Professional Documents
Culture Documents
Adorno Ve Deleuze'de Sanat-Politika Ilişkisi
Adorno Ve Deleuze'de Sanat-Politika Ilişkisi
ANKARA ÜNĠVERSĠTESĠ
SOSYAL BĠLĠMLER ENSTĠTÜSÜ
SĠYASET BĠLĠMĠ VE KAMU YÖNETĠMĠ
ANABĠLĠM DALI
Adem YILMAZ
Ankara-2017
1
2
TÜRKĠYE CUMHURĠYETĠ
ANKARA ÜNĠVERSĠTESĠ
SOSYAL BĠLĠMLER ENSTĠTÜSÜ
SĠYASET BĠLĠMĠ VE KAMU YÖNETĠMĠ
ANABĠLĠM DALI
Adem YILMAZ
Tez Danışmanı
Ankara-2017
3
i
TÜRKĠYE CUMHURĠYETĠ
ANKARA ÜNĠVERSĠTESĠ
SOSYAL BĠLĠMLER ENSTĠTÜSÜ MÜDÜRLÜĞÜNE
Adem YILMAZ
ii
ĠÇĠNDEKĠLER
ĠÇĠNDEKĠLER ................................................................................................................ i
GĠRĠġ ............................................................................................................................... 1
SONUÇ .......................................................................................................................... 86
KAYNAKÇA................................................................................................................. 91
ÖZET ............................................................................................................................. 97
ABSTRACT .................................................................................................................. 98
iiii
GĠRĠġ
Gilles Deleuze, Jean-Luc Godard üzerine bir söyleşisinde, üretken bir çalışma
önemine vurgu yapar: “(...) bu herhangi bir yalnızlık değil, son derece dolu bir yalnızlık.
Çoklu, yaratıcı bir yalnızlık” (Deleuze, 2013a:45). Bu yalnızlık, bir yalıtılmışlık, bir
münzevilik göstergesi olmanın çok ötesinde, başkalarıyla, yerleşik formların dışında bir
patron, ne bir başka işçi, ne bir entelektüel, ne de oyuncularla konuşan bir yönetmendir.
Bunun nedeni, her tarza ayak uydurabilmesi değil, yalnızlığının ona büyük bir kapasite,
de, onun pek çok şeyi kurtardığı bir süreçte kaleme alınmaya başlandı. Başka bir
olduğu gibi, olanca kalabalığı ve ıssızlığıyla, açığa vurmaktan başka bir şey yapmadı. 1
Öte yandan, bir yalnızlığın açığa çıkması, duyumsanabilir bir boyuta ulaşması
Theodor W. Adorno ve Gilles Deleuze‟ü konu eden bir çalışmanın, bir bakıma,
1
“Her birimizde kendi kendimize de yönelttiğimiz bir çileci vardır. Biz, hepimiz kabilelerle, bitkilerle
ve hayvanlarla dolu birer çölüz” (Deleuze, Parnet, 1990:27).
1
dostuna, “mümkün olan en az sayıda insanla işlerimi yapmayı sürdürüyorum”
(2013a:18). Gönüllü bir tecrit midir bu? Soruya yanıtımız hayır olacaktır. Bir mülteci
aydın olarak Adorno ise, “daima anlaşılmaz kalacağı bir ortamda yaşamak zorunda”
(2002a:34) oluşundan, buna yazgılı oluşundan söz eder. Adorno‟nun yalnızlığı, ilk
bakışta bir seçimin neticesiymiş gibi görülmese de, burada söz konusu olan, anlaşılabilir
olmanın, uyum sağlamanın bedelinin ağırlığının farkında olan bir filozofun nihai
kararının bir dışavurumudur. Bununla birlikte, her iki düşünürün düşünsel üretimlerini
metinde belirttiği gibi, bazı düşünürlerin kendilerine ait, onların özgüllüklerini olanaklı
kılan daimi yalnızlıkları vardır. İçinde belirdikleri kaotik dünyayaya seslenirken “hiçbir
şeyi temsil etmeden yalnızca kendi adlarına konuşurlar ve dünyada temsil edilebilir
atfettiği bu satırların dile getirdikleri, sadece kendi adına konuşma ve daimi yalnızlık,
hem Deleuze‟ün bizzat kendisi hem de Adorno için, her iki boyutuyla da, geçerlidir.
Nitekim, her iki düşünürün, gerek kuramsal gerek pratik düzlemde, temsil edilme ve
durumuna yol açar; bir başka deyişle, tüm niteliksel farklılıkları önemsiz kılan bir
düzlemi olanaklı kılar. Böylesi biz düzlemde, “herkes, birey olarak, yeri kesinlikle
öğeye indirgeyen toplumsal işleyişe boyun eğmeye mecbur bıraktığını belirtir. Birey
noktada, toplumsal tahakkümün dayattığı bir olgu olarak ortaya çıkar. Bununla birlikte,
Adorno, ezilen kesimleri temsil etme iddiasındaki parti siyasetinin bir parçası olmayı da
kısıtlılığına ve programın nezdinde ifadesini bulan düşünsel itaate karşı çıkışıyla birlikte
temsil edilebilir olmanın kişiyi mahkum ettiği bir kayboluşun farkında oluşu
yatmaktadır.
“başkaları adına konuşmanın utanç verici” olduğunu Michel Foucault ile bir
doğrultuda, “(...) birisini temsil ettiğimizi ileri sürmeden konuşmayı nasıl başarabiliriz,
problematize eder. Öte yandan, Adorno‟ya benzer bir şekilde, Deleuze de parti
Öte yandan, Adorno ile Deleuze‟ün yeterince politik olmama durumu üzerinde
somut siyasi pratiğe karşı mesafeli tavrı aktivist solcular tarafından, öne sürdüğü
düşüncelerin politik bedellerinden kaçınan bir elitist olarak suçlanmasına neden olmuş,
3
söyleyecek denli bir seçkincilik eleştirisi sunmuştur (Jay, 2001:11-13). Adorno‟nun
karşı karşıya kaldığı eleştirilere benzer bir şekilde, Deleuze de, münzeviliği, elitizmi ve
politikaya dair kayıtsızlığı gibi suçlayıcı eleştirilerle itham edilmiştir. Nitekim, Slavoj
Zizek‟e göre, Deleuze‟ün kendi başına kaleme aldığı metinlerin “doğrudan siyasetle bir
ilgisi yoktur” (2015:55). Kendi başınalığıyla Deleuze son derece elitist bir yazardır ve
politikaya kayıtsızdır. Eğer Deleuzecü siyaset diye bir şey varsa, bu Deleuze‟ün Felix
Guattari ile ortak çalışmasının, bir diğer ifadeyle, Zizek‟in aktardığı üzere,
Anti-Ödipus‟un ortaya çıkmasına sebep olacak kadar Deleuze üzerinde olumsuz bir
etkiye sahip olmuştur. Diğer bir ifadeyle, politik bir Deleuze, Zizek için, Guattari‟nin
Bu noktada, Lukacs‟ın ve Zizek‟in eleştirilerine, çok fazla tali bir yola sapmadan
cevap vermek gerekiyor. İlk olarak, Adorno, fikirlerine duyulan güveni kullanarak
“sahte bir guru, bir bilge maskesi” (2012a:12) takınmaktan imtina eden bir düşünür
seslenir: “Tam da bir çoğunuzun bana büyük bir güven duyduğunun farkında olduğum
için, -sırf ders verme üslubumla bile olsa - sahte bir guru, bir bilge maskesi takarak bu
güveni suistimal etmek hiç arzuladığım bir şey değil. Sizi bundan esirgemek isterim,
ama her şeyden önce kendimi de böyle poz takınmanın sahtekârlığından esirgemek
isterim” (Adorno, 2012a:12). Bununla birlikte, aksi bir tavrın, sabırsızlığın esaretinde
kalıp bir an önce harekete geçme dürtüsüne yenik düşmenin teoriyi, eleştirel düşünceyi
bağlamda, Adorno, pratikten bir vazgeçiş değil, teori ve pratik arası gerilimin neticesi
olarak, düşüncenin olanaklı kıldığı özgürlük uğrağında kendini realize etme imkanı
Komünist Partisi‟nin aktif bir üyesi olan Lukacs‟ın somut siyasi pratik ile düşünsel
4
pratiği arasındaki uzlaşma arayışından düşünsel pratik aleyhine vazgeçmek zorunda
kalışını Adorno‟nun fikirlerinin somut, niteliksel kanıtını ortaya koyan küçük bir örnek
olarak okuyabiliriz. Lukacs, ki trajik bir düşünsel itaat örneğinin simgesi olmuştur,
kalmıştır. Adorno‟nun kendi ifadesiyle, Lukacs, “(...) düşünürü baskı altına alan iflah
bulmaz kısırlığın egemen olduğu bir ortamda çalışmaya, bu ortama uyum göstermeye
sosyalizm ve faşizme karşı mücadele ile bir tuttuğu için siyasi tecrit durumuna
Bunun yanında, Deleuze‟e yöneltilen Deleuzecü politikanın kötü bir Guattari etkisinin
neticesi olduğuna eleştiri de, eserlerinin politik içeriğine yönelik fazla önyargılı bir ifade
dökerken, ben tek başıma, bir şekilde tek başıma, sorumsuzca ortalıkta gezindiğim
hissine kapılıyorum. Sana yardım etmem nasıl mümkün olabilir” (Guattari‟den aktaran
Choat, 2014:21). Bir diğer ifadeyle, Zizek‟in iddiasının aksine, etki altında kalan bir
Deleuze yerine, Guattari ile ortak çalışmalarında, etkileyici bir üretim sergileyen bir
toplumsal ve politik imkanlarını yok saymamıza neden olacak kısıtlı bir çerçeve
5
Nitekim, “yargılamak yerine, kabullenmek yerine, ayarlamak yerine, bulmak, rastlamak,
“Yargılamak bir çok kimsenin mesleğidir ve bu iyi bir meslek değildir, ama bir
çok kişinin yazıda yaptığı budur” (Deleuze, Parnet, 1993:23) diye yazar Deleuze.
Yargılamak, bir zorunluluk değil, bir seçimdir. Farklı bir yol da denenebilir. Belki de,
“hakim olmaktansa çöpçü olmak” (Deleuze, Parnet, 1993:23) gerekiyor. Bir diğer
ifadeyle, kuramsal üretimler arasındaki mesafenin katılığını bir amentü olarak belirleyip
hareketlerine yönelik aldığı tavır göz önüne alındığında, kendisine yönelik olumsuz
etmektedir.
Foucault‟nun belirttiği gibi, 20. yüzyıla ismi atfedilebilecek bir isim: “Belki günün
birinde asrımız Deleuzecü olacak” (Foucault, 2011:202). Adorno ise, eleştirel teorinin
2
Adorno‟nun 1969 yılının Ocak ayında Enstitü‟nün öğrenci işgaline karşı polisi çağırması olayını
kastediyoruz (Jay, 2014:11).
6
en önemli kuramsal figürü olmakla birlikte, değindiğimiz gibi, üzerinde önyargıların,
çoğu zaman acımasız bir şekilde, kolaylıkla yoğunlaşabildiği bir düşünürdür. Bununla
kavramını hak edecek biri varsa, bu kişi Adorno‟dur (aktaran Claussen, 2012:14). Peki,
olabilir? Bu tez çalışması, bu soruların bağlamında ortaya çıkan bir çabanın ürünüdür.
düşüncelerin sahip olduğu iklimden oldukça uzak bir şekilde, tek yönlü bir perspektif
sunacağını düşünüyoruz.
Sürecin devamında, her iki düşünürün, sanat, toplum ve politika odaklı bir
çizgide, sanatın otonomisi ve onun politik, toplumsal bir mücadele alanı olma
noktasında benzer fikirlere, ortak kaygılara sahip olduğuna dair teşhis, böylesi bir
oluşturmaktadır.
İlk bölümde, Adorno ve Deleuze‟de toplum fikri tartışılacaktır. İki alt başlıktan
vurgusu ile Deleuze‟ün azınlık (minörite) kuramını birlikte ele alacağız. Amacımız, her
iki düşünürde de asıl faili, modern toplumun standartize edici düşünsel ve pratik
7
tahakkümü karşısında direnen unsurun, Adornoesk özdeşliksiz ile Deleuze‟ün azınlık
noktada önemli olan, her iki düşünürde de, onların toplum fikrine içkin, yaratıcı ve
direniş açığa çıkaran bir unsurun olmasıdır. İkinci olarak ise, değindiğimiz kavramsal
koyacağız. Buradaki amacımız, her iki düşünürde sanatın bir mücadele pratiği olarak
imkanları düzleminde gelişecektir. Üçüncü bölümde ise, önceki iki bölümün bizi
ulaştıracağı nokta olan sanatın, iki düşünürün toplum fikri nezdindeki yeri ve önemi
3
Çalışmanın devamında da tartışacağımız gibi, Adorno, özdeşliksiz unsurun, özdeşlik tarafından çelişki
olarak tarif edildiğini; diğer bir ifadeyle, özdeşliksizliği kendi bütüncül bakış açısından, uyumsuz bir
unsur olarak, kendi çelişkisi olarak ilan ettiğini belirtir. Bununla birlikte, Adorno, diyalektiği de, söz
konusu çelişkinin farkındalığı olarak tanımlar (Adorno, 2016:17). Deleuze ise, diyalektik yöntemi,
“kölenin bakış açısı”(Deleuze, 2016:23) olarak tanımlayarak “Hegelcilikten ve diyalektikten nefret
ettiğini”(Deleuze, 2013a:14) belirtir. Bu bağlamda şunu ifade etmemiz gerekiyor: Adornoesk düşüncenin
diyalektiğe dair içerimleri bu çalışmanın çerçevesinin dışında kalmaktadır. Bizim için önemli olan,
Adornoesk özdeşliksiz unsurun, özdeşleştirme girişimlerinin daima ötesinde kalan bir unsur olarak bir
direniş potansiyeli ihtiva etmesidir.
8
1. ADORNO VE DELEUZE’DE TOPLUM FĠKRĠ
“kronik delilik”, “burjuva durgunluk” ve son noktada “örgütlü cinayet atmosferi” içinde
muhafaza ettiğini söyler (1991:7). Çalışmasının alt başlığı da söz konusu örgütlü
Toplum, van Gogh‟u, kurumsal şiddetinin memurları aracılığıyla toplum dışı olarak
kodlar. Artaud, haklı olarak, kendi vahşi işleyişini olağanlaştıran toplumun, sol kulağını
kestiği ve elini pişirdiği için van Gogh‟u deli ilan etmesindeki tuhaflığa değinir ve ekler:
“Hayır, van Gogh deli değildi, ama resimleri suda yanan ateşlerdi, atom
varoluşunu kateden sanatsal yaratımı, devrinin ötesinde bir gerçeklik ortaya koymuş,
çıkarmıştır.
sıradanlığına karşı bir direnişin ifadesidir. Diğer bir ifadeyle, sanatın dolayımıyla söz
konuşu kaçışı mümkün kılarak toplumun failliğinin karşısına kendi tekil failliğini
çıkarmaktır. Antonin Artaud‟nun van Gogh özelinde ortaya koyduğu toplum ve sanat
sanat ve toplum analizlerinde önemli bir yere sahiptir. Çalışmamızın bu ilk uğrağının
birinci kısmında, her iki filozofun toplum fikrini teşkil eden kavramsal çerçeveyi ele
azınlık kuramı kavramsal öncüllerimizi teşkil edecektir. İkinci kısımda ise, ortaya
9
Adorno‟nun kültür endüstrisi eleştirisinin temelinde, hem bu iki eleştirel analiz arasında
bağlantılar tesis edilecek hem de her iki düşünürdeki bir politik ve toplumsal mücadele
alanı olarak sanat fikrini olanaklı kılan toplumsal koşullar ortaya konmuş olacaktır.
“Bir kurum olarak Adorno öldü” (Jay, 2001:67). Kadın öğrencilerinin Nisan
1969‟daki protestosu karşısında anlattığı dersi kırgın ve üzgün bir şekilde terk eden
Adorno‟nun simgesel ölümü, ardından dile getirilen bu cümle ile ilan edilmişti.
Nitekim, dört ay sonra Adorno kalp krizi geçirerek hayatını yitirdiğinde bu simgesel
katlediliş gerçek bir ölümle yüzleşmişti. “Bir bakıma, Adorno‟nun bu başına gelenler ve
bu ölümü, asılsız bir totalitenin öldürücü gücüne karşı çıkılmaya hasredilmiş bir ömrün
başka türlüsünden zaten yoksun kılındığı bir ölüm olmuştur” (Jay, 2001:66-67). Başka
tepkilerin bağlamı Adornoesk kuramın ortaya koyduğu toplum fikrine dair kuramsal
çözümlemelerin mikro ölçekte bir örneğini teşkil eder: Simgesel katledişin faili olan bir
totalitenin, bir bütünlük iddiasının karşısında, ona direnen, boyun eğmeyen, uyum
Öte yandan, söz konusu süreçte yaşanan tartışmaların odak noktası teori ile
ifadesiyle, “pratik eyleme giden gayrimeşru kısa yolun” etkisi altındadır (2012a:12).
Başka bir ifadeyle, egemen görüş, bir pratiğin ortaya konmasına dair bir sabırsızlık,
bunun yol açtığı belirsizlikten kaynaklanan bir tepki olduğunu belirtir: “(...) gerçek şu ki
10
biliyoruz” (Adorno, 2012a:13). Belirsizliğin bir gerçeklik olarak kendisini ortaya
koyması ise bu sabırsızlığın giderek kuramsal süreçlere, düşünme edimine yönelik bir
hedefe konulması olmaktadır. Nitekim, Adorno‟ya göre, böylesi bir süreçte, pratiğe dair
çıkılmaması zorunlu olan bir kuralı ihlal eden “lafazanlar” olarak etiketlenir (Adorno,
birliğinin, praksisin, pratiğin lehine düşünmenin aleyhine olacak bir şekilde yerinden
edilmesinin neden olduğu; teorinin, pratiğin otoriter tutumu karşısında bir oyunbozan
konumunda indirgendiği bir süreçtir. Bir eylemde bulunmaya dair sabırsızlığının hüküm
sürdüğü, teoriyi, düşünme pratiğini göz ardı eden tutum karşısında Adorno, teorik
egemenliğindeki bir düzlemde, diğer bir deyişle, bir pratik insanının makbul ve meşru
olduğu bir süreçte, teorinin yanında yer aldığı konum bizim için önemlidir: Adorno,
simgesel olarak katledişi kendinde hak gören egemen bir pratik eylem figürünün
idealizmine uzanan süre içerisinde, evrenin tümünü ya da bir bütünlük, bir totalite
olarak ele aldığı dünyayı yorumladığı iddiasındadır. Adorno, söz konusu yorumun bir
sistem olarak felsefenin ürünü olduğu ifade eder. Felsefi bir varoluş olarak sistem, öznel
bir mantığın ürünüdür; bir ilkeden türeterek varsaydığı totaliteye hükmeden bir formdur.
