyasal tercihin yapılmasının sınıf
çıkarları doğrultusunda tercih yapmak olduğunu söylemiştik. Peki ne­
den herkes "doğru" tercih yapmıyor o halde? Bu sorunun yanıtlan ara­
sında bizim üzerinde durmak istediğimiz, sınıf çıkarlarının tam anlamıy­
la bilinmemesi yani sınıf bilincinin eksikliğidir. DemPk ki, sınıf bilincinin
eksikliğinin nedenlerini aydınlatabilirsek, siyasal tercihlerle ilgili pek çok
soruyu açıklayabiliriz.
Kişinin ideolojisini belirleyen temel etken, kişinin çevre koşulları­
dır. Kişinin kültürü de çevresinin ürünüdür. Ancak, burada üzerinde
durmamız gereken çok önemli bir konu, kişinin çevresini algılama biçi­
mi, ya da algılama sırasındaki bilincidir.
Hiç kuşkusuz kişilerin algılama biçimleri, uzun dönemde yaşamın
zorlamasıyla değişir. Ancak, kısa dönemde bu algılama biçimi,
değişmeme yönünde propaganda, telkin ve ikna karşısında oldukça

1 93
zayıftır. Bunların dışında, edinilen bir algılama biçimi, uzun süre psiko­
lojik bir "iç savunma• ortaya çıkaracaktır.
Örneğin ülkemizde bir işçinin, çok ça ·şan, az kazanan ve geçim
sıkıntısı çeken bir sanayi işçisinin, sınıf çıkarları doğrultusunda oy kul­
lanmasını saptırabilecek etkenleri düşündüğümüz zaman, çok değişik
varsayımlar ileri sürebiliriz.
*
Örneğin bu işçi kente yeni gelmişse köylülükten gelme geç­
mişiyle karşılaştırıp durumunun "oldukça iyi" olduğunu · düşünebilir ve
bu dururriu korumak, yitirmemek endişesi içinde olai:ıilir.
*
Bu işçi "kurtuluşunu" bireysel bir olay olarak düşünüp, uygun
bir fırsat doğunca "köşeyi dönebileceğini" ya da · "düze çıkabileceğini"
umud edebilir. Kaldı ki çevresinde bunun örneklerini de görmektedir.
*
Bu işçi dünya nimetlerini elde etmek konusunda başarısız ka­
lınca, kendini manevi değerlere adamış olabilir.
*
Kökeni, gelenek, örf ve ananede yatan "sosyal görüşler'', eko­
nomik ve sınıfsal duruma göre genellikle gecikmeli değişmektedir. Ör­
neğin tüm nesnel koşulları ile kapitalizmde yaşarken, bu işçi için sos­
yal yaşamı feodal ilişkiler belirliyor olabilir. Dahası bu gecikmeli
değişim "reaksiyoner ideolojilere" yakınlık da doğulabilir.
*
Bu işçi için •çevre baskısı" ve "psıkolojik etkenler'' sözkonusu
olabilir.
*
Tüm bunların yanı sıra inanmaya eğilimli olduğu doğrultuda,
ya da bizim eğilimli olması gerektiğini düşündüğümüz doğrultudaki
siyasal partilerin fazla sayıda olmaları ve birbirlerine karşı tavır ve .
üslupları, bu işçiyi tereddüde itebilir.
Bu varsayımların sayısını çok artırmamız mümkündür. Ve sanıyo­
ruz yukardaki varsayımlardan hiçbiri temelsiz değildir, tümü şu ya da
bu şekilde doğrulanabilir. Radyo, televizyon, gazete, dergi, sinema,
müzik vb. gibisinden kitle haberleşme araçlarıyla bu sapma sağlana­
cağı gibi, gene aynı araçlarla sapmanın sürekliliğini sağlamak da
mümkündür.
Türkiye halkı gibi, çok büyük bir birikimin sahibi olan kültürlü bir
halkın, ,Birinci Meşrutiyet başlangıç alınırsa yüz yılı aşan "siyasal tercih
belirleme" deyimlerinde "doğru• tercih belirleyemediğini söylemek, haklı
bir sav olamaz. Ancak sorun aydınlarımızdan gelmektedir. Zira lürkiye
halkının kültürlü bir halk olmasına karşın, Türkiye aydını tüm ülkücü­
lüğüne, tüm özverisine ve tüm iyi niyetine rağmen kültürsüzdür.

