Professional Documents
Culture Documents
ve
MÜZĐK METAFĐZĐĞĐ
Talat ALKAN
Yüksek Lisans
Tez Danışmanı
Doç.Dr. Metin COŞAR
Sivas
Temmuz 2009
2
Talat Alkan
Cumhuriyet Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü
Sivas
Temmuz 2009
3
KABUL VE ONAY
Yukarıdaki imzaların adı geçen öğretim üyelerine ait olduğunu onaylarım. 10.07.09
Prof.Dr.Mehmet Arslan
Enstitü Müdürü
4
ÖZET
ABSTRACT
GĐRĐŞ 8
BĐRĐNCĐ BÖLÜM
I. SCHOPENHAUER’ĐN HAYATINA BAKIŞ 13
A. Birinci Dönem 13
i) Dresden Yılları 18
B. Đkinci Dönem 20
ĐKĐNCĐ BÖLÜM
II. SCHOPENHAUER’DE ĐRADE MESELESĐ 23
A. Đrade Felsefesi 23
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
II. SCHOPENHAUER ESTETĐĞĐNDE
GÜZEL SANATLAR HĐYERARŞĐSĐ 30
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
III. SCHOPENHAUER’ĐN MÜZĐK METAFĐZĐĞĐ 46
A. Schopenhauer’in Müziğe Yakınlığı 46
B. Sanatlar Hiyerarşisinde Müzik 49
SONUÇ 81
BĐBLĐOGRAFĐ 84
8
GĐRĐŞ
Onu felsefe tarihinde özel yapan unsurlardan birisi annesinden aldığı sanat
eğilimleridir (1930), s.200). Schopenhauer, çocukluk yaşlarından itibaren yabancı
diller öğrenmiş, Avrupa’nın tamamına yakınını gezmiş, çeşitli alanlarda kitap
okumuş, tiyatro, opera, konser gibi sanat faaliyetlerini takip etmiştir. Sezgileri ve
sanat eğilimleriyle daha farklı bir insan olan Schopenhauer’in estetik görüşlerinin
şekillenmesinde ailesinin etkileri göz ardı edilmemelidir.
olarak ayrıma tabi tutmak mümkündür. Kozmosun tamamen iradenin bir görüntüsü
olduğu dünyada insan, iradenin en mükemmel nesneleşme formudur. Kâinat gibi her
organizma bünyesinde taşıdığı irade doğrultusunda varolur. Đnsan kulağı, duyma
iradesinin bir sonucu olarak varolması buna bir örnektir.
ve insanlara varana kadar müzik bir âlemi örnekleyecek kadar zengindir. Armoninin
bütün bölümleri tabiatta bir varlık grubuna denk gelir; Bass sesler minerallere, Tenor
bitkilere, Alto hayvanlar âlemine, Soprano, temel nota ve üçlüsü, beşlisi insanlar
âlemine denk gelir. Schopenhauer buradan hareketle, müziğin, nesnenin metafizik
boyutunu açığa çıkarma özelliğini vurgular. Bu paralellik aslında bir eş hareket
gibidir. Müzik, konuşulamayan, söylenmeyen, kavramlaşmamış yani ‘iradenin en
gizli tarihi’ nden (Schopenhauer, 1977, s.237) söz eder. Bu paralelliğin ortaya
çıkmasında Schopenhuaer’in müzik metafiziğine temel oluşturan Jean Philippe
Rameau’nun “Treatise on Harmony” isimli eseri etkilidir. Müziğin içindeki
benzetmeler kadar örnek alınan akustik metod, Rameau’nun akustik yasalarına
dayandırılır. Rameau’nun müzik teorisinin önemi, o ana sadece pratik ve teknik
yönleriyle ele alınan müzik teorisini felsefi yönleriyle de araştırıp metodlaştırmasıdır.
Çalışmama her zaman destek olan sevgili hocam Senail Özkan’a, Avrupa
kütüphanelerinin zengin kaynaklarını kullanmamda bana yardımcı olan Sırp
Felsefeci Vesna Adic’e ve sunduğu nezih akademik çalışma ortamıyla katkıda
bulunan Đstanbul ĐSAM kütüphanesine teşekkür ediyorum.
12
BĐRĐNCĐ BÖLÜM
13
A. BĐRĐNCĐ DÖNEM
Babasını adil ve erdemli bir insan olarak anlatan Arthur Schopenhauer, yine
de onun mizacını sert ve haşin diye niteler. Babasının teşvik ve ısrarıyla girdiği
ticarette başarılı olmamasına rağmen küçük yaşlarından itibaren, babasının kendisine
sağladığı imkân ve hürriyetleri vurgular.
Babası Arthur sadece eğitimi için değil, aynı zamanda geleceği için
mükemmel Fransızca öğrenmesi gerektiğinin bilincindedir. Bu sebeple henüz on
15
anlaşmaya göre seyahatten dönen genç Schopenhauer, babasının arzusu gereğince iyi
bir tüccarın yanına girip çalışacak, ticaret öğrenecektir.
Lise müdürü Dering’den her gün iki saat latince dersi alır. Sömestr sonunda
Weimar’a dönüp Prof. Passow ile Latince ve Yunanca derslerine devam eder. Bir
yandan da Latince konuşmak için Christian Ludwid Lenz isimli lise öğretmeninden
dersler almaktadır. Çalışmalarına daha iyi devam etmek için bir dönem Yunanca
hocası Franz Passow’un evine yerleşir.(Hübscher, 1949, s13) Bu yıllarda
Schopenhauer’in eski diller eğitimine tarih ve matematik çalışmaları eşlik eder.
i) Dresden Yılları
Genç filozof 1815 yılında bir renk teorisi ortaya koyar. (Schirmacher, 1994,
s.XX) Bu çalışmasında renk izlenimlerinin öznel olduğu görüşünü savunur;
‘renklerin asıl yeri gözümüzdür, gözden bağımsız gerçeklikleri yoktur, renkler
19
sonra ikici bir semineri olmamıştır. Bu inadı sonucunda hem derslerine hem de
üniversite kariyerine öğretim görevlisi olarak son verir. (Hollingdale, 1970, s.21)
B. ĐKĐNCĐ DÖNEM
1836 yılında Tabiatta Đrade isimli eserini yayınlar. 1839 senesinde, Norveç
Drontheim (Tronyöm) Bilim Akademisi tarafından, Đrade Hürriyeti adlı makalesi
altın madalya ile ödüllendirilir. Ertesi sene Danimarka Akademisi’ne sunduğu
21
Ahlâkın Temelleri Üzerine başlıklı makalesi reddedilir. 1841 yılında bu iki makaleyi
Etiğin Đki Temel Problemi ismiyle kitaplaştırır. 1850 yılında Parerga ve
Paralipomena (Atayman’ın 1987’de Bonn’da basılan Toplu Mektuplar adlı eserinde
iktibas ettiğine göre Schopenhauer ‘Parerga und Paralipomena’ eserinin ardından ’24
yaşımdan beri taşıdığım bir yükün üzerimden kalktığını hissediyorum’ demiştir.)
isimli ikinci büyük kitabı üç yayınevi tarafından reddedilmesinin ardından sadık
takipçilerinden Julius Frauenstädt’in desteğiyle Berlin’de bir yayınevi tarafından
basılır. Schopenhauer’in bu kitaptan bütün kazancı on adet ücretsiz kitap kopyasıdır.
(Hollingdale, s.33)
ĐKĐNCĐ BÖLÜM
23
ĐRADE MESELESĐ
A. ĐRADE FELSEFESĐ
2
Principium Indivituationis; Schopenhauer, zaman ve mekanı tümellerin varlığı ve sayısal çeşitliliği
için gerekli şartlar olarak kabul eder. Sonuç olarak zaman ve mekanı, skolastik felsefedeki Latince
kavramdan adapte ettiği ‘ferdileşme prensibi’nin ana şartı olarak görür. Zaman ve mekan algının a
priori formları olduğu için bilen aklın (Cognition) kategorileri gibi fonksiyon görür. Đrade tümellerin
varlığının ötesinde olduğu için bu kategorilere dahil değildir ve dolayısıyla çok değil ‘bir’dir.
