You are on page 1of 183

17.

İSRA SÛRESİ

Mekke’de inmiş olan bu sûre, ismini ilk âyetinde geçen ve Hz. Rasûlüllah
Efendimiz’in (s.a.s.) Mirac’ının Kâbe’den Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya kadar
olan kısmını ifade için kullanılan “gece yolculuğu” manâsındaki isrâ kelimesinden alır.
Allah Rasûlü aleyhissalâtü vesselâm, Mescid-i Aksa’dan sonra varlığın boyutlarında gez-
dirilmiş ve Cenab-ı Hakk’ın en büyük âyetlerini müşahede etmiştir. Bu kudsi yolculuğa
Miraç denir.
Sûre’nin bir diğer adı Benû İsrail Sûresi’dir. 2-8 ve 101-104’üncü âyetlerinde İsrail
Oğulları’ndan bahsedilir. Sûre, 111 âyet olup, küfürde diretenleri ikaz eder ve İsrail Oğulları
ile birlikte diğer kavimlerin âkıbetlerinden, başlarına gelenlerden ders almaya çağırır.
Saadete ve şekavete giden yolları açıklar. Medine’de birer hukuk kaidesi haline de gelecek
temel ahlâkî kuralları vaz’eder. Ayrıca, Allah Rasûlü’ne ve mü’minlere Allah yolunda baş-
larına gelenlerden dolayı sabretme tavsiyesinde bulunur.

١﴿ ‫﴾ُسْبَح اَن اَّلـٖٓذ ي َاْس ٰر ى ِبَع ْبِدٖه َلْيًال ِم َن اْلَم ْس ِج ِد اْلَح َر اِم ِاَلى اْلَم ْس ِج ِد اَاْلْقَص ا اَّلٖذ ي َباَر ْك َنا َحْو َلُه ِلُنِرَيُه ِم ْن ٰا َياِتَنؕا ِاَّنُه ُهَو الَّس ٖم يُع اْلَبٖص يُر‬
Rahmân, Rahîm Allah’ın Adı’yla.

1. 1Kulu (Muhammed’i Ulûhiyet ve Rubûbiyet’imizle ilgili) bazı büyük işaret ve delilleri


kendisine göstermek için bir gece Mescid-i Haram’dan etrafını bereketlerle donattığımız ve
katımızda mübarekliği bulunan Mescid-i Aksâ’ya 2 götüren O şanı yüce Zât, her türlü
noksanlıktan, âcizlikten ve ihtiyaçtan uzaktır. Hiç şüphesiz O, hakkıyla işitendir,hakkıyla
görendir.3

ÇEŞİTLİ YONLERIYE MİRAÇ HADİSESİ


1. Sûre, Allah Rasûlü aleyhissalâtü vesselâm’ın Mekke’deki Mescid-i Haram’dan Kudüs’teki Mescid-i
Aksa’ya olan mucizevî seyahatini (İsrâ) ifade ile başlamaktadır. Allah Rasûlü aleyhissalâtü vesselâm,
Mescid-i Aksa’dan da alınarak Cenab-ı Allah’ın “huzuru”na, O’na yaklaşılabilecek son noktaya varıncaya
kadar varlığın boyutlarında seyahat ettirilmiştir. Bu seyahate ise, bilindiği gibi Miraç denmektedir.
Cüz: 15, Sûre: 17 İSRÂ SÛRESİ 845

Miraç
Allah Rasûlü aleyhissalâtü vesselâm, bütün hayatı boyunca sürekli olarak Hakk’ın
mesajını nakl^ebilecegi temiz kalbler ve duru zihinler aramıştır. O, sözgelimi Hz. Ebû Bekir ve
Hz. Ömer’e birkaç defa gitmiş ve tebliğde bulunmuşsa, Ebû Cehil gibi küfürde diretenlere
defalarca gitmiştir. Bu kimselere her defasında “Lâ ilâhe illallah deyin, kurtulun!” tebliğinde
bulunmuş, aynı maksatla halkın toplandığı bütün yerleri ziyaret etmiştir.
Rasûlüllah’ın Taif ziyareti ve dönüşteki münacatı
Mekke etrafındaki Arafat, Mina, Müzdelife ve Akabe gibi yerlerde her yıl fuarlar
düzenlenirdi ve Allah Rasûlü aleyhissalâtü vesselâm bu yerleri ziyaret ederek mesajını insanlara
iletirdi. Bir zaman geldi, onun tebliğine karşı girişilen ve aldırmazlıkla başlayıp alay, işkence ve
boykotla devam eden tepkiler dayanılmaz boyutlara ulaşınca ve Mekke müşrikleri İslâm’a
gelme konusunda daha fazla ümit vermeyince Allah Rasûlü aleyhissalâ- tü vesselâm, yanına
Zeyd ibn Harise’yi alarak Taife gitti. Ne var ki, Taifte de hayatının en zor anlarından birini
yaşadı: alaya alındı, taşlandı, çok büyük eziyet gördü. Mübarek vücudunda taş değmedik yer
kalmadı. Nihayet, kendisini yolda bir bağa zor attı; her tarafından kanlar akarken bir ağacın
altına sığındı ve şu münacatta bulundu:
Allah’ım! Zayıflığımı, çaresizliğimi ve halk nazarında hakir görülmemi ancak
Sana arzediyor, Sana şikâyet ediyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi olan
Allah’ım! Hor ve hakir görülen zayıfların, çaresizlerin Rabbi Sen’sin; benim Rabbim
de Sen’sin. Beni kime bırakıyorsun? Sen, beni benden uzak kötü huylu, abus çehreli
kimselerin eline düşürmeyecek, işime müdahil düşmana bırakmayacak kadar bana
merhametlisin. Allah’ım! Bana karşı gazabın yoksa, çektiğim mihnet ve belâlara
aldıracak değilim. Fakat Sen’in af ve afiyetin bana bunları da göstermeyecek kadar
geniştir. Allah’ım! Senin gazabına uğramaktan, hoşnutsuzluğuna düçar olmaktan
Sana, Sen’in o karanlıkları aydınlatan, dünya ve Âhiret işlerini yoluna koyan İlâhî
Nûrun’a sığınırım. Allah’ım! Sen, hoşnut oluncaya kadar affını dilerim. Allah’ım!
Bütün güç ve kudret ancak Sen’in elindedir.
Allah Rasûlü aleyhissalâtü vesselâm, bu acıklı Taif dönüşü bir gece Mescid-i Haram’da
yatıyor iken oradan alınarak Mescid-i Aksâ’ya götürüldü; oradan da varlığın semavî boyut-
larında seyahat ettirildi ve kendisine Cenab-ı Allah’ın en büyük âyetlerini müşahade etme
imkânı tanındı, iman esaslarının dayandığı temel hakikatları, bütün varlığın kaynağı olan sabit
aynları gördü. Bütün hadiselerin ve fizikî dünyadaki eşyanın aslî manâlarını, ayrıca varlığın,
fizikî dünyadaki eşya ve hadiselerin Âhiret’e dönük neticelerini temaşa etti. Namaz, beş vakit
olarak yine bu seyahat esnasında emredildi.
Adına Miraç denilen bu yolculuk, Peygamber Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm’ın büyük
bir mucizesidir. O, iman ve ibadetle manevî kemale ulaştı ve karşılığında bu seyahatle Huzûr-u
ilâhî’ye alındı. “Tabiî kanunlar”ın, maddî sebeplerin ve maddî varlığın çeperlerinin ötesine
geçerek, bütün varlık boyutlarını bir anda aştı ve Huzûr-u Kibriyâ’ya vardı.
Çok boyutlu varlık ve Miraç
Mücerret gerçekleri ve anlaşılması güç meseleleri mukayese ve benzetme yollarıyla
°'6 İSRÂ SÛRESİ Cüz: 15, Sûre: 17

akla yaklaştırma, eskiden beri takip edilen bir yoldur. Fakat benzeyenle kendisine benzetilen
arasında bir benzerlik, bir münasebet bulunmalıdır. Ne var ki, Peygamber Efendimiz’in gerek
Mekke’den Kudüs’e yolculuğunun, gerekse Mirac dediğimiz, varlığın semavî boyutlarındaki
seyahatinin fizikî dünyada bir benzeri olmadığından, bu konuda Cenab-ı Allah’ın vahiyle
verdiği bilgilere dayanmak durumundayız. Bununla birlikte, özellikle bu her iki yolculukta
veya bir yolculuğun iki merhalesinde Allah Rasûlü’ne verilen bineklerin hadis-i şeriflerde
geçen isimlerini (“Berk” -şimşek- kelimesiyle münasebeti olan Burak ve “merdiven” manâsına
gelen Miraç) nazara aldığımızda, Miraç hakikatını akla yaklaştırmak için bazı ilmî (bilimsel)
olgulara başvurabiliriz.
Atom fiziği, ulaştığı nokta itibariyle fizikte pek çok anlayışı değiştirmiş ve fizikî dünyayı,
varlığın bir görüntüsü, bir tezahür olarak tesbit etmiştir. Fizikî dünyadan başka daha pek çok
dünyalar veya âlemler vardır ve bunlardan her birinin kendine has hususiyetleri söz konusudur.
Atom veya kuantum fiziği, zaman ve mekânı da varlığın boyutlarından ikisi olarak kabul
etmektedir. Şu kadar ki, bilim halâ varlık konusunda nihaî bir sonuca varabilmiş değildir ve
bilimdeki yeni buluş ve gelişmeler, varlıkla ilgili fikirlerimizi değiştirmektedir. Dolayısıyla,
artık günümüzde bilime dayanarak Miraç hadisesini sorgulamak, “bilimsel” ve mantıkî
olmaktan bütünüyle uzaktır.
Miraç’ta Peygamber Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm, ruh hızıyla veya bu hıza yakın bir
hızla hareket etmiş olmalıdır. Fizikî yanı da olan bir varlığın (insan) varlık boyutlarındaki bu
seyahatini ve bütün varlığı geçmişiyle geleceğiyle temaşasını anlamak için şu temsilde
bulunabiliriz:
Bir noktada elimizde bir ayna ile bulunuyoruz. İki tarafı da aynı anda göstermesi mümkün
olmayan aynayı sağa tuttuğumuzda, onda mazi, sola tuttuğumuzda gelecek yansımaktadır. İki
tarafı, yani hem sağ/mazi hem sol/geleceği aynı anda aynada yansıtabilmek için, bu iki tarafın
da tek nokta haline geleceği zirvelere kadar yükselmek gerekmektedir. İşte bu zirve noktada
geçmiş-hal-gelecek, başlangıç ve son, hattâ bütün mekân, tek bir nokta haline gelir. Bu temsilde
olduğu gibi, Allah Rasûlü aleyhissalâtü vesselâm, bütün varlık boyutlarında vücudunun ruhanî
şeffafiyet kazanması sayesinde ruh hızıyla seyahat etmiş ve bütün zaman ve mekânı bir nokta
halinde göreceği zirveye ulaşmıştır.
Varlığın bütün zaman ve mekân boyutlarında seyahat eden Allah Rasûlü aleyhissalâtü
vesselâm, bu seyahatinde önceki peygamberlerle görüşmüş, melekleri görmüş, Cennet’in
güzellikleriyle Cehennem’in dehşetini temaşa etmiş, bütün Kur’ânî hakikatlerin asılları- nı,
iman ve ibadetin dayandığı ve hâsıl ettiği hakikatları müşahade buyurmuştur. Hz. Cebrail’in
bile ulaşamayacağı ötelere ulaşmış ve her türlü nicelik-nitelik hususiyetlerinden uzak olarak
Cemalüllah’la müşerref olmuştur. Sonra da, insanlığı maddî varlık çeperlerinin etrafına ördüğü
zindandan iman ve ibadetin aydınlık iklimlerine taşımak, kabiliyeti olan herkese kabiliyeti
nisbetinde ruhunda miraç yaşatabilmek için her türlü işkenceye maruz bırakıldığı dünyaya,
insanların arasına dönmüştür.

Miracın hikmeti
Bir idarecinin, devlet başkanı veya hükümdarın halkla iki türlü konuşması ve onları
Cüz: 15, Sûre: 17 İSRÂ SÛRESİ 847

iki şekilde mükâfatlandırması olur. Bunlardan biri, herhangi bir kişiyle hususî bir konuda özel
telefonuyla konuşma şeklindedir. Diğeri ise, ülkenin en yüksek makamdaki yöneticisi olarak bir
elçi, bir temsilci seçme ve direktiflerini onun vasıtasıyla bütün halka iletme biçimindedir.
Bunun gibi, kâinatın Yaratıcısı ve Mutlak Yöneticisi’nin de kullarıyla iki türlü konuşması,
onlarla iki türlü münasebeti söz konusudur. Biri, herhangi bir kişiyle, onun kalb aynası veya
telefonu vasıtasıyla hususî konuşması, ona kendi kapasitesince hususî ilhamı veya her ferdin
kendi kapasitesince O’nun ilhamlarını alabilmesi şeklindedir. Bu, sıradan bir mü’minden en
büyük velîye kadar bu tarzda cereyan eder. Bu konuşma veya münasebetin derecesi fertten ferde
değişir ve dolayısıyla bu münasebette dereceler kişiler sayısınca, velâyette de mertebeler velîler
sayısıncadır. Kâinatın Yaratıcısı ve Yöneticisi’nin, Mutlak Hükümdarı’nın kullarıyla ikinci tarz
münasebet ve konuşması ise, O’nun kulları arasından, Âlemlerin Rabbi olarak kullarına olan
mesajlarını alabilecek zihnî kapasiteye, kalbî saffet, samimiyet ve genişliğe, karakter ve ahlâk
derinliğine sahip birisini seçip, O’nun vasıtasıyla ya hususî bir toplulukla veya bütün insanlarla,
hattâ insanlar, cinler ve diğer varlıklarla konuşması şeklinde olur. İşte O’nun bu vazifeyle
kulları arasından seçtiği kişiler peygamberlerdir ve Allah Rasûlü Hz. Muhammed aleyhissalâtü
vesselâm hariç diğer peygamberler, belli bir topluluğa belli bir zaman dilimi içinde
gönderilirken, Hz. Muhammed aleyhissalâtü vesselâm, bütün insanlara ve cinlere peygamber,
bütün diğer varlıklara da rahmet ve İlâhî Temsilci olarak gönderilmiştir. Bu çok önemli ve
hayatî misyonu sebebiyle O, Cenab-ı Allah (c.c.) tarafından bütün varlık boyutlarında seyahat
ettirilmiş ve misyonunu bütün boyutlarıyla müşahade etmesine imkân tanınmıştır.
Miracın hakikati
Miracın hakikatı, Allah Rasûlü Hz. Muhammed aleyhissalâtü vesselâm’ın bütün kemal
mertebelerinde seyahatidir. Şöyle ki: Cenab-ı Allah’ın (c.c.), varlığı yaratmada ve tedbirde
tecelli eden pek çok isimleri olduğu gibi, Rubûbiyeti’nin de çok çeşitli eserleri vardır. O, bütün
varlık katmanlarında veya seviyelerinde Rubûbiyeti’ni her bir katman veya seviyenin
özelliklerine göre farklı şekillerde ve farklı derecelerde sergiler. İşte, Rubûbiyeti’nin bütün
eserlerini çok hususî ve en önemli bir misyonla vazifelendirdiği kulu Hz. Muhammed
aleyhissalâtü vesselâm’a göstermek ve böylece O’nu bütün isimlerinin tecellilerine ayna ve
bütün insanî kemalâta sahip kılmak, ayrıca, razı olduğu şeyleri başkalarına bildirecek ve
yaratılışın sırrını açıklayacak bir elçi yapmak için, Cenab-ı Allah Rasûl-ü Ekremini Burak’a
bindirip, şimşek hızıyla varlık boyutlarında seyahat ve küreden küreye, menzilden menzile
Rubûbiyetini temaşa ettirmiş ve daha daha öte makamlara mazhar kılmıştır. O’na, derecelerine
göre her bir varlık boyutu veya semasında bulunan bütün peygamberleri göstermiş, nihayet
O’nu iki yay arası mesafesi kadar, hattâ daha da yakın (Bu ifade için bkn. Necm Sûresi/53: 9, 14
ve ilgili notlar) olacak şekilde Kendisine yaklaştırmış ve bütün isimlerinin hususî ve kemal
derecedeki tecellileriyle şereflendirmiştir.
Miracın meyveleri
Miracın sayısız meyvelerinden sadece beş tanesini zikredecek olursak:
848 İSRÂ SÛRESİ Cüz: 15, Sûre: 17
Bir: Islâm’ın ışığının olmadığı bir yerde kâinat bir kaos ve üst üste rastgele yığılmış
mânâsız, biçimsiz eşya yığını olarak görülmesine mukabil, Rasûlüllah Efendimiz aleyhis- salâtü
vesselâm, iman esaslarının kaynağı olarak gerçekleri, melekleri ve Cennet’i gördüğü Miraç
yolculuğundan öyle bir ışıkla dönmüştür ki, bu ışıkla kâinatın gerçekte ne olduğu, yani Cenab-ı
Allah’ın mukaddes yazılarından meydana gelen çok düzenli, baştan sona manâ dolu ve
güzellikler armonisi bir kitap, O’nun sonsuz güzelliklerine bir ayna olduğu ortaya çıkmıştır.
Yine, Islâm’ın ışığının olmadığı bir yerde insanlık dalâlet bataklığında çırpınan bir zavallı,
ebedî idama mahkûm, sonsuz ihtiyaçlar ve düşmanlıklar ağında çaresiz bir mahlûk olarak
görülmesine mukabil, Miracın ışığında onun gerçekte Kudret-i İlâhî’nin en güzel ve bütün
varlığa m^el yaratılışta bir mucizesi, O’nun kâinat kitabını oluşturan bütün yazılarının en
kapsamlı bir nüshası, en has bir muhatabı, O’nun kemalâtını kavrayıp takdir edecek hususî
kulu, O’nun güzelliklerini hayret ve takdir içinde seyredecek dostu ve yeryüzü sofrasında
Cennet’e lâyık şerefli bir misafiri olduğu anlaşılmıştır. Böylece Miraç, gerçekte insan olanların
ruhlarına sonsuz bir seMnç ve şevk ekmiştir.
İki: Mirac, insanlara ve cinlere, Âlemlerin Rabbi ve yegâne Hükümdarı olan Cenab-ı
Hakk’ın (c.c.) razı olduğu her şeyi ihtiva eden beş vakit namaz başta olmak üzere, Islâm’ın
esaslarını da bir hediye olarak getirmiştir. Kendisine yapılan herhangi bir iyiliğin kaynağını
öğrenmek isteyen insan, yaratıcısı ve yaşatıcısı Cenab-ı Hakk’ın nelerden razı olup nelerden
razı olmadığını ve geleceğiyle ilgili hükmünü elbette her şeyden daha çok merak edecektir ve
etmelidir. Insan, özellikle sevdiği, saydığı, kimliğini merak ettiği kişileri de görmek ve onlarla
görüşmek arzu eder. Dolayısıyla o, herkesten, her şeyden çok daha fazla tanıması gereken ve
tanımayı mutlaka arzu ettiği Cenab-ı Allah’ı tanımak, O’nu görmek, O’nunla görüşmek
isteyecektir. Bunun dünyadaki yolu ise namazdır. Namazda insan, Cenab-ı Allah’ın doğrudan
muhatabıdır. O’nun diliyle O’na seslenir, O’nunla konuşur, O’ndan istekte bulunur. İşte beş
vakit namaz da Miracın bir diğer meyvesidir, h^iyesidir.
Üç: Miraç’ta Allah Rasûlü Hz. Muhammed aleyhissalâtü vesselâm ebedî mutluluğun
hazinesini görmüş ve bu hazinenin anahtarlarını bir hediye olarak insanlara ve cinlere
getirmiştir. O, yine Miraç’ta bütün güzellikleriyle Cennet’i görmüş, Cenab-ı Allah’ın sonsuz
rahmetinin ebedî tecellilerini müşahade etmiş ve sonra da insanlara ve cinlere bunların
müjdesiyle dönmüştür. Kendilerini ebedî idam ve yokluğa mahkûm gören bu iki varlık türüne
böyle bir hediyeyi getirmenin ne büyük bir önem arzettiğini ifade etmek mümkün değildir.
Evdnin yanında kurulmuş sehpada asılacak idam mahkûmuna, “idamdan kurtuldun; dahası,
sana hükümdardan davet var; en iyi şekilde ağırlanmak için onun sarayına gideceksin!” dense,
bu onun için ne manâ ifade ederse, Miraç’la gelen ebedî saadet müjdesi de, insanlar ve cinler
için ondan kat kat fazla bir manâ ifade eder.
Dört: Kalbi olan her bir kimse, güzel, kâmil ve cömert insanı sever. Bu sevgi, o insanın
güzelliği, kemali ve cömertliğinin derecesi nisbetinde büyük olur ve duruma göre, kişinin o
insan uğruna kendini feda edeceği bir noktaya yükselebilir. Hattâ bazen, kişinin böyle bir insanı
bir anlık görmesi karşılığında hayatı dahil her şeyini feda edeceği noktaya da gelir. Allah’ın
güzelliği, kemali ve cömertliği karşısında, bu sıfatları en kâmil manâda kendinde taşıyan insan
bile çok sönük kalacaktır. Allah Rasûlü Miraç’ta Cenab-ı Allah’ın Cemali’ni
Cüz: 15, Sûre: 17 İSRÂ SÛRESİ 849

her türlü nicelik ve nitelik ölçüleri dışında olarak müşahede etmiş ve her Cennet ehlinin de
Cennet’te O’nu yine nicelik ve nitelik ölçüleri dışında göreceği müjdesini getirmiştir.
Beş: Miraç, insanın kâinat ağacının kıymetli bir meyvesi ve kâinatın Yaratıcısının bir
sevgilisi olduğunun anlaşılmasına da vesilelik yapmıştır. Zahiren zayıf ve önemsiz bir canlı,
âciz ve fakir bir mahlûk olan insan, bu derecesiyle yaratılmış varlıklar hiyerarşisinde en üstün
mertebeye yükselmiştir. Bunun insana vereceği mutluluk ifade edilemez. Bir ere mareşallik
rütbesi verildiği müjdelense, o er nasıl sevinir, insanın da kendisine bahşedilen mevki
karşısında ondan kat kat daha fazla sevineceği ortadadır.
Rasûl-ü Ekrem’in ruhu ve ruhanileşmiş vücuduyla birlikte yaptığı Miraç yolculuğunu her
bir mü’min kapasitesine göre kalbinde yapabilir ve Allah’ın Cemali’ni yine kalbinde müşahede
edebilir. İşte, Rasûl-ü Ekrem’in Miraç’la açtığı bu yoldan ondan sonra binler, on binler, yüz
binler gitmiş ve miracı kalblerinde gerçekleştirmişlerdir. Bu da, Miracın en önemli
meyvelerinden biridir. (Büyük ölçüde Sözler, “Miraç Risalesi”nden özet.) MESCİD-İ AKSÂ
(BEYTÜ’L-MAKDİS)
2. Kur’ân-ı Kerim’in Kudüs’te bulunan Beytü’l-Makdis için Mescid-i Aksâ (En Uzak
Mescit) tabirini kullanmasının sebeplerinden biri, Beytü’l-Makdis’in bu âyetin indiği dönemde
Müslümanlar için en uzak bir mescit olmasıdır, ikinci olarak: Müslümanlar için en kutsal ve
içlerinde namaz kılma adına yolculuk yapabilecekleri üç mescitten biri Mekke’deki Mescid-i
Haram, ikincisi Medine’deki Mescid-i Nebi, üçüncüsü de Kudüs’teki bu Beytü’l-Makdis’tir ki,
Müslümanlara en uzağı idi. Bu üç mescit, öncelikle Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve
Peygamber Efendimiz tarafından temsil edilen İlâhi Din’in üç önemli merkezi olma fonksiyonu
görmüştür ve bu fonksiyonları bakidir. Müslümanlar, kendilerine namazda Kâbe’ye dönme emri
verilmeden önce Beytü’l-Makdis’e dönerek namaz kılıyorlardı. Bu âyet indiği zaman Kâbe
putlarla doluydu. İşte, aksâ kelimesi, manevi büyüklük ve yüceliği de ifade ettiği içindir ki
Kur’ân, Beytü’l-Makdis’ten Mescid-i Aksâ olarak sözetmiştir.
“HİÇ ŞÜPHESİZ O, HAKKIMA İŞİTENDİR, HAKKIMA GÖRENDİR.”
3ı. “Hiç şüphesiz o, hakkıyla. ışıterl, hakkıyla görendir.” ifadesi, Mlrac’m Necm
Sûresi’nde parmak basılan en öte, en yüksek noktasına işarette bulunur. Bu ifadedeki O zamiri,
ya Cenab-ı Allah içindir veya Rasûlüllah içindir.
Eğer zamir Rasûlüllah’a raci, yani O’nun için kullanılmış ise, bu takdirde manâ şöyle olur:
Zahiren cüz’i ve şahsi gibi olan Miraç seyahati öyle kapsamlı ve evrensel bir seyahattir ki,
Allah Rasûlü aleyhissalâtü vesselâm bu seyahatinde, Cenab-ı Hakk’ın İsimleri’nin kemal
derecedeki tecellilerinin neticeleri olarak İlâhi sanatın bütün harikalarını ve Rubûbiyet’inin
bütün delillerini ve işaretlerini iki yay arası mesafesi, hattâ daha da yakın noktasına kadar
görmüş ve işitmiştir.
Eğer söz konusu zamir Allah’a raci ise, bu durumda manâ şöyle olur: Bir kulunu huzuruna
almak ve ona bir görev vermek için Cenab-ı Allah (c.c.), bu kulunu önce Mescid-i Haram’dan
içinde veya çevresinde peygamberlerin toplandığı Mescid-i Aksâ’ya götürmüş, burada
peygamberlerle görüştürüp, O’nun bütün o peygamberlerin getirip tebliğ ettikleri
850 İSRÂ SÛRESİ Cüz: 15, Sûre: 17

Din’in mutlak ve tartışmasız vârisi olduğunu göstermiş, sonra da onu iki yay arası mesafesi,
hattâ daha da yakın noktasına kadar mülk ve melekûtunda, yani yarattığı varlık alanının bütün
dış ve iç boyutlarında dolaştırmıştır. Hiç şüphesiz O, bir kuldu ve yaptığı bu seyahat de cüz’î bir
seyahat idi. Fakat kendisine tevdi edilen emanet bütün kâinatla alâkalı olduğu, O’na bütün
kâinatın (karartılmış olan) rengini değiştirecek bir ışık ve ebedî saadetin kapılarını açacak bir
anahtar verildiği için, Cenab-ı Hakk (c.c.), bu emanet, ışık ve anahtardaki hikmeti bilinsin ve
anlaşılsın diye Kendisi’ni “hakkıyla işiten ve hakkıyla gören” olarak tavsif etmektedir. (Sözler,
“31. Söz”)
Cenab-ı Peygamber’i hakkıyla işiten ve gören olarak nitelemek, asla onu -haşa- ilâh
makamına çıkarmak demek değildir. Böyle bir düşünce ve kabul şirk ve küfür olur. Bunun
manâsı, “O, Cenab-ı Allah’ın Ulûhiyet ve Rubûbiyet’inin en büyük gerçeklerini, işaretlerini ve
delillerini başka hiçbir kulun işitmediği ve görmediği, işitemeyeceği ve göremeyeceği derecede
ve evrensel boyutlarda işitti ve gördü.” demektir. Ayrıca, O Zât’ın (s.a.s.), Cenab-ı Allah’ın
Semî’ (her şeyi hakkıyla işiten) ve Basîr (her şeyi hakkıyla gören) isimlerinin evrensel
tecellilerine mazhar olduğunu da ifade eder.
İSRAİL OĞULLARI TARİHİ VE MİRAÇ
4. Mirac’ın zikrinden sonra İsrail Oğulları tarihiyle ilgili gözlemlere geçilmesinin sebebi,
İsrail Oğulları’nın kaderiyle diğer bütün milletlerin tarihi arasında derin bir münasebet
bulunmasındandır. İsrail Oğulları tarihi, bu milletin tarih sahnesine çıkışı, yükselişi, tekrar
düşüp, tekrar yükselişiyle bütün milletler ve medeniyetler için bir misal teşkil ^er; bu bakımdan
da Kur’ân, onlara sık sık atıflarda bulunur. Kur’ân’ın bu milletten ve tarihinden sık sık
bahsetmesinin bir diğer sebebi de şu olabilir: İsrail Oğulları’nın, Orta Doğu denilen, dünyanın
ve tarihin merkez bölgesi başta olmak üzere bütün dünyada ve dünya tarihinde önemli bir yeri
vardır ve bu yer, bilhassa Âhir Zaman hadiseleri açısından daha bir ehemmiyet arzetmektedir.
Bu husus, özellikle Müslümanları çok yakından ilgilendirmektedir.
Miraç, Allah Rasûlü’nün risaleti açısından bir dönüm noktası olarak da hususî bir öneme
sahiptir. Yukarıdaki 1’inci notta ifade edildiği gibi, Allah Rasûlü aleyhissalâtü ves- selâm,
Miraç’ta bütün peygamberler, bilhassa Hz. Musa (a.s.) başta olmak üzere İsrailî peygamberlerle
görüşmüş ve Cenab-ı Allah’ın en büyük âyetlerini müşahede etmenin yanı- sıra, kendisinin de
varlığın bütün boyutlarında bütün âyetlerin en büyüğü olduğunu ortaya koymuştur. Miraç ile,
O’nun önceki peygamberlerin tamamının mirasçısı olduğu gerçeği de tebarüz ettirilmiştir.
Önceki peygamberler içinde misyonu açısından Allah Rasûlü’ne en çok benzeyen Hz. Musa’dır.
Hz. Musa’nın (a.s.) ömrü, misyonunun bütün muhtevasını ortaya koymaya yetmemiş ve bunu
sonraki peygamberler, bilhassa Hz. Davud ve Hz. Süleyman tamamlamış da olsa, bu misyon ile
Peygamber Efendimiz’in misyonu birbirine çok yakın- ‫تلف‬. Bu gerçek, “Size, üzerinizde şahit
oia^î^a^k bir rasûlgönderdik', nitekim Firavunla da bir rasûlgöndermiştik.” (Müzzemmil
Sûresi/75: 15) âyetinde açıkça ifade edilmesinin yanısıra, onu eldeki Kitab-ı Mukaddes
nüshalarında da bulmak mümkündür: “Onlara kardeşleri arasından senin (Musa) gibi bir
peygamber çıkaracağım. Sözlerimi onun ağzından işiteceksiniz. Kendisine buyurduklarımın
tümünü onlara bildirecek.” (Tesniye, 18: 17-18)
53. NECM SÛRESİ

Mekke’de inmiş olup, 62 âyettir. İsmini birinci âyetindeki necm (yıldız) kelimesinden alır. Allah Rasûlü
aleyhissalâtü vesselâm bu sûreyi Kâbe’de hem

mü’minlere, hem de müşriklere okumuştur. Sûre, Kur’ân karşısındaki tavırlarından dolayı

müşrikleri uyarır. Onlara, bütün inançlarının sadece zanna dayandığını hatırlatır ve buna

karşılık gerçek hidayet ehlinin ise, kâinatın yaratıcısı ve sahibi Bir Allah’a inanan ve ibadet edenler
olduğunu bildirir. Ayrıca, Allah Rasûlü aleyhissalâtü vesselâm’ın tebliğ ettiği

Din’in insanlık tarihinde yeni ve uydurulmuş bir din olmadığını vurgular; ona karşı duranları mutlaka
gelecek olan Âhiret Günü ile tehdit eder.

1. ‫َو الَّنْج ِم ِإَذ ا َهَو ى‬

2. ‫َم ا َض َّل َص اِح ُبُك ْم َو َم ا َغ َو ى‬

3. ‫َو َم ا َينِط ُق َع ِن اْلَهَو ى‬

4. ‫ِإْن ُهَو ِإاَّل َو ْح ٌي ُيوَح ى‬

5. ‫َع َّلَم ُه َش ِد يُد اْلُقَو ى‬

6. ‫ُذ و ِم َّر ٍة َفاْسَتَو ى‬

7. ‫َو ُهَو ِباُأْلُفِق اَأْلْعَلى‬

8. ‫ُثَّم َدَنا َفَتَد َّلى‬

9. ‫َفَك اَن َقاَب َقْو َس ْيِن َأْو َأْد َنى‬

10. ‫َفَأْو َح ى ِإَلى َعْبِدِه َم ا َأْو َح ى‬

11. ‫َم ا َك َذ َب اْلُفَؤ اُد َم ا َر َأى‬

12. ‫َأَفُتَم اُروَنُه َع َلى َم ا َيَر ى‬

13. ‫َو َلَقْد َر آُه َنْز َلًة ُأْخ َر ى‬


14. ‫ِع نَد ِس ْد َرِة اْلُم ْنَتَهى‬

15. ‫ِع نَدَها َج َّنُة اْلَم ْأَو ى‬

16. ‫ِإْذ َيْغ َشى الِّس ْد َر َة َم ا َيْغ َشى‬

17. ‫َم ا َز اَغ اْلَبَص ُر َو َم ا َطَغى‬

18. ‫َلَقْد َر َأى ِم ْن آَياِت َر ِّبِه اْلُك ْبَر ى‬

Rahmân, Rahîm Allah’ın Adı’yla.

1. Batmaya yöneldiği zaman yıldıza andolsun ki,

2. Arkadaşınız (Muhammed) ne yanıldı ve doğru yoldan saptı, ne de aldanıp

yanlış bir yol tuttu.1

3. O, hiçbir zaman heva ve hevesinden konuşmaz;

4. O’nun (Din adına size) söyledikleri, ancak kendisine vahyolunan vahiyden

ibarettir.2

5. (Kur’ân’ı) O’na o pek güçlü ve kuvvetli (Cebrail) öğretti;3

6. Pek metin, kemal ve üstün melekeler sahibi. O, aslî şekli ve bütün haşmetiyle doğruldu.

7. O esnada, en yüksek ufukta (ufkun en yüksek noktasında) idi.4

8. Sonra aşağı doğru meyletti ve yaklaştı.

9. Öyle ki, arada (yan yana konmuş) iki yay aralığı kadar bir mesafe kaldı,

hattâ daha da az.

10. Ve böylece (Allah’ın) kuluna vahyetmek dilediği her şeyi vahyetti.5

11. O’nun (gözleriyle gördüğünü) kalb yalanlamadı.

12. Şimdi siz kalkmış, O’nun gördükleri konusunda kendisiyle münakaşa mı

ediyorsunuz?

13. O’nu bir başka (ikinci) inişinde daha gördü,

14. Sidretü’l-Müntehâ’nın yanında.7

15. Onun yanında da Cennetü’l-Me’vâ (Barınma Cenneti) vardır.

16. O anda Sidre’yi bürüyen (İlâhî feyz), onu sardıkça sarıyordu.

17. Rasûl’ün gözü başka yana kaymadı (ki, gördüğünü yanlış görmüş olsun);

görebileceğinin ötesine yönelmedi (ki, bir illüzyon görmüş olsun).

18. Kesinlikle Rabb’isinin en büyük bazı âyet(ler)ini gördü.8

19. Şimdi düşün, (böylesi büyük gerçekler karşısında) şu Lât ve Uzza ne ifade

eder?

20. Ve şu diğeri, üçüncüsü Menat?

21. Hem, ne oluyor? Erkekler sizin, kızlar O’nun mu?


22. O zaman bu, (değerlerinize göre) insafsız bir taksim olmaz mı?9

23. (O putlar), aslında sizin ve atalarınızın uydurduğu kuru isimlerden, bir

isimlendirmeden ibarettir; Allah, onların ilâh olabileceklerine dair hiçbir şey indirmemiştir. O müşrikler,
sadece zanna ve nefisleri neye çekerse ona tâbi olmaktadırlar. Oysa onlara Rabb’ilerinden hidayetin, doğrunun ta
kendisi gelmiş bulunuyor.

24. Yoksa insan, her heves ve kuruntusunu bir gerçek ve kendisine garanti

edilmiş mi sanıyor?10

1664 NECM SÛRESİ Cüz: 27, Sûre: 53

25. Hayır, Âhiret de, ondan önceki (dünya) hayatı da, Allah’ın (kudret ve iradesi altındadır; her iki
hayatta da mutlak hüküm ve hakimiyet O’na aittir).11

BATMAYA DURDUĞU VEYA BİRDEN YÜKSELDİĞİ DEMDE YILDIZ

1. Kur’ân’da pek çok âyette Cenab–ı Allah (c.c.), kâinattaki bazı nesnelere yemin

eder. Bu sûre de böyle bir yeminle başlamaktadır. Burada batmaya yöneldiği anda yıldıza yemin
edilmesinin pek çok manâları vardır. Kısaca, böyle bir yeminle öncelikle, gök

cisimlerinin asla ilâh olamayacağı ve kendilerine ibadet edilemeyeceği anlatılmaktadır

(Bkn: En’âm Sûresi/6: 76-78, not 17-18). Bilindiği gibi, Mekke müşrikleri gök cisimlerine

de, bu arada özellikle Şira yıldızına da taparlardı (Bu sûrede âyet 49). Bu yeminin, sûrede bazı
yanlarıyla kendisine temas edilen Allah Rasûlü’nün miracıyla da bir münasebeti

olmalıdır. Birinci âyette “batmaya yönelme” anlamı verilen “hevâ” fiilinde yükselme

manâsı da vardır. Bu takdirde, “yıldız” anlamı verilen “necm”den kasıt Peygamber

Efendimiz olur ve birinci âyet, “Birden yükseldiği zaman o Yıldız’a (Rasûl’e) andolsun

ki,” manâsına gelir.

Necm kelimesinin bir manâsı da, “Kur’ân’ın vahyinden bir defada inen bölüm”dür.

Dolayısıyla âyette, Kur’ân’ın bölüm bölüm indirilmesine de işaret vardır.

Sûre’nin batmaya yöneldiği demde yıldıza yeminle başlaması ve yemine cevap olarak

da Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) aldanmadığı ve yanlış bir yol tutmadığının ifade buyrulması, yemin
ve cevabı münasebeti açısından şu mülâhazaya da yeterince açıktır:

İmam Busirî, meşhur Kaside-i Bür’e’sinde şöyle der:

Fazilet güneşidir O, ötekiler yıldızları;

Karanlıklarda insanlar için ışık saçarlar.

Yani, Peygamber Efendimiz (s.a.s.) güneş, önceki peygamberler ise gecede O’ndan

aldığı ışıkları saçan yıldızlardır. Peygamber Efendimiz gelinceye kadar insanlık bir

karanlık içindeydi ve bu karanlıklarda onlara yol gösterenler, önceki peygamberlerdi.

Nasıl güneş doğunca yıldızlar görünmez olur, bunun gibi, Peygamber Efendimiz (s.a.s.)

İslâm’ın evrensel ve bütün önceki peygamberlerin tebliğ ettikleri hakikatleri muhtevî

şekliyle gelince, artık diğer peygamberlerden geriye kalan dinler nesholdu. Âyette batmaya durduğu
demde yıldıza yemin edilip, cevap olarak da Peygamber Efendimiz (s.a.s.)

hakkında “Arkadaşınız (Muhammed) ne yanıldı ve doğru yoldan saptı, ne de aldanıp


yanlış bir yol tuttu.” buyrulması, bu manâyı, bu gerçeği de akla getirmektedir.

ALLAH RASÛLÜ (s.a.s.), ASLA HEVASINDAN KONUŞMAZ

2. Allah Rasûlü’nün hayatındaki her söz, vahiy değildi; fakat hiçbir sözü, heva ve

hevesinden de değildi; zaten O’nun için heva ve hevesten sözedilemez. Din adına söyledikleri ise, ya
metlûv (okunan, Cebrail’in getirdiği), ya da gayr-ı metlûv (okunmayan,

kalbe ilka olunan) vahiydi.

Cüz: 27, Sûre: 53 NECM SÛRESİ 1665

KUR’ÂN’I GETİRENİN HZ. CEBRAİL (a.s.) OLMASI

3. Kur’ân’ı Peygamber Efendimiz’e (s.a.s.) Hz. Cebrail’in öğretmesi, belki bundan

maksat olarak, Kur’ân’ı vahiy olarak Hz. Cebrail’in getiriyor olması, esasen Peygamber

Efendimiz’in ve Kur’ân’ın yüksek makamının ifadesidir. Çünkü müşrikler, Kur’ân’ı

Peygamber Efendimiz’e başkalarının öğrettiği veya kendi uydurduğu gibi iftiralarda

bulunuyorlardı. Oysa onu getiren Hz. Cebrail’dir; Hz. Cebrail de Cenab-ı Allah’ın bir

elçisi olmakla, Kur’ân’ın asıl sahibi, vahyedeni, Cenab-ı Allah’tır; dolayısıyla Kur’ân

Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) sözü değildir; O’nun sözü olarak algılanmaması için de

Cenab-ı Allah, Kur’ân’ı O’na Hz. Cebrail vasıtasıyla vahyetmiştir. Kur’ân’ın Hz. Cebrail

(a.s.) vasıtasıyla vahyedilmesinin bir sebebi de budur.

HZ. CEBRAİL’İ UFKUN EN YÜKSEK NOKTASINDA GÖREN VE

KENDİSİ EN YÜKSEK UFUKTAKİ RASÛL

3. Âyette tasvir edilen zât Hz. Cebrail (a.s.) olabileceği gibi –ki meâlde bu tercih

edilmiştir– aynı derecede kuvvetli bir ihtimal olarak, Peygamber Efendimiz aleyhissalâtü

vesselâm da olabilir. Bu ikinci durumda manâ şöyle olur: “(Rasûl,) Kur’ân’ı almakla

tam mükemmeliyete ve en büyük makama ulaştı.”

4. Hz. Cebrail (a.s.), Allah Rasûlü aleyhissalâtü vesselâm’a çeşitli şekillerde gelmiş,

Allah Rasûlü, O’nu iki defa aslî şekliyle görmüştür. Bunlardan biri, ilk vahyi aldıktan

sonra Nur Dağı’ndan indiğinde gerçekleşmiş, diğeri ise, gelecek 13’üncü âyette temas

edileceği üzere, Miraç’tan dönerken vukû bulmuştur. Bu âyet, bunlardan birincisine

işaret etmektedir. İşte, âyette özne Hz. Cebrail (a.s.) ise, manânın “ufkun en yüksek

noktası” olması daha makuldür ki, O’nun, Peygamber Efendimiz’e görüldüğü zaman

bütün ufku, âdeta görünen bütün semayı kapladığı demek olur. Buna karşılık, âyette

özne Peygamber Efendimiz (s.a.s.) ise, bu defa “ufkun en yüksek noktası” yerine “en

yüksek ufuk” demek daha doğrudur. Bu manâ, hem kâinatın ve ondaki âlemlerin küreviyetini gösterir;
hem de, Peygamber Efendimiz’in Miraç’ta ulaştığı yaratılmış âlemin

nihaî ufkuna işaret eder.

KÂBE KAVSEYNİ EV EDNÂ

5. Bu âyet de, öncekiler gibi, hem Hz. Cebrail’in Allah Rasûlü’ne aslî sûretiyle görünüp
vahiy getirmesine, hem de Allah Rasûlü’nün Miraç’ta Hz. Allah (c.c.) ile bütün nicelik

ve nitelik boyutlarının ötesinde mülâki olmasına işarette bulunmaktadır denebilir. Birinci

durumda âyetlerin manâsı, Hz. Cebrail’in gökteki kendi makamından sarkıp, yerde Allah

Rasûlü’ne iyice yaklaştığı ve bu şekilde Cenab–ı Allah’ın kulu Rasûlü’ne gönderdiği vahyi

ilettiği şeklinde; ikinci durumda ise, Cenab–ı Allah’ın kulu Allah Rasûlü’nü Miraç’ta

Kendisi’ne iyice yaklaştırdığı ve Allah Rasûlü’nün bir yaratılmışın yükselebileceği en

yüksek makama yükseldiği, aradaki mesafenin yan yana konmuş iki yay arası kadar

kaldığı şeklinde olur. İkinci durumdaki bu kâbe kavseyni ev ednâ teşbihi ve ifade ettiği

manâ üzerinde bilhassa ehl–i Tasavvuf çok durmuştur. Gerçekten bu teşbih, bir yandan

1666 NECM SÛRESİ Cüz: 27, Sûre: 53

Allah Rasûlü’nün şahsında insanın ulaşabileceği son makama, diğer yandan, zaruri varlık

âlemi (vücub) ile mümkün varlık âlemi, bir diger ifadeyle, Ulûhiyet ile kulluk arasındaki

aşılmaz sınıra işaret etmektedir. Miraç’ta ulaşılan bu makamda Allah Rasûlü (s.a.s.) namazı beş vakte
tahsis edilmiş bir emir ve Mirac’ın en büyük meyvesi, hediyesi olarak alıp

ümmetine getirmiştir. Bu sebeple beş vakit namazda Miraç manâsı vardır ve her mü’min,

derecesine, namazı kılmadaki dikkat ve şuuruna göre kalbinde bir miraç gerçekleştirebilir.

Burada yeri gelmişken ifade etmek gerekir ki, Bediüzzaman hazretlerine ait Âyetü’l-Kübrâ

Risalesi, namazın mü’minler için enfüsî miraç manâsı taşımasına karşılık, bir âfâkî‒ilmî

miraç yolculuğudur. Namazda kalben ulaşılan seviyeye, Âyetü’l-Kübra Risalesi ile ilmen

ulaşılabilir. Namazdaki enfüsî miracın âfâkî mukabili olduğu içindir ki, Peygamber

Efendimiz (s.a.s.) Mirac’da Cenab-ı Allah’a ait en büyük âyet veya bazı âyetleri görmüş

olması hasebiyle (bk. âyet 18), Hz. Bediüzzaman (r.a.), bu risaleye Âyetü’l-Kübrâ adını

vermiş olsa gerektir.

GÖZÜNÜN “GÖRDÜĞÜNÜ KALB YALANLAMADI”

6. Âyette ‘kalb’ olarak tercüme edilen kelimenin aslı fuâddır. Fuâd aslında, (manevî)

kalbin merkezidir. Kalbin görme ve işitme duyuları olduğu gibi, onun bu duyularıyla

aldığı ‘duyum’ları manâlandırıp idrak haline getiren fuâd, yani kalbin iç idrak merkezidir. Ona “lâtife-i
Rabbaniyye” de denmektedir. (İzahat için bkn. Fethullah Gülen, Kalbin

Zümrüt Tepeleri, c.3, “Vicdan” yazısı) Peygamber Efendimiz için gözünün “gördüğünü

kalb yalanlamadı” denmesi, onun kalbî müşahedesinin gözünün görmesiyle aynı, hattâ

ondan daha keskin ve net olduğu manâsını taşır. Yani O (s.a.s.), kalb gözüyle baş gözüyle görmekten
daha net ve yanılmaz olarak görmektedir.

SİDRATÜ’L-MÜNTEHÂ

7. Bu ağaç, Vücûb (zaruri varlık âlemi) ile mümkün (yaratılmış) varlık âlemi arasındaki sınırı simgeler.

RASÛLÜLLAH’IN GÖRDÜĞÜ EN BÜYÜK ÂYET


8. Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) gördüğü en büyük âyet(ler)in ne(ler) olduğu kesin değildir. Cenab–ı Allah
(c.c.), Rasûlü’nü Miraç’ta en büyük âyetlerinden bazılarını görsün

diye varlık âleminin en yüksek, en engin boyutlarında seyahat ettirdi (İsrâ Sûresi/17:

1). Âyetten anlaşıldığı kadarıyla, Cenab–ı Allah’ın normal beşer idrakinin ötesindeki

tecellilerinden oluşan bu âyetler, deliller, ancak gözle görülerek idrak edilebilirdi ve yaratılmışların en
büyüğü olarak onları ancak Allah Rasûlü görebilirdi ve gördü. Onları dil

ile ifade etmek, tasvir etmek mümkün olmasa gerektir.

Burada mülâhazaya alınması gereken önemli bir husus da şudur: Allah Rasûlü’nün nûru,

mahiyeti, kâinatın özüdür, çekirdeğidir. Kâinat, âdeta O’ndan çıkmış bir ağaçtır. O, yeryüzünde, dünya
hayatında Muhammed (s.a.s.) olarak bu ağaçtaki en parlak meyvedir. Zaten

insan, büyük insan olan kâinatın küçültülmüş nüshası, yani, küçük kâinattır. İnsanlığın en

büyük ve kâmil temsilcisi, mutlak manâda insan-ı kâmil Peygamber Efendimiz’dir. Kur’ân da,

Cüz: 27, Sûre: 53 NECM SÛRESİ 1667

kâinat ve Peygamber Efendimiz’in taşıdığı manânın tercümesidir, ifadesidir. O bakımdan,

Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) Miraç yolculuğu, bütün yaratılmış âlemlerde, bütün kâinatta olmanın
yanısıra, O’nun bizzat kendisinde, kendi varlığındaki yolculuğudur da. Do layısıyla O’nun gördüğü Rabb’in en
büyük âyeti, kendisi, kendi mahiyetidir de.

PUTLARIN DİŞİ OLMASI

9. Lât, Uzza ve Menat, Mekkeli müşriklerin taptıkları en önemli putlardan üçüydü.

Hayli ilginçtir ki, bu putların üçü de dişi kabul ediliyordu ve isimleri de dişi isimleriydi.

Onlar müşriklerin nazarında meleklerin veya birtakım melekî güçlerin sembolü olduğu

ve müşrikler de melekleri –haşa– Allah’ın kızları kabul ettikleri için, onlara dişi isimleri

vermişlerdi. Oysa kadınların, kız çocuklarının kendi nazarlarında hiçbir değeri yoktu ve

değer vermedikleri dişi varlıkları Allah’a tahsis ediyor, değer verdikleri erkek çocukları

kendilerine veriyorlardı. Nisâ Sûresi 117’nci âyet ve ilgili notta açıklandığı üzere, onların

putlarını dişilerin arasında seçmeleri veya onları dişi kabul etmeleri ise, “ilâhları”na bile

hükmetmek, onları, dini arzuları istikametinde kullanmak manâsı taşıyordu. Bununla

birlikte, önünde gerçekten eğilip yaltandıkları put (Hubel) ise bir erkekti. Bu da, esasen

güce teslimiyet, gücün önünde eğilmelerinin bir sembolüydü.

10. Meselâ, insan dilediğini ilâhlaştıracak ve Allah da bunu kabul edecek, yine meselâ

melekleri Allah’ın kızları, Allah ile aralarında şefaatçi, yani Allah katında işleri görülsün,

dilekleri yerine gelsin diye aracı sayacaklar, Allah da buna razı olacak, öyle mi?

KARAR VE TERCİHLERDE ALLAH’TAN BİR DELİLE DAYANMAK

11. Kâinatı da, insanı da yaratan Allah’tır. Kimsenin dünyaya gelip gelmeyeceği,

gelecekse ne zaman, nerede, hangi renkte ve hangi ırk içinde, hangi ailede dünyaya geleceği,
cinsiyetinin ne, şeklinin nasıl olacağı, dünyadan ne zaman ve nasıl ayrılacağı gibi

hayatının en aslî unsurları üzerinde en küçük bir rolü yoktur. Bütün bunlar ve insanı
çevreleyen daha başka bütün mecburî şartlar Cenab–ı Allah’ın İradesi dahilinde olduğu

gibi, hayatında kendi iradesine bırakılan hususlarda da yine insan neyi yaparsa ne ile

karşılaşacağını, dünyada yaptığı işlerin dünyada ve Âhiret’te karşısına neler çıkaracağını tayin buyuran
da Allah’tır. O halde insan, Allah’tan bir delil, bir dayanak olmadan

hayatı, inancı, ibadetleri konusunda bir tercihte bulunamaz, bulunduğu takdirde bunun

neticesine de katlanmak zorundadır

İsrâ Sûresi
Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla
Nüzûl
Mushaftaki sıralamada on yedinci, iniş sırasına göre ellinci
sûredir. Kasas sûresinden sonra, Yûnus sûresinden önce
Mekke döneminde inmiştir. 26, 32-33, 60, 73-74, 80, 107-111.
âyetlerle diğer bazılarının Medine’de indiği yolunda değişik
rivayetler varsa da, büyük ihtimalle tamamı Mekke’de nâzil
olmuştur. İbn Âşûr, bu rivayetlerin, söz konusu âyetlerin
içerdiği hükümlerin Medine dönemindekilerin muhtevasını
hatırlatmasından ileri gelmiş olabileceğini, fakat bunun
sağlam bir gerekçe olmadığını ifade eder (XV, 6).
Adı/Ayet Sayısı
Sûre ismini 1. âyetten almıştır. 2-8. âyetlerinde
İsrâiloğulları’ndan bahsedildiği için ashap döneminde “Benî
İsrâil sûresi” diye de anılırdı. Nitekim Buhârî ve Tirmizî’de,
hadis mecmualarının tefsir bölümlerinde bu sûre ile ilgili
bab “Benî İsrâil” başlığını taşır. Ayrıca ilk kelimesinden dolayı
“Sübhân sûresi” diye de anılmıştır.
Konusu
İsrâ olayı, İsrâiloğulları’nın kötülükleri sebebiyle
uğradıkları iki büyük işgal ve yıkım, önemli bir kısmı Kur’an-ı
Kerîm’den önceki ilâhî kitaplarda da bulunan temel dinî ve
ahlâkî buyruklar, yeniden dirilmenin mümkün olduğu ve
âhiret sorumluluğu, Allah’ın kuşatıcı ilmi, ilk insanın
yaratılışı, İblîs’in isyanı, insanın seçkin bir varlık oluşu, ibadet
ve namaz, Kur’an’ın önemi, müşriklerin inatçılığı,
müminlerin itaatkârlığı sûrenin başlıca konularıdır.
Fazileti
İbn Hanbel, Tirmizî ve Nesâî gibi muhaddislerin aktardığı
bir rivayete göre Hz. Âişe Peygamber efendimizin, genellikle
geceleri Benî İsrâil (İsrâ) ve Zümer sûrelerini okuduğunu
bildirmiştir (Şevkânî, III, 233).

1
Ayet
‫ِبْس ِم ِهّٰللا الَّرْح ٰم ِن الَّر ٖح يِم‬
‫ُسْبَح اَن اَّلـٖٓذ ي َاْس ٰر ى ِبَع ْبِدٖه َلْيًال ِم َن اْلَم ْس ِج ِد اْلَحَر اِم ِاَلى اْلَم ْس ِج ِد اَاْلْقَص ا اَّل‬
‫ٖذ ي َباَر ْك َنا َح ْو َلُه ِلُنِرَيُه ِم ْن ٰا َياِتَنؕا ِاَّنُه ُهَو الَّس ٖم يُع اْلَبٖص يُر‬
١

Meal
Bir gece, kendisine bazı âyetlerimizi gösterelim diye kulunu
Mescid-i Harâm’dan çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i
Aksâ’ya götüren Allah eksikliklerden münezzehtir. O,
gerçekten her şeyi işitmekte ve görmektedir. ﴾1﴿
Tefsir
Hz. Peygamber’in Mekke’deki Mescid-i Harâm’dan
Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya götürülmesi şeklinde
gerçekleşen olağan üstü olay İslâmî kaynaklarda, metindeki
ilgili fiilin masdarı olan ve “geceleyin yürüme, gece
yolculuğu” anlamına gelen isrâ kelimesiyle anılır. Bu
yolculuğun, hadislerde anlatılan “göklere yükseltilme”
safhasının da dahil olduğu tamamı ise “yükselme, yukarı
tırmanma” anlamındaki urûc kökünden türetilmiş olan ve
“yükselme vasıtası, aleti” mânasına gelen mi‘râc kelimesiyle
ifade edilir.
Hz. Muhammed’in peygamber olmasıyla birlikte
putperestlerin müslümanlar üzerinde kurduğu baskılar,
muhtemelen risâletin 6. yılından itibaren Peygamber
ailesiyle az sayıdaki müslümanlara karşı ekonomik ve sosyal
bir boykota dönüştü. Üç yıl süren ve büyük acılara sebep
olan bu boykotun ardından Resûlullah, kısa aralıklarla eşi
Hz. Hatice ile amcası ve hâmisi Ebû Tâlib’i kaybetti.
Dolayısıyla bu yıla hüzün yılı denildi. Bu acılı olayların
ardından Allah Teâlâ, bir bakıma resulünü, sabır ve
tahammülü dolayısıyla hem teselli etmek hem de
ödüllendirmek istedi ve bunun için genellikle mi‘rac diye
anılan büyük mûcizevî olayı gerçekleştirdi.
İsrâ sûresinin 1. âyeti ile Necm sûresinin ilk âyetleri mi‘rac
olayına işaret etmektedir. Aynı konuda hadis
mecmualarında da kırk beş kadar sahâbî vasıtasıyla bizzat
Hz. Peygamber’den bilgiler nakledilmiştir. Ancak özellikle bu
hadislerdeki ayrıntılı mâlûmat değişik yorumlara yol açacak
nitelikte olduğu için, mi‘racın tarihi ve nasıl cereyan ettiği
hakkında farklı bilgiler verilmiştir. Yaygın kabule göre mi‘rac,
peygamberliğin 12 veya 13. yılında (Muhammed
Hamîdullah’a göre bi‘setin 9. yılında; bk. İslâm Peygamberi,
I, 92) vuku bulmuştur. Konuyla ilgili çok sayıda hadis
bulunmakta olup özellikle Buhârî’nin el-Câmiu’s-sahîh’inde
(“Salât”, 1; “Bed’ü’l-halk”, 6; “Tevhîd”, 37) yer alan hadislere
göre bir gece Hz. Peygamber Kâbe’nin avlusunda (diğer bazı
rivayetlerde amcasının kızı Ümmühânî’nin evinde) “uyku ile
uyanıklık arasında bir durumdayken” Cebrâil yanına geldi,
göğsünü açarak kalbini zemzemle yıkadı, sonra Burak
denilen bir binek üzerinde onu Kudüs’e götürdü. Resûlullah’ı
burada önceki bazı peygamberler karşıladılar ve onu
kendilerine imam yaparak arkasında topluca namaz kıldılar
(Başka bazı rivayetlere göre Hz. Peygamber önce Mekke’den
göklere yükseltildi, dönüşte de Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya
götürüldü. Bu bilgiye göre âyette Resûlullah’ın bu mânevî
yolculuğa Mekke’den başlayıp semalara yükseldikten sonra
Mescid-i Aksa’ya geldiği, oradan da Mekke’ye döndüğü
özetlenmiştir). Daha sonra semaya yükseltilen Resûlullah,
semanın birinci katında Hz. Âdem, ikinci katında Hz. Îsâ ve
Hz. Yahyâ, üçüncü katında Hz. Yûsuf, dördüncü katında Hz.
İdrîs, beşinci katında Hz. Hârûn, altıncı katında Hz. Mûsâ,
yedinci katında ise Hz. İbrâhim ile görüştü. Kur’an’da
“sidretü’l-müntehâ” (hudut ağacı) denilen ve bir görüşe göre
(bk. Şevkânî, V, 124) yaratılmışlarca bilinebilen alanın son
sınırını işaretlediği kabul edilen hudut noktasının ötesine,
Cebrâil’in geçme imkânı olmadığı için Hz. Peygamber refref
denilen bir araçla tek başına yükselmesini sürdürdü. Bu
sırada kendisine evrenin sırları, varlığın kaderiyle
hükümlerin tesbiti için görevlendirilmiş olan meleklerin
çalışmaları gösterildi. Nihayet bir yoruma göre (bk. Şevkânî,
V, 123) bir beşerin insan olma özelliğini koruyarak Allah’a
yaklaşabileceği son noktaya kadar yaklaştı (Necm sûresinde
“yay” örneği ile anlatılan yaklaşma, ağırlıklı yoruma göre
Cebrâil ile Hz. Peygamber arasında olmuştur; bk. en-Necm
53/8-9).
Peygamber’in rabbine selâm ve ihtiramını arzettiği,
Allah’ın da ona selâmla hitap ettiği ve inananlara
esenliklerin dile getirildiği “Tahiyyat” duasındaki diyalogun
mi‘rac olayı sırasında gerçekleştiği kabul edilir. Mekândan
münezzeh olan Allah Teâlâ ile Kur’an’ın “âlemlere
rahmet” olarak gönderildiğini bildirdiği Hz. Muhammed
arasında, insan idrakinin kavramaktan âciz olduğu bir
şekilde gerçekleşen bu buluşma sırasında Resûlullah’a,
içlerinden günahkâr olanlar –eğer affedilmezlerse– bir süre
cehennemde cezalandırıldıktan sonra bütün ümmetinin
cennete kabul buyurulacağı müjdelendi; ayrıca kendisine bir
hediye olarak Bakara sûresinin “Âmene’r-resûlü...” diye
başlayan son iki âyeti verildi; İslâm’ın temel ibadetlerinden
beş vakit namaz emredildi. Bazı rivayetlere göre mi‘racdan
dönüş sırasında kendisine cennet ve cehennem ile buralarda
bulunacak insanların durumları gösterildi. Nihayet Hz.
Peygamber Mekke’den ayrıldığı noktaya getirildi.Söz konusu
hadislerin baş kısmında yer alan ve mi‘racın Hz. Peygamber
“uyku ile uyanıklık arasında” bir durumdayken başladığını,
uyandığında kendisini Mescid-i Harâm’da bulduğunu
belirten ifadeler dolayısıyla (Buhârî’deki rivayetlerin birinin
sonunda [“Tevhîd”, 37; Taberî, XV, 5] “Peygamber uyandı ki
Mescid-i Harâm’dadır” denilmektedir) bu olayın bedenle
gerçekleşen bir yolculuk mu olduğu, yoksa bunun bir tür
rüyada vuku bulan ruhanî bir durum mu olduğu hususunda
erken dönemden itibaren tartışmalar yapılmıştır (meselâ bk.
Taberî, XV, 5; İbn Kesîr, V, 40-41). Biri uykuda diğeri
uyanıkken olmak üzere iki mi‘racdan bahsedildiği de
olmuştur. Müfessirlerin çoğunluğu mi‘racı Hz. Peygamber’in
hem bedeniyle hem de ruhuyla uyanıkken yaşadığı bir olay
olarak kabul etmişlerdir. Miracın uykudayken veya uyanık
iken ruhen vuku bulduğunu söyleyenler olmuştur. Doğru
olsa bile bu iddia miraç mûcizesinin değerini ve önemini
azaltmaz. Çünkü genel bir ilke olarak vahiy yollarından
birinin de rüya olduğu kabul edilir. Nitekim bu sûrenin 60.
âyetinde mi‘rac olayı kastedilerek “sana gösterdiğimiz
rüya ...” şeklinde bir ifade yer almaktadır. Buradaki rüya
kelimesinin uyanıkken görme anlamına gelebileceği gibi
bundan uykuda görülen rüyanın kastedilmiş olabileceği de
belirtilmektedir (meselâ bk. Taberî, XV, 110; İbn Âşûr, XV,
146). Ayrıca Hz. İbrâhim de oğlu İsmâil’i kurban etme emrini
rüyasında almıştı (Sâffât 37/102).Ancak, mi‘rac Hz.
Peygamber’in tamamen mûcizevî bir tecrübesi olduğundan
onu illâ da aklın kalıpları içinde açıklamanın gerekli olmadığı
muhakkaktır. Taberî’ye göre Allah, kulunun ruhunu değil,
mutlak bir ifadeyle kulunu geceleyin götürdüğünü ifade
buyurduğuna göre, “Peygamber sadece ruhuyla mi‘raca
çıkmıştır” diyerek âyetin anlamını sınırlamaya hakkımız
yoktur (XV, 26).
Buhârî’nin naklettiği rivayetlerde Hz. Peygamber’in önce
göklere çıkarıldığı, sonra Kudüs’e getirildiği bildirilirken,
önce Kudüs’e getirildiğini ifade eden rivayetler de vardır (bk.
Taberî, XV, 3-5). Konumuz olan âyette isrâ anlatılırken
açıkça “Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya” ifadesinin
kullanılmış olması, Resûlullah’ın semaya yükselmesinden
önce Mescid-i Aksâ’ya uğradığı görüşünü teyit etmektedir.
Öte yandan Muhammed Hamîdullah, âyette geçen “en uzak
mescid” anlamına gelen Mescid-i Aksâ’nın Kudüs’teki mescid
olamayacağını, bunun “semavî bir mescid” olması gerektiğini
savunan görüşü tercih eder. Çünkü Kur’an-ı Kerîm’de
Filistin’den “en yakın yer” diye söz edilmektedir (Rûm 30/3).
Şu halde “en uzak mescid” (el-Mescidü’l-aksâ) Kudüs’te
olmamalıdır. Öte yandan Kudüs’te eski mâbed (Süleyman
Mâbedi) İslâmiyet’ten çok önce ortadan kaldırılmış, şimdiki
Mescid-i Aksâ ise henüz yapılmamıştı (a.g.e., I, 107-108).
Bununla birlikte müfessirlerin tamamına yakını bunun
Kudüs’teki Süleyman Mâbedi olduğunda müttefiktirler. Bu
görüşe katılan İbn Âşûr, âyette Hz. Muhammed’in ümmeti
tarafından eski mâbedin yeniden inşa edileceğine bir işaret
bulunduğu kanaatindedir (XV, 8, 18). Nitekim müslümanlar
hicrî 66-73 yılları arasında bugünkü Mescid-i Aksâ’yı inşa
etmişlerdir.
Âyette Mescid-i Aksâ’nın çevresinin mübarek kılındığı
bildirilmektedir. Çünkü burada Hz. Muhammed’den Hz.
Îsâ’ya kadar pek çok peygamber gelmiş geçmiş; çoğu burada
vefat etmiş ve buraya defnedilmiştir. Nihayet Peygamber
efendimizin mûcizevî bir şekilde buraya getirilmesi ve daha
sonra bir süre buranın müslümanlar tarafından kıble kabul
edilmesi de Mescid-i Aksâ’nın çevresinin mübarek bir mekân
oluşunun başka bir ifadesidir. (Kaynaklarda Mescid-i Aksâ
Kudüs’ün ismi olarak geçer. Hadisdeki kapılar şehrin
kapılarıdır, 7 kapısı vardır. Ayrıca bk. Wensinck, Mescid-i
Aksâ, İA, VIII, 118-119).
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 457-461

Nüzûl
Mushaftaki sıralamada elli üçüncü, iniş sırasına göre yirmi
üçüncü sûredir. İhlâs sûresinden sonra, Abese sûresinden
önce Mekke’de nâzil olmuştur. Sadece 32. âyetinin
Medine’de indiği rivayet edilmiştir, fakat bu âyetin öncesi ve
sonrasıyla olan sıkı anlam bağı ve üslûp birliği bu rivayeti
tereddüde açık bırakmaktadır (Derveze, I, 212, 228).
Adı/Ayet Sayısı
İlk âyetinde geçen ve “yıldız” anlamına gelen necm
kelimesi sûreye ad olmuştur.
Konusu
Kur’an-ı Kerîm’in Allah tarafından Cebrâil vasıtasıyla Hz.
Muhammed’e indirilmiş olduğu ve Hz. Peygamber’in
Allah’tan aldıklarını sadakatle tebliğ ettiği ortaya konmakta,
müşriklerin melekleri Allah’ın kızları, putları da melekleri
sembolize eden varlıklar olarak kabul etme şeklindeki
inançları mahkûm edilmekte, önceki peygamberlere
gönderilen vahiylerle Resûlullah’ın getirdikleri arasındaki
bazı ortak noktalara değinilmekte, inkârcılıkları sebebiyle
helâk edilmiş geçmiş toplumlardan örnekler verilmektedir.

1-2
Ayet
‫ِبْس ِم ِهّٰللا الَّرْح ٰم ِن الَّر ٖح يِم‬
‫َو الَّنْج ِم ِاَذ ا َهٰو ۙى‬
١

‫َم ا َض َّل َص اِح ُبُك ْم َو َم ا َغٰو ۚى‬


٢

Meal
Battığı sırada yıldıza andolsun ki bu arkadaşınız ne sapıtmış
ne de eğri yola gitmiştir. ﴾1-2﴿
Tefsir
Sûreye, Kur’an’ın önemli hususlara dikkat çekerken
kullandığı bir üslûp olan kasem (yemin) ifadesiyle
başlanmakta, Hz. Peygamber ve Kur’an hakkındaki asılsız
isnatlar kesin bir dille reddedilmekte, onun yolunu şaşırmış
bir insan olmadığı gibi kişisel ihtiraslarıyla da hareket
etmediği, vahyin ve aklın icaplarından sapmadığı
belirtilmektedir. Bu özlü anlatımla, onun içten veya dıştan
gelebilecek olumsuz etkilere karşı ilâhî koruma altında
bulunduğu gerçeği pekiştirilmektedir. Âyette “bu
arkadaşınız” anlamındaki sâhibüküm tamlamasının
kullanılmış olması, muhatapların Hz. Peygamber’i yakından
tanıdıklarını (Şevkânî, V, 122), yıllar yılı onun ne kadar
erdemli, mâkul düşünen ve ölçülü hareket eden bir insan
olduğunu gözleriyle gördüklerini hatırlatması açısından
oldukça mânidardır. Zira sâhib kelimesi daha çok, uzun süre
birlikte olmuş kişiler hakkında kullanılır; dilimizdeki
“sohbet” kelimesi de aynı kökten türetilmiştir (Allah’ın
yemin etmesi ve Kur’an’da yer alan kasemler konusunda
genel bilgi ve değerlendirme için bk. Zâriyât 51/1-6).
İlk âyette yüce Allah necm üzerine yemin etmiştir. Meâlde
“yıldız” şeklinde çevrilen necm kelimesinin sözlük anlamları,
Kur’an’daki kullanımları ve bağlamı dikkate alınarak bu
kelime için değişik yorumlar yapılmıştır. Bunları şöyle
özetlemek mümkündür: a) Belirli bir yıldızla sınırlı
olmaksızın, yıldız olarak nitelenebilecek gök cisimleri. b)
Süreyya (Ülker) yıldızı: Araplar necm kelimesini daha çok bu
anlamda kullanırlardı. c) Zühre yıldızı: Bazı Arap kabileleri bu
yıldıza taparlardı. d) 49. âyette geçen Şi‘râ yıldızı. e) Hz.
Muhammed: Kelime burada mecaz anlamında kullanılmıştır.
f) Kur’an-ı Kerîm veya o ana kadar inmiş olan kısmı: Ara ara,
parça parça verilen şeyin her defasında verilen miktarına
necm denir; dolayısıyla burada Kur’an’ın tedrîcî olarak,
parça parça indirilme özelliğine işaret edilmiş veya Kur’an’ın
o ana kadar gelen kısmı kastedilmiş olabilir. g) Gövdesi
olmayan bitkiler: Rahmân sûresinin 6. âyetinde kelime bu
mânada kullanılmıştır. Âyette geçen hevâ fiili “inme,
meyletme, düşme, yukarıya yükselme” mânalarına gelir;
belirtilen yorumlarda, daha çok “inme” anlamı esas
alınmıştır. Meselâ “necm” yıldız olarak kabul edilince âyette,
belirtilen yıldızın veya genel olarak yıldızların ufuktan
inişinin, düşüşünün kastedildiği yorumu yapılmıştır, ki
böylece gök cisimlerinin sukut (kütle çekimi, gravitation)
kanununa tâbi olduklarına dikkat çekilmiş olmalıdır; ancak
yıldız için bu fiilin hem doğmayı hem batmayı ifade etmesi
mümkündür. Öte yandan, bu ifadeyle yıldızların kıyamet
gününde sönüşüne veya dağılışına işaret edildiği kanaatini
taşıyan müfessirler de vardır. Burada Kur’an’ın veya o ana
kadar gelmiş kısmının kastedildiği düşünüldüğünde de,
vahyin inmesi esnasında tecelli eden ilâhî irade ve olağan
üstülükler üzerine yemin edildiği söylenebilir. Yine, Hz.
Muhammed’in kastedilmiş olabileceği yorumunda, onun
mi‘racdan inmesi veya mekânın üstüne (fizik ötesi âleme)
yükselmesi açıklamaları yapılmıştır. Necm
kelimesinin “gövdesiz bitki” mânası esas alındığında ise bu
fiille birlikte kullanılması, otların yükselip yere yatmasına
yani baharın iyice belirgin hale geldiği döneme işaret
şeklinde açıklanmıştır (Taberî, XXVII, 40-41; Beyzâvî, VI, 98-
99; Şevkânî, V, 122; Elmalılı; VII, 4569-4570).
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 157-158
3-4
Ayet
‫َو َم ا َيْنِط ُق َع ِن اْلَهٰو ؕى‬
٣

‫ِاْن ُهَو ِااَّل َو ْح ٌي ُيوٰح ۙى‬


٤

Meal
Kişisel arzularına göre de konuşmamaktadır. ﴾3﴿ O (size
okuduğu), kendisine indirilmiş vahiyden başka bir şey
değildir. ﴾4﴿
Tefsir
Kur’an’da değişik vesilelerle ifade edildiği üzere Hz.
Peygamber bir beşerdir, ama Allah’tan vahiy almaktadır.
Birinci özelliği onun şahsıyla ilgili bir hususu yani asla
tanrılaştırılmaması gerektiğini, ikinci özelliği de Allah adına
bildirdiklerinin sıradan bir insanın sözleri olarak
düşünülmeyip lâyık olduğu yerde tutulmasının ne kadar
önemli olduğunu belirtmektedir. Bu âyetlerde de onun
peygamber olarak tebliğ ettiklerinin kişisel arzularına göre
söylenmiş sözler olamayacağına bir vurgu yapıldığı
görülmektedir. 3. âyette “konuşma, söyleme” anlamında bir
fiil kullanılmış olmasından hareketle Resûlullah’ın bütün
söylediklerinin vahiy olduğu, dolayısıyla herhangi bir
konuda ictihad ettiğinin söylenemeyeceği yorumu da
yapılmış olmakla beraber, başka deliller bu yorumu
çürütmektedir. Ayrıca, beşer olarak yani günlük hayatın akışı
içinde kişisel düşüncelerini belirtmek üzere veya (yargıç,
devlet başkanı, komutan vb.) değişik sıfatlarla söylediği ve o
bağlamda değerlendirilmesi gereken sözlerinin bulunduğu
da bilinmektedir. Bu âyetlerin asıl konusu Hz. Muhammed’in
vahiy almasını yani peygamberlik sıfatını inkâr edenlere; onu
şair, kâhin vb. sıfatlarla niteleyip Kur’an’ı kendisinin
uydurduğunu söyleyenlere bir reddiyede bulunmaktır
(Taberî, XXVII, 42; Râzî, XXVIII, 281-284). Bununla birlikte, bu
âyetlerin başka delillerle birlikte değerlendirilmesi
sonucunda, Resûlullah’ın tebliğ mahiyetinde olmayan söz ve
davranışlarının da vahyin kontrolü altında bulunduğu ve bir
konuda ictihad ettiğinde yanlış sonuca ulaşırsa ona bunun
doğrusunun mutlaka bildirildiği anlaşılmaktadır (bu
konularda bilgi için bk. Nisâ 4/59, 105; Mâide 5/67; vahyin
mahiyeti, çeşitleri ve yolları hakkında bk. “Tefsire Giriş”
bölümü, “I. Kur’an-ı Kerîm A) Tanımı ve özellikleri, 2. Vahiy”
başlığı).
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 158-159
5-18
Ayet
‫َع َّلَم ُه َش ٖد يُد اْلُقٰو ۙى‬
٥

