Professional Documents
Culture Documents
(ATATÜRKÇÜLÜK VE
SOSYAL DEMOKRASİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER)
Toktamış ATEŞ
6.BASIM
DER YAYINLARI
İSTANBUL 1996
-
•
DER YA YINEVİ
Sahaflar Çarşısı No.1
Beyazıt-İstanbul
Tel :(0212) 527 01 65
Faks:(0212) 513 55 75
P.K. 109 Beyazıt
•
Yayın No: 101
•
Basım
SÖGÜT Ofset
•
Cilt:
AZİZKAN Mücellithanesi
•
Kapak
Yurdagül TUNCA
/
•
ISBN 975-353-016-1
Canımın can/art
Kızım Ayşegül
ve
Yeğenim Ahmet Emre'ye
iÇiNDEKiLER
7
V - DEVRİMİN TEMEL TAŞLAR! ..................................................... 131
Lozan Andlaşması 60 Yaşında ................................................... 133
Lozan'ın Düşündürdükleri ................... ....................................... 137
Cumhuriyetin Anlamı ........................... ....................................... 143
Cumhuriyeti Anlamak .................................................................. 147
Cumhuriyete Sahip Çıkmak ........................................................ 151
8
GİRİŞ
"Biz Devrimi Çok Seviyoruz", bir gazete yazısının başlığı idi. Eski
miş bir takım devrimcilerin, ya da bir zamanlar devrim çığırtkanlığı ya
parak kendilerine ikbal sağlamaya çalışanların, ya da devrimci geçin
menin itibar sağladığı bir dönemin düzenbazlarının; kendilerine başka
ekmek kapıları buldukları için, "devrimi" ve "devrimci olmayı" karaladık
ları bir dönemde kaleme alınmıştı. Gerçekten, birtakım insanlar, yeni
efendilerine yaranmak için olsa gerek, günah çıkartırcasına devrim
ciliğe saldırıyorlardı. Bu arada neden bir zamanlar devrimci olduklarını
da açıklamaya çalışıyoriar ve adeta, "artık bu hastalıktan kurtulduk" me
sajını vermeye çabalıyorlardı.
Bu yazının yazıldığı dönemi izleyen günlerde, dünyada inanılması
güç değişimler oldu. Sovyetler Birliği çözüldü, Sosyalist Blok çöktü,
Batı Avrupa'nın sosyal demokrat partileri oy yitirmeye başladılar. Kimi
leri, "biz demiştik" gibisinden sevinç çığlıkları atmaya başladılar. Artık
bazı şeylerin modasının geçtiği anlayışı egemen kılınmaya çalışıldı.
Sosyal Darwinizm kökenli yeni sağ anlayış, 19. Yüzyılda bile rastlan
mayan vahşi bir kapitalizm anlayışını yeniden gündeme getirirken, Tür
kiye gibi kimi ülkelerde, sol sloganların ardına sığınarak seçim kazanan
liberallere rastlanır oldu.
· Gene bu arada Türkiye'de Atatürk'e, Atatürkçülüğe, Türkiye Cum
huriyetinin temel ilkelerine "sivil toplum" adına saldırmak modası başla
dı. Bir yandan ilerici görünmek isteyen kimileri, "resmi. ideoloji" ye sal
dırmak adına, laik cumhuriyetimizin temel kurumlarını yıpratma gayre
tine giriştiler. Yaşadıkları özgürlük ortamını kime borçlu olduklarını tü
müyle unutarak .. Oysaki Türkiye'de tüm kavramlar içiçe girmiş durum
daydı. Ne devrim tanımı belliydi, ne liberalizm tanımı açıktı, ne sivil top
lum kavramı herkesin anlayabileceği biçimde ortaya konulabiliyordu.
Bu konularda zaman, zaman kaleme aldığım yazılarda tanımlar geti
riyor, açıklamalar yapmaya çalışıyordum. Ve kimi meslekdaşlarım bun
ların bir kısmına katılmadıklarını ifade ettiklerinde, "siz de yazın, tar
tışalım .. " diyordum. Ancak son yıllarda bu tür tanımlamalarımla ilgili
11
olarak bir tek yanıt alamadım. Evet, lafta itiraz çoktu ama, yazılı bir tek
itiraz çıkmadı. Zira çıksaydı, hakkettiği yanıtı yazılı olarak alırdı.
Bu kitaptaki değişik yazılarda aynı tanımlara gene rastlayacaksınız
ama, t;ıen temel bazı kavramları, ya da bunların bir kısmını burada da
bir kez ele almak istiyorum.
Devrim (ya da eski dilimizdeki ifadesiyle inkılap) bir toplumdaki
ekonomik ve siyasal yararlanma olanaklarının toplumun geniş kesimle
ri yararına hızla değişimidir.
Ekonomik yararlanma dediğimiz zaman kastettiğimiz husus, "da
ha dengeli bir gelir bölüşümü" ve "ekonomik fırsat eşitliğidir". Siyasal
yararlanma dediğimiz zaman kastedilen ise, "siyasal katılım", yani in
sanların kendilerini ilgilendiren, ya· da ilgilendirebilecek olan hususlar
dakı kararların alınmasına katılmalarıdır.
Yukardaki tanımımızdaki unsurlardan biri "hızlı değişim"dir. Ger-
çekten, eğer bu değişim yavaş yavaş olursa; "evrim" (eski dilimizde
''tekamül") sözkonusu olur.
Eğer ekonomik ve siyasal yararlanma olanaklarındaki değişim ge
niş kesimlerin lehine olmaz da, bir kesimin lehine olursa, o zaman bir
"karşı-devrim (reaksiyoner devrim)" söz konusu olur.
Türkçede en çok "devrim" ve "ihtilal" kavramları karıştırılmakta,
çoğu kez bu iki kavram biribirlerinin yerine kullanılmaktadır. Oysaki ihti
lal sözcüğü, devrim sözcüğünün değil, ayaklanma sözcüğünün
karşılığıdır. Ve bir iht;ialin (ayaklanmanın) başarıya ulaşması durumun
da ortaya ne çıkacağı belli olmaz.
Bir ihtilal (ayaklanma) girişimi, toplumun türlü kesimlerinden gele
bilir. Örneğin; bir sınıf, bir bölge, bir etnik grup, bir kent halkı ordu, or
dunun bir bölümü vb. ayaklanabilir, ihtilal girişirninde bulunabilir. Eğer
bu girişim başarıya ulaşmazsa, buna girişenlerin sonları çok kötü olur.
Ama girişim başarıya ulaşırsa bunun sonu da bir "devrim" (inkılap) da
olabilir, bir "karşı-devrim" de olabilir. Ayaklanma öncesinde kimi tah
minlerde bulunulabilinir ama, kesin birşey söylemek mümkün değildir.
Kimi zaman da, bir ayaklanma sonrasında, toplumun yaşamında
hiçbir değişim olmaz. Sadece yönetici klik değişir. Bu durumda bir
"hükümet darbesinden" söz etmek durumundayız, ya da eski deyimle
"darbe-i hükümet''ten.
Türkiye'de biraz yukarda kısmen değindiğimiz ve kitabımız
boyunca zaman zaman gündeme gelecek olan "sivil toplumcular", tü-
12
mü ordudan kaynaklandığı için, 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül'ü aynı
kefeye koymaktan pek hoşlanırlar. Oysaki yukardaki tanımların ışığı al
tında, .27 Mayıs bir devrim, 12 Mart bir hükümet darbesi ve 12 Eylül
tartışmasız bir karşı-devrimdir. Kttapta bununla ilgili birkaç yazı da bula
caksınız.
Gene sapla-samanı karıştıran kimi yazarlarımız, her devrimin bir
ihtilal sonrasında gerçekleştiğini ileri sürerler ve "devrim kansız olmaz"
gibisinden hikmetler yumurtlarlar. Oysaki her devrim mutlaka bir ihtilal
sonrası olmadığı gibi, her ihtilal de mutlaka bir devrim ortaya çıkart
maz.
Ve Türkiye'mizde birileri hala, "Atatürk devrimci miydi", gibisinden
tartışmalarla uğraşırlar. 1920'1i yıllarda Türkiye ile aynı gelişmişlik dü
zeyinde olan kimi güney ve doğu komşularımızın haline hiç bakma
dan, "Atatürk devrimleri üst yapı devrimleridir, toplumu etkilememiştir
ve topluma rağmen yapılmıştır" gibisinden ifadelerle, Mustafa Kemal'e
dil uzatmaya çalışırlar.
Ünlü doğabilimci Daıwin; karada; havada ve sudaki canlı türlerini
inceledikten sonra varlığını devam ettirebilen canlı türlerinin iki ortak
özelliğini belirlemiş:
- Güçlü olan canlı türleri yaşıyarlar,
- Değişen koşullara ayak uydurabilen canlı türleri yaşıyorlar. Diğer
türler, günümüz kelaynak kuşları gibi ortadan siliniyorlar.
Daıwin'in bu görüşleri geçtiğimiz yüzyılın sonlarında toplumsal
yaşama uyarlanmış kimi yazarlar tarafından. Doğal olarak ırkçı bir
düşünceye temel oluşturacak biçimde. Güçlü ırklar ve değişime ayak
uydurabilen ırklar yaşar, diğerleri yok olur:' gibisinden bir sonuca
ulaşmışlar. Ve bu ilginç görüş, son yıllarda başta M. Friedmann olmak
üzere, bir dizi iktisatçı tarafından iktisadi yaşama uyarlanmak isteniyor.
"Güçlü olan ve değişime ayak uydurabilenler yaşar''. Peki ya diğerleri
ne olacak? Kelaynakiar gibi nesilleri mi tükenecek?. Yoksa yaşamak
için kendilerine yeni bir geçegen bulup oraya mı göçecekler?
Ve bu tür mantıksızlıkları savunmak, bir anlamda sivil toplumculuk
oldu. Devlete karşı çıkıldıkça, bireyin yüceltileceğini sanan kimi kalem
ler; devlete derken, devletin ideolojisine karşı çıkmaya başladılar. Ve
bu ideolojiye karşı çıkarken, Nasreddin Hoca misali, kendi bindikleri
dalı kesmeye başladılar. Gene aynı mantık içinde cemaati, en ufak sivil
toplum örgütlenmesi gibi gören kimi solcu eskileri, şeriatçılık sınırlarını
kolayca aşıverdiler.
13
Çok saygı ve sevgi duyduğum Şükran Kurdakul, bundan yıllarca
önce "Sosyalist Kültür Ansiklopedisi" için "Kemalizm" maddesini yaz
mamı istemişti. Doğrusu o maddeyi çok büyük zahmetle. ve çok öze
nerek yazmıştım. Ama ansiklopedinin bütl.ınlüğü içinde kaynayıp git
mişti. Daha sonra 1980 Ekim'inde yayınlanan bir derleme kitabıma bu
makaleyi temel almış ve "Kemalizmin Özü" demiştim. Ancak 1980'in to
zu dumanı içinde bu kitabım da istediğim ilgiyi uyandıramadı. Herneka
dar kitap birkaç baskı yaptıysa da, okuyucuların çoğu o günlerde Ata
türk ödevi yapan lise öğrencileriyle sınırlı kaldı. Bu makaleyi bu kitabı
ma da alıyorum. Çok anahatlarıyla da olsa, günümüze kadar uzanan
"ilerici-gerici", •sol-sağ" çizgisinin net bir biçimde ortaya konulmasında
sayısız yararlar görüyorum.
Birara herkesin keskin Atatürkçü olduğunu ibretle gözlemiştik. An
cak bu dönemde kimileri ve özellikle Türkiye'nin geleneksel olarak tu
tucu sayılan kesimlerinin bir bölümü; kendileri Mustafa Kemal'e uya
mayınca, Mustafa Kemal'i kendilerine uydurmaya çabaladılar. Ve 12
Eylül'ün sözde ve sahte Atatürkçü yönetimleri sırasında bu olanağı ya
kaladılar. Atatürk'ün yaptığı her şey çarpıtılmaya çabalandı. Özel hukuk
alanına giren hususlara bile el attılar, mirasını geçersiz kıldılar. Ve bun
lar hep kendi belirledikleri bir Atatürkçülük adına yapıldı.· Ve gene çok
ilginç bir biçimde, geleneksel olarak ilerici nitelikte olmaları beklenen
kesimlerden kimileri de, 1 2 Eylül'e karşı çıkıyoruz diyerekten, Atatürk'e
karşı çıkmayı marifet sandılar. Demokrasi ve sivil toplum adına Ata
türk'ü mahkum ettiler. 1 920'1erin, 1930'1arın Türkiye'sini 1 990'1arın ölçü
leriyle değerlendirdiler. Kitapta bu konuda da birkaç makale bulacak
sınız.
Türkiye'de neyazık ki, çok az okunuyor. örneğin gerçekten yürek
ten Atatürkçülerden çok azı Söylev'i okumuştur. Elbette Atatürk'e karşı
olanlar arasında da çok azdır Söylev'i okuyan. Ve Atatürk'ün Söylev'de
açıkça kendini Anadolu'ya Vahdettin'in gönderdiğini yazmasına
karşılık; kimileri yeni bulmuşcasına "Mustafa Kemal'i Anadolu'ya Vah
dettin göndermiş .. " diyerek kendilerince Mustafa Kemal'i küçük düşür
meye çalışırlarken; buna karşı çıkan kimileri de bunun yalan olduğunu
isbata çalışırlar. Oysaki; yukarda değindiğimiz üzere Mustafa Kemal
Anadolu'ya geçmeden önce Vahdettin'i son kez ziyaret eder. Vahdettin
kendisine bir saat armağan eder ve yanındaki sehbada duran kalın bir
tarih kitabına vurarak, "Paşa şimdiye dek yaptıkların bu kitaba yazıldı.
Ama şimdi seni daha büyük görevler bekliyor" der. Bunları Söylev'de
14
ifade eden ve kaleme alan MUstafa Kemal'in kendisidir. Ama acaba
Vahdettin'in kurtarmak istediği şeyle, Mustafa Kemal'in kurtarmak iste
diği şey aynı mıdır? Acaba Vahdettin M ustafa Kemal'in kafasındakileri
bilseydi, onu böylesine geniş yetkilerle Anadolu'ya gönderir miydi? Hiç
sanmıyorum. Kitapta bu konuda da birkaç makale okuyacaksınız.
Türkiye'de gerçekten kitap okunmuyor. En ünlü şairlerimizin
doyumsuz kitapları bin-binbeşyüz satıyor. En çok okunan romancıları
mızın kitaplarının satışları üç-beş bini geçmiyor. Bir yandan görüntülü
basının (TV) etkileri, bir yandan yılardan beri kitap ve kitap okuyanlara
karşı girişilen olumsuz propaganda ve kitabın nedereyse bir suç. aleti
gibi gösterilmesi, toplumumuzdaki okuma alışkanlığını, kitap okuma
zevkini, kitap alma-kitaplık sahibi olmanın hazzını neredeyse ortadan
kaldırdı. Yirmibeş yıllık bir öğretmen olarak bu acı durumu öğrencile
rimde açıklıkla gözlemekteyim. Ve işin kötüsü; hergün biraz daha az
okunmakta, her yeni yıl eski yılı aratmakta.
"Atatürk İlkeleri ve İnkılap. Tarihi" dersimde "Türk Devrim Tarihi"
başlıklı kitabımın yanısıra, Atatürk'ün Söylevi'�i de okutmaya çalıştım
yıllarca. Hemen hiç kimseye okutamadım. Tı.irk Devrim Tarihi'nin 4.
Baskısına Söylev'den bazı bölümleri ve çok sevdiğim bazı metinleri
"okuma parçası" olarak aldım. Gene kimseye okutamadım. Bir vizede
Söylev'den birşeyler sorduğumda, son sınıfların yaklaşık sekizyüz
öğrencisi arasından, seçimlik olan bu soruyu yanıtlayan bir tek kişi çık
madı. Geçtiğimiz yıl "Demokrasi Teorisi" başlıklı bir kitabımı yardımcı ki
tap olarak kullandım. Birinci sınıflarda kısmen okunmasını sağlayabil
dim. Şimdi bu çok kolay okunan kitabımı, ya da derlememi yardımcı
kitap olarak okutmayı düşünüyorum. Bakalım başarabilecek miyim.
Biz devrimi gerçekten çok sevmiş, çok inanmış ve bu yüzden
çektiğimiz sıklntılarJa bile mutlu olmayı bilmiştik. Biz devrimi hala çok
seviyoruz. Kendinden öncekilerin devrimci mirasını alan ve bunu ken
dinden sonraki kuşaklara devreden Mustafa Kemal'i de çok seviyoruz.
Ama bir tabu gibi görmüyoruz. İnsanca zaafları olduğunu da biliyoruz,
zayıf tarafları olduğunu da biliyoruz, hatalarını da görüyoruz. Ama bun
ları diğer yönleriyle karşılaştırdığımız zaman, 1 920'1erin Türkiye'sinde
ortaya çıkması beklenemeyecek kadar zarif, ileri görüşlü, örgütçü ve
güçlü bir liderle karşılaşıyoruz.
Dünya üzerinde kurduğu devleti kavramsal bir biçimde gençliğe
emanet eden başka bir lider yoktur. Mustafa Kemal'i bunun için de se
viyoruz. Gençliğe güvenmeyenlere, gençliği saf dışı bırakmak için bin-
15
bir düzen kuranlara bakıyor ve •gençlikten gelen heyecana" inanan ve
güvenen Mustafa Kemal'in büyüklüğünü anlıyoruz.
Karşısındaki düşmanı Ege (Akdeniz) sahillerinden denize dökecek
kadar "vurmasını• bilen, kendi doğduğu kenti (Selanik) gözden çıkarta
cak kadar "durmasını" bilen Mustafa Kemal'i; günümüzün kimi sahte
kahramanlarıyla karşılaştırdığımız zaman aradaki farkı çok daha iyi gö
rüyoruz.
Bu kitaptaki yazıların tümü büyük emek ürünüdür. Kaçınılmaz ola
rak ortaya çıkan kimi yinelemelerin (tekrarların) okuyucuyu sıkmaya
cağını ve sapla-samanın toz duman içinde karıştığı bu dönemde
okuyucularımın kafalarındaki kimi sorulara yanıt bulmada yardımcı ola
cağını umud ediyorum. Zaten bunun ötesinde bir iddiam da bulunma
maktadır.
16
1 - DEVRİMİ SEVMEK VE
DEVRİMCİ OLMAK
BiZ DEVRİMİ ÇOK SEVİYORUZ
19
!imsel açıdın değil, moral açıdan ele almak istiyoruz. Ve sorunu moral
açıdan ele almak istiyoruz. Ve sorunu moral açıdan ele aldığımız za
man, sınıfsal bir çözümleme değil ister istemez bireysel bir yaklaşım
içinde oluyoruz.
20
derse desin, biz devrimi hala çok seviyoruz, uğruna mücadele ediyo
ruz ve çok özlüyoruz.
Rejimin adı demokrasi bile olsa egemen sınıfın elinde çok etkili si
lahlar vardır. Her şeyden önce insanları satın alacak para vardır. İnsan
ların bilinmeyen karşısındaki korkuları, yani din duygularının sömürüsü
vardır. Üstün ırk masalları vardır, ülke bütünıügünün tehlikeye düştüğü
yalanları vardır. Kitle iletişim araçları onların ellerindedir; oyunları vardır,
duzenleri vardır. Ve egemenliklerini tehlikede gördükleri an yapamaya
cakları hiçbir şey yoktur. Yakın tarihe bir göz attığımız zaman açıkça
görülür ki, emekçi kitleler M zaman örgütlenmeye girişseler, ne zaman
kendileriyle ilgili kararları kendileri alma yolunda birkaç adım atsalar, bi
linen senaryolar sahneye konur. Kanlı pazarların ardında da onlar var
dır, 1 Mayıs 1 977'1erin arkasında da onlar vardır, Kahramanmaraş'ın,
Malatya'nın arkasında da onlar vardır. 1 933'te Reichstag'ı yakanlar da
onlardır. Allende'ye karşı kamyoncuların grevini körükleyenler de. Tür
kiye'de hiçbir tutucu (muhafazakar) partinin toplantı ya da kongresi
devrimciler tarafından basılmamıştır. Oysa emekçi kitleler ne zaman
yasal sınırlar içinde örgütlenmeye çalışsalar, toplantıları "milliyetçilik
adına" basılır. Ve sonunda basanlar değil, basılanlar suçlu olur.
Biz devrimi hala çok seviyoruz ve uğruna mücadele ediyoruz.
Tam ve eksiksiz bir demokrasi içinde sorunlarımızı çözeceğimizi biliyo
ruz. Beceriksiz ve basiretsiz kimi politikacıların ellerinde çarçur olan
ekonomik kaynaklarımızı geniş kitlelerin kararları çJoğrultusunda ve bu
kitleler lehine yeniden harekete geçirdiğimiz zaman, şimdiki sahte dar
boğazların ortadan kalkacağına inanıyoruz. Bu toplumun yetiştirdiği
değerlerin emeklerinin ürünün bir avuç azınlık değil, yine bu topluma
yöneldiği zaman sözde bunalımların geride kalacağını biliyoruz.
yoruz.
21
Sahte ilişki, sevgi ve dostlukların: geçici doyum ve mutlulukların
kimi zaman özlem ve pişmanlıklarla da dolu yapışkan dünyasından
bize veda edenlere, güle güle. Biz devrimi Miti çok seviyoruz, uğruna
mücadele ediyoruz ve kazanacağımızı biliyoruz.
22
DEVRİMCİ KiMLiK VE DEVRiMCİ MÜCADELE
23
düşüncesi sosyalizmin tek rehberi olarak değerlendirilmezse bu ge
lişmeler pekala Marksizme de uygundur. Kaldı ki döneminin nesnel
koşullarını görmezden gelen Ortodoks Marksistlere zaman zaman en
sert eleştirileri getiren Lenin'in; 1 990'1arın dünyasında nasıl bir kuram
geliştireceği de pek bilinmez.
Türk solu, bu gelişmeleri açıklama konusunda çok zorlanıyor.
Çok sevdiğim, saygı duyduğum kimi lider konumlu arkadaşlarımız öy
lesine yuvarlak açıklamalar getirdiler ki, ben ne demek istediklerini an
layamıyorum. Benim anlayamadığım bu açıklamaları, acaba kimlerin
anlayacağını sanıyorlar da acaba kimler anlıyor? Oysaki devrimci mü
cadelenin bundan sonraki adımlarını sağlıklı bir biçimde atabilmek için,
dünyadaki gelişmeleri net bir biçimde açıklamak gerekiyor.
Bilimsel sosyalizmin serpildiği 1 9. yüzyılın ikinci yarısının nesnel
koşulları incelendiğinde, günümüz dünyasıyla hiçbir benzerlik bulmak
mümkü., değildir. Tarım kesimindeki verim artışıyla; daha az sayıda in
san, daha çok sayıda insanı doyurabilirken kentlere doğru hızlı bir iş
gücü akımı başlamıştı. Bu akım emek piyasasında bQy.ük bir arz fazlası
oluşturmaktaydı. Ve bu fazlalık. sınırsız bir emek sömürüsünün bas ne
deniydi. O günlerin eğitimsiz. .b ilinçsiz, örg_ütsüz işçi sınıfının. gerçek
ten 'zincirlerinden başka' yitirebileceği bir şeyi yoktu.
O günlerin devrimci mücadelesi, haklı olarak bir demokrasi müca
dalesi idi. Gitgide artan sayıları ve olgunlaşan biliçleri ile emekçi kitleler
siyasal kararların alınmasına 'katılmak' ve böylece bazı 'haklar' elde et
mek istiyorlardı. Çocuk ve kadın emeğinin kullanılmaması, belirli bir ça
lışma süresi, insanca yaşayabilecek bir ücret, yıllık izin vb. gibi çok
masum haklar. .
İngiltere'de egemen sınıf b u talepleri oldukça barışçı b i r biçimde
karşılamaya çabalarken, Kıta Avrupası'nda bu taleplerin karşısına asker
çıkartılıyordu. En masum istekler ve talepler bir kan gölünde boğul
maya çalışılırken devrimci mücadele de ister istemez silahlı bir müca
deleye dönüşüyordu. Ancak düzenli ordular karşısında silahlı işçilerin
hiçbir başarı şansı yoktu. Paris Komünü bunun açık bir kanıtı oldu. Za
ten 1 . Enternasyonal kaçınılmaz yenilgiyi baştan görmüş ve engelle
meye çabalamıştı.
1 9. yüzyılın sonlarına gelinirken çığ gibi büyüyen emekçi kitleler
demokratik istemlerini (taleplerini) kabul ettirmeye başlamışlardı. Nüfus
içinde oranları çok yükselmişti ve gerek rasyonel ve gerekse insani
açıdan bu talepleri durdurmak mümkün değildi. Bu arada inanılmaz
24
zorluklarla siyasal örgütlerini oluşturmuşlar ve egemen sınıfların karşısı
na 'birey toplulukları' olarak değil 'örgüt' olarak çıkmışlardı. Devlet belki
de 'egemen sınıfın baskı aracı' olarak kurulmuştu. Ancak işçiler bu
devleti barış içinde ele geçirecek gibiydiler. Koşulları iyi değerlendiren
2. Enternasyonal de bunu destekliyordu.
Birinci Dünya Savaşı'na bu hava içinde girildi. Kimi örgütlerin tüm
karşı çıkmalarına karşın, işçiler de cephelere koştular. Çünkü artık yiti
rebilecekleri bir şeyleri, en azından umutları vardı. Zaten savaş sonra
sında kurulan Milletler Cemi)'�ti ana ilke olarak şunu alıyordu: ." Evren
sel barış. ancak sosvaı adalet üzerinde kurulat)iJir." �u arada tarihin te
kerleğini geri çevirebileceÇıini sanan Rus Çarlığı tepetaklak devrilmişti.
İki savaş arasındaki dönem çok ilginç bir dönemdir. Demok
rasinin işlediği her yerde işçi partileri iktidarı ele geçirirken. egemen sı
nıflar yeni bir oyun tezgahıamışlardı: Faşizm. Gerçekten önce emekçi
kitleleri sokağa çeken egemen güç, ardından tutucu orduların gölge
sinde egemenliklerini sürdürmenin yolunu bulmuştu.
Farklı toplumsal yapılanmalardan ötürü, Türkiye'deki gelişmeler
Batı'daki gelişmelere pek benzememektedir. Ancak Osmanlı İmparator
luğu'nda da elbette egemen bir azınlık ve sümürülen bir çoğunlUk var
dı. Ve Batıda kimi örneklerini gördüğümüz gibi, egemen azınlığın kimi
unsurları, 'daha geniş kitleler lehine' bazı değişiklikler yapmak istiyor
lardı. Genç Osman'dan 3. Selim'e, 2. Mahmut'tan Tanzimata gelen bir
çizgi; 1. Meşrutiyet, 2. Meşrutiyet ve nihayet Cumhuriyete kadar ulaştı.
Biraz aşağıda değineceğimiz üzere kim ne derse desin, bunlar tarihi
mizdeki 'ilerici' hareketlerdi, 'devrimci' . hareketle_r di. Ve bu hareketlerin
arkasındakilerin çabaları kimi zaman başarısızlıkla, kimi zaman geçici
başarılarla sonuçlandı. Ve nihayet Must?fa Kemal ve arkadaşlarının ,ça
balarıyla kaiıcı bir başrcıya, Türkiye Cumhuriyeti'ne ulaşıl. d ı.
aı
mış, eğitimsiz, bilinçsiz ve örgütsüz halkın, hareket içindeki varlık ya da
yokluğu; hareketin niteliğinin ölçüsü olarak alınmak istendi. Hele, he
men her zaman din duyguları körüklenerek egemen güç tarafından bir
tepki biçiminde örgütlenen tutucu hareketler 'ilerici' ya da 'solcu' olarak
değerlendirilmek istendi. Hoş bir fantezi. .. Kafalarında Ortaçağ teokra
sisinin karanlıkları hüküm süren insanların istekleri açıktır: Din devleti.
Ve istek böylesine açıkça ortada iken, bunu ilericilik adına alkışlamak
ahmaklık değil midir? (Bence istekte bulunanlar kendilerince haklı da
olabilirler. Ama bunu ilericilik adına alkışlamak ahmaklıktır.)
Türkiye'de devrimci hareket kendi sağlıklı çizgisinden uzaklaştık
ça, garip zikzaklar çizmeye başlamış, devrimci mücadele karanlık yol
lara sapmıştır. Türkiye'de herkesten çok devrimci hareketin sahip çık
ması gereken Misak-ı Milli sınırlarını tartışma masasına getirmek is
teyen, elleri kanlı katillerle ilercilik adına aynı masaya oturmak, ahmak
lıktan da öte bir hiyanettir. Kundaktaki bebekleri ve iki büklüm yaşlıları
bile insan hafsalasanın almayacağı bir vahşetle kurşuna dizen bu in
sanlık düşmanlarını, 'insan hakları' adına dinlemek; bu katillerin ırkçı
şoven düşüncelerini sosyalizmin çerçevesinde değerlendirmeye çaba
lamak Türk solu adına ayıptır.
Sonuç
26
GÖNENCi PAYLAŞMAK
27
Kendini bilmezlik düzeyinde
28
böylece çok çalışan cezalandırılmış oluyor ... " dedi. Ve o masa çevre
sinde oturanların hiçbirinden tepki gelmedi. Hiç kimse bu mantığa itiraz
etmedi. Oysa günümüz dünyasında, hele sınai üretim ve ticaretteki ka
zançlar bireyler, ya da onların çalışma saatlerine ve becerilerine bağlı
değildir. Bu alanlardaki kazançlar temel olarak, toplumsal örgütlenme
ve toplumsal birikimden gelir. Cebinizde bir milyar dolarla Tibet'e gitse
niz, eger özel iletişim olanaklarınız yoksa, bir tek kuruş kazanamazsı
nız. Dünyanın en acar dışsatımcısını, üretimi olmayan Afganistan'da
oturmaya zorlayın, sonra bakın ne kadar malın dışsatımını yapabilmiş.
· Sonuç
29
İLERİCİ OLMAK ya da OLMAMAK
30
ama Marks'ın öngördüğü "cennet" e benzer bir tarafı da yoktu. Aynı
dönemde Almanya ve İtalya gibi ülkeler 0'3 kendilerini faşizmin "sert"
kollarına terk etmişlerdi. 1 . Dünya Savaşı'n . sona erdiren anlaşmaların
ortaya çıkardığı paylaşım, pek çok ülkeyi mutlu etmemişti.
31
Fırsat eşitliğinin olduğ u ve katmanlar arasında geçiş serbestliğ i
olan, ayrıca kalıtımsal ayrıcalıkların olmadığı bir toplumsal düzen, ileri
bir toplumsal düzendir. Fırsat eşitliğ inin olmadı ğ ı, katmanlar arasında
geçiş serbestliğ i olmayan ve kalıtımsal ayrıcalıkların kırılamamış olduğ u
toplumsal düzenler ise "geri" düzenlerdir.
Ulusal gelir paylaşımının en hakça yapıldı ğ ı, ekonomik fırsat eşit
liğ inin var oldu ğu, insanların istihdam ve gelecek güvencesi içinde bu
lunduğ u bir ekonomik düzen, ileri bir ekonomik düzendir. Alt ve üst
gelir grupları arasında uçurumlar olan; köşebaşları tutulmuş ve insanla
ra güvence vermeyen bir ekonomik düL.en, geri bir ekonomik dü
zendir.
Siyasal olarak en ileri düzen, siyasal katılımın en yaygın olduğ u
düzendir. Yöneticilerin, yönetilenler tarafından belirli süreler için seçil
diğ i; özgür ve dürüst seçimlerin tam bir tırsat eşitli ğ i içinde gerçek
leştiğ i; her türlü düşünceye iktidar yollarının açık tutulduğ u ve genel oy
ilkesinin kısıntısız bir biçimde uygulandı ğı bir düzen ...
Yukarda saydığ ımız toplumsal, ekonomik ve siyasal özellikleri her
yerde kolayca bulmak elbette mümkün değ ildir. Ancak "ilerici" olmak,
bunların amaç edinilmesiyle mümkün olabilir. Dindar olmanın ya da ol
mamanın bunlarla hiç ilgili yoktur. Ancak yönetme yetkisinin Tanrı'dan
geldiğ ine inanan, rızkına rıza gösteren ve toplumsal yaşamın kuralları
nın da Tanrı'nın kitaplarıyla belirlendi ğine inanan bir kişinin "ilerici" ol
ması oldukça zordur. Yönetme yetkisinin Tanrı'dan geldiğ ine inan
mayan, rızka rıza göstermeyen, çağ daş bir toplumsal düzen görüntüsü
arzulayan herkes "ilerici" midir? Elbette hayır.
İ lerici olmanın koşullarını, yukarıda el9 aldığ ımız bağ lamda ayrı
ayrı inceleyelim.
32
mak demektir. İnsanların kendi çıkarlarını k ıllayamayacakları, çıkarları
nın bilincinde olamayacakları ve bu çıkarlar doğrultusunda bilinçli bir
biçimde davranamayaçaklarına inanmak de.11ektir. Bu inanç ve anlayış
insanı ilk elde ,''elitist� bir yönetim biçimine götürür, ardından da ne ge
leceği belli oımaı. Yaşanan toplumda böyle bir bilinçsizliğin gözlenme
si, bu inancı haklı çıkaramaz. Bir ilericinin yapması gereken, bu olguyu
bir kader olarak kabul etmeyip değiştirilmesi yönünde çabalamaktır.
Zaten "ileriye doğru değiştirilebileceğine inanç" olmaksızın ilerici olmak
da mümkün değildir.
Ekonomik bağlamda ele alındığında ilerici olmak, toplumdaki kay
nakların en etkin bir biçimde kullanılması ve yaratılan ürünün en hakça
bir biçimde paylaşılması demektir. Yani hem ekonomik büyümeyi ve
hem de dengeli bölüşümü sağlamak gerekir. Bu iki hedeften biri öbü
rünün yerini alamaz. Eger bu iki hedeften biri öbürüne yeğlenirse, yeğ
lenen hedef hangisi olursa olsun "geri" bir çizgiye düşülmüş olunur.
Toplumsal bağlamda ele alındığında ilerici olmak, kalıtımsal ve sı
nıfsal ayrıcalıkların olmadığı bir düzeni hedeflemek demektir. Sınıf fark
larının kalmadığı bir düzeni özlemek demeklir. Kendini, içinde yaşadığı
düzenin ve o düzenin insanlarının üstünde gören; başkalarında ol
mayan niteliklerin kendinde olduğunu ''vehmeden" insanın ilerici olması
çok zordur. Aynen bilinç konusunda olduğu gibi, elbette her toplumda
insanlar arasında kültür, eğitim, zek� vb. farklılıkları bulunacaktır. Ancak
bu farklılıkları doğal bir olgu olarak "veri" kabul etmeyenler, bu farklılık
ların ortadan kaldırılması için savaşım içinde olanlar ilerici olabilirler.
Sonuç
33
EYLEM YAPMAK...
34
Toolusözlesme dJJzeni Jcinde ınırçekleştirilebilecek eylemler ara
sında şunları sayabiliriz: iş yavaşlatma, orev. hak ı;ırevi ve d&)!anı.şma
g_revi.
İş yavaşlatma, özellikle toplusözleşme öncesinde ve toplu
sözleşme görüşmeleri sırasında kullanılan bir eylem biçimidir. Toplu
sözleşme hükümlerinin uygulanmaması dur1.1mlarında, bir tür hak grevi
biçiminde de uygulanır.
Grev, işçilerin toplu bir biçimde işi bırakmaları ve üretimi engelle
meleridir. E ğ er salt toplusözleşme görüşmelerindeki bir uyuşmazlıktan
kaynaklanıyorsa, buna grev denir. E ğ er böyle bir uyuşmazlık söz ko
nusu de9 ilse ve işi bırakma, yürürlükteki tooıusözlesmenin isci lehine
olan hükümlerinin uygulanmamasını protesto. ı.eın yapılıyorsa buna hak
�revi denir ve nih�vet eger i�i bırakma, salt aynı işkolunda, ya da farklı
i_şkollarında prev yapan oaşka iscileri desteklemek icin yapılıyorsa. bu
na da dayanışma grevi adı verilir.
Grev
35
kalar, iş yavaşlatma çağrısında bulunabilirlrr. Benzer gerekçeler genel
grev için de söz konusudur. Ancak unutul "laması gereken bir husus,
genel grevin çok dikkatli kullanılması gereken bir silah olduğudur. Zira
kim ne derse desin. aeneı arev sivasaı amacı olan bir eylemdir ve öy
lesine bir silahtır ki; bir kez çektikten sonra yerine .Koymak mümkün
değildir. Ya karşınızdakini vurmak zorunda kalırsınız, ya da kurşunu al
nınızın ortasına yersiniz. Bu nedenle genel grev öyle uluorta ağza alı
nacak bir eylem türü değildir.
Protesto, uyarı bildirisi, açıkhava toplantısı, kapalı salon toplantısı
vb. gibi eylemler; sendikal yaşam içinde, yani sendikaların öncü-_
lüğünde olabileceği gibi hiç kuşkusuz sendikal yaşam dışında, başka
örgütlerce de yapılabilirler. Sendikalı bir işçi, sendikasının düzenlediği
bir toplantıya katılabileceği gibi hiç kuşkusuz bir siyasal partinin, ya da
bir başka örgütün düzenleyeceği toplantıya da katılabilir. Ancak birinde
örgüt üyesidir, öbüründe ise vatandaş.
36
İşçiler, sendikalarının dışında ''Vatandaş" olarak da eylemlere katı
labilirler. Buna bizim yasalarımızın bile engel olmaması gerçekten dik
kate değer. Ama herhalde uygulanan ekonomik politikalar sayesinde
işçilerin siyasetle uğraşacak halleri kalmaz diye düşünmüş olsalar ge
rektir. İşçiler, siyasal partilere üye olabilirle: , üye olmaksızın bir partiyi
destekleyebilirler. Aynı biçimde öbür demok. ratik derneklere ve meslek
kuruluşlarına da üye olabilirler, bunları destl:!Kleyebilirler. Hatta yaptırım
larını gözleri yiyorsa, yasadışı örgütlere de katılabilirler. Ancak bu tür
örgütler en çok zararı, savundukları ilkelere veıdiklerinden; eğer işin
içinde bir provokasyon numarası yoksa, bu tür örgütler pek de tavsiye
edilmez ...
İ şçiler neden eylem yapar? İşçiler neden eylem yapmalıdır? B u
soruların yanıtı genel çerçevede hiç kuşkusuz tektir ve kısa bir yanıttır:
Sofralarındaki ekmeği büyütmek için.
Zaten siyaset de bunun için yapılmaz mı? Siyaset, bir toplumdaki
kaynak dağılımını belirleyecek mekanizmayı ele geçirme, ya da elde
tutma kavgası değil midir? Demokrasi de bu kavganın örgütlü bir bi
çimde ve yasalar çerçevesinde yapılmasından başka bir şey midir?
İşçiler de elbette ekmeklerini büyütmek için eylem yapacaklardır.
"Piyasa ekonomisinde fiyatlar sunum ve istemin (arz ve talebin)
kesiştiği noktada belirlenir" diye kargaların bile güldüğü bir efsane var
dır. "Emek piyasasında emek arzı fazla olduğu zaman emeğin fiyatının
düşmesi serbest piyasa ekonomisinin gereğidir, devlet buna müdahale
etmemelidir" gibisinden inciler döktüren yazarlarımız da vardır. Ancak
kaderin ilginç bir cilvesi ile aynı yazarlarımız; işverenler sıkıntıya düş
tükleri zaman, cıerek ithalat yasaklarıyla, gerek düşük faizli kredilerle,
gerek de başka desteklerle devletin müdahalesini isterler. Gerekçe,
"ulusal servetin yitirilmemesi"dir. Bu beylerin karları ulusal servettir de,
işçinin alınteri gayri-ulusal _alınteri midir? Devlet ve devletin olanakları
salt beylerimizin gül hatırları için mi vardır?
Çaresiz kalmak!
