You are on page 1of 152

Vefatının 95.

Yılında
Sultan Abdülhamid Han
Sempozyumu

2013
vefatının 95. yılında
Sultan Abdülhamid han Sempozyumu

2013

Genel Yayın Yönetmeni


Nevzat Bayhan
Editör
Nevzat Özkaya
Tashih
Korkut Özelsü
Baskı-Cilt
Aktif Matbaa
Nisan, 2014 - İstanbul
Copyright © Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı
Dârülaceze Yayınları 2014
ISBN: 978-605-4628-61-2
AİLE VE SOSYAL POLİTİKALAR BAKANLIĞI
DARÜLACEZE YAYINLARI
Darülaceze Cad. No.: 51 Okmeydanı, Şişli - İstanbul
Tel: 0212 210 1895 Fax: 0212 210 1896
www.darulaceze.gov.tr / e-posta: darulaceze@darulaceze.gov.tr
Vefatının 95. Yılında
Sultan Abdülhamid Han
Sempozyumu

2013
4 Darülaceze
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 5

Sunuş

Gönülleri Fetheden Şefkattir

Toplumların yapıtaşı olan ailenin “Muasır medeniyetler


seviyesinin üstünde” hakkettiği yerde kalıcı olarak konuşlan-
ması hepimizin vazgeçilmez görevi.
Bu sorumluluğumuzun bilincinde her gün kendi re-
korlarımızı kırarak yolumuza devam ediyoruz. Özelikle de
“kimsesizlerin kimsesi” olarak, dünyada bakacak kimsesi
bulunmayan insanlarımızın dünyasını şefkatle aydınlatacak,
hayatlarını anlamlı kılacak yatırımlarla yaşanılır bir dünya
oluşturuyoruz.
Geleceğimizin bayraktarlığını yapacak olan çocuklarımı-
zı donanımlı bir şekilde yetiştiriyor, ihtiyaç duydukları her
zaman ve alanda en yakınlarında olmaya çalışıyoruz. Emane-
timiz olarak gördüğümüz çocuklarımızın zihinsel ve beden-
sel gelişimi için hiç bir masraftan kaçınmıyoruz.
“Söz konusu birey ise, söz konusu aileyse insanlık ise ge-
risi teferruattır” anlayışıyla hareket eden Bakanlığımız; her
kesim ve her kişiyi önemsiyor, farklılıkları zenginlik olarak
görüyor.
Darülaceze’de bir asırdır sergilenen birlikte yaşamayı, in-
sanlara imrenilir bir dünya sunmayı, bir medeniyet geleneği-
miz olarak sürdürmeye gayret ediyoruz.
Bakanlığımız; önemli sosyal rolleri, mesuliyetleri ve di-
6 Darülaceze

siplinleri bünyesinde barındırmaktadır. Pek çok çalışmanın


ve politikanın bir arada toplandığı, değerlendirildiği ve uy-
gulandığı önemli bir teşkilattır. Bunun sorumluluğun çok bü-
yük olduğu bilinciyle var gücümüzle çalıyoruz.
Yapılan güzel işleri geride bırakarak, onları bizim için re-
ferans kabul edip, kadim varlıklarımızdan da ilham alarak,
insanlarımız için daha yaşanılır kaliteli ve onurlu bir hayatı
sağlama azmindeyiz. Bu hedeflerin el ve gönül birliğiyle çok
kısa bir sürede  yakaladığımızı hep birlikte göreceğiz.
Son olarak: Bâb-ı Şefkat dergisi okurlarına selamlarımı
iletirken, sosyal hizmetlerin kadim timsali olan Darülaceze’yi
bize miras bırakan Sultan II. Abdülhamid Han’ı rahmetle anı-
yor,  bu tarihi mekândaki elleri öpülesi sakinlerimize hayırlı,
uzun ömürler temenni ediyor, çalışanlarımıza ve gönüllüleri-
mize de sağlık ve huzurlu bir hayat diliyorum.
 

Doç.Dr.Ayşenur İSLAM
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 7

Haklı Gururumuz Darülaceze

Halife Hazretlerinin Yaptırdığı Hayır Kurumlarından Darüla-


ceze kitabı 1906 yılında basımı yapılmış Darülaceze hakkında
ilk kitap olması sebebiyle önem arz etmektedir.
Bu kitabı incelediğimizde şunu görmekteyiz. Darülaceze
kurulmuş ve onbir yıllık bir hizmet süresini geride bırakmış-
tır. Bu süre içerisinde kimlere ve nasıl hizmet verildiği husu-
sunda toplumu aydınlatma gereği duyulmuştur. Bu gün bile
o tarihte yazılan satırları okurken ecdadımızın bize bırakmış
olduğu bu eserden haklı bir gurur duymaktayız.
Kitabın başında Darülaceze’nin tarihi gelişiminden bah-
sediyor. Nasıl böyle bir kuruma ihtiyaç duyuldu ve hangi
evrelerden sonra hizmet verir duruma geldi. Daha sonra ise
temel atma töreni anlatılıyor. Temel atma töreninde ise biraz
duygularımız buğulanıyor.
Hizmete başlayan Darülaceze’nin  Sultan Abdülhamid
Han’ın emriyle yürürlüğe giren “Nizamname”si yer alıyor.
Bu Nizamnamede tanımlar ve görev taksimini detayıyla öğ-
renebiliyoruz.
Kitabın diğer bölümlerinde memurların, müstahdem-
lerin seçilme şekli ve görevleri,  dilenmenin yasaklanmasına
dair kaleme alınan  ve hükümlerinin yürürlüğe girmesi için
Padişah tarafından çıkarılmış olan İrade-i Seniye ve değişik
konularda makaleler yer alıyor.
8 Darülaceze

Darülaceze’de üretilen ürünlere ilginin sağlaması ve re-


vacını artırması amacıyla alınması gereken önlemleri içeren
talimat, sanat şubelerinin açılış töreni ve sünnet merasimi
hayranlıkla okuyacağımız kısımlar.
Bakteriyoloji ve Elektrikle Tedavi,  Emzirme evi ile ilgili
yazılar ve ünlü yazarımız Ahmet Rasim’in Darülaceze’ye ge-
lip gördükten sonra duygularını kaleme aldığı makalesi hala
güncelliğini korumakta.
Darülaceze’deki okul ve muhtelif sanatlar hakkında Özlü
Bilgi, Sıbyan Mektebi müfredatı ve o güne ait yıllık gelirleri
gösteren cetvel tarihten bize ulaşan bir gururun resmidir.
Bu kitabın ortaya çıkmasında emeği geçen tüm mesai ar-
kadaşlarıma çok teşekkür ederim.

Nesrin ÇELİK
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Müsteşarı
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 9

Önsöz

TARİHE NOT DÜŞMEK…

Her toplumun görevi, kendisini o güne getirenleri unut-


madan onlardan aldığı enerji ve sinerji ile geleceğini aydın-
latmak olmalıdır. Geçmişten ışık almadan geleceğin karma-
şık labirentlerini aydınlatmak mümkün olamayacaktır. Onun
için toplumlar tarihleriyle barışık olmak ve kimi zaman onun-
la gurur duyarak, bazen de ibret alarak ders çıkarıp yürüme-
lidirler.
Tarihin bir görevi de; toplumların  nasıl var olduklarını,
hayatiyetlerini devam etmek için hangi özellikleriyle ayakta
durduklarını, başarı ve başarısızlıklarının nedenlerini ortaya
koymaktır. Osmanlı Medeniyetini mercek altına alan tarih;
Osmanlı sultanları içinde şüphesiz ki en çok tartışılan ve hak-
kında en çok araştırmalar yapılıp makaleler ve şiirler kaleme
alınan padişahın II. Abdülhamid Han olduğunu bizlere akta-
rıyor. Ebedmüddet olarak bilinen Osmanlı’nın en sancılı ve
sıkıntılı döneminde tam 33 sene imparatorluğu yöneten Ulu
Hakan; Batı teknolojisinin baş döndüren bir hızla yükseldiği,
sanayi devriminin Avrupa’da bahar nesimleri Osmanlı’da ise
hazan yelleri estirmesiyle hayat-memat mücadelesi vermiş ve
Osmanlı’nın itibarını muhafaza etmiş muhteşem bir yönetici
ve siyasetçidir. O hedefinden asla sapmadan hem dünya si-
yasetinin gereğini yapıyor, hiçbir alanda boşluk bırakmıyor
hem de planlarını karşı tarafa kabul ettirmesini biliyordu.
Meşhur müsteşrik ve Türkolog Vambery, “Padişah Ab-
dülhamid sayesinde Batı âlemi, bilhassa Dışişleri teşkilatları;
10 Darülaceze

Halife’ye, İslâm âleminin Papası gözüyle bakıyorlardı. Onun


bu sıfatla kullanabileceği nüfuzdan çekiniyorlar, hattâ korku-
yorlardı” tespitleriyle bu hakikate parmak basıyordu. Fran-
sız fikir adamı Prof. Dr. François Georgeon ise, “Türkiye’nin
yeni tarihinde Abdülhamid’in önemli bir rol oynadığı açık-
tır. Abdülhamid’i ve onun hükümdarlık dönemini anlamak,
bir bakıma bugünkü Türkiye’yi anlamak demektir” diyerek
günümüz Türkiye’sinin kökenine ışık tutuyordu. Alman İm-
paratoru Bismark da, “Ben politikayı Abdülhamid’den öğren-
dim... Dünyada 100 gram akıl varsa bunun 5 gramı bende, 5
gramı diğerlerinde ve kalan 90 gramı ise II. Abdülhamid’de-
dir” sözleriyle hayret ve hayranlığını ifade ettiği Ulu Hakan’ın
kişiliğine işaret ediyordu.
Diğer taraftan kıt imkânlara rağmen O; birliğe, birlikte
yaşamaya çok önem veriyordu. Nitekim Darülaceze gibi ken-
di özel eşyalarını satışa sunarak inşa ettiği kurumlarda birer
sanat eserleri olan cami, havra ve kilise yaptırıyor, cehaletin
en büyük düşman olduğu ve onun da ancak eğitim ile gideri-
lebileceğine inanıyor, gerçek âlim ve düşünürlerin yetişmesi
için eğitim kurumlarını köylere kadar ulaştırıyor, ziraatı can-
landırıyor ve okulsuz, ibadethanesiz köy kasaba bırakmıyor-
du.
Onun için Necip Fazıl, “Abdulhamid’i anlamak her şeyi
anlamak olacaktır!” sözleriyle ihkak-ı hak yapıyor;  Sezai Kara-
koç, “Sen bir anne gibi tuttun ufukları” diyerek büyüklüğüne
dikkat çekiyor; İlber Ortaylı, “Dünyanın son hükümdarı, son
evrensel imparator II. Abdülhamid Han’dır” diyordu. Onu is-
tibdatla itham edenlere en güzel cevabı ise “Abdülhamid’in
yönetim tarzı azami müsamahadır” sözleriyle Gazi Mustafa
Kemal ATATÜRK veriyordu.
Kimileri tarih yazar, kimileri onu okur. Abdülhamid Han
gibi yöneticiler ise tarihi yaşıyor, onu inşa ediyor ve geçtikleri
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 11

zaman güzergâhında izler bırakıyorlardı. Bu eserde işte bu iz-


leri keşfedip yazanların emeklerini görüyoruz. Bu emeklerin
gelecek nesillere aktarılması için bizlere ulaştırılan bu eserleri
çağın şartlarına göre yeniden düzenlenip müştâklarıyla bu-
luşturulması da bizim vazifemiz olsa gerek.
Rıza Tevfik, “Tarihler ismini andığı zaman, Sana hak ve-
recek, ey koca sultan” diyerek “Ruhaniyetinden İstimdat” et-
tiği Ulu Hakan, Cennetmekân Abdülhamit Han’ın her yönüy-
le incelenmesi Darülaceze gibi bir kurumun asli görevlerin-
den olsa gerek. Bu bilinçle Sultanbeyli Belediyesi ile birlikte
düzenlenen sempozyumda sunulan tebliğler bir hazine değe-
rindeydi. Bu hazinenin sadece o gün katılanların bilinmesine
gönlümüz razı olmadı; o muhteşem bildirileri kitaplaştırarak
yüzyıllarca devam edecek bir yolculuğa çıkardık. Bu çalış-
mada davete icabet edip bildiri sunan değerli bilim insanla-
rına, sanatçılara, etkinlik boyunca bizleri yalnız bırakmayan
kıymetli konuklara ve imkânlarını seferber eden Sultanbeyli
Belediye Başkanı Sayın Hüseyin Keskin ve Kültür Müdürü
Sayın Mehmet Mazak başta olmak üzere emeği geçen herkese
şükranlarımı sunarım.
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Darülaceze Yayınları
olarak bu güzide kitabı sizlere takdim ederken, eserin ortaya
çıkmasında emeği geçen başta Nevzat Özkaya olmak üzere
tüm mesai arkadaşlarıma ve yüreğini ortaya koyan aziz dost-
larımıza teşekkür ederim.

Nevzat BAYHAN
Darülaceze Başkanı
Genel Yayın Yönetmeni
Giriş

Kurumun banisine Darülaceze’de vefa günü

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Başkanlığı, banisi


olan Sultan II. Abdülhamid Han’ın vefatının 95’inci sene-i
devriyesi vesilesiyle sempozyum gerçekleştirdi.
Sabah saatlerinde Abdülhamid Han’ın kabri başında dü-
zenlenen, Başkanımız Nevzat Bayhan’ın yanı sıra Osmanlı
hanedanından ve İdare Meclisi Üyemiz Abdülhamid Kayı-
han Osmanoğlu ve Sultanbeyli Belediye Başkanı Hüseyin
Keskin’in de katıldığı anma töreninde Kur’ân-ı Kerîm okun-
du, dualar edildi. Buradaki proğramın ardından Darülaceze-
ye geçildi.
Darülaceze’de davetlilerin yoğun ilgi gösterdiği sempoz-
yuma; Doç. Dr. Mustafa Küçükaşçı, Prof. Dr. Nurhan Atasay,
Prof. Dr. Nuran Yıldırım, Dr. Orhan Koloğlu, Prof. Dr. Cevdet
Küçük, Prof. Dr. Cezmi Eraslan, Prof. Dr. Mehmet İpşirli, Prof.
Dr. Vahdettin Engin, Prof. Dr. Çoşkun Çakır, Dr. Ahmet Turan
Alkan, Prof. Dr. Emre Dölen, Prof. Dr. Ali Arslan, Prof. Dr.
Fatih Andı ve Doç. Dr. Arzu Terzi konuşmacı olarak katıldı.
Sempozyumun açılış konuşmasını ev sahibi olarak Baş-
kanımız Nevzat Bayhan yaptı.
Bayhan, Darülaceze’nin sosyal hizmet geleneğinin ön-
cüsü olduğundan bahsederek, “Şefkat kapısından girerek
bu güzelliklere dâhil oluyorsunuz. Osmanlı her figürü, her
14 Darülaceze

deseni, her yapıyı insani mesajlarla bezerdi. Bâb-ı Şefkat’ten


girildiğinde sadece bir bina gibi gördüğünüz bu yerleşke;
hoşgörünün, birlikte yaşamanın, kardeşliğin, dayanışmanın
bir sembolüdür. Tam 118 senedir bizlere bu mesajı sunmaya
devam ediyor” dedi.
19. yüzyılın Osmanlı için de, dünya için de zorlu ve sancı-
lı yıllar olduğuna vurgu yapan Bayhan, bu sancılı dönemi at-
latmak için her türlü fedakârlığı başta padişahlar olmak üzere
devlet ve halkın yaptığını, her savaşın arkasında onlarca, yüz-
lerce dul ve yetim bıraktığını, bu insanlar için ise tek sığını-
lacak yerin dersaadet yani mutluluk kapısı olan İstanbul’un
olduğunu ifade etti.
Osmanlı hanedanından Sultan Abdülhamid Han’ın dör-
düncü kuşak torunlarından ve Darülaceze’mizin İdare Mec-
lisi Üyesi Abdulhamid Kayıhan Osmanoğlu ise, yıllardır Os-
manlı hanedanının yanlış anlaşıldığını belirterek, “Burada
bulunan değerli hocalarımızın tarihi düzgün bir şekilde anla-
tacakları inancındayım” dedi ve bazı tarihçilerin para almak
için çalışmalar yaptığından veya tarihi farklı yönlerde kullan-
dığından dolayı dert yandı.
Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Öğretim
Üyesi Dr. Coşkun Yılmaz ise, Darülaceze’nin kurucusunun
Halil Rıfat Paşa değil, Sultan II. Abdülhamid olduğunu be-
lirtti. Yılmaz konuşmasına şöyle devam etti: “Buradan Da-
rülaceze yönetimine, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na,
Başbakanlık’a, bütün vatandaşlara ve hepinize sesleniyorum;
bu kurumun girişinde acilen Abdülhamid’in büstü yer almalı
ve banisi odur diye tescil edilmelidir. Şahsen bir tarihçi ola-
rak, bu ülkede yaşayan bir insan olarak, şunu hatırlatmanın
görevim olduğuna inanıyorum: Sadece Darülaceze’de değil,
Şişli Etfal’de de, başka birçok eserde de Sultan Hamid’i unut-
turmak ve onun icraatlarını göz ardı etmek isteyenler, kendi
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 15

kesesinden ve şahsi mal varlığıyla yaptırdığı eserlerden, isi-


mini ve armalarını kaldırmışlardır. İcraatlarının gençler tara-
fından bilinmesi gerekiyor” dedi.
Sempozyumda konuşan Prof. Dr. Cevdet Küçük, Sultan
II. Abdülhamid’in sürgün hayatını anlattı. Küçük, “Abdülha-
mid Han’ın mücadelesi olmasaydı ne milli mucadele ne de
Türkiye Cumhuriyeti olabilirdi” dedi.
Prof. Dr. Nurhan Atasoy ise, Sultan II. Abdülhamid
Han’ın fotoğraf merakından bahsetti ve bu merakın dünya-
nın en önemli görsel arşivi niteliğindeki Yıldız Albümleri’ni
oluşturduğunu, bu albümleri yağmacılardan engelleyenin ise
kütüphane kapısında yatan kütüphaneci Sabri Bey olduğunu
söyledi.
Prof. Dr. Nuran Yıldırım, “Sultan II. Abdülhamid Han’ın
insanlığa açtığı şefkat kapısı: Darülaceze” isimli bir sunum
yaptı. Yıldırım, Darülaceze’nin 31 Ağustos 1895 yılında
Cuma günü, 300 kişiye giysi olacak malzeme alınıp 31 Ocak
1896 yılında resmen açılmış olduğunu söyledi. Ayrıca ilk sa-
kinlerinin ise Haseki’den gelen ve sokaklardan toplananlar-
dan oluştuğunu, süt çocukları için ise Almanya’dan bakıcılar
getirtildiğini, taze süt için inekler beslendiğini, ramazanda
Beyazıt’ta ve ilkbaharda Darülaceze’de sergiler yapılarak
gelir temin edildiğini ifade etti. Ayrıca Sultan Abdülhamid
Han’ın cülus yıldönümlerinde erkeklerin sünnet edildiğini ve
Darülaceze’nin banisi padişahın bir hayır simgesi olduğunu
sözlerine ekledi.
İttihatçıların ayrıca Abdülhamid’i unutturup, 1942 yılın-
da Halil Rıfat Paşa’nın büstünün dikilerek bani ilan edildiğini
söyledi.
Prof. Dr. Cezmi Eraslan, Sultan II. Abdülhamid’in halka
bakışı ve sosyal yardım faaliyetlerini katılımcılara anlattı.
Eraslan, Sultan Abdülhamid hakkında ilk kitabın 1890’lı
16 Darülaceze

yıllarda yazıldığını söyleyip yeniyi ikâme için eskiyi eleştir-


mede aşırıya kaçmamamız gerektiğine dikkat çekti. Övgü ve
yergide aşırılığa kaçmamak gerektiği üzerinde duran Eras-
lan; Abdülhamid Han’ın Osmanlı’nın en zor zamanlarında
padişah olduğunu, bölge ve dünyada önemli siyasi hamleler
yaptığını ifade etti.
Abdülhamid Han’ın, insan unsurunun öne çıkarılmasını
önemsediğini de söyleyen Eraslan, “Dünya Müslümanlarının
ümit bağladığı tek yer Osmanlı’ydı. Abdülhamid Han eğitim
için çok fazla çaba sarf ediyordu. Hep toplumu eğitmek ve
bilgilendirmek için çabalıyordu. Dinî hassasiyetin toplumun
her kesimine yayılmasını istiyordu” dedi.
Konuşmasının sonunda ise, halifenin şahsi hazinesini
Darülaceze için seferber ettiğini, birlikte yaşama simgelerinin
burada her tarafta görüldüğünü söyledi.
Prof. Dr. Mehmet İpşirli, Abdülhamid Han’ın ulema ile
olan ilişkilerine değindi. Ulu Hakan Abdülhamid Han’ın, ule-
madan azami bir şekilde istifade ettiğini, açtığı müesseseler-
le onları değerlendirdiğini, İslam halifeliğini gerçek manada
sisteme oturtup uyguladığını, ne yazık ki zoraki hazırlanan
bir fetva ile tahttan indirilğini söyledi.
Doç. Dr. Mustafa Kuçükaşçı, Sultan II. Abdülhamid ve
Haremeyn’deki (Mekke-i mükerreme ve Medine-i münevve-
re) varlığına vurgu yaptı. Abüdülhamid Han’ın bir lakabının
‘Hâdimü’l Haremeyn’ olduğunu ifade etti.
Küçükkaşçı, Sultan Abdülhamid Han’ın İstanbul’a ne
yapılıyorsa daha güzelini Mekke ve Medine’ye yaptırdığını,
Mekke ve Medine’de en fazla hayratı olan padişah olduğu-
nu söyledi. Ayrıca Mekke ve Medine’de belediye teşkilatı ve
eşrafını oluşturduğu belediye meclisleri kurduğunu, sağlık
ile ilgili sıhhiye teşkilatı oluşturduğunu, Cidde ve Yenbul li-
manlarını yaptığını, yol üzerinde bulunan bütün misafirhane
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 17

ve mekânların temizlik, güvenlik, iaşe ve imate işlerinin bile


parası gönderdiğini söyledi. Yaptığı bu hizmetlerle ‘Hâdimü’l
Haremeyn’ lakabını hak etiğini sözlerine ekledi.
Öğleden sonraki oturumun başkanlığını Prof. Dr. Coş-
kun Çakır yaptı.
Bu oturumda ilk sözü alan Dr. Ahmet Turan Alkan oldu.
Alkan, Abdülhamid Han’ın eğitime çok önem verdiğine dik-
kat çekti ve Batılılaşma’nın saray tarafından da desteklendi-
ğini söyledi. Abdülhamit Han’ın çelişki oluşturan bir insan
olduğunu ifade eden Alkan, “Ailesinde liberal, yönetimde ise
muhafazakârdı. Kendisi dindar, takip ettiği ise Batı’ydı” dedi.
Prof. Dr. Emre Dölen ise, Sultan II. Abdülhamid devrinde
sanayi ve teknoloji konusunda dinleyicileri aydınlattı.
Prof. Dr. Vahdettin Engin, bugün ön yargıların aşılmış
olduğunun görüldüğünü, Abdülhamid Han’ın mazlum ve
mağdur bir padişah olduğunu, memleketi imar etmiş bir pa-
dişahın “Kızıl Sultan” denilerek hor görüldüğünü söyledi.
Prof. Dr. Ali Arslan, eğitime önem veren bir padişahın bu
sahada da eşsiz eser vermesinin doğal olduğuna değindi ve
Dârü’l-Fünûn’u üniversite düzeyine getirmesinin bunun en
bariz göstergesi olduğunu söyledi.
Arslan, “Abdülhamid Han, Doğu kurumları yerine Batı
kurumlarını seçiyor. Hukuk, Fen ve Edebiyat bölümlerinden
oluşan bir Dârü’l-Fünûn kuruyor, bu kurum ilk defa dokto-
ra programı uyguluyor. Daha sonraları bu kurum Abdül-
hamid Han’ı telaşlandırmış ki kapatıyor ve yerine yedi adet
yüksekokul kuruyor. O gün açtığı okullarda 636 bin talebe
okumaktadır. Ulum’ı Riyâziyye, Tıbbiye derslerini bir Batı
kuruma Doğulu bir fakülte olan ilahiyat fakültesine koyarak
dünyada bir ilki gerçekleştiriyor” dedi.
Prof. Dr. Fatih Andı, “İkinci Abdülhamid dönemi edebi-
yatının her adımında çok önemli rol aldığını ortaya koyuyor.
Abdulhamid dönemi edebiyatını çalışan tek bir kişi olmuştur.
Onu destekleyenler bile kitaba alınmamıştır. Abdülhamid ve
Âkif iki turnusol kabilidir. Âkif, bir Abdülhamid düşmanıy-
dı. Asım’da ise bir pişmanlık vardır. Orada semerciyle eşekler
kıssasını yazan Mehmet Celal göklere çıkarırken 1908’de onu
hain ilan eder ve söver. Kelimeleri çarpıtmışlar ve yıldız, bu-
run gibi kelimeleri imalı olarak kullanmışlardır” dedi.
İkinci oturumun ve sempozyumun son konuşmasıcı ise
Doç. Dr. Arzu Terzi yaptı. Terzi, Abdülhamid Han’ın Emlâk-ı
Hümâyunu ve Irak Petrolleri hakkında bir sunum yaptı.
Terzi, Abdülhamid Han’ın ülke topraklarına el konulma-
sını önlemek için arazileri şahıs tapulu yaptığını ve 1909’da da
bütün mal varlığına el konduğunu söyledi.
Sempozyum sonrasında katılımcılara plaket takdim
edimi de yapıldı.
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han’ı böyle güzel bir et-
kinlikle anmak gerçekleştirenler için bir onurdur.
Başkanım Sayın Nevzat Bayhan’ı bu etkinliği bu sem-
pozyumda hamilik yaptığı için şükran borçluyuz.

Nevzat Özkaya
Editör

Açılış

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Darülaceze Baş-


kanlığı tarafından hazırlanan “Vefatının 95. Yılıında Sul-
tan II.Abdülhamid Han” sempozyumu, Sultanbeyli
Belediyesi’nin de katkılarıyla gerçekleşti.
Darülaceze olarak, “Vefatının 95. Yılında Osmanlı Padi-
şahlarından 34’üncüsü olan ve en fazla sözü edilen Sultan
II. Abdülhamid Han’ı andığımız ve anlamaya çalışacağımız
sempozyumumuza katılım sağlayan herkese teşekkür edi-
yoruz.
20 Darülaceze
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 21

Açılış konuşmalarının ilkini Sempozyumun İlmî Koor-


dinatörü MÜ Öğretim Üyesi Dr. Coşkun Yılmaz yapıyor.
“Sayın Darülaceze Başkanım, Belediye Başkanım, değer-
leri hocalarım, değerli misafirler, hanımefendiler ve beyefen-
diler…
Vefatının 95. Yılı münasebetiyle Abdülhamid Han’ı tari-
himizin değerli bir şahsiyetini böyle bir etkinlikle anma ka-
dirşinaslığı gösterdiğinden dolayı Darülaceze Başkanlığı’na
ve Sultanbeyli Belediyesi yönetimine çok teşekkür ediyorum.
Değerli hocalarımıza kalbî şükranlarımızı sunuyorum.
Çocuklarıyla oturacak eğlenecek, dinlenecek ve uyuya-
cakları bir saatte bugün burada bizimle olma ve ilmî vazi-
felerini yerine getirmeyi tercih ettiler; kendilerine hakikaten
müteşekkiriz ve aynı şekilde sizlere çok teşekkür ediyoruz.
Sizler de bugün pek güzel ayaklarınızı uzatabilir, televiz-
yon izleyebilir, sinemaya gidebilir ve keyfinize bakabilirdi-
niz. Ama tarihî bir anı yaşamak üzere bizimle beraber olmayı
tercih ettiniz her türlü teşekkürü, takdiri, saygıyı hak ediyor-
sunuz; minnettarız, efendim.
Burada bir iki tane tarihî anekdotu hatırlatmak gibi bir
vecibe olduğunu belirteyim. Nuran Yıldırım hocam ayrıntı-
larıyla anlatacak. Bu binanın banisi, her ne kadar Halil Ha-
mid Paşa gösteriliyorsa da tarihî hakikat bunun tam tersi
olduğunu, Sultan Abdülhamid Han olduğunu ama yine ona
22 Darülaceze

haksızlığın bir beyanı olarak böyle bir ilanda bulunulduğunu


paylaşıyorduk ve ciddi protestolara sahne olmuştu o zaman
Darülaceze.
1994 yılında basında gazetelerde manşetlere konu ol-
muştu; bir tarihî hakikatin ifası bu ülkede manşetlerde tenkit
edilme sebebiniz olmuştu. Protestolar olmuştu, televizyonlar
haber yapmıştı. Sanki büyük bir suç işlemiş gibi Darülaceze
yönetimine ve zamanın belediye başkanına büyük bir saldırı
yaşanmıştı.
Burada bunu hatırlamak istiyorum. Sayın Başbakan’a ve
dönemin müdürü hakikaten tırnak içerisinde söylüyorum
biraz da deli olduğunu hükmettiğim dostum ve arkadaşım
Zihni Birkan şu anda burada yok ama onları şükranla anmak
istiyorum. Abdülhamid ile ilgili ilk sempozyum 1992 yılında
gerçekleştirildi; doğumunun 150. yılı münasebetiyle… Yine
bendenizin içinde bulunmanın lütuf buyrulduğu bu sem-
pozyumda Mehmet İpşirli, Cezmi Eraslan, Cevdet Küçük
hocalarımız da konuşmacıydılar ve yine bugün buradalar. O
sempozyumun açılış konuşmasını yapan merhum Esat Co-
şan hoca efendinin sempozyumdaki bir ifadesi bana hep bu
tür toplantılar için bir rehber oldu. Hem Sultan Hamid’i hem
kendisini hem de ahirete göçen bütün geçmişlerimizi rahmet-
le, minnetle ve şükranla anıyorum.
Kadir kıymet bilen millet fertleri arasında kadri kıymeti
bilinen insanlar yetişir demişlerdir. Dolayısıyla beyan etmek
isterim ki: Sultan Hamid ile ilgili üç kitap epey toplantı etmiş
birisi olarak, Sultan Hamid ile bir kan bağım yok, akrabalığım
yok, sadece bu ülkede yaşayan bir insan olarak ve almış ol-
duğumuz değerlerin bir gereği olarak, kim neyi hak ediyorsa
arkasından öyle analım da biz de hayırla anılmanın kapılarını
arayalım istiyorum. Bu toplantının en büyük faktörlerinden
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 23

biri zihinlerimize bunu yerleştirirse önemli bir aşama kayde-


deceğimize inanıyorum.
Burada bir çağrıda bulunmak istiyorum. Bu binanın ba-
nisi Sultan II. Abdülhamid’tir. Bunu Nuran Yıldırım hoca-
mızın Darülaceze kitabına bakanlar bütün ayrıntılarıyla da
göreceklerdir. Değerli arkadaşlar, birileri zulüm işler; birileri
ona ortak olur, birileri izler. Bunlara sessiz kalan herkes bun-
dan hissedar olur.
Ben şahsen bir tarihçi olarak, bu ülkede yaşayan bir insan
olarak şunu hatırlatmanın görevim olduğuna inanıyorum.
Sadece Darülaceze’de değil, Şişli Etfal’de de örneği var, başka
bir sürü eserde de var. Sultan Hamid’i unutturmak ve onun
icraatlarını göz ardı etmek isteyenler kendi kesesinden, kendi
kesesinden şahsi mal varlığıyla yaptırdığı, -ki Şişli Etfal öyle
bir hastanedir- baştan sona bütün ihtiyaçlarını kendisi karşı-
lamıştır. Daha ilk adımdan itibaren isimlerini ve armalarını
kurumlardan kaldırmışlardır. Darülaceze’nin şefkat kapısı
da görüyoruz “Şehremaneti” yazıyor orada. Hâlbuki aslında
orada Abdülhamid turalı, “Devlet-i Osmânî Aliyye” arması
vardı. O iz silinmiş ve yerine o yapıştırılmıştır. Onlarca bina,
onlarca eser vardır böyle. Aslında İstanbul’u Sultan Hamid’siz
anlamak ve anlatmak da mümkün değildir. Tarihî birçok eser
onun dönemindendir. Şimdi ben buradan sesleniyorum. Da-
rülaceze Yönetimi’ne sesleniyorum, Aile ve Sosyal Politikalar
Bakanlığı’na sesleniyorum, bütün vatandaşlara ve hepinize
sesleniyorum! Bu kurumun acilen girişinde Abdülhamid’in
büstü yer almalıdır ve banisi odur diye tescil edilmelidir. Ta-
rihe hürmetimiz varsa, hakikate hürmetimiz varsa, haksızlığa
söyleyecek bir sözümüz varsa, bu bir gerçektir. Aynı zamanda
Şişli Etfal Hastahanesi’ni bu vesileyle hatırlatmak istiyorum.
Bunları yapmak zorundayız. Ben son olarak hocalarımızla ve
24 Darülaceze

