Professional Documents
Culture Documents
Sputnik Sevgilim Haruki Murakami
Sputnik Sevgilim Haruki Murakami
>
,-ı
C
�
-■
28. K
Baskı
Haruki Murakami, 1949'da Kyoto'da doğdu. Vaseda Üniver
sitesi'nde klasik drama eğitimi aldı. 21. yüzyıl edebiyatının
en önemli isimlerinden olan Murakami'nin kitapları pek çok
ödül aldı, tüm dünyada ellinin üzerinde dile çevrildi. Haruki
Murakami'nin Yaban Koyununun !zinde, Zemberekkuşu'nun Gün
cesi, lmkansızın Şarkısı, Sınırın Güneyinde-Güneşin Batısında,
Sahilde Kafka, Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu,
1Q84, Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları, Koşmasaydım Ya
zamazdım, Uyku, Kadınsız Erkekler, Sputnik Sevgilim, TuhafKü
tüphane, Karanlıktan Sonra, Fırın Saldırısı, Rüzgarın Şarkısını
Dinle ve Kumandanı Öldürmek isimli kitapları Doğan Kitap tara
fından yayımlandı.
Sputnik Sevgilim
DOĞAN KİTAP TARAFINDAN YAYIMLANAN DİĞER KİTAPLAR!
Sınırın Güneyinde, Güneşin Batısında Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları
İmkansızın Şarkısı Uyku
Yaban Koyununun İzinde Kadınsız Erkekler
Sahilde Kafka Tuhaf Kütüphane
Zemberekkuşu'nun Güncesi Karanlıktan Sonra
Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu Fırın Saldırısı
1Q84 Rüzgarın Şarkısın Dinle
Koşmasaydım Yazamazdım Kumandanı Öldürmek
SPUTNİK SEVGİLİM
Haruki Murakami
�DOĞAN
-KiTAP
"Sputnik"
rafı 360 derece tarayıp, dağlardan kara bir duman çıkıp çık
madığını kontrol etmek. Bütün gün boyunca yapman gere
ken tek iş bu. Kalan zamanda istediğin kitabı okuyabilir, ro
man yazabilirsin. Gece olunca postu kalın mı kalın bir ayı,
kulübenin çevresinde ağır ağır dolaşır. İşte bu tam da benim
istediğim yaşam. Bununla kıyasladığımda üniversitede ede
biyat-sanat bölümü okumak, bir hıyarın acı ucunu ısırmak
gibi bir tat veriyor."
1. Şirakabaha (Shirakabaha); Japonya'da 1910 ile 1923 yılları arasında etkin olmuş, aynı adla dergi
si yayımlanmış edebiyat ekolü. (ç.n.)
16
Ender olarak ben de ona gidiyordum ama onun dairesi iki ki
şi için fazla dar olduğundan, daha çok o geliyordu bana. Bir
araya gelince romanlardan bahseder, kitap değiş tokuş eder
dik. Onun için akşam yemeği hazırlardım. Yemek yapma ko
nusunda fena sayılmazdım, Sumire ise kendi başına yemek
hazırlamaktansa aç kalmayı tercih eden biriydi. Yemek için
teşekkür niyetine, yarızamanlı çalıştığı yerlerden bana türlü
şeyler getirirdi. Bir keresinde çalıştığı ilaç firması deposun
dan altı düzine prezervatif getirmişti. Muhtemelen hala çek
mecemde duruyordur.
"Anladım sanırım."
"Ancak, örneğin bu, 'Japon imparatoru Japonya'yı işaret
eder' olarak yazılırsa, her ikisi eşdeğerde olur. Diğer bir de
yişle, bu durumda Japonya dediğimizde, bu Japonya impara
toru anlamına gelir; Japon imparatoru dediğimizde de bu Ja
ponya anlamına gelir. Yani her ikisinin de birbiriyle yer de
ğiştirme imkanı vardır; a=b ile b=a'nın aynı olması gibi. Da
ha basit ifade edersek, bu, işaret anlamındadır."
"Demek istediğin, Japon imparatoru ile Japonya'nın yerle
rinin değiştirilebilir olduğu mu? Bu yapılabilir mi?"
"Öyle değil. Farklı bir şey bu." Hattın bu yanında sertçe
salladım başımı. "Ben şimdi sana sembol ile işaretin farkını
olabildiğince basit şekilde anlatmaya çalışıyorum. Japon im
paratoru ile J aponya'yı gerçekten birbirleriyle yer değiştir
mek gibi bir niyetim yok. Bu, açıklamanın bir aracı sadece."
"Hıımm" dedi Sumire. "Anladım galiba. İmge olarak. Yani
tek yönlülük ile çift yönlülük arasındaki fark."
"Uzmanlar çok daha düzgün anlatabilirler. Ama çok basit
bir şekilde ifade edilirse, benim dediğim gibi."
"Hep düşünüyorum da, sen bir şeyleri açıklamakta ne ka
dar da beceriklisin."
"İyi de bu benim işim" dedim. Sözlerim tekdüze ve ifade
den yoksundu. "Sen de bir ara ilkokul öğretmenliği yapma
yı denemelisin. Birçok soruyla karşılaşıyorum. Neden yeryü
zü kare şeklinde değildir? Neden mürekkepbalığının sekiz de
ğil de on ayağı vardır? Her türden soruya yanıt verir hale
geldim."
"Sen iyi bir öğretmen olmalısın."
"Nasıl bir öğretmenim acaba?" diye yanıtladım. Nasıldım
acaba ?
"Bu arada mürekkepbalığının neden sekiz değil de on aya
ğı var?"
"Artık uyuyabilir miyim izninle? Gerçekten çok yorgunum.
39
Myu her ikisi için de aynı siparişi verdi. Ana yemek, kö
mür ateşinde taze ızgara balıktı, üzerine mantarlı yeşil sos
tan konmuştu biraz. Balık parçaları, çok güzel şekilde pişiril
mişti. Neredeyse sanatkarca denecek kadar etkileyici bir pi
şirme türüydü bu. Yanına kabaklı gnocchi ile son derece za
rif bir şekilde hindiba salatası konmuştu. Creme brulee'yi ise
44
Sumire sağ elini uzatınca Myu onun elini sarar gibi tuta
rak sıktı. Sıcak ve pürüzsüzdü avucu. "O kadar endişelene
cek bir durum yok; bırak surat asmayı artık. Merak etme, iyi
anlaşacağız."
Sumire yutkundu. Sonra yüzündeki kaslar gevşedi. Myu
tam karşısında durmuş ona bakarken, Sumire varlığının gi
derek büzülüp küçüldüğünü hissetti . Güneşin altındaki buz
parçası gibi eriyip gidebilirdi.
"Önümüzdeki haftadan itibaren, haftada üç gün ofisime
gel. Pazartesi, çarşamba ve cuma günleri. Sabah onda gelip,
akşamüzeri dörtte çıkarsın. Böylece kalabalık saatlerden de
kaçınmış olursun. Yüksek bir maaş veremem ama iş zor ol
madığı gibi boş zamanlarda kitap okuyabilirsin. Ancak hafta
da iki kez özel İtalyanca dersi alacaksın. İspanyolca konuşa
biliyorsan , İtalyanca öğrenmek o kadar da zor olmayacaktır,
değil mi? Ayrıca boş vakitlerinde İngilizce konuşma ve araba
kullanma pratiği de yap, olur mu? Bunları yapabilir misin?"
"Yapabilirim sanırım" diye yanıtladı Sumire. Ama sesi,
sanki tanımadığı biri başka bir odadan onun yerine konuş
muş gibi geldi kulağa. Şu an benden ne istense, ne emredil
se hiç tereddütsüz evet diye yanıtlayıvereceğim. Myu, hala
Sumire'nin elini tutuyor, gözünü ayırmadan ona bakıyordu.