İşçi eylemlerinin yukarıda vurguladığımız "sofradaki ekmeği büyüt
mek" dışında kısa dönemli başka hedef ve talepleri de olabilir. Bunlar
arasında "moral kazanmak", "eylem yapabileceğini göstermek", "yöne
tim ve taban arasındaki dayanışmayı sergilemek" gibi amaçlar ilk akla
37
gelenler oluyor. Ama Türk-İş'in eylem kararlarının ardında bir neden
daha görüyoruz: ·��r�siz kalm ak!" Kimse çaresiz bırakılmamalıdır. Ça
resizlik insanları çok uçlara itebilir. Bu eylemler, şu ya da bu nedenlerle
ertelenebilir, ama bir şeyler yapabilinmesinin inar.cı ve başarmanın
umudu, insanların yüreğini sürekli yakan bir alev olur.
38
11 - KEMALİZM DİYE, DİYE
KEMALİZMİN ÖZÜ
41
anlamıyla bir •sınıf' sayılmasa da, •asker - sivil bürokranan daha dev
rimci hiç bir sınıf yoktur. Kaldı ki; sınıf, "aralarında çıkar birliği ve ortak
beklentiler olan; benzer yaşam koşullarını ;Jaylaşan ve yaklaşık gelire
sahip insanların oluşturdukları grup" olarak tanımlandığı zaman, "asker
- sivil - bürokrasi" pekala sınıf olarak da ele alınabilir.
Kemalizmi, sağlıklı bir şekilde anlayabilmek için, "Osmanlı İmpara
torluğu'nda Tanzimatla birlikte başlayan "Batılılaşma" çabalarını ve bu
nun ardındaki sınıfsal dürtüleri iyi anlamak gerekir. Bunu anlamak için
de Osmanlı Toplumunun sınıf yapısı başlangıcından itibaren ele alın
malıdır.
Biz burada önce Osmanlı İmparatorluğu'nun sınıf yapısını, özellik
le "Kapıkulu'' açısından inceledikten sonra "meşru iktidarın kaynağı" ko
nusundaki görüşleri anahatlarıyla inceleyec ığiz. Daha sonra Türk Ulu
sal Kurtuluş Savaşının gerçekleştiği ortamı ve aşamalarını, son olarak
da Kemalizmin uygulama ilkelerini ve uygulc masını ele alacağız.
"Kapıkulu" Ortaçağ'dan bu yana Türk ısıam devletlerinin kuruluş,
gelişme, çöküş ve yeniden örgütlenme süreçlerini incelediğimiz zaman
ortak bir olgu olarak karşımıza çıkar. Başlangıçta halk, yani çoğu kez
göçebe olan aşiretler bir devlet kurmakta ve daha sonra çevre ulusları
egemenlikleri altına alarak büyümektedir. Kurulan bu devlette zaman
içinde "merkez", yani bey ya da sultan, ya da imparator, devletin yöne
tim görevleri için bir "kapıkulu yaratma" işlemine başlamaktadırlar. Tüm
Ortaçağ Türk - İslam devletlerinde gördüğümüz ortak olgu şudur ki;
kapıkulu yaratılmasının ana nedeni, merkezin iç ve dış düşmanlarına
karşı koyabilmek için elinin altında kendisine sıkı bir şekilde bağlı, dü
zenli bir kadro bulundurulması dileğidir.
Kapıkulu genellikle yeni fethedilen ,va da eskiden fethedilmiş olan
topraklarda yaşayan "gayrimüslimlerin", ya da farklı etnik grupların üye
lerinin çocuklarının alınarak, küçük yaşta b•r tür beyin yıkama ve eği
tilme programının uygulanmasıyla, yaratılm:ıktaydı. "Merkez"e körü kö
rüne bağlı olacak bir şekilde yetiştirilen bu '"kullar'', askeri ve yönetim
sel kadroları oluştururlardı. Köksüz bir sınıf olan, dahası özellikle kök
süz bir sınıf olmasına çabalanan kapıkulunun tek yaşama şansı ve ala
nı, "merkez"in emirlerine böyle körükörüne başeğmesine bağlıydı; ya
da buna inandırılmış durumdaydılar.
Tüm bu söz konusu imparatorluklarda halk, yani çoğu kez gö
çebe aşiretler; tek merkeze bağlı düzenli askerleri olan kapıkulu
42
karşısında yenilmeye mahkumdu. Zira toplu.nda kapıkulu dışındaki un
surlar arasında bir iletişim olanağı yoktu.
Halkla kapıkulu arasında diğer tüm Or·açağ Türk - isıam devletle
rinde görülen bu çatışma, Büyük Selçukı,ı İmparatorluğunda Sultan
Sencer zamanında en üst düzeyine çıkmış ve devletin kurucusu duru
munda olan Türkmen kabilelerinin kimi başarıları ve dahası bir ara Sel
çuklu İmparatoru Sultan Sencer'i tutsak almalarına karşın, sonunda ye
nilmeleriyle sonuçlanmıştı. İşte bu yenilgi çoğunlukla Oğuz boylarından
oluşan Türkmen kabilelerin Irak üzerinden Anadolu'ya doğru ilerleme
lerine yol açtı. Anadolu Selçuklularını güçlü bir imparatorluk olarak
doğuran tarihsel nedenlerin en önemlilerinden biri bu olmuştur.
Büyük Selçuklu İmparatorluğu bünyesinde ortaya çıkan "kapıkulu
- halk" çatışmasının bir benzeri Anadolu Selçuklu Sultanlığı bünyesinde
de ortaya çıkmış ve bu çatışma sonucu Türkmen kabileleri, Anadolu'
nun batısına, "uç"lara doğru ilerlemeye başlamışlardır. Konya Selçuklu
Sultanlığı, Moğolların Anadolu'yu istila etmelerinden sonra iyice zayı
flayınca; uç'lara doğru ilerleyen kabilelerin kurmuş oldukları beylikler
ve bu arada Osmanlı Beyliği bağımsızlıklarını ilan etmişlerdi.
Osmanlı İmparatorluğu'nda "kapıkulu yaratma" işlemi, daha Sultan
1 . M urad zamanında başlamıştı. Ancak bu "kapıkulunun gelişmesi ve
iktidara tek başına hakim olması, Sultan il. Mehmed (Fatih) zamanın
da mümkün olmuş ve İstanbul'un fethedilmesinden sonra merkez yö
netiminde Türkmen Kabilelerin ve Ahi'lerin son temsilcisi Başvezir Çan
darlı Halil'in asılmasıyla, Osmanlı İmparatorluğunda dörtyüz seneden
fazla sürecek olan, kapıkulunun mutlak egemenliği başlamıştır.
Aslırı:la "kapıkulu" ile göçebe Türkmen aşiretlerinin Osmanlı İmpa
ratorluğu dönemindeki en_önemli çatışması Yıldırım Beyazıt'ın amcası
nın oğlu Mustafa Çelebi ile il. Murad'ın yapmış olduğu Ulubat Sa
vaşıdır. Bu savaş dış görünüşte olduğu gibi şehzadelerin arasında bir
taht kavgası değil, Mustafa Çelebi ordusunda yer almış bulunan 'ikuru
cu unsurlarla", yani Türkmenler ve Ahi'lerle; il. Murad ordusunu oluştu
ran "kapıkulu" arasındaki "varlık ya da yokluk" kavçıasıdır. Savaşı k.aza
nan taraf egemenliği kesinlikle ele geçirmiş olacaktı ki, bu savaşı o
günlerin sosyo-ekonomik koşullarının kaçınılmaz bir sonucu olarak il.
M urad'ın ordus•J, yani k'a pıkulu kazanmıştır.
Kemalizm ideolojisine yol açacak olan bünye değişimi ve bununla
ilgili kimi olguları görmeden önce, şimdi Osmanlı İmparatorluğu'nda ilk
43
biçimiyle kapıkulunun nasıl oluştuğunu ana çizgileri ile saptamamız ge
rekir.
Kapıkulu önceleri savaşlarda tutsak edilen küçük yaştaki Hıris
tiyan çocuklardan oluşturulurdu. Bu tutsak çocuklar önce Rumeli Müs
lüman - Türk köylü ailelerinin yanına verilerek az bir ücretle hizmet etti
rilir, İslam gelenek ve davranış kalıplarını öğrendikten sonra; ilk kez
Gelibolu'da açılmış olan Acemi Ocağı'na bir akçe gündelikle gönderilir
di. Bu çocuklar daha da sonra iki akçe gündelikle Yeniçeri Ocağına alı
nırdı.
Daha sonraları ise savaşlarda tutsak t�dilen çocuklarla yetinilme
diğini, İ mparatorluğun "Gayrimüslim" tabası arasından bu tür çocuk
ların toplandıklarını görüyoruz. "Devşirme Yöntemi" adı verilen bu yön
temi de anahatlarıyla görmemiz gerekir.
Devşirme işi, "yaycıbaşı" ya da "turnacıbaşı" adı verilen özel gö
revlilerle yapılırdı. Bunlar belirli zamanlarda Hıristiyan tebanın yaşadığı
köyleri tarar ve uygun durumdaki Hıristiyan köylü çocuklarını toplarlar
dı. Bu devşirme sırasında gözönüne alınan koşullar arasında çocuğun
sağlıklı görünmesi, akıllı olması, kent ya da kasabalarda yaşayarak gö
zünün açılmamış olması, herhangi bir sanat sahibi olmamış olması, ai
lesinin tek erkek çocuğu olmaması gibi noktalar sayılabilir.
Devşirilen bu çocuklar da Müslüman Türk köylü ailelerinin yanına
verilir ve buralarda Türk - İslam geleneklerini öğrendikten sonra Acemi
Ocağına gönderilirlerdi. Bunlar arasında yetenekli görülenlerinden bir
kısmı "iç oğlanı" olarak Saray'a alınır ve geı ıye kalanlar Acemi Ocağın
dan sonra Yeniçeri Ocağına kaydolurlardı. Saraya iç oğlanı olarak alı
nanlar ise, "Enderun" adı verilen saray okulunda ondört sene sürecek
olan yoğun bir eğitimle yetiştirilirler ve imparatorluğun yönetimine ha
zırlanırlardı.
Böylesi bir "kapıkulu" yaratmanın mantığında yatan husus, "mer
kez"in kendisine körü-körüne bağlı bir güç ve yönetim aygıtı yaratma
dilek ve çabasındaydı. Eski ilişkilerinden ve kökeninden kesin olarak
kopartılan kapıkulunun "nefes alabileceği" ya da böyle sandığı tek alan
İmparatorluğun yönetim felsefesiyle sınırlandırılmış ve kuralları saptan
mış bir alandı. Kapıkulunun zaten bu kurallara uyacak bir şekilde seçil
miş olması bir yana, kesin bir koşullandırma söz konusuydu. Bu sınır
ların dışında hiç bir yaşama umudu olamıyacağına inandırılmışlardı.
Gene bu arada birkaç satırla "ilmiye" sınıfının durumunu da ortaya
koymak gerekir. Ortaçağ'dan beri Türk - İslam Medresesi her zaman
44
halka açık ve halka dönük bir nitelik göt�ermiştir. Hiç kuşkusuz "il
miyeyi bir bütün olarak ele almak mümkün değildir ve bunun türlü sa
kıncaları olabilir. Ancak tümünde ortak olan bir nokta vardır ki; bu ortak
nokta, az yukarıda değindiğimiz gibi "ilmiy<ınin" toplumun alt kesimle
rine açık olması ve ilmiye üyelerinin halkla doğrudan ilişkilerinin kesil
memesidir. Geçmişi ile tüm bağları kopartılan ve bir imparatorluk an
layışıyla yoğrulan "kapıkulu"nun aksine, "İlmiye"nin geçmişi ile bağları
tüm canlılığı ile sürmüştür. Kaldı ki; bu konuya biraz aşağıda gene
değineceğiz. Ancak şimdiden ileri sürebileceğimiz şekilde, Osmanlı İm
paratorluğunda sık sık görülen "Kapıkulu - Halk" çatışmasında, ilmiye
halkın yanında _yer almış ve özellikle hakimiyetin tümüyle kapıkuluna
geçtiği bir ortamda "kadı silsilesi" ve bunun yönetim merkezi olan "ka
zaskerlik" ile, halkın sözcüsü durumuna airmis ve bu sözcülük ve tem
silcilik işlevini y.üzyıııarca sürdürmeyi başarmıştır.
Aslında bu konuyu biraz daha açmak gerekir. Zira Kemalizmin
özünü anlayabilmemiz için, kesinlikle doğr:; yorumlamamızı gerektiren
Osmanlı toplum yapısının çözümlenmesinin başka yolu yoktur. ·
45
paratorluğu katı bir şeriat devleti sayılır ve bJ anlayış tartışma dışı tutu
lur. Oysa bu anlayış oldukça hatalıdır. _Özellikle kuruluş döneminde Os
manlı İmparatorluğunda bir "şeriat devleti"rıin özellikleri pek görülme
mektedir. Yeni fethedilen topraklarda "gayriı nüslimler" için din değişme
(ihtida) zorlanmamakta ve geniş bir din özgürlüğü tanınmaktadı r ki; bu
nokta aslında Osmanlı başarısının temt* nedenlerinden biridir. Hele
"kamu sorunları" söz konusu olduğunda, şeriat kuralları adamakıllı zor
lanabilmektedir. Sultan 1 . Selim'in (Yavuz) hilafeti alması ve hilafet ma
kamını İstanbul'a taşıması da bu olguyu uzun süre değiştirmemiştir.
İşte bu yapı içinde Osmanlı İmparatorluğu genişler ve büyürken,
tüm siyasal güç kapıkulu ve kapıkulunun başı olan "sultan"ın elinde
toplanmış durumdaydı. Halkın bu birleşim ve yönetim karşısındaki tutu
mu genel bir biçimde "ilgisizlik" olarak adlandırılabilir. Bu dönemde hal
kın dayanağı durumunda, zaten köken olarak kendinden olan "ilmiye"yi
görüyoruz. Burada ayrıntılarına girmemiz mümkün olmayan, "tımar _s is
temi" adını verdiğimiz Osmanlı toprak düzeni, sermaye _ R.trikiryıine ola
nak vermediği için, kentsoylu (burjuvazi) oluşmamış_ ve "Mesı<ez'.'in gü-
cüne ortak olma, ya cıa bu gOcü kısıtlama" dilekleri ortay�"çıkmamış�
_
46
O döneme dek sarsılmaz bir "saray . kapıkulu" birliği varken ve
bu birlik tüm siyasal güce tartışmasız bir biçimde sahipken, artık yeni
bir kapıkulu türü ortaya çıkıyordu ki; buna ·:.ısapı�ulunun bünye değiştir
mesi" adını vereceğiz. Kemalizm işte bünyesi değişen bu yeni k(!pıku
lunun ideolojisi ve uygulaması olarak k(!fŞ!nıızıı çıkacC!ktır.
Batı tipi öğretim kurumları açmanın ve Avrupa'ya öğrenci gönder
menin mantığında yatan "Batı'nın teknik ve biliminin" öğrenilmesi ve bu
tekniğin İmparatorluk içinde de uygulanaraı,, geri kalmışlıktan kurtulun
ması idi. Oysaki gelişmeler beklenenlerin oldukça dışında oldu.
' .·Önce, Avrupa'ya gönderilen qğre.nciler Batı'nın tekniği yerine .sos
yal ve siyasal kurumlarını öğrendiler ve. benimsediler. Bu kurumları or
taya çıkartan altyapıyı, yani ekonomik yapıyı hiç gözönüne almadan,
Batı'nın sosyal kurum ve davranışları benimsenir ve Padişah'ın mutlak
otoritesinin kısıtlandığı meşruti bir siyasal sisteme geçilirse, sorunların
çözümlenebilecegini sandılar. Batı'ya gönderilen bunca öğrenci arasın
da, çağın yaygın düşüncesi Marksizm'le ilgilenenlerin azlığı da şaşırtıcı
dır. Ancak gönderilen öğrencilerin sınıfsal konumları düşünülürse, sa
nıyoruz bu sonuç olağan karşılansa gerekir.
İ mparatorluk içinde açılan "askeri ve sivil" okullarda okuyanların
durumları da pek farklı değildi. Bu okullardan çıkan "yeni kapıkulu�· ya
da, "asker - sivil bürokrat" da sorunun çözümünü, Batı'nın sosyo-kültü
rel ve siyasal kurumlarının benimsenmesinde görüyordu.
Her iki grup için ortak olan bir başka olgu da, yepyeni bir
düşünce akımının etkisiydi: .u ıusçulu.k . Gerçekten Fransız Devrimi'ni iz
leyen yıllarda, tüm Avrupa'yı bir fırtına gibi saran ve "ulusal devletlere"
temel olan bu görüşün ardındaki ekonomik ilişkiler ve sınıf yapısı Os
manlı İmparatorl�ğunda olmamakla birlikte. bu "Yeni Kapıkulu" ulusçu
düşüncelere yatkın bulunuyor, fakat ne tür bir ulusçuluk yapacağını bi
lemiyordu. Bu duygu, özellikle İmparatorluğun Rumeli topraklarında et
kin ve yaygındı. Zira Batı'yla çok sıkı bir iletişim içindeydiler.
Gene bu arada, tarihin akışı içinde "me.drese"de nitelik değiştir
meye başlamıştı. Ge�iş halk kitleleriyle a�asındaki bağ ve yakınlığın
süregelmesine karşın, kendini yenileyememiş ve bir noktada zamana
ayak uyduramamıştı. Kendi önermek zorunda kaldığı "durağan dünya"
yerine, yaşamın zorl.::ıdığı "hızla değişen dünya" önerisinin ardında
Batı'nın ekonomik ilişkilerini değil; ..Batı'nın Sosyal ve kültürel ve siyasal
kurumlarını gördü ve bunlara düşmSln oldu.
47
19. yüzyılın ürünü olan "Osmanlı aydını" ve yeni oluşan "sivil - as
ker bürokratı", Batı'yı model almıştı. Ancak Batı'ya dönük olan yüzünü
sınıfsal köken olarak içinden geldiğ i "halk"a çevirememiş, kendi halkına
yabancılaşmıştı. "Merkez" ya da "saray", imparatorluğ u devşirme kapı
kuluyla yönetirken, halkın gündelik yaşamından pek etkilenmiyor ve
karışmıyor, buna karşılık Celali Ayaklanması vb. gibi bir takım olaylar
ayrı tutulursa, halktan da yoğ un bi.r. tepki görmüyordu. Oysaki yeni
oluşan kapıkulu, yani "asker sivil bürokrat ' halkın yaşantısını değ iştir
mek istiyor, kendini bu yolda görevlendirmiş sayıyordu.
19. yüzyıl, bir yandan kapıkulunun bünyesinin değ işimine sahne
olurken, bir yandan da Osmanlı toprak düzeninin hızlı ve köklü bir bi
çimde değ işimine sahne oluyorduu. Gerçekten, kişilerin toprak sahibi
olmalarına olanak tanımayan Tımar sistemi, merkezin zayıflamasına
bağ lı olarak çözülme sürecine girmiş ve topraklar üzerinde hızlı bir
"mülkleşme" başlamıştı. Gene aynı şekilde ·merkezi otorite"nin zayıfla
ması, bölgesel otoritelerin ortaya çıkmasına yol açmıştı.
1. Meşrutiyet öncesinde Osmanlı İ mparatorluğ u içindeki sınıfları
ya da katmanları şu şekilde gruplandırmamız mümkündü:
- "Saray"a pek çok bakımlardan ters düşmüş, "halk"tan gelme ve
fakat bu halktan kopmuş; "Batı"ya dönük, yeni oluşmaya da başlamış
"sivil - asker bürokrat" kadro ve bunların değ işik okul ve kurumları,
- Çağ ın çok gerisinde kalmış ve kendıni yenileyememiş olmasına
karşın, halkın gündelik yaşamındaki önemli etkisini sürdüren "medre
se".
- Genellikle toprakların mülkleşmesine bağ lı olarak ve merkezin
zayıflamasına koşut ortaya çıkan ve dileklerini "saray"a sırasında zorla
onaylatacak derecede güçlenmiş bir toprak ağ aları grubu, "ayan" ve
bölgesel otor�eler, "eşraf'' .
- Güç kaynaklarını ve toplum içinde otoritesini önemli ölçüde yitir
miş bir "merkez" ya da "saray".
Sultan 2. Abdülhamit kurnaz bir padişahtı. Osmanlı - Rus savaşını
bahane ederek 1. Meşrutiyet'in ortaya çıkardığ ı Meclisi kapattıktan son
ra, "saray"ı yalnızlıktan kurtarma çabasına girişti. Batı'nın etkisindeki
"asker - sivil" bürokrattan birşey bekleyemıyeceğ inin bilincindeydi. Ve
bu durumda Abdülhamid "din" ve "medrese"ye ağ ırlık verdi. Böylece
hem bir anlamda kendisini ortadan kaldırmak isteyen ya da en azından
yetkilerini sınırlandırmak çabasında olan "asker - sivil bürokrasiye" karşı
48
"halkı desteğini" sağlamak, hem de "panisl;,mizm" ile İmparatorluğu bir
süre daha yaşatmak amacındaydı.
Gerçekte Batı'nın "ulusçu" düşüncelNi, İ mparatorluğun Rumeli
topraklarında ortaya çıkardığı yıkıcı ve parçalayıcı etkiyi, İmparator
luğun M üslüman hakları, özellikle Araplar üzerinde de duyuruyordu.
Batılı emperyalist devletlerce de özendirilen bu akımları, "halifeliğini" de
kullanarak engelleyebileceğini umuyordu. Ancak gene değinilmesi ge
reken ilginç bir nokta, Sultan Abdülhamit'in bu çabalarının yanısıra
"medreseyi" ve düzenlemek için çabalaması ve Batıcı düşüncelere kay
naklık eden laik "askeri - sivil okulların" sayısını artırma çabasında ol
masıydı. Tüm bunların yanısıra Osmanlı İmparatorluğu'nda imalat sa
nayiine geçilmesi konusunda ilk ciddi girişimler yine Abdülhamit döne
minde olmuştu. Fakat kapitülasyonların etkisiyle, fabrika üretimi
karşısında tutunamayan Osmanlı el imalatının, şimdi bir sanayi imalatı
biçimind,e canlandırılması son derece zordu.
Tüm bu gelişmelerin sonucunda 1 9. yüzyılın sonlarında ve 20.
yüzyılın başlarında Osmanlı imparatorluğu'nda sınıfların, ya da katman
ların gruplaşması iki cephe biçiminde kesin durumunu aldı:
- Bir yanda, "saray", "eşraf" bunların destekledikleri "medrese" ve
düzenin "meşruiyet kaynağı" olarak "din" ve tarilsel olarak bunlara bağlı
olan halk;
- Öte yanda kendinde toplumu değiştirme görev ve yetkisini gö
ren "asker sivil bürokrat.·
"Asker - .sivil bürokrasi" özellikle "İttihat ve Terakki" çerçevesinde
örgütlendikten sonra, tekrar anayasal bir düzene dönülmesi konusun
da büyük bir savaşıma girişti. Toplum içinde bir ' azınlık" olmalarına
karşın, topluriı içindeki hemen tüm dinamik kesimlerin desteğjni
taşıyorlardı.
İşte bu koşullar altında 2. Meşrutiyete gelindi. Sultan 2. Abdülha
mit artan baskılar ve ayaklanma olasılıkları karşısında Anayasayı yeni
den yürürlüğe sokmak zorunda kaldı.
Bu arada dünya emperyalist güçleri, surekli bir paylaşım savaşımı
içindeydiler. İngiltere, Rus Çarlığı karşısındc. Osmanlı imparatorluğunu
ayakta tutmak ve böylece Hindistan yolunu Rusya·nın etkisinden koru
mak . amacındayken, yeni o1uşan emperyalist bir güç, Almanya; i ngilte
re'ye egemenliğinin simgesi olan açık denizlerde zorlamaya baŞıamıştı.
İşte bu gelişmeler kaçınılmaz bir biçimde 1 . Dünya Savaşına yol aça-
49
cak ve Osmanlı İmparatorluğu Almanya'nın yanında savaşa katılacak
tır. Bu savaşa katılma Osmanlı İmparatorluğu için "sonun başlangı
cıdır."
Osmanlı İmparatorluğu 1. Dünya Savaşı'ndan yenilgi ile çıkınca
İmparatorluk parçalanmaya başlandı. Zaten daha savaş sürerken kAğıt
üzerinde paylaşım yapılmış ve uzlaşmaya varılmıştı. Ancak İtalya'nın
Batı Anadolu üzerindeki emelleri İngilt ere'nin fazla işine gelmediğinden,
buralarda güçlü bir İtalya'yı görmektense, kendi denetimindeki bir Yu
nanistan'ı yeğledi ve Yunanistan'ı Batı Anadolu'ya işgal konusunda
destekleyerek bir oldu-bitti yapmaya çabaladı. Bu davranış Balkan Sa
vaşlarından beri dövüşmüş ve yorulmuş olan bir ulusun yaralanan
onuru ile yeniden silAha sarılmasına ve savaşacak güç bulmasına yol
·
açacaktır.
İttihatçılar, yani "asker-sivil bürokrasi" gene Batı'da gördükleri mo
dele uygun olarak halkı "politize etmeye" çabalamışlardı. Bundan da ol
dukça başarılı sonuç . aldılar. Ancak gene Batı'da gördükleri üzere bir
"kapitalist sınıf" �aratma konusunda başarısız kalmışlardı. Gerçekten
sanayileşmiş Bati toplumu, bu kalkınmışlıgını kapitalizme borçluydu ve
bunu gözleyen "asker-sivil bürokrasi"de, Osmanlı İmparatorluğu'nda
burjuvanin olmayışının nedenleri üzerinde fazla düşünmeden burjuva
ziyi, devlet eliyle yaratmaya uğraşmıştı ki; aynı çabayı Cumhuriyet oö
neminde de göreceğiz.
Savaştan yenilgiyle çıkılması "asker - sı11il bürokrasi"nin siyasal ör
gütü olan İttihad ve Terakki Partisi'nin lider kadrosunun ülke dışına
kaçmasına neden oldu. Gerçekten bu lider kadrosu kendi bilgi, inanç
ve görüşlerinin doğrultusunda özveri ile çabalamışlar, ancak tarihsel
koşullar karşısında kaçınılmaz bir biçimde yenilmişlerdi. Artık meydan
dan çekilmeleri gerekiyordu.
Eğer savaştan yengi ile çıkan emperyalist devletler; yani İngiltere,
Amerika Birleşik Devletleri, Fransa ve İtalya, Osmanlı İmparatorluğu'na
Almanya ve Avusturya - Macaristan İmparatorluğuna besledikleri kadar
"sempati" duysalardı ve küçük de olsa bağımsız meşruti bir monarşi
olarak yaşama fırsat ve olanağını verselerdi, belki de tarih çok başka
bir biçimde yazılırdı. Fakat hiç kuşkusuz gene tarihsel bir dizi neden
den ötürÇ . "müttefiklerin" böyle bir düşünceleri olması mümkün değildi.
Ve biraz yukarda belirtmiş olduğumuz gibi; Yunanistan'ın Batı Anado
lu'ya çıkartılması Anadolu halkının yeniden silaha sarılmasına yol açtı.
Kaldı ki; Doğu Anadotu'da Ermenilerle çatışma durumunda olan ordu-
50
lar da zaten silahlarını bırakacak fırsat bulaınamışlardı. Osmanlı toplu
munun tüm 'zinde güçleri", İttihad ve Terakki içinde örgütlenmişlerdi.
Yenilgiyle biten savaş ve lider kadrosunun kaçması üzerine bir dağınık
lık ortaya çıktı. İşte bu dağınık güçleri toparlayacak ve halkı yeniden si
lahlı bir savaşım için örgütleyecek, yeni ve yıpranmamış bir isim ortaya
çıktı: Mustafa Kemal.
Aslında Mustafa Kemal yeni bir isim değildi. Tüm askerlik yaşamı
süresince çok başarılı bir kumandan olarak görülmüş; veliahtken Vah
dettin'le birlikte Almanya'ya gitmiş ve başkomutanlık dışında, orduda
en yüksek düzeyde, "ordular grubu" düzeyinde komutanlık yapmıştı.
Mustafa Kemal'in lider kişiliği, ikinci planda kalacağı bir İttihad ve Te
rakki içinde yer almasını engellemişti. Ve bu yüzden de tartışılmaz li
der olan Enver Paşa ile kişisel anlaşmazlığı ve sürtüşmesi vardı ki; bu
sürtüşme de hiç kuşkusuz her ikisinde de oulunan lider kişiliklerinden
kaynaklanıyordu.
Mustafa Kemal'in askerlik yaşamı sürekli başar;:arla doluydu ve ö
zellikle Çanakkale savaşlarındaki başarıları hafızalardan silinmemişti.
İşte bu koşullar altında yenilmiş bir ordunun •ordular grubu komutanı•
sıfatıyla İstanbul'a döndüğü gün, ilginç bir raslantıyla resmen işgal edil
memiş olmasına karşın, emperyalist devletlerin savaş gemileri İstan
bul' a gelmişlerdi.
Mustafa Kemal, İstanbul'da hiçbir eyleme girişilemiyeceğinin bilin
cindeydi. Bu arada Sultan Vahdettin'in •ordu müfettişi' sıfatı ve kendini
valilere emir verecek yetkiyle
ı
donatarak, olağanüstü görevle Anado-
lu'ya göndermesi tam aradığı fırsattı. Mustafa Kemal Anadolu'ya geçer-
ken Yunanistan, İzmir'e asker çıkartıyor; Anadolu ve Rumeli'nin değişik
yerlerinde "Müdafaai Hukuk Cemiyetleri' oluşturuluyordu. Bu cemiyet
lerin kurucuları, aslında "İttihatçı'lardan başkası değildi. Önceleri "İttihat
ve Terakki" içinde örgütlenniş bulunan Osmanlı Aydını, ya da •asker -
sivil bürokratı• bu kez de "Müdafaai Hukuk Cemiyetleri" içinde örgütle
niyordu.
Sultan Vahdettln'in. Mustafa Kemal'i böyle "olağanüstü yetkilerle"
donatarak Anadolu'ya gönderirken, ulusal bir direniş örgütleyeceğini
bilip - bilmediğini tartışmak anlamsızdır. Ancak İngilizlerin' ağır baskıla
rıyla, Mustafa Kemal'e geri dönmesini bildirdiği açıktır. Mustafa Ke
mal'in buna yanıtı ordudan ayrılmak ve sivil bir kişi olarak, "ulusunun
sinesinde" savaşını sürdürmek lo.ararıdır.
51
Mustafa Kemal Anadolu'da kurulmuş bulunan direniş örgütlerini
"Anadolu ve Rumeli M üdafaai Hukuk Cemiyeti" adında bir tek örgüt
içinde toplayarak, Erzurum ve Sivas Kongrderini yaptıktan sonra, Ana
dolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti "Heyeti Temsiliye Başkanı"
olarak ve Erzurum Milletvekili Ankara'ya Jeldi gerçekten bu arada
İstanbul'la yapılan görüşmeler sonucunda tüm İ mparatorlu k içinde se
çimlere gidilmesine karar verilmişti ve seçimler yapılmıştı.
Yapvan seçimlerden sonra oluşacak Meclis'in İstanbul dışında
toplanmasını isteyen, ancak bu konuda İstanbul'u ve diğer kumandan
ları ikna edemiyen M ustafa Kemal bu seçimlerde Erzurum M illetvekili
seçilmişti. Zaten seçimleri çoğunlukla "Müdafaai Hukuk Cemiyeti"
adayları kazanmışlardı.
M ustafa Kemal, İstanbul'a gitmeyi sakıncalı buldu. Müttefiklerin bu
meclisi uzun süre yaşatmıyacağına inanıyordu. Ancak arkadaşlanndan
M eclis içinde bir "Müdafaai H ukuk Grubu" oluşturmalarını istedi, fakat
bu grubun kurulması başarılamadı.
Meclisin toplanmasından bir süre sonra müttefiklerin İstanbul'daki
"fiiri" işgalleri 16 Mart 1 920'de "resmi" bir işgale dönüştü. Daha önce,
"Misak-ı Milti'' adıyla, Osmanlı İmparatorluğu'nun ödün vermesinin
mümkün olmadığı sınırları belirleyen Osmanlı Mebusan Meclisi,
başkentin işgali ve kimi milletvekillerin Meclis'ten zorla alınarak tut. ık
lanması ı üzerine, Meclis işgal kuwetlerince kapatılmadan, toplan
tılarına "ara verme" kararını alarak dağıldı.
Zaten bundan bir gün sonra Mustafa Kemal, Meclis'i yeni seçile
cek üyeleriyle birlikte Ankara'da toplantıya çağırmıştı. Bu yeni meclis
23 Nisan 1 920'de açılacak ve çalışmalarını sürdürecektir.
Kemalizme olanak hazırlayan, ya da Kemalizmi zorunlu kılan tarih
sel gelişmeleri böylece ana hatlarıyla belirledikten sonra, şimdi Kema
lizmin ilkelerine geçebiliriz: Kemalizmin Ulusa! Savaşım sürerken üç te
mel ilkesi vardı. Bunlar, tam baÇJ ımsızlık, halkçılık ve halk egemenliği
idi. Cumhurivet kurulduktan sonu::ı�veni bir düz.e.nleme'l]e Kemalizmin il
keleri. Cumhurivet Halk Partisi'nin altı okurıaa aııe geleceği üzere;_ @i
klik, cumhuriyetçilik, devrimcilik, devletçilik. uıusçuıuk ve halkçılık ola
rak belirlenecektir. AncaK bunlara geçmecıen önce Mustafa Kemal'in
"meşrutiyetÇi" yönü üzerinde bir parça durmakta yarar vardır.
Gerçekten Mustafa Kemal. yaşamının hemen hiçbir döneminde
"meşrutiyet sınırları" dışına çıkmamış; ancak bunu zaman zaman zorla-
52
mıştır. Anadolu'ya çıkarken, meşru iktidar olan Sultan Vahdettin'in tan
rısal meşruiyetinden kaynaklanan bir yetki ile donanmıştı. Ordudan ay
rıldığı zaman ise tüm halkı temsil ettiği savunulabilecek olan "Müdafai
Hukuk Cemiyetinin" temsil kurulunun başkanı sıfatını taşıyordu. Hele
Ankara Büyük Millet Meclisi açıldıktan sonra, tümüyle halktan kaynak
lanan meşru bir iradeye dayanmış oluyordu. Bu Meclisin başkanının
aynı zamanda "devlet başkanı" işlevini de üstlenmiş olmasını anımsat
makta yarar vardır.
Birinci Büyük M illet Meclisi içinde iki yrup vardı. Daha sonraları
"Müdafaai Hukuk Grubu" adını alacak olan Mustafa Kemal'in liderliğin
deki 1 . Grup, yapılan savaşımın, halk iradesine dayanan yeni bir devle
tin de savaşımı olduğunun tam bilincinde olmasalar bile farkındaydılar.
Aynı olgunun farkında olan "2. Grub" ise bu savaşımı, tutsak bulunan
halifenin kurtarılması savaşımı olarak değerlendirmek eğilimindeydi.
Gene anımsamakta yarar vardır ki, Müdafaai Hukuk Grubu daha son
raları, "Halk Fırkası", "Cumhuriyet Halk Fırkası" aşamalarından geçerek .
"Cumhuriyet Halk Partisi" adını alacaktır. Çoğunlukla ''asker - sivil
bürokratlardan" oluşan bu grubun karşısındaki 2. Grub ise çoğunlukla
"ilmiye mensuplarından" oluşuyordu. Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte
lstanbul'un kozmopolit çevrelerinin de destegiyie önce "Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası" adıyla ortaya çıkan bu grup, Şeyh Sait İsyanı ne
deniyle bu partinin kapatılması üzerine uzun bir süre örgütlenmeyecek;
daha sonra "Serbest Fırka" adıyla ve bu kez Mustafa Kemal deneti
miyle yeniden ortaya çıkacaktır. Fakat Serbest fırka'nın gördüğü
olağanüstü ilgi, bu partinin de kapatılmasına daha doğrusu kendi ken
dini kapatmasına yol açacaktır.
Birinci Büyük Millet Meclisi içindeki iki grup, kurtuluştan sonraki
düzen .konusunda köklü ve temelli bir anlaşmazlık. içindeydiler ama,
"bağımsızlık" konusunda tam •
bir anlaşma içindeydiler.
"Tam bağımsızlık" (İstiklali! tam) diyordu Mustafa Kemal, "bizim
bugün üstümüze aldığımız görevin temel ruhudur. Bu görev tüm ulusa
ve tarihe karşı üstlenilmiştir. Bu görevi üzerimize alırken, uygulanabilir
liği konusunda kuşkusuz çok düşündük. Fakat sonunda vardığımız ke;ı
nı ve iman, bunda başarılı olabileceğimiz şeklinde oldu .. Biz yaşamak
isteyen, onur ve şerefiyle yaşamak isteyen bir ulusuz. Bir hataya bağlı
olarak bu nitelikten yoksun kalmaya tahammül edemeyiz. Bilge, cahil,
ayrıcalıksız ulusumuzun tüm ögeleri, belki içinde bulunan koşulların
zorluğunun tümüyle bilincinde olmadan, bugün salt bir nokta çevre-
53
sinde toplanmış ve fakat sonuna kadar kanını akıtmaya karar vermiştir.
O nokta; tam bağımsızlığımızın sağlanması ve sürdürülmesidir.
Tam bağımsızlık denildiği zaman, elbette siyasal, parasal, iktisadi,
adli, askeri, kültürel vb. her konuda tam bağımsızlık ve tam bağlan
tısızlık (serbesti) söz konusudur. Bu saydıklarımın herhangi birinde ba
ğımsızlıktan yoksunluk, ulus ve ülkenin gerçek anlamıyla tüm bağım
sızlığından yoksunluğu demektir."
Biraz yukarda, Kemalizmin Ulusal Savaşım içinde üç temel ilke
sinden söz edilebileceğini belirtmiş ve bunların; "tam bağımsızlık", "halk
egemenliği" ve "halkçılık" olduğunu vurgulamıştık. Mustafa Kemal'in
tam bağımsızlıkla ilgili görüşlerini özetle gördükten sonra şimdi de
"halk egemenliği" ilkesine geçebiliriz.
Osmanlı İmparatorluğu daha y ukarda belirttiğimiz gibi, başlangıç
dönemlerinde tam bir şeriat devleti sayılamamakla birlikte sonuç olarak
İ mparatorluğun Tanrı egemenliğine d�?n�n l:>ir rno_narşi olduğuna
kuşku yoktur. Egemenlikle ilgiİitemel görüşleri daha geniş bir biçimde
laiklikle ilgili açıklamalarımız sırasında ele alacağımız için burada ayrın
tıya girmek istemiyoruz.
Ankara Büyük Millet Meclisi toplandığında, üyelerin bir kısmı bu
meclisin işlevinin salt tutsak bulunan Halifenin ve "Hilafet Makamının"
kurtarılması olduğunu düşünüyorlardı. Diğer bir kısım üyeler ise artık
yeni bir devletin kuruluşunun başladığının bilincindeydiler. Zaten M us
tafa Kemal, daha sonraları Cumhuriyet'in ilanı sırasında Osmanlı İmpa
ratorluğunu'nun İstanbul'un işgal edildiği gün tarihten silinmiş olduğu
nu savunacaktır.
Halk egemenliği ilkesi 1921 Anayasasının 1 . Maddesinde en açık
bir biçimde görülmektedir: Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur: İdare
yöntemi, halkın geleceğini doğrudan .doğruya ve gerçekten (fiili) yönet
mesi temeline dayanmaktadır.
Gene aynı Anayasanın iki ve üçüncü maddeleriyle "halk egemen
liği anlayışı belki de biraz aşırı biçimde yorumlanarak, tüm yetkileri
Büyük Millet Meclisinde toplamaktadır: "Yürütme gücü ve yasama yet
kisi ulusun tek ve gerçek temsilcisi olan Türkiye Büyük Millet Mecli
sinde gerçekleşir ve toplanır." (Mad. 2) .