Dünyayı, ferdileşme prensibinin içinden görmek Schopenhauer felsefesinde iradenin reddi ve ahlaki )
24
Hayata dair kuvvetli arzuların temelinde yatan ‘yaşama iradesi’ insana zarar
veren ihtiraslarının sebebidir. Đnsan hayata bu denli bağlanışının ve kendi isteklerini
haklı göstermek için yaptığı ardı arkası gelmez savunmaların kendine verdiği zararı
farkettiğinde bu bitmeyen kavgadan çekilmek ister.
Spinoza der ki : «Birisi tarafından havaya fırlatılan taş, eğer bir bilince sahip olsaydı kendi
irâdesiyle uçtuğunu söyleyecekti. Ben şunu ilâve ederim ki bu takdirde taş, haklı olurdu. O
taş için fırlatma ne ise benim için motif odur. Ve o taş bakımından cazibe, sıklet ve atalet ne
ise, irade diye tanıdığım şey de odur»
(Schopenhauer, 1977-II, Teilband edisyonu, Almanca aslından, s.173)
fırlatılan bir taş yahut açken vahşileşen ama doyunca akıllı kedi olan vahşi kaplanın
iradesiyle insan iradesi arasındaki fark ‘bilinç’tir.
Đnsana akıl, zekâ ve bilinç gibi özellikler veren irade, hayvanlara yaşama
koşullarına göre savunma ve saldırma ihtiyaçlarına karşılık gelen pençe, diş, yüzgeç,
kanat, gaga, kuyruk gibi özellikler verir. Bütün varlıklar arasında yalnız insan
kendisine verilen iradenin bilincindedir. Bedene kavuşmak anlamında diğer
varlıklarla insan arasında bir fark yoktur. Farkı yaratan sadece insanın, iradenin
kendisine verildiğini fark etmesi ve bilmesidir. Đrade sadece insanda bir farkındalık
yaratır. (Özkan, 2005, s.75)
‘Saat akşamın altısı, günlük çalışma sona ermiştir. Şimdi bir gezinti yapabilirim yahut bir
kulübe gidebilirim; bir kuleye çıkıp güneşin batışını seyredebilirim. Aynı şekilde bir tiyatroya
da gidebilirim; ya da bu veya şu arkadaşımı ziyaret edebilirim. Evet, yahut ana kapıdan çıkıp,
uzak diyarlara gidebilir ve bir daha da gelmeyebilirim. Bunların hepsini yapma imkânım var;
bunları yapıp yapmamakta büsbütün hürüm. Fakat bunların hiçbirini yapmıyor ve evin
yolunu tutuyor, karımın yanına gidiyorum.”
(Schopenhauer, Über die Freiheit des menschlichen Willens 1977, s.81)
Đnsanın birinci varoluş sebebi onun iradesidir. Bilgi ise daima iradeye tabi ve
ikinci plandadır. Đnsan bilerek yaşayan, bilerek tercih eden değil iradesinin zorunlu
bıraktığı motifler doğrultusunda tercihler yapan bir varlıktır. Đnsan eylemler arasında
önce varoluşunun gerektirdiği tercihi hayata geçirir. Eylem gerçekleştikten sonra,
26
yani irade kendi varlığını gösterdikten sonra sahneye bilgi çıkıp bu eylemin iyi veya
kötü olduğuna dair bir fikir verebilir.
Đrade, kendi özünde ‘tahrik eden, ateşleyen olağanüstü bir güç’ barındırması
sebebiyle zindeliğini hiçbir zaman kaybetmez. Yorulmadan, durmadan faaliyetine
devam eder. Dinlenme ihtiyacı hissetmez. Beden ve zihin ne kadar yorulursa
yorulsun, irade asla bitap düşmez. Đnsan uyurken bile bir şekilde rüyaların içine
karışır.
Kavrayan el, koşan bacak, doğrudan irade gayretlerinin görünür hale gelmesidir.
Sinir sistemi bu yüzden iradenin duyargalarını andırır. Đrade bu duyargaları içe ve
dışa yöneltir. Đnsan bedeni ggenellikle iradeye baş eğdiği için, bireysel bedenler de
iradenin bireyselleşmiş şeklie bürenecektir. (Schopenhauer, Die Welt als Wille und
Vorstellung I, 1977, s.153)
Bir yaşındaki bir kuş yumurtayı hiç tasavvur dahi edemez, ama bunun için bir yuva kurar;
gencecik bir örümcek av ve ganimetten bîhaberdir, lâkin bunun için bir ağ kurar… Bu
hayvanların bu ve buna benzer faaliyetlerinde irâdenin faal olduğu âşikârdır: gerçi bir bilgi
bu faaliyetlere refakat eder, ancak kati surette onları bilgi sevk ve idare etmez.
(Schopenhauer, Die Welt als Wille und Vorstellung I, 1977, s.159)
3
Đrade ve Tasavvur Olarak Dünya eserinde Schopenhauer, ferdileşme prensibi, zaman, mekan ve
Hinduism’den gelen Maya’nın Örtüsü kavramlarını birbirine denk olarak yansıtmıştır. Schopenhauer
Maya’nın Örtüsü’nü bir illüzyon, bizim illüzyon dünyasındaki sıradan algılarımı ve davranışlarımız
gibi kabul eder. Ancak iradeyi reddedenler bu örtünün içinden gerçek alemi görebilirler. Đradeyi
reddetme bilincini geliştiren insanlarda mayanın örtüsü transparan bir hale gelebilir. Đlgili olarak tat
tvam asi kavramını görmek faydalı olabilir. (David E. Cartwright, 2005,109)
28
anlaşılır bir görünüş kazanabilir. Takip eden bölümlerde, önce poetik ve plastik
sanatlarda, ardından müzikte iradenin fonksiyonu ve nesneleşme dereceleri yapılan
tartışma ve yorumlarla daha bütün bir anlama kavuşacaktır.
29
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
30
Platon’a göre hayat ruhun ait olduğu dünyadan kopup bu dünyaya gelmesiyle
başlar. Đnsan bedenine hayat veren ruhtur. Bu durumda ölüm ancak ruhun bedenden
ayrılmasıdır. Ölen bedendir. Ruh ölümsüzdür. Schopenhauer için de paralel biçimde
“irade” ölümsüzdür. Ölümden sonra da irade yaşamaya devam eder. Ancak iradenin
bir görüntüsü ya da etkisi konumundaki beden ölür. Tıpkı Đdealar gibi; Đdea’lar
ölmez, ancak görüntüleri ölebilir. (Özkan, 2005, s.158)
4
Kurtuluş, Salvation, (Almanca orjinali Erlösung); Cartwritght’ın Schopenhauer Felsefesi’nin Tarihi
Sözlüğünde kurtuluş kavramı; bir hapishaneden veya bütün arzuların eliden kurtulmak; yani iradeden
tümüyle kurtulmak olarak yer alır. Đnsanın bütün isteme, arzulama, dilek, temennilerinden
kurtulmasıdır. Çünkü, hayatın temeli istemektir, ve istemek ızdırapır; öyleyse hayat bir ızdıraptır.
Mükemmel bir kurtuluş, hayatı ve iradeyi reddip acı çekmekle mümkündür. Bu acıyı çeken saf ve
kutsal olur; ve bozulamayan bir huzura, keyfe ve yüceliğe erişir. Ölüme kapılarını açar ve ölüm
korkusunu aklından siler.
31
Hatırlamak ancak insanın bildiği şeyler için geçerliliği olan bir kavramdır.
Olmayan bir şeyi hatırlamak mümkün değildir. Platon’a göre ‘hatırlama’ eylemi
ancak bu iki durumda mümkün olabilir; ya Đdea’lar yaratılıştan bizde bulunur ya da
ruhumuz bu Đdea’ları daha önce görmüştür. Buna göre eğer Đdea’lar tecrübeyle
kazanılmıyor ve doğuştan itibaren bilince gelmiyorsa doğumdan önce edinilmiş
olmaları gerekir. Yani ruh dünyaya gelmeden Đdea’lar dünyasında Đdea’ları görmüş
olmalıdır. Yoksa karşılaştığı şeyleri kategorize edemez. Ruh bu dünyada karşılaştığı
nesnede Đdea’lar âlemini hatırlar. Elbette buna tecrübeden gelen bilgisini de katar
ama aslolan Đdea’lar dünyasından edinilen bilgidir. Platon için bilgi ‘hatırlamak’tır.
