Professional Documents
Culture Documents
Fuad Köprülü - Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu
Fuad Köprülü - Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu
ISBN: 978-975-338-478-0
www.akcag.com.tr
akcag@>akcag.com.tr
Ord. Prof. Dr. M. Fuad KÖPRÜLÜ
OSMANLI
İMPARATORLUĞUNUN
KURULUŞU
Yayına Hazırlayan:
Dr. Orhan KÖPRÜLÜ
İÇİNDEKİLER
O SM A N L I İM PA R A T O R U Ğ L U N U N K U RU LU ŞU V E K Ö P R Ü L Ü ............7
BIJ B A SK I H A K K IN D A ............................................................................................. 11
FU A T K Ö PR Ü L Ü H A Y A TI V E E S E R L E R İ........................................................ 13
ÖN S Ö Z ................................................................................................................................21
ÖN S Ö Z ................................................................................................................................ 31
M Ü E L LİF H A K K IN D A N O T ..................................................................................... 33
ıîj BÖLTÜM/ 41
KURULUŞ MESELESİ
NASIL TETKİK EDİLMELİDİR? / 41
I. GİBBONS’UN NAZARÎ YY ESİ: HULÂSA VE TENKİT.......................................... 42
II. MES’ELENİN MANTIKÎ SURETTE TETKİKİNİN ŞARTLARI........................... 51
A. KAYNAKLAR................................................................ ..................................... 52
B. TEDKİK METODU.............................................................................................. 57
II. B Ö L Ü M /61
XIII. ASIRDA ve XIV. ASRIN
İLK YARISINDA ANADO LU’NUN SİYASÎ ve
İÇTİMAÎ TARİHİNE BAKIŞ / 61
III. B Ö L Ü M /93
SINIR BOYLARINDA HAYAT ve
OSM ANLI İM PARATORLUĞUNUN KURULUŞU / 93
I, OSMAN’IN KABİLESİ...................................................................................................94
IÇ UC’LARDA H A Y A T T A ........................................................................................... 98
A. ASKERÎ VE İDARÎ TEŞKİLAT....................................................................... 98
B. HALK VE DİNÎ UNSURLAR..........................................................................101
C. İSLÂMLAŞMA...................................................................................................103
D. ASKERÎ, DİNÎ, MESLEKÎ (Corporatij) TEŞEKKÜLLER.......................... 106
M. Fuad KÖPRÜLÜ
OSMANLI İMPARATORLUĞUNUN
ETNİK M ENŞEİ M ES’ELELERİ /129
L J. MAR.QUAR.TIN “OSMANLILARIN MOĞOLLUĞU”
NAZARÎYESİ VE KAY^KA Y IBİRLEŞTİRMESİ.................................................131
II. MARQUART NAZARÎYESÎNİN TENKİYDİ:
K A Y-K A YI BİRLEŞTİRMESİNİN YANLIŞLIĞI.................................................. 134
III. MARQUART NAZARÎYESİ’NİN TÂDİL EDİLMİŞ
YENİ ŞEKLİ: ZEKİ VELİDÎ TOGAN’IN YENİ NAZARÎYESİ......................... 138
IV. ZEKİ VELİDÎ TOGAN’IN YENİ NAZARİYESİNİN HULÂSASI.....................i 40
V. BU NAZARİYENİN TENKİDİ: KAY=KAYI BİRLEŞTİRMESİNİN VE
“XII. ASIRDA MÂVERÂÜNNEHİR’DE KAYLAKiN MEVCUDİYETİ”
İDDİASININ ESASSIZLIĞI..................................................................................... 143
VI. BU NAZARİYENİN TENKİDİNE DEVAM: FALARIN ANADOLU'YA
■ XIII. ASIRDA GELDİKLERİ” İDDİASINI ÇÜRÜTEN FİLOLOJİK,
TOPONİMİK VE TARİHÎ MUHTELİF DELİLLER.............................................154
VII. MOĞOLİSTAN’DAKİ KAY KABİLESİNİN ETNİK MAHİYETİ
ve TARİHÎ ROLÜ.......................................................................................................161
VIII. OĞUZ BOYLARINDAN KAYIĞ-KAYI KABİLESİNİN
MUHACERETİ VE TARİHİ ROLÜ...................................................................... 169
IX. P. WİTTEK’İN “OSMANLILARIN KA KZLARDAN OLMADIĞI”
NAZARÎYESİ; VE BU NAZARİYENİN TENKİDİ..............................................183
X..BU TETKİKLERDEN ELDE EDİLEN NETİCELER.............................................197
İNDEKS .225
“OSMANLI İMPARATORLUĞUNUN KURULUŞU”
VE
KÖPRÜLÜ
1 Eser ilk önce Les O rigines de I ’Em pire Ottoman (Paris 1935) adıyla Fransızca olarak yayımlanmış,
Türkçesi ise uzun yıllar sonra I959’da babamın sağlığında Türk Tarih Kurumu tarafından A nkara’da
Osmanlı D evleti’nin K uruluşu adıyla neşredilmiştir. 1972’de Prof. Adnan Erzi tarafından yapılan
ikinci basım ında ise eser O sm anlı İm paratoruğunun K uruluşu adıyla yayım lanm ıştır. Bu neşrin ba
şında “Fuad Köpriilü’nün H ayatı ve Şahsiyeti” adı altında tarafımızdan yazılmış bir ön söz de yer al
mıştır. Bahis m evzuu kitabın 1941’den önce Rusçaya, 1950’den sonra da Sııpçaya tcrcüm e edildiğini
de bu arada belirtm ek isteriz.
2 Osmanlı İm paratorluğunun Etnik M eşnci M es’eleleri, Belleten, 1943, sayı 28, s. 219-312; Kay
Kabîlesi H akkında Yeni N otlar, Belleten, 1944, sayı 31, s. 421-452.
3 Merhum babamın ikinci D ışişleri Bakanlığı sırasında 1956 ilkbaharında Paris Ü niversitesi’nde verdiği
bir diğer konferansı da yakın bir gelecekte yayım lam ayı düşünmekteyiz.
8 M. Fuad KÖPRÜLÜ
BU BASKI HAKKINDA
5 Hikmet Feridun Es, “Sorbon Ü niversitesine Türk Bayrağını Çektiren Adam ”, Yedigün M ecm uası, 5
Aralık 1939.
14 M. Fuad KÖPRÜLÜ
6 Bu eserin 1. baskısı İstanbul’da 1919'da, 2. baskısı Ankara’da 1966’da, tarafımdan bazı notlar ilâve
siyle yapılan 3. baskısı ise Ankara’da 1976’dayayımlanmıştır.
7 F. Köprülü’nün 1939’da 25. tedris yıldönümü vesilesiyle aynı yılda yayımlanan Fuad Köprülü adını
taşıyan küçük broşürün 4. sayfasında bu hususta tafsilâtlı bilgi vardır.
8 Türkçülüğün Esasları, Ankara 13 3 9, s. 13.
9 Bu husus vesikalara dayanarak ilk defa tarafımızdan ortaya konulmuş olup, bu m esele hakkında bk.
Orhan Köprülü, “tik Milletler Arası Türkoloji Kongresi Teşebbüsü”, I. M illetler Arası Türkoloji
Kongresi (İstanbul 15-20.X.1973), I. Türk Tarihi, İstanbul 19 7 9 ,1, s.l 85-188.
1(1 Bu kitap hakkında Atatürk’ün eski harflerle ve kendi el yazısıyla Fuad Köprülü’ye gönderdiği mektu
bun fotokopisi için bk. Orhan F. Köprülü, Türk Klâsikleri, İstanbul 1974, c. VII, vesikalar kısmı.
Osraanlı İmparatorluğunun Kuruluşu 15
11 1947’de Ruslann, Kars ve Ardahan ile Boğazlar’da üs istemeleri üzerine yaptığı ağır neşriyat üzerine
bu azalığı geri alman Köprülü, 1950’den sonra hariciye vekili bulunduğu sırada, tekrar aza seçilmek
istenmişse de kendisi bunu kesin bir şekilde reddetmişti.
12 Bu çok uzun ve tezli makale 195 3 ’te İtalyanca’ya tercüme edilerek müstakil bir kitap halinde yayım
lanmıştır. Bk. Alcune Ossevazioni Interno a li' Infulenza dele Istituzioni Bizantine sulle Istituzioni
Otiomane, Publicazioni Dell'istutuo Per L ’Oriente, nr. 50, Roma 1953, 174 sayfa.
13 Bu eserin Türkçe tercümesi 1 9 5 9 ’da Osmanlı Devletinin Kuruluşu ismiyle Tarih Kurumu tarafından
neşredilmiştir. Bu kitabın 1936 ’da Rusça tercümesinin çıktığını bundan kısa bir müddet önce Sayın
İsmail E ren 'den öğrendim. Eserin Fransızca aslından Prof. Tayip Okiç ‘in kalemiyle yapılan Sırpça
tercümesi de Ponjeklo Osmanske Carevine (Saray Bosna, 1955) adıyla yayımlanmıştır. Kitabın Türkçe
2. baskısı ise A n kara’da 19 7 2 ’de yayımlanmıştır. Prof. Dr. Filipoviç'in kitabın Sırpçasınayazdığı ön
sözün tercümesi için bk. Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu, Ankara 1972, s. 20-31.
16 M. Fuad KÖPRÜLÜ
savi şartlarla milletler arası bir teminata kavuşmuş oluyordu. Aradan ge
çen 28 yıl, NATO’nun bugün için de Türkiye bakımından ne kadar büyük
bir teminat olduğunu gözler önüne sererek Köprülü’yü yukarıdaki görü
şünde haklı çıkarmaktadır. Mayıs 1956’da Demokrat Parti’nin iç politika
daki tutumunu tasvip etmediği için dışişleri bakanlığından istifa eden F.
Köprülü 1957 seçimlerinden sonra fiilî siyasetten çekilmiştir.
Harvard Üniversitesinin daveti üzerine 1958-1959 ders yılını
Cambridge’de geçiren Köprülü, orada hem yabancı neşriyatı yakından
takip imkânını bularak, uzunca yıllar eksik kalan çalışmalarını tamamla
mış, hem de Columbia ve Harvard’da bazı konferanslar vermişti. 1959 yazı
ortalarında Türkiye’ye dönen Fuad Köprülü, 1960 ihtilâlinden sonra, siyasî
faaliyette bulunmasından çekinildiği için, 6-7 Eylül hadiseleri bahane edi
lip, tevkif olunarak Yassıada’ya gönderilmiş, 3 ay süren bir mevkûfiyet
devresinden sonra tahliye olmuştur.
Daha sonraki yıllarda çalışmalarını F. A. Tansel’in yardımıyla eski ki
taplarının yeni baskılarıyla uğraşmakla geçiren Köprülü, 15 Ekim 1965
Cuma günü Ankara’da geçirdiği bir trafik kazası sonunda sol femur kemi
ğinin kırılması neticesinde düştüğü yataktan kalkamayarak 28 Haziran
1966’da İstanbul’daki Balta Limanı Kemik Hastahanesinde hayata gözle
rini kapamıştı. Sultan Mahmud Türbesi karşısındaki eski Köprülü Türbe-
si’nde babası Faiz Bey ile aynı mezarı paylaşan Köprülü’nün mezar taşının
ayak ucundaki tarih, kendisinin ilk doktora talebesi olan merhum Prof.
Dr. Ali Nihat Tarlan tarafından düşürülmüştür.