"Türkiye Halk Hükümeti Büyük M illet Meclisi tarafından yönetilir ve
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti adını taşır .. " (Madde 3).
54
Burada çok ilginç olan nokta Anayasa görüşmeleri sırasında,
Büyük Millet Meclisi Hükümetini hilafetin kJrtarılmasına kadar yaşaya
cak bir kurum olarak değerlendiren İkinci Grup üyelerinin, tüm yetkile
rin halk egemenliğini .temsil eden Büyük Millet Meclisi'nde toplanması
konusunda çabalamalarıdır.
Bu konudaki tartışmalar yürütmenin nasıl belirleneceğinin saptan
ması sırasında, bakanların seçimi söz konusu olduğunda yoğun
laşmıştı. Bu grup, bakanların Millet Meclisi üyeleri arasından ve tek tek
seçilmelerini istiyor ve seçilen bakanların da gene Millet Meclisine karşı
tek tek sorumlu olmalarını savunuyordu. Sanıyoruz buradaki temel
kuşkuları, "yürütmenin başı" olacak kimsenin yetki ve sorumlulukları
arttırılırsa, bir devlet başkanı niteliğine ulaşacağı ve bundan kolay kolay
vazgeçemeyeceği idi. Fakat ne tür endişe ve kuşkularla yola çıkılmış
olunursa olunsun, sonuçta halk egemenliğinin gerçekleşmiş olduğu
!3ül'QK Millet Meclişi tüm yetkileri kendine tgplamış "diktatör bir meclis"
olarak Ort§'a çıkmıştır.
"Halkçılık" ilkesi ise "Ulusal Savaşım Dönemi" ile Cumhuriyet dö
nemi arasında açık farklılıklar gösteren ve oldukça belirsiz bir kav
ramdır.
1 921 Anayasasının Mustafa Kemal taı afından Büyük Milllet Mec
lisi'ne sunulan ilk taslağında iki ve üçüncü maddeler şu biçimdeydi:
''Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, yaşam ve bağımsızlığını
kurtarmayı tek amaç bildiği halkı emperyalizmin baskı (tahakküm) ve
zulmünden kurtararak, yönetim egemenliğinin sahibi kılmakla amacına
ulaşacağına inanmaktadır." (Madde 2).
''Tür.kiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, ulusun yaşam ve bağım
sızlığına yönelen (suikast eden) emperyalist ve kapitalist düşmanların
saldırılarına karşı korunma ve dış düşmanlarla işbirliği ederek ulusu al
datmaya ve karıştırmaya çalışan iç hainleri cezalandırmak için orduyu
kuwettendirmeyi ve onu ulus bağımsızlığının dayrıl"!ağı bilmeyi görev
sayar." (Madde 3).
Bir noktada "Halkçılık Programı• olaraK sunulan bu tasarının bu
maddeleri kimi milletvekillerince "Bolşevikli'<" olarak yorumlanmış ve
Büyük Millet Meclisi'nde oluşturulan bir k0misyon bu tasarı üzerinde
bir süre çalıştıktan sonra, bu kez Anayasa Tasarısı olarak Meclise su
nulmuştu. Daha sonra Meclis'ten geçerek yürürlüğe girecek ve 1921
Anayasası adını alacak olan bu tasarının dördüncü maddesi de •mes-
55
leksel temsil" ilkesini getirmekteydi. Bu ilke Mustafa Kemal'in o dönem
deki "halkçılık" anlayışının dile gelmesiydi.
"Büyük Millet Meclisi iller halkı tarafıı ıdan meslekler mensupları
temsil edilmek üzere doğrudan doğruya seçilmiş üyelerden oluşur."
(Madde 4).
Mesleksel temsil Büyük Millet Meclisinde tartışılırken Kemalizmin
önde gelen düşünür ve sözcülerinden İzmir Milletvekili, Mahmut Esat
(Bozkurt) Bey, bu konuda şöyle diyordu: "Parlamento yönetimi bir ulu
su doğrudan doğruya işbaşına getirecek yollardan değildir. (Bunu
vermekle) ulusa özgürlüğünü vermiş olmuyoruz.. (bu yöntem) halkı
memnun edememiştir ve zaman zaman dünyayı sarsan büyük devrim
lere yol açmıştır .. Blr tabaka vardır ki, memleketi omuzlarında taşıyan
bir tabaka vardır ki, o hep esirlik altında inlemiştir .. ve o sefalet içinde
inlerken burjuva tabakası onun önüne çıkmış, elindeki anayasa ile o
zavallı tabakanın önünde alay etmiştir. . Bendeniz ancak çiftçi tabakası
nın çarıkları ile demirci tabakasının çarıkları ile ve derici tabakasının ön
lükleri ile bu meclise girdiği zaman ülkenin kurtulduğuna inanabilirim."
Her ne kadar taslak yasalaşırken 3. maddedeki "Türkiye Halk Hü
kümeti", "Türk Devleti" olarak değiştirilmiş ve mesleksel temsil kabul
edilmemişse de, yukarıdaki örnekler M ustafa Kemal'in Ulusal Savaşım
dönemindeki "halkçılık" anlayışını göstermesi açısından ilginçtir.
Cumhuriyetten sonra "halkçılık" ayrıcalıksız ve sınıfsız bir toplum
yapısınm özlemini dile getiren bir ilke olmuştur. Aslında Kemalizmin sı
nıfları yadsıması, var olan bir gerçeğin sapı·rılması değil, varılmak iste
nin bir ülkü olarak vurgulanmasıdır.
"Halkçılık", biraz sonra değineceğimiz Kemalizmin diğer beş ilke
siyle birlikte 1 937 senesinde yapılan bir Anayasa değişikliği ile 1 924
Anayasasının ikinci maddesinde yer almıştır. Fakat bundan önce de
halkçılık bu anayasanın ruhuna "halk egemenliği" anlayışı ile tümüyle
egemendi.
Gerçekten 1 924 Aneyaşası son derece titiz bir biçimde "halk ge
menliğine" dayanmakta ve Büyük Millet Meclisi'nin işlevini bu egemen
liğin kullanılmasıyla sınırlandırmakta ve bu konuda halka hiç bir ortak
tanımamaktaydı. Oysa 1961 Anayasası 4. Maddesi, "Egemenlik kayıtsız
şartsız Türk Ulusunundur. Ulus egemenliğini Anayasanın koyduğu
esaslara göre, yetkili organlar eliyle kullanır" diyerek, halkın egemenliği
ni bir ölçüde sınırlamaktadır.
56
Kemalizmin "halkçılık" ilkesini böylec.:: ortaya koyduktan sonra,
şimdi "laiklik" ilkesine geçebiliriz.
Laiklik en genel biçimiyle din ve devlet işlerinin biribirlerinden ay
rılması olarak tanımlanır. Ancak konumuz bakımından böylesine önem
li olan bu kavramın hem biraz genişliğine ele alınması ve hem de
oluştuğu, ya da oluşmak zorunda kaldığı tarihsel sürecin genişliğine
incelenmesi gereklidir.
Hiç kuşkusuz insanların toplum halinae yaşamaya başladıkları ilk
günden itibaren aralarında "yöneten - yönetilen" ayrımı belirlenmiştir.
Yöneten - yönetilen ayrımının başlamasıyla da "itaat" sorunu ortaya çık
maktadır. Yani yönetenlerin "iktidarlarının kaynağı nedir; yönetilenler
neden itaat" edeceklerdir? Daha sonraları "devlet" adını verdiğimiz "ör
güt ve aygıt" oluştuktan sonra anlamını korumakla birlikte bu sorular
biçim değiştirecek ve "devletin egemenliği.ı in kaynağı nedir?" şekline
dönüşecektir.
İnsanlık tarihinde ilk yöneticilerin çoğunlukla "zorlama gücü" ile,
yani "kaba kuwetle" itaati sağladıklarını ileri sürmek. fazla abartılmış bir
görüş olmaz. Ancak "zorlama" ve "kaba kuwet" hiçbir zaman sürekli ve
kalıcı bir itaati sağlayamadığı gibi, sağladığı itaat de "yöneten"e güven
verecek gönüllü bir itaat değildir. Bu bakımdan her iktidar bir inanca,
bir "ikna" temeline oturmak zorundadır. Bir başka deyişle; her iktidar bir
inançlar dizisine dayanmak durumundadır.
ilkel topluluklarda "şef"le "büyücü"nün çoğu kez aynı kişi olması
raslantı değildir. Kaldı ki; ayrı kişiler oldukları, durumlarda aralarında bir
anlaşma, "ruhani" ve "cismani" güçlerin birleşme ve karşılıklı destek
lemeleri sözkonusudur.
Eski çağların köleci imparatorluklarında krallarla Tanrıların içli -
dışlı yaşantılarını yansı�an destanlar da elbe"te raslantı değildi. Örneğin
Homeros'un ölümsüz llyada'sında da, Odyse'sinde de efsane nereden
biter, gerçek nerede başlar belli değildir. Daha sonraları Hristiyanlığın
yayılmasıyla, o çağların siyasal iktidarları yeni bir destek bulmuşlardı:
Kilise.
Önceleri çağın egemen iktidarlarına, "putperest yöneticilerine"
karşı devrimci bir düşünce olarak ortaya çıkan kilisenin; "Tanrının hak
kını Tanrı'ya, Kayzer'in hal<�ını Kayzer'e vermesiyle" başlayan düzen,
Tanrı adına ve o'nun buyrukları doğrultusunda hüküm süren monarşi
biçiminde yüzyıllarca sürdü.
57
İmparator; Kilisenin, yani Tanrı'nın em•inde ve manevi korunması
altında idJ, Bu koruma imparat9ra . iktidarfriın meşruiyetinj sağlıyor_du.
Kilise de imparatorun maddi korunması altnda ipi. Ve İmparatorun pu
korunması Killş_�y�, kendine . aykırı inançların cezalandırılmasını ve
"dünya nimetlerinden" de istediği gibi yararlanmasını �ağlıyord.ı.ı. Bu tür
devlet yapısına, "din temeline dayanan devlet" anlamında "teokratik" adı
verildi.
Bu siyasal yapı, toplumlarda feodal bir sosyo-ekonomik yapı ol
duğu sürece; sırasında zorla, sırasında ikna yoluyla varlığını sürdüre
bildi. Feodal toplum yapısının genel · anlayışı içinde "atomize iktidar",
bunu destekleyen "ataerkil (pederşahi) aile düzeni" ve geleneksel - tu
tucu dünya görüşü kilisenin tam ve kesin desteği altında ve kesinlikle
kiliseye bağımlı bir biçimde yüzyıllarca sürdü.
Fakat bilim ve teknik alanındaki gelişmelere bağımlı olarak toplu
mun altyapısında gerçekleşen değişmeler; zaman içinde büyük bünye
sel değişimler ortaya çıkardı. Ekonominin 'kapalı' yapısı sarsılmaya
başlayınca, ilk göze çarpan değişme "iktidarın merkezileşmesi oldu. İk
tidarın merkezileşmesiyle birlikte ortaya çıkan bir anlayış da "ulusal
devlet" anlayışı oldu.
Gene aynı dönemde, yani "kapalı ekonomi" ysrini "piyasa ekono
misine" bırakırken, uzun dönemden beri etkinliğini yitirmiş bir �ınıf, bü
yük bir güç ve dinamizmle dünya sahnesine çıktı. Soylu olmayan, top
rağı bulunmayan, el sanatlarından da birşey anlamayan bu sınıf, salt
alım - satımla, yani ticaretle geçiniyordu. Bunlara, kentlerde oturanlar
anlamında "ken!soylu : burjuva" adı verildi.
Yeni ticaret yollarından ve teknik gelişmelerden de yararlanarak
kısa zamanda büyük parasal servetler oluşturan burjuvalar da "ulusal
devlet" anlayışına yatkındılar. Ancak teokratik devlette o güne dek ol
duğu gibi, yönetimin alacağı kararların tümüyle dışında kalmak iste
miyorlar; bu ulusal devlet içinde yönetimde pay sahibi olmak istiyorlar
dı. Oysaki "teokratik devlet felsefesi" içinde tüm işlevler ve bu işlevlerle
görevli güçler belirlenmişti. Bu yapı içinde kentsoyluya yer yoktu.
"Teokratik monarşi" anlayışına göre siyasal iktidarın kaynağı Tanrı
idi. İ mparator O'nun vekili durumundaydı vt bu "vekAlet" gene Tanrı ta
rafından verilmişti. Bu bakımdan imparator ''Tanrısal" bir düzeni boza
rak, iktidarı kentsoylu ile paylaşamazdı. Merkezi iktidarın bu görüşünü
hiç kuşkusuz kilise de destekliyordu.
58
İşte bu koşullar altında kentsoylu dün�1ayı yeniden yorumlama ça
basına girişti, zira elinde bulundurduğu "ekonomik güc"ü "siyasal
güç"le desteklemek ve korumak zorunluğurıdaydı. Herşeyden önce ye
ni bir yönetim felsefesi oluşturarak; •eg�merılik Tanrı'nın değil halkındır"
ilkesini ortaya attı. Bu yeni anlaşıya göre, meşru bir siyasal iktidarın
kaynağı Tandı değil, "halkın istemi (idaresD ' oluyordu. İnsanların t�plu
olarak yaşamalarının nedeni pe, Tanrının insanları bu şekilde yaratmış
olması değil; insanların bir arada yaşamaktan pek çok çı.karları olma
sıydı. Bu anlayışa göre insanlar işte bu nedenlerden ötürü kendi arala
rında zımni (üstü kapalı) bir sözleşme" yapıyorlardı. Topluluk içinde
yaşama uğruna bir takım özgürlüklerinden vazgeçiyor, fakat buna
karşılık toplu halde yaşamanın yararlarından pay alıydrlardı. Bu_
sözleşmeye ''toplum sözleşmesi" adı verildJ.
Laiklik, yani din ve devlet işlerinin birbirinden cıyrılması bu evren
sel gelişmelerin kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çı�tı. Tanrı ege
menlialne davanan monarşik yapı yıkılarak _yerine halk egemenliğine
dayanan aemoKraııK bir yapı getirildiği andan başlamak üzere "laiklik"
kaçınılmaz bir olgu olarak ortaya çıkmaktadır. Dahası, bu yapı
değişikliğinin gerçekleştirilmesi de. laik bir siyasal felsef.!3 gerektirir.
Yukarda ana hatlarını ortaya koyduğumuz gelişmeler, Osmanlı İm
paratorluğu'nda gerçekleşmemişti. lıra feodal birikime yol açmayan
toprak düzeni, kentsoylunun oluşmasına olanak vermemiş ve buna
bağlı olarak kapitalizme geçilememişti. Osm:ınlı "asker - sivil bürokratı",
Batı'nın sosyo-kültürel kurum ve davranış ı<alıplarırıın yanısıra bunların
getirdiği ve getirebileceği tüm farklı anlayışları da içtenlikle benimse
meye hazır durumdaydılar.
Kemalizm işte bu nedenlerin ışığı altında, teokratik mutlak mo
narşiyi yıkarak yerini halk egemenliğine dayanan bir devlet yapısı kur
duğundan dolayı ve dahası bu devlet yapısını kurabilmek için "laik" ol
mak zorundayoı.
Kemaıızmin laiklik ilkesi salt halk egemenliğine dayanan devlet
yapısını meşru kılmak amacına yönelik olmakla kalmamış; sosyal alan
da ve özellikle eğitim alanında köklü değişmelerin yapılmasına da yol
açmıştır. Bunlar arasında en önemlisi; tekke, zaviye vb. gibi halkın
gündelik yaşamını olumsuz yönde etkileyen dinsel görünüşlü tüm ku
rumların kapatılması ve "eğitimin birliği" yasasının çıkartılmasıdır.
Kemalizmin kendi den€Aimirıin dışında, laik olmayan bir eğitime
izin vermesi beklenemezdi. Kaldı ki; bu tür eğitim kendi meşruluğu ile
59
de çatışmalar yaratabilirdi. Bu anlayış çerçevesinde Türkiye'deki salt
İslamiyet'le ilgili eğitim yapan kurumlar kapatılmadı, aynı zamanda Tür
kiye'deki yabancı okullar da Milli Eğitimin ilke ve amaçları doğrul
tusunda denetim altına alındı.
"Halk eı;ıell)enliğine" dayanan, "laik" bir devletin Cumhuriyet" olma
sı kaçınılmazdır. Kemalizmin "cumhuriyetçilik" ilkesini. bu düşünce ile
değerlendirmek gerekir. Zaten Kemalizmin ilkelerini bir bütünün değişik
görüntüleri olarak değil; birbirine bağlı kaçınılmaz olgular olarak değer
lendirmek _gerekir.
Teokratik bir monarşiyi ortadan kaldıraıak bunun yerine "halk ege
menliğine" dayanan "laik" bir "cumhuriyet" kurulması, hiç kuşkusuz bir
"devrimdir". Zira en genel anlamıyla ele alınsa bile toplumdaki egemen
sınıf yapısı oldukça köklü bir biçimde değişmiş olmaktadır.
Kemalizm "devrimcidir". Zira toplumda anda var olan "en ilerici"
güçleri örgütleyerek; kemikleşmiş ve tutucu "teokratik monarşiyi" yıka
rak yerine halkçı, "laik Cumhuriyeti" kurmuştur.
Bir imparatorluk içinde, Padişaha körü körüne bağlı "teba"yı, pa
dişahın "kullarını", bir Cumhuriyetin onurlu ve eşit "vatandaşları" duru
muna sokan eylemlerin ideolojisinin "devrimci" olmadığını söylemek
mümkün değildir.
Kemalizm "devletci"dir. Ancak bu devletçilik sosyalist anlamda,
emekçi sınıfların denetledikleri ve karar aldıkları bir devletçilik değil,
özel _girişimin ilgi duymadığı ya da gücünün yetmediği alanlarda, belki
de özel sektörü desteklemek işlevinide üstlenmiş bir tür devlet kapita
lizmidir.
Daha önce de belirtmiş olduğumuz gibi; 6aiı'nın kalkınmasını
kendine amaç edinen Osmanlı "asker - sivıı borakratı", bu kalkınmanın
ardında kapitazilmi ve kapitalisti görmüşlerdi. Ve daha 2. Meşrutiyet
döneminde devlet eliyle kapitalist yaratma çabasına girişilmişti. Eğer
kapitalist yaratılabilirse, kapitalizme de geçilebileceği ve sanayi devri
minin başarılacağı umuluyordu. Kemalizmi de bu düşünce yapısından
soyutlamamız için bir neden yoktur.
Osmanlı aydınının sosyalizme karşı ilgisiz tutumunu açıklamak ol
dukça zordur. Öncelikle belirtilebilecek bir nokta, bu aydınların emekçi
kesimlerle pek ilgililerinin olmamasıdır. Kendilerinde "cahil halkı kurtar
ma" ve "adam etme" görevini ve yetkilisini bulan · "asker - sivil bürokra-
60
tın", işçi sınıfının ideolojisine ilgi duyması oJe benimsemesi beklene
mezdi.
Bu konuda belirtilebilecek bir başka nokta, Osmanlı İ mparator
luğu'nda sanayinin oluşmasına koşut olarak yaygın ve örgütlü bir işçi
sınıfının bulunmamasıydı. Her ne kadar Cumhuriyetin kurulduğu sene
lerde Türkiye İşçi Sınıfının ö rg ütlenm e çabaları ve bu örg ütlerin belirli
bir ağırlığı var idiyse de, bu eylemler sınıfsal bir zorlamadan çok, birey
sel çabalar olarak değerlendirilmeilidir. Zaten etkisiz ve güçsüz kalması
da bu savımızı doğrular niteliktedir.
Bir başka nokta da; yoğun bir "hiyerarşi anlayışı" ile eğitilen Os
manlı "asker - sivil bürokratı"nın sosyalizmin temel mantığına pek yat
kın olmamalarıdır.
Ancak yukarda belirttiğimiz tü'm noktalara karşın Kemalizm, Sov
yetler Birliği'yle :::ıl an ilişkilerinde karşılıklı bir yakınlık ve işbirliği içinde
olmaya özen göstermiştir. Hele İz m ir kongresinde alınan kararlar doğ
rultusunda, özel girişime dayanan kapitalist bir kalkınma modelinin ge
çersizliği anlaşıldıktan sonra, 1 929 Büyük Buhranın da etkisiyle, "planlı
kalkınma" yöntemleri zorlanmaya başlanmıştır. Ve Kemalist Cumhuriyet
ekonomik alandaki ilk başarılarını bu dönemde elde etmiştir.
Kemalizmin son ilkesi "uJLJsçuluk" da, tüm diğer ilkeler çıibi, Os
manlı ··asker - sivil bürokratı"nın Batı'yı görüp benimsedikten ve bu
yönde bır ozıem duyduktan sonra geçirrneve başladıqı "maceranın" ka
çınıımaz-ıJllSo nucuydu.
imparatorluğun "Ümmet" anlayışı içindeki "ku:ıarından", bir ulusal
devlet çıkartmak için Kemalizm "uluscu" olmak zor:..ı ndaydı ve bunda
haklıydı. Ancak Kemalist ulusçuluk anlayışı "şoven" bir ulusçuluk olma
dığı gibi, dil, ırk y a da din temeıierine dayanan bir ulusçuluk da
değildir.
Kflmalist ulusçuluk anlayışı toprak temaline dayanan bir ulusçu
luktur. "Türkiye Cumlıurjyeti topraklarında yaşayan ve kend:ni Türk
sayan tüm vatandaşları" dili, dini, ırkı ne olursa. olsun sarm'aıar ve aynı
kültür potası içinde eritmeye çabalar.
DiHn arapça ve acemce sözcüklerin egemenliğinden kurtarılması
çabaları ve bu konuda çalışmalar yapıT-ası içın Türk Dilini Tetkik Ce
miyetinin (Türk Dil Kurunıu) kurulması: İslam tarirıinden bağımsız bir
Türk tarihinin yazılması çabaları '!e Türk Tarih Kuruhu'nun kurulması;
Etiler, Sümerler vb. gibi Anadolu'da yaşamış olan tüm uygarlıklara sa-
61
hip çıkma çabaları vs. hep bu •uıusçulu"<" anlayışı çerçevesinde
deaerlendirilmelidir.
Kemalizm; "halkçılık", "l&iklik", 'cumhurıyetçilik"; "devrimcilik", "dev
letçilik" ve "ulusçuluk" kavramlarının ötesinde; değişen nesnel koşullar
karşısında, bu ilkeler çerçevesinde sürekli tillu mlar takınmaktır. Kema
lizm kesinlikle salt ileriye açık bir ideoloji0ir. Kemalizmi yorumlarken
bazı farklı noktalara varılabilmesi olasıdır. Af)cak Kemalizm'de olmayan
şey; "tutuculuk" ve "statükoculuk''t ur: Mustafa Kemal'in düşünceleri ne
silden nesile aktarılacak bir "put" değil; yönlendirici bir "dünya görüşü"
ve dünyanın dinamik bir "yorumu"dur.
62
ATATÜRKÇÜLER VE KARŞITLARI
63
söylemek de mümkün değildir. Aralarında uyrıntı farklılıkları olduğu gi
bi, padişaha karşı olmalarının dışında, köklü farklılıklar da vardı. Ayrıca
padişaha !<arşı olmaları da, padişahın yetkilerine sınır getirmek dileğin
den başka bk şey değildi.
Yakın tarihimizin yüz yılı aşan döneminde, sürekli bir "cep
heleşme" qözlemekteyiz. Bu cepheleşmekte taraflardan biri, çağdaş
uygarlığı hedef alan "ileri", öbürü ise bu gelişmeyi engellemeye çal a-
layan "geri" biçiminde karşımıza çıkmaktadır Elbette bu olgu böylesine
kabataslak bir biçimde ele alınamaz, doğrusu-yanlışı kolay değerlendi
rilemez. Ama ikili bir cepheleşme olgusunu yadsımak da mümkün
değildir.
Bu bağlam içinde düşünüldüğü zaman, hiç kuşkusuz Kemalizm
"ileri"nin ideolojisidir. Toplumda dayandığı temel güç asker ve sivil bü
rokrasidir. Ayrıca ulusal bağımsızlık savaşı sırasında, tüm ulusal güç ve
unsurların da desteğini sağlayabilmiştir.
Ancak unutulmaması gereken bir olgu. Mustafa Kemal'in işin da
ha ilk aşamalarında iken bile ciddi "karşıtları" olduğudur. Padişah ve
çevresi bir yana, Osmanlı İmparatorluğu içinde "İttihatçılara" karşı
bilinçlenmiş ve örgütlenmiş ne kadar güç varsa. daha savaşım için
deyken bile Mustafa Kemal'i safdışı edilmesi gereken bir düşman ola
rak görüyorlardı. İstanbul basınının önemli bir bölümü karşısındaydı.
Hele İzmir'in geri alınmasını izleyen aylardan sonra İstanbul basını ne
redeyse tümüyle Mustafa Kemal'e karşı tavır alacaktı.
Yine aynı günlerde, yazgı birliği yaptığı kimi arkadaşlarıyla da yol
ları ay rıldı. Bunlardan kimileri Saltanat'a duygusal olarak, kimileri de mi
deleriyle bağlıydılar. Tüm bunların dışında Mustafa Kemal bir de eski it
tihatçı liderlerle kaçınılmaz bir hesaplaşmaya gitmek zorunda kaldı.
O günlerde, Yunan işgali süresince M ustafa Kemal'i desteklemiş
olan Batı Anadolu eşrafı da Mustafa Kemal'den uzakleşmaya başladı.
"Mazlum milletlerın kurtuluşundan", "ekonomik, siyasal ve kültürel açı
lardan tam bağımsızlıktan" söz eden ve merkezi oir denetimin kesin
savunucusu olan Mustafa Kemal bu grupları çıkarları açısından tehlikeli
olmaya başlamıştı, Terakkiperver Fırkanın da, Serbest Fırkanın da ku
ruluşlarını izleyen birkaç ay içinde büyük güç kazanmaları, elbette açık
lanması gereken bir olgudur. Fethi Bey'i kurtarıcı olarak karşılayan İz
mir halkını bu denli unutkanlığa iten neydi acaba. "Kurtar bizi" yazılı
pankartlar hiç kuşkusuz tüm Egelilerin görüş ve duygularını yansıt
mıyordu. Ama acaba "kim, kimi, kimden" kurtaracaktı.
64
M ustafa Kemal sınıf gerçeğini bilmeyen bir önder değildi. Ama
"imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle"nin özlemi içindeydi. Toplumu
bu yöne doğru değiştirme çabasındaydı Ama bu değişim elbette
Marksist anlamda bir değişim de değildi.
M ustafa Kemal'e karşı tepkinin genellil•le "imtiyazlılardan" gelmesi
doğaldır. Ancak toplumda Mustafa Kemal'o karşı olan öğeler Terakki
perver Fırka ve Serbest Fırka deneyleri dışında bir örgütlenmeye de gi
rişemediler. Mustafa Kemal'in önderliğind&ki "devrimci kadro", eserini
koruma konusunda ödünsüzdü. Mustafa Kemal'in ölümünden sonra
ise, araya İkinci Dünya Savaşı'nın girmesi, bu karşı örgütlenmeleri
1 946'ya dek erteledi.
Demokrat Parti'nin kurucularından bir kısmının Atatürkçülüğü tar
tışılamaz. Ancak, "her mahallede bir milyoner yaratmak" isteyen Adnan
Menderes'in Serbest Fırka kurucularından olduğu gerçeği de yadsına
maz. Zaten Demokrat Parti, toplumda Cumnuriyet Halk Partisine karşı
olan tüm güçleri kanalize etmek istiyordu ki; bu güçlerin önemli bir bö
lümü geleneksel olarak Anti-Atatürkçüydü ve bunun savaşımı içindey
diler.
27 Mayıs devrimi aslında, ilerici ve Atatürkçü "asker-sivil bürokra
sinin" iktidarı geri almasından başka birşey değildir. Ulus egemenliğini,
çoğunluk tahakkümüne dönüştüren Demokrat Parti, on yıl içinde ülke
nin ekonomik yıkımının temellerini artmasının yanısıra, temel hak ve öz
gürlüklere de el atmak isteyince ve bu konuda engel tanımaz duruma
gelince, darbe kaçınılmaz olmuştu. Mustafa Kemal'in sağlığında
"uyuyan yılan", bu dönemde yeniden başkaldırmıştı. Bilinçsiz bir hınç
içinde, komprodor tekelci burjuvazinin kitle gücü ve dayandığı temel
unsur oluyordu. Öylesine ilginç şeyler yaşandı ki, halkımızın önderi ve
devletimizin kurucusu Atatürk "özel yasalarla" korunacak duruma so
kuldu.
Yakın tarihimizin böylesine anahatlarıyla gözden geçirilmesi bile,
toplumumuzda köklü bir biçimde Atatürkçüler ve Atatürk karşıtları ol
ması gereğini ortaya koyar. Zira hiç bir toplumsal kalıt (miras) kendi
liğinden ortadan kaybolmaz, hıle bu kalıt bir "düşmanlık kalıtı" ise. Bu
kalıtın kimlerden kimlere kaldığını, devredildiğini anlamak için, yakın ta
rihimizin anahatlarıyla gözden geçirilmesi yeterlidir.
Bugünün Türkiye'sinde kimler Atatürkçüdür? Bizce, bireysel hu
zur, mutluluk ve kurtuluşunu, toplumumuztın mutluluk ve kurtuluşunda
gören kişiler Atatürkçüdürler, Atatürk'ün yolundadırlar.
65
"Gemisini kurtaran kaptandır", "Her koyun kendi bacağından asılır''
gibisinden sapık deyişlerle yola çıkanlar; "Köşeyi dönmeye" çabalayan
lar, dillerine sakız da etseler, günde yüz kez heykellerine de yüz sürse
ler, en yüksek seslerle nutuklar da atsalar, AtatürkçQ olamazlar.
Toplumumuzdaki son gelişmeler, yıllardır aksine sürdürülen tüm
propagandalara karşın Atatürkçülüğün toplumda ne denli güçlü
yaşadığını ve belki ona inanmayanların bile sahiplenmeye çalışmalarını
göstermesi açısından sevinç ve övünç veric idir.
66
NASIL ATATÜRKÇÜ BUNLAR!
F.7
sında, Vossische Zeitung muhabirine verdıği demeçte şunları okuyo
ruz (Söylev ve Demeçleri, 111, s. 85/85) :
" .. Kur'anın tercüme edilmesini emrettim. Bu da ilk defa olarak
Türkçeye tercüme ediliyor. Muhammed'in hayatına dair bir kitabın da
tercüme edilmesi için emir verdim. Halk tekerrür etmekte olan bir şey
mevcut olduğunu ve din ricalinin derdi ancak kendi karınlarını doyu
rup, başka bir işleri olmadığını bilsinler .. "
.
Bağımsızlıkta ödünsüzdü
Atatürk "tam bağımsızlık" ilkesinden asla ödün vermeyen bir dev
let adamı idi. Salt siyasal değil, ekonomik ve kültürel bağımsızlık konu
larında son derece duyarlı idi. Zira özellikle ekonomik bağımsızlık ol
maksızın siyasal bağımsızlığın olamayacağını biliyordu. Ve o günlerin
İstanbul'unda "Efendim, kendi yağıyla kavrulmak ve demek, ekonomik
bağımsızlık ne demek?" diyen "akl-ı ewel"ler fink atarken; Avrupa'nın
tüm bankalarının birer şubesi bulunuyordu. Ve Ankarada, çoğunlukla
gaz lambalarının ölgün ışıkları altında çalışan mert ve namuslu insan
lar, tam bağımsız Türkiye'nin aydınlık planlarını yapıyorlardı.
Emperyalizmin her türlüsüne karşı olan ve emperyalizme karşı
"ulusal bir direniş örgütleyerek", bağımsızlığını kan ve ateş pahasına
kazanan Atatürk Türkiyesi, bu yönüyle dünyanın tüm mazlum milletle
rine örnek olmuştu. Günümüzde Güney Kore'ye, Singarup'a, Hong
Kong'a özenen kafalar nasıl Atatürkçü olurlar?
68
Yaşadığı dönemdeki çok partili yaşam deneyimleri başarısız ol
masına karşın, Atatürk ulus iradesine ve bu ulus iradesinin tecelli ettiği
TBM M 'ye karşı son derecele saygılı ve duyarlı idi. Bunu çok çeşitli ya
Zilarımızda irdelediğimiz için, yeniden örnekler vermiyoruz. Fakat
önemli bir noktaya değinmekten de kendimizi alamıyoruz. Biraz yukarı- �
69
Bu yazımızda son bir hususu daha ser9ilemek istiyoruz. Tüm top
lumsal düzenlemelerin Atatürkçülük adına yeniden elden geçirildiği bir
dönemin uygulamalarının, bizleri nerelere getirdiğinin açık bir gösterge
sidir bu. İstanbul'da yayımlanan ve Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakan
lığı'nca okullara tavsiye edilen bir çocuk dergisinde, Çanakkale Savaşı
ile ilgili şu satırlar yer alıyordu: " .. Çanakkale'de Türk Zaferi 18 Mart
191 5'te kesinlik kazandı. Düşman geldiğinden daha hızla kaçıyordu.
Binlerce subayımızla birlikte Mustafa Kemal de Çanakkale'de dövüştü.
Herkes gibi o da üstüne düşen görevi yaptı.." Yukarıdaki satırların ya
zarı, o çok özlemini çektiği Osmanlı'dan da geride, o Osmanlı'dan da
nankör. Padişah dahil, o zamanların tüm toplumunun "Anafartalar Kah
ramanı" olarak saygı duyduğu; savaşın o karanlık ve endişeli günle
rinde bir umut yıldızı gibi parlayan Mustafa Kemal, " .. herkes gibi üze
rine d üşen görevi" yapmış... Peki Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı
bu dergiyi okullara nasıl tavsiye eder? BL•nu tavsiye eden kurulların
üyeleri, daha sonra Atatürkçülükten ne yüzle söz edebilirler?
Gericiliğe (irticaa) karşı en büyük güv.::nce olan gençlik, yıllardan
beri suçlu sandalyesinde otururken, derslerinden başka şeyle ilgilen
memeleri istenirken, "irtica hortluyor" diye meydanlara çıkmak ne bü
yük çelişkidir. Viskiyle gülyağı kokusunun karıştığı yüksek bir yerlerde
kavramlar iyice karışmış durumda. Fakat endişelenecek fazla bir şey
yok. Çünkü nasıl Atatürkçüyüm demekle, Atatürkçü olunmuyorsa; Ata
türk'ü çarpıtmak da mümkün değildir. Ve kendini çok kurnaz sanan ki
mileri, "bu işi bitirdik" diye ellerini ovuştururken; Atatürk'ün aydınlık se
si, Atatürk'ün gençliğinin dilinden yine göklere yükselince, sığınacak
delik arayacaklardır.
70
BÜYÜK TAARRUZ VE TÜRK ULUSU
71
Yunan birliklerinin Dumlupınar'da çembere alınmasından sonra 9 Ey
lül'de izmir'de, Akdeniz'de sona erdi. Mustafa Kemal arkadaşlarına,
saldırıya başladıktan sonra 15 gün içinde İzmir'e gireceklerini söyle
mişti. Sözünü fazlasıyla tutmuştu.
Ancak M ustafa Kemal, yaşamının her aşamasında, her; konuda ol
duğu gibi, bu büyük utkuyu da kendinin değil ULUSUN ve ulusum
temsilcisi TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİNİN bir utkusu olarak
değerlendiriyordu. Zaten saldırının başladığ ve Afyon'un geri alındığını
TBM M 'ne bildiren ilk telgrafında bile, başarı nedeniyle "Büyük Meclisi"
kutlamaktadır: (2)
"Türkiye Büyük M illet Meclisi ordularının müstesna kıymet ve kabi
liyeti sebebiyle Meclisi aıiyi tebrik ederim."
Dumlupınar kazanıldıktan sonra TBMM ordularına yayınladığı bil
diride de şu satırları okuyoruz:(3)
"Afyonkarahisar, Dumlupınar Büyük Meydan Muharebesinde za
lim ve mağrur bir ordunun anasırı asliyesini inanılmayacak kadar az bir
zamanda imha ettiniz. Büyük ve necip milletimizin fedakarlıklarına layık
olduğunuzu isbat ediyorsunuz. Sahibimiz olan büyük Türk milleti istik
balinden emin olmağa haklıdır .. "
Aynı gün (1 Eylül 1 922) Ulusa yayınladığı bildiride de şu satırları
okuyoruz:<4l
"Büyük Asil Türk Milleti:
Garp cephesinde 26 Ağustos 38'den beri başlayan harekatı taaru
ziyemiz Afyonkarahisar, Altuntaş, Dumlupınar arasında büyük bir mey
dan muharebesi halinde beş gün beş gece devam etti. Türkiye Büyük
M illet Meclisi Ordularının secaati, şiddeti sürati tevfikatı subhaniyeye
vesiylei tecelli oldu. Zalim ve mağrur düşman ordusunun anasırı as
liyesi akıllara dehşet verecek katiyetle imha edildi. Teşkilat ve techizat
gibi ananat ve muzafferiyatı ve ismi münhasıran milletimizin şuurun
dan, ezeli ve ebedi olan imanından vücud bulan ordularımızı fedakar
lıklara ıayık olarak size takdim ediyorum. En büyük kumandanından en
genç neferine kadar ordularımızda hakim olan fikir, milletin gösterdiği
vazife uğrunda şehit olmaktır. Bunu muharebe meydanında yakından
müşahede ederek büyük milletime haber veriyorum .. Milletin rey ve ira
desine istinad eden her işin neticesi millet için hayır ve saadet olduğu
sabittir..
"
72
Mustafa Kemal ulusuna olan saygısını ve ulusun iradesine olan
saygı ve güvenini vurgulamak için, bulduğu her olanağı kullanan bir
devlet adamı ve kumandan idi. Zira ulusun ve ulus iradesinin her şey
den önce geldiğine inanır; bu iradeyi her türlü iradenin üzerinde gö-
rürdü. ...
İzmir ve Bursa'nın geri alınmasından sonra ulusa yayınladığı bildi
ri; hem bu görüşlerini bir kez daha vurgulaması ve hem de heyecanlı
edebi değeri açısından son derece ilginçtir:<5l
"Asil Türk Milleti
Ordularımız 9 Eylül 38 sabahı İzmir'imizi ve yine 9 Eylül 38
akşamı Bursa'mızı muzafferen tahlis ettiler. Akdeniz askerlerimizin zafer
teraneleriyle salgalanıyor. .
. . Büyük Türk milleti, Ordularımızın kabiliyet ve kudreti düşmanları
mıza dehşet, dostlarımıza emniyet verecek bir kemal ile tezahir etti. Mil
let orduları on dört gün zarfında büyük bir düşman ordusunu imha etti
ler.. Büyük zafer münhasıran senindir. . . Vatanın hai�sı milletin rey ve
iradesi kendi mukadderatı üzerinde bilakaydüşart hakim olduğu zaman
başlamış ve ancak milletin vicdanından dogan ordularla müsbet ve ka
ti neticelere ermiştir.
Büyük ve necip Türk milleti Anadolu'nun halası zaferini tebrik
ederken sana İzmir'den, Bursa'dan, Akdeniz ufuklarından ordularının
selamını da takdim ediyorum."
Aynı Mustafa Kemal, 4 Ekim 1 922'de Türkiye Büyük Millet Meclisi
nin, "kutsal" olarak nitelendirdiği çatısının altındadır. Bu kez ulusun tem
silcilerine seslenmektedir:(6l
" . . Milletin mukadderatını doğrudan doğruya deruhte ederek yeis
yerine ümit, perişanlık yerine intizam, tereddüt yerine azim ve iman ·
koyan ve yokluktan koskoca bir varlık çıkaran Meclisimizin civanmert
ve kahraman ordularının başında bir asker sadakat ve itaatiyle emirleri
nizi yerine getirdiğimden dolayı, bir insan kalbinin nadiren duyabileceği
bir memnuniyet içindeyim."