Ve hatırlanan bilgi tecrübeyle edinilene göre daha güvenilirdir.
Ruh bedene girmeden özgürdür; gerçekleri manevi bir göz olarak görür,
Đdea’lara engelsiz ulaşır. Ruhun burada edindiği bilgi ‘saf ve katıksız’dır. Bir süre
Đdea’ları özgürce tanıyan ruh bedene girmesiyle bir kısıtlamaya maruz kalır. Artık
sadece bedenin izin verdiği ölçüde yani görünen dünyayla sınırlı olarak bilebilir.
Platon’a göre bu mahrumiyet insanda Đdea’lar alemine bir özlem uyandırır. Ruh
fenomenlerle kurduğu her ilişkide Đdea’ları hatırlar ve hakikati özler. Zaman ve
mekanın sınırlarını aşmak ister. Ruh kendisini hapsolduğu karanlık ve dar bedenden
kurtarıp ‘saf ve şeffaf’ dünyasına dönmeyi hayal eder. (Schopenhauer, 1977, s.133)
32
Đrade’nin tabiatına dair fikir edinmek için insanın önündeki engel; Maya’nın
örtüsü veya Principium Indivuationis’tir. Đnsan, görüntü dünyasının ilüzyonu
sayabileceğimiz bu hakikat örtülerini araladığında iradenin aslına ilişkin bir bilgi
edinebilir. Schopenhauer’e göre Maya’nın örtüsünü aralamak üç çeşit insan için
mümkündür; sanatçı, asket -ya da derviş- ve dâhi.
Süjeyle obje arasındaki bu bilme sürecinde her iki taraf da bir anlamda
‘kendisinden geçerek’ o bilgiyi mümkün kılar. Süje kendisini dünyaya ait
isteklerinden ve şartlı bakışlarından arındırarak ‘saf bilen özne, obje ise nedensellik
bağlarından çıkıp adeta ‘Đdea’ olarak kendini sunan hale gelir. Schopenhauer bu
ilişkiyi açıklarken şöyle açıklıyor: Đnsan, ruhunun bütün gücüyle bir objeye
kilitlenerek, kendini bu şeyde kendinden geçercesine kaybederse ve varlığını o
nesnenin aynasında devam ettirirse, seyredenle seyredilen aynı şey haline gelecektir.
Đşte bu durumda algılanmakta olan artık tekil bir şey değil, sadece ideadır. Bu
basamak iradenin doğrudan doğruya nesnelleştiği sonsuz form haline gelir. Birey
kendini kaybeder ve bilginin saf, iradeden duyudan mahrum, sonsuz öznesi haline
gelir. (Schopenhauer, 1977: çeviri s.128; Özkan, 2005)
Đstekle dolu olduğu sürece güdülerle gelen korku ve umut duyguları insanın
durup dinlenmesine veya kendini uzun süre mutlu hissetmesine imkân vermez.
Đradenin peşinde olmak veya onu reddetmek, felaketten korkmak ya da zevki umut
etmek olarak birbirinden çok ayrı haller değildir. Her durumda özlenen birisi zihni
doldurup bulandırır ve bu şekilde yorulan bir zihnin dinlenmeden mutlu olması söz
konusu değildir. (Özkan, s.166)
‘Ama öyle anlar olur ki, bir dış sebep ya da iç uyuşumumuz bizi sonsuz istek selinden alıp
uzaklara götürdüğü zaman, bilgi irâdenin baskısından kurtulur... Đşte o zaman, bütün şeyleri
başka bir gözle görmeye başlarız. Onları yarar gözetmeden, bağları içinde değil, irâdenin ilk
objektivasyonu olan Đdea’ları içinde kavrarız. Bu kavrayışla varlığımız, bağıntılarından
kurtulduğu gibi, bilginin katıksız öznesi de olur. O zaman aradığımız halde bizden kaçan iç
rahatlığını hemen buluruz. Bu hal sürdükçe, irâdenin alçaltıcı baskısından uzaklaşırız... O
zaman gün batışı, ister bir saray penceresinden ister bir cezaevinin demir parmaklıkları
arasından görülmüş olsun, ne önemi var!’
(Schopenhauer, 1977, s.137)
i) Dâhi ve asket
Dahi ve asket* (münzevî insan yahut derviş) Schopenhauer için üstün akla
sahip insanlardır. Her ikisi de sezgiden gelen bilgiyle eşyanın hakikatine ulaşabilir.
Dahi gördüğü sezgiden gelen bilgisini sanat eseriyle anlatırken derviş bilgisini
hayatına tatbik edip kendisini dönüştürmeye kullanır. Dâhi baktığı şeyde kendi
benliğini kaybedip baktığı nesnenin Đdea’sına dokunur. Herhangi birisi eşyanın
kendisini görürken dâhi baktığı şeyde eşyanın Đdea’sını görür. Yani onun asıl
varlığına temas eder. Dahi kontamplasyonla (yoğun düşünce, tefekkür) baktığı
nesnenin içine adeta nüfuz eder; onun tabiatına karışır, onunla bir olur. Süje
*
Almanca ‘Askesis’ kelimesiyle ifade edilen asketizm, Schopenhauer terminolojisinde iradenin
reddiyle aynı anlamda kullanılır. Miskinlik ve mistisizm gibi diğer arınma/kurtuluş yollarının da
iradenin reddi olduğunu kabul eder. Schopenhauer’in asketizm tartışması daha dar anlamda
Hıristiyanlık, Hinduizm ve Budizm gibi dinlerin azizleri ve yüksek ruhları tarafından icra edilen
geleneksel dini pratikler olarak anlaşılmalıdır. Bu kısaca iradenin gücünü kırmak için onu tatmin
edecek şeylerden uzaklaşıp, ona ters ve zor gelecek şeylere meyletmektir. Sistematik bir
cezalandırmayla iradeyi günden güne güçsüz bırakmaya sürüklemektir. Asketizm, bir anlamda insan
tabiatında bencillik, haset, merhamet gibi duyguların yanında acının da bulunduğunu anlamaktır.
Asket az yer, sağlığını önemsemez, varlığını, başkalarının mahrumiyetini anlamak için berhava eder.
Cinsel isteklerine sırt çevirir. Belalara kucak açar, başkalarından gelen zarara razı olur. (Cartwright,
2005) Keza Şah Hatayi’nin şiirinde ‘Bir derdim var bin dermana değişmem’ sözleriyle ifade ettiği ruh
hali Schopenhauer’in tanımını yaptığı asketizme benzer gösterilebilir.
35
Deha aklın iradeden arınmış halidir. Derin ve saf bir bakış gibidir. Dahi,
gördüğü şeyleri hayal gücünde muhafaza ederek gerektiği zaman istediği şekilde
anlatabilme yeteneğine sahip özel insanlardır. ‘Dahi bilgi deposu değildir.’ Sadi
Irmak’Schopenhauer adlı kitabında deha haline dair şunları nakleder;
Đradeden tecrit edilen zekâ eşyayı olduğu gibi görür. Dâhi önümüze her şeyi barizleştiren bir
ayna koyar. Düşünce, güneşin bulutları aydınlattığı gibi, ihtirasları aydınlatır. Ve eşyanın
hakikatini ortaya koyar. Dehâ uzağı gördüğü için yakındakinin farkında olmaz. Dehâ
ihtiyatsızdır. Ve acayiptir. Gözleri yıldızlara bakarken ayakları taşlara çarpar. Dehânın
beceriksizliği bundan ileri gelir. O umumî, ebedî ve temel hakikatleri arar. Hâlbuki orta
adamlar kendi zamanlarını ve şahsiyatı düşünürler. Buna göre bir insan fikirce züğürt ve âdi
olduğu nispette sosyaldir. Dâhi adam ise topluluktan başka yerlerde de tatmin bulur.