Myu'nun kara gözbebeklerine yansıyan kendi canlı görüntü
sünü gördü Sumire. Bu yansıma, aynanın diğer yanına çeki
lip yutulmuş kendi ruhu gibi göründü gözüne. Sumire, bu gö
rüntüye aşık olurken aynı zamanda da içi ürperdi.
Myu gülümseyince, göz çevresinde ona çekicilik katan kırı
şıklıklar oluştu. "Hadi evime gidelim. Sana göstermek istedi
ğim bir şey var."
4
3. Natsume Soseki'nin romanı (1908); kırsal kesimden başkent Tokyo'ya gelen 23 yaşında, Sanşiro
adlı bir genç adamın öyküsünü anlatır. (ç.n.)
49
ilk adımı atmaktı. Asıl becerikli olduğu konu, henüz adı pek
duyulmamış genç, yetenekli sanatçıları bulup çıkararak on
ları Japonya'ya davet etmekti.
Myu bu "özel işi"nden ne kadar kar elde edebiliyordu, o ka
darını bilmiyordu Sumire. Hesap kayıtları ayrı bir disket
te tutuluyordu ve şifre olmadan açılamıyordu. Her durumda
Sumire, Myu ile görüşüp onunla sohbet edebildiği için mutlu
luktan uçuyordu, yüreği heyecanla çarpıyordu. İşte Myu'nun
oturduğu masa, şu onun kullandığı tükenmezkalem, bu da
kahve kupası, diye düşünüyordu. Ona söylenen her şeyi, ne
denli önemsiz olsa da, büyük bir özenle yapıyordu.
nin derinlerinde, bir dereyi hızla kat eden birkaç sessiz akın
tı yarışıyordu adeta. Bu akıntıların oluşturduğu dalgaların
durulması için zaman gerekti.
"Sormamam gereken şeyleri sorduğum için özür dilerim"
dedi Sumire.
"Sorun değil. Sadece ben henüz tam anlatamıyorum."
Bu konuyu bir daha açmadılar.
4. Klasik Japon şiir türlerinden biri. 5/7/5/7/7 hece ölçüsü kullanılır, 31 heceden oluşur. Sözcük an
lamı "kısa şiir, kısa şarkı''. (ç.n.)
67
Yoktu isteği
Zamanın yığdığı
Çöp dağının altında
Gömülü olanları eşelemeye
Yevgeni Onegin
68
5. Suşi türü bir yiyecek; balık ve pirincin kurutulmuş yosun ile sarılmasıyla hazırlanır. (ç.n.)
71
Nasılsın?
Otelde ayrı odal arda kal ıyoruz. Myu, böyle kon u l a rd a olduk
ça hassas. Sadece bir kez Flora nsa'daki otel rezerva syon u n d a
bir hata o l u nca, b ü y ü k b i r odada i ki m i z b i rl i kte k a l d ı k . İ ki ayrı
yatak vardı ama yine de onunla aynı odada uyu ma k, beni heye
canland ı ran bir deneyimd i . Ba nyod a n üzerinde havluyla çıkar
ken ve g iyini rken gördüm o n u . Ta b i i ki görmemiş g i b i d avra n ı p
kitap okuyarak g ö z ucuyla izle d i m . Myu'n un muazzam b i r vücu
d u va r. Ta m a m ıyla çıplak değ i ld i, üzerinde küçü k bir külot vardı
ama buna rağmen soluğum kes i l d i . İncecikti, sıkı bir poposu var
dı, adeta bir el sanatı ü rü n ü g i b i . Keşke sen de görebi lseyd i n -
bunu söyle mem çok tuhaf gerçi ama.
Bu ince, yumuşak bedenin kol l a rı nd a ol mayı hayal ettim. Ay
nı odad ayd ı k, yata kta böyle muzır haya l l e r kura rke n sanki baş
ka bir yerlere doğru sürü kleniyorm uşum gibi hissettim. Böylesi
ne heyecanlanmış olmam yüzü nden diye düşünüyorum, reg l i m
85
Çok uzun bir mektup oldu, değil mi? Elime kalem alıp yaz
maya başlayınca bir türlü bırakamıyorum . Eskiden beri böyle
yim ben. İyi yetiştirilm iş kız çocukları ziyaretlerini uzun tutmaz
lar denir ama yazmak söz konusu olduğunda (belki sadece yaz
makla da sınırlı değildi r) ümitsiz b i r va kayım . Beyaz ceket g iy
miş garson a mca da ara sıra bıkkın bir yüz ifadesiyle bana bakıp
duruyor. Elim de yoruldu doğrusunu istersen; artık burada son
vereyim mektubuma. Zaten mektup kağıdım da bitiyor.
llk önce kalın bir erkek sesi, çok bozuk aksanlı bir İngiliz
ce ile adımı söyleyip, "Doğru kişi değil mi?" diye sordu yük
sek sesle. Saat gecenin ikisiydi ve ben elbette o saatte horul
horul uyuyordum. Kafamın içi sağanak altında kalmış çel
tik tarlası gibi bomboştu ve ilk başta ne olduğunu anlayama
dım. Çarşafta öğleden sonraki sevişmenin izleri kalmıştı bel
li belirsiz, düğmeleri yanlış iliklenmiş bir hırka gibi, tüm her
şey adım adım gerçeklikle bağlarını yitirip gitmişti. Adam bir
kez daha adımı söyledi. "Doğru kişi değil mi?"
"Evet, benim" diye yanıtladım. Benim adımmış gibi duyul
masa da bir şekilde benim adımdı söylediği. Sonra, elektrikle
yüklenmiş hava kütleleri birbirine çarpıyormuş gibi şiddetli
bir cızırtı duyuldu bir süre. Herhalde Sumire Yunanistan'dan
uluslararası telefon görüşmesi için arıyordur diye düşündüm.
Kulağımı ahizeden biraz uzaklaştırıp onun sesini duymayı
bekledim. Ama telefondaki ses Sumire'nin değil, Myu'nundu.
"Sumire sana benden söz etmiştir, değil mi?"
"Evet, söz etmişti" dedim.
Telefonda duyulan ses uzaklardaki cansız bir varlık tara
fından bozuluyormuş gibi geliyordu, yine de sesindeki heye
can yeterince hissediliyordu. Katılaşmış sert bir şey, sanki
kuru buz bulutu gibi ahizeden odaya yayılarak beni kendime
getiriyordu. Yatağın üzerinde doğrulup sırtımı dikleştirerek
ahizeyi daha sıkı tuttum.
92
tık; bol zamanları olan bir grup bronz tenli yaşlı ile oraya ait
olmayan, elinde spor çantasıyla ben.
* * *
"Bu hiç fena bir fikir değil" dedi Myu gülerek. Sonra güneş
gözlüğünü çıkarıp yüzünü Sumire'ye döndü. "Bu hikaye bana
Katolik okuluna başladığım günkü ilk dersi hatırlattı. Söyle
miş miydim sana, çok katı bir Katolik kız okuluna altı yıl de
vam ettiğimi? İlkokulda normal mahalle okuluna gitmiştim,
ortaokulda ise oraya başladım. Okulun ilk günü merasimden
sonra yaşlı bir rahibe yeni öğrencileri toplantı salonuna alıp
Katolik etiği üzerine konuşmaya başlamıştı. Fransızdı ama
Japoncası kusursuzdu. Bir sürü şey anlatmıştı ama şu an bi
le hatırladığım, bir kediyle birlikte ıssız bir adaya düşmek
üzerine söyledikleri."
"Çok ilginç geliyor kulağa" dedi Sumire.