‫ُذ و ِم َّرٍؕة َفاْسَتٰو ۙى‬


٦

‫َو ُهَو ِباُاْلُفِق اَاْلْع ٰل ؕى‬


٧

‫ُثَّم َد َنا َفَتَد ّٰل ۙى‬


٨

‫َفَك اَن َقاَب َقْو َس ْيِن َاْو َاْد ٰن ۚى‬


٩

‫َفَاْو ٰٓح ى ِاٰل ى َع ْبِدٖه َٓم ا َاْو ٰح ؕى‬


١٠

‫َم ا َك َذ َب اْلُفٰؤ اُد َم ا َر ٰا ى‬


١١

‫َاَفُتَم اُروَنُه َع ٰل ى َم ا َيٰر ى‬


١٢

‫َو َلَقْد َر ٰا ُه َنْز َلًة ُاْخ ٰر ۙى‬


١٣

‫ِع ْنَد ِس ْد َرِة اْلُم ْنَتٰه ى‬


١٤

‫ِع ْنَدَها َج َّنُة اْلَم ْأٰو ؕى‬


١٥

‫ِاْذ َيْغ َش ى الِّس ْد َر َة َم ا َيْغ ٰش ۙى‬


١٦

‫َم ا َز اَغ اْلَبَص ُر َو َم ا َطٰغ ى‬


١٧

‫َلَقْد َر ٰا ى ِم ْن ٰا َياِت َر ِّبِه اْلُك ْبٰر ى‬


١٨

Meal
Onu, çok güçlü, üstün niteliklerle donatılmış biri (Cebrâil)
öğretti. O, ufkun en yüce noktasındayken asıl şekliyle
göründü. ﴾5-7﴿ Sonra yaklaştıkça yaklaştı. ﴾8﴿ Öyle ki, iki
yay kadar hatta daha yakın oldu. ﴾9﴿ Böylece Allah, kuluna
vahyini iletti. ﴾10﴿ Gözün gördüğünü kalp
yalanlamadı. ﴾11﴿ Şimdi siz şüpheye düşüp gördükleri
hakkında onunla tartışmaya mı
kalkışıyorsunuz? ﴾12﴿ Andolsun ki onu (meleği) iniş
esnasında en sondaki sidretü’l-müntehânın yanında bir
daha gördü. ﴾13-14﴿ Ki onun yanında huzur içinde
kalınacak cennet vardır. ﴾15﴿ O an sidreyi bürüyen
bürümüştü. ﴾16﴿ Göz ne kaydı ne de hedefinden
şaştı. ﴾17﴿ Hiç kuşkusuz o, rabbinin âyetlerinden en
büyüğünü görmüştü. ﴾18﴿
Tefsir
Hz. Peygamber’e gelen vahyin kaynağı ve onun Allah
katındaki üstün mertebesi hakkında hiçbir kuşku
duyulmaması için oldukça canlı bir tasvire yer veren bu
âyetlerin üslûbundaki gizemlilik, bir taraftan da duyularla
algılanamayan, fizik âlemin ötesine taşan konularda imanın
esas olduğuna ve bu hususta aklın sınırlarını zorlamanın
anlamsızlığına dikkat çekildiğini düşündürmektedir.
Müşahhas unsurlarla bezenmiş izlenimi vermekle birlikte
zihni soyut düşünme düzeyine doğru yükselten ve etkileyici
bir üslûp taşıyan bu tasvirdeki asıl amacın, tarihin her
döneminde değişik biçimler altında benzerleri görülen
Mekke putperestlerinin maddî veya mânevî birtakım
varlıkları devreye sokarak tanrı inancını somut bir tasavvura
indirgeme, böylece Allah’tan başka varlıklara tanrılık izâfe
etme telakkisini mahkûm etme olduğu söylenebilir.
Sûrenin inişi erken Mekke dönemine rastlamakla beraber,
bu âyetler kümesinin ve özellikle 13-18. âyetlerin, Mekke
döneminin sonlarına doğru gerçekleştiği bilinen mi‘rac olayı
ile ilgili olduğu kabul edilir. Tefsirlerde bu âyetlerde yer alan
kelimeler için yapılan geniş açıklamalar ve buna göre ortaya
çıkan farklı yorumlar (bk. Taberî, XXVII, 42-57; Râzî, XXVIII,
284-295; Elmalılı, VII, 4572-4589) aşağıda özetlenmeye
çalışılacaktır.
Pek çok âyette, Kur’an’ın vahyedilmesi kelâmın asıl sahibi
olan Allah’a nisbet edildiğine göre onu asıl öğretenin Cenâb-ı
Hak olduğunda şüphe yoktur; Rahmân sûresinin 1-2.
âyetinde de “Kur’an’ı rahmân öğretti” buyurularak bu husus
ayrıca ifade edilmiştir. Öte yandan yüce Allah, Şûrâ sûresinin
51. âyetinde belirtildiği üzere vahyini elçi gönderip onun
vasıtasıyla da bildirebilmektedir ve –bazı âyetlerden açıkça
anlaşıldığına göre– bu elçi de vahiy meleği Cebrâil’dir (bk.
Bakara 2/97; Nahl 16/ 102; Şuarâ 26/193). Bu durum
karşısında, 5. âyette geçen “öğretti” anlamındaki fiilin
öznesinin Allah Teâlâ veya Cebrâil olabileceği yorumları
yapılmıştır. Fakat buradaki ifade akışı ve özneyi nitelemek
üzere seçilen kelimeler göz önüne alınarak ikinci ihtimal
daha güçlü bulunmuştur. Bazı müfessirlerce, burada
“öğreten” hakkında övgü ifadesi kullanılmasının öğrenenin
faziletine dikkat çekme anlamı taşıdığı, ayrıca bu ifadeyle
inkârcıların, “Kesin olarak ona bir insan öğretiyor” tarzındaki
iddialarını (Nahl 16/103) reddetmenin amaçlandığı
belirtilmiştir. 6. âyetteki “üstün niteliklerle donatılmış” diye
çevrilen sıfat “çok güçlü veya etki ve nüfuzu çok kuvvetli”
mânasına alındığında bunu hem Allah’ın hem de Cebrâil’in
sıfatı olarak düşünmek mümkündür. Ayrıca bu
tamlama “aklî melekeleri çok güçlü, korkusuz, sağlam yapılı,
heybetli, güzel görünümlü” gibi mânalara da gelmektedir ki
bunlar Cebrâil’in nitelikleri olabilir. 6. âyetteki “asıl şekliyle
göründü” diye tercüme edilen cümlenin öznesini Cebrâil
olarak düşünen müfessirler burada, onun başka zamanlarda
insan sûretinde göründüğü halde bu defa gerçek sûretinde
göründüğüne işaret bulunduğunu söylemişlerdir. Onlar bu
yorumu bazı rivayetlerle desteklerken, vahiy meleğinin
sadece Hz. Muhammed’e gerçek sûretinde görünmüş
bulunduğunu ve bunun da hayatında iki defa vâki olduğunu
belirtirler. Diğer bir yoruma göre ise bu cümlenin öznesi Hz.
Peygamber olup burada öğretme fiilinin etkisini yani onun
peygambere ait ilimde yükselip doğrulduğu anlatılmaktadır;
dolayısıyla 6. âyetteki istevâ fiilinin “doğruluverdi” şeklinde
tercüme edilmesi uygun olur. “Ufkun en yüce
noktasındayken” diye çevrilen 7. âyet de söz
konusu “doğrulma” veya “asıl şekliyle görünme” anlamındaki
fiilin öznesine göre açıklanmaktadır. Bunları Cebrâil’in
semâda, ufkun en yüce noktasında veya ufku tamamen
kaplar bir halde görünmesi veya Hz. Peygamber’in mânevî
mertebesinin yükselmesi şeklinde özetlemek mümkündür.
Belirtilen fiilin birinci öznesini Cebrâil, fiilin hemen ardından
gelen “vav” harfini bağlaç ve “hüve” zamirini Hz.
Muhammed’i ifade eden ikinci özne olarak düşünüp,
“Cebrâil ve Peygamber en yüce ufukta (güneşin doğduğu
yönün en üst noktasında) yükselip doğruldular” mânasını
verenler de vardır (Taberî, XXVII, 43-44). İbn Atıyye
dilbilimcilerin bu tür özne takdir edilmesini tasvip
etmediklerini; ayrıca “ufuk” kelimesinin mânasını bu şekilde
sınırlandırmanın mesnetsiz olduğunu belirtir (V, 197).
“Sonra yaklaştıkça yaklaştı” şeklinde çevrilen 8. âyetteki
denâ ve tedellâ fiillerinin öznesi açık olmadığı için üç türlü
yorum yapılmıştır: a) Cebrâil’in Resûlullah’a yaklaşması ve
ona doğru inişi, b) Cenâb-ı Allah’ın Resûlullah’a yaklaşması,
onu kendine cezbetmesi, c) Resûlullah’ın yüce Allah’a
yaklaşması, O’nun çekmesiyle yukarılara yükseltilmesi
kastedilmiştir. Bazı müfessirler ikinci fiilin sözlük
anlamlarından birine dayanarak burada habîb (seven) ve
mahbûb (sevilen) arasındaki naz ve muhabbet tecellilerini
ifade eden edebî bir anlatım bulunduğunu ileri sürmüşlerdir.
“O kadar ki iki yay kadar hatta daha yakın oldu” diye
çevrilen 9. âyetteki kavseyn “iki yay” mânasına gelir; kab de
yayın kabzasıyla kirişlerin bağlandığı iki köşe aralığına denir
ki bir yayda iki kab bulunur. Kab kelimesinin yayın
kabzasıyla kirişi arasını ifade etmek için kullanıldığı da olur.
Kabe kavseyn ifadesi hakkında çok geniş açıklamalar ve
burada kastedilen mâna ile ilgili değişik yorumlar
yapılmıştır. Bunlar şöyle özetlenebilir: a) O dönemde Araplar
bir antlaşma yaparlarken iki yay çıkarıp üst üste koyarak tek
bir yay görünümü verirler (kablerini birleştirirler), sonra
ikisini birlikte çekip bir ok atarlar böylece tam olarak
ahidleştiklerini simgelerlerdi. Buna göre kabe kavseyn hem
maddî anlamda fevkalâde yakın olmayı hem de mânevî bir
yakınlığı ifade eder. b) Hicaz dilinde “kavs” kelimesi bir
uzunluk ölçüsü (zirâ) anlamında kullanılırdı. Buna göre iki
arşın uzunluğunda bir mesafenin kastedildiği söylenebilir. c)
Kabe kavseyn ifadesini dönüştürme (kalb) yöntemine
göre “bir yayın iki ucu arasındaki mesafe kadar” şeklinde
anlamak da mümkündür. Âyet “hatta daha yakın oldu”
şeklinde tamamlanmakta, böylece “Âdeta elini uzatsa
değecek kadar yakındı” mânasına gelen maddî bir yakınlık
tasviri yapılarak, –mânevî anlamda– Resûlullah’ın vahyi
aldığı kaynağın sağlamlığına, arada vahye hiçbir şeyin
karışma ihtimalinin bulunmadığına dikkat çekmenin
amaçlandığı anlaşılmaktadır. Daha çok tasavvufî ve işârî
tefsirlerde itibar edilen bir yoruma göre ise buradaki
yaklaşma olayı mi‘racda Allah ile peygamberi arasında
gerçekleşmiştir.
“O, kuluna vahyini iletti” diye çevrilen 10. âyette de
öznenin Cebrâil veya Cenâb-ı Allah olması muhtemeldir.
Birinci ihtimale göre mâna, “Bu yaklaşmayı takiben Cebrâil,
Allah’ın, kulu Muhammed’e gönderdiği vahiyleri ona getirip
öğretti” şeklinde olur. İkinci ihtimale göre ise âyeti şöyle
yorumlamak gerekir: Resûlullah rabbine öylesine yaklaştı ki
aradaki vasıtalar kalktı ve Allah Teâlâ kuluna vahyini
doğrudan doğruya verdi. Bu âyetlerde mi‘rac sırasındaki
gelişmelerin anlatıldığı kabul edildiği takdirde ikinci yorum
daha kuvvetli olmaktadır. Bize göre âyet şöyle de
yorumlanabilir: Cebrâil asıl şekliyle göründü, sonra iyice
yaklaştı ve Allah onun aracılığıyla kuluna dilediğini vahyetti.
Âyetlerin mi‘racı anlattığı kabul edilirse “görünme, yüce
ufukta, sidretü’l-müntehâda olma, inme, çok yaklaşma” gibi
ifadeleri mecazi mânada almak, nasıllık ve nicelikle ilgili
olmaksızın Allah’a mahsus fiilller ve sıfatlar olarak anlamak
gerekecektir.
“Gözün gördüğünü kalp yalanlamadı” diye tercüme
edilen 11. âyete “O kulun gördüğünü veya kalbin gördüğünü
kalp yalanlamadı” mânası da verilebilir; fakat 17. âyette
“göz” anlamına gelen basar kelimesinin kullanılmış olduğu
dikkate alınarak burada da gözle görmenin kastedildiği
düşünülüp âyet şöyle yorumlanabilir: Resûl-i Ekrem’in,
Cebrâil’i ona özgü müthiş donanımlarıyla veya mi‘racdaki o
olağan üstü tecellileri görmesi bir hayal ürünü değil,
hakikatin ta kendisiydi; gözün gördüğünü kalp de
onaylamıştı. “Şimdi siz şüpheye düşüp gördükleri hakkında
onunla tartışmaya mı kalkışıyorsunuz?” anlamındaki 12.
âyette “görme” fiilinin geniş zaman kalıbında olması burada
sözü edilen görmenin bir kereye mahsus olmadığına işaret
sayılabilir. Nitekim müteakip âyet de bu mânayı teyit
etmektedir. Burada Resûlullah’ın (gözündeki algılama
gücünün kalbine verildiği ve böylece) rabbini kalbiyle
gördüğünün kastedildiği yönünde rivayetler de
bulunmaktadır. 13 ve 14. âyetleri “Andolsun ki onu bir başka
iniş esnasında da sidretü’l-müntehânın yanında bir daha
gördü” veya bizim yaptığımız gibi “Andolsun ki onu iniş
esnasında sidretü’l-müntehânın yanında gördü” (Şevkânî, V,
124) şeklinde çevirmek mümkündür. Birinci mânayı tercih
edenlere göre burada, Resûlullah’ın mertebesinin
Cebrâil’den üstün olduğuna işaret bulunmaktadır. Bu
âyetteki “iniş” kelimesinin Cebrâil’in inişini anlattığı
kanaatini taşıyanlar da vardır. Bu kelimenin Allah Teâlâ
hakkında olduğu yorumu da yapılmış olmakla beraber bu
zayıf bulunmuştur. 14. âyette geçen “sidretü’l-
müntehâ” tamlaması için yapılan yorumları
da “yaratılmışlarca bilinebilirlerin son sınırını işaretlediği
kabul edilen hudut noktası; akıllara durgunluk verecek
ölçüde hayreti arttıran makam” şeklinde özetlemek
mümkündür (sidre kelimesinin bir ağaç türünü ifade
etmesinden ve “sidretü’l-müntehâ”nın cennetin uçlarında
olduğunu belirten rivayetlerden hareketle yapılan yorumlar
da sonuç itibariyle özetlenen bu mâna ile örtüşür).
“Ki onun yanında huzur içinde kalınacak cennet
vardır” diye çevirdiğimiz 15. âyet müfessirlerce daha çok, “ki
onun yanında me’vâ cenneti vardır” mânasıyla açıklanmıştır.
Bu açıklama, “cennetü’l-me’vâ” tamlamasını “müttakilerin
veya şehidlerin ruhlarının varacakları cennet” anlamında,
müstakil bir isim olarak düşünmüş olan âlimlerin anlayışına
uygun düşmektedir. Fakat İslâm âlimleri arasındaki hâkim
kanaate göre burada geçen, “sığınılacak, barınılacak
yer” anlamındaki me’vâ kelimesi cenneti nitelemektedir
(Bekir Topaloğlu, “Cennet”, DİA, VII, 376); bu sebeple,
meâlde belirtilen mâna tercih edilmiştir.
“O an sidreyi bürüyen bürümüştü” mânasına gelen 16.
âyetle ne kastedildiği hususu oldukça kapalı olup daha çok
bu konudaki rivayetler ışığında değişik yorumlar yapılmıştır.
Bunları, “Resûlullah’ın sidretü’l-müntehâda bulunduğu
esnada Allah’ın nuru veya melekler yahut yaratılmışların
nuru ya da altın bir pervane orayı öylesine kaplamıştı ki
Resûlullah kimsenin tasavvur edemeyeceği bir güzelliğe
bürünmüştü” şeklinde özetlemek mümkündür. Bize göre
burada anlatılan, “bürünme, kaplama, örtme”yi, vâki olacak
yakınlık ve müşahedeye bir beşer olan Hz. Peygamber’in
tahammül etmesini sağlayacak değişim ve koruma çemberi
olarak anlamak daha uygundur. 17. âyette belirtildiği üzere
bu esnada göz kaymamış ve hedefinden şaşmamıştı; yani
Resûlullah gözlerin kamaşacağı, akıllara sığmayacak ve
insanı hayretler içinde bırakacak şeyler gördüğü halde sağa-
sola yönelmemiş, gördüğü olağan üstü şeylerin etkisiyle
kendinden geçmemiş, edepte kusur etmemiş; aksine tam bir
dikkatle müşahedelerde bulunmuş ve sağlıklı tesbitler
yapmıştı. Burada kullanılan fiillerden ilki onun edebini
ikincisi de bakışındaki gücü belirtme mânası taşır. Bu âyetin
yorumu sırasında Hz. Mûsâ’nın Allah’ı görme arzusu ile Hz.
Muhammed’in burada yaşadığı olay arasında bir mukayese
yapılır ve Hz. Mûsâ örneğinde dağ dayanamayıp parçalandığı
ve kendisi de bayılıp yere düştüğü halde bu olayda sidre ve
Resûl-i Ekrem açısından böyle bir durumla karşılaşılmadığı
hatırlatılır.
18. âyetteki “Hiç kuşkusuz o, ... görmüştü” anlamındaki
cümlede öznenin Hz. Peygamber olduğu açıktır; fakat onun
neyi gördüğünü şu mânalardan biriyle açıklamak
mümkündür: a) Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü, b)
Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını, c) Rabbinin en
büyük âyetlerini gördü. Bunlardan ilk mânayı tercih eden
müfessirlerden bazıları bunu Cebrâil’i görmesi şeklinde
açıklamışlar, bazıları da Hz. Peygamber’in rabbini görmüş
olması ihtimali üzerinde durarak bu konuyu geniş biçimde
tartışmışlardır. İbn Abbas’tan meşhur olarak nakledilen
rivayette Peygamber’in rabbini gözüyle gördüğü
belirtilirken, kendisine bu konuda soru sorulan Hz. Âişe bu
ihtimali reddetmiştir. İbn Mes‘ûd ve Ebû Hüreyre’den
meşhur olarak nakledilen rivayet de bu yöndedir. İslâm
âlimleri bu rivayetleri Allah’ın zâtı, sıfatları ve görülmesine
ilişkin âyet ve hadislerle birlikte değerlendirerek iki eğilimi
de savunan açıklamalar yapmışlardır. Bazı âlimler Hz.
Peygamber’in Allah’ı gözüyle değil kalbiyle gördüğü, Allah’ın
zâtının değil sıfatının tecelli ettiği gibi telifçi yorumlar ortaya
koymuşlardır. Bu noktada unutulmaması gereken bir husus
da, anlatılan oluş ve tecellilerin farklı bir âlemde, farklı varlık
boyutunda, farklı şartlar içinde gerçekleşmiş olmasıdır;
dolayısıyla bu bir iman konusudur.
Elmalılı’nın sûrenin, başından buraya kadarki kısımla ilgili
yorumları verirken ara ara kaydettiği ve önemli bulduğumuz
kendi tercihiyle ilgili düşüncelerini şöyle toparlamak
mümkündür: Resûlullah, Cebrâil’i Kur’an’ın her inen parçası
esnasında, hangi sûrete girmişse öyle görüyordu. Gerçek
sûretinde ise bir defa mi‘racdan önce gördü, o vakit Cebrâil
Resûlullah’a inmişti. Bir kere de mi‘racdan inerken gördü,
bunda Resûlullah Cebrâil’e doğru iniyordu ve Cebrâil
sidretü’l-müntehânın yanında onu karşılıyordu. Hz.
Peygamber namaz konusunda birkaç defa inip çıkmış
olduğundan 13. âyetteki “nezleten uhrâ” tamlamasını “son
bir iniş” şeklinde düşünmek daha mânidar olur. Dolayısıyla
ufukta istivâ etmeyi (doğrulmayı) Hz. Peygamber’in
kendisine yapılan tâlim (öğretme) üzerine nübüvvet ilminde
yükselip istikametini alması (en yüksek ufukta istivâ etmesi)
şeklinde anlamak uygun olur. Cebrâil’in tâlimi üzerine
Resûlullah en yüksek ufukta istivâ ile kalmamış, ondan
sonra Allah Teâlâ’ya doğru yaklaşmıştır. Bu durumda 8.
âyetteki yaklaşmanın Resûlullah hakkında olduğu, cezbe
(çekme) mânası içeren “tedellâ” fiiliyle de onun
cezbedilmesinin yani aşağıdan yukarı doğru çekilip
çıkarılmasının kastedildiğini, dolayısıyla burada mi‘raca
işaret bulunduğunu söyleyebiliriz. 9 ve 10. âyetlerden de şu
mâna çıkmaktadır: Mi‘racda Allah’ın has kulu olan
arkadaşınız Muhammed (a.s.), o istivâdan sonra rabbine öyle
yaklaştı ki, her vasıta ortadan kalktı yani mi‘racda Cebrâil
dahi vasıta olmaksızın Allah Teâlâ kuluna her ne vahyetti ise
vahyetti. 18. âyetten, Resûlullah’ın, Cenâb-ı Allah’ın
rubûbiyyetini gösteren, mutlak egemenliği altındakilere ait
hayretler uyandırıcı ve söz kalıpları içine sığmayacak nice
delilleri veya en büyük delili gördüğü anlaşılmaktadır; şu
halde bunun mahiyetini açıklamaya kalkmak bizim
haddimiz değildir. Âyette “Rabbini gördü” denmeyip
“Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü” buyurulduğuna
göre, bu ifadenin zâhirinden O’nun zâtını gördüğü anlamı
çıkmaz. Bu konuyu açıklarken Râzî’nin kullandığı bir ifade
bize başka bir mânayı düşündürdü: Rü’yet (görme) en büyük
âyet olunca burada “kübrâ” (en büyük) kelimesini “rü’yet”
ile tefsir edebiliriz. Bunu da iki yönlü düşünmek
mümkündür: a) Rabbinin âyetlerinden yani mûcizelerinden
en büyüğü olan rü’yet mûcizesini gördü; âhirette ümmetinin
göreceği gibi beni gördü demek olabilir. b) En büyük âyet
olan rü’yetin hakikatini gördü demek olabilir. Çünkü En‘âm
sûresinin 103. âyetinde geçtiği üzere “basar” (görme)
olayının künhünü ve dolayısıyla rü’yetin hakikatini Allah
bilir. O halde rü’yetin hakikatini görmek, –bir kudsî hadiste
yer alan “... artık onun kulağı, gözü ve kalbi ben
olurum” (Müsned, VI, 256; Buhârî, “Rikāk”, 38) ifadesiyle
Enfâl sûresinin 17. âyetinin mazmunu üzere– Allah Teâlâ’nın
Resûlullah’ta tecelli eden en büyük yakınlık âyet ve
delillerinden olmuş olur. Bu yoruma göre âyet-i kübrâ (en
büyük delil) “hakîkat-i Muhammediyye” demektir. Sözün
akışı makam-ı Muhammedî’nin açıklanmasıyla ilgili
olduğundan, biz de (Elmalılı) en büyük âyetin hakîkat-i
Muhammediyye olduğu kanaatini taşıdığımızı belirtmek
istiyoruz. Çünkü maksat hangisi olursa olsun, âyetlerin en
büyüğünün veya âyetlerden en büyüğünün onda tecelli
etmiş bulunduğunda şüphe yoktur (VII, 4570, 4574, 4576,
4577, 4579-4580, 4582-4583,4586, 4588-4589; mi‘rac olayının
mahiyeti ve bu esnada vahyedilenler hakkında bilgi için bk.
İsrâ 17/1).
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 195-165

Mİ‘RAC
‫المعراج‬
Hz. Peygamber’in Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya,
oradan da göğe yaptığı yolculuğu ifade eden terim.

Müellif:
SALİH SABRİ YAVUZ
Sözlükte “yukarı çıkmak, yükselmek” anlamındaki urûc kökünden türemiş bir
ism-i âlet olan mi‘râc kelimesi “yukarı çıkma vasıtası, merdiven” demektir.
Terim olarak Hz. Peygamber’in göğe yükselişini ve Allah katına çıkışını ifade
eder. Olay, Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya gidiş ve oradan da
yükseklere çıkış şeklinde yorumlandığından kaynaklarda daha çok “isrâ ve
mi‘rac” şeklinde geçerse de Türkçe’de mi‘rac kelimesiyle her ikisi de
kastedilir. İslâmî kaynaklarda genellikle ele alındığı şekliyle mi‘rac hadisesi iki
safhada meydana gelmiştir. Resûl-i Ekrem’in bir gece Mescid-i Harâm’dan
Mescid-i Aksâ’ya yaptığı yolculuğa isrâ, oradan göklere yükselmesine mi‘rac
denilmiştir. Literatürdeki bu ayırım her iki terimin naslarda zikredilmesinden
ileri gelmektedir. Sery (geceleyin yürüme, gece yolculuğu yapma) kökünden
türeyen isrâ’ Kur’an’da mâzi sîgasıyla yer almış ve sûreye ad olmuştur. Buna
göre Allah, kudretinin işaretlerini göstermek için kuluna (Hz. Peygamber)
Mescid-i Harâm’dan çevresi mübarek kılınan Mescid-i Aksâ’ya geceleyin bir
seyahat yaptırmıştır (el-İsrâ 17/1). Mi‘rac kelimesi Kur’an’da geçmemekle
birlikte çoğul şekli olan meâric “yükselme dereceleri” mânasında Allah’a
nisbet edilmiştir (el-Meâric 70/3). Ayrıca “merdiven” anlamında meâric bir
âyette ve urûc kökünden türemiş fiiller çeşitli âyetlerde yer almaktadır (M. F.
Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ʿarc” md.).

Semaya yükseliş tasavvuru eski Hint ve İran mitolojileriyle diğer dinlerde de


mevcuttur. Yahudi geleneğinde İdrîs, İbrâhim, Mûsâ ve İşâyâ gibi
peygamberlerle bazı tarihî şahsiyetlerin yeryüzünden ilâhî âlemlere çıktığına
inanılır. Özellikle melek Yahoel tarafından semavî bir vasıtayla bulut içinde
göğe yükseltilen Hz. İbrâhim’in rabbinin tahtını müşahede edişiyle ilgili
tasvirlere sonraki yahudi literatüründe rastlanmaktadır. Hıristiyanlık inancına
göre Hz. Îsâ çarmıha gerildikten sonra mezarından çıkıp ilâhî âleme
yükselmiştir (Matta, 28/1-7; Markos, 16/19). Ayrıca Pavlus’un Kudüs’e doğru
giderken melek eşliğinde göğe yolculuk yaptığı rivayet edilir (Gündüz v.dğr.,
s. 59-60).

Hadis kaynakları ile siyer ve delâil kitaplarında isrâ ve mi‘racla ilgili birçok
rivayet mevcuttur. Buhârî ve Müslim’de yer alan rivayetlerin ortak
noktalarına göre olay şu şekilde cereyan etmiştir: Bir gece Resûlullah,
Kâbe’de Hicr veya Hatîm denilen yerde iken -bazı rivayetlerde uykuda
bulunduğu sırada veya uyku ile uyanıklık arası bir halde- Cebrâil geldi;
göğsünü açtı, zemzemle yıkadıktan sonra içine iman ve hikmet doldurup
kapattı. Burak adlı bineğe bindirip Beytülmakdis’e götürdü. Resûl-i Ekrem
Mescid-i Aksâ’da iki rek‘at namaz kılıp dışarı çıktığında Cebrâil biri süt, diğeri
şarap dolu iki kap getirdi. Resûlullah süt dolu kabı seçince Cebrâil kendisine
“fıtratı seçtin” dedi, ardından onu alıp dünya semasına yükseltti. Semaların
her birinde sırasıyla Âdem, Îsâ, Yûsuf, İdrîs, Hârûn ve Mûsâ peygamberlerle
görüştü; nihayet Beytülma‘mûr’un bulunduğu yedinci semada Hz. İbrâhim’le
buluştu. Sidretü’l-müntehâ denilen yere vardıklarında yazıcı meleklerin
kalem cızırtılarını duydu ve Allah’ın huzuruna çıktı. Burada Cenâb-ı Hak elli
vakit namazı farz kıldı. Dönüşte Hz. Mûsâ, elli vakit namazın ümmetine ağır
geleceğini söyleyip Allah’tan onu hafifletmesini istemesini tavsiye etti.
Namaz beş vakte indirilinceye kadar Hz. Peygamber’in huzûr-i ilâhîye
müracaatı ve Mûsâ ile diyalogu devam etti (Buhârî, “Ṣalât”, 1, “Tevḥîd”, 37,
“Enbiyâʾ”, 5, “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 7, “Menâḳıb”, 24, “Menâḳıbü’l-enṣâr”, 42;
Müslim, “Îmân”, 259, 262-263, “Feżâʾil”, 164; değerlendirme için aş.bk.). Bir
rivayete göre Resûl-i Ekrem’e mi‘racda Bakara sûresinin son âyetleri
indirilmiş ve Allah’a ortak koşmayanların affedileceği müjdesi verilmiştir
(Müsned, I, 422; Müslim, “Îmân”, 279). Ancak bazı âyetlerin ayrı olarak nâzil
olmasının Kur’an’ın Cebrâil tarafından indirilmesi gerçeğine aykırı düşeceği
ve bu tür rivayetlerin âyetlerin faziletine hamledilmesi gerektiği belirtilmiştir
(Akpınar, sy. 1 [1996], s. 95-101).

Mi‘racla ilgili rivayetlerde bazı farklılıklar mevcuttur. Meselâ sahih


rivayetlerin bir kısmında doğrudan Mescid-i Harâm’dan semaya yükseliş
anlatılır (Buhârî, “Ṣalât”, 1; “Tevḥîd”, 37; “Enbiyâʾ”, 5; “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 7).
Ancak isrâ ve mi‘racın aynı gecede gerçekleştiği kabul edilip rivayetlerin
bütünü göz önüne alındığında Resûl-i Ekrem’in Mescid-i Aksâ’ya uğradığı ve
burada içlerinde İbrâhim, Mûsâ ve Îsâ’nın da bulunduğu peygamberler
topluluğuna namaz kıldırdığı anlaşılmaktadır (Müslim, “Îmân”, 259; İbn
Hişâm, II, 37-38). Diğer bazı haberlere göre de Resûlullah olayı Mekke’de
haber verdiği zaman Kureyş kabilesi kendisini yalanlayıp Mescid-i Aksâ
hakkında sorular sorunca Allah ona mescidi göstermiş ve böylece sorulara
cevap vermiştir (Müsned, I, 309; Buhârî, “Menâḳıbü’l-enṣâr”, 41). Mi‘racla
ilgili haberlerde mevcut ayrıntılı tasvirler arasında (meselâ bk. Beyhakī, II,
362, 398) zayıf rivayetlerin bulunduğu bildirilmektedir (İbn Kesîr, Tefsîrü’l-
Ḳurʾân, III, 22).

Kaynaklarda mi‘racın vukuu hakkında bazı tarihler verilmekle beraber


(Nüveyrî, XVII, 283-284; Kastallânî, VI, 3-4) en sahih kabul edilen rivayet
bunun müslümanların Birinci ve İkinci Habeşistan hicretlerinden sonra, Hz.
Hatice ve Ebû Tâlib’in vefatlarını takip eden dönemde hicretten bir yıl önce
meydana geldiği şeklindeki nakildir (İbn Kesîr, es-Sîre, II, 93, 107). Rebîülevvel
veya ramazan ayından bahseden rivayetler varsa da müslümanların
çoğunluğu mi‘racı Receb ayının 27. gecesinde kutlamaktadır.

Mi‘rac hadisesinde önemli yer işgal eden Mescid-i Aksâ’nın hangi mescid
olduğu hususunda âyetlerde açıklama yapılmamış, sadece çevresinin
mübarek kılındığı belirtilmiştir. Mescid-i Aksâ’nın “uzak mescid” anlamına
geldiği halbuki Kur’an’da Filistin için “edne’l-arz” (en yakın yer) ifadesinin
kullanıldığı (er-Rûm 30/3) belirtilerek Mescid-i Aksâ’nın semavî bir mescid
olması ihtimali üzerinde durulmakla birlikte (Muhammed Hamîdullah, I, 93),
hem tarihî veriler hem de âyetteki ifadeler dikkate alındığında söz konusu
mâbedin tarihî bir gerçekliğinin bulunduğu anlaşılmaktadır. O dönemlerde
mescidin mevcut olmaması daha önceleri Kudüs’te Mescid-i Aksâ’nın
bulunmadığını göstermediği gibi Mescid-i Aksâ’nın müslümanların ilk kıblesi
olduğu da bilinen bir husustur. Bir hadiste de belirtildiği gibi Resûlullah
dönemindeki Kâbe Hz. İbrâhim’in kurduğu binadan farklıdır (Buhârî, “Ḥac”,
42; Müslim, “Ḥac”, 398-405). Öyle anlaşılıyor ki semavî dinlerde tevhid inancı
açısından ibadetlerin ifası sırasında müminlerin yöneldiği mekân (kıble) bir
amaç değil bir araçtır. Bu mekânın üzerindeki binanın yüzyıllar içinde yıkılıp
yeniden yapılması veya zaman zaman mevcut olmaması mekânın mânevî
konumunu etkilemez.

İsrâ ve mi‘racın mahiyetine yönelik en önemli tartışma onun bedenen mi


yoksa ruhen mi gerçekleştiği konusundadır. Kelâm ve hadis âlimlerinin çoğu
olayın bedenen ve uyanık halde gerçekleştiği görüşünü benimsemiştir. Buna
göre âyette geçen “abd” kelimesinden ruh-beden bütünlüğüyle Hz.
Peygamber kastedilmektedir; âyetin zâhirini te’vil etmeyi gerektiren bir
sebep yoktur. Âyetin başındaki tenzih (sübhâne) ifadesi de olayın azametine
işaret eder. İsrâ ve mi‘rac rüyada gerçekleşmiş olsaydı bu sıradan bir hadise
olur, Kureyşliler de onu inkâr etmezdi. Ayrıca, “Sana gösterdiğimiz rüyayı ...
insanlar için bir imtihan vesilesi yaptık” meâlindeki âyette (el-İsrâ 17/60) yer
alan “rüya” kelimesi gözle görmeyi ifade eder; eğer uyku halinde görülen
rüyayı belirtseydi bu bir imtihan vesilesi sayılmazdı. Abdullah b. Abbas’ın
kelimenin “gözle görme” demek olduğunu vurgulaması da (Buhârî,
“Menâḳıbü’l-enṣar”, 43; “Tefsîr”, 17/9) bu yorumu destekler. İsrâ ve mi‘rac
konusunda Hz. Âişe ve Muâviye b. Ebû Süfyân’dan rivayet edilen farklı
yorumları da değerlendiren âlimler söz konusu rivayetlerin hadis tekniği
açısından problemler taşıdığını ileri sürmüştür (Kurtubî, X, 208; Kestelî, s.
174-175; Mustafa Sabri Efendi, IV, 199). Mi‘racın ruh ve bedenle
gerçekleştiğini savunanlar bu hususta bazı aklî deliller de getirmeye
çalışmışlardır. Fahreddin er-Râzî, güneş ve gezegenlerin büyük kütlelerine
rağmen çok hızlı hareket edebildiklerini söyleyerek Allah’ın dilemesi halinde
başka bir varlığın da benzeri bir hıza ulaşmasının mümkün olduğunu ileri
sürer. Ona göre Hz. Peygamber’in mi‘raca yükselişi ihtimal dışı görülürse
Cebrâil’in inişine de aynı şekilde bakmak gerekir (Mefâtîḥu’l-ġayb, V, 542).
İslâm filozofları, gök cisimlerinin nüfuz edilmesi imkânsız kütleler halinde
oluşundan hareketle mi‘racın bedenen gerçekleşmesine itiraz etmişlerse de
bu itirazları tutarsız bulan kelâmcılar bütün cisimlerin aynı özellikte ve yapıda
olduğunu, bir cisim için geçerli olan durumun diğerleri için de geçerli
sayılacağını söyler (Teftâzânî, s. 174-175). Mi‘racın bedenen meydana
geldiğini temellendirme sırasında kelâmcılar konunun daha çok Allah’ın irade
ve kudreti dahilinde oluşuna ağırlık vermiştir. Bu çerçevede yapılan yorumlar
meseleyi insan aklının anlayabileceği bir seviyeye indirgemeye
dayanmaktadır. Ancak mu‘cize anlamında ilâhî âyetlerden olan bu hadiseyi
tamamen aklî çerçeveye sokmak kolay değildir (Elmalılı, V, 3150).

İsrânın ruhen gerçekleştiği görüşünü benimseyen âlimler Hz. Âişe’nin,


“Resûlullah’ın bedeni yerinden ayrılmamış, o ruhuyla yolculuk yapmıştır” ve
Muâviye’nin, “İsrâ Allah’tan gelen sadık bir rüyadan ibarettir” şeklindeki
beyanları ve Hasan-ı Basrî’nin bu görüşe itiraz etmemesini delil kabul
etmişlerdir (İbn İshak, s. 275; İbn Hişâm, II, 40-41). Bu âlimlere göre Buhârî
ve Müslim’de yer alan, “uyku ile uyanıklık arası bir halde iken, yatağımda
uzanmış yatıyorken, uyurken” şeklindeki ifadeler de bunu göstermektedir
(yk.bk.). Âyette geçen “abd” kelimesi de sadece ruhu anlatır, zira insan
bedeninin unsurları devamlı değiştiği halde değişmeyen ruhtur. İsrânın ruhen
gerçekleşmesinin olağan üstü bir hadise sayılamayacağı iddiasına da temas
eden bu görüş sahipleri mi‘racın fevkalâde bir hadise olup her ruha nasip
olmadığını belirtirler (Fahreddin er-Râzî, IV, 544-545). Bunların en önemli
delili ise İsrâ sûresinin 60. âyetinde geçen “rüya” kelimesidir. Âyet isrâ
olayıyla ilişkilendirilerek rüyanın gözle görmeyi değil düşte görmeyi ifade
ettiği sonucuna varılmıştır (Süyûtî, s. 55).

İbn Kayyim el-Cevziyye mi‘racın rüyada gerçekleşmesiyle ruhen


gerçekleşmesi arasındaki farka dikkat çeker. Ona göre Hz. Âişe ve Muâviye
bu olayın uykuda değil ruhen vuku bulduğunu söylemişlerdir. Uyuyan
kimsenin gördükleri uyanıkken duyularıyla algıladığı şeylerin örneklerinden
ibaret olur; böylece gökyüzüne çıkarıldığını görür, ancak ruhu yükseltilmez.
Resûlullah’ın yükseltildiğini kabul eden iki gruptan biri ruh ve bedenle, diğeri
ise bedeni olmadan ruhuyla mi‘raca çıktığını söylemiştir. İkinci grup mi‘racın
uykuda gerçekleştiğini ileri sürmemiş, ruhun bizzat yolculuk yaptığını
kastetmiştir (Zâdü’l-meʿâd, III, 40). Mi‘racı ruhanî olarak yorumlayan Şah
Veliyyullah ed-Dihlevî ise ruh âlemiyle maddî âlem arasında bağlayıcı bir
âlemin (berzah) bulunduğunu, mi‘racın da bu âlemde bir yolculuk olduğunu
belirtmiştir (Ḥüccetullāhi’l-bâliġa, I, 115-116).

Çağdaş birçok müellif de isrâ ve mi‘racın ruhen gerçekleştiği kanaatindedir.


Mi‘racın bedenî olduğunu ileri sürenlerin delillerini zayıf bulan Şiblî Nu‘mânî,
İsrâ sûresinin ilk âyetinde yer alan “abd” kelimesinin ruha atfedilebileceğini
söyler. Ona göre insan bedeni her an değişikliğe uğramaktadır, kalıcı olan
ruhtur. Ayrıca mi‘rac olayında geçen Mescid-i Aksâ’nın dışındaki mekân ve
hadiseler bu varlık alanına değil ruhanî âleme aittir. Dolayısıyla bu tecrübe
ruhun maddî unsurlardan sıyrılarak melekût âlemine yaptığı bir yolculuktur.
İsrâ sûresinin 60. âyetinde söz konusu edilen rüyanın insanlar için bir imtihan
vesilesi olarak gösterilmesi de Şiblî’ye göre mi‘racın uyanık halde
gerçekleşmesini zorunlu kılmaz. Zira bir şeyin imtihan konusu yapılması onun
mutlaka olağan üstü sayılmasını gerektirmez (İslâm Tarihi: Asr-ı Saâdet, II,
438-444). Muhammed Hamîdullah da rivayetlerde geçen, “Uyku ile uyanıklık
arası bir durumda idim” ifadesinden hareketle bu seyahatin Hz.
Peygamber’in tam şuur halinde, fakat ruhunun hâkimiyeti altında
gerçekleştiğini söyler (İslâm Peygamberi, I, 92).

Kaynaklarda isrâ ve mi‘racın Hz. Peygamber’in hayatında kaç defa


gerçekleştiği meselesi de önemli bir yer tutmaktadır. Bunun sebebi
rivayetlerde ortaya çıkan tarih, tasvir ve bilgi farklılıklarıdır. Bazılarına göre
isrâ biri uyanıkken diğeri de uyku halinde olmak üzere iki defa meydana
gelmiştir. Diğer bir görüş her ikisi de uyanık olduğu halde bedenle
gerçekleştiği yönündedir. Bunlardan ilki Mescid-i Aksâ’ya, diğeri önce
Mescid-i Aksâ’ya, oradan da semaya kadar olanıdır. Bir kısmına göre ise üç
defa veya daha fazla meydana gelmiş, bunların biri ruh ve bedenle
uyanıkken, diğerleri uyku halinde olmuştur. İsrânın bir defa uyanıkken
bedenle, mi‘racın ise bir defa ruhen gerçekleştiği telakkisi de mevcuttur.
Ancak çoğunluğun görüşü her ikisinin de aynı gecede vuku bulduğu
yönündedir (İbn Ebü’l-İz, s. 85-86; İbn Hacer, VII, 238; Süyûtî, s. 54-55). İbn
Kayyim el-Cevziyye, ihtilâfın farklı rivayetlerin lafızlarına takılıp kalan zayıf
nakilcilerden ileri geldiğini söyledikten sonra mi‘racın birden fazla vuku
bulduğu kabul edilirse her defasında elli vakit namazın farz kılınmasını
açıklamanın mümkün olmadığını kaydeder (Zâdü’l-meʿâd, III, 42).

Hz. Peygamber’in mi‘racda Allah’ı görüp görmediği meselesi, onun sidretü’l-


müntehâda “iki yay ucu aralığı kadar” (kābe kavseyn) Allah’a yaklaştığını ve
O’nu gördüğünü bildiren âyetlere dayanır (en-Necm 53/7-14). Bu âyetlerde
söz konusu edilen yaklaşmanın kimlerin arasında meydana geldiği ve Resûl-i
Ekrem’in kimi gördüğü hususu iki şekilde anlaşılmaktadır. Sahâbeden Hz.
Âişe, Abdullah b. Mes‘ûd, Ebû Zer el-Gıfârî, Ebû Hüreyre; tâbiînden Mücâhid
b. Cebr, Hasan-ı Basrî, Katâde b. Diâme, Rebî‘ b. Enes ve müfessirlerin çoğu
yaklaşma hadisesinin Hz. Peygamber ile Cebrâil arasında gerçekleştiğini kabul
eder (Taberî, XXVII, 44-45; İbnü’l-Cevzî, VIII, 66). Diğer görüş ise yaklaşmanın
doğrudan Allah’la Resûl-i Ekrem arasında meydana geldiği şeklindedir. Enes
b. Mâlik’ten Şerîk b. Abdullah yoluyla gelen mi‘rac rivayeti buna delil teşkil
etmektedir (Buhârî, “Tevḥîd”, 37). Ancak hâfızası zayıf olduğu bilinen Şerîk’in
nakledilen metni tam koruyamadığı bilinmektedir (İbn Hacer, XII, 492).
Rivayetlerde sidretü’l-müntehâya sadece peygamber ve meleklerin
ulaşabildiği ve orayı geçmenin yalnız Resûlullah’a mahsus olduğu kaydedilir
(Süyûtî, s. 76). Ancak İslâm âlimleri, Allah ile resulü arasında böyle bir
yakınlaşmanın açıkça tecessüme delâlet ettiğini ve ilgili metinlerin zaptı
doğru olsa bile zâhirî mânalarıyla kabul edilemeyeceğini belirtmişlerdir.
Allah’ın Peygamber’e veya Peygamber’in Allah’a yaklaşması mekân ve
mesafe kavramlarıyla değil Resûl-i Ekrem’in derece ve makamının
yükselmesi, duasının kabulü ve çeşitli nimetlere mazhar kılınmasıyla
açıklanmalıdır (Kādî İyâz, I, 205). Bu yaklaşmanın mi‘rac gecesinde
gerçekleşmesi ihtimaline bağlı olarak o gece Hz. Peygamber’in Allah’ı görüp
görmediği konusunda da görüş ayrılığı meydana gelmiştir. Rü’yeti kabul
etmeyenlerin başında Hz. Âişe ve Abdullah b. Mes‘ûd gelmektedir. Rivayete
göre Ebû Zer el-Gıfârî Resûlullah’a, “Rabbini gördün mü?” diye sormuş,
Resûlullah da, “O bir nurdur, nasıl görebilirim?” demiştir (Müslim, “Îmân”,
291-292). Hz. Âişe, Muhammed’in rabbini gördüğünü ileri süren kimsenin
Allah’a iftira etmiş olacağını söylemiş, görmeyle ilgili âyetleri de (en-Necm
53/13-14; et-Tekvîr 81/23) Resûlullah’ın, “O görülen sadece Cibrîl idi”
hadisiyle açıklamıştır (Buhârî, “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 7; Müslim, “Îmân”, 283, 287).
Hz. Âişe, Allah’ın -bu âlemde- görülemeyeceğine delâlet eden iki âyeti de (el-
En‘âm 6/103; eş-Şûrâ 42/51) delil olarak zikretmiştir. Rü’yeti savunanlar
görmenin şekli hususunda farklı yorumlar yapmışlardır. Bir kısmı Hz.
Peygamber’in rabbini kalp gözüyle, bir kısmı da beden gözüyle gördüğünü
ileri sürmüştür (Müslim, “Îmân”, 284, 285). Bu konudaki ilâhî beyanların
bağlamı ve onların ilk nâzil olan âyetler arasında bulunduğu hesaba
katıldığında yaklaşma ve görmenin Cebrâil’in kendisi ve onun vahiy
getirmesiyle ilgili olduğu anlaşılır. Necm sûresi İsrâ sûresinden önce nâzil
olduğuna, isrâ ve mi‘rac da aynı gecede meydana geldiğine göre yaklaşma ve
görmeyi ilgilendiren âyetle mi‘rac olayı doğrudan bağlantılı değildir (Elmalılı,
V, 3152).

İlgili âyet ve hadislerden isrâ ve mi‘racın bedenen veya ruhen gerçekleştiği


sonucunu çıkarmak mümkündür. Ancak başta Buhârî ve Müslim olmak üzere
mûteber kaynaklarda yer alan hadiseler içinde Hz. Peygamber’in göğsünün
yarılması, buraka bindirilerek yedi kat semaya ve ötesine götürülmesi, süt ve
şarap kadehlerinden birini tercih etmesinin istenmesi, elli vakit namazın beşe
indirilmesi gibi hususların ortaya konuluş biçimi mi‘racın ruhen gerçekleştiği
görüşünü desteklemektedir. Mi‘rac, kelâm âlimleri tarafından mûcize olarak
kabul edilmekle birlikte kelâm eserlerinin birçoğunda olayın Hz.
Peygamber’in hissî mûcizeleri arasında zikredilmemesi dikkat çekicidir. Öte
yandan hissî mûcizelerin vuku buluşunun amacı açısından insanlar tarafından
müşahede edilmesi gerekirken mi‘rac sadece Resûlullah’ın müşahedesi olup
Kur’an ve hadisin haber vermesiyle bilinmektedir. Mûcizenin tanımı ve
nübüvveti ispat etme fonksiyonu yönünden bakıldığında mi‘racın, klasik
mûcize ölçüleri dışında Hz. Peygamber’in mânevî dünyasında gerçekleşip
itminan ve güç veren olağan üstü bir hadise niteliği taşıdığı anlaşılır. Resûl-i
Ekrem’in amcası Ebû Tâlib ile hanımı Hz. Hatice’nin vefatının, ayrıca maddî ve
mânevî eziyetlere mâruz kaldığı Tâif Seferi dönüşünün ardından gerçekleşen
mi‘rac olayının ona Allah tarafından lutfedilen mânevî bir destek olduğu
açıktır. Bu ilâhî lutfun, son nebînin getirdiği mesajın Mescid-i Aksâ’da
kendilerine namaz kıldırdığı ve semalarda görüştüğü peygamberlerin
mesajlarını ihya edeceği ve hak dinin bütün dinlere hâkim olacağı (el-Feth
48/28) şeklinde yorumlanması hem naslar hem tarih açısından isabetli
görünmektedir. Gerek Kur’an’da gerekse kavlî ve fiilî sünnette namazın dinî
hayattaki öneminin ısrarla vurgulandığı bilinmektedir. İftitah tekbirinden
sonra kulun Allah’a hitap etmesiyle başlayan namaz zâhirî şeklinin ötesinde
bâtınî konumuyla müminin ruhî mi‘racı sayılmaktadır. Nitekim
Gazzâlî İḥyâʾda, namazın zâhirî yönünü anlattıktan sonra derunî-mânevî
hayatı geliştiren özelliğine de geniş yer ayırmış, bu arada psikolojik
muhtevanın (huzûr-ı kalb) sadece Allah’a yönelik olmasına ağırlık vermiştir (I,
211-227). Bu açıdan namazın müminin mi‘racı olduğu şeklindeki
değerlendirmenin doğruluğu ortaya çıkmaktadır.

İsrâ ve mi‘rac olayı bazı teliflere konu olmuştur. Bunlar arasında Ebû Şekûr
es-Sâlimî (Keşfü’ẓ-ẓunûn, II, 1460) ve Abdülkerîm el-Kuşeyrî’nin (Kahire
1964) Kitâbü’l-Miʿrâc, İbnü’l-Cevzî’nin Ḳıṣṣatü’l-miʿrâc (Süleymaniye Ktp.,
Şehid Ali Paşa, nr. 2729), Abdülkādir-i Geylânî’nin es-Sirâcü’l-vehhâc fî
leyleti’l-miʿrâc (İstanbul 1312), İbn Dihye’nin el-İbtihâc fî eḥâdîs̱i’l-
miʿrâc (Kahire 1417/1996), İbn Hilâl el-Makdisî’nin İktifâʾü’l-minhâc fî
eḥâdîs̱i’l-miʿrâc (Brockelmann, GAL, I, 136), Celâleddin es-Süyûtî’nin el-
Âyetü’l-kübrâ şerḥu ḳıṣṣati’l-isrâʾ (nşr. Muhammed Abdülhakîm el-Kādî,
Kahire 1989), Nûreddin el-Üchûrî’nin en-Nûrü’l-vehhâc fi’l-kelâm ʿale’l-isrâʾ
ve’l-miʿrâc (Beyrut 1424/2002), Muhammed Emîn el-Kürdî’nin Ḍavʾü’s-sirâc
fî fażli receb ve ḳıṣṣati’l-miʿrâc (Kahire 1327), M. Âsım Köksal’ın Mirac
Gecesi (Ankara 1955), Fazl Hasan Abbas’ın el-Minhâc: Nefeḥât mine’l-isrâʾi
ve’l-miʿrâc (Amman 1407/1987), Mûsâ Muhammed el-Esved’in el-İsrâʾ ve’l-
miʿrâc (Küveyt 1989), Amr Abdülmün‘im’in eḍ-Ḍaʿîf min ḳıṣṣati’l-isrâʾ ve’l-
miʿrâc (Tanta 1413/1993) ve Süleyman Mollaibrahimoğlu’nun Mi‘râc
Gerçeği (İstanbul 1991) adlı eserleri sayılabilir.

BİBLİYOGRAFYA
Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “sry”, “ʿarc” md.leri.
Lisânü’l-ʿArab, “sry”, “ʿarc” md.leri.
M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “sry”, “ʿarc” md.leri.
Müsned, I, 309, 422; III, 120.
Buhârî, “Ṣalât”, 1, 81, “Tevḥîd”, 37, “Enbiyâʾ”, 5, “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 7, “Menâḳıb”, 24,
“Menâḳıbü’l-enṣâr”, 41, 42, 43, “Tefsîr”, 17/9, “Ḥac”, 42.
Müslim, “Îmân”, 259, 262-263, 279, 280, 283, 284, 285, 287, 291-292, “Feżâʾil”, 164,
“Ḥac”, 398-405.
İbn İshak, es-Sîre, s. 275.
İbn Hişâm, es-Sîre, II, 36-52.
Taberî, Câmiʿu’l-beyân, XV, 5, 16-17; XXVII, 44, 45.
Eş‘arî, el-İbâne (nşr. Abbas es-Sabbâğ), Beyrut 1414/1994, s. 42, 53.
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevḥîd (nşr. Bekir Topaloğlu – Muhammed Aruçi), Ankara 1423/2003,
s. 317-319.
Bâkıllânî, et-Temhîd, Beyrut 1414/1993, s. 156-157.
Hâkim, el-Müstedrek (Atâ), III, 62.
Kādî Abdülcebbâr, el-Muġnî, XVI, 419.
Bağdâdî, Uṣûlü’d-dîn, s. 165, 182-183.
Cüveynî, el-İrşâd (Temîm), s. 74-75.
Beyhakī, Delâʾilü’n-nübüvve (nşr. Abdülmu‘tî Kal‘acî), Beyrut 1405/1985, II, 354-406.
Gazzâlî, İḥyâʾ, Beyrut 1417/1997, I, 203-227.
Nesefî, Tebṣıratü’l-edille (Salamé), I, 487, 491, 493-494, 503.
Zemahşerî, Esâsü’l-belâġa, Beyrut 1989, s. 294-295.
Kādî İyâz, eş-Şifâʾ, Beyrut 1409/1988, I, 177-205.
İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-mesîr, VIII, 66, 68-69.
Fahreddin er-Râzî, Mefâtîḥu’l-ġayb, V, 541-545.
Kurtubî, el-Câmiʿ, X, 208; XVII, 88-91.
Nevevî, Şerḥu Müslim, III, 209-232.
Nüveyrî, Nihâyetü’l-ereb, XVII, 283-284.
İbn Seyyidünnâs, ʿUyûnü’l-es̱er, Beyrut, ts. (Dârü’l-ma‘rife), I, 147-148.
İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü’l-meʿâd, Beyrut 1992, III, 34-42.
İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Ḳurʾân, III, 1-24.
a.mlf., es-Sîre, II, 93-112.
İbn Ebü’l-İz, Şerḥu’l-ʿAḳīdeti’ṭ-Ṭaḥâviyye (nşr. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî – Şuayb
el-Arnaût), Beyrut 1408/1987, s. 84-91.
Teftâzânî, Şerḥu’l-ʿAḳāʾid, İstanbul 1313, s. 174-175.
İbn Hacer, Fetḥu’l-bârî (Hatîb), VII, 237-259; XII, 492.
Kestelî, Ḥâşiye ʿalâ Şerḥi’l-ʿAḳāʾid, İstanbul 1966, s. 174-175.
Süyûtî, el-Âyetü’l-kübrâ şerḥu ḳıṣṣati’l-isrâʾ (nşr. M. Abdülhakîm el-Kādî), Kahire 1989.
Kastallânî, İrşâdü’s-sârî, Beyrut 1990, VI, 3-4.
Şah Veliyyullah ed-Dihlevî, Ḥüccetullāhi’l-bâliġa (nşr. M. Şerîf Sükker), Beyrut 1413/1992,
I, 115-116.
Abdüllatif Harpûtî, Tenḳīḥu’l-kelâm, İstanbul 1330, s. 305-311.
Elmalılı, Hak Dini, V, 3142-3186.
Muhammed Hamîdullah, İslâm Peygamberi (trc. M. Said Mutlu), İstanbul 1966, I, 92, 93.
Şiblî Nu‘mânî, İslâm Tarihi: Asr-ı Saâdet (trc. Ömer Rıza Doğrul), İstanbul 1974, II, 419-
444.
Mustafa Sabri Efendi, Mevḳıfü’l-ʿaḳl ve’l-ʿilm ve’l-ʿâlem, Beyrut 1992, IV, 199-208.
M. Zâhid Kevserî, Maḳālât, Kahire 1994, s. 486-490.
Şinasi Gündüz v.dğr., Dinlerde Yükseliş Motifleri ve İslâm’da Miraç, Ankara 1996.
Muhammed Esed, Kur’an Mesajı: Meal-Tefsir (trc. Ahmet Ertürk – Cahit Koytak), İstanbul
1418/1997, s. 1337-1339.
H. Busse, “Jerusalem in the Story of Muhammad’s Night Journey and
Ascension”, Jerusalem Studies in Arabic and Islam, XIV, Jerusalem 1991, s. 1-40.
Ali Akpınar, “Mi’rac Gecesi Hz. Peygamber’e Verildiği Söylenen Âyetlerle İlgili Bazı
Mülahazalar”, Cumhuriyet Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, sy. 1, Sivas 1996, s.
95-101.
J. van Ess, “Vision and Ascension: Sūrat al-Najm and its Relationship with Muḥammad’s
Mi‘rāj”, Journal of Qur’anic Studies, I/1, London 1999, s. 47-62.

BURAK
‫البراق‬
Mi‘rac gecesinde Hz. Peygamber’i taşıdığı rivayet edilen
binek.
Bölümler İçin Önizleme

 1/2Müellif: MUSTAFA ÖZBölüme Git

Burak “parıldamak, şimşek çakmak” anlamına gelen Arapça berk (‫ )البرق‬kelimesinden


türetilmiş olup renginin saf ve parlak oluşu veya çok hızlı hareket ...

 2/2Müellif: MUSTAFA İSMET UZUNBölüme Git

SANAT ve EDEBİYAT. Burak doğrudan doğruya isrâ ve mi‘rac hadisesiyle ilgili olduğu için
İslâmî Türk edebiyatında daha çok mi‘racdan bahseden eserlerde...
1/2

Müellif:
MUSTAFA ÖZ
Burak “parıldamak, şimşek çakmak” anlamına gelen Arapça berk (‫)البرق‬
kelimesinden türetilmiş olup renginin saf ve parlak oluşu veya çok hızlı
hareket edişi sebebiyle bu adı almıştır (Lisânü’l-ʿArab, “brḳ” md.).

İsrâ sûresinin ilk âyetinde, Allah’ın bir gece Hz. Muhammed’i Mescid-i
Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya kadar yürüttüğü bildiriliyorsa da söz konusu
âyette bu yolculuğun burakla gerçekleştiğine dair herhangi bir işaret yoktur.
Konu ile ilgili hadislerde yer alan ayrıntılı bilgilere göre yolculuk Mescid-i
Aksâ’dan sonra semaya yükseltilmek suretiyle devam etmiştir. Cebrâil’in de
refakat ettiği ve İslâmî kaynaklarda “isrâ” ve “mi‘rac” diye adlandırılan bu
gece yolculuğu hadislere göre burak denilen bir binekle gerçekleşmiştir.
Kaynaklar bu bineğin beyaz renkli ve fevkalâde süratli olduğunu, katırla eşek
arası bir yapıya sahip bulunduğunu bildirirler. İsrâ olayını anlatan hadislerin
bir kısmında burakın, yukarıda belirtilen vasıflarından başka uzun kulakları
(İbn Hişâm, I, 398) ve uyluklarına bitişik iki kanadının bulunduğu, bu kanatları
sayesinde bir adımda gözünün görebildiği en uzak mesafeyi katedebildiği de
kaydedilmektedir. Bazı kaynaklara göre de Hz. Peygamber buraka yaklaşıp
binmek istediği sırada burak huysuzluk etmiş, fakat Cebrâil’in, o zamana
kadar taşıdığı kişiler içinde en faziletli insanın şu anda kendisine binmekte
olan kişinin olduğunu hatırlatması üzerine utancından ter dökmüştür (meselâ
bk. İbn Hişâm, I, 398; İbn Sa‘d, I, 214). Hadislerde belirtildiğine göre Hz.
Peygamber Cebrâil ile birlikte Mescid-i Aksâ’ya vardığında buraktan inmiş,
Cebrâil burakı eskiden kalmakta olduğu yere götürmüş ve bağlamış, Resûl-i
Ekrem de orada bulunan peygamberler cemaatine imam olarak namaz
kıldırmıştır. Cebrâil’in Resûlullah’la birlikte buraka binip binmediği konusu
ihtilâflıdır. Hâkim’in el-Müstedrek’inde (IV, 606), Hz. Peygamber’e burak
getirildiğinde Cebrâil’in de arkasına bindiği tarzında Ebû Hamza Meymûn el-
A‘ver’den rivayet ettiği hadis konu ile ilgili diğer haberlerle
desteklenmemiştir.

Mi‘racın İslâm literatürüne girdiği şekliyle Hz. Peygamber’e has bir mûcize
olduğu bilinmektedir. Burak olayı da mi‘rac sırasında meydana gelen tabiat
üstü birçok olaydan biri olarak kabul edilmelidir. Deney ve gözlem
dünyasının dışında vuku bulan bu tür olayların tabiatta gözlenen kanunlarla
değerlendirilmesi mümkün değildir.

Burak Resûl-i Ekrem’den başka diğer peygamberlere de hizmet etmiştir.


Taberî’nin naklettiği bir rivayette Hz. İbrâhim’in Kâbe’yi ziyarete giderken bu
bineği kullandığı belirtilmekte ve bu sebeple buraktan “İbrâhim’in bineği”
(dâbbetü İbrâhim) şeklinde söz edilmektedir (Tefsîr, XV, 5, 10). Ayrıca
kıyamet günü, mahşer yerinde bulunan ümmetlerine ulaşabilmeleri için
peygamberlere binek verileceği, Sâlih peygamber devesine binerken Hz.
Muhammed’in de kızı Fâtıma ile birlikte buraka bineceği ve o gün burakın
sadece kendisine tahsis edileceği gibi hususlar da konu ile ilgili
rivayetlerdendir (bk. KIYAMET).

BİBLİYOGRAFYA
Lisânü’l-ʿArab, “brḳ” md.
Tâcü’l-ʿarûs, “brḳ” md.
Müsned, III, 148; IV, 208.
Buhârî, “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 6, “Menâḳıbü’l-enṣâr”, 42.
Müslim, “Îmân”, 259, 264.
Nesâî, “Ṣalât”, 1.
İbn Hişâm, es-Sîre, I, 396-398.
İbn Sa‘d, eṭ-Ṭabaḳāt, I, 214.
Taberî, Câmiʿu’l-beyân (Bulak), XV, 4-5, 10, 12, 13.
Hâkim, el-Müstedrek, II, 360; IV, 606.
Demîrî, Ḥayâtü’l-ḥayevân, I, 165-168.
B. Carra de Vaux, “Burak”, İA, II, 804.
2
R. Paret, “al-Burāk”, EI (İng.), I, 1310-1311.
REFREF
‫الرفرف‬
Mi‘rac gecesinde Hz. Peygamber’i taşıdığı kabul edilen binek.
Bölümler İçin Önizleme

 1/2Müellif: İSMAİL TAŞPINARBölüme Git

Sözlükte “kanat çırpmak, konmak için havada çırpınmak; parlamak” mânalarındaki reff
(refîf) kökünden türeyen refref “döşek, yaygı, yastık”, ayrıca “ku...

 2/2Müellif: ÖMER ZÜLFEBölüme Git

Edebiyat. Mi‘rac hadisesiyle bağlantılı olduğundan refref motifine daha çok siyer, mevlid,
mi‘racnâme ve mi‘râciyye türü eserlerde rastlanır. Abdülvâs...

1/2

Müellif:
İSMAİL TAŞPINAR
Sözlükte “kanat çırpmak, konmak için havada çırpınmak; parlamak”
mânalarındaki reff (refîf) kökünden türeyen refref “döşek, yaygı, yastık”,
ayrıca “kuşun havada çırpınması veya konacağı zaman kanatlarını yayarak
hareket ettirmesi” demektir (İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, II, 242-243; Lisânü’l-
ʿArab, “rff” md.). İbrânîce’de ve yahudi kaynaklarında refref genellikle bu son
anlamda kullanılır (Jastrow, s. 1491).

Kur’ân-ı Kerîm’de refref kelimesi cennetin tasviri sırasında geçer (er-Rahmân


55/76). “Yeşil yastıklara ve hârikulâde güzel döşemelere yaslanırlar”
meâlindeki bu âyette refref kelimesi müfessirler tarafından “yeşil döşekler,
yaygılar ve yastıklar” şeklinde yorumlanmıştır (Taberî, XXVII, 212-214;
Elmalılı, VI, 4694-4697). Râgıb el-İsfahânî, buradaki refrefin bahçelerin
yeşilliğini andıran bir tür elbise olduğunu belirtmektedir (el-Müfredât, “rff”
md.). Necm sûresinde mi‘racdan bahsedilirken Resûlullah’ın rabbinin en
büyük alâmetlerinden (âyet) bir kısmını gördüğü ifade edilir (53/18).
Buradaki büyük alâmetten maksat bazılarına göre ufku kaplayan yeşil refref
(belki yaygı) veya ufku kaplayan cennetten yeşil refreftir (belki cennetin yeşil
görünümünün bir uzantısı, Buhârî, “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 7, “Tefsîr”, 53/1; Taberî,
XXVII, 76-77; Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, VI, 452-453).

İslâmî gelenekte Hz. Peygamber’in mi‘racda kullandığı bineğin (burak) bir


nevi merdiven (mi‘rac), meleklerin kanatları, Cebrâil’in kanadı veya refref
olduğu (Davudoğlu, II, 622), Resûl-i Ekrem’in sidretü’l-müntehâdan sonraki
merhaleye kadar olan mesafeyi bir çeşit örtü olan refrefin üzerinde katettiği
zikredilirse de buna dair âyet ve hadislerde herhangi bir bilgi yer
almamaktadır (Mollaibrahimoğlu, s. 67). Buhârî ve Müslim gibi hadis
kaynaklarında (“Bedʾü’l-ḫalḳ”, 6; “Îmân”, 259) mi‘racda Resûlullah’ın
bineğinin burak olduğu zikredilir, aynı adlandırma İbn Hişâm’ın es-Sîretü’n-
nebeviyye’sinde de yer alır (I, 396-398), fakat refref adı geçmez. “Parlamak,
süratle hareket etmek” mânasında müşterek olan iki kelimenin birbirinin
yerine kullanılmış olması muhtemeldir. Esasen mi‘rac bineğini refref olarak
kabul eden açıklamalar daha çok kelimenin sözlük anlamına dayanmaktadır.
Mi‘racda Hz. Peygamber’i sidretü’l-müntehâdan alıp daha ileriye ulaştıran
yeşil halı veya elbise nevinden bir araç olan refref (Şehâbeddin el-Hafâcî, II,
310) Resûlullah’a yaklaştırılmış ve onun üzerine oturtulup rabbine
yükseltilmiştir. Beyhakī’nin Enes’ten naklettiği hadiste, Resûl-i Ekrem’in
mi‘rac esnasında en yüce nuru müşahede ettiğinde perdenin önünde inci ve
yakut refrefini gördüğü kaydedilmektedir (Delâʾilü’n-nübüvve, II, 369).

BİBLİYOGRAFYA
İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, II, 242-243.
2
İbn Hişâm, es-Sîre , I, 396-398.
Taberî, Câmiʿu’l-beyân (nşr. Sıdkī Cemîl el-Attâr), Beyrut 1415/1995, XXVII, 76-77, 212-
214.
Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakī, Delâʾilü’n-nübüvve (nşr. Abdülmu‘tî Kal‘acî), Beyrut
1405/1985, II, 369.
Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Ḳurʾâni’l-ʿaẓîm, Beyrut 1385/1966, VI, 452-453.
Şehâbeddin el-Hafâcî, Nesîmü’r-riyâż fî şerḥi Şifâʾi’l-Ḳāḍî ʿİyâż, Beyrut, ts. (Dârü’l-kütübi’l-
Arabî), II, 310.
Elmalılı, Hak Dini, VI, 4694-4697.
Ahmet Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercemesi ve Şerhi, İstanbul 1974, II, 622.
Abdülmün‘im el-Hifnî, Muʿcemü muṣṭalaḥâti’ṣ-ṣûfiyye, Beyrut 1400/1980, s. 113.
Süleyman Mollaibrahimoğlu, Mi‘râc Gerçeği, İstanbul 1991, s. 67.
M. Jastrow, A Dictionnary of the Torgumim, the Talmud Babli and Yurushalmi and the
Midrashic Literature, New York 1996, s. 1491.

SİDRETÜ’l-MÜNTEHÂ
‫سدرة المنتهى‬
Hz. Peygamber’in, Mi‘rac gecesi yanında ilâhî sırlara mazhar
olduğu ağaç.
Bölümler İçin Önizleme

 1/2Müellif: SÜLEYMAN ULUDAĞBölüme Git

Sözlükte “Arabistan kirazı denilen hoş gölgeli nebk ağacı” anlamındaki sidre ile (Kāmus
Tercümesi, II, 385) müntehâ kelimesinden oluşan sidretü’l-münt...

 2/2Müellif: MUSTAFA İSMET UZUNBölüme Git

EDEBİYAT. Tefsirlerdeki açıklamalar göz önüne alındığında sidre, Hz. Peygamber Allah’ın
huzuruna varmadan önce cennetü’l-me’vâda Cebrâil’i yanında bır...

1/2

Müellif:
SÜLEYMAN ULUDAĞ
Sözlükte “Arabistan kirazı denilen hoş gölgeli nebk ağacı”
anlamındaki sidre ile (Kāmus Tercümesi, II, 385) müntehâ kelimesinden
oluşan sidretü’l-müntehâ terkibi “son noktada bulunan sidre” demektir.
Terim olarak “Hz. Peygamber’in Mi‘rac gecesi yanında ilâhî sırlara mazhar
olduğu ağaç veya makam” diye açıklanabilir. Kur’an’da bir yerde sidretü’l-
müntehâ (en-Necm 53/14), bir yerde yalnız sidre (en-Necm 53/16) şeklinde
geçer. Sidr iki âyette de (Sebe’ 34/16; el-Vâkıa 56/28) “ağaç” mânasına
gelmektedir. Çeşitli hadis rivayetlerinde yapraklarının yıkanmada kullanılması
sebebiyle sidr, ayrıca âyetteki konumu itibariyle sidretü’l-müntehâ yer alır
(Wensinck, el-Muʿcem, “sdr” md.).

Sidretü’l-müntehâ terkibiyle ilgili olarak başlıca iki görüş ileri sürülmüştür.


Daha çok kabul gören anlayışa göre sidretü’l-müntehâ semada bulunan,
Mi‘rac gecesi yanında Resûl-i Ekrem’in ilâhî sırlara mazhar olduğu bir ağaçtır.
Çünkü terkibin yer aldığı Necm sûresindeki âyetler Resûlullah’ın mi‘racıyla
ilgilidir. Yaygın kanaate göre Hz. Peygamber Mi‘rac gecesi sidretü’l-
müntehânın yanında aslî sûretiyle Cebrâil’i görmüştür. Sidretü’l-müntehâyı
bürüyen şey ise Allah’ın nuru, melekler veya bilinmeyen başka şeylerdir
(Fahreddin er-Râzî, XXVIII, 253). Sidretü’l-müntehâya bu ismin veriliş sebebi
konusunda da çeşitli görüşler vardır. Cennetin son noktasında bulunması,
aşağıdan yükselen ve yukarıdan inen şeylerin orada neticelenmesi,
yaratılmışlara özgü bütün bilgilerin orada son bulması, ötesinin Allah’tan
başkası için gayb âlemi olması gibi görüşler bunlardan bazılarıdır (Zemahşerî,
VI, 48; Kurtubî, IX, 95). Taberî, farklı ihtimallerin hepsinin âyetin lafzına
uygun olup tercih için kesin bir nakil bulunmadığından bunlardan birinin veya
hepsinin mümkün olabileceğini belirtir (Câmiʿu’l-beyân, XIII, 53). Bu
açıklamaların ortak noktası sidretü’l-müntehânın bir sınırı ifade etmesidir.
Burası, Mi‘rac gecesi Hz. Peygamber’in mazhariyeti dışında büyük meleklerin
ve peygamberlerin ötesine geçemediği, yaratılmışların ilminin ulaşabileceği
son nokta olarak kabul edilir. Yaygın kanaate göre Hz. Peygamber Mi‘rac
gecesi Cebrâil ile sidretü’l-müntehâya kadar gitmiş ve Cebrâil’in daha ileriye
gitmesine izin verilmediği için kābe kavseyne olan yolculuğuna refrefle
devam etmiştir (Âlûsî, XV, 14). Bu sebeple sidretü’l-müntehâ Cebrâil’in
makamı sayılmıştır. Ayrıca bunun illiyyîn olduğu yolunda görüşler vardır
(Taberî, XXIV, 209).

Sidre kelimesinin kökünde (seder/sedâre) “hayret anlamı” da


bulunduğundan bu terkibe “en büyük hayret” anlamı verenler de olmuştur.
Burası en çok hayret edilen bir makam olduğu halde Kur’ân-ı Kerîm’de
belirtildiği gibi Allah’ın resulü ne hayrete düşmüş ne de kendini kaybetmiş,
gördüğünü tam ve doğru olarak algılamıştır (en-Necm 53/17). Bu görüşü
aktaran Râzî ilk anlayışın daha isabetli olduğunu belirtir (Mefâtîḥu’l-ġayb,
XXVIII, 252-253). Sidretü’l-müntehâ, hadis rivayetlerinde beyan edildiği üzere
cennetin son noktasında kendine özgü bir ağaç da olsa veya hayret makamı
konumunda da bulunsa sınırlı idrak imkânlarına sahip insanların onun
mahiyetini bilmesi mümkün değildir. Cebrâil’in bile idrak etmekten âciz
olduğu gayb âlemine ait bu varlığın veya makamın sırrının Allah’a havale
edilmesi en isabetli yoldur.

Tasavvufta da sidretü’l-müntehâ hakkında çeşitli yorumlar yapılmıştır. İlk


sûfîlerden Sehl b. Abdullah et-Tüsterî sidretü’l-müntehâyı “beşerî bilginin
bittiği yer” diye tanımlamış, bunun Hz. Muhammed’in ibadetlerindeki nurdan
oluştuğunu, ilâhî feyizlerin sidre üzerinde ona geldiğini ve ona metanet
verdiğini söylemiştir (Tefsîr, s. 145). Aynülkudât el-Hemedânî’ye göre sidre
rubûbiyyet ağacıdır, meyvesi ubûdiyyettir (Temhîdât, s. 276). Muhyiddin
İbnü’l-Arabî’ye göre Resûl-i Ekrem, Hz. İbrâhim’in makamı olan yedinci
semayı geçerek sidretü’l-müntehâya ulaşmış, sonra burasını da geçip
kaderleri yazan kalemlerin çıkardığı sesleri işitecek bir noktaya yükselmiştir.
Sidretü’l-müntehâ, peygamberler ve onlara tâbi olan mutlu insanların
amellerinin sûretlerinin bulunduğu yerdir, bu sûretler kıyamete kadar burada
muhafaza edilir. Bu amellerden yansıyan ışıltılar sidreyi bürümüş ve onu göz
kamaştıran bir güzelliğe kavuşturmuştur. İbnü’l-Arabî sidretü’l-müntehâdaki
nur kelebeklerinin ve dört nehrin özel anlamları olduğunu, ancak bunun
mahiyetinin tam olarak bilinemeyeceğini, güçlü bir anlatım yeteneğine sahip
bulunan Hz. Peygamber bu noktada susmayı tercih ettiğine göre insanların
da susması gerektiğini söyler. Burada İbnü’l-Arabî’nin mi‘racla ilgili hususları
bazı mânevî ve ilâhî hususların simgeleri olarak gördüğünü belirtmek gerekir
(Fütûḥât, II, 369; III, 345; el-İsrâ ile’l-maḳāmi’l-esrâ, s. 109). Şah Veliyyullah
ed-Dihlevî’nin açıklamaları da bu yöndedir (Ḥüccetullāhi’l-bâliġa, s. 867).

BİBLİYOGRAFYA
Kāmus Tercümesi, II, 385.
Müsned, III, 164; IV, 207.
Sehl et-Tüsterî, Tefsîrü’l-Ḳurʾâni’l-ʿaẓîm (nşr. M. Bedreddin en-Na‘sânî), Kahire
1326/1908, s. 145.
Taberî, Câmiʿu’l-beyân, XIII, 53; XXIV, 209.
Muhammed b. Hüseyin es-Sülemî, Ḥaḳāʾiḳu’t-tefsîr: Tefsîrü’l-Ḳurʾâni’l-ʿaẓîm (nşr. Seyyid
Umrân), Beyrut 2001, II, 286.
Aynülkudât el-Hemedânî, Temhîdât (nşr. Afîf Useyrân), Tahran 1962, s. 276.
Zemahşerî, el-Keşşâf (Kahire), VI, 48.
Fahreddin er-Râzî, Mefâtîḥu’l-ġayb, Beyrut 1411/1990, XXVIII, 252-253.
Muhyiddin İbnü’l-Arabî, el-Fütûḥâtü’l-Mekkiyye, Kahire 1293, II, 369; III, 345.
a.mlf., el-İsrâ ile’l-maḳāmi’l-esrâ: Kitâbü’l-Miʿrâc, Beyrut 1408/1988, s. 23, 109, 247.
Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, el-Câmiʿ (nşr. Hişâm Semîr el-Buhârî), Riyad
1423/2003, IX, 95.
Beyzâvî, Envârü’t-tenzîl ve esrârü’t-teʾvîl, İstanbul 1991, IV, 315.
Süyûtî, ed-Dürrü’l-mens̱ûr, Beyrut 1403/1983, VII, 649-651.
Şemseddin eş-Şâmî, el-İsrâ ve’l-miʿrâc: Ḫulâṣatü’l-fażli’l-fâʾiḳ fî miʿrâci ḫayri’l-ḫalâʾiḳ (nşr.
Hasan Ahmed İsbir), Beyrut 1424/2003, s. 294.
Şah Veliyyullah Dihlevî, Ḥüccetullāhi’l-bâliġa (nşr. Seyyid Sâbık), Kahire, ts. (Dârü’l-
kütübi’l-hadîse), s. 867.
Âlûsî, Rûḥu’l-meʿânî (nşr. M. Hüseyin el-Arab), Beyrut 1417/1997, XV, 14; XXVII, 77-78.

BEYTÜLMA‘MÛR
‫البيت المعمور‬
Semada, içinde meleklerin ibadette bulunduğu rivayet edilen
mâbed.

Müellif:
ABDURRAHMAN KÜÇÜK
“Mâmur ev” veya “mâmur mâbed” anlamına gelen el-beytü’l-ma‘mûr,
Kur’ân-ı Kerîm’de (et-Tûr 52/4) Allah’ın üzerine yemin ettiği bir mekânın adı
olarak geçer. Bir yerin mâmurluğu, bakımlı ve düzenli oluşundan başka gelen
gideninin ve ilgi göstereninin fazla oluşuyla da ilgilidir. Kur’an’da mâbedlerin
imar edilmesi, maddî onarım ve bakımdan çok mânevî onarım demek olan
zikir ve ibadet esasına bağlanmıştır (bk. el-Bakara 2/114; et-Tevbe 9/18-19).
Bu sebeple beytülma‘mûrun semada meleklere ait bir mâbed veya dünyada
bütün müslümanların mâbedini teşkil eden Kâbe olabileceği hususunda
görüşler ileri sürülmüştür.
Beytülma‘mûr ile ilgili olarak Hz. Peygamber’den çeşitli hadisler rivayet
edilmiştir. Bu hadislere göre Resûlullah’a mi‘rac esnasında beytülma‘mûr
gösterilmiştir. Burası “yedinci semada melekler için inşa edilmiş, bir gelen bir
daha gelmemek üzere her gün 70.000 meleğin ziyaret edip ibadette
bulunduğu bir mâbeddir” (Buhârî, “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 6, “Menâḳıbü’l-enṣâr”, 42;
Müslim, “Îmân”, 259, 264; Nesâî, “Ṣalât”, 1; Müsned, III, 149, 153; IV, 207,
209, 210). Beytülma‘mûrun dördüncü veya altıncı semada olduğuna dair
rivayetler de vardır.

Hz. Ali’nin de bir soru üzerine beytülma‘mûru, gökte bulunan ve Kâbe’nin


yerdeki kutsiyetine benzer bir kutsiyete sahip olan, her gün 70.000 meleğin
ziyaret edip namaz kıldığı, bir diğer adı da durâh olan bir yer, bir mescid
olarak tanımladığı rivayet edilmektedir (Taberî, XXVII, 10).

Rebi‘ b. Enes’ten nakledilen bir görüşe göre beytülma‘mûr, Hz. Âdem’den Hz.
Nûh zamanına kadar Kâbe’nin yerinde bulunuyordu. Hz. Nûh, halkından hac
maksadıyla onu ziyaret etmelerini istemiş, fakat onlar buna uymamışlardır.
Meydana gelen bir su baskını üzerine de Kâbe hizasında dünya semasına
yükseltilmiş olup onu her gün 70.000 melek ziyaret etmektedir ve bu
durum sûrun üfleneceği güne kadar devam edecektir (bk. Mâverdî, IV, 110).

Hasan-ı Basrî’den gelen bir rivayete göre ise beytülma‘mûr Kâbe’dir.


Kâbe’nin “mâmur” diye nitelendirilmesinin sebebi, meskûn olması ve çok
sayıda müslüman tarafından ziyaret edilmiş bulunmasıdır. Onun bu yorumu
el-beytü’l-ma‘mûrun yer aldığı âyetler dizisinin ifade ettiği genel anlama
daha uygun düşmektedir. Çünkü Tûr sûresinin ilk altı âyetini oluşturan bu
dizide önemleri sebebiyle üzerlerine yemin edilen şeyler (Tûr dağı, yazılmış
kitap, gök, deniz) insanın duyularıyla idrak ettiği belli şeylerdir. Bunlar
arasında yer alan beytülma‘mûrun da o tür nesnelerden olması daha uygun
görünmektedir.

Tasavvufî eserlerde beytülma‘mûrun zâhirî ve bâtınî olmak üzere iki delâleti


olduğu kabul edilmektedir. Zâhirî delâleti, yedinci semada melekler
tarafından mâmur hale getirilen ve durâh denilen bina, bâtınî delâleti ise
Hakk’ın tecelli ederek mâmur eylediği mümin kalbidir.
BİBLİYOGRAFYA
Müsned, III, 149, 153; IV, 207, 209, 210.
Buhârî, “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 6, “Menâḳıbü’l-enṣâr”, 42.
Müslim, “Îmân”, 259, 264.
Nesâî, “Ṣalât”, 1.
Ezrakī, Aḫbâru Mekke (Melhas), I, 4951.
Mâverdî, en-Nüket ve’l-ʿuyûn (nşr. Hıdır Muhammed Hıdır), Küveyt 1402/1982, IV, 110.
Sehl et-Tüsterî, Tefsîrü’l-Ḳurʾâni’l-ʿaẓîm, Kahire 1908, s. 94-95.
Taberî, Câmiʿu’l-beyân, XXVII, 10-11.
Fahreddin er-Râzî, Mefâtîḥu’l-ġayb, XXVIII, 239.
İbnü’l-Arabî, el-Fütûḥât, Beyrut, ts. (Dâru Sâdır), II, 169-171; III, 438, 526; IV, 328.
a.mlf., Muḥâḍaratü’l-ebrâr, İstanbul 1305, I, 173-174.
Beyzâvî, Envârü’t-tenzîl ve esrârü’t-teʾvîl, İstanbul 1285, II, 467.
Tecrid Tercemesi, X, 71.
Elmalılı, Hak Dini, VI, 4551.
el-Muʿcemü’ṣ-ṣûfî, s. 226-228.

MESCİD-i HARÂM
‫المسجد الحرام‬
Kâbe’yi kuşatan mescid.

Müellif:
NEBİ BOZKURT, MUSTAFA SABRİ KÜÇÜKAŞCI
Kur’ân-ı Kerîm’de on beş yerde geçen (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ḥrm”
md.) Mescid-i Harâm tabiriyle Kâbe, Kâbe’yi kuşatan ve ibadet için kullanılan
alan, Mekke veya Mekke haremi kastedilir (Zerkeşî, s. 41-43). Ayrıca “el-beyt,
el-beytü’l-atîk, el-beytü’l-ma‘mûr, el-beytü’l-harâm, el-harem, el-haremü’l-
Mekkî, Harem-i şerif, Kâbe ve durâh (‫ ”)ضراح‬tabirleri de Mescid-i Harâm’ı
ifade eder. Harem-i şerif terkibi Medine’deki Mescid-i Nebevî ve Kudüs’teki
Mescid-i Aksâ için de kullanılmaktadır.
Mescid-i Harâm yeryüzünde bilinen en eski mesciddir (Âl-i İmrân 3/96). Hz.
Peygamber İslâmiyet’i tebliğ için zaman zaman Mescid-i Harâm’ı kullanmış,
yapılan baskılara rağmen Hacerülesved ile Rüknülyemânî arasında namaz
kılmıştır. Hz. Ömer’in İslâmiyet’i kabul etmesinden sonra müslümanların
Mescid-i Harâm’da açıkça namaz kılmaya başladıkları bildirilmektedir (İbn
Hişâm, I, 369). Kur’an’da, Mescid-i Harâm’ın ziyaret edilmesini engellemenin
ve halkını oradan çıkarmanın Allah katında büyük günah olduğu belirtilir (el-
Bakara 2/217). Mekke’nin fethi üzerine Resûl-i Ekrem meşhur fetih
konuşmasını Mescid-i Harâm’da yapmış ve oraya sığınanların emniyette
olacağını bildirmiştir.

İslâm öncesi dönemde Kusay b. Kilâb (ö. 480 dolayları) Mekkeliler’i Kâbe
merkez olmak üzere Mekke ve çevresine yerleştirmiş, evlerin arasından
Kâbe’nin bulunduğu alana geçişi sağlayan kapılar yapılmıştır. Kâbe’yi kuşatan
bu alan siyasî ve içtimaî hayatın bütün fonksiyonlarının yerine getirildiği bir
merkezdi (Cevâd Ali, IV, 46). Hz. Peygamber’in amcası Abbas Mescid-i
Harâm’ın sikāye (hacılara su temini) ve imâre (asayiş ve onarım) görevlerini
üstlenmişti. Kureyş kabilesi de toplanma yerleri olan Mescid-i Harâm’a saygı
gösteriyordu (Abdülhay el-Kettânî, I, 173-174).