Toplantılara ihtiyacı yoktur. Bütün güzelliklerin verdiği zevk, sanatın verdiği teselli,
sanatkârın heyecanı onun karma karışık bir kalabalık içinde yalnız kalabilmesinin
mükâfatıdır. Ama bunun neticesi inzivaya düşmek ve bazen da cinnete duçar olmaktır. Çok
36
gelişmiş bir hassasiyet tasavvur kabiliyeti ve intüisyon kadar ıstıraplar da doğurur. Aristo
diyor ki : «Felsefede, siyasette, şiirde, güzel sanatlarda temayüz etmiş bütün insanlar
melânkolik bir mizaca sahiptirler». (1962, s.62)
Estetik nesne karşısında iradenin hırsı ve gücü sahneden silinir, zaman mekân
ve nedensellik kategorileri ortadan kalkar, ortada sadece estetik nesne ve saf bilen
özne kalır. Đnsan ancak bu durumda bir nesnenin Đdea’sına ulaşabilir. Güzellik bu
anlamda bize nesnenin Đdea’sını verendir. Her şey bir Đdea’nın görüntüsü olarak
dünyada varolduğuna göre -Đdea’sını görebildiğimiz- her şey güzeldir. Filozof için
bunun bir ölçüsü de güzelin ‘parçalarının çok açık, anlamlı ve ahenk içinde’
olmasıdır. Güzel insanı rahatlatır, hafifletir, huzur ve sükûn verir. (Özkan, 2005,
s.194)
Đdea arayışı her sanatta olduğu gibi mimaride de asıldır. Schopenhauer’e göre
Mimari’de Platonik Đdea ‘biçim, oran ve simetri’den çok ‘ağırlık, katılık ve uyum’da
aranmalıdır. Mimarinin Platon Đdea’sı vurgusu direnç ve yer çekimi arasındaki
tezatta yatar.
(uzman) onu benimsemesi normaldir, çünkü sanatçı ve sanata yatkın kişi aslında
tabiatın ve cisimleşmiş irâdenin kendisi haline gelmektedir.’ (Özkan, 2005, 216)
‘Demek oluyor ki heykel çıplak formu verir, renk olmaksızın; resim ise rengi verir, mamafih
sadece formun görüntüsünü. Özetle her ikisi de seyircinin fantezisine yönelir. Buna karşılık
balmumundan yapılmış insan heykeli hepsini, form ve rengi aynı anda verir; gerçeğin
görüntüsü buradan neşet eder ve fantezi, oyunun dışında kalır. Diğer taraftan şiir (Poesie)
hatta sadece fanteziye yönelir, sadece kelimeler marifetiyle onu eyleme dönüştürür.’
(1977, s.194)
Ressam, gördüklerini olduğu gibi yansıtmak kadar onu tahrif etmek, yeniden
şekillendirmek ve yorumlamak serbestliğine sahiptir. Tabiatta gördüğü çizgi ve
renklerden farklılarını kendi görüşünü aksettirmek için kullanabilir. Ressamın
yansıttığı görüntü o an resmettiği şeyin başka ve gerçek bir halini yansıtıyor olabilir.
Schopenhauer resim hakkında şöyle diyor; Resim, bize dünyanın özünü, Platonik
ideaların kavranmasını kolaylaştırmak, bizi saf ve yargısız bir algıya götürmek
41
amacını taşıdığı halde bize, bu amaçlardan bağımsız bir güzellik olarak gelir. Bu
güzellik renklerin uyumu, onların ahenkli kompozisyonu, ışık ve gölgenin resmin
bütün tonlarında dağılmasıyla oluşur. Đşte buna eklenen ve bağlanan güzellik, bizim
saf bilincimizi yükseltir. (1977, s.197)
Sanat iradenin en saf ve olgun dile geldiği yerdir. Sanat eseri eşyanın
Đdea’sından haber verdiği için değerlidir. Đradeyi perdeler ve insana iradesiz görme
üstünlüğü tanır. Resme de aynı önemli fonksiyonu yükleyen Schopenhauer, insanı
iradeden arındıran ve huzur veren eserlere örnek olarak Raffaello ve Correggio’nun
ilk dönem çalışmalarını gösterir.
iii) Şiir
Sanatta, metafizik olayların mecaz ve benzetmelerle canlandırılması edebiyat,
lirik şiir, trajik şiir ve destan formlarında ortaya çıkar. Bu formlardan birisi olan şiir,
sezgiyle edinilen Đdea’ları dille anlaşılır şekilde anlatmaktır. Schopenhauer şiirin en
basit ve doğru tarifini ‘kelimeler aracıyla hayal gücüne etki etme sanatı’ olarak
özetler. (1977, s.202)
‘Aslında plastik sanatlar etkisi en zayıf olandır. Büyük ustaların eserlerinin ancak özel ev ve
mekânlarda bulmak bunun delilidir. Bu eserler insanların ömürleri boyunca orada öylece
asılı kalır, önemsenmezler. Ben Florenz’deyken (1823) Raphael’in yıllarca hizmetçilerin
odasında asılı kalmış Madonna’sı keşfedilmişti. Bu olay plastik eserlerin etkisinin az
olduğunu ve anlamak için belli bir eğitim ve donanıma sahip olmak gerektiğini açıklar. Buna
karşılık güzel bir melodi ve muhteşem bir şiir dilden dile bütün dünyayı dolaşır.’ (1977,
s.203)
Şiir, birkaç kelimenin insanda binlerce kelime gibi etki ettiği, adeta
kelimelerin kuyumcusu olmayı gerektiren ince bir sanattır. Şiir doğrudan bir müzik
olmamasına rağmen içinde ritim ve müzik barındırır. Ahengi yakalamak için vezin,
kafiye ve durak kullanır. Şair sözün müzik ve ritim ahengini ustaca kullanarak
okuyucusunun hayal dünyasına nüfuz etmeye çalışır. Bu nüfuzun yegâne sebebi,
şairin ‘ruhunun aynasında gördüğü’ Đdea’ları okuyanın hayal gücünde canlandırmak
isteğidir.
Şair, insanlık Đdea’sını özel bir tarafından, canlandırabileceği bir tarafından yakalar. Bu
Đdea da ona kendini açan, bizatihî kendi özüdür: Bizzat kendi idealidir ruhunun önünde
sağlam, apaçık ve parlak bir biçimde duran, onu terk edemeyen; bu yüzden o ruhunun
aynasındaki Đdea’yi saf ve sarih bir şekilde bize gösterir; ve onun bu tasviri hayatın kendisi
kadar gerçektir. (Schopenhauer, 1977, s.216-217)
Şiirin şekil unsurları olan vezin ve kafiye bir zincir gibidir. Şair zaman zaman
bunları bir örtü gibi kullanıp kendi ihtiraslarını güçlü biçimde şiirde yansıtır. Böyle
durumlarda ortaya çıkan etkinin ancak yarısı şaire aittir çünkü diğer yarısı vezin ve
kafiyenindir. Schopenhauer için vezin, özünü saf zamandan alan a priori bir sezgidir
ve Kant’ın saf duyular dediği alana dâhildir. Kafiye doğrudan kulağa hitap eder ve
43
empirik tecrübeye dayanır. Bu anlamda ritim kafiyeye oranla daha etkileyici ve asil
kabul edilir.
Filozof, şiirler içinde Fransız şiirini fazla şekilci ve kof bulurken kafiyenin en
çok yakıştığı Latin şiirini güçlü, büyülü ve asil kabul eder. Ona göre, hakikatin en
sevimli süsü çıplaklıktır.
iv) Trajedi
Pesimist Schopenhauer için ‘trajedi’ edebi sanatların en zirvesidir. Onun
trajediyi tür olarak yakın görmesinin sebebi hayatında trajediden izler taşıması ve
hayatın adeta iradenin kurduğu bir trajedi sahnesi olduğunu düşünmesidir. Ölüm, acı,
gerilim trajedinin tabiatında gizlidir. Pessimist filozof için ‘her ferdin hayatı’ ve
‘hayatın en önemli dönemleri daima’ trajedidir. (Özkan, 2005, s.247)
bir cezalandırma değil, aksine bir ödül gibidir. Schopenhauer’e göre dünyada hayatın
zevklerini tırtıklayan aptallar, serseriler ve kötü insanlar bol miktarda bulunurken
iradesini reddedip bu zevklere sırtını dönen kahraman ve asil ruhlar nadirdir.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
46
Müzik Schopenhauer’le ilk defa açık olarak estetik değerinin yanında felsefi
bir anlam taşır. Uzun yıllardır müzik ve felsefe çevrelerinde tartışılan bu fikirler
yaygındır ancak Lasserre’ın söylediği gibi bu konuda ‘en çok aydınlatılması
gerekenler de bilinenlerdir’. (Lasserre, Türk Yurdu, s.55) Schopenhauer’in müzik
metafiziği, varlığın metafizik boyutunun açığa çıkarılması probleminin tartışılması
yanında diğer sanatların fonksiyonuna ve ontolojik duruşuna dair fikir vermesi
açısından da anlamlıdır.
