You are on page 1of 158

Levent Şahverdi Arşivi

ATATÜRK’ÜN DE
ÇOCUKLARI VARDI

PARAF YAYINLARI

Levent Şahverdi Arşivi


PARAF YAYINLARI: 229
Yakın Tarih: 41

Eser: Atatürk’ün De Çocukları Vardı


Yazar: Ali Kuzu

Yayın Koordinatörü: Ahmet Üzümcüoğlu


Editör: Burak Fazıl Çabuk
Kapak Tasarım: Ali Koca
İç Tasarım: Ali Koca
Baskı-Cilt: Alioğlu Matbaacılık
Maltepe Cad. Orta Mah. Fatin Rüştü Sok.
No: 1-3A Bayrampaşa / İstanbul
Tel: 0(212) 612 95 59

T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Sertifika No: 17265


ISBN: 978-605-5218-65-2

1. Basım: Kasım 2013

© Ali Kuzu
© Paraf Yayınları

Bu kitabın her türlü basım hakları Paraf Yayınları’na aittir... Yazarın, çevirme-
nin, derleyenin, hazırlayanın veya yayınevinin yazılı ve resmî izni olmadan basılamaz,
yayınlanamaz, kopyalanamaz ve dijital kopyalar dahil çoğaltılamaz. Ancak kaynak gös-
terilerek kısa alıntı yapılabilir.

Paraf Yayınları
Mareşal Çakmak Mah. Soğanlı Cad. Can Sok. No: 5-A
Güngören İstanbul
Tel: 0212 483 47 96
Faks: 0212 483 47 97
web: www.parafyayinlari.com
e-posta: info@parafyayinlari.com

Levent Şahverdi Arşivi


ATATÜRK’ÜN DE
ÇOCUKLARI VARDI

ALİ KUZU
İÇİNDEKİLER

BAŞLARKEN / 11
ÇOCUKLUĞU / 17

Müjdeler Olsun / 17
Anne ve Babasının Okul Kavgası / 18
Çocukluğuna Dair Hatırladığı / 19
Önce Annesinin İstediği Okul / 20
Çocukluğunun En Acı Dönemi / 21
Çiftlikte Sünnet Düğünü / 23
Ben Medresede Okumam / 24
Askerlik Denen Aşk / 25
Beşiğinin Başucundaki Kılıç / 25
Asker Doğdum, Asker Öleceğim! / 27
Annesinin Gördüğü Rüya / 28
Annesinin Gururu Asker / 29
Adın Mustafa Kemal Olsun / 30
Ölen Babasını Çok Özlüyordu / 31

SAVAŞ RÜZGARLARI ESİYOR / 33

Küllerinden Yeniden Doğan Ülke / 34


İlk Meclis / 35
Çocuk Bayramı / 36
Tarihsel Gelişim / 37
5
ATATÜRK’ÜN ANI DEFTERİNDEN / 43

Bizim Evladımız Değildir / 43


Milletim Sağ Olsun! / 45

ATATÜRK’ÜN ÇOCUKLARI / 47
Atatürk’ün Manevi Evlatları / 47
İşte Onların Hayatı / 48
Afet İnan / 50
Sabiha Gökçen / 50
Ülkü Adatepe / 51
Abdurrahim Tunçak / 52
Zübeyde Hanım’ın Vasiyeti / 56
Rukiye Erkin / 56
Nebile / 56

ANILAR / 59

Küçük Altan / 59
Atatürk ve Çocuk Çoban / 62
Asker Selamı! / 63
Sığırtmaç Mustafa / 64
Çocukluk Ne Güzel Şey / 68
Her Zaman Sözüne Sadık Kaldı! / 70
Hatay Ömrünü Kısalttı / 71
Yalana Çok Kızardı / 72
Göklere Çıktın Mustafa / 73
Babalık Duygusu / 75
Atatürk ve Annesi / 75
Gazi Paşa / 77
Bizi de Kurtar! / 77
Çocuklarla Ben Aynı Kuşaktanız / 78
Milleti Kendi Kanı Kurtardı / 79
Zeki Çocuk / 79

6
ATATÜRK’ÜN BAZI ÖZELLİKLERİ / 81

Küçük Hanımlar, Küçük Beyler / 89


Yetimler Yurdu / 90
Sünnet Düğünü / 91
Türklerin Babası / 92
Curtis Lafrance’ye Mektubu / 93
Sabiha Gökçen’e Mektubu / 93
Japonların Gözüyle / 94
Babam Atatürk / 96
Orta Asyalı Çocuklar / 99
Gürbüz, Yavuz Çocuklar İsterim / 103
Çocuklar Hakkındaki Vecizeleri / 104
Gençleri De Unutmadı / 107
Atatürk Ve Türk Gençliği / 109
Yurtdışındaki Çocukları / 113

ŞİMDİKİ ÇOCUKLARA GÖRE ATATÜRK / 115

Atatürk ve Çocuk / 116


Atatürk’ün Çizdiği Yolda Gidelim / 118
Biz Atatürk Çocuğuz / 119
Korkmuyorum! / 120
Ata’mızdan Dersler / 121
Karşımda “O” Vardı / 122
Oğlum Özgürlük, Kızım Bağımsızlık / 124
Emanetine Sahibiz Atam / 127
Büyüyen Işık / 129
Emin Adımlarla İleriye / 131
Aydınlık Bir Yol / 132

7
ÇOCUK ESİRGEME KURUMU / 135
(HİMAYE-İ ETFAL CEMİYETİ)

Vatandaşlar Destek Olmalı / 136

İLK ÇOCUK ANAYASASI / 139


UNESCO DÜNYA ÇOCUK YILI / 145
ATATÜRK YAŞIYOR BABA / 147
ATATÜRK’ÜN HAYATI / 149
KAYNAKLAR / 155
Küçük hanımlar, küçük beyler!
Sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı ve ikbal ışığısınız.
Memleketi asıl ışığa boğacak olan sizsiniz.
Kendinizin ne kadar önemli,
değerli olduğunuzu düşünerek ona göre çalışınız.
Sizlerden çok şey bekliyoruz.

Mustafa Kemal ATATÜRK

9
10
BAŞLARKEN

Her Türk çocuğu daha konuşmaya başlarken büyüklerinden


anlamlı, etkili ve çok güzel sözler duyar. Hele hele bu sözlerden biri-
si var ki üzerinde bir sevgi doğar. Sonra durmadan “Atatürk… Ata-
türk...” demeye başlar.
Küçük beyninde bir ışık yanar. Bir ışık, bir sevgi belirir.
Atatürk’ü bilmek ister. Atatürk sözünü duydukça, Atatürk’ün fotoğ-
raf ve resimlerini gördükçe ve normal büyüme gelişimi süresince
çevresindekilere sürekli Atatürk’ü anlatır. Defterine ilkin kendi adını
ve ardından Atatürk adını yazar. Çevresinde gördüğü bahçe ve park-
ları süsleyen Atatürk heykelleri dikkatini çeker. Onun resmini, hey-
kelini gördüğünde “Atatürk!” diye çığlık atar. Sonra “Atatürk’üm...”
diye şiirler okur. Zamanla Atatürk ilkelerini bularak akıl ve yüreğiyle
gerçek bir Atatürkçü olur.
Mustafa Kemal Atatürk, çocukları çok severdi. Onun açık mavi
gözleri her yerde çocukları arardı. Çağdaş ve mutlu Türkiye’yi ço-
cuklarda görür, çocuklarda bulurdu. Tüm yurt gezilerinde çocuk-
lara sevgiyle yaklaşır, onlarla uzun uzun söyleşir ve onlara değişik
sualler yöneltirdi.

11
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

Ancak Mustafa Kemal Atatürk’ten sonra gelen hiçbir cumhur-


başkanı, hiçbir başbakan, hiçbir bakan veya bir asker, bir çocuğu
elinden tutup da resim sergisi gezmeye götürmedi.
Hiçbir cumhurbaşkanı veya hiçbir başbakan bir çocuğu proto-
kol sırasının en önüne oturtmadı.
Hiçbir cumhurbaşkanı bir çocuğu salıncakta sallamadı.
Bir çocuğu taşıttan kendi elleriyle indirmedi.
Bir yabancı konukla birlikteyken yanına çocuk almadı.
Bir yetişkini dinlerken gösterdiği ciddiyetle dinlemedi.
Onlarla birlikte denize girmedi, objektiflere poz vermedi.
Onlarla gezintilere çıkmadı.
Onlara el öptürtmezlik yapmadı.
Tüm bunlar bir yana, 1938’den itibaren bu ülkede yetişkin ile
çocuk dostluğu, arkadaşlığı diye bir şey kalmadı.
Oysa sadece kendi tarihimizde değil, dünya tarihinde dahi ço-
cuklara Atatürk ölçeğinde önem ve değer veren, onları Atatürk ka-
dar ciddiye alan bir başka kimse olmamıştır. Bunun böyle olduğu,
yüzlerce fotoğrafla/belgeyle sabittir.
Türkiye’nin özellikle Batılı ülkelerdeki imajını düzeltecek baş-
lıca faktör, Atatürk’ün çocuklara gösterdiği inanılmaz derecedeki
olağanüstü ilgidir. Özellikle dünyanın içinde bulunduğu bugünkü
sevgisizlik çağında, insanlık barışına hizmet edebilecek en etkili sev-
gi ve barış mesajı, Atatürk-çocuk arkadaşlığından başkası değildir.
Atatürk’ün beynindeki çocuk imgesinden, gönlündeki çocuk
sevgisinden en iddialı Atatürkçülerimizin bile haberi yok. Bir ulu-
sal günün onlara armağan edilmesinin taşıdığı anlamdan öte bir şey
bilmiyorlar.
Oysa Atatürk’ün çocuğa beslediği sevgi ve onun görüşlerine,
düşüncelerine gösterdiği saygı, verdiği değer, onlarla kurduğu ar-
kadaşlık tam bir görüngüdür. Türkiye bunun farkında değil. Bir tür
koşullanma ve moda olagelen ucuz ve kolay Atatürkçülük; ondaki
duygu ve bilinç derinliklerini anlamamıza engel oluyor.
O büyük insanı sadece İstiklal Harbi ve devrimleri ile ilgili bir
12
ALİ KUZU

görüngü sanıyoruz. Oysa o insanın en ileri büyüklüğü, çocuklara


verdiği değerde tecelli etmiştir. Başka ülkelerin de milli kahraman-
ları olmuştur ama çocuklarla ilgili bir görüngü başka hiçbir ülkeden
çıkmamıştır ama bunun da farkında değiliz. Hakkında yazılmış bin-
lerce kitap içinde bu konuda yazılmış kitap sayısı beşi bulmuyor. Bu
konuda hassas olduğunu bildiğimiz onca derneğimizden dahi bu
konuda değil bir çalışma, bir araştırma, bir teşvik bile görülmüş de-
ğildir. Çünkü onlar da işin farkında değiller.
Türkiye’nin markası, Atatürk’teki çocuk sevgisi ve onun çocuğa
verdiği değer olmalıdır. Eşsiz bir örnektir ama o büyük insanın ço-
cuklara yaklaşımını bu ülkenin anne babaları ve öğretmenleri bile
örnek almıyor ki başkalarına örnek gösterilebilsin...
Ülkemizin en alttan en üste çok değerli idarecileri ve diğer bü-
yüklerimiz, bilhassa çok değerli öğretmenlerimiz, şimdi kızmayın.
Her şeyi kafanızdan atıp sadece kendi çocukluğunuzu ve yetiş-
tirdiğiniz çocuklarınızı düşünün... Nasıl bir çocukluk yaşadınız ve
nasıl bir çocuk yetiştirdiniz? Ne aldınız, ne verdiniz, ne bekliyor-
sunuz?.. Kendinize bir özeleştiri yaptınız mı? Kendi çocuklarınıza
Atatürk’ün yaptıklarını yaptınız mı? Onlarla çocuk gibi eğlendiniz
mi? Onların o çocuk dünyasında hiç yaşadınız mı? Yapmadınız de-
ğil mi? Çok geç değil, hadi kimseler görmeden siz de çocukluğunuza
dönün, o yılları yaşayın. Bakın hayatınız nasıl birden değişecek, içi-
nize nasıl bir yaşama sevinci gelecek. O masum ve saf çocukluk anı-
larınız aklınıza gelecek ve ülkenizin, yani Türkiye Cumhuriyeti’nin
çocuklarının ne kadar zeki, ahlaklı, çevik ve dürüst olduğunu fark
edeceksiniz. Mustafa Kemal Atatürk gibi Türk çocuklarıyla ve de
kendi çocuklarınızla gurur duyacaksınız…

13
14
“Biz bir yayız ki çocuklarımız, attığımız oklardır.
Ok yaydan kurtulunca artık bizim değildir.
Bizden durmadan uzaklaşır.
Kendi âleminde, kendi ufuklarına doğru uçar, gider.”

15

Levent Şahverdi Arşivi


16
ÇOCUKLUĞU

Müjdeler Olsun

“Müjdeler olsun kızım, bir oğlan çocuğun oldu. Nur topu gibi.
Allah uzun ömürlü etsin…”
Müjdeyi veren, Ebe Hati Kadın’dı. Doğum yapan küçük anne,
onun son sözlerini işitmez bile. Saadetinin heyecanı içinde kendini
kaybeder. Haber, evin selamlık kısmında bir aşağı bir yukarı fakat
dışarıya vurulmayan gergin bir sinirlilik içinde dolaşan Baba Ali
Rıza Efendi’ye yetiştirilir.
Doğumu takip eden günlerden birinde, çocuğa Mustafa adı
verilir. Bu adın, yavrunun kulağına, dualarla, Ali Rıza Efendi’nin
babası Kırmızı Hafız Ahmet Efendi tarafından okunmuş olması
mümkündür. Yeni doğan çocuk, kulağına okunan duaları ve üflenen
bu adı o zaman elbette ki duymadı. Ancak ileride bir devir gelecek,
yalnız onun çevresi ve ülkesi değil, bütün dünya bu adı duyacak ve
unutamayacaktı.

17
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

Anne ve Babasının Okul Kavgası

Okul çağına gelen Mustafa büyük bir hevesle okumak istemek-


teydi. Ancak onun okula başlamak istemesi annesi ile babasının ara-
sında küçük tartışmalara neden oldu. Anne Zübeyde, oğlunu med-
reseye yollamak isterken, baba Ali Rıza Efendi ise yeni usullerle ders
işlenen Şemsi Efendi Mektebi’ne yazdırmak istiyordu.
Aslında Osmanlı Devleti’nin o devirlerinde okumak imkan-
ları kıt ve okuryazar oranı çok düşüktü. Okutulmasına karar veri-
len çocuklar için, eğer çevrenin imkanları varsa, seçilecek iki yol
görünüyordu. Bu yollardan biri, derme çatma ve hiçbiri devlete
ait olmayan, sarıklı ve çoğu cahil hocalar tarafından idare edilen
mahalle mektepleriydi. Bu yolun sonu verimsizleşmiş bir medrese
tahsiline çıkardı. Bu medreselerde ancak mahalle imamı ve müez-
zinler yetişirdi. Buradan mezun olanlardan bir kısmı da daha ziyade
İstanbul’da bulunan çöküntü ve perişanlık içinde eriyen başka med-
reselere giderlerdi. Oraları bitirenler ise din eğitimi hocalığı, müftü-
lük, kadılık gibi görevlere yollanırdı.
Anne Zübeyde’nin oğlu Mustafa için seçtiği yol da buydu. O
oğlunun sarıklı hocalar elindeki mahalle mektebine verilerek, ile-
ride sarıklı bir hoca yahut âlim olmasını istiyordu. Sarıklı hocalar
ve ilmiye sınıfı mensupları askere alınmazlardı. Bunlar mahalle veya
köy mescitlerinde imam ve müezzinliklerinden, eğer arkaları sağ-
lamsa veya yetenekleri doğrultusunda müftülüklere, kadılıklara,
müderrisliklere kadar çıkan birtakım kademelerle, mütevazı fakat
belirli yollarda hayatlarını yürütürlerdi. Bunların ayaklarında mest,
şalvarlı, kuşaklı, mintanlı, cübbeli, sarıklı ve hepsi de daha delikan-
lılık yaşlarından itibaren sakal bırakan bu sınıfın halk içinde, görev-
lerine, kademelerine göre az çok itibarlı fakat aşırı imtiyazları olma-
yan mevkileri vardı.
Mustafa’nın babası Ali Rıza Efendi’ye gelince, o, oğlunun düz-
gün bir tahsil yapmasını istiyordu. Onu okutmak, yetiştirmek, ona
yüksek tahsil dereceleri sağlamak emelindeydi. Bu güzel ve asil tak-
18
ALİ KUZU

dir edebildiği bir şeyi, oğlunun başarmasını istemek suretiyle, kendi


ruhundaki bir özlemi açığa vuruyordu.
Küçük Mustafa’yı annesi o zaman âdet olan dualar, ilahiler ile
mahallenin harap, geri mektebine kaydettirmek arzusuna karşılık,
babası da o zaman yeni açılmış olan ve yeni usullerle dersler göste-
ren Şemsi Efendi Mektebi’ne yazdırmak istiyordu. Bu iki ayrı istek,
karı koca arasında aşırıya kaçmayan tartışmalara yol açtı.

Çocukluğuna Dair Hatırladığı

Sonunda eğitim işi, babanın ustalıklı bir manevrasıyla halledil-


miş oldu. Çocuk Mustafa önce annenin istediği gibi ilahiler, dua-
lar ile mahallenin köhne iptidai mektebine kaydedildi, orada derse
başlatıldı. Bunun belirli bir töreni vardı. Yeni elbiseler giydirilmiş ve
boynuna, içinde eski elifba ve amme cüzü, hatta Kur’an-ı Kerim bu-
lunan sırmalı çanta takılmış çocuk, evinde hazır olur. Sonra onun da
katılacağı eski usul ilkokulun çocukları, sarıklı hocaların idaresinde
ve çocuklar ikişer sıra olarak yeni öğrencilerin evinin önüne gelirler.
Orada yeni öğrenci öne geçirilir. Yeni öğrencinin babası, büyükleri
de kafileye katılırlar.
Evin penceresinden çocuğun annesi ve bütün mahalle kadınla-
rı gözyaşları içinde, bu kafilenin evin önünden ayrılışını izlerler. Ço-
cuklarına zihin açıklığı dileğiyle dualar okuyup çocukların ardından
üflerlerdi. Sonra bu kafile, önceden belletilen ilahileri söyleyerek
sokaklardan geçer, halk da onları dualarıyla uğurlardı. Nihayet mek-
tebe varılır. Çocuklar yerlerini alırlar. Yeni öğrenci, sarıklı hocanın
rahlesi önünde diz çökerek önüne açılan eski usul alfabeden hoca-
nın ona parmağıyla gösterdiği harfleri tekrarlamak suretiyle heceler
ve tören biterdi. İşte çocuk Mustafa için de bu tören aynen yapıldı.
Uzun yıllar sonra Mustafa, çocukluğundaki bu durumu şöyle
anlatacaktır:
“Çocukluğuma dair ilk hatırladığım şey, mektebe gitme mese-
lesine dairdir. Bundan dolayı annem ile babam arasında şiddetli bir
19
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

mücadele vardı. Annem, ilahilerle mektebe başlamamı ve mahalle


mektebine gitmemi istiyordu. Babam, o zaman yeni açılan, Şem-
si Efendi Mektebi’ne devam etmem ve yeni usul üzerine okumam
taraftarıydı. Nihayet babam işi mahirane bir suretle halletti. Evvela
mutat merasimle mahalle mektebine başladım. Bu suretle annemin
gönlü yapılmış oldu. Birkaç gün sonra da mahalle mektebinden çık-
tım. Şemsi Efendi Mektebi’ne kaydedildim. Az zaman sonra babam
vefat etti…”

Önce Annesinin İstediği Okul

Zübeyde Hanım, atalarının geleneksel inançlarına körü kö-


rüne bağlı, beş vakit namazında sofu bir kadındı. Gerek kendi ai-
lesi, gerek kocasının ailesi içinde hacılar bulunmasıyla övünürdü.
Mustafa’nın da onların yolunu izlemesini, hafız hatta hoca olmasını
istiyordu. Bunun için de şimdiden mahalle mektebine gidip dini
bütün Müslüman çocuklar gibi Kur’an-ı Kerim ilkelerine uygun bir
eğitim görmeliydi.
Ali Rıza Efendi’nin bu konuda oğluna bir yardımı oldu. Kendisi
eğilim bakımından sofuluğa karşı, açık görüşlüydü. Batı’dan özellik-
le Makedonya’ya sızmakta olan yeni düşüncelere saygı beslediği için
oğlunun Selanik’te yeni açılan ve çağdaş eğitim uygulayan bir okula,
Şemsi Efendi Özel Okulu’na gitmesi için ısrar etti.
Mahallede bulunan Fatma Molla Kadın Okulu’na başlayacağı
günü daha sonra Mustafa Kemal şöyle anlatır:
“Okula gideceğim sabah annem bana beyaz bir entari giydirmiş,
başıma da sırma işlemeli bir sarık sararak süslemişti. Elimde yaldızlı bir
dal vardı. Sonra hocaefendi, yanında bütün okul çocuklarıyla, evimizin
yeşilliklerle bezenmiş kapısına geldi. Duadan sonra anneme, babama ve
hocaya temenni ederek ellerini öptüm. Ardından yeni arkadaşlarımın
alkışları arasında sevinçli bir alay halinde şehrin sokaklarından geçerek
caminin yanındaki okula gittik. Oraya varışımızda hep bir ağızdan ye-
niden dualar okundu, sonra hoca beni elimden tutup çıplak ve kemerli
20
ALİ KUZU

bir odaya götürdü, Kur’an-ı Kerim’in kutsal kelamını orada bana açık-
lamaya başladı.”
Zübeyde Hanım’ın gönlü yapılmış, konu komşunun gözünde iti-
barı korunmuştu. Mustafa da okula pek ses çıkarmadı ama bazı uygu-
lamaların yöntemlerine karşı içinde şimdiden bir çeşit irkilme doğma-
ya başlamıştı. Mesela Arapça güzelyazı derslerinde, sınıfta çocukların
bağdaş kurup yere oturarak dizlerinin üzerinde yazmalarından hiç
hoşlanmadı. Günün birinde kalkıp ayakta durdu. Hoca oturmasını
emredince de dizlerinin tutulduğunu ileri sürerek sözünü dinlemedi.
Diğer çocukların da kendi yanında yer alması üzerine, okulun
hocası onun asi hareketinin ileride öteki çocukları da etkileyeceğini,
okulda disiplinin bozulacağını hissederek ailesine şikayet etti. Baba
Ali Rıza Efendi’nin istediği olmuştu ve bunu iyi değerlendirerek,
Mustafa’yı mahalle mektebinden derhal alıp Şemsi Efendi Okulu’na
gönderdi. Zübeyde Hanım, başta istemediği bu okula daha sonrala-
rı ses çıkarmadı. Mustafa yeni okulunda eğitimini oldukça başarılı
bir şekilde ilerletti.

Çocukluğunun En Acı Dönemi

Açık sarı saçları, yüzünün daha düzgün çizgileri ile öteki çocuk-
lardan hemen ayrılan Mustafa, ağırbaşlılığıyla da dikkat çekiyordu.
Onlar sokakta gezerken, çeşitli oyunlar oynarlarken, o, diğer ço-
cukları büyük bir insan gibi ağırbaşlılıkla seyrederdi. Aralarına hiç
karışmazdı. Bir gün onu da birdirbir oynamaya çağırdılar, kambura
yatmayı kabul etmedi. Ayakta dururken üzerinden atlamaları için
çocuklara meydan okudu. Bu yüzden öteki çocuklardan uzak durur,
mağrur bir ifadeyle üstünlük taslardı. Ufacık bir hareket belirtisine
karşı hemen tepki gösterirdi.
Bu arada, Mustafa, bir süre de olsa Selanik’ten ayrılmak zorun-
da kalacaktı. Babası Ali Rıza Efendi, işlerinin ters gitmesi üzerine
çok sıkıntıya düştü ve bu sıkıntı neticesi hastalandı. Üç yıl süren
hastalığının ardından öldü. Bu olay Mustafa için en acı dönemdi. O
21
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

artık hiçbir zaman “Baba” diye seslenemeyecekti. Bayram sabahları


erkenden kalkıp baba eli öpemeyecek, diğer çocuklar gibi babasının
elini tutup sokağa çıkamayacaktı. Anne Zübeyde Hanım da zor du-
rumda kalmış, hastalık süresince elde avuçta ne varsa harcanmıştı.
Bu yüzden Mustafa okuldan alındı ve kız kardeşi Makbule ile birlik-
te Selanik’in otuz kilometre kadar ötesindeki Dangazi yakınlarında
bir çiftlik işleten dayıları Hüseyin Bey’in yanına götürüldüler.
Çiftliğin bulunduğu ovanın yazın kurak, kışın batak olan kırmı-
zı toprağında çeşitli ekinler yetişiyor ve hasattan sonra ekin diple-
rinde hayvanlar otluyordu. Mandalarla çift sürülürken peşlerinden
gelen uzun bacaklı leylekler sapan izlerini gagalıyor ve gıcırtılı kağ-
nılar toplanan ürünleri pazara taşıyordu. Yeşilliğin, toprağın, suyun
ve gübrenin kokusunu içine çeken Mustafa, ömründe belki de ilk
kez toprağa ve doğaya karşı bir sevgi duymaya başladı. Açık havada
yaşamaktan hoşlanıyor, çiftlik işlerinin kolayca üstesinden geliyor-
du. En yakın arkadaşı tombul, dikkafalı, sözünü sakınmaz ve ağa-
beyinden daha iri bir kız olan Makbule’ydi. İki kardeş sık sık kavga
ederlerdi. Gündüzleri, iki çocuk tarlada bir kulübede oturarak fasul-
yelere dadanan kargaları gözleyip kovarlar, kış geceleri ise ocak ba-
şında, ateşin yanında bir çuvaldan aldıkları kestaneleri kavururlardı.
Langaza Çiftliği’ndeki hayatı hakkında, çok sonraları Mustafa
Kemal, o zamanki hatıralarından bahsederken, şu sözleri söyleye-
cektir:
“… Babam vefat etti. Annemle beraber dayımın yanına yerleştim.
Dayım köy hayatı yaşıyordu. Ben de bu hayata karıştım. Bana vazifeler
veriyordu. Ben de bunları yapıyordum. Başlıca vazifem tarla bekçiliğiy-
di. Kardeşimle beraber bakla tarlasının ortasında bir kulübede otur-
duğumuzu ve kargaları kovmaya uğraştığımızı hiç unutamam. Çiftlik
hayatının diğer işlerine de karışıyordum. Dayım bize çok iyi davrandı.
Acımızı unutturabilmek için gayret gösterdi. Allah razı olsun. Böylece
biraz vakit geçince annem, mektepsiz kaldığım için endişe etmeye baş-
ladı. Nihayet Selanik’te bulunan teyzemin yanına gitmeme ve mektebe
devam etmeme karar verildi.”
22
ALİ KUZU

Çiftlikte Sünnet Düğünü

Bu çiftlik hayatıyla ilgili, daha sonraları kız kardeşi Makbule


Atadan ise çiftlik hayatını renklendirir ve o zamanları çok geniş bir
şekilde anlatır:
“… Dayım kibar bir adamdı. Bizi çok seviyordu. Çiftlikte her şey
boldu. Mükemmel surette yiyip içiyorduk. Dayım, akşamları kocaman
bir torba dolusu kestaneyi önümüze koyardı. Bu kestaneleri iki kardeş
kavurur, güzelce yerdik.”
“Ağabeyimin sünnet zamanı geldi. Ağabeyimi çiftlikte sünnet ettir-
meye karar verdiler. O gün ayrıca on altı fakir çocuk da sünnet edildi.
Selanik’ten bütün akrabalarımız ve civar köylerden de birçok kimse da-
vet edildi. Çiftlik ağaları da süslü koçlar hediye ettiler. Ağabeyim sünnet
olurken ‘Ah, babacığım!’ diye bağırmış, bunu duyan annem çok mütees-
sir olmuştu. Sünnet düğününde karagöz ve hokkabaz oynatıldı.”
“Ağabeyimin bu çiftlikte çok canı sıkılıyordu. Kendi kendine oyun-
lar icat ediyordu. Yerin içini oyarak bir kulübe yaptı. İçine de mini mini
bir ocak ilave etti. Burada yemek yapar, bana yedirirdi… Bir gün Aziz
adında bir çocuk eline bir tutam ot alarak, ocağı ben yakayım, dedi. Fa-
kat otlar birdenbire alev aldı, kulübe yanmaya başladı. Ağabeyim beni
derhal dışarı çıkardı. Bu kulübe bakla tarlasının öte ucunda idi. O yan-
dığında ağabeyim bu defa iri dallardan bir kulübe daha yaptı. Bunun
üç merdiveni vardı. Bu kulübenin içine beni koyar, karpuz getirip bana
yedirirdi. Bundan sonra güvercin kümesleri yapmaya başladı. Bundan
da bıkınca, ağaçtan bir tambura yaparak üzerine teller takıp çaldı. Bu
surette eğlenirdik.”
Mustafa Kemal’in çiftlikte de okumaya devam etmesini sağla-
mak için bazı teşebbüsler olur. Mustafa Kemal, hatıralarında bun-
lardan bahsetmez. Bu hususta bilgi yalnız Makbule Atadan’ın hatı-
ralarındadır.
“Ağabeyim okumak istiyordu. Bunun üzerine annem Çalı
Çiftliği’nde bulunan bir kilisedeki mektebe ağabeyimi gönderdi. Bir
müddet bu mektebe devam ettikten sonra da ‘Ben bu mektebe gitmem.’
23
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

diye tutturdu. Annem ‘Niçin gitmiyorsun?’ diye sorunca, ‘Ben kilisedeki


gavur mektebine gitmem.’ diyerek bu mektebi terk etti.”
“Bu defa annem, çiftlikte okuma ve yazması olan Arnavut yazıcı
Kamil Efendi’yi ona hoca tayin etti. Bu hocaya üç gün tahammül etti.
Sonra ‘Ben böyle cahil adamlardan ders alamam.’ diye isyan etti. Bun-
dan sonra komşumuz Hatice Hanım’dan ders aldı. Bir müddet sonra da
ben kadınlardan ders alamam, mektep isterim, diye tutturdu.”

Ben Medresede Okumam

Bu sağlıklı çiftlik hayatı Mustafa’ya yarıyordu. Kasları gelişmiş,


güçlenmişti. Yemek boldu, dayısı Hüseyin Bey çok iyi bir insandı.
Ancak bir müddet sonra Mustafa sıkılmaya başladı. Zekası uyanma-
ya başlamış, bir şeyler öğrenmenin sabırsızlığı her yerini kaplamıştı.
Eğitim hayatını özlemiş, yaşıtlarından geri kalmanın acısını hisset-
meye başlamış ve bu yüzden de hırslı bir yapıya bürünmüştü.
Köyde öğretmen olarak yalnız bir Müslüman hoca ile köyün
papazı vardı ki bunların arasında da fazla bir fark yoktu. Mustafa’yı
sırasıyla ikisine de yolladılar. Ama Mustafa kendisine yabancı olan
Rumca’yı sevmedi, Hıristiyan çocuklarının soğuk davranışları da gu-
rurunu incitti. Kısa bir süre de hocaya gittikten sonra “Ben medresede
okumam.” diye diretti. Zübeyde Hanım ona özel bir öğretmen buldu
ama üç gün sonra Mustafa, adamın bilgisiz olduğunu ileri sürerek
ondan ders almayı reddetti. Arkasından bir komşu kadın ders verme
önerisinde bulundu. Mustafa bunu da “Bir kadından ders almam.”
diye geri çevirdi. Çaresiz durumda kalan Zübeyde Hanım artık oğ-
lunun doğru dürüst bir eğitim görmesi gerektiğini iyice anlamıştı.
Mustafa’yı, Selanik’e, teyzesinin yanına gönderdi. Zafer eninde
sonunda çocuk Mustafa’nın olmuştu. Bu, ömründe kazandığı ilk ve
devamı da gelecek olan bir zaferdi. Mustafa, Selanik Rüştiyesi’ne
devam etmeye başladı ama burada da uzun süre kalamadı. Bir gün
çocuklar aralarında kavgaya tutuşmuşlardı. Arapça Öğretmeni Kay-
mak Hafız, onu elebaşı yerine koyarak fena halde dövdü ve yara bere
24
ALİ KUZU

içinde bıraktı. Mustafa, buna adamakıllı içerledi. Okula gitmeyi red-


detti. Büyükannesi de onun tarafını tutarak Mustafa’yı okuldan aldı.

Askerlik Denen Aşk

Asker ya da subay olmak? Osmanlı Devleti’nin son devrinde,


hele Osmanlı Rumeli’sinin ordu ve asker merkezlerinde yaşayan
Türk çocuklarının büyük aşkıydı. Subay olmak aşk ve ihtirasının
onların hayallerinde uyandırdığı renkli gelecekleri, başka ülkelerde-
ki aynı yaşta çocukların askerlik bağlılıklarıyla kıyaslayarak değer-
lendirebilmek mümkün değildir. Rumeli’nin asker merkezlerinde,
şehir ve kasabalarında çocuklar, gözlerini sabah dünyaya, talim bo-
ruları, askerî mızıkaları yahut da kapılarının önlerinden geçen süva-
rilerin nal sesleriyle açarlardı.
Çocukların rüyalarını askerlik süslerdi. Oyunları askerlik oyun-
larıydı. Evlerdeki gece toplantılarında, kadınlar, çocuklar arasındaki
başlıca konu askerlik hikayeleriydi. Savaş anıları, sonu gelmeyen eş-
kıya takipleri, baskınlar, Osmanlı Rumeli’sinin ordu merkezlerinde,
hatta bütün şehir, kasaba ve köylerinde konuşmaların, tartışmaların
başlıca sermayesiydi. Sokakların ziyneti askerdi. Asker mektepleri-
nin çocukları yahut harp okulları gençleri, renkli üniformaları, süs-
leri ve yüksek sınıflarda kılıçlarıyla bütün diğer çocuklardan, genç-
lerden ayrılırlardı. Hele kılıçlar! Acaba ondan kutsal, ondan üstün,
hayale ondan daha çok hitap eden bir şey düşünülebilir miydi? Kılıç,
yüce, paha biçilemez bir nesneydi. Gururun, şerefin, tartışma kabul
etmez belgesiydi. Kılıç, dünyadan ağırdı ve kılıç hayattan üstündü.
Osmanlı Rumeli’sinin, hele kılıç taşımaya hak kazanan gençleri için
dünya, kılıcın etrafında dönerdi. Yahut da kılıç, dünyanın mihveriydi.

Beşiğinin Başucundaki Kılıç

Mustafa’nın babası Ali Rıza Efendi’nin de evine, oğluna bıraka-


bildiği tek hatıra bir kılıçtı. Ali Rıza Efendi’nin 1877 Harbi’nde ve
25
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

Mülkiye Gönüllü Taburu’ndaki geçici subaylığı sırasında kuşandığı


kılıç, bu evde daima saklanmıştır. Daha sonra, kız kardeşinin anlattı-
ğına göre, Mustafa doğduğu zaman bu kılıcı, babası onun beşiğinin
başucuna asarak kılıca saygısını göstermişti. Mustafa da evde bu kı-
lıçla daima oynamıştı.
Askeri Rüştiye Okulu’nun küçük çocuklarına gelince, onlar
da kendilerini ordunun bir parçası sayarlardı. Onlar da askerdiler.
Yarı askerî idadi (lise) mektebinde, ondan sonra Harbiye’de, hatta
erkan-ı harp (kurmay) mektebinde kademe kademe yetiştirildik-
ten ve nihayet askerlik hiyerarşisinde ilk rütbeyi kazandıktan sonra,
ordu saflarına katılacaklardı. Emir vereceklerdi, emir alacaklardı. İlk
rütbeleriyle beraber de imparatorluğun uçsuz bucaksız sınır boyları
onların kahramanca at oynatışlarına açılacaktı. Rumeli mi olur, Arap
çölleri mi olur, Kuzeydoğu Anadolu’nun yüksek karlı dağları, yay-
laları mı olur, yoksa Trablus’un, Libya’nın uçsuz bucaksız sahraları
mı? Hiçbir yeri seçmeden, hiçbir yeri diğerinden ayırt etmeden, bir
uçtan bir uca bu koca imparatorluk ülkesini onlar bekleyeceklerdi.
Sınırlarda harpler mi? Arnavutluk’ta, Havran’da, Yemen’de,
Kürdistan’da isyanlar mı? Bunun önemi yoktu. Mesela Rumeli’de
siyasi çetelerin takibi için mi? Anadolu’da, her biri birer derebeyi
gibi sivrilen eşkıyanın, mütegallibenin uyuşturulması için mi yolla-
nırlar, bunların farkı yoktu. Elverir ki daima silah başında olsunlar.
Ellerinde silahları, omuzlarında apoletleri olsun ve bu apoletlerin
yıldızları daima artsın.
Osmanlı Devleti’nde askerliğin bu kanunu, bu dalma hareket,
savaş ve kumanda kanunu, daha askerî rüştiyenin (ortaokulun) ka-
pısında başlardı. Bu kanun, 10–12 yaşlarında bir küçük asker olarak
kaderini orduya bağlayan küçük mektepliden subaylara, kurmayla-
ra, ordu büyüklerine, generallere, mareşallere kadar herkesin ruhu-
na hâkimdi. Gerçi askerî rüştiye öğrencisi ile subayların, kurmayla-
rın, paşaların, müşirlerin (mareşallerin) işaretleri, sırmaları farklıydı
ama nihayet hepsi de askerî üniformaydı.
Askerî üniforma, daha askerî rüştiye sınıflarında başlardı. Göğ-
26
ALİ KUZU

sü kapalı, iri düğmeleri parlak, pantolonları kırmızı zırhlı lacivert


elbiseler giyilirdi. Ceketlerin kollarında dirseklere doğru, sayıları
öğrencinin sınıfına göre değişen, çeşitli büklümler, kıvrımlar yapa-
rak ta dirseklere yakın bir yerde ve kolların görülebilen kısmında
düğümlenen, mavi şeritten işaretler ne kadar göz alıcıydı. Bu üni-
forma askerî rüştiye çocuklarını bütün mekteplerin çocuklarından
ayırırdı. Zaten bu ayrılış, bu göze çarpış onların mektep dışı dav-
ranışlarına da damgasını vururdu. Üniformanın şerefi vardı. Onu
korumak lazımdı. Askerî rüştiye çocukları her yere gidemezler, her
yerde görünemezlerdi. Onlar mektepte olduğu gibi, Selanik’in so-
kaklarında da yaşlarına göre daha ağırbaşlılıkları, serbest, gururlu
fakat dikkatli hareketleriyle derhal göze çarparlardı.

Asker Doğdum, Asker Öleceğim!