Ve şiddetli ve sürekli alkışlarla kesilen konuşmasını şöyle sürdür
mektedir:
"Kalbim bu meserretle dolu olarak, pek aziz ve muhterem arka
daşlarımı, bütün dünyaya karşı temsil ettikleri hürriyet ve istiklal fikrinin
zaferinden dolayı tebrik ediyorum. ."
73
Mustafa Kemal, bu unutulmaz konuşmasının son bölümlerinde de
şunları söylemektedir:(7)
"Arkadaşlar! Milletimiz, tek bir adam gibi, gösterdiği sarsılmaz
vahdet ve gayret sayesinde bu muvaffakiyE<ti ihraz etmiştir .. Milletimizin
sulh işlerinde de, sulhtan sonraki işlerde de, aynı himmet ve gayret ve
vahdeti göstererek; bu zaferi itmam edeceğine şüphe yoktur. . .
Arkadaşlar! Sözlerime hitam vermeden ewel kemali iftiharla şunu
arzedeyim: Bu hareketi yapan bir ordunun babalarından ve anaların
dan ibaret olan milletimiz bütün cihana karşı en yüksek mevki-i hürmeti
ve izzeti kazanmıştır. Milletimiz biperva iftihar edebilir. Bu, en kuwetli
şeraitte hakkıdır ve böyle bir milletin fıciz bir ferdi olmakla en büyük
saadeti hissediyorum . . "
Tarihte Mustafa kemal'e gelene dek, kendini ulusunun sıradan in
sanlarından biri olarak gören bundan öğündüğünü açıklayan hiçbir
"ulus kurtarıcısı" ve "devlet kurucusu" yoktur. Ancak Mustafa Kemal;
ulusa ve onun temsilcilerine saygılı olmadıkça, ulus için hiçbir şey yap
manın mümkün olamayacağının bilinci içindeydi. Zira ulus iradesinin
üzerinde hiçbir irade yoktur ve ulusun gür:ünün üzerinde hiçbir güç
olamaz.
NOTLAR
74
ATATÜRK VE "MEDENİ BİLGİLER"
"Devlet, belli bir bölgede yerleşmiş ve 1<endine özge bir güce sa
hip olan kişilerin toplamından oluşan bir varlıktır."
75
Devlet egemenliğinin temel ilkeleri de şöyle sıralanmakta:
"a) Demokrasi ilkesi, halkçılık: Bu ilkeye göre, irade ve egemenlik,
ulusun tümüne aittir ve alt olmalıdır. Demokrasi ilkesi ulusal
egemenlik biçimine dönüşmüştür.
b) Temsili hükümet ilkesi: Bu ilke ulusal egemenliğin uygulanma
ve yürütülmesini düzenler.
c) Devletin ana örgütlenmesini (teşkilat-ı esasiyesini) düzenleyen
yasanın (anayasa), diğer yasalara üstünlüğü ilkesi."
Şunu söylemek gerekir ki; devlet hukLksal bir kavramdır. Aslında
yönetenler egemenliği kullanırlar. o halde devlette yönetenler_kJmler ol
.
.
nışlarla bağdaşamaz."
76
Kitapta daha sonra Türk Devletinin ancıyasası üzerinde durulmak
ta ve sözü edilen ilkelerin Anayasada nası· biçimlenmiş oldukları gös
terilmektedir: (s. 32-33).
a) Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur.
b) Türkiye Büyük Millet Meclisi ulusun tek ve gerçek temsilcisi olup,
�lus adına egemenlik hakkını kullanır.
c) Yasama yetkisi ve yürütme gücü Büyük M illet Meclisi'nde ger
çekleşir ve toplanır.
d) Meclis yasama yetkisini bizzat kullanır.
e) Meslis yürütme yetkisini kendi tarafından seçilen cumhurbaşka
kanı ve onun atayacağı bir bakanlar kurulu kanalıyla kullanır.
Meclis hükümeti her zaman denetleyebilir ve düşürebilir.
f) Yargı hakkı ulus adına, yasa ve yöntemi çe�çevesinde bağımsız
yargıçlar tarafından kullanılır."
Bu arada Türkiye Cumhuriyetinin devlet ve egemenlik anlayışı, hiç
bir tartışmaya yer bırakmıyacak açıklıkta ortaya konulmaktadır:
"Bizim anlayışımıza göre siyasal güç, ulusal irade ve egemenlik,
ulusun birlik (vahdet) halindeki ortak kişiliğine aittir; birdir, bölünemez
ve ayrılamaz ve devredilemez. Ulusta olduğu gibi onun temsilcisi olan
tek mecliste toplanmıştır. Yani kuwetler ayrılığı kuramı bizim için temel
değildir. Buna göre:
Türk milletinin yönetim biçimi kuwetler birliği temeline dayanan
bugünkü devlet biçimimizdir. Bu biçim içinde Türkiye Büyük Millet Me
clisi, uTus adına egemenlik hakkını kullanır; Cumhurbaşkanı ve Bakan
lar Kurulu onun içinden çıkar. Egemenlik birdir, kayıtsız şartsız ulu
sunaur."
Bu ilginç görüşler içinde yaşamakta olduğumuz kritik günlere de
ışık tutabilecek nitelikte.
Kitabın, "Vatandaşa karşı devletin vazifeleri" başlığını taşıyan bölü
münde de ilginç bazı görüşler' var: (s. 51 vd )
"Bir vatandaş, yurt savunmasında başına toplı'{abileceğj birtakım
kimselerle başlıbaşına harekete izinli değildir.
Bir vatandaş, kendi hürriyet ve hakkını kendi maddi kuwetine
dayanarak sağlamaya kalkışamaz.
Bu konular bireylerin güç ve girişimleriyle değil, ulus iradesine sa
hip olan devletin güç ve nüfuzu ile sağlanabilir.
77
.. Devlet ve birey dediğimiz zaman bu kelimelerin soyut anlamını
değil; tek gerçek olan 'sosyal insan' yani toplum içinde yaşayan birey
leri-düşünüyoruz. · İşte bu sosyal insanın, iki türlü çıkarı vardır. Bu çıkar
lardan bir bölümü bireyseldir, diğer bölüm:ı ortaktır. Toplum yaşamını
koruyan, bu ortak çıkarlardır.
İyice düşünülürse, bu iki tür çıkar birb.rine eştir. Zira sosyal insa
nın yaşamı için her iki çıkar, aynı oranda yereklidir. Buna göre, bizce
devlet ve birey sözcükleri ortak, ya da özel çıkarlardan biri düşünül
düğü zaman ve fakat her iki durumda da sosyal insanı açıklayan iki
deyimdir. Yani ne tek başına bireyi ve ne de bireylerden soyutlanmış
devleti düşünemiyoruz . •.
78
Öğrenci biraz düşündükten sonra "siz kötü yaptınız• demiş. Bu
nun nedenini soran Mustafa Kemal'e de şu yanıtı vermiş:
"Ülkemizde kalıp sizin uzaklaştırdığınız hanedana karşı sevgi ve�
saygı besleyenler, bir gün onları bu memleketin başına geçirme gi
rişiminde bulunurlarsa, siz bu davranışınızın karşılığını hayatınızla öder
siniz."
Atatürk gençliğe duyduğu güveni tazeleyen bu yanıtı çok be(ıen- .
miş ve mühendislik okumak isteyen ö ğrenciyi tarih okuması için Lond
ra'ya göndertmiş. B u öğrenci bugün Dil ı e Tarih Coğrafya Fakültesi
Bilim Kürsüsü öğretim üyelerinden Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı'dır.
NOTLAR
(1) (Vatandaş İçin) "Medeni Bilgiler" 1 . Kitap Devlet Matbaası, İstanbul 1931
(Metinlerde dili özleştirerek kullandık).
(2) Ziver Tezeren; "Atatürk ve EOitim' İstanbul, 1 981.
79
111 - LAİKLİK ve İRTİCA
İRTİCA GELİYOR (MU?) ..
83
devi.et örgütü içi,nde karar alma mevkilerine tırmanmışlardır ve hızla; ör
gütlenmeye çalışmaktadırlar.
Bu örgütlenme durdurulmalıdır. Zira belirli mekanizmaları korit_rol
ederek, kendileri gibi düşünmey.e nleri de, kendileri gibi davranmaya
. zorlayabilmektedirler. Fakat bu örgütlenmerıın dLJrdurulabilmesi için ön
celikle yapılması gereken şey, bu azınlığın kilit mevkilere nasıl gelebil
diklerinin saptanmasıdır. Zira bu saptama yapılmaksızın alınabilecek
. önlemlerin boşta kalacağı açıktır.
.
Gözümüzü geriye çevirdiğimiz zaman, çok ilgini;; bir olguyla
karşılaşıyoruz, Bugün en yüksek sesle irtica tehlikesi olduğ unu haykı
ranlar, dün bu adamlara ikbal kapılarını açan insanlardır. Üniversiteleri-
. mizde anlamsız bir "turban·� tartışması süregelirken, "kırk yıllık başörtü
süne", turban adını takanların, gene bu üniversitelerin yetkilileri olduğu
nu görüyoruz. Yüksek Öğretim Kurumunun atamayla getirdiği yönetici
lerden büyük bir bölümü, tüm yaşamları boyunca bu mevkilere seçil
meyi hayal bile edemeyecek zavallılardı. Kimi üniversitelerimizde bö
lüm başkanlarının atanması, Cuma namazlarında te7gahlanırken, bu işi ,
tezgahlayanların yetkilerinin kaynı:ığı, bugün Ataiürkçülük nutukları atan
ins anlar idi. Ve tüm bunların ardında yatan ana etken de, hak ve yetki-
. ferin demokratik olmayan yollardan elde edilmiş olmasıydı .
Taşra üniversitelerini bir yana bırakalım, bizim bıniversitemizde bile
bir sürü insan yıllarca kendisine "polis süsü", "MİT görevlisi süsü" vere
rek ikbale ulaştı. Uygar bir toplumda utanılacak bir durum olan gizli
polislik, (doğruluğu bile belli olmadan) yükselmenin anahtarı olarak
kullanıldı. Ve bu insanlar irtica tehlikesinden söz ediyorlar ..
Kimileri irtica tehlikesini yeni bir askeri müdahalenin gerekçesi
yapmaya çabalarken, gerçekten inanmış, dürüst ve iyiniyetli kimi Ata
türkçüler '.'hedef saptırması" içinde bocalıyorlar.
Gerçekten bugün Türkiye çok ciddi tehlikelerle karşıkarşıyadır. Ör
. neğin Türkiye'nin yaşamsal bir savaşa girip-girmemesi yasal olarak
yetkisiz ve s.o rumsuz bir kişinin keyfine bağlı gibi görünmektedir. Asıl
bu garip durum için sokaklara dökülmek, Anıtkabri ziyaret ederek hem
özür ve hem de şefaat dilemek gereklidir. Ama bunlar görülmemekle,
bir irtica korkusu körüklenip durmaktadır.
,. Türkiye Cumhuriyetinin kurumları irtic<ıyı engelleyebilecek güçte
dir. Daha doğrusu, bir şeriat devleti kurmaı'. için çabalayanlar bu arzu
larına kolay kolay ulaşamazlar. Ancak Türkiye Cumhuriyetinin kimi ku
rumlan haksız bir işgal altındadır ki; bize kalırsa bu durum irticadan
çok daha ciddi bir teh!ikedic
84
İ RTİCA VE TÜRKİYE'DEKİ BOYUTLARI
85
yönetimi "ruhbanlar" da onaylıyor ve k utsuyörlardı. Yani yönetenler, yö
netme gücünü ve yetkisini ellerindeki silahtan ve Tanrı'dan alıyorlardı.
Ve "soyluların yönetimine" dayanan bu dü:�en, "Tanrısal" sayıldığı için,
değişmez bir düzen olara:k düşünülüyordu.
A ncak zaman içinde yeni bir sınıf güçlenerek tarih sahnesinde ye
rini aldı: Burjuvazi. Kısa bir zaman süresi içinde eı<onomik gücü eline
alan burjuvazi, elbette kendi ideolojisini de oluşturacaktı. Ve bu çerçe
ve içinde burjuvazi, siyasal i ktidardan da payını almak istedi. Oysaki
Tanrısal olduğuna inanılan ve bu nedenle değişmez bir düzen olarak
görülen siyasal düzende herkesin rolü belirlenmişti. İşte b.u koşullar al
tında yeni bir egemenlik anlayışı ortaya atıldı: Halk egemenliği. Bu an
layışa göre egemenliğin, yönetme yetkisinin kaynağı Tanrı ve O'nun
buyrukları değil, doğrudan doğruya halkın iradesi, istemi oluyordu. ·
86
Ancak günümüzde birtakım ürkütücü .nanzaralar da gördtmekte
dir. Özellikle inanılmaz boyutlarda parasal olan ak la ra kavuşan şeriatçı '
kimi güçlerin, toplum düzenimizi boz m aya yönelik çabalarına rastlan
maktadır. Ancak bun l arı n toplumsal yapımızda etkili ölabileceğine i na n
87
ATATÜRK'ÜN LAİKLİK ANLAYIŞI
(Genç Gazeteciler Seminer Tebliği)
Yaygın bir biçimde bilindiği üzere laiklik, din ve devlet işlerinin bir
birinden ayrılmasıdır. Fakat din ve devlet işler i nin biri b i r i nden a y rılması
tarih boy u nca süren çok uzun ve kanlı savaşımların sonucunda ger
'
çekleşebilmiştir. Sınıfların belirginleşmiş oldugu ve sınıf mücadeleleri
nin net bir biçimde gerçekleşmiş old uğu toplumlarda laik l i k , mo
iıar$ilere karşı kentsoylunun i kt i dar talebiyle birlikte ortaya çık mıştır.
Oluşturu lan sivil to pl u m l a r da laiklik için Qereken tüm koşullar zaten var
dır. Oy sa ki Türkiye deneyiminde bu koşullar zorlama ile yarat ı lmaya
ça ba lanmış ve gün ü m ü zde çevreye bakıldığında gö r ülebileceği gibi,
önemli ölçüde başarılmışt ı r .
gerçekleşebilmiştir.
Kim i zaman Ortaça ğ , k i m i zaman Feodal Dönem olarak adlandırı
lan zamanın y ö net im felsefesine göre; iktidar sahipleri bu iktidarlarını
Tanrı · n ı n iradesiy le kazanmışlardı. Tanrı insanları öylesine yaratmı Ştı ki;
kimileri yönetecek, kimileri de yönetileceklerdi. K •_ışkusuz yönetenler
Tanrı buy ru k la rına göre yönetecekJerdi. Yönetilenler yönetenlere karşı
geldikleri zaman, Tanrı'ya da karşı g el mi ş olurlardı. Zira bu d üz en Tanrı
tarafından k u ru lmu ştu ve Tanrı tarafından kurulmuş oldu ğ u içfn de
·
88
Oysaki dünya de gi Şiyordu. Yeni kıtala bulunuyor, artan bir ticaret
hacmi, tüm ortaçağ boyunca sesini pek duyuramamış olan tüccarları
ve doktor, avukat, banker vb. gibi serbest meslek sahiplerini güçlü bir
biçimde tarih sahnesine çıkartıyordu. Özellikle Kuzey Avrupa'nın liman
kentleri ve İngiltere'de bu gelişim çok hızıarımıştı. B una kı;ırşılık Katolik
Kilisesi, ekonomik yaşama da k,atılan ve geniş towak mülkiyetine sa
hip bünyesi ile bu gelişmelerden tedirgin oluyordu. ır:ıgiltere'nin Katolik
Kilisesinden kopmasını vııı. Heİıri'nin uçkura düşkünlüğü ile açıklamak
mümkün değildir. Aynı şekilde protestanlığı.ı Kuzey Avrupa'da yayılma
sını açıklamak da, rastlantı vb. gibi bilim dış· yollarla yapılamaz.
Ekonomik yaşama fazla katılmış bulunan bir Katolik Kilisesi, eko
nomik. yaşamın yeni gereklerine ters düşmeye başlamıştı. Ancak işin
bu aşamasında henüz din ve devlet işlerinirı biribirinden ayrılmasını is
teyebilecek · kadar cesur bir ses yoktur. üaha doğrusu cesur insan
çoktur da, bu dilekleri laiklik olarak dil() getirebilecek toplumsal bilinç ·
yoktur. İşin bu aşamasında yavaş yavaş y.:>netim teısefesine saldırılar
başlamıştır. Yeni bir yönetim felsefesine temel olarak Doğal Hukuk alın
makta ve buradan ' "Toplum Sözleşmesi"ne ulaşılmaktadır. Ne doğal
hukukun babası oıan Grotius·un Hollandalı olması, ne toplum
sözleşmesinin babaları sayılan Hobbes ve Locke'u n İ ngiliz ve Jean
Jacques Rousseau·nun Frans'ız olması rastlantıyla açıklanamaz. İşte
F ransız devrimi bu felsefi yapı üzerinde dogdu. Burjuva devrimi, teok
ratik monarşik iktidara karşı, ister istemez laik olmak zorundaydı. Zira
aksi takdirde, yanı "E$ki Rejim" Tanrı tarafından konulmuş olsaydı,
değiştirilernezçli. O halde; din ve devlet işleri birbirinden ayrılmak zo.
rundaydı. Fransa k ralı Tanrı O nu kral yarattığı içın kral değildi. Artık
Fransızların kralıydı ve · Fransızlar O'nu k ral görmek istedikleri için
kraldı.
Umarım siyasal düşüncenin girift labırentıeri arasına ,girerek siz
genç gazeteci arkadaşlarımı sıkmadım. Ancak Atatürk'ün laiklik an
layışını görmek ve de$.erlendirebilrnek için, laikliğin evrensel gelişimini
ana hatlarıyla da oısa görmek zorundaydık.
·
89
Osman lı İ m paratorluğu çağdaşı Avrupa İ m paratorlukları gibi teok
ratik bir monarşi · idi ama, çağdaşı Avruı: :ı. toplumlarında görüldüğü
üzere, feodal bir yapıya sahip deği ldi · Z ira . eodalite toprak mülkiyetine
dayanan 'bi r toplum yapısı idi. Osmanlı İn ıparatorluğu ise . kuru l duğu
günden başlamak üzere toprak mülkiyetirıt: savaş açmış bir . pevletti.
Osmanlı İ m paratorl uğunda topraklar Tanrı ad ına devletindi. Bu toprak
ların gelirlerL"tımar" qdıyla belirli görevlilere, yani devlet görevlilerine ya
d.a vakıflara verilirdi. Tımar sahibi asla "derebey''. ya d a ;·senyör" sayıla-
. m ıy acağı gibi, Osmanlı Çiftçisi "reaya" da asla serte benzetilemezdi.
90
nın nedeni olarak padişahın Tanrısal olduğu varsayılan sınırsız yetkisini
görmüşler ve en azından bir Millet Meclisiyle bu yetkilerin kısıtlanması
çabasına girişmişlerdir. Ancak Batı'dan çok önemli bir fark olarak Batı'
da t::ıu işi burjuvazi yaparken ve halk adına da olsa, kendi sınıfsal çıkar-
. lan doğrultusunda yaparken, Osmanlı İmparatorluğunda bu işi üstle
nenler, asker ve sivil devlet görevlileri olmuştur. Ve elbette devletin çı
karları doğrultusunda
, Konuyu fazla dağttmak istemediğimden ve konferansı Osmanlı
. Sosyal Tarihine kaydırmak istemediğimden buralarda ayrıntıya girmiyo-
rum. Ama şunu bilmemiz gerekir ki, Türkiye Cumhu riyeti de bu grubun
ç.a balarının Mustafa Kemal'in önderlik ve t oplay ı cıiı ğ ı nd a ulaştığı son
ve kesin bir sentezdir.
Askeri alında savaş M udanya Mütarekesi ile bittikten sonra Ata
türk'ü siyasal. ve sosyal alanda savaşlar bekliyordu.
İngiltere ve Fransa'nın toplanması planlanan barış konferansına
Ankara'nın yanısıra İstanbul hükümetini de çağırması saltanatın kaldırıl
ması için aranan bir fırsatı sundu. 1 Kasım 1 922'de Millet Meclisi'nde
alınan bir kararla hilafet ve saltanat birbirinden ayrıldı ve saltanata son
verildi. Son Osmanlı padişahı olan Vahdettin artık sadece halife olarak
kalmıştı. Zaten Vahdettin birkaç hafta sonra yurtdışına kaçacaktı. Bu
durumda MWlet Meclisi gene Osmanlı Hanedanından Şehzade Abdül
mecid Efendiyi İslamların Halifesi olarak se çti Genç arkadaşlarımın
.
91
tam Halifesi olarak görüyordu. Eski Osmanlı Paoişahlarının törenlerini
andıran törenler yaptırıyor ve zaman zaman ileri-geri konuşmaktan çe
kinmiy_ordu. Zira herşeyden önce Qıeniş bir desteğe sahipti. Su . destek
cileri arasında, Mustafa Kemal'in muhaliflerini başta saymak gerekir.
Ayrıca Osmanlı eğitim kurumlarının önemli bir bölümü "Medrese" adı
altında din eğitimi yapan kurumlardı. Tüm bunların dışında tüm ülkeyi
kapsamış bulunan tekkeler, seviyeler gibi dini kurumlar halifeye güç
sağlay�n u n s url ar arası nday d ı .
Mustafa Kemal dünyevi ve halk egerr.enliğine ortak çıkan bu. ku
rumlarla savaşıma etkisi kararlı idi. Her ne kadar 1 921 'de yazılan ilk ve
kısa Anayasada devletin dinini İslam olduğu belirtiliyorduysa da, din ve
devl�t işlerinin biribirinden ayrılması artık biı zorunluluk haline gelmişti.
Ç3enç gazeteci arkadaşlarıma Mustafa Kemal'in bir özelliği'ni söy
lemek isterim: Mustafa Kemal bir halk adan ıydı. Yapacağı önemli işler
kon �su.nda, nalkın görüşlerini almaya çok özen gösterir, yurt gezileriyle
halkın nabzıni yoklar ve hafkı inandırmaya özen gösterirdi. Bu konLJda
da aynı şeyi yaptı. Batı Anadolu'da geniş bir gezi yaparak halkla fikir
alışverişı yaptı. Özellikle Balıkesir Paşa .Camiiride verdiği hutbe bunun
ilginç bir örneğidir.
'
· E y millet' Tanri birdir, şan ı büyüktür . Allahın ,selameti, atıfeti ve
"
92
akımlar karşısında, onu hazmedemiyen k uwetler çıkabilir. . Efendiler
şunu kesinlikle bilmek gerekir ki, kazanılan hayat ve namustur. Buna
saldırmak, hayat ve namusumuza saldırmak demektir. B u hareketlere
·
93
kişilerin kararı ya da lütfu değ il; egemenliğ ine sahip bir ulusun çok ça
balarla ulaşmış oldu ğ u bir bilincin kaçınıl maz sonucudur.
94
LAİKLİK VE İRTİCA
95
g ütfenme, bir patlamaya dönüştü. · Dinci aı.. ımların panzehiri olan kimi
güçler, baskı altına alırken; meydan bunlarc. kaldı. Laiklik 1korıusundaki
duyarlılığı tartışma götürmez olan silahlı k u 11vetlerin gölgesinde, birçok
subaşlarını ele geçirdiler. '
TRT, özellikle televizyon da bu oyuna alet oldu ve olmaya devam
ediyor. Birkaç yıl önce gezici kitaplıkları tanıtan kısa bir 1V filmi, hafta
da birkaç kez olmak üzere aylarca seyirciye sunuldu. Kitaplıktan yarar
lanan kızlarımızın tümü "sıkmabaş" idiler . . . Aynı şekilde bugünlerde bir
kaç kez gördüğüm bir başka 1V filminde de çocuklarını aşı yaptırmaya
gelen tüm analar sıkmabaşlı. Hele televizyonun eğlence programların
da arzı endam eden ve şarkıcılara el çırpan sıkmabaş hanım kızlara ne
demeli . . .
Türkiye' d e kimi mutaassıp ailelerin yıllardan beri başlarını. bağlar
1
lardı. Ancak bunlar konsere monsere gitmezlerdi. Bu mutaassıp aileler
kızlarını üniversiteye de göndermezlerdi. Gunümüzde tesettüre uygun
bir görüntü altında, "modern genç, kızlar" görüyoruz.
Bundan yirmi yıl önce bizim öğrenctıiğimiz zamanında , Cuma'ya
giden öğrenci oranı, bugünkünün altında değildi. Ancak onlar namaz
saatinde ders yapılmamasını bif "hak" olarak talep etmezlerdi. Aynı bi
çimde o zamanlar oruç tutan öğrenci oranı da bugünkünden az değil
di. Fakat oruç tutmayanlara sopa atmayı düşünmezlerdi. Aynı biçimde
esnafın bir kısmı namaz saatinde. dükkanını kapatıp camiye giderdi.
Ancak devlet dairelerini kapatmayı kimse duşünmezdi.
Yaztmın başlarında bir irtjca tehlikesine inanmadığımı söyledikten
sonra, sergilediğim bu örnekler bir çelişki gibi görünebilir. Ancak her
hangi eir çelişki yoktur. Bu brnekler dır:ıci grupların iktidar yolunda ol
duğunu göstermet. Sadece biraz yüz bulduklarını; sadece biraz fırsat
bulduklarını gösterir. Türkiye Cumhuriyetinin laik yapısının güvencesi
�lan kimi k urumlar vardır. Ve ne kadar yıpranmış olursa olsun; başta
Atatürk gençliği olmak üzere bu kurumlar son derece duyarlı bir bi
çimde vardırlar ve var olmaya devam edecekıerdir.
96
iV - ATATÜRK DİKTATÖR M Ü?
MUSTAFA KEMAL VE MEŞRUİYETCİLİGİ
99
miştir. Bizde Atatürk'ün ileri görüşü ve se !gisi yoktu. Biz bu yüzden
•
1 00
listleşme sürecine girilmemesi ve sanayi devriminin yapılamamasıydı.
Osmanlı İmparatorluğunun bu konuda başarılı olması mümKün değildi.
Çünkü gerek "Osmanlı Toprak Düzeni", gerekse "Osmanlı Dünya Gö
rüşü" buna elverişli değildi. Topraklarda son zamanlarda belirli bir
"mülkleşme" olmasına karşın, tımar düzeni tarım kesiminden sermaye
gereksinimini karşılayacak olan burjuvanın gelişmesine olanak verme
mişti. "Osmanlı Dünya Görüşü" de ticareti hor görüyor, buna azınlık
ların tekeline bırakıyordu (zaten Oğuzlar bila kentlerde oturarak ticaret
yapanlara, tenbel anlamına gelen "yatuk" adını takmışlardı).
Osmanlı İmparatorluğunda sözü edilen siyasal dağılmayı hazır
layan temeı neden, Kapıtaıızm; daha dogrusu Kapitalizmin doğurduğu
bir düşü nr.A ı:ıkımı oıı:ın "ulusçuluk" olmuştur. imparatorluğu oluşturan
farklı ulusıar ve ozeıııKıe Humeıı ıopraKıarında oturan H ristiyan tebaa,
dış desteklerin de etkisiye ulusçu düşünceyi kısa zamanda ve heye
canla benimsemişler ve ekonomik yapısı zaten sallanmakta olan İm
paratorluktan kopup ayrılmışlardır.
Ekonomik ve askeri yapıdaki bozuklukların nedenlerini bulmak ve
bunları gidermek çabasındaki İmparatorluk yönetimi, bir yandan "Batı
tipi" eğitim kurumları açarak ve bir yandan da "Batı"ya çok sayıda
öğrenci göndererek bu işin sırrını çözmeye çabalamıştır. Aynı dö
nemde, o günlere gelene dek İmparatorluğu yönetmiş olan "Devşirme
Kapıkulunun" kaynağının kuruduğunu da anımsamakta yarar vardır.
Devşirme kapıkulu padişaha kayıtsız-şartsız ve sonsuz denebilecek ka
dar sadıktı. Oysaki Batı'ya gönderilen öğrer.ciler ve Batı tipi okullardan
çıkan öğrenciler Padişaha sadık değil, karşı olmuşlardır.
Zira bu öğrenciler Batı'nın ekonomik kurumlarından çok sosyo
kültürel ve siyasal kurumlarını gözleyebilmiş ve bunların etkisi altında
kalmışlardı. Batı'da gördükleri, İmparatorların Anayasalarla yetkilerinin
kısıtlanması ve meşruti monarşiler şeklinde yaşadıklarıydı. Yeni Os
manlı bürokrati Batı düşüncesinin etkilerini çok derinden duyuyordu.
İnsanlar tarihin değişik dönemlerinde değişik yönetim biçimleri al
tında yaşamışlardır. Bunlardan biri olan 'cumhuriyet" halkın, egemen
liğine herhangi bir ortak olmaksızın sahip olduğu, çağdaş bir yönetim
biçimidir.
Egemenliğin halkta olması; yasama, yargı ve yürütme gibi somut
belirlemeler dışında, soyut ve düşünsel bir anlayışı da içerir. Bu an
layış, halkın istemine (iradesine) dayanması demektir. Gerçekten çağ
lar boyunca düşünce planında ve uygulamada "Tanrı Egemenliği" or-
101
tak tanımaz bir biçimde yasal sayılır ve oraylanırken, burjuvazinin or
taya çıkışıyla birlikte bu anlayış yerini "halk egemenliği" kavramına bı
rakmıştır.
Osmanlı İmparatorluğunda 1 9. Yüzyılın ürünü olan ve Tanzimattan
sonra hızla gelişen asker-sivil bürokrasiyle saray arasındaki çatışma, 1 .
Meşrutiyet öncelerine dek uzanır. Birinci meşrutiyetin ömürsüz olması,
sözünü ett;ğimiz bu asker-sivil bürokrasinin yeterince güçl olmamasın
dandı. "İslam Halifesi" olması nedeniyle iktidarını sağlam bir Tanrısal
kökene dayandıracak "Sultan" ile, "asker-sivil bürokratın" çekişmesi
İkinci Meşrutiyete dek sürecek, ancak kurulan bu Meşruti rejim de, ard
arda gelen savaşlar nedeniyle bir türlü rayı ıa oturmayacaktı. Bu uzun
çatışmanın nedeni hiç kuşkusuz Osmanlı asker-sivil bürokratının yöne
timde yetki ve sorumluluk istemesiydi.
Birinci Dünya Savaşını yenik kapatan Osmanlı İmparatorluğu
-düşman işgaline uğrayınca, asker-sivil bürokratın uzun süredir istediği
sorumluluk kendiliğinden sırtına yüklenmiş oldu. Mustafa Kemal'in ön
der ve seçkin kişiliği, elbette ikinci planda kalacağı bir İttihat ve Terakki
içinde ye almamıştı. Ancak Anadolu Hareketini İttihatçılardan bağımsız
düşünmek de mümkün değildir. Ancak bu kez örgütlenmenin adı
değişik oldu: Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri. Anadolu ve Rumelinin dört
bir yanında fışkıran bu cemiyetleri başka kim kurabilirdi? Bu cemiyetler
nem işgalcilere karşı direnmeleri örgütlerken, hem de toplumda siyasal
bilinçlenmeyi körüklüyorlardı: Gerek son Osmanlı Mebusan Meclisinin,
gerekse Birinci Büyük Millet Meclisinin etkin gücü ve devrimci ruhu bu
örgütlenmeden kaynaklanıyordu.
Burada yeri gelmişken değinmek isteyeceğimiz bir nokta da Mus
tafa Kemal'in yasallık konusundaki özeni ve sürekli meşru zeminde
kalma çabaları olacak. Gerçekten Mustafa Kemal hiçbir zaman devletin
yasal ve meşru güçlerine başkaldıran asi t:ıir general havasına girme
miştir. Anadolu'ya çıkarken yasal padişahın, Vahdettin'in tüm askeri ve
sivil görevlileri denetleme ve görevden alabilme yetkisini verdiği bir izni
vardı.
Ordudan ayrılmak zorunda kaldığını hemen peşinden önce Erzu
rum Kongresinin ve Heyet-i Temsiliyesinin başkanlığını, ardından da
Sivas Kongresinin ve Heyet-i Temsiliyesinin başkanlığını alıyordu. O
günlerin tek örgütlü ve meşru gücü buydu. Daha sonra Mustafa Kema
l'i son Osmanlı Mebusan Meclisinin Erzurum Milletvekili olarak görüyo
ruz. İstanbul'un işgal edileceğini bildiği için hiç gitmeyi düşünmemekte,
1 02
ancak giden arkadaşlarına yapıcı önerilerc.e bulunmaktadır. Son Os
manlı Meclisinin kabul ettiği "Misak-ı Milli" M Jstafa Kemal'in eseridir.
İstanbul işgal edilince Meclis 1 8 Mart ı 920'de "tatil ettiği" oturum
larını Ankara'da açtığında artık Mustafa Kemal ulusun temsilcilerinin
seçtiği "Meclis Başkanıdır''. Elbette "Meclis Hükümetinin" de başı.
Sakarya Savaşı sırasında Meclis tüm yasama ve yürütme yetkisini ya
sayla Mustafa Kemal'e vermiş ve bu yetki sürekli uzatılmıştır. Mustafa
Kemal'i Cumhurbaşkanlığ ına seçen de, Cumhuriyeti ilan eden aynı
Meclis, yani halkın temsilcileridir.
Aslında herhangi bir devirde bazı insanların kimi düşünce ve ey
lemleri kendi değerlendirmeleri ve dünya görüşlerine göre "meşru" ola
bilir, ancak yasal olmayabilir. Bu durumda o insanlar, yasaların öngör
düğü yaptırımlara katlanmak zorundadırla[: !;!bette bu düzeni kendi
meşruluk anlayışlarına uygun bir şekle dönüştürmek isteyebilirler, an
cak sözkonusu değişiklik gerçekleşene dek yaptıkları kendilerince
"meşru" olsa bile, "yasa dışıdır" ve yaptırımları vardır. işte bu çerçeve
içinde değerlendirdiğimiz zaman bile, Mus:�fa Kemal' in hiç kuşkusuz
hep "meşruluk" zemininde ve hatta çoğu kez "yasallık" hem de Osman
lı yasalarına göre "yasallık" içinde kaldığını görüyoruz. Bu Mustafa Ke
mal'in en büyük ve aynı zamanda en akılcı yönü olmaktadır.
1 03
!
i
'
. � .
1 04
yeni maceralara atlmaya hevesli değildir. İtalya ise Ege adalarına ek
olarak Batı Anadolu'dan toprak istemektedir ve İngiltere'nin bu bölgeye
Yunanistan'ı sürmüş olmasını kendine karşı bir tutum olarak değerlen
dirmektedir. Ve işte tüm bu olumsuz koşulların tedirginliği içindeki İn
giltere, Osmanlı İmparatorluğu'na barış koşulları konusunda baskı yap
mak üzere, 16 Mart 1920'de İstanbul'u resmen işgal eder.
İngiltere işgalin geçici olduğunu ve amaçlarının padişahın erkini
sağlamlaştırmak olduğunu ileri sürüyordu. Ancak işgal bildirgesinde bu
kararın değiştirilebileceği de vurgulanıyordu. Ancak Mustafa Kemal ay
nı gün tüm vali, komutan ve Müdafaai HukLk kurul!cnna gönderdiği bir
genelgeyle böyle aldatmacalara inanılmamc.sını istiyor ve "Gerçek du
rumu izleyen Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti, ulusu ay
dınlatacaktır", diyordu!1l. Gene aynı gün tüm yabancı devletlere de bir
protesto gönderiliyordu:
" .. Osmanlı ulusunun siyasal egemenliğine ve özgürlüğüne indiri
len bu son yumruk; hayatımızı ve varlığımızı, ne bahasına olursa olsun,
savunmaya kararlı olan biz Osmanlılardan çok, yirminci yüzyıl uygarlık
ve insanlığının kutsal saydığı bütün ilkelere; özgürlük ve ulus duygusu
gibi bugünkü insan topluluklarının temeli olan bütün ilkelere ve bu ilke
leri ortaya koyan insanlığın genel vicdanına indirilmiş demektir.
Biz, haklarımızı ve bağımsızlığımızı savunmak için giriştiğimiz sa
vaşımın kutsallığına ve hiçbir gücün bir ulusu yaşamak hakkından yok
sun bırakamayacağına inanıyoruz ... ilgili ulusların şeref ve onurlarıyla
da bağdaşmayan bu davranış üzerinde yargıya varmayı, resmi Avrupa
ve Amerika'nın değil; bilim, kültür ve uygarlık Avrupa ve Amerika'sının
vicdanına bırakmakla yetinir ve bu olaydan doğacak büyük tarihsel so
rumluluğa son olarak bir daha dünyanın dikkatini çekeriz. Davamızın
yasallığı ve kutsallığı bu güç zamanlarda, Tanrı'dan sonra en büyük
desteğimizdir. Mustafa Kemal"(2l.
Zaten bu gelişmelerden iki gün sonra İngiliz askerleri Mebusan
meclisini basarak kimi milletvekillerini tutuklayınca, toplanan Meclis ya
pılanları protesto etmiş ve "uygun bir ·ortam ve zamanda" devam etmek
üzere toplantılarına "ara vermişti". Aynı gün Mustafa Kemal yeni seçile
cek temsilcilerle birlikte ve olağanüstü yetkilerle donanacak Meclisi,
Ankara'ya çağırıyordu.
Ve milletvekilleri Ankara'da toplanmaya başladılar. Ankara, Ahmet
Ağaoğlu'nun deyişiyle "Anadolu'nun ortasında çorak, bakımsız ve ker
piç evli küçük bir şehirdi"!3l. İttihat ve Terakki Klubü olarak yapılma�ta
1 05
olan ve henüz tamamlanmamış bir bina Me ;!is binası olarak seçilmişti.
Yapım çalışmaları hızlandırılmış ve milletvekillerinin oturması için Anka
ra'daki okullardan sıralar getirtilmişti. Salonu aydınlatması için Ankara
'da bir kahveden büyük bir gaz lambası ödünç alınmıştı. Ancak kimi
zaman bu lambaya da gaz bulunamayacak ve TBMM sabahlara dek
mum ısı6ında oörüsmelerini sürdürecekti. Sonsuz bir inanç ile, sonsuz
bir umutla ve sonsuz bir özveriyle.
23 Nisan 1 920, Türk tarihinde kesin bır dönüşüm noktasıdır. Tari
hinde ilk kez Türk ulusu, kendi egemenlik hakkını doğrudan doğruya
kullanmaktadır. Kimileri bunun farkında olmasa da. Gerçekten TBMM
bir "meşruti monarşi" yapısı içindeki parlamento değil; yasama ve yü
rutme gücünü titizlik ve kıskançlıkla elinde bulunduran bir parlamento
dur. Hüktümet üyelerini tek, tek seçen ve sırasında tek tek hesap so
ran, sıkıştıran bir Meclis.
Mustafa Kemal'in gençliğinden beri okuduğu kitaplar incelenirse,
açık bir biçimde ulus egemenliğinden yanc olduğu görülür. Ateşli ru
hunu başta Rousseau olmak üzere, aydıı1lanma çağının özgürlükçü
felsefesiyle besleyen Mustafa Kemal için, ''meşru" bir yönetim, ancak
ulus egemenliğine dayanan bir yönetim olabilirdi. Ve ne mutlu ona ki,
yaşam bu ülküsünün öncülüğünü yapma fırsatını Mustafa Kemal'e ver
mişti. TBMM ulus egemenliğinin dile geldiği bir nokta olarak Mustafa
Kemal'in gözünde; en çok saygıya layık, adeta kutsal bir yapı idi. En
zor ve en kritik günlerde çözümü, çareyi orada aradı. Ulus egemen
liğinde ve ulus egemenliğinin temsilcilerinde. Kendini pek Atatürkçü
sanan ve bugün hüsran içinde bulunan bazılarının, Atatürk'ün ulusuna
ve ulusunun temsilcilerine karşı duyduğu saygıdan öğrenecekleri çok
şey vardır. U lus iradesine dayanmayan şey ömürlü olmaz, olmamıştır.
Mustafa Kemal TBMM'ne öylesine saygılıdır ki; başarılmış ne var
sa Meclis'in başarısı olarak sayar ve kendini Meclis'in emrinde görür.