1 94
Aydınımız kültürsüzdür, zira, kültürün kaynağından, toplumunun
sosyal yapısından kopmuş ve daha sonra üstten baktığı halka, "dön­
meye" ve "inmeye" çabalamıştır. Ve bu durumda aydınlar, kuramın be­
lirttiği ve öngördüğü "öncülük' görevini elbette başaramamışlardır.
"Halk cahil, anlamıyor'', "halk kendi çıkarlarını göremiyor" gibi savlar,
aydınlarımızın kendi öz kültürünün eksikliğinden kaynaklanmaktadır.
Türkiye halkının yüzyıllar süren bir siyasal deneyimi ve birikimi vardır
ve bize kalırsa kültür budur. Kültürü, "okumuşlukla" karıştıran ki­
mi"seçkincilerin" bu konuda ileri sürebilecqği gerici savlar, hiçbir te­
mele dayanamaz. Zira, çok tahsilli bir kişi dehşetli "kültürsüz" olabile­
ceği gibi, tahsilsiz bir kişinin pekAIA "çok kültürlü" olması mümkündür.

NOTLAR

(1) E.8. Taylor; "Primitive Culture•, Londra 1871 (M. Duverger; "Siyaset Sosyo­
lojii" çev. Ş. Tekeli, 1 stanbul, 1 975; s. 1 1 3. .

1 95
OEGİŞİME HAZIR OLMAK ve CHP

Dünya değişim üzerine kurulmuştur. Gerek doğa, gerek toplum


ve gerekse insan sürekli bir değişim içindedir. Zaten bilim bu değişimi
incelemek, mantığını anlamak için yapılan uğraşı demektir. Doğa bilim­
leri doğadaki değişimin nedenlerini anlamaya, yasalarını bulmaya ve
mümkün olursa denetlemeye çabalarlar; toplumsal yapıdaki değişimin
nedenlerini bulmaya ve denetlemeye çalışırlar.

Değişeme ayak uydurmak


Toplumsal bilimlerde, "deneme-sınama" olanakları bulunmadığı
için, kimi doğa bilimcileri toplumsal bilimleri bilim saymazlar. Canları
sağolsun. Ama toplumsal bilimde bizzat toplum bir laboratuvardır ve
toplumsal bilimci de aynen doğa bilimcisi gibi, "değişimin kurallarını"
ortaya koymaya çalışır.
Değişime ayak uydurmak kolay değildir. Çünkü insan alıştığı, ısın­
dığı, sırasında savunduğu kurumlardan da düşüncelerden de uzak­
laşamaz. Daha doğrusu uzaklaşmak istemez, zorlanır. Ama değişim,
şunun bunun keyfine tabi olmadığı için; istense de gerçekleşir, isten­
mese de. Ve bu değişime karşı çıkanlar, bir gün kendilerinin değişmiş
olduğunu görürler. isteseler de istemeseler de. .
Değişme hazır olmak da önemli bir özellik, değerli bir niteliktir. Gi­
derek bir anlamda kişinin olgunluğunun göstergesidir. Çünkü biraz yu­
karıda değinmiş olduğum gibi, değişime uymak kolay değildir.
Kimi zaman da insanlar, kimi şeyler değişirken, kimi şeylerin
değişmemesini isterler; kimi şeylerin değişmesine kızarlar. Giderek ki­
mi şeylerin değişmesi için uğraşırken, buna bağlı kimi başka şeylerin
değişmemesine çalışırlar. Hiç kuşkusuz insanı insan yapan, kimi temel
değişmezler vardır.