Başka bir ifadeyle, bir gelişim örüntüsü ortaya koyarak varolan her şeyin hareketini
içerdiği ve nesnel geçerliliği olduğu iddiasında olan bir form. Adorno‟nun ifade ettiği
gibi, dünyanın içine sığdırıldığı bir totalitedir sistem, öyle ki, “yeryüzü ile cennet
arasındaki herhangi bir şeyin böylesi bir sistemin dışında kalacağını tahayyül edilemez”
(Adorno, 2008:35-36). Demek ki, Adornoesk çizgi, her şeyi kapsadığını öne sürerek bir
tahayyül edilemezliği dayatan totalitenin ötesine işaret eder. Totalite, en nihayetinde, bir
soyutlama mekanizması olarak karşımıza çıkar; o, öznel bir ilkenin nesnellik iddiası
altında tahakküm pratiği ortaya koyarak, kendi hükmü ya da ilkesi altında özdeş
yoksaymanın ifadesidir.
iktidar edimini ifade eder: Kavram, “kavranacak şeyin hemen çürüttüğü bir iktidar
iddiasındadır” (2016:16). Bir diğer ifadeyle, bir kavram, daima, kendi yetersizliğinden
muzdariptir. Söz konusu yetersizlik, kavramın, karşılığı olarak sunulduğu şeyi ve şeyin
onları ifade eden kavramları özdeş olarak kabul etme eğilimindedir. Bu eğilime sahip
bir düşünme edimi, kavramın muzdarip olduğu yetersizliği, kavram lehine göz ardı
durumdan daima “çoktan düşünülmüş olanı” (Adorno, 2016:36) çıkarır; bir bakıma,
özdeş kılma eğilimi tarafından geri plana atılır (Adorno, 2016:17-36). Kavram, bu
meydana getirir.
Kavram, neden olduğu yanılsama yoluyla, aslolanın kendisi olduğunu iddia eder.
Düşünce de, eleştirel karakterden yoksun haliyle, başka bir ifadeyle, özdeş kılıcı ritmi
ve ezberden konuşan kibri ile böylesi bir yanılsamanın olanaklılık koşullarından biri
olur. Fakat, kavramın kendi kapsamına hapsetmeye çalıştığı nesne, hem kavramdan hem
de düşüncenin itaatkar halinden bir fazlalılığı ifade etmektedir. Söz konusu fazlalık,
olduğu varsayılan özdeşlikte, totalitede, kendi gücü oranında içkin bir boşluk açar
özdeşliğe karşı bir direnme hattı yaratır. Kavram, hedefindeki nesnenin tümünü
kendisinde tükettiğini iddia ederken, kendisini asıl olarak ilan eder. Özdeşliksiz unsur
özdeşliksiz olandır.
Kendinde varlığı ile bir direniş öğesi olan özdeşliksizlik, kuşkusuz, bu niteliğini
bilimsel kurallara karşı koyan biçim olarak tanımladığı denemenin özgül niteliği
kavramlar tarafından kavranamayan şeye bir ifade alanı sağlamaktır (Adorno, 2004a:38-
39). Bir başka ifadeyle, özdeşliksiz unsura bir alan açarak, ezberden konuşan, özdeş
denemeye zaman zaman – izleri silinemeyecek bir an, söndürülemeyecek bir renk”
karakterine dair vurgusu önemlidir; çünkü, “en küçük özdeşliksiz kalıntısı bile bütüncül
tahakkümüne direnen, şiddetine karşı koyan her unsuru, her düşünceyi çelişki olarak
kodlayan bir işleyişe sahiptir (Adorno, 2008:8). “Çelişki, özdeşlik açısından özdeşliksiz
olarak ilan eder. Çünkü, kavram, kendisiyle özdeş kılamadığı her şeyi, kendi bütünlük
14
iddiasıyla, bu iddianın bakış açısından değerlendirir (Adorno, 2016:17). Özdeşliksizlik,
netice itibariyle, kendinde-şey olarak çelişkiyi de, onu çelişki olarak sunan özdeşliği de
özdeşlik ise, verili olanı kendi tanımı içerisine sığdırdığı, onu kapsadığı iddiasında olan
olumsuzluk, bir çelişki olarak tanımlama eğilimi kendi bütünlüğüne dair sahte algının
eritemediği unsurları kendi çelişkisi olarak ilan eden, baskıcı ve dışlayıcı bir edimdir.
Özdeşlik, salt düşünsel değil; pratik de bir iktidar edimidir; nitekim, onun şiddeti, soyut
bir müdahalenin ötesinde, verili gerçekliğin işleyişinde açık bir şekilde tecrübe edilir.
Adorno, özdeşliği ve özdeşliksizliği salt düşünce pratiğinde yer eden bir mefhum olarak
görmez; tam aksine, insanlığın, somut gerçeklikte de, özdeşliğin baskısı altında
4
Adorno‟nun diyalektiği, bu noktada, söz edilen özdeşliksizliğin ayırdına varılması, onun kabul edilmesi,
olumlanmasını ifade eder. Düşünce, özdeşliksiz olan karşısındaki yetersizliği sebebiyle diyalektiğe
yönelmiştir. Düşünce, bütünsel, her şeyi içeren yaklaşımı çerçevesinde kalarak özdeş kılamadığını
olumsuz olarak niteler (Adorno, 2016:17-18). Bir başka ifadeyle, diyalektik, verili durumun, özdeşliğe
tabi işleyişin yanlışlığının ontolojisini ifade eder. Söz konusu yanlışlık ise, özdeşleştirme girişimi
neticesinde genel olarak sunulanın aslında tikel bir çıkarın ürünü olmasıdır. Özdeşlik, tikel bir
değerlendirmeyi genel kılması nedeniyle, yanlışlıktır. Adorno‟nun ifadesiyle, felsefi özdeşlik eleştirisinin
felsefe ötesine, yaşama uzanmasının temelinde de bu yanlışlık yatmaktadır. Doğru bir durumun tesisi ise
diyalektiği geçersiz kılacaktır (Adorno, 2016:22). Adorno‟da diyalektik kavramının içerimlerini tartışmak
bu çalışmanın sınırlarını aşan bir girişim olmakla birlikte, bu noktada, çalışmamızın odak noktasının, asıl
olanın özdeşliksiz unsur ile ona içkin yaratım ve direniş potansiyeli olduğunu belirtmemiz gerekiyor.
15
eden sistemin dışında kalan ve özdeşliğe indirgenemeyen unsurları ifade eder. Böylesi
bir egemen ifade ve işleyişin parçası olmama, ona indirgenmeme durumu, Gilles
işaret eder; diğer bir ifadeyle, soyut, egemen tanımlamaların varsaydığı sürekli ve
2013a:183). Çoğunluk, Deleuze‟ün Felix Guattari ile birlikte ortaya koyduğu gibi,
standartize edici bir normun, bir modelin sabiteler ortaya koyması ve kendi dışındaki
model, Deleuze‟ün örneklediği gibi, bir standardın, bir ortalamanın ifadesi yetişkin,
beyaz, heteroseksüel, erkek ve kentli bir Avrupalı olabilir. Bu noktada, erkek kimliği,
erkeklerin sayısının önemi olmaksızın hakim çoğunluğu ifade eder: Erkek, çoğunluğu
oluşturur; onun sayısı, kadınlardan, çocuklardan az olsa bile. Sayısal azlığına rağmen
çıkarsandığı egemen bir ifade tarzı olması, bir süreklilik arzetmesi ve uyulması gereken
Deleuze, Guattari, 2014:122). Bir hakim modelin çoğunluğun ifadesi olarak dayatılması
gereksizliğine kani olmuş pratik eylem insanının bir çoğunluk modeli olarak, verili
16
düzlemin standart tanımı, ortalama figürü olarak kabul edildiğini görmekteyiz. Söz
konusu standartın karşılığı olan figür, çoğunluğun ifadesi olan kolektife, bütüne teslim
olarak “kolektifin yaptığı seçimde kendi payı da olsun diye kendisini defterden”
silmektedir (Adorno, 1990a: 120). Bir başka deyişle, çoğunluğun ortaya koyduğu
hakim pratik ve düşünsel tanımlamaya boyun eğmiş olmaktadır. Teoriyi göz ardı eden
bir sabırsızlığın tepkisel ifadesi olarak pratiği reddeden ve böylesi bir sabırsızlık selinin
dışında kalan, hakim model anlayıştan bir sapmayı ifade eden Adorno‟nun simgesel
katledilişi, kendisinin deyimiyle, dışarıda kalanın bir hain ilan edilmesi azınlığın
uğrayabileceği çoğunluk şiddetinin; bir diğer ifadeyle, onun çoğunluk tarafından maruz
Söz konusu durumu Adornoesk ifadeyle dile getirirsek, çoğunluk bir özdeşliğe
dair bir model yaratır, bundan dolayı sınırlamalar ortaya koyar ve egemen bir ölçüt, bir
model olarak kendisine olarak uyumu talep eder. Bu bağlamda, Deleuze‟ün çoğunluk
kuramı, Adornoesk özdeşlik kuramı arasında bir yakınlık bölgesi tesis edilmiş olur. Bir
özdeş kılma pratiği olarak kavram, kendi sürekliliği içerisinde, nesnesinin tamamını
içeren, deneyimin bütününe dair “olması gereken” bir tanımlama öne sürer. Çoğunluk
kavramı da, benzer bir şekilde, hakim bir modeli “olması gereken” olarak dayatan bir
soyutlamadır. Azınlık mefhumu ise, bir sürekliliğin, iktidar ediminin somutlaştığı bir
modelden farklı bir varoluş olarak karşımıza çıkar. Azınlığın içkin niteliği, egemen
ortaya çıkışıdır. Bir sistem olarak çoğunluğun karşısında azınlık, bir alt-sistem ya da bir
sistem dışı olguyu, durumu ifade eder (Deleuze, Guattari, 2014:123). Bir başka ifadeyle,
addedilmesine benzer bir şekilde, çoğunluk da, kendi norm ve sabitelerine uymayan, bu
norm ve sabitelerden bir sapmayı ifade eden ve onlara uyma yönünde bir itaat
René Magritte‟nin Pirene Kalesi (1959) adlı çalışmasındaki, tüm ihtişamıyla kayalığa
tutunmuş ve yıkılmayacakmış gibi duran kalenin, aslında, inşa edildiği bir büyük
parçası ile birlikte boşlukta durmasını andırırcasına, her iki mefhum da, süreklilik,
tanımlama da verili gerçeklik ile bir uyumsuzluk içerisindedir. Çünkü, çoğunluğun, bir
standart olarak ortaya koyduğu modele tam olarak özdeş bir unsur (birey, gruplar vs.)
ifadeyle, uyum sağlamayı kabul etmiş itaatkar unsurlardan mütevellit bir gruptur
çoğunluk. Azınlık ise, çoğunluk nezdinde ortaya konmuş soyut standarttan bir
Egemen bir ölçüt olarak ilan edilen tanımlama ile arasındaki mesafenin genişliği ne
kadar artarsa, çoğunluğa itaat eden unsurlar tarafından o derece şiddete maruz kalır.
Çoğunluğa içkin, özdeş kılıcı egemen tanım ve modeller, bir sürekliliği olanaklı kılmak
adına, çoğunluğa katılımı mümkün kılan bir pratikler ve çıkarlar şekillendirirler. Tüm
uğrağını işaret eder. Nitekim, son kertede, totalite olarak sistem de, egemen bir
Her ikisi de, verili gerçekliğin içerisinden, kendi güçleri oranında, içerebildikleri veya
boyun eğdirebildikleri unsurlara bağlı olarak bir çerçeveyi çıkarır ve onu asıl kılar;
18
Diğer taraftan, çoğunluğun normatiflik iddiasına rağmen, aslolan azınlıktır.
Azınlık, çoğunluğun aksine, itaat edilmesi gereken bir tanımlama, uyulması gereken bir
gereken prototip ile arasında bir mesafe söz konusudur. Söz konusu mesafenin azlığı
veya çokluğu, “herkes”i oluşturan heterojen varoluşun homojen bir yapıya uyum
Adornoesk özdeşliksizlik kuramının ifade ettiği gibi, tanımlama girişimi daima kendi
yetersizliğini inkara dayalı olsa da, soyutlama çabaları somut gerçekliğin karmaşıklığı
karşısında çaresizdir. Böylece, Adorno ile Deleuze‟ün arasında bir yakınlık bölgesini
daha vurgulamış oluyoruz. Deleuze‟ün asıl olanın azınlık olduğuna dair vurgusu,
varlığında kendisini açığa vurmaktadır. Diğer bir deyişle, asıl olan daima özdeşliksizdir:
yakınlık bölgesinde, bütünü ifade eden özdeşliğin ve egemen bir modeli işaret eden
süregiden bir dirençle karşı karşıya kaldığı açığa çıkmış bulunuyor. Öte yandan, söz
özdeş kılma adına uyguladığı pratikler, yarattıkları soyutlamalar daha incelikli bir
işleyişe, diğer bir ifadeyle, yaşamın düşünsel ve pratik eylemine nüfuz edecek bir
kapasiteye ulaşmış durumdadır. Modern toplum, bir bakıma, böylesi pratiklerin yaşamın
dışavurumudur. Tahakkümün pratiği ne denli karmaşık bir biçim kazanmış olursa olsun,
19
modern toplum ve ona içkin özdeşlikçi işleyiş unsurlarını kendi yörüngesinde tutma
kavramsal olarak ortaya koyduğu direnç de, bir bakıma bizi, kendisini olanaklı kılan
hareketleri ile tanımlanması gereken bir düzlemi ifade eder. Toplum, daimi olarak,
düşüncesinde kritik bir öneme sahiptir: “Şeylerin, kişilerin çok değişik çizgilerden
1990:25) açıklamak onun düşüncesinin ana uğraklarından birini teşkil eder: “Kısaca,
insanlarda, katı çizgileri, esnek çizgileri, kaçış çizgileri vs. ile bütün bir coğrafya
mevcuttur” (Deleuze, Parnet, 1990:25). Benzer bir şekilde, toplum da, çizgilerden
mütevellit bir düzlem olmakla birlikte, kaçış çizgisi, her sistemin ya da bütünlüğün
verili olan ile bağdaşık bir yapıya bürünmesini engellediği gibi (Deleuze, Parnet,
1990:19), toplumun da kapsadığı unsurlar ile özdeş bir yapı oluşturmasının önüne geçer.
Bu nokta, bizi Deleuze‟ün azınlık kavramına doğru yönlendirir; çünkü azınlık, kaçış
aksine, çoğunluğun standartize edici düşünsel ve pratik sabitelerin ifadesi olan söz
uyum sağlanması gereken bir norm olarak çoğunluğun işleyişi, Deleuze‟ün çizgisel
analizinde, sabitelere işaret eden katı çizgilerin oluşturduğu zeminde vuku bulmaktadır.
Nitekim, çizgisel analizin bu katı varyasyonu, toplumsal yaşamı doğrusal bir modelin
hükmünde epizotlara, katı parçalara, aşamalara ayırır ve her aşamanın sonunda yeni bir
üst aşamanın başlangıcını ilan eden bir işleyişe sahiptir: “Okul bize der ki; artık evinde
değilsin” ya da “ordu bize, artık okul içinde değilsin, diye seslenir” (Deleuze, Guattari,
2014:244). Bir diğer ifadeyle, katı çizgilerin mümkün kıldığı zeminin doğrusal ve
aşamalı işleyişinde daima talimatlara boğulunur ve her bir kertenin kendisine özgü
işleyişinde tekrar ele alma durumunda kalacağız; fakat, öncelikli olarak şunu belirtmek
kaçış çizgileri nezdinde kendi yaratıcılığını ortaya koyan azınlıkları muhafaza edebilme,
bağlamda, Deleuze‟e göre toplumun karakterini ortaya koyan şey, onun, söz konusu
kaçışlar ve azınlıklar ile baş etme, onları tahakküm altına alma tarzlarıdır (Rajchman,
2013:18).
varoluş kaygısı” (2016:33) olarak ifade ettiği, unsurları ile özdeşliğini muhafaza eden
bir totalite olma iddiasındaki toplumun gerçekliğinde de görmekteyiz. Başka bir deyişle,
önermesindeki verili toplumsal işleyiş ile özdeş olmayan, kaçış halindeki unsurlara dair
Adorno‟ya göre, modern burjuva toplumunun işleyiş mantığını ifade eden ratio,
sonuçları bir yıkım ve felaket olan bir gelişim süreci ortaya koymuştur (Adorno,
malzemeye dönüştürür. Bir diğer ifadeyle, varolanları imal ve idare bakış açısından
değerlendirerek onları birbirinin yerini alabilen, tekrarı mümkün olan süreçlere mahkum
birer niceliğe indirger (Adorno, Horkheimer, 2010:118) Özdeşleştirici bir eğilime sahip
olan ratio, işlevselliği egemen kıldığı toplumsal düzlemin dışında hiçbir şeyi dikkate
almaz. Tikel unsurların olası farklılıklarını törpüler ve onları standartize edilmiş bir hal
içinde, kendi koyduğu ve dolayısıyla işlevsel ve toplumsal kılınmış bir amacın peşine
varlıklar, zorla, nicel bir özdeşliğe sürüklenmiş” (aktaran Jay, 2001:40) durumdadır.
Nitekim, ratio, totalitenin ifade bulacağı bir sistemi oluşturmak adına, niteliksel
tasfiye etmek zorundadır. Çünkü, ratio, ortaya koyduğu, şeyleri niteliksiz kılan şiddetine
rağmen “kendi tahakküm alanında tehdit edici varlığını devam ettiren ve kendi kuvveti
arttıkça kuvvetlenen şey karşısında korkuyla titremiştir” (Adorno, 2006:31). Bir başka
deyişle, ratio zemininde inşa edilmiş totalitenin, ratio‟nun tahakkümünü açığa çıkardığı
unsurlarca yerinden edileceğine dair bir kaygıya sevk eder. Adorno‟nun belirttiği gibi,
5
Adorno, Negatif Diyalektik‟te (2016) araçsallaştırılmış aklı ratio olarak karşılamıştır. Metnin devamında
da, “araçsal akıl” yerine ratio ifadesini kullanacağız. Nihayetinde, Adorno‟ya göre burjuva aklı da
araçsallaştırılmış bir aklın, rationun tezahürüdür (Horkheimer ile, 2010:275).
22
ratio‟nun tayin ettiği bir düzen olmasına rağmen kendinde varlık rolüne bürünen
bizatihi sebebi ratio‟nun boyunduruğu altına alamadığı, sistemin kendi modellerinin bir
ratio‟nun karşıtıdır (Adorno, Horkheimer, 2010:98); onun sürekliliği adına daimi bir
özdeş kılamadığı unsurların farkında olan burjuva düzeni, bir diğer deyişle, totalitenin
vuku bulduğu sistem, Adorno‟nun, Karl Marx‟a atfederek ifade ettiği gibi, “kendini
muhafaza etmek, kendiyle aynı kalmak, varolmak için daima genişlemeli, ilerlemeli,
pratiklerinin açığa çıkacağı bir işleyiş ortaya koymak, totalite iddiasındaki sistem için
toplumun işleyişine içkin bir kaçışın gerçekliğini ve bütünsel yapının, kendi varoluşunu
sürekli kılmak adına kaçış girişimleri ile, uzlaşmaz, boyun eğmez unsurlar ile mücadele
Adorno‟da ise, söz konusu engelleme pratikleri kültür endüstrisi eleştirileri çerçevesinde
analiz edilmektedir.
tarihsellik bağlamı ile birlikte, Foucault‟nun disiplin toplumlarından farklı bir ruha
23
sahip olan denetim toplumları olarak tanımlar. Disiplin toplumları, 18. ve 19. yüzyıllar
ile 20. yüzyılın ilk yarısında süregiden bir özgül bir toplumsal tahakküm biçimini ifade
etmektedir. Fakat, yeni dönemin ruhu farklı bir rol üstlenmek üzeredir: “Disiplin
Foucault‟nun disiplin toplumları derken neyi kastettiğini açıklamak, ona hakim olan
iklimin koşullarını ortaya koymak gerekiyor – ki bu, denetimsel ruha sahip toplumun
olacaktır. Diğer taraftan, denetim toplumu ile disiplin toplumu arasında bir kesinti söz
konusu değildir. Başka bir ifadeyle, toplumsal iktidarın disiplinci işleyişi de denetim
toplumuna dair izlere sahiptir: Foucault‟nun ifade ettiği gibi, “eski biçimler elbette ki
rejim, bir diğer deyişle, “disiplinci mekanizmaların paranteze alınmasına veya ortadan
yaşam ve ölüm hakkına dair kararın hükümdarın temel hakkı ve imtiyazı olduğu bir
işleyişi ifade eder. Fakat, diğer taraftan, Foucault, yaşam ve ölüm hakkı derken yaşam
sürecinin kendisi üzerinde bir iktidar kurulmasından söz etmediği ve hükümdarın söz
konusu hakkının yaşama nüfuz eden bir pratiği işaret etmediği konusunda bizi uyarır.
Yaşamın iktidar tarafından göz önüne alınması ya da, bir diğer ifadeyle, canlı varlık
olarak insan üzerinde iktidar kurmak, diye belirtir Foucault, 19. yüzyılın en temel
olaylarından biri olan, hükümranlık rejiminden disiplin rejimlerine geçiş ile gerçekleşir.
etkileme hakkını öldürme hakkı üzerinden ortaya koyar. İktidar, söz konusu düzlemde,
öncelikle bir tür el koyma hakkıdır ve “bu hak, yaşamı ortadan kaldırmak için onu ele
(Foucault, 2002:49) ve iktidarı onun etrafında kuran bir mutlak iktidar tasavvurunu
ifade eder. Bir diğer ifadeyle, hükümranlık rejimi, yaşamı deneyimleyen, edimde
toplumun bütününü kapsayan ve hükümdar - uyruk ilişkisi temelinde toprak ve tebaa ile
edici bir rejime geçişi ile mümkün olur. Hükümdarlık rejiminin öldürme ve el koyma
gücüne dayalı işleyiş mantığının aksine, topluma nüfuz etmeye başlayan disiplin rejimi
bedenleri itaatkar ve uyumlu kılmayı ve yaşamı, planlı bir şekilde işletilmeye tabi
bir ilk değil; fakat, disiplinci pratiklerin ortaya çıkışında yeni bir şey göze batmaktadır
(2013b:209). Gelinen noktada, beden, artık, kitle ölçeğinde ele alınmaz; aksine, “onu
ayrıntıda işlemek, onun üzerinde ince bir baskı uygulamak, bizzat mekanik düzeyindeki
Bir diğer ifadeyle, yeni bir kerteyi ifade eden disiplin rejiminde, bedenlerin kullanımı,
Kullanımı ve yararlı oluşunun arttığı ölçüde, beden, disiplin rejiminin pratiklerine aynı
ölçüde bağımlı kılınır; boyun eğdirilerek bir kapasite haline getirilir (Foucault,
2013b:210-211).
25
Bireyin mevcudiyetini salt bedensel bir kapasiteye indirgemek; onu, üretken
kılıp faydalanılması gereken bir şey haline dönüştürerek, dolayısıyla edilgen kılarak
bağımlılık ilişkisi dolayımıyla hapsetmek disiplin rejiminin terbiye etme pratikleri ile
yaratır. Bir diğer ifadeyle, disiplin rejimi, “kendine tabi kılınmış olanları tekdüze ve
çekip çıkardığı tekillikler, her biri özgül bir karaktere sahip ayrımlar üzerinden
ulaşılacak bir amaç, bir hedef, bir sonuç olduğu ölçüde vardır” (Foucault, 2013a:12-13).
disiplini, askerî disiplin, cezai disiplin, atölyelerdeki disiplin, işçiler üzerinde uygulanan
bulunmak, “onların hal ve gidişatlarına müdahalede bulunmak” üzere bir “iç denetim”,
bir gözetleme pratiği ortaya koyar (Foucault, 2013b:258). Bu kurumlar terbiye etme
Böylesi bir kapatma pratiğinde “analojik model görevini gören kurum” hapishanedir
26
(Deleuze, 2013a:187); daha karakterize bir terim ile ifade edersek panopticon’dur.
Disiplinsel bir kurum olarak hapishane modeli, form ve işleyiş mantığı gereği tüm diğer
mekânın da sınırlı ve dar olması koşuluyla, herhangi bir görev veya davranış
dayatmanın saf fonksiyonu” (Deleuze, 2013b:91) ortaya koyar. Son kertede, toparlayıcı
bir şekilde dile getirirsek, disiplin rejimi, kapatır; kapatmanın gerçekleştiği mekansal
Disiplin rejiminin bir diğer karakteristik özelliği, onun bir norm üzerinden
hareket etmesidir. Bir başka deyişle, disiplinsel rejimde asıl olan normun kendisidir; o,
buyurma, itaati talep etme, uyumu bekleme otoritesi söz konusudur. Normun kendisi,
bir bakıma, disiplinsel rejim açısından, normal – anormal ayrımını mümkün kılacak bir
başlangıç ilkesidir. Disiplinsel pratikler, bu doğrultuda, özgül bir normu merkeze alarak
dahil eder. Bu işleyiş, bir diğer ifadeyle, norm üzerinden hareketle bir normalleştirme
edimidir: “normal bu norma uymaya yetkin olandır, anormal ise buna yetkin
disiplinsel özellik, biraz da bir sonucu ifade edecek olan nitelik ise, söz konusu rejimin
6
Burada bir hususu belirtmemiz gerekiyor. Foucault, Güvenlik, Toprak, Nüfus adı altında bir araya
getirilen derslerinde disiplin rejiminin karşısına “güvenlik toplumunu” çıkarır; onu disiplin pratiklerle
karşıtlığı üzerinden ele alır: “Üzerinde durmak istediğim şey, disiplin ile güvenlik arasındaki karşıtlık ya
da en azından fark” (Foucault, 2013a:49). Disiplinci pratiklerin, normu ana işleyiş ilkesi olarak kabul
eden yöntemine karşın, güvenlik toplumu, normal – anormal ayrımından yola çıkılarak “farklı normallik
eğrileri saptanır ve normalleştirme işlemi, normalliğin bu farklı dağılımlarının birbirlerine göre
hareketlendirilmesinden, en elverişsiz olanların en elverişli olanlara doğru çekilmesinden ibarettir”
(Foucault, 2013a:57). Bir diğer ifadeyle, ayrıştırmanın ana işleyişi ifade ettiği disiplin pratiğinin aksine;
güvenlik merkezli kaygılar, ayrıştırmanın birincil önemini ilga edildiği ve normalliğin dereceleri üzerinde
“oynanabildiği”(Foucault, 2013a:57) bir yörüngeyi, denetimsel bir düzlemi varsayar. Nitekim, güvenlik
temalı toplumsal tahakküm biçimleri ile Foucault, bir bakıma Deleuze‟ün denetim toplumunun
habercisidir (Gambetti, 2012:24).
27
her şeyi norm ve kural üzerinden değerlendirmesidir. Bir başka ifadeyle, disiplinsel
gerçekleşmesine müsaade etmez; “en ufak ihlali, ne kadar ufaksa o kadar büyük bir
titizlik ele alınır” (Foucault, 2013a:44). Son kertede, böylesi katı ayrımlar, kapalı
olan kurumların krizini ifade eder. Kısıtlı mekanlar üzerindeki tahakkümün, roller
dayatan ve içerdiği bireylerin tutumları üzerinde etkide bulunan katı işleyişin, artık,
olağan işlevlerini yerine getiremeyişidir söz konusu olan: “Bizi yönetenlerin artık
diğer ifadeyle, krizin anlamı, kapalı ortamların kendisini açığa vuran özgül
alanları, kurumları ayrı ayrı kalıplar olarak değerlendiren Deleuze, artık kalıpların
ruhunu yitirdiğini belirtir ve ekler: “ama denetim toplumları bir modülasyondur, her an
aralıksız değişecek olan kendi kendisinin biçimini bozan bir kalıp gibidir” (2013a:188).
bunların ötesine geçen – ve elbette onları belli oranlarda içererek – bir denetim açığa
neticesinde yaşamın olağan işleyişine nüfuz etmeye, herhangi bir engellemeye maruz
kalmadan yaşam süreçlerine etki etmeye başlar. Deleuze, bu durumu, her iki toplum
28
biçiminin etki ettiği, yarattığı birey tipi arasındaki farklılıkta şöyle ifade eder: “Disiplin
insanı süreksiz bir enerji üreticisiydi, ama denetim insanı daha ziyade dalgalıdır,
işaret eder. Kısıtlı tahakküm alanları arasında (aileden okula, okuldan kışlaya...) geçişler
denetim insanı, olağan kabul edilen bir düzlem üzerinde, tüm kısıtlamaları, kurumsal
engelleri kaldırılmış bir düzeyin tahakkümü ile karşı karşıya bırakılır. Nitekim,
denetimsel rejimin koşullarında, bir kurumdan diğerine geçen ve söz konusu kurumların
her birinin özgül rollerini ayrı ayrı üstlenen birey imgesi silinmiştir. Bir başka deyişle,
kalmamıştır.
kurumların tükenişinin sivil toplum adı altında örgütlenmiş kurumların çözülüşü ile
paralellik taşıdığını belirtir: Hardt‟a göre, denetim toplumu, bir sivil sonrası toplumdur
koymamıza yardımcı olacaktır. Hardt, tartışmasına Hegel‟in sivil toplum kavramı ile
başlar. Nitekim, Hegel‟in kavramsallaştırmasında sivil toplum, bir bakıma bireyin ikinci
doğasını oluşturma kudretinde olan objektif ahlaklılığın, bir diğer ifadeyle, etik yaşamın
olanaklılığını ortaya koyan aile – sivil toplum – devlet7 diyalektik sürecinde bir geçiş
7
Hegel‟in, objektif (nesnel) ahlaklılığın ilk uğrağını ifade eden aile, bireyin self-realizasyonunu, kendi
etkinliklerini açığa çıkardığı, geliştirdiği ve duygusal bir bağı dolaysızca kurduğu en küçük ahlaki formu
ifade eder. Hegel‟in kavramsallaştırmasıyla ifade edersek, aile, onu oluşturan bireylerin tikel çıkarlarının
29
uğrağını ifade eder (Hegel, 2004:142-145). Söz konusu çerçeve içerisinde, sivil toplum,
olarak tatmin ettikleri bir sistemdir; bir diğer ifadeyle, özel çıkarlar ve bu çıkarlar
arasındaki ilişkiselliğin, çatışmanın vuku bulduğu bir iktisadi düzlemdir. Fakat, Hegel,
sivil toplumu, özel çıkarların etkileşimin gerçekleştiği salt bir iktisadi alan olarak
koruyan – kollayan bir yargı gücünü ve ortak çıkarı muhafaza eden kamu gücü ile
tatminine yönelik faaliyetlerin denetimi ile söz konusu süreçlere içkin olası anlaşmazlık
bulunan bireyin sivil topluma uyumunu olanaklı kılacak eğitim kurumlarının açılmasına
süreçlere ve bu süreçlere katılımın gereği olarak eğitim verme rolüne sahip olan
korporasyonlar (Hegel, 2004:195-196), mülkiyeti koruyan yargı gücü ile birlikte sivil
toplumun kapsamına dahil edilmiştir. Hegel‟in, sivil toplumu, salt iktisadi ilişkilerin
gerçekleştiği bir alan olarak görmediği ve ona devletin güdümünde kabul edilen kamu
gücü, yargısal ve eğitici işlevler yüklemesi dikkat çekicidir. Bunun nedeni, sözcüğün
Hegelci anlamında, sivil toplumun evrensellik taşıyan bir boyutunun oluşudur. Aile ile
devlet arasında bir ara form, geçiş uğrağını ifade eden sivil toplum, tikelliğin ve
evrenselliğin kaynaştığı bir alandır: “sivil toplum evrensel bir aile karakteri” taşır
(Hegel, 2004:190). Netice itibariyle, evrensellik nüveleri barındıran sivil toplum, eğitici
ve düzenleyici işlevler yüklenen kamu gücü ve korporasyonu kapsayan içeriği ile bir iş
dolaysızca, düşünümsüz gerçekleştirdiği ve spesifik karakteri sevgi olan ilksel nesnel ahlaklılık formudur
(Hegel, 2004:145). Devlet ise, Hegel düşüncesinde, evrensel idedir; nesnel ahlaklılık formlarının en üst
uğrağıdır ve ailenin ve sivil toplumunda ulaşmak durumunda oldukları içkin gayesidir. Bir diğer ifadeyle,
bireyin haklarının bilincinde olarak kendisini hem aile içinde hem de sivil toplum içerisinde
gerçekleştirmesinin güvencesi olarak tikel ve evrenselin buluşmasını ifade eden mutlak otoritedir (Hegel,
2004:202-203). Devletin evrensel niteliği, bu bağlamda, tikel varoluşların bağımsız biçimde, yüksek
otoritenin yoksunluğunda kendi özgürlüklerinin deneyimlemelerinin olanaksızlığına dayanır. Netice
itibariyle, tikel varoluşların özgürlüklerini karşışıklı olarak deneyimleyebilmeleri, objektif ahlaklılığın
olanaklılığı devletin evrensel niteliğinde somutlaşır. Biz burada, bağlamımız gereği, Hegel‟in, yalnızca,
sivil toplum tasavvuruna başvurmak durumundayız.
30
örgütlenmesini, iktisadi ilişkilerin organizasyonunu olanaklı kılar. Hardt, bu bağlamda,
bireyin emek gücünün iş organizasyonu için yararlı kılınması adına eğitime tabi
tutulmasını, sivil toplumun iktisadi ilişkileri ile uyumlu kılınmasını, haklı olarak,
emeğin biçimsel olarak boyunduruk altına alınması olarak okur (2005:88). Başka türlü
ifade etmemiz gerekirse, burada, iktisadi süreçlere, kapitalist üretim süreçlerine katılım
yetkinliğini bireye dayatmak söz konusudur. Sivil toplumun eğitici işlevleri, bu noktada,
aileden çıkan bireyi ve onun emeğini, kendi düzeni gereğince uyumlu kılmayı amaçlar;
(Hardt, 2005:89) bir sürecin yönetimini üstlenir. Bunun anlamı da, Hardt‟a göre,
Bir diğer ifadeyle, “sivil toplum, soyut emeğin örgütlenme toplumudur” (Hardt,
2005:89). Bu örgütlenme ereğini de, sivil toplum, Hegel‟in, ona atfettiği kamu gücü ve
Son kertede, Hegel‟in, eğitici ve örgütleyici olarak öne sürdüğü sivil toplum ve
geliştirerek, eğitirek değil, aynı zamanda, onları üreterek işleyen iktidarın, Hegelci sivil
disiplin toplumu farklı bir açıdan bir sivil toplum olarak görülebilir (2005:95). Nitekim,
“Foucault, sivil toplumun disiplin üzerine kurulan bir toplum olduğunu ve sunduğu
eğitimin yaygın bir normalleştirme ağı olduğunu açıkça göstermiştir” (Hardt, 2005:95).
Hardt‟ın yerinde bir tespitle ortaya koyduğu, disiplinsel kurumların, özellikle de onun
Deleuze‟ün ifade ettiği gibi, bu kurumların artık krizde oluşu, bir sivil sonrası toplumda
31
olduğumuzu ortaya net bir şekilde koymaktadır (Hardt, 2005:96). Bir başka deyişle,
denetim toplumu, sivil toplumun oluşmasını mümkün kılan koşulların artık olmadığı bir
işleyişinde önemli bir uğrağı ifade eden norm, kendisini uyulması gereken bir kural, bir
gerileyişi, normun da ilgasını ifade eder. Bir başka ifadeyle, sivil toplumun sahip olduğu
okulun yerini alışını göz önünde bulundurabiliriz (2013a:193). Kısıtlı ve özgül bir
mekan olarak okul içerisinde bir unsur (öğrenci ya da öğretmen) getirdiği hal ve
disiplinsel düzlemde bir kesit olarak okulun özgül formunun yerini kesintisiz eğitim
denen olgu almıştır (2013a:189). “Bir çok genç insan tuhaf bir şekilde motive olmak
Kurumsal disiplinin bir biçimlendirme aygıtı olan eğitim sürecine, artık, kesintisiz bir
örneğini ele alabiliriz. Kitlesel bir üretim merkezi olan fabrikada her bir öğenin,
gerçekleştiren fabrika işçilerinin, gözetim ve normun karşısında “tek bir gövde teşkil
32
edişinde” disiplinsel toplumun ruhunu görmekteyiz (Deleuze, 2013a:189). Ruhu
çözülürken dile getirilen ifadede somutlaşan şey nedir: “atölyelerin, fabrikaların her
tarafı dökülüyor. Evde çalışmak, ve yan sanayi rejimleri üretmek daha iyi olmaz mı?”
kurumsal disiplinlerin yerini sonu gelmeyen süreçlerin alışında ve öncesinde, tek bir
“Korporasyon, bireyleri kendi aralarında karşı karşıya getiren ve her birini kendi içinde
bölerek kateden sağlıklı bir emülasyon biçimi, harika bir motivasyon gücü olarak
dinmek bilmez bir rekabeti yaymaya devam eder. (...) Gerçekte, korporasyonun
fabrikanın yerini alması gibi, kesintisiz eğitim okulun, sürekli denetim de sınavın yerini
almaktadır. Ki bu da okulu korporasyona devretmenin en emin yoludur” (2013:a:189).
olanaklı kılarlar. Bir diğer ifadeyle, disiplinsel süreçlerde, itaatkar kılınması gereken
edebilmektedir.
biçimsel boyunduruk altına almayı amaçladığına dair tespitini göz önüne almak
33
durumundayız. Hardt, sivil toplum kurumlarının, bireylerinin emeklerini soyutlaştırarak,
kendi erekleri gereğince uyumlu kılarak tahakküme tabi tutmasını iktisadi süreçlerin
bireyin emeğini biçimsel boyunduruk altına alması olarak ifade etmişti. Bununla
tarafından boyunduruk altına alınmıştır; yani öyle bir biçimde kapitalist üretim
olur” (Hardt, 2005:101). Başka bir ifadeyle, biçimsel boyunduruk sürecinde, bireysel
itaatkar ve yararlı kılınan bir unsur konumundadır. Hardt‟ın deyimiyle, hala “ithal
edilmiş yabancı bir güç”tür (2005:101). Biraz daha somut kılma adına, biçimsel
içerisinde konumlandırması noktasında vuku bulur. Bir başka deyişle, birey ve emeği,
sermayeye dışsal konumunu sürdürmekte; buna karşın, sermaye de, bireyin emeğini
olduğu haliyle boyunduruk haline almaktadır. Fakat, Hardt‟ın da ifade ettiği gibi,
boyunduruğuna tekabül eder: Gerçek boyunduruk, disiplin ile değil, denetim ile
işlemektedir (Hardt, 103-104). Artık, bireyler ve sermaye birbirine dışsal bir konumda
değil, bireyler ve onların emekleri sermayenin içsel bir unsuru haline gelir (2005:101-
süreçleri öyle bir gelişim gösterir ki her şeyden önce üretim artık dolaysız ve bireysel
bir etkinlik değil doğrudan doğruya toplumsal bir etkinliktir” (Hardt, 2005:102). Bir
mantığını dünya üzerinde toplumsal yaşamın her yanına dayatmayı” (Guattari, Negri,
2006:20) başarmış olur. Böylece, evde çalışma ifadesi ile kastedilenin ne olduğu biraz
daha netleşmektedir. Nitekim, bu noktada, artık kurumsal ortamının dışına taşan bir
34
üretim faaliyetinin toplumsal alanın her anına yayılması söz konusu olmakta; hayat,
üretim faaliyeti ile, iktisadi ilişkiler düzlemi ile özdeş bir görünüme bürünmektedir.
Böylesi bir özdeşlik neticesi üretim sürecinin, ayrım gözetmeksizin hayatın her alanına
zerk edilmesini ifade eder. Bu durum ise, “iş ve yaşamın artık ayrı olmadığı anlamına
gelir” (Guattari, Negri, 2006:18). Bir başka ifadeye, söz konusu durum, yaşamın her
uğrağının üretim ve tüketim süreçleri tarafından absorbe edilmesidir. Bir örnekle ifade
edersek, böylesi bir düzlemde, “sekiz saat karşılığı ücretli kölelik yapmak yerine, işçi
artık sürekli sermaye için üretip tüketme” (Guattari, Negri, 2006:18) durumundadır.
Netice itibariyle, üretim süreçlerinin yaşama bütünüyle nüfuz etmesi durumu denetimin
eşit bir konuma sahip, bir sicil numarasından ibaret bir kapasite kılınan disiplinsel
bireyden farklı olarak, verili ilişkilere katılımının, topluma dahilinin bir nevi anahtarı
olan parolalara sahip olmakla yükümlüdür (Deleuze, 2013a:190). Bir diğer ifadeyle,
denetim toplumunun işleyişi, “kredi kartlarının üzerlerinde basılı olan bir sayı gibi”
(Goodchild, 2005:178) sayısal bir dile dayanır; bireye, enformasyona katılımını olanaklı
kılacak şifreleri dayatır (Deleuze, 2013a:190). Nitekim, enformasyon “tam tamına bir
iletimidir; yörüngede tutulan denetim insanının kabul etme durumunda olduğu ve onlara
toplumlarının özü, onun “anlık iletişim” (Deleuze, 2013a:184) ile işlemesidir. Bu,
bireylerin ifade biçimlerine sızarak gerçekleştirdiğini daha net görebiliriz: “Belki de,
söz, iletişim çürümüştür. Para bütünüyle onların içine sızmıştır: Kazara değil, doğası
ibaret kılındığınca, iletişimi olanaklı kılan ilişkilerin kaynağı da söz konusu süreçlerden
rollerin çözülüşü ile birlikte, disiplinsel çerçevede oldukları gibi üretim sürecine dışsal
bir noktada olmak yerine onun bir payandası olmaları sonucunu doğurmuştur. Bir başka
Peki, Adorno‟nun genelde modern topluma dair eleştirileri özelde ise kültür
yaşamın, üretim süreçleriyle özdeş bir görünüme tekabül etmesi, Adorno‟nun toplumsal
zamanlar yaşam olarak bildikleri şey, önce özel yaşamın, sonra da sadece tüketimin
alanı haline gelmiştir: Maddi üretim sürecinin bir eklentisi olarak onun peşinden
sürüklenip giden, özerklikten veya kendine ait bir tözden yoksun bir eklenti” (Adorno,
2002a:13). Üretim süreçleri, yaşamı kendi özgül varoluşundan yoksun bırakacak denli
ona nüfuz durumdadır. Bir diğer ifadeyle, üretim süreçleri ile bir yaşam deneyimi
arasında bir dışsallık ilişkisi söz konusu olmayıp yaşam ile üretim arasındaki söz
konusu ilişki “ilkini ikincinin anlık bir görünümüne indirgeyen” (Adorno, 2002a:13) bir
süreci özdeşliği eleştirisi benzer bir kaygıyı paylaşmaktadır. Her iki mefhumda da,
Böylesi bir hükmetme pratiğini, Adorno, hayatın tümünün bir mesleğe benzetilmek
zorunda olduğu bir varoluş hali olarak tanımlar; öyle ki, “bu benzerlik, henüz maddi
hayatın her yanına yayılması gibi; toplumsal düzlemi kapsayan maddi üretim süreçleri
de, biçimsel olarak kendi dışında kalan alanlara bulaşmış, onları kendi sürecinin bir
uzantısı kılmıştır. Bu bağlamda, üretim süreci ile özel yaşam arasındaki farkın, sınırın
silikleşmesi, verili olanın bütünüyle üretim süreci odaklı bir kimliğe bürünmesine neden
olur. Adorno, bu durumu, dünyanın gittikçe, maddi üretim süreçleri temelinde kollektif,
bütüncül bir yapıya doğru yönelmesi olarak tanımlar (2002a:144). Giderek artan
kolektifleşme süreci, “bireyleri pozitif biçimde kendi içine almaktansa onları ezerek
şekilsiz ve istenen kalıba sokulabilecek bir kitleye çevirdiği için her birey de
olarak tanımladığı şey yaşamın özgül varoluşunu, maddi üretim süreci tarafından gün
belirttiği gibi, maddi üretim sürecinden biçimsel olarak ayrı kabul edilen, bir diğer
yansımasından ibaret kılma süreci ile Deleuze‟ün denetimin, gündelik ilişkilere nüfuz
söz konusudur. Nitekim, bu bağlamda, Adonoesk kültür endüstrisi eleştirisi de, Fredric
37
Jameson‟ın ifadesiyle, bir günlük yaşam kuramı olarak (aktaran Dellaloğlu, 1995:86),
denetimsel rejimin olanaklı kıldığı yörüngenin pratiğini ifade etmektedir. Bir başka
deyişle, kültür endüstrisi eleştirisi ile denetim toplumu arasındaki ilişkisellik, denetim
emeğin gerçek boyunduruğunun ifadesi olarak hem denetim toplumu hem de kültür
endüstrisi sürekli bir denetimin, disiplinsel rejimin kısıtlı çokluklara yönelik ve normlar
vasıtasıyla ortaya koyduğu pratiklerden daha kapsamlı, daha incelikli, bizatihi gündelik
tabiyetin sürekliliğini analiz ederken kültür ve endüstri gibi iki kavramı bir araya
pratik işleyişi serimlemektedir. Başka bir deyişle, kültür endüstrisi kavramı bize,
denetimin yörüngesi içerisinde bir olağanın, bir gündelik işleyişin nasıl yaratıldığının ve
toplumsal alanı hakimiyet altına alışını, son kerte de, yaşamı bütünüyle maddi üretim
hatırlatırcasına, kültür ile eğlencenin bir karışımını yaratıp onu pazarlamaktır (Adorno,
38
sürekliliği adına daima piyasa için satış faaliyeti düzenlemektir (Deleuze, 2013a:191).
Hayatın her alanının sermaye mantığınca, üretim ve tüketim döngüsüne maruz kalışı
bağlamında, korporasyon mantığı ve onun ruhunu meydana getiren pazarlama ile kültür
yaşayış biçimi yaratmaktır. Nitekim, bireylerin, disiplinsel toplumda söz konusu olan
ihraç etme, dışlama pratiklerinden öte, kontrolünü olanaklı kılan husus, denetimin, bir
hayatının uzantısı kılar (Adorno, 2014:68). Bir eğlence işletmesi olarak kültür
isteyenleri ve onların boş zamanlarını iş hayatı ile, emek süreçleri ile bir örnek kılar
(Adorno, 2014:68). Bir diğer ifadeyle, boş zaman, “özneye dışardan dayatılan ve yorgun
duraklama anlarında bile zorla sürdürülen bir üretim ritminin refleks hareketi” (Adorno,
Adorno, söz konusu boş zamanı, yerinde bir tabirle, üretim süreçlerinin ritmine
noktada, Adorno‟nun kısa özgürlük oyunları olarak tarif ettiği süreci, denetim
olarak kişide yıkıcı sonuçları giderek artan bir benliksizleşmeye yol açan bir süreçtir.
Benliksizleşme de, Adornoesk anlamda, bireyin kendisini çoğunluğa ait hissetme, ona
39
ait olduğunu kanıtlama girişimini ifade eder. “Kişinin kendi dinamiğinin ötesinde
Bu bağlamda, benliğin ilgasını, bireyin denetime boyun eğişi ve kendini var edebilmesi
ettiği düzleme kendisini teslim eder. Sahte-etkinlik mefhumu, Adorno‟da, kendi tözünü,
pazarlamayı vurgularcasına açığa vurduğu gibi, sadece kendi reklamını yapan bir
etkinlik biçimidir. Bir başka ifadeyle, sahte-etkinlik, olmuş olmak için yerine getirilen,
kendi kendisinin amacı haline gelen bir etkinlik türüdür (Adorno, 1990a:118). Bu
bağlamda, o, bir uyum göstergesidir; verili toplumsal işleyiş içinde yer almanın
ile uyumlu kılma amacındadır. Bireyin, emek süreçlerinin dışında da, maddi üretimin
belirttiği, gibi söz konusu işleyişin birey tarafından onaylanışının da kanıtıdır: “Eğlence,
(Adorno: 2014:78). Bir diğer ifadeyle, kültür endüstrisine katılım, bir sahte-etkinliğin
faili olarak bireyin, çoğunluğun, kolektifin, varsayılan bütünün bir parçası olmasını
40
ifade eder. Deleuze‟ün tuhaf karşıladığı, sonu gelmeyen süreçlere katılıma dair
bağlamda, “hiç bitmeyen bir yetişkinlik sürecine adım” olarak tanımlanır: “Geç
kapitalist dönemde var olmak, hiç bitmeyen bir yetişkinliğe adım törenidir. Herkes,
noktada, toplumla özdeşleşme süreci bireye hiçbir hareket alanı bırakılmaması olarak
düşünülmemelidir. Böylesi bir özdeşleşim, mikro ölçekte, bir norm üzerinden ayrım
normal ayrımı koyutlamaz, farklılıklara izin verir. Yörüngenin içerisinde bir bireysellik
mümkün kılınır. Fakat, Adorno‟nun ifadesiyle, “bireyselliğe, ancak bireyin genel olanla
kayıtsız şartsız özdeşleştiğine ilişkin bir kuşku kalmazsa göz yumulur” (2014:91).
Bireyin nitel farklılığı, özgünlüğü, aslında kültür endüstrisini var eden bir özelliği ifade
2014:91) olan gösteriş biçimine indirgenir: “Özgünlük bıyık biçimine, Fransız aksanına
(...) indirgenmiştir” (Adorno, 2014:91). Bir başka deyişle, maddi üretim sürecinin
aykırılıklara bile müsaade edilir; çünkü, böylesi farklılıkların ortaya konuşu kültür
endüstrisinin işleyişine katkıda bulunur; daha net bir ifadeyle, onu olağan kılar.
olmasını ifade eder. Verili toplumsal işleyişin düşünsel ve pratik tahakkümüne dair
farkındalığa sahip aydınlar dahi, toplumun, sahip olduğu etkileme kapasitesi vasıtasıyla,
ona sunduğu sınırlar, konumlar içerisinde kalmaktadır: “Radikal sandıkları şey, onlar
gibiler için ayrılmış olan kompartmana nesnel olarak o kadar denk düşmektedir ki,
radikalizm de bayağılaşarak soyut prestije, bugünlerde bir aydının neye karşı ve neye
pozisyonları gereği karşıt olma tavırlarını sürdürürken, karşıt olma durumunun kendisi
içeriksiz kılınır. Diğer bir ifadeyle, verili toplumsal işleyiş ile uyumlu ve eşgüdüm
içerisinde bir radikalizm, kendi koşulunu ilga ederek, salt biçimsel özellikleriyle
prosedürel bir işlemden ibaret hale getirilmiş olur (Adorno, 2002a:214). Geldiğimiz
imkanı, onun ana koşulu olarak sunuluyor. Bir bakıma, denetimsel toplumda ve
Adorno‟nun modern toplum analizi şunu söylüyor bizlere: “Hayatta kalmanın bedeli
8
Adorno‟nun aktardığı üzere, kitle kültürü ifadesi, Aydınlanmanın Diyalektiği’ne dair notlarında kültür
endüstrisini önceleyen bir ifadedir. Kültür endüstrisini analiz ettikleri çalışmada ise, kitle kültürü
ifadesini, kendiliğinden oluşan bir kültür şeklinde yanlış anlamaya sebebiyet verebileceği için, kültür
endüstrisi ile değiştirmişlerdir (Adorno, 2014:109). Nihayetinde, her iki kullanım da, gündelik hayatın
pratiği haline gelen bir süreci, denetim pratiğini ifade etmektedir.
42
duydukları adetlerin öğretildigini bilirler ya da sezinlerler” (Adorno, Horkheimer,
2010:384). Bununla birlikte, katılımın aksi de, söz konusu ilişkilere katılmama durumu
da olanaklıdır. Elbette, tahakkümün sesi ile dile getirilen bir özgürlüktür bu: “Benim
gibi düşünmemekte özgürsün; yaşamın, malın, mülkün her şeyin sende kalacak, ama
2014:64). Bir başka ifadeyle, Adornoesk toplumsal bütünün vuku bulduğu sistemin
dışında kalmak, hayatın işleyişini ifade eden iktisadi ilişkilerin dışında kalışı,
yoksunluğa mahkum edilişi ifade eder. Bu nedenle, gerek denetim toplumu analizinde,
tuhaf bir şekilde kesintisiz işleyen süreçlere katılım için motive olmuş, onun pratik,
düşünsel ve iletişimsel yörüngesinin bir parçası olmayı hayatın olağan işleyişi olarak
benimsemiştir.
olan inancımızın elimizden alınışı (Deleuze, 2013a:186), artık her bir bireyin, maruz
kaldığı tahakkümün bir noktada uygulayıcısı ve onun yaşamın kendisi oluşu ile
mümkün olmuştur. Nitekim, dünyaya tekrar inanmak, Adorno‟nun ifade ettiği gibi,
maddi üretim sürecinin toplumsal tahakkümünün ötesinde, zayıf bir şekilde de olsa
mümkündür (2013a:186).
43
Son kertede, Adornoesk kültür endüstrisi, gerek işleyiş mantığı ve ona içkin
pazarlama fikri, gerek esnekliği, gerekse Jameson‟ın ifadesiyle, gündelik hayat kuramı
olarak Deleuze‟ün denetim toplumu analizi ile ortaya koyduğu kesintisiz süreçlerin
pratiğini ifade eder. Hardt‟ın analizi bağlamında, her iki kuram da, maddi üretim
sürecinin hayatın kendisiyle özdeşleştiği bir düzlemin eleştirisi; Marx‟ın emeğin gerçek
bireyin de artık onun ürünü olarak söz konusu toplumun denetimsel işleyişinin
44
2. AZINLIĞIN POLĠTĠKASINDAN POLĠTĠK ÖZDEġLĠKSĠZLĠĞE
indirgenişine değinir. Yazarlara göre, kendi yıkımını olağan bir süreç haline dönüştüren
aydınlanmanın düşünsel ve pratik işleyişi, düşünceyi bir meta haline dönüştürmüş, dil
de, insanlığın gerçekten insani bir dünyaya ulaşmak yerine yeni bir tür barbarlığa battığı
bir sürecin mimarı olan aydınlanmanın yol açtığı, düşüncenin içeriğinden yoksun
alt unsurlarından birini teşkil eden dilin, verili işleyişin övgüsü ve onayından ibaret
olanaklılığını sekteye uğratır. Bir diğer ifadeyle, dilin salt toplumsal işleyişin
durumu ile karşı karşıyadır (Adorno, Horkheimer, 2010:12). Maddi üretim sürecinin
yaşamla özdeş bir hale geldiği düzlemde, dil, düşünce ile birlikte, kendisine dayatılan
biçimlerini olumsuz olarak değerlendiren düşünceyi belirsiz bir laf kalabalığı diye, en
çok da yabancı diye tabulaştırarak zihni hep daha derin bir körlük içine hapseder”
(Adorno, Horkheimer, 2010:14). Açıklık beklentisi, bir başka şekilde dile getirecek
olursak, maddi üretim sürecine dair işleyiş ile uyumun beklentisidir; ona aykırı unsurları
nüve olarak dahi barındıran şeylere izin vermemektir. Bu bağlamda şunu ifade
bütünsel kılınmış, toplumla özdeş kılınmış bir dilin hüküm sürüyor olması yer
almaktadır.
45
Deleuze‟ün denetim toplumu analizi ve onun bir pratiği olarak kültür endüstrisi
bir yaşantının dili, onun ötesine geçme, onun anlamlandırma pratiğinin dışında bir şey
onaylanması anlamına gelen dil, bir bakıma, salt araçsal bir söze indirgenmiş
durumdadır. Öyle ki, verili durumda “araçsal olmayan söz anlamsız sayılır” (Adorno,
herhangi biri konumundadır artık ve bu aygıt düzleminde herhangi bir işlemi işaret
etmeyen her cümle anlamsızlıkla itham edilir (2016:73). Araçsallaşmış ve verili işleyiş
ile özdeşliğe mahkum edilmiş dil, Adorno‟ya göre, mevcut ilişkiler temelinde bir çok
“Günümüzde dil hesaplar, tanımlar, ihanet eder, cinayete neden olur; ama ifade etmez”
ifadeleri sadece mevcut düzenin içsel gerilimlerini, ilişkilerini tanımlayan ve söz konusu
enformasyonun iletimine dayalı bir sözdizimi olarak kabul edilişinin eleştirisi söz
özelleştirilerek kişilere iade edildiğini” (2014:142) belirtir ve ekler: “Bu kişiler de şimdi
sahici bildirimden ve dileklerden söz ederler. Aslında her biri, sanki FM radyosunda
2003:40). Başka bir ifadeyle, klişe, kültür endüstrisi güdümündeki toplumun olanaklı
gelişen bir yaşantı, yaşantının bizatihi kendisi halini almıştır. Bununla birlikte, kültür
endüstrisinin denetimsel yörüngesinde, eleştiri adı altında dile getirilen argümanlar dahi
oluştururken de tıpkı uslu çocuklar gibi sadece onlar için önceden seçilmiş yiyeceklere
Adornoesk bağlamda, daha çok “yaşantı edinme kapasitesi” (Adorno, 2003:40) ile
ilgilidir. Bu kapasite ise, yaşantı üzerinde bütüncül bir hakimiyet kurma durumunda
iddiasındaki bir sistemde, toplum, iletişimi olanaklı kılan dili, tüm nüanslarıyla ele
mümkün kılan kimi faktörler, sistem tarafından ezilmiştir. Çünkü, böylesi bir toplumda,
ifade özgürlüğü, iletilmeye değer bir deneyim ve kişilerin hem bağımlı hem de bağımsız
oluşu gibi unsurlar, Adorno‟ya göre iletişimin önkoşulları olan öğeler, artık söz konusu
toplumsal bir mekanizmanın alışı her şeye hükmetmek isteyen bir sistemin kaçınılmaz
sonucudur (Adorno, 2002a:142). Sözün sınırlandırılması, kuşku yok ki, dilin, salt verili
9
Nitekim, Adornoesk anlamda kitsch, sahte etkinlik mefhumuna dair izler taşımaktadır. Kitsch,
Adorno‟ya göre bir arınma parodisidir; başka bir deyişle, yerleşik toplumsal işleyişten bir kaçışı
gerçekleştiriyor gibi kendisini sunmakta, kimsenin gerçekte sahip olmadığı, kurgusal hisler öngörüp
bunlar üzerinden iş gören bir safsatadır (Adorno, 2002b:239): “Kitsch, varolmayan hislerin bir
simulasyonudur” (Adorno, 2002b:315). Bu anlamıyla, kitsch, kendi başına bir amaca dönüşen, bir etki
yaratmaktan çok kaçmış olmak için kaçmanın gerçekleştiği bir tür sahte etkinliktir. Buradaki bağlamda
ise, Adorno tarafından, resmi kitsch karşı bir eleştiri geliştiriliyormuş gibi davranmanın bir eleştirisi söz
konusudur.
47
işleyişi onaylayan ve ona övgüler dizen bir indirgenişe maruz kalmasınının bir
neticesidir. Benzer bir şekilde, iletilebilir bir deneyimin yoksunluğu da, kültür
endüstrisinin hükmünün dışında bir edimin toplumsal bir karşılığı olmamasını ifade
etmektedir. Sistemin işleyişinde yer almayan, onda bir anlam ifade etmeyen herhangi
bir edimin gerçekleşmesi, onun işleyişine katılımın reddi, edimin failinin, toplumsal
ötesinde bir deneyimin dile getirilişi olan ifadelerin gereksiz olarak görülmesi,
deneyimin düzen çerçevesinde bir anlam ifade etmesine dair kabulleniş ile birleşince,
adıyla anılan istisnasız her şey, efsunun etkisi altında tutulanların suskunluğunu bastıran
varsayılanlar da dahil olmak üzere, birer sahte aktiviteye, potansiyel bir eblehliğe
mahkum” (Adorno, 2016:315) oluşunun ifadesel karşılığıdır. Bir diğer ifadeyle de,
suskunluk, dilin salt onaylayıcı, tasdik edici ve verili işleyişe mahkum bir
Adorno‟nun, böylesi bir hükmedişi varyeteye benzeterek “durmadan bir şeyler olup
biterken hiçbir şey olmaması” (Adorno, Horkheimer, 2010:356) ifadesiyle işaret etmesi
gibi, böylesi bir düzlemde çok şey söylenip neticede hiçbir şey söylenmiyordur. Son
tarafından içerilmesi, bizi, bir kere daha, araçsal ve denetimsel karakteriyle ön plana
48
Adornoesk özdeşlik – özdeşliksiz mefhumu çerçevesinde ve maddi üretim
bütünleştirici işleyişinden menkul bir dildir; denetimin dilidir. Başka bir ifadeyle,
iktidarın dilidir. Çünkü, Adornoesk kuramda, dil, görüldüğü üzere, içeriği toplumsal
normların, işleyişin bir aracı ve onun tasdik edilişi ile sınırlanan bir varoluşa
hapsedilmiştir. Sorunu başka bir şekilde ortaya koyarsak, bize göre, Adornoesk
bağlamda, verili toplumsal işleyiş ile özdeş kılınmış bir kullanımı, ki bu kullanım verili
hükmünde bir toplumun mantığınca, olağan, uyulması gereken bir dil olarak ortaya
karakterin çoğunluk tarafından verili toplumsal işleyişe katılımlarının bir sonucu olarak
içerisine, maddi üretim süreci, kendi doğası gereği bizzat sızmıştır. Bir başka deyişle,
denetim, kendi karakterini ve işlerliğini iletişimin içerisinde yayılarak, bizzat sözde, söz
uzaklaşmayı gerekli görür. Bir noktayı daha devam etmeden vurgulamak gerekiyor:
Deleuze‟ün iletişimin içine sızan denetim olgusu, özdeşliğin dili olarak tanımladığımız
iletişimin çürümüş olduğuna dair vurgusunda somutlaşmaktadır. Ve, elbette, dahası söz
49
konusudur. Bu “daha”sı ise sözden uzaklaşmanın nasıl gerçekleşeceği, buna dair
düşüncesinde, çoğunluk dili ve azınlık gibi iki ayrı dil söz konusu olmadığıdır.
Azınlığın dili, herhangi bir kesime ait, kendi başına varolan, başlangıçta mevcut olan,
verili bir dil de değildir. Benzer bir şekilde, azınlık dilinin, çoğunlukla ilişkisi, ifadesel
bir azınlık grubundan ve onun dilinden farkını ortaya koyma adına kullandığı minör dil,
çoğunluğun dili ile, bir başka ifadeyle, majör dil ile ilişkisi bağlamında ve onun
içerisinde açığa çıkan, kendisini ortaya koyan bir dildir (Deleuze, Guattari, 2014:121-
122). Deleuze‟ün düşüncesinde, azınlık dili, varolmak için, sesini ortaya çıkarabilmek
için, içerisinde, onun malzemesinden kendi sesini yaratacağı bir çoğunluk diline ihtiyaç
duyar. Çoğunluğun dilinde kendi sesini yaratır ve dilin çoğunluğa ait egemen yapısını
bozar. Başka bir ifadeyle, azınlık, çoğunluğun dilini kaçırır: Kölelerin standart
İngilizce‟yi; bir diğer ifadeyle, çoğunluğun bir norm olarak dayattığı dili öğrenme
işleyişin diline ait yapıyı sarsmak, onun sözdizimlerini bozmaktır (Deleuze, Parnet,
1990:86). Dili kaçırmak, çoğunluğun ifade düzleminin yerine kendi özgül dilini,
sarsmaktır. Çoğunluğun dilinin, azınlığa özgü kullanımı bir dili, o dilin bir yabancısı
gibi konuşmanın ötesinde, “kendi dilinde yabancı olmak”tır (Deleuze, Parnet, 1990:86;
Deleuze, Guattari, 2014:122). Kendi dilinde yabancı olmak ise, bir bakıma, dilin bir
lehçesini, bir başka versiyonunu yaratmanın ötesinde, o dili kaçırmaktır. Bu kaçışı biraz
50
daha somutlaştırmak adına Deleuze‟ün minör edebiyat mefhumuna değinmemiz
gerekiyor, çünkü Deleuze‟ün, Marcel Proust‟a referansla dile getirdiği gibi, edebiyat, dil
içerisinde yabancı dil yaratmanın, dil içerisinde bir öteki yaratmanın uğrağıdır
(2013:c14); başka bir deyişle, bir nevi, “egemen sistemden kaçan bir cadı çizgisi”dir
(Deleuze, 2013c:14).
(majority) dili içerisinde ortaya koyduğu edebiyatı minör edebiyat olarak tanımlar
(Deleuze, Guattari, 2000:25). Deleuze‟ün, Guattari ile birlikte, Franz Kafka‟nın ortaya
temel özelliğe sahiptir. Bunlardan ilki, azınlığın dilinin, içerisinde ve onunla ilişki
Nitekim, bir Prag Yahudisi olan Kafka‟nın Almanca yazması, Samuel Beckett‟ın bir
İrlandalı olarak İngilizce içerisinde yazması örneklerinde olduğu gibi egemen, standart
ve çoğunluğun dillerinin azınlığın varoluşu ile karşılaşması azınlığa dair, minör bir
Almanca içerisinde yazan bir Yahudi olarak, egemen dilin sözdizimi içerisinde bir
sabuklama, onun olağan tınısını bozan bir çığlık yaratır; aynı zamanda, dil içerisinde
gerçekleşen bir kaçırma işlemidir. Sözcüğün diğer anlamıyla, azınlığın, çoğunluk dili
51
Dili kaçırma işlevinin bir diğer boyutu da, egemen anlamlandırmaların, iktidarın
Praglı bir Yahudi‟nin konuştuğu dil, ilk karşılaştığı dil, bir bakıma, Çekçe‟dir; fakat,
Çekçe unutulmaya yüz tutan bir dildir. Yahudiliğin mistik dili10 olarak Yidiş dili ise,
Kafka için, korkutucu ve hor görülen bir dildir. Almanca ise, egemen ve çoğunluğun
dili olarak, o dönem için, “kentlerin aracı dili, devletin bürokratik dili, ticari değiş tokuş
çoğunluğun dili olarak toplumsal bir işlev yerine getiren Almanca‟nın azınlığa dair,
minör bir kullanımını ortaya koyar. Minör yaratım, bu noktada, bir tahakkümün
süregiden işleyişinde kendini açığa çıkarır. Başka bir ifadeyle, Kafka özelinde, minör
sayfalarda daha da somutlaştırmak üzere, bunu noktada şunu ifade etmeliyiz: Burada
dilsel bağlamda ele aldığımız yaratım, görüldüğü üzere, çoğunluğun dilinin, egemen
dilin benimsenip onun içerisinde gerçekleştirilen bir edim değildir. Yaratımı olanaklı
“Yaratımdan, imkansızlıklar arasında yolunu çizen bir şey olarak söz etmek gerekir. (...)
siyasal bir olgu olduğunu ortaya koymak minör edebiyatın bir diğer niteliğidir. Nitekim,
çoğunluğun dilinde gerçekleşen majör edebiyat, bir standart olarak, özel alan olarak
10
Deleuze ve Guattari, Henri Gobard‟a referansla, dört dilbilim modelinden söz eder. Bu modeller, ilki,
konuşma dili, bir bakıma, kırsal dil veya ana dil olarak; ikincisi, aracı dil, daha çok kent dili olarak
tanımlayabileceğimiz iktisadi ilişkilerin ve diplomasinin dili; üçüncüsü, göndergesel dil; ulusal bilince ve
tarihsel geçmişe dair belleğin dili; dördüncüsü ise, söylen ya da mitsel dil olarak adlandırılan, ruhani
niteliğe de sahiğ geçmişteki dil, şeklinde gruplandırılır (Deleuze, Guattari, 2000:35). Minör bir yaratım,
bu noktada, verili düzlemde işleyen, tahakküm kuran ve bu tahakkümü sürekli kılmaya çalışan egemen
dilde, çoğunluğun dilinde kendisini açığa vurur.
52
adlandırabileceğimiz bireysel konulara odaklanmış durumdadır. Majör edebiyat, ki
bırakıldığı, bir bakıma, sahne arkası olarak bir arka plan örgüsüne indirgendiği bir
bağlam ortaya koyar. Başka bir ifadeyle, bireysel süreçlerle, siyasal süreçler arasında bir
sınır olduğuna dair yargısını daima muhafaza eden bir anlatım biçimini tercih eder.
küçük mekanın, en ufak olayın dahi siyasal olduğu bir düzlem yaratarak açığa çıkarır.
Minör edebiyat, “her bireysel sorunun doğrudan siyasete bağlanmasını sağlar. Daha
somut bir ifadeyle, bireysel sorun, içinde bambaşka bir öykü hareket ettiği oranda
2000:26). Bireysel olanın siyasal kılınışı, yerleşik işleyişin olağan süreçleri ve onları
üzerinde bir yarılmanın ifadesidir. Azınlığın yarattığı minör etki, bu yarılmanın bizatihi
kendisidir. Nitekim, Deleuze‟ün, Kafka‟ya atıfla ifade ettiği gibi, azınlığın edebiyatında,
“doğrudan doğruya kamusal, siyasal, halka dair olmayan özel hikaye yoktur” (Deleuze,
2013c:74); nitekim, onun içerisinde, “en basit aşk hikayesi, devletleri, halkları ve
kabileleri işin içine dahil eder” (Deleuze, 2013c:74). Bir başka deyişle, bu bağlamda, en
bireysel olan durum dahi kaçınılmaz olarak kolektif bir niteliğe sahiptir; onunla,
hükmündeki verili işleyişin tüm unsurlarını, sorunlarını siyasal kılarak, yaşantının bizzat
verili olan tüm ilişkileri kapsadığına, politikanın her şeye bulaştığına dair vurgusu, bu
olanla özel olan arasında bir sınır varsayan bir anlatım biçimi ile egemen anlamlandırma
biçimlerini ve onların çoğunluğa yönelik hitap eden yapıtlarını bulur. Bunun içindir ki,
potansiyel bir topluluk, henüz varolmayan bir halk için yazdığına değinir. Varolmayan
halk, açıktır ki, azınlığın kendisidir. Nitekim, çoğunluğun bakış açısından Kafka, ona
içkin olan bireysel ve siyasal olanın ayrılığı yargısı nedeniyle, mahremiyetin, kasvetin
ve bireyselin yazarı olarak işaret edilir. “Kafka'yı üzen, onu öfkelendiren, tiksindiren tek
bir şey vardır: Edebiyata sığınan bir mahremiyet yazarı, yalnızlığın, suçluluğun,
sanat ve hayat, yalnızca majör bir edebiyatın bakış açısıyla birbirlerinin karşıtı bir
yaşamın karşıtlığına dair onulmaz yargısı nedeniyle, majör edebiyat, çoğunluğun bakış
açısı, Kafka‟yı, mahremiyetin, hayalkırıklıklarının, özel alanın yazarı olarak dar bir
kalıba sokmaktadır.
Majör perspektif, bir başka deyişle, çoğunluğun bakış açısı, Kafka‟yı, toplumsal
dair kavrayış biçimi iki ayrı unsurun tekdüze ilişkisinden ibarettir: Büyük adam ve
kalabalıklar. Politika, ve elbette tarihe ilişkin bakış açısı da, iki ayrı unsurun, “iki kukla,
2013:142). Politik olan, böylelikle, bir büyük adamın ve ardındaki kitlenin düzlemine
indirgenir; dolayısıyla da, o, özel alanın dışında kalan meselelerin yeridir. Azınlığın
54
dinamizminden yoksun olan politikaya ve tarihe ilişkin bu anlatı, yaşantının olağan
seyri olarak kabul edilir. Başka bir ifadeyle, majör edebiyat, verili olan, mevcut
belirttiği gibi, yazınsal yaratımın büyük yazarlar tarafından yapıldığını iddia eder.
Nitekim, Amerikan edebiyatı, Deleuze‟e göre, majör edebiyatın tam aksine, bireysel
olanın kolektif de olduğu bir yaratımı ihtiva eder (2013c:74). Deleuze‟ün, Herman
yazınsal yaratımlar, yazarların usta, eserlerin ise başarılı olup olmamalarına dair bir
değerlendirmenin ötesinde, mevcut olmayan, gelecekteki bir halka dair koşulları ortaya
koyacaktır (Deleuze, 2013c:112). Her şeyin kolektif bir değer taşıdığı, siyasal olanın her
şeyin içerisine sindiği minör edebiyatın aksine, usta edebiyatı, varolan insanlara,
bireysel olan ile siyasal olanı apayrı kılan yerleşik işleyiş ve geleneksel anlatım
gibi, majör edebiyatı icra eden usta yazarlar popüler ya da popülist sanatçılardır;
benimsenmiş olmak, verili olan kalabalıklarca kabul edilmiş olmak isterler. Minör
11
Deleuze ve Guattari‟nin, geleneksel anlatım biçimlerinden kastı, yazarın, bir anlatıcı ilkesi çerçevesinde
düşünmesidir. Bir diğer ifadeyle, bu, “yazar ve kahraman, anlatıcı ve kişi, düşleyen ve düşlenen”
kategorileri çerçevesinde bir edebi eserin ortaya konulmasını ifade eder. Söz konusu kategoriler,
yazarlara göre, bireysel bir anlatımın tezahürleridir, “bireyleştirici bir sözcelemin” ifadesidir; dolayısıyla,
politik olan – özel olan ayrımını koyutlarlar. Görüldüğü üzere bu durum, siyasal olanın her şeye, her
duruma nüfuz ettiği minör edebiyatın tersi bir anlatım biçimidir. Deleuze‟ün, Guattari ile birlikte, Kafka
özelinde belirttiği gibi, minör edebiyat, bireysel olandan kolektif olana, bireyleştirici bir sözcelemden
kolektif sözceleme geçişin ifadesidir: “Fare Josefine, „ulusunun kahramanlarının oluşturduğu sayısız
kalabalığın‟ kolektif sözceleminde erimek için, şarkısını bireysel olarak icra etmekten vazgeçer”
(Deleuze, Guattari, 2000:27). Şu şekilde de ifade edebiliriz: Verili olan yaşantının bir parçası olan
anlatımdan, yaşantının kendisini politik kılan bir anlatıma geçiştir, burada söz konusu olan.
55
bağlamda ise, yazar, tam aksi bir biçimde, namevcut bir halka, gelecekteki bir halka, an
Edebiyat, bu bağlamda, henüz varolmayan, eksik olan bir halkın çağrılması, ona
Henri Bergson‟dan ödünç aldığı bir kavram olan masallama (fabulation) dolayımıyla
kendisini açığa çıkarır. Bergson‟un, Ahlakın ve Dinin İki Kaynağı‟nda, masal yaratma
ve mitolojiyi önceleyen bir işlemdir. Edebi eserler, zihnin kurmaca yetisinin bir sonucu
iken, din, masallama işlevinin bizatihi nedenidir, diye belirtir Bergson ve ekler: “Belki
bireysel, ama her durumda toplumsal olan bir gereksinim bu tür bir etkinliği zihinden
gereksinimlerinden doğan, ona dokunan hatta bazen ona köken sağlayan bir etkinliğin
edebiyat dolayımıyla ona politik bir ton kazandırır. Masallama, artık, “gelecekteki bir
halkın ortak kökeni ya da amacı” (Deleuze, 2013c:12) uğruna kendi işlevini ortaya
karşı direnmeyi” (Deleuze, 2013c:13) sürdüren bu halka dair, azınlığa dair, onun
müdahaleler ile deneyimlenen her sürecin politik olduğuna dair vurgusu azınlığın
56
olanın ötesine geçmek de azınlığın yaratım kuvvetinin, minör etkinin bir diğer yüzünü
ifade eder. Her iki husus da bizatihi politiktir; çünkü, verili işleyiş ve onun
anlamlandırma biçimi üzerinde doğrudan bir değişimi, bir etkiyi, bir müdahaleyi işaret
eder. Verili işleyişin ve egemen adlandırmaların sürekliliğine itaat etmenin ötesinde, söz
konusu sürekliliğe, onu dönüştürecek bir etki yaratma dolayımıyla müdahil olur. Bu
çalışmasında ifade ettiği gibi, politika, majör, özdeş yapılara karşı minörün kendi farkını
açığa çıkarmasıdır; bir başka ifadeyle, “politika, minör süreçleri çoğaltmak için varolur”
(Thoburn, 2009:39). Demek ki, politik olan, çoğunluğun ifade bulduğu majör
yaratımın, edebi ve dilsel düzlemde ortaya koyduğu işlem de benzer bir çizgiyi takip
etmektedir: O , Yeni bir dil yaratmanın ötesinde, çoğunluğun dili üzerinde ve onunla
Minör yaratım, bu noktada, majör, yerleşik bir işleyiş olan denetim toplumunun
“Belki de önemli olan, denetimden kaçıp kurtulmak için, iletişim dışı boşluklar, söz
yaratımın ortaya çıkışı söz konusudur. İletişim, nihayetinde, verili işleyiş çerçevesini
temel alan uzlaşmanın aracıdır (Deleuze, Guattari, 2001:14). Yaratım edimi ise, uzlaşma
düşüncesinde, azınlığın edimi olarak yaratmak, yerleşik işleyişin bir payandası olmayı
yörünge hizasında yer alan her edimin bir yaratım öğesi ihtiva etmediği anlamına gelir.
açığa çıkışında, diye belirtir, Deleuze; ya bir direnişin açığa çıkması söz konusu
olacaktır ya da denetime boyun eğilecektir. Bu iki olgunun dışavurumu, genel bir bakış
Bu, bir yandan, denetimsel toplumun düşünsel ve pratik işleyişi ile yüzyüze gelinen her
çoğunluğun standart işleyişi üzerinde bir azınlık etkisi yaratmak demektir. Öte yandan,
barındırır. Azınlık ve onun minör yaratımı, karakteri gereği her daim boyun eğmenin
karşısında yer alarak, yerleşik işleyişin denetimsel yörüngesinin ötesine, onun düşünsel
Nitekim, Martin Jay‟in ifadesiyle (2001:50), radikal bir değişime dair umudunu
asla yitirmeyen bir düşünür olan Adorno‟ya göre de, maddi üretim sürecinin hükmünde
göstergesinin bir belirtisidir (Adorno, 2014:143). Bir diğer ifadeyle, Adorno‟ya göre,
örgütlenen bir topluma yönelik, bütünün değişimine bel bağlayan bir perspektif değildir.
58
Bu tarz bir beklentinin sakıncasını şu şekilde açıklıyor Adorno: “Böyle bir radikalizm,
ideasının bir hayalete dönüşmesiyle ve daha iyi olana yönelik her türlü çabadan kendini
muaf tutmasıyla, ağırlığını yitirir” (2014:143). Demek oluyor ki, bütüncül bir değişim
yaralayan bir durumdur. Sözcüğün diğer anlamıyla, Adorno‟ya göre, değişime yönelik
talebin kısıtlı ve tikel boyutta olması gerekiyor, ki bize göre, bu kısıtlılık olumsuz
içeriğinden tamamıyla yoksundur. Bunun nedeni, kısıtlı ve tikel boyutta bir yaratımın,
kalıp, bir tür radikalizm gösterisine dönüşerek ona hizmet eden bir muhalif edim olarak
tarif ettiğimiz sahte etkinlik, “küçük bir değişiklik bütüne giden uzun yolda yine de bir
bütünün değişmesine yönelik bir amacın hükmü altındadır. Bu nedenle de, kendi
genel bir müdahalenin, ki Adorno‟ya göre verili işleyişe hizmet edecek bir müdahale
girişiminin, ötesinde, tikel bir müdahale ile bütünün yüzeyinde somut bir etki
Öte yandan, bağlamı kısıtlı ve somut bir etkinlik olarak radikalizmin politik
taraftan ideolojidir; diğer taraftansa, bizi değişime götürebilecek bütün süreçler politik
bizatihi politik bir olgu olarak karşımıza çıkıyor. Benzer bir vurgu, Adorno‟nun
konusu derslerde, politikanın, güç ilişkilerinin bir açıklaması olarak ideolojik olmasının
yanı sıra, toplumsal değişime dair potansiyeli içerdiğini belirtir: “Politika, ya da politik
alan, toplumsal değişim için gerekli olan potansiyelleri ve olasılıkları içinde barındırır”
beklentisi altında mümkün olabilir mi? Kendi içerisinde radikalizmleri bile soğurabilen
özdeşliksizlik, Adornoesk toplum eleştirisine içkin bir farkı ortaya koyar: “Toplum,
ifadeyle, özdeşliksiz olmak, toplumsal açıdan bir pürüz ihtiva etmek bizatihi politiktir;
bağlamda, daha açıklayıcı olmak adına, çalışmamızın Adornoesk tonunda gizil olarak
anımsamamız kafidir.
edebilmek için, daima, toplumsal açıdan bir pürüz olmak zorundadır: “En aşırı
radikalizme ait düşünceler bile, ısrarla savunulmaya başlanır başlanmaz (toplum rahat
toplumla hiçbir şekilde bir uzlaşıya girmemeli, onun iletişimsel düzlemine dahil
olası bir toplumsal uyum durumunda, radikalizmi ve radikalistleri kendi öğesi haline
bir kez olsun kayda geçirildi mi, tıpkı toprak reformcusunun kapitalizmin bir parçası
sayılması gibi düzene ait olurlar” (Adorno, 2014:62). Kültür endüstrisinin düzleminde
“gerçekçi fikir ayrılığı, satılabilecek yeni bir fikri olanların markası haline” (Adorno,
suskunluğa dahil olur radikal olan; çok şey söylese dahi, bir şey ifade etmez. Olası bir
aykırılık, radikalizm, onun yörüngesinde bir şöhretin göstergesinden ibarettir: “Öyle ki,
göstermeyen hiçbir suçlamanın gün yüzüne çıkmasına izin vermez” (Adorno, 2014:62).
temelinde farklılığına içkin bir değişim potansiyeli vardır – onun toplumsal yaşamla
yaşantının ötesinde yer almalıdır; hatta, kendilerinin bile: “Fikirler, kendi tezlerini aşan
Radikal olanın, bir yaratım değeri taşıyabilmesi için, daha doğru bir ifadeyle,
kendisi kalabilmesi için toplumla uyuşmaması zorunluluğu, bir bakıma, kendini evinde
kendimizi „evimizde‟ hissetmemek, ahlakın bir parçasıdır” (Adorno, 2002a:41). Ev, bir
düşüncesinde önemli bir hususu ifade etmektedir. Nitekim, bu, aynı zamanda,
ihtiyaçlarımız elverdiği sürece özel yaşamımızı sürdürmek, ama onun hâlâ toplumsal bir
Buradaki, “özel yaşam” ifadesi, eğer toplumsal yaşama bir anlam atfedilmiş olsaydı,
özdeşleşmemenin uzamı haline gelir. Bir başka şekilde ifade etmemiz gerekirse, burada
söz konusu olan, özdeşliksizin, değişim potansiyelini muhafaza etmek adına, özdeşliğin
Nitekim, Adorno‟da, dahil olmamak politik bir tavırdır. Adorno, doğru hayat adı
altında bir program ortaya koymaz: “Belki de söylenebilecek tek şey, bugün doğru
hayatın, en ileri zihinlerin iç yüzünü görüp eleştirel olarak teşrih ettikleri yanlış hayat
12
Max Horkheimer‟ın, bu doğrultuda, Eleştirel Kuram bağlamında ifadeleri şu şekildedir: “(...) kendi
kendinden, herhangi bir hakikatte, huzur bulduğunu söyleyen felsefenin Eleştirel Kuram‟la bir ilgisi
yoktur” (2005:397). Bu, iki hususun ifadesidir: Birincisi, kuram ya da fikirler daimi olarak bir dinamizm,
bir arayış içerisinde olmalıdır. İkincisi ise, aksi bir durumda, eleştirel niteliğini yitirip bir uyumluluğa,
onun konformizmine saplanacaktır; oysa radikal olanın yönü tam aksidir: “Özgürlük şehitlerinin aradığı,
ruhsal huzur değildir. Felsefeleri politikaydı” (Horkheimer, 2005:397). Kıssadan hisse, fikirler, bu
noktada, daimi bir reddedişin ve değişim talebinin somutlaşmasıdır. Öte yandan, EleştirelKuram, Jay‟in
belirttiği gibi, bir dizi düşünür ve fikir dizisinin eleştirisi üzerinde temellenen ve başlangıcı 19.yy‟nin
sonuna dayanıp Adorno‟nun da mensubu olduğu Frankfurt Okulu‟nu da içine alan bir düşünsel sürecin
ifadesidir (Jay, 2014:92-93).
62
biçimlerine direnmekten ibaret olduğudur. Bu olumsuz reçetenin dışında herhangi bir
ettiği direniş, bir diğer ifadeyle, kültür endüstrisinin ürünü olan yaşantının parçası
içerisinde yitip gitmemektir. Bir başka deyişle, Adorno, “dünyanın bizden yaptığı ve
yapmaya niyet ettiği her şeye karşı direnme gücü üzerinde odaklanmayı” (2012a:164)
kastetmektedir. Öte yandan, söz konusu olan, sadece dışsal süreçlere direnmek değildir;
hali mefhumu, bu noktada, Hegel‟in, verili gerçekliğin daima haklı olduğu ve ona
yönelik bir protestonun beyhudeliğini ifade eden bir vaziyetin ifadesidir (Adorno,
2012a:161). Direnişin boşunalığına dair yargıyı, olağan işleyişin düşünsel pratiği haline
getiren bir yaşantı biçimine direnmenin politik yönü bir tarafa, Adorno, mevcut
şekilde vurgular:
Görünüşte zararsız bir şey yapıp kendi kendimizi mahkum ettiğimiz sinemaya gitme
eylemine bile aslında şu farkındalığın eşlik etmesi gerekir: Bu tür eylemler aslında
kazandığımız içgörülere ihanettir ve hayatta kalabilmemizi ve uyum göstermemizi
sağlamak için olmamız ve kendi kendimizi oldurmamız gereken şeye dönüştürecek
süreçlere dahil edecektir bizi - tamam, belki çok küçük bir derecede ama bunların
kesinlikle birikimsel bir etkisi vardır (2012a:164).
Burada, iki hususu vurgulama gereği duyuyoruz: Birincisi, Adorno‟nun bir kez
daha yaşantının uyum talep eden bir pratikler bütünü oluşuna dair ifadesidir. İkincisi
ise, en ufak görünen eylemlerin dahi, toplumsal işleyiş ve denetim izlerini taşımasıdan
dolayı, özdeşleşmeye yol açacak olmasıdır. Netice itibariyle, verili işleyişe dahil
olmama, ona boyun eğip itaat etmeme noktasında politik bir durumdur. Bir yönüyle de,
63
karşı direnmedir ve Adorno bu direnişi şöyle dile getirir: “Şudur nerdeyse imkânsız olan
Sondan devam edecek olursak, yaşantının kendisinin politik bir sorunsal haline
gerçekleştirdiği, kendi farkını açığa çıkardığı ve her şeyi politik kıldığı kısıtlı uzamda
gerçekleşen yaratım, Adornoesk bağlamda, bir potansiyel olgu, bir olasılık olarak
özdeşliksiz unsurlarca muhafaza edilen bir politik edimi işaret eder. Bir diğer ifadeyle,
egemen işleyişin unsurlarını dönüştürüp aynı anda kendiside dönüşen radikal bir
etkinliği işaret eder. Bir diğer önemli husus, yaratımın, her iki mefhum bağlamında da,
genel, bütüncül bir değişim ortaya koymanın ötesinde kısıtlı bir mekanı, bir unsuru, bir
parçayı, şimdi ve burada, somut bir şekilde açığa çıkmasıdır. Son kertede, her iki
hususunda ortak bir nedene sahiptir: Denetim toplumuna, kültür endüstrisi pratiğine ve
onların hükmündeki yaşama direnmek. Direnmek ama nasıl? Politik olanı, yaşantının
kapsayacak kadar genişleten ama aynı zamanda, paradoksal bir biçimde, mücadelenin
aktörlerini minimize edip, zaman ve mekanı, şimdiye ve burada olana yönlendiren bir
uğraktayız. Bu uğrak bizi sanata dair bir düşünüşe yönlendirecektir çünkü, doğrudan
64
yaşantının sorunsal haline getirildiği noktada, yaşama dair politika, her iki düşünürde
65
3. ADORNO VE DELEUZE’DE SANAT FĠKRĠ
Neden sanat? sorusu ile başlamayı uygun ve gerekli görüyoruz; çünkü, sorunun
yakınlık bölgesini teşkil eden kritik bir hususun açımlanmasında gizlidir. Bu husus, her
iki olgunun da kısıtlı bir yaratımın, bir değişimin olanaklılığında vücut bulmasıdır.
anlamlandırmaları içerisinde dar kapsamlı, fakat, yoğun bir yaratıcı etkinliğin ortaya
konulmasından fazlasını ihtiva eder. Söz konusu uğrak, gerek azınlık mefhumuna
gerekse özdeşliksizliğin düşüncesine içkin bir niteliktir: Her iki mefhum da, verili olan
toplumsal düzlemi ortadan kaldırıp, onu, kendi tayin ettikleri ve kendisine uyum talep
eden yeni bir modelin hükmünde bir düzlem ile ikame etme kaygısına sahip değildir.
Bir diğer ifadeyle, çoğunluk ya da özdeşlik düzleminde ifadesini bulan, verili işleyişin
denetimsel yörüngesini tayin eden, bireylerden katılım ve uyum talep eden sabiteler,
modeli, egemen bir anlamlandırma haline gelmek amacıyla ortaya koymaz. Onun
hedefi, çoğunluğun düşünsel ve pratik işleyiş mantığına dayanan model yerine kendi
modelini geçirmek değildir; aksine, bu model üzerinde, ona bir şeyler ekleyerek ya da
gibi, verili modelin yerine kendi modelini inşa etme gibi topyekun dönüşümü içeren bir
Benzer bir olgu, Adorno düşüncesinin yaratıcı uğrağı olan özdeşliksizlik içinde
66
pratiklerine ve bütünselleştirici zorbalığına boyun eğmeyi reddettiği toplumsal düzlemi,
kendi egemenliğindeki bir bütün ile ikame etmeyi amaçlamaz. Özdeşliksizlik, yeni bir
belirttiği gibi, böylesi bir total ikame düşüncesi Adorno‟nun düşünsel karakteri ile
çelişki oluşturur. Bir diğer deyişle, Adornoesk düşüncede, verili bir bütünün bir başka
bütün ile ikamesine dair bir proje söz konusu değildir: “Asıl mesele, bu bütünü nasıl
bulunmamaktadırlar. Yaşamı kuşatan bir hükümden kaçılırken bir başka hükmün inşa
edilmesi söz konusu değildir. Mesele, onun üzerinde etki yaratmak, onu bozmak, onun
bulunarak onları, kısıtlı uzamda, dönüştürmektir. Neden sanat? sorusu, her iki
düşünürün kuramsal üretimlerinde, sanatın, bir direniş biçimi, bir otonom alan yaratma
Nitekim, Deleuze, direnişin sanata içkin bir olgu olduğu açıkça belirtir: “Sanat,
direnendir: Ölüme, köleliğe, alçaklığa, utanca direnir” (Deleuze, 2013a:183). Bir sanat
yapıtının tutsaklığa, utanca direnmesi onun şimdiki hale direnmesidir. Şimdiki hale
direnmek, verili işleyişe, onun düşünsel ve pratik tahakkümüne direnmektir. Peki, sanat
13
Holloway, bütünlük yaratmaktan ziyade bütünlükten kurtulmanın gerekliliği üzerinde durduğu söz
konusu metninde, kapitalizmin işleyişine dahil olmayan özerk alanlar, çatlaklar yaratmaktan söz eder.
Sisteme dahil olmayan uyumsuzluk adacıkları yaratmanın, paranın mantığından kurtulmanın ifadesi
olarak oluşturulacak çatlaklar, içinde bulunulan toplumsal düzlemin sanıldığı kadar sıkı bir örgütlenmeye
sahip olmadığına dair farkındalık ile birlikte işler (2017:75-77). Bu ifadelerde de, Adornoesk tını hemen
farkedilir; çünkü, burada, önceki bölümde değindiğimiz gibi, Adornoesk eleştirinin, toplumun, zorla
bütünsel kılınmak istenmesi ve bütünlük yanılsamasına maruz bırakılmışlığı söz konusu edilmektedir.
Öte yandan, Holloway‟in, özerklikler, otonom alanlar yaratma noktasında, Deleuze‟ün çalışma arkadaşı
Felix Guattari ile bir takım ortak kaygıları söz konusudur. Guattari de, Arthur Koestler‟den ödünç aldığı
ifadeyle, birer soluklanma adacığı olarak tanımladığı, verili işleyişin tabi kılma prosedürlerinin ötesindeki
otonom alanların yaratılmasının üzerinde durur (2014:31). Her iki yaklaşımda da, son kertede, yerleşik
işleyişin pratik ve düşünsel mantığından bir kaçışın olanaklılığı üzerine bir düşünüm söz konusudur. Biz
göre bu nokta, Adornoesk düşünce ile Deleuze‟cü düşünce çevresinin yakınlığı konusunda çeşitli
imkanların, nüve olarak da olsa, varolduğunu göstermektedir.
67
yapıtının ölüme direnmesi ne demektir? Deleuze‟ün belirttiği ettiği gibi, aslen Andre
Malraux‟ya ait olan bu ifade, sanatın ebediyete dair arzusunun ifadesidir. Sanat,
“mezara değil, sonsuza bağlıdır” (Malraux, 2011:45). Yitip gitmeye direnen bir
yaratımdır, sanat. “Zamanımızdan üç bin yıl önce yapılmış bir heykelciği görmek,
aslında Malraux‟nun cevabının gücünü anlamak için yeterli” diye devam eder Deleuze
(2003:39). Bu gücün bir diğer ifadesi, sanatın, kendi olarak kalabilme, kendisini
muhafaza edebilme kuvvetidir: “Sanat saklar ve dünya üzerinde kendini saklayan tek
şeydir” (Deleuze, Guattari, 2001:146). Deleuze için, sanat yapıtının önemi, sanatın
genç kıza baktığımızda, onun bağımsız ve direnen varoluşuna tanık olacağımızı ifade
Deleuze‟ün dikkat etmemizi istediği husus, bu pozun, artık, modelinden bağımsız bir
şey haline gelmiş olmasıdır ve başından beri bağımsız bir kendilik olarak var olmasıdır.
Modelinden bağımsız bir kendilik olarak sanat yapıtı, zamanın bir kesitinde onun
duygusal ve hissi çıkarımlarda bulunan, onu algılayan, ona tanık olan kişilerden
bağımsızdır. Bir başka ifadeyle, Deleuze düşüncesinde, sanat yapıtının, bir fail
ötesinde bir varoluşu söz konusudur. Kendisine tanık olan bir failden kaynaklanan
duygulanım ve algılamaların ötesinde bir varoluşa sahip olan sanat yapıtı, kendisini
muhafaza edebilme gücüyle, bir duyumlar kitlesidir (Deleuze, Guattari, 2001:146). Bir
duyumlar kitlesi, bir diğer ifadeyle sanat yapıtı, bir failden türeyen algılamalardan ve
68
olarak adlandırdığı, failiğin yokluğunda bir kendiliğin ifadesi olan duyumlar
bileşimidir:
Algılamlar algılamalar değildir artık, onları duyanlarda ortaya çıkan bir durumdan
bağımsızdırlar; duygulamlar da artık duygular ya da duygulanımlar değildir, onların
içinden geçen kişilerin gücünden taşarlar. Duyumlar, algılamlar ve duygulamlar, kendi
kendileriyle değer kazanan ve her türlü yaşanmışlığı aşan varlıklar'dır. Onların insanın
yokluğunda oldukları söylenebilir, çünkü insan, taşta, tuval üzerinde ya da sözcükler
boyunca ele alındığı şekliyle, kendisi de algılam ve duygulamların bir bileşimidir
(Deleuze, Guattari, 2001:146-147).
onun sunuluşundan farklı bir şeydir. Deleuze‟ün ifadesiyle, duyumun, malzemeyle aynı
şey olmaya hakkı dahi yoktur. Çünkü, “hak olarak kendini saklayan şey, yalnızca
olgusal koşulu kuran malzeme değil, ama, bu koşul yerine getirildiği sürece (tuval, renk
ya da taş, toz olup gitmediği sürece), kendi-kendisinde kendini saklayan şey, algılam ya
kuşkusuz, malzemesinin maddi varlığında vücut bulur. Fakat, yapıt, kendisine sanatsal
sahip olduğu bilindik algılardan; duygulanımları da, bir andan diğerine geçiş sırasında
gibi, söz konusu sanatsal yaratım “bir duyumlar kitlesinden, katışıksız bir duyum varlığı
gerekiyor: Bir duyum varlığı olarak algılam ve duygulam verili düzlemde bir
değişikliğin olanaklılığının ifadesidir. Bir failin sahip olduğu, verili işleyişin içerisine
69
ötesinde bir varoluşu mümkün kılması sebebiyle, sanat yapıtı, bir bakıma, değişikliğin
kendisidir.
sanatçıya dair bakışında da kendisini göstermektedir: “Sanatçı dünyaya her zaman yeni
duyumun olanaklılığı, gerçek yaratıcı edimin ifadesi olarak değişimin açığa çıkışını
ifade eder. Bundan dolayı, Deleuze‟ün düşüncesinde, sanatsal bir yaratımdan söz
edebilmemiz için, söz konusu yaratımın aşina olunan algı ve duygu paketleriyle ortaya
konulmuş bir üretim olmaması gereklidir. Peki, algı ve duygu paketleriyle yazmakla
kastedilen nedir? Deleuze‟ün düşüncesinde bir sanatçı, neden aşina olunan algılamalar
Deleuze‟e sorduğumuzda iki ayrı yüzü olan bir yanıt alırız. Yanıtın bir yüzünü oluşturan
husus, Deleuze‟ün bir yazınsal yaratım olarak romana dair fikirlerinde kendisini ortaya
koyar. Nitekim, Deleuze‟e göre, sanatsal yaratıma dair yanlış anlamaların, hatalı
yaklaşımların kökeni roman sanatında gizlidir. Bu yanlış anlamaların özünde yatan ise
kişinin anıları ve düşsel uydurmaları ile yazar olabileceğine dair genel kanıdır (Deleuze,
değil ki?), nihayet her şeyi eklemlemek üzere kendi görüşleriyle, bir roman
yazma edimin malzemesi olan görüş ise, netice itibariyle, toplumsal pozisyonunun
olarak, bir romanın kabul edilmiş, bilindik duygu, his ve algılarla, anılarla
70
yazılabileceğini düşünmek, söz konusu üreticinin gözlem yapabilme yeteneği, sahip
olduğu ve ender rastlanan hayal gücü gibi desteklerle daha da olağan hale getirilir
(Deleuze, Guattari, 2001:153). Oysa, bu bağlamda bir sanat yapıtı, verili olanı,
yaşanmışlığın kopyalarını üretmek dışında bir şey ortaya koyamamakta; bir değişikliği
mümkün kılamamaktadır. Başka bir şekilde ifade etmemiz gerekirse, aşina olanın
şeyi, sıradan romancının gıdasını oluşturan her şeyi” (Deleuze, Guattari, 2001:154)
geride bırakan, onların ötesinde olan sanatçının, görüneni yeniden üretmek yerine, ki bu
atıfla belirttiği gibi, sanatçı, görünen üzerinde yapıtını icra etmenin, yapıtında görüneni
yeniden üretmenin ötesinde yer almalı; yapıt ise, görünür olmayanı yakalamalı, onu
yaşamı hapseden, onu tahakkümü altına alan şeyi görebilen bir yaratıcıdır. Mevcut
haliyle yaşamın içerisinde yer alan kabul edilemez olguların farkındalığı ile, yaşama
hükmeden, onu tutsak eden klişeleşmiş algı ve duyguları darmadağın etme kudretine
sahiptir. Bu kudretinin açığa çıkışı neticesinde, görünenin ötesinde bir görüyü yapıtında
ortaya koyar (Deleuze, Guattari, 2001:153). Başka bir ifadeyle, Deleuze‟e göre, sanatçı,
71
sanatçının aksine, yaşama hükmeden ve onun işleyişinin temel unsurları olan klişelere
yaşantı, toplumsal işleyiş, gerek pratik gerek düşünsel anlamda, “çılgın miktarda söz ve
kadar psişik klişeler de vardır, hazır yapılmış algılar, anılar, fantazmalar vardır”
(Deleuze, 2009b:82-83). Boşluk ise yoktur. Bu bağlamda, “bir ressamın beyaz bir yüzey
yüzey karşısında olduğunu kabul etmek, onun dışsal bir nesneyi, bir modeli yüzeye
sıradanlığa, klişelere hapsetmektir. Oysa, “tuval beyaz bir yüzey değil; görülmüyor olsa
bile hali hazırda klişelerle dolup taşıyor” (Deleuze, 2009c:189). Deleuze‟ün şeyler
kategorisi adını verdiği fiziksel ve psişik klişeler, her şeyin başında, beyaz yüzeyin
sürdüğü şeyler olarak, verili gerçekliğin kendisini teşkil etmektedir. Bununla birlikte,
gerçekliğin kendisi olmuş, onunla arasında bir boşluğa izin vermemiş klişelerle
hırpalamakla, her yönde işlemekle tatmin oluyorsa, bu da, klişeyi küllerinden doğuran,
14
Bu noktada bir parantez açma gereği duyuyoruz: Adornoesk düşüncede, klişenin bir yaşantı biçimi
olduğunu (sayfa numarası verilecek), bir yaşantı edinme kapasitesi olarak olağan ve verili işleyişe
hükmeden bir mefhum olduğuna değinmiştik. Öyle ki, Adorno‟nun belirttiği gibi, klişe ile yaşantı
arasında bir boşluk dahi söz konusu değildir. İleride değinecek olmakla birlikte, bu noktada, Adornoesk
klişe eleştirisinin, klişenin yaşama hükmedişinin anımsanmasını yararlı buluyoruz.
72
ressamı ya klişenin küllerine hapseden ya da ona parodiden başka avuntu bırakmayan
fazla düşünsel, fazla soyut bir tepkidir” (Deleuze, 2009b:83). Görülüyor ki, klişenin,
hazır algı ve duygu paketlerinin üzerinde bir etkinliğin dahi, sonu yine klişeye varacak
Bu riskle bağlantılı olarak, mücadelenin zorluğunu katlayan bir diğer husus ise,
klişeye yönelik tepkilerin dahi klişeleşmiş oluşudur. Böylesi bir durumun nedeni,
dayattığı koşulların sanatsal üretim karşısında baskın çıkmasıdır. Söz konusu koşullar,
ifadesiyle, bir çok satanlar rejimi olarak mevcut koşullar, sanatsal üretimi, kendi
beklentilerine karşılık vermeye zorlar. Deleuze‟e göre, bu bir hızlı devir rejimidir ve
yaratımın olanaklılığını sağlayan yavaşlığın, ağır ilerlemenin aksine bir işleyiş talep
eder (Deleuze, 2013a:138). Yaratma olanağını kendi işleyişi gereği tüketen böylesi bir
klişeleşmiş biçimlerine sığmayan yapıtlardır. Büyük sanatçıları büyük yapan şey, “yeni
biçimler elde etmeyi ve yeni hissetme ve düşünme tarzları, başlı başına yeni bir dil
yaratmayı” (Deleuze, 2007:18) bilmeleridir. Nitekim, bundan dolayı da, bir yaratım,
taklit edilebilecek bir edim değildir; aksine, onda yaratımın ve onun failinin kendine
özgü koşulları mevzu bahistir. Bu bağlamda, taklit edilebilir olan, zaten bir başka
73
taklidin ürünüdür, verili işleyişin taleplerince ortaya konmuş yapıtların varyasyonlarıdır.
Klişelere yönelik tepkilerin dahi klişeleşmesi, son kertede, varolanın bir benzerinin yeni
arasında yolunu çizen bir şey olarak söz etmek gerekir” (Deleuze, 2013a:144). Bununla
birlikte, Deleuze, sıradan bir sanatçıyla, bir yaratıcı arasındaki farkı da şu şekilde ortaya
değildir” (2013a:144). Suda yanan ateşleri mümkün kılan yaratım, böylesi bir
verili düzlemin lekelerine bulanmış algı ve duygu kalıplarının ötesini, onların içeriğine
sahip olduğunu iddia eden görüşlerin hükmünden fazlasını talep eder (Deleuze,
Guattari, 2001:156-180). Klişelerle yetinip klişeleri talep eden, verili düzeni sürekli
kılma adına toplumsal üretimin bir parçası gibi bir işlev gören sanat yapıtının
karşısında, klişeleri paramparça eden, verili işleyişi sarsan, onun düşünsel ve pratik
rağmen, açığa çıkarır. Sanatçı, bembeyaz gözükse de içerisine sinmiş klişelerle dolup
taşan kağıdı, tuvali silmek, arındırmak, tozu dumana kaldırırcasına onları paramparça
eder (Deleuze, 2009b:83; Deleuze, Guattari, 2001:181). Başka bir ifadeyle, sanatçı,
klişelerin egemen olduğu düzlemde onulmaz bir gedik açma, onun yüzeyinde bir bıçak
74
Bir bıçak kesiği etkisi, denetimsel toplumun bizatihi kendisi olan iletişimin
ve verili düzlemin işleyişinin aktarıldığı bir işlev olarak iletişim, görünenin, verili olanın
ve taklit olmaya mahkum her yapıt, bir bakıma, verili düzenin sürekliliğine, toplumun
imkanlarının yaratılmasını ifade eder. Sanat yapıtının açığa çıkardığı duyumlar kitlesi,
verili düzenin düşünsel ve pratik işleyiş ile onda hüküm süren ve klişeleşmiş egemen
üzerindeki her etki, onlara yönelik her sarsıcı edim, verili olanın algılanmasına ve ona
yönelik hissedişlere yönelik yeni boyutlar açığa çıkarır. Jacques Ranciere sanatsal
algılanabilir olanın sunuluşuna etki eden pratikler olarak tarif ederken (2014:210), bir
bakıma, Deleuzecü bir momenti dile getirir gibidir. Daha somut bir kertede, Ranciere‟e
göre, sanat yapıtları, “yapma etme biçimlerinin genel dağılımına müdahale eden yapma
yapıtı, Ranciere‟in müdahalesini kapsamakla birlikte, daha radikal bir uğrağı hedefler:
toplumsal bir ortamda egemen algıları ve duygulanımları bir araya getiren sistemini
yurtsuzlaştırır” (Deleuze, Guattari, 2001:175). Bir sanat yapıtı, verili düzlemin olağan
algıları ve duygularının teşkil eden görüş sistemini, bir başka ifadeyle, egemen
75
Yersizyurtsuzluk, Deleuze‟ün bağlamında, bir bakıma, sanat yapıtının kaderidir.
Sanat yapıtı, bir diğer ifadeyle, verili işleyişin bir dişlisi olan algılar ve duyguların hazır
ötesine geçmenin bir ifadesidir. Sanat yapıtı, verili işleyişe dair algıları ve hissedişleri,
onları, öncesinde ifade ettikleri anlam ve biçimlerden farklı bir momente ulaştırıp
bir şekilde, algılam ve duygulamın bileşimi olarak sanat yapıtı, etki edeceği,
edimi, tek taraflı gerçekleşen bir edim değildir. Sanat yapıtının, verili duyumların,
algılam ve duygulam bileşimi, sanatçının elindeki malzemede yeni bir düzlem kazanır.
yeniden yerliyurtlu hale getirilir. Bir başka ifadeyle, söz konusu düzlemde, algılam ve
duygulam bileşimi kendisini sunma imkanı edinir. Açığa çıkan algılam ve duygulam,
anlamına gelmez. Böylesi bir durum, bir yaratım olmaktan çok, klişelerin sürekliliğine
hizmet eden bir yapıtın ifadesi olurdu. Aksine, sanatsal yaratım, daima, geleceğe
Deleuze, anıta, sanatsal yaratımın karakterini yansıtan bir anlam kazandırır: “Anıt bir
76
geçmişi anan şey değildir, kendi öz saklanışlarını yalnızca kendi-kendilerine borçlu olan
ve olaya onu kutlayan bileşimi veren bir mevcut duyumlar kitlesidir” (Deleuze,
Guattari, 2001:150). Anıt, geçmişi anan bir eser değil, geleceğe seslenen sanatsal bir
kulağına, olayı canlandıran kalıcı duyumları fısıldar: insanların hep yinelenmiş acısını,
Guattari, 2001:158). Sanat yapıtının, geleceğe seslenen bir anıt olması, bir bakıma,
geleceğin kulağına seslenir; çünkü, geçmişi anmak, bir noktada, verili düzlem içerisinde
mahkumdur. Başka bir ifadeyle, yapıt, anımsamaya yönelik bir eğilime sahipse
yörüngesinde yer alan sıradan bir sanatsal üretimden ibaret olacaktır. Deleuze‟ün
belirttiği gibi, verili durumda eksikliği duyulan şey böylesi bir iletişim değildir;
seslenerek, şimdiye direnir. Bir yaratım olarak sanat yapıtı, geleceğe, gelecekteki bir
(Deleuze, 2003:41). Nitekim, sanat vasıtasıyla seslenilen ırk daima, azınlıktır; aşağı,
minör ırktır. Çoğunluğun düşünsel ve pratik egemenliğine yabancı olan, onun dilinde
tahsis ettiği şimdiki hale direnmek zorunda olan azınlığa seslenir, sanat. Bir başka
77
ifadeyle, varolan şimdiye direnmek gerek azınlığın gerekse sanatın bir görevidir
yaşantının politik hale getirilmesinde kendini açığa çıkarır. Sıradan sanatın, çoğunluğun
Deleuze, sanatsal yaratımın, azınlığın verili düzlemi tamamıyla politik kılan direnişine
katılması gerektiğini belirtir: “Sanat, zaten yaşadığı varsayılan, verili olan halka,
1989:217). Çoğunluğun sesi olan bir otorite, bir sömürgeci “burada böyle bir halk yok”
dediğinde, sanat, kayıp halkın aslında orada olduğunun çığlığı olmalıdır. Kayıp halkın,
var etmesine, kendisini ifade etmesine yardımcı olmalıdır, ki bu, sanatın politik bir
nitelik kazanabilmesinin koşulunu ifade eder. (Deleuze, 1989:217). Sanat, bir başka
ifadeyle, görüneni değil, görünür olmayanı ortaya koymak şiarıyla, orada olmadığı iddia
normlarının ötesinde yer alan ve yoksayılan, gelecekteki bir halka, azınlığa seslenen,
bir yapıttır. Sanatsal yapıt, çoğunluğun sahip olduğu algıları, duygulanışları, görüleri
sarsan; verili olanın ötesinde görünür olmayanı açığa çıkaran bir yaratımdır. Bir diğer
15
Nitekim, Deleuze, İsrail – Filistin meselesine bu bağlamda değinir: “Filistin halkları var mıydı? İsrail
olmadığını söylüyor. Kuşkusuz bir tane vardı, ama işin aslı bu değil. Filistinliler yerlerinden yurtlarından
kovuldukları andan itibaren, direndikleri ölçüde, bir halkın oluşma sürecine girerler. Böyle oluşmayan
halk yoktur. O halde, her zaman sömürgeleştiricinin söylemine göndermede bulunan önceden kurulu
kurguların karşısına, şefaatçilerle gerçekleşen minör söylemi koymak gerekir” (2013a:140). Minör
söylemden kasıt, azınlığa seslenen bir yaratımın ortaya konması, verili olanın azınlık koşullarında
yaşayan, yaşantının tümünü politik kılan halkın perspektifinden değerlendirilmesidir. Kuşkusuz, bu
noktada, şefaatçilerle kastedilen de, sanatçılar, başka bir ifadeyle, Filistin halkı adına konuşmak yerine,
onların varolduğunu gösteren, onlara işaret eden, onların konuşmasına, kendilerine ifade etmelerine aracı
olan yaratımlardır, ki bunlar aynı zamanda direnmenin koşuludur da.
78
muhafaza ettiği şey, çoğunluğun klişelerinin erişmesinin mümkün olmadığı bir sesleniş,
geleceğe sesleniştir.
Sanatsal yaratım içerisinde geleceğe dair bir unsur, yapıtın muhafaza ettiği bir
büyük sanat yapıtlarının muhafaza ettiği bir yok-edilemeyen ve onun ışığından söz eder,
Adorno: Söz konusu yok-edilemeyen ışık, “yıkımlara lanet ve tövbe eden eski, ebedi
ışıktan çok, geleceğin ışığıdır” (Adorno, 1990a:89). Bir diğer ifadeyle, Adorno‟da sanat
yapıtı, geçmişe dair nüveler taşımaktan çok, kendiside geleceğe dair unsurlar barındıran
bir yaratımdır. Benzer bir vurgu, büyük sanat eserlerinin, koşullar ne olursa olsun,
böylesi bir yetkinliğe sahip olur (Adorno, 2002a:231). Bununla birlikte, Adorno, büyük
bir sanat yapıtının muzdarip olduğu bir durumu da belirtir. Ona göre, büyük sanatsal
ifadeyle, büyük yapıtlar, içeriklerinin eleştirel niteliği ve verili işleyişe uymayan yönleri
gerçekleştirenler, yapıtı anlamadıkları için değil, aksine, onun içeriğini kavradıkları için
yapıtı anlaşılmazlıkla itham ederler. Yapıtın anlamına dair yerinde bir kavrayışa rağmen
suçlamalar devam eder; çünkü, aksi bir tutum takınıldığında, verili işleyişe dair
eleştirilerin doğruluğunu onaylanmış olup bu işleyiş ile olan suç ortaklığı da kabul
kılma pratikleriyle yüklü bir toplumsal düzlemde özdeş olmayan bir unsurun, bir başka
deyişle, verili işleyişin iletişimsel sürekliliğin dışında bir ifadenin, eleştirel ifadenin
79
kabulu, işleyişin öğelerine dönüşmüş insanlar için yanlış hayata katılımlarının bir itirafı
olacaktır. Fakat, bu noktada öncelikle iki hususu vurgulama gereği duyuyoruz. İlki,
Adorno‟da sanat yapıtının muhafaza ettiği yok-edilemeyen öğe, umut; ikincisi ise,
sanatsal yapıtın topluma yönelik, verili işleyişe yönelik itirazıdır. İnsanların verili
işleyiş ile suç ortaklığını itiraf etmeye, onu kabullenmeye karşı direnişleri ise, önceki
sonucudur. Gelgelelim, bizim bu noktada ele alacağımız birbiriyle bağlantılı olan bu iki
Sanatsal yapıtın sakladığı, şimdiye ait olmayan, geleceğe yönelik ışık ve umut
ile umudu ifade edişinin birincil sebebi olan açığa çıkış sürecinde karşılaştığı zorluklar
Adorno‟da sanatın yanlışlığın ortasında bir doğruluğu ifade etmesi olarak kendisini
gösterir. Zira, Adorno‟ya göre sanat, verili işleyişin, maddi üretim sürecinin tahakkümü
fikrinin özünü teşkil etmektedir. Çünkü, Adorno‟da fikrini muhafaza eden sanatsal
yapıt, verili toplumsal işleyiş ile bir uyumun, birlikteliğin arayışında değildir; aksine,
yapıt, gücünü uyumsuzluğun açığa çıktığı, onu verili işleyişin düşünsel ve pratik
(Adorno, 2014:60-61). Başka bir ifadeyle, yapıtın bir umudu barındıran sanatsal niteliği
verili işleyiş ile özdeşleşmeye yönelik reddedişin ifadesidir. Öte yandan, sanatın gücünü
ortaya koyan fikirden yoksunluk, yapıtı, kültür endüstrisinin bir ürününe indirger.
Böylesi bir koşulda yapıt, gücünü uyumsuzlukta bulan, gücünü açığa çıkarabilmek için
uyumsuzluğa ihtiyacı olan yapıtın aksine, verili işleyiş içerisindeki ürünlere benzerliği
kendisine amaç edinir. Adorno‟nun adi olarak sıfatlandırdığı, verili işleyişe dahil olmuş
80
sanatsal yapıt, kendi özgün gücünü açığa çıkarmanın tersi bir yol izleyerek, diğer sanat
yapıt, bir başka eserin taklidi olmak ve taklidin kendisi verili işleyişe hükmeden kültür
endüstrisi pratiklerinin mutlağı haline gelir (Adorno, 2014:62). Bir başka ifadeyle, verili
toplumsal işleyiş içerisinde mümkün bir sanat yapıtı, farklı olma hakkından feragat eden
ve işleyişe entegre olan bir yapıttan ibarettir (Adorno, 1990b:132). Sanat yapıtı, böylesi
koşullar içerisinde, koşullara yönelik itirazını ifade eden fikrinden kopartılarak “uysal
Deleuze‟ün kaygılarını bir kere daha dile getirmek istiyoruz. Nitekim, söz konusu husus
iki düşünürün sanatsal yapıtın yaratımdan, kendi gücünü, eleştirel niteliğini, reddediş
yapıtlar bir taklitten öteye geçemezken, Adorno‟da, sanat fikrinin kendi gücünü açığa
çıkaramadığı yapıtlar kültür endüstrisi pratikleri içerisinde bir taklitten, aynılar arasında
bir parçadan ibaret kalmaktadır. Başka bir ifadeyle, her iki düşünürde sanatsal yapıta
dair ortak bir kaygı söz konusudur: Sanatsal yapıtlar, kendi fikirlerini tahsis eden direniş
ve yaratım mefhumları gereğince, verili işleyişin ötesinde, onu sarsan, bozan durumlar
ortaya koymalıdır. Bununla bağlantılı olarak, görüldüğü üzere, Adorno‟da yer alan,
sanatsal yapıtlar arasında verili işleyişin düşünsel ve pratik iklimi içerisinde, başka bir
ifadeyle, onunla özdeş bir düzlem içerisinde yer alıp almamaya bağlı olan ayrım,
bağlamında ortaya konmuş ise sıradanlığa mahkum bir yazgıya sahiptir. Bu ayrımın
hem Adorno hem de Deleuze‟de açıkça yer alması bize şunu gösterir: Sanat yapıtı,
önem kazanır.
Öte yandan, sanat, karşısında Adorno‟nun belirttiği üzere, Kafka‟yı dahi ucuz bir
klişelerden ibaret kalışı (Adorno, 2002a:213; Deleuze, 2009b:84) her iki düşünürün bir
diğer ortak kaygıyı oluşturmaktadır. Üstelik, her ikisi de kaygılarını, toplumsal işleyişin
bunun hem fiziksel hem de düşünsel kertelerde kendisini hissettirdiğini belirtir ve bu,
Adorno‟nun verili toplumsal işleyişe yönelik eleştirilerinden biri de, deneyimin yerini
Adorno‟da klişe eleştirisi, yaşantı ile klişe arasında bir boşluğun kalmamış olmasını ve
zorla bütünsel kılınmak istenen, maddi üretim sürecinin hükmündeki bir toplumsal
düzlemin, klişeleşmiş pratikleri dışında bir yaşamı olanaksız kılma eğilimini ifade
durumda söz konusu bütün karşısında yitip gidecek olan sanat olarak ifadesini bulur
(Soykan, 2000:66).
karşı koyma iradesidir. Öte yandan, topluma yönelik karşı koymanın bizatihi kendisi
itibariyle, sanat toplumsal bir boyuta sahiptir. Bir başka ifadeyle, Adorno‟da sanat,
topluma yönelik toplumsal bir karşı çıkışın ifadesidir. (Soykan, 2000:66). Sanatın
82
toplumsal boyutu ile kastedilenin ne olduğunu Adorno şu şekilde cevaplandırır: Sanat
başka ifadeyle, sanat, ortaya koyduğu itiraz neticesinde açığa çıkan bir toplumsal
karaktere sahiptir. Bununla birlikte, şu şekilde devam eder Adorno: “Sanat kendisini, bir
metaya indirgemesine izin vermediği sürece, sahip olduğu toplumsal direnç gücüyle
canlı ve dinamik kılar” (2002b:226). Bu noktada, sanat, verili toplumsal düzlemin bir
parçası olmanın ötesinde, o düzlem içerisinde verili işleyişe karşı mücadele eden ve bu
mücadele vasıtasıyla kendi gücünü, fikrini muhafaza eden bir karşı çıkışı ifade
etmektedir. Öte yandan, toplumsal bir karşı çıkış konumunu, ancak, otonom bir karakter
ortaya koymasıyla mümkündür: Sanat, “topluma karşı konumunu sadece otonom bir
sanat olarak korur” (Adorno, 2002b.225). Sanatsal yapıt, otonom bir karakter ortaya
koymasının neticesinde, verili toplumsal işleyiş içerisinde bir taklit olmaktan, klişenin
bir parçası olmaktan fazlasını ifade eder. Onun toplumsallığı, toplum içerisinde, tam da
Öte yandan, sanatın otonom yapıtları, toplumu taklit etmek gibi bir girişimde
alımlamak gibi bir şeye ihtiyaçları yoktur. Yapıtlarını ortaya koyarlarken toplumun
ihtiyaçlarını göz önünde bulundurmazlar. Başka bir ifadeyle, sanat yapıtının topluma
Daha da ötesi, otonom sanat yapıtı, verili toplumsal işleyişe uyumdan kaçınmak, ne
koşulda olursa olsun onun işleyişine dahil olmak istemiyorsa bir saldırı hüviyetine
ve pratik düzlemine dahil olmama, yanlış hayatın bir parçası olmaya yönelik bir direniş
uyumu reddedişi ile Adornoesk sanat, bir bakıma, özdeşliksizliğin politikasını kendi
çevresinde açığa çıkarmaktadır. Bu açığa çıkış, kendi kısıtlı uzamında, yanlış hayatın
hükmedemediği bir otonom alanın olanaklılığını içinde barındırır. Bir başka ifadeyle,
toplumsallığı ve aykırılığı ile Adornoesk sanat, verili işleyiş içerisinde otonom bir bölge
yaratır. Verili işleyiş içerisinde kendi “getto alanında hareket eder” (Dellaloğlu,
direnişinde ortaya çıkaran sanat, bütünselliğin dışarısında kalma adına bir mücadele
sergilerken, aynı zamanda, toplumsal karakteriyle de, yanlış hayattan kaçışın düzlemi
sanatın hem topluma içkin hem de aşkın bir eleştiri geliştirebilmesinin önünü açar
(1995:47). Bize göre, bunun biraz fazlasıdır da. Çünkü, özdeşliksizliğe sığınak olan bir
otonom alan olarak sanat, değişikliğin bizatihi kendisi olarak politik bir ton kazanır.
yanlış gördüğü hayatın bir parçası olarak kendisini feshetmiş olacaktır (Soykan,
2000:66). Böylesi bir durumda, aynılığın yörüngesini teşkil eden özdeşliğin rengine
bulanmış bir işleyişin unsuru olmakla yetinecektir. Kendisiyle bütünleşenin yitip gittiği
84
Adornoesk sanat, son kertede, özdeşliksizliğin sığınağıdır; onun otonom alanıdır.
Adorno‟nun yanlış hayat olarak adlandırdığı verili işleyişe dahil olmamanın vaadidir.
Maddi üretim sürecinin bir karikatürü halini almış ve klişeleşmiş yaşantıya karşı
ona karşıt bir kısıtlı uzam yaratmanın ifadesidir. Başka bir deyişle, özdeşliksizliğin
Potansiyelini, umudunu, geleceğe dair ışığını muhafaza etmesi içinse hiçbir şekilde
verili işleyiş ile uyum göstermemelidir. Deleuze‟ün sanat mefhumu, direniş ve direnişin
olanaklılığı bağlamında, Adornoesk sanata nazaran daha ileri bir ucu, daha radikal bir
edimin karşılığıdır. Bir başka ifadeyle, her iki düşünür, sanatsal yaratımı verili işleyişe
yönelik bir direnişin ifadesi olarak görmekle birlikte, Deleuze‟ün sanatsal yaklaşımı,
85
SONUÇ
“Yazar, bir ev kurar metninde” diye yazar Adorno (2002a:89). Buna ihtiyaç
duyar; çünkü maddi üretim sürecinin düşünsel ve pratik işleyişinden ibaret bir hal almış
yaşam ona bir yurt sağlamamaktadır: “Artık bir yurdu kalmamış kişi için yaşanacak bir
yer olur yazı” (Adorno, 2002a:89). Fakat, yazı bile bir yurt sağlamayamaz onda.
Aslında, kendi yazısında dahi yurtsuzluğa yazgılı oluşu gerçeği ile yüzleşir. Çünkü, bilir
ki, yazı da, tıpkı ev gibi atıklarla, fazlalıklarla dolmaya başlar. Yazıda dahi kurtulamaz
onlardan, bir yere aidiyetin yarattığı yüklerden. Ev hissi bir kabulleniştir ve her
kabulleniş kendi atıklarını, kendi klişelerini doğurur. Yazar, bunun farklında olmalı,
neticesinin doğal bir sonucu olarak, o, kendi yazısında dahi sığınacak bir yer
içerisinde bile bir yurt bulamayan, daimi bir mültecidir. Yazıya mahkumdur ama onda
bile kendisini evinde hissedememektedir. Yerleşik olmanın yükü mülteci olmaktan daha
istemiyorsa asla uyum sağlamamalı, bir evi olduğu hissine kapılmamalıdır. Kendisinin
açıkça ifade ettiği gibi, “kof ve beyhude olmayan her düşünce, tam olarak
özdeşliğe uyum sağlama, onu kabullenme ve evde olmanın hissi yitip gitmek, onu
Deleuze‟de ise yazı bir ihanet belgesidir; yazmak ise, hain olmaktır: “Kendi
hiyanet etmek – bundan başka hangi sebep yazmak için bir neden olabilir?” (Deleuze,
Parnet, 1990:69). Yazıya, kendi çoğunluğuna, ona kendisini dayatan çoğunluğun anlam
86
ve işleyişine ihanet etmek, azınlık olmak için ihtiyaç duyulur. İşte bu yüzden,
anlamsızdır; “yazar bundan söz etmez, onun derdi başka bir şeyledir” (Deleuze,
biçimlerine, normlarına, işleyişe karşı bir çığlığın ifadesidir. Yazmak, bir tür kaçışın ete
kemiğe bürünmesidir; daimi bir kaçışın, bir kopuşun açığa çıkışıdır. Adorno‟da yazı, bir
anlamlandırmaların dayattığı yaşantıya ihanetini açığa çıkardığı bir boyutu ifade eder.
Öte yandan, düşünürlerin yazıya, yazma edimine dair yaklaşımları, bir bakıma,
çalışmamızın bir mikro haritasını teşkil etmektedir. Onların, yazma edimine genelgeçer
ediyordu. Üstelik, salt bir değini olmaktan da öte, yazı, başlı başına, Adornoesk
kavramı ekseninde gelişen çalışmamızda asıl olan, benzer eleştirilere, ithamlara maruz
sonuçlar elde etmiş durumdayız. Bunlardan ilki, her iki düşünürde de toplum fikrinin,
Deleuze‟ün azınlık kavramı, kendilerine itaat edilmesini, uyum sağlanmasını talep eden,
sırasıyla, özdeşlik ve çoğunluk gibi verili işleyişe hükmeden unsurlara yönelik direnişi
kendi içlerinde barındırırlar. Her iki düşünürde de, toplumsal işleyiş, tüm gücüne
87
rağmen hükmedemediği, kendi düşünsel ve pratik sürekliliğinden kaçan bu unsurlardan
muzdariptir.
teşkil eden bir uğrak olduğunu söylemeliyiz. Kültür endüstrisi, bize göre, Jameson‟ın
ifade ettiği üzere, bir gündelik işleyiş biçimi olarak, kurumların kesintili ve dar
toplumu analizini kastediyoruz) yerini alan, bir başka ifadeyle, yaşam pratiklerine sızan
denetimsel süreçlerin bir pratiğini ifade etmektedir. Bununla bağlantılı olarak, Hardt‟ın,
Deleuze‟ün denetim toplumunu, sivil toplumunun çöküşü sonrası açığa çıkan bir
olarak sunduğu analiz bağlamında, maddi üretim sürecinin, yaşamı kendi özerk
anlamlılığından mahrum bırakarak tümüyle ona hükmettiği şeklinde eleştirel bir içeriğe
sahip Adornoesk toplum eleştirisi ile denetimsel toplum arasında bir bağlantı olduğunu
belirttik. Başka bir ifadeyle, Adornoesk modern toplum eleştirisi ve Deleuze‟ün denetim
tanımladığı üretimin toplumsal bir etkinlik halini alması ve onun mantığının yaşama
dönüştürücü etkinliklerde bulunduğunu ifade ettik. Bu ifadenin bir diğer boyutu da, her
88
iki düşünürün, işleyişin bütününü hedef alan bir politika, bir değişimin hedeflenmesi
yaklaşım sergilemiş oluşlarıdır. Bir başka deyişle, gerek Adorno gerek Deleuze, verili
toplumsal işleyişi bir başka işleyiş ile ikame etmeye dayalı bir politik tasavvura sahip
değildir. Aksine, her ikisi de, kısıtlı fakat etkili müdahaleler ile toplumsal düzlem
Bir diğer husus da, kısıtlı uzamda açığa çıkarılan direnişin sanatsal bir boyuta
bir direniş unsurunu teşkil ediyor oluşudur. Adornoesk düzlemde, sanat, özdeşleştirme
ifade etmektedir. Bununla birlikte, her iki düşünürün, toplumsal düzlemin gerek
belirtmeliyiz. Sanat, bu bağlamda, söz konusu klişelerin bir parçası olmama ve onlarla
Daha da ötesi, her iki düşünür için de sanat, özünde, başka bir dünyanın, başka bir
yegane öğedir.
Çalışmamızın her satırına eşlik eden unsur, hiç şüphesiz, her iki düşünürün bir
başka yaşamın olanaklılığına dair inançlarıdır. Bu satırların yazarının, her iki düşünürün
yapıtlarında karşılaştığı en önemli unsurlardan biri, başka bir yaşama dair bir umut
89
farkına varılmasının gerekliliğidir. Deleuze, “dünyayı tamamen yitirdik” (2013a:186)
derken hemen ardından, “küçük bile olsalar denetimden kaçan olaylara yol açmaktan”
söz edebiliyorsa, bu, bir üzüntüyü değil bir umudu ortaya koymasından
derken, bir umutsuzluğu değil, direnişin açığa çıkmasının gerekliliğini, buna dair
umudunu ifade dile getirmektedir (Adorno, 2002a:26). Bu sebeple, her iki düşünür de,
düşüncelerini, sadece onları duymak isteyenlere açtılar: Deleuze, gelecekteki bir halka
seslendi; Adorno, satırlarını bir şişeyle okyanusa bıraktı (Adorno, 2013:55). Bugün,
bizlerin Adorno‟ya da, Deleuze‟e de ihtiyacı var. Sadece, umudu barındıran, itaat
90
KAYNAKÇA
Adorno, T.W., (1990a), EleĢtiri Toplum Üzerine Yazılar, İstanbul: Belge Yayınları
Adorno, T.W., (1992), Notes to Literature Volume 2, New York: Columbia University
Press
University Press
Adorno, T.W., (2002b), Aesthetic Theory, New York: The Continuum International
Publishing Group
İstanbul: Om Yayınevi
Adorno, T.W., (2004b), Philosophy of Modern Music, New York: The Continuum
Adorno, T.W., (2006), “Baskı Altında Uzlaşma”, E. Bloch ve diğerleri içinde, s.320-
376.
91
Adorno, T.W., (2012b), Sahicilik Jargonu Alman Ġdeolojisi Üzerine 1962-1964,
Yayınları
Yayınevi
Yayıncılık
Bağlam Yayıncılık
Artaud, A., (1991),van Gogh, Toplumun Ġntihar Ettirdiği, İstanbul: Nisan Yayınları
Artun, A(der.)., (2014), Sanat Siyaset, Kültür Çağında Sanat ve Kültürel Politika,
Bergson, H., (2013), Ahlakın ve Dinin Ġki Kaynağı, Ankara: Doğu Batı Yayınları
s.17-44.
Claussen, D., (2012), Son Deha: Theodor W. Adorno, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları
92
Deleuze, G., (1989), Cinema II, The Time Image, Minneapolis: University of
Minnesota Press
Deleuze, G., (1995), Difference and Repetition, New York: Columbia University Press
Deleuze, G., (2009a), Issız Ada ve Diğer Metinler, İstanbul: Bağlam Yayıncılık
Yayıncılık
Deleuze, G., Guattari, F., (2000), Kafka: Minör Bir Edebiyat Ġçin, İstanbul: Yapı
Kredi Yayınları
Deleuze, G., Guattari, F., (2001), Felsefe Nedir?, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları
Academic
93
Deleuze, G., Parnet, C., (1990), Diyaloglar, İstanbul: Bağlam Yayıncılık
Yayıncılık
Descamps, C., (2015), Fransa’da Felsefenin Kırk Yılı, İstanbul: Bağlam Yayıncılık
Foucault, M., (2002), Toplumu Savunmak Gerekir, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları
Foucault, M., (2013a), Güvenlik, Toprak, Nüfus, Collége de France Dersleri (1977-
Goodchild, P., (2005), Deleuze ve Guattari Arzu Politikasına GiriĢ, İstanbul: Ayrıntı
Yayınları
Guattari, F., (2014), KaçıĢ Çizgileri, BaĢka Bir Olanaklar Dünyası Ġçin, İstanbul:
Otonom Yayıncılık
Guattari, F., Negri, A., (2006), Bizim gibi Komünistler, İstanbul: Otonom Yayıncılık
Hardt, M. (2005), “Sivil Toplumun Çözülüşü”, S.J. Arnott ve diğerleri içinde, s.85-106
Hardt, M., (2012), Gilles Deleuze: Felsefede Bir Çıraklık, İstanbul: Otonom
Yayıncılık
94
Hegel, G.W.F., (2004), Hukuk Felsefesinin Prensipleri, İstanbul: Sosyal Yayınlar
Yayınları
Yayıncılık
95
Soykan, Ö.N., (2000), Müziksel Dünya Ütopyasında Adorno ile Bir Yolculuk,
Sutton, D., Martin-Jones, D., (2014), Yeni Bir BakıĢla Deleuze, İstanbul: Kolektif
Kitap
96
ÖZET
neticesinde, sanat fikrinin, her iki düşünürün toplumsal ve politik düzleme dair
uğrağı olarak sanat fikri irdelenmekte ve sanatın, bir direniş ve yaratım momenti olarak
97
ABSTRACT
The main motivation behind this thesis is the idea that it is necessary to
Adorno and Gilles Deleuze which both faced the similar criticisms of not being
political. In the light of this idea, this thesis analyzes the relation between art and
result of this analysis, this thesis aims to indicate that the notion of art is the moment
consisting of resistance and creating in Adorno‟s and Deleuze‟s social and political
perspectives. For this purpose, the first chapter of the thesis is reserved for the
examination of the notion of society in the theories of these philosophers. In line with
this, Adorno‟s concept of nonidentity and Deleuze‟s concept of minority, that compose
the core elements of the route of this thesis, are examined in this chapter. Additionally,
emphasizing their mutual approaches, in the light of the concepts expressed. The second
the notion of art, which is the moment of philosophers‟ thoughts about the notion of
society and its political implications, is investigated. The chapter also indicates the
notion of art as the moment of creating and resistance as an original point in the
98