Resûl-i Ekrem ve Hz. Ebû Bekir zamanında Mescid-i Harâm’da herhangi bir
değişiklik yapılmamıştır. Hz. Ömer döneminde ise çevresindeki bazı evler
2
istimlâk edilerek büyük oranda genişletilmiş ve 3613 m ’lik bir alan haline
getirilmiş, etrafı göğüs hizasında bir duvarla çevrilmiştir (17/638). Hz. Osman
2
devrindeki genişletmeyle alanı 4482 m ’ye ulaşan Mescid-i Harâm’a ilk
revakın bu sırada yapıldığı kaydedilmektedir (Zerkeşî, s. 39). Abdullah b.
Zübeyr’in Hicaz hâkimiyeti sırasında (683-692) onun tarafından başlatılıp
Emevî Halifesi Abdülmelik zamanında sürdürülen ve I. Velîd döneminde
2
tamamlanan (91/710) ilâvelerle birlikte Mescid-i Harâm’ın alanı 10.270 m ’ye
ulaşmıştır. Bu genişletme esnasında merkezinde Kâbe’nin yer aldığı avlu açık
olarak korunmuş, Mısır ve Şam’dan getirilen mermer sütunların üstüne
kemer inşa edilip Harem-i şerif’in üstü sâc ağacından düz bir çatıyla ve ahşap
kısmı yaldızlanan bir tavanla örtülmüş, üzerlerine bazı tezyinatın yapıldığı
sütunların başlıklarına altın kaplama levhalar ve kesme taşlarla yenilenen
çevre duvarına pencereler konulmuş, Abdullah b. Zübeyr’in zeminine kum
döktürüp taş döşeterek tesviye ettirdiği tavaf alanı (metâf) başta olmak
üzere Mescid-i Harâm’ın çeşitli yerlerine mermer döşenmiştir.

Emevîler’in Mekke valisi Hâlid b. Abdullah el-Kasrî’nin zemzemle


Rüknülhacerülesved arasında yaptırdığı mermer çeşme Abbâsîler’in ilk
Mekke valisi Dâvûd b. Ali tarafından yıktırıldı. Abbâsî Halifesi Ebû Ca‘fer el-
Mansûr, Mescid-i Harâm’ın ihtiyacı karşılayamaması sebebiyle Mekke Valisi
Ziyâd b. Ubeydullah el-Hârisî’den mescidin genişletilmesini istedi (137/754-
55). Kuzey tarafındaki evler istimlâk edilip Mescid-i Harâm genişletildi. Ayrıca
bir revak ve kuzeybatı köşesinde Umre kapısının yanına bir minare ilâve
edildi. Mescid-i Harâm mermerle kaplandı ve ilk defa bir minber konuldu.
140 (757) yılında tamamlanan bu imar faaliyetlerine dair kitâbe Benî Cehm
kapısı üzerine yerleştirildi. Abbâsî Halifesi Mehdî-Billâh 164’te (781) hac için
Mekke’ye geldiğinde Kâbe’nin Mescid-i Harâm’ın ortasında yer almadığını
görünce Kâbe’yi merkeze alacak şekilde bir genişletme daha yapılmasını
emretti. 167’de (783-84) başlayan çalışmalar Mehdî-Billâh’ın vefatından
sonra oğlu Hâdî-İlelhak zamanında tamamlandı (170/786-87). Bu genişletme
sırasında Harem-i şerif’e yüksekliği 4,8 m. ve çevresi 1,44 m. olan 484 sütun
konuldu, bunların üstüne ahşap bir tavan yapıldı (Ezrakī, II, 81). Bâbüsselâm,
Bâbü Ali ve Bâbülvedâ’nın yanına mescidin kuzeydoğu, güneydoğu ve
güneybatı köşelerine birer minare ilâve edildi, kapı sayısı da on dokuza
çıkarıldı (Abdüllatîf b. Abdullah b. Dehîş, s. 63-64). Mescid-i Harâm’ın
kuzeydoğusunda Zemzem Kuyusu’nun önünde su dağıtılan sikāye ile
içerisinde çeşitli malzeme ve eşyanın saklandığı yapının üzerine birer kubbe
de Mehdî zamanında yaptırıldı (a.g.e., s. 64). Çeşitli dönemlerde tamir gören
bu iki yapı Mescid-i Harâm’ın ilk fotoğraflarında görülmektedir. Kubbetü’s-
sikāye’de, bazı önemli günlerde Makām-ı İbrâhim’de teşhir edilen Zeyd b.
Sâbit mushafı ile diğer mushaf ve kitapların muhafaza edildiği bir dolap
bulunmaktaydı (İbn Battûta, I, 159). Harem-i şerif’in kuzeyinde olup Emevî ve
ilk Abbâsî halifelerinin ikametine ayrılan, Velîd zamanındaki genişletmede
mescid alanının ortasında kalan Dârünnedve, Halife Mu‘tazıd-Billâh devrinde
sütunlar eklenerek mescide dahil edildi (284/897). 306’da (918-19) Abbâsî
Halifesi Muktedir-Billâh zamanında Bâb-ı İbrâhim’in Harem’e dahil edildiği
2
genişletmeden sonra 27.850 m olan Mescid-i Harâm’ın alanı (Abdüllatîf b.
Abdullah b. Dehîş, s. 65), Suudi hükümetinin 1955 yılında gerçekleştirdiği
genişletmeye kadar önemli bir değişikliğe uğramadı. 1671’de Evliya Çelebi ve
1909’da Muhammed Lebîb el-Betenûnî’nin verdiği bilgiler ve yapılan tasvirler
bu hususu teyit etmektedir. 802’de (1400) Mescid-i Harâm’ın yakınında çıkan
bir yangın ve ardından sel felâketi Harem-i şerif’in kuzey ve batı
taraflarındaki 130 sütuna büyük hasar vermişti. Memlük Sultanı el-Melikü’n-
Nâsır Ferec döneminde 803’te (1400-1401) başlayan ve malzemenin önemli
kısmının Hindistan ve Anadolu’dan getirilmesinden dolayı yaklaşık dört yıl
süren bir çalışmayla Mescid-i Harâm’ın yanan bölümü bütünüyle yenilendi.
Bu sırada Makām-ı İbrâhim’in üzerine yontma ince taştan dört sütun üstüne
ahşap bir kubbe yapılmış ve etrafı demir şebekelerle çevrilmişti.

Mekke’yi basan sellerin Mescid-i Harâm’a ve Kâbe’ye zarar vermesini


önlemek için Hz. Ömer zamanından itibaren çeşitli tedbirler alındı, Kanûnî
Sultan Süleyman devrinde Mescid-i Harâm’ın kapılarının eşikleri taş
basamaklarla yükseltildi (Evliya Çelebi, IX, 262). Kanûnî Sultan Süleyman
döneminde gerçekleştirilen tamirlerle (931/1525, 947/1540, 959/1552)
Mescid-i Harâm’ın direk ve revakları büyük oranda yenilendi, kapıları
onarıldı. Metâfın taş döşemeleri değiştirildi, birkaç minaresi ve mezheplere
ait makamlar yeniden inşa edildi. Ayrıca muhtelif renkte taşlarla kakma
tezyinatı olan ve kubbesiyle yüksekliği 12 metreyi bulan bir minber eklendi.

Osmanlı devrinde Mescid-i Harâm mimari açıdan kesin şeklini II. Selim ve III.
Murad zamanında almıştır. 984 (1576) yılında klasik dönem Osmanlı mimari
üslûbuna göre düzenlenen Harem-i şerif’in eski düz ahşap çatısı yerine çok
sayıda mahrûtî kubbe inşa edildi. İstanbul ve Mısır’da hazırlanan malzemenin
dışında 110.000 dinar harcanan bu çalışmalarda avlunun açık bir alan olması
özelliği korunurken ikinci bir iç avluya bir dizi revakla geçen küçük çaplı
müzehhep alemli kubbeler kullanıldı. Harem-i şerif’in doğu duvarı başta
olmak üzere çeşitli yerleri hüsn-i hat örnekleriyle tezyin edildi. Avlunun ve iç
kısma geçilen ilk direklerin üst taraflarına her beş direkte Hz. Peygamber’in
ismi gelecek şekilde istifler yapıldı ve kapıları üzerine Mescid-i Harâm ile ilgili
âyetler hakkedildi. Kanûnî Sultan Süleyman devrinde başlanan, metâf ile ana
kapıların bulunduğu yerlerin mermerle döşenmesi işi III. Murad zamanında
(1574-1595) tamamlandı.

1021’de (1612) I. Ahmed Kâbe’nin altın oluğunu yeniledi ve Zemzem


Kuyusu’nun giriş kısmına demir bir kafes yaptırdı. IV. Murad, 1039’da (1629-
30) büyük bir sel sonucu bazı taşları yerinden oynayan Kâbe’yi kısa zamanda
tamir ettirdi. IV. Mehmed mescidin yedi minaresini onarttı, metâfın sahasını
genişleterek buraya yontma taş döşetti, Safâ ve Merve arasına kandiller
koydurdu. II. Mustafa zamanında (1695-1703) Hacerülesved’in mahfazası,
Kâbe tavanını tutan direkleri ve yüzeye inen merdiveni yenilendi. III. Ahmed
metâfın döşemelerini değiştirtti, I. Mahmud yeni avizeler ve şamdanlar
gönderdi. I. Abdülhamid Makām-ı İbrâhim, makām-ı Şâfiî, Umre kapısındaki
minare ve Kâbe’de tamirler yaptırdı. Bu sırada metâftan sonra namaz kılınan
alanlar yeniden planlandı. Sultan Abdülmecid, Harem içinde kandil asılması
için dört tarafa eşit aralıklarla hurma şeklinde direkler diktirdi. Kubbe
altlarına, iç ve dış bölümlere sayısı 3000’i aşan kandiller astırdı. Onun
döneminde mescidin eskiyen kısımları, Hacerülesved’in gümüş mahfazası ve
Kâbe’nin altın oluğu yenilendi, Hicr’i çevreleyen duvar onarıldı. 1916’da
Sultan Mehmed Reşad mescidin genel bir tamirinin yapılmasını, selden zarar
gören sütunların değiştirilmesini istedi. Ancak I. Dünya Savaşı yüzünden bu
imar işi yarım kaldı. Haremeyn’in idaresi Suûd ailesine geçince başlangıçta
birtakım tamirler yapıldı ve zemzemin sebilleri birkaç defa yenilendi.

1955’te başlatılan ve Safâ ile Merve arasındaki sa‘y yolunun da (mes‘â)


Mescid-i Harâm’a katıldığı genişletmede iç avlu kısmı üç katlı olarak
tasarlanmış ve minareler dışında Harem’in Osmanlılar zamanındaki yapısı
korunarak ilâve edilen kısım ona bitiştirilmiştir. 1976 yılına kadar dört
2
merhalede tamamlanan bu imardan sonra mescidin 29.127 m olan alanı
2
160.168 m ’ye ulaşmıştır. Sa‘y yolu üzerindeki yapı 395 m. uzunluğunda ve 20
m. genişliğinde olup dıştan altmış beş kemeri bulunmaktadır. İki katlı bu
yapının kemer kavisine kadar 11,75 m. olan alt kısmı zemin katı, 8,5 m. olan
yukarı kısmı üst katı teşkil eder. Kral Fehd b. Abdülazîz döneminde 1988’de
başlatılıp 1993’te bitirilen genişletme sırasında ise mescidin batı ve güney
köşeleri arasındaki duvara dayanan yeni bir blok ilâve edilmiştir. Bu yapı
öncekinin mimari üslûbuna uygun biçimde planlanmıştır. Ana girişi ortada
olan yeni binanın iki yanında da birer döner merdiven vardır. Önceki yapının
köşelere gelen kısmında birer kubbe yer alırken yeni binanın ortalarında
bırakılan boşluk yan yana üç kubbe ile kapatılmıştır. Bu imarla birlikte
2
Mescid-i Harâm’ın iki katı ile damının toplam alanı 278.168 m ’ye ulaşmış,
2
mescid dışındaki 88.000 m ’lik açık avlunun da dahil edilmesiyle oluşan
2
366.168 m ’lik mekânda yaklaşık 800.000 kişinin namaz kılmasına imkân
hazırlanmıştır.
2
Toplam doksan beş girişi bulunan mescidin her biri 375 m ’lik bir alan
kaplayan döner merdivenlerinin ve minare kaidelerinin dış yüzeyleri renkli
mermerle kaplanmıştır. Yeknesaklığı gidermek için altta ve üstte boydan
boya devam eden kuşaklarda kapı ve pencere kemerlerinde açık renk üzerine
kabartma tezyinata yer verilmiştir. Sütun başlıkları, mukarnas, kemer, korniş,
destek ve tavan tezyinatında Kuzey Afrika ve Endülüs üslûbu ağırlıktadır.
Kemer aralarında çoğunlukla kıvrık dal ve yaprak motifleri arasında yuvarlak
çerçeve içinde kûfî hatla lafza-i celâl bulunmaktadır.

Muâviye b. Ebû Süfyân’dan önce Mescid-i Harâm’da halife ve valiler Kâbe’nin


önünde Hatîm’in üzerine çıkıp hutbe okuyorlardı. Muâviye döneminde
Şam’dan getirilen üç basamaklı bir minber Makām-ı İbrâhim’in sağ tarafına
konularak hutbelerde kullanılmaya başlandı. Abbâsî halifeleri, Memlük ve
Osmanlı sultanları Mescid-i Harâm’a çeşitli minberler hediye ettiler. Fıkıh
mezheplerinin ortaya çıkışından sonra farklı mezhep mensupları kendilerine
ayrılan yerlerde cemaatle namaz kıldılar. Mescid-i Harâm’a V. (XI.) yüzyılda
konulmaya başlandığı tahmin edilen dört Sünnî mezheple (bk. MAKĀMÂT-ı
ERBAA) Zeydî mezhebi imamlarına ayrılmış beş adet makam vardı.
Dârünnedve’nin yerinde ise günümüzde müezzin mahfili olarak kullanılan
yerde Hanefîler’in makamı bulunmakta olup bunun üst katı müezzinlere
tahsis edilmişti. 726’da (1326) Zeydîler’in makamı kaldırıp Mescid-i Harâm
içindeki faaliyetleri yasaklanmıştır (Necmeddin İbn Fehd, III, 184).

Mescid-i Harâm’ın XX. yüzyılın başlarında çekilen ilk fotoğraflarında


mezheplere ait makamlar, Makām-ı İbrâhim, minber, zemzem binası,
Bâbüsselâm ve biri muvakkithâne, diğeri kütüphane olarak kullanılan iki
kubbe (kubbeteyn) görünmektedir. Suud hükümeti mezheplere ait
makamlarla Bâbüsselâm’ı kaldırmıştır. Kâbe’ye 20 m. kadar mesafedeki
zemzem binası, önünde oluşan büyük kalabalık sebebiyle kaldırılıp su tevzii
yer altına alınmış ve girişi eski bina ile aynı hizada Safâ tarafındaki revakların
hemen önüne çekilmiştir. Kadınlar ve erkekler için iki ayrı mekân şeklinde
2
planlanan 1210 m ’lik bu bölüme merdivenlerle inilmektedir. Kanûnî Sultan
Süleyman tarafından hediye edilen muhteşem minber 1963’te bulunduğu
yerden 7 m. doğuya kaydırılmış, ardından kaldırılarak cuma ve bayram
hutbeleri daha küçük seyyar minberler üzerinden okunmaya başlanmıştır.
Böylece metâf alanında sadece camekân mahfazası içinde Makām-ı İbrâhim
kalmıştır.

Hz. Ömer zamanında meşalelerle aydınlatılan Mescid-i Harâm’a Emevî


Halifesi Muâviye’den itibaren kandiller konulmuş, Abbâsî Halifesi Me’mûn
devrinde bunlara fenerler ilâve edilmiş, Hârûnürreşîd döneminden itibaren
şamdan ve avize kullanımı yaygınlaşmıştır. III. (IX.) yüzyılda sayıları 455’e
ulaşan kandil ve şamdanlara ramazan ayında ve hac mevsiminde sekiz adet
avize ekleniyordu (Ezrakī, II, 98-99; Fâkihî, II, 185). Özel günlerde Mescid-i
Harâm’ın kokulanıp tütsülenmesi için konulan buhurdanlıklar aydınlatmada
kullanılan araçlarla bir bütünlük arzediyordu.

Bilhassa hac mevsimlerinde dünya müslümanları için toplantı ve buluşma


yeri ve ilim merkezi olma özelliğini asırlardır koruyan Mescid-i Harâm’da
tarihi boyunca günün her saatinde büyük bir hareketlilik yaşanmıştır.
Mekke’de birçok medrese bulunmakla birlikte Mescid-i Harâm’ın eğitim ve
öğretim hayatında ayrı bir yeri olmuştur. Evliya Çelebi Harem-i şerif’in
etrafında, aralarında Kayıtbay Medresesi gibi Mescid-i Harâm’a bakan ve hac
mevsimlerinde ribât olarak kullanılan kırk adet medrese bulunduğunu
kaydeder (Seyahatnâme, IX, 277). Tarih boyunca Harem-i şerif’in harimiyle
avlu ve revaklarında çeşitli ders halkaları kurulmuş, hac mevsimlerinde İslâm
dünyasının her tarafından gelen âlimler bu derslere katılmaya özen
göstermiştir. Burada yapılan ilmî müzakere ve tartışmalar İslâmî ilimlerin
oluşumuna önemli katkılar sağlamıştır. Mescid-i Harâm’daki ilim halkalarının
başlangıçtaki temsilcileri arasında Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Zübeyr, Atâ
b. Ebû Rebâh, Tâvûs b. Keysân, Mücâhid b. Cebr, İkrime el-Berberî gibi aynı
zamanda fetva mercii olan şahıslarla hadis alanında Mekke’de ilk telifi
gerçekleştirmiş olan İbn Cüreyc zikredilebilir. Hac mevsimlerinde İslâm
dünyasının çeşitli yerlerinden gelen âlimlere Mescid-i Harâm’da fetva
sorulması bir gelenekti.

Bir saldırıya uğramadıkça Mescid-i Harâm’da silâhlı çatışmaya girişmeyi


yasaklayan âyete dayanarak (el-Bakara 2/191) Harem-i şerif’in siyasî amaçlar
için kullanılması uygun bulunmamıştır. Ancak bunun dikkate alınmadığı,
Mescid-i Harâm’ın dinî ve ilmî fonksiyonunun yanında siyasî hayatta da
önemli rol oynadığı, siyasî mücadele ve çatışmalara sahne kılındığı
görülmüştür. Hâris b. Ebû Hâle’nin Mescid-i Harâm’da öldürülen ilk
müslüman olduğu bildirilir (İbn Hacer, I, 696). Muâviye b. Ebû Süfyân’ın, oğlu
Yezîd için veliahtlık biatını burada aldığı (İbn Abdürabbih, V, 121), halifeliğini
ilân eden Abdullah b. Zübeyr’in Harem-i şerif’i kendisine karargâh edindiği,
Abdullah b. Zübeyr tarafından tutuklanan Muhammed b. Hanefiyye’nin,
kendisini hapisten kurtaran Haşebiyye birliğini Mescid-i Harâm dahilinde
savaşmamaları yönünde uyardığı (Taberî, VI, 694) bilinmektedir. 317’de
(930) Karmatîler Mescid-i Harâm’da büyük bir yağma ve katliam
gerçekleştirmiştir.

Abbâsîler döneminde Mescid-i Harâm’ın bakım ve onarımıyla burada


yürütülen dinî hizmetlerin, eğitim ve öğretim faaliyetlerinin masrafları
Bağdat’ta kurulan Dîvânü’n-nafakāt’tan karşılanmıştır. Ayrıca
Hârûnürreşîd’den itibaren Mescid-i Harâm’a yapılacak her türlü masraf için
Mısır, Suriye ve Anadolu gibi bölgelerde vakıflar tahsis edilmiş, zamanla
ortadan kalkan bazı vakıfların yerine yenileri kurulmuştur.

Hz. Peygamber’in Mescid-i Harâm’a müezzin tayin ettiği Ebû Mahzûre’den


sonra oğlu ve torunları bu görevi yüzyıllarca sürdürmüştür. Kıraat ilminde
büyük otorite olan Bezzî Mescid-i Harâm’da kırk yıl müezzinlik yapmıştı.
Muâviye’den itibaren Mescid-i Harâm için özel görevliler tayin edilip tahsisat
ayrılmaya başlanmıştır (Ezrakī, I, 286-287; II, 99).
Resûl-i Ekrem zamanından Osmanlılar’a kadar Mescid-i Harâm’ın idaresi
Mekke veya Haremeyn valileri yahut onların görevlendirdiği Mekke kadısı
veya muhtesipleri tarafından üstlenilmiş, Mekke Osmanlı idaresine geçince
Harem-i şerif’in işlerine vali adına onun tayin ettiği nâibülharem bakmaya
başlamıştır. Osmanlı padişahlarının Mekke’deki temsilcisi olan şeyhülharem
de Mescid-i Harâm’ın yönetimine katılırdı. Tanzimat’tan sonra yapılan
düzenlemelerle birlikte Mescid-i Harâm’ın işleri Mekke emîriyle iş birliği
halinde bulunan Mekke müftüsü, şeyhülharem ve Harem-i şerif müdürü
eliyle yürütülmüştür.

Mescid-i Harâm’ın mânevî değeri ve fazileti hakkında çeşitli rivayetler


nakledilmiştir. Hz. Peygamber, yeryüzünde ilk mescidin (Buhârî, “Enbiyâʾ”,
10, 40; Müslim, “Mesâcid”, 1-2) ve ziyaret edilmeye değer en önemli üç
mescidden birinin Mescid-i Harâm olduğunu (diğerleri Mescid-i Nebevî ve
Mescid-i Aksâ), bundan dolayı burada yapılan ibadetin diğer mescidlerde
yapılandan daha faziletli sayıldığını bildirmiştir (Buhârî, “Fażlü’ṣ-ṣalât fî
mescidi Mekke ve’l-Medîne”, 1; Müslim, “Ḥac”, 415, 505-513). Mescidlerin
en faziletlisi Hanefî, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre Mescid-i Harâm’dır;
Mâlikîler’e göre ise Mescid-i Harâm Mescid-i Nebevî’den sonra gelir.
Müşriklerin Mescid-i Harâm’a yaklaşmasını meneden âyetin (et-Tevbe 9/28)
kapsamı konusunda fıkıh âlimleri farklı görüşler ileri sürer. Hanefîler bu
yasağın müşrik Araplar’la sınırlı olduğunu savunurken (Cessâs, III, 88-89)
Mâlikîler, Hanbelîler ve Şâfiîler âyetteki yasağın bütün gayri müslimleri
kapsadığını belirtmişlerdir. Ayrıca Kâbe hakkında da özel fıkhî hükümler
vardır (bk. HAREM; KÂBE).

BİBLİYOGRAFYA
M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ḥrm” md..
Müsned, I, 37, 184; II, 29, 238-239; V, 150; VI, 398.
Buhârî, “Fażlü’ṣ-ṣalât fî mescidi Mekke ve’l-Medîne”, 1, 6, “Menâḳıbü’l-enṣâr”, 25,
“Enbiyâʾ”, 9, 10, 40, “Ṣayd”, 10, 26, “Ḥac”, 42.
Müslim, “Mesâcid”, 1-2, “Ḥac”, 415, 505-513.
İbn Hişâm, es-Sîre (nşr. Ömer Abdüsselâm Tedmürî), Kahire 1987, I, 369.
Ezrakī, Aḫbâru Mekke (Melhas), I, 65, 68-69, 224, 286-287; II, 29, 33, 67-72, 81-82, 86-94,
98-99, 100, 168-171, 251; ayrıca bk. İndeks.
Fâkihî, Aḫbâru Mekke (nşr. Abdülmelik b. Abdullah b. Dehîş), Mekke 1407/1986-87, II,
158-162, 177-178, 181, 185, 188-198; III, 105, 113-114, 217, 223; ayrıca bk. İndeks.
Belâzürî, Fütûh (Fayda), s. 59-60, 66-68, 77-78.
Taberî, Târîḫ (Ebü’l-Fazl), I, 260; IV, 68, 251; VI, 435, 694; IX, 653.
İbn Ebû Hâtim, el-Cerḥ ve’t-taʿdîl, V, 356.
İbn Abdürabbih, el-ʿİḳdü’l-ferîd (nşr. Abdülmecîd et-Terhînî), Beyrut 1407/1987, V, 121;
VII, 286.
Cessâs, Aḥkâmü’l-Ḳurʾân, III, 88-89.
İbn Cübeyr, er-Riḥle, Beyrut, ts. (Dârü’ş-şarki’l-Arabî), s. 50-51, 58-59, 68.
Sıbt İbnü’l-Cevzî, Mirʾâtü’z-zamân (nşr. Ali Sevim), Ankara 1968, s. 170.
İbn Battûta, er-Riḥle (nşr. Ali el-Müntasır el-Kettânî), Beyrut 1405/1985, I, 65, 68, 154-
161, 181, 184.
Zerkeşî, İʿlâmü’s-sâcid bi-aḥkâmi’l-mesâcid (nşr. Eymen Sâlih Şa‘bân), Beyrut 1995, s. 39,
41-43.
Takıyyüddin el-Fâsî, Şifâʾü’l-ġarâm bi-aḫbâri’l-Beledi’l-ḥarâm (nşr. Ömer Abdüsselâm
Tedmürî), Beyrut 1405/1985, I, 224, 359-393, 395; II, 228.
İbn Hacer, el-İṣâbe (nşr. Âdil Ahmed Abdülmevcûd v.dğr.), Beyrut 1415/1995, I, 696.
Necmeddin İbn Fehd, İtḥâfü’l-verâ bi-aḫbâri Ümmi’l-ḳurâ (nşr. Fehîm M. Şeltût), Kahire
1404/1984, III, 184; ayrıca bk. tür.yer.
Nehrevânî, el-İʿlâm bi-aʿlâmi Beytillâhi’l-ḥarâm, Kahire 1305, tür.yer.
Ahmed b. Muhammed el-Esedî el-Mekkî, İḫbârü’l-kirâm bi-aḫbâri’l-Mescidi’l-Ḥarâm (nşr.
Gulâm Mustafa), Kahire 1405/1985.
Ali et-Taberî, el-Ercü’l-miskî fî târîḫi’l-Mekkî ve terâcimü’l-mülûk ve’l-ḫulefâʾ (nşr. Eşref
Ahmed el-Cemmâl), Mekke 1416/1996, tür.yer.
Evliya Çelebi, Seyahatnâme, IX, 262, 277, 724-740.
J. L. Burckhardt, Travels in Arabia, London 1829, s. 134-170.
Mir’âtü’l-Haremeyn, I/1-2, tür.yer.
İbrâhim Rifat Paşa, Mirʾâtü’l-Ḥaremeyn, Kahire, ts., I, 227-262; III, lv. 83.
M. Lebîb el-Betenûnî, er-Riḥletü’l-Ḥicâziyye, Kahire 1328, s. 152-161.
Cevâd Ali, el-Mufaṣṣal, IV, 46.
Bâ Selâme, Târîḫu ʿimâreti’l-Mescidi’l-Ḥarâm, Cidde 1400/1980, s. 17, 23, 28, 69, 82, 110,
193, 240.
G. R. Hawting, “The Origins of the Muslim Sanctuary at Mecca”, Studies on the First
Century of Islamic Society (ed. G. H. A. Juynboll), Oxford 1982, s. 36-38.
a.mlf., “al-Hudaybiyya and the Conquest of Mecca”, Jerusalem Studies in Arabic and
Islam, VIII, Jerusalem 1986, s. 1-23.
Abdülhay el-Kettânî, et-Terâtîbü’l-idâriyye (Özel), I, 173-174.
Kasım İlgün, Halife Mansur Dönemi: 136-158/754-775 (doktora tezi, 1994), MÜ Sosyal
Bilimler Enstitüsü, s. 171-172.
Suraiya Faroqhi, Hacılar ve Sultanlar, Osmanlılar Döneminde Hac: 1517/1638 (trc. Gül
Çağalı Güven), İstanbul 1995, tür.yer.
Hâmid Abbas, “Ḳıṣṣatü’t-tevsîʿati’l-kübrâ”, Mecmûʿatü İbn Lâdin, Mekke 1416, s. 192-195.
Ahmed Receb M. Ali, el-Mescidü’l-Ḥarâm bi-Mekkete’l-mükerreme ve rüsûmihî fi’l-
fenni’l-İslâmî, Kahire 1417/1996, s. 33, 49, 75, 78.
Yûsuf Ragdâ el-Âmilî, Meʿâlimü Mekke ve’l-Medîne beyne’l-mâżî ve’l-ḥâżır, Beyrut
1418/1997, s. 109 vd.
el-Ḥaremâni’ş-şerîfân: et-Tevsiʿa ve’l-ḫidemât ḫilâle miʾetî ʿâm (nşr. er-Riâsetü’l-âmme li-
şüûni’l-Mescidi’l-Harâm ve’l-Mescidi’n-nebevî), Mekke 1419.
Abdüllatîf b. Abdullah b. Dehîş, ʿİmâretü’l-Mescidi’l-Ḥarâm ve’l-Mescidi’n-nebevî fi’l-
ʿahdi’s-Suʿûdî, Riyad 1419/1999.
C. Snouck-Hurgronje, Ṣafaḥât min târîḫi Mekkete’l-mükerreme (trc. Ali Avde eş-Şüyûh,
nşr. M. Mahmûd es-Seryânî – Mi‘râc Nevvâb Mirza), Mekke 1419/1999, I-II, tür.yer.
Mustafa Sabri Küçükaşcı, Cahiliye’den Emevîlerin Sonuna Kadar Haremeyn, İstanbul 2003,
s. 74-80.
A. J. Wensinck, “Mescid-i Harâm”, İA, VIII, 119-120.
2
a.mlf., “al-Masd̲j̲id al-Ḥarām”, EI (İng.), VI, 708-709.

MESCİD-i AKSÂ
‫المسجد األقصى‬
Müslümanların Kudüs’te bulunan ilk kıblesi, en kutsal sayılan
üç mescidden biri.

Müellif:
NEBİ BOZKURT
Asıl adı Ârâmîce Beth makdeşa, İbrânîce Beth ha-Mikdaş ve Arapça
Beytülmakdis olup “mukaddes ev” demektir; ilk kuruluşundan beri taşıdığı bu
ad sonradan şehrin tamamını kapsamına almıştır (İA, VI, 953). Şehir için
müslümanların benimsediği Kudüs adı da aynı kökten gelmekte ve aslında
şehri değil mâbedi ifade etmektedir. Minhâcî mâbedin on yedi kadar adı
olduğunu söyler (İtḥâfü’l-aḫiṣṣâ, I, 93 vd.).

İslâm âlimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de el-Mescidü’l-aksâ adıyla anılan ve çevresinin


mübarek kılındığı belirtilen yerin (el-İsrâ 17/1) Beytülmakdis olduğu
konusunda ittifak halindedir (Nevevî, III, 327). Arapça aksâ “uzak”
anlamındadır ve mâbedin Mekke’ye uzaklığından dolayı bu ad verilmiştir
(Taberî, Câmiʿu’l-beyân, XV, 5 vd.). Mûsevîliğe göre mâbed dünya
yaratılmadan önce de vardı ve gökte idi. Rab dünyayı onun gölgesinin
düştüğü yerden yaratmaya başlamış, ardından o noktada Hz. Âdem’i
yaratmıştır (DİA, XVI, 127; XXVI, 326). Bir hadise göre ise burası, Mescid-i
Harâm’dan sonra içinde insanların Allah’a ibadet etmeleri amacıyla yapılan
en eski ikinci mâbeddir (Buhârî, “Enbiyâʾ”, 10, 40; Müslim, “Mesâcid”, 1, 2).
Bugün Kâbe’ye çevresiyle birlikte Mescid-i Harâm denildiği gibi Mescid-i
Aksâ’ya da çevresiyle birlikte Harem-i şerif denilmekte ve bununla
eski Kudüs’teki kuzeyi 321, güneyi 283, doğusu 474 ve batısı 490 m.
uzunlukta olan ve yer yer 30-40 m. yüksekliğe ulaşan surlarla çevrili bulunan,
içinde Kubbetü’s-sahre’nin de yer aldığı kutsal mekân kastedilmektedir.

Mescid-i Aksâ’nın yerinin tesbiti ve planlanması Hz. Dâvûd ile başlar. Ancak
Allah mâbedin Hz. Süleyman tarafından yapılacağını bildirir (II. Samuel, 7/1-
13; I. Tarihler, 17/1-2). Bunun üzerine Dâvûd, oğlu Süleyman’a durumu
anlatıp mâbedi inşa etmesini emreder ve mâbed yapımıyla ilgili bütün
malzemeleri ve elemanları ona teslim eder (I. Tarihler, 22/1-16). Mâbed için
gerekli taş ve kereste Lübnan dağlarından karşılanmış, Sûr Kralı Hiram bunları
Hz. Süleyman’ın yolladığı işçilere ve kendi adamlarına inşaatta kullanılacak
şekilde hazırlatıp Kudüs’e göndermiştir. Çünkü mâbedin yapımı sırasında ne
keser ne çekiç sesinin duyulduğu belirtilmektedir (I. Krallar, 5/13-18; 6/7).

İlk mâbedin yeri konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bazılarına göre
günümüzde Kubbetü’s-sahre’nin bulunduğu Harem’in en yüksek kısmı, onun
Kudsü’l-akdes denilen en iç mekânına veya sunağının (mezbah) bulunduğu
kısmına tekabül etmektedir. Ahd-i Atîk’e göre inşaat İsrâiloğulları’nın
Mısır’dan çıkışının 480. ve Hz. Süleyman’ın hükümdarlığının dördüncü
yılında, yahudi takviminin ikinci ayı olan “ziv” ayında (nisan-mayıs) başlamış
ve yedi yıl kadar sürmüştür. Ahd-i Atîk mâbedin uzunluğunun 60, genişliğinin
20 ve yüksekliğinin 30 arşın (1 yahudi arşını = 45 cm.) olduğunu
bildirmektedir. Girişte 20 arşın eninde, 10 arşın uzunluğunda bir yer ve iki
yanında Sûr Kralı Hiram tarafından döktürülmüş iki tunç sütun yer
almaktaydı. Ortada 20 × 40 zirâ boyutlarındaki kutsal ana bölüm (kuds) yer
alıyordu; sunak da bu bölümdeydi. Mâbedin en ön
kısmında Tevrat levhalarının muhafaza edildiği ahid sandığı için 20 × 20 arşın
boyutlarında bir iç oda (Kudsü’l-akdes) yapılmış ve duvarları sfenks (kerub)
kabartmalarıyla süslü altın kaplama ahşapla örtülmüştür. Mâbedin diğer iç
duvarları da kabartmalarla donatılmıştı. Ana girişte yine kabartmalı altın
levhalarla kaplı 2,25 m. eninde çift kanatlı kapı bulunuyordu. Hem mâbedin
hem de iç odanın etrafı üç katlı yan odalarla çevrilmişti. Otuzar odanın
bulunduğu üst katlara burma merdivenlerle çıkılıyordu. Odaların kullanım
şekilleri, birbirlerine geçişleri ve mimari amaçları açısından cevaplanması
gereken birçok soru bulunmaktadır. Genel kabulün aksine bazı bilim
adamları bu odaların Hz. Süleyman’dan sonra yapıya eklendiği görüşündedir.
Mâbedin iç kısmı yan odaların üstündeki kafesli pencerelerden ışık alıyordu.
Kudsü’l-akdes ise on altın şamdanla aydınlatılıyordu; mâbeddeki diğer
madenî eşyanın da tamamı altındandı. Mâbedin sağına güneydoğuya doğru
tunçtan büyük bir havuz yapılmıştı. 10 arşın çapında ve 5 arşın yüksekliğinde
olan havuz üçer üçer dört yöne bakan on iki boğa heykelinin üzerine
oturmaktaydı. Ayrıca mâbed görevlilerinin ve ziyaretçilerin abdest alması için
tunçtan dökme on araba üzerine yerleştirilen ve her biri 1,5 ton kadar su
alabilen on kazan yapılmıştı (I. Krallar, 6/1-37). Kur’an’da Hz. Süleyman’ın
emrinde çalışan cinlerin mihraplar, heykeller, havuzlar kadar geniş leğenler
ve sabit kazanlardan ne dilerse yaptıkları bildirilir (Sebe’ 34/13). Bu mihraplar
mescidin bölümleriyle yorumlanmıştır (Taberî, Câmiʿu’l-beyân, XXII, 70, 75).
Ahd-i Atîk’in verdiği bilgiye göre mâbed büyük bir törenle açılmış, bu sırada
görülen bazı olağan üstü haller karşısında İsrâiloğulları taş zemin üzerinde
secdeye kapanmışlardır. Yine kitapta Hz. Süleyman’ın 22.000 öküz, 120.000
koyun kurban ettiği ve bir hafta süreyle bayram yapıldığı rivayet edilmektedir
(II. Tarihler, 7/1-10). Varlığı belgelere dayanan bu ilk mâbedden günümüze
belki sonraları tekrar kullanılan bazı taşları dışında fazla bir şey kalmamıştır.
Ahd-i Atîk’in tasvirlerinden yapının Ortadoğu ve antik Yunanistan’da gelişen
mâbedlerden etkilendiği anlaşılmakta, özellikle Teynet (Tell Tainat)
kazılarında ortaya çıkarılan ve milâttan önce IX-VIII. yüzyıllara tarihlenen bir
mâbed planının Süleyman Mâbedi için yapılan tanımlamalara çok benzediği
görülmektedir.

Çok değerli eşya ile dolu olan Beytülmakdis, Hz. Süleyman’dan sonra zaman
zaman istilâcıların yağmalama ve yıkımlarına mâruz kalmıştır (bk. KUDÜS). En
büyük yıkım Bâbil Hükümdarı II. Buhtunnasr’ın (Nebukadnezzar) Kudüs’ü
üçüncü işgali sırasında olmuş (m.ö. 586), şehri tamamen tahrip eden
Buhtunnasr yıkılan mâbedin kapı ve duvarlarından söktüğü altın
kabartmalarla diğer kıymetli eşyayı şehirden topladığı ganimetlerle ve halkın
büyük bir kısmıyla beraber Bâbil’e götürmüştür. Bu şekilde başlayan Bâbil
esaretinin Bâbil’in Persler tarafından zaptı ile (m.ö. 539) sona ermesinin
ardından Kudüs’e dönen yahudi ileri gelenlerinden Zerubbabel ve arkadaşları
mâbedi yeniden inşa etmiş (m.ö. 515) ve bu inşaat yirmi beş yıl kadar
sürmüştür. Daha sonra Kudüs birkaç defa daha istilâya uğramış ve bunlardan
Selefki Kralı IV. Antiokhos Epifanes’in işgali sırasında (m.ö. 168) mâbede Grek
tanrı heykellerinin konulması üzerine Makkabi isyanları başlamıştır; dört yıl
sonra istilâcıları kovan Makkabiler mâbedi bunlardan temizlemişlerdir. Ancak
milâttan önce 63’te Pompeus’un, ardından Crassus’un emrindeki Roma
ordularının işgal ve yağmalarına uğramıştır. Kısa bir süre Partlar’ın
hâkimiyetine giren Kudüs, milâttan önce 37’de Romalılar’ın Yahudiye kralı
ilân ettikleri I. Herod (Büyük Herod) tarafından yine onların yardımıyla ele
geçirilince mâbed genişletilerek yeniden yapılmıştır. Bu inşaat Hz. Îsâ’nın
doğumundan yirmi yıl kadar önce başlamış ve onun zamanında da
sürmüştür. Günümüzde yahudilerin ilk Süleyman Mâbedi’nin bir bölümü
olduğu düşüncesiyle önünde dua ettikleri ağlama duvarı bu mâbedin çevre
duvarının batıya düşen kısmının kalıntısıdır. Kur’an’da bahsi geçen,
Hz. Zekeriyyâ’nın ve Meryem’in ibadete çekildikleri odalar da (Âl-i İmrân
3/37, 39; Meryem 19/11) bu binada olmalıdır. Ahd-i Cedîd’de verilen
bilgilerden Hz. Îsâ’nın yaşadığı dönemde yahudilerin mâbede gereken saygıyı
göstermedikleri anlaşılmaktadır; çünkü Îsâ Kudüs’e geldiğinde mâbedin pazar
yerine çevrilmiş olduğunu görmüş ve bunu engellemeye çalışarak insanlara,
Ahd-i Atîk’te mâbedin yapılış amacının bütün milletler için dua evi olduğuna
(İşaya, 56/7) ve geçmişte “haydut ini”ne çevrildiğine dair (Yeremya, 7/11) yer
alan cümleleri hatırlatmıştır (Markos, 11/15-17). Yine Ahd-i Cedîd’de mevcut
bilgilerden Hz. Îsâ’nın orada İncil’i öğretmeye çalıştığı, fakat yahudi kâhin,
yazıcı ve ihtiyarlarının buna karşı çıktıkları anlaşılmaktadır (Luka, 20/1-2).
Milâttan sonra 70 yılında Titus kumandasındaki Roma ordusunun işgali
sırasında hemen hemen tamamen yakılan Kudüs’le birlikte mâbed de
yıkılmış, şehir Hadrien zamanında (117-138) yeniden imar edilirken
Beytülmakdis’in yerine Jüpiter Capitolinus Tapınağı yapılmıştır.
Kostantinos’un Hıristiyanlığı kabulünden sonra bu tapınağın yıkıldığı
sanılmaktadır.

Hz. Peygamber’in mi‘rac yolculuğuna çıkmadan önce müslümanların kıblesi


olan Mescid-i Aksâ’ya getirildiği İsrâ sûresinin ilk âyetinde açıkça
belirtilmektedir. Hicretin ardından buranın kıble oluşu on altı - on yedi ay
kadar sürmüştür. Bu durum İslâm’da Mescid-i Aksâ’ya verilen değeri
göstermekte ve Kudüs’ün ele geçirilmesinden yıllar önce Resûl-i Ekrem’in
söylediği, ibadet ve ziyaret maksadıyla gidilmesi gereken üç mescidden
birinin Mescid-i Aksâ (diğerleri Mescid-i Harâm ve Mescid-i Nebevî) olduğu
(Buhârî, “Fażlü’ṣ-ṣalât fî mescidi Mekke ve’l-Medîne”, 1,6; Müslim, “Ḥac”,
511-513), bu mescidlerde kılınan namazın kişinin evinde tek başına eda
edeceği namazdan elli bin kat daha çok faziletinin bulunduğu (İbn Mâce,
“İḳāmetü’ṣ-ṣalât”, 198) yolundaki hadisleri bunu pekiştirmektedir. Hz. Ömer,
Kudüs’ün anahtarını teslim aldığında kendisi de bizzat çalışarak Mescid-i
Aksâ’nın (Süleyman Mâbedi) Hıristiyanlık döneminde molozlar altında kalmış
olan yerini temizletip Sahre’nin güneyindeki düzlükte cemaate namaz
kıldırmış (Taberî, Târîḫ, II, 450), daha sonra da buraya bir mescid yaptırmıştır.
İlk dönem İslâm kaynaklarında bu mescid hakkında fazla bilgi bulunmamakta,
ancak 50 (670) yılı civarında burayı ziyaret eden bir hıristiyan hacının
anlattıklarından müslümanların haremin doğu duvarına yakın bölümünde yer
alan harabenin üzerini kalaslarla kapatarak 3000 kişinin namaz kılabileceği
büyüklükte basit bir mescid yaptıkları öğrenilmektedir (Creswell, s. 10).
Keppel A. Cameron Creswell, söz konusu harabenin Titus’un askerleri
tarafından yıkılan mâbedin kalıntısı olduğu kanaatindedir. Ya‘kūbî’ye
dayanan bir rivayette, Mescid-i Aksâ’nın ikinci defa Emevî Halifesi Abdülmelik
b. Mervân tarafından Mısır’ın yedi yıllık haracı ile inşa edildiği belirtiliyorsa
da 90-96 (709-714) yıllarında Mısır valiliği yapan Kurre b. Şerîk dönemine ait
Grekçe divan kayıtlarından binayı yaptıranın I. Velîd olduğu anlaşılmaktadır
(a.g.e., s. 43). 130’da (747-48) vuku bulan deprem sırasında mescidde büyük
hasar meydana gelmiş ve bina ancak Ebû Ca‘fer el-Mansûr zamanında (754-
775) kapılarındaki altın ve gümüş kaplamalardan para bastırılarak tamir
edilebilmiştir. 158’de de (775) yine deprem sebebiyle kısmen yıkılmış
ve Mehdî-Billâh tarafından yenilenmiştir. Creswell o günden kalan bazı
bölümlerin yardımıyla binanın planını çıkarmıştır. Buna göre Mescid-i Aksâ
kıble duvarına dik uzanan ortadaki daha geniş on beş neften oluşuyor ve
diğerlerine göre daha yüksek olan ve üst kısmında pencereler bulunan 11,8
m. genişliğindeki ana nefin ucunda çift cidarlı ahşap bir mihrap önü kubbesi,
kuzey ucunda da ana giriş yer alıyordu. Kuzey duvarında, 6,5 m. enindeki
diğer neflere de birer kapı açılmıştı; ayrıca yan duvarlarda da kapılar vardı.
Binanın cephesi 102,8, derinliği 69,2 m. idi; yani 2/3 oranında enine geniş
mescid planı burada da uygulanmıştı. Abbâsî dönemine ait ikinci önemli imar
Halife Me’mûn zamanında (813-833) yapılmıştır.

425’te (1034) yine deprem yüzünden harap olan Mescid-i Aksâ, Halife
Zâhir’in emriyle yeniden yapılırcasına onarılmış, sağ ve sol taraftan dörder
nef kaldırılarak bina küçültülmüştür. Haçlı istilâsından sonraki Selâhaddîn-i
Eyyûbî’nin imarında bu onarım esas alınmıştır. Günümüzdeki binanın büyük
bir bölümü de Zâhir döneminden kalmadır. Bu durum, özellikle son büyük
onarımı gerçekleştiren Mimar Kemâleddin Bey’in, kendisine 1925’te İngiliz
Kraliyet Mimarlar Akademisi üyeliğini kazandıran ve 1922’de başlayan titiz
çalışmaları sırasında ortaya çıkmıştır. Kemâleddin Bey, kuzey kubbe
kemerinin kuzey kısmındaki sıvaları kaldırdığı zaman içinde Zâhir’in adı geçen
uzun kûfî bir kitâbenin yer aldığı sarmal kenger yapraklarından oluşan cam
mozaik bir tezyinatla karşılaşmış ve yaptığı inceleme sonunda kubbe
kasnağının da bu dönemden kaldığını anlamıştır. Mescidin bütün kemerleri
çift kirişlerle birbirine bağlanmış ve bu kirişler alttan kalem işi süslemeli tahta
levhalarla kapatılarak gizlenmiştir. Orta nefin tavanı XX. yüzyıla kadar oyma
tezyinatlı levhalarla süslenmişti; bunların farklı ölçüdeki ikisi (30 × 90 cm.; 60
× 110 cm.) Creswell tarafından yayımlanmıştır. Creswell, motiflerden
hareketle levhaların Mehdî-Billâh zamanına ait olduğu ve Zâhir imarından
sonra da kullanıldığını ileri sürer (A Short Account, s. 205-206, lv. 42). Orta
nefin doğusu ile onun doğusundaki nefin 7,1 m. mesafesinde bulunan
yuvarlak sütunlar dizisi ve kubbeyi taşıyan kemerler ve ana sahınla “T” planı
oluşturan doğu ve batı uzantıları Zâhir dönemine aittir. Tavan yüksekliği 12,4
m. olan mescidin üstü önceleri 21 m. yüksekliğindeki kubbe dışında beşik
çatılarla kapatılmışken sonradan bunlar düz dama dönüştürülmüştür.

Haçlı istilâsı sırasında büyük kısmı Templier şövalyelerine verilen Mescid-i


Aksâ’da bazı değişiklikler yapılmıştır. “Mâbedliler” anlamına gelen adlarını
Templum Salomonis dedikleri bu binadan alan Templier şövalyeleri
kendilerine verilen kısımları ikametgâh ve erzak ambarı gibi bölümlere
ayırmışlardır. Diğer kısımlar ise buraya Palatium Salomonis diyen Latin
kralları tarafından saray olarak kullanılmıştır. Bu dönemde bir kısmı caminin
içine, diğer kısmı bitişiğine rastlayacak şekilde bir kilise inşasına başlandıysa
da tamamlanamamıştır. Selâhaddîn-i Eyyûbî Kudüs’ü geri aldığı zaman
Mescid-i Aksâ’nın eski haline getirilmesi Kubbetü’s-sahre’den daha fazla
emek gerektirmiştir. Binanın güneybatısında bulunan Templier şövalyelerinin
silâhhânesi tâdil edilerek kadınlar camisine çevrilmiştir. Halep’te Nûreddin
Zengî’nin yaptırdığı minber getirilip yerine konulmuştur. 1217-1218 yıllarında
Selâhaddin’in yeğeni Dımaşk Emîri el-Melikü’l-Muazzam tarafından kuzey
cephedeki giriş revakı inşa ettirilmiştir. Creswell’in planında da görüldüğü gibi
mescidin doğu duvarı buradaki depoların yıkılmasıyla girintili çıkıntılı bir şekil
almışken 1938-1942 onarımında yıkılarak yerine düzgün bir duvar yapılmıştır.
Günümüzde yaklaşık 80 × 55 m. boyutlarında düzgün bir dikdörtgen planı
olan yapı mihraba dik yedi neflidir. Nefleri ayıran sivri kemerler akantus
yapraklı başlıklara sahip sütunlara oturur. Kuzeye açılan sivri kemerlerde
Haçlı seferleri sırasında bölgeye gelen gotik etkiler görülür. Mescid-i Aksâ’nın
kuzeyinde yer alan şadırvan XIX. yüzyıla aittir. Mermer şadırvan 10 m.
çapında daire planlı olup zemini dört basamak aşağıdadır. Altta ve üstte kaval
silmelerle sınırlanan haznenin üzerindeki çeşme aynaları bezemesiz rozet
şeklindedir. İçte yer alan küre biçimli fıskıye çanağı kırmızı renkli bir taş
kaideye oturur. Üstü yakın zamanda demir parmaklıklarla donatılan
şadırvanın yenilenmiş olan oturma yerleri arkalıklıdır.
Memlük ve Osmanlı dönemlerinde birçok defa tamir edilen Mescid-i
Aksâ’nın Kanûnî Sultan Süleyman tarafından yapılan onarımıyla ilgili kitâbesi
XIX. yüzyılın sonlarında kaybolmuştur. Yapının 1114’te (1702-1703) Mahmud
Efendi tarafından tamir edildiğini belgeleyen kitâbe ise caminin batısında yer
alan İslâm Müzesi’nde (Câmiu’l-megāribe) saklanmaktadır. II. Mahmud’un
1233 (1817-18) tarihli onarımına ait dört kitâbeden ikisi günümüzde
mevcuttur. II. Abdülhamid tarafından halıları ve kandilleri yenilenen yapıda
İngiliz mandası döneminde 1922’den başlayarak gerçekleştirilen geniş
kapsamlı onarım çalışmasını Mimar Kemâleddin Bey yönetmiştir. Harem
dahilinde çeşitli zamanlarda yapılmış birçok kubbe, dört minare, beş sebil,
çok sayıda kuyu ve sarnıç bulunmaktadır. Mescid-i Aksâ’nın altında girişi taş
duvarla örülmüş bir bölüm vardır (yakın yıllarda bu duvarın İsrailli
arkeologlarca açılması, yahudilerle Araplar arasında büyük olayların
çıkmasına sebep olmuştur). Halk arasında Hz. Süleyman’ın at ahırları olarak
bilinen bu bölüm hakkında daha çok XIX. yüzyılda buraya giren Batılı bazı
müellifler tarafından yapılan Harem-i şerif çizimlerinde bilgi verilmiştir. Bu
çizimlere göre söz konusu bölüm, yan duvarlardan gelen ve ortada kalın tek
bir sütun üzerindeki palmet süslemeli başlıkta birleşen kemerlere oturtulmuş
dört basık kubbeli salonla onun sol köşesinden merdivenle çıkılan ve kuzeye
doğru dizilmiş bir sıra kalın sütunla birbirinden ayrılan tonozlu iki koridordan
oluşmaktadır (İbrâhim el-Fennî – Tâhir en-Nemerî, s. 618-622).

21 Ağustos 1969 tarihinde fanatik bir yahudi tarafından çıkarılan yangında


kısmen tahribat gören mescidde Nûreddin Mahmud Zengî’nin yaptırdığı nefis
ahşap minber de yanmıştır. Yangından kurtarılmış olan minberin birkaç
tahtası İslâm Müzesi’nde teşhir edilmektedir. Yapı sonraki yıllarda aslına
uygun biçimde imar edilmişse de yahudilerle Araplar arasında halen süren
çatışmalar sebebiyle zaman zaman yine saldırı ve tahriplere mâruz
kalmaktadır. Mescid-i Aksâ diğer mescidlerde olduğu gibi medrese hizmeti
de vermiştir. Kütüphanesi Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin Kudüs’ü tekrar fethinin
ardından daha da zenginleştirilmiştir.

BİBLİYOGRAFYA
Müsned, II, 278; V, 150, 155, 156, 157, 160.
Buhârî, “Fażlü’ṣ-ṣalât fî mescidi Mekke ve’l-Medîne”, 1, 6, “Enbiyâʾ”, 10, 40.
Müslim, “Mesâcid”, 1, 2, “Ḥac”, 511-513.
İbn Mâce, “Mesâcid”, 7, “İḳāmetü’ṣ-ṣalât”, 198.
Taberî, Câmiʿu’l-beyân, XV, 2, 5 vd., 6, 12, 15, 16, 18; XXII, 70, 75.
a.mlf., Târîḫ, Beyrut 1987, II, 450.
Nevevî, Tehẕîb, Beyrut 1416/1996, III, 327.
İbn Fazlullah el-Ömerî, Mesâlik, I, 94 vd.
Minhâcî, İtḥâfü’l-aḫiṣṣâ bi-feżâʾili’l-Mescidi’l-Aḳṣâ (nşr. Ahmed Ramazan Ahmed), Kahire
1982, bk. Fihrist.
K. A. C. Creswell, A Short Account of Early Muslim Architecture, Middlesex 1958, s. 10, 28,
43, 204-206, lv. 42.
W. F. Stinespring, “Temple, Jerusalem”, IDB, IV, 534 vd.
A. R. Millard, “Temple”, NBD, s. 1243-1245.
Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, II, 392.
Mustafa Âsım Köksal, Peygamberler Tarihi, Ankara 1992, I, 264.
M. M. Hasan Şurrâb, Beytü’l-Maḳdis ve’l-Mescidü’l-Aḳṣâ, Beyrut-Dımaşk 1415/1994, s.
179 vd., 298 vd., 306 vd., 385 vd., 413-414, 462, 471, 472, 482, 483.
Yıldırım Yavuz, “Mescid-i Aksa ve Mimar Kemalettin”, 9. Milletlerarası Türk Sanatları
Kongresi: Bildiriler, Ankara 1995, III, 471-485.
H. Stierlin, Islam Early Architecture from Baghdad to Cordoba, Köln 1996, I, 38-41.
İbrâhim el-Fennî – Tâhir en-Nemerî, el-Mescidü’l-Aḳṣâ ve’ṣ-Ṣaḫretü’l-müşerrefe, Amman
2001, s. 225 vd., 341 vd., 618-622.
M. Baha Tanman – Ahmet Vefa Çobanoğlu, “Osmanlı Döneminde Kudüs: Kent Dokusu,
Mimarlık ve Çini Sanatına İlişkin Bir Araştırmanın İlk Sonuçları”, Ortadoğu’da Osmanlı
Dönemi Kültür İzleri Uluslar Arası Bilgi Şöleni Bildirileri (haz. Şebnem Ercebeci – Aynur
Şimşek-Canpolat), Ankara 2001, II, 522.
F. Buhl, “Kudüs”, İA, VI, 953, 955-962.
2
O. Grabar, “al-Ḥaram al-S̲h̲arīf”, EI (İng.), III, 174.
Hikmet Tanyu, “Ağlama Duvarı”, DİA, I, 474, 475.
Salim Öğüt, “Harem”, a.e., XVI, 127.
Ömer Faruk Harman, “Kudüs”, a.e., XXVI, 323 vd.
Ana Hadis Grubu :1550-1554.

İSRÂ' VE Mİ'RÂC HADÎSİ


BU BÂB, RESÛLULLÂH (S.A.S.)'İN MESCİD-İ HARÂM'DAN MESCİD-İ AKSÂ'YA KADAR SEFER ETMESİ VE
ORADAN DA GÖKLERE (VE ALLAH'IN DİLEDİĞİ MAKAMLARA) YÜKSELMESİ HAKKINDA VÂRİD OLAN
ÂYETLERİ VE HADÎSLERİ MUHTEVİDİR

Müellif Buhârî yukarıdaki unvanı Sahîh'inde iki baba ayırmıştır: 1) Bâbü Hadîsi’l-İsrâ' 2) Bâbü'l-Mi'râc.
Müellif İsrâ' bâbında da İsrâ' Sûresi'nin ilk âyetini zikretmiştir ki, meali şöyledir:

"Güçsüzlükten ıraklık o Tanrı'ya ki, O, (Muhammed) kulunu bir gecenin az bir vaktinde Mescid-i
Haram'dan, —çevresini mübarek kıldığımız— Mescid-i Aksâ'ya kadar sefer ettirtmeğe gücü yet) di. Bu
seyahat, ona bazı hârikalarımızı gösterelim içindi. Hakikatte Allah, (münkirlerin inkârını) çok iyi işitir,
(her hareketlerini) yakından görür" (1) .

Unvânındaki İsrâ' ile âyetteki Esra kelimelerinin ikisi de bir manayadır: Gece yürüyüşü ve yolculuğudur.
Yalnız âyetteki Esra " ‫ " ب‬edâtiyle ta'diye ettiği için "yürüttü" diye tercüme olunur.

Mescid-İ Haram, Mekke mescididir ki, Kâ'be'nin etrafında ve Kâ'be'yi muhît olan bugünkü tavaf sahasıdır.
Bu mübarek sahaya Mescid-i Haram denildiği gibi Harem-i Şerîf de ıtlak olunur. Haram ıtlâkı, sahaya
ihtiram ve saygı vâcib olduğu içindir. Kendisine karşı saygısızlık câiz olmadığı için Mekke'ye de Belde-i
Haram ta'bîr olunmuştur. Asr-ı Saadet'te ve Ebû Bekir hazretlerinin hilâfeti zamanında Mescid-i Haram
zemini, Kâ'be'yi tavaf etmeğe mahsus bir sahaya münhasır idi. Bilâhare Hazret-i Ömer zamanında
tevsî' edilmeğe başlanıp Emevîler, Abbasîler zamanında etrafındaki mebânî iştira edilip Mescid-i
Harâm'a ilâve edilmiştir [Bak.: C. 6, S. 67, 68 (İkinci baskı, S. 49, 50)].

Mescİd-İ Aksa da Kudüs mescididir ki, Beyt-i Makdîs de denilir. Yeryüzünde iptida Mescid-i Haram, sonra
Mescid-i Aksa bina kılınmıştır. Ve Mescid-i Harâm'dan bir aylık mesafe uzak bulunduğu için (Aksa =
Çok ırak) vasfiyle tavsif buyurulmuştur (2). Mescid-i Aksa Mûsâ aleyhi's-selâm'dan Îsâ peygamber
zamanına kadar peygamberlerin mecmaı ve mukaddes vahy menzili olduğu için Peygamberimizin
mi'râcında da yol uğrağı kılınıp Mekke'den doğru semâya yükselip çıkılmamıştır.

Mescid-i Aksâ'nın havâlî ve çevresi de Kudüs şehri ve civarı demektir ki, Allâhu Teâlâ bu mıntakayı dînî
şerefle müşerref kıldığı gibi birtakım nehirler ve bahçelerle de bereket-lendirmiştir.

İsrâ' ve Mi'râc vak'asında Cenâb-ı Hakk'ın Peygamberine gösterdiği âyetler, bir gecenin az zamanında bir
aylık mesafe kat' ettirilerek Kudüs ve oradan yükseltilip âlî makamlar gösterilerek avdet ettirilmesi
hârikasiyle bütün bu makamlarda gösterilen mu'cizelerdir ki, aşağıdaki hadîslerde tafsil
buyurulmuştur.
Mi’râc ismi de yükseğe çıkmak manasına olan uruç'tan alınmıştır ki, merdiven demektir. Bu i'tibârla Mîrâc,
Resulullâh’ın bu hâkdândan âlî makamlara yükselme vâsıtası demek oluyor. Mi'râc hadîslerinde: ‫عرج‬
‫ =)بى‬Yükseğe çıkarıldım) ta'bîr buyurulduğundan bu vak'a Mi'râc adiyle anılmıştır.

İsrâ' ve Mi'râc vak'ası zaman ve zemin kayıtlarından hâriç ve mülk ve melekûta dâir esrar ile dolu
muazzam bir mu'cize olduğu için müteaddit tariklerle rivayet olunmuş ve bu rivayetler müteaddit ve
mütehâlif re'y ve içtihadı mûcib olmuştur: İsrâ' gecesiyle Mi'râc gecesi bir midir, yoksa biribirine
mütegâyir iki vak'a mıdır? Rûhânî midir, rûh maa'l-ceset midir? Rü'yâda mı, yoksa uyanıklıkta mı?
Nübüvvetten evvel mi, sonra mı vuku' bulmuştur? Bir midir, müteaddit midir?

Hadîs, fıkıh, kelâm âlimlerinden cumhurun mezhebi, İsrâ' ile Mi'râc'ın bir gecede, rü'yâda değil, uyanık bir
halde, Resûlullâh’ın nübüvvetinden sonra ruhiyle ve cismiyle bir def'a vâki' olduğu merkezindedir. İsrâ'
ile Mi'râc'ın ayrı ayrı gecelerde vukuuna, birisi rü'yâda öbürüsü uyanık bir halde olarak iki def'a
vukuuna ve rü'yânın yakazadaki Mi'râc'a bir mukaddime olduğuna, İsrâ' uyanıkken fakat Mi'râc uyku
hâlinde vuku' bulduğuna kail olan ârâ ve içtihatlar da vardır. Bütün bu mütehâlif içtihatlar, bu
muazzam vakıanın aslına değil, tafsilât ve teferruatına âit bulunduğundan bunların da te'lîf i cihetlerini
îzâha lüzum görmüyoruz.

İsrâ' ve Mi'râc'ın Peygamberimizin nübüvvetinden sonra ve hicretinden evvel vukuuna göre, bunun yılını,
ayını ta'yîn hususundaki rivayetler de ihtilaflıdır. Bunların en çoğu Hicret'ten bir sene veya on sekiz ay
evvel vukuunu bildirmektedir. Hazret-i Âişe'ye, İbn-i Abbâs'a Abdullah İbn-i Amr'e, Ümm-i Hânî'ye
müntehi olan bu haberler İbn-i Sa'd, İbn-i Abdi'l-Ber gibi en mu'temed rivayet âlimleri tarafından
tahrîc edilmiştir. Müellif Buhârî'nin de bu vak'a ile Akabe biatlerini hicrete takaddüm eden vak'alara
âit bâbların en sonuna bırakması da cumhur mezhebini te'yîd eder mâhiyettedir. Sonra ay ta'yîni
hakkındaki rivayetlerin ekseriyeti de Rebîü’l-evve] ve Receb ayları üzerinde toplanmıştır.

Dipnot-1.‫سبحان الذى اسرى بعبده ليال من المسجد الحرام الى المسجد االقصا الذى باركنا حوله لنريه من آياتنا انه ه و الس ميع البص ير‬
]1‫آ‬:‫[سورة االسراه‬.

Dipnot-2. 604, 605 numaralarla dördüncü ciltte tercümeleri geçen Ebû Hüreyre hadîslerine de bakınız!.

Hadis-1550.

MÜŞRİKLERİN İSRÂ'YI İNKÂR ETTİKLERİ MÜŞRİKLERİN SUALLERİNE PEYGAMBERİMİZİN CEVÂBI


‫ َف ُيْج َع ُل‬،‫َع ْن َأِبي َس ِعيٍد اْلُخ ْد ِر ِّي ـ رضى هللا عنه ـ َأَّن ُه َس ِمَع الَّن ِبَّي صلى هللا عليه وسلم َو ُذ ِكَر ِع ْن َدُه َع ُّمُه َفَقاَل " َلَع َّلُه َت ْن َفُعُه َشَفاَع ِتي َي ْو َم اْلِقَي اَم ِة‬
‫ َي ْغ ِلي ِم ْن ُه ِدَم اُغ ُه‬،‫ َي ْب ُلُغ َك ْع َب ْيِه‬، ‫" ِفي َض ْح َض اٍح ِمَن الَّن اِر‬.

Hadis Meali :

Câbir İbn-i Abdullah (r.a.)'dan rivayete göre Resûlullâh (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu işitmiştir: (Mescid-i
Aksâ'ya sefer ettiğimi söylediğimde) Kureyş beni yalanlayınca (Mescid-i Harâm'a gidip) Hicir'de(1)
ayakta durdum. Müteâkıben Allah bana, Beyt-i Makdis'i ile gözümün arasındaki mesâfeyi kaldırdı da
(denemek için ne sordularsa) Mescid-i Aksâ'ya bakarak onun nişânelerinden Kureyş'e haber vermeğe
başladım.

Hadis Açıklaması :

Bu hadîsi Buhârî İsrâ' babında rivayet etmiştir. Bu cihet Müslim'in Ebû Hüreyre'den gelen bir rivayetinde
daha vazıh bir surette şöyle naklolunuyor: Kureyş bana seyahat ettiğim yerlerden soruyordu. Bilhassa
Mescid-i Aksâ'ya dâir öyle şeyler sormuştu ki, ben İsrâ gecesi onlarla ilgilenip tesbit etmemiştim. Bu
cihetle o kadar müşkül bir vaziyete düşmüştüm ki, hiçbir zaman öyle sıkılmamıştım. Bunun üzerine
Allâhu Teâlâ benimle Beyt-i Makdis arasında hâil olan mesafeyi kaldırdı. Şimdi ben Beyt-i Makdis'i
görüyordum, ne sorarlarsa muhakkak ona bakarak cevap vermiştim (2). (İbn-i Sa'd’ın Ümm-i Hânî'den
rivayetine göre) Kureyş:

— Mescid-i Aksâ'nın kaç kapısı var? diye sormuşlardı. Halbuki ben Kudüs mescidinin kapılarını
saymamıştım. Fakat karşımda mescid tecellî edince ona bakmağa ve kapıları birer birer saymağa
başladım, buyurmuştur (3).

Beyhakî'nin Delâil'indeki rivayetinde de şu tafsilât vardır. Ebû Seleme der ki: İsrâ' vak'ası üzerine müşrikler
fitne buhranına tutularak deli gibi Ebû Bekir'e koştular ve Resûlullâh'ın İsrâ'ya dâir verdiği haberi ona
naklettiler. Ebû Bekir onlara:

Muhammed'in doğru sözlü olduğuna kanâatim vardır. Bu kanâatimi size de bildiririm! dedi. Müşrikler:
‫‪Demek Muhammed'in bir gecede Mescid-i Aksâ'ya gidip sonra dönüp geldiğini sen de tasdik mi‬‬
‫‪ediyorsun? dediler, Ebû Bekir:‬‬

‫‪Evet tasdik ediyorum! Değil bu, bundan daha ziyâde uzaklarına da meleklerin gökten haber getirdiklerine‬‬
‫‪de inanmışımdır! dedi. Bu cihetle Ebû Bekir'e, Sıddîk denildi.‬‬

‫‪Dipnot-1. Hicir, Kâ'be'nin Kureyş tarafından inşâsı sırasında yapı levazımı yetişmi-yerek Beyt'in dışında‬‬
‫‪bırakılan yerdir [Bak! C. 6, S. 55 (İkinci baskı, S. 40)].‬‬

‫وقريش تسألنى عن مسراى‪ .‬فسألتى عن اشياء من بيت المقدس فلم اثبتها‪ .‬فكربت كربت ‪ ¹‬ما كربت مثله قط‪ .‬قال فرفعه هللا لى‪Dipnot-2.‬‬
‫‪.‬اذظر اليه ما يسألونى عن شىء االانبأنهم به [رواه مسلم عن ابى هربرة]‬

‫‪.‬قالواله‪ :‬كم للمسجد من باب؟ قال‪:‬ولم اكن عددتها‪ ,‬فجعلت انظر اليه‪ .‬وعدتها‪ ²‬بابا بابا [رواه ابن سعد عن ام هانى]‪Dipnot-3.‬‬

‫‪Hadis-1551.‬‬

‫‪İSRÂ' VE Mİ'RÂC HAKKINDA MÂLİK İBN-İ SA'SAA HADÎSİ‬‬

‫َع ْن َماِلِك ْب ِن َص ْع َصَع َة ـ رضى هللا عنهما ـ َأَّن َن ِبَّي ِهَّللا صلى هللا عليه وسلم َح َّد َث ُهْم َع ْن َلْي َلَة ُأْس ِر َي ِبِه " َب ْي َن َم ا َأَن ا ِفي اْلَح ِط يِم ـ َو ُر َّبَم ا َق اَل ِفي‬
‫اْلِحْج ِر ـ ُمْض َط ِج ًعا‪ِ ،‬إْذ َأَت اِني آٍت َفَقَّد ـ َق اَل َو َس ِمْع ُتُه َي ُقوُل َفَشَّق ـ َم ا َب ْي َن َهِذِه ِإَلى َهِذِه ـ َف ُقْلُت ِلْلَج اُروِد َو ْه َو ِإَلى َج ْن ِبي َم ا َي ْع ِني ِبِه َق اَل ِمْن‬
‫ُثْغ َر ِة َن ْح ِر ِه ِإَلى ِش ْع َر ِتِه‪َ ،‬و َس ِمْع ُتُه َي ُقوُل ِمْن َق ِّصِه ِإَلى ِش ْع َر ِتِه ـ َف اْس َت ْخ َر َج َق ْلِبي‪ُ ،‬ثَّم ُأِتيُت ِبَط ْس ٍت ِمْن َذ َه ٍب َم ْم ُل وَء ٍة ِإيَم اًن ا‪َ ،‬فُغ ِس َل َق ْلِبي ُثَّم‬
‫ُحِش َي ‪ُ ،‬ثَّم ُأوِتيُت ِبَد اَّبٍة ُدوَن اْلَب ْغ ِل َو َف ْو َق اْلِحَم اِر َأْب َيَض "‪ .‬ـ َفَقاَل َلُه اْلَج اُروُد ُه َو اْلُبَر اُق َي ا َأَب ا َح ْم َز َة َق اَل َأَن ٌس َن َع ْم ‪َ ،‬يَض ُع َخ ْط َو ُه ِع ْن َد‬
‫َأْق َص ى َط ْر ِفِه ـ " َف ُحِم ْلُت َع َلْيِه‪َ ،‬فاْنَط َلَق ِبي ِج ْب ِر يُل َح َّت ى َأَت ى الَّسَم اَء الُّد ْن َي ا َفاْس َت ْف َت َح ‪َ ،‬فِقيَل َم ْن َه َذ ا َق اَل ِج ْب ِر يُل‪ِ .‬قيَل َو َم ْن َمَعَك َق اَل ُم َح َّم ٌد ‪.‬‬
‫ِقيَل َو َقْد ُأْر ِس َل ِإَلْيِه َق اَل َن َع ْم ‪ِ .‬قيَل َم ْر َح ًبا ِبِه‪َ ،‬ف ِنْع َم اْلَم ِج يُء َج اَء َفَفَت َح ‪َ ،‬ف َلَّما َخ َلْص ُت ‪َ ،‬ف ِإَذ ا ِفيَه ا آَد ُم‪َ ،‬فَقاَل َه َذ ا َأُبوَك آَد ُم َفَس ِّلْم َع َلْي ِه‪َ .‬ف َس َّلْم ُت‬
‫َع َلْيِه َف َر َّد الَّس َالَم ُثَّم َق اَل َم ْر َح ًبا ِباِالْب ِن الَّصاِلِح َو الَّن ِبِّي الَّصاِلِح ‪ُ .‬ثَّم َص ِعَد َح َّت ى َأَت ى الَّسَم اَء الَّث اِنَي َة َفاْس َت ْف َت َح ‪ِ ،‬قيَل َم ْن َه َذ ا َق اَل ِج ْب ِر ي ُل‪ِ .‬قي َل‬
‫َو َم ْن َمَع َك َق اَل ُم َح َّم ٌد ‪ِ .‬قيَل َو َقْد ُأْر ِس َل ِإَلْيِه َق اَل َن َعْم ‪ِ .‬قيَل َم ْر َح ًبا ِبِه َف ِنْع َم اْلَم ِج يُء َج اَء ‪َ .‬فَفَت َح ‪َ ،‬ف َلَّما َخ َلْص ُت ‪ِ ،‬إَذ ا َي ْح َي ى َو ِع يَس ى‪َ ،‬و ُه َم ا اْب َن ا‬
‫اْلَخ اَلِة َق اَل َه َذ ا َي ْح َي ى َو ِع يَس ى َفَس ِّلْم َع َلْي ِه َم ا‪َ .‬فَس َّلْم ُت َف َر َّدا‪ُ ،‬ثَّم َق اَال َم ْر َح ًبا ِباَألِخ الَّصاِلِح َو الَّن ِبِّي الَّصاِلِح ‪ُ .‬ثَّم َص ِعَد ِبي ِإَلى الَّس َم اِء الَّث اِلَث ِة‪،‬‬
‫َف اْس َت ْف َت َح ِقيَل َم ْن َه َذ ا َق اَل ِج ْب ِر يُل‪ِ .‬قيَل َو َم ْن َمَعَك َق اَل ُم َح َّم ٌد ‪ِ .‬قيَل َو َقْد ُأْر ِس َل ِإَلْيِه َق اَل َن َع ْم ‪ِ .‬قيَل َم ْر َح ًبا ِب ِه‪َ ،‬ف ِنْع َم اْلَم ِج يُء َج اَء ‪َ .‬ف ُفِتَح ‪َ ،‬ف َلَّم ا‬
‫َخ َلْص ُت ِإَذ ا ُيوُسُف ‪َ .‬ق اَل َه َذ ا ُيوُسُف َفَس ِّلْم َع َلْيِه‪َ .‬فَس َّلْم ُت َع َلْيِه َف َر َّد‪ُ ،‬ثَّم َق اَل َم ْر َح ًبا ِباَألِخ الَّص اِلِح َو الَّن ِبِّي الَّص اِلِح ‪ُ ،‬ثَّم َص ِعَد ِبي َح َّت ى َأَت ى‬
‫الَّسَم اَء الَّر اِبَع َة ‪َ ،‬ف اْس َت ْف َت َح ‪ِ ،‬قيَل َم ْن َه َذ ا َق اَل ِج ْب ِر يُل‪ِ .‬قيَل َو َم ْن َمَع َك َق اَل ُم َح َّم ٌد ‪ِ .‬قيَل َأَو َقْد ُأْر ِس َل ِإَلْيِه َق اَل َن َع ْم ‪ِ .‬قيَل َم ْر َح ًبا ِبِه‪َ ،‬ف ِنْع َم اْلَم ِج يُء‬
‫َج اَء ‪َ .‬ف ُفِتَح ‪َ ،‬فَلَّما َخ َلْص ُت ِإَلى ِإْد ِر يَس َق اَل َه َذ ا ِإْد ِر يُس َفَس ِّلْم َع َلْيِه‪َ .‬فَس َّلْم ُت َع َلْيِه َف َر َّد ُثَّم َق اَل َم ْر َح ًبا ِباَألِخ الَّصاِلِح َو الَّن ِبِّي الَّصاِلِح ‪ُ .‬ثَّم َص ِعَد‬
‫ِبي َح َّت ى َأَت ى الَّسَم اَء اْلَخ اِمَس َة ‪َ ،‬ف اْس َت ْف َت َح ‪ِ ،‬قيَل َم ْن َه َذ ا َق اَل ِج ْب ِر يُل‪ِ .‬قيَل َو َم ْن َمَع َك َق اَل ُم َح َّم ٌد صلى هللا عليه وس لم‪ِ .‬قي َل َو َق ْد ُأْر ِس َل ِإَلْي ِه‬
‫َأل‬ ‫ُث‬ ‫َّل‬ ‫ِّل‬ ‫َذ‬ ‫َذ‬ ‫ْل‬
‫َق اَل َن َعْم ‪ِ .‬قيَل َم ْر َح ًبا ِبِه‪َ ،‬فِنْع َم ا َم ِج يُء َج اَء ‪َ .‬ف َلَّما َخ َلْص ُت َف ِإ ا َه اُروُن َق اَل َه ا َه اُروُن َفَس ْم َع َلْيِه‪َ .‬فَس ْم ُت َع َلْيِه َف َر َّد َّم َق اَل َم ْر َح ًب ا ِب ا ِخ‬
‫الَّصاِلِح َو الَّن ِبِّي الَّصاِلِح ‪ُ .‬ثَّم َص ِعَد ِبي َح َّت ى َأَت ى الَّسَم اَء الَّساِدَس َة ‪َ ،‬ف اْس َت ْف َت َح ‪ِ ،‬قيَل َم ْن َه َذ ا َقاَل ِج ْب ِر يُل‪ِ .‬قيَل َم ْن َمَع َك َق اَل ُم َح َّم ٌد ‪ِ .‬قي َل َو َق ْد‬
‫ُأْر ِس َل ِإَلْيِه َق اَل َن َع ْم ‪َ .‬ق اَل َم ْر َح ًبا ِبِه‪َ ،‬ف ِنْع َم اْلَم ِج يُء َج اَء ‪َ ،‬ف َلَّما َخ َلْص ُت ‪َ ،‬ف ِإَذ ا ُموَس ى َق اَل َه َذ ا ُموَس ى َفَس ِّلْم َع َلْي ِه‪َ ،‬فَس َّلْم ُت َع َلْي ِه َف َر َّد ُثَّم َق اَل‬
‫َم ْر َح ًبا ِباَألِخ الَّصاِلِح َو الَّن ِبِّي الَّصاِلِح ‪َ .‬ف َلَّما َت َج اَو ْز ُت َب َك ى‪ِ ،‬قيَل َلُه َم ا ُيْبِكيَك َق اَل َأْبِكي َألَّن ُغَالًما ُبِع َث َب ْع ِدي‪َ ،‬ي ْد ُخ ُل اْلَج َّنَة ِمْن ُأَّمِت ِه َأْك َث ُر‬
‫َم ْن َي ْد ُخ ُلَه ا ِمْن ُأَّمِتي‪ُ .‬ثَّم َص ِعَد ِبي ِإَلى الَّسَم اِء الَّساِبَع ِة‪َ ،‬ف اْس َت ْف َت َح ِج ْب ِر يُل‪ِ ،‬قيَل َم ْن َه َذ ا َق اَل ِج ْب ِر يُل‪ِ .‬قي َل َو َم ْن َمَع َك َق اَل ُم َح َّم ٌد ‪ِ .‬قي َل َو َق ْد‬
‫ُبِع َث ِإَلْيِه‪َ .‬ق اَل َن َعْم ‪َ .‬ق اَل َم ْر َح ًبا ِبِه‪َ ،‬ف ِنْع َم اْلَم ِج يُء َج اَء َف َلَّما َخ َلْص ُت ‪َ ،‬ف ِإَذ ا ِإْب َر اِهيُم َق اَل َه َذ ا َأُبوَك َفَس ِّلْم َع َلْيِه‪َ .‬ق اَل َفَس َّلْم ُت َع َلْيِه‪َ ،‬ف َر َّد الَّس َالَم‬
‫َق اَل َم ْر َح ًبا ِباِالْب ِن الَّصاِلِح َو الَّن ِبِّي الَّصاِلِح ‪ُ .‬ثَّم ُر ِفَع ْت ِلي ِس ْد َر ُة اْلُم ْن َت َه ى‪َ ،‬ف ِإَذ ا َن ِبُقَه ا ِم ْث ُل ِقَالِل َهَج َر ‪َ ،‬و ِإَذ ا َو َر ُقَه ا ِم ْث ُل آَذ اِن اْلِفَي َلِة َق اَل َه ِذِه‬
‫ِس ْد َر ُة اْلُم ْن َت َه ى‪َ ،‬و ِإَذ ا َأْر َبَع ُة َأْن َه اٍر َن ْه َر اِن َباِط َن اِن ‪َ ،‬و َن ْه َر اِن َظ اِهَر اِن ‪َ .‬ف ُقْلُت َم ا َه َذ اِن َي ا ِج ْب ِر يُل َق اَل َأَّما اْلَباِط َن اِن ‪َ ،‬فَن َه َر اِن ِفي اْلَج َّن ِة‪َ ،‬و َأَّم ا‬
‫الَّظ اِهَر اِن َفالِّن يُل َو اْلُفَر اُت ‪ُ .‬ثَّم ُر ِفَع ِلي اْلَب ْي ُت اْلَم ْع ُموُر‪ُ ،‬ثَّم ُأِتيُت ِبِإَن اٍء ِمْن َخ ْم ٍر ‪َ ،‬و ِإَن اٍء ِمْن َلَب ٍن َو ِإَن اٍء ِمْن َعَس ٍل ‪َ ،‬ف َأَخ ْذ ُت الَّلَبَن ‪َ ،‬فَق اَل ِهَي‬
‫اْلِفْط َر ُة َأْن َت َع َلْي َه ا َو ُأَّم ُتَك ‪ُ .‬ثَّم ُفِر َض ْت َع َلَّى الَّص َلَو اُت َخ ْم ِس يَن َص َالًة ُك َّل َي ْو ٍم ‪َ .‬ف َر َج ْع ُت َفَمَر ْر ُت َع َلى ُموَس ى‪َ ،‬فَقاَل ِبَم ا ُأِمْر َت َق اَل ُأِم ْر ُت‬
‫ِبَخ ْم ِس يَن َص َالًة ُك َّل َي ْو ٍم ‪َ .‬ق اَل ِإَّن ُأَّم َت َك َال َت ْس َت ِط يُع َخ ْم ِس يَن َص َالًة ُك َّل َي ْو ٍم ‪َ ،‬و ِإِّن ي َو ِهَّللا َقْد َج َّر ْب ُت الَّن اَس َق ْب َلَك ‪َ ،‬و َع اَلْج ُت َب ِني ِإْس َر اِئيَل َأَش َّد‬
‫اْلُم َع اَلَج ِة‪َ ،‬ف اْر ِج ْع ِإَلى َر ِّب َك َف اْس َأْلُه الَّتْخ ِفيَف ُألَّمِتَك ‪َ .‬ف َر َج ْع ُت ‪َ ،‬ف َو َض َع َع ِّن ي َع ْش ًر ا‪َ ،‬ف َر َج ْع ُت ِإَلى ُموَس ى َفَقاَل ِم ْث َل ُه‪َ ،‬ف َر َج ْع ُت َف َو َض َع َع ِّن ي‬
‫َع ْش ًر ا‪َ ،‬ف َر َج ْع ُت ِإَلى ُموَس ى َفَقاَل ِم ْث َلُه‪َ ،‬ف َر َج ْع ُت َف َو َض َع َع ِّن ي َع ْش ًر ا‪َ ،‬ف َر َج ْع ُت ِإَلى ُموَس ى َفَقاَل ِم ْث َلُه‪َ ،‬ف َر َج ْع ُت َف ُأِمْر ُت ِبَع ْش ِر َص َلَو اٍت ُك َّل‬
‫َي ْو ٍم ‪َ ،‬ف َر َج ْع ُت َفَقاَل ِم ْث َلُه‪َ ،‬ف َر َج ْع ُت َف ُأِمْر ُت ِبَخ ْم ِس َص َلَو اٍت ُك َّل َي ْو ٍم ‪َ ،‬ف َر َج ْع ُت ِإَلى ُموَس ى‪َ ،‬فَقاَل ِبَم ا ُأِمْر َت ُقْلُت ُأِمْر ُت ِبَخ ْم ِس َص َلَو اٍت ُك َّل‬
‫َي ْو ٍم ‪َ .‬قاَل ِإَّن ُأَّم َت َك َال َت ْس َت ِط يُع َخ ْم َس َص َلَو اٍت ُك َّل َي ْو ٍم ‪َ ،‬و ِإِّن ي َقْد َج َّر ْب ُت الَّن اَس َقْب َل َك ‪َ ،‬و َع اَلْج ُت َب ِني ِإْس َر اِئيَل َأَش َّد اْلُم َع اَلَج ِة‪َ ،‬ف اْر ِج ْع ِإَلى‬
‫َر ِّب َك َف اْس َأْلُه الَّتْخ ِفيَف ُألَّمِتَك ‪َ .‬ق اَل َس َأْلُت َر ِّبي َح َّت ى اْس َت ْح َي ْي ُت ‪َ ،‬و َلِكْن َأْر َض ى َو ُأَس ِّلُم ـ َق اَل ـ َف َلَّم ا َج اَو ْز ُت َن اَدى ُم َن اٍد َأْم َض ْي ُت َف ِر يَض ِتي‬
‫‪َ.‬و َخ َّفْف ُت َع ْن ِع َب اِدي "‪ .‬و قد تقدم حديث اال سراء عن انس في أول كتاب الصالة وفي كل واحد منهما ما ليس قي االخر‬

‫‪Hadis Meali :‬‬

‫‪Malik İbn-i Sa'saa (r.a.)'dan rivayete göre Nebî (s.a.s.) İsrâ ve seyâhat ettirildiği gece (nin esrârın) dan‬‬
‫)‪Ashâbına haber verip buyurmuştur ki: Bir kere ben Hatîm'de yatmış (uyurla uyanık arası‬‬
‫‪bulunuyordum. -Birçok rivayet tariklerinde râvî Katâde Hatîm yerinde Hicir rivayet etmiştir- (1). Bu‬‬
‫‪sırada bana gelen Cibrîl geldi de (göğsümü) yardı. -Râvî Katâde Enes İbn-i malik'in: "Şuradan şuraya‬‬
‫‪kadar yardı" dediğini işittim, demiştir ki, râvî bu işaret olunan mahallin boğaz çukurundan kıl bittiği‬‬
‫‪yere kadar yani ön mahalli olduğunu bildirmiştir- ve kalbimi çıkardı. Sonra içi îman (ve hikmet) dolu bir‬‬
‫‪tas getirildi. Kalbim de (Zemzem suyu ile) yıkandıktan sonra içine îman (ve hikmet) dolduruldu. Sonra‬‬
‫‪eski hâline iâde olundu. Daha sonra katırdan küçük ve merkepten büyük beyaz bir binit getirildi. -Râvî‬‬
‫"‪(Enes İbn-i Malik): "Bunun adı Burak'tır ki o, adımını gözünün irişebildiği yerin müntehâsına atardı‬‬
‫‪demişti:- Ben bunun üzerine bindirildim. Cibrîl de benimle yollandı, bana refakat etti.‬‬

‫‪(Sonra ben Cibrîl ile beraber Beyt-i Makdis'e vardım. Namaz kıldım. Bütün peygamberler de benimle‬‬
‫‪kıldılar. Sonra âlî makamlara çıkılacak bir Mi'rac, bir merdiven kuruldu(2). Buna Cibrîl ile bindirildim ve‬‬
‫‪onunla beraber yükseldim)(3) Nihayet dünya semasına vardı. Cibrîl gök kapısını çaldı. (Hâzin, bekçi‬‬
‫‪melek tarafından):‬‬
- Kim o? denildi. Cibrîl:

- Cibrîl'im! dedi. (Hâzin tarafından):

- Yanındaki kimdir? diye soruldu. Cibrîl:

- Muhammed! diye cevap verdi. (Hâzin tarafından):

- Ya (göğe çıkmak için) ona (vahiy ve Mi'râc daveti) gönderildi mi? diye soruldu. Cibrîl:

- Evet gönderildi! diye tasdik etti. (Hâzin tarafından):

- Merhaba gelen zâta! Bu gelen kişi ne güzel yolcu? denildi. Ve hemen gök kapısı açıldı. Ben birinci
semaya varınca orada Adem (peygamber)le karşılaştım. Cibrîl bana:

- Bu senin baban Adem'dir; ona selam ver! dedi. Ben de selam verdim. Adem selamıma mukâbele etti.
Sonra:

- Merhaba hayırlı, iyi oğlum, sâlih peygamber! dedi.

