You are on page 1of 142

NEDIM GÜRSEL

Allah’ın
Kızları
ALLAH’IN KIZLARI
Yazan: Nedim Gürsel

1. baskı / mart 2008


15. baskı / ekim 208
ISBN 978-975-991-651-0
Sertifika no: 11940

Kapak: Bahar Giray


Baskı: Şefik Matbaası

Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.


Dedem Ahmet Nedim Tüzün’ün anısına
Şimdi Lat, Uzza ve ü çü ncü leri Manat’ın ne olduğ unu sö yler misiniz? (...) Bunlar sizin ve
babalarınızın taktığı adlardan başka bir şey değildir.
Kuran, Necm Suresi

Kuşluk vaktine and olsun, sü kû na erdiğ i zaman geceye and olsun ki, Ey Muhammed! Rabbin
seni ne bıraktı ne de sana darıldı. (...) O seni öksüz bulup da barındırmadı mı?
Kuran, Duha Suresi
Dinle! Gökte yıldızların yerde kayaların fısıltısını dinle! Dağlar geceleyin uğuldar, onların
uğultusunu dinle! Sonsuzluğun sesini. Akıp giden rüzgârın dallarda hışırtısını, akmayıp da
kuyunun dibinde damla damla biriken suyun şıpırtısını, uzakta kabarıp coşan ak köpüklü
dalgaların gümbürtüsünü dinle. Güneş yakar kum paklar. Onların da sesini sözünü dinle!
Önce Söz yoktu, hayır. Önce bu kum denizi, bu taşlar, bulutsuz mavi gökte yakıcı güneş vardı.
Önce bulut, önce yağmur, önce dağlar ve yıldızlı gökyüzü vardı. Tüm cansız varlıkların sesi nefesi
vardı. Söz sonra geldi, topraktan, kumdan, çakıldan ve sudan, suyun oyduğu vadilerden çok
sonra. Yılan ve çıyanlardan, hançer yapraklı ulu ağaçlardan, kurda kuşa yem olan börtü
böcekten de sonra, karıncalarla atmacalardan. Onlardan çok sonra, insan yaratılıp halk olanda.
Yine de önce Söz vardı, çünkü her şey Söz'le başladı, Allah’ın adıyla. Adlarıyla. Zatı tüm
sıfatlardan münezzeh Allah’ın. Öncesiz ve sonrasız zamanda varolan rahman ve rahim Allah’ın.
Yaratılmadan yaratan, doğmadan ve doğurmadan tek kalan, gizli bir de ineyken bilinmek
isteyen, alemlerin Rabbi, kıyamet gününün sahibi Cenabı Hakk’ın adıyla.
Ama bir zaman oldu Allah’ın kızları da vardı. Burada, bu göğün, bu güneşin, bu buharın altında;
bu kayalık tepenin yamacında, bu yolun, yolların bitiminde. Allah'ın kızları El Lat, El Uzza ve El
Manat. Onları da dinle! Onların sesini.
Bahtiyar ve bahtsız Arabistan

Şimdi, yıllar sonra, çok uzun bir zamandan, zamanlardan sonra hayal edebilirsin. Aradan
geçen nice gü nlerden, aylardan, mevsimlerden sonra. Akan kandan, akıtılan kanlardan, barış
ve savaşlardan, aşktan, ateşten bir gö mlek gibi tene giyilen, teni acıtan, teni yakan aşklardan
sonra. Kara sevdalardan. Olü m ve ayrılıktan, hele ayrılıktan, ö lü mden beter ayrılıktan,
ayrılıklardan sonra.
Insan yoktu. Daha doğ rusu vardı da Tanrı katındaydı. O’nun varlığ ıyla var olmuş, O’nda hayat
bulmuştu. O’nda erimiş, O’nda yok olmuştu. Ama Ta sıkıldı, kendi yalnızlığ ından, gü cü nden,
öfke ve sevgisinden sıkıldı. Bilinmek istedi. Önce âlemi, âlemleri yarattı, sonra insanı. Melekler
ve şeytan, iyilik ve kö tü lü k de O’nun katındaydılar; yeri ve gö kleri yaratırken melekler ile
şeytanı, cinler ile perileri de yarattı, ama yalnızca insanı halk eyleyip cennete koydu. Orada,
sonsuz bir mutluluktaydı insan, kadın ve erkek iki ayrı mahlû ktu. Gü nahsız, çıplak ve
ö lü msü zdü . Şeytanın iğ vasına uyup yasak meyveyi yemeseydi hep orada kalacaktı. Bu
cehenneme, bu cennete, kızıl kanların dalgalandığ ı, bir deniz gibi yayılıp sonsuza uzandığ ı bu
yöreye böyle perişan, korunmasız, böyle çarnaçar düşmeyecekti.
Aç haritayı bak! Denizleri, kıtaları, dağ lar ile ırmakları ser ö nü ne, Ulkeler peş peşe dizilsin,
insanoğ lunun serü venini bir akarsu anlatsın durup dinlenmeden, bulanıp kirlenmeden.
Yerküreyi çevir kendi yörüngesinde, doğudan batıya doğru.
Gö receksin. Kuzey Yarıkü re'de, iki dar denizin arasında yukarıdaki ü çü ncü denize bir çamaşır
gibi asılmış, kurudukça kurumuş, suyu çekildikçe katılaşıp sertleşmiş, batı kıyısında sö nü k
volkanları, granit ve taşlarıyla dikleşen, doğ uya doğ ru bir sessizlik, bir yokluk ve kimsesizlik
abidesi gibi dü mdü z, taşları, kumları, kuraklığ ı ve deli rü zgâ rıyla uzanan, dalga dalga kum
tepeleriyle yayılan o yarımadayı, Arabistan’ı gö receksin. Bahtiyar ve bahtsız Arabistan’ı,
altında Yemen ile ü stü ndeki Sina’yı, sağ ındaki kö rfez ile solundaki Kızıldeniz’i. Ve kıyı
boyunca suyu topraktan, denizi karadan ayıran, aralarına aşılmaz bir engel gibi kayalardan
perde çeken, kuzeye doğ ru set set alçalan dağ ları. O dağ ların gizlediğ i bir vadinin koynundaki
kenti, Mekke’yi.
Evet, orada, gü n boyu gü neşin yakıp kavurduğ u, gece ayazın sarıp sarmaladığ ı çıplak
yamaçların eteğ inde bir kara noktadır. Tanrı yeryü zü nü yaratmadan ö nce yemyeşil bir tö z
yaratmış, sonra bu tö z su olup akmaya, Tanrı korkusundan yü celip taşmaya başlamıştı ya, işte
o suyun ü zerinde beliren ilk toprak olduğ undan adı “Ummü ’l-Kura”, yani yerler anasıdır.
Bedenin tam ortasında bir gö bek, belki bir meme ucudur. Tanrı “Kü n!” diye buyurduğ unda,
kâ f nuna değ er değ mez ilk olan, sonra çevresindeki dağ larla mıhlanıp sağ lamlaştırılan ece
kenttir. Devasa bir siyah kü pü n çevresine yuvalanmış kerpiç evler ile Zemzem adı verilen
kuyudan ibarettir. Kuyunun suyu cennetten gelse de bulanık ve acıdır, biraz da kekremsi,
Kevser tadında. Yağ mur almayan bu yö rede en bü yü k nimettir su, ama yılda bir belki iki kez,
rü zgâ rın sü rü kleyip getirdiğ i bulutlar dağ ların ü zerinde toplanıp şimşekler çaktığ ında,
sağ anaktan gö z gö zü gö rmez olur. Dam saçak demeden indirir yağ mur, sel suları taşların
ufunetini almakla yetinmez, kendilerine bir yol bulup yıldırım hızıyla iner kayalık
yamaçlardan, sokaklar çamura batar. Insanlar ve hayvanlar da. Kentin ortasındaki, çok eski
zamanlardan kalma tapınak da. Ibrahim Peygamberin elinden çıkmış da olsa, onun emeğ i,
onun alın teriyle yoğ rulmuş da olsa, Kâ be’yi de su basar, içindeki putlar ile heykelleri, tanrılar
ile tanrıçaları da. Işte o zaman putlar aralarında konuşurlar. Fırtına dinip sel suları tapınaktan
çekilince, sokaklar ve avlular eski konumlarını, fırtınadan ö nceki kıvamlarını bulunca, insanlar
işlerine hayvanlar sahiplerine dö nü nce, devasa kü pü n karanlığ ında, gö kte bir yıldız kayar
yerde toprak uğ uldarken Kâ be’nin sessiz boşluğ unu bir anda fısıltılar doldurur. Tanrı’nın
sesini duymadan, O’nun sö zü yle uyanmadan ö nce bu fısıltıları dinle. Lat, Uzza ve Manat’ın
anlattıklarını.
Lat

Taif’ten alıp getirdiler, buraya koydular beni. Taif Hicaz’ın dö rt gü zelleri arasında en çekici, en
verimli, en şehvetli olanıdır. Gerçi Yesrib de bir vahadır, suyu ve develeri boldur, Mekke gibi
kervan yolunun ü zerindedir, Hayber ise hurması ve kalesiyle ü nlü dü r, ama Taif’i hiçbirine
değ işmem. Bu kent çocukluğ um, gençliğ imdi benim, şimdi de genç sayılırım, zaten ilaheler
yaşlanmaz, onlar hep tasarlandıkları, putlaştırıldıkları, sevilip okşandıkları yaştadır, ne
bileyim oradayken sanki daha gü zel, daha kutsal, çok daha neşeliydim. Gelen gidenim boldu.
Gü lü p eğ lendirenim de. Tü ccarlar getirdikleri değ erli taşları, kehribar, yeşim, yakut, gü mü ş ve
altınları sunmadan, ayağ ımın dibinde kurban kesip çıplak bedenimi ipek kumaşlara sarmadan
ö nce başlarından geçenleri anlatırlardı. Gö rdü kleri uzak yerleri, kuzeyin kimyon ve tarçın,
gü neyin buram buram gü l kokan kentlerini, suda yü zen periler ile çö lde ateş yakan cinleri, dağ
başlarını tutmuş korkunç devler ile uysal develeri. Yalnızca sadık rahiplerim, hayranlarım ve
bana kurban sunan kullarım yoktu, fahişelerim de vardı. Onü mde sevişirlerdi uzak yoldan
gelen yabancılarla. Çıplak bedenlerini zeytinyağ ıyla ovarlar, mahrem yerlerini ö nü mde açıp
yakarırlardı.
Bir defasında yaşlı ve yorgun bir Bedevi geldi. Yü zü bir tuhaf, sakalı bakır rengindeydi.
Şehvetle ışıldıyordu gö zleri. Kuşağ ından bir kutu çıkardı, ö nü mde secdeye vardıktan sonra
kutunun kapağ ını açıp gitti. Baktım taş bir zeker kö şeye bü zü lmü ş, hayata kü smü ş, ö yle melü l
mahzun duruyor. Bir dokunuşta diriltip ü zerine oturdum. O içimdeyken yaşadığ ımı, canlanıp
ö lü mlü lerin arasına karıştığ ımı hissettim bir an. Bedenimdeki ısınma hep bö yle sü rsü n hiç
bitmesin istedim. Bana verilen sunular içinde kuşkusuz en değ erlisiydi. En hoşuma gideni de.
Kimse gö rmeden alıp sakladım. Yalnızken o sunuyla oldum hep, onu gö vdemin bir parçası,
kadınlık uzvumun en yakın yoldaşı yaptım. Buraya getirilip Hubel’le evlendirilinceye kadar hiç
ayırmadım yanımdan.
Bir gü n Taif’teki tapınağ ımdan alıp Allah’ın Evi diye bilinen bu karanlık, alçak tavanlı kü pü n
kö şesinde bir yere attılar. Orada mutluydum, elimin altında taş hediyem, hayranlarım
nezdinde saygınlığ ım vardı. Burada Hubel’in yanında sö nü k kaldığ ımı, ona tapanların beni yok
saydıklarını biliyorum. Hem Hubel’in bir başka eşi daha var: Uzza. Yazın bana sokuluyor
tenimde Taif’in serinliğ ini bulduğ u, çok eski zamanlarda Suriye derler o uzak ü lkenin
kadınlarına bağ ışladığ ım ay ışığ ını yü zü mde seyredebildiğ i için; kışınsa Uzza’nın koynuna
giriyor, ne de olsa Kureyş’in gö zdesi o, bir odun parçasından ibaret, ama çö l gü neşi kadar
parlak ve yakıcı.
Taif yeşil bir cennetti, burası karanlık ve sıcak bir cehennem. Hicaz’ın bostanı denilen o yeşil
vadiden sonra yeni yerimi yadırgamadım desem yalan olur. Ibrahim’in soyundan gelenlerden
başka ne bekleyebilirdim ki! Gö rü nü şte hayranlar bana, ö nü mde secde edip tapıyorlar. Onlar
için bu dü nya ile ö bü rü arasında bir yerdeyim, bir kö prü yü m belki. Ya da Allah'a ulaşmanın bir
aracı. Ama yalnızca gö rü nü şte ö yle. Gerçekte içlerinden birinin, buraya beni gö rmeye,
makamıma yü z sü rmeye gelen hacıların gü venliğ inden sorumlu Abdulmuttalib’in yü zü nü
çoktan başka yere çevirdiğ ini, beni yok saydığ ını, hatta varlığ ımdan bile tedirgin olduğ unu
biliyorum. Artık biliyorum. Hacılardan çekinmese Ibrahim’in izinden gidecek o da, kendine
yeni bir Tanrı, tek bir Tanrı bulup ona sığ ınacak. Ona teslim olacak. Her şeyi bilen, gö ren ve
işiten Allah’ın yanında bize gerek kalmayacağ ını seziyor. Allah’ın babamız sayılamayacağ ını,
gerçekte O’nun kızları olmadığ ımızı da. Oysa ayet inmedi gö kten, henü z inmedi. “Cinleri –O
yaratmışken– kâ irler Allah’a ortak koştular. Kö rü kö rü ne O’na oğ ullar ve kızlar uydurdular”
diyecek olan doğ madı daha. Ama onun dedesi Abdulmuttalib’in yü zü nde sanki bu ayetin ilk
izleri var. Onun için tapmıyor bana, her gelişinde yü zü nü , sanki bir şey ararmış gibi hep
yukarıya, gökyüzüne çeviriyor. Bir zamanlar İbrahim’in yaptığı gibi.
Hazreti İbrahim

Ibrahim yaşlanmış, iyiden iyiye kocamıştı. Bugü ne dek babası Azer’in yapıp ona pazarda
satması için verdikleri de dahil, putlara tapmayıp Tanrı’ya, içinde duyup hissettiğ i, hayalinde
besleyip bü yü ttü ğ ü , yalnızca zor zamanlarında değ il her an adını andığ ı Tanrı’sına sığ ınmış,
gece gü ndü z O’nun varlığ ıyla avunmuştu da ne olmuştu sanki! Inandığ ı yü ce varlık bir oğ ul
bile vermemişti ona, eloğ luna bağ ışladığ ı, zalimlerden bile esirgemediğ i zü rriyeti ondan
esirgemişti.
Tanrı'ya ulaşması da ö yle pek kolay olmamıştı zaten. Bir gü n “Benim tanrım kimdir?” diye
sormuştu anasına. “Benim” yanıtını alınca bir tuhaf olmuş, onu sevecenliğ iyle sarıp
sarmalayan bu gü zel kadının belki bir ilahe olabileceğ ini ne var ki yerin ve gö ğ ü n, yerdeki
canlı ve cansız yaratıklar ile gö kyü zü nde dö nü p duran yıldızların tanrısı olamayacağ ını
dü şü nmü ştü . Hem, anası onun tanrısı ise, anasının da bir tanrısı olması gerekmez miydi?
Herkesin bir tanrısı vardı işte, kimi ağ aca, kimi dağ lara, kimi de ağ açtan kesip biçim verdiğ i,
kilden yoğ urduğ u ya da taştan oyduğ u putlara tapmıyor muydu? Zekerinin heykelini yapıp
ona tapan bile vardı. Gö rmeyen, işitmeyen bu yararsız nesnelere tapıyordu insanlar, o ise
bü tü n bunlardan, çakan şimşekle kabarıp coşan denizin, rü zgâ rın savurduğ u bulutların, hatta
ay, gü neş ve yıldızların da ö tesinde bir varlığ ın peşindeydi. Bü tü n bunlara hü kmeden, ne var ki
hepsinden, her şeyden ö te bir tanrının peşinde. O’nu hayal edebilirsin belki, ama O hayal
gü cü nü aşar, sen O’nu gö rmesen de O seni gö rü r. Sana şahdamarından daha yakındır;
damarlarında attığ ını kanında dolaştığ ını bilirsin de kim olduğ unu, neye benzediğ ini
bilemezsin. Mü mkü nü yok bilemezsin! Insanoğ lu kendinden ü stü n, her şeye kadir bir varlık
hayal edip ona secde etmek ihtiyacındaydı. Ona tapmak, onu yü celtip merhametine sığ ınmak,
gü cü nü ve ö kesini kabullenmek ihtiyacında. Insanoğ lu aşkınlığ ın peşindeydi, ö nü ve sonu
karanlık olan yaşamına bir anlam, bir amaç ararken.
Ibrahim "Peki” diye sormuştu anasına, “senin tanrın kim?” “Baban!” diye yanıtlamıştı annesi.
Babasının yalnızca ona ve kardeşlerine değ il, anasına ve davara da hü kmü geçiyordu belki,
onlardan sorumluydu. Ama babasının da bir tanrısı yok muydu peki? Bu kez gidip anasına
sorduğ unu babasına da sordu. Babası “Benim tanrım Nemrud’dur” diye yanıtladı onu.
Çocukların yetişkinlerden daha meraklı, daha korkusuz olduğ unu bilmiyordu belki ya da
bilmezden geliyordu. Ibrahim’in “Peki Nemrud’un tanrısı kim?” sorusuna bir tokatla karşılık
verdi. Şu ufacık, donsuz Ibrahim de biraz fazla ileriye gitmeye başlamıştı. Bu ne kendini
bilmezlik, ne cüretti? Nemrud’un tanrısı elbette kendisiydi.
Ibrahim bü yü dü ğ ü nde, ne doğ an gü neşten ne batan aydan ne de yıldızlardan tanrı
olamayacağ ına karar verdiğ inde –çü nkü onlar sü rekli değ ildiler, bir gö rü nü p bir
kayboluyorlardı gö kyü zü nde– bu kararından geriye dö nü ş olmadığ ını anladığ ında Nemrud
onu huzuruna çağ ırıp “Inandığ ın, benim kullarımın da inanmaları için ısrar ettiğ in tanrı
kimdir?” diye sordu. Ibrahim: “O hem ö ldü rü r hem diriltir!” diye yanıtladı. “Bunu ben de
yaparım” dedi Nemrud. Iki kö lenin huzura getirilmesini buyurdu. Kılıcını çekip hemen
oracıkta birinin başını gö vdesinden ayırdı, ö tekini azat etti. Ve Ibrahim’e dö nü p “Gö rdü n işte”
dedi, “birini ö ldü rü p ö bü rü nü dirilttim.” Bunun ü zerine Ibrahim “Benim tanrım gü neşi
doğ udan getirir sen de batıdan getir bakalım” dedi. Nemrud ne diyeceğ ini bilemedi, sustu
kaldı. Sonra da İbrahim’in harlı ateşe atılmasını buyurdu.
Hazreti Ibrahim’in ö ykü sü nü bü yü kannenden dinlemiştin ilk kez. Yuvarlak yü zlü , şişman bir
kadındı sen ise dö rt beş yaşında ya var ya yoktun. “Bir varmış bir yokmuş” diye başlayan
masallardan farklıydı bu ö ykü , bü yü kannenin o kısık, yerin yedi kat dibinden gelir gibi
kulaklarında uğ uldayan sesiyle başka bir anlam kazanırdı. Bü yü kannenin yalnızca Kuran
okurken netleşen, su gibi akıp giden, akarken de yunup arınan sesinde yalnızca çocukluğ unun
değ il, bü tü n bir geçmişin, kendi kendine sormaya başladığ ın soruların da bü yü sü gizliydi.
Varlık ve yokluk konusunda zihninde beliren, ne var ki bir tü rlü dile getiremediğ in, karşılığ ını
hiç kimsenin, seni kucağ ında bebek gibi sallayarak uyutan o şişman ve tatlı kadının,
bü yü kannenin dahi bilemeyeceğ i sorular. Evet, ilk kez ondan dinlemiştin bu ö ykü yü , hava
sıcaktı. Bahçede dutun gö lgesindeydiniz. Nakışlarında gü ller açan, çayırlar gö veren bir kilimin
ü zerinde yan yana. Kucağ ında değ ildin hayır, annenin yokluğ unda seni içine çeken, her
fırsatta kıvrılıp, kirpi gibi bü zü lü p sığ ındığ ın kucak sıcak havalarda yasaktı. Oturduğ u yerde
bile terliyordu yaşlı kadın, başö rtü sü nden fışkıran tel tel beyaz saçlar ıslanıyor, kırışık alnında
boncuk boncuk damlalar birikiyordu. Bu nedenle yan yanaydınız, kucak kucağ a değ il. Dutun
yaprakları bile serinlik vermiyordu; ö ylesine boğ ucu, hain yaz gü neşinin kentin ü zerine
çö reklendiğ i, bir daha da kıpırdamadığ ı bir ö ğ le vaktiydi. Deden yazıhanesinde, annenle
baban seyahatteydiler. Sense bü yü kannenin yanı başında, ona sarılmak, kollarında eriyip yok
olmak isteğ iyle yanıp tutuşuyordun. Ibrahim gibi. Nemrud'un mancınıkla harlı ateşin içine
attığı ilk peygamberin tanrı aşkıyla yanıp tutuşması gibi.
Ibrahim herkesin taptığ ı putlardan yü z çevirmekle kalmamış, onları kırmaya yeltenmişti.
Bü yü kannenin sesini duyar gibisin hâ lâ . Oysa yıllar geçti aradan, anladın ki su insanı boğ ar
ateş yakarmış. Ve hayat yolunun yarısında yaşlanıp ö len o yalnız şairin dediğ i gibi “Her geçen
gü nü n bir dert olduğ unu insan bu yaşa gelince anlarmış.” Bu yaş ne demekse, işte geldin o
yaşa, hatta geçtin bile. Gü nler dert çoğ altan tespih taneleri gibi peş peşe dizildikçe
bü yü kannenin yatıştırıcı sesini dinle artık, anlattıklarına “kulak as!” Her çocuk ö nce içinde
arar Allah’ı, sonra yakınlarının yü zü nde. Her çocuğ un içinde bir Allah vardır, bü yü kannesinin
yü zü ndeyse nur. Bü yü kannen de, nur içinde yatsın, yü zü nde Tanrı ışığ ını taşıyanlardandı.
Ibrahim Aleyhisselam’ın ö ykü sü nü , eğ er yanlış anımsamıyorsan, "'kulağ ına kü pe” olsun diye
anlatmıştı sana. Sen de şimdi, ondan duyduğ unu kendi torunlarına anlat, onlar henü z
doğ mamış olsalar da bir gü n var olacaklarına inandığ ın için. Oğ lun ilerde bir torun, torunlar
verebilir sana, ama İbrahim ateşe atıldığında zürriyet sahibi değildi. Henüz değildi.
Nemrud’un buyruğ u ü zerine ü lkenin tü m ağ açları kesilip odun yapıldı. Odunları istif edip bir
ateş yaktılar. Alevler yeri gö ğ ü kapladığ ında ö yle bir sıcak oldu ki, cehennemin sıcağ ı yanında
hiç kalır. Yerde karıncalar havada kuşlar nâ rın yalazından kavrulup yanarlardı. Arşa yü kselirdi
dumanlar. Ibrahim hü cresinden çıkarılıp Nemrud’un karşısına getirildi. Nemrud ona dedi ki:
“Sen ki benim gü cü mden kuşku duydun, gazabımdan korkmadın, tebaam gibi putlara
tapmadın. Sen ki onları kırmaya yeltendin, şimdi gö r bakalım. Sen mi yanacaksın cehennemde
yoksa ben mi!” Ve İbrahim’i bir mancınığa koyup ateşin orta yerine attılar. Onu bu halde gören
melekler ağ laşmaya başlayarak Allah’tan yardım dilediler. Allah Ibrahim’i sınamak için su
meleğ ini çağ ırdı ve ona dedi ki: “Git sö yle Ibrahim’e, ben su meleğ iyim, benim hü kmü m
yeryü zü ndeki suların tü mü ne, umman ile yağ mura bile geçer, istersen Nemrud’un ateşini
hemen sö ndü rü rü m” Ibrahim Allah’tan başka hiç kimseden, meleklerden bile medet
ummamaya kararlıydı. Sesini çıkarıp da olur demedi. Bunun ü zerine yel meleğ i girdi devreye,
o da, eğ er isterse bir ü fü rü p Nemrud’un ateşini sö ndü rebileceğ ini sö yledi. Ibrahim oralı
olmadı, Tanrı’ya dö nü p şö yle yalvardı: "Ya Rab! Benden başka sana tapan var mı şu
yeryü zü nde? Eğ er varsa bırak kü l olayım, yoksa kurtar beni!” Bunun ü zerine Tanrı ateşi
sö ndü rmekle kalmadı, Cebrail’e yerden bir su fışkırtıp ilk peygamberinin çevresinde bir bahçe
yeşertmesini buyurdu. Ve ö yle oldu. O bahçe bugü n Anadolu’da, yü ce dağ ın eteklerindeki
şehzadeler kentindedir.
Bü yü kannen Ibrahim’in bahçesine de gö tü rmü ştü seni, havuzda yü zen kımızı balıkları
gö sterip tü m peygamberlerin atasını yakmayan ateşin balıkların sırtını az biraz yaktığ ını,
onun için bö yle kırmızı ve pul pul olduklarını sö ylemişti. O zaman kentin parkını Manisa
Tarzanı derler yarı meczup bir dervişin, dağ da yaz kış çıplak gezen, yabani hayvanlarla
konuşan saçı sakalı birbirine karışmış o Kerkü klü yabancının yeşerttiğ ini bilmiyordun. Iftar
vakti bir koşu dağ a tırmanıp ramazan topunu da onun patlattığ ını bilmediğ in gibi. Parkın tü m
ağ açlarını teker teker kendi eliyle diken, sulayan, ö z çocuklarıymış gibi sevgiyle bü yü ten
Tarzan’la çok geçmeden uzaktan da olsa tanışacaktın, ama ne park ne balıklar ne de ramazan
topu ü zerine hiçbir şey sormayacak, istesen de sormaya cesaret edemeyecektin. Çü nkü
kulü besinde tek başına yaşayan, kentin yaramaz çocuklarının taşa tuttukları bu garip adam
Ibrahim’in ta kendisiydi senin gö zü nde. O da put kıran Ibrahim Peygamber gibi kuraldışı bir
hayat sü rü yor, Allah’tan başka kimseden korkmuyor, çekinmiyordu. Yanık izleri vardı esmer
teninde, harlı ateşin içinden çıkıp gelmiş gibiydi, ö ylesine kara, korkunç ve inatçı. Ve yalnız ve
zü rriyetsiz, şu garip, şu yaşanası dü nyada tek başına. Manisa Tarzanı dedikleri senin gö zü nde
Nemrud’un gazabından kurtulmuş bir peygamberdi. Ta ki bir gü n parktan dö nü şte, yine
bü yü kannenin elinden tutmuş çarşıdan geçerken uğ radığ ınız fırında Ibrahim Efendi’yle
karşılaşana dek.
“Ibrahim Efendi” demişti bü yü kannen, “bak bu da bizim torun işte. Gö rdü ğ ü n gibi bü yü dü
artık. Bundan bö yle Kurban Bayramı’nda surrayı sana onunla gö ndereceğ im.” Iriyarı bir
adamdı. Ağ zı açık fırının ö nü nde duruyordu. Içerde oynaşan alevleri gö rebiliyordun. Ibrahim
Efendi’nin yü zü ne vuruyordu kızıl aydınlık, siyah sakalı ile zü mrü t yeşili gö zlerini, kara
kaşlarını, karaşın, geniş alnını aydınlatıyordu. O gü ne dek hiç kimsede gö rmediğ in bir tuha lık
vardı bakışlarında. Eline fırından yeni çıkmış bir francala tutuşturmuş, “Tabii ki getirir,
kocaman adam maşallah” demişti, “haçan bayram da değ ildir artık bayram, benzer bir hangi
gü ne... ” Belli ki bir şey ima etmek istemişti, ama ne? Bü yü kannen onunla tartışmaya
girmeden, Rumeli şivesiyle konuşan bu gizemli adamla sohbete başlamadan oradan çarçabuk
ayrıldığ ınızı anımsıyorsun. Bir parça koparıp hemen ağ zına attığ ın ekmeğ in yumuşak, sıcak
tadı damağ ında hâ lâ , ama Ibrahim Efendiyi gö rmeyeli yıllar oldu. Bayramda surra tepsisini
fırına bıraktıktan sonra elini ö pmeyeli, hayır duasını ve ortası delik yü z paradan ibaret
bayram paranı almayalı.
Gerçi dedenin ö lü mü nden sonra, onun geride kalan evrakını dü zenlemek için gittiğ in
Manisa’da son kez gö rdü n Ibrahim Efendi’yi. Başına gelen o korkunç olayı dedenin evrakları
sayesinde ö ğ rendikten sonra. Tımarhanede tek başına bir odaya kapatılmıştı. Seni tanımadı
elbet, zaten hiç kimseyi, en yakınlarını bile tanımıyordu. Ismail’in adını sayıklıyordu
durmadan. Çocukluk arkadaşın gö k gö zlü Ismail’in. Deden, dudaklarında alaycı bir
gü lü msemeyle “Ismayıl” derdi ona, birini taklit eder gibi, sen, o çok bilmiş edanla hemen
düzeltirdin “Hayır, Ismayıl değil, İsmail!” “Peki tamam" derdi deden, “İsmail olsun!”
Aslında arkadaşlık etmenizi pek istemez, yine de gö z yumardı. Gö çmen olduğ u için değ il,
hayır. Başka bir neden vardı, bilmediğ in, sanki senden gizlenen bir gerçek. Yıllar sonra
fırınında, harlı ateşin ö nü nde değ ilse de tımarhanede gö rdü n Ibrahim Efendi’yi, oğ lu
Ismail’iyse bir daha gö remeyeceğ ini biliyorsun. Kuşkusuz bu yü zden hâ lâ dü şlerine giriyor
Ismail, sü sü cü manda gibi bakıyor mavi gö zleriyle, çakır malak gibi. Gediz’in kıyısında çamura
yatmış bir malak o artık, bir melek; aralarında ses benzerliğ inden başka bir ilgi olmayan bu iki
sö zcü k bazen karabasana dö nü şen dü şlerinde birbirine karışıyor, “Ismail bir melek” diyor bir
ses, bir başka ses, şeytanın ta kendisi “Hayır!” diye itiraz ediyor kahkahayla gü lerek, “o bir
malak! Malak!” Ve İsmail yalvaran gözlerle sana, nedense hep sana bakıyor, yardım bekler gibi.
Ama sen şeytana uyup “Malak Ismail!” diye alay ediyorsun onunla, “Malak Ismail malak Ismail!
Kulakları kobak Ismail!” Ibrahim Efendi suretine girmiş şeytan “Kobak! Kobak Kobalak!” diye
el çırpıyor. Çığ lık çığ lığ a uyanıyorsun. Bir malak mı boğ azlanıyor orada, akarsuyun kıyısında,
yoksa bu çığ lıklar çocukluğ undan bu yana içinde tuttuğ un, boğ duğ un, boğ azladığ ın çığ lıklar
mı?
Ismail’e yardım edemeyeceğ ini, geç kaldığ ını, zaten her işte, yazdığ ın bu satırlar başta olmak
ü zere her konuda geç kaldığ ını, bazen de şu an Ismail’in acı akıbetini araya sıkıştırmaya
çalıştığ ın gibi erken davrandığ ını biliyorsun. Ismail’in ö ykü sü ne sıra gelmedi daha, Ibrahim
Efendi’nin cinnetine de. Elinde tepsi, fırına surra gö tü rdü ğ ü n gü nlerdesin daha, ö zlemle
andığ ın ama artık geri gelmesi mü mkü n olmayan çocukluk gü nlerinde. Fırına, bü yü kannenin
deyimiyle “tabakhaneye bok yetiştirir gibi” uçarcasına giderken, uçan aklın da Hazreti
Ibrahim'e giderdi. Iki Ibrahim bir olur, birlikte gü lü p beraber ağ larlardı. Ve gö kyü zü nde
yıldızları beraber sayarlardı.
O yıldızlardan birine dö nü şen, hayal meyal anımsadığ ın, neredeyse unuttuğ un, o gü n
bugü ndü r mezarına bir kez olsun gitmediğ in babanın ö lü mü nü de anlatmalısın yeri
geldiğ inde. Namaz kılıp oruç tutmadığ ı için Ismail’in ona nasıl kabir azabını uygun gö rdü ğ ü nü ,
dedenle Kuran ü zerine tartışmalarını, sonra karşılıklı saygı ve merak içinde Kuran’ın
Fransızca çevirilerini gözden geçirmelerini ve dedenin yıllar sonra İstanbul'da bir akşam vakti
ruhunu teslim etmeden önce sana söylediklerini.
Evet, dü nyada bir Ibrahim’di tek tanrıya tapan, O’na sığ ınan, O’ndan medet uman. O da, bu
sevgili kuluna birçok ihsanda bulunmuş, onu Nemrud’un gazabından bile korumuş, ateşinden
kurtarmış, ne var ki bir oğ ul vermemişti. Gerçi varlıklıydı, koyun, keçi ve sığ ır sü rü leri,
gü mü şleri, uşak ve kö leleri, iki tane de karısı vardı. Daha doğ rusu ilk karısı Sara yaşlanıp
çocuk doğ uracak yaşı geçtiğ i için, Hacer adında bir halayığ ı da karı olarak almış, ama her
ikisinden de bir çocuk peydahlayamamıştı. Bir vadiden ö tekine, bir ü lkeden bir başka ü lkeye
konup gö çü yor, zü rriyet sahibi olamadan Rabbine kavuşacağ ı dü şü ncesiyle kahroluyor, ne var
ki acısını dile getirmekten çekiniyordu. Isyankâ r değ ildi çü nkü , boyun eğ meyi de kendine
yediremiyor, tuhaf bir duygu karmaşasında Kenan Ili’ni bir uçtan bir uca geçiyor, konakladığ ı
yerlerde Rab için mezbahalar yapıp kurban kesmeye devam ediyordu.
Sonunda Rab Ibrahim’e dedi ki: "Başını kaldır ve gö ğ e bak, ne gö rü yorsan bana sö yle.” Gü n
batar batmaz, her zamanki gibi bir anda yıldızlar doldurmuştu boşluğ u. Gece aydınlık ve
serindi. Gö kyü zü nde sayısız yıldız vardı. Ibrahim yıldızlardan başka bir şey gö rmediğ ini
söyleyince Rab ona gökteki yıldızlar kadar çok zürriyet bağışlayacağını vaat etti.
O anda kim bilir ne hissetti Ibrahim, aklından neler geçti. Bir ö mü r boyu kutsadığ ı Tanrısına
şü kretmiş olabilir ya da karanlığ ı beklemeden iki karısından en gencinin koynuna girmiştir
telaş içinde. Telaşlı bir şevk içinde. Sen de, annenin yokluğ unda bü yü kannene sokulup
neredeyse koynuna girmez miydin? Yaşlı kadının iyice pelteleşmiş, yer yer kırışan teninde
aramaz mıydın şe kati? Onun bacaklarına, karnına, kuruyup da iki incir tanesi gibi kalmış
memelerine sü rtü nmez miydin? Kapı ö nü ne koyulmayacaklarını, dedenin onları alıp sevaptır
diye besleyeceğ ini bildikleri için ikide bir bahçenize atılan yavru kediler gibi. Yattığ ınız
sedirin yanındaki açık pencereden yıldızlar gö rü nü rdü . Ve baban, bir otobü s kazasında
ansızın karşısına dikilen Azrail’in peşinden gö ğ e ağ ıp yıldızların arasına karışmadan ö nce,
seyahatlerine hep yanında gö tü rdü ğ ü anneni senden ayırmamış mıydı? Karanlık gö ğ ü bö yle
bir baştan bir başa dolduran yıldızlar gerçekte ö lü lerin, seni bö yle yalnız bırakıp gidenlerin
ruhları değ il miydi? Sen beş yaşındayken ö len, artık kıvırcık saçlı, mavi gö zlü genç bir adam
olarak fotoğ ra larda, evet yalnızca fotoğ ra larda yaşayacak baban da onların arasındaydı; yaz
gecesinde parıldayan bir yıldızdı o da. Bü yü kannenle uzandığ ınız sedirin yanındaki açık
pencereden gördüğün bir kayan yıldız.
Ibrahim’in her iki karısından da çocukları oldu. Sara Ishak’ı doğ urdu ona, Hacer Ismail’i.
Ismail’in anlamı “Tanrı işitir" demekti ve Tanrı, kü çü k oğ ul Ishak’ın doğ umundan sonra Ismail
için ona yalvaran babasının sesini işitti, Ishak yü zü nden Ibrahim’i kendi nezdinde gö zden
dü şü rmedi. Annesiyle birlikte oradan çok uzaklara, kırk gü nlü k deve yolundaki Hicaz’a
gö nderdi. Daha sonra Ibrahim de geldi peşlerinden, baba oğ ul birlikte kervanların konakladığ ı
Zemzem Suyu’nun yanına Kâ be’yi yaptılar, mabedin doğ u kö şesine de Hacerü’l- Esved denilen
ve gö kten yeryü zü ne dü ştü kten sonra bir melek tarafından Ibrahim’e getirilen karataşı
koydular. Bu taş Tanrı katında pirü pak iken yeryü zü nde insanların gü nahlarıyla kararmış,
simsiyah olmuştu. Ve tü m karalığ ına rağ men hâ lâ ışıldıyor, sanki Allah nurunun her yerde, en
karanlık köşede bile parlaklığını koruyabileceğini kanıtlıyordu.
Bu “Hacerü ’l-Esved” sö zcü ğ ü ydü seni en çok bü yü leyen, alıp uzağ a, çok uzaklara,
peygamberler diyarı Arabistan’a gö tü ren. Tü rkçeye aşina kulağ ın bir başka dilin,
bü yü kannenin kentin az ö tesinde bağ lar içinden bulana durula akan Gediz’e ö zenircesine
okuduğ u Kuran'ın seslerini, yalnızca sessiz har lerden oluşan o inişli çıkışlı ritmi
yadırgıyordu. Iyi ki de yadırgıyordu, çü nkü yaşlı kadının bazen mırıldanır bazen de bir şelale
gibi çağ layarak okuduğ u ayetlerin gü çlü bir etkisi vardı ü zerinde. Ses anlamdan ö nce geliyor,
seni zorluyor, tü m varlığ ını ele geçiriyordu. Dü nya bir akıştan, kendini tanıdık, ama hemen ele
vermeyen bir sesin bü yü sü ne bırakıştan ibaretti. Ses belki içine işliyor, ruhuna nü fuz
ediyordu, ama ser verip sır vermiyordu. Ses fısıldıyor, incelip boğ uklaşıyor, bağ evine
misa irliğ e gittiğ iniz yaz gü nlerinde gö rdü ğ ü n Gediz’in çamurlu suyu gibi bulanıyor, bir tü rlü
açılıp saydamlaşmıyordu. Karanlık bir suya bakar gibi bakıyordun bü yü kannenin yü zü ne, ne
çakıl taşlarını gö rebiliyordun dipte, ne de o yuvarlak, alnı kırışık yü zü n ışığ ını seçebiliyordun.
Derken eşyalar da kararıyordu çevrende, alacakaranlıkta kıpırdanıyor, soluk alıp veriyor,
giderek yer değ iştirmeye, tavandan dö şemeye gidip gelmeye, duvarlara çarpmaya, çarptıkça
tuz buz olup parçalanmaya başlıyorlardı. Biçimler vardı evet, ses kendi varlığın kadar gerçekti,
içinde kabarıp coşan tanrı sevgisi de. Anlam gelmiyordu, ama Allah'ın elçisi Muhammed’in
gö nlü ne nazil olduğ unu sonradan ö ğ reneceğ in sö z Arapçanın ö rttü ğ ü , senden saklayıp
gizlediği bir sırdı.
Şimdi bü yü bozuldu. Yıllar sonra bozuldu bü yü , ses anlam kazandıkça inancını yitirdin. Artık
Arapçada “hacer”in taş, “esved”in kara anlamına geldiğ ini biliyorsun. Karataş sö zcü ğ ü nü n
“Hacerü ’l-Esved" kadar bü yü lü olmadığ ının, sır taşımadığ ının da farkındasın. Herhangi bir
insanın, bir kentin ya da bir yö renin, elbette bir nesnenin, yalnızca kendi vasfını bildiren bir
şeyin adı olabilir karataş, oysa “Hacerü ’l-Esved” başkaydı. O çocukluğ unda duyduğ un kutsal
bir sö zcü k de değ ildi yalnızca, rengine rağ men sa lığ ın, sü tbeyaz hayallerin, gü nahsız bedenin
cisimleşmiş haliydi.
Bu taşın bulunduğ u yerden kaldırılıp Kâ be’deki bugü nkü yerine konulması sö z konusu
olduğ unda Kureyş'in dö rt soylu ailesi arasında anlaşmazlık çıktığ ını ö ğ renecektin sonradan.
Bu kez deden anlatacaktı. “Hacerü ’l-Esved”i Kâ be'ye taşıma onuru uğ runa nasıl kılıçlar
çekildiğ ini, Kureyşlilerin birbirine girdiğ ini, sonunda Muhammed’in hakemliğ ine
başvurduklarını, o devirde kendisine henü z peygamberlik gelmemiş de olsa dedenin
“Sallallahü Aleyhi ve Sellem Efendimiz” dediği Muhammed’in bulduğu hakça çözümü.
Bir kumaş getirip ü zerine koyduruyor taşı, dö rt ailenin her birine de kumaşın bir kö şesinden
tutup kaldırmalarını sö ylü yor. Bö ylece eşit biçimde paylaşılıyor gö rev. Ve Muhammed’e, bir
adı da Ahmed olan genç adama, El Emin adı veriliyor. Yani Kureyşlilerin gözünde güvenilir kişi
oluyor müstakbel peygamber.
Dedenin, yalnızca beş vakit namazında bir Mü slü man değ il aynı zamanda hacı da olduğ unu
biliyordun, ama bu sö zcü ğ ü n anlamına vakıf değ ildin. Henü z değ ildin. Ne var ki dedenin
aslında milyonlarca Mü slü man gibi ihrama bü rü nerek Mekke'ye gidip hac gö revini yerine
getirmediğ ini, Kâ be’nin çevresini tavaf eden insan seline karışıp Hacerü ’l-Esued'e
dokunmadığ ını, o mahşer yerini andıran kalabalıkta itiş kakış, din kardeşlerini ezmek
pahasına karataşa erişip ona dokunmadığ ını, ö pü p başına da koymadığ ını bilmiyordun.
Deden savaşmaya gitmişti oralara, hacılığ ı “Yemen gazisi” oluşundandı, Mina'da şeytan
taşlayıp Arafat’a tırmanmasından değ il. Zemzem’den içmek de nasip olmamış, ama bir
biçimde, bü yü kannenin sö ylediğ ine bakılırsa deden hacı olmuştu. Nasılsa dö nebilmişti
Yemen’den, gidenin bir daha gelmediğ i, tü rkü lere, destanlara konu olan Yemen’den. Gerçekte
Hicaz’dan dö nmü ştü ama, bü yü kannen de dahil tü m yakınları için Arabistan Yemen’di. Yemen
adıyla iz bırakmış, yer etmişti belleklerinde. Tü rkü ler, çö l savaşlarından geri dö nmeyenler için
söylenmiş, ağıtlar hep o coğrafya için yakılmıştı.
“Burası Muş’tur yolu yokuştur / Giden gelmiyor acep ne iştir!” Ne iş olacak, giden gelmiyordu
elbet, orada, o kutsal topraklarda susuzluktan kuruyor, kurda kuşa yem oluyordu. Çö ken bir
imparatorluğ u kurtarmak uğ runa. Yuvadan ayrı dü şmü şlerin, kö yü nden zorla alınıp Gazze’ye,
Mekke Medine’ye gö nderilmiş, orada Ingiliz kurşunuyla Arap hançerine gö ğ ü s gererken
ö ldü rü lmü şlerin ardından dul kadınlar, muradına eremeyen nişanlılar, yaşlı analar ile
kocakarılar, bağ rı yanık â şıklar ağ ıt yakıyorlardı. “Gitme Yemen’e Yemen’e / Yemen sıcak
dayanaman / Dang borusu er vurulur / Sen cahalsın uyanaman.” Uyanmıştı deden, cahal
değ ildi. Genç bir zabitti Seferberlik’te. Yemen’e gitmiş, Kanal’da, Şam’da, Gazze ve Medine’de
yedi dü vele karşı çarpışmış, yaralanıp esir dü şmü ş, sonunda geri dö nebilmişti. Hacı sayılırdı
ö yleyse. Hem hacı hem gazi. Gerçi Allah’ın bir lü tfu olarak gö rmezdi gaziliğ i, savaştığ ı için
gurur falan da duymazdı. Savaş Allah’ın verdiğ i canı almak değ ilse neydi ki! Ingiliz’le bir olan
Arapları tepelemeye giderken onların Hazreti Peygamberin ü mmeti olduğ unu biliyordu.
Biliyordu ya başka bir şey de gelmiyordu elinden. Olmemek için ö ldü recek, yaşamak için
yaşatmayacaktı. Çü nkü hayat tatlıydı. Çü nkü daha genç ve ö nü nde yaşanacak uzun yıllar vardı.
Evli de değ ildi. Ne yapsındı Hazreti Ibrahim’in makamını Ingiliz’le bir olan Mekke Şeri i’nin
elinden kurtarmayıp da.
Oğ ul sahibi olmak kolay mıdır? Elbette değ ildir. Hele peygamberseniz, Tanrı dü şü ncesiyle,
O’nun sevgisiyle dolup taşıyorsa içiniz, kalbinizde çarpan, damarlarınızda akan O’nun
erişilmez sırrı, engin bilgisi, O’nun sonsuzluğ uysa. Kız ya da erkek, ö zellikle de erkek, bir evlat
nedir ki! Tanrı size bağ ışladığ ı gibi dilerse yanına alabilir onu. Isa bir peygamberdi, ama
Tanrı’nın oğ lu değ ildi. Hâ şâ değ ildi. Çarmıha da gerilmedi. Tanrı yanına aldı onu, kendi
katında ebedi kıldı.
Aslında uykudayken de canınız alınabilir, ö lmezsiniz. Sonra, eceliniz gelinceye dek her sabah
Tanrı sizi yeniden diriltir, Isa’yı dirilttiğ i gibi. Savaşta Arapları ö ldü ren deden Allah’ın tü m
Mü slü manların canını geceleri alıp gü ndü z iade ettiğ ine inanıyor, korkunun ecele faydası
olmadığ ını biliyordu. Ama Tanrı’nın verdiğ i canı almaktan da çekinmiyordu. Bir geceliğ ine
değ il ebediyen. Hem Tanrı ona da oğ ul vermemiş, ü ç kız bağ ışlamıştı. Kim bilir cahiliye
devrinde yaşasaydı belki de birini toprağ a gö mecekti. Oysa ü çü ne de emek verdi, bü yü tü p
yetiştirdi. Serpildi kızları, okula gittiler, iyi bir eğ itim aldılar. Belki bu nedenle “Kız çocuğ un
hangi suçtan ö ldü rü ldü ğ ü kendisine sorulduğ u zaman” ayetini sık sık okur, ağ lardı. Ve sen bir
tü rlü anlayamazdın nedenini, baban ö ldü ğ ü nde bile ağ lamayan deden yalnızca bu ayet
okunduğ unda ağ lardı. Ulucami’de cuma vaazını dinlerken de ö yle olmuştu, imam kıyamet
gü nü nü anlatmaya başladığ ı zaman. Oğ lan çocuğ u olmadığ ı için seni çok sevmiş, tek
torununun iyi bir Mü slü man olmasını istemişti. Cahiliye devrinde yaşasaydı belki seni de
boğazlayıp kurban edecekti.
Tanrı Ibrahim’i sınamak istedi ya da bir an Ismail yanında, kendi katında olsun istedi, kim
bilir. O her şeye kadir değ il mi? Hem esirgeyip bağ ışlayan, hem de mü ntakim olan, olabilen
değ il mi? Ibrahim’in gü nahı neydi ki Tanrı ondan ö ç almak istesin? Bunu bilmiyoruz. Ama
Ibrahim’e, oğ lu Ismail’i kendine kurban etmesini buyurduğ unu biliyoruz. Veren de O, alan da;
kim ne karışır.
Tanrı Ibrahim’e seslendiğ inde “Işte ben!” dedi Ibrahim. “Sana inandım, sana sığ ındım, gü nler
geceler boyu, aylar, mevsimler, yıllar boyu, yü z yaşımı aştığ ıma gö re bir yü zyıl boyu hep Sen’i
dü şü ndü m, Sen'i ö zledim, Sen’i istedim.” Doğ ru muydu acaba? Bunca yıl beklediğ i, edinmek
için yanıp tutuştuğ u, içindeki Tanrı sevgisini bile azaltan bir başka sevginin, oğ ul sevgisinin
tutsağ ı olamaz mıydı? Gerçekten seviyor muydu Rabbini, yoksa kalbinde artık bir başka
sevgiye de yer var mıydı?
Ibrahim, oğ lu Ismail’e seslendiğ inde “Işte ben” dedi Ismail. “Sen bana hayat veren, beni bir
damladan var eden, besleyip bü yü tensin. Sen benim babamsın.” “Oyleyse toparlan bakalım,
gidiyoruz” dedi Ibrahim. Yanlarına iki uşak alıp eşeğ e palan vurduktan sonra yola koyuldular.
Uç gü n ü ç gece dağ taş demeden yü rü dü ler. Artlarına dö nü p baktıklarında bir de gö rdü ler ki,
bir arpa boyu yol kat etmek şö yle dursun Tanrı’nın seçtiğ i yere varmışlar bile. Ibrahim orada
eşeğ inden indi, uşaklarına beklemelerini sö yleyip oğ lunu yanına aldı, birlikte tepeye
tırmandılar. Orada bir mezbaha yaptılar. Mezbaha bitince Ismail kurban edecekleri kuzunun
nerede olduğ unu sordu. Ibrahim “Rabb’in hikmetinden sual olunmaz!” diye yanıtladı oğ lunu.
Sonra başını bir taşın ü zerine koyup gö zlerini kapatmasını sö yledi. Ismail babasının isteğ ini
yerine getirince bıçağ ını çıkardı, tam oğ lunu boğ azlamak ü zereyken bir melek indi gö kten,
Ibrahim’in elini tutup “Rabbini gerçekten sevdiğ ini anladım şimdi” dedi. “Biricik yavrunu bile
O'ndan esirgemedin!” Ve İsmail'in yerine kurban etmesi için bir koç verdi.
Kınalı bir koç alırdı deden, bahçede boş duran keçi damına bağ lardı. Sevinçten deliye
dö nerdin. Kedilerden ve kü mesteki tavuklardan başka hayvan girmeyen ev şenlenir, koç
damın duvarlarını, karadutları, kavakları sü stü kçe bahçe hareketlenirdi. Karıncalar da onun
şere ine çıkarlardı yuvalarından. Kediler kaçacak delik ararlardı. Kü meste bir çil horoz vardı.
O korkmazdı koçtan, ama tavuklar ortalıkta dolaşmaya pek cesaret edemezlerdi. Yemini
gö tü rü r, suyunu değ iştirir, hem sever hem beslerdin. Yumuşacıktı postu, bü yü kannenin elleri
gibi kınalıydı. Gö zleri, bakışları da ö yle, hani ne derler –“mü layim” mi– ö yle bir şey işte.
Mü layim ve mü lazım. Evin bir parçası, ailenin vazgeçilmez ü yesi olurdu. Zamanla varlığ ına
alışırdınız. Yalnız sana sokulur, seni sahiplenirdi, ama dedenle bü yü kannene biraz uzak
dururdu. Onlara kafa tuttuğ u, boynuz vurduğ u olurdu kimi zaman, sana asla. Sonra, bayram
gelip çattığ ında ağ lamana, bağ ırıp çağ ırmana aldırmadan bahçenin dibinde keserlerdi.
Kahrolurdun! Koçun kanı toprağ a akar, derisini yü zen kasap sanki sana çalardı bıçağ ı, senin
canın yanar, senin kanın akar, senin derin yü zü lü rdü . Kü serdin herkese. Herkes orada olurdu
bayramda, annenle baban, teyzelerin. Eve yılda bir uğ rayan hayırsız amcan bile. Onların
varlığ ı avunman için yeterli değ ildi. Ille deden gelecek, başını okşayıp teselli edecek seni, ille
aynı şeyi, her kurban bayramında anlattığ ı ö ykü yü anlatacak. Ibrahim’e gö kten bir koç
inmeseydi onun yerine senin kurban edileceğ ini sö yleyecek. Sen de gö zyaşlarını silip kara
kara dü şü necek, derin bir iç çekişten sonra dedene hak verecek, Allah’a koçu gö nderdiğ i için
şü kredeceksin. Yoksa sen yatacaktın bıçağ ın altına, senin kelleni kesecekler, ciğ erinden kebap
bağ ırsaklarından mumbar yapacaklardı. Hep bö yle olur, her bayramda dedenin alıp getirdiğ i,
kendi ellerinle besleyip okşadığ ın, alıştığ ın, erkek kardeşinmiş gibi bağ landığ ın koç senin
yerine kurban edilir, ciğ erinden kebap etinden surra işkembesinden çorba bağ ırsaklarından
mumbar yapılır, bir kısmı evde yendikten sonra artanı fakir fukaraya dağ ıtılırdı. Koçtan
geriye, bü yü kannenle ü zerine uzanıp açık pencereden yıldızlara baktığ ın sedirdeki pö steki
kalırdı yadigâr.
Hacırahmanlı’dan Hacı Rahmi Ram

Deden Rahmi Bey Manisa’nın Hacırahmanlı kö yü ndendi; hacı değ ildi ama Hicaz cephesinden
dönüşte evlenip çoluk çocuğa karıştığında büyükannen “gazi” lakabını yeterli bulmayarak hacı
demeye başlamıştı ona. Soyadı kanunu çıkınca “Mü slü man” adını almak istemiş, sonra laik
Tü rkiye Cumhuriyetimde bunun pek uygun kaçmayacağ ını dü şü ndü ğ ü nden “Ram"da karar
kılmıştı. “Boyun eğ en, kendini başkasının buyruğ una bırakan” anlamına gelen bu Arapça
sözcük de, ona kalırsa aynı anlamı içeriyordu.
Ikisi de dindardılar, Rumeli kö kenli bü yü kannen galiba biraz daha dindardı. Belki deden kadar
tahsilli olmadığ ı için, belki ailesinde Bektaşi dervişler ile şehitler, seyitler, veliler olduğ u için.
Ya da, ü ç kız doğ urduğ u halde dedene bir erkek çocuk veremediğ inden kendini dine vermişti.
Radyolu oda dediğ iniz evin sofasındaki sedirin ü zerine rahlesini açar, dokunulmaktan meşin
cildi eprimiş, sayfalan yer yer sararmış Kuran cü zü nü ö nü ne yerleştirir, giderek yü kselen
sesiyle okumaya başlardı. Deden de yazıhaneden dö nü şte okurdu, ama onun kitapları,
Kuran’ın o kargacık burgacık, ü zerlerindeki taş kaldırılınca dö rt bir yana kaçışan karıncalara
benzeyen eğ ri bü ğ rü har lerinden oluşmuyordu. Deden sayesinde okula gitmeden sö keceğ in
alfabenin orantılı, simetrik, her sesin karşılığ ını bulduğ u har leri vardı. Allah ve Peygamber’in
adları geçmiyordu, sö ktü ğ ü n ilk sö zcü k ATA idi, sonra bir de TURK eklenecekti bu sö zcü ğ e,
ATATURK. Ve okula başladığ ında yeni bir dü nyayı keşfedecek, evdeki dualar, tespihler,
dedenle bü yü kannenin birlikte kıldıkları namazlar ile okuldaki Istiklal Marşları, ant içmeler ve
Atatü rk şiirleri arasında bir sü re bocalayacak, giderek dedenle bü yü kannenin dü nyasından
kopacaktın.
Hacırahmanlı’nın toprak sahibi bir ailesindendi deden. Zeytinlikleri, tü tü n ve pamuk tarlaları
vardı. Bostan ve bağ ları da. Sen o devirleri gö rmedin elbet, ama aile içinde anlatılırdı. Gece
lü ks lambasının ışığ ında kırıldıktan sonra şişlere, oradan da kargılara dizilip gü neşte
kurutulan tü tü nleri, bağ bozumunda kü tü klerden sarkan ballı, çekirdeksiz ü zü mlerin serildiğ i
taraçaları, kazanlarda kaynayan kazlar ile ateşte nar gibi kızaran kuzuları, bü tü n o bolluk
gü nlerinin bereketini çok dinledin. Ne var ki, elleri tü tü n kırmaktan kanamış, yer yer çatlamış
ırgatlardan, yakıcı gü neşte sabahtan akşama pamuk toplayan gü ndelikçilerin yoksulluğ undan
kimse sö z etmedi sana. Bu konulan merak edip araştırdığ ında Istanbul’da bir yatılı okuldaydın
ve elinden düşmeyen kitaplar arasında Kuran yoktu.
Rahmi Deden Rahmi Bey olmadan ö nce Hacırahmanlı kö yü nde el bebek gü l bebek
bü yü tü lmü ştü . Izmir’e yalnızca tü tü n ve kuru ü zü m değ il, arada bir varlıklı ailelerin çocukları
da gö nderiliyordu. Deden de bu şanslı çocuklardan biriydi, ama onlar gibi şımarık ve yaramaz
değ ildi. Okudu. Izmir’de din eğ itimi aldıktan sonra tahsilini Istanbul’da medresede
tamamlayıp hoca oldu. Ne var ki yetinmedi bununla, Darü lfü nun’da hukuk derslerini izledi.
Orayı da bitirdiğ in de genç bir yargıç adayıydı. Izmir'e atanmasını beklerken savaş çıktı.
Hü kü met Harbi Umumi’ye katılıp katılmamakta duraksadı bir sü re, ama Kuzey Afrika’daki
Fransız ü slerini bombaladıktan sonra Istanbul’a sığ ınan Goeben ve Breslau zırhlıları kıçlarına
Tü rk bayraklarını takarak “Yavuz” ve “Midilli” adıyla Sivastopol’ü vurunca, Almanya yanında
savaşa girdi. Rumeli’de, Ka kaslarda, dağ ılma sü recine girmiş de olsa imparatorluğ un ü ç
kıtaya yayılan topraklarında Mehmetçik dü şmanla kapıştı. Artık kıyamet kopmuş sevkiyat
başlamıştı. Vagonlar dolusu asker cepheye gö nderiliyor, gidenler geri dö nmü yordu. Deden de
aralarındaydı, Cemal Paşa’nın Dö rdü ncü Ordusu’nu takviye amacıyla Şam’a, oradan da
Filistin’e gö nderilen birliklerin içinde tü fek çatmayı bile yeni ö ğ renmiş bir genç zabitti.
Insanoğ lunun hem kahraman hem korkak olduğ unu, açlık ve susuzluğ u, şiddet ile ö lü mü ilk
kez orada gö rdü . Hayatın her zaman kolay olmadığ ına ne var ki hayatta kalmanın her
zamankinden daha gerekli olduğuna bizzat tanıklık etti. İnancı sarsılmadı değil, ama her sabah
uyandığ ında çö lde akbabalara yem olanların arasında bulunmadığ ı için Allah’a şü kretti.
Tifü sü , biti, iskorbü tü de orada gö rdü . 1916 yılının haziranında Mekke Şeri i Hü seyin’in
oğ ullarından Emir Faysal Ingilizlerle bir olup Bedevileri Osmanlı’ya karşı ayaklandırınca
Medine garnizonunun savunmasına katıldı. Hicaz Demiryolu’na sabotajlar dü zenleyen
Lawrence ve asilerle boğ uştu. Yani bir hacının yapmaması gereken her şeyi vatan uğ runa
yaptı. Sonunda “ne şehittir ne gazi” dedirtmedi kendine, yaralanıp esir dü ştü , ama sağ
dönmeyi başardı. Mütareke'de büyükannen Nurhayat Hanım’la İstanbul’da evlendi.
Bü yü kannenin ailesi de Uskü p’ü n eşrafındandı, ne var ki Balkan Savaşı’nda her şeylerini orada
bırakıp yollara dü şmü şler, Istanbul’a ulaşıp yeni yurtlarında tutunacak bir dal bulabilmişlerdi.
Dedenin Hicaz’dan silah arkadaşı bir zabitin akrabasıydı Nurhayat. Muhacir kızları gibi ö yle
çakır gö zlü , sarışın, boylu boslu değ ildi, yü zü de pek gü zel sayılmazdı, ama akıllı uslu, dindar,
gö rgü lü ydü . Oysa deden bayağ ı. yakışıklıydı. Şimdi, onun Istanbul’da ö ğ rencilik yıllarında,
başında yeni kalıplanmış pü skü llü fes, ü zerinde istanbulin, ayağ ında siyah rugan ayakkabılar
ve elinde abanoz bastonla çekilmiş fotoğ rafım anımsadıkça sanki yeni fark ediyorsun bunu ve
dedenin hacdan olmasa da Medine’den dö ndü kten sonra Istanbul'da Rum ve Ermeni
kadınlarıyla yaşadığ ı hovardalık gü nlerini hayal edebiliyorsun. Yalnızca hovardalık gü nlerini
mi? Mü tareke’nin yılgın, yorgun, umudunu hepten yitirmiş, çö ken bir imparatorluğ un enkazı
altında ü lkenin haritadan silinmesini bekleyen insanlarım da. Bü yü k teyzen bu ortamda
dü nyaya gelmişti, ortanca teyzen ile annen ise Manisa’da doğ up bü yü yeceklerdi. Istanbul
gü nlerinde siyasetten uzak durmaya çalışmıştı deden, yine de Hacırahmanlıların gö zü nde
“Con Rahmi” olmaktan kurtulamamıştı. Ittihatçılar arasında arkadaşları vardı, onlara yakınlık
duyuyor, ama aralarına karışmıyordu. Hü rriyet’in ilanına sevinmişti elbet, ö te yandan 31
Mart’ta dini bü tü n vatandaşların eziyet gö rmesinden de rahatsız olmuştu. Inançlıydı belki,
ama namaz çıkışı Tatavla’da içki â lemlerine katılmaktan, hatta kavatı bol Galata’da kahpelerle
dü şü p kalkmaktan da geri kalmıyordu. Ailede hiç kimsenin bilmediğ i, karısından ve
kızlarından yıllar boyu sakladığ ı bu gerçeğ i, daha başka sırlarıyla birlikte torununa anlatacaktı
ö lmeden ö nce. Evet, ö lü m dö şeğ inde bir tek sana itiraf edecekti gü nahlarını, yalnızca sana.
Her şeyi anlayacak yaşta değildin henüz, ne var ki ailenin tek erkeğiydin.
Balıkesir'deyken yaz tatillerini dedenin Manisa’daki evinde geçirirdiniz. Baban öldükten sonra
annen bir sü reliğ ine onlara bıraktı seni, çekti Fransa’ya gitti. Dil ö ğ renmek için mi yoksa bir
başka nedenle mi bunu hiçbir zaman bilemeyeceksin. Bildiğ in, anımsadığ ın tek şey ilkokula
Manisa'da başladığ ın, annen gibi ö ğ retmen olan, ama evli olmayan teyzelerinin, ö zellikle de
bü yü kannenle dedenin himayesinde bü yü dü ğ ü n, onların sayesinde okuyup adam olduğ un, bu
“adam olmak” ne demekse! O zamanlar bü yü yü nce ne olacaksın diye sorulduğ unda “her adam
olacağ ım" diye cevap verirdin, kendinden emin. Şimdi adam olmasan da bir baltaya sap
olabildiğ in için kendini şanslı sayıyorsun. Ve çocukluğ unun yeşil cennetine dö nebilmek için
her şeyi, şu satırları yazdığ ın sağ elini bile vermeye razısın. Yeter ki, yine “Otuz Beş Yaş”
şairinin dediğ i gibi gü n eksilmesin pencerenden. Yeter ki seni bırakıp gidenler, gidip de
gelmeyenler geri dö nsü n. Dağ dağ a kavuşmaz, ama insan insana kavuşur, sen de yeter ki
kavuş yitirdiklerine.
Kesme taşlı küçük binası, bekleme salonu ve lokantasıyla sıra dışı bir görünümü olan Balıkesir
Istasyonu’ndan annenle beraber kara trene binip Manisa’ya geldiğ iniz gü nler çok geride kaldı.
Ama hiç unutmadın o yolu, ü çü ncü mevkiin tahta koltuklarını, camdan geçen boz tepeler ile
keçi sü rü lerini, alçak damlı kerpiç evleri, “Gaztaaa! Gaztaaa!” diye bağ ırarak vagonların peşine
takılan çocukları –o gazeteleri okumak için değ il, perde yerine kullandıklarını sonradan
ö ğ renecektin– ve tren Savaştepe’yi geçtikten sonra dü ze inince Kırkağ aç'ın minareleri ile
tü tü n tarlalarını, sarı, yeşil, yemyeşil bağ ları. Ekspres Hacırahmanlı’da durmaz, o laya pu laya,
bacasından beyaz dumanlar ve kıvılcımlar pü skü rterek Manisa’ya varır, annenle ikinizi
peronda bekleyen dedenin tam karşısına bırakırdı. Ve ne tuhaf, ikiniz de ö nce elini ö perdiniz
yaşlı adamın, sonra Manisa’da inen diğ er yolculardan biraz çekinerek de olsa, kucaklaşır,
hasret giderirdiniz. Annen birkaç gü n sonra dö ner sen kalırdın. Bir faytona binip neredeyse
tü mü dağ ın eteklerinde son bulan caddelerden ve tozlu, dar sokaklardan geçerek geldiğ iniz,
Ulucami’ye yakın, o bahçe içindeki büyük, beyaz evde kalırdın.
Saba ülkesinden Allah’ın Evi’ne

Saba ü lkesini bilirsiniz ya da bilmezsiniz. Bugü n Yemen derler, Hint Okyanusu kıyılarından az
içerde, Arabistan Yarımadası’nın gü neybatı ucunda, dağ ları, ırmakları, koyak ve otlakları,
otlaklarında yayılan sü rü leri ve bağ larında yeşeren ü zü mleriyle bereketli bir topraktır.
Ağ açlarının gö lgesi koyu, bostanlarında yetişen meyveleri sulu olur. Yeleleri rü zgâ rda
savrulan, kanatlanıp uçan Arap atlarının hızıyla da gitseniz, bir aydan ö nce bir baştan bir başa
kat edemezsiniz; yollar tenha ve geniş olsa da arazi engebelidir. Yakıcı gü neşten korunmak
ihtiyacını da hiç duymazsınız. Yol boyu gö lgeliktir, sulak ve serindir. Havası da ö yle, hani ne
derler, “cana can katar” mı? Soluduğ unuzda tertemiz eder ciğ erlerinizi, kan dolaşımını
hızlandırır.
Saba ülkesinde kızlar erken olgunlaşır, delikanlılar şehvetli ve erildir. Biz bu betimlemeleri çok
dinledik der gibi bıyık altından gü lü msediğ inizi gö rü r gibiyim. Yine ballandıra ballandıra Saba
Melikesi’ni anlatacak bize, kırk melike hü kmü geçer başmelik ile bir cinin birleşmesinden
doğduğunu, bir ayağı kızıl, bir ayağı yeşil yakuttan, geriye kalan iki ayağı ise zümrüt ve inciden
tahtını, mermer direkleri, altın kubbeli kö şkleri ve gü mü şten çardaklarıyla betimledikten
sonra Sü leyman’la yaşadıklarını, ona gö nderdiğ i hediyeleri dile getirecek diye içinizden
geçiriyor da olabilirsiniz. Yanıldığ ınızı yü zü nü ze vurmak istemem, ama amacım bilinen
ö ykü leri peş peşe sıralamak değ il. Hü thü t kuşu Saba Melikesi’nden Sü leyman’a haber
getirdiğ inde orada olduğ umu sö yleyecek de değ ilim. Ne var ki, gü neşe tapan Saba halkı,
melikelerinin Sü leyman’la mektuplaşmasından ö nce de sonra da bolluk içinde yaşıyordu, bu
gerçeğ i belirtmekte yarar gö rü yorum. Evet, “gerçek” dedim, eski kaynakların yalancısı olsam
da.
Saba ü lkesinde iki dağ in arasına çekilmiş, taş ve demirden bir duvar vardı. Dağ ların kan,
bulutların yağmuruyla kabarıp coşan ırmakların suyunu tutan Ma’rib duvarı. Günün birinde bu
duvarın yıkılıp her yeri suların basacağ ı, selin yalnızca insanlar ile hayvanları değ il evleri de
ö nü ne katıp sü rü kleyeceğ i, taş ü stü nde taş kalmayacağ ı, nedense Melik bin Amir'e değ il de
karısı Tarifat el Hayr’a malum oldu. Çü nkü Tarifat, kocası gibi bir giydiğ ini bir daha giymeyen,
başkaları da giymesin diye yırtıp atanlardan değ ildi. O, vaktini tapınakta ibadetle geçiren bir
dişi ermişti.
Tarifat bir gece dü şü nde deli rü zgâ rın denizin ü zerinden toplayıp getirdiğ i siyah bulutlar
gö rdü . Bulutlar ö ylesine yoğ un, o denli karanlıktılar ki, gü n zindana dö ndü . Aynı anda korkunç
bir şimşek çaktı, ardından da sağ anak indirdi. Ve tapınağ ın orta yerine yıldırım dü ştü . Derken
alevler sardı her yeri, yangın yü rü yü p saraya dek ulaştı, oradan da ü lkenin tü m kentlerini
yakıp kül etti.
Tarifat uyandığ ında kan ter içinde kalmıştı. Gidip kocasına anlattı gö rdü ğ ü dü şü . Amru
yakında başlarına bir felaket geleceğ ini anladı. Kıyametin belirtisiydi bu yangın. Sonra, başka
belirtiler de zuhur etti. Kö stebekler yedi kat yerin altından çıkıp ö n ayaklarıyla gö zlerini
kapattılar. Bir kaplumbağ a yol ortasında sırtü stü dö ndü , ayaklarıyla debelenip çabalamasına
rağ men bir daha yü zü stü gelemedi. Bir fare arka ayaklarıyla topaç çevirir gibi çevirdiğ i
kocaman kayayı kaldırıp dağ ların ardına fırlattı. Sıcak havada yaprak kımıldamazken ağ açlar
kö klerinden koparılırcasına eğ ilmeye başladılar. Işte o zaman Amru, Ma'rib duvarının tuttuğ u
suların eskisi gibi akmasını, ü lkenin tufanda yerle bir olmasını beklemeden bu diyardan gö ç
etmeye karar verdi.
Kâ hinin gö sterdiğ i yol uyarınca dö rt bir yana dağ ıldılar. Içlerinde hızlı ata binenler Umman’a,
yavaş ata binenler Hamadan ü lkesindeki Kurû d kabilesinin yanına gittiler. Iş bilip aş
bilmeyenler Murr'lara, kızgın çö l ortasında vaha arayanlar Yesriblilerin arasına karıştılar. Ipek
ve ibrişim peşindekiler Suriye’ye, servet sahibi olmak isteyenler Basra’ya yöneldiler. Amru bin
Amir ise, çoluk çocuğ u ve gö zü pek savaşçılarıyla Azal’da karar kıldı. Ne var ki orada fazla
oyalanmadan çekirge sü rü sü gibi Tihama'nın ü zerine çö ktü ler, halkını uykuda bastırıp
kılıçtan geçirdiler. Atları, develeri ve davarları ö ylesine çoktu ki hiçbir otlakta uzun sü re
kalamıyor, her defasında daha sulak, daha geniş, daha elverişli bir toprak arıyorlardı. Bö ylece
Mekke ö nlerine dek gelip çadır kurdular. Allah’ın Evi’ni koruyan Cü rhü m kabilesiyle savaşa
tutuşup erkeklerini ö ldü rdü ler, kadın, kız ve kızanlarını kö le yaptılar. Oraya yerleştikten sonra
Ismail’in soyundan gelenler de aralarına karıştı; Kuza adıyla Mekke’de hü kü m sü rmeye,
kervanlardan baç Allah’ın Evi’ni ziyarete gelenlerden haraç almaya başladılar. Bu nedenle
uzun sü rmedi egemenlikleri, Kureyş kabilesine yenik dü şü p sahneden çekildiler. Ve Mekke ve
Merve ve Safa ve Zemzem ve Allah’ın Evi Kureyş’e kaldı.
Kureyş’e kalan miras elbette kutsaldı. Yer, su ve taş, Allah’ın en sevgili kulu, ilk peygamberi,
Arapların atası Ibrahim’den kalmıştı. Bu mirasın yeterince ö nemsendiğ ini, Allah’ın Evi’ne
gelen hacıların beslenip korunduğ unu biliyoruz. Çü nkü Tanrı “Bana hiçbir şeyi ortak koşma;
tavaf edenler, orada kıyama duranlar, rü kû edenler ve secdeye varanlar için Evimi temiz tut!”
buyurmuştu Ibrahim’e. Gerçi Zemzem’in suyu Cebrail Aleyhisselam’ın bir kanat vuruşuyla
topraktan fışkırmıştı ama, Kâ be’yi oğ lu Ismail’in de yardımıyla Ibrahim kendi elleriyle yapmış,
taş ü stü ne taş koyarak ortaya çıkarmış, ü zerini ö rtmeyip açıkta bırakmıştı. Bir kapısı, daha
ileriki yıllarda dö rt duvarı kaplayacak değ erli kumaşları ve Ibrahim’in ayak izini taşıyan
temelleri vardı Kâ be’nin, ama çatısı yoktu. Sonradan o da oldu, ü zeri ö rtü lü nce gerçek bir eve
benzedi, ne var ki insanlar barınmak için girmedi içine, Allah’ın birliğ ine iman etmek için de
girmedi, Ibrahim’in tertemiz tuttuğ u tapınağ a onun soyundan gelenlerce putlar konuldu. O
putlar ki, yılın her gü nü ne bir tanesi tekabü l ettiğ inden sayıları ü ç yü z altmıştı ve yalnızlıktan
sıkıldıklarında, aralarında fısıldaşmaya başlamadan önce kendi kendilerine konuşurlardı.
Uzza