1 96
Değişmez kimi değerler, değişmez Kimi tutumlar vardır. Fakat
bunların dışında değişim bir bütündür. Bir şeyler değişirken, bunlara
bağlı başka bir şeyler de değişir. İstense de istenmese de. . .
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Siva� Kongresi'nde biçimlenen,
Ulusal Kurtuluş Savaşımımızın zor ve onurlu günlerinde ortaya çıkan
ve Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran siyasal örgüttür. Zaman içinde bu par­
tiden kimi kopmalar olmuş ve bu kopmaıarın sonunda ortaya çıkan
yeni siyasal örgütlenmelerle Türkiye'de çok partili yaşama geçilmiştir.
1 980'e gelene de toplumumuzda bir kısım insanlar tarafından (sıra­
sında) körükörüne desteklenmiş, kimi insanlar tarafından karşı çık­
mıştır. Kimi insanların gözünde iyi denebilecek ne varsa CHP'nin eseri­
dir, kimi insanların gözönünde CHP demek, tüm kötülükler demektir.
1 920'1erden 1980'1ere gelirken CHP, değişen Türkiye ve dünya
koşullarına önemli ölçüde ayak uydurmuştur. Bir zamanların mutlak
otoriter tek partisi, oldukça sancısız bir biçimde demokrasiye yol aça­
bilmiş ve bu demokrasi içinde muhalefet görevini başarıyla yürüt­
müştür. Daha sonra 27 Mayıs Devrimi'ni izleyen dönemde, yine de­
mokrasinin kurulmasına büyük katkılarda bulunmuş ve iç bünyesindeki
köklü değişimlerle birlikte (ve bu değişikliklere karşın), Türk demokra­
sinin güvencesi olma özelliğini 1 2 Eylül karşı devrimine kadar sürdür­
müştür. 12 Eylül ara rejiminin CHP'yi kapatması, kendi mantığı açısın­
dan doğru ve tutarlıdır. Türkiye'yi bambaşka bir mecraya sokmak is­
teyen iç ve dış güçlerin, böylesine yüklü bir siyasal mirasa saldırmala­
rını anlamak kolaydır. Ve bu dönemde devlet sadece CHP'yi kapat- ,
makla kalmamış, tüm gücüyle CHP'lilerin ve özellikle gençlerinin üze­
rine gelmiştir. CHP'nin yanı sıra öbür partiler de kapatılmış, fakat
MHP'nin işkenceden geçen genç bir kesimi dışında, partililer üzerine
gidilmemişti.
CHP'nin kapatılmasıyla doğan boşlukta önce Halk Parti gibi ica­
zetli bir örgütlenme ve daha sonra DSP ve SODEP ortaya çıktı. DSP,
CHP'nin son liderinin, SODEP, SHP'nin örgütünün partisi idi. Daha
sonra erime sürecindeki Halkçı Parti ile SODEP birleşerek SHP'yi
oluşturdular.

CHP açılırken tartışmalar


1 2 Eylül dönemi, tam bir yalan-doları dönemi idi. Çok gelişen
kitle iletişim araçlarının desteklediği yoğun bir propaganda ile Türk top-