Sultan Hamid ile ilgili söz söyleme mecburiyetinde hissetmi-


yorum kendimi. Zaten en yetkili ilmî heyet buradalar, biraz-
dan onları dinleyeceğiz. Darülaceze Başkanı Nevzat Bayhan’a
ve Sultanbeyli Belediye Başkanı Hüseyin Keskin’e ve onların
şahsında değerli mesai arkadaşlarına; tarihe, kültüre, edebi-
yata gönül veren ve ömrünü bunlarla geçiren bir hocalarımın
öğrencisi ve kardeşiniz arkadaşınız dostunuz olarak şundan
dolayı teşekkür etmek istiyorum.
Sultanbeyli çok yeni bir ilçe, tarihi de çok zengin ve par-
lak değil ve geçmişte nasıl anıldığını da biliyoruz.
Kültürel faaliyetlerle ilgilenmek ise bu ülkede ne yazık ki
kıymet-i harbiyesi olan popülaritesi olan, kitleleri cezbeden
bir davranışta değil. Ben teşekkür ederim bu saatte bu salonu
doldurduğunuz için. Bütün bunlara rağmen bir siyaset adamı
olmasına rağmen Sultanbeyli Belediyesi Başkanı ile de –çok
şükür, bir akrabalığım yok ve önceden bir tanışıklığım yok-
bu tür etkinliklerle tanıştık. Bu sözleri söylememi gerektire-
cek hiçbir gönül ve vefa borcum yok. Bunları bir hakikat ifa-
desi olarak belirtmek isterim ki; eğitimi ve kültürü en öncelik-
li konseptler hâline getirdiler Allah da onlara Sultanbeyli’nin
o meşhur basına yansıyan kötü imajı ve değeri dâhil olmak
üzere pek çok imajı değiştirmeyi, yeni bir Sultanbeyli algısı
oluşturmayı nasip ediyor. Daha da etmesini niyaz ediyorum.
Bu münasebetle kendilerine tekrar teşekkür ediyorum.
Hepinize kalbî hürmetlerimi, sevgilerimi, saygılarımı arz edi-
yorum.
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 25

İkinci konuşmayı Sempozyumun evsahibi Darülaceze


Başkanı Nevzat Bayhan yapıyor.
Sayın Başkanım, Hanedanımızın çok kıymetli üyesi Ab-
dülhamid Han’ın torunu Abdülhamid Bey, kıymetli Meclis
Üyelerimiz, uzaktan ve yakından gelmiş dostlarımız ve bura-
yı şereflendiren sakinlerimiz hepinizi hürmet ve muhabbetle
selamlıyorum.
Değerli dostlar, girmiş olduğunuz kapı Bâb-ı Şefkat’tir.
Yani şefkat kapısından içeri girerek bu güzel kampüse dâhil
oluyorsunuz. Biliyorsunuz Osmanlı her figürü, her deseni,
her yapıyı, her insanı mesajlarla bezetiyor. Buraya gelen in-
sanlar, âdeta bir üniversite okur gibi, o mesajları takip ederek
insanlığın erdemli yaşanması için her türlü bilgiyi edinirler-
di. İlle birinin anlamasına gerek yok, onlar kendilerini ifade
ederdi. Dolayısıyla Bâb-ı Şefkat’ten girildiğinde burada sa-
dece bir bina olarak gördüğünüz bu yerleşke aslında hoşgö-
rünün, birlikte yaşamanın, kardeşliğin, dayanışmanın da bir
sembolü olduğunu tam 118 senedir göstermeye devam edi-
yor ve haykırıyor âdeta.
Değerli dostlar, şunu özellikle vurgulamakta fayda var.
19. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nda insanlar çok ciddi
sancılarla karşı karşıya kalmış ve bu sancılı dönemi atlatmak
için her türlü fedakârlığı, başta padişahlar olmak üzere devlet
26 Darülaceze

ricali ve halk yapmıştı. Bir tarafta savaşlar oluyor, her savaş


ardında onlarca dul ve yetim bırakıyordu. Dul ve yetimlerin
sığınacağı tek bir yer vardı; Dersaadet, mutluk kapısı yani İs-
tanbul. İşsizler buraya geliyorlardı. Âdeta bir sel gibi akıyor-
lardı. Tabii ki savaş anlarıydı, bütçe sadece lojistik destek sağ-
layacak kadar bile yoktu. Böyle bir durumda dulun, yetimin
kimsesizin kimsesi olan işte Sultan Abdülhamid Han, sadece
birilerinin dediği gibi, sarayda oturmuyordu. Sadece İstanbul
sokaklarını değil, biliyorsunuz Abdülhamid Han’ın arşivine,
fotoğraf albümlerine baktığınızda -ki Nurhan Hocam çok iyi
bilir, bize o öğretmişti sağ olsun- tam 35.535 kare fotoğraf bu-
lunuyor. Sadece İstanbul’dan değil, dünyanın her tarafından
çok rahat bahseden ve bilgi veren muhteşem bir hazinedir.
İşte o padişah bir tarafta dünyanın teknolojisini takip ediyor,
diğer tarafta insanı âdeta tek tek, bazılarının düşündüğü gibi
istihbarat anlamında değil, “Onlara nasıl ışık götürebilirim,
nasıl şefkat götürebilirim” düşüncesinin çalışmasını yapıyor-
du.
Ulu Sultan, sokakta dilenen, sokakta kimsesiz kalan, so-
kakta aşsız ve işsiz kalan insanların farkındaydı. Onlar, onun
için çok önemliydi. Aynen savaşan askerleri gibi, bu sokak-
larda kendisine sığınmış insanlar da onun için çok önemliydi.
Ondan dolayı da onlar için çok güzel yerler oluşturulması-
nı talimat buyurmuştu. Ancak en güzel yer neresi? Okçular
Tekkesi’nin olduğu yer yani burası. Fakat o zamanlar tabii ki
burası özel mülkiyet; ormanlarla kaplı bir alan ve dolayısıyla
tesviyesi, inşaatı hiç de kolay bir yer değil. Burası şehrin dı-
şında bir yerdi ve tüm bunlara rağmen o yılmamıştı çünkü
insanlar onun için değerliydi. Önce kasada para yok diyen
maliye nazırlarına diyordu ki “Benim eşyalarım var.”
Hâlbuki “Kalemini, defterini, kitabını verir misin?” diye
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 27

şu an bize deseler, tabii ki düşünürüz. Padişaha ait o muhte-


şem hazine, İstiklal Caddesi’ndeki bir müzayedehanede açık
arttırmaya sunuluyor ve ilk harç da böyle başlıyordu. Bun-
ların detayını hocalarımız anlatır ama asıl şu an içinde bun-
duğumuz Kurum’un dünyaya verdiği mesajdan bahsetmek
istiyorum. Şefkat Kapısı’ndan girdiniz, Şefkat Kapısı’ndan gi-
rer girmez sağlı sollu bloklar göreceksiniz. Sağda dört blok ki
bunlara “daire” diyoruz; yine solda dört daire mevcut. Şimdi
diyelim ki savaş anlarındasınız, paranız çok az ve siz kim-
leri düşünürsünüz? Tabii ki dindaşlarınızı düşünürsünüz,
soydaşlarını düşünürsünüz. Söz konusu Abdülhamid Han
olunca öyle değil... “Mademki insandır, başımızın tacıdır” di-
yordu. Sağdaki dört daireyi Müslümanlara, soldaki dört da-
ireyi de gayrimüslimlere ayırıyordu. Bununla da yetinmiyor
bir pozitif ayrımcılık yapıyor. Müslümanlara bir cami yapar-
ken, gayrimüslimlere iki kilise yapıyordu. Çünkü Ermeniler
ve Rumlar birbirinin kilisesine gitmiyor düşüncesiyle o in-
celiği de düşünüyordu. Onlara hastane onlara da… Onlara
hamam onlara da hamam… Düşünün bir pozitif ayrımcılık
daha! Bir papaz değil… Çünkü bir imam atamıştı, bir de mü-
ezzin. Kadroda tam dört papaz görüyoruz. İşte bu anlayış
savaş anlarında bile insanlar arasında, dinler arasında, kül-
türler arasında ayrım yapmayan bir medeniyetin bireyleriyiz
biz. İşte Abdülhamid Han’ı, Abdülhamid Han yapan budur.
Hareket ordusu kendisini tahttan indirmeye gelirken, mu-
hafız ordusunun onları yarım saate tepeleriz demesine karşı
dediği söz kalplere ve kafalara kazınması gereken bir sözdür:
“Milletimin kardeşlerinin birbirlerinin kanlarını akıtacağına
benim canımı alsınlar, bırakırım tahtı daha iyidir” diyordu ve
onun için tahttan iniyor ve bir Müslüman kanının, kendi te-
baasının kanının akmasına müsaade etmiyordu. O, işte böyle
28 Darülaceze

bir padişahtı ve bugün onun ruhaniyetinde bir araya gelmiş


bulunuyoruz.
Günümüz dünyasına baktığımızda, “Hâlâ bazı başkent-
lerde cami olsun mu, olmasın mı?” tartışmalarının yapıldığı
bir dünyada, “Hâlâ ezan okunsun mu, okunmasın mı?” de-
nilen bir dünyada ve “Minareler olsun mu, olmasın mı?” de-
dikleri dünyanın en medeni devletinde böylesine tartışmalar
yaşanırken tam 118 senedir aynı bahçe içerisinde havra, kilise
ve camisiyle açık olarak işleyişine devam ediyor olması bizim
insanlığa, bizim insanlığın değerlerine verdiğimiz kıymeti or-
taya çıkartıyor.
Bize bu imkânları verdikleri için başta Abdülhamid Han
Hazretlerine ve günümüze kadar bu Kurum’u yaşatan, bura-
ya emek veren, buraya hizmet veren müdürlerinden çalışan-
larına ve kalanlara şu anda ise ülkemizi dev adımlarla küre-
sel bir dengenin en önemli üyesi yapan Sayın Başbakanımıza,
şefkatleriyle bizi hiçbir zaman yalnız bırakmayan Sayın Baka-
nımıza ve bu etkinliği yapmamızda her türlü imkânı seferber
eden Sultanbeyli Belediyesi Başkanımıza ve Meclis üyemiz
olmakla da bizi onurlandıran Abdülhamid Han’ın üçüncü
kuşak torunu Abdülhamid Kayıhan Osmanoğlu beyefendi-
ye, Meclis üyelerimize ve burayı gerçekten kendi evi görüp
konuşmayı kabul ederek gelen -hiçbir saniyesinin boş olma-
dığına inandığım çok kıymetli- hocalarıma ve bu pazar günü
başka yerlerde gününüzü değerlendirmek söz konusuyken
burayı tercih etmenizden dolayı sizlere ve aramızda ailemi-
zin muhteşem fertleri olan buranın sakinlerine ve uzaktan
yakından emeği geçen herkese medyun-u şükran olduğumu
ifade ediyor; buraya teşrifinizden dolayı hepinize tekrar şük-
ranlarımı arz ediyor; hepinize hayırlı, huzurlu, uzun, sağlıklı
ömürler diliyorum. Allah’a emanet olun.
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 29

Abdülhamid Kayıhan Osmanoğlu:


30 Darülaceze

Dedemin vefatının 95. yılını hüzünle yaşıyoruz. Sabah


dualar gönderdik. Şimdi de burada bulunuyoruz. İnşal-
lah her sene bunun tekrarını daha geniş çaplı olarak gerek
Darülaceze’de olsun gerek türbesinde yapmak istiyoruz. Yak-
laşık 70-80 senedir bize tarihi hep yanlış anlattılar. Sağ olsun
burada birbirinden değerli tarihçi hocalarımız var; onlar biz-
lere düzgün bir şekilde anlatıyorlar, eksik olmasınlar. Bazıla-
rı tarihi para amaçlı yapıyor veya farklı yönde kullanıyorlar.
Buradaki hocalarımız ve daha sayamadığımız hocalarımız
-Allah razı olsun- bugün de bizleri yalnız bırakmadılar. İnşal-
lah tekrar bir araya geliriz. Teşekkür ederim.
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 31

Sultanbeyli Belediye Başkanı


Hüseyin Keskin:
32 Darülaceze

Osmanlı Hanedanı’nın kıymetli üyeleri, saygıdeğer İlçe


Başkanım, kıymetli müdürümüz, başımızın tacı olan akade-
misyen hocalarımız, çalışma arkadaşlarım, hanımefendiler ve
beyefendiler hepinizi saygı ile selamlıyorum; hayırlı günler
diliyorum, hoş geldiniz.
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Darülaceze Müessese
Müdürlüğü ile birlikte düzenlemiş olduğumuz sempozyu-
ma teşriflerinizden dolayı hepinize teşekkür ediyorum. Hem
hocamız ifade ettiler, hem kıymetli müdürümüz ifade ettiler,
hem de hanedanımızın kıymetli üyesi ifade ettiler. Pazar gü-
nünüzü buraya ayırdınız. Hakikaten çok önemli bir iş yaptı-
ğınızı düşünüyoruz ve bu vesile ile emeklerinizin zayi olma-
masını Cenâb-ı Hakk’tan diliyorum. Değerli misafirler, Üstat
Necip Fazıl’ın “Abdülhamid’i anlamak her şeyi anlamak ola-
caktır” dediği bir deha için buradayız. Sezai Karakoç’un “Sen
bir anne gibi tuttun ufukları” dediği bir devlet adamı için
buradayız. İlber Ortaylı’nın “Dünyanın son hükümdarı, son
evrensel imparatoru” dediği bir lider için buradayız. Bir asır
sonra dahi hepimiz için örnek teşkil eden bir devlet adamını
cennetmekân Sultan II. Abdülhamid Han’ı anıyoruz. Az önce
de ifade edildi. Sabah kabri başında Yasin’lerle, Fatiha’larla
andık. İnşallah hem Abdülhamid Han’a hem de diğer vefat
eden kıymetli büyüklerimize okumuş olduğumuz bu sureler
kabul edilir. Sultan’ın bizlere kazandırdığı yüzlerce hizmet-
lerden birinde, Darülaceze’de onu anmak ayrıca manidardır.
Yaklaşık yüz yıl sonra kendi kişisel eşyalarını satarak kazan-
dırdığı biz hizmet binasında anılmak, her devlet adamı nasip
olmaz. Bu, Sultan’ın insan odaklı hizmet anlayışını, bir asır
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 33

sonrasını düşünen vizyonunu ve hizmetlerinin kalıcılığını


gösteriyor. Kıymetli dostlar, Sultan II. Abdülhamid Han’ın
eğitimde, tıpta ve teknolojideki dehası tartışılamaz boyut-
tadır. Binlerce eğitim yuvası ilk kız okulları, hukuk, ticaret,
güzel sanatlar, maden ve tıp fakülteleri, Hicaz demir yolları
ile başlayan demir yolları, Haydarpaşa limanı, Galata rıhtı-
mı, posta telgraf teşkilatı, emekli sandığı, Şişli Etfal Hasta-
nesi gibi yüzlerce yapı ve Japonya’ya gönderilen robot gibi
teknolojik yenilikler, modern ordu, donanma, ilk anayasa ve
onlarca hizmet için biz Abdülhamid Han’a şükran borçluyuz.
Bu denli ileri görüşlü kalkınma ve hizmet esaslı bir dehayı
örnek almak ise başta yönetim kadrolarında olanların ve ar-
dından geleceğimiz olan gençlerin aslî görevidir. Dünyanın
takdir ettiği Osmanlı Devleti’nin ömrünü uzatan II. Abdülha-
mid Han’ın tüm bu icraatları ve ilmî zekâsı ile özellikle genç-
ler tarafından tanınması ve bilinmesi gerekiyor. Biraz önce
konuştuk; kıymetli müdürümüz Nevzat Bayhan da bahsetti.
Kardeşimin kanı akmasın diye orada göstermiş olduğu fazi-
leti düşünüyoruz, bir de şu anki liderlerin sebep olduğu yüz
binlere varan insanların ölümüyle kıyaslıyoruz. Hakikaten
bu iki örnek de manidar oldu. Geçtiğimiz yıl, II. Abdülhamid
Han’ın hayatı ile tahtta geçen 33 senesinin bilinmeyen yön-
lerini ve o dönemdeki Sultanbeyli’yi değerli akademisyen ve
yazarlarımız sempozyumda bizlere aktarmıştı. Bu kıymetli
tebliğleri geçtiğimiz günlerde kitaplaştırdık. Editörlüğünü
Coşkun Yılmaz hocamızın yaptığı bu çalışmada emeği geçen
hem hocamıza hem arkadaşlarına teşekkür ediyoruz. Bugün
de yine alanında uzman akademisyenlerimiz Sultan II. Ab-
dülhamid Han’ın halka bakışı, sosyal yardım faaliyetleri, ule-
ma ile ilişkileri, insanlara açtığı şefkat kapısı olan Darülaceze,
sürgün hayatı ve Sultan II. Abdülhamid Han döneminde Sul-
tanbeyli gibi konuları ele alacak. Akşam ise geçtiğimiz aylar-
34 Darülaceze

da galası Sultan’ın yolunun kesiştiği Sultanbeyli’de yapılan


“Eskitilmiş Kılıç Sultan II. Abdülhamid Han” isimli tiyatro
oyununu izleyeceğiz. Kıymetli dostlar, Sultanı bir kez daha
rahmet ve şükranla anıyoruz. Bu vesileyle programa iştirak
eden siz değerli hanımefendilere ve beyefendilere teşekkür
ediyorum. Darülaceze Müessese Müdürümüze ve ekibine
teşekkür ediyorum. Hepinize saygılar sunuyorum, efendim.

I. Oturum Başkanı
Orhan Koloğlu:
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 35

Tarihçi olarak biraz üzerinde haylice çalışmış olduğum


bir konuda yapılacak olan bu toplantıya başkanlık etmek, be-
nim için çok büyük bir şeref. Tabii bundan daha önemli olan
konuyu bilimsel olarak anlamak için toplantı yapılmasıdır.
Ben uzun bir konuşma yapacak değilim, sadece toplantının
düzenlenmesinden dolayı duyduğum mutluluğu belirtmek-
le yetiniyorum. Şimdi konuşmacılarımız zaten konuları son
derece ayrıntılı olarak girecekler. Sadece saat meselesi var.
Yirmişer dakikalık konuşmanın biraz sınırlı olacağını hatır-
latmak zorundayım. Dolayısıyla ilk konuşmayı Sultan II. Ab-
dülhamid Han’ın sürgün hayatı konusundaki konuşması için
Prof. Dr. Cevdet Küçük’e bırakıyorum.
36 Darülaceze

Prof. Dr. Cevdet Küçük:


Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 37

Sultan II. Abdülhamid Han’ın Sürgün Hayatı


Sayın Başkan, değerli misafirler hepinizi saygıyla selam-
lıyorum. Milletleri millet yapan tarihine, kültürüne, geçmişi-
ne ve değerlerine sahip çıkan kişilerdir. Eğer bunlar olmaz-
sa millet olma imkânı da olmaz. Allah’a şükür ki ecdadımızı
böyle güzel salonlarda anıyoruz. Abdülhamid’i anlamak için
Abdülhamid’in yaşadığı dönemi iyi bilmek lâzım. Abdülha-
mid, bir Tazminat çocuğudur. Tanzimat’ın ilanından üç yıl
sonra dünyaya gelmiştir ve Tanzimat’ın uygulanış sırasında-
ki olayları yakinen yaşamıştır. Abdülhamid, bir Şark mese-
lesi çocuğudur. Yani Osmanlı İmparatorluğu’nun tavsiyesi
anlamına gelen Batılı süper güçlerin uyguladığı politikanın
uygulandığı 1840’larda Mısır meselesinin gerçekleşmesinden
iki yıl sonra dünyaya gelmiştir ve yine Şark meselesinin en
yoğun olduğu bir dönemde tahtta çıkmıştır. Abdülhamid’i
Şark meselesini bilmeden, Tanzimat’ı bilmeden Osmanlı
İmparatorluğu’nun son iki asrını bilmeden Abdülhamid’i bir
yere koymanız mümkün değildir. Abdülhamid maalesef ül-
kemizde hâlâ siyasi tarihin tekelinden çıkarabilmiş değiliz.
Hâlâ Abdülhamid bir başka lidere veya liderlere veya rejim-
lere alternatifmiş gibi takdim etme alışkanlığı eskisi kadar
değilse de devam ediyor. Abdülhamid bu memleketin gelmiş
geçmiş önemli liderlerinden en önemlisidir belki de. Çünkü
34 yaşında, 34. Padişah olarak tahtta çıkmış ve yıkılan bir im-
paratorluğu, dağılan bir imparatorluğu ayakta tutmaya çalış-
mış. Ben bunu ilk defa söylemiyorum. İlk defa söylediğimde
çok büyük tepki almıştım. Dedim ki eğer Abdülhamid’in 33
yıllık saltanat dönemi olmasaydı ne millî mücadele yapabilir-
38 Darülaceze

dik ne de Cumhuriyet’i kurabilirdik dedim ve bu görüşümde


hâlâ bugün ısrar ediyorum. Bu görüşümü birçok kişinin de
kabul ettiğini görmekten mutluluk duyuyorum. Gerçekten
öyledir çünkü Anadolu, Arabistan yani Doğu Osmanlı As-
ya’sına daha çok Abdülhamid döneminde önem verilmiştir.
İlk demir yolu Rumeli’ye döşenmiştir. Anadolu, Abdülhamid
döneminde ancak demir yolu ile kavuşabilmiştir. Tophane
rıhtımı dahi, yani vapurların yanaşacağı rıhtım dahi, Hay-
darpaşa rıhtımı dahi Abdülhamid dönemindedir. Abdülha-
mid sürgün hayatında çok güzel bir söz söylüyor. Kendisini
Selânik’ten alıp İstanbul’a getirmek istenilmesinin sebebini
sorunca, “Efendim, Balkan Harbi çıktı, her an Selânik işgal
edilebilir; onun için sizi İstanbul’a nakledeceğiz” diyor. Ab-
dülhamid “Ah! Demek o mukaddes Rumeli gitmiş he…”
diyor. Rumeli, Osmanlı’nın mukaddes bölgesiydi. Rumeli,
Osmanlı’nın gelişip güçlendiği ve imparatorluk hâline geldi-
ği bölgeydi. Daha Anadolu Osmanlı’ların yönetimine girme-
den, Rumeli Osmanlı’nın yönetimine girmişti ve Anadolu’da-
ki Söğüt’ü saymaksak ilk büyük payitaht da Rumeli’dedir
İstanbul’dan önce. Bunun için daha önceki padişahlarımız
Rumeli’ye çok önem vermişler. Devletin asıl kilit noktasını ve
bünyesini Rumeli oluşturmaktaydı. Ama Abdülhamid tahtta
çıktığında Rumeli kaynıyordu. Sırplar, Bulgarlar, Karadağ-
lılar, Bosna Hersek’te isyan almış başını gidiyordu. İşte bu
şartlar altında tahtta çıktığında elinin altında bu yıkılmaya
yüz tutmuş imparatorluğu devraldı. Hemen arkasından ge-
len “93 Felaketi” diye tarihlerimize geçen 1877-1878 Osmanlı-
Rus Harbi, imparatorluğun dağılmasını âdeta tamamlar bir
noktaya gelmiştir. Rumeli’nin büyük bir kısmı elimizden çık-
mış, sadece Makedonya elimizde kalmıştır ve aynı antlaşma-
da yavaş yavaş Anadolu’ya el atılmaya başlanmış ve Ermeni
reformu altında Anadolu’nun parçalanmasına sıra gelmiştir.
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 39

Prof. Nurhan Atasoy:


40 Darülaceze

Sultan II. Abdülhamid’in Fotoğraf Merakı ve Yıldız Albüm-


leri
Hanımefendiler, beyefendiler, Sayın Başkanım, sayın mes-
lektaşlarım...
Bu albümün içine yazıları ben koydum, sakın orijinal
zannetmeyin. Efendim, şimdi konuşmaları dinlerken düşü-
nüyorum da bu albümleri çalışarak ben çok uzun yıllar Ab-
dülhamid devri içinde yaşamış gibi olmuşum. Bu resimlere
bakarak hakikaten hepsini ezberlemişim. Âdeta bu yaşamı
çok tabii gibi görmüşüm. Yani çok tuhaf bir şey bu. Çalışırken
insanın, bilim adamlarının konuyla bütünleşmesi oluyor. Ben
çalıştığım saraylarla da ilgili yaptığım araştırmalar sonucun-
da eve gidince benim saray diye bahsediyordum. Yani ba-
bamdan kaldı. Hepsi babam, hakikaten de babamdan kalma.
Şimdi bu konuşmaların ışığında Abdülhamid Han’ı düşünü-
yorum ve bazı aile mensuplarıyla görüştüm. Kızıyla görüş-
tüm, Osmanlı Hanedanı mensuplarıyla görüştüm. Onların
anlattıkları hiç de şaşalı saray hayatı değildi. O kadar sıkıntı
çekmişlerdi ki… Mukbule Sultanı, Yıldız Sarayı’na götürüp
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 41

hangi binada kaldınız diye sordum. Çünkü Yıldız Sarayı’nı


anlamaya çalışıyorum, çalışıyorum bir türlü nerede kaldıkla-
rını, nerede yaşadıklarını anlayamamıştım. Mukbule Sultan’ı
ricalarla götürdüm oraya ve hangi binada kalıyordunuz diye
sordum. Bir binayı gösterdi bana. “İçeri girip bir bakalım
mı?” dedim. Kendisi “O kadar sıkıntılı günler yaşadım ki ben
burada içeriye giremeyeceğim” dedi. Yani bunları da size an-
latıyorum çünkü bunlar birinci ağızdan dinlenmiş sözler ve
şikâyetlerinden biri de dedesi Sultan Reşat’tan nefret ediyor-
du. “Çocuk olarak ben nefret ettim çünkü sarayda hep tasar-
ruf, tasarruf duyuluyordu. Hiçbir şeyin bolluğu yoktu” dedi.
Başka evlerde yenen içenlerden çok daha az kaliteli şeyler yi-
yorduk saraylarda. Biliyorsunuz sofra âdetine Sultan Reşat
zamanında geçilmiştir. Tablakârlar kaldırılmıştır çünkü sa-
rayda bol bol pişiyor, Beşiktaş’ta tablakârlar sonradan satı-
yorlar, Beşiktaş’ta yemek pişmiyor herkes tablakârlardan sa-
ray yemeklerini yiyor. Yani bu kafamızdaki şaşa imajı, Abdül-
hamid devrinde hiç de böyle değil. Kızı ile Cihangir’deki
evinde görüştüğüm zaman sorduğum sorulara cevap yerine
nasıl asker ceketlerinin düğmelerini diktiklerini anlattı. Yani
bunlar hiç yazılmıyor. Ben de böyle ufak tefek şeylere merak
sarıp bunları öğrendim. Şimdi beş yıldan fazla süreyle üni-
versite kütüphanesindeki beş kişilik bir heyetle -bir kısmı eski
öğrencimdi- biz Abdülhamid albümlerinin katalogunu yap-
tık. Çünkü ben bunları çok genç yaşımda keşfettim, inanılmaz
derecede merak sardım ve bunlara bakarak sanat tarihi açı-
sından bunlar nasıl görsel belge olarak kullanılabilir diye re-
simlerini çekmeye çalıştım. Hatta bu arada babamın verdiği
iki daireden birini sattım. Fotoğraf makineleri filan aldım. Bu
bilimsel çalışmadan insan çok para kazanıyor. İnanılmaz. Kü-
çük kızım liseden mezun olduğu zaman “Ne yapmak istiyor-
sun, nereye gitmek istiyorsun?” dedim. Bütün ömrümce be-
42 Darülaceze

nim para sıkıntısı çektiğimi görmüş çocuk dedi ki “Ben para


kazanmak istiyorum.” Topkapı Sarayı’nı çok severdi sürekli
gidip gelirdi. “Sen hiç beklemiyorsun, sanat tarihçisi olacağı-
mı zannediyorsun ama ben para kazanmak istiyorum” dedi.
Çok saygı duydum, zaten ilk işe girdiği zaman benden kat kat
para alıyordu. Efendim, bu merakımla fotoğraf makinesi aldı-
ğım fotoğrafçıya dedim ki “Maaşımı beraber yiyoruz biz! Hiç
durmadan bastırma parası veriyorum.” O yüzden çektiğim
sıkıntıyı anlatamam. En nihayetinden bir karanlık oda kur-
dum kendim basmaya çalıştım fakat o da olmadı. Yani bunlar
zannediliyor ki bir kitap yaptım Abdülhamid Albümleri İstan-
bul manzaraları diye, sandılar çok para kazandım. Ne paralar
gitti, ama bunun yerine çok güzel tatminler geldi. Şimdi bu
kadar uzun laftan sonra Abdülhamid’i çalışırken,
Abdülhamid’in ne kadar geniş ilgi alanı olduğunu, yenilikle-
re ne kadar meraklı olduğunu, onları ne kadar güzel destek-
lediğini Nevzat Bey anlatıyordu. Ben de tabii ki biraz biliyo-
rum bu içinde bulunduğumuz müessesenin dinler üstü tavrı-
nı. Bunu biz başka alanlarda da görüyoruz. Abdülhamid’in
hiçbir hükümdara verilmeyen hediyeleri vardır; bunlar an-
lamlı hediyelerdir. Kendisinin 25. Tahta Çıkısı yılında
Abdülhamid’e hediye edilmiş birçok şey var. Bunlar arasında
İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde bulunan bir albüm
var. Bu albüm nedir biliyor musunuz? Kutsal topraklardan
gönderilmiş bir albüm. Bu albüm kutsal topraklardan, en kut-
sal yerlerden ama bu kutsal yerler hem Musevilerin, hem Hı-
ristiyanların, hem Müslümanların kutsal saydığı yerler. Bu
yerlerden toplanmış yapraklar, çiçekler ve bunun gibi canlı
çiçeklerin kurutularak yapılmış kompozisyonlarından oluşu-
yor. Mesela diyor ki; Zeytin Dağı... Orada bir kompozisyon
var, altında yazılmış oradan toplanmış çiçekler olduğu. Hü-
kümdarlara altın verilebilir, çok değerli eserler verilebilir, pa-
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 43

halı hediyeler verilebilir ama bu kadar anlamlı bir hediyeyi


herhâlde hiçbir hükümdar almamıştır. Ben bunu çok anlamlı
görüyorum. Şimdi bu Abdülhamid Albümleri de gerçekten ken-
di devrini anlatan albümler. Toplam 900 albüm var. Atatürk’ün
yaptığı en güzel işlerden biri Yıldız Sarayı Kütüphanesi’ni ol-
duğu gibi dolaplarıyla birlikte, her şeyi ile hiçbir şeyini boz-
madan Darülfünun’a verilmesini sağlamak olmuştur. Bu bili-
me verilen değeri gösterir. Burada bazen kütüphanelerde
kolaylık görmediğim zaman kızıyorum. Atatürk bunları bi-
limsel olarak araştırılması için buraya vermiştir. Bilim adam-
larına da çok yardım edilmeli, yolları açılmalı diye kızıyorum.
Bu albümlerin, bu kütüphanenin, bir de burada rahmetle ana-
cağımız bir kişi daha var o da kütüphaneyi yağmacıların elin-
den kurtaran kütüphanecisi. Kapının önüne yatarak yağmacı-
lara “Benim ölüme basın öyle girin içeri” demiş. Bir tek adam
o koskoca yağmacıları durdurmuştur ve Yıldız Sarayı Kütüp-
hanesi bu adam sayesinde hiç yağmalanmamıştır. Daha sonra
da Nurettin Bey’in babası Sabri Bey ve daha sonra da oğlu
buranın müdürlüğünü uzun yıllar yaptı. Fevkalade iyi bir kü-
tüphaneciydi. Onun yardımlarıyla genç bir bilim adamı ola-
rak orada çok çalıştım. 900 albüm de 35.000 küsur fotoğraf
var. Bu albümlerden bir albüm içinde tek bir fotoğraf oluyor.
Ama bir başka albüm içinde 400 fotoğraf oluyor. Bunları böy-
le bir tasnife sokamazsınız. Nereleri içeriyor? Bütün impara-
torluğu kapsıyor. Yıldız Sarayı’na ait çok fotoğraf var. Özel-
likle Yıldız Sarayı’nın bahçeleri ve bazı köşklerini gösteren
fotoğraflar var. Bakın o devirde özellikle yabancı misafirler
geldiği zaman sağ tarafta çok şahane sofralar kuruluyor ama
bu resimlere bakıp burada her gün bu kadar şahane sofralar
kurulmadığını da biliyoruz. Şehri görüyoruz. Bu resimleri sık
sık görürsünüz eski Galata Köprüsü resimlerini. Burada halkı
da görüyorsunuz, Haliç’i görüyorsunuz, Boğaz’ı görüyorsu-
44 Darülaceze

nuz. Kitapta İstanbul resimleri vardı. Bu resimleri kimler çe-


kiyor? Abdülhamid yeniliklere fevkalade meraklıdır. Fotoğ-
rafçılık Avrupa’da daha yeni yeni ortaya çıkmış, Almanya’da
en güzel fotoğraf makineleri yapılıyor ve bu yeniliğe mutlaka
ayak uydurmak gereğini hissediyor. Özellikle fotoğraf çeki-
mini en çok önemsediği alan pasaportlara, diplomalara ve
sabıka kayıtlarına fotoğraf konması… Çünkü en çok bunlar-
da hilekârlık yapılabilir, bunlara mani olmanın en önemli ça-
resi bunların fotoğraflanması oluyor. Polis teşkilatını fotoğ-
raflarla teçhiz ediyor. Polis teşkilatına fotoğraf öğretmek için,
fotoğrafları kullanmaları için fotoğrafhaneler kurduruyor ve
ayrıca bütün ülkenin çeşitli yerlerindeki önemli anıtların fo-
toğraflarının çekilmesini isteyen emirnameler gönderiyor.
Böyle yerli fotoğrafçılar var, bundan başka birçok yabancı fo-
toğrafçılar var. Dünya fotoğraf tarihini yazanlar muhakkak
bu fotoğraf albümlerini de çalışmak istiyorlar çünkü Avru-
pa’daki bütün ünlü fotoğrafçılar İstanbul’dan geçiyorlar,
İstanbul’dan izin almak zorundalar ve onların fotoğraf çek-
mek istedikleri en önemli yerlerden biri kutsal topraklar. Ve
bu fotoğrafçılar ayrıca İstanbul’da çektikleri fotoğrafları al-
bümler hâlinde sunuyorlar. Bunların üzerinde tek tek durabi-
liriz ancak vaktimiz yok. Sadece fikir olsun diye size göstere-
biliyorum. Edirne’den de geçtik. Görüyorsunuz size daha çok
İstanbul manzaralarını gösterdik. Bu çalışmalarımızda bunlar
tek tek bize yardımcı oluyor. İstanbul karakolları, hastaneler,
okullar, aklınıza ne gelirse, bu mahkûmların fotoğrafları tüm
bunların hepsini bu albümlerde bulmakla birlikte bunun ka-
talogunu yapmış olmakta büyük bir hizmetti. İstanbul Üni-
versitesi Kütüphanesi’nde bunlar yayınlanıyor ama adımızı
unutmuşlar. O kadar önemli de değil, hizmet verdik ya önem-
li olan o. Çok teşekkürler…
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 45