Eşhü rü 'l-hurum desem kim anlar, kim bilir o gü nlerin kıymetini! Zilkade, zilhicce, muharrem,
recep! Dö rt aylar girdi mi şenlenirdi ortalık. Ah, muharrem! Adını haykırmak, doyasıya
bağ ırmak, ü zerime ö rtü len bu şalı, ta Çin’den, Maçin’den, belki Acem’den gelen, çıplaklığ ımı,
gü zelliğ imi, bana inanan, bana tapan herkese cö mertçe sunduğ um bedenimi ö rten bu ipek şalı
yırtıp parçalamak, zil takıp oynamak gelirdi içimden. Muharrem girince savaş biterdi.
Muharrem zamansız bir konuk gibi gelir koynuma girerdi. Yeşertirdi gö vdemi, canlandırıp
diriltirdi. Çü nkü sanırım bilmezsiniz, samura ağ acında oturdum uzun sü re, onun dalları
kollarım, gö vdesi bedenim, kö kleri saçlarım oldu. Evet, muharremle kıvranırdım, ama hazdan
değ il. Hâ şâ hazdan değ il, mutluluktan. Kıvanırdım. Gururdan, hâ şâ gururdan değ il, huzur
duymaktan kıvanırdım, muharrem gelince. Gelip dü şü me, dö şü me girince, sevincime ortak
olunca. Sarıp sarmalayınca bedenimi; çıplaklığ ımı, utancımı ö rtü nce. Savaş biter panayır
başlardı. Misk ü amber kokuları yayılırdı her yana, bir tuhaf, bir hoş, biraz sarhoş olurdum.
Gelirlerdi. Ulkenin, bu asi, bu engebeli, dü mdü z çö lü ve kum tepelerini, tepeciklerini de içine
alıp denize doğ ru uzanan bu çorak ü lkenin dö rt bir yanından gelip pazar kurarlar, alıp
satarlardı. Dostlar alışverişte gö rsü n. Amaçları mal alıp mal satmak değ il barışmaktı.
Barıştıktan sonra da kavuşmak. Yavuklular birbirine kavuşur, murat alıp murat verirlerdi.
Hem de nasıl, yangından mal kaçırırcasına. Şiirlerde yazıldığı gibi.
Mısır ketenlerine yazdıkları şiirlerini getirip Kâ be’nin duvarına asar, çevremde tavaf
ederlerdi. Gençtiler. Yaşlıydılar. Erkek ve dişiydiler. Içlerinde sü t emen bebeler bile vardı, ama
yine de, bir gü n olsun saygıda kusur etmediler. Ben onları bilirim. Kızıl çö lü kızıl develeriyle
aşıp gelirler, sıkıldıklarında deveye dö kerlerdi içlerini; sevdikleri kadını deveye benzetir
deveye kaside dü zerlerdi. Ve ağ zı çabuk kö pü ren atlarına. Ahularla soy soplarına. Mızrak ve
kılıçlarına kaside dü zmezlerdi, çü nkü muharrem girince savaş onlara haram kılınırdı. Işte o
zaman işrete dalar, şarap içip sarhoş olur, çevremde uzun, siyah etekleriyle tavaf eden genç
kızları mahfe içinde sıkıştırırlardı.
O şiirlerde gü zel sö zler yoktu yalnızca, dağ ların heybeti, rü zgâ r ve taze tenlerin kokusu,
konargö çerliğ in coşkusu da vardı. Her ka iye dü şü rdü klerinde dinlerdim. Yıldızlı gö kyü zü
dü şerdi aklıma. Ocü alınmamış ö lü ler baykuş olup uçardı. Yine de aşktı aslolan, savaş ve kan
davası değ il. Çocuğ una meme veren kadınla nasıl yattıklarını anlatmaktan utanmazlardı.
Sevgililerinin yü zlerini kendini ibadete vermiş bir keşişin lambasına da benzettikleri olurdu,
parlak bir aynaya da. O şiirlerde kadınların bacakları dolgun ve sıkıydı, boğ umlu hurma
idanları gibi. Ve gerdanları beyaz geyik gerdanlarına benzerdi. Gel de anımsama o gü nleri;
aşk, barış ve sevinç gü nlerini. Kan sevmeyen muharremi, zilkade, zilhicce, recep aylarını. Ve
kahpe feleğ in çemberinden geçen sö z cambazlarını. Kaderin cilvesiyle savrulan o sihirbaz,
işvebaz, dilbazları.
İçlerinden birini anımsıyorum. Adı İmruü’l-Kays’tı galiba, evet Kays.
Beni sever, bana tapar, hem kılıç hem kamış tutan elleriyle gö vdemi okşardı. Bilirdim bu eller
çok kadına dokunmuş, nice genç kızı baştan çıkarmıştır. Yine de bir ü rperme duymazdım
bedenimde, ama ipek şahından sıyrılıp onunla birleşmek, onun olmak isterdim. Bir gü n
babasının katillerinden öç almak için yola çıktığında Du’l-Halasa’yla karşılaşmış.
Halasa’yı bilirim, severim de. Yemen’e giden kervan yolunun ü zerinde çakmaktaşından bir
kayadır, ama ne kaya. Gü neşte parıldar, gece yıldızların ışığ ında yine parıldar. Elinde yay,
ö nü nde okları vardır, başındaysa nerden geldiğ i, kimin koyduğ u belirsiz bir taç. Kays bir ok
çekmiş, bakmış dö n git yoluna diyor. Bir tane daha çekmiş, sonra bir tane daha. Oklar kan
davası aleyhine çıkmış hep. O sırada gö kyü zü nden bir turna sü rü sü geçmesin mi! Turnalar da
ters yö nde uçuyormuş, babasının ü lkesine doğ ru değ il. Bunun ü zerine ö ç almaktan
vazgeçeceğine öfkelenip “Hay pis orospu!” diye bağırmış ilaheye. “Babanın zekerini ye!”
Şaşırdım tabii, ona hiç yakıştıramadım. Ne de olsa şairdi gö zü mde, kimi zaman kamışını
zekeriyle bir tutsa da, gü çlü kuvvetliydi. Yeri geldiğ inde her ikisini de kullanmakta
maharetliydi. Daha anlayışlı, çok daha yumuşak davranmasını beklerdim. Ama içten içe
sevindiğ imi de itiraf etmeliyim. Biz ilaheler bö yleyizdir, hem tutarız birbirimizi, hem sever
hem nefret ederiz. Kadın kıskançlığ ından da ö te bir duygu; yü celtilmek isteriz. Demek ki Kays
bu zeker işlerine daha o zamandan meraklıymış. Yoksa ilk hayal kırıklığ ında dilinin ucuna
gelmezdi o sö zcü k. Dile ö nem vermeli, onu ciddiye almalı. Ve elbette iyi kullanmalı. Yoksa
zekerinden asarlar adamı. Evet, telaffuz etmeden ö nce dikkatle tartmalı sö zcü kleri. Yoksa
kendi ağ ırlığ ınca gü nahları tartılır mizanda. Bu “mizan” da ne demekse. Hiç duymamıştım.
Sonra Kureyş’ten Muhammed adında biri çıktı, Allah’ın bizden yü ce olduğ unu sö ylemeye,
yaymaya başladı. O’na eş koşulamayacağ ımızı, mahşer gü nü nde mizan kurulup herkesin bu
dü nyada işlediklerinin tartılacağ ını, Allah’ı bir sayanların, yalnızca O’na kulluk edenlerin
cennete bize tapan, bize kurban kesenlerin cehenneme gideceklerini vaat etti durdu.
Insanoğ lu ö ldü kten, bedeni toprak olduktan sonra dirilmesi mü mkü nmü ş gibi. Bize gelince,
biz başkayız. Onlar gelir geçer, biz bu dağ lar durdukça, bu gü neş tepemizde parladıkça kalırız.
Muhammed’in ağ zından bal akıyormuş diyorlar. Onu dinleyen bizden yü z çeviriyormuş. Yalan!
Ben Kureyş’i bilirim. Bizden başkasına gö nü l indirmez onlar. Muhammed’in ağ zından o gü ne
dek hiç duyulmamış, bü yü lü sö zcü kler dö kü lü yormuş, ö yle diyorlar. O da şair olmasın! Neyse,
şiir deyince Imruü ’l-Kays’ı anımsadım. Buralardan uzakta ö len, zeker saplantısına kurban
giden zavallı Kays’ı. Ben onu çoktan affettim bile, dilerim Allah Babamız da gü nahlarını
affeder.
Kays’ın işreti ve kayserle işleri

Imrü ’l-Kays Hadramut ve Yemame’de hü kü m sü ren Kinde hü kü mdarlarından Haris oğ lu
Hucr'ü n oğ luydu. Isa’dan beş yü z yirmi yıl kadar sonra Necid’de doğ muştu. Annesini
sormayın, onun şeceresini belirtmeye gerek yok, ama –çü nkü Araplarda soy sop baba sö z
konusu olduğ unda ö nem taşır– ben yine de sö yleyeyim. Kays’ın annesi Taglip kabilesinden
Mü helhil’in kız kardeşi Fatma’dır. Bü yü kbabasının bü yü kbabası Hucr, Lalını kabilesinin elinde
bulunan Vail oğ lu Bekr’in topraklarını da alarak bö lgesini genişletmiş, zü rriyetine ö nemli bir
miras bırakmıştı. Bu mirasa, sonradan Hucr'le araları açılınca onu bir gece vakti çadırında
basıp öldürecek olan Esedoğullarının otlakları da dahildi.
Imruü 'l-Kays, dayısı Mü helhil’in teşvikiyle şiir yazmaya başladığ ı için babası tarafından aile
ocağ ından kovulmuş, dağ taş dol aşır olmuştu. Allah kelamını ileten Muhammed de, şiir
sö ylediğ i gerekçesiyle Kays’ın ö lü mü nden sonra, çok değ il elli altmış yıl sonra kabilesinden
kovulacak, Mekke’yi terk etmek zorunda kalacaktı, ama Allah’ın elçisi o zamanlar doğ mamıştı
daha. Dolayısıyla sö zü ve bu “şair-şiir” işlerini fazla karıştırmadan, hele Kuran’daki “Şuara”
Suresi’ne hiç mi hiç atıfta bulunmadan, Kays’a dö nelim yine, Kays’ın kayserle işlerine
geçmeden işret günlerini beyana devam edelim.
Arkadaşlarıyla bir vahadan bir başka vahaya, bir yurttan ö tekine konup gö çü yor, avlanmadığ ı
zamanlar şiir yazıp şarap içiyor ve elbette genç kadınlar ile kızları ayartmaktan geri
kalmıyordu Kays. Bir keresinde dayı kızı Uneyze’ye de gö z koymuş, karşılık gö rmeyince ona
tuzak kurmaya karar vermişti.
O gü n genç kızın kabilesinin konaklayacağ ı yeri ö ğ renip subaşındaki kamışların arkasına
gizlendi. Kervan, Dâ ret-i Cü lcü l denilen kamp yerine gelince aralarında Uneyze'nin de
bulunduğ u kızlar soyunup suya girdiler. Bunun ü zerine saklandığ ı yerden çıkan Kays onların
giysilerini alıp kaçtı ve kızlara giysilerini, ancak yanına çıplak gelirlerse vereceğ ini sö yledi.
Çaresiz razı oldular, yalnız Uneyze, evet bir tek o, kuzenine direndi. Hatta direnmekle
kalmayıp Kays’ı kü fü r yağ muruna tuttu. Ne var ki, gü nbatımına yakın, kamp yerinde ateşler
yanmaya, kuzular kızarmaya başlayınca yelkenleri suya indirdi. Kays, Uneyze’nin gü neş
gö rmemiş, akşam alacasında sedef gibi parlayan gö vdesine, kara gö zlerine, henü z tü yü
bitmemiş mahrem yerine vuruldu, gözü başka şey görmez oldu. Hizmetkârlarına canından çok
sevdiğ i dişi devesini kesmelerini buyurdu. Geceleyin kızlarla birlikte deveyi a iyetle yiyip
şarap içtiler. Kays kendisini bineğ inden yoksun bıraktığ ı için alınmış gibi yaparak kızın
devesine çıkmayı ve mahfede onunla sevişmeyi başardı. Sonra da oturup şiirini yazdı olan
bitenlerin.
Diyordu ki, “Ah! Nasıl anmam Dâ ret-i Cü lcü l’ü , sevgilimle baş başa geçirdiğ im o mutlu gü nleri,
kızların subaşında gü lü p oynaşmalarını.” Devesinden de sö z ediyordu elbet, zavallının top top
bü kü lmü ş yağ larını beyaz ve ham ipeğ e benzetiyor, kızların ateşte kızarmış etleri iştahla
yediklerini anlattıktan sonra Uneyze’ye mahfede nasıl iştahla sarıldığ ını da anlatıyor, sö zü
fazla dolaştırmadan, allayıp pullamadan, derin felsefe yapmaya da pek gerek duymadan, sö zü
–evet Tanrı kelamını değ il ö lü mlü ve gü nahkâ r insanın ağ zından çıkan ve can çıkmadan
çıkmayan o tehlikeli sö zü – dayı kızının “gö nü l avutan meyvelerini nasıl devşirdiğ ine”
getiriyordu. Nasıl mı devşirmişti o meyveleri? Geceleri nazar boncuklu çocukların, gebe
kadınların yanına giderek, yataklarına girip emzikteki çocuklarla meyveleri paylaşarak,
çocuklara genç annelerin yukarısını bırakıp aşağ ısıyla yetinerek “Ah o emzikli kadın!” diye iç
geçiriyordu, “çocuk ağ ladıkça gö vdesinin yarısıyla ona dö nü p meme verir, altındaki yarısı
benden ayrılmazdı.”
Ve bu dizeler Mısır ketenlerine altın har lerle işlenip Hazreti Ibrahim’in yaptığ ı Kâ be’nin
duvarına asılıyordu. Bir gece tatlı diliyle elde ettiğ i kadını çadırından çıkarıp nasıl kumların
ü zerine yatırdığ ını da anlatıyordu, ü zerlerini ö rten karanlığ ı da. Ulker yıldızı da tam o anda
çıkıp gö ğ ü n ortasında, sevgilisinin belinin tam ortasındaki değ erli taşlar gibi parlamasın mı!
Işte o zaman ne aşka doyuluyordu ne kadına. Dü nyaya da doymak olmuyordu vesselam. Yine
de yanlış anlaşılmak istemem. Kays’ın şiirlerinde gö nü l serü venleri yoktu yalnızca; dağ ları,
kumları, kurumuş dere yatakları, sıcağ ı ve ayazıyla, kayaları, sarp yamaçları ve mağ aralarıyla
bü tü n bir coğ rafya soluk alıp veriyordu onun dizelerinde. Har ler ağ ır aksak yü rü yen develer
gibi eğ rilip bü kü ldü kçe, “elif”ler “nun”lara girip çıktıkça, “mim”ler “vav”larla yuvarlanıp
“dal”lara kavuştukça bulutlar rü zgâ rda savruluyor, hiç beklenmedik bir anda indiren sağ anak
“ü zerinde devetü yü nden dokunmuş abasıyla bir kabile şe i” kadar heybetli duran Sebir
Dağ ı’nın tozunu toprağ ını ovaya yığ ıyor, fırtına geçtikten sonra her yanda “Yemenli çerçinin
satmak için yere serdiğ i renk renk kumaşlar gibi” çiçekler açıyordu. Bu çorak, bu aman
vermez ü lkede, bu sert iklimde açan bir çiçek miydi Imruü ’l-Kays yoksa ona bu payeyi, şehvet
yü zü nden ö ldü ğ ü , sonunda ateşten gö mleğ i giydiğ i için, ben mi veriyorum? Ilk başta da
söyledim, ateşten bir gömlektir sevda. Giyince teni yakar, acıtır, sonunda zehirleyip öldürür.
Babasının ö lü m haberi geldiğ inde Kays, Şam tara larında yine işretteydi. Yetim kalan her oğ ul
gibi kahroldu, ama renk vermedi. “Bugü n şaraba yarın yola devam!” diyerek babasının ö cü nü
almaya yemin etti. Esedoğ ullarından yü z tanesini kesip bir o kadarının da alınlarını çizmeden
Hucr'ü n ruhunun huzura kavuşmayacağ ını, babasının baykuş suretinde kabrinin başına
konup gelen geçenden su dilenmeye devam edeceğ ini biliyordu. Işte bu yü zden zırh giydi, kılıç
kuşandı, muallakasında övgüler düzdüğü “iri ve tüysüz, sırtı ebucehil karpuzu kırılan taş kadar
sert, ö n ayaklarını yü zer gibi kullanan, kurt gibi koşup tilki yavrusu gibi çifte atan” atına bindi,
dere tepe dü z giderek karlı dağ lar ile kum denizini aştıktan sonra Bekir ve Taglip kabilelerinin
yurduna vardı. Onlardan yardım istedi. Esedoğ ulları kendilerini bağ ışlatmak için Kays'ı asker
topladığ ı yerde gelip buldular, çadırına kadar giderek af dilediler. Fakat o başında siyah
sarıkla karşıladı babasının katillerini, onlara Hucr'ü n kanını yerde bırakmayacağ ını sö yledi.
Ve işret dü şkü nü bir şairden umulmayacak hışımla, atmaca gibi çö ktü ü zerlerine, çoğ unu
kılıçtan geçirdi, ö ldü remediklerini de esir alıp yardımını gö rdü ğ ü kabile şe lerine kö le yaptı.
Sonra yollara dü ştü yeniden, onun alın yazısı da bö yle konup gö çmek, bir kuyudan ö tekine, bir
kentten bir başka kente savrulup durmaktı işte. Ve sahrada avare dolaşırken şiir sö ylemek.
Ama dü şmanları boş durmadılar. Esedoğ ullarının ö cü nü almak için Kays’ın peşine dü ştü ler.
Bunun ü zerine Kays, her nasılsa, nereden aklına estiyse, Bizans Imparatoru Justinianos’tan,
evet yanlış okumadınız, Konstantinopolis’in hakimi, bü tü n zamanların en bü yü k basileusu,
Kayser Justinianos’tan yardım istemeye karar verdi.
Onun Arabistan çö llerinden kalkıp Istanbul’a gelene kadar başından neler geçtiğ ini, nerelerde
konakladığ ını bilmiyoruz. Oyleyse bir sabah vakti, yedi tepeli kentin surları ö nü nde
gö rü ndü ğ ü nü , Umandaki gemiler ile saraylara, mermer sü tunlar ile manastırlara, o gü ne dek
hiç gö rmediğ i, hayal bile etmediğ i erguvan renkli denize, Boğ az’ın girişindeki fenere,
Uskü dar'ın kırmızı kiremitli bazilikaları ile Ayasofya'nın gö kyü zü ne asılmış gibi duran dev
kubbesine şaşkınlık ve hayranlıkla bakakaldığ ını tahmin edebiliriz. Hatta hayal gü cü mü zü
biraz zorlayıp, Kays’ın aslında dü şmanlarından kaçmak için değ il, yardım istemek için de
değ il, Justinianos'un karısı Teodora’nın ü nü nü duyduğ undan Istanbul'a geldiğ ini
varsayabiliriz. Ne de olsa şairdi ve damarlarında Bedevi kanı dolaşıyordu. Tanrı vergisi şehvet
ona şahdamarından daha yakındı.
Arabistan çö llerinde gezerken duymuştu Teodora’nın ü nü nü . Justinianos’un yanından
ayırmadığ ı, her konuda gö rü şü ne başvurduğ u, belli ki kö rkü tü k sevdalandığ ı imparatoriçenin
bir zamanlar Bizans’ın en hayasız fahişelerinden biri olduğ unu biliyordu. Beyaz tenli, ateşli,
zeytin yeşili gö zlerinde şehvete davetin parıltısı yanıp sö nerken hayal ediyordu onu.
Teodora’nın henü z bir erkekle yatamayacak kadar kü çü k yaştayken bile, oğ lanların Bizans
genelevlerinde yaptıkları gibi ters ilişkiye girmekten çekinmediğ i, olgunlaştıktan sonraysa
her tü rlü hazzı vermeye ve almaya hazır bir kadın olduğ u, kimi zaman cinsel gü çlerinin
doruğ undaki sayısız delikanlıyla sevişip posalarını çıkardıktan sonra onların hizmetkâ rlarıyla
da çiftleştiğ i, bir tü rlü doymak bilmediğ i rivayeti, belki de kara çalmadan başka bir amaç
taşımayan bü tü n bu iftiralar Arabistan’a kadar yayılmıştı. Kabile şe lerinin çoğ u, Imruü ’l-Kays
da dahil, Teodora hakkında anlatılanlara inanıyor olmalıydılar. Imparatoriçenin gençliğ inde
doğ anın bedenine bağ ışladığ ı ü ç delikle yetinmeyerek gö ğ ü s uçlarının da aynı işlevi
gö rmeyişinden yakındığ ı, herkes gibi Kays’ın da bildiğ i, ama bir de yerinde gö rü p bizzat
denetlemek istediğ i bir gerçekti. Işte bu amaçla çıkmıştı yola, Teodora'yla tanışabilmek için
her şeyi, Suriye çö llerinde kaplanlara, Anadolu bozkırlarında kartallara yem olmayı bile gö ze
almıştı. Ya da Akdeniz'in dibini boylamayı, Adalar Denizi’nde fırtınayla, Marmara’da
korsanlarla boğuşmayı, evet bir uçkur uğruna bütün bunları ve daha nicelerini göze almıştı.
Kostantiniye’nin kapılarına vardığ ında Teodora’yı hâ lâ , gençliğ inde yaptığ ı gibi, çırılçıplak
sırtü stü yatıp bacaklarını açmış, kö lelerin mahrem yerine serptikleri arpa tanelerini aç
kazlara gagalatırken hayal ediyordu. Oysa çok şey değ işmişti o zamandan bu yana. Teodora
kendisi gibi “Maviler” taraftarı olan Justinianos’la karşılaştığ ında otuz beşindeydi. Gö rmü ş
geçirmiş bir kadındı; yaşadığ ı dü şkü n hayattan sonra devletin ileri gelen memurlarından
birinin metresi olarak Kuzey Afrika’ya gitmiş, Istanbul’a dö nmeden, daha doğ rusu
gö nderilmeden ö nce Iskenderiye'de yalnızca keşişlerle değ il, Kilise’nin başpiskoposuyla da
dü şü p kalkmıştı. Kays, kayserin bö yle bir kadını beğ enip onunla ilişki kurmasına, karısı
Lupicina’nın ö lü mü nden sonra da evlenip onu imparatoriçe yapmasına, doğ rusu hiç
şaşırmıyordu. Basileusların gü çlü kadınlardan hoşlandıklarını, devlet işlerini yü rü tü rken
genellikle onların etkisinde kaldıklarını, hatta eşlerine yalnızca iktidarı değ il narin bedenlerini
de teslim ettiklerini biliyordu. Onun Bedevi kafasının asıl almadığ ı, bir ayı oynatıcısı ile bir
sirk akrobatının kızı Teodora'nın nasıl olup da devletin en yü ce makamına gelebildiğ iydi.
Onun tanıdığ ı, bir deve mahfesinde ya da palmiyelerin altında sıkıştırıp kokladığ ı, geceleyin
çadırlarından çıkarıp kuma yatırdığ ı kadınlar hâ şâ , sü mme hâ şâ bunu beceremezlerdi.
Mutlaka bir şeytan tü yü olmalıydı Teodora’da. Kendisinin nasıl bir cini varsa, şarap içip kafayı
bulduktan, ateşin karşısında gevşeyip sızdıktan sonra cini nasıl aşka gelip ona gü zel sö zler
sö yletiyorsa, Teodora'nın bedenindeki cin de imparatoriçenin bedenini hazdan kıvrandırıyor,
şehvet duygularını kabartıp ona henü z tadılmamış zevklerin kapısını aralıyordu. Kays da, ne
yapıp etmeli, bu kapıdan içeriye girmeliydi.
Justinianos’un huzuruna çıkmadan ö nce nefsinin bü tü n kapılarını zorladı Kays, ama hiçbiri
açılmadı. O serkeş ve avare şair gitmiş, yerine her gü n yeni şeyler gö rmekten, dü nyayı
keşfetmekten hoşlanan meraklı bir gezgin gelmişti. Işte bu merakla dolaştı Kostantiniye’yi,
kent de ona kapılarını açtı, ama ü ç sıra dikilen yü ksek surların ardındaki sırlarını, sarayın
erguvan rengi odalarında işlenen cinayetlerin, atlas yorganların altında olan bitenlerin, en
değ erli takılarıyla gö z kamaştıran Bizanslı kadınların sırrını açmadı. Kays, yine de tanımadığ ı
bir kadın gö vdesini keşfeder gibi heyecanla, istekle, o gü ne dek hiç tatmadığ ı bir hazzın
sarhoşluğ uyla dolaştı sokaklarda. Saraylar, kızıl somaki sü tunlar, doğ udan batıya uzayıp giden
geniş caddenin iki yanına dizili heykellerin gölgesinde uyuklayanlar gördü.
Al, yeşil, mavi, beyaz giysileri içinde Hipodrom’a doğ ru akıyordu kalabalık. Aralarına karıştı.
Araba yarışlarını, ahalinin galeyanını, karşılıklı çekilen hançerleri, yerde can çekişenleri gördü.
Çö lü n şiddetinden daha farklı, sanki daha uygardı kentteki vahşet, ama insanlar burada da
dalaşıyor, Hipodrom’da fır dö nen arabaların kaldırdığ ı toz duman içinde bağ rışıp çağ rışıyor,
kan istiyorlardı. Oysa Kays kan gö rmek istemiyordu artık, bir an ö nce huzura çıkıp
Justinianos’la tanışmak, sonra da imparatoriçe için yazdığ ı kasideleri okuyarak, Bizanslı
kadınların çoğu gibi küçük ve atak olduğunu duyduğu Teodora’yı baştan çıkarmak istiyordu.
Hipodrom’da bir kez uzaktan gö rdü imparatoru, yanına gitmek istediyse de muhafızlar
bırakmadılar. O da yerine dö nü p ayı oynatıcılar ile akrobatların gö sterilerini, araba
sü rü cü lerinin kırbacıyla koşturan atları izlemeye devam etti. Hayvanlardan ö ç alırcasına
indiriyorlardı kırbacı, amaç yarışı kazanmak değ il imparatorun gö zü ne girmek, belki bir
mevki kapmaktı. Bu kadar hız, bö ylesine hırs alışmadığ ı bir şeydi Kays’ın. O bir kuyudan bir
başka kuyuya, bir vahadan ö tekine savrulur, kervanlardan arta kalan izlerin peşinde
dolaşırken, hatta bir an ö nce yar koynunda uyuyabilmek için kum tepelerini aşarken bile
kırbaçlamazdı atını. Tam tersine ona ö vgü ler dü zer, her daim hoş tutup gö nlü nü alırdı. Atı için
yazdığ ı dizeleri hipodromda araba sü renler, kırbaç vurup kan fışkırtanlar duysa ne derlerdi
acaba. Atı en yakın dostuydu, sanki gö vdesinin uzantısı, ayrılmaz parçasıydı. Etle tırnak
nasılsa ö yle. Vahşi hayvanları kaçarlarken oldukları yere mıhlar, ö nlerinde heybetle
şahlanırdı; bö ğ rü geyik bö ğ rü gibi alımlı, sel kadar tezdi. Kays yalnızca doru donuna hayran
değ ildi atının, bir kaya kadar sert ve dü z sırtına, rü zgâ rda uçuşan yelelerine, hatta kazan gibi
kaynayan karnının fokurtusuna bile sevdalıydı. Diyeceğ im, at ve avrattan başka gailesi yoktu
hayatta ve Kostantiniye denilen görkemli kentte, her ikisinden de uzaktı.
Huzura çıkmayı beklerken hamamlarını da dolaştı kentin, çö lde geçen susuz gecelerden,
cehennem sıcağ ında ü stü ne yapışan kirli giysilerden ö ç alırcasına çeşmelerden mermer
kurnalara dolan sıcak suyla yunup arındı, yorgun ve yaralı gö vdesine tas tas dö kü ndü .
Buharda silikleşen, dalgalanan, eriyecekmiş gibi eğ rilip bü kü len mozaiklerde av sahnelerini,
su perilerinin satirlerle çiftleşmelerini seyretti. Bir mozaikte, hamam arkadaşlarından şarap
tanrısı olduğ unu ö ğ rendiğ i Dionisos her zamanki gibi sarhoştu. Ancak yakın dostu bir satirin,
ormanda peri kovalamaktan yorgun dü şmü ş yarı keçi yan insan bir satirin yardımıyla ayakta
durabiliyordu. Tanrı’nın sağ elinde tuttuğ u kupadan dö kü len şarabı bir panter yavrusu
yalıyordu. Eros gö lgeye sere serpe uzanmış uyuyordu. Çıplaktı ve uykusunda bile çapkındı.
Mavi giysili genç kız Eros’un oklarını çalmak ü zere sessizce ona doğ ru yaklaşıyordu. Oklar
atıldığ ında, yani genç kız kıvırcık saçlı gü zel adama abayı yaktığ ında ten hazdan kıvranacak,
aşk tü m gü zelliğ i ve gerçekliğ iyle yaşanacaktı. Bu benzersiz anları, insanın her şeyi unuttuğ u,
bir kadının sıcaklığ ında eriyip gittiğ i, kaybolduğ u anları ö zlü yordu Kays. Hamamda gevşeyip
çö zü lü rken çıplak gö vdesinde zekeri, evet yalnızca o, sertleşip dikiliyordu. Teodora’yla
yaşayacağ ı aşk gecesini hayal ediyor, huzura bir an ö nce çıkmak istiyor, ama girişimleri bir
tü rlü sonuç vermiyordu. Kimsenin umurunda değ ildi soyu sopu, kaside dü zmedeki hü neri ya
da ne bileyim, babasının dü şmanlarını bir vuruşta yere sermesi. Burada sarayın kapıları,
Bedevi çadırından farklıydı biraz. Kadınlar da ö yle, istediğ in an kolundan tutup kumların
ü zerine yatıramıyordun. Kays, tü m kapılar ü zerine kapandıkça, fahişeler de dahil Bizans'ın
tü m kadınlarından yü z bulamayınca kahroluyor, soylu bir prens olduğ unu unutup teselliyi
kendi kendini tatminde arıyordu. Bir zamanlar kılıç tutan, kö rpe kızların memelerini okşayan,
sonra da o hızla kasideler yazan eli, o kahrolasıca, doymak bilmeyen erkekliğ ini tutuyordu
artık. Sanki zaman geçmiş, gü n dö nmü ştü . Burada, somaki sü tunlar ile dikili taşların, su
kemerleri ile sarnıçların, manastırlar ile dev kubbeli kiliselerin kentinde kavruk bir Arap'tı o
kadar, kızların ve kısrakların sevgilisi, şair-i muazzam İmruü’l Kays değil.
Hamamın bir kö şesinde, pek kimsenin rağ bet etmediğ i kuytu bir kurnanın duvarındaki
mozaik levhada gö rdü ğ ü kambur aklından çıkmıyordu. Tuhaf bir biçimde kendine
benzetiyordu kamburu, alnını örten kirpi saçları, uzun burnu, kara, kapkara gözleriyle.
Kendi gö zleri gibi kamburun gö zleri de biraz dalgın, hü zü nlü ydü . Rü yasında gö rü p, aşk
badesini elinden içtikten sonra sevdalandığ ı, uğ runa yurdunu terk eyleyip yollara dü ştü ğ ü
yavuklusunu ö zlü yormuş gibi. Kurnanın duvarındaki mozaikten bakan kambur aynı zamanda
cü ceydi, dikleşen erkeklik organıyla hayaları da, gö vdesine gö re oldukça bü yü ktü . Elinde çatal
uçlu bir sopa tutuyordu, ayaklarıysa beyaz zeminin ü zerinde kuş kadar ha ifti. Yü rü mü yor,
uçuyordu sanki. Mutlu gö rü nü yordu. Hatta sonsuz bir sevinç, taşkın bir heyecan içinde olduğ u
bile sö ylenebilirdi. Belki de, sağ omzunu boydan boya ö rten kamburu değ il de, çocuğ u
olamayacağ ına, bir insana hayat veremeyeceğ ine gö re yalnızca zevk aracı olarak kullandığ ı
erkekliğ ini ö nemsediğ inden, onu şu ö lü mlü dü nyada tek varlık nedeni saydığ ından bö ylesine
uçarı, bu denli kayıtsız bir hali vardı.
Kays hamamda tanıştığ ı, uzun uzun sohbet ettiğ i bir saray gö revlisinden bu mozaiğ i yapan
ustanın nazar değ mesin, kemgö zü sahibine geri çevirsin diye kamburu bö yle kusursuz
çizdiğ ini, onu bakıra çalan mozaik parçalarıyla ö zene bezene sü slediğ ini ö ğ renmişti. Levhanın
ü zerinde siyah har lerle “KAI CY” yazıyordu. Bu sö zcü klerin anlamını sorduğ unda gö revli
“SIZE DE” demişti. Hemen anlamıştı Kays, kendi ü lkesinde de buna benzer muskalar, bü yü ler
vardı çü nkü . Kadınlar boyunlarına, erkekler çadırların girişine, hatta Kâ be’deki putların,
Lat’ın, Uzza’nın, Manat’ın boyunlarına asarlardı. Kö tü lü ğ ü mü istiyorsan al benden de o kadar!
Amacın iyilikse benim de ö yle. Kamburun, ucu bir hançer gibi kıvrılan erkeklik organıyla bö yle
sağa doğru hamle yapar gibi duruşunda bir hikmet vardı. Tabii ki anlayana. Kambur olduğuma
bakma, der gibiydi, kalafatım yerli yerinde, kocaman hayalarım taş gibi ya sen ona bak!
Ustelik yalnızca zevk için, haz alıp haz vermek için taşıyorum onları, sırtımda kamburumu
taşıdığ ım gibi. Kays, ne tuhaf, hamama her gelişinde, kamburu her gö rü şü nde, onun yerinde
olmak için karşı konulmaz bir istek duymaya başlamıştı. Kendi kamburunu taşıyamıyordu
artık, bu zengin, bu ü ç yanı suyla çevrili kendi hü snü ne hayran kentte, kendini beğ enmişlerin,
ordu kumandanları ile ulu rahiplerin, her gece dü şlerine giren imparatoriçe ile kılıbık kocası
Justinianos’un kentinde serseri gibi dolaşmaktan, bir ucube gibi karşılanmaktan, dilenci
yerine konulmaktan bıkmış usanmıştı.
Sonunda Teodora için yazdığ ı mü stehcen kasideleri sağ da solda yü ksek sesle okumaya
başladı. Hatta bir keresinde mermer sü tunlardan birinin ü zerine çıkıp Ayasofya’da vaaz veren
papaz gibi kıyamet gü nü nü n yaklaştığ ını, çü nkü kentte bina ve zinanın çoğ aldığ ını,
imparatoriçenin bizzat kendisinin zina yapmaktan başka işe vakit bulamadığ ını haykırdı.
Hamamda da boş durmuyor, yanına kim gelirse, Teodora’yla nasıl seviştiğ ini, onu nasıl evire
çevire dü mdü z ettiğ ini, Hipodrom’daki ü ç yılanlı sü tun gibi altında kıvır kıvır kıvrandırdığ ını
ballandıra ballandıra anlatıyordu.
Eski kaynaklar, uykusuzluk illetinden mustarip imparatorun, geceleyin sarayda gidip gelirken
kafasının da imparatorluğ un sınırlarını bir uçtan bir uca dolaştığ ı sö ylenen Justinianos’un
sonunda Kays’ı kabul ettiğ ini, yanına asker verip ü lkesine yolladığ ını yazıyor. Ama ben
koskoca basileusun bir Arap şairine, hunharca ö ldü rdü ğ ü insanlar kadar bile değ er
vermesinin mü mkü n olmadığ ını bildiğ im için, Kays'ın saray kapısından dö ndü ğ ü nü tahmin
edebiliyorum. Ankara yolunda gü neş batarken, bozkırda bir kervansarayda konakladığ ını da.
Imparatorun ardından yolladığ ı ulak orada, avluda tek başına oturmuş kara kara dü şü nü rken
buldu Kays’ı. Hediyesini kendi elleriyle giydirdi. Allı yeşilli, ipekten bir gö mlekti bu. Imparator
onu kabul edemediğ ini ne var ki kendisinin bu alçakgö nü llü hediyeyi kabul etmesini rica
ediyordu. Kays hediyeyi aldı, hemen giymedi. Ankara Kalesi’ne vardıklarında tekfurun kızını
baştan çıkartırım ü midiyle giydiğ indeyse artık çok geçti. Sıcakta terleyince zehir etkisini
gö sterdi, derisi parça parça yü zü lmeye başladı Kays’ın. Hallac-ı Mansur gibi “Ene’l Hak” dediğ i
için yüzmediler derisini, o çok sevdiği, giderek tanrılaştırdığı kendi zekerinin kurbanı oldu.
Fil yılında

Fil yılında neler oldu bir bilseniz! Balık kavağ a çıkmadı, hayır. Irmaklar da kaynaklarına doğ ru
akmadı. Irmak dediysem sö zgelimi elbet, dö rt yanı çö llerle kaplı bu yarımadada ırmak mı
olur? Olsa olsa, kıyıdan içerilere doğ ru kat kat yü kselen dağ lardan kar suları akar aşağ ıya,
vadiler boyunca dere, bilemedin çay olur denize kavuşmadan ö nce. Her neyse, dere ya da çay
fark etmez, konumuz o değ il. Diyeceğ im, dağ ların, dalgaların, rü zgâ rın olduğ u gibi onların da
dü zeni bozulmadı. Ama neler neler oldu il yılında bir bilseniz. Balık kavağ a çıkmadı, dedik,
doğ ru. Zaten ne balık vardı Arabistan’da ne kavak. Yoksa o yıl, ö yle bir yıldı ki, balık bile,
Kureyş’in simgesi kö pekbalığ ı başta olmak ü zere ummanın tü m balıkları, hatta balina, evet
balina bile çıkabilirdi kavağ a. Yine de biz sö zü fazla uzatmadan sadede gelelim. Ya da saadete
gelelim, “Bahtiyar Arabistan” denilen ülkede o yıl olan bitenlere.
Fil yılında hayat hızlandı birden, peş peşe gelen olaylarla devran değ işti. Hiçbir şey olmaz
burada, bu yakıcı gü neş ile bu yıkıcı insanların arasında, bu dağ lar bu kumlar hep bö yle
yerinde durur, bu kabileler birbirini vurur da başka iş gö rmezler derken, belki balık kavağ a
çıkmadı, ama Yemen'i ele geçiren Habeşlerden bir ordu Mekke’yi fethe çıktı, hem de kocaman
bir ilin komutasında. Gerçi ordunun başında Ebrehe nam, gö zü pek bir hü kü mdar vardı, yine
de fil önden gidiyor, komutan ve askerler arkadan geliyorlardı.
Ebrehe'nin ufak tefek de olsa dayanıklı bir bedeni, kıvrak zekâ sı, mü thiş bir ö ngö rü sü vardı,
ama burnu yoktu. Teke tek giriştiğ i kavgada kendisinden çok daha gü çlü ve ü stü n olan Aryat’ı
hileyle ö ldü rmeden ö nce rakibi bir mızrak darbesiyle koparmıştı burnunu. Bu nedenle
çirkinliğ i dillere destandı, ancak zekâ sı ve inancı sayesinde Sana tahtında oturabiliyordu. Bir
de, Habeşistan’da hü kü m sü ren muhteşem melik Necaşi’ye olan sadakati sayesinde. Evet,
burnu yoktu ama Isa Peygambere, Ruhü ’l Kudü s’e, Meryem’in bakireliğ ine ve meleklere inancı
tamdı. Bu yü zden hiç de iyi gö zle bakmıyordu Kâ be’ye, Arapların kendisi gibi Hıristiyanlığ ı
benimseyeceklerine içinde putlar barındıran bir tapınağ a secde etmelerine, her yıl hac
mevsiminde onun çevresinde dö nü p durmalarına içerliyordu. Kâ be sayesinde palazlanan,
kervan yolları ile ilahları denetim altında tutan Kureyş kabilesi ile yandaşlarını kendi ü lkesine
çekmek istedi. Bu amaçla bir kilise yaptırmaya karar verdi. Arabistan’ın dö rt bir yanından
gelen işçiler ve ustalar, binlerce kö leyle birlikte işe koyuldular. Saba Melikesi’nin yıkılmış
sarayından arta kalan taşlan teker teker taşıyıp ü st ü ste yığ arak, Bizans kayserinin gö nderdiğ i
mermer ve rengâ renk mozaiklerle duvarları kaplayarak, içeriye devasa haçlar, sü tunlar,
çarmıhtaki Isa ve havarilerinin heykellerini koyarak o gü ne dek yö rede gö rü lmemiş, bir
benzerinin ancak Kostantiniye derler o uzak, lacivert denizin kıyısındaki kahpe kentte
bulunduğ u gö rkemli bir tapınak vü cuda getirdiler. Tapınağ ın çekimine kapılmamak elde
değ ildi, ama Araplar Kâ be ve putlarına ö ylesine bağ lıydılar ki, Ebrehe’nin kilisesine rağ bet
etmediler. Hatta içlerinden biri ü şenmeden devesine atlayarak Sana’ya dek gitti, bir gece
kimse görmeden kiliseye girip çarmıhtaki İsa’nın ayakları dibine pisledi.
Savaş kaçınılmazdı artık, Ebrehe ve ordusu, ö nlerine ili katıp yola koyuldular. Omü rlerinde il
gö rmemiş Arapların bizzat muhteşem Necaşi'nin gö nderdiğ i Mahmud adlı ille karşılaşınca
neye uğ radıklarını şaşırıp çil yavrusu gibi dağ ılacaklarını sanıyorlardı. Mahmud da, buzul
çağ ından kalma atalarını aratmayacak ö lçü de heybetliydi doğ rusu. Iki devasa boynuz gibi
havaya kalkan sivri dişleri, yerde ne varsa hü pleyip ağ zına gö tü ren hortumu ve yü rü dü kçe
sallanan kocaman gö vdesiyle yalnızca hayvanlar â leminin değ il Ademoğ ullarının da
hükümdarıymış gibi etrafına dehşet saçıyordu.
Mekke ö nü ne geldiklerinde, ana rahmine yeni dü şen Muhammed’in dedesi ve Kureyş’in reisi
Abdulmuttalib’in otlakta yayılan develerini gö rdü ler. Oylesine çok, o kadar kendi haline
bırakılmış gibiydi ki, hemen el koydular. Abdulmuttalib malını geri isteyince Ebrehe ona şö yle
karşılık verdi:
– Ulkeni talan etmeye, Kâ be’yi başına yıkmaya gelmiş olmam umurunda bile değ il. Sen hâ lâ
develerinin derdindesin.
– Onların sahibi benim, dedi Abdulmuttalib. Sen bana sahip olduğ um şeyi geri ver, ö tesine
karışma. Kâbe’nin de elbet bir sahibi vardır.
Bunun ü zerine deve sü rü sü nü sahibine geri verdi Ebrehe ve ordusuna Kâ be’nin ü zerine
yü rü mesini emretti. Mahmud’u gö ren Mekke ahalisi korkularından evlerini terk edip,
aralarına Abdulmuttalib ve develerini de katarak, dağ lara çekildiler. Ne var ki il, bakıcısının
gü zel sö zlerine, tehditlerine, hatta kızgın demir çubuklarla bö ğ rü nü deşmesine rağ men
yerinden bile kıpırdamadı. Her biri yelken bü yü klü ğ ü ndeki kulaklarını oynatmakla yetindi
sadece. Sonra da hortumunu kıvırıp yeri gö ğ ü sarsarak arka ayaklarının ü zerine çö ktü , uykuya
daldı. Uyandığ ında başka tarafa yö nlendirdiler. Kalkıp koşmaya başladı bu kez de, ama
Kâ be’ye doğ ru değ il. Hayvanın ü zerinde her tü rlü kışkırtmayı, işkenceyi denediler, ne var ki
bir türlü Kâbe’ye saldırtamadılar.
Derken gö kyü zü karardı birden, rü zgâ r çıktı. Ve nereden geldiğ i belli olmayan bir kuş sü rü sü
belirdi dağ ların ü zerinde. Kuşlar gagalarında taşıdıkları nohut bü yü klü ğ ü ndeki taşlarla
Ebrehe’nin ordusuna hü cum ettiler. O kadarcık taştan ne olur ki demeyin, bir anda cehenneme
dö ndü ortalık. Isabet alanların derileri pul pul dö kü lü yor, inleyerek can veriyorlardı. Kuşlar
çığ lık çığ lığ a çö kü yorlardı ü zerlerine, gagalarından dü şen taşlar ne miğ fer dinliyordu ne
kalkan. Zırhları delip geçtikçe parça parça oluyordu gö vdeler, kol ve bacaklar lime lime
dö kü lü yor, eriyip toprağ a karışıyorlardı. Kuşlar ve taşlar kü çü ktü , ama yol açtıkları hasar
bü yü ktü . Ebrehe de aralarında, sağ kalanlar selameti kaçmakta buldular. Ne var ki Allah’ın
gazabından kurtulamadı hiçbiri, ü lkelerine varamadan yolda telef oldular. Kuran’daki “Fil
Suresi”, adı ü stü nde, bu bozgunu anlatmak için indirilmiştir. Mekke’de nazil olan hepi topu
beş kısa ayetten ibarettir:
Ey Muhammed! Kâ be’yi yıkmaya gelen il sahiplerine Rabbinin ne ettiğ ini gö rmedin
mi? Onların dü zenlerini boşa çıkarmadı mı? Onların ü zerine, sert taşlar atan sü rü lerle
kuşlar gönderdi. Sonunda onları yenilmiş ekin gibi yaptı.
Ebabil kuşlarının ö ykü sü nü bü yü kannen anlatmıştı sana. Yazdı, hava çok sıcak, radyolu
odanın tü m pencereleri açıktı. Sedirin ü zerinde tek başınaydın, bü yü kannense yere serili
pö stekiye bağ daş kurup oturmuş, Kuran cü zü nü ö nü ne koymuştu. Kitap orada, kü çü k rahlenin
ü zerinde kapalı duruyordu. Yaşlı kadın iki yana sallanarak bir şeyler mırıldanıyordu içinden,
başka bir dü nyadaymış gibi dalgın ve dü şü nceliydi. Derken bir kırlangıç sü rü sü geçti
pencereden, dağ ın yamaçlarına doğ ru gö zden kayboldu. Sü rü yü başka bir sü rü izledi, giderek
çoğ aldı kuşlar, gü n siyaha kesti. Çığ lık çığ lığ a geçiyorlardı pencereden, dutun dallarına, oradan
kavaklara konuyor, havada birkaç tur attıktan sonra pervazlara tü nü yorlardı. Içeriye
girmelerinden korkmuştun, girip odayı altü st etmelerinden, sedirin, sandalyelerin altına,
dedenin kitap dolaplarına gizlenmelerinden. Bü yü kannen olan bitenin farkında değ ildi; kendi
dü nyasında, mırıldandığ ı duanın etkisindeydi. Sen pencereleri kapatınca çevirdi başını,
kuşların iyiye alamet olduğ unu, onları Allah’ın gö nderdiğ ini sö yledi. Hep gü zel haber getirirdi
kuşlar, cennette hurilerin, gılmanların başına konar, Tuba ağ acının dallarında şakırlardı. Ve
hiç yalan sö ylemezlerdi. Çocukların yaptığ ı yaramazlıkları bir Allah bilirdi bir de kuşlar. Gelip
annelerine haber verirlerdi. Bü yü kannenin yatıştırıcı sö zleriyle dışarıda patlayan kırlangıç
fırtınası diner gibi olmuştu. Kuşlardan değ il yaptığ ın yaramazlıkları bü yü kannene haber
vermelerinden korkuyordun artık. Terliyken soğ uk su içmiş, karıncalara eziyet etmiştin.
Yasak olduğ u halde gö çmen çocuklarıyla çelik çomak oynamış, misket tokuşturmuştun
sokakta. Şimdi kuşlar gelip her şeyi, bü tü n bu yaptıklarını anlatacaklardı bü yü kannene. O da
akşam dedene sö yleyecekti. “Peki, ama” demiştin, “hep iyilik mi yapar kuşlar, hiç mi
kötülükleri yoktur?” İşte o zaman ebabil kuşlarının öyküsünü anlatmıştı büyükannen, sonra da
Kuran’ı açıp okumaya başlamıştı.
Keşke şimdi de okusa, açık pencerenin ö nü nden geçen kırlangıçlar gibi kapkara uçuşmaya
başlasa sö zcü kler, yaşlı kadının kısık sesi o yaz ikindisinde bir dua, bir ayet fısıldar gibi
Ebrehe ve ordusunun korkunç akıbetini fısıldasa kulağ ına: “Elem tere keyfe feale rabbü ke
biashabil- ili!” O zaman bü yü kannenin ağ zından duyduğ un yabancı seslerin “Fil Suresi”
olduğ unu bilmiyordun elbet, ama “ il” sö zcü ğ ü , kulağ ına aşina bu tek sö zcü k, kırlangıç
çığ lıklarına benzeyen Arapça sö zcü klerin arasından sıyrılıvermişti. Bir hoş, anlamını
çö zdü ğ ü n seslerle sarhoş olmuştun. O zaman işte bö yle kolayca kapılıp giderdin bir sö zcü ğ ü n
bü yü sü ne, anlamasan da huşu içinde dinlerdin. Anlayınca, Allah kelamını anadilinde duyunca,
tanıdık bir sevinç kaplardı içini. Tanrı bir tek seninle konuşuyor, sırrını yalnızca sana açıyor
sanırdın. Fil, neye benzediğ ini pek bilmesen de, hem kutsal hem anlamını çö zdü ğ ü n bir
sözcüktü artık.
Once ili mi hayal etmiştin yoksa ebabil kuşlarını mı, şimdi pek iyi anımsamıyorsun.
Anımsadığ ın tek şey babanın bir yolculuk dö nü şü hediye ettiğ i Hayvanlar Alemi’nin parlak
kapağ ı. Yere dek sarkan hortumu ve dev cü ssesiyle bir il vardı o kapakta, içindeyse hiçbirini
gerçekten gö rmediğ in yırtıcı hayvanlar. Kentin hayvanat bahçesindeki o yaşlı kurttan başka
yırtıcı hayvan gö rmemiştin, uysal ayı ile kokarcayı saymazsak. Sahi yiyecek verdiğ in birkaç
şaklaban maymun da vardı ve kafeste uyuklayan tavşanlar. Sonra, nedense kokarcadan da pis
kokan o uyuz tilki. Ama il yoktu, ne il ne ebabil kuşları, Hayvanlar Alemi’ni okuyup bitirdikten
sonra açık hava sinemalarında gö receğ in Tarzan ilmlerinde de illerle tanışacaktın, ama
ebabil kuşları Kuran’ın sayfalarında kalacaktı. Şimdi, bü yü kannenin parmaklarıyla
çevrilmekten eprimiş, yer yer sararmış o sayfaları açıp “Fil Suresini okusan ebabil kuşları yine
gelir mi pencerene? Yaptığ ın yaramazlıkları anlatırlar mı bü yü kannene? Yoksa gerçekte
olmayan o kuşlar kutsal kitabın kargacık burgacık har leriydi de, sen mi hayalinde
kırlangıçlara benzetmiştin onları? Ya Kuran’ı açar açmaz, içinden çıkıp doldururlarsa odayı.
Kanat seslerini duyar gibisin. Gaipten haber vermiyorlar hayır, o yaz ikindisini, bü yü kannenin
fısıldadığ ı, artık geri gelmesi mü mkü n olmayan duaları da taşımıyorlar kanatlarında.
Gagalarında yalnızca kilden taşlar yok, sırrını sana hâlâ açmayan sözcükler de var.
* * *
Fil yılında olan bitenler Mahmud’un başını çektiğ i Habeş ordusunun bozgunundan ibaret
değ ildi elbet. O yıl, ağ ustos sıcağ ından sonra karanlık çö kü p ortalık biraz serinleyince, gü n
doğ umuna doğ ru henü z tanyeri ağ armadan, Kureyş kabilesinin Haşimi boyundan
Abdulmuttalib’in on oğ lundan en kü çü ğ ü olan Abdullah ile Zü hre kabilesinden Vehb bin
Abdü lmenat’ın kızı Amine’den son peygamber, milyonlarca Mü slü man’ın sevgilisi, adını, daha
doğ rusu sayısız adlarını her anışta “Sallallahu Aleyhi ve Sellem” diyerek ona olan bağ lılıklarını
dile getirdikleri Muhammed Mustafa Ahmed el Mahi doğ du. Ne var ki babası Abdullah oğ lunu
gö remedi. Karısı hamileyken Suriye’ye giden bir kervanın sorumluluğ unu yü klenmiş, dö nü şte
hastalanarak Yesrib'de Hakk’ın rahmetine kavuşmuştu. Aslında çocukken kavuşacaktı bu
rahmete, babası onu Allah’a kurban etmeye kalkışmıştı çü nkü , tıpkı Hazreti Ibrahim gibi,
Allah’ın ona geç yaşta bağ ışladığ ı on oğ lundan en kü çü ğ ü nü Kâ be’de, Hubel’in kırmızı akikten
putunun ayakları dibinde boğazlamaya hazırdı.
Neyse ki, bu kez Allah bir koç gö ndereceğ ine çocuğ un annesi Fatma’yı soktu devreye.
Abdulmuttalib'in sayısını değ il benim, eski kaynakları taramış hatırı sayılır Islam â limlerinin
bile bilmediğ i karıları arasında Fatma en cerbezeli olanıydı. Beş kız ü ç erkek çocuk vermişti
kocasına, ü stelik Manzum kabilesindendi, yani bir Kureyşliydi. Yavrusunu kurtarmak için fal
çekilmesini ö nerdi. On oğ ulun on ayrı işaretini taşıyan okları dizdiler. Fal her defasında
Abdullah'a çıktı. Kurtuluş yoktu kurban edilmekten, ille de kü çü k oğ ulun kanı akacaktı.
Anlaşılan en bü yü k ilah Allah onu istiyordu yanına. Çü nkü tü m masallarda ve efsanelerdeki
gibi en yakışıklı, en zeki, en gü zel huylu olan en kü çü k çocuktu. Ama annesi yılmadı, bu kez de
Hicaz’ın ü nlü falcılarından Yesribli bir kadına danışılmasını ö nerdi. Abdulmuttalib karısının
sö zlerine uyarak yola koyuldu, Yesrib’e gidip orada falcı kadını buldu. Kadın o gece rü yaya
yattı, ruhla buluşup konuştu, ertesi gü n kan bedelinin on deve olduğ unu, fal çekeceğ ini, eğ er
Abdullah’a çıkarsa on deve daha ekleyip yeniden çekeceğ ini, işin yü z deveye kadar
varabileceğ ini, sonunda fal yine Abdullah’a çıkarsa oğ lunu kurban etmekten başka çare
kalmayacağ ını sö yledi. Ve ö yle oldu, ancak onuncu çekişten sonra fal develerin aleyhine
dönünce Abdullah kurtuldu.
En çok bu kurban hikâ yeleriydi seni korkutan, gece el ayak ortalıktan çekilip herkes uykuya
daldıktan sonra yatağ ında rahat bırakmayan. Yavaşça kalkar, pencereden bahçeye bakardın.
Orada, boş damın içinden bir koçun melediğ ini duyar gibi olurdun. Derken ayda bir evinize de
uğ rayan bileyicinin sesi doldururdu karanlığ ı. “Bileyici! Bıçaklar satırlar baltalar bilerim.
Bileyiciii!” Dedenin damın bir kö şesine yığ dığ ı eski bıçakları bilerdi. Uç tekerlekli kü çü k bir
arabası, arabanın ü zerinde ayak hareketleriyle dö ndü rdü ğ ü yuvarlak biley taşı vardı. Bıçağ ı
değ dirince kıvılcımlar fışkırırdı taştan. Bü yü kannenin ö zenle hazırladıktan sonra Ibrahim
Efendi’nin fırınına gö nderdiğ i kara ekmeğ i, surranın kemiklerini, hatta dedenin koltuğ una bile
sığ mayan karpuzları bir vuruşta ikiye bö len bıçakları bilerdi. Işte o bıçaklardan en keskinini,
baban ö ldü ğ ü ne gö re deden bir vuruşta senin boynuna da çalacaktı koç olmasaydı. Allah’a
şü krederdin. Iyi ki kınalı bir koç vardı orada, ayakları ü zerine çö kmü ş yatan, kurban edileceğ i
gü nü sabırla bekleyen. Iyi ki Allah onu babalar çocuklarını kesmesin diye gö ndermişti
yeryüzüne.
Abdullah kurban edilmekten kurtuldu, ama az kalsın Mekkeli bir kadının cazibesinden
kurtulamayacaktı. Babası onun yerine yü z deveyi kestikten sonra oğ lunu evlendirmek istedi.
Araştırdı, ince eleyip sık dokudu, Kusay’ın kardeşi Zü hre’nin torunlarından Vehb’in kızı
Amine'de karar kıldı. Babası ö lmü ştü Amine’nin, amcası Vuheyb’in velayeti altındaydı.
Abdulmuttalib oğ luna Amine’yi isterken kendisine de Vuheyb’in kızı Hale’yi almayı uygun
gö rdü . Bö ylece baba oğ ul, karşılıklı gerdeğ e girmek ü zere, evlerinin yolunu tuttular. Tuttular,
ama yolda bir kadın çıktı karşılarına. Boylu boslu, endamlıydı. Saçlarına kına yakmış, gözlerine
sü rme çekmiş, omuzlarını ve sırtını açıkta bırakan bir elbise giymişti. Abdullah’ı yatağ ına
davet etti. Kabul ederse kan bedeli kadar deve vereceğ ini sö yledi. Genç damat geri çevirdi bu
ö neriyi. Yoluna devam edip ö nce evine sonra gerdeğ e girdi. Ertesi gü n aynı kadın yine yolunu
kesince dayanamayıp bu davranışının nedenini sordu. Kadın, dü n bakışlarında bir kıvılcım,
yü zü nde nur fark ettiğ ini, ama bugü n ne kıvılcımdan ne nurdan bir eser kaldığ ını, artık istese
de onu bir daha yatağ ına davet etmeyeceğ ini sö yledi O gece Abdullah'tan, ana rahmine dü şen
Muhammed’e geçmişti nur ve artık hep onda kalacak, onun yüzünde parıldayacaktı.
Muhammed Mustafa doğ duğ unda gö kyü zü nde bir yıldız kaydı. Sonra bir tane, bir tane daha
kaydı. Derken yıldız yağ muruyla aydınlandı çö l gecesi, dişi develerin memeleri sü tle doldu.
Ukâ z panayırında Araplara bir nebi gö nderildiğ ini haber veren Kuss bin Saide kızıl
devesinden inip Kâ be’nin yolunu tuttu. Hayber’de bir Yahudi kâ hin, yıldız yağ murunun
ardından peygamberliğ in kendi kavminden Mekke’de doğ ana geçeceğ ini anlayıp kahroldu.
Kureyşli hani lerden Varaka bin Nevfel, Osman Ibnü 'l-Huveyris, Ubeydullah bin Cahş ve Zeyd
bin Amr, bundan bö yle hak dinin yeni doğ anla geleceğ ini sezip Yü ce Varlık’ı Suriye’de
aramaktan vazgeçtiler.
Muhammed Mustafa doğ duğ unda ağ zı kö pü klü serkeş develer ile rü zgâ rdan hızlı atlar Dicle’yi
geçerek Fars içinde yayıldılar. Sasani hü kü mdarının sarayında on dö rt şahnişin yerle bir oldu.
Sava Gö lü yere batıp kayboldu. Istahrabad denilen yerde bin yıldır yanan ateş birden
sö nü verdi. Ateşetapanlar ne yapacaklarını şaşırdılar. Bunun ü zerine Şah Nuşirevan telaşa
dü şü p ü nlü kâ hin Satih’in yeğ eni Abdü lmesih’i, neler olup bittiğ ini ö ğ renmesi için amcasının
yanına gö nderdi. Abdü lmesih Şam’a varıp amcasını orada, inzivaya çekildiğ i manastırın bir
hü cresinde can çekişirken buldu. Doğ rusu pek garip bir adamdı amcası. Bir kervanla
Yemen’den Şam'a gelmiş, bir daha da ü lkesine dö nmemişti. Vü cudunda tek bir kemik bile
yoktu. Bulursa kuru hurma, yoksa kuru ekmekle besleniyor, su bile içmiyordu. Bir yere gitmesi
gerektiğ inde kendini yatak gibi devşirip bir katırın ü zerine yü klü yor, dilinden başka hiçbir
uzvu hareket etmiyordu. Yeğ enine, ancak onun duyabileceğ i bir sesle “Ahir zaman
peygamberi doğmuştur, şahın şahnişinlerine geçmiş ola!” deyip son nefesini verdi.
Muhammed Mustafa doğ duğ unda, Sasani devletinin ezeli rakibi diyar-ı Rum’da da bazı
olayların vuku bulduğ unu sö ylemeliyim. Yeni doğ ana peygamberlik geldiğ inde onun da
belirteceğ i gibi “Şiir bayrağ ını cehennemin orta yerine diken” Imruü ’l Kays’ın hatırına
Justinianos’un sarayının çatısı çö ktü . Arap olduğ u için şairi aşağ ılayan imparator, Binbirdirek
Sarnıcı’nı teftiş ederken mahsur kaldı. Muhafızları onu yıkılan direklerin arasından zor
çıkartabildiler. Ayasofya’nın duvarlarındaki dev kanatlı melekler, sarı, mavi, yeşil, kestane
rengi mozaikleriyle pul pul dö kü ldü ler. Haçlar yere devrildi, kentin ana caddesindeki
Justinianos ile Teodora'nın heykellerini taşıyan sü tunlar da. Duvar kabartmaları peş peşe
karardılar. Denizin tam ortasında bir uçurum peydahlanıp açıktaki gemileri tayfalarıyla
birlikte yuttu. Ve Kostantiniye’nin en gü zel hamamlarından birindeki duvarda, mozaik
levhanın içindeki mutlu kambur, yere dü şmeden ö nce, kocaman zekeriyle bir cambaz gibi
havada asılı kaldı.
Muhammed Mustafa doğ duğ unda kâ hinler son peygamberin â leme teşrif buyurduğ unu
bildirdiler. Ne var ki Allah’ın â lemi onun yü zü suyu hü rmetine yarattığ ından haberleri yoktu.
Bu nedenle yedi kat yer ile yedi kat gö ğ ü n bir anda nura kesmesine, deryada balıkların
dağ larda kartalların, çö lde gezer ceylanlar ile çadır çatıp içinde oturanların som ışığ a batıp
çıkmasına bir anlam veremediler. O ışık geldi ö nce Kâ be’ye vurup Ibrahim’in makamını
aydınlattı, sonra Amine’nin evinden içeriye girdi. Ve kutlu bebeğ in annesinin gö zü ne ipekten
yumuşak, Zemzem'den berrak bir perde çekti. Amine “Onu kem gö zlerden uzak tut!” diyen bir
ses işitti. Aynı anda melekler kundağ ın çevresini sarıp kanat açtılar. Ve Allah’ın habibini engin
şe katleri, derin hü rmetleriyle sallamaya başladılar. Biri mağ ripte biri maşrıkta biri de
Kâ be’nin ü stü nde ü ç bayrak hışırdıyordu. Bebeğ in sağ avucunda ü ç altın anahtar, sırtında
kızıla çalan, gü vercin yumurtası bü yü klü ğ ü nde peygamberlik mü hrü vardı. Sü nnetliydi. Ve
anahtarlar ona cennet, cehennem ve arafın kapılarını açmak üzere verilmişti.
Muhammed Mustafa doğ duğ unda Kâ be’deki putlar da birer birer yere devrildiler. Hubel’in
kırmızı akikten kafası koptu, Lat ve Manat ortalarından çatladı, Uzza bir başka ilaha,
kendinden daha güçlü bir tanrıya secde eder gibi yere kapaklandı.
Yola gelenler yoldan çıkanlar