Bunun çok çarpıcı kimi örneklerini Büyük Taarruz ve sonrasında yayın
ladığı bildiri ve yaptığı konuşmalardan bir kez daha vermek istiyo
rum(4l.
Dumlupınar kazanıldıktan sonra TBMM ordularına bir bildiri yayın
lar: "Afyonkarahisar, Dumlupınar Büyük Meydan Muharebesinde zalim
ve mağrur bir ord.unun anasırı asliye's ini inanılmayacak kadar kısa bir
zamanda imha ettiniz. Büyük ve necip milletimizin fedakarlıklarına layık
olduğunuzu isbat ediyorsunuz. Sahibimiz olan büyük Türk milleti is
tikbalinden emin olmaya haklıdır.•
1 06
Aynı gün (1 Eylül 1 922), ulusa yayınladığı bildiri de şu batırlarla
son buluyordu:
·
1 07
NOTLAR
(1 ) Gazi Mustafa kemal; "Nutuk" (Söylev) Cilt 1, TTK Yayınları XXlll-2, Ankara
1 981 s. 557.
t
1 08
BAŞKUMANDANLIK YASASI VE DİKTATÖRLÜK
muş yegane (tek) büyük kuwet olan ... Türkiye Büyük Millet Meclisi
aşağıdaki kayıtlarla BaşkL1rnandanlık filli vazifesine kendi Reisi M ustafa
Kemal Paşa'yı memur eylemiştir.
Madde 2 Başkumandan ordunun maddi ve marıevi kudret ni
-
azami surette artırma ve sevk ve iradesini bir kat daha sağlamlaştırm ı.k
hususunda Türkiye Büyük Millet Meclısinın buna aıt salahiyetini Meclis
namına fiili olarak kullanmağa mezundur (lzınlidir).
Madde 3 Yukardaki maddelerle verilen sıfat ve salahiyet üç ay
-
1 09
bulünü rica eder ve bu tasarı tartışmasız , ılarak ve oybirliği ile kabul
edilir. Zira böylesine güç bir dönemde M us1afa Kemal'in sırtına sonsuz
bir sorumluluk yüklenmektedir ve böylesi l:'ır sorumluluk elbette bir ta
kım yetkiler de gerektirecektir.
Tasarının yasalaşması üzerine kürsüye çıkan Mustafa Kemal şu
konuşmayı yapar:
"Muhterem arkadaşlar, Büyük Meclisin manevi şahsiyetinin içinc}e
bulunan Başkumandanlık vazifesini fiili olarak yapmak üzere bendenizi
memur etmiş olmanızdan dolayı teşekkürlerimi arz ederim (Allah muaf
fakiyet versin sesleri ve sürekli alkışlar).
Bu tevcih Yüksek Hey'etinizin hakkımdaki itimat ve emniyetinin
acık bir delili olduğundan dolayı benim için pek kıymetli bir mükafattır
ve bu mükafatın hayatımın en kıymetli mükafatı olacağını arzederim
(Allah muaffak etsin sesleri) .
Bundan dolayı, bu tevcihe layık olabilmek için bütün varlığını
emellerinize göre sarfetmekten bir dakika çekinmiyeceğimi ve bunda
tereddüt etmiyeceğimi kabul buyurmanızı ri.:a ederim (şiddetli alkışlar,
Allah muaffak etsin sesleri). Efendiler, zavallı milletimizi esir etmek is
teyen düşmanları Allahın inayeti ile mutlaka mağlup edeceğimize dair
olan emniyet ve itimadım bir dakika olsun sarsılmamıştır (şiddetli al
kışlar). Bu dakikada bu büyük kanaatımı Yüksek Hey'etinize karşı, bü
tün aleme karşı ilan ederim (şiddetli alkışlar). Bu kanaatimin fiile geç
mesi için muhtaç olduğu bir şey varsa, o da Yüksek Hey'etinizin beni
koruması ve milletimizin hana devamlı olarak yardım etmesidir. Gerek·
yüksek heyetinizden ve gerek büyük ve şefkatli milletimden devamlı
olarak büyük bir şefkat ve korunmaya nail oıa-:ağıma dair olan emniye
tim büyüktür. Şu halde, Yüksek Hey'etinizden aldığım feyz ile ve bu
dakikadan itibaren Başkumandanlık vazifesine başlıyorum (şiddetli al
kışlar, Allah zafer versin sesleri, Allah muaffakiyet buyursun, dua
sesleri).
Kimileri Atatürk'ü bir "diktatör" olarak görmekten pek hoşlanırlar.
Ve bunların ileri sürebildikleri · en "inandırıcı" kanıt da, bu yasa, yani 5
Ağustos 1 921 tarihli "Başkumandanlık Yasası"dır. Gerçekten bu yasa
Mustafa Kemal'e üç ay için Meclisin tüm yetkilerini vermesi açısından,
ve her üç ayda bir uzatıldığı da düşünülürse; diktatör olma hevesindeki
birisi için arasa da bulamıyacağı olanakları verebilecek bir yasaydı. Oy
sa Mustafa Kemal yaşamının hiç bir döneminde diktatör olma heve-
1 10
sinde olmamış ve her zaman yasal ve me�ru bir zemin üL'tlrinde kal
maya aşırı özen göstermiş bir devlet adamıydı.
M ustafa Kemal, yaşamının hiç bir döneminde diktatör olmaya
heves etmemişti, zira ulusun iradesine ve bu iradenin tecellisi olan
"Meclislere" dayanmayan kişilerin sonunun rıe olduğunu iyi bilecek ka
dar tarihe meraklıydı. Zaten ı . Dünya Savaş nı izleyen günlerde de tüm
amacı, Meclis-i Mebusan'ın açık kalrr;asını sağlama yönünde
uğraşmak olmuş ve Anadolu'ya çıktığı günden başlamak üzere Mecli
sin yeniden toplanması yönünde çabalamıştı. Mustafa Kemal'in iktidarı
nın ve �ücünün tek kayna(ıı ulusuydu. Dünya uzerınae uıusun Kendi
iradesiyle seçerek oıusturacaaı Dır meclisin açıımasına çabalayan
başka bir "diktatörlük hevesıısi" gösterilet:ıırıı mrr
Ankara'da meclisin toplanması uzayınca, meclisin ne zaman açı
lacağını soran ve "her kerametin meclisten beklenemiyeceğini" ileri sü
ren Yunus Nadi'ye verdiği yanıt çok anlamlı ve Mustafa Kemal'i değer
lendirebilmek açısından çok önemlidir:(2l
"Ben bilakis her kerameti Meclisten bekliyenlerdenim. Nadi Bey,
bir devreye vetistik kL 0nda her iş meşru olmalıdır. Millet işlerinde
meşruiyet ancak milli kararlara istinad etmekle, milletin temayülatı umu
miyesine tercüman olmakla elde edilir. Milletimiz çok büyüktür, hiç
korkmayalım .. Onun için işte ben şimdi bu � oldayım, onun çok sağlam
bir yol olduğuna. kAni olarak ..
"
111
kinmeyen :.,11.ntalya Milletvekili Hamdullah Suphi bu yasa konusunda
Mecliste gizli oturunda şunları söylemektedir: <3)
"Reisimizin bir defa yanılmamış olan muhakemesini, zekasını ve
iradesini Türk vatanı lehinde terazinin gözüne koymak zamanı gel
miştir, evet gelmiştir.
Onu, istediği bütün selahiyetlerle derhal cepheye harekette gecik
tiren her münakaşa, bu karanlık ve korkunç günlerde tarafımızdan va
tan aleyhine irtikap edilen bir hıyanet mahiyetini alabilir. Fazla ko
nuşmayınız, elimizde son tedbir olarak kalan bu kanunu derhal çıkarı
nız. Anadolu yaylasının üstünde oynanacak son oyun, son haile, Reisi
mizin kaç defa korkunç imtahanlardan geçen sanatına, dehasına muh
taçtır.
Konuşmayın, karar verin arkadaşlar. Memleket talihini O'nun eline
emanet edecek müstesna saat gelmiştir."
Savaş bütün acımasızlığıyla ve getirebileceği kc;>rkunç ve inanıl
maz tehlikelerle sürmektedir.. Yunan ileri kollarının Polatlı'ya girdiği
söylentisine rağmen Büyük Millet Meclisi Ankara'da kalma kararındadır.
Top sesleri Ankara'dan net bir biçimde duyulurken, Meclis Kömür işçi
lerinin durumunu düzeltmek için yasalar çıkartmakta; il yönetimlerini
yeniden düzenlemektedir. Bu arada 1 Eylül 1 921 'de "ordusuna" moral
vermek için aşağıdaki telgrafı çekmekten de geri durmaz:<4>
- "Yüksek Meclis, efrat (erler), zabitan (subaylar) ve kumandan
hey'eti hakkında her vakitten ziyade şükran ve itimat hisleri ile
doludur.
- Meclis Allahın yardımına ve Peygamberimizin ruhaniyetine
dayanarak harp etmekte bulunan ıırdunun mutlaka zaferi te
min edeceğine emindir.
Meclis, temsil ettiği umum millet; ordunun, neferinden en bü
yük kumanda. ıına kadar bütün topluluğuna selam ve halis te
mennilerini takdim ve iblağ eyler (bildirir)".
Ve 13 Eylül 1 921 .. Milli Savunma Bakanı Refet Paşa savaşın ka
zanıldığını Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne resmen açıklamaktadır:
" . . . Bu kati zaferi milletin alicenaplığına borçluyuz. Milli Müdafa ve
kili ordunun şükranını milletin ayaklarına sererken, göz önünde kağnı
arabaları ile çalışan köylülere ve ve köylü kadınlara bu şükranı burada
bir defa daha yerine getirmek en mukaddes bir vazifedir, bunda şüphe
yoktur. Bu ferdin zaferi değil, milletin zaferidir. Asıl, kağnı arabası ile
1 12
koşan, yavrusunu kucağında taşıyan köyııı kadının zaferidir. Şükranı
bir defa daha resmi olarak ve açık olarak tekrar ediyorum . . . "
1 13
,
mekteydi. Fakat bu "kurtarma", ; doğruyu ancak ve sadece "ben" bili
rim, benim dışında herkes yanlıştır," diyen aespot bir tavır içinde değil,
ulusa ve onun iradesinin gerçekleşmesi olan Türkiye Büyük Millet Me
clisi'ne sonsuz saygı göstererek ve bu saygı içinde onu istediği yönde
ikna ederek gerçekleştirdi.
Bu konuda en açık ve aydınlatıcı görüşleri gene M ustafa Ke
mal'de; 1 Kasım 1 930'da TBMM 3. Dönem Dördüncü Toplantı Yılını
açarken yaptığı konuşmada buluyoruz:(6l
Arkadaşlarım!
Memleketin mukadderatında yegane selahiyet ve kudret sahibi
olan Büyük Millet Meclisi, bu memleketin nizamı için dahili ve harici
emniyet ve mesuliyeti için en büyük zimandır (olanaktır).
Büyük milli dertler şimdiye kadar ancak Büyük Millet Meclisi'nde
şifa buldu. Atiyen de (gelecekte de) yalnız orada kati tedbirlerini bula
bilecektir.
Türk Milletinin muhabbet ve merbutiyeti (sevgi ve bağlılığı) daima
Büyük Millet Meclisi'ne müteveccih )yönelik) oldu, daima oraya müte
veccih olacaktır ..
"
NOTLAR
1 14
1 921 ANAYASASI:
ULUS EGEMENLİGİNİN KESİN BELGESi
1 15
diğer kısmı görevin yeni bir devletin örgütlenmesi olduğunun bilincinde
idiler. Meclisin açılmasından hemen sonra kurulan Anayasa Komisyo
nu, bu iki uzlaşmaz görüşün sentezini yapamadığı için, çalışmalar sü
rekli erteleniyordu. Ve bu arada koşullar gitgide güçleşiyor, Yunan kuv
vetleri ilerliyor ve yurdun dört bir yanında ayaklanmalar biribirini izliyor
du. Ve o padişah ve halife ki; şeyhulislAmı Dürrizade'ye yazdırttığı fetva
ile Mustafa Kemal'i ve arkadaşlarını "kAfir" ilan etmiş ve onlara yardım
edenlerin de k�fir olacağını açıklamıştı (Bu fetva İ ngiltz uçakları ile tüm
yurda atılacaktı). Gene o padişah ki M ustafa Kemal'in otoritesine isyan
ederek kardeş kanı dökülmesine neden olan Anza'ı�r'a ve salt bu hiz
metinden ötürü paşalık rütbesini vermişti. Gene o padişah ki; Nemrut
M ustafa Divanının Mustafa Kemal ve arkadaşları için verdiği idam ce
zasını onaylamıştı . .
Ancak Mustafa Kemal d e önceleri bu konunun direkt üzerine git
mek istemiyordu. Bu konuda 25 Eylül 1 920'de yapılan bir gizli oturum
da şu ifadeyi kullanıyordu:<1>
"Türk milletinin ve onun yegane temsilcisi bulunan Yüce Meclis'in
vatanın ve milletin istiklfılini, hayatını kurtarmaya çalışırken, H ilafet ve
Saltanatla, Halife ve Sultanla bu kadar çok uğraşması mahzurludur.. "
1 16
" .. Bizler, birbirine bağlı ve sonsuz köLılüklerin d oğurduğu faciala
rın son aktörleriyiz. Öyle aktörler ki herhald· miletin azim ve imanından
meydana geldik. Bu azmimizle ümid ve tenıenni ediyorum ki, iyilik, re
fah ve kurtuluş bizde olacaktır. Onun için .arihte oynıyacağımız rolün
kıymetini ve ehemmiyetini takdir ederek her Kes ismi ile, cismi ile ve ve
receği reyle belli ve büyük mesuliyete iştirak ettiğimizi göstermekle be
raber yarın herhangi birimiz tarafından ortaya konacak ufak ve adi bir
teklifle, bu büyük Esas kanunun değiştirilmesi gibi acaip ve garip du
rum yaratmamış oluruz.. "
20 Ocak Anayasası 23 maddeden oluşan ve teknik bakımlardan
pek çok yetirsizlikleri olan bir anayasa idi. Ancak tarihimiz ve günümüz
açısından sonsuz önemi ve ağırlığı özellikle ilk üç maddesinde ortaya
çıkan anlayıştan gelmektedir. Zira bu anayasa egemenlik hakkını "kayıt
sız ve şartsız olarak" ulusta gören ilk anayasamızdır. Halkın geleceğini,
mukadderatını kendinin yönetimine bırakmaktadır. Bu hükümler günü
müz anlayışı içinde belki çok normal gibi görünebilir. Ancak unutma
mak gerikir ki TBMM bu anayasayı çıkartırken İ stanbul'da büyük iç ve
dış desteğe sahip bir padişah ve halife oturuyordu. Hatta öylesine ki;
Meclis içinde bile önemli ölçüde yandaşı bulunuyordu. Ve işte bu
koşullar altında ''EGEMENLİK KAYITSIZ ŞARTSIZ ULUSUNDUR" diye
haykırabilmek gerçek bir irade ve yürek işiydi.
Ve bu irade ve yürek TBMM'de ve O'nun yiğit üyelerinde fazlasıy
la vardı. Oysaki çoğu hastaydı. İyi beslenemiyorlar; çoğunlukla öğret
men okulunun yatakhanesinde uyuyorlardı. Meclis bir kahveden ödünç
alındığı söylenen bir gaz lambasının soluk ve titrek ışığı altında sürdü
rüyordu çalışmalarını, sabahlara dek. Üyelerden çoğunun boynunda
idam fermanları vardı. Ve işte bu Meclis ve bu üyeleri günümüz aydın
lığının başlangıcı oldular. Çünkü güçlerini en büyük, kalıcı ve tartışıl
maz güç kaynağından; ulustan alıyorlardı. Çünkü amaçları en büyük,
kalıcı ve tartışılmaz amaç; ULUSUN BAG I MSIZLI G I idi.
. .
Ahmed Ağaoğıu zaferden sonra yazdığı "Türk inkılabında bu ruhu
şöyle açıklıyordu:(4)
"Namussuz ve zilletle yaşamaktansa namuslu ölmek! İşte Türk in
kılabının ilk ruh amili!
Yalnız yedi devlete karşı değil, yere, göğe, talihe, kadere karşı bile
isyan etmek ve şerefle ölmek!
İşte bütün Anadolu'yu baştan başa yakan ateş!"
1 17
NOTLAR
1 18
ÇAGD�J? TÜRKİYE'DE
HALK EGEMENLIGI ANLAYIŞININ GELİŞİMİ
1 11
"Arkadaşlar! Kalbimde derin bir tahass ir tevlidetmiş olan ayrılıktan
sonra tekrar size mülaki olduğumdan d<Jlayı, pek mesudum (arzı
şükran ederiz sesleri). Cenabıhakka hamc:1:1ylerim ki, ordularımızın si
lahlarına emanet ettiğiniz aziz ve mubarek maksat, arzu ettiğiniz vec
hile emniyet ve itimadınızın mahalline masruf olduğunu gösteren, me
sut bir neticeye vasıl oldu.
En karanlık ve en bedbaht günlerimizde Meclisimizin scırp ve yal
çın bir kaya gibi azim ve· imanı talihin bu parlak inkişafına erişmek için,
lazımgelen imkanı daima mahfuz tuttu. Milrı mesailde şaşmaz bir aklı
selimle daima doğruyu ve daima iyiyi keşif ve temyiz eden Meclisimi
zin bu neticelere ermekten duyduğu saadet kadar istihkak kesbetmiş
ne tasawur olunabilir? Milletin mukadderatını doğrudan doğruya de
ruhte ederek yeis yerine ümit, perişanlık yerine intizam, tereddüt yerine
azim ve iman koyan ve yokluktan koskoca bir varlık çıkaran Meclisimi
zin, civanmert ve kahraman ordularının başında bir asker sadakat ve
itaatiyle emirlerinizi yerine getirmiş olduğumdan dolayı, bir insan
kalbinin nadiren duyabileceği bir memnuniyet içindeyim (şiddetli ve sü
rekli alkışlar). Kalbim bu meserretle dolu olarak, pek aziz ve muhterem
arkadaşlarımı, bütün dünyaya karşı temsil ettikleri hürriyet ve istiklal fikri
nin zaferinden dolayı tebrik ediyorum (sürekli alkışlar)."
Bu konuşma Mustafa Kemal'in ulus iradesine ve bu iradenin sahi
bi Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne duyduğu çok büyük saygının açık bir
kanıtı olmaktadır. Ve zaten bu nedenle defalarca yinelemiş bulunuyo
ruz.
Bundan bir ay kadar sonra saltanatın kaldırılması sorunu Mecliste
görüşülürken Mustafa Kemal şu konuşmayı yapıyordu: (s. 278-279).
"Millet, şahısların hırs-ı saltanat, hırs-ı tahakküm, hırs-ı istiladan
başlayarak temin-i menfaat ve rahat ve tevsi-i sefahat ve rezalet ibzal
ve israfa! gibi hasis maksatlar için vasıta ve kuwet olmak yüzünden
kendi beniğini unutacak mertebede geçirdiği gafletlerin netayic-i elime
sini derhal halas edebilecek rüşt ve kemald� idi. Artık milletin en makul
ve meşru ve en insani salahiyetini istimal etmek zamanı geldiğinde te
reddüdü kalmamıştı. Tarih-i cihanda bir Cengiz, bir Selçuk, bir Osman
devleti tesis eden ve bunların hepsini hadisat ile tecrübe eyliyen Türk
milleti bu defa doğrudan doğruya kendi nam ve sıfatında bir devlet te
sis ederek bütün felaketlerin karşısında meftur olduğu kabiliyet ve ku
dretle ahzi mevki etti (şiddetli alkışlar) . Millet mukadderatını doğrudan
doğruya eline aldı ve mill saltanat ve hakimiyeti bir şahısta değil, bütün
1 20
efradı tarafından müntahap vekillerinden terekkübeden bir Meclisi alide
temsil etti. İşte o Meclis, Meclisi alinizdir; lürkiye Büyük Millet Meclisi
'dir. Milletin saltanat ve hakimiyet makamı yalnız ve ancak Türkiye
Büyük Millet Meclisi'dir. Ve bu makam-ı hakimiyetin hükümetine, Tür
kiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti derler. Bundan başka bir makam-ı
saltanat, bundan başka bir heyeti hükümet yoktur ve olamaz.'
27 Kasım 1922'de İstanbul'dan Bursc..'ya gelen bir öğretmenler
grubu ile Bursa öğretmenlerine Şark Tiyatrosunda verdiği söylevde de
aynı görüşü nitelemekteydi (Söylev ve Demeçler il, s. 45) .
"Hanımlar, Beyler!
.. Çocuklarımıza ve gençlerimize vereceğimiz tahsilin hududu ne
olursa olsun, onlara esaslı olarak şunları öğreteceğiz:
1 . Milletine
2. Türkiye Devletine
1 22
ve çağımızda salt bu tür örgütler "devlet" ddını taşıyabilirler. Ve gene
bu örgüt içinde egemenliğin ulusta olması hiç tartışılmayacak bir
başka husustur.
Geçmişte gördüğümüz devletlerde bu niteliklerin tümünü bulmak
mümkün değildir. Ancak hiç kuşku yoktur ki; geçmişte de bir örgütü
devlet olarak niteliyebilmenin bazı kıstasları vardı. Örneğin Roma i mpa
ratorluğu tartışmasız bir biçimde "devlet" idi. Oysaki Vizigot'lar hiç bir
zaman devlet olamadılar. Elbette Vizigotlar da zaman zaman belirli ör
gütlenmelere girişmişlerdi, ancak bu örgütlenmeleri devlet olmaya yet
medi. Bu olguyu göçebelikle, ya da yerleşik olmama ile açıklamak da
mümkün değildir. Zira Vizigotların da yerleşik düzene geçme çabaları
olmuştur. Fakat bu yerleşik düzen çabaları da devlet olmaya yetme
miştir. "Pothik" sıfatını armağan etmelerine rağmen.
Fakat tarihte öyle bir kavimler topluluğu vardır ki, temel yön ola
rak önce kuzeyden güneye doğru, sonra da batıya doğru binlerce kilo
metreyi bulan ve yüzyıllar süren göçleri boyunca sürekli devletler kur
muş ve sonunda Anadolu ve Doğu Trakya yarımadalarını kendine yeni
bir anayurt olarak tutmuş ve 20. Yüzyılın başlarında çağdaş bir cumhu
riyet aydınlığı içinde yeniden örgUtlenmiştir. Bu kavimler Türkler'dir.
Gerçekten ilginç bir nokta Türklerin diğer göçebe kavimlerden
farklı olarak, yüzyıllar süren göçleri boyunca sürekli devletler oluştur
malarıdır. Bu zorunlu göç boyunca çok sayıda ve kalıcı devletler kura
bilmenin nesnel bazı nedenleri olsa gerektir. Bu nedenleri irdelemenin
Türkiye'nin çağdaşlaşma yolundaki çabalarını anlamamıza ciddi bir tıi
çimde ışık tutacagına inanmaktayız. Ve şimdiden işaret etmek isteriz ki
bu nedenler arasında en önemlisi; kurulan devletlerde egemenliğin bi
reylerde değil. ulusta olması olmuştur.
Yazımın başında da değinmiş olduğum gibi; Boğaziçi Üniversitesi
Atatürk Devrimi Araştırma Enstitüsü tarafından düzenlenen, "ÇAG
DAŞLAŞMA YOLUNDA TÜRKİYE" konulu sempozyum, bana bu alan
da yapılmış çok değerli bir çalışmayı, yeniden gün ışığına çıkarma, ya
da canlandırma fırsatını verdi. Bir sahafın tozlu raflarından bulduğu bu
kitabı bana armağan eden değerli meslekdaşım Ahmed G. Sayar'a
teşekkürü burada da yinelemek isterim.
Bundan birkaç ay önce, Ahmed Sayar'ın beni bu kitapla tanıştır
dığı günlerde yaşadığım bir başka olay da, bu sempozyuma böyle bı.
tebliğ ile katılmaya zorladı beni.
Bir gün Türk Devrim Tarihi dersimde Jir öğrencim, "Hocam", de
mişti, "Ali Kemal tartışmasız bir biçimde vatan haini idi. Tüm yazdıkla
rıyla ve eylemleriyle onun Ulusal Kurtuluş Savaşımıza ne denli karşı ol
duğu ve zararlı olduğu belliydi. Zaten bu nedenle halk tarafından linç
edilmişti. Tüm bunlara karşın Ali Kemal'in oğlunun Dışişleri Bakanlığı'n
da görevlendirilmesi yanlış değil mi?"
Gerçekten o günlerde Dışişleri Bakanlığı'mızda en yüksek görev
lere dek gelen bu değerle hariciyecinin anıları yayınlanmış ve ben bu
kitabı öğrencilerime tavsiye etmiştim. Bu değerli görevlimiz kitabında,
Dışişleri Bakanlığı meslek memurluğu sınavını kazandıktan sonra kimi
lerinin kendisini baltalamak istediklerinde İsmet İnönü'nün derhal olaya
karıştığını ve atanmayı sağladığını anlatıyor ve tüm meslek yaşamı
boyunca babasından ötürü hiç suçlanmadığına değiniyordu. Ben o
bölümleri okurken hiç şaşırmamış, salt mutluluk duymuştum. Buna
benzer mutlulukları daha önce de duymuştum.
1 961 'de o zamanki devlet başkanımız koruma görevlilerini atlata
rak F lorya Plajına çay içmeye geldiği zaman da aynı mutluluğu
yaşamıştım. 1 966'da o zamanın başbakanını Kızılay'da birkaç bakan
arkadaşıyla birlikte "sallana-sallana" yürürken gördüğüm zaman da ay
nı mutluluğu duymuştum. 1 970'1erde bir eski cumhurbaşkanının evin
deki kiracıyı çıkartamadığı için Orduevinde kaldığını öğrendiğimde duy
duğum mutluluk da aynı türden bir mutluluktu.
Tüm bunları
. bir an içinde düşünürken, "hayır" diye yanıtladım
öğrencimi. ,, Bu tutum yanlış değildir. Ali Kemal kendi kaderini kendi
yaşamıştır. O'nun görüşleri ve sonu oğlunu bağlamaz. Bir hukuk dev
letinde; şunun, ya da bunun yakını olmak ne avantajdır ve ne de deza
vantajdır, daha doğrusu, ne avantaj olmalıdır, ne de dezavantaj. Bir
devleti kabileden ayıran budur ve Türkiye'de devlet vardır. Bu konu
da zaman zaman kuşku uyandıracak uygulamalar görüyorsak da, bir
ara devlet sokağa teslim edilmek istendiyse de, ulusların tarihinde böy
le kara dönemler olmuştur ve olacaktır. 1 920'1erde Almanya'da,
1 966'1arda Fransa'da da iktidar sokakta kalmıştı. Fakat gerek Almanya,
gerek Fransa bu buhranları kolay atlattılar. Zira "devlet gelenekleri" var
dı. Aynı gelenek Türkiye'de de vardır."
Bu yazı çerçevesinde bazı noktalarının üzerinde durmak istediği
miz çalışma, Dr. Orhan Münir Babaoğlu'nun. "Türk Hukukunda Devlet
Fikri" başlığını taşıyor. 1 936'da İstanbul'da Burhanettin Matbaasında
basılan kitap, "Cumhuriyet İçin" dizisinin birinci kitabı. Dr. Orhan M ünir
1 24
Babaoğlu, kitabın kapağında şöyle tanıtılmış: "Hukuk-iktisad siyasal bil
giler doktoru, Temyiz mahkemesi C.B. Müddeiumumi muavinlerinden."
Yazar Strasburg Üniversitesinde doktora tezi olarak sunulmuş
olan bu çalışmasının önsözünde, bu çalışmadaki amacın Türk ulusuna
kendini aramayı öğreten yeni Türk tarih anlayışının incelenmesi olduğu
vurgulanıyor.
''Türk inkilabı bir bütün halinde ele alınarak etüd edilence bu bü
tün içinde başlıbaşına yer tutan yenilik (teceddüt) hamlesi yönünden,
Türkiye Cumhuriyetinin dayandığı hukuk prensiplerinin, yeni Avrupa
devletlerinin de dayandığı modern esas teşkilat hukuku ilminin ana
prensiplerinden başka şeyler olmadığını görürüz. Fakat yine ayni
metodla yürürsek karşı bakımdan, Türk inkilabı bütünlüğü içinde yine
başlıbaşına yer tutan Türk tarih devrimine, yeni Türk tarih anlayışına
dayanarak diyebileceğiz ki; yeni Türk devletinin karakterleri olan bu
prensipler Türk benliğine dışardan "ithal edilmiş" yabancı prensipler
değildir. Türkler millet hakimiyeti, laiklik, demokrasi esaslarını birçok
milletlerden önce tanımışlar ve devletlerini uzun yüzyıllar bu esaslar
üzerine kurmuşlardır." (s. 4)
(Üslubta düzeltme yapma yoluna gitmedim. T.A.)
Kitabın, "içindekiler'' vb. gibi bir planı ne başında ve ne de sonun
da verilmemiş. Kitabın bendeki kopyası "önsöz"le ve üçüncü sayada
başladığı için, ilk iki sayfada böyle bir bölümün olup olmadığını bile
miyoruz.
Önsözü izleyen "Giriş Faslı" araştırmanın "kadrosu" ve dayandığı
kaynaklara ayrılmış.
Bu faslın ilk ayrımında "Türk Tarihi Üzerine Birkaç Söz" başlığı al
tında, "Türk Tarihi", "Türk Milleti" ve ilk uygarlıkları yaratmak ve yaymak
olarak "Türk Milletinin Tarihte Oynadığı İki Büyük Rol" ele alınıyor.
Girişin ikinci ayrımı "Türk Devletleri (Kadro) başlığını taşıyor. Bura
da önce "VI. Yüzyılda Bir Asya Türk Devleti" olarak Tu-kiular, daha son
ra "Doğu Avrupa ve Batı Avrupa'nın Türk Devletleri" (Hazer Devleti ve
Bulgar Devleti), son olarak da "Türk-Müslüman Devletleri" ele alınmış.
Giriş'in üçüncü ayrımında çalışmanın kaynakları veriliyor. Aslında
Babaoğlu'nun, kitabının sonunda geniş bir kaynakçası (bibliyografya)
var. Ancak burada da bazı kaynak üzerinde özellikle durmuş. Bu kay
naklar arasında "Orhun Yazıtlarını", Pien i tien adı altında bulunan ve
Stanislav Julien tarafından Fransızcaya çevrilerek 'Journal Asiatique'in
1 25
6. serisinin 3. cildinde yayınlanan "Çin Salnamelerini", "Kudatku Biliğ"i,
"Siyasetname"yi, ve Kfıtip Çelebi'nin "Cihannuma"sını saymak
mümkün.
Kitabın birinci faslı, "Türk Devletinin İlk Kurucu Unsuru: Büdün"
başlığını taşıyor. Bu ayrımın ilk paragrafı olan "Eski Türklerde Aile Teşki
latı'nda, "Boy", "Sop" ve "Evlenmeden Doğan Aile" ı::!e alınıyor. "Büdün"
başlığını taşıyan ikinci paragrafta ise "Büdunün Milli karakteri': ve "İlahi
Devlet Nazariyesi" üzerinde durulmuş.
"Türk Devlet Fikrinde Hakimiyet Nazariyesi" başlığını taşıyan ikinci
faslın birinci paragrafı, "Hakimiyet Türk Devletinin Kurucu Unsurudur"
başlığını taşıyor. "Türk Devlet Fikrinde Hakimiyet Milletindir" başlıkla
ikinci paragraf dört alt !:;>ölüme ayrılmış; ancak bu alt bölüm başlıkları
daha çok ilke niteliğinde görülüyor:
- "Gökten gelen Hakimiyet Teorisi;
- "Türk Devlet Fikrinde Hakimiyet Gökten Gelir ve M ukaddestir"
- "Bu Hakimiyet Kağanın Değil, Ulusundur"
- "Bu Hakimiyet Kağana M ukavele ile Geçer."
Çalışmanın üçüncü faslı, "Türk Devlet Fikrinde İstiklfıl Unsuru";
dördüncü faslı, "Türk Devletinin Teşkilatı" (Hakimiyeti Temsil Eden Or
ganlar) başlığını taşıyor. Burada üç paragraf içinde "Kurultay", "Kagan"
ve "Makam ve Memurlar" ele alınmış. Kurultayın kuruluşu ve görevleri
gibi, Kagan'ın seçilişi ve görevleri üzerinde ayrıntılı bir biçimde durul
muş. Çeşitli. memurlukların anlatımının. yanısıra; "Hiyerarşi Kuralı", "M.e
murlukların lrsiliği'' ve "Her Memuriyet için Biri Doğuda, Oteki Batıda iki
Makamın Bulunuşu" kural ve ilkeleri ele alınmış.
Çalışmanın beşinci faslı ".E ski Türklerde Uluslararası Adalet Fikri
ve Devletler Hukuku"; altıncı faslı, "Eski Türklerde Cihan İmparatorluğu
Teorisi" başlığını taşıyor.
·
1 26
Çalışmanın çok ilginç olan pek çok noktası arasında, bizim en
çok ilgimizi çeken hususlar, ikinci faslın iki.1ci paragrafında ele alınan
noktalar oldu.
D r. Babaoğlu burada, önce gökten gelen hakimiyet anlayışı üze
rinde durmakta. Leon Duguit'ten aktararak "idare edenlerle idare edi
lenlerin bulunduğu her insan cemiyetinde maddi müeyyidelere dayana
rak kumanda eden bir zümre vardır" (s. 55) , diyen Babaoğlu, daha
sonra bu "kumanda etme" yetkisinin kaynağını irdeliyor. Bilindiği gibi
bu soru siyasal düşüncenin temel sorusudur: İnsanlar neden itaat
ederler, ya da yönetenler yönetim güç ve yetkisini nereden alırlar?
D r. Babaoğlu'nun da belirtmiş olduğu gibi siyasal gücün do
ğuşunu açıklamaya çalışan tüm eski görüşler, bu gücün kaynağını
göklerde, ilahi kaynaklarda aradılar. "En eski Çin imparatorlarından,
Stuart ve Bourbon'lara kadar bütün hüküm sürenler ve idare edenler,
bu görüşleri korudular ve bu görüşlere day ınarak idare etmek gücünü
milletten değil, Tanrıdan aldıklarını iddia ettil8r."
Çin anlayışına göre imparator kudretin doğrudan doğruya gökten
alıyor ve "Göğün Oğ(u" sayılıyordu.
Eski İran'da kralların tanrılığına inanılırdı. Bu anlayışa göre Işık
Tanrısı Omuzd, İran şahlarının kişiliğinin içine· giriyor, Tanrılık onun
benliğinde somutlaşıyordu. Böylece şah, gökten gelen hükmetmek gü
cünü arada hiç bir vasıta olmadan, doğrudan doğruya kendi elinde tu
tuyordu.
Batının teokratik devlet anlayışında da, imparatorla kilise arasında,
şu ya da bu biçimde bir halk varlığından, egemenliğinden söZ etmek
mümkün değildir.
Türkleri bu açıdan incelediğimiz zaman, diğer tüm uluslar gibi
egemenliğin kaynağını göklerde aradıklarını görmekteyiz. Ayrıca gök
ten gelen bu egemenliğin kutsallığına da inanıyorlardı. Gerçekten
Orhun Yazıtlarında bu egemenliğe karşı gelmek, yani devlete isyan eı-
mek en ağır suç sayılmaktaydı.
Ancak Türklerin egemenliğin kaynağını kutsal olarak kabul etme
leri, çağdaşlarından çok farklıydı. Gökten gelen egemenlik; yönetme
gücü ve yetkisi; krallara, imparatorlara kağanlara değil, doğrudan doğ
ruya Büdün'e yani ulusa verilmiş varsayılmaktaydı. O rhun Yazıtlarında
Türk Büdününe "gök büdün• denmesinin nedeni de; ulusun gökten ge-
1 27
len bu egemenliğe sahip olduğu anlayışından kaynaklanmaktadır (s.
58/59).
Devlet egemenliğinin kutsallığı anlayışı öylesine yer etmişti ki; bu
egemenliğe karşı gelmek, "yerin gökle kmışması", "göğün çökmesi"
olarak nitelendirilmekteydi (s. 57).
Kutsal bir biçimde kaynaklanan egeme.1lik hakkı, büdünden kağa
na, bir sözleşme ile aktarılmaktaydı. Yani k< . ğanın egemenliği kutsar ol
makla birlikte, dolaylı bir egemenlikti Glıcü kişiliğinden değil bulun
duğu makamdan kaynaklanmaktaydı.
Dr. Babaoğru Kağanın seçimini ve taşıması gereken özellikleri de
ayrıntılı bir biçimde anlatmaktadır. (s. 70 vd.) Gerçekten Türk devlet
başkanı, büdün tarafından, daha doğrusu büdünün ileri gelenlerinin
yer aldığı bir kurultay tarafından seçilirdi. Seçilmek için han soyundan
olmak gerekirdi.
Atila'nın; alilelerinin soyluluğu ile övünen ve güçlerini bu soylu
atalarından devraldıklarını hissettirmek çabasında olan kimi Avrupalı
kral ve prenslere verdiği ünlü yanıt, "benim babam Hun Büdünüdür" ol
muştu.
Yukardan beri belirttiğimiz noktaların .şığı altında Türk Kağanının
yetkilerinin, yasa ile çizilmiş yüksek bir memerden başka birşey olma
dığı anlaşılmaktadır. İ lginç bir husus olarak buna benzer bir anlayışın
tüm Ortaçağ Türk-İslam devletlerinde sürdl.ıgünü gözlemekteyiz. Ancak
Selçukluların olgun devrinde ve özellikle Nizam ül M ülk zamanında,
devlet başkanına kutsal nitelikler veren Sasani anlayışını egemen kılma
çabaları başlamıştır.
Osmanlıların kuruluş dönemlerinde de aynı egemenlik anlayışını,
yani Sultanın egemenlik hakkının kişiliğinden gelen değil, makamının
geldiğini görüyoruz. Prof. Dr. Tayyip Gökbilgin Osmanlı Beyliğinin ba
ğımsızlığını ilan edişini, Aşık Paşazade (s. 1 8 vd), Lütfi Paşa, Tevarih-i
al-i Osman (s. 21 vd) 'na dayanarak şu şekilde anlatmaktadır: (Ateş, s.
1 0 1 - 1 02).
"Selçuklu Devletinin serhad mıntıkalarında teşekkül eden Uç
Beylikleri . . sultanın esir olarak .. İran'a götürülmesinden sonra, Selçuklu
Devletinin artık sona erdiğine kani bulunuyı ırlardı. Osman Beyin reislik
yaptığı aşiret ve oymaklar bu durum karşı:. ında hükümdarlığın meşru
olarak Kayı Han evladına düşeceğini, bir.:ıenaleyh Osman Gazi'nin
emaret ve siyasete getirilmeye hak sahibı olduğunu iddia ettiler. Ni-
1 28
hayet oymak beyleri. türkm��n kabile reisle:ri, Semçuklu devleti bölge
sinden gelen muhac.irler toplandı; -Moğol istilası Selçuklu devletinde
karar kılmış ve devar:·, etmektedir; artık Selçuklu devleti münkarizdir,
halen Selçuklu sultanlarından hiç birisi İlhanlı devletinin elinden mülkü
geri almaya gelmedi, buna muktedir değildiler. Bu uç memleketlerin
korunması ve himayesi ise kuwet ve derte, iktidar ve liyakat sahibi bir
sultanın istiklal ile hareket etmesini zaruri kılıyor .. Türkmen bey ve ka
vimleri arasında hasep ve nesep, iyi ahlak, secaat ve semahat ile buna
layık olan Osman Bey'dir; o hem Kayı'lardandır hem de dindar ve
müslümandır- dedi ve onu başa geçirdiler..
Ona tabiyet ve sadakat merasimi Oğuz Han töresine göre yapıldı:
Herkes birer birer Osman Bey'in önünde diz çöktü. Onun verdiği kımızı
alarak içti; bu, ona itaatin bir deliliydi. İşte Osmanlı Devletinin istiklali
bu hadise ile başladı (1 299)".