1 97
ıumunun değerler sistemi alt-üst edildi. "Çağ atlıyoruz• yalanlarının ar­
dında, toplumun büyük bir çoğunluğu çağdışı bir sefalete itilirken, mut­
lu bir azınlık tüketim normlarını Batı toplumlarının üstüne çıkarttı. Hem
de sefalete itilen kitlelerin desteğiyle! Herkes bir "kf.ışe dönme•, "tokat
atma• umuduna kapıldı. Batı'ya uyumlu (entegre olma) yalanıyla, Türk
ekonomisi iyiden iyiye çıkmaza sokuldu. Üretmeden tüketmek, hayalle­
ri, toplumun tüm kesimlerine damgasını vurdu. Ve ilginç bir biçimde
SHP de bu gidişten bir ölçüde nasibini aldı. CHP'nin mirası üzerinde
kurulan SHP'de "değişen dünya koşullarıyla" başlayan aykırı görüşler,
sonunda altı ok tartışmalarına kadar geldi.
Aslında 1 2 Eylül karşı darbesi oımas>J.ydı da muhtemelen CHP
içinde bu tür tartışmalar olabilecekti. Ancak hiç kuşkusuz cılız kalacak­
tı. Ama sapla samanın karıştığı bir dönemde, bu tür tartışmalar ön pla­
na çıktı. Şimdi CHP açılırken (CHP mutlaka açılacaktır), bu tür tartışma­
ların insanları nerelere götürebileceğine dikkat etmek gerekmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti, Ulusal Ant, (Misak-ı Milli) sınırları içinde ku­
rulmuş laik bir cumhuriyettir. CHP, bu cumhuriyetin kurucu örgütüdür
ve "altı ok" bu örgütün temel ilke ve hedefleridir. (Altı oku bir başka ya­
zımda ele almak istiyorum).
Şimdi, sürekli olarak değişen dünya koşullarından söz eden ve
Türkiye'nin de bu değişime ayak uydurmasından dem vuran kişilere
sormak istiyorum: Değişime ne kadar hazırsınız, ya da ne kadar
değişime hazırsınız?
Sadece altı oku mu tartışmak istiyorsunuz? Sadece Kürt kimliği
üzerinde mi durmak istiyorsunuz? Laz kimliği ya da Boşnak kimliği sizi
ilgilendirmiyor mu? Ulusal Ant sınırlarını tartışmaya hazır mısınız? Loza­
n'ı tartışmak ister misiniz? Laik toplum düzenini teıriışmak işinize gelir
mi? Eğer halkımızın çoğunluğu bir şeriat düzeni isterse, bu düzen
içinde kendinize bir yer bulabilecek misiniz? vs, vs.

Sonuç
Bu soruların yanıtı açıklıkla verilmek zorundadır. "Efendim ben
Kürt kimliğinin tanınmasını istiyorum, ama Ulusal Ant hudutlarının ko­
runmasından yanayım" diyemezsiniz. Örneğin Kürtler için ne istiyorsa­
nız, · Lazlar için de Boşnaklar için de Çerkezler için de Abazalar için de
Pomaklar için de Yörükler için de istemek zorundasınız. "Sivil toplum
içinde dinsel örgütlenmeye engel olunmasını istiyorum, ama şeriat

1 98
devletine karşıyım• diyemezsiniz. "İran'daki rejime karşıyım, ama Ce­
zayir'de ordu müdahale etmemeliydi" demek hakkınız da yoktur.
"Cumhuriyetin getirdiği haklardan yararlanmak istiyorum, ama res­
mi ideolojiye karşıyım" da diyemezsiniz. Değişime katlanmak zor "ze­
naat''tır. Boş konuşmak, orada-burada atıp tutmak kolaydır. Ama iş
gerçek yaşama gelince, tutarlı olmak gerekir. CHP'nin yeniden açılma­
sının bu tür tartışmalara netlik getirmesini umuyorum.

1 99
SON UÇ
İKTİSATÇI OLMAK

Kimi meslek dalları, herkesin kendini uzman sandığı bazı alanları


kapsar. Bunların en önde gelenlerinden biri iktisat alanı ve "iktisatçılık"
mesleğidir. Gerçekten, herkes kendini şu, ya da bu ölçüde iktisatçı
sayar. Ve işin ilginç yanı, iktisat biliminin birkaç yüz yıldır ortaya koy­
duğu en basit kuram ve kuralları bilmeksizin, bu alanda at koşturur.
Aslında, hemen her mesleğin "amatörleri" ve meraklıları vardır. Ör­
neğin, kimileri kendilerini tıp alanında ya da tıbbın belirli bir dalında uz­
man sayarlar. Mideleri ağrıdığı zaman tıbbiyede okuyan komşu ço­
cuğunun birkaç kitabını karıştırarak buna çare bulmaya çalışırlar. Ama
eninde sonunda bir uzmana başvurmak geı ekir.