Sonra Cibrîl benimle yukarı yükseldi. Ta ikinci semaya geldi(4). Bunun da kapısını çaldı:

- Kim o? denildi. Cibrîl:

- Cibrîl'im! dedi.

- Yanındaki kimdir? denildi. Cibrîl:

- Muhammed! diye cevap verdi.


- Ya! Ona vahiy ve Mi'râc gönderildi mi? denildi. Cibrîl:

- Evet gönderildi! dedi.

- Merhaba gelen zâta! Bu gelen kişi ne güzel yolcu, denildi. Ve hemen gök kapısı açıldı. Ben ikinci semaya
varınca orada Yahyâ ve Îsâ (peygamberler) ile karşılaştım. Yahyâ ile Îsâ teyze oğullarıdır(5). Cibrîl bana:

- Bu gördüklerin Yahyâ ile Îsâ'dır; bunlara selam ver! dedi. Ben de onlara selam verdim. Onlar da
selamıma mukâbele ettiler. Sonra:

- Merhaba hayırlı kardeş, sâlih peygamber! dediler. Sonra Cibrîl benimle üçüncü semaya yükseldi. Bunun
da kapısını çaldı.

- Kim o! denildi. Cibrîl:

- Cibrîl'im! dedi.

- Yanındaki kimdir? denildi. Cibrîl:

- Muhammed! dedi.

- Ya ona vahiy ve Mi'râc gönderildi mi? denildi. Cibrîl:

- Evet gönderildi! dedi. Hâzin tarafından:

- Merhaba gelen zâta! Bu gelen kişi ne güzel yolcu, denildi. Ve hemen gök kapısı açıldı. Ben üçüncü
semaya vardığımda Yusuf (peygamber) ile karşılaştım. Cibrîl:

- Bu gördüğün Yusuf'tur; ona selam ver! dedi. Ben de Yusuf'a selam verdim. O da mukâbele etti. Sonra:
Merhaba hayırlı kardeş, sâlih peygamber! dedi. Sonra Cibrîl benimle yükseldi. Ta dördüncü semaya vardı.
Bunun da kapısını çaldı.

- Kim o? denildi.

- Cibrîl! diye cevap verdi.

- Yanındaki kim? denildi. Cibrîl:

- Muhammed! dedi.

- Ona (Mi'râc daveti) gönderildi mi? diye soruldu. Cibrîl:

- Evet gönderildi! dedi.

- Merhaba gelen kişiye, bu gelen zât ne güzel yolcu, denildi, ve hemen gök kapısı açıldı. Ben dördüncü kat
göğe vardığımda İdrîs (peygamber) ile karşılaştım. Cibrîl bana:

- Şu gördüğün İdrîs'tir. Ona selam ver! dedi. Ben de İdrîs'e selam verdim. O da selamımı karşıladı. Sonra:

- Merhaba sâlih kardeş, sâlih peygamber! dedi.

Sonra Cibrîl benimle yükseldi. Ta beşinci semaya vardı. Onun da kapısını çaldı.

- Kim o? denildi. Cibrîl:

- Cibrîl! dedi.

- Yanındaki kimdir? denildi. Cibrîl:


- Muhammed (s.a.s.)! dedi.

- Ona (Mi'râc daveti) gönderildi mi? denildi Cibrîl:

- Evet gönderildi! diye cevap verdi.

- Ferâh ve inşirâh ona! Bu gelen zât ne güzel yolcu, denildi. Ve hemen gök kapısı açıldı. Ben beşinci
semaya varınca Hârun (peygamber) ile karşılaştım. Cibrîl bana:

- Bu Hârun'dur; ona selam ver! dedi. Ben de Hârun'a selam verdim. O da selamıma mukâbele etti. Sonra:

- Merhaba sâlih kardeş ve sâlih peygamber! dedi.

Sonra Cibrîl benimle yükseldi. Ta altıncı kat göğe irişti. Gök kapısını çaldı.

- Kim o? denildi. Cibrîl:

- Cibrîl! diye cevap verdi.

- Yanındaki kimdir? denildi. Cibrîl:

- Muhammed! dedi.

- Ya ona (Mi'râc için vahiy) gönderildi mi? denildi. Cibrîl:

- Evet gönderildi! dedi. Bu göğün bekçisi:

- Bu gelen kişiye merhaba; ne güzel bir yolcu geldi! dedi. Ben altıncı göğe varınca Musa (peygamber) le
karşılaştım. Cibrîl bana:
- Bu Musa'dır; selam ver! dedi. Ben de Musa'ya selam verdim. O da mukâbele etti. Sonra:

- Sâlih kardeşe ve sâlih peygambere merhaba! dedi. Ben Musa'yı bırakıp geçince Musa ağlamağa başladı.
Musa'ya:

- Neye ağlıyorsun? denildi. O da:

- Benden sonra bir genç peygambere bîat olundu ki, onun ümmetinden Cennet'e girenler, benim
ümmetimden girenlerden çoktur da ona ağlıyorum! dedi.

Sonra Cibrîl benimle yedinci göğe yükseldi. Gök kapısını çaldı.

- Kim o? denildi. Cibrîl:

- Cibrîl! dedi.

- Yanındaki kimdir? denildi. Cibrîl:

- Muhammed! dedi.

- Ona Mi'râc daveti gönderildi mi? denildi. Cibrîl:

- Evet gönderildi! dedi.

- Bu gelen zâta merhaba; bu gelen kişi ne güzel misafir! dedi.

Yedinci kat gökte İbrâhîm (peygamber) bulunuyordu. Cibrîl:


- Bu gördüğün baban İbrâhîm'dir; ona selam ver! dedi. Ben de İbrâhîm'e selam verdim. O da selamıma
mukâbele etti de:

- Ey hayırlı oğul, ey sâlih peygamber merhaba! Dedi(6). (Resûlullâh buyurdu ki:)

Bütün bu menâzil ve menâzırdan sonra karşıma Sidre-i Müntehâ sahası açıldı.

Bir de gördüm ki Sidr ağacının yemişleri (Yemen'in) Hecer (kasabası) destileri benzeri (büyüklüğünde)
dir(7). Yaprakları da fillerin kulakları gibidir. Cibrîl bana:

- İşte bu Sidre-i Müntehâ'dır! Dedi(8). Bu ağacın aslından dört nehir nebeân ediyordu. İki nehir zâhir, iki
nehir de bâtın idi. Ben:

- Ey Cibrîl, bu dört nehir nedir? diye sordum. Cibrîl:

- Bâtınî nehirler Cennet'te iki nehirdir; zâhirî olan nehirler Nil ile Fırat nehirleridir! dedi.

Sonra Beyt-i Ma'mûr bana gösterildi. Gördüm ki, ona her gün yetmiş bin melek ziyarete gidiyor. Sonra
bana şarap, süt, bal dolu üç bardak sunuldu. Ben süt dolu bardağı aldım, (içtim). Cibrîl bana: İçtiğin süt
senin ve ümmetinin fıtratı yani hilkat-i İslâmiyyesidir! dedi.

Sonra benim (le ümmetim) üzerine her gün elli vakit namaz farz kılındı. Ben dönüp Musa'ya uğradığımda
Musa:

- Ne emrolundun? diye sordu. Ben:

- Her gün elli vakit namazla emrolundum? diye cevap verdim. Musa:

- Her gün elli vakit namaza ümmetinin gücü yetmez. Vallahi ben, kesin olarak nâsı senden önce denedim.
Ve Benî İsrâîl'i sıkı bir mümâreseye tâbi' tuttum. Binaenaleyh sen, Rabb'ine mürâcaat edip ümmetin
için tahfîf buyurmasını niyâz eyle! dedi. Ben de mürâcaat ve niyâz eyledim. Benden (ve ümmetimden)
on vakit namaz tenzîl olundu. Bunun üzerine Musa'ya dönüp geldim. Musa, evvelki gibi tavsıyede
bulundu. Ben de Rabb'ime arz-ı niyâz ettim. Bu defa on vakit namaz daha tenzîl buyuruldu. Ben yine
Musa'ya dönüp geldim. Musa da eskisi gibi öğüt verdi. Ben de Rabb'ime arz-ı niyâz ettim. Benden on
vakit namaz daha tenzîl olundu. Ben yine Musa'ya dönüp geldim. Musa da önceki tavsiyede bulundu.
Ben de Rabb'ime arz-ı niyâz eyledim. Benden on vakit namaz daha tenzîl olundu da her gün on vakit
namazla emrolundum. Ve Musa'ya dönüp geldim. Musa bana evvelki mütâlâasını söyledi. Ben de
Allah'a arz-ı niyâz eyledim de bu defa her gün beş vakit namazla emrolundum. Bunun üzerine Musa'ya
dönüp geldim. Musa:

- Ne emrolundun? diye sordu. Ben de:

- Her gün beş vakit namazla emrolundum! dedim. Musa:

- Ümmetin her gün beş vakit namaza muktedir olamaz. Ben senden evvelce nâsı epey tecrübe ettim. Ve
Benî İsrâîl'i sıkı bir mümârese ile tecrübe ettim. Şimdi sen Rabb'ine mürâcaat et de bunun ümmetin
için tahfîfini dile! dedi. Ben:

- Rabb'ime çok niyâz ettim. Ta ki, bir daha arz-ı niyâz eylemekten utandım. Bu sûretle beş vakit namaza
râzı olacağım. Ve buna teslimiyet göstereceğim! dedim. Ben Musa'nın yanından geçince bir münâdî:

- Ben beş vakit namazla farîzemi imzâ ve irâde eyledim. Ve kullarımdan fazlasını tahfîf ve tenzîl eyledim!
diye nidâ eyledi.

(Müellif Zebîdî der ki:) İsrâ' hadisi Enes İbn-i Malik'den gelen bir rivayet tarîkıyle Kitabü's-Salât'ın
evvelinde geçti. Oradaki Enes rivayetiyle buradaki malik İbn-i Sa'saa'ya müntehî olan rivayetten her
birisinde öbürüsünde olmıyan farklar ve ziyadeler, noksanlar vardır. (Her ikisini birlikte mütâlâa ve

mukâyese ediniz!)

Hadis Açıklaması :
Müellif Zebîdî'nin geçtiğini bildirdiği Enes İbn-i Mâlik'in Mi'râc hadîsi ikinci cildde 227 numara ile tercüme
edilmiştir. Oraya bakınız!. Bu hadîsi Buhârî Mi'râc unvâniyle açtığı bir babında rivayet etmiştir. Hadîste
Mi'râc'ın Sidre-i Müntehâ'ya kadar olan merâhîl ve safahatı zahirdir. îzâh ve beyandan müstağnidir.
Ancak Sidre'den öte kurb-i Zât'a âit hiçbir cihet rivayet olunmamıştır. Yalnız beş.vakit namazın farzıyeti
ve bunun elli vakit namazdan tahfif ve tenzîl buyurulduğu bildirilmekle iktifa edilmiştir. Çünkü:(‫اذيغشى‬
‫ )السدرة مايغشى‬âyet-i kerîmesinde haber verildiği üzere Resûl-i Ekrem Mi'râc'da Sidre-i Müntehâ'ya
varınca Sidre'yi bürüyen —ve onu şuurun vukuf ve ıttılâından saklıyan ilâhî bir emir,— bir nûr
bürüyüvermişti. Bundan ötesi tasvîr ve beyâna sığmayan bir âlemdi. Sahîh rivayetlerde bildirildiğine
göre buraya kadar Resûlullâh'a refakat eden Cibrîl de burada kalmıştı. Bu müntehâ-yı kevni ileri
geçmekten memnu' olduğunu bildirerek:‫ =)لودنوت انملة الحرقت‬Bir parmak ucu daha öteye yaklaşmış
olsaydım yanardım) demişti. Bu cihetle biz, Mi'râc'ın Sidre-i Müntehâ ve Ufuk-ı a'lâdan öteye âit
kısmını Kur'ân dilinden ve Necim sûresinin 6 nci ve mâba'di âyetlerini mana-yı lâzimîleriyle tercüme
ederek mütâlâa edeceğiz.

(‫ )فاستوى وهو باالفق االعلى‬âyet-i kerîmesi mantûkunca Âdem ve âlemin sebeb-i hilkati olan Peygamberimiz de
bu en âlî ufukta durdu (‫ )ثم دنا فتدلى‬sonra Refref (9) ile yükselip kurb-i Zât'a yaklaştı. Cenâb-ı Hak da
habîbini onun bütün varlığiyle cânib-i kudsine doğru cezbetti.(‫ )فكان قاب قوسين او ادنى‬bu cezb ve incizâb
ile kurbiyet, ok yayının iki ucu misâli, yahut daha yakın oldu da(‫)فاوحى الى عبده ما اوحى‬Allah kuluna
vahyettiği esrar ve maârifi vahyetti (10) .(‫ )ماكذب الفؤاد ما رأى‬gönül gördüğü garibeleri yalanlamadı da (
‫ )أفتمارونه على مايرى‬gördüklerine karşı şimdi siz mi mücâdele ediyorsunuz? (‫ولقد رآه نزلة اخرى عند س درة‬
‫ )المنتهى‬And olsun ki, Muhammed Cibril'i bir de inişte yâni kurb-i Hak'dan dönüşte Sidre'de sûret-i
asliyyesiyle gördü (11).(‫ )عن دها جن ة الم أوى‬Sidre'nin yanında şehitlerin, müttekîlerin Cennet'i olan
Cennetü'l-Me'vâ vardır.

(‫ )اذ يقشى السدرة ما يغشى* ما زاغ البصر وماطغى* لقد رآى من آي ات رب ه الك برى‬Sidre'yi örten ilâhî tecellî tamâmiyle
bürüdüğü zaman o mehâbetli manzarayı gören Peygamber'in gözü —hayret ederek— sağa, sola
meyletmedi, ileri bakınmadı. Ve hiç şüphesiz o, Rabb'inin âyetlerinden en büyüğünü görmüştü (12).

Necim sûresinin Mi'râc'a dâir tebligatı da burada bitiyor. Gerek Kur'ân'ın, gerek sahîh hadîslerin teblîğ ve
rivayetleri veçhile İsrâ' ve Mi'râc vak'ası Peygamber Efendimiz'in en büyük mu'cizesidir. Onun her
safhası âdet ve tabiat hâricinde i'cazkâr birtakım esrar arzeder. Bu mübarek gecenin mübarek bir
ânında tabiat âleminde hüküm süren bütün maddî kânunların faaliyetleri durduruluyor; zaman,
mekân gibi mesafe mikyasları bertaraf ediliyor; bâsıranın sâmianın ve bütün beşerî ihtisasın görmek
ve işitmek şartları kaldırılıyor da mülk ve melekûtun bütün esrarı, bütün hafî manâzırı açılarak ayan,
beyân gösteriliyor.

En sahîh haberler İsrâ' ve Mi'râc vakıasını bu anâsır alemindeki beşerî teşrifat usûl ve merasimine benzer
bir surette rivayet ettiklerine göre, melekût âleminde de tabiat alemindeki gibi fakat onun şurût ve
kuyûdundan ârî ma'nevî bir ihtifal vardır. Bu ihtifalde peygamberler; mevkib ile kurb-i ilâhîye
götürülüyor. Vasıtasız bir takım yüksek emirler telâkkî ederek avdet ettiriliyor .(‫وكذلك نرى ابراهيم ملكوت‬
‫ )الس موات و االرض‬âyet-i kerîmesinde deHazret-i İbrâhîm'in Mi'râc’ına işaret buyuruldu ğuna göre,
müteaddit derece ve mertebelerde olmak üzere, her peygamber için bir Mi'râc ihtifal mukadder olup
yalnız kâbe kavseyn makamı Peygamber Efendimiz'e müyesser olmuştur.

Dipnot-1. Birçok yerlerde not olarak işaret ettiğimiz veçhile Hatîm ile Hicir ta'bîrlerinin medlulü birdir; her
ikisi Kâ'be'den ifraz olunan ve etrafı alçak bir duvarla muhat olan bir mahallin adıdır. Kureyş eşrafı ve
gençleri burada yatarlardı. Bu iki ismin medlulü bir olduğundan râvî Katâde Enes İbn-i Mâlik'ten kâh
Hatîm, kâh Hicir diye rivayet etmiştir.

Dipnot-2. "Buna Cibrîl ile bindirildim" ta'bîrine göre bu, bildiğimiz mer diven değil, asansör gibi bir intikal
vâsıtası olacaktır.

Dipnot-3.Kavis içinde gösterdiğimiz bu ziyâde, hadîsin buradaki rivaye tinde olan bir noksanı telâfi etmek
üzere başlıca Beyhakî'nin De- iâii'indeki uzun bir rivayet tarîkından alınmıştır.

Dipnot-4.Hadîsin diğer rivayeti erdeki tafsiline göre, bu ikinci ve diğer semâ tabakalarına Mi'râc
merdiveniyle değil Cibril'in kanadiyle yükselmiştir.

Dipnot-5.Yahya ile Îsâ peygamberlerin teyze-zâde olmaları şu cihet ledir: Yahya peygamberin anası îşâ Bint-
i Fakuz, Hazret-i Meryem'in anası Hanne Bint-i Fakuz ile kardeştir, iki hemşiredir. Bunlardan Hanne'yi
İmrân İbn-i Masan tezevvüç etti. îşâ"ı da Zekeriyyâ tezevvüç eyledi. İşâ', Yahya'yı; Hanne de Mer yem'i
doğurdu. îşâ' Meryem'in, Hanne de Yahya'nın teyzesi oldu. Ve bu suretle iki teyze-zâde oldular. Bir
cihet bilhassa kayda şayandır ki, bu arada adı geçen İmrân, Mûsâ peygamberin babası İmrân değildir.
Çünkü bu iki İmrân arasında tarihçilerin beyânına göre bin sekiz yüz sene gibi büyük bir fark vardır.

Dipnot-6. 227 rakamıyla tercümesi geçen hadîsin bu noktasında Buhârî, İbn-i Abbâs ile İbn-i Habbe'den şu
ziyâdeyi de rivayet etmiştir: Sonra ben düz bir sahaya çıkarıldım ki, orada ben kâinatın mukadde ratını
yazan kalemlerin sesini işitiyordum.

Bundan sonra burada İbn-i Sa'saa hadîsinde Sidre-i Müntehâ rivayet olunduğuna göre Sidre, Levhu
kalemin yanında bulunuyor demektir.

Dipnot-7.Bu büyük destilerin iki yüz elli ritl su istiap ettiklerini lügat âlimleri bildiriyor.
Dipnot-8. Sidre-i Müntehâ terkibindeki Sidir, Nebk ağacı diye tefsîr olunuyor ki, Arabistan kirazı denilen ve
Trabzon hurması fasilesinden olup ehlîsi ve yabanîsi olan bir nevi' ağaçtır. Müntehâ da bir şeyin son
haddine denildiğine göre, Sidre-i Müntehâ, mahlûkâtın ilmi ve ameli kendisinde nihâyet bulup âlem-i
kevni tahdîd eden bir işaret demek olur. Bazı tefsîr kitaplarında da Tûbâ ağacı olarak tefsîr olunmuştur.

Dipnot-9.Refref, lügaten görmeğe mâni' olan geniş örtü ve perde demektir. İbn-i Esîr Nihâye'sinde İbn-i
Mes'ûd'un refrefi, Ufuk-ı a'lâ'yı kaplayıp şeddeden yeşil perde olarak tarif ettiğini bildiriyor.

Dipnot-10.Mi'râc gecesi beş vakit namazın vahyolunduğu hadîsteki mufassal rivayetten anlaşılmakla
beraber beş vakit namaza münhasır olmadığı, tarif ve beyâna sığmıyanı birtakım ilâhî esrar ve
maârifden ibaret bulunduğu âyet-i kerîmenin ifâde üslûbun dan anlaşılmaktadır.

Dipnot-11.Resûlullâh Cibril'i iki def'a hilkat-i asliyyesinde görmüştür: Birisi kurb-i Zat'tan dönüşte Sidre'de,
öbürisi de vahyin ilk zamanlarında Hıra dağında.

Dipnot-12.Yukarıda bir haşiyemizde işaret ettiğimiz veçhile Abdullah İbn-i Mes'ûd Âyet-i Kübrâ'yı tefsîr
ederek: Resûlullâh ufuk-ı a'lâ'yı kaplayan yeşil bir Refref gördü, demiş, refrefi bisât ile tefsîr etmiştir.

Kurtubi'nin nakline göre Refref dîvân-ı ilâhî hadimlerinden bir hadimdir. Kurb-i ilâhîye has işler ona aittir.
Burak, yeryüzünde enbiyânın binmesine mahsus bir dâbbe olduğu gibi Refref de Makâm-ı kurbe
Mi'râc'a mahsus bir vâsıtadır. Yine Kurtubî'nin rivayetine göre Mi'râc'da Resûlullâh Sidre-i Müntehâ'ya
varınca Refref gelip Cibril'den alarak Arş-ı A'lâ'ya doğru uçmuştur.

Söyleşirken Cebrail ile kelâm

Geldi Refref önüne verdi selâm

Muhammed'den diğer yok dâhil olmuş kâbe kavseyne

Gürûh-i Enbiyâ’dan girmedi bir ferd o mabeyne

Haremgâh-i visale Ahmed'i tenhâ alıp Mevlâ


Bu halvet oldu mahsûs Hazret-i Sultân-i Kevneyn'e

Resûlullâh bu müntehâ-yı seferi şöyle hikâye buyurmuştur: Refref beni alıp uçmağa başladı. Gâh alçaktan,
gâh yüksekten götürüp Yâ Rabb'imin dîvânında durdu. Sonra dönüş zamanı hulul edince de beni alıp
yine alçalarak, yükselerek uçup Cibril'e getirdi.

Hadis-1552.

İSRÂ' VE Mİ'RÂC HAKKINDA MÂLİK İBN-İ SA'SAA HADÎSİ

‫ ُأِر َيَه ا َر ُس وُل ِهَّللا‬، ‫َع ِن اْب ِن َع َّباٍس ـ رضى هللا عنهما ـ ِفي َق ْو ِلِه َت َع اَلى (َو َم ا َج َع ْلَن ا الُّر ْؤ َي ا اَّلِتي َأَر ْي َن اَك ِإَّال ِفْت َن ًة ِللَّن اِس } َق اَل ِهَي ُرْؤ َي ا َع ْي ٍن‬
‫ْل‬ ‫ْل ْل‬ ‫ْل‬ ‫ُأ‬
‫ َق اَل َو الَّش َج َر َة ا َم ُع وَن َة ِفي ا ُقْر آِن َقاَل ِهَي َش َج َر ُة الَّز ُّقوِم‬. ‫صلى هللا عليه وسلم َلْي َلَة ْس ِر َي ِبِه ِإَلى َبْيِت ا َم ْق ِد ِس‬.

Hadis Meali :

Abdullâh İbn-i Abbâs (r.a.)'dan rivayete göre Allahu Teâlâ'nın: "Habîbim! Bizim sana (İsrâ' gecesi)
göstermiş olduğumuz rüyayı (ayetleri) nâs için bir fitne, bir belâ olmaktan başka bir şey kılmadık"
kavlindeki (rüya) hakkında İbn-i Abbâs: "O rüya, gözün gördüğü ayetlerdir ki, Resûlullâh (s.a.s.)'e Beyt-i
Makdis'e sefer ettirildiği gece gösterildi" demiştir. İbn-i Abbâs (ayetin bakıyesindeki): "Kur'ân'da lânet
edilmiş olan şecere" de zakkum ağacıdır, demiştir.

Hadis Açıklaması :

İbn-i Abbâs’ın bu hadîste bildirilen iki tefsirinin ikisi de İsrâ' sûresinin 60ıncı âyetine aittir. İbn-i Abbâs
birinci tefsiri ile şunu demek istemiştir ki, âyetteki rü'yâ, uykuda görülen bir düş değil, uyanık olarak
gözle görülen bir hakikattir. Âyetteki fitne ta'bîrini Saîd İbn-i Müseyyeb belâ ile tefsîr etmiştir. İsrâ' ve
Mi'râc gecesi Resûlullâh'a gösterilen garâib-i mülk ve melekûtun bir fitne ve bir belâ olmasına gelince,
Resulullâh gördüğü i'câzkâr vak'aları haber verince müşriklerin bunlara inanmaları ve îmân etmeleri
şöyle dursun, îmân edenleri şaşırtmak ve azıtmak için bir vesîle edinmeleridir ki, yukarıda Ümm-i Hânî
hadîsinde bildirilmişti. İbn-i Abbâs' in bu tefsîri İsrâ' ve Mi'râc'ın yalnız ruhî değil, ruhî ve cismî bir
vâkıâ olduğuna hükmeden ulemânın cumhurunun mezhebini te'yîd eder. Zemahşerî Tefsîr'inde: Bu
âyetin zahiriyle de İsrâ'nın rü'yâda vâki' olduğunu iddia edenler istidlal etmişler, İsrâ'nın yakazada
olduğuna kail olanlar da rü'yâyı, rü'yetle tefsîr etmişlerdir, diyor. Denilebilir ki, Allâhu Teâlâ Kur'ân'da
hem rü'yâ-yı kalbî hem de rü'yâ-yı aynî isbât etmiştir. Rü'yâ-yı kalb:‫ =)ماكذب الفؤاد ما رآى‬Gönül, gördüğü
şeyi yalanlamadı) kavliyle, rü'yâ-yı ayn da:‫ =)ما ذاغ البصر و ماطغى‬Garâib-i melekûtu görürken göz bir
tarafa kaymadı. Ve edeb haddini tecâvüz etmedi). nazmiyle tesbît buyurulmuştur.

Gerek bu âyetlerin, gerek bunların emsali nusûsun ifâde ettikleri ahkâma göre, Resûlullâh’ın Allah'ı görüp
görmediği mühim bir ihtilâf zemîni olmuştur. Hazret-i Âişe, Abdullah İbn-i Mes'ûd, Ebû Hüreyre gibi
Ashâb'tan bir kısmı, rü'yetin imtinâını iddia etmişlerdir. Buhârî'nin rivayetine göre, Hazret-i Âişe'den:

Muhammed Rabb'ini gördü mü? diye sorulmuş; o da:

Herkim, Muhammed Rabb'ini gördü derse yalan söylemiştir! diye cevab verip sonra: (1) " ‫التدركه االبصار وهو‬
‫ =يدرك االبصار وهو اللطيف الخبير‬Gözler Allah'ı idrâk etmez, fakat Allah gözleri idrâk eder. Çünkü Allah
Lâtiftir (görülmez), Habîrdir (her şeyi görür)" âyetini okumuştur.

Abdullah İbn-i Abbâs'tan meşhur olarak da, Resûlullâh’ın, Rabb'ini gözleriyle görmüş olduğu haberi
naklolunmuştur. Taberânî’nin Mu’cem-i Evsafında kuvvetli bir isnâd ile İbn-i Abbâs'tan rivayetine göre
müşârün-ileyh: Muhammed Rabb'ini iki def'a gördü! demiştir. Diğer bir suretle rivayet olunduğuna
göre de İbn-i Abbâs: "Muhammed Rabbine nazar etti. Allah kelâmı Musa'ya, Hülleyi İbrâhîm'e nazar
ve rü'yeti de Muhammed'e tahsîs buyurdu" demiştir.

Hadîs, fıkıh, kelâm âlimlerindçn bir kısmı Hazret-i Âişe mezhebini iltizâm ederek dünyâda rü'yetin
imtinâına kail olup red ve inkâr etmişlerdir. Eş'arîler ise İbn-i Abbâs tarikatını iltizâm ederek
Resûlullâh’ın Allâhu Teâlâ'yı baş göziyle gördüğüne kail olmuşlardır. Bazı ulemâ da gözle rü'yette
tevakkuf etmişlerdir.

Mevzûumuz olan hadîste Kur'ân'da'lâ'net edilmiş şecerenin zakkum ağaciyle tefsirine gelince, bunu da
Sâffât süresiyle Vâkıâ sûresinde mütâlea edeceğiz. Sâfrât sûresinde şöyle buyurulmuştur: "Misafir
konuklamak için Cennet nimetleri mi hayırlıdır? Yoksa zakkum ağacı mı? Biz, o ağacı zâlimler için bir
fitne kıldık (onu süs edinirler). O, Cehennem'in dibinde çıkan bir ağaçtır ki, onun meyva tomurcukları
şeytanların başları gibidir, zâlimler Cehennem'de ondan yiyecekler, karınlarını dolduracaklar. Sonra
onların bunun üzerine hamimden yâni em'âyı parçalayan kaynar sudan, haşlanmış bir içkileri de
vardır"(2).

Vâkıâ sûresinde de şöyledir: "Sonra siz ey sapkın münkirler! Muhakkak bir ağaçtan, zakkum ağacından
yersiniz, ve karınlarınızı ondan doldurursunuz da üzerine o hamimden, yâni Cehennem'in kaynar
suyundan içersiniz! Hem de susuz develerin içtikleri gibi içersiniz"(3).

Dipnot-1. Sûre: 6 (En'âm), âyet: 103.

Dipnot-2.*‫اذلك خير نذال ام شجرة الزقوم* اذا جعلناها فتنة للظالمين* انها شجرة تخرج فى اصل الجحيم* طلعه ا كأن ه رؤس الشياطين‬
]76-26 ,‫فانهم آلكسون منها فمالؤن منها البطون* ثم ان لهم عليها لشوبا من حميم [سورة الصافات‬.

Dipnot-3. ‫ فشاربون عليه من الحميم* فشاربون شرب‬² *‫ثم انكم ايها الضالون المكذبون* آلكلون من شجر من زقوم* فمالؤن منها البطون‬
]55-15,‫الهيم [سورة الو اقعة‬

Reşit Haylamaz, Efendimiz İSRÂ VE MİRAÇ 434

Hira’daki vuslattan bu yana on bir yıl geçmişti. Takvimler, Recep ayının yirmi yedisini gösteriyordu. Bu süre
içinde çok gayret edilmiş; ama Mekke akıl almaz bir tepki gösterip bu gayretlere müspet cevap
vermemişti. Gerçi, müspet cevap verenler de yok değildi; ama, imanla bütünleşmeleri adına ortaya
konulan ölümüne gayretlere karşılık, bırakın müspet cevap vermeyi, koşarak gelmeleri gerekiyordu!
Çünkü Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), kendi adına yaşamıyor; can alıcı 434 İsrâ ve miraç,
Kur’ân ve sahih sünnetle sabit mütevatir bir mucizedir. Bu seyehate Allah Resûlü (s.a.s.), ruh ve
bedeniyle birlikte gitmiş, Cibril’i de geride bırakarak nail olduğu olağanüstü iltifatlara rağmen yine
ümmetinin arasına dönerek onlar için de, günde beş vakit eda edilecek bir miraçla yükselme ufkunu
ortaya koyup kapıyı da sonuna kadar aralık bırakmıştır. Bilhassa Kur’ân açısından bakıldığında konuyla
ilgili ayetlerin müphemiyet içinde meseleyi ele aldıkları görülmektedir. Zira bu, imanî bir meseledir ve
imanın dürbünüyle hareket edilmeden kavranılması zor bir hadisedir. Belki de, iradenin elinden
ihtiyarı almamak için Yüce Mevlâ, isra ve miraçla ilgili ayetlerde, sadece güçlü bir imanla bakanların
anlayabileceği bir üslup kullanmış ve böylelikle, sınırlı alanda bocalayan aklına meseleyi
onaylatamayanlar için de merhamet kapısını açık bırakmıştır. Aksi halde, sarih ayetin ifade ettiği
mânâyı inkâr eden, şüphesiz bu rahmetten mahrum kalacak ve bu mahrumiyet ise, o insanı her
şeyden mahrum edecekti. 456 düşmanlarının bile iman şerbetinden kana kana yudumlayabilmeleri
için elindeki bütün imkânları ortaya koyuyor ve bunun için de hemen her gün kapı kapı dolaşıyordu.
Alkışlanması gereken bu gayretlerin gördüğü muamele de ortadaydı; bilhassa Ebû Tâlib ve Hz.
Hatice’nin vefatından sonra Mekkelilerin takındığı tavır, Tâif’te yaşadıkları ve tekrar geri döndüğünde
insanların, mübarek yüzüne ekşimeleri pâk ruhunu sıktıkça sıkmıştı ve bu bunaltan ortamda Allah
Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), kendini ancak ilahî rahmetin sıcak iklimine atarak bir teselli
bulabiliyordu. Zaten, bu rahmet meltemleri de olmasa, Mekke’nin kasveti kaldırılacak gibi değildi!
Derken bir akşam Efendiler Efendisi, amcası Ebû Tâlib’in kızı Ümmü Hâni’nin evinde bulunduğu bir
sırada, evin tavanı adeta birden açılmış ve buradan yanına Cibril-i Emîn nüzûl etmişti.435 Belli ki bu
seferki geliş, öncekilerden çok farklıydı. Yanında, daha önceki peygamberlerin de üzerine bindikleri,
merkepten biraz büyük, katırdan da bir miktar küçük boyda ‘Burak’ adında bir binek vardı. Belli ki, bir
davet vardı ve Cibril de, bu davete muhatap olan en kutlu misafiri almak için gelmişti; Sultân-ı Rusül,
Şâh-ı Mümecced, bîçârelere devlet-i sermed, dîvân-ı ilâhide serâmed, Ahmed ü Mahmûd u
Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem), Hakk’ın özel davetlisi olarak, gökler velîmesine çağrılıyordu.
Demek ki bugüne kadar yaşanan mukaddes hüzne, Allah tarafından lutfedilmiş bir ikram vardı
ortada… Vicdanında duyup hissettiği gerçekleri, göz ve kulağıyla da müşahede edebilmesi için Allah
(celle celâluhû), kulu Muhammed Musta435 Bazı rivayetlerde bu hadisenin başlangıç yeri, Ümmü
Hâni’nin evi değil de Kâbe olarak anlatılmaktadır. Muhtemelen, Ümmü Hani’nin evinde bulunduğu o
akşam Allah Resûlü (s.a.s.), ibadet maksadıyla Kâbe’ye gelmiş ve bir müddet ibadet ettikten sonra
Hatîm denilen yerde bu hadise vuku bulmuştu. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) 457 fa’yı
Mekke’den alacak ve kim bilir ne sırlı bir yolculuğa çıkaracaktı. Ancak, bu yolculuk öncesinde, süt
annesi Halîme-i Sa’diye’nin yanında yaşadığı hadiseye benzer bir ameliye gerekiyordu. Onun için
Cibril-i Emîn, Efendimiz’in göğsünü yardı ve içini Zemzem suyu ile yıkadı; ardından da, altın bir kâse
içinde, elinde tuttuğu iman ve hikmetle göğsünü doldurarak kapattı. Sonra da, semanın emini Cibril,
insanlığın emini Hz. Muhammed Mustafa’nın elinden tutarak tarifi imkânsız bir yolculuğa başladı. İsrâ
Üzerine bindiği Burak, öyle hızla hareket ediyordu ki, her defasında adımını, ufukta gözüken son
noktaya atıyor ve şimşek hızıyla mesafe alıyordu. Daha üzerine binmekle birlikte mekân değişmiş ve
bir çırpıda Mescid-i Aksâ’ya gelivermişlerdi. Tuttu ve daha önceki peygamberlerin bağladığı yere
bağladı Burak’ı. Ardından da, namaz kılmak için mescide yöneldi. Bugüne kadar risalet vazifesini
yerine getiren Allah’ın en seçkin kulları burada toplanmış, risalete mühür olan Zât’ı bekliyorlardı.
Gelişini görünce selam ve tahiyyelerle sinelere basıldı Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ve
ardından da, dünyanın en önemli meselesi için yeniden saf tutuldu; bütün peygamberler, aynı safta
kenetlenmiş; iki rekat namaz kılacaklardı. Peygamberlik âleminin imamını bekliyorlardı. Demek ki
İbrahimî çizgi, artık Hz. Muhammed’de noktalanacak ve bundan sonrasını, bütün peygamberler
namına sonuna kadar O yürütecekti. Zaten, başka bir belde yerine buranın tercihinde de böyle bir
mânâ vardı; belli ki Hakk’ı temsil meselesi, peygamberlere dâyelik yapmış bu mekândan artık alınıyor
ve yüzler bundan sonrası için Mekke’ye çevriliyordu. Meseleye, miraçtaki süreçte karşılaşacağı
peygamberler açısından bakıldığı zaman da aynı konu dikkat çekecek ve ümmetler arasınİ srâ ve Miraç
458 da yaşanacak bir birliktelik adına, geleceğe yönelik bir umut olacaktı. Derken, safların en
önündeki yerini aldı Habîb-i Zîşân Hazretleri… Günü gelince insanlığın yeniden, Allah’ın ilk yarattığı bu
çizgide saf tutacağının sembolüydü bu. Âdem’in çocuklarının, yeniden Hz. Âdem toprağında
kaynaşacaklarının resmi, tevbe ederken şefaatini dilediği Zâtın da imametinin tesciliydi aynı
zamanda… Peygamberler O’nun arkasında saf bağladığına göre demek ki, o peygamberlerin ümmeti
de gün gelecek O’nun arkasında namaza duracaktı! Namaz sonrası önüne üç kâse konulmuştu; birinde
süt, diğerinde su ve bir diğerinde de içki vardı. Bunlardan birisini tercih etmesi isteniyordu.
Tereddütsüz, içinde süt olan kâseyi tercih etti Efendiler Efendisi! Bu tercih, Cibril-i Emîn’i de
heyecanlandırmıştı ve: – Bunu tercih etmekle Sen, hidayeti tercih etmiş oldun ve Senin ümmetin de
hidayet üzere olacak, demişti. Çünkü bu, realiteyi iyi okumanın bir neticesiydi ve seçilen tercih de,
fıtratı ifade ediyordu. Bu arada orada yankılanan ses de, aynı şeyleri söylüyordu: – Şayet su tercih
edilmiş olsaydı, ümmeti de kendisi de boğulurdu. İçki tercih edilmiş olsaydı, ümmeti de kendisi de
yoldan çıkar taşkınlık içine düşerdi. Sütü tercih ettiğine göre, ümmeti de kendisi de hep hidayet üzere
olacak!436 Mi’raç Sürprizler, sadece Mescid-i Aksâ’da yaşananlarla sınırlı değildi; tuttu Cibril, O’nu
semalar ötesi âlemlere seyahate davet etti. Bir anda, mekân başkalaşmış ve iç içe sırlarla dolu
doyumsuz bir yolculuk başlamıştı. Kat be kat semaya yükseliyor ve her yükseldikleri semada ayrı bir
merasim yaşıyorlardı. 436 Bkz. İbn Hişâm, Sîre, 2/242, 243 Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) 459
Cibril-i Emîn, ilk semanın kapı tokmağına dokununca içeriden bir ses gelmiş ve semanın hazini ile
aralarında şu konuşmalar geçmişti: – Sen kimsin? – Cibril! – Yanında kim var? – Muhammed! – O
peygamber mi? – Evet, O peygamber! Şifreler tamamdı ve sema kapısı açılmış; dünya seması geride
kalmıştı; Efendiler Efendisi’nin karşısında, insanlığın ilk atası Hz. Âdem duruyordu. Önce selam ve
hoşâmedî ile tebrik etti O’nu. Hayır duasında bulunuyordu. Ancak, duruşunda bir gariplik vardı; sağ
tarafına bakıyor ve gülüyor, soluna baktığında ise ağlıyordu. Daha dikkatli baktı; her iki yanında da
büyük bir kalabalık vardı. Meraklı bakışları bekletmeden Cibril-i Emin konuşmaya başladı: – Bu,
Âdem’dir; sağ ve solundaki kalabalık karartı ise, onun neslidir. Sağ tarafındaki insanlar, ehl-i cennettir
ve onun için Âdem, onları gördükçe tebessüm eder. Sol yanındakilere gelince onlar ehl-i cehennemdir
ve onlar gözüne iliştikçe de hüzün kesilip ağlamaya başlar. Artık her bir sema kapısında aynı merasim
ve yine her bir semada ayrı bir peygamberle karşılaşılıyor; hepsinin de duasını alıp tebriklerine şahit
oluyorlardı. İkinci semada teyze çocukları Hz. Yahyâ ve Hz. İsa, üçüncü semada Hz. Yusuf, dördüncü
semada Hz. İdris, beşinci semada Hz. Harun, altıncı semada Hz. Musa ve yedinci semada da Hz.
İbrahim ile karşılaşacak ve bunların her biri de, nübüvvet semasının mührü olan Allah Resûlü’nü
tahiyelerle karşılayıp tebrik edeceklerdi. Bu seyahat esnasında Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve
sellem), Hz. İ srâ ve Miraç 460 Musa’nın ağladığını görmüş ve Cibril’e bunun sebebini sormuştu. Aynı
soru kendisine tevcih edilince: – Ağlıyorum; çünkü bu genç, benden sonra peygamber olarak
gönderildi; ama O’nun ümmetinden cennete gireceklerin sayısı, benim ümmetimden cennete girecek
olanlardan daha fazla, diyordu. Miraç, sırlarla dolu bir yolculuğun adıydı ve bu yolculukta müşahede
edilecek daha çok şey vardı. Hz. İbrahim’in, sırtını dayayarak yanında durduğu Beyt-i Ma’mur, göz alıcı
renk ve desenleriyle ve bütün ihtişamıyla Efendimiz’in karşısında duruyordu. Öyle ki buraya, her gün
yetmiş bin melek giriyor ve bir daha da geri dönmüyordu. Zira burası, yeryüzünde her daim tavafla
serfiraz kılınan Kâbe’nin bir izdüşümüydü. Cennet Bu yolculuk esnasında Efendiler Efendisi, cennet ve
cehenneme ait tablolara da şahit olacak ve dünyada iken hangi hareketin ne türlü bir karşılık
göreceğini örnekleriyle ümmetine de anlatacaktı. Bir anda cennet, olanca güzelliğiyle önüne
açılıvermişti. İnci-mercan misal her çeşit değerli taşlar ve tasavvur üstü bir renk cümbüşüyle
donatılmış, nice göz alıcı desenlerle tezyin edilmişti! Hiçbir gözün görmediği ve göremeyeceği, hiçbir
kulağa yankısı gelip çarpmayan ve hiçbir faninin de tahayyül edemeyeceği nice güzellikler
sergileniyordu önünde. Ne göz alıcı, ne gönül yakıcı manzaralardı… Cennetin zümrüt yamaçları,
önünde perde perde açılmış ve O da, meltem gibi gelip yüzüne çarpan esintileriyle mest, hayret
makamının hakkını veriyordu. Bir aralık kulağına hoş bir ses gelmişti: – Bu ses de neyin nesi, diye
sordu Cibril’e. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) 461 – Cennetin sesi, diyordu rehber-i sadıkı. Biraz
dikkatle dinleyince, gelen sesin şunları dediği duyuluyordu: – Ey Rabbim! Bana vadettiğin şeyleri
lutfet! İşte, artık uhdemde bulunan odalarım, ipek ve hullelerim, sündüs ve inci-mercanlarım, gümüş
ve altınlarım, koltuk ve döşemelerim, kap ve kacaklarım, binek ve içkilerim, bal, süt ve sularım
çoğaldıkça çoğaldı; artık, vaadettiğin şeyi yerine getir de bana gelecek olanları bir an önce buraya
gönder! Onun bu samimi talebine karşılık bir başka ses yükseldi: – Evet, her mü’min ve mü’mine,
erkek veya kadın Müslüman, Bana iman eden ve Resûlümü de tasdik ederek destekleyen, her daim
müspet hareket ederek ortaya salih bir iş koyan ve asla Bana şirk koşmayan ve Allah’tan başka bir
değer önünde bel kırıp boyun bükmeyenler, çok geçmeden sana gelecektir! Kim, Benden haşyet duyar
ve çizilen ölçü içinde hareket ederse o emindir; Benden kim ne isterse Ben, onu veririm. Kim de
Benden ön talepte bulunur ve borç gibi isterse onun da isteğini yerine getiririm. Ve kim de Bana
tevekkül edip işini Bana bırakırsa, mutlaka onun işini nihayete erdirir ve yerine getiririm. Çünkü, şüphe
yok ki Ben, kendisinden başka ilah olmayan Allah’ım! Sözümde hulf edip yerine getirmemezlik
yapmam! Şüphesiz, mü’min olanlar ancak kurtuluşa erer. Allah, ne mükemmel ve mübarek bir
yaratıcıdır. Rabb-i Rahîm’den gelen bu nidâyı duyan cennet sükun bulacak ve: – Razı oldum ey Rabbim,
diyecekti.437 Daha dikkatle baktı içeri; altından ırmaklar üzerinde kurulmuş saraylarda koltuklara
yaslanıp muhabbet eden babayiğitler vardı… Etraflarında hizmetçiler dört dönüyor; isteyip arzu
ettikleri her şey, anında yerine getiriliyordu. Huri- gıl437 Taberî, el-Câmiu’l-Beyan, 8/3 İ srâ ve Miraç
462 manlarla kuşatılmıştı, yüzlerindeki ifadeler bile boşa çıkarılmadan nimetler içinde yüzüp
duruyorlardı. Akla-hayale gelmedik nimetlerden istifade ederken ne bir bıkkınlık ne de herhangi bir
fütur seziliyordu üzerlerinde; çünkü, her yediklerinde renkler farklı, desenler rengârenk, tatlar
değişkendi ve kokular da birbirini tutmuyor. Böylelikle her seferinde yeni bir telezzüz imkânı
doğuyordu. Cemaat haline gelmiş insanlar vardı karşısında; her gün yeni bir ekim yapıyorlar ve ekim
yaptıkları aynı gün de hasat işlemine başlayıp semere topluyorlardı. Cibril’e sordu: – Bunlar kim? –
Bunlar, Allah yolunda cehd ü gayret gösteren, Allah’ın adını en yücelere ulaştırmak için mal ve
canlarıyla kendilerini ortaya koyanlardır. Bunların yaptığı bir iyiliğin karşılığı, yedi veren başaklar gibi
yedi bin kattır. Allah için infak ettikleri değerlerine karşılık da Allah, hemen yenisini verir ve yerine onu
kâim kılar; çünkü O, rızık vermede en hayırlı yolu tercih edendir,438 diye cevaplıyordu Cibril-i Emîn.
Dört bir yana dal-budak salmış nehirler vardı önünde; su yerine kiminden süt, kiminden de bal
akıyordu. Bunlar arasında daha belirgin olanlara, Nil ve Fırat diyorlardı. Belki de bu, yakın vadede
İslâmî mesajın ulaşacağı alanı ifade ediyor ve geleceğin fotoğrafını ortaya koyuyor ve miraçta
kendisine bunun muştusu veriliyordu. Bundan başka kimbilir nice nimetler müşahede etmiş, ne
iltifatlarla karşılanarak kendisine teşrifatçılık yapılmıştı. Herhangi bir insanın, böylesine bir lütfa
mazhar olduktan sonra yine oradan ayrılarak sıkıntıların kucağına dönmesi imkânsız gibiydi. Ancak
O’nun hedefi, öncelikle bütün insanları rahmet ve şefkatle kucaklayıp, ümmeti arasında da, kelime-i
tevhidin 438 Bkz. İbn Kesîr, Tefsîr, 3/18; Taberî, el-Câmiu’l-Beyan, 15/7 Efendimiz (sallallahu aleyhi ve
sellem) 463 ikinci yarısını söylemekten kaçınarak kendisini kabul etmese bile ‘lâ ilâhe illallah’ diyen
herkesi buraya getirmekti. Çünkü O, “Kim, Lâ ilâhe illallah derse, cennete girer.” buyuracaktı. 439 Daha
baştan O (sallallahu aleyhi ve sellem), bunun için yaratılmış ve onun için de, ilk yaratıldığı halde gelişi
sona denk getirilmiş; peygamberlik güftesine kafiye koyacak Son Sultan olduğu için de, bedeniyle
ruhunun buluşması risalet açısından en sona bırakılmıştı. Cehennem Elbette her yer, cennet gibi
sımsıcak durmuyordu; oradan ayrılıp da bir başka vadiye geldiğinde, ürperten seslere şahit olacak ve
bu seslerin kaynağını da soracaktı: – Cehennemin sesi, diyordu Cibril-i Emîn. Dikkat kesildi. Diyordu ki:
– Ey Rabbim! Artık bana vaadettiğin şeyleri ver! Baksana, bukağılar ve halatlarım, alev ve ateşlerim,
irin ve kanlarım çoğaldıkça çoğaldı; dibimdeki derinlik erişilmez noktaya ulaştı ve ateşimin harareti de
dayanılacak gibi değil! Bana vaadettiğin şeyleri çabuk gönder! Cennete seslenen aynı sesin yankısı
duyuldu: – Evet, Bana şirk koşan her müşrik kadın ve erkek, Beni inkâr eden her kâfir, hesap ve kitaba
inanmayan her zalim sana gelecektir; acele etme! Ve, aynı sükûnet: – Tamam, razıyım ey Rab!440
Feryad ü figanın yükseldiği yöne bakınca, olanca dehşetiyle cehennem temessül etmiş ve yürek
kaldırmayacak görüntüler gelmişti önüne Allah Resûlü’nün. Elbette bu, gör439 Buhâri, Sahîh, 5/2193
(5489) 440 Taberî, el-Câmiu’l-Beyan, 15/1 İ srâ ve Miraç 464 düklerini ümmetine aktararak
sakındırabilmek için sadece bir manzara temaşasından ibaretti. İnsanlar ve taşların tutuşturduğu ateş
tufanları vardı ortada… Derinden bir homurdanma duyuluyor ve içine girenleri azımsarcasına ve
doyma bilmeyen bir iştiha ile: – Daha yok mu, diye bağırıyordu. Bu dehşetli manzara içinde azaba
dûçar kalıp da tükenenler, öyle bir kenara atılıp da süreçten kurtulamıyorlardı. Her ne zaman bedenler
kül olup vücutlar buharlaşsa, işlem yeniden başlıyor ve belli ki, azabı tam tatmaları için kemiklere et
giydirilerek her defasında bu işkence yeniden tekrarlanıyordu. Çığlıklar yükseliyordu cehennemin
derinliklerinden: – Keşke yeniden dünyaya dönme imkânımız olsa! – Keşke aklımızı kullanıp
anlatılanlara kulak vermiş olsaydık da bu duruma düşmeseydik! – Ne olur Allah’ım! Hiç olmazsa bir
gün azabımı hafiflet! – Keşke toprak olup gitseydim, gibi feryatlar birbirini takip ediyordu. Grup grup
insan kitleleri belli yerlerde kümelenmiş, benzeri şekilde azaba dûçar oluyorlardı; başlarında müvekkel
zebani-nâm melekler vardı ve yüzlerinde tebessüm adına zerre kadar bir emare gözükmüyordu. Öyle
insanlar vardı ki, bir mızrak boyu yaklaştırılan güneş-misal ateş kütlesi karşısında eriyip tükenmiş,
gırtlağına kadar kanter içinde kalakalmıştı. Kan ve irinden nehirler akıp gidiyordu bir taraflara ve
içinde, dışarı çıkmak isteyip de bir türlü buna muvaffak olamayan bahtsızlar yüzüyordu çırpınarak.
Feryat çığlıklarıyla birlikte kenara yaklaşan her bir zavallıya, orada bekleşip duranlar taş atmaya
başlıyor ve yalvarırken açtıkları ağızları, atılan bu taşlarla doluyor, yeniden kan ve irin içine dönmek
zorunda kalıyorlardı. Başlarına demir ve taşlarla vurularak işkence gören kimselere rastlamış ve
bunların kimler olduğunu sormuştu. Cibril: Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) 465 – Bunlar, farz
namazları kılma konusunda bir türlü sebat edemeyen ve onu geçiştirenler, buyuruyordu. Diğer tarafta
ise, dünyada iken mallarının zekâtını vermeyen insanların, irin ve zakkum yutkunarak hayvanlar gibi
sürüklendiklerine şahit olmuş; Allah’ın emrini yerine getirmemenin cezasının tecellisini müşahede
etmişti. Daha başka göreceği şeyler de vardı; yetim malı yiyenler bir kenarda, ateşten kütleler
yutkunarak, bunları ıtrahat gibi dışarı çıkararak azap görüyorlar; diğer yanda da, emanete riayet
etmekte kusur gösterenlerin, sürekli ağırlaşan yüklerin altında inim inim inledikleri nazara çarpıyordu.
İnsanlar arasında fitne ateşini körüklemeyi adet edinenlerin ağızları yamulmuş, dilleri de perişan;
masum insanları gammazlayıp da zalimlere teslim edenlerin halleri de yürek yakıyordu. Beri tarafta
ise, göbekleri kendilerinin birkaç katı insanlar vardı; ne ayağa kalkıp durabiliyor ne de bulundukları
yerden hareket edip mesafe alabiliyorlardı. Bunların kim olduğunu sorduğunda kendisine, paradan
para kazanmayı alışkanlık haline getiren faiz ehli olduğu söylenecekti. Bazı insanlar gözüne takılıyordu;
bir yanlarındaki güzel ve taze etler dururken, diğer taraflarındaki çirkin ve kokuşmuş olan leşlere
dadanmış; tertemiz zemini bırakarak bataklıkta bocalayıp duruyorlardı. Merakla baktığı görülünce
bunların da, helâl dairesindeki keyifle kifayet etmeyip, haram peşinde koşan zinakârlar olduğu
söylenecekti. Ve buradaki kalabalığın çoğunluğunu, sefahet ve eğlence ağına düşen, düştüğü yere
başkalarını da çekerek fasit dairenin oluşmasına sebebiyet veren ve iffet sahibi hemcinslerinin de
bedduasına hedef olan kadınların oluşturduğunu görmüştü; insanları avlamak için öne çıkarıp tuzak
olarak kullandıkları uzuvlarından asılmış, çığlıklar içinde inim inim inliyorlardı. İ srâ ve Miraç 466
Sidretü’l-Müntehâ Ardından, karşısına Sidretü’l-Müntehâ441 gelmişti; tarifi imkânsız bir letâfetle karşı
karşıyaydı. Her tondan renklerin oluşturduğu bir merasim alanı gibiydi. Burası, imkanla vücub arası
kutsi bir yerdi aynı zamanda ve artık Efendimiz’in yanında, Cibril-i Emîn de yoktu. Zira imkân alemi,
artık geride kalmıştı. Burası, has daire ve harem odasıydı ve bu odaya, insanlık var olduğu günden bu
yana, alınıp da iltifat görmüş hiçbir mânâ kahramanı olmamıştı. Yani, Hazreti Şeref-i Nev-i İnsan ve
Ferîd-i Kevn ü Zaman olan Ruh-u Seyyidi’l-Enâm, bu has odanın ilk ve tek, aynı zamanda da son
misafiriydi; O’nun bu konuda selefi olmadığı gibi halefi de olmayacaktı. Çünkü O (sallallahu aleyhi ve
sellem), Hâtem-i Divan-ı Nübüvvet idi. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), kader kaleminin
mürekkebine şahit oluyor, takdiri yazarken kalemin çıkardığı sesleri duyuyordu.442 Kâbe kavseyni ev
ednâ sırrının tezahürü vardı artık orada! Yaklaşmış, yaklaşmış ve artık, adımını atacağı bir mahâl
kalmayınca da mekanı lâ mekan olmuştu.443 Bütün bunlara rağmen Allah Resûlü’nde, zerre kadar bir
bakış kayması, huzurun hakkına muhalif en ufak bir farklılık gözükmüyordu. Bir anda ortalık nur
kesilmiş ve Sidre’yi, sınırlı gözlerle müşahede edilip kayıtlı ifadelere sıkıştırılamayacak mahiyette bir
güzellik kaplamıştı. 444 441 Genel olarak Sidretü’l-Müntehâ, yedinci semanın üzerinde, Arş’ın sağ
tarafında ve altından, müttakiler için vadedilen cennet ırmaklarının fışkırdığı bir mübarek şecere
şeklinde resmedilmektedir. Burayı anlatırken Efendimiz (s.a.s.) de, “Gölgesinde bir süvari, yetmiş sene
at koştursa, yine de o gölgeyi aşıp kat’edemez; onun yaprağı bir milletin bütününü kaplayabilir”
buyurmaktadır. Bkz. Taberî, el-Câmiu’l-Beyan, 15/1 442 İbn Kesîr, Tefsîr, 3/33; Kâdı İyâz, Şifâ, 1/147
443 Müslim, Sahîh, 1/159 (290) 444 Konuyu anlatırken Kur’ân, “O’nun gözü kaymadı, asla
şaşmadı/şaşırmadı ve haddini aşmadı. Orada Rabbinin en büyük bürhanlarını müşahede etti.” (Bkz.
Necm, 53/17, 18) ifadelerini kullanmaktadır. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) 467 Faniye ait her
şey nur kesilmiş, nurdan bir heykel hüviyetine bürünen Allah Resûlü de Nur-u Rahmân’ı temaşa
ediyordu. Cennette mü’minler için vadedilen Cemalullah burada müşahede edilecek ve Allah Resûlü
(sallallahu aleyhi ve sellem), mekanın lâ mekan olduğu bu ufukta Rabb-i Rahîm ile vasıtasız
görüşecekti. Kendisinden önce Hz. İbrahim’i hıllet ve Hz. Musa’yı da kelamla taltif eden Yüce Mevlâ,
peygamberlik semasının son altın halkası Habîb-i Ekrem’ini de rü’yetle serfiraz kılıyor ve bu iltifatla
yine, Allah Resûlü’nün Hakk nezdindeki yerini, kevn ü mekana fiilen göstermiş oluyordu.445 Vasıtasız
Gelen Emir: Namaz İşte burası, vahyin vasıtasız cereyan ettiği yerdi; en önemli vazife, böyle bir
ortamda bildiriliyordu: Namaz. Ve bu namaz, her gün elli vakit kılınacak bir namazdı. Ümmetin miracı
olacak bir formuldü bu aynı zamanda. Derken Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) için geri dönüş
vakti gelmiş ve yeniden yola koyulmuştu. Hz. Musa’nın yanına geldiğinde o: – Rabbin, ümmetin için
neyi farz kıldı, diye sordu. Belli ki böyle bir kurbet, beraberinde mükellefiyet getirirdi. – Elli vakit
namaz, buyurdular. İsrailoğullarıyla çok acı tecrübeler yaşayan Hz. Musa: – Rabbine müracaat et ve bu
mükellefiyeti hafifletmesini iste; çünkü Senin ümmetin buna güç yetiremez! Zira ben, İsrailoğullarıyla
benzeri çok tecrübeler yaşadım ve bunu tecrübeyle gördüm, dedi. Çok geçmeden mübarek eller
kalkmış şöyle yalvarıyordu: – Ey Rabbim! Ümmetimden bu mükellefiyeti tahfif eyle! Bu kadar iltifatât-ı
şahaneye mazhar olan bir Nazdar, talepte bulunur da ona müspet cevap verilmez miydi hiç! Gelen 445
Bkz. Taberî, el-Câmiu’l-Beyan, 27/48 İ srâ ve Miraç 468 mesaj, beş vaktin indirildiğini söylüyordu. Hz.
Musa (aleyhisselâm), bunun da altından kalkılamayacağını ifade ediyordu. Tekrar müracaat etti ve
tekrar bir beş vakit daha indirilmişti. Bundan sonra, her defasında yeni bir müracaat ve yeniden beş
vakitlik bir tenzilat yaşanıyordu. Nihayet mesele, son beş vakte kadar geldi. Hz. Musa (aleyhisselâm),
bunu da çok bulacaktı; ama Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) rahmet kapısının daha fazla
zorlanmaması gerektiği kanaatindeydi. İşte bu sırada, rahmet televvünlü bir ses yankılandı: – Yâ
Muhammed! Bunlar, bir gün ve gecede beş vakit olarak farzdır; benim katımda artık hüküm değişmez.
Ancak, her bir namaz, on namaz gibidir; böylelikle toplamda elli namaz sevabı hasıl olur. Her kim, bir
iyilik yapmak isteyip de onu yapamazsa, yine de bir sevap alır. Her kim de, iyiliğe niyet edip de onu
yapmaya muvaffak olursa, en az on misli sevap kazanır. Yine her kim, ayağı kayıp da bir kötülüğe
meyleder ve bunu yapamazsa, kötülüğün karşılığı vizir ona yazılmaz; şayet bu adam, niyet ettiği
kötülüğün içine düşer ve niyetini yerine getirirse, bu durumda da ona, sadece bir kötülüğün vizri
yazılır.446 Dönüşteki Yansımalar Bütün bunları bırakıp da yeniden çile ve mihnet yurduna hicret,
ancak O’nun gibi bir Nebi’nin yapabileceği bir şeydi; görmüş, gördüklerini ümmetine de göstermek
için geliyor; duymuş, duyduklarını ruhlarımıza duyurmak için aramıza geri dönüyordu. Rü’yet ufkuna
kadar bütün mâverayı görmüş; gözleri kamaştıran o güzellik armonilerini arkadan gelenlerle paylaşıp
kapıyı da, müstaid ruhlar için aralık bırakma adına ümmetinin arasına dönüyordu. İşin özü; kendisi gibi
gitmiş, kendisi gibi görüp duymuş ve yine kendisi gibi de geri dönü446 Müslim, Sahîh, 1/145 (162,
163) Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) 469 yordu. Gidişi, herkese açık bir ders olduğu gibi gelişi
de, ayrı bir mesaj içeriyordu. Ve... Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), gecenin bir anında çıktığı bu
kadar uzun yolculuğu tamamlamış; yaşadığı bunca hadiseyi çok kısa bir ana sığıştırarak yine geri
gelmişti. Tabii olarak konuyu ilk anlattığı kişiler de, en yakınlarıydı; sabah namazını kılınca ev halkına
dönmüş ve gecenin bir anına sığan bunca hadiseyi anlatmaya başlamıştı. Meseleyi duyunca Ümmü
Hâni validemiz, büyük bir tedirginlik geçirecek ve bunları kimseye anlatmamasını talep edecekti.
Hatta, kalkıp giden Efendimiz’in ridasından tutup çekecek ve O’nu engellemeye çalışacaktı. Zira, zaten
fırsat kollayan can düşmanlarının, bu konuyu malzeme yapıp Allah Resûlü’ne acımasızca
saldıracaklarından endişe ediyor ve: – Ey Allah’ın Nebisi! Sakın bunları insanlara anlatma; çünkü onlar
Seni yalanlar ve Sana eziyet ederler, diyordu. Efendimiz ise: – Allah’a yemin olsun ki, mutlaka bunu da
anlatacağım, diyor ve Allah’ın açıktan bir ikramını insanlardan gizlememek gerektiğini, ortaya
koyuyordu. O’nun, her şeye rağmen konuyu insanlara anlatmak üzere evden çıktığını gören Ümmü
Hâni, hizmetçisini çağırarak: – Git ve Resûlullah’ın peşine takıl; tâ ki, konuyu insanlara anlattıklarında
insanların nasıl bir tepki verdiklerini bana haber ver, diye tembihte bulunacak ve bu hadisenin,
Mekke’de nasıl bir yankı meydana getireceğini merak edecekti. Derken Efendiler Efendisi çıktı ve
Kâbe’ye gelerek orada karşılaştığı insanlara isrâ ve mi’raç hadisesini anlatmaya başladı. Duyan
herseste büyük bir şaşkınlık meydana geliyordu; nasıl olabilirdi? Bir insan, hem de gecenin sadece bir
anında Mekke’den yola çıkar, önce Mescid-i Aksâ’ya gelir ve buradan da semalar ötesi sırlı bir yolculuk
yaparak yine Mekke’ye nasıl geri dönebilirdi? Bir de buna, mücerret bir yolculuğun dışınİ srâ ve Miraç
470 da, her bir durağında karşılaşılan hadiseler eklenince, konu onlar açısından içinden çıkılmaz bir
hale bürünüyordu. Bir beşer olarak, hiçbir insanın üstesinden gelemeyeceği bir meziyetti bütün
bunlar… İki Kervanın Şehadeti Halbuki Allah, her şeye kâdirdi ve risaletle görevlendirdiği en sevgili
kuluna böyle bir yolculuk yaşatarak, hem bu kudretini insanlara da gösteriyor hem de iç içe geçmiş
âlemlerin arasında aslında çok ince bir perdenin olduğunu ortaya koyuyordu. O istedikten sonra,
olmayacak hiçbir mesele yoktu ve Allah (celle celâluhû), âlemlere rahmet olarak gönderdiği Son
Nebi’sini, bütün olumsuzluklara rağmen muzaffer kılmak istiyordu. Böylelikle hem Nebi’sine, önceki
hiçbir peygambere nasip olmayan nice turfanda ve doyumsuz haz yaşatmış hem de ümmeti için
O’nun, Hakk katındaki konumunu anlatmış oluyordu. – Peki, bunun alâmeti ne ey Muhammed, diye
sordular. “Bugüne kadar biz böyle bir şeyle hiç karşılaşmadık.” diyorlardı. Gerçi bu, bir ikram-ı ilahî idi
ve meseleyi bütünüyle kavrayabilmek için güçlü bir iman lazımdı; Allah’a olan itimat ve güven tam
olmadan bu anlaşılamazdı. Ancak, gördüğünün dışında bir başka meseleye şüphe ve kuşkuyla bakan
kimselerin, anlayacakları dilden de konuşmak gerekiyordu. Bunun için Allah Resûlü (sallallahu aleyhi
ve sellem): – Bunun alâmeti, falan kabilenin filan vadideki kervanıdır, buyurdu. Arkasından da şu
ayrıntıyı anlattı onlara: – Beni görünce kervandaki devenin birisi ürktü ve kervanı terk ederek kaçmaya
başladı; ben de, gittiği yeri onlara göstererek develerini bulma konusunda yardımcı oldum. Yönüm,
Şam cihetine idi ve sonra döndüm, Dacinân tarafına yöneldim. Burada, filanlara ait başka bir kervana
rastladım; mola vermiş uyuyorlardı. Hatta, üzerini bir bezle örttükleri Efendimiz (sallallahu aleyhi ve
sellem) 471 kırbalarından su içtim ve yeniden üstünü kapatarak olduğu yere koydum. Bunun ispatı da,
o kervan. Şu anda Ten’îm’deki Beydâ denilen yerden Mekke’ye şu an girmek üzere; en önde de boz bir
deve var. Devenin üzerinde ise, birisi siyah diğeri de alaca iki çuval var. Gerçekten de bunlar, şaşılacak
şeylerdi! Bu kadar detay, göz alıcı ve bakış bulandırıcı bu kadar sırlarla dolu bir yolculukta nasıl fark
edilir ve unutulmadan gelinip muhataplarına anlatılabilirdi? Acaba, gerçekten bütün bunlar doğru
muydu? Yok, yok... Bu kadar da olamazdı! Bu sefer Muhammedü’lEmîn’in anlattıkları, kesinlikle doğru
çıkmayacak ve mahcup olacaktı. Kendileri ise, büyük bir fırsat yakalamış ve Muhammed’in
anlattıklarına bir daha muhatap olmamak üzere bu defteri kapatacaklardı! Heyecanla tarifi verilen
yere yönelip beklemeye durdular; acaba, Beydâ tepesinden ilk gelen devenin rengi ne olacaktı ve
üzerindeki yük de gerçekten Muhammedü’l-Emîn’in anlattığı gibi miydi? Çok geçmeden Ten’îm’deki
bu tepenin üzerinde, yavaş yavaş bir kervan beliriverdi; en önde ise, gerçekten anlatıldığı gibi boz bir
deve vardı. Büyük bir şaşkınlık yaşıyorlardı. Ancak, henüz pes etmiş değillerdi; çünkü, bu bir raslantı
olabilirdi. Onun için, kervanın yaklaşmasını beklediler. Devenin üzerindeki yükle çuvalların rengini de
görmek istiyorlardı. Aman Allah’ım! Gerçekten de, en öndeki boz devenin üzerinde iki tane çuval vardı
ve bunlardan birisinin rengi siyah, diğerinin rengi ise de alaca idi. Mekkeliler, büyük bir bozgun
yaşıyorlardı! Ancak, yine de pes etme niyetinde değillerdi; ikinci bir kervandan daha bahsedilmişti ve
Muhammedü’l-Emîn’in anlattıklarına inanabilmeleri için bunu da test etmeleri gerekiyordu. Hemen
Mekke’ye inip kervanı bularak, yabancı bir bineğin hızından ürküp de kaçan devenin hâlini ve su
kırbasının akıbetini sordular: İ srâ ve Miraç 472 – Gerçekten de doğru; biz yolda giderken bir aralık,
devenin birisi ürktü ve kervandan ayrılarak uzaklaşıp gözden kayboldu. Sonra da, devemizin olduğu
yeri haber veren bu adamın sesini duyduk ve devemizi bulup bağladık. Su kırbasına gelince onu,
uyumadan önce ağzını kapatıp koymuştuk; uyandığımızda suyundan içmek istedik. Ancak, üzeri
açılmadığı halde kırbanın içinde su yoktu; gerçekten buna bir anlam veremedik, diyorlardı. 447
Kureyşlilerin Mescid-i Aksâ’yı Tarif Talepleri Kureyş adına, tutunulabilecek en küçük bir dal kalmamıştı;
bir ümit deyip üzerine gittikleri kapılar teker teker yüzlerine kapanmış ve kabulle inkâr arasında bir
tercih yapmak zorunda kalmışlardı. Bu tercihi yapmamak için makûl bahaneler bulmaları gerekiyordu.
Çünkü, zaten kabullenmek istemiyorlardı; bu kadar açık emareler varken inkâr etmek de makûl
değildi. Onun için aralarından birisi ileri atıldı: – Mescid-i Aksâ’ya gittiğini söylüyorsun; madem onu
bize bir anlatıversen! Mescidin kaç kapısı, ne kadar penceresi var, deyiverdi. Rahat bir nefes almışlardı.
Evet ya, madem gittiğini söylüyordu, öyleyse pencere ve kapılarını da anlatmalıydı. Kendilerince
haklıydı; zira maneviyata kapalı kalpleri maddenin ötesindeki bir delile itibar etmiyordu. Ancak
Efendiler Efendisi, işin mekân boyutunu nazara alan bir seyahat yapmamıştı; onun için de pencere ve
kapılarıyla ilgili istatistikî herhangi bir bilgiye sahip değildi. Her türlü delili gördükleri halde bir türlü
inanmayan ve hâlâ yeni yeni deliller talep edip zorluk çıkarma peşinde koşan bu inatçı insanların tavrı
karşısında büyük bir sıkıntı yaşamaya başlamış, mahz-ı küfür kokan tavırlarından da oldukça
bunalmıştı. 447 Bkz. İbn Hişâm, Sîre, 2/248, 249 Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) 473 Ancak,
O’nun Rabb-i Rahîm’i vardı ve böyle bir durumda da imdadına koşacak ve Mescid-i Aksâ’yı getirip
karşısına dikiverecekti. Sanki Kâbe’ye dev bir ekran kurulmuş ve Mescid-i Aksâ’nın her bir köşesi de bu
ekrana yansıtılıvermişti. O kadar ki Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), müşriklerin sordukları
her bir soruya Mescid-i Aksâ’ya bakarak cevap veriyor ve böylelikle gelebilecek bütün itiraz noktalarını
kapatmış oluyordu.448 Küfrün kin ve nefretini zirveye çıkaran bir manzaraydı bu… Tam, şimdi işini
bitirdik, dedikleri yerde Efendimiz hiç ihtimal vermedikleri bir hamle yapıyor ve yine müşrikler işin en
gerisinde kalıveriyorlardı! Zaten imana niyetleri yoktu; bütün bunları, bir açığını çıkarır da önünü
kesebilir miyiz diye yapıyor ve akla gelmedik entrikalarla etrafındaki insanları uzaklaştırmanın
planlarını kuruyorlardı. Bu sırada, Ebû Cehil’in yolu da Kâbe’den geçiyordu. Kalabalığı görünce o da
yaklaştı; kendince bir lâf daha sokuşturacak ve Allah’ın Resûlü ile alay edecekti. Yaklaştı ve alayvârî bir
eda ile: – Bu gece yine ne var? Yeni bir şey mi var, diye sordu. Efendiler Efendisi, yüzünü ona doğru
çevirdi ve olanca vakarıyla: – Evet, dedi önce ve arkasından ilave etti: – Allah (celle celâluhû) Beni,
gecenin bir anında Beyt-i Makdis’e götürdü. Ebû Cehil’in de kafası karışmıştı ve: – Sonra da aramıza
geri geldin, öyle mi, diye tepkisini dile getirdi. Zira onlar bu yolculuğu, aylar süren yorucu ve
meşakkatli seferler sonucu yapabiliyorlardı. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), tereddütsüz cevap
verdi: – Evet, hem de, diğer peygamber kardeşlerimle namaz kıldım. 448 İbn Sa’d, Tabakât, 1/215 İ srâ
ve Miraç 474 Duydukları karşısında önce, sevinçten bir çığlık kopardı Ebû Cehil. Onun için bu,
bulunmaz bir fırsattı. Kendince bu işin sonu gelmişti. Alttan alan bir ses tonuyla Efendimiz’e yöneldi
ve: – Kavmini toplasam, bana anlattıklarını onlara da anlatır mısın, dedi. Bunda gizlenecek bir durum
yoktu ki!.. Zaten, anlatıyordu; zira, Allah’ın lutfettiği bir ikramı, insanlara anlatmamak olmazdı. Bunun
için: – Evet, dedi. Bu garantiyi de almıştı ya, Ebû Cehil’in keyfine diyecek yoktu. İnsanları toplamak için
avazı çıktığı kadar bağırıyordu: – Ey Ka’boğulları! Hemen buraya gelin! Hz. Ebû Bekir Farkı Artık bunu,
Mekke’de duymayan kalmamıştı. Nihayet Hz. Ebû Bekir’in de yanına geldiler. Kanaatleri kesindi; artık
Ebû Bekir’in yolu, Muhammedü’l-Emîn’den ebediyen ayrılacaktı. Çünkü bu, O’nun bitip tükenişi (!)
anlamına geliyordu. Kapıyı açar açmaz şöyle diyorlardı: – Ey Atîk!449 Senin arkadaşının bugüne kadar
söyleyip durduğu meseleler, hem kolay hem de kısmen de olsa olması muhtemel şeylerdi. Ancak, gel
de bugün olanlara bir kulak ver! Hz. Ebû Bekir, yufka yürekli bir adamdı ve müşriklerin, Efendisine bir
kötülük yapmış olabilecekleri endişesiyle: – Yazıklar olsun size! Ne oldu arkadaşıma? Başına bir şey mi
geldi, dedi. 449 Hz. Ebû Bekir’in, yüzünün güzelliğinden veya kendisine annesi hamileyken
ebeveyninin adaklarından dolayı yahut da cehennemden kurtulduğunun müjdesi verildiğinden dolayı
kendisine verilen ünvanlarından birisiydi. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) 475 – O, şu an
Kâbe’de. İnsanlara, Beytü’l-Makdis’e nasıl gittiğini anlatıyor, diye cevapladılar, istihzâlı bakışlarla.
Aralarından birisi ileri çıkarak: – Gecenin bir anında gitmiş ve yine aynı gece aramıza geri dönmüş, diye
ilave etti. Mesele şimdi anlaşılıyordu. Acı acı yüzlerine baktı Hz. Ebû Bekir. Ardından da: – Ey cemaat,
diye seslendi onlara. Duygularına seslenmek istiyordu ve şunları söyledi teker teker: – Bunda ne var
ki? Sizler, bunun doğru olmadığını mı söylemek istiyorsunuz? Ben, bundan öte ne meselelere
inanmışım bir kere! O’na, sabah akşam gökler ötesinden haber gelip durduğuna inanıyor ve tasdik
ediyorum ben! Ne hayallerle kapısına gelmişlerdi ve şimdi ne ile karşılaşıyorlardı? “Şimdi işini bitirdik.”
dedikleri bir hamleleri daha boşa çıkıyordu. Zafer nârâları atmaya hazırlanırken yine hezimet
yutkunmak düşmüştü paylarına. Ve, kinlerini gayızla yutkunduracak son hamle geldi Hz. Ebû Bekir’den
(radıyallahu anh): – Şayet, bunları O söylüyorsa, mutlaka doğrudur.450 Atalarından tevarüs ettiği,
yahut da tesadüfen kendini içinde bulduğu bir gönülden çıkmayacak cümlelerdi bunlar; Hz. Ebû Bekir
söylüyordu. Ona göre, bir şeyin doğru olup olmaması, bütün Hicaz ehlinin söyledikleriyle değil;
gözünün nûru ve gönlünün mimarı Muhammedü’l-Emîn’in dedikleriyle ölçülürdü. Bunun için, “Ne
olmuş?”, “Acaba öyle mi olmuş?”, “Sizler yanlış anlamış olabilirsiniz” ve “Bu işte başka bir iş olmalı, siz
böyle yorumluyorsunuz.” gibi bir kapıyı asla açmamış ve bir anlık bile olsa tereddüt emaresi gösterip
müşrikleri sevindirmemişti. İşte bu, ‘sıddîkiyet’ makamıydı ve o günden sonra da Hz. Ebû Bekir’e,
‘Sıddîk’ denilmeye başlana450 Muhibbuttaberî, er-Rıyâdü’n-Nadıra, 1/403 (322) İ srâ ve Miraç 476
caktı. Çünkü hemen akabinde Hz. Ebû Bekir, Kâbe’ye koşacak ve işin gerçek yönünü bizzat Allah
Resûlü’nden dinlemek isteyecekti: – Yâ Resûlallah! Sen bunlara, gecenin bir vaktinde Beyt-i Makdis’e
gidip geldiğini söyledin mi? – Evet, diyordu Allah Resûlü. Bir adım daha attı Hz. Ebû Bekir; maksadı,
müşriklerin baskısını hafifletmek ve Efendimiz’e yardımcı olmaktı: – Onu bana anlatır mısın; çünkü ben
oraya daha önce de gittim, biliyorum, dedi. Efendiler Efendisi anlattıkça Hz. Ebû Bekir: – Evet, aynen
dediğin gibi; ben şehadet ederim ki Sen, doğru söylüyorsun yâ Resûlallah, diyordu. Bu tavrı onu,
sıddîkiyet mertebesine yükseltecekti; zira Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem): – Sen yâ Ebâ
Bekir! Bundan böyle Sıddîk’sin, diyecekti.451 Artık bu nebevî nişan, Hz. Ebû Bekir’in ayrılmaz bir
parçası olacak ve hep, kıyamete kadar onun adıyla bütünleşecekti. Namaz Vakitlerinin Tayini Miraç
yaşanmış ve namaz farz kılınarak, mü’minlere, aralık bırakılan kapıdan her gün miraç yapma imkan ve
fırsatı sunulmuştu. Çok geçmeden Cibril-i Emin, yine Efendimiz’in yanındaydı. Çünkü “Namaz kılın!”
denilmişti; ama namazın nasıl kılınacağı, hangi vakitlerde ve kaç rekat olarak eda edileceği hususunda
pek fazla bir malûmat yoktu. Gerçi Hira’daki vuslatın ardından kılınmaya başlanan iki ayrı vakitte ve
ikişer rekat olarak kılınan bir namaz vardı ve ardından da gece kılınan teheccüd namazı farz kılınmıştı.
Ama şimdiki durum 451 Hâkim, Müstedrek, 3/65 (4407); Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, 9/41; İbn
Hişâm, Sîre, 2/244; Muhibbuttaberî, er-Rıyâdü’n-Nadıra, 1/403 (322) Efendimiz (sallallahu aleyhi ve
sellem) 477 belli ki daha farklıydı. İşte Cibril de, namazla ilgili meçhul gibi duran bu hususları
açıklamak için gelmişti. Tam zeval vaktiydi ve güneş meyleder etmez Cebrail namaza durdu. Efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellem) de, onun arkasında saf tutmuştu. Öğle namazı bitmiş ve ikindi vakti
gelmişti. Eşyanın gölgesi tam kendi boyu kadar olduğu bu ilk vakitte tuttu, ikindi namazına başladı.
Yine Efendiler Efendisi, Cibril’in cemaatiydi. Güneş batınca akşam namazına, şafağın aydınlığı
kaybolunca da yatsı namazına durdular ve yine cemaat halinde namazlarını kılmışlardı. Gecenin
karanlığı, yerini aydınlığa bırakmaya başladığı ilk vakitlerde; yani fecir doğar doğmaz da sabah
namazını kılacaklardı. Böylelikle bir günün namazı tamamlanmış oluyordu. Ancak mesele burada
noktalanmayacaktı. Öğle vakti Cibril yine geldi. Bu sefer güneş, bir hayli ilerlemiş ve eşyanın gölgesi
kendi boyu kadar uzamıştı. Yine en hayırlı cemaat teşekkül etti ve namazlarını kıldılar. İkindi vakti,
gölgelerin iki kat uzadığı zaman kılınıyordu. Akşam, güneş battığı zaman kendi vaktinde; yatsı ise,
gecenin üçte ikisi geride kaldıktan sonra kılınacaktı. Sabaha gelince o, güneş doğmadan biraz önceye
denk gelmişti. Bu iki günlük namaz taliminin ardından Cibril-i Emîn, Muhammedü’l-Emîn’e dönerek
şunları söyledi: – Yâ Muhammed! İşte namazlar, dünkü vakitlerle bugünkü vakitlerin arasındaki
zamanlarda kılınacaktır.452 İsra ve miraç hadisesi, imanla küfür arasındaki çizgiyi daha da
belirginleştirmişti. İnkar edenler kendi karanlık dünyalarına dönüp daha kalıcı tuzaklar peşine giderken
iman edenler ise, her şeye rağmen en muannitlere bile hakkı anlatma azmini yenileyecek, imana
müheyya yeni simalar bulma yarışının erleri olmaya devam edeceklerdi. 452 Nesâî, Sünen, 1/256
(513); Taberânî, Mu’cemu’l-Evsat, 2/192 (168
Otuz Birinci Söz
Mi’rac-ı Nebeviyeye dairdir

İhtar: Mi’rac meselesi, erkân-ı imaniyenin usûlünden sonra terettüp eden bir
neticedir. Ve erkân-ı imaniyenin nurlarından meded alan bir nurdur. Erkân-ı
imaniyeyi kabul etmeyen dinsiz mülhidlere karşı elbette bizzat ispat edilmez.
Çünkü Allah’ı bilmeyen, Peygamberi tanımayan ve melaikeyi kabul etmeyen
veya semavatın vücudunu inkâr eden adamlara mi’racdan bahsedilmez.
Evvela o erkânı ispat etmek lâzım geliyor. Öyle ise biz, mi’racda istib’ad ile
vesveseye düşen bir mü’mini muhatap ittihaz ederek ona karşı beyan
edeceğiz. Ara sıra makam-ı istima’da olan mülhidi nazara alıp serd-i kelâm
edeceğiz. Bazı sözlerde hakikat-i mi’racın bir kısım lem’aları zikredilmişti.
İhvanlarımın ısrarı ile ayrı ayrı o lem’aları hakikatin aslıyla birleştirmek ve
kemalât-ı Ahmediyenin (asm) cemaline birden bir âyine yapmak için inayeti
Allah’tan istedik.
‫ِبْس ِم ِهّٰللا الَّرْح ٰم ِن الَّر ٖح يِم‬

‫ُسْبَح اَن اَّلٖٓذ ى َاْس ٰر ى ِبَع ْبِدٖه َلْياًل ِم َن اْلَم ْس ِج ِد اْلَحَر اِم ِاَلى اْلَم ْس ِج ِد اَاْلْقَص ى اَّلٖذ ى َباَر ْك َنا َح ْو َلُه ِلُنِرَيُه ِم ْن ٰا َياِتَنا‬
‫۞ ِاَّنُه ُهَو الَّس ٖم يُع اْلَبٖص يُر‬

‫ِاْن ُهَو ِااَّل َو ْح ٌى ُيوٰح ى ۞ َع َّلَم ُه َش ٖد يُد اْلُقٰو ى ۞ ُذ و ِم َّر ٍة َفاْسَتٰو ى ۞ َو ُهَو ِباُاْلُفِق اَاْلْع ٰل ى ۞ ُثَّم َدَنا‬
۞ ‫َفَتَد ّٰل ى ۞ َفَك اَن َقاَب َقْو َس ْيِن َاْو َاْد ٰن ى ۞ َفَاْو ٰٓح ى ِاٰل ى َع ْبِدٖه َٓم ا َاْو ٰح ى ۞ َم ا َك َذ َب اْلُفَؤاُد َم ا َر ٰا ى‬
‫َاَفُتَم اُر وَنُه َع ٰل ى َم ا َيٰر ى ۞ َو َلَقْد َر ٰا ُه َنْز َلًة ُاْخ ٰر ى ۞ ِع ْنَد ِس ْد َرِة اْلُم ْنَتٰه ى ۞ ِع ْنَدَها َج َّنُة اْلَم ْاٰو ى ۞ ِاْذ‬
‫۞ َيْغ َش ى الِّس ْد َر َة َم ا َيْغ ٰش ى ۞ َم ا َزاَغ اْلَبَص ُر َو َم ا َطٰغ ى ۞ َلَقْد َر ٰا ى ِم ْن ٰا َياِت َر ِّبِه اْلُك ْبٰر ى‬

Evvelki âyet-i azîmenin azîm hazinesinden yalnız ‫ ِاَّنُه‬zamirinde bir düstur-u


belâgata istinad eden iki remzin meselemize münasebeti olduğu için i’caz
bahsinde beyan edildiği üzere yazacağız.