Kuruluşu da eski gelenek ve anlayışın tümüyle geçerli olouğu Os
manlı İmparatorluğunda, İmparatorluğun güçlenmesiyle birlikte Os
manlı Sultanlarının ulusları ile bağları zayıflıyacak ve hatta kopacaktır.
İstanbul'un alınmasından sonra Bizans etkisi artacak ve bir "Hanedan
Yasası" ortaya çıkacaktır. Daha sonra Hilafetin alınmasıyla Osmanlı sul
tanlarının uluslarından kopuşları son noktasına gelecektir. Eskiden ulu
sunun iradesine dayanan ve zaten o irade tarafından o göreve getiril
miş olan Osmanlı Sultanı, tümüyle "devşirme kapıkulu"na dayanan bir
niteliğe bürünecektir.
Ancak yirminci yüzyılın başlarında "yok olma" noktasına gelince
Türk ulusu, "devlet kurma" geleneğini ve becerisini tüm olumsuz koşul
lara karşın bir kez daha gösterecektir. BL becerinin sonucu, savaş
alanlarındaki askeri başarının yanısıra, siyasal alanda da "kayıtsız şart
sız halk egemenliği" olarak kendini gösterecektir.
Kendisi için en büyük onurun, bu ulusun bir bireyi olmak olduğu
nu her fırsatta söyleyen Mustafa Kemal, t Mart 1 923'de Türkiye Büyük
Millet Meclisi'nin Dördüncü Toplantı Yılını açarken, bu noktayı şöyle
vurgulamaktadır: (Söylev ve Demeçler 1, s. 307) .
"Efendiler, hakimiyeti milliye ve onun mahfuziyetini mütekeffil olan
bugünkü şekil ve mahiyet-i idaremiz yalnız saadet-i atiyemizi değil, bel
ki şerefemizi, namusumuzu ve bütün evsafı maneviyemizi temin eder."
1 29
KAYNAKÇA
1 30
V - DEVRİMİN TEMEL TAŞLARI
LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI 60 YAŞINDA
Farklı beklentiler
1 34
yonda törenlerle karşılandı ve uğurlandı. İstanbul'daki törenler ise son
derece görkemliydi. Ulusun gerçek temsilcileri, uluslarının yaşam hak
kını onaylattırmaya gidiyorlardı.
Lozan'da Barış görüşmelerinin 1 3 Kas.m pazartesi günü başlaya
cağı bildirilmiş ve Türk delegasyonu, ayn 1 1 'inde Lozan'a gelmişti.
Ancak Lozan'a geldikleri zaman toplantıların bir hafta ertelenmiş ol
duğunu öğrendiler. İsmet Paşa bu ertelemeden hoşlanmamıştı.
Aslında Ankara'nın Lozan'a delegasyo . ı başkanı ve Dışişleri Baka
nı olarak İsmet Paşa'yı göndermesi elbette nedensiz değildi. Gerçek
ten Mustafa Kemal Paşa çok eski dostu İsmet Paşa'nın nasıl ödünsüz
ve katı bir yapısı olduğunu iyi bilirdi. Kaldı ki, Mudanya'da ateşkes gö
rüşmelerinde bu tutumunun son bir örneği daha görülmüştü. Ve işte
bu koşullar altında Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal istifa etmiş ve yerine
İsmet Paşa seçilerek; daha cephelerin tozu ve barut kokusu sinmiş
giysilerini çıkaramadan Lozan yollarına düşmüştü.
Lozan'da müttefikler ve özellikle "en buyük" görünümünde ortada
dolaşmakta olan İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon bazı temel nok
talarda Ankara ile çok farklı beklentiler içindeydiler. Her şeyden önce
Türk delegasyonunu yıllardır alışmış olduk'arı Osmanlı delegasyonları
havasında ve mantığında sanıyor; "otur" dediklerinde oturacaklarını;
"konuş" deyince konuşacaklarını; "sus" deyinci susacaklarını sanıyor
lardı.
Bunun böyle olmadığını daha görüşmeler başlamadan anladılar.
Yapılan programa göre açılış toplantısında İsviçre Konfederasyonu
Başkanı M. Haab'ın hoşgeldiniz konuşmasına Lord Curzon'un bir yanıt
vermesi ve programın bitmesi kararlaştırılmıştı. Programı öğrenen İs
met Paşa, "olmaz", dedi; "ya ben de konuşurum, ya da Lord Curzon
da konuşmaz". İsmet Paşayı bu fikrinden caydırmak mümkün olmayın
ca, program değiştirildi ve İsmet Paşa yukarda kimi bölümlerini aktar�
dığımız sert konuşmasını yaptı.
Bir başka farklı beklenti, savaşta kimiıı yendiği konusundaki an
layıştaydı. Müttefikler 1 . Dünya savaşının galibi sıfatıyla masaya oturur
ken, Türk Delegasyonu da Kurtuluş Savaşı'nın galibi olarak masada
yer alıyor ve bunu gereğinde en sert biçimde ortaya koyuyordu. Ör
neğin Milletler Cemiyetine girme konusunun tartışıldığı bir oturumda
Lord Curzon'un "biz Milletler Cemiyeti'ne girmekten korkmuyoruz, çün
kü ellerimiz temizdir" sözüne karşılık sert cevabında İsmet Paşa "Bizim
ellerimiz bilhassa temizdir'' demekten çekinmiyordu<J>.
1 35
Çatışma noktaları
NOTLAR
1 36
LOZAN'IN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
1 37
çok iyi bir diplomat ve devlet adamı olmasına karşın, müttefiklere ve ö
zellikle İngiltere'ye karşı Türk ulusunun yeni çehre ve kararlılığını göste
recek; yeni anlayışını ödünsüz ve katı bir biçimde ortaya koyacak nite
liklere sahip değildi. Lozan'da Ankara'nın is.ediği şey; zaten pek de us
tası olmadığımız diplomasi değil, bağımsızlık ve koşulsuz egemenlik
konusundaki ödünsüz kararlılık idi. Ve bu rerçeve içinde Yusuf Kemal
istifa ederek, yerini askeri utkunun önemli ı'IÇüde paydaşlarından olan
ve niteliklerini Mudanya görüşmelerinde bi kez daha sergilemiş olan
İsmet Paşa'ya bıraktı.
1 38
alışılagelmiş saygısızlıklardan biriydi. Oysaki gelenler kulaklarındaki top
seslerinin tahribatı henüz geçmemiş; Ankara'da bir kahveden ödünç
alınmış gaz lambasının ışığında ve gene bir liseden getirilmiş sıralarda
oturarak sabahlara kadar tam bağımsızlığı sağlamanın savaşımını ver
miş ve "ya istiklal, ya ölüm" parolasını temel ilke edinmiş bir delegas
yondur. Ve İsmet Paşa Lozan'a iner inmez derhal müttefiklere birer tel
graf çekerek; kesin olarak belirtilen tarihte Lozan'a geldiğini ve "gö
rüşmelere hazır olduğunu" belitmiş ve durumu protesto etmişti. Ayrıca
bir de basın toplantısı yaparak durumu gazetecilere açıklamıştı.
Türkiye'den gelen bu heyetin, o "eski ve yumuşak, güzel Türklere"
benzemediği daha görüşmeler başlamadan belli olmuştu. Gene mütte
fiklerin düzenlemiş oldukları açılış töreninde, önce İsviçre Devlet
Başkanı Haab'ın bir konuşması ve İngiltere Temsilcisi Lord Curzon'un
bunu yanıtlaması vardı. Programı öğrenen İsmet Paşa, kesinlikle ko
nuşmak istediğini ve ancak Lord Curzon da konuşmazsa konuşmadan
vazgeçeceğini belirtmiş ve böylece konuşma olanağı sağlayarak, son
derece sert bir konuşma yapmış ve Türkiye'nin uğradığı haksızlıkları
dile getirmişti.
Lozan'da müttefiklerle Ankara arasındaki temel çatışma bir anlayış
farkından kaynaklanıyordu. Müttefikler karşılarındaki heyeti 1 . Dünya
Savaşında yenilmiş olan Osmanlı İmparatorluğunun delegeleri gibi gö
rüyorlar ve yeni gelişen koşullar karşısında, daha önceden imzalanmış
olan Sevr Andlaşmasının koşullarını biraz değiştirmek ve yumuşatmak
ister bir havada görüşmeleri götürmek istiyorlardı. Türk delegasyonu
ise, çok büyük özveri ve acılarla kazanılmış onurlu bir utkunun sahibi
olarak ve kesinlikle eşit koşullarla masaya oturmak istiyor ve Osmanlı
İmparatorluğunun devamı olduklarını kabul etmedikleri gibi, Sevr diye
bir andlaşmanın adını bile duymak istemiyorlardı.
24 Temmuz 1 923 ve barış anlaşması
Lozan Barış görüşmeleri 21 Kasım 1 922'de başladı. 5 Şubat
1 923'de ara verilen görüşmeler 23 Nisan 1 923'de yeniden başladı ve
'24 Temmuz 1 923'de Barış Andlaşması imzalandı.
Görüşmelere başlandığı gün üç ana komisyon oluşturuldu. Bun
lardan biri azınlıklar sorunuyla ilgili çalışmaları yürütecek; bir diğeri sı
nırlar, boğazlar ve askeri konulardaki çalışmaları yürütecek ve nihayet
üçüncü bir komisyon da parasal, ekonomik ve yasal konulardaki ça
lışmaları yürütecekti. Her komisyon içinde gereği kadar aıtkomisyonlar
da oluşturulmuştu.
1 39
Lozan'daki en sert, çetin ve ateşli tartışmaların ilk iki komisyonda
olmasına karşın, konferansın ara verme nedeni üçüncü komisyonda
görüşülen ekonomik nedenlerden kaynaklandı. M üttefikler kapitülas
yonların sürdürülmesini istiyor, ayrıca Trak) a'da bulundurulacak asker
sayısını da denetlemek istiyorlardı.
Üç aydan fazla süren görüşmelerde ortak bir metin üzerinde an
laşma sağlanamayınca, müttefikler kendi aralarında bir metin hazırla
mışlar ve bunu 3 Şubat 1 923'de bir "ültimatom" havasında İsmet
Paşa'ya vermişlerdi(2). Gece geç saatlere kadar bu metni inceleyen
Türk delegasyonu bir karşı teklif hazırladı. Ancak 4 Şubat'taki gö
rüşmelerde anlaşma sağlanamadı. Lord Curzon'un Londra'ya dönme
ve savaş tehdidine karşılık İsmet Paşa, "Türk ulusal egemenliğine aykırı
hiç bir koşulu kabul edemem" diyordu. Ve gerçekten kimi arabuluculuk
çabalarına ve trenin kalkışının birkaç kez ertelenmesine karşın anlaşma
sağlanamadı. Lord Curzon Lozan'dan ayrıldı. Oteline dönen İsmet
Paşa'ya bir gazetecinin sorduğu "Ne oldu Paşam?", sorusuna verdiği
yanıt çok anlamlıdır: "Ne olacak? Hiç! Esaret altına girmeği kabul et
medik."
1 40
Lozan'daki gelişmeleri İktisat Kongresi nedeniyle geldiği İzmir'de
öğrenen Mustafa Kemal, burada yaptığı konuşmada da aynı önemli
noktayı vurguluyordu:
" .. Efendiler! Bu memleketi esirler ülkesi yapamayız. Lozan Konfe
ransının son müzakeresi bu nokta ile alAkadardır. . . Aylardan beri mü
zakereler, münakaşalar cereyan etti. Fakat muhataplarımız bizimle üç
dört senelik bir hesap görmüyorlar. Üç dört yüz senelik bir hesap gör
meye başlıyorlar.. Millet kararını vermiştir. Ancak bütün millet ve cihan
bilsin ki, en nihayet ve en nihayet bu millet tam istiklalinin temin edil
diğini görmedikçe, yürümeye başladığı yolda, bir an durmayacaktır."
İ smet Paşa'nın çok sonraları, 15 Eylül 1 960'da Ankara'da Atatürk
haftasında yaptığı bir konuşmada değindiği bir başka çok ilginç nokta
vardır. Şöyle konuşur İsmet Paşa;<3>
" . . Orada bir akşam, İngiliz delegesi Lord Curzon, yanında ABD
delegesi varken bana şöyle dedi:
- Aylardan beri müzakere ediyoruz. Arzu ettiklerimizin hiç birisini
alamıyoruz. Memnun değiliz sizden. Ama ne reddederseniz, cebimize
atıyoruz. Cebimize saklıyoruz. Memleketiniz haraptır. Yarın geleceksi
niz. Bunları tamir etmek için, kalkınmak için yardım isteyeceksiniz. O
zaman, bu cebime koyduklarımdan herbirini birer, birer çıkarıp size ve
receği m. .
Ben cevap verdim:
-Çok emekle bu sonuca varmışızdır. Şartlarımız milletimize göre
haklıdır. Bunları ne olursa olsun alacağız. Siz şimdi verin. Sonra gelir
sek, istediğinizi yapın ..
"
141
sal egemenliğin paylaşılmazlığı vb. gibi pek çok temel moral konularda
nasıl geriye gittiğimizi acı ve ızdırapla gözleyebiliyoruz.
Günümüzün, mühendisleri işsiz dolaşan elli milyonluk Türkiye'
sinde bu moral gerilemenin nedenlerini düşündüğümüzde, herhalde
Lord Curzon'un İsmet Paşa'ya söylediklerini anımsamak gerekir. Eğer
o günlerde vermemek için savaştığımız ödünleri, bugün verdiğimizde
bunu "iktisadi bir başarı•, ya da "güvenilirlilik ölçüsü" olarak sevinçle
karşılıyorsak, köprülerin altından çok sular akmış demektir ve günde
on kez adını da ansak Atatürk'ten ve Atatürk'çülükten uzaklaşılmış de
mektir.
NOTLAR
(1) Karacan, Ali Naci; "Lozan", Baskı Milliyet Yayınları, İst. 1 971 s. 51 .
(2) Aydemir, Şevket Süreyya; "ikinci Adam" 1, Remzi Kitapevi, İstanbul 1966,
s. 244 vd.
(3) a.e.; s. 235-236.
1 42
CUMHURiYETiN ANLAMI
1 43
mizin civanmert ve kahraman orduları" diye adlandırarak. Bu tutum ve
davranış, Mustafa Kemal'in aıçakgönüllülüğünü değil, Büyük Millet
Meclisi'ne ve O'nun ardında bu meclisi ol..ışturan ulusal iradeye, yani
kısaca ulusa duyduğu saygıyı gösteriyor.
Bu örnekler Mustafa Kemal'in Büyük Millet Meclisi ve O'nu oluştu
ran iradeye duyduğu saygıyı gösteren ender örnekler değil, Mustafa
Kemal'in bu konudaki sayısız konuşmaları arasından konumuz gereği
seçtiğimiz birkaç tanesidir.
Örneğin Cumhuriyetin ilanından hemen birkaç ay sonra İzmir'de
Ordu ileri gelenleriyle yaptığı bir konuşmada da şöyle diyordu:
"Arkadaşlar,
Türkiye Cumhuriyeti yalnız iki şeye güvenir. Biri millet kararı, diğe
ri en üzüntü verici (elim) ve en zor koşullar, (şerait) içinde dünyanın
takdirlerine hak kazanmış olan ordumuzun kahramanlığı . . . "
1 44
hem de en "devrimci" görünen temsilciler arasında bile "Cumhuriyet"
sözcüğünden korkulmakta idi. Örneğin 1 923 Eylülünde Neue Freie
Presse muhabirine bir demeç veren Mustafa Kemal, "Yeni Türkiye
Anayasasının ilk maddelerine göre, egemenlik kayıtsız şartsız ulusun
olduğuna göre ve yürütme güçleri Meclis tekelinde toplandı6ına qöre
bu iki madde bir sözcükle özetlenebilir: "Cumhuriyet" dediği zaman,
Mecliste kıyamet kopmuş ve yanlış anlaşılma olduğu belirtilerek, bir
düzeltme yaptırılmıştı. İşte Mustafa Kemal'in büyüklüğü buradadır ki;
aynı Meclis bir ay kadar sonra, oybirliği ile Cumhuriyeti ilan edecekti.
Cumhuriyet sözcüğü Arapça bir sözcüktür ve "cumhur" kökünden
türetilmiştir. Cumhur sözcüğü ise Arapçada başta "kum yığını" olmak
üzere çok çeşitli anlamlara gelebiliyordu(1l. Osmanlıcada cumhuriyet
sözcüğü tek başına kullanılmaz, kimi metir.:erde başka devletlerin yö
netimlerine ilişkin olarak kullanılırdı. Örne Jin "Venedik Cumhuriyeti"
gibi.
Cumhuriyet sözcüğü, imparatorluk içindeki bir nedenden ötürü ilk
kez 1 848'de Mustafa Reşit Paşa'yla ilgili olarak padişaha yapılan bir
uyarıda kullanılmıştır: "Bu adam ilan-ı cumhuriyet edecek; saltanat el
den gidiyor". Ancak hiç kuşku yok ki; o günlerde sözü edilen cumhuri
yet kavramıyla, bugünkü anlamıyla cumhuriyetin pek fazla benzerliği
yoktur. O günlerde olsa olsa padişahın yetkilerinin biraz daha kısıtlan
ması söz konusu olabilirdi.
Zaten gerek 1 . Meşrutiyet ve gerekse 2. Meşrutiyet öncesinde pa
dişahın karşıtları, padişahlığı ortadan kaldırmak değil, padişahın iktida
rına "ortak olmak" amacındaydılar. Yani amaçları "meşrutiyet"ti, pa
dişahın olmadığı ve egemenliğin halkta olduğu bir "cumhuriyet" değil.
Ancak 1 923 sonlarında, Saltanat kaldırılmışken ve Büyük Millet Meclisi
Hükümeti ''f iilen ve tam anlamıyla" bir cuml-ıuriyet olarak işlerken bile
Meclis üyelerinin bu sözcüğü kullanmaktan kaçınmaları ve kullanılma-·
1 45
zans paytahtının kokuşmuş çevresinden, ıcu şu, ya da bu biçimde
doğrudan doğruya, ya da dolaylı olarak Sultan ve Halife saraylarına,
yıkılan İmparatorluğun eski devlet büyükler;nin konaklarına ulaşan çeşit
çeşit dallar, budaklarla dolu çevreden uzak olarak gc!işebilirdi."(1>.
Türk Devletinin başkentinin İstanbul'dan Ankara'ya alınması İngil
tere, Fransa ve İtalya'nın tepkisiyle karşılandı. Bu durumda büyükelçile
rini geri çekerek orta elçi göndereceklerini açıkladılar. Genç Türkiye, bu
durumda aynı tutumu takınacağını açıkladı. Bu devletler İstanbul'un bir
liman kenti olmasından ötürü, donanmalarıyla daha kolay baskı yapa
caklarını umanlarının yanısıra, İstanbul'un "kozmopolit" havasını kendi
çıkarlarına daha uygun buluyorlardı.
27 Ekim 1 923'de Fethi Bey Kabinesi istifa etti. 1 921 Anayasasında
denge unsuru olabilecek bir "devlet başkanlığı" kurumu düzenlenme
miş olduöu icin. veni kabine bir türlü oluşturulamıyordu. Tüm bu ge
lişmeleri yakından izleyen M ustafa Kemal, bu işin sırasının geldiğini an
layarak, gerekli Anayasa değişiklik önergesini sundu. Ve daha Lıirkaç
gün öncesine dek çoğunluğu "cumhuriyet" sözcüğünden çekinen
Büyük Millet Meclisi, oybirliği ile Cumhuriyeti kurdu. İşte Gazi Mustafa
Kemal Atatürk'ün büyüklüğü burada yatmai<tadır. Cumhuriyetin ı� urul
masından altı ay kadar önce; "Benim şahsen kuwet ve kudretim, hal
kın bana gösterdiği emniyet ve itimatt�m ibarettir" diyen Mustafa Kemal,
bu gücü yerirıde ve zamanında kullanmasını bildiği için ve bu gücün
asıl sahibine olan büyük saygısından ötürü başarılıdır, büyüktür ve kalı
cıdır.
Türkiye Cumhuriyeti şu, ya da bu kişinin, ya da kişilerin eseı i de
ğil, bu konuda en hak sahibi ve yetkili kişinin, Mustafa Kemal'in Hlirt
miş olduğu gibi; "Bu aziz vatanın her köşesini sulayan kanlarıı ı l':>e·
delidir'.
Bunu hiç unutmamak gerekir.
NOTLAR
1 46
CUMHURİYETİ ANLAMAK...
1 47
demdeydi. Gerek o günlerde ve gerekse iki meşrutiyet arasındaki dö
nemde, ülke içi ve dışında mücaclıııle eden Osmanlı aydınlarının kafala
rında cumhuriyet düşüncesinden çok, padıŞahın yetkilerine bir "sınırla
ma" getirme düşüncesi; "meşruti bir monarşi" özlemi vardı. Zaten aynı
zamanda Hz. M uhammed'in "halefi" olarak tüm İslam dünyasında etkili
olan padişahı "devirmek" için gerekli halk dbsteğine de sahip değillerdi.
1 48
devrim gerçekleşmişti. Doğal olarak "esk; düzenden" buna tepkiler
(reaksiyonlar) beklenirdi. Ama birkaç müı ıfrit olayı ve dışarıdan da
kışkartılan ve etnik izler de taşıyan Şeyh Salt ayaklanmasını saymaz
sak, ciddi bir tepki gelmedi. Bunun iki nedeni vardı: Birincisi, "eski dü
zenin" tam anlamıyla çökmüş ve savunulur bir yanı kalmamış olmasıy
dı. İkincisi ise tepkisi beklenebilecek çevrelerin güçsüz olması, Mustafa
Kemal ve arkadaşlarının prestijleriyle baş edemeyeceklerinin bilincinde
olmalarıydı.
Yetişen kadrolar
1 49
dar yolu açıldı. Zaten bu dönemde "reaksiyoner örgütlenme" siyasal
partilerden çok, tarikatlar çerçevesinde gerçekleşmekteydi. Ve kimi ku
rumlarda mücadele, tarikatlar arasında olrr aktaydı. Şimdi, tüm bunları
anlattıktan sonra ' .. Cumhuriyeti nasıl muvaffak olmuş sayarsın· sorusu
nun sorulacağını biliyorum. Cumhuriyet muvaffak ve muzaffer ol
muştur, çünkü devletin en üst makamlarına kadar gelebilmelerine
karşın, ne Atatürk'e dil uzatabilmektedirler ne de laik cumhuriyete. İçleri
kan ağlasa da 1 0 Kasım'larda Atatürk'ün huzurunda eğilmekte; yürek
lerinden lanetler de okusalar, 29 Ekim'lerde cumhuriyete bağlılık nutuk
ları çekmek zorunda kalmaktadırlar.
Sonuç
1 50
CUMHURİYETE SAHİP ÇIKMAK
1 51
gelen her şeye karşı çıkmayı müthiş bir der Jokratlık sayan kimi sevimli
dostlarımız sorunu kendi anlayışlarına göre çözmüşlerdir. Buna göre,
devletten gelen her şey "resmi ideolojinin" bir parçasıdır, karşı çıkmak
gerekir. Her ne türden olursa olsun, resmi ideolojiye karşı çıkmak, al
kışlanmaya değer bir şeydir, "sivil toplum"un göstergesidir. Bu çok
hassas konuda Regis Debray şöyle yazıyor: " .. Dün bireyin özerkliğini
tehdit eden, devlet ve onun sıkı denetimleriydi. Bugün en büyük tehli
keler (yasaklama ve kovma talepleri) "sivil toplum"dan geliyor. Tek
başına sağduyu, giderek daha hoşgörüsüz ve kontrolsüz hale gelen
güçlerin yükselişine karşı duramaz. (Kitle iletişim araçları, din adamları,
bilimler, yönetim). Kişisel özerkliğin savunması, günümüzde, cumhuri
yet devletinin ve ona uygun düşen toplumun savunulmasından geç
mektedir."
Gerçekten, Türkiye'de solculuk, hatta Marksizm adına Kemalizme
çatmayı alışkanlık haline getiren ve akıllarına gelen herşeyi önce "resmi
ideoloji" olarak isimlendirip sonra buna karşı çıkmayı marifet sayan bir
grup aydın, aslında bindikleri dalı kesmektedirler. Laik cumhuriyet ve
onu ayakta tutan kurum ve ilkeler olmasa bu toplumda barınmaları
bile mümkün olamayacak olan bu insanların en bCı�1ük hatası, kendile
rini (belki de farkında olmadan) toplumdan soyutlamaları ve bir "bilim
sel gözlüğün" ardına sığınmalarıdır.
Bir kısmı zaten yurt dışında yaşadıkları ve Türkiye ile "bilimsel me
rak" dışında pek ilgileri olmadığı için mazur görülebilir. Ancak bu ül
kede yaşayan, bu ülkede yaşamayı tercih eden ve bu ülkede yaşamayı
seven diğer kısmı için, laik cumhuriyetimize saldırmak aymazlıktan·
başka birşey değildir. Zira gene Debray'ln söylediği gibi;
" ... Bir cumhuriyet bir yana çekilince, meydan muzaffer özgür bi
reye kalmaz. Genellikle din adamları ve mafyalar nezaket dinlemezler.
Siyasal iktidarın her ahlaki gerilemesinin bedeli, dini otoritelerin siyasal
atılımları ile ve para feodallerinin yeni bir küstahlığı ile ödenir . .
"
1 52
VI - SOSYAL DEMOKRASİ ve
TERCİHLER
SOSYAL DEMOKRASİNİN SINIFSAL TABANI
1 55
suna açılan liman kentlerine bağlanmışlardı. Portekiz, Hollanda, İspan
ya, Fransa ve İngiltere yeni bir dengenin nimetlerini toplamaya başla
mışlardı.
Eski dünyada, 'ya da feodal dünyada Jgemenlik tanrı adına kulla
nılıyordu. St. Augustinus'da en açık bir şekilde biçimlendiği gibi, "Tanrı
nın kulu olan İmparator, Tanrı buyruğunun körükörüne emrinde" olmak
zorundaydı; Bu zorunluluğa uymak, kendi�ine tebası üzerinde "Tanrı
sal" bazı haklar bahşediyordu ki; zaten fazla gücü olmayan merkez
otoritesi bu "meşrulaştırma" işleminden zararlı çıkmamış oluyordu. Tan
rısal bu otorite hiç kuşkusuz merkez imparatordan derebeyine yansıyor
ve Tanrı adına meşrulaştırılmış bu i ktidarın son noktası, feodalizmin
ataerkil aile düzenindeki "baba" oluyordu(2).
Ancak, uluslar zenginleştikçe ve merkezi imparatorlar güçlen
dikçe bu otorite dağılımı kimi yerlerde huzursuzluklar yaratmaya
başladı. İspanya ve Portekiz dışında kalan ülkelerde Kilise'nin ve Papa
'nın otoritesinin sınırları tartışılıyor ve yeni bir otorite kaynağının gerek
sinmesi duyuluyordu.
Hollandalı bir düşünür, Hügo Grotius ''Tabii Hukuk Doktrinini" ye
niden kotararak, savunmaya başladı. Buna göre insanların, insan ol
maktan gelen ve doğuştan kazanılmış olan öyle hakları vardı ki; hiçbi�
güç bunları ondan koparamazdı.
İngiltere meşruti monarşi yoluna devam ederek kıta Avrupasından
manevi olarak koptu. Thomas Hobbes, sözleşme teorisini ortaya ata
rak; siyasal itaatın nedenini tanrısal olmaktan kurtarıp insan aklına bağ
ladı. Gene bir başka İngiliz John Locke, bu görüşü Grotius'un tabii hu
kuk doktrini ile birleştirerek insanların temel hak ve özgürlüklerini or
taya koydu ve bir devletin, ancak bu özgürlükleri koruduğu sürece
meşru sayılabileceğini savundu. Bu özgürlüklerin başında "mülkiyet öz
gürlüğü" geliyordu. Feodal düzen hiç kuşkusuz feodal beylerin ve kili
senin mallarının mülkiyetini güvence altına alıyordu, ama ticaretle iyice
"palazlanan" burjuvazinin mülkiyetinin hiç bir güvencesi yoktu.
Ancak burjuvazi daha düzenini kurmadan temel eleştiri geldi. J.J.
Rousseau, "devletin özgürlükleri koruması yeterli doğildir; devlet özgür
lüğün orta_mını yaratmak zorundadır" savıyla ortaya çıkmıştı.
J. Locke'un fikirleri, ABD Devriminin felsefi temelini oluşturdu. 4
Temmuz 1 776 tarihini taşıyan "Bağımsızlık E>ildirisinden" aşağıya aldığı
mız satırlar, sanki John Locke'un kaleminden çıkmış gibidir:
156
•şu gerçekten apaçık olduğunu kabul ediyoruz: Bütün insanlar
eşit yaratılmışlardır. Yaratıcıları tarafından bağışlanmış belli ve vazgeçil
mez haklara sahiptirler. Yaşamak, özgürlük ve mutluluğa erişmek bu
haklar arasındadır. Bu hakları sağlamak üzere, insanlar kendi araların
da, gerçek gücünü yönetilenlerin onamasından alan hükümetler kur
muşlardır. Eğer hükümet bu amaçlar doğr;.ıltusunda yetersiz ve yıkıcı
olursa bu hükümeti değiştirmek ya da düşürmek .. halkın hakkıdır."
Fransa mutlakiyetçiliği Amerika kıtasırıda özgürlükçü asileri des
teklerken, Versay sarayında kendi halkını k< ntrol altında tutabilmek için
yabancı lejyonerler besliyordu. Ancak FraP 'ız Devrimi de fazla gecik
medi ve Etats Generaux'nun toplanmasıylo başlayan bir dizi olay, 1 4 ·
Temmuz 1 789'da mutlakiyetçiliğin sembol "• olan ve yıkılmaz sanılan
Bastille'in yıkılmasıyla doruğuna ulaştı.
Avrupa'nın feodal temellere dayanan mutlak monarşileri İngiltere
'nin parlamentosuna ya da ABD Bağımsızlık Bildirisine pek aldırma
mışlardı ama 1 6. Louis tutuklanınca, burjuvaların hakimiyeti altına giren
Fransa'ya karşı, kralı kurtarma adına büyük güçler seferber ettiler. İşte
bu davranış; bir yandan 16. Louis'nin sor:ıunu hızlandırırken, bir yan
dan da Fransız Ulusculuğunun ve "Jacobenizmin" başlangıcını oluştu
ruyordu.
Konvansiyon'da Jacobenler, özgürlüğü korumak değil, özgürlük
ortamını yaratmak peşindeydiler. Robespierre şöyle yazıyordu:
"Nedir toplumun birinci ereği? İnsanın zamanaşımına uğramıyan
haklarını .korumak. Bu hakların ilki nedir? Yaşama hakkı! Mülkiyet hakkı
bu ilk yasayı perçenlemek için konmuş, ya da güvence altına alın
mıştır. İnsanın malı mülkü varsa, herşeyden önce, yaşaması için vardır.
Mülkiyetin hiçbir zaman insanların geçimine engel olamıyacağı savı
doğru değildir. İnsana gerekli olan besinler, hayat kadar kutsaldır.
Hayatı sürdürmek ve korumak için gerekli ne varsa, bütün toplumun
ortak malıdır."<3>.
"Devrim Meleği" olarak adlandırılan Saint-Just ise şöyle ko
nuşuyordu Konvansiyon'da:
"Mutlu olmayan bir halkın vatanı yoktur. Hiç bir şeyi sevmez o. Bir
cumhuriyet kurmak istiyorsanız eğer, ahlfıkını bozan kararsızlık ve yok
sulluktan halkı kurtarmaya çalışmanız gerekir. Cumhuriyet istiyorsanız
eğer, öyle yapın ki, halk erdemli olma cesaretini bulabilsin kendinde:
İnsanda gurur olmadan siyasal erdem olamaz. Geçim sıkıntısı içinde
1 57
gururu olamaz insanın. Boşuna düzen iste:;ip duruyorsunUz. İyi yasa
larla düzeni yaratmak sizin elinizde."(4l:
Babeuf'ün ise şunları yazdığını görüyoruz:
"Parti herkes için yalnız hak eşitliği, yasa eşitliği istemekle kalmaz,
herkesin namusu ile rahat yaşamasını, bütün bedensel ihtiyaçlarının ve
toplumsal haklarının, yasalara uygun olarak sağlanmasını, herkesin
toplum içinde gördüğü iş ölçüsünde haklı bir pay almasını ister."!5>.
Jacobenler bu amaçla kesin bir teröre giriştiler. Danton, Marat,
Robespierre, Saint Just ve Babeuf kendi canlarını değil ama, devrimi
kurtardılar. Ancak bu terörün ardından monarşik bir reaksiyon (Napo
leon) ve 1 830'1arda da ABD'dekine benzer burjuva liberal bir devrim di
zisi geldi. Önceleri salt tüccarlardan, avukatlardan, hekimlerden ve
benzeri serbest mesleklilerden oluşan burjuvazi artık iktidarı halk adına
ele geçirmişti. Ancak bu arada yepyeni bir devrim oluyor ve yeni bir sı
nıf ortaya çıkıyordu: Sanayi devrimi ve sanayi işçisi, yani proletarya.
1 58
bizden. Yöneticiler yalnız yönetici kalmak ıçin devrim yaparlar. Bizse,
gerçek demokrasi yoluyla, halkın mutluluğunu sağlamak için devrim
yapmak istiyoruz. Biz ekmek için, rahatlık için, özgürlük için savaşıyo
ruz. "!6l .
Ancak Babeuf ve onun gibi düşüner.ıer için 1 830 Devrimleri bir
sonuç oldu. Kapltalizm, toplumdaki gücünü ilk kez önemli ölçüde per
çinlemişti. Aslında eğer olanaklar elverseydi belki kapitalist demokrasi
de birşeyler yapabilecekti. Ancak bir çığ gibi büyüyen işçi sınıfının haklı
ve kaçınılmaz istekleri 1 848 Devrimlerine yol açtı.
Salt bir siyasal demokrasi kurmak amc.cını gütmeyen aynı zaman
da sosyal demokrasiyi kurmayı amaçlayan 1 848 Devrimi, Kıta Avrupa
sındaki gerçek sosyal hareketin başlangıç noktası olarak alınabilir. An
cak 1 848 sosyalistleri insancıl ve idealist görüşlerle davranıyorlardı<7l.
Unutmamak gerekir ki; aynı dönemde komünist manifesto da kaleme
alınmıştı.
Aslında işçi hareketi Fransa'dan önce İngiltere'de örgütlenmeye
başlamıştı. Robert Owen 1 833'de "Büyük Meslek Birliği"ni kurmuş ve
Londra'da yapılan bir kongreyle bu birlik, tüm işçi gruplarının örgütü
şekline dönüştürülmüştü. Kavgalarının ana amacı iş gününü sekiz
saate indirmek ve bir dizi sosyal haklar sağlamak · idi. Ancak patronlar
bu isteklere, birlik üyesi işçileri işten çıkarmakla karşılık verdiler. Ça
tışma başarısız bir genel grev denemesinE< yol açtı. Ancak sonunda
parlamentonun duruma elkoymasıyla işçiler yararına bazı düzenlemeler
yapılması mümkün oldu.
Fransa'da ise Louis Blanc ve Proudhon'un fikirleri yeni bir devri
min öncüleri oldular. Ekonomik sıkıntılar liberalleri gene sanayi işçisinin
yanında yer almaya zorlamışlardı. 21 Şubat ı 848'de liberaller, radikaller
ve sosyalistlerin ortaklaşa yapacakları bir seçim toplantısının yasaklan
ması, ayaklanmanın başlamasına neden oldu ve Loui� Philippe 24
Şubat 1 848'de Paris'ten kaçtı. Yeniden cumhuriyet ilan edildi ve yedi
üyeden oluşan bir geçici hükümet kuruldu Bu arada Paris Belediye
sinde de aralarında Louis Blanc'ın bulundu�u dört kişilik ayrı . bir hükü
met kurulmuştu. Bu iki "hükümet" bir süre birlikte çalıştılarsa da 23 Ni
san 1 848'de yapılan seçimleri kaybeden sc<;yalistler elendiler. Ve sonu
büyük acılarla kapanmış olsa bile. Yapılan devrim sonunda gene var
olduklarını göstermişler ve yaşama düzeyle ·ini yükselten bir dizi karar
lar alınmasını sağlamışlardır. Bu konudaki temel prensipler 1 848
Anayasasına konulmuştur. Gerçekten 4 Kasım 1 848 Anayasasının giriş
bölümünde, toplumun yarar ve yüklerinin eşit bir şekilde paylaştırıla
cağı yazılmaktaydı ki; bu, ileri bir adım idi<8l. Aynı giriş bölümünde
Cumhuriyet; y urttaşların kişiliğini, ailesini, dinini, malını, işini korumak
ve onlara gerekli eğitimi sağlamakla görevlendiriliyordu. Doğal koşulla
rın ve özgürlüklerin devletçe korunmasının kişileri mutlu etmeye yete
ceği konusundaki inanç artık kaybolmuştu. Devletin artık özgürlüklerin
gerçekleştirilmesi konusunda, daha doğrusu özgürlük ortamının kurul
ması konusunda görevleri olacağına inanılıyordu. Bu inanç, günümüz
"Sosyal Devlet" anlayışının ilk aşamasıdır. Ancak bütün bunlara karşılık
1 848 Anayasası cumhuriyetin temelini "mülkiyete" dayandırmaktadır ki;
bu anlayış 1 870 Paris Komünü'ne dek kesintisiz bir şekilde sürecektir.
1 60
ratlar mülkiyet ve ekonominin devlet tekelinde bulunması konusundaki
düşüncelerini önemli ölçüde yumuşatmıştardır. Dahası, günümüzde
sosyal demokrat adını taşıyan pekçok Batı':• parti, kapitalizmin en koyu
savunucusu kesilmiş durumdadır.
Günümüzde duruma biraz sonra değiiımek üzere şimdiden şunu
belirtmemiz gerekir ki; sosyalizmle sosyal demokrasi arasındaki ayrım,
hE!r türlü isim karışıklıkları bir yana yirninci asrın başlarında kristalleşme
yoluna girmiştir. Zira hem Birinci Enternasyonal'de (1 864 - 1 876), hem
de 1kinci Enternasyonal'de (1889 - 1 9 1 4) yapılan tüm toplantılarda, sol
düşüncenin tüm farklı anlayışları temsil edilmiş ve bir karar birliğine ve
ortak bir anlayışa varılamamıştır. Daha sonra Üçüncü Enternasyonal,
Sovyetler Birliği'nin öncülüğünde sosyalist devrim tezini benimsemiştir.
Buna karşılık Sosyalist Enternasyonal 1 951 'de oluşturulmuştur.
Aslında sosyal demokrasi ilk izlerini 1 948 Anayasasında gördüğü
müz •sosyal Devlet" anlayışının kesin bir biçimde şekillendiği devletin
özlemi ve bunu yaratmanın çabası içindedir Sosyal demokrasi burjuva
özgürlükçü devlet anlayışının ortaya koyduğu temel hak ve özgürlükleri
reddetmez, tam aksine devleti bunların sağlanmasıyla görevli kılar. Li
beral demokrasinin sağladığı ya da sağladığı varsayılan özgürlükler,
sosyal demokraside bir hak olmaktan da ileriye gitmekte, devletin
koşullarını sağlamaya zorunlu olduğu talepler şekline dönüşmekte
dir<9>.
Sosyal demokrasi devletin ödevlerini arttırdığı gibi, halkın ödevle
rini de artt ı rmaktadır. Burada, siyasetin kapsamı genişletilmektedir.
Devletin tek görevi, aslında var olan özgürlükleri korumak değil; var ol
ması gereken özgürlüklerin gelişmesinin mümkün olabileceği ortamı
hazırlamak ve bu özgürlüklerin gelişmesini engelleygn unsurları saf dışı
etmektir. Servetin belirli ellerde toplanması, farklı gelir grupları arasın
daki dengesizlikler, fırsat eşitliğinin yokluğu ve işsizlik; sosyal demok
rasinin ortadan kaldırması gereken ilk hedefleri olacaktır.