F. Köprülü, birçok İlmî mecmuanın kurucusu ve müdürü olarak da
memleketin ilim ve fikir hayatında mühim rol oynamıştır. İlk cildi 1915’te
çıkan Milli Tetebbular Mecmua sı, Türkiyat Enstitüsü’nün organı olarak
1925’ten beri yayımlanmakta olan Türkiyat Mecmuası (6 cildi Köprü
lü’nün müdürlüğü sırasında çıkmıştır), 1931-1939 yıllan arasında 2 cilt
hâlinde basılan Türk Hukuk ve İktisad Tarihi Mecmuası, Ankara’da
1944’te sadece bir cildi basılabilmiş olan Türk Hukuk Tarihi Dergisi bunlar
arasında sayılabilir. 1936 Eylülünden 1941 Ağustosuna kadar müdürlüğü
nü uhdesine alarak İlmî bir hüviyet kazandırdığı Ülkü mecmuasını da u-
nutmamak lâzımdır.
Köprülü’ye yabancı memleketler tarafından verilen ilmî payeler ara
sında yukarıda zikrettiklerimizden başka şunları da saymak gerekir:
1929’da Çekoslovak Şark Cemiyeti muhabir azalığı, 1937’de Atina Ü-
niversitesi fahri doktorluk, 1939 sonbaharında Sorbonne Üniversitesi fahrî
doktorluk, 1939’da Macar İlimler Akademisi muhabir azalık (1964’de bu
azalık Ankara’daki Macar sefaretinde yapılan bir törenle şeref üyeliğine
18 M. Fuad KÖPRÜLÜ
**
Küçük kitabımızın bir taraftan Çin ve Moğol, diğer taraftan Balkan
dilleri sahasında çok tanınmış iki mütehassıs tarafından bu kadar iyi kar
şılandığım gösteren bu izahlardan sonra, yalnız Fransa’da değil, bütün
24 M. Fuad KÖPRÜLÜ
dünyada geniş şöhret kazanmış büyük bir tarihçinin yani Prof. Lucien
Febvre'in ona ait düşüncelerini nakletmekten kendimi alamıyorum. Keli
menin en geniş mânâsıyla hakikî bir tarihçi ve misline nadir rastlanır mü-
tebahhir ve çok cepheli bir âlim olan L. F., tarih ve sosyoloji ile az çok
uğraşan herkesin bildiği gibi, ikinci Cihan Harpi'nde Naziler tarafından
öldürülen kıymetli mesaî arkadaşı Marc Bloch ile birlikte Annales
d'Histoire Economique et Sociale'i 1929'da kurmuş ve etrafına topladığı
muhtelif ihtisas sahalarına mensup değerli arkadaşları ile beraber, tarih
çilikte yeni ve geniş bir anlayışın öncüsü olmuştu. Birinci Cihan
Harpi’nden sonra yepyeni bir anlayışla çıkarılmağa başlanan Fransız An-
siklopedisi’nin başında da yine o vardı. İkinci Dünya Harpi içinde ve harp
ten sonra -türlü isim değişiklikleri ile- kendisi ve vefalı arkadaşları tara
fından neşrine devam edilen mecmuası, tarih ve İçtimaî ilimler sahasında
hâlâ en yeni ve ileri fikirleri yaymakla meşguldür. Yaşının yetmiş beşi
geçmesine rağmen İlmî faaliyetlerine sarsılmaz bir kudretle devam eder
ken, iki yıl kadar evvel, umulmadık bir sırada, hayata gözlerini kapayan
bu büyük üstadın hususiyetlerinden biri de, fikir ve mütalaalarını gayet
açık ve samimî olarak ifade etmesi, en yakın dostlarını ve en büyük şöh
retleri bile bundan istisna eylememesiydi. İşte, L. F. 'in benim küçük kita
bım hakkında -mevzû ile hususî bir alâkası olmamakla beraber- hakikî bir
tarihçi anlayışı ile ileri sürdüğü mütalâaların ehemmiyet ve kıymeti, bun
dan dolayıdır. Bazıları tarafından tevâzua aykırı sayılsa bile, bu bir
sahifelik tahlilin bazı parçalarım buraya kısaca nakletmekle, bugün bile,
manevi bir zevk ve kuvvet duyduğumu saklayamam.
Osmanlı İmparatorluğunun menşe'leri mes'elesini “umumî surette” ve
“bir bütün olarak” ele aldığımı ve onu aydınlığa çıkardığımı söyleyen
Lucien Febure metinleri sıkı bir tenkitten geçirdiğimi, efsanelerin yerine
ilmî bilgiler koyduğumu, Gibbons'un kitabındaki birçok yanlış vâkıayı ve
yanlış tefsiri meydana çıkardığımı, bilhassa, geniş nisbette menkıbe ve
hikâyelere dayanan rivayetlerin yerine tamamıyla tarihî mütalaalar ileri
sürdüğümü, benden evvel çalış anların, “halletmek” şöyle dursun sadece
“ortaya koymayı” bile bilemedilderi mes'eleler hakkında “bilmiyoruz” de
mekte tereddüt etmediğimi ifade ediyor ve yazısmı şu hükümlerle bitiri
yordu: “Sözün kısası, müellif, hikâyeci tarih merhalesini geniş surette
geçerek, sağlam bir izah ve terkip eseri vücude getiriyor. Bu mükemmel
küçük kitabın teferruatına girmenin faydası yoktur. Bu kuvvetli ve dürüst
eser, Köprülü'nün, metin tenkitlerine çok alışık bir mütebahhir, iyi çalış
manın ne demek olduğunu içten kavramış bir tarihçi ve nihayet, tek taraflı
izahlardan nefret eden, yolunda yürürken bizim görenekten ayrılmayan
manuellerimizin kayıtsız bir şuursuzlukla tekrar ettikleri bir yığın yanlış
lıklan ve karışıklıkları düzeltmesini bilen bir adamdır. Onun izahlarında
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu 25
İçtimaî tarih de, İktisadî tarih de, unutulmuş değildir. Kendisinin de söyle
diği gibi, Orta Çağ Türk ve İslâm tarihi tedkiklerine, Garp Ortaçağı ile
uğraşan mütehassısların tatbik ettikleri usulleri tatbik etmek ve böylece
insanlık tarihinin geniş bir kısmını artık eskimiş ve kıymetten düşmüş
an'anelerden kurtarm ak için yapılan bu kuvvetli hamleyi alkışlamak lâ
zımdır” [Annals d'Histoire Economique et Sociale, IX. Anne, 1937, P. 100-
101].
Tarih mefhumunu en geniş ve hakikî mânâsıyla kavramış, bu hususta
uzun yıllar dersleriyle, konferanslarıyla, eserleriyle, idare ettiği Fransız
Ansiklopedisi ile ve bilhassa ölünceye kadar başından ayrılmadığı meşhur
mecmuasındaki sert, fakat daima objektif tenkit ve tahlilleri ile nesillere
rehberlik etmiş olan L. F.’in, küçük kitabım hakkmdaki bu mütalaaları,
onun, kendi ihtisasından çok uzak bir mevzûa ait bir eserin mahiyetini
bile nasıl kudretle kavradığını göstermeğe kâfidir. Osmanlı İmparatorlu
ğumun menşe’leri m es’eleleri ile uğraşan birtakım kıymetli müsteşrıklar,
iyi bir filolog oldukları hâlde, hikayeci tarih zihniyetinin tesirlerinden kur
tulamadıkları için, tarihî mevzûlara girdikleri zaman, o dar ve iptidaî çer
çeve dışına çıkmağa muktedir olamamışlar, basitlikten kurtulamamışlar
dır. Türlü âmillerin te ’siri altında vücude gelen herhangi bir tarihî
processus’il çok defa tek bir sebeple yani tek taraflı olarak izaha kalkmak,
hayatın complexité’sini yani réalité’yi ihmâl etmekten başka bir şey değil
dir. İşte benim tarih anlayışımı ve çalışmalarımda takip ettiğim usûlleri,
tecrübeli bir tarih üstadı olarak, bu küçük kitabımdan bile hemen anlamış
olan L. F.’in “tek taraflı izahlardan nefret ettiğimi” dikkat ve ehemmiyetle
tebarüz ettirmesi, çok yerindedir.
Kendi temayüllerine göre herhangi bir doctrine’e bağlı kalan araştırı
cıların ekseriya bu hataya düştükleri, tarihî realitéyi anlamağa ve anlat
mağa çalışacak yerde, yalnız “tek taraflı izahlarını” haklı göstermek için,
ancak işlerine uygun gelen malzeme ile iktifa ettikleri ve onları bu tema
yüle göre zoraki tefsirlere tâbi tuttukları görülür. Realitéleri zorlayıcı ve
tahrif edici bu gibi tek taraflı izahları, ben bütün meslek hayatımda, hakiki
ve dürüst bir tarih anlayışına daima aykırı ve tehlikeli saydım. Tarihî hâdi
seleri sosyolojik bir anlayışla tedkike çalıştıklarını zannederek tek taraflı
basit izahlarla her şeyi hallettiklerine inananlar, hakikî bir tarih çalışma
sına ne kadar yabancı iseler, Tarih felsefesi ismi altında insanlık hayatının
umumî tekâmülünü tasvir ve izah ettikleri hayâline kapılan küçük bir fey
lesoflar zümresi de, hiçbir zaman tarihçi sayılamazlar ve insanlık tarihi
hakkmdaki bilgilerimizi zenginleştirecek, onu ilerletecek yerde, tama
mıyla sübjektif ve hayalî hükümler vermek, indî tasnifler ve mukayeseler
yapmak suretiyle, birtakım mütefekkirleri ve araştırıcıları yanlış, hatta
ters yollara sevkederler. Bu feylesoflar arasında meselâ Prof. Toynbee gibi
26 M. Fuad KÖPRÜLÜ
14 O zamana kadar Şark ve Garp araştırıcıları tarafından hiç düşünülmemiş olan bu yeni -hattâ eski
an'anelere bağlı kalmış ilim adamları için oldukça garip ve şaşırtıcı- görüş tarzını, iptida Türk Edebi
yatı Tarihinde Usûl [Bilgi Mecmuası, Sayı I, Teşrinisani, 1329 (1913), s. 1-52] adlı makalemde, bilhas
sa edebiyat tarihini Ön plâna almak suretiyle, geııiş surette izah etmiş, edebiyat tarihi “tarihin bir şube
si” olduğu için, Türk tarihinin bütün şubelerinde bu görüşün hakim olması gerektiğini göstermiştim.
Bu görüş tarzına tamamıyla sadık kalarak yapılmış olan şu iki tedkiki de buna ilâve edeyim: Türk Ede
biyatında Aşık Tarzı'nın M enşe' ve Tekâmülü, M illi Tetebbu’lar Mecmuası, Sayı 1, 1915, S. 5-46; Sel-
çukiler D evrinde A nadolu’da Türk Medeniyeti, M illî Tetebbu’lar Mecmuası, Sayı 2, 1916, S. 193-232.
15 “Edebiyat tarihimiz hakkında şimdiye kadar Şark’ta ve Garp’ta yazılmış pek mahdut ve umumî eserler
ve monografiler, ekseriyetle, İlmî bir kıymetten mahrum olduğu gibi, Türk edebiyatının umumî teka
mülü m es’elesi de ilim âlemi için henüz hailolunamamış bir muammadır. Esasen Hammer’den G ib b ’e
ve eski tezkirecilerimizden bugünkü bazı nâdir araştırıcılara kadar, hiç kimse, Asya içerilerinden Ak
deniz kıyılarına kadar bütün Türk milletinin, en az 13.-14. asırlık edebî tekamülünü “bir bütün olarak
mütalaa ve tedkik lâzım geldiğini” m aalesef anlayamamıştır.
Muhtelif Türk şubelerini, biribiriyle alâkası olmayan ayrı milletler sayarak aralarındaki râtıba ve mü
nasebetleri anlamayan, umumî Türk tarihini bir bütün şeklinde mütalaaya ihtiyaç görmeyen
tedkikçilerin elinde, cihan tarihinin bu mühim parçası sonuna kadar bir muamma şeklinde kalacaktı.