"Bindiğin gemi batıyor ve sen ıssız bir adaya sürükleniyor
sun. Bota binebilen sadece sensin ve de bir kedi. Bir süre sü
rüklendikten sonra bir adaya ulaşıyorsunuz ancak kayalık
larla dolu bu ıssız adada yiyecek hiçbir şey yok. İçecek su da
yok. Öte yandan, botta bir kişiye on gün yetecek kadar kuru
ekmek ve su stoku var. Yaklaşık böyle bir şeydi anlattığı.
Sonra rahibe salonun ortasında durup etrafına baktı, güç
lü ve gayet iyi duyulan bir sesle şunları söyledi: 'Şimdi gözleri
nizi kapatıp hayal edin. Kediyle birlikte insansız bir adaya sü
rüklendiniz. Denizin ortasında ıssız bir ada bu ve on gün için
de oradan kurtulmanız imkansız. Yiyecek ve suyunuz biterse
ölebilirsiniz. Peki bu durumda ne yapardınız? Hem siz hem de
kedi zor durumdasınız; o kıt azığınızı kediyle paylaşır mıydı
nız?' Bunları söyleyen rahibe sustu, bir kez daha herkesin yü
zünde dolaştı bakışları. Sonra devam etti: 'Dikkatinizi çekmek
isterim, bu bir hata olur; kediyle yemeğinizi paylaşamazsı
nız. Çünkü siz Tanrı tarafından seçilmiş değerli varlıklarsınız,
ama kediler değil. Bu yüzden ekmeği bir tek siz yemelisiniz.'
Rahibe bunları söylerken yüzünde çok ciddi bir ifade vardı.
Ben bunu önce bir şaka zannetmiştim. Bundan sonra hoş
bir bitiş sözü gelecek diye bekledim. Ama gelmedi. İnsanın
117
7. Burada Helen Bannerman'ın The Story ofLittle 8/ack Samba (1899) adlı kitabına gönderme yapıl
mış. (ç.n.)
120
* * *
İkisi her zaman yaptıkları gibi saat ona doğru kendi oda
larına çekildiler. Myu, uzun kollu, beyaz pamuklu pijamasını
giydi, başını yastığa koyar koymaz uykuya daldı. Ancak çok
geçmeden kendi kalp atışlarıyla sarsılmış gibi gözlerini aç
tı. Başucundaki seyahat saatine baktı, yarımı geçiyordu. Oda
zifiri karanlıktı ve derin bir sessizlik hüküm sürüyordu. Bu
na karşın yakınında soluk soluğa kalmış birinin varlığını his
setti. Pikeyi boynuna kadar çekip etrafa kulak kabarttı. Kal
binin tok atışlarını duyuyordu. Başka hiçbir ses yoktu. Ancak
124
* * *
Myu konuşmayı kesti. Başını kaldırıp bir şeyler arıyormuş
gibi bana baktı. Yanakları belli belirsiz kızarmıştı.
"Sana anlatmam gereken bir şey var. Çok eskiden başı
ma anlaşılmaz bir şey geldi, bu olay nedeniyle saçlarım bem
beyaz kesildi; bir gece içinde, her bir teli. Ondan sonra saçı
mı hep siyaha boyadım. Sumire saçımı boyadığımı biliyordu;
adaya geldikten sonra zor geldiğinden boyamakla uğraşma
dım. Bu adada beni tanıyan tek bir kişi bile yoktu, umrumda
değildi yani. Ama senin gelme olasılığın ortaya çıkınca, yeni
den siyaha boyadım. Ilk karşılaşmamızda garip bir etki bı
rakmak istemedim üzerinde."
Zaman sessizlik içinde akıp geçti.
ile ufak tefek şeyler için bir çekmece. Masanın ayağının dibi
ne orta boy, kırmızı bir valiz konmuştu. Ön pencereden ileri
deki tepeler görünüyordu. Masanın üzerinde yeni bir Macin
tosh PowerBook duruyordu.
"Onun eşyalarını toparladım, sen burada uyuyabilesin di
ye."
Polis başını salladı, "Bu adada hiç kuyu yok ki. İhtiyaç
yok. Pınar suyu boldur, henüz kurumamış birçok kaynak var
ayrıca. Zaten toprağın altındaki kaya öyle sert ki kuyu aç
mak çok zahmetli bir iş olur."
DOSYA 1
Ben, diğer bir deyişle, d ü ş ü n me k denen şeyi -bu elbette ben i m ki
şisel o l a ra k ta n ı m l a d ı ğ ı m h a l iyle d ü ş ü n m e k- b ı ra kt ı m . S a n k i i ç içe
geçmişiz gibi t a m a n l a m ıyla Myu ' n u n ya n ı nda olup o n u n l a birl i kte
bir yerlere (ta h m i n edemeyeceği m bir yerlere demeliyim sanırım) sü
rükleniyor, "Olsun varsın, iyi böyle" d iye d ü ş ü n üyord u m .
Belki de şöyle demeliyim: Myu ' n u n ya n ı nda o l a b i l mek için, ben i m
s o n derece alttan almam gerekiyor. D ü ş ü n m e k denen o basit te mel
eylem bile ben i m için çok ağır yük ol uyor. Olan, özetle bu işte.
Ot l a ktaki otl a r ne d e n l i uza rsa uzasın a rt ı k u m u r u m d a değil. Ot
k ü meleri n i n üzerine s ı rtüst ü yata ra k gökte s ü rü klenen beyaz b u l ut
ları izl iyoru m . Kaderi m i o b u lutların sürüklenip gidişine b ırakıyoru m.
Keskin ot kokusu na, esen rüzgarın fıs ı ltısına tesl i m ediyo rum yüreği
mi. Ne b i l i p ne b i l mediği m i -hatta b u n l a r ı n arasındaki fa rkı bile- a r
tık hiç mi hiç u m u rsamıyoru m.
Hayır, öyle değil. Bu n l a rı en başından beri u m u rsam ıyord u m asl ı n
da. Daha kesi n ifade etmeliyim. Kes i n . Kesin.
başlayı nca iş orada biter işte. San ı rı m hiçbir yere va ramam o zaman.
Som ut örnek verirsem, etrafı mdaki herhangi birini, "Aa, ben bu kişiyi
çok iyi biliyorum, onu d üş ü n m em e gerek yok. Ta mam" d iye d üşünüp
ra h atlayınca, ben ya da sen çok fe na bir a ld a n ışa d ü şeb i l i riz. Yeteri n
ce bildiği m iz i düşündüğümüz şeylerin a rkasında, bir o ka d a r d a bil
medikleri miz gizlid i r.
A n l a m a k dediğim iz, h a l i h a z ı rd a k i ya n l ı ş a n la ma l a rı m ı z ı n bütü
n ü nden başka bir şey değildir.
Bu (a ra m ızda ka lsın) benim naçiza ne, d ü nyayı algı layış biçi m i m.
!erken), hem de çarpışmadan (küt!) kaçın mak için ne yapsa iyi olur? Bu
zor mud ur? H iç de değil; Teorik olarak söylersem, bu basit bir şeydir.
Cest simple. Yanıt, rüya görmek. Rüya görmeye devam etmek. Rüya
alemine girip oradan çıkmamak. Sonsuza dek rüya aleminde yaşamak.
Rüyadayken, bir şey ile d iğeri a rasında ayırım yapma gereği d uyul
maz. Hem de hiç. Zaten baştan itibaren orada bir s ı n ı r çizgisi yoktur.
Bu yüzden rüyada çarpışma diye bir şey neredeyse h iç olmaz, hadi ol
d u d iyelim, bu d u rumda acı duyu l maz. Ama gerçek, farkl ıdır. Gerçek,
dişini geçirir sana. Gerçek. Gerçek.