Dedenle cuma namazına giderken ö nü nden geçtiğ iniz bir yatır vardı, tozlu sokağ ın ucunda,
içinde gece gü ndü z bir mum yanan o basık, taş duvarlı, kü çü k kubbeli yapıyı hayal meyal
anımsıyorsun. Bir koşu gidip demir parmaklıklı pencereden içeriye bakınca yeşil ö rtü yle kaplı
sandukayı gö rü rdü n ö nce, sonra duvardaki cam altı resmini. Resimde bir deve, devenin
ü zerinde bir tabut ve yuları tutmuş ö nden yü rü yen bir Bedevi vardı. Deveyi gü denin de
tabutta yatanın da Ali olduğ unu, Muhammed’in yeğ eni ve damadı Hazreti Ali’nin kendi
cenazesini kaldırdığ ını bilmiyordun. Ama tabuttan korkardın, sandukadan, mumun titrek
alevinden, tavanda bir gidip bir gelen gö lgelerden korktuğ un gibi. Oysa resimde yusyuvarlak,
içini aydınlatan bir gü neş de parlardı. Bedevi'nin başının tam ü zerindeydi gü neş, ama sanki
senin korkulu dü nyanı aydınlatırdı, ıssız yolda yü rü yen deve ile tabutu değ il. Ali, ucu çatallı
Zü l ikar’ını bir çalsa o gü neşi dahi ikiye bö lebilirdi, Mekkeli mü şrikleri atlarıyla birlikte ikiye
bö ldü ğ ü gibi. Zü l ikar’ın Ali’nin kılıcı olduğ unu, Peygamber'in ö lü mü nden sonra halife
seçiminde Mü slü manların nasıl birbirlerine dü ştü klerini, oluk gibi kan aktığ ını, Allah bir
Muhammed Ali ü çlü sü nü n Anadolu Alevi inancının temelinde yattığ ını, gerçekte tek değ il iki
yol olduğ unu, şeriat ile tarikatın birbirine ayrı dü ştü ğ ü nü ö ğ renecektin sonradan, ama çok
sonradan, yıllarca kapağ ını açmadığ ın Kuran’a merak sardığ ında, Anadolu’yu karış karış
dolaşıp tekkelerle, dervişlerle, onların menkıbeleriyle yatıp kalkmaya başladığ ında. Bir yol
arayışına girecektin. Doğ ru yolu bulmak değ ildi amacın, belli bir yola girmek de değ ildi.
Yoldan çıkmak, kendini hayat yolunun ortasında karanlık bir ormanda bulmak istemiyordun o
kadar. Muhammed’in cehennemine girmekten değ il Dante’nin cehenneminde yolunu
yitirmekten korkuyordun. Ne ulaşabileceğ in bir menzil vardı ufukta ne konaklayabileceğ in bir
uğrak.
Dedenin eline daha bir sıkı sarılırdın, o ise sağ a sola bakmadan devam ederdi yoluna.
Dosdoğ ru Ulucami’ye giderdiniz. Demek ki Yolageldi Baba’nın ö ykü sü nü de, tasavvuftan pek
haz etmeyen dedenden değ il, pazar kurulduğ u gü nler yatırın yanındaki boş arsaya gelip
bağlama çalan ozandan öğrenecektin.
Tahtacı kö ylerinden gelen birkaç Yö rü k’ü n dışında genellikle çocuklar toplanırdı ozanın
çevresine. Halka olup dinlerlerdi. Gü nbatımında, pazar dağ ılır gö lgeler uzarken gelirdi ozan,
yatırın yanındaki incir ağ acının altına bağ daş kurup otururdu. Cü zü nden Kuran çıkarır gibi
bağ lamasını kılıftan ö zenle çıkarır, bir baba sevecenliğ iyle kucağ ına koyar, ü zerine kapanıp
çalmaya, sö ylemeye başlardı. Siz de dinlerdiniz. Mahallenin bü tü n afacanları sus pus olup,
ozanın yü kselip alçalan, yavaşlayıp hızlanan, bazen coşup çağ layan, hıçkıran, bazen de durulup
kısılan sesine kapılır giderdiniz.
Yatırdaki evliyanın ö ykü sü yle başlardı. Bektaşi erenlerindendi Baba, gençliğ inde çok gezmiş,
çok içmiş, nice gü nahlar işlemişti. Sonra bir gece, Horasan’dan Anadolu’ya gü vercin donunda
gelen Hacı Bektaş Veli’yi gö rmü ştü dü şü nde. Bozkırdaydılar. Uzun, ince bir yol vardı
önlerinde. Bir yol daha vardı ki, onun varlığından yalnızca Hacı Bektaş haberdardı. “İki yol var”
demişti ona. “Ilki şu gö rdü ğ ü n uzun, ince yoldur ki ayı inine gider, ö bü rü dosdoğ ru cennete.”
Cennete giden yola girmek istemişti elbet, ama yol gö rü nmü yordu. “O yolu gö rebilmen için
gö zü nden perdelerin kalkması gerek” demişti Hacı Bektaş. “Dergâ hımda kırk yıl çile
çekmelisin.” Uyandığ ında kararını vermişti. En yakın Bektaşi dergâ hına gidip kırk yıl çile
doldurmuştu. Ama Hacı Bektaş'ın vaat ettiğ i yol gö rü nmü yordu hâ lâ . Şeyhin huzuruna çıkıp
dert yanmış, artık cennete giden yola girmeyi hak ettiğ ini sö ylemişti. Şeyhi "Hele bir yarın
olsun da” demişti. “Yarını bekle bakalım.” O gece yine Hacı Bektaş Veli girmişti dü şü ne, yine
bozkırdaydılar. Rü zgâ rda savrulan başakların arasından ince, uzun bir yol gö rü nü yordu.
Bektaş Veli Hazretleri yine “Iki yol var” diye konuşmuştu. “Ilki şu gö rdü ğ ü n ince, uzun yol ki
cennete gider, ö bü rü dosdoğ ru Allah’a.” Uyandığ ında dü şü nü şeyhine anlatmıştı. Şeyhi Yunus
Emre’nin ağzından şöyle karşılık vermişti ona:
Cennet cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver sen onu
Bana Seni gerek seni
Bunun ü zerine her şeyi anlayıp Allah yoluna girmeye niyet etmişti. Şeyhi “Şimdengerü adın
Yolageldi olsun, var git Saruhan iline, Hacı Bektaş’ın manisini orada saç” deyince aç susuz
yollara dü şmü ş, dere tepe dü z giderek, geceleri ağ aç kovuklarında uyuyup kurda kuşa yem
olmadan Manisa’ya varmış, burada tekkesini kurup nice dervişe nasip verdikten sonra Allah’ın
rahmetine kavuşmuştu.
En çok da bu “kurda kuşa yem olmadan” sö zü etkilerdi seni, ozan bağ lamasının tellerine
vurdukça, vurup Yolageldi Baba’nın menkıbesini anlattıkça ıssız yolları, o yollarda yü rü rken
kurda kuşa yem olanları dü şü nü rdü n. Ozan “Uzun ince bir yoldayım / Yü rü yorum gü ndü z
gece” diye devam ederdi, “Bilmiyorum ne haldeyim / Yü rü yorum gü ndü z gece." Ve nedense
hep yollarda yü rü nü rdü o menkıbelerde, yol uzun, hava sıcak olurdu. Kendini yola vuran ne
halde olduğ unu bilmeden yü rü r de yü rü rdü . Sonra dö ner bakardı ki bir arpa boyu bile
ilerlememiş. Yolageldi Baba yola gelmeden kırk yıl çile doldurur da, yollar bana mısın bile
demezdi. Sonra bir başka yola girer o yolda yü rü r ha yü rü r, ne bir menzile ulaşır ne bir
bahçede dinlenirdi, Hakk’ın rahmetine kavuşmadan önce.
Allah’ın rahmetine kavuşmak... Allah zaten rahman ve rahim değ il miydi? O’nun rahmeti
yeryü zü nde ö nemliydi, ö teki dü nyada değ il. Hem Yolageldi Baba yola geldikten sonra nasibini
yeterince almamış mıydı Hakk’tan, yıllarca çilede O’nun rahmetine zaten kavuşmamış mıydı?
Bu sorular kafanda dö nü p durmaya başlayınca ozanı da unuturdun arkadaşlarını da. Orada,
halka olmuş çocuk kalabalığ ının tam ortasında nasıl da yalnız hissederdin kendini, nasıl da
farklı, hep sorular soran, o sorulara yeterli yanıtları bulamayınca sıkılan, içi daralan bir
çocuktun. Derken ozanın sesi anlam kazanmaya başlardı yeniden. Sıra Yolageldi Baba’nın
işlerine, kerametlerine gelir, bağlamanın telleriyle canlanan ses akıp giderdi.
Saruhan iline Varıp tekkesini kurmuş, dervişleriyle Hacı Bektaş ö ğ retisini çevreye yaymaya
başlamıştı. Kısa zamanda halkın sevgisini kazanmış, merhameti, sonsuz sevgisi, dilden dile
dolaşan kerametleriyle gö nü llerde taht kurmuştu. Her gece makamına ü ç deniz ile yedi ırmak
uğ ruyordu artık. Yatsı namazının ardından seccadesinin ü zerinde Kâ be’ye gidiyor, dö nü şte
bir yol Hacı Bektaş’a uğ rayıp hü nkâ rı ziyaret ettikten sonra yatağ ına giriyor, ama gö zü nü hiç
kapatmıyordu. Gözü hep açıktı Yolageldi’nin, sanki birini bekliyor, bir yol gözlüyordu.
Sonunda menkıbenin en can alıcı yerine gelirdi ozan. Sesini alçaltır, duyulur duyulmaz bir
tonda, çok önemli bir gizi açıklar gibi devam ederdi.
Yaşlılığ ında bir gü n yine bö yle gö zü açık yol gö zlerken bir atlı belirmişti ufukta. Tozu dumana
katarak dö rtnala tekkeye yö nelmişti. Yolageldi dervişlerine “Bize artık yol gö rü ndü , Hakk’a
yü rü memiz yakındır” diyerek ateş yakıp su ısıtmalarını sö ylemiş, sonra da son nefesini
oracıkta vermişti. Kara kazanda su kaynarken varıp dosdoğ ru gusü lhaneye gelmişti atlı.
Yü zü nü yeşil bir nikap ö rtü yordu. Yolageldi Baba gibi boylu boslu, ak saçlıydı. Cenazeyi
dervişlerle birlikte yıkadıktan sonra tabuta koyup atının terkisine yü klemiş, geldiğ i gibi çekip
gitmişti. “Neden sonra"' diyordu ozan, “dervişler anladılar ki gelen atlı Yolageldi’nin ta
kendisidir. Ölen de odur kendi cesedini tabuta koyup götüren de.”
Taş gibi donup kalırdın olduğ un yerde. Yö rü kler Yolageldi Baba’nın ö ykü sü için ozanın
ö nü ndeki kaskete ortası delik bir yü z para attıktan sonra oradan uzaklaşır, sen çocuk
kalabalığ ının içinde ö ylece kalakalırdın. Garip bir sessizlik çö kerdi arsaya. Ne ozana bakmaya
cesaret edebilirdin ne de oyun arkadaşlarına. Aralarından yavaşça sü zü lü p yatırın demir
parmaklıklı penceresine dayardın yü zü nü . Içerde mum yanar, karanlık duvarda gö lgeler bir
gider bir gelirken, Hazreti Ali'nin, tabuttan çıkıp devenin yularını çeken Bedevi’nin yanı sıra
yü rü dü ğ ü nü gö rü r gibi olurdun. Yü rü r de yü rü rler, dur durak bilmeden, bir menzile erişmeden
gü neşin altında kaybolur giderlerdi. Ozan da tam o sırada başlardı Ali'nin cenk hikâ yelerine.
Ama fazla uzatmaz, pazarcılar geldikleri yere, çocuklar “Evli evine kö ylü kö yü ne evi olmayan
sıçan deliğ ine!” diye bağ ırdıktan sonra evlerine dağ ılırken, o da kasketin içindeki bozuk
paraları toplar, bağ lamasını kılıfına koyup gelecek hafta yine pazar kurulana kadar ortadan
kaybolurdu. Ama sesi hafta boyunca çınlayıp dururdu kulaklarında. Derken gün akşam olurdu.
Ulucami’nin imamı da yola gelenler ile yoldan çıkanlardan sö z ederdi. Ne var ki onların
ö ykü lerinde ne tekke vardı ne şeyh. Ne de kendi cesedini kendi alıp gö tü ren bir evliya. Çü nkü
imamın dediğ ine bakılırsa, Islam’da keramet olmazdı. Vaaz bitene dek dinlerdiniz dedenle,
ama sen sıkılırdın. Nerde ozanın anlattıkları nerde imamın vaazı! Imam Mekke’den de sö z
ederdi, Yolageldi Baba’nın seccade ü zerinde her gece gidip geldiğ i kutsal kentten, ama onun
anlattıklarında olağ anü stü hiçbir şey yoktu. Mekke'nin ü ç hani i ile bir serserisinin
öykülerinde bile.
* * *
Ibrahim Peygamber putlara tapmamış, kendini Tanrı yerine koyan Nemrud’un ateşinden
kurtulduktan sonra farklı bir inancın peşine dü şmü ş, sonunda Ismail sayesinde Tanrı’ya
ulaşabilmişti. Yalnızca bıçak tutan eline engel bir gü ç değ ildi Tanrı, Tek’ti ve O’ndan başka
tapacak yoktu. Yani olmamalıydı. Kâ be’yi de bu amaçla yapmamış mıydı? Şimdi putların,
Allah'ın kızları Lat, Uzza ve Manat’ın, onların ü zerinden haşin gö zleriyle bakan kırmızı akikten
Hubel’in mekâ nı olan Kâ be’yi. Ibrahim’in soyundan gelenler onun dinini unutmuş, putlara
tapmaya başlamışlardı. Bö ylesi de doğ aldı belki, ne de olsa Tanrı susuyor, kimseye
gö rü nmü yordu. Yeryü zü O’nun varlığ ının işaretleriyle doluydu belki, ama kendisi hiçbir yerde
yoktu. Musa Dağ i’nda O’nu gö rmeye kalkışınca bayılıp yere dü şmü ştü . Insanoğ luna ancak
ö ldü kten sonra gö rü nen Tanrı, Ibrahim’in soyundan gelen ve ö lü mden sonraki hayata
inanmayanlar için pek bir şey ifade etmiyordu. Onlar putlarından ve hayatlarından
hoşnuttular. Ve inançlarına derinden bağ lıydılar. Ama içlerinde bu yola girmeyenler de vardı.
Yani doğ ru yolu arayan, ne var ki nerden gideceklerini, o tek ve yü ce varlığ a nasıl
ulaşacaklarını bir türlü bilemeyen hanifler. Emit'in oğlu Zeyd de onlardan biriydi.
Zeyd, gü nü n birinde Kâ be’de Allah’ın kızlarına kurban kesen soydaşlarının akıttığ ı kandan
uzak durmak istedi. Devesine binip Mekke'yi terk eyledi. Gü nlerce çö lde dolaştı, bineğ inden
inmeden, Hicaz’ın bulutsuz gö ğ ü nde kanat vuran akbabalara yem olmadan, aç biilaç kuzeye
doğ ru yol aldı. Ona ö yle geliyordu ki bu yol onu gerçeğ e gö tü recektir. Sonunda uzakta bir
manastır gö rdü . Manastır dağ ın yamacında, deveyle çıkılamayacak kadar yü ksekteydi. Inip
yaya devam etti, yorgun argın, taşların kestiğ i ayakları kan revan içinde manastırın kapısını
çaldı. Keşişler onu içeriye alıp başrahibin huzuruna çıkardılar. Başrahip, Zeyd’e:
– Ey aşağıda bıraktığın devenin sahibi, sen kimsin? diye sordu.
– Kâ be ve Zemzem’in sahibi Kureyş kabilesindenim, diye karşılık verdi Zeyd. Omer bin
Hattab’ın amcası, Said bin Zeyd’in babası, Zeyneb binti Cahş’ın ağabeyi olurum.
– Peki, ne işin var burada, derdin ne?
– Derdim büyük. Tanrı'nın peşindeyim, dağ taş demeden yollara düştüm O’nu arıyorum.
– O'nu boşuna arama, dedi rahip, O senin içinde, ama sen bunun farkında değilsin.
– Peki, ne yapayım öyleyse?
– Mekke’ye dö n ve bekle. Içinizden biri seni O’nun yoluna sokacak, o yolun sonunda aradığ ını
bulacak, huzura kavuşacaksın.
Zeyd yurduna dö ndü , ama ailesine yaranamadı. Kardeşi Hattab ile sonradan Islam’ı kabul
edecek olan yeğ eni Omer onu evden kovdular. Kovmakla da kalmayıp işkenceyle ö ldü rmek
istediler. Zeyd de ne yapsın, yine yollara dü ştü , Fedek’te Yahudilere, Habeş’te Hıristiyanlara
danıştı, ne var ki hiçbiri içindeki tanrıya ulaştıramadı onu. Inancına bir yö n veremedi. Ve bir
gü n, Muhammed’in risaletine az kala, dü şmanları yolunu kestiler. Uzerine saldırıp hançer
ü şü rdü ler. Işte bö yle, son nefesini doğ ru yolda giderken verdi Zeyd. Resulullah’ın onun için
“Ben Zeyd’i cennette eteklerini sürüye sürüye yürürken gördüm” dediği rivayet edilir.
Abdullah bin Caddan Mekke’nin ileri gelen ailelerindendi, ne var ki yoldan sapmış, her tü rlü
pisliğ e karışmıştı. Sonunda babası oğ ulluktan reddetti onu, bir daha eve gelmemesini, gelirse
kellesini bir salkım ü zü m gibi koparacağ ını sö yledi. Bö ylece o devirde Mekke civarında
dolaşan serserilerin arasına katıldı Caddan, kervan soydu, ırza geçti, elini kana buladı. Yakayı
ele vermemek için çö lde dolaşmaya, geceleri mağ aralarda uyumaya başladı. Gü nü n birinde bir
karayılan gö rdü . Yılan kızgın kayaların arasından kıvrılıp gö zden kayboldu. Sonra bir turna
peydahlandı gö kyü zü nde, o da dağ lara doğ ru kanat vurdu gitti. Derken, bir taşın altından
karıncalar sö kü n etti. Yumruk bü yü klü ğ ü nde, kocaman kafalı, kırmızı karıncalardı. Bunda bir
iş olduğ unu sezdi, karıncaların peşine dü şmeye karar verdi. Karıncalar telaşla yü rü yor, dere
tepe dü z gidip bir tepeye varıyor, oradaki mağ aranın içine giriyorlardı. O da mağ aradan
içeriye girip karıncaların yuvasını buldu, hançeriyle kazmaya başladı. Bir de ne gö rsü n!
Cü rhü m hü kü mdarlarının tü m hazinesi orada değ il mi? Altınlar gü neş, gü mü şler gü n gibi
parlıyor, yakut ve elmasların allı yeşili Yemen kumaşlarını aratmıyordu. Sevincinden deliye
döndü. Kazdıkça coştu, coştukça kazdı, bir günde büyük servet sahibi oldu.
Artık serseri değ il varlıklı biriydi. Ama servetini har vurup harman savurmak dururken o,
Acem ü lkesine doğ ru yola çıktı. Medain’e vardığ ında hava kararmıştı. Her yerde ateşler
yanıyor, halk ateşe tapıyordu. Kara cü ppeli, tuhaf rahipler, dev sü tunlu tapınakların eşiğ ine
yü z sü rmekteydiler. Suyun ateş gibi yandığ ını gö rdü . Iyi ile kö tü nü n savaşından sö z ediyordu
herkes ve nedense sonunda hep kötü kazanıyordu.
Şaha “Allah’ın Evi”nin ü lkesinden geldiğ ini, huzura çıkmak istediğ ini bildirdi. Şah onu kabul
ettiğ inde yü zü nde nikap yoktu, tacı da tavandan sarkan bir zincire asılmış gibi duruyordu.
Oylesine çok mü cevherle kaplıydı ki, hü kü mdarın boynu onca yü kü taşımadığ ından bu
yö nteme başvurulduğ unu anladı. Hiç kimsenin onu, başında taç yokken yü zü açık
gö remediğ ini biliyordu. Yakut yeşili gö zleri vardı şahın, bakışları keskin kılıçtan daha
yakıcıydı. Ve huzura çıkan herkes gibi o da yere kapanıp, Sasani hü kü mdarı Hü srev’e secde
etti. Kafasını kaldırıp baktığında şah ona dedi ki:
– Siz de böyle kendi hükümdarınıza secde eder misiniz?
- Hayır Haşmetmeap diye karşılık verdi Caddan. Biz ne ateşe ne hü kü mdarlara secde etmeyiz.
Kara cü ppeli rahiplerimiz de yoktur. Suyun yandığ ını ilk burada gö rdü m. Her zaman kö tü nü n
kazandığ ını da. Biz taştan ilah ve ilahelere tapar onlardan medet umarız. Hü kü mdarımız da
yoktur. Onurlu bir kavim olduğ umuz için “Allah’ın Evi’”nin sahiplerini hü kü mdar bilir onların
sözünden çıkmayız. Ama ilahlardan gayrısına secde etmek töremizde yoktur.
Şah sö zü nü sakınmayan bu yabancıdan hoşlandı. Ona değ erli hediyeler vererek ü lkesine geri
gö nderdi. Caddan yollara dü ştü yeniden. Once kervan yollarını izledi, sonra yıldızlara bakarak
yö nü nü buldu. Ama onun asıl yolu kazanç, işret ve şehvet yoluydu. Kö le ticaretinden de
kazanıyor, Kâ be’ye gelen hacılara evindeki kö le kadınları kiralamaktan, doğ an çocukları
bü yü dü klerinde kö le olarak satmaktan utanmıyordu. Ne var ki cö mertti, sofrası herkese
açıktı. Mekke’ye dö nü p babasının ö ldü ğ ü nü ö ğ renince ailenin reisi olmuş, bildiğ i yoldan
yü rü meye devam etmişti. Evinin avlusunda içi yiyecek dolu bir kü p vardı. Kü p ö ylesine
kocamandı ki, gelen geçen devesinden inmeden içindekilerden dilediğince faydalanabiliyordu.
Muhammed’in çocukken bu kü pü n içinden hurma alıp yediğ i, sonra da gö lgesinde derin bir
uykuya daldığı rivayet edilir. Düşünde ne gördüğünü ise bilmiyoruz.
Zeyd bin Amr ile Caddan’ın, başlarına gelenleri yü z yıllar ö nce Fez’e, Idris Mulay’ın tü rbesine
sığ ınmış, orada yatıp kalkan bir kanun kaçağ ından dinlemek isterdim. Ya da Marakeş’te
dorukları karlı Atlas Dağ ları’nın ardından gü n batar, Camiü ’l-Fena’da lü ks lambaları yanarken,
yılan oynatıcıları ile fare yarıştıranların, şifalı ot satanlar ile diş çekenlerin, dilenciler ile peçeli
kadınların arasına karışıp, sakalar ile sakatların, vitrinlerde sırıtan koyun kellelerinin ö nü sıra
yü rü dü kten sonra yıkık bir duvarın dibine oturduğ umda, sesli har leri yutarken “Hı”ları
alabildiğ ine çatlatan o kö r dilenciden. Evet, uzak Mağ rip kentlerinin uğ ultusuna karışsın
isterdim onların ö ykü sü nü anlatan sesler. Sesler ve nefesler. Ama ne yazık ki ben eski
kaynakların yalancısıyım. Zeyd bin ile Caddan’ın başlarına geleni Ulucami imamından da
dinlemedim. Ibn Ishak’ın elyazmasından Ibn Hişam’ın dü zenlediğ i biçimiyle okuyup kendi
hayal gücümü de kattım, çaldımsa yanlış yola sapmadan İslam’ın ortak malından çaldım.
Manat

Onların kaderine uzun sü re ben hü kmettim. Kudeyd’de dağ ların ortasında gü n boyu gü neşin
kızdırdığ ı, gece deli rü zgâ rın aşındırdığ ı bir kaya parçasından ibarettim. Sonra dü zeltip
parlattılar beni, kadın suretine soktular. Elime de bir makas verdiler, kaderlerinin ipliğ ini
dilediğ im zaman keseyim diye. Ben de hiç beklemedim, hamarat bir terzi gibi yıllarca çalıştım
durdum. Savaştıklarında ö lü lerinin, kan davası gü ttü klerinde bazen bü tü n bir aşiretin,
yalvarışlarına aldırmadan diri diri toprağ a gö mdü klerinde kız çocuklarının kaderlerini hep
ben kestim.
Temizlenmeden beni gö rmeye gelmezlerdi. Ama pistiler, her zaman çok pistiler. Ne yapsınlar
giydikleri gü neş yundukları kumdu, su değ il. Çevremde dö nerken giysilerini çıkarır çırılçıplak
olurlardı. Huzurumda temiz kalmak için, yoksa içlerinde bir kö tü lü k yoktu. Dö ner de
dö nerlerdi, kurban kesmeden ö nce. Erkekler bileyli bıçakları koyunların boğ azlarına
sapladıkça bir tuhaf olurlardı. Kan fışkırdıkça dö nerdi gö zleri. Kadınlar cıscıbıldak dö nerken
gö zleri de dö nerdi kan içinde. Derken şehvet duyguları kabarır kadınlara saldırırlardı. Tutup
yere, kurban kanlarının içine yatırır, ü zerlerine çıkarlardı. Bıçak saplar gibi ansızın, hiç
duraksamadan kızgın zekerlerini daldırırlardı kadınların içine. Yoksa kalplerinde bir kö tü lü k
yoktu.
Bu yü zden karalamaya çalıştılar beni. Sonradan, içlerinden bazılarının “cahiliye” dedikleri,
benimse kutlu bildiğ im gü nler geride kalınca. Fuhşa kışkırttığ ımı yaydılar. Yalnızca bir
isimden, duymayan, hissetmeyen, bilmeyen bir kaya parçasından ibaret olduğ umu sö ylediler.
Oysa duyardım, hissederdim, bilirdim, bir kaya parçasından ibaret olsam da. Onların kaderine
yalnızca ben hükmederdim.
Saçlarını da bırakıp gittikleri olurdu, koyunları ile kuzularını da. Hepsini kabul ederdim. Kim
ne verirse ona gö re tayin ederdim kaderini. Hepsini teker teker bilirdim. Tü ccarı, kuyumcuyu,
zengini yoksulu, katili dilenciyi, erkeğ i kadını, evet hepsini. Kanun kaçakları da gelir bana
sığ ınırlardı. Gerçekte kanunları yoktu, tö reye bağ lıydı dü zenleri. Zayıfı korur konuğ u iyi
ağ ırlarlardı. Kan bedeli yü z deveydi, vay haline yoksulun! Ben ipini hemen kesince oracıkta
ö ldü rü rlerdi. Belagatte ü zerlerine yoktu. En çok da şairlerini severdim. Kızıl develerin
ü zerinde gelir kaside okurlardı. Dinledikçe tü m Arabistan’ı dolaşmış gibi olurdum. Dağ ları,
vahaları, kuyuları, kumları, ü lkede ne varsa, doğ a buraya ne bağ ışlamışsa hepsini. Yani çok az
şeyi. Birkaç deve ile hurmayı, belki kıl çadırlar ile kap kacağı.
Şairler muson yağ murlarıyla sulanan verimli topraklardan, yemyeşil tepelerle çevrili
kentlerden, altın kubbeli kiliselerden de sö z ederlerdi. Uzakta, gü neydeki bahtiyar
Arabistan’dan. Oranın yü ce dağ ları ile tarıma uygun bereketli vadilerinden. Mü cevherlerinden.
Kervanlar ö nü m sıra geçer, kuzeye gü nlü k ve ipek taşırlardı. Bir sü re sonra ufukta yeniden
gö rü nü r, gü neşin altında ağ ır aksak yü rü yen develerle gü neye tuz ve baharat, altın ve misk ü
amber gö tü rü rlerdi. Doğ rusu benden hep korktular, çekindiler, bir gü n olsun yalnız
bırakmadılar.
Derken beni Kâ be’ye getirdiler, duvarlarına Yemen işi o canım kumaşları astıkları,
Ibrahim’den kalan tapınağ a. Zemzem kuyusunun yakınına. Orada tek başına değ ildim. Gö zü
Lat ve Uzza’dan başkasını gö rmeyen azgın Hubel’le, “Hacerü ’l-Esved” dedikleri gö ktaşıyla
beraberdim. O gö ktaşı olduğ u için sanki daha bir değ erliydi, bizler, ne de olsa yer taşıydık
Muhammed bizi kırdı geçirdi onu ö pü p başına koydu. Sahi, Muhammed, bebekliğ ini bildiğ im,
doğ umunda gö rdü ğ ü m Kureyş’in gö zbebeğ i. Bir tek onun kaderini kesemedim, o bizim
kaderimize hü kmetti. Akıbetimiz onun yü zü nden, ö lü mü mü z onun elinden oldu. Oysa dedesi
Abdulmuttalib buraya getirip bize gö sterdiğ inde, omzuna bindirip etrafımızda tavaf ettiğ inde
nasıl da sevinmiş, gurur duymuştuk.
Sevinçle dalmıştı içeriye, yaşına başına bakmadan zıplayıp oynamaya, bebeğ i havaya atıp
tutmaya başlamıştı. Ben o gü ne dek bu kadar heyecanlı, sevincini bö ylesine belli eden bir
ihtiyar gö rmedim, “Hamdolsun Allah'a!” diye haykırıyordu. "Bana bu tosunu veren Allah’ıma
şü kü rler, senalar olsun!” Çocuğ u havaya kaldırıp indiriyor, ö pü p kokluyor, bağ rına
bastırıyordu. Ve diyordu ki: “Allah seni nazardan saklasın. Kem gö zlerden, kıskançlardan,
düşmanlardan korusun. Allah’ım seni anana bağışlasın.”
Demek ki babası o doğ urmadan ö lmü ştü , ben ö yle anladım. Ipini ellerimle kestiğ imi nasılsa
unutmuşum. Fazla ö nemi yoktu gö zü mde. Ama Allah anasına da bağ ışlamadı Muhammed'i.
Amine’nin ipini yavrusunun doğ umundan beş yıl sonra kendi makasımla ben kestim. Kocası
Abdullah bir yaşlı kö le ile beş deve bırakmıştı ona, bir de karnındaki çocuğ u. Amine geride adı
gü zel Muhammed’den başka bir şey bırakmadı. Çocuğ a her zaman ö vü lsü n, değ eri bilinsin
diye bu adı koymuşlardı. Değ erini en fazla Allah bildi, bize kalsaydı biz de severdik elbet, ama
Allah onun sevgisini bizimle paylaşmak istemedi. Onu elçi seçti insanlarla konuşmak için. Ona
gü vendi, onu beğ endi. Hep onu koruyup esirgedi. O da hiçbir zaman Allah’a eş koşmadı bizi.
Gençliğ inde bir kez Uzza’ya kurban kesti o kadar. Ne de olsa en gü çlü mü z, en gü zelimiz, en
alımlımızdı Uzza. Sabahyıldızının ışığ ı vardı yü zü nde. Onun yerinde olmak için neler
vermezdim. Uzza’ya kurban kesti, ama secde etmedi. O zaman bü yü mü ş, nasıl da yakışıklı,
gö zü pek bir delikanlı olmuştu. Belki içine kapanıktı biraz, hü zü nlü ve yalnızdı. Amcasının
himayesinde bir yetimden ne beklenir. Ama yılmadı, direndi, yetiştirdi kendini. Hatice’yle
evlenmeden önceydi. İlk görüşte ona vuruldum.
Kıyamet

Evin yakınında boş bir arsa vardı, orada toplanır oynardınız. Aranıza kızları almadan, misket,
çelik çomak, koşmaca, kö rebe... Başka oyunlarınız da vardı, vazgeçemedikleriniz, çember, yazı
tura gibi ve uzuneşek, en erkekçe, adı ü stü nde en eşekçe olanı. Iki gruba ayrılır, birbirinizin
ü zerine binerdiniz çö kertene kadar. Adı tuhaf oyunlar da anımsıyorsun, elim ü stü nde kalsını,
estepetayı, açıl kilidimi. Oyunlar ne kadar da çoktu, akşama kadar oyna dur. Gü nler de uzundu,
her bir başka oyuna zaman kalırdı. Cuma hariç, cuma namaz günüydü.
Bazen kızlar da sekseğ i bırakıp gelirler, ellerini “Yağ satarım! Bal satarım!” diye çırpmaya
başlarlardı. Aldırmazdınız ö nce, hatta kovalardınız. Ama sıkılınca, ille de kızların katılımına
gerek duyulan “yağ satarım” oyununa gelirdi sıra.
Yere oturup halka olurdunuz. Kızlar oturmaz, çö melirlerdi. Ve sıyrılan eteklerinden kırmızı,
siyah, sü tbeyaz, artık anneleri o gü n ne giydirmişse, kü lotları gö rü nü rdü . Yalnızca kü lotları
mı? Don giymeyi unutmuş ya da şeytanlığ ından çıkarmış bazılarının, aranızdaki yaygın
deyimle, “deliklerinin de gö rü ndü ğ ü olurdu. Aslında delik değ il çatlaktı kızların altı, bunu ilk
kez Ismail’e sö ylediğ inde o sapsarı, fırça gö rmemiş dişleriyle sırıtmış “Sana ö yle geliyor’
demişti. “Oraları aslında delik, hem de kocaman. Sen de ben de oradan çıktık.”
Inanmamıştın! Allah tarafından yaratıldığ ını biliyordun o kadar. O seni, Ulucami imamının
deyişiyle “Alak Suresi’nin ilk ayetinde buyurulduğ u gibi” pıhtılaşmış kandan yaratmıştı.
Yaratan, ama yaratılmayan tek varlıksa Allah’tı. Her cuma namazında okumaktan bıkıp
usanmadığ ın, henü z başka duaları bilmediğ inden sü rekli mırıldandığ ın Ihlas Suresi de ö yle
demiyor muydu? “Kul hü vellahü ehad. Allahü s-samed. Lem yelid ve lem yü led ve lem yekü n
lehu kü fü ven ehad.” Anlamını dedene sorduğ unda “Allah bir tektir. Allah her şeyden mü stağ ni
ve her şey O’na muhtaçtır. O doğ urmamış ve doğ urulmamıştır. Hiçbir şey O’na denk değ ildir”
yanıtını almıştın. Evet, Allah’ı hiç kimse, Peygamber Efendimiz bile yaratmamıştı, ama O, sen
de dahil bü tü n canlı varlıkları sırayla yaratmış, halk etmişti. Cansız varlıklar da O’nun eseriydi.
Dağ lar, taşlar, ırmaklar ve deniz ve toprak ve yıldızlar. Tabii gü neşle ay da. Kendi hallerinde,
birbirleriyle çarpışıp tuz buz olmadan dönüp duruyorlardı Allah sayesinde.
Belli ki Ismail kafanı karıştırmak istiyordu. Boşuna “piç” lakabını takmamışlardı Ekmekçi
Ibrahim’in oğ luna. Kızların altındaki çatlak ya da delikten annesinde de varmış, oradan çıkıp
gelmiş dü nyaya, ö yle diyordu. Ben de, sen de, kızlar ve erkekler dahil her kimse o da, hatta
dedem ve büyükannem bile, annelerinin karanlık deliğinden çıkmışlardı.
– Hadi canım! Boşuna günaha girme. Hepimizi Allah yarattı!
– Sen ö yle bil! Ananın karnı davul gibi şişmeseydi sen olmazdın. Benim anamın karnı
şişmeseydi ben de olmazdım. Bizi analarımız doğurdu.
– Seni anan değil Allah yarattı. Beni de.
– Evet, Allah yarattı, ama analarımız doğurdu.
Bu ayırımı anlayamayacak kadar Allah’a kaptırmıştın kendini. Ananı da babanı da
unutmuştun. “Lem yelid ve lem yû led. ” Doğ urulmadı ve doğ urmadı. Bu sö zcü kler dö nü p
duruyordu kafanda, gerisini merak etmiyor, Piç Ismail gibi her şeyi sorgulamıyordun. Ama
ö nü nde namaz seccadesi gibi rengâ renk açıldıklarında, kızların donlarına bakmaktan da
kendini alamıyordun.
Birbirinizden utanmıyordunuz. Hele kızlar o kadar rahattılar ki. Utanmalar, kızarıp
bozarmalar, hamamda ö zdoyuma vardıktan sonra gü nah korkusuyla bol su dö kü nerek gusü l
aptesi almalar, korku daha da ağ ır basarsa dua edip Allah’ın merhametine sığ ınmalar ergenlik
dö neminde girecekti hayatına. Çocukken gü nah kavramı yalnızca korkularında vardı,
yaptıklarında değ il. Gü nah sö zü nü kimi kez annenle babandan, daha çok da dedenden işitiyor,
ama anında unutuyordun. Yine de, sanki yalnızca sana anımsatmak istiyormuş gibi, Ulucami
imamı her cuma günah sözcüğünü dilinden düşürmüyordu.
“Siz farkında bile olmazsınız” diye gü rlü yordu minberin tepesinden, “ama iyilik ve kö tü lü k
melekleriniz her işlediğ inizi yazarlar. Sağ omzunuzdaki sevapları yazar, sol omzunuzdaki
günahları. Ve mahşer günü gelip çattığında hepsi mizanda tartılır.”
Kızların deliğ ine bakmak, hatta aranızda bunu konuşmak gü nah değ ildi, ayıp da değ ildi.
Meleklerin tam olarak ne yazdıklarını dü şü nemiyor, yine de cehennemde yanmaktan
korkuyordun. Gü nah meleğ in terliyken su içtiğ ini de yazmış mıydı acaba? Ya Ismail’le birlikte
karıncalara yaptığ ınız eziyetleri? Bir şişeye koyup havasızlıktan boğ duğ unuz, kanatlarını
koparttığ ınız atsinekleri ile kızarttığ ınız çekirgeleri? Sen de, kü çü k yaşına rağ men, her ö lü mlü
gibi Allah’ın her kulu gibi gü nahkâ rdın. Yalan sö ylemiş, anne sö zü dinlememiş, hatta bir
keresinde bü yü kannenin para torbasından çaldığ ın beş kuruşla bakkaldan gazoz alıp içmiştin.
Kö tü ydü n, yalancıydın, yaramazdın. Oyleyse cehennemde yanacaktın. Orada ateş
dü nyadakinden yetmiş kez daha yakıcı, daha harlı, çok daha kızıl, kıpkızıldı. Ibrahim
Efendi’nin fırını hiç kalırdı yanında. Zebaniler cehennemde her tü rlü azabı tattıracaklardı
sana. Kara kara kazanlarda kaynayan katranı boca edeceklerdi ü zerine, sen topraktaki solucan
gibi kıvrılıp debelenirken ağ zından içeriye huniyle zehir boşaltacaklar, derini yü zü p
tuzlayacaklar, yine de ö ldü rmeyeceklerdi. Çü nkü ö lü m yoktu cehennemde, sonsuz acı, sonsuz
işkence, sonsuz azap vardı. Cennette de yoktu ö lü m, ama sana layık olmayan o yerin
gü zelliğ ini, baldan ırmakların kıyısında ü ryan yatan hurilerin beyazlığ ını hayal bile
edemezdin. Senin hayalinde her kapısında başka bir zebaninin, her kö şesinde başka bir
işkencenin beklediğ i cehennem vardı, sanki hayal dü nyan korkunç bir azaptan, sonsuz bir
acıdan ibaretti.
Peki, ahrette kullarının gü nahlarını tartacağ ı için “Bakkal mısın be adam?” diyecek cesareti
nasıl bulmuştu o zındık şair, aklına bu sapkınlık nerden gelmişti, hâ lâ anlayabilmiş değ ilsin.
Bu kü frü sana kim ö ğ retmiş, Allah’ı bakkala benzeten şairden sana ilk kim sö z etmişti, şimdi
anımsamıyorsun. Aslında zındık falan da değ ildi, Allah’ı alaya almanın, O'na yaklaşmanın,
aradaki mesafeyi kaldırmanın, O'nunla samimiyetin –hatta neden olmasın, belki laubaliliğ in–
sınırlarını zorlamak istiyordu. Gerçekte Allah sevgisinden kaynaklanıyordu yazdıkları. Zaten
dervişin biri olduğ unu, dağ taş gezip Allah’ı çağ ırdığ ını, O’na kavuşmak için her şeyi terk edip
bu dü nyadan el etek çektiğ ini biliyorsun artık. Bildiğ in için de adına “şathiye” denilen o tü r
şiirlere pek aldırmıyorsun. Ama o zaman... O zaman deden bile habersizdi bu işlerden. Ya da
bilmezden geliyordu, inancı tam olduğ u, bir an bile inancı sarsılmadığ ı için. Peki, savaşta,
Medine’yi Muhammed’in ü mmetine, o kentin, o coğ rafyanın yerli halkına karşı savunurken,
Arapları ö ldü rü rken de sarsılmamış mıydı inancı? Bu soruyu ona hayattayken sormalıydın,
artık çok geç. Bu soruyu yalnızca ona sorabilirdin, bir başkasına değil. Artık çok geç.
Imam namazdan sonra çıktığ ı minberin tepesinden mahşerde gü nahkâ rların pişmanlık içinde
olacaklarını ne var ki yalvarıp yakarmanın bir işe yaramayacağ ını sö ylü yordu. Kıldan ince,
kılıçtan keskince bir kö prü yapmıştı Allah. Gü nahsızlar bu kö prü nü n ü zerinden uçar gibi
geçecek, gü nahkâ rlar aşağ ıya dü şü p cehennemin dibini boylayacaklardı. Adı Sırat'tı ve o gü ne
dek gö rdü ğ ü n ya da namını işittiğ in kö prü lerin hiçbirine benzemiyordu. Ne Gediz ü zerindeki,
Manisa’ya gelirken kara trenin ü zerinden geçtiğ i çelik putrelli kö prü ye ne de Ibrahim
Efendi'nin dilinden dü şmeyen memleketlerindeki Mostar Kö prü sü ’ne. Yıllar sonra savaşta
yıkılışına tanık oldun Mostar Kö prü sü ’nü n, Gediz ü zerindeki kö prü yse, çok şü kü r halâ duruyor
yerli yerinde. Yerinde durmayan, hızla geçip giden yıllar, yalnızca yıllar, kara trenin vagonları
gibi peş peşe dizilip geçtiler işte, geride o inanç ve korku dolu gü nleri, kimi zaman da
çocukluğ un yeşil cennetini bırakarak. Çocukluğ un da geldi geçti, çocukluğ un orada, o
kö prü nü n berisinde bir başka kö prü nü n, Sırat'ın korkusuyla geçti. Neden sonra, nice
ölümlerden, ayrılıklardan, yolculuklardan sonra.
Yanlış anımsamıyorsan bir tü r yer kapmaca oyunuydu kızlarla oynadığ ınız. Içinizden biri ebe
olur, elindeki ucu düğümlenmiş mendille halkanın içinde dönmeye başlardı. Giderek hızlanırdı
dö nü şleri, ö yle bir an gelirdi ki, başın dö nmeye başlardı. Bir yandan da “Yağ satarım / Bal
satarım / Ustam ö lmü ş / Ben satanın” diyerek tempo tutar, siz de el çırpardınız. Derken
birinizin arkasına sessizce bırakıverirdi mendili. Uyanık olmak, sü rekli arkayı yoklamak
gerekiyordu. Mendil kimin arkasına bırakılmışsa o yerinden kalkıp ebenin peşine dü şer, ebe
de boşalan yeri kapmaya çalışırdı.
Bir gü n yine bö yle oynarken, kendini ebeyle onun peşinden koşanın hızına iyice kaptırmışken,
oturduğ un yerde bile başın dö nerken, Ismail “Babam ö lmü ş / Ben satarım” deyiverdi.
Doğ rucu Davut olduğ un için hemen itiraz ettin: “Babam değ il, ustam ö lmü ş.” “Sen ö yle bil”
dedi. “Senin baban ölmüş de haberin yok!”
Yerinden kalkıp ebenin peşinden koşar gibi eve geldiğ ini, senden gizlenen haberi orada
dedenden ö ğ renip ağ lamaya başladığ ını anımsıyorsun. Annen kapının ardında saçını başını
yoluyordu. Bü yü kannen sessizdi. Babanın ruhu için Fatiha okumaya başlamıştı bile. Haber
mahallede yıldırım hızıyla yayılmış, ama sana dek ulaşmamıştı. Demek ki senden
gizlemişlerdi. Ismail sö ylemeseydi daha uzun sü re de gizleyeceklerdi. Dedenin sarılıp
ö ptü ğ ü nü , seni ilk kez bü yü kannen kadar, belki ondan da derin bir şe katle bağ rına bastığ ını
anımsıyorsun. Ter kokuyordu ve sakalları sertti.
Babanın cenazesi Manisa’dan kaldırılmadı, annen ve amcandan başka yakın akrabalarından
katılan da olmadı. Ama anlatılanlara bakılırsa, sonradan kulağ ına çalınanlara, mü thiş
kalabalıkmış cenaze tö reni. Ve babacığ ın musalla taşının ü zerinde yatarken imamın
“Merhumu nasıl bilirdiniz?” sorusuna cemaat “Iyi bilirdik!” diye karşılık verdiğ inde yer gö k
inlemiş. Annen anlatmıştı, çok sonraları, babanın uzak bir anı bile olmadığ ı ergenlik yıllarında.
Mezarını bir gü n olsun ziyaret etmedin, onu, pek az tanıyabildiğ in o kıvırcık saçlı, mavi gö zlü
adamı kabir azabı çekerken hayal etmekten, bu iğ renç hayale ne kadar engel olmak istesen de,
bü tü n bunların uydurma olduğ unu kendine sü rekli telkin etsen de, babanın Sırattan
geçemeyip cehennemi boylayacağ ını aklına getirmekten, bu kabusla yaşamaktan, bir bakıma
kendi ölümünden korktuğun için.
Ismail’in ağ zından duymuştun ilk, yalnızca babanın ö lü mü nü değ il kabir azabının ne menem
bir şey olduğ unu da. Sonradan ayrıntıları, deden ya da bü yü kannen sana kıyamadıkları, seni
korkutmak istemedikleri için, imam yetiştirmişti.
Olü p ak kefene sarıldıktan, sarılıp gö mü ldü kten kırk gü n sonra burnun dü şü yor. Sonra da
başka uzuvların. Sen toprağ ın altında upuzun yatarken zebaniler dikiliyor başına.
Cehennemde yapacaklarını teker teker anlatmaya başlıyorlar. Yeryü zü ndeki ateşten yetmiş
kez daha fazla yakan ateşi nasıl kö rü kleyeceklerini, sana kazanlarda kaynayan katranı nasıl
içireceklerini, derini yü zmeden ö nce gö zlerini oyup gü nahkâ r bedenini ucu kızgın kamalarla
nasıl delik deşik edeceklerini bir bir anlatıyorlar. Dilinden tutup tavana asacaklarını, sen
karanlık bir çukurda yatarken ü zerini alevden yorganla ö rteceklerini. Derken bö rtü bö cek
alıyor onların bıraktığ ı yerden. Yılanlar ile çıyanlar, akrepler ile solucanlar mezarda kıvır kıvır
yiyip bitiriyorlar her yanını. Sonra bedenin uzuvları bir araya gelince azap yeniden başlıyor.
Ta ki mahşere kadar. Mahşerde diriliyorsun. Allah nasıl seni yaratmış, yaşatmış, sonra da
ö ldü rmü şse, yoktan var etmişse, ö yle diriltecek, biliyorsun bunu, Allah’ın gü cü her şeye yeter.
Zaten bakkaldan alınmış saman kâğıdı sayfalı defterine de yazdın, kenarları gagasında mektup
taşıyan kuşlarla süslü o küçük deftere:
Amentü billahi ve melaiketihi ve kü tü bihı̂ ve rü sü lihı̂ ve’lyevmi’l-ahiri ve bi’l-kaderi
hayrihi ve şerrihî mine’llahi teâlâ ve’l-ba'sü ba’de’l-mevti hakkun.
Evet ö lü mden sonra dirilmek haktır. Haşrolan beden dirilecek, mahşerde hesap sorulacak,
gü nahlar tartılıp Sırat’tan geçilecek, başka yolu yok. Geriye dö nü ş de yok. Baban oruç tutup
namaz kılmadığ ına, evde hiç oturmayıp hep seyahatte olduğ una gö re ... Piç Ismail’in dediğ ine
bakılırsa “zina edip içki içtiğine” göre...
“Ismail’e kulak asma yavrum” demişti deden bü tü n bunları dinledikten sonra. “Baban
namazında niyazında değ ildi, ama iyi bir insandı. Yeri cennettir, sen hiç ü zü lme." Ismail'le
oynamanı da yasaklamıştı. Ama dinlememiştin dedeni. Ismail’de seni çeken bir şey vardı. O
gö k gö zleri, şeytani bakışları, belki de senin kadar Allah'a tapmayışı, sonra yaramazlıkları,
karıncalara eziyet, çekirge kebabı, sineklerin kanadını koparma, kedileri suya atma gibi işler
Ismail'in uzmanlık alanına giriyordu. Seni de o sü rü klü yordu peşinden. “Onlar muhacir,
Mü slü manlıkları da o kadar” diyenlere de aldırmamış, Ismail’le arsada buluşup çember
çevirmeye, çelik çomağ a, o birbirinden gü zel oyunlara devam etmiştin. Hayvanlara yaptığ ı
eziyetlere seyir bakmaya, kimi zaman bizzat katılmaya da.
Her sabah, kalkar kalkmaz pencereye gidiyor, dağ ın yerinde durup durmadığ ına bakıyordun.
Dağ sarp yamaçları, çıplak kayaları, zirvesinde hayal meyal gö rü nen tek tü k ağ açları ve
Tarzan’ın kulü besiyle oradaydı çok şü kü r, demek ki kıyamet kopmamıştı. Henü z kopmamıştı.
Ama kopacaktı yakında, çü nkü çok alametler belirmiş, Kuran’da vaat edilen gü n, kendi
gelmeden ö nce insanlara belirtilerini gö ndermeye başlamıştı. Imam her cuma inatla ö nce
kıyamet alametlerinden söz ediyor, sonra o gün gelip çattığında neler olacağını anlatıyordu.
O gü n gelmeden yalnızca bina ve zina değ il servet de çoğ alacak, sadaka vermek isteyenin
parası elinde kalacaktı. Bir erkeğ e kırk kadın dü şecek, Mü slü manlar yoldan çıkıp yeniden
putlara tapmaya başlayacaklardı. Derken Deccal zuhur edecekti. Hazreti Peygamber birçok
hadisinde sö z etmişti bundan, kıyametten ö nce Huza kabilesinden Ibn Kutun’a benzeyen, sol
gözü onun gibi kör, kuru üzüm tanesi kadar küçülmüş, sağ gözü hafif şaşı, süpürge saçlı birinin
ortaya çıkacağ ını sö ylemişti. Iki kaşının ortasında “kâ ir” yazan Deccal Mekke ve Medine hariç
tü m kentlere girecek, halklarını baştan çıkaracaktı. Mekke ve Medine’nin kapılarını elde kılıç
melekler beklediğ inden oraya hiç uğ ramadan yoluna devam edip bataklık bir yerde karar
kılacak, iki ırmağ ın arasında insanları kandıracaktı. Çü nkü “Gelin girin, işte bu ırmak
Kevser’dir” dediğinde ateşten suya, tersini söylediğinde cennete girecekti insanlar.
Derken Yecü c Mecü c taifesi Kafdağ ı’nı aşıp yeryü zü ne yayılacaktı. Gerçi Kuran’da Hak
Teala’nın buyurduğ u gibi Zü lkarneyn bir duvar çekip bu taifeyi ü lkelerine hapsetmişti, ama
kıyamete yakın duvar yıkılacak, kö tü lü k Kafdağ ı’nı aşacaktı. Neye mi benziyordu bu taife?
Ufak boylu, çekik gö zlü , kırmızı suratlıydılar. Suratları çekiçle dö vü lmü ş kalkan gibi
yamyassıydı. Araplara bakılırsa gö çebe Tü rk kavimlerindendiler, ama hâ şâ ve hâ şâ , bu bü yü k
bir iftira, kuyruklu bir yalandı. Atalarımız kıyamet alametlerinden olamazdı. Dini bü tü n
Mü slü manlardık biz, Araplarsa, elbette Peygamberin ü mmetiydiler ama... Işte bir aması vardı,
senin anlayamadığ ın. Deden de imamı onaylarcasına başını sallıyor, arada bir içini çekiyordu.
Imam kıyamet alametlerini anlatırken onun savaş gü nlerini anımsadığ ını, içinde kabuk
tutmuş bir yaranın yıllar sonra kanamaya başladığ ını bilemezdin. Dedenle ö n safta, birbirine
dolanmış Arapça huva’ların, Allah’ın “bir”liğ ini simgeleyen, eğ rilip bü kü len o kapkara har lerin
tam karşısında diz çö kü p oturuyordunuz. Konu savaş değ il kıyametti. Kıyametse her şeyden
daha beter, daha acı, daha korkunçtu.
O gü n, vaat edilen gü n geldiğ inde korkunç bir deprem olacak, dağ lar bir vuruşta birbirine
çarpılıp atılmış yü ne, insanlar ateş etrafında dö nerken yanıp tutuşan pervanelere
dö neceklerdi. Isra il sû ra ü fü rdü ğ ü nde bö lü k bö lü k gelip hesap verecekler, “Toprak olmak ne
mü şkü lmü ş” diyerek mezarlarında yatanların yerinde olmaya can atacaklardı. O gü n
geldiğ inde yıldızlar sapır sapır dö kü lecekti yeryü zü ne. Gö k başka bir gö k, yer başka bir yerle
değ iştirilecek, her ikisi de gü l gibi kızarıp yağ gibi eriyecekti. Dağ lar da yü rü tü lü p serap
olacaklardı. Bir ayeti Arapça aslından okuduktan sonra “Sen dağ ları yerinde donmuş sanırsın”
diye haykırıyordu imam minberin tepesinden, “ama onlar bulutlar gibi geçerler!”
Her sabah kalkıp dağ a bakıyordun. Çok şü kü r yere çakılmış gibi hiç kıpırdamadan ö ylece
duruyordu. Oylesine kocaman, o kadar ağ ırdı ki, kalkıp da hiçbir yere gidemezdi. Evin ü zerine
yıkılabilirdi ama. Kü mesteki tavuklar ile çil horozu, kınalı koçun kurban edilmeyi beklediğ i
karanlık damı, dut ağ acı ile kavakları ezip geçebilirdi. Sizleri de. Seni ve dedeni, gö zlerini
kapatmış dua okuyan bü yü kanneni, baban ö ldü ğ ü nden beri nerede dolaştığ ı pek belli olmayan
anneni ve kim bilir belki de tüm kenti. İbrahim Efendi’nin fırını da yok olurdu, çarşı da. Çarşıda
demir dö ven, yu ka açan, kap kacak satan, at eşek nallayan esnaf da. Evet, herkes, hepiniz yok
olur giderdiniz, Ulucami hariç. O, kurşun kubbesi, gö ğ e yü kselen ince minaresi ve yerine gö re
ağ zından ya bal akan ya alev fışkıran imamıyla Allah’ın evi sayılırdı. Ne fırtına ne deprem, ne
dağ ne yangın, hiçbir şey, evet kıyametin ta kendisi bile ezip geçemezdi camiyi.
Dağ a baktığ ında tepesinde bazen bir bulut olurdu. Bir bulut, gü n doğ umunda o pembe bulut,
gelir dağ ın başını tutar, yerinden oynamazdı. Sen de gitmesini istemezdin zaten. Gitmesini
istemediğ in her şey gibi, yıldızlara karışan, belki de kabrinde upuzun yatmış azap gü nü nü
bekleyen baban, uzaktaki annen, seni burada, bu sıcakta iki ihtiyarla baş başa bırakan herkes
gibi, bulutun da çekip gitmesini istemezdin. Hep orada kalmalı, dağ nasıl yerinde duruyorsa
bulut da hiçbir yere kıpırdamamalıydı. O bir top pembe bulut biçimden biçime girmeye
başladıkça hayal dü nyanın kapılarını açardı. Gö kyü zü nde cehennem yoktu yalnızca, sevip
okşadığın, birlikte oynadığın küçük ayına benzeyen pembe bulutlar da vardı.
Mevlit

Geldiler. Aralık bahçe kapısını itip yü rü dü ler. Dut ağ acının gö lgesinden geçtiler. Yukarıya
çıkmadan karadutların boyadığ ı avluda soluklandılar biraz. Sonra evin konuk odasına girdiler,
yan yana sedirin ü zerine dizildiler. Sedir o gü n ö zel bir ö rtü yle kaplanmıştı, zü mrü t yeşili
upuzun bir seccadeyle. Ayaklarını aşağ ıya sarkıtıp minderlere gö mü ldü ler. Koltuk ve
sandalyelere oturanlar da oldu, yere, Gö rdes halısının ü zerine bağ daş kuranlar da. Halıda
maviler ağ ır basıyor, su kenarında bü lbü ller şakıyordu. Duvar halısındaysa kalabalık vardı.
Kalabalık çepeçevre kuşatmıştı Kâ be’yi, belli ki hac zamanıydı. Kapısı her zaman kilitli duran
odanın sü rekli konukları da galiba onlardı, yani hacılar. Tapınağ ın siyah kisvesi rü zgâ rda
dalgalanıyordu. Belki de melekler uçuyordu etrafta, hacıların yokluğ unda Kâ be'yi tavaf eden
yalnızca onlardı. Duvar halısının tü m ayrıntıları aklında, oysa evinize kırk yılda bir gelen
konukların hiçbirini anımsamıyorsun. Babanın mevlidine gelenler hariç tabii, onları
unutmadın. Her biri yanaklarından ö pü p bağ rına basmıştı seni. Hem o gü n çok ö zel, çok
ö nemli bir gü ndü . Babanın kırkı çıkmıştı. Seni yoktan var eden gerçi Allah’tı, ama tohum
babanındı. Onun bir parçası olduğ unu biliyordun, bu tohum işine aklın fazla ermese de. Ve o
gü n babanın burnu dü şmü ş, kabir azabıyla birlikte bedeni çü rü meye başlamıştı. Haşre dek
sürecekti bu azap, İsmail öyle söylemişti. O gök gözlü Piç İsmail!
Konuklar en gü zel elbiselerini giymişlerdi. Kadınların başı ö rtü lü ydü , erkekler sinekkaydı
tıraş olmuş, kasketlerini çıkarmadan başlarında ters çevirmişlerdi. Pantolonları ü tü lü ,
çorapları rengarenkti. Ayakkabılarını eşiğ e bırakmışlardı. Omrü nde ilk kez bu kadar
ayakkabıyı bir arada gö rü yordun. Şaşırmıştın. Ayakkabılar siyah, beyaz, kahverengi, kırmızı,
irili ufaklı kayıklar gibi dizilmişlerdi. Içlerinde yü ksek topuklu iskarpinler yoktu, ama çoğ u
tokalı ve boyalıydılar. Kimse gö rmeden tozlu olanları elbeziyle silmiştin. Konuklara
yapabileceğ in başka ikram da yoktu. Ayakkabılar bü yü kannenin takunyalarından o kadar
farklıydılar ki. Nedense saymaya başlamıştın. Tam kırk çift ayakkabı. Sahiplerinin adlarını
unuttun, ama yüzlerini, duruşlarını, bir ağızdan tekbir getirişlerini bugün de anımsıyorsun.
Aralarında komşularınız da vardı, dedenin kö ylü leri de. Hacırahmanlı’dan sabah ezanında
trene binmişler, bağ da ü zü mlerini tarlada tü tü nlerini bırakıp gelmişlerdi. Gelirken de
yanlarına torbalarını almayı ihmal etmemişlerdi. Once alışveriş yapacak, kentte işlerini
gö rdü kten sonra mevlide katılacaklardı. Dü nya faniydi, ama ahret inancı karın doyurmuyordu.
Oteberiyle dolu torbalarını da eşiğ e bırakmışlardı, ayakkabılarının yanına. Akrabadan pek
kimse yoktu. Annenle araları açık olduğ undan teyzelerin gelmeyip baş sağ lığ ıyla
yetinmişlerdi. Ikisi de evli değ ildiler ve hâ lâ kıskanıyorlardı kü çü k kardeşlerini. En gü zelleri
oydu çü nkü . Masallardaki gibi en zeki ve en talihsiz olanı da. Piyango ona vurmuş, bunca yıl
koca sefası sü rdü ğ ü yetmiyormuş gibi bir de çocuk yapmıştı Allah bağ ışlasın, afacan bir oğ lan.
Afacan ve hayalci. Neyse ki babası gibi zındık değ il. Hem de hiç değ il. Bir tek cuma namazını
bile kaçırmıyor, ramazanın ilk ve son gü nü de olsa, oruç tutuyor, eğ er uyuyup kalmazsa dedesi
ve bü yü kannesiyle birlikte teraviyi de kılıyordu. Amcan Manisa dışındaydı yine, dedenin silah
arkadaşı Gazi Ha iz Bey de. Mevlidi ister istemez Ulucami imamı okuyacaktı. Babanın
mevlidini.
Demek ki ö leli kırk gü n olmuştu. Anneciğ in pek kendinde değ ildi zaten, “ö lenle ö lü nmez”
la larına aldırmayıp sanki babanla ö lmü ş, onunla gö mü lmü ştü . Uykusuz, gece evde hayalet
gibi dolaşan, ağ layan, hep ağ layan bir yabancıydı artık. Uzaktı sana, oysa Allah hep yanında,
yanı başındaydı. Babana kabir azabını layık gö ren Allah annenden de, dedenden de, hatta
baban ö ldü kten sonra kimi geceler koynuna sokulup uyuduğ un bü yü kannenden de daha
yakındı.
Annen o gü n ayakta zor duruyordu. Dedense bir sabır abidesiydi. Konuklarla hep o ilgilendi.
Eğ er tevekkü l diye bir şey varsa, iyi Mü slü man başına ne gelirse gelsin kadere boyun
eğ meliyse, deden o gü n, babanın mevlidi okunurken ö rnek bir Mü slü man duruşu sergilemişti.
Kadınların gö zü yaşlıydı, erkekler susuyordu. Sen eşikte ayakkabıları saydıktan sonra içeriye
girip konukların ellerini teker teker ö pü p başına koymuştun. Sonra usulca bü yü kannenin
yanına ilişmiştin. Yaşlı kadın kendi kendine bir duaya başlamıştı bile, sanki olan bitenin
farkında değ ildi. Mırıldanırken ha ifçe iki yana sallanıyor, şişman gö vdesi sarkaç gibi gidip
gelirken gö zyaşlarına engel olamıyordu. Kapalı gö zkapaklarından sü zü len damlalar
dudaklarında dağılıyordu.
Kadınlar aralarında fısıldaşmaya başladılar. “Allah rahmet etsin! Allah mekâ nını cennet
eylesin! Allah taksiratını affetsin! Allah ondan esirgediğ i ö mrü evladına bağ ışlasın. Allah
yarabbim sen bü yü ksü n! Allah... Allah...” Her cü mle Allah’la başlıyor, her sö z O'nda bitiyordu.
Sonunda ayağ ında lapçınları, sırtında siyah cü ppesi, başında kırmızı beyaz bayrak rengi
sarığ ıyla imam odaya girdi, kendisine ayrılan koltuğ a otururken o da bir “Allah yarabbim!”
çekti. Ve hiç beklemeden, “Allah adın zikredelim evvela!” diyerek mevlide başladı.
Imamın sesine cuma namazından aşinaydın, vaazlarına da. Ama bu kez baban için sö ylü yor,
onun için okuyordu. Hem de ne okuma! Ses konuk odasında yankılanıyor, camlar zangır zangır
titriyordu. Sö zcü kler peş peşe, makineli tü fekten çıkan mermiler ö rneğ i saplanıyorlardı
yü reğ ine. Oracıkta dü şü p ö lebilirdin, ö ylesine deliciydiler. Hem uzun ve dokunaklı bir şarkı,
hem bir yakınma hem de bir ağ ıt gibiydiler. Imam baban için okuyordu, ama konu
Muhammed’di. Gerçi çok azını anlayabiliyordun sö ylenenin, ö nce Kuran sandığ ın duanın
başka bir şey olduğ unu, Peygamberin doğ umunu anlattığ ını anlaman içinse aradan yıllar
geçmesi gerekecekti.
“Amine Hatun Muhammed annesi / Ol sedeften doğ du ol dü r dâ nesi” dizeleri yer etmiş
belleğ inde. Peygamber doğ duğ unda gö kten meleklerin inip Kâ be’yi tavaf eder gibi Amine’nin
evini tavaf etmeleri de. Sonra yeryü zü ne yağ an nur, Peygamberin annesine hurilerin sunduğ u
“kardan ak hem soğ uk” şerbet, sırtını kanadıyla sıvazlayan ak kuş ve imamın yü kselen sesiyle
doruğ a varan selam faslı: “Merhaba ey â li sultan merhaba / Merhaba ey kan-i irfan merhaba! /
Merhaba ey sırr-ı fü rkan merhaba / Merhaba ey derde derman merhaba!” Doğ umuyla,
işledikleriyle derde derman olacaktı Muhammed, ama o da, Allah’ın her kulu gibi sonunda
ö lü me yenilecekti. Azrail’in Peygamberin canını almaya gelişini anlatan bö lü mü de
anımsıyorsun. Konuklar kendilerinden geçmiş dinlerken “Ol gelendü r eden oğ ullar yetim /
Canlar alup tenleri kılan remim” dizeleri o ana kadar bir Buda heykeli gibi sessiz duran,
duygularını dışa vurmaktan kaçınan dedeni bile heyecanlandırmaya yetmişti. Demek ki
doğ umdan çok ö lü mdü bu dü nyanın gerçeğ i. Muhammed de yetimdi sen de. O da bir ö lü den
olmuştu, sen de bir ö lü nü n, kırkı çıkınca “teni remim” olmaya başlayan bir babanın
tohumuydun. Doğ arken herkes gibi sen de içinde taşıyordun kendi ö lü mü nü , kalbinin her
atışında ona biraz daha yaklaşıyordun. Her çocuğ un içinde, verdiğ i, can alan bir Allah vardı,
evet, yani ö lü m de vardı. Senin içindeyse, Muhammed gibi yetim olduğ undan, bir değ il iki
ölüm vardı sanki.
Peygamber on dokuzundaki eşi Ayşe’nin kollarında can vermişti. Ama ö lmeden birkaç gü n
ö nce, biraz iyileşir gibi olduğ unda, mezarlığ a gidip Uhud şehitleri için dua etmişti. Ilk orada
mı hissetmişti sonun geldiğ ini, yoksa zaten, babanın mevlidinden sonra konukların
birbirlerine ve sana teselli kabilinden “her canlı ö lü mü tadacaktır” dedikleri gibi, Kuran’da
yazılı olana boyun eğ me vaktinin geldiğ i yorgun yü reğ ine çok daha ö nceden mi malum
olmuştu? Gerçi bu dü nyanın hazineleri sunulmuştu ona ya da ö teki dü nyada Yü ce Dost’un
refakati. Ve o, elbette ikincisini seçmişti. Bu ö lü mden korkmasına, fani de olsa bu dü nyadan
çekip giderken keder duymasına engel değ ildi elbet. Yine de Ayşe “Ey Allah’ın elçisi, senden
ö nce ö lü rsem beni gö mdü kten sonra ö bü r eşlerinle gü nü nü gü n edersin!” dediğ inde
gü lü msemişti, o inci kadar beyaz, gü zel dişleri, titreyen şehvetli dudaklarıyla. Ve son bir kez
daha, karısının tükürüğüyle ıslanıp yumuşamış misvakla dişlerini ovmuş, Medine’nin yedi ayrı
kuyusundan getirilen soğ uk sularla yunmuştu. Kapıda Cebrail ve Azrail birlikte bekliyorlardı.
Girmek için izin istediklerinde vermeyebilirdi. Azrail, babanın canını aldığ ında onun bö yle bir
ayrıcalığ ı yoktu, ama Allah’ın sevgilisinin vardı. Belki de, kim bilir, yoktu. Allah Kuran’da bü tü n
peygamberler gibi onun da ö leceğ ini haber vermemiş miydi? Tü m kulları gibi ö lü p de
sonradan dirileceğ ini. Bu gerçeğ i unutmuş olamazdı. Kadere boyun eğ işi kuşkusuz bundandı.
Başını genç karısının gö ğ sü ne yaslamış, Azrail’e ruhunu teslim etmişti sonunda, bu işin hiç de
kolay olmadığını mırıldanarak.
0 gü n imam, Peygamber'in doğ umunu mü jdeler gibi ö lü mü nü de haykırıyordu içli sesiyle. Ve
Sü leyman Çelebi’nin dizeleri, aruz vezninin yatağ ında Kevser Irmağ ı'nın akışıyla çağ layıp
coşuyordu:
Vakt erişti dünyadan kıla sefer
0l güneş yüzlü vü ol alnı kamer
Her kim ol sultan için yaş indire
Yaşı onun tamu odun söndüre
Ve konuklar ağ lıyorlardı. Sen de gö zyaşlarını tutamayıp hıçkırmaya başlamıştın. Hem
Peygamber hem baban için, pek farkında olmasan da belki kendin için ağ lıyordun. Şimdi
biliyorsun, aslında konuklar kendi ö lü mlerine, herkes kendi sonuna ağ lıyordu. Ve bunca
yaygaranın elbette ecele faydası yoktu. imamın sesi bir alevdi artık, değ diğ i yeri yakıyor,
ulaştığı yüreği dağlıyordu:
Fahr-i alem göç eyledi dünyadan
Ümmetlerim size olsun elveda
Bize gel oldu yüce Mevla’dan
Ashâblarım size olsun elveda
Bunu dedi yaşlar doldu gözüne
Bir figandır düştü halkın özüne
O gü n herkes baban için de ağ ladı, Peygamber ve bü tü n ö lmü şler için de. Sonra konuklara
akide şekeri ve lokma sunuldu. Hiçbir şey olmamış gibi ö lü mden değ il hayattan konuşuldu,
sohbet edildi. Ve konuklar geldikleri gibi, eşikte çıkardıkları ayakkabılarını giyip, birer birer
gittiler. Odada deden ve bü yü kannenle yalnız kaldın. Annen bir kö şede hâ lâ ağ lıyordu. Yanına
gidip “Artık ağ lama” dedin. "O şimdi cennette hurilerle beraber!” Anneni teselli etmekti
amacın, ama o ağ lamaya devam etti. Bunun ü zerine “Zırla dur ö yleyse” diye kestirip attın.
“Ağ lamakta haklısın. Babamın kabir azabını belki gö zyaşların azaltır!” Nasıl sö yleyebildin bu
sö zleri, içindeki cehennem korkusunu bu kadar kolay, bö ylesine pervasızca nasıl babana
atfedebildin, neden yü ce Tanrı’dan onu bağ ışlamasını dilemedin, hala anlamış değ ilsin. Artık
ne Allah korkusu var içinde, ne azap korkusu. Yalnızca bir kuşku, evet, içinde ikinci bir insana
dö nü şen o kuşku kemiriyor zihnini. Olü mden değ il ö lememekten korkuyorsun, annen gibi, can
çekişen herkes gibi. Baban şanslıydı. Oldü ğ ü nü bile anlayamadan çekip gitti bu dü nyadan.
Kam alıp da hâlâ doyamadığın, bu yaşanası, bu rezil, bu ölümlü dünyadan.
Miraç