Bereket versin şu son altı-yedi sene zarfında memleketimizde mütevâzıâne bir şekilde başlayan tarih
tedkikleri, müsteşnklann şimdiye kadar ittibâ ettikleri bu nokta-ı nazarın yanlışlığını ortaya koyarak,
mâzimizin tedkik ve ihyâsı için nasıl bir yol takip edilmesi lüzumunu meydana çıkardı. Bu yeni nokta-i
nazarın, Türk tarihine ait bütün şubelerin tedkikinde ne mühim neticeler vereceği, istikbalde görüle
cektir” [Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, S. 6, İstanbul, 1918].
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu 27
**
Konferanslarımın Fransızca metni, 1935’te, çok mahdut ve zaruri bazı
notlar ilâvesiyle basıldıktan sonra, pek tabiî olarak, bunun Türkçesini de
Türk Tarih Kurumu yayınları arasında sür’atle çıkarmayı düşünmüştüm;
lâkin, Osmanlı İmparatorluğunun menşe’leri gibi millî tarihimizi birinci
derecede alâkalandıran bir mevzûu üç konferansın dar çerçevesi içinde
Türk fikir âlemine arzetmeyi biraz tuhaf buldum. Bunu, ya mebzûl ve
mufassal notlar ilâvesi suretiyle zenginleştirip genişletmek, yahut, mevzû-
un icaplarına uygun geniş bir kadro içinde etraflı bir şekilde yeniden yaz
mak lâzımdı. Nasıl hareket etmek icabettiğine bir türlü karar veremedim;
bir zamanlar İlmî meşgaleler, bir zamanlar da siyasî hayatın türlü gaileleri
buna mâni oldu.
1935’den 1959’a kadar, yıllar geçtikçe, Osmanlı İmparatorluğu’nun
menşei mes’eleleri ile yakından veya uzaktan alâkalı ilmî tedkikler de
durmadan ilerliyordu. Siyasî ve askeri tarihimizle çok sıkı münasebeti
olan Bizans ve Balkanoloji sahalarında mühim faaliyetler gösterildi. İl
hanlIlar devrine ait mühim metinler ve tedkikler ortaya konuldu. Orta-
Şark İslâm dünyasının İçtimaî ve İktisadî tarihine, muhtelif meselelerine
ait esaslı yeni araştırmalar yapıldı. Memleketimizde de, Anadolu Selçuk
lularına ait eskiden beri ilim dünyasınca malum İbn Bîbî, Aksarayî gibi
kaynaklar, bazı Münşeat mecmuaları, sofiyâne ve edebî bazı mühim me
tinler, ehemmiyetli ehemmiyetsiz birtakım tedkikler neşredildi. OsmanlI
ların ilk asırlarına ait bazı kıymetli arşiv vesikalarını da buna ilâve edebili
riz. Garp âlimleri tarafından da bu hususlarda bazı araştırmalar yapıldığı
nı unutmamalıdır [Benim Anadolu Selçukluları Tarihinin Yerli Kaynakları
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu 29
nakları adlı tedkikime bakınız: Belleten, Nu. 27, 1943, S. 379-522]. Ayrıca,
İslâm Ansiklopedisinin Türkçe neşrinde de mevzuumuzla alâkalı ehemmi
yetli yazılar vardır ki, burada bütün bunları en kısa ve umumî bir fihrist
şeklinde sıralamağa bile, imkân ve lüzum görmüyoruz.
İşte çok uzun yıllardan sonra, Fransızca küçük kitabımızın Türkçe
neşrini yaparken, yukarıdan beri sıraladığımız düşünceleri gözönünde
tutarak şu karara vardık: Bu Türkçe neşir, en ufak bir ta’dile bile uğrama
dan, 1934’te yazılmış olan ilk şekli ile -yani Fransızca’sından farksız ola-
rak- çıkacaktır, Fransızca neşrin mukaddimesi ile, Sırp-Hırvatça tercüme
ye ilâve edilen Ön S ö z’ün tercümeleri de buna ilâve olunacak ve Fransızca
neşirdeki fihrist, daha kolay kullanılması için, esaslı surette genişletilecek
tir. Bütün bunlardan başka, müellif tarafından bu Türkçe basıma yeni bir
Ön Söz ilâve edilecektir. İşte bugün bu karar tatbik edilmiş ve kitabımızın
Türkçe neşri, fikir âlemimize bu küçük ilâvelerle arzolunmuştur.
Son bir söz daha: 1934-1960 yılları arasında bu kitabımızın mevzûu
ile alâkalı hemen bütün Garp ve Şark tedkiklerinden istifade ederek elde
ettiğim yeni neticeleri ve doğrudan doğruya yahut dolayısı ile kırk senedir
üzerinde çalıştığım hâlde henüz neşredemediğim, yahut sadece neticeleri
ni kısaca kitabıma koyduğum birtakım tarihî mes’elelerin -mevzû ile alâka
bakımından- en ehemmiyetlilerini, kısa bir zaman içinde, bu küçük kitabı
tamamlayıcı yeni bir cilt hâlinde -yalnız Osmanlı İmparatorluğunun ku
ruluşu m es’eleleriyle değil, daha umumî olarak, İslâm tarihinin muhtelif
İçtimaî problemlerinin tedkiki ile uğraşan- mütehassıs tarihçi ve içtimai
yatçıların tenkitlerine arzetmeyi kendim için çok zevkli bir vazife saymak
tayım.
Fuad KÖPRÜLÜ
|I
ÖN SÖZ*
Bu ön söz, bu dersleri ihtiva eden Les Origines de / ’Empire Ottoman (E. De Boccard, Paris 1935) adh
kitaba mukaddime olarak, Paris Akademisi Rektörü, Fransız Enstitüsü âzasından meşhur tarihçi Prof.
Sébastien Charléty tarafından yazılmıştır.
32 M. Fuad KÖPRÜLÜ
Fransızca metninden Sırp - Hırvatça'ya terceme olunarak 1955’de Saray Bosna’da Porjeklo Osmanske
Carevine ismi altında neşredilen esere, müellifin, ilmî şahsiyeti hakkında Prof. Dr. Nedim Filipoviç’in
yazdığı mukaddimenin (S. 5-12) Prof. M. Tayyip Okiç tarafından yapılan tercemesidir.
34 M. Fuad KÖPRÜLÜ
KURULUŞ MESELESİ
NASIL TETKİK EDİLMELİDİR?
16 Journal Asiatique, Série II, vol. IX (1917), p. 345-350; Journal des Savants, (Avril 1917), p. 157-166.
17 Das Problem der Entstehung des Osmanischen Reiches. Zeitschrift für Sem itistik, Band II, Heft 2
(1928), s. 246-271.
18 Vom alten Osmanischen Reich, Tübingen, 1930.
19 The Rise o f the Ottoman Turks and its historical backgroimd. (The American H istorical Review, vol.
3, April 1932, p. 468-505).
20 Encyclopédie de 1‘Islam, Art. Türks, IV. H istoire { 1932).
42 M. Fuad KÖPRÜLÜ
v)
Devletinin kuruluşu hakkmdaki esas tezi, en basit bir tarihî tenkite daya
namayacak kadar çürüktür. Bunu ispat için önce, onun bu husustaki na-
zariyelerini kısaca nakledelim:
a) Osmanlı Devletine adını veren Osman'ın babası Ertuğrul, Moğol is
tilâsı önünde Hârezm’den kaçıp Selçuk sultanı Alâ’eddîn Keykubâd I. dev
rinde Anadolu’ya gelen ve memleketin garb-ı şimâlîsinde, SÖğüd’de iskân
edilen küçük bir aşiretin reisidir.
b) Osman ve onun küçük aşireti, çobanlıkla geçinen müşrik Türkler-
di. Müslüman muhitine geldikten sonra, soydaşları olan Selçuk Türkleri
gibi İslâmlığı kabul ettiler. Bu yeni rûh kendilerinde proselytisme hislerini
birdenbire uyandırdı. Civarlarında bulunan ve kendileriyle dostça münâ
sebetlerde bulundukları Hristiyan Rumları da Müslümanlığı kabûle icbar
eylediler. İslâm olmadan evvel Osman’ın maiyetinde ancak dört yüz mu
harip vardı ve bunlar kendi muhitlerinde sâkin, âtıl, sulhcü bir hayat geçi
riyorlardı. Fakat 1290’dan 1300’e kadar on sene zarfında, bu sayı on misli
büyüdü; hudutları BizanslIlarla temas edecek kadar genişledi ve böylece,
reislerinin adını alan yeni bir ırk, Osmanlı ırkı meydana çıkdı. Bu ırk,
başlangıcından beri hâlis bir Türk ırkı değil, doğduğu yerde mevcut un
surların birbiriyle kaynaşmasından teşekkül eden karışık ve yeni bir ırktır.
Müşrik Türkler ve Hristiyan Rumlar, İslâm dinine girmek suretiyle, bu
yeni ırkı beraberce teşkil ettiler.
c) Osmanlı nüfusu az zaman zarfında büyük nisbette çoğalmıştı. Bu
hadise, tabiî bir artma ile izah olunamaz. Şark’tan yeni gelen göçebelerin
iltihakını düşünmek de yanlıştır. Çünkü Osmanlı topraklan Anadolu’nun
en garbında bulunuyordu ve oraya gelebilecek insan kitleleri, o toprakla
rın daha şarkında bulunan diğer Anadolu beylikleri tarafından iskân ve
isdihdam olunabilirdi. Binaenaleyh, bu ancak, en büyük kısmı Rumlardan
mürekkeb olan yerli unsurun karışmasıyla izah olunabilir.
d) Osmanlı Devletinin Balkan Yarımadasındaki çabuk ve köklü yer
leşmesi, yalnız yukarıki sebeplerle izah edilemez; bu hususta, Bizans’ın,
Balkan devletlerinin ve Garp âleminin o sıradaki vaziyetlerinin elbette
büyük te’siri olmuştur. Fakat, bu haricî sebeplerden başka, ilk Osmanlı
padişahlarının kudretli şahsiyetlerini hesaba katmak lâzımdır. Balkan
Yanmadasında Osmanlı hâkimiyeti altına düşen Hristiyanlar, Anado
lu’daki Hristiyanlar gibi “asırlarca Müslümanlarla komşuluk etmiş” değil
lerdi. Binaenaleyh, bu yeni sahadaki kesif Hristiyan kitlelerini İslâmlaş
tırmak için, Murad I. devrinde, başka vasıtalar bulundu; harp esirlerinden
İslâmlığı kabûl edenler kölelikten kurtuluyordu. Fakat bu, çok mahdut bir
dairede kalıyor, maksadı te’min etmiyordu. Bunun için, Hristiyan çocukla
rından Yeniçeri teşldl ve devşirme kanûnu ihdas edildi ki, bu usûl ile
44 M. Fuad KÖPRÜLÜ
ğmı görmüş ve bir tâbirci bunu, onun “fatih bir oğlu olacağı” tarzında tef
sir etmişti.25 XIV. asır başında İlhânlılar sarayında Câmi’üt-tevârih adlı ilk
cihan tarihini yazan Reşîdeddîn'in, büyük eserinin Oğuz an’anelerini muh
tevi kısmında, bu rüyada görülen ağaç menkıbelerinin diğer bir şeklini
görüyoruz: Burada Oğuzların menkıbevî hükümdarları arasında Tuğrul
isminde biri ile iki kardeşinden bahsedilir; bu çocukların babası, daha
oğulları devlet kurmadan evvel bir rüyâ görür: Kendi göbeğinden çıkan üç
büyük ağaç gövdesi büyür büyür, her tarafa gölge salar ve tepeleri göklere
erer; bunu kabilenin kâhinine söyleyerek tâbir ettirir; bu kabile içinden
büyük bir hükümdar çıkacağını zaten evvelden haber vermiş olan kâhin,
bu adama “çocuklarının hükümdar olacağını, fakat bu sırrı kimseye aç
mamasını,” tembih eder.26
Bir misal daha: Kur’an’a hürmet sebebiyle sülâlenin büyük bir istik
bale mazliar olması motifi de, yine Osmanlı an’anelerinden daha evvelki
menbalardan, XIV. asra ait küçük bir Selçuk-nâme’de mevcuttur. Selçuk-
lar’m ceddi olan Lokman, evleneceği zaman, zifaf odasında, o zamanın
âdetine göre cihaz arasında verilen yedi Kur’an nüshası da rahleler üze
rinde dururmuş. Lokman, Kur’anlara hürmeten o odada zifafa girmek
istememiş, bunu görenler, kitapları kaldırıp başka yere götürmeyi teklif
etmişler, Lokman bunu da münasip görmemiş; başka bir eve giderek ora
da zifafa girmiş. O gece rüyâsmda peygamberi görmüş. Peygamber,
Kur’an’a gösterdiği bu hürmetten dolayı kendisinin ve çocuklarının dünya
ve âhirette izzet ve devlete nâil olmaları için dua etmiş.27
Daha Herodote’tan başlayarak İlk Zaman ve Ortazaman kronikçile-
rinde bu gibi rüyâ rivayetlerine sık sık tesadüf olunur; fakat bu yukarıki
menkıbelerde, Osman’ın gördüğü rüyanın prototipini açıkça müşahede
ediyoruz Reşîdüddîn’in tespit ettiği Oğuz an’anesi, yâ Anadolu Türkleri
arasında şifahî bir rivayet olarak mevcut idi ve Osmanlı kroniklerine halk
ağzından geçti; yahut, belki daha kuvvetli bir ihtimalle XV. asırda Osmanlı
saraymda pek ehemmiyet verilen Reşîdüddîn’in eserinden alınarak Os
manlI sülâlesine isnâd edüdi. XIV. asır başında Anadolu’nun ve Türkmen
kabilelerinin dinî vaziyeti hakkında aşağıda verilecek izahat, Gibbons’un
hareket noktasının bile ne kadar çürük olduğunu daha iyi meydana koya
caktır.