Çocuk Mustafa bu arada, ne olmak istediğini yavaş yavaş kestir-


meye başlamıştı. Zaten dış görünüşüne düşkündü; şimdi giyinişine
ve üstünün başının temizliğine daha da önem veriyordu. Öğrencile-
rin giymek zorunda oldukları şalvarlı, kuşaklı geleneksel giysi sini-
rine dokunmaya başlıyordu. Oysa sokaklarda caka satarak, azamet-
li bir tavırla kılıçlarını kaldırım taşlarına vurup şakırdatarak geçen
askerlerin üniforması bunlara hiç benzemiyordu. Mustafa, onların
sorguçlarına, güvenlerine, üstün durumlarına, yabancıların yoğun
bir şekilde bulundukları bu şehirde, Türklüklerini ortaya koyuşları-
na özenerek bakıyordu.
En çok imrendiği, askerî rüştiyeye giden ve üniformasıyla çaka
satan Ahmet isimli komşu çocuğuydu. Bu arada annesi de Selanik’e
dönmüştü. Mustafa, askerî okula gitmek için ona yalvardı. Ama
Zübeyde Hanım kabul etmedi. Oğlunun, Peygamber’in izinden
gitmesini yürekten istemişti. Ama Mustafa bunu yapamayacaksa,
hiç olmazsa babasının başaramadığı işi başarmalı, tüccar olmalıydı.
Zübeyde Hanım da her ana gibi savaştan, ölümden ve her askerin

27
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

başına gelen bitmez tükenmez sürgünlerden korkuyordu. Hele olur


da bir de rütbe alamazsa…
Ancak, Mustafa’ya söz dinletmek kolay değildi. İstediğini kom-
şu çocuğu Ahmet’in binbaşı olan babasına gizlice anlattı ve onun
yardımıyla, annesine haber vermeden, askerî rüştiyenin giriş sınav-
larına katılmayı başardı. Sınava çok sıkı çalışmıştı. Girdi ve kazan-
dı, böylece Zübeyde Hanım’ı bir oldubittiyle karşı karşıya bıraktı.
Ama yine de okula yazılabilmesi için annesinin imzalı iznini alması
gerekiyordu. Mustafa hemen aklına, babasının onun doğumunda
armağan ederek, beşiğinin başucundaki duvara astığı kılıç geldi. Bu-
nun tek anlamı olabilirdi, babası onun bir asker olmasını istemişti.
Mustafa bir kahraman tavrı takınarak annesine, “Ben asker olarak
doğdum, asker olarak öleceğim.” dedi.

Annesinin Gördüğü Rüya

Zübeyde Hanım yumuşamaya başlamıştı. En sonunda ona ka-


rarını verdiren, tam zamanında gördüğü bir rüya oldu. Rüyasında
oğlunun bir minarenin tepesinde, altın bir tepsi içinde oturduğunu
görmüştü. Minareye doğru koşarken kulağına bir ses geldi, “Oğlu-
nun asker okuluna gitmesine izin verirsen hep böyle yüksekte kalacak.
Vermezsen yere atılacak.” diyordu.
Oğlunun askerlikte parlak bir geleceğin beklediği anaya ma-
lum olmuştu. Sabah ilk işi Mustafa’yı yatağından kaldırmak oldu ve
onun isteğini yerine getireceğini söyledi. Derhal gerekli olan kağıdı
imzaladı. Mustafa büyük bir şaşkınlık ve saygı ile derhal annesinin
elini öptü, annesi de ona hakkını helal etti. Böylece hayalini kurdu-
ğu Selanik Askerî Rüştiyesi’ne girmiş oldu.
Annesinden gizli askerî mektebe girme teşebbüsünü çok sonra-
ları hatırasında şöyle nakletmiştir:
“Komşumuz Binbaşı Kadri Bey’di. Onun oğlu Ahmet, askerî okula
gidiyordu. Askerî mektep elbiseleri giyiyordu. Onu görünce ben de böy-
le elbiseler giymeye hevesleniyordum. Sokaklarda zabitler görüyordum.
28
ALİ KUZU

Onların derecesine varmak için takip edilmesi lazım gelen yolun askerî
rüştiyeye girmek olduğunu anlıyordum. O sırada annem Selanik’e gel-
mişti. Askerî rüştiyeye girmek istediğimi söyledim. Annem askerlikten
pek korkuyordu. Asker olmama şiddetle engel oluyordu. Kabul imtihanı
zamanı gelince ona sezdirmeden kendi kendime askerî rüştiyeye imti-
han verdim. Böylece anneme karşı bir emrivaki yaptım.”
Çocuk Mustafa, şimdi on iki yaşına gelmişti. Ailesinin elinde
altı yıldır geçirdiği çeşitli öğrenimlerden sonra nihayet kendi mes-
leğini seçmişti. Bu seçimde de yanılmamıştı. Subay sınıfı, ülkenin
seçkin tabakası sayılıyor, ödenekleri padişah tarafından sağlanan
askerlik akademileri, öğrencilere yalnız askerlik konusunda değil,
tarih, iktisat ve felsefe konularında da temel eğitim veren bilgi yu-
valarıydı. Bunlar toplumun bütün sınıflarını içine alan zengin, fakir
ayrımı yapmayan demokratik kuruluşlardı. Öğrenciler ancak yete-
nek ve değerleriyle yükselebilirlerdi. Bundan başka okulu bitirenler
orduya girdikleri vakit seyahat etmek, dünyayı görmek ve üç kıtaya
yayılmış Osmanlı Devleti’nin en ücra köşelerindeki insanların nasıl
yaşadıklarını öğrenmek olanağını da buluyorlardı. Bu sivillerin ko-
lay kolay elde edemedikleri bir fırsattı.

Annesinin Gururu Asker

Mustafa da işte bu çocuklardan biri oldu. Mektebe girince ona,


olduğundan daha ciddi, daha ağırbaşlı bir hal geldi. Hele yeni mek-
tep elbisesi tamam olup da evlerinin penceresinde onun yolunu
gözleyen Annesi Zübeyde Hanım, Mustafa’yı ilk defa bu elbisenin
içinde görünce, kendini tutamadı. Merdivenleri ikişer ikişer atla-
yarak sokak kapısına koştu. Onu sevinç gözyaşları içinde bağrına
basmak istedi. Hâlbuki önceki kararı şuydu: Kendi köşesinde ağır,
vakarlı bir anne olarak oturacaktı. Çocuğunu, yeni üniformasıyla
sanki bir küçük general gibi gururla evlerine yaklaşırken izleyecekti.
Sonra, ona evin kapısını açacaklardı. Merdivenden çıkarken onun
ayak seslerini duyacaktı. Nihayet oda kapısından girip de kendisine
29

Levent Şahverdi Arşivi


yaklaşırken onu dualar, maşallahlarla karşılayacak ve oturduğu yer-
de bir asker annesi olarak elini öptürecekti.
Bu plan pek uygulanamadı. Bir asker oğlu karşılamanın ağırbaş-
lı annelik gururu, hareketlerine pek az hâkim oldu. Her genç anne
gibi tek erkek oğlunu, hayatının yeni bir dönüm noktasında görme-
nin kayıt ve şart tanımayan heyecanına kendini kaptırdı. Fakat ne-
tice şu oldu ki onun oğlu Mustafa, artık kendi seçtiği yola girmiştir.
Vaktiyle ve nice geceler onun beşiğini sallarken, hayalinde süslediği
eski usul, başı sarıklı “ulema” yahut daha sonra kocası ölüp de bütün
yollar kapanınca oğluna ister istemez yakıştırmak zorunda kaldığı
adı tüccarlık fakat gerçekte şunun bunun yanında bir çıraklığı artık
ölmüştü. Onun oğlu kendi yolunu kendi iradesiyle artık bulmuştu.
Mustafa’yı yeni askerî rüştiye elbisesi içinde bağrına basarken,
Anne Zübeyde’nin içinde bir taraftan bu meslek ve istikbal çıkmaz-
ları kesin olarak çözülüyor, diğer taraftan da onların yerine, oğlunun
yeni mesleğine karşı içinde, kendisi de farkına varmadan bir emni-
yet hatta gururun doğduğunu hissediyordu. Zaten Mustafa, anne-
sinin kendisini asker mektebine vermemek yolundaki isteklerine
daima diretmiştir.
“Ben, omzunda bez satan bir bezzaz olamam. Bakın ben neler ola-
cağım…”
Mustafa’nın bu ilk dayatışları, onun hayatına şekil veren ilk
şahsiyet belirtileri olmuştur ve bir çocuk, hayatının böyle kritik bir
safhasında bir defa, “Görsünler, bak ben neler olacağım.” dedi mi o
çocuk, mutlaka bir şeyler olur. Evet, işte böyle kompleksleri duyan
ve yaşayan, yani kendi hammaddesini kendi işleyerek ona kendince
şekil verebilen çocuklardır ki hayatta, bazı misyonlar için hazırlanır-
lar…

Adın Mustafa Kemal Olsun

Mustafa, derslerini çok kolay buldu ve çabuk kavradı. En sev-


diği ve en iyi başardığı ders, matematik dersiydi. Sınıf arkadaşları
30
ALİ KUZU

henüz basit aritmetik konularıyla uğraşırlarken, cebir problemlerini


bile çözmeye başlamıştı.
Kendi adı da Mustafa olan matematik öğretmeni onu bu alan-
da kendisine eşit sayacak kadar takdir ediyordu. Küçük Mustafa, en
güç matematik soruları çözerek sonucunu öğretmenine sunardı. Bir
gün öğretmen, adları birbirinden ayırt edilsin diye eski bir Türk gö-
reneğine uyarak, öğrencisine ikinci bir isim taktı. Geniş anlamıyla
“olgunluk, eksikliksiz” demek olan “Kemal” adını seçti. Bu ad ölün-
ceye kadar Mustafa’da kalacaktı. Bazen öğretmenleri, dersleri iyi
bildiklerini öne süren çocukları, ötekilerin önünde sınava çağırırdı.
İçlerinde bu cesareti gösterebilecek çok azdı. Yalnız, öğretmenleri-
nin bile kendisinden üstün olabileceğini kabul etmeyen Mustafa,
hemen kalkar ve sınıfın en iyi öğrencisi olduğunu ispatlardı.
Artık o Mustafa Kemal idi, çabucak çavuş rütbesine yükseldi.
Öğretmenin yokluğunda onun yerine geçiyor, karatahtanın önünde
arkadaşlarına ders veriyordu. Öğretici yaratılışta olduğu için öğret-
men rolünde hiç yabancılık çekmiyordu. Olgun davranışı onu diğer
çocuklardan ayırıyor, ötekiler gibi bir çocuk olmadığı belli oluyor-
du. Büyük sınıflardaki çocukların arkadaşlığını yeğlediği için kendi
yaşıtları arasında pek az arkadaş edindi. Renginin o alışılmamış sa-
rışınlığı, yalnızlığı, o mavi gözlerindeki ağır, gururlu hatta küçüm-
seyici bakış, ona sanki apayrı bir insan niteliği veriyordu. Otoriteye
içgüdüsüyle karşı geliyor, öğretmenleri ona söz geçirmekte zorlanı-
yordu.

Ölen Babasını Çok Özlüyordu

Evde de annesi Zübeyde Hanım ile ilişkileri fırtınalı bir hale


gelmeye başlamıştı. Mustafa Kemal, artık çocukluktan yavaş yavaş
çıkmaya başlamıştı. Kadınlarla dolu bir evde tek erkek olarak onla-
ra kızıyor ve erken yaşta ölen babasını çok özlüyordu. Etrafındaki
arkadaşlarının babaları varken, o babasızlığın acısını yaşıyordu. Bir
müddet sonra annesi Zübeyde Hanım yokluğa dayanamayarak ye-
31
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

niden evlendi. Evlendiği kişi Ragıp Efendi adında oldukça varlıklı


bir adamdı. Onun iki oğlu, iki de kızı vardı. Çocuk Mustafa annesi-
nin hayatına giren bu ikinci adamı bir âşık gibi kıskandı. Annesinin
para sıkıntısı yüzünden evlenmek zorunda kalışı çok ağrına gitmişti.
Ancak Ragıp Efendi’nin annesi için iyi bir koca olduğunu gö-
rünce onunla iyi geçinmeye başladı. Subay olan ve ona durmadan
iyi öğütler veren üvey ağabeyiyle de dostluk kurdu. Üvey ağabeyi,
Mustafa Kemal’e haysiyet ve şerefin önemini anlattı. Mustafa kimse-
den dayak yememeliydi, hiçbir hakaretin altında kalmamalıydı. Şe-
refine karşı girişilecek herhangi bir davranışa karşı koymalıydı. Ona
kendini savunması için de hatıra olarak bir de bıçak verdi ama bunu
hiçbir zaman düşüncesizce kullanmamasını da tembihledi. Küçük
Mustafa, üvey ağabeyinden daha sonraki hayatında işine yarayabi-
lecek çok şey öğrendi.
Artık çocukluktan çıkmakta olan Mustafa Kemal, 14 yaşın-
dayken rüştiyeyi bitirmiş ve yatılı olan Manastır Askerî İdadisi’ne
yazılmıştır. Bundan sonra Mustafa, evden ve ailesinden uzun süre
ayrı kalacaktır. Yatılı askerî okula başlayan Mustafa Kemal, burada
ilk olarak kendini bir çatışma ortasında buldu. Makedonya’daki
Türk otoritesi, Yunan ve Slav çeteleri karşısında gittikçe zayıflayıp
dağılmakta idi. Subay adayı öğrenciler arasındaki gruplaşmalar,
entrikalar, çok kere kan dökülmesine kadar varan kavgalara neden
oluyordu. Okul içinde gruplaşmalar vardı. En güçlü grup Selanikli
öğrencilerin kurduğu idi. Mustafa Kemal, bu grubun önderlerinden
biri olmakla beraber, akıllı davranarak geride kalıyordu. Okuldaki
kavgalara hiç karışmıyordu.

32
ALİ KUZU

SAVAŞ RÜZGARLARI ESİYOR

Mustafa Kemal, artık okul dışındaki geniş dünyada ne olup


bittiğini fark etmeye başlamıştı. Okuldaki çocukların içi Osmanlı-
ların Makedonya’yı fethini anlatan kahramanlık hikayeleri, türküler,
marşlar ve efsaneler ile doluydu. Şimdi ise ortalıkta, isyan ve bu top-
rakların elden çıkması tehditleri dolaşıyordu. Mustafa Kemal, Rum-
ların, Bulgarların ve Sırpların Türk topraklarını ele geçirmek için
bütün Rumeli’de nasıl çalıştıklarını öğrenmişti. 1897’de Yunanlılar,
Girit’te bir bağımsızlık savaşı açtılar. Türkler de Rumeli’de onlara
karşı yürüyüşe geçti. Manastır tam bir seferberlik halindeydi. So-
kaklar adam almaz oldu. Erkekler, davul zurna sesleri arasında har-
be çağırılıyor; sokaklarda öğrenciler ellerinde bayraklarla yürüyüş
yapıyorlardı.
Yakın dağlardaki Türk çeteleri Rumlarla kıyasıya dövüşmek-
teydi. Bir gece Mustafa Kemal’le bir arkadaşı gönüllü olarak askere
gitmek amacıyla okuldan kaçtılar. Ne var ki çocuk ve öğrenci olduk-
ları anlaşılınca yaka paça okula gönderildiler ama Mustafa Kemal’in
gönlünde Türklük alevi tutuşmuş ve vatanını koruma isteğiyle karı-
şık şiddetli bir vatan sevgisi uyanmıştı. Hele devletin her yanından
33
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

gönüllülerin akın ettiğini gördükçe, onlara katılamadığı için içi yanı-


yordu. Mustafa Kemal’in vatanına karşı olan sevgisi ileriki zamanda
bir çığ gibi büyüyecek, bu sevginin verdiği güçle tarih sahnesinden
silinecek olan bir devletin küllerinden yepyeni bir devletin doğuşu-
na neden olacaktı.

Küllerinden Yeniden Doğan Ülke

Aradan yıllar geçmişti. İşgal altındaki bir imparatorluktan, ba-


ğımsız bir ulus-devlet yaratma girişimi sonrası tarihteki yerini alan
Türkiye Cumhuriyeti; çağdaşlaşma amacıyla ekonomiden başlaya-
rak eğitim, hukuk, politika, sanat, sosyal hizmetler vb birçok alanda
devrimler yaparak yeni bir yapılanma içerisine girmiştir. Kurtuluş
Savaşı yıllarındaki ülkenin genel durumu değerlendirildiğinde, ya-
şanan koşulların ne kadar güç olduğu ve verilen bağımsızlık müca-
delesinin önemi karşımıza çıkacaktır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun son sekiz yılı harpler içerisinde
geçmiştir. Savaş sonrasında milli ekonomi tam bir çözülme ve çö-
küntü halindedir. Bu zamanda başlayan ve dört yıl süren Kurtuluş
Savaşı’nda, ülkenin beşeri ve maddi kaynakları son damlasına ka-
dar kullanılmıştır. Kurtarıcı yöneticilerin başlıca amaçları, bu harap
ülkede yeni bir devlet kurmak, siyasal, sosyal ve hukuki alanlarda
devrimler yaparak çağdaşlaşmaya yönelmiş modern bir toplum ya-
ratmaktır.
Nitelikli insan gücü olarak değerlendireceğimiz okur, yazar
ve üretici insan kaybı Kurtuluş Savaşı sırasında çok fazla olmuştur.
Kurtuluş Savaşı sırasında her 13 ere karşı bir subay şehit olurken, bu
oran Sakarya Muharebesi’nde daha da artarak 8 ere karşılık bir su-
bayın şehit olmasıyla sonuçlanmış ve bunun sonucu nitelikli nüfus
kaybında büyük bir düşüş yaşanmıştır.
Savaş yıllarının asıl önemli yıkımı insan gücü alanında olmuş-
tur. Savaşlar (özellikle Çanakkale ve Sakarya) ülkenin eğitilmiş in-
san gücünde büyük ölçüde kayba yol açmıştır. Aynı durum diğer
34
ALİ KUZU

çalışanlar için de geçerlidir. Ek olarak savaş sonrası dönemde azın-


lıkların ülkeyi büyük ölçüde terk etmeleri, nitelikli işgücü sorununa
önem kazandırdı.
“Üç Kuşak Cumhuriyet” isimli kaynakta; cumhuriyetin ilk yıl-
larında Türkiye nüfusunun 13 milyon civarında olduğu, kilometre
kare başına 17 kişinin düştüğü, bu yıllarda savaş sonrası pek çok
toplumda olduğu gibi, çocuk ve yetişkin ölümlerinin yüksekliği,
savaş kayıplarından kaynaklanan üretken -özellikle erkek- nüfusun
azaldığı belirtilmektedir.

İlk Meclis

İstanbul’un 16 Mart 1920’de düşman askerleri tarafından işga-


linden sonra Osmanlı Mebusan Meclisi’nin görevini sürdürmesine
imkan kalmamıştı. İşgal güçleri arasında yer alan İngiliz askerleri,
meclisi basarak bazı milletvekillerini tutuklamışlardı.
O sırada Ankara’da bulunan Atatürk, bu durum üzerine 19
Mart 1920 günü vilayetlere ve kolordu komutanlıklarına bildiri
göndererek durumu açıklamıştır. Bildiride ayrıca ülkenin bağımsız-
lığını korumak amacıyla bir Milli Meclis’in Ankara’da toplanması
için çalışılmasını istiyordu.
Bu bildiri üzerine tüm illerden 232 milletvekili seçildi.
İstanbul’dan gelen 92, Yunanistan ve Malta’dan gelen 14 milletvekili
ile bu sayı 337’ye yükseldi. Fakat 23 Nisan 1920 günü yapılan ilk
toplantıya ancak 115 milletvekili katıldı. O gün çalışmalarına başla-
yan milletvekilleri güç şartlar altında çalışmaya başladılar. Meclisin
çalışmalarının tek amacı vardı: “Egemenlik kayıtsız şartsız milletin-
dir.”
Kurtuluş Savaşı’nın kazanılıp, cumhuriyetin ilanından sonra
Atatürk, cumhuriyetin ilk cumhurbaşkanı olur. Bunu sırasıyla dev-
rimleri izler. Halifelik ve padişahlığın kaldırılması, din ve devlet yö-
netiminin birbirinden ayrılması olan laikliğin getirilmesi, fes yerine
şapka ve diğer kıyafetteki devrimler, köhne yasalar yerine yeni çağ-
35
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

daş yasalar, harf devrimi ve kendisinin başöğretmenlik yapması, dil


devrimi ve diğer yeniliklerini Türk gençliğine emanet eder.
Mustafa Kemal Atatürk, 23 Nisan 1920’de TBMM’yi açarak
bayram ilan ettiği günü Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı olarak
Türk çocuklarına armağan eder.

Çocuk Bayramı

1924’te ilk meclisin açılış tarihi olan “23 Nisan” gününün bay-
ram olarak kutlanmasına karar verdi. Bu tarihten 5 yıl sonra ise bu
bayramı çocuklara armağan etti.
Dünyada ilk kez bir çocuk bayramı olur. Bununla çocuklara
olan sevgisinin derecesini gösterir. 23 Nisan’da bütün kentleri ve
merkezi çocuklar yönetir. Yarının büyükleri olan çocuklar bir yerde
başbakan, bakan, vali, kaymakam ve belediye başkanı olurlar. Kol-
tuklara oturup buyruklar verirler.
Atatürk’ün çocuk sevgisini herkes biliyor. Atatürk’ün mane-
vi çocuklarıyla ilişkisi, o yıllarda yaşayan kişilerin anı kitaplarında
yer alıyor. Bütün konuşmalarında “Bugünün küçükleri, yarının
büyükleri…” diyerek geleceğin çocukların elinde olduğunu her
fırsatta belirten Atatürk, bunu şu cümlesiyle vurgular: “Cumhuri-
yeti biz kurduk, sizler yaşatacaksınız.” İşte, okullarda öğretmenler
Atatürk’ü anlatır, yazar ve ozanlar söyler ama ne yazılar ne şiirler ne
de sözlerde biter Atatürk. Nereye bakılsa o görülür, o bulunur. Ta-
rih kitapları yazar: 1881 yılında doğdu, 1938 yılında öldü, diye ama
Atatürk’ü ve Atatürkçülüğü anlamış çocuklar bir tek ses çığlık atar-
lar, “Atatürk ölmez...” diye. Çünkü o, duygu, düşünce, ilke, görüş ve
devrimleriyle içimizde yaşar. Her başlangıç, her yenilik, her başarı
Atatürk’ün ışıklı yoludur. Bu ışıksa tüm Türk çocuklarıdır. O, Türk
çocuklarına ölmezliğiyle şöyle haykırır: “Cumhuriyeti biz kurduk,
siz yaşatacaksınız...”

36
ALİ KUZU

Atatürk, çocukları çok seven ve onlara güvenen bir liderdi.


Çocukları sevindirmek, onlarla beraber olmak, ulu önderimizin en
büyük mutluluğuydu. “Çocuklar geleceğimizin garantisidir.” di-
yen Atatürk, ulusal bağımsızlığımızı ilan ettiği günü de çocuklara ar-
mağan etmiştir. Bütün dünya ülkelerinden sadece Türk çocukların
Ata’sı bunu düşünebilmiş ve her yıl kutlanmak üzere çocuklara bir
bayram hediye etmiştir.
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, tüm dünya ço-
cuklarına kutlu olsun. Dünyada hiçbir ülkede bulunmayan, iki farklı
unsuru bir araya getiren milli bir bayram... Bu bayram, bir taraftan
Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin atıldığı, egemenliğin ilan
edildiği anlamlı bir gün, diğer taraftan “yarının büyükleri, geleceğin
garantisi” çocuklar için bir şenliktir.
Atatürk’ün Türk çocuklarına armağan ettiği bayram, dünya ço-
cukları arasında sevgi ve dostluk bağlarının geliştirilmesi ve tüm in-
sanların barış içinde yaşayacakları bir dünyanın oluşmasına katkıda
bulunmak için her yıl düzenleniyor.

Tarihsel Gelişim

Egemenliğin ilan edilmesinin ve ardından bugünün “çocuk


bayramı” olarak kutlanmasının tarihsel gelişimine bakacak olursak,
23 Nisan 1920 Büyük Millet Meclisi’nin açılış günüdür. Her 23 Ni-
san günü, Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı birlikte kutlarız.
Egemenlik yönetme yetkisidir. Ulusal egemenlik, yönetme
yetkisinin ulusta olmasıdır. Osmanlı imparatorluğu döneminde
egemenlik padişahta idi. Padişah ülkeyi dilediği gibi yönetirdi. İm-
paratorluğun son yıllarında padişahlar rahatlarını düşündüler. Yurt
bakımsız kaldı.
Ülke sorunları yüzüstü bırakıldı. Bu sırada Birinci Dünya Sava-
şı başladı. Savaş 4 yıl sürdü. Bizimle birlikte olanlar savaşta yenildi.
37
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

Savaş kurallarına göre biz de yenilmiş sayıldık. Yurdumuz İngilizler,


Fransızlar, Yunanlılar, İtalyanlar tarafından paylaşıldı. Padişah ve
yandaşları ülkenin paylaştırılmasına ses çıkarmadılar.
Mustafa Kemal Paşa, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı başlatmak için
İstanbul’dan Samsun’a 19 Mayıs 1919 tarihinde geldi. Samsun’dan
Amasya’ya, oradan Erzurum’a ve Sivas’a gitti. Sivas ve Erzurum’da
kongreler topladı. Mustafa Kemal Paşa, egemenliğin ulusta olduğu-
na inanıyordu. Bu inançla “Ulusu yine ulusun gücü kurtaracaktır.
Tek bir egemenlik vardır, o da ulusal egemenliktir.” diyordu. Yurdun
dört bir yanından seçilip gelen temsilciler -milletvekilleri- Ankara’da
23 Nisan 1920 günü toplandılar.
İlk Büyük Millet Meclisi’nin toplandığı yapı, Ankara’da Ulus
alanından istasyona giden caddenin başındadır. Bugün Kurtuluş
Savaşı Müzesi olan bu yapı, tek katlıdır. O yıllarda, ülkemiz yokluk
ve yoksulluk içindeydi. Milletvekillerinin oturduğu sıralar bir okul-
dan getirildi. Meclis gaz lambasıyla aydınlanıyor, sobayla ısınıyordu.
Top seslerinin Ankara’da duyulduğu zamanlarda bile meclis düzenli
toplandı.
Ulusal Kurtuluş Savaşımızla ilgili bütün kararlar bu mecliste
alındı. Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde ulusumuz, dünyaya,
Ulusal Kurtuluş Savaşı dersi verdi. Ezilen uluslara kurtuluş yolunu
açtı. Bağımsızlık savaşının öncüsü olan Kurtuluş Savaşımız, yeryü-
zünün öteki uluslarına örnek oldu.
23 Nisan 1920, ilk Büyük Millet Meclisi’mizin toplandığı gün-
dür. 23 Nisan, ulusun yönetme yetkisini kullanmaya başladığı gün-
dür. Bu gün Milli Egemenlik Bayramımızdır.
23 Nisan dünyada kutlanan ilk çocuk bayramıdır. Atatürk’ün
Türk çocuklarına armağan ettiği bu bayram şenliklerine son yıllarda
yabancı ulusların çocukları da katılmaya başlamıştır. Atatürk çocuk-
lara çok değer verir, gezilerinde okullara uğrar, ders dinler, sorular
sorardı. “Bugünün küçükleri yarının büyükleridir.” diyen Atatürk,
38
ALİ KUZU

yönetimin bayram süresince öğrencilere bırakılması geleneğini


başlattı. 23 Nisan’da yönetim birimleri seçimle gelen kurullar bir
süre çocuklara bırakılır. Bu güzel gelenek her yıl yinelenir. Her 23
Nisan’da yurdumuz bir bayram alanı olur. Çocuklar törenlerde ko-
nuşmalar yaparlar, şiirler okurlar. Gece fener alayları düzenlenir.
23 Nisan Ulusal Egemenlik Bayramı, egemenliğin ulusta oldu-
ğu düşüncesinin kabul edildiği gündür. Çocuk bayramımızdır. Yarı-
nın büyükleri olan çocukların bayramıdır.

39
40
Çocukları severiz.
Çünkü çocuk bizim devamımızdır.
Her çocukta biz, ebediyete doğru uzanıp giden iştiyakımızın
tatminini buluruz.

Mustafa Kemal ATATÜRK

41
42
ATATÜRK’ÜN ANI DEFTERİNDEN

Atatürk’ün hayatı incelendiğinde, savaş yıllarının en kötü ko-


şullarında dahi çocuklarla yakından ilgilendiği ve birçok çocuğu
koruması altına aldığı görülür. Ülkenin içerisinde bulunduğu du-
rumu yansıtması açısından, Atatürk’ün savaş yıllarında tuttuğu anı
defterine bir göz atmakta çok fayda vardır. Anı defterinde yer alan
bir bölüm gerçekten ilginçtir:

Bizim Evladımız Değildir

9 Kasım 1916

Saat 8 önceden Ziyaret Veysel Karani’den yola çıkıldı. Eşyalarımız


saat 7 öncede. Ziyaret önünde Şeyh Hazret gönüllülerinden 150 kişiye
rastladık. Bunları gözden geçirdim. Beslenmelerini sağlanması istirha-
mında bulundular. Erzak taşıyan bir Kürt’ün dilekçesi: 3 hayvanını
Kürtler almışlar. Yollarda birçok göçmen gördük. Bitlis’e dönüyorlar.
Tümü aç ve sefil, ölüme hüküm giymiş bir halde. 4–5 yaşında bir çocuğu
43
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

anası babası yol üstünde bırakmışlar, bu da bir karı kocanın ardına ta-
kılmış. Onları ağlayarak 100 metreden izliyor. Kendilerini niçin çocuğu
almadıkları için azarladım. “Bizim çocuğumuz değildir.” dediler…
Atatürk’ün anılardan da anlaşılacağı üzere savaş yıllarında kim-
sesiz çocuklar sorunu, ülkenin en önemli sorunları arasında yer al-
maktadır. O yolda gördüğü ailenin peşlerine takılan minik ve kim-
sesiz bir çocuğa “Bizim evladımız değildir.” diye sahip çıkmamaları,
onu aç, sefil, susuz hatta daha önemlisi sevgisiz bir halde göz göre
göre ölüme terk etmeleri Mustafa Kemal Atatürk’ün yüreğini de-
rinden yaralamıştır. Çünkü o babasızlığın ne demek olduğunu yaşa-
mıştır. O açlığın ve yalnızlığın da ne demek olduğunu bilmektedir.
Çünkü o fakirliğin de yokluğun da ne olduğunu yaşayarak öğ-
renmiştir. Bir parça ekmek, bir yudum sudan daha önemlisi, azıcık
bir anne baba sevgisinin, aile sıcaklığının peşinden koşan minik yav-
ru, onu çocukluğuna götürmüştür. Mustafa Kemal Atatürk derhal
yanındakilere emir vererek, o minik yavruyla ilgilenmelerini ve onu
en yakın yerleşim yerindeki yetkililere teslim etmelerini sağlamıştır.
Bu olayı hiçbir zaman unutmayan Atatürk, ileriki yıllarda tüm boş
zamanlarını çocuklara adamış ve onlara büyük değer vermiştir.
Anı defterine devam ediyoruz:

16 Kasım 1916

… Daha sonra Bitlis’teki hastaneleri teftiş ettim. Temiz buldum.


Şeyh Hazret ki bir kolunu kesmişler, onunla görüştüm. Tümen başhe-
kiminin söylediğine göre, hastane yapılan evler temizlenirken 10–15
kadar İslam kadınının başları bulunmuştur. Buradan dönüş. Şerefiye
denilen camii gezdim. Hayvan leşleriyle ve pislikleriyle doluydu. Yıkıl-
mış. Yolda 12 yaşlarında Ömer adında bir öksüz çocuk gördüm. Bunu
yanıma aldım. Bu görülünce daha üç tane anası, babası ölmüş yetimler
getirdiler, onlara da para vermekle yetindim.

44

Levent Şahverdi Arşivi


ALİ KUZU

27 Kasım 1916

Siirt’e hareket. Keyzer suyunda Vali Memduh Bey, ileri gelenler ve


kentin girişinde okullar ile halk, karşılama töreni yaptılar. Vali beyin
evine konuk olduk. Sayın vali çok büyük içtenlik gösterdi. Okul çocukları
evin avlusunda öğretmenlerin yönetiminde ulusal şarkılar söylediler…
Çocuklarına karşı çok büyük şefkat ve sevgi besleyen Mustafa
Kemal’in yukarıdaki anısında yazdıkları gibi, kentin girişinde yapı-
lan törenden sonra konuk edildikleri vali beyin evine çağırdıkları
okul çocuklarını kabul ederek, bunlara evin avlusunda öğretmenle-
rinin yönetiminde ulusal şarkılar söyletmiş, hepsine ayrı ayrı övgü-
lerde bulunmuşlardır.

Milletim Sağ Olsun!

Çocuklara düşkünlüğüyle tanınan Atatürk, bir gezisinde kü-


çüklerin oyunlarını izlerken gözleri dolar. Yanındakiler telaşlana-
rak “Atam, neyiniz var?” diye sorarlar. Bir iç çekerek, “Bir çocuğum
olmadığı için pek çok müteessirim.” demişti. Yanındakiler de “Biz de
sizin evlatlarınız.” deyince birden yüzü değişti ve “Evet.” dedi. Sonra
tekrarladı: “Evet, evet... İşte ben de bununla teselli buluyorum. Milletim
sağ olsun.”
Ve biraz aradan sonra ilave etmiş:
“Belki benim çocuğum olmadığında bir keramet vardır. Çok sev-
diğim bir tayımın ölümünden o kadar müteessir olmuştum ki, günlerce
acısını unutamadım, yemek yiyemedim. Ya, çocuğumu kaybetmiş olsay-
dım; ne olurdum bilmem...”
Her konuda olduğu gibi çocuk konusunda da çok hassas olan
Atatürk, son dönemlerinde zamanının çoğunu çocuklarla geçirme-
ye özen göstermiştir. Yanına aldığı çocuklara hem baba, hem öğret-
men hem de arkadaş olabilen nadir liderlerden biridir Atatürk.
Çocukların iyi yetiştirilmesi konusunda çok titiz olan ve çocuk-
ların hiçbir baskı altına alınmadan yetiştirilmesini isteyen Atatürk,
45
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

onun karşısında çok rahat davranan, şımarıklık yapan çocuğa kız-


mak yerine bakın nasıl cevap vermiş: “Bugün bir hiç gibi gördüğünüz
bu çocuk belki de yarının en büyük kahramanıdır. Onun için her kim
olursa olsun istediği şekilde konuşmak serbesttir.”

46
ATATÜRK’ÜN ÇOCUKLARI

Biri erkek, sekizi kız, dokuz çocuğu evlat edinmişti Atatürk…


Kendi evlatlarıymış gibi sevdiği bu çocuklarla yakından ilgilenmiş,
onların en iyi şekilde yetiştirilmelerini istemişti...
Atatürk’ün çocuklara karşı pek büyük sevgisi vardı. Onun gö-
zünde ve dilinde çocuk demek sevgi demekti. Sevdiklerine yaşları
ne olursa olsun, “Çocuk!” diye seslenmesi, hitap etmesi de bunun
belirgin bir işaretidir.
“Çocukluk ne güzel! Çocuklar ne sevimli ne tatlı yaratıklar değil
mi? Onların en hoşuma giden halleri nedir. Bilir misiniz? Riyakârlık
bilmemeleri, bütün istek ve duygularını içlerinden geldiği gibi açıklama-
larıdır.”
Onun bu sözlerinde de çocuklara karşı olan büyük sevgisinin
sıcaklığı en güzel şekliyle hissedilmektedir.
Türk’ün ve Türkiye’nin tarihinde yepyeni bir devrin başlangıç
günü olan “23 Nisan”ı çocuklara bayram günü olarak armağan eden
de odur. Bu hareketiyle dünyada çocuklara bir bayram günü veren
ilk devlet adamı olmak gibi ebedi bir mazhariyete daha erişmesinde
de bu çocuk sevgisinin ve ülkenin yarınları olan çocuklara duyduğu
güvenin rolü pek büyüktür.
47
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

Atatürk’ün çocuğu olmamıştı. Bundan ötürü yüreğinde zaman


zaman bir burukluk duymuş mudur bilinmez fakat memleketin tüm
çocuklarını kendi öz evladı olarak görmesi onun yüce gönlündeki
çocuk sevgisini tatmine yetmiştir muhakkak ki.
Atatürk’ün gençlik yıllarından itibaren kız ve erkek dokuz ço-
cuk evlat edindiği bilinir. Bu konuda uzun yıllar hizmetkarlığını
yapmış ve yanından eksik olmamış bulunan Cemal Granada’nın şu
sözleri pek ilginçtir:
“Hiç çocuğu olmayan Atatürk’ün bu koruyuculuk huyu daha çok
yaşamı boyu evlatsız kalıp annesinin ölümünden sonra kız kardeşinden
başka bir yakınının bulunmayışından ileri gelmektedir.”
Himayesine aldığı bu kimselerin iyi yetişmeleri için elinden
geleni yapardı. Hesabını kitabını çok iyi bilmekle tanınan Atatürk,
bu evlat saydıklarından hiçbir şey esirgemez, çevresindekilerin de
onları sevip saymalarını isterdi.
Ölümünden sonra vasiyetnamesiyle çocuklarına aylık bağlan-
ması da onlara düşkünlüğünün açık belirtisidir.
Atatürk, sofrasında her zaman manevi evlatlarını da bulundu-
rur, her isteklerini yerine getirirdi. Çankaya köşkünde manevi evlat-
larının hepsinin bir arada bulunduğu zamanlarda aralarına kıskanç-
lık girmesin diye iş bölümü yapardı. Manevi evlatlarının harcama-
larını Umumi Katip Hasan Rıza Soyak’a gördürür, harçlıklarını da
onun eliyle verdirirdi.
Türk milletini oluşturan her fert, Yüce Ata’mızın bir evladı,
onun bir parçasıdır.

Atatürk’ün Manevi Evlatları…

Fakat tarihte öyle isimler var ki onlar, gerçekten Ata’nın bir ev-
ladı olma şerefine bahşedilmiş şanslı ve gururlu kişilerdir. Büyük
Atatürk’ün manevi çocukları olarak bilinenler şunlardır:

48
ALİ KUZU

ABDURRAHİM: İlk manevi evladı olarak bilinir. Birinci Dün-


ya Savaşı sırasında, Van’da bulunurken (1916), orada görüp tanı-
dığı bu kimsesiz ve muhtaç sekiz yaşındaki çocuğu alıp İstanbul’a
getirmiş, Akaretler’deki evinde annesinin yanına bırakmıştı. Bü-
yük Zafer’den sonra Abdurrahim’i Ankara’ya getirterek Sanayi
Mektebi’ne yazdırmış, okutup bir meslek sahibi yapmıştı. Anka-
ra’dayken, Abdurrahim’i okula Fikriye Hanım götürür getirirdi. Fik-
riye Hanım’ın ölümünden sonra Abdurrahim’i, İzmir’e, annesinin
yanına yollanmıştı.

AFİFE: Birinci Dünya Savaşı sırasında, Bitlis çekilmesi gün-


lerinde Mustafa Kemal, yanına sığınan 6 yaşındaki Afife isimli kız
çocuğunu önce cephe gerisine göndermiş, sonra alıp İstanbul’a
getirerek annesinin yanına bırakmıştı. Atatürk, Afife’yi büyütmüş,
okutmuş sonra evlendirerek İzmir’e gelin göndermişti.