Bu konulara kısaca da olsa yeniden dönmek üzere, şimdi tarihsel
süreç içinde sosyal demokrasinin gelişimini inceleyelim.
Sosyal demokrasinin gelişiminin başlangıcı üç aşamada incelene
bilir;<1oı Birinci aşamada Fabiancılar, ikinci aşamada Alman sosyal de
mokratları ve üçüncü aşamada J. Jaures.
Fabiancılardan önce İngiliz Sendikalizmi ya da sosyal demokra
sisi duygusal ve amatör bir ihtilal görüntüsü içinde idi. Kökeni onyedin
ci asır radikalizmine ve Robert Owen'e uzanıyordu. Fabiancılar bu ismi
161
Anibal'i oyalama ve yıpratma savaşlarıyla yenen Romalı general Fabi
us'tan almışlardır<11>. Günümüzde çok bünye değişiklikleri gösterme
sine rağmen İngiliz İşçi Partisi'nin kuruluşu da Fabiancılara dek uzatıla
bilir. Ancak bu konuyu biraz sonra tekrar ele alacağız.
Fabiancılara göre sosyal çatışma işçi-işveren arasında değil, tüm
toplumla mülkiyeti elinde bulunduran azınlık arasındadır. Ekonomik
alandaki tüm değerler işçi sınıfı tarafından yaratılmamakta, bunlar top
lumun doğal gelişiminin bir sonucu olarak yaratılmış olmaktadırlar.
Toplumun doğal gelişmesinin sonucu olarak yaratılan değerler toplu
ma geri verilmelidir. Bunların programlarına göre, sosyalizme halkın ·
1 62
İşçi Partisi Programına Kenar Notları• adıyla eleştirilerini topladı ve her
iki örgütün yöneticilerine bunu yolladı. Daha sonra Engels bu "Ke
nar Notlarını• "Gotha Programının Eleştirisi" adıyla 1890'da yayınlaya
caktır. "Kenar Notlarında" Marks ôzelfıkle •ücretin Tunç Kanunu•nu,
toprak sahiplerine dokunulmamasını eleştirmiş ve işçi sınıfının ulusal
düzeyde örgütlenmesiyle, devlete karşı yapılacak talepler konusunda
belirsizlik olduğunu ileri sürmüştür.
1891 'de Erfurt'ta yapılan kongre bu e.eştirileri de göz önüne ala
rak bazı değişiklikler yapar ve A. Babai parti içinde hakim duruma ge
çerken; Bernstein'ın kişiliğinde yeni bir muhalefet ortaya çıkmıştır.
Bernstein'ın temsil ettiği bu revizyonizm A. Babel'in tüm karşı çabaları
na karşın SPD içinde güçlenerek ve hakim fikir durumuna girecektir.
1 899 Hannover Parti Kongresinde A. Babai şöyle diyordu:
"Parti şimdiye dek olduğu gibi sınıf mücadelesi tabanı üzerindedir.
Buna göre işçi ·sınıfının kurtuluşu ancak onun eseri olabilir. Böylece
parti, üretim araçlarının toplumsallaştırılması ve sosyalist üretim ve mü
badele biçimlerinin kabulü yoluyla herkesin refahını en yüksek aşama
da gerçekleştirmek için siyasi iktidarı ele geçirmeyi işçi sınıfının tarihi
görevi olarak görmektedir. Parti bu hedefe ulaşmak için temel görüşleri
ile uyuşan ve başarı vadeden her araçtan yararlanır.
... Partinin ilkelerini ve temel isteklerini, bunun yanısıra taktiğini ve
adını değiştirmesi, yani sosyal demokrat bir parti halinde demokratik
sosyalist reform partisi haline geçmemesi için ortada hiçbir sebep
(yoktur)"l13>.
Bernstein'ın görüşleri; proletaryanın ihtilal yolunu bırakarak burju
va liberal demukrasinin . kurallarını kabul etmesi ve uzun dönemli re
formlar sonucu sömürünün ortadan kaldırılması, olarak özetlenebilir.
Bir yazısında Bernstein şöyle diyordu:
•... Sosyal demokrasi toplumu dağıtmak ve üyelerinin bütününü
proleter yapmak değil, işçileri proleter düzeyden, yurttaş (Bürger) dü
zeyine yükselterek yurttaş sınıfını yahut yurttaşlığı genelleştirmek ister.
Halkçı bir toplumu proleter yapmak değil, kapitalist bir toplum yerine
sosyalist bir toplum düzeni yerleştirmek ister.
... Sosyalizm herhangi bir türden yeni bağlılık yaratmak isteme
mektedir. Birey özgür olacaktır ama, anarşistlerin hayal ettikleri gibi
metafizik anlamda; yani kamuya karşı her türlü ödevde bağsız değil,
fakat hareketinde ve meslek seçiminde her türlü ekonomik baskı
karşısında özgür olacaktır. Herkes için böyle bir özgürlük ancak örgüt
lenmenin aracılığıyla olabilir. Bu anlamda sosyalizme örgütlenmeli libe
ralizm de denilebilir, çünkü sosyalizmin istediği, ısrarla istediği örgütler
iyice incelenirse görülür ki, onları dıştan görünüşleri bakımından ben
zen feodal kurumlardan herşeyden önce ayıran, liberalizmdir, yani de
mokratik yasası, herkese açıklığıdır.
. . . Sosyal demokrasi herkesi aynı ölçüde tehdit etmediği gibi, kim
seyi de kişi olarak tehdit etmez ve kendisi proleter olmayan dünyaya
karşı zor kullanan devrimin hiçbir zaman hasretini çekmemektedir.
... Gerçek bir demokrasinin kurulması önümüzdeki en ivedi, en
esaslı ödevdir, bundan eminim. Bu on yıllık sosyalistçe savaşımızın
bize vermiş olduğu derstir. Sosyalizm mümkün olmadan önce bir de
mokratlar ulusu kurmalıyız."(14).
Almanya'da sosyal demokrasi gelişirken, yiı'mlnci asrın başlarında
İngiltere'de yeni bir ideal ortaya atıldı: Demokratik Sosyalizm. Demok
ratik sosyalizm aslında İngiltere'de Robert Owen'le başlayan bir biriki
min İngiliz İşçi Partisi olarak örgütlenmesidir. Bu görüşün en önemli
düşünürü R.H. Tawney "Kazanılan Toplum" adlı eserinde her türlü şid
det ve ihtilal düşüncesinden uzak olarak siyasal özgürlükle ekonomik
eşitliği bağdaştırmaya çabalamaktadır<1sı.
1 958'de İşçi Partisi içindeki bir grup tarafından ortaya atılan "De
mokratik Sosyalist Prensipler" günümüz İngiliz İşçi Partisinin bünyesini
en gerçekçi bir şekilde ortaya koyar niteliktedirler:
"Bugün cemiyetimiz aralarında uçurum bulunan iki sınıfa bölün
müş değildir.. İşçi Partisi artık eski anlamıyla. bir sınıf partisi değil, çeşit
li ilgi gruplarının katılabileceği 'ulusal bir parti'dir!
... Pek çok ülkelerin demokratik siyasal hayatlarında üç ana re
form hareketi vardır. Bunlardan b�rincisine göre; mevcut düzeni koru
ma arzusu hakimdir. Bazı reformlar gereklidir ancak bunlar ayrıcalıkla
rın siyasal etkinliklerini sürdürmek amacıyla verilen haklardır.
İkincisine göre reformlar sosyal çatışmayı, sınıf çatışmasını dur
durmak için gereklidir.
Üçüncü grup, sosyalistler tarafından öngörülen reformlardır. Bura
da, .bir sistem değişikliği söz konusudur. Onlara göre siyasal eylem ay
rıcalıksız sınıfların (işçiler, köylüler glbO örgütlenmesiyle gerçekleşir.
1 64
Bu üçüncü tür eylemler hemen dünyanın tüm ülkelerinde bulunur,
ama adı sosyalist olur ya da olmaz. Ama, amaç birliğimiz sürdüğü sü
rece bunlar bizim yandaşlarımızdır.•(1 6) .
Aslında iki dünya savaşı arasındaki dönemde totalitarizmin ağır
bastığı Avrupa'da sosyal demokrat ya da Komt.mtern'e bağlı olmayan
sosyalist partilerin uluslararası bir örgütü yoktu. Anvers'te 1947 sene
sinde böylesi bir uluslararası örgütlenme iç n ilk adım atılmış ve "Sos
yalist Enternasyonal Konferans Komitesi' (COMISCO) kurulmuştur. Bu
örgüt çeşitli toplantılarla Batı ülkelerindeki sosyal demokrat partileri
bünyesinde toplamayı başarmıştır.
Sosyalist Enternasyonal Üçüncü Enternasyonali reddetmekte ve
bir noktada Birinci ve İkinci Enternasyonallerin devamı olduğunu sa
vunmaktadır. 1 951 senesinde yapılan ve ilk kongresi sayılabilecek
Frankfurt Kongresinde yayınlanan 'Bildiri', Sosyalist Enternasyonalin
ana çizgilerini belirler<1 7>. Buna göre demokratik sosyalizm sınıfları ve
sınıf mücadelesini kabul etmekle birlikte mücadele yöntemi olarak ihti
lali reddeder ve bu mücadelenin parlamenter yolla yapılması gerektiği
ni savunur. Ancak hiç kuşku yok ki, parlamenter yol açık olduğu süre
ce bu yöntem savunulabilir. Demokratik sosyalizm bu arada proletarya
diktatörlüğünü de reddetmekte, iktidara geldiği yoldan iktidarı bırak
mayı peşinen kabul etmektedir. Gene demokratik sosyalizme göre
sosyalizm, komünizme giden bir araç değil, doğrudan doğruya bir
amaçtır.
1 65
1 950 DP hareketi, tipik bir burjuva - liberal halk hareketidir. Batı'da
da pek çok örneklerini gördüğümüz gibi; burjuvazi halk adına iktidarı
ele geçirmiştir. Ancak Batı'da bu tip gelişmeler genellikle sosyal de
mokrat ya da sosyalist nitelikte reaksiyonlar ya da gelişimler doğurur
ken, Türkiye'de bürokratik bir reaksiyon oluşmuş ve 27 Mayıs 1 960'da
bürokrasi iktidarı tekrar ele geçirmiştir.
Kısa süren 27 Mayıs Kurucu Meclis döneminden tekrar çok partili
heyata geçildiği zaman, artık Türkiye farklı bir ülke görünümündedir.
Toplum, özellikle 1 950 - 1960 arasındaki dönemin etkisiyle hızla "siya
sallaşmıştır''. Siyasal bilinçlenmedeki gelişmenin yanısıra; özgürlükçü
bir sosyal devlet modeli göz önüne alınarak yapılan 1 961 Anayasası'
nın getirdiği özgürlük ortamı içinde, hızlı bir örgütlenme başlamıştır.
Cumhuriyet Halk Partisinin "Ortanın Solu" sloganını bu ortam içinde at-
·
1 66
1973 sonralarında kendi solundaki gruplarla daha yumuşak ilişki
ler içinde olan CHP'nin 1977'yi izleyen yıllarda bu gruplarla olan ilişkisi
nin gitgide sertleştiği gözlenmektedir. Bu tutumun ardında yatan en
dişelerin başında memleketimizdeki egemen sınıfların ve katmanların
desteğini yitirmeme arzusunun yattığına kuşku yoktur. Ancak CHP'nin
kazanmak istedikleriyle yitirmek olasılığı olanlar arasında ciddi bir he
sap yapma zorunluluğu vardır.
Herhangi bir sınıf temeli ya da evrensel bir kuramı olmayan Tür
kiye Sosyal Demokrasisi en azından iktidar konusunda "programatik"
ve "akılcı• olmalıdır.
1 67
NOTLAR
(1) Bu konuda genel bir kaynak olarak bkz. "9ie Grundlegung der Moderner
Welt" (Fischer Grundlegung der Moderner Welt" (Fıscher Weltgesehichte
Band 1 2) Herausgegeben und verfasst von Ruggiero Romano und Alberto
Tenenti. Fischer Taschenbucg Verlag; Franlcfurt 1 973.
(2) Bkz. Jonas, Friedrich; Geschichte der So�iologie (Aufklaerung, Liberalis
mus, lealismus mit Quellentexten). Rowohlt Tascenbuch Verlag; Hamburg
1 974.
(3) Robespierre; Devrimin BaOrından. Çev. Vedat Günyol. Çan Yayınları; İstan
bul, 1 975.
(4) Saint-Just; Devrimle Gelen. Çev. Vedat Günyol. Çan Yayınları, İstanbul,
1 9n.
(5) G. Babeuf; Devrim Yazıları. Çev. V. Günyol, S. Eyübogıu. Sosyal Yayınlar,
İstanbul 1 974.
(6) Bkz. aynı eser S. 95.
(7) Bkz. Bahri Savcı; "İnsan Hakları (Kanunilik Yoluyla Korunması)" SBF Yayın
ları, Ankara 1 953, s. 4 1 .
(8) Max eer; Sosyalizmin ve Sosyal Mücadelelerin Tarihi" Çev. Galip Üstün.
İstanbul 1965, s. 23-524.
(9) Bkz. Georg Burdeau; ·Demokrasi (Sentetik Deneme) Çev. Bülent Nuri Esen,
A.Ü. Hukuk Fakültesi Yay. Ankara, 1 946 s. 34-36.
(10) John Bowle; Politics and Opinlon in 1 9. Century London 1 954, s. 414-445.
(1 1 ) Bülent Daver; ÇaOdaş Siyasal Do�rinler. DoQan Yayınları; Ankara,'1969.
(12) Bu konularda temel bir kaynak olarak bkz Kari Marks - Friedrich Engels;
Gotha ve Erfurt Programlarının Ele9tiriai. Çev. M. Kabagil, Sol Yayınları; An
kara, 1 969.
(13) A. Bebe!; Teorideve Pratikte Politika. Çev. Arif Gelen. Anadolu Yayınları;
Ankara 1x969 s. 79-105.
(14) Batıda Siyasal Düşünceler Tarihi 111. Derleyen: Mete Tuncay SBF Yayınları,
Ankara, 1969. s. 1 87-205.
(15) Bkz. W. Ebenstein; Modern Political Thought. New York, 1 966, s. 58 1 . vd.
(16) Bu metnin tamamı için bkz. Cari Cohen; Cummunism, Fascism, Democ
racy. New York, 1 966, s. 616-63 1 .
(17) Bu konuda özlü bilgi için bkz. Tarık Zafer Tunaya; Siyasi Müesseseler ve
Anayasa Hukuku. İstanbul, 1 969, s. 84-6848.
1 68
SOSYALİZMİN SONU MU?
İnsanoğlu dünya üzerinde var olduğu .�ndan itibaren, belli bir hu
zur ve mutluluğun arayışı içinde olmuştur. 3u arayış içinde güvenceli
bir yaşam sağlamak, karnını doyurmak, düşmanlarından korunmak vb.
gibi akla ilk gelen ilkel gereksinimler, günümüzün modern dünyası için
de geçerlidir. Bu en basit gereksinimler karşılanamadıktan sonra, öbür
çağdaş sayılabilecek gereksinimlerin de karşılanamayacağı açıktır.
Bir bakıma devlet de bu gereksinimlerin sonucu olarak ortaya çık
mış, değişik siyasal ve ekonomik sistemler de, bir başka ifade ile re-
. jimler de aynı sorunların çözümlenebilmesi için ortaya atılmış ve uygu
lanmışıardır. Biz bu yazımızda değişik sistemlerin tarihsel süreç içinde
ki evrimleri üzerinde duracak değiliz. Ancak sosyalizmin ya da toplum
cu düşüncenin evrimi üzerinde kısaca durmak ve bilimsel sosyalizmin
günümüzdeki durumunu incelemek istiyorL•!. Acaba gerçekten sosya
lizmin sonu geldi mi? Acaba Marksizm tükr.ndi mi? Acaba dünya kapi-
. talizme mi gidiyor?
İnsanoğlu (ya da insan kızı) toplu yaşama geçtiği andan itibaren,
kaçınılmaz bir biçimde "yöneten-yönetilen" ayrımı ortaya çıkmıştır. Bu
ayrımın ortaya çıktığı andan itibaren de, "ezen-ezilen" ayrımının ortaya
çıktığını görüyoruz. Gerçekten önceleri, "sadece emek vardı"... Ve za
ten bu yüzden emek hAla en yüce değerdir. Ancak zamanla birileri
topraklara el koyarken, aynı zamanda o toprakları işleyen insanların
emeklerinin ürününün bir parçasina da el koymuş oldular. Ve zamanla
gaspedilen bu ürünler sermaye olarak karşımıza çıktı, teknoloji olarak
karşımıza çıktı. Bütün insanlık tarihi, bir yandan "sömürenle-sömürüle
n'in yaşam kavgası" bir yandan da sömürenlerin •paylaşım" kavgasın
dan ibarettir.
Toplu yaşam insanın doğasında bulunan kimi hırslarından vazge
çilmesini gerektirdi. Zira toplu yaşam içinde insanlar, birtakım avantaj
lar sağlıyorlardı ve bunun bir bedeli olması doğaldı. En basit biçimiyle
dile getirirsek, toplu yaşam içinde birey, kendini ve kendi çıkarlarını
düşünürken, toplumun çıkarlarını da gözetmek durumundaydı. Aksi
takdirde toplum yaşamı olanaksız bir hale gelirdi. Zaten "uygar olmak",
birey açısından, yaradılışındaki hırs ve ihtirasların törpülenmesi değil
midir? Bireyciliği savunan bazı aklıeweller, " .. Efendim mülkiyet duygu
su insanların doğasında var...• derler. Doğrudur. Mülkiyet duygusu in
sanların doğasında vardır. Aynen hırsızlık gibi, aynen zorbalık gibi, ay
nen sokak ortasında çiftleşmek gibi... Ama uygar insan bu tür ilkellikleri
aşan insandır ya da aşması gereken insandır. Mülkiyetin bir hak, hırsız
lığın bir suç olması, çok açık bir çelişkidir.
Bilimsel sosyalizm
Tarih boyunca bu tür konularda kalem oynatan düşünürler, birey
toplum ikilisinin çözümü için farklı öneriler geliştirmişlerdir. Kimileri bi
reyi yüceltirken, kimileri toplumu yüceltmişlerdir. Toplumu yüceltenler,
genellikle "kolektivist" bir yaşam önermişlerdir. Bireyi, toplum karşısın
da yok sayan bir anlayış. Bireyi yüceltenler ise kolektivizme karşı çıkar
larken, genellikle toplumun çok ufak bir kesimini dikkate almışlardır.
"Haklar ancak bunu hak edenler için vardır. Özgürlükler ancak özgür
lüğü olanlar içindir... "
Sözü Marx'a getirmek isterken, yine tarihin karışık labirentleri
içinde yok olma tehlikesiyle karşı karşıya geldik. Gerçekten, bireyi de
ğil toplumu ön plana çıkartan kuramlar Marx'tan binlerce yıl önce de
vardı. Sosyalizm sözcüğünün ilk kullanılması da Marx'tan çok daha
eskidir. Ancak Marx, 1 9. yüzyılın bu büyük düşünürü, kendinden önce
ki toplumcu düşünceyi "ütopistlikle-hayalcilikle" mahkum edecek ve
"bilimsel sosyalizmin" temellerini atacaktır.
Marx'ın görüşleri, Marx tarafından "bilimsel" olarak nitelendirildiği
için bilimsel · değildir. Marx o günün koşulları altında sosyal bilimin
elinde ne kadar alet varsa kullanarak bazı sonuçlara vardığı için bilim
seldir. Ve bugün 1 990'ın ortalarında gözümüzü geriye çevirdiğimiz za
man; Marx'ın tarih, sosyoloji, iktisat, felsefe, hukuk vb. alanlarındaki ça
lışmalarının değerinden hiçbir şey yitirmediğini görüyoruz. Ancak
"ilerde neler olacağını" söyleyen Marx, yani 'kAhin Marx'ın tahminlerinin
1 70
tutmadığını gözlüyoruz. Zaten bu tahminlerin tutmaması da 1 989'1arın
değil, 1900'1erin bir olgusudur. Zira Marx "veri koşullar" altında bir ku
ram geliştirmişti ve "veri koşullar" Marx'ın öngöremeyeceği bir biçimde
değişmişti.
Toplumcu düşünceyle bireyci düşüncenin yolları, devletin özgür
lüklerle ilgili tutumunda ayrılır. Bireyci düşünceye göre devlet,
"özgürlüklerin korunması için" vardır. Devlet, özgürlükleri koruduğu sü
rece, zaten doğuştan •rasyonel-akılcı• ve "faydacı-utulitarist" olan birey
ler kendileri için en yararlı olan neyse onu yapacaklar ve böylece tek
tek bireyler kendileri için en doğrusunu yaparlarken, toplumun çıkarları
·
da korunmuş olacaktır.
Toplumcu düşünce ise devletin özgürlükleri sadece korumasıyla
yetinmez. Zira toplumda bir •eşitsizlik" vardır. Devletin sadece özgür
lükleri koruması demek, aynı zamanda toplumdaki eşitsizliği koruması
demektir. Bu bakımdan devletin görevi, özgürlükleri sadece korumak
değii, "özgürlüğün ortamını kurmaktır". Ancak bu özgürlük ortamı kurul
duktan sonra, yani· insanlar gerçekten özgür olduktan sonra bu özgü
lük ortamını korumanın bir anlamı olabilir. Zira, biraz yukarıda da
değinmiş olduğumuz üzere, •özgürlükler sadece bu özgürlükleri kulla
nabilme olanağı olanlar için vardır."
171
nal'in de ihtilalci yöntemleri seçmesi ve iktidara giden yolu silahla aç
mak istemesi doğaldı. Ancak aynı yüzyılın sonlarına doğru, demokra
sinin yaygınlaşması ve "genel oy• ilkesinin egemen olmasıyla, sosya
lizm "seçim yoluyla" iktidar olmanın çarelerini aramaya başladı. Çünkü
hem legalize olmuştu ve hem de işçilerin artık "zincirlerinden başka" yi
tirecek bir şeyleri vardı. Gerçekten Avrupa ülkelerindeki "emek sömürü
sü" bir ölçüde hafiflemişti. Bir yandan sömürgelerden aktarılan kaynak
lar ve bir yandan da artan verimlilikten ötürü, artık kapitalizm, işçisine
de yitirebileceği bir şeyleri verebiliyor ve "barış içinde" bir arada
yaşamak istiyordu. Refah devleti içinde herkese yer vardı.
İkinci Enternasyonal bu hava içinde toplandı. Sosyalist, sosyal
demokrat, işçi vb. adlar altındaki partilerin büyük bir çoğunluğu, sos
yalizmi özgür seçimlerle kurma amacındaydılar. Ancak böyle düşün"
meyen partiler de vardı. Rus Sosyal Demokrat Partisi'nin çoğunluk
(Bolşevik) kanadı ve bunun lideri Lenin gibi. Ve 1 . Dünya Savaşı
koşulları içinde Lenin, Rus Çarlığı'nda ilk sosyalist devrimi gerçek
leştirdi.
Savaş sonrası dünyasında, özgürlükçü yollarla sosyalizmi kurmak
isteyen partiler güçlerini yitirirlerken, SSCB dünya sosyalizminin (en
azından bir bölümünün) liderliğini üstlendi. Ve özellikle Stalin'in katı
politikaları, başta kendileri olmak üzere kimilerince, "tek sosyalizm" ola
rak sunulmak istendi. Marx'ı Marx'tan değil; Lenin'den, Stalin'den oku
mak anlayışı empoze edilmek istendi. Hele 2. Dünya Savaşı sonrasın
da Orta ve Doğu Avrupa, biraz da Kızıl Ordu'nun katkısıyla SSCB tipi
rejimlere sahne olunca, gerçekten •sosyalizmin güler yüzüne" tek parti
diktatörlüklerinin asık ve katı yüzü egemen oldu. Ama bize kalırsa bu
"tek sosyalizm• olmadığı gibi, sosyalizm de değildi. İşçi 'sınıfı adına ikti
dar olanlar, kendi işçilerine kapitalist dünyanın işçilerinin altında bir
yaşam standardı sağlayabiliyorlardı.
Sonuç
Ancak bu uygulamaları da tümüyle karalamak elbette hakça bir
tutum olmaz. 1 989 sonlarında hızla çözülen bu rejimler, en azından
sağlık, eğitim, konut, istihdam, sosyal güvence vb. gibi temel sorunları
tartışılmaz bir biçimde çözmüşlerdi. Ancak insanların "tercihlerine" ku
lak asmamaları kendi sonlarını da hazırladı.
1 72
Sosyalist blokta gördüğümüz bu hızlı değişim, sosyalizmin sonu
değil, belki de sosyalizmin "yeniden başlangıcı"dır. Çünkü sosyalizm,
ekonomik ve siyasal özgürlükleri "kapitalizmle" gasp edilen insanların,
hak ve özgürlük mücadelesidir. İnsanoğlur.un var olduğu andan itiba
ren var olan; •ezen-ezilen• savaşımında, ezilenlerin ideolojisi ve ezilen
lerin zaferidir. Sosyalizmin bittiğini sanarak sevinç çığlıkları atanların
heveslerinin kısa bir süre içinde kursaklarında kalacağından kuşku
duyulmaması gerekir.
1 73
DESTURSUZ BAGA GİRMEK <1> ...
hala Altı Ok'un tanımladığı kimliği ilerici zannetmek... olsa olsa zavallı
bir tutuculuğun ve ilkel bir çağdışılığın göstergeleridir" diyebildiğine
göre, çok fazlasıyla hak ettiği sıfatlara karşı da hazırlıklı demektir.
1 74
Aslında bir gazete yazısı çerçevesinde Sayın Akat'ın tüm yanlışla
rını ele almak elbette mümkün değildir. Bu nedenle ister istemez bir
ayıklama yapacağız ve özellikle pek düşman oldukları "Altı Ok"u göz
den geçireceğiz. Ancak buna geçmeden önce değinmek istediğim bir
başka genel nokta var. Sinop'tan değerli arkadaşım Ural Armay'ın ye
rel bir gazeteye yazdığı gibi<3> insan, programını kendine yakın bul
duğu ve benimsediği bir partiye girer. A'sından Z'sine karşı olduğu bir
partiye neden girer insan? Hatta öylesine ki, Sayın Akat, Kemalizme de
karşıdır. • .. Demokratik sosyalist hareket her düzeyde ve daima sivil
toplumcudur. .. Bence Kemalizm de sivil topluma karşıdır. Dolayısıyla
ikisi nasıl telif edilebilir bilmiyorum. Telif edemiyorum kendi hesabıma
(sayfa 209) . • Bu durumda herhalde SHP'nin Kemalizmden vazgeçme
si gerekir...
1 75
ratik güçler değil, karanlık güçler olmuşlar ve sonunda hedeflerine
ulaşmışlardır. Demokrasi adına 1961 Anayasası'na ilk saldırmanın şere
fi herhalde Sayın Akat'ın olmuştur.
Sayın Akat, kitabının 'Altı Ok'u eleştirdiği bölümüne (s. 26 vd.) bu
altı ok arasında demokrasinin olmamasını eleştirerek başlamakta ve
bunun CHP'nin seçkinci özünü büyük bir açıklıkla ortaya koyduğunu
ileri sürmektedir: "Altı Ok, Türkiye toplumunu yukarıdan reformlarla dö
nüştürmeye çalışan (ve bunu bile başarıp başaramadığı tartışmalı olan)
anti-demokratik seçkinciliğin ilkeleridir." (s. 23).
Ne kadar yazık. Eğer bu ilkelere 1991 'in gözlükleri ile bakarsanız,
bazı noktalarda kuşkular uyanabilir. Ancak 1920'1erin, 1 930'1arın koşul
ları düşünüldüğünde, insana heyecan ve mutluluk veren, gurur veren
gelişmeler böyle mi ele alınır?
O günlerln gözüyle...
Sayın Akat, •cumhuriyetçilik" ilkesiyle demokrasi arasında bir ilişki
kurmanın mümkün olmadığını söylüyor. Doğrudur. Ancak cumhuri
yetçilik ilkesi aradan yetmiş yıl geçtikten sonra, yazarın dediği gibi
•..iyice boş, anlamsız, hatta komik kalmış• bir ilke de değildir.
Zira burada cumhuriyetçilik ilkesiyle, "laik cumhuriyet" ifade edil
mek istenmektedir. Ve bugün Türkiye'de, gerçekten Sayın Akat'ın da
yazmış olduğu gibi Osmanlı hanedanını getirmek isteyenler pek yoksa
da laik cumhuriyetimizin temel özelliklerini altüst etmek isteyenleri gör
memek için kör olmak, ya bir fildişi kulede ya da hayaller &leminde
yaşamak gerekir.
Sayın Akat, "milliyetçiliği", oklar içinde en tehlikelisi ve evrensel
sosyal demokrasi ilkelerine en zıt olanı olarak değerlendirmektedir. Oy
sa ki Jean Jaures'in dediği gibi; "enternasyonalizmin azı, insanları mil
liyetçilikten uzaklaştırır; çoğu, insanları milliyetçiliğe yaklaştırır; milliyet
çiliğin azı, insanları enternasyonalizmden uzaklaştırır; çoğu, insanları
enternasyonalizme yaklaştırır". Umarım Sayın Akat, Jean Jaures'i de
çağdışı kalmış bir zavallı olarak değerlendirmemektedir.
Halkçılık ilkesi, sınıf farklarının ve sınıf çatışmalarının ortadan kalk
tığı bir düzene özlemi dile getirmektedir ve sosyal demokrasinin ana
hedefi ile çatışma içinde değildir. Aynen devletçilik ilkesinin Batı'nın he
men tüm sosyai demokrat partilerinin ana hedefleri arasında olması
gibi.
1 76
"Devrimcilik" ve "laiklik" ilkelerini, hele Türkiye gibi bir ülkede, mo
dası geçmiş ilkeler olarak görmek; orijini ol·nak uğruna şaşkın olmanın
çok açık bir göstergesidir. Türkçedeki kavrc.m karışıklığının ardına sığı
narak kalem oynatmak, sanıyorum insanı bir yere götürmez.
Görülen o ki Sayın Akat ve (sayıları ne olursa olsun) onun gibi
düşünenler, cumhuriyetimizin resmi tarihine ve bunun doğal mirasçısı
olan SHP'ye karşılar. Olabilir. Demokratik bir . toplumda (demokra
simizin bir sürü eksiği olsa bile) bu onlarır, en doğal haklarıdır. Ancak
yazımın başında da değinmiş olduğum gibi böylesi bir karalamanın
kavgasını SHP içinde vermek istemenin nedenini anlamak mümkün
değildir. Türkiye'de SHP dışında pek çok siyasal örgüt vardır ve Sayın
Akat'ın bu örgütlerden bazılarına SHP'den çok daha yakın olduğu an
laşılrnr>'<tadır. O halde SHP'de değil, bu örgütlerde yer ve tutum alması
gere�ir. Hele Sayın Akat'ın "Türkiye artık geri kalmış bir ülke değildir''
görüşü, Türkiye'de yoksul kalmadığını ileri sürenlere çok yakındır. Kaldı
ki Sayın Akat, "sivil bir anayasa" konusunda ANAP ile işbirliğinin zemi
nini de bulmaktadır. Ve her şey bir yana, hiç kimse solcu olmak zorun
da değildir. Kendi görüşleri uymayınca, dünya emekçilerinin ve bunla
rın önderlerinin nice bedeller ödeyerek oluşturdukları kuramı kendi gö
rüşleri doğrultusunda çarpıtmaya çalışmak, solcu olmamaktan daha
kötü bir şeydir.
Sayın Akat'ın sosyal demokrat ekonomi politikaları ile ilgili önerile
ri, belki bir başka yazının konusu olabilir. Ancak hiç kuşkusuz, "sosyal
demokrasinin hedefi, Türkiye'yi fakir bir kapitalist ülke olmaktan çıkarıp,
zengin bir kapitalist ülke" yapmak (s. 95) değildir. Bu hedef, olsa olsa
Sayın Akat'ın hedefi olabilir ve bu hedef doğrultusunda başarıyla yürü
mektedir.
NOTLAR
1 77
RESMİ İDEOLOJİ ve ÖTESİ
1 78
kısım insanlar, sözkonusu olan şey TC'nin resmi ideolojisi olduğu za
man, mangalda kül bırakmaz oldular. Sanki resmi ideolojiden yana
olunduğu zaman; · emniyetteki ve tutukevlerindeki işkencelerden yana
olunuyormuş gibi, ülkeyi yönetenlerin ideolojik yaklaşımları pay
laşılıyormuş gibi, ülkede var olan dengesizlik ve aksaklıklara sahip çıkı
lıyormuş gibi . .
TQf.KOCQ.. G.l!.rfl_h1Jriyetinin resmi ideolojisi Kemalizm'dir. B u çok ge
niş alan içinde, iktidarda bulunanlar Kemalizmi kendilerine göre yorum
layarak ve bazen de çarpıtmaya çabalayarak hüküm sürerler. Tabii bu
çarpıtma, istedikleri yöne çekmek için yapılır.
Aslında Mustafa Kemal pragmatik bir lider olduğu için, değişik za
manlarda ve değişik konularda farklı yaklaşımlar içinde bulunmuştur. O
zamanın ve o zeminin gereği neyse, buna uygun bir tavır içine girme
konusunda özen göstermiştir. Bu bakımdan çok farklı ideolojilere yakın
kişiler, Kemalizm konusunda kendi düşünce ve beklentileri doğrul
tusunda bir dipnot bulabilirler. Ancak Mustafa Kemal'i anlamak ve doğ
ru değerlendirebilmek için, bu ayrıntılarırı biraz üstüne çıkmak ve genel
eğilimini bulmak gerekir.
Kemalizmin temel ilkeleri, CHP'nin programına da girmiş bulunan
"Altı Ok''tur. Şimdi de SHP'nin benimsemiş olduğu bu altı ok, genel
leştirilebilecek bir tepki bombardımanı altındadır. Sağdan ve soldan;
kalemi eline alan bu altı oka saldırmaktadır. İşin ilginci, SHP içinde
olup da, bu altı oka karşı olanlar da vardır. Sanki girecek ve temel ilke
lerini benimseyecek başka parti kalmamış gibi.
Cumhuriyetimizin ilk yıllarının zorlu ve onurlu ortamı içinde altı oku
savunmak çok daha kolaydı. Ancak bu ilkeler bugün için de değerleri
ni ve önemlerini korumaktadırlar. Zira; herşeyden önce bu altı okun
koyduğu hedeflere tam anlamıyla ulaşı!abilinmiş değildir. Hatta bazıla
rında geri adımlar atıldığı bile ileri sürülebilinmektedir. Kaldı ki; bu altı
ok ulaşıldığı zaman biten hedefleri göstermemekte, içinde yaşanılmak
istenen bir düzenin temel özelliklerini sıralamaktadır.
Herşey bir yana, bu altı okun dışında Kemalizmin temel bazı yak
laşımları vardır ki; bizce bunlar arasında en önemlileri •antiemperya
lizm• ve "tam bağımsızlık" (istiklal-i tam)'dır. Bunları sol adına, ya da
demokrasi adına eleştirmek, sanıyorum büyük bir mantıksızlıktır.
Türkiye'de "sivil toplum• yaklaşımını benimseyen, yani bir sivil
toplum içinde yaşamak isteyen insanlar vardır ki, bunları elbette saygı
1 79
ile karşılarız. Zira, "yaşayanların kendileriyle ilgili kararları kendi aldıkları
ve yasal düzenlemeleri kendi yaptıkları" ve "insan ilişkilerinde ekonomik
faktörlerin ön plana çıkartılmış olduğu• sivil toplum, çağımıza aykırı ol
mayan bir yaklaşımdır. Ancak tutucu bir yaklaşımdır ve sağcı bir yak
laşımdır. Kendisini solcu sanan ve solcu olduğunu başkalarına da yut
turmak isteyen kimi insanların "solculuk" ve "çoğulcu demokrasi" adına
sivil toplumculuk yapmaları, en azından ayıptır. Hele bu sivil toplumcu
luk adına Kemalizme ve Türkiye Cumhuriyetinin resmi ideolojisine sal
dırmak ayıptan da öte bir kusurdur.
Günümüz isıam toplumlarının devletle · indeki şeriat özlemlerini ve
çabalarını gördüğümüz zaman, Kemalizmirı laik cumhuriyet anlayışına
daha yürekten ve daha sıkı, sıkıya sarılacak yerde; bu şeriat özlemleri
ni sivil toplumculuk adına savunmak düpeo..iz aymazlıktır. Tarih Kema
lizmi haklı çıkartmaktadır. Gerçekten iyiden, doğrudan ve çoğulculuk
tan yana olanların, gözlerini ufak tefek hata ve sapmalardan kurtararak,
Kemalizme sahip çıkmaları; bunu sömürmek ve kendi çıkarları doğrul
tusunda saptırmak isteyenlere fırsat vermemeleri gerekir. Unutulmama
lıdır ki; Türk Devrimi kendi türünün ilk örneği ve Kemalizm de bunun
ideolojisidir.
1 80
SOSYAL DEMOKRATLARIN BİRLİGİ
181
ken bir kısmı geride kalır. Hem de çoğu kez burun farkıyla ve kimi za
man •yakışmayan ayak oyunları" nedeniyle. . . İşte parçalanmanın temeli
burada atılır. Tüm özgürlükçü demokrasilerde seçimlere sol ve sosyal
demokrat partilerin bölüm pörçük girmelerinin nedeni budur. Hele kısa
vadede bir iktidar olasılığı da yoksa, bu bölünme daha hızlı ve drama
tik olur. Zira uzun vadede herkesin "umutlu" olmaya hakkı vardır. Ama
kısa vadade iktidar yolu açık gibiyse, kimileri bağırlf!.rına taş basabilir
ler... İktidar olmak sadece sağda değil, soıda da birleştirici bir işleve
sahiptir. (Türkiye'de yerel yönetimlerdeki SHP iktidarının yol açtığı
kaos, bir başka yazının konusu olabilir}.
Biraz yukarda, ele alınması gereken ikinci olgu olarak Türkiye'de
sosyal demokrat partilerin bünyeleri ve yöneticilerinin yapılarından söz
etmiştik. Gerçekten bu olgu, belki de bugünkü parçalanmışlığın temel
nedeni olarak değerlendirilebilir.
Türkiye'de sosyal demokrasi hareketi CHP'nin "ortanın solu" hare
keti CHP'nin "ortanın solu" sloganı ile başladığı zaman, CHP yöneticile
ri dahil olmak üzere bunun ne anlama geldiğini pek bilen yoktu. Ve
doğrusu zaman içinde de pek anlaşılamadı. Fakat bilinen; 1 961 Anaya
sasının getirdiği özgürlük ortamı içinde "sol"un hızlı güçlendiği ve gele
neksel olarak CHP'nin tabanı olarak değerlendirilen unsurların sola
kaydığı, yani bir anlamda CHP'nin tabanının t:ıareket halinde olduğu
idi. Ve işte bu koşullar altında CHP ortanın solu sloganını ortaya attı.
12 Mart sonrasındaki dramatik yol ayrımıyla Bülent Ecevit CHP'nin
başına geçerken, geleneksel olarak CHP içinde yer alan tutucu unsur
lar partiden koptular. Bunlar birkaç partileşme girişiminde bulunduysa
lar da başarılı olamadılar ve önemli ölçüde merkez sağ partiler içinde
eriyip gittiler.
Türkiye'de sosyal demokratların en başarılı oldukları seçimler
1 973 ve 1 977 seçimleri oldu. 1 973 saçimlerindeki başarının ardında " 1 2
Mart'a duyulan tepki" yatıyordu. Kıbrıs Barış Hareka!: sonrasında CHP
MSP koalisyonu yıkılıp yerine 1 . Milliyetçi Cephe koalisyonu geçince,
bu hükümet dev gibi iki sorunla karşı karşıya kaldı. Bunlardan biri
ABD'nin uyguladığı "ambargo", öbürü "petrol fiatları" idi. Ve MC bu iki
sorunun altında ezilince 1 977 Seçimleri Sosyal Demokrasi ve Bülent
Ecevit için büyük bir zafer oldu. Ancak seçimlerden sonra kurulan 2.