İşte Kur’an-ı Hakîm, Habib-i Ekrem aleyhi efdalü’s-salâti ve ekmelü’s-


selâmın mi’racının mebdei olan, Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya olan
seyranını zikrettikten sonra ‫ ِاَّنُه ُهَو الَّس ٖم يُع اْلَبٖص يُر‬der. Ve şu kelâm ile Sure-i ‫َو‬
‫ الَّنْج ِم ِاَذ ا َهٰو ى‬da işaret olunan münteha-yı mi’raca remzeden ‫ ِاَّنُه‬deki zamir, ya
Cenab-ı Hakk’a râcidir veyahut Peygamberedir (asm).

Peygambere göre olsa kanun-u belâgat ve münasebet-i siyak-ı kelâm şöyle


ifade ediyor ki: Bu seyahat-i cüz’iyede bir seyr-i umumî ve bir urûc-u küllî
var ki tâ Sidretü’l-münteha’ya, tâ Kab-ı Kavseyn’e kadar meratib-i külliye-i
esmaiyede gözüne, kulağına tesadüf eden âyât-ı Rabbaniyeyi ve acayib-i
sanat-ı İlahiyeyi işitmiş, görmüştür, der. O küçük, cüz’î seyahati hem küllî
hem mahşer-i acayip bir seyahatin anahtarı hükmünde gösteriyor.

Eğer zamir, Cenab-ı Hakk’a râci olsa şöyle oluyor ki: Bir abdini bir seyahatte
huzuruna davet edip, bir vazife ile tavzif etmek için Mescid-i Haram’dan
mecma-ı enbiya olan Mescid-i Aksa’ya gönderip, enbiyalarla görüştürüp,
bütün enbiyaların usûl-ü dinlerine vâris-i mutlak olduğunu gösterdikten
sonra, tâ Sidretü’l-münteha’ya tâ Kab-ı Kavseyn’e kadar mülk ve
melekûtunda gezdirdi.

İşte çendan o bir abddir ve o seyahat, bir mi’rac-ı cüz’îdir. Fakat bu abdin,
bütün kâinata taalluk eden bir emanet beraberindedir. Hem şu kâinatın
rengini değiştirecek bir nur beraberdir. Hem saadet-i ebediyenin kapısını
açacak bir anahtar beraber olduğu için Cenab-ı Hak kendini “Bütün eşyayı
işitir ve görür.” sıfatıyla tavsif eder. Tâ o emanet, o nur, o anahtarın cihan-
şümul ve muhit ve umum kâinata âmm ve bütün mahlukata şâmil
hikmetlerini göstersin.
Bu sırr-ı azîmin dört esası var.
Birincisi: Mi’racın sırr-ı lüzumu nedir?
İkincisi: Hakikat-i mi’rac nedir?
Üçüncüsü: Hikmet-i mi’rac nedir?
Dördüncüsü: Mi’racın semerat ve faydası nedir?

Birinci Esas

Mi’racın sırr-ı lüzumu:


Mesela deniliyor ki: “Cenab-ı Hak ‫ َاْقَر ُب ِاَلْيِه ِم ْن َح ْبِل اْلَو ٖر يِد‬dir. Her şeye, her
şeyden daha yakındır. Cisimden, mekândan münezzehtir. Her veli, kalbi
içinde onunla görüşebilir. Neden dolayı velayet-i Ahmediye (asm) mi’rac gibi
uzun bir seyahatin neticesinden sonra, her velinin kendi kalbinde muvaffak
olduğu münâcata muvaffak oluyor?”
Elcevap: Şu sırr-ı gamızı iki temsil ile fehme takrib ediyoruz. On İkinci
Söz’ün sırr-ı i’caz-ı Kur’an ve sırr-ı mi’rac hakkında olan şu iki temsili dinle:
Birinci Temsil: Bir sultanın iki çeşit mükâlemesi, sohbeti, görüşmesi vardır.
İki tarzda hitabı, iltifatı vardır.
Birisi: Âmî bir raiyetiyle cüz’î bir iş için hususi bir hâcete dair, has bir
telefonla sohbet etmektir.
Diğeri: Saltanat-ı uzma unvanıyla ve hilafet-i kübra namıyla ve hâkimiyet-i
âmme haysiyetiyle ve evamirini etrafa neşir ve teşhir maksadıyla, o işlerle
alâkadar bir elçisiyle veya o evamir ile münasebettar büyük bir memuru ile
konuşmaktır, sohbet etmektir. Ve haşmetini izhar eden ulvi bir fermanla bir
mükâlemedir.
İşte ‫ َو ِهّٰلِل اْلَم َثُل اَاْلْع ٰل ى‬şu temsil gibi: Şu kâinat Hâlık’ının ve Mâlikü’l-mülk ve’l-
melekût’un ve Hâkim-i ezel ve ebed’in iki tarzda mükâlemesi, sohbeti, iltifatı
vardır. Birisi cüz’î ve has, diğeri küllî ve âmm. İşte mi’rac, velayet-i
Ahmediyenin (asm) bütün velayatın fevkinde bir külliyet, bir ulviyet
suretinde bir tezahürüdür ki bütün kâinatın Rabb’i ismiyle, bütün mevcudatın
Hâlık’ı unvanıyla Cenab-ı Hakk’ın sohbetine ve münâcatına müşerrefiyettir.

İkinci Temsil: Bir adam elindeki bir âyineyi güneşe karşı tutar. O âyine
kendi miktarınca bir ışık ve yedi rengi hâvi bir ziyayı, bir aksi, şemsten alır.
Onun nisbetinde güneşle münasebettar olur, sohbet eder. Ve o ışıklı âyineyi
karanlıklı hanesine veya dam altındaki küçük, hususi bağına tevcih etse
güneşin kıymeti nisbetinde değil belki o âyinenin kabiliyeti miktarınca
istifade edebilir. Diğeri ise âyineyi bırakır, doğrudan doğruya güneşe karşı
çıkar, haşmetini görür, azametini anlar. Sonra pek yüksek bir dağa çıkar,
güneşin pek geniş şaşaa-i saltanatını görür ve bizzat perdesiz onunla görüşür.
Sonra döner, hanesinden veya bağının damından geniş pencereler açar,
gökteki güneşe karşı yollar yapar, hakiki güneşin daimî ziyası ile sohbet eder,
konuşur. Ve böylece minnettarane bir sohbet edebilir ve diyebilir: “Ey
yeryüzünü ışığıyla yaldızlayan ve zeminin vechini ve bütün çiçeklerin
yüzlerini güldüren dünya güzeli, gök nazdarı olan nâzenin güneş! Onlar gibi
benim haneciğimi, bahçeciğimi ısındırdın ve ışıklandırdın, bütün dünyayı
ışıklandırdığın ve yeryüzünü ısındırdığın gibi.” Halbuki evvelki âyine sahibi
böyle diyemez. O âyine kaydı altında güneşin aksi ise âsârı mahduddur, o
kayda göredir.
İşte Şems-i ezel ve ebed Sultanı olan Zat-ı Ehad ve Samed’in tecellisi,
mahiyet-i insaniyeye hadsiz meratibi tazammun eden iki suretle tezahür eder:

Birincisi: Âyine-i kalbe uzanan bir nisbet-i Rabbaniye ile bir tezahürdür ki
herkes istidadına ve tayy-ı meratibde seyr ü sülûkune, esma ve sıfâtın
tecelliyatına nisbeten cüz’î ve küllî o Şems-i Ezelî’nin nuruna ve sohbetine ve
münâcatına mazhariyeti var. Galib esma ve sıfâtın zılalinde giden velayetlerin
derecatı bu kısımdan ileri gelir.
İkincisi: İnsanın câmiiyeti ve şecere-i kâinatın en münevver meyvesi
olduğundan, bütün kâinatta cilveleri tezahür eden esma-i hüsnayı, birden
âyine-i ruhunda gösterebilmesi cihetiyle Cenab-ı Hak, tecelli-i zatıyla ve
esma-i hüsnanın a’zamî mertebede, nev-i insanın manen en a’zam bir ferdine,
tecelli-i a’zam tezahür eder ki bu tezahür ve tecelli, mi’rac-ı Ahmedî (asm)
sırrıdır ki onun velayeti, risaletine mebde olur.
Velayet ki zıllden geçer, ikinci temsilin birinci adamına benzer. Risalette zıll
yoktur, doğrudan doğruya Zat-ı Zülcelal’in ehadiyetine bakar, ikinci temsilin
ikinci adamına benzer.

Mi’rac ise velayet-i Ahmediyenin (asm) keramet-i kübrası hem mertebe-i


ulyâsı olduğundan, risalet mertebesine inkılab etmiş. Mi’racın bâtını
velayettir, halktan Hakk’a gitmiş. Zahir-i mi’rac risalettir, Hak’tan halka
geliyor. Velayet, kurbiyet meratibinde sülûktur. Çok meratibin tayyına ve bir
derece zamana muhtaçtır. Nur-u a’zam olan risalet ise akrebiyet-i İlahiyenin
inkişafı sırrına bakar ki bir ân-ı seyyale kâfidir. Onun için hadîste denilmiş:
“Bir anda dönmüş, gelmiş.”

Şimdi makam-ı istima’da bulunan mülhide deriz ki:

Madem bu kâinat, gayet muntazam bir memleket, gayet muhteşem bir şehir,
gayet müzeyyen bir saray hükmündedir. Elbette onun bir hâkimi, bir mâliki,
bir ustası vardır.

Madem böyle haşmetli bir Mâlik-i Zülcelal, bir Hâkim-i Zülkemal, bir Sâni’-i
Zülcemal vardır. Hem madem umum o âleme, o memlekete, o şehre, o saraya
alâkadarlık gösteren ve havas ve duygularıyla umumuna münasebettar ve
nazarı küllî olan bir insan vardır. Elbette o Sâni’-i Muhteşem, o küllî nazarlı
ve umumî şuurlu olan insan ile ulvi, a’zamî bir münasebeti bulunacaktır ve
ona kudsî bir hitabı ve âlî bir teveccühü olacaktır.

Hem madem Âdem aleyhisselâmdan şimdiye kadar şu münasebete mazhar


olanların içinde âsârının şehadetiyle, yani küre-i arzın nısfını ve nev-i beşerin
humsunu daire-i tasarrufuna aldığı ve kâinatın şekl-i manevîsini değiştirdiği,
ışıklandırdığı gibi en a’zamî bir mertebede o münasebeti Muhammed-i Arabî
(sallallahu aleyhi vesellem) göstermiştir. Öyle ise o münasebetin en a’zamî
bir mertebesinden ibaret olan mi’rac, ona elyak ve ona evfaktır.

İkinci Esas

Hakikat-i mi’rac nedir?


Elcevap: Zat-ı Ahmediye’nin (asm) meratib-i kemalâtta seyr ü sülûkundan
ibarettir. Yani, Cenab-ı Hakk’ın tertib-i mahlukatta tecelli ettirdiği ayrı ayrı
isim ve unvanlarla ve saltanat-ı rububiyetinde teşkil ettiği devair-i tedbir ve
icadda ve o dairelerde birer arş-ı rububiyet ve birer merkez-i tasarrufa medar
olan bir sema tabakasında gösterdiği âsâr-ı rububiyeti, birer birer o abd-i
mahsusa göstermekle, o abdi hem bütün kemalât-ı insaniyeyi câmi’ hem
bütün tecelliyat-ı İlahiyeye mazhar hem bütün tabakat-ı kâinata nâzır ve
saltanat-ı rububiyetin dellâlı ve marziyat-ı İlahiyenin mübelliği ve tılsım-ı
kâinatın keşşafı yapmak için Burak’a bindirip, berk gibi semavatı seyrettirip,
kat’-ı meratib ettirerek, kamervari menzilden menzile, daireden daireye
rububiyet-i İlahiyeyi temaşa ettirip, o dairelerin semavatında makamları
bulunan ve ihvanı olan enbiyayı birer birer göstererek tâ Kab-ı Kavseyn
makamına çıkarmış, ehadiyet ile kelâmına ve rü’yetine mazhar kılmıştır.
Şu yüksek hakikate iki temsil dürbünü ile bakılabilir.
Birincisi: Yirmi Dördüncü Söz’de izah edildiği gibi nasıl ki bir padişahın
kendi hükûmetinin dairelerinde ayrı ayrı unvanları ve raiyetinin tabakalarında
başka başka nam ve vasıfları ve saltanatının mertebelerinde çeşit çeşit isim ve
alâmetleri vardır.
Mesela, adliye dairesinde hâkim-i âdil ve mülkiyede sultan ve askeriyede
kumandan-ı a’zam ve ilmiyede halife ve hâkeza sair isim ve unvanları
bulunur. Her bir dairede birer manevî tahtı hükmünde olan makam ve
iskemlesi bulunur. O tek padişah, o saltanatın dairelerinde ve tabakat-ı
hükûmetin mertebelerinde, bin isim ve unvana sahip olabilir. Birbiri içinde
bin taht-ı saltanatı olabilir. Güya o hâkim, her bir dairede şahsiyet-i maneviye
haysiyetiyle ve telefonu ile mevcud ve hazır bulunur, bilir. Ve her tabakada
kanunuyla, nizamıyla, mümessiliyle görünür, görür. Ve her mertebede perde
arkasında hükmüyle, ilmiyle, kuvvetiyle idare eder, bakar. Ve her bir dairenin
başka bir merkezi, bir menzili vardır. Ahkâmları birbirinden ayrıdır.
Tabakatları birbirinden başkadır.

İşte böyle bir sultan, istediği bir zatı, bütün o dairelerinde gezdirip, her
daireye mahsus saltanat-ı şahanesini ve evamir-i hâkimanesini gösterip,
daireden daireye, tabakadan tabakaya gezdirip tâ huzuruna getirir. Sonra
bütün o dairelere taalluk eden bazı evamir-i umumiye-i külliyeyi ona tevdi
eder, gönderir.

İşte bu misal gibi ezel ve ebed Sultanı olan Rabbü’l-âlemîn için rububiyetinin
mertebelerinde ayrı ayrı fakat birbirine bakar şe’n ve namları vardır. Ve
uluhiyetinin dairelerinde başka başka fakat birbiri içinde görünür isim ve
alâmetleri vardır. Ve haşmetli icraatında ayrı ayrı fakat birbirine benzer tecelli
ve cilveleri vardır. Ve kudretinin tasarrufatında başka başka fakat birbirini
ihsas eder unvanları vardır. Ve sıfatlarının tecelliyatında başka başka fakat
birbirini gösterir mukaddes zuhuratı vardır. Ve ef’alinin cilvelerinde çeşit
çeşit fakat birbirini ikmal eder tasarrufatı vardır. Ve rengârenk sanatında ve
masnuatında çeşit çeşit fakat birbirini temaşa eder haşmetli rububiyeti vardır.
İşte şu sırr-ı azîme binaen kâinatı hayret-feza acib bir tertip ile tanzim etmiş.
En küçük tabakat-ı mahlukattan olan zerrattan tâ semavata ve semavatın
birinci tabakasından tâ arş-ı a’zama kadar birbiri üstünde teşkilat var. Her bir
sema, bir ayrı âlemin damı ve rububiyet için bir arş ve tasarrufat-ı İlahiye için
bir merkez hükmündedir. O dairelerde ve o tabakatta çendan ehadiyet
itibarıyla bütün esma bulunabilir, bütün unvanlarla tecelli eder. Fakat nasıl ki
adliyede hâkim-i âdil unvanı asıldır, hâkimdir. Sair unvanlar orada onun
emrine bakar, ona tabidir. Öyle de her bir tabakat-ı mahlukatta, her bir
semada bir isim, bir unvan-ı İlahî hâkimdir. Sair unvanlar da onun
zımnındadır.

Mesela, ism-i Kadîr’e mazhar Hazret-i İsa aleyhisselâm, hangi semada


Peygamber aleyhissalâtü vesselâm ile görüştü ise işte o sema dairesinde
Cenab-ı Hak, Kadîr unvanıyla bizzat orada mütecellidir. Mesela, Hazret-i
Musa aleyhisselâmın makamı olan sema dairesinde en ziyade hüküm-ferma,
Hazret-i Musa aleyhisselâmın mazhar olduğu “Mütekellim” unvanıdır ve
hâkeza…

İşte Zat-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm, çünkü ism-i a’zama mazhardır ve


nübüvveti umumîdir ve bütün esmaya mazhardır, elbette bütün devair-i
rububiyetle alâkadardır. Elbette o dairelerde makam sahibi olan enbiyalarla
görüşmek ve umum tabakattan geçmek, hakikat-i mi’racı iktiza ediyor.

İkinci Temsil: Nasıl ki bir sultanın unvanlarından olan “kumandan-ı a’zam”


unvanı, devair-i askeriyenin serasker dairesi gibi küllî ve geniş daireden tut,
tâ onbaşı dairesi gibi cüz’î ve hususi her bir dairede bir zuhuru, bir cilvesi
vardır. Mesela bir nefer; o kumandanlık unvan-ı a’zamının numunesini onbaşı
şahsında görür, ona bakar, ondan emir alır. O nefer onbaşı olduğunda; çavuş
dairesindeki kumandanlık dairesi nazarına çarpar, ona bakar. Sonra çavuş
olsa o vakit kumandanlık numunesini ve cilvesini mülazım dairesinde görür.
O makamda ona mahsus bir iskemle bulunur ve hâkeza… Yüzbaşı, binbaşı,
ferik, müşir dairelerinden her birinde, dairelerin büyük ve küçüklüğü
nisbetinde o kumandanlık unvanını görür.
Şimdi bir neferi o kumandan-ı a’zam, bütün devair-i askeriyeye taalluk
edecek bir vazife ile tavzif etmek istese, bir müfettiş gibi her devairi görüp ve
görünecek bir makam vermek istese elbette o kumandan-ı a’zam, o neferi
onbaşı dairesinden tut tâ daire-i a’zamına kadar birer birer gezdirecek; tâ
görsün, görülsün. Sonra huzuruna kabul edip sohbetine müşerref ederek,
nişan ve ferman verip taltif ederek, tâ geldiği yere kadar bir anda gönderir.

Şu temsilde bir noktayı nazara almak lâzım ki padişah eğer âciz olmazsa, surî
olduğu gibi manevî cihetinde de iktidarı olsa o vakit ferik, müşir, mülazım
gibi eşhası tevkil etmez. Bizzat her yerde bulunur. Yalnız bazı perdeler
altında ve makam sahibi eşhasın arkasında, doğrudan doğruya emri o verir.
Bazı veliyy-i kâmil olan padişahlar, çok dairelerde bazı eşhas suretinde
icraatını yaptığı rivayet edilir.

Şu temsil ile baktığımız hakikat ise acz, onun içinde olmadığı için doğrudan
doğruya her bir dairede emir ve hüküm kumandan-ı a’zamdan geliyor. Onun
emriyle, iradesiyle, kuvvetiyledir.

İşte şu temsil gibi Hâkim-i arz ve semavat “Emr-i kün feyekûn”e mâlik Âmir-
i Mutlak olan Sultan-ı Ezelî ve Ebedî, tabakat-ı mahlukatında cereyan eden ve
kemal-i itaat ve intizam ile imtisal olunan, evamir ve kumandanlığının
şuunatı ve zerrattan seyyarata ve sinekten semavata kadar olan tabakat-ı
mahlukat ve tavaif-i mevcudatta küçük büyük, cüz’î küllî tabakatı ve taifeleri
ayrı ayrı fakat birbirine bakar bir tarzda birer daire-i rububiyet, birer tabaka-i
hâkimiyet görünüyor.

Şimdi, bütün kâinattaki makasıd-ı ulyâ ve netaic-i uzmayı anlayacak ve bütün


tabakatın ayrı ayrı vezaif-i ubudiyetlerini görmekle, Zat-ı Kibriya’nın
saltanat-ı rububiyetini, haşmet-i hâkimiyetini müşahede ederek o zatın
marziyatı ne olduğunu anlamak ve onun saltanatına dellâl olmak için
alâküllihal o tabakat ve dairelere bir seyr ü sülûk olacaktır. Tâ daire-i
a’zamiyesinin unvanı olan arş-ı a’zamına girecek, tâ Kab-ı Kavseyn’e, yani
imkân ve vücub ortasında Kab-ı Kavseyn ile işaret olunan makama girecek ve
Zat-ı Celil-i Zülcemal ile görüşecektir ki şu seyr ü sülûk ise mi’racın
hakikatidir.

Her bir insan aklıyla hayal süratinde seyeranı, her bir veli kalbiyle berk
süratinde cevelanı ve cism-i nurani olan her bir melek ruh süratinde arştan
ferşe, ferşten arşa deveranı, ehl-i cennetin insanları, Burak süratinde haşirden
beş yüz sene fazla mesafeden cennete çıkmaları olduğu gibi; nur ve nur
kabiliyetinde ve evliya kalplerinden daha latîf ve emvatın ruhlarından ve
melaike cisimlerinden daha hafif ve cesed-i necmî ve beden-i misalîden daha
zarif olan ruh-u Muhammedînin (asm) hadsiz vezaifine medar ve cihazatının
mahzeni olan cism-i Muhammedî (asm), elbette onun ruh-u âlîsiyle arşa
kadar beraber gidecektir.

Şimdi makam-ı istima’da olan mülhide bakıyoruz. Hatıra geliyor ki:

O mülhid kalbinden der: “Ben Allah’ı tanımıyorum, Peygamberi


bilmiyorum, nasıl mi’raca inanacağım?”
Biz de deriz ki: Madem şu kâinat ve mevcudat var ve içinde ef’al ve icad var.
Hem madem muntazam bir fiil, fâilsiz olmaz. Manidar bir kitap, kâtipsiz
olmaz. Sanatlı bir nakış, nakkaşsız olmaz. Elbette şu kâinatı dolduran ef’al-i
hakîmanenin bir fâili ve yeryüzünün mevsim be-mevsim tazelenen hayret-
feza nukuşlarının, manidar mektubatının bir kâtibi, bir nakkaşı vardır.
Hem madem bir işte iki hâkimin bulunması, o işin intizamını bozuyor. Hem
madem sinek kanadından tâ semavat kandiline kadar mükemmel bir intizam
var. Öyle ise o hâkim birdir. (Bir olmazsa) çünkü her şeyde sanat ve hikmet o
derece acibdir ki o şeyin sâni’i, her bir şeye muktedir olacak, her bir işi
bilecek bir derecede kadîr-i mutlak olmak lâzım gelir. Öyle ise bir olmazsa,
mevcudat adedince ilahların bulunması lâzım gelir. O ilahlar hem birbirine zıt
hem birbirine misil olacaklar ve o halde şu acib intizam bozulmamak, yüz bin
defa muhaldir.

Hem madem şu mevcudatın tabakatı, bir ordudan bin defa daha muntazam bir
emir ile hareket ettiği bilbedahe görünüyor. Yıldızların, güneş ve kamerin
muntazaman hareketlerinden tut, tâ badem çiçeklerine kadar her bir taife o
kadar muntazam, o kadar mükemmel bir surette Kadîr-i Ezelî’nin o taifeye
verdiği nişanları, formaları, güzel libasları ve tayin ettiği harekâtı, bin defa
ordudan daha muntazam bir tarzda izhar ediyor. Öyle ise şu kâinatın
mevcudatı onun emrine bakar ve imtisal eder, perde-i gayb arkasında bir
Hâkim-i Mutlak’ı vardır.

Hem madem o Hâkim, bütün yaptığı icraat-ı hakîmane şehadetiyle hem


gösterdiği âsâr-ı haşmetle bir Sultan-ı Zülcelal’dir. Hem gösterdiği ihsanat ile
gayet Rahîm bir Rab’dir. Hem izhar ettiği güzel sanatlarıyla, sanat-perver ve
sanatını çok sever bir Sâni’dir. Hem gösterdiği tezyinat ve merak-âver
sanatlarıyla, zîşuurların nazar-ı istihsanını âsârına celbetmek isteyen bir
Hâlık-ı Hakîm’dir. Hem hilkat-i âlemde gösterdiği muhayyirü’l-ukûl
tezyinatın ne demek olduğunu ve mahlukat nereden gelip nereye gideceğini,
rububiyetinin hikmetiyle zîşuura bildirmek istediği anlaşılıyor. Elbette bu
Hâkim-i Hakîm ve Sâni’-i Alîm, rububiyetini göstermek ister.

Hem madem bu kadar gösterdiği âsâr-ı lütuf ve merhamet ve garaib-i sanat ile
zîşuura kendini tanıttırmak ve sevdirmek ister. Elbette zîşuurlardan arzularını
ve onlardaki marziyatı ne olduğunu, bir mübelliğ vasıtasıyla bildirecektir.
Öyle ise zîşuurlardan birisini tayin edip onun ile o rububiyetini ilan edecektir.
Ve sevdiği sanatlarını teşhir için bir dellâlı kurb-u huzuruna müşerref edip
teşhire vasıta edecektir. Ve o ulvi makasıdını sair zîşuurlara bildirmekle
kemalâtını izhar etmek için birisini muallim tayin edecektir. Ve şu kâinatta
dercettiği tılsımı ve şu mevcudatta gizlediği muamma-i rububiyeti manasız
kalmamak için herhalde bir rehber tayin edecektir. Ve gösterdiği ve enzarın
temaşasına neşrettiği mehasin-i sanat, faydasız ve abes kalmamak için
onlardaki makasıdı ders verecek bir rehber tayin edecektir. Hem marziyatını
zîşuurlara tebliğ etmek için birisini bütün zîşuurların fevkinde bir makama
çıkaracak ve marziyatını ona bildirecek, onlara gönderecektir.

Madem hakikat ve hikmet böyle iktiza ediyor ve şu vezaife en elyak Hazret-i


Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdır. Çünkü bilfiil en mükemmel bir surette
o vazifeleri yapmıştır. Teşkil ettiği âlem-i İslâm ve gösterdiği nur-u İslâmiyet,
bir şahid-i âdil ve sadıktır. Öyle ise o zat, doğrudan doğruya bütün kâinatın
fevkine çıkıp, bütün mevcudattan geçip bir makama girmek lâzımdır ki bütün
mahlukatın Hâlık’ı ile umumî, ulvi, küllî bir sohbet etsin. İşte mi’rac dahi bu
hakikati ifade ediyor.

Elhasıl, madem şu azîm kâinatı mezkûr maksatlar gibi çok azîm makasıd ve
çok büyük gayeler için şu surette teşkil, tertip ve tezyin etmiştir. Hem madem
şu mevcudat içinde, şu umumî rububiyeti, bütün dekaikı ile; şu azîm saltanat-
ı uluhiyeti, bütün hakaiki ile görecek insan nev’i vardır. Elbette o Hâkim-i
Mutlak, o insan ile konuşacaktır, makasıdını bildirecektir.
Madem her insan cüz’iyetten ve süfliyetten tecerrüd edip en yüksek bir
makam-ı küllîye çıkamıyor. O Hâkim’in küllî hitabına bizzat muhatap
olamıyor. Elbette o insanlar içinde bazı efrad-ı mahsusa, o vazife ile
muvazzaf olacaklar; tâ iki cihetle münasebeti bulunsun. Hem insan olmalı, tâ
insanlara muallim olsun. Hem ruhen gayet ulvi olmalı ki tâ doğrudan doğruya
hitaba mazhar olsun.

Şimdi madem şu insanlar içinde, şu kâinat Sâni’inin makasıdını en


mükemmel bir surette bildiren ve şu kâinat tılsımını keşfeden ve hilkatin
muammasını açan ve rububiyetin mehasin-i saltanatına en mükemmel tarzda
dellâllık eden Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdır. Elbette bütün efrad-ı
insaniye içinde öyle bir manevî seyr ü sülûku olacaktır ki cismanî âlemde
seyr ü seyahat suretinde bir mi’racı olacaktır. “Yetmiş bin perde” tabir olunan
berzah-ı esma ve tecelli-i sıfât ve ef’al ve tabakat-ı mevcudatın arkasına kadar
kat’-ı meratib edecektir. İşte mi’rac budur.

Yine hatıra geliyor ki:

Ey müstemi! Sen kalbinden diyorsun ki: “Nasıl inanayım, her şeyden daha
yakın bir Rabb’e binler sene mesafeyi katedip yetmiş bin perdeyi geçtikten
sonra onunla görüşmek ne demektir?”
Biz de deriz ki: Cenab-ı Hak her şeye, her şeyden daha yakındır. Fakat her
şey, ondan nihayetsiz uzaktır. Nasıl ki güneşin şuuru ve konuşması olsa, senin
elindeki âyine vasıtasıyla seninle konuşabilir. İstediği gibi sende tasarruf
eder. Belki âyine-misal senin göz bebeğinden sana daha yakın olduğu halde,
sen dört bin sene kadar ondan uzaksın, hiçbir cihette ona yanaşamazsın. Eğer
terakki etsen kamer makamına gelip, doğrudan doğruya bir mukabele
noktasına çıksan ona yalnız bir nevi âyinedarlık edebilirsin.
Öyle de Şems-i ezel ve ebed olan Zat-ı Zülcelal her şeye her şeyden daha
yakın olduğu halde, her şey ondan nihayetsiz uzaktır. Yalnız bütün mevcudatı
katedip, cüz’iyetten çıkıp, külliyetin meratibinde gitgide binler hicablardan
geçip tâ bütün mevcudata muhit bir ismine yanaşır, ondan daha ileride çok
meratibi kateder. Sonra bir nevi kurbiyete müşerref olur.

Hem mesela bir nefer, kumandan-ı a’zamın şahs-ı manevîsinden çok uzaktır.
O nefer, kumandanını onbaşılıkta gördüğü küçük bir numune ile gayet uzak
bir mesafede, manevî çok perdeler arkasında ona bakar. Hakiki onun şahs-ı
manevîsiyle kurbiyet ise mülazımlık, yüzbaşılık, binbaşılık gibi çok meratib-i
külliyeden geçmek lâzım geliyor. Halbuki kumandan-ı a’zam; emriyle,
kanunuyla, nazarıyla, hükmüyle, ilmiyle –sureten olduğu gibi manen de
kumandan ise– bizzat zatıyla o neferin yanında bulunur, görür. Şu hakikat On
Altıncı Söz’de gayet kat’î bir surette ispat edildiğinden ona iktifaen burada
kısa kesiyoruz.

Yine hatıra gelir ki:

Sen kalbinden dersin: “Ben semavatı inkâr ediyorum, melaikelere


inanmıyorum. Semavatta birinin gezmesine, melaikelerle görüşmesine nasıl
inanayım?”
Evet, senin gibi aklı gözüne inmiş ve gözüne perde çekilmiş adamlara söz
anlatmak ve bir şey göstermek, elbette müşküldür. Fakat hak o kadar parlaktır
ki körler de görebildiği için biz de deriz ki:
Feza-yı ulvi, bi’l-ittifak “esîr” ile doludur. Ziya, elektrik, hararet gibi sair
seyyalat-ı latîfe, o fezayı dolduran bir maddenin vücuduna delâlet eder.
Meyveler ağacını, çiçekler çimenlerini, sümbüller tarlalarını, balıklar denizini
bilbedahe gösterdiği gibi şu yıldızlar dahi bizzarure menşelerini, tarlasını,
denizini, çimengâhının vücudunu, aklın gözüne sokuyorlar.

Madem âlem-i ulvide muhtelif teşkilat var. Muhtelif vaziyetlerde muhtelif


ahkâmlar görünüyor. Öyle ise o ahkâmların menşeleri olan semavat,
muhteliftir. İnsanda cisimden başka nasıl akıl, kalp, ruh, hayal, hâfıza gibi
manevî vücudlar da var. Elbette insan-ı ekber olan âlemde ve şu insan
meyvesinin şeceresi olan kâinatta, âlem-i cismaniyetten başka âlemler var.
Hem âlem-i arzdan, tâ cennet âlemine kadar her bir âlemin birer seması
vardır.
Hem melaike için deriz ki: Seyyarat içinde mutavassıt ve yıldızlar içinde
küçük ve kesif olan küre-i arz; mevcudat içinde en kıymettar ve nurani olan
hayat ve şuur, hesapsız bir surette onda bulunuyorlar. Elbette karanlıklı bir
hane hükmünde olan şu arza nisbeten müzeyyen kasırlar, mükemmel saraylar
hükmünde olan yıldızlar ve yıldızların denizleri olan gökler; zîşuur ve zîhayat
ve pek kesretli ve muhtelifü’l-ecnas olan melaike ve ruhanîlerin
meskenleridir. Pek kat’î bir surette İşaratü’l-İ’caz namındaki tefsirimde ‫ُثَّم‬
‫ اْسَتٰٓو ى ِاَلى الَّس َٓم اِء َفَس ّٰو يُهَّن َس ْبَع َس ٰم َو اٍت‬âyetinde, semavatın hem vücudu hem
taaddüdü ispat edildiğinden ve melaike hakkında Yirmi Dokuzuncu Söz’de
iki kere iki dört eder kat’iyetinde, melaikelerin vücudunu ispat ettiğimizden
onlara iktifaen burada kısa kesiyoruz.

Elhasıl, esîrden yapılmış; elektrik, ziya, hararet, cazibe gibi seyyalat-ı


latîfenin medarı olmuş ve hadîste ‫ َالَّس َم اُء َم ْو ٌج َم ْكُفوٌف‬işaretiyle, seyyarat ve
nücumun harekâtına müsait olmuş ve Samanyolu denilen “Mecerretü’s-
Sema”dan tâ en yakın seyyareye kadar, muhtelif vaziyet ve teşekkülde yedi
tabaka, her bir tabaka âlem-i arzdan, tâ âlem-i berzaha, âlem-i misale, tâ
âlem-i âhirete kadar birer âlemin damı hükmünde birer semanın bulunması,
hikmeten, aklen iktiza eder.
Hem hatıra gelir ki:

Ey mülhid! Sen dersin: “Bin müşkülat ile tayyare vasıtasıyla ancak bir iki
kilometre yukarıya çıkılabilir. Nasıl, bir insan cismiyle binler sene mesafeyi
birkaç dakika zarfında kateder, gider, gelir?”
Biz de deriz: Arz gibi ağır bir cisim, fenninizce hareket-i seneviyesiyle bir
dakikada takriben yüz seksen sekiz saat mesafeyi keser. Takriben yirmi beş
bin senelik mesafeyi, bir senede katediyor. Acaba, şu muntazam harekâtı ona
yaptıran ve bir sapan taşı gibi döndüren bir Kadîr-i Zülcelal; bir insanı, arşa
getiremez mi? Şemsin cazibesi denilen bir kanun-u Rabbanî ile Mevlevî gibi
etrafında pek ağır olan cism-i arzı gezdiren bir hikmet, cazibe-i rahmet-i
Rahman ile ve incizab-ı muhabbet-i Şems-i Ezel ile bir cism-i insanı berk gibi
arş-ı Rahman’a çıkaramaz mı?
Yine hatıra gelir ki:

Diyorsun: “Haydi çıkabilir, niçin çıkmış? Ne lüzumu var? Veliler gibi ruh ve
kalbi ile gitse yeter.”
Biz de deriz ki: Madem Sâni’-i Zülcelal, mülk ve melekûtundaki âyât-ı
acibesini göstermek ve şu âlemin tezgâh ve menbalarını temaşa ettirmek ve
a’mal-i beşeriyenin netaic-i uhreviyesini irae etmek istemiş. Elbette âlem-i
mubsıratın anahtarı hükmünde olan gözünü ve mesmuat âlemindeki âyâtı
temaşa eden kulağını, arşa kadar beraber alması lâzım geldiği gibi; ruhunun
hadsiz vezaife medar olan âlât ve cihazatının makinesi hükmünde olan cism-i
mübareğini dahi tâ arşa kadar beraber alması mukteza-yı akıl ve hikmettir.
Nasıl ki cennette, hikmet-i İlahiye cismi ruha arkadaş ediyor. Çünkü pek çok
vezaif-i ubudiyete ve hadsiz lezaiz ve âlâma medar olan cesettir. Elbette o
cesed-i mübarek, ruha arkadaş olacaktır. Madem cennete cisim, ruh ile
beraber gider. Elbette cennetü’l-me’va gövdesi olan Sidretü’l-münteha’ya
urûc eden Zat-ı Ahmediye (asm) ile cesed-i mübareğini refakat ettirmesi, ayn-
ı hikmettir.

Yine hatıra gelir ki:

Dersin: “Birkaç dakikada binler sene mesafeyi katetmek, aklen muhaldir?”


Biz de deriz ki: Sâni’-i Zülcelal’in sanatında harekât, nihayet derecede
muhteliftir. Mesela, savtın süratiyle; ziya, elektrik, ruh, hayal süratleri ne
kadar mütefavit olduğu malûm. Seyyaratın dahi fennen harekâtı o kadar
muhteliftir ki akıl hayrettedir. Acaba latîf cismi, urûcda süratli olan ulvi
ruhuna tabi olmuş; ruh süratinde hareketi nasıl akla muhalif görünür? Hem on
dakika yatsan bazı olur ki bir sene kadar hâlâta maruz olursun. Hattâ bir
dakikada insan gördüğü rüyayı, onun içinde işittiği sözleri, söylediği kelimatı
toplansa uyanık âleminde bir gün, belki daha fazla zaman lâzımdır. Demek
oluyor ki bir zaman-ı vâhid, iki şahsa nisbeten, birisine bir gün, birisine de bir
sene hükmüne geçer.
Şu manaya bir temsil ile bak ki: İnsanın hareketinden, güllenin hareketinden,
savttan, ziyadan, elektrikten, ruhtan, hayalden tezahür eden sürat-i harekâtta
bir mikyas olmak için şöyle bir saat farz ediyoruz ki o saatte on iğne var.
Birisi, saatleri gösterir. Biri de ondan altmış defa daha geniş bir dairede
dakikayı sayar. Birisi, altmış defa daha geniş bir daire içinde saniyeleri;
diğeri, yine altmış defa daha geniş bir dairede sâliseleri ve hâkeza râbiaları,
hâmiseleri, sâdise, sâbia, sâmine, tâsia, tâ âşireleri sayacak gayet muntazam
azîm bir dairede birer ibre farz ediyoruz. Faraza saati sayan ibrenin dairesi,
küçük saatimiz kadar olsa herhalde âşireleri sayan ibrenin dairesi, arzın
medar-ı senevîsi kadar, belki daha fazla olmak lâzım gelir.

Şimdi iki şahıs farz ediyoruz: Biri, saati sayan ibreye binmiş gibi o ibrenin
harekâtına göre temaşa ediyor. Diğeri, âşireleri sayan ibreye binmiş. Bu iki
şahsın bir zaman-ı vâhidde müşahede ettikleri eşya, saatimizle arzın medar-ı
senevîsi nisbeti gibi meşhudatça pek çok farkları vardır. İşte zaman, çünkü
harekâtın bir rengi, bir levni yahut bir şeridi hükmünde olduğundan, harekâtta
cari olan bir hüküm, zamanda dahi caridir.

İşte bir saatte meşhudatımız, bir saatin saati sayan ibresine binen zîşuur
şahsın meşhudatı kadar olduğu ve hakikat-i ömrü de o kadar olduğu halde;
âşire ibresine binen şahıs gibi aynı zamanda, o muayyen saatte Resul-i Ekrem
aleyhissalâtü vesselâm, burak-ı tevfik-i İlahîye biner; berk gibi bütün daire-i
mümkinatı katedip, acayib-i mülk ve melekûtu görüp, daire-i vücub noktasına
çıkıp, sohbete müşerref olup, rü’yet-i cemal-i İlahîye mazhar olarak, fermanı
alıp vazifesine dönebilir ve dönmüş ve öyledir.

Yine hatıra gelir ki:

Dersiniz: “Evet olabilir, mümkündür. Fakat her mümkün vaki olmuyor.


Bunun emsali var mı ki kabul edilsin? Emsali olmayan bir şeyin, yalnız
imkânı ile vukuuna nasıl hükmedilebilir?”
Biz de deriz ki: Emsali o kadar çoktur ki hesaba gelmez. Mesela, her zînazar
gözüyle yerden tâ Neptün seyyaresine kadar bir saniyede çıkar. Her zîilim
aklıyla kozmoğrafya kanunlarına binip yıldızların tâ arkasına bir dakikada
gider. Her zîiman, namazın ef’al ve erkânına fikrini bindirip, bir nevi mi’rac
ile kâinatı arkasına atıp huzura kadar gider. Her zîkalb ve kâmil veli, seyr ü
sülûk ile arştan ve daire-i esma ve sıfâttan kırk günde geçebilir. Hattâ Şeyh-i
Geylanî, İmam-ı Rabbanî gibi bazı zatların ihbarat-ı sadıkaları ile bir
dakikada arşa kadar urûc-u ruhanîleri oluyor. Hem ecsam-ı nurani olan
melaikelerin arştan ferşe, ferşten arşa kısa bir zamanda gitmeleri ve gelmeleri
vardır. Hem ehl-i cennet, mahşerden cennet bağlarına kısa bir zamanda urûc
ediyorlar.
Elbette bu kadar numuneler gösteriyorlar ki bütün evliyaların sultanı, umum
mü’minlerin imamı, umum ehl-i cennetin reisi ve umum melaikenin makbulü
olan Zat-ı Ahmediye’nin (asm) seyr ü sülûkuna medar bir mi’racı bulunması
ve onun makamına münasip bir surette olması, ayn-ı hikmettir ve gayet
makuldür ve şüphesiz vakidir.

Üçüncü Esas

Hikmet-i mi’rac nedir?


Elcevap: Mi’racın hikmeti o kadar yüksektir ki fikr-i beşer ulaşamıyor. O
kadar derindir ki ona yetişemiyor. O kadar incedir ve latîftir ki akıl kendi
başıyla göremiyor. Fakat bazı işaretlerle, hakikatleri bilinmezse de vücudları
bildirilebilir. Şöyle ki:
Şu kâinatın Hâlık’ı, şu kesret tabakatında nur-u vahdetini ve tecelli-i
ehadiyetini göstermek için kesret tabakatının müntehasından tâ mebde-i
vahdete bir hayt-ı ittisal suretinde bir mi’rac ile bir ferd-i mümtazı, bütün
mahlukat hesabına, kendine muhatap ittihaz ederek, bütün zîşuur namına,
makasıd-ı İlahiyesini ona anlatmak ve onunla bildirmek ve onun nazarı ile
âyine-i mahlukatında cemal-i sanatını, kemal-i rububiyetini müşahede etmek
ve ettirmektir.

Hem Sâni’-i âlem’in, âsârın şehadetiyle nihayetsiz cemal ve kemali vardır.


Cemal hem kemal, ikisi de mahbub-u lizatihîdirler. Yani bizzat sevilirler.
Öyle ise o cemal ve kemal sahibinin cemal ve kemaline nihayetsiz bir
muhabbeti vardır. O nihayetsiz muhabbeti, masnuatında çok tarzlarda tezahür
ediyor. Masnuatını sever çünkü masnuatının içinde cemalini, kemalini görür.
Masnuat içinde en sevimli ve en âlî, zîhayattır. Zîhayatlar içinde en sevimli
ve âlî, zîşuurdur. Ve zîşuurun içinde câmiiyet itibarıyla en sevimli, insanlar
içinde bulunur. İnsanlar içinde istidadı tamamıyla inkişaf eden, bütün
masnuatta münteşir ve mütecelli kemalâtın numunelerini gösteren fert, en
sevimlidir.

İşte Sâni’-i mevcudat, bütün mevcudatta intişar eden tecelli-i muhabbetin


bütün envaını bir noktada, bir âyinede görmek ve bütün enva-ı cemalini,
ehadiyet sırrıyla göstermek için; şecere-i hilkatten bir meyve-i münevver
derecesinde ve kalbi, o şecerenin hakaik-i esasiyesini istiab edecek bir
çekirdek hükmünde olan bir zatı, o mebde-i evvel olan çekirdekten, tâ
münteha olan meyveye kadar bir hayt-ı ittisal hükmünde olan bir mi’rac ile o
ferdin kâinat namına mahbubiyetini göstermek ve huzuruna celbetmek ve
rü’yet-i cemaline müşerref etmek ve ondaki halet-i kudsiyeyi başkasına
sirayet ettirmek için kelâmıyla taltif edip fermanıyla tavzif etmektir.

Şimdi şu hikmet-i âliyeye bakmak için iki temsil dürbünüyle tarassud


edeceğiz.
Birinci temsil: On Birinci Söz’ün hikâye-i temsiliyesinde tafsilen beyan
edildiği gibi nasıl ki bir sultan-ı zîşanın, pek çok hazineleri ve o hazinelerde
pek çok cevahirlerin envaı bulunsa hem sanayi-i garibede çok mahareti olsa
ve hesapsız fünun-u acibeye marifeti, ihatası bulunsa, nihayetsiz ulûm-u
bedîaya ilim ve ıttılaı olsa; her cemal ve kemal sahibi, kendi cemal ve
kemalini görüp ve göstermek istemesi sırrınca elbette o sultan-ı zîfünun dahi
bir meşher açmak ister ki içinde sergiler dizsin, tâ nâsın enzarına saltanatının
haşmetini hem servetinin şaşaasını hem kendi sanatının hârikalarını hem
kendi marifetinin garibelerini izhar edip göstersin; tâ cemal ve kemal-i
manevîsini iki vecihle müşahede etsin. Bir vechi: Bizzat nazar-ı dekaik-
aşinasıyla görsün. Diğeri: Gayrın nazarıyla baksın. Ve şu hikmete binaen
elbette cesîm, muhteşem, geniş bir saray yapmaya başlar. Şahane bir surette
dairelere, menzillere taksim eder. Hazinelerinin türlü türlü murassaatıyla
süslendirip kendi dest-i sanatının en güzel, en latîf sanatlarıyla ziynetlendirir.
Fünun ve hikmetinin en incelikleriyle tanzim eder. Ve ulûmunun âsâr-ı
mu’cizekâraneleriyle donatır, tekmil eder. Sonra nimetlerinin çeşitleriyle,
taamlarının lezizleriyle, her taifeye lâyık sofraları serer. Bir ziyafet-i âmme
ihzar eder. Sonra raiyetine kendi kemalâtını göstermek için onları seyre ve
ziyafete davet eder.
Sonra birisini yaver-i ekrem yapar, aşağıki tabakat ve menzillerden yukarıya
davet eder; daireden daireye, üst üstteki tabakalarda gezdirir. O acib sanatının
makinelerini ve tezgâhlarını ve aşağıdan gelen mahsulatın mahzenlerini
göstere göstere, tâ daire-i hususiyesine kadar getirir. Bütün o kemalâtının
madeni olan mübarek zatını ona göstermekle ve huzuruyla onu müşerref eder.
Kasrın hakaikini ve kendi kemalâtını ona bildirir. Seyircilere rehber tayin
eder, gönderir. Tâ o sarayın sâni’ini, o sarayın müştemilatıyla, nukuşuyla,
acayibiyle, ahaliye tarif etsin. Ve sarayın nakışlarındaki rumuzunu bildirip ve
içindeki sanatlarının işaretlerini öğretip, derûnundaki manzum murassalar ve
mevzun nukuş nedir ve saray sahibinin kemalâtını ve hünerlerini nasıl
gösterirler, o saraya girenlere tarif etsin ve girmenin âdabını ve seyrin
merasimini bildirip ve görünmeyen sultan-ı zîfünun ve zîşuuna karşı,
marziyatı ve arzuları dairesinde teşrifat merasimini tarif etsin.

Aynen öyle de ‫ َو ِهّٰلِل اْلَم َثُل اَاْلْع ٰل ى‬ezel ebed Sultanı olan Sâni’-i Zülcelal,
nihayetsiz kemalâtını ve nihayetsiz cemalini görmek ve göstermek istemiştir
ki şu âlem sarayını öyle bir tarzda yapmıştır ki her bir mevcud, pek çok
dillerle onun kemalâtını zikreder. Pek çok işaretlerle cemalini gösterir. Esma-
i hüsnasının her bir isminde ne kadar gizli manevî defineler ve her bir unvan-ı
mukaddesesinde ne kadar mahfî letaif bulunduğunu, şu kâinat bütün
mevcudatıyla gösterir. Ve öyle bir tarzda gösterir ki bütün fünun, bütün
desatiriyle şu kitab-ı kâinatı, zaman-ı Âdem’den beri mütalaa ediyor. Halbuki
o kitap, esma ve kemalât-ı İlahiyeye dair ifade ettiği manaların ve gösterdiği
âyetlerin öşr-i mi’şarını daha okuyamamış.

İşte şöyle bir saray-ı âlemi, kendi kemalât ve cemal-i manevîsini görmek ve
göstermek için bir meşher hükmünde açan Celil-i Zülcemal, Cemil-i Zülcelal,
Sâni’-i Zülkemal’in hikmeti iktiza ediyor ki şu âlem-i arzdaki zîşuurlara
nisbeten abes ve faydasız olmamak için o sarayın âyetlerinin manasını
birisine bildirsin. O saraydaki acayibin menbalarını ve netaicinin mahzenleri
olan avâlim-i ulviyede birisini gezdirsin. Ve bütün onların fevkine çıkarsın ve
kurb-u huzuruna müşerref etsin ve âhiret âlemlerinde gezdirsin, umum
ibadına bir muallim ve saltanat-ı rububiyetine bir dellâl ve marziyat-ı
İlahiyesine bir mübelliğ ve saray-ı âlemindeki âyât-ı tekviniyesine bir
müfessir gibi çok vazifeler ile tavzif etsin. Mu’cizat nişanlarıyla imtiyazını
göstersin. Kur’an gibi bir ferman ile o şahsı, Zat-ı Zülcelal’in has ve sadık bir
tercümanı olduğunu bildirsin.
İşte mi’racın pek çok hikmetlerinden şu temsil dürbünüyle bir ikisini numune
olarak gösterdik. Sairlerini kıyas edebilirsin.

İkinci Temsil: Nasıl ki bir zat-ı zîfünun, mu’ciz-nüma bir kitabı telif edip
yazsa; öyle bir kitap ki her sahifesinde yüz kitap kadar hakaik, her satırında
yüz sahife kadar latîf manalar, her bir kelimesinde yüz satır kadar hakikatler,
her harfinde yüz kelime kadar manalar bulunsa bütün o kitabın maânî ve
hakaikleri, o kâtib-i mu’ciz-nümanın kemalât-ı maneviyesine baksa, işaret
etse elbette öyle bitmez bir hazineyi kapalı bırakıp abes etmez. Her halde o
kitabı, bazılara ders verecek. Tâ o kıymettar kitap, manasız kalıp beyhude
olmasın. Onun gizli kemalâtı zahir olup kemalini bulsun ve cemal-i manevîsi
görünsün. O da sevinsin ve sevdirsin. Hem o acib kitabı bütün maânîsiyle,
hakaikiyle ders verecek birisini, en birinci sahifeden tâ nihayete kadar
üstünde ders vere vere geçirecektir.
Aynen öyle de Nakkaş-ı Ezelî, şu kâinatı, kemalâtını ve cemalini ve hakaik-i
esmasını göstermek için öyle bir tarzda yazmıştır ki bütün mevcudat, hadsiz
cihetlerle nihayetsiz kemalâtını ve esma ve sıfâtını bildirir, ifade eder. Elbette
bir kitabın manası bilinmezse hiçe sukut eder. Bâhusus böyle her bir harfi,
binler manayı tazammun eden bir kitap, sukut edemez ve ettirilmez. Öyle ise
o kitabı yazan, elbette onu bildirecektir, her taifenin istidadına göre bir
kısmını anlattıracaktır. Hem umumunu, en âmm nazarlı, en küllî şuurlu, en
mümtaz istidatlı bir ferde ders verecektir. Öyle bir kitabın umumunu ve küllî
hakaikini ders vermek için gayet yüksek bir seyr ü sülûk ettirmek hikmeten
lâzımdır. Yani, birinci sahifesi olan tabakat-ı kesretin en nihayetinden tut, tâ
münteha sahifesi olan daire-i ehadiyete kadar bir seyeran ettirmek lâzım
geliyor. İşte şu temsil ile mi’racın ulvi hikmetlerine bir derece bakabilirsin.

Şimdi makam-ı istima’da olan mülhide bakıp kalbini dinleyeceğiz, ne hale


girdiğini göreceğiz. İşte hatıra geliyor ki:

Onun kalbi diyor: Ben inanmaya başladım. Fakat iyi anlayamıyorum. Üç


mühim müşkülüm daha var.
Birincisi: Şu mi’rac-ı azîm, niçin Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü
vesselâma mahsustur?
İkincisi: O zat, nasıl şu kâinatın çekirdeğidir? Dersiniz: Kâinat, onun
nurundan halk olunmuş. Hem kâinatın en âhir ve en münevver meyvesidir.
Bu ne demektir?
Üçüncüsü: Sâbık beyanatınızda diyorsunuz ki âlem-i ulviye çıkmak; şu
âlem-i arziyedeki âsârların makinelerini, tezgâhlarını ve netaicinin
mahzenlerini görmek için urûc etmiştir. Ne demektir?
Elcevap:
Birinci Müşkülünüz: Otuz adet Sözlerde tafsilen halledilmiştir. Yalnız
şurada Zat-ı Ahmediye’nin (asm) kemalâtına ve delail-i nübüvvetine ve o
mi’rac-ı a’zama en elyak o olduğuna icmalî işaretler nevinde, bir muhtasar
fihriste gösteriyoruz. Şöyle ki:
Evvela: Tevrat, İncil, Zebur gibi kütüb-ü mukaddeseden, pek çok tahrifata
maruz oldukları halde, şu zamanda dahi Hüseyin-i Cisrî gibi bir muhakkik,
nübüvvet-i Ahmediyeye (asm) dair yüz on dört işarî beşaretleri çıkarıp
“Risale-i Hamîdiye”de göstermiştir.
Sâniyen: Tarihçe sabit, Şıkk ve Satih gibi meşhur iki kâhinin, nübüvvet-i
Ahmediyeden (asm) biraz evvel, nübüvvetine ve Âhir Zaman Peygamberi o
olduğuna beyanatları gibi çok beşaretler, sahih bir surette tarihen
nakledilmiştir.
Sâlisen: Veladet-i Ahmediye (asm) gecesinde Kâbe’deki sanemlerin
sukutuyla, Kisra-yı Faris’in saray-ı meşhuresi olan Eyvan’ı inşikak etmesi
gibi irhasat denilen yüzer hârika, tarihçe meşhurdur.
Râbian: Bir orduya parmağından gelen suyu içirmesi ve camide bir cemaat-i
azîme huzurunda, kuru direğin, minberin naklinden dolayı müfarakat-ı
Ahmediyeden (asm) deve gibi enîn ederek ağlaması ‫ َو اْنَشَّق اْلَقَم ُر‬nassı ile şakk-ı
kamer gibi muhakkiklerin tahkikatıyla bine bâliğ mu’cizatla serfiraz
olduğunu tarih ve siyer gösteriyor.
Hâmisen: Dost ve düşmanın ittifakıyla ahlâk-ı hasenenin şahsında en yüksek
derecede; ve bütün muamelatının şehadetiyle secaya-yı sâmiye, vazifesinde
ve tebligatında en âlî bir derecede; ve din-i İslâm’daki mehasin-i ahlâkın
şehadetiyle, şeriatında en âlî hisal-ı hamîde, en mükemmel derecede
bulunduğuna ehl-i insaf ve dikkat tereddüt etmez.
Sâdisen: Onuncu Söz’ün İkinci İşareti’nde işaret edildiği gibi uluhiyet,
mukteza-yı hikmet olarak tezahür istemesine mukabil, en a’zamî bir derecede
Zat-ı Ahmediye (asm) dinindeki a’zamî ubudiyetiyle en parlak bir derecede
göstermiştir.
Hem Hâlık-ı âlem’in nihayet kemaldeki cemalini bir vasıta ile göstermek,
mukteza-yı hikmet ve hakikat olarak istemesine mukabil; en güzel bir surette
gösterici ve tarif edici, bilbedahe o zattır.

Hem Sâni’-i âlem’in nihayet cemalde olan kemal-i sanatı üzerine enzar-ı
dikkati celbetmek, teşhir etmek istemesine mukabil; en yüksek bir sadâ ile
dellâllık eden, yine bilmüşahede o zattır.

Hem bütün âlemlerin Rabb’i, kesret tabakatında vahdaniyetini ilan etmek


istemesine mukabil –tevhidin en a’zamî bir derecede– bütün meratib-i tevhidi
ilan eden yine bizzarure o zattır.
Hem Sahib-i âlem’in nihayet derecede âsârındaki cemalin işaretiyle,
nihayetsiz hüsn-ü zatîsini ve cemalinin mehasinini ve hüsnünün letaifini
âyinelerde mukteza-yı hakikat ve hikmet olarak görmek ve göstermek
istemesine mukabil; en şaşaalı bir surette âyinedarlık eden ve gösteren ve
sevip ve başkasına sevdiren yine bilbedahe o zattır.

Hem şu saray-ı âlemin Sâni’i, gayet hârika mu’cizeleri ile ve gayet kıymettar
cevahirler ile dolu hazine-i gaybiyelerini izhar ve teşhir istemesi ve onlarla
kemalâtını tarif etmek ve bildirmek istemesine mukabil; en a’zamî bir surette
teşhir edici ve tavsif edici ve tarif edici yine bilbedahe o zattır.

Hem şu kâinatın Sâni’i, şu kâinatı enva-ı acayip ve ziynetlerle süslendirmek


suretinde yapması ve zîşuur mahlukatını seyir ve tenezzüh ve ibret ve
tefekkür için ona idhal etmesi ve mukteza-yı hikmet olarak onlara o âsâr ve
sanayiinin manalarını, kıymetlerini, ehl-i temaşa ve tefekküre bildirmek
istemesine mukabil; en a’zamî bir surette cin ve inse, belki ruhanîlere ve
melaikelere de Kur’an-ı Hakîm vasıtasıyla rehberlik eden, yine bilbedahe o
zattır.

Hem şu kâinatın Hâkim-i Hakîm’i, şu kâinatın tahavvülatındaki maksat ve


gayeyi tazammun eden tılsım-ı muğlakını ve mevcudatın “Nereden? Nereye?
Ve ne oldukları?” olan şu üç sual-i müşkülün muammasını bir elçi vasıtasıyla
umum zîşuurlara açtırmak istemesine mukabil, en vâzıh bir surette ve en
a’zamî bir derecede hakaik-i Kur’aniye vasıtasıyla o tılsımı açan ve o
muammayı halleden, yine bilbedahe o zattır.

Hem şu âlemin Sâni’-i Zülcelal’i, bütün güzel masnuatıyla kendini zîşuur


olanlara tanıttırmak ve kıymetli nimetlerle kendini onlara sevdirmesi,
bizzarure onun mukabilinde zîşuur olanlara marziyatı ve arzu-yu İlahiyelerini
bir elçi vasıtasıyla bildirmesini istemesine mukabil, en a’lâ ve ekmel bir
surette, Kur’an vasıtasıyla o marziyat ve arzuları beyan eden ve getiren, yine
bilbedahe o zattır.

Hem Rabbü’l-âlemîn, meyve-i âlem olan insana, âlemi içine alacak bir
vüs’at-i istidat verdiğinden ve bir ubudiyet-i külliyeye müheyya ettiğinden ve
hissiyatça kesrete ve dünyaya müptela olduğundan, bir rehber vasıtasıyla
yüzlerini kesretten vahdete, fâniden bâkiye çevirmek istemesine mukabil; en
a’zamî bir derecede, en eblağ bir surette, Kur’an vasıtasıyla en ahsen bir
tarzda rehberlik eden ve risaletin vazifesini en ekmel bir tarzda îfa eden, yine
bilbedahe o zattır.
İşte mevcudatın en eşrefi olan zîhayat ve zîhayat içinde en eşref olan zîşuur
ve zîşuur içinde en eşref olan hakiki insan ve hakiki insan içinde geçmiş
vezaifi en a’zamî bir derecede, en ekmel bir surette îfa eden zat; elbette o
mi’rac-ı azîm ile Kab-ı Kavseyn’e çıkacak, saadet-i ebediye kapısını çalacak,
hazine-i rahmetini açacak, imanın hakaik-i gaybiyesini görecek, yine o
olacaktır.

Sâbian: Bilmüşahede şu masnuatta gayet güzel tahsinat, nihayet derecede


süslü tezyinat vardır. Ve bilbedahe şöyle tahsinat ve tezyinat, onların
Sâni’inde gayet şiddetli bir irade-i tahsin ve kasd-ı tezyin var olduğunu
gösterir. Ve irade-i tahsin ve tezyin ise bizzarure o Sâni’de sanatına karşı
kuvvetli bir rağbet ve kudsî bir muhabbet olduğunu gösterir. Ve masnuat
içinde en câmi’ ve letaif-i sanatı birden kendinde gösteren ve bilen ve bildiren
ve kendini sevdiren ve başka masnuattaki güzellikleri “Mâşâallah” deyip
istihsan eden, bilbedahe o sanat-perver ve sanatını çok seven Sâni’in
nazarında en ziyade mahbub, o olacaktır.
İşte masnuatı yaldızlayan mezaya ve mehasine ve mevcudatı ışıklandıran
letaif ve kemalâta karşı “Sübhanallah, Mâşâallah, Allahu ekber” diyerek
semavatı çınlattıran ve Kur’an’ın nağamatıyla kâinatı velveleye verdiren,
istihsan ve takdir ile tefekkür ve teşhir ile zikir ve tevhid ile berr ve bahri
cezbeye getiren yine bilmüşahede o zattır.

İşte böyle bir zat ki ‫ َالَّس َبُب َك اْلَفاِع ِل‬sırrınca bütün ümmetin işlediği hasenatın bir
misli, onun kefe-i mizanında bulunan ve umum ümmetinin salavatı, onun
manevî kemalâtına imdat veren ve risaletinde gördüğü vezaifin netaicini ve
manevî ücretleriyle beraber rahmet ve muhabbet-i İlahiyenin nihayetsiz
feyzine mazhar olan bir zat, elbette mi’rac merdiveniyle cennete, Sidretü’l-
münteha’ya, arşa ve Kab-ı Kavseyn’e kadar gitmek, ayn-ı hak, nefs-i hakikat
ve mahz-ı hikmettir.

İkinci Müşkül: Ey makam-ı istima’daki insan! Şu ikinci işkâl ettiğin hakikat


o kadar derindir, o kadar yüksektir ki akıl ona ne ulaşır ne de yanaşır; illâ nur-
u iman ile görünür. Fakat bazı temsilat ile o hakikatin vücudu, fehme takrib
edilir. Öyle ise bir nebze takribe çalışacağız.
İşte şu kâinata nazar-ı hikmetle bakıldığı vakit, azîm bir şecere manasında
görünür. Ve şecerenin nasıl dalları, yaprakları, çiçekleri, meyveleri vardır. Şu
şecere-i hilkatin de bir şıkkı olan âlem-i süflînin; anâsır dalları, nebatat ve
eşcar yaprakları, hayvanat çiçekleri, insan meyveleri hükmünde görünür.
Sâni’-i Zülcelal’in ağaçlar hakkında cari olan bir kanunu, elbette şu şecere-i
a’zamda da cari olmak, mukteza-yı ism-i Hakîm’dir. Öyle ise mukteza-yı
hikmet, şu şecere-i hilkatin de bir çekirdekten yapılmasıdır. Hem öyle bir
çekirdek ki âlem-i cismanîden başka, sair âlemlerin numunesini ve esasatını
câmi’ olsun. Çünkü binler muhtelif âlemleri tazammun eden kâinatın
çekirdek-i aslîsi ve menşei, kuru bir madde olamaz.

Madem şu şecere-i kâinattan daha evvel, o neviden başka şecere yok. Öyle ise
ona menşe ve çekirdek hükmünde olan mana ve nur, elbette yine şecere-i
kâinatta bir meyve libasının giydirilmesi, yine Hakîm isminin muktezasıdır.
Çünkü çekirdek daima çıplak olamaz. Madem evvel-i fıtratta meyve libasını
giymemiş. Elbette, âhirde o libası giyecektir.

Madem o meyve insandır. Ve madem insan içinde sâbıkan ispat edildiği


üzere, en meşhur meyve ve en muhteşem semere ve umumun nazar-ı
dikkatini celbeden ve arzın nısfını ve beşerin humsunun nazarını kendine
hasreden ve mehasin-i maneviyesi ile âlemi, ya nazar-ı muhabbet veya
hayretle kendine baktıran meyve ise Zat-ı Muhammediye aleyhissalâtü
vesselâmdır. Elbette kâinatın teşekkülüne çekirdek olan nur, onun zatında
cismini giyerek en âhir bir meyve suretinde görünecektir.

Ey müstemi! Şu acib kâinat-ı azîme, bir insanın cüz’î mahiyetinden halk


olunmasını istib’ad etme. Bir nevi âlem gibi olan muazzam çam ağacını,
buğday tanesi kadar bir çekirdekten halk eden Kadîr-i Zülcelal, şu kâinatı
“Nur-u Muhammedî”den aleyhissalâtü vesselâm nasıl halk etmesin veya
edemesin?

İşte şecere-i kâinat, şecere-i tûba gibi gövdesi ve kökü yukarıda, dalları
aşağıda olduğu için; aşağıdaki meyve makamından, tâ çekirdek-i aslî
makamına kadar, nurani bir hayt-ı münasebet var.

İşte mi’rac, o hayt-ı münasebetin gılafı ve suretidir ki: Zat-ı Ahmediye


aleyhissalâtü vesselâm, o yolu açmış; velayetiyle gitmiş, risaletiyle dönmüş
ve kapıyı da açık bırakmış. Arkasındaki evliya-i ümmeti, ruh ve kalp ile o
cadde-i nuranide, mi’rac-ı Nebevînin gölgesinde seyr ü sülûk edip
istidatlarına göre makamat-ı âliyeye çıkıyorlar.

Hem sâbıkan ispat edildiği üzere şu kâinatın Sâni’i, birinci işkâlin cevabında
gösterilen makasıd için şu kâinatı, bir saray suretinde yapmış ve tezyin
etmiştir. O makasıdın medarı, Zat-ı Ahmediye (asm) olduğu için kâinattan
evvel Sâni’-i kâinat’ın nazar-ı inayetinde olması ve en evvel tecellisine
mazhar olmak lâzım geliyor. Çünkü bir şeyin neticesi, semeresi; evvel
düşünülür. Demek vücuden en âhir, manen de en evveldir. Halbuki Zat-ı
Ahmediye (asm) hem en mükemmel meyve hem bütün meyvelerin medar-ı
kıymeti ve bütün maksatların medar-ı zuhuru olduğundan en evvel tecelli-i
icada mazhar, onun nuru olmak lâzım gelir.

Üçüncü Müşkülün o kadar geniştir ki bizim gibi dar zihinli insanlar, istiab
ve ihata edemez. Fakat uzaktan uzağa bakabiliriz.
Evet, âlem-i süflînin manevî tezgâhları ve küllî kanunları, avâlim-i
ulviyededir. Ve mahşer-i masnuat olan küre-i arzın hadsiz mahlukatının
netaic-i a’malleri ve cin ve insin semerat-ı ef’alleri, yine avâlim-i ulviyede
temessül eder. Hattâ hasenat cennetin meyveleri suretine, seyyiat ise
cehennemin zakkumları şekline girdikleri, pek çok emarat ve pek çok
rivayatın şehadeti ile ve hikmet-i kâinatın ve ism-i Hakîm’in iktizasıyla
beraber, Kur’an-ı Hakîm’in işaratı gösteriyor. Evet, zeminin yüzünde kesret o
kadar intişar etmiş ve hilkat o kadar teşaub etmiş ki bütün kâinatta münteşir
umum masnuatın pek çok fevkinde ecnas-ı mahlukat ve esnaf-ı masnuat,
küre-i zeminde bulunur, değişir; daima dolup boşalır.

İşte şu cüz’iyat ve kesretin menbaları, madenleri elbette küllî kanunlar ve


küllî tecelliyat-ı esmaiyedir ki o küllî kanunlar, o küllî tecelliler ve o muhit
esmaların mazharları da bir derece basit ve safi ve her biri bir âlemin arşı ve
sakfı ve bir âlemin merkez-i tasarrufu hükmünde olan semavattır ki o
âlemlerin birisi de Sidretü’l-münteha’daki cennetü’l-me’vadır. Yerdeki
tesbihat ve tahmidat, o cennetin meyveleri suretinde (Muhbir-i Sadık’ın
ihbarıyla) temessül ettiği sabittir. İşte bu üç nokta gösteriyorlar ki: Yerde olan
netaic ve semeratın mahzenleri oralardadır ve mahsulatı o tarafa gider.

Deme ki: Havaî bir “Elhamdülillah” kelimem, nasıl mücessem bir meyve-i
cennet olur?

Çünkü sen gündüz uyanık iken güzel bir söz söylersin, bazen rüyada güzel bir
elma şeklinde yersin. Gündüz çirkin bir sözün, gecede acı bir şey suretinde
yutarsın. Bir gıybet etsen murdar bir et suretinde sana yedirirler. Öyle ise şu
dünya uykusunda söylediğin güzel sözlerin ve çirkin sözlerin, meyveler
suretinde uyanık âlemi olan âlem-i âhirette yersin ve yemesini istib’ad
etmemelisin.

Dördüncü Esas

Mi’racın semeratı ve faydası nedir?


Elcevap: Şu şecere-i tûba-i maneviye olan mi’racın beş yüzden fazla
meyvelerinden numune olarak yalnız beş tanesini zikredeceğiz.
Birinci Meyve: Erkân-ı imaniyenin hakaikini göz ile görüp melaikeyi,
cenneti, âhireti, hattâ Zat-ı Zülcelal’i göz ile müşahede etmek; kâinata ve
beşere öyle bir hazine ve bir nur-u ezelî ve ebedî bir hediye getirmiştir ki şu
kâinatı, perişan ve fâni ve karmakarışık bir vaziyet-i mevhumeden çıkarıp, o
nur ve o meyve ile o kâinatı kudsî mektubat-ı Samedaniye, güzel âyine-i
cemal-i Zat-ı Ehadiye vaziyeti olan hakikatini göstermiş. Kâinatı ve bütün
zîşuuru sevindirip mesrur etmiş.
Hem o nur ve o meyve ile beşeri müşevveş, perişan, âciz, fakir, hâcatı hadsiz,
a’dası nihayetsiz ve fâni, bekasız bir vaziyet-i dalaletkâraneden o insanı o
nur, o meyve-i kudsiye ile ahsen-i takvimde bir mu’cize-i kudret-i
Samedaniyesi ve mektubat-ı Samedaniyenin bir nüsha-i câmiası ve Sultan-ı
ezel ve ebed’in bir muhatabı, bir abd-i hâssı, kemalâtının istihsancısı, halili ve
cemalinin hayretkârı, habibi ve cennet-i bâkiyesine namzet bir misafir-i azizi
suret-i hakikisinde göstermiş. İnsan olan bütün insanlara, nihayetsiz bir sürur,
hadsiz bir şevk vermiştir.