Uzman enflasyonu!..
Kimileri avukatlığa meraklıdır. Her hukuki sorun� bir çözüm bula­
bileceklerini sanırlar. Hele, "... efendim, benim mantığıma göre... " diye
lafa giriştikleri zaman, yanlarından hemen kaçmak gerekir. Zira, bunla­
rın mantığı çoğu zaman yasalarla pek de uyum içinde olmaz. Ve so­
nunda, "yasaların yanlış" olduğu noktasına gelinir.
Cebindeki sigaranın arkasına gelir ve giderini yazan "aklı ewelle­
rin" kendilerini. muhasebeci sanmaları, üç·beş kuruş vergi kaçırdığı için
kimilerinin kendilerini maliye uzmanı saymaları, vb. gibi örnekleri ço­
ğaltmak mümkündür. Herkes kendini kent planlayıcısı sayabilir. Hele
insan psikolojisi söz konusu olduğu zaman, uzman sayısı, sorunlu in­
san sayısından çok daha fazladır.
Köy kahvesinde ayağını altına alarak oturmuş olan "erkanıharp"
ülkenin iç ve dış politikasına ve bütçe açığına çareler önerirken, ken­
dinden mutlak olarak emindir. Taraftarı oldLğu takım yenik durumday­
ken açık tribünün en arkasından taktik öneıen tamirci çırağı, en seçkin

203
antrönörden daha yetkili sayar kendini. Hiç unutmam, geçmiş dö­
nemde güzide bir kulübümüzün hayatında forma giymemiş yüz kil.oluk
başkanı, kritik bir penaltıyı gole çeviren futbolcusunu övmek için, " .. val­
lahi o penaltıyı ben bile atamazdım .. " diyebilmekte idi. Yüz karaborsa­
cıyı asarak çürük meyva sokuşturan manavları keserek, vergi kaçıran
mükellefi kazığa oturtarak ülkenin kalkınabileceğine inanan insanlar,
tahmin edilenden daha çoktur.
İşte böylesi koşullar altında, Türk iktisatçıları, herkesin uzman ol­
duğu bir alanda, doğrusu oldukça ezik ve sessiz kalmak durumunda­
dırlar. Ancak, bu durum biraz da iktisat biliminin, daha doğrusu top­
lumsal bilimlerin doğasından gelmektedir. Şimdi bunun üzerinde biraz
durmamızda yarar vardır.

Deneme-sınama
Doğal bilimciler, toplumsal bilimleri "bilim sayma" konusunda ol­
dukça kuşkulu davranıklar. Zira, laboratuar olanakları olmadığı için,
toplumsal olayları deneme ve sınama olanağı yoktur. Bir olay, değişik
zaman ve mekanlarda test edilemediğinden, toplumsal bilimlerde olay­
ların ''yasalarını" bulmak da mümkün değildir. Örneğin, bir taşı belirli bir
yükseklikten yere bırakırsanız, belli bir hızla düşer. Bu deneyi, ister
lstanbul'da yapın, ister Berlin'de, ister Pekin'de, sonuç değişmez. Bu­
gün alacağınız sonucu, dün de alabilirdiniz, isterseniz yarın da alabilir­
siniz. O zaman, artık bir yasadan sözetmek mümkündür.
Toplumsal bilimlerde yasalardan söz edilemeyeceği açıktır. An­
cak, toplumsal bilimler için, bizzat toplumun kendisi bir laboratuar ola­
rak düşünülebilir. Aynen doğal bilimcinin yaptığı gibi; belirli bir mantık
ve yöntem ile ve her türlü bilimsel kuşkuyu taşıyarak ve objektif bir bi­
çimde toplumsal olayları inceleyen toplum bilimci, acaba bazı sonuçla­
ra ulaşamaz mı? Çok farklı yerlerde ve çok farklı zamanlarda ortaya çı­
kan benzer olayların, benzer sonuçlara ulaştığının saptanmasının aca­
ba hiç değeri yok mudur? Bu "benzer'' sonuçların ortaya çıkması el­
bette bir kanun olarak isimlendirilemez, ama acaba belirli "eqilimler­
den", belirli "temayüllerden" bahsetmek mümkün değil midir? Elbette
mümkündür.