Hayatı sanatla iç içe geçen Schopenhauer için müzik, sanatlar içinde günlük
hayatına ve iç dünyasına en çok etki eden alandır. Daima müzik dinler, meşhur beyaz
flütü ile her gün belli zamanlarda egzersiz yapar. Düzenli olarak Frankfurt Operası’nı
takip eder.
diye niteler. Brahms, Lizst ve Rimsky Korsakov o zamana kadar müzik hakkında
söylenmemişleri söyleyen “müzik filozofu”nun fikirlerini takip ve takdir edenler
arasındadır. (Young, 2005, s.150)
Schopenhauer’e göre müzik, sanatın ötesinde bir anlam taşır; varlığın özüne
dair bir habercidir. Kendine has özel bir yapıdır. Diğer güzel sanatlar kadar
ilham, ihtiraslı ve sonu gelmeyen hummalı bir arayış ve yakalayış halidir. (Lasserre)
‘Müzik Platonik ideaları bypass eder ve fenomenlerden bağımsızdır. Diğer sanatlar gibi
ideaların bir kopyası değil, bizzat Đrade'nin görüntüsüdür (kendisidir, kendini doğrudan
doğruya açmasıdır). Sıradan sanatlar Plato'nun mağarasındaki gölgelerden bahsederken
müzik hakikatten ve 'Đrade'nin en gizli tarihi'nden yani; tatmin, arzu, asalet, ızdırap, endişe,
sarsıntı, ağıt, zafer, acı, ızdırap, korku, neşe, sevinç ve akıl huzuru gibi. Müzik Đrade'nin bu
boyutlarını 'en mühim yönleriyle' ifade eder. Onları en saf ve mükemmel halleriyle aniden
Đrade'nin elinden çekip alıverir. Müzik, 'fizik dünyasındaki varlığa metafiziği, yani
*
Arthur Schopenhauer, Die Welt als Wille und Vorstellung isimli baş eserinin XXXIX. Bölümünde
Müzik Metafiziğini ayrıntılarıyla ortaya koyar.
48
fenomenlere kendinde şeyi anlatır.' Böylelikle, dünya vücut bulmuş müzik, vücut bulmuş
Đrade'dir.’(1977, s.262)
Müzik mevcut eşyanın bir taklidi veya ifadesi olamadığına göre ancak o
irade, yani kendinde şeydir. Diğer sanatlar da iradenin bazı etkilerini taşısalar da
müzik doğrudan iradenin kalbinden seslenir. Müzik iradenin bir naklen seyri
anlamındadır. (1977, s.257) Böylece müzik sanatlar arasında en yüksek, en temel
olanıdır. Sair sanatlar bir gölgeden beslenirken müzik doğrudan ‘gerçek’ten beslenir.
49
Evrensel bir dil olarak kabul edilen müzik ‘soyut’ olmasıyla diğer sanatlardan
ayrılır. Varlığı bir noktaya kadar kozmosun varlığından bile özgürdür.
Schopenhauer, ‘dünya hiç olmasaydı da varolabilirdi.’ (2005. s.196 Özşar ed.) der.
Her insan müzik dinlediğinde onun kendisinde bıraktığı etkiyi hisseder. Fakat müzik
görünür bir malzeme üzerine bırakılan etkilerden oluşmadığından onu metafizik
sahasına çekmek, üzerinde analiz yapmak ve anlamak daha farklı metodlar gerektirir.
Estetik bu sebeple müziğe dair çalışmalarında sınırlı kalır. (Özkan, 2005, s.278)
Schopenhauer için müzik Đdea’ların bir tasviri değil bizzat kendisidir. Müzik,
kozmosun özünden gelen sestir. Varlığın özünü açığa çıkarır.* Đdea’lardan oluşan
dünyayı görünen dünyaya taşır. Bu fonksiyonuyla müzik, Đdea’nın tasviriyle yetinen
sanatlardan üstündür. Bu sebeple müzik üzerine yapılacak metafizik, bir sanatı değil
kozmosun özünü anlamaya yönelik bir eylemdir.
Alman filozofun müziğe verdiği değerde, bir ahenk ve estetik değeri taşıması
kadar bu ahengi oluşturan matematik gerçekler ve oranlar önemlidir. Müzik aynı
zamanda soyut bir matematiktir. Müziğin armonisini sayısal değerler ve oranlara
dönüştürerek anlamak Pisagor’dan gelen bir geleneğin etkisidir. Schopenhauer için
müzik salt bir matematik değildir. Müziği sadece bir hesap, bir matematik kabul
etmek onun iradenin bu dünyadaki ifadesi olan ve eşyanın özünü ortaya çıkaran
üstün ifade gücünü görmemektir. Müzik daha ‘derin ve ciddi’ ve irade olarak dünya
ile insan arasındaki bağa benzer bir anlam taşır. Seslerin sanatı müzik, yarattığı
etkilerle diğer sanatlara benzese de etkileri daha güçlü, hızlı ve yanılmazdır.
Schopenhauer müziğin fenomen olarak dünya ile bağına dair şunları söyler;
‘Müziğin dünyayı temsil eden ilişkisi, kesin doğru ve isabetli olmak zorundadır, çünkü o
herkes tarafından anında anlaşılmaktadır ve belirli bir yanılmazlık hissi vermektedir, çünkü
müziğin formu sayılarla ifade edilen belli bir düzene indirgendiğinde, o artık tam bir müzik
olamaz.’ (1977, s.331)
boyutundan varlıkların asıl varoldukları numen alanına açılmış ‘soyut’ bir kapıdır.
Kendi sözleriyle;
Resim, heykel gibi plastik sanatlar ve edebi sanatlar Đdea’ları tasvir ederken
üzerimize bıraktığı etkiler müziğin etkileri kadar sahici ve güçlü değildir. Bunun
temel sebebi diğer sanatların Đdea’nin nesneleşmesinden oluşması ve insana bazı
duygu ve düşünceleri dolaylı olarak getirmesidir. Müzik anlattığı duyguların
Đdea’sını çıplaklıkla dünyaya getirir. Đnsan müzik dinlerken bir neşe, öfke, coşku gibi
bir duyguya kapılmakla kalmaz; onu derinliğiyle, karşısında bir canlı varlıkmış gibi
kuvvetle görür ve tanır. Bir görüntüyle insana hitabeden sanatlar bu derece metafizik
gerilim yansıtmakta yetersizdir. Bu farkı ortaya koyan Schopenhauer; ‘Besteci,
âlemin iç özünü açar ve en derin gerçeği akıl üstü bir dilde konuşur.’ diyerek
müziğin gücünü vurgular. Müziğin, objeleşmiş bir Đdea tasviri olmayıp doğrudan
iradeyi anlattığı Schopenhauer’in şu sözlerinde açıkça görülür;
‘Müzik tüm diğer sanatlardan farklıdır; müzik görüntülerin tasviri, yahut daha doğrusu,
iradenin tam aslına uygun objeleşmesinin tasviri değil, doğrudan doğruya bizzat kendisinin
tasviridir. Böylece tüm fiziki dünya metafiziği ve tüm görüntüler kendinde şey’i temsil eder.
Buna göre insan dünyayı cisimleşmiş müzik, şahıslaşmış irade olarak görebilir.’(1977, 331)
Kendisini Đdea ve müzik olarak dünyada var eden yine aynı iradedir. Müzik
ve Đdea’lar her ne kadar birbirinin aynı değillerse de özü itibariyle aralarındaki
parelellik inkâr edilemez. (Schopenhauer, 1977, s.337)
53
*
Lawrence Ferrera ‘Music as the embodiment of Will’; Đrade’nin Tecessümü Olarak Müzik
makalesinde Schopenhauer’in iradenin nesneleşme basamakları bahsinde ‘hiyerarşi’ ifadesine yer
verir. (s.185, Ferrera)
54
şey bu ham maddede saklıdır, her şey ondan yükselir ve gelişir.” der. Ses de varoluş
sürecinde bu bass tiz tonu arasında bir seyir izler. (Scopenhauer, 337)
i) Müziğin Tanım Alanı Ses Eşikleri
Ses belli bir zaman ve frekans aralığında duyulur. Yani her sesin kendine
özgü bir niceliği ve niteliği vardır. Nicelik sesin yayıldığı zaman aralığını temsil
etmek için kullanılır. Nitelik ise sesin oluştuğu frekansı tarif eder. Nota yazılırken
nicelik dikey, nitelik yatay olarak yazılır. Tonun zamanı bölme şekli ritmi oluşturur.