Bu vesile ile şunu da ilâve edelim ki, ilk Osmanlı an’anelerinde böyle
umumî menkıbe motifleri daha vardır. Meselâ, Bilecik fethi hikâyesinde
28 Bâkî, Fazâilü'l-Cihâd (Mukaddes harp in -cihadın- faziletleri), müteaddit nüshaları muhtelif kütüpha
nelerde bulunan, XVI. asra ait Türk el-yazması.
29 Krş. Farsça metin, s. 95.
30 Bu meşhur roman için bk., bizim Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, 1928, s. 304-306.
31 Krş. Farsça metin, Calkutta 1887 (Bibliotheca Indica), cild II, s. 239.
32 Seyâhat-nâme, cild VIII, s. 209. Başka bir varyant için, bk., J. G. Frazer, le Rameau d ’Or, Paris 1924,
p. 267.
48 M. Fuad KÖPRÜLÜ
Osman’ın mensup olduğu aşiretin daha ilk Selçuk istilâsı sırasında Ana
dolu’ya gelmiş aşiretlerden biri olduğu bugünkü bilgilerimize göre, çok
daha kolaylıkla kabul edilebilir. Eski Osmanlı kroniklerinde ve onlara
dayanılarak yazılan eski Avrupa eserlerinde, asırlardan beri yerleşmiş
olan ve Hammer’den sonra ise Osmanlı tarihinden bahseden bütün şarklı
ve garplı müellifler arasında âdeta bir hakikat şeklini alan bu büyük hatâ
nın mes’uliyetini de Gibbons’a yükletmek haksızlık olur. O, ancak
Ortazaman vak’a-nüvisliği zihniyetinin doğurduğu bu rivâyeti tenkite lü
zum görmeksizin almış ve bunu da kendi nazariyesine bir delil olarak
kullanmak istemiştir.
Fakat bu hatâ onun, şimdi izah edeceğimiz ikinci hatâsı yanında çok
ehemmiyetsiz kalır. Bu hatâlı fikri şudur: Osmanlı Devleti’ni sadece “dört
yüz çadır halkından mürekkep göçebe veya yarı göçebe” küçük bir aşiret
ten çıkmış farzetmek ve Osmanlı Devletinin kuruluşu gibi çok büyük bir
tarihî hâdiseyi bu yanlış ve iptidaî görüşe dayanmak suretiyle izaha çalış
mak! Eski Osmanlı kroniklerinden başlayarak tenkitsiz sûrette tekrarlana
tekrarlana tâ Gibbons’a kadar gelen ve hattâ ondan sonra da şark ve garp
tarihçileri tarafından -basit bir görenek şevkiyle- bırakılamayan bu görüş
tarzı kadar pozitif düşünceye ve tarihî zihniyete mugayir bir şey olamaz.
Ortazaman kronikçileri, kendi teolojik zihniyetlerine uygun olarak, bu
mûcize mahiyetindeki hâdiseyi -meselâ rüyâ lejandı gibi- fevkattabia se
beplerle izah ediyorlardı. Halbuki XX. asırda -her ne kadar bazı te’villerle
daha pozitif bir şekle sokulmak istense bile- hâlâ bu cins izahlarla iktifâ
etmek, mantıksızdır. Gibbons, kendi faraziyesini kurmak için, Osmanlı
Devletinin dört yüz çadır halkından çıktığı rivayetine şiddetle sâdık kalı
yor. Osmanlı aşiretinden evvel veya onunla beraber Anadolu’ya gelmiş
olan başka Türklerden OsmanlIlara iltihak edenler yok mudur? Bu kadar
küçük, ibtidâî bir aşiret kendi başına, ne kadar zayıf olursa olsun Bi
zans’la boy ölçüşecek ve kısa zamanda Balkanlar’a hâkim olacak bir teş
kilât vücude getirebilir mi? Birdenbire akla gelebilecek bu basit ve man
tıksız suallere cevap bulmak, aynı zamanda kendi faraziyesini de müdâfaa
etmek için Gibbons hiç zorluk çekmiyor; hiçbir tarihî vesikaya istinad
etmeksizin, o devirdeki Anadolu’nun tarihî şartlarım hiç göz önüne al
maksızın, koymuş olduğu yanlış mukaddimelerden yine yanlış istidlâller-
de bulunuyor: “Orhan’ın saltanatının nihayetinden evvel, küçük Söğüd
köyünde Osman’ın etrafında toplanmış olan Asyalı sergüzeştçiler nüvesi,
yarım milyona varmıştı. Bu, tabiî bir artma olamazdı. Şark’tan gelen gö
çebelerin iltihakıyle de mümkün değildi. Çünkü, Orhan’ın, Asya hinterlan
dı ile teması kesilmiş idi. Rakipleri -yani diğer Anadolu Beylikleri- kendi
sinden evvel, hariçten sergüzeştçiler celbetmek isterlerdi. Orhan, milletini,
bulunduğu yerlerdeki yerli unsurlardan teşkil etmiştir. Bunların çoğu da
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu 49
Rum idi...” Bütün bu yerli unsurlann İslâm dinini kabul ederek Osmanlı
ırkını teşkil ettiklerini söyleyen müellif, devlet teşkilâtını vücude getirmek
için lâzım gelen unsurlann “göçebe Türklere nazaran bu işe daha kabili
yetli olan Rumlar arasından bulunduğunu” ilâve ederek yukarıki suallere
cevap vermiş oluyor. Gibbons’dan evvel de garp tarihçileri arasında ya
yılmış olan bu fikir, hattâ bugün bile, bir mütearife şeklinde tekrar edilip
durmaktadır.33
Aşağıda izah edileceği veçhile, bütün bu muhakemeler silsilesi, tarihî
realiteye hiç uygun olmayan bir fanteziden, bir prejuge’den ibarettir. Os
manlI devletinin XIV. asırda, hattâ XV. asrın ilk yansında şöhret kazanan
büyük adamları arasında meselâ Köse Mihal âilesi gibi Hristiyan dönme
leri çok azdır; Selçuk ve İlhânî an’aneleri üzerine kurulmuş olan bürokra
si, tamamıyla Türk unsurundan mürekkep olduğu gibi, idare ve ordunun,
başında bulunanlar da hemen umumiyette Türklerdir. Eldeki bütün tarihî
vesikalar bunu kat’î olarak göstermektedir. Devleti idare eden bu yüksek
Türk aristokrasisinin nüfuz ve ehemmiyetlerinin düşürülmesi ve onlarm
yerine devşirme çocuklarının iş başına geçmesi, daha ziyade XV. asrın
ikinci yansında başlayan bir hâdisedir. Muhtelif unsurlar üzerinde kuru
lan mutlakıyetçi imparatorluklar için zarurî olan ve büsbütün başka se
beplerden doğan bu hâdiseyi “göçebe Türklerİn devlet teşkilâtı kurmak
kabiliyetine mâlik olmadıklarına” atfetmek, mânasızdır. Osmanlı Devleti
nin ilk kuruluşu esnâsmda yani XIV. asır başlarında, Osman’ın küçük
aşireti göçebe veya yarı göçebe vaziyetinde olsa bile, o devir Anadolu
Türklerinde şehir hayatmın kâfi derecede inkişaf etmiş olduğunu ve yeni
kurulan Osmanlı Devletinin idare makinesi için muhtaç olduğu unsurları
Selçukluların, İlhanlılar’ın, XIV. asırdan evvel kurulmuş bazı Anadolu
beyliklerinin, hattâ Mısır-Suriye Memlûk İmparatorluğunun İdarî teşkilâ
tında yetişmiş Türkler arasından çok kolaylıkla bulduğu muhakkaktır.
Gibbons’un iddiasına temamıyla muhalif olarak, şunu söyleyebiliriz ki,
Osmanlı devletinin inkişafa başladığı uc (hudut) sahası, muhtelif bakım
lardan Anadolu’nun türlü yerlerinden birtakım muhacir kafilelerini, hattâ
yalnız göçebeleri değil şehirlileri de celbe decek kadar câzipti.
Aşağıda bütün sebepleri ve neticeleriyle göstermek üzre bu mes’ele
üzerine tekrar avdet edeceğiz. Bunu söylemekle, Osmanlı nüfuz dairesin
deki yerli Hristiyan unsur arasında İslâm misyonerliğinin faaliyet göster
miş olduğunu kökünden inkâr etmek istemiyoruz. Ancak, bilhassa XIV.
asırda, bu İslâmlaşmanın, Gibbons’un iddiası derecesinde umumî olduğu
nu kabul etmediğimiz gibi, bunun, -Türk karakterlerinden temamen ayrı-
yepyeni bir ırk veya bir kavm yaratarak “büyük bir devletin nüvesini teşkil
33 Sadece bir misal verelim: Ch, Diehl, Byzance, Grandeur et Decadence, Paris, 1919, p. 325-326.
50 M. Fuad KÖPRÜLÜ
34 Anadolu 'da İslâmiyet, Edebiyat Fakültesi Mecmuası, 1922, cild. II, nu. 5 (Ayrı basım, s. 84, 88).
35 Osmanlı Devletinin Kuruluşu, H ayat mecmuası, Nr, 11, 12, 1937.
Osmanh İmparatorluğunun Kuruluşu 51
A. KAYNAKLAR
Osmanlı İmparatorluğunun kurulduğu asır olan on dördüncü asırda
Anadolu’nun tarihi hakkındaki İslâm kaynaklan hakikaten az ve kifayet
sizdir, İlhanîler devletinde yazılmış, mahdud ehemmiyette bazı eserlerden,
Mısırlı vekayinâmecilerle biyograflarda geçen bazı parçalardan ve İbn
Battûta’nın Anadolu hakkındaki şehadetlerinden sarf-ı nazar edecek olur
sak diyebiliriz ki, bu asırda tarihî kaynaklar sahasında meydana gelen ve
doğrudan doğruya Anadolu’ya inhisar eden eserler, hakikatte hiç mesabe
sindedir. Ekserisi bugün dahi yazm a hâlinde bulunan bu mahdut kay
naklardan, Gibbons, ancak garp lisanlarına terceme edilmiş olanlardan
istifade edebilmiştir. Tercemeleri de ekseriyetle -oryantalizmin henüz
bugünkü kadar ilerlememiş olduğu eski devirlere ait olduğu cihetle-
istinad edilen tenkitsiz metinlerin yanlış okunuşu ve yanlış anlanışı
itibariyla itimada gayr-i lâyıktır.