Yolageldi Baba’nın tü rbesi evinizden biraz uzaktaki boş arsanın ortasında, sokağ ı “perili kö şk”
denilen metruk evden ayıran yıkık bahçe duvarına bitişikti. Yanında bir incir ağ acı vardı. Incir
taş duvarı delmiş, ayrıkotlarıyla kaplı bahçeye kadar yü rü mü ştü . Ismail’le kobalak toplar,
kurutup ipe dizerdiniz. Onlar misketlerinizde “Amerikan” dediğ iniz gerçek ve bü yü k
misketler, içinden sarı, kırmızı, mavi ırmaklar akan o ışıltılı, gü zel oyuncaklar ö ylesine ender,
mahallenin bakkalında bile o kadar pahalıydı ki, çoğ u kez kobalaklarla yetinmek
zorundaydınız. Onlar da, başlarını kopartsanız bile, yakıcı gü neşte kuruyup iyice sertleşmiş
olsalar bile, Amerikan misketleri gibi kolayca yuvarlanmaz, “kaptan” oynarken açtığ ınız
deliklere girmeden toprakta takılır kalırlardı.
Yazın gü nler uzundu. Hele herkes bağ evine gitmiş, mahallede oynayacak kimse kalmamışsa.
Hele tavukların suyunu değ iştirmek, koça yem vermek için sabah erkenden kalkılmışsa. Gü n
uzar gider, yayılır, geçmek bilmezdi. Bildiğ iniz tü m oyunları tü ketirdiniz Ismail’le, yü z kez
dalaşıp yü z kez barışsanız da akşamı zor ederdiniz. Mahalleden uzaklaşman yasaktı. Ne kentin
merkezine gidebilirdin tek başına ne de Tarzan’ı gö rmek için parka. Onu Hazreti Ibrahim’in
balıklarına yem atar ya da gü lleri sularken hayal ederdin, ama yanına yaklaşman, hatta
uzaktan seyretmen bile yasaktı. daha doğ rusu ayıptı. Çü nkü sen Ismail gibi Ekmekçi
Ibrahim’in muhacir oğ lu değ il, Hacırahmanlı eşrafından hukukçu Hacı Rahmi Ran’ın Manisalı
torunuydun, büyükannen muhacir bir aileden geliyor olsa bile.
Mahalle arkadaşlarından dinlerdin. Onlar, Ismail de aralarında, parka, hatta ö ğ leyin saat tam
on ikide topun atıldığ ı Topkale’ye dek gidip Tarzan’la konuşur, duyduklarını bire bin katarak
sana anlatırlardı. Nasıl çö lde bir Bedevi çadırında doğ duğ unu, aslanlarla, kaplanlarla,
atmacalarla arkadaşlık ettiğ ini, delikanlılığ ında bir kıza aşık olunca gurbete dü şü p çile
doldurduğ unu, o gü n bu gü ndü r bö yle çıplak ve yalnız gezdiğ ini, Kurtuluş Savaşı’nda aldığ ı
kırmızı şeritli Istiklal Madalyası’nı bile Manisa’nın kurtuluş gü nü kutlanırken çıplak gö ğ sü ne
asıp resmigeçide ö yle katıldığ ını. Dağ ın eteklerindeki beyaz badanalı, kü çü k kulü besinden de
sö z ederlerdi. Zeytin ağ açlarının gö lgelediğ i bu kulü bede yaşıyordu yaz kış, yatak yorgan
olmadığ ı için gazete kâ ğ ıtlarına sarınıp uyuyor, dağ dan topladığ ı yaban yemişleriyle
besleniyordu. Gö rü ndü ğ ü gibi saçı sakalı birbirine karışmıştı, ama kirli değ il tertemizdi. Iki
kayanın arasındaki bir kü çü k gö lde yıkanıyordu her sabah. Kimi kimsesi de yoktu, zaten
Ismail’in anlattığ ına bakılırsa Tarzan ilmlerini gö rü p bu hayata ö zenmiş, gü nü n birinde
ü zerindeki giysileri çıkardıktan sonra bö yle cıscıbıldak doğ aya karışmıştı. Sen de biliyordun,
uzaktan izliyordun onu, ü zerinde siyah bir şorttan başka giysi yoktu, teni çö lde avare gezen
bir Bedevi’ninki kadar esmerdi. Işıldayan kara gö zleri, kara kaşları, kara saçları, uzun kara bir
sakalı vardı. Hem korkar, çekinir hem de Tarzan’ı gidip görmek, hayatını bir de kendi ağzından
dinlemek için can atardın, ama dedenden korkardın. Seni cezalandırmasından değ il, onu
üzmekten, büyükannenin deyimiyle “ele güne rezil etmek”ten korkardın.
Manisa Tarzanı’yla ahbaplık etmen yasaklanmamıştı yalnızca, Tarzan ilmlerini de mahalle
arkadaşlarından dinlemek zorundaydın. Onlar Şehir Sineması’nda otuz altı kısım tekmili
birden gö sterilen Johnny Weissmü ller’in ilmlerine gidip Afrika'nın balta girmemiş
ormanlarında Tarzan ile Jane’in serü venlerini izlerlerken, sen evde Kuran dinler, Mekke’yi
Medine’yi, Muhammed'in hayatı ile Allah’ın yü celiğ ini hayal ederdin. Arkadaşlarının sana
anlatacakları çok şey vardı, sen ise onlara, okumaya dü şkü n olmadıklarına gö re, ancak
Peygamber Efendimizin başından geçenleri anlatabilirdin. Dedenden ve bü yü kannenden
dinlediklerini Ulucami imamından duyduklarına katarak Ismail'e anlatırdın, ondan aşağ ı
kalmamak, hayal gü cü nü n zenginliğ ini en yakın arkadaşınla paylaşmak için. Onun gibi bire bin
katarak değ il, ne duymuş, ne dinlemiş, hatırında nasıl kalmışsa ö yle. Çü nkü babası Ismail'i
cuma namazına gö tü rmez, fırın gü n ortasında kapalı kalmasın diye nö betçi bırakırdı. Ismail
yalnızca Afrika Tarzanı ile Jane ve Çita’nın değ il Manisa Tarzanı’nın serü venlerini de ezbere
biliyordu, ama sen de Muhammed’in işlerinden haberliydin. En çok da geceleyin gö ğ e
ağışından, yedi kat arşa çıkarılıp sonra Mekke’ye geri gönderilişinden. Yani Miraç'tan.
Ismail’e orada, Yolageldi Baba Tü rbesi’nin yanındaki yıkık duvarın ü zerinde Isra ve Miraç’ı
anlatırdın. Oyun oynamaktan, gü n boyu dalaşıp barışmaktan, karıncaların yuvalarını
bozmaktan sıkıldığ ınızda, ortalıktan el ayak çekilir akşam inerken duvarın ü zerinden
bacaklarınızı sarkıtır, gö kyü zü nde tek tü k parlamaya başlayan yıldızlara dalardınız. Sen
anlatmaya başlayınca gö zleri fal taşı gibi açılır, bakışlarını yıldızlardan sana doğ ru yö neltip
"yok yaa?” diye sorardı şaşkınlığ ını gizlemeden. “Muhammed yedi kat arşa kanatlanıp Allah’ı
gö rmü ş ö yle mi?” Bu "'yedi kat arşa kanatlanmak” deyiminin okulda ezberlediğ iniz “Akıncılar”
şiirinden aşırma olduğ unu hemen çakar, ama bozuntuya vermezdin. Ismail'in de senin gibi
ecdadıyla ö vü nmek için mü samerelerde “Akıncılar”ı okurken coşup ağ ladığ ını tahmin
edebiliyordun. “Tabii ya, bir yaz gü nü Tuna’yı geçen ecdadımız gibi Peygamber Efendimiz de
yerden yedi kat arşa kanatlanmış, cenneti, cehennemi gö rmü ş orada. Allah’la konuşmuş.”
Once “Tö vbe tö vbe! Sus çarpılırsın!” der, sen nazlanınca "Anlat hadi!” diye yelkenleri suya
indirirdi. Sen de inadına yavaş yavaş, sö zü dö ne dolaştıra, ama ballandırmadan, en baştan
itibaren anlatmaya başlardın.
Bir gece Muhammed Mekke’de, nedense kendi evinde değ il de amcakızının evinde uyurken
çatı açılmış, Cebrail içeriye sü zü lmü ştü . Her zamanki gibi yalnız değ ildi bu kez, yanında acayip
bir yaratık vardı. Eşekle katır arası bir binek hayvanına benziyordu, ama başı insan başıydı.
Yeleleri incilerle ö rü lmü ş, kulakları zü mrü t yeşiline bü rü nmü ştü . Alev gibi parıldıyordu
gö zleri. Kuyruğ u tavus kuşununki gibi rengâ renkti, toynaklarıysa pamuk kadar yumuşak. O da,
Cebrail gibi, geniş kanatlı, tatlı bakışlıydı. Adı Burak’tı. Peygamber ona binerken başucundaki
su testisini devirdiğinin farkına bile varmamıştı.
– Bu testi de nerden çıktı şimdi? diye sorardı İsmail, her zamanki meraklı sesiyle.
– Testi çok önemli.
– Hiç de değil. Ne olmuş testi devrilmişse.
– Sonunda anlarsın ne olduğunu.
Ve devam ederdin anlatmaya. Burak şimşekten hızlı gidiyor, ne gitmesi uçuyordu. Her adımda
u ka dek uzanıyordu ayakları. Cebrail'le birlikte Kudü s’e gelmişler, Mescid-i Aksa'da
Peygamber yere basıp dua etmişti. Musa, Isa ve Hazreti Ibrahim de arkasında saf tutup ona
eşlik etmişlerdi. Hani şu, oğ lu Ismail'i kesmeye yeltenen Ibrahim. Burada durup, seni can
kulağıyla dinleyen İsmail’e Ege şivesiyle yapıştırırdın soruyu.
– Hazreti İbrahim kim bilin mi?
O da inadına Rumeli şivesiyle cevap verirdi:
– Bilmem mi? Haçan bir peygamberdir o da. Musa ve Isa gibi, efendimiz Muhammed gibi, bir
peygamberdir kendisi.
– Ne yapmış peki?
– Ne mi yapmış? Kesmiştir kendi ö z oğ lunu. Yok, kesmemiş, gö kten koç inince onu
doğramıştır çorba yapmaya. Haçan boş ver sen İbram'ı şimdi, gel bakayım Muhammed’e.
Çokbilmiş edanla bir sü re susar, yıldızlara bakardın. Baktıkça gö kyü zü nde çoğ alıp sana gö z
kırpmaya başlarlardı sanki. Kaldığın yerden devam ederdin.
Kudü s’te Yakub'un kayası derler bir kayanın ü zerine basınca gö ğ e kanatlanmıştı Muhammed,
gerçekte kanatları yoktu, ama yedi kat yer ile yedi kat gö ğ ü n sahibi Allah kendi yanına
çekmişti onu; Peygamber kanat takmadan, Burak’a da binmeden, Cebrail’in eşliginde uçmaya
başlamıştı.
Ismail’in Muhammed’in gö z açıp kapayana Mekke’den Kudü s’e gelmesine bir itirazı yoktu.
Yolageldi Baba da her gece uçan seccadesinin ü zerinde Kâ be’ye gidip gelmiyor muydu? Onun
da makamına, Peygamber'e Kevser'in verildiğ i gibi, yedi ırmak ile ü ç deniz verilmemiş miydi?
Ama yedi kat gö ğ e yü kselmesini aklı nedense pek almıyordu. Merdivenle çıkmış olmasın?
Doğ ru, gerçekte gö kten inen, her basamağ ı bir başka mü cevherle sü slü Allah’ın merdivenine
tırmanıp ö yle dolaşmıştı semayı. Ama Peygamber’in uçması sana daha çekici, çok daha ilginç
geldiğ i için ö yle olmuş gibi anlatırdın. Ismail de sanki inanmadan dinler, sonra kendini
hikâ yeye iyice kaptırırdı. Muhammed neden uçmasın, sen bile dü şü nde uçtuktan sonra. Hem
de ne uçmak! Sipil Dağ ı’nın zirvesinden bırakırdın kendini. Boşlukta sü zü lü p Manisa’nın
ü zerinde kanat çırpar, sonra Gediz Ovası’nı geçer, derken leyleklerin peşine takılıp Mekke’ye
yö nelirdin. “Hacı Baba” derdiniz leyleklere, kışın Arabistan çö llerine doğ ru uçup giderlerdi
kentin ü zerinden. Artlarından bakakalır, iç çeker, sen de onlar gibi, deden gibi, nice dini bü tü n
Mü slü manlar gibi Mekke’ye Medine’ye giderek hacı olmak isterdin. Hacı olup bü tü n
gü nahlarından arınmak, bir bebek gibi yeniden doğ mak isterdin. Sanki çok yaşamış, çok
gö rmü ş, çok gü nah işlemiştin. Ismail’e merdiven konusunu açmaman bile başlı başına bir
gü nah değ il miydi? Yine de aklınca, doğ ruyu sö ylermiş gibi anlatırdın. Çü nkü “Ya sonra?” diye
tuttururdu İsmail. “Sonra ne olmuş?”
Sonrası gerçekten mü thişti. Olağ anü stü ydü . O yıllarda bu “olağ anü stü ” sö zcü ğ ü icat
edilmemişti henü z. Ikinizin de dilinin dö nmediğ i “harik-ü l-ade” ve “fevk-alade” sö zcü kleri
revaçtaydı, Arapça bilmeseniz de Arapça kö kenli sö zcü klerle doluydu konuştuğ unuz dil ve
Kuran ayetleri de dahil hiçbirini doğ ru dü zgü n sö yleyemezdiniz. Her neyse, Peygamberin
kanatsız ve bineksiz gö ğ e yü kselmesine Ismail'in itirazı vardı, mü mkü nü yoktu bö yle bir
şeyin. Bü tü n bunlar rü yadayken başına gelmiş olamaz mıydı? Elbette olamazdı, o zaman
herkes aynı şeyi rü yasında gö rebilir, Peygamberin bir ayrıcalığ ı kalmazdı. Hayır, Allah sevgili
elçisine sırlarını gö stermek istemiş, onu bu nedenle gö ğ e yü kseltmişti. Ve gö ğ ü n ilk katında,
atamız ve ilk peygamberimiz Adem Aleyhisselam’la karşılaşıp selamlaşmadan ö nce Nil ve
Fırat ırmaklarının kaynaklarında yıkanmış, sonra da Kevser’den içip yoluna devam etmişti.
– Dur bakalım, diye araya girerdi İsmail. Acele etme. Ne yapıyormuş orada Adem Babamız?
– Ne yapacak, sağına bakınca gülüyor, soluna bakınca ağlıyormuş.
– Neden ki?
– Sağında cennetlikler solunda cehennemlikler sıralanıyormuş da ondan.
– Bak sen! Solunda cehennemlikler ha...
O yıllarda sağ sol kavgası gü ndemde değ ildi henü z, ama komü nizm en bü yü k dü şmandı.
Ismail’in ailesi de komü nizmden kaçıp Manisa’ya geldiğ ine gö re solda olamazlardı, solcular
Moskova’ya gitmeliydiler, ö yle diyordu herkes, Ismailler ise ö zbeö z Mü slü man, muhacir
kardeşlerimizdendiler, her şeylerini komü nistlere bırakıp yanlarında bir kocaman katana ve
bir bohçayla gelmişlerdi vatana. Demek ki cehennemlik değ ildiler, çok şü kü r değ ildiler, Ismail
cuma namazına gitmese de. Hem Peygamber Efendimiz bir gü n kahkahadan kırılan sahabeye
“Benim bildiklerimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız” dememiş miydi?
Muhammed birinci gö ğ e ayak basar basmaz gü mü şe kesmişti her yer, bir bulut onu sarıp
sarmalamış, beş yü z yılda aşılabilecek mesafeyi gö z açıp kapayana kat ettirmişti. Çevresinde
her biri dağ kadar yü ce yıldızlar vardı artık, her yıldızın başında da bir melek. Melekler Allah’ın
bu kattaki sırlarını şeytan ve cinler çalmasın diye bekliyorlardı. Gerçekte, öğretmenin anlattığı
gibi binlerce, yü z binlerce, hatta milyonlarca ışık yılı uzakta yanıp sö nen, boşlukta kendi
eksenlerinde dö nen gü neşler değ il miydi yıldızlar? Değ ildiler demek ki. Demek ki sana gö z
kırpan, bacaklarını aşağ ıya sarkıttığ ın duvarın ü zerinden baktığ ın yıldızlar, gö ğ e asılmış
dağ lar, dev kandillerdi. Yolageldi Baba’nın tü rbesinde yanıp duran, yandıkça eriyen mum gibi
yanıp duruyorlardı gö kyü zü nde. Onları bö yle yü ce dağ lar gibi yaratan, mum alevi gibi parlatan
Allah’ın gü cü ydü . Hikmetinden sual olunmaz yü ce Allah’ın işlerini Ismail’e anlatırken
duyduğ un heyecanı başka hiçbir zaman, hiç kimseyle paylaşmadığ ımı biliyorsun. Şimdi, yıllar,
ışık yılı olmasa da ışık hızıyla geçen, seni her an biraz daha ö lü me yaklaştıran yıllardan sonra
kendi zamanını yaşar, kendi işini gö rü rken. Bu satırları bö yle gelişigü zel, bunca ayrıntılı
yazarken.
Gö ğ ü n ikinci katına beş yü z yılda varması gerekirken yine gö z açıp kapayana ulaşmıştı
Muhammed. Ulaşır ulaşmaz da her yer demire kesmişti. Mızrakları demirden bir melek
ordusu sarmıştı Peygamberi bu kez de, yeryü zü nde karıncalar gö kyü zü nde kuşlar kadar
çoktular. Onları saymaya bir ö mü r yetmezdi. Kıyamet gü nü nde Islam’ı savunmak için talim
yapıyorlardı. Başlarında Yahya, artlarında Isa peygamberler vardı. Belki bu dü nyada barıştan
yanaydılar, ama orada meleklerle kılıç kuşanmışlardı. Hem Meryem Oğ lu Hazreti Isa “Kılıç
kuşananın kılıçla ö lmektir sonu” dememiş miydi çarmıha gerilmeden ö nce? Bir yanağ ına
tokat atana öteki yanağını da uzatmadan önce?
Muhammed onlarla da selamlaştıktan sonra yoluna devam etmiş, ü çü ncü kata geldiğ inde her
yer bakıra kesmişti. Sü leyman ve Davud peygamberler bu kattaydılar. Yeryü zü nde tü m vahşi
hayvanlara hü kmü geçen, kuşların ve karıncaların dilini bilen Sü leyman burada sıkılıyor
gibiydi. Pek fazla bir işi yoktu sanki. Hü kmü de kimseye geçmiyordu. Melekler Allah’tan
alıyorlardı buyruklarını ve yer gö k Allah'ın adlarını tespih eden cennetliklerin sesleriyle
inliyordu.
Cennet ve cehennemi de gö rmü ştü Muhammed, boş arsada çevirdiğ iniz topaçlar gibi
gü nahkâ rların ağ ızlarından hızla girip kıçlarından çıkan ateşten toplara, bağ ırsaklarını yutan
yaşlı cadılara, zina yapmış kadın ve erkeklerin atıldığ ı kaynar kazanlara seyir bakmıştı. Kan ve
irin içindeydi her yer. Zebaniler, gü nah işledikleri uzuvlarından tutup ateşe atıyorlardı erkek
ve kadınları . Galiba en çok da kadınları. Giydikleri alev, yedikleri leşti. Ve azaplarına son
yoktu. Çü nkü zebanileri, azap çekenlerin yalvarmalarını ve yakınmalarını duymasınlar diye,
sağır ve dilsiz yaratmıştı Allah.
Cennetteyse sular kardan temiz, camdan saydam ırmaklar, baldan tatlı yemişler, inci
kö şklerde kuştü yü dö şeklere çırılçıplak uzanmış Allah’ın sevgili kulları ile şehitleri bekleyen
huriler vardı. Altın ve yakuttan saraylar da vardı elbet, sonra sü tten ve baldan ırmaklar, derin,
sonsuz, yemyeşil vadiler. Tuba ağ acının gö lgesinde dinlenen mü minler. Kim bilir ö ldü ğ ü nde
belki sen de aralarında olur, yan gelir yatardın. Allah, dü nyada O’nun için namaz kılıp oruç
tutan, zekâ t verip hacca giden kullarını, ahrette bu zahmetlerden imtina etmişti. Muhammed
cehennemin kapısında Malik, cennetin kapısında Rıdvan’la da konuşmuştu, ama Ismail’i asıl
etkileyen Azrail’le karşılaşmasıydı.
“Bu da kim?” diye sormuştu Cebrail’e. Vahiy meleğ ine aşinaydı gerçi, ne var ki ö lü m meleğ inin
bö ylesine korkunç, bu kadar siyah, simsiyah, bir kanadı yerde bir kanadı gö kte olduğ unu, iki
gö zü arasındaki mesafenin arasına bü tü n bir kâ inatın sığ dığ ını bilmiyordu. “Azrail” demişti
melek. “Evleri annesiz babasız, dü nyayı ıssız bırakan odur. Çocukları yetim ve ö ksü z bırakan
da.”
Cebrail’in ö lü m meleğ i hakkında sö ylediklerini Ismail’e tekrarlarken bir hıçkırık dü ğ ü mlenirdi
boğ azında, gö zyaşlarını zor tutardın. Ama erkekler ağ lamazdı. Hele Hacı Rahmi Bey’in torunu
bir muhacirin yanında hiç ağ lamazdı. Sipil Dağ ı’nın yamacındaki kadın başı suretindeki o kaya
bile ağlardı da sen ağlamaz, ağlayamazdın. Yutkunarak devam ederdin hikâyene.
Inci ve kızıl altın rengindeki dö rdü ncü ve beşinci katları, Muhammed buralara ayak basar
basmaz her şeyin inciye ve altına kestiğ ini sö yledikten sonra çabucak geçer, altıncı katta
Musa’yla karşılaşmasına gelirdin. Bu karşılaşma ö nemliydi. Çü nkü Miraç’ta Mü slü manlara farz
olunan gü nde elli namazı beşe indirmek için Musa uyarmıştı Muhammed’i, gerçi Allah’la
pazarlığ ı bizzat Peygamberin kendisi yapmıştı, ama gü nde elli kez namaz kılmanın ü mmeti
için imkâ nsız olduğ unu Musa sö ylemişti ona. Ramazanda teravi namazlarını saymazsak her
hafta cuma namazını kılıyordun, Ismail ise onu bile yapmıyordu. Gü nahkâ rdın evet, ama
Ismail senden daha gü nahkâ rdı. Belki bu nedenle merak ediyordu Allah'ı, gü nahlarını
bağ ışlatmak için o da Peygamber gibi Allah’ın huzuruna çıkmak, O’nunla konuşmak istiyordu.
Allah’ı hiçbir canlının, peygamber de olsa hiç kimsenin, Hazreti Musa’nın bile gö remediğ ini
bilmiyordu ki. Hani Allah Tur Dağ ı’nda tecelli ettiğ inde Musa dü şü p bayılmıştı ya, Ismail’in din
bilgisi seninkinin yanında solda sıfırdı. Kuşkusuz bu nedenle dinlerdi anlattıklarını,
Muhammed’in hikâ yeleri Tarzan’ınkilerden biraz farklı olsa da. Yedinci kattan sonra,
Peygamber Sidretü ’l-Mü nteha’ya varıp Cebrail'i de geride bıraktıktan sonra ne olmuştu peki?
Cebrail ona biraz daha yü kselirse kanatlarının tutuşup yanacağ ını sö ylediğ inde hiç mi
korkmamıştı? Gerçekten Allah’ı gö rü p O’nunla konuşabilmiş miydi? Elbette bir karşılığ ı
olmalıydı bu soruların. Yoksa Ismail bir daha seni hiç ciddiye almaz, anlattıklarını değ il bö yle
can kulağıyla dinlemek, hiçbirine kulak dahi asmazdı.
Sınıra vardıklarında Cebrail buradan ö teye gitmesinin yasak olduğ unu sö ylemiş, Muhammed
ise yoluna devam edip Allah’ın cemaliyle karşılaşmış, sırlarına ulaşabilmişti. Hatta aradan
tü m perdeler kalkıp da yalnızca iki perde, zi iri karanlık ve mutlak nur perdeleri kaldığ ında,
ö nce heyecanlanmış, sonra bu iki perde de kalkınca gö zleri kamaştığ ı için ancak kalbiyle
gö rebilmişti Allah’ı, ama soğ uk elini yü reğ inin derininde hissetmişti. Olü mü n soğ ukluğ u
muydu bu, yoksa mekâ nsız ve zamansız bir ortamda varlıktan sıyrılıp hiçe dö nü şmenin
korkusu mu? Peki, neye benziyordu Allah, nasıldı? Işte tam burada susar, titremeye başlardın.
Seninle birlikte gö kyü zü nde yıldızlar da titrer, teker teker sö nerlerdi. Yolageldi Baba'nın
tü rbesindeki mum da çoktan sö nmü ş olurdu. Ismail ısrarla tekrarlardı aynı soruyu: “Demek
Allah’ı görmüş ha? Peki, nasılmış bakalım?"
– Işte onu bilemem, diye kestirip atardın. Onu hiç kimse bilemez. Ne dedem ne imam ne de
öğretmenim.
– Peki Muhammed? O da mı bilemez?
– O bilir, ama söyleyemez.
Susardınız. Sana ö yle gelirdi ki çevrenizdeki her şey de susmaktadır. Dağ ve kent, sokaklar ile
caddeler, hatta yü ksekten uçarken bile takırtıları duyulan leylekler, tü rbede sanduka ve
sö nmü ş mum, ‘‘perili kö şk”ü n yıkılmak ü zere olan cumbası ve karanlık pencereleri, sonra incir
ağ acı, duvar ve yıldızlar, evet her şey susmakta, bu soruya hiç kimse ve hiçbir şey, bü tü n bir
evren bile cevap verememektedir. Neden sonra:
– Ya testi? diye sorardı İsmail.
– Muhammed Mekke’ye dö nü p yatağ ına girdiğ inde bir de bakmış ki su hâ lâ akmakta. Testiyi
alıp kalan suyu kana kana içmiş.
Huveylid kızı Hatice

Huveylid kızı Hatice, Kureyş’in en gü çlü kadınlarındandı. Başka efsane kadınlar da vardı elbet,
gerdek gecesi dü şman kabilelerin barışma şartını ö n koşan, bu gerçekleşmezse kendini
kocasına vermeyeceğ ini sö yleyen, inadıyla ü nlü Avs bin Harita’nın en kü çü k, en kü çü k olduğ u
için de masallardaki gibi en gü zel ve en akıllı kızı Behiye ö rneğ in ya da cazibesi dillere destan
kindar Hind. Ona bu sıfatı neden yakıştırdığ ımı herhalde anladınız. Yine de, anlamayanlar,
anlasalar da inanmayanlar için tekrarlayayım. Mekke’nin ileri gelenlerinden Ebu Sü fyan'ın
zevcesi Hind, erkek kardeşlerini ö ldü ren Hamza'dan ö ylesine nefret ediyordu ki, Peygamberin
amcası Uhud Savaşı’nda şehit dü şü nce dayanamadı, devesinden inip kızılca kıyametin arasına
dalarak Hamza’nın cesedine ulaştı ve bir hançer darbesiyle karnını yarıp ciğerini yedi.
Hatice’nin gü cü ne cazibesinden kaynaklanıyordu ne de ö kesinden. Çok gü zel sayılmazdı.
Duldu ü stelik, ö len iki kocasından da çocuk sahibi olmuş, kendini evine ve işine adamıştı. Bir
iş kadınıydı o, belli ki çok cerbezeli, çok becerikli, çok meşguldü . Zengindi evet, malı mü lkü ,
kervanları vardı. Ama gü cü nü n asıl kaynağ ı iş bilen, tuttuğ unu koparan bir kadın
olmasındandı. Mekkeliler ona “tacire” de diyorlardı, temiz kadın anlamına gelen “tahire” de.
Bü tü n bunları Hatice’nin kâ r hanesine yazdığ ımızda onun Ebu Talib’in yeğ eni Muhammed’i
neden işe aldığ ını, amcası adına Şam’a gidip gelen, ne var ki ticaret yapmaktan çok develerin
yü kü nü indirip bindiren, yemlerini veren bu alçakgö nü llü genç adamı neden seçtiğ ini, hadi
doğrusunu söyleyelim, ona neden göz koyduğunu daha iyi anlayabiliriz.
Belki Hatice de, Hind gibi, nü fuz ve sö z sahibi bir kocaya varmak isterdi. Ya da Behiye gibi
aşiret reislerinden biriyle çö lde, aysız bir gecede ü çü ncü kez gerdeğ e girmek. Dışarıda rü zgâ r
palmiyelerin dallarını sallar, kamp yerinin son ateşleri de sö nerken çadırda kocasına
sokulmak, onu şe kati, sıcaklığ ı, kendine olan engin gü veniyle sarıp sarmalamak. Ama yoksul
bir erkeğ i sevdi, ona kapıldı, onu istedi ve burada pek uygun kaçmasa da yazmak zorunda
olduğ um bir deyimle, kendisinden on beş yaş kü çü k bir delikanlıyı elde etti. O zamanın tö resi
gereğ ince Muhammed aile bü yü klerinden istemedi onu, bir yakım aracılığ ıyla Muhammed’i o
istedi ailesinden. Yine de her şey gereğ ince yapıldı. Dü ğ ü nleri kırk gü n kırk gece sü rmedi
hayır. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine diyecek halim de yok. daha durun bakalım,
henü z evlenmediler. Zengin iş kadını Hatice hemen evlenme teklif etmedi Muhammed’e, onu
sınamak istedi. Nasıl mı? Şöyle:
Kü çü k yaşından beri amcası Ebu Talib'in kervanlarıyla Şam’a giden Muhammed bu kez Hatice
adına çıktı aynı yolculuğ a. Mal yü klü develere Kureyş’in muhafızları ile Kervankıran yıldızı
eşlik etmiyordu yalnızca, Hatice’nin adamları da vardı. Ve kadın kö lesi Meysere. Meysere
Habeş kö kenliydi, Ukaz pazarında satılmadan ö nce varlıklı bir ailenin kızıydı. Endamlı,
gö rgü lü , çok da işveliydi. Yol boyunca ilgisini çekmeye çalıştı Muhammed’in, ama geceleyin
kervan konaklayıp develer çö ktü ğ ü n de, genç adamın gö zü gö kyü zü nü dolduran yıldızlardan
başka bir şey gö rmü yordu. Dü şü nceli ve dalgın bir hali vardı. Kamp ateşine gelen cinlerin
şerrinden korktuğ u da sö ylenemezdi. Zaten yola çıkmadan ö nce herkesin yaptığ ı. gibi ne
Kâ be’ye gidip Allah’ın kızlarını ziyaret etmiş ne de evindeki taş parçasını sevip okşamış,
ondan yolculuğ un iyi geçmesini dilemişti. Beytullah’ı yedi kez tavaf etmekle yetinmişti
yalnızca. Çevresindekilerden çok farklıydı Muhammed, alevlerin gö lgesinde dans edip
erkekleri baştan çıkaran cinlerin iğ vasına kapılmadığ ı gibi Habeş kö lenin koynuna da
girmemişti. Sö zü ne gü venilir biriydi ü stelik, mahcup ve yakışıklıydı. Evet, yakışıklıydı. O’nu
yü zü ö rtü lü tasvir eden minyatü rlerin sonradan, çok sonradan yapıldığ ını, oysa eski
kaynakların Peygamberi gerek karakter gerekse izyolojik ö zellikleriyle en kü çü k ayrıntılarına
varıncaya dek anlattıklarını biliyoruz.
Muhammed’i Şam kervanında bir dişi devenin ü zerine binmiş, başında yeşil ya da beyaz
sarığ ıyla hayal edebiliriz. Herkes gibi onun da iri, siyah gö zleri ışıktan kamaşıyor. Ama
herkesin ü zerinde olmayan bir bulut var Muhammed’e eşlik eden, kendisine henü z
peygamberlik gelmemiş de olsa Allah’ın sevgili kulunu ve mü stakbel elçisini gü neşten
koruyan. Muhammed’in devesi durunca bulut da duruyor, yü rü yü nce bulut da yü rü yor. Ve
gü zel, beyaz dişleriyle hep gü lü msü yor Muhammed. "Gerçekten de Biz insanı en gü zel surette
yarattık” ayeti sanki onun için inecek gibi. Alnı geniş ve ferah, sarık başını olduğ undan daha
bü yü k gö steriyor. Burnunun ü stü ne dek uzayan kavisli kaşları, kaşların tam ortasında
ö kelenince kabarıp şişen, sakinleştiğ inde eriyip kaybolan bir damar var. Burnu uzunca ve
ha if kavisli, ağ zı bü yü kçe, dudakları kalınca. Kureyş’in tü m soylu erkekleri gibi kara kaşlı kara
gö zlü anlayacağ ınız, ama teni beyaz, çok beyaz. Gerçi Yusuf ondan daha beyazdı, ama o
Yusuf’tan sanki daha gü zel, çok daha çekici. Ve bulutun koruyucu gö lgesi dü şü yor nazik tenine.
Geniş, ama kılsız gö ğ sü yle ince ve gü çlü bacaklarını da gö lgelendiriyor. Saçları ne çok dü z ne
fazla kıvırcık, ama epeyce uzun, omuzlarına dö kü lü yor. Sakalları da bir hayli uzun ve gü r, bakır
renginde. Kokulu. Misk ü amber sü rü yor her sabah, gü nbatımında çıkan rü zgâ r saçları ile
sakallarını dalgalandırdığ ında çevreye hoş bir koku yayılıyor. Kum denizinde bir ada sanki, bir
rayiha kaynağ ı. Yalnızca gü ven vermiyor çevresine, bü yü leyen, alıp gö tü ren, ilk solukta baş
döndüren bir koku da saçıyor.
O kokudan mı etkilendi Huveylid kızı Hatice, yoksa bakışlarındaki kararlılıktan mı? Belki de
gö zlerinin beyazındaki kırmızılıktan, neden olmasın? Doğ ru sö zlü , gü venilir, sadık oluşundan
da etkilendiğ i anlaşılıyor. Ben Hatice’nin Muhammed’de en çok imkâ nsızı, gizemi, çocukluğ u
daha doğ rusu yetimliğ i sevdiğ ini dü şü nü yorum. Once dedesinin daha sonra da amcasının
korumasında bü yü mü ş, ne var ki anne şe katinden yoksun kalmış, babasınıysa hiç
tanımamıştı Muhammed. Bebekken sü tannesi bile korkup geri getirmişti onu, çocuğ un
çevresinde olağ anü stü bir şeylerin dö nü p durduğ unu bahane ederek dedesine teslim etmişti.
Bü yü dü kçe, serpilip geliştikçe, sü rü lerin peşinden dü şü p kalkmaya, ağ zı kö pü klü develer ile
allı morlu, yağ kuyruklu koyunları değneğiyle yederek otlatmaya yeltendikçe yalnızlığı daha da
artmış, Mekke civarındaki vadileri, tozlu yolları, kurumuş dere yataklarını, sarp yamaçları
arşınlamaya başlamıştı. Yalnızlığ ı arar olmuştu artık, yetimliğ inin, kabilesinden dışlandığ ının
farkındaydı. Ve gelmiş geçmiş peygamberlerin hepsinden daha fazla çobandı, ö yle bir başına,
sü rü sü yle ve dağ larla ve taşlarla haşır neşir, onların ayrılmaz bir parçası, hısımı, akrabasıymış
gibi. Akrabalık ilişkilerinin her tü rlü toplumsal değ erin ü zerinde tutulduğ u kabile hayatında
bu derin, bu kahredici terk edilmişlik duygusunu en yoğ un biçimde yaşadığ ını tahmin
edebiliyorum. Ve “Andolsun kuşluk vaktine, karanlık geceye!” diye başlayan Duha Suresi’nin o
mü thiş ayetleri dü şü yor aklıma: “Rabbin seni terk etmedi, sana darılmadı da. (...) Seni yetim
bulup da barındırmadı mı? Seni yolunu kaybetmiş bulup da doğ ru yola iletmedi mi? Seni
yoksul bulup da zengin etmedi mi? Oyleyse yetimi hor gö rme sakın!” Bunları, bir bakıma,
Hatice de sö yleyebilirdi, çü nkü ö lene dek Hatice de terk etmedi onu, bir anne şe katiyle sarıp
sarmaladı, hep yanında, yakınında oldu. Rabb’dan ö nce Hatice bağ rına bastı Muhammed’i,
O'na da, yani kocasına, yani Tanrı’nın birliğ ine ilk Hatice inandı. Neyse, daha evlenmediler
demiştim. daha Şam yolunda Muhammed’in izindeyiz, Mekke’de Hatice’nin evinde değil.
Kervan Busra’ya yaklaştığ ında bir Nasturi keşişi tepenin yamacındaki mağ arasından dişi
devenin ü zerinde salınan bulutu gö rdü . Mekke kervanı bö yle yılda bir kez uzaktan gö rü nü r,
karayılan gibi kıvrıla bü kü le çö lü n içinden çıkar gelirdi. Yaklaştıkça muhafızların haykırışları
çıngırak seslerine karışır, mağ rur ve yorgun develer çö lü geride bırakmanın sevinciyle
hızlanırlardı. Ama hiçbirinin ü zerinde bu kadar serin gö lgeli, bö ylesine alçak bir bulut, tek bir
bulut olmazdı. Keşiş bir olağ anü stü lü k sezerek telaşla aşağ ıya inip kervanı dü z ovada, konak
yerindeki ulu ağ acın altında karşıladı. Ağ aç yö rede pek rastlanmayan tü rdendi. Gö vdesi
kağ şamış, eğ rilip bü kü lmü ş, iyice kocamıştı. Kö klerinin bir kısmı sanki dışarıdaydı. Dalları
yok denecek kadar azdı, yaprakları da. Bulut, devesinden inen yakışıklı, genç adamla birlikte
geldi, ağ acın tam ü zerinde durdu. Gö lge vermeyen ağ acın dibini bir serinlik kapladı. Keşiş
serinliğ in uzağ ındaydı, genç adamsa tam ortasında. Konuşmaya başladılar. Daha doğ rusu
keşiş genç adama bazı sorular sordu, sonra da gö mleğ ini çıkartmasını rica etti. Meysere olan
bitenleri uzaktan izliyordu. Muhammed keşişin ricasını kırmayıp gö mleğ ini sıyırınca iki
omzunun ortasındaki peygamberlik mü hrü alaca bir leke gibi ortaya çıktı. Ama keşişten başka
şaşıran olmadı. Bunca yıldır okuduğ u kitapların haber verdiğ i, Yahudi kâ hinlerin Arapların
içinden çıkacağ ını sö yledikleri son peygamber karşısında duruyordu, ama henü z kimse bunun
farkında değ ildi. Meysere dö nü şte olan bitenleri Hatice'ye anlattığ ında Huveylid’in kızının
bakışlarından bir parıltı geçti ve o an Muhammed’le evlenmeye karar verdi.
Hatice'nin babası Ficar Savaşı’nda ö lmü ştü . O kanlı ve saçma savaşta kimler ö lmemişti ki!
Aynı soydan gelen iki kabile bir kan davası yü zü nden birbirine girince zırhlar kuşanılmış,
zehirli oklar atılmış, kılıçlar çekilmiş, nice koç yiğ itler yere serilmişti. Çö ken develeriyle
birlikte ö lenler de olmuştu bu arada. Mızrakla kalbi deşilenler, kellesi uçurulanlar, kafası
koparılıp top gibi oradan oraya atılanlar, kolları, bacakları havada uçuşanlar... Su gibi kan
akmıştı. Kan, yö rede kıt olan, kuyu diplerinde biriken sudan daha çok, daha coşkuyla akmıştı.
Evet, kan gö vdeyi gö tü rmü ştü , diyeceğ im. Ve sonra, yıllar sonra, Mü slü manlar ile mü şrikler
kapıştığ ında da kan oluk gibi akacak, kılıçlar çalındığ ında kelleler dü şecekti. Ficar Savaşı’nda
ö lenler cennete gitmemişlerdi, çü nkü henü z cennet ya da cehennem vaat edilmemişti onlara,
parçalanıp toprak olan gö vdenin yeniden dirilebileceğ ine, ö lü mden sonraki hayata
inanmıyorlardı. Ama ağ ıtlar yakılmıştı arkalarından, çocuklar ve kadınlar ö lü lerine
ağ lamışlardı. Ustü nü başını parçalayanlar, dö vü nenler, kendini yere atıp toprakta
debelenenler arasında Hatice yoktu. Hatice o zaman da vakur bir keder, Kureyşlilerde pek
gö rü lmeyen bir tevekkü lle karşılamıştı babasının ö lü mü nü . Yani o da, mü stakbel kocası
Muhammed gibi ö ksü z kalmış, genç kızlığ ında en yakınını kaybetmenin acısını yaşamıştı. Bu
nedenle, yetimi hor gö rmek şö yle dursun, ona sahip çıkmak, onu bağ rına basıp korumak,
sevip okşamak, kollarında sallamak için karşı konulmaz bir arzu duyuyordu.
Hatice Muhammed’le evlenmeyi kafaya koyunca tö reyi çiğ neme pahasına bu arzusunu Ebu
Talib'e iletmişti, ama dü ğ ü nü n yine de kurallar çerçevesinde yapılması gerekiyordu. Sonunda,
babası hayatta olmadığ ı için Hatice’yi amcasından, Muhammed'in kendi amcası Ebu Talib
istedi, ne var ki kız tarafım temsilen amca Amr Esed rıza gö stermedi. Esed varlıklı yeğ enini
yoksul, ü stelik de yetim bir delikanlıya layık gö rmü yordu. Bunun ü zerine evinde bir şö len
dü zenledi Hatice, ne de olsa gö rmü ş geçirmiş, başından iki evlilik geçmiş olgun bir kadındı.
Şö lene aile bü yü kleri ve yakın akrabaların yanı sıra eş dost da çağ rıldı. Dostların arasında bir
şair vardı. Tuhaf bir adamdı doğ rusu, ne dediğ i pek anlaşılmıyordu. Belli ki cini garip sö zler
sö yletiyordu ona, Hicaz lehçesinde olmayan, kimsenin anlamadığ ı sö zcü kleri peş peşe
sıralıyor, sanki gelecekten haber veriyordu. Yalnızca şair değ il aynı zamanda kâ hindi. Derken
dili açıldı. Muhammed’i ö vü yordu; onun yü reğ inin tü m Mekkelilerin hatta Acem’de ve Rum’da
hor gö rü len tü m Arapların yü reğ inden daha temiz, çok daha parlak olduğ unu, bu nedenle ona
ö nemli bir gö rev yü kleneceğ ini sö ylü yordu. Dağ ların bile kaldıramayacağ ı bir gö rev olacaktı
bu, ö ylesine zor, tehlikeli, ama kaçınılmaz. Hem de çok gerekli. Işte o zaman tü m kaderi
değ işecekti Kureyş’in. Yalnızca Kureyş’in değ il tü m Arapların ve başka kavimlerin de kaderi
değişecekti damat adayının pirüpak yüreğine gökyüzünden bir esin, bir söz nazil olduğunda.
Şairin sö zlerine o gü n kimse ö nem vermedi. Sö ylemesi gerekenleri sö ylemediğ i, Kureyş’in
yiğ itliğ ini, asilliğ ini ö vmediğ i için, Kâ be’nin anahtarları ile hacılardan, Zemzem suyu ile
ilahlardan dem vurmadığ ı, Allah’ın kızlarına yalvarıp yakarmadığ ı için amcalar tarafından
susturuldu. Amcalardan Ebu Talib sö z aldı sonra, Muhammed’in yoksul, ama soylu olduğ unu,
zenginliğ in gö lge gibi geçici soyluluğ un ise kalıcı olduğ unu belirtti. Yeğ enine Hatice’yi
istemeden ö nce onun meziyetlerini bir bir sıraladı. Bu arada ö teki amca ö teki yeğ enin
cö mertçe sunduğ u hurma şarabından fazlaca etkilenmiş, sızıp kalmıştı. Onun yerine
Hatice’nin kuzeni Varaka bin Nevfel sö z aldı. Kutsal kitapları hatmettiğ inden, derin bilgisini
çevresindekilerle paylaşmak istemediğ inden olmalı, kısa ve ö z konuştu. “Muhammed cins bir
deve gibidir” dedi, “çö kmesi için burnunun ü zerine değ nekle vurmaya gerek yoktur.” Bunun
ü zerine Ebu Talib mü stakbel gelinin evine yirmi deve bağ ışladığ ını ilan edince ortalık
şenlendi. Hatice’nin bir işaretiyle rakkaseler içeriye girip şö len masasının çevresinde tef
çalarak dans etmeye başladılar. Aynı anda konuklar gelin ve damadın başlarına atılan hurma
ve şekerlere yumuldular. Amcalardan Amr bin Esed gü rü ltü den uyandı, yeğ enine neler olup
bittiğ ini sordu. Hatice “Allah’ın izni Peygamberin kavliyle ben Muhammed’e vardım” demedi
elbet, ama dü nya evine girdiğ ini sö yledi. Amca ö kesinden ne yapacağ ını bilemedi ö nce, ama
kendi rızası dışında gerçekleşen bu evliliğ i onaylamadığ ını da dışa vurmadı. Çü nkü atı alan
Taif’i çoktan geçmişti. Oylece oturdu kaldı yerinde, yeğ eninin elinden içtiğ i hurma şarabıyla
bu kez ancak ertesi sabah ayılmak üzere yeniden sızdı.
Muhammed ile Hatice mutlu yaşadılar. Sü t emerken ö len oğ ulları Kasım’ın dışında
mutluluklarına gö lge dü şmedi. Dö rt kızları oldu. Zeyneb, Rukiye, Ummü Gü lsü m ve Fatıma.
Hiçbirini diri diri toprağ a gö mmediler. Zengin olduklarından değ il, kız çocuklarını en az oğ lan
çocukları kadar sevdiklerinden. Ve Muhammed’e vahiy inene dek, yani on beş yıl boyunca
kervan dü zü p mal aldılar, mal sattılar. daha doğ rusu tam olarak ne yaptıklarını bilmiyoruz,
ama bu mutlu yuvanın temelinde yalnızca şe kat ve sadakat değ il meşakkat de olduğ unu
biliyoruz.
Vahiy

Gü n doğ madan yola çıkıyordu, azık torbasına yetecek kadar su, birkaç hurma, evde kalmışsa
bir parça kuru ekmek koyarak. Oysa varlıklıydılar, Mekke’den Şam’a, kimi zaman da gü neye,
bahtiyar Arabistan'a gidip geliyordu kervanları. Kumaş, baharat, tuz ve mücevher taşıyorlardı.
Tuz, mü cevherden daha değ erliydi işini bilene, kervan dü zü p yollar aşana. Kuyu başlarında
dinlenip kurda kuşa yem olmayı gö ze alana. O da yolu seviyor, yü rü yor da yü rü yordu. Ama
gençliğ indeki gibi çö lü aşmıyordu artık. Kendini tefekkü re vermiş, erişilmez bir sırrın peşine
dü şmü ştü . Yanına fazla yiyecek almayışı dü nya nimetlerini sevmediğ inden değ ildi. Insan
açken, nefsine tü mü yle egemenken daha kolay uzaklaşıyordu gerçek dü nyadan; uzakta, gö ğ ü n
yedi kat ö tesinde oturan, ama kimseye gö rü nmeyen yü ce varlığ a daha bir yaklaştığ ını
duyumsuyordu. Hem mide dolmayınca evren dolduruyordu insanın içini, dağ larla taşlarla
yıldızlarla olmanın bilinci pekişiyor, bu ortak var oluş zihni açıyor, algı gücünü geliştiriyordu.
Zengindiler, ama Mekke’nin diğ er zenginleri gibi bencil değ ildiler. Onların gö nü lleri de
zengindi. Bir keresinde, o amansız kıtlık yılında, insanlar kırılır bebeler açlıktan ö lü rken
Muhammed’in sü tannesi Halime kapılarına dayanmış, yardım istemişti. Ondan sü tü nü
esirgemeyen, ne var ki bir gece çocuğ un nerede olduğ unu soran o beyaz giysili iki adamdan
korkunca Muhammed’i dedesine teslim eden kadını eli boş gö ndermemişler, kırk koyun ile bir
binek devesi bağ ışlamışlardı. Diyeceğ im, en kö tü zamanlarda bile Allah’ın bereketi eksik
olmuyordu evlerinden. Yalnızca Allah’ın mı? O’nun kızları Lat, Uzza ve Manat da titriyorlardı
ü zerlerine, onlar bu kaya ve tahtadan ibaret ilahelere fazla yü z vermeseler de. Hatta bir gü n
genç koca Uzza’ya en sevdiğ i, gö zü gibi baktığ ı sü t kuzusunu kurban etmişti, sü rü den ayırıp.
Eskidendi, çok ö nceden. Evliliklerinin ilk yılında. Yoksa artık, kırkına gelmişken, duymayan,
konuşmayan, gö rmeyen ilahelerin değ il başka bir sırrın peşindeydi. Bir gü n onunla arasındaki
dağ ların, gö klerin ve gö rü nmez perdelerin kalkacağ ını umduğ u, o erişilmez sırrın. Evet, o
zamanlar sü rü leri de vardı, yalnızca kervan değ il çok sayıda koyun ve deve sahibiydiler.
Cömert ve iyilikseverdiler.
Gü n dogmadan başka bir dü nyaya doğ ru yola çıkıyordu, nicedir içinde, yü reğ inin
derinliklerinde hissettiğ i, adlandıramasa da bir sü redir varlığ ından kuşku duymadığ ı o
dü nyanın sınırları gerçeğ in bittiğ i yerden başlamıyordu, hayır. Bakmasını, gö rmesini bilene,
ö zellikle de onun gibi dağ ların taşların uğ ultusuna, rü zgâ rın sesi ile mahlukatın nefesine kulak
vermesini bilene her an sırlarını açmaya hazırdı, sormayı, sorgulamayı, dü şü nü p taşınmayı
bilene. Ama birkaç şair ile kahinin dışında kimse, hiç kimse ne evreni sorguluyor ne doğ ayı
dinliyordu. Kazanç hırsı bü rü mü ştü gö zlerini. Zevk ve işret, şehvet dü şkü nü ydü ler. Ve Allah’ın
kızlarını kendi kızlarından daha çok seviyor, sevmek bir yana, onlara tapıyorlardı.
Nasıl da bir dü zen kurulmuş hiç aksamadan işliyordu. Her şey sırayla olup bitiyor, doğ umlar
ö lü mleri, gü n geceyi, ışık karanlığ ı izliyordu. Gü neş sıcak, ay parlaktı. Geceleyin yıldızlarla
doluydu gö kyü zü , gü ndü z bulutlarla. Yıldızlar yerinde dururken bulutlar rü zgâ rda dağ ılıyordu.
Bazen bir yıldızın kaydığ ı da oluyordu, ama onlar yukarda, aşağ ıdaki kum taneleri kadar
çoktular. Sabit, cin kovan ateşler kadar ışıklı ve uzaktılar. Sular ağ aç kö kleri gibi toprağ ın
derinliğ ine inerken Şam yolunda denize doğ ru akıyordu Fırat. Yeryü zü ne mıhlanmıştı dağ lar,
kalkıp da hiçbir yere gidemez, denize kavuşamazlardı. Ne var ki havada dö nü p duruyordu
kuşlar. Leylekler de ö yle, uzun gagaları, geniş kanatları, incecik bacaklarıyla gelip kışın
Kâ be’ye konuyor, yazın uzağ a gidiyorlardı. Bulutlar ayrışıp birleştikçe, ü st ü ste yığ ılıp
karardıkça şimşekler çakıyor, derken yağ mur indiriyordu. Şimşekler gü mü ş kakmalı
hançerdiler, yağ mur yeryü zü nü yeşerten, insanlar ile hayvanlara rızk veren bir lü tuf. Yeryü zü
geniş ve dü zdü . Dağ lar tepeler, kertenkeleli kızgın kayalar bir yana, uçsuz bucaksız uzayıp
gidiyordu. Çö l de ö yle, gö z alabildiğ ine dü mdü z. Canlı ve cansız, dalgalı ve devingen, yılanları,
çıyanları, bin bir çeşit bö rtü bö ceğ iyle. Develeriyle. Yelkenleri rü zgâ rla dolunca denizde tez
giden gemiler gibi. Gerçi o, hayatında hiç gemi gö rmemişti, ama varlıklarından haberliydi.
Kimi yerde engebeliydi yeryü zü , vadiler ile dağ lar, derin boğ azlar arasında ö yle kıvrım kıvrım,
buruşuk. Uzerinde bitkiler, hayvanlar ve insanlar vardı. Insanların içindeyse iyilik ve kö tü lü k,
daha çok da kö tü lü k. Kimi ateşe tapıyordu kimi ağ açtan yontulmuş, kocaman başlı bir zekere.
Kureyşliler gibi ilahelere tapanlar da vardı ve Isa ile Musa'nın dininden olanlar. Hem
aynıydılar hem farklı, onlar da kuşlar, ağ açlar, sular gibi bin bir çeşittiler. Peki, kim yaratmıştı
bü tü n bunları, evrenin bir sahibi var mıydı? Yoksa her şey tesadü fen, kendiliğ inden mi ortaya
çıkmış, dağ lar yeryü zü ne yıldızlar gö kyü zü ne mıhlanmıştı? Kim ayırmıştı yeri gö kten, geceyi
gü ndü zden, kadını erkekten? Kimdi şafağ ın sahibi, karanlık geceye hü kmeden? Bu soruların
yanıtını bulmak için gü n doğ madan yola çıkıyordu. Bu soruların yanıtı gü nlerce kapanıp
dü şü nceye daldığ ı o dağ ın yamacındaki mağ arada gizliydi belki, belki de içinde, yü reğ inin en
derin yerinde.
Anımsıyordu. Hayal meyal de olsa, kimi kez gerçek varlıklarından kuşkuya da dü şse,
sü tannedeyken bir gece beyazlar giyinmiş iki adamın, adamdan çok heyulayı andıran o iki
gö lgenin yanına sokulup gö ğ sü nü açtıklarını, kalbini kar suyuyla yıkayıp temizledikten sonra
tekrar yerine koyduklarını anımsıyordu. Taşıyamayacağ ı bir yü kten mi kurtarmışlardı onu,
yoksa yüreğindeki pıhtıdan mı arındırmışlardı? Peki, nereden bulmuşlardı kar suyunu? Yemen
dağ larından mı getirmişlerdi, yoksa daha uzaklardan, karla ö rtü lü bir başka diyardan mı?
Belki de hiç olmamıştı bö yle bir şey, ama o bir gece iki meleğ in yanına sokulmasını istemiş,
bunun için karşı konulmaz, dayanılmaz bir arzu duymuştu. Kü çü k yaşında, tü ysü z bir ergen
bile değ ilken, henü z sü t emerken. Onun için mi bö ylesine çok seviyordu deve sü tü nü , bu
nedenle mi her şeyden, hurma şarabı ile baldan, sudan bile vazgeçiyordu da, deve sü tü nden,
gece karanlığında süzülüp yanına sokulan o beyaz adamlar gibi sessizce ve bembeyaz köpüren
deve sütünden bir türlü vazgeçemiyordu?
Gü n doğ madan ardında bırakıyordu Mekke’yi, taş evler ile develeri, dar ve tozlu sokaklar ile
Kâ be’yi. Kâ be yarı karanlıkta bir heyulaydı, siyah kumaş kaplı duvarları, içinde susan
putlarıyla. Yalnızca putlar değ ildi susan, taşlar ve ağ açlar da susuyordu, kuyular da. Sabahın
seher vaktinde, gü neş ortalığ ı yakıp kavurmaya başlamadan ö nce ha if bir rü zgâ r esiyor,
palmiyelerin dallarını kıpırdatıyordu. Kimi zaman, rü zgar esmeden de kıpırdıyordu dallar,
sivri yaprakların ucundan bir hışırtı geliyordu. Yalnızca Muhammed duyuyordu hışırtıyı,
taşların dile gelmek için yanıp tutuştuklarının, ama buna şimdilik izin verilmediğ inin de
farkındaydı. Şimdilik. Her şey, vakti geldiğ inde konuşmak ü zere, şimdilik susuyordu. Ve bir
tek o farkındaydı sessizliğ in. Derken içinden bir uğ ultu yü kseliyor, tü m bedenine yayılıyordu.
Sanki doğ a uğ ulduyordu içinde, uzaktan, çok uzaklardan çan sesleri geliyordu. Belki çan değ il
develerin çıngıraklarıydı bö yle kafasının içinde yankılanan, bazen gü m! gü m! gü m! bazen de
tın! tın! tın! diye inleyen. Ne var ki o, ardına dö nü p bakmadan, kafasındaki seslerin kaynağ ını
araştırmadan devam ediyordu yoluna. Yü rü yor da yü rü yordu. Zaten yü rü mesiyle meşhurdu.
Gö vdesi bacaklarına oranla daha uzun olduğ undan seker gibi, bir yokuştan hızla iner gibi
gidiyordu. O yü rü dü kçe aydınlanıyordu ortalık. Gü n karanlıktan sıyrılır palmiyelerin
yaprakları kuş kanatlan gibi hışırdarken kendini dağ yollarına vuruyordu. Mekke arkasındaydı
artık, önündeyse tek tük ağaçlar vardı.
Atası Kusay zamanından kalmaydı bu ağ açlar, ne meyve veriyorlardı ne gö lge. Neredeyse
dalsız ve yapraksızdılar. Ama çok sağ lamdı gö vdeleri, kovuklarıysa karanlık. Kureyş kabilesi
Kâ be ve Zemzem’in yö netimini ele geçirip çevre tepelerden kente indiğ inde çadırlarını bu
ağ açların dibine kurmuşlar, kutsal olduklarına inandıkları için de hiçbirine dokunmamışlardı.
Zamanla kıl çadırlar eprimiş, içerde yere serili hasırların altından da ağ açlar boy vermeye
başlamıştı. Bunun ü zerine taştan evler yapmalarını buyurmuştu Kusay, ağ açları da bizzat
kendisi kesmişti. Ama hepsini değ il. Dağ yolunda ö nü ne çıkan ağ açlar onun elinden
kurtulanlardı. Onun için bö ylesine yaşlı, bu denli efsunluydular. Muhammed onlarda kendi
akıbetini görüyordu.
Yol toz toprak içindeydi. Kimi yerlerde siyaha çalan bir rengi vardı tozun, sandalları ayak
bileklerine dek içine gö mü lü yor, yine de iz bırakmıyordu. Sandallarla birlikte sanki gü neşi de
emiyordu toprak. Muhammed'e ö yle geliyordu ki karanlık kovuklu ağ açlar, kaya ve yamaçlar
gibi karşısında heybetle dikilen Hıra Dağ ı da ona atalarından miras kalmıştır. O dağ ın ö bü r
yamacındaki mağ ara da. Mağ aranın içindeki sarımtırak toprak ile duvarlarına ağ kuran
örümcekler de.
Tırmanmaya başladığ ında gü neş gö ğ ü ortalamış oluyordu. O tırmandıkça çevreye serpilmiş,
yırtıcı hayvanlar gibi korku veren kayalar da tü tü yor, sanki sıcakta genişleyip bü yü yorlardı.
Irili ufaklı taşlarsa her an avlarının ü zerine atılmaya hazır alıcı kuşlar gibi tetikteydiler. Ve ilk
işarette aşağ ıya yuvarlanmak ü zereydiler. Ama ne bir işaret gö rü nü yordu ufukta ne dağ ses
veriyordu. Tepeye ulaştığ ında ö bü r yamaçtan biraz inmesi gerekiyordu mağ araya ulaşmak
için. Aşağ ıda u ka kadar gö z alabildiğ ine çö l uzanıyordu. Beyaz kum tepeleri ve uçsuz
bucaksızlığ ıyla sonsuzluk duygusu uyandıran, gençliğ inde bir uçtan bir uca kat ettiğ i, bildik,
tanıdık, ama yine de gizemli çö l. Sırlarını açığ a vurmayan, kendini hiçbir zaman tü mü yle ele
vermeyen, her zaman kendine, yalnızca kendi özüne eşit olan çöl.
Muhammed bu duygunun esiriydi artık, sanki ondan ibaretti. Ilk kez karısının kuzeni, o
kargacık burgacık har li eski kitapları okumaktan gö zleri kö r olan Varaka’ya sö z etmişti bu
esaretten. Galiba gayb â leminden gelen sesleri, rü zgâ r esmeden hışırdayan palmiye
yapraklarını da ilk ona anlatmıştı. Varaka Muhammed’e bir şeyler olduğ unu seziyor, ama
damadının dü nyasında kopan fırtınanın gerçek boyutlarını kavrayamıyordu. Bir gece yağ
kandilinin ışığ ında sabaha dek konuşmuşlar, Muhammed’e Rabb’in Kutsal Ruh’tan Isa’ya nasıl
ü leyip ona can verdiğ ini, Bakire Meryem’i, Tur Dağ ı’nda Musa’yı anlatmıştı. Atalarının atası
Ibrahim’den de sö z etmişlerdi elbet, Nuh ve diğ er peygamberlerden de. Kureyş Rabb’in
gazabından korkmuyordu, ama onlar korkuyorlardı. Tufandan, Lut halkının başına gelenlerin
Mekke’nin de başına gelmesinden. Sonra gü neş ile ayın kararıp solmasından, gö ğ ü n nar gibi
kızarıp yıldızların olgun incirler gibi sapır sapır yeryü zü ne dö kü lmesinden. Neden sonra
Varaka, duyulur duyulmaz bir sesle, sö zcü kleri ağ zında geveleyerek, gerçekte Rabb’in ne
insanlarla ne de gelmiş geçmiş nebilerin hiçbiriyle konuşmadığ ını, doğ ru yoldan sapan
kavimleri hizaya getirmek için mutlaka bir aracıya gerek duyduğ unu, bunun da meleklerin en
yü cesi Cebrail olduğ unu sö ylemiş, Muhammed de dalgın ve sessiz, dinlemişti. Tanrı tekti, bu
ne demekse, gü çlü ydü , gazabından korkmak merhametine sığ ınmak gerekirdi ve insanlarla
doğ rudan konuşmayıp onları doğ ru yola yö neltmek için aracılar gö nderir, elçiler seçerdi.
Demek ki hiçbir insan yaşarken Rabb'i gö remez, O’nun vası larını tahayyü l bile edemezdi.
Ama O her şeyi bilen, işiten ve gö rendi. Musa Dağ ında O’nu gö rmek isteyince cemal ve
celalinin şiddetinden yere dü şü p bayılmıştı. Varaka bunları anlatır, eski kutsal kitaplardan
ö ğ rendiklerini Muhammed’e aktarırken, o yağ kandilinin ışığ ında hayallere dalıyor, kızlarıyla
işlerini, sevgili karısı Hatice'yi bile ihmal ediyor, kendini tozlu yollara vurup Hıra Dağ ı'ndaki
mağ araya sığ ınıyordu. Ve orada, uykuyla uyanıklık arası bir dü şte, bitmek bilmeyen bir
dü şü şte bekliyordu. Biliyordu ki yıllardır aradığ ı, içinde ikinci bir insan gibi besleyip
bü yü ttü ğ ü , bir sü redir kafasında uğ uldayan, zihnini kemiren o şekli şemaili belirsiz şey
oradadır. Ve biliyordu ki bir dü şü nce, sonsuzluk duygusuyla gelen bir hayal olmaktan ö te,
onun varlığ ı tamamıyla gerçektir. Henü z yü zü nü gö stermemiş, bir işaret ya da ses vermemiş,
kendini aşikar etmemiş de olsa, en yakın zamanda zuhur edecektir.
* * *
Sonunda beklenen an geldi, vakt erişti. Ve Cebrail, Rabb’in soylu ulağı bir yüce melek suretinde
gö rü ndü Muhammed’e. Dev kanatlarıyla gö ğ e yakın bir uzaklıktaydı. U ku boydan boya
kaplıyor, ayakları yere değ miyordu. Ayakları, hatta kanatlan var mıydı, o bile pek belli değ ildi.
Sabaha doğ ruydu. Gü n yeni ağ armaktaydı. Nurdan gö zleri kamaşmıştı Muhammed’in, ama
Cebrail’i gö rdü ğ ü kesindi. Derken melek mağ aranın içine geldi, bir yayın iki ucu uzaklığ ında,
hatta biraz daha yakında durdu. Ayaktaydı yine ve ü rkü tü cü ydü . Muhammed’i tutup “Ikra!”
diye haykırdı ona. Muhammed bir dağ la kucaklaşmış gibi sarsıldı, ağ ırlığ ından ezilecek gibi
oldu. Cebrail’in ağ ırlığ ından değ il, çü nkü melek saydam ve ha ifmiş gibi duruyordu, dağ ın
ağ ırlığ ından da değ il, çü nkü dağ ın zaten tepesindeydi, Sö z’ü n ağ ırlığ ından yere kapaklandı.
Okumak bilmediğ ini sö yledi. Cebrail yeniden tutup sarstı, bir daha, bir daha sarsarak, bu kez
“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” diye tekrarladı. “O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku!
Rabbin sonsuz kerem sahibidir. Kalemle yazmayı ö ğ retti. O insana bilmediğ ini ö ğ retti!” Bu
sö zler birer birer kalbine kazındı Muhammed’in, o temiz, ayın yü zü kadar parlak kalbine.
Demek ki okuması gereken yazılı bir metin vardı da, o bunun farkında değ ildi. Sö zcü kleri, ona
ö ğ retmek istermiş gibi tane tane telaffuz eden meleğ e okuma bilmediğ ini sö ylerken bunu
kastetmişti, yani “ü mmiyun” olduğ unu, Kutsal Kitap sahibi kavimlerden olmayan bir
Kureyşliden bunu bekleyemeyeceğ ini. Titriyordu. Korkudan değ il, hayır. Şimdi yü reğ inde
duyumsadığ ı tanrısal sö zü n ağ ırlığ ından. Vahiyden. Vahiy yere çalmış, belki de ü zerinden
kalkamayacağı bir görev yüklemişti ona. Deve gibi olduğu yere çökertmişti.
Mağ aradan nasıl çıktığ ını, tepeye tırmanıp yamaçtan gerisin geriye nasıl indiğ ini, bir işaret
bekleyen o taşlar gibi yuvarlana yuvarlana yü rü dü ğ ü nü , geldiğ i yoldan evine nasıl dö ndü ğ ü nü
anımsamıyordu. Anımsadığ ı tek şey Hatice’nin yakınlığ ıydı. O titrerken ü zerini ö rtü p
yatıştırıcı sö zler sö ylemişti. Karısının kulağ ına neler fısıldadığ ını tam olarak anımsamıyordu,
ama ondan kendi bedenine yayılan bir gevşemeyle, yalnızca onun kollarındayken hissettiğ i o
gü ven verici duyguyla, kendini bırakışın ılıklığ ıyla derin bir uykuya daldığ ını çok iyi
anımsıyordu. Uyandığ ında Ebu Kasım ya da Huveylid kızı Hatice’nin kocası değ ildi artık,
yalnızca Muhammed Mustafa da değildi. Allah’ın elçisiydi.
Allah’ın elçisiydi, ama bir daha uzun sü re, tam ü ç yıl boyunca, Rabb’i ne bir ses ne bir haber
gö nderdi ona. Her şeyi unutup yalnızca gayb aleminden bir işaret bekledi. Boşuna dolaştı
durdu dağ larda, Hıra’da ki mağ arada gü nlerce aç susuz Cebrail’i bekledi. Ama ne gelen vardı
ne bir ses veren. Çocukluğ unda da bö yle olmamış mıydı? Once babanın yokluğ unu hissetmişti.
Belirgin bir duygu değ ildi, hatta acı da vermiyor, yalnızca endişelendiriyordu. Sonradan, çok
sonraları, yetim kalıp dedeye teslim edildiğ inde, kendini yalnızca anne babadan değ il aileden
de yoksun hissedince, ne erkek ne kız kardeşi olmadığ ım fark edince anlayacaktı gerçeğ i.
Boşluk ve terk edilmişlik duygusu işte o zaman yapışacaktı yakasına, ta ki Hatice’yle evlenip
bir yuva kurana kadar. Ama daha ö nceleri, evet çok daha ö nceleri, annesi hayattayken ona
yeterince şe kat gö stermiş miydi bakalım? Babanın yokluğ unu –babayı bilmeden, silik bir
gö rü ntü , bir hayal belki bir koku olarak dahi bilmeden bü yü yen çocuğ a– hissettirmemek için
saçını sü pü rge etmiş miydi? Etmiş olsaydı bunca iştah, bö ylesine aşırı bir dü rtü yle saldırır
mıydı Halime’nin memesine? Evet, Mekke’nin boğ ucu havasından uzaklaşması gerekiyordu
belki, Saad bin Bekrlerin yanında kalıp hayatındaki ilkleri onlarla yaşaması, ilk sö zcü ğ ü en
gü zel, en temiz Hicaz lehçesinde sö ylemesi, ilk lokmayı tatması, sevilip okşanmanın, o
yatıştıran duygunun ilk ü rpertisini bedeninde duyması gerekiyordu. Evet, çö lde beden daha
ö zgü r hissediyordu kendini, istediğ i gibi hareket edip mekâ na hâ kim olabiliyordu. Hayat daha
sakin, daha sadeydi orada. Zaman kavramı da yoktu, çü nkü dü nden kalan iz bugü n siliniyor,
yarın bugü nden hiçbir iz taşımıyordu. Gü nler de ö yle, peş peşe dizilip birikmeden, geride bir
tortu bırakmadan geçip gidiyorlardı. Sü rekli bir şimdiki zamandaydı her şey, beden bü yü rken,
gelişip serpilirken yılların ağ ırlığ ını hissetmiyordu. Ama pek uzun sü rmü ştü anneden ayrılık,
işe beyazlar giyinmiş o iki adam, belki de iki melek karışmasaydı, kalbini açıp yü reğ indeki
pıhtıyı kar suyuyla yıkamasalardı, daha da sü recekti kuşkusuz. Çocuk belki de yıllarca
sü tannede kalacak, olmayan ö z kardeşleriyle değ il, kendi annesinin yanında da değ il, Saad bin
Bekr kabilesinin kıl çadırlarında kuzular ve sütkardeşleriyle büyüyecekti.
O olaydan sonra apar topar Mekke’ye getirip annesine teslim etmişlerdi çocuğ u. Birlikte
oynadığ ı, kardeş bellediğ i Halime’nin çocuklarından ayrılmak Muhammed’e zor gelmişti elbet.
Hayal meyal anımsıyordu. Cılız bir eşeğ in ü zerinde, sü tannesinin kucağ ındaydı. Iyice
yapışmıştı kadına, kocası Haris ise bir dişi devenin ü zerinde ö nden gidiyordu. Derken
hızlanıvermişti eşek, o sü tanneye sokuldukça eşek ha i lemiş, tırıs giderken kanatlanıp
uçmaya başlamıştı. Oysa ne onlardan ayrılmak ne de Mekke’ye, annesinin yanına dö nmek
istiyordu. Annesi vardı evet, babası gibi gerçekte var olmayan, hiçbir zaman da olmayacak bir
gö lge, bir hayalden ibaret değ ildi. Ama nasıl da uzak, belirsiz, sanki yok gibiydi. Belki
yokluğ unu içinde, yü reğ inin en derin yerinde hissetmiş, ama çö ldeyken onu hiç ö zlememişti.
Aradan çok geçmeden annesini de kaybedeceğ ini ve hiçbir şeyin, ne dedesinin ne de
amcasının onun yerini alamayacaklarını bilemezdi. Bilseydi elbette bö yle kü smezdi annesine,
onu terk ettiğ i için o genç ve gü zel kadına gü cenmezdi. Yemen işi, masmavi bir nazar boncuğ u,
kâ hin kadınların çocuklara taktıkları bir muska gibi yanında taşırdı hep, eteğ inin altından
çıkmazdı. Yesrib’e gidişlerini de anımsıyordu. O mutlu beraberliklerini. Ilk ve son kez
annesine sarılışını, sıcaklığ ını, kokusunu. Vahada, palmiyelerin arasında uçurtma uçurtmuş,
ö nce akrabaları, sonra bir havuzda suyla tanışmıştı. Bedenini arındıran, serinletip ferahlatan,
hayatı boyunca vazgeçemeyeceğ i, yalnızca aptes alırken değ il, ö lü rken de kırbalar dolusu
dö kü neceğ i suyla. Babasının mezarını ziyaret ettikten sonra, Mekke’ye dö nerlerken yolda
hastalanmıştı annesi. Yanlarındaki kadın kö leyle Ebva’da konaklayıp Bedevilerden yardım
istemek zorunda kalmışlardı. Zavallı kadın ateşler içinde yanıyor, anlamsız sö zler
sayıklıyordu. Harmanisinin altında titrerken kan geliyordu ağ zından. Muhammed, sü t
emerken hiç gö rmediğ i annesini hep bu haliyle anımsayacaktı artık. Onu gü zel, ama mum gibi
erimiş, iri, siyah gö zlerinin feri sö nmü ş, ö lü m dö şeğ inde anlamsız sö zler sayıklayan bir kadın
olarak hayal edecekti.
Bu kö tü hayalden Hatice’yle evlendiğ inde kurtulabilmişti ancak. Ne var ki onu bir anne
şe katiyle seven, ü zerine kol kanat geren, çocuklarının annesi de yaşlanmış, neredeyse
kocamıştı. Oysa kendi annesi, can çekişirken gö rdü ğ ü o gü zel kadın, hayalinde hep ö ldü ğ ü
yaştaydı, ö yle uzak, yalnız ve acılı. Ebu Leheb’in oğ ullarına varan kendi kızlarının yaşında ya
var ya yoktu. Muhammed onu ö lü mü nden sonra unutmuş, dedesinin sonra da amcasının
gö sterdiğ i ilgiyle avunmuştu. Ama şimdi, belki kendi kızları da anne olacak yaşa
geldiklerinden, ö zlemeye başlamıştı annesini. Yalnızca annesini değ il, onunla çıktığ ı ilk ve son
yolculuğ u da ö zlü yor, toprak sanki ayaklarının altından kayıyordu. Annesine yaklaşmak, yine
onun eteklerinin altına sığ ınmak, Yesrib gü nlerindeki gibi doyasıya koklamak geliyordu
içinden. Kendi ailesinden ise giderek uzaklaştığ ını hissediyordu. Hepsinden, Hatice de dahil
bir zamanlar üzerine titrediği tüm ailesinden uzaklaşmaya başlamıştı. Kasım fazla yaşamadan
ö lü p gitmişti zaten, erkek evlat acısına katlanmak kolay değ ildi, ü stelik “ebter”e çıkmıştı adı,
bu hakarete katlanmak da kolay değ ildi. Kızlarından ikisi kocaya varmış, Hatice ona bir başka
erkek evlat veremeyecek yaşa gelmişti. Oysa halâ varlıklı, hâ lâ kendine gü veni tam, hâ lâ â şık
bir kadındı. Yalnızca bir zamanlar hizmetinde çalışan o yakışıklı, genç adama değ il, onu bö yle
yalnız bırakıp Hıra Dağ ı’na çıkan, vaktinin çoğ unu orada geçiren şimdiki kocasına da â şıktı.
Ama koca Kureyş içinde, şu taşı toprağ ı kutsal Mekke içinde ö zlediğ i, hak ettiğ i yeri
edinebilmiş miydi bakalım? Hatice’yi yitirmekten korkuyordu evet, ama korunmasız ve
sevgisiz kalmaktan daha çok korkuyordu. Yine de yalnızlığ ı, belki başka bir macerayı ö zlü yor
ne var ki çocukluğ unda yaşadığ ı o boşluğ a yeniden dü şmek, o karabasanı bir kez daha
yaşamak istemiyordu. Yalnızlık yeni bir kimlik kazandırmıştı ona, ü stelik bilinmeyenin,
nicedir dü şlediğ i, hayalinde besleyip bü yü ttü ğ ü o bü yü k sırrın kapısını da açmıştı. Geçmişte
kalan babanın yokluğ undan da ö te bir başka koruyucu gü cü n etki alanına girmesini
sağ lamıştı. Kendisi seçmemiş, belki bu durumu gerçekte hiç istememiş, ama seçilmişti. Evet,
seçilmişti, ama mağ aradaki o karşılaşmadan, o bü yü k sarsıntıdan bu yana ne bir gelen vardı
ne bir ses veren.
Bir gü n çıldırmak ü zereyken, artık bu terk edilişe, bu korkunç yalnızlığ a, bu dayanılmaz
sessizliğ e isyan etmek, kendini bir uçurumdan atmak ü zereyken vahiy yeniden geldi. Bu kez
Cebrail inmedi Rabb’in katından, ona bir melek suretinde gö rü nmedi. Sesini duydu yalnızca,
“Oku!” diyen sesi unutmamıştı. “Rabbin seni terk etmedi sana darılmadı da” diyordu ses,
“O’nun nimetini insanlara anlat!” Bundan bö yle kalbine nakşolan sö zlerle yaşayacak, onlarla
var olacak, Kuran ayet ayet indikçe Allah’ın kelamını insanlara bildirecekti.
Ayet yağmuru

"Ey üzeri örtülü! Kalk ve uyar!”