Sam Pecki npah'ın yönettiği Vahşi Belde adlı fil m gösterime g i r
d iğinde bir kad ı n gazeteci, basın toplantısında elini kald ırıp bir soru
sormuştu, "Fil m inizde neden o kadar çok m i ktarda kan gösterme ge
reği duyd u n uz?" d iye; kad ı n kızmış gibiydi. Filmde oynayan a ktörler
den Ernest Borgnine sıkıntılı bir yüz ifadesiyle yanıtlamıştı: "Hanı me
fendi, birisi vurulunca kanı a ka r." Bu fil m , Vietna m Savaşı'nın en sı
cak za manında çekil mişti.
Ben bu repliği seviyorum. Muhtemelen gerçekliğe dayandığı için.
Anlaşıl ması güç bir şeyi, a nlaşılması güç bir şey olara k kabul etmek.
Sonra kan a kması. Ateşl i silah ve a kan kan.
Ama şimdi bu yazdığım bir roman değil. Ne desem doğru olur aca
ba? Kısaca, bu bir yazı. Doğru düzgün bir şekilde sonlandırmak gerek-
150
m iyor. Ben i m sesli olarak d üşünme yöntemim böyle işte. Burada h iç
bir etik soru m l u l uğum yok. Ben ... h ı m m, düşünüyorum sadece. Uzun
bir süred i r hiçbir şey düşünmemiştim. Ama şimdi düşünüyorum. Sa
baha dek düşüneceğim.
Her ne kadar bunla rı söylesem de, her seferi nde o ta n ıd ı k, sıkıntı
veren ş üpheden ku rta ram ıyoru m kendi m i . Tüm za man ve enerj i m i
t a m anlamıyla işe yara maz b i r şey için m i kullanıyordum yoksa? Yağ
m u rdan sellerin bastığı, herkesin sıkıntıya düştüğü bir yere, ben ağzı
na kadar dolu bir su kovası mı taşıyordum acaba? Delice gayret etme
çabasından vazgeçip kendi m i doğal a kışa öylece bırakmalıydı m belki
de, öyle değil mi ama? Çarpışma. Ça rpışma da neym iş?
Sumire'nin Rüyası
(Bu kısım üçüncü tekil şahıs zamiri ile an latılmıştı r. Böylesinin da
ha doğru ve an laşı l ı r olacağı hissedilmiştir çün kü.)
etti. Ama va kti a za l ıyord u . Annesi hep orada bekl iyor ol mayacaktı.
S u m i re'nin a l n ından terler d a m l ıyordu. Nihayet merdivenin sonu n a
geldi.
Merdivenin bit i m i nde önü nde geniş bir a l a n bel i rdi, bu yerin so
n u nda ise bir d uva r va rdı. Sağla m bir taş d uvar. Ta m yüz ü n ü n hiza
sında, hava la nd ı rma deliği gibi bir delik b u l u n uyordu. Çapı 50 santi
metre kadar, dar bir delik. Ve S u mi re' n i n a n nesi, san ki aya kl a rından
zorla oraya sokulmuş gibi o deliği n içine sıkışıp ka l m ı ştı. Ona verilen
zamanın sona ermek üzere old u ğ u n u anladı S u m i re.
Ve uya ndı.
Su mire, gördüğü rüya nın her bir detayını hatırlıyord u. Olduğu gibi
resmedecek kadar. Ancak, kara n l ı k deliğin içine çekil i p giden an nesi
nin yüzü nü bir türlü a n ı msaya mıyord u. An nesin i n söylediği o önem
l i cümle de hiçliğin boşl uğunda yitip gitmişti. Su mire yatakta yastığı
nı şiddetle ısırdı ve ağladı, ağladı.
siz berber gibi a rka bahçeye çukur kaz ı p, çukurun içine, "Ben Myu'ya
aşığı m ! " d iye gizli gizli içi m i dökmek de olacak iş deği l . Duygu l a r ı m ı
gizlemeye deva m edersem, böyle böyle s i l i n i p orta dan yok olacağım.
Tüm gündoğ u m l a rı ve g ü n batı m l a rı, pa rça pa rça a l ı p götürecek gö
rüntü m ü. Ve bir s ü re sonra da ben denen bu va r l ı k silinip gidecek, so
n u nda "bir hiç" olaca k.
Kan akmak zorunda! Bıçağı bileyip, bir köpeğin boğazını bir yerde
kesmek zoru ndayı m.
Öyle değil m i ?
Aynen öyle.
* * *
Bu yazı kendime yazdığım bir mesaj aslında. B umerang gibi. H ava
ya fı rlatıyoru m. Uza klardaki kara n l ığı yarıyor, zava l l ı bir yavru kangu
runun ca n ı n ı a l ıyor, nihayetinde d ö n ü p ben i m elime geliyor. Ama ge
ri dönen bu mera ng, fı rlattığım bu merang i le aynı değil. B u n u b i l iyo
rum. Bu merang, bumerang.
12
DOSYA 2
Şu a nda saat öğleden sonra iki buçuk. Dışarısı cehennem gibi sıca k
ve parla kl ı k insa n ı n gözünü a lıyor. Kaya l ı k, gökyüzü ve deniz aynı be
yazlıkla parlıyor. Uzun süre bakınca s ı n ı r çizgileri n i n iç içe geçtiğini,
hepsinin eriyip birb i rine ka rıştığı n ı a n l ıyors u n uz. B i l i nci olan her şey
çıplak ışıkta n kaçı n ıyor, gölgede uykuya dalıyor. Kuşlar bile uçm uyor.
Ancak evin içi fera h, serin. Myu, salonda Brahms d i n l iyor. İnce askılı,
mavi bir yazlık el bise giymiş, bembeyaz saçlarını a rkasında üstü n körü
toplamış. Ben masamda bu yazıyı yazmaktayı m.
"Müzik rahatsız ediyor mu?" diye soruyor Myu.
"Brahms beni hiç rahatsız etmez" diye yanıtlıyorum.
Myu ' n u n bi rkaç gün önce B u rgonya'daki bir köyde a n l attığı şe
yi zihni mde yeniden ca nlandırıp pa rçal a rı birleştirmeye çalışıyoru m.
Bu öyle kolay bir iş değil. Böl ü k pörçük anlatmıştı; olay, zaman, hepsi
başta n sona sorunlu. Hangisi önce, hangisi sonra oldu; ne neye neden
sebep oldu, bazen bunların ayrı m ı nı bile ya pa m ıyorum. Myu'yu suç
l a m ıyorum elbette. Hafızasına göm ü l m ü ş bu olay acımasız bir ustu
ra gibi onun etini yarıyor. Üzüm bağı n ı n üzerinde salınan şafa k yıldız
ları bir bir solarken, onun yanaklarından da yaşam ı n rengi çekiliyord u.
dı. Oraya adım atınca, sessizliğe göm ü l üyor, daha çok şara p içiyordu.
Teh likeli bir alandı burası. Daha fazla deşelemekten vazgeçip dikkat
l ice oradan çıktık, daha güvenli bir alana i lerledik.
Myu'yu hikayesini anlatmaya ikna etmem, onun saçın ı siyaha bo
yad ığını fark ettiğim içindi. Myu b u konuda dikkatli olduğundan, sa
çı n ı boyadığını etrafındaki h iç kimse -istisnai çok az kişi dışında- bil
m iyordu. Ama ben fark etmiştim. Uzun yolculukta her anı birlikte ge
çirince, gözüne takılıyor işte insanın. Ya da Myu gizlemeye çalışma
mış da ola b i l i rd i , belki de öyled i r. Eğer gizlemek isteseydi çok d a h a
d ikkatli davra n ı rdı. Benim öğrenmemin kaçı n ılmaz olduğunu d üşün
m ü ş olabil i r. Veya fark edil mesi n i istemiştir. (Hımm, b u n l a r sadece
tahminler.)