İkinci Meyve: Sâni’-i mevcudat ve Sahib-i kâinat ve Rabbü’l-âlemîn olan


Hâkim-i ezel ve ebed’in marziyat-ı Rabbaniyesi olan İslâmiyet’in –başta
namaz olarak– esasatını, cin ve inse hediye getirmiştir ki o marziyatı
anlamak, o kadar merak-âver ve saadet-averdir ki tarif edilmez. Çünkü
herkes, büyükçe bir veliyy-i nimet, yahut muhsin bir padişahının uzaktan
arzularını anlamaya ne kadar arzukeş ve anlasa ne kadar memnun olur.
Temenni eder ki: “Keşke bir vasıta-i muhabere olsa idi doğrudan doğruya o
zat ile konuşsa idim. Benden ne istiyor, anlasa idim. Benden onun hoşuna
gideni bilse idim.” der.
Acaba bütün mevcudat kabza-i tasarrufunda ve bütün mevcudattaki cemal ve
kemalât, onun cemal ve kemaline nisbeten zayıf bir gölge ve her anda
nihayetsiz cihetlerle ona muhtaç ve nihayetsiz ihsanlarına mazhar olan beşer,
ne derece onun marziyatını ve arzularını anlamak hususunda hâhişger ve
merak-âver olması lâzım olduğunu anlarsın.

İşte Zat-ı Ahmediye (asm) yetmiş bin perde arkasında o Sultan-ı ezel ve
ebed’in marziyatını doğrudan doğruya mi’rac semeresi olarak hakkalyakîn
işitip, getirip beşere hediye etmiştir.

Evet beşer, kamerdeki hali anlamak için ne kadar merak eder ki biri gidip,
dönüp haber verse. Hem ne kadar fedakârlık gösterir. Eğer anlasa ne kadar
hayret ve meraka düşer. Halbuki kamer, öyle bir Mâlikü’l-mülk’ün
memleketinde geziyor ki kamer, bir sinek gibi küre-i arzın etrafında pervaz
eder. Küre-i arz, pervane gibi şemsin etrafında uçar. Şems, binler lambalar
içinde bir lambadır ki o Mâlikü’l-mülki Zülcelal’in bir misafirhanesinde
mumdarlık eder.
İşte Zat-ı Ahmediye (asm) öyle bir Zat-ı Zülcelal’in şuunatını ve acayib-i
sanatını ve âlem-i bekada hazain-i rahmetini görmüş, gelmiş, beşere söylemiş.
İşte beşer, bu zatı kemal-i merak ve hayret ve muhabbetle dinlemezse, ne
kadar hilaf-ı akıl ve hikmetle hareket ettiğini anlarsın.

Üçüncü Meyve: Saadet-i ebediyenin definesini görüp, anahtarını alıp


getirmiş; cin ve inse hediye etmiştir. Evet, mi’rac vasıtasıyla ve kendi
gözüyle cenneti görmüş ve Rahman-ı Zülcemal’in rahmetinin bâki cilvelerini
müşahede etmiş ve saadet-i ebediyeyi kat’iyen hakkalyakîn anlamış, saadet-i
ebediyenin vücudunun müjdesini cin ve inse hediye etmiştir ki bîçare cin ve
ins, kararsız bir dünyada ve zelzele-i zeval ve firak içindeki mevcudatı, seyl-i
zaman ve harekât-ı zerrat ile adem ve firak-ı ebedî denizine döküldüğü olan
vaziyet-i mevhume-i can-hıraşanede oldukları hengâmda; şöyle bir müjde, ne
kadar kıymettar olduğu ve idam-ı ebedî ile kendilerini mahkûm zanneden fâni
cin ve insin kulağında öyle bir müjde, ne kadar saadet-aver olduğu tarif
edilmez. Bir adama, idam edileceği anda, onun affıyla kurb-u şahanede bir
saray verilse, ne kadar sürura sebeptir. Bütün cin ve ins adedince böyle
sürurları topla, sonra bu müjdeye kıymet ver.
Dördüncü Meyve: Rü’yet-i cemalullah meyvesini kendi aldığı gibi o
meyvenin her mü’mine dahi mümkün olduğunu, cin ve inse hediye getirmiştir
ki o meyve, ne derece leziz ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu bununla
kıyas edebilirsin. Yani her kalp sahibi bir insan; zîcemal, zîkemal, zîihsan bir
zatı sever. Ve o sevmek dahi cemal ve kemal ve ihsanın derecatına nisbeten
tezayüd eder, perestiş derecesine gelir, canını feda eder derecede muhabbet
bağlar. Yalnız bir defa görmesine, dünyasını feda etmek derecesine çıkar.
Halbuki bütün mevcudattaki cemal ve kemal ve ihsan, onun cemal ve kemal
ve ihsanına nisbeten; küçük birkaç lemaatın, güneşe nisbeti gibi de olmaz.
Demek, nihayetsiz bir muhabbete lâyık ve nihayetsiz rü’yete ve nihayetsiz bir
iştiyaka elyak bir Zat-ı Zülcelali ve’l-kemal’in saadet-i ebediyede rü’yetine
muvaffak olması, ne kadar saadet-aver ve medar-ı sürur ve hoş ve güzel bir
meyve olduğunu insan isen anlarsın.

Beşinci Meyve: İnsan kâinatın kıymettar bir meyvesi ve Sâni’-i kâinat’ın


nazdar sevgilisi olduğu, mi’rac ile anlaşılmış ve o meyveyi cin ve inse
getirmiştir. Küçük bir mahluk, zayıf bir hayvan ve âciz bir zîşuur olan insanı,
o meyve ile o kadar yüksek bir makama çıkarır ki kâinatın bütün mevcudatı
üstünde bir makam-ı fahir veriyor. Ve öyle bir sevinç ve sürur-u
mesudiyetkârane veriyor ki tasvir edilmez. Çünkü âdi bir nefere denilse: “Sen
müşir oldun.” Ne kadar memnun olur.
Halbuki fâni, âciz bir hayvan-ı nâtık, zeval ve firak sillesini daima yiyen
bîçare insana; birden ebedî, bâki bir cennette, Rahîm ve Kerîm bir Rahman’ın
rahmetinde ve hayal süratinde, ruhun vüs’atinde, aklın cevelanında, kalbin
bütün arzularında, mülk ve melekûtunda tenezzühe, seyerana ve cevelana
muvaffak olduğun gibi saadet-i ebediyede rü’yet-i cemaline de muvaffak
olursun denildiği vakit, insaniyeti sukut etmemiş bir insan, ne kadar derin ve
ciddi bir sevinç ve süruru kalbinde hissedeceğini tahayyül edebilirsin.

Şimdi makam-ı istima’da olan zata deriz ki:

İlhad gömleğini yırt, at. Mü’min kulağını geçir ve müslim gözlerini tak. Sana
iki küçük temsil ile bir iki meyvenin derece-i kıymetini göstereceğiz.

Mesela: Senin ile biz beraber bir memlekette bulunuyoruz. Görüyoruz ki her
şey bize ve birbirine düşman ve bize yabancı, her taraf müthiş cenazelerle
dolu, işitilen sesler yetimlerin ağlayışı, mazlumların vaveylâsıdır. İşte biz,
şöyle bir vaziyette olduğumuz vakitte; biri gitse, o memleketin padişahından
bir müjde getirse, o müjde ile bize yabancı olanlar ahbap şekline girse
düşman gördüğümüz kimseler, kardeşler suretine dönse o müthiş cenazeler,
huşû ve huzûda, zikir ve tesbihte birer ibadetkâr şeklinde görünse o yetimane
ağlayışlar, senakârane “yaşasın”lar hükmüne girse ve o ölümler ve o
soymaklar, garatlar terhisat suretine dönse kendi sürurumuz ile beraber,
herkesin süruruna müşterek olsak; o müjde ne kadar mesrurane olduğunu
elbette anlarsın.
İşte mi’rac-ı Ahmediyenin (asm) bir meyvesi olan nur-u imandan evvel, şu
kâinatın mevcudatı, nazar-ı dalaletle bakıldığı vakit; yabancı, muzır, müz’iç,
muvahhiş ve dağ gibi cirmler birer müthiş cenaze, ecel herkesin başını kesip
adem-âbâd kuyusuna atar. Bütün sadâlar, firak ve zevalden gelen vaveylâlar
olduğu halde, dalaletin öyle tasvir ettiği hengâmda; meyve-i mi’rac olan
hakaik-i erkân-ı imaniye nasıl mevcudatı sana kardeş, dost ve Sâni’-i
Zülcelal’ine zâkir ve müsebbih; ve mevt ve zeval, bir nevi terhis ve vazifeden
âzad etmek; ve sadâlar, birer tesbihat hakikatinde olduğunu sana gösterir. Bu
hakikati tamam görmek istersen İkinci ve Sekizinci Sözlere bak.

İkinci Temsil: Senin ile biz, sahra-yı kebir gibi bir mevkideyiz. Kum denizi
fırtınasında, gece o kadar karanlık olduğundan elimizi bile göremiyoruz.
Kimsesiz, hâmisiz, aç ve susuz, meyus ve ümitsiz bir vaziyette olduğumuz
dakikada, birden bir zat, o karanlık perdesinden geçip; sonra gelip, bir
otomobil hediye getirse ve bizi bindirse, birden cennet-misal bir yerde
istikbalimiz temin edilmiş, gayet merhametkâr bir hâmimiz bulunmuş,
yiyecek ve içecek ihzar edilmiş bir yerde bizi koysa ne kadar memnun oluruz,
bilirsin.
İşte o sahra-yı kebir, bu dünya yüzüdür. O kum denizi, bu hâdisat içinde
harekât-ı zerrat ve seyl-i zaman tahrikiyle çalkanan mevcudat ve bîçare
insandır. Her insan, endişesiyle kalbi dağdar olan istikbali; müthiş zulümat
içinde, nazar-ı dalaletle görüyor. Feryadını işittirecek kimseyi bilmiyor.
Nihayetsiz aç, nihayetsiz susuzdur.

İşte semere-i mi’rac olan marziyat-ı İlahiye ile şu dünya, gayet kerîm bir zatın
misafirhanesi, insanlar dahi onun misafirleri, memurları, istikbal dahi cennet
gibi güzel, rahmet gibi şirin ve saadet-i ebediye gibi parlak göründüğü vakit;
ne kadar hoş, güzel, şirin bir meyve olduğunu anlarsın.

Makam-ı istima’da olan zat diyor ki: “Cenab-ı Hakk’a yüz binler hamd ve
şükür olsun ki ilhaddan kurtuldum, tevhide girdim, tamamıyla inandım ve
kemal-i imanı kazandım.”
Biz de deriz: Ey kardeş! Seni tebrik ediyoruz. Cenab-ı Hak bizleri, Resul-i
Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın şefaatine mazhar etsin, âmin!
‫َالّٰل ُهَّم َص ِّل َع ٰل ى َمِن اْنَشَّق ِبِاَش اَرِتِه اْلَقَم ُر َو َنَبَع ِم ْن َاَص اِبِعِه اْلَم اُء َك اْلَك ْو َثِر َص اِح ُب اْلِم ْع َر اِج َو َم ا َزاَغ‬
‫ٰل ٰا‬ ‫ٰل ٰا‬
‫اْلَبَص ُر َس ِّيِد َنا ُم َحَّمٍد َو َع ى ِلٖه َو َاْص َح اِبٖه َاْج َم ٖع يَن ِم ْن َاَّو ِل الُّد ْنَيا ِا ى ِخ ِر اْلَم ْح َش ِر‬

‫ُسْبَح اَنَك اَل ِع ْلَم َلَٓنا ِااَّل َم ا َع َّلْم َتَٓنا ِاَّنَك َاْنَت اْلَع ٖل يُم اْلَح ٖك يُم‬

‫َر َّبَنا َتَقَّبْل ِم َّنا ِاَّنَك َاْنَت الَّس ٖم يُع اْلَع ٖل يُم ۞ َر َّبَنا اَل ُتَؤاِخ ْذ َٓنا ِاْن َنٖس يَٓنا َاْو َاْخ َطْاَنا ۞ َر َّبَنا اَل ُتِزْغ ُقُلوَبَنا َبْع َد‬
‫ِاْذ َهَدْيَتَنا ۞َر َّبَٓنا َاْتِمْم َلَنا ُنوَر َنا َو اْغ ِفْر َلَنا ِاَّنَك َع ٰل ى ُك ِّل َش ْى ٍء َقٖد يٌر‬

‫َو ٰا ِخ ُر َد ْعٰو يُهْم َاِن اْلَحْم ُد ِهّٰلِل َر ِّب اْلَع اَلٖم يَن‬

***

ON DOKUZUNCU VE OTUZ BİRİNCİ SÖZLERİN ZEYLİ

“Şakk-ı kamer” mu’cizesine dairdir

‫ِبْس ِم ِهّٰللا الَّرْح ٰم ِن الَّر ٖح يِم‬

‫ِاْقَتَرَبِت الَّس اَع ُة َو اْنَشَّق اْلَقَم ُر ۞ َوِاْن َيَر ْو ا ٰا َيًة ُيْع ِرُضوا َو َيُقوُلوا ِس ْح ٌر ُم ْسَتِم ٌّر‬

Kamer gibi parlak bir mu’cize-i Ahmediye (asm) olan inşikak-ı kameri,
evham-ı fâside ile inhisafa uğratmak isteyen feylesoflar ve onların
muhakemesiz mukallidleri diyorlar ki: “Eğer inşikak-ı kamer vuku bulsa idi
umum âleme malûm olurdu. Bütün tarih-i beşerin nakletmesi lâzım gelirdi.”
Elcevap: İnşikak-ı kamer, dava-yı nübüvvete delil olmak için o davayı işiten
ve inkâr eden hazır bir cemaate, gecede, vakt-i gaflette âni olarak
gösterildiğinden hem ihtilaf-ı metali’ ve sis ve bulutlar gibi rü’yete mani
esbabın vücuduyla beraber, o zamanda medeniyet taammüm etmediğinden ve
hususi kaldığından ve tarassudat-ı semaviye pek az olduğundan bütün etraf-ı
âlemde görülmek, umum tarihlere geçmek, elbette lâzım değildir.
Şakk-ı kamer yüzünden bu evham bulutlarını dağıtacak çok noktalardan
şimdilik beş noktayı dinle:
Birinci Nokta: O zaman, o zemindeki küffarın gayet şedit derecede inatları
tarihen malûm ve meşhur olduğu halde, Kur’an-ı Hakîm’in ‫َو اْنَشَّق اْلَقَم ُر‬
demesiyle şu vak’ayı umum âleme ihbar ettiği halde, Kur’an’ı inkâr eden o
küffardan hiçbir kimse, şu âyetin tekzibine, yani ihbar ettiği şu vakıanın
inkârına ağız açmamışlar. Eğer o zamanda o hâdise, o küffarca kat’î ve vaki
bir hâdise olmasa idi, şu sözü serrişte ederek gayet dehşetli bir tekzibe ve
Peygamber’in (asm) iptal-i davasına hücum göstereceklerdi.
Halbuki şu vak’aya dair siyer ve tarih, o vak’a ile münasebettar küffarın
adem-i vukuuna dair hiçbir şeyini nakletmemişlerdir. Yalnız ‫َو َيُقوُلوا ِس ْح ٌر ُم ْسَتِم ٌّر‬
âyetinin beyan ettiği gibi tarihçe menkul olan şudur ki: O hâdiseyi gören
küffar “Sihirdir.” demişler ve “Bize sihir gösterdi. Eğer sair taraflardaki
kervan ve kafileler görmüşlerse hakikattir. Yoksa bize sihir etmiş.” demişler.
Sonra sabahleyin Yemen ve başka taraflardan gelen kafileler ihbar ettiler ki:
“Böyle bir hâdiseyi gördük.” Sonra küffar, Fahr-i Âlem (asm) hakkında –
hâşâ– “Yetim-i Ebu Talib’in sihri semaya da tesir etti.” dediler.

İkinci Nokta: Sa’d-ı Taftazanî gibi eâzım-ı muhakkikînin ekseri demişler ki:
İnşikak-ı kamer; parmaklarından su akması umum bir orduya su içirmesi,
camide hutbe okurken dayandığı kuru direğin müfarakat-ı Ahmediyeden
(asm) ağlaması umum cemaatin işitmesi gibi mütevatirdir. Yani öyle
tabakadan tabakaya bir cemaat-i kesîre nakletmiştir ki kizbe ittifakları
muhaldir. “Hâle” gibi meşhur bir kuyruklu yıldızın bin sene evvel çıkması
gibi mütevatirdir. Görmediğimiz Serendip Adası’nın vücudu gibi tevatürle
vücudu kat’îdir, demişler. İşte böyle gayet kat’î ve şuhudî mesailde teşkikat-ı
vehmiye yapmak, akılsızlıktır. Yalnız muhal olmamak kâfidir. Halbuki şakk-ı
kamer, bir volkanla inşikak eden bir dağ gibi mümkündür.
Üçüncü Nokta: Mu’cize, dava-yı nübüvvetin ispatı için münkirleri ikna
etmek içindir, icbar için değildir. Öyle ise dava-yı nübüvveti işitenler için
ikna edecek bir derecede mu’cize göstermek lâzımdır. Sair taraflara
göstermek veyahut icbar derecesinde bir bedahetle izhar etmek, Hakîm-i
Zülcelal’in hikmetine münafî olduğu gibi sırr-ı teklife dahi muhaliftir. Çünkü
“Akla kapı açmak, ihtiyarı elinden almamak” sırr-ı teklif iktiza ediyor.
Eğer Fâtır-ı Hakîm inşikak-ı kameri, feylesofların hevesatına göre bütün
âleme göstermek için bir iki saat öyle bıraksa idi ve beşerin umum tarihlerine
geçse idi o vakit sair hâdisat-ı semaviye gibi; ya dava-yı nübüvvete delil
olmazdı, risalet-i Ahmediyeye (asm) hususiyeti kalmazdı veyahut bedahet
derecesinde öyle bir mu’cize olacaktı ki aklı icbar edecek, aklın ihtiyarını
elinden alacak, ister istemez nübüvveti tasdik edecek. Ebucehil gibi kömür
ruhlu, Ebubekir-i Sıddık gibi elmas ruhlu adamlar bir seviyede kalıp sırr-ı
teklif zayi olacaktı.

İşte bu sır içindir ki hem âni hem gece hem vakt-i gaflet hem ihtilaf-ı metali’,
sis ve bulut gibi sair mevanii perde ederek umum âleme gösterilmedi veyahut
tarihlere geçirilmedi.

Dördüncü Nokta: Şu hâdise, gece vakti herkes gaflette iken âni bir surette
vuku bulduğundan etraf-ı âlemde elbette görülmeyecek. Bazı efrada görünse
de gözüne inanmayacak. İnandırsa da elbette böyle mühim bir hâdise, haber-i
vâhid ile tarihlere bâki bir sermaye olmayacak.
Bazı kitaplarda: “Kamer, iki parça olduktan sonra yere inmiş.” ilâvesi ise ehl-
i tahkik reddetmişler. “Şu mu’cize-i bâhireyi kıymetten düşürmek niyetiyle,
belki bir münafık ilhak etmiş.” demişler.

Hem mesela o vakit, cehalet sisiyle muhat İngiltere, İspanya’da yeni gurûb;
Amerika’da gündüz; Çin’de, Japonya’da sabah olduğu gibi başka yerlerde
başka esbab-ı maniaya binaen elbette görülmeyecek. Şimdi bu akılsız
muterize bak, diyor ki: “İngiltere, Çin, Japon, Amerika gibi akvamın tarihleri
bundan bahsetmiyor. Öyle ise vuku bulmamış.” Bin nefrin onun gibi Avrupa
kâselislerinin başına…

Beşinci Nokta: İnşikak-ı kamer, kendi kendine bazı esbaba binaen vuku
bulmuş, tesadüfî, tabiî bir hâdise değil ki âdi ve tabiî kanunlarına tatbik
edilsin. Belki şems ve kamerin Hâlık-ı Hakîm’i, resulünün risaletini tasdik ve
davasını tenvir için hârikulâde olarak o hâdiseyi îka etmiştir. Sırr-ı irşad ve
sırr-ı teklif ve hikmet-i risaletin iktizasıyla, hikmet-i rububiyetin istediği
insanlara ilzam-ı hüccet için gösterilmiştir.
O sırr-ı hikmetin iktiza etmedikleri, istemedikleri ve dava-yı nübüvveti henüz
işitmedikleri aktar-ı zemindeki insanlara göstermemek için sis ve bulut ve
ihtilaf-ı metali’ haysiyetiyle; bazı memleketin kameri daha çıkmaması ve
bazıların güneşleri çıkması ve bir kısmının sabahı olması ve bir kısmının
güneşi yeni gurûb etmesi gibi o hâdiseyi görmeye mani pek çok esbaba
binaen gösterilmemiş.

Eğer umum onlara dahi gösterilse idi o halde ya işaret-i Ahmediyenin (asm)
neticesi ve mu’cize-i nübüvvet olarak gösterilecekti; o vakit risaleti, bedahet
derecesine çıkacaktı. Herkes tasdike mecbur olurdu, aklın ihtiyarı kalmazdı.
İman ise aklın ihtiyarıyladır. Sırr-ı teklif zayi olurdu. Eğer sırf bir hâdise-i
semaviye olarak gösterilse idi risalet-i Ahmediye (asm) ile münasebeti
kesilirdi ve onunla hususiyeti kalmazdı.

Elhasıl: Şakk-ı kamerin imkânında şüphe kalmadı. Kat’î ispat edildi. Şimdi
vukuuna delâlet eden çok bürhanlarından altısına (Hâşiye[1]) işaret ederiz.
Şöyle ki:
Ehl-i adalet olan sahabelerin vukuuna icmaı.

Ve ehl-i tahkik umum müfessirlerin ‫ َو اْنَشَّق اْلَقَم ُر‬tefsirinde onun vukuuna


ittifakı.

Ve ehl-i rivayet-i sadıka bütün muhaddisînin pek çok senetlerle ve muhtelif


tarîklerle vukuunu nakletmesi.

Ve ehl-i keşif ve ilham bütün evliya ve sıddıkînin şehadeti.

Ve ilm-i kelâmın meslekçe birbirinden çok uzak olan imamların ve


mütebahhir ulemanın tasdiki.

Ve nass-ı kat’î ile dalalet üzerine icmaları vaki olmayan ümmet-i


Muhammediyenin (asm) o vak’ayı telakki-i bi’l-kabul etmesi, güneş gibi
inşikak-ı kameri ispat eder.

Elhasıl: Buraya kadar tahkik namına ve hasmı ilzam hesabına idi. Bundan
sonraki cümleler, hakikat namına ve iman hesabınadır. Evet tahkik öyle dedi,
hakikat ise diyor ki:
Sema-yı risaletin kamer-i müniri olan Hâtem-i Divan-ı Nübüvvet, nasıl ki
mahbubiyet derecesine çıkan ubudiyetindeki velayetin keramet-i uzması ve
mu’cize-i kübrası olan mi’rac ile yani bir cism-i arzı semavatta gezdirmekle
semavatın sekenesine ve âlem-i ulvi ehline rüçhaniyeti ve mahbubiyeti
gösterildi ve velayetini ispat etti.

Öyle de arza bağlı, semaya asılı olan kameri, bir arzlının işaretiyle iki parça
ederek arzın sekenesine, o arzlının risaletine öyle bir mu’cize gösterildi ki
Zat-ı Ahmediye (asm) kamerin açılmış iki nurani kanadı gibi risalet ve
velayet gibi iki nurani kanadıyla, iki ziyadar cenah ile evc-i kemalâta uçmuş;
tâ Kab-ı Kavseyn’e çıkmış hem ehl-i semavat hem ehl-i arza medar-ı fahir
olmuştur.
‫َع َلْيِه َو َع ٰل ى ٰا ِلِه الَّص اَل ُة َو الَّتْس ٖل يَم اُت ِم َأْل اَاْلْر ِض َو الَّسٰم َو اِت‬

‫ُسْبَح اَنَك اَل ِع ْلَم َلَٓنا ِااَّل َم ا َع َّلْم َتَٓنا ِاَّنَك َاْنَت اْلَع ٖل يُم اْلَح ٖك يُم‬

‫ّٰل‬
‫َال ُهَّم ِبَح ِّق َمِن اْنَشَّق اْلَقَم ُر ِبِاَش اَرِتِه اْج َع ْل َقْلٖب ى َو ُقُلوَب َطَلَبِة َرَس اِئِل الُّنوِر الَّصاِدٖق يَن َك اْلَقَم ِر ٖف ى ُم َقاَبَلِة‬
‫َش ْم ِس اْلُقْر ٰا ِن ٰا ٖم يَن ٰا ٖم يَن‬

***

[1] Hâşiye: Yani altı defa icma suretinde, vukuuna dair altı hüccet vardır. Bu
makam çok izaha lâyık iken maatteessüf kısa kalmıştır.

Allah Resûlü kaç defa miraca


çıktı?
Soru: Miraç nedir? Peygamberimiz kaç defa miraca çıkmıştır?
Miraç, Efendimiz’in (aleyhissalâtü vesselâm) ubûdiyetine mükâfat olarak kulluk yoluyla
kazandığı vilâyetin arşiyesinden ibarettir. Allah, yeryüzünde insanlara mesajıyla gösterip
tanıttırdığı O Muallim-i Ekmel ve Erşed’i, Mele-i Âlâ’nın sakinlerine de göstermek için O’nu
oralarda dolaştırmış ve bütün semavî dairelerin sekenesiyle O’nu buluşturmuştur.

Evet, herkes O’nu hüsn-ü istikbal etmiş, melekler teşrifatçılık yapmış ve huriler O’na selâm
durmuştur. Yıldızlar kaldırım taşı gibi ayaklarının altına serilmiş, bineğiyle berk gibi bütün kevn ü
mekânı temâşâ edip tekrar harîm-i Kâbe’ye ve sine-i insaniyete dönmüştür. İşte miraç bu âlî
yolculuğun adıdır. Tasavvuf kitaplarında kavs-i uruc, kavs-i nüzul veya arşiye-ferşiye diye
velilerin ruhlarında ve gönüllerinde yaptıkları seyahat, Resûl-i Ekrem’in hayatında ruhuyla ve
cismiyle bu şekilde gerçekleşmiştir. Daha önce yer yer arz ettiğim için burada meselenin
keyfiyetindeki ihtilâfın teferruatına girmek istemiyorum.

Efendimiz’in kaç defa miraç yaptığı meselesine gelince, nakkâd-ı muhaddisîn, Allah Resûlü’nün
bir defa miraç yaptığını ifade etmektedirler. Ancak bazı meğâzî ve siyer yazarları, hâdisenin
içindeki küçük bir detaydan ve bir de vak’anın başlangıcındaki yer ihtilâfından ötürü “İki defa
miraç gerçekleşti.” demişlerdir. Hatta bazıları bunu beşe kadar çıkarmışlardır.

Aslında Efendimiz her an, Huzur-i Kibriyâ’ya yükselme yolunda olmuş ve her velinin ruhen
yaptığı miracın kat kat üstünde miraçlar yapmıştır. Ruhu ve cismiyle ‫(ُسْبَح اَن اَّل۪ۤذ ي َأْس ٰر ى ِبَع ْبِد ۪ه‬İsrâ
sûresi, 17/1)’yi temsil eden, ‫(ُثَّم َدَنا َفَتَد ّٰل ۙى ۝َفَك اَن َقاَب َقْو َس ْيِن َأْو َأْد ٰن ى‬Necm sûresi, 53/8-9) ile serfiraz
olan Hz. Muhammed’in (aleyhissalâtü vesselâm) bir tek miracı vardır ki, bu, O’nun için de,
ümmeti için de bir vesile-i iftihardır. Süleyman Çelebi’nin, “Ermedi Senden evvel gelen bu
devlete” sözüyle ifade ettiği gibi gerçekten hiç kimse o devlete erememiştir. Şimdi eğer diğer
miraçlar da söz konusu ise onlar velilerin miracının üstünde, ruhen Efendimiz’in “kâb-ı kavseyni
ev ednâ”ya irtika ve irtifaından ibarettir.

İnsanları müteaddit miraçların olduğuna sevk eden husus, ashab-ı kiram arasında Hz. Âişe ve Hz.
Muaviye gibi bazı kimselerin, miraç hakkındaki farklı mütalaaları olmuştur. Burada, Allah
Resûlü’nün ruhuyla miraç yaptığı iddiasına gelince, bu, “Miracı rüyada yaptı.” demek değildir.
Ruhuyla bir kısım veliler bile kendilerine göre ve kâmetlerine uygun miraçlar yapabilirler. Biz
buna ruhî tecrübeler içinde ruhî degajman diyoruz. Bu, ruhun bedenden infisali, trans hâlinde
ruhun pek çok yerde görülmesi ve pek çok meseleye müdahale edebilmesidir. Bugün
medyumlukla iştigal edenler bu işi çok iyi bilirler. Evet, burada ruhuyla miraç yaptı derken,
kastedilen rüya değildir.

Bazı kimseler, Efendimiz’in cismen değil ruhen miraç yaptığını söylemişlerdir. Buna delil olarak
da bazı muteber hadis kitaplarında geçen bir hadise dayanmışlardır. [1] Bu hadisin isnadında yer
alan ravi Şerik İbn Abdullah İbn Ebî Nümeyr, tâbiîn seviyesinde, hafız olmayan ve Müslim
tarafından “Hıfzında problem vardır.” denilerek cerhedilen bir zattır. [2] Bir başka rivayette Miraç
hâdisesi anlatırken, “Hatîm’de yatıyordum, geldiler melekler şöyle yaptılar, miraç yaptım,
uyandığımda kendimi Hatîm’de buldum.”[3] ifadesi geçtiği için “Efendimiz Hatîm’den hiç
ayrılmadı.” demişlerdir. Delil olarak gösterilen diğer rivayette ise Hz. Âişe, “Efendimiz’in
cesedini hiç kaybetmedim.”[4] demektedir. Bu hadisin doğru olması düşünülemez. Zira Efendimiz
Mekke’de miraç yaptı; Hz. Âişe o zaman Efendimiz’in döşeğinde değildi ki “Cesedini
kaybetmedim.” diyebilsin. Zira Hz. Âişe ile Efendimiz’in izdivacı Medine’de olmuştu.

Evet, bazıları “Miraç, Hatîm’de oldu.” demişler, bazıları ise Süleyman Çelebi’nin,
“Ümmühânî’nin evine döndü heman.” sözleriyle ifade ettiği gibi Allah Resûlü’nün amcasının kızı
Ümmühânî’nin evinden seyahat yapıp oraya döndüğüne dair rivayeti[5] esas almışlardır. Bazıları
buradan hareketle “Allah Resûlü iki miraç yaşamıştır. Miracın biri Ümmühânî’nin evinden
başlamış, ikincisi ise Hatîm’den başlamıştır. Miracın birisi ruhanî, diğeri ise cismanî olmuştur.”
şeklinde bir kanaat izhar etmişlerdir. Ancak hadis kritikçilerine göre bu mesele doğru değildir. [6]

Efendimiz’in ruh infisaliyle kat-ı meratip ettiğine dair ve Allah ile kavî şekilde münasebetini ifade
eden çok vak’alar vardır ve bunlar sayılamayacak kadar çoktur. Miraç meselesi bunlara
bağlanamaz. Muteber ve makbul hadis kitapları Allah Resûlü’nün cismi ve ruhuyla bir kere miraç
yaptığını söylemişlerdir. Diğerine de ihtimal vermenin yanında biz bu görüşe katılarak, “Allah
Resûlü bir kere miraç yapmıştır.” diyoruz.

[1] Buhârî, menâkıb 15, tevhid 37; Müslim, îmân 262.


[2] Bkz.: ez-Zehebî, el-Kâşif 1/485; İbn Hacer, Takrîbü’t-tehzîb 1/266. M. Zâhid el-Kevserî, ravi
Şerîk’in bu rivayette 12 vehmini ortaya koymuştur. Bkz.: el-Kevserî, Makâlât s.490.
[3] Buhârî, menâkıbü’l-ensâr 42; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/208.
[4] Bkz.: İbn İshak, es-Sîre 5/275; et-Taberî, Câmiu’l-beyân 15/16.
[5] Bkz.: İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 2/248; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 24/432.
[6] Bkz.: el-Aynî, Umdetü’l-kârî 15/25; Aliyyülkârî, Şerhu’ş-Şifâ 1/379-430.

Fethullah Gülen, Yeni Ümit, Nisan-Haziran 2003, Sayı 60. Kategori: Kavramlar.
Allah’ın Davetlisi Olarak
Miraç’a Yükseldi
Dünyada altından kalkılmaz gibi görünen ağır mükellefiyetler O'nunla tahfif edildi; O'nun
sayesinde ümmet sürçme, nisyan ve hatalardan muaf tutuldu. Afv ü azap O'nun ikliminde renk
değiştirdi ve her sîneye affedileceği ümidi düştü.

Gökler velîmesine çağrılan Hakk'ın özel davetlisi O'ydu; herkesin gözünü diktiği "Kâb-ı
Kavseyn"e uğrayıp geçen de yine O'ydu. "Sidretü'l-Müntehâ"nın misafiri olmak sadece O'na
bahşedilmiş bir mazhariyet, "Mâ zâga'l basaru vemâ tegâ" ("Peygamberin gözü şaşmadı ve sınırı
aşmadı" Necm, 17) mazmununca gördüğü şeyler karşısında başının dönmemesi, bakışlarının
bulanmaması da O'na lütfedilmiş özel bir temkindi. O, Âyetü'l-Kübrâ'nın kendi hususiyetleriyle
zuhûrunu müşahede etti, ama asla gözleri kamaşmadı; kamaşmadı ve bütün gök ehlince "müşârun
bi'l-benân" oldu. Cibril, ilk defa O'nunla, idrak edilmez bir gök yolculuğunda bir beşere arkadaş
ve hâdim oluyordu... Bu yolculukta aynı zamanda O, berklerin ışık hızını aşkın bir süratle fizik
âlemlerini aşarak fizik ötesine yürüyor ve görülmezleri görüyordu. "Sidretü'l-Müntehâ" ilk konak,
"Kâb-ı Kavseyni ev ednâ" idrakinde aklın pes ettiği bir zirve ve likâullah da idrak ufkumuzu aşan
bir mazhariyet.. bütün bunların kahramanı ise, (Şeyh Galip'in ifadesiyle) o Sultan-ı Rusül Şah-ı
Mümecced, bîçarelere devlet-i sermed, dîvân-ı ilâhîde ser-âmed, Ahmed ü Mahmud ü Muhammed
idi. O, gördü, gördüklerini gördürmek üzere aramıza döndü; duydu, gelip duyduklarını
ruhlarımıza duyurdu.. ve vicdanlarımıza Evvel ü Âhir'in, Zâhir ü Bâtın'ın esrarını fısıldadı.
Evvel'in en önemli remzi O, Âhir'in nurefşân aynası O, Ehadiyet-i Zâtiye ve Vahidiyet-i
Sıfâtiyenin en bülendâvâz davetçisi O; zât, sıfât ve esmâ bilgisinin en emin emanetçisi hakiki
insan-ı kâmil de O'ydu... O, taayyün-ü evvel'den Ahmed unvanıyla insanlık ufkunun muhaciri;
Mekke'den Muhammed namıyla Medine şehrinin misafiri; berzahtan Mahmud namıyla livâü'l-
hamdin mihmandarı ve bütün esmâ-yı şerifesiyle Cennet ve Cemalullah'ın perdedarı, ruhânî
âlemlerin feyiz kaynağı ve cismâniyet âleminin de asıl cevheriydi.

Fethullah Gülen. Kategori: Fasıldan Fasıla-4.

Efendimiz (s.a.s) miraca


cismaniyeti ile çıkmıştır
Miraç, Efendimizin (s.a.s) müberek cismaniyeti ile yaptığı ve netice itibariyle mucize olan kutlu
bir seyahattır. Miraç, Efendimiz'in (s.a.s) mübarek cismaniyeti ile yaptığı ve netice itibarıyla
mucize olan kutlu bir seyahattır. Bu kutlu seyahat, O'nun için de bizim için de her zaman bir
iftihar vesilesidir.

Daha önce, Rahmet Peygamberi'nin (s.a.s) yolculuğu ölçüsünde ve seviyesinde, hiç kimseye böyle
bir yolculuk müyesser olmamıştır. Evrensel bir nübüvvetle gönderilen Nebiler Serveri (s.a.s),
bütün enbiyâ-i izâmın cihetü'l-vahdetini câmi olması itibarıyla bu kutlu seyahatinde farklı farklı
sema tabakalarında bulunan enbiyanın hemen hepsinin bulunduğu makamdan geçerek onlarla
görüşmesi vb. gibi karakteristik bir çizgi takip etmesi yönüyle, böyle bir seyahat, hem ilktir hem
de son. Böyle olduğu içindir ki Hz. Cebrail, ayrı ayrı her sema kapısını çaldığında vazifeli melek,
O'ndan evvel kimseye açmamakla emrolunduğunu söylemiş ve Bu kapılar şimdiye kadar hiç
kimseye açılmadı.' demiştir.

Burada bahis mevzuu edilen 'gök kapısı', 'açılma' ve 'yol verme' gibi ifadeler, elbette ki bizim
anladığımızdan farklı şeylerdir. Dolayısıyla Cebrail'in (a.s) gök kapılarını Efendimiz'e (s.a.s)
açmasını yukarıya doğru yükselirken karşılarına çıkan bazı kapıların açılması şeklinde anlamak
avamca bir yaklaşımdır.

Evet, Hâtemu'l-Enbiya olan Efendimiz'den (s.a.s) önce, hiç kimseye açılmayan kapılar, ilk defa
O'na açılmıştır. Buradan hareketle, o kapıların Nebiler Serveri'nden (s.a.s) sonra da bazılarına
açılabileceği söylenilebilir. Ne var ki burada akla, 'Acaba Ümmet-i Muhammed diğer
peygamberlerden daha mı faziletli ki, kapılar kimseye açılmadığı hâlde onlara açılıyor?' şeklinde
bir soru gelebilir. Hemen şunu belirtmeliyim ki, peygamberin fazilet, üstünlük ve hususiyeti onun
peygamberliğine mahsustur ve herkes kendi miracı ile diğerlerinden farklıdır yani her peygamber
hissi, duyusu, anlayışı ve şuuru ile mazhar olduğu mertebenin eridir. Onun arkasındakiler ise, bu
yolculuğu velâyet kanatları ile gerçekleştirirler. Önemli olan, bu kutlu seyahati Hak'la münasebet
içinde ve halkla beraber bulunma espirisi içinde gerçekleştirmektir. İşte bu yönüyle, zatında diğer
insanlar enbiya-ı izama müsavi olmadıkları gibi onların yolculukları da peygamberlerin
yolculuklarına müsavi olamaz. Ne var ki İmam-ı Gazâlî, Muhyiddin b. Arabî, İmam-ı Rabbânî ve
Üstad Bediüzzaman gibi bazı yüce ruh ve selim fıtratların, Efendimiz'in (s.a.s) açtığı kapıdan,
O'nun arkasında yürüyerek hakikat-ı Ahmediyenin zılline ve cüz'iyetine ulaşmaları mümkün olur.

Fethullah Gülen. Kategori: Prizma.

Efendimiz'in (sas) miracını Kâbe'ye bakan yönüyle izah eder misiniz?


Cenâb-ı Hakk'ın isimlerinin, sıfatlarının veyahut Zâtî tecellilerinin varlıklarla irtibatı
düşünüldüğünde, her varlığın belli tecellilerle meydana geldiği anlaşılacaktır. İnsan, yaratılmışlar
arasında en şerefli varlıktır. İnsanlar arasından seçilen bilhassa büyük peygamberler ise, bütün
yaratılmışlar içinde husûsî tecellilere mazhar olmuş kullardır. Efendimiz (sas) de, bu
peygamberler arasında kaymak gibidir. Bu sebeple O'na kaymak', 'öz' ve 'hulâsa' mânâsına
'Mustafa' denmesi boşuna değildir. Hatta meleklerin Hz. Adem'e 'safiyyullah' demelerinin
sebebinin, Hz. Âdem'in ruhunda meknî ve zamanı geldiğinde zuhur edecek olan böyle bir saffet
olduğu da söylenebilir. Yani, Hz. Âdem Safiyyullah'dır; ama onu Safiyyullah yapan öz, daha
sonra meydana gelecek olan Hz. Muhammed Mustafa'dır (sas). O (sas), hadis diye meşhur olmuş
bir sözde şöyle anlatılır:

' ‫— َلْو َالَك َلْو َالَك َلَم ا َخ َلْقُت ْاَالْفَالَك‬Eğer sen olmasaydın varlığı yaratmayacaktım.' Sanki varlığın
yaratılış silsilesi ve bütün yaratıkların vasıflarının hulâsası, süzüle süzüle, özleşe özleşe
Efendimiz'de (sas) toplanmıştır.

Yine Nebiler Serveri, makam itibarıyla makam-ı cem'in sahibi olduğundan, bütün enbiyâ-i izâmın
vâris-i hâssıdır. O (sas), vazifeleri itibarıyla bütün enbiyâ-i izâma ait hususiyetleri şahsında
toplamış olup, kâinattaki onlara ait mânânın bir fihristidir. Bu itibarla İnsanlığın İftihar Tablosu,
'özün özü'dür. Bu hakikatten hareketle, 'O olmasa idi, kâinat da olmazdı.' denebilir.

Bir diğer açıdan, hakîkî mânâda kâinat ve onun gerçek yorumu Efendimiz'le (sas) anlaşılmış ve
O'nun tarafından anlatılmıştır. Eğer Allah Resûlü (sas), kâinatın mânâsını ve kâinat gerçeğini
anlatmasa, mânâlandırmasa ve yorumlamasaydı, kâinat mânâsız ve karışık bir kaostan ibaret
kalacaktı. Oysa kâinat, mebde'den müntehâya (başlangıçtan sona) kadar, belli bir gâyenin takip
edildiği bir silsileden ibarettir ve insanlık, bu hakikati de Efendimiz'in mübarek beyanlarından
öğrenmektedir. O'nun yorumuyla kâinat mânâsızlıktan kurtulmaktadır. O olmasaydı, kâinatın
yorumlanması da tam bir kaosa dönecekti.

Tasavvuf ehli, Yunan felsefesinde 'akl-ı evvel=ilk akıl' olarak isimlendirilen akılla Efendimiz
arasında, yani varlığa ille-i gâye, yani nihaî yaratılış gâyesi olan insan arasında şöyle bir
münasebet kurmuşlardır: Allah Rasûlü, mübarek bir beyanında 'Allah'ın ilk yarattığı şey benim
nurumdur.' buyurmuştur. Yaratılış silsilesinde on akıl tevehhüm edenlere göre ise ilk yaratılan
şey, akl-ı evveldir. Zira akıl, kâinattaki nizama esas teşkil edebilecek bir şeydir. Elbette kâinatı
hallaç edip, onun mânâsını ve derinliklerindeki hakikatleri ortaya çıkarıp değerlendirecek olan,
akıldır. Akıl olmayınca, diğer hususlar gibi kulluk mükellefiyetinin anlaşılması da mümkün
değildir. Öyle ise, aklın önemi inkâr edilemez. Ancak kâinatın sahih yorumu adına, insanlar içinde
yaratılıp seçilmiş olan insan, akıldan daha da önemlidir. Çünkü bu insan, Cenâb-ı Hakk'ın
icraatına esas teşkil edebilecek arşa, yani hükümlerini icra ettiği yere mukabil olarak yaratılmış ve
hususî tecellilerden meydana gelmiş önemli bir varlıktır. Dolayısıyla O'nun durumu, hiçbir zaman
tartışılmaz bir konumdadır.

Bu, tecellinin bir yanıdır. Tecellinin bir diğer yanı da, Kâbe'yle ilgili olanıdır. Zira Kâbe,
insanların kalblerinin vahdetini sağlayacak bir binadır ve insanların yanlış yere yönelmemeleri
için yapılmıştır. Fakat haddizatında Kâbe, arzın merkezinden Sidretü'l-Müntehâ'ya kadar, arz
yaratıldığından beri etrafında meleklerin tavaf ettiği muallâ bir yerdir. Orası bir tecelligâh-ı ilâhî
ve bir metâf-ı kudsiyândır. Bu, Kâbe'nin mülk yönüdür.

Mekke ise, Kâbe'nin zarfı gibidir. Mekke, böyle yüce bir mânâya zarf olması itibarıyla büyük bir
kıymet kazanmış ve mübarek bir yer olmuştur. Kâbe'yi sînesinde barındıran Mekke'ye gelişigüzel
'ana' denmemiştir. Kur'ân, onu doğrudan doğruya ' ‫— ُاُّم اْلُقَر ى‬Bütün beldelerin anası' olarak
isimlendirmiştir.[1] Çünkü, bütün beldelerin Kâbe ile bir göbek bağı vardır. Ve bütün beldelere
hükmedebilecek evrensel bir peygamber ancak Kâbe'de doğabilir. Dolayısıyla Kâbe gibi, Mekke
de metâf-ı kudsiyân olmuş, Hz. Adem'den bu yana bütün kudsîler hep oraya koşmuş ve onun
hariminde ölmek istemişlerdir. Ehl-i tahkikin keşif ve ifadelerine göre, insanların tavaf ettiği o
yerde yüzlerce peygamberin medfeni (kabri) vardır.

Bütün bunları şunun için arz ediyorum: Peygamber Efendimiz'in (sas) dünyaya teşriflerine mekân
olarak başka herhangi bir yerin rahm-i mâder olabilmesi mümkün değildir. Eğer Allah (cc) varlık
arasında en kudsî yer olarak Kâbe'yi görmüşse ve Beytullah binası da buna bir işaret ise, ayrıca
'Allah'ın baktığı yer orasıdır, Cenâb-ı Hakk'ın isim ve sıfatlarının halîtası buradadır.' denmişse,
şüphesiz Peygamber Efendimiz'in (sas) dünyayı şereflendireceği yer de, en mübarek 'Buk'a'
sayılan Kâbe olacaktır.

Evet, Nebiler Serveri'nin başka bir yerde doğması düşünülemez. O (sas), ancak Kâbe'nin rahm-i
mâderinde neş'et edebilir. Annesi bir başka yerde olsaydı bile, gelip O'nu Kâbe'de dünyaya
getirmeliydi. Çünkü, insanlar arasında bütün İlâhî isim ve sıfatların hareket ve odak noktası olan
Hz. Muhammed Mustafa'yı (sas), bütün bu isim ve sıfatların bir nokta-i mihrâkiyesi olan
Kâbe'den başka bir yer besleyemezdi. Allah Resûlü (sas), Kâbe'den 53 yaşında iken ayrılmıştır.
Kâbe, Nebiler Serveri'ni, her şeye rağmen bağrında besleyen bir ana gibidir. Ama o, mehîb ve
mehâfetli bir anadır. İhtimal onun böyle olması da, Efendimiz'in (sas), maruz kaldığı değişik
musibet ve belâlar karşısında metafizik gerilimini yitirmeden dayanması ve daha pek çok kabiliyet
ve istidatlarını inkişaf ettirmesi açısından büyük bir önem arz etmektedir.

Allah Resûlü (sas), Kâbe'yi görmüş, ondaki esrarı, âlem-i şehâdetteki bir insanın kabiliyet, istidat
ve zâhir-bâtın bütün hisleri ve tecessüsleri ile alabildiği kadar almıştır. Oysaki Kâbe'nin hakikati,
göklerin ötesinde, Sidretü'l-Müntehâ'dadır. Efendimiz'in (sas) miracı da Sidretü'l-Müntehâ ile
noktalanmıştır. Bir taraftan Nebiler Serveri (sas) Miraç'ta semaların eteklerini cevherlerle
doldurmuş, onlar da O'nunla şeref kazanmışlardır. Çünkü onlara, o güne kadar bekledikleri O
Dürr-i Yektâ'nın solukları ulaşmış ve onlara bir visal yaşatmıştır. Diğer taraftan Efendimiz (sas),
miraç esnasında değişik yerlere uğrayıp geçmiş, her yerde kendisine 'Top senin, çevkân senin.'
denmiş ve O, bu muhteşem istikballe gidip tâ Sidretü'l-Müntehâ'ya kadar yükselmiştir. Sidretü'l-
Müntehâ, O'nun için bile aşılmaz bir yerdir. Zira orası, insan ufkunu aşan bir hazîredir. Efendimiz
(sas) de nihayetinde diğer varlıklar gibi yaratılmış biridir.

Evet, Sidretü'l-Müntehâ'ya kadar Efendimiz'in (sas) geçtiği yerler, O'nunla şereflendirilmişlerdir.


Çünkü şimdiye kadar böylesine uzun bir yolculuk yapacak, Sidretü'l-Müntehâ'ya ulaşacak ve
bizzat Mütekkellim-i Ezelî'den kelâm ahzedecek dereceye hiç kimse yükselememiştir. Bu
meseleyi bir teşbih ile ifade edecek olursak, bir yönüyle Efendimiz (sas), kendisine analık yapan
Kâbe'den ayrılırken hüzünle ayrılmış, fakat diğer bir yönüyle de, Kâbe'ye 'Sen ayrı ben ayrı.'
diyerek, aralarındaki özdeşliğe karşı bir tavır koymuştur. Efendimiz (sas) Medine'deki o
muhteşem karşılanma merasimiyle de, Kâbe'den ayrılığın vermiş olduğu hüznüne teselli
bulmuştur. Medine, İnsanlığın İftihar Tablosu'na bağrını açmış, O da Kâbe için yaptığı gibi,
Medine için de dua etmiş ve orası da üns esintileri ile dolmuştur.

Ayrıca Efendimiz (sas), peygamberliğini sema ehline göstermek için bütün gökleri dolaşmış,
başta diğer peygamberler olmak üzere bütün gök halkı, Medinelilerin hicret esnasında Allah
Resûlü'nü 'Üzerimize ay doğdu...' diyerek karşıladıkları gibi, O'nu büyük bir coşku ile istikbal
etmişlerdir. Efendimiz, pek çok kapıdan geçmiş, kendisini karşılayanları, hattâ kendisine refakat
eden Cibrîl'i bile belli bir noktadan sonra geride bırakmış ve her şeye perdesiz, engelsiz ulaştığı
bir noktada Kâbe'nin Sidretü'l-Müntehâ'daki hakikati ile yüz yüze gelmiştir.

Allah Resûlü, mirâcı anlatırken, 'Öyle bir noktaya ulaştım ki, kader kalemlerinin cızırtılarını
duydum.' buyurmuştur. Efendimiz'in Sidretü'l-Müntehâ'da Cenâb-ı Hakk'ın cemalini kemmiyetsiz,
keyfiyetsiz, hâilsiz ve perdesiz bir şekilde müşahede etmesi de söz konusudur. Ayrıca O (sas),
enbiyâ-ı izâmı da ayniyet içinde müşahede etmiş, onlarla zaman üstü görüşüp konuşmuştur. İşte
İnsanlığın İftihar Tablosu, böyle bir buudda seyahatini yaparken, Kâbe'nin hakikati ile de
buluşmuş ve böylece kendisini besleyen anayı tanımış, onun elini öpmüş ve onunla denk hale
gelmiş veya onu aşmıştır. Bu, O'nun (sas) için hem anasına karşı bir hasret giderme, hem de o
terbiye ve edep insanına, terbiyesini ortaya koyma fırsatı, gök ehline de bu büyük vuslatı gösterme
merasimi idi. Bu şehrayinde belki de, bizim bilemediğimiz âlemlerde binlerce, yüz binlerce
şahaplar sağa sola saçılmıştır. Çünkü, yeryüzü yaratıldığı günden itibaren gökteki yıldızlar böyle
bir şehrâyine asla şahit olmamışlardır. Öyle ki o gece âdeta yıldızlar, kaldırım taşları gibi o Dürr-ü
Yektâ'nın ayaklarının altına serilmiştir. Evet, O'nun ruhunun vüs'ati ile mesele ele alınınca, zaten
bunu başka bir şekilde ifade etmek de mümkün değildir.

Allah (cc), Nebiler Serveri'ni değişik âyât u beyyinâtı ile arzdakilere anlatarak O'nun kim
olduğunu tespit ve tescil ettikten sonra, miraç mucizesi ile de gökler ehline tanıtmıştır. Miracın
başlangıcı, Allah Resûlü'nün kulluğuna terettüp eden bir ihsan ve ikramdır. Binâenaleyh,
başlangıç yönüyle miraca 'kerâmet' demek daha uygun olur. Öte yandan, Efendimiz (sas),
miracının nihâyetinde, yeniden ümmetinin arasına dönmesi yönüyle, peygamberlik mucizesinin
yanı sıra peygamberliği içinde bir velâyet yaşamış ve miraç bir yönüyle o velâyetin bir buudu
olmuştur. Ayrıca Nebiler Serveri, miraçtan, iman hakikatlerini görme, tatma ve başkalarına da
tattırma gibi peygamberliğini tasdik edici bir kısım semerelerle dönmüştür.

[1] Bkz. En'âm Sûresi, 6/92; Şuarâ Sûresi, 42/7

Fethullah Gülen, Sızıntı, Haziran 1994, Cilt 16, Sayı 185. Kategori: Kavramlar.
Kâbe ve Sidretü’l Münteha
İlişkisi
Kâbe, hepimizde ürperti hâsıl eden mehip dağ ve tepeler arasında daha çok filizlenmiş bir nilüfere
benzemesinin yanında, içinde varlığın esrârını taşıyan bir sır fanusu, Sidretü’l-Müntehâ’nın
izdüşümü veya gökler ötesi âlemlerin üsâresinden meydana gelmiş bir kristâl gibidir. İnsan o sır
fanusunun çevresinde şuuruyla döndüğü sürece, akıp dışarıya sızan dünya kadar gizli şeyler
hissettiği gibi, zaman zaman da, Sidretü’l-Müntehâ’ya kilitli bu prizmadan gökler ötesi âlemleri
de temâşâ eder.

Evet, hemen herkes, onun harîmine sığınır-sığınmaz, zaten ruhlarında mevcut olan his ve düşünce
enginliğinde daha bir derinleşerek Kâbe’yi, kendi varlıklarını ve Cenâb-ı Hakk’ın matmah-ı nazarı
bu iki unsurun birbirleriyle münasebetlerini düşüne düşüne, içlerine açılan bir kısım sırlı
kapılardan geçerek, o güne kadar tanımadıkları en mahrem dünyalara açılırlar. Elbette ki bu duyuş
ve bu seziş, bu mânâ ve bu ruh ancak, sağlam bir iman, mükemmel bir İslâmî hayat ve tastamam
bir ihlas ve yakîn birleşiminden hâsıl olacaktır. Yoksa, mücerret kalıpların hissesi kalıpların
çerçevesine bağlı kalacaktır.

Kâbe’deki bu derinlik ve bu zenginlik sayesinde oradaki hemen her şey, diğer zamanlarda
olduğunun üstünde, hac duygusuyla renklenince, bir başka ihtişam, bir başka mehâbetle tüllenir..
tüllenir de insan onun büyüsüne kapılarak, âdeta ışıktan bir helezonla, vuslata tırmanıyor gibi
döne döne yükselir ve özündeki bir câzibeyle gider Mabuduna ulaşır. Bu noktaya ulaşan ruhun
edâ ettiği tavaf namazı aynı şükür secdesi, içtiği zemzem de cennet kevseri veya vuslat şarabı
olur.

Fethullah Gülen. Kategori: Prizma.

Miraç
Miraç'tan döndüğünde Peygamber Efendimiz'in (s.a.s) yatağının daha
soğumamış olması konusu nasıl anlaşılmalıdır?
Her şeyden önce, Allah Resûlü'nün (s.a.s) miraçtan döndüğünde yatağının soğumadığını bildiren
rivayetler çok mevsuk değillerdir. Bazı rivayetlerde bu haberi veren kişinin Hz. Âişe (r.a)
validemiz olduğu bildirilmektedir ki, kaynaklarda miraç hâdisesinin, hicretten üç veya beş sene
evvel vukû bulduğu rivayet edildiğine göre Âişe validemizin bu teferruatı bizzat bilmesi mümkün
değildir; zira, Hz. Âişe validemiz hicretten bir sene sonra, yani kendi ifadesiyle yedi—sekiz,
İmam Şiblî'nin zorlamalı yorumları esas alındığında da onbeş yaşlarında evlenmiştir. Dolayısıyla
da o, Mirac-ı Nebevî esnâsında babasının evinde, henüz küçük bir çocuktur.

Ne var ki Hz. Âişe validemiz bu hâdiseyi, Allah Resûlü'nün (s.a.s) bir başka yaşlı hanımından,
meselâ Hz. Hatice Validemizden dinlemiş ve ondan nakletmiş de olabilir. Ancak miraç hâdisesi,
Hz. Hatice ve Ebû Talib'in vefatını müteakip vukû bulduğundan bu yaklaşım da sıhhatli
görünmemektedir. Başka bir rivayete göre de Nebiler Serveri (s.a.s), Hz. Ali'nin ablası Ümmühâni
validemizin evinde iken miraçla şereflendirilmiştir. Hz. Ümmühâni, Efendimiz'in amcasının kızı
olması itibarıyla nikah düştüğünden, o günün yüksek terbiye anlayışıyla, Hz. Ümmühâni'nin,
Efendimiz'in (s.a.s) yatağına elini sürüp sıcaklığını bildirmesini de ben inandırıcı bulamıyorum.

Yukarıdaki yaklaşımların keyfiyeti mahfuz, miraçtan döndüğünde Allah Resûlü'nün (s.a.s)


yatağının soğumamış olduğu haberinin, gerçek kabul edilmesinde de bir beis yoktur. Esasen
Efendimiz (s.a.s), mübarek cismi ile miraç yapmıştır. Ancak biz, Kur'ân-ı Kerim'in yaptığı gibi
sadece meseleye temas edip üzerinde fazla durmadan geçeceğiz.

Kur'ân'ı Kerim, mevzuyla alâkalı şöyle buyurur:

‫ُسْبَح اَن اَّلِذ ي َاْس َر ى ِبَع ْبِدِه َلْيًال ِم َن اْلَم ْس ِج ِد اْلَح َر اِم ِاَلى اْلَم ْس ِج ِد ْاَالْقَص ى اَّلِذ ي َباَر ْك َنا َح ْو َلُه‬
‫ِلُنِر َيُه ِم ْن آَياِتَنا ِاَّنُه ُهَو الَّس ِم يُع اْلَبِص يُر‬
"Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed)
kulunu Mescid-i Harâm'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya
götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir; O, gerçekten işitendir,
görendir." (İsrâ, 17/1)
Evvelâ şunu belirtelim ki, Kur'ân-ı Kerim'de geçen her tesbih sözü, esbâp yolu ile şirke girmeye
karşı bir tavrın ifâdesidir. Burada da sûre, tesbih lâfızlarıyla başlamakta ve ilk plânda açık—kapalı
şirke karşı bir tavır belirlenerek sebeplerin birer perde olduğu vurgulanmaktadır. Evet,
Efendimiz'in (s.a.s) miracı, hatta Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya seyahatı (isrâ) dahi
tamamen sebepler üstüdür. Dolayısıyla onun hızı, hayalin, ışığın ve ruhun süratiyle kıyas
edilmeyecek ölçüdedir.. evet o hızın keyfiyeti, ancak Allah'ın bilebileceği bir husustur.
Dolayısıyla o gece Allah Resûlü (s.a.s),

Sebepleri esvâb gibi sırtından attı


Müsebbibü'l-esbâbla miraç yaptı.
mısralarıyla ifade edildiği gibi tamamen sebepler üstü bir yolculuk yapmıştır. Ayrıca Cenâb-ı
Hak, İsra sûresine 'Sübhânellezî' beyanıyla başlamak suretiyle kullarına bir tembihte de
bulunmakta ve âdeta "Her şeyden önce şirki kafanızdan atın ve iyi bilin ki, bunu şu âlemlerin
nizam ve intizamını her an elinde tutan Allah (c.c), sebepleri, tabiatı ve eşyayı aşan bir güçle
gerçekleştirmiştir." demektedir.

İkinci husus, Allah Resûlü (s.a.s), böylesine gökler ötesi, aşkın bir yolculuğa çıktığında, O'nun
bütün iç buud ve derinlikleri harekete geçirilmiş ve O'na zaman ve mekân üstü bir yolculuk
yaptırılmıştır. Kâdı İyaz, Efendimiz'in mekânsızlıkla alâkalı hayretlerinden bir tanesini ifade
ederken, O'nun "Ayağımı nereye koyayım?" sorusuna, "Bir ayağını diğer ayağının üzerine koy."
denildiğini nakleder ki, bu da Kur'ân-ı Kerim'deki "Kâbe kavseyni ev ednâ" (Necm, 53/9)
hakikatiyle alâkalı tevcihlerden biri sayılan imkânla vücup arası mertebe demektir. Bunun mânâsı
şudur: Hz. Muhammed Mustafa'nın (s.a.s) ilâh olması mümkün değildir. Zira O, Allah'ın yüce bir
kulu ve şerefli bir peygamberi olmakla beraber netice itibarıyla yiyen, içen, uyuyan, yürüyen bir
insandır. Ne var ki bu Ufuk İnsan, Bûsayrî'nin de ifadeleriyle "Bir beşerdir, ama herhangi bir
beşer gibi değildir; O, taşlar arasında tıpkı yakut gibidir."

Evet, sıradan bir insan olmayıp, insanlık değerlerini aşan Efendimiz (s.a.s), şayet yüz binlerce
buudu ile açılmışsa, yani beyninin bütün fakülteleri ile her yere ulaşıp her konuşmayı bir anda
dinleyebilecek bir mertebeye ulaşmış ya da nûrâniyetiyle bin makamda birden bulunmuşsa, O'nun
miraca çıkıp geriye dönmesi için bir lâhza bile yetecektir. İşte bu açıdan bakıldığında O'nun
miraçtan dönüp yatağını sıcak bulması da gayet normaldir.

Fethullah Gülen, Zaman. Kategori: 2007 Kürsüleri.

Miraç hediyesi Namaz cemaatle


kılınmalıdır
Dinî vazifelerimiz arasında mutlaka yapmamız gerekli olan şeyler vardır. Bazen bunlardan biri
öne çıksa da, bu, diğerlerinin terk edilirliği manasına gelmez. Fakat bazen, zamanın ve şartların
durumuna, insanların dinî emirler karşısındaki tavırlarına göre, Enbiya-i İzam ve sonra da sahabe
efendilerimizden başlayarak her devrin mürşidleri, belli konuların üzerinde daha fazla durur; o
mevzuları her fırsatta hatırlatırlar.

Bir mesele hakkında o kadar çok hatırlatma ve tavsiyelerde bulunur; onun üzerine öyle
hassasiyetle titrerler ki, zannedersiniz, bir tek o mesele önemli, onun dışındaki hususlar talî şeyler.
Mesela, namazda tekâsül olduğu, insanların namaza karşı bir bıkkınlık ve tembellik tavrı
sergilediği bir dönemde hakiki mürşidler, "Namaz kılmayanın işi bitmiştir, onun diğer ibadet ve
iyilikleri de beyhûdedir." derler. Namaza şiddetle vurgu yapar, onun üzerinde ısrarla dururlar.
Ama bu, kat'iyen "oruç olmasa da olur, zekat verilmese ve hacca gidilmese de olur" manasına
gelmez.

Bu ibadetlerin hepsi farzdır, dinde hepsinin ayrı bir yeri vardır. Emr-i bi'l ma'ruf, nehy-i ani'l
münker vazifesi de, din-i mübîn-i İslam'a hizmet de bir farzdır ve onun da kendine göre bir yeri
vardır. Normal şart ve zamanlarda, bu ibadetlerin bazıları bazılarından üstündür. Mesela, Sahabe
efendilerimiz, namazı, imandan sonraki en önemli bir esas kabul etmiş ve onu gâye ölçüsünde bir
vesile seviyesinde görmüşlerdir. Ona, mü'minin miracı nazarıyla bakmışlardır. "İnsan ile küfür
arasında sadece namaz ya da namazı terk vardır." demişlerdir.. evet, onlara göre, küfürle insan
arasındaki biricik perde, namazın kılınması veya kılınmamasıdır. Namaz kılınmazsa, o perde
kalkar aradan.. insanın öbür tarafa, tehlikeli bölgeye geçmiş olma ihtimali hasıl olur. Düşmüş ve
kapaklanmış olma ihtimali belirir. İşte namaz o kadar önemlidir.

Hatta hem onlar ve hem de Üstad'ın talebelerine kadar daha sonraki devirlerde yaşayan hassas
ruhlar, namazın mükemmilâtından (tamamlayıcı unsurlarından) sayılan "namazı cemaatle kılma"
hususunda büyük bir titizlikle durmuşlardır. Cemaatle namaz kılmaya, "farz" ya da "farz-ı ayn"
demişler, çok az bir kısmı da "en azından vaciptir" hükmünü vermişlerdir. Bu meselede en esnek
davrananlar Hanefiler olmuş, onlar da "Sünnet-i müekkededir" demişlerdir. Ahmed bin Hanbel
Hazretleri'nin mezhebinin imamlarından bazıları, cemaatı namazın rüknü olarak görmüşlerdir.
Yani, onlara göre, cemaatle kılınmayan namaz, namaz değildir.

Fethullah Gülen, Sızıntı, Aralık 1996, Cilt 18, Sayı 215. Kategori: Kavramlar.

Mükâşefe-i Ayn ve Peygamber


Efendimizin Miracı
Mükâşefe-i ayn, ilâhî nurların, sâlikin kalb ufkunu aşarak, onun bütün letaifini ihata etmek
suretiyle bütünüyle duygularda hissedilip yaşanması mertebesidir.. tabir-i diğerle o, medlûlu
deliller üstü duymanın, zevketmenin ünvanıdır. Seyr-i ruhanîsinin mebdei olması itibarıyla, bu
mertebenin en büyük kahramanı olan Hz. Ruh-i Seyyidü'l-Enam (s.a.s), başta Miraç olmak üzere,
hayat-ı seniyyelerinin zirvelerinde, -O'nun hayatı hep zirvelerde geçmiştir- sürekli mükâşefeden
müşahedeye yürüyerek, her zaman esrâr-ı imanı duyup zevketmiş; cennet, cehennem, melekler,
hattâ kader kalemlerinin cızırtılarına kadar ötelerle alâkalı en sırlı şeylere muttali olmuş, sonra da
dönüp asliyet planındaki bu müşahedelerini, cüz'iyet ve zılliyet zeminindeki bendelerine armağan
ederek geçip gittiği kapıları aralık bırakmış; dahası, yürüdüğü yolları, kalplerdeki marifet
nurlarına göz kırpan reflektörler gibi ışığa açık işaretçilerle teminat altına almış ve gezip temâşâ
ettiği makamlarda; "Mâzağa'l-basaru vemâ tağâ" (Necm, 17) fehvasınca gözü kaymadan, bakışı
bulanmadan ve başı dönmeden dolaşmış, sonra da bu kevn ü fesadın dahasına tahammülü
olmadığı bir noktada, yolu da yolculuğu da arkasındakilere emanet ederek "Allahümme’r-
Refîke’l-A’lâ" deyip Rabbine yürümüştür. Arkadan gelen vefalı dostları da, bu mükâşefe yolunda,
sebepleri ve neticeleriyle miras aldıkları bu ruhanî seyahat ve temâşâyı sürdürmüş; his, müşahede
ve duygularında, yerinde keskin ve isabetli içtihadlarıyla, yerinde: "Yâ Sâriyetu'l-cebel el-cebel"
(Ebû Nuaym, Delâilü'n-Nübüvve 579) gibi boşalma ifade eden sözleriyle, yerinde: "Perde-i gayb
açılsa yakinim ziyadeleşmez" (Aliyyülkâri, el-Esrârü'l-Merfûa 193) türünden sır vermeleriyle ve
yerinde de: "Ümitvâr olunuz şu istikbal inkılabâtı içinde en yüksek ve gür sadâ İslâm'ın sadâsı
olacaktır" (Bediüzzaman, Sünûhat-Tuluât-İşârât 44) gibi bişâretleriyle seslendirmiş ve
mükâşefenin değişik televvünlerinden ne resimler ve ne mânâlar sunmuşlardır.!

Fethullah Gülen, Sızıntı, Temmuz 1994, Cilt 16, Sayı 186. Kategori: Kavramlar.

Namaz-Miraç İlişkisi
Abdest -ileride müstakillen ele alınıp işleme düşüncesi mahfuz- namaz yolunda ilk tembih ve en
birinci hazırlık; ezan ise -o da müstakillen anlatılmalı- ikinci uyarı ve önemli bir "metafizik
gerilim" yoludur. Abdestle, bedeni nâpâk şeylerden ve sezildik-sezilmedik menfîliklerden arınan
insan, ezanla vicdan ve tasavvurlarını dinler.. ilk kılacağı namazla da özündeki sesi-soluğu
bulmaya çalışır.. ve ancak cemaatle gerçekleştirilebilecek büyük hareketin startını beklemeye
koyulur.

İnsanı, arşiyeler gibi döndüre döndüre sonsuzluğun semâlarında dolaştıran ve götürüp tâ melekler
âlemine ulaştıran miraç enginlikli bu mübarek ibadet, günde beş defa kendimizi içine salıp
yıkanacağımız bir çay gibidir ki, her dalışımızda bizi hatalarımızdan bir kere daha arındırır; alır
ummâna taşır ve sürekli başlangıçla son arasında dolaştırır ki, bu da buutlarımız dışında bir
uhrevîleşme ve ebedîleşme teminâtı demektir.

Metafizik Âlemin Üveykleri ve Beklenen


Diriliş
HERKUL
KIRIK TESTİ
Metafizik Âlemin Üveykleri ve Beklenen Diriliş
April 19, 2015

Soru: İnsanın maneviyata ve metafizik âlemlere açılabilmesi hangi hususlara


bağlıdır?
Cevap: Bazı insanlar, maddiyatı her şey gördüklerinden dolayı manaya ve metafiziğe
karşı kapalı bir hayat yaşarlar. Bu kişilerin maneviyata kapalı kalmasında fıtratlarının
belli bir tesiri olsa da, asıl üzerinde durulması gereken husus onların bu konuda ciddi
bir azm u ceht ortaya koymamaları, iradelerinin hakkını vermemeleridir. Esasında
inanıyorum dese de, maddiyata gömülmüş, aklı gözüne inmiş insanlar, düşünceleri
ve kanaatleri itibarıyla kendi elleriyle kendilerini ciddi bir darlığa mahkûm etmiş
olurlar. Mesela onlar, değişik asırlarda yalan söylemeleri ihtimalinin olmadığı güvenilir
insanlar tarafından nakledilen binlerce diyebileceğimiz keramet türü hadiselere
inanmazlar. Hatta bazıları, rivayetlerin sağlamlığından dolayı kabul etmeye mecbur
kalsalar da mucizeleri bile kabul etmek istemez, onları kendilerince değişik tevillerle
maddi sebeplerle izah etmeye çalışırlar. Düşünce dünyalarını maddiyatla
sınırlandırmış bu kişiler zamanla eşya ve hadiselerin metafizik yönünü anlama istidat
ve kabiliyetlerini de köreltmiş olurlar. Bunun neticesinde eşya ve hadiselerin arka
yüzünü göremez, şer gibi görünen hadiselerin ihtiva ettiği hikmetleri kavrayamaz ve
te’vil-i ehadise vâkıf olamadıklarından dolayı da hadiselerin cereyanındaki değişik
manaları anlayamazlar.

Hadiselerin Arka Yüzü ve Hikmetin Dili

Hâlbuki hadiseler, meydana geliş keyfiyetleri itibarıyla tıpkı birer âyât-u beyyinât
(apaçık ayetler) gibi insanlar için farklı farklı manalar ihtiva eder. Fakat bunu
görebilmek için insanın, evvela hadiselere latife-i rabbaniyesiyle bakması ve terkipçi
bir kabiliyete sahip olması gerekir. Başka bir ifadeyle insan, şer’î emirleri olduğu gibi
tekvinî emirleri de bir kitap gibi okumalı, bütüncül bir nazarla hadiseler arasındaki
irtibatı yakalamaya gayret etmeli, sebep-sonuç münasebetlerini görmeye
çalışmalıdır. Recaizade M. Ekrem’in ifadesiyle,

“Bir kitabullah-ı âzamdır serâser kâinat,

Hangi harfi yoklasan mânâsı hep Allah çıkar.”

Bazı hadiseler rastlantıya verilecek olsa ve bunların meydana gelme ihtimalinin


yüzde bir olduğu söylense bile, bu tür hadiselerin alâkalı olduğu daha başka
hadiseler de işin içine dâhil edildiğinde ihtimal hesapları binde bire, milyonda bire ve
milyarda bire doğru düşmeye başlayacaktır. Şayet insan, hayatını süzerek yaşasa,
zihnine gelen, gözüne takılan, ihsas ve ihtisaslarına çarpan hadiseleri bütüncül bir
nazarla değerlendirmeye tabi tutsa bu hadiselerden ve bunlar arasındaki
bağlantılardan çok derin manalar çıkarabilecektir. Aynı şekilde insan, kâinatta zerre
kadar tesadüfe tesadüf edilmediğini her bir hadiseyle bir kez daha ayne’l-yakîn
müşahede edecektir. Fakat bazı felsefecilerin yaptığı gibi hadiseleri münferit
mütalaaya alacak olursa, o zaman da kâinattaki her bir harfin altında yatan Allah’a
iman mefhum ve mazmununu göremeyecektir.

Bu açıdan maneviyata açılması için insanın, iradesinin hakkını vermesi, hadiseleri iyi
süzmesi ve daha baştan hiçbir şeyin manasız olmadığına inanması gerekir. Öyle ki
insan elinden düşen ve kırılan bir bardağın bile “te’vil-i ehadis” açısından mutlaka bir
manasının olduğunu bilmeli ve o bardağın kırılmasının ifade ettiği mana ve mesajı
anlamak için üzerinde düşünmelidir. Fakat yanlış anlaşılmasın bu bakış açısı,
hadiseler karşısında tefe’ül ve teşe’ümlere girerek biriyle şımarma diğeriyle de
ümitsizliğe kapılma demek değildir. Bilakis her bir hadisenin kendi diliyle anlatmak
istediği bir mananın olduğunu kavrama demektir.
Metafizik Âlemlere Açılmanın Sırlı Anahtarı: Dua

Varlığın metafizik buudunu görebilmek için ikinci olarak insanın, ibadet ü taat yoluyla
nazarî olan bilgilerini derinleştirmeye çalışması gerekir. Hiç şüphesiz en önemli
ibadetlerin başında dua gelir. Çünkü o, Allah’a karşı halis bir ubudiyetin ad ve
unvanıdır. Dua, sebepler üstü bir ibadet olduğu için, insanı sebepler üstü ufka
ulaştırmada en önemli merdivendir.

Peki, insanın duada Allah’tan isteyeceği en önemli ve en büyük talebi ne olmalıdır?

‫ َاَّللُه َّم َاِج ْر َنا ِم الَّناِر َاْد ِخ ْلَنا اَجْلَّنَة َمَع اَاْلْب اِر‬diyor
Mesela biz, sabah akşam dualarımızda,
‫َر‬ ‫َو‬ ‫َن‬
ve Cehennem’den azat olma, Cennet’e kavuşma arzumuzu dile getiriyoruz.
Cehennem’den uzak kalma ve Cennet’e girme hakikaten bir insan için çok önemli
hadiselerdir. Fakat işin doğrusu insanın, bunlardan daha öte, istemesi gereken bir
talebi olmadır: O da, Allah’ı doğru bilmeyi ve hiçbir zaman O’ndan gafil olmamayı
taleptir.

Evet, insanın derin bir konsantrasyon ve şuurla dualarında elde etmek istediği en
yüksek gaye bu olmalıdır. Öyle ki insan ellerini kaldırdığında her defasında öncelikle
O’nun marifet ve rızasını istemeli ve bu isteğinde öyle ısrarcı olmalıdır ki, O’ndan
gelen letaifin, ellerinin içinde karıncalanma meydana getirdiğini duymalı ve âdeta bir
şeylerin yağdığını hissetmelidir. Tepeden tırnağa böyle bir gerilimi yakaladığında
insan gönlünü yırtarcasına, şakaklarını zonklatırcasına, “Allah’ım, imanımı,
marifetimi, muhabbetimi artır. İştiyakınla beni mest et. İçimi aşkınla doldur. Beni
yolunun delisi eyle.” demelidir.

Siz hele geceleri bir kalkın ve samimi bir kalble bin defa Allah’tan bunları isteyin.
Bakın o zaman Allah (celle celâluhû) nasıl fizik perdelerini yırtıyor, size yeni metafizik
ufuklar açıyor ve siz de Allah’ın izni ve inayetiyle ruh ötesi âlemlere muttali
oluyorsunuz. Unutmamak gerekir ki, kim bir şeyin arkasına düşer ve bu mevzuda
ciddiyet gösterirse, arzuladığı şey kendisine lütfedilir. Ellerini arkasına bağlayıp
müstağni bir tavırla “Veriyor musun, vermiyor musun!” diyen bir dilenciye kimse iltifat
etmez ve bir şey vermez. Aynen öyle de insanın duasının kabul edilmesi; Allah’a tam
bir teveccühle yönelmesine, başını O’nun eşiğine koymasına, ısrarla kapının
tokmağına dokunmasına ve dualarına icabet edileceğine inanmasına bağlıdır.

Fakat dua, mü’min için bu kadar önemli olmasına rağmen üzülerek ifade etmek
gerekir ki, günümüzde millet-i İslâmiyede en az alâka gören ibadet duadır. Maalesef
o, çoktan şekil ve formatlara feda edilmiş durumdadır. Hatta camilerdeki dualar bile,
ülfet ve gaflet ağında şekle kurban edilmiştir.

Bu ifadelerimizden, camileri ağzına kadar dolduran insanların yaptıkları ibadetlerin,


ettikleri duaların kabul edilmediği mânâsı çıkarılmamalıdır. Hâşâ ve kellâ! Allah (celle
celâluhû) en küçük ameli bile bir mü’minin lehinde değerlendirir ve zerre miktar dahi
olsa onu mükâfatlandırır. Fakat unutmamak gerekir ki, bir insan değer verdiği şeyin
kıymetiyle doğru orantılı olarak bir değer ifade eder. Siz dünyalık bir mala, bir köşke,
bir villaya değer veriyorsanız, kendi değerinizi ona bağlamış olursunuz. Cennet’e
değer veriyorsanız, Cennet kadar bir değeriniz olur. Fakat siz kulluğunuzu ve
isteklerinizi, Allah’ın aşk u iştiyakına bağlamışsanız, O, namütenahi olduğu için, siz
de namütenahi bir enginliğe ulaşırsınız.
Şayet siz, tesbih, tahmid ve tekbirlerinizle O’nu yüceltiyor, “Allah’ım kâinatın zerreleri
adedince Sana hamd ü senalar olsun.” diyerek bunu içinizde duyabiliyor ve O’nu her
anışınızda ürperiyorsanız, Allah nezdinde de yeriniz odur. Zira hadis-i şerifin
ifadesiyle, nezdinizde Allah’ın yeri ne ise, Allah nezdindeki yeriniz de odur. Bu
açıdan, sizin O’na ne kadar kıymet atfettiğiniz, O’nu ne kadar düşündüğünüz,
O’nunla ne kadar oturup kalktığınız, O’nu ne kadar hecelediğiniz ve O’nunla ne kadar
alâkadar olduğunuz çok önemlidir.

Metafiziğe Kapalı Değil, Kendini Metafiziğe Kapatan İnsan Vardır

Bir insan, bu ölçüde bir cehd ü gayret göstermeden de Allah ona ekstradan değişik
mazhariyetlerde bulunabilir. Bu ayrı bir meseledir. Fakat objektif ve esas olan ölçü,
insanın iradesinin hakkını vermesidir. Zira Cenâb-ı Hak; ‫َو َأْن َلْيَس ِلِإْل ْنَس اِن ِإاَّل َم ا‬
‫َس َعى‬ “İnsan için ancak sa’y u gayreti vardır.” (Necm sûresi, 53/39) buyurmuştur.
Mefhum-u muhalifiyle ifade edecek olursak âyetin manası “insana çalışmasının,
iradesinin hakkını vermesinin ve Allah yolunda koşmasının karşılığından başka bir
şey yoktur” demektir.

Bu açıdan, “Ben, metafizik mülâhazalara açılamıyorum. Misal âlemini bilmiyorum.