Halbuki bunlardan başka, meselâ Câmi’al-tavârih (neşredilmemiş kı
sımlar), Târih-i Ulcaytu, sonra Subhu'l-a'şâ, et-Ta'rîf gibi o devre ait mü
him menbalarla, XV. asırda yazılmış olmakla beraber yine XIV. asra ait de
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu 53
mühim malûmatı ihtiva eden Târih-i Aynî gibi, Dürerü'l-kâmine gibi eser
lerden de istifade olunabilir.
XIV. asırda Anadolu'da yazılmış menbalara gelince, bunlar fevkalâde
mahdut olmakla beraber, şimdiye kadar da onlardan pek az istifade edil
miştir. Eskiliği ve ehemmiyeti itibanyla bunların başında, Mahmud bin
Muhammed Aksarayî’nin Müsâmeretü'l-ahbâr adlı Farsça tarihini sayabi
liriz: İstanbul’da iki yazma nüshası (Ayasofya Kütüphanesi, nu. 3143,
Yenicami Kütüphanesi, nu. 827) bulunan bu eser dört kısımdan mürekkep
olup, bunlardan bilhassa İlhânîlerle bunların himayeleri altında son Sel
çuk hükümdarlarından bahseden ve çok defa müellifin müşahadelerine
müstenit olan son kısım fevkalâde mühimdir ve hacim itibanyla eserin
üçte ikisini de bu son kısım teşkil etmektedir. Eser 723 Hicri (1323 Milâ
dî)’de İlhânîlerin Anadolu valisi Demirtaş b. Emîr Çoban nâmına yazılmış
tır. Eski Osmanlı tarihçileri arasında yalnız Müneccimbaşı tarafından gö
rülüp istifade olunan ve bir aralık Prof. Barthold’un da nazar-ı dikkatini
celbeden bu mühim vakayi-nâmeden3e henüz lâyıkıyla istifade edilmiş
değildir. Bundan sonra Niğdeli Kadı Ahmed’in (Hicrî 733, Miladî 1332)
yazdığı -yegâne yazması Fatih Kütüphanesinde bulunan (Nu. 4519)- El-
Veledü'ş-şefik adlı büyük eseri gelir ki, şimdiye kadar bundan da hiç isti
fade edilmemiştir: Muhtelif İslâm ilimlerine ait bir ansiklopedi mahiyetin
de bulunan bu eserde Selçuk tarihine ait malûmat olduğu gibi, XIV. asır
Anadolusunun dinî ve İçtimaî tarihine ait çok kıymetli malzeme vardır;
ayrıca büyük bir Selçuk tarihi yazdığından bahseden müellif -maalesef bu
eser bugüne kadar meydana çıkmamıştır- burada diğer İslâm sülâleleri
arasında Selçuklulardan da kısaca bahsetmektedir ki, son hükümdarlar
hakkında verilen malûmat müstesna olarak, o kadar ehemmiyetli sayıla
maz; fakat İçtimaî tarih bakımından bu eserin büyük kıymeti vardır. Bun
lardan sonra Astarâbâdlı Azîz b. Ardaşîr’in Sivas Sultanı Kadı
Burhanüddin namına yazmış olduğu Bezm-ü Rezm adlı büyük vakayinâ-
mesi vardır ki 1928’de Türkiyat Enstitüsü tarafından bastırılan bu metin,
XIV. asır Anadolusunun son yansı hakkında elde bulunan en mühim
menbadır. Bibliothèque Nationale (Coll. Schefer, nu. 1.533 pers; Blochet,
p. 131)’de bulunan ve vaktiyle Houtsma tarafından tetkik edilmiş olan
küçük bir Selçuk-nâme’yi37 de -Gibbons’un her nedense malûmu olmadığı
için- bunlara ilâve edersek, XIV. asır Anadolusuna ait Anadolu’da yazılmış
başlıca menbalan tamamlamış oluruz.
Bunlara, XV. asırda yazılmış olmakla beraber, Karaman Oğullan ta
rihine ait Şikârî’nin kıymeti oldukça meşkûk eseriyle,38 Aydın Oğullan
tarihine ait eski bir menbadan istifade ettiği anlaşılan ve son senelerde
36 W. Bartold, Zap. Vost. otd. Imper. Russk. Archeol. Ob. XVIII. S. 0124 v. d.
37 Mededeelingen Ak. w. Amsterdam, Afd. letterkunde, 3 Reihe, 9 Tiel, 1893.
38 P. Wittek, Das Fürstentum Mentesche, Istanbuler Mitteilungen 2, Istanbul 1934, s. 50, not 2.
54 M. Fuad KÖPRÜLÜ
39 D e la valeur historique des Mémoires des Derviches Tourneurs. Journal Asiatique, XI e série, t. XIX
(1922), p. 308-317.
40 Krş., Anadolu Beylikleri hakkında notlar, Türkiyat Mecmuası, cild II, 1928, s. 1-32.
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu 55
mak! Bu büyük problemi bu kadar dar bir çerçeve içinde anlamağa kalkı
şınca, yani XIV. asır Osmanlı tarihine ait kâfi menbalar bularak onlar vası
tasıyla bir neticeye varmağa teşebbüs edilince, şimdiye kadar olduğu gibi,
bir çıkmaza girmek, evvelden mukadderdir.
Bu yanlış telâkkiye kapılarak mes’eleyi böyle dar bir çerçeve içinde
tetkik ve izaha kalkışan Gibbons, OsmanlIların menşeine ait eski bir Os
manlI menbaı bulunmadığını, onlara ait en eski kronikcilerin XV. asır
sonuna mensup olduklarını Bizans ve garp müverrihlerinin de OsmanlIla
rın ilk mütevazı’ zuhurları hakkında tabiî itimada lâyık malumat vereme
diklerini söylüyor. Osmanlı tarihinin Osmanlı sahasında yazılmış en eski
m enbalan hakkında Hammer’in öğrettiğinden daha fazlasını bilmeyen
Gibbons, esas itiberiyle bu mütalâasında haklıdır.
1916’dan beri eski Osmanlı kronikleri hakkında epeyce tetkikler ya
pıldığı ve epeyce yeni metinler basıldığı hâlde; bu gün de vaziyette bâriz
bir fark bulunmuyor. Âlî ve F. Giese tarafından iki ayrı tab’ı yapılan Âşık
Paşazade Tarihi, yine Giese’in neşrettiği anonim Tevârih-i âl-i Osman,
Babinger’in neşrettiği Oruç Bey Tarihi, İstanbul’da basılan Lûtfi Paşa Ta
rihi, müverrih Şükrullah’m Th. Seif tarafından neşredilen Behcetü't-
tevârîh’i, Mükrimin Halil tarafından neşredilen Karamânî Mehmed Paşa
Tarihi ve Düstür-nâme-i Enverî gibi -Gibbons’un değil, hatta Hammer’in
bile büyük bir kısmını görmediği- yeni menbalar bugün elimizde bulunu
yor. Bunlardan başka, şair Ahmedî’nin XIV. asır sonunda yazılmış İsfeen-
der-nâme adlı manzum büyük romanına ilâve etmiş olduğu Osmanlı tarihi
hakkmdaki parça, aynca Behiştî ve i?uhî tarihleri, İbn Kemal Tarihi, yaz
ma muhtelif anonim Tevârih-i âl-i Osman’lar, Konevî’nin Osmanlı tarihi ve
daha bu gibi -Hammer’ce malûm olmayan- menbalar da henüz basılma-
makla beraber, artık ilim alemince meçhul değildir.41 Bunlara, bazı ano
nim kronoloji mecmuaları’nı,42 İstanbul’da ve Viyana’da. tab’edilen bazı
Kanım-nâmeleri,43 çok nâdir bazı resmî vesikaları44 ilâve edersek ve Os
manlI devrine ait son yirmi beş senede yapılan epigrafi ve nümismatik
tetkiklerini de gözönüne alırsak, Osmanlı tarihinin XIV. asrı hakkmdaki
m enbalann azlığını ve kifayetsizliğini daha iyi anlarız.
XV. asır başlarına veya ilk yansına ait birkaç kronik istisna edilince,
diğerleri hemen umumiyetle XV. asır sonlarına ve hattâ daha sonralara ait
m uahhar mahsullerdir. Devletin ilk kuruluş safhaları hakkında verdikleri
malûmat şifahî halk an’anelerine veya mahsus uydurulmuş masallara
istinad eden ve böylece eski halk destancılığınm bir nevi istitalesi olan
B. TEDKİK METODU
Şimdi, OsmanlIların edebî, dinî ve hukukî tarihlerine dair neşrettiğim
muhtelif yazılarımda, uzun zamanlardan beri, yıkmağa çalıştığım bu yan
lış, realiteye mugayir görüş tarzının dar, basit mahiyetini burada da kısaca
anlatarak, Osmanlı Devletinin kuruluşu mes’elesinin nasıl vaz’edilmesi ve
nasıl bir zihniyetle, bir usûlle tetkik olunması icab ettiğini göstermek isti
yorum.
Osmanlı Devletinin kuruluşunu, XIII. asırda Anadolu’nun şimâl-i gar
bı m üntehasında Selçuk-Bizans hudutları üzerinde yerleştirilmiş dört yüz
çadırlık bir aşirete isnad ederek, bu hâdisenin izahı için XIII ve XIV. asır
lar Anadolusundaki siyasî ve İçtimaî şartların hiç düşünülmemesi, tarihî
bakımdan affedilmez bir hatadır. Osmanlı devletinin kurulduğu coğrafî
saha, büyük Okyanus ortasında münferid bir ada olmadığı gibi, burada
yaşayan insanlar da Selçuk Anadolusunun Türklerinden ayrı bir unsur
değildi. Anadolu’da önce Selçuk ve sonra İlhanı hakimiyetinin kuvvetli
bulunduğu zamanlar, onlar da diğer Anadolu Türkleriyle beraber bir siya
sî birlik, bir İktisadî birlik, bir kültürel birlik teşkil ediyorlardı. Uçlarda
yani serhadlerde yaşamaları itibarıyla hayat şartları, iç sahalarda yaşayan
Türklerden şüphesiz farklı idi; fakat bu fark yalnız onlara münhasır değil
di; çünkü uçlarda yaşayan onlardan başka Türk aşiretleri de mevcuttu.
İçtimaî şekil itibarıyla bunların diğer Anadolu Türklerinden bir ayrılıkları
yoktu: İster göçebe, ister yarı göçebe, isterse büsbütün yerleşmiş bir hâlde
bulunsunlar, Anadolu’daki Türk aşiretleri arasında aynı hayat şartlarına
mâlik olanlar asla eksik değildi.