Ses böylece belli frekans ve ritm anlayışı dâhilinde ortaya çıkar. Do’dan ince Do’ya
kadar olan seslerin dizilişine gam* denir. Farklı frekansta seslerin, bir ahenk
duygusuna göre gruplandırılıp bir ses dizisi oluşturulmasına armoni denir. Melodi
ritim ve armoninin birleşmesinden oluşur. Schopenhauer, ritm ve armoni ikilisinden
ritmi daha önde görür çünkü ritim bir armoni olmadan bir melodi oluşturabilir. Ritim
ve armoninin mükemmel uyumundan oluşan melodi için iki unsur da olmazsa
olmazdır. Müzik eserleri tonların ritme tabi olarak birbiri ardına dizilmesiyle oluşan
bir akıştır. Mimari eserlerdeki simetri gibi müzikte ritme düzenleyici görevindedir.
(Ferrera, 196)
*
Burada kastedilen gam Do Majör gamı, ya da Klasik Türk Müziği formlarında Çargâh olarak
karşılık bulan Do-Re-Mi-Fa-Sol-La-Si-Do seslerinin oluşturduğu dizidir.
55
Đrade sadece insan formunda böyle etik yargılara varabilir. Ferrera’ya göre
iradenin hem kör, hem bilinçli olup kendi iradesini baskıya alacak yargılara varması
çelişkidir. Bu çelişki, metafiziğin tamamında, bilinç ve irade kavramlarının
koordinasyonu konusunda bir eksikliğin olduğuna işaret eder. (s.190)
Ferrera’ya göre, öznenin bir aracı olarak fenomen dünyasına nasıl uyum
gösterdiği/ orda nasıl bulunduğu (fenomenler orada özne sayesinde ve onun için
vardır) açık değildir. Özenin ne kadar irade ve ne kadar kendi iradesine direnç
gösteren ikinci bir güç olduğu açık değildir.
*
Consciousness; bilinç.
**
Kör irade, Đrade ve Tasavvur Olarak Dünya adlı eserinin 117. sayfasında ‘Blindly urging force’ kör
ve şiddetle isteyen, arzulayan güç anlamında irade kavramının bilinçten uzak oluşunu vurgulamak için
kullanılmıştır.
57
Yukarıdaki şema Ferrera’nın bahsettiği bilinç probleminde irade, özne ve bilincin birbirlerine
göre durumunu gösterir.
*
Innumerable
58
metafizik etkileri arasındaki düşük dozlu bir benzerlik olabileceğini ifade eder.
(s.190) Bir kere daha müziğin ifade edilemeyen tabiatı ve irade Schopenhauer’in
müzik metafiziğini matematik delillendirme gayretinin önünde bir engeldir.
Alman filozof iki temel akort kabul eder; ilki yedili akort, ikincisi armonik üç
sesli akorttur. Aynı şekilde iki temel ruh hali ve onları yansıtan iki makam vardır. Bu
ruh halleri neşe ve üzüntüdür (hüzündür). Neşe müzikte majör ses dizisiyle, ızdırap
ise minör ses dizisiyle ifade edilir. Majör ve minör bütün makam ve ruh hallerinin
ana kutuplarıdır. Bütün duygusal durumlar bu iki duruma yönelir. Majör ve minör
iradenin bitmek bilmeyen atılımları sonucunda çaresiz kalan, her yeni istek
karşısında kendisini tüketen, arkası gelmeyen tatminsizliklerle yıpranan insanın
yaşadığı gel-giti tarif eder. Schopenhauer hüznü ve neşeyi anlatan majör ve minör
ses dizilerini açıklarken hızlı dans müziklerinin ucuz ve anlaşılır saadetlerden
bahsettiğini, buna karşılık Allegro Maestoso’nun büyük bölümler, uzun aralık ve
sapmalarla ulaşılması daha güç bir hedefi amaçladığını söyler. Ona göre Adagio, işte
bu türden, yani küçük ve kolay mutluluklara eğilmek yerine asil bir gayretin eseri
olan ızdırabı anlatır. Sonra majör ve minörün etkisini yorumlamaya koyulur; yarım
ses değişimleri bile bizi bir anda korkunç ve kötü bir duyguyla yüzyüze getirebilir.
Ağır ve gösterişli temposuyla Adagio, minörde en yüksek seslere tırmanarak acı bir
feryada dönüşürken minördeki dans parçaları, o küçük mutlulukların görmezden
gelindiği izlenimini uyandırır. Melodilerin sükut içinde sonsuza akıp gitmesi
59
“ Ne var ki, burada görünmüş olan irade, diğer fertlerde de görünerek tıpkı eskisi gibi
yaşamaktadır, lakin onların bilinçleriyle birincilerinki arasında herhangi bir ilişki
kalmamıştır.’(1977, s.337 ed. Zweiter Teilband)
‘Müzik yalnız şu veya bu neşeyi, belirli bir sevinci, şu veya bu üzüntüyü ve ızdırabı, yahut
dehşeti veya taşkınlığı veya canlılığı veya sükuneti ifade etmekle kalmaz, aksine doğrudan
sevinci, üzüntüyü, acıyı, dehşeti, canlılığı, sakinliği belli ölçülerde soyut olarak anlatır –hem
de aynı şeyin özünü detaya girmeden, ilgili motifleri söylemeden yapar-. Buna rağmen biz bu
duyguyu süzülmüş özüyle fevkalade anlarız. Buradan müziğin hayal gücümüzü böylesine
kolay coşturması ve bundan böyle bize doğrudan doğruya hitabeden görünmez ve ama canlı
hareket eden ruhlar dünyasını şekillendirme ve onları ete kemiğe büründürme, kısaca bunu
uygun bir örnekle canlandırma gayretinin sebebi anlaşılmaktadır’
(1977, s.338)
Fenomenler alanı veya dünya ile müzik aynı şeyin iki farklı ifadesidir. Bu
ifade çeşitliliği ise ancak bir analoji yoluyla açığa çıkabilir. Müzik, dünyanın bir
ifadesi olarak kabul edilirse en üst seviyede bir evrensel dildir. Evrensel kavramlarla
çalışan bir sistemdir. Bu evrensellik soyutlamadan gelen muğlak bir tanıma
dayanmaz, bilakis kesin ve açıktır. Müziğin bu kesinliği görünen nesnelerin evrensel
formları olan geometrik şekil ve numaralara benzer. Müzik mesajını daima
nesnelerden uzak, içsel ve derin bir dilde ve insanın kalbinin içine gönderir. Böylece
mevzubahis anın, çalındığı sahne ya da hayatın o anının gizli anlamını adeta deşifre
eder.
60
Müzik hayata dair her şeyin altını çizer; ona daha derin bir anlam katma
gücüne sahip olduğu için onu nasıl şekillendireceği insana kalmıştır. Üzerine bir şiir
yazıp şarkı yapmak, ya da sözsüz bir vücut anlatımıyla pandomim yapmak, ya da her
ikisini de kullanıp opera ortaya çıkarmak mümkündür. Ortaya çıkan insanlık
hallerinin hiçbirinde müzik bağlayıcı, zorla anlamı belirleyen bir yere sahip değildir.
Sadece seçilen genel kavrama ait vurguyu artırmak için oradadır. Đrade gerçeğin bir
anlamda soyutlamasıdır.
Đradenin direkt ifadesi olan müzik insanın en gizli ve derin hallerini ortaya
çıkarır. Bunu yaparken en çok ‘deha’nın eseri olan melodiyi kullanır. Melodi bir üst
dil gibi konuşma dilinin eksik kaldığı yerlerde anlatılamayanları anlatır.