Hadiseleri bütüncül bir nazarla göremiyor, onlar arasında bir irtibat kuramıyor ve bir
senteze ulaşamıyorum.” diyen bir insan öncelikle, bu konuda yapılması gerekli olan
şeyleri yapıp yapmadığına bakmalıdır. Acaba böyle bir insan, farzları edadaki
dikkatinin yanında peşi peşine hiç aksatmadan kırk gün teheccüd namazına kalkmış
ve ardından alnını yere koyarak istenilmesi gereken hususları O’ndan istemiş midir?
Bunu yapmayan bir insanın, maneviyata verdiği değer de o kadar demektir.
Dolayısıyla bu şahsın maneviyat ufku da ona göre olacaktır. Öyleyse bazı kimselerin
maneviyata kapalı oldukları doğru olsa bile, onları bu kapalılığa Allah mahkûm
etmemiştir. Bilakis onlar kendi kendilerini maneviyata kapamışlardır. Daha doğrusu,
metafizik âlemlere açılma adına yapılması gerekenleri yapmadıklarından, bu
mevzuda iradelerinin hakkını vermediklerinden ötürü maneviyata kapalı kalmışlardır.

Soruda yer almasa da, son olarak, konuyla alakalı bir hususu ifade etmek istiyorum:
Başlamış olan ve şu an itibarıyla bütün yeryüzüne ümit vaad eden bu diriliş bezminin
devam etmesi ve oturtulacağı zemine oturtulması, maddi ve şer’î ilimlerle beraber
maneviyata ve metafiziğe açık yetkin insanların eliyle gerçekleşecektir. Evet, fizik ve
metafiziğin birleşik noktasında, bu âlemlerin gereklerini de yerine getirebilecek
donanımda irade insanları yetiştirebildiğiniz takdirde, Allah dostu olan ve O’nu her
şeye tercih eden o maneviyat kahramanlarının eliyle insanlık yeni bir bahara
uyanacak, dünyanın çehresi bir kez daha gülecek ve yeryüzü bir baştan bir başa yeni
bir dirilişe şahitlik edecektir.

Fethullah Gülen. Kategori: Fasıldan Fasıla-3.

Yakîne ulaşmak için


Y akîn, aksine ihtimal verilmeyen sağlam ve kesin bilgi demektir. Bakara sûresinde “Onlar
gayba inanır, namaz kılar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda infak ederler. Yine
onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene de iman ederler. Ayrıca ahiret gününe de
kesinkes inanırlar.” (Bakara sûresi, 2/3-4) denilerek, ibadet ü taat, yakîne ulaşmanın yolu olarak
gösterilmiştir. Demek ki, amel o menfezleri açacak biricik anahtardır ve onsuz yakîne ulaşmak da
çok zordur.

Evet, insan, madde ve mânâdan müteşekkildir. Onun gözleri bu dünyayı görmeye ayarlanmıştır.
Ama gözlerini kapattığında, basiret devreye girecek ve bununla suretten mânâya, resimden
muhtevaya, şekilden öze yönelebilecektir. Ancak buna ulaşmak için çok iyi inanmak gerekir.
Geride bıraktığımız yıllar, pozitivizmin ve rasyonalizmin altın yıllarıydı. Bunun hâlâ daha devam
ettiği de söylenebilir. Onun için bazılarımız çok çetin bir imtihan içinde sayılır. Bu imtihanların en
birincisi, yakîni elde etme yolunda mâneviyata inanmaktır. Evet, İslâm’ın ruhî hayatı olan
tasavvufun vâridâtına inanmayanların, yakîn buudunu yakalamaları zordur.. evet, onların, bu
kaynaktan gelen ilhamların bir şemmesini dahi duyamayacakları muhakkaktır. Çünkü ondan
istifade bir ölçüde onu kabule vâbestedir. Mesnevî-i Nuriye’de ifade edildiği gibi, Hak’tan gelen
nurların bir kısmı su gibi, bazıları ziya, bazıları da hava gibidir. Bu ilhamlar, herkese kendi
derecesine göre inkişaf eder. Bundan nasibi olmayan insanların kalblerinin itminana ermesi
mümkün değildir.[1]

Bu itibarla da, kitapların satırları arasında dolaşanları mânâya yönlendirmek icap edecektir.
Zannediyorum toplumun yeniden dirilişi de bir anlamda buna bağlı. Ayrıca bu işin genç yaşta
yapılması gerekir. Zira ileri yaşlarda öfke, nefret, adavet… insan tabiatının bir parçası hâline
gelmekte ve insanın mânâya karşı yönelmesine engel teşkil etmektedir. Tâvus İbn Keysan,
Üveysü’l-Karnî… gibi yakîn erleri yetiştirilmek isteniyorsa, yönlendirmenin erken dönemlerde
yapılması gerekir.

[1] Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye s.153 (Zühre, Onuncu Nota).

Fethullah Gülen. Kategori: Prizma.

Kâbe Hakikati
Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı Kerim'de: 'Allah, Kâbe'yi, o saygıya lâyık evi, haram ayı, hac kurbanını ve
(kurbanın boynuna asılan) gerdanlıkları insanların (maddî ve mânevî yönlerden) belini
doğrultmaya sebep kıldı..' (Mâide, 5/97) buyuruyor. Kâbe, bütün insanlara kıyam olma özelliğini
nereden alıyor?

Kur'ân-ı Kerim'de mastarlar, bazen sıfat gibi anlatılır. Meselâ; Âdil' değil de, 'Adl' denir. Yani o
kadar âdil ki, sanki adaletin ta kendisi. Yukarıdaki âyet-i kerimede de Kâbe ve diğer esaslar için
'kıyam' tabiri kullanılmıştır ki, bu kelime burada bir hususiyet arz eder. 'Kıyâm' kelimesi,
'kâme'den mastardır ve ayakta durmak veya bir şeyi ayakta tutmak demektir. Buna göre Kâbe,
küre-i arzı ayakta tutan bir 'amûd-i nûranî' ve onu bir peyk gibi güneş etrafında çeviren mânâ ve
ruh gücü demek olur. Zira yeryüzünde henüz Hz. Adem yokken o vardı. İbn-i Kesir'in, el-Bidâye
ve'n-Nihâye adlı eserinde naklettiğine göre, melekler bir defasında Hz. Adem'le muhavere
ederken, 'Sen henüz yaratılmadan biz burada çok tavaf ettik.' demişlerdi...

Evet, Kâbe hakikati, sadece etrafı taş duvarlarla çevrili mekân değildir; o, aynı zamanda yerle
göğü birbiriyle irtibatlandıran nurlu bir bağdır. Miraç'ta, Efendimiz'in gözünü, hiçbir şey değil,
arzın merkezinden semaların üstüne kadar yükselen ve Sidretü'l-Müntehâ ile noktalanan bu amûd-
i nûranî kamaştırmıştı. O, bu iltisak noktasında bütün güzellikleri farklı bir televvün içinde
görmüş ve âdeta bir yeşillikler banyosu yapmıştı. Zaten, her zaman melekler, bu renkler
cümbüşünü durmadan tavaf eder dururlar da, bir kere dönene bir daha sıra gelmez. İşte bu mânâda
Kâbe, tâ arzın merkezine kadar, yeryüzünde Sidretü'l-Müntehâ'nın bir izdüşümüdür. Bu yönüyle
mânâ âleminde Sidretü'l-Müntehâ ne ise, yeryüzünde veya madde âleminde de Kâbe odur ve
âdeta o, varlığın temel taşı gibidir. Eğer âlemler yeniden bir kere daha terekküp ve teşekkül
edecekse, bu mübarek 'buk'a' (mekân) zerrât-ı asliye mesabesinde varlığın yeniden teşekkül ve
tekevvünü için nüve olacak ve her şey onun üzerine örgülenecektir.

Ayrıca, evrensel bir dinin evrensel mesajları, ilk defa orada nâzil olmaya başlamıştır. Efendimiz
(sav), bir vesileyle, 'Ne diye kıskanıyorsunuz, Âişe'nin evinde bana vahiy geliyor?' buyurur.
Demek ki vahiy sağanağı da bazı yerleri daha fazla tutuyor. Öyle ise, Kâbe'nin de ayrı bir
hususiyeti var demektir ki, bu da 'göklerin ve hatta gökler ötesinin yerle irtibatı O'nunla
sağlanıyor' şeklinde anlaşılabilir. Cenâb-ı Hak, insanlık cemaatine, peygamberlikle insanın
peygamberliği temsil keyfiyetine bakarken sanki, Sidretü'l-Müntehâ-semalar-Kâbe (avamca
ifadesiyle bu gez-göz-arpacık) zâviyesinden bakar. Bu açıdan denebilir ki, nasıl Kur'ân bir
mânâda yeryüzünün kıyamı veya kayyimidir; her şey zahiren onunla ayakta durmaktadır; öyle de,
şayet yeryüzünde her şey ayakta ise, bu Kâbe'den dolayıdır. Belki bu yüzden Efendimiz (sav),
Kâbe'nin yıkılmasını kıyametin en önemli alâmetlerinden biri olarak görmektedir. Çünkü
Kâbe'nin yıkılması, yeryüzünde dinin, imanın kalmadığı anlamına gelmektedir ki ondan sonra
küre-i arzın ayakta kalmasının da bir mânâsı yoktur.

Yine bu açıdan, Kâbe'nin yeri ve şekli de çok önemlidir. Onun bu öneminden dolayıdır ki, bugüne
kadar Kâbe üzerinde en küçük değişikliğe izin verilmemiştir. Meselâ Efendimiz döneminde
Kâbe'den olduğu söylenen fakat imkan olmadığı için onun sınırları içine alınmayan Hatîm,
Abdullah İbn Zübeyr döneminde Kâbe içine alınınca, 'herkes kendine göre bir şekil verirse, Kâbe
hiç durmadan şekil değiştirir' gerekçesiyle Emevi döneminde tekrar yıkılarak eski haline irca
edilmiştir.

Diğer taraftan Kâbe, yeryüzünde gerçek cemaat mânâsına esas teşkil eden çok mübarek bir
mekândır. Müslümanlıkta her insan, ferdî Müslümanlığı ile kendi dinini yaşar ve belli ölçüde
Allah'ın rızasını kazanabilir. Ancak ferdî olarak elde edilebilecek bütün kazançlar hep kayıt ve
şartla ifade edilir. Yani bir mü'min, ferdî olarak Cenâb-ı Hakk'ın lütuflarına mazhar olabilir ve
cennete girebilir. Fakat kâmil mânâda Cenâb-ı Hakk'ın lütuflarına mazhariyet, ancak cemaatle
mümkün olabilmektedir. ‫' َيُد ِهللا َفْو َق َاْيِد يِهْم‬Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir.'; (Fetih, 48/10)
'Allah'ın eli cemaatle birliktedir.' sözleri, ilâhî inayetin, hıfzın, kelâetin cemaatle birlikte olduğunu
ifade eden çok önemli iki esastır. Dünyanın dört bir yanından bütün insanlar, Kâbe'ye doğru
yönelirken, hep birlikte aynı noktaya yönelmiş olmanın kazandırdığı bir cemaatleşme şuurunu
yaşarlar. Bu ise, çok önemlidir; Üstad bir yerde, şüphe ve tereddütlere karşı o yöne yönelmenin
insanda nasıl bir duygu hâsıl ettiğini ifade sadedinde: 'Nasıl ben şu anda Kâbe'ye yöneliyorum;
benimle birlikte dünyanın dört bir yanından o ebedî mihraba yönelen milyonlarca insan var ve
bunların içinde yüzlerce veli, asfiyâ, ebrar da var.' der ve bu düşüncelerin insandaki bir kısım
vehimleri izale edeceğini söyler. Bunu, hakka'l-yakîn olarak bizzat yaşadığımı söyleyebilirim;
şöyle ki, bir kısım vesveselerin dimağıma hücum ettiği bir anda, kendi kendime: 'Senin
bulunduğun şu saf, Kâbe'nin etrafında bir halka teşkil ediyor. Onun arkasında ayrı bir halka, onun
arkasında ayrı bir halka.. ve bu halkalar küre-i arzın son noktasına kadar devam ediyor. Kim bilir
bu safların arasında ilâhî esrara açık nice insanlar var ki sen onların eline su bile dökemezsin.'
dedim ve üzerimdeki bütün o vehimlerden sıyrıldım. Evet, esas bu yönüyle de Kâbe, âdeta mânevî
iplerle insanları birbirine bağlayan bir kuvvettir ve Cenâb-ı Hak onu insanlar için bir kıyam
noktası kılmıştır denebilir.

Burada arz etmeyi düşündüğüm diğer bir nokta, esas şer'î tarifi içinde Kâbe'nin, bir kısım
menâsikin (ibadetlerin) yerine getirilmesi için, şeâire esas teşkil etsin diye vaz'edilmiş bir yer
olduğu hususudur. Hac menâsikinin, -imamlar arasında ihtilaflı olsa da- üç esası vardır; bunlardan
biri de Kâbe'yi tavaftır. Bu açıdan hem Müzdelife'de durmak, hem Mina'da şeytan taşlamak, hem
de Arafat'ta bulunmak sanki Kâbe'nin etrafında bir dantela gibi örülmüş tâlî nakışlar gibidirler.
Biz, âdeta her şeyi o amûd-i nûranîye iliştirerek, kulluğumuzu bir dantela gibi örgüleriz. Bu
açıdan da hac farîzası, Kâbe etrafında örgülenen bir ibadet nakşı gibidir.

Bilindiği gibi hac ibadeti, Müslümanlar arasında yapılan yıllık bir kongre ve bir kurultay niteliğini
taşır. Bu kongrede, eda edilmesi gerekli ibadetlerin yanında, gözetilmesi gerekli olan meseleler
gözetilemediğinden, yeryüzünde tam bir İslâmî heyetin oluştuğu söylenemez; söylenemez çünkü
hac farîzası için dünyanın değişik yerlerinden gelen insanlar, Arafat'ta, Müzdelife'de, Mina'da bir
araya gelip vazifelerini yaptıkları gibi, âlem-i İslâm'ın kaderini düşünerek evrensel bir kongre
akdediyor şuurunda bulunsalar bu kıyamın çok önemli esaslarından birini daha yerine getirmiş
olacaklar. Bir yerde Üstad'ın da ifade ettiği gibi, namazın, orucun, zekatın belli bir dönemde
aksatılmasından dolayı, beş-altı yıl cephelerde açlığın, susuzluğun, yoksulluğun sefaletini
yaşamanın yanında, birliğimizin çok önemli bir vesilesi sayılan haccı gerektiği gibi
değerlendiremediğimizden dolayı da, dağınıklığa düşmüş ve devletler arası muvazenede
bulunmamız gerekli olan konumda bulunamamışızdır. Oysa Cenâb-ı Hak, bu kudsî mekânı âdeta
bütün insanlığın kıyamı için çok önemli bir esas olarak vaz'etmiştir. İmam Rabbânî'ye mensup
önemli bir kutbun bu mevzudaki hususî bir tespiti vardır. Şöyle ki o zat, Kâbe'yi tavaf ederken,
dünyada olan isyanlardan ötürü Kâbe'nin temessül edip yükseldiğini görür. O, kendi kendine: 'Bu
insanlar artık Allah'a lâyıkı ile kulluk yapmıyorlar; bu yüzden ben de mebdeime yükseliyorum.'
der ve yükselmeye durur. Bu büyük zat, Kâbe'nin eteklerine yapışır ve etme eyleme diye
ağlamaya başlar.. derken ilâhî atâ, kazâ'nın önüne geçer ve her şey olduğu gibi kalır. Evet, Kâbe
tavafla, yani kendi hilkati ile alâkalı mânâyı bulamayınca, ‫'ُك ُّل َش ْي ٍء َيْر ِج ُع ِإَلى َأْص ِلِه‬Her şey aslına
döner' fehvâsınca, kendi aslına avdet edecektir. Bu yüzden de eğer âlem-i İslâm için bir kıyam söz
konusu ise, evvela Kâbe'nin kendi değer ve kendi kriterleri ile yeniden duyulmasına,
hissedilmesine ve değerlendirilmesine ihtiyaç vardır.

Hâsılı; İslâm evrensel ve âlemşümul bir dindir. Herkes daha doğarken mahiyeti ile İslâm'a
yönelmeye, O'nu anlayıp yaşamaya ve temsil etmeye müsait olarak yaratılmıştır. Dolayısıyla bu
davet, herkese açık bir davettir. Bu yüzden Cenâb-ı Hak, Hz. İbrahim'e:

‫' َو َاِّذ ْن ِفي الَّناِس ِباْلَح ِّج َيْاُتوَك ِرَج اًال َو َع َلى ُك ِّل َض اِم ٍر َيْاِتيَن ِم ْن ُك ِّل َفٍّج َع ِم يٍق‬İnsanlar arasında haccı ilan et ki, gerek
yaya olarak, gerekse nice uzak yoldan gelen yorgun argın develer üzerinde sana (Kâbe'ye)
gelsinler.' (Hac, 22/27) buyurmaktadır. Görüldüğü gibi bu davet, İslâm'ın âlemşümul derinliğine
uygun olarak, sadece inananlara değil, 'nâs' tabiriyle bütün insanlığa yapılmıştır. Şayet insanlar
şartlanmışlıktan başlarını kaldırıp bu rehbere kulak verselerdi, bu sesi duyacak ve dünyanın dört
bir yanından koşarak oraya geleceklerdi. Buna siz vicdandaki 'nokta-i istinad' ve 'nokta-i istimdad'
nazarı ile bakıp, meseleyi Bergson'un sezgisi şeklinde anlayabilirsiniz. Çünkü vicdan yalan
söylemez. Ya da acz ve zaafınızın dili ile bir Kudreti Sonsuz'a ihtiyacınız açısından bunu
duyabilirsiniz. Siz, böyle bir ihtiyaç tezkeresi ile müracaata hazırlandığınızda, kulaklarınızda
birdenbire bu sesin tınladığını duyacaksınız. Milyonlarca insanın bu davete icabet etmesinde bu
sesin tesirinin çok büyük olduğu kanaatindeyim. Kâbe'nin bütün insanlığın kıyamı olma özelliğini
de işte burada aramak gerekir.
Fethullah Gülen. Kategori: Kalbin Zümrüt Tepeleri.

Yakîn
Yakîn, şekten, şüpheden kurtulmak; doğru, sağlam ve kesinlerden kesin bir bilgiye, hem de
herhangi bir tereddüt ve kuşkuya düşmeyecek şekilde ulaşmak ve o bilgiyi rûha mâl etmek
demektir. Yerinde îkân, istîkân ve teyakkun da diyeceğimiz yakîn, mârifet yolcusunun ruhânî
seyahatinde yükselip yaşadığı mânevî bir makamdır. Böyle bir makam, derece, mertebe, terakkî
ve inkişâfa açık varlıklar için sözkonusudur. İçinde derece ve mertebelerin bulunmadığı, kendisi
için inkişâf ve terakkînin de bahis mevzuu olmadığı ilm-i ilâhî için yakîn kat'iyen söz konusu
değildir. Bir kere ilâhî isimler tevkîfîdir.. ve gaybın lisân-ı fasîhi Hz. Şâri' (s.a.s) tarafından -tabiî
kendisine verilen vâridat ölçüsünde- nelerden ibaret olduğu bildirilmiştir ama, bunlar arasında,
yakîne kaynaklık yapabilecek "mûkin" diye bir isme rastlanmamaktadır. Sâniyen yakîn, şek,
şüphe, tereddüt şânından olan nesneler hakkında kullanılır; Zât-ı Ulûhiyet ise bunlardan münezzeh
ve müberrâdır.
Hakikat ehlince yakîn; iman esaslarını ve bilhassa, imanın kutb-u a'zamını, aksine ihtimal
vermeyecek şekilde bilmek, kabullenmek, duyup hissetmek ve onun insan benliğiyle bütünleştiği
irfan ufkuna ulaşmak demektir. Onu, imanda delil ve bürhanları aşarak, "latîfe-i rabbâniye"
yoluyla gaybları müşâhede, eşyânın perde arkasını murâkabe ve sırları muhafaza şeklinde de tarif
etmişlerdir. Ona, bütün bilgi kaynaklarını, bütün müşâhede ve murâkabe yollarını kullanarak
varılan noktalar ötesi nokta -ki, o nokta bir yönüyle intihâ, diğer yönüyle de ibtidâ sayılır- demek,
zannederim daha uygun olur. O noktaya ulaşan hakikat eri, sık sık sonsuza yelken açar.. kalben
miraca, rûhen ‫" َم ا َز اَغ اْلَبَص ُر َو َم ا َطَغى‬Ne göz kaydı ne de haddi aştı."[1] ufkuna ulaşır.. pâr pâr
yanan ilâhî tecelliler kehkeşânları arasında seyahat eder ve "âyetü'l-kübrâ"yı heceleyecek lisân,
görüp duyacak sem' u basarla taltif edilir. Yani sonsuzluk yolcusunun kâinat kitâbını sistemli
mütâlaası, eşyâyı tekrar-ber-tekrar hallaç etmesi neticesinde, büyük-küçük her varlık üzerinde,
Allah'a mahsus taklit kabul etmez sikke ve tuğraların ifâde ettikleri mânâlara.. âfâkta ve enfüste
müşâhedesine takdim edilen ibret levhalarını seyr ede ede ulaşılmaz perde arkası sırların
inkişâfına.. hayatını ilhamların tılsımlı ve aydınlık ikliminde sürdüre sürdüre insânî güçle
aşılamayan ve ihâta edilemeyen "kenz-i mahfî"nin tenezzül dalga boyuyla kalbde tecellisine.. ve
bu kaynaklardan süzülüp gelen ışık dalgaları mahiyetindeki vâridâtı göz, kulak ve diğer lâtîfelere
hem de hiç kırmadan, değiştirmeden aksettiren vicdan menşûrunun iş'âr ve işâretlerine âşina
olması, duyup hissetmesi, zevkedip tatmasıdır ki, ancak, çok hususî mânâda Allah'a yakın
olanların lütuflandırılacakları bir mazhariyettir.

Yakînin en azı bile, kalbi nurlarla dolduracak, tereddüt sis ve dumanlarını silip süpürecek ve
insanın iç dünyasında, sevinç, itminân ve revh u reyhân esintileri meydana getirecek kadar
güçlüdür. Hz. Zünnûn'un da dediği gibi; yakîn, kalbi ebediyet arzusu ve sonsuzluk emeliyle
coşturur. Bu yüksek duygu ise, insanda zühd düşüncesini uyarır ve geliştirir.. zühd yamaçları,
hikmete açık düşünce kuşaklarıdır.. zühdle kanatlanıp hikmete ulaşan ruh, benliğine âkıbet
mülâhazasını perçinler ve hâkim kılar.. ukbâ mülâhazasıyla oturup kalkanlar ise, halk içinde
olsalar dahi hep Hak'la beraberdirler.

Yakînin başlangıcı, perde aralanması berzâhı, iki adım ötesi mükâşefe -kalbin ilâhî tecellilerle
doygunluğa ulaşıp, şüphe, tereddüt ve bütün kuşkulara kapanması ki; bu noktaya ulaşanlardan
bazıları: "Perde açılsa yakînim ziyâdeleşmez."[2] demişlerdir- eşyânın hakikatinin renkler ve
keyfiyetler üstü tüllendiği bu iklimden iki soluk sonrası da müşâhede -gözle görülmemişler,
kulakla işitilmemişler ve insan tasavvurlarını aşan- mevhibeler âleminde seyahat ufkudur.
Yakîn, mebde itibarıyla kesbî, müntehâ ve netice itibarıyla da bedîhî, lutfî -kesbî sözüyle, Ehl-i
Sünnet imamlarının, eğilim ve eğilimdeki tasarruf dedikleri cüz'î irâde ve onun taallukunu
kastediyorum- ve mutlaka mârifet vizelidir. Mârifet; bakış zâviyesi, isabetli nazar, dupduru niyet
ve sâlikin delillerle buluşup tanışmasına, Allah ihsânının iktirân etmesiyle meydana gelir,
billûrlaşır, benliğin bütün derinliklerini aydınlatır.. derken dört bir yandan insan rûhuna ışıklar
yağmaya başlar.. varlığın her ufkunda peşipeşine şafaklar sökün eder.. maşrıkların yanında
mağribler de ağarır ve istidâdına göre her fert, kendini ışıklarla muhât bir nokta gibi görür
rûhunun derinliklerinde.. kesret dağdağasının silinip gittiğini müşâhede eder ve her şeyin bir
vahdet zemzemesi içinde zevke inkılap ettiğini duyar ve yaşar...

Evet, yakîn, başlangıcı itibarıyla, biraz tozlu-dumanlı, dolayısıyla da huzursuzluk esintilerine açık
geçer; neticesi itibarıyla ise, tasavvurlar üstü bir huzurla iç içedir. Mebde ve müntehâdaki bu
farklılığı göremeyenler, yakînde hatarât, huzurda tavattun ve emniyet varolduğu iltibâsına
düşmüşlerdir. Oysaki mesele, tamamen bir mebde ve müntehâ meselesi.. hatarât ise [3] ‫ِإَّال َأْن‬
‫ َيَتَغ َّم َد ِنَي ُهللا ِبَر ْح َم ٍة ِم ْنُه‬fehvâsınca herkes için bahis mevzuu.. tavattun ve emniyete gelince onlar,
Allah'ın yakîn seralarında yetiştirdiği inâyet turfandalarıdır.

Bir kısım Kur'ân âyetlerinde işâret buyurulduğu gibi, yakîn, tasavvuf erbâbınca üç bölüm içinde
mütâlaa edilmiştir:

1. İlme'l-yakîn ki; apaçık delil ve bürhanların aydınlık dünyasında, o delil ve bürhanlar


vesâyetinde hedeflenilen hususlarla alâkalı en sağlam inanç ve en kesin iz'âna ulaşma hâli,

2. Ayne'l-yakîn ki; keşif, müşâhede ve duyup hissetmenin, rûha kazandırdığı engin ve tarifler üstü
mârifete ulaşabilme pâyesi,

3. Hakka'l-yakîn ki; perdesiz, hâilsiz; aynı zamanda kemmiyetsiz, keyfiyetsiz ve tasavvurları aşan
sırlı bir maiyyeti ihrâz mazhariyeti diye yorumlanmıştır. Bazıları bu mazhariyeti, kulun, benlik,
enâniyet ve nefis cihetiyle fenâ bulup Zât-ı Hak'la kâim olması şeklinde tefsir etmişlerdir.

Bu üç hususu, avamca şöyle bir misâl ile anlatmak da mümkündür: Bir insanın ölmeden ölümü
bilmesi "ilme'l-yakîn", gözünden perdenin kaldırılıp canını almaya gelen melekleri görmesi ve
sekerât öncesi bir kısım metafizik hâdiselere şâhit olması "ayne'l-yakîn", ölümün kendine has
keyfiyetini tadıp duyması da "hakka'l-yakîn"dir. Buna göre bir insanın, ilmî istidlâl yoluyla
herhangi bir mevzuda elde ettiği kesin bilgiye ilme'l-yakîn, gözüyle, kulağıyla ve diğer sâlim
duygularıyla ulaştığı mârifete ayne'l-yakîn, istidlâl ve müşâhade üstü ve doğrudan doğruya onun
vicdanına gelen, vicdanından fışkıran ve bütün zâhir-bâtın duygularının ufkunu saran irfâna da
hakka'l-yakîn denir.

Yakînin, hususiyle de hakka'l-yakînin, hakâik-i mücerre-deye tatbikine gelince, yukarıdaki


mülâhazalarda da işaret edildiği gibi, o, tamamen hâlî, zevkî bir meseledir.. ve bundan öte fazla
bir şey söylemek de bizim boyumuzu aşar.

‫َالَّلُهَّم َأِر َنا اْلَح َّق َح ًّقا َو اْر ُز ْقَنا اِّتَباَعُه َو َأِر َنا اْلَباِطَل َباِط ًال َو اْر ُز ْقَنا اْج ِتَناَبُه َو َص ِّل َو َس ِّلْم َع َلى َص اِحِب اْلَيِقيِن اَألَتِّم‬
‫َس ِّيِد َنا ُم َحَّمٍد ْاَالْك َر م َو َع َلى آِلِه َو َص ْح ِبِه َأْج َم ِع يَن‬

Sızıntı, Aralık 1991, Cilt 13, Sayı 155


[1] Necm sûresi, 53/17
[2] Hz. Ali'nin (r.a.) sözü olarak meşhur olan bu ifadeler için bkz. Ebû Nuaym, Hilyetü'l-evliyâ
10/203; Aliyyü'l-Karî, el-Esrâru'l-merfûa s.193
[3] "Allah'ın rahmetiyle kuşatması durumu hariç (Beni de amelim kurtarmaz)" (Buhârî, rikak 18,
merdâ 19; Müslim, münâfıkîn 71-78; İbn Mâce, zühd 20)

 30 Kasım 1991 tarihinde hazırlandı.

Mükâşefe
Keşf kelimesinden gelen mükâşefe; hakikat ehline, ilâhî sırların zuhûr etmesi demektir ki; sâlikin,
mânevî mücâhede yoluyla yükselip esmâ ve sıfât hakikatlerini duyması, sezmesi ve bilmesi ruh
hâlinden ibarettir. Öyle ki, bu mertebeye ulaşan hak yolcusu, bir yandan ilâhî isim ve sıfâtlarla
alâkalı seyahatini -istidadı ölçüsünde- tamamlamış sayılır; diğer yandan da, "arş-ı rahmet"in
izdüşümü olan lâtife-i rabbâniyeye ilâhî sırlar akmaya başlamış olur. Bu mazhariyete erenlere yer
yer melekût âleminin perdeleri aralanır ve eşyanın perde-önü, perde-arkası ayân olur ki, sofîye
buna; hicâbın mâverasındaki umûr-u gaybiyeye ıttıla mânâsına mükâşefe der. Bu da, -erbabınca
bilindiği üzere- mükâşefenin taalluk ettiği hususlar itibarıyla, mücerret hakikatler ve gözle
görülmeyen mânâlar olmasına karşılık; müşahedenin taalluk ettiği hususların zevât olduğu
gerçeğine muvafık düşmektedir.

Mükâşefeye; sırdaş dostlar arasında, birbirlerine karşı açılabildiklerince açılmaları şeklinde bir
yaklaşım da söz konusudur ki -Hakk'ın, şe'n-i rububiyetine layık düşmeyen şeylerden
münezzehiyeti mahfuz- Hz. Ahmed-i Mahmûd'un bütün bütün nâsutiyeti aşıp makam-ı vâlây-
ı: ‫" َفَأْو حى ِإلى َع ْبِدِه َم ا َأْو حى‬Allah ona esrâr-ı kelâmını açtı ha açtı." (Necm, 53/10) payesine
ulaşması buna en üst seviyede bir misal teşkil eder.

Mükâşefeye, dostun dosta sır armağan etmesi makamı diyenler de olmuştur ki, Hak'la sevdikleri
arasında sürekli böyle bir sır teâtîsi her zaman söz konusu olagelmiştir. Yani kul, kalbin esrârını,
yine kalbin lisanıyla Rabbine fısıldar; Hazreti Allâmü'l-Guyûb da onun kalbinin yamaçlarına
maarif lâl ü güherleri yağdırır, kul, mârifet ufkuna yükselerek Rabbini, güzel isimleri ve pak
sıfatlarıyla tanıyıp onların envarına müstağrak olduğu ölçüde, Hz. "Gayb-ı Mutlak" da perde
aralayarak onun gönül gözlerine nûr hakikatini ifaza buyurup onu ihsan şuurunun zirvelerine
ulaştırır.. ve bu noktaya ulaşacağı âna kadar da her sâlikin lâhut ile münasebeti "min verâi hicâb"
(perde arkası)dır. O, bu ufka ulaşması yolundaki seyahatinde, gördüğü şeyleri büyük ölçüde sisli-
dumanlı bir cam arkasından temâşâ ediyor gibi görür; görür ve hiçbir zaman, sıfât ve şuûnun
tecellîlerine, açık-seçik muttali olamaz. Muttali olduğunu zannettiği şeyler ise sırf bir vehm ü
hayâldir.

Hak yolcusu ile hakikat arasındaki perdeler, kulun Hak'la münasebeti açısından farklı farklıdır:
Esmâ ve sıfât hakikatlerine kapalı bulunma bir perde olduğu gibi, kalbin, Allah'la beraber
başkasına yönelmesi de ayrı bir perdedir. Varlığın felsefî kriterlere göre yorumlanması -aynı
ölçüde olmasa da- o da yine bir hâil sayılır. Hatta Mişkât-ı Muhammediye'nin dışında -O'nunla
beraber bulunsa da- ayrı bir ışık kaynağı aramak da tehlikeli bir perdedir. Kibir, haset, ucup, riyâ,
fahr ve enâniyet misillü iç inhiraflar, hakikatin olduğu gibi duyulup hissedilmesine mani olması
ölçüsünde, küfür ve dalâletin basamakları sayılan günahlar da önemli birer engel sayılırlar. Bu
perdelerin sebebiyet verip karşımıza çıkardıkları tezgâhları; nefis tezgâhı -şeytan tezgâhı, kendine
ve bizim hevesatımıza bakan yanlarıyla- dünya tezgâhı veya beşerî boşluklar, beşerî zaaflar
tezgâhı diye sıralayabiliriz ki, bunlar da her biri tek başına sâliki öldürücü birer tuzaktır. Bu
tuzaklar sürekli çalıştırıldığı ve beşerî boşluklar açık bırakıldığı takdirde söyleyeceğimiz her şey
beyhude, her davranış bâd-i hevâ, bütün gayretler boşuna ve vuslat kuşağında hicran yaşamamız
da kaçınılmazdır.
Bu perdelere takılmadan, yolda bulunmanın hakkını verenler için ilk mükâşefe, Hazreti Meşhûd-u
Ezelî'nin, sâlikin kalbinde hâsıl ettiği bir mârifet tecellîsidir ki, onu elde eden ârif, sabit kadem
olabilirse, yollar ona, şuhûda kadar açılabilir. Ne var ki, böyle bir tecellî süreklilik arzetmeyebilir;
yer yer kesilir ve yollar bir bölümü itibarıyla kararır, yürüme esnasında sık sık duraklamalar
yaşanır. Ne var ki bütün bunlara rağmen hak yolcusunun kalbindeki yükselme arzusu hiçbir
zaman dinmez; zaman zaman başı dönüp sarsılsa da, o, her zaman yürüyüp menzile ulaşma
arzusuyla çırpınır-durur. Böyle dağdağalı bir yolculukta ye'se düşmeden yolda olmanın hukukuna
riayet etmek bir babayiğitliktir ve bu babayiğitliği devam ettirebilenler her zaman kesintisiz
inkişaflara, aralıksız mükâşefelere ve derken ilmîlikten aynîliğe yürürler ki, bunun hemen iki
kadem ötesinde temkin ve teyakkuz destekli "mükâşefe-i ayn" hakikatini duyup hissetmeye
başlarlar. Bu kudsî yolculuğu daha da sürdürebildikleri takdirde, seyahatleri gider müşahede ile
noktalanır (burada müşahedenin ayrı bir Zümrütten Tepe konusu olduğunu hatırlatıp geçelim).

Mükâşefe-i ayn, ilâhî nûrların, sâlikin kalb ufkunu aşarak, onun umum letâifini ihata etmek
suretiyle bütünüyle duygularda hissedilip yaşanması mertebesidir.. tabir-i diğerle o, medlûlu
deliller üstü duymanın, zevketmenin unvanıdır. Seyr-i ruhanîsinin mebdei olması itibarıyla, bu
mertebenin en büyük kahramanı olan Hz. Rûh-u Seyyidi'l-Enâm (sav), başta Miraç olmak üzere,
hayat-ı seniyyelerinin zirvelerinde, -O'nun hayatı hep zirvelerde geçmiştir- sürekli mükâşefeden
müşahedeye yürüyerek, her zaman esrâr-ı imanı duyup zevketmiş; Cennet, Cehennem, melekler,
hatta kader kalemlerinin cızırtılarına kadar ötelerle alâkalı en sırlı şeylere muttali olmuş, sonra da
dönüp asliyet plânındaki bu müşahedelerini, cüz'iyet ve zılliyet zeminindeki bendelerine armağan
ederek geçip gittiği kapıları aralık bırakmış; dahası, yürüdüğü yolları, kalblerdeki mârifet
nûrlarına göz kırpan reflektörler gibi ışığa açık işaretçilerle teminat altına almış ve gezip temâşâ
ettiği makamlarda; ‫( َم ا َز اغ اْلَبَص ُر َو َم ا َطغى‬Necm, 53/17) fehvasınca gözü kaymadan, bakışı
bulanmadan ve başı dönmeden dolaşmış, sonra da bu kevn ü fesadın dahasına tahammülü
olmadığı bir noktada, yolu da yolculuğu da arkasındakilere emanet ederek [1] ‫َالَّلُهَّم الَّر ِفيَق‬
‫ ْاَألْع َلى‬deyip Rabbine yürümüştür. Arkadan gelen vefalı dostları da, bu mükâşefe yolunda,
sebepleri ve neticeleriyle miras aldıkları bu ruhânî seyahat ve temâşâyı sürdürmüş; his, müşahede
ve duygularında, yerinde keskin ve isabetli içtihadlarıyla, yerinde: [2] ‫ َيا َس اِر َيُة اْلَجَبَل اْلَجَبَل‬gibi
boşalma ifade eden sözleriyle, yerinde: "Perde-i gayb açılsa yakînim ziyâdeleşmez." [3] türünden
sır vermeleriyle ve yerinde de: "Ümitvâr olunuz şu istikbal inkılâbatı içinde en yüksek ve gür sadâ
İslâm'ın sadâsı olacaktır." [4] gibi bişaretleriyle seslendirmiş ve mükâşefenin değişik
televvünlerinden ne resimler ve ne mânâlar sunmuşlardır.!

‫ َو َأُعوُذ‬،‫ َأُعوُذ ِبَك ِم ْن َش ِّر ُك ِّل َد اَّبٍة َناِص َيُتَها ِبَيِد َك‬،‫ َو َأْنَت ْاآلِخ ُر َفَال َش ْي َء َبْعَدَك‬،‫َالَّلُهَّم َأْنَت ْاَألَّوُل َفَال َش ْي َء َقْبَلَك‬
. ‫] َو َص ِّل الَّلُهَّم َع َلى َس ِّيِد َنا ُم َحَّمٍد َو َع َلى آِلِه َو َأْص َح اِبِه اْلِكَر اِم‬5[، ‫ِبَك ِم َن اْلَم ْأَثِم َو اْلَم ْغ َر ِم‬

Sızıntı, Aralık 1996, Cilt 18, Sayı 215

[1] Buhârî, meğâzi 83; Müslim, selâm 46, fedâilü's-sahabe 87


[2] Ebû Nuaym, Delâilü'n-nübüvve s. 579; et-Taberî, Târîhu'l-ümem ve'l-mülûk 3/42
[3] Aliyyülkârî, el-Esrârü'l-merfûa s. 193
[4] Bediüzzaman, Sünuhât-Tuluât-İşârât s. 44
[5] et-Taberânî, el-Mu'cemü'l-kebîr 23/316, 352; el-Hâkim, el-Müstedrek 1/705, 2/29

 30 Kasım 1996 tarihinde hazırlandı.


Kâb-ı Kavseyni Ev Ednâ
İki yay aralığı kadar ya da daha yakın" demek olan bu tabir; esasında Efendimiz'in Mirac
münasebetiyle Allah'a yakınlığının derecesini ifade için şerefnüzûl olmuştur. Tasavvufî
yaklaşımla, daire-i ef'âl ve esmâ ufkunu aşarak, sıfatlar zirvesi veya daha ötesine ulaşma demektir
ki, birinci mülâhaza itibarıyla buna "Kurb-u Sıfatî", son kayıt itibarıyla da "Kurb-u Zâtî"
demişlerdir. Tabiî, bu kurb, her şeye her şeyden daha yakın Zât'a karşı bizimle alâkalı bir kurbdur
ve sâlikte zevkî ve hâlî olarak ikilik zâil olup -hakikat-i eşyanın sübut ve temyizi mahfuz- istiğrak
buudlu bir izmihlâldir ki, Hz. Vücûd'un şuaâtı karşısında müstağrak bulunan hak yolcusu O'ndan
başka bir şey göremez, duyamaz ve bilemez. Veya, gördüklerini Hakk'ın gördürmesi,
duyduklarını Hakk'ın duyurması, tuttuklarını Hakk'ın tutturması ve elde ettiklerini de Hakk'ın
atâsı şeklinde duyar; vücûdunun bütün zerrâtıyla O'nun beliğ bir lisanı hâline gelir ve hep O'nu
haykırır.

Bu, bir urûc semeresidir; asliyet ve külliyet plânında varlığı hilkatin gayesi Zât'a (sav) ait bir
hususiyet; zılliyet ve cüz'iyet plânında da, derecelerine göre O'nun mişkât-i nübüvveti altında
yolculuk yapan seyr-i ruhânî erbabına bir fazl-ı ilâhîdir. Urûc; madde-i asliyesi taş, toprak, çamur,
balçık, hava, su.. veya daha küçük element ve parçacıklardan ibaret olan insanın, "insan-ı kâmil"
olma yolunda iman, amel-i salih, ihlâs ve Hakk'a tahsîs-i nazar etme gibi hususlarla, varlığını
teşkil eden cevherlerin kesif hususiyetlerinden sıyrılarak; diğer bir ifade ile, beden ve cismaniyet
mahbesinden çıkıp, kalb ve ruhun hayat ufuklarında ısrarlı seyahatlerde bulunmak suretiyle,
ayrılığı ve uzaklığı kendisine ait bir vahşet ve yalnızlıktan kurtulup, "üns billâh" ufkuna ulaşması
demektir ki, daha önce O'ndan geldiği gibi -buna 'mebde de denir- yeniden O'na rücû etmesinin -
buna da 'mead' denir- unvanıdır. Mebde'den meada böyle bir hareket-i devriyede iki kavsin bir
noktada birleşmesi gibi bir resim söz konusu olduğundan ve bu hareket aynı zamanda bir daireye
benzediğinden, nihayeti itibarıyla buna "kâb-ı kavseyn" denmiştir.

İmkân-vücub arası bir nokta sözcüğüyle ifade edebileceğimiz "ev ednâ"ya gelince o, tamamen Hz.
Rûh-u Seyyidi'l-Enâm'a mahsus bir payedir. Aslında potansiyel olarak her insanda biri iniş, diğeri
de çıkış olmak üzere iki hareket söz konusudur. İniş, tasavvuf erbabınca "kavs-i nüzûl", çıkış veya
yükseliş de "kavs-i urûc" olarak adlandırılmıştır. Felsefeciler bunları "sudûr" ve "zuhûr"
nazariyelerine bağlı birer devir gibi görmüş iseler de, aksine bu tamamen, bir nefha-i ilâhî olan
insan ruhunun, iman, amel-i salih, ihlâs ve nefis mücâhedesi, nefis tezkiyesi ile inkişaf ettirilip,
Hakk'a bir mir'at-ı mücellâ hâline getirilmesinden başka bir şey değildir.. ve insan-ı kâmil olmanın
da ayrı bir unvanıdır. Nâdirî, bu hususu enfes mütalâalarıyla:

"Matla-yı a'lâyı ev ednâyı cây etsek n'ola


Tir veş ettik makam-ı 'kâb-ı kavseyn'i güzâr"

şeklinde seslendirir ki, bu yolun herkese açık olmasını ifade bakımından fevkalâde güzeldir.

Sızıntı, Mart 2000, Cilt 22, Sayı 254

 29 Şubat 2000 tarihinde hazırlandı.

İnsan-ı Kâmil
Yetkin insan demek olan insan-ı kâmil; Allah'ın ef'âl, esmâ, sıfât, hatta şuûnât-ı zâtiyesinin en
parlak aynası demektir. "Mutlak zikir kemaline masruftur." esprisi açısından, insan-ı kâmil
denince, ilk akla gelen Hakikat-ı Muhammediye'dir (sav). Sonra da diğer enbiya, gavs, kutup ve
derecelerine göre evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrebîn.. bu konuda böyle bir farklılığı kabullenmek,
Kur'ân ve Sünnet-i Sahiha açısından mahzursuz olduğu gibi, akla, mantığa, hiss-i selime de aykırı
değildir.

Bir kısım mülâhazalara bağlayarak bazı felsefeci ve kelâmcılar insan-ı kâmili, "akl-ı evvel", "akl-ı
küll", "kelime-i câmia", "nokta-i câmia", "nokta-i vahdet", "sırr-ı ilâhî", "âyine-i sırr-ı ilâhî",
"vesile-i uzmâ"; bazı sofiler de pîşuva, hâdî, mehdî, dânâ-ı kâmil, mükemmil, bâliğ, tiryak-ı
ekber, iksir-i a'zam.. şeklinde birbirinden farklı kelime ve tabirlerle yorumlamış iseler de, bütün
bu mülâhazaların hepsini câmî bir hususa irca etmek de mümkündür; o da, insan-ı kâmilin âyine-i
vücûd-u Hak ve "dû kevn" olması gerçeğidir. Evet o, varlığın özü, usâresi, dili, tercümanı olarak
bütün kevn ü mekânlardaki "kenz-i mahfî"yi ifadenin yanında, her şeyi Zât-ı Hakk'a bağlar; bağlar
ve O Zât'ı hem vicdanın enginliği, hem de muhtevalı mahiyetinin diliyle seslendirir.

Aslında insan-ı kâmil, öyle bir mir'ât-ı mücellâdır ki, her dakika kim bilir kaç defa, şuûnât-ı zâtiye
onda "bî kem u keyf" tecellî eder, tecellî eder de, işte böyle bir arzlıdan ötürü yerküre semâların
önüne geçer. Zira insan-ı kâmil, âdeta bütün varlığın aklı, kalbi ve ruhu mesabesindedir; onsuz
hiçbir şey doğru anlaşılamaz, hiçbir ilim mârifete dönüşemez ve hiçbir şeyin hayat esrarı tam
hissedilemez. Onun bakış zâviyesine bağlanamamış bütün bir fizik âlemi ruhsuz, ve onunla şöyle-
böyle aydınlanamamış bütün zaman parçaları da nûrsuzdur.. tabiî böyle bir boşlukta yaşayan
insanlar da kalbî ve ruhî ufukları itibarıyla fetret insanı sayılırlar. Muahezeye maruz
kalmayacakları mânâsına fetret insanı değil, mahiyet-i insaniyelerini inkişaf ettirememiş olma
anlamında fetret insanı.

Bugüne kadar insanların arızasız Hakk'a yönelmeleri hep insan-ı kâmillerce


gerçekleştirilegelmiştir; kitleler onların rehberliğinde ebedî mihraplarını bulmuş, Hakk'a yönelmiş
ve onların neşrettiği nûrlar sayesinde varlık ve hadiseleri isabetli yorumlayabilmişlerdir. Bu
itibarla da denebilir ki, onları bulan dolayısıyla da hakkı hakikati bulmuş ve onları iç dünyalarıyla
müşahede eden de, mazhar ve tecellîgâhın şeffafiyeti, vüs'ati ölçüsünde Hak cemalini temâşâ
etmiş sayılır.

İnsan-ı kâmil, din ve diyanet adına örnek bir tiptir. İman, İslâm, ihsan onun yol ve yörüngesi,
Allah rızâsı hedefi, Hakk'ı sevip sevdirmek vazifesi, Cennet ve Cemalullah da -kulluğunu onlara
bağlamama kaydıyla- bu mübarek düşünce ve aksiyonun sürpriz semeresidir.

İnsan-ı kâmil, her zaman başkalarına yararlı olma emelinde ve mârifet ufkunu yükseltecek bilgi
peşindedir. Ahlâk-ı haseneye bağlı yaşadığından, hep güzellik sergiler durur.. güzel görür, güzel
düşünür, güzel ve faydalı sözler söyler.. güzel işler yapar, güzelliklere ve güzellere peyrev olur..
her davranışını Hak hoşnutluğuyla irtibatlandırarak, hep O'nunla oturur-kalkar.. O'nu düşünür..
O'nu konuşur.. her tavrı ve her beyanıyla O'nu hatırlatır ve hakkın-hakikatin en talâkatli bir lisanı
olarak yaşar. Kâmil insanların en kâmili İnsanlığın İftihar Tablosu, bu yüce evsafın birinci
kahramanıydı. İslâmiyet'in özündeki ilâhî sırrı görebilmek için, onu bir kerecik olsun -önyargısız
ve insaflı olmak şartıyla- temâşâ yetiyordu. Cîlî'nin de dediği gibi; varlık âleminde, Hazreti
Muhammed Mustafa (sav) ölçüsünde kemalât-ı insaniye ile tanınmış bir ikinci şahsı göstermek
mümkün değildir.

Eğer kemalden maksat; Hakk'ın hiçbir zaman yanıltmayan vahiy ve ilhamlarıyla ruhların tasfiye
edilmesi, nefislerin tezkiyesi, insânî lâtifelerin inkişafı; ve bunların yanında cismanî isteklerin,
bedenî arzuların aşılması, derken Hak'la tam mukayyet hâle gelinmesi ve bekâ-yı Ehadiyet'le bekâ
bulup, bütün esmâ, sıfât ve şuûnât-ı ilâhiye adına mücellâ bir mir'ât seviyesine ulaşılması ise, -ki
öyledir- bu yüce evsafı mahiyetinde cem etmiş bulunan ve kulluğunu "kâb-ı kavseyni ev ednâ"
ufkunda sürdüren Hazreti Rûh-u Seyyidi'l-Enâm (aleyhi ekmelü't-tehâyâ), kemal ehlinin en kâmili
ve Bediüzzaman'ın ifadesiyle, şeref-i nev-i insanın ve divan-ı nübüvvetin de hâtemidir.. evet O
Zât, kemaliyle ferid-i kevn ü zaman ve bihakkın fahr-ı kâinattır. Sofîye ıstılahında insan-ı kâmil;
ilâhî ve kevnî, aslî ve zıllî, cüz'î ve küllî, cevherî ve arazî, maddî ve manevî bütün âlemleri özünde
cem etmiş bulunan bir asıl cevher, bir hulâsa, bir usâre ve bir fihristtir. Seyyid Şerif'e göre,
beşerin medâr-ı fahri olan Zât; "kadri, kıymeti fevkalâde yüksek sırlı bir kitap ve ilâhî, kevnî
hakikatleri câmi öyle bir risaledir ki, bedenî ve cismanî kirlerden arınmış olan talihlilerden başkası
O'nu tam idrak edemez." Aklın zâhirî nazarında âlem-i kebir kâinattır; hakikatte ve Allah katında
ise kebir olan insandır. Hazreti Ali'nin yaklaşımıyla, onun mahiyeti meleklerden de ulvîdir;
avâlim onda pinhândır, cihanlar onda matvîdir. (Türkçesi Âkif'e aittir.) İnsan-ı kâmil, Cenâb-ı
Hakk'ın, zâtî şuûnâtının tam bir mazharı ve O'nun varlığının da câmi bir aynası olması itibarıyla,
bâtını esmâ, sıfât ve şuûnât-ı zâtiyenin nokta-i mihrakiyesi, zâhiri de kelime kelime, satır satır,
paragraf paragraf bütün varlık ve eşyanın kısmen sarahaten, kısmen de remzen ve işareten tam bir
hulâsası, bir fihristi, hiç olmazsa ana başlıklarıyla eşya ve hadiselerin câmi bir indeksidir. Hazreti
Vücûd, onda küllî ve tafsilî bir şekilde tecellî ettiğinden, yani icmalen de olsa o her şey ve her
nesneden bir çizgi, bir kelime, bir satır taşıdığından, bir mânâda her varlık onun âyine-i
vücûdunda mündemiç, Zât-ı Hak da kalbinde kenzen mütecellîdir. Her hâlde ilk insan-ı kâmile
meleklerin secde ile emredilmesinin hikmetlerinden biri de, işte onun bu zâhirî-batınî donanımı ve
potansiyel zenginliğiydi! Böyle bir zenginlik, aynı zamanda bu ölçüdeki hususî teveccühe ciddî
bir teveccühle mukabeleyi gerektiriyordu ki, o da din şeklinde sistemleştirilen ilâhî ahlâk ve kevnî
kanunların temsilinden ibaret olan diyanetti. Evet, eğer Hakk'ın gözü bizim üzerimizde ise -ki
öyle olduğu açıktır- bizim gözümüz de dini, hayata hayat kılma cehdiyle hep O'nda olmalıydı..!

Varlık ve hadiselerle münasebet ve müdahalesi açısından insan-ı kâmil, yeryüzünde Allah'ın tam
halifesidir. Bu itibarla da o, ilâhî icraatı temâşâ, herkes ve her şeye nezaret etme konumuyla
Hakk'ın gören gözü, işiten kulağı, tutup destekleyen eli olmakla şereflendirilmiştir. O, şefkatle
görülüp gözetilme, himaye edilip korunma durumunda bulunan herkesi, bir anne gibi kucaklayıp
bağrına basan tam bir merhamet insanıdır. Evet o, her zaman çevresini şefkatle süzer.. damarlar
içinde dolaşan kan gibi, içtimaî bünyenin her yanında bulunur.. zararlılara karşı o bünyeyi korur..
ihtiyaca göre onu görür-gözetir ve besler.. bir ruh gibi onun bütün faaliyetlerini kontrol eder.. ve
her hâliyle onun varlığının en sağlam teminatı olduğunu gösterir. ‫َو َم ا َأْر َس ْلَناَك ِإَّال َر ْح َم ًة‬
‫" ِلْلَع اَلِم يَن‬Başka değil, Biz seni bütün âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik." (Enbiyâ, 21/107)
mazmununca insan-ı kâmil, Hazreti Rûh-u Seyyidi'l-Enâm itibarıyla bil-âsale, diğerleri açısından
da bittebeiye, ins-cin, canlı-cansız her şeye ve herkese rahmettir.

‫" َو َم ا َأْر َس ْلَناَك ِإَّال َك اَّفًة ِللَّناِس َبِش يًرا َو َنِذ يًرا‬Biz seni bütün insanlara rahmetimizin müjdecisi, azabımıza
karşı da uyarıcı olarak irsal ettik." (Sebe, 34/28) işaretiyle de bütün insanlığa rehber, rehnümâ,
hâdî, mehdî, nezîr ve beşîrdir.

İnsan-ı kâmilin bütün varlık ve eşyaya tekvinî emirler açısından nezareti, onların ruhlarına feyiz
ifazası, mahiyetlerinin şerh u izahı ve beyanı uygun burhanlarla değerlendirip irfana bağlamak;
şuurlu varlıklar zâviyesinden görüp gözeticiliği de, irşad, pişdarlık, onların ruhlarının tasfiyesi,
nefislerinin tezkiyesi ve insanî lâtifelerinin Hakk'a uyarılması şeklindedir. Evet o, halk içinde,
tesbit-i kıble, tevhid-i kıble adına bir pusula ve olgunlaşmaya açık ruhları da insanî kemalâta
yönlendirip yükselten bir mürebbîdir. O'nu tanıyıp atmosferine girebilen herkes, istidâdı
ölçüsünde Hakk'a ulaşmış ve O'nu bulma yoluna girmiş sayılır. Gerçi Hak, cisim, cevher, araz
olmadığı gibi, zamandan, mekândan, mesafeden, hayyizden de münezzehtir; "ulaşma", "bulma"
gibi kelimeler O'nun hakkında birer mecazdır. Bunlarla kastedilen şey ise, bize her şeyden yakın
O Zât'a karşı mahiyetimizdeki uzaklığı aşmak, kalben, hissen, zevken O'nun yakınlığını
duymaktır.. evet, hayvâniyetten sıyrılıp cismaniyeti aşan hemen herkes, kabiliyeti ölçüsünde, "bî
kem u keyf" kalben O'nun yakınlığını duyar, basiretiyle temâşâsı zevkine erer ve ruhuyla da her
zaman üns yudumlayabilir. Bu mevzûda, herkesin belli şeyler duyup hissetmesi söz konusu olsa
da, tam mazhariyet, sürekli aynadarlık ve kusursuz aksettirme, O'nun küllî tecellîsinin mazhar-ı
tâmmı olan insan-ı kâmile mahsustur.
Bütün varlık, esrar-ı ulûhiyeti insan-ı kâmilde duyup hissettikleri gibi, Hazreti Zât da, başka
aynalardaki tecellî ve zuhûru, has bir mânâda bu mir'ât-ı mücellâda temâşâ buyurur. Bu itibarla da
insan-ı kâmil, fâniler arasında Bâkî'yi gösteren câmi öyle bir aynadır ki, onu gören Hakk'ı görmüş,
onu seven Hakk'ı sevmiş, ona uyan Hakk'a ubûdiyet neşvesine ermiş olur. Aslında bütün bunlar,
asliyet plânında ve külliyet çerçevesinde hakikî insan-ı kâmille alâkalı hususlardır. Zılliyet
dairesinde ve cüz'iyet çizgisinde kemal sahiplerine gelince onlar, bittebeiye bu payeyi ihraz
ederler. Bunlar, ilim, irfan, muhabbet, aşk u şevk, cezb u incizâb hususunda hakikî insan-ı kâmilin
mirasçılarıdırlar ve mevhibeleri, misyonları itibarıyla da aynı sofranın davetçileri ve davet
edilenleri sayılırlar.

Hak, her zaman değişik aynalarda kendini temâşâ edip ettirmesi ve insan-ı kâmilin de bu temâşâ
edilen şeyler arasında en şeffaf, en berrak ve Rahmaniyet şuûnâtını tam aksettiren câmi bir ayna
olması itibarıyla o, yeryüzünde görme ve gösterme vazifesi açısından çok önemli bir unsurdur ve
ondan hâlî bulunan mekânlar, zamanlar da min vechin yetimdirler. Bu itibarla da her mekân
parçasının, her zaman diliminin su kadar, hava kadar insan-ı kâmile ihtiyacı vardır. Evet eğer Hak,
insan-ı kâmilde, câmi ve tafsilî bir plânla mütecellî ise -ki öyle olduğunda şüphe yoktu-bu
mazhariyetteki kimselerin her zaman ve her mekânda bulunmaları bütün bir varlık için çok
önemlidir; zira böyle birinin zâtı, Hazreti Zât'ın aynası; ilmi, ilminin lem'ası ve o da, varlık içinde
Hak sırlarının sırlı bir anahtarıdır.

Onu bulup onunla aynı atmosferi paylaşan biri, başkalarının hiçbir zaman ulaşamayacağı pek çok
esrara, envâra ulaşır ve bir feyiz kaynağı hâline gelir. İnsan-ı kâmil, her zaman kendi konumunun
farkındadır. O, kendini bir meclâ, bir memer ve en fazla da bir mazhar telâkki eder; eder de ne
kendini, ne sıfatlarını, ne de zâtî gibi görülen kabiliyetlerini kat'iyen kendinden bilmez; aksine,
nefsini ‫" َفَلْم َتْقُتُلوُهْم َو َلِكَّن َهللا َقَتَلُهْم‬Siz onları kendiniz olarak öldürmediniz; onları Allah öldürdü."
(Enfâl, 8/17) mazmununa bağlı görür ve her zaman ‫" َو َم ا َر َم ْيَت ِإذ َر َم ْيَت َو َلِكَّن َهللا َر مى‬Attığında da
sen atmadın; onu Allah attı." (Enfâl, 8/17) hakikatini vicdanında duyarak, hep memerriyet ve
mazhariyet mülâhazalarıyla oturur-kalkar; ne ittihad ne hulûl; her şeyi O'ndan bilir ve üzerindeki
fevkalâdelikleri de O'nun ekstradan tecellîleri sayarak,

"Değildir bu bana lâyık bu bende


Bana bu lutf ile ihsan nedendir.?" (M.Lütfi)

der; sevinç ve sorumluluklarını değişik taaccüblerle daha bir derince duyar. Aslında hulûl ve
ittihad, bizzat mevcut iki şey arasında cereyan eder. Hak karşısında insan-ı kâmil müstakil bir
mevcut değildir ki, hulûl ve ittihad söz konusu olabilsin. Zât-ı Hak, bi'l-asâle bir mevcud, insan
ise, O'nun ziyâ-yı vücûduyla kâimdir. İster insan-ı kâmil isterse bir başkası, vücûdu mümkün ve
yaratılmış olan muhtaç birini büyütme adına böyle bir tasavvur, dalâletten başka bir şey değildir.

İnsan-ı kâmil, her şeyin Hak'tan geldiği şuuruyla kendi mahlûkiyet ve kulluk sınırlarını korumada
fevkalâde hassas hareket eder ve ne mazhariyetlerini şatahat vesilesi yapar, ne de âyinedarlığında
ayniyet iltibasına düşer. Kendisindeki mevhibeleri kâmilâne aynadarlık yapma ölçüsünde, ilâhî
sıfât ve zâtî şe'nlerin bir tecellîsi ve ehadiyet-i ilâhiyenin de bir mazhar-ı tâmmı olarak duyar,
zevk eder ve mehâbetle iki büklüm olur. İnsan-ı kâmilde böyle bir hâl, onun nefis ve enâniyeti
açısından yok olup, kalbî ve ruhî hayatı itibarıyla yeni bir mevcudiyete ermesi hâlidir ki; buna,
bizzat var olmayan birinin, O'nun vücûduyla hakikî var olmayı zevk etmesi de diyebiliriz.
Mevlânâ, Divan-ı Kebîr'inde, bu mazhariyet ve bu payenin kahramanlarıyla alâkalı olarak şöyle
der:

‫َهست محو و محوست آنجا پديد آمد مرا‬


‫تا بديدم از ورايى آن جهان جان صفت‬
‫َذ ّره ها اندر هوايش از وفاو از صفا‬
"O makamda var olan bana yok göründü, yok olan da var. Bir câna benzeyen dünyanın ötesinde,
O'nun sevdasıyla başları dönmüş varlıklar gördüm. Hepsi de, tertemiz vefa ve safâ içindeydiler."

İnsan-ı kâmil, Zât-ı Hak adına bir mücellâ ayna ve başkaları hesabına da, çevresinde peyklerin
dönüp durduğu bir Kutup Yıldızı'dır. O, kendi etrafında döndüğü aynı anda, bir yandan sürekli
olarak kendi yörüngesinde O'na merbûtiyetini soluklayarak pervaz ederken, diğer yandan
da ‫" َو َع َالَم اٍت َو ِبالَّنْج ِم ُهْم َيْهَتُد وَن‬Yol bulmada Allah size ne emareler ne emareler vaz' etti.. ve o
yıldızla da onlar, dosdoğru yollarını bulurlar." (Nahl, 16/16) işaretiyle, âleme yolunu, yönünü
gösterir ve hep bir işaretçi gibi hareket eder. Aslında o, her zaman bir mihrab, bir kapı, bir köprü
vazifesi görür; doğruya yönelmeyi sağlar, doğruyu görmeye menfezler açar ve insanları, kendi
dünyalarının darlığından sonsuzluk ikliminin genişliğine ulaştırır. İnsanlar, onun atmosferine
girince üns esintileri duymaya başlar; o kapının önüne varınca öteden çağrılarla ürperir ve o
köprüden geçince de, Hazreti Zât-ı Ehad ü Samed'le, en kâmil mânâda bir abd-Mabud münasebeti
ufkuna yükselirler. Bu ufuk, külliyet plânında ve vâhidiyet çizgisi itibarıyla istivâ-i arş televvünlü,
cüz'iyet dairesinde ve ehadiyet yörüngesi açısından da lâtife-i rabbâniye buudludur. Bu ufkun
yolcularının en önemli yol azıkları ve bir mânâda zâd u rahîleleri ise, kalbin her zaman lebriz
edilerek pak ve temiz tutulması, başkalarının, ahvâlimize muttalî olamayacağı kutlu vakitler
sayılan gecelerin o sihirli dünyasında da, secdelerle pusuya yatıp tecellî avlamaktır. İbrahim
Hakkı:

"Dil beyt-i Hudâ'dır, ânı pak eyle sivâdan,


Kasrına nüzul eyleye Rahman gecelerde."

diyerek, yol alma adına gecelerin o serin ve ufku açık iklimini salıklar bizlere. Kenz-i Mahfî'ye
uzanan gece koridoru veya helezonuyla alâkalı şu hoş söz de Mevlânâ'ya ait:

‫نيك اختريت باشد گر چون قمر نخسيى‬


‫گر شهريار خواهي اندر سفر نخسيى‬
‫در سـايهء خدا خســبند نيكبختان‬
‫زنهار اي برادر جـاي دگر نخسيى‬

"Eğer sen O Eşsiz Padişah'ı istiyorsan ve eğer O'nun yolunda sefere çıkmış isen, bu yolculukta
uyumamak gerekir. İyi ve bahtiyar kimseler, Allah'ın sevgi ve merhamet gölgesinde uyurlar.
Kardeşim, sakın başka yerde uyuma!" Uyuma ve insanı engin düşüncelere, lâhutî mülâhazalara
çeken geceleri, ya kıyam edebi, ya rükû tâzimi, ya secde mahviyeti ya da evrad u ezkâr tazarruu
ile geçir.

Bazı mutasavvifîne göre, her şeyin bir açık olan yanı vardır ki; ona zâhir denir; bütünüyle bu
âlem, işte o zâhirdir. Bir de kapalı yanı vardır ki, ona da bâtın denir; o da mânevî, uhrevî ve bütün
metafizik dünyalardan ibarettir. Bunlardan başka bir de, bu iki cepheyi câmi ve âlem ile esmâ
arasında, zuhûrun butûndan, butûnun da zuhûrdan ayrılma noktasında berzahî bir âlem vardır ki, o
da insan-ı kâmil âlemidir. Hakk'ın kendi zâtına ilmi, bi'l-asale kendisine aynadır. Zât-ı Hak da,
tasavvurlarımızı aşkın bir mânâ ile o aynada müteayyindir. İnsan-ı kâmilin ilmi de, bittebeiye ve
zılliyet plânında kendi aynasıdır. O da, bu ilim aynasında müteayyindir. Ne var ki, onun bütün
sermayesi mevhibedir ve vâhid-i kıyasî zâviyesinden Hazreti Zât'ta bulunan şeylere birer delil ve
birer emare mesâbesindedir..

Evet, insanın zâtı, Zât-ı Hakk'a, sıfatları da sıfât-ı Sübhaniye'ye dayandığı gibi, bunlardaki izafîlik
ve sınırılılık ya da zılliyet ve cüz'iyet de tamamen, Cenâb-ı Hakk'ın evsafındaki hakikîliğe,
nâmütenâhîliğe, asliyet ve külliyete delâlet etmektedir veya delâlet etmek içindir.
Zât-ı Hak'la bu çerçevedeki münasebet açısındandır ki, insan-ı kâmil mertebesine ulaşan müstaid
bir müntehî, aynı zamanda hilâfet-i tâmme mertebesine de yükselmiş sayılır. Bunun üstünde ise,
vücub-imkân arası bir nokta diyebileceğimiz "ev ednâ" payesi vardır. Ve o payenin de, gelmiş-
gelecek bütün insan-ı kâmiller arasında bir tek mümessili olmuştur; o da mertebe-i ekmel veya
Hazreti Ehadiyet'in tecellî-i etemmine mazhar bulunan Hazreti Rûh-u Seyyidi'l-Enâm (sav)'dır.
O'nun bu ölçüde "aksa'l-merâtib"i ihraz buyurması, yüksek ahlâkı; davranışlarındaki istikameti;
Rabbiyle münasebetlerindeki derinliği; dünyevî-uhrevî konulardaki dengesi; ilâhî ve kevnî
hakikatlerin esrarına nüfuzdaki ısrar ve kararlılığına lutfedilmiş peşin bir teveccüh-ü Rahmânîdir.
Bu itibarla da, O'nun dışındaki bütün kâmillerin kemalâtı O'na nisbeten izafî, tâlî ve O'na
tebaiyete bağlıdır. Evet, semâ-i risâletin ayları ve güneşleri sayılan başımızın tâcı bütün o büyük
insanların nûr ve ziyâsı, Hazreti Rûh-u Seyyidi'l-Enâm'ın içinde bulunmadığı zaman itibarıyladır.
Busayrî:

‫" َفِإَّنُه َش ْم ُس َفْض ٍل ُهْم َك َو اِكُبَها ُيْظِهْر َن َأْنَو اَر َها ِللَّناِس ِفي الُّظَلِم‬O bir fazilet güneşi, diğerleri ise yıldızdır.
Yıldızlar insanlara ışıklarını ancak geceleri sızdırırlar." diyerek, O Zât'ın, güneşin üstünlüğünü
hâiz olduğunu, diğerlerinin ise, O'na nispette peykler mesâbesinde bulunduğunu ve O'nun
olmadığı dönemlerde çevrelerine nûrlar saçıp etraflarını aydınlattıklarını söyler ki, yerinde bir
tesbittir.

Her şeyden evvel, Hazreti Rûh-u Seyyidi'l-Enâm (aleyhi ekmelü't-tehâyâ), varlığın hem çekirdeği
hem de meyvesi olması itibarıyla, hilkat ağacı mebdeden müntehâya hemen her faslında sürekli
O'nunla münasebet içinde olmuş ve O'na bağlı gelişmiştir. Aslında O, meyvenin de ötesinde,
hilkat ağacının özü, usâresi ve ruhudur. İsterseniz, O'na (aleyhi salavâtullahi ve selâmuhû) varlık
bulamacının en temel unsuru da diyebilirsiniz.

"Hilkat-i âlemden maksad-ı a'lâ


Dünyaya gelmiş ol mihr-i muallâ.."

Evet, Cenâb-ı Hakk'ın esmâsının bütününden ibaret olan mahiyet-i mücerrede-i vücûdun
âyinedarlığından arz ve semânın ictinab etmeleri, taayyünlerinin bunu aksettirmeye tam müsait
olmayışındandı. İnsanın taayyünü ise, bilkuvve bunu aksettirecek donanımda idi. İşte, insanoğlu,
böyle önemli bir gayeyi gerçekleştirmek için vücûd-u hâricî ile şereflendirildi. İnsanların bazıları
itibarıyla, böyle önemli bir âyinedarlık vazifesini tam temsil edememeden ötürü bir zulüm ve
cehalet söz konusu olsa da, o potansiyel cehalet ve zulme düşmeme de, yine böyle bir
âyinedarlığa terettüb eden duyarlılık, sorumluluk ve temsilden geçiyordu. Yani insan,
mahiyetindeki zulüm ve cehalet açığını vahy-i semâviyle harekete geçireceği vicdan
mekanizmasıyla kapatacak ve kaybetme alanını kazanma pazarı hâline getirecektir. İnsanların bir
bölümü itibarıyla da bu, böyle oldu. İşte ‫ِإَّنا َع َر ْض َنا ْاألَم اََنَة َع َلى الَّسمَو اِت َو ْاألْر ِض َو اْلجَباِل َفأَبْيَن َأْن‬
‫" َيْح ِم ْلَنَها َو َأْش َفْقَن ِم ْنَها َو َح َم َلَها ْاِإل ْنَس اُن ِإَّنُه َك اَن َظُلوًم ا َج ُهوًال‬Biz, emaneti (teşriî açıdan değil, tekvinî
zâviyeden) göklere, yere, dağlara teklif ettik de, onlar bunu yüklenmekten çekindiler ve böyle bir
sorumluluktan korktular. (Mahiyet ve donanımı itibarıyla) bu emaneti insan üzerine aldı. Doğrusu
(pek çoğu itibarıyla) insanoğlu, (bu emanetin hakkını gözetemediğinden), çok zalim ve çok cahil
bir duruma düştü." (Ahzâb, 33/72) âyeti, bu umumî serencamenin esrarlı bir tercümanıdır. Arz,
semâ ve bütün eşyanın hakikat-ı uzmâyı görme, gösterme ve aksettirmede zarurî birer eleman olan
kalb, irade, şuur, his ve bunların "lâtifeler" unvanıyla diğer fakülteleri bulunmadığından, o yüce
hakikat adına ne tam temessül kabiliyetleri, ne de temsil aktiviteleri vardır; zira, taayyünleri
fevkalâde dardır. Dolayısıyla da, ayna olacakları şeyi mahiyet-i insaniye ölçüsünde zengince ifade
edebilmeleri mümkün değildir. Ancak insandı ki, tekvinî donanımı teşriî emirlerin temsiliyle
derinleştirerek bu misyonu edaya yeterli olduğunu ortaya koyuyordu.. ve bu misyonu ortaya
koyabilenler de, zulümden ve cehaletten kurtuluyordu.
Evet her insanın bu vazifeyi yerine getirmediği veya getiremediği gerçekti ama; yaratılış
gayesinin şuurunda olan ve insan-ı kâmil olma yolunda teşriî dairede rehabiliteden rehabiliteye
koşan bir kısım müstesna fertler de bulunacaktı. Ki bunlar, istidatlarını inkişaf ettirme ve bilkuvve
kemallerini bilfiile çevirme istikametinde her zaman insanoğlunun yaratılmasına gaye teşkil eden
"iman-ı billah", "mârifetullah", "muhabbetullah", "aşk u şevk", "cezb u incizâb", "zevk-i ruhânî"..
gibi dairelerde ebediyetlerin dantelasını örecek ve bu ilâhî maksadı gerçekleştireceklerdi. İşte,
dünya ve ukbâ âlemlerinin birleşik noktasına taht kurmuş bu gönül sultanları, mahiyetleri
mahiyet-i beşeriyeyi aşkın, canları Cân'ın nefahâtıyla dipdiri, ufukları üns esintileriyle üfül üfül
hep kemal yolunda kemal soluklamada ve berzahî vücûdlarıyla her an yeni bir çerçeveye
oturmaktadırlar. Mevlânâ, her zamanki o sehhâr ifadesiyle, kemal semâsının bu üveyklerini şöyle
resmeder:

‫مردان رهش زنـده بجان دگرنـد‬


‫مرغـان هواش ز آشـيان دگرند‬
‫منگر تو بدين ديده بدشان كايشان‬
‫بيرون ز دو كون درجهان دگرند‬

"Hak yolunun erleri, bu candan başka bir can ile diridirler. Onun havasından kanat çırpıp uçan
kuşların ayrı bir yuvası vardır. Beyhude bu gözle bakma, onları göremezsin; onlar, iki dünya
ötesinde başka bir âlemdedirler."

Allah, ef'âl ve esmâsıyla mâlûmdur; esmânın tecellî alanı da, varlık ve hâdiselerdir. İnsan ise,
varlığın hem nüvesi, hem de meyvesidir. İnsan-ı kâmile gelince o, her şeyin özü, usâresi ve
ruhudur. Öyle ise, mebde itibarıyla varlığı mülâhazaya almadan, insanı düşünmeden, insan-ı
kâmil ufkuna yönelmeden, Allah'ı kâmil mânâda bilmek de mümkün değildir. Zira insan-ı kâmil,
Zât, sıfât, esmâ ve ef'âl dairesiyle alâkalı câmi bir lisandır.. ve vücûd mertebesinin en son
halkasını teşkil etmesi açısından, bütün vücûd mertebelerinin enmûzeci mahiyetindedir. Bu
itibarla da diyebiliriz ki, Cenâb-ı Hakk, kendi azamet ve celâline uygun şekilde ancak insan-ı
kâmille bilinir.. onunla görülür, onunla işitilir ve onunla duyulur. Diğer taraftan, insan-ı kâmil de,
her şeyi O'nunla görür, O'nunla bilir, O'nunla tutar ve O'na bağlayarak münasebete geçer. Ne var
ki, bu görmelerin, duymaların, işitmelerin, işlemelerin, başlamaların ve münasebette bulunmaların
asliyet plânında bir tek mümessil ve kahramanı vardır; o da, Hakikat-ı Muhammediye'dir (sav).
Zira O'nun hakikati, bütün hakikatlerin câmii bulunan vâhidiyet hakikatine dayanmaktadır.
"Allah" ism-i zâtı, O'nun -mürebbisi mânâsına- Rabb-i hâssıdır. Ve bu ism-i şerif, bilmutabaka,
bililtizam ve biddelâle bütün esmâ-i hüsnâ ve sıfât-ı Sübhaniye'yi de tazammun ettiğinden,
Hazreti Rûh-u Seyyidi'l-Enâm'ın (aleyhi ekmelü-t tehâyâ), hem esmâ-i İlâhiye'ye, hem sıfât-ı
Sübhaniye'ye, hem de şuûnât-ı Zâtiye'ye mücellâ bir ayna olduğu kendiliğinden ortaya çıkar. Bu
itibarla da, "Mir'ât-ı Muhammediye' den Allah görünür dâim." sözü mübalâğa değil, vâkıa tam
muvafıktır. Diğer bütün büyükler bu ölçüde bir mazhariyete sahip olamadıklarından ‫ذِلَك َفْض ُل ِهللا‬
‫" ُيْؤ ِتيِه َم ْن َيَش اُء‬Bu Allah'ın bir fazlıdır, o'nu dilediğine verir." (Cum'a, 62/4) Onların mir'âtiyetleri
de izafîdir.

Evet, bu büyüklerden her biri, birkaç ism-i şerifin ya da sıfat-ı Sübhaniye'nin mazhar u meclâsı ise
de, her isimden nasibi aynı ölçüde değildir. "Herkesin kabiliyetine vâbestedir âsâr-ı feyzi."
fehvâsınca, semâ-i risalet ve vilâyetin ayları, güneşleri sayılan bu insanlar, ne ölçüde büyük
olurlarsa olsunlar, yine de kendi istidat ve kabiliyetleriyle mukayyettirler. Bunlar, kendi arş-ı
kemalâtları itibarıyla müntehî, Hazreti Ekmel-i Kümmelîn (Kâmiller Kâmili)'e nisbetle mütevassıt
ve mübtedîdirler; vazife ve misyon açısından değil, mir'âtiyet ve meclâiyet açısından
mübtedîdirler. Ârifler, iman-ı billah, mârifetullah, muhabbetullah ve zevk-i ruhânîde derece
derece birbirlerinden farklı oldukları gibi, esmâ-i İlâhiyenin mütefavit derecedeki tecellîlerine
mazhariyet açısından da insan-ı kâmil mertebeleri hep farklı farklı olagelmiştir. evliyâ, asfiyâ,
ebrâr, mukarrebînin, dinin yoruma açık yanlarıyla alâkalı, yani fürûâtta ortaya koydukları teviller,
tefsirler de, o kâmil insanlara dair böyle bir farklılığın tezahürüdür.

Enbiya ve mürselîn arasındaki farklılık ise:

‫" ِتْلَك الُّر ُسُل َفَّض ْلَنا َبْع َض ُهْم َع َلى َبْع ٍض‬Biz, bilinen bu peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık"
(Bakara, 2/253) mazmununca, ilâhî takdire bağlı olmak üzere, yine esmâ-i ilâhiyenin farklı dalga
boyundaki tecellîlerinden kaynaklanmaktadır. Hz. Âdem'in mazhar olduğu icmalî "ilim", Hz.
İbrahim ve İsmail'deki "ilim"le beraber "hilm", Hz. Mesih'deki "kudret", başkalarına nisbeten ileri
seviyededir ve bu yüce kâmetlerin hususiyeti gibidir. Hazreti Rûh-u Seyyidi'l-Enâm (aleyhi
ekmelü's-salâti ve etemmü't-teslîmât)'da ise, bütün enbiya ve mürselînde icmal edilen esmâ ve
sıfât-ı Sübhaniye'nin tafsilî bir şekilde ve a'zam derecede tecellîsi söz konusudur.

Herkes kendi çerçevesinde kâmildir ve kemali de onun istidat ve mârifet gayretiyle mebsuten
mütenasip (doğru orantılı)'tir. Evet, bütün kâmil insanlarda beyan ve burhanın yanında irfan da
önemli bir derinlik ve zenginliği teşkil etmektedir. Bu hususlardan herhangi birindeki bir kusur,
kemal adına da ciddî bir eksiklik sayılır. Kur'ân ve Sünnet temel yörünge; mantık ve akılla istidlâl,
beyana bağlı bu konunun bir burhan ayağı; irfan ise, böyle bir istikametin semeresidir.

Son söz:

"Savm u salât u hac ile zahid işin biter sanma


İnsan-ı kâmil olmaya lâzım olan irfan imiş." (Niyazi)

‫ َنُعوُذ‬، ‫] َنُعوُذ ِباِهلل ِم ْن َع َذ اِب الَّناِر‬1[، ‫ َأْس َأُلَك َيا ُهللَا َأْن َال ُتْش ِو َي َخ ْلِقي ِبالَّناِر‬،‫َيا َر َّبَنا َيا َس ِّيَدَنا َو َيا َغاَيَة َر ْغ َبِتَنا‬
‫] َو َص ِّل َو َس ِّلْم َع َلى َس ِّيِد َنا َو َش ِفيِع ُذ ُنوِبَنا ُم َحَّمٍد َو َع َلى آِلِه َو َأْص َح اِبِه ُك َّل‬2[، ‫ِباِهلل ِم َن اْلِفَتِن َم ا َظَهَر ِم ْنَها َو َم ا َبَطَن‬
. ‫َم ا اْخ َتَلَف اْلَم َلَو اِن َو َتَع اَقَب اْلَع ْص َر اِن َو َك َّر َر اْلَجِد يَداِن َو اْسَتْقَبَل اْلَفْر َقَداِن‬

Sızıntı, Nisan-Mayıs 2000, Cilt 22, Sayı 255-256

[1] el-Hâkim, el-Müstedrek 1/729


[2] Müslim, cennet 63; Müsned 1/292, 305

01 Nisan 2000 tarihinde hazırlandı. Fethullah Gülen. Kategori: Kalbin Zümrüt Tepeleri.

Fizik ötesi âlemler


Arş
Lügat itibarıyla, çardak, taht, binanın tavanı veya bir şeyin ufku mânâlarına gelen arş; bütün
gökleri ve yerleri kaplayan, bütün burçları kuşatan, maddî-mânevî umum kâinatlarla alâkalı ilâhî
emir, irade ve meşîet-i sübhaniyenin ilk tecellî ve zuhur mahalli ulvî bir âlemin unvanıdır. Bu
yüce âleme “Arş” dendiği gibi onun tersi sayılan ve altı kabul edilen yere de “ferş” denegelmiştir.
“Arş’a çıkılır, ferşe inilir.” sözleriyle, bunu daha bir netleştirmiş ve Arş u ferşi iki kutup şeklinde
göstermişlerdir; devriyelerden birine arşiye ve diğerine de ferşiye denmesi de bu mülâhazaya
bağlıdır.