Her ne kadar...
Gerçekten, toplumsal bilimler toplumsal değişimin yasalarını ol­
masa bile, eğilimlerini ortaya koymakta oldukça başarılıdırlar. Hele, ele

204
alınmak istenen toplumun yapısı nesnel "e ayrıntılı bir biçimde bili­
niyorsa, pekala
' bu toplumun geleceği ile ilyili sağlıklı tahminler yapıla-
bilir.
Ancak, Türk iktisatçıları tüm bu tesbitıerimize rağmen, içinde bu­
lundukları kör kuyulardan seslerini duyurabilme konusunda çok zorlan­
maktadırlar. Bunun iki nedeni vardır. Bunlardan birincisi, Türkiye'mizin
toplumsal yapısının henüz yeterince aydınlatılmamış olmasıdır. Bu yapı
üzerindeki araştırmalar iki elin parmaklarının sayısını geçmeyecek dü­
zeydedir. Ve işin acı tarafı, bu meselenin önemi de tam olarak anlaşıl­
mamışa benzemektedir. Toplumsal yapı bir tarafa, Turkiye'nin yakın ta­
rihinin yorumlanması konusunda bile biribirinden çok farklı görüşler ol­
duğu gibi; Osmanlı toprak düzeninin isimlendirilmesi konusunda bile
tam bir cossens.us sağlanamamıştır. İşte �u olumsuz koşullar altında,
sağlıklı iktisadi analizler yapmak çok güç olmaktadır.
İkinci neden ise bizzat iktisat eğitimi ıle ilgilidir. İkinci neden ise
bizzat iktisat eğitimi ile ilgilidir. Türkiye'de t.er ne kadar uzun geçmişi
bulunan İktisadi ve Ticari Bilimler Akademıleri kurulmuşsa da, her ne
kadar İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi yarım yüzyılı aşan bir geç­
mişe sahipse de; her ne kadar Mülkiye'nin yetiştirdiği binlerce maliye­
ci, "vatanın gözyaşlarını dindirmeye" çabalıyorlarsa da ve her ne kadar
artık iktisat eğitimi açıköğretim bile konu olacak kadar yaygınlaşmış ve
popüler hale gelmişse de, bu kurumlar "iktisatçı" yetiştirmemektedir.
örneğin, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesini (isterse İktisat Bö­
lümü olsun) bitiren bir öğrenci, okul bittiği zaman "iktisatçı" değil, sa­
dece İktisat Fakültesi mezunudur. Eğer iktisatla ilgili bir iş bulur ve bir
süre çalışırsa, ancak ondan sonra "iktisatçı" olabilir. Oysa ki, Tıp Fakül­
tesi'ni bitiren genç, doktordur, Teknik Üniversite'yi bitiren genç, mü­
hendis.
Hele, günümüz Türkiye'sinde herkesin uzman olduğu iktisat ala­
nında iktisatçılara pek yer kalmamaktadır. Gerek kamu sektöründe, ge­
rek özel sektörde bir işyerine; bir mühendis. bir işletmeci ve bir de ikti­
satçı almak · durumunda olan işveren, üç kişi istihciam edeceğine, "ya­
lapşap" bir işletme, ya da iktisat eğitimi görmüş bir mühendisi istihdam
ederek meseleyi halletmektedir.
Kaldı ki; iktisadi kararlar çoğu kez siyasal kararlardır. Özellikle ka­
mu sektöründe, siyasal yatırım hevesi, iktisatçının önerilerine iyice ku­
lakların tıkanmasına neden olmaktadır. Özel sektörümüz de daha K.u-

205
rumlaşamamış olduğu için, çoğu zaman "alaylı" otan, ya da bir başka
meslek mensubu otan işveren, kendi deneyim ve sezgilerine, iktisatçı­
nın önerilerinden çok daha fazla güvenmektedir. Ve işin acısı -Türki­
ye'nin karmaşık sosyo-ekonomik yapısı nerieniyle- kimi kez haklı çıka­
bilmektedir.
Ve bizler, akademisyen iktisatçılar; ç.ığımızın ekonomi çağı ol­
duğunu söyleyerek kendimizi ve öğrencile, ımizi avutmaya çalışıyoruz.
Kimi zaman; çok iyi bildiğimiz şeylerin ters çıkmasının şaşkınlığıyla, ki­
mi zaman ve çoğu zaman; "Biz bu olanların olacağını yazıp söyle­
miştik .. " demenin acısıyla

206

You might also like