Prof. Dr. Nurhan Yıldırım:

Sultan II. Abdülhamid’in İnsanlığa Açtığı Şefkat Kapısı: Da-


46 Darülaceze

rülaceze
Bu şefkat yuvasında sizlerle beraber olmaktan çok mutlu
olduğumu belirtmek isterim önce. Darülaceze’nin çok kısa
bir tarihine bakmak istedim bugün... Kuruluşu 1877 Osmanlı
- Rus Savaşı’na dayanıyor. Biliyorsunuz Abdülhamid tahtta
çıkar çıkmaz patlayan bu savaşta çok toprak kaybetmiştik
Rumeli’den ve önemli ölçüde göçler oldu İstanbul’a, payitah-
ta. Ve 1879 yılında bir şehir kadar insan gelmişti; 400.000 kişi
kadar. Tabii tahmin edersiniz ki, bu kadar insanın bir anda
bir şehre doluşması şehirdeki bütün yaşamı bozmuştu ve
gelenler hasta, sakat, maluller, dul kadınlar olduğu için de
çok büyük bir sosyal patlama meydana gelmişti. İşsiz bark-
sız, evsiz bu insanların yapabilecekleri tek şey dilencilikti.
Ne yazık ki bu dilenciliğin artması da payitahtı
Abdülhamid’in ifadesiyle hasta sakat sergisine çevirmişti.
Tabii ki buna padişahın kayıtsız kalması mümkün değildi.
Derhâl bir çare düşünülmesini buyurdu. Meclis-i Mahsûs-ı
Vükelâ’nın bunun için toplanmasını ve bu durumu müzake-
re etmesini istedi. 7 Eylül 1886 günü toplanan Meclis-i
Mahsûs-ı Vükelâ dilenciler konusunda İstanbul’daki payi-
tahttaki bu hasta ve sakatlar konusunda neler yapılabileceği-
ni tartıştı. Fransa’da devlet dilenci evleri vardı. Bunlar ince-
lendi. Dilencilikle ilgili Fransız yasaları Türkçeye çevrildi.
Sonunda görüldü ki İstanbul’daki bu yardıma muhtaç kitleyi
barındırabilecek bir kuruma ihtiyaç vardır ve Darülaceze
olarak o gün âcizlerin evi gibi âcizlerin toplanacağı bir ev
düşünülmesi bir yurt yapılması gündeme geldi. Kimler kala-
caktı burada? Sokağa terk edilen yeni doğmuş bebekler, has-
ta ve sakat olanlar, bakacak kimsesi olmayanlar, dilenmek
zorunda kalanlar ve tabii ki yaşı çok ilerlemiş olup bakacak
kimsesi olmayan bakıma muhtaç kişilerin buraya alınması
düşünüldü. Ama bunlar arasında asla bir ayrım yapılmaya-
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 47

cağını padişah buyurmuştu. Son derece insancıl bir yakla-


şımla din, mezhep ve ırk ayrımı hiçbir şekilde gözetilmeye-
cekti buraya kabul edilecek kişiler için. Tabii burada barındı-
rılacak çok önemli bir nüfus vardı. Bu nüfusun da -yine
Fransa’daki dilenci evlerinde olduğu gibi- imalathanelerde
aktif hayata katılmaları, hem bir şey üretmenin zevkine va-
rıp işe yarıyor olabilmenin mutluluğunu yaşamaları hem de
aynı zamanda ürünlerinin kurum içinde kullanılması ve bel-
ki de satılması yolunda ayrıca da buradaki kimsesiz çocukla-
rın meslek sahibi yapılması yolunda da imalathaneler açıl-
ması düşünüldü ve kararlaştırıldı. 1886 yılındaki bu toplan-
tıda gelirleri belirlendi. Fakat bu girişim -ne yazık ki- hayata
geçirilemedi. Bunun hayata geçirilmesi ancak 30 Mart 1890
yılında II. Abdülhamid bir iradeyle kimsesiz çocukların, has-
taların, sakatların ve yaşlıların barınacakları, bazı kişilerin de
dilencilikten kurtarılıp burada bakılacakları bir yer açılması-
nı emretti. Burada hem çocuklara iş öğretilecek hem de kü-
çük yaşta sokağa bırakılan bu çocuklar burada terbiye edile-
ceklerdi. Ancak inşaata başlanacak para yoktu. Yapım mas-
raflarını toplamak için de dönemin Maliye Nazırı Agop Ka-
zazyan Paşa’yı görevlendirdi. Bir ihale komisyonu kurdur-
du. 1890’dan önce 1888 yılında İstanbul’da bir sergi açılmıştı.
Bütün vilayetlerin en güzel kumaşları, dokumaları, ürünleri,
her şeyi burada sergilenmişti Sultan’ın emriyle ve bu eşyalar
tabii II. Abdülhamid’e verilmişti. II. Abdülhamid bu sergi
eşyasını ilk adımda gelir olması için inşaata bağışladı ve bu
Darülaceze sergisi Beyoğlu’nda açıldı. Buradan önemli mik-
tarda para satışlardan elde edildi. Banka Osmânî’ye Darüla-
ceze hesabına yatırıldı. Hemen ardından II. Abdülhamid’in
emriyle 50 liralık yardım bileti basıldı ve bu biletler bütün
vilayetlerin devlet dairelerine gönderildi. Çalışanların bun-
lardan alması, maaşlarından bir kesinti yapılması söz konu-
48 Darülaceze

suydu. Abdülhamid de 10.000 liralık bilet satın aldı ve inşaa-


tın başlaması için 1.000 lirasını peşin olarak verdi. Ardından
da aşama aşama bunun ödenmesini emretti. Temeller, 10
Kasım 1982 günü atıldı. Yer olarak da binanın bugün bulun-
duğu yer seçilmişti. Burası Hacı Raşit Ağa’nın çiftliğiydi.
Balmumcu çiftliğiydi. Balmumcu çiftliği zaten devletin çiftli-
ğiydi ve Kâğıthane köyünün merasıydı. Burada hayvanlarını
otlatıyordu köylüler. Ve Kâğıthane köylüleri köyü bağışladı.
İnşaatın temelleri atıldıktan sonra planlar çizildi. Planları
Dair-i Askârî İstikham ve İnşaat Dairesi çizdi. Planlamada da
dönemin çok geçerli bir sistemi olan pavyon sistemindeki
hastane planı baz alındı. Çünkü 19. yüzyılda kolera salgınla-
rı çok fazlaydı bütün dünyada ve hastane yapılanmaları da
ayrı ayrı binalar tercih ediliyordu. Arada mikrop bulaşması-
nı önlemek için diğer hastalara, bu nedenle de ayrı ayrı “dai-
re” adı verilen binalar planlandı. 18 binanın yapımı başladı.
1894 yılına geldiğimizde 3 dairenin yapımı bitmişti. Fakat 10
Temmuz 1894 günü İstanbul’da çok büyük bir deprem oldu.
Bu deprem birçok binayı ya yıktı ya da kullanılamaz hâle
getirdi. Bunlardan biri de Haseki Nisa Hastahanesi’ydi. Ha-
seki Nisa Hastahanesi’nin bir bölümü âcizehane olarak kul-
lanılıyordu. Burada dul hanımlar, kimsesiz çocuklar barındı-
rılıyordu ve padişah hemen buradaki âcezenin
Darülaceze’de henüz bitmiş olan daireye taşınmasını emretti
ve ilk olarak onlar taşındılar. İnşaat bitince Dâhiliye Nazırı
Halil Rıfat Paşa, Darülaceze’nin anahtarını Padişah’a takdim
etti. Halil Rıfat Paşa’yı zaten padişah Darülaceze’nin inşaatı-
na nezaret etmekle görevlendirmişti. Anahtar teslimi de yine
Padişah’ın Cülus günü olan 19 Ağustos’a tekabül eden o
sene 31 Ağustos 1985 günü gerçekleşti. Padişah, binanın ek-
sikleri olduğunu ziyaretinde gördü. Çok hassas davranıyor-
du. Mükemmel olması için de açılışı erteledi ve kendi cebin-
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 49

den 300 kişilik yatak örtüsü, mintan, çorap ve ayakkabı aldı.


300 kişiyle faaliyete geçmesi planlandığı için. Açılış törenine
de bir Müslüman duacı davet ettirdi. Rum, Ermeni patrikha-
neleri ve hahamhane ruhani meclisinden birer üye davet
edildi. Darülaceze’nin ilk kapısı yukarıda Osmanlı Tuğrası
var ve Bâb-ı Şefkat adı veriliyor bu kapıya yani şefkat kapısı.
Bu kapı, II. Abdülhamid’in doğum günü olan Hicri 16 Şa-
ban’ına karşılık gelen yine 31 Ocak 1896 Cuma günü sade bir
törenle açıldı. Yönetim biçimi ve kabul şartları elbette belir-
lenmişti. Dilenciliğin menine rağmen nizamname, Darülace-
ze nizamname-i dâhilisi hazırlandı ve yürürlüğe girdi. Daha
sonra memurların ve sıhhi görevlilerin görevlerini belirleyen
talimatname 1912-1914 yılları arasında hazırlandı. Memurlar
için ayrı bir daire vardı. Bugün müdüriyet odası olarak kul-
lanılan komisyon odası olarak kullanılıyordu; Darülaceze
komisyonu kararlarını burada alıyordu. 1916 yılında Darüla-
ceze düzenlendi ve bu Nizamname geçerli oldu. Dört bölüm
üzerine kurulmuştu Darülaceze. Zükûr yani erkekler kısmı,
inâs yani kadınlar kısmı, çocuklar şubesi ve ırzahane yani
kreş süt çocukları sokağa bırakılanlar için bir şube. Gelir
kaynaklarını da şöyle belirlemişti II. Abdülhamid: Kontrol-
lerde eksik gramajlı ekmekler buraya gönderiliyordu. Tiyat-
ro biletlerinden hisse, cami kapılarına yardım sandıkları
kondu. Orada toplananlar, bağışlar, cemaatten ve halktan
toplanacak yardımlar. Maden imtiyazlarından hisse verili-
yordu mutlaka Darülaceze’ye. Tapu işlemlerinden hisse,
Şirket-i Hayriye ile Seyr-i Seferin idaresi vapur seferlerinden
hisse. Tiyatro, sinema giriş biletlerinden hisse verilmesini
emretti. Ölünceye kadar bakılmak şartıyla bağışlanan mal,
mülk, maaş ve gelirdi. Darülaceze’nin ilk sakinleri
Haseki’den gelenler dışında İstanbul sokaklarından toplanan
sakat ve hasta dilenciler oldu. Darülaceze’nin nizamnamesi-
50 Darülaceze

ne göre, akıl hastaları ve bulaşıcı hastalıkları olanlar kabul


edilmiyordu. İstanbul dışından da kimseyi kabul etmiyorlar-
dı. İstanbul’da oturanlar veya uzun zamandan beri
İstanbul’da oturmuş olanlar kabul ediliyordu. Irzahane kreş
kısmı kırk yataklıydı ve süt çocukları için Almanya’dan hem-
şireler getirdi. Çocuklara dadılar bakıyordu. Mikrop tutma-
yan emaye kaplı dolaplar Viyana’dan getirtilmişti özel ola-
rak. Çocuklar her sabah özel banyolarında yıkanıyordu da-
dılarının eşliğinde ve yönetiminde de Doktor Kadri Reşit
Paşa çalışıyordu. Kendisi Mekteb-i Tıbbiye’nin çocuk hasta-
lıkları hocasıydı. Çocuklar üç günde bir başhekim gözeti-
minde muayene edilip tartılır, kilolarına göre ayrı ayrı ye-
mek listesi düzenlenirdi. Sütnineler emziriyor çocukları…
Ayrıca pastörize süt kullanıyorlardı. Pastörize sütler de bu-
radaki makinelerde pastörize ediliyordu. Darülaceze’nin
ahırı vardı ve inekler burada besleniyordu. İneklerden sağı-
lan sütler burada pastörize ediliyordu. Biraz büyüyenler ta-
bii yemek yiyorlardı, emzikten kesilenler ayrı bir koğuşa
alınıyorlardı. İnek sütüne alerjisi olan çocuklar için ayrıca
merkepler besleniyordu. Bu merkepler belli saatlerde kreşin
kapısına getiriliyor ve hemen burada sağılıp taze taze çocuk-
lara süt ulaştırılıyordu. Kreş ise Alman hemşirelerin yöneti-
mindeydi, dadılar da yabancıydı. 1911 yılında otuz dört be-
bek bunların otuzu Müslüman, ikisi Musevi, bir Rum ve bir
Katolik Ermeni bebek burada bakılıyordu. Eytamhane kıs-
mında da yine yetim çocuklar bakılıyordu. Her yaş grubun-
dan çocuklar var burada. Oyun saatinde yine Alman hemşire
nezaretinde değişik yaş grubundan kız erkek çocuklar
Eytamhane’de son derece modern, bütün eğitim birimler
dayanmış döşenmiş şekildeydi. Yatakhaneden bütün yatak-
ların hepsi Almanya’dan getirtilmişti ve burada yedi yaşının
dolduran çocuklar yetimhanede imalathanelerde eğitim al-
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 51

mak zorundaydılar. Hem ilkokul eğitimi görüyorlardı Darü-


laceze’deki bir okulda hem de imalathanelerde sanatlar öğre-
niyorlardı. Dokumacılık, çorapçılık, boyacılık, dülgerlik vs.
Halı, seccade ilk önce açılan bir sanayi hâlindeydi. Burada
halılar dokunuyordu, ipek, yün halı ve seccadeler dokunu-
yordu. Ürünler ramazanda Beyazıt’ta, ilkbaharda
Darülaceze’de açılan sergide satılıyordu. Böylece
Darülaceze’ye gelir temin ediliyordu. Çocuklar her gün sa-
bah okullara, öğleden sonra da buralara devam edip bunları
öğrenmek durumundaydılar. Çok beğeniliyordu halılar, sec-
cadeler İstanbul’da. Herkes bunları almak için kapışıyordu.
II. Abdülhamid’te 1900 Nisan’ında Paris’te açılan sergide
Darülaceze halı ve seccadelerinin sergilenmesini emretti bir
sanat nişanesi olarak. Terzihane vardı, terzihanede sünger
dikiş makineleri vardı. Son derece modern bir dikim atölye-
siydi. Ayakkabı imalathanesinde imal edilen ayakkabıları
âcezeler giyiyordu. Bazıları da dışarıda satılıyordu, gelir
elde ediliyordu. Çorap atölyesinden yine çoraplar imal edili-
yordu ve bunların çoğunu da Darülaceze sakinleri giyiyor-
du, dışarıda da satılıyordu. Marangozhanesi çok meşhurdu,
burada üretilen dolaplar, masalar, sandalyeler piyasada çok
revaç buluyordu. Bir mekteb-i idadi vardı, ilkokul. Yetimha-
nede yedi yaşının dolduranlar buraya devam ediyordu. Ma-
arif Nezareti’nin programı uygulanıyordu. 114 erkek ve 23
kız toplam 137 öğrenci ile başlamıştı 1896’da eğitim. Cami-
nin hemen yanındaydı okul ve yedi kişi de hafızlık eğitimi
alıyordu aynı zamanda. Her sene cülus günü mutlaka zama-
nı gelen çocuklar sünnet ettirirdi II. Abdülhamid
Darülaceze’de. İki hastane vardı hem kadınlar için hem de
erkekler için. Erkekler 64 yataklı, bayanlar 56 yataklı. Kadro-
lu hekimlerin yanında burada fahrî olarak burada çalışan
hekimler vardı. Eczacılar, dişçiler, kimyagerler, ebe vardı.
52 Darülaceze

Burada jinekoloji muayene odası vardı kadın hastanesinde.


Dönemi için son derece modern şeyler bunlar, sadece tıbbi-
yede var ve başka hiçbir yerde bulunmayan araç gereç
Darülaceze’de vardı. Göz muayene odası göz bölümü Esat
Işık Paşa’nın denetimi altındaydı ve o da tıbbiyenin göz ho-
casıydı. Cerrahi müdahale odası ve cerrahi müdahale masası
yurt dışından getirilmişti. Hastanelerde 1896-1903 yılları ara-
sında 5.752 kişi tedavi gördü. Bunların çoğu Müslüman,
Rum, Ermeni olmak üzere karışıktı. Viladethane 1907 yılında
hazırlandı ve Hz. Muhammed’in doğum gününde hizmete
girdi. O gün Darülaceze Camii’nde bir açılış töreni yapıldı ve
Hz. Muhammed’in menkıbelerinin anlatıldığı sade bir tören-
le hizmete girdi. Burada âceze kadınlar doğumlarını yapı-
yordu. Bakteriyolojihanede hastanenin bakteriyolojik analiz-
leri yapılıyordu. Çok modern bir laboratuvardı. Tebhir maki-
nesi… Hastanenin bütün ve bütün Darülaceze’nin eşyası
burada… Yatak takımları, hastanede kalanların giysileri
etüvden geçiriliyordu. Ve ibadethaneler camiler vardı, Erme-
ni ve Rum kiliseleri vardı açılışında. Caminin iç görünümü
fevkalade süslü. İmam, vaiz ve müezzin var, ayrıca bir de
hastane imamı olduğunu arşiv belgeleri bize söylüyor. Za-
manla Katolik ve Ortodoks cemaati azalıyor. Rum kilisesi
Hrıstiyanlara tahsis ediliyor. Ermeni kilisesi de sinagog olu-
yor. 1964 yılında kilise ve sinagog kapanıyor ama 1992’de
bulunan 7 gayrimüslim için kilise ve sinagog onarılıp açılı-
yor. Çamaşırhane var, mutfak var; çamaşır kazanları dönemi
için son derece modern, çamaşırlar son derece modern ko-
şullarda yıkanıyor. Çamaşır kurutma makineleri var. Çama-
şırlar vagonlarda taşınıyor. Büyük bir mutfağı ve kileri var.
Ünlü kişiler burada; görkemli yaşamlarının sonunda
Darülaceze’ye sığınmak durumunda kalanlar var. Osmanlı
hanedanı mensupları var, cariyeler var, paşazadeler var. Da-
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 53

rülaceze hepsine kucak açıyor. Prens Sabahattin’in kızı Fet-


hiye Sabahattin, 6 Eylül 1986 yılında burada vefat ediyor.
Prenses Melek Yurdagül aynı şekilde. II. Abdülhamid’in kızı
Ayşe Sultan ile Mehmet Ali Bey’in oğlu olan Abdülhamid
Rauf, 11 Mart 1981’de son nefesini Darülaceze’nin bir oda-
sından veriyor. Tabii ki bir padişah torununun, dedesinin
âcizler için yaptırdığı bir kuruma sığınması çok hazin bir
çelişkidir. Bizim yüreğimizi burkuyor. Ama Darülaceze’nin
banisi kimdir, bu soruyu burada bilhassa dile getirdim. Bu
çoğunuz için çok saçma bir soru gibi algılanabilir. Fakat
Abdülhamid’in saltanat yıllarında yayımlanan yayınlara
baktığımız zaman bu padişahın bir hayır kurumu olarak,
yardımseverliğin bir simgesi olarak kabul edilmiş bir kurum
ancak tahttan indirildikten sonra II. Meşrutiyet’ten sonra
ittihatçılar bunu umumi yardımlarla kuruluş bir kurum ola-
rak niteliyorlar ve Abdülhamid ile bağlantısının koparıyor-
lar. Cumhuriyet döneminde yine benzer bir yaklaşım görü-
yoruz. Halil Rıfat Paşa bani ilan ediliyor ve 16 Mayıs 1942’de
girişte gördüğünüz Darülaceze bahçesine bir büstü konulu-
yor Halil Rıfat Paşa’nın. Bu büstün kaidesinde ne yazık ki
Darülaceze banisi yazıyor. “Sadrazam Halil Rıfat Paşa, Da-
rülaceze Banisi 1895” Bu ibarede hangi yanlışı düzeltelim.
Darülaceze banisi değil, bunu ben birkaç yerde dile getir-
dim. Ancak bugüne kadar hiç gerçekleşmedi ne yazık ki ve
1895 yılı da yanlış, 1896 olacak. Elbette ki Halil Rıfat Paşa bu
devletin bir devlet adamıdır, sadrazamıdır ve dâhiliye nazır-
lığı zamanında bu Darülaceze’nin yapımı ve nezareti ile pa-
dişah zamanında görevlendirilmiştir. Son bir senede sadra-
zamlığına dek gelmektedir. Onun hizmetlerini biz inkâr et-
miyoruz. Şüphesiz ilgilenmiştir, emekleri büyüktür ama
bani değildir. Onun da hizmetleri dile getirilsin, ona da karşı
değiliz ama burası Darülaceze ancak II. Abdülhamid’in kur-
54 Darülaceze

duğu bir kurumdur.

Prof. Cezmi Eraslan:


Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 55

Sultan II. Abdülhamid’in Halka Bakışı ve Sosyal Yardım Fa-


aliyetleri
Sayın Başkan, Sayın Genel Müdür, çok değerli meslektaş-
larım, Darülaceze’nin çok değerli sakinleri, misafirler hepiniz
hoş geldiniz.
Burada yapılan ilk toplantıda burada olmak kadar şu
oturumdaki yapıyı düzenlemek konusundaki kadirbilirliği
ya da ince düşüncesi dolayısıyla Coşkun kardeşime ayrıca te-
şekkür etmek istiyorum. Çünkü burada kendisi bahsetmedi
oturum başkanı olduğu için ve süre konusuna özellikle riayet
etmek için II. Abdülhamid konusundaki ilk diyebileceğimiz
çalışma değerli hocamın. Abdülhamid gerçeği adlı kitabını 1987
sonrasında bizlerin doktora tezleri birbirini takip etti. Oturum
başkanlığı ve katılımcıların bu toplantıda yer alıyor olmaları
hakikaten güzel bir tevafuk olmuş, ben o noktada tebrik ve
teşekkürlerimi ifade etmek istiyorum bütün düzenleyiciler
şahsında Coşkun kardeşime.
II. Abdülhamid, Türkiye Cumhuriyeti döneminde yeni
idarenin kendini meşrulaştırmak söylemi içerisinde en faz-
la eleştirilen Osmanlı padişahıdır. Bir manada Osmanlı’yı
simgeleyen isim olarak yaptığı her iş çerçevesinde de eleşti-
rilmiştir. Ancak biraz önceki tebliğde de gördüğümüz üzere
1980’li yıllara kadar yoğun bir şekilde bu manada eleştirilen
daima geriyi, eskiyi, kötüyü, çekilen sıkıntıların sebepleri ola-
rak suçlanan şahısların da -kendi dönemlerinde o dönemin
imkânları ölçüsünde- teknolojiyi takip ettiklerini, insani hak-
lara hassasiyetle son derece saygılı olduklarını görüyoruz. Bu
manada Cumhuriyet döneminde yeniyi ikâme etmek için es-
kiyi eleştirme tavrında genelde bugünde pek çok şeyde yap-
mış olduğumuz gibi aşırıya kaçtığımızı ifade etmek gerekir.
Bu çerçevede de hocamın kitabıyla o başlattığı yol hakikaten
56 Darülaceze

önemlidir. Övgüde de, yergide de aşırıya kaçmadan ilmî esa-


sa hâkim kılabilmek söylediklerimizin ve yaptıklarımızın
sonraki nesillere kalmasının sağlayacak en önemli esaslardan
bir tanesi. Sultan II. Abdülhamid’in sosyal faaliyetleri, yardım
faaliyetleri konusunda belki en bilinen en büyük örnek olarak
Darülaceze’yi şu an içinde bulunduğumuz durumu mübarek
kurumu görüyoruz. Ben bu dönemin geneline dönük araş-
tırmalarda belli esaslara yönlendirilen yaklaşımlara da bir
açılım olması hasebiyle öncelikle konuşmamın girişinde II.
Abdülhamid’in tahta çıktığı süreçteki değişim ve gelişimlere
kısaca değinmek istiyorum.
Hakikaten II. Abdülhamid, Osmanlı döneminin en zor
zamanlarından birine denk geldi. Hatta çöküş dönemi. Hem
tahtta çıkış dönemi öncesinde yaşanan olaylar bireysel olarak
kendisini etkiledi, hem de çıkışından önce başlayan ve âdeta
padişahın kucağında bulduğu problemler, sıkıntılar kendi-
sinin o döneme kadar devam eden pek çok politikada yeni
açılımların yeni değişimlerin arayışına girmesine yol açtı. Bu
manada hemen şunu ifade edelim; bugün bütün konuşma-
larda ifade edildi, 93 Harbi ile ortaya çıkan manzara devletin
artık kendi gücü kendi imkânlarıyla ayakta duramayacağını,
devam edemeyeceğini gösteren bir işaret oldu ve padişah ha-
kikaten bu dönemde uluslararası ilişkilerdeki dehasını konuş-
turarak Rusya ve İngiltere’ye karşı Almanya’yı bir denge un-
suru hâlinde bölge siyasetine ve Osmanlı siyasetine dâhil et-
miştir. Bu süreci tetikleyen en önemli gelişmelerden bir tanesi
de 19. yüzyıl boyunca âdet birçok konuda stratejik müttefik
gibi görülen İngiltere’nin ki Sultan Hamid sürgün dönemin-
deki anılarında bütün faaliyetlerin Osmanlı Devletini yeniden
uluslararası alanda ittifakı aranır bir güç hâline getirmeye İn-
giltere ile ittifak edebilecek bir güç hâline getirmeye dönük ol-
duğunu ifade etmiştir. Bu süreçte İngiltere’nin, Osmanlı’nın
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 57

devamını gözeten politikalardan vazgeçtiğini hatta Rusya’nın


ilerlemesine engel olacak şekilde özellikle doğuda tampon
yapılar ortaya çıkarmaya çalışan bir yönelişe, bir politikaya
girdiğini biliyoruz. Yine bu süreçte yaşanan toprak kayıpla-
rı ve problemler söz konusu. Osmanlı Devleti’nden son üç
yüz yıldır yapılmaya çalışılan reformların, düzenlemelerin ve
bekleneni verememesi dolayısıyla yeni arayışların fikrî, idarî,
siyasî sahalarda yeni düzenlemelerin bu noktada da devam
ettiğini söylemek durumundayız. Hocam işaret etti biraz ev-
vel; Tanzimat’ın içine doğan bir padişah kendi döneminde de
meşrutiyeti iki defa ilan eden devlet idaresini yazılı esaslara
dayalı keyfilikten uzak bir noktaya getirme çabasını ortaya
koyan bir dönemi idrak etmiştir. Ancak gerek I. Meşrutiyet
gerekse II. Meşrutiyet hemen sonrasında bir arada tutulmak
istenen unsurlarında parça parça devletten ayrılmasına engel
olunamadığını ifade etmek durumundayız. Bu dönemdeki
siyasi gelişmelerin Osmanlı’daki nüfus dengelerini de etkile-
diğini biliyoruz. 1820’lerde ülke içinde yüzde altmışlara yak-
laşan Müslüman nüfus oranının 1890’lara gelindiğinde yüzde
yetmiş beşlere çıkmış olduğunu, kaybedilen topraklardan
gelen insanlarımızın -ki biraz önce göçlerin büyüklüğü hak-
kında değerli hocam da malumat verdiler- devleti içeride ve
dışarıda İslam hususunun vurgulanması İslam hususiyetinin
öne çıkarılması ihtiyacını doğuran bir noktaya götürmüştür.
Aynı fikirde bilhassa Islahat Fermanı’ndan sonra gayrimüs-
limlerin ve azınlıkların ülke çapındaki gerek eğitim, gerek
sağlık, gerek ibadethanelerin son derece artmasına mukabil
İslam eserlerinin camilerin, tekkelerin ve sair müesseselerin
ihmal edilmiş olmasını da bu süreçte böyle bir politikanın
hayata geçirilmiş olmasının da katkı sağladığını ifade etmek
durumundayız. Bunu destekleyen diğer bir husus 19. asrın
son çeyreğinde artık dünyada Osmanlı dışındaki 1881’deki
58 Darülaceze

Muharrem kararnamesindeki artık mali bağımsızlığından


çok fazla söz edemeyeceğimiz bir durumda olmasına karşın
dünya Müslümanlarının gelecekleri için ümit bağlayacakları
yegâne yer Osmanlı Devleti hâlinde idi. Bu çerçevede devle-
tin ekonomik gelişmeyi, mali disiplini sağlamak ve özellikle
devlet, millet kaynaşmasını, bütünleşmesini, dayanışmasının
sağlamak eğitimli nesillerin yetiştirilmesini, gerçekleştirmesi
büyük önem arz etmektedir. Zira Osmanlı padişahları arasın-
da belki eğitim konusunda en fazla çaba sarf eden isimlerin
başında geliyor II. Abdülhamid. Halka bakışını dikkate aldı-
ğımızda, halkın dinini korumak için biraz taassup, eğitim,
servet ve sanayi konularında yeterli olmadığını düşünmekte-
dir. “Devletin yaşanan iç ve dış problemlerden çok fazla zarar
görmeden devam edebilmesi her şeyden önce yetişmiş insan
gücüne bağlıdır” diyen II. Abdülhamid, bilgili vatandaşları-
mızın azlığına teessüfler etmektedir. Vatandaşların genelin-
den dinin ve milliyetin ne demek olduğunu bilmeyen yaban-
cıların alkış ve paralarına kananların çoğunlukta olduğunu
dikkate alarak toplumu eğitmek ve bilgilendirmek gerekti-
ğinin özellikle altını çizmektedir. Dünya Müslümanlarıyla
dayanışmayı sağlamakta bu süreç uygulanacak politikanın
temel unsurlarından birisini oluşturmuştur. Bu noktada 1882
itibarıyla devletin ağırlıklı politikası diyebileceğimiz İslam
birliği uygulamasında da dinî müesseselerin, dinî şahsiyet-
lerin toplumun manevi hayatında önemli rol oynayan, yön-
lendirici rol oynayan dinamiklerin daha önce olmadığı kadar
Halife Padişah olan II. Abdülhamid maddi-manevi desteğini
alarak ön plana çıkarıldığını da ifade etmek gerekir. Malum-
larının olduğu üzere genelde Türk devlet anlayışınız da özel-
de Osmanlı’da tebaa yani vatandaş Allah’ın yöneticilere ema-
netidir; yani vediatullahdır. Sürü ve çobanı kavramlarını da
bu çerçevede değerlendirmek gerekir diye düşünüyorum. Bu
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 59

noktada sosyal yardımlaşma konusunda yapılan işlerde de


Halife Padişahın bu sıfatının ve uygulamaya çalıştığı politi-
kanın gerekleri olarak ifade edebileceğimiz bu husus Osman-
lı Hanedanı’nın genelinde görülen ancak II. Abdülhamid’in
şahsında simgeleşen milletin babası olma anlayışının da bir
gereği olarak hayata geçirilmiştir. Yani siyaseten uygulanan
hususlar değildir; bir devlet anlayışının da, bir yönetme an-
layışının da gereği olarak, evlatlarının maddi-manevi her
ihtiyaçlarını gidermek durumunda olan bir aile reisi gibi,
bu hususa dikkat edildiğini bu çerçevede şahsi hazinesinin
ve yatırımlarının son derece cömertçe ortaya konulduğunu
görüyoruz ki biraz önce de Darülaceze’nin yapımı sırasında
katkılarını değerli hocamız ifade ettiler. Vatandaş, kendisinin
her ihtiyaç duyduğunda yaralarını saracak ve kimsesizle-
rin kimsesi olacak birinin, bir makamın devreye girebilece-
ği şekilde toplumun her ferdine hissettirilecek çabaların bu
süreçte yapılmaya çalışıldığını ifade etmek durumundayız.
Tabii bu yapılanların ölçüsünü, gösterişini o dönem yaşanan
ekonomik sıkıntılar önemli ölçüde belirlemiştir. Bu çerçevede
hilafet merkezi olarak İstanbul ve dünya Müslümanlarının
bir nevi kongre merkezi gibi bir araya geldikleri görülüyor.
Hac zamanı bu bölgelerdeki yatırımlara mali manada ağırlık
verilmiştir. Ancak bunun dışında genelde mütevazı olmak,
ama işlevsel olmak kaydı ile ülkenin her ilinde, ilçesinde ne-
redeyse her köyünde eğitim, ibadet ya da sanat konusunda
bir kıpırdanma varsa orada Padişah’ın bir harcının olduğu-
nu, bir inisiyatifinin olduğunu görüyoruz. Ayrıca bendenizin
de nüfusa kayıtlı olduğu beldenin de merkez cami, Hamidiye
Cami olduğunu söylemek isterim. Burası Adana’nın Kadirli
ilçesindedir. Orada ibadet edip doktora tezimi yaptıktan son-
ra ruhuna Fatiha’lar göndermek bize nasip oldu; onu da ifade
etmek istiyorum. Bütün bu faaliyetleri, bütün bu mali getiri
60 Darülaceze

isteyen işleri şehzadeliğinden itibaren son derece başarıyla


kullandığı yatırımları sayesinde padişahın gerçekleştirdiğini
biliyoruz. Daha önce ifade ettim; 1881’de devletin net gelir-
leri önemli ölçüde Duyûn-u Umumiye idaresine aktarılma
durumundaydı. Bu çerçevede Osmanlı’nın 19. asrın son çey-
reği itibarıyla bir refah devleti olmadığını da biliyoruz. Ama
o noktada padişah kendi inisiyatifini, kendi birikimlerini bu
sürecin içerisine dâhil etmiştir. Bu çerçevede ülkenin çeşitli
yerlerinde oluşturulan çiflikât-ı humâyunların gelirlerinin de
önemli ölçüde destek sağladığını ifade etmek durumunda-
yız. Sayılara geçmeden önce son on yılda özellikle bu konuda
bilinçli, planlı ve programlı davrandığını ifade etmek duru-
mundayız.
Osmanlı padişahlarının ulema ile olan ilişkisini canlan-
dırmak istediğini ve bu çerçevede teklifleri beklediğini ifade
etmiş buna paralel olarak da Kamil Paşa başkanlığında maarif
ve evkaf nazırlarının oluşturacağı bir komisyonun tamire ve
yenilenmeye muhtaç okul, cami ve tekkelerin listesini muhte-
mel masraf yekûnunu çıkarmalarını kendisinden istemiştir.
Bu noktada tabii ki süre son derece kısıtlı. Dinî mekânların
düzenine önem verdiğini biliyoruz. Dinî hassasiyetin toplu-
mun her kesimine yayılması noktasında hassasiyetinin oldu-
ğunu biliyoruz. Ancak bu noktada kraldan fazla kralcı birta-
kım uygulamaların da yaşandığını biliyoruz. Askerî okulların
da riayet etmesi istemiştir ama böyle bir irade ben görmedim
fakat böyle bir irade varcasına yöneticilerin zorlaması da söz
konusu olabilmiştir. Mesela Ali Fuat Cebesoy, Askerî Harp
Okulu anılarında 1899’da Padişahın bu emri dolayısıyla -ki
okulda yedi sekiz musluk anca vardı diyor- abdestsiz namaz
kılmak durumunda kalan ve sonra da Rabb’lerinden af iste-
yen talebe öğrencilerle karşılaştığını ifade ediyor 1901 itiba-
rıyla.
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 61

Değerli dinleyiciler, yapılan hayır faaliyetlerin 1.500 ka-


lemden fazla olduğunu görüyoruz. Son nefesine kadar, son
dönemine kadar bu faaliyetlerin devam ettiğini söylemek
mümkün ve bu hayır faaliyetlerine de yine o dönemin para-
sıyla 70 milyon kuruştan fazla harcama yapılmıştır. Bu hay-
rın, bu faaliyetlerin yüzde kırkının yeni müesseselere yönelik
olduğunu ifade edelim, yüzde otuzu cami yapım ve tamirine,
yüzde onu tekkelere ve tekkelerin ihtiyaçlarına ayrılmıştır.
Devletin sosyal yapısı ve politik esaslarının din esasları üze-
rine bina edildiğini ve kendisinin Halife vasfını da dikkate
alarak harcamaların bu yöne yoğunlaştığını ifade etmek du-
rumundayız. İkinci önemli kalem, eğitim alanında yapılan
çalışmalardır. Yüzde onu eğitime ayrılmıştır bu paraların.
Yapılan ya da tamir edilen her caminin yanına mutlaka bir
mektep yaptırarak eğitimi de yaygınlaştırmak dinî hassasi-
yetin eğitim temelli olmasının önemine dikkat çekmiştir. Bir
diğer kalem ise yol, köprü, çeşme, kemer, kanal gibi imar fa-
aliyetleridir; yüzde on oranındadır. Sosyal yardım faaliyetleri
grubunda değerlendireceğimiz çeşitli vesilelerle felaketzede
durumuna düşünlere, kimsesizlere, mahkûmlara, yoksul
hacılara, hastalara, yoksul halk ile özellikle kış mevsiminde
yakacak bulamayan vatandaşlara yapılan yardımlar da yüz-
de yirmi beş oranında bu faaliyetler içerisinde yer almıştır.
Darülaceze’nin, Etfal’in, Darülhayr-ı Âli’nin, yetimhanenin
ve bunun yanında din, dili ırk, renk, siyasi tercih ayırmadan
bunun bütününe sahip çıkan anlayışın simgelerini, ülkenin
her yanında çok açık ve net bir bicinde görüyoruz. Son olarak
şunu söyleyeyim, bu faaliyetlerin toplum nezdindeki yankısı
açısından olaya bakacak olursak, 1900’lü yılların başında genç
bir subay olarak Abdülhamid rejimine muhalefete başladı-
ğında Mustafa Kemal Paşa, annesinin ilk öğrendiğindeki tep-
kisini aktarıyor. Zübeyde Hanım şöyle demiş, “Yani siz yedi
62 Darülaceze

evliya kudretindeki halifemiz efendimize mi karşı savaşacak-


sınız?” Toplum nezdinde bütün yapılan faaliyetler, padişahın
hakikaten bu dostluğunu bir anlayış olarak da yerleştirmiştir.
Onu ifade etmek durumundayız. Osmanlıcılık politikasını,
Türkçülük hassasiyetini ve İslam birliği ısrarını bunların hiç
birini diğerine engel olarak görmeden devletin bekasına hiz-
met etmek yolunda kullanan devletçi II. Abdülhamid’i vefatı-
nın 95. yılında anıyor olmamız, hele hele onun yaptırdığı bir
müessesede anıyor olmamız, sanıyorum yaptığı işlerin başa-
rısı ve kalıcılığını da gösteren en önemli delil ve göstergedir.
Sabırlarınız için ben de çok teşekkür ediyorum.
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 63

Prof. Mehmet İpşirli:


64 Darülaceze

Sultan II.Abdülhamid’in Ulema İle İlişkileri


Osmanlı padişahlarının ulema ile münasebetlerinin belli
kriterleri vardır. Bu padişahtan padişaha bazı değişikliler arz
etmekle birlikte bunun belli prensipleri belli yerleşmiş tabir-
leri bilinmektedir. Ancak bunun belki iki istisnasından bahse-
dilebilir. O da 19. yüzyılın iki güçlü padişahı olan Sultan II.
Mahmud ile onun torunu olan Sultan II. Abdülhamid’in ule-
ma ile olan münasebetidir. Sultan II. Mahmud tahtta geçtiği
zaman birtakım planlar ve programlar kafasında oluşmuş idi
belli ölçüde. Gençti ama daha önce Selim’in çok kötü bir şekil-
de şehit edilmesine imparatorluğun içinde bulunduğu bu
olaylar sebebiyle birtakım hazırlıkları var idi ve ulema açısın-
dan konuya baktığımızda önemli bazı değişiklikler yaptı.
Ulemanın aleyhine diyebileceğimiz değişiklikler yaptı; bunla-
rın başında 1826 Evkaf-ı Hümâyun nezaretinin kurulması ile
ilmiye mensupları için önce önemli bir gelir kaynağı olan va-
kıfları devlet hazinesine ilhak etti. Ayrıca bu zamana kadar
ulemanın tek elinde bulunan bütün mahkemelerden nizami-
ye mahkemeleri kurularaktan bunlar ulema dışında mektep-
lerde yetişen kadın hâkimlere tevdi edildi. Eğitimde de ben-
zer bir şekilde yeni kurulan mekteplere ulemadan da zaman
zaman tayinler yapılmakla birlikte daha çok ulema dışındaki
kesimden öğretmenler muallimler atamıştır. II. Abdülhamid
dönemine geldiğimiz zaman her vesile ile hayranlığını ifade
ettiği ‘Dedem Sultan Mahmud’ diye her zaman metinlerde
rastladığımız II. Abdülhamid’in icraatında da ulemanın
önemli bir yer aldığını görüyoruz. Evvela şunu ifade etmek
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 65

gerekir; ulemaya karşı son derece kuşkuludur, mesafelidir.


Bunun en büyük sebebi ise gözünün önünde neredeyse üç ay
içerisinde iki yakınının ulema (şeyhülislam) fetvasıyla tahtın-
dan indirilmesidir. Özellikle amcası Sultan Abdülaziz’in hiç-
bir gerekçe yok iken son derece uydurma bir fetva ile bir hu-
kuk skandalı sayabileceğimiz bir fetva ile tahtından indiril-
mesi, Sultan Abdülhamid’in de ulemaya karşı büyük bir kuş-
ku uyandırmış. Üç ay sonra da ağabeyi V. Murat’ın tahtan
indirilişi belki tahttan indirilme şartları oluşmuş idi, ama bu
iki olayı yaşamış olması onda derin bir kuşku ve itimatsızlık
uyandırmıştır. Diyordu ki; “Er geç, bir gün bu ulema beni de
tahtımdan edecektir. Benim aleyhime de bir fetva verecektir”
kanaati kendisinde yerleşmiş idi. Aslında Osmanlı’da
Abdülhamid’e baktığımız zaman ulema ile çok sıkı münase-
bet içerisinde olduğunu görüyoruz. Pek çok alanlarda ulema-
nın gücünden, kudretinden, hizmetinden istifade ediyor. Ge-
rek idari mekanizmada, bazı diplomatik görevlerde özellikle
de kendisinin açmış olduğu yeni mekteplerde -Batı usulü
yani laik tarzda teşkil etmiş olduğu mekteplerde- ulemadan
uygun olan zevatı orada istihdam ediyordu. Diğer taraftan o
zaman açılmış olan Darülfünun’da ulemadan yani medrese
kökenlilerinden zevatın istihdam edildiğini görüyoruz. Bura-
da bir hususa temas etmek gerekir. O da şudur: Ulema asıl
kendi kurumunda güçlüdür. Yani medresede ulema söz sahi-
bidir, oranın yegâne kudretli temsilcisi durumundadır.
Abdülhamid’in siyasetinde, ulemayı güçlü olduğu medrese-
den çıkartarak kendisinin teşkil etmiş olduğu, kuralların ken-
disinin koyduğu müesseselerde istihdam etmiş olması son
derece önemlidir. Yani ulema orada Abdülhamid’in ilkeleri
doğrultusunda hareket eden görevliler niteliğinde gözük-
mektedir. Burada bir hususa temas etmek gerekir. Kendisi sık
sık sadrazam değiştirdiği hâlde şeyhülislamdan 33 senelik
66 Darülaceze

saltanatı sırasında yedi şeyhülislam görev yapmıştır. Başlan-


gıçta kısa sürelerle, Hasan Hayrullah Efendi arkasından Hacı
Halil Efendi yine arkasından Üryanizade belli sürelerle görev
yaptıktan sonra çok uzun süre şeyhülislamlık yapan Cemalet-
tin Efendi -ki 18 seneye yakın- fiilen o görevi işgal etmiştir.
Ancak burada önemli olan bir husus yine Abdülhamid’in bir
siyaseti olaraktan ulemaya karşı hep teyakkuz hâlinde olmuş-
tur. Buna bir iki örnek vermek gerekirse tahtta çıktığı zaman
şeyhülislam konumunda olan Hasan Hayrullah Efendi daha
önce amcasına ve ağabeyine hâl fetvası veren bir şeyhülislam-
dır. Buna rağmen onu görevden almaz, belli bir süre görevde
tutar kuşku uyandırmamak için. Çünkü Hasan Hayrullah
Efendi amcasını ve ağabeyini tahttan indiren dört kişilik he-
yetten birisidir. Yani Erkan-ı Erbaa olarak tabir edilen dört
kişilik heyetten birisidir. Onların kuşkusunu uyandırmamak
için bir süre onu görevde tutar ama daha senesi dolmadan
Hacı Halil Efendi’yi tayin ettirir. Bir başka örnek ise bu konu-
daki tavrına padişahın Şeyhülislam Celalettin Efendi ile de
son derece samimi olmasına rağmen onun her hareketini
kontrol altında tutmak ihtiyacı duymaktadır. Son sadrazam-
larından öğrendiğimiz kadarıyla Şeyhülislam Cemalettin
Efendi’ye Yıldız Sarayı’nın hemen altında Kuruçeşme’de bir
köşk tahsis eder ve bir araba verir ve iki tane de seyisi vardır.
Ancak bu seyisler Abdülhamid’e bağlı kimselerdir. Şeyhülis-
lamın her hareketinin kontrol edilmesini ve davranışlarının
bildirilmesini istemek durumundadır. Bütün bu gelişmelere
rağmen Abdülhamid de 1909 yılında gerçekten bir hukuk
skandalı olarak kabul edilebilecek bir fetva ile -ki o fetvanın
belki bir iki bendini mealen size nakletmek isterim- tahtından
indirilmiştir. Aslında Abdülhamid tahta çıktığı zaman önemli
bir husus, oldukça tecrübeye sahip idi. Gerek ilim erbabı ko-
nusunda gerek devlet yönetimi konusunda gerek Cezmi ho-
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 67

cam ve gerekse Cevdet hocam bunlardan bahsettiler. En


önemli nokta da budur. Bilhassa dikkate değer bir husustur.
Tahtta çıktığı zaman kendisinin tecrübesine ilaveten impara-
torluğun her bölgesi için raporlar istemiştir. Bugün sayıları
yüzleri bulan bu raporlar Başbakanlık Arşivi’nde bulunmak-
tadır. Yani Basra Körfezi’nden ta Bosna’ya kadar, Cezayir’den
Mekke ve Medine’ye kadar imparatorluk dâhilindeki bütün
problemler, bütün bölgeler, bütün hassas noktaları için ilgili-
lerden rapor almıştır. Bu raporların özetlerini çıkartıp kendi-
sine bir strateji belirlemiş, dolayısıyla onun icraatındaki başa-
rısı özellikle dâhili ve harici siyasetteki başarısında bu rapor-
ların çok önemli rolü olmuştur. Bu raporları verenler arasında
ilmiye sınıfındaki kimseler mevcuttur. Yani bütün bunlar dik-
kate alındığı zaman sonuç olarak şunları söylemek mümkün,
Abdülhamid kendisinden önceki padişahlardan farklı olacak
bir şekilde ulemadan vazgeçilmesi mümkün olmayan toplu-
mun etkili bir zirvesidir. Onlardan azami ölçüde istifade et-
miştir. Bu istifade onların güçlü olduğu alanlarda değil;
Abdülhamid’in açmış olduğu müesseseler, Abdülhamid’in
belirlemiş olduğu noktalar ve alanlarda istifade etmek sure-
tiyle ulema en iyi şekilde buralarda değerlendirilmiştir. Son
olarak da sözü uzatmadan şunu da ifade etmek istiyorum;
1909’da Abdülhamid için önceden planlanıp kasıtlı bir şekilde
tahttan indirilmesi tezgâhlandığında hangi gerekçe ile tahtan
indirilecek? Çünkü İslam hukukuna göre padişahın, hüküm-
darın, halifenin tahttan indirilişin iki meşru gerekçesi vardır.
Birisi irtidaddır yani dinden çıktığı takdirde, ikincisi de cü-
nundur, cinnet geçirmesi hâlinde. Ki Abdülhamid’in ne ka-
dar dinî hassasiyetlere riayet ettiğini biraz önceki tebliğlerde
dinledik. Bu konuda hassas davranan bir padişahtır. Daha
doğrusu İslam hilafetini, İslam halifeliğini gerçek manada sis-
teme oturtan, gerçek manada uygulayan en büyük Osmanlı
68 Darülaceze

padişahıdır. Cezmi hoca, bu İslam birliği kitabında buna çok


vurgu yapmıştır. Böyle bir insan nasıl tahttan indirilebilir. Bir
fetva hazırlanıyor. Fetva çok enteresan o dönemin şeyhülisla-
mı Mehmet Ziyaettin Efendi zoraki bir şekilde ittihat ve terak-
kinin baskısı ile ve birtakım dış güçlerin baskısıyla bir fetva
hazırlanıyor. Fetvadaki bütün gerekçeler tam anlamıyla bir
hukuk ihlalidir. Evvela birinci şart olarak söylenen şudur:
Halife-i Müslimin olan Seyit yani Abdülhamid sembolik ola-
rak ismi Seyit olarak geçiyor. Kötü bir şeriyyeyi, bazı metinle-
ri çıkartsa, dinî kitaplardan bazı bölümleri çıkartsa, dinî ki-
tapları yaktırsa, gömdürse ve bunları imha etse ikinci bir ge-
rekçe olarak da şer’an caiz olmadığı hâlde hazine-i hümâyunu
yani devlet hazinesini israf etse -ki düşünün kendisinin de ne
kadar muktesit padişah olduğunu, ne kadar tutumlu bir pa-
dişah olduğunu Avrupalı devlet adamları hayranlıkla ifade
ediyorlar. Daha sonra kendisinden yemin alınarak da bundan
sonra şeriata riayet edeceğim, hukuka riayet edeceğim dediği
hâlde 1908’de II. Meşrutiyet ilan edilince Abdülhamid tekrar
tabii yemin ederek görevine başlıyor ve de buna atıf yapıla-
raktan bu şekilde yemin ettikten sonra yemininden halis olsa
yani yeminini bozmuş olsa ve imparatorluğun her yerinden
diyor burası da çok skandal bir ifade. “İmparatorluğun her
yerinden kendisinin tahtan uzaklaştırılması için talepler gelse
böyle bir zatın tahtından indirilmesi caiz olur mu? şeklinde el
cevap “evet” şeklince fetva bitiyor. Fetvayı veren de Hak dini
Kur’an dili adlı meşhur 10 ciltlik Kur’an tefsirini yazan son
devrin büyük âlimlerinden Küçük Hamdi Efendi yani Elmalı-
lı Hamdi (Yazır) Efendi fetvanın müsveddesini kaleme alıyor.
Oldukça itirazlar oluyor. Hatta tahttan feragat mi edilsin yok-
sa hâl mi edilsin ifadesi tartışılırken Meclis-i Mebusan’da bir
Rum mebusu bu gerekçeler okununca “Yaziktir, günahtir!
Böyle bir sebeple halife mi hâlledilir?” diyince yanındakiler
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 69

“Sus mülteci!” diye omzuna vuruyorlar ve adam olduğu yere


yıkılıyor. İşte böyle şartlar altında Abdülhamid tahtından in-
diriliyor. Sonuç olaraktan Abdülhamid’in kafasında netleş-
miş olan devlet idaresinde hemen hemen herkesi yerli yerin-
de istihdam ettiğini, hayati konularda -özellikle diplomaside-
çok maharet sahibi fevkalade stratejist olarak kendisinin nihai
sözü söylediğini ve bu sebeple de Yıldız Sarayı’nı merkez
hâline getirdiğini ve bu arada da ulemadan hemen her alanla
istifade ettiğini hatta bazı tanınmış âlimleri davet ettiği (Ce-
malettin Afkanî bunların başında gelmektedir), onlara ikram-
da izzette bulunduğunu, İslam hilafetini anlatmak üzere ule-
madan birtakım kimseleri çeşitli yerlere gönderdiğini biliyo-
ruz.
70 Darülaceze

Doç. Mustafa Küçükaşçı:


Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 71

Sultan II.Abdülhamid ve Haremeyn’deki (Mekke-i Mükerre-


me ve Medine-i Münevvere) Faaliyetleri
Ben de sözlerime başlarken cümlenizi saygıyla selamlı-
yorum. Ailemizin değerli büyüğü merhum birçok kimsenin
tanıdığı ve her an günde Sultan Abdülhamid Han ismini anan
merhum Ali Ulvî Kurucu amcamın bir sözü var; “Medine-i
Münevvere’de yaşamak bize çok dost kazandırdı” diye. Ben
de aslında Osmanlı tarihçisi olmamama rağmen Mekke ve
Medine’yi çalışmamdan dolayı ve bizim Osmanlıların hatta
Selçuklular’dan itibaren Mekke ve Medine’ye yapmış olduk-
ları hizmetler bana her platformda imkân sağlıyor. Bunu
özellikle belirtmek istedim. Tabii bu arada müesseseyi bize
açan Nevzat Bey’e teşekkür ediyorum.
Sultan II. Abdülhamid tahta çıktığında Osmanlı Dev­leti
zayıflamış, Hicaz’ın yerel hâkimleri olan şeriflerin bağımsız
hareket etme istekleri artmış, Arap milliyetçiliği hareketi hız
kazanmış ve Avrupa devletlerinin Orta Doğu’ya yönelik ar-
tan ilgile­ri de bölgedeki denetimin gittikçe güçleşmesini be-
raberinde getirmişti. Halifelik unvanını Osmanlı padişahları
arasında en çok kullanan II. Abdülhamid, Hicaz’da İstanbul
72 Darülaceze

hükûmetinin etkinliğini arttıracak ve varlığının hissedilme-


sini sağlayacak tedbirleri süratle yürürlüğe koy­maya çalıştı.
Selefleri gibi Mekke ve Medine’yi himaye etmek ve ko­rumak
anlamındaki “hâmi’l-Haremeyn” olmaya büyük önem veren
Sultanın “hâdimü’l-Haremeyn” unvanına sahip olmasının bir
gereği olarak Mekke ile Medine merkezli Hicaz’da gerçekleş-
tirmiş olduğu hizmetleri, bu yazının konusunu oluşturacak-
tır.
Sultan II. Abdülhamid döneminde Hicaz Eyaleti Mek-
ke, Medi­ne ve Cidde sancaklarından müteşekkildi. Osman-
lı yönetimi, bölgede Tanzimat reformlarını uygulamak ve
merkezî otoritenin varlığını his­settirmek istiyordu. İstanbul
hükûmetinin kanunları yerine mahallî geleneklere bağlılığı
tercih eden halkın tepkisi buna imkân vermediği gibi, Mek-
ke emirleriyle merkezden giden idareciler arasındaki an-
laşmazlıklar arzu edilen neticenin alınmasını engelliyordu.
Ancak bütün olumsuz gelişmelere ve tepkilere rağmen bazı
önemli adımlar atıldı. Mekke, Medine ve Cidde’de belediye
teşkilâtları kurularak halkın yönetime katılması sağlanma-
ya çalışıldı. Aynı şekilde posta ve telgraf idareleri ile zaptiye
ve jandarma alayları kurularak merkezî otoritenin varlığının
bölgede hissettirilmesine yönelik tedbirler alındı.
II. Abdülhamid, Kızıldeniz limanlarıyla Hicaz şehirleri
olan Tâif ve Cidde ile de özel olarak ilgileniyordu. Kendi adıy-
la meşhur olan Hamidiye Suyu’nu Cidde’ye getiren ve burada
bazı kamu kurumlarının bakım ve onarımını yapan II. Abdül-
hamid, Tâif’de Hz. Peygamber’in amcasının oğlu Abdullah b.
Abbâs ile Hz. Ali’nin oğlu Muhammed İbnü’l-Hanefiyye’nin
türbe ve makamlarını tamir ettirerek İstanbul’dan hazırlattığı
özel örtüleri sandukalarının üstüne serdirtti. Hacı transferle-
rinde çok önemli rol üstlenen Yenbu’ limanında hacı adayları-
nın iyi imkânlarla seyahat etmelerine yönelik tedbirler alındı
ve sur yaptırılarak şehrin güvenliği sağlandı (1303/1886).
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 73

Sultan II. Abdülhamid diğer Osmanlı padişahları gibi


hac zamanı dağıtılmak üzere Haremeyn’e gönderilen eşya ve
hediyeler anlamına gelen surreyi, düzenli biçimde miktarını
arttırarak göndermeyi sürdürdü. Surrelerin en önemli kay-
naklarından olan Haremeyn vakıfları başta olmak üzere Mek-
ke ve Medine’ye tahsis edilmiş olan vakıfların düzenli işleyi-
şini sağladı. İhtiyaç durumunda Hazîne-i Hâssa’dan ve ferdî
bağışlardan eksik kalan kısmın tamamlanmasına yönelik po-
litikalar geliştirdi. Hicaz’a yapılan yatırımların ve gönder­diği
yardımların önemli bir kısmını şahsî servetinden karşılayan
II. Abdülhamid, Mekke ve Medine’de en çok hayratı bulunan
Osmanlı padişahlarının başında gelmektedir.
Sultan II. Abdülhamid döneminde İstanbul hükûmeti ta-
rafından Mekke ve Medine’de yaşayan halkın her türlü ihti-
yacı karşılanırken, Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevî’deki
görevliler ile buralardaki faaliyetlerin kesintiye uğramadan
sürdürülmesine ayrı bir önem veriliyor ve bu iki şehirdeki
her türlü gelişme yakından takip ediliyordu. İslâm dünyası-
nın dört bir yanından gelen Allah’ın Evi’nin ziyaretçilerine
hizmette kusurda, bulunulmamasına Müslümanların birlik
ve beraberlik içinde olmalarına özel çaba gösteriliyordu. Ön-
ceden olduğu gibi bu dönemde de Mekke ile Medine’ye yapı-
lan bütün yatırımların malzemesi ve insan gücü İstanbul ve
Mısır’dan sağlanmasına rağmen en ufak bir ayrıntı bile göz
ardı edilmiyor, Haremeyn şehirlerinden yapılan her türlü ta-
lep ne pahasına olursa olsun yerine getirilmeye çalışılıyordu.
Bu arada Mekke ile Medine’nin sosyal hayatına katkıda bulu-
nanlara özel tahsisatlar ayrılıyordu.
Kara ve deniz yollarında ulaşımın iyileştirilmesine yö-
nelik bir­çok önemli faaliyetin gerçekleştirildiği Sultan II. Ab-
dülhamid döne­minde hac yollarının güvenliği, hac güzergâhı
üzerinde bulunan su kuyularının bakımı, hacıların konakla-
ma vb. ihtiyaçlarının karşılan­ması amacıyla çeşitli tedbirler
74 Darülaceze

alındı. Surre güzergâhı üzerinde bulu­nan konaklama yerleri-


nin tamirleri yapılırken ihtiyaç duyulan yerlere misafirhane-
ler inşa edildi. Şam’dan Medine’ye kadar bütün su ma­halleri
elden geçirilip gerekli bakım ve onarımları yapıldı. Mekke ile
Cidde arasında yol güvenliğinin sağlanması için on iki yerde
kuleler inşa ettirilerek buralara askerî birlikler yerleştirildi. II.
Abdülhamid sadece surre kafilesinin ihtiyacına yönelik tedbir
almıyor, bölgedeki halkın özellikle de güzergâh üzerinde bu-
lunan bedevî kabilelerin ta­leplerini de dikkate alıyordu. Böl-
gede yaşayan bedevî kabilelerin za­man zaman hac kafilesine
yönelik olumsuz hareketleri olmasına rağ­men, güvenlik açı-
sından Mekke-Medine arasındaki güzergâhın değiş­tirilmesi
talebini kabul etmemiş, buradaki bedevî kabilelerin ihtiyacını
düşünerek paylarını arttırmış ve bu şekilde onların Osmanlı
Devleti yanında yer almalarını temin etmeye çalışmıştı.
Kızıldeniz limanlarının tamamında gümrük birimle-
rinin oluşturulduğu II. Abdülhamid zamanında Yenbu’ ile
Cidde’nin yanında hac yolları üzerinde seyyar hastahane-
ler kuruldu ve modern anlamda karantina uygulaması yay-
gınlaştırıldı. Hacı adaylarının Hicaz’a geliş ve dönüşlerinde
özellikle de koleranın ortaya çıktığı yer olan Hindistan’dan
gelenler için gerekli sağlık tedbirleri alındı. Yenbu, Cidde,
Mekke, Medine, Mina, Arafat’ta temizlik tedbirleri alınarak
salgın hastalıkların yayılması engellenmeye çalışıldı. 1895’te
Mekke sıhhiye tabibi Doktor Kâsım İzzeddin Bey’in lâyihası
doğrultusunda “Mekke Sıhhiye İdaresi” kurularak hac yerle-
rinde sağlığa zararlı yiye­ceklerin satışı engellendi. Özellikle
Mina’da kurban kesiminin daha iyi şartlarda gerçekleştirile-
bilmesi için gerekli tedbirler alınarak bu ibadetin rahat bir
ortamda ifa edilmesi sağlanmaya çalışıldı ve ikamet edilen
çadırlarla kurban kesim yerinin aralarında belli bir mesafenin
bulunmasına özellikle dikkat edildi.
Mekke ile Medine Osmanlı hâkimiyetine girdikten son-
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 75

ra bölgede gerçekleştirilen en önemli faaliyetlerden birisi


olan Hicaz Demiryolu da bu dönemde inşa edildi. Mekke
ile Medine’ye ulaşımın demir yolu hattı ile sağlanmasına
karar veren Sultan II. Abdülhamid, böyle bir yatırımın ger-
çekleşmesinin zor olduğu yönündeki telkinleri dikkate al-
madan, 2 Mayıs 1900 tarihli iradesiyle Hicaz Demiryolu’nun,
“Cenâb-ı Hakk’ın yardım ve inayeti, Resûl-i Ekrem Efendi-
miz Hazretleri’nin imdâd-ı rûhâniyetine müsteniden” yapıla-
cağını ilan etti. 1 Eylül 1900 tarihinde törenle başlanan hattın
ilk aşamada Şam’dan Mekke’ye ulaşması, ardından Akâbe ve
Cidde’ye bağlanması, hatta Yemen’e kadar uzatılması planla-
nıyordu. Planlandığı gibi önce Medine’ye ardından Yemen’e
kadar uzatılacak bir demir yolu hattı gerçekleşebilirse,
Hicaz’a yönelecek dış saldırılarla bölgede çıkabilecek isyan-
lara karşı önemli bir savunma vasıtası oluşturacağı gibi hac
yolculuklarını da büyük ölçüde kolaylaştıracak ve Osmanlı
Devleti’nin bölgede askerî etkinliğinin yanında siyasî otorite-
sinin de güçlenmesine yardım edecekti. Müslümanların ortak
bir eser ve amaç etrafında dayanışmasını sağlayacak olan bu
proje Sultan II. Abdülhamid’in İslâm dünyasındaki nüfuz ve
itibarını daha da kuvvetlendirecek, tamamlanmasıyla birlik-
te Hicaz’da ticarî faaliyetlerin gelişmesine, ekonomik hayatın
canlanmasına ve şehirleşmenin de ivme kazanmasına vesile
olacaktı.
Hayfa şubesiyle birlikte 1464 kilometreyi bulan Hicaz
Demir­yolu, 1 Eylül 1908’de yapılan bir törenle bizzat Sultan
II. Abdül­hamid tarafından işletmeye açıldı. Hicaz’daki Os-
manlı nüfuzunun varlığından rahatsız olan ve gerçekleşen
bu girişimle bölgede Osmanlı askerî ve siyasî etkinliğinin
artarak, yerel güçlerin nüfuzunu kıraca­ğından endişe duyan
siyasî liderler dış güçlerin tahriki, bedevîlerin de desteğiyle
projenin önce Mekke’ye ardından da Yemen’e uzama­sını en-
gellediler. Bununla birlikte Hicaz Demiryolu’nun yapımıyla
76 Darülaceze

Medine’de Osmanlı nüfuzu ve etkisi giderek arttı, askerî er-


zak gön­dermek kolaylaştı, daha çok sayıda insan Mekke ve
Medine’ye ziyaret için gitmeye başladı.
Sultan II. Abdülhamid’in Haremeyn’e hizmetlerinin en
önemli­lerinden biri de şüphesiz bizzat Sultan’ın isteği üzeri-
ne hazırlanan ve Mekke ile Medine’nin önemli fotoğraflarını
ihtiva eden albüm kolek­siyonlarıdır. Bu albümler bugün Ha-
remeyn için arşiv belgeleri, hatta bazı durumlarda bunlardan
daha da önemli kaynaklar mesabesinde­dir. Bu fotoğraflar,
İslâm dünyasının iki mukaddes şehri için belgesel tadında ve
değerinde kıymetli bir hazine olup, Sultan II. Abdülhamid ta-
rafından Müslüman âlemine bırakılmış en değerli hediyelerin
başın­da gelmektedir.
Tarih boyunca Mekke’nin fizikî yapısı, şehrin ortasında
yer alan Mescid-i Haram’a bağlı olarak gelişmiştir. Bununla
birlikte hac tören­lerine uygun özel bir çevre meydana getir-
me girişimi sadece Mescid-i Haram’la sınırlı kalmadı, diğer
hac yerlerini de kapsayacak şekilde su şebekesi, kamu sağlığı
ve şehir içi ulaşımın sağlanması gibi faaliyetler için sürekli
yatırım yapıldı. Mekke’ye gelen herkes Allah’ın misafiri oldu-
ğundan her türlü ihtiyaçlarının karşılanması bir vazife olarak
te­lakki edildi.
Sultan II. Abdülhamid zamanında Kâbe’de bazı ona-
rım ve süsle­me çalışmaları yapıldı. İstanbul’da Kâbe için
yaptırılan iki adet gümüş anahtar Mekke’ye gönderilerek
Kâbe’nin bakımıyla, kapısının ve anah­tarlarının muhafazası
görevini üstlenen Şeybeoğulları’ndan hicâbe va­zifelisine tes-
lim edildi. Ayrıca Kâbe’nin kapısında her akşam yakılmak
üzere gümüşten yapılmış yedi adet şamdan ile çok sayıda
buhurdan­lık gönderildi. Hacerü’l-esved’in bakımı yapıldı
ve ilk mahfazasını Abbasî Halifesi Mehdî-Billâh’ın yaptırdı-
ğı Makam-ı İbrahim’in örtü ve kilidiyle gümüşten yapılan
anahtarı yenilendi. Makam-ı İbrahim’in eski örtüsü Hulefâ-
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 77

yı îzâm-ı Osmâniyye Hazerâtının Haremeyn-i Şerifeyn’de-


ki Âsâr-ı Mebrûre ve Meşkûre-i Hümâyûnları adlı Osmanlı
padi­şahlarının Hicaz’daki hizmetlerini anlatan eserin müellifi
Muhammed el-Emîn el-Mekkî tarafından İstanbul’a götürül-
dü. Kâbe’nin zemi­nindeki eskiyen mermerlerin yerine yeni-
leri döşenirken, mermer lev­haların konulduğu çatısındaki
kirişlerin bazıları değiştirildi, bazıları da tamir edildi. Mekke
müftüsü ve tarihçi Ahmed b. Zeynî Dahlân (öl. 1304/1886) son
satırında tarih düşürdüğü şiirinde Kâbe ile ilgili hizmetlerin-
den dolayı Sultan II. Abdülhamid’i şöyle övmektedir:
“Sultanımız Abdülhamid’in nice güzellikleri vardır ki,
onları tam olarak saymaya kimin gücü yeter!
O tarih boyunca yenilenen yegâne ev olan Kâbe’yi tamire
mu­vaffak oldu.
O içi nur saçan bina olan Kâbe’dir, O’nu yenileyen ise
Sultanı­mız Abdülhamid’dir. (1297/1880)”
Minberinin bakım ve onarımının yapıldığı Mescid-i
Harâm’ın zemini elden geçirilerek Dâvûdiye Medresesi ta-
rafındaki altı mermer sütun başta olmak üzere gerekli yer-
leri tamir edildi ve tavaf yeri dü­zenlendi. Harem-i Şerif’in
içten ve dıştan boyandığı, çalışmaların bir kitabeyle kayıt
altına alındığı 1297’deki (1879-1880) bu faaliyet­ler esnasında
Bâbuibrahim ile Bâbülumre tarafındaki kubbeler başta olmak
üzere tamire ihtiyacı olanlar tespit edilerek yenilendi ve bü-
tün kubbe altlarındaki kaldırımlar onarıldı. Tâmirât-ı Âliye
Müdürlüğü göreviyle Mekke’ye gönderilen Nakşibendî şeyhi
Hezarfen İbrahim Edhem Efendi (öl. 1904), ziyaretçilerin içine
düşmelerini önlemek maksadıyla çevresine mermer döşenen
Zemzem Kuyusu’nun üstünü kafes şeklinde yekpâre kurşun
dökerek kapattı. 1879’da Safâ ile Merve’nin basamakları ye-
nilenirken Mes’a denilen say alanında bir­takım tamirat ve
düzenlemeler yapılarak buradaki alemler yenilen­di. 22 Safer
1301’de (23 Aralık 1883) Harem-i Şerif’teki makamlar­dan Şafiî
78 Darülaceze

makamı tamir edildi. Hacerü’l-esved’in karşısında yer alan


Hanbelî makamı Şafiî cemaatinin saf düzenini engellediği ge-
rekçesiyle kaldırılarak Hanefî makamının hizasına, Rüknü’l-
yemânî ile Hacerü’l-esved’in arasına getirildi.
Sultan Abdülmecid zamanında Mescid-i Harâm’ın içeri-
sinde birisi namaz vakitlerinin müezzinlere bildirildiği mu-
vakkithane diğeri de kütüphane olarak düzenlenen iki bina
Kâbe’nin görülmesini engellediği için alınan fetva gereğince
yıkıldı. 1278 (1861-62) yılındaki selden büyük zarar gören kü-
tüphane Süleymaniye Medresesi’ne taşınırken muvakkithane
Bâbıâli tarafındaki cadde üzerine nakledildi.
Hususi görevlinin tayin edildiği kütüphanedeki kitaplar
ile mahfazaları tamir edildi ve okuma salonunun avlusuna su
getirildi. Bu arada Mescid-i Harâm’ın yakınında yer alan Şe-
hid Mehmed Paşa Medresesi tamir edildi.
III. Ahmed döneminden itibaren başlayan Kâbe’nin iç
ve örtülerinin kumaşlarının İstanbul’da dokunup hazırlan-
ması âdetinin sürdüğü Sultan II. Abdülhamid döneminde
Mekke’de Mescid-i Harâm’ın dışında çeşitli icraatlar gerçek-
leştirildi. Hz. Peygamber’in bu dünyaya teşrif ettiği ev yeni
baştan tamir edilerek içerisine birtakım süslemeler yapıldı ve
pencerelerine yeşil atlastan dokunmuş perdeler asıldı. Hz.
Hatice, Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Ümmü Hani
ve Hz. Hamza’nın evi gibi İslâmiyet’in ilk asrından hatıralar
taşıyan evler ile mübarek mekânlar tamirattan geçirildi ve
buralara bizzat II. Abdülhamid tarafından özel olarak doku-
tulup gönderilen örtüler asıl­dı. Ebû Kubeys Dağı’nın üzerin-
de Bilâl-ı Habeşî’nin ezan okuduğu mekân da tamir edilerek
Allah’ın Evi’nin ziyaretçilerine açıldı.
Kanunî Sultan Süleyman tarafından Hz. Hatice’nin kabri
üze­rinde yaptırılan türbenin 1296 (1878-1879) yılında tamir
edildiği­ni ve sandukasının yenilenerek İstanbul’dan gönderi-
len yeni örtülerin giydirildiğini haber veren Eyüp Sabri Paşa,
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 79

Mekke halkının her ay Cennetü’l-Muallâ’ya giderek hatim ve


mevlid okuduğunu kayde­der. Mübarek günlerde yapılan tö-
renler için görevliler ile mum başta olmak üzere çeşitli mal-
zeme İstanbul’dan gönderilerek o günlerin ruhuna uygun bir
şekilde kutlanması için özel önlemler alındı.
Mekke’nin var olan fizikî yapılarının mevcut durumlarını
sür­dürmelerine büyük önem verildiği Sultan II. Abdülhamid
zamanında Mekke’nin sosyal ve kültürel yapılaşması alanın-
da da önemli faaliyetler gerçekleştirildi. Osmanlı döneminde
Mekke’yi korumak ve güvenliğini sağlamak için inşa edilen
kalelerden olan Hind, 1300’de (1882-1883) Şeyhülharem ve
Hicaz Valisi Osman Nuri Paşa tara­fından genişletilerek tamir
edildi ve eklenen kışla binasıyla birlikte daha muhkem hâle
getirildi. Kâbe’yi ziyarete gelen muhtaç hacı adaylarının ba-
rınmaları için Harem-i Şerife yaklaşık bir mil uzaklıkta şehrin
güneybatısında bir misafirhane yapıldı. Masrafları bizzat II.
Abdülhamid’in “ceb-i hümâyûn-ı şâhânelerinden” karşıla-
nan misafirhanenin yapım malzemesinin tamamı İstanbul ve
Avrupa’dan temin edildi. Mir’âtü’I-Haremeyn adlı eserin mü-
ellifi ve Mısır emîr-i haclarından İbrahim Rifat Paşa, 15 Zilhic-
ce 1318’de (5 Nisan 1901) açılışına katıldığı misafirhanede bü-
tün ihtiyaçları karşılanan hacılara hizmette bulunacak ve üç
yıldan beri maaşlarını alan çeşitli meslek erbabının görevlen-
dirilmiş olduğunu kaydeder. II. Abdülhamid’in emriyle yıl-
lık gideri on beş bin lira olan misafirhanenin sıhhiye işle­rine
bakmak, hac mevsiminden önce Mekke’de bulunmak üzere
bir sağlık heyeti seçilerek, temin edilen ecza ile gerekli diğer
malzemey­le birlikte Hicaz’a gönderildi. 1860’ta yapımına baş-
lanan Mecidiye Hükûmet Konağı bitirildi ve Safa Tepesi civa-
rına konulan polis nok­tası, Hamidiye Kışlası, gasilhane, revir,
karakol, postahane gibi inşa ettirilen kamu binalarıyla Mekke
yeni bir çehre kazandı. Sayıları altmışa ulaşan müderrislerin
Harem-i Şerifte halka açık ders verdikleri Mekke’de rüştiye,
80 Darülaceze

idâdî gibi modern eğitim kurumları da ilk defa II. Abdülha-


mid zamanında kuruldu. 1887’de Hicaz Valisi Osman Nuri
Paşa tarafından Mekke’de Vilâyet adlı devlet matbaası kuru-
larak Hicaz salnameleri yayımlanmaya başlandı.
Mekke ve çevresindeki su şebekesi yenilenerek su
kaynakla­rının arttırılmasına yönelik faaliyetlerin bu dönemde
arttığı görü­lür. Mekke’nin Hanefî müftüsü olan Şeyh Abdur-
rahman Saraç’ı bu konuda yapılacak çalışmalar için kurulan
komisyonun başına getiren II. Abdülhamid, yapılacak harca-
malar için ayrılan bütçenin yetme­mesi durumunda eksik ka-
lan kısmın bizzat tarafından karşılanaca­ğını tekeffül etti. Ara-
fat ile Tâif arasında çıkan ve Arafat üzerinden Mekke’ye ulaş-
tırılan şehrin en eski su kaynağı olan Aynizübeyde’den yerli
halk ile Kâbe’yi ziyarete gelenlerin daha çok faydalanmala­rı
için geniş kapsamlı bir bakım ve onarım programı yürürlü-
ğe ko­nuldu. 1846 yılında Aynizübeyde’nin kaynakları arası-
na eklenen Ayniza’ferân kanalının da bakım ve onarımının
dâhil olduğu çalış­malar üç binden fazla vasıfsız işçinin ka-
tılımıyla yaklaşık dört yıl sür­dü. Sel yataklarının yolları de-
ğiştirilerek Kâbe ve Mescid-i Harâm’a gelebilecek zararların
en aza indirilmesine yönelik faaliyetlerinde de sürdürüldü-
ğü, Mekke’nin içerisindeki dokuz adet büyük su deposu ile
çeşmelerin de bakım ve onarımının gerçekleştirildiği çalış-
malar esnasında elden geçirilen su yollarının toplam uzun-
luğu yaklaşık 30 km kadardı. Aynizübeyde’nin 82.168 altın
harcanarak tamamlanan (5 Haziran 1883) bakım ve onarımın-
dan sonra Mekke’nin muhtelif yerlerine on sekiz adet çeşme
yapıldı. Mescid-i Harâm’ın etrafına abdest için musluklar
konuldu. Tamir edilen ve elli yataklı bir koğuş ilave edilen
Gurebâ Hastahanesi’nin su problemi tamamen çözüldü. Ay-
rıca Haseki Sultan İmareti başta olmak üzere şehirdeki kamu
bi­nalarının tamamına su verilmesi temin edildiği gibi Mi-
na’daki sarnıç ve su yolları düzenlendi; Arafat’taki su yolları-
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 81

nın temizlik, bakım ve onarımı yapıldı.


Sultan II. Abdülhamid Medine’ye ayrı bir önem vererek
nüfu­sunun artmasına ve merkezî otoritenin hissedilmesine
yönelik tedbir­ler aldı. Bu dönemde de Medine’de Mescid-i
Nebevî merkezli olarak gerçekleştirilen sosyal ve kültürel
faaliyetler sürdü. İslâmiyet’in ilk döneminden hatıralar ta-
şıyan sütunların da yer aldığı Ravza-i Mutahhara ile Hz.
Peygamber’in defnedildiği Hz. Aişe’nin odası Hücre-i Saadet
geniş kapsamlı bir bakım ve onarımdan geçirildi. Çalışmalar
Tâmirât-ı Âliye Müdürlüğü göreviyle Mekke’ye gönderilen
İbrahim Edhem Efendi’nin onun vefatından sonra da yerine
tayin edilen Râşid Efendi’nin gözetiminde yapıldı. Sütunları-
nın boya ve yaldızlarının elden geçirildiği Ravza-i Mutahha-
ra’daki şamdanların altın başlıkla­rı yenilenirken, üzerlerine
konulan mumların boy ve hacimleri daha uzun süre hizmet
verecek şekilde düzenlendi; İstanbul’dan gönde­rilen avize ve
kandiller asıldı. II. Abdülhamid kendisinden önceki Osmanlı
padişahları gibi Mescid-i Nebevî’nin tefrişine ayrı bir önem
verdi; döneminde İstanbul ve Kahire’den en güzel seccade ve
halıları bizzat seçerek gönderdi.
Sultan II. Abdülhamid döneminde Medine ve çevresin-
de Mescid-i Nebevî dışında çeşitli icraatlar gerçekleştirilerek,
Medine’nin Osmanlı medeniyetinin çeşitli unsurlarını yansı-
tan bir merkez hâline getirilmesine yönelik faaliyetler sürdü.
Harem-i Nebevîye hürmete aykırı olmayacak şekilde başta
hastane olmak üzere sosyal hayattaki önemli kurumların ta-
mamının teferruatlı bir biçimde bakım ve onarımı gerçekleş-
tirilerek daha iyi hizmet vermelerine yönelik tedbirler alındı
ve gerekirse yenileri yapıldı. Surları ve kalesi tamir edilen,
kışlası yenilenen ve yeni kulelerin ilave edildiği Medine kale-
sinin güney­batısına Hamidiye adı verilen yeni bir kapı eklen-
di. Anberiye adı da verilen bu kapının üzerine İstanbul’dan
gönderilen on adet direkli fener ile arma asıldı ve iki yanına
82 Darülaceze

birer Osmanlı çeşmesi inşa edilerek kitabesine tarih düşürül-


dü (1305/1887-1888).
Sultan Abdülaziz tarafından hükûmet konağı, hapishane
ve tophane ile başlatılan Medine’nin sosyal ve kültürel yapı-
laşma faali­yetleri II. Abdülhamid tarafından yaptırılan tab-
ya, karakol, istasyon, okul, mahkeme, postahane gibi kamu
binalarıyla sürdü. Medine ve çevresinde misafirhane olarak
kullanılan binalar tamir edilirken, Hamidiye Hastanesi inşa
edilerek şehrin sağlık sektörüne dâhil edildi. Medine’nin en
önemli su kaynağı olan Aynüzzerkâ’nın kullanı­mını kolay-
laştırıcı tedbirler alındı ve şehirdeki diğer su kaynaklarının
masrafları hazineden karşılanarak bakım ve onarımları ya-
pıldı. Su kuyuları kazıldı ve bunlar Mescid-i Nebevî’nin çev-
resine borular vası­tasıyla ulaştırılarak gerekli yerlere çeşme
yapıldı.
Medine’nin tarihî mezarlığı Cennetü’l-Bakî ile
Uhud Şehitliği’nde bakım ve onarım çalışmaları yapıldı.
Cennetülbakî dışında Mescid-i Nebevî’nin Ebû Bekir ka-
pısı hizasında, yaklaşık 500 metre uzaklıkta bulunan Hz.
Peygamber’in babasına ait olduğu kabul edilen kabir ona-
rıldı. Suûd b. Abdülazîz’in kuvvetleri 1806’da Medîne-i
Münevvere’yi istilâ edince Hz. Âmine, Hz. Âişe, Kubbe-i Ehl-i
Beyt adı verilen Hz. Hasan ile Hz. Abbas, Hz. Osman’ın ka-
birleri ile Hz. Halime’nin makamları başta olmak Cennetü’l-
Bakî’deki mezar taşlarını kaldırtmış ve türbeleri yıktırmıştı.
Sultan II. Abdülhamid tarafından İstanbul’dan gönderilen
ustalar, yine İstanbul’dan gönderilen malzemelerle kaldırılan
mezar taşlarını yerlerine koyarak yıktırılan türbeleri yeniden
yaptılar. Abbasî Halifesi Nâsır-Lidînillâh’ın annesi tarafından
yaptırılan Hz. Hamza’nın türbesinin yanına daha sonraki dö-
nemlerde mescid ve kütüphane yapılmıştı. Sultan II. Abdül-
hamid zamanında Hz. Hamza’nın türbesiyle birlikte Uhud
Şehitliği elden ge­çirilerek bakım ve onarımı yapıldı. Sandu-
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 83

kası yenilenen Hz. Osman’ın kabrine İstanbul’dan gönderilen


örtüler konulurken, mescide de yine İstanbul’da özel olarak
hazırlatılan halılar serildi. Hicret sırasında Hz. Peygamber’in
misafir olduğu köyde kurduğu Kubâ Mescidi ile Medine’nin
kuzeyinde yedi mescit adıyla bilinen Mesâcid-i Seb’a baş­ta
olmak üzere şehirdeki bütün mescitler ile Hz. Peygamber’in
hâtı­ralarını taşıyan bütün mekânların bakımları yapılarak ge-
reken yerleri onarıldı.
Adına her yıl Ebü’l-Ferec Efendi’ye, onun vefatı üzeri-
ne oğluna hac ve umre yaptıran Sultan II. Abdülhamid, Hz.
Peygamber ve ashabının hâtıralarını barındıran eserleri son-
suz bir ihtiramla ya tamir ya da yeniden inşa ettirdi. Sultanın
Haremeyn’e hizmetlerinin iki yönlü olarak ele alınması gere-
kir. İlki halifeliği Abbasîlerin mirası değil İslâm’ı ve mukad-
des yerleri koruma, Mekke ve Medine halkının huzur ve re-
fahının temini ile Osmanlı medeniyet ve kültürünün görünür
ve hissedilir hâle gelmesini sağlamaya yönelik tedbirler al-
mak şeklinde algılayan Osmanlı devlet politikasına bağlı ola-
rak gerçekleş­tirmiş olduğu faaliyetleridir. İkincisi ise Yavuz
Sultan Selim’den iti­baren Osmanlı hâkimiyetine giren Mekke
ve Medine’ye kendisinden önceki padişahlardan farklı olarak
bir anlamda kendi damgasını vur­duğu ve seleflerinden hiçbi-
rine nasip olmayan icraatlarıdır.
84 Darülaceze

II. Oturum Başkanı


Coşkun Çakır:

Değerli katılımcılar, hepinizi saygıyla selamlıyorum.


Vefatının 95. Yılında Sultan Abdülhamid sempozyumunun
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 85

öğlenden sonraki ikinci oturumunu müsaadenizle açıyorum.


Özetle ben de büyük Sultan’a bir arkadaşımızın güzel adlan-
dırması ile imparatorluğun son nefesi Abdülhamid Han’a
Cenâb-ı Hakk’tan gani gani rahmet diliyorum.
Bizler biraz önce değerli kılavuzlarımızın rehberliğinde
güzel bir gezi de yaptık. Eminim katılan arkadaşlarımız açı-
sından benim gibi düşünüyorlardır. Bir panel, bir sempoz-
yum kadar güzeldi, hatta biraz duygulandık. Çünkü hayatın
iki ucunu bize gösterdiler. Bir tarafta 0-3 yaş çocuklarımız,
yavrularımız; diğer tarafta da 80-90 yaşlarında amcalarımız,
teyzelerimiz. İlk sözü değerli hocamız Ahmet Turan Alkan
hocama veriyorum. Buradaki konuşmacıları siz yakından ta-
nıdığınız için detaylı bir şekilde tanıtma ihtiyacı duymadığı-
mı da söylemek isterim. Hocamızın konuşma başlığı Sultan
II. Abdülhamid devrinde ordu ve siyaset.

Dr. Ahmet Turan Alkan:


86 Darülaceze

Sultan II.Abdülhamid Devrinde Ordu ve Siyaset


Hepinizi en samimi duygularla selamlamak isterim. On
beş dakikada toparlanamayacak konu yoktur, dolayısıyla hat-
ta bunu on dakikaya, hatta beş dakikaya bile indirmek müm-
kündür. Çünkü sosyal bilimlerin en zor meselesi bir meseleyi
özetleme kabiliyetidir. Bu güç vazifesinin üstesinden gele-
ceğimi düşünüyorum. Ben şahsen bu hususta size sözümün
başında teminat veriyorum. Ordu, siyaset münasebetleri hâlâ
Türkiye’nin aktüel gündeminden ateşteki kestane hükmünde
bir canlı meseledir. Bu yüzden tebliğimde Abdülhamid dö-
nemindeki ordu, siyaset ilişkileri ile bugün cereyan etmekte
olan hadiselere zaman zaman ışık düşürmeye çalışacağım. Bu
dikkatle dinlemenizi istirham ederim. II. Abdülhamid, Batı-
lılaşma cereyanını başlattı, onu devam ettirdi ve restore etti.
Onun zamanında geleneksel iktidar denklemi yeni bir veçhe
kazanmıştı. Eski veçhe şu idi; ulema sınıfı, yeniçeri ocağı ve
haneden bir müselles üçlü hâlinde bunların ittifakı ile siyasi
iktidar tayin ediliyor ve meşruluk kazanıyordu. Ulemanın bu
ittifaktaki rolü iktidara meşruluk kazandırmaktı. Ordunun o
günkü, yeni çeri ocağının rolü iktidarın gücünü, çünkü her
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 87

iktidar biliyorsunuz cebir kullanmak zorundadır. Onu tayin


ediyordu. Hanedan ise herhangi bir tartışmaya gerek kalmak-
sızın ülkede kimin padişah olacağını kimin başkan, kimin
reis-i cumhur olacağını tayin eden eski bir uygulamaydı. Bu
misyon Abdülhamid’in zamanında değişmeye başladı. Ule-
manın eski vazifesi Batılılaşma ile birlikte, modern bir kurum
olan basına geçti; bürokrasiye geçti ve aydınlara geçti. Böy-
lece Türkiye’de geleneksel İslami ideolojiyi yayan ulemanın
vazifesi bu dönemde nihayete ermiş oldu. İslami bilgiyi tem-
sil eden ulema bir devlet bürokrasisinin içinde kademe ola-
rak Cumhuriyet idaresinde de diyanet teşkilatında kendisine
yer buldu ve tabii iktidar tayin edici özelliği de kalmadı. II.
Mahmut zamanında 1826’da yeniçeri ocağı biliyorsunuz top-
la tüfekle İstanbul’un içerisinde küçük bir iç harp yaşanarak
oldukça kanlı bir şekilde bastırıldıktan sonra yerine getirilen
yeni ordu modeli, Batılı tarzda biçimlendirilmiş bir ordu idi.
Bunun en karakteristik değişiklikleri şu oldu. Birincisi askere
alma usullerinde Batılı usullere yer verildi. Yani kur’a usulü
ile daha sonra da genel askerlik ve eşit askerlik yaklaşımıyla
toplumun bütün fertleri askere alınacak durumda mütalaa
edildi. Subaylık ve askerlik bir meslek olarak, bir bürokratik
zümre olarak, devletin barem gösterdiği kadrolar içerisine
girdi ve ordunun ideolojisi değişti. Böylece geleneksel ordu
siyaset ilişkilerinin maiyeti değişmeye başladı. Ordu mo-
dernleştirilirken Osmanlı ordusundaki geleneksel alaylılık
yani askerlik sanatını, askerî kışlada, savaş meydanlarında
öğrenmek usulü sona erdi. Bunun en kanlı hesaplaşması 31
Mart’ta olacaktır. Bugün de hâkim olan her işin mektebin-
de okumak lazım, eğitim şart azizim yaklaşımı benimsendi.
Peki, bu mekteplerde ne oldu. Bu mektepler Abdülhamid’in
eğitim politikalarını anlatan arkadaşlarım mutlaka işaret et-
mişlerdir. Abdülhamid zamanları kamuoyunun bildiğinin
88 Darülaceze

aksine Türkiye’de modernleşmenin çok kararlı bir şekilde de-


vam ettiği zamanlardır ve özellikle modernleşme hamleleri
altı çizilecek kadar önemlidir. Bu okullarda Batılı tarzda müf-
redat, Batılı öğretmenler, Batılı subaylar ve Batılı talim usulle-
ri revaç buldu. Öğrenciler daha önce taşradaki askerî okullara
dağıtılmış öğrenciler Abdülhamid zamanında İstanbul’daki
okullara toplandılar. Şimdi bu konuşmanın tebliğinin özünde
şu teşkil ediyor. Abdülhamid bir çelişkiyi yaşatan insan, ken-
disi hususi hayatında alafranga eğilimler gösteren bir insan.
Hareminde, sarayında, evlatlarına karşı. Fakat devleti idare
eden veçhesi ile muhafazakâr bir insan. Ordunun modernleş-
mesi söz konusu olduğu zaman Abdülhamid muhafazakâr
davranışlarını bir tarafa bırakıyor ve ne gerekirse onun ya-
pılmasından yana tavır koyuyor. Bütün Osmanlı hanedanı
da, yani modernleşme dönemindeki Osmanlı hanedanı da,
Batılılaşma politikalarını desteklemişlerdir. Batılılaşma bizde
aydınların değil sarayın önderliğinde gerçekleşen bir cereyan
olmuştur. Bu cereyanı destekleyen en mühim meşrutiyet un-
suru ulema olmuştur. Hâlbuki ahali tersini bilir, yani ulema
her şeyi istemez türdendi, bu yüzden de alafrangalık mem-
leketimize geç intikal etti. Hayır! Ulema, sarayın da teşviki
ile Batılılaşma hamlelerini hep destekledi. Abdülhamid, Batı-
lı tarzda eğitim verilen askerî mekteplerde Batılı ideolojilerin
hızla yayılacağını biliyordu. Bunu önlemek için çok sıkı bir
kontrol politikası takip etti. Okutulan derslerden subayların
ve öğrencilerin özel hayatına, neyle ilgilendiklerine dair sıkı
bir kontrol mekanizması kuruldu ki biz bunu sansür ve hafi-
ye lejyonu olarak biliyoruz. Bu kendisi açısından istenmeyen
tesirlerle karşı karşıya gelmemek bakımından akıllıca bir ted-
birdi. Fakat bu tedbirin bir tek faydası oldu, devletin ömrü
bir otuz sene uzamıştır. Osmanlı hâlesi otuz küsur sene bir
nisbî huzur ve refah zamanı geçirmiştir. Fakat mukadder akı-
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 89

bet şu idi. Bilhassa Balkanlar coğrafyası üzerinden Batı ile et


ve tırnak mesafesinde iç içe yaşayan Osmanlıların bu fikirler-
le, o zaman tehlikeli bulunan o fikirlerle yüz yüze gelmemesi
mümkün değildi. Bu 33 yılın sonunda âdeta bir barajın ka-
paklarının kırılması ve ortalığı selin istila etmesi biçiminde te-
celli etmiştir. Abdülhamid zamanında askerlerin siyasete mü-
dahale etmesi pek vuku bulan şeyler değil. Az sayıda örnek
var. Bunlardan birincisi amcası Sultan Abdülaziz’in tahttan
indirildikten 4 yıl sonra katledilmesi veya intihar etmesidir.
Katledilmiş olsun, intihar etmiş olsun bir askerî müdahale ile
tahttan indirildiği vakasını Abdülhamid hiç unutmadı. Buna
müdahil olanları yargıladı ve cezalandırılmalarını takip etti.
Daha sonra Çerkez Hasan isminde bir zabit bu hadisede so-
rumlu gördükleri kişilerin meclisini tek başına basarak se-
raskeri Hüseyin Avni ve Hariciye Nazırı Raşit Paşa’yı ve üç
görevliyi öldürdü. Bu hadisede Abdülhamid gözlerini açmış-
tır. Daha sonra abisi V. Murat’ın tahttan indirilmesi yine bir
siyasi karar üzerine arkasından Çırağan vakası, Ali Suavi’nin
baskını gibi hadiselerle nasıl bir olguyla karşı karşıya geldi-
ğini anlamıştır. Bu uyarıların ışığında şiddetli bir kontrol po-
litikası uygulamıştır. Hülasa ediyorum. Abdülhamid bir çe-
lişkinin adamıydı, kendisi geleneksel mütedeyyin Müslüman
şahsiyetinin yanında halkın idarecisi olarak Batılılaşmanın
lüzumuna inanmış bir insandı. Gerek aile hayatında gerek
memleket idaresinde bu çelişkileri daima yaşamıştır ve neti-
cede çok kontrol ettiği ideolojik kanalların hükümdarlığına
tabi oldu. En çok korktuğu yerden darbeyi aldı ve hâlledildi.
Uzun iktidar süresi ideoloji üreten kaynakları kontrol altın-
dan tutma politikasının bir mahsulüdür. Bu kontrol siyaseti-
nin menfi sonuçları o kadar zamandan beri üzerinde titrediği
askerî okullar, ordu, basın, üniversite, entelektüeller, aydınlar
gibi Batılı ideolojilere açık muhitlerin el ele vererek kendisi-
90 Darülaceze

ni tahttan indirmeleri olmuştur. Beni sabırla dinlediğiniz için


hepinize teşekkür ediyorum
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 91

II. Oturum Başkanı


Coşkun Çakır:

Ben de Ahmet Turan hocama çok teşekkür ediyorum.


Tabii hem yazının hem de sözün erbabı olunca nasıl başla-
yacağını nasıl bitireceğini bize bir numune olarak göstermiş
oldu. Çok teşekkür ediyorum. Her ne kadar hülasa ederek
son cümlesini ikmal etmek istedi ama Valeri’nin bir sözü
vardır; “Güzel olan hiçbir şey hülasa edilemez” diye. Belki
güzel olan bir tarafıyla daha doğrusu kuşkusuz ciddi olan,
mühim olan, önemli olan ordu siyaset ilişkileri bir konuyu
hülasa etmek hakikaten müşküldür diye düşünüyorum. Bu-
92 Darülaceze

nunla birlikte hocamız bize zaman içerisinde ulemanın gücü-


nün zayıflaması, bu gücü basının giderek bürokrasinin ikmal
ettiğini, II Mahmut döneminde Yeniçerilik üzerinden radikal
değişimler olduğunu, 31 Mart konusuna pek girmemekle bir-
likte onun o konuda çok sayıda yazdığı yazı vardı ve Abdül-
hamid de kendisi ile ilgili altı çizilesi bir cümle özel hayatın-
da alafranga fakat devlet idaresinde muhafazakâr bir tutum
sergilediğini vurgulaması uygulamış olduğu ve daha sonra
sansür olarak ortaya çıkan politikaları ve nihayette en fazla
korktuğu yerden darbe yediğini söylemesi suretiyle ben de
değerli hocamın sunuşunu onun izniyle özetlemeye çalıştım.
Tekrar kendisine teşekkür ediyorum. Şimdi hepimizin hocası
olan değerli bir büyüğümüzü, hocamızın adını zikrediyorum.
Profesör Doktor Emre Dölen. Hocamız bize II. Abdülhamid
döneminde sanayi ve teknoloji başlıklı konuşmasını takdim
buyuracaklar. Buyurun hocam, söz sizin.

Prof. Dr. Emre Dölen:


Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 93

Sultan II.Abdülhamid Devrinde Sanayi ve Siyaset


Bu fotoğrafları çeken benim dedem. Dolayısıyla tabii ben
de gençliğimde dedemden bu Hicaz demiryolunu Şam’da
okurken yazları hep babasının yanında geçirirmiş. Atla da o
bölgeyi dolaşmış. Zaten çocukluğumda da Hicaz demiryolu-
nun yapımı öykülerini dinleyerek geldim. Sonra da gittim bu
demiryolunu dolaştım hatta ben Amman istasyonuna gidip
de böyle bir ilişkimi söylediğim zaman çok büyük ilgi gös-
terdiler. Bu malzemeler yığılı bir biçimde de olsa depolarda
duruyor. Özel olarak depoları açtılar ve bu malzemeleri de
tek tek görmemi sağladılar. Ama depolar çok kötü bir ışıklan-
dırma altında olduğu için maalesef çok fazla fotoğraf çekeme-
dim. Teşekkür ederim.
94 Darülaceze

II. Oturum Başkanı


Coşkun Çakır:

Değerli dinleyiciler, eminim vaktimiz olsa Emre hocamı


yarım saat değil, bir saat zevkle dinleyeceğimiz konusunda
hiç şüphem yok. Hocama çok teşekkür ediyorum. Hakikaten
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 95

insanın teorik bir çalışmayı yaparken bir de onun pratik çözü-


mü ile bütünleşmesi kendi akademik çalışmasını aslında bir
tarafıyla kendi tarihini de çalışıyormuş gibi olması çok ilginç
hakikaten dikkatimizi çekecek kadar ilginç bir husus. Tekrar
çok teşekkür ediyorum. Abdülhamid dönemini birkaç cüm-
le ile özetleyecek olursak en başa çekilebilecek kavram olan
ifade olan eğitim gibi bir alana böylece giriş yapmış olduk.
Birazdan bunun üzerine değineceğiz. Sekiz başlık altında
anlattı hocam bize, ben detayına girmiyorum bunun. Hoca-
mız sadece ruhumuza değil, aynı zamanda bizim gözlerimi-
ze de nefis bir ziyafet çekti. Tekrar çok teşekkür ediyorum.
Şimdi üçüncü tebliğimize geçiyoruz. Nuran Atasoy hocamız-
da bu sırada olduğu için yine o sırayı bozmaksızın Nuran
Atasoy’un yerine Vahdettin Engin hocamıza sözü veriyorum.
Hocamızın konuşma başlığı; Sultan II. Abdülhamid devrinde
Sultanbeyli.

Prof. Dr. Vahdettin Engin:


96 Darülaceze

Sultan II.Abdülhamid Devrinde Sultanbeyli


Sayın Başkan, değerli konuklar. Günümüzde Sultanbeyli
ilçesini oluşturan sahanın Sultan II. Abdülhamid döneminde
Sultanbeyli Çiftliği, Demirci Çiftliği ve Şalgamlı Çiftliği adını
taşıyan üç ayrı çiftlik ve meradan oluştuğu anlaşılmaktadır.
Sultanbeyli Çiftliği’nin Ağustos 1874 - Recep 1291 itiba-
rıyla Kargı karyesinde ikamet eden Ermune Hatun tasarru-
funda olduğu, Ermune Hatun’un burayı kiraya verdiği, bu-
nunla beraber çiftlik işletmesinde sıkıntılar yaşandığından
1865 senesinden 1873 senesine kadar birikmiş 19.258 kuruş
vergi borcu olduğu görülmektedir.
Ermune Hatun, Sultanbeyli Çiftliği’ni Mehtinar isimli ki-
şiye dört seneliğine kiraya vermişti. Geçen zaman içinde, çift-
liği kullanan Mehtinar taksitlerini ödeyemedi. Hatta çiftlikte
bulunan mal sahibine ait hayvan ve eşyaları satıp savurma-
ya başladı. Bunun üzerine mal sahibi şikâyetçi oldu ve çiftlik
muhafaza altına alındı. Bu arada çiftliği kiralayanların vergi
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 97

borçları da birikmişti. 1873 senesinde yapılan sayımda 5.020


kuruş vergi borcunun olduğu anlaşıldı. Vergi defalarca ken-
dilerinden istenmesine rağmen ödemekten imtina ettiler. Zor
durumda kaldıklarında ise çiftlikte bulunan zahireden bir
miktarını satarak vergiyi ödeyeceklerini beyan ettiler. Fakat
bunların hiçbiri gerçekleşmedi. Bunun üzerine İstanbul Zabı-
ta Müdürlüğü, Mehtinar’ı tevkif etti. Fakat Mehtinar bir yo-
lunu bularak İdare Meclisi kararıyla kurtulmayı başardı. Mal
sahibi Ermune Hatun, yetkililere başvurarak kirasını ve vergi
borcunu ödemeyen Mehtinar’ın mahkemeleri sonuçlanıncaya
kadar çiftlikte hiçbir şeye el dokunduramamasını, bu şekliyle
en azından mevcut malların muhafaza edilebilmesini talep
etti. Bunun için çiftliğe hususi bir memur gönderilmesini is-
tedi. Bu talep yerine getirilerek çiftlik bir memur tarafından
kontrol altında tutulmaya başlandı.
Sultan II. Abdülhamid döneminde Sultanbeyli Çiftliği,
Damat Mahmud Celaleddin Paşa’nın uhdesine geçti. Topha-
ne Müşiri Fethi Paşa’nın oğlu olan Mahmud Celaleddin Paşa,
Saray’a damat olmuş ve 1858 yılında Sultan Abdülmecid’in
kızı Cemile Sultan’la evlenmişti.
Cemile Sultan, Sultan Abdülmecid’in üçüncü kadını
Düzdidil Kadın’dan Beylerbeyi Sarayı’nda 17 Ağustos 1843
tarihinde doğmuştu. Cemile Sultan 3 yaşına gelince annesini
kaybetti. Abdülmecid, Saray âdetlerine uyarak bu kızını bir
analığa vermeyi kararlaştırdı. Bir gün onu yanına alıp Perestü
Kadın’ın dairesine götürdü: “İşte bir de kız evlat getirdim”
diyerek Perestü Kadın’a verdi. Perestü Hanım’ın şimdi bir
oğlu (Şehzade Abdülhamid), bir de kız evlatlığı olmuştu (Ce-
mile Sultan). Perestü Hanım’ın sevinci uçsuz bucaksızdı. Bazı
kadınların hiç çocuğu olmadığı hâlde şimdi onun iki arsla-
nı vardı. Perestü Hanım iki evlatlığı da iyi yetiştirdi. Cemile
Sultan’ın yüzünde müthiş bir cazibe vardı. Gayet kısa boy-
98 Darülaceze

lu ve ufak tefek olmasına rağmen müthiş bir iradeye sahipti.


Cemile Sultan 15 yaşına gelince babası tarafından Fethi Ah-
med Paşa’nın oğlu olan Mahmud Celaleddin Paşa’ya veril-
mesi uygun görüldü. 1858 yılında önce nişanları, iki ay sonra
da düğünleri yapıldı. Sultan Abdülmecid kızı için Fındıklı
Sarayı’nın yapılmasını emretmişti. Fakat düğün sırasında
henüz Fındıklı Sarayı tamamlanamadığından Emirgân’daki
Mısırlı İsmail Paşa yalısı kiralandı. Cemile Sultan gerdeğe gir-
di. 6 ay sonra Fındıklı Sarayı tamamlanınca oraya taşındılar.
Cemile Sultan Mahmud Celaleddin Paşa’yı çok sevmişti. Bu
evlenmeden çok mesut oldu. 3 kız ve 2 erkek çocukları oldu.
Cemile Sultan, Abdülhamid’in kardeşliği olduğundan
onun tahta çıkması için Mahmud Celaleddin Paşa ile çok çalış-
tı. Gerçekten de Mahmud Celaleddin Paşa, II. Abdülhamid’in
tahta çıkmasında önemli bir rol oynamıştı. Bir süre Sultan II.
Abdülhamid, Mahmud Celaleddin Paşa’nın tesirinde kala-
caktır.
Fakat geçen zaman içinde Sultan II. Abdülhamid Mah-
mud Celaleddin Paşa’yı kendisine tehdit olarak görmeye
başladı. Mahmud Celaleddin Paşa, 27-29 Haziran 1881 ta-
rihleri arasında II. Abdülhamid’in emriyle kurulan Yıldız
Mahkemesi’nde Midhat Paşa ve diğer sanıklarla birlikte
Abdülaziz’i öldürmekle suçlanarak idama mahkûm edildi.
İdam cezası II. Abdülhamid tarafından hapis cezasına çevril-
di. Cemile Sultan’la olan nikâhı padişah tarafından iptal edildi
ve cezasını çekmek üzere Hicaz’daki Taif kentine gönderildi.
Orada üç yıl boyunca zor şartlar altında cezasını çekmektey-
ken, 8 Mayıs 1884 gecesi Midhat Paşa’yla birlikte muhafızlar
tarafından öldürüldü.
Mahmud Celaleddin Paşa’nın Kartal kazası, Samandıra
köyü dâhilinde Sultanbeyli olarak bilinen çiftliği mevcuttu.
Ölümüyle birlikte arazisi mirasçılarına yedi hisse olarak bö-
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 99

lündü. Buna göre, birer hisseden iki hisse erkek çocukları


olan Mehmed Celaleddin ile Mehmed Sakıb beylere düşmüş-
tü. Bunun yanında kızları Fethiye Hanım Sultan, Ayşe Ha-
nım Sultan ve Fatma Hanım Sultan ile diğer erkek evlatlar
Mehmed Kazım ve Ahmed Fazıl beylere de birer hisse olarak
miras yediye bölünmüştü.
Bilahare Fethiye Hanım Sultan vefat etti. Onun sahip ol-
duğu hissenin dörtte üçü annesi Cemile Sultan’a, dörtte biri
de eşi padişah yaverlerinden Sabri Bey’e intikal etti. Fatma
Sultan vefat edince de ona ait hisse doğrudan annesi Cemile
Sultan’a kaldı.
Böylece Sultanbeyli Çiftliği, yirmi sekiz hisseye bölün-
müş oluyordu. Yirmi sekiz hissenin yedi hissesi Cemile
Sultan’a, dört hisse kızı Ayşe Sultan’a aitti. Diğer hissedarlar
olarak Mehmed Celaleddin ile Mehmed Sakıb beyler sekiz
hisseye, yine Mehmed Kâzım ve Ahmed Fazıl beyler de sekiz
hisseye sahiptiler. Geriye kalan bir hisse ise Sabri Bey uhde-
sinde bulunuyordu.
Sultanbeyli Çiftliği’ni 1308 (1890-1891) yılında, II. Ab-
dülhamid döneminin önemli devlet adamlarından Bahriye
Nazırı Hasan Hüsnü Paşa satın aldı. Cemile Sultan’ın, eşinin
vefatından sonra kaynak sıkıntısı çekmesi ve Midillili Korçi
adlı bir şahsa borçlanmasının bu satışın gerçekleşmesinde rol
oynadığı düşünülebilir. Diğer taraftan Cemile Sultan, Haliç
vapurları işletmesine yeni vapurlar almak için de kaynağa ih-
tiyaç duyuyordu.
Sultanbeyli o dönem itibarıyla kayıtlarda tarla olarak
geçiyordu. Kartal kazasına bağlı Samandıra köyü sınırları
dâhilinde idi. Hasan Hüsnü Paşa’nın satın alacağı Sultanbeyli
Çiftliği’nin büyüklüğü eski ölçülere göre bin dokuz dönüm,
yeni ölçülere göre beş yüz doksan yedi dönüm kırk evlek yet-
miş arşın miktarında idi. Çiftliğin sınırları Kirane Bayırı, Ça-
100 Darülaceze

murlu tarla, Kocadağ çeşme, yol ve dere ile çevrili idi. Mevki
olarak Cebeci geçidinde bulunuyordu.
Defter-i Hakânî’de yapılan işlem neticesi Sultanbeyli
Çiftliği, 11.100 kuruş bedel ile Bahriye Nazırı Hasan Hüsnü
Paşa’ya ait oldu ve 4 Ağustos1891 tarihi itibarıyla tapu senedi
yapıldı. Hasan Hüsnü Paşa, Sultanbeyli arazisini bu şekilde
satın alınca bir mühendis marifetiyle 27 Temmuz 1893 tari-
hinde bölgenin bir haritasını yaptırdı.
Haritanın hazırlanmasından sonra yaşanan gelişmelere
bakıldığında; Hasan Hüsnü Paşa’nın sahip olduğu arazilerin
üzerinde başkalarının hakkı olup olmadığı meselesi günde-
me gelmiştir.
Öncelikle Paşa, köyü ahalisi ile muhtar ve ihtiyar heyeti
üyeleri Hasan Hüsnü Paşa’nın hazırlatmış harita çerçevesin-
de arazi üzerinde keşif yapmışlar ve harita sınırlarına giren
bölgelerde kendi arazileri olmadığı hakkında imza vermişler-
dir. Ayrıca ileri bir tarihte köy ahalisi arasından bu hususta
herhangi bir itiraz meydana geldiği takdirde bunun da haki-
katlere aykırı olacağını kabul etmişlerdir.
Sonraki aşamada ise köylülerin söz konusu beyanları
ilgili daireler tarafından incelenmiş ve gerekli onaylar veril-
miştir. Bu safhada meydana gelen yazışmalar tarih sırasıyla
şu şekilde cereyan etmiştir:
“Bahriye Nazırı Devletlü Hasan Hüsnü Paşa hazretlerinin
mutasarrıf olduğu Sultanbeyliği ve Şalgamlı ve Demirciler Çiftlik-
lerinin arazisinin kâffesini mahdut bu kere tanzim tersim ettirmiş
olduğu haritayı hamil olduğu halde Kartal belediye hey’etiyle mec-
lisi idare azası ve tapu kâtibi ve evkafı hümâyün vekilile karyemiz
ehalisi ve heyyeti âcize olduğu ahled cümle harita muntazaman kar-
yemiz hududu yegan yegan keşf ve tedkik eylediğimizde paşayı mü-
şarinleyha tarafından tanzim ettirilmiş olan haritada gösterildiği
hudud dâhilindeki bir güna erazimiz olmadığı tebeyyün etmiştir.”
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 101

Hasan Hüsnü Paşa, 1903 Temmuz’unda vefat etti. Bu sı-


rada, Sultan II. Abdülhamid’in Sultanbeyli çiftliğini Hazine-i
Hassa adına satın almak üzere bir girişimde bulundu-
ğu fakat bu girişimin sonuçlanmadığı anlaşılmaktadır. II.
Abdülhamid’in bu konuda çıkardığı 2 Ekim 1903 tarihli bir
hususi irade şöyledir:
“Bahriye Nâzır-ı sâbıkı Hasan Paşa merhûmun Yakacık
civârında bulunan Sultanbeyli ve Şalgamlı nâm iki kıt‘a çiftli-
ği ile yine Yakacık’da kâin büyük köşkün ve diğer bir küçük köşk
ile müteferri‘âtının emlâk-ı hümâyûn idâdına ilhâk olunmak üze-
re iştirâsı ber-mantûk-ı emr u fermân-ı hazret-i pâdişâhî Hazîne-i
Hâssa-i Şâhâne Nezâret-i Aliyyesi’ne teblîğ edilmiş ve bedel-i
iştirâsı olan on bin liranın hazîne-i müşârun-ileyhânın Hazîne-i
Maliye’de olan matlûbât-ı atîkasına mahsûben ve hemen tesviye ve
i‘tâsı cümle-i irâde-i seniyye-i cenâb-ı hilâfet-penâhîden bulunmuş
olmağla ol bâbda emr u fermân hazret-i veliyyü’l-emrindir.”
Fî 10 Receb sene [1]321 ve fî 19 Eylül sene [1]319.

Ser-kâtib-i hazret-i şehriyârî


Tahsin
Sonraki dönemlerde Sultanbeyli çiftliğinin mülkiyeti,
Temmuz 1903 yılında hayatını kaybetmiş olan Hasan Hüsnü
Paşa’nın çocukları arasında dava konusu oldu. Bunlardan
biri Göztepe Hakkı Paşa köşkünde ikamet eden Hilmi Bey,
diğeri ise Kadıköy Küçük Moda Mektep Sokağı’nda ikamet
eden Bahriye albaylığından emekli Fazıl Bey idi. Hilmi Bey,
Üsküdar Bidayet Mahkemesi Hukuk Dairesi’ne verdiği 21
Nisan 1326 - 4 Mayıs 1910 tarihli dava dilekçesinde kardeşi
Fazıl Bey’i, Sultanbeyli Çiftliği’ndeki hissesini kendisine sattı-
ğı hâlde sonradan caymakla suçluyor ve gereken işlemin ya-
pılmasının talep ediyordu.
Hilmi Bey’in ifadesine göre, olay şöyle gelişmişti: Babala-
102 Darülaceze

rı Hasan Hüsnü Paşa’dan Sultanbeyli Çiftliği yanında birçok


başka mahalde de kendilerine gayrimenkul intikal etmişti.
Hilmi kardeşine ödemede bulunarak birçok yerdeki hisseleri
satın almıştı. Bu arada Sultanbeyli Çiftliği’ni de 400 Osmanlı
lirası karşılığı satın almıştı.
Bu işlem gerçekleştiği hâlde Fazıl Bey sözünden cay-
mıştı. Üstelik adamları vasıtasıyla çiftliği bastırıp hayvanla-
rı öldürtmüş ve ormanı tahrip ettirmişti. Öyle ki Sultanbeyli
Çiftliği’nde önemli bir hasar oluşmuştu.
Hilmi Bey öncelikle bu tahribatın önünün alınmasını is-
tiyordu. Sonrasında ise, parasını ödediği arazinin kendine
terkini, çiftliğe verilen zararın telafi edilmesini ve mahkeme
masraflarının kardeşi Fazıl Bey tarafından ödenmesini talep
ediyordu.
Mahkeme yapmış olduğu tespitte; Hasan Hüsnü Paşa’nın
sahip olduğu Sultanbeyli ve Şalgamlı çiftliklerinin bilahare
vârisleri olan çocukları Hilmi Bey ve Fazıl Bey’e devren inti-
kal ettiğini belirledi. Bilahare Fazıl Bey, dört yüz lira karşılığı
hisselerini kardeşi Hilmi Bey’e satmış ve işlemleri yürütmesi
için İmam Halil Hilmi Efendi’ye vekâlet vermişti. Bu şekilde
işlemler yapılmıştı.
Sultanbeyli’de Geçici Yahudi Yerleşimi
1911 yılında Hilmi Bey, Sultanbeyli’deki 120.450 dönüm
büyüklüğündeki bütün çiftliklerini, içindeki binalarla birlikte
satma kararı aldı.
Çiftlik, merkezi Paris’te bulunan Yahudi Kolonizasyon
Birliği adına satın alınacaktı. Yahudi Kolonizasyon Birliği
Başkanı, Belçika uyruklu Frans Filipson ise çiftliğin sahibi
olarak görünecekti.
Fakat Hilmi Bey bir konuda tereddütlü idi. Daha önce
çıkmış olan bir padişah iradesince yabancılara büyük mik-
tarda araziler satılmasının önüne geçilmesi istenmişti. Şimdi
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 103

ise satacağı arazi bu tarz binlerce dönümlük geniş bir alanı


kapsıyordu. Dolayısı ile satışın mümkün olup olamayaca-
ğını Defter-i Hakânî Nezareti’nden sordu. Bunun üzerine
konu Osmanlı hükûmeti tarafından görüşüldü. Hükûmet, 8
Haziran 1911 tarihli kararıyla Sultanbeyli çiftliklerinin Frans
Filipson’a satılmasının önünde herhangi bir engel olmadığına
karar verdi. Bundan sonra satış işlemi gerçekleşti.
Sultanbeyli Çiftliği’nin Yahudi Kolonizasyon Birliği tara-
fından satın alınması üzerine burada bir Yahudi kolonizas-
yonu gerçekleştirilmeye çalışıldığı anlaşılmaktadır. Nitekim
Haziran 1915 tarihli bir belgede Sultanbeyli Çiftliği’nde ika-
met edip burada ziraatla meşgul olan 29 Yahudiden söz edil-
mektedir. Bunlar Rusya’dan göç ederek Sultanbeyli’ye yer-
leşmişlerdir. Her ne kadar burada yerleşik olsalar da tabiiyet
olarak Rus vatandaşlığında bulunmaktaydılar. Söz konusu
29 kişi, 1915 yılı itibarıyla Osmanlı vatandaşlığına geçme ta-
lebinde bulunmaktaydılar. Bu talepleri yetkili mercilerce in-
celendi. Sonuçta Osmanlı vatandaşlığına geçmelerinin uygun
olduğu kanaatine varıldı.
1914 yılında I. Dünya Savaşı’nın başlaması ile Sultanbeyli
Çiftliği’nde ikamet eden Yahudiler için bir güvenlik sorunu
ortaya çıktı. 1915 Nisan’ında, 33 Yahudi ailenin civardaki boş
bir mekâna toplu hâlde yerleştirilmeleri söz konusu oldu. Ko-
nuyla ilgili yazıda:
“Kartal Kazâsı dâhilinde Samandıra karyesi kurbunda Sultan-
beylik, Demirci ve Şalgamlı çiftlikleri Belçika teba’asından Mösyö
Flipson’un taht-ı tasarrufundadır. Otuz üç Musevî aileleri ikâmet
etmekdedirler. Bunların hemen çıkması emredilmişdir” denmek-
teydi.
Bunun üzerine Hahambaşılık Harbiye Nezareti’ne baş-
vurarak bu işlemin önüne geçilmesini istedi. Ayrıca Harici-
ye Nezareti de konuyla ilgili olarak 21 Nisan 1915 tarihinde
104 Darülaceze

Harbiye Nezareti’nin bilgisine başvurdu. Harbiye Nazırı ve


Başkomutan Vekili Enver Paşa, 3 Mayıs 1915 tarihli cevabi ya-
zısında:
“Kartal civârındaki üç çiftlikde ikâmet eden otuz üç Musevî
ailesinin ihrâcı mes’elesi hakkında Hahambaşılık tarafından
Harbiye Nezâreti’ne mürâcaat edilmekle keyfiyet Birinci Ordu
Kumandanlığı’na bi’l-iş’âr îfâ etdirilmekde olan tahkîkât netîcesi arz
edilecekdir” demekteydi.
Yapılan incelemede Yahudilerin bir binaya toplanması
işleminin sadece bir askerî tatbikat gereği olarak uygulanıp
sonra bundan vazgeçildiği anlaşıldı.
Aslında çiftlikte ikamet eden her Yahudi Osmanlı va-
tandaşlığına geçmiş değildi. Dolayısı ile ikametlerinde za-
man zaman sorunlar yaşanıyordu. Nitekim 29 Ağustos
1334 - 29 Ağustos 1918 tarihli belgeden anlaşıldığına göre,
Sultanbeyli’de ikamet eden Yahudiler arasında yer alan Şaye
Medvar adlı kişi ikamet tezkeresi olmadığı gerekçesiyle mah-
kemeye verilmişti. Bunun üzerine Şaye Medvar, Kartal Kay-
makamlığı nezdinde itiraz edip sahip olduğu ikamet tezkere-
sini ibraz etti. Sonuçta Kartal Sulh Mahkemesi, Şaye Medvar’ı
500 kuruş nakit ceza ödemeye mahkûm etti. İbraz ettiği ika-
met tezkeresi ise geçerli kabul edildi.
Bundan sonra Sultanbeyli Çiftliği’nde ikamet eden Yahu-
dilerin kaçak olup olmadıkları konusunda daha fazla dikkat
gösterildiği anlaşılmaktadır. Bu bağlamda 7 Temmuz 1334 - 7
Temmuz 1918 tarihi itibarıyla Sultanbeyli Çiftliği’nde meskûn
bulunan Ukraynalı Yahudilerin nüfus siciline kayıtlı olup ol-
madıkları konusu araştırılmaya başlandı. Bunlar arasından
memleketlerine dönmek isteyenler tespit edilip İstanbul Vali-
si Süleyman Kani Bey tarafından 29 Ekim 1918 tarihi itibarıy-
la Dâhiliye Nezareti’ne bildirildi.
Savaş Esnasında Sultanbeyli Çiftliği’nin Ordu Hesabı-
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 105

na Kullanılması
1914 yılında I. Dünya Savaşı’nın çıkması üzerine Osmanlı
Devleti, Almanya ve Avusturya ile müttefik olarak İngiltere,
Fransa ve Rusya ile savaşa girdi. Ülke çapında seferberlik ilan
edildi. Seferberlik ilanından sonra Sultanbeyli’de mevcut or-
manlar ordu ihtiyacı için kullanıldı. Bu bağlamda, Sultanbeyli
Çiftliği ile Demirci ve Şalgamlı çiftliklerinde kesilen ağaçlar
kereste ve kömür ihtiyaçları için kullanıldı.
Savaş sonrasındaki dönemde Sultanbeyli Çiftliği’nde
asayişin bozulduğu, burada ikamet eden Yahudilerin birta-
kım saldırılara maruz kaldıkları gözlenmektedir. Özellikle
İstanbul’un İngiliz ve Fransızlar tarafından işgal altında tu-
tulduğu, 1918 yılından sonra asayiş problemleri daha fazla
yaşanmıştır. Söz konusu asayişsizlik gelişmeleri arasında
Yahudilerin de maruz kaldıkları bazı olaylar giderek onların
Sultanbeyli Çiftliği’nden ayrılmalarına yol açacaktır.
106 Darülaceze

II. Oturum Başkanı


Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 107

Coşkun Çakır:

Ben de Vahdettin Hocama çok teşekkür ediyorum. Ha-


kikaten bu sempozyuma destek veren bir ilçenin hakkında
bir tebliğ olması da çok manidardı; tıpkı Darülaceze ile ilgili
bir tebliğ olması gibi. Tekrar teşekkür ediyorum. Bir taraftan
da böyle bir yerleşim biriminin bir çiftlikten Türkiye’nin sa-
yılı ilçelerinden birisi oluşu hâline dönüşü sürecini bize bir
belgesel tadında sundu. Çok teşekkür ediyorum ve dördün-
cü tebliğimize geçiyorum. Profesör Doktor Ali Arslan’a sözü
veriyorum. Kendisi bize, Sultan II. Abdülhamid döneminde
108 Darülaceze

üniversite eğitimi başlıklı tebliğini sunacak.


Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 109

Prof. Dr. Ali Arslan:

Sultan II.Abdülhamid Döneminde Üniversite Eğitimi


Sayın Başkan, değerli arkadaşlar. Şimdi öncelikli olarak
Darülfünun dönemindeki eğitimi ortaya koymadan önce, gi-
110 Darülaceze

riş olarak birkaç söz söylemek istiyorum. O da şu makamda


olacak. Birincisi Darülfünun bir üniversite midir, değil midir?
Bu noktanın ortaya çıkabilmesi için bir alt zemine ihtiyaç var.
Evet, Darülfünun alınış itibarıyla, kuruluş itibarıyla,
Batı’dan alınış itibarıyla üniversite düzeyinde bir eğitim ku-
rumudur. Peki, o zaman neden ihtiyaç duyuldu? Buna de-
ğinmek gerekir. Şimdi 1838 tarihine kadar esas itibarıyla Tür-
kiye’deki örgün öğretim ve yükseköğretim, medreseler tara-
fından karşılanan bir yapıydı. Yani ilkokul üzerindeki 9-10
yaş diye düşünürsek ilkokul mahalle mektebinin eğitimini
tabii değişebilir de. Ama bunun üzerindeki kısmı olduğu gibi
medreseler kaplar ve bunun yüksek kısmı da bir nevi bizim
Doğu tipi bir üniversite ve yüksekokul olarak tabir etmemiz
mümkün.
Şimdi 1838’de II. Mahmud’un bir kararı var. O karar da
şu: Doğulu kurumların yerine Batılı kurumların tercih edil-
mesi istikametinde bir icraat geliyor. Rüştiyelerin kuruluşu
1838’de bu şekilde sağlanmış oluyor. Tabii bu ikinci eğitimin
ikinci kademesi kuruluyor fakat üçüncü kademesine ihtiyaç
var. Yaklaşık 1845 yılına kadar orada bir 7 yıl yükseköğretim
ile ilgili bir atılım yok. Batılılaşmanın en önemli ayağı olması
gereken üniversite kurumu bizde Tanzimat’tan çok sonra ha-
tırlanıyor. 1945 yılında üçüncü kademe olarak düşünülüyor
en sonunda bir yıl sonra adı “Fenler evi” olarak tasarlanıyor.
İşte bu Fransız modeline göre alınmış bir yapıdır.
İlk defa bunun sistematik olarak kurulması 1869 Maarif-i
Umumiye Nizamnamesi ile oluyor. Bu planlamaya göre,
Darülfünun’u bugünkü adlarıyla Hukuk Fakültesi, Fen Fa-
kültesi ve Edebiyat Fakültesi olmak üzere üç yapı üzerine
kuruluyor. Şimdi burada bir problem var. O da şu; burada
Rüştiyeler güya 1838’den beri ortaokul ve liseyi içine alacak
şekilde kurulmuş ancak burada yeterli yaygınlığı olmamış.
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 111

Orta eğitim sistemi yani bugünkü ortaokul ve lise seviyesinde


bir yapılanma meydana gelmediği için bu açıdan Darülfünun
da medrese mensupları ancak öğrenci olarak alınabiliyor.
Şimdi tabii medrese mensupları alınınca zaten bu kurumun
çalışmayacağı baştan belli. Çünkü derslerinde bir kısmının da
Fransızca verilmesi tasarlanmasına rağmen medrese öğrenci-
sinin bunu anlayacak hâli yok. Açılacak kurum yaklaşık 6 ay
ileriye atılıyor. Bu açıdan burada ciddi bir ön hazırlık olmadı-
ğını gösteriyor. Tabii burada Fransa’nın baskısını unutmamak
gerekir. Yani bizde ilk Darülfünun bir nevi Fransa’nın baskı-
sıyla kurulduğunu da hatırlatalım. Şimdi burada genellikle
Abdülhamid döneminde Darülfünun dedikleri zaman biz
hemen 1900 tarihindeki Darülfünun-ı Şahaneyi hatırlıyoruz.
Esasında hayır. Bunu Abdülhamid döneminde olmuş olan
Darülfünun-ı Sultânî, Abdülhamid döneminde kurulan ola-
rak ise Darülfünun-ı Şahane olarak hatırlamak gerekir. Yani
bu dönemde iki kurumu birden düşünmek lâzım. Çünkü o
da Abdülhamid dönemi içerisinde olduğunu unutmamamız
gerekiyor.
Şimdi o açıdan bu dönemdeki kurum önemli. Lise öğ-
rencisi olmadan Darülfünun açılmasının sıkıntısını çözmek
için kurulmuş olan yer Galatasaray Lisesi. Yani Batılı bir ku-
rum, Batılı bir lise üzerine kurularak aslında akıllıca bir işlem
yapılıyor. Ancak tabii bir lise de, üniversite de açmakta bir
ilk. Belki de bu bize ait bir şey olabilir. Yani normalde liseler
Darülfünun’a bağlı olarak açılır dünyada ama bizde biraz ters
olmuş. Bu da önemli.
İşte burada ilk kurulan Edebiyat, Hukuk, Turuk ve Mea-
bir Mektebi. Kısa süre sonra Turuk ve Meabir mektebinin ismi
“Mühendisîn-i Mülkiye” olarak değiştiriliyor. Bence bunu o
şekilde yerleştirmek lâzım. Mühendis Fakültesi demek daha
uygun olur. Şimdi bunun bir özelliği; mesela Edebiyat Fakül-
112 Darülaceze

tesi 1875’te açılıp 1878’e kadar Abdülhamid’in saltanatının ilk


iki yılını içine alacak şekilde bir eğitim veriyor. Hukuk Fakül-
tesi, 1880 yılına kadar devam ediyor. Hatta orada bir tartışma
konusu vardır. Öğrenciler devam ediyor fakat okul kapatılı-
yor. Böyle bir olay da mevcut.
Mühendis Fakültesi ise 1874-1880 yılları arası devam
ediyor ki en uzun süreli olan fakültemiz budur. Şimdi bu fa-
külte esasında bir şekilde devam etseydi çok faydalı olacaktı.
Çünkü ilk defa doktora programının olduğu bir Darülfünun
bu. Yani burada okuyan şahıslar mezun olurken aynı zaman-
da son sınıflar bir yıl ek olarak doktora ders görüp buradan
doktora unvanı alıyorlar ve bu unvanı alanlar daha iyi bir ka-
demede iş yaparken; mühendis fakültesinden mezun olanlar,
yani sadece 3 yıl okuyanlar, konektör olarak mezun oluyor-
lar. Bunun için aslında Galatasaray daha uygun bir yapıydı.
Fakat bu dönemde Abdülhamid’in biraz da siyasi ve kültürel
tercihleri istikametinde bunun devam ettirilmediğini görüyo-
ruz. Bu şekilde bu konu kademe olarak kapatılıyor.
Tabii akla gelen şu; Abdülhamid burada bir Darülfünun’u
kapatan bir padişah olarak önümüze çıkmış oluyor. O zaman
bunu tersten yorumlayıp “Eğitime karşı mıdır?” dersek bura-
da hata yapmış oluruz. Çünkü buradaki açtığı okullara bak-
tığımızda benim tespit ettiğime göre, 7 yüksekokul kurmuş-
tur Abdülhamid. Birini de birleştirmiş. Yani önceden açılmış
olan Orman ve Maden fakültelerini ikisini de birleştirerek iyi
bir sistematik yapı ve yüksekokul hâline getirmiş. Toplam 8
yüksek kurum olduğunu söyleyebiliriz. Bu esasında meslek
alanına önem veren Abdülhamid açısından kendisi biraz si-
yasi muhalefete sıcak bakmadığı için bunu eğitim alanında
yansıttığını görüyoruz. Çünkü Darülfünun biraz daha teknik
eğitimden ziyade fikrî eğitime örnek olduğu için, bu Abdül-
hamid in anlayışında telaş ettiği hususlara uygun bir politika
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 113

olduğunu söyleyebiliriz.
Burada Abdülhamid’in teknoloji alanındaki hassasiyetini
de göstermek açısından şunu da söylemek gerekir: Abdül-
hamid benim tespitime göre, çeşitli kademelerde üniversite
altı meslek okulu kurduğunu görüyoruz. Bunun içerisinde
fen lisesinden haddehaneye kadar, İslam mektebinden çoban
okuluna kadar pek çok değişik alanlarda okullar açıldığını
görüyoruz. Bu da son derece önemlidir. Yani buradaki 7-8
yüksekokulun açılmasının yanında, bir de alttan da beslediği
gösteriyor ki bu yüksekokulların yani meslek olan Hendese-i
Mülkiye’yi ve diğerlerini besleyecek bir alt yapı olduğunu
gösteriyor ki bu bütünlük açısından önemlidir. Yani hem or-
taokul, lise kısmını kurmuş hem de yüksek kısmını kurması
açısından o dönem için bu iyi bir politikadır. Burada hemen
bir noktaya temas edip Darülfünun-ı Şahane’ye geçmek isti-
yorum. Abdülhamid, döneminin sonunda 1869 nizamname-
sini uygulayan bir padişahtır. Yani burada herkesin hakkını
vermekte fayda var. Abdülhamid bu nizamnamenin Türki-
ye’deki uygulayıcısıdır, fakat plancısı değildir. Onun için Ab-
dülhamid esas itibarıyla Darülfünun kısmı hariç bu nizamna-
meyi güzel uygulamıştır. Bundan dolayı elbette bir nizamna-
me 6-7 yıl uygulamamışsa Abdülhamid de iktidar partisine
gelir gelmez mevcut olan bu Maarif-i Umumiye Nizamname-
sini hem rüştiye de hem idadide uygulamıştır. Bu onun için
bir şanstır aynı zamanda çünkü daha önceden kurulmamıştır;
İstanbul’da çok az sayıda var. Bu açıdan Abdülhamid’in bu
şansını çok iyi değerlendirdiğini görüyoruz. Burada temas et-
memiz gereken bir diğer nokta da öğrenci sayısı bakımından,
Abdülhamid’in iktidarı bırakmasından yani Meşrutiyet’ten
önceki öğrenci sayısı Osmanlı Devleti’nde 636.000’dir; üni-
versite hariç. Bu iyi bir rakam olarak gözükebilir Osman-
lı Devleti’nde. Tabii Arap ülkelerindeki kısmı hariç onu da
114 Darülaceze

unutmamak lazım. Burada dikkatimizi çeken nokta özel eği-


timdeki öğrenci sayısı ise 397.000. Yani buradaki genel top-
lamda aslında bir başarı varken galiba devlet okullarındaki
sayı Abdülhamid’den beklediğimizin biraz altında kalıyor
gibi benim için. Çünkü sayıda özel okulların çoğu gayrimüs-
lim ve yabancı okullar. Bunların sayısı oldukça fazla. Fakat
bu şu şansı meydana getiriyor; Darülfünun’un açılmasının da
alt yapısı oluşmuş oluyor. Demiştim ya, ilk Darülfünun açılır-
ken problemin kaynağı, liseden gelecek öğrenci olmamasıydı.
Artık 1900’lere geldiğimizde bu bahane yok. Çünkü rahat bir
şekilde yeterli öğrencimiz mevcut.
Darülfünun-ı Şahane esasında 3 yıllık olarak kuruluyor.
Daha sonra Edebiyat Fakültesi gibi kurumlar iki yıla indiri-
liyor. Fakat burada bunun yüksek bir üniversite olmayacağı
konusunda görüşler ortaya çıkıyor ki bence bu doğru değil.
Aslında bu niyet ve planlamayla ilgili. Baktığımızda ilk Ni-
zamnamede olan bazı hususlar var. Laboratuvar ve kütüp-
hane olayına özel bir ilgi gösteriliyor ki bu da bize şu işareti
veriyor: Abdülhamid’in düşüncesi burada gerçek bir üniver-
site kurmak istemesidir. Çünkü laboratuvar kurmaya kalkan
bir şahsa diyemezsiniz ki, bu kişi yüksek lise kuruyor diye bir
şey söylemek çok doğru olmaz. Buradaki fakülteye baktığı-
mızda ise üç fakülteden oluşuyor. Ulum-i Riyaziye ve Tabiye,
Fen Fakültesi ve Edebiyat Fakültesi olmak üzere üç fakülte
olarak kurulmuştur. Şimdi bir de Tıp ve Hukuk Fakültesi ise
bunun bir nevi mütemmim cüzü sayılıyor. Yani beş fakülte-
den Batı tipi üniversitelerin kurulmasında esasında beş fakül-
teye ihtiyaç vardır. Beş fakülte de bu şekilde tamamlanmış
oluyor. Şimdi burada bu şubeye bakanlar bunu bölüm olarak
algılıyorlar ki bu doğru değil. Çünkü buradaki şube kavramı
fakülte karşılığıdır. II. Meşrutiyet döneminde fakülte karşılı-
ğı olarak kullanılacaktır ama daha sonra doğrudan fakülte,
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 115

Cumhuriyet dönemi başında medrese, daha sonra tekrar fa-


külte olarak kullanılacaktır. Bu fakülteye verilen adlandırma-
da devamlı bir farklılık olduğunu görüyoruz.
Bu fakültenin kuruluş mantığı bakımından Abdülhamid
bir ilke imza atıyor. Bir Batılı kurum içerisine bir Doğulu İla-
hiyat Fakültesi koyması bakımından esasında oldukça ileri
bir uygulamadır. Çünkü normalde Tanzimat mantığını aşan
bir olaydır. Tanzimat mantığı, Batılı okulları öne çıkarır ama
İslami İlahiyat Fakültesi bu tarafa yani Batılı okul içerisine
alınmazdı. Ama Abdülhamid bu kurumu doğrudan doğruya
Batılı olan bir okulun içerisine alıyor ki bu açıdan ben bunun
dünyada ilk olduğunu düşünüyorum. Batılı tarzda açılmış
bir kurum içerisine bir İlahiyat Fakültesi’ni yerleştirmesi bir
ilktir. İttihatçılar 1914’te bunu ayıracaklar, yerine medreseyi
gönderecekler. Ama Mustafa Kemal, 1924 yılında tekrar med-
reseden çekip Darülfünun yapacaktır. Yani Abdülhamid ve
Mustafa Kemal’in bu politikasında bir paralellik olduğunu
söyleyebiliriz.
Yönetim bakımından burada uygulanan işlem nasıldır?
Bunun biraz Abdülhamid’in endişelerini yansıtan bir yönü
var. O da üniversite müdürünü merkezden atıyor. Tanzimat
dönemindeki yapıda ise müdür atanıyor ancak fakülte mü-
dürleri seçimle geldikleri için üniversite yönetiminde özerk-
lik oluyordu. Fakat burada ise müdür yardımcıları her fakül-
teye yine atamayla geldikleri için burada bir özerk yapı yok.
Bu da Abdülhamid’in biraz o dönemini yansıtan bir özelliktir.
Derslerde biraz sıkı bir eğitim var. Dersi işlemede değil
ama dersin takibinde. Mesela, Darülfünun’da hoca ders an-
latırken mubassır denen bir görevli var; onu gören, gözeten.
Bu önemlidir. Çünkü içerideki nizamı sağlamaya yöneliktir.
Aynı zamanda kontrol mekanizması olarak da değerlendi-
rilebilir. Siyasi olarak Abdülhamid’in endişeleri var. Çünkü
116 Darülaceze

ilk başlarda kendisine bir suikast teşebbüsü var, ondan sonra


Hukuk Fakültesi öğrencileri, bir komitesi kuracak kadar ile-
ri gitmişler 1906’da. Böyle öğrenciler de oldukça aktif olarak
gösteriyorlar faaliyetlerini. Abdülhamid de bunlardan dolayı
oldukça tedbir aldığını diyebiliriz. Şimdi buradaki dersler-
de ise sayı çok değil. Mesela, burada baktığımızda Hukuk
Fakültesi’nin ders programı biraz daha iyiyken, Edebiyat
Fakültesi programı daha zayıf. Mesela, haftada 12 saat ders
var. 12 saat ders Edebiyat Fakültesi’ne yetmez. Bu da oldukça
sıkıntılı bir durum.
Dersleri merkezden tespit ediliyor. Darülfünun kendisi
dersleri yenileyemiyor. Ders programı açısından da kıyas-
lamak istiyorum. Bu Darülfünun, Fen Fakültesi ve Hukuk
Fakültesi olmadığı için bunları kıyaslayamıyorum. Sadece
buradaki Rumhaliye Diniye şubesi, 1869’daki Hukuk Fakülte-
si’ndeki bazı derslerin burada olduğunu görüyoruz. Bu yeni
bir program olduğundan bunu ayırmakta fayda var. O zaman-
lar Fen Fakültesi’nin programı aynı. Daha öncekilerden fazla
bir ayrım olmadığını görüyoruz. Fakat Abdülhamid’in ufku-
nu yansıtan, durumu yansıtan en iyi uygulama ise Edebiyat
Fakültesi’nde olduğunu görüyoruz. Mesela, Galatasaray’da
kurulan Darülfünun-ı Şahane’de olan derslere baktığımızda
mantık, Arap edebiyatının yanında Yunan edebiyatı, Latin
edebiyatı gibi dersler varken Abdülhamid döneminde yok.
Latin edebiyatı ve Yunan edebiyatı yok. Felsefe dersinin aşağı
yukarı aynı olduğunu görüyoruz. Galatasaray Darülfünun’da
sadece Dünya Tarihi varken Abdülhamid dönemindeki Os-
manlı Tarihi ve Devletler Tarihi dersleri var. Abdülhamid’in
onu Osmanlıya daha iyi bir şekilde bağladığını görüyoruz.
Bir de Darülfünun Şahane’de Terbiye ve Etnografya dersinin
olduğunu görüyoruz ki buda son derece önemli. Etnografya
dersinin programa konması yerinde ve önemli bir konu. Ab-
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 117

dülhamid dönemindeki bu Darülfünun, Türkiye’deki üniver-


sitenin Batı tipi üniversitenin kesintisiz olarak devam etmesi
sağlayan ilk kurumdur. Bundan dolayı eksikleri, gedikleri
olmasına rağmen kuruluş itibarıyla bu kurum Türkiye’de
Batı tipi üniversitenin kapanmadan adı değişse bile öğrenci
bakımından, kurum bakımından bir devamlılık sağlanıyor.
Abdülhamid dönemindeki bu yapılanma, Meşrutiyet döne-
minde biraz daha iyi hâle getiriliyor, “fakülde” adı kullanılı-
yor. 1911 yılında fakülte meclisleri kuruluyor. Özetle doğru
bir adım atılıyor. 1917-1918 yıllarında özerklik çalışmalarına
hız veriliyor. 1919’da ilmî özerklik, fiilî idari özerklik ve ilmî
özerklik kazanıyor. 1922 yılında Osmanlı Devleti buna idare
sevki veriyor. Mustafa Kemal bunların hepsini toplayıp 1924
yılında bir nizamname altında bunları özetliyor. Yani 1924
nizamnamesi 1900’den başlayıp 1920’ye kadar yaptığı hülasa-
sından ibarettir. Ondan sonra 1933’de merkezî yönetime geçi-
liyor. 1946’da tekrar özerk. 1981’de 12 Eylül darbesi ile tekrar
merkezî.
Beni sabırla dinlediğiniz için teşekkür ederim.
118 Darülaceze

II. Oturum Başkanı


Coşkun Çakır:
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 119

“Arife tarih ne hacet” demiş eskiler. Değerli dostum Ali


Hocam, benim bakışımdan anladı. Nezaketsizlik etmeme bile
fırsat vermedi. Teşekkür ediyorum. Hakikaten çok önemli bir
mesele. Hepimizi ilgilendiren, üniversite hocalarını, üniversi-
te öğrencilerini, üniversite öğrencisi olan aileleri dolayısıyla
bu ülkedeki her bireyi ilgilendiren bir meseledir yükseköğ-
renim meselemiz ve bütün sıcaklığıyla şu anda da devam
ediyor. Yasa var, Ali Hocanın da ifade ettiği gibi. Dileriz ki
tarafları memnun edecek bir yasa ortaya çıkar, çünkü bu çok
önemli mesele hakikaten. Ben hocama çok teşekkür ediyo-
rum ve biraz da edebiyata geçelim istiyoruz. Değerli Profesör
Doktor Fatih Andı hocamıza sözü vermek istiyorum. Kendi-
si, Sultan II. Abdülhamid’e Edebî Muhalefet başlıklı tebliğini
sunacak.
120 Darülaceze

Prof. Dr. Fatih Andı:

Sultan II.Abdülhamid’e Edebi Muhalefet


Teşekkür ediyorum, Sayın Başkan. Hepinizi saygı ve sev-
giyle selamlıyorum.
Benim konuşmam, galiba sabahtan bu yana bu sempoz-
yumun tek edebiyat konulu konuşması. Oysa II. Abdülhamid
dönemi dediğimiz o uzun döneme bakarsak edebiyatında en
az askeriye kadar, en az siyaset kadar, en az ekonomi kadar
dönemin toplumsal hayatında etkili olduğunu özellikle bizim
modernleşme tarihimizin bir kısmını önemli ölçüde yüklen-
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 121

diğini görmemiz mümkündür. Hele ki bu dönem II. Abdül-


hamid dönemi ise. Dolayısıyla hem bu kadar uzun hem de bu
kadar semeresi fazla bir dönemin verilerini Abdülhamid ve
üdeba arasında ilişkiler babında 15 dakikaya sıkıştırmak be-
nim için epeyce zor olacak. Onun için vakti iyi değerlendirme
adına mümkün olduğu kadar biraz hızlı tempoda konuşma-
ya gayret göstereceğim ki biraz fazla bir şeyler söyleyebilme
imkânını elde edeyim.
Evvela dönemin edebiyatının ne edebiyatı olduğuna dair
bir şeyler söylemek istiyorum. Bizde bugüne kadar çok fazla
edebiyat tarihi yazılmıştır. Fakat bu edebiyat tarihlerinde dö-
neme II. Abdülhamid dönemi edebiyatı diye bir yaklaşımla
yaklaşan ancak bir tek isim var olmuştur. O da değerli hoca-
mız; Allah ömrünü uzun etsin, Profesör Doktor Orhan
Okay’dır. Oysa Orhan Okay gelene kadar Agâh Sırrı
Levent’ler, Mustafa Nihat Özön’ler gibi edebiyat tarihçileri-
mizin birçoğunda söz gelimi Fatih Edebiyatı, Kanuni Edebi-
yatı diye dönemin baskın siyasi kişiliğine atfedilen edebiyat
ve kültür hayatını beslemiş, oluşturmuş, yönlendirmiş devlet
büyüklerine atfedilen yaklaşımlarla söz konusuyken. Üstelik
Batı edebiyat tarihçiliğinde Victoria Edebiyatı, Kraliçe Eliza-
bet Edebiyatı, Çar Petro Edebiyatı gibi edebiyat dönemi ad-
landırmaları bizim önümüzdeyken. II. Abdülhamid’in üstelik
kültür, sanat ve eğitim hayatına büyük katkılarının olduğu
-hadi olmadı diyelim sansürle iddia edildiği gibi- hafiyelik-
le olumsuz manada kısıtlamaların olduğu bir dönemin edebi-
yatını o dönemin en baskın şahsiyetine atfederek adlandırma-
mak enteresan bir bakış açısının ötesinde bir şey olmasa ge-
rektir. Nitekim aynı şey Abdülhamid dönemi edebiyatı içeri-
sinde Abdülhamid’e destek çıkan onun yaptıklarının öven
Abdülhamid ile uyum içerisinde bir edebiyat kimliği oluştur-
muş olan edebiyatçılardan bahsederken de karşımıza çıkar.
122 Darülaceze

Açın bakın Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dokuzuncu asır Türk


Edebiyatı tarihini. Abdülhamid karşıtı veya Jön Türk kimliği
ile öne çıkmış isimleri… Sayfalar, sayfalar, sayfalar boyu an-
latırken dönemin en baskın, en önde, en edebî ve estetik de-
ğer açısından öne çıkmış şairlerinden birisi olan Ahmet Mit-
hat Efendi sanki yalnızca Mithat Paşa muhakemesinde Mithat
Paşa tarafında değil de padişah tarafında durduğu için eleş-
tirmek üzere kitaba konu edinmiş gibi bir bakış açısını üzeri-
ne bir paratoner gibi çekiverir. Bu iki ismin ötesinde Batılılaş-
macı çizgisinin dışında bir başka isim kitaba dâhil edilmez
mesela. Oysa Abdülhamid’i eleştiren Abdülhamid karşıtı
edebiyatçılar kadar, Abdülhamid’in politikalarını tasvip eden
onu öven onunla birlikte uygun adım yürüyen edebiyatçılar
da vardır. Ama bugün olduğu gibi emin olun o gün de her ne
kadar aynı kelimeyi kullanmasalar bile ve o edebiyatçılar ve
onların yazdığı birtakım dergiler ve gazeteler yandaş olmakla
suçlanmışlardır. Söz gelimi Malumat mecmuası ve onun sahi-
bi Baba Tahir diye bilinen Tahir Efendi. Buna karşılık Servet-i
Fünun bilhassa modernleşmeci çizgiye, Batılılaşmacı çizgiye
alkış tutan çanak tutan bir edebiyat oluşumu olduğu için
pompalanarak öne çıkarılmıştır ve hatta 1896-1901 arası sanki
yalnızca Servet-i Fünun varmış gibi Servet-i Fünun edebiyatı
gibi tesmiye olunmuştur. Oysa aynı dönemde Ahmet Rasim
gibi, Hüseyin Rahmi gibi, Mehmet Emin Yurdakul gibi çok
baskın edebiyatçılar da vardır ve bunlar da Servet-i Fünuncu
filan da değildir. Demek ki bizim edebiyat tarihimiz de siyasi
tarihimiz gibi, askerî tarihimiz gibi, ekonomik tarihimiz gibi
ideolojik bir perspektifle yazılmıştır. Orada da bir ironik ba-
kış açısı kendisini göstermiştir. Öyleyse II. Abdülhamid bu
ülkenin yakın dönem tarihi içerisinde biraz okumuş yazmış-
lar, biraz aydın kimliği kazanmışlar açısından iki tane isim
vardır ki o iki isim birer turnusol kâğıdıdır. Birisi edebiyat
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 123

dünyasında, diğeri siyaset dünyasında iki turnusol kâğıdı.


Bunlardan birisi Mehmet Akif Ersoy’dur. Diğeri Abdülhamid
Han’dır. Ondan yana oluş veya ona karşı oluş sizin safınızı
belirler, siyaset çizginizi belirler, düşünce çizginizi belirler,
aidiyet noktanızı belirler. İşte Abdülhamid’in döneminin ede-
biyat panoraması içerisinde Abdülhamid’e yöneltilen edebî
muhalefeti de bu bakış açısı çerçevesinde söz konusu etmek
istiyorum. Abdülhamid’e elbette 33 yıllık edebiyat ve tarihsel
süreç içerisinde ve bereketli ve canlı bir edebiyat sürecinde
çok fazla övgü veyahut yergi şiirleri yazılmıştır. En azından
her cülus yıldönümünde, yer doğum yılında, kandil gecele-
rinde, bayramlarda âdet olduğu üzere gazeteler, dergiler
Abdülhamid’e övgü şiirleri ile dolmuştur. Ne kadarı samimi-
dir, ne kadarı görev savsaklamasıdır veya savuşturmasıdır
belli değildir. Ancak eleştiri şiirleri hatta bir adım ötesi hiciv
şiirleri dediğimizde, epeyce bir yekûn ettiğini söylemek
mümkün. Tabii burada yalnızca şiir üzerinden gidemiyoruz.
Aynı zamanda şiirle birlikte hikâyeyi, tiyatroyu bilhassa ro-
manı da göz önünde bulundurmak gerekir. Ben yalnızca ha-
tırlatmış olayım. Geleyim dönemin şairlerinin Abdülhamid’e
yönelttikleri şiirlerin ne menem şeyler olduğuna. Bunlardan
bir kısmı Sultan II. Abdülhamid’in iktidarı günlerinde başla-
yan ve II. Meşrutiyet’ten sonra da devam eden tenkit ve düş-
manlık şiirleri. Abdülhamid baştayken var. II. Meşrutiyet’ten
sonra alevlenerek devam ediyor. Bunların en tipik örneği;
Tevfik Fikret ve maalesef kaderin garip cilvesi Mehmet Akif.
Mehmet Akif’in en zayıf noktası, yumuşak karnı bugün gel-
diğimiz noktada bizim için, belki kendisi için değildir, Abdül-
hamid düşmanlığıdır. İkinci eleştiri tarzı Sultan II. Abdülha-
mid iktidarı günlerinde başlayan ve II. Meşrutiyet’ten sonra
İttihatçıların beceriksizlikleri, suistimalleri, zulümleri, cebir-
leri neticesinde II. Meşrutiyet eleştirisini de içine alan düş-
124 Darülaceze

manlık. “Hem Abdülhamid’in düşmanıyım hem de II. Meş-


rutiyetçilerin düşmanıyım, arkadaş” diyen bir yaklaşım tarzı-
dır bu. Burada Tevfik Fikret’i yeniden analım. Hani o “Yiyin
efendiler yiyin, bu han-i iştiha sizin; doyunca, tıksırınca, çat-
layıncaya kadar yiyin” nakaratı ile devam eden ittihatçılara
seslenen şiir; yine bu bağlamda Akif’i sayabiliriz. İstimdat
başlıklı şiirinde Abdülhamid’e düşmandır Akif fakat hemen
sonraki kitabında Süleymaniye Kürsüsü’nde 1912’de basılır.
Orada “Bir de İstanbul’a geldim ki: bütün çarşı, pazar nara-
dan çalkanıyor, öyle ya... Hürriyet var!” diye başlayan bir pa-
saj var. II. Meşrutiyet çılgınlığını yaşayan İstanbul ahalisini
keskin bir şekilde eleştiren uzun bir pasaj vardır. Ancak Asım
kitabında II. Meşrutiyet eleştirisi çok daha belirir, hatta birkaç
tane fıkraya yüklenerek dile getirilir. Abdülhamid düşmanlı-
ğından vazgeçmez Mehmet Akif ama İttihatçılara çok keskin
eleştiriler yöneltir. Semerci ve eşekler hikâyesi vardır. Eşekle-
rin canı bir gün semercinin yaptığı semerlerden yanar, bed-
dua ederler. “Allah’ım şu semerciyi öldür de canımızın acısı
bitsin” diye. Gerçekten bir gün gelir adamcağız ölür, onun
yerine ondan daha çok acemi çırağı semerci olur. Çırağın yap-
tığı semerler eşeklerin sırtını yara bere içerisinde bırakır ve bu
sefer eşekler meğer rahmetli bizim için ne büyük bir nimet-
miş kadrini kıymetini bilmedik, şimdi çekelim cezamızı der-
ler. Bu Meşrutiyet sonrası ittihatçılar ve Abdülhamid arasın-
daki sembolik bir kıyaslamadır âdeta. Bir üçüncü eleştiri şek-
li. Sultan II. Abdülhamid’e düşmanlığın II. Meşrutiyetten son-
ra bir pişmanlığa dönüşmesi, bu çok tipik bir tablodur. Ben
bununla ilgili bir metin okuyarak bitireceğim konuşmamı.
Biraz da genelleyelim konuşmayı… II. Abdülhamid’e düş-
manlık yapan onu hicveden siz deyin ki Eşref, ben deyim ki
Neyzen Tevfik, siz deyin ki Akif, ben deyim ki Tevfik Fikret,
siz deyin ki Süleyman Nazif. Birçok şair II. Meşrutiyet ve
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 125

Meşrutiyet’ten sonraki zamanlarda eyvah derler. Eyvah biz


yandık ki ziyan ortada bilmem ne kazandık kabilinden bir saç
baş yolma psikolojisi içerisine girerler. Çünkü giderek daha
kötü bir süreç karşılarına çıkmıştır. Dördüncü bir bakış açısı
bu da bir aydın ihaneti çıkarmıştır karşımıza. Sultan II.
Abdülhamid’in iktidarı günlerinde onu öven şiirler yazıp II.
Meşrutiyet’ten sonra düşman kesilme tavrı; bunun tipik özel-
liği doktora tezimi yaptığım bir şahsa dayandırıyorum. II.
Meşrutiyetten önce Mehmet Celal Abdülhamid övgüsünde
en ön sıralardadır. Hatta müstakil Abdülhamid öven küçük
şiir kitapçığı vardır. İsmi bile nasıl bir yaklaşımla yaklaştığını
gösterir şöyle. Şevketlü Padişahımız Gazi Büyük Abdülhamid
Hani Efendimiz Hazretleri, kitabın adı budur. Fakat 1908’den
sonra yazdığı ilk eser İsyan isimli bir romandır. Hain ilan
eder, Kızıl Sultan ilan eder, müstebit ilan eder aynı Mehmet
Celal. Bu yalnızca Mehmet Celal’e özgü bir durumda değildir
-söz gelimi Tevfik Fikret ve kısmen Süleyman Nazif’i bir ke-
nara koyarsak- onlar Abdülhamid’in iktidarı zamanında da
bir şeyler söylemişlerdir. Ama bütün bir Servet-i Fünuncu
kadrosu Abdülhamid iktidardayken susmuşlardır. Fakat
Meşrutiyet’ten sonra ucuz yoldan kahraman olmanın yolu
Abdülhamid’e küfretmekten, hiciv etmekten geçtiği için maz-
lum rolüne geçmişlerdir. Hele hele Cumhuriyet döneminde
yazdıkları hatırat kitapların da Halit Ziya’dan Mehmet Rauf’a,
Hüseyin Cahit Yalçın’a kadar o hatırat kitaplarında aslında
biz söyleyecektik de o müstebit padişah yok muydu ah o pa-
dişah yüzünden bir sosyal konulara eğilemedik ne mağdur-
duk, ne mazlumduk edebiyatı yapmışlardır. Çünkü bilhassa
Cumhuriyet’in o tek partili döneminde Abdülhamid’e küfür
etmek dünyalık kazanmanın şan şöhret kazanmanın en kolay
en ucuz en kestirme yolu olarak görülmüştür. Tek parti ikti-
darı döneminin ötekisi Abdülhamid olarak inşa edilmiştir
126 Darülaceze

çünkü. Servet-i Fünun kadrosu da bunu çok kolaylıkla kul-


lanmışlardır.
Bir başka yaklaşım tarzı doğrudan eleştiremeyip imala-
rın sembolik anlatımların kelimelerin arkasına gizlenme bu
bağlamda öyle tuhaf, hani Abdülhamid’e evhamlı, art niyetli
diye niyet okuma çabaları vardır ya. Ben size örnekler göste-
riyim nasıl bir art niyetli yaklaşımda bulunulduğunu siz ka-
rarlaştırın. Bilerek isteyerek gazetenin manşetinden Şevketlü
Padişahımız kelimesinin içerisinden lam harfini düşürüyor-
lar şu kötü padişahımız diye okunmasına yol açmak için
veyahut mesela bir başka örnek söyleyeyim size. Padişahın
doğum günü dolayısıyla gazetede basılan haberlerde başlık-
ta Leyle-i Meshude, mesut gece anlamına gelen tamlamadan
ayın harfini düşürüyorlar. Leyle-i Meshud veya müsevvede
şeklinde okunacak bir kelime bir tamlama çıkıyor. Kara gece,
karanlık gece. Mesela, bakın bir ibarenin içersinde Vel istih-
kak, kelimesi hak ederek padişahtan bahsediyorlar. Hakkı
olarak anlamına gelen Vel istihkakın elifini lamdan sonraya
atıyorlar Vela istihkak şeklinde okunmasını sağlamaya çalı-
şıyorlar, “Hak etmeyerek” oluyor. Onun dışında da birtakım
kelimeleri o şekilde vurgulu kullanıyorlar ki yıldız diye her-
hangi düz bir metinin içerisinde yıldız diye sarayı kastedi-
yorlar. Hani Osmanlı padişahlarının burun yapısı malumdur.
Fatih’ten itibaren biliyoruz. Abdülhamid’de de bu atalarından
tevârüs ettiği fizikî görüntü vardır. Burun kelimesini bilhassa
öne çıkarıyorlar. O kadar çok birtakım kodlamalar üzerinden
eleştiriler yöneltiyorlar ki sonra dönüp mazlum pozisyonuna
çekiliyorlar; bak burun bile diyemiyorduk, yıldız bile diyemi-
yorduk. Evet, diyemiyorduk. Hani sen dersin dersin dersin
sonra artık demene gerek yoktur, anlarsın ya dersin anlaşılır.
Abdülhamid’e yöneltilen eleştirilerin birçoğu da o kadar tek-
rarlana tekrarlana anlarsın ya eleştirisine dönüştürülmüştür
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 127

çağı içerisinde. Bu eleştirilerin büyük bir kısmında sansüre


yönelik birtakım şimşeklerin kendisini gösterdiğini görüyo-
ruz. Çünkü edebiyat dünyası, basın yayın dünyası karşısında
en çok sansürü görüyor, sansür heyetini görüyor, matbuat
müdürlüğünü görüyor. O zamanda sansürdekilere çok fazla
eleştiri, Abdülhamid’e düşmanlık sansür üzerinden yürüyor.
Eşref’in bir dörtlüğü hemen aklıma geldi, bir espri olsun diye
de hemen okuyacağım. Diyor ki Eşref; Adanalı Hayret Efendi
diye Arapçasıyla maruf bir zat var sansür heyetinde. Arapça
kitapları, Arapça ibareleri kontrol ediyor muzır bir taraf var
mı diye. Bir gün o sansür heyetine encümene gitmemiş Hay-
ret Efendi. Bizim Şair Efendi de bundan kinaye şöyle bir şiir
söylüyor: Körlemesine çizerler her kitaptan bir yerler, Edibim
sanma ki yalnızca senin divanı çizmişler, geçende encümen-
de yok imiş Hayret, bütün heyet Arapça bir ibare zannedip
Kur’an’ı çizmişler. Bu tür eleştiriler söz konusu olduğunda
Şair Eşref’i bilhassa hatırlamak gerekir ki o Eşref en keskinle-
rinden birisidir. Mesela, bir dörtlüğünü okuyacağım sonra bir
de pişmanlık dörtlüğünü okuyacağım.

Padişahım, bir dirahta döndü kim güya vatan,


Daima bir baltadan bir şahı hâli kalmıyor,
Gam değil amma bu mülkün böyle elden gitmesi,
Gitgide zulmetmeye elde ahali kalmıyor!
128 Darülaceze

Fakat Meşrutiyet’ten sonra ne diyor bu adam:


Oldu 10 Temmuzda palyaço gibi bir maskara;
Giydirildi çıngıraklı bir külah hürriyete!
Bizden alâ mı boyar eşşek acep Kayserililer?
Eski istibdadı soktuk rengi Meşrutiyet’e!

Bu eleştirel tavır içerisinde Fikret’ten bir cümle bahse-


dip bitirmek istiyorum. Fikret, Halit Ziya’nın dediği üzerine
onun kelimesiyle söylüyorum; kudurmuş bir öfkeyle sonu-
na kadar Abdülhamid düşmanı bir tavır içerisine girmiştir.
Eleştirel tavrını öyle bir noktaya getirmiştir ki Abdülhamid
tahtta çıktığı Rumi takvimle 19 Ağustos geceleri evinde mum
bile yakmazmış, ışık bile yakmazmış hani karanlık gece de-
dik ya, o gecede eğlenenlere büyük düşmanlık gösterirmiş.
Devlet memuriyetini kabul edenlere çok keskin alaycı tebrik
metinleri gönderirmiş. Şimdi bir metni bütün pişmanlıkla ne-
ticelenmiştir bu yaklaşımlar. Bu pişmanlığın âdeta bir “nasuh
tövbe” pişmanlığına dönüştüğü bir metni okuyarak bitirmek
istiyorum.
Neredesin şevketlim, Sultan Hamid Han?
Feryâdım varır mı bârigâhına?
Ölüm uykusundan bir lâhza uyan,
Şu nankör milletin bak günâhına.
Târihler ismini andığı zaman,
Sana hak verecek, ey koca Sultan;
Bizdik utanmadan iftira atan,
Asrın en siyâsî padişâhına.
Dîvâne sen değil, meğer bizmişiz,
Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz.
Sade deli değil, edepsizmişiz.
Tükürdük atalar kıblegâhına.
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 129

Sonra cinsi bozuk, ahlâkı fena,


Bir sürü türedi, girdi meydana.
Nereden çıktı bunca veled-i zinâ?
Yuh olsun bunların ham ervâhına!
Bunlar halkı didik didik ettiler,
Katliama kadar sürüp gittiler.
Saçak öpmeyenler, secde ettiler.
Bir asi zabitin pis külâhına.
Milliyet dâvâsı fıska büründü,
Ridâ-yı diyânet yerde süründü,
Türkün ruhu zorla âsi göründü,
Hem Peygamberine hem Allah’ına.

Benim okumadığım dörtlükler de var, bu şiiri zamanın-


da Necip Fazıl, Büyük Doğu’da yayımlandığı zaman hapis
yatmıştı. Hem onun hem de Abdülhamid’in ruhu şâd olsun
diyerek konuşmamı bitiriyorum.
130 Darülaceze

II. Oturum Başkanı


Coşkun Çakır:
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 131

Ben de Fatih Andı hocama teşekkür ediyorum. Bu özlü


ve heyecan verici tebliğ için bir daha görmekteyiz ki geçmiş-
te olduğu gibi günümüzde edebiyat edebiyattan daha fazlası
demekmiş. Edebiyatla alakalı bir tebliğin ne kadar politik bir
mesele olduğunu bu tebliği dinledikten sonra bir daha gör-
müş olduk. Bu oturumun son tebliğine gelmiş bulunmakta-
yız. Aslında ben Coşkun Yılmaz dışarı çıktı ama bu “Lady is
First” kuralının ihlal edildiğini düşünmüştüm ama herhâlde
şöyle düşündüler. Değerli arkadaşım Arzu Hanıma dönerek
söylüyorum. Geç gelir bezme ekâbir kabilinden değerlen-
dirmişler herhâlde o bakımdan sizi sona bırakmışlar, değer-
li hocam. Arzu Hocam, bize Sultan Abdülhamid’in Emlâk-ı
Hümâyunu ve Irak Petrolleri başlıklı tebliğini sunacak. Hem
takdim etmekten hem de tebliğ başlığından bir iktisat tarih-
çisi olarak söylemek istiyorum yoksa bu sempozyumun ciddi
bir eksikliği olur diye düşünüyordum. Bunun için ayrıca te-
şekkür ediyorum. Sözü Arzu Hocama bırakıyorum.
132 Darülaceze

Doç. Dr. Arzu TERZİ

Sultan II.Abdülhamid’in Emlak-ı Hümayunu ve Irak Pet-


rolleri
Sultan II. Abdülhamid’in saltanatta bulunduğu süre, Os-
manlı Devleti Tarihi’nin en fazla merak uyandıran, tartışılan
ve hakkında araştırmalar yapılan bir dönemi olma özelliğini
taşır. Sultan II. Abdülhamid zamanında gerçekleştirilen ve
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 133

daha önceki ve sonraki padişahlarda rastlanmayan kişisel


mülk edinme uygulamasıysa, halen tartışmalara yol açan bir
konudur.
Öncelikle II. Abdülhamid’in kişisel mülk edinmesinin
sebep ve hedefi üzerinde durulması belki meseleye açıklık
getirmesini sağlayacaktır. Daha savaş öncesinde borçları-
nı ödeyemeyerek 1875’de iflasını açıklayan akabinde 93 Rus
Harbi’nin yenilgisini yaşayan Osmanlı Devletinin Sultan II.
Abdülhamid’in saltanatının ilk devresinde mali portresi ol-
dukça karamsardır. Kısa sürede devlet gelirlerinin önemli
bir kısmının Duyûn-ı Umûmiye idaresine girmesiyle yabancı
devletler gelir getirebilecek kaynakları ellerine geçirmişler ve
gelirlerini Osmanlı borçlarına karşı Avrupa’ya aktarmaya baş-
lamışlardır. 1867’den itibaren Osmanlı Devletinden resmen
mülk edinmekte olan yabancıların, madenler, limanlar de-
miryolları vs. gibi ulaşım açısından zengin olan Osmanlı’nın
pek çok yatırımlarını da dış baskılarla ellerine geçirmele-
ri Osmanlı Maliyesi’ni bağımsız bir halden çıkarmıştır. Bu
kadar dış müdahale ve borçla karşı karşıya kalan Osmanlı
Maliyesi’nin ıslahının yapılıp da eski haline getirilmesinin ise
mümkün olamayacağı maliyede Sultan Abdülhamid dönemi
sıklıkla yapılan ıslahat çalışmalarıyla açıkça görülmüştür.
İşte bu ekonomik tabloda yön değiştirilerek kurtulmak
için yeni bir uygulama hedeflenmiştir. Buna göre devlet kay-
naklarından madem faydalanmaya fırsat verilmiyor, o halde
uygulanacak yeni bir yöntemle devlet malları kişisel mülk
haline getirilerek hukuki anlamda yabancı devlet müdahale-
lerinden kurtarılıp özerkleştirilecektir. Sultan Abdülhamid’in
kişisel mülk edinme sebebi hukuki açıdan değerlendirildi-
ğinde paylaşılmak mücadelesinde olan Osmanlı Devleti’nde
devlet mülkünden daha zor kaybedilebileceği için tercih edil-
diği açıkça görülmektedir. Zaten kendisi de sık sık iradele-
rinde yabancıların eline geçmesine engel olmak için böyle
134 Darülaceze

bir yola başvurulduğunu belirtmektedir. Bu uygulamanın


şimdiye kadar mal edinme hırsı, devlet içinde devlet olma
düşüncesi şeklinde yorumlanması aslında taraflı, belki de bu
uygulamadan oldukça rahatsız olan dış güçlerin söylemiyle
yapılmış basit açıklamalardır. Dolayısıyla devrin siyasî tab-
losuna bakıldığında Abdülhamid’in şahsî mülk edinme po-
litikasının da bir gereklilik olabileceği gözden kaçırılmaması
gereken bir husustur. Bu politikadan yola çıkılarak memleket
genelinde nerede stratejik öneme sahip gelir getiren arazi ve
işletme varsa padişah mülkü haline getirilmiştir. Bu sayede
arazi ve maden yatakları üzerinde işletme kurmak isteyen
yabancı talipler doğrudan padişaha başvurmak zorunda kal-
mıştır. Dahası bu emlâktan arazi satın almaları veya herhangi
bir müdahalede bulunmaları da söz konusu olmamıştır. Bu
sadece Abdülhamid döneminde uygulanan siyasî ve ekono-
mik bir politikadır. Sultan II. Abdülhamid, kuşkusuz bu po-
litikanın uygulanması sırasında dönemin en iyi maliyecileri
Agop, Mikail ve Ohannes Paşa’lardan da istifade etmiştir.
Sultan II. Abdülhamid döneminde kullanılan emlak-ı
hümayun tabirinin anlamı ve içeriğindeki değişikliğe de
açıklık getirmek gerekir. Zira Osmanlı Devletinde yüzyıllar-
dır hanedan mülkü için kullanılmış olan emlâk-ı hümâyûn
tabirinin anlamı bu yeni uygulama sayesinde Sultan Abdül-
hamid döneminde değişecek ve artık padişahın kendi adına
tapulattığı mülklerini, bu tabir karşılayacaktır. Cumhuriyete
kadar Osmanlı hanedan mülkleri içinse emlâk-ı kadim veya
emlâk-ı hakanî tabirleri kullanılacaktır. Abdülhamid dönemin-
de bizzat padişah tarafından edinilmiş ve tapulanmış emlak
anlamında kullanılan emlâk-ı hümâyûn kavramı çok geniş
içeriklidir. Bu kavramın içine bağ, bahçe, tarla, çiftlik, mez-
ra, kışlak vs. gibi araziler; dükkân, ev, gazino, kahve vs. gibi
akarlar; fabrikalardan sağlanan gelirler ve memleket genelin-
deki madenleri çıkartma ve işletme imtiyazları başta olmak
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 135

üzere, deniz, göl ve akarsularda vapur işletme, liman, ambar


ve mağaza kurma ve işletim imtiyazları vs. girmektedir.

TABLO
SULTAN II. ABDÜLHAMİD ZAMANINDA PADİŞAH
ADINA TAPULANAN ARAZİNİN TOPLAM MİKTARI1

Vilayet/Sancak Dönüm 

Bağdat 6.235.160

Basra 2.849.070

Musul 17.770.368

Halep 5.586.060

1 Arzu T. Terzi, Hazine-i Hassa Nezareti, Türk Tarih Kurumu yay.,


Ankara 2000, s. 96.
136 Darülaceze

Beyrut 11.417.330

Suriye 11.835.307

Selanik 197.149

Kudüs 211.621

 Toplam 56.102.065

Sultan Abdülhamid’in 33 yıllık saltanatı boyunca edin-


diği bugünkü Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında bulunan
arazilerin büyük bir kısmı yukarıdaki tabloda yer almaktadır.
Padişah arazilerinin toplamı 56.102.065 dönümden oluşmak-
tadır. Ancak bu toplama Aydın Vilayeti ile o sıralarda henüz
senetleri toplanamadığından Yanya, İşkodra ve Manastır’daki
arazileri dâhil değildir.
Tablo incelendiğinde Sultan II. Abdülhamid’in Bağdat ve
Musul vilayetlerindeki tapuya geçirilmiş arazilerinin % 44’lük
bölümü yani neredeyse yarısına yakın kısmını bugünkü Irak’ı
oluşturan Osmanlı Devletinin idarî taksimatta Bağdat ve Mu-
sul vilâyetleri şeklinde yönetim birimlerine ayırdığı topraklar
olduğu görülmektedir. Buraları, konumu, doğal kaynakları
ve verimli arazileriyle günümüzde stratejik önemini halen yi-
tirmeyen ve paylaşılamayan bir bölge olma özelliğini devam
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 137

ettirmektedir. Abdülhamid döneminde bu bölgede padişah


adına satın alınan arazilerin idaresi için teşkilatların kurulma-
sı ve her iki vilayetin şartlarına uygun nizamnameler düzen-
lenmesi bölgenin kalkınması için çaba harcandığının göster-
gesidir. Arazilerin işletiminden sağlanan gelirler yüzyıllardır
önemi bilinen Fırat ve Dicle nehirleri arasındaki toprakların
veriminin arttırılması için öncelikle iskânın sağlanmasında,
çiftçinin destelenmesi için tohumluk dağıtımında, bölgenin
sulama probleminin çözümü için suyollarının açılması veya
mevcudun temizlenmesinde kullanıldığını bize arşiv belge-
leri göstermektedir. Yerleşim yerlerinde cami ve okulların
inşası ve mevcut cami, tekke, medreselerin tamirlerinin yap-
tırılmasına dair bayındırlık işlerine yapılan harcamalar da
kuşkusuz azımsanamaz2.
Diğer taraftan bölge bu tebliğ metninin ikinci kısmını
oluşturan ve dünyada o dönemin parlayan yıldızı olan ma-
kineleşmenin en önemli kaynağı olacak petrole sahiptir.
Özellikle yüzyılın ikinci yarısından itibaren giderek petrolün
sadece aydınlanmada değil sanayideki öneminin de anlaşıl-
maya başlanması, dönemin güçlü devletlerini bölge üzerinde
tam bir mücadeleye götürmüştür.
Bağdat ve Musul vilayetlerinin sınırları dâhilinde yer
alan ve Osmanlının neft dediği aydınlanmada ve hayvanları-
nın iyileştirilmesinde kullanılan petrol yüzyıllardır Osmanlı
devleti tarafından toprak ve tımar sahiplerine verilerek işle-
tilmiştir.
Musul’da bulunan petrol yataklarının padişahın şahsi
mülküne geçirilmesine dâir Sultan II. Abdülhamid’in farklı
tarihlerde çıkmış iki tane iradesi bulunmaktadır. Bunlardan
ilki 6 Şubat 1889 tarihlidir3. Bu ilk iradeden on üç yıl sonra
2 Her iki vilayetteki arazilerin Sultan II. Abdülhamid’in şahsî mülküne
dahil edilmeleri ve ıslah ve bayındır hale getirilmeleri hakkında tafsilatlı
bilgi için bkz. Arzu Tozduman Terzi, Bağdat-Musul’da Abdülhamid’in
Mirası Petrol ve Arazi, II. Baskı, Timaş yay., İstanbul 2014, s. 37-94.
3 Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA)., İrade-Dahiliye, nr. 87615.
138 Darülaceze

18 Kasım 1902’de, demiryollarının Bağdat’a kadar uzaması


kesinleştikten sonra ilk iradeyle tamamen aynı mahiyette bir
irade daha sadır olmuştur. Bunun en önemli sebebi Sultan
II. Abdülhamid’in Bağdat Demiryolu yapım hakkını verdiği
Almanların Demiryolu Kumpanyası ile yapılan anlaşmanın
maddelerinde yatmaktadır. Zira II. Abdülhamid 16 Ocak 1902
yılında çıkardığı bir irade ile Bağdat demiryolu yapım ve iş-
letme imtiyazını Almanlara vermiştir. 21 Ocakta Anadolu De-
miryolu şirketiyle bir sözleşme yapıldıysa da nihaî anlaşma-
nın tam tarihi 5 Mart 1903’tür. İşte Almanlarla bu süreç içinde
yapılan görüşmeler sırasında daha sonra Mart 1903’te imza-
lanacak kesin imtiyaz sözleşmesinde yer alacak bir madde,
Musul petrollerinin işletimini doğrudan ilgilendirmekteydi.
Nitekim bu maddenin petrol kaynakları ile ilgili olan kısmı
demiryolunun geçeceği devlete ait olan toprakların mülkiye-
ti imtiyaz sahiplerine bedelsiz devredilecekti. Demiryolunun
her iki tarafının yirmi kilometre genişliği içinde kalan maden-
leri Nafia Nezareti ile varacakları anlaşmanın esaslarına göre
işletebileceklerdi. Ayrıca kumpanya daha da ilginci hat bo-
yunca arkeolojik eserleri aramak, kazılar yapmak yetkisine de
sahip olacaktı. Bölgenin zengin petrol yataklarıysa Musul’dan
geçecek demiryolu hattının her iki tarafında bulunmaktaydı4.
İşte bu durumda Mart 1903’te nihaî sözleşme imzalanmadan
önce, Sultan Abdülhamid 18 Kasım 1902 tarihli iradesini ve-
rerek5 Musul’daki petrol yataklarının devletin değil padişa-
hın şahsi mülkü olduğunu bir kez daha teyid etmek ihtiyacını
duymuştur. Sultan demiryolu için son sözleşme imzalanma-
dan Almanların niyetini anlayarak, bir yerde önceki iradenin
farklı yorumlanmasını engellemek için, bir ikinci irade daha
çıkartıp işi garantiye almış olmalıdır.
Bağdat vilâyetindeki petrol madenlerinin araştırma ve
çıkarma imtiyazı ise Sultan II. Abdülhamid’in 19 Eylül 1898
4 Terzi, Bağdat-Musul’da Abdülhamid’in Mirası Petrol ve Arazi, s. 105-109.
5 BOA., İrade-Hususi, nr. 1320, Ş-65.
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 139

tarihli iradesiyle Hazine-i Hassa’ya yani padişahın emlâkına


dâhil edilmiştir6.
Bölgedeki belli başlı petrol yataklarına gelince; Bağdat
vilayetinde Hit ve özellikle Mendeli petrol yatakları oldukça
zengin petrol rezervlerine sahiptir. Mendeli petrol yatakla-
rında bulunan kaynaklardan çıkartılan ortalama neft miktarı
yaz mevsiminde 13.500 ve kış mevsiminde 11.000 kıyyedir.
En büyük üretim -yani 15.000 kıyye- haziran, temmuz, ağus-
tos aylarındadır. Bu hesaba göre günde 400 kıyye, yaklaşık
500 kilogram çıkartılmaktadır. Elbette kuyuların ıslah edile-
rek modern tesislerin yapımı sağlandığında üretimin daha
da artması muhtemeldir. Musul vilayetindeyse Tuzhurmato,
Eski Kale; Binincir, Kanber Ali, Kiralan ve Seyidin kuyula-
rından oluşan Kil; Baba Gurgur; Karadağ, Gur, Tel Kayyare,
Tavuk ve Nemrud petrol yatakları mevcuttur. Bunların için-
de mesela Tuzhurmato petrol yataklarından toplam olarak
günde çıkartılan ham petrol miktarı, kış mevsiminde 800 ve
yaz mevsiminde 950 kıyyedir. Bölgede ham petrolün arıtıl-
ma işlemleri o devrin şartlarında Tuzhurmato, Kerkük, Sü-
leymaniye, Şirkat, Zaho ve Mendeli’deki arıtma tesislerinde
yapılmıştır. Bölgede petrolün çıkartılması ve arıtılması çoğu
zaman Davude, Şammar, Talabani aşiretlerine iltizama veril-
mek suretiyle gerçekleşmiştir7.
II. Abdülhamid’in şahsi mülkü haline getirilerek işletme
imtiyazı alınan petrol yataklarının büyük bir kısmı bir yan-
dan eskiden olduğu gibi taliplerine ihale edilmeye devam
edilmiştir. Diğer yandansa Hazine-i Hassa Nezareti bu petrol
yataklarının verimlilik derecelerinin tespiti, modern teknik-
lerin kullanımıyla yüksek gelir getirebilecek bir işletme tarzı-
nı ortaya koymak üzere, zaman zaman yurtdışından maden

6 BOA., İrade-Hususi., nr. 1316, CA-7.


7 Bağdat ve Musul vilayetlerinde Osmanlı döneminde işletilen petrol yatakları,
günde çıkartılan ham petrol miktarları ve damıtma yöntemleri için bkz. Terzi,
Bağdat-Musul’da Abdülhamid’in Mirası Petrol ve Arazi, s. 114-150.
140 Darülaceze

mühendisleri getirterek nezaret bünyesinde görevlendirmiş-


tir.
Bölge petrollerinin şahsî mülk haline getirilmesi Fırat ve
Dicle arasındaki bölgede XIX. yüzyıl boyunca araştırma ya-
pan ve petrol yataklarının elde edilmesi için planlar kuran
yabancı devletleri paniğe sokmuştur. Bu dönemde sahneye
konan güçlü stratejilere ve imtiyaz alma mücadelelerine karşı
Sultan Abdülhamid’in politikasıysa bölge petrol yataklarının
tek bir şirket halinde işletimi önerisinde bulunarak, bu dev-
letlere pastadan daha büyük bir pay sunmak ve bu işletme
teklifini koz olarak kullanarak siyasî arenada denge politi-
kasını yürütmektir. Nitekim bölge petrollerini tek bir şirket
halinde işletimi hususunda Sultan Abdülhamid’e çok sayıda
başvuruda bulunulmuştur. Bunlar içinde en önemlilerinden
biri Fransız maden mühendisi Jakraz’ın bölge petrolleri üze-
rinde yaptığı incelemelerden sonra Fransızların yaptığı teklif-
tir. Aynı şekilde Hazine-i Hassa Nezareti’ince görevlendirilen
Alman mühendis Graskopf’un bölgedeki incelemeleri netice-
sinde Alman demiryolu şirketinin taleplerinin başlaması da
oldukça dikkat çekicidir. Bu tabloya kısa bir süre sonra Hol-
landa ve Belçika da katılacaktır. İran petrollerinin imtiyaz
ve işletmesini ele geçirmiş olan İngiltere ve hemen akabinde
Amerika ise kısa sürede bu sahnedeki yerlerini alacaktır8.
Netice itibariyle Sultan Abdülhamid’in emlâk-ı
hümâyûnunun bir kısmı II. Meşrutiyet’in ilanından son-
ra padişahın kendi isteğiyle devletleştirilmiştir. Sultan
Abdülhamid’in tahttan indirilmesiyle, kalan emlâkı da dev-
letleştirilecek ve bundan Bağdat–Musul petrolleri de nasibini
alacaktır. Nitekim 27 Nisan 1909’da Bağdat–Musul petrolleri
imtiyazları kişisel mülkten çıkarılarak devlet mülkü haline
getirilecek ve böylece beklenen sona da ulaşılacaktır. Yukarı-
da adları sıralanan devletlerin mücadelesi bu yeni dönemde
8 Yabancı devletlerin bölge petrollerini işletme mücadelesi için bkz. Bağdat-
Musul’da Abdülhamid’in Mirası Petrol ve Arazi, s. 197-237.
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 141

önce Babıâli’de, sonra ise savaş meydanlarında devam edecek


ve neticede petrol yatakları Osmanlı Devletinin mülkiyetin-
den çıkarılacaktır.

II. Oturum Başkanı


Coşkun Çakır:
142 Darülaceze

Arzu Hanım’a bu tebliği için çok teşekkür ediyoruz. Be-


nim bir yazımda da, elinizdeki takdim edilen kitapta kullan-
dığım bir başlık vardı. Muktesit bir Sultan diye orada hem
tırnak içinde Sultan Abdülhamid’in güya pintiliğine dikkat
çekmek anlamında muktesit hem de hakikaten iktisat bilgisi
bakımından son derece zengin bir bilgiye sahip olduğu için o
kavramı kullanmıştım. Bunu da Arzu Hanım Hocamız teyit
etmiş oldu. Sultan Abdülhamid döneminde başlayan ve bu-
gün de bütün problemlerin merkezinde yer alan bu, o dönem-
ki deyimi ile söylersek Karasu Neft meselesi, ne kadar önem-
liymiş bunu bir daha gördük. Bu son tebliğimizdi; bununla
birlikte ben oturumu kapatmak istiyorum. Bu sempozyumun
gerçekleşmesinde emeği geçen, öncülük eden herkese teşek-
kür ediyorum. Hususen Darülaceze’ye ve Nevzat Beyin şah-
sında Darülaceze Müessesesi’ne teşekkür ediyorum. Hüseyin
Keskin beyin şahsında Sultanbeyli Belediyesi’ne çok teşekkür
ediyorum. Bu faaliyetin organizasyonunda bunu kurgulayan
değerli arkadaşım, adaşım Coşkun Yılmaz’a teşekkür edi-
yorum; Mehmet Mazak’a teşekkür ediyorum ve en önemlisi
burada güzel konuşmalarıyla bizleri aydınlatan muazzam bir
ziyafet veren değerli konuşmacılara teşekkür ediyorum. Ama
en sonunda ve daha önemlisi sabırla bugün burada bizleri
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 143

dinlediğiniz için siz değerli katılımcılara teşekkür ediyorum.


Son cümleyi şöyle kurmama müsaade edin; Abdülhamid ile
ilgili son yıllarda buradaki konuşmacılar tarafından da ifade
edildi. Oldukça hatırı sayılır çalışmalar yapılmaktadır. Ama
kuşkusuz bunlar yeterli değildir. Burada 95. Ölüm yıldönü-
münü bugün idrak ettik. Beş yıl sonra 100. yılını idrak edece-
ğiz. Bu 100. yılın önemli olduğunu düşünüyorum. Umuyor
ve diliyorum ki, bu 100. yılda Abdülhamid ile ilgili önemli
çalışmalar ortaya konacaktır. Araştırma merkezli periyodik-
ler, yayınlar, sempozyumlar olacaktır. Bundan hiç şüphem
yok. Bugünden o günü görebileceğimizi düşünüyorum ben
ve Abdülhamid Sultan’ı rahmetle anarak sizlere hayırlı ak-
şamlar diliyorum. Teşekkür ediyorum.
144 Darülaceze
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 145
146 Darülaceze
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 147
148 Darülaceze
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 149
150 Darülaceze
Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han Smpozyumu 151
152 Darülaceze

You might also like