Hatice Bedevilerin çö lde giydikleri bir harmaniyle iyice sarıp sarmalamıştı onu, Hıra’da
gö rdü ğ ü ne inanmış, korkusunu, sıkıntısını, endişesini paylaşmıştı. Vecdine de ortak olmuştu,
vesvesesine de. Yalnızca oydu Muhammed’i anlayan, seven, koruyan. Ebu Talib’in korumasına
şimdilik gerek yoktu. Çevresindekileri uyarmaya, onları yü ce Allah’ın birliğ ine inandırmaya
girişmemişti daha. Kureyş’i doğ ru yola çağ ırmamış, peygamberliğ ini ilan etmemişti. Gü n gibi
açık da olsalar her hecesi bü yü k sarsıntıya yol açan, yalnızca zihnini değ il bedenini de yoran
ayetler inmeye, Allah kelamı tü m varlığ ını kuşatmaya başlamamıştı. Kim bilir belki de cinlerin
işiydi olup bitenler. Belki de Muhammed’e bir cin musallat olmuş, onu ele geçirip kö lesi
yapmıştı. Kim bilir belki de bir meczuptu o. Bö yle tek başına dolaştığ ına, dağ taş demeden
kendini yollara, yamaçlara vurduğ una, uçurum kenarlarından bir tü rlü ayrılmadığ ına gö re bir
mecnundu. Kâ be sayesinde Mekke gü venceliydi belki, ama cinler de ortalıkta cirit atıyor,
harami gibi yol kesiyor, istediklerini ele geçirip esir alıyor, kö le yapıyorlardı. Zamanın ve
mekâ nın dışında, her an her yerden zuhur ediyorlardı. Deveye de bindikleri oluyordu
devekuşuna da. Genelde hızlı koşan, sıçrayıp atlayan hayvanları binek yaptıkları için tavşan ya
da kertenkele ü zerinde gö rü nü p insanları kandırıyorlardı. Semadan getirdikleri haberlerin
tü mü yalandı. Aralarında doğ ru yolda olanlar da vardı neyse ki, Allah’a inanıp Mekke’yi ziyaret
edenler, bir yılan ö ldü rü ldü ğ ü nde ya da bir akrep harlı ateşe atıldığ ında bunu yapandan
intikam almayanlar. Iyi cinler de vardı çok şü kü r ve belki de Muhammed'e musallat olup
kulağ ına Allah'ın ayetlerini fısıldayan onlardı. Onlar ki eski zamanlarda Kureyş’le bile
savaşmış, sonra mü zakereye oturup anlaşmışlardı. Şimdi de, kâ hinlere yaptıklarının tersine,
Muhammed'e sağ kulağ ından fısıldıyorlardı hayır ile şerri, Peygamberin sol kulağ ı onların
sözüne kapalıydı. Allah kelamının ayet ayet nazil olduğu yüreği de.
Çok geçmeden yola girip Kuran’a hayran kalacaklarını, okunduğ unda halka olup Allah kelamım
huşu içinde dinleyeceklerini, ondan ders alacaklarını bilemezdi.
Bir gece Muhammed yine vesveselendiğ inde, Hıra’da gö rdü ğ ü nü n bu kez evin eşiğ inden
içeriye girip yatağ ın başucuna dek geldiğ ini hissettiğ inde, Hatice başö rtü sü nü çıkarıp hâ lâ
gü r, hâ lâ gü zel saçlarını omuzlarına salmış, bunun ü zerine kocasının gö zlerinden gö rü ntü bir
anda kaybolup gitmişti. Demek ki melekti evlerini ziyaret eden, kö tü bir ruh değ il. Yoksa
utanıp gitmez, kadından kaçmazdı. Bö yle kendi kaderine terk etmezdi Muhammed’i. Geçmek
bilmeyen ü ç uzun yıl boyunca Allah’ın elçisini yalnız bırakmazdı. Her an musallat olurdu ona,
kene gibi yapışıp içini kemirirdi. Demek ki vakit vardı daha. Bildiğ ini bildirmenin, duyduğ unu
söylemenin, gördüğünü anlatmanın zamanı gelmemişti. Üç yıl önceydi. Sonra...
Sonra ikinci bir vahiy geldi, Cebrail ü zeri harmaniyle ö rtü lü olana kalkmasını, iman
etmeyenlere kıyamet gü nü nü , cennet ve cehennemi, akıbetlerinin kö tü olacağ ını, yaptıkları
işlerden, haset ve cimriliklerinden, mal dü şkü nlü klerinden, putlara tapmalarından dolayı
mutlaka hesap sorulacağ ını bildirmesini, Rabbini yü celtip O’ndan başkasına secde
etmemesini sö yledi. Ve dedi ki: “Giysilerini temiz tut. Azaba vesile olandan sakın. Rabbinin
rızası için sabret”. Sonra ayetler peş peşe inmeye başladı gö kyü zü nden ve Muhammed hep
sabretti. Onunla alay ettiler, onu terslediler, onu sorguya çektiler. Hatta ö ldü rmek istediler.
Ama dö nmedi yolundan, gecenin şerrinden, her tü rlü kö tü lü kten, dü ğ ü me ü leyen bü yü cü den
alemlerin Rabbine, gece ile gündüzün, ay ile güneşin, gökteki meleklerin sahibine sığındı.
Ayetler çok çarpıcı, kulağ a hoş gelen, ille de uyarıcı sö zlerdi. Hicaz lehçesinde, hızlı bir akış
içinde doluyorlardı kalbine, onları ta içinde, varlığ ının en derin yerinde duyumsuyordu
telaffuz etmeden ö nce. Bazıları uzun, bazıları kısaydı. Hatta bir cü mleden, bir sö zcü k ya da
heceden ibaret olanlar bile vardı. Olçü lü ve uyaklı, bazen de değ ildiler. Baştaki har ler mi? Kim
bilir belki de Tanrı sırrının ta kendisiydiler.
Elbette yağ an yağ mur çakan şimşekten, rü zgarda dağ ılan bulutlardan, kara ve denizden,
engine yelken açan gemilerin seferinden, erkek ile dişinin yaratılmasından ve geçmiş
kavimler içersinde kü fre sapanların helakinden alınacak dersler vardı. Her şeye kadir olan, her
şeyi bilip işiten, insanoğ lunu bir kan pıhtısından yaratan Allah, onu diriltmeye de, kemiklerini
bir araya toplayıp parmak uçlarına kadar yeniden yapmaya da, cennetiyle ö dü llendirip
Hutame’nin harlı ateşine atmaya da muktedirdi. Istediğ ini doğ ru yola istemediğ ini kü fre ve
şirke yö nelten O değ il miydi? Toprak ancak O’nun sayesinde bitkileri yeşertiyor, ekinlere boy
attırıp dağ ları ve kayaları oldukları yerde tutmuyor muydu? Hurma ağ açlarını bö yle heybetli,
upuzun kılmıyor muydu? Ya yıldızlar, ay ve gü neş ve gezegenler? O’nun buyruğ uyla hareket
etmiyorlar mıydı? Nallarından kıvılcımlar fışkıran kısraklar ile ince bacaklı, uzun boyunlu
develer de ö yle değ il miydi? Demek ki yalnızca O'na tapınmalıydı. Allah’a eş koşmak en bü yü k
sapıklıktı. O'nun gazabından korkup rahmetine sığ ınmayanlar cehennemliktiler. Hele onlar,
Allah’ın elçisine meczup diyenler, şair diyenler, bü yü yaptığ ını ö ne sü renler ya da yabancı
kavimlerin bildik hikâ yelerini anlattığ ını dillerinden dü şü rmeyenler, ona ebter diyenler,
kü fredenler, yolunu kesip evini pisletenler. En çok da bu “ebter” sö zcü ğ ü yaraladı
Muhammed’i. daha sü t emerken Hakk’ın rahmetine kavuşan biricik oğ lu Kasım'ın acısını
tazelediğ i için değ il yalnızca, Arapların nezdinde en ağ ır kü fü r olduğ u için de değ il. Kız
çocuklarını hiçe saydığ ı, onlara bir karınca kadar bile değ er vermediğ i için. Oysa nasıl da
bağ lıydı kızlarına, nasıl da seviyordu onları. En çok da dü nya gü zeli Rukiye’yi. Kocasından
boşanmak zorunda kalınca yüreği yanmış, ama Allah daha iyisini, Osman’ı vermişti ona. Neyse
ki vahiy gerekli cevabı yetiştirdi o alçaklara, sevgili elçisinin yarasını bir nebze olsun
hafifletmek isteyen Allah “Asıl sana ebter diyenin kendisi ebterdir” buyurdu.
Allah, Muhammed’in yalnızca iç dü nyasında değ il gü nlü k yaşamında da ö ylesine yer etmişti ki
elçisini gü nbegü n izliyor, destekliyor, ona karşı gelenlerin gerçekte kendisine karşı
geldiklerini bildiğ inden mü şriklerle tartışmaya girmekten kaçınmıyordu. Tabii doğ rudan
değ il, Cebrail ve Muhammed aracılığ ıyla. “Yabani eşekler!” diye çıkışabiliyordu onlara,
“susamış develer”, “dilini sarkıtıp soluyan kö pekler”, “alçak zorbalar” dediğ i bile oluyordu.
Gerçi zatı “noksan sıfatlardan mü nezzeh”ti, ama yeri geldiğ inde yemin ediyor, iş iddiaya
binerse tehditler savuruyor, yarışta ü ste çıkmaya çalışıyordu. Kâ irlerin elebaşı Ebu Cehl’i
gü nahkâ r perçeminden yakalayıp cehenneme atacağ ını, kafadarlarını çağ ırmaya kalkışırsa
kendisinin de zebanileri çağ ıracağ ını sö yler, yalnızca peygamberini değ il kendisini incitenlere
de meydan okurken ya da Muhammed Medine’ye gö çtü ğ ü nde mü nafıkların başı ilan ettiğ i
Ubey oğ lu Abdullah için “Onu sarp bir yokuşa sardıracağ ım. Çü nkü o dü şü ndü , ö lçtü biçti, canı
çıkası, ne biçim ö lçtü biçti. Canı çıkası, sonra yine ö lçtü biçti” derken sanki kullarının arasına
inip konuşuyordu. Ya da Muhammed o kadar yakındı ki Allah’a, O’nunla ö ylesine halleşip
kaynaşmış, bü tü nleşmiş, O’nun varlığ ında ö ylesine eriyip tü kenmişti ki kendi ü zü ntü ve
sevinçlerini, kin ve ö kesini O’na atfettiğ i de oluyordu. Yine de, ayetlerin çoğ unda Allah
erişilmezdi. Her şeyin en iyisini, en doğ rusunu, en hayırlısını bilendi. Karar veren O’ydu,
uygulayansa elçisi.
Amcaları başta olmak ü zere tü m yakınlarını Islam’a çağ ırdı, uyardı, korkuttu, tehdit etti, ama
ikna edemedi Muhammed. Burada cuk oturan bir deyimle sö ylemem gerekirse “Nuh diyor
peygamber demiyorlardı.” Oylesine kırıldı, o kadar ü zü ldü ki, Allah kendisini bu kadar
ü zmemesini buyurdu bir ayetinde. Zaten hep bö yle oluyor, Kureyşlilerle, ö zellikle de onu
dışlayan, alay eden, korumasını ü zerinden kaldırması için Ebu Talib’e baskı yapan amcası Ebu
Leheb’le çatıştığ ında Allah devreye giriyor, ona yalnızca yol gö stermekle kalmayıp teselli de
ediyordu. Bö ylece sü rdü rebiliyordu gö revini. Mekke dağ larındaki taşlardan daha sabırlı, çok
daha dayanıklıydı. Ama onun sö zü nü dinleyip doğ ru yola girecekleri yerde taşlardan
vazgeçmiyorlardı bir tü rlü . Yolculukta dö rt taş bulsalar ü çü yle ocak kurup tencere kaynatıyor,
dö rdü ncü sü ne tapıyorlardı. O taşlar ki, Muhammed’in dediğ ine bakılırsa, yuvarlanıp kenti
yerle bir etmek için Allah'ın bir işaretini bekliyorlardı. Tek bir işaret alsalar, Allah onlara
yü rü melerini buyursa Mekke halkı telef olurdu. Bir zaman Ad ve Semud kabilelerinin başlarına
gelen Kureyş’in de başına gelir, gö kyü zü nden taş yağ maya başlardı. Aslında gü nlerce esen
soğ uk rü zgar yok etmişti Semud’u, kof hurma ağ açları gibi topraktan sö kü p savurmuştu. Nuh
Peygamberin kavmine o korkunç tufanı gö nderen de Rabb’in ö kesi değ il miydi? Suda
boğ ulmuştu hepsi, yalnızca gemidekiler sağ kalabilmişti. Neyse ki yalnızca insanlar değ il
hayvanlar da vardı gemide, her birinden bir çift. Allah hiçbirini unutmamış, yeryü zü nü canlı
cansız hiçbir yaratıktan yoksun bırakmamıştı. Peki, daha başka, daha başka neler olurdu? Bu
defa kıyamet koparsa hayat sona erer miydi yeryü zü nde? Ererdi evet ve ahret gü nleri
başlardı.
“Gü neş durulunca. Yıldızlar kararınca. Dağ lar savrulunca. Gebe develer başıboş bırakılınca.
Vahşi hayvanlar toplanınca. Denizler kabarınca. Insanlar birbirine yanaşınca. Diri diri toprağ a
gö mü lmü ş kız çocuğ u ‘suçum neydi?’ diye haykırınca. Defterler açılıp yayılınca. Gö ğ ü n perdesi
kaldırılınca. Harlı ateş kızışınca. (...) Gö k yarılınca. Yıldızlar savrulup saçılınca. Deryalar
boşanınca. Kabirler altü st olunca” kıyamet gü nü gelir, mizan kurulup hesap sorulurdu. Evet,
Isra il sû ra ü lediğ inde, gö kyü zü maden gibi eridiğ inde. Aslında eriyen madenden daha
beterdi gö k, yer de ö yle, kızgın kayalarla çevrili kentin cehennemden pek farkı yoktu. Değ il mi
ki Allah’ın elçisiydi Muhammed, değ il mi ki, O’nun gü cü her şeye yeterdi, ö yleyse Mekke’nin
ü zerine yıkılacakmış gibi duran dağ lar ile taşları kaldırmalıydı ö nce. Sonra, Şam yolunda
gö rdü kleri ırmaklardan birini getirip ayaklarının altına sermeli ya da onlarla birlikte
kanatlanıp gö ğ e ağ malıydı. Peygamber'den bir mucize beklemeleri doğ aldı. Isa gibi ö lü leri
diriltebilir miydi bakalım? Mekke’yi Mekke yapan ataları Kusay’ı diriltse mesela, fena mı
olurdu! Ya da Musa gibi asasıyla denizi ortasından ikiye ayırabilir miydi? Deniz pek yakında
değ ildi gerçi, ama ay her gece tepelerin ardından doğ up yusyuvarlak olduğ una gö re, onu ikiye
ayırması da yeterli olabilirdi Ille de bir kanıt gerekiyordu ka irlere. Hatta altın saraylar, gü mü ş
hurmalar, yakut yataklar isteyenler de vardı. Muhammed bir merdiven dayayarak gö ğ e
çıkmalı, orada Cebrail’i bulup yeryü zü ne, onların arasına indirmeliydi. Bö ylece onlar da
görmeliydi Allah’ın meleğini.
Yemame'de zuhur eden Mü seyleme kadar bile olamıyordu. Ne onun gibi yumurtayı ibriğ in
içine sokabiliyor ne de kanatsız gü vercinleri gö ğ e salıp uçurtabiliyordu. Mü seyleme melek
gö renin kö r olacağ ını sö ylemiş, bundan sakınmaları için kendi halkını uyarmıştı. Oysa
Muhammed'e hiçbir şey olmamıştı Cebrail’le Sidretü ’l-Mü nteha'da buluştuğ unda. Gerçi
oradan daha ileriye gitmemiş, sınırda durmasını bilmişti. Hem Cebrail neden Kureyş’in daha
zengin, çok daha hatırı sayılır ileri gelenlerine, ö rneğ in bir Ebu Sü fyan ya da, neden olmasın,
bir Ebu Leheb’e değ il de, yetim Muhammed’e gö rü nmü ştü . Ve o, yalnızca Allah’a tapmak, O’na
kulluk etmek için bula bula birkaç kö le ile çulsuzu bir de Ebubekir'i bulabilmiş, ancak onları
ikna edebilmişti. Bir de yeğ eni Ali’yi tabii, ama o daha çocuktu. Ne yapsa ne etse, bin bir
dereden su bile getirse, bir avuçtu Mü slü manlar, kâ irlerse yerde karınca suda balık havada
kuş kadar çoktular. Zalim, gü çlü ve çocuktular. Evet, çocuklar bile vardı aralarında ve
Muhammed onlardan ümidini kesmemişti.
Kendisinden mucize bekleyenlere ne in ne cin değ il, onlar gibi Adem soyundan, Ibrahim
zü rriyetinden geldiğ ini sö ylü yor, bizzat Kuran'ın başlı başına bir mucize olduğ unu ö ne
sü rü yor, ne var ki bir tü rlü derdini anlatamıyordu. Gü çleri yeterse bir ayet de kendileri
okusunlardı bakalım. Okuyamazlardı. Çü nkü Allah kelamıydı kalbine inen ayetler ve o ancak
bu kelamı iletmekle yükümlüydü.
Bildiğ ini sö ylemekten, vahiy yoluyla gö nlü ne dü şenleri kavmine iletmekten çekinmiyordu.
Bazen heyecanlanıyor, acele ediyor, sanki ayet yağ muruna tutulmuşçasına dili dolaşıyordu.
Karışıklığa yol açmamak için bir keresinde Cebrail'in ağzından ona şöyle seslendi Allah:
“Acele edip dilini fazla oynatma, yalnızca dinle. Sö zü toparlayan Biziz! Biz sana onu
okuduğumuz zaman, okunuşuna uy!”
Allah’ın elçisi şairlik şö yle dursun onlardan nefret ettiğ ini, kâ hin de olmadığ ını, yolunu hiçbir
zaman yitirmediğ ini, gö rdü ğ ü ve bildiğ i her şeyin gerçek olduğ unu, ne gö zü nü n kaydığ ını ne
dilinin sü rçtü ğ ü nü , Allah’ın ona inanmaları için Kuran'ı kendi dillerinde indirdiğ ini sö yleyip
duruyordu, ama dinleyen kim. Kureyşliler bildiklerini okuyor, atalarının dininden, putlardan,
ö zellikle de Lat, Uzza ve Manat’tan yü z çevirmiyorlardı. Işte bu yü zden gü nü n birinde, bir
uğ ursuz gü nde şeytan karıştı işe. Ve Muhammed’in en umutsuz, en çaresiz kaldığ ı bir anda
Allah'a eş koşan o ayetler çıkıverdi ağ zından. Ve yalnızca Kureyş’i değ il Kâ be’deki Allah’ın
kızlarını da mutlu eden şu sözleri söyledi:
"Gerçekten o Rabbinin en ulu işaretlerini gö rdü . Sizse Lat ve Uzza’yı, o ü çü ncü sü Manat’ı mı
gö rü yorsunuz? Gerçi onlar da yü ce ilaheler, yü ksekten uçan turna kuşlarıdır. Şefaat etmeleri
beklenir.” Sonra toparlandı hemen, ne var ki şeytan kö tü lü ğ ü nü yapmış, Mü slü manlar ile
mü şriklerin arasını bulmuştu. Peki, şimdi ne olacaktı? Nasıl da kanmıştı şeytanın iğ vasına.
Nasıl olmuş da şeytan ona bunları sö yletebilmişti. Gerçi ondan ö nceki peygamberlerin başına
da buna benzer şeyler gelmişti, ama şeytanın bö yle kolay, bunca çabuk amacına ulaştığ ı galiba
ilk kez gö rü lü yordu. Oysa tü m melekler Adem’e secde ettiğ inde bir tek şeytan Allah’ın
buyruğ unu dinlememiş, O’na karşı gelmişti ya, işte o gü nden beri Tanrı’nın kulları olmasa da
peygamberleri her an tetikteydiler. Çamurdan yaratılmış insanoğ lunu doğ ru yola yö neltmek
için yeryüzündeydiler, şeytansa tüm kibir ve haşmetiyle gökyüzünde. Peki, nasıl olmuş da yolu
Kutsal Topraklar'a dü şmü ş, Mekke’ye dek sokulmuş, Allah'ın elçisinin diline hile
karıştırabilmişti?
Muhammed bunalıma girdi. Yemedi, içmedi, uyumadı. Hatta evine bile dö nmedi. Kâ be’ye
kapanıp bir çö zü m aradı. Ve çö zü m her zamanki gibi yine, bö yle anlarda affına sığ ındığ ı,
yardım beklediği Rabbinden geldi. Rabbi ona dedi ki:
“O putlar atalarınızın uydurdukları birer isimden ibarettirler. Allah onlara hiçbir yetki
vermedi.”
Bö ylece, durum açıklığ a kavuşur kavuşmaz, mü şriklerin yanına vardı Muhammed. Ve onlara,
heveslerini kursaklarında bırakan şu sözleri söyledi:
“Ey inkâ r edenler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Benim taptığ ıma da siz tapacak değ ilsiniz.
Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değ ilim. Siz de benim taptığ ıma tapacak değ ilsiniz. Sizin
dininiz size, benim dinim de bana!”
Ne var ki bu olay peşini bırakmıyordu bir tü rlü . Kısa sü rede duyulmuş, neredeyse tü m
Arabistan’a yayılmıştı. “Garanik” rivayetiyle çalkalanıyordu her yer, dağ taş onlardan haber
soruyordu. Evet, birdenbire gö rü nmü şlerdi semada, simten bakireler gibi beyaz ve
endamlıydılar. Ince, uzun boyunları, geniş kanatlarıyla Mekke ü zerinde kanat çırpıyorlar,
Kâbe’ye doğru dalışa geçmeden önce uzaktan, çok uzaklardan haber getiriyorlardı. Peygamber
Kureyş’le, demek ki Allah’ın kızlarıyla uzlaşmıştı sonunda, Uzza, Lat ve Manat'ı kö tü lemekten
vazgeçmişti. Mü şrikler ile Mü slü manların artık hep beraber ibadet ettikleri haberiyle
çalkalanıyordu kervan yolları, panayırlar, dağ yamaçları ile kuyu başları, o uzak, erişilmez
vahalar. Mekke Mekke olalı, hatta daha da ö nce, Mekke bö yle iki kapılı taş evlerden değ il
çadırlardan ibaretken bile, bö yle heyecan gö rü lmemişti. Haber Habeş ü lkesine dek ulaşmış,
oraya gö ç eden ilk Mü slü manlar kentlerine dö nü ş için yola koyulmuşlardı. Kim bilir belki
aralarında sevinenler de olmuştu. Kendi yurtlarında, kendi yuvalarında yakınlarıyla
yaşayabileceklerdi bundan bö yle. Habeş’in ekmeğ ine muhtaç olmayacaklardı. Oğ lu babaya,
karıyı kocaya karşı getiren, kardeşleri birbirine dü şü ren, aileleri bö len durum ortadan
kalktığına göre çatışma ortamı da yerini barış ve huzura bırakacaktı.
Mü slü man gö çmenler dö nü ş yolunda aldılar ikinci haberi, neye uğ radıklarını şaşırdılar.
Demek ki uzlaşma doğ ru değ ildi, Allah’ın kızları uyduruk isimlerden ibaret taş ve tahta
parçalarıydı, semada sü zü len Garanik kuşları değ il. Boşuna dö nmü şlerdi ö yleyse. Omer'in de
Islam’ı kabul etmesiyle birlikte dü ze çıkan, gizlenerek evlerinde, keçi patikalarında, kentin
ü cra mahallelerinde namaz kılan Mü slü manlar Kâ be’de, herkesin gö zü ö nü nde ibadetlerini
yerine getirebilecekler, ama Garanik’ten şefaat bekleyemeyeceklerdi. Allah Bir olduğ una ve
O’na eş koşulamayacağ ına gö re kâ irlerle çatışma da kaçınılmazdı. Muhammed’i yolundan
dö ndü rmek için ona vaatlerde bulunan, iktidar istiyorsa kabile reisliğ ini, yok amacı servet
edinmekse ağ ırlığ ınca altın ve gü mü ş, eğ er hastaysa, ruhuna musallat olan cinden kurtulmayı
diliyorsa Hicaz’ın en ü nlü bü yü cü lerini ö neren Kureyş’e, tevhit inancından başka verebileceğ i
bir şey yoktu Peygamber'in. “Bir elime gü neşi ö bü rü ne ayı bıraksanız da dö nmem yolumdan”
diyen o değ il miydi? Ama Garanik olayı içini kemiriyordu hâ lâ , tö vbe etmek istiyordu. Allah’ın
elçisi, habibi, nuru da olsa eninde sonunda bir insandı. Sarsılmaz sandığ ı inancına mı
sığ ınmalıydı, onu kö tü gü nlerinde yalnız bırakmayan Rabbine mi? Her ikisi de aynı şey değ il
miydi zaten, Allah’ın varlığ ıyla, birliğ iyle sarıp sarmaladığ ı, rahmetiyle koruduğ u inancının
dışında başka bir şey olabilir miydi? Bu kez ayet çok bekletmedi onu, aradan uzun yıllar
geçmedi. Allah “Habibim!” diye seslendi, “onlar sana vahyettiğ imizden başka şeyler uydurup
Bize iftira etmen için az kaldı seni itneye dü şü receklerdi. (...) Sana sebat vermemiş olsaydık
herhalde onlara biraz meylederdin.” Meylederdi evet, ama etmemişti çok şü kü r. Oyleyse
Kureyş’le çatışma kaçınılmazdı. Ve Medine’ye gö ç etmek zorunda kaldığ ında bu çatışmadan
kimin galip çıkacağı henüz belli değildi.
* * *
Bir gü n bu satırları yazacağ ını hayal bile edemezdin. Yazdığ ın nice muhalif sö zcü kler, aykırı
cü mleler gibi. Oysa bu satırlar ne kıyamet gü nü nü n habercisi ne isyana çağ rı. Ne de
çocukluğ unda Peygamberin dü nyasına doğ ru çıktığ ın yolculuğ un izlenimleri. Belki geçmişe
yaptığın bir yolculuk bu, ama paylaşılması mümkün olup da anlaşılması pek mümkün olmayan
bir şeyi, inancı, kurcalıyorsun. Onun için de sanki elin varmıyor Kuran’ı eleştirmeye. Levhi
Mahfuz’da yazılı olan orada kalmalı. Allah kelamıysa, senin için olmasa bile, inanç sahibi
herkes için, Manisa'daki o meraklı, dedesiyle namaz kılan, cehennemden korkup tö vbe eden
çocuk için de kutsallığını korumalı.
En kısa sureden başlamıştı deden, hepi topu ü ç ayetten ibaret “Kevser”den. Ezberlemekte
gü çlü k çekmemiştin. “Innâ atayna kel kevser. Fe salli li rabbike venhar. Inne şani’eke hü ve’l-
ebter.” Namazlarda bu sureyi okuyabiliyordun artık, sonra da ne yapacağ ını, nasıl vakit
geçireceğ ini bilemeden sıkılıyor, secde, rü kû , kıyam, başkaları ne yapıyorsa taklit ediyordun.
Yine de geçmiyordu zaman. Zaman kaskatı kesilmiş boğ azında duruyordu. Buz gibi. Erise
biraz, şö yle akıp gitse, kurtulsan ondan. Hayır kurtulamıyordun. Sıktıkça sıkıyordu boğ azını,
aman vermiyordu. Hele o bitmez tü kenmez teravi namazlarında. Dilin damağ ına yapışmış
iftar topunu beklediğ in sıcak ramazanlarda. Gü nahlarından defalarca tö vbe etsen, koyunları
saysan, o gü n başından geçenleri anımsayıp içinden bir kez daha geçirsen de geçmiyordu
zaman.
Şimdi o suredeki son ayetin, erkek çocuk sahibi olmadığ ı için Muhammed’e yapılan bir
hakarete karşılık vermek amacıyla Kuran’a konulduğ unu biliyorsun. Ve ne tuhaf, bunu bilmen
“ebter” sö zcü ğ ü nü n bü yü sü nden bir şey alıp gö tü rmü yor. Ayetin tü mü nü bir solukta
okuduğ unda çocukluğ undaki ü rpertiyi duyuyorsun yeniden, aynı korkuyu. Aynı hazzı
diyemezsin belki, ama aynı merakı duyduğ un kesin. Şu anki konumunla, geldiğ in yerle ilgili
değ il bu ü rperti, bu korku, bu kendini bırakış. Geçmişte kalmış, ama peşini hâ lâ bırakmayan,
üzerindeki etkisi bugün de süren bir dünyadan, o çok sevdiğin şairin deyimiyle “çocukluğunun
yeşil cennetinden kaynaklanıyor. Oysa yeşil ya da mavi, belki de beyaz hiç fark etmez, cennet
fazla ilgilendirmiyordu seni. Aklın ikrin cehennemdeydi. Yani kırmızı ve siyahta, ateş ile
katranda.
Manisa belediyesi, o zor yıllarda nereden para bulduysa, asfaltlama çalışmalarını
hızlandırmıştı. Demokrat Parti iktidardaydı, Başvekil Menderes’in memleketi sayılırdı Manisa,
Aydın’a kapı komşuydu, ama sokakları hâlâ toz toprak içinde, caddeleri geniş ve parke taşlıydı.
Yunanlıların kaçarken çıkardıkları bü yü k yangından sonra belini doğ rultamamıştı bir daha.
Kentin içinde boş arsalar, yangın yerleri, metruk yapılar, kaldırılmamış enkaz yığ ınları vardı.
Kazası Akhisar kadar bile olamamanın ezikliğ ini yaşıyordu. Ve yalnızca tımarhanesiyle değ il
şehzadeleriyle de ö vü nü yordu. Derken, gü nü n birinde, Devlet Karayolları’nın kamyonları,
kepçe ve demir silindirli araçtan, zift tankerleri çıkageldi. Faytonları, at arabaları, Yugoslav
gö çmenlerin memleketlerinden getirdikleri heybetli katanaları ve otomobilleriyle –sahi o
zaman “otomobil” sö zcü ğ ü revaçtaydı, o şarkıdaki gibi bir gitti mi uçar giderdi– kü çü k bir
taşra kasabası gö rü nü mü ndeki kentin kö şe bucağ ını sardılar. Başka bir gezegenden gelmiş
gibi esrarlı ve korkunçtular. Once mıcır dö şendi, sonra asfalt dö kü mü ne başlandı. Kü lü stü r
kamyonlar bir gidip bir geliyor, kaynar ziftin ü zerinden silindirler geçiyor, yü zleri ö ğ le
sıcağ ında sahtiyan gibi parıldayan işçiler kan ter içinde çalışıyorlardı. Şimdi bile
anımsıyorsun, tulumları yoktu. Kaskları, çizmeleri, eldivenleri de yoktu. O yıllarda Manisa’da
çalışan hiç kimsenin hiçbir şeyi yoktu zaten, yalnızca alın teri ile kol gü cü vardı. Kim ne
bulursa, kimin nesi varsa onu giyerdi. Genellikle de, nasıl olsa kirleneceğ i için, en partal
elbisesini.
Asfalt dö ken işçilerin dü ğ meleri kopmuş yırtık mintanlarından kolları, yamalı
pantolonlarından bacakları gö rü nmü yordu yalnızca, gü neşte yanıp kavrulmuş bağ ırlarında
gö ğ ü s kıllarına yapışmış zift lekeleri de belli oluyordu. Gü rü ltü patırtıyı duyunca oyunu yarıda
bırakıp seyir bakmaya gelmiştiniz. Işçiler kazma kü rekleri, kaynar kazanların başında nö bet
bekler gibi duruşları, kapkara yü zleriyle zebanileri andırıyorlardı. Cehennemde gü nahkâ rlara
katrandan gö mlek giydirileceğ im, derileri kavrulup yü zü ldü kçe Allah’ın onlara yeni deriler
vereceğ ini, azap bö yle sü rü p giderken gayya kuyusunda fokur fokur kaynayan katrana sokup
çıkarılacağ ını Ismail mi sö ylemişti sana, yoksa cuma vaazında imamdan mı duymuştun, şimdi
pek iyi anımsamıyorsun. Deden sö ylemiş olamazdı, çü nkü torununun yü reğ ine korku
salmaktan kaçınırdı her zaman. Çü nkü Allah’ın azabı korkunçtu. Boynunda yetmiş arşınlık
zincir, zebaniler kulaklarından tutup ateşe atacaklardı. Odunları taştan ve insandandı bu
ateşin, kıvılcımları saraylar kadar bü yü k, sarı develer kadar çoktu. Ve Allah senin gibi
gü nahkâ rları cehenneme atarken “Tamam mı?” diye soracaktı ateşe, o “Daha yok mu?” diye
cevap verecek, ne cehennem insana ne zebaniler azaba doyacaklardı.
Kanal Savaşı’nda ve Hicaz’da gerçek cehennemi yaşamıştı deden, acının, açlığ ın, susuzluğ un
ne demek olduğ unu biliyordu, ama senin o zaman hiçbir şeyden haberin yoktu. Cennetin de
cehennemin de bu dü nyada, yalnızca bu dü nyada olduğ unu nereden bilebilirdin. Gazi ve Hacı
Rahmi Bey yatıştırıcı, avutucu sö zleri, dualarıyla gerçekte mü ntakim değ il rahman ve rahim
olan Allah’ı sana sevdirmeyi başarmıştı. O’nun kelamını anlamasan da Kuran’ın sesine, alıp
gö tü ren ayetlerin bü yü sü ne aşinaydın. Ve inançlıydın. Bu, cennete gitmen için yeterli
olabilirdi, ama yine de korkardın. Cennetse tomurcuk memeli bakireleri, gılmanları,
meyveleriyle pek çekici değ ildi. Ne suyu baldan tatlı, rengi sü tten beyaz, kardan soğ uk
Kevser'den etkileniyordun ne inci kadehlerden. Gediz’in suladığ ı bereketli topraklarda
yeterince meyve vardı zaten. Dalından yeni koparılmış şeftalileri, dudak boyar ağ ız yakar
karadutları, çekirdeksiz ü zü mler ile ballı incirleri, mis kokan o canım Kırkağ aç kavunlarını
dilediğ ince yiyebiliyordun. Bolluk içindeydiniz. Eve arabayla gelirdi kavun karpuz, kiler
bü yü kannenin yaptığ ı pestil ve pekmezlerle dolup taşardı. Dedenin akrabaları
Hacırahmanlı’dan bal, yağ , yoğ urt, hatta çuvalla un taşırlardı. Cennette vaat edilen her şey
evinizde de vardı nasılsa, bir tek huriler yoktu. Ama onlar, her ilişkiden sonra yeniden bakire
olup gö zleri eşlerinden başkasını gö rmese de, ilgini çekmiyorlardı. Sonradan az dü şmedin
peşlerine, Muhammed gibi sen de onlarsız yapamadın. Bir kadın cenneti yaratmaya çalıştın
çevrende. Bunu yapmak için ne hurilere gerek vardı ne Tanrı’nın lü tfuna. Işte bö yle,
mü minlere ahrette vaat edilen cennet çocukluğ unun Manisa’sında yeryü zü ne inmiş, bü tü n
nimetleriyle kuşatmıştı çevreni, cehennemse, oyunu bırakıp seyrine geldiğ in katran kazanları
gibi fokurdayıp duruyordu kafanın içinde, uykularım bö lü yor, gece dü şlerine giriyordu.
Gerçekte sana şahdamarından da yakın olan cehennemdi, cennet değil. Allah hiç değil.
Üç ahbap çavuş ve cinler

O gece ay Mekke’de bir tuhaf parlıyordu, ö yle bembeyaz, kocaman ve gü mü ş bir kalkandan
daha parlak, daha yuvarlak, sanki bir şeyler olacak, devran dö necekmiş gibi. Yıldızlar
seçilmiyordu, ne Samanyolu gö rü nü yordu ne Bü yü kayı ve Kü çü kayı ne de gezegenler. Yalnızca
ayın nuruydu gö kyü zü ne hâ kim olan, yeryü zü nü de ışığ a boğ an. Işık, kentin tozlu, dar
sokaklarına da vuruyor, taş evler ile kıl çadırları, ağ ılları, tek tü k ağ açları aydınlatıyordu. Ve
Kâ be’yi, siyah kisvesiyle bir heyula gibi duran kutsal yapıyı da harelendiriyordu, çevresindeki
putları da. Allah’ın kızları birbirlerine sokulmuş derin uykudaydılar. Başlarında ay ışığ ından
yuvarlak haleleriyle azizelere benziyorlardı. Gerçi azizeler uyumaz, dua ederler sabaha dek,
ama onlar, azize değ il ilahe oldukları için uyuyorlardı. Lat, Uzza ve Manat bö yle daha gü zel,
sanki çok daha heybetliydiler.
Derken bir ses duyuldu. Çevredeki bü yü k, taş evlerden birinin açık penceresinden kentin
merkezine doğ ru akar gibi geldi, Kâ be’nin içinde yankılandı. Kadife kadar yumuşaktı ses,
yü kselip alçalıyor, yavaşlayıp hızlanıyor, sö zcü kler tane tane, bazen de art arda, birbirleriyle
yarışır gibi deviniyorlardı. Bir arınmışlık, derinlik, ihtişam havası vardı seste, erkeksiydi, ama
ezici değ ildi. Alıp gö tü rü yordu duyanı, sü rü kleyip zorlamadan, bü yü lenmiş, akışı hızlı bir
ırmağa kapılmış gibi.
Sesi ilk duyan Mekke ulularından Ebu Sü fyan oldu. Kervanı Suriye’den dü zü p silahlı
muhafızların, yü zlerce kö le ve hizmetkâ rın eşliğ inde Mekke’ye getirmiş, getirir getirmez de
işini hakkıyla yapan insanların gö nü l rahatlığ ıyla Hind’in koynuna girmişti. Başka hiçbir
kadında yoktu bu kadının tadı. Ne Şam’ın dilberleri ne iştahını kabartmak için kokular
sü rü nü p, sü slenip pü slenip yolunu gö zleyen yuvarlak kalçalı, iri memeli, tenleri kuştü yü
yastıktan daha yumuşak cariyeler, evet hiçbir kadın Hind'in eline su dö kemezdi. O siyah,
şehvetli bakışları, sıcaklığ ı, boyu bosu, yatakta çevikliğ i, aklı ve asiliğ iyle benzersizdi. Uzun
yoldan dö nü lü r de Kâ be tavaf edilmeden, Uzza’ya kurban kesip sunulmadan yar koynuna
girilir mi? Ebu Sü fyan girmiş sonra da pişman olmuştu. Şimdi gecenin bu geç vaktinde
ibadetini yapıyor, iman tazeliyordu ki o sesi duydu. Muhammed’indi, daha ilk sö zcü k kulağ ına
gelir gelmez tanıdı, bu tertemiz, akıp giden sö zcü kleri ancak o yan yana getirebilir, bö yle
yumuşacık, okşar gibi, bazen de ö keyle, şimşek çakar gibi sö yleyebilirdi. Onu dinlerken insan
Taif’te bir vahada sanıyordu kendini, o yö renin dilini ö ylesine gü zel, o denli içten, tıpkı
çocukluğ unda duyduğ u gibi kullanıyordu. Haşimilerden Abdulmuttalib’in torunu, Ebu Talib'in
yeğ eni, yoksul ve yetim Muhammed, daha dü nkü cahil çocuk Huveylid kızı Hatice’yle
evlendikten sonra zengin olmuştu, ama adam olamamıştı. Işlerine bakacağ ına, onun gibi
kervan dü zü p servetine servet katacağ ına geceleri eve kapanıp dua ediyor, Kuran dediğ i
Allah'ın kitabından ayetler okuyordu. O uzak, erişilmez, yedi kat gö ğ ü n de ö tesindeki Allah’ın
nasıl olur da kitap yazar, ayet indirirdi. Başka işi gü cü yok muydu? Ya kızları ne gü ne
duruyordu? Bu işi yapmaya kalksa elbette kendi zahmet etmez, Lat, Uzza ve Manat’ı
gö revlendirir, kullarını uyarmayı onlara bırakırdı. Işitmeyen, hissetmeyen, ama tapıldığ ında
dile gelip konuşabilen ö zbeö z kendi kızlarına. Bö yle dü şü nü yordu Mekke ulularından Ebu
Süfyan, ötesini bir türlü aklı almıyor, belki de Muhammed’e inanmak işine gelmiyordu.
Sese kulak kabarttı. Sanki ondan, Kureyş ve yakın çevresinden sö z ediyordu ses. Diyordu ki:
“Kureyş kabilesinin yaz ve kış yolculuklarında uzlaşması ve anlaşması sağ lanmıştır.” “Gü venli
Mekke” kenti de geçiyordu bir yerde, ses “insanın en gü zel biçimde yaratıldığ ını" sö yleyip
mü şriklerin cehennemde yanacağ ını cü mle â leme ilan etmeden ö nce. Ve Ebu Sü fyan tavafı
bırakmış, ay ışığ ında donakalmış bir put, taştan bir ilah gibi dinliyordu. Dinlenmeyecek gibi
değ ildi ki sö zler, “Ikindi vaktine and olsun / Insan şü phesiz hü sran içindedir”. Ya da “And
olsun Allah yolunda koştukça koşanlara / And olsun kıvılcımlar saçanlara / Sabah sabah akına
çıkanlara / Ve tozu dumana katanlara”. Evet, kendisi değ il ama çevresi, şu zengin kentin, hatta
bahtiyar Arabistan’ın neredeyse çoğ u hü sran içindeydi. Diz boyuydu yoksulluk, sanki Lat,
Uzza ve Manat artık onlardan yü z çevirmişti. Her yıl Kâ be’yi ziyaret eden hacılar da, bu tatlı
dilli, bu zehir zemberek sö zlerle kalbine cehennem korkusunu salmayı beceren sö zde
peygamber yü zü nden gelmiyorlardı. Muhammed yoldan çeviriyordu onları, Allah’ın elçisi
olduğ unu, O’na eş koşanların hesap vereceklerini, putlara tapmanın en bü yü k gü nah olduğ unu
sö yleyerek kafalarını karıştırıyordu. Ya sabah sabah akına çıkıp tozu dumana katanlar?
Kimdiler acaba, neden Allah'a karşı nankö r olduklarını sö ylü yordu Muhammed, ne yapmış, ne
işler çevirmişlerdi ki? Işte bazen Zemzem gibi bulanık, bazen de bir pınar gibi pırıl pırıl ve
saydamdı Kuran, ö yle ya da bö yle karşı konulmaz bir cazibesi, Ebu Sü fyan’ın anlayamadığ ı bir
çekim gü cü vardı. Tavafını yarıda bırakıp sesin peşine dü ştü , ü rkek adımlarla yü rü yerek ve
gö rü nmemeye çalışarak Muhammed’in evine dek geldi. Bir duvarın ardına gizlenip açık
pencereden kalbine dolan ayetleri dinlemeye devam etti. Kendini sesin akışına ö ylesine
kaptırmıştı ki, az ö tede, ay ışığ ında gö lgesi uzayan hurma ağ acının altında bir başkasının da
aynı sesi aynı huşuyla dinlediğini fark etmedi bile.
Mahzumoğ ullarından Ebu Cehl de o gece ayı ö yle tostoparlak, giderek bü yü rken, nurunu
gö kteki karanlıkla yerdeki dağ lara, rü zgâ rda soğ uyan kayalara, Mekke’nin tü m çatılarına ve
çadırlarına saçarken gö rü nce yatağ ından kalkmış, sesin peşine dü şü p hurma ağ acının altına
dek gelmişti. Nefret ediyordu Muhammed’den, ama onda tuhaf, yalnızca bü yü cü lerde
rastladığ ı bir gü cü n, sö zden kaynaklanan bir şeytan tü yü nü n olduğ unun da farkındaydı. Bü tü n
ısrarlarına, hatta tehdide varan davranışlarına rağ men Ebu Talib’in korumasını ü zerinden
kaldıramamış, Allah’ın elçisi olduğ unu iddia eden bu kendini bilmeze haddini bildirmek için
her tü rlü yola başvurmaktan çekinmemişse de bir sonuç alamamıştı. Oldü rtmeye bile
kalkışmıştı Muhammed’i, aklınca kan davasına yol açmamak için cinayetin sorumluluğ unu
değ işik obalardan gençler arasında paylaştıracaktı. Ne var ki amcası, Muhammed’i her gece
bir başka oğ lunun yatağ ında yatırmaya başlayınca bundan da vazgeçmiş, hakaret ve
kışkırtmalarla sindirmeye devam etmişti. Şu Allah’ın birliğ i hikâ yesi hiç işine gelmiyordu,
çü nkü işlerini gö zeten, servetini çoğ altan Allah’ın kızlarının lü tfuyla yetinmeye razıydı, yeter
ki atalarının dinine dokunmasınlar. Yeter ki cehennemlik olduğ unu ele gü ne duyurmasın
Mü slü manlar, onu rahat bıraksınlar. Allah’ın elçisi fazla ileri gidip işlerini bozmasın, Kuran’da
buyrulduğu gibi çevresindekileri uyarıp korkutmasın.
Gerçekte Muhammed’i rahat bırakmayan, Mü slü manlarla sü rekli dalaşan kendisiydi. Hatta bir
keresinde Ebü ’l-Bahteri'yle bile kapışmış, kafasına yediğ i bir çene kemiğ i yü zü nden rezil
olmuştu. Korkaktı. Bir tek Allah’tan korkmuyordu, bir de Muhammed’den. Ama amcalarından,
hele Hamza’dan ö dü patlıyordu. Bu nedenle ona “Ebu Cehl” lakabını takmışlardı zaten, ama
herkes bilmeliydi ki değ il cahillerin babası olmak, Kureyş’in en akıllı, en gö zü pek reislerinden
biriydi; yalnızca akıllı değil zekiydi aynı zamanda, kurnazdı.
Başına ne geldiyse bu kurnazlığ ı yü zü nden gelmişti zaten, Muhammed’i ortadan kaldırmaya
gü cü yetmeyince saf dışı bırakmayı denemiş, bu amaçla Kureyş’i ikna edip kabile meclisinden
Haşimoğ ulları’nı boykot kararını çıkartmıştı. Bundan bö yle hiç kimse Ebu Talib ve
akrabalarına ne mal alıp satacak ne de onlardan kız alıp verecekti. Bir anlamda, o gü nü n
koşullarında Mü slü manları yavaş yavaş ö lmeye terk etmek demekti bu. Gel gelelim evdeki
hesap çarşıya uymamış, bir sü re sonra abluka delinmişti. Hem de kendi adamları tarafından.
Oysa işi sağ lama bağ lamak için ü şenmeyip boykot kurallarını parşö mene yazdırtmış, ü ç
mü hü r vurup kapattıktan sonra bir mahfazaya koyarak Kâ be’ye bizzat kendisi gö tü rmü ştü .
Anlaşma metnini gü velerin yiyeceğ ini, Haşimoğ ullarına uygulanacak sert ö nlemlerin bir tek
maddesinin bile kalmayacağ ını nereden bilebilirdi. Muhammed, nasılsa, ö nceden haber
vermişti olacakları, Kâ be’de saklanan parşö men de yalnızca “Allah'ın adının kalacağ ını, geri
kalan sö zcü klerin gü velere yem olacağ ım sö ylemiş ve sö yledikleri doğ ru çıkmıştı. Şimdi de ay
ışığ ında Kuran okuyordu işte. O okudukça efsunlu bir ışık iniyordu gö kten, dağ taş
Muhammed’in gü zel sesiyle yankılanıyordu. En iyisi kulaklarını kapatıp bu sesi duymamaktı,
Allah “Onların kalplerini mühürledik” demiyor muydu zaten, öyleyse kulaklarını kendi elleriyle
tıkayabilirdi.
Ayı her zamankinden daha gü zel, daha parlak ve nur içinde gö ren Ebu Leheb’i de uyku
tutmamış, bü yü lü ses onu da kendi dü nyasına çekmişti. O da, Ebu Sü fyan ve Ebu Cehl gibi,
gizlendiğ i yerden Muhammed’in peş peşe okuduğ u ayetleri dinliyor, dinledikçe de sö zcü klerin
akışına kapılıp gidiyordu. Serin ve saydam, dibinde yassı çakıl taşlarının şavkıdığ ı bir suya
girmişti sanki. Çırılçıplaktı. Yunup arınmıştı dü nyanın kirinden, bembeyaz, temiz bir ihrama
bü rü nmü ştü . Kâ be’ye gelen hacılar gibi. Derken irkildi birden. "Ebu Leheb’in elleri kurusun!”
diyordu ses. Alevli ateşe yaslanacağ ını sö ylü yordu. Neye uğ radığ ını şaşırdı, saklandığ ı yerden
çıkıp kendini sokağ a dar attı. Bir de ne gö rsü n! Ebu Sü fyan ile Ebu Cehl de orada değ iller mi!
Uç ahbap birbirlerine kuşkuyla baktılar. Sonra gü lmeye başladılar hep birden. Ve bir daha
uyur uykularından kalkıp Kuran dinlememeye yemin ettiler.
Islam’ın can dü şmanlarını bile bü yü leyen o yumuşak, gü zel ses Taif dö nü şü , Muhammed’in
başına atılan taşların akıttığ ı kan bile henü z kuramamışken cin taifesini de etkiledi, onlar
Mekke ulularından daha ö nce yola geldiler. Peygamber Tai lileri doğ ru yola iletememenin
verdiğ i kederle bir ağ acın gö lgesine sığ ınmış Kuran okurken yanında azatlı kö lesi Zeyd yoktu
yalnızca, cinler de vardı. Halka olup huşu içinde Kuran’ı dinlediler. Zaten nicedir semadan
haber alamıyorlardı. Allah’ın elçisi zuhur ettiğ inden bu yana semanın kapıları ve sırları onlara
kapanmıştı. Kuran’ı dinlediler ve iman ettiler. Gerçi ne ay parlıyordu gö kyü zü nde ne de
yıldızlar. Cinler gü pegü ndü z duydular Muhammed’in sesini, Kuran’ı dinlerken kendilerinden
geçtiler. Doğru ya da yanlış bilemem, benden hikâyesi.
Uzza

Doğ rusu Muhammed’in bizi kö tü lemesine hiç şaşırmadım. Kö tü lemekle de kalmıyor,
Kureyş'in, hatta tü m Arapların dü pedü z vazgeçmelerini istiyor bizden. Babamızdan vahiy mi
ne gelmiş, benden başkasına tapmam, en yü ce benim buyurmuş. Biz Allah’ın yü ce olmadığ ını
sö ylemiyoruz ki! Mekkelilerin, Medinelilerin, hatta ikizim diyebileceğ im Lat’a tapan Tai lilerin
de bö yle bir iddiası yok. Ama Allah ö ylesine uzak ki onlara, hem hayal bile edemeyecekleri,
tasarlayamayacakları kadar meçhul ki, bize gereksinimleri var. Onlar ile yedi kat gö ğ ü n
derinliklerindeki Allah arasında aracıyız o kadar; sonuçta babamız bizden daha gü çlü , çok
daha bilgin ve ulaşılmaz olsa da. Ne var ki evlatlıktan reddetmiş hepimizi, “Bu nasıl da haksız
bir paylaşım!” diye gü rlemiş bize tapanlara. “Oğ lan çocuklar size kızlar bana ö yle mi?”
Muhammed her yerde Allah'ın doğ urulmadığ ını ve doğ urmadığ ını sö ylü yor, O'ndan başka
tapacak yoktur diyerek bize karşı geliyormuş. Atalarının uydurduğ u birer isimden
ibaretmişiz. Hissetmeyen, işitmeyen, dü şü nmeyen kaya ve odun parçalarından ibaret. Bize
kurban kesenlerin, etrafımızda tavaf edip secdeye varanların, bize hayranlık ve şü kranlarını
sunanların varlığından bile habersizmişiz.
Doğ ru sö ze ne denir. Biz ilaheyiz onlarsa insan. Demek ki çok daha ü stü nü z onlardan, kader ve
akıbetlerine hâ kimiz. Yediklerini ve içtiklerini, çiftleştikçe sü ren zü rriyetlerini, kervanlarına
yol gö steren yıldızların ışığ ı ile Kâ be’nin kutsallığ ını bize borçlular. Hacerii’l-Esved’in
parlaklığ ını da. Onu yıldızların arasından devşirip ben getirdim buraya, onlar kirletti. Şimdi
aramızda duruyor, eşitiz. Ne var ki “Allah’a eş koşmayın” diyormuş Muhammed. “O Bir’dir,
Doğ u da O’nundur Batı da. Evvel O’dur, Ahir O’dur, Zahir O’dur, Batın O’dur, Bilen O’dur”
diyormuş. Kendisinin de Allah’ın elçisi olduğ unu sö ylü yormuş. Bir ara şeytana uyup yü ce
varlıklar sayılabileceğ imizi ima etmeye kalkışmış, ama vazgeçmiş sonradan. Demek ki bu
kavgada şeytan bizden yana. Kureyş ve tü m Arabistan da. Şimdilik ü ç beş kişi olsalar da
Muhammed'in dinine girenlerin ettikleri yeminden dö nmediklerini duydum. Varsın
dö nmesinler. Benim adıma yemin edenler de dö nmez doğ ru bildikleri yoldan. Hem onlar daha
kalabalık, daha güçlü, çok daha varlıklı.
Ne diyordum? Evet, Muhammed’in bizi kö tü lemesine hiç şaşırmadım. Yıllar ö nce gelip kö rpe
bir kuzu kurban etti bana, kula renkli, şirin mi şirin bir kuzucuk. Kanına kanamadım. Ama bir
daha hiç uğ ramadı. Oysa daha ilk gö rü şte ısınmıştım bu yakışıklı, uzun saçlı, uzun sakallı
mahcup delikanlıya. O gü ne dek başkalarında gö rmediğ im bir sevecenlik fark etmiştim
bakışlarında. Durgun ve dü şü nceliydi. Kibardı. Kâ be’yi tavaf ederken koşmuyor, kanatlanmış
uçuyordu sanki.. Oylesine inançlıydı. Meğ er inancı bize değ il Ibrahim’eymiş. Bir daha da
sokulmadı yanıma, ne bir kurban sundu ne ö nü mde secde etti. Nehle’deki tapınağ ıma da bir
kez olsun gelmedi. Onu boşuna bekledim. Şam yolundayken çıkar gelir, kurban sunmasa da
akasyaların gö lgesinde dinlenir diye umdum. Gü nler, aylar, yıllar geçti gelmedi. Bize dü şman
olduğ u haberi geldi sonunda, kahroldum. Kahroldum, evet. Çü nkü taş olan ille de taş basmaz
bağrına, bazen böyle, terk edildiğini anlayınca, kendi gözyaşında boğulur.
Yalnızca isimlerden ibaret değ ilsek de onlar ayrılmaz parçamız bizim, varlığ ımızın, gerçek
olduğ umuzun belirtisi. Ve şu ö lü mlü ler nezdinde ö lü msü zlü ğ ü mü zü n simgesi. Isimler
ö nemlidir, kü çü msemeye gelmez. Bir kabile için bayrak neyse bizler için de isim odur. Onur ve
gü ç kaynağ ımız, en değ erli hazinemizdir. Ya bu gü zel dilimiz, en çok da şairler ile
Muhammed’in tadını çıkardıkları Hicaz lehçesi olmayaydı? Aksini dü şü nmek bile istemem.
Nasıl da yoksul, çaresiz, dağlar taşlar gibi dilsiz kalırdık.
Işte Kâ be’nin çevresine dizilip durmuşuz. Şeklimiz şemailimizle ve isimlerimizle sanki
insanlara karşı saf tutmuşuz. içeride, dö rt duvar arasında olanlarımız da var, ama daha çok
dışarıdayız. Ve bir yılın gü nleri kadar kalabalığ ız. Işte Lat ve Manat, sevgili kız kardeşlerim.
Biri kadere hü kmeder ö teki kedere. Başlarına ne bela gelirse ikizime ya da bana hayranlık ve
saygıda kusur ettiklerindendir. Işte Hubal, sevgili kocamız, sultanımız efendimiz. Gerçi sağ eli
kopuktur, ama çolak sayılmaz. Altından bir takma eli var, hem kılıç tutar hem ince belimi.
Erkekliğ i bana da yeter, kadın gö vdeli ve tü ylü , yırtıcı kuş tırnaklı Lat’a da. Ok atar, hava basar.
Yere bakar yü rek yakar. Ve Manat, bizim gibi onunla evlendirilmediğ i için kıskançlıktan çatlar.
Ne de olsa Kuday’da bir kaya parçasıydı buraya gelip giydirilmeden, eline o makas verilmeden
ö nce. Gabgabında kurban kanı değ il insan saçı vardı. Şimdi mevki sahibi oldu, hayatından pek
memnun. Ve artık başkalarının kaderiyle meşgul. Ya başlarına bir çorap ö rer ya elinde makas,
hayat iplerini keser. Işte Ashal, Ahsam, Avf, Bal, Datanvat, Fals, Galsad, Marhab, Muntabık,
Nesr, Nuhm! daha sayayım mı? Kuzah, Rıam, Ruda, Sabad, Sad, Taym, Ukaysır, Ved, Yağ us ve
Yeü k, saymakla bitmez. Hangi ü lkede, hangi kavimde bulabilirsiniz bunca putu? Her biri kendi
ismiyle vardır ve kendi vasfındadır. Kimi gö k gö zlü dü r kimi kö mü r gö zlü . Kimi ağ aca benzer
kimi kayaya. Kimi de Ademoğ lu’na. Yağ mur yağ dıran da onlardır gü neşin ilk ışıklarıyla ateş
yağ dıran da. Savaşçıdırlar. Kindar ve gaddardırlar. Kan sever kurban isterler. En çok da
Muntabık’ı severim. Hem adından hem vasfından ö tü rü . Bir bakır kü p gibidir. Karnı yarıktır ve
kapaklıdır. Ona en çok Sulaf kabilesi hayrandır. Konuştuğ unda da tam konuşur. Neresinden
mi? Dili olmadığ ına gö re tabii ki karnından. Muhammed’in gü nü n birinde zuhur edeceğ ini,
umutsuzlara umut, yoksullara sadaka, kitapsızlara kitap ve Allahsızlara tek bir Allah
vereceğ ini de ilk o sö ylemişti. Şimdi sonumuzun da Muhammed'in elinden olacağ ını ilk o
sö ylü yor, ama ben inanmak istemiyorum. Çü nkü koruyanımız çok, ü stelik yalnızca
Muhammed’in kabilesinden değ il, bahtiyar ve bahtsız tü m Arabistan’dan. Içlerinde biri var ki,
herkesten ü midimi keserim de, ondan asla. Gü n gelir herkes bizden yü z çevirebilir, bir tek o
çevirmez. O da kim? diye merak ettiğ inizi gö rü r gibiyim. Sö yleyeyim: Ebu Leheb. Yani “Alev’in
Babası”. Aslında o ayet indikten sonra bu lakabı Mü slü manlar yakıştırdı Muhammed’in
amcasına, yoksa asıl adı Abdüluzza’dır ve adından da anlayacağınız gibi has adamımdır.
Ayette şöyle deniliyormuş:
“Ebu Leheb’in iki eli kurusun. Kendisi de kurusun. Ona ne malı fayda verir ne kazandığ ı. O bir
alevli ateşe girecek. Karısı da, boynunda hurma lifinden bir ip, odun taşıyacak.”
Bunu duyan karısı Ummü Cemil havan tokmağ ını kaptığ ı gibi dayanmış kapıya. Muhammed,
Ebubekir'le dertleşmekteymiş. “Arkadaşın nerede?” diye sormuş Ebubekir'e. O ke bö yle bir
şeydir işte, onunla kalkan zararla oturur. Karşısında duran Muhammed’i gö rmemiş haspa.
Gö zü nü kin bü rü meyecek, sevmesen de beğ enmesen de kin tutmayacaksın. Bir dahaki sefere
Muhammed’in ağ zını elindeki taş tokmakla parçalayacağ ını sö yleyip uzaklaşmış oradan. Ve
ö kesini yatıştırmak için bir şiir sö ylemeyi de ihmal etmemiş. Ummü Cemil’i bilmem, ama
kocası iyidir, hoştur. O’nun işlerini daha sonra anlatırım size, şimdi akşam oldu, gü n karardı.
Gü ne hü kmü m geçer, ama geceye geçmez. Gü nle gecenin sahibi, bizi evlatlıktan reddetmiş de
olsa Allahü-teala'dır.
Yıldız yağmuru