Arş’ı, kinâî olarak, Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve azametinin ilk tecellî ufku şeklinde yorumlamanın
daha uygun olacağını söylemeden edemeyeceğim; zira böyle bir yaklaşımda Allah’ın hayyiz ve
mekân mülâhazalarından münezzehiyeti de ifade edilmiş olmaktadır. “Arş’a istivâ” sözü bir
hakikat-i mübhemedir; yoksa, Hakk’ın ne Arş’ta oturması ne de kurulması söz konusudur.

Eski astronomi Arş’a, bütün eflâkı kuşatan, dokuzuncu, en büyük ve muhît felek nazarıyla
bakıyordu. Aynı zamanda ona “felek-i âzam” ve “felek-i atlas” da diyordu. Böyle bir yaklaşım o
günkü astronomik telakkilere göre doğru sayılabilirdi. Şimdilerde ise, astronomlar farklı şeyler
söylüyorlar. Kur’ân-ı Kerim, Sünnet-i Sahiha ve müfessirîn hazerâtının mütalâalarına gelince,
bence asıl üzerinde durulması gereken de bu olmalı.

Arş, Âlemlerin Rabbi itibarıyla Cenâb-ı Hakk’ın tekvînî ve teşrîî emirlerinin mahall-i tecellîsi,
kudret ve azametinin matla-ı münevveri; fevkânîliği mutlak, esrarı Allah’a emanet sıfât-ı
sübhaniye ve esmâ-i fiiliyenin câmi bir aynası ve canlı-cansız bütün varlığın şekillendirildiği –
tabir caizse– bir tezgâhıdır. Böyle olunca da gözü madde, cisim ve fizikî varlıklardan başka bir
şey görmeyenlerin onu anlaması mümkün değildir.
Burada üzerinde durulması gereken önemli bir diğer konu da Arş’a istivâ meselesidir. Eski-yeni
pek çok yorumcu bu mevzuda bir hayli farklı düşünceler serdetmiş ve nefes tüketmişlerdir.

Evvelâ, ]1[‫ ِاْسَتٰو ى َع َلى اْلَع ْر ِش‬sözünde onun üzerine yükselme, fevkânî bir durum izhar etme... gibi
hususlara işaret yanında, hâkimiyetini duyurma, kudret ve azametini gösterme türünden mânâlar
da söz konusu olabilir. Zira Arş, bütün zamanları, mekânları, cihetleri kuşatan bir varlık olması
itibarıyla orada bunların hiçbiri yoktur ki, hayyizden ve mütehayyizden de söz edilebilsin.

Sâniyen, Allah madde, cisim, cevher, araz ve mütehayyiz olmadığından, O’nun istivâsında da
bizim oturma ve kurulmamıza benzer şeyler söz konusu değildir. Nasıl olur ki O, Kur’ân-ı
Kerim’in de ifade buyurduğu gibi, bütün arz ve semavâtı yed-i kudretinde tutmanın yanında
insana da şah damarından daha yakın bir kudret-i kâhire ve bir Rahmân u Rahîm’dir.

Sâlisen, bizim gibi âciz kimseler hakkında dahi “Hâkim oldu, tahtına oturdu veya kuruldu.”
dediğimizde, “Ahkâm ve emirlerini herkese kabul ettirdi, iradesini dört bir yana duyurdu ve
saltanatına baş eğdirdi.” şeklinde bir şeyler anlarız. Zât-ı Ulûhiyet mülâhazasında ise bu tür
yaklaşımlar O’nun mukaddes ve münezzeh olmasının vacip neticesidir.

Aslında selef-i salihîn ta baştan itibaren, İbrahim Hakkı Hazretleri dilinden ifade edecek olursak,
O’nu şöyle tavsif etmişlerdir:

“Ne cism ü ne arazdır ne mütehayyiz ne cevher,


Yemez, içmez, zaman geçmez berîdir cümleden Allah.
Tebeddülden, tagayyürden dahî elvân ü eşkâlden,
Muhakkak ol müberrâdır budur selbî sıfâtullah.

......................................
Bulunmaz Rabbimin zıddı ve niddi, misli âlemde
Ve sûretten münezzehtir, mukaddestir Teâlallah.”

Bu tür yaklaşım ümmetin büyük çoğunluğunun kabul ettiği bir yaklaşımdır ve Ehl-i Sünnet
akidesi de bu telakkiye göre örgülenmiştir. İlkler, bu tür konular üzerinde münakaşaya girmemiş;
hatta bu kabîl müteşabihatla alâkalı sorulara dahi cevap vermeden kaçınmışlardır. Öyle ki, İmam
Malik Hazretleri’ne istivâ ile alâkalı soru soran birine, Hazret bir miktar teemmülden sonra ona
dönmüş ve “İstivânın ne olduğu belli, keyfiyetini idrak etmek mümkün değil, onu olduğu gibi
kabul vacip, bu tür bir soru da bid’attır.”[2] diyerek kestirip atmıştır.

Ne var ki, daha sonraları, Müslümanlar arasında, pek çoğu itibarıyla yabancı menşe’li düşünce
akımları zuhur edince, o dönemdeki ulemâ (müteahhirîn) bazılarının “istivâ” sözcüğünden
çıkardıkları, tecsim, hayyiz ve mütehayyiz... gibi bâtıl yorumlara karşı bu kelimeyi Kitap ve
Sünnet’in ruhuna uygun tevil ederek saf yığınları sapık düşüncelerden sıyanet etmeye
çalışmışlardır; çalışmış ve özet olarak şu yorumlar üzerinde durmuşlardır:

1. İstivâ sözcüğü, hâkimiyet ve mülkiyetin tamamiyeti, nizamın da ekmeliyetinden kinaye bir


tabirdir. Kur’ân-ı Kerim’de, istivânın geçtiği hemen her yerde böyle bir hâkimiyet ve tedbire
vurguda bulunulması da bunu göstermektedir.

2. İstivâ sözüyle tekvînî emirlerin arka planındaki âdât-ı ilâhiye hatırlatılarak eşyanın ilk
yaratılışta olduğu şekilde perdesiz, hâilsiz bırakılmadığına, esbap ve ilelin, izzet ve azamete perde
yapıldığına telmihte bulunulmuştur.
3. Yine bu kelimeyle, mebde’de bütün eşya O’nun ilim, kudret ve iradesiyle var edildiği gibi,
daha sonra da her şeyin Arş’ta mütecellî O’nun hâkimiyet ve kayyûmiyetiyle devam ettiği/edeceği
ihtar edilmiştir.

4. Bu kelimenin üzerinde isti’lâ mânâsıyla, Allah hâkimiyetinin, beşerî idare ve tedbirlerle kıyas
edilemeyecek ölçüdeki ihatası hatırlatılmıştır.

5. Yine bu kelime ile, bizim fevkalâde bu’dumuz ve O’nun manzar-ı a’lâdan her şeyi ve herkesi
gören-bilen ve onlara kendi nefislerinden daha yakın olan kurb-u mutlakı ifade edilmiş gibidir.

Bunlar ve benzeri tevillerle ulemâ-i kirâm, ehl-i İslâm’ı tecsim, hayyiz, mütehayyiz ve ittihad gibi
dalâlet mülâhazalarına yuvarlanmaktan sıyanet etmeye çalışmış ve bize fikir istikametimiz adına
her zaman başvurabileceğimiz önemli argümanlar hazırlamışlardır. Onların bu samimî sa’y ve
gayretlerini şükranla karşılamanın yanında firak-ı dâllenin sapık fikirleri söz konusu olmadığı
durumlarda, fakir, bu tür konuların hakikatini Hazreti “Allâmü’l-Guyûb”a havale ederek İmam
Malik gibi davranmanın daha uygun olacağını düşünüyorum.

Müfessirîn-i izâmdan bazıları, Kürsî ile Arş’ın aynı şey olduklarını söylemiş ve her ikisinin de
evsâf-ı sübhaniye ve hâkimiyet-i ilâhiyenin mahall-i tecellîsinden başka bir şey olmadıklarını
vurgulamışlardır. Ancak pek çok muhakkikînin beyanlarının yanında İbn Kesîr’in “el-Bidâye
ve’n-Nihâye”de zikrettiği hadis ve eserler bu iki mahall-i tecellînin birbirinden farklı şeyler
olduğunu göstermektedir.[3] Evet, konuyla alâkalı Efendimiz’den şerefsudûr olmuş ehâdîs ve âsâr,
Arş’ın Kürsî’den başka olduğunu ve ondan milyon defa büyük bulunduğunu ifade etmektedir.
Öyle ki, Kürsî kâinatlardan ne nisbette büyük gösterilmişse, Arş’ın da Kürsî’den o kadar geniş ve
kuşatıcı olduğu ifade buyrulmuştur. Onun bu vüs’atini ortaya koyma sadedinde, arz, sema,
Cennet, Cehennem, Sidretü’l-Müntehâ, Beytü’l-Mâmur... gibi bütün ulvî âlemler Arş’ın ihatası
altında gösterilmiştir.

Bununla beraber, Arş’ın bu genişlik ve kıymeti, kendine ait vüs’at ve ihtişamında değil de, Cenâb-
ı Hakk’ın azamet ve hâkimiyetinin birinci derecede mahall-i tecellîsi olmasında aranmalıdır. Evet,
onu bu âlem ve ötelerde kıymetler üstü kıymete ulaştıran bu mahalliyet ve mir’âtiyettir; bu itibarla
da onun eşi-benzeri yoktur.

Arş, evsâf-ı kemaliye ve esmâ-i fiiliyenin mahall-i tecellîsi olması açısından izafî bir sınırsızlığı
haizdir. Bir mânâda her varlık onda başlar ve onda sona erer.. onda zaman, mekân ve cihet de söz
konusu değildir; çünkü onun bütün bunları aşkın bir fevkânîliği vardır.. ve o bu keyfiyetiyle
dünyayı da kaplar ukbâyı da.

Biz, bütün bunları tam idrak edemesek de, Kur’ân ve Sünnet-i Sahihanın haber verdiği çerçevede
onun mevcudiyet ve fonksiyonlarına inanır; hakikatini kavrayamayacağımız itirafında bulunur ve
mahiyet-i nefsü’l-emriyesini Hazreti Allâmü’l-Guyûb’a havale ederiz. Onu düşündüğümüzde
sıfât-ı sübhaniyenin ilk meclâsını ve esmâ-i fiiliyenin en nuranî aynasını hatırlar; onun ötelerde
ehl-i imanın başına saldığı/salacağı ukbâ gölgeleriyle doyar gibi oluruz.

Arş, Kürsî her şeyin üstünde ve zamanları, mekânları aşan birer mahiyeti haizdirler; ne var ki
onların bu hususiyetleri lâzamânî ve lâmekânî olan Ezel ve Ebed Sultanı’ndandır, dolayısıyla da
izafîdir.

Her biri bir bilmece gibi görünen bu muğlak ve muamma konuları kavramada akıl zorlansa,
ilimler acz itirafında bulunsalar da, her zaman O’na müteveccih “latîfe-i rabbaniye” ne eder eder
kendi ufkundan bir kısım hakikatlere ulaşarak itminana vesile olabilecek pek çok şey bulabilir;
ifade darlıkları yaşasa da gönlünün dilinden değişik şeyler dinleyebilir.. kavradıklarını hamd ü
senâlarla seslendirir, dahasına arzusunu ortaya koyar, kavrayamadığı hususlar karşısında da ‫َاْلَع ْج ُز‬
]4 [
‫ َع ِن اِإْل ْد َر اِك ِإْد َر اٌك‬der ve kendi arş-ı kemalâtına, ihata serhaddine saygılı kalmasını bilir.

Aslında mü’min, bildiği şeylerin yanında pek çok bilmediklerinin de olabileceğini baştan
kabullenen bir insaf insanıdır. O, kalbinin cihanları kuşatacak bir vüs’atte olduğuna inansa da, bu
latîfenin en önemli bir derinliğinin de kendi idrak sınırlarını ve boşluklarını bilmekten geçtiğinin
farkındadır; sürekli acz ü fakr soluklar ve gözünü asla Allâmü’l-Guyûb’dan ayırmaz.

Arş’la alâkalı, Bediüzzaman Hazretleri’nin de enteresan mülâhazaları vardır; konuya son noktayı
koymadan özet olarak ondan da söz etmek istiyorum. Bediüzzaman Hazretleri Arş’la alâkalı şu
mütalâayı serdediyor[5]:

Arş, Zâhir-Bâtın, Evvel-Âhir isimlerinin halitasından ibarettir. Halitanın bir buudunu teşkil eden
ism-i Zâhir itibarıyla Arş mülk, kâinatsa melekût olur. İsm-i Bâtın açısından Arş melekût, kevn ü
mekânlar ise mülk olur. Yani Arş’a ism-i Zâhir itibarıyla bakılsa kendi zarf, kevn mazruf; ism-i
Bâtın zaviyesinden nazar edildiğinde de o mazruf, kâinatlar da zarf olur. Keza, ism-i Evvel
itibarıyla ona bakıldığında ]6[ ‫ َو َك اَن َع ْر ُش ُه َع َلى اْلَۤم اِء‬âyetinin ifade ettiği âlemin bidayetini işaretler;

ism-i Âhir itibarıyla da ]7[ ‫ َس ْقُف اْلَج َّنِة َع ْر ُش الَّرْح َم اِن‬hadisinin imada bulunduğu nihayete vurguda
bulunur. Bu itibarladır ki, Arş’a, bu dört isimden aldığı hisse-i tecellî ile bütün varlık ve
kâinatların sağını-solunu, altını-üstünü, içini-dışını kuşatan bir halita nazarıyla bakabiliriz.

Bediüzzaman “Arş-ı Âzam” ve “Arş-ı A’lâ” ile alâkalı bu mülâhazalarının yanında bir de şöyle
bir Arş telakkisinden söz eder[8]:

Cenâb-ı Hak, mahlukat-ı arziyeyi rubûbiyeti noktasında bir arş yapmıştır –buna Arş-ı Âzam’ın
izdüşümü de denebilir– bu umumî atlasın önemli bir unsuru olan havayı emir ve iradesine bir nevi
arş; nur unsurunu ilim ve hikmetine diğer bir arş; suyu ihsan ve rahmetine farklı bir arş; toprağı da
hıfz ve ihsanına ayrı bir arş yapmış ve bunlardan üçünü mahlukat-ı arziye üstünde gezdirmektedir.
Eğer Kâbe, ötelerden bir şeyin izdüşümü veya aynası, insan ayrı bir şeyin mir’ât-ı mücellâsı, fizik
âlemleri de metafizik âlemlerin bağı-bahçesi ve serası ise, dünyamızdaki hava, su, nur ve toprak
unsurlarının da ulvî âlemlere ait bir şeyin aynası, ziyası ve izdüşümü olması gayet normaldir.

Sofîlerin Arş hakkındaki mütalâaları biraz farklıdır; onlar, müfessir ve kelâmcıların


mülâhazalarını reddetmemekle beraber, ona, “akl-ı küll, nefs-i külliye, âyât-ı tekvîniye” gibi ad ve
unvanların yanında ]9[ ‫ َو َك اَن َع ْر ُش ُه َع َلى اْلَۤم اِء‬âyetinden hareketle “Arşü’l-hayat”, “Arşü’l-meşîet”;
bütün zerrat, bütün mürekkebât, arz u sema ve eflâkı ihata etmesi açısından “Arş-ı Rahmânî”;
Levh-i Mahfuz hakikatinin bir aynası olması zaviyesinden de “Arş-ı Âzam” deyivermişlerdir.
Mü’minin kalbine de arş demişler ise, onu bir “beyt-i Hudâ” gördüklerinden dolayı demişlerdir.
Sofîler arasında böyle bir yaklaşım çok yaygındır; İbrahim Hakkı Hazretleri:

“Dil beyt-i Hudâ’dır ânı pak eyle sivâdan,


Kasrına nüzûl eyleye Rahmân gecelerde.”

derken, bir başka Hak dostu onunla alâkalı şunları söyler:

“Kalb-i mü’min arş-ı Rahmân’dır


Onu yıkmak vebaldir, tuğyandır.”
Kürsî
Oturulacak özel yer, taht, kaide mânâlarına gelen ve Arş-ı Âzam’ın altında “mevzi-i kademeyn”
konumunda, kâinatı muhit bir âlem-i mânevînin unvanı bulunan Kürsî, müfessirîn-i kirâma göre,
Cenâb-ı Hakk’ın hükümlerinin tecellî ve icra alanı olup Arş’ın bir alt tabakası kabul edilmiştir.
Arz u semadaki her nesne ve herkes, ecrâm-ı ulviye ve onların kendilerine lâyık sekenesi
Kürsî’nin ihata dairesi içindedir. Bu itibarla insan, varlık ve bütün âlemler bu Kürsî’de mütecellî
ahkâm ve evâmirle sıkı sıkıya bağlıdırlar. Ahkâm, her şeye hâkim Kürsî’nin Sahibi’ne ait; emirler
O’ndan; görüp gözetme de O’nun şe’n-i rubûbiyetinin muktezasıdır. Bütün harekât ve şuûn
O’ndandır ve O, bütün bunlardan haberdardır; usûlünden-fürûundan, küllîsinden-cüz’îsinden,
nefîsinden-hasîsinden, gizlisinden-açığından... bilir göklerdekileri ve gökler ötesindekileri, bildiği
aynı anda gönüllerde oluşan his ve heyecanları, kafalardaki düşünceleri ve damarlardaki
deverânı.. O, var ettiği her şeyi görür-gözetir, evirir-çevirir, değiştirir-başka kalıplara ifrağ eder
de, Kur’ân’ın ifadesiyle, ne yorulur ne de uyuklar; Arş’ı sıfât-ı sübhaniyesine bir taht-ı perdedar
yapar, Kürsî’yi de icraat-ı rubûbiyetine bir makarr. Yaratır yarattıklarını, devam ettirir hayatı-
memâtı; görür ve gösterir Kürsî’den Hayy u Kayyûm olduğunu...

İlk müfessirlerden günümüzün tefsircilerine kadar İslâm ulemâsı, teferruattaki farklılık mahfuz,
Kürsî hakkında şu mütalâalarda bulunmuşlardır:

Kürsî, arzî semanın fevkinde ve fakat Arş’ın altında bütün kâinatı kuşatan, “mevzi-i kademeyn”
olarak yâd edilen bir pâyitaht zamanıdır. Onun yapı unsurları, maddî âlemin temel taşlarından
farklı; ne atom ne elektron, ne anti-atom ve anti-elektron, hatta ne de iyon, Allah’ın bilebileceği
fizikötesi bir mevcut.. o bir cisimdir ama, bildiğimiz cisimlerden değil; bir mahiyet sahibidir
fakat, idrak ufkumuzu aşkın bir keyfiyeti haizdir.. cisim, cevher, araz olmadığını da söyleyebiliriz;
ancak Zât-ı Ulûhiyet’in selbî sıfatları kabul ettiğimiz bu evsâfı, en aşkın varlıklar için dahi
kullanmayı düşünmeyiz/düşünemeyiz ve bunu bu şekliyle itikadî bir konu gibi görürüz.

Kürsî, hem varlığı kuşatan hem de kevn ü mekânlarla müşterek mütalâa edilen, tefsircilerin
ifadesiyle, hem muhît hem de muhât –Bediüzzaman’ın Arş mevzuundaki zâhir-bâtın mütalâaları
hatırlansın– bir mahiyet-i muallâya sahiptir. O tahtın sahibine gelince, O’nun için ne zaman ne
mekân ne de cihet söz konusudur:

“Ne göklerde ne yerlerde,


Ne sağ u sol ne ön ardda,
Cihetlerden münezzehtir
Ki hiç olmaz mekânullah.” (İbrahim Hakkı)

Arş O’nun arşı, Kürsî O’nun kürsîsidir ama O Müteâl Varlık’ın bunlarla münasebeti oturma,
kurulma, yerleşme, tahayyüz etme ve ihtiyaç duyma şeklinde değildir. O, bildiğimiz varlık
türlerinden değildir. Vücudu hakikî bir vücud ve kendindendir; ulemâ-i İslâm’ın ifadâtıyla,
“Vacibü’l-Vücud”dur; zıddı, niddi ve misli yoktur. Kürsî ise bir mânâda O’nun emirlerinin tecellî
ve tenfiz mahallidir ve bizim için arka planları kavranamayan nâkabil-i idrak hakikatlerden bir
hakikat ve hayret duygularımızı tetikleyen bir muallâ duraktır. Şimdiye kadar onunla alâkalı pek
çok şey ifade edilmiş ise de, bu yorumların hiçbirinin onun mahiyet-i nefsü’l-emriyesini
aksettirdiği söylenemez. Söylenenler yanlış değildir ve idlâl ifade etmemektedir. Ama murad-ı
ilâhî açısından, o hakikat-i uzmâya “delâlet-i bi’l-mutabaka” ile delâlet ettiği de iddia edilemez.

Kürsî’ye, şu madde âleminde varlığa ait bütün hususiyet ve ahvâlin tecellî ve zuhur mahalli de
demişlerdir ki, bilcümle ulvî âlemler ve onların bağrında gerçekleşen oluşumlar, tebeddüller,
tagayyürler, teşekküller, televvünler orada mütecellî emir ve ahkâma bağlı bir vetire içinde
cereyan etmektedir: Zerreler, kaderî bir programla o Kürsî’den akseden emir ve irade ile döner
dururlar; yıldızlar, sistemler orada mütecellî ahkâma göre âhenk içinde varlıklarını sürdürürler;
melekler, ruhanîler gözleri orada evâmir-i tekvîniye ve teşrîiyeyi yerine getirirler; hâsılı, mikro
âlemden makro âleme varlık oradan sâdır olan emirlerle yürür, orayla irtibat sayesinde âhengini
korur ve kendine göz ucuyla baksa da bütün benliğiyle oraya müteveccihen yaşar.

Eski astronomi ve Batlamyus mülâhazaları çerçevesinde Kürsî’yi yorumlayanlar onu sekizinci


sema tabakasında “sâbit âlemler ufku”, Arş’ı da dokuzuncu semada “felek atlası” şeklinde
yorumlamışlardır. Bu onların ilmî ufukları itibarıyla kendi anladıkları.. Nebiler Sultanı’nın
beyanına göre Arş da Kürsî de onlara bağlı hakikatler de bizim kıstaslarımız açısından ihata
edilecek türden değildir.. ve şu şekilde-bu şekilde onlara birer keyfiyet belirlemek de bizi aşar.
İnsanlığın İftihar Tablosu, Kürsî’nin mahiyet-i nefsü’l-emriyesinin azametini ifade
sadedinde: “Bütün kâinatlar Kürsî’ye nisbeten çöle atılmış bir halka mesabesindedir.”[10] buyurur.
Bu bir ihata, muhteva, fonksiyon, meclâ ve mir’âtiyet, tabiî bilâtemekkün ve bilâtahayyüz bir taht-
ı rabbanî olması itibarıyladır; bu açıdan da Arş’ın altında ondan daha muallâ ve azametli bir şey
yok demektir.

Vâkıa, bazı fuhûl-ü ulemâ Kürsî’yi kendi azameti ve Arş’ı da o baş döndüren ihtişamıyla kabul
etmenin yanında birincisini mekânî, ikincisini de zamanî görmüşlerdir. Bu, zaman ve mekânın
birer hakikat-i sâbiteye nisbeti mânâsında bir yaklaşımsa kimsenin buna diyeceği bir şey olamaz
ve böyle bir yorum Arş u Kürsî’nin zaman ve mekân üstü birer hakikat olmalarına da mâni
değildir. Ayrıca böyle bir ifade ile onların zaman ve mekân üstü olmalarındaki izafîlik
kastediliyorsa ona da bir şey denemez; zira mutlak zaman ve mekândan münezzehiyet Zât-ı
Ulûhiyet’in selbî sıfatlarındandır ve başka bir şeyin O’nunla o hâsse-i lâzimeyi paylaşması asla
söz konusu değildir.

Hâsılı, Kürsî, ilâhî saltanat ve hâkimiyetin bir mahall-i tezahürü, ilm-i muhît-i rabbanînin bir
meclâsı, mazhar-ı hâssı ve zihinlerimizde o sonsuz kudret, irade ve ilmi ihsas etmenin kaynağı
mânevî ve nuranî bir taht-ı Rahmân u Rahîm’dir.

Yüksek bir nisbeti ifade etme adına Kâbe-i Muazzama’ya “Beytullah” dendiği gibi nisbetlerinin
ulviyeti, ihtiva ettikleri mânâların vüs’ati ve fonksiyonlarının enginliğiyle, Arş’a “Arşu’r-
Rahmân”, Kürsî’ye de “Kürsî-i Rabbânî” denmiştir. Ne denirse densin, maksat, o ulvî nisbetle
ulûhiyetin azametini ifade, büyük-küçük kâinatların O’nun taht-ı tasarrufunda bulunduğunu da
ifhamdır. Meseleye böyle yaklaşmayıp da gereksiz teferruata girdiğimiz takdirde haddimizi aşmış
ve mahiyetlerini tam kavrayamadığımız hakikatlere saygısızlıkta bulunmuş oluruz.

Evet, kâinatları kaplayan bir Kürsî vardır.. ve bu Kürsî tasavvurlar üstü müteâl bir taht-ı Rahmân
u Rahîm’dir. Bütün eşya ve şuûn orada tecellî eden ilâhî emir, irade, kudret ve meşîetle varlığa
ermekte ve mevcudiyetlerini sürdürmektedirler. Ancak biz kat’iyen o Kürsî’nin hakikatini
bilemediğimiz gibi arka planındaki esrar-ı ulûhiyete de akıl erdirmemiz mümkün değildir. Sofîler
Kürsî’yi kudret-i ilâhiyenin zuhur ufku, emir ve nehy-i rabbanînin ifâza mahalli ve esmâ-i
fiiliyenin de ilk matlaı görmüşlerdir.. görmüş ve acz ü fakr mülâhazasıyla o kudrete yönelmeyi
yenilmezliğin sırrı saymış, emr u nehy mevzuundaki duyarlılığı Sahib-i Kürsî’ye vefanın gereği
bilmiş ve bütün varlığı da esmâ-i ilâhiyenin tezahürü, mahall-i tecellîsi ve armonisi şeklinde
duymuş ve zevk etmişlerdir.

Sidretü’l-Müntehâ
Sidr, lügat itibarıyla Arabistan kirazı demektir. Ayrıca bu kelime, hayret ve göz kamaştırma
mânâlarına da gelmektedir. “Sidretü’l-Müntehâ” ise sınır, serhat ve imkân âleminin hududu gibi
görülmektedir. Onu, fânilerin ulaşabilecekleri en son nokta diye yorumlayanlar da olmuştur.
Müfessirîn-i kirâm değişik ehâdîs ve âsârı değerlendirerek Sidretü’l-Müntehâ’yı, yedinci semanın
üstünde, Arş’a yemînen mücavir, altından müttakilere vaad edilen Cennet ırmaklarının fışkırdığı
bir şecere-i mübareke şeklinde resmederler. Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ) onun ihata alanını
anlatırken “Gölgesinde bir süvari yetmiş sene at koştursa, yine de o gölgeyi katedemez; onun
yaprağı bir milletin bütününü kaplayabilir.”[11] buyururlar ki, bu ifade kesretten kinayedir. Daha
büyük rakamlarla ifade ettiğinizde de mübalâğada bulunmuş sayılmazsınız. Zira Sidre, bütün
hilkat âleminin âlem-i emir ufkunda bir serhaddi mesabesindedir. Orada imkân âlemi sona erer..
her yana ser çekmiş varlığın dalı, yaprağı, sürgünü gider oraya dayanır.. ruhanîlikte derinleşen
rabbanîlerin, melekût-u eşyaya nüfuz edebilen müterakkî gönüllerin nazarları ancak oraya
varabilir; nazar-kadem vahdetine ulaşmış kümmelîn gider oranın eşiğine takılır ve orada herkes
hayretle soluklanmaya durur. Zira daha ötesi gayb âlemleri alanına girer ki ona da Allah’tan başka
kimse muttali değildir.

Kelimenin özündeki diğer mânâ itibarıyla Sidretü’l-Müntehâ, öyle bir hayret ve dehşet ufku, öyle
bir kalak ve heyman zirvesidir ki, “Ne mekân vardır anda, ne arz u sema.. ve akl u fikr etmez bu
hâli fehm-i hâl.” (Süleyman Çelebi). İnsanlık, var olduğu günden itibaren ne mânâ kahramanları
yetiştirmiştir ama, Hz. Şeref-i Nev-i İnsan ve Ferîd-i Kevn ü Zaman olan Ruh-u Seyyidi’l-
Enâm’dan (aleyhi ekmelüttehâyâ) başka kimse o ufka yükselememiş ve kimse o zirveye
ulaşamamıştır. Hâlen ve zevken ulaşanlar ise, başları dönmüş ve bakışları bulanmış olarak hayret
ve heyman içinde kalakalmışlardır. O idi ki “Gözü kaymadı, asla şaşmadı/şaşırmadı ve haddini
aşmadı. Orada Rabbinin en büyük burhanlarını müşâhede etti.”[12] Bu makam Sidretü’l-Müntehâ
idi ve Bediüzzaman’ın ifadesiyle bu ufuk, vücub-imkân arası kudsî ufuktu.[13] Bu zirvenin ilk ve
son seyyahı, yüzü suyu hürmetine kâinatların var edildiği Hâtem-i Divan-ı Nübüvvet idi.. ve
O’nun bu konuda selefi olmadığı gibi halefi de olmayacaktı. Konuyla alâkalı ne hoş söyler
Süleyman Çelebi:

“Ermedi evvel gelen bu devlete,


Kimse nail olmadı bu rif’ate.”

Bizim için, ne onun ledünnî derinliklerini ne görüp duyduklarını ne de zevk edip yaşadıklarını
tasavvur etmek mümkün değildir. Biz, duyduklarımızı olduğu gibi korur ve asfiyânın yorumları
içinde onları anlamaya çalışırız.

Bazı sofîlere göre, Sidretü’l-Müntehâ, Cenâb-ı Hakk’ın, ibâd-ı mükerremîninin zâhir, bâtın, ruh,
nefis, akıl, vehim ve mahiyet-i nefsü’l-emriyelerine, sırasıyla, ism-i Zâhir, ism-i Bâtın, ism-i has,
sıfat-ı Rab, ism-i Rahmân, ism-i Hak’la teveccüh ufku ve evsâf-ı sübhaniyesiyle bir tecellî
zirvesidir ki, bütün müktesep beşerî bilgiler, mârifetler, ihsaslar, ihtisaslar ne kadar derin ve
yüksek de olsa nihayet gider oraya dayanır ve daha ötesine de geçemez. O ufkun ötesine
geçildiğinden söz etmeler tamamen konunun hâlî, misalî ve zevkî yanıyla alâkalıdır ve bizim
idrak ufkumuzu aşan müteâl konulardandır.

Beyt-i Mâmur
Mâmur ev veya mabet demek olan Beyt-i Mâmur, semanın üstünde, hadisin ifadesiyle, her gün
yetmiş bin meleğin –bu, kesretten kinaye, yetmiş milyon da olabilir– ziyaret veya tavaf ettiği, bir
kere tavaf edene bir daha sıranın gelmediği/gelmeyeceği, [14] ibadetle mâmur, göklerde Kâbe’nin
aynı ve bir çeşit onun hizasında nuranî bir hazîredir. Aslında Beyt-i Mâmur’un da ve tabir yerinde
ise yeryüzünde onun izdüşümü sayılan Beytullah’ın da birer mâmur hazîre olarak yâd edilmeleri,
her iki mukaddes evi de, hemen her gün, her saat, her dakika tavaf eden melek, ruhanî ve ins ü
cinnin onlara gösterdikleri içten ihtiram ve ziyaretlerinden dolayıdır.
Beyt-i Mâmur, Kur’ân’da üzerine yemin edilen kutsal mekânlardan biridir [15]; arzın göbeği ve
beled-i emînin gözbebeği Beytullah da onun arzdaki aksi olarak diğeridir. Biri göktekiler metâfı,
diğeri arzdakilere bir mahall-i tavaf.. göklerde “Beyt-i Mâmur” deyip dönenlerin aynı zamanda
Kâbe’nin pervaneleri olmadığı söylenemez; arzdaki semavîlerin Beyt-i Mâmur’a tâzimlerini
iletmedikleri de iddia edilemez. Nazargâh-ı ilâhî olan bu iki beytin tavafında da tâif ve
ziyaretçinin Hakk’a özel bir teveccühü ve teveccühüne iltifat alması söz konusudur. Bu mukaddes
mekânlara yolu düşenler Hakk’a misafir olmuş sayılırlar. Böyle bir bahtiyarlığa ermiş olanlar da
kendilerini âdeta bir diriliş çağlayanına salmış olurlar; olur ve ebedî hizlân diyeceğimiz küfür ve
dalâlet gibi mutlak bir haybetten –inşâallah– kurtuluverirler. Evet, Beyt-i Mâmur’a eren ve
imandan kaynaklanan bir cehde bağlı Beytullah’ı gören, dalâlet ölümüyle ölmez ebedâ.

En sağlam kaynaklar Beyt-i Mâmur’un göklerin üstünde olduğunu kaydederler. Sahabeden


bazıları ve müfessirîn-i kirâmdan bir kısmı ise onun, Hz. Nuh (alâ nebiyyinâ ve aleyhisselâm)
dönemine kadar Kâbe’nin bulunduğu yerde ya da mânevî bir bağla Beytullah’la iltisak içinde
bulunduğunu, o devrin insanlarının ona gereken saygıyı göstermemeleri ve tufan hâdisesinin
zuhuruyla, Allah tarafından, semada Kâbe’ye muhâzî bir yere kaldırıldığını söylerler ki gayba ait
böyle bir şey karşısında bize, “İşin hakikatini Allah bilir.” demekten başka bir şey düşmez.

Seleften bazılarının, Kâbe’yi ayn-ı Beyt-i Mâmur görmeleri bir anlamda kabul edilse de, –Allahu
a’lem– bu, izdüşümle aslın birbirine iltibasından kaynaklanmaktadır ve Kur’ân’ın ilk ve ikinci kez
indiği yerleri bir görmeye dayanmaktadır.

Çok az bir kesim, Kur’ân-ı Kerim’in “Levh-i Mahfuz”dan dünya semasına indirildiği ilk durağın
“Beytü’l-İzzet” olduğunu söylerler ki, burası da ilâhî beyanın haricî vücud nokta-i nazarından ilk
tecellî alanı olması itibarıyla metâf-ı kudsiyândan sayıldığından, ikisinin ayniyetine gidilmiş ve
Beyt-i Mâmur’a, Beytü’l-İzzet denmiş.

Sofîlerden bazıları, Beyt-i Mâmur’u, “bekâ billâh maallah” kahramanlarının kalbi diye
yorumlamış ve Arş u Kürsî’de olduğu gibi izafî olanı ya da izdüşümü hakikî ve aslî gibi mütalâa
etmişlerdir. Aslında Sidretü’l-Müntehâ’nın Beyt-i Mâmur’la, Beyt-i Mâmur’un Kâbe ile ve
kademe kademe hepsinin mü’min kalbi ile bir alâkası vardır ve bir mânâda kalb hem bir Arş hem
bir Sidre hem bir Beyt-i Mâmur hem de Beytullah’tır. Elverir ki o kalb “kalp” olmayıp “kalb”
olsun...

‫َال ـُهَّم َيا ُم َنِّو َر اْلُقُلوِب َنِّو ْر ُقُلوَبَنا ِبَأْنَو اِر َم ْع ِرَفِتَك َو َأِفْض َع َلْيَنا ِم ْن َع َو اِرِف اْلَم َع اِرِف‬.
‫ّٰل‬

‫َو َص ِّل َو َس ِّلْم َع َلى َس ِّيِد َنا ُم َحَّمٍد َس ِّيِد اْلَع اِرِفيَن َو َع َلى ٰا ِلِه َو َأْص َح اِبِه اْلُم ْخ ِلِص يَن اْلَو اِص ِليَن‬.

[1] “Arşı üzerine hükümran oldu.” (Furkan sûresi, 25/59)


[2] el-Beğavî, Meâlimü’t-tenzîl 2/165; el-Kurtubî, el-Câmi’ li ahkâmi’l-Kur’ân 7/219-220.
[3] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 1/8-17.
[4] “O’nu nâkabil-i idrak kabul etmek şeklindeki acz, tam idraktir.” (el-Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-
dîn 4/252; es-Suyûtî, Şerhu Süneni İbn Mâce 1/103)
[5] Bediüzzaman, Mesnevî-i Nûriye s.95 (Hubâb).
[6] “Bundan önce ise Arş’ı su üstünde idi.” (Hûd sûresi, 11/7)
[7] Bkz.: ed-Deylemî, el-Müsned 2/338; Ebû Hayyân, el-Bahru’l-muhît 8/144.
[8] Bediüzzaman, Mektubat s.336 (Yirmi Dördüncü Mektup, İkinci Makam, Beşinci İşaret).
[9] “Bundan önce ise Arş’ı su üstünde idi.” (Hûd sûresi, 11/7)
[10] İbn Hibbân, es-Sahîh 2/77; Abdullah İbn Ahmed İbn Hanbel, es-Sünne 1/247, 304.
[11] el-Bezzâr, el-Müsned 127/10; et-Taberî, Câmiu’l-beyân 15/10, 27/54.
[12] Necm sûresi, 53/17-18.
[13] Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s. 617 (Otuz Birinci Söz, İkinci Esas, İkinci Temsil).
[14] Buhârî, bed’ü’l-halk 6, menâkıbü’l-ensâr 42; Müslim, îmân 259, 264.
[15] Bkz.: Tûr sûresi, 52/4.

 01 Ocak 2010 tarihinde hazırlandı.

 Fethullah Gülen. Kategori: Kalbin Zümrüt Tepeleri.

 Ulvî Âlemler
 Halik'in namütenahi isimleri olduğu gibi o esma ve arkalarındaki sıfatların birinci, ikinci
ve üçüncü... derecede tecelli alanları ve taayyün noktalarının bulunduğu da bir gerçek. Bu
âlemler, hem bizim idrak ufkumuz hem de kendi mânâ ve muhtevaları itibarıyla aşkın
âlemlerdir. Âlem-i mülk ve âlem-i şehadete dair, her zaman net bazı şeyler bilmemiz
mümkün olsa da, lâhut, rahamût, ceberut, melekût âlemleriyle alâkalı ne keyfiyet
çerçevesinde ne de kemmiyet plânında açık bir şey söylememiz oldukça zordur. Bu
konudaki bütün mülâhazalar, Kitap ve Sünnet'in belirleyici temel esaslarına sadık
kalınarak tamamen keşfe, müşahedeye, mükâşefeye bağlı beyanlardır.
 İlim nazariyesi (epistemoloji) açısından Allah'tan gayrı zâhir-bâtın, lâtif-kesif, meşhud-
gayrimeşhud, canlı-cansız, dünyevî-uhrevî her şeye âlem denir. Yukarıdaki çerçeve içinde
bütün varlık ve onun perde arkası, Hazreti Zât'ın varlığının delili, icraatının belgeleri,
kemâlinin aynaları, kaderi plân ve programının kitap ve defteri, belli bir tafsil adına her
şeyin mahall-i taayyünü, aynı zamanda sıfat ve isimlerinin tecelli alanı olması itibarıyla
görünen-görünmeyen hemen her şey O'na ait derin izler, emareler, nişanlar taşıdığından,
hatta O'nü haykırdığından O'nun şahitleri mânâsına âlem unvanıyla yad edilmiş, hepsine
birden "avalim" veya "âlemin" denmiş; akıl, ruh, nefis, şuur, his ve idrak gibi O'nun "Ol!"
deyivermesiyle meydana gelen emir kaynaklı şeyler âlem-i emre bağlanmış; maddî,
cismanî, terkip ve tahlil hususiyetlerini haiz, müddete vabeste arzî ve semavî bütün
nesneler de âlem-i halk çerçevesinde mütalâa edilmişlerdir.
 Bu taksime bağlı ve bir mânâda onun içinde, "âlem-i şehadet", "âlem-i gayb" diye bütün
avalime esas teşkil eden iki ana âlem daha vardır ki, zikredeceğimiz bütün âlemler onların
birer şubesi mesabesindedir:
 1) Gözle görülmeyen ve zahirî duyu organlarımızla hissedilmeyen, gayb âlemi ki, başta
lâhut, rahamût, ceberut, melekût âlemleri olmak üzere, görülmezlik ve duyulmazlığın
değişik basamaklarında yerlerini alan ve farklı unvanlarla yad edilen, mânâ âlemi, ruh
âlemi, misal âlemi, berzah âlemi ve bâtınî, lâtif, nuranî daha bir sürü âlem hep bu gaybî
âlem çerçevesinde mütalâa edilegelmiştir.
 2) Gözle görülebilen ve zahir duyu organlarıyla hissedilebilen şehadet âlemi ki, âlem-i
halk, âlem-i mülk, âlem-i madde, âlem-i cisim, âlem-i suret, âlem-i kesafet, gibi değişik ad
ve unvanlarla yad edilen ne kadar âlem varsa hemen hepsi bu âlemin birer fakültesi
durumundadır.
 Âlem-i gayb ve âlem-i şehadet, âlem-i emir ve âlem-i halk birbirinden farklı unvanlarla
anılsalar da, bunlar iç içe âlemlerdir ve biri diğerinin zahirî buudu, öbürü de berikinin
bâtınî derinliğinden ibarettir. Ancak, sıfat ve esmâ-i İlâhiyenin, hatta şe'n-i Rububiyetin
birer mahall-i tecellisi ve farklı mertebede birer taayyün faslı sayılan bu âlemler tamamen
birbirinden ayrı hususiyetler arz etmektedirler.
 Ehl-i tahkike göre varlığın, hususiyle insanoğlunun değişik vilâdet mertebeleri vardır:
 Bunlardan birincisi, esma ve sıfatın ilk zuhuru mertebesi; ikincisi, esnaf-ı melekûtun
ceberut basamağında tulûu derecesi; üçüncüsü, cisim ve cevherlerin melekût burcunda
bürûzu kademesidir. Böyle bir gelişme ve inkişaf tasavvuf ve bazı felsefî ekollerdeki
"nüzul" ve "urûc" mülâhazalarına benzese de, urûc ve nüzûlla alâkasının olmadığı açıktır.
Zira bunlar, birer taayyünün unvanı olarak zikredile-gelmişlerdir.. ve aynı zamanda seyr u
sülûk-i ruhanîde de sâlikin "bekâbillah"a kadar uğrayacağı menzilleri işaretlemektedirler:
Hak yolcusu, asar âleminden ef'âle, ondan esma ve sıfata, ondan da "bi gayri keyfin ve
idrakin ve darbin min misâlin." (Bed'u'l-Emâlî) tecelli-i Zât'a urûc eder. Buna, âlem-i
mülkten âlem-i melekûta, ondan âlem-i ceberut ve âlem-i rahamûta, ondan da "fenâfillah-
bekâbillah" ufku şeklinde yorumlanan âlem-i lâhuta, bir mârifet, bir zevk-i ruhanî seyahati
de diyebiliriz. Hakikî bekâbillah âlem-i melekûtu duymakla başlar ve kalbî, ruhî hayat
mertebesini tam ihrazla da daha ötelere devam eder gider. Nihayet varlığını, O'nun ziyâ-i
vücudunun bir gölgesi görebilecek mülâhazalara ulaşınca da "min vechin" seyahat sona
erer. Biz şimdi, farklılıkları çerçevesinde, yukarıdan aşağıya -konuyu biraz da kendi idrak
ufkumuza bağlıyoruz- "bî kem u keyf" bu inkişafı takip etmeye çalışalım:
 1) Âlem-i Lâhut: İcmalî tarif çerçevesinde, âsârıyla müberhen, esmâsıyla malum,
sıfatlarıyla muhat, tasavvuru nâkâbil-i idrak, gaybu'l-gayb, kenz-i mahfî, âlem-i ıtlak,
gayb-ı mutlak, hakikatü'l-hakayık unvanlarıyla bilinen vâhidiyetin (Bazıları ehadiyet
demede ısrar ediyor) mahall-i tecellisi âlemler üstü bir âlemdir.
 Bir diğer yaklaşımla âlem-i lâhut; bizim varlığımızın, varlık basamaklarından birini ihraz
edişimizin, gayb ve şehadet âlemlerinin, onlara ait bütün hususiyetlerin, hatta bizim
ihsaslarımızın, duygularımızın, düşüncelerimizin, zâhir-bâtın latifelerimizle alâkalı
faaliyetlerimizin biricik feyiz kaynağı ve "Allah" ism-i şerifine bakan aşkın bir âlemdir.
Bütün şuunât-ı ilâhiye, sıfât-ı sübhaniye ve esmâ-i hüsnânın da mahall-i icmali -bu da yine
kelime yetmezliğinden kaynaklanan fakir bir ifade- ve birleşik noktası mesabesindedir.
Evet bu âlem, bilmutabaka bir tecelli-i Zât âlemidir; ama, bittazammun ve bililtizam diğer
bütün âlemlerin de biricik kaynağıdır (Burada icmal ettiğimiz, tecelli-i Zât, tecelli-i şuun,
tecelli-i sıfat ve tecelli-i esma konuları üzerinde daha önce durmuştuk). Ve tecelli, taayyün
itibarıyla da bu ilk ve muhit âlem, aynı zamanda "ubudiyet" mülâhazasını da hatırlatan bir
âlemdir. Yani ulûhiyet hakikati, mâbudiyet, maksudiyet, mahbubiyet mânâlarını da hâvi
bulunduğundan bu âlem, Kur'ân'ın emir ve tavsiyeleri çerçevesinde Hakk'a ubudiyeti de
tazammun etmektedir. Evet Allah, Allah olduğu için aynı zamanda Mâbud'dur,
Maksud'tur, Mahbub'tur...
 Lâhut, Zât-ı Ulûhiyet'in câmi bir aynası olması itibarıyla ezelden ebede değişmezliği
haizdir. Evet, o âyine-i ezel olduğu gibi tecellî-i lâyezaldir. Tarih boyu değişik
düşüncelerden ubudiyet şekilleri doğagelmiş ve bu ubudiyetlere merci olmak üzere farklı
mâbudlar uydurulmuştur. Ne var ki birer birer doğan bu ubudiyetler, mevsimi gelince
veya miadı dolunca hemen hepsi unutulmuş, mâbud kabul edilen bütün ilâhlar
hafızalardan silinip gitmiş; sadece ve sadece o Vahid u Ehad, o sıfât-ı ulyâ ve o esmâ-i
hüsnâ sahibi Zat-ı Ecell ü A'lâ baki kalmıştır. O, ezelîdir; ezelî olduğu için de ebedîdir;
kıdemi sabit ademi de mümtenidir.. ve işte lâhut âlemi de böyle bir tecellinin biricik
mir'ât-ı mücellâsıdır.
 Bir diğer yaklaşımla lâhut âlemi, kâinatın heyet-i mecmuasında görülen/görülebilecek
olan, maddî-mânevî her şeyin vücudunu, evsafını, hususiyetlerini, mebdeini, meadını,
gelişimini, değişimini, inkişafını ve akıbetini câmi ilk mahall-i taayyün -yine dîk-i elfaza
takıldık- ve icmalî ilk ayine-i tecellidir.
 2) Âlem-i Rahamût: Küre-i arz üzerindeki hayvanat ve nebatatın varolmaları, hayata
mazhariyetleri, yaşamaları, üremeleri ve bütün bu merhalelerin hemen hepsinde apaçık
müşahede edilen uyumları, âhenkleri, insicamları, intizamları gibi hususlar., sonra
insanoğlunun ruhanî ve cismanî letâif ve uzuvları itibarıyla mazhar olduğu şefkat,
merhamet, inayet, riayet., gibi özel bütün teveccühler hep bu ikinci taayyün diyeceğimiz
rahmaniyet ve rahimiyetin mahall-i inkişafı olan âlem-i rahamûta bakmakta, bu âlemin
menfezleriyle teveccühe teveccühle mukabeleyi ifade etmekte ve o yolla beslenmektedir.
Bunu şöyle de ifade edebiliriz: Cenâb-ı Hakk'ın ehadiyet ve samediyetinin, bütün kâinat
ve eşyadaki umumî, mutlak, fakat inkişaf ve tafsile açık zatî teveccühleri lâhutiyete ait bir
tecelli -tecelli demek de doğru ise- her nesne ve herkesin belli ölçüde ve istidadına vabeste
olarak yine onun rahmet, şefkat, himaye, inayet, riayet ve sıyânetinden istifaza ve
istifadesi ise -vahidî ve ehadî tecellilerin farklılığı mahfuz- rahamût ufkundan akseden bir
cilvedir. Rahamût âlemi tamamen, sıfat ve esma dairesine bakmaktadır. Rahmaniyete
nisbeti açısından sıfât-ı Zât'ın daire-i hâssı, rahimiyetle münasebeti itibarıyla da sıfât-ı fiile
mahsus bir tecelli alanı mesabesindedir. Rahamûtun, Cenâb-ı Zât'ın, gazabına sebkat eden
engin, vâsi, hatta namütenahi rahmetinin mebde'den müntehaya her tekevvün ve her şe'n
adına bir mebde-i taayyün olduğunu söylemek de mümkündür. Evet, Hazreti Zât'ın
rahmaniyeti, O'nun fevkalâde merhametli olduğunu, rahmet ve şefkatinin sınırı, haddi ve
nihayetinin bulunmadığını ifade ettiği gibi, o rahmaniyetin mahall-i tecellisi olan Rahamût
da olabildiğine engin, şamil ve her şeyi kucaklayan bir mahall-i rahmet -vasfına tam
muktedir değiliz- olduğunda şüphe yoktur. Rahimiyet sıfatının, fiilî ve amelî bir durumu
haiz olması açısından rahamût âlemine, her şeyin ilm-i vücud merhalesinden -böyle
denebilecekse- ötelerin en son noktasına kadar, varlıkla alâkalı, her şey ve herkesin
liyakati ölçüsünde ona mütemâdî tecellilerin kaynağı demek uygun olur zannediyorum.
Rahmaniyet ve rahimiyetteki farklılıklar açısından rahamût âlemi birinci sıfat itibarıyla
ezele, ikinci sıfat açısından da lâyezale bakar. Evet, her şeyin ilk yaratılışında mazhar
olduğu cebrî lütfîler, ihsanlar Hazreti Zât'ın rahmaniyetine bağlı asardır ve bu asardan
mahrum herhangi bir varlığın mevcudiyeti de söz konusu değildir. Her şey vücuduyla,
hususî vasıflarıyla, yaşamasıyla, üremesiyle, neslini devam ettirmesiyle rahmaniyet
çizgisinde rahamûta; herkesin sa'y u gayret, cehd ü hareket ve aktivitelerine terettüp eden
ikramlar, ihsanlar, teveccühler, cennetler ve Cemalullah'a mazhariyetler de ona rahimiyet
ufkundan bakmaktadır.
 Hem âlem-i lâhut hem de âlem-i rahamût birer bilme; bilip rahmet, şefkat, inayet., gibi
cebrî lütfî tecellilerle kendini bildirme, sonra da bütün bunları nazara vererek gönülleri
ubudiyet-i kâmileye hazırlama, yönlendirme âlemleridir.
 3) Âlem-i Ceberut: İlâhî isim ve sıfatların tecelli alanı olarak bilinir. Ona; âlem-i vahdet,
berzah-ı kebir, hakikat-ı Ahmediye, ruh-u a'zam, ruh-u küllî, zıll-i evvel de denmektedir.
Bazı sofiye, âlem-i ceberûtu tamamen esma ve sıfat dairesinden ibaret görüp, onu âlem-i
lâhut ve rahamût arasında veya lâhut ve melekût ortasında bulunan ilâhî kudret ve azamet
âlemi olarak yorumlamıştır. Bu âlemin semavî ve manevî olduğunda şüphe yok. Ancak
böyle bir âlemin, Hermes'in semavî mülâhazaları ve Eflatun'un İdeler alemiyle
münasebetinin olmadığı da açıktır. İbrahim Hakkı Hazretleri'ne göre ceberut âlemi, bütün
âlemlere nazır, kürsînin üstünde ve arş-ı a'zamın altında -altla-üstle her ne kastediliyorsa-
manevî bir âlemdir.
 Bu mütalâalar çerçevesinde, melekût âlemi kürsînin altında tasavvurlar üstü, aşkın lâhut
âlemi ise, istiva-i arş mazmununa bağlı ve "fevk-taht" mülâhazalarından müberrâ, her
şeyin üstünde. Rahamût âlemine gelince o ayrı bir mahall-i tafsil ve inkişaf; ceberut âlemi
ise, rahamût âleminin önünde veya yanında bir âlem-i azamet ve hakimiyettir...
 Kaza ve kader hâdisesinin ceberut âlemi ile hususî bir münasebeti vardır. Bu münasebet,
kadere mevzu şahıslar planındaki hâdiselerle de dolayısıyla alâkalıdır. Âlem-i ceberut,
hemen bütün eşya ve hâdiseler adına saf ve lâtif bir âlemdir. Bu itibarla da onun âlem-i
mülk ve melekûta bir fâikiyeti vardır. Bu âlemde bütün varlık ve hâdiseler külliyet
plânında bir vetire takip ederler; alttaki melekût ve mülk âlemlerinde ise, cüz'iyat ve
teferruat dairesinde bir gelişme ve inkişaf gösterirler.
 4) Âlem-i Melekût: Emir âlemi, ervah âlemi, berzah âlemi, son taayyün ve ruh-i izafî ufku
da diyeceğimiz lâtif varlıklar âleminin son mertebesi ve âlem-i mülkün de tavanı
mesabesindedir. Bu şekilde bir tasnif ve tertip; zât, sıfat ve ilâhî isimlerin tecelli
mertebelerine birer unvan olmaları açısından zikredilmektedir., ve böyle bir yaklaşımın
temeli de keşfe, zevke, muhkem nusûsa bağlılık içinde içtihada, te'vile ve tefsire
dayanmaktadır.
 Ceberut, melekût ve mülk âlemleri, iç içe, zâhir-bâtın münasebeti çerçevesinde birbirinin
farklı derinliklerinden ibarettir: Yani ceberut âlemi, eğer müstakil ve zatî bir âlemse,
melekût ve mülk âlemleri onun birer buudu durumundadırlar. Aslında ceberut âlemi
tamamen bir mahiyetler âlemidir ve haricî vücudu da söz konusu değildir. Onda, her
nesne, muayyen mahiyetler şeklinde birer icmal; melekût ve mülkte ise zahir ve bâtın
yanlarıyla her şey bir tafsil ve inkişaf vetiresi yaşamaktadır.
 Melekût dahil, bütün üst âlemler muallâ ve aşkın âlemlerdir ve bu âlemler için alt-üst, ön-
arka, gece-gündüz, dün-bugün söz konusu değildir. Öyle ki, inkişaf etmiş bir gönül,
melekûtî ufku itibarıyla dünü bugünle beraber, bugünü de yarınla beraber duyup
yaşayabilir ve zaman üstü olmayı bütün derinlikleriyle duyabilir.
 Aslında, insanın hilâfeti de onun, kalbi itibarıyla ve melekûtla münasebeti açısındandır.
Onun zahiri mülk, bâtını ise melekûttur. Kâinatlarla arş, arzla Kabe arasında da aynı
şeyler söz konusudur. Melekûta açık bir kalb sahralardan daha geniş, mülk itibarıyla koca
bir ceset ise fincandan daha dardır. Mülk hissin kesafet mahalli, melekût letâifin inbisâtı
sahasıdır. Melekûtî varidat her ruhun serveti, kuvveti ve temelidir ve hiçbir kimsenin
bundan müstağni kalması da mümkün değildir. Bu itibarla da, melekûttan kopan ruh,
bütün bütün kaybetme vetiresine girmiş sayılır.
 Mülkün de, melekûtun da mazhar-ı tammı, mümessil-i hassı Hazreti Ruh-i Seyyidi'l-Enâm
(aleyhi ekmelüttehâyâ) 'dır. O, zahiriyle en kâmil şekil, suret ve sîretin, bâtınıyla da, ruh-u
İslâm'ın benzersiz temsilcisidir. Miraç bu ufkun bir kerameti, bir mucizesi ve bir
inkişafıdır. Evet O, miracıyla hem mülk hem de melekûta ait müşahede, mükâşefe ve
muayenelerin en erilmezlerine ermiş, yer ve gök ehlinin medar-ı fahri olma payesine
yükselmiştir.
 Hakk'ı müşahedenin değişik mertebe ve basamakları vardır. Tevhid-i ef'âl ufkundan
müşahede bu mertebelerin ilki, tevhid-i sıfat zirvesinden müşahede ikincisi, tevhid-i Zât
şahikasından duyup zevk etmek ise sonuncusudur. Ne var ki, bu seviyedeki müşahedelere
mâni bir kısım perdelerin mevcudiyeti de beşer tabiatının muktezasıdır. Evet hissî, hayalî,
vehmî bazı hicaplardan tutun da şer'î kriterlere riayet edememe, Sünnet muvazenelerini
koruyamama ve şatahata girme., gibi hususların her zaman insanın karşısına çıkıp onu
engellemeleri söz konusudur.
 İşte bu perdelere takılmayan kalbler, yükselip mâsiva kirlerinden arınınca, değişik
hakâyık, hatta hakikatü'l-hakâyık karşısında mücellâ birer ayna hâlini alır., ve Hazreti Zât
ve Sıfât'ın envârına birer makes seviyesine yükselir; yükselir de hak yolcusu bulunduğu
yerden melekûtla münasebete geçer.. ceberûtun dilini kullanır.. rahamûtla alış verişte
bulunur.. ve tecelliyât-ı lâhutla farklı bir aşkınlığa ulaşır; derken, kalb, melekût
mırıldanmaya, ruh ceberut soluklamaya, sır lâhûtî duygular yaşamaya başlar ki, bunlardan
birincisi "feth-i karîb", ikincisi "feth-i mübîn" üçüncüsü de, "feth-i mutlak" unvanlarıyla
yad edilmektedir.
‫َالَّلُهَّم َيا ُم َفِّتَح ْاَألْبَو اِب اْفَتْح ُقُلوَبَنا َو َح َو اَّسَنا ِإَلى ْاإليَم اِن َو اإلْس َالِم َو ْاإلْح َس اِن َوَو ِّفْقَنا ِإَلى َم ا ُتِح ُّب‬ 
. ‫َو َتْر َض ى َو َص ِّل َو َس ِّلْم َع َلى َس ِّيِد َنا ُم َحَّمٍد َو الِه َو َأْص َح اِبِه َذ وي اْلَقْد ِر َو الَو َفاِء‬
 Sızıntı, Mayıs 2001, Cilt 23, Sayı 268
Vesiletün Necat (Mevlid) – Süleyman Çelebi
Süleyman Çelebi yazdığ ı bu esere Vesîletü’n-Necât adını vermesine rağ men halk
arasında Mevlid ismi ile meşhur olmuştur.
Süleyman Çelebi, derin bir Peygamber sevgisiyle yazdığ ı bu eseri ile devrinde
devlet ve toplum düzeninin karışmasına sebep olan Bâtınîlik gibi bozuk inançlara
da karşı çıkmış ve milletin inanç birliğ inin korunması hususunda üzerine düşen
görevi hakkıyla yerine getirmiştir.

Mevlid, “doğ mak”, doğ um zamanı” ve “doğ um yeri” anlamları olan bir kelimedir.
Ancak zamanla Peygamberi doğ um gününde anmak ve kutlamak için yazılan
eserlerin genel adı olmuştur.
Süleyman Çelebi, eserini yazarken Âşık Paşa’nın Garib-nâme’sinden, Erzurumlu
Mustafa Darîr’in Sîretü’n-Nebî’sinden ve Ahmedî’nin Mevlid’inden yararlanmıştır.

Vesiletün Necat (Mevlid)


Mesnevi nazım şeklinde yazılan Mevlid’de kimi mesnevilerde görüldüğ ü gibi yer
yer kaside ve gazel tarzında yazılmış şiirler de vardır. Ancak Vesîletü’n-Necât’ta
dikkat çeken bir husus hemen her bahrin sonunda tekrarlanan vasıta beyitlerinin
bulunmasıdır. Tercî-i bendlere ait olan bu özelliğ in mesnevide görülmesi dikkat
çekici bir durumdur ve bu Süleyman Çelebi’nin eserine ait bir özelliktir.
Süleyman Çelebi, eserini fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilün vezniyle yazmıştır.

Anlaşılır ve açık bir dil kullanan Süleyman Çelebi, eserini eski Anadolu Türkçesi
ile yazmıştır. Arapça ve Farsça tamlamalara pek az yer veren, sıcak ve sade dil ile
içinden geldiğ i şekilde söyleyen şair, samimiyetini yansıttığ ı bir eser ortaya
koymuştur. Vesîletü’n-Necât okunduğ u zaman kolaylıkla söylenebilir gibi bir
düşünceye yol açan ancak hiç de kolay olmayan bir “sehl-i mümteni” örneğ idir.
Baştan sona Peygamber’in hayatının anlatıldığ ı bir eser olan Mevlid, 9 bölümden
oluşur:

1. Tevhid-münacat ve kitabın yazılış sebebi


2. Âlemin yaratılmasının sebebi
3. Muhammed nurunun yaratılması ve Âdem’den başlayarak Peygamber’in
alnında karar kılması
4. Veladet
5. Peygamberin mucizeleri,
6. Miraç
7. Peygamber’in vasıfları ve Peygamber’in tebliğ vazifesini yerine getirmesi
8. Peygamber’in vefatı
9. Kitabın sonu
Mevlid’in en uzun kısmı, 145 beyitten oluşan “velâdet bölümü”dür. Mevlid okuyan
kimselere “mevlid-hân” denilmiştir.

Mevlid (Süleyman Çelebi)


Mefhar – i Mevcudât, Hazret-i Fahr-i Alem
Muhammed Mustafâ râ Salevât
Allâh adın zikredelim evvela
Vacib oldu cümle işte her kula
Allâh adın her kim ol evvel anâ
Her işi âsan eder Allâh anâ
Allâh adı olsa her işin önü
Hergiz ebter olmaya anın sonu
Bir kez Allâh dese şevkile lisan
Dökülür cümle günah misli hazan
İsm-i pâkin pâk olur zikreyleyen
Her murada erişir Allâh diyen
Aşk ile gel imdi Allâh diyelim
Dert ile göz yaş ile ah edelim
Ola kim rahmet kıla ol padişah
Ol Kerimü ol Rahimü ol ilâh
Birdir ol birliğ ine şek yokdürür
Gerçi yanlış söyleyenler çok dürür
Cümle alem yok iken ol var idi
Yaradılmıştan Gani Cebbâr idi
Var iken ol yok idi ins-ü melek
Arşü ferşü ayü güm hem nüh felek
Sün ile bunları, ol var eyledi
Birliğ ine cümle ikrar eyledi
Kudretin izhâr edüp hem ol Celil
Birliğ ine bunları kıldu delil
‘Ol! ‘ dedi bir kere var oldu cihan
‘Olma! ‘ derse, mahv olur ol dem hemân
Haşre dek ger denilirse bu kelâm
Nice haşr ola, bu olmaya temâm
Pes Muhammeddir bu varlığ a sebeb
Sıdk ile ânın rızasına kıl taleb
Ey azizler işte başlarız söze
Bir vasiyet kılarız illa size
Ol vasiyyet kim derim hem tuta
Mis gibi kokusu canlarda tüte
Hakk Teala rahmet eyleye anâ
Kim beni ol bir dua ile anâ
Her kim diler bu duada buluna
Fatiha ihsan ede ben kuluna
(Mevlid-i Şerif-in müellifi Merhum Süleyman Süleyman Çelebi Hazretleri´nin ruhu
için ve bu satırları okuyan, dinleyen, okumasına sebep olanlardan yaşayanların
ruhu makamlarına, ahirete göçmüş olanlarının da ruhlarına El-Fatiha.)

HAK TEALA BAHRİ

Hak Teala çün yaratdı Ademi


Kıldı Ademle müzeyyen alemi
Ademe kıldı feriştehler sücud
Hem anâ çok kıldı ol lûtf issi cûd
Mustafa nurunu alnından kodu
‘Bil habibim nurudur bû nur dedi’
Kıldı o nur anın alnında karar
Kaldı anın ile nice ruzigâr
Sonra Havva alnına nakletdi bil
Durdu anda dahi nice ayü yıl
Şit doğ du anâ nakletti bu nur
Anın alnında tecelli kıldı nur
Erdi İbrahimi İsmaile hem
Söz uzanûr eğ er kalanın der isem
İşbu resm ile müselsel muttasıl
Ta olunca Mustafa´ya müntekil
Geldi çün ol rahmeten lil´alemin
Vardı nur anda karar etti hemin
‘Ger dilersiz, bulasız oddan necât
Aşk ile, derd ile edin essalat’
VİLADET BAHRİ

Şefiul´usati fi yevmil´arasat,
Hazreti-i Ahmedü Mahmudû Muhammed Mustafa râ Sâlevat
Amine hatun Muhammed annesi
Ol sadeften doğ du ol dür danesi
Çünki Abdullah´dan oldu hâmile
Vakt erişdi hefte vü eyyam ile
Hem Muhammed gelmesi oldu yakîn
Çok alametler belirdi gelmedin
Ol Rebiul evvel ayı nicesi
On ikinci gice isneyn gecesi
Ol gice kim doğ du ol hayrûl beşer
Anesi anda neler gördü neler
Dedi gördüm ol Habibin ânesi
Bir acep nur kim güneş pervanesi
Berk urup çıktı evimden nagehan
Göklere dek nur ile doldu cihan
Gökler açıldı ve feth oldu zulem
Üç melek gördüm elinde üç alem
Biri meşrık biri mağ ribde anın
Biri damında dikildi Kâ´benin
Bildim anlardan kim ol halkın yeğ i
Kim yakin oldu cihana gelmeğ i
Bildim anlardan ki ol halkın beyi
Kim yakın oldu cihanâ gelmeyi
İndiler gökten melekler saf ü saf
Kabe gibi kıldılar evim tavaf
Hem hava üzre döşendi bir döşek
Adı Sündüs, döşeyen anı melek
Çün göründü bana bu işler ayân
Hayret içre kalmış idim ben hemân
Yarılıp çıktı divardan nagehan
Geldi üç huri banâ oldu ayan
Bazıları derler ki ol üç dilberin
Asiye´ydi biri ol meh-peykerin
Biri Meryem hatun idi aşikâr
Birisi hem hûrilerden bir nigâr
Geldiler lutf ile ol üç mehcebin
Verdiler bana selam ol dem hemin
Çevre yanıma gelip oturdular
Mustafayı birbirine muştular
Üç alem dahi dikildi üç yere
Her birisin edeyim nerden nere
Dediler oğ lun gibi hiç bir oğ ul
Yaradılalı cihan gelmiş değ il
Bu senin oğ lun gibi kadri cemil
Bir anâya vermemiştir ol Celil
Ulu devlet buldun ey dildare sen
Doğ userdir senden ol hulki hasen
Bu gelen ilm-i ledün sultanıdır
Bu gelen tehvid-i irfan kânıdır
Bu gelen aşkina devreyler felek
Yüzüne müştakdürür ins ü melek
Bu gice ol gicedir kim, ol şerif
Nur ile alemleri eyler latif
Bu gice şâdân olur erbâb- dil
Bu giceye can verir eshab-ı dil
Rahmeten lil´alemindir mustafa
Hem şefiu´l-muznibindir mustafa
Vasfını bu resme tertib etdiler
Ol mübarek nuru tergib ettiler
Amine eder çü vakt oldu tamam
Kim vücuda gele ol hayrül enam
Susadım gayet hararetten kati
Sundular bir cam dolusu şerbeti
Şerbeti karşımda tutdu hûriler
Bunu sana verdi Allah dediler
Kardan ak idi ve hem soğ uk idi
Lezzeti dahi şekerde yok idi
İçtim anı oldu cismim nura gark
Edemedim kendimi nurdan fark
Geldi bir ak kuş kanâdiyle revan
Arkamı sıvadı kuvvetle heman
Doğ du ol saatte ol sultan-ı din
Nura gark oldu semavat ü zemin
Sallü aleyhi sellimü teslima
Hatta tenali cennetten ve naima
Essalatü vesselamü aleyke Ya Resulallah
Esselatü vesselamü aleyke Ya Habiballah
Essalatü vesselamü aleyke
Ya Seyyidel-evveline velâhirin.
MERHABA BAHRİ

Yaradılmış cümle oldu şadüman


Gam gidip alem yeniden buldu can
Cümle zerrat-i cihan edip seda
Çağ rışuben dediler kim merhaba
Merhaba ey âl-i sultan merhaba
Merhaba ey kan-i irfan merhaba
Merhaba ey sırr-ı fürkan merhaba
Merhaba ey derde dermân merhaba
Merhaba ey bülbül-i bağ -ı Cemâl
Merhaba ey derde derman merhaba
Merhaba ey mah-ü hürşid-i Hüda
Merhaba ey Hakk´dan olmayan cüdâ
Merhaba ey asi ümmet melcei
Merhaba ey çaresizler eşfai
Merhaba ey can-ı bâki merhaba
Merhaba uşşaka saki merhaba
Merhaba ey kudreti ayn-ı Halil
Merhaba ey has-ı mahbub-u Celil
Merhaba ey rahmeten lil´alemin
Merhaba sensiz şefia´l müznibin
Merhaba ey Padişah-ı dû cihân
Senin için oldu kavnile mekan
Ey cemali gün yüzü bedr-i münir
Ey kamû düşmüşlere sen dest-gir
Dest-girisin kamu üftadenin
Hem penahı bende-vü azadenin
Ey gönüller derdinin dermanı sen
Ey yaradılmışların sultanı sen
Sensin ol sultan-ı cümle enbiya
Nur-i çeşm-i evliya vü asfiya
Ey risalet tahtının sen hatimi
Ey nübüvvet mührünün sen hatemi
Çünkü nurun ruşen etdi alemi
Gül cemalin gülşen etdi alemi
Oldu zail zulmet-i cehl-ü dalâl
Buldu bâğ -ı marifet ayn-i kemal
Ya Habiballah bize imdad kıl
Son nefes didarın ile şad kıl
Ger dilersiz, bulasız od-dan necât
Aşk ile, derd ile edin es-salat
Çünkü ol mahbub-i Rahman ü Rahim
Kıldı dünyayı cemalinden naim
Birbirine muştalayıp her melek
Raksa girdi şevk ü şadından felek
İşbu heybetten Amine hub rû
Bir zaman aklı gidüp geldi gerû
Gördü gitmiş huriler hiç kimse yok
Görmedi oğ lun tazarru kıldı çok
Huriler aldı tasavvur kıldı ol
Hayret içre çok tefekkür kıldı ol
Çevre yanın isteyü kıldı nazar
Gördü kimbir köşede hayrü´l-beşer
Şöyle Beytullaha karşı ol Resul
Yüz yere vurmuş ve secde kılmış ol
Secdede başı dili tahmid eder
Hem kaldırmış parmağ ın tehvid eder
Debrenür dudakları söyler kelâm
Anlayamazdım ne derdi ol hümam
Kulağ ım ağ zına verdim dinledim
Söylediğ i sözü ol dem anladım
Der ki ey Mevlâ yüzüm tuttum sanâ
Ya İlahi ümmetim ver- gil banâ
Ümmetim dedi sanâ çün Mustafa
Ver salavat sen de anâ bul safa
Miracı Hazreti Peygamber
Sahibü´l hullet-i vettaç, verakib´ül büraki fi leyleti´l mir´ac
Hazret-i Ahmed-i Mahmud-ü Muhammed Mustafa ya salevat
Gel beri ey aşk od´una yanıcı
Kendüyi maşuka aşık sanıcı
Dinle gel mir´acın ol şahın ayan
Aşık isen aşk oduna durma yan
Bir düşenbih gecesi tahkik haber
Leyle-i kadr idi o gece meğ er
Ol hümayun bahtı ol kadri yüce
Ümmühanın evine vardı gece
Anda iken nagehan ol yüzü ak
Cennete var dedi Cebrail Hak
Bir murassa taç ve bir hulle kemer
Hem dahi al bir burak-ı muteber
Ol habibime ilet binsin anâ
Arşımı seyreylesin görsün beni
Cebrail çün cennette vardı revan
Gördü kimin kırk burak otlar heman
İçlerinden bir burak ağ lar kati
Yemez, içmez, kalmamış hiç takati
Gözlerinden yaşı ceyhun eylemiş
Ciğ erini dert ile hun eylemiş
Dedi Cebrail nedir ağ ladığ ın
Hüznile can ü ciğ er dağ ladığ ın
Baki yoldaşın yeyip içip gezer
Sen inilersin, canın ne sezer?
Dedi bırk bin yıl durur kim ya emin
Aşk durur banâ yemek, içmek hemin
Nagehan bir ün işitti kulağ ım
Ol zamandan bilmezem sağ u solum
Ya Muhammed deyuben çağ ırdılar
Bir seda birden yürekler deldiler
Ol zamandan bilmezem kim nolmuşam
Ol adın ismine aşık olmuşam
Yüreğ im içinde eridi yağ ım
Aşık oldu görmeden bu kulağ ım
Cenneti başıma aşkı dar eder
İşimi veleyl-ü nehar üş zar eder
Gerçi zahir cennet içinde duraram
Ma´nide narın azabın görürem
Ger eremezsem visaline anın
Uruserem terkini can ü tenin
Cebrail eder buraka ey burak
Verdi Hak maksudunu kılma firak
Kimde kim aşkın nişanı vardurur
Akibet maşuka anı er görür
Gel beru maşukuna er göreyim
Yüreğ in zahmine merhem urayım
Aldı cebrail burakı ol zaman
Ta Cenab-ı Ahmede geldi heman
Hak selam etti sanâ ey Mustafa
Kim mübarek hatırın bulsun safa
Dedi kim gelsin konuklarım anı
Arşımı seyreylesin, görsün beni
Bu gece zahir olur esrar-ı Hak
Gösteriserdir sanâ didar-ı Hak
Zemzem ile doldu kevn ile mekan
Arşa varır dediler Fahr-i Cihan
Hem sekiz cennet kapısı açtılar
Alemin üstüne rahmet saçtılar
Gel gidelim Hazrete ya Mustafa
Muntazırdır anda ashab-ı safa
Sanâ cennettten getirdim bir burak
Deveti Rahmandurur eyle yirak
Durdu yerinden hemanden Mustafa
Kodu tacı başına ol pür safa
Çekti ol demde burakı Cebrail
Önüne düştü anâ oldu delil
Tarfetül´ayn içre ol şahı harem
Geldi Kudse erdi vü bastı kadem
Enbiya ervahı karşı geldiler
Mustafaya izzet ikram kıldılar
Pes geçip Mihriba ol hayrü´l enam
Enbiya ervahına oldu imam
İki rekat kıldı Aksada namaz
Öyle emretmiş idi ol bi niyaz
Ol gece durmadı ceylan eyledi
Şöyle kim eflaki seyran eyledi
Her biirnden türlü hikmet gördü ol
Ta ki vardı Sidreye erişti ol
Cebrailin durağ ıdır ol makam
Nüh felek ta kim tutalıdan nizam
Kaldı Cebrail makamında hemin
Dedi anâ Rahmeten lil alemin
Bilmezem bu yollrı ben nideyim
Kim garibem bunda kande gideyim
Cebrail dedi Resule ey Habib
Sanmagil bu yerde sen garib
Senin için yaratıldı nüh felek
İns ü cinnü, hur ü cennet hem melek
Bundan hatmoldu benim seyrangahım
Maverasından dahi yok ââhım
Ban böyle emredübtür Zülcelal
Açmayam ben bundan öte perrü bâl
Eğ er geçem bir zerre denlu ileru
Yanârım baştan aşağ ı ey ulu
Dedi Cebraile ol şah-ı cihan;
Pes makamında dur imdi sen heman
Rah-ı aşkta kim sakınır canını
Ol kaçan görse gerek canânını
Çün ezelden banâ aşk oldu delil
Yanâr isem yanâyım ben ey Halil
Rah-ı aşk sanma gafil serseri
Belki katmer nesnedir vermek seri
‘Ger dilersiz, bulasız oddan necât
Aşk ile, derd ile edin essalat’
Söyleşirken Cebrail ile kelam
Geldi Refret önüne verdi selam
Aldı ol şah-ı cihanı ol zaman
Sidreye gitti vü getirdi heman
Gördü gök ehli ibadettre kamu
Her biri bir türlü taatte kamu
Kim tehlil ü kimi temcid okur
Kimi tesbih ü kimi tahmid okur
Kimi kıyamda kimi kılmış rükû
Kimi Hakka secde kılmış ba huşû
Kimisini aşk-ı Hak almış durur
Valehü hayran´ü mest kalmış durur
Hep gök ehli cümle karşı geldiler
Mustafaya izzet ikram kıldılar
Merhaba ya muhammed dediler
Ey şefaat kân-ı Ahmed dediler
Her biri kutladı mi´racını
Dediler giydin saadet tacını
Yürü kim meydan senindir bu gece
Sohbeti sultan senindir bu gece
Ermedi evvel gelen bu devlete
Kimse layık olmadı bu ri´fate
Çünkü kamusun görüp geçti öte
Vardı erişti ol ulu hazrete
Bi hurufu lafs-ı sazt ol padişah
Mustafaya söledi bî iştibah
Dedi kim mahbubu matlubun benem
Sevdiğ in can ile mabudun benem
Gece gündüz durmayıp istediğ in
Nola kim görsem cemalin dediğ in
Gel Habibim sanâ aşık olmuşam
Cümle halkı sanâ bemde kılmışam
Ne muradın var ise kılam reva
Eyleyem bir derde bin türlü deva
Mustafa dedi ya rabbenalalemin
Ey hatabuşu atası çok kerim
Ol zaif ümmetlerin hali ne ola
Hazretine nice anlar yol bula
Gece gündüz işleri isyan kamu
Korkarım ki yerleri ola tamu
Ya İlahi hazretinden hacetim
Bu durur kim olan makbul ümmetim
Hak Tealadan erişti bir nida
Ya Muhammed ben sanâ kıldım ata
Ümmetini sanâ verdim ey Habib
Cennetimi anlara kıldım nasib
Ey habibim nedir ol kim diledin
Bir avuç toprağ a minnet eyledin
Ben sanâ aşıkı olucak ey latif
Senin olmaz mı dü alem eş şerif
Zatıma mir´at edindiğ im zatını
Bile yazdım adım ile adınıı
Hem dedi kim ya Muhammed ben seni
Bilürem göremeğ e doymazsın beni
Liyk varıp davet et kullarımı
Ta gelüben göreler didarımı
Tarfet-ül ayn içere ol Fahri cihan
Ümmühanı evine geldi heman
Her ne vaki oldu ise serseter
Cümlesin ashabına verdi haber
Dediler ey kıble-i İslam-ı din
Kutlu olsun sanâ mir´ac-ı güzin
Biz kamumuz kullarız sen şahsın
Gönlümüz içinde ruşen mahsın
Ümmetin olduğ umuz devlet yeter
Hizmet kıldığ ımız izzet yeter
EVVEL ANDIK

Evvel andık anı kim evveldir ol


Evveline bulmadı hiç akl yol
Evvelin ol evvelidir bigûman
Ahirin hem ahiridir cavidan
Çünkü Hak evvelliğ in bildik ayan
Dinle imdi kılayım sûn´un beyan
Hak Tela ne yarattı evvela
Cümle mahlukattan kim evvel ola
Mustafa nurunu evvel kıldı var
Sevdi anı ol kerimü girgidar
Her ne türlü kim saadet vardürür
Yahşi hu, gerekli adet vardürür
Hak sanâ verdi mükemmel eyledi
Yaradılmıştan mufaddal eyledi
Andan oldu her nihan-ü aşikar
Arş-ü ferş-ü yerde gökte ne ki var
Ger Muhammed olmaya idi ayan
Olmayıserdi zemin ü asuman
Hem vesile olduğ u içün ol Resul
Ademin Hak tevbesini kıldı kabul
Ger Muhammed gelmeseydi aleme
Tac-i izzet ermez idi Ademe
Nuh anıçün buldu hem garktan necat
Dağ i doğ madan göründü mûcizat
Cümle anın dostluğ una adına
Bunca izzet kıldı Hak ecdadına
Ceddi olduğ içün anın hem Halil
Narı cennet kıldı anâ ol Celil
Hem dahi Musa elindeki asa
Oldu anın hürmetine ejderha
Ölmeyip İsa gök´e buldu yol
Ümmetinden olmak için idi ol
Gerçi kim bunlar dahi mürseldürür
Lîk Ahmed ekmelü efdaldürür
Çün temenni kıldılar Haktan bular
Kim Muhammet ümmetinden olalar
Sünnetin tut ümmeti ol ümmeti
Ta nasip ola sanâ Hak rahmeti

You might also like