Ancak son u nda, o olay üzeri n e g ü n doğa na dek kon uştuk. "Her
h i kayenin a nlatılaca k bir zamanı vard ı r" diye açıkladım Myu'ya. "Eğer
a n latıl mazsa insa n ı n yüreği hep o s ı rrın hapsinde kalır."
Ben bunları söyleyince, Myu uzaklarda bir yere bakarm ışçasına ba
na baktı. Bakışları nda bir şeyler önce yüzeye çıktı sonra yavaşça yine
battı. "Benim temize çekecek hiçbir şeyim yok. Ödeşmesi gereken on
lar, ben değilim."
157
Kira ucuz sayı l mazdı a m a para sı yetm ed iğinde ba bası ta kviye eder
d i nasıl olsa.
Myu b u küçük şehi rde geçici a m a d i ngi n bir yaşama başlar. Müzik
festiva l i ne gider, ya kın çevrede gezintilere çıkar, insanlarla ta n ı ş o l u r.
G itmekten hoş l a nd ığı bir restoran ve bir kafe b u l ur. Da i resinin pence
resinden şehrin d ışındaki l u napark görü n me kted ir. Lu n a pa rkta b üyük
bir d ö n me dolap d a vardır. Rengarenk ka b i nleri feleği çağrıştıran bü
yük bir çarka bağlan mış, ağır ağır gökyüzünde dönmektedir. Ka b i n ler
havada en yü kseğe u laşır, sonra te kra r aşağı iner. Dön me dol a p h içbir
yere gitmez. Yukarı çıkar, sonra geri i ner, hepsi b u d u r. Ama a l ı ş ı l m a
dık biçimde keyif vericidir.
Gece o l u nca dönme d o l a p sayı sız ışıkla ayd ı n l a n ı r. Gece ya rısı l u
n a p a rk k apa n ı p dö n m e dol a p d ö n mez olsa d a bu ı ş ı k l a r ya n ı k ka l ı r.
G ü n doğa na de k, kesintisiz, sanki gökyüzündeki yıldızlarl a ya rış ı r m ı ş
g i b i , çarkın ışı kları pırıl pırıl parlar. Myu , pencere kenarındaki s a n d a l
yeye otu r u p, radyoda m üz i k d i nleyerek d ö n m e d o l a b ı n dön ü ş ü n ü (ya
da bir heykel kadar sessiz h a l i n i) hiç usanmadan seyreder.
Hemen oradan ayrı lmak ister. Ama her nası lsa o şehirden kopa
maz. İnandırıcı bir neden bulur kendi ne sonra. Dairenin bir ayl ık kira
sını peşin ödediği gibi, müzik festiva l i için sezonluk bilet de satın al-
1 60
botl a r ı n ı n ışı kla rı, su yüzeyi ne yu m u ş a k bir biçimde ya nsır. Uza ktaki
dağın ete klerinde köyleri n ı ş ı kl a rı pırıldar. Bu güze l l i k Myu ' n u n yü re
ğini usulca ele geçi rir.
ten hoşla n madığı için ve akşam yemeğini bitirir bitirmez hemen eve
dönme niyetinde olduğundan ışığı açık bırakmıştır.)
"İnsa n ı n kendi evin i d ü rb ü n l e gözetlemesi garip bir şey. İnsanın,
kendisin i a rkadan gözetlemesi gibi bir his. Anca k orada ben yokum .
Doğal olara k. Masan ı n üzerinde telefon d u ruyor. Yapabilsem eve te
lefon ederd i m " d iye geçirir a k l ı n d a n . Masa n ı n üzerinde henüz ta
m a m l a madığı bir de mektu p va rdır. "Onu burada n okuyabilmek is
terdim" der içinden Myu, "ne var ki buradan okumak m ü mkün değil
elbette."
Yaz ortasında bile İsviçre gece leri çok serin o l u r. Myu' n u n üzerin
de i nce bi r bluzla pa m u kl u b i r m i n i etekten o l u şa n hafif giysi ler va r
d ı r sadece. Rüzgar es meye baş l a m ı şt ı r. Bir kez d a h a pencereden sar
k ı p aşağıya baka r. I ş ı kl a r b i raz ö n cesine kıya sla d a h a d a azal m ı ştır.
Lun apark çalışanla rı g ü n l ü k işleri n i ta m a m layı p gitmiş lerd i r. Yine de
en a z ı n d a n bir bekçi leri va rd ı r m utlaka, d iye d ü ş ü n ü r Myu . Derin bir
nefes a l ı p va r gü cüyle bağırır. " İ m daaat!" Etrafa kulak ka bartır. Bi rkaç
kez daha bağırara k yard ı m i ster. Y a n ıt gel mez.
S ı rt ça nta s ı n ı n i ç i n d e n not d efte ri n i ç ı k a r ı p t ü ken mezka l e m l e ,
" L u n a p a rkta ki d ö n m e dolapta m a h s u r ka l d ı m . Lütfen b a n a ya rd ı m
ed i n ! " d iye yaza r Fra n s ı zca. Kağı d ı pencereden a şağıya atar. Kağıt
rüzgarla savr u l u r, uçup gider. Rüzgar şeh re doğru estiğinden, not şe
h i r merkezine de d ü şebi l i r peka l a , d iye d ü ş ü n ü r. Ancak b iri bu notu
b u l u p okusa da, o adam (ya da kad ı n ) yaza na i n a n ı r mı acaba? Sonra
ki sayfaya ayn ı mesajı yaz ı p a d ı n ı ve adresini de ekler. Böylece i n a n d ı
rıcı olacakt ı r. B u n u n bir m u z i p l i k ya da şaka olmadığını, ciddi bir d u
rum olduğunu a n layacakt ı r not u o kuya n kişi. Not defterindeki sayfa
ların ya rısı n ı kopa rır ve birer birer rüzgara b ı ra k ı r.
Sonra birden a kl ı n a gel i r, ça nta s ı nd a n cüzda n ı n ı ç ı karıp içi ndekile
ri boşaltır, sadece bir ıo fra n k l ı k ban knot ve bir de not ya z ı l ı kağıdı ko
ya r içine. " B a ş ı n ı z ı n üzerindeki kabinde b i r kad ı n m a h s u r k a l d ı . Lüt
fen ona ya rd ı m e d i n . " C ü zd a n ı pe ncereden aşağıya b ı ra k ı r. C ü z d a n
d ü m d ü z yere d ü şer a ncak ne reye d ü ştüğü n ü tam o l a r a k göremediği
gibi yere d ü ş m e ses i n i de d uya m a z. Boz u k para kesesi n e de ayn ı şe
kilde bir not koyup pencereden a ş ağıya b ı ra kır.
Myu , kol saati ne ba ka r. On b u ç uğ u gösteriyord u r saat. Çanta s ı n
daki leri kontrol eder. Çantas ı n ı n i ç i n d e ba sit ma kyaj malzemeleri, pa
sa portu, güneş gözl üğü, kira l ı k a ra b a n ı n a n a htarı, meyve soymak için
İ sviçre çakısı, bi r plastik poşet içinde üç pa rça kraker, bir de Fra n sı z
ca kita p va rd ı r. Akşa m ye meğ i n i yediği için s a ba ha dek açl ı k d uyma
yacaktır. Hava serin olduğundan boğazı da kurumaz herhalde. Hen ü z
tuva lete gitme ihtiyacı da yokt u r neyse ki.
Plastik otu rağa otu r u p baş ı n ı k a b i n i n d uva rına ya slar. D ü şü n mek-
165
* * *
Kısa bi r s ü re sonra d ü r b ü n ü el i n e a l ı r, a pa rtmanda kendi d a i resine
b i r kez daha baka r. Değişen b i r şey yoktur. "Norma l i de bu zaten" di
ye d ü ş ü n ü r. Kend i kendine gü l ü mser.