Rahmi Bey seferberliğ in ilanında dü nyanın gidişatından habersiz değ ildi belki, ama Devlet-i
Aliye-i Osmaniye’nin bö yle ansızın yedi dü vele karşı savaşa sü rü klenebileceğ ini de pek
ihtimal vermiyordu. Ordu Balkan Savaşları'ndan yorgun çıkmış, Rumeli’de kaybedilen
toprakların acısı henü z dinmemişti. Hatta Trablusgarp, ondan ö nce 93 Harbi, peş peşe gelen
bü tü n yenilgiler, bozgunlar yıldırmıştı ulusu, yalnızca gayrimü slimlerin değ il Osmanlı tebaası
Arapların da bağ ımsızlık iştahını kabartmıştı. Yıldırım yemiş yaşlı bir çınar gibi çatırdıyordu
koskoca imparatorluk, ü ç kıtayı kucaklayan dalları budanmaya, Tuna’dan Fırat’a uzanan
kö kleri sö kü lmeye başlamıştı; Darü lfü nun yıllarından beri sarsıntının farkındaydı Rahmi Bey,
bu nedenle Ittihat ve Terakki’nin yeni bir serü vene atılacağ ını doğ rusu hiç beklemiyordu. Ve
gü nü nü gü n ediyordu Istanbul’da. Kimi zaman bazı siyasi toplantılara katıldığ ı da oluyordu,
ama hiçbir cemiyetin azası değildi.
Her yerde, her an patlamaya hazır bir barut fıçısına dö nmü ştü ortalık. Babıâ li sıkıştıkça
hırçınlaşıyor, siyasi cinayetler birbirini izliyor, Ittihatçılar tahterevalliye binmiş gibi iktidara
bir çıkıyor bir iniyorlardı. Telgra haneler durmadan işliyor, bir zamanlar kuşların konduğ u
teller imparatorluğ un dö rt bucağ ından gelen şifreli haberleri nazırların masalarına
iletiyorlardı. Kâ tipler de, Uskü dar'a gider iken, uyku mahmuru değ illerdi artık, ikinci bir emre
kadar uyumaları yasaklanmıştı. Dağ gibi yığ ılmıştı sorunlar, herkes bir çö zü m arayışındaydı
ve dü şman Namık Kemal’in deyişiyle bir kez daha “dayamıştı vatanın bağ rına hançerini”.
Rahmi Bey şiirden fazla hoşlanmaz, Kuran okumayı yeğ lerdi. Gerçi Kuran Allah kelamıydı,
Muhammed şairlere lanet okumuştu, ama yine de şiirsel bir bü yü vardı ayetlerin edasında,
insanı alıp uzağ a, dallarının altından ırmaklar akan Tuba ağ acının gö lgesine doğ ru
sü rü kleyişlerinde. Şiir deyince aklına vatan şairi Namık Kemal değ il, Mehmed Akif geliyordu
zaten. Onun dü nyaya bakışına, ü mmet-i Muhammed’e arka çıkışına, imparatorluğ u kurtarmak
için İslam’a dayalı bir çözüm arayışına tümüyle katılıyordu.
Her yerde milliyetçilik rü zgâ rları esiyor, Osmanlı boyunduruğ unda yaşamış halklar
bağ ımsızlık için fırsat kolluyorlardı. Boyunduruğ un Gediz kıyısında çamura yatan mandalara
vurulduğ unu çocukluk gü nlerinden biliyordu Rahmi Bey, insanlara, hele Mü slü manlara
Osmanlı’nın aynı şeyi reva gö rebileceğ i aklının ucundan bile geçmezdi. Ama savaşta bizzat
tanık oldu buna, gitti gö rdü ve dö ndü . Gö rdü klerini kimseye anlatmayıp içine gö mdü . Yakın
geçmişin hiç kuşku yok en talihsiz kuşağ ıydı onun kuşağ ı, sonradan haklarında hamasi vatan
edebiyatının beylik deyimiyle “tarihin altın sayfalarına destan yazdıkları”, ya şehit ya gazi
oldukları sö yleneceklerin arasındaydı. Ve Birinci Kanal Savaşı’nın ertesinde katıldığ ı Medine
savunmasının ardından yurda dö ndü ğ ü nde “hacı’lığ ı “gazi”liğ e yeğ leyecekti. Savaş inancını
sarsmamış, tam tersine pekiştirmiş, ne var ki Peygamberin ü mmetiyle giriştiğ i kanlı çatışma
kafasında birtakım sorulara da yol açmıştı.
Bu sorulara kendince bir cevap aramıştır elbet, ama Tih Sahrası’nda gö rdü klerini, Hicaz
çö llerinde yaşadıklarını, hiç kimseye –sana bile– anlatmadığ ı kesin. Anlatsaydı ne değ işirdi.
Olan olmuş, Mü tareke'den sonra işgalci Yunan, Anadolu topraklarından kovulmuş, Misak-ı
Milli sınırları içinde Cumhuriyet kurulmuştu. Rahmi Bey hem dini bütün bir Müslüman hem de
yeni rejimin saygın avukatlarındandı artık. Kâ bus geçmişte kalmıştı. Zaten çok kü çü ktü n,
okulda dedenin gaziliğ iyle ö vü nsen de, onun kahramanlıklarını hayal gü cü nle besleyip
ballandıra ballandıra anlatsan da, Çanakkale şehitlerine ö lçü lü uyaklı manzumeler dü zsen de,
o sanki hacılığ ı daha çok benimsemişti. Oyle kendi kö şesinde kalmayı, suya sabuna
dokunmadan beş vakit namaz kılmayı. Ne ö nemli davalar alıyordu ne de kapağ ı Izmir'e ya da
Istanbul’a atıp daha kâ rlı işler yapmayı dü şü nü yordu. Bunların hiçbirinde gö zü yoktu.
Kitaplarıyla baş başaydı her zaman. Onun, çoğ unu savaş dö nü şü Hicaz’dan edindiğ i kitapları
okumadın. Istemediğ inden değ il, eski yazıyla basılmış olduklarından. Aralarında Arapça
elyazmaları da vardı. Şimdi uzak bir kentteki uzak bir evin çatı katında ü ste ü ste gelişigü zel
yığ ılmış tozlanmaktalar. Kim bilir ne bilgiler var içlerinde, ne dü nyalar, ne sö zler. Allah'ın
sö zlerinin tü kenmediğ ini sö ylerdi hep. Yeryü zü nü n tü m ağ açları kalem olsa, yedi deniz
mü rekkep olsa yine de yazmaya yetmezdi onları. Bunun bir ayet-i kerime olduğ unu
bilmiyordun. Dedenin savaştan nefret ettiğ ini bilmediğ in gibi. Kuran’ın itne çıkaranlar hariç
insan ö ldü rmeyi yasakladığ ını, bir insanı ö ldü rmekle bü tü n insanlığ ı ö ldü rmenin aynı kapıya
çıktığ ını sö ylediğ ini bilmediğ in gibi. Belki deden o ayeti de okuyordu namaz kılarken, ama sen
yalnızca duanın sesine kapılıyor anlamını merak bile etmiyordun. Evet, ö nce ses vardı, içine,
kalbinin derinliğine işleyen o ses Arapçanın da ötesinde bir başka dil, sonsuz bir ülkeydi.
Dedenin savaş anılarını yazdığ ı defteri ö lü mü nden sonra buldun. Sararıp solmuş, saman
kâ ğ ıdından sayfalarına yer yer yayılan mü rekkep lekeleri bazı sayfaları okunmaz hale
getirmişti. Zaten eski yazıydı metin, titreyen, yorgun bir elden çıktığ ı ilk bakışta belli
oluyordu. Senin sö kemeyeceğ in kadar da okunaksızdı. Bir uzman arkadaşına başvurup yeni
yazıya çevirmesini isterken dedenin gö zü gibi sakladığ ı savaş anılarını nasıl olup da
torununun okuyamadığ ını dü şü nü yordun. Ne kadar da hızlı değ işmişti her şey. Cumhuriyet
devrimlerine karşı değ ildi deden, Latin alfabesinin sağ ladığ ı olanaklardan en verimli biçimde
yararlananların arasında sen de varsın. Bu satırları yazarken Arap har lerine ö zlem
duymuyorsun elbet, onların biçimleri, bü kü lü p kıvrılışlarıyla sü rekli haşır neşir olsan da. Yine
de dedenin evrak-ı metrukesine ait bir belgeyi doğrudan okumayı, okuyabilmeyi isterdin.
Defterin yaprakları arasında birkaç fotoğ raf da vardı. Birinde Cemal Paşa’nın karargâ h
subayları, ö n sıra oturur arka sıra ayakta olmak ü zere dizilmiştiler. Deden arka sırada en
soldaydı. Gö ğ sü ile başı gö rü nü yordu yalnızca. Kalpaklı ve bıyıklıydı. On sırada oturanların
gö ğ ü sleri madalyalıydı. Kiminin ayağ ında beyaz dolak kimininkinde meşin çizme vardı.
Fotoğ rafa bakarken deden de dahil artık hiçbirinin yaşamadığ ını dü şü nmü ştü n. Bir başka
fotoğ rafta da Medine tren istasyonunun ö nü nde bir hecinin ü zerindeydi. Hicaz Demiryolu’nun
son durağ ı Medine istasyonu taş mimarisi, sü slü ö n cephesiyle Sirkeci Garı’nı andırıyordu
biraz. Çevreye oldukça aykırıydı. Rahmi Bey de ö yle, zabit ü niformasıyla iki dirhem bir
çekirdek gülümsüyordu hecinin üzerinde. Kuşkusuz ilk kez deveye biniyordu. Yuvarlak yüzüne
yayılan çocuksu gü lü msemenin nedeni bu olmalıydı. Bir zaman onlar da yaşamış, Osmanlı’yı
kurtarmak için hecin ü zerinde savaşmışlar diye dü şü ndü ğ ü nü anımsıyorsun. Manisa’daydı.
Olü mü nden sonra dedenin yazıhanesini derleyip toparladığ ında. O gü nden sonra bir daha
dö nmedin çocukluğ unun kentine. Dö nü şleri sevmediğ in için değ il, Rahmi Bey’in memleketine
yolun düşmediğinden.
Seferberliğ in ilanında kısa bir sü re Bahriye Nezareti’nde ihtiyat zabiti olarak gö rev yaptı
Rahmi Bey, sonra Halife Hazretleri Itilaf Devletleri’ne karşı tü m Mü slü manları Cihad-ı
Mukaddes’e çağ ırınca cepheye gitmek istedi. Çok iyi Arapça bildiğ i için, Dö rdü ncü Ordu
komutanlığ ına atanan Cemal Paşa’nın hizmetine verildi. Seferi Kuvvet Ingiliz’i tepelemek,
daha doğ rusu Mısırda tutmak amacıyla Bü yü k Britanya Imparatorluğ unun şahdamarı. Sü veyş
Kanalı’nı zorlarken Mehmetçik tü m cephelerde, Galiçya’dan Ka kasya’ya, Çanakkale’den Irak
ve Mısıra uzanan çok geniş bir coğ rafyada savaşıyordu. Ve Hacırahmanlı kö yü Tih Sahrası’na
ne kadar da uzaktı.
Kuzeyden gelmişlerdi. Karadeniz kıyıları ile sisli Kaçkar yaylalarından, dorukları karlı
Isfendiyar Dağ ları’ndan. Çay toplayan, kemençe çalıp ağ lardan hamsi devşiren elleri mavzer
tutuyordu şimdi, sü ngü takıp selam veriyordu. Doğ udan gelmişlerdi, dadaşlar diyarından.
Erzurum, Van, Bitlis, Siirt ve Hakkâ ri’den. Ocaklarında tezek yakılan, hayvanlarla kucak kucağ a
yattıkları kerpiç evlerden bir gece zorla alınıp getirilenler de vardı aralarında, aşiret reisleri
de. Kendi dillerinde konuşup anlaşıyor, içtimada Tü rkçe tekmil veriyorlardı. Gü neyliydiler,
Toroslar'dan, Antalya, Adana ve Osmaniye'den. Memur, Yö rü k, konargö çerdiler. Irgat, maraba,
belki toprak sahibiydiler. Poturlarından ve allı yeşilli cepkenlerinden soyunup bir ö rnek
giyinmiştiler. Pü skü llü fes yoktu başlarında, ayaklarında potin, bellerinde kasatura,
bakışlarında şaşkınlık vardı. Biraz kederliydiler. Silahlarıyla değ il inançlarıyla hakkından
geleceklerdi gâ vurun. Seferi Kuvvet’e Konya’dan katılan Mevlevi taburuyla tam bir karşıtlık
içindeydiler. Neyzenler ile mutribanı Kaderi birliğ i, onları da Deliorman muhacirleri izliyordu.
Hecinsü var birliklerine hayretle bakıyor, başlarında devasa kü lahları, kudü m, çalpara ve
neylerin eşliğ inde semaya durup fır dö nü yorlardı. Onlar dö ndü kçe gö kyü zü nde ay ile gü neş,
yeryü zü nde kum tepeleri ile dağ lar da dö nü yordu. Bembeyaz tennurelerinin Arap gö nü llü lerin
ke iyelerine karıştığ ı da oluyordu, fes giymiş seyirci kalabalığ ına da. Batıdan gelenler geride
bıraktıkları bağ ve zeytinlikleri, tü tü n tarlalarını arar gibiydiler. Toprak rengi ü niformayı
giyince bir gariplik çö kmü ştü ü zerlerine, belli ki sılada kalan yakınlarını, yavukluları ile çoluk
çocuklarını ö zlemekteydiler. Dolak ve çarıklarıyla tuhaf bir gö rü nü m içindeydiler.
Hacırahmanlı’dan Rahmi Bey’in ise ö zleyecek kimi kimsesi yoktu, ama ö nü nde gö z
alabildiğ ine uzanan, samyelinde yer değ iştiren kum tepeleriyle çö l, ardında boşa
harcanmamış bir gençlik vardı. Ve at binmiş tırıs giden ay yıldızlı kalpaklıların arasındaydı.
Harbi Umumi’yle kopan kıyametten bir yıl kadar sonra Seferi Kuvvet, Bı̂rü ssebi’den hareketle
Tih Sahrasına girerek Ismailiye yö nü nde gü neşin battığ ı yere doğ ru ilerlemeye başladı. En
ö nde Cemal Paşa padişahın hediyesi kıratın ü zerindeydi. Ayağ ında pırıl pırıl, diz boyu meşin
çizmeler, gö ğ sü nde ü stü n hizmet madalyası vardı. Siyah, gü r sakalının gö lgesi uzuyordu
gü nbatımında, boynuna asılı dü rbü nü ve dik duruşuyla ordu kumandanından çok bronz bir
heykele benziyordu. Yü z adım kadar ilerisinde, dizlerinde mavzer ilintalarıyla iki atlı paşanın
koruma gö revini ü stlenmişlerdi. Arkasından ordu erkâ nı harp reisi, onun arkasından da iki
yaver ile karargâh subayları ve flamalarıyla süvari takımı geliyordu.
Bu yü rü yü ş nizamı ıssız çö lde gece boyunca devam etti. Iaşe yü klü develer, top bataryaları ile
tombazları çeken manda ve ö kü zler, kö prü cü , kuyucu, istihkam bö lü kleri, telli telgraf
mü frezeleri, sıhhiye ile seyyar hastane ve piyadeler sanki aynı azim, aynı ü mit içindeydiler.
Oysa hayvanlar da insanlar gibi levazım zabitlerinin insafına kalmışlardı. Hep birlikte yatıp
kalkıyor, yola revan olup konakladıklarında beraber yorgunluk gideriyorlardı. Hayvanlar ot ve
dikenden, insanlar hurma ve peksimetten ibaret yemeklerini aynı iştah, aynı tevekkü lle
yiyorlardı. Askerin içecek suyu, ayazda ö rtü necek kaputu vardı, ama başını sokacak mahruti
çadırı yoktu. Eliyle bir çukur kazıp orada yatıyordu. Ve uykuya dalmadan ö nce gö kyü zü nden
üzerine yıldız yağıyordu.
Rahmi Bey yü zyıllar ö nce bu çö lde, bu yıldızların altında, dalga dalga kum tepeleriyle bu
ıssızlığ ın ortasında Hazreti Musa’nın da tıpkı kendileri gibi bir umudun peşine dü ştü ğ ü nü ,
kavmini esaretten kurtarmak uğ runa ö lü mü gö ze aldığ ını dü şü nü yordu. Musa Mısır'dan
çıkarmıştı Israiloğ ulları’nı, Sekizinci Ordu ise Ingiliz’i Mısır'dan kovacak, Firavun’un sarayını
başına yıkacaktı. Geceleyin yıldızların altında yatarken Musa dü şü yordu aklına. Onu Kuran’da
anlatıldığ ı gibi hayal ediyordu. Gü çlü kuvvetli bir delikanlıydı. Kavgaya tutuşan iki kişiden
dost bildiğ i yardım isteyince bir Kıpti’yi ö ldü rmü ş, ama Allah onu bağ ışlamış, kendine elçi
seçmişti. Cana kıyan bir peygamber... Rahmi Bey'in aklı bir tü rlü almıyordu bunu. Allah’ın
verdiğ i canı kulun almaya hakkı var mıydı? Galiba vardı. Yoksa ne diye geçiyorlardı çö lü , ne
işleri vardı bu kervan geçmez kuş uçmaz diyarlarda. Allah burada, bu sonsuzluğ un, insanın
içine işleyen, kemiklerini sızlatan bu gece ayazında seslenmişti Musa’ya. Ailesiyle bu çö lü
geçerken bir ateş gö rmü ştü . Belki bir haber alır, belki bir kor bulup getirir ailemi ısıtırım
diyerek ateşin peşine dü şmü ş, ne var ki izleri silen kum fırtınasında yolunu yitirmişti.
Kavmini doğ ru yola yö neltmeden ö nce kendi yolunu şaşırmış bir peygamber. Rahmi Bey’in
kafası bunu da almıyordu, ama Musa’nın ö ykü sü nde kendisinin bilmediğ i, anlayamadığ ı
birtakım kıssalar olabileceğ ini dü şü nü yordu. Bir gü n onlardan hisse çıkarmak için dikkatle
inceleyecekti Kuran’ı. Ölmez de sağ kalırsa değişik tefsirleri karşılaştırıp bir sonuca varacaktı.
Musa’nın Tur Dağ ı’nın eteklerinde o ateşi gö rmesi de boşuna değ ildi. Bazen, geceleyin ya da
sabaha karşı yıldız yağ muru dinince, ortalık ağ armadan ateşler gö rü nü rdü bö yle. Dumansız
alevden yaratılan cinler mi yakardı bu ateşleri yoksa çö lde yolunu yitirenler mi? Kim bilir
belki de soğ uktan yılmış Bedevilerdi ateş yakıp ısınan. Rahmi Bey de uykuya dalmadan ö nce
ateşler gö rü yor, oraya bir keşif kolu gö nderme gereğ ini bile duymuyordu. Gö nderseydi Allah
keşif koluna da seslenir miydi? “Ne işiniz var burada, haydi dö n geri, marş marş!” diyerek kan
dö kü lmesini engeller miydi? Isa’nın Tanrısı olsaydı belki, ama O Musa ve Muhammed'in
Tanrısıydı.
Rahmi Bey uykuya dalmadan ö nce Kuran’ın Musa’yla ilgili ayetleri –hani ne derler bir sinema
şeridi gibi mi?– peş peşe geçiyordu aklından. O zaman ne renkli sinema vardı ne sinemaskop
ilmler. “Otuz altı kısım tekmili birden”ler de yoktu, sinema sessizdi. Gö rü ntü ler yetiyordu bir
ö ykü anlatmaya. Ve Rahmi Bey Tih Sahrası’nda sabaha karşı Musa'nın siyah beyaz, dilsiz
ö ykü sü nü kuruyordu. Allah’ın nidasını duymuyordu belki, herkes derin uykudayken çıt
çıkmazdı karargâ htan, zaten Allah kullarına değ il yalnızca peygamberlerine, o da Cebrail
aracılığ ıyla konuşurdu. Ama nedense, Musa’ya doğ rudan seslenmiş, o da Allah’ı gö rmek
isteyince dü şü p bayılmıştı. Sahi nereden bulmuştu bu cesareti? Allah hiç kimseye,
peygamberlerine bile kendini gö stermezdi. O’nun cemalini gö rmek Muhammed’e nasip
olmuştu yalnızca, Miraç’ta Sidretü ’l Mü nteha’nın da sınırını aşıp yedinci gö ğ ü geçtiğ i zaman...
Bu da tartışmalı bir konuydu ya, bilginler aralarında tartışadursunlardı bakalım, şimdi çö lde
buyruk Cemal Paşa’nın iki dudağ ı arasındaydı ve dileyen paşanın cemalini de gö rebilirdi
celalini de. Rahmi Bey, çok şükür, şimdilik cemalini görenler arasındaydı.
Rahmi Bey uykuyla uyanıklık arası bir durumda, gö zlerini kapatıp yorgun bedenini kumun
serinliğ ine bıraktığ ında yılan suretinde bir asanın kıvrıla bü kü le, alacakaranlıkta ışıl ışıl
kendisine doğ ru geldiğ ini gö rü p dehşete dü şü yordu. Ve Musa dikiliyordu karşısına. Ellerini
gö ğ sü ne sokuyor, çıkardığ ında beyaza kesiyorlardı. Iki eli de kefen gibi bembeyaz oluyordu
Musa’nın. Derken Allah Dağ ı'nı bir gö lge gibi Israiloğ ullarının tepesine çekip onları
korkuttuktan sonra dağ ın sağ yamacındaki toprakların ü zerine kudrethelvası ile bıldırcın
yağ dırıyordu. Yıldız yağ muruyla başlayan çö l gecesi sabaha karşı bıldırcın yağ muruna
bırakıyordu yerini. Ve Rahmi Bey tatlı bir uykuya dalıyor, uykusunda gö kten yıldız ya da
bıldırcın değil rahmet yağıyormuş gibi gülümsüyordu.
Çö l geceleyin soğ uk, gü ndü z yakıcıydı. Kum tepeleri ile seraplardan ibaret değ ildi yalnızca.
Dağ lar, granit kayalar, boy ve biçimleriyle insana benzeyen taşlar da vardı. Sonra
gü nbatımında derin vadilere gö lgesi dü şen kırmızı, kü lrengi, mor yamaçlar. Ve sessizlik. Gece
ya da gü ndü z derin bir sessizliğ e gö mü lü yordu doğ a. Ne bir kanat hışırtısı ne bir sinek vızıltısı
duyuluyordu. Rahmi Bey sessizliğ i bozmak için bir şarkı mırıldanıyordu içinden. Istanbul’u,
Ada sahillerinde beklenen sevgiliyi dile getiren, insanı memleket ö zlemiyle alıp gö tü ren bir
şarkı. Sonra Ege tü rkü lerine, zeybeklere gidiyordu aklı. Çakıcı Efe, Izmir’in konaklarını çatır
çatır yakıyordu. Oysa şarkı sö ylemeyi beceremezdi. Derken, karargâ h zabitleri hep bir ağ ızdan
“Dağ başını duman almış”a başlıyorlardı. Anlaşılan onlar da korkuyordu çö lü n mutlak
sessizliğ inden. Ne tuhaf, akıbetlerinden değ il de sessizlikten ü rperiyorlardı. “Dağ başını
duman almış / Gü mü ş dere durmaz akar / Gü neş ufuktan şimdi doğ ar / Yü rü yelim
arkadaşlar”. Ve yü rü yorlardı. Bir seraptı gü mü ş dere, orada, tam karşılarında ansızın beliren
mavi gö le doğ ru akıyordu. Yaklaştıklarında akarsuyun sesi çınlıyordu kulaklarında. Serabın
dağılıp kaybolması için mataralarındaki kaynar sudan yudum yudum içmeleri gerekiyordu.
Develerin de serap gö rdü kleri oluyordu bazen. O zaman hızlanıyor, ince uzun bacaklarıyla
koşmaya, koşarken de genizlerinden boğ uk sesler çıkarmaya başlıyorlardı. Uzun boyunlarının
bitiminde, kum denizini yaran bir geminin pruvasını andıran tü ylü başları daha hızlı gidip
geliyordu. Cebel-i Tih’in ufuk çizgisindeydiler. Çok uzak, çok belirsiz, sanki ulaşılmaz bir
menzildiler. Giderek yaklaştılar sonradan. Beyaz, gri, gü nbatımında kırmızı ve mor bulutlara
karıştılar. Hamsin rü zgâ rı yü rü yü ş boyunca Seferi Kuvvet’in ü zerine yığ dı onları, bir sü re,
aşağ ıda asker yukarıda bulutlar yü rü dü , ne var ki bir damla bile yağ mur dü şmedi. Yine de tek
tü k çalılara takılıyordu ayakları. Develer ö nlerine çıkan, bembeyaz çiçek açmış
katırtırnaklarını çiğ nemeden yutuyorlardı. Şafakta çiğ bir ışık dü şü yordu ü zerlerine. Sonra,
çok geçmeden, gü neş gö kyü zü nü ortalayınca, kapağ ı kaldırılan bir fırından ü ler gibi hamsin
kavurmaya başlıyordu her yeri.
Dağ lara baktıkça, kum tepelerinin ö tesinde ipek kumaş gibi kıvrılan araziyi, mavi yeşil
damarlarıyla parlayan pembe granitlerin heybetli duruşunu gö rdü kçe, Allah’ın kudretini
dü şü nü yordu Rahmi Bey. Yeryü zü biçimlenirken yağ mur ve rü zgar ve gü neş ve ayaz bu granit
deryasını yıllar, yü zyıllar boyunca un ufak edip bir kum deryasına dö nü ştü rmü ştü . Belki de
Kuran’da vaat edilen kıyametin bir provası gerçekleşmişti ö nceden, taşlar aşağ ıya
yuvarlanırken dağ lar da birbiriyle çarpışmış, bulutlar gibi savrulmuşlardı. Şimdi ü st ü ste
yığ ılmış, iç içe geçmiş, kapkara sırtları ve kü lrengi başlarıyla korkunç yaratıkları
andırıyorlardı. Neyse ki geceleyin silinip gidiyorlardı manzaradan. Ve boşluğ u, o sonsuz ve
derin boşluğu bir anda yıldızlar dolduruyordu.
Sıcağ a rağ men ü niformaları kirlenmiyordu. Terlemiyorlardı çü nkü . Neredeyse teri
unutmuşlardı. Yağ muru, yeşili, denizi, ağ açları unuttukları gibi. Bazen alçaldığ ı da oluyordu
gö ğ ü n, ama genelde çok yukarda masmavi ve pırıl pırıldı. Gece kaput yetmezse
battaniyelerine sarılıp uyuyorlardı, boyu kuru sıcağı emmiş kumdan beşiklerinde.
Sekizinci Ordu, ihtiyat zabiti Rahmi Bey’le birlikte, gü neş ortalığ ı kavurmaya başladığ ında
konaklayıp bazen yola gece devam ederek, hızlı bir tempoda ve yü rü yü ş nizamını hiç
bozmadan on yedi gü nde geçti Tih Sahrası’nı. On sekizinci gü n kum tepelerinin ardından
Sü veyş Kanalı gö rü ndü . Aynı ordunun birkaç yıl sonra, Ikinci Kanal Seferinin de yenilgiyle
sonuçlanmasının ardından perperişan geri çekileceğ ini, bozgundan kurtulanların esir,
kurtulamayanların şehit dü şeceklerini, Sina'nın Mehmetçiğ e mezar olacağ ını o gü zel yü rü yü ş
nizamı içinde hiç kimse tahmin edemezdi.
Kanal boyuna vardıklarında gö rdü ğ ü manzarayı hayatı boyunca unutamayacaktı Rahmi Bey.
Geceydi. Yorgunluktan bitkin haldeydi. Tam uykuya dalmak ü zereyken karanlığ ı çapraz
tarayan ışıldaklar gö rdü . Aynı anda gü ndü z gibi aydınlandı her yer, mevzilerin az ilerisi ışığ a
boğ uldu. Karşıda Ismailiye kenti ile Tosum ve Serapyum kasabaları uykudaydılar. Karanlıkta
tek tü k ateşler yanıyordu. Aşağ ıda, kumların arasından akan gü mü ş bir ırmak gibi Sü veyş
Kanalı parıldıyordu. Tü m ışıklarını yakmış bir transatlantik suları kö pü rterek yavaşça geçti.
Rahmi Bey bulunduğ u yerden yolcuları gö remiyordu, ama gecenin bu geç saatinde
şampanyaların patlatıldığ ını, vals ya da polkalar çalan orkestranın eşliğ inde birbirlerine
sarılmış dans eden çiftlerin mutluluğ unu, savaşa aldırmadan dö nen, dö nerken de nice serveti
girdabına sürükleyen ruletin hızını, havada uçuşan kırmızı, yeşil, beyaz balonlara özenircesine
kadeh tokuşturanları hayal edebiliyordu. Okyanuslar aşan, insanları ü mit ve hayalleriyle
birlikte bir kıtadan ö tekine taşıyan, her biri neredeyse bir kent bü yü klü ğ ü ndeki bu gemileri
çok gö rmü ştü Istanbul’da, ama bir kez olsun yerini yurdunu bırakıp da, Izmir'den Yeni
Dü nya'ya uğ urladığ ı hemşerileri gibi uzağ ın çağ rısına kapılmamıştı. Belki serü ven dü şkü nü ya
da yoksul olmadığ ından, belki de yabancı bir ü lkede, ka ir demeye dili varmıyordu, ama
gayrimü slimlerin arasında yaşamayı, onların yediğ ini içtiğ ini paylaşmayı, onlarla hemhal
olmayı gö ze alamadığ ından. Onlarla aynı mezarlığ a gö mü lmek istemediğ inden. Insanın karnı
nerede doyuyorsa vatanı orasıdır diye dü şü nü yordu kimileri. Kimileri için vatan, ü zerinde al
sancak dalgalanan, şehit kanlarıyla sulanmış topraktı. Rahmi Bey'e sorarsanız vatan her
şeyden önce ezan sesiydi, sonra yemyeşil bağları, tütün ve zeytinlikleriyle Gediz Ovası.
Kruvazö rler kanal boyunca demirlemiştiler. Uzun ince topları, direklerinde salınan mavi
kırmızı lamaları ve esas duruşta askerler gibi yan yana dizilmiş bacalarıyla çelikten birer
abideydiler. Rahmi Bey onların da içindekileri dü şü ndü bir an. Ateş hattındaydılar. Kanal da
gö zden yitmekte olan transatlantiğ in yolcuları umurlarında değ ildi belki, ama onların
gü venliğ i için buradaydılar. Ve kumandanları, Osmanlı Seferi Kuvveti’nin ileri harekâ tını keşif
uçakları sayesinde haber almalarına rağ men kanalı kapatma gereğ ini duymamışlardı. Demek
ki ciddiye almıyorlardı Tü rkleri. Ingiliz burada da kibrini gö stermiş, Cemal Paşa’nın topçu
ateşiyle bir gemiyi batırıp kanal tra iğ ini durdurabileceğ ini umursamamıştı. Demirledikleri
yerde Buckingham Sarayı’nın nö betçileri gibi ö yle dimdik ve mağ rur dursunlardı bakalım.
Nasıl olsa şafakta ilk saldırıyla birlikte boylarının ö lçü sü nü alacaklardı. Sulak yerde yetişen
bostan sırığ ı boylarının ö lçü sü nü . Rahmi Bey'in Ingilizleri pek sevmediğ i belliydi. Onları
düşman değil gâvur gözüyle gördüğü de.
Ertesi sabah baskından ö nce askerin sigara içmesi ve konuşması yasaklandı. Kasatura,
matara gibi madeni eşyanın ses çıkarmayacak biçimde sıkıca bağ lanması, zamansız ateşi ve
serseri kurşunları ö nlemek için tü feklere mermi konmayıp mekanizmaların açık bırakılarak,
yalnızca sü ngü takılması emredildi. Parola “Sancak-ı Şerif”ti. Ilk saldırı kolunda
bulunmadığ ından Rahmi Bey'in paroladan biraz geç haberi oldu, ama bazıları gibi “Neden al
bayrak değ il de Sancak-ı Şerif?” diye kendine sormadı. Onun için bundan doğ al bir şey
olamazdı. Çü nkü Başkumandan Vekili Enver Paşa’nın değ il, halifenin çağ rısına uyarak buraya
geldiğine, İngilizleri Mısırdan söküp atmakla İslam’ın kurtulacağına inanıyordu.
Ne var ki her şey planlandığ ı gibi gelişmedi. Saldırıdan az ö nce başlayan kum fırtınası araziyi
değ iştirmiş, hazırlık yerine sevk edilen istihkâ m taburu yolda kaybolmuştu. Tabur komutanı
neden sonra, pusula yardımıyla Trablusgarp mü cahitleriyle birleşip tombazları arabadan
indirterek saldırı kollarına dağ ıtabildi. Kanalın karşı kıyısına geçip orada bir kö prü başı
tutarak demiryolu boyunca mevzilenmek amacıyla girişilen saldırı, dü şmanın şiddetli
makineli tü fek atışı altında başarılı olamadı. Kısa sü rede tombazların çoğ u delinip batmış,
içindekiler suya gö mü lmü ştü . Karşıya geçebilen birkaç tombaz da etkili bir ileri harekat için
yeterli değ ildi. Ortalık ağ armaya başladığ ında dü şman geçit yerindeki gü cü nü takviye etmiş,
güneşin ilk ışıklarıyla birlikte Tusum ve Serapyum yönlerinden de top ateşi başlamıştı.
Çarpışmalar gü n boyu sü rdü , kanaldaki kruvazö rler kum tepelerinin ardında mevzilenmiş
Tü rk bataryalarını vurmakta gecikmediler. Içlerinden yalnızca biri isabet alarak muharebeyi
terk etmek zorunda kaldı, diğ erleri ateşe devam ederken bir Ingiliz torpidosu kanal boyunca
takılıp kalmış kullanılmaz haldeki tombazları, içlerindeki yaralı askerlerle birlikte imha etti.
Akşama dek ateş ü stü nlü ğ ü sağ lamadığ ından durumu soğ ukkanlılıkla değ erlendiren Cemal
Paşa, mü tte ik Almanya’nın ve Erkâ nıharp Reisi Von Frankenberg’in ısrarı ü zerine, daha fazla
kayıp vermeden çatışmayı kesip geri çekilmeye karar verdi.
Rahmi Bey olan bitenleri karargâ htan izliyor, Arapça bilgisinin Ingiliz askeriyle gö ğ ü s gö ğ se
çarpışmada pek bir işe yaramadığ ını gö rerek ü zü lü yordu. Ateş hattına girmeden savaşa
uzaktan tanık olmuştu. Şehit dü şenler karargâ h nezdinde zayiattan ibaretti, ö len hayvanlarsa
telef olmuş sayılıyorlardı. Şehitleri rahmetle anıyordu herkes, ama onların kimlikleri hakkında
fazla bilgi yoktu. Geride kalan ailelerinin, varsa çoluk çocuklarının akıbetiyle de pek kimse
ilgilenmiyordu. Kayıtlardan künyeleri bulunuyor, adlarının karşısına “şehit” ya da “kayıp" diye
yazılıyordu. Peki, Anadolu'nun bağ rından kopup gelmiş bu delikanlılar ne uğ runa dö kmü şlerdi
kanlarını? Vatan uğ runa mı, halife için mi yoksa? Onlara mezar olan çö l, gerçek vatanları
mıydı? Bu soruları soran yoktu pek, askeri sığ ır sü rü sü gibi ü st ü ste yığ ıp yü k vagonlarıyla
cepheye sevk edenler, gemilerin gü vertesinde aç susuz bırakanlar, kaçmaya yeltenenleri
kurşuna dizenler haritaların ü zerine eğ ilip savaş planları yapıyor, geceleyin kristal avizelerin
altında kadeh tokuşturuyorlardı. Gö ğ ü slerinde madalyaları, kaz adımlarıyla denetliyorlardı
kıtaları. Askerin gö zü nde saygın komutanlar olduklarını sanıyor, kendileriyle “gö ğ sü
kalabalıklar” diye alay eden halka rağ men, halk için savaştıklarına inanıyorlardı. Rahmi Bey
onlardan değ ildi, ama karargâ hta onlarla beraberdi. Bu nedenle amacına ulaşamayan Birinci
Kanal Harekâ tı’nın kayıplarını gö zden geçirirken fazla ü zü lmedi, çok uğ raştıysa da şehitleri
tek tek bireyler olarak gö zü nü n ö nü ne getirmekte zorlandı, paşaların onlar için Namık
Kemal’den mü lhem "mevt son rü tbesidir askerin” deyişiyle avundu. Ama mü lazım Halet’in
şehit olduğu haberi geldiğinde derinden sarsıldı.
Halet’le Istanbul’da tanışmışlar, trende dost olmuşlar, Şam’da birlikte izne çıkıp kentin altını
ü stü ne getirmişlerdi. Akıllı, yakışıklı, cıvıl cıvıl bir genç subaydı Halet, Galatasaray Lisesi’ni
bitirdikten sonra Fransa’da sü vari eğ itimi almıştı. Fransızcası mü kemmeldi. Şam’ı
gezerlerken Rahmi Bey Arapçası, Halet Fransızcasıyla tü m dikkatleri ü zerlerinde
toplamışlardı. Aynı insanın iki yü zü gibiydiler. Halet aldığ ı Batılı eğ itimle, Rahmi derin Kuran
bilgisi ve hukuk alanındaki çalışmalarıyla Osmanlı kü ltü rü nü n bü tü nü nü temsil ediyorlardı.
Onları yakınlaştıran belki de bu bileşim, birbirini tamamlayan aydın kimlikleriydi. Savaştan
pek hoşlandıkları da sö ylenemezdi. Halet ilk hayal kırıklığ ını Ka kas Cephesi’nde yaşamıştı.
Komutanı, bir suçlunun divanı harpte yargılanmadan kurşuna dizilmesini emredince karşı
çıkmış, “cellat değ il zabit” olduğ unu sö ylemişti. Bu olayı Şam’da bir rakı sofrasında dinlemişti
ondan Rahmi Bey ve o gü nden sonra Halet’e yalnızca arkadaşlık değ il, saygı da duymaya
başlamıştı. Cemal Paşa’nın benzer kararlarına da tanık olacaktı sonradan, ama sonradan.
Halet’in şehit dü ştü ğ ü haberi geldiğ inde ö z kardeşini kaybetmiş kadar ü zü ldü Rahmi Bey,
kahroldu. Ne diyeceğ ini bilemedi. Halet için yapılan tö rende onun çö lde bir kahramanlık
destanı yazdığ ını sö yleyenleri de hiç umursamadı. Silah arkadaşlarından biri konuşmasını
Namık Kemal’in “Altı da bir ü stü de birdir yerin / Arş yiğ itler vatan imdadına!” dizeleriyle
bitirirken Fatiha okuyordu. “Halet’in kanı yerde kalmayacak!” diye haykıranlardan da olmadı.
Onun için dua etti yalnızca, Allah’tan gü nahlarını bağ ışlamasını diledi. Yirmili yaşlarda bir
delikanlının ne gü nahı olabilirdi ki! Hem Allah esirgeyen ve bağ ışlayan değ il miydi, tü m
şehitler gibi Halet’i de cennetine kabul etmiş olmalıydı çoktan.
Halet karargâ htaki Alman subayları gibi mavi gö zlü ve sarışındı, ama onlar kadar kendini
beğ enmiş değ ildi. Bıyıkları da yoktu. Rumelili bir aileden geliyordu. Babası Plevne
gazilerindendi. Meleksi bir yü zü , insanı ilk gö rü şte etkileyen sü ngü kadar keskin bakışları
vardı. Rahmi Bey onun bir gece, devesinin boynuna sarılıp ağ ladığ ına tanık olmuştu. Aslında
sevdiğ i kadın için ağ ladığ ını anlamıştı hemen. Içini ancak devesine dö kebileceğ ini biliyordu.
Halet genç yaşta ince hastalıktan ö len nişanlısına aşıktı hâ lâ . Gö zü içki â lemlerinde bile
başkasını gö rmü yordu. Askerle de çok iyiydi arası, onların hal hatırını sorar, sesi gü zel
olanlardan gurbet tü rkü leri sö ylemelerini isterdi. Bü tü n gerçek kahramanlar gibi kahramanlık
tü rkü lerinden pek hoşlanmazdı. Her akşam hecininin suyunu verdikten sonra elinde misvak
hayvanın dişlerini fırçaladığ ı sö yleniyordu. Doğ ru ya da yanlış, ama insanlar kadar hayvanları
da sevdiğ i, yaratanı yaratılandan ö tü rü kutsadığ ı gerçekti. Allah’a ulaşmanın birçok yolu vardı
elbet, Rahmi Bey Halet’in şahadet yoluna girmeden ö nce Allah’a ulaşmak için sevgi ve
merhamet yolunu seçtiğ ini dü şü nü yor, bu yü zden de onu yere seren kurşundan nefret
ediyordu.
O Halet gibi vatan aşkına değil İslam’ı korumak için tepmişti bunca yolu, Arapların arasında da
kendini yabancı hissetmiyordu. Mekke Emiri Şerif Hü seyin’in isyan edeceğ i haberlerine de
çoğ u erkâ nıharp subayı gibi, kulak tıkıyordu. Hem Arabistan çö llerine gelmesi için kimse
zorlamamıştı onu, bu gö revi kendisi istemişti. Kara tren Hicaz Demiryolu’nda bacasından
beyaz dumanlar çıkartarak ilerlerken, vatan bellediğ i Anadolu toprağ ı akıp gidiyordu dışarıda.
Camdan karlı dağ lar, ırmaklar, kağ nılar, kalabalık istasyonlar geçiyordu. Ve bitmek bilmiyordu
yolculuk. Neden sonra, bozkırı geçip Toroslar'ı da aştıktan sonra, Iskenderun’dan Suriye’ye
girdiklerinde manzara değ işmiş, ayağ ı çarıklı kö ylü lerin yerini başlarında ke iye, bellerinde
hançer Araplar almaya başlamıştı. Buranın halkı Tü rk değ ildi, ama sapına dek Mü slü man’dı.
Burada da minarelerin şerefelerinden ezan okunuyor, cuma namazlarında vaaz, cenaze
kalkmadan ö nce sala veriliyordu. Bü tü n bunlar Rahmi Bey’in gö zü nde gavura karşı Osmanlı
tebaası Mü slü manları savunmak için yeterliydi. Arapların çok değ il birkaç ay sonra Ingiliz
altınının iğ vasına ve ö zgü rlü k hayallerine kapılarak isyan çıkartıp Devlet-i Aliye-i Osmaniye’yi
arkadan vuracaklarını bilemezdi.
Oysa ö ngö rü lebilirdi bu isyan. Rahmi Bey biraz olsun siyasetten anlasaydı, Cemal Paşa onu
adli mü şavir olarak gö revlendirdiğ inde divanıharbın idama mahkû m ettikleri arasında bu
cezayı hak etmeyenlerin çoğ unlukta olduğ unu gö rmekle yetinmez, Şam'da gerçekleştirilen
infazların siyasi sonuçlarını da tahmin edebilirdi. Savaşın ilk aylarında Şam Fransız
Konsolosluğ u’nun arşivine el konulmuş, yapılan inceleme sonucunda El-La Merkeziye
Cemiyeti’nin Fransa’yla gizli ilişkileri açığ a çıkmıştı. Bu cemiyetin azası bazı Suriyelileri,
divanıharp reisinin ve ü yelerinin uyarılarına rağ men idama mahkû m ettirmişti Cemal Paşa.
Apar topar asılan mahkumların arasında ayan ü yeleri, milletvekilleri, bü rokrat ve kurmay
subaylar, hatta gazeteciler de vardı. Rahmi Bey, bir hukukçu olarak onların tü mü nü n, bö yle
alelacele, halka gö zdağ ı verme amacıyla ipe gö nderilmesinin doğ ru olmadığ ını dü şü nü yor, ne
var ki elinden bir şey gelmiyordu. Savaş koşullarında tü m yetkiler ordu komutanının
elindeydi. Komutanınsa hukuk bilgisi ve vicdanı askerlik bilgisi kadar gelişmiş değildi.
O geceyi anımsadıkça savaşın neden kaybedildiğ ini, Arapların yalnızca Ingilizler kışkırttığ ı
için değ il zalim Osmanlı’ya karşı bağ ımsızlık mü cadelesi vermek için de isyan ettiklerini
anlayacaktı Rahmi Bey. O geceyi yaşamı boyunca unutamayacak, ipte sallanan insanların
gö rü ntü sü bir kâ bus gibi ü zerine çö kecek, ö lene dek belleğ inden silinmeyecekti. Infazların
yapıldığ ı Hü kü met Meydanı'na geldiğ inde gecenin geç vaktiydi. Şafağ ı bile beklemeden
idamların başlamış olduğ unu gö rdü . Mahkû mların sayısı kalabalık olduğ undan celladın elini
çabuk tutması gerektiğ ini biliyordu, ama bu kadar sabırsız davranacağ ını tahmin etmemişti.
O Hü kü met Meydanı’na geldiğ inde, alanı aydınlatmak için konulmuş lü ks lambalarının
ışığ ında yan yana dizilmiş yü ksek sehpalarda sallananlar vardı. Boyunlarından sarkan levhada
yazılı suçlarının altına Kuran'dan bir ayet de eklenmişti. Rahmi Bey dehşet içinde “... ve
yes’avne il ardı fesaden en yukattelû ev yusallebû ev tukattaa eydihim ve erculuhum... ”
(Yeryü zü nde fesat çıkaranların cezası ö ldü rü lmek veya asılmak veya elleri ve ayakları
kesilmektir) cü mlesini okudu. Isyana benzer bir duygu kabardı içinde, ama kendini tuttu.
Kuran’a inanıyor, ne var ki Peygamber'e inen vahiyden yü zlerce yıl sonra şeriat hü kü mlerinin
Allah kelamına göre uygulanmasını her zaman doğru bulmuyordu. Hukukun üstünlüğü Allah’ın
ü stü nlü ğ ü nden farklı olmalıydı, suçlular, savaş ortamında da olsa, hukuk kuralları
çerçevesinde yargılanmalı, mü mkü nse idam edilmemeliydiler. Allah’ın verdiğ i canı, ecel
geldiğ inde, yine Allah’ın kendisi almalıydı. Dö nü ş, kim ne yaparsa yapsın, hangi suçu işlerse
işlesin, O’naydı. Hükmeden de O’ydu, öldürüp dirilten de.
Infazların gü venliğ inden Şam garnizonunu oluşturan Mevlevi taburu sorumluydu. Uzun
kü lahlı, eski tü fekli askerler dimdik, gö zlerini kırpmadan sessizce celladı izliyor, ipte
sallananların sayısı çoğ aldıkça sessizlik de çoğ alıyordu. Son mahkû m, ö tekiler gibi, tevekkü l
içinde ö lmedi. “Esselamü aleykü m ya meşneka!” diyerek aksadeleri içinde beyaz hayaletler
gibi sallanan dava arkadaşlarını selamladı ö nce, sonra iki askerin arasında elleri arkadan bağ lı
olarak idam sehpasına doğru yürüdü. Cellat ilmiği boynuna geçirince bir şarkı tutturdu. Rahmi
Bey sö zlerinden Arap milliyetçilerinin bağ ımsızlık şarkısı olduğ unu ve silah zoru ya da
gö zdağ ı vermekle onları bu davadan vazgeçiremeyeceklerini anladı. Ne var ki, isyanın koca
Osmanlı’yı yıkarak Kutsal Topraklar'ı Ingiliz egemenliğ ine verebileceğ ini bir an bile
dü şü nmedi. Ve nedense buraya gelişinin ertesinde Cemal Paşa'yı karşılamak için evine bayrak
asan bir Arap’ın sö yledikleri geldi aklına. Ona kuşkuyla bakarak “Ben sallanacağ ıma bayrak
sallansın” demişti.
Şam istasyonunda mızıka “Ey gaziler yine yol gö rü ndü serime”yi çalarken kendilerini
karşılayan kalabalığ ın alkışları ve “Gazanız mü barek olsun!” haykırışları arasında kente
girmişlerdi. Her yerde ay yıldızlı bayraklar asılıydı. Infazlardan sonra Cemal Paşa'nın
Mehmetçikleriyle birlikte çö lü geçip Sü veyş Kanalı’na dayanmışlardı. Ingiliz gavurunu
tepeleyip Sancak-ı Şeri i Kahire’nin burcuna dikmekti amaçları. Ne var ki evdeki hesap çarşıya
uymamış, Kanal’a giderken karargâ htaki pirinçten de olmamak için gerisin geriye, Hazreti
Isa’nın çarmıha gerildiğ i Zeytindağ ı'na dö nü p, orada Alman Imparatoriçesi Augusta Victoria
Kasrı’na sığ ınmışlardı. Dö rdü ncü Ordu’nun genel karargâ hı, Hicaz dahil beş cephenin birden
yö netildiğ i bu gö rkemli binadaydı. Ve ö mrü nü n ilk gazasından başına bir gazlı bez bile
sarmadan sıyrılan Rahmi Bey’in dışında hiç kimse ordu kumandanına cephelerin neden bunca
bol, cephaneninse bunca kıt olduğunu sorma cesaretini gösterememişti. Bu soru Rahmi Bey’in
divanıharba verilmesi için yeterliydi, ama Cemal Paşa neşeli bir gü nü nde olduğ undan onu
Medine’ye, Fahreddin Paşa’nın karargâhına sürmekle yetindi.
Bedr'in arslanları

Şimendifer, Hicaz Demiryolu hattının çö ldeki son istasyonu El Muazzam’da durduğ unda
Rahmi Bey yorgunluktan bitkin dü şmü ş, derin uykudaydı. Tekerleklerin gıcırtısıyla yerinden
sıçrayarak etrafına şaşkın bakındı, sonra başı yanında oturan zabitin omzuna dü ştü yeniden.
Gö zlerini kapatıp kaldığ ı yerden devam etti. Dü şü nde ateş hattındaydı. Dü şman hü cuma
kalkmıştı. Eğ ri kılıçları gü neşte parıldayan beyaz maşlah giymiş Arap sü variler de vardı
içlerinde. Koyu esmer tenli, uzun sakallı, kartal bakışlıydılar. Onları hiç bö ylesine gö zü
dö nmü ş, bu kadar ö keli gö rmemişti. Çıplak ayakları ü zengide, aç gö zleri ganimetteydi.
Tü feklerini çapraz asmışlardı omuzlarına. Kısa pantolonlu Ingiliz piyadesi, başı tü rbanlı, ince
uzun Hint askerleriyle birlikte sü ngü takmış arkadan geliyordu. Makineli tü fekler savunma
mevzilerini tararken sahra topları da kum tepelerinden mermi yağ dırmaya başladılar. Derken
tayyareler belirdi ufukta, çelik kanatlarıyla yaklaşıp dalışa geçtiler. Sonra, motor homurtuları
arasında siperlere saldırdılar. Bir anda cehenneme dö ndü ortalık. Bazı mermiler patlamadan
develerin meraklı bakışları altında kuma gö mü lü yor, toz dumandan gö z gö zü gö rmü yordu.
Bedeviler miydi “Allah! Allah!” diye bağ ıran yoksa Mehmetçik mi? Belki de ‘‘Yandım Allah!”
sesleriydi develerin bö ğ ü rtü lerine karışan. Sonra her şey birdenbire sustu. Atların da
devinimi yavaşladı, uçaklarla insanların da. Siyah beyaz oldu gö rü ntü ler, gö ğ ü s gö ğ se
çarpışanlar birbirine karıştı. Kimin kurşun kimin yumruk attığ ı, tabanca sıkan zabitler ile
sü ngü takan erlerin hareketleri seçilmez oldu. Derin bir sessizlik kapladı çö lü . Uzakta çıplak
dağ lar, gö kyü zü nde gü neş, siperde asker, kumda bö rtü bö cek ve karıncalar, evet onlar bile
susuyordu. Karıncaların konuştuğ u nerede gö rü lmü ş ki! Ama bakarsın dile gelip onlar da
konuşur bir gü n. Bu kutsal topraklarda her şey olabilir. Musa bir asa vuruşuyla toprak eder
deryayı, Isa ö lü leri diriltir. Muhammed ortasından ikiye bö ler ayı, tencereye tü kü rü p yemeğ i
çoğ altır. Yalnızca yemeğ i mi? Sü rü leri de çoğ altır Allah’ın elçisi, kıtlıktan kırılan davarın kuru
memelerine sü t yü rü r. Hazreti Sü leyman nasıl kuş dilini ö ğ rendiyse bakarsın karıncalar da
insan diliyle dertleşir bir gün.
Rahmi Bey uzun süredir yoldaydı. Şimendiferin gıcırtısına alıştığı gibi odun yakan lokomotifin
tıslamalarını da kanıksamıştı. Kuşkusuz bu nedenle ses duymuyordu dü şü nde; karıncaların
konuşup konuşmadıklarına da henü z karar verememiştiki, istasyonda zınk diye duran
vagonun ikinci sarsıntısıyla bu kez iyice uyandı.
– Kusura bakma, dedi yol arkadaşına, seni de yordum!
Zabit sesini çıkarmadan başını ö ne eğ di. Apoletlerini silkeleyip kendine çekidü zen verdikten
sonra:
– Şuraya bak, diye söylendi, koyacak başka ad bulamamışlar mı bu izbeye!
Rahmi Bey dışarıya bakınca iki pencereli tahta bir baraka ile telgraf odasından ibaret
istasyonu gö rdü . Çocuksu bir gü lü mseme belirdi yü zü nde. Medine’ye yaklaşmışlardı demek.
Kutsal Topraklarda yolculuk sona eriyor, Hazreti Muhammed kabrinde onları bekliyordu.
Tanımlaması gü ç bir heyecan duydu, dü şü ndeki siyah beyaz, sessiz savaş gö rü ntü leri gerçeğ e
bıraktı yerini. Silahlı nö betçiler demiryolu boyunca dizilmiştiler. Istasyonun hemen
arkasından kayalık tepeler gö rü nü yordu. Tren o tepelere doğ ru hareket ettiğ inde
yorgunluğ unu unuttu. Çatışmaya girmeden, karargâ h raporlarından tanıdığ ı, en kü çü k
ayrıntılarını bile kâ ğ ıt ü zerinden bildiğ i savaşı da unuttu. Artık yalnızca Medine vardı aklında.
Zor gü nlerinde Peygamberi bağ rına basan kent onu da iyi karşılayacak mıydı bakalım? Yoksa
Osmanlı paşalarından esirgediğ i konukseverliğ ini, dini bü tü n bir Tü rk zabitinden, bu uçsuz
bucaksız çö lü n ortasındaki vatan topraklarını kurtarmaya gelen bir Mü slü man’dan da
esirgeyecek miydi? Aslında vatan denilemezdi buraya. Rahmi Bey için vatan geride bıraktığ ı
kö yü ile Gediz Ovası’ndan, derin uçurumlarıyla Sipil Dağ ı’ndan ve ö nü nde mü tte ik Alman
zırhlıları ile yabancı yü k gemileri demirlemiş olsa da Darü ’l-Hilafe’den ibaretti. Istanbul’un
başka adlan da vardı elbet, Doğ u Roma’nın başkentine Islam’ın hemen damgasını vurmadığ ını
o da biliyordu. Mü slü man Araplar gibi gâ vurlar da boşuna Kostantiniye ya da
Konstantinopolis demiyorlardı kayserin kentine. Bizantion diyenler de vardı, Çarigrad da.
Kim ne derse desin, Istanbul’a en yakışan ad, Darü ’l-Hilafe'ydi. Çü nkü Osmanlı, palabıyıklı ve
kü peli Yavuz Sultan Selim, Mısır Seferi'nden dö ndü kten sonra, bu gö zü pek ve gaddar padişah
sayesinde Sancak-ı Şeri i Eyyub el Ensari’den devralıp payitahtın burcuna dikmişti. O
zamandan beri hilafet Osmanoğ ulları’ndaydı artık, ne var ki onlar tahta çıktıklarında Eyü p
Camii’ne gidip bir başka Osman’ın, Halife Osman bin Afan’ın kılıcını kuşanıyorlardı. Gel de çık
işin içinden! Şu Araplar ile Türklerin yaptığına akıl sır ermezdi vesselam.
Uç gü ndü r Medine yolunda, yanında oturan kendini beğ enmiş zabitle konuşacak fazla konu
bulamadığ ından, sü rekli bunları dü şü nü yordu Rahmi Bey. Istanbul ile Muhammed’in yattığ ı
kent arasında, benzerlik olmasa da –çü nkü hiçbir benzerlik yoktu biri ü ç deniz diğ eri çö llerle
çevrili iki kent arasında- Eyyub el Ensari’den kaynaklanan bir yakınlık kuruyordu. Ve
Muhammed Mustafa Sallallahü Aleyhi ve Sellem Efendimizin Medine’ye teşri lerinde kendisini
konuk etmek arzusuyla birbirleriyle yarışan halkın gö nlü nü kırmamak için başvurduğ u çare
geliyordu aklına. Peygamber, devesi Kasva’ya bırakmıştı işi, çünkü gerçekte deveyi kendi değil
Allah gü dü yordu. Ağ ır ağ ır yü rü yü p, nereye gideceğ ini ö nceden biliyormuş gibi Malik bin
Neccar’ın boş arsasına çö kmü ştü deve, sonra kalkıp Medine’nin dar ve tozlu sokaklarından
geçerek Halid bin Zeyd Ebu Eyyub el Ensari’nin evinin eşiğ inde karar kılmış, Peygamber de
orada yedi ay konuk olmuştu. Islam’ın ilk mescidinin o boş arsaya yapılmasını buyurmuş,
inşaatta bizzat kendisi de gü neşin altında taş taşımıştı. Onun ö lü mü nden sonra, bir hadis-i
şeri lerinde haber verdiğ i gibi, Islam orduları Kostantiniye’yı kuşattıklarında surların ö nü nde
ilk şehit dü şen El Ensari olmuştu. Peygamberin sancaktarını Haliç kıyısına gö mmü ştü
Mü slü manlar. Oyleyse, bir bakıma Istanbul’un da hakkıydı hilafet, yalnızca Medine’nin değ il.
Osmanlı hilafeti Araplardan almakla Peygamberin ümmetine haksızlık etmiş olmuyordu.
Rahmi Bey Medine’ye varıp Peygamberin son uykusunu uyuduğ u Kutsal Topraklar'a ayak
basmadan ö nce, ne tuhaf, Istanbul’u hayal ediyordu. Ve gö zü nde tü tü yordu Eyü p. Şimdi
Darü lfü nun gü nlerinde yaptığ ı. gibi ders çıkışı bir yaylıya atlayıp Eyü psultan’da alsa soluğ u,
caminin avlusunda gü vercinleri ü rkü tmeden sebilden aptes aldıktan sonra Medineli evliyanın
tü rbesine yü z sü rü p ruhuna bir Fatiha okusa. Hazreti Muhammed’in bir cam kutuda saklanan
sakalından bir tele –hâ lâ misk ü amber kokan o kutsal tele– dokunsa. Serviler rü zgâ rda
hışırdar, mezar taşları birbirine sokulmuş dertleşirken Haliç boyunca yü rü se. Iç içe geçmiş,
sanki birbirleriyle kaynaşıp halleşmiş kaymakçılar ile kebapçıların, dü dü kten davula, tahta
beşikten hacıyatmaza her tü rlü oyuncak satan dü kkâ nların ö nü nden geçerek yoluna devam
etse. Sağ ında yer yer yıkılmış, içlerinden otlar fışkıran eski Bizans surları, Blahernai Sarayı’na
doğ ru çıkan merdivenli sokaklar, kafes pencereli ahşap evler, solunda Haliç’in pırıl pırıl,
saydam suyu ona her adımda Istanbul’da olduğ unu, bu gü n gö rmü ş çok eski kentin toprağ ında
nice sırlar, şehitler sakladığ ını anımsatsa. Ve yü rü dü kçe suda sureti çıkan kubbeler ile
minareleri, seferberlikte gö rev aldığ ı Bahriye Nezareti’nin bembeyaz, sü slü duvarları ile
pencerelerini gö rse. Iki kıyı arasında uçarmış gibi gidip gelen kayıkların devinimine kapılsa
bir sü re, kü reklerin suda bıraktığ ı izlere dalıp gitse. Ve Galata’nın sefahat yuvalarından
gelmeye başlayan çalgı seslerine aldırmadan Galata Kö prü sü ’ne varıp, en yakın kahvenin
peykesine çö kse. Demli bir çay sö ylese denize karşı, sonra nargilesini yakıp martılara, yandan
çarklı Şirket-i Hayriye vapurları ile Uskü dar'ın ışıklarına dalıp gitse. Gü nbatımında bir yangın
yeridir Uskü dar. Camlar kıpkırmızı parıldar, kıyıdaki kü çü k cami bodur minaresi, kurşun
kubbesiyle bir gö lgeye dö nü şü r. Martı çığ lıkları vapur dü dü klerine karışırken atlı tramvaylar
geçer köprüden. Ve Yeni Cami’de okunan akşam ezanı bütün sesleri bastırır.
Rahmi Bey'in hayalinde Istanbul gö rü ntü leri peş peşe geçerken tren de hızlanmış, kazanında
son odunlarını yakan lokomoti in o layıp pu lamaları arasında Medine’ye iyice yaklaşmıştı. El
Muazzam’dan sonra ne kadar yol aldıklarını anımsamıyordu Rahmi Bey, aklı dışarıda hiç
değ işmeden, ö yle tekdü ze akıp giden manzarada değ il Istanbul’daydı. Orada geçirmişti en
gü zel gü nlerini, gençliğ ine doyamadan ilk askeri eğ itimini orada, Selimiye Kışlası’nda gö rmü ş,
bir sabah erkenden kendini Cemal Paşa’nın karargâ h zabitleriyle birlikte Haydarpaşa Garı’nın
dik basamaklarını çıkarken bulmuştu. Ve vatan gö revi denilen sonu belirsiz bu tehlikeli
yolculuk oradan başlamıştı. Kim bilir belki Medine’de bir şarapnel mermisi ya da çö lü n
ortasında bir Bedevi hançeriyle sona erecekti. Istanbul’u bir daha gö rebilecek miydi? Ya
kö yü nü , ü zü m bağ ları ile tü tü n tarlalarını, yaz gü neşinde gö lge vermez zeytinlikleri? Bir zeytin
ağ acı gibi duyumsuyordu kendini, yurdundan binlerce kilometre uzakta buruk, acılı, ö zlem ve
yalnızlıktan kağ şayıp sertleşmiş, gü neşin altında kuruyup kalmış bir zeytin gö vdesi gibi.
Yaprakları gö lge vermez, ama toprağ ın derinine gider kö kleri. Su bulmak için mi, Sipil Dağ ı
gibi yeryü zü ne mıhlanıp saf tutmak için mi yoksa? “Insan ağ aca benzeseydi yerinden
kıpırdamaz, halife de çağ ırsa kalkıp buralara, bu susuz çö llere kadar gelmezdi” diye dü şü ndü ,
insan kö k salan bir ağ aç değ il ki yerinde dursun. Ayakları var onun. Yü rü r gider, dere tepe dü z
gider, arkasını dö nü p bir de bakar ki... Bu Hicaz yolculuğ u, kimi zaman, masal gibi geliyordu
Rahmi Bey’e. Ve nedense en sevdiğ i şair Mehmed Akif’i dü şü nü yordu. Dü şü necek zamanı
çoktu, çü nkü yol uzun, hava sıcaktı. Bir de her tarafı dö kü len bu tahta vagon, içi zabit dolu,
erzak ve cephane yü klü , ö zlem yü klü bu korkunç vagon, akıbetleri meçhul cephe ve karargâ h
arkadaşları, yanında, karşısında, ö nü nde, arkasında oturan bu mü stakbel şehitler, gaziler,
galiba daha çok da şehitler, iskorbü t ve susuzluktan ö lmeye aday bu canlar, bü tü n bu yü k,
mermi, tü fek, kasatura, insan ve felaketten ibaret bu ö lü m treni Rahmi Bey’e dü şü nme fırsatı
veriyordu. Herhangi bir yerde değ il, Bandırma-Izmir hattında dura kalka ilerleyen
marşandizde, Manisa’ya bir an ö nce varma telaşıyla Hacırahmanlı’ya uğ ramayan Ege
Ekspresinde de değ il, Hicaz şimendiferindeydi. Ve unutmak istiyordu dü nyayı. Dü şü ndü kçe,
dü şü nü p taşındıkça, olan bitenleri kafasında ö lçü p biçmeye başladıkça, hem unutmak hem
anlamak, anlayabilmek istiyordu dü nyayı. Dü nya ateşten bir top olmuş yuvarlanıyor, nereye
değse, nereden geçse yakıp yıkıyordu.
Evet, Akif de geçmişti bu yoldan. Belki onun vagonu daha konforlu, daha tenhaydı, yol
arkadaşlarıysa daha konuşkan. Ne de olsa Teşkilat-ı Mahsusa adına yapıyordu bu yolculuğ u,
ama kuşkusuz Rahmi Bey gibi o da savaşın gerekli olup olmadığ ını sorguluyor, hilafeti mi
yoksa vatanı mı kurtarmalı sorusuna bir yanıt arıyordu. Yazdığ ı şiirlere bakılacak olursa etle
tırnak gibi birbirinden ayrılamazdı bu iki unsur, ama ö yle dü şü nmeyenler, başka gö rü şte
olanlar, çö zü mü farklı siyasetlerde arayanlar da vardı. Gidip yakından gö rdü ğ ü Almanya’nın
mü tte ikimiz olmasını da, bu ü lkenin teknolojisine ve temizliğ ine hayran kalmasına rağ men,
galiba pek kaldıramamıştı. Yine de “Nü fusunuz iki kat arttı; ilminiz on kat / Uçurdunuz
yü rü yen fenne taktınız da kanat” diye seslenecekti Almanlara. Yü rü yen fenden kasıt Krupp’un
zırhlı araçlarıydı elbet, uçansa, semada alıcı kuşlar gibi çığ lık çığ lığ a dolaşan tayyareler. Ve
elbette şimendifer, dev bir karafatma, bir demir beygir gibi koşan lokomotif ile demir raylar
üzerinde uçup giden vagonlar.
Savaştan sonra Osmanlı’nın liderliğ inde bü yü k Islam birliğ inin kurulacağ ına inancı tamdı
şairin. Ne var ki yenilgiden sonra, Anadolu işgal edildiğ inde “Istiklal Marşı”nı yazarken
“Medeniyet dediğ in tek dişi kalmış canavar!” diye haykıracaktı; Rahmi Bey onun Çanakkale
Zaferi’nin haberini de El Muazzam istasyonunda aldığ ını, vagonda bir kö şeye çekilip o mü thiş
“Çanakkale Şehitleri”ni hemen oracıkta, bir solukta, evet kendisinin de çıktığ ı bu bitmez
tü kenmez yolculuğ un son durağ ında yazdığ ını biliyordu. Yanında çalım satan zabitle değ il
üstat Mehmed Akif’le bu vagonda olmayı ne kadar isterdi.
Akif’in Medine yolculuğ uyla ilgili sö ylentiler Kudü s’teki Dö rdü ncü Ordu Karargâ hı’na dek
gelmiş, orada da tartışılmıştı. Ozellikle ü nlü şairin Kö r Kadı denilen Vehhabi şeyhiyle
karşılaşması dillerden dü şmü yordu. Akif, Peygamber Efendimizin kentine gelir gelmez, bü tü n
Tü rkler gibi Ravza-i Mutahhara'da almıştı soluğ u, Muhammed’in kabrini ziyaretten amacı
Allah’ın elçisinden herhangi bir şefaat dilemek değ ildi belki, ama Vehhabiler tarafından bö yle
algılanmış ve hiç de iyi karşılanmamıştı. Ellerinden gelse, hilafet makamında bulunan Osmanlı
padişahına gü çleri yetse, ziyarete bile kapatacaklardı Ravza-i Mutahhara’yı. Kö r Kadı
şikâ yetini uygun bir biçimde şaire sö ylemiş, ne var ki Akife eşlik eden Sü rre-i Hü mayun
kesedarı Şeyh Salih Şerif’in maaşını artırma ö nerisi karşısında yumuşayarak “Elhamdü lillah
hepimiz Mü slü man’ız” demişti. Doğ ru, Araplar da Mü slü man’dı Tü rkler de. Dü vel-i
Muazzama’ya karşı yü rü tü len bu kutsal savaşta, kâ irlerle yapılan her savaşta olduğ u gibi,
Tü rkler Islam'ın kılıcını kuşanmıştılar, Araplarsa kö r inancı. Bu inanç, belki Kö r Kadı gibi “kö r”
olduğ undan sarsılmış, Arap paraya tamah etmeye başlamıştı. Peygamber'in ü mmetine Ingiliz
altınının Osmanlı altınından daha tatlı geldiği, bağımsız devlet kurma vaatleriyle aldatıldıkları,
pek yakında isyan edecekleri sö yleniyordu. Kurnaz Ingiliz, Mü slü man’ı Mü slü man’a
kırdıracaktı demek. Akif, bu olasılık nedeniyle gelmişti buralara dek, daha doğ rusu Teşkilat-ı
Mahsusa tarafından Arapları devlete sadık kalmaları için ikna etmeye gö nderilmişti. “Arap’la
Tü rk’ü ayırdık mı şö yle bir kere / Ne çarpınır kolu artık, ne çırpınır kanadı / Halifenin de kalır
sâ de bir sevimli adı” gibisinden safdil manzumeler de yazıyordu, ama dinleyen kim! Endişe
yü reklere çö reklenmişti bir kere, herkes birbirinden şü pheleniyordu. Bir isyan bekleniyordu
evet, peki o zaman Osmanlı kime karşı savunacaktı Kutsal Topraklar ile Kutsal Emanetleri,
Hacerü ’l-Esved ile Mescid-i Nebi'yi ve adları bile kulağ a hoş gelen Mekke-i Mü kerreme ile
Medine-i Mü nevvere’yi? Araplara karşı mı? Gerçekte onların değ il miydi buralar, bu granit
kayalar ile uçsuz bucaksız çö ller, her biri birbirinden sabırlı, mağ rur develer, ü ç peygamber
ağ ırlamış bu dağ lar, vahiy inen nurlu mağ aralar? Yalnızca urban denilen çö l Bedevilerini değ il,
kentlerde yaşayan Arap tebaayı da aşağ ılıyordu Osmanlı yö netimi. Ittihatçı subayların
gö zü nde tü mü çapulcuydu; bu keçi çobanları, bu çulsuzlar koskoca Devlet-i Aliye-i
Osmaniye’yle nasıl baş edebilirlerdi ki! Besle kargayı oysun gö zü nü misali şimdi de Ingiliz’le
bir olup Osmanlı’yı arkadan vurma planları yapıyorlardı. Oysa Rahmi Bey biliyordu ki,
payitahttan binlerce kilometre uzaktaki bu topraklarda jandarma ve şimendiferden başka
Tü rk’ü n fazla bir izi yoktu. Bir de Islam vardı elbet, ama Muhammed’in dini Allah ve
peygamberine inanan herkese aitti, Kuran “apaçık ayetlerle” Arapça inmiş de olsa.
Rahmi Bey’in asıl gö revi Ikinci Kanal Seferi’ne katılmak ü zere ellerindeki Bedevi kuvvetleriyle
Medine’de bekleyen Şerif Hü seyin’in oğ ulları Faysal ve Ali beylerin gerçek niyetlerini
ö ğ renmek, bir bakıma onları kazanmak, hiç olmazsa karşı tarafa geçmelerini ö nlemekti. Hele
Cemal Paşa’nın kesip astıklarından sonra pek kolay olmayacaktı bö lgeyi yatıştırmak. Yola
çıkmadan birkaç gü n ö nce, Harbiye Nezareti’nin şifre kaleminde gö revli bir arkadaşından
Akif’in “Necid Çö llerinden Medine’ye” adlı şiiri gelmişti. Neyse ki yalnızca emir ve raporlar
gidip gelmiyordu Kudü s ile Istanbul arasında, bazen haberler, dostluk ve şiir yü klü de
olabiliyordu.
Şu ben ki ... Her birinin ayrı ayrı kardeşiyim
Ezelde kaynaşan ervaha ayrılık var mı?
Cihan yıkılsa bu vahdet yerinden oynar mı?
Olunca minberimiz, arşımız, Huda’mız bir;
Benim de beklediğim nûr onun da gayesidir
diye yazıyordu Akif. Yine coşmuş, Tü rk-Arap dostluğ unu ö vmeye başlamıştı. Oysa cihan
sarsılıyordu işte, o vahdet değ il yerinden oynamak, Islam’ın ü zerine yıkılabilirdi çok
geçmeden. Hudası bir Tü rk-Arap vahdeti yerinden oynamak bir yana, çatır çatır yok olup
gideceğ e benziyordu. Akif’in deyişiyle “O gü zel sine, o çö l şimdi ne korkunç oluyor / Bir
cehennem ki uzanmış, dili çıkmış soluyor!” diye geçiriyordu içinden Rahmi Bey ve El
Muazzam’dan sonra pencereden akıp giden ıssız manzara ona susuzluktan her an saldırmaya
hazır bir kuduz kö pek gibi gö rü nü yordu. Saldırmak için pusuda bekleyen kö pekler miydi
gerçekten, yoksa sö ylemeye dili varmıyordu ama, keçi çobanı mü rtet Bedeviler mi? Her an bir
tepenin ardından çıkabilirlerdi. Onları Ingiliz istihbaratından Lawrence adlı hergelenin kıçının
üstüne oturmaya vakit bile bulamadan sabırla, keyifle, şehvetle eğittiğini biliyordu.
Derken taşlık bir bö lgeye girdiler, karşıdan gü neşte yanan çıplak tepeler gö rü ndü . Muhit
istasyonunu da geçtikten sonra iyice yaklaştı tepeler, tek tü k hurma ağ açları ile dü z ova
başladı. Tren Medine’ye girerken Rahmi Bey’in kafasında dö nü p duran dü şü nceler, parça
bö lü k anımsadığ ı Akif’in şiirleri de dahil, bir anda silindi. Biri bodur, ü çü ince, uzun ve sü slü
minarelerin ortasındaki yeşil kubbesiyle Mescid-i Nebi gö rü nmü ştü . Yalnızca ona, kubbenin
altında yatan Muhammed’e yö neldi dü şü ncesi, yorgun bedeninde bir gevşeme, tatlı bir huzur
duydu. Medine istasyonunun kumtaşından yapılmış duvarları ile direkli sü tunlarını fark
etmedi bile. Hurma ağ açlarından gelen serinliğ i de. Kutsal kente ayak basar basmaz
Peygamber'in kabrini ziyaret etmek olmalıydı ilk işi. Ama yine evdeki hesap çarşıya uymadı.
Medine komutanı Fahreddin Paşa iri cü sseli, şişman, sarı bıyıklarına ak dü şmü ş bir
kumandan, insanı ilk bakışta etkileyen, inatçılığ ıyla ü nlü bir Osmanlı paşasıydı. Rahmi Bey
onun Peygambere aşırı dü şkü nlü ğ ü nü biliyordu. daha ayağ ının tozuyla, eşyalarını kışlaya
bırakmadan, Ravza-ı Mutahhara’ya gitmek için izin istedi. Paşa bıyıklarını okşayıp dü şü ndü
bir an, sonra sözcükleri ağzında tespih çeker gibi tane tane yuvarlayarak:
– Aceleniz ne Rahmi Bey, dedi. Once Kudü s’te ne var ne yok bir anlatın bakalım. Sonra bir
fırsatını bulur Peygamber Efendimizi birlikte ziyaret ederiz.
Bir Osmanlı paşasına pek de yakışmayan, hurma çekirdeğ inden yapılmış doksan dokuzluk
tespihi vardı elinde. Allah’ın doksan dokuz adını da biliyor, her tanede birini zikrederek moral
mi tazeliyordu acaba, yoksa koskoca Osmanlı Devleti’ni yö neten ü ç laik ittihatçıya karşı tavır
koymak için mi böyle davranıyordu?
Fahreddin Paşa’nın birlikte kabir ziyareti ö nerisi hiçbir zaman gerçekleşmeyecekti. Ertesi
gü n, 10 haziranda isyan haberi geldi, Mekke bir ay bile dayanamadan 9 temmuz 1916’da
dü ştü . Medine kuşatıldı, ama teslim olmadı, Tü rkler, Rahmi Bey de içlerinde, dini bü tü n çö l
kaplanı Fahreddin Paşa’nın kumandasında Peygamberin kentini kahramanca savundular. Oyle
ki karşı saldırıya geçtikleri bile oldu. Lawrence ve Şerif Hü seyin’in oğ ulları Ali ile Faysal’ın
emrindeki Bedeviler, aralarındaki urban denilen yağ macılarla Hicaz Demiryolu’nu defalarca
kundakladılar, istasyonları ateşe verdiler, ne var ki uzun sü re Medine’nin dışarıyla
bağ lantısını kesemediler. Isyandan hemen sonra asilerin ordugâ hına dü zenlenen harekâ tta
Rahmi Bey de vardı.
“Bu kez kelle koltukta savaşacağ ız” diye dü şü nü yordu. Ali Kuyusu denilen yerde kanlı bir
çatışmaya girmişler, dü şmanı pü skü rtmeyi başarmışlardı. Araplar dü şmandı artık. Gerçi
devlete sadık kabileler de vardı, ama isyan tü m Arabistan’a yayılmış, bir yandan Ingiliz’le de
savaşan Osmanlı iki ateş arasında kalmıştı. Tıpkı Rahmi Bey gibi. Mehmed Akif gibi.
“Medeniyet dediğ in tek dişi kalmış canavar”ın ordularını yenmek pek kolay olmasa da yermek
kolaydı, hatta tü m Mü slü manlar için şarttı. Peki ya Arapları? Onların durumu anlaşılır gibi
değ ildi. Kandırıldıkları, devleti arkadan hançerledikleri sö yleniyordu, ama Rahmi Bey’in
içinde giderek bir kuşku bü yü yor, isyanın siyasal nedenlerini de anlamaya çabalıyordu. Cemal
Paşa'nın idam ettirdikleri aklından çıkmıyordu bir tü rlü . “Ben sallanacağ ıma bayrak
sallansın!” sö zü de. Ateş hattında Arap sü varilerin hep bir ağ ızdan “Ben sallanacağ ıma bayrak
sallansın!” diye bağ ırdıklarını duyar gibi oluyor, isteksiz savaşıyordu. daha gö revine
başlamadan patlak veren bu isyana da lanet okuyordu tabii. Isyanla savaşıyordu sanki,
Müslümanlarla değil.
Çok gü ç koşullarda savunma yapıyorlardı. Sıcak bir yana, demiryoluna yapılan sü rekli
sabotajlar yü zü nden iaşe sıkıntısı baş gö stermişti. Hurmadan başka yiyecek kalmamış, keşif
ve çatışmalarda şehit olmayan erat iskorbü t hastalığ ından kırılmaya başlamış, su stokları
azalmıştı. Dö rt bir yandan kuşatılmıştılar. Gerçi asilerin Medine’ye saldırıp kenti ele geçirecek
gü çleri yoktu, ama kuşatmayı sü rdü rerek Tü rkleri ve kapana kıstırılmış fareler gibi kentte
bekleyen halkı yıldıracak sabırları vardı. Ve silahları, altınları, başlarında Lawrence gibi çok
kurnaz, çok akıllı, emrindeki Bedevilerin sevgisini kazanmış, çok dayanıklı ve yakışıklı, genç
bir kumandan. Bir casus. Evet, Tü rklerin gö zü nde tehlikeli bir istihbarat subayı, bir casustu
Lawrence, Araplar içinse bir kahraman.
Sur dışında, kente birkaç kilometre uzaktaki Cehennem Dağ ı’nda bir mevziiyi savunurken
yaralandı Rahmi Bey. Keşif mü frezesiyle yine Ali Kuyusu denilen mevkie gelmişlerdi ki,
ü zerlerine dağ ın kayalık yamacından çapraz ateş açıldı. Açıktaydılar. Siper almadan hemen
karşılık verdiler, zaten çatışma çok uzun sü rmedi. Her iki taraf da yorgundu çü nkü ,
susuzluktan dilleri damaklarına yapışmıştı. Gerçi mataralarında su vardı, ama sıcaktan
kaynadığ ı için içilmez durumdaydı. Ali Kuyusu'nu mutlaka tutmak istemelerinin nedeni de
buydu. Kuyunun suyu çamurluydu biraz, içinden bö rtü bö cek hiç eksik olmazdı, ne var ki
serindi. Burada su ne kadar serin olabilirse tabii, yani imamın aptes suyu kadar ılık. Rahmi
Bey bö yle dü şü nmekle gü naha girdiğ i kanısında değ ildi, savaşırken dü şü nceleri tek bir şey
ü zerinde yoğ unlaşıyordu zaten; hayatta kalmak. Asilere de bu amaçla karşılık veriyordu,
onları pü skü rtü p zafer kazanmak için değ il. Her neyse, savaştan, ö ldü rü p ö lmekten olmasa da
sudan biraz anlardı. Turgutlu’nun karpuz kaldıranından, değ işik adlan, birbirinden gü zel
tatlarıyla insana yaşama sevinci ve şü kran duygusu veren o canım Istanbul sularından,
Manisa'nın Ağ layan Kaya’sı, Hacırahmanlı’nın Ceylan Pınarı’ndan. Ali Kuyusu’nun suyu da, bu
yoklukta, adı ü stü nde bu Cehennem Dağ ı’nın cehenneminde, sü zü p de kırbaya doldurdun mu
şekerden tatlı Nil suyu kadar olmasa bile, içilebiliyordu. Ama kana kana değ il, yudum yudum,
boş mideye zarar vermeden. Allah’ın Medine’sinde Taşdelen içecek halleri yoktu ya.
Rahmi Bey onu da içemedi. Bir şarapnel mermisi sol omzunu parçaladığ ında sarsıldı, asilerin
siper aldığ ı kayalardan biriyle kucaklaştığ ım sandı ö nce, sonra tepesinde gö kyü zü fır
dö nerken gü neş karardı. Kendine geldiğ inde sedyedeydi, su diye inlediğ inin farkındaydı o
kadar ve sıhhiye eri birbirine sımsıkı yapışmış dudaklarında ıslak bez gezdirmekle yetiniyor,
bir damla su vermiyordu. “Kelle koltukta savaşıyoruz” diye dü şü ndü yeniden. Ve nedense aklı
çamurlu suyunu bile içemediğ i Ali Kuyusu’na gitti. Bu kelle konusu, kellesini koltuğ una alıp
cephe cephe dolaşan askerin hayali, zihnini kemirmeye başlamıştı. Omzunda korkunç bir sızı
duyuyordu, ama çok şü kü r kafası yerindeydi. Kolları ile bacakları da. Oysa Medine’de
Muhammed’in meclisine gelip dert yanan kesik baş, adı ü stü nde gö vdesiz bir insana aitti.
Birden anımsadı. Darü lfü nun çıkışı Beyazıt Meydanı’nda mısır satan kö r kadından satın
almıştı o kitabı. Gü vercinlere atsınlar, atıp da sevaba girsinler diye mısır taneleri satan
kadının sandığ ında eski kitaplar da olurdu. Taş baskısı hikâ yeler, kahramanlık destanları,
birkaç Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin, ve Hazret-i Ali’nin Cenkleri. Savaş ile aşk hep bir aradaydı
nasılsa, yapışık ikizler gibi.
Muhammed’in meclisine bir kesik baş geliyor. Yuvarlanarak secde ediyor Resulullah’ın
ö nü nde. Nasıl mı, bayağ ı, namazda secdeye varır gibi, alnını toprağ a değ dirip bir dua
mırıldanarak. Sonra yaşlı gö zlerle “Ya Resulullah” diyor, “gö rdü ğ ü n gibi, beni bir dev yedi,
ancak kellemi kurtarabildim. Karımla çocuğ umu da kuyuya attı. Hiç olmazsa onları çıkar, ben
böyle kalmaya razıyım.”
Muhammed kesik başın yanına Ali’yi veriyor, gidip çocukla kadını kurtarması için. Medine’den
yola revan olup bu mevkie geliyorlar, buraya, Cehennem Dağ ı'nın yamacındaki bu kuyunun
başına. Kesik baş ö nden, Ali belinde bin beş yü z kulaçlık kement sarılı olduğ u halde arkadan,
kuyuya iniyorlar. Kesik baş aşağ ıya ulaşıyor, ama Ali'nin kemendi yetmiyor. Bunun ü zerine
ipin ucunu bırakıp düşmeye başlıyor.
Rahmi Bey acıdan kıvranarak, susuzluktan bayılmak ü zereyken, bu inişi, Ali’nin hızla kuyunun
dibine doğru düşüşünü anlatan dizeleri anımsadı birden:
Yedi gün ü dün Ali iner idi
Ki başı ki ayağı döner idi
Ali namaz vaktini bilir idi
Göz ile namazın kılar idi.
Kendini kaybetmeden ö nce Rahmi Bey'in aklından belki bir daha hiç namaz kılamayacağ ı
geçti. Ali ve kesik başla birlikte kuyuya dü şmeye başladı. Dibe vardıklarında Ali’nin devi bir
narayla uyandırarak savaşa davet edeceğ ini, sonra da Zü l ikâ r’ı başına çalıp kesik başın
çocuğ uyla karısını kurtaracağ ını, sonunda hepsinin Mü slü man olarak kelime-i şahadet
getireceklerini biliyordu. Bilmediğ i tek şey “Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne
Muhammeden Resulullah” derken kesik başın gö zlerinden sü zü len yaşların beyaz sakalını
ıslattığıydı.
Oykü nü n tam da burasında ağ lamaya başlardı deden. Uzü ntü den değ il, heyecandan. Belki de
yaşlılıktan. Ya da kederden, nereden bilebilirsin ki! Sonra bü yü kannenin ö zenle ü tü lediğ i
beyaz gö mleğ inin omzundan sarkan boş koluna bakardı. Sol kolu yoktu, Arabistan çö llerinde
bırakmıştı onu, evet Hicaz yadigârıydı bu sakatlık. Nedense buraya dek dedenin hem hacı hem
gazi olduğ unu sö yledin de, Hicaz’da bir kolunu Arap’a kaptırdığ ını yazmaktan çekindin. Savaş
anılarını çiziktirdiğ i defterde, kesik baş ile Ali’nin ö ykü sü nü anlatırken, Cehennem Dağ ı’nda
sedyenin ü zerine yatmış eksik bir yanı var mı diye orasını burasını yokladığ ında kolları ile
bacaklarının yerinde olduğ unu fark edip sevindiğ ini yazmıştı. Ama Medine’de hastaneye
gö tü rü ldü ğ ü nde, yalnızca omzunun değ il sol kolunun da parçalanmış olduğ unu gö rdü
doktorlar ve hemen ameliyata aldılar. Ertesi gü n sol kolu yoktu, neyse hayattaydı ya, başı da
yerli yerinde; ama kelle koltukta savaşamazdı artık, namaz kılarken de kıyamda iki elini
kulaklarının arkasına gö tü rü p “Allahü ekber” diyemezdi, daha doğ rusu derdi de, sağ eliyle
yapmak zorundaydı bu hareketi, onu hep bö yle gö rdü ğ ü n için senin açından bir sorun yoktu,
dedenin sakatlığ ı sanki bir ayrıcalığ ıydı onun, Hicaz’da savaştığ ının kanıtıydı. Kanayan bir
yara mıydı peki? Herhalde. Yara izi bile yoktu ki kabuk tutmuş olsun, hani ne derler, kol gitmiş
yen içinde kalmıştı, değ il açıp gö stermesini istemek, bakmaya, yoklamaya bile cesaret
edemezdin. O da göstermezdi zaten, belki utancından, belki seni korkutmamak için.
Şimdi dü şü ndü ğ ü nde tuhaf şeyler geliyor aklına, tek koluyla mı sarılmıştı bü yü kannene, aptes
alıp namaz kılmayı nasıl becerebilmişti, o eski Remington marka daktilosunun tuşlarına tek
parmak vurarak mı hazırlamıştı dava dilekçelerini, savaş anılarını yazarken sol kolunu
masaya dayama ihtiyacını hiç mi duymamıştı, teyzelerin, sonra da annen doğ duğ unda nasıl
kucaklamıştı onları, Istanbul’a ö ğ renime yollarken arkalarından bir maşrapa suyu sağ eliyle
dö kü p, olmayan sol elini şaşkınlıktan cebine koyar gibi mi yapmıştı? Sahi deden sol kolsuz
nasıl yaşamıştı bunca yıl? Kolunun varmış gibi sızladığ ını sö ylerdi. Gö vdenin bir parçasını
vatan uğ runa Medine çö llerinde bırakırsan sızlar elbet, hatta bir gü n kesik baş gibi gelip
senden hesap da sorar, ne işin vardı oralarda diye. “Arabistan vatanın mıydı senin, asi diye
ö ldü rdü ğ ü n Bedeviler din kardeşlerin değ il miydi?” der. Sen de “Bir kolum gitmiş çok mu? Kaç
kişi canını feda etti vatan uğ runa” diyecekken susar kalır, onların da silah arkadaşlarını esir
aldıklarında altın aramak için karınlarını deştiklerini bile sö yleyemezsin. Yakıp yıktığ ınız
çadırları, sö ndü rdü ğ ü nü z ocakları, hurma ağ açlarına astıklarınızı anlatamayacağ ın gibi, çü nkü
savaş bö yledir, sen gö rmedin, ama deden gö rdü bunları, ü şenmeden oturup yazdı. Sana
burada, şu sıra ülkende yükselen milliyetçiliğe inat, bu vahşeti aktarmak düşüyor o kadar.
Radyolu odaya akşam inerdi. Akşam yavaşça, sıcak yaz boyunca uzayıp giden gü nlerin
bitiminde can çekişmeye başlayan aydınlıktan sıyrılıp perde perde inerdi. Bağ daş kurup
oturduğ u pö stekinin ü zerinden uzanıp radyoyu açardı deden. Tam ajans vaktinde. Radyo eli i
eli ine o saatte açılır, haberler dinlendikten sonra, ertesi akşam yine aynı saate dek
kapatılırdı. Bu kocaman, içinde ampuller yanan aletin nasıl olup da konuştuğ una akıl
erdiremezdin bir tü rlü . Arkasında biri gizleniyordu belki, belki ses yan odada konuşan birinin
sesiydi, kutunun içinden değ il yan odadan geliyordu ya da Allah’ın sayısız mucizelerinden
biriydi bu ağ zı dili olmayan tahta kutunun konuşması. Menderes hü kü metinin Kore’ye asker
gö nderdiğ i yıllardı, hayal meyal anımsıyorsun. Yine hamasi bir vatan sö ylemi almış başını
gidiyordu. Seni pek ilgilendirmeyen bir yığ ın sö z. NATO, Amerika, Başvekil Adnan Menderes,
Mehmetçik, şehitlerimiz... Yalnızca bu son iki sö zcü ğ e aşinaydın, onları dedenin ağ zından
defalarca duymuştun çü nkü , ama Kore'nin nerede olduğ undan haberin bile yoktu. Oraya asker
gö nderildiğ ini, deden nasıl kolunu Arabistan çö llerinde bıraktıysa Meh- metçik’e bu kez de
Muson ormanlarının mezar olacağ ını bilemezdin. Marşlar çalınırdı, “Tuna Nehri akmam
diyor’’la başlayıp “Ey gaziler”le devam eden marşlar. Ve annelerin, hayatta başka amaçları
yokmuş gibi, çocuklarını savaşa göndermek için doğurduktan söylenirdi. Şimdi bile ezberinde,
çünkü sen de askerdeyken söyledin aynı zırvaları: “Annem beni yetiştirdi, bu ocağa yolladı / Al
sancağ ı teslim etti, Allah’a ısmarladı / Boş oturma çalış dedi, hizmet eyle vatana / Sü tü m sana
helal olmaz, saldırmazsan düşmana.”
Savaş haberlerini hiç kaçırmazdı deden, çocukluğ u Bulgar ve Sırp vahşetinin ö ykü lerini
dinlemekle geçmiş bü yü kannenin “Sonumuzu sen hayır eyle yarabbi!” diyerek iç çekişine
duyulur duyulmaz bir “Amin!"le karşılık verirdi o kadar. Sonra dalar giderdi. Kanal Seferi’ni mi
dü şü nü rdü yoksa Cehennem Dağ ı’nda başına gelenleri mi? Halet mi gelirdi aklına, “Plevne’den
çıkmam diyen şanı bü yü k Osman Paşa” gibi Medine’den çıkmam diyerek askeri çö llerde
kırdıran Fahreddin Paşa’nın pomatlı, sarı bıyıkları mı yoksa? Bunu hiçbir zaman
bilemeyeceksin. Çü nkü bir gü n olsun yakındığ ını ya da ö vü ndü ğ ü nü duymadın. Iç geçirirdi
arada bir, kimseye rahatsızlık vermeden “Lâ havle velâ kuvvete illâ billah” diye mırıldandığ ı da
olurdu, ne demekse. Bu Arapça cü mle de dedenin sö ylediğ i gibi kalsın, Tü rkçe karşılığ ını
bulmaya kalkışma artık. Hem her işini sağ koluyla gö rmeye ö yle çabuk alışmıştı ki.
Bü yü kannen “Ben dedeni sakat diye beğ enmediydim” diye anlatırdı. “Başka taliplerim de
vardı. Ama anlı şanlı bir gaziydi. Hacıydı, ü stelik â limdi. Peygamber Efendimizin buyurdukları
gibi ilmi, Çin'de bile olsa gidip bulmaya hazırdı. Mısır'ı fethedemeden dö ndü ğ ü ne bakma,
Ravza-ı Mutahhara’yı ziyaret etmişti ya!”
Ciddi miydi, yoksa ha iften dalgasını mı geçerdi dedenle, pek anlamazdın. “Sonra kendi
kendime dedim ki, sol omzu savaşta parçalandığ ına gö re gü nah meleğ i de yoktur. En iyisi ben
bu adamla evleneyim.” Işte o zaman hep birlikte gü lmeye başlardınız. Ne gü zel gü nlerdi,
savaştan, ö lü mden, kederden uzak. Kopan kollardan, yanan canlardan, kesik başlardan uzak o
radyolu odada. Olü m Kore’de, Cezayir'de, hatta yeniden Sü veyş'te kol geziyor, ama size artık
ulaşmıyordu.
Akşam Sipil Dağ ı’ndan sessizce iner, ışıklar yanardı. Deden komut verir gibi “Nurhayat şavkı
yak artık!” derdi. Emir vermeye alışmamış kocasına sevecenlikle bakardı bü yü kannen. Cephe
dö nü şü onu istemeye cü ret eden tek kollu bir ihtiyat zabitini mi dü şü nü rdü o onda, yoksa
gerdek gecesi sağ eliyle peçesini kaldıran o çekingen, dindar, bilgili genç adamı mı? Aralarında
hâ lâ sevgi ve saygı, derin bir bağ lılık vardı. Kızlarının ü çü de yetişkindiler, ama tek torunları
sendin. Bu nedenle deden yanından ayırmazdı seni, camiye gö tü rü rken de sevaba giresin diye
değ il Islam’ı ö ğ renmen için gö tü rü rdü , şimdi bunu daha iyi anlıyorsun, ü midi sendeydi çü nkü ,
torunu bü yü yü p adam olunca, hatta “bü yü yü nce ne olacaksın?” diye soranlara verdiğ i
cevaptaki gibi “her adam olduğ unda” okuyacaktı kitaplarını, yarım kalan Kuran mealini belki
de o tamamlayacaktı. Hiç olmazsa evrak-ı metrukesi arasından çıkacak savaş gü nlü ğ ü nü
bulup saklayacak, kendi okuyamasa bile birini bulup okutacaktı. Deden seni, bir yanılsama
olduğ unu bilse de kendi ö lü msü zlü ğ ü nü n, ö teki dü nyaya inandığ ı için bu dü nyadaki geçici
varlığının tek uzantısı olarak görüyor, kuşkusuz bu nedenle üzerine titriyordu.
* * *
Hastanede kaldığ ı sü re içinde neredeyse hiç uyumadı Rahmi Bey. Oysa geceler serin oluyordu.
Gü nbatımından hemen sonra, daha ayaz çıkmadan yavaşça kararıyordu hava, kışlaya derin bir
sessizlik çö kü yordu. Belki bu sessizlik yü zü nden kaçıyordu uykusu, çü nkü o zaman yaralıların
inleyişleri, karanlıkta haykırışları daha çok duyuluyordu. Kiminin bacağ ı kopmuştu kiminin
kolu. Kendini bilmez bir zıpırın deyimiyle “kısaltılmıştılar”. Başında kanlı sargı bezleri olanlar
da vardı, yatalaklar, yerinden hiç kalkamayanlar da. Iki gö zü nü hatta iki eliyle iki bacağ ını
birden yitirenler, sağ ır ve kö tü rü mler. Yirmi yaşında ya var ya yoktular. Ve hayat ö nlerindeydi.
Bundan bö yle nasıl yaşayacaklarını, kim bilir nerede, ne zaman bitireceklerini bilmedikleri,
kâbusa dönüşen bir hayat.
Gelecekten korkusu yoktu Rahmi Bey'in, Istanbul’a dö ndü ğ ü nde bekleyeni de. Ama yaralıların
çoğ u nişanlı ya da evliydiler. Sevdiklerini bırakmışlardı kö ylerinde, sılaya kavuşacakları gü nü
sabırsızlıkla bekliyorlardı. Beklerken de endişeyle dönüp duruyorlardı yataklarında. Sevdikleri
onları bö yle sakat gö rü nce bağ ırlarına basacaklar mıydı bakalım? Yoksa bir zaman sonra,
kahramanlıklarını, gazi olduklarını unutup bir kö şede yalnızlığ a mı terk edeceklerdi? Peki
neyle geçinecek, nasıl iş tutacaklardı? Malul gazi maaşları yetecek miydi karınlarını
doyurmaya? Yoksa artık gö rmeyen gö zlerini, tutmayan ellerini, omuzdan sarkan bir et
parçasından ibaret kollarını sergileyip dilenecekler miydi? Dilenmeseler de koltuk
değ nekleriyle kahveye kadar gidebilecekler miydi? Rahmi Bey’in aklından bu tü r dü şü nceler
geçmiyordu neyse ki, tuzu kuruydu onun, Hacırahmanlı’da toprakları vardı. Hem tahsilliydi,
hukuk okumuştu. Yargıç ya da avukat olabilirdi ilerde, mesleğini tek kolla da yapabilirdi.
Rahmi Bey’in aklından geçenler başkaydı. Bu coğ rafyada, geçmişte bu topraklarda olup
bitenleri dü şü nü yordu. Sol omzu sızladıkça Bedir Savaşı geliyordu aklına. Islam adına ilk
şehitlerin verildiğ i, akrabalar, kardeşler arasında ilk kez kan dö kü ldü ğ ü ve bü tü n bunların
ayet-i kerimelerle desteklendiğ i o korkunç savaş. Aslında Mü slü man ordusu hepi topu ü ç yü z
kişiden ibaretti, mü şrikler ise bin kadardılar Bir ara elinden dü şmeyen Ahmed Cevdet’in
Kısas-ı Enbiya’sından anımsıyordu. Şimdiki gibi bü yü k ordular ağ ır silahlarıyla
savaşmamışlardı o zaman, milyonlar telef olmamıştı. Yine de Bedir’in ayrıntıları bir efsane
gibi kuşaktan kuşağ a anlatılarak bugü ne dek gelmişti. Evet, sayıları çok azdı Mü slü manların,
binek hayvanları da ö yle. Uç atları, yetmiş develeri vardı. Nö betle biniyorlardı develere,
Muhammed, Ali ve Zeyd de tek bir deveyle yetinmek durumundaydılar. Mü şrikleri kışkırtan
Ebu Cehl’di, ö te yandan Mekke kervanına saldırı planları dü zenleyen de Muhammed’in ta
kendisi.
Rahmi Bey geceleyin, hastane koğ uşuna çö ken karanlıkla birlikte bir kuyu başında hayal
ediyordu Peygamber'i. Zafer için Allah’a yalvarıp yakarıyor, sonra da hurma yapraklarından
hazırlanmış gö lgeliğ e girip derin bir uykuya dalıyordu. Uykusunda Cebrail’den alıyordu zafer
mü jdesini. O da at binip kılıç kuşanmış, Allah’ın diğ er melekleriyle saf tutmuştu. Cebrail bile
savaştığ ına gö re Allah’ın elçisinin savaşması doğ aldı. Rahmi Bey yine de zırh giyip kılıç
kuşanmayı yakıştıramıyordu Peygamber'e. Içinden bir ses, kuşkusuz şeytanın ta kendisi, bu
işte bir yanlışlık olması gerektiğ ini kulağ ına fısıldıyordu. Sahabe’nin tanıklığ ına bakılırsa o
ö rnek insan, o yakışıklı, yumuşak Muhammed, ayakları şişene dek rü kû da duran, secdeye
vardığ ında ağ layan, gece herkes uykudayken teheccü d namazına kalkan Peygamber mü şrik de
olsalar en yakın akrabalarını nasıl ö ldü rebilirdi? Neden olmasın? ilk Mü slü manlar Allah adına
savaşmışlardı, oysa şimdi kendi aralarında boğ azlıyorlardı birbirlerini. Nasıl Ebu Cehl
Kureyş’i Muhammed’e karşı kışkırtmışsa Lawrence casusu da Arapları Osmanlı’ya karşı
kışkırtıyordu.
Rahmi Bey’in hayalinde Peygamber'in saçıyla sakalına, ak dü şmü ştü , ama hâ lâ dinç, hâ lâ gü çlü
kuvvetliydi. Mağ rur bir kumandan edasıyla teftiş ediyordu askerlerini. Onlara şehit dü şerlerse
cennet, gazi olurlarsa ganimet vaat ediyordu. Ve Mü slü manlar ile mü şrikler kıran kırana
savaşırken, havada kelleler uçar kol ve bacaklar kesilirken yılmıyor, korkmuyor, umudunu
kaybetmiyordu. Cebrail’i gö rmü ş, Allah’ın melekleriyle Mü slü manların yanında saf tutacağ ı,
onları muzaffer kılacağ ı kendisine ö nceden bildirilmişti. “Ben kâ irlerin kalplerine korku
salacağ ım, onların boyunlarını vurun, parmaklarını doğ rayın!” demişti Allah. Demek ki
ö ldü rmeye izin vardı, kesip doğ ramaya, kan dö kmeye de. Rahmi Bey “Onları siz ö ldü rmediniz
Allah ö ldü rdü ” diye mırıldansa da Kuran’daki bu ve benzeri ayetleri sorgulamak geçiyordu
içinden, sonra pişman olup tö vbe ediyordu. En iyisini, en doğ rusunu kul değ il, peygamber de
değ il, Allah bilebilirdi ancak. O her şeyi gö ren, işiten, kalplerdekini dahi bilen değ il miydi?
Oldü r dediyse ö ldü recek, doğ ra dediyse doğ rayacaksın. Kendileri de bö yle yapmış, halife
cihad-ı mukaddes ilan edince buralara dek gelmiş, ö ldü rü p ö lmü şler, kolları ile bacaklarını
Hicaz çö llerine gö mmü şlerdi. Rahmi Bey bu dü şü nceleri zihninden kovmaya çalışırken daha
beterleri çullanıyordu üzerine.
Bedir Savaşı’nın en korkunç, en kanlı sahneleri bir zamanlar okumaya doyamadığ ı eski Islam
kaynaklarından çıkıp teker teker, sanki bü tü n bunlar daha dü n olup bitmiş, aradan yü zyıllar
geçmemiş gibi canlanıyordu hayalinde. Kureyş sa larından Şeybe, Utbe ve onun oğ lu Velid ö ne
çıkıp Mü slü manlara meydan okuyor, Hamza, Ali ve Ubeyde’yle teke tek kapışıyorlardı. Ali
Zü l ikâ r'ı Vehd’in kafasına ilk çalışta kellesini uçuruyordu, Hamza da Utbe’nin. Ubeyde ise,
ilerlemiş yaşına rağ men Şeybe’ye saldırıyor, ne var ki baldırından yediğ i kılıç darbesiyle yere
yıkılıyor, Ali ile Hamza Şeybe’nin işini bitirdikten sonra silah arkadaşlarını Peygamberin
yanına gö tü rü yorlar, Ubeyde cennet vaadiyle gü lü mseyerek Muhammed’in kucağ ında can
veriyordu. Mekke’nin gö zü pek savaşçılarından Mü bid, Ebu Cehl’in kışkırtmasıyla
muhacirlerden Ebu Decen’e saldırıp yere yıkıyor, Decen kalkanıyla kendini koruyarak ayağ a
kalkmayı başarıyor, geri geri giden hasmının bir çukura dü ştü ğ ü nü gö rü nce ü zerine çullanıp
onu boğ azlıyor, kanla dolu çukurda bir sü re soluklandıktan sonra başka kelleler kesmek ü zere
ileriye atılıyordu. Susuzluktan dili damağ ına yapışan Esved’e gelince, bir yudum su uğ runa
ö nce sağ bacağ ından sonra canından oluyordu. Esved Mü slü manların koruduğ u kuyuya kadar
yalınkılıç ilerlemiş, Hamza’nın vurduğ u bir kılıç darbesiyle bacağ ını kaybetmiş, sü rü nerek
suya dek ulaşıp içtikten sonra peşinden yetişen Hamza’nın ikinci darbesiyle cehennemi
boylamıştı. Orada su değil irin içecekti artık, hem de sonsuza dek.
Bedir kahramanlarından Muaz’ın ö ykü sü nü dü şü ndü kçe sol omzunun daha derinden
sızladığ ını hissediyordu Rahmi Bey ve acıdan yü zü buruşuyor, gö zleri kayıyordu. Yenilgiye
uğ rayan Kureyşliler kaçarken Avf’ın kardeşi Muaz, Ebu Cehl’i yere dü şü rmü ş, babasını
korumakla gö revli Ikrime de Muaz’ı omzundan yaralamıştı. Muaz savaşa devam ederken
yaralı kolunun kopmak ü zere olduğ unu gö rü nce onu ayağ ının altına koyarak kendini yukarıya
doğ ru çekip kolunu koparmış, Ebu Cehl’in hakkından geldikten sonra ö ldü rü lene dek
savaşmıştı. daha ne olsun, yiğ itlik yaşta değ il, başta da değ il, inançta değ il miydi? Mademki
savaş, hoş bir şey olmasa da, farz kılınmış, “Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın, onları
bulduğunuz yerde öldürün” denilmişti.
Kol gitmişti artık, Rahmi Bey bedeninde bir eksiklik hissediyordu elbette, ama uzvunun
yokluğ una çabuk alışacağ ını sanıyordu. Oysa hiç de ö yle olmadı. Sol kolu varmış gibi
davranıyor, en çok da aptes alırken zorlanıyor, iki eliyle yü zü nü yıkayıp ağ ız ve kulaklarının
içini çalkaladığ ı gü nleri ö zlemle anıyordu. Ve bir kez daha Allah’ın insanoğ luna neden iki
bacak, iki kol, hatta iki kulak ve iki gö z verdiğ inin farkına varıyordu. Tuhaf sorular takılıyordu
aklına. Duyma, işitme, gö rme, dokunma uzuvları neden iki taneydi de koklamaya yarayan
burun tekti. Hem yalnızca koklamak için değ ildi ki burun, soluk almak, ciğ erleri havayla
doldurup kanı temizlemek, kısacası yaşamak için de gerekliydi. Ya burnu kesilseydi, o
şarapnel parçası sol kolunu değ il de burnunu alıp gö tü rseydi yaşayabilir miydi acaba? Bir
zamanlar elleri kesilen hırsızlar ile gö zlerine mil çekilen prensleri, burnu koparılan kralları
anımsıyordu. Onlar yaşadığ ına gö re kendisi de yaşardı elbet, ama nereden nefes alırdı,
ağ zından mı kıçından mı yoksa? Yerkü rede bir dö nem, insan yaratılıp halk olmadan ö nce
kıçından nefes alan yaratıklar da var mıydı acaba? Onlar da insanlar, hayvanlar, her tü rlü canlı
mahlukat gibi yaşayıp ö lmü şler miydi evrende? Tü rleri ne zaman ve nasıl, neden tü kenmişti?
Allah bilir diye geçiriyordu içinden, en doğ rusunu, en hayırlısını yine Allah bilir. Muhammed
de bö yle yanıtlamıyor muydu kendisine sorulan soruları? Ama vahiy indiğ inde, Allah onun
ağ zından “Sana sorarlar. De ki... ” diye konuşmaya başladığ ında evrenin sırları da tek tek
çözülmeye başlıyordu.
Musa kendisine peygamberlik verilmeden ö nce bir adam ö ldü rü p katil olmuştu. Ya
Muhammed? O da zırh giymiş, kılıç kuşanıp ok atmış, kan dö kmü ştü . Gü çlenince tek Tanrı
inancını zorla dayatmıştı kâ irlere. Onu yerinden yurdundan edenlere karşı gü ç kullanmış,
kervanlarını basıp mallarını yağ malamıştı. Akif’in “Bedrin arslanları” dediğ i inançlı
Mü slü manlar mıydı gerçekten, yoksa yağ macılar mı? Galiba her ikisi de. Ganimet haklarıydı.
Ama Muhammed’in azılı dü şmanı Ebu Cehl’in gö zü nde, ellerinden ö lü mü kabul etmenin bile
onursuzluk sayılacağ ı sıradan çiftçiler, hatta koyun çobanlarıydı. Son nefesini vermeden ö nce
Mesud oğ lu Abdullah’a “Ey koyun çobanı” diye seslenmişti, “gö rmeyeli epey yol almışsın. Hadi
vur bakalım. Vur da canını al efendinin!” Sonra miğ ferini çıkarıp başını uzatmış, Abdullah da
zaten can çekişen Ebu Cehl’in ensesine kılıcını indirmişti. Mekkeli mü şrikler içinde en bü yü k
başlı olanıydı; ufak tefek, çelimsiz Abdullah’ın Ebu Cehl’in kocaman kellesini yü klenip
Peygamber'e sunması başlı başına bir olaydı belki, ama herhalde övünç nedeni olamazdı.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid’i
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi
Akif, Medine yolunda bu dizeleri yazdığ ında savaş olanca şiddetiyle sü rü yordu tü m
cephelerde, ama Hicaz sakindi. Mü slü man Mü slü man’a silah çekmemişti daha. Şair’in ö vdü ğ ü
asker Çanakkale’de dü şmana geçit vermeyerek payitahtı, dolayısıyla hilafeti kurtarmıştı. Peki
ya Bedir'de savaşanlar? Onların Tevhid’i kurtarmak için değ il Mekke’ye dö nen kervanı
yağ malamak, ganimetten pay almak amacıyla bu işe giriştiklerini, içlerinden bazılarının sırf
şehit olup cennete gidebilmek için ö ldü klerini biliyordu Rahmi Bey, ama bu gerçeğ i kendine
bile itiraf etmeye dili varmıyordu. Hazrec kabilesinden Hü mam’ın oğ lu Umeyr ö rneğ in,
Bedir’de ö lenlerin dosdoğ ru cennete gittiklerini duyar duymaz yemekte olduğ u bir avuç
hurmayı yere atmış, coşkulu şiirler sö yleyerek dü şman sa larına dalmış, kesici silahla şehit
edilen ilk Mü slü man olma mertebesine erişmişti. Avf da, kolayca şehit dü şebilmek için zırhını
çıkarıp saldırmıştı dü şmana. Ve ecel şerbetini bir akrabasının elinden içmişti. Kıran kırana bir
savaş olmuştu vesselam ve sonunda Muhammed’in teyzelerinden Abdulmuttalib kızı Atike’nin
gö rdü ğ ü rü ya doğ ru çıkmış, dü nya Mekkeli mü şriklere zindan olmuştu. Zafer
Müslümanlarındı. Tutsaklar için ödenecek fidye ile ganimet de.
“O zamandan bu yana ganimet için yapmayacakları şey yok bu Arapların” diye dü şü nü yordu
Rahmi Bey. “Boşuna dememişler ‘Ne Şam’ın şekeri ne Arap’ın yü zü ’ diye.” Sonra kolunu, hiç
değ ilse Peygamberin ü mmetine kurban verdiğ ini dü şü nü p teselli buluyor, hatta dü şmana,
yani Araplara merhamet duygularıyla karışık gizli bir sevgi bile besliyordu. Pek iyi savaşçı
oldukları sö ylenemezdi. Kuşkusuz bu nedenle acıyordu onlara ve neden Muhammed’in
“Tanışmak istediğim tek şair Antere”dir derken neyi kastettiğini anlıyordu.
Bir Habeş cariyeden doğ ma bu savaşçı şairin “Ağ ribetü ’l-Arab” yani “Arap Kargası” denilen
bir zenci olduğ unu, masallardaki gibi “bir dudağ ı yerde ö tekisi gö kte” dolaştığ ını, yalnızca
dü şmanlarına değ il baştan çıkarmak istediğ i genç kadınların kocalarına da aman vermediğ ini
biliyordu. Kargısıyla onların boyunlarında açtığ ı yaradan fışkıran kanı, en sağ lam zırhı bile
parçalayarak kemiğ e dayanan kılıcın çıkardığ ı sesi, kesilen kelleler ile deşilen gö vdeleri
betimlemekte ü zerine yoktu. Hasımlarında açtığ ı yaralar “kova ağ zı” kadar genişti ve
cesetlerinde kuruyan kan “kırmızı çivitotu” rengindeydi, kana gelen aç kurtlarsa karanlık
gecede kapkaraydılar. Olü mden korkmadığ ını sö ylü yordu cengâ ver şair, ne de olsa onu
ö ldü recek olanların babalarını yırtıcı hayvanlar ile akbabalara lokma yapmış, “boğ umları sert,
gü zelce doğ rultulmuş ve dü zeltilmiş mızrağ ı sokmakta” onlardan ö nce davranmıştı. Sevgilisi
yumuşak dö şeklerde uyurken “kalın bacaklı, kalın kemikli, adaleli, iki yanı şişkin ve kolan yeri
semiz” atının eğ eriydi onun yatağ ı. O da, Imruü ’l-Kays gibi atı ile devesine â şıktı. Bir de
özgürlüğüne. Rahmi Bey Muhammed’in bu şaire cengâverliğinden dolayı değil “Karnım belime
yapışmış da olsa minnetten azade bir lokma buluncaya dek aç yatar aç kalkarım” dediğ i için
hayranlık duyduğ unu biliyordu, ama nedense hep şiddet gö rü ntü leri canlanıyordu gö zü nde.
Ve Peygamber'in hayalini bu gö rü ntü lerden uzak tutmak için boşuna çabalıyordu. Bedir'de
olan bitenler kolunu kaybettiğ i çarpışmayla orantılı olarak bir tü rlü çıkmıyordu aklından.
Kimi zaman yaralıların inleyişleri boğ uk çığ lıklara, yü reğ e korku salan feryatlara, yakarıp
yalvarmalara dö nü şü yor, Tanrı’ya olan inancı sarsılıyordu. Hiçbiri hak etmemişti bunca acıyı,
peş peşe gelen bütün bu felaketleri. Bu can pazarından yükselen canhıraş haykırışları.
Aklı Bedir'e gidiyordu yine, çü nkü Bedir Islam’ın ilk savaşı, Tevhid'i kurtarmak şö yle dursun
onu dayatmanın ilk aşamasıydı. Bundan bö yle Allah’ın elçisine boyun eğ ip biat etmeyenlere
hayat hakkı tanınmayacaktı. Peki ya inanç özgürlüğü ya kuşku duyanlar, O’na eş koşmasalar da
Allah'ın birliğ ini inkâ r edenler ya da bunu umursamayanlar, onların akıbeti ne olacaktı? Asıl
bu sorulara bir yanıt bulmak gerekiyordu, evrenin ve yaratılışın sırlarına değ il. O sırlar nasıl
olsa hiçbir zaman çö zü lmeyecek, zaman geçip bilim ilerledikçe sırların sınırları da
genişleyecekti. Sabah ezanı okunurken, gece boyunca zihnini yoran dü şü ncelerden bir an için
kurtulup rahatladığ ını hissediyordu Rahmi Bey. Uykuya dalmadan ö nce Muhammed’i
yalnızlığ ı ve o engin sabrıyla, sarsılmaz inancı ve inadıyla Mekke’de hayal ediyordu.
Peygamber'in Hicret’ten ö nceki hayatı ona sanki daha ılımlı, çok daha sakin ve çekici
geliyordu. Ya Medine? Dışarıda gün ağarır sabah olurken minarelerinden Allah’ın büyüklüğünü
haykıran, aylardır Peygamber'in ü mmetine, onun soyundan gelen asilere karşı savundukları
bu kent? Medine’de bir kumandan, bir yasa koyucu, bir siyaset adamı olup çıkmıştı
Peygamber, yalnızlığ ını, yetimliğ ini, kabilesinden dışlandığ ı, dağ taş demeden mecnun gibi
dolaştığı günleri unutmuş, kendine yeni bir hayat kurup yeni işler ve eşler edinmişti.
Çekirge yağmuru