Bütün bu mülâhazaları bir tarafa bıraksak ve bunların tamamen zıd-
dmı -bir an için- tasavvur etmiş olsak bile, bu da, mes’eleyi XIII-XIV. a-
sırlar Anadolu tarihinin umumî çerçevesi içinde tetkik zaruretini ortadan
kaldıramaz. Osmanlı sülâlesinin medhiyeciliğini yapan eski Osmanlı ta
rihçileri, bir hükümdar soyundan gelmedikleri muhakkak olan Osmanlı
padişahları için tamamıyla muhayyel silsilenâmeler uydurdukları gibi, bu
devletin kuruluşu hâdisesini de -tamamen bir mu’cize hâlinde göstermek
maksadiyle- lejand silsilelerinden mürekkep tabiat üstü sebeplerle izaha
çalışmışlardı. Bir sülâlenin destanım yazmak isteyen vak’a-nüvislerin,
Osmanlı tarihini böyle kendi başına bir hâdiseler silsilesi gibi tasvir etme
leri çok tabiîdir; fakat ne mu’cizeyi, ne de tabiat üstü sebepleri kabul et
meyen modern tarihçiliğin, aynı an’aneyi başka bir şekil altında devam
ettirmek istemesi, tasavvura sığmaz. Muhtelif vesilelerle söylediğim gibi,
Osmanlı tarihi umumî Türk tarihinin çerçevesi içinde, yani sair Anadolu
Beylikleri ile beraber Anadolu Selçuk tarihinin bir devamı gibi telâkkî ve
tetkik olunursa, ancak o zaman, şimdiye kadar karanlık kalan birçok
58 M. Fuad KÖPRÜLÜ
46 Bizans müesseselerinin Osmanlı m üesseseleri üzerine te ’siri, Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası,
cild I, 1931, s. 165-313.
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu 59
Osman devrinin vak’aianm sene sene kaydeden bir yıllık yazmağa teşeb
büs edecek olursak, buna maddeten imkân bulunmadığını söyleyebiliriz;
çünkü Osmanlı kroniklerinin bu hususta verdikleri vusûk derecesi tama
mıyla şüpheli malumatı kontrol edebilecek hiçbir vasıtaya mâlik değiliz;
bu hususta ne Bizans ve Arap menb alarmda, ne resmî vesikalarda, ne
kitabelerde hiçbir şey yoktur. Bu şerait altında bu gibi meşkûk cihetleri ve
teferruatı bilâ tereddüt bir tarata bırakmak lâzımdır. Tarihî tenkitin bütün
icabâtma göre yapılacak böyle bir ayırma ameliyesinden sonra, sıhhat
dereceleri oldukça kuvvetle anlaşılan hâdiseler kemiyet itibarıyla çok
azalacaktır. Fakat müverrih, bir annaiiste gibi sırf tecessüs merakını tat
min edebilecek her türlü haberleri ve hâdiseleri öğrenmeğe muhtaç değil
dir. An’anelerde ve sair tarihî vesikalarda tespit edilmiş binlerce ehemmi
yetsiz, fer’ı, mükerrer hâdiseler vardır ki onları bilmemek, bir cemiyetin
tarihî tekâmülünü anlamaya asla mâni değildir. Hikâyeci tarih ile terkibî
tarih arasındaki fark asıl buradadır. Bunu söylemekle eruditton’un tarihî
çalışmalardaki büyük ehemmiyetini inkâr etmiyoruz; yalnız tenkitten
geçmemiş, kıymet dereceleri ta’yin edilmemiş, ehemmiyetlisi ehemmiyet
sizinden ayrılmamış bir malzeme yığınının, tarihî bir sentezden büsbütün
ayn bir şey olduğunu hatırlatmak istiyoruz. Tarihçinin hedefi, herhangi
bir cemiyetin muayyen bir zaman ve mekân içindeki gidişinin sebeplerini
izah etmek, onu İçtimaî hayatının türlü türlü tezahürleriyle realiteye en
yakın şekilde canlandırabilmektir: Onun bu rolü, ele geçirdiği birkaç mü
him kemik sayesinde binlerce yıl evvele ait nesli münkariz olmuş bir hay
vanın umumî iskeletini kuran paleontolojisi’inicinden farksızdır. Bugünün
tarihçileri arasında bir mütearife, bir bedahat hükmünde olan bu mütalâ
aları tekrardan maksadım, Osmanlı Devletinin kuruluşu probleminin izahı
için, elde mevcut mahdut malzemeden bile büyük istifadeler te’min edile
bileceğini göstermektir; çünkü bugüne kadar bu mes’ele ile uğraşanlar
yukarıdan beri izah ettiğimiz sebeplerden dolayı, o malzemenin en e-
hemmiyetlilerinden de, istifade edememişlerdir.
Kritik ve metodolojik başlangıcı tâkip edecek olan iki derste, Osmanlı
Devletinin kuruluşu problemini, yukarıda kısaca bahsettiğimiz her türlü
menbalardan istifade ederek, hiç olmazsa umumî hatlanyla tetkik ve iza
ha çalışacağız. Şimdiye kadar üzerinde hemen hiç çalışılmamış bir saha
üzerinde yapmak istediğimiz bu cür’etkârane sentez tecrübesi, şüphesiz,
bu büyük problemin kat’î ve nihaî izahını vermek gibi bir iddia taşımıyor.
En sağlam tahlilî mesaî üzerine dayanan sentezler bile nihaî olmak iddia
sına kalkışamazken, birçok cihetleri henüz tahlilî araştırmalara muhtaç
olan bu ilk tecrübeden, fazla bir şey beklememelidir. Bizim bu derslerde
gözettiğimiz başlıca gaye şudur: XIX. asırdan beri Garp Ortazaman tarihi
60 M. Fuad KÖPRÜLÜ
aşağıda Moğol istilâsının etnik neticelerini anlatırken, daha iyi izah etmiş
olacağız.
XIII. asır Anadolu tarihinin en esasi hâdisesi, yalnız siyasî değil İçti
maî bakımdan da, Moğol istilâsıdır. Alâeddin Keykubad I.’in son zamanla-
rmda Anadolu hudutlarında beliren ve yalnız Türkler’i değil Rumları da
büyük telâşa düşüren bu tehlike, Alâeddin’in ihtiyatlı siyaseti sayesinde,
atlatıldı. Hattâ bu tehlikenin uzaklaşması sayesindedir ki Keyhüsrev II,
şark sahalarında yeni fütuhata muvaffak oldu. Fakat, dahilî idaresinin
bozukluğu, Celâleddin H arezm şah’ın Ölümünden sonra Alâeddin
Keykubâd tarafından nüfuzlu reislerinin mahiyetinde A nadolu’da iskân
edilmiş olan Hârezmli bazı Türk aşiretlerinin büyük tahribatla Selçuk hu
dutlarından çıkmaları ve K evhusrev’in onlarla mücadelelere girişmesi ,
plânsız ve m aksatsız fütuhatın mucib olduğu yorgunluk, haricî pariaföiığı-
na rağmen, devleti sarsmıştı. Bu esnada çıkan -aşağıda bahsedeceğimiz-
Bâbâiler isyanı Keyhusrev’i büyük telaşa düşürdü ve büyük zorluklarla
bastırılabildi. İşte bu sırada Moğol tehlikesi, bu sefer kat’î olarak, baş gös
terdi: Moğollar 1242’de Erzurum’u zapt ve tahrip ettiler; Selçuk hükümda
rı, kendi ordusundan başka, müttefik ve tâbilerinden de yardım alarak
topladığı mühim bir kuvvetle Moğol istilâsını karşıladı; Kösedağ harbinde
Moğollar bu gayr-i mütecanis orduyu hezimete uğrattılar (1243). Sivas ve
Kayseri’yi zabt ve tahrip eden Moğollar dönüşte Erzincan’ı da zaptettiler
ve tekrar çekildiler. Bu m uharebe, denilebilir ki, Selçuk İmparatorluğunun
m ukadderatı üzerinde k a t’î bir te ’sir yapmış, Anadolu bundan sonra artık
Moğol hakim iyeti altına düşm üştür. Moğollara senevi ağır bir vergi ver
mek şartıyla yapılan sulh, Selçuk hükümdarına nazarî ve yarım bir istiklâl
bırakıyordu.
Anadolu’nun bundan sonraki sıyası hayatı, artık Moğol hükümdarla
rının iradesine tâbidir: Selçuk hânedamndan bâzen biri bâzen bir diğeri,
bâzen de birkaç şehzâde birlikte Moğol hanlarının yarlıklarıyla saltanat
sürüyorlardı. MoğoiZarm emniyetini kazanmış ve Selçuk idaresini fi’len
ellerine almış bazı devlet adamları Selçuk hükümdarlarından daha büyük
bir nüfuz kazanıyorlardı. Anadolu’daki Moğol işgal ordusu kumandanları,
hakikatte bütün memleketin âmiri, nâzımı, Selçuk idaresinin
murakıbidirler. Bir taraftan hükümdarı ve Selçuk ümerasını beslemek,
diğer taraftan Moğol ordusunun ve ricalinin ihtiyaçlarını ve arzularım
tatmin etmek, ayrıca da Moğol İlhanına senelik vergisini ve hediyelerini
göndermek, malî müşkülâtı mütemadiyen artırıyor. Ağırlaşan vergiler,
halkı tazyik ederek İktisadî ve mânevî sıkıntıyı çoğaltıyor. Üst üste kurul
muş olan ve tabiatiyle biribirine tedahül eden bu karışık idare mekaniz
masının tabiî çok fena ve daima halkın zararına işlemesi, Selçuk sultanları
ve ümerası arasındaki rekabetler, onların biribiri aleyhine Moğollar
66 M. Fuad KÖPRÜLÜ
50 Seljûk-nâme’de verilen yeni m alûm ata nazaran (Bibliothèque N ationale, Farsça ilâvesi, nr. 1553).
Ayrıca bakınız: İsmail H akkı, Kütahya Şehri ,İstanbul 1932.
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruiuşu 69
hücumlarına karşı onlara istinat mecburiyetinde idiler. İşte, XIV. asrın ilk
yarısında garbi Anadolu’daki beylikler üzerinde hegemonyası Bizans
menbalarmdan da anlaşılan bu devletin, bir zamanlar, şark hudutlarım
Ankara’ya kadar genişlettiği, hatta bir aralık Paflagonya’nın bazı kısımla
rına da mâlik olduğu söylenilebilir: Bizans menbalarmın Sakarya
mansabından Trabzon İmparatorluğu arazisine kadar şimalî Anadolu sa
hillerinin sahibi addettikleri ve Rumlarla mütemadi mücadelelerini hikâye
eyledikleri Paflagonya hâkimi Umur Bey, öyle tahmin ediyorum ki,
Germiyanlılara ait bir kitabede adı geçen ve Germiyan sülâlesiyle sıhriyeti
bulunan Umur Bey olmalıdır. Şimdilik aksine hiçbir delil bulunmayan bu
tahmin teeyyüd ettiği takdirde, Germiyan devletinin XIV. asır başlarındaki
nüfuz mıntıkasının büyüklüğü daha iyi anlaşılacaktır.
XIII. asır sonlarında Anadolu’da tebellür etmeğe başlıyan siyasî
hey’etler arasına, Pisidya’daki Hamid Oğulları ile Eşref Oğullarını ve
Paflagonya’daki Candar Oğulları’m da ilâve edecek olursak, bu devrin en
mühim siyasî teşekküllerini tamamlamış oluruz. Selçukî emirlerinden
olan Hamid Beyin Eğridir merkez olmak üzre te’sis ettiği bu emaretin
hudutları, torunu Dündar Bey tarafından epeyi genişletilmişse de, Ana
dolu valisi Demirtaş tarafından ortadan kaldırılmış ve ancak onun Mısır’a
firarından sonra canlanabilmiş ve evvelce Eşref Oğlu’na ait memleketleri
de ele geçirmiştir; Likiya’daki Teke Beyliği de yine bu ailenin bir şubesine
aitti. Demirtaş tarafından mevcudiyetlerine nihayet verilen Beyşehri ve
havalisindeki Eşref Oğulları beyliği de yine Selçuk ümerasından biri tara
fından kurulmuştu. Mamafih Karaman ve Germiyan gibi kuvvetli teşek
küller arasında kalan bu emaretlerin tarihî rolleri o kadar mühim değildir.
Paflagonya’ya ve şimalî Anadolu sahillerinin büyük bir kısmına mâlik olan
Candar Oğulları Beyliği’ne gelince, ancak İlhanî hükümdarı Abu Sa'îd
Bahâdur’un ölümünden sonra kendi namına sikke bastırmak suretiyle
mâhirâne bir siyaset takip eden bu devlet, XIV. asrın ilk yarısındaki kuv
vetli siyasî teşekküllerden biridir.