Bi nadaki bir başka d a i re n i n penceresine çevi ri r d ü r b ü n ü . Vakit ge
ce ya rı s ı n ı geçm işti r, pek çok kişi uyk u d a d ı r. Çoğu d a ire kara n l ı ktır.
Ancak bi rkaç kişi h e n ü z uya n ı ktır, oda l a r ı n ı n ı ş ı ğ ı ya n m a ktad ı r. Alt
katta kiler perde leri özen l e ka pat m ış l a rd ı r. Anca k ü st katlarda yaşa
ya n l a r görü l m e end i şesi t a ş ı m a d ı ğ ı n d a n perdeleri açık b ı ra k m ı ş l a r
d ı r, gece n i n seri n esintisi d a i releri n e girs i n d iye. Od a ların her birinde
fa rklı birer ya ş a m , sessizce ve açı kça se rg i l e n mektedir (biri n i n , eline
d ü rbün alıp gece ya rısı dönme dola ba gizle neceği kimin a kl ı n a gel i r}.
Ama Myu ' n u n başka l a r ı n ı röntgenlemek gibi bir merakı yokt u r. Boş
odas ı n ı izlemek ona daha ilginç gel i r.
Pencerelere bir kez d a h a göz gez d i rd i kten sonra yeniden kendi d a -
1 67
iresine baktığında soluğu kesilir. Yatak odasında çıplak bir adam var
dır. Myu önce daireleri karıştırdığı n ı d üşünür. Dürbü n ü yukarı aşağı,
sağa sola hareket ettirir. Anca k orasının kendi yatak odası olduğuna
kuşku yoktur. Mobilyalar, vazodaki çiçekler, duvarda asılı resim ler bi
re bir ayn ıdır. Ve o adam da Ferdi n a ndo'du r. Çırılçıplak halde onun
yatağında otu rm a ktadır. Göğsü ve kası kları kapka ra tüylerle kaplı
dır, uzun penisi bilincini yitirmiş bir hayvan gibi gevşek bir ha lde aşa
ğı sarkma ktadır.
"O a d a m ı n ben i m odamda ne i ş var?" d iye şaşırır Myu . Aln ı ndan
ince ince ter a kar. "Nasıl olup da odama girebildi acaba?" d iye d üşü
n ür. Hiçbir anlam veremez. Çok sinirlenir ve aklı karışır. Sonra odada
bir kadı n belirir. Üzerinde beyaz, yarım kol l u bir bluz, a ltında ise pa
m uklu, mavi bir mini etek va rdır. Kadın? Myu, dürbünü iyice kavrayıp
dikkatle baka r. O kad ı n, Myu'du r.
Myu'n u n kafası a l l a k b u l l a k olur: "Ben buradayı m, kendi oda m a
d ürbünle bakıyorum. Baktığım odada yine ben varım." Myu defalar
ca dürb ü n ü n oda k ayarı ile oyna r. Anca k ne kadar bakarsa baksın, o
kişi kendisinden başkası değildir. Şu a n üzerinde ola n giysilerin aynı
sı va rdır üzerinde. Ferd i na ndo onu kuca klayı p yatağa götürür. Sonra
öperek odadaki Myu'yu soymaya başlar. Bluzu n u çıkarır, sutyeninin
kopçalarını çözer, eteğini çıkarır, boynunu öperken avuçlarıyla göğüs
lerini sıkarak okşar. Bir süre okşam aya devam ettikten sonra tek eliy
le külotun u çıkarır. İç çamaşırı da, şimdi üzerinde ola n ı n bire bir aynı
sıdır. Myu güçlükle nefes a lır. Nedir bu olanlar?
O daha fark etmeden Ferd i na ndo' n u n penisi d ikleşmiş, sopa gibi
sertleşmiştir. Çok büyük bir penistir bu. Onun o güne dek görmedi
ği kadar büyük. Myu'nun eline pen isini tutuşturur. Myu'n u n bedeni
nin her yerini okşar, yalar. Hiç acele etmeden yapar bunları. Kad ı n hiç
karşı koymuyordur. O (odad a ki Myu yani), adamın okşa malarına be
denini bıra kmış, bu bedensel hazzın tadını çıka rıyor gibi görün mek
tedir. Bazen elini uzatıp Ferdina ndo'nu n penisi i le testisleri n i okşa r.
Sonra tüm bedenini tereddütsüzce ona teslim eder.
Myu bu tuhaf sa h neden gözünü ayıramaz. Çok rahatsız h isseder
1 68
Boş l u k.
* * *
Sonra Myu ortadan kayboldu.
"Ben bu ta rafta kaldım. Ama d iğer ben ya da ben im öteki yarım,
diğer tarafa geçti. Siya h saçlarımı, cinsel a rzularımı, reglimi, yumurt
lamamı ve m u htemelen yaşama isteğimi de yan ı na alarak. Geride ka
lan yarım, işte b u rada görd üğün kişi. Uzun zamandı r böyle h issediyo-
1 70
yarışmalarında son noktada hep böyle kişilere yenildim. Başta, bir ha
ta olduğunu düşündüm. Anca k aynı şey defa larca başıma gelince son
derece ra hats ız o l d u m, s i n i rlend i m. B u n u n a d i l olmadığını d ü ş ü n
d ü m . Ama sonra sonra biraz a n l a maya başladım. Bende eksik olan
şeyi. Çok emin deği ldim ama öne m l i bir şey eksikti. Müzikte d uygu
yu verebilmek için insani deri n l i k, böyle mi demeliyim acaba? Japon
ya'dayken fark etmediğim bir şeydi bu. Orada ben i alt eden kimse ol
madığı gibi performa nsımdan şü phe d uyaca k va ktim de olmuyordu.
Ancak Paris'te, birçok yetenekli kişi a rası nda ni hayet d u ru m u kavra
mıştım. Güneş gökte yükselince yerdeki sisin dağılması kadar net bir
şekilde hem de."
Myu, iç çekti. Son ra başını kal d ı rıp gülü msedi.
"Ben çocu k l u ğ u m d a n beri, çevremden bağımsız o l a ra k kendi m
ce özel kurallar oluşturd u m ve onlara uya rak yaşam a kta n hoşla ndım
hep. Bağı msız l ı k d uygusu güçlü, ciddi biriyd im. Japonya'da doğmuş,
Japon okul larına gitmiş, Ja pon arkadaşlarımla birlikte büyüm üştüm.
Bu yüzden d uygusal a n lamda ta m a m ıyla bir J a pon olsam da a s l ı n
da ya ba ncı uyrukluyd u m . Ben im i ç i n Ja ponya teknik a n la mda sonu
na dek yaba ncı bir ü lkeydi. Annem ba ba m beni h iç azarlamazdı ancak
bir şeyi küçükl üğü mden beri kafama sokm uşlardı; sen burada bir ya
bancısın! Ve yaşa m ı m ı sürd ü rebi lmek için hep daha güçlü olmak zo
rundaydı m."