Rahmi Bey’in nekahet dö nemi uzun sü rmedi. Gençti, dayanıklıydı, savaştan fazla
yıpranmamıştı bedeni, dolayısıyla çabuk iyileşti. Ve hastaneden çıkar çıkmaz ilk işi, bu kez
Fahreddin Paşa’nın iznine de gerek duymadan, Ravza-i Mutahhara’yı ziyaret etmek oldu.
Nasılsa çü rü ğ e çıkmıştı artık. Ama kuşatma sü rdü ğ ü nden memlekete dö nmesi mü mkü n
görünmüyordu.
Hava her zamanki gibi boğ ucuydu. Medine’nin dar sokaklarında yü rü rken nefes alamıyordu.
Taş evler, kafesli pencereler ü zerine yıkılacakmış gibi duruyorlardı. Sol kolunun yokluğ una
alışamamıştı henü z. Adım atarken iki kolunu da sallamak istiyor, sonra birinin eksikliğ ini fark
edince içi eziliyordu. Sakat zabiti gö renler ona acıyarak bakıyorlardı. Bir deri bir kemik
kalmış, çarşı ve sokaklarda ayak sü rü yen, evlerin eşiklerinde uyuklayan Medine’nin Arap halkı
aslında bu Osmanlı zabitini fazla yadırgamıyordu. Onların da arasında sakatlar, topallayarak
çarşı pazar dolaşanlar, yarı çıplak dilenenler vardı. Arada bir ipek giysileri içinde eşraftan
birilerine de rastlıyordu, ama gö rdü ğ ü diz boyu yoksulluktu. Donsuz çocuklar, sıtmadan beti
benzi atmış ihtiyarlar, kara çarşa lı zayıf, çok zayıf kadınlar. Tü rkler de vardı içlerinde ve
yaralı, kendi gibi sakat, yorgun askerler. Bir yığ ın yıkıntıdan ibaretti Medine, ama Osmanlı onu
yine de Ingiliz gavuruna ve asilere karşı savunmaya kararlıydı, kentin asıl sahibinin bu asiler
olduğ unu unutmuş gö rü nerek. Hilafetin başkenti Istanbul’un adları, sıfatları olur da,
Peygamberin ve Islam’ın ilk halifelerinin kenti geri kalır mı? Ateşli hummayı çağ rıştıran
Yesrib adı Hicret’ten sonra yerini Medine'ye bıraktığ ından bu yana, burçlarında rengini
şehitlerin kanından alan al yıldızlı Tü rk bayrağ ının dalgalandığ ı Medine, sur içindeki taş evler
ile toprak damlı izbelerden ve daracık sokaklar ile çarşıdaki birkaç avuç içi kadar dü kkandan
ibaret de olsa, onu adlarının hatırı için bile savunmaya değ erdi. Medinetü ’n-Nebi'yi, Darü ’s-
Selam’ı, Karyetü ’l-Ensarı, El Mü bareke’yi, Darü ’l-Ebrar ve Kubbetü ’l-Islam'ı savunuyordu
Osmanlı, herhangi bir kenti değ il. Zaten kuşatma başlar başlamaz Fahreddin Paşa’nın ilk işi,
kentin bu son adından da anlaşılacağ ı gibi, Islam’ın kubbesi altında saklanan Kutsal
Emanetler'i, Peygamber'in Sandukası hariç, Istanbul’a gö ndermek olmuştu. Listeyi hazırlayıp
paşanın onayına sunmak da Rahmi Bey’e dü şmü ştü . Neler mi yangından mal kaçırır gibi
gö nderilmişti Istanbul’a? Rahmi Bey'in sayımına ve defterine yazdığ ına gö re Osman bin
Affan’ın, ceylan derisine elle yazılmış Kuran’ından Peygamber’in kılıcına, gü mü ş çerçeveli
Hilye-i Şeri lerden pırlanta incili, mercan ya da amber tespihlere, altın kaplama Musha lardan
yakut ve pırlantalarla süslü kandil askılarına varıncaya dek paha biçilmez bir hazine.
Mescid-i Nebi’nin avlusu kalabalık değ ildi. Dü nyanın dö rt bir yanından yollara dü şü p buraya
dek gelen mü cavirlerin tü rbenin yanında yatıp kalktıklarını, ö mü rlerinin kalan kısmını
burada, çö lü n ortasındaki bu kuytu avluda, sevgili peygamberlerinin huzurunda
tamamladıklarını duymuştu. Minber ile kabir arasındaki bu yer Muhammed’in dediğ i gibi
cennetten bir kö şeye pek benzemiyordu. Mü cavirlerden biri yağ lı, yamalı, kefene benzer
beyaz giysileriyle yanına yaklaşıp para istedi. Bir başkası sırtında taşıdığ ı kırbadan su
satmaya kalkıştı. Rahmi Bey sadaka vermeyi sever, Mü slü manlığ ın gereğ i sayardı, ama bu kez
hiçbirine yü z vermedi. Bir an ö nce yeşil kubbeli tü rbenin içine girip Peygamberin huzuruna
varmak, yeşil sandukasına yü z sü rü p şü kranlarını sunmak istiyordu. Hayattaydı, midesi
tamtakır da olsa aklı ve sağ kolu yerli yerindeydi ya, daha ne isterdi.
Tü rbenin anahtarları kapıda bekleyen sırım gibi bir Habeş’in belindeydi. Rahim Bey’i gö rü nce
asker selamı verdi. Sonra o da para istedi. Peygamberin aziz na’şının bö yle haraç mezat, adım
başına parayla satılması hiç hoşuna gitmedi Rahmi Bey’in, ama ses çıkarmadı. Habeş’in eline
birkaç kuruş tutuşturunca kapı yavaşça açıldı ve kendini gü mü ş parmaklıkların ö nü nde buldu.
Içeride, kubbeden yere dek sarkan atlas ö rtü nü n altında Muhammed yatıyordu. Yanında
Hazreti Ebubekir ile Hazreti Omer’in de sandukaları vardı. Iki rekâ t şü kü r namazı kılıp dua
etti. Ve yıllar, çok yıllar ö nce Peygamber'in burada, Ayşe’nin kollarında ö ldü kten sonra yatağ ın
altına gö mü ldü ğ ü nü dü şü ndü . Gö mü lmeden ö nce, Ayşe bir kö şede ağ larken babası Ebubekir
girmişti içeriye. “Hayatın gibi ö lü mü n de gü zel ya Resulullah!” diyerek alnından ö pmü ştü
damadını. Sonra Ayşe’nin çoğ u geceler, karanlıkta Allah’ın elçisinin yırtık giysilerinden birini
dikerken kandil yakma gereğ i duymadığ ını, çü nkü uykuya dalmış Peygamber'in yü zü ndeki
nurun ipliğ i iğ neye geçirmeye yettiğ ini sö ylediğ ini anımsadı. Oyle çok şey dinlemişti ki
Peygamber hakkında, onun olağ anü stü hayatını tü m ayrıntılarına varıncaya dek ö ylesine
yakından biliyordu ki, kendini sanki sahabeden biriymiş gibi duyumsadı. Içi bir tuhaf oldu o
anda, bir erkek kardeşini daha dü n kaybetmiş gibi yü reğ i sızladı. Mekkeli ü ç eski arkadaş,
Peygamber ve iki halifesi, yan yana ebedi uykularındaydılar şimdi. Nedense onların cennette
değ il de az ileride, mü cavirlerin arasına karışarak avludaki sü tunlardan birine sırtlarını
dayayıp sohbete daldıklarını hayal etti. Sonra geldiğ i gibi, aynı bozuk ve tozlu yollardan
geçerek karargâha geri döndü.
Rahmi Bey’i o gece, her zamanki gibi uyku tutmadı. Kolu sızlıyordu. Oysa artık yoktu o kol,
omuzdan kesilmiş yerine hiçbir şey, ucu çengelli bir sopa, bir tahta parçası bile konulmamıştı.
Acıması, bir yakınını kaybetmiş gibi bö yle durduğ u yerde sızlaması için bir neden yoktu, kol
gitmişti çü nkü , geri gelmemek ü zere Medine toprağ ında kalmıştı. Gö mmü şler miydi acaba,
yoksa hastanede bir yere mi kaldırmışlardı? Kim bilir belki de kö peklere vermişlerdi. Ya da
kü çü k bir kız çocuğ unu diri diri toprağ a gö mer gibi... Çocuğ u yoktu Rahmi Bey'in, henü z yoktu.
Belki bu nedenle kol acısı evlat acısı gibi geliyordu ve tuhaf şeyler geçiyordu aklından.
“Peygamber de ö ldü ğ ü ne gö re” diye dü şü nü yordu, “o bile toprak olup çoktan dağ ıldığ ına,
gerçekte yeşil ö rtü lü sandukanın içinde ondan tek bir iz, bir kol bile kalmadığ ına gö re benim
başıma gelenlerin ne ö nemi olabilir?" Sonra Zü mer Suresi’nin ö lü mle ilgili ayetini
anımsıyordu, uykusuz kaldığ ı uzun ve karanlık gecelerde mırıldandığ ı ayeti okuyordu kendi
kendine, okudukça yatışacağına endişesi daha da çoğalıyordu:
“Allah, ö leceklerin ö lü mleri anında, ö lmeyeceklerin de uykuları sırasında ruhlarını alır.
Olmesine hü kmettiğ i kimselerinkini tutar, diğ erlerini bir sü reye kadar salıverir.” Bir sü reye
yani ecelleri gelene kadar.
Sonunda her canlı gibi Muhammed de tatmıştı ö lü mü , hakkında yazılan onun da başına
gelmişti. Artık bir daha ö lmeyecekti, insan bir kez ö lü yordu nasılsa, orada, ö bü r dü nyada
dirilmek de vardı, ü stelik ö lmemek ü zere dirilip hesap vermek, ama burada, bu ö lü mlü
dü nyada herkes gibi Peygamber de kendi ö lü mü nü ö lü nce “Yü ce Arkadaş”ı ö zlediğ i zamanlar,
vahiy gelmediğ inde kendini uçuruma atma dü şü ncesi, o kahreden yokluk, yoksunluk duygusu
geride kalmıştı.
Insan belki bir kez ö lü yordu, ama gerçekte Allah dilediğ inin canını uykuda alıp uyandığ ında
iade etmiyor muydu? Kuran'a bakılırsa iade ediyordu. Ve Rahmi Bey kolunun değ ilse bile
canının hâ lâ bedeninde oluşuna, her sabah ona iade edildiğ ine şü krediyordu. Oysa Peygamber
Allah’a kavuşmuştu çoktan, O’nun rahmetiyle sarılıp sarmalanmış, belki doğ duğ u Fil yılındaki
gibi, ebabil kuşları Kâ be’ye saldıran kâ irleri taşa tutarken tortop olup kıvrılmış, Ayşe’nin
kollarında ö ylece kalmıştı. Yoksa anneye dö nü ş mü ydü ö lü m, başlangıca, o ilk karanlığ a?
Allah’a değil de ana karnına.
Annesi dü şü yordu aklına. Kolunu kaybettiğ inden beri nedense sık sık, ö zellikle de bö yle
yıldızsız, zi iri karanlık gecelerde annesini anımsıyordu. Bir fotoğ rafı bile yoktu. Zaten ne
kalmıştı o sevecen, kavruk yü zlü kadından. Kendisi belki, bir çocuk olarak Rahmi Bey’in kolsuz
gö vdesi. Bir fotoğ rafı bile yoktu evet, ama ne tuhaf, annesini Istanbul'da, kaldığ ı bekâ r
odasının duvarındaki hayali fotoğ rafta gü lü mserken anımsıyordu. Bir zamanlar Galata’da
dü şü p kalktığ ı kadınların her birinden bir iz vardı o gü lü mseyişte. Annesi belki de koynuna
girdiğ i kadınların toplamından ibaretti. Içinden çıktığ ı kadını bir tü rlü çıkaramıyordu
hayalinden. Yuvarlak, kavruk bir yü zü , gü lü mseyince parlayan altın dişleri vardı. Gö zleri ha if
çekik, zeytin karasıydı. Denizli’den gelip Hacırahmanlı’ya yerleşen Yö rü klerdendi. Bir zaman
olmuş o da yaşamış, doğ duktan sonra, çok değ il on beş yıl sonra Rahmi Bey’i doğ urmuştu.
Gerçek miydi peki? Elbette gerçekti, ama hiç yaşamamış gibi ö len Anadolu kadınlarındandı.
“Bir fotoğ rafı bile yok” diye dü şü nü yordu Rahmi Bey, “ama yokluğ u var, yani ö lü mü .”
Annesinin ö lü mü artık geri gelmesi mü mkü n olmayan sol kolu kadar gerçekti ve dü şü ndü kçe,
anımsadıkça acı veriyordu.
Çember giderek daralıyordu. Asiler sonunda istasyonların çoğ unu ele geçirip demiryolunu
devreden çıkarmayı başarmış, Medine’nin dü nyayla ilişkisini kesmişlerdi. Destek kuvvet ve
iaşe gelmesi mü mkü n değ ildi artık. Zaten ü st ü ste yenilgi haberleri geliyor, cepheler peş peşe
bozuluyor, Ingiliz esir kampları dolup taşıyor, dağ ılan ordular perişan askerleri ve ü midini
yitirmiş, makam koltuklarına yorgun bir deve gibi çö kü p kalmış paşalarıyla geri çekiliyorlardı.
Bir Fahreddin Paşa kalmıştı boyun eğ meyen, Peygamberin kabrini dü şmana bırakmam diye
direnen. Imparatorluk çatırdamıyordu artık, dü pedü z yıkılıyordu. Çanakkale Zaferi, Itilaf
Devletleri’nin Istanbul’u ele geçirmesini ö nlemişti belki, ama Sarıkamış felaketinden, Gazze ve
Filistin cephelerindeki yenilgilerden, Galiçya bozgunundan sonra bu zaferin de fazla bir
anlamı kalmamıştı. Bazıları Çanakkale savunmasını bile, Anafartalar kahramanı Mustafa
Kemal Paşa’ya değ il Cemal Paşa'ya atfediyor, Dö rdü ncü Ordu’nun Mısırda caydırıcı etkisi
sayesinde dü şman zırhlılarının boğ azdan geçip Istanbul’u bombardıman edemediğ ini ö ne
sürüyorlardı.
Rahmi Bey fazla ilgi gö stermeden dinliyordu konuşulanları, Medine’nin akıbetini de pek
ö nemsemiyordu. Bu durumda, Hicaz’ın neredeyse tü mü asilerin denetimine geçmişken,
Peygamberin kenti diye Medine’yi savunmanın insan kaybından başka bir işe yaramayacağ ını
dü şü nü yor, bu gö rü şü nü karargâ htaki bazı yakın arkadaşları ve yü ksek rü tbeli subaylar da
paylaşıyorlardı. Ne var ki Fahreddin Paşa oralı bile olmuyor, tü m uyanlara kulak tıkıyor ya da
duymazdan geliyordu. Savaşın sonucunu Medine savunması belirleyecekmiş gibi
davranıyordu. Nuh diyor peygamber demiyordu paşa. daha doğ rusu peygamber diyordu da,
Nuh’a pek gö nü l indirmiyordu. Tufan lafını duymak bile istemiyordu, ö ylesine uzaktı
gerçeklerden. Peygamberin kentini kanının son damlasına kadar korumaya kararlıydı. Oysa
savaş bitmek ü zereydi artık, ortalıkta Itilaf Devletleri'yle mü tareke yapılacağ ı sö ylentileri
dolaşıyordu. Bir sü re sonra telgraf hattı da kesildi, Istanbul'la haberleşme olanağ ı tamamen
ortadan kalktı. Fahreddin Paşa çö lde tek başına, gemisini terk etmeyen kaptan ö rneğ i
bekliyor, gemi sulara gö mü lmeden ö nce Sancak-ı Şerife selam duracağ ı anı iple çekiyordu.
Peki ya asker, Anadolu’nun dö rt bir yanından koparılıp getirilmiş bu aç, yorgun, susuz
delikanlılar, onlar da Fahreddin Paşa kadar şevk ve azimle Medine’yi savunmak istiyorlar
mıydı bakalım? Bu elbette kendilerine sorulmuyor, kentten kaçmaya çalışanlar anında
kurşuna diziliyor, kalenin burçlarında kuş uçurulmuyordu. Yiyecek stokları ve cephane
tü kenmek ü zereydi. Şerif Hü seyin’in oğ ulları ile Lawrence son saldırıyı ertelemekten
yanaydılar, çünkü iki yıldır kuşatma altında inleyen kent nasılsa kendiliğinden teslim olacaktı.
Mü tareke’den sonra da, Istanbul hü kü metinin tü m baskısına, Harbiye Nezareti’nden Ingiliz
kablolarıyla gö nderilen tü m emirlere, hatta padişahın irade-i seniyesini bizzat getiren Adliye
Nazırı Haydar Molla’nın ü ltimatomuna rağ men Fahreddin Paşa asilerle mü zakereye oturmadı.
Barış antlaşmasını imzalamaktansa gö revinden ayrılıp, ü niformasını çıkardıktan sonra
ihrama girerek Ravza-ı Mutahhara’da mü cavir olmayı yeğ ledi. Sonunda tü m garnizon, çö l
kaplanı Fahreddin Paşa ve Rahmi Bey de içlerinde, yaka paça Medine’den çıkarıldılar. Yenbu
limanından Mısır'daki esir kampına, “birer cariye gibi” gönderildiler.
“Bu deyim, nur içinde yatsın, Medine kahramanı Fahreddin Paşa’nındı, yoksa cariyelerden çok
kapana kıstırılmış farelere benziyorduk” diye yazmıştı deden. Ve son sayfada bir çekirge
resmi vardı. Altına, tü mü nü çö zemesen de okudukça kanıksadığ ın Arapça har lerle “Medine’de
Allah’ın bu nimetinden de tattım” yazılıydı. Deden savaşla ilgili anılarını anlatmamıştı sana,
ama iyi ki bu notları tutmuş, kendinden sonrakilere ö nemli bir tanıklık bırakmıştı. Bir de,
büyükannenin arada bir anlatarak dedeni çileden çıkartan, sonra güldürüp ağlatan şu anısını.
Kuşatma tü m kasvetiyle sü rü yor. Askerde direnecek ne gü ç kalmış ne moral. Erzak da
neredeyse tü kenmiş. Fahreddin Paşa boş alanlara buğ day ekilmesini emrediyor. Su var ya,
ekmek de yaparsa dü şmanın inadını kendi inadıyla kıracak aklı sıra. Evet, 'Tevrat’ta anlatıldığ ı
gibi gö kten kudrethelvası yağ mayacağ ına gö re kendi ekmeğ ini kendin yapıp kendin pişirecek,
sonra da a iyetle yiyeceksin. Hem hiç belli olmaz, bakarsın bu kutsal topraktan da,
Israiloğ ullarının başına yağ an man ekmeğ ine, kişniş tohumu gibi beyaz, tadı ballı o canım
yufka ekmeğine benzer bir ekmek biter.
Paşanın emri hemen yerine getiriliyor. Her şey yolunda giderken, boy atıp sararmış ekin
biçilmeyi beklerken, yağ mur bulutları beliriyor ufukta. Askerin key ine diyecek yok. Yağ mur
da geliyor işte, Allah gö kten rahmet yağ dırdıkça su sıkıntısı da kalmayacak, ekmek yokluğ u da.
Derken hızla yaklaşıyor bulut ve rahmet yerine gö kten çekirge yağ maya başlıyor. Neye
uğ radıklarını şaşırıyorlar. Bir anda ekine saldıran, her yere dalan, topların, makineli tü fekler
ile mavzerlerin namlularından içeri girip kaybolan, kendilerini yerden yere, duvardan duvara
vuran çekirgelerle dolup taşıyor her yer. Arap askerler işi gü cü bırakıp, ellerinde bir çuval ve
sü pü rge, çekirge toplamaya başlıyorlar. Rahmi Bey “Ne yapacaksınız bunları?” diye
sorduğ unda “Pişirip yiyeceğ iz” karşılığ ını alıyor. Ve o gece kışlada, karargâ h arkadaşlarıyla
birlikte, çaresizlikten, açlıktan ö lmemek için, hayatlarında ilk kez çekirge yiyorlar. Erler de
ö yle yapıyor. Çekirge ziyafeti tü m zarafetiyle sü rerken bir er yaklaşıyor yanına. “Bu nasıl
yenir, bana da gö ster” diyor. Rahmi Bey “Oğ lum bilmeyecek ne var bunda, işte bö yle
kanadından tutup ağ zına atar, çıtır çıtır yersin” diye çekirgenin nasıl yenmesi gerektiğ ini
ö ğ retiyor saf Anadolu delikanlısına. Er, Rahmi Bey’in ikram ettiğ i kızarmış çekirgeyi ağ zına
atarken, açık ağ zından sıçrayan bir başka çekirge yere dü şü yor. “Hay Allah!” diye mırıldanıyor
bizimki, “meğer bu da canlıymış!”
Manat

Evet, gizliden sevdim Muhammed’i, bir gü n gelir ö nü mde secde eder diye bekledim. Değ il
secde etmek semtime bile uğ ramadı. Ne kurban kesti ne adımı andı. Tavaf da etmedi
çevremde, hiç olmazsa bunu yapabilirdi. Bir Kureyşliden başka ne beklenir; evinde bebek
bü yü tü r gibi saklasın kü çü k heykelimi, sevip okşasın, yolculuklarında yanında gö tü rsü n.
Tapsın bana ve herkes gibi şü kretsin. Hiçbirini yapmadı. Sonra, vahiy gelince, Allah Babamızla
içli dışlı olmaya, konuşup dertleşmeye başlayınca da hepten yü z çevirdi. Yalnızca benden değ il
hepimizden. Tapılmaya layık olmadığ ımızı sö ylü yordu artık, uluorta konuşup bizi Allah’a eş
koşmaması için Kureyş’i ikna etmeye çabalıyordu. Dedim ya bir başkaydı, duruşu, bakışı,
yü rü yü şü yle bir tuhaf. Kendisinin de farkına varmadığ ı bir giz taşıyordu sanki içinde, gü n
gelip vakt eriştiğ inde devranı değ iştirecek bir gü ce sahip gibiydi. Kıyamet gü nü nden de dem
vuruyordu, cennet ile cehennemden de. Derken eski hikâ yelere, kendinden ö nce gelip geçmiş
peygamberlere taktı. Çevresine topladığ ı bir avuç taraftarla meydan okumaya kalktı bize.
Yalnızca bize mi? Mekke’nin ulularına da kafa tuttu, ilgisini ü zerimizden eksik etmeyen Ebu
Sü fyan’a, kendi kıçına sü rdü ğ ü boyayı, kullandığ ı kokuyu bizden esirgemeyen Ebu Cehl’e,
hatta kendi amcalarına bile. Uzza’nın has adamı Ebu Leheb’e az mı hakaret etti, tehdit
yağdırdı.
Dalgındı hep, içedö nü k, sessiz, dü şü nceli. Kendi akranları içinde benzersizdi. Belki bu yü zden
sevdim onu, yanımda yakınımda olsun istedim. Ben de onun hayatında, dü şlerinde,
dualarında olayım. Nasip değ ilmiş. Kervanlar geldi, kervanlar geçti. Develer yayıldı kuyu
başlarına, panayırlarda mal alınıp mal satıldı, doğ umlar ö lü mleri savaşlar barışları izledi.
Hacılar gelip gittiler, gö çmen kuşlar ile leylekler de. Gü neş kaç kez doğ du kum tepelerinden,
dağ ların ardından kaç kez battı, ay kaç kez aydınlattı gö kyü zü nü , Mekke ve Yesrib, Taif ve
Tebü k’ü n ü zerinde kaç şimşek çaktı anımsamıyorum. Muhammed’in gü zel yü zü nü , ateşli
gö zlerini, kalın dudaklarıyla beyaz dişlerini anımsıyorum ama. Ozellikle de inci gibi ışıldayan
bakımlı, dü zgü n dişlerini. Onlardan birini Uhud’da bırakacağ ını bilemezdim. Hatice'den sonra
birçok kadın alacağını da.
Once Huveylid kızı Hatice’yle evlendiğ i haberi geldi. Kıskanmadım desem yalan olur. Sonra
alıştım yokluğ una, zaten bir kez gö rmü ştü m. Onu, evlenip çoluk çocuğ a karıştıktan sonra da
seneye, ö zlemeye devam ettim. Gizli sevda işte, ö lü mden beter. Ne var ki bir ilaheye yakışmaz
ö lü m, hele Allah’ın kızıysa hiç yakışmaz. Biz ilaheler bir erkeğ e â şık olmaya gö relim dü nyamız
kararır. Sevdiğ inle ne murada erebilirsin ne gerdeğ e girebilirsin. Mum gibi erirsin durduğ un
yerde. Durduğ un yer Kâ be bile olsa fark etmez. Ne gü cü n ne gü zelliğ in yeter içindeki ateşi
sö ndü rmeye, taştan gö vdeni saran, alıp gö tü ren ö zlemi dindirmeye. Biz ilahelerin aşkı
ölümlülerinkine benzemez.
Hatice’nin ö lü m haberi geldiğ inde sevinmedim desem yalan olur. Karısına bağ lılığ ını
biliyordum çü nkü , onu nasıl sevip saydığ ını, yanından hiç ayırmadığ ını, inancını da ilk onunla
paylaştığ ını. Hatice’yi kutsarcasına sevişini yetimliğ ine vermiştim. Derken yaşlı ve dul
Sevde’yle evlendiğ ini duydum. Olabilir. Habeşistan’a ilk gö çen Mü slü manlardandı çü nkü ,
kocası Sekran’ın Necaşi’nin ü lkesinde Hıristiyan olup oralarda ö ldü ğ ü nü de biliyordum. Zem’a
kızı Sevde Mekke’ye geri dö nmü ş evinde oturuyordu. Oynaşta değ il aştaydı gö zü ,
Muhammed’i yatakta idare edemezdi, ama evini, çoluk çocuğ unu idare edebilirdi. Buna
rağ men yaşlı gelinin erkek kardeşi Abd bin Zem’a’nın bu evliliğ e karşı çıkmasına ne demeli?
Evet, bizzat tanık oldum. Delikanlı ziyaretime gelmişti, tam kurban kesip tavaf etmek
ü zereyken ablasının Muhammed’e vardığ ı haberini alınca neye uğ radığ ını şaşırdı. Saçını
başını yolmaya başladı ö nü mde. Onu teselli bile edemedim. Hac ziyaretini yarıda kesip
Mekke’ye döndü, ama ne kadar dil döktüyse de ablasını bu evlilikten vazgeçiremedi.
Sevde ona demiş ki, "Biliyorum Muhammed benden daha iyisine layık. Ondan fazla bir
beklentim de yok. Yeter ki ahrette yanımda olsun, Allah’ın elçisinin eşi olmak benim için en
bü yü k lü tuf.” Sonra da, boyun eğ ip beklemiş o kocaman, şişman gö vdesiyle. Sevde’yi bir kez
uzaktan gö rmü ştü m. Çok iri ve şişmandı, durmadan terliyor, devenin ü zerinde zor
oturabiliyordu. Ağ ırlığ ından kolayca çö kertebilirdi hayvanı. Onun “mü minlerin annesi”
onuruna erişebilmek için Muhammed’le evlendiğ ini biliyorum, ne var ki yine de kıskanmaktan
kendimi alamıyorum. Derken bir de ne duyayım. Muhammed bu kez de Ayşe’yi babasından
istememiş mi? Babası da razı olmuş hemen. Yok, hemen değ il, kızını Mutim’in oğ lu Cü beyr'e
sö z verdiğ i için bir şey dememiş ö nce, beşik kertmesine Beni Teym kabilesi sadıktır, lakabı
Sıddık olan Ebubekir ne yapsın, ö nce Cü beyr'ın babasından izin istemiş, sonra Muhammed’le
nikâhlamış kızını.
Ah Ayşe, canım Ayşe! Kü çü men hınzır Ayşe! Onun hakkında hep iyi şeyler duydum, Medine’ye
gö çtü kten sonra dokuz yaşında zifaf olduğ unu da turnalar sö yledi bana. Gerçi Hicaz
gö klerinde turna olmaz ama, Muhammed bir ara bizim için de iyi konuşmuş, kız kardeşlerim
Uzza, Lat ve beni turna kuşlarına benzetmişti. Turnalar Allah ile kul arasında aracı olurlar mı
bilmem, gerektiğ inde uzaktan haber getirirler onu bilirim. Bir de canımın nasıl yandığ ını.
Sonra Ayşe’nin kocasına sö ylediklerine ben de gü ldü m tabii, ama sonraları, kıskançlığ ım geçip
Muhammed’e duyduğ um sevgi yerini ö keye bıraktığ ında. Nemi demiş Ayşe Muhammed'e?
“Ya Resulullah! Yolun bir vadiye dü şse, orada iki otlak gö rsen, hangisine sü rersin deveni?
Başka develerin daha ö nceden otladığ ına mı, yoksa karşında yemyeşil yayılan, hiç
dokunulmamış olanına mı?” diye sormuş. Şuna bak sen, hem zeki hem ağzı laf yapmayı biliyor.
Muhammed ilk karısı Hatice’yi hayırla, ö zlemle andıkça kıskançlıktan içi içini yiyor, "Yaa
Resulullah!” diyormuş, “o ağ zında diş kalmayan Kureyşli kadını dü şü nü p durma artık. Bak
Allah sana daha iyisini verdi.” Muhammed de iç çekip Hatice’nin çocuklarının annesi
olduğ unu, zor gü nlerinde ona kol kanat gerdiğ ini, tü m servetini Allah yolunda harcadığ ını
sö ylü yormuş. Doğ ru ya da yanlış bilemem, ben turnaların yalancısı olsam da kesinlikle
bildiğ im bir şey var. Kü çü k Ayşe az çorap ö rmedi Muhammed'in başına. Peygamberin eşleri
arasındaki kamplaşmaya, neredeyse boşanmayla sonuçlanacak “ilâ ”ya o yol açtı, yani bal olayı
ile “i k”e de. Ilkinde Muhammed’in tü m eşlerini boşamasına ramak kaldı, ikincisinde Ayşe’yi
babasının evine gö ndermesine. Anlatmaya hangisinden başlayayım bilmem ki. Baldan
başlasam bir tü rlü , i kten yani “iftira”dan başlasam başka tü rlü . Tatlı yiyelim, tatlı konuşalım
en iyisi. Öyleyse baldan başlayayım.
Efendim malumu â liniz olduğ u ü zere Muhammed Medine’ye hicret edip taraftarlarını
çoğ alttıktan, Mü slü manlara baş olduktan sonra pek çok evlilik yaptı. Eyyub el Ensari’nin
evinin alt katında bir sü re konuk kaldığ ını duymuştum, sonra Mescid-i Nebi’nin yanına kendi
evini kurduğu, eşleri çoğaldıkça bu evin avlusuna onlar için de odalar tahsis ettiği haberi geldi.
Tü mü ne aynı mesafede durduğ u, eşit davrandığ ı, yine de en çok Ayşe’yi sevdiğ i, yalnız onun
yanındayken vahiy geldiğ i sö yleniyordu. Vahiy başka durumlarda da geliyormuş elbet, ama
sırayla gö rdü ğ ü eşlerinin, hatta azatlı kö lesi ve evlatlığ ı Zeyd'in eski eşi Cahş kızı Zeyneb’in
yanındayken bile, ki Zeyneb’i delicesine sevdiğ ini, bu sırrını yıllarca kalbine gö mdü ğ ü nü
kimseler bilmez, hatta şü phe bile etmezken ben biliyordum, evet onun yanındayken dahi
gö nlü ne nazil olmayan ayetler, kimi zaman Ayşe’nin dairesindeyken iniyormuş. Her neyse, bal
olayının ayrıntıları buraya, Kâ be'de sıkıntıdan patlayan bendenizin kulağ ına kadar gelince
gü lü p geçmiş, hatta ne yalan sö yleyeyim, kıskançlık damarım kabardığ ından birazcık da
sevinmiştim. Oysa Omer, evine telaşla girip bir felaket haberi getirdiğ ini sö yleyen Ensar'dan
komşusuna “Ne var ne oldu? Gassaniler Medine’yi mi kuşattı yoksa?” diye sorduğ unda komşu
“Ya Omer, daha vahim bir durum var, Resulullah eşlerini boşamış” diye karşılık vermiş.
Aslında, sonradan anlaşıldığ ına gö re, eşlerini boşamamış Muhammed, ama onlardan bir ay
uzak durmaya yemin etmiş. Çü nkü , Omer’in deyimiyle “Mekke’de kocalarına karşı iyi huylu
olan Kureyşli kadınlar, Medine’ye geldiklerinde bu kentin kadınlarından kö tü huy
kaptıklarından kocalarına başkaldırmaya” kalkmışlar. Hatta bununla da yetinmeyerek Allah’ın
elçisini kandırmışlar. Şö yle ki: Muhammed ikindi namazından sonra adeti olduğ u ü zere
eşlerinden o gü n sırası gelen Hafsa’yı ziyaret etmiş. Ne var ki biraz fazla kalmış yanında, bu
Ayşe’yi kıskançlıktan delirtmiş. Nö bet sü resinin uzamasına Muhammed’in pek sevdiğ i bal
şerbetinin neden olduğ unu ö ğ renen Ayşe çocukça bir tuzak kurmaya karar vermiş. Sevde’ye
ve Sa iye’ye Muhammed yanlarına geldiğ inde acaba mega ir mi yedin, çü nkü ağ zın pek kö tü
kokuyor, demelerini tembih etmiş. Kendisi de, sırası gelince, aynı soruyu sormuş eşine.
Muhammed Hafsa'nın ona bal şerbeti sunduğ unu sö yleyince, ü ç kadından da “Demek ki arı
balını urfut ağacından toplamış" yanıtını almış. Cemaatin karşısına çıktığı için soğan sarımsak
yemek şö yle dursun her ö ğ ü nden sonra dişlerini misvakla ovan, her gü n gü zel kokular
sü rü nen Muhammed’in, benim saf, iyi huylu ve yumuşak, kadınsever sevgilimin o an neler
hissettiğ ini dü şü nebiliyor musunuz? Bir daha bal yememek ü zere yemin etmiş hemen. Neyse
ki Allah’ın, en sevdiğ i kulunun dü nyada en çok sevdiğ i şeyden yoksun kalmasına gö nlü
elvermemiş de, Tahrim Suresi’nin ilk ayetleri nazil olmuş: “Ey Peygamber, eşlerinin rızasını
gö zeterek, Allah’ın helal kıldığ ı şeyi niçin kendine haram ediyorsun?” Tabii, bununla
yetinmemiş babamız, Cebrail’in ağ zından şu tehdidi de savurmuş: “Ey Peygamberin eşleri!
Eğ er o sizi boşarsa, Rabbi ona, sizden daha iyi, kendini Allah’a veren, inanan, boyun eğ en,
tövbe eden, kulluk eden, oruç tutan, dul ve bakire başka eşler de verir.”
Bunun ü zerine eşlerini boşamamış Muhammed, ama onlara kü serek hurma kü tü ğ ü nden
yapılma bir merdivenle çıkılan meşrü besine kapanmış, orada yapayalnız, yemeden içmeden,
bir hasırın ü zerinde geçirmiş gü nlerini. Sonra da inzivanın bitmesine bir gü n kala Ayşe’nin
odasına damlamış. Ayşe bu, ağ zı çuval değ il ki dikesin. “Hayrola” demiş eşine, “bir gü n daha
sabredemedin mi?”
Iftiraya gelince, yalnızca Medine’yi değ il Mekke’yi de sarsan, Muhammed ve yakın çevresi
başta olmak ü zere tü m Mü slü manları yaralayan, neyse ki sonu tatlıya bağ lanan bu olay herkes
gibi benim de kulağ ıma geldi. Senin kulağ ın var mı ki gelsin demeyin. Belki kulağ ım yok, ama
Peygamber'in kentinde casuslarım, orada olan biteni buradan gören kâhinlerim var.
Her sefere çıkışta kurayla seçtiğ i eşlerinden birini yanında gö tü rü yor Muhammed. Hicret’in
altıncı yılında yapılan Beni Mustalik seferinde de kura Ayşe’ye çıkıyor. Dö nü şte Medine
yakınlarında konaklıyorlar. Peygamber'in eşinin hizmetinden sorumlu gö revliler Ayşe’nin
içinde ö rtü lü olarak seyahat ettiğ i mahfeyi devenin ü zerinden indiriyorlar. Ayşe de hacetini
gö rmek ü zere oradan uzaklaşıyor. Işini bitirip dö ndü ğ ü nde gerdanlığ ını dü şü rdü ğ ü nü fark
ederek geri dö nü p ziynetini aramaya başlıyor. Bu arada mahfe deveye yü kleniyor ve ordu
yoluna devam ediyor. Malum, Ayşe çok kü çü k daha, belki akıllı ve gü zel, ama biraz çelimsiz.
Onun mahfede olmadığ ını ne deve fark ediyor ne de hizmetçiler. Ayşe’ye gelince, gerdanlığ ını
buluyor, ama gece vakti o ıssızlığ ın ortasında tek başına kalıyor zavallım. Allah’tan ordunun
gerideki gö zcü lerinden Safvan, kamp yerinde unutulanları toplamak amacıyla oradan
geçerken yetişiyor da, devesini ıhtırıp yedeğ ine alıyor kızcağ ızı, evinin kapısına dek getirip
bırakıyor.
Bunun ü zerine Mü nafıklar boş durmuyorlar elbet, Ayşe ile Safvan’ın yol boyu mercimeğ i fırına
verdikleri dedikodusunu yayıyorlar. Ayşe odasına kapanıp ağ layadursun, tü m Medine
Muhammed’in aldatıldığ ı sö ylentisiyle çalkalanıyor. Ve ne yapacağ ını şaşırıyor Allah’ın elçisi.
Damadı Ali’nin tavsiyesine uyup babasının evine mi gö ndersin sevgili eşini, yoksa yü reğ ine
taş basıp olayı ö rtbas mı etsin? Peki ya gü nahsızsa Ayşe, ya zina etmeyip kocasına sadık
kalmışsa? Uykuları kaçıyor Muhammed’in, sorguya çektiğ i kişilerin anlattıklarından, hatta
cariyesi Berire’nin “Ya Resulullah! Eşinin, yoğ urduğ u hamurun ü zerinde uyuyakalmasından
başka bir kusuru yoktur” demesinden de ikna olmuyor. Uzun sü re ne semtine uğ ruyor
Ayşe’nin ne yalvarıp yakarmalarına aldırıyor. Irmak gibi akıttığ ı gö zyaşlarına da itibar
etmiyor. Sonunda, bö yle çaresiz, bö yle kahrolmuş bir durumda içi içini yer, zihnini bir kurt
kemirirken her zamanki gibi Cebrail imdadına yetişiyor. Ve Ayşe’nin suçsuz olduğ unu şö yle
ilan ediyor cümle aleme:
“Muhammed’in eşine o yalanı uyduranlar içinizden bir gü ruhtur. (...) O kimselerden her birine
kazandığ ı gü nah karşılığ ı ceza vardır; içlerinden elebaşılık yapana ise bü yü k azap vardır. Onu
işittiğ iniz zaman, erkek kadın mü minlerin, kendiliklerinden hü snü zanda bulunup da ‘Bu
apaçık bir iftiradır' demeleri gerekmez miydi? Dö rt Şahit getirmeleri gerekmez miydi? Işte
bunlar, Şahit getirmedikçe Allah katında yalancı olanlardır. (...) Allah bilir, siz ise bilmezsiniz.”
Bö ylece iş tatlıya bağ landı, ama iffetli Ayşe’yi zinayla suçlayanlardan iki erkek bir kadın
değ nek yemekten kurtulamadı. Erkekler hadi neyse de, Ayşe’nin gü nahsız olduğ una ben bile
inandıktan sonra o kadına ne oluyor? Adı Cahş kızı Hamne imiş, erkeklerinkiyse Sabit oğ lu
Hassan ile Usase oğ lu Mıstah. Ayşe aklandı, Muhammed rahatladı, onlar yedikleri değ nekle
kaldılar. Ve Allah babamızın Nû r Suresi’nde buyurduğ u gibi ahrette daha bü yü k cezalara
çarptırıldılar. Tüm Müslüman kadınlara örtünme yasağı. da ondan sonra geldi.
Hacı Baba

Leylekler hep yü ksekten mi uçardı, yoksa sana mı ö yle gelirdi? Manisa’da gö kyü zü nü açık
mavi, bulutsuz, derin ve duru anımsıyorsun. Çocukluğ unun hayal dü nyası kadar sonsuzdu.
Şaşırtıcı, uzak, apaçıktı. Yalnızca dağ dı kentin ü zerine kapanan, seni korkutan, mor kayaları
mağ araları, yamaçlara tü nemiş tek tü k ağ açlarıyla dü nyanı karartan. Sıcakta yemyeşil tü ten
ovanın ucunda da dağ lar vardı. Bağ ların, tü tü n ve pamuk tarlalarının, elma, nar, incir
ağ açlarının ö tesinde, gü nbatımında tutuşan ufuk çizgisine dizilmiştiler. Kim bilir nasıldı o
dağ ların ardı, neye benziyordu? Başka kö yler, başka kasabalar vardı belki, senin gibi başka
çocuklar; belki de deniz, evet o gü ne dek hiç gö rmediğ in Akdeniz çırpınıp duruyordu orada,
uçsuz bucaksız ve mavi, lacivert, gü nbatımında şarap rengi. Bu rengi Akdeniz’e yakıştıranın
binlerce yıllık hemşeriniz Homeros adında kö r bir şair olduğ unu ö ğ renecektin sonradan. Ama
çok sonradan. O zaman okuduğ un kitaplar bir elin parmaklarından fazla değ ildi. Ve yanlış
anımsamıyorsan, hemen hepsi Atatü rk ü zerineydi. Gazi Paşa’nın Kocatepe’den “Ordular ilk
hede iniz Akdeniz’dir” dediğ i Adalar Denizi olmalıydı dağ ların ardında. Orada gemiler,
bü yü kannenin dediğ ine bakılırsa kocaman ve beyazdılar. Sen daha dü nyada yokken, annenle
teyzelerin de yokken, deden o gemilerden birine binip Hicaz’a gitmiş, hacı olmuştu. Hacı
olmamış, savaşmıştı aslında. Bir kolunu Kutsal Topraklarda bırakmıştı. Evet, hem hacı hem
gaziydi deden, onu Hicaz’a gö tü ren uzun bacalı, kü lü stü r vapursa senin hacı olma hayalleri
kurduğ un yıllarda çoktan çü rü ğ e çıkmıştı. Orada, dağ ların ardında kö pü klü dalgalar hac
yolunda bü yü k engeldi, rü zgarlar, fırtınalar da ö yle. Hepsi Allah'ın emrinde, O’nun
denetimindeydiler. Gemileri denizin dibine batıran da O’ydu, limana ulaştıran da. Peki
dağ ların ü zerinde geceleri gö kyü zü ne asılmış gibi duran, sabaha dek sana gö z kırpan yıldızları
da Allah mı yaratmıştı? O yaratmıştı elbette, dağ ları yeryü zü ne mıhladığ ı gibi yıldızları da
denizde gemilere yol göstersinler diye gökyüzüne mıhlamıştı.
Belki de Sipil Dağ ı’nın ağ ırlığ ından, ezici varlığ ından kurtulmak için bö yle sık bakardın
gö kyü zü ne. Yukarda, çok derinde siyah lekeler halinde uçan leylekleri gö rü rdü n. Onlar
gerçekte hem leylek hem hacıydılar. Mekke’ye dek bö yle kanat çırparlardı gö kyü zü nde. Oraya
varınca yorgun argın Merve’ye, Sefa’ya konarlar, Kâ be’de yuva kurarlardı. Gö çmen kuşların kış
gelmeden sıcak ü lkelere doğ ru uçtuklarını bilecek yaştaydın. Leyleklerin Kâ be’ye gidip hacı
olduklarınıysa bü yü kannen sö ylemişti sana, kim bilir belki onlar gibi olmak, kanatlanıp
Kâ be’ye uçmak isterdi yaşlı kadın, ama kü mesteki tembel tavuklar gibi kanat çırpsa da
uçamazdı. O kocaman gö vdesi, kö tü rü m ayaklarıyla kalkıp da hiçbir yere gidemezdi. Bahçede
dolaşıp sü mbü lleri sular, toprağ ı çapalardı iki bü klü m. Ama sen Kâ be'ye gidecektin bir gü n,
ihrama bü rü nü p hacı olduğ unda tü m gü nahlarından arınacaktın. Deden Hacı Rahmi Bey gibi
sü ngü takıp savaşmak, şanlı bayrağ ımızı Mekke ve Medine'nin burçlarında dalgalandırmak
için değ il, Hacerü ’l- Esved’i ö pmeye, şeytan taşlamaya gidecektin Hicaz’a. Evet, gidecektin
çü nkü gü nahkâ rdın, yaramaz ve kö tü ydü n. Yeterince namaz kılmamış, bü yü kannen gibi gü n
boyu Allah’ın adını tespih edeceğ ine Ismail’le sokakta oynamış, ü stelik terliyken soğ uk su içip
ü şü tmü ş, dedenle bü yü kanneni çok ü zmü ştü n. Kü fü r de etmiştin gö çmen çocuklarına, onlarla
dalga geçmiş, alay etmiştin. Ağ zına biber sü rseler yine iyi, cehennemliktin vesselam. Sol
omzundaki gü nah meleğ i çalışmaktan, harıl harıl gü nahlarını yazmaktan yorgun dü şmü ştü
artık, yediğ in naneler, karıştırdığ ın haltlar değ il boyunu, Sipil Dağ ı’nı bile aşmıştı. Ismail'e, o
gö k gö zlü çıyana uymasan belki karınca yuvalarını bozmaz, çekirgeleri yakıp gü naha
girmezdin, ama Ekmekçi Ibrahim’in oğ lu her defasında aklını çeliyordu işte, seni baştan
çıkarıyordu. Geceleri de şeytan suretinde giriyordu rü yana. Neyse ki gö kte Mekke’ye uçan
leylekler ve Allah’ın oraya ordu ordu gö nderdiğ i melekler gibi bir gü n hacı olduğ unda, Kâ be’yi
tavaf edip Merve ile Sefa’ya tırmanmadan var gü cü nle şeytanı taşladığ ında arınacaktın tü m
gü nahlarından. Dü nyaya yeni gelmiş bir bebek kadar temiz, pirü pak olacaktın. O şeytan var ya,
gece rü yana Ismail suretinde giren o çatal dilli, ateş gö zlü pis şeytan, onu tıpkı Hazreti
Ibrahim’in, karısı Hacer ile oğ lu Ismail'in yaptıkları gibi, hayır Ekmekçi Ibrahim’in oğ lu çakır
Ismail’in değ il elbet, isim benzerliğ inden başka ne olabilir ki aralarında, evet şeytanı tam yedi
kez taşladığında kurtulacaktın ondan. Bir daha rüyana giremeyecek, seni ayartmayacaktı. Ama
şimdi elinden geleni yapıyordu seni günaha sokmak için, sen de sanki dünden razıymışsın gibi
her sö zü ne kanıyordun. Oyun oynamanın hakkın olduğ unu sö ylü yordu. Seni pek sevdiğ ini,
beğ endiğ ini, Adem’e secde etmemiş de olsa emrinde olduğ unu tekrarlayıp duruyordu. Yeter ki
kanma dedene, sen çocuktun daha, oruç tutmak da neyineydi. Hem baban oruç tutar mıydı
bakalım? Ya onun babası, sen doğmadan ölen öbür deden?
Kan ter içinde uyanıyordun, telaşla hamam dediğ iniz o mutfaktan bozma odaya gidip musluğ a
dayıyordun ağ zını, kana kana içiyor, sahurdan sonra gü n boyu bir daha ağ zına ne bir damla su
ne bir lokma ekmek koyamayacağ ını bilmenin endişesiyle tel dolapta ne bulursan
atıştırıyordun. Ramazanda gü nler sıcak ve uzundu. Iftar bir tü rlü gelmek bilmez, dakikaları
birbirine ekleyip saatleri saysan da gü n kavuşmazdı. Esnaf çarşıyı deden yazıhanesini kapatır,
arkadaşların oyundan çoktan dö nmü ş olur da iftar yine de gelmez, Tarzan yalınayak
başıkabak dağ a tırmanıp topu bir tü rlü patlatmazdı. Midende toplar patlar karıncalar
gezinirken, akrepler damağ ına yapışmış su ararken evin bir kö şesinde çaresiz beklerdin. “Dua
et” derdi bü yü kannen, “Fatiha’yı yedi kere okursan susamazsın. Bir yedi kere daha okursan
acıkmazsın. Hem çocukların orucu büyüklerinkinden daha makbuldür Allah katında.”
Başlardın okumaya. “Elhamdü lillâ hi rabbil’â lemin. Errahmâ nirrahim. Mâ liki yevmiddin.
Iyyâ ke na’bü dü ve iyyâ ke nesta’in. Ihdinas-sırâ tal mü stakim. Siratallezine en’amte aleyhim
gayrilmağ dû bi aleyhim ve leddâ llin.” Bir solukta okurdun ama bismillah demeyi unuturdun.
Sonra haydi yeni baştan. Bu kez de amin demeyi unuturdun. Demeyince de duanı kabul
etmezdi Allah. O zaman da ö lmü şlerinin ruhları huzur bulmaz, baban mezarı başında baykuş
suretine girip gelen geçenden su istemeye başlardı. Senin de susuzluktan dilin damağ ına
yapışmış olurdu o an, yine de babana su vermek ister, onun için Allah'tan merhamet
dileyeceğ ine iftara dek sabretmesini isterdin. Hem, yedi kez art arda okusan da fatiha hepi
topu yedi ayetten ibaretti. Çarçabuk biterdi top patlamadan. Gerçi tü m duaların anası oydu,
hem açar hem içinde saklardı Kuran'ı, ama besmeleyle başlayıp aminle bitirirsen makbuldü
ancak. Tü m Kuran Fatiha’da, tü m Fatiha “bismillah”ta, tü m bismillah b har indeydi, ama
altında bir noktayla tekne gibi yayılan Arapça b’yi sö kmen gerekiyordu duanın kabul olması
için. Çü nkü her şey o noktada gizliydi. Allah dilerse tü m evreni, gö kteki yıldızlar ile yerdeki
insanları, dağ ları, denizleri ve ırmakları, okyanuslar ile rü zgâ rları altındaki o noktaya sığ dırır
da sen farkına bile varmazdın. Deden "Bu nice okumaktır?” diye kızıp seni azarladığ ında nasıl
da korkar, telaşlanır, Arapça har leri birbirine karıştırırdın. Oysa iyi bellemen için her birini
bir şeye benzetip sana ö yle ezberletmişti. Elif upuzuncaydı, be tekne gibi. Pe be'ye
benziyordu, se de ö yle. Cim'in karnı yarıktı, ha ona, hı da ona benziyordu. Dal dibek gibiydi, zel
ona benziyordu. Sat kadı kafalıydı, dad ona benziyordu. Rı çengel gibiydi, ze de. Tı tavşan
kafalıydı, zı da. Ayın açık ağ ızlıydı, gayın da. Lam orak gibiydi, kef eğ ri bü ğ rü . Mim çomak
gibiydi, nun çanak gibi. He de ö yle, hepsi birden birleşip ayrışıyor, ü zerlerindeki taş
kaldırılınca oraya buraya koşuşan karıncalar gibi dö rt bir yana dağ ılıyorlardı. Peşlerinden
koşsan da yakalayamıyordun hiçbirini. Onlar gerçek oyuncaklarındı, bunu şimdi daha iyi
anlıyorsun. Her birini bir başka renge boyamak geliyor içinden, sarıya, kırmızıya, yeşil ve
turuncuya. Gö kkuşağ ının yedi rengi yetmez, tü p boyaları sıkmalı, sonra da kü çü k kapta bir
gü zel karmalısın. Bü yü kannenin kına yaktığ ı gü nlerdeki gibi. Işte o zaman bö yle eğ ri bü ğ rü , bu
kadar siyah olmaktan kurtulurlar belki, dü nyanı renklendirir, gö nlü nü ferahlatırlar. Arapça
harflerle barışırsın yeniden. Onlara hor davranmazsın.
Aslında ramazan boyunca gö rdü ğ ü n kabuslarda, gizlice içtiğ in su ile yediğ in ekmekte değ ildi
şeytan, iftardan sonra ü zerine çö ken, kü çü k bedenini sarıp sarmalayan, seni o gü ne dek
gö rmediğ in deniz gibi dibine çeken uykuda da değ ildi. Şeytan Mekke'de, Kâ be’yi yedi kez tavaf
ettikten sonra ışıltılı, beyaz bir nehir gibi akıp giden hacı kalabalığ ının ortasındaki
dikilitaşların arkasındaydı, fotoğ rafını bile gö rmü ştü n dedenin okuduğ u gazetede, alıp
dikkatle bakmıştın. “Hacılar şeytan taşladı” diye yazıyordu kocaman, kara har lerle. Yanda
Kâ be’nin fotoğ rafı vardı, altındaysa bugü n de anımsadığ ın, hala mırıldanmaktan, ne
mırıldanması bazı geceler yalnız yatağ ında haykırmaktan, Allah’a sığ ınırcasına haykırmaktan
kendini alamadığ ın o sö zcü k: “Lebbeyk!” Uzun sü re kendine sakladın anlamını bilmediğ in bu
sö zcü ğ ü . Bü yü kannenin anlattığ ı masallarda da Alaeddin’in lambasından çıkan dev bö yle
bağ ırıyor, sonra dile benden ne dilersen deyip onu çağ ıranın karşısında el pençe divan
duruyordu. Demek ki bir tılsım vardı “Lebbeyk”te. Hacılar da Kâ be’ye varınca "Lebbeyk!
Lâ hü mme lebbeyk!” diye haykırıyorlardı. Sonunda dayanamayıp dedene sordun ve her zaman
olduğ u gibi bü yü yine bozuldu. “Lebbeyk!” hayal dü nyanın, gö kyü zü nde uçan leyleklerin gittiğ i
Arabistan'ın, Mekke ile Medine’nin kapısını artık açmaz oldu. Bir sır, bir tılsım olmaktan çıkıp
belleğ indeki Arapça sö zcü kler arasında yerini aldı. Ve tam da o gü nlerde, çok iyi anımsıyorsun
Hac zamanıydı beyaz kelebekler gibi etrafta dolaşan hacılarını uğ urluyordu kent, bir leylek
sü rü den ayrılarak alçaldı, Sipil’in yamaçlarından sü zü lü p evinizin bacasına yuva kurdu.
Bacanın ü stü ndeki radyo anteni zarar gö rdü ğ ü için bir sü re yoksun kaldınız ajans
haberlerinden. Bu duruma en çok deden ü zü ldü tabii, çü nkü fazlasıyla dü şkü ndü ajans
haberlerine, bir de ezan dinlemeye. Ne birini ne diğ erini kaçırmaz, sabah ezanıyla kalkıp
yatsıdan hemen sonra uyurdu. Sabah ezanıyla kalkardı evet, ilk Mü slü manlar gibi siyah ipliğ in
beyaz iplikten ayrıldığı, renklerin geri döndüğü fecir saatinde.
Leylek, dedenin dü zenini bozdu ama o, “Garip kuşun yuvasını Allah yaparmış” diyerek leyleğ in
yuvasını bozmadı. Bazı geceler bir tıkırtı duyunca ikinci katın merdivenlerini tırmanıp
taraçaya çıkar, bü yü kannenin gü neşte kurumaya bıraktığ ı salça leğ enleri ile kayısı ve erik
pestillerinin ü zerinden atlayarak “Leylek leylek lekirdek! Hani bana çekirdek!” diye bağ ırırdın.
O da uzun ince bacakları ü zerinde doğ rulur, kırmızı gagasını dağ a doğ ru çevirip
takırdamasına devam ederdi. “Beni de Mekke’ye gö tü r Hacı Baba!” diye yalvarmak gelirdi
içinden. Ufuk çizgisinde dağ lar uzak, dağ ların ardındaki deniz de uzak, ama Mekke hepsinden
çok daha uzaktı. Kim bilir nerede, hangi denizin, hangi yolun, yolların bittiğ i yerdeydi. Kim
bilir hangi dağın ardındaydı.
Leylek gü nü n birinde kanatlanıp bacadaki yuvasından uçtu, ama ne çekirdek getirdi sana ne
de Mekke’ye gö tü rdü . Onun dö nü şü nü boşuna bekledin. Aradan gü nler, aylar, yıllar geçti. Sen
bü yü dü n dü nya kü çü ldü , Ay Dü nya’nın Dü nya Gü neş’in çevresinde birçok kez dö ndü , ama ne
leylek geri döndü ne de çocukluğun.
Ezan