ZEHRA: Mustafa Kemal, Latife Hanım’la evlendikten sonra Ka-


ğıthane Darüleytam’ından aldığı bu kimsesiz küçük kızı büyütmüş,
önce Amerikan Kız Koleji’nde, sonra da Londra’da okutup iyi bir eğitim
verdirmişti. Bu talihsiz kız Avrupa’da öğrenimde iken geçirdiği ruhsal
bunalım sonucunda Fransa’da kendini trenden atarak intihar etmişti.
RUKİYE: Konya gezisi sırasında görüp tanıdığı bu kimsesiz kız ço-
cuğunu Ankara’ya getirtip okutan Mustafa Kemal, daha sonra Rukiye’yi
bir jandarma yüzbaşısıyla evlendirip düğününü Ankara Palas’ta yaptır-
mıştı. Bu düğün sırasında ilk dansı manevi kızıyla yapmıştı.

NEBİLE: 1927 yılında Çapa Öğretmen Okulu’nda öğrenciy-


ken himayesine aldığı bu kızı da okutmuş, sonra bir hariciyeciyle
evlendirmişti. Mustafa Kemal, onun düğününü de Ankara Palas’ta
yaptırmıştı. Atatürk’ün hastalığı sırasında derin bir teessüre kapılan
Nebile, onun ölümünden sonra önce gözlerini kaybetmiş sonra da
felç olmuş ve 37 yaşında Yakacık Sanatoryumu’nda ölmüştü.

49
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

SABİHA GÖKÇEN: 1924 yılında Bursa gezisi sırasında gö-


rüp tanıdığı küçük Sabiha’yı manevi evlat edinen Atatürk, onu
Ankara’ya getirtmiş, ilk ve orta öğrenimini orada yaptırdıktan sonra
İstanbul’daki Amerikan Kız Koleji’ne yollamıştı. Sabiha Gökçen’e
havacılık sevgisini o aşılamış ve dünyanın ilk askerî kadın pilotu olu-
şunu havacılıktaki başarılarını büyük bir gururla izlemişti.

AFET İNAN: Çocukluk arkadaşı ve eski Ankara Valisi Asaf


İlbay’la eşinin tavsiyesiyle himayesine aldığı Afet İnan da Atatürk’ün
gurur duyduğu manevi evlatlarından biri olmuştu. Onun tarih pro-
fesörü olarak yetişmesinde Atatürk’ün çok önemli rolü bulunmak-
tadır. Afet İnan son yıllarda Atatürk’ün yanından eksik olmayan ve
uzun uzun tarihî sohbetlerinden haz duyduğu bir insan olmuştu.

BÜLENT HANIM: “Ertuğrul” yatı güvertesinden Kemal


Kaptan’ın kızı olan Bülent Hanım da manevi evlatların arasında bir
süre yer almıştı. Amerikan Kız Koleji’nde öğrenim yapan Bülent
Hanım’ın bir Hıristiyan genciyle flört etmesi üzerine, bu olaya çok
kızan Atatürk tarafından köşkten uzaklaştırıldığı bilinir. Flört ettiği
gençle evlenen Bülent Hanım kısa bir süre sonra hastalanıp ölmüştü.

ÜLKÜ: Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’ın büyüttüğü ve


mutsuz bir izdivaçtan sonra çaresizlik içinde kendisine sığındığı Vas-
fiye Hanım’ın, Atatürk’ün izniyle Gazi Orman Çiftliği istasyon me-
muru Tahsin Çukuroğlu ile izdivacından dünyaya gelen Ülkü’nün
isim babası Atatürk olmuştu. Daha doğduğu gün doğum haberini
alan Atatürk “Vasfiye’nin çocuğunun adı Ülkü olsun.” demişti.

İşte Onların Hayatı

Afet İnan
Atatürk, 11 Ekim 1925’te İzmir’e geldiğinde, birçok kurumun
yanı sıra okulları da gezerek konuşmalar yaptı. Yine o günlerde İz-
50
ALİ KUZU

mir ilkokullarından birinde bir toplantıda Afet Hanım’la karşılaştı.


Afet İnan, ilköğrenimini Eskişehir’in Mihalıççık ilçesinde, Ankara
ve Biga’da tamamladıktan sonra, Bursa Kız Öğretmen Okulu’nu
1925 yılında bitirmiştir. İlk görevine 17 yaşındayken, babasının gö-
revi gereği bulundukları İzmir’de, Reddi İlhak İlkokulu’nda başla-
mıştır. Atatürk, Afet İnan’ın ailesinin Makedonya kolunu tanıdığın-
dan, kendisinin mesleği ve durumu ile ilgilenir. Afet İnan’ın isteği,
öğrenimini sürdürmek ve yabancı dil öğrenmektir. Bunun yerine
getirilmesi için Atatürk, Afet İnan’ın babası ve annesi ile görüşe-
rek, kendisini o yıl İsviçre’nin Lozan şehrine Fransızca öğrenmeye
gönderir (1925 – 1927). Sonra, İstanbul’da Fransız Kız Lisesi’nde
(Notre Dame de Sion) bu öğrenimini sürdürür (1928–1929).
Ortaöğrenim tarih öğretmenliği sınavına girerek öğretmen-
lik belgesini alır ve Ankara Musiki Öğretmen Okulu’na, Tarih ve
Yurt Bilgisi öğretmeni olarak atanır (1929–1930). Türk Tarih
Kurumu’nun kuruluş çalışmalarında yer almış ve orada uzun yıl-
lar asbaşkanlık yapmıştır. Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi
Enstitüsü’nün de müdürlüğünü yapmıştır. Akademik çalışmalarına
devam eden Afet İnan, 1938’de lisans, 1939’da doktora çalışmaları-
nı tamamlayarak 1942’de doçent ve 1950’de de profesörlüğe yükse-
lir. Prof. Dr. Afet İnan’ın Atatürk ve Türk tarihi ile ilgili birçok yayını
bulunmaktadır. 8 Haziran 1985 tarihinde ölmüştür.
Atatürk vasiyetnamesinde Afet İnan için; “Yaşadığı müddetçe
şimdilik (şimdiki halde) ayda 800 lira verilecektir.” diye vasiyette
bulunmuştur.

Sabiha Gökçen

Sabiha Hanım 1913 yılında Bursa’da doğdu. II. Abdülhamid


tarafından Bursa’ya sürgün gönderilen Vilayet Başkatibi Hafız Mus-
tafa İzzet’in kızıdır. İlkokula gittiği yıllarda babasını kaybetti ve kar-
deşlerinin yardımıyla öğrenimini sürdürdü. Atatürk, 1925 yılında
çıktığı Bursa gezisinde Sabiha Gökçen’le tanıştı ve içinde bulun-
51
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

duğu güç yaşam şartlarını öğrenince de onu evlat edindi. Ankara


Çankaya İlkokulu’nu, daha sonra da Üsküdar Kız Koleji’ni bitiren
Sabiha Hanım, Türk Hava Kurumu’nun Havacılık Okulu’na girdi
(1935). Burada geçirdiği başarılı öğrenim hayatından sonra, yüksek
planörcülük kurslarına katılmak üzere Sovyetler Birliği’ne gönderil-
di. Dönüşte Eskişehir Hava Okulu’na girdi. Aynı zamanda 1. Tayya-
re Alayı’nda av ve bombardıman uçakları alanında uzmanlaştı.
Sabiha Gökçen, 1937 Ege ve Trakya manevraları sırasında ba-
şarılı uçuşlar yaptı. Aynı yıl çıkan Şeyh Rıza İsyanı sırasında yapı-
lan kara harekatını, Dersim ve çevresini havadan bombalayarak ko-
laylaştıran Sabiha Gökçen, 1938’de yaptığı Balkan turuyla ününü
Avrupa’ya yaydı. 1938’de Türkkuşu’nda başöğretmenliğe atandı ve
1955’te uçuculuktan ayrıldı. Türk Hava Kurumu Yönetim Kurulu
üyesi oldu.
Atatürk’ün manevi kızı, Türkiye’nin ilk kadın havacısı Sa-
biha Gökçen, tedavi gördüğü Gülhane Askeri Tıp Akademisi
Hastanesi’nde (GATA) 22 Mart 2001 Pazartesi günü saat 08.15’te
kalp ve solunum durması sonucu vefat etti.

Ülkü Adatepe

Ülkü Adatepe, Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’ın evlatlık


kızı Vasfiye Hanım ile Fransızca öğretmeni ve gar şefi Mehmet Tah-
sin Çukurluoğlu’nun kızıdır.
Zübeyde Hanım’ın küçük yaştan itibaren yetiştirdiği Selanik-
li Vasfiye Hanım, Zübeyde Hanım’ın ölümünden sonra bir süre
Atatürk’ün kız kardeşi Makbule Hanım’la kalmış, Atatürk kendisi-
ni, Gazi Orman Çiftliği’nde istasyon şefliği yapan Mehmet Tahsin
Bey’le evlendirmişti. Vasfiye Hanım ile Mehmet Bey’in çocukları
olacağını öğrendiğinde ona ister kız, ister erkek olsun Ülkü isminin
verilmesini isteyen Atatürk, 9 aylıkken Ülkü’yü Çankaya Köşkü’ne
aldırdı ve büyüdüğü zaman yurt gezilerine beraber götürdü.
Daha iki aylık bebekken Çankaya’ya getirttiği Ülkü’yü gören
52
ALİ KUZU

Atatürk, bu küçük çocuğa büyük bir muhabbetle bağlanmıştı.


Cemal Granada “Atatürk’ün Uşağı İdim” adlı kitabında bu ko-
nuda şunları yazmaktadır:

Küçük Ülkü Dolmabahçe’de bulunduğu zamanlar yanından hiç


ayrılmaz, “Atatürk’üm seni özledim, gel yanıma!” dediği zaman her işi-
ni bırakıp Ülkü’nün yanına koşardı. Onun yanında adeta çocuklaşırdı.
Öyle serbest bir eğitim sistemi uygulanıyordu ki çocuğun her istediği ye-
rine getiriliyordu…
Ülkü büyüdükçe ve konuşmaya başladıktan sonra Atatürk’ün il-
gisini daha çok çekmiş, onunla oyalanmaya başlamıştı. Gazi, Orman
Çiftliği’ne her gelişinde Ülkü’yü yanına getirtir, onun çocuksu sözlerini
hazla dinler, bir büyük adammış gibi ona önem verir, bazen otomobili-
ne alıp yanına oturtur, arkadaşıymış gibi konuşurdu.
Atatürk’ün uyku saati geçtiği zaman Ülkü yatak odasının kapısı
önüne gider, gürültü patırtı yaparak uyandırırdı. Erken kalkması gerektiği
sabahlar, uyandırmaktan çekindikleri zaman Ülkü’yü ileri sürerler, ona
kızmayacağını bildiklerinden “Haydi git kaldır.” derlerdi. O da gider “Çok
uyudun Atatürkçüğüm, haydi kalk, bak güneş çıktı.” diye uyandırırdı.
Atatürk çocuğun bu masum isteğine kızmaz, hoşgörüyle karşılar-
dı. Atatürk’ü uyandırmak yürekliliğini görevlilerin dışında yalnız Ülkü
gösterebilmiştir…
1937 yılında Ülkü hastalanmış, Dolmabahçe Sarayı’nda paratifo-
dan yatıyordu. Florya Köşkü’nde kalan Atatürk, her gün Dolmabahçe’ye
gidiyor, doktorların bulaşıcı hastalıkla temasını istemedikleri halde
tavsiyelerine aldırmıyor, yanına giriyor, sağlık durumuyla yakından il-
gileniyordu. Hastalık nedeniyle ona düşkünlüğü iyice artmıştı. Başına
topladığı doktorlara “Bu çocuğa bir şey olursa ben yaşayamam, ne ya-
parsanız yapın, kurtarın.” diyordu…

Ülkü 5 yaşındayken Atatürk öldü. Üsküdar Amerikan


Koleji’nde başladığı öğrenimini maddi sıkıntılar nedeniyle tamam-
layamayan Ülkü, genç yaşta evlendi. İlk evliliğini Sabiha Gökçen’in
53
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

amcasının oğlu Üsteğmen Fethi Doğançay ile yaptı. 13 yıl süren bu


evliliğinden 2 oğlu oldu. İkinci evliliğini ise işadamı Öke Adatepe
ile yaptı. Şişli, İstanbul’da Doğançay Apartmanı’nda yaşamaktayken
1 Ağustos 2012 tarihinde geçirdiği eli trafik kazası sonucunda haya-
tını kaybetmiştir.

Abdurrahim Tunçak

Mustafa Kemal Atatürk’ün özel hayatında önemli bir yer teşkil


eden, manevi evlatları arasında belki de en önemlilerinden biri olan
Abdurrahim Tunçak’tır.
Evlatlıklarından Abdurrahim, o zamanlar Van’dan aldığı kim-
sesiz bir çocuktur. İstanbul’a getirdiği sekiz yaşındaki Abdurrahim’i
Beşiktaş Akaretler’de 78 numaralı evlerinde annesi Zübeyde
Hanım’ın yanına bıraktı. Zaferden sonra da Ankara’ya getirerek,
Salih Bozok’un oğlu Cemil ile beraber Çankaya Köşkü’ne yakın bir
ilkokula yazdırdı.
Daha sonra Sanayi Mektebi’ne gönderilen Abdurrahim, Ata-
türk Latife Hanım’la evlenince İzmir’e Zübeyde Hanım’ın yanına
gönderilmiş ve ayrıldıklarında tekrar Ankara’ya geri getirilmiştir.
Mustafa Kemal, öğrenimine yurtdışında devam etmesini uygun
gördüğü Abdürrahim’i 1929 yılında Berlin Teknik Üniversitesi’ne
göndermiş ve tüm giderlerini karşılamıştır. 1934 yılından sonra
Tunçak soyadını alan Abdurrahim Bey, Savarona’nın satın alınması
görüşmelerinde tercümanlık yapmıştır.
Zübeyde Hanım, ölümünden yıllar sonra 1971’de açılan vasi-
yetnamesinde Abdurrahim Tunçak’a 20 lira verilmesini istemiştir.
Zübeyde Hanım’ın koynunda büyüyen Tunçak, sadece Musta-
fa Kemal’in değil, Zübeyde Hanım’ın ve Makbule Hanım’ın da ha-
yatında önemli bir yer almıştır.
Bunu daha iyi anlayabilmek için Dr. Behçet Uz’un ağzından
çözülmüş bant kayıtlarına göre, son günlerinde Zübeyde Hanım’la
arasında geçen olayı anlatmakta fayda vardır:
54
ALİ KUZU

“Güler yüzlü, metal çerçeveli gözlüklü, beyaz saçlı, benim boyumda


(Behçet Uz kendi boyuyla kıyaslıyor) başörtülü, Selanik şivesiyle güzel
Türkçe konuşan, ilk görüşte herkese saygı telkin eden Zübeyde Hanım
Efendi, kendisi hasta olduğu halde, hep yanındaki küçük bir erkek ço-
cuğuyla ilgileniyordu. 6-7 ay kadar Zübeyde Hanım ve üzerine titrediği
bu oğlanla hep ilgilendim… Beni üç defa Gazi Paşa’nın Başyaveri Salih
Bey aradı. Zübeyde Hanım ve yanındaki oğlanı sordu. Yazılı rapor iste-
di, yazdım.” demektedir.
Atatürk tarafından Akaretler’deki eve getirildiğinde, kendi
ifadesiyle üç yaşında olan Tunçak, Atatürk’ün, Zübeyde Hanım’a,
“Bu çocuğu biz büyütelim. Bu çocuk bizim çocuğumuz olsun.” diyerek
annesinin yanına bıraktığı Tunçak’ı, Zübeyde Hanım bir süre önce
kaybettiği ve acısını unutamadığı kızı Naciye’nin yerine koyarak,
“Naciyemin erkeciği” diyerek sevmiş ve kollamıştır.
Mustafa Kemal’in çok yakınında bulunmasına rağmen hiç şı-
marmayan, aksine o mütevazı tavrı ile paşaya yakışır bir terbiyeyle
yetiştirilen Tunçak, bu ailenin en acı ve en mutlu günlerinde bulun-
ma şerefine ermiştir. Abdurrahim Tunçak nüfus kütük kayıtlarına
göre, 1324 (1908) yılında Diyarbakır’da doğmuş ve Atatürk tarafın-
dan İstanbul’a getirtilmiştir.
Abdurrahim Tunçak’ın babası Ali, annesi olarak da Havva gös-
terilmektedir. Kendisiyle yapılan röportajda ise Tunçak şöyle de-
mekte:
“Ben ana da bilmem, baba da bilmem. Kendimi bildiğimde, annem
olarak kabul ettiğim Zübeyde Hanım’ı, Halam Makbule Hanım’ı, bir
de Paşamızı tanıdım...
Benim ailem, bu aileydi. Ben kendimi bu ailenin çocuğu olarak ka-
bul ettim ve hep de öyle kaldım. Gerçek annemin ve babamın kim oldu-
ğunu asla öğrenemedim. Kesin olarak bildiğim, üç yaşındayken Mustafa
Kemal Paşa’nın evinde olduğumdur. Beşiktaş’ta Akaretler’deki evimiz-
deydik. Evde annem (Zübeyde Hanım), Makbule Halam ve Mustafa
Kemal Paşa ile birlikteydim.”
Zübeyde Hanım vasiyetinde (7 Şubat 1922) Tunçak’a da yer
vermiştir.

55
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI
Zübeyde Hanım’ın Vasiyeti

Vasiyetini, vefatından 1 yıl önce (7 Şubat 1922) yazdırmıştı.


Kendisini halsiz hissettiği günlerde Cemal Bolayır’a bu isteğini söy-
lemiş ve yardımcı olmasını istemişti. Cemal Bey, üç tanık bulacak
ve isteklerini yazacaktı. Hatim ve duaları için 450 lira ayırdığını, her
cuma namazdan bir saat önce ezan okununcaya kadar uygun bir
camide cemaate karşı iki cüz-i şerif okutulmasını istiyordu. Kurban
Bayramı’nın birinci günü 5 adet kurban kesilmesini ve Öksüzler
Yurdu’na verilmesini, bu harcamalar için 1.800 lira para ayırdığını
belirtmişti.
Bir başka isteği de bir çeşme yaptırılmasıydı. Onarımı için de
474 lira ayırmıştı. Yanında çalışanları da unutmamıştı. Hayriye
Hanım için 10 lira, manevi evladı Ayşe’nin çeyizi için 10 lira, Sela-
nik’teki biraderi Hasan Ağa’ın oğlu Abdurrahman’a 30 lira, yetim
Abdurrahim’e 20 lira, Vasfiye isimli hizmetlisi için de 20 lira ayırdı.

Rukiye Erkin

Atatürk Rukiye’yi bir Konya gezisinde tanımıştı. O vakitlerde


Rukiye, hayatının en zor yıllarını yaşıyordu. Kimsesizdi. Atatürk,
Rukiye’yi Ankara’ya getirerek bakımını ve okutulmasını sağla-
mış ve bir jandarma yüzbaşısıyla evlendirmiştir. Nikahları Ankara
Belediyesi’nde kıyılmış, zamanın içişleri ve dışişleri bakanları da
şahitlik etmişlerdir. Düğünleri İstanbul’da Dolmabahçe Sarayı’nda
yapılmış, düğünde Atatürk ilk dansı Rukiye ile yapmıştır.

Nebile

Temmuz 1927’de İstanbul Çapa Öğretmen Okulu’ndan üç


kız öğrenci Dolmabahçe Sarayı’na getirilmişti. Bunlardan Nebile,
Atatürk’ün manevi kızı olarak kalmıştır. Daha sonra öğrenimi için
Ankara’ya getirilen Nebile, evlenme çağı geldiğinde, o yılların Viya-

56
ALİ KUZU

na Büyükelçiliği Baş Katibi Tahsin Bey’le evlendirilmiştir. Düğün


17 Ocak 1929’da Ankara Palas’ta, Atatürk ve diğer davetlilerin ka-
tılmasıyla yapılmıştır. Atatürk’ün hastalandığı günlerde Nebile de
hastalanmıştı. Yakalandığı hastalıktan kurtulamayarak hayata göz-
lerini kapamıştır.

57

Levent Şahverdi Arşivi


58
ANILAR…

Küçük Altan

Atatürk’ün cebinden saat çıkarıp armağan ettiği çocuklardan


biri de küçük Altan’dır. 1937 yılı Haziran ayında, İstanbul’da ünlü
Park Otel’de, küçük Altan’la konuşmalarından duygulanan Atatürk,
değerli saatini vererek onu da ödüllendirmiştir. Bu olaydan iki yıl
sonra (1939) Galatasaray Lisesi’nin ilkokul bölümünde okuyan kü-
çük Altan, yaşantısındaki bu mutlu olayı, şöyle anlatmıştır:
İstanbul, 1937 Haziran. O gece erken yatmıştım. Annem, tey-
zesinin oğlu ile eve dönerken, Park Otel’in önünde bir kalabalık
görmüşler. Atatürk’ün orada olduğunu anlayınca içeri girmişler.
Derken annemin aklına ben gelmişim. Ağabeyime:
“Altan’ı çağıralım.” demiş. Gece yarısı karyolamı biri sallıyordu,
gözlerimi açtım, karşımda Etem Ağabeyim:
“Çabuk Altan!”
“Ne var?”
“Seni Atatürk’e götüreceğim.”
Rüya görüyorum sandım.

59
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

“Atatürk mü? Ağabey beni aldatıyorsun. Atatürk gözle görülür


mü hiç?”
Daha o zaman 6 yaşındaydım. Okula bile gitmiyordum.
Anneme bazen sorardım:
“Anne Atatürk kimdir?”
“Büyük adamdır.”
“Büyük adamlar bizim gibi yer bizim gibi konuşurlar mı?”
Ağabeyim böyle gece yarısı “Seni Atatürk’e götüreceğim.” de-
yince, anneme sorduğum şeyler birer birer aklıma geldi. Onun için
inanamadım:
“Hiç Atatürk gözle görülür mü?”
Fakat ağabeyim, “Vallahi atmıyorum, kalk!” deyince fırladım.
“Şimdi Atatürk’ü görecek miyim?”
“Göreceksin!”
Artık iyice inanmıştım. Çabucak giyindim. Park Otel’e gittik.
Gittik ama Atatürk’ü hemencecik göremedim. Birçok adamlar et-
rafını sarmışlardı. Annem beni kucağına alarak kalabalık arasında
onu bana göstermeye çalışıyordu. En sonunda, iki kişinin omuzları
arasından başımı uzatarak baktım. Bakar bakmaz da:
“Aaaaa anne! İşte Atatürk!” diye bağırdım.
Derken Atatürk eliyle bir işaret yaptı. Bu işareti yaparken anne-
me doğru bakıyordu. Fakat annem dalmıştı, farkında olmadı. Ata-
türk bir daha işaret etti. Annem bu işareti de görmeyince yüksek
sesle yaverine emir verdi:
“Hanıma söyleyin, lütfen yanındaki çocuğu buraya göndersin.”
Aaa! Gösterdiği çocuk bendim. Atatürk beni çağırıyordu. An-
nem ne yapacağını şaşırmış her tarafı titriyordu, bana:
“Haydi, Altan koş! Atatürk’e git.” dedi.
Ama onunla nasıl konuşacağını bana öğretmedi. Zaten vakitte
yoktu ki…
Ben büyük bir adam gibi Ata’nın huzuruna çıktım, hemen sarı-
lıp iki elini birden öptüm. O sordu:
“En çok kimi seviyorsun bakayım, anneni mi babanı mı?”
60
ALİ KUZU

Hemen atıldım:
“Ben en çok seni severim.”
“Atatürk olduğum için mi?”
“Evet.”
“Ne yaptım ki bu kadar çok seviyorsun?”
“Düşmanları denize döktün. Memleketi sen kurtardın.” dedim.
Beni masanın üzerine çıkararak etrafındakilere gösterdi ve:
“Ne sevimli çocuk değil mi?..” dedi ve sonra beni sevip okşadı:
“Büyüdüğün zaman ne olmak istersin?”
Amcam Mualla, tayyareci idi. Aklıma geldi:
“Tayyareci olacağım.” dedim.
Atatürk o zaman kulağıma eğilerek şu sözleri söyledi:
“Çocuğum sen tayyareci, mühendis ya da doktor olma. Büyük
adam ol. Söyle bakayım, ‘büyük adam olacağım’ de.”
Ben de tekrar ettim.
“Büyük adam olacağım.”
“Aferin çocuğum.”
Atatürk, o gece hep benimle ilgilendi. Bilmem böyle ne kadar
yanında kalmıştım, galiba sabah oluyordu. Bir aralık:
“Dur,” dedi, “sana bir hediye vereyim.”
Annemin, kimseden bir şey alma, diye sıkı sıkıya tembih ettiği
aklıma geldi.
“Teşekkür ederim. Ben bir şey istemem, sonra annem darılır.”
dedim. Ben bunu söylerken Atatürk elini cebine sokmuştu. Oradan
çıkardığı bir saati, kordonundan tutarak boynumdan geçirdi.
“İleride, büyüdüğün zaman kullanır, beni hatırlarsın.”
Ayrılırken tekrar alnımdan öptü.
“Bugünden sonra sen benim çocuğumsun. Verdiğin sözü unut-
ma… Çalışıp çabalayacak büyük adam olacaksın ha!”
Atatürk’ün Altan’a verdiği değerli saatle ilgili olarak da Altan’ın
annesi Bayan Didar, daha sonra şu bilgileri vermiştir:
“Atatürk’ün hediyesini o geceden beri canımız gibi saklıyo-
ruz. İlk zamanlar maddi değeri hakkında bir fikrimiz yoktu. Sonra
61
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

onu bir kuyumcuya gösterdik. On beş bin lira değer biçti. Ziraat
Bankası’nda saklanan saat o gün için masanın üzerindeydi. İki buçuk
mm kalınlığında, som platin bir saat bu. Gene platinden yapılmış
kordona takılı, iki ucu mor yakutla kaplanmış platin bir kalemi de
var. Saatin üzerinde gayet ince bir yazıyla şunlar okunuyordu: ‘Tur-
hal Şeker Fabrikası.’ Arkasında da Gazi Mustafa Kemal’in ilk harfleri
GMK. Fakat bizce onun en büyük kıymeti Atatürk’ün yadigarı olu-
şudur. Altan’ın üzerine nasıl titrediğini bir görseniz. Küçük Altan,
Atatürk’ün hediye ettiği bu saati büyüdüğü zaman annesinden alıp
kullanacakmış. Sordum, ‘Atatürk’e verdiğin sözü unutmuyorsun de-
ğil mi?’ Hemen cevapladı: ‘Unutmuyorum. Mutlaka büyük adam
olacağım. Karnemde hiç kırık numaram yok.’”

Atatürk ve Çocuk Çoban

Atatürk, Antalya’ya gidiyordu. O sırada İtalyan diktatörü Mus-


sollini abuk sabuk nutuklarında, Türkiye’yi de hedef tutuyordu.
Yolda mola verildiği bir sırada, uzaktan bir türkü sesi Atatürk’ün
ilgisini çekmişti. Etrafı aradılar, türküyü bir çoban söylüyordu. Ço-
banı getirmeleri için emir verdi, getirdiler.
Çocuk yaşını henüz geçmiş bir genç çoban.
Atatürk:
“Türküyü sen mi söylüyorsun?” diye sordu.
Çoban, “Evet.” deyince;
“Sesin çok güzel, okuman da fena değil. Burada da söyle de din-
leyelim.”
Genç çoban nazlanmadan, yadırgamadan başladı:
“Demirciler demir döğer tunç olur...”
Türkü bitmişti. Atatürk ellerini çırptı ve alkışladı ve yüksek ses-
le;
“Biis!.. Biis!..” diye bağırdı.
Genç çoban bundan hiçbir şey anlamamıştı. Atatürk izah etti:
“Biis demek, beğendik, bir daha söyle, tekrar et demektir.”
62
ALİ KUZU

Çoban türküyü tekrarladı. O zaman Atatürk, cebinden bir elli


lira çıkardı çobana verdi. Çoban paraya baktı ve memnun bir tavırla:
“Biis!.. Biis!..” diye bağırdı.
Atatürk, bu zeki hareket ve cevap karşısında o kadar memnun
oldu ki bir elli liralık daha çıkarıp verdi ve yanındakilere:
“İmkan olsaydı da Musollini şu sahneyi görseydi ve cevabı işit-
seydi, hangi millete nutuk söylediğini anlardı.”

Asker Selamı!

Milli Mücadele zaferle sonuçlanıp cumhuriyet ilan edildi-


ği tarihlerde küçücük bir çocuk olan Reşit (Mazhar Ertüzün),
Kavaklıdere’den Çankaya’ya çıkan ince şose yoldaki bağevinde yaşı-
yordu. Annesi, komşu Mevhibe Hanım’ın, sonradan kitaplara konu
olacak Fikriye Hanım’ın da arkadaşıydı. Annesinin bir köşk ziyare-
tinde, o sırada köşke gelen Gazi Paşa, küçük Reşit’i kucağına alıp
saçlarını okşamıştı. Bu küçük Reşit’in Gazi ile ilk tanışmasıydı. O
sıralarda Ankara’da üç dört tane Ford – Fiat marka otomobil vardı.
Mustafa Kemal, ne zaman radyatörü gemi burnu gibi keskin
sivri, şoför mahalli sağda, vitesi ve el freni karasörünün dışında, üs-
tünün tentesi çoğu zaman açık, müthiş motor gürültüsü çıkartan
Benz arabasıyla şehirden Çankaya’ya yaklaşsa, gürültüyü duyan kü-
çük Reşit oyununu bırakıp bağevinden çıkıyor, koşarak yolun kena-
rına gelip Gazi’ye sert bir asker selamı veriyordu. Gazi de hiçbir se-
lamı karşılıksız bırakmıyor, o da gülümseyerek ona selam veriyordu.
Bu selamlaşma, küçük Reşit Ankara Palas’ta bir arkadaşıyla birlikte
Gazi’ye keman çaldıklarında da sürecekti.
Gazi Paşa, Ankara Sıhhat Yurdu’na iki defa hasta ziyaretine gel-
mişti. Maarif Vekili Necati Bey, o zamanlar tedavisi çok zor olan pe-
ritonit, yani karın zarı iltihabı teşhisiyle hastaneye yatırılmıştı. Gazi
merdivenlerden çıkınca, karşısında o şose yolda selamlaştığı çocuğu
yine asker selamı verirken buluyordu.
Gazi’nin Ankara’nın ilk özel hastanesine ikinci gelişi ise apan-
63
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

disit nedeniyle yatırılan bir yakınını ziyaret nedeniyleydi. Bu geli-


şinde Gazi’nin yaveri kapıyı açmakta zorlanınca küçük Reşit uçarak
kapının tokmağına sarılmış ve coşkuyla “Hoş geldiniz.” diyerek bir
kez daha Gazi’nin elini öpebilmişti. O ziyaretinde Gazi’nin kahvesi-
ni içtiği fincan Ertüzün ailesince günümüze kadar itinayla saklana-
cak, kim bilir, belki de bu paha biçilmez telveli fincan, ileride bilim
adamlarına ışık tutacaktı.
Gazi, 10. Yıl kutlamalarında, günümüzde Milli Eğitim Bakan-
lığı şura salonunun ve Merkez Bankası Banknot Matbaası’nın bu-
lunduğu boş alana kurulan tören sahasında kürsüde konuşmasını
yaparken, Sovyetler Birliği’nden gelmiş film ekibi de harıl harıl film
çekiyordu. On altı yaşındaki Reşit, izci kıyafetiyle büyük önderi on
metre ötesinden can kulağıyla dinliyor, bir zamanlar şose Çankaya
yolunda asker selamı veren çocuk şimdi trampetinin iki bagetini
omzuna çapraz yapmış, büyük öndere saygıyla selam duruyordu. O
günün anıları bir ömür silinmeyecekti.
Vecihi Hürkuş’un yeğeni Eribe Hürkuş da ilk kadın havacıları-
mızdandı; Ankaralılar onu “Küçük Eribe” diye tanır ve çok severler-
di. Küçük Eribe ne yazık ki 29 Ekim 1936’daki Cumhuriyet Bayramı
törenlerinde paraşütle atlarken geçirdiği kazada ölecek ve tarihteki
yerini “ilk kadın şehit havacımız” olarak alacaktı.

Sığırtmaç Mustafa

Küçük Mustafa, henüz sekiz yaşında idi. Babası onu Yalova’da


bir çiftliğe yetmiş beş kuruş haftalıkla yanaşma vermişti. Vazifesi
sığırtmaçlıktı. Bir gün sığırlarını alıp dağa çıktı, ağır ağır Balaban
Deresi’nin yolunu tuttu. Hava biraz serindi. Sığırlar ısınmak için
sağa sola kaçışmaya başlayınca, arkadaşı çoban Ahmet’i bir telaştır
aldı. Sığırlardan biri ortalarda yoktu.
Çoban Ahmet, Mustafa’ya:
“Haydi, sen sürüyü çekip köye götür. Ben hayvanı bulunca ar-
kadan gelirim.” dedi.
64
ALİ KUZU

Mustafa sürüyü toplayarak otlata otlata çiftliğe geliyordu. Der-


ken uzakta yirmi kadar atlı belirdi. Mustafa böyle atlıları sık sık gör-
düğü için aldırmadı bile. Baktı ki en öndeki atlı ona doğru geliyor.
Yaklaşınca attan indi, çiftliğe nereden gidildiğini sordu.
Mustafa:
“Siz yanlış yoldan gelmişsiniz. Çiftliğin yolu şuradadır.” dedi ve
gösterdi.
Atlı, Mustafa’nın adını sordu:
“Adım Mustafa!”
“Benim de Mustafa. Demek adaşız.”
Sonra:
“Sen Atatürk’ü tanır mısın?” dedi.
“Tanımam.”
“Onu sever misin?”
“Severim.”
“Niçin seversin?”
“Paşa olduğu için severim.”
Atlı gülmeye başladı. Mustafa o tarihte pek cılız bir çocuktu.
“Bu adam benimle eğleniyor galiba!” diye düşündü.
“Ne iş görürsün sen?”
“İşte şu gördüğün sığırları güderim.”
“Ne kazanırsın?”
“Ayda üç lira.”
“Peki, söyle ayda üç lira yılda kaç lira eder?”
“36 lira eder.”
“Sana ben bu otuz altı lirayı versem ne yaparsın?”
“Hiç… Almam ki…”
“Neden almıyorsun?”
“36 lira çok paradır.” Sonra biraz düşünerek; “Neden aldın diye
sorarlar.”
Atlı yine gülümseyerek:
“Aferin oğlum, böyle olmalı. Fakat bu parayı yol gösterdiğin
için veriyorum sana. Kimse bir şey demez.”
65
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

Mustafa hâlâ kendisiyle alay edildiğini sanıyordu. Otuz altı lira-


yı almaya bir şartla razı olacağını söyledi. Yolda yemek için taşıdığı
yarım kilo kadar cevizi göstererek:
“Bu cevizleri alırsan ben de parayı alırım.” dedi.
Atlı, Mustafa’ya bir avuç para verdi, o da atlıya ceviz. Tekrar adı-
nı sordu.
“Mustafa!” diye tekrarladı.
“Benim de adım Mustafa ama yanında bir de Kemal’i var. Mus-
tafa ile Kemal bir araya gelince ne olur?”
Mustafa’nın kafasının içi birdenbire karıştı: “Sakın bu atlı Mus-
tafa Kemal olmasın!” dedi.
Sonra yine içinden “Odur… Odur ama...” dedi, belli etmedi.
Giderken Mustafa Kemal sordu:
“Beni başka bir yerde görsen tanır mısın?”
“Tanımaz mıyım? Mustafa Kemal Paşasın!”
Atlılar geçip gittiler. Mustafa köye döndü. Ertesi gün onu kaplı-
calara çağırdılar. Kapıdan içeri girince hiç şaşalamadan, Atatürk’ün
elini öptü:
“Mustafa seni çiftliğin kahyası yapacağım. İster misin?”
“Kahya ne demek?”
“Çobanların en büyüğü demek…”
Cevap vermedi:
“Ayda dört lira veriyorum iyi mi?”
“Siz bilirsiniz.”
“Hayır Mustafa… Seni kahya yapmayacağım. Okula göndere-
ceğim. Orada okuma yazma öğreneceksin.”
Mustafa sevindi:
“Okula yollayın, bu daha iyi.”
Atatürk, 1929 yılında Yalova’da yaptığı bir gezinti sırasında Ba-
laban Deresi mevkiinde karşılaştığı 13 yaşındaki sığırtmaç Mustafa
ile yaptığı konuşmada, bu zeki ve dürüst çocuğun fakir ve hasta ol-
duğunu fark ederek onu himayesine almıştı. Sığırtmaç Mustafa’yı
önce İstanbul’a göndererek Şişli Etfal (çocuk) Hastanesi’nde bakım
66
ALİ KUZU

ve tedavi altına aldırmış, sonra da okula yazdırarak öğrenim görme-


sini sağlamıştı. Atatürk’ün küçük sığırtmaç Mustafa’yı ziyaret için
üç kez hastaneye gittiği bilinir.
21 Eylül 1929 gecesi, geç vakit Şişli Etfal Hastanesi’ne giden
Atatürk’e hastane kapıcısı Osman, kapıyı açmak istememiş ancak
nöbetçi hekimin durumdan haberdar edilmesi üzerine kapıcı Os-
man, Atatürk ve beraberindekilerin içeri girmesi için kapıyı açmış-
tır. Kapıcının bu hareketini takdirle karşılayan Atatürk, nöbetçi he-
kimden küçük Mustafa’nın durumu hakkında bilgi aldıktan sonra
hastaneden ayrılmıştı.
25 Eylül 1929’da, tekrar hastaneye giden Atatürk, burada 6 nu-
maralı pavyonda yatmakta olan küçük adaşıyla konuşup gönlünü
almıştı.
Bir gece yarısı Mustafa Kemal’i karşısında gören Mustafa, ayağa
kalkmak istedi. Mustafa’yı sağlıklı gören Atatürk:
“Sen ayağa kalkmayı bırak da buradan nasıl çıkacağını düşün.”
dedi. “Hani seninle pazarlık etmiştik. Ayda dört liraya razı olmuş-
tun. Şimdi ver bakalım hastane paralarını…” Sığırtmaçtı, küçüktü
ama şaka ettiğini anlamıştı:
“Sen koskoca Mustafa Kemal Paşa’sın. Elbette hastane parasını
da verirsin.”
Atatürk, 13 Haziran 1930 günü son kez sığırtmaç Mustafa’yı zi-
yaret için hastaneye gittiğinde, kendisinin tamamen iyileşip taburcu
edildiğini öğrenmişti.
Sığırtmaç Mustafa, Beşiktaş 18. ilkokulunu bitirdikten sonra
daha yüksek bir okula, nihayet Kuleli Askerî Lisesi’ne girdi. Kuleli
Askerî Lisesi’nde öğrenimini başarıyla sürdüren Mustafa, daha son-
ra Harp Okulu’nu bitirerek subay olmuştu.
Atatürk öldüğü zaman 19 yaşında bir delikanlı, Kuleli Askerî
Lisesi’ndeki sınıfında hüngür hüngür ağlıyordu.
Atatürk halkın kalbine giden yolları bilirdi.