Myu sakin bir ses ton uyla anlatmaya devam etti:
"Güçlenmenin kendisi kötü bir şey değil. El bette değil. Ama bugün
d üşündüğü mde, güçl ü biri olmaya kendimi öylesine alıştırmıştım ki
zayıf i nsanları anlamaya ça lışmıyordum. Şanslı ol maya fazlasıyla alış
m ıştım, bazen ka rşılaştığım ta l i hsiz insanları anla maya gayret etmi
yord u m . Sağl ıklı olmaya o kad a r çok a l ı ş m ıştım ki, hasta insan ların
acılarını anlamaya çalışmıyordum. Bir şeyler kötü gidince sıkıntıya dü
şen, olanlar ka rşısında aklı başından giden insa n ları görü nce, bu du
ru m u n sadece onların yeterince gayret göstermemelerinden kaynak
landığına inanıyordu m . Dillerinden ya kınma eksik olmayan insanların,
temelde tembel olduklarını d ü ş ü n üyordum. O günlerdeki hayat görü-
1 72
Myu anlatmaya devam etti: "Kocamla sadece hafta sonları yüz yüze
geliyoruz, temelde her şey yolu nda gidiyor. İki iyi arkadaş gibiyiz, ha
yat arkadaşı olarak da keyifli zam a n geçirebiliyoruz. Çeşitli konularda
konuşabiliyor, insan olarak da birbirimize güveniyoruz. Cinsel arzuları
nı nerede, nasıl tatmin ediyor bilmiyorum ama bu zaten beni m için bir
sorun teşkil etmiyor. Bizim aramızda cinsel ilişki yaşa n m ıyor sonuçta.
Bedenlerimiz birbirine hiç temas etmiyor. Bu yüzden kendimi kötü his
sediyorum ama ona dokunmak istemiyorum. İstemiyorum işte."
1 73
Myu, a n l atmaktan yorul m uş, i ki eliyle yüzü n ü ka patm ıştı usu lca.
Pencereden, dışarısının ta mamen ayd ı n l a nd ığı görül üyordu.
"Geçmişte yaşıyordum, şimdi de bu şekilde yaşıyorum işte, seninle
karşı karşıya oturmuş sohbet ediyoru m . Ama burada olan, gerçek ben
deği lim. Seni n görd üğün, eski ben i n bir gölgesinden iba ret. Sen ger
çekten ya şıyorsun. Ama ben yaşa m ıyorum. Böyle kon uşuyor olsam
da kulağıma kendi sesim boş bir ya nkı gibi geliyor."
Sessizce Myu'n u n omzuna kolu m u doladım. Söyleyecek bir söz bu
lamıyordu m . Sadece kol u m u omzuna dolamış halde öylece d u rdum.
Farklı iki dünya, diye birden aklıma geliverdi bir süre son
ra. Bunlar, Sumire'nin kaleme aldığı "dosya"lardaki ortak
özellikti.
(Dosya 1)
Burada Sumire temel olarak o gece gördüğü rüyayı anlatı
yordu. Uzun merdivenden çıkıp, ölmüş annesini görmeye gi
diyordu. Ama oraya vardığında, annesi artık o dünyadan ay
rılmak üzereydi. Bunu durdurmak Sumire'nin elinde değildi.
Sonra, sarmal merdivenli kulenin tepesinde başka bir dünya
ya ait şeylerle karşılaşıyordu. Sumire, bu rüyanın benzerini
defalarca görmüştü.
(Dosya 2)
Burada yazılanlar, Myu'nun on dört yıl önce yaşadığı tu
haf olayı anlatıyordu. Myu, İsviçre'deki küçük bir şehirde
bulunan lunaparkta bir gece boyunca dönme dolapta mah
sur kalmış, dürbünle kendi yatak odasındaki öteki kendini
izlemişti. Tıpatıp aynısını. Bu deneyim Myu'yu mahvetmişti
(ya da mahvoluşunu gerçek kılmıştı). Sumire'ye anlattığına
bakılırsa, benliği araya giren bir aynayla ikiye bölünmüştü.
1 77
Her iki dosyada da ortak olan unsur, açıkça ''bu taraf' ile
"diğer taraf' arasındaki ilişkiydi. Burası ile orası arasındaki
gidişgelişti. Muhtemelen Sumire'nin ilgisini çeken unsur da
buydu. Bu yüzden masa başına geçip uzun zaman ayırarak
bunlan yazmış olmalıydı. Sumire'nin ifadesiyle söylersem, o,
yazma yoluyla düşünmeye çalışıyordu.
Garson, kızarmış ekmek tabağını bırakmaya geldiğinde
bir bardak limonata daha ısmarladım. Bol da buz koymasını
istedim. Getirdiği limonatadan bir yudum içip, bardağı yine
alnıma tutarak serinledim.
"Peki Myu beni kabul etmezse, o zaman ne yapanın?" diye
yazmıştı Sumire ilk dosyanın sonuna. "Bu durumda bir kez
daha gerçeği kabullenmekten başka çare yok. Kan akmak zo
runda! Bıçağı bileyip, bir köpeğin boğazını bir yerde kesmek
zorundayım."
Sumire bir yerlerde, ıssız bir yerde, derin bir kuyuya düş
müş, orada bir başına yardım bekliyor; bu hayali bir türlü
zihnimden uzaklaştıramıyordum. Muhtemelen yaralanmış
tı, bir başınaydı, aç ve susuz kalmıştı. Bunlar aklıma gelince,
çıldıracak gibi oluyordum.
Ancak polis, bu adada tek bir kuyu bile olmadığını açık
ça belirtmişti. Merkez çevresinde de böyle bir kuyu olduğunu
duymamışlardı. Çok küçük bir ada burası, bir çukur, bir ku
yu olsa mutlaka bilirdik, demişlerdi. Gerçekten öyle olmalıydı.
Bir teori oluşturmaya karar verdim.
Sumire, diğer tarafa geçmişti.
Böyle bakınca pek çok şey açığa çıkıyordu. Aynanın diğer
tarafına geçmişti. Muhtemelen diğer taraftaki Myu ile buluş
maya gitmişti. Bu taraftaki Myu onu kabul etmeyince, git
mesi doğaldı.
Şöyle yazmıştı - aklımda kaldığı kadarıyla: "İnsan (. .. ) çar
pışmadan kaçınmak için ne yapsa iyi olur? Teorik olarak söy
lersem, bu basit bir şeydir. Yanıt, rüya görmek. Rüya görme
ye devam etmek. Rüya alemine girip oradan çıkmamak. Son
suza dek rüya aleminde yaşamak."
Tek bir soru kalıyordu. Ciddi bir soru. Oraya nasıl gidile
bilir?
Teorik olarak basitti bu. Ne var ki somut olarak açıkla
mam mümkün değildi.
Yine başladığım yere dönmüştüm.
"Teori"mi bir kez daha ele alıp bir adım öteye taşıyayım.
En basit haliyle, Sumire'nin bir yerlerde çıkışı bulmayı ba
şardığını varsayıyorum. Bu çıkışın nasıl bir şey olduğunu,
Sumire'nin onu nasıl bulduğunu, orasını hiç bilmiyorum. Bu
soruları sonraya bırakıyorum. Ama bu çıkışın bir kapı oldu
ğunu düşünelim. Gözümü kapatıp, o kapının somut görüntü
sünü zihnimde ayrıntılı olarak hayal ediyorum. Sıradan bir
duvarda, alışıldık bir kapı bu. Sumire bir yerlerde bu kapıyı
buluyor, elini uzatıp tokmağı çevirerek kapıyı açıyor ve eşik
ten kolayca geçiyor - bu taraftan diğer tarafa. İnce, ipek pija
ması ve sandaletleriyle.
O kapının ardında nasıl bir manzara olduğunu hayal ede
miyorum. Kapı kapanıyor ve Sumire geri dönmüyor.
Oda çok sıcaktı; pencere açıktı ama içeriye hiç hava gir
miyordu. İçeriye giren tek şey, caddenin gürültüsüydü. Kır
mızı ışıkta bekleyen büyük yük arabasının havalı freni, Ben
Webster'ın son dönemlerindeki tenor saksofonunu hatırlatan
boğuk bir ses çıkardı. Hepimiz epeyce terliyorduk. Masanın
önünde durup kısaca kendimi tanıttım, kartvizitimi uzattım.
Güvenlik görevlisi sessizce kartviziti aldı, dudaklarını büzdü,
bir süre karta baktı. Sonra kartvizitimi masanın üzerine ko
yup bakışlarını yüzüme çevirdi.