Yalnızca besmele değ ildi be’yle başlayan, teknenin altındaki o noktada bir ad gizliydi. Islam’ın
ilk mü ezzini Bilal’in adı. Deden Ulucami Imamının ilminden çok sesine hayrandı, ezanı her
duyuşunda “Ne gü zel sesi var” derdi, “sanki Bilal okuyor.” Sonra aptes alıp namaza durmadan
bir sü re dalar giderdi. Medine’yi, orada ilk mescidin kerpiç minaresinden okunan ilk ezanı mı
dü şü nü rdü yoksa sen doğ madan ö nceki yıllarda radyodan tü m ü lkeye yayılan Tü rkçe ezanlar
aklına gelir de, ona mı ö kelenirdi, şimdi pekiyi anımsamıyorsun. Tü rkçe ibadete, Kuran ve
ezanın Tü rkçe okunmasına, “Tanrı uludur! Tanrı uludur! Haydin namaza!" çağ rısına hiçbir
zaman uymadığ ını biliyorsun ama. Hafız Abi’yle bu konuyu konuşup tartışırlardı. Ikisi de,
Kuran “apaçık ve Arapça” indirildiğ inden, anadilleri de olsa başka bir dilde okunmasına
karşıydılar. Oysa bir ara hü kü met, dedenin deyimiyle “bu naneyi de yemiş”, Hafız Saadettin
Kaynak Fatih Camii’nde Fatiha Suresi’ni, Hafız Kemal Sü leymaniye Camiinde Kıyamet
Suresi'ni segâ h makamında, Hafız Zeki de ö ğ le namazından sonra Beyoğ lu Ağ a Camii’nde
Fatiha ile Bakara Suresinden on dokuz ayeti hicaz makamında ve yine Bursalı Hafız Rıfat
Eminö nü Yeni Camii’de Tü rkçe ezanı hü zzam makamında, Hafız Burhan “menerrasû lü ”yü
kü rdilihicazkâ r makamında, bü tü n bunlar yetmiyormuş gibi Hafız Omer gâ vur Izmir’deki
Hisar Camii’nde Fatiha'nın Tü rkçe çevirisini suzinak makamında okumuştu. Senin
çocukluğ undaysa yine dedenin deyimiyle “Artık ezan çok şü kü r Bilal’in dilinde” okunuyordu.
Nasıl da hoş gelirdi bu ad kulağ ına, hatta ezandan daha hoş, çok daha bü yü leyici bulurdun
Bilal adını. Ve onun kimliğini, başından geçenleri merak ederdin.
* * *
Bilal bir Habeş kö leydi, tü m Habeşler gibi iriyarı, gü çlü kuvvetliydi, ama onlar gibi bü sbü tü n
siyah değ ildi. Habeş bir baba ile beyaz bir anneden doğ duğ u için melezdi. Yine de kuzguna
çalıyordu teni, bir dudağ ı yerde ö tekisi gö kte, Mekke ulularına hizmet eden diğ er Habeş
kö lelerden pek farklı sayılmazdı. Gö zleri fıldır fıldır, bakışları korkunçtu. Ama bu korkunç
bakışların ardında saf ve temiz bir yü rek vardı, karıncayı bile incitmekten çekinen bir koca
adam. Ve o koca adamın kocaman elleri ile kocaman ayakları. Gö ğ sü , ayrıkotları yakıldıktan
sonra nadasa bırakılmış bir tarla kadar geniş ve tü ysü zdü . Ama onun gerçek kimliğ i, hatta
diyebilirim ki en büyük özelliği, sesindeydi.
Şam ya da Yemen dö nü şü cepleri biraz para gö rdü kten sonra yeni kervanı dü zene kadar
sıkıntıdan patlıyordu Mekke uluları. Gü nler sıcak, geceler uzundu. Bazen ay ışığ ı
aydınlatıyordu sokakları, bazen yıldızlar gö kyü zü nde fısıldaşıyordu, ama kent genelde koyu
bir karanlığ a gö mü lü yordu. Kâ be’nin içi de dışı da ö ylesine karanlık oluyordu ki, hani ne
derler, “kurşun sıksan delmez geceyi” ama o zamanlarda ne kurşun vardı ne tü fek. Tü fek icat
olmamış, mertlik bozulmamıştı. Mertliğ in en belirgin gö stergesiyse konukseverlikti.
Konukseverlik ve cö mertlik, bir de, işret. Yine de gece cariyelerin koynunda yatıp, gü ndü z
putları ziyaret etmekle geçmiyordu zaman. Neyse ki laklaka vardı, bayılıyorlardı havadan
sudan konuşmaya. Gerçi su kıttı, ama genizden bağ ıra çağ ıra, ağ ızlarından salyalar saçarak
konuştukları dillerinde laf boldu.
Biri Lat’ın mü cevherleri arasında taş bir zeker bulduğ unu, bu mü nasebetsizliğ i yapanın
ciğ erini doğ rayacağ ım sö ylü yor, bir başkası ona o alçağ ın ciğ erini doğ ramaktansa bulduğ u taş
zekeri kıçına sokmasını tavsiye ediyor, onlar aralarında konuşadursun ev sahibi,
Muhammed’in iki elini kulaklarının arkasında yelken gibi açıp sabaha dek “Allahü ekber'’
diyerek kendinden geçtiğ ini anlatırken kahkahayla gü lü yordu. “O da bir şey mi” diyordu bir
başkası. “Ben Ebubekir'e yolda giderken rastladım, avucundaki kuşla konuşuyordu. Sonra
hü ngü r hü ngü r ağ lamaya başladı. Neden ağ ladığ ını sorunca ahret gü nü kuşun yerinde olmak
istediğini, çünkü ondan hesap sorulmayacağını söyledi.”
Yalnızca Mekke’den değ il uzakta olup bitenlerden de haberleri vardı. Hire hü kü mdarı
Mü ndir'in oğ lu Numan, Hü srev'in huzurunda Arap milletini ö ylesine ö vmü ştü ki, koskoca
Acem hü kü mdarı bile donup kalmış, Numan’ı hediyeye boğ up ü lkesine ö yle uğ urlamıştı. Nemi
demişti Numan? Diğ er kavimlerin gö zü nde beş paralık değ eri olmayan Arapların gerçekte sarı
benizli Çinliler ile çirkin Tü rklerden daha gü zel, çok daha soylu olduklarını, tü m atalarının
isimlerini ezbere bildiklerini sö ylemiş, deve ü stü nde çiftleşip deve sü tü içtiklerini, ne Rumlar
gibi sur içindeki kentlerde ne de Acemler gibi kâ şanelerde değ il açık havada yırtıcı
hayvanlarla birlikte yaşadıklarını, beşiklerinin çö l, tavanlarının gö k, en yakın dostlarınınsa at
ile deve olduğ unu, bu nedenle her tü rlü meşakkate katlandıklarını beyan etmişti. Velid oğ lu
Umera ile As oğ lu Amru ise Habeş ü lkesine giderlerken sarhoş olup gemide kapışmışlar,
Amru’nun yanında gö tü rdü ğ ü gü zel karısına gö z koyan Umera yol arkadaşım denize atmış, ne
var ki Amru boğ ulmadan bir halatla gemiye tırmanmayı becermişti. Ne mi olmuştu sonra?
Necaşi’nin huzurunda barışmışlardı, ama huylu huyundan vazgeçmeyeceğ ine gö re Umera bu
sefer de Habeş hü kü mdarının haremindeki kadınlardan birini baştan çıkarmaya yeltenmiş,
bü yü cü ler de onu soyup kıçına ü leyerek bir gü zel şişirmişler, sonra da ormanda iller ile
maymunların arasına salmışlardı. Ve bir daha kimse haber alamamıştı kendisinden. Derken...
derken laf dö nü p dolaşıp Muhammed’e geliyordu yine. Hatice’den sonra gü l ü stü ne gü l
koklamam diyen Ebu Talib’in yeğ eni de abayı can yoldaşının kızı Ayşe’ye yakmıştı.
Bebekleriyle oynayan Ayşe nikâ hlandığ ı, ama altı yaşında olduğ u için kendisiyle henü z
gerdeğe girmediği Muhammed'in terlikleriyle oynamaya başlamıştı.
– Anladıysam Arap olayım, diyordu içlerinden biri. Şu Muhammed’in işine bak. Yaşlı ve dul,
ü stelik iri ve şişman Sevde’yi al ö nce, sonra onu boşamaya kalkıp Sıddık'ın altısındaki kızını
nikahla.
– Sen zaten Arap’ın hasısın, diye yapıştırıyorlardı cevabı. Bunda anlamayacak ne var. Biz
Muhammed’i çocukluğ undan biliriz. Duyarlı ve mahcuptur. Sevde'ye kol kanat germekle
sevaba girmiş, Ayşe’yi can yoldaşının hatırına nikâhlamıştır.
Bazıları hemen itiraz ediyordu bu cevaba, Muhammed’in işlerine akıl sır ermeyeceğ ini, ondan
uzak durmak, hem tatlı hem korkutan sö zlerine kapılmamak gerektiğ ini sö ylü yorlardı. Sonra
uzakta olan bitenlerden dem vuruyorlardı yine. Diyar-ı Rum’da karışıklıklar çıkmış Acem
ü lkesinde deprem olunca taş ü stü nde taş kalmamış, dü n gece Kâ be’nin ü zerinden bir yıldız
kaymıştı. Bunun hayra alamet olmadığ ını sö ylü yordu falcılar, ama nasıl olsa gö kte yıldız
çoktu. Keşke her biri ekmek olsaydı da yemeğe doyamasalardı.
Laklakayla da geçmiyordu zaman, laf lafı açarken sabah oluyor, ya ortalığ ı gü neş kavuruyor ya
sel davar çadır demeden ö nü ne ne çıkarsa alıp gö tü rü yordu. Geceleyin kocaman kayaları
çatlatıyordu ayaz, karga ve baykuş çığ lıkları yü reklere korku salıyordu. Olü lerin
mezarlarından çıkıp ortalıkta dolaştığ ı saatlerde cinler de boş durmuyor, ö nlerine çıkanı
anında çarpıyorlardı. Issız çö lde ateş yakan da onlardı, Kâ be’nin çevresinde kö şe kapmaca
oynayan da. Bu nedenle evlerde oturuluyor, işret sofralarında sabahlanıyordu.
Birkaç hani in dışında tü m Mekke uluları, Kureyş’in ileri gelenleri de dahil, Muhammed gibi
içlerinde sonsuzluk duygusu taşımadıklarından, ö lü mden sonraki hayata inanmadıklarından
varoluşu pek fazla sorgulamıyorlardı. Evrenin şaşmaz biçimde işleyişine, gü ndoğ umları ile
gü nbatımlarına, çok ender yağ an, yağ dı mı da kocaman kayaları ö nü sıra yuvarlayan yağ mura,
çıplak tepelerin ardında çakan şimşeklere, gö kkuşağ ı ile aya, aysız gecelerde elle tutulacak
kadar yakınlaşan yıldızlara da kayıtsızdılar. Gö kyü zü falcıların işiydi, yeryü zü çobanların.
Çö lde fazla mahlukat yoktu gerçi, ama develer ile katırları, yılanlar ile çıyanları, arada bir
avladıkları atmacalar ile aslanları Allah’ın yarattığ ına inanmıyorlardı. Çobanların gü ttü ğ ü
davarları da. Ne hurma ağ açları umurlarındaydı ne kum fırtınaları. Uzza, Lat ve Manat'ın,
kırmızı gö zlü yü ce Hubel’in korumasındaydılar. Bu dü nyadan kâ m almak için yaşadıklarına
inanıyorlardı, Allah’a ibadet etmek için değ il. Gerçi Allah yaratıcı ve her şeye hâ kim bir gü ç
olarak vardı, ama çok uzakta, erişilmez bir yerdeydi. Kızları Uzza, Lat ve Manat'a bırakmıştı
yeryü zü ndeki dü zeni, devranın çarkından, insanların akıbetlerinden, işlerinden ve
işretlerinden onlar sorumluydular.
Genelde içlerinden birinin evinde toplanıp işret sofraları kuruyor, uzun saçlı, elleri ve yü zleri
boyalı dansö zlerin kalça kıvırışlarıyla hızlanan te lerin, çalparaların, kaz tıslamasına benzer
sesler çıkaran zurnaların eşliğ inde vakit ö ldü rü yorlardı. Birbirlerini ö ldü rdü kleri de oluyordu
bazen, sonu gelmeyen kan davaları bö yle başlıyor kan gö vdeyi gö tü rü yordu. En zengin, en
gö sterişli şö lenler Kalifa oğ lu Umeyye’nin evinde yapılıyordu. Orada kuzular gü mü ş tepsilerde
nar gibi kızarmış, ortalarından yarılıp çatlamış oluyordu her zaman, hurma şarabıysa altın
kupalarda sunuluyordu. Mekke uluları içinde en cö merdi Umeyye’ydi anlayacağ ınız, en
sapkını, en acımasızı da. Herkes kafayı bulduktan, yiyip içtikten, nefsini cariyelerle
kö relttikten sonra yine laklakaya geliyordu sıra. Eski gü nlerden, eski kervanlardan, eskinin
olağ anü stü savaşlarından da sö z edildiğ i oluyordu, şiirler okunduğ u da. Belagat sanatında kim
ustaysa, kim iddialıysa ortaya çıkıp ka iye dü şü rü yor, sonra bu sö zler, eğ er çoğ unluk
tarafından benimsenirse, ertesi gü n de akıllarda kalırsa, mısır ketenine yazılıp Kâ be’nin
duvarına asılıyordu. Derken, şiirler de okunup tü ketildikten sonra, sofrada sızmayıp ayık
kalanlara şarkı söylüyordu Bilal.
Sesi ö ylesine içten, o denli gü zeldi ki, duyanlar o anda bü yü lenmiş gibi sus pus oluyor, şarkı
bitene dek ağ ızlarından ne tek bir sö z çıkıyor ne de kursaklarına tek bir lokma dü şü yordu.
Uyuklayanlar da yü reklerinde bir çırpıntı, bir ısınma duyup şarkıya kulak kabartmaktan
kendilerini alamıyorlardı. Sö zlerini anlamadıkları bu şarkı, Bilal’in sesinde neredeyse bir
ayine, efsunlu bir gü zelliğ e dö nü şü yor, en katı yü rekleri bile yumuşatıyordu. Yumuşatmak da
ne kelime, delip geçiyordu dü pedü z. Çü nkü Bilal’in sesi hem yumuşak ve derin hem de yeri
geldiğ inde, keskin ve deliciydi. Habeş ü lkesinin ö zlemi, kö leliğ in acısıyla olgunlaşmıştı bu ses,
sanki tü m pisliklerden, kö tü etkilerden temizlenmiş, durulup saydamlaşmış, yunmuş
arınmıştı. Kuşkusuz bu nedenle en çok Ebu Cehl seviyordu Bilal'ı. Yediğ i onca yemeğ e, içtiğ i
onca şaraba rağ men diğ erleri gibi sızmadan şarkı vaktini bekliyor, beklerken de sü neli
gö zlerinin içi parlıyordu. Ebu Cehl, adından da anlaşılacağ ı gibi, yalnızca “cehaletin babası”
değ il Mekke’nin yü zkarasıydı. Kadın gibi sü sleniyordu çü nkü ; erkeklerden, ö zellikle de oğ lan
çocuklarından hoşlanıyordu. Hatta çok hoşlanıyordu. "Yü zkarası” dediysem dü şmanlarının
gö zü nde elbet, yoksa “cahiliyetin babası” Arapların cahiliye dö neminde pek de yaygın
olmayan “olağ andışı cinsel eğ ilimlerini” gizlemeyecek kadar cesurdu. Ve nasıl demeli, daha
gö rü r gö rmez, sesini duymadan vurulmuştu Bilal’e. Bir deve ya da eşeğ e palan vurur gibi değ il,
Habeş köle önce heybetiyle vurmuştu Ebu Cehl’i, sonra sesiyle.
Bilal’in gö revi efendisinin ayak işlerine koşmaktan çok putların temizliğ ini yapmak, ö zellikle
de Uzza, Lat ve Manat’ın bakımıyla ilgilenmekten ibaretti. Ve nefret ediyordu onlardan. Bilal’e
ö yle geliyordu ki bu taştan kadınlar onun ü lkesindeki resimlerden, kiliselerin duvarlarını
sü sleyen Meryem Ana tasvirlerinden çok daha tehlikelidir. Onlarda insanı saptıran, baştan
çıkaran bir gü ç, bir çekim vardır. Ve Kutsal Bakire de dahil hiçbiri Tanrı’ya gö tü remez. Isa da
elbette, Tanrı’nın oğ lu değ il, çiğ sü t emmiş, gaddar insanoğ lunun bir kurbanıdır. Sevgisi her
gü n içinde bü yü yen, putlara inat belli bir şekli şemaili olmayan, yalnızca ü mit veren, esirgeyen
ve bağ ışlayan, onu ayakta tutan yü ce varlığ ın bir oğ lu olabileceğ ine aklı ermiyordu Bilal’in. O,
içinden yü zlerine tü kü rmek de gelse bakımlarından sorumlu olduğ u putların, Kutsal Bakire ile
Çocuk Isa'nın da ö tesinde, onlardan çok daha gü çlü , gö rü nmez ve hayal gü cü nü aşan bir
varlığ ın, bir bü yü k sırrın, belki de bilinmezin peşindeydi. Bu arayış kö le oluşundan mı
kaynaklanıyordu yoksa putlara karşı beslediğ i ö keden mi, bilinmez. Ama kendi inancını,
kendi tanrısını bulduğ unda yalnızca ona tapmakta kararlıydı. Bu nedenle Muhammed’e ilk
inananlardan oldu. Allah’a eş koşulamayacağ ına, kıyamet gü nü nde hesap sorulacağ ına, asıl
ö nemlisi de Allah’ın “lem yelid ve lem yuled” yani doğ urulmayıp doğ uramayacağ ına yü rekten
inandı. Tü m varlığ ıyla Muhammed’e vahiy indiren gü ce teslim oldu. Bir'den ne çıkar? Yine Bir.
Olsa olsa, yalnızca Bir. Bilal “ehad” sö zcü ğ ü nü dilinden dü şü rmez oldu. “O Bir'dir” diyordu,
“Muhammed de Allah'ın elçisi. Allah ise Bir'dir ve O’ndan başka tapacak yoktur.” Sayıları pek
az da olsa, yalnızca Bilal değ il bü tü n Mü slü manlar inanıyorlardı buna, ama Bilal’in inancı sanki
daha derin, daha mutlak, galiba biraz da saplantılıydı. Muhammed’in ağ zından da bal akıyordu
zaten, salt “Kul hü vellahü ehad” ayeti değ il her sö zü gü zel, doğ ru ve etkileyiciydi. Allah’ın
birliğ i putların çokluğ u yanında, bakıma gittiğ inde Bilal’e kü çü mseyen gö zlerle tepeden bakan
orospuların, Uzza, Lat, Manat ve diğ erlerinin yanında tartışma gö tü rmeyecek kadar gerçekti.
Işte bu nedenle, yalnızca Muhammed’in yaymaya çalıştığ ı yeni dini kabul ettiğ i için değ il,
bakımlarından sorumlu olduğ u putları hor gö rdü ğ ü için de değ il, olur olmaz yerde herkese
“Allah Bir'dir” dediği için efendisi Ümeyye cezalandırmaya karar verdi Habeş köleyi.
Bilal'i soyup zincire vurdular. Onlerine katarak Mekke dışına çıkardılar. Orada kızgın kuma
yatırıp gö ğ sü ne bir kaya koydular. Bilal soluk almakta gü çlü k çekiyor, kayanın ağ ırlığ ı altında
kalbi duracakmış gibi oluyordu, ama “Allah Bir’dir” demekten de geri kalmıyordu. Bunun
ü zerine, gö ğ sü nde kayasıyla aç ve susuz bıraktılar. Kuma karışan kanını yılanlar gelip yaladı
ne var ki ona dokunmadılar. Bu işkencelere irikıyım gö vdesi dayandı, ama sesi dayanamadı.
Artık ü rpertici bir hırıltı duyuluyordu ağ zını açtığ ında. Bilal gü ndü z gü neşin gece ayazın
altında çile çekiyor yine de inancından dö nmü yordu. Inliyordu yalnızca. Inlerken de ağ zından
o ü rpertici hırıltı çıkıyordu, ama bir kez olsun yakındığ ı duyulmuyordu. Sonunda, ö lmek
ü zereyken sevgili peygamberi Muhammed yetişti imdadına. Ebubekir'e kö lenin bedelini
ö deyip Bilal’i azat etmesini buyurdu. Ve ö yle oldu. Bilal ilk Mü slü manların arasına karışıp
onlarla Medine’ye hicret etti, orada yapılan ilk mescidin minaresinden ilk ezanı okudu. Ve
Bedir Savaşı’nda kendi elleriyle öldürdü eski efendisi Ümeyye’yi.
Savaşlar başka savaşları izledi, Medine’den tü m Arabistan’a yayılmaya başladı Islam. Ve
Bilal’in okuduğ u ezan yalnızca kentlerde değ il çö lü n en ü cra kö şelerinde bile yankılanır oldu.
Mekke’yi ele geçirdikten sonra eski kentinde kalmadı Muhammed, Medine’ye, onu zor
zamanında bağ rına basan muhacirin ve ensarın kentine geri dö ndü . Ilk ve son hac gö revini
yerine getirmek ü zere Mekke’ye doğ ru yola çıktığ ında tü m kadınları ve Bilal de aralarında on
binlerce Mü slü man ona eşlik ediyordu. Birlikte hac gö revini yerine getirip Peygamber'in veda
hutbesini dinlediler. Orada Muhammed, dişi devesi Kasva’nın ü zerinden kan davaları ile faizin
kaldırıldığ ını, tü m Mü slü manların kardeş olduğ unu bildirdi. Hasta ve yorgundu. Deveyi
çökerten son vahiy de gönlüne nazil olduktan sonra görevini tamamlamış olmanın rahatlığıyla
dö ndü Medine’ye. Bilal yanında, hep başucundaydı. Kimi zaman Ayşe’den bile daha yakındı
Peygamber'e. Gü nde beş vakit ezanı o okuyor, Peygamberin kapısında nö bet tutup tü m
işlerini gö rü yordu. Muhammed’in ö lü mü nden sonra onun yokluğ una katlanamadığ ı için Şam’a
gitti, ama bir gece Allah’ın elçisini rü yasında gö rü p Medine’ye geri dö ndü . Muhammed’in
torunları Hasan ve Hü seyin’in ricası ü zerine yine ezan okuyarak Mü slü manları namaza
çağ ırdı. Medine’de okuduğ u son ezanı duyanlar kulaklarına inanamadılar. Içlerinde Bilal nasıl
geri dö nmü şse Muhammed’in de geri geleceğ ine inananlar oldu. Sokaklara çıkıp saçlarını
başlarını yolmaya, giysilerini yırtarak Muhammed’in de geri dö nmesi için Allah’a yalvarmaya
başladılar. Ama ne Muhammed ahreti bırakıp geldi ne Bilal Medine’de kaldı. Once gazilerin
sonra ö lü lerin arasına karıştı Şam'da. Cennette sevgili Peygamberine kavuştu. Orada ezan
okumaya gerek olmadığ ı için ne yaptığ ı bilinmiyor. Ama burada “Tanrı Uludur! Tanrı uludur!
Haydin namaza!” diye okunmuyor artık ezan. Dü nyanın tü m şerefelerinden yalnızca “Allahü
ekber” haykırışı duyuluyor.
Menemen

Hafız Efendi gerçekten çok gü zel sesli, ufak tefek, ağ ırbaşlı bir delikanlıydı, dedenden Kuran
ö ğ renmiş, hatim indirip hafız olmuştu. Sen Hafız Ahi derdin ona, sü rekli yolunu gö zlerdin.
Yine Kuran okusalar birlikte, sonra koyu bir sohbete dalsalar, uzaktaki o çö l ü lkesinden,
Muhammed ile Kâ be’den, peygamberlerin işlerinden, mucizelerinden sö z etseler. Hafız Abi
ayet-i kerimelerin mealini sorsa dedene, Mekke ile Medine’yi konuşsalar. Hazreti Ibrahim ile
Hazreti Musa, Cemal Paşa ile Kanal Savaşı şehitleri dile gelse. Hafız Abi “Allah yolunda
ö ldü rü lenlere ‘ö lü dü r' demeyin, zira onlar diridirler, fakat siz farkında değ ilsiniz” ayetini
okusa.
Ama deden fazla bir şey anlatmaz, konuyu geçiştirir, hele bü yü kannenin ö zenle ü tü leyip
kolaladığ ı mintanının boşlukta sarkan sol koluna hiç değ inmezdi. Savaş gelip geçmiş, ardında
yığ ınla acı, ö lü m ve gö zyaşı bırakmıştı. Manisa’nın yangın yerleri de bir savaştan yadigâ r değ il
miydi, mahalle arkadaşlarından duyduğ un, halk arasında hâ lâ anlatılan kıyımlar, ırza
geçmeler, Yunan mezaliminden kaçmak için dağ a sığ ınmalar ve karınlarındaki bebeleriyle
sü ngü lenen hamile kadınlar, ö zellikle de onlar, doğ ru ya da yanlış, galiba ve ne yazık ki doğ ru,
“şehit kanıyla sulanmış bu topraklarda” yaşanan o vahşet ve yıkım gü nleri... Canlarını
kurtarmak için olsa yine iyi, ama servet sahibi olmak için varını yoğ unu gâ vura satanlar ile
boyun eğ meyenler, Gazi Paşa’nın Kocatepe'den gö sterdiğ i hedefe, Izmir'in Kordon Boyu’na
doğ ru akıp giden kalpaklı sü variler ve kurtuluş. Bir gü n arayla Manisa ve Izmir'in yalnızca
Yunan işgalinden değ il, hilafet yanlıları ile ö rü mcek kafalılardan da kurtuluşu. O zaman
“ö rü mcek kafalı” denmiyordu mü rtecilere, aslında dedenin de pek sevmediğ i bu şeyh-tekke-
derviş takımının beyinlerinde bir ö rü mceğ in ağ ını ö rmesi de zaten mü mkü n değ ildi, ama
onlar, yasaklanmış da olsa gizlice giymekten çekinmedikleri sarık, cü ppe ve hırkalarıyla,
gö beklerine dek bıraktıkları sakalları ve ellerinden dü şmeyen tespihleriyle pazaryerindeki
basma istanlı kö ylü ler ile dağ daki Yö rü klerden de, hayal meyal anımsadığ ın şapkalı, kostü m
kravatlı babandan da farklıydılar. Ve sokağ a başı açık çıkan teyzelerine bakılırsa ü lkenin ve
rejimin başına belaydılar. Dedene de pek benzemiyorlardı, ama sanki bü tü n bunlar onun
umurunda değ ildi, deden unutmak istiyordu savaş gü nlerini. Artık çatışma olmasın, yine kan
gö vdeyi gö tü rmesin istiyordu. Imparatorluk ve hilafetin yıkıntıları ü zerine kurulan laik
Cumhuriyet rejiminden memnundu, ne var ki ezanın Tü rkçe okunmasına, minare
şerefelerinden gü nde beş vakit “Allahü ekber” yerine “Tanrı uludur” sesinin yankılanmasına
karşıydı. Belki yeni Tü rkçeye pek aşina olmadığ ından, belki de Kuran’ın Arapça indirilmesine
duyduğ u saygı ve inançtan, kim bilir belki de... Şimdi bilemezsin, bu konuları dedenle
tartışamazsın artık, Hafız Abi’yle de; onlar aralarında konuşurlarken aklının ereceğ i yaşta
değ ildin, şimdiyse geçmişin, o uzak geçmişin içinden çıkıp gelen bö lü k pö rçü k izlenimlerden,
anımsadıklarından, duyduklarından, duyup da unuttuklarından yola çıkarak bir sonuca
varmaya, bir şeyler yazıp çizmeye kalkışıyorsun, ama olmuyor. Ne deden ile Hafız Abi'yi geri
getirebilirsin ne de belli etmeden dinlemeye çalıştığ ın tartışmalarını. Oyleyse o sö zcü klerin
bağ lamını, tarihsel karşılığ ını araştır ve onun ü zerine kur anlatını. Hadi “Menemen'in yalnızca
sevdiğ in, oldukça sık yediğ in bir yemek olmadığ ını, ü lkenin bugü nü ne hâ lâ ışık tuttuğ unu
anlat bakalım. Yağ da kızarmış domates, biber ve soğ anın ü zerine yumurta kırmaktan daha
kolay değil belki, ama Menemen Olayı Manisa’yla ilgili anılarında mutlaka yer almalı.
Can kulağ ıyla dinlerdin sedirin ü zerinde, bahçeye bakar gibi yapıp dikkat kesilir, “Tü rkçe
ezan”, “Menemen”, “Kubilay”, “Cumhuriyet”, “şeriat” sö zcü klerinin sıkça geçtiğ i konuşmadan
yine de bü tü ncü l bir anlam çıkaramazdın. Her şey bö lü k pö rçü ktü kafanda, hayalindeyse
kö tü lü k ile iyilik, şeriat taraftarları ile Cumhuriyet devriminin bekçileri, şeyhler ile dervişler
fır dö nmeye başlarlardı. Hangisi daha yakındı sana, dedene bakılırsa Asteğ men Kubilay
elbette, ama onun başını kör bir bağ bıçağıyla kesip Sancak-ı Şerife asan Derviş Mehmet, İslam
adına, din ve Peygamber uğ runa kalkışmamış mıydı bu işe? Kendini Mehdi ilan edişi
Abdü lhamid’in oğ ullarından birini padişah yaparak hilafeti geri getirmek için değ il miydi? Bir
caniydi evet, meczubun tekiydi. Ama giriştiğ i kıyam, işlediğ i cinayet nasılsa Menemen
halkından destek gö rmü ş, alkışlanmıştı. Neden acaba? Yine sorular sormaya başladın olayları
anlatacak yerde. Okur yorum değ il, çö zü m de değ il, olup biteni ö ğ renmek ister, yıllardır
öğrenemedin gitti.
Yedi değ il dö rt kişiydiler, dö rt Mehmet, kendilerini Kuran’daki “Yedi Uyurlar”a benzetseler de.
Sonra çoğ aldılar, aralarına karışıp isyana katılanlarla sayıları yü zü buldu. Oysa en başta Giritli
Mehmet, Şamdan Mehmet, Sü tçü Mehmet ve Mehmet Emin, Manisa’nın Araboğ lu
mahallesindeki Çırak Ibrahim’in kahvesinde buluşup esrar çekiyor, zikir ayinleri yapıyorlardı.
Nakşibendi’ydiler. Ve suçları bundan ibaretti. Istanbul’da Erenkö y’deki kö şkü nde elini sıcak
sudan soğ uk suya sokmayan, kuştü yü yastıklarda uyuyan, Kutbü 'l-Aktab Şeyh Esat Efendi’ydi
mü rşitleri. Bir de Kıtmir adını verdikleri bir kö pekleri vardı. Kö pek kahvenin ö nü nde
uyukluyor, içerden gelen tekbir seslerini duydukça kulaklarını dikip sonra yeniden uykuya
dalıyordu. Dö rt Mehmetlerse Allah’ın adını andıkça kendilerinden geçiyor, uyumak şö yle
dursun silkindikçe diriliyor, vecit içinde Istanbul'daki şeyhleriyle rabıtaya giriyor, ona
teslimiyet yemini ediyorlardı. Şeyhin, doksan yaşını geçmiş olmasına rağ men rabıta ve zikir
dışında başka işleri, başka planları vardı. Tekke ve zaviyeleri kapatan, halkı fes çıkarıp şapka
giymeye zorlayan, şeriatı hiçe sayan kâ ir hü kü meti Allah’ın inayeti ve Resulullah'ın şefaatiyle
devirmekti niyeti. Bu amaçla Manisa’ya yerleşmiş Florinalı mü badiller arasına mü ritlerini
salarak epeyce taraftar toplamıştı.
1930 yılının aralık ayında dö rt Mehmetler, başlarında Giritli Mehmet olmak ü zere, harekete
geçtiler. Yanlarında Kıtmir, esrar çekip zikir yaparak yola dü ştü ler, konuk kaldıkları Bozalan
kö yü nde silahlandılar, burada Giritli Mehdiliğ ini ilan etti, artık bir kurtarıcıydı o, yalnızca
derviş değ il. Gerçi Yunan işgalinde tekkesini meyhane yapıp gâ vur subayların hizmetine
sunmuştu, ama Kurtuluş’tan sonra yasaklanan tarikatına da bağ lı kalmıştı. Nicedir gü nahkâ r
Istanbul’un burçlarına dikmek için can attığ ı Sancak-ı Şerif dalgalanıyordu dumanlı kafasında.
Afyon yutan derviş taifesindendi evet, ama bu taifede pek sık gö rü lmeyen bir ö zelliğ i de vardı.
Kan dö kü cü ydü . Yandaşlarıyla birlikte Menemen halkını ayaklandırmak ü zere bağ lar, bahçeler
arasından geçer, çoban ateşlerinde ısınırken Reisicumhur Gazi Paşa’nın kellesini pancar gibi
koparıp yeşil bayrakla birlikte gö ndere çektikten sonra hilafet ordusunun başında payitahta
muzaffer bir peygamber olarak girmeyi hayal ediyordu.
Payitahta olmasa bile Menemen’e bu hevesle girdiklerinde gü n yeni ağ armaktaydı. Doğ ruca
Mü ftü Camii’ne gidip cemaatle birlikte sabah namazını kıldılar. Mihraptaki yeşil bayrağ ın
ü zerinde “Fetih Suresi”nin ilk ayetini gö ren Derviş Mehmet hayalinin gerçekleştiğ i sanısına
kapılarak bayrağ ı yerinden alıp tekbir getirmeye, sonra da tü m kasabada yankılanan sesiyle
“Doğ rusu biz sana apaçık bir zafer verdik” ayetini haykırmaya başladı. Caminin imamı da
minareye çıkıp iki el silah atarak halkı cihada çağ ırdı. Kısa zamanda olay asker ve sivil
yetkililer tarafından haber alındı. Hü kü met konağ ının ö nü nde toplanan isyancılar alkış ve
tekbir sesleri arasında ü zerlerine gö nderilen askeri kuvvete karşı direniş gö sterdiler. Sü ngü
takmış emir bekleyen askerin başında genç bir yedek subay vardı. Uniforması içinde ü şü yen,
zayıf ve kumral, dal gibi bir delikanlı. Adı Mustafa Fehmi Kubilay’dı. Mü stakbel katili gibi Girit
kö kenliydi o da, ama değ il cana, bir karıncaya bile kıyamazdı. Bu nedenle komutasındaki
askerlere mermi vermemiş, isyancıları caydırmak için yalnızca süngü taktırmakla yetinmişti.
Kubilay’ın Anadolu’nun çeşitli kentlerinde geçmişti çocukluğ u, kü çü k yaşta evlenip baba,
sonra da ö ğ retmen olmuş, derken memleketi Izmir'i mekan tutarak çoluk çocuğ uyla
Karşıyaka’ya yerleşmişti. Askerliğ ini yedek subay olarak Menemen alayında yapıyordu.
Menemen Izmir kadar olmasa da sıcak yerdir. Ama kışın soğ uk olur, Gediz’in suladığ ı toprak
donar, kırağ ı çalar bağ ı bostanı. Acı patlıcanı kırağ ı çalmaz derler, Kubilay acı patlıcan değ il
yeni yeşeren bir idandı. Işte bu yü zden yaptı hayatının yanlışını, mü rtecilerin yanına gidip
onları uyarmaya, dağ ılmaları için iknaya çalıştı. Ve içlerinden birinin attığ ı kurşunla yaralanıp
yere kapaklandı. Yarası ağ ırdı. Buna rağ men ayağ a kalkmayı başararak bir cami avlusuna
sığ ındı. Derviş Mehmet orada, musalla taşının yanında buldu Kubilay’ı. Genç subay burnundan
soluyordu. Kanı avluyu kızıla boyamıştı. Mehmet cü ppesinin cebinden çıkardığ ı kö r bıçakla
yaklaştı yanına, yalvarmalarına aldırmadan yerde yatan kurbanını yü zü koyun çevirdi ve kuzu
boğ azlar gibi tü m gü cü yle ü zerine çö kerek başını gö vdesinden ayırdı. Kesik başı musalla
taşına vurdu sonra, yü zü ne sıçrayan kanı yalarken tekbir getirmeye devam ediyordu. Elinden
bıraktığ ı yeşil bayrağ ı aldı yerinden, Kubilay’ın başını gö ndere takıp Mehdiliğ ini
tanımayanların sonunun bö yle olacağ ını haykırmaya başladı. Duruma mü dahale eden iki
bekçi de isyancıların açtıkları ateşle şehit oldular. Bunun ü zerine Yü zbaşı Ragıp Bey
komutasında bir askeri birlik kasabaya gö nderildi. Çatışmada Mehdi olduğ u için kendisine
kurşun işlemeyeceğ ine inanan Derviş Mehmet başta olmak ü zere ö bü r ü ç Mehmet
ö ldü rü ldü ler, dö rdü ncü sü yse tutuklandı. Bö lgede sıkıyö netimin ilanından sonra kurulan
askeri mahkemede yargılanıp diğ er elebaşlarıyla birlikte idam edildi. Kurunun yanında yaş da
yandı bu arada. Gazi Paşa ö nce olaya alkış tutan Menemen halkının topa tutulmasını, biraz
yatıştıktan sonra da sü rü lmesini emrettiyse de yakın çevresinin ricaları sonucunda bundan
vazgeçerek mahkemenin verdiğ i idam ve ağ ır hapis cezalarıyla teselli buldu. Ama kü stü
Manisa’ya, Izmir'e trenle giderken ö zel vagonunun perdelerini kapattırıp istasyondan son
hızla geçtiği söylenir. Bu bir söylenti belki, ama Menemen vahşeti ne yazık ki gerçek.
Yıllar sonra bu satırları yazarken bile ü rperiyorsun. Kubilay’ın Islam adına işlenen
cinayetlerin ne ilk ne de son kurbanı olduğ unu biliyorsun çü nkü . Tekbir sesleriyle boğ azlanan
suçsuz insanların kesik başları geceleri uykularını bö lü yor. Akıbetleri Kubilay’ınkine
benzeyenlerin ö lü m haberleri geliyor dü nyanın dö rt bir yanından. Yine de Menemen’de
yargılananların askeri mahkemenin kararıyla savunmadan yoksun bırakılmalarını
anlayabilmiş değilsin. Avukat tutma hakları ellerinden alınmamalıydı diye düşünüyorsun. Peki
ö yle olsaydı deden savunur muydu canileri? Kendisi inançlı bir Mü slü man olduğ u halde
hukuku inanca üstün tuttuğundan herhalde savunurdu.
Çocukluğ unda Menemen Olayı unutulmamıştı, bugü n de unutulmuş değ il. Manisalı canilere
lanet okuyan da vardı o zamanlar, onlara arka çıkan da.
– Derviş Mehmet, Kubilay’ın başını kör bıçakla kesmiş ha! derdi İsmail. Sonra da kanını içmiş!
Çocuktunuz, her çocuk gibi hem merak eder hem de kandan korkardınız.
– İçmiş evet, diye karşılık verirdin. Şehit kanını hem de!
– Kubilay şehit sayılır mı peki?
– Dedem öyle diyor?
– Babam asıl Derviş Mehmet’in şehit olduğunu söylüyor da...
Fal taşı gibi açılırdı Ismail’in çakır gö zleri. Kim bilir, kendi başına geleceklerden habersiz belki
babasına hak verirdi, belki dedene. Ne zaman Kubilay'dan sö z etseniz sü sü cü malak gibi
bakardı İsmail. Sonra başını öne eğer düşüncelere dalardı.
Lat

O sabahı hiç unutmam, tanyeri kıpkızıldı. Gü l parmaklı şafak Kâ be’yi henü z aydınlatmaya
başlamıştı ki bir vaveyla koptu. Mekke Mekke olalı bö yle şey gö rmemiştir. Kadınlar en gü zel
giysilerini giymiş, sü slenip pü slenip ellerinde te lerle sokağ a dö kü lmü şlerdi. Başlarında Hind
vardı. Siyah ipekler içinde, her an avının ü zerine atılmaya hazır bir pantere benziyordu. Alnına
kan kırmızısı boyalar sü rmü ş, saçlarını topuz yapıp arkadan bir tokayla tutturmuştu. Onun
yerinde olmak için neler vermezdim. Zengin ve gü çlü , ü stelik yakışıklı Ebu Sü fyan’ın karısı
olduğ u için değ il. Gü zel ve vahşi bir gö rü nü şü vardı. Bir ilahe kadar, hatta ondan daha fazla
kindardı. Tutkulu bakışlarıyla beni bile korkuttuğ unu itiraf etmeliyim. Bö yle kadınları her
zaman beğ enmişimdir. Hind, Bedir'de kaybettiğ i babası ile iki erkek kardeşinin ö cü nü almak
için savaş çığ lıkları atıyor, Kureyşlileri Muhammed ve taraftarlarına karşı cenge davet
ediyordu. Diğ er kadınlar al yeşil giysileriyle arkasından geliyorlardı. Onların da yü zleri boyalı,
ayak bilekleri halhallıydı. Gü mü ş ve altın bilezikler şıkırdıyordu kollarında. Kulaklarındaki
kü peler gö z kamaştıracak denli parlaktı. Neredeyse ev ev dolaştılar tü m kenti, erkeklerini
savaşa kışkırttılar. Öğleye doğru kızgın güneş gökyüzünü ortaladığında Ebu Esedü’l Cumahi de
katıldı aralarına; hani Bedirde esir dü ştü kten sonra Mü slü manlar aleyhinde sö z
sö ylemeyeceğ ine yemin ettiğ i için serbest bırakılan şu yaman şair. Sıcağ a aldırmadan, hatta
sanki gü neşten ilham alarak en çok o bağ ırıp çağ ırıyor, ö lü lere mersiyeler dü zü yordu. “Gü neş
altında çoktan dağ ıldı cesetleri” diyordu. “Kanları da onurları gibi yerde kaldı. Kureyş’in
üzerinden kim kaldıracak bu yazgıyı?”
Bö ylece kısa zamanda civar kabilelerden iki bin kadar asker toplandı, Kureyş’in eli silah tutan
erleri de bin kadardı. Gelip bizi de kaldırdılar yerimizden, Uzza’yı ve beni iki kızıl devenin,
Manat’ı bir doru kısrağ ın ü zerine koydular. Medine’ye doğ ru yola çıktığ ımızda gü neş batmak
ü zereydi. Dura kalka, gö çe konaklaya tez ilerlemedik belki, ama Uhud'a vardığ ımızda dağ ı
dolaşarak Cebel-i Ayneyn'in eteklerine yayıldık. Tam ü ç bin asker, bir o kadar deve ve iki yü z
atlıydık. Kadınları saymıyorum, sancaklar ile kü çü k putları da. Onlar karargâ h çadırlarında
kalmışlardı, kadınlarsa arkada. Ne var ki Ayneyn’den kalkıp çorak sahada savaş dü zenine
girerken kılıç kuşanıp zırh giymeseler de, te leri, allı yeşilli giysileri ve deveninkinden beter
kinleriyle ö ne geçtiler. Er meydanından kaçarlarsa bir daha kendileriyle sevişmeyeceklerini
haykırdılar kocalarına.
Muhammed de kentten çıkmış, ordusuyla Uhud’a arka verip tam karşımızda saf tutmuştu.
Yedi yü z kadar yaya asker saydım, çoğ u zırhsızdı. Yalnızca iki atlı vardı içlerinde: Ebu Bü rde
ile Peygamber. Onların peygamberi elbet, yoksa hü kmü ne bize geçer ne Kureyş’e. Sö zü de, bal
kadar tatlı olsa bile, etkilemez bizi. Çü nkü biz Allah’ın kızlarıyız, o ise Allah’ın elçisi. daha
doğ rusu ö yle olduğ unu iddia ediyor, ben bilemem. Ama her iki atlının da kesin zafere
inandıklarını sö yleyebilirim. Allah'ın onlara arka çıkacağ ından emin, son hazırlıklarını
yapıyorlardı. Derken Bilal-i Habeşi’nin sesi duyuldu. Dağ ın tepesindeki bir mağ aradan
geliyormuş gibi boğ uk ve etkileyiciydi. O keyle yü zü me tü kü rdü ğ ü gü nden beri haber
almamıştım kendisinden. Demek ki o da Mü slü man olup Medine’ye gö çmü ş. Keşke Ebubekir
azat etmeseydi de gö ğ sü ndeki kayanın altında bir bö cek gibi ezilip gitseydi! Bilal’in sesini
duyanlar namaza durdular, bizimkilerse adımızı haykırmaya başladılar. Gururlanmadım
desem yalan olur. “Ey Uzza! Ey Lat! Ey Manat!” diye bağ ırıyorlardı, “Bizi muzaffer kılın!”
Uzza’nın kızıl devenin ü zerinde, mağ rur ve heybetli, gü lü msediğ ini gö rdü m. Sefere çıkmadan
ö nce Ebu Sü fyan ona danışmış, zafer vaadi almıştı. Ben de cesaret vermiştim ordu
kumandanına. Elimle değ il elbet, dilimle de değ il, bakışlarımla. O da ne demek istediğ imi
anlamış gibi başını sallayıp sakalını sıvazlamıştı.
Karşılıklı dualardan sonra Muhammed’in elli kadar okçuyu Uhud’un yamacındaki hâ kim bir
mevkie yerleştirdiğ ini gö rdü m. Olası bir çevirme hareketini ö nlemek istediğ i belliydi. Gü lü p
geçtim tabii ki. Velid oğ lu Halid’e sö kmez ki bu ö nlem, onun kumandasında sü variler
saldırmaya gö rsü n, ne oktan sakınırlar ne tuzaktan. Kanatlanmış atlarıyla ekin biçer gibi
biçerler dü şmanı. Okçuları mevzilendirdikten sonra Muhammed elindeki kılıcı Ebu
Dü rcane’ye verdi, kendisi de, sanki peygamber değ il de cengâ vermiş gibi bir başka kılıç
kuşanıp kalkanını sol eline aldı, yayını da sırtına astı. Sonradan o kılıcın ü zerinde “Korkunun
ecele faydası yoktur” diye yazdığ ını ö ğ rendim. Mü slü manlar da bizimkiler gibi kadere
inanıyor demek ki. Ama onlar Allah’a teslim etmişler kaderlerini, bizimkilerse Manat'a. Bir de
kâ hinlere. Onlar da geleceğ i bilir, gaipten haber verirler. Ebu Dü rcane Muhammed’in sağ
beraberinde, Ali solundaydı. Sa larımıza doğ ru yü rü dü ler birlikte, ama savaşı başlatan onlar
olmadı. Ali’nin ucu çatallı Zü l ikâ r'ının gü neşte parıldadığ ını, Dü rcane’nin miğ ferine sardığ ı
kırmızı şalın rü zgâ rda dalgalandığ ını gö rdü m. Her ikisinin de aramızdan nice yiğ itleri yere
serip öldüreceklerini bilemezdim elbet.
Evet, savaşı onlar başlatmadı. Ilk oku atan, sonra da yalınkılıç ü zerimize saldıran Kuzman
adında bir mü nafık oldu. Orduya katılmayıp Medine’de kaldığ ı için kadınların hakaretine
uğ radığ ını ö ğ rendim sonradan. Kadınlara maskara olmayı kendine yediremeyince bir koşu
gelip yetişmiş, Mü slü manların arasında saf tutmuş. Ilk o saldırdı, ö nü ne kim çıktıysa yere
serdi. Sonunda bizimkiler hakkından geIdiler elbet, ö lmeden ö nce kendisine şaka yollu
“Şahadet’in mü barek olsun ey Kuzman!” diye bağ ıran Numan oğ lu Katade’ye, şehit olup
cennete gitmek için değ il Medine hurmalıklarını Kureyş'in gazabından korumak için
savaştığ ını sö ylediğ ini duydum. Ve nedense acıdım ona. Zavallı Kuzman! Ne şehit oldu ne
gazi! Kadınlar yüzünden ve bir hurmalık uğruna can verdi.
Kuzman’ın cesaretiyle coşan sancaktarımız Talha oğ lu Talha ö ne atıldı bu kez ve er
meydanına bir Mü slü man istedi. Ali yetişip bir kılıç darbesiyle başını gö vdesinden ayırdı
zavallının, sonra Mü slü manlar ile bizimkiler birbirine girdiler. Sancağ ımız elden ele geçiyor,
yere dü şmeden rü zgâ rda dalgalanıyor, ne var ki onu tutanlar peş peşe yere seriliyorlardı.
Muhammed’in amcası Hamza’nın, Kureyş’in sancağ ını dik tutmakla gö revli
Abdü ddaroğ ullarının baba, oğ ul, birader ve amca olmak ü zere tam yedi ü yesini gö zü nü
kırpmadan ö ldü rdü ğ ü nü gö zlerimle gö rdü m. Kan aktıkça tapınağ ımda kesilen kurbanlar
geliyordu aklıma, ü rperiyordum. Kim demiş gö rmeyen, hissetmeyen, konuşmayan taş
parçalarından ibaret olduğ umuzu. Mü slü manlar ile bizimkiler birbirlerini kırdıkça coşuyor,
şehvet duygularım kabarıyor, sevinç çığ lıkları atmamak için kendimi gü ç tutuyordum. Ama
Hamza’nın akıbeti karşısında dayanamayıp elimi apışarama daldırdım.
Sefere çıktığ ımızda Hind’in, Cü beyr'in Habeş kö lesi Vahşi’yle konuştuğ una tanık olmuştum.
Hind, Hamza’yı ö ldü rü rse ü zerindeki takıları ona vereceğ ini, ayrıca azat edileceğ ini
sö ylemişti. Iki taraf da kıran kırana dö vü şü rlerken Vahşi bir kayanın ardına gizlenmiş, olan
biteni, daha doğ rusu Hamza’nın hareketlerini dikkatle izliyordu, ben de onu. Elinde hede ini
hiç şaşmayan mızrağ ı vardı. Hamza, “Allah’ın Aslanı” lakabının hakkını vermek istercesine
kü krü yor, naralar savurup ö nü ne kim çıkarsa yere seriyor, kollar, bacaklar, eller ile kelleler
havada uçuşurken kılıç ü şü rü p can alıyordu. Bir ara, Abdü luzza’nın oğ luna hamle edip onu da
ö ldü rdü kten sonra soluk almak için durdu. Vahşi de tam o sırada, yanına yaklaşmaktan
korktuğ u Hamza’ya doğ ru fırlattı mızrağ ını. Mızrak Habeş tarzı dö ne dö ne ve havada kavis
çizerek geldi, Muhammed’in amcasının kalbine saplandı. ö nce şaşırdı melun, ne olduğ unu
anlamak istiyormuş gibi çevresine bakındı. Olü mü n bö yle ansızın, hiç ummadığ ı bir anda
gelip kendisini bulacağ ını ummuyordu tabii, tuzağ ın farkında bile değ ildi. Sonra bö ğ ü rerek
yere yıkıldı. Ben Hamza’nın sonuna sevinirken bir de ne gö reyim! Hind savaşanların
arasından geçip cesetlerin ü zerinden atlayarak Hamza’ya doğ ru gelmiyor mu? Doğ rusu pek
anlam veremedim bu davranışına. Ama kalbinde mızrak, yerde sere serpe yatan Hamza’nın
karnını hançeriyle yarıp ciğ erini yediğ ini gö rü nce zevkten dö rt kö şe oldum. Hele kulağ ı ile
burnunu da kesince kan istedi canım. Hind vahşi ve vakur bir edayla bileziklerini ve kü pelerini
çıkarıp Vahşiye verdi, yerlerine de Hamza’nın uzuvlarını taktı. Yalnızca babası ile iki erkek
kardeşinin ve Kureyşli nice savaşçının değ il bizlerin de ö cü alınmış oldu bö ylece. Hamza’nın
bir av dö nü şü yeğ enine arka çıkıp onunla alay edenleri nasıl darmadağ ın ettiğ ine bizzat tanık
olmuştum. Bununla yetinmeyip bana da kü frettikten sonra Mü slü manlığ ını ilan etmişti. Onu
kendi ellerimle boğ up ö ldü rmek isterdim, ama sanırım bö ylesi daha iyi oldu. Kız kardeşim
Manat bir Habeş köle sayesinde kesti ipini.
Hamza’nın ö ldü rü lmesine rağ men savaş bizimkiler aleyhine gelişiyor gibiydi. Mü slü manlar
can havliyle dö vü şü yor, Kureyş’e ö lü m yağ dırıyorlardı. Muhammed’i kıskanıp elli taraftarıyla
Medine’den ayrılarak aramıza katılan, onların nezdinde mü rtet bizim nezdimizde makbul olan
Ebu Amir Fasık’ın oğ lu Hanzale’ye ilişti bir ara gö zü m. Babası ne kadar dil dö ktü yse de
inancından vazgeçirememişti oğ lunu. Savaştan bir gü n ö nce Cemile adında dü nya gü zeli bir
kadınla evlenip gerdeğ e girmiş, sonra gusü l aptesi almaya bile vakit bulamadan orduya
katılmıştı. Kahramanca çarpışıyordu ö nü mde. Birkaç askerimizi kırdıktan sonra Ebu
Sü fyan’ın ü zerine doğ ru yü rü dü ğ ü nü gö rdü m. Evs’in oğ lu Şeddat ona karşı çıkıp bir vuruşta
bitirdi işini. Savaştan sonra Muhammed, Hanzale’nin cesedini meleklerin yıkadığ ını sö ylemiş
yandaşlarına. Adeti olduğu üzere Cemile’yle de evlenmemiş.
Evet, savaş bizimkilerin yenilgisiyle biteceğ e benziyordu. Sa larımız bozulmuş, askerin morali
çö kmü ştü . Tam bu sırada Muhammed’in 'Uhud’un yamacına yerleştirdiğ i okçuların
mevzilerini terk ettiklerini gö rdü m. Onları ordumuzun sağ kol kumandanı Velid’in oğ lu Halid
de gö rdü . Ganimetten pay alabilmek için aşağ ıya koşuyorlardı. Halid bu fırsatı kaçırmayarak
sü varilerimize saldırı emrini verdi hemen. Mü slü man ordusunu arkadan çevirip
Muhammed’in karargâ hına kadar yaklaştılar. Orada çok kanlı çarpışmalar oldu, durum
lehimize dö nmeye başladı. Bir ara Muhammed’in ö ldü ğ ü haberi de geldi, ama ben inanmadım.
Sonradan bir taşla dudaklarının yaralandığ ını, ö n dişinin kırıldığ ını, miğ ferinden kopan
halkaların yanağ ına saplandığ ını ö ğ rendik. Mü slü manlar bozulup kaçmaya başlayınca
yanındakiler dağ ın yamacına gö tü rmü şler, orada yaralarını sarıp ö n dişini toprağ a
gö mmü şler. Yıllar sonra o dişi ziyaret edenlerin bana kurban kesenlerden daha fazla olacağ ını
bilemezdim elbet.
Aslında Uhud’un tepesinden bizim yö netmemiz gerekirdi savaşı. Eskiden, çok eskiden, Troya
denilen savaşta ö yle olmuş, tanrılar bir dağ ın tepesinden dilediklerine zafer kazandırmış,
dilediklerini yenilgiye uğ ratmışlar. Ama onlar, sayıca pek kalabalık da olsalar, gü çlü tanrılardı.
Bizse Allah’ın kızlarıydık. Sonunda Allah kazandı biz kaybettik. Babamız ziyan etti bizi.
Savaşı kazandık gerçi, ama Mü slü manların peşine dü şü p Medine’yi alamadık. Alıp hepsini
kılıçtan geçirseydik sonumuz Muhammed’in elinden olmazdı. Kısa zamanda toparlanıp
Mekke’yi ele geçireceğ ini, başta Hubel olmak ü zere hepimizi teker teker kırıp yok edeceğ ini
tahmin etmiştim, ama Ebu Sü fyan zaferden sonra bize şü kranlarını sunmakla yetindi sadece,
Müslümanları takip ederek evlerine kadar kovalamadı. Hatasını anladığındaysa vakit çok geçti
artık, Mü slü manların sayısı ve gü cü çoğ almış, bahtiyar ve bahtsız Arabistan'ın neredeyse tü m
kabilelerini kazanmışlardı. Bir zaman sonra Ebu Sü fyan ve karısı, evet vahşi ve gü zel Hind de
aralarında tü m Mekke uluları Islam’ı kabul edip Muhammed’e biat ettiler, bizse, biz Allah'ın
kızları Uzza, Manat ve ben Lat, kırılıp parçalandık, pul pul yere dö kü ldü k. Bir adımız kaldı
yadigâr, bir de anımız.
Ekmekçi İbrahim

Deden ö ldü ğ ü nde, bu sö zcü ğ ü ona hiç yakıştıramadığ ın, Hicaz çö llerinden bile sağ salim
dö nebildiğ ine bakılırsa belki de onun ö lü msü z olduğ unu sandığ ın için “ruhunu teslim
ettiğ inde” demek geliyor içinden, evet beden haşre kadar kabirde çü rü yü p gider, ama ruh
gö ğ e yü kselir, çü nkü onu Allah vermiştir ve zamanı geldiğ inde Azrail’in eliyle yine O alacaktır,
O’na teslim edilecektir emanet, deden de her Mü slü man gibi kesinlikle inanıyordu buna, ne
tuhaf sö zü dö ndü rü p dolaştırmaya başladın yine, deden can verdiğ inde, evet en iyisi bu “can
vermek” deyimi, bir canın var ve onu Allah’a veriyorsun, alan da veren de memnun mu peki,
seni bilmem ama deden herhalde memnundu. Uzun yaşamış, çok gö rmü ş, çok çalışmıştı
çü nkü . Çok hayır işlemişti. Ve bir mahkû mu ipten kurtarmıştı. Çok da namaz kılıp oruç
tutmuştu, daha ne yapsın! Uç kızını bü yü tmü ş, yetiştirmiş, meslek sahibi kılmış, hiç değ ilse
birini, anneni evermiş, torun sahibi olmuştu. Ve torunu başucundaydı öldüğünde.
Annen ve teyzelerin cenazesini Istanbul’da yattığ ı hastaneden alıp Manisa’ya gö tü rdü ler,
orada, doğ up bü yü dü ğ ü , kolan vurup sapanla kuş avladığ ı, kim bilir belki senin de
çocukluğ unda yaptığ ın gibi uçurtma uçurduğ u Sipil Dağ ı’nın eteklerinde toprağ a verildi.
Cenazenin kalktığ ı Ulucami’ye gitmedin. Musalla taşına konulan tabuta son kez dokunmadın.
Istanbul’da vedalaştın dedenle ve sana, yalnızca sana, hayatta işlediğ i en bü yü k sevabın bir
mahkû mu ipten kurtarmak olduğ unu orada, ö lü m yatağ ında sö yledi. Kim olduğ unu
sorduğ unda yanıtlamadı, “Allah gü nahını affetsin!” demekle yetindi. Neydi peki gü nahı?
Neden çoğ ul değ il de tekil kullanmıştı bu sö zcü ğ ü ? Aradan yıllar geçtikten sonra keşfedecektin
gerçeğ i. Asılmaktan kurtardığ ı mahkû mun gü nah işlemek şö yle dursun en bü yü k sevaba
girmek niyetiyle işlediği cinayeti tüm ayrıntılarıyla öğrenecektin.
Dedenin ö lü mü nden sonra bü yü kannene teyzelerin baktı, annen Fransa’ya yerleşmişti çü nkü ,
sen de annenin yanındaydın. Uzun sü re dö nmediniz Tü rkiye’ye. Manisa'ya da ne sen ne annen
bir daha hiç uğ ramadınız. Ev satılmış, miras paylaşılmıştı. Hicaz’da topladığ ı değ erli kitapları,
Kuran tefsirlerini ve yazıhanedeki arşivini sana bırakmıştı deden, ama onlarla uğ raşacak
vaktin yoktu. Artık sana ait bu evrak-ı metrukenin gü venli bir yerde saklanması gerekiyordu.
Halk kü tü phanesinde gö revli bir çocukluk arkadaşından rica ettin, eksik olmasın yakından
ilgilendi, kitaplığa taşıttı tümünü ve ilk fırsatta sana verilmek üzere arşive koydurdu.
Zamanla unuttun her şeyi. Dedeni, ondan sonra fazla yaşamayan bü yü kanneni, Sipil Dağ ı ile
kıyamet gü nlerini, Allah ve elçisini, Ulucami'nin imamını bile unuttun, oysa ne gü zel sesi
vardı, ö mrü nde dinlediğ in ilk ve son Mevlit’i, babanın ruhuna o okumuş, o ü lemişti.
Olmü şlerinin ruhuna bir Fatiha okumaya kalksan “bismillah” demeyi unutacak kadar uzak
dü ştü n o dü nyaya, çocukluğ unun namaz, oruç ve zekâ tlarına, Kurban Bayramlarına. Evet,
Kurban Bayramlarına bile. Vatandaşların Fransa’da, banliyö deki toplu konutlarının
banyolarında kurban kesmeye kalkıştıkları için belki, belki de hâ lâ kınalı koçları sevdiğ in,
onlara kıyamadığ ın için. Gü nü n birinde Ekmekçi Ibrahim’in cinnete kapılıp Ismail’i keseceğ ini
nereden bilebilirdin.
Uzun yıllar geçti aradan, yaşlanmaya başladın. Çocukluğ unu, o yitik cenneti, dedenle
bü yü kannenin yanında, yakınlığ ında geçirdiğ in gü nleri arar oldun hayatın sillesini yedikçe.
Bö yle darmadağ ın, hem okşayıp hem acıtan hikâ yeler yazdıkça. Adın yazara çıktıkça. Ve bir
gün Manisa’ya döndün sonunda.
Izmir’e uçakla gidip kara yoluyla ulaşabilirdin çocukluğ unun kentine. Ama Istanbul’dan
vapurla Bandırma’ya, oradan trenle Manisa’ya gitmeyi yeğ ledin, bir zamanlar annenle
yaptığ ınız gibi Balıkesir’den sonra “bizim dere” adını verdiğ in kışın coşan, yazın kuruyan o
derecik çıktı yine karşına, kış olduğ u için suyu boldu. Savaştepe’ye kadar trenin camından
eşlik etti sana, yalnız bırakmadı. Sonra boz tepeleri, yamaçlarda kat kat yü kselen mısır
tarlalarını geride bırakıp dü ze indi tren, eski gü nlerdeki gibi o laya pu laya gitmiyordu hayır,
lokomoti in bacasından da dumanlar fışkırmıyordu. Motorlu trenin geniş ve rahat
koltuğ undan seyrederek geçtin Kırkağ aç’ı, minareler ve bereketli ova yerli yerindeydi, yol
boyu içine bir keder tortusu bırakan ıssız istasyonlar da. Çocuklar aşağ ıdan “Gaztaaa!” diye
bağ ırmıyorlardı artık. Yoksulluk eski gü nlerde kalmış, ü lke kalkınmıştı. Belki de sana ö yle
geliyordu. Ege toprağ ı her zaman bereketliydi zaten, zeytin, tü tü n, pamuk, ü zü m cennetiydi.
Ama nedense tü tü n ırgatlarını, evinize gelen şişman ve kimsesiz gü ndelikçi kadınları, perde
yerine kullanmak için yolculardan gazete isteyen partal giysili çocukları anımsıyordun. O
gü nler sanki daha gü zel, çok daha aydınlıktı, ü lkenin geleceğ ini karartmak isteyenler pusuya
yatmış bekliyor olsa da. Dayanışma vardı, inanç ve merhamet, hatta karşılıklı saygı. Kazanç
hırsı her şeye hâ kim olmamıştı henü z, kö şeyi dö nenler bunca kalabalık, bö ylesine arsız
değildi. Sadaka belki yetersizdi, ama zekât bir erdemdi ve farzdı.
Akhisar'da durduğ unuzda yine satıcılar doldurdu kompartımanı. Bir gevrek aldın. Eski
gü nlerin tadındaydı. Ibrahim Efendi’nin fırınından yeni çıkmış gibi sıcak, bol susamlıydı. Ve
dedenin ipten kurtardığ ı mahkû mun Ibrahim Efendi olduğ unu bilmiyordun daha. Derken,
Hacırahmanlı’da durmadan Manisa’ya vardınız. Deden toprak olmuştu çoktan, kent gelişmiş,
enine dikine bü yü mü ştü , ama kıyamet kopmamıştı. Çok şü kü r henü z kopmamıştı. Dağ yerli
yerinde duruyordu. Halk Kütüphanesindeki evrak-ı metruke de.
Dava dosyalarını atmadan ö nce teker teker karıştırırken ö ğ renmiştin gerçeğ i. Ibrahim Efendi
biricik oğ lu Ismail'e tapıyordu, ama Allah’a da tapıyordu. Dedenin yaptığ ı savunmadan
anlaşıldığ ına gö re bu sevgi çok derin, belki karşılıksızdı. Çü nkü haylazın biriydi Ismail.
Yaramazın, merhametsizin, hayırsızın biri. Ibrahim Ekmekçi olay gü nü cinnet geçirmemişti,
hayır. Akli dengesi yerindeydi. Allah’a duyduğ u sevgiyi sınamak istemişti yalnızca ya da adaşı
Ibrahim’e yaptığ ı gibi, belki de Allah onu sınamak istemişti, kim bilir. Oturup baştan aşağ ıya
okudun kalın dosyayı. Ekmekçi Ibrahim’in davranışının Hazreti Ibrahim’inkinden farkı
olmadığ ını kanıtlamak için her gerekçeye başvurmuştu deden. Yugoslavya gö çmeniydi, orada
komü nistler camileri ahır yapmaya başlayınca kalkıp gelmişti buralara, çü nkü inancı tam bir
Mü slü man’dı. Manisa eşrafından bir kadınla evlenmiş, ne var ki Boşnak toprağ ında serpilen
boyuna bosuna, yeşil gö zlerine meftun olan karısı zamanla hor gö rmeye başlamıştı onu. Sonra
da çekip gitmiş, Ismail’i ona bırakıp bir başkasına varmıştı. Ibrahim Efendi’ye koydukça
koymuştu bu durum, o da ne yapsın, topluma da pek fazla uyum sağ layamadığ ı için tü m
ilgisini, tü m sevgisini oğ luna vermişti. Bu dü nyada Ismail’den başka bir dikili ağ acı, bir karış
toprağ ı, kimi kimsesi, bir yaşam nedeni var mıydı? Yoktu elbet. Ibrahim Ekmekçi, fırının da
Rumeli işi ne is kolbö rekleri, gevrekler, pamuktan yumuşak ve beyaz francalalar da yapıyordu,
ama gö zü sevgili oğ lundan, biricik Ismail'inden başkasını gö rmü yordu. Bir de ona bu oğ lu
bağ ışlayan Allah’ı elbette, artık Rabbini mahkemede sö ylediğ i gibi “kalp gö zü yle gö rü p can
kulağıyla duymaya" başlamıştı. O’na şükranlarını sunmak için her türlü fedakarlığa da hazırdı.
Kuran’ı okudukça, cuma namazlarında Ulucami imamının vaazlarını dinledikçe inancı arttı,
giderek yalnızlığ ında Allah’la konuşmaya, dertleşmeye başladı. Hakk’a dua etmiyordu artık,
O’nu içinde, yü reğ inin derinliklerinde hissediyor, sevgisini kazanmak, O’nunla halleşip
kaynaşmak, yü ce varlığ ında erimek için can atıyordu. Fırını da kapatmış tü mü yle ibadete
vermişti kendini. Bir tekkeye girmişti. Gece gizlice yapılan zikir ayinlerini kaçırmıyor, iriyarı
bedeniyle sabahlara dek sema yapıyor, dö ndü kçe dö nü yordu. Kimi zaman yanağ ına şiş sokup
kor ateşin ü zerinde yü rü dü ğ ü de oluyordu. Başına ne geldiyse bu yü zden geldi zaten, Allah’ın
gerçekten onu sınamak, sevgisinden emin olduğ unu ö ğ renmek istediğ ini sandı. Ve kıydı
zavallı Ismail’e. Bıçağ ı boğ azına sapladığ ında uykudaydı yavrucak ve gö kten ne melek ne koç
inmediğ ini, Allah’ın da elini tutmadığ ını fark edince inancını yitirdi. Dedene bakılırsa cinayeti
işlediğ inde aklı başındaydı, sonradan delirdi. Koyu, sıcak bir kan fışkırmıştı yatağ a, çarşaf al
kanlara boyanmıştı. Şehit olmuştu Ismail, ne var ki Ibrahim Efendi artık bir katildi, mü min
olduğ unu iddia etse de. Belki kan tutuğ u için, belki de çaresizlikten, şaşkınlıktan, herkese,
Allah'a bile kü stü ğ ü nden olduğ u yerde donakalmıştı. Kıpırdamıyor, gü çlü kle soluk alıyor,
bakışlarını tavana dikmiş sanki orada oturan birine bir şeyler mırıldanıyordu. Ne dediğ i pek
anlaşılmıyordu, ama giderek kendinden geçtiğ i belliydi. Bir elinde bıçak, ö tekinde tespih vardı
hâlâ.
Dedenin savunması sayesinde mahkeme ne katil ne mü min değ il, deli olduğ una karar verdi
Ibrahim Efendi’nin. Ve Manisa Tımarhanesine kapatıldığ ında çö kmü ş, Yolageldi Baba’nın
türbesindeki mum gibi içten içe eriyip çoktan sönmüştü.
Sorup soruşturduğ unda çocukluk arkadaşının mezarda, babasınınsa tımarhanede olduğ unu
ö ğ rendin. Ve nedense onu Kurban Bayramlarında surra tepsisini gö tü rdü ğ ü n fırının ö nü nde
tespih çekerken anımsadın. Alevlerin yalazı vuruyordu yü zü ne. Alnı her zamanki gibi geniş,
sakalı gü rdü . Bilenmiş bıçak kadar keskindi bakışları. Zü mrü t yeşili gö zlerinde inancın şiddete
varan derinliğ i vardı. Evet, memleketi Mostar'da, boşluğ a asılı taş kö prü nü n altından akan
Neretva’nın suyu kadar yeşil ve derindi Ibrahim Efendi’nin bakışları. Kar da, yanlış
anımsamıyorsan, o gü n yağ maya başladı. Oysa Manisa’nın kışları pek soğ uk geçmez,
hayatında ilk kez Balıkesir'de gö rdü ğ ü n karı sınıf arkadaşlarına ballandıra ballandıra
anlatırdın. Onlar karın bö yle lapa lapa, yumuşacık yağ ışını da, kardan adam yapmayı da, Hayat
Bilgisi kitaplarından biliyorlardı. Oysa sen karı da biliyordun, kardan adam yapıp burnuna bir
havuç, gö zlerine iki kö mü r parçası yapıştırmayı da. Eline bir sü pü rge tutuşturmayı da. Ismail
“Bir kar yağ sa da kardan adam yapsak” der dururdu. Ama dedenle bü yü kannenin evinde
kaldığ ın yıllar boyunca hiç kar yağ madı Manisa’ya. Yalnızca bir kış parktaki havuz dondu o
kadar. Tarzan kulü besinden bir koşu gelerek esmer ve çıplak bedeniyle Nemrud’un ateşine
girer gibi havuza girip buzları kırdı da, balıklar kurtuldu. Sahi, ateşte biraz yandıkları için
sırtları kırmızıydı o balıkların, Tarzan buzu kırmasaydı havasızlıktan ö lebilirlerdi. işte bö yle,
bu yaşanası, bu ö lü mlü dü nyada onlar da yok olup gidebilirlerdi. Yıllar geçti aradan, kimi
serden kimi yardan ve oğlundan geçti, sen şu anlatma illetinden hâlâ vazgeçmedin.

You might also like