67
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

Çocukluk Ne Güzel Şey

Atatürk, yaşamı boyunca tüm sevdiklerine “Çocuk” diye sesle-


nirdi. Çocuk sözcüğünü çok severdi. Bu sözde bir sevgi, bir yaşam
ve bir canlılık bulurdu. Onun çocuğu yoktu ama içinde bitip tüken-
meyen bir çocuk sevgisi vardı.
Atatürk’ün yanından hiç ayırmak istemediği, şipşirin bir ço-
cuk vardı. Ona Ülkü adını vermişti. Hasan Rıza Soyak, anılarında
Ülkü’yü şöyle anlatır:
Ülkü, çocuklara karşı beslediği derin ilgiyi, ne kadar yerinde ve
ne güzel belirten isim. Küçük Ülkü’yü sık sık Çankaya’daki evine
getirirdi. Henüz yürümeye, birkaç kelimeyle konuşmaya başlamış
olan bu çok sevimli hareketli yavruyu kucağına alır, kendisiyle saat-
lerce meşgul olurdu.
Bir gün yanına girdiğim zaman onu yine büyük adamın ku-
cağında bulmuştum. Şakalaşıyorlardı. Çocuk katıla katıla gülerek
onun altın sarısı saçlarını çekiyor, burnuna yapışıyor, ara sıra yumuk
elleriyle, yüzüne küçük küçük tokatlar indiriyordu.
O da çocuklaşmış gibiydi. Bir yandan kahkahalarla gülüyor, bir
yandan da güya başını korumaya çalışıyordu. Bir aralık bana baktı.
Gök parçası gözleri sevgi ve neşeden ışıl ışıldı.”
Atatürk o gün genel sekreterine “Çocukluk ne güzel şey..” deyip
şunları ekler: “Çocuklar ne güzel, ne tatlı yaratıklar değil mi? En çok
hoşuma giden halleri nedir bilir misin? Riyakarlık bilmemeleri, bütün
istek ve duygularını içlerinden geldiği gibi açıklamaları.”
Yine Soyak’ın anlattığına göre: “Sonra, Ülkü’yü derin bir şefkatle
bağrına bastı, iki yanağından öptü. Ben bu öpücüklerde, bütün çocukla-
ra karşı olan sonsuz sevgisinin izlerini görür gibi oldum.”
Ülkü, bir gün Atatürk’ü Çankaya’daki bahçede çimenler üze-
rinde görünce “Kalk, Atatürkçüğüm, hasta olacaksın.” der. Bu söz
Atatürk’ün çok hoşuna gider, “Ne duygulu çocuk.” demekten ken-
dini alamaz. “Kim olduğumu bilmeden beni nasıl seviyor.” diye de
duygularını belirtir.
68
ALİ KUZU

Başka bir gün, çocuk eğitiminden konuşuyorduk, bu konudaki


düşüncelerini şöyle açıklamıştı:
“Çoğu ailelerin öteden beri çok kötü bir alışkanlıkları var, çocukla-
rını söyletmez ve dinlemezler. Zavallılar lafa karışınca ‘Sen büyüklerin
konuşmasına karışma.’ der, sustururlar. Ne kadar yanlış, hatta zararlı
bir hareket... Halbuki tam tersine, çocukları serbestçe konuşmaya, dü-
şündüklerini, duyduklarını olduğu gibi ifade etmeye teşvik etmelidirler;
böylece hem hatalarını düzeltmeye imkan bulunur hem de ileride yalan-
cı ve riyakar olmalarının önüne geçilmiş olur.”
Çocuk Bayramı’nın üçüncü ya da dördüncü günü idi. Bir ak-
şam Atatürk’ün sofrasında bulunuyorduk. Küçük Ülkü, Atatürk’ün
sağındaki sandalyede oturuyor ve çocuk bayramında gördüklerini
Atatürk’e anlatmaya çalışıyordu. Atatürk onu sevgi ve şefkatle din-
liyordu. Sonra Ülkü’ye, “Kalk da bayram yerinde gördüklerini şu bey-
lere anlat.” dedi.
Ülkü, sandalye üzerinde ayağa kalkarak bayramda gördüklerini
anlatmaya başladı. Güzel güzel anlattı. Ülkü’nün konuşmasından ve
hareketlerinden Atatürk çok memnundu, neşelenmişti... Onu alkış-
ladı, biz de alkışladık. Çocuk Bayramı ve Ülkü’nün konuşması mü-
nasebetiyle Atatürk, evlenme, çocuk ve aile konuları üzerine bazı
felsefi görüşlerini açıkladı. Sofrada bulunanların aile durumlarını ve
çocuklarını sordu. Sorularına cevaplar aldıktan sonra:
“Eşini mesut edecek herkes evlenmelidir... Çoluk-çocuk sahibi ol-
malıdır... Bana bakmayınız. Bu meselede örnek İsmet Paşa’dır. Benim
hayatım başka türlü düzenlenmiştir. Buna rağmen tecrübesini yaptım.
Sonradan anladım ki bu iş benim başarabileceğim iş değilmiş. Çocuk
sevgisi insan için bir ihtiyaçtır. Hele yaş ilerledikçe bu ihtiyaç kendisini
daha kuvvetli hissettiriyor. Onun için de Ülkü’yü yanımdan ayırmak is-
temiyorum.” buyurdular.
Atatürk, ilk kez Ülkü’yü Gazi İstasyonu’nda anasının kucağın-
da görmüştü. Ülkü o zamanlar altı aylık ve şirindir. Onu kucağına
alır, sevip okşar. Ülkü sarılır ve öper. Sonraları Ülkü’süz yapamaz.
Sıkıldığı zamanlarda Ülkü’yü getirmelerini buyurur.
69
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

Sonraları da bu buluşma düzenli sürer. Son hastalığında bile


komadan çıktığında Ülkü’yü arar. Ülkü’nün anası bu konuyu şöy-
le anlatır: “İlk komadan dört gün sonra, Ülkü’yü istedi. Yatağının
yanına oturttu. Onu okşayarak bana ‘Cumhuriyet Bayramı yaklaştı,
Ankara’ya gidin bayramı görsün Ülkü.’ dedi. Ülkü Atatürk’ün boy-
nuna sarılıp ‘Sensiz Ankara’ya gitmem.’ dedi. Bunun üzerine Ata-
türk ‘Ben de geleceğim.’ dedi.”

Her Zaman Sözüne Sadık Kaldı!

“Ben de geleceğim.” diyen Mustafa Kemal Atatürk, her zaman


olduğu gibi yine sözünü tutacaktı ancak Cumhuriyet Bayramı kut-
lamaları için bu sözünü yerine getiremedi. Biraz erteledi bu verdiği
sözü çünkü sağlığı bu sözünü geciktirdi. Yine de küçük Ülkü’ye söy-
lediği “Ben de geleceğim.” sözüne sadık kaldı!
Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk, Dolmabahçe Sarayı’ndan
Ankara’ya hareket ederken onu bu yolculuğa uğurlamaya milyon-
larca İstanbullu geldi. Küçük çocuklar, anneleri, babaları, dedeleri,
nineleri sel gibi akan gözyaşlarıyla ve ellerindeki beyaz mendille-
riyle, arkasından el sallayarak onu önce Sarayburnu’ndan bir küçük
gemiye bindirdiler.
Marmara Denizi’nin ortalarına gelen küçük gemiden onu daha
büyük olan Yavuz savaş gemisine aldılar. Mavi gözlü, sarı saçlı Mus-
tafa Kemal’i, Marmara Denizi’nin mavi sularında başkaları da uğurla-
maya gelmişti. O başkaları ülkesini daha önce işgal etmeye gelip Dol-
mabahçe Sarayı’nın önlerine demir atan ülkelerin savaş gemileriydi.
O işgal günlerinde, sarayın camından bakıp “Geldikleri gibi
giderler.” sözünü söylemiş ve dediği olmuştu.
Geldikleri gibi gidiverdiler. Şimdi tekrar geri dönmüşlerdi
ancak bu sefer amaçları işgal değildi. Onu, sözünde duran adamı,
Mustafa Kemal Atatürk’ü Ankara’ya uğurlamaya gelmişlerdi. Yavuz
savaş gemisi önlerinden geçerken, onlar da düdüklerini acı acı öttü-
rüyorlardı!
70
ALİ KUZU

Yavuz savaş gemisi İzmit sahiline ulaştığında, onu orada özel


bir tren bekliyordu. Bu tren, sözünde duran adamı Ankara’ya gö-
türmek için çiçeklerle süslenmişti. Artık hava da kararmış, gecenin
o karanlık perdesi İzmit semalarını kaplamış, karanlık gökyüzü dahi
onun Ankara’ya olan yolculuğunun ardından sanki ağlamaya başla-
mıştı. Özel tren Ankara’ya doğru hareket etmiş, geçtiği her yerleşim
yerinde insanlar gözyaşları içinde ona el sallıyorlardı. Sabahın ilk
ışıklarıyla tren Ankara’ya ulaşmıştı. Treni karşılamaya bütün Ankara
halkı gelmişti. İnsanlar Ankara tren garından, Türkiye Büyük Millet
Meclisi’ne uzanan o geniş caddelerde sağlı sollu yer almıştı. Yine ka-
labalığın ön taraflarında o çok sevdiği küçük Türk çocukları vardı.
Milyonlarca insan gibi onlar da ağlayarak Atalarını karşılıyorlardı. O
küçük çocukların Atatürk’ü artık devamlı Ankara’da kalacaktı. Hep
birlikte onu Türkiye Büyük Millet Meclisi önündeki özel yerine gö-
türdüler ve büyük bir saygıyla onun huzurundan geçerek ona olan
sevgilerini gösterdiler.
Evet, küçük Ülkü’ye olan sözünü yerine getirmişti. “Ben de ge-
leceğim.” demiş ve Ankara’ya gelmişti!
Tarihler 1938 yılının o uğursuz Kasım ayını gösteriyordu.
Çünkü Atatürk ölmüştü!

Hatay Ömrünü Kısalttı

Yıllar sonra Adana’ya giden Ülkü Adatepe kendisini dinleyen-


lere, Atatürk’ün Hatay’ı sınırlara katmak için hasta halinde Adana’ya
gidip bir saat ayakta kaldığını, doktorların “Oraya gitmeseydi 7 sene
daha yaşardı.” dediklerini anlatan Adatepe, “Atatürk, milletini, ülke-
sini yaşamından çok seviyordu.” demiştir.
“Atatürk’ü okullarınızda ruhunuzla, kalbinizle, severek okuyun.
O sizlerin her zaman çağdaş bir Türkiye’de yaşamanız için mücadele
etti. Atatürk hastalığının son döneminde her şeyini CHP’ye, Türk Dil
Kurumu’na, Türk milletine bıraktı. Atatürk, malını, canını Türk milleti
için kullandı. Bizler, Atatürk’ü yaşatacağız. Atatürk’ün 10 yıldır yanlış
71
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

tanıtıldığını gördüğüm için, okullara gidip onun insani yönlerini anla-


tıyorum. Atatürk’ü hiçbir zaman öldürmeyeceğiz. Onun emanet ettiği
Cumhuriyet’ini, çok sevdiği siz gençlerle birlikte koruyacağız. O sizlere
çok güvendi, çok inandı.”
Ülkü Adatepe, Atatürk’ün hastalığıyla ilgili olarak da “Yurdunu
düşmanlardan kurtarmak için yıllarca savaştı, bedeni yorgun düştü.”
demiştir.

Yalana Çok Kızardı

Ülkü anlatmaya devam ediyor: “Annemi Zübeyde Hanım bü-


yütmüştür. Onun anneme anlattığı bir anıyı aktarayım. Atatürk,
25 Ağustos’ta Kocatepe’ye çıktığı zaman orada şöyle dua ediyor:
‘Allah’ım senin bana verdiğin fikir ve zeka ile ben bütün planları-
mı gerçekleştirdim. Bundan sonrası artık senin mukadderatın…’
O, Allah’ına inanan bir insandı. Paşa, Ramazan’da, Dolmabahçe’de
veya Çankaya’da olduğunda anneme ‘Vasfiye oruç tutuyor musun?’
diye sorarmış, annem ‘Tutuyorum.’ dediğinde çok memnun kalır-
mış.
Bana hastalandığımda dua ettirirdi, kendi de ederdi. Çok iyi
hatırlıyorum; tifo geçiriyordum, çok üzülmüş beni kurtarması için
Allah’a dua etmiş. Annesi Zübeyde Hanım da çok dindarmış. Anne-
me daha 7 yaşındayken Kur’an dersi aldırmaya başlamış. Kız kardeşi
Makbule Hanım’ın da devamlı namaz kıldığını biliyorum.”
Atatürk’ün çocuklara ve milletine karşı bir “psikolog” gibi dav-
randığını dile getiren Adatepe; onun, çocuk ruhundan çok iyi anla-
dığını belirtmiştir.
“Ben yanındayken, sürekli şefkatle yaklaşıp bir şeyler öğretme-
ye çalışırdı.”
“Atatürk yalana çok kızardı. ‘Ülkü, yalan bütün kötülüklerin
başlangıcıdır.’ derdi. Kız ve erkek çocuklarını eşit görürdü. Manevi
evlatlarını hep kız çocuklarından seçerek, topluma önemli bir me-
saj verdi. Çocukların, gençlerin sevdikleri mesleklerde ilerlemesini
72
ALİ KUZU

isterdi. Onun için Sabiha Gökçen’i ilk harp tayyare pilotu yaptı. Öğ-
retmen olan Afet Hanım da tarih profesörü oldu. Benim de müziğe
karşı yeteneğimi bildiği için balerin olmamı çok istedi. Manevi kız-
larına daima ‘Kendinizi beğenmeyin, başkaları sizi beğensin.’ derdi.
Florya’da bana yüzmeyi öğretirken, denize girerken, halkıyla iç içe
olmayı çok severdi. Korumaları halktı, sevgi çemberi de halktı.”

Göklere Çıktın Mustafa

Sabiha Gökçen naklediyor: “10–11 yaşında idim. Bursa’daki


evimiz Atatürk’ün köşküne çok yakındı. Bir gün Atatürk Bursa’yı
şereflendirmiş, köşkün bahçesinde dolaşıyordu, ben de onu yakın-
dan görmek arzusuyla kıvranıyordum. Yine bir gün bahçede dolaş-
tığı sırada yerimden fırladım, ona doğru koştum. Beni yolumdan
çevirenlere ağlamakla karşı koymaya çalışıyordum, birden bir ses
işittim; “Bırakın onu!” diyordu, “Bırakın gelsin.” Koşarak Ata’nın
yanına gittim, ellerine sarıldım.
Atatürk sordu: “Çocuk, sen okula gidiyor musun?” Harpler
sebebiyle okulumu yarıda bırakmıştım ve bir yatılı okula alınmamı
istedim. “Ben seni yanıma alayım, gelir misin?” diye sordu. “Abime
sorayım.” dedim. Kabul ettiler, derhal çağırtarak onunla konuştu,
anlaştılar. Böylece Çankaya’ya geldim.
Uzun zaman ayrı kaldığım okuluma yeniden başlamanın se-
vinci içinde memnundum. Çankaya Köşkü bahçeleri içindeki eski
bir seyis evi düzeltilerek okul haline getirilmişti. Köşkte çalışanla-
rın, yaverlerin ve diğer hizmetlilerin çocuklarıyla birlikte ben de bu
okula gitmeye başladım. Bir sabah, Ata’nın elini öpmek üzere yanına
girdim. İşleriyle meşguldü. Bir süre ayakta bekledim; birden derin
bir iç geçirdi ve “Allah!” dedi. (O, sık sık bu şekilde yapardı.) Ata-
türk hakkında evvelce çok şeyler duymuştum, bu tesirle olacak bir
hayli şaşırdım. Onun ağzından Allah kelimesini duymak beni şaşırt-
mış ve heyecanlandırmıştı.
73

Levent Şahverdi Arşivi


ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

Ata’nın yüzüne şaşkın bir şekilde bakmış olacağım ki “Sen din-


dar mısın?” diye sordu.
Ben de ailemden aldığım din terbiyesiyle “Evet dindarım.” de-
dim ve bu cevabımı nasıl karşılayacağını anlamak için ürkek ürkek
yüzüne baktım. Cevabım hoşuna gitmişti.
“Çok iyi... Allah, büyük bir kuvvettir. Ona daima inanmak la-
zımdır.” dedi ve bu konuda uzun uzun izahat verdi. Ben de o zaman
anladım ki Atatürk hakkında söylenenlerin aslı yoktur ve Ata, bütün
söylenenlerin hilafına dindar bir insandır. Kimsenin inancına karış-
maz, dindar kişilere saygı gösterir, yobazlara, softalara çok kızar, din
kavramının sömürülmesine izin vermezdi. Allah ve Peygamberimiz
hakkındaki konular, Atatürk’ün yanında tartışma konusu yapıla-
mazdı...
Kadir geceleri mevlit dinlediği de olurdu. Hafız Yaşar Bey’in
mevlidini saygıyla dinlerdi. Mevlid’in miraç bölümünde, “Göklere
Çıktın Mustafa” denince gözleri yaşarırdı. O zaman hemen kolonya
götürürdük, inanışı samimi idi.
Öyle “Allah” derdi ki yalnız kalınca, onun gibi kimse diyemez.
Herkes çekilip yapayalnız kalınca gökyüzüne bakar, kendi kendine
“Allah” derdi. Bir gün sofrada çevresindekilere, “Bana Allah’ın bü-
yüklüğünü anlatır mısınız?” diye sordu.
Konuklar birer birer Allah’ı nasıl anlayabildiklerini anlattılar.
Atatürk hepsini dikkatle dinledi.
Bir yaz akşamı Dolmabahçe Sarayı’nda kadınlı erkekli bir ye-
mek vardı. 8–9 saat süren yemek sona ererken salonun büyük ka-
pısının parmaklıkları arasından güneş doğuyordu. Atatürk’ün bir
işaretiyle manevi kızlarından Nebile Hanım, sandalyesinin üzerine
çıktı. Sabah ezanı okumaya başladı. Ahenkli bir ses geniş salonda
yankılandı.
Atatürk başını yukarı doğru kaldırmış, kendinden geçmiş bir
halde ezanı dinliyordu. Bir an geldi, yanaklarından yaşlar süzülmeye
başladı.

74
ALİ KUZU

Babalık Duygusu

Atatürk gerek Ankara’daki, gerekse İstanbul ve diğer yurt ge-


zileri sırasında kendisini karşılamaya çıkan büyük halk toplulukları
arasında çocuklara karşı daima ayrı bir ilgi ve sevgi göstermiş, istira-
hat anlarında umumi yerlerde gördüğü çocuklarla da ayrıca yakın-
dan alakadar olmaktan ayrı bir zevk duymuştur.
Mehmet Ali Ağakay, Türk Dil Kurumu tarafından yayınlanan
“Atatürk’ten 20 Anı” adlı eserindeki “Babalık Duygusu” bölümünde
şunları yazmaktadır:
“… Düğün onun varlığı ile son sınırına ulaşan bir neşe içinde
geçmişti. Ata, ayrılmak üzere ayağa kalktığında kendisini uğurlamak
için halk iki sıra diziliverdi. Sevecen bakışlarını sağa sola yönelterek,
yavaş yavaş ilerlerken bir yerde durakladı, sonra durdu, elini yedi
sekiz yaşlarında bir kız çocuğunun başına uzattı. Çocuğun arkasın-
da yer alan, anası ve babası olduğu belli olan çifte yavaşça seslendi:
‘Öpeyim mi?’ Herkesi derinden duygulandıran bu isteği ana baba-
nın nasıl yerinde bir minnetle karşıladıkları kestirilebilir.
Atatürk, çocuğu iki eliyle kaldırdı, öptü ve yere bıraktı. Fakat
sahne bununla kapanmış olmadı. Uyanık ve duygulu çocuk, ‘Ben de
öpeyim, ne olursunuz Atatürk, ben de sizi öpeyim.’ diye direndi. Ata
belki de hiç ummadığı halde kendisine babalık mutluluğu tattıran
bu içten davranışı, çocuğu bir daha yerden alarak yüzüne yaklaştır-
makla karşıladı.
Bilmiyorum, halk bu dokunaklı sahneyi, gözleri yaşlı alkışla-
yarak kutlu kılarken, o çelik iradeli insanın da iki damla gözyaşını
tutamadığını görebilmiş miydi?..”

Atatürk ve Annesi

Bu ana, oğluna daha beşik çocuğu iken, vatan ve millet sevgisini


telkin eden ninnilerden başlamış, onu her çağında aynı akidelerle
büyütmüş, köyde, şehirde tahsile sevk etmiş, ilim ve irfan aşılamıştı.
75
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

Yetişen, mevkiini bulan halaskar oğlunu, o, Mustafa Kemal yapmış-


tı. Anasını ziyaretlerinin her birinde Atatürk onun mübarek elini
büyük bir saygıyla öperdi. Sonra anasının karşısında o büyük adam
küçülür, Çocuk Mustafa olurdu.
Çankaya’da bu ana-oğul görüşmelerinin birinde şahit olduğum
bir vaziyeti, kıymeti hudutsuz olan Bayan Zübeyde’nin faal zekası-
nın bir numunesi olarak arz edeceğim.
Atatürk, anasının elini öptü. Bayan Zübeyde oğluna elini uza-
tırken coşkun sevgisinin gözlerinde toplanan bütün ifadesiyle
Atatürk’ü bağrına basmak istiyordu. Onu kucakladıktan sonra aziz
Türk milletine eşsiz bir halaskar kahraman veren ana olmak itibariy-
le gururlanmalıydı.
Fakat öyle olmadı, bahtiyarlığını gülen ve şirin yüzünden okur-
ken o büyük Türk anası kolları arasında uzaklaşan ciğerparesinin
eline sarıldı. Atatürk, “Ne yapıyorsun anne?” dedi; elini çekmek
istedi. Bayan Zübeyde, sükunetle ve kati bir ciddiyetle “Ben senin
ananım, sen benim elimi öpmekle bana karşı olan vazifeni yapıyor-
sun fakat sen vatanı ve milleti kurtaran bir devlet reisisin. Ben de
bu aziz milletin bir ferdiyim ve onun tebaasıyım. Elini öpebilirim.”
cevabını verdi.
Oğlunun elini öpmekten ziyade Bayan Zübeyde, bu hareketiy-
le oğlunun mevkiinin en büyük ihtirama layık olduğunu etrafında-
kilere işaret ediyordu. Büyük Türk Anası Sayın Bayan Zübeyde’yi
ne zaman hatırlasam gözlerim yaşarır, onun buna benzer hatıraları
önünde derin hürmet duyarım. Bu mülakat sayesinde gerek onu ve
gerekse oğlunu, her ikisinin büyük terbiye ve nezaket kabiliyetlerini
daha yakından tanımıştım.

76
ALİ KUZU

Gazi Paşa

Yıl 1930… Mustafa Kemal Atatürk’ün Antalya’yı ziyareti için


kent halkı birçok hazırlık yapar. İlk ziyareti yedi gün süren Atatürk
için Antalya Müzesi kurucusu ve tarih öğretmeni Süleyman Fikri
Erten liderliğinde, 9 Mart’ta Aspendos Antik Tiyatrosu’na bir gezi
düzenlenir. Kentte günler öncesinden hummalı bir çalışma yapılır.
Ve nihayet o gün gelir…
Atatürk, Belkıs Harabelerine gitmek için yola çıkar. Ellerinde
çiçekleriyle Gazi’yi bekleyen çocuk grubu içindeki Leman adlı kız
çocuğu, ezberlediği şiiri içinden sürekli tekrar eder çünkü Gazi’ye
şiirini okumayı ister. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e yanaşmak is-
teyen Leman’ı, paşalardan biri engeller. Bunun üzerine Atatürk,
“Bırak çocuklar gelecek.” diye paşayı uyarır. Küçük Leman ise gür
sesiyle şu şiiri okur:

Gazi, bizi, sizi, dizi dizi tutup kesmek istemişler


Ah bu ne işler, ne işler
Hemen koca Gazi Paşa askeri çekmiş başa
Düşmanı boğmuş denizde
Yaşa, koca Gazi Paşa çok yaşa!

Bizi de Kurtar!

1923 Mart’ının on beşinci pazar günüydü. Atatürk, Adana is-


tasyonunda trenden inmiş, sağı solu dolduran halkın coşkun alkış-
ları ve “Yaşa! Var ol!” sesleri arasında yaya olarak şehre gidiyordu.
Yarı yolda karalar giymiş bir kadın kalabalığın içinde göze çarptı
sonra onların arasından ikişer levha taşıyan dört kız çocuğu çıktı,
Atatürk’ün önünde durdular. Arkalarında bir kız çocuğu daha gö-
ründü ve önüne geçti.
Kız çocuğu hıçkırıklar, iniltiler ve yalvarışlarla dolu bir nutuk
77
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

söylemeye başladı. Bu kız çocuğun şahsında henüz esir bulunan


İskenderunlu Antakya’nın Türk olan bütün halkı “Bizi de kurtar!”
diye yalvarıyordu. Herkesin gözleri yaşarmıştı, hıçkırıklarını tuta-
mayanlar vardı. Atatürk’ün de gözleri nemliydi ve başı eğilmiş gi-
biydi. Gençliğe yeni adım atmakta olan bu kız çocuğunun nutku
bitince alnı yükseldi, mavi gözlerinde ve pembe yüzünden bir çelik
parıltısı görüldü. Her kelimesi üzerinde kuvvetle durarak:
“Kırk asırlık Türk yurdu yabancı elinde kalamaz!” dedi.
On altı yıl sonra Hatay davasının en heyecanlı günlerinde has-
ta ve bitkin olmasına, mutlak istirahat tavsiyesine rağmen, Hatay’a
yakın olmak için tekrar Adana’ya gitti. Dört saat ayakta durmak ve
çalışmak gibi olağanüstü metanet gösterdi. Hatay kurtuldu fakat
Mustafa Kemal Atatürk’ü kaybettik.

Çocuklarla Ben Aynı Kuşaktanız

Atatürk yaşlandıkça çocukları daha çok sevmeye, onları çevre-


sinde toplamaktan hoşlanmaya başlamıştı. Bir oğlu olmadığına hiç
üzülmüyordu. Bir gün büyük adamların çocuklarının çoğunlukla
yozlaştıklarını söylemişti.
Atatürk, üstelik babadan oğla kalacak bir iktidar düşüncesine
karşı olduğu için, oğlu olmasını siyasi bakımdan sakıncalı görür-
dü. Ama başkalarının çocuklarıyla ilgilenir, oynar ve onlara Rumeli
türküleri söylerdi. Bir gün İzmit’te bir okul gösterisinde, küçük bir
oğlan çocuk, Atatürk’e hayran hayran baktıktan sonra birdenbire
kucağına atılıp onu öpmeye başladı. Arkadan, öteki çocuklar da öğ-
retmenlerinin elinden kaçıp, Atatürk’ü öpücük yağmuruna tuttular.
Atatürk, yanındaki yetişkinlere döndü: “Görüyorsunuz ya,” dedi,
“bu çocuklarla ben aynı kuşaktanız.”
Çocuklarla en çok, okuma çağına geldikleri zaman ilgilenirdi.
Öğrencinin sırasına, yanına oturur, onu sorguya çekerdi. Dağarcı-
ğında birtakım hazır soruları vardı. Bunlar arasında en hoşlandığı
78
ALİ KUZU

soru şuydu: “Fransızcada ihtilal, isyan, ıslahat, ayaklanma, başkal-


dırma arasında ne fark vardır?”
Bazılarını daha derin bir sınavdan geçirirdi. Büyükelçilerinden
birinin zeki bir öğrenci olan kızını yemekte, saatlerce tarih konula-
rı, özellikle Napolyon üzerine sorguya çekmişti. Kız, Napolyon’un
Josephine’e gönül vermiş olduğunu söyleyince Atatürk kızdı. Bu
kadar işi olan bir adamın âşık olmasına imkan yoktu. Kıza “Canımı
sıktınız.” dedi ve konuyu değiştirerek, Sezar’dan söz etmeye başla-
dı. Hangisi daha büyüktü. Napolyon mu, Sezar mı? Genç kız Sezar
dedi. Sezar, kendisine bir unvan aramak zorunda kalmamış, kendi
adı unvan olmuştu. Napolyon ise kendini imparator ilan etmişti.
Atatürk, genç kızı övdükten sonra “Napolyon, ülkesiyle başladığı işi
kendisiyle bitirdi.” diye özetledi.

Milleti Kendi Kanı Kurtardı

Tarih dersinde Atatürk, dersini anlatıp bitiren öğrenciye sordu:


“Bir şeyi söylemeyi unuttun. Türk milletini kim kurtardı?”
Öğrenci şu cevabı verdi:
“Atamız kurtardı.”
Atatürk bu cevabı kabul etmedi.
“Hayır, çocuğum, Türk milletini kendi kanı kurtardı.” dedi.

Zeki Çocuk

Atatürk, Trakya gezisi sırasında Kırklareli’ndeki bir ilkokula da


uğramış, sınıfları geziyordu. Öğrencilerin birinin önündeki kitapta
şaha kalkmış at resmi vardı. Atatürk çocuğun önünde durup sordu:
“Bunlar nedir?”
“Şaha kalkmış atlar…”
“Atlar şaha kalkar, peki, güzel. İnsanlar da kalkar mı?”
Çocuk, Atatürk’ü süzdükten sonra hiç ürkmeden şu cevabı verdi:
“İnsanlar zaten şahtadır, kalkmaz.”
79
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

Çocuğun bu zekice cevabı Atatürk’ün çok hoşuna gitmişti. Gü-


lümseyerek aferin, dedikten sonra kimin çocuğu olduğunu sordu.
Çocuk:
“Çiftçinin...” deyince;
Atatürk daha çok keyiflendi:
“Tevekkeli çiftçi çocuğu böyle zeki olur...”

80
ATATÜRK’ÜN BAZI ÖZELLİKLERİ

Atatürk’ün manevi çocuklarından Prof. Dr. Afet İnan, 10 Ka-


sım 1983 günü Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu tara-
fından tertiplenen “Atatürk’ü Anma Günü”nde yaptığı konuşmada
Atatürk’ün bazı özelliklerini şöyle açıklamıştır:
Bu toplantı için benden de bir konuşma istendiği zaman, şimdi-
ye kadar yazmadığım ve üzerinde durmadığım bazı konulara değin-
meyi uygun buldum. Atatürk’le beraber çalışmalarım oldu ve bazı
olaylara da tanık oldum. Bunlara ait çok anılarım var…
Ama bunlardan hangisini seçeyim diye düşündüğüm zaman,
iki konu üzerinde durmayı tercih ettim. Birincisi Atatürk zamanın-
da Atatürk’ün izlediği dış siyaset ve devlet adamlarıyla görüşmesi…
Bunlar tarihî belgelerle bilinmektedir. Ancak ben bu siyasette
bazı ayrıntılar üzerinde durmak istiyorum. Bir kere, hepinizin bil-
diği gibi, Atatürk hakikaten memleketi iyi tanırdı. Bütün belgeler
bize bunu gösteriyor. Bir asker olarak, komutan olarak Türk vatanı-
nı kurtarmak üzere birçok yerlerde görevli bulunmuştu.
Türk Kurtuluş Savaşı’nın yöneticisi ve başkumandan olmuş,
daha sonra da cumhurbaşkanlığı zamanında, bildiğiniz gibi mem-
81
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

leketi yakından tanımak için mütemadiyen gezmiş, her yerde halkla


tanışmış, onların fikirlerini almış, hatta tartışmalar yapmış bir dev-
let adamıydı.
Şimdi dediğim gibi, Atatürk’ün dış siyasetinde malum olan kı-
sımlar üzerinde durmayarak sadece dış siyasetle ilgili bazı olayları
anlatmak istiyorum sizlere… Yalnız yine de onun birkaç sözüyle
başlamak istiyorum.
Atatürk dış siyasetimiz hakkında diyor ki:
“Türkiye’nin güvenliğini gaye tutan, hiçbir milletin aleyhinde olma-
yan bir barış istikameti bizim daima prensibimiz olacaktır.”
“Komşuları ile ve bütün devletlerle iyi geçinmek Türkiye siyasetinin
esasıdır.”
“Türkiye Cumhuriyeti’nin en esaslı prensiplerinden biri olan yurtta
barış, dünyada barış gayesi, insaniyetin ve medeniyetin refah ve ilerleme-
sinde en esaslı etken olsa gerektir. Buna elimizden geldiği kadar hizmet
etmiş ve etmekte bulunmuş olmak bizim için övünülecek bir harekettir.”
“Yurtta barış, dünyada barış için çalışıyoruz.”
Atatürk’ün dış siyasetimiz hakkındaki esas fikirlerini, buna
benzer birçok sözlerinde de bulabiliriz.
Türkiye Cumhuriyeti’nin 15 yılı içinde bildiğiniz gibi birçok
milletler arası antlaşmalar yapılmıştır. Başta Lozan Antlaşması esas
sınırlarımızı tespit eder. Ondan sonra yine milletlerarası birçok ant-
laşmalar olmuştur. Bunların hepsi barışa, dostluğa yönelmek üzere
yapılmıştır. Bu hususu tarihî belgelerden izlemekteyiz.
Atatürk devrinde birçok yabancı devlet adamı Türkiye
Cumhuriyeti’ni ve kendisini ziyarete gelmiştir. Bunları tarih sıra-
sıyla görebiliriz. Başta krallar, ondan sonra başbakanlar, dışişleri ba-
kanları Türkiye’ye gelmişlerdir. Bunlardan benim şahit olduğum bir
iki tanesi var…
Mesela Venizelos… Venizelos geldiği zaman, yani Venizelos’u
ilk gördüğüm zaman, kendisinden çekinmiş, hislerimle hareket et-
miştim. Milli Mücadele’de Biga’da ilkokuldaydım. Venizelos adını
duyduğumuz vakit garip bir korku içinde kalırdık. Çünkü Venizelos
82
ALİ KUZU

gelecek, Kuva-yı Milliyecileri şöyle yapacak, böyle yapacak denirdi.


Babam da Biga’da orman müfettişi iken Milli Mücadele saflarında
çalışmak üzere gittiği için biz ailece korku içinde idik. Venizelos’u
ilk gördüğüm zaman böyle bir his içindeydim. Fakat görüyordum ki
Atatürk, Venizelos’la gayet samimi olarak konuşuyor ve yeni dost-
luklar yapabilmenin gereği üzerinde duruyordu.
Bu gelişinde, bir ziyaret esnasında Venizelos’u Ankara Palas’ta
karşılıyor Atatürk… Giriş kısmında duruyorlar ve halk da orada
toplanmış durumda.. Fakat bir hareket yok. Atatürk, Venizelos’un
arkasına geçiyor ve işaret ediyor halka alkışlamaları için… Ve on-
dan sonra alkışlıyorlar. Çünkü hakikaten halk, Venizelos dendiği
zaman bir çekingenlik içinde…
Benim de kendi çocukluğumda olduğu gibi… Venizelos’u gör-
düğüm zaman nasıl konuşacağımı bilememiştim. Fakat sonra karşı-
lıklı ve eşiyle beraber konuşmalarımız oldu. Atatürk’ün de gayretiy-
le bildiğiniz gibi bir süre sonra Balkan Antantı yapılmış oldu.
Şimdi diğer başka bir noktaya temas edeceğim. Atatürk ken-
disine misafir olarak gelecek her yabancı devlet adamı için bilgi
toplatırdı. Kendisi cumhurbaşkanlığı zamanında dış memleketlere
hiç gitmemiştir. Türkiye’ye gelecek olan devlet adamları ve onların
memleketi üzerinde bilgiler toplatırdı ve bunları okurdu. Bunlardan
bir tanesini ben de hazırlamıştım.
İsveç veliahtı gelecekti… Onun memleketi ve kendisi hakkında
bilgiler topladık… Atatürk bütün bu raporları toplar, okur ve misa-
firini kabul ederdi. Bu enteresan bir durum idi. Bu raporları arşivde
bulsak, onlar üzerinde araştırma yapılsa çok enteresan olur, sanırım.
Buna ait hatıralarımdan bir tanesini anlatayım size… Bu İsveç veli-
ahtı için bana da görev vermişti; çünkü tarihle uğraşıyordum.
Bu görev üzerine veliahtın hem şahsı ve ailesi hem de memleke-
ti hakkında bilgiler edindim. Ondan sonra kendisiyle konuşurken o
bilgilerimden bir kısmını söylemeye başladım veliahta. Birden bana
sordu:
“Siz,” dedi, “İsveç’e geldiniz mi?”
83
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

“Hayır.” dedim, “Gitmedim.”


“Ne kadar güzel biliyorsunuz.” dedi.
“Okudum” dedim. “Coğrafyanızı da tarihinizi de okudum” de-
dim. Söylediklerim arasında, kendi şahsı hakkında da bazı bilgiler
vardı.
Şimdi bunu söylemekteki maksadım, yani tarihçiler için bu gibi
vesikaları, hakikaten Atatürk Arşivi’nde araştırarak bir araya getir-
meleri çok faydalı olur. Bunu şahit olduğum için size söylüyorum,
yani bunların içinde gayet enteresan kısımlar vardır.
Mesela gelenler arasında Macar başvekili var, Rusya’dan gelen
heyetler var, daha birçokları var… Bunları sırayla takip edebiliriz.
Fakat benim size burada bildirmek istediğim, bu hususta Atatürk’ün
takip ettiği sistem…
Yani kendisi de araştırıyor, başkalarına da ödev veriyor… Ve
gelecek kimseyi bu bilgilerle görmüş oluyordu. Bunu herhangi bir
yazımda da bildirmediğim için bu konuşmamda üzerinde durdum.
Venizelos, başta anlattığım gibi geldi ve Atatürk’le çok samimi
konuştu. Eski düşmanlık devirleri, harp devirleri silindi ve bir dost-
luk havası yaratılabildi ve o hava, bildiğiniz gibi Balkan Antantı’nda
da oldu.
Şimdi, dış siyaset için yine, bir noktayı daha belirtmek istiyo-
rum. Bu da Mussolini ile olan durum… Bildiğiniz gibi, o sıralarda
Mussolini’nin büyük bir iddiası var Türkiye üzerinde… Eski Roma
İmparatorluğu’nu ihya edecek ve birtakım yerlerimize göz koymuş
durumda… Bu ara Habeşistan’ı da istila ediyor… Bu devrelerde
Mussolini’nin birtakım beyanatları çıkıyor… Onları okuduğu za-
man çok hırslandığını görüyordum Atatürk’ün.. Nasıl olur?.. Yani
bizim memleketimize göz dikemez!
Bir kere 29 Ekim’deydi, yine böyle bir demeci çıkmıştı
Mussolini’nin, Türkiye hakkında… Yani Türkiye’ye göz koymuş bir
durumda olarak… O zamanki gazeteler incelendiğinde bu ortaya
çıkabilir. 29 Ekim’e tesadüf etmişti. O gün bütün sefirlere verilecek
bir ziyafet vardı Ankara Palas’ta. Atatürk oraya gidecek…
84
ALİ KUZU

Fakat bunu okuduktan sonra müthiş hırslandığını gördüm


Atatürk’ün… İtalyan sefiri de yeni gelmişti. Daha yeni itimatname-
sini vermişti… Yemekte İtalyan sefiri de karşısında fakat daha yan-
da oturuyordu… Tevfik Rüştü Aras da sağında Atatürk’ün…
Atatürk, Tevfik Rüştü Aras’a hitaben dedi ki: “Ekselansa bir
şeyler söylemek istiyorum. Tercüme ediniz!” Fakat o sırada da sofrada
herkes birbirleriyle konuşuyor. Buna rağmen Tevfik Rüştü Aras’a
dedi ki: “Tercüme ediniz!” Ve Mussolini’nin o beyanatı hakkında
konuşmaya başladı.
Birden çekindi Tevfik Rüştü Aras… Bunun üzerine Atatürk:
“Ha… Evet! Sen bırak! Ben kendim konuşurum! Tercüme etmene
gerek yok!” dedi. Bir de baktım, doğrudan doğruya sefire hitap ede-
rek Mussolini’nin o günkü beyanatını tenkit ederek yüksek sesle ko-
nuşmaya başladı Atatürk… Fransızca olarak… Tabii sofradakilerin
hepsi sustular, dinlemeye başladılar…
Halbuki daha evvel aralarında konuşuyorlardı. Atatürk konuş-
maya başlayınca durdular. Gazetelerde o zaman çıkmadı bu konuş-
ma, işte, benim şahit olduğuma göre Mussolini’nin sözleri üzerinde
müthiş bir tenkit yaptı: “Bizim memleketimize herhangi bir suretle
göz koyamaz, bunu aklından çıkarmalıdır!” Sonra da söylediği söz şu
oldu herkese karşı: “Efendim!” dedi, “Söylediklerimi dinlediniz. Be-
nim fikirlerim bu, Mussolini’nin bu sözlerine karşı! Bunları istiyorum ki
sefir kendi memleketine, Mussolini’ye olduğu gibi yazsın!” Artık yazdı
mı yazmadı mı bilmiyorum ama ben buna şahit oldum ve orada bu-
lunanlar da şahit olmuştu.
Yani böylece hakikaten Mussolini’nin isteklerini, Türkiye hak-
kındaki fikirlerini daima reddetme durumuna girmiştir. Sonra, yine
bir şey işitmiştim onu da söyleyeyim. Tuhaf bir olaydır belki… Yine
böyle beyanatlarını okuduğu zaman, hırslanır ve Mussolini için ha-
kikaten “Memleketi için iyi bir insan değil!” derdi.
Bir gün dedi ki: “Bunu, göreceksiniz ayaklarından asacaklar!”
Ben şaşırmıştım. Ne demek ayaklarından asacaklar?… Oldu…
Evet, öngörüsü müdür nedir? Bilmiyorum…
85
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

Şimdi, bununla bildirmek istediğim husus, Atatürk dış siyaset-


te Türkiye için böyle birtakım istekleri bulunan devlet adamlarına
karşı müsamahakar değildi ve bunların bilhassa önlenmesi için dai-
ma karşı koymuştur. Sonra biliyorsunuz Montrö Konferansı’nda da
İtalya bulunmadı.
Çünkü o sırada Mussolini Habeşistan’ı işgal etmişti. O zamanki
siyasi vaziyetleri hatırlarsınız ve hakikaten İtalya ile aramız, Musso-
lini yüzünden iyi değildi ve Montrö Sözleşmesi’nde de imzası bu-
lunmadı.
Fakat buna mukabil antlaşma yine yapıldı. Bu Montrö müna-
sebetiyle bir de şunu söyleyeyim: Yani daimi olarak Atatürk’ün dış
siyasette takip ettiği bir yöntem vardı: Zamanı gelince o meseleyi
ele almak.
Şimdi bu Boğazlar meselesi idi. Hatırımda kaldığına göre bir-
çok zamanlar konuşuluyordu bu mesele ve Lozan’da kabul edilen
Boğaz statüsünün iyi olmadığını, bunların düzeltilmesi lazım gel-
diğini, zamanı gelince buna yeni bir usul konmasını Atatürk daima
söylerdi. İşte Habeşistan’ı işgal ettikten sonra, İtalya bu toplantıda
hazır bulunmamakla beraber diğer devletlerin iştirakiyle bu anlaş-
ma lehimize olmuştur.
Çünkü daha evvelki olanlar tamamıyla reddedilmiştir. Yani
bunu söylemekteki maksadım Atatürk birtakım meseleleri takip
ediyordu. Bunun için yine bir hatıramı söyleyeyim. Montrö Söz-
leşmesi yapıldığı zaman ben Cenevre Üniversitesi’nde okuyordum.
Fakat konferansın hem açılışına hem de diğer toplantılara gidiyor,
dinliyordum. Tevfik Rüştü Aras’ın kızı da arkadaşım olduğu için -o
da oradaydı- beraber gidiyorduk ve birçok meseleleri takip ediyor
ve Tevfik Rüştü Aras’a da soruyordum.
Fakat o sırada üniversitede imtihanlarımı bitirmek üzereydim.
Bir gün İstanbul’dan başyaver telefon etti: “Tevfik Rüştü Aras’ı gö-
rün ve birtakım meseleleri sorun! Atatürk bilgi istiyor!” dedi. Be-
nim bu hususta bir ödevim yoktu o zaman orada fakat nihayet tarih-
çi olarak takip ediyordum… Merak ettim ve Tevfik Rüştü Aras’la
86
ALİ KUZU

konuştum. Bazı pürüzlü meseleler varmış, daha halledilememiş…


Fakat 15 Temmuz 1936’da imtihanlarım bitmişti. 22 Temmuz
1936’da trenle İstanbul’a geldim. Atatürk’e pek iyi havadis de geti-
remiyordum…
Fakat Atatürk’ü görünce, baktım gayet, iyi, neşeli… Kendisi-
ne, öğrendiğim bilgileri nakletmeye başladığım zaman “Yok!” dedi,
“Bırak, hiç söylemene gerek yok! Onların hepsi halledildi, istediği-
miz oldu ve imza da edildi.” dedi.
Ben 22 Temmuz 1936’da gelmiştim. 20 Temmuz 1936’da
Montrö Sözleşmesi imza edilmişti. Fakat bana verdikleri bilgiler 15
Temmuz’dan evveldi. “O halde” dedim, “başka bir meselemiz yok,
değil mi?”
“Ne demek!” dedi.. Şimdi bu hatıraları anlatmaktaki maksadım
şudur: Yani Atatürk’ün olayları takip etmesi, dış siyaset bakımın-
dan…
“Yok!” dedi, “Şimdi, asıl meselemiz var!”
“Ne var?” diye sordum.
“İskenderun meselesi!” dedi.
“Ne olacak?” dedim.
“Alacağız!” dedi.
“Nasıl olacak?”
“Göreceksin!” dedi.
Ondan sonra İskenderun meselesi, tarihte takip ettiğimiz gibi
ve ismini de Hatay olarak koymuştur. Gazetelere birtakım makale-
leri kendi yazdırmış fakat kendi ismiyle çıkmamıştır.
Fakat ben şahit oldum kimlere yazdırdığına… Bana öyle ge-
liyor ki birtakım meselelerde daha, zamanı gelince yine takip edip
üzerlerinde duracaktı.
Konuşmamın ikinci bir konusu, mecliste her yıl okuduğu 1
Kasım nutuklarıdır. 1 Kasım’da meclis açılışında, biliyorsunuz
Atatürk’ün nutukları var… Bunların hazırlanma safhası üzerinde
durmak istiyorum. Tarihimiz için çok faydalı olan bir kaynaktır bu
1 Kasım nutukları…
87
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

Şimdi, Atatürk bunları nasıl hazırlıyordu? Bir kere her bakan-


lıktan gayet teferruatlı raporlar geliyor ve bu raporları kendisi in-
celerken, bunların üzerinde yalnız okumakla değil, aynı zamanda
bakanları da çağırarak birtakım sualler soruyor ve ona göre notlar
alıyordu.
Ondan sonra başbakanla tekrar konuşuyor ve nihayet bu not-
lar üzerinde nutkunu hazırlıyordu. Kendisi zaten her gün memleket
meselelerini yakından takip ederdi. Bu nutuklarda ise bakanlıklar
bir sene zarfında ne yapmıştır, onları eleştiriyor ve bundan sonra da
ne yapmaları lazım gelir, onların üzerinde duruyordu.
Hakikaten, bu çalışmalara şahit olduğum için söylüyorum, bu 1
Kasım nutukları bizim tarihimiz, o devirdeki tarihimiz bakımından
çok ilgi çekicidir. Mesela dış siyaset için… Her bakımdan öyledir
ama…
Bu nutuklarda her mesele enine boyuna tetkik edilmiştir ve ona
göre kendi üslubunla yazılmıştır. Bunları söylemekteki maksadım,
Atatürk’ün bunların üzerindeki çalışmalarının sistemini bildirmek
isterim sizlere…
Yani bakanları adeta bir sene sonra yaptıkları vazifeler bakımın-
dan imtihana çekiyordu. Bunu son hastalık devrinde dahi yaptı. Has-
ta idi ve doktorlar, hatta gazete okumasına bile razı olmuyorlardı.
Fakat bu 1 Kasım 1938 nutku için raporları istedi ve kendisi
okumaya başladı. Benden de bazı hülasalar istiyordu; veriyordum
ama kafi değildi… Kendisi üzerinde duruyordu bu çalışmaların…
İşte, dediğim gibi, doktorlar mani olmakla beraber, katiyetle üzerin-
de durdu bunun… Ve kendisi kalkıp yazamıyordu da masada…
Fakat yatağının üstüne bir küçük masa koydurdu… Onun
üzerinde notlarını alıyor ve yazmaya başlamıştı. Şimdi bu 1 Kasım
nutukları, Atatürk devrinde hakikaten bir senelik icraatın tam bir
levhasıdır.
Fakat dediğim gibi, kendisinin de uğraşması, sualler sorması,
bakanları imtihana çekmesi ve daha ne gibi şeyler yapılması lazım
gelir, onların da araştırılması sonucu meydana geliyordu. Ve dedi-
88
ALİ KUZU

ğim gibi, hastalığının son zamanlarındaki nutku da böylece kendisi


tetkik etmiş ve yazmıştır.

Not:: Bu konuşma 10 Kasım 1983 günü Atatürk Kültür, Dil


ve Tarih Yüksek Kurumu tarafından tertiplenen “Atatürk’ü Anma
Günü”nde yapılmıştır.

Küçük Hanımlar, Küçük Beyler

Mustafa Kemal Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı ve sonrasında yetim


çocuklara gösterdiği ilgi, Çocuk Esirgeme Kurumu’nun gerek kuru-
luşu gerekse daha sonraki çalışmalarında karşımıza çıkmaktadır.
Atatürk’ün yurt gezileri sırasında korunmaya muhtaç çocuk-
ların barındırıldıkları yurtları ziyaret ettiğini görürüz. Atatürk’ün
2 Nisan 1922 tarihinde Konya iline yaptığı gezide, Darüleytam zi-
yareti gerçekleşmiştir. Atatürk, misafirleriyle birlikte Darüleytam’a
(Yetimler Yurdu) gitmiş, erkek ve kız yetimlerin bulunduğu bölüm-
ler ayrı ayrı ziyaret edilerek çocuklara hediyeler verilmiştir.
Bu örnekleri çoğaltmamız mümkündür. Gazi 15 Mart 1923
tarihinde, Adana Darüleytamı’nı ziyaret etmiştir. Mustafa Kemal
Paşa, akşamüstü İstasyon semtindeki darüleytamı gezdi. Oradaki
yetim çocukları sevdi, onlar hakkındaki ilgililere sorular sorarak bil-
gi aldı.
Atatürk gezileri ve incelemeleri sırasında tanıştığı birçok çocuk
ve gence armağanlar vermenin yanı sıra vasiyetnamesinde Makbule,
Afet, Sabiha Gökçen, Ülkü, Rukiye, Nebile’ye yaşadıkları sürece ay-
lık bağlanmasını, İsmet İnönü’nün çocuklarının yüksek tahsili için
yardım yapılmasını istemiştir. Vasiyetnamede yer almayan Abdur-
rahim, Afife ve Zehra’nın eğitimlerine yardımcı olmuştur.
Atatürk, Birinci Dünya Savaşı sırasında Van’dan kimsesiz
Abdurrahim’i, Bitlis’ten yetim kız Afife ve İstanbul-Kağıthane’deki
darüleytamı gezerken tanıdığı Zehra’yı manevi evlat olarak almıştır.
Özetlemek gerekirse, M. Kemal Atatürk çocuk davasının önemini
89
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

her ortamda vurgulayarak çocuklara yönelik hizmetlerde rehberlik


yapmayı sürdürmüştür. 17 Ekim 1922 yılında Bursa’da kendini kar-
şılayan çocuklara aşağıdaki şekilde seslenerek nasıl bir gençlik iste-
diğini belirtmiştir.

Küçük hanımlar, küçük beyler!


Sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı ve ikbal ışığısınız.
Memleketi asıl ışığa boğacak olan sizsiniz.
Kendinizin ne kadar önemli, değerli olduğunuzu düşünerek
ona göre çalışınız.
Sizlerden çok şey bekliyoruz!

Yetimler Yurdu

Atatürk, çocukları çok sever, kimsesiz olanlarına acır, hele yetim


ve öksüz kelimelerini yerli yersiz kullanmaktan bilhassa kaçınırdı.
Bir gün Maarif Vekili Hamdullah Suphi Bey’i çağırtarak “Babaları
büyük harpte, İstiklal Savaşı’nda şehit olan çocukları, bir çatı altında
toplayınız, onları memlekete faydalı birer genç olarak yetiştiriniz.”
emrini verdi.
İşgal yıllarında yabancı kuvvetlerin karargahı haline getirilen
Balmumcu Kışlası, o sıralarda Jandarma Bölge Komutanlığı ol-
muştu. Bina, hemen Maarif Vekaleti’ne devredildi. Ayrıca bugün
Zincirlikuyu’daki Yapı Meslek Usta Okulu’nun binası da vekalet
tarafından satın alındı. Adına “Darüleytam” yani “Yetimler Yurdu”
denildi. Kısa zamanda, öğrenime başlandı. Ortaköy’de Galatasaray
Lisesi’nin kız kısmının yer aldığı eski Feriye Sarayı da yetim kız ço-
cukları için okul haline getirildi.
Yıl 1927… Atatürk Milli Mücadele’den sonra ilk defa İstanbul’a
gelmişti. Bir gün “Söğütlü” yatıyla Boğaziçi’nde bir gezintiye çıktığı
sırada, Ortaköy önlerinden geçerken bir okulun rıhtımda toplanmış
olan tertemiz kıyafetli sevinç içindeki pırıl pırıl çocuklarının, el sal-
layarak kendisini selamladıklarını görünce ilgilendi.
90
ALİ KUZU

Yanındaki maarif vekiline dönerek;


“Necati Bey, bu saraylarda hâlâ yabancı çocukları mı var?” diye sordu.
“Hayır, paşam.” diye cevap verdi Mustafa Necati Bey. “Hamdul-
lah Suphi Bey’e verdiğiniz emir mucibince yetim çocukların okulu-
dur burası, babaları Çanakkale’de, Sakarya’da, İnönü’de şehit olan
öksüz çocuklar… Darüleytamlılar…”
Atatürk başını çevirdi, gözleri dolu dolu olmuştu. “Güzel değil
Necati.” diye mırıldandı. “Bundan sonra bu mekteplerin adı Darü-
leytam olmayacak. Şehir Yatılı Okulu olacak. Cumhuriyeti bu ço-
cuklara emanet edeceğiz. Onları en iyi şekilde yetiştirmeliyiz. Ye-
timliklerini, öksüzlüklerini onlara hissettirmeden…”
Ertesi gün çıkan gazetelerde bu okulların adlarının değişine
dair haberler yer alıyordu.

Sünnet Düğünü

Atatürk bir yaz gecesi Acar motoruyla Boğaz’da gezintiye çık-


mıştı. Kanlıca önlerine geldiler. Yalılardan birinin bahçesi renkli
elektik, krepon kağıtları ve çiçeklerle donatılmıştı. Anlaşıldığına
göre orada büyük bir topluluk eğleniyordu. Acar motorunun gü-
rültüsünü duydular. Kadın erkek, çoluk çocuk alkışla sevgi göste-
risinde bulundular. Atatürk çok duygulandı, yalıya yanaşılmasını
emretti. Bir sünnet düğünü vardı. Bir vatandaşın mutlu bir gününe
katılmaktan doğan sevinç, Atatürk’ün yüzünden açıkça okunuyor-
du. Sünnet olan çocukların ve anne ile babanın göğüsleri sevinç ve
övünçle doldu. Herkesin yüreğini bir neşe kapladı. Ortalığı bir bay-
ram havası sardı. Atatürk ayrılacağı sırada çocukların babasını çağır-
dı. Bir çek uzattı:
“Buraya uğrayacağımızı bilmediğimiz için hazırlıksız geldik,”
dedi, “yarın bankaya uğrar, sonra benim adıma çocuklara birer ar-
mağan alırsınız.”
Baba çeki saygıyla aldı:
“Atam,” dedi, “alınacak hiçbir armağan sizin imzanızı taşıyan bu
91
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

çek değerinde olamaz. İzin verin, biz bunu çocuklarımızın sonsuz


bir övüncü olarak saklayalım.”
Bu ince düşünüş ve tok gözlülükten son derece duygulanan
Atatürk:
“Peki! Siz bu çeki saklayın ama yarın bankaya uğrayın ve çocuk-
ları benim adıma sevindirin.” diyerek ikinci bir çek verdi.

Türklerin Babası

Uyku uyuyamadığı için gece yarısı yalnız dostlarını değil, ya-


bancıları bile görmeye gider, yataklarından kaldırırdı. Bir akşam
sofrada zengin bir işadamının, onun herkesten uzak durmasını pa-
dişahın haline benzettiğini söylediler. İkisinin de yüzünü kimse gör-
mezdi. Bu söz, Atatürk’ün gücüne gitmişti. Sık sık “Gerçekten böyle
mi dedi?” diye sorup duruyordu. En sonunda, sabahın üçüne doğru
sofradan kalktı. “Gelin.” dedi.“Gidip kendisine soralım.”
Önceden haber vermeden adamın evine daldı. Yanındakiler
epey telaşlanmışlardı ama Atatürk’ün adamı kucaklayıp öptüğünü
görünce rahat nefes aldılar. Atatürk arkadan adamın çocuklarını da
yataktan kaldırıp getirdi, onları da öptü, çevresinde herkese kendini
sevdirdiği ve ona her zaman bağlı kalacak bir taraftar kazandı.
Atatürk yaşlandıkça çocukları daha çok sevmeye, çevresinde
toplamaktan hoşlanmaya başlamıştı. Bir oğlu olmadığına hiç üzül-
müyordu. Bir gün büyük adamların çocuklarının çoğunlukla deje-
nere olduklarını söylemişti.
Atatürk, üstelik babadan oğula kalacak bir iktidar düşüncesine
karşı olduğu için, oğlu olmasını siyasi bakımdan sakıncalı görürdü
ama başkalarının çocuklarıyla ilgilenir, oynar ve onlara Rumeli tür-
küleri söylerdi.
Atatürk’e dünyanın birçok ülkesinden hayranlık dolu cümleler-
le bezenmiş mektuplar gelirdi. Genci, yaşlısı, devlet adamı, siyaset-
çisi, aydını, zengini ve fakiri bu yazdıkları mektuplarda yeni kurul-
muş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni, Türkleri ve kendisinin fikirleri
hakkında sorular sorarlar ve cevap beklerlerdi.
92
ALİ KUZU

Mustafa Kemal Atatürk, gelen bütün mektuplara cevap yazma-


yı ihmal etmez, bilhassa çocuklardan gelen mektuplara bir an önce
cevap vermete itina ederdi. Aşağıda Amerika’dan Atatürk’e mektup
yazan küçük bir çocuğa yazdığı mektubu okuyacaksınız.

Curtis Lafrance’ye Mektubu

On yaşındaki Amerikan çocuğu Curtis Lafrance’a 27 Ekim


1923 tarihinde yazmış olduğu mektup

Mr. Curtis Lafrance’a

Mektubunuzu aldım. Türk vatanı hakkındaki alaka ve temenniyatı-


nıza teşekkür ederim. Arzunuz veçhile bir adet fotoğrafımı gönderiyorum.
Amerika’nın zeki ve çalışkan çocuklarına yegane tavsiyem: Türkler hak-
kında her işittiklerine hakikat nazariyle bakmayıp kanaatlerini mutlaka
ilmi ve esaslı tahkikata istinat ettirmeye bilhassa atf-ı ehemmiyet eyleme-
lidir. Hayatta nail-i muvaffakiyet ve saadet olmanızı temenni ederim.

Türkiye Reisicumhuru
Gazi Mustafa Kemal

Sabiha Gökçen’e Mektubu

Atatürk, yanında büyüttüğü manevi çocuklarının her türlü


dertleri ve sorunlarıyla yakından ilgilenirdi. Onların sadece tahsil
hayatlarını değil, sağlıklarını da yakından takip ederdi. İşte onlardan
bir örnek:

93
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

Ankara, 29.6.1929

Sabiha’ya,

Sanatoryumdan mektubu da aldım. Oradaki hayat ve bakımdan


hoşnut olduğundan ve doktorların tavsiyelerini çok itina ile takip ettiğin-
den pek memnun oldum. Aldığımız raporlardan anladığımıza göre esa-
sen hastalığın o kadar mühim değildir. Sıhhat ve rahatına bildiğin gibi
itinada devam edersen az zamanda tamamıyla iyileşeceğin şüphesizdir.
Vücudunda her gün topluluğa doğru olacağına şüphe olmayan de-
ğişikliği anlamak üzere ara sıra kilonu bildirmekle beraber fotoğrafları-
nı da gönder.

Gözlerinden öperim.
Gazi M. Kemal

Dolmabahçe 15.8.1929

Kızım Sabiha’ya,
Sıhhatiniz hakkındaki mektubuna memnun oldum. “Zemering”ten
istifade etmeni temenni ederim.
Gözlerinden öperim.

Gazi M. Kemal

Japonların Gözüyle...

Japonya’nın başkenti Tokyo’da, Tirajı günde 4.050.000 olan


Mainichi Shimbun Gazetesi’nin, 19.03.2001 tarihli sayısında, Yos-
hiaki ITO imzasıyla yayımlanan, Ankara çıkışlı yazının çevirisi şöy-
ledir:
94

Levent Şahverdi Arşivi


ALİ KUZU

“Modern Türkiye’nin kurucusu Kemal Atatürk, yaşama gözle-


rini yumduktan 60 yılı aşkın bir süre sonra, bugün bile büyük ilgi
gören siyasi bir önderdir. Ülke içinde birçok mekanda büstleri, dev-
let daireleri ve restoran gibi yerlerde portresi bulunur. Türklerin
Atatürk için hissettikleri, inanca yakındır.
Mustafa Kemal Atatürk (1881–1938)... Osmanlı Devleti’nde
bir asker olan Mustafa Kemal, Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çı-
kan Osmanlı’dan 1923 yılında bir Cumhuriyet yarattı ve ülkenin ilk
cumhurbaşkanı oldu. 1934 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi
kendisine Atatürk (Türklerin babası) ismini verdi.
Büyük Britanya, Pers İmparatorluğu ve geçmiş tarih, batan bir
imparatorluğu yaşatmanın hemen hemen imkansız olduğu gerçeği-
ni öğretir. Bizans İmparatorluğu’nu tarihe gömen, altı yüzyıldan faz-
la Asya, Afrika ve Avrupa’ya uzanan bir bölgede parlayan Osmanlı
İmparatorluğu da bir istisna değildi. Birinci Dünya Savaşı’nda yıkı-
lan büyük imparatorluğun, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti olarak
yeniden doğmasında, Batılılaşma’nın ve Atatürk ilkelerinin etkisi
olduğu söylenebilir.
Atatürk’ün büyüklüğü, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda
ve hayata veda ettiği 15 yıllık süre boyunca Batılılaşma’yı hedefle-
yen reformların ateşleyicisi olmasındaydı. Osmanlı İmparatorluğu
padişahları, halife sıfatına sahiptiler. Atatürk, ordu ve milletin des-
teğini arkasına alarak din ile siyaseti ayırmıştır. Birden fazla kadınla
evliliği yasakladı.
‘Atatürk, Türkiye’yi ileri ülkelerle aynı seviyeye çıkardı. Kabri,
halkın onu unutmaması, birlik ve beraberlik ruhunu sürdürmesi
için sembol gibidir.” diyen Anıtkabir İdare Kurulu Başkanı Turhan
Örgen, Atatürk’ün bugün bile halkın manevi destekçisi olarak yaşa-
dığını vurguluyor.
Laiklik, Arap harflerinin kaldırılarak yerine Latin alfabesinin
kabulü, birden fazla kadınla evliliğin yasaklanması gibi seri reform-
lara girişti ve modern Cumhuriyet’in temellerini attı. Altı kız ve bir
erkek manevi çocuk büyüttü. 1938 yılında hayata veda etti.
95
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

Geçtiğimiz yıl Anıtkabir’i ziyaret edenlerin sayısı, turistlerle


birlikte, 6 milyon 150 bin kişiye yakın.
Aslında Atatürk’ün manevi kızı Gökçen Hanım’ın adını ilk kez
80’li yıllarda Anıtkabir’e mesleki bir çalışma için geldiğimde duy-
muştum. Atatürk’ün manevi çocuklarından hâlâ faal olarak çalı-
şanlar vardı ama içlerinde yıldız derecesinde Türkiye’nin ilk kadın
pilotu Sabiha Hanım’dan daha öne çıkanı yoktu. Defalarca görüş-
me talebinde bulundum. On yılı aşkın bir süre sonra gerçekleşen
mülakat, Sabiha Hanım’ın sağlık sorunlarından dolayı sadece beş
dakikayla sınırlıydı ama çay içerek yaptığımız sohbet bir saati buldu.
Görüşme sırasında, Atatürk’ün kızı olduğunu belli eden asaleti
hissettim. Gökçen Hanım’ın, Atatürk’e karşı olan inancı hayranlık
verici.”

Babam Atatürk…

Atatürk’ün manevi kızı olarak yetiştirilen, Türkiye’nin ilk ka-


dın pilotu, ülkenin modernleştirilmesi ve kadın haklarının sembolü
olan 88 yaşındaki Sabiha Gökçen, eskiden beri görüşmek istediğim
birisiydi. Başkent Ankara’daki bir apartman dairesinin ikinci katın-
da, sakin bir hayat süren Sabiha Hanım’ı ziyaret ettim ve “Babam
Atatürk”ü ondan dinledim.
Türkiye’nin kuzeybatısında bulunan Bursa’da 1913 yılında 6
çocuklu memur bir ailenin en küçük çocuğu olarak doğdu. Küçük
yaşta anne ve babasını kaybetti. Bursa’yı ziyaret eden Atatürk’ün il-
gisini çektiği ve manevi evlat edinildiğinde 12 yaşındaydı. 1935 yı-
lında kurulan hava okulunun ilk bayan öğrencisiydi.
Eski Sovyetler Birliği’nde de eğitim gördü ve Türkiye’nin ilk
kadın pilotu oldu. 1938 yılında çeşitli Balkan ülkelerini ziyaret etti
ve ordunun yıldızı olarak diplomatik sahada da rol oynadı. 1964’te
emekliye ayrıldı. Bu arada 40 yıllık pilot arkadaşıyla evlendi. Ancak
3 yıl sonra eşi hastalığa yakalandı ve yaşamını yitirdi.

96
Soru: Atatürk ile yaşadığınız en özel hatıranız nedir?

Yanıt: Manevi babamın bende 200’den fazla fotoğrafı ve her


biriyle ilgili ayrı ayrı hatıralarım var. İçlerinden birini seçmek zor.
İçimde onun için hissettiğim birçok şey var ve onların birini seçmek
de zor. Bana verdiği eğitim için ona minnettarım. Ben çocukken,
kadınların erkeklerle eşit eğitim alma imkanı yoktu ama manevi ba-
bam, kadınların eğitimini devlet hedeflerinden biri olarak düşündü
ve manevi çocuklarını da eğitti. Ben 12 yaşında manevi evlat edinil-
dikten sonra, başkent Ankara’da ilkokula gittim.
O zamanlar benimle birlikte üç kız evlat Cumhurbaşkanlığı
Köşkü’nde ilkokula gidiyorduk ve Atatürk’e “Paşa” diye hitap edi-
yorduk. Okuldan döndüğümüzde Paşa, o gün öğrendiklerimiz
hakkında bizi sınava tabi tutar ve özel ödevler verirdi. Eğitime il-
gisi ve verdiği önem büyüktü. Daha sonra İstanbul’daki Amerikan
Koleji’ne devam ettim. Ardından, onun direktifiyle Paris’teki Fran-
sızca Okulu ve pilot okulunda yeterince eğitim aldım. Manevi ba-
bam hayatımın mimarıdır diyebilirim.

Soru: Neden pilotluk?

Yanıt: Küçük yaşlardan itibaren yüzme ve binicilik gibi çeşitli


sporlara ilgim vardı ve manevi babam, “Mükemmel bir pilot olur-
sun.” dedi. Ülkede herkes soyadı almaya başladığı zaman manevi ba-
bam bana, “gök” kökünden gelen Gökçen soyadını verdi. O andan
itibaren içimde uçmaya karşı bir heves başladı. Bir yıl sonra (1935)
babam, Türkiye’nin ilk hava okulunu kurdu. Ben okulun açılış töre-
nine katıldım ve ilk kadın öğrencisi oldum.

Soru: Atatürk pilot olmanız için emir mi verdi?

Yanıt: Öyle bir şey yok ama pilot olmama sevindi. Tek başıma
ilk uçuşumu bugün bile hatırlarım. Bir gün önce manevi babamla
97
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

eğitim okulunda öğretmenimin de katıldığı bir akşam yemeği ye-


miştik. Orada babam ilk kez, “erken uyu” dediği için şaşırmıştım.
Nedenini o an bilmiyordum. Ertesi gün, manevi babamın, tek başı-
ma uçacağımı öğretmenimden işittiğini sonradan öğrendim.
Ertesi sabah, manevi babamla havaalanına (bugünkü Atatürk
Havaalanı, İstanbul) birlikte gittik ve bağımsız uçuş yapacağımı söy-
ledi. Manevi babam uçuşumu izlerken, önce küçük bir daire, daha
sonra da büyük bir daire çizerek uçtum. Havaalanına iner inmez
manevi babamın yanına koştum ve eline şükran öpücüğü kondur-
duğum esnada, “Türk kadını her şeyi başarır.” dedi.

Soru: Atatürk’ün manevi kızı ve ilk kadın pilot olarak çok


dikkat çektiniz. Büyük bir önderin kızı olarak yaşamak zor de-
ğil mi?

Yanıt: Manevi babam o noktaya her zaman önem verirdi.


Bizim açımızdan bunun bir yük olmaması için gayret sarf ederdi.
Atatürk’ün kızı olarak Türkiye’nin Atatürk’ün istediği gibi bir ülke
olması için hayatımı vakfettim. Atatürk’ün manevi kızı olmaktan
pişman değilim ve bunun baskısını da yaşamadım.

Soru: Atatürk’ten sonra Türkiye’de onun gibi karizmatik


bir lider çıkmadı. Bu hususta ne düşünüyorsunuz?

Yanıt: Bugünkü liderler hakkında siyasi fikir beyanında bulun-


mak istemiyorum. Atatürk’ün büyüklüğü, bugün bile kalplerdeki
varlığını sürdürüyor olmasındandır. Diğer liderler zamanla unutu-
luyorlar ama o, bugün bile Türk milletinin itici gücü olmaya devam
ediyor.

98

Levent Şahverdi Arşivi


ALİ KUZU

Orta Asyalı Çocuklar

Onlar, Mustafa Kemal Atatürk’ün Orta Asyalı gençleriydi.


Atatürk’ün emriyle Türkiye’ye getirildiler. Kimisi Özbek, kimi Türk-
men, kimi Tatar, kimi Doğu Türkeli (Doğu Türkistan) çocuğuydu.
Kore, Özbekistan, Doğu Türkistan, Türkmenistan, Çin’den
toplanan 10–12 yaşlarındaki 30-35 çocuk, öz vatanlarından, anne-
baba ve kardeşlerinden ayrılıp 1936-38 yılları arasında Türkiye’ye
getirildi. Vatanlarından, atalarından ayrılmanın hasretini tazecik
beyinlerine kazıdıkları İstiklal Marşı’nın mısralarında dindirdiler:
“Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak. Sönmeden yur-
dumun üstünde tüten en son ocak...” Onlar yurtlarından uzak an-
cak oralarda bağımsız Türk devletleri kurulması hayaliyle yıllarca
Türkiye’de eğitim gördüler. Atatürk’ün hayal ettiği gibi çoğu iyi bi-
rer asker, tabip ve öğretmen oldu. Beş-altı kişi hariç birçoğu ülkele-
rine geri dönerek hizmet verdi.
Atatürk’ün ta 1920’li yıllarda düşünü kurduğu, 1933’te talimat
vererek Anadolu’ya getirilmesini istediği Orta Asyalı öğrencilerin
hikayelerini sizin için araştırdık. O günlerde Hindistan-Irak-Suriye
üstünden Türkiye’ye getirilen emekli General Rıza Bekin, bu öğren-
cilerin serüvenini bilen ve Türkiye’de kalan tek kişi. “Atatürk, Orta
Asya’daki Türk kavimleriyle tarihî, kültürel ilişkiler kurulması tali-
matını İstiklal Savaşı’ndan önce vermişti.” diyor.
İstiklal Harbi’nin yeni başladığı günlerde Mustafa Kemal Ata-
türk, Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi imzasıyla Orta Asya’daki
Türk boylarıyla Türkiye’nin irtibatının sağlanması için bir talimat
yazdı. Afganistan merkez kabul edilmek üzere gönderilecek bir he-
yetle Türk boylarının yaşadığı ülkelerde eğitim yapılmasını, asker
yetiştirilerek bir ordu kurulmasını istiyordu.
Atatürk, 21 Aralık 1920 tarihli talimatında Afganistan’da gö-
revli Fevzi Paşa’ya şöyle hitap ediyordu: “Müdafaa ve maliyemiz
icabeti ile kabil-i telif olduğu takdirde, Afgan ordusunu tensik için
bir heyet-i zabıtanın (askerî heyet) izamını ehem ve elzem görmek-
99
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

teyim. Bu, istikbalde Anadolu üzerine çöken bar-i sekili tahfife ya-
rayacağı gibi (yükü hafifletmeye), nukuat-atiyeye (gelecekte de)
riayet edildiği takdirde Asya-i Vusta’da (Orta Asya’da) emrimize
amade kuvvetli bir orduya malik olmamız hususu temin edilmiş
olur. Böylece savaşın sürmesi halinde İngilizleri daha uzaktan işgal
etmek için bir vasıta elde edilmiş olur. Bu heyet katiyen siyasetten
uzak kalarak kendini Afgan, Türkistan ve Buhara ahali ve askerlerine
fevkalade sevdirmelidir...”
Anadolu’nun kanla sulandığı, şühedalarla geri alındığı o gün-
lerde Orta Asya’daki Türkleri düşünen Atatürk, İslam ve Türk men-
faatlerinin bölgede korunmasını arzuluyordu. Savaşın cephesinin
genişlemesi halinde Anadolu’nun omuzlarına binecek yükü ta Afga-
nistan ve Orta Asya bozkırlarından kaldırmak fikrindeydi. Türkiye
Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra da bu vizyonunu terk etme-
di. Yine Afganistan merkezli olarak Orta Asya’daki Türk toplulukla-
rıyla irtibatları sürdürdü.
Memduh Şevket Esendal’ı Afganistan elçisi olarak tayin ede-
rek bu vazifenin tamamlanmasını istedi. Kabil merkezli olarak Türk
topluluklarıyla ilişkilerin kurulmasında yıllarca kilit rol oynayan
Esendal, komünist rejimin baskısıyla Afganistan’a kaçarak öğret-
men okulları, askerî okullarda okuyan Türkmen çocukların Rusya
baskısıyla eğitimlerine son verilmek istendiğini rapor etti. Bu rapor
üzerine Atatürk önce 1936, daha sonra 1938’de iki kafile halinde
buradaki öğrencilerin bir kısmının Türkiye’ye getirilerek eğitilmesi
talimatını verdi: “Derhal oradaki bütün öğrencileri, yol parası veri-
lerek Türkiye’ye gönderiniz, burada askerî mekteplere yerleşecek-
ler...”
Deniz ve karayoluyla Türkiye’ye getirilen yirmi beş kişilik Öz-
bek, Türkmen, Tatar öğrenci grubuna dokuz kişilik Doğu Türkis-
tanlı öğrenciler eklendi. Öğrenciler bu talimatla askerî okullara,
tıbbiye ve öğretmen okullarına yerleştirildi. Sovyetler Birliği’ndeki
komünist ihtilalin ardından yurtlarından kaçan birçok aile, çocuk-
larını Türkiye’ye ulaştırmanın yolunu arıyordu. Baskılardan kaça-
100
ALİ KUZU

rak Afganistan’a sığınan Türk boylarının gençleri için kurtuluş yeni


kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti idi. Aileleri bu gençlerin dinini,
milliyetini ve dünyayı öğrenebilecekleri tek yerin Anadolu olduğu-
na inanıyordu. Bu yüzden hiç tereddüt etmeden Türk büyükelçilere
ve subaylara çocuklarını teslim ettiler.
Orta Asyalı Türk gençlerinin o günlerde başlayan serüveninin
yaşayan tanığı emekli General M. Rıza Bekin’in yolculuk hikayesi de
Atatürk’ün ölümüne yakın zamanda verdiği talimat ve olurla başla-
dı. Doğu Türkistan Milli Mücahitlerinden Mehmet Emin Buğra’nın
yeğeni olan Bekin, başkent Kabil’den önce Hindistan’a, oradan da
denizyoluyla Irak’a, sonra Şam üstünden Türkiye’ye ulaştı. Bekin,
Uygur kökenli dokuz Doğu Türkistanlı öğrenci arkadaşıyla birlikte
çıktığı yolculuğu “Ellerinde bavullarıyla yolculuk eden 10–12 yaş-
larındaki çocuklardık. Türklüğün ve İslamiyet’in yurdunda eğitim
alıp memleketlerimize hizmet etmeye dönecektik.” diye anlatıyor.
Bekin, “Ankara’ya ayak bastığımızda Eylül 1938, sonbaharıydı. Bizi
getirtenin Atatürk olduğunu biliyorduk. Ancak onu görmemize fır-
sat olmadı, bir buçuk ay sonra ulu önder hayata gözlerini yumdu. En
çok onunla tanışamadığımız için üzülmüştük.” diyor.
Atatürk’ün Fevzi Paşa’ya verdiği talimatla da “Afganistan’da
ordu olmasını, Türk devletlerinin eğitim işlerinin buradan yürü-
tülmesini, subay gönderilerek okullar açılmasını, Türk yurtlarının
buradan desteklenmesini istediğini anlatıyor. Anne babasız olan
gençlerin birçoğunu devletin üst kademesindeki yöneticiler manevi
evlatları kabul etmiş. Bekin’i de öğrencilerin Afganistan’dan Türkiye
gelmesini sağlayan Memduh Şevket Esendal, “manevi evlat” edin-
miş.
Elindeki bavuluyla Hindistan’dan yola çıktıklarında Niyazi
Mehmet, Ömer, Siracettin, Dr. Maksut Tarımbay, Turdi, Tabip,
Bedrettin ve Rahmetullah isimli arkadaşlarını hatırlıyor. Dokuz
kişilik kafile Doğu Türkistanlı olmaları nedeniyle kısmen birbirini
tanıyormuş. Özbek, Türkmen ve Tatarların da askerî okullar, öğret-
men okulları ve tabiplik aldığını hatırlatan emekli General Bekin,
101
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

Ankara’da ilk gördükleri devlet büyüğünün o günün Genelkurmay


2. Başkanı Orgeneral Asım Gündüz olduğunu söylüyor. Ankara
ziyareti ve Cumhuriyet Bayramı törenlerine katılmanın ardından
Bekin ile Niyazi Mehmet, Konya Askerî Ortaokulu’nda okumaya
başlıyor. Diğer arkadaşlarının bir kısmı İstanbul, bir kısmı Edirne’ye
eğitim için gönderiliyor.
Ankara’yı ilk gördüğünde Bekin Paşa’nın aklına kazıdığı ve
unutamadığı hadiselerin başında Ulus’taki buğday silolarının üs-
tündeki “Buğday satın alan millet, buğday satar oldu.” yazısı oluyor.
Ramazan ayındaki oruçlar için Atatürk’ün talimatıyla hiçbir
zorlama ya da yasaklamanın getirilmemesini de o günün “din siya-
set” bakışının en güzel örneği olduğuna işaret ediyor. Bekin, sıra-
sıyla Akşehir Askerî Lisesi, Kara Harp Okulu’nu bitirerek 1946’da
topçu subayı, 1950-51’de de Kore Savaşlarında üsteğmen olarak
görev yapıyor. 1973’te tuğgeneralliğe yükselen Bekin, önce CEN-
TO Askerî Planlama Başkanlığı’nda Bornova ve Edremit’te tugay
komutanı olarak emekliye ayrılıyor.
Orta Asya bozkırlarındaki anayurdundan koparak Anadolu’ya
gelen Niyazi Mehmet de o günlerde askerî okullara yerleştirilerek
okuyan öğrenciler arasında. Çin’in baskıları nedeniyle Doğu Tür-
kistan’daki olaylarla yakından ilgilenen Niyazi Mehmet ve Bekin
Paşa, vatanlarına hizmeti Türkiye’den sürdürmüş. Niyazi Mehmet
de Türk Silahlı Kuvvetleri’nde görev yapmış ve binbaşı olarak emek-
li olmuş. Aynı grubun içinde yer alan Dr. Maksut Tarımbay ise bu
uğurda şehit olmuş. Bedrettin Altunbay da vatanına hizmet ederken
hayatını yitiriyor.
Öğrencilerin Ankara, İstanbul, Edirne, Konya’ya yerleştiril-
melerinin ardından şaşkınlıkla yaşadıkları Cumhuriyet Bayramı
kutlamalarından sonra katıldıkları 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayra-
mı’ndaki gayretleri komutanları ve öğretmenlerince de takdir edil-
miş. “Bizleri Atatürk çağırdı ve yetiştirdi.” diyen Bekin Paşa, her biri
en iyi şartlarda yetiştirilen Orta Asya’dan gelen öğrencilerin cum-
huriyetin ilk yıllarında gördüğü ihtimamı ise “Askerî liseye girdiği-
102
ALİ KUZU

mizde kapıda göğsüne babasının istiklal madalyasını takan çocuklar


vardı. Onların bir kısmı bu okullara giremedi. Ancak Atatürk’ün
Orta Asya ve Türk boyları ile ilgili hayalleri vardı. Bize gösterilen
yoğun ilgi bunun içindi.” sözleriyle anlatıyor.
Atatürk’ün Orta Asya’dan getirterek eğitilmelerini istediği 35
öğrencinin hikayesi bugün tozlu raflar arasında kalmış durumda.
Yurtlarına geri dönen Doğu Türkistanlı öğrenciler dışında, Türk-
men, Özbek ve Tatarlar ile ilgili hatıralar da onlarla birlikte gitmiş.