Milliyetçi Cephe pervasız bir biçimde devleti parsellemeye başladı. Bu
nun üzerine "adam ayartma" yöntemiyle CHP tekrar iktidara geldi. Ama
sorunlar dağ gibi büyümekteydi. Sokaklar egemen adacıklara bölün-
1 82
müştü. Anarşi ve terör engellenemiyordu. Ve bu koşullar altında yapı
lan 1 979 ara seçimlerini AP beş sıfır kazanınca, Ecevit emaneti
TBMM'ye teslim etti. Demirel'in kurduğu azınlık hükümeti de 1 2 Eylül'e
kadar gelebildi.
Bülent Ecevit gerek parti içinden gelen vefısızlıklar, gerek siyasal
yaşamın çirkin cilveleri karşısında kırılmıştı. Ve 12 Eylül sonrasında par
tisi ve partilileri ile olan ilişkilerini neredeyse koparma noktasına geldi.
Eğer 12 Eylül yönetimi siyasal partileri gecikmeli bir biçimde kapatma
sa, Bülent Ecevit partisinin başına tekrar geçmek ister miydi? Bilmiyo
ruz. Ama bildiğimiz şu ki, eski kadrolarıyla çalışmak istemiyordu.
12 Eylül rejimi devlet güdümünde bir "sol" parti kurulmasının bek
lenti ve çabası içindeydi. Bu işle de Necdet Calp görevlendirilmişti. An
cak CHP tabanı ve örgütü bunu benimsemiyordu. Gene aynı dö
nemde Ecevit'e yapılan başvurular da genellikle yanıtsız kalıyordu. So
nunda ortaya üç parti çıktı: Calp'ın Halkçı Parti'si (HP), CHP'nin bir
uzantı ve devamı olan Sosyaldemokrat Parti (SODEP) ve Ecevit'in
"aşağıdan yukarı• örgütlediğini iddia etmesine karşın, tam anlamıyla
"tek seçici" olduğu Demokratik Sol Parti (DSP).
Mecliste ikinci parti durumunda olan Halkçı Parti'nin tabanı ve ör
gütü, İnönü'yü tekrar başa getirmiş bulunan SODEP'in Meclis'te yeri
yoktu.
Ve bunların sonunda İnönü'nün açık ve net önerileri, Calp'ın ye
rine geçmiş bulunan Aydın Güven Gürkan'ın da Türkiye solu tarihine
geçmesi gereken büyük özverisiyle Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP)
kuruldu. Sosyal demokratların birleşmesi konusunda ilk önemli adım
atılmıştı. Ancak ikinci adım bir türlü gelmedi. Acaba neden gelmedi?
Her şeyden önce Bülent Ecevit eski CHP kadrolarıyla birlikte ça
lışmak istemiyordu. Bu ekipteki insanların önemli bir bölümünü "solcu"
saymadığı için, "solu parçalama" konusundaki iddiaları da ciddiye al
mıyordu. Ve belki de bunlardan daha önemli bir husus olarak, Ecevit
kafasındaki sosyal demokraside "önce birey sonra toplum" yaklaşımı
nın izleri görülüyordu. Buna karşılık SHP'de yaygın anlayış "önce top
lum sonra birey" idi. Yani geleneksel "Jacoben-ittihatçı" çizgi idi. Bunla
rın bağdaşması çok zordu.
Ecevit Türkiye'de sosyal demokrat gelişimi baltalamış mıdır? Bir
yanıyla evet, bir yanıyla hayır, 1 978 seçimlerinde sosyal demokrat oy
ları "böldüğü" bir gerçektir ama, Ecevit SHP'yi zaten sosyal demokrat
1 83
bir parti olarak görmemektedir. Kaldı ki, seçimlerdeki bu oy bölünmesi,
sosyal demokrat bir iktidarı engellememiştir . O zamanlar yaptığımız he
saplara göre SHP'nin elliden fazla milletvekili adayının meclis yolunu
kapatmış; bunlardan on-oniki tanesi DYP'ye, geri kalanları da ANAP'a
gitmiştir. Yani bu oylar tümüyle SHP'ye gelse bile iktidar olmaya yet
meyecekti. Fakat iki sosyal demokrat partinin varlığı, muhtemelen sos
yal demokratlara oy verebilecek potansiyel seçmenleri ürkütmüş ve
sosyal demokratlara oy vermekten caydırmıştır.
Şimdi ne olacak? Yapılan tüm yoklamalar artık DSP'nin rüştünü
ispat ett iğini ve önünde parlamento yolunun açıldığını göstermektedir.
Artık "DSP'ye verilen oylar ANAP'a gider'' sloganı geçerliliğini yitirmiştir.
Sosyal demokrat seçmen, kimi isterse onu seçecek, kimi isterse onu
parlamentoya gönderecektir.
Bülent Ecevit'in partiye olan mutlak egemenliği ve tek seçiciliği
düşünüldüğü zaman, yarın Mecliste oluşacak bir DSP grubunun ''tek
sesliliğinin" sosyal demokrasiye uygun olup olmamasının kararını seç
men verecektir. Ecevit karizmasının ve sevgisinin bir parlamento de
neyiminden geçmesi çok yararlı olacaktır.
SHP ne yapacaktır, ne yapmalıdır? SHP'nin gücü örgütündedir.
Bu örgüt ne kadar canlı ve ne kadar etkili olursa, SHP o kadar güçlü
ve başarılı olur. DSP'nin SHP'den çok fazla oy kopartacağını sanmıyo
rum. DSP daha çok bir kısım ANAP oylarına yönelecektir. Buna karşılık
SHP'nin oylarının bir bölümü DYP'ye kayabilir. Ancak herhalde bu tür
seçim tahmin ve spekülasyonları bir başka yazıya konu olmalıdır.
1 84
SHP'NIN ZAAF I
1 85
ilkelerine saldırılmıştır. Seçmen konumuna yeni geçen milyonlarca
genç insan, SHP'den hiçbir mesaj alamamışlardır.
- Süleyman Demirel yıllardan beri sosyal demokrat sloganlara sa
hip çıkarken, SHP tüm kavgasını kendi örgütü içinde vermiştir. Bu ara
da aülünc iı:ılAr vaoılmıstır. Örneain Türk-İs bünvesi icindeki "en kes
kin" . solcular, Türk-İş Genel Kurulunda başkan adayı olarak, kısa 'Jir
süre önce DYP içinde milletvekili adayı olan bir sendikacıyı (ki, şahsen
kendisini sever ve sayarım) öne sürmüşler ve böylece DYP'nin "solcu
luğunu" tescil ederken, hiç umudu kalmamış olan Şevket Yılmaz'ın ye
niden başkanlığını sağlayarak, mutlu etmişlı:ırdir.
Bir sol partide doğal ve kaçınılmaz oian, hatta sağlık belirtisi ol
ması gereken liderlik ve önderlik mücadelesi mahkum edilmiş ve ken
disi sonsuz hoşgörü ve iyiniyet sahibi olan Erdal İ nönü'ye karşı çıkan
lar, neredeyse ihanetle suçlarimış ve karalanmak istenmişlerdir.
- Şu anda elimin altında Ankara ve İzmir'deki seçim sonuçlarını
değerlendirmeye yetecek bilgi yok. Fakat İstanbul bozgununda beledi
yelerin payı inkar edilemez. Can havliyle uğraşan ve birşeyler yapmaya
çalışan bazı ilçe belediyelerinin ve parti örgütlerinin yanısıra, bazı ilçeler
tam bir arpalığa dönmüş, bazı ilçelerde hukuk ayaklar altına alınmıştır.
Örneğin yakından bildiğim bir ilçe belediyesi, kendi getirdiği ve partili
avukatların yasalara uygun görüşlerini beğenmeyince, kısa sürede
bunları kovalamış ve seçimler öncesinde kanunsuzlukla suçladığı eski
MHP kökenli avukatlarla çalışmayı yeğlemiştir. BP-lediye başkanlarını
kuşatan (eski) ipsiz-sapsız ve çoğu başka partilerden olan "hemşehri"
gruplarının, " ... Başkanım sen en büyüksün ... Başkanım sen bir tane
sin .. vb" gibisinden çığlıkları arasında, parti örgütleriyle belediyeler ara
sındaki ipler kopmuştur. Kimi belediye başk:mlarını ise hısım akrabaları
lekelemiş, başkanlarla yakınlıklarını kullanarak soygun çarklarını çalıştır
mışlardır. Tüm bunlar halkın gözleri önünde olmuş ve sonra da halktan
oy istenmiştir.
Sadece Türkiye'de değil, tüm dünyada kafalar karışıktır. Le
ningrad halkının ezici çoğunluğu kentin adını St. Petersburg yaparsa,
çişini tutamayan son Romanof devlet töreniyl karşılanırsa, eski sosya
list blokta papazlar protokolde ön sıraya geçerlerse, Türk halkının
önemli bir bölümü de, " ... hadi bakalım .. " diyerek oy vermeye gider.
Buna hiç kızmamak ve şaşırmamak gerekir. Ama umudlar da yitirilme
melidir.
1 86
"ALTi OK"UN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
1 87
sonrasında değiştirdiklerini gözlemekteyiz. iu dönemden itibaren cum
huriyete ve Atatürk'e olan düşmanlıklarını tir yana bırakarak; bir yan
dan Cumhuriyetimizin; yani devletin temel kurumlarını ele geçirme ça
basına: bir yandan da Atatürk'ü kendi anıaıışlarına göre tanımlama ve
yorumlama çabasına girişmişlerdir. Milli Eğitim ve İçişleri Bakanlıkların
daki kadrolaşma gayretleri bu politikanın t ir sonucudur. Aynı şekilde
Kültür Bakanlığını ele geçirerek, tutucu biı Atatürk yaratma gayretleri
dikkate değer. Henüz çok uzağında olmalarına karşın hedefleri; laikliği,
içi boşaltılmış bir kavram haline getirmektir.
Aydınlarımızın bir bölümünün de "demokrasi" ve "sivil toplum" adı
na bu oyuna alet olduklarını görmek gerekir. Aslında tümüyle dürüst
lükten ve demokrasiye duyulan saygıdan kaynaklandığına inanmak is
tediğim bu tutum, "Türk-İsıa.m sentezi adı verilen, çağdışı bir anlayışa
hizmet etmektedir.
Tüm bunların ışığı altında LAİKLİK ilkesine sıkı-sıkıya sarılmak ve
bu hedeften asla gözümüzü ayırmamak zorundayız.
Cumhuriyetçilik: Altı ok arasında sözü edilen cumhuriyetçilik il
kesiyle kastedilen husus "LAİK CUMHURİYET"e sahip çıkmak ve bunu
yaşatmaktır. Yoksa tek başına cumhuriyetçi olmanın ne o günler ve ne
de bu günler açısından fazla bir anlamı olmadığı açıktır.
Hic kuşku yoktur ki; Türkiye Cumhuriyeti özgürlükçü bir demokra
si değildi. Kimi yararlarımız, "Atatürk döneminde mükemmel bir de
mokrasi vardı" gibisinden laflar ederler ama, bunun gerçek dışı olduğu
çok açıktır. Zaten her cumhuriyet bir demokrasi olmadığı gibi, her de-
·
1 88
dan çok daha yaygındı. Tarihin hiç bir döneminde Osmanlı halkına Os
manlı hanedanını isteyip istemediği sorulmamıştı. Demokrasi adına
cumhuriyetimizin ilk yıllarını alabildiğine eleştirip, Osmanlı'nın son dö- ·
tılımın geniş kitleler lehine hızla değişimidir". Eğer bu değişim hızla de
ğil yavaş olursa '.'evrim (tekamül) söz konusudur. Evrim kimi zaman
kendi doğal yapısı içinde, kimi zaman reformlarla gerçekleşir. Eğer bu
değişim toplumun daha dar kesimleri lehine ortaya çıkarsa, "karşı dev
rim-reaksiyoner devrim" sözkonusudur. Eğer bir ihtilal (ayaklanma),
başarılı olursa ne çıkacağı belli olmaz. Bunu ancak zaman içinde anla
mak mümkündür. Ama eğer toplumun ekonomik ve siyasal yararlan
masında bir değişim olmaz da sadece yönetenler değişirse, o zaman
bir "hükümet darbesi" söz konusu olur. Bu tanımlar çerçevesinde 27
Mayıs bir devrim, 1 2 Mart bir hükümet darbesi ve 1 2 Eylül bir karşı de
vrimdir. Anayasalara bakarak bunu anlamak mümkündür.
Devrimci olmak ne başı örtülü öğrenciyi dersten atmak, ne ca
miye giden vatandaşı gericilikle suçlamaktır. Devrimci olmak, toplum
daki ekonomik yararlanmayı ve siyasal katılımı geniş kitleler lehine hız
la değiştirecek bir savaşım içinde olmaktır ve bu hedefin günümüz
Türkiye'si için geçerli olmadığını düşünmek mümkün değildir.
Devletçilik: Türkiye'nin ekonomik gerikalmışlığının ardında yatan
en önemli neden, toplumumuzda yeterli sermaye birikiminin olmamış
olmasıdır. Bu sermaye eksikliği günümüz Türkiye'sinin de en önemli
ekonomik sorunudur. Yeterince yetişmiş elemanı ve kendine yeter
hammaddesi bulunan Türkiye, sermaye yokluğu nedeniyle bunu yatırı
ma dönüştürememektedir. İyi-kötü biriken sermaye devlet eliyle toplan
maktadır. Ve bu sermaye. bir yandan KİT'lerle ve bir yandan da devlet
ihaleleriyle topluma geri verilmektedir. (KİTierin durumları ve sorunları
ayrı bir inceleme ve yazı konusudur).
1 8! 1
Bu durumda devleti ekonomik yaşam•n dışına çekmek, ekonomi
nin tam bir çöküntüye uğraması demektir. Zaten cumhuriyetimizin ilk
yıllarında devletin ekonomik yaşama girişi, sosyalist teoriye olan inanç,
ya da benzer bir başka nedenden olmamış, zorunluluklar devleti eko
nomik yaşama çekmiştir. Ve maalesef o günlerde sermaye ne kadar
yetersizse, bugün de aynı ölçüde yetersizdir. Elbette o günlerde özel
kesimin gücü yetmeyen kimi alanlarda bugün özel sektör güçlenmiştir
ve buralarda devletin varlığının fazla bir anlamı kalmamıştır. Ama günü
müzde Türkiye'de hangi sermaye petro-kimya sanayini üstlenebilir,
hangi sermaye petrol aramalarını yönlendirebilir? Kaldı ki; Türkiye'de
özel sektörün durumu da ortadadır, ne kadar kötü yönetildikleri, devle
tin firma kurtarmaları ile ispatlanmaktadır. Karlı devlet kuruluşları özel
kesime satılacak, zarar eden özel sektör kuruluşlarını devlet üstlene
cektir. Bunun adına da piyasa ekonomisi denilecektir. Olmaz böyle
şey.
Piyasa ekonomisi anlayışı son birkaç yılın ürünüdür ve bir süre
sonra modası geçecektir. Gerçekten piyasa ekonomisinden söz ede
bilmek için, herşeyden önce "tam rekabet piyasası'! koşullarının sağlan
mış olması gerekir. Bu ise dünyanın hiç bir yerinde gerçekleşmemiştir.
Katı ve mantıksız bir merkezi planlama, hırsız bir bürokrasinin yol açtığı
ekonomik çöküntü, sosyalist blok örneğini ibretlik bir örne k olarak akıl
lara getirmekte ve insanlara "acaba" dedirtmektedir. Ancak orada gör
düğümüz hastalığın çözümü insafsız bir piyasa ekonomisi uygula
masında değildir.
Milliyetçilik: Milliyetçiliğin dünkü ağırlığı ne idiyse, bugünkü ağır
lığı da en az onun kadardır. Son yılarda yaşadığımız uluslararası ge
lişmeler de açıkça göstermektedir ki, günümüzde milliyetçilik hiç bir
devlet açısından geri plana atılamayacak bir olgudur.
Aslında değişik millet tanımları ve bunlara bağlı olarak değişik mil
liyetçilik tanımları vardır. Örneğin aynı ırktan olan insanların oluştur
duğu toplum, ya da aynı dilden gelen insanların oluşturduğu toplum ,
1 90
Türkiye, elbette kendi sınırları dışında uulunan ve Türkçe konuşan
isıa.m topluluklarına · da ilgi duyar. Ortak bir tarih, ortak bir kültür, ortak
bir din, ortak bir dilin getirdiği yakınlık ve k ırdeşliktir bu. Onların üzün
tüsüyle üzülür, sevinciyle sevinir. Ancak bL. duyguları, ülke içinde ırkçı
bir milliyetçilik anlayışının zemini olamaz. TC'yi oluşturan yirmiden fazla
müslüman etnik grup ve dört azınlık üyesi vatandaşlarını tam bir eşitlik
içinde kavrar ve kapsar.
Halkçılık: Bu ilkenin bir başka ifadesi, atılan her adımın halkla
birlikte atılmasıdır. Halkın kesin ve mutlak bir egemenliğini betimler ve
egemenliğin Tanrı'ya ve Tanrı · adına davrananlara alt olduğu bir dünya
nın dışında, farklı bir dünyada varolunduğunu gösterir. Halkçılık ilkesi
nin de günümüz açısından önemini yitirmediği çok açıktır.
Yukarda çok anahatlarıyla vurgulamaya çalıştığım üzere CHP'nin
(ve laik cumhuriyetimizin) vazgeçilmez hedeflerini simgeleyen altı ok,
günümüz için de hedef olmak özelliğini korumaktadır. Bu hedeflerin ru
hunda olmakla birlikte, bunlara üç hedef daha eklenebilir: "çağdaşlık",
"bağımsızlık" ve "demokrasi". Fakat altını ısrarla çizerek söylüyorum ki;
bu son üç hedef CHP'nin altı okunun ruhunda zaten vardır.
191
SİYASAL TERCİH SORUNU .
1 92
arasında bizce en geçerli ve tutarlı tanımı kultür ve uygarlık kavramları
nı eşanlamlı alan İngiliz antropologu E.B. Taylor vermektedir: •insanın
bir toplum üyesi olarak edindiği bilgi, inanç, sanat, hukuk, ahlak, töre
ve tüm diğer yetenek ve alışkanlıklarını içeren karmaşık bir bütün. •(1)
Dikkat edilirse bu tanım, yukarda vermiş olduğıımuz ideoloji tanı
mımızı geniş ölçüde içermekte, ya da genişlemiş bir şekli olmaktadır.
O halde, şimdi yeni bir soru ortaya atabiliriz: Belli bir siyasal tercihi or
taya çıkaracak olan ideoloji mi kültürden kaynaklanır, yoksa kültür, belli
bir ideolojiden mi kaynaklanır?
Bu sorunun yanıtı yoktur, zira ikisi de birbirinden kaynaklanmaz.
Tam aksine her ikisi de birbirine bağımlı bir şekilde ve birbirini etkileye
rek, çevrenin sosyo-ekonomik koşullarından kaynaklanırlar.
Yukardaki hususların ışığı altında şu anlaşılmaktadır ki, siyasal ter�
cihleri belirleyen temel öğe, kültürden çok ideolojik olmakta, ancak
ideoloji de kültürün bir parçası ya da uzantısı olarak kültürle birlikte,
toplumun sosyo-ekonomik koşullarından �ani alt yapısından kaynak
lanmaktadır.
O halde sağlıklı ve anlaşılabilir sonuçlara ulaşabilmek için, siyasal
tercihlerde kültürel etkenlerin rolünü değil, kültürel etkenlerin belirlen
melerini incelemek gerekir. Siyasal kültürü belirleyen etkenler ortaya
konulduğunda, siyasal tercihleri belirleyen etkenler de ortaya konulmuş
olacaktır.
Yazımızın başında, "doğru• bir siyasal tercihin yapılmasının sınıf
çıkarları doğrultusunda tercih yapmak olduğunu söylemiştik. Peki ne
den herkes "doğru" tercih yapmıyor o halde? Bu sorunun yanıtlan ara
sında bizim üzerinde durmak istediğimiz, sınıf çıkarlarının tam anlamıy
la bilinmemesi yani sınıf bilincinin eksikliğidir. DemPk ki, sınıf bilincinin
eksikliğinin nedenlerini aydınlatabilirsek, siyasal tercihlerle ilgili pek çok
soruyu açıklayabiliriz.
Kişinin ideolojisini belirleyen temel etken, kişinin çevre koşulları
dır. Kişinin kültürü de çevresinin ürünüdür. Ancak, burada üzerinde
durmamız gereken çok önemli bir konu, kişinin çevresini algılama biçi
mi, ya da algılama sırasındaki bilincidir.
Hiç kuşkusuz kişilerin algılama biçimleri, uzun dönemde yaşamın
zorlamasıyla değişir. Ancak, kısa dönemde bu algılama biçimi,
değişmeme yönünde propaganda, telkin ve ikna karşısında oldukça
1 93
zayıftır. Bunların dışında, edinilen bir algılama biçimi, uzun süre psiko
lojik bir "iç savunma• ortaya çıkaracaktır.
Örneğin ülkemizde bir işçinin, çok ça ·şan, az kazanan ve geçim
sıkıntısı çeken bir sanayi işçisinin, sınıf çıkarları doğrultusunda oy kul
lanmasını saptırabilecek etkenleri düşündüğümüz zaman, çok değişik
varsayımlar ileri sürebiliriz.
*
Örneğin bu işçi kente yeni gelmişse köylülükten gelme geç
mişiyle karşılaştırıp durumunun "oldukça iyi" olduğunu · düşünebilir ve
bu dururriu korumak, yitirmemek endişesi içinde olai:ıilir.
*
Bu işçi "kurtuluşunu" bireysel bir olay olarak düşünüp, uygun
bir fırsat doğunca "köşeyi dönebileceğini" ya da · "düze çıkabileceğini"
umud edebilir. Kaldı ki çevresinde bunun örneklerini de görmektedir.
*
Bu işçi dünya nimetlerini elde etmek konusunda başarısız ka
lınca, kendini manevi değerlere adamış olabilir.
*
Kökeni, gelenek, örf ve ananede yatan "sosyal görüşler'', eko
nomik ve sınıfsal duruma göre genellikle gecikmeli değişmektedir. Ör
neğin tüm nesnel koşulları ile kapitalizmde yaşarken, bu işçi için sos
yal yaşamı feodal ilişkiler belirliyor olabilir. Dahası bu gecikmeli
değişim "reaksiyoner ideolojilere" yakınlık da doğulabilir.
*
Bu işçi için •çevre baskısı" ve "psıkolojik etkenler'' sözkonusu
olabilir.
*
Tüm bunların yanı sıra inanmaya eğilimli olduğu doğrultuda,
ya da bizim eğilimli olması gerektiğini düşündüğümüz doğrultudaki
siyasal partilerin fazla sayıda olmaları ve birbirlerine karşı tavır ve .
üslupları, bu işçiyi tereddüde itebilir.
Bu varsayımların sayısını çok artırmamız mümkündür. Ve sanıyo
ruz yukardaki varsayımlardan hiçbiri temelsiz değildir, tümü şu ya da
bu şekilde doğrulanabilir. Radyo, televizyon, gazete, dergi, sinema,
müzik vb. gibisinden kitle haberleşme araçlarıyla bu sapma sağlana
cağı gibi, gene aynı araçlarla sapmanın sürekliliğini sağlamak da
mümkündür.
Türkiye halkı gibi, çok büyük bir birikimin sahibi olan kültürlü bir
halkın, ,Birinci Meşrutiyet başlangıç alınırsa yüz yılı aşan "siyasal tercih
belirleme" deyimlerinde "doğru• tercih belirleyemediğini söylemek, haklı
bir sav olamaz. Ancak sorun aydınlarımızdan gelmektedir. Zira lürkiye
halkının kültürlü bir halk olmasına karşın, Türkiye aydını tüm ülkücü
lüğüne, tüm özverisine ve tüm iyi niyetine rağmen kültürsüzdür.
1 94
Aydınımız kültürsüzdür, zira, kültürün kaynağından, toplumunun
sosyal yapısından kopmuş ve daha sonra üstten baktığı halka, "dön
meye" ve "inmeye" çabalamıştır. Ve bu durumda aydınlar, kuramın be
lirttiği ve öngördüğü "öncülük' görevini elbette başaramamışlardır.
"Halk cahil, anlamıyor'', "halk kendi çıkarlarını göremiyor" gibi savlar,
aydınlarımızın kendi öz kültürünün eksikliğinden kaynaklanmaktadır.
Türkiye halkının yüzyıllar süren bir siyasal deneyimi ve birikimi vardır
ve bize kalırsa kültür budur. Kültürü, "okumuşlukla" karıştıran ki
mi"seçkincilerin" bu konuda ileri sürebilecqği gerici savlar, hiçbir te
mele dayanamaz. Zira, çok tahsilli bir kişi dehşetli "kültürsüz" olabile
ceği gibi, tahsilsiz bir kişinin pekAIA "çok kültürlü" olması mümkündür.
NOTLAR
(1) E.8. Taylor; "Primitive Culture•, Londra 1871 (M. Duverger; "Siyaset Sosyo
lojii" çev. Ş. Tekeli, 1 stanbul, 1 975; s. 1 1 3. .
1 95
OEGİŞİME HAZIR OLMAK ve CHP
1 96
Değişmez kimi değerler, değişmez Kimi tutumlar vardır. Fakat
bunların dışında değişim bir bütündür. Bir şeyler değişirken, bunlara
bağlı başka bir şeyler de değişir. İstense de istenmese de. . .
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Siva� Kongresi'nde biçimlenen,
Ulusal Kurtuluş Savaşımımızın zor ve onurlu günlerinde ortaya çıkan
ve Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran siyasal örgüttür. Zaman içinde bu par
tiden kimi kopmalar olmuş ve bu kopmaıarın sonunda ortaya çıkan
yeni siyasal örgütlenmelerle Türkiye'de çok partili yaşama geçilmiştir.
1 980'e gelene de toplumumuzda bir kısım insanlar tarafından (sıra
sında) körükörüne desteklenmiş, kimi insanlar tarafından karşı çık
mıştır. Kimi insanların gözünde iyi denebilecek ne varsa CHP'nin eseri
dir, kimi insanların gözönünde CHP demek, tüm kötülükler demektir.
1 920'1erden 1980'1ere gelirken CHP, değişen Türkiye ve dünya
koşullarına önemli ölçüde ayak uydurmuştur. Bir zamanların mutlak
otoriter tek partisi, oldukça sancısız bir biçimde demokrasiye yol aça
bilmiş ve bu demokrasi içinde muhalefet görevini başarıyla yürüt
müştür. Daha sonra 27 Mayıs Devrimi'ni izleyen dönemde, yine de
mokrasinin kurulmasına büyük katkılarda bulunmuş ve iç bünyesindeki
köklü değişimlerle birlikte (ve bu değişikliklere karşın), Türk demokra
sinin güvencesi olma özelliğini 1 2 Eylül karşı devrimine kadar sürdür
müştür. 12 Eylül ara rejiminin CHP'yi kapatması, kendi mantığı açısın
dan doğru ve tutarlıdır. Türkiye'yi bambaşka bir mecraya sokmak is
teyen iç ve dış güçlerin, böylesine yüklü bir siyasal mirasa saldırmala
rını anlamak kolaydır. Ve bu dönemde devlet sadece CHP'yi kapat- ,
makla kalmamış, tüm gücüyle CHP'lilerin ve özellikle gençlerinin üze
rine gelmiştir. CHP'nin yanı sıra öbür partiler de kapatılmış, fakat
MHP'nin işkenceden geçen genç bir kesimi dışında, partililer üzerine
gidilmemişti.
CHP'nin kapatılmasıyla doğan boşlukta önce Halk Parti gibi ica
zetli bir örgütlenme ve daha sonra DSP ve SODEP ortaya çıktı. DSP,
CHP'nin son liderinin, SODEP, SHP'nin örgütünün partisi idi. Daha
sonra erime sürecindeki Halkçı Parti ile SODEP birleşerek SHP'yi
oluşturdular.
1 97
ıumunun değerler sistemi alt-üst edildi. "Çağ atlıyoruz• yalanlarının ar
dında, toplumun büyük bir çoğunluğu çağdışı bir sefalete itilirken, mut
lu bir azınlık tüketim normlarını Batı toplumlarının üstüne çıkarttı. Hem
de sefalete itilen kitlelerin desteğiyle! Herkes bir "kf.ışe dönme•, "tokat
atma• umuduna kapıldı. Batı'ya uyumlu (entegre olma) yalanıyla, Türk
ekonomisi iyiden iyiye çıkmaza sokuldu. Üretmeden tüketmek, hayalle
ri, toplumun tüm kesimlerine damgasını vurdu. Ve ilginç bir biçimde
SHP de bu gidişten bir ölçüde nasibini aldı. CHP'nin mirası üzerinde
kurulan SHP'de "değişen dünya koşullarıyla" başlayan aykırı görüşler,
sonunda altı ok tartışmalarına kadar geldi.
Aslında 1 2 Eylül karşı darbesi oımas>J.ydı da muhtemelen CHP
içinde bu tür tartışmalar olabilecekti. Ancak hiç kuşkusuz cılız kalacak
tı. Ama sapla samanın karıştığı bir dönemde, bu tür tartışmalar ön pla
na çıktı. Şimdi CHP açılırken (CHP mutlaka açılacaktır), bu tür tartışma
ların insanları nerelere götürebileceğine dikkat etmek gerekmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti, Ulusal Ant, (Misak-ı Milli) sınırları içinde ku
rulmuş laik bir cumhuriyettir. CHP, bu cumhuriyetin kurucu örgütüdür
ve "altı ok" bu örgütün temel ilke ve hedefleridir. (Altı oku bir başka ya
zımda ele almak istiyorum).
Şimdi, sürekli olarak değişen dünya koşullarından söz eden ve
Türkiye'nin de bu değişime ayak uydurmasından dem vuran kişilere
sormak istiyorum: Değişime ne kadar hazırsınız, ya da ne kadar
değişime hazırsınız?
Sadece altı oku mu tartışmak istiyorsunuz? Sadece Kürt kimliği
üzerinde mi durmak istiyorsunuz? Laz kimliği ya da Boşnak kimliği sizi
ilgilendirmiyor mu? Ulusal Ant sınırlarını tartışmaya hazır mısınız? Loza
n'ı tartışmak ister misiniz? Laik toplum düzenini teıriışmak işinize gelir
mi? Eğer halkımızın çoğunluğu bir şeriat düzeni isterse, bu düzen
içinde kendinize bir yer bulabilecek misiniz? vs, vs.
Sonuç
Bu soruların yanıtı açıklıkla verilmek zorundadır. "Efendim ben
Kürt kimliğinin tanınmasını istiyorum, ama Ulusal Ant hudutlarının ko
runmasından yanayım" diyemezsiniz. Örneğin Kürtler için ne istiyorsa
nız, · Lazlar için de Boşnaklar için de Çerkezler için de Abazalar için de
Pomaklar için de Yörükler için de istemek zorundasınız. "Sivil toplum
içinde dinsel örgütlenmeye engel olunmasını istiyorum, ama şeriat
1 98
devletine karşıyım• diyemezsiniz. "İran'daki rejime karşıyım, ama Ce
zayir'de ordu müdahale etmemeliydi" demek hakkınız da yoktur.
"Cumhuriyetin getirdiği haklardan yararlanmak istiyorum, ama res
mi ideolojiye karşıyım" da diyemezsiniz. Değişime katlanmak zor "ze
naat''tır. Boş konuşmak, orada-burada atıp tutmak kolaydır. Ama iş
gerçek yaşama gelince, tutarlı olmak gerekir. CHP'nin yeniden açılma
sının bu tür tartışmalara netlik getirmesini umuyorum.
1 99
SON UÇ
İKTİSATÇI OLMAK
Uzman enflasyonu!..
Kimileri avukatlığa meraklıdır. Her hukuki sorun� bir çözüm bula
bileceklerini sanırlar. Hele, "... efendim, benim mantığıma göre... " diye
lafa giriştikleri zaman, yanlarından hemen kaçmak gerekir. Zira, bunla
rın mantığı çoğu zaman yasalarla pek de uyum içinde olmaz. Ve so
nunda, "yasaların yanlış" olduğu noktasına gelinir.
Cebindeki sigaranın arkasına gelir ve giderini yazan "aklı ewelle
rin" kendilerini. muhasebeci sanmaları, üç·beş kuruş vergi kaçırdığı için
kimilerinin kendilerini maliye uzmanı saymaları, vb. gibi örnekleri ço
ğaltmak mümkündür. Herkes kendini kent planlayıcısı sayabilir. Hele
insan psikolojisi söz konusu olduğu zaman, uzman sayısı, sorunlu in
san sayısından çok daha fazladır.
Köy kahvesinde ayağını altına alarak oturmuş olan "erkanıharp"
ülkenin iç ve dış politikasına ve bütçe açığına çareler önerirken, ken
dinden mutlak olarak emindir. Taraftarı oldLğu takım yenik durumday
ken açık tribünün en arkasından taktik öneıen tamirci çırağı, en seçkin
203
antrönörden daha yetkili sayar kendini. Hiç unutmam, geçmiş dö
nemde güzide bir kulübümüzün hayatında forma giymemiş yüz kil.oluk
başkanı, kritik bir penaltıyı gole çeviren futbolcusunu övmek için, " .. val
lahi o penaltıyı ben bile atamazdım .. " diyebilmekte idi. Yüz karaborsa
cıyı asarak çürük meyva sokuşturan manavları keserek, vergi kaçıran
mükellefi kazığa oturtarak ülkenin kalkınabileceğine inanan insanlar,
tahmin edilenden daha çoktur.
İşte böylesi koşullar altında, Türk iktisatçıları, herkesin uzman ol
duğu bir alanda, doğrusu oldukça ezik ve sessiz kalmak durumunda
dırlar. Ancak, bu durum biraz da iktisat biliminin, daha doğrusu top
lumsal bilimlerin doğasından gelmektedir. Şimdi bunun üzerinde biraz
durmamızda yarar vardır.
Deneme-sınama
Doğal bilimciler, toplumsal bilimleri "bilim sayma" konusunda ol
dukça kuşkulu davranıklar. Zira, laboratuar olanakları olmadığı için,
toplumsal olayları deneme ve sınama olanağı yoktur. Bir olay, değişik
zaman ve mekanlarda test edilemediğinden, toplumsal bilimlerde olay
ların ''yasalarını" bulmak da mümkün değildir. Örneğin, bir taşı belirli bir
yükseklikten yere bırakırsanız, belli bir hızla düşer. Bu deneyi, ister
lstanbul'da yapın, ister Berlin'de, ister Pekin'de, sonuç değişmez. Bu
gün alacağınız sonucu, dün de alabilirdiniz, isterseniz yarın da alabilir
siniz. O zaman, artık bir yasadan sözetmek mümkündür.
Toplumsal bilimlerde yasalardan söz edilemeyeceği açıktır. An
cak, toplumsal bilimler için, bizzat toplumun kendisi bir laboratuar ola
rak düşünülebilir. Aynen doğal bilimcinin yaptığı gibi; belirli bir mantık
ve yöntem ile ve her türlü bilimsel kuşkuyu taşıyarak ve objektif bir bi
çimde toplumsal olayları inceleyen toplum bilimci, acaba bazı sonuçla
ra ulaşamaz mı? Çok farklı yerlerde ve çok farklı zamanlarda ortaya çı
kan benzer olayların, benzer sonuçlara ulaştığının saptanmasının aca
ba hiç değeri yok mudur? Bu "benzer'' sonuçların ortaya çıkması el
bette bir kanun olarak isimlendirilemez, ama acaba belirli "eqilimler
den", belirli "temayüllerden" bahsetmek mümkün değil midir? Elbette
mümkündür.
Her ne kadar...
Gerçekten, toplumsal bilimler toplumsal değişimin yasalarını ol
masa bile, eğilimlerini ortaya koymakta oldukça başarılıdırlar. Hele, ele
204
alınmak istenen toplumun yapısı nesnel "e ayrıntılı bir biçimde bili
niyorsa, pekala
' bu toplumun geleceği ile ilyili sağlıklı tahminler yapıla-
bilir.
Ancak, Türk iktisatçıları tüm bu tesbitıerimize rağmen, içinde bu
lundukları kör kuyulardan seslerini duyurabilme konusunda çok zorlan
maktadırlar. Bunun iki nedeni vardır. Bunlardan birincisi, Türkiye'mizin
toplumsal yapısının henüz yeterince aydınlatılmamış olmasıdır. Bu yapı
üzerindeki araştırmalar iki elin parmaklarının sayısını geçmeyecek dü
zeydedir. Ve işin acı tarafı, bu meselenin önemi de tam olarak anlaşıl
mamışa benzemektedir. Toplumsal yapı bir tarafa, Turkiye'nin yakın ta
rihinin yorumlanması konusunda bile biribirinden çok farklı görüşler ol
duğu gibi; Osmanlı toprak düzeninin isimlendirilmesi konusunda bile
tam bir cossens.us sağlanamamıştır. İşte �u olumsuz koşullar altında,
sağlıklı iktisadi analizler yapmak çok güç olmaktadır.
İkinci neden ise bizzat iktisat eğitimi ıle ilgilidir. İkinci neden ise
bizzat iktisat eğitimi ile ilgilidir. Türkiye'de t.er ne kadar uzun geçmişi
bulunan İktisadi ve Ticari Bilimler Akademıleri kurulmuşsa da, her ne
kadar İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi yarım yüzyılı aşan bir geç
mişe sahipse de; her ne kadar Mülkiye'nin yetiştirdiği binlerce maliye
ci, "vatanın gözyaşlarını dindirmeye" çabalıyorlarsa da ve her ne kadar
artık iktisat eğitimi açıköğretim bile konu olacak kadar yaygınlaşmış ve
popüler hale gelmişse de, bu kurumlar "iktisatçı" yetiştirmemektedir.
örneğin, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesini (isterse İktisat Bö
lümü olsun) bitiren bir öğrenci, okul bittiği zaman "iktisatçı" değil, sa
dece İktisat Fakültesi mezunudur. Eğer iktisatla ilgili bir iş bulur ve bir
süre çalışırsa, ancak ondan sonra "iktisatçı" olabilir. Oysa ki, Tıp Fakül
tesi'ni bitiren genç, doktordur, Teknik Üniversite'yi bitiren genç, mü
hendis.
Hele, günümüz Türkiye'sinde herkesin uzman olduğu iktisat ala
nında iktisatçılara pek yer kalmamaktadır. Gerek kamu sektöründe, ge
rek özel sektörde bir işyerine; bir mühendis. bir işletmeci ve bir de ikti
satçı almak · durumunda olan işveren, üç kişi istihciam edeceğine, "ya
lapşap" bir işletme, ya da iktisat eğitimi görmüş bir mühendisi istihdam
ederek meseleyi halletmektedir.
Kaldı ki; iktisadi kararlar çoğu kez siyasal kararlardır. Özellikle ka
mu sektöründe, siyasal yatırım hevesi, iktisatçının önerilerine iyice ku
lakların tıkanmasına neden olmaktadır. Özel sektörümüz de daha K.u-
205
rumlaşamamış olduğu için, çoğu zaman "alaylı" otan, ya da bir başka
meslek mensubu otan işveren, kendi deneyim ve sezgilerine, iktisatçı
nın önerilerinden çok daha fazla güvenmektedir. Ve işin acısı -Türki
ye'nin karmaşık sosyo-ekonomik yapısı nerieniyle- kimi kez haklı çıka
bilmektedir.
Ve bizler, akademisyen iktisatçılar; ç.ığımızın ekonomi çağı ol
duğunu söyleyerek kendimizi ve öğrencile, ımizi avutmaya çalışıyoruz.
Kimi zaman; çok iyi bildiğimiz şeylerin ters çıkmasının şaşkınlığıyla, ki
mi zaman ve çoğu zaman; "Biz bu olanların olacağını yazıp söyle
miştik .. " demenin acısıyla
206