Schopenhuaer’e göre melodi ‘aklın geniş ve negatif duygu kavramı altında özetlediği
ve daha ileri giderek soyutlamalar olarak kavrayamadığı iradenin en gizli hikâyesini
anlatır; iradenin her hareketini, her gayretini, eğilimini ve heyecanını tasvir eder. Bu
sebeple, kelimeler aklın dili olurken müzik duyguların ve ihtirasın dilidir.’ Hatta
onun için melodi ruhun hareketini taklit eder. Müzik bu özelliğiyle insan ruhunda
henüz kelimelere dökülmemiş nüansları onu ‘taklit’ ederek anlatır. Müzik metni
dünya olan bir melodidir. Schopenhuaer, iradenin insanda görünür hale gelmesi ile
62
melodi arasındaki benzerliği şöyle izah ediyor; ona göre melodi bir ana ses etrafında
oluştuğu halde ondan bağımsızlığını belirtmek için şaşırtıcı arayışlara girer; sadece
armoni basamaklarına, üçlü ton ve dominantlara değil, aksine her tona yönelmeye
çalışır, dissonans yedililere ve ölçüsüz basamaklara yükselir ama sonunda aynı sese
döner. Bütün arayışlarında melodi, farklı biçimlerde iradenin özgürlük atılışlarını ve
arayışlarını anlatmaktadır bize. Melodilerin, ses ve ıskalaların farklılığı, insanların
hayatla ölüm arasında geliştirdikleri farklı hikayeleri hatırlatır.
mantıksal armoniye yatkınlık özellikleriyle akıl çağının ayak sesi olarak kabul edilir.
Rameau, müzik analizinde dikey armoni metodunu savunurken Fux dikey ve yatay
armoniyi* harmanlayarak kullanmıştır. Bir Do akorunda, akoru oluşturan notalar Do,
Mi ve Sol’dür; burada Do kök ses, Mi onun üçlüsü ve Sol’de beşlisi konumundadır.
Yirmi bölümlük bir orkestra eserinde veya dört bölümlü bir koro icrasında bu
notalardan herhangi birisi bass ses veya piyanonun en kalın oktavında olabilir.
Rameau’nun yaklaşımını diğerlerinden ayırdeden, bass sesi her zaman kök nota**
kabul etmesidir. Bu durumda müzik dikey armoninin gelişimi veya fonksiyonel
armoni olarak kabul edilebilir. Rameau’ya göre müzik analizi yukarı ve aşağı
yönlerde hareket eder; bir dizi ‘şimdi’ anında kök ses üzerindeki üçlülerden akorlar
üretilir. Bu yatay çizgilerden arındırılmak için tamamen dikey yönlü dikişlerle
yapılmış bir elbiseye benzer. Rameau’nun bir müzik eserini incelemesi de bu
elbiseye benzer; birisi çıkıp yatay dikişleri olmadığı için elbisenin kısa sürede dağılıp
parçalanabileceğini söyleyebilir. (Ferrera, 1996, s.191)
gelişmeye** engel olur. Fux’u destekleyen bu yorum, örneği verilen müzik elbisesini
hem yatay, hem dikey dikişleriyle görmeyi önerir. Melodiyi armoniye üstün gören,
melodiyi bir rosto eti, armoniyi ise üzerine dökülen bir sosa benzeten Schopenhauer,
müzik teorisinde dikey ifadeleri önemser, yatay ifadeleri sisteminde dikkate almaz ve
Rameau’nun armoni yaklaşımını benimser. (Ferrera, 1996, s.192)
**
Motivic Development kavramı. Müzikte melodi, tema ve eser üretmek için motif kullanılır. Bu
motif bütünlüğü koruyacak şekilde eser içinde tekrar eder, değişir ve bir sıraya girer. Bu tip motif
gelişimleri Haydn ve Mozart zamanında yaşayan Domenico Scarlatti’nin klavye piyano sontlarında
görülür. (http://en.wikipedia.org/wiki/Motivic_development)
66
genişletilmiş yani açık olmalıdır. Yüksek esneklikteki bir sopranonun aksine, bass
bükülmez ve katıdır. Bass ‘ağır hareket eder, üçlü, dörtlü, beşli gibi büyük aralıklarla
iner-çıkar ve her basamakta belli kurallar dâhilinde hareket eder’. (Schopenhauer,
1977, s.452) Bass, dörtten beşe yaptığı hareket hariç hiçbir zaman tek ses yükselmez.
Batı müziğinde, armoni ve ana bileşenleri, Pisagor Yasaları’ın çekirdeği gibidir. Bir insan,
belli bir sesi işittiğinde, -mesela piyanoda orta do sesi- ana tonun çokluları olan birçok
armonik sesi de ana sesle beraber işitir. Bir enstrüman n frekansında bir orta do sesi
üretirken aslında n, 2n, 3n, 4n, ... ve 20n'in ötesinde titreşim, yani armonik ses frekansı
üretir. Bu armonik sesler, şiddetleri ana sesten düşük olduğundan duyulmayabilir. Đnsan
kulağı ana ses n'e ilave olarak, dört ilave armonik ses duyabilir; bir önceki armonik sesin
tam iki katı 2n oktavıdır, 3n beşincidir, 4n oktavdır ve 5n majör üçüncüsüdür. 6n ile beraber
(başka bir beşinci) armonik sesler iyice belirsizleşir. 7n'e gelindiğinden armonik sesleri
işitmek neredeyse imkânsızdır. Birisi do'yu duyduğunda aslında onunla beraber do majör
nüansları (C, E ve G minörden oluşur) yani düşük şiddetli armonik sesleri de duyar.
(Ferrera, 1996, s.188)
konsonant veya iki notanın ahenkle duyulmasını sağlayan anlamlı ilişki onların
titreşimlerinin 'küçük rakamlarla yazılabilir' olmasında yatar. Bu estetik konsonant
tabiat yasalarına dayanmaktadır. 2n oktavı, majör üçüncü 5/4n, minör üçüncü 5/3n,
dördüncü 4/3n ve beşinci 3/2n küçük numaraların titreşiminden oluşur. Diğer
taraftan, eğer bu ilişki anlaşılmaz biçimdeyse sadece büyük rakamlarla ifade edilir.
Tabiat kanunlarına dayanarak, bu aralıklar daha genişlerini doğurur, konsonant
aralıklardan daha alakasız titreşimler netice olarak dissonans olarak kabul edilir.
(Ferrera, 196)
'Müziğin metafizik önemiyle, onun fiziksel ve aritmetik temelleri arasındaki bağ, endişelerimizi
neyin engellediği hakikatiyle, ismen irrasyonel ilişki veya dissonans; yani Đrade'mize direnen
tabii imaj haline gelir ve konsonans veya rasyonel ilişkinin aksine - algıya kolayca adapte olan-
Đrade'yi tatmin etmenin simgesi haline dönüşür' (1977, s.451)
*
‘Schopenhauer and Music Revelation’
The Journal of Aesthetics and Art Criticism. Winter. 1981
**
Revelation; açığa çıkarma, ifşa etme.
***
Cognitive; düşünceyle ve aklın bilinç yönüyle ilgili.
72
Aleprson’a göre ‘güçlü açığa çıkarma teorisi*’nin kabulü, sonraki adımda bir
problemle karşı karşıyadır. Eğer güçlü açığa çıkarma teorisi, müzikle ortaya
çıkanların açık fikirler veya beden diliyle ifade edilemez olduğu iddiasında ısrar
ederse kimse açığa birşey çıktığını gösteremez. Bu da güçlü açığa çıkarma teorisinin
boş olduğunu gösterir. Diğer taraftan, müzikle açığa çıkanlar açık fikirler veya
beden diliyle ifade edilebilir olursa, o zaman müziğin neden gerçeği açığa
çıkarmakta bu kadar önemli bir rol oynadığını açıklamakta güçlük çekebiliriz. O
zaman müzik neden değerlidir? Buradan hareketle müziğin ünik/tek hakikati açığa
çıkaran olduğu söylenemez. (Alperson, s.160)
*
Güçlü ve Zayıf Açığa Çıkarma Teorisi Philip Alperson’a ait bir kategorizasyondur.