"Öğretmen olmak için oldukça gençsiniz" dedi. "Kaç yıldır
bu meslektesiniz?"
Biraz düşünür gibi yapıp, "Üç yıldır" dedim.
"Hımın" dedi, başka da bir şey çıkmadı ağzından. Ancak
suskunluğu pek çok şeyi gayet güzel anlatıyordu. Bir kez da
ha kartviziti eline aldı, bir şeyleri tekrardan teyit etmek ister
gibi karttaki adıma baktı.
"İsmim Nakamura, güvenlik şefiyim" diye kendini tanıttı.
Kartvizit vermedi. "Kendinize şuradan bir sandalye çekive
rin lütfen. Oda çok sıcak, kusurumuza bakmayın. Klima bo
zuk. Pazar günü tamir servisi gelmiyor, vantilatör de yok eli
mizin altında, burada böyle ölüyoruz sıcaktan. Ceketinizi de
çıkarın, çekinmeyin lütfen. İşimiz hemen bitmeyebilir; sizi
böyle ceketli görünce bana ter basıyor."
197
"Kız arkadaşım" yarım kollu, sade, tek parça, mavi bir el
bise giymişti. Saçlarını başının üzerinde güzelce toplamış,
kulaklarına küpe takmıştı. Topuklu beyaz sandaletler var
dı ayağında, dizinin üzerinde beyaz bir çanta ile krem renkli
küçük bir mendil duruyordu. Yunanistan'dan döndükten son
ra ilk karşılaşmamızdı. Hiçbir şey söylemiyor, ağlamaktan
şişmiş gözlerle bir bana bir güvenlik şefine bakıyordu. Y ü
zündeki ifadeden çok daraldığı anlaşılıyordu.
Kısa bir anlığına bakıştık, sonra gözlerimi oğluna çevir
dim. Çocuğun gerçek adı Şin'içi Nimura idi ama sınıfta her
kes onu "Havuç" diye çağırıyordu. Zayıf, uzun bir yüzü vardı;
kıvırcık, dağınık saçlarıyla gerçekten de bir havuca benziyor
du. Ben de genelde onu bu takma adıyla çağırıyordum. Uy
sal, gerekmedikçe fazla konuşmayan bir çocuktu. Ders not-
198
kilde hiçbir duygu yoktu yüzünde, gözleri belli bir yere odak
lanmıyordu sanki. Boşluğa bakıyor gibiydi.
"Biri seni bunu yapman için zorlamadı değil mi?"
Havuç'tan yine ses çıkmadı. Dediğimi anlıyor muydu, on
dan bile emin olamıyordum. Vazgeçtim. Şimdi burada ona so
ru sormakla bir şey halledilemeyecekti. Kapılarını kapatmış,
pencerelerini sımsıkı örtmüştü.
"Peki bu durumda ne yapalım öğretmenim?" diye sordu
güvenlik görevlisi. "Mağazada devriye gezmek, monitörden
marketin içini gözleyip hırsızlık yapanları yakalayarak bu
odaya getirmek benim işim, ben bunun için maaş alıyorum.
Bundan sonra ne yapılacağı ayrı bir konu. Özellikle suçu iş
leyen bir çocuksa, ne yapacağım konusu daha da zorlaşıyor.
Ne yapılmasını önerirsiniz öğretmen bey? Bu konuda siz öğ
retmenler daha deneyimlisinizdir. Ya da bu durumu polise mi
bildirelim? Bu benim için en kolayı olur. Böylesine önemsiz,
anlamsız bir şey için yarım gününüzü aldığımız için kusuru
muza bakmayın."
Gerçeği söylemek gerekirse, benim o sırada, aklımın bir
köşesinde başka bir şey vardı. Süpermarketin dökük güven
lik odası bana ister istemez Yunan adasındaki o karakolu ha
tırlatmıştı. Ve Sumire'yi düşünmeden edemedim. Onun yok
oluşunu.
Bu yüzden bu adamın bana söylediklerini tam olarak anla
mam biraz zaman aldı.
"Babasına da söyleyeceğim, oğlumuza dikkat etmesini.
Hırsızlığın bir suç olduğunu ona iyice anlatacağım. Bir daha
size hiç sorun çıkarmayacağız" dedi Havuç'un annesi tekdü
ze bir sesle.
"Bunun duyulmasını istemiyorsunuz, tamam, bunu de
minden beri defalarca söylediniz zaten" dedi güvenlik gö
revlisi, artık iyice sıkılmıştı. Kül tablasının kenarına hafifçe
vurduğu sigarasının külü düştü. Sonra yine bana çevirdi ha-
2 02
8. "Ateşböceğinin Parıltısı". Müziği "Auld Lang Syne" adlı İskoç şarkısından alınmış, sözleri 1 877'de
Chikai lnagaki tarafından yazılmıştır. 188l'den İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar eğitim sisteminde
ilkokullarda söyletilen şarkılar repertuvarındaydı. NHK, Japon devlet televizyon kanalında yılbaşı özel
programında bu şarkının en sonda okunması bir adet haline gelmişti. (ç.n.)
2 05
dığı anahtardı. Sanırım Havuç odada bir ara tek başına bıra
kıldığında çekmecede onu bulmuş, çabucak cebine atmıştı. Bu
çocuğun yüreğinde benim hayal gücümü aşan gizemli şeyler
vardı. Tuhaf bir çocuktu.
Avucuma koyduğu anahtarda, çok sayıda insanın ona de
rinden nüfuz etmiş yükümlülüğünü hissettim. Güneşin göz
kamaştıran ışığı altında çirkin, kirli, adi bir şey olarak gö
ründü gözüme. Kısa bir süre tereddüt ettim ama sonra gözü
mü karartıp anahtarı ırmağa atıverdim. Etrafa biraz su sıç
radı. Derin değildi ama çamurlu su yüzünden anahtarın ne
reye gittiğini de göremedim. Ben ve Havuç, ikimiz köprünün
üzerinde yan yana durmuş, bir süre öylece ırmak yüzeyine
baktık. Anahtarı atmak bir şekilde ferahlatmıştı beni.
"Bundan sonra gidip anahtarı geri vermek olmazdı" dedim,
sanki kendimle konuşur gibi. "Hem mutlaka yedek anahtar
ları vardır bir yerlerde. Ne de olsa önemli bir depo ya."
Havuç'a elimi uzattım, oğlan hemen tuttu. Avucumda ufa
cık, ince parmaklarını hissettim. Bu çok uzun zaman önce bir
yerlerde -neresiydi acaba?-yaşamış olduğum bir histi. Eli
avucumda, evine doğru yürüdük.
Ara sıra bazı şeyler Havuç'u anımsattı bana. Tuhaf bir ço
cuk; onu okulda ne zaman görsem aklıma gelen bu oluyor
du. Böyle düşünmeden edemiyordum. O ince, sakin yüzünün
arkasında ne tür düşüncelerin gizlendiğini kestiremiyordum.
Ancak kafasında bir sürü şeyin dönüp durduğu kesindi. Ve
gerek gördüğünde bunları hızlıca, tam istediği gibi uygula
maya sokmak için yeterli güç vardı o çocuğun içinde. Onda
yoğun bir duyarlılık olduğunu hissediyordum. O gün öğleden
sonra kafede ona yüreğimi açmakla muhtemelen iyi bir şey
yaptım diye düşünüyordum. Hem benim, hem de onun için.
Aslında en çok kendim için. Havuç -böyle düşünmek tuhaf
218
1 1 11, 1 1 1 1 -.ıl
AfiiMih!i:ifiM _ 'iP
�
1
I S B N 978-605-0 9-3572-1
9 786050 93572 1 1
.
'
l.ııılill