Bu izahat, daha XIII. asır sonlannda, Anadolu’da, İlhanî ve ona
istinad eden Selçuk hükümdarlarına ait sahaların ne kadar daraldığını
gösteriyor. XIV. asır başında İlhanî tahtına Ulcaytu Hudâbende’nin cülû-
sundan sonra, Anadolu’daki karışık vaziyeti düzeltmek için Anadolu vali
liği ihdas edilmesi, İlhanî İmparatorluğunun bu husustaki endişesine bir
delildir. Vaziyetin karışıklığı karşısında Emîrü'l-ümera Çoban’ın Anadolu
İslâhatı için gelmesi ve Ebu Said Bahâdur’un cülûsunu müteâkıb oğlu
Demirtaş’ı büyük kuvvetlerle Anadolu valiliğine yollaması, bir müddet için
nizamı te’min etmişti. Mütegallibeye karşı şiddetli, fakat halka karşı âdi
lâne ve müşfikane idaresiyle umumî bir mahabbet kazanan Demirtaş, gizli
münasebete giriştiği Mısır devletinin de yardımı ile Anadolu’da bir Mehdî
70 M. Fuad KÖPRÜLÜ
52 Aynı devire ait m uhtelif kaynaklarda, ileri sürdüğümüz fikirleri destekleyen birtakım işaretlere rast-
lamnaktadır.
74 M. Fuad KÖPRÜLÜ
A. GÖÇEBELER
Göçebeler, ayn ayrı yayla ve kışlaklarda yaşıyan göçebe, daha doğru-
su yarım göçebe unsur... Bunlar kendi ihtiyaçlarına kadar biraz ziraatle
meşgul olmakla beraber, bilhassa hayvan sürüleri yetiştirmekle yaşıyorlar,
Orta Asya’dan getirdikleri halıcılık s an’atı ve nakliyecilik de onlar için
mütemmim bir istihsal vasıtası oluyordu. O zamanlar Anadolu’nun pek
meşhur olan atlarını yetiştirenler, halılarını dokuyanlar bunlardı. İrsi re
islerinin idaresi altında yaşayan bu aşiretlerin yaylak ve kışlakları muay
yendi. Fakat göç zamanlarında bunlar yolları üstündeki köylere zarar
vermekten, tahribat yapmaktan geri durmuyorlar, ara sıra muhtelif göçe
be aşiretler arasında da muhtelif sebeplerle mücadeleler eksik olmuyordu.
Bunlar devlete, her yıl, yetiştirdikleri sürülerin kemiyetine göre, fakat
nakden değil aynen bir vergi vermekle mükelleftiler. Ancak, askeri mak
satlarla hudutlara yerleştirilen, kendilerine oralarda yaylak ve kışlak ve
rilen hudut aşiretlerinden galiba böyle bir vergi alınmıyordu; onlar, dev
letçe lüzum görüldüğü vakit, il-başı denilen reislerinin idaresi altında or
duya iltihak ediyorlardı. Kadınları ve çocukları da müsellâh olan bu cen-
gâver aşiretler hudutlarda çok yararlık gösteriyorlardı: Trabzon İmpara
torluğunun cenub-i garbî sahasına yerleştirilmiş olan Çepni kabilesi, XIII.
asrın son nısfında Trabzonluların Sinop’a karşı bir hücumlarını defe mu
vaffak olmuştu. Huduttaki göçebeler fırsat buldukça düşman topraklarına
akınlar, çapullar yapmaktan da geri durmazlardı.
XV. asrın ilk on yıllarında Hamâ-Antakya-Adana-Konya yolu ile Bur
sa’ya gelen Bertrandon de la Broquiere, cenubî Anadolu Türkmenlerinin
hayatı hakkında pek mühim malûmat vermekte, ahlakî meziyetlerinden
büyük takdirle bahsetmektedir.58 Bu malûmat, XIII’üncü ve XIV’üncü asır
Türkmen aşiretlerinin yaşayış tarzlarını da önümüzde canlandırabilir.
Dahilî organizasyonları ve hukuki nizamları hakkında maalesef bu
rada hiç izahata girişemiyeceğimiz bu aşiretler, Anadolu Türklüğünün en
temiz, en canlı bir unsurunu teşkil ediyordu; fakat devlet mefhumuna
yabancı olan aşiret nizamı haricinde hiçbir İçtimaî nizam tanımayan,
köylüye ve şehirliye karşı istihfaf besleyen bu disiplinsiz kitleler, idare
mekanizması biraz gevşediği zaman hemen bir iğtişaş ve anarşi unsuru
oluyor, açık köylere, iyi müdafa edilemeyen şehirlere, tüccar kafilelerine
hücumdan, yağmadan, tahripten geri durmuyordu. Bu hareketlerin icra
sında türlü türlü âmiller müessir oluyordu: Bâzen vergi tahsildarlarının aç
gözlülüğü ve sû’-i istimali, bazen aşiret reislerinin hırs ve menfaati, bâzen
58 Le Voyage d 'outre-mer de Bertrandon de la Broquière, publié par Ch. Schefer, Paris, 1892, p. 82-98.
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu 77
rini, vaktiyle uzun uzun izah etmiştim; gerek Bektaşîlik cereyanının, gerek
Anadolu’da XVII. asra kadar devam eden -İran’da Safevî imparatorlu
ğunun kurulması ile de çok sıkı alâkadar olan- birtakım heterodoks göçe
be hareketlerinin buna bağlı olduğunu ilk defa olarak göstermiştim.59 Bi
raz sonra Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşu ile çok alâkalı olan bu gibi
dinî tezahürlerden ve dinî zümrelerden aynca bahsedeceğim cihetle, bu
rada bu kıyamın dinî cephesi üzerinde ısrar etmek istemem. Burada XIII.
asır Anadolu tarihinin bu mühim hadisesinden bahsetmemin sebebi, gö
çebe aşiretlerin askerî bir âmil olarak kuvvet derecelerini ve bunlarla,
yerleşmiş halk arasındaki İktisadî ve İçtimaî tezatları daha açık göstermek
içindir.
Baba Resûl-Allah’m, Gıyaseddin Keyhusrev II.’in yanlış ve aleyhtar
siyaseti ile Anadolu’dan kaçırdığı Hârezm aşiretleri Ayintap ve Halep ha
valisinde bulunurken, belki onların ve bazı Eyyubı prenslerinin ve Ana
dolu hudutlarında tehditkâr bir vazıyet almış olan Moğollar’ın da teşviki
ile hareket etmiş olması, hiç ihtimalden uzak değildir. H. 639 (1241-42)’da
yetmiş bini piyade ve bir kısmı suvarî olmak üzre Duduoğlu kumandasın
da büyük bir Türkmen kuvvetinin Hârezmlilere iltihak etmesi, Bâbâîler’in
Hârezmliler’le râbıtalan mes’elesini daha aydınlatıyor. Her hâlde Baba
Resülallah’m, haricî ve dahilî vazıyeti çok İyi hesap ederek, imparatorluk
kuvve-i külliyesi şarkta meşgul iken kıyam emrini vermesi, mâhir bir siya
setçi olduğunu göstermektedir. Bu sırada mütemadi harpler dolayısıyla
tekâlifin artması, İktisadî vaziyetin bozulması, dahilî İdarenin bozukluğu,
bütün İçtimaî sınıfların hoşnutsuzluğu da bu kıyamın tam zamanında ya
pıldığını anlatıyor.
Her hâlde, tarihî menbalarda “siyah libaslı, kızıl börklü, ayakları ça
rıklı” olarak tavsif edilen bu göçebe Türkmenlerle, Moğol hâkimiyeti dev
rinde Karaman Oğlu’nun maiyyetinde Konya’yı istilâ eden Türkmenler,
hattâ XIII. asırda Horasan’da, Selçuk İmparatoru Sancar’a isyan eden
Türkmenler, ayni İçtimaî tipi temsil eder. Yerleşmiş halk ile göçebeler ara
sında bu İçtimaî zıddiyet sebebi ile, burjuvaziye m ensup âlimler tarafından
yazılan eserlerde, göçebe Türkmenler aleyhinde şiddetli ittihamlara. ve
hattâ iftiralara tesadüf olunur. Anadolu’nun uç yani hudut mıntıkaların
dan ayrıca bahsedeceğimiz için, burada göçebe uç aşiretleri hakkında
fazla bir şey söyleyemeyerek, köylerin tetkikine geçeceğiz.
59 Les Origines du Bektachisme , Actes du Congrès International d ’Histoire des Religions. Paris, 1925, t.
II. p. 404-405.
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu 79
B. KÖYLÜLER
Köylü sınıfı, Anadolu nüfusunun mühim bir ekseriyetini teşkil edi
yordu. Anadolu, ilk Selçuk fütuhatı zamanında nüfus itibarıyla kalabalık
değildi. Bizans’ın İran’la ve sonra da İslâmlarla asırlarca süren harpleri,
eski nüfusu azaltmıştı. İlk Selçuk fütuhatı ve onu takip eden XII. asrın
harpler ve istilâlarla dolu hayatı da bunu birdenbire çoğaltacak mahiyette
değildi. Fakat XII. asrın son yıllarından başlayarak yavaş yavaş bu hayatın
inkişaf ettiği tahmin olunabilir. Selçuk fütuhatının Anadoluda bulduğu,
muhtelif etnik menşe’lerden gelme, gayr-i müslim halk, kısmen şehirli ve
kısmen köylü idi. Gerçi harp ve anarşi yılları, bu iki zümreyi de hırpala
mış, müdafasız koy halkını kalelerle muhafaza edilen şehirlere veya şe
hirlere yakın sahalara kaçırmıştı. Gerçi Türk hükümdarları harp ve anarşi
devirleri geçtikten sonra, devletin menafi iktizasından olarak Müslüman
olmayan çiftçileri himaye ediyorlardı; fakat her ne olursa olsun, köylü
nüfusu mühim nispette azalmıştı. İşte hem buna çare bulmak, hem de
kesif göçebe zümrelerinin yapabilecekleri zararları evvelden men’etmek
için, Anadolu Türk devletleri, ilk zamanlardan itibaren, onlardan yeni
köyler teşkil etmek için çalıştılar.
Burada, Türk tarihi tetkiklerinde daima bir sû’-i tefehhümü mucip
eski bir yanlış fikir üzerinde bir ân durmak isterim: Horasan’da büyük
Selçuk saltanatının kurulması ile başlayan büyük muhaceretin Anadolu'ya
getirdiği unsurlar, yalnız göçebe unsurlar değildi; A nadolu’ya gelen Türk-
ler arasında, Orta A sy a ’da, çok eski zamanlardan beri köy hayatına, hattâ
şehir hayatına geçmiş her çeşit halk mevcuttu. Binaenaleyh bunlar, yeni
geldikleri yerlerde de aynı hayat şartlarını devam ettiriyorlar, köylüler
derhal köyler kurarak ziraî istihsale başlıyorlar, şehirliler şehirlere yerle
şiyorlardı. Selçukîlerle sıhriyetleri olan Türkistan hakanları sülâlesine
mensup bazı prenslerin maiyyetlerinde, garbı Türkistan’ın şehirli ve köylü
unsurlarından mürekkeb kuvvetlerle Anadolu’ya geldikleri tarihî
menbalardan anlaşıldığı gibi, toponimi tetkikatı da bunu az çok gösterebi
liyor. Türklerden başka diğer İslâm unsurlarına mensup birtakım halkın,
hatta bazen Hristiyan unsurların Anadolu’ya gelip köyler kurduktan söy
lenebilir; fakat yavaş yavaş Türk ekseriyeti arasında, Türk hâkimiyeti
altında bunlar da Türkleşmişlerdir. Ticaret yollan ile, büyük şehir ve ka
sabaların etrafında, maden işletilen mıntıkalarda köy hayatı daha
münkeşifti; fakat büyük yollar güzergâhındaki köyler daima tahribata
uğramaktan kurtulamıyordu. Bilhassa göçebelerin yaylak ve kışlak güzer
gâhlarındaki köylülerin vaziyeti çok müşkildi.
Garbı Türkistan’dan gelen Türk köylü sınıfı, İran’a olduğu gibi Ana
dolu’ya da eski ziraat kültürlerinden birtakım şeyler getirmişlerdi; oralar
daki birtakım köy ve kasaba adlarının Anadolu’ya da getirilmiş ve aynı
80 M. Fuad KÖPRÜLÜ
C. ŞEHİR HAYATI
Kültür bakımından en ehemmiyetli olan şehirli unsurdur. İlk Selçuk
fütuhatının ve onu takip eden hadiselerin, oldukça uzun bir zaman için
Anadolu’da şehir hayatını epey sarstığı kolaylıkla tahmin olunabilir. Fakat
sonra, XIII. asrın ilk yarısında, Anadolu Selçuk devleti siyasî ve askerî
bakımdan mevkiini sağlamlamış, cenubda ve şimalde denize çıkmış, mun
tazam bir idare teşkilâtı vücude getirmişti. Bunun neticesi olarak, yalnız
dahilî ticaretin değil, haricî ticaretin de inkişaf etmesi ve hükümdarların
ticareti himaye hususunda kuvvetli tedbirler almaları, tabiatıyla şehir ha
yatının da inkişafında büyük bir âmil oldu. Ticaret ve sanayi faaliyetinin
inkişaf derecesini bilmeden şehir hayatını ve şehir teşkilâtını öğrenmek
kâbil olamayacağı cihetle, evvelâ, en umumî hatlanyla, bu mes’eleyi tavzi
he çalışalım.
Filhakika, Selçuk hükümdarları XIII. asırda fa’al bir ticaret politikası
tâkip ediyordu: Mühim bir transit mıntıkası olan küçük Ermenistan, tica
ret kafilelerinin emniyetini bozduğu için te ’dibe uğramış, bütün zararları
tazmine mecbur olmuştu; Antalya ve Alâiye limanlarının ehemmiyetinden
dolayı o civar sahil mıntıkası ele geçirilmişti. Keykubad I. devrindeki
Soğdak seferi, gerek Anadolu tâcirlerinin, gerek İskenderiye-Antalya-
Sinop yolunu daha emniyetli bulan Mısır tâcirlerinin Sinop merkez olmak
üzre bugünkü cenubî Rusya memleketleriyle yapdıkları ticareti emniyet
altına almak maksadıyla yapılmıştı. Anadolu Selçuk İmparatorluğunun
coğrafî vaziyeti itiberıyla muhtelif beynelmilel ticaret yolları buradan ge
çiyordu; Diyarıbekir ve Erzurum gibi şarkın büyük ticaret yollan üzerinde
bulunan mühim merkezlerini de elinde bulunduran ve bütün bu yollar
üzerinde emniyeti te’sis ve her türlü zararlara karşı -teferruatım pek iyi
bilemediğimiz- bir nevi devlet sigortası te’min eden bu devlet, transit tica
retini de elde etmeğe çalışıyordu, İznik İmparatorluğunun teessüsü, bu
60 Bütün bu m es’eleler Ortaçağ Türkiyesinin İktisadî tarihi hakkında hazırlam akta olduğum uz kitapta
tenkiti bir, şekilde tetkik edilmektedir.
82 M. Fuad KÖPRÜLÜ
61 W. Heyd, Histoire du Commerce du Levant au Moyen Âge (trad. Raynaud), vol. I., p. 301-304.
62 L. de M as Latrie, l ’île de Chypre, Paris 1879, p. 209-210.
63 G. I. Bratianu, Recherches sur le commerce génois dans la Mer Noir e au X III e siècle, Paris 1929, p.
165.
64 L. de Backer, Guiilaum e de Rubrouck, Paris, 1877, p. 292-293.
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu 83
6,8 A flâkî ve Sipahsâlâr gibi biyografik kaynaklarda hikâye edilen ve bilhassa M evlânâ’m n oğlu Sultan
V eled’in şiirlerinde de ifade ve te’y id edilen bu vakıa çok manalıdır,
69 F. W. Hasluck’un, Christiaııity and Islam under the Sultans, (Oxford, 1929) adlı kitabındaki tetkikleri
ne m üracaat
70 N. Iorga, Histoire de la vie byzantine, vol. III, p. 18, 227. Islâm kaynaklarında bu nokta-i nazarı te’yid
eden başka deliller de vardır.
86 M. Fuad KÖPRÜLÜ
fından -muayyen bir müddet için, muayyen bir bedel mukabilinde- iltizam
edilen ve onların adamları tarafından tahsil olunan bu vergiler halk aley
hine birtakım sû’-i istimâllere sebep olmakla beraber, şehirlerde zengin
bir sınıf vücude gelmesinde de âmil oluyordu.
Burada ne şehirlilerin idari teşkilâtından, ne şehir vergilerinden, ne
de vergi ağırlığının ve tahsilâttaki yolsuzlukların şehir halkı üzerinde tevlit
ettiği aksülamellerden bahsedecek değiliz. Yalnız, bu şehirlerde iş organi
zasyonunu, işçilerin nasıl corporationlar hâlinde toplandığını, iş ile ser
mayenin münasebetlerini ve bütün bu ekonomik processusün dinî-ahlâkî
ve hukukî taraflarım kısaca anlatalım:
Büyük şehirlerde muhtelif hirfet (metier)ler erbabının muayyen yer
lerde -kapalı veya açık- çarşıları vardır; onlar oradaki dükkânlarında çalı
şırlar; şehirlerin vüs’atine, bazı san’atlann orada daha müterakkî ve
mütemerkiz bir hâlde bulunmasına göre, bu çarşıların büyüklüğü, sayışı
değişir. Büyük tâcirler, kıymetli eşya satan dükkâncılar kapalı ve mahfuz
çarşılarda yahut o civarda bulunan büyük ve emniyetli hanlarda bulunur
lar; bu suretle büyük depo ve mağazalardaki eşya, yanmak, çalınmak,
yağmaya uğramak gibi tehlikelerden azamî nisbette masun kalır. Muhtelif
hirfetlere mensup olanlar ayrı ayrı corporationlar hâlinde teşkilâtlanmış
tır. Muntazam bir hiyerarşİ’ye mâlik olan bu teşekküller, o hirfete ait bü
tün işleri görür, buna mensup fertler arasındaki ihtilâfları halleder, devlet
mekanizmasıyla esnaf teşkilâtı arasındaki münasebetleri tanzim eder.
Ücretlerin tâyini, mal cinslerinin ve fiyatlarının tespiti, hep ona aittir.
Devlet bütün bu teşekküllerin murâkıbi ve icabında onların yardımcısıdır;
yani onlan hukukî bir teşekkül olarak tanımış, kendilerine bazı haklar,
imtiyazlar da vermiştir. Haricî ticaretle uğraşan büyük sermaye sahibi
tâcirler, hükümdar sarayının ve büyük ricalin ihtiyaçlarını tatmin ettikleri
cihetle siyasî bir ehemmiyet de kazanıyorlar, hatta bâzen uzak devletler
nezdinde diplomatik bir vazife ile, yahut istihbarat vazifesi ile de tavzif
olunuyorlardı. Gerek devletle menfaatleri müşterek olan bu sınıfın nüfu
zu, gerek corparationlann başında bulunanların o teşkilâtın en fazla ser
maye sahibi olanlarından mürekkep olması, bu teşekküllerin sermaye ile
sa’y arasında açık veya kapalı daima mevcut olan çarpışmalarda sermaye
aleyhinde yani o devir cemiyetinin İçtimaî nizamı aleyhinde harekette
bulunmasına mâni oluyordu. Fakat buna mâni olan daha kuvvetli bir âmil
vardı ki, o da bu teşkilâta mahsus ahlâk prensipleri idi.
Kısmen dinî-tasavvufı esaslardan, kısmen de kahramanlık
an’anelerinden mülhem olan bu meslekî ahlâk, tesanüdcü ve gayr-endîş
mahiyette idi; yani patron ile işçi arasındaki vaziyeti, adeta şeyh ile mürid
arasındaki vaziyete benzer bir hâle koyarak “manevî bir nizam” te’sisi
90 M. Fuad KÖPRÜLÜ
71 H. Corbin, Pour l ’anthropologie philosophique, Recherches philosophique, vol. II, 1932-1933, p. 376.
72 Kôprülüzade M ehm ed Fuad, Türk Edebiyatı Tarihi, cild I, 1928, s. 243-252, 281-322. Türk Edebiya
tında İlk Mutasavvıflar, İstanbul 1919, s.213~ 286. Bu son eserin şu m üellifler tarafından yapılmış mu
fassal tahlilleri vardır: L. B ouvat (Revue du Monde Musulman, vol. XLIII, 1921, p. 236-282), Clément
Huart (Journal des Savants, XX, nos 1-2, 1922, p. 5 -İ8), Th. Menzel (Körösi Csoma- Archivum, vol.
II, no. 4, p. 281-310; no. 5, p. 345-357; no.6, p. 406-422).
m . BOLUM
OsmanlIlar, siyasî bir teşekkül, fakat iptidaî ve zaif bir teşekkül ola
rak garbî Anadolu’nun şimal köşesinde tarih sahnesine ilk çıktıkları za
man, Anadolu’nun nasıl bir siyasî ve İçtimaî vaziyette bulunduğunu gös
termiştik. Osmanlı Devletinin kuruluş tarzını anlayabilmek için daima göz
önünde bulundurmak icap eden o umumî şartlardan başka, bu büyük hâ
dise ile doğrudan doğruya bağlı birkaç mes’ele daha vardır ki, onları da
öğrenmek mecburiyetindeyiz. Şimdiye kadar üzerinde oldukça münakaşa
edilmiş, fakat iyi bir neticeye varılamamış olan birinci mes’ele, bir etnoloji
mes’elesidir: İmparatorluğun ilk çekirdeğini teşkil eden bu Türk unsuru
nun kavmı mahiyeti yani muhtelif Türk şubelerinden hangisine mensup
olduğu.. Bu münakaşalı mes’elenin halli, bunların Anadolu’ya ne zaman
gelmiş oldukları mes’elesini yani, birçok münakaşaya rağmen hâlâ halle-
dilemeyen ikinci bir m es’eleyi de aydınlatacaktır.
Benim kanaatime göre, bu iki mes’ele her ne şekilde halledilirse edil
sin, Osmanlı Devletinin kuruluş tarzının izahı için birinci derecede mühim
değildir; böyle olduğu hâlde bu konferansın dar çerçevesi içinde onlara bir
yer vermemiz, daha ziyade, bunlara şimdiye kadar büyük ehemmiyet
atfolunmasının mânasızlığını göstermek ve bu hususta ileri sürülen naza-
riyelerin çürüklüğünü anlatmak içindir. Fakat bizi burada asıl meşgul
edecek mes’ele, XIII-XIV. asırlarda uçların ve bilhassa garbî Anadolu uç
larının dahilî hayatının aydınlatılmasıdır; bir önceki makalede Anado
lu’nun İçtimaî tarihi hakkında verilen izahatı tamamlamak ve yalnız Os
manlI Devletinin değil, uçlarda teşekkül eden diğer beyliklerin de kurulu
şunu anlamak için buna şiddetle ihtiyacımız vardır: Önce, içinde doğduğu
İçtimaî muhiti anladıktan sonra, bu küçük siyasî teşekkülün sür’atle kuv
vetli bir devlet hâline gelmesini intaç eden dahilî ve haricî âmillerin izahı
daha kolay olacaktır.
94 M