Gürbüz, Yavuz Çocuklar İsterim

Mustafa Kemal, çocuklara niçin önem veriyordu? Bunu cevabı-


nı yine onun sözlerinde buluyoruz. 30.09.1926 tarihinde, Çankaya
Köşkü’nde Türkiye Beden Eğitimi Dernekleri Birliği’nin temsilci-
leriyle konuşurken gençlerin iyi yetiştirilmesinin gereğini vurgular:
“Siz de görüyor, biliyorsunuz. Tarihlerde, dünyalara hükmetmiş
koskoca Türk ulusunun bugünkü kuşağı biraz zayıf, biraz hasta, biraz
cılızdır. Sizlerden gürbüz, yavuz çocuklar isterim. Bunları yetiştirmek
önlemlerini ve sorumluluğunu üzerinize almış adamlarsınız. Bu sonucu
görmezsem size olan sevgim, inancım ortadan kalkar.
Türk çocuklarının spor hayatını yükseltmeyi düşünürken, sadece
gösteriş için herhangi bir karşılaşmada (müsabakada) kazanmak ama-
cıyla spor yaptırılmamalıdır. Esas olan her yaştaki bütün Türkler için
beden eğitimini sağlamaktır. ‘Sağlam kafa, sağlam vücutta bulunur.’ sö-
zünü atalarımız boşuna söylememişlerdir.
Türk çocuklarına sporun bugünkü tekniğini öğretmek ve bunların
bir kısmını bazı törenlerde ve bayramlarda dekor olarak ortaya koymak
gerekir.
Türk ulusu anadan doğma sporcudur. Henüz yürümeye başlayan
köy çocuklarını bile harman yerlerinde güreşirken görürsünüz. Ata en
çok en iyi binen yalnız Türk erkekleri değildir; Türk kadınları da bu işi
iyi bilir. Türk çocuğu soyunu tanıdıkça daha büyük işler yapmak için
kendinde güç bulacaktır.”
103
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

Çocuklar Hakkındaki Vecizeleri…

“Eşini mutlu edebilecek herkes evlenmelidir… Çoluk çocuk


sahibi olmalıdır… Bana bakmayınız. Benim yaşamım başka türlü
düzenlenmiştir. Buna karşın deneyimini yaptım. Sonradan anladım
ki bu iş benim başarabileceğim iş değilmiş…”
“Anaların bugünkü evlatlarına vereceği terbiye eski devirlerde-
ki gibi basit değildir. Bugünün anaları gerekli vasıfları taşıyan evlat
yetiştirmek için pek çok yüksek vasıflar taşımalarına bağlıdır. Onun
için kadınlarımız, hatta erkeklerimiz de çok aydın, daha çok feyizli
daha fazla bilgili olmaya mecburdurlar; eğer hakikaten milletin ana-
sı olmak istiyorlarsa…”
“Kadının en büyük vazifesi evlattır. İlk terbiye verilen yerin ana
kucağı olduğu düşünülürse bu vazifenin ehemmiyeti layıkıyla anla-
şılır. Milletimiz kuvvetli bir millet olmaya karar vermiştir. Bugünün
gereklerinden biri de kadınlarımızın her hususta yükselmesini te-
mindir. Bu sebeple kadınlarımızda âlim ve teknik bilgi sahibi ola-
caklar ve erkeklerin seçtikleri bütün tahsil derecelerinden seçecek-
lerdir. Sonra kadınlar sosyal hayatta erkeklerle beraber yürüyecek ve
birbirinin yardımcısı ve koruyucusu olacaktır.”
“Çocukluğum devri hatırladığım ilk saf mekteptir.”
“Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize tahsilin hududu ne
olursa olsun, en evvel, her şeyden evvel, Türkiye’nin istiklaline, te-
mel benliğine, milli geleneklerine düşman olan unsurlarla mücadele
etmek lüzumu öğretilmelidir.”
“Gelecek için hazırlanan vazifen evladına hiçbir güçlük karşı-
sında baş eğmeyecek tam sabır ve dayanma ile çalışmaları ve öğren-
meleri çocuklarımızın anne ve babalarına yavrularının tahsillerinin
tamamlamaları için her fedakarlığı göze almalarını tavsiye ederim.”
“Çocuklarımız ve gençlerimiz yetiştirilirken onlarla bilhassa
varlığı ile hakkı ile birliği ile çelişen bütün yabancı unsurlarla müca-
dele lüzumu ve milli düşünceleri tam bir imanla her mukabil bireye
karşı şiddetle ve fedakara ne müdafaa zorunluluğu aşılanmalıdır.
104
ALİ KUZU

Yeni neslin tüm ruhsal kuvvetlerine her özelliğin ve kabiliyetin zevki


mühimdir. Daimi ve müthiş bir savaş şeklinde beliren milletler ha-
yatının felsefesi, bağımsız ve mesut kalmak için bu yüksek özellikler
şiddetle istemektedir.”
“İlk ve usta öğretim mutlaka insanlığın ve medeniyetin gerek-
tirdiği ilimi ve tekniği verir fakat o kadar pratik bir tarzda versin ki
çocuk okuldan çıktığı zaman aç kalmaya mahkum olmadığına emin
olsun.”
“Yeni nesil en büyük cumhuriyetçilik dersini bugünkü öğret-
menler topluluğundan ve onların yetiştirecekleri öğretmenlerden
alacaktır.”
“Çocukları severiz. Çünkü çocuk bizim devamımızdır. Her ço-
cukta biz, ebediyete doğru uzanıp giden iştiyakımızın tatminini bu-
luruz.”
“… Kısacası çocuklarımızı artık düşüncelerini, hiç çekinmeden
açıkça ifade etmeye, içten inandıklarını savunmaya, buna karşılık da
başkalarının samimi düşüncelerine saygı beslemeye alıştırmalıyız.
Aynı zamanda onların temiz yüreklerinde; yurt, ulus, aile ve yurt-
taş sevgisiyle beraber doğruya, iyiye ve güzel şeylere karşı sevgi ve
ilgi uyandırmaya çalışmalıdır. Bence bunlar, çocuk terbiyesinde ana
kucağından en yüksek eğitim ocağına kadar her yerde, her zaman
üzerinde durulacak önemli noktalardır. Ancak bu suretledir ki ço-
cuklarımız memlekete yararlı bir vatandaş ve mükemmel birer insan
olurlar.”
Atatürk, çocukları çok seven ve onlara güvenen bir liderdi.
Çocukları sevindirmek, onlarla beraber olmak ulu önderimizin en
büyük mutluluğuydu. “Çocuklar geleceğimizin garantisidir.” diyen
Atatürk, ulusal bağımsızlığımızı ilan ettiği günü de çocuklara arma-
ğan etmiştir. Bütün dünya ülkelerinden sadece Türk çocuklarının
Ata’sı bunu düşünebilmiş ve her yıl kutlanmak üzere çocuklara bir
bayram hediye etmiştir.
“Çocuklar ne güzel… Çocuklar ne sevimli, ne tatlı yaratıklar
değil mi? En çok hoşuma giden halleri nedir bilir misiniz? İkiyüzlü-
105
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

lük bilmemeleri, bütün istek ve duygularını, içlerinden geldiği gibi


açıklamaları…”
“Yurt çocukları, her öğretim basamağında, ekonomik alanda
yapıcı, etkili ve başarılı olacak biçimde donatılmalıdır. Ulusal ahla-
kımız, uygarlık ilkeleriyle ve özgür düşüncelerle geliştirilmeli, güç-
lendirilmelidir. Bu çok önemlidir, özellikle dikkatinizi çekerim. Kor-
kuya dayanan ahlak, ahlak değildir, böyle bir ahlaka güvenilemez.”
“Okullarda öğretim görevinin güvenilir ellere verilmesini, yurt
çocuklarının o görevi, kendilerine hem bir meslek, hem bir ülkü sa-
yacak erdemli ve saygıdeğer öğretmenler tarafından yetiştirilmesini
sağlamak için öğretmenlik, öteki serbest ve yüksek meslekler gibi,
giderek ilerlemeye ve her halde geçim rahatlığı sağlamada elverişli
bir meslek durumuna konulmalıdır. Dünyanın her yerinde öğret-
menler, toplumun en özverili ve saygıdeğer insanlarıdır.”
“Çoğu ailelerde öteden beri çok kötü bir alışkanlık var, çocuk-
larını söyletmez ve dinlemezler. Zavallılar söze karışınca, ‘Sen bü-
yüklerin konuşmasına karışma!’ der, sustururlar. Ne kadar yanlış,
hatta zararlı bir davranış… Oysa tam tersine, çocukları özgürce ko-
nuşmaya, düşüncelerini, duyduklarını olduğu gibi anlatmaya özen-
dirmelidir. Böylece hem yanlışlarını düzeltmeye olanak bulunur,
hem de ileride yalancı, ikiyüzlü olmalarının önüne geçilmiş olunur.
Kısacası, artık çocuklarımızı düşüncelerini hiç çekinmeden açıkça
anlatmaya, alıştırmalıyız.”
“Bilim temellerine dayanan, güzel sanatları seven, kafa eğiti-
minde olduğu kadar, beden eğitiminde de yeteneği artmış ve yük-
selmiş olan erdemli, amaçlı bir kuşak yetiştirmek, ana siyasamızın
açık dileğidir.”
“Türk çocuklarının yazgı payı (nasibi), her başarılı atılımdan
hep sevinç veren sonuçlar almaktır. Türk çocukları; yürüdünüz,
yürüyorsunuz, yürüyünüz! Yaptığınız atılımlar sizi yüksek ülküye
ulaştırmak üzeredir. Durmayın, yürüyün… Mutluluk, gönenç (re-
fah), sevinç ve hepsiden sonra dünyaya karşı yüksek bir gurur seni
bekliyor.”
106
ALİ KUZU

“Türk çocuklarındaki yetenek her ulusunkinden üstündür. Türk


yetenek ve gücünün tarihteki başarıları meydana çıktıkça, Türk ço-
cukları kendileri için gerekli olan atılım kaynağını o tarihte bulabile-
ceklerdir. Bu tarihten Türk çocukları bağımsızlık düşüncesini kaza-
nacaklar, o büyük başarıları düşünecekler, olağanüstü yengiler kaza-
nan adamları öğrenecekler, kendilerinin de aynı kandan olduklarını
düşünecekler ve bu yetenekle kimseye boyun eğmeyecekler.”

Gençleri De Unutmadı…

Atatürk’ün gençliğe duyduğu güvenin en büyük kanıtı, 1927


yılında verdiği büyük Söylev’in sonunda, cumhuriyetin korunma
görevinin gençliğe bırakılmasıdır:
“Ey Türk gençliği!
Birinci ödevin Türk bağımsızlığını, Türk Cumhuriyeti’ni, son-
suza dek korumak ve savunmaktır.”
“Sağlam bir gençlik, Türkiye’nin mayasıdır.”
“Genç düşünceli demek, gerçek düşünceli demektir.”
“Türk genci, devrimlerin ve demokrasinin sahibi ve bekçisidir.
Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Demok-
rasiyi ve devrimleri benimsemiştir.”
“Çocuklarımız ve gençlerimiz yetiştirilirken onlara özellikle var-
lığı ile hakkı ile birliği ile çatışan ve bütün yabancı öğelerle savaşma
gereği ve ulusal değerleri tam bir coşku ile her karşıt düşünce önün-
de şiddetle ve özveriyle savunma zorunluluğu iyice öğretilmelidir.”
“Geleceğe hazırlanan yurt çocuklarına hiçbir güçlük karşısın-
da boyun eğmemelerini, olanca güçleriyle bıkmadan ve yılmadan
çalışmalarını ve okumakta olan çocuklarımızın ana babalarına da
yavrularının öğrenimlerini bitirmeleri için ellerinden geleni esirge-
memelerini öğütlerim.”
“Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri öğreni-
min sınırı ne olursa olsun, en önce ve her şeyden önce, Türkiye’nin
bağımsızlığına, kendi benliğine ve ulusal geleneklerine düşman olan
bütün unsurlarla savaşmak gereği öğretilmelidir.”
107
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

“Türk genci, devrimlerin ve demokrasinin sahibi ve bekçisidir.


Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Demok-
rasi ve devrimleri benimsemiştir. Bunları zayıf düşürecek en küçük
ya da en büyük bir kıpırtı ve bir hareket duydu mu, ‘Bu memleketin
polisi vardır, jandarması vardır, mahkemesi vardır, ordusu vardır.’
demeyecektir ve kendi eserini koruyacaktır.”
“Her türlü spor çalışmalarını Türk gençliğinin ulusal eğitiminin
ana öğelerinden saymak gerekir. Bu işte, hükümetin şimdiye kadar
olduğundan daha titiz ve dikkatli davranması, Türk gençliğinin spor
bakımından da ulusal coşkunluk içinde özenle yetiştirmesi önemli
tutulmalıdır.”
“Türk ulusu ve onun küçük ve büyük yaştaki çocukları, çelikten
yapılmış heykellerdir; onların ne olduklarını anlatmak için onlarla
savaş meydanlarında boy ölçüşmek gerekir.”
“Gençler, yürekliliğimizi güçlendiren ve sürdüren sizlersiniz.
Siz almakta olduğunuz eğitim ve aydınlık ile insanlık ve uygarlığın,
yurt sevgisinin, düşünce ve özgürlüğünün en değerli simgesi olacak-
sınız. Yükselen yeni kuşak! Gelecek sizsiniz, Cumhuriyet’i biz kur-
duk; onu yükseltecek ve yaşatacak sizsiniz.”
Ölümünden bir yıl önce (26.3.1937), gençlere şöyle seslen-
miştir:
“Yorulmadan beni takip edeceğinizi söylüyorsunuz. Fakat arka-
daşlar yorulmadan ne demek? Yorulmamak olur mu? Elbette yoru-
lacaksınız. Benim sizden istediğim şey yorulmamak değil, yoruldu-
ğunuz zaman dahi durmadan yürümek, yorulduğunuz dakikada da
dinlenmeden beni takip etmektir. Yorgunluk her insan, her yaratık
için doğal bir durumdur. Fakat insanda yorgunluğu yenebilecek
manevi bir kuvvet vardır ki işte bu kuvvet yorulanları dinlendirme-
den yürütür.
Sizler, yani Türkiye’nin genç evlatları! Yorulsanız dahi beni ta-
kip edeceksiniz… Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler,
asla ve asla yorulmazlar. Türk gençliği gayeye, bizim yüksek ideali-
mize yorulmadan yürüyecektir.”
108
ALİ KUZU

Ülkenin ordusu, polisi, memuru, çeşitli güçleri varken, Cum-


huriyet ve bağımsızlığın, gençlere bırakılması, dünyada da tek olay-
dır. Gelmiş geçmiş hiçbir devlet başkanı, gençliğe bu kadar önem
vermemiş; ülkesini gençlere emanet etmemiştir.

Atatürk Ve Türk Gençliği

Çocukluğun hemen ardından gelen gençliğin bir ülkenin ge-


lişmesi için çok önemli olduğunu bilen Atatürk, Türk çocuklarına
verdiği değerin devamında gençlere de aynı önemi göstermiştir. Bu
konuda Prof. Dr. Utkan Kocatürk, “Atatürk’ün Fikir ve Düşüncele-
ri” adlı eserinde Atatürk’ün Türk gençliği hakkında düşüncelerini şu
şekilde yazmaktadır:
Atatürk’ü yücelten önemli bir yönü de toplumumuzda gençliğe
verdiği değerdir. Memleketin geleceğini oluşturan “gençlik” kavra-
mı, Atatürk’te en güzel anlamını bulmuş, en yüce değer yargısına
erişmiştir.
Büyük Adam, daha Milli Mücadele’nin başından itibaren köh-
nemiş fikirlere, milleti geriye götürmek isteyenlere karşı yegane ça-
renin gençlikte ve genç fikirlerde olduğunu görmüş, çağdaş zihni-
yetle yetişecek kuşakların, gelecekte eserini daha da geliştireceğini,
onu her türlü tehlikeden koruyarak ebediyen yaşatacağını hisset-
mişti.
Onun içindir ki Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduktan ve
büyük inkılaplarını başardıktan sonra, Milli Mücadele’yi başlatmak
üzere Samsun’da Anadolu topraklarına ayak bastığı 19 Mayıs tarihi-
ni “Gençlik ve Spor Bayramı” olarak Türk gençliğine mâl etmiştir.
Gençlik kavramı, biyolojik anlamda kullanıldığı zaman şüphesiz
ki belli bir yaş dönemini ifade eder. Bu dönem genellikle gençlikle,
gençliğin yetişme devresinin iç içe olduğu çok kıymetli bir safhadır.
Atatürk de gençliğin yetişmekte olduğu bu devreye çok önem
vermiş, Türk gençliğinin bu devrede Cumhuriyet’i yaşatacak bir
ruhla beraber, mesleklerinde de iyi yetişmelerini ısrarla istemiştir.
109
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

Ancak şunu da ifade etmeliyiz ki Atatürk’te gençlik kavramı,


genel anlamda, bu biyolojik dönemi kapsamakla beraber zaman
zaman yaş sınırlarını aşarak, fikrî bir anlam kazanmakta, bir diğer
ifade ile fikrin yeniliğiyle el ele gitmektedir. Atatürk’ün “Genç fikirli
demek, doğruyu gören ve anlayan gerçek fikirli demektir.” sözü bu an-
lamda kullanılmıştır.
42 yaşında Cumhuriyet’i ilan eden, 44 yaşında şapka ve kıya-
fet inkılaplarını gerçekleştiren, 48 yaşında Arap harfleri yerine yeni
Türk harflerini koyan Büyük Atatürk, taşıdığı düşünce yeniliği, ru-
hundaki enerji tazeliği sebebiyle yaşamının her çağında genç idi.
Ona göre genç olmanın ölçüsü sadece yaş değil, yaşın yanında koy-
duğu ilkelere, başardığı inkılaplara inanç ve bağlılık idi.
Onun içindir ki kendisi: “Benim anladığım gençlik, bu inkılabın
fikirlerini ve ideolojisini benimseyip gelecek kuşaklara götürecek kimse-
lerdir. Benim nazarımda yirmi yaşında bir yobaz ihtiyar, yetmiş yaşın-
da bir idealist ise zinde bir gençtir.” diyordu.
Bu bakımdan Atatürk’ün “Ey Türk gençliği” hitabında bir an-
lamda yaş sınırlarını aşarak bir fikir gençliği, bir ideal gençliği ara-
mak, bu gençliği görmek, bu gençliği düşünmek lazımdır. Çünkü
Atatürk’e göre, ancak ilke ve inkılaplarına bağlı bir gençlik, kurduğu
rejimin teminatı olabilir.
İlkelerine bağlı, çalışkan ve vatansever bir gençlik, Atatürk’ün
ideali idi. “Gençler! Benim gelecekteki emellerimi gerçekleştirmeyi üst-
lenen gençler! Bir gün bu memleketi sizin gibi beni anlamış bir genç-
liğe bırakacağımdan dolayı çok memnun ve mesudum.” derken Türk
gençliğine olan sarsılmaz güvenini dile getiriyordu. Bu bakımdan
gençlerimiz Atatürk’ü gerçek anlamıyla kavramak, onun istediği,
ona layık evlatlar olmaya çalışmalıdır.
Esasen kendisi: “Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek
değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissedi-
yorsanız, bu k<fidir.” demişti. Bu sebeple gençler için Atatürk’ü tanı-
mak ancak onun fikirlerini, düşüncelerini ve duygularını gerçekten
iyi bilmek ve bunları benimsemekle mümkündür.
110
ALİ KUZU

Atatürk bize, memleket gerçeklerinden kaynaklanan, problem-


ler karşısında dogmalara kapılmaksızın, aklın ve ilmin rehberliğini
kabul eden gerçekçi bir ideoloji bıraktı. Atatürkçülük adını verdiği-
miz bu ideolojiye sarılmalı, Türk gençliği olarak onu söz halinden
eser haline getirmeliyiz.
Çünkü onun gençlere bıraktığı Atatürkçülük, her türlü dogma-
tik unsurdan sıyrılmış, akılcı bir dünya görüşüdür. Genç kuşaklara
aklın ve mantığın yollarını açan bu gerçekçi görüş, bugünün olduğu
kadar yarının da gereklerine cevap veren, kendisini daima yenileyen
çağdaş bir görüşü simgeler.
Atatürkçü görüşte Atatürk ilke ve inkılapları Türkiye’yi çağdaş
uygarlık seviyesine en kısa zamanda ulaştırabilmek için aklın ve
mantığın çizdiği yollardır. Bu bakımdan Türk gençliğine hedef ola-
rak gösterilen Atatürkçülük, daima ileriye, daima doğruya, daima
faydalıya yönelmek, çağdaş uygarlık düzeyine erişme yarışında daim
bir atılımın, daim bir gelişmenin içinde olmaktır. Ama bu atılım, bu
gelişme kaynağından uzaklaşmayacak, bu gelişmeye yön veren Ata-
türkçü fikir kaybolmayacak, Atatürkçü görüş saptırılmayacaktır.
Gençler unutmamalıdır ki Cumhuriyet Türkiye’si Atatürk’ün
görüşleri üzerine kurulmuştur. Mesut ve kuvvetli bir Türkiye ideali,
Türk gençliğinin Atatürkçü düşünce ile yoğrulmasına ve bu düşün-
cenin kuşaktan kuşağa inançla devredilmesine bağlı bulunmaktadır.
Esasen kendisi: “ İki Mustafa Kemal vardır. Biri ben fani Mustafa
Kemal, diğeri milletin içinde yaşattığı Mustafa Kemal’ler idealidir.” de-
mişti. Bu idealin gerçekleşmesinde bugün gençlere düşen görev ve
sorumluluk, Atatürkçü düşünceye sarsılmaz bir inançla bağlanmak,
Atatürk’ün ilke ve inkılaplarına bütünüyle sahip çıkmak ve onları
ebediyen yaşatmaktır. Türk gençliği için Atatürkçülük, gerçek Ata-
türk sevgisi, bu olmalıdır.
Atatürk’e göre gençlik, milli şuura sahip ve modern kültürlü ola-
rak yetişmelidir. Gençlerin sağlam ve olumlu bir karakter taşımaları
bilhassa önemlidir. Atatürk’e göre gençler, almakta oldukları eğitim
ve kültür ile insanlık meziyetinin, vatan sevgisinin, fikir hürriyetinin
111
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

en kıymetli sembolü olacaklardır. Gençler çağdaş eğitim ve öğretim


içinde yetişecekler, müspet ilmin ışıklarıyla donanacaklardır.
Atatürkçülük’te vatanın bütün ümit ve istikbali genç kuşakların
anlayış ve enerjisine bağlanmıştır. Zira Cumhuriyet’i yükseltecek ve de-
vam ettirecek olan gençlerdir. Bu sebepledir ki Türk istiklalini ve Türki-
ye Cumhuriyeti’ni sonsuza dek koruma görevi onlara emanet edilmiştir.
Atatürk’ün kastettiği ve özlediği gençlik, ayrı ayrı idealler pe-
şinde koşan, bölünmüş ve parçalanmış bir gençlik değildir. Aksine,
bütünüyle Türk milletinin müşterek eğilimlerini temsil eden, Ata-
türkçülük dışında hiçbir yabancı akımın, hiçbir yabancı ideolojinin
esiri olmayan bir gençliktir.
O gençlik ki memleketin geleceğini çizecek, yarınki Türk top-
lumunun temellerini daha da sağlamlaştıracaktır. Bunun içindir ki
Türk gençliği bir fikir gençliği, bir inanç gençliği, bir ideal gençliği
oluşturmalıdır.
Atatürk, gençliğin bu niteliklerle, bu duygularla yetişmesinde,
bu kutsal ödevi yerine getirme şerefini özellikle Cumhuriyet öğret-
menlerine bırakmıştı. Şu sözleri bu bakımdan büyük değer taşımak-
tadır: “Memleketi ilim, kültür, iktisat ve bayındırlık sahasında da yük-
seltmek, milletimizin her hususta pek verimli olan kabiliyetlerini geliş-
tirmek, gelecek nesillere sağlam, değişmez ve olumlu bir karakter vermek
lazımdır. Bu kutsal amaçları elde etmek için savaşan aydın kuvvetlerin
arasında öğretmenler en mühim ve nazik yeri almaktadırlar.”
Büyük Adam, yine 1937 yılında, Türkiye Büyük Millet
Meclisi’ni açarken çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmamız için gerekli
yolları göstermiş, memleket davalarının ideolojisini anlayacak, anla-
tacak, nesilden nesile yaşatacak fert ve kurumların yaratılması üze-
rinde durmuş ve sözlerini şu cümleyle tamamlamıştı: “İşaret ettiğim
prensipleri, Türk gençliğinin kafasında ve Türk milletinin şuurunda da-
ima canlı bir halde tutmak, üniversitelerimize ve yüksek okullarımıza
düşen başlıca vazifedir.”
Atatürk’ün bu sözlerini asla unutmamalıyız. Onun ideallerini
kendi mevcudiyetimiz için hararetle müdafaa etmeli ve yerine ge-
112
ALİ KUZU

tirmeye çalışmalıyız. Gençlerimiz ve her gelecek kuşak bilmelidir ki


bu kutsal vatan, bu vatanda kurduğumuz Cumhuriyet yönetimi çok
büyük fedakarlıklarla kazanılmıştır.
Bu büyük başarının arkasında - bize bugünü rahat teneffüs im-
kanı veren - binlerce şehidin, binlerce gazinin harcı olduğu unutul-
mamalıdır. Sınırları Atatürk ve Atatürkçüler tarafından çizilen bu
topraklarda, onların idealine ters düşen hiçbir akım yeşermek imka-
nı bulmamalıdır, bulamamalıdır.
Gerçek şudur ki bu topraklarda yeşerecek filizi Atatürk ekmiş,
gelişmesini ve korunmasını bize bırakmıştır. Bu bakımdan, gençliği
yetiştirmekle görevli Türk öğretmeninden defalarca istediği ve Prof.
Dr. Şemsettin Günaltay’a bir çalışma esnasında söylediği: “Hocasın,
profesörsün! İsterim ki daima idealimi gençlere telkin edesiniz ve dai-
ma korumak hususunda çalışasınız!” sözleri Cumhuriyet çocuğu her
Türk öğretmenine -gençliğin yetiştirilmesi hususunda- Atatürk’ün
bir vasiyeti kabul edilmelidir.

Yurtdışındaki Çocukları

1932’de büyük önderin kararıyla yurtdışına okumaya gönderi-


len 700 gençten 22’si hayatta. Bugünün ihtiyar delikanlıları ölümü-
nün 68. yılında bir araya gelerek Ata’yı andı.
Atatürk’ün yurtdışına eğitim için gönderdiği gençler, Ata’nın
68. ölüm yıldönümünde İstanbul Parlamenterler Evi’nde bir araya
geldi. Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümüne kadar altı yıl boyunca
yurtdışında eğitim almasını sağladığı 700 gençten sadece 19’u bulu-
şabildi. Yaşları 85–90 arasındaki Atatürk’ün çocukları bu buluşma-
da hem anılarını yad ettiler hem de Mustafa Kemal Atatürk’ü andı-
lar. Onlar Atatürk’ün başarılarından dolayı ödüllendirdiği, ülkenin
geleceğinin mimarı olarak gördüğü gençlerden geriye kalanlar. Tam
dört yıldır bir geleneği sürdürmek için 10 Kasım’da ve 23 Nisan’da
bir araya geliyorlar. Amaçları hayatlarını değiştiren Atatürk’ü hem
iyi hem de kötü gününde anmak.
113
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

1932 yılında alınan bir kararla Türkiye’nin dört bir yanından


sınavla seçilen başarılı gençler Avrupa ve Amerika’ya eğitim için
gönderildi. Atatürk çiçeği burnunda bir ülkenin temel taşlarını
oluşturacak gençlerin en iyi eğitimi almasını sağlamaya çalışıyordu.
Ölümüne kadar 700 genç Almanya başta olmak üzere çeşitli ülkeler-
de eğitim alarak yurda döndü. Her biri branşında son derece büyük
başarılara imza attı.
Yıllar geçti, o zamanın başarılı gençleri şimdinin ihtiyar deli-
kanlıları oldu. Ama onlar Atatürk’ü hiçbir zaman unutmadı. Önce-
leri küçük topluluklar halinde bir araya gelen Atatürk’ün çocukları,
son dört yıldır bunu bir gelenek haline getirerek 10 Kasım’larda ve
23 Nisan’larda toplanıyor. Sayıları her geçen yıl azalan Atatürk’ün
çocuklarının son toplantısında 19 kişi vardı. Yurt dışında olduk-
ları için toplantıya katılamayan 3 kişiyle birlikte sayılarının 22 ol-
duğunu söyleyen Nüvit Arıcan toplantıyı düzenleyen isim. Arıcan,
Almanya’da makine yüksek mühendisliği eğitimi gördükten sonra
Türkiye’de yöneticilik yapmış. Ömrü yettikçe her toplantıyı organi-
ze etmekten şeref duyacağını söylüyor.

114
ŞİMDİKİ ÇOCUKLARA GÖRE ATATÜRK

Kurtuluş Savaşı’nın fitilinin ateşlendiği ilk yerlerden biri olan


İzmir’in, Mustafa Kemal Atatürk’ün gönlünde apayrı bir yeri vardır.
Vatan topraklarını buradan işgal etme cüretini gösteren Yunanlılar,
yine buradan denize dökülmüşlerdir. Türkiye Cumhuriyeti’nin ku-
rucusu, büyük kurtarıcı Mustafa Kemal Atatürk’ün annesi Zübeyde
Hanım, ömrünün son günlerini burada geçrmş ve burada vefat et-
miştir. Kabri Karşıyaka ilçesindedir. Yine Atatürk’ün eşi Latife Ha-
nım İzmirli bir aileye mensuptur.
İşte bu güzel ilimiz İzmir’de geçtiğimiz yıllarda bir kompozis-
yon yarışması yapıldı. İzmir Valiliği ve Milli Eğitim Müdürlüğü’nün
ortaklaşa düzenlediği ‘Atatürk ve Çocuk’ konulu bu kompozisyon
yarışmasına İzmir ve çevresindeki tüm ilköğretim ve ortaöğretim
okulları katıldı.
Aşağıda ‘Atatürk ve Çocuk’ isimli kompozisyon yarışmasında
dereceye girip ödül alan çocuklarımızın eserlerini okuyacaksınız.

115

Levent Şahverdi Arşivi


ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

Atatürk ve Çocuk

Ben bir çocuğum. Bütün masallar benim için yazıldı. Tüm


masalların kahramanları benim. Yedi başlı ejderi ben öldürdüm
kılıcımla. Kimi gün Külkedisi oldum, kimi gün Keloğlan. Okula
gitmeden önce onu da bir masal kahramanı sanırdım. Kimi zaman
bir uzay kahramanı olur tüm kötülükleri galaksiden ışınlar, kimi za-
man onun yerine geçer yurdumu kurtarırdım. Oyuncak sepetimde
üzerinde onun fotoğrafı duran bir kitabım vardı. Bu fotoğrafı çok
severdim. Minik bir kız çocuğunun sarılarak çektirdiği bu fotoğrafa
bakarken o kızın ben olduğumu hayal ederdim.
Okula başlayıp onun masal kahramanı değil, gerçek bir kahra-
man olduğunu öğrendiğimde ilk işim oyuncak sepetindeki kitabı
alıp özenle kitaplığıma yerleştirmek oldu. Bir de içinde yazanları
okuyabilseydim dünyalar benim olacaktı. Heceleyebildiğimi o ilk
kitapla gösterdim dedeme. Heceledim “A-TA-TÜRK” diye. Küçük
yazıları okumaya başladığımda başladım sayfaları karıştırmaya. O da
ne? Burada benim için yazılmış sözler vardı. Başladım heceleyerek
okumaya “Genç-ler, Cum-hu-ri-ye-ti biz kur-duk-siz ya-şa-ta-cak-sı-
nız.” İlk okuduğumda bunu sadece bana söylediğimi zannetmiştim.
Koşa koşa anneme gidip “Bak Atatürk bana ne diyor.” dedim. Bunu
tüm çocuklara söylediğini sonradan anladım.
Nisan ayı geldiğinde artık iyice okumayı sökmüş, hecelemeden
okumaya başlamıştım. 23 Nisan Çocuk Bayramı’nı bana armağan
ettiğini öğrendiğimde çok şaşırdım. Bana kitaplardan sesleniyor,
bana bayram hediye ediyordu. Onu gittikçe daha çok seviyordum.
Dünyada bizden başka hiçbir milletin çocuk bayramı olmadığını
öğrendiğimde Atatürk’ün çocukları ne çok sevdiğini anladım.
Atatürk ve çocuk fotoğrafı taşıyan kitabın başına ne geldiyse 23
Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı kutladığımız günün ak-
şamı geldi. Koskocaman bir fotoğraftan tek başımı kestim ve kitabın
üstündeki fotoğraftaki çocuğun başının üstüne yapıştırdım. Artık o fo-
toğraf “Atatürk ve çocuk” fotoğrafı değil “Atatürk ve ben” fotoğrafı idi.
116
ALİ KUZU

Onu tanıdıkça hem daha çok seviyor hem de daha çok onun
gibi olmak istiyordum. Mademki o bizlerin eğitimli bireyler olma-
mızı istiyordu, mademki çağdaş uygarlık yolunda olmamızı istiyor-
du, ben de onun istediği gibi olmalıydım. Onun çocukları ne kadar
sevdiğini öğretmenimizin okulda bize izlettiği kasette bir kez daha
gördüğümde artık üçüncü sınıfa gelmiştim. Burada Atatürk’ün has-
ta olarak Dolmabahçe Sarayı’nda yattığı günler gösteriliyordu. Has-
ta yatağında iken bir de “Atatürk” diye bağıran çocuk sesleri duydu,
pencereye koştu. Denizin üstündeki bir yattan sesleniyorlardı ço-
cuklar. Atatürk pencereye çıkıp onlara el salladı. Doktoru ise onun
kalkmaması gerektiğini söyleyip yatırmaya çalışıyordu ama o ço-
cuklar gözden kaybolana kadar onlara el salladı.
Ben büyüdükçe o da sanki büyüyor, yaptıklarıyla devleşiyor.
Atatürk için çocuklar geleceğin simgesiydi. Bunu da bir ay önce
yaptığım gezi sırasında iyice anladım. Cumhuriyetimizin yetmiş be-
şinci yılını kutlamak için okulumuz ile gittiğimiz Ankara - Anıtkabir
gezimiz sırasında ilk kurulan Meclis binasını ziyaret ettik. Buraya
Cumhuriyet Müzesi deniyor.
Burada sergilenen şeyler arasında beni en çok etkileyen
Atatürk’ün Amerikalı bir çocuğa yazmış olduğu bir mektuptu. Bin
dokuz yüz yirmi üç yılında Curtis La France isimli çocuğa yazdığı
mektupta “Amerika’nın zeki ve çalışkan çocuklarına tavsiyem Türk-
ler hakkında araştırma ve inceleme yaptıktan sonra onlar hakkında
karar vermeleridir.” diyordu. Bu minik çocuk böylesine büyük bir li-
derden aldığı mektubu saklamış, yaşlı bir dede olunca da Türkiye’ye
hediye etmişti. Eğer Mustafa Kemal Atatürk çocuklara güvenme-
seydi bu mektubu bir çocuğa asla yazmazdı.
Bu sene beşinci sınıftayım artık resimlerin üzerine başka resim-
ler yapıştırılmaması gerektiğini öğrendim. Ama “Atatürk ve Ben”
isimli yaramazlık eserimi saklıyorum. Atatürk’ün çok sevdiği Ülkü
ve Sabiha yalnızca ona yakın manevi çocukları. Ama bizler hepimiz
Atatürk’ün manevi çocuklarıyız! Çok çalışarak, cumhuriyet ve ilke-
leri yolunda ilerleyeceğiz.
117
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

Atatürk’ün Çizdiği Yolda Gidelim

Atatürk ve çocuk... Tanrı’nın insanlığa en güzel iki armağanı


sevginin ve barışın en hoş simgeleri... Kusursuzluğun en ideali bel-
geleri tıpkı ressamın beyninde birbirine en çok yakışan iki renk gibi
ayrı düşünmek mümkün mü?
Atatürk ve çocuk... Atatürk ve ben... Onu ilk gördüğüm günü
anımsıyorum. Annemin elini sıkı sıkı tuttuğum, tebeşir kokulu sı-
nıfıma adım attığım ilk gün... Resmini görmüştüm ama önce göz-
lerini. Öylesine güzel öylesine derin, şimdi öyle iyi anlıyorum ki ne
demek istediğini... 23 Nisan’da öyle güzel duyuyorum ki sesini... Bir
resmin konuşabileceğine inanıyor musun?
Siz gelin de onu her 23 Nisan’da atışları en az Atam’ın sesi kadar
sertleşen güzelleşen kalbime sorun.
Sabah sınıfıma girip sırama oturunca onun yüzüne bakmayı
seviyorum. Umutsuzluklarımın eriyip bittiklerini hissediyorum.
Kendime daha bir inanıyorum. Ona her baktığımda bana güvendi-
ğini biliyorum. Damarlarımda taşıdığım kanın hakkını vermeliyim.
Çünkü hep duyuyorum! “Sizler yeni Türkiye’nin genç evlatları, yo-
rulsanız dahi beni takip edeceksiniz.” diyor. Beni sevdiğini biliyo-
rum. En önemlisi... Sevginin en tatlısını onda doya doya hissediyo-
rum. Çalışmayı seviyorum, sayesinde onun kurduğu Cumhuriyet’i
ilerletmenin benim görevim olduğunu biliyorum çünkü. Diyorum
ki kendi kendime, iyiliklerim keşkelerimden çok daha fazla olmalı.
Bu satırları yazan ellerim bir gün not defterime öğrencilerin notla-
rını yazan bir öğretmenin elleri olabildiğine inanıyorum. Sevgiyi ve
barışı insanı tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendine kuvvet
bulacaktır.
Tarihe baktıkça azmin ve çalışmanın her şeyin anahtarı olabil-
diğini görüyorum. Öyleyse diyorum ben de... Ben de onun gibi ola-
bilmeliyim, umutluyum.
Onu kaybetmekten korkuyorum. Benim için, annem için, ba-
118
ALİ KUZU

bam için, ilim için, ülkem için yaptıkları onu öylesine yaşatıyor ki o
ve ilkeleri her geçen gün daha da büyüyor sevgisiyle içimizde.
Onun o mavi gözlerinde, benim yüzümden, damarlarında Türk
kanı taşıyan hiçbir çocuk yüzünden hayal kırıklığı oluşmayacak.
Çok çalışacağım. Ata’mın bana emanet ettiğin bu dünyalar güzeli
vatana kanımın son damlasına kadar bekçilik edeceğime söz veriyo-
rum. Sevgiye ve barışa, umuda, amaç edinmeye sana baktıkça daha
çok inanacağım Ata’m... İnan Ata’m, Türk çocuğunun senin izinde
ve elinde beraber bir vatanın güzel bir dünyanın devamını sağlaya-
cak kadar gücü vardır.
Atatürk ve ben... Sevginin en doyumsuzu, insanların en güzeli-
sin... Ve başka söze gerek yok, denizler kadar mavi gözlerini ve on-
larla bize anlatılanları. Ata’m ellerinden öperiz.

Biz Atatürk Çocuğuz

Çocuk, sevginin ve güvenin en güzel ve en kısa tanımı bence.


Çocuk, saflığın ve doğallığın en güzel anlatımıdır. Çocuk, sevginin
içtenlikle buluştuğu noktadır. Kısacası çocuk, sevgi ve inançla dol-
muş bir öykünün başlangıcı.
Atatürk, deniz mavisi gözleriyle, dünyadaki en saf ve en güzel
sevgiye açılan pencereyi bulmuştu. Bu pencere çocuktu. O, çocuk-
ların hiç bitmek bilmeyen heyecanına ve çocuk ruhlarında taşıdık-
ları açıklığa ve gerçekçiliğe vurulmuştu. Onun gözünde çocuk, sonu
bilinmeyen bir serüvene çıkan, sevgiye aç, inanmaya aç, kolay se-
vebilen ve kolay inanabilen bir çıraktı. Mustafa Kemal’in gözünde
çocuk, dünyanın tüm kötülüklerinden ve pisliklerinden habersiz,
sevgiyi, iyiliği yüreklerinde oyunlarla kazımış masum varlıklardı.
Mustafa Kemal’in gözünde çocuk, gelecekti, geleceğin haberci-
siydi. Ona göre, geleceği çocuklar yaratacaktı. Küçük elleriyle, oyun
kokan, sevgi kokan, bilgi kokan yürekleriyle çocuklar taşıyacaktı
geleceğin yükünü. Devrimleri onlar kazıyacaktı yüreklere. Acıyı ve
üzüntüyü onlar silecekti yüreklerden. Sevmeyi ve sevilmeyi onlar
119
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

öğretecekti gelecek nesillere. Sevgiyle eşitti çocuk, gittiği her yere


yanında özgürlüğü de götürecekti.
Mustafa Kemal çocuklara baktığında hep geleceği görüyordu.
Ülkü ile oynarken, diğer çocukları severken, hep onların gözlerinde
yanan sevgi ateşini görüyordu ve deniz mavisi gözlerinin içi gururla
gülüyordu. Onun gözünde çocuk geçmişte ve günümüzde yapılan
yanlışları düzeltecek sihirli bir değnekti.
Ben bir Türk çocuğu olmaktan gurur duyuyorum. Biz, Türk
gençleri böyle mükemmel bir liderin arkasından gitmekten mut-
luluk duyuyoruz. Tüm dünyaya, aynı sıcaklıkla kucak açmaktan,
Atatürk’ün bıraktığı izleri takip etmekten ve bir gün her şeyi düzel-
tip, gerçeğe, gerçek demokrasiye ve gerçek cumhuriyete ulaşacağı-
mız umudunu taşımaktan, gurur duyuyoruz.
“Çünkü Biz Atatürk Çocuğuz.!”

Korkmuyorum!

Borçluyum demiyorum sana Ata’m, borcumu ödeyemem. Sade-


ce tüm kalbimle bir çocuğun kalbine sığabilecek tüm sevgileri önüne
koyup teşekkür ediyorum, neslimi başlattığın için, beni çocuk gibi
değil de insan gibi gördüğün için. Ama sana biraz kırgınım Ata’m,
beni, çocukluğumu kendinle beraber 1938’de götürdüğün için.
Ben Türk çocuğuyum, senin bana emanet ettiğin, şehidimin
kanıyla sulanan toprağın mirasçısıyım. Ben geleceğim, bu umudum,
ben Türk genciyim. Ama ben senle var olan, 1938’den sonra yok
olan geleceğim, yani hiç gelmeyecek olan geleceğim.
Benim tek umudum sensin Ata’m. Bir gün çıkıp gelemeyece-
ğini biliyorum ama buna hep inanıyorum. Ne olur Atam çık gel
artık, bana bir sözün yeter. Korkmuyorum Ata’m; bir gün gelip de
geleceğin olmayacağından korkmuyorum, yobazların ve katillerin
çoğalmasından da korkmuyorum. Korkmuyorum Atam, çocuk ol-
duğum halde korkmuyorum. Çocukluğumdan korkmuyorum, ço-
120
ALİ KUZU

cuğu Türk çocuğu demeden, gelecek demeden ezen bir toplumda


yaşıyorum. Fakat ben Türk çocuğuyum, korkmuyorum!
Ben, senin bana emanet ettiğin toprağın sahibiyim, daha ne ka-
dar söylerim bilmiyorum ama ben Türk genciyim.
Hani benim için, bizim için bayramlar, türküler, destanlar bıra-
kıp giderken sana söz vermiştik; birinci vazifemiz Türk istiklalini,
Türk Cumhuriyeti’ni ilelebet muhafaza ve müdafaa etmekti. Sana
yine binlerce kez söz veriyorum Atam, engellere rağmen görevim;
Türk istiklal ve Cumhuriyeti’ni korumaktır.
Sen merak etme Ata’m; gözün arkada kalmasın, ben gayeye asla
ve asla yorulmadan yürürüm. Ya istiklal ya ölüm derken bile bin
defa ölürüm... Yetmiş beş yıl önce bir çocuk vardı.
Özgürlüğün anlamını sordu Ata’ya
Ve eminim cevabını aldı.
Şimdi onun torunu karşısında
Ve şu an Cumhuriyeti anlatmakta
Onun tek farkı
Sesini duyurması tüm dünyaya...

Ata’mızdan Dersler

Atatürk’ü görmedim. Göremezdim de. Annem ve babam da


görmemiş. Dedem mutlaka görmüştür sanırdım. Ona da sordum
ama beklediğim cevabı alamadım. Çünkü dedem Atatürk’ün ölü-
münden altı yıl sonra doğmuş.
Ben ise ailemizden hiç değilse bir kişinin onu gördüğünü sa-
nırdım. Görmüş olmasını da isterdim. Çünkü Atatürk’ü hep bizden
biri olarak görürüm. Ama aramızda iki nesil var. Ben bu gerçeğe hiç
aldırmıyorum. Ata’mı hep aramızda biliyorum. Çünkü adını duy-
madığım, simasını görmediğim gün yok. Sınıfta sıramın tam karşı-
sında. Kararlı ve sert bakışları gür kaşlarının altındaki o mavi gözleri
hep üzerimde. Sanki durmadan beni izliyor.
Ödevsiz gelsem yüzüne bakmaya cesaret edemiyorum. Yara-
121
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

mazlık yapmayı düşünsem, ciddi bakışları beni durduruyor. Güzel


davranışlarımdan dolayı öğretmenlerimden övgü alsam beni sanki
tebrik ediyor. Atam “Sizi izliyor, sizde yaşıyorum.” demiyor mu?
Onun bu sözleri okulumuzun dış duvarlarında asılı ama bu sözler
kalbimize yazılmış bir kere, onları unutamayız.
Ata’mızı unutmadığımız gibi...
Geçenlerde arkadaşlarımla “Cumhuriyet” filmini izledim. Çok
etkilendim. Çünkü Ata’m tam karşımdaydı. Kurtuluş savaşı, cum-
huriyetin kuruluşu ve getirdiği yenilikler, gözümün önünde ger-
çekleşiyordu. Onu bu filmde kendi öğretmenim olarak da gördüm.
Yeni harfleri öğretmek için ne kadar çaba sarf ettiğini, tahta başına
geçip ders vermesiyle o gerçekten de başöğretmenliği hak ediyordu.
Atam, cumhuriyet filminde okulda öğretmenlere sahip çıkıyor-
du. Manevi kızların okulda öğretmenlerine yaptıkları saygısızlığı ve
olumsuz davranışlarını af etmedi. Kızlarının tarafını tutmadı. Onları
okula göndererek öğretmenlerinden özür dilemelerini istedi.
Bu benim için büyük bir dersti. Ama Ata’mızdan örnek alınacak
bir değil bin ders var.

Karşımda “O” Vardı

Çıkış zili yeni çalmıştı. Hızla yağan yağmurun altında sık adım-
larla ilerliyordum. O sırada, yağmur ve çocuk sesleri arasından bir
ses geldi kulağıma, adımı duydum. Arkamı döndüğümde arkadaşla-
rımdan birinin koşarak geldiğini gördüm. Hızla yanımdan geçeceği-
ni zannettim fakat amacı bu değilmiş. Beni de yanında sürükleyerek
civardaki bir apartmana girdi. Hızlı nefes alıyordu. Bana verilen bir
yığın ödevi nasıl yapabileceğimi düşünürken, bu olay ona şaşkın
bakmama neden oldu. Biraz soluklandıktan sonra yaptığı resimleri
göstermeye başladı. Bunlardan birini tamamlayamamıştı. Sandalye-
de oturup, dalgın dalgın düşünen bir çocuk, kapı ve masadan oluşan
bu resmi nasıl tamamlayacağını heyecanla anlatmaya çalışırken, onu
dinleyemiyordum.
122
ALİ KUZU

Bir an resimdeki duvarların pembe renginin, gerçek bir duvar


boyası kadar pürüzsüz olduğunu fark ettim. Bunu anlamaya çalışır-
ken, epeyce etkilendim ki aniden iki katlı pembe evin kapısı aralanı-
verdi. Korku ve heyecanla neler olacağını beklerken, kapı yavaş açıl-
dı ve kapının yanında ışıklar saçan altın bir baş belirdi. Bana doğru
geliyor ve attığı her adımda yerdeki tahtalar gıcırdıyordu.
Kararımı vermiştim, bir an önce bu ışığa doğru koşmalıydım.
Bunu düşünerek başımı kaldırdığımda donduğumu hissettim.
Karşımda “o” vardı. “O” hiç ulaşamayacağımı sandığım ama
aslında çağdaş uygarlıkta fark etmeden ulaştığım, en büyük Türk,
Atatürk! İnanamadım, ağzımı açtım ama her zaman çok konuşan o
boşluktan ses gelmiyordu. Heyecandan titrediğimi hissettim. Beni
süzdükten sonra kim olduğumu sordu. Daha sonra saatine baktı ve
gitmek üzere adımını attı. İyice telaşlanarak:
“Lütfen gitmeyin efendim! Sizi daha fazla tanımak ve görmek
istiyorum.” dedim ve tekrarladım:
“Lütfen!”
Bu sözlerim karşısında tekrar bana döndü:
“Okuyorsun öyle değil mi?”
“Evet, efendim.”
“Peki, cumhuriyetin önemini biliyor musun?”
“Evet efendim. Cumhuriyetin eseri olan bizler, varlığımızı, çağdaş-
lığımızı, mağrur başımızı ona borçluyuz.” dedim. Sonra devam ettim:
“Bir şey sorabilir miyim?”
“Tabii…”
“Yenilikleri yapmadan önce, halkın bunları kabul edip, benim-
seyeceğini nasıl anladınız?”
“Ben halkımın Kurtuluş Savaşı’ndaki azmini gördüm. Yaşa-
dıkları ıstıraplardan sonra kalplerinde ‘Cumhuriyet’ yönetiminin
çağdaş yeniliklerinin yattığını anladım ve buna layık olduklarından
emindim.”
Sonra yanıma geldi saçımı okşadı ve gözlerimin içindeki ışığa
bakarak:
123
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

“Haydi! Sınıfına git artık.” dedi ve bir ışık kütlesi olarak kaybol-
du.
Öylece kalakaldım. O an gözümün önünden mermi taşıyan ka-
dınlar, yoksulluk içinde ama kalpleri azimle çarpan Türk halkı geçti.
Ansızın omzumu birinin sarstığını hissettim. Başımı kaldırıp baktı-
ğımda, arkadaşımı gördüm. Şaşkın şekilde:
“Beni duymadın mı?” dedi.
Maalesef ben onu hâlâ anlamıyordum. Resme baktım, ilk gör-
düğüm gibiydi. Arkadaşım:
“Sen bugün iyi değilsin, haydi eve gir.” dedi
Yağmurda sığındığımız apartmandan birlikte çıktık. Hava aç-
mıştı bile. Dünyanın en mutlu çocuğuydum. Arkadaşımla birbiri-
mize “Hoşça kal.” dedik ve evlerimizin yolunu tuttuk.

Oğlum Özgürlük, Kızım Bağımsızlık

Yüreğimin anılarında bir tipi, umutlarında bir sis, ikisi de sev-


gisiz, ikisi de isimsiz bir yaşam gibi geride kalırken, kör bir gece-
nin karanlığı içindeki gündüzler uykusuzluğun kucağında çaresizce
emziriyordu ölümü. Damla damla gözyaşlarımdan yudum yudum
sevgi dileğim, insanlık adına, özgür düşünce, dürüstlük dileğim.
Umut albümünden bir plak dinliyorum.
Adı: Türkiye.
Soyadı: Cumhuriyet.
Hüzün kasetinden bir bölüm izliyorum.
Konu: Savaş.
Tema: Canını ülke için feda eden askerler.
Sonuç: 30.000 şehit.
Bir bütün olarak büyümüş olan yurdumun fidanlarını olgunluk
aşamasında yaşatırcasına öldüren nedir?
Soruyorum size hangi adalet?
Hangi hak?
Hangi özgürlük?
124
ALİ KUZU

Hani nerede?
Neredesin?
Hangi taşın altındasın?
Hangi dağın ardındasın?
Oğlum özgürlük, kızım bağımsızlık neredesin?
Özgürlük dediğin nedir ki?
Susabilmek mi asırlar boyu, sessizce ağlayabilmek mi yoksa?
Hep bir şeyler kısıtlanacak mı beynimden, yüreğimden, düşün-
celerimden, kendimden, kendime ait şeylerden, sizin yüzünüzden?
Hiç sanmıyorum. Özgürlük ne yarım ekmek, ne yarım ezgi. Eğer öz-
gürlüğün masmavi bir bulut olduğuna inanıyorsam gökyüzünde, özgür-
lük yüreğimden bileğime indirilen zincir olmayacak. Ben şairin anlattığı
o yerde insanlarla buluşurken, siz silahlarla bombalarla buluştunuz.
Ben Ata’mın izinde aydınlık yarınlara doğru ilerlerken, siz her
bir adımda tökezleyerek o noktada durmayı yeğlediniz. Oysa biz
duranlara unutuldu ekleyerek sadece gözler kapandığında görünen
o ürkütücü engelleri aşarak yolumuzu kat etmeyi tercih ettik. Bu
yüzden doğaldır, sorumu yanıtlamayabilirsiniz.
Neden soruyorum ki?
Daha doğrusu neden sormaya ihtiyaç duyuyorum?
Neden?
Acaba 21. yüzyıla doğru sürüklenirken hâlâ geçmişteki külleri
tutuşturmaya, eskilerden yenilere, eskiye ait olan bir şeyler mi taşı-
maya çalışıyorsunuz?
Galiba unuttunuz. Siz kış uykusundayken ben şovenist duygu-
ları yakmış, küllerini denize atmıştım... Korkmayın uyandırır, uyu-
muşluğumuzu uyanmışlığımız. Oysaki benim düşüncemin içinde
mazim uyumuyor, biliyorum. Ne ben onun uykusunda, ne de o be-
nim düşüncemde bulundu. O beynimin bir köşesine yerleştirdiğim
bir tarih yaprağı, yaprağını yaşatan bir yağmur damlası.
Kayığıma binip yanıma bir anlam aldım, açıldım. Aydınlıklar
yaşantısıdır yaşamın. Susmalarında bile bulur sizi seslerle. Üşünen
gecelerin sıcak karanlığında yalanlara dönüşür korkular için. Aklım
125
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

bir düş dönüşümünde sancılaşırken Ata’mın izinden ben vazgeçme-


diğim, vazgeçmeyeceğim ışık dolu gözlerinden, sevgi dolu yüreğin-
den, bilgi akan beyninden, gök gözlerinden, ondan, kendinden.
Peki, hiç düşündünüz mü?
Hayata veda edişinin 60. yılında bile neden hâlâ onu ziyaret
eden bağrı yanık bir ana görürüm, arkadaşlarımı görürüm, kendimi
görürüm, görürüm? Neden görüşümü sürdürürüm?
Hele bir kaldırıp başımızı başucumuza getirin yaşamı. Gök göz-
lerin ardındaki anlamı, buram buram kokan hayatın tadını, burcu
burcu akıttığımız kanları hele bir seyreyleyin. Yaşı ilerledikçe kuv-
vetine bir kanat bulmak, varlığına bir şey katmak, kendini can ve
gönülden harcamak özleyişinin kendine nasıl bir işkence haddini
bulduğunu hele bir görün. Benim geçmişim ve geleceğim yaşanma-
mışlarla birlikte yok olamaz. Atatürkçü düşüncenin kendi kendini
yenileyebildiğini, kendi kendini yetiştirebildiğini, koşar adımlarla
ilerlediğimizi biliyor musunuz?
Peki, aydınlık yarınlara attığımız temelin ne kadar sağlam oldu-
ğunu yeni olmaya çalışırken eskidiğinizi ve sadece savunmazlıkların
anılarda direneceğini biliyor musunuz?
Ben maziden gelir, bugüne uğrar, geleceğe koşarım. Bir destan
yazar gibi gündüz gece ben Türklüğü kazdım yüreğime. Anmak; bir
acıyı hep sormaksa eğer, anmak bir kırgınlık yanığında öyküleşmeyse
bakmasını bildikçe görüyorum çaresizliğinizi, tartmasını bildikçe tar-
tarım inanmışlığınızı. Bekleyin, geliyoruz. Sevda yorgunu gözlerim
yüreğimin haritasını çizerken göğe sizin kininiz hapsoldu bedenime.
Hapsolmak sadece demir parmaklıların arasında olmaz. Sevgi
de hapseder sevgilinin gözlerine, nefret de hapseder ellerini nam-
luyla tetik arasına. Ben fırtınayı, borayı seçtim siz yağmurdan kaçar-
ken. Siz gözlerimden dökülen yaş, kalbime saplanan acı, hayallerim-
den hiç silinmeyen katilsiniz.
Vatan sevgisiyle için için yanan yüreğim tüm umutları birbirine
bağladı. Şimdi zaferlerimizle varız.
Keder rüzgarları eserken bahçelerde laikliği kazıdım tüm be-
126
ALİ KUZU

denime. Beynime dürüstlüğü ekerken, yüreğime biçtim yurdumu,


benliğime işledim tüm ruhumu. Zamanımız kalmadı artık. Sürük-
lenen bir çuval gibisiniz 21. yüzyılın eşiğinde. Katar katar günler
geçiyor kara duman, yosun yosun kokuyor sahiller. Dalgın ve istek-
siz tabloda balıklar. Zaten üzgün bir hali vardı istiridyelerin. Rüzgar
tersinden esmeye başladı. Deniz ters yöne dalgalarını savuruyor,
Ortaçağ’ın karanlıklarına doğru karaya vuruluyorsunuz, bitip tüke-
niyorsunuz.
Yüreğim bir yağmur gibi çiselerken sele, bir damla gözyaşım
denize ve kalbimde taşıdığım sevgi Ata’mı içimde yaşatırken tüm
güzellikleri, gerçekleri özgürlüğünü ve şimdi tekrar soruyorum size;
Nerede?
Hangi taşın altında?
Hangi dağın ardında?
Silahım özgürlük,
Namlum bağımsızlık,
Nerede?

Emanetine Sahibiz Atam

Yetmiş beşinci yıl hazırlıklarının tüm hızıyla devam ettiği gün-


lerden biri... Evde, sokakta, okulda hep aynı heyecan. Derken, son
derece alışık olduğumuz öğrenci olaylarından biri gölge düşürüyor
mutluluğumuza. O gün, bindiğim otobüsün gündeminde de bu
konu var. Herkes, gençleri kınıyor, üzüntüsünü dile getiriyor. An-
sızın, titrek bir sesin eşliğinde söylenen birkaç sözcük beyinlerde
yer ediyor. “Bu nesil savaş mı gördü?” diyor sesin sahibi. Merakla
çevrilen bakışlar, ak saçlı bir ihtiyara odaklanıyor. Kafam karışıyor,
duraksıyorum. Otobüsten inerken ise gözüme takılan, göğsündeki
gazilik madalyası oluyor.
Düşünüyorum... Bir şeylerin yolunda gitmesi için savaş mı gör-
mek gerek yoksa yorgun bir sitem mi gizli bu sözlerde?
Sonunda... Büyük gün... Ata’nın mavi gözleriyle, sarı saçlarıy-
127
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

la yine kurtarıcısı oluyor konuşmacıların. Tanıdık cümleler kulak-


larımızı dolduruyor, bellek kapılarımızı aralamaksızın... Törenler
bittiğinde büyük insana duyduğum minnet hissi altında ufaldıkça
ufalıyorum. Emaneti karşısında eziliyorum çünkü bize, bizi insan
yapan özgürlükleri sunan yüce insanı hâlâ yasalarımızla koruyoruz,
korunmaya ihtiyacı varmışçasına... Ona dil uzatacak kadar gaflet
içinde bulunanları hapishanelere yolluyor, Anıtkabir’e çiçekler yağ-
dırıyoruz. Oysa aramızdan gelen, bizden olan bu insanları ışıktan
köşe bucak kaçan yarasalar gibi yetiştirmeyi nasıl başardık? Bilemi-
yoruz. Kendi kendime “Düşünmüyoruz, öyleyse yokuz.” diyorum.
Küçücükken çocukların ellerine birer yaşam kılavuzu tutuş-
turuyor, harfiyen uyulması gerektiğini de dipnot düşüyoruz. Ma-
nevi miras kabul ettiğimiz bu eseri uygulayarak iyi insan, iyi öğ-
renci, iyi vatandaş olduğumuzu zannediyoruz fakat yanılıyoruz.
Cumhuriyet’i, açılışını bekleyen bir heykel gibi bekletiyor, üzerin-
deki fiyakalı örtüye hayranlıkla bakıyoruz. Yeni nesillere örtünün
rengini, şeklini, güzelliğini anlatıyor; örtüyü çekip kaldırması için
bir ikinci Atatürk bekliyoruz. Bekleyişi yüzyıl uykusuna çevirmişiz,
silkinip, uyanamıyoruz.
Milli benliğimizi boynu bükük bırakıp çağdaş olduğumuzu zan-
nediyor ya da körü körüne bağlandığımız bazı tozlu düşüncelerle
beyin kıvrımlarımızı tıkayarak geçmişe sahip çıktığımızı sanıyoruz.
Elimizde bir ışık prizması; bir damla su bulup o harikulade
renkleri ortaya çıkarmayı akıl edemiyor, “Bu ne işe yarar?” derce-
sine birbirimize bakıyoruz. Halbuki tanımlarını ilkokulda ezberle-
miştik o renklerin. “Kendi kendine yönetmekti cumhuriyet, kanun
önünde eşitlikti halkçılık, dinle devletin ayrılmasıydı laiklik...”
Doğru nedenlerle yanlışları yaptık çünkü biz onu anlayamadık.
Neredeyse uykusunda bile düşünen insanların ardından gittik, dü-
şünceyi suç sanarak... Kitapları okumayan, adeta yutan bir dahiyi
takip ettik renkli kutuya aldanarak. “Düşünürsek aklımız karışır;
okursak isyan eder, toplumun başına çorap öreriz.” dedik, farkında
olmadan ördüğümüz çorabı söke söke ucunu bulamadık.
128
ALİ KUZU

Bardağın boş kısmı böyle bir Türk gencinin gözünde... Ancak


bir de dolu kısmı var ki bizi ayakta tutan, görmezlikten gelinmez...
Türk gencinin iki sebebi var; ümitli olmak, çalışmak için... Bunla-
rın biri ödemez borcumuz, bir diğeri ise bereketli Anadolu’muz ile
onun sağduyulu insanları... Biz şehit düşen oğlunun ardından “Va-
tan sağ olsun.” diyebilecek kadar metanetli analara sahipsek; güneş,
bulutların arasından çekilip çıkarmak için bizi bekliyor. Bu memle-
ket; düşünebilen, görmediği savaşı yaşayabilen bir Türk gençliğini
hak ediyor, umutla bekliyor Cumhuriyet’in örtüsünü kaldırmanın
tam zamanı be bunu başaracak olan bilimle, sanatla, düşünceyle
yoğrulmuş; ışıktan kaçmayan aydın Türk gencidir. Tüm olumsuz-
luklara rağmen iki bine iki kala, tüm gücümüzle geliyoruz. Sen rahat
uyu, emanetine sahibiz Ata’m!

Büyüyen Işık

Önce sadece tohumdu. Toprağa düştüğünde çevresindeki dev


gibi ağaçların arasında kendisini çok savunmasız hissediyordu... O
gün yağmur yağmaya başladığında belki de büyümekten umudunu
kesmişti. Kabuğuna vuran yağmur damlaları, yeni bir hayatın müj-
decisiydi... İçinde bir kıpırdanma hissetti, evet büyüyordu... Diğer
ağaçların tepkisinin ne olacağını düşündü ama bir süre sonra onu
kabullendiklerini gördü. Artık büyümesini engelleyecek hiçbir şey
kalmamıştı. Giderek boyunun, diğer ağaçlara yaklaştığını gördü. Bu
bir mucizeydi. Kendi çabasıyla, yaşama sevinciyle gerçekleştirmişti
bunu. Sonuna kadar da pes etmemeye kararlıydı. İşte, Türkiye’nin
geçmişten geleceğe portresi...
Bu günlerde odamdaki Atatürk portresine her bakışımda, onun
farklı bir yanını görüyorum. Bugüne dek sürekli bir idol olarak gör-
düğüm bu yüce önder, şimdi düşünceleriyle giderek somutlaşan bir
düşünce sisteminin çağlara ışık tutan, insanlığa ışık tutan yaratıcısı-
dır. Olgunlaşmak, çevremizi sarmaya çalışan kara bulutlara karşı bi-
linçlenmek için amacımız Atatürk’ün gözlerinin içine baktığımızda
129
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

bazı noktaları yakalamak ve o derinliği hissedebilmek olmalı.


Bazen en küçük davranışlar bile insanlar üzerinde büyük umut-
lar yaratabiliyor. Yolda yürürken gördüğü bir Atatürk resmini, üze-
rine basılmaması için içtenlikle yerden alan bir insan, Atatürk sevgi-
mizin ve ona olan bağlılığımızın tükenmeyeceğinin bir kanıtı. Bun-
lar belki çok küçük olaylar ama en güçlü duyguların dışavurumu...
İnsanlar bazı değerlerin farkına yeni yeni varıyorlar. Kayıtsızlık-
lar, ikiyüzlülükler, bağnazlık, hoşgörüsüzlük, insanları o kadar sık-
mış, o kadar etkilemiş ki artık insanlar patlama noktasına geldiler.
Bu yıl ki cumhuriyet kutlamaları da bunun göstergesi... Milyonlarca
insanın yollara dökülmesi, önceki yıllara oranla insanların daha coş-
kulu, daha içten hareket etmesi, kendilerini rahatsız eden olaylara
karşı tepkilerinin her geçen gün artması bu ivmenin yükseldiğinin
kanıtlarıdır.
21. yüzyılda ilk değişenler politika sahnesindekiler olacak. Yaş-
lanmış, etkinliğini yitirmiş bireyler, yerlerini genç beyinlere bıra-
kacak. Yeni simalar, yeni umutları beraberinde getirecek. İnsanlar
önce sabit fikirlikten, bağnazlıktan kurtarılacak. Örümcek ağları
temizlendikten sonra ilerici, çağdaş üretici ve akılcı hale getirilen
beyinler, ülkemizin geleceğini sağlam temeller üzerine oturtacaklar.
Atatürk’ün önemi ve düşünce dünyasındaki yeri çok daha iyi
anlaşılacak ve insanlar onu bir “kavram” olmanın ötesinde algı-
layabilecekler. Düşünce sistemimizde yaptığımız bu değişiklikle,
teknolojik yaşantımıza da yansıyacak, sürekli pasif, alıcı konumdan
çıkıp, üretici konuma geleceğiz. Ekonomik yönden dış ülkelere olan
bağlılığımız azalacak, gelir dağılımındaki eşitsizlik, toplumun çeşitli
kesimleri arasındaki uçurum hemen hemen ortadan kalkacak. İn-
sanlar, bir birey olduklarının farkına varacaklar ve buradan aldıkları
güven ve kararlılıkla, cumhuriyetimizi daha iyi yerlere taşıyacaklar.
21. yüzyıl bitiminde, sanatta, ekonomide başarıya ulaştığımız, top-
lumsal barışın tüm bireylere yayıldığı, ulusa, uluslararası ilişkilerde
saygınlığın kazandırıldığı bir yüzyıl olacaktır.
21. yüzyılın da ışığı olacak yüce önder Atatürk, yaşadığı süre-
130
ALİ KUZU

ce etrafına yaydığı ışıkla uygarlığı oluşturdu, insanlara bilimi, sanatı


öğretti. Ama son damlasına kadar gücünü, zekasını boşa harcama-
yan o mum zamanla eridi... Tükendiğinde hiçbir mumda görülme-
yen bir şey gözlendi.
“Alevi hâlâ dimdik ayaktaydı.”
Ve sonsuza kadar ayakta kalacak...

Emin Adımlarla İleriye

“Atatürk bir çıkıştır, bir varış değil...” diyor Orhan Asena dizele-
rinde. Atatürk için kaleme alınan birçok dizeden farklı buluyorum
bu dizeyi. Evet, Atatürk olduğu yerde durmak değildir. Hep en iyisi-
ni, en ilerisini hedeflemektedir.
Cumhuriyetimizin yetmiş beşinci yılıydı bu yıl, iki bine iki kala
Cumhuriyet yetmiş beş yılına bastı. Artık dünya yavaş yavaş yeni bir
yüzyıla, yeni bir çağa adımını atıyor, hatta belki o adımı atanlar bile var.
Peki ya Türkiye?
Yirmi birinci yüzyıl Türkiye’ye ne getirecek?
Aslında Türkiye’yi bekleyen olayları kime sorsanız, “Gelişe-
cek...”, “İlerleyecek...”, “Daha iyi yerlere gelecek...” olacaktır alacağı-
nız yanıt. Hepimizin de istediği bu ama nasıl?
Atatürk’ü öven nutuklar atıp aslında Atatürk’ü hiç tanımayan-
lar ya da Atatürk’e Atatürkçülüğe karşı olanlar mı yapacak bunu?
Hayır. Bana göre yapılması gereken en iyi şeyi ancak biz yapabi-
lir ve bizim, Türk milletinin, istediği zaman yapmayacağı şey yoktur
ama cesur olmamız gerek. Atatürk’ün bir milleti kurtarmaya karar
verdiği andaki gibi cesur olmamız gerek ve biraz duyarlılık gerek
bize, biraz da gerçekçilik... Bu milleti kurtaracak bir Atatürk daha
gelmeyecek; bunu anlamalıyız ama hepimiz birer Atatürk olabiliriz,
birer Atatürk yaratabiliriz. Onun ilkeleri, onun düşünceleri ışığında
ve kendimiz olarak pek çok şeyi başarabiliriz. 21. yüzyıla girerken,
her şeye yeniden başlayıp en güzeline, bizim için en ilerisine böyle
ulaşabiliriz. Çünkü kalbimizde Atatürk’ü, beynimizde de Atatürk il-
131
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

kelerini taşıyoruz. Yalnızca taşımakla kalmayıp onu yaşıyoruz.


Önce barışla başlamalıyız. Kendimizle, milletimizle, dünyay-
la barış içinde olmalıyız. Geçmişe değil, sadece geleceği düşünüp
ona yoğunlaşmalıyız. Yalnızca bireysel başarılara değil, toplumsal
başarılara imza atmalıyız. Kendimiz kadar bu milleti, bu vatanı da
düşünmeli, gerçek milliyetçiler olmalıyız. Haklarımızdan ödün ver-
meden, kedimizi savunmalı, haksızlığa izin vermemeliyiz. Öyleyse
vakit kaybetmeden hep birlikte, emin adımlarla ileriye.

Aydınlık Bir Yol

Atatürkçülük, gücünü gerçekçi, atılımcı ve sürekli devam etme-


sinden almaktadır. Biliyoruz ki hepimiz bu günlere Atatürk’ün sa-
yesinde geldik. O nice 21. yüzyılları görecek kadar ileri görüşlü bir
liderdi. Gelecekte neler olacağının bilincindeydi. Atatürk bunu en
güzel, gençliğe hitabesinde anlatıyor. Gençliğe hitabeyi incelersek
bugünkü devletin durumunu ve bizim ne yapmamız gerektiğini ne
kadar güzel anlattığını görürüz.
Onun inkılapları, onun yenilikleri günümüze kadar sürmüştür.
Gerçi bu yeniliklere karşı koymaya çalışan, vatanı düşünce özgürlü-
ğünden, gelişmekten men etmeye çalışan gericiler hâlâ vardır. “Geri-
ciler” diyorum çünkü bu düşünceye sahip olan insanlara ancak böyle
hitap edebiliyorum. Ama onların azınlıkta olmaları Türk gençliğinin
Atatürk’e ve onun düşüncelerine verdiği önemi göstermektedir. Biz
Türk Gençleri her zaman onun meşalesiyle aydınlanacağız.
Yenilik demek yeni fikirler üretmek, yaptığımız işlerde, atılım-
larda başarı sağlamaktır. Başarıya giden yol Atatürk yoludur. Bu yol
bizler için apaydınlık bir gelecektir. Atatürk’ün hepimize bıraktığı
görev milletimizi çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkarmaktır.
Bizlerden sonra bu görevi yeni nesiller devralacak, bu aydınlık yol-
da belki de koşar adımlarla yürüyeceklerdir. Bu görevler aklın ve
132
ALİ KUZU

bilimin önderliğinde, milletçe Atatürkçü düşüncenin ışığında yapı-


lacaktır. Türk Milleti asla Atatürk’ün yolundan şaşmayacaktır.
Unutmayalım ki Atatürkçü demek onun düşüncelerinde, onun
ışığında yol almaktır. Bu görev biz gençlerindir. Bizler Türk genci ola-
rak bu meşalenin sönmesine asla izin vermeyeceğiz. Bugünkü gençlik
Atatürk’ün eseridir ve bu eser sonsuza kadar onun olarak kalacaktır.

133
134
ÇOCUK ESİRGEME KURUMU
(HİMAYE-İ ETFAL CEMİYETİ)

Himaye-i Etfal Cemiyeti’nin 1908 yılında mahalli olarak


Kırklareli’nde kurulduğu ve Balkan Savaşı’na kadar çalışmalarını
yürüttüğü, 1917 yılında İstanbul’da ulusal düzeyde kurulduğu ve
Kırıkkale şubesinin de İstanbul merkeze katıldığı, 17 Ocak 1921 ta-
rihli bir padişah iradesiyle kamu yararına çalışan bir cemiyet olarak
kabul edildiği bilinmektedir.
Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu’ya geçen kurucular, 30 Ha-
ziran 1921 tarihinde Himaye-i Etfal’i Ankara’da kurarak, çocuk da-
vasını tekrar gündeme getirmişlerdir. Çocuk Esirgeme Kurumu’nun
(Himaye-i Etfal) tarihsel gelişimine baktığımızda sosyal hizmetler
alanında birçok ilki başlattığını görürüz. Kurtuluş Savaşı sırasında
cephede savaşan kahraman babaların ve fedakar anaların çocukla-
rını koruma ve kollamakla başlayan çalışmalar savaş sonrası sağlıklı
kuşaklar yetiştirmeyi amaçlamıştır.
Kurum; pastörize süt dağıtımı, muayene ve tedavi, para yardı-
mı, doğum yardımı, okul gereçleri dağıtımı şeklinde başlayan çalış-
135
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

malarını daha sonra çeşitlendirerek, çocuk yuvaları, doğumevleri,


prevantoryum, pansiyonlar, kreşler, süt damlaları, talebe sofraları,
çocuk kütüphaneleri, müzeler, çocuk bahçeleri, sıhhi banyolar, yüz-
me ve kum havuzları, sinemalar vb hizmetlerle sürdürmüş. Cumhu-
riyete sağlıklı kuşaklar yetiştirmeye kendini adamıştır.
Özellikle anne ve çocuk sağlığına yönelik eğitim çalışmaları,
kitap yayınları, sergiler, gürbüz çocuk yarışmaları, bakıcı okulu,
kıymetli eşya piyangoları, balo, müsamere, eğlenceler, yarışmalar,
konferanslar, şefkat pulları, lüks telgraf, kurumun aklımıza gelen ça-
lışmalarından bazılarıdır.
Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu’nu, devletin maddi ve mane-
vi desteğini arkasına almış, halkın katılımıyla büyümüş, döneminin
en büyük sivil toplum örgütü olarak nitelememiz hiç de yanlış ol-
mayacaktır. Kurum tüm ülke çapında örgütlenmekle kalmamış, yurt
dışında yaşayan Türklerin desteklerini sürekli yanında hissetmiştir.
Yirmi beş yıllık başarılı bir ömür içinde ve 18 yardımla ceman
12.758.640 Türk çocuğuna şefkat elini uzatan Türkiye Çocuk Esir-
geme Kurumu yapabildiği bu yardımları, Türk ana ve babalarının
yüksek hayırseverliklerine borçludur. Bu yardımları yapabilmek,
kurumun 688’i yurt içinde ve 38’i yurt dışında olmak üzere 726 şu-
besinde çalışan 62.257 üyesi için bir büyük gönül huzurudur. Bu
verilerin 1946 yılının göstergeleri olduğu dikkate alınırsa kurumun
örgütsel büyüklüğü ortaya çıkacaktır.

Vatandaşlar Destek Olmalı

Kurum başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere dönemin


tüm devlet büyüklerinin desteklerini almıştır. Atatürk “Memleke-
tin çocuklarını korumayı üzerine alan Çocuk Esirgeme Kurumu’na
vatandaş yardıma mecburdur.” sözleriyle vatandaşların desteğini is-
temenin yanı sıra, kendisinin de Kurum’a verdiği desteğini kendi el
yazısıyla aşağıdaki şekilde ifade etmiştir.

136
ALİ KUZU

Türkiye
Büyük Millet Meclisi Riyaseti
Baş Kitabeti
Evrak ve Tahrirat Kalemi
Adet
1143 Ankara
1.8.337

Ankara’da Himaye-i Etfal Cemiyeti Muhteremesi Riyasetine


11. Temmuz 37 Tarih ve bir numaralı tezkereyi aliyelerinde talep
buyrulduğu veçhile Himaye-i Etfal Cemiyeti Muhteremesinin himayesi-
ni kemali iftiharla kabul ettim. Cemiyetin kıymetkâr ve feyizkâr mesai-
sinde muvaffak olmasını temenni eylerim efendim.

Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi


M. Kemal

Atatürk’ün Himaye-i Etfal’e verdiği önemi belirtmek açısından,


Bolu ilinde yapılan sünnet töreni daveti ve kendisinin buna cevap
olarak yazdığı telgraf metni aşağıda aynen aktarılmıştır:

B.M.M Reisi Başkumandanlık Cânib-i Âlisine,


Bugün Bolu Himaye-i Etfal Cemiyeti (Çocuk Esirgeme Kurumu) ta-
rafından vatan ve memleket yolunda hayatlarını feda eden şehitlerin bırak-
tıkları evlatlarımızla cephede bulunan sevgili askerlerimizin yavruların-
dan 186 çocuğun Memleket Hastanesi’nde sünnetleri yapılmıştır. Bu mü-
nasebetle memleket donatılmış, mızıka ve davullarla, çocuklar arabalarla
gezdirilmiş ve hepsine de bir kat elbise ve ayakkabıları ve muhtelif hediyeler
verilerek, gerekli bakımları ve dinlenmeleri sağlanmıştır. Arz ederim.

Bolu Mutasarrıfı Fahri (Fahreddin)

137
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

M. Kemal Paşa, B.M.M. Reisi ve Başkumandan imzası ile şu


karşılığı vermiştir;

Bolu Mutasarrıflığına,

10 Eylül 1921 tarihli telgrafa cevap.

Bolu Himaye-i Etfal Cemiyeti tarafından şehitler ve mücahitler ço-


cuklarından 186 kişinin sünnetlerinin yapılması ve kendilerine elbise ve
hediyeler verilmesi, övünülecek şeylerdir. Teşekkür ederim. Bu gibi şeyle-
rin devamı gereklidir. İlgililere bildirilmesini rica ederim.”

Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi


M. Kemal

Mustafa Kemal Atatürk’ün kuruma ve çocuklara verdiği öne-


min bir göstergesi olan yukarıdaki telgrafın yanı sıra, çocuk bayram-
ları ve Çocuk Esirgeme Kurumu’nun düzenlediği müsamerelere ka-
tılması, eşi Latife Hanım’ın kurumun çalışmalarına destek vermesi
birçok kaynakta karşımıza çıkmaktadır.

138
İLK ÇOCUK ANAYASASI

Nüfus artışını desteklemek, çocuk sorununu gündemde tut-


mak amacıyla başlatılan Çocuk Haftası ile ilgili olarak; Türkiye Ço-
cuk Esirgeme Kurumu (Himaye-i Etfal Cemiyeti) Anayasası isimli
eserde Çocuk Bayramı’yla ilgili şu maddeler bulunmaktadır:

Madde 61-
(l)- 23 Nisan Kurumun çocuk günüdür. Çocuğa müteallik hu-
susatın tespiti, takriri ve neşri bugün azami derecede icra ve çocuk
bayramları tertip etmek suretiyle, muhitin nazarı dikkati çocuğa
tevcih edilir.
(2)- 23 Nisan ve 29 Teşrinievvel günlerinde Çocuk Esirgeme
menfaatine rozet tevzi olunur. (TÇEK- 1935)

1951 yılında yayınlanan kurumun bir başka kaynağında “Ço-


cuk Haftası Madde: 9–23 Nisan Milli Egemenlik günü, Kurumun
Çocuk Bayramı ve Çocuk Haftasının ilk günüdür.” şeklinde yer al-
maktadır.
139
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

Çocuk Bayramı’yla ilgili olarak ilk kaynaklardan birisi İffet


Aslan’ın makalesidir. Makalede; 23 Nisan günüyle ilgili en eski bel-
genin 23 Nisan 1923 tarihini taşıyan Himaye-i Etfal pulu olduğunu,
23 Nisan 1924 tarihinde ise bir gazetede “Bugün yavruların rozet
bayramıdır.”; 23 Nisan 1926 tarihli Hâkimiyeti Milliye’de; “23 Ni-
san Türklerin Çocuk Günüdür.” yine 23 Nisan 1927 tarihli gazetede
23 Nisan gününün Himaye-i Etfal’i Cemiyeti’nce “Çocuk Bayramı”
olarak kabul edildiği belirtilmektedir.
Himaye-i Etfal Cemiyeti Başkanı Dr. Fuat Mehmet “... Halkımızın
çocukla alakasını tes’it maksadile 23 Nisan Çocuk Bayramını ihdas et-
miş ve üç dört seneden beri vatanın her tarafında pek güzel bir surette
tes’it olunan çocuk bayramından cesaret olarak bu bayramı “Çocuk Haf-
tası” namile yedi güne teşmil eylemiştir. Haftanın mebdei 23 Nisan’dır.
Çocuk Esirgeme Kurumu 1929 yılında kutlanmaya başlanan
Çocuk Haftası nedeniyle kapsamlı bir kutlama programı çıkarmış-
tır. Hafta içerisinde neler yapılacağı, çocuğun önemi, devlet büyük-
lerinin çocuk haftasıyla ilgili görüşleri, çocuğun beslenmesi, sosyal
gelişimi, yurt dışındaki çocukla ilgili çalışmalar, hafta nedeniyle ga-
zetelerde yer alan resim ve makalelerin yer aldığı “Çocuk Haftası”
isimli dergi çıkarmıştır.
Kurum tarafından 1929 yılında yayınlanan Çocuk Haftası Der-
gisinde; “Çocuk Haftası Nasıl Olacak?”, “Çocuk Bayramı Nedir?”,
“Çocuk Haftasının İhdasının Sebepleri Nedir?” konuları ele alına-
rak 23 Nisan Çocuk Bayramı Programı yayınlanmıştır.

Bu programda:

• Çocuk Bayramı günü gazetelerde çocukla ilgili makalelerin


yayınlanması mümkünse özel sayı şeklinde çocuğun hayatı, yaşayışı,
eğlenceleri, okullardaki terbiye sistemi, çocuk masalları ve birçok
konunun resimlerle ve makalelerle işlenmesi,
• Dükkânların ve evlerin Himaye-i Etfal bayraklarıyla süslen-
mesi,
140

Levent Şahverdi Arşivi


ALİ KUZU
• Şube ve merkezler ve anne ile babaların desteklenerek çocuk-
lara bayram elbisesi yapılması,
• Himaye-i Etfal’in merkez ve şubelerinde bayramlaşmaların
yapılması ve çocukların birbirlerine Himaye-i Etfal’in tebrik
kartlarını göndermeleri,
• 23 Nisan’dan bir veya iki gün önce başlayarak bütün dük-
kanlarda çocuklara ait eşyaların vitrinlerde teşhiri çocuk bakımı,
hastalıkları, giyimi ve gıdasına ait levhaların teşhiri,
• Bayram yerlerinde salıncak, atlıkarınca, hokkabaz, kukla,
karagöz gibi eğlenceler düzenlenmesi,
• Çocukla ilgili önemli sözlerin yer aldığı levhaların çeşitli yer-
lere asılması,
• Himaye-i Etfal’e ait yazı ve öğütlerin sinemalarda gösterilmesi,
• Bayram süresince çocukların sinema tiyatro gibi eğlence yer-
lerine ücretsiz girmesi,
• Mevcut bulunan nakliye vasıtalarının 2 saat için Himaye-
i Etfal’e tahsis edilmesi ve hükümet binalarının önünden geçiş
sırasında vali ve belediye başkanlarını korteji selamlamaları,
• Çocuklara hediye edilmek üzere oyuncak bisküvi şeker vb uy-
gun hediyelerin bağış olarak toplanması,
• Uçaklar tarafından çocuklara ilişkin bildirilerin atılması,
• Uygun yerlerde balo ve müsamerelerin düzenlenmesi,
• 12 yaşına kadar olan çocuklar ve ailelerin otobüs, tramvay, va-
pur ve tünelden ücretsiz yararlanması,
• Resmigeçit müzikli geçitlerde çocukların çiçek, yaprak ve dal-
larla düzenlenmiş araçlarla geçidi,
• Geçitler sırasında fabrika vapur ve otomobillerin düdük
çalarak törene iştirakleri,
• Gürbüz çocuklarla zayıf çocukları karşılaştıracak yazıların
hazırlanması,
• 6 çocuk sahibi ailelerin desteklenerek, mümkün olduğunca
ailelere imtiyaz sağlanması,
• Genel merkezce demeçlerin yayınlanması, şeklinde ana
başlıklar çıkarılarak Çocuk Haftası’nın kutlanması istenilmiştir.

141
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

Çocuk Esirgeme Kurumu halen günümüzde uygulanan bir ge-


leneği hayata geçirmiştir. Çocuklarımızın bazı görevlere temsili ola-
rak oturması Çocuk Haftası nedeniyle uygulanmaya başlanmıştır.
1929 yılında bir hafta süreyle kurulan komitenin genel katip-
liğini yürüten Sevim ve komite başkanlığını yürüten Burhanettin;
Büyük Gazi’ye, Büyük Milletvekilleri Reisliği’ne, Büyük Başvekil’e,
Himaye-i Etfal Merkezi Reisliği’ne, Türk Ocakları Merkez Heyeti
Reisliği’ne telgraf çekerek isteklerini belirtmişlerdir:
“Bugün Hâkimiyeti Milliye Bayramı. Bayramınızı tebrik ederiz.
Biz bütün Türkiye çocukları büyük bir sevinç içindeyiz. Bu müba-
rek hâkimiyet gününde çocukların da hâkimiyetini kabul ettiğiniz
için size ayrıca teşekkür ederiz.”
İstanbul Türk Ocağı mührü ve yazıhanenin anahtarını teslim
alan komite, haftanın bitiminde Umumi Katip Sevim dileklerini
sunmuştur. Çocuk komitesinin çocuklarla ilgili dilekleri sanırız, bu-
gün bile güncelliğini korumaktadır.

Çocuklar dileklerini şu başlıklar altında toplamıştır:


1- Her çocuğa müsavi gıda, sıhhat ve hayat isteriz.
2- Çocukların dilenmesini men eden kanunlarınızı şiddetle
tatbik etmenizi isteriz.
3- Çocukların evlerde, mekteplerde, sokaklarda, her yerde
dövenlere karşı adil davranmanızı, çocuklara zulmü men edecek ve
cezalandıracak bir kanun çıkarılmasını isteriz.
4- Çocukların hamallığını, yük taşımasına mani olmanızı isteriz.
5- Çocukların ağır işlerde çalıştırılmamasını isteriz.
6- Çocuk sinemaları isteriz.
7- Fakir, zengin çocuklar için izci teşkilatı isteriz.
8- Her çocuğa mektep isteriz.
9- Sokaklarda yatan çocuklara çatı isteriz.
10- Fakir çocukları himaye için Himaye-i Etfal’in her tarafa ya-
yılmasını ve kuvvetlenmesini isteriz.

142
ALİ KUZU

Çocuk Haftası boyunca yapılan çalışmalarla ilgili bir başka kay-


nakta ise şu bilgiler bulunmaktadır:
Çocuk Haftası boyunca, okulların katılımıyla alaylar tertip
edilmiş, müsamere ve eğlenceler yapılmış, bütün nakliye araçları,
tramvaylar, vapurlar meccanen çocuk taşımış, sinemalar ve eğlence
yerleri çocuklar için açık tutulmuş.
Türk Ocağı, çocuk haftası eğlenceleri ve faaliyeti için açık tutul-
muş. Burada, çocuk sergisi açılmış, geceleri çocuk aileleri için kon-
feranslar verilmiş, bütün çocuklara ait eşyalar camekanlarda teşhire
başlanmış, cemiyet kendi himayesindeki çocukları giydirerek alay-
lara iştirak ettirmiş.
Kolordu, Bahriye ile Darüşşafaka ve diğer mızıkalar, gündüz ve
geceleri eğlencelere katılmış, Taksim ve Fatih parklarında eğlence-
ler yapılmış, “gürbüz çocuklar” müsabakaları yapılmıştır.
Kurumun Çocuk Haftası etkinlikleri ileri yıllarda tüm ülke dü-
zeyine yayılarak sürmüştür. Yukarıda sayılan etkinlikler en küçük
mahalli birimlerde bile çocukların katılımıyla şenlik havasıyla kut-
lanmıştır. Devlet büyükleri ve Çocuk Esirgeme Kurumu yetkilileri
çocuk davasıyla ilgili görüşlerini hafta boyunca radyolarda işleyerek
konunun önemine değinmişlerdir. Çocuk sorunları ve çocuk hafta-
sıyla ilgili tüm haberler dönemin gazetelerinde yer almıştır. Kurum
“Çocuk Haftası” isimli resimli bir dergi yayınlayarak faaliyetlerini ve
devlet büyüklerinin demeçlerini yayınlamıştır.
Çocuk Esirgeme Kurumu, Cumhuriyet’in ilerleyen yıllarında
Mustafa Kemal’in çocuklara olan sevgisinin simgesi olmuş ve dünya
tarihinde çocuklarına bayram armağan etmiş ilk ve tek ulus olarak
çocuk konusunun ve çocuğa verilen değerin canlı tutulmasında ve
çocuklara yönelik sosyal hizmetlerin yürütülmesinde ve geliştiril-
mesinde başrol oynamıştır.
1935 yılında kabul edilen Ulusal Bayramlar ve Genel Tatiller
Hakkındaki Kanun’la; Hâkimiyet-i Milliye ve Çocuk Bayramı birleş-
tirilerek Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı adı altında kutlanmaya
başlanmıştır. 1981 yılında yapılan yasa değişikliğiyle törenlerin sade-
143
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

ce ilkokullarda ve TBMM’de kutlanması öngörülmüştür. 1986 yılın-


da TBMM’nin aldığı bir kararla 23 Nisan’ın uluslararası boyutlu bir
şenlikle ve Kültür Bakanlığı’nca organize edilmesi benimsenmiştir.
Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu, sosyal hizmetler alanında
muayenehaneler, sosyal yardımlar, kurumsal bakım hizmetleri, ço-
cuğun sosyal gelişimine yönelik hizmetler ve çocuk bayramı gibi
birçok ilki ülkemizde uygulamaya koymuştur.
Kurumun uygulamaya koyduğu ve çocuğu sürekli gündemde
tutmaya çalışılan projelerinden birisi de Çocuk Haftası kutlamaları-
dır. Özellikle M. Kemal Atatürk tarafından desteklenen ve gelenek-
sel hale getirilen Çocuk Haftası, çocuk baloları kutlamaları Himaye-i
Etfal’in en başta gelen görevleri arasında yer almıştır. Kurum, vali-
likler, belediyeler ve diğer kamu kuruluşlarıyla işbirliği yaparak Ço-
cuk Haftası’nın görkemli bir şekilde kutlanmasını sağlamıştır.
Çocuk Esirgeme Kurumu’nun örgütsel ve ekonomik güçlükler
yaşaması nedeniyle ilerleyen yıllarda Çocuk Haftası kutlamalarına
gereken önemi veremediği, bunun sonucunda kutlamaların Milli
Eğitim Bakanlığı’na bağlı okullarca kutlanan törenler haline dönüş-
tüğünü görürüz.

144
UNESCO DÜNYA ÇOCUK YILI

Uzun yıllar kutlanan bayram, dünyada çocukların sahip oldu-


ğu tek bayramdır. 1979’un, UNESCO tarafından “Çocuk Yılı” ilan
edilmesiyle bayram, uluslararası nitelik kazandı.
TRT, 1979’dan bu yana geleneksel olarak 23 Nisan Çocuk Şen-
liği düzenliyor. Bir hafta süren etkinliklere tüm dünya çocukları da-
vet ediliyor. Farklı kıtalardan farklı ülkelerden gelen çocuklar gönül-
lü ailelerin misafirleri oluyorlar. Etkinliklere 8–12 yaş arası çocuklar
katılabiliyorlar.
1979’da 6 ülkenin katılmasıyla uluslararası boyutta kutlanmaya
başlanan bayrama geçen her sene katılan ülke ve çocuk sayısında
büyük artışlar olmaktadır.
Bu çocuk şenliğine katılan dünya çocukları, büyüklerinden yal-
nızca barış istiyorlar.
23 Nisan Çocuk Şenliği için geçtiğimiz yıllarda Türkiye’ye ge-
len çocukların yaptıkları konuşmalardaki şu sözlere dikkat edin:

145
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

“Barış en çok çocukların hakkıdır!”

“Değerli büyüklerimiz lütfen biz çocuklara kulak veriniz!”

“Dünya’nın yok edilmesine engel olmak çocukların sevgi orta-


mında yaşamasını sağlamak sizin görevinizdir.”

“Sizden armağan olarak yalnızca sevgi ve barış istiyoruz.”


1981 yılından itibaren yeni yapılan düzenlemeyle birlikte kut-
lamalar Kültür Bakanlığı’nın sorumluluğuna verilmiştir. Günümüz-
de 23 Nisan törenleri TRT Genel Müdürlüğü’nce organizasyonları
gerçekleştirilen uluslararası bir şenlik haline dönüşmüştür.
Himaye-i Etfal Cemiyeti’nin temelleri üzerine kurulan Sosyal
Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu, 23 Nisan törenlerini gerek
kendi yurt ve yuvalarında, gerekse ülke düzeyinde düzenlenen tö-
renlere katılarak çocuk hakları açısından konunun gündemde tutul-
masını sağlamaya çalışmaktadır.
Dileğimiz, ülkemize Çocuk Bayramı’nı kazandıran Çocuk Esir-
geme Kurumu’nun tarihsel süreç içindeki varlığının ve öneminin
gündeme getirilmesi, Türkiye Cumhuriyeti’ne sağlıklı kuşaklar ye-
tiştirmeyi amaçlayan bu çalışmanın ülke düzeyinde coşkulu bir şe-
kilde sürdürülmesidir.
Çocukları çok seven, kurduğu yeni devleti onlara emanet eden
ve onların yükselteceğine inanan, güvenen Atatürk’ün çocukları ol-
maktan mutlu ve onurluyuz.
Biz Atatürk çocukları, onun çizdiği yoldan hiç ayrılmayacak ve
bizi aydınlatacak ışık hep onun ışığı olacaktır. Bize onun güvenini
her yerde, her koşulda haklı çıkaracağız!

“Yükselen yeni nesil istikbal sizsiniz. Cumhuriyeti biz kurduk


onu yükseltecek ve yaşatacak sizsiniz.”

146
ATATÜRK YAŞIYOR BABA

On kasımda üzgündü
Bulut buluttu gözleri
“100’den çok fazla olacaktı
Yaşı” dedi canım babam
“Eğer yaşasaydı o büyük adam!”

“Üzülme,” dedim ona


“Ben üzülüyor muyum bak!”
Nedenini açıkladım sonra:
Diyor ki öğretmenimiz:
“Yaşayıp göçmüş insanların
İsimlerinin sonunda
İki sayı görürsünüz...
İllki doğduğu yılı gösterir
Öldüğü yılı gösterir sonraki.
147
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

İngiltere’nin Ana Kraliçesi


Elizabeth (1558-1603)
Gibi örneğin
Eğer ölmemiş olsaydı, adının
Sonuna yıl yazılmazdı kadının.

Atatürk’ünküne bakalım bir de


Baştaki yıl var sondaki yok
(1881 - ...)
Demek ki o ölmedi
Hâlâ Kocatepe’de
Dağları aşıyor baba
Denizlere ulaşıyor
Atatürk yaşıyor baba!
Fevzi Günenç

148
ATATÜRK’ÜN HAYATI

Mustafa Kemal Atatürk 1881 yılında Selanik’te Koca Kasım


Mahallesi, Islahhane Caddesi’ndeki üç katlı pembe evde doğdu.
Babası Ali Rıza Efendi, annesi Zübeyde Hanım’dır. Baba tarafından
dedesi Hafız Ahmet Efendi 14.-15. yüzyıllarda Konya ve Aydın’dan
Makedonya’ya yerleştirilmiş Kocacık Yörüklerindendir.
Annesi Zübeyde Hanım ise Selanik yakınlarındaki Langaza ka-
sabasına yerleşmiş eski bir Türk ailesinin kızıdır. Milis subaylığı, ev-
kaf katipliği ve kereste ticareti yapan Ali Rıza Efendi, 1871 yılında
Zübeyde Hanım’la evlendi. Atatürk’ün beş kardeşinden dördü küçük
yaşlarda öldü, sadece Makbule (Atadan) 1956 yılına değin yaşadı.
Küçük Mustafa, öğrenim çağına gelince Hafız Mehmet
Efendi’nin mahalle mektebinde öğrenime başladı, sonra babasının
isteğiyle Şemsi Efendi Mektebi’ne geçti. Bu sırada babasını kaybetti
(1888). Bir süre Rapla Çiftliği’nde dayısının yanında kaldıktan sonra
Selanik’e dönüp okulunu bitirdi. Selanik Mülkiye Rüştiyesi’ne kay-
doldu. Kısa bir süre sonra 1893 yılında Askerî Rüştiye’ye girdi. Bu

149
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

okulda matematik öğretmeni Mustafa Bey adına “Kemal”i ilave etti.


1896–1899 yıllarında, Manastır Askerî İdadi’sini bitirip,
İstanbul’da Harp Okulu’nda öğrenime başladı.
1902 yılında, teğmen rütbesiyle mezun oldu. Harp Akade-
misi’ne devam etti.
11 Ocak 1905’te, yüzbaşı rütbesiyle akademiyi tamamladı.
1905–1907 yılları arasında, Şam’da 5. Ordu emrinde görev yaptı.
1907’de, Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı) oldu. Manastır’a III.
Ordu’ya atandı.
19 Nisan 1909’da, İstanbul’a giren Hareket Ordusu’nda kurmay
başkanı olarak görev aldı.
1910 yılında, Fransa’ya gönderildi. Picardie Manevraları’na katıldı.
1911 yılında, İstanbul’da Genel Kurmay Başkanlığı emrinde ça-
lışmaya başladı.
1911 yılında, İtalyanların Trablusgarp’a hücumuyla başlayan savaş-
ta, bir grup arkadaşıyla birlikte Tobruk ve Derne bölgesinde görev aldı.
22 Aralık 1911’de, İtalyanlara karşı Tobruk Savaşı’nı kazandı. 6
Mart 1912’de Derne Komutanlığı’na getirildi.
Ekim 1912’de, Balkan Savaşı başlayınca Gelibolu ve Bolayır’da-
ki birliklerle savaşa katıldı. Dimetoka ve Edirne’nin geri alınışında
büyük hizmetleri görüldü.
1913 yılında, Sofya Ateşemiliterliği’ne atandı. Bu görevde
iken, 1914 yılında, yarbaylığa yükseldi. Ateşemiliterlik görevi Ocak
1915’te sona erdi. Bu sırada I. Dünya Savaşı başlamış, Osmanlı İm-
paratorluğu savaşa girmek zorunda kalmıştı. Mustafa Kemal, 19.
Tümen’i kurmak üzere Tekirdağ’da görevlendirildi.
1914 yılında başlayan I. Dünya Savaşı’nda, Mustafa Kemal
Çanakkale’de bir kahramanlık destanı yazıp İtilaf Devletlerine, “Ça-
nakkale geçilmez!” dedirtti.
18 Mart 1915’te, Çanakkale Boğazı’nı geçmeye kalkan İngiliz
ve Fransız donanması ağır kayıplar verince Gelibolu Yarımadası’na
asker çıkarmaya karar verdiler.
25 Nisan 1915’te Arıburnu’na çıkan düşman kuvvetlerini,
150
ALİ KUZU

Mustafa Kemal’in komuta ettiği 19. Tümen Conkbayırı’nda durdur-


du. Mustafa Kemal, bu başarı üzerine albaylığa yükseldi. İngilizler
6–7 Ağustos 1915’te Arıburnu’nda tekrar taarruza geçti. Anafarta-
lar Grubu Komutanı Mustafa Kemal, 9–10 Ağustos’ta Anafartalar
Zaferi’ni kazandı. Bu zaferi 17 Ağustos’ta Kireçtepe, 21 Ağustos’ta
II. Anafartalar zaferleri takip etti.
Çanakkale Savaşlarında yaklaşık 253.000 şehit veren Türk ulu-
su onurunu İtilaf Devletlerine karşı korumasını bilmiştir. Mustafa
Kemal’in askerlerin, “Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi em-
rediyorum!” emri cephenin kaderini değiştirmiştir.
Mustafa Kemal, Çanakkale Savaşlarından sonra 1916’da Edir-
ne ve Diyarbakır’da görev aldı.
1 Nisan 1916’da tümgeneralliğe yükseldi. Rus kuvvetleriyle sa-
vaşarak Muş ve Bitlis’in geri alınmasını sağladı. Şam ve Halep’teki
kısa süreli görevlerinden sonra 1917’de İstanbul’a geldi.
Veliaht Vahdettin Efendi’yle Almanya’ya giderek cephede in-
celemelerde bulundu. Bu seyahatten sonra hastalandı. Viyana ve
Karlsbad’a giderek tedavi oldu.
15 Ağustos 1918’de Halep’e 7. Ordu Komutanı olarak döndü.
Bu cephede İngiliz kuvvetlerine karşı başarılı savunma savaşları yaptı.
Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından bir gün sonra, 31
Ekim 1918’de, Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı’na getirildi.
Bu ordunun kaldırılması üzerine 13 Kasım 1918’de İstanbul’a gelip
Harbiye Nezareti’nde (bakanlığında) göreve başladı.
Mondros Mütarekesi’nden sonra İtilaf Devletleri’nin Osmanlı
ordularını işgale başlamaları üzerine Mustafa Kemal, 9. Ordu Mü-
fettişi olarak 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktı.
22 Haziran 1919’da Amasya’da yayımladığı genelgeyle “Mille-
tin istiklalini yine milletin azim ve kararının kurtaracağını” ilan edip
Sivas Kongresi’ni toplantıya çağırdı.
23 Temmuz - 7 Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum, 4 –
11 Eylül 1919 tarihleri arasında da Sivas Kongresi’ni toplayarak va-
tanın kurtuluşu için izlenecek yolun belirlenmesini sağladı.
151
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

27 Aralık 1919’da Ankara’da heyecanla karşılandı.


23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmasıyla
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması yolunda önemli bir adım atıl-
mış oldu.
Meclis ve hükümet başkanlığına Mustafa Kemal seçildi Türkiye
Büyük Millet Meclisi, Kurtuluş Savaşı’nın başarıyla sonuçlanması
için gerekli yasaları kabul edip uygulamaya başladı.
Türk Kurtuluş Savaşı 15 Mayıs 1919’da Yunanlıların İzmir’i iş-
gali sırasında düşmana ilk kurşunun atılmasıyla başladı.
10 Ağustos 1920 tarihinde Sevr Antlaşması’nı imzalayarak
aralarında Osmanlı İmparatorluğu’nu paylaşan I. Dünya Savaşı’nın
galip devletlerine karşı önce Kuva-yi Milliye adı verilen milis kuv-
vetleriyle savaşıldı.
Türkiye Büyük Millet Meclisi düzenli orduyu kurdu, Kuva-yi
Milliye - ordu bütünleşmesini sağlayarak savaşı zaferle sonuçlandırdı.

Mustafa Kemal yönetimindeki Türk Kurtuluş Savaşının


önemli aşamaları şunlardır:

• Sarıkamış (20 Eylül 1920), Kars (30 Ekim 1920) ve


Gümrü’nün (7 Kasım 1920) kurtarılışı.
• Çukurova, Gazi Antep, Kahraman Maraş Şanlı Urfa
savunmaları (1919- 1921).
• İnönü Zaferi (6 -10 Ocak 1921).
• İnönü Zaferi (23 Mart–1 Nisan 1921).
• Sakarya Zaferi (23 Ağustos–13 Eylül 1921).
• Büyük Taarruz, Başkomutan Meydan Muhaberesi ve Büyük
Zafer (26 Ağustos 9 Eylül 1922)
• Sakarya Zaferi’nden sonra 19 Eylül 1921’de Türkiye Büyük
Millet Meclisi Mustafa Kemal’e “Mareşal” rütbesi ve “Gazi”
unvanını verdi.
• Kurtuluş Savaşı, 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan
Antlaşması’yla sonuçlandı. Böylece Sevr Antlaşması’yla param-
152
ALİ KUZU

parça edilen, Türklere 5–6 il büyüklüğünde vatan bırakılan Tür-


kiye toprakları üzerinde ulusal birliğe dayalı yeni Türk devletinin
kurulması için hiçbir engel kalmadı.

23 Nisan 1920’de Ankara’da TBMM’nin açılmasıyla Türkiye


Cumhuriyeti’nin kuruluşu müjdelenmiştir. Meclisin Türk Kurtuluş
Savaşı’nı başarıyla yönetmesi, yeni Türk devletinin kuruluşunu hız-
landırdı.
1 Kasım 1922’de hilafet ve saltanat birbirinden ayrıldı, saltanat
kaldırıldı. Böylece Osmanlı İmparatorluğu’yla yönetim bağları ko-
parıldı.
29 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyet ilan edildi ve Atatürk ilk
cumhurbaşkanı seçildi. Anayasa gereğince dört yılda bir cumhur-
başkanlığı seçimleri yenilendi. 1927, 1931, 1935 yıllarında TBMM
Atatürk’ü yeniden cumhurbaşkanlığına seçti.
30 Ekim 1923 tarihinde İsmet İnönü tarafından cumhuriyetin
ilk hükümeti kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti, “Egemenlik kayıtsız
şartsız milletindir.” ve “Yurtta barış, cihanda barış.” temelleri üzerin-
de yükselmeye başladı.
29 Ocak 1923’te Latife Hanım’la evlendi. Birçok yurt gezisine
birlikte çıktılar. Bu evlilik 5 Ağustos 1925 tarihine dek sürdü.

Soyadı Kanunu gereğince, 24 Kasım 1934’te TBMM’nce Mus-


tafa Kemal’e “Atatürk” soyadı verildi.
Çocukları çok seven Atatürk; Afet (İnan), Sabiha (Gökçen),
Fikriye, Ülkü, Nebile, Rukiye, Zehra adlı kızları ve Mustafa adlı ço-
banı manevi evlat edindi. Abdurrahim ve İhsan adlı çocukları hima-
yesine aldı. Yaşayanlarına iyi bir gelecek hazırladı.
1937 yılında çiftliklerini hazineye, bir kısım taşınmazlarını da
Ankara ve Bursa Belediyelerine bağışladı. Mirasından kız kardeşine,
manevi evlatlarına, Türk Dil ve Tarih Kurumlarına pay ayırdı.
Kitap okumayı, müzik dinlemeyi, dans etmeyi, ata binmeyi ve
yüzmeyi çok severdi.
153
ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI

Zeybek oyunlarına, güreşe, Rumeli türkülerine aşırı ilgisi vardı.


Tavla ve bilardo oynamaktan büyük keyif alırdı.
Sakarya adlı atıyla, köpeği Fox’a çok değer verirdi. Zengin bir
kitaplık oluşturmuştu.
Akşam yemeklerine devlet ve bilim adamlarını, sanatçıları
davet eder, ülkenin sorunlarını tartışırdı. Temiz ve düzenli giyin-
meye özen gösterirdi. Doğayı çok severdi. Sık sık Atatürk Orman
Çiftliği’ne gider, çalışmalara bizzat katılırdı.
Fransızca ve Almanca biliyordu. 10 Kasım 1938 saat 9.05’te,
yakalandığı siroz hastalığından kurtulamayarak İstanbul’da Dolma-
bahçe Sarayı’nda hayata gözlerini yumdu.
Cenazesi 21 Kasım 1938 günü törenle geçici istirahatgahı olan
Ankara Etnografya Müzesi’nde toprağa verildi.
Anıtkabir yapıldıktan sonra naaşı görkemli bir törenle 10 Ka-
sım 1953 günü ebedi istirahatgahına gömüldü.

154

Levent Şahverdi Arşivi


KAYNAKLAR

Ahmet Bekir Palazoğlu, Başöğretmen Atatürk 1928–38, MEB Yay., An-


kara, 1991.
Hasan Rıza Soyak, Doğumundan Cumhuriyetin İlânına Kadar
Fotoğraflarla Atatürk ve Atatürk’ün Hususiyetleri, Hayat Yay., İstanbul
1965.
Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, C. I, Yapı ve Kredi Bankası
Yay., İstanbul, 1973.
Abdülkadir İnan, “Atatürk Devrine Ait Hatıralar”, Türk Kültürü, Yıl: III,
Sayı: 25.
Gülşahiden Durucan, Önder Gazetesi, Trakya.
Hasan Akbayrak, “Himaye-i Etfal Cemiyeti”, Tarih ve Toplum, C. 9, Ni-
san 1988.
Reşat Aktan, Türkiye İktisadı, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara,
1978.
Aslan İffet, “Dünyanın İlk Çocuk Bayramı 23 Nisan ve Uluslararası
Çocuk Yılı”, Belleten, TTK Basımevi, Temmuz 1982.
V. Bartu, 25. Yıl (1921-1946) Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu, 1946.
Ethem Çengelci, Cumhuriyet Döneminde Sosyal Hizmetlerin Örgüt-
lenmesi, Şafak Matbaacılık, Ankara, 1996.
155

Levent Şahverdi Arşivi


ATATÜRK’ÜN DE ÇOCUKLARI VARDI
“Çocuk Haftası, Çocuk Haftası Nasıl Olacak?”, Milliyet Matbaası,
İstanbul, 1929.
“Çocuk Haftası, Çocuk Haftasında İstanbul Ocağı”, Resimli Ay
Matbaası, İstanbul, 1930.
Akile Gürsoy, Üç Kuşak Cumhuriyet, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal
Tarih Vakfı, İstanbul, 1998.
“Çocuk Haftası”, Halk, Yıl: 1, Sayı: 11, 1929.
Yakup Kepenek, Türkiye Ekonomisi, Savaş Yay., Ankara, 1984.
“Atatürk Albümü”, Kültür Bakanlığı, Ajans Türk Matbaacılık, Ankara,
1992.
Mehmet Fuat, Çocuk Haftası, C. 1, Milliyet Matbaası, İstanbul, 1929.
Mehmet Önder, Atatürk Konya’da, Ankara, 1989.
Necdet Sakaoğlu, “Türk ve Dünya Çocukları 23 Nisan’da El Ele...”, Sky-
life, Yıl: 19 Sayı: 201, İstanbul, 2000.
Cemil Sönmez, Atatürk ve Çocuklar, UNICEF Türkiye Temsilciliği,
Ankara, 1992.
Cemil Sönmez, Atatürk’te Çocuk Sevgisi, Türkiye İş Bankası Kültür
Yay., Ankara, 1997.
Şükrü Tezer, Atatürk’ün Hatıra Defteri, Türk Tarih Kurumu, 4. Baskı,
Ankara, 1999.
“Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu Anayasası”, TÇEK, Resimli Ay
Basımevi, İstanbul, 1935.
“Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu Tüzüğü”, TÇEK, Doğuş Matbaası,
Ankara, 1951.
Cemal Granda, Atatürk’ün Uşağı İdim.
Hilmi Yücebaş, Atatürk’ten Nükteler, Fıkralar ve Hatıralar, İstanbul,
1983.
Niyazi Ahmet Banoğlu, Nükte ve Fıkralarla Atatürk.
Jale Özen, “Atatürk’ün cenazesinden görülmemiş resimleri”, İzmir.
(www.islam-club.de/modules.php?)
12. Rönesans Dergisi, Şubat 1991.
Ahmet Bekir Palazoğlu, Başöğretmen Atatürk 1928–1938, C. II, MEB
Yay., Ankara, 1991.

156

Levent Şahverdi Arşivi


ALİ KUZU
Nafiz Edgüer, Atatürk’ten Anılar (Tevfik Fikret-Ank.k12.tr adresinden
alınmıştır.)
Sabah Gazetesi, 29 Ekim 1998.
Lord Kinross, Atatürk, Sad. Necdet Sander, Altın Kitapları Yay., 12.
Basım, İstanbul.
Yasemin Yener, Özel Deniz İlköğretim Okulu, 5-A.
Gülbin Akkaya, İkiçeşmelik İlköğretim Okulu, Kuşadası, 7-A.
Gökçe Nair, Özel Ege Lisesi, 10-A.
Salih Çoşkun, Özel Çamlaraltı Lisesi, 9-A.
Seda Çağlayan, Özel Çamlaraltı Lisesi, 7-B.
Defne Gönenç, Hakimiyet-i Milliye İlköğretim Okulu, 6-B.
Mine Özyer, Bornova Anadolu Lisesi, 7-F.
Yeşim Bükçe, Menderes Lisesi, SL-9.
Emine Şafak, 100. Yıl İlköğretim Okulu, 4-A.
Seda Ayaz, Özel Fatih Lisesi.
Özge Ağar, Bornova Anadolu Lisesi, 9-B.
“Benim şehrim”, Sabah Gazetesi, 12 Kasım 2006.
Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam Mustafa Kemal, Remzi Kitabevi, 7.
Baskı, İstanbul.
Afet İnan, “Atatürk’ün Bazı Özellikleri”, Başbakanlık Atatürk Araştırma
Merkezi Dergisi, Sayı: 01.
“Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri,” Haz. Utkan Kocatürk, Başbakanlık
Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı: 04, 3. Basım, 1984.

157

Levent Şahverdi Arşivi

You might also like