73
‘Bilirim... Özünde temsil edilemeyecek olan müzik ve tasavvur arasındaki ilişki ve müziği
hakikatin bir görüntüsü olarak kabul eden düşünce ifade edilemez. ... Müziğin önemine dair
açıklamalarla gerçek anlamda ikna olmak isteyen birisi bu teorinin yansımalarını görmek
için sıkça müzik dinlemelidir.’ (1977, s.251)
*
Referensiyalizm; müzikin anlamını arayan ve duyulanın ötesinde bir anlamı olduğunu ileri süren
akımdır. Müziğin kendi dışında bir anlamı olduğunu savnunan Referensiyalistlerle (Veya
heteronomist), sanatın tamamen otonom olduğunu ve kendisinden başka bir anlamı olmadığını
savunan formalist veya absolutist arasında tartışma devam eder.
76
Müzik, sıradan bir müzisyen için nefes almak veya konuşmak gibi sıradan
işlerin arasında yer alır. Diğer yandan bir besteci, müziğe bilincini daha çok açar. Bu
bestecinin bilinçaltı aktivitelerinden konuşma dilinde seçtiği fiillere kadar yansır.
Besteci, dünyayı bir ses medyumu gibi algılar. Oysa filozof, müziğe dürbünün diğer
tarafından bakar. O, müziğin dünya içinde ifade ettiği anlamın ve bunun diğer
varlıklarla kurduğu korelasyonun peşindedir.
Schopenhuaer’in ‘yaşama iradesi’ ve Kant’ın ‘kendinde şey’i sade bir müzisyen için
insanların sonsuz cehalet boşluğuna atladığımız entellektüel tramplenlere benzer .’
(Raplh, 1913, s.793) sözleriyle sıradan bir müzisyen için felsefi kavramları
anlamanın zorluğunu vurgular.
‘Onca teori ve açıklamalardan sonra Schopenhuaer’in vardığı sonuç müziğin ‘tasavvur olarak
dünya’ya veya tabiata benzemediği, fakat aradaki paralelliğin varlığında ısrarıdır. Bu muğlâk
ve neredeyse anlamsız ifadeler üzerine Schopenhuaer, müziğin karakteri hakkında bize
bilmediklerimizi anlatan uzun konuşmalar yapar. Akabinde, ‘bir senfoniyi ayrıştırarak
dinlediğimizde içinde hayata dair her şeyi bulabileceğimize’ ve ‘müziğin fenomen dünyasıyla
ilişkisinin derin, tam doğru, çarpıcı keskinlikte, spontan ve yanılmaz olduğu’na dair insanda
sempati uyandıran ifadeler gelir. Okumaya devam edip ‘müzik iradenin emrindedir,
duygularımız, tutkularımız ve dinleyicinin duyguları diğer sanatlarda olduğu gibi iradenin
nesneleşmesini veya ideaları değil, doğrudan iradeyi anlatır’ sözlerini okuduğumuzda muhteşem
filozofun beylik sözlerle flört ettiği görülür.’
(Raplh, s.793)
*
Brass, bakır üflemeli sazlar ailesinin genel ismidir.
79
Daha estetik ve zarif bir eser tercih eden ilk karakter, estetik motifler ve
Wagner’in müziğinde kendinden bir şeyler bulmak için Sigfried’in idil’ini seçmiştir.
**
Opera güftesi. Operanın söz kısmı. Lirikleri.
*
Siegfried Đdil, Wagner’in opera formunda olmayan nadir eserlerinden, senfonik bir şiirdir. Oğlu
Siegfried’in doğumundan sonra Wagner’in ikinci eşi Cosima’ya armağan olarak bestelediği Siegfried
Đdil’i 1869’da bestelenmiş. Đlk defa 1870 yılında sahnelenmiştir. Đdil kelimesi şiir, rüya, pastoral şiir
ve temiz aşk gibi anlamlar taşır.
**
‘Carmen’ George Bizet’in komedi operasıdır. Libretto’su Henri Meilhac ve Ludovic Halevy
tarafından yazılan eser, Prosper Merimee’nin 1845’te yayınlanan aynı isimli romanından
uyarlanmıştır. Eser, Aleksandr Puşkin’in ‘Çingeneler’ şiirinden esinlenmiştir.
80
Müziği, neredeyse yapanlar kadar hassas bir anlama yetisine sahiptir. Ancak, diğer
adamın aradığı başkadır; o muhtemelen birkaç öpüşme ve kavga sahnesi görmek için
‘Carmen’i tercih etmiştir. Bu ikinci karakterin aklıyla müziğe konsantre
olmayacağının bir göstergesi gibidir. (Raplh, 1913, 794)
SONUÇ
Çalışmanın ilk bölümünde, Schopenhauer bir insan profili olarak ele alınmış,
hayatında müzik ve sanatla ilgili görüşlerine etki etmesi muhtemek detaylar ön plana
çıkarılarak filozofa dair bir geri plan bilgisi oluşturulmuştur. Ailevi meseleleri,
eğitim hayatı, akademik iniş çıkışları ve eserlerini meydana getirme süreçlerine
yakından bakmakla görüşlerinin ortaya çıktığı atmosfer hakkında fikir yürütmek
sağlanmıştır.
Schopenhauer’in yaklaşık iki yüz yıl önce ortaya koyduğu yeni tanımla halen
tartışılıyor olması ve her an kişisel tecrübeye açık olmasına rağmen ‘müziğin
tabiatını en iyi kavrayan’ metafizik olması ona ölçülü bir başarı atfedilebileceğinin
göstergesidir.
Schopenhuaer, müziği önce dış etkilerden ayıklayıp saf bir şekilde anlatır;
ardından onun tabiatla sergilediği uyuma dikkat çeker. Müziğin ‘varlığın özünü’
ortaya çıkardığı ve ‘irade’nin sesi olduğu iddiası; çok kişi tarafından hissedilip bu
kadar açık ve anlaşılır şekilde yazılamamış olmasından önemlidir. Bu görüşler
tartışılıp, anlaşıldığı sürece bir müzik metafiziği geleneği oluşmasına ve müziğin
gerçek değerinin anlaşılmasına rehber olacaktır.
Müziğin yer yer keliemelerin önünde, daha yoğun ve kalıcı bir dil olarak
‘iletişim’i üstlendiği 21. yy’da Schopenhauer’in görüşlerinin anlaşılması, müziğin
kurumsallaşması ve ilerlemesi için ‘bir müzik felsefesi’ kurmanın gereğini
hatırlatması açısından anlamlıdır.
84
BĐBLĐOGRAFĐ
1- Schopenhauer, Arthur. The World as Will and Idea. Trans. Org. German to
English by R.B. Haldane and J.Kemp. The University of Clifornia. New York
: AMS Press, 1977
2- _____________. Essays and Aphorisms, Arthur Schopenhauer. Translation:
R.J. Hoolingdale. Penguin Classics. London
3- _____________. The World As Will and Representation. Translated form
German by E.F.J Payne. Dover Publications. New York. 1958.
4- _____________. The World As Will and Representation. Translated by
Richard. E. Aquila, The University Of Tennessee in colloboration with
David Carus. Pearson Longman. 2008
5- _____________. Đrade Felsefesi ve Schopenhauer, Derleyen: Ord. Prof. Sadi
Irmak, Đkbal Kitabevi, Đstanbul, 1962
6- _____________.Đsteme ve Tasarım Olarak Dünya. Çeviren: Leven Özşar.
Bilbos Yayınları. Erzurum. 2005
7- _____________. Über die Freiheit des menschlichen Willens, ed. Zweiter
Teilband, Çeviren: Senail Özkan, Kleinere Schriften II, Zürich 1977
8- _____________. Die Welt als Wille und Vorstellung II, ed. Zweiter Teilband,
Çeviren: Senail Özkan. Zürich 1977
9- Özkan, Senail. Schopenhuaer, Paradokslar Üstünde Raks. Ötüken Yayınevi.
Đstanbul. 2005
10- Ferrera, Lawrence. Schopenhauer on Music as the Embodiment of the Will. In
Schopenhauer, Philosophy and Arts, ed. Dale Jacquette. Cambridge
University Press. 1996
11- Ralph, Robert. Schopenhauer and Music. The Musical Times. Vol.54.
No:850. 1 Kasım 1913.
12- Jacquette, Dale, ed Schopenhauer, Philosophy and the Arts. Cambridge
University Press. 1996
13- Cartwright, David E. Historical Dictionary of Schopenhauer’s Philosophy.
Oxford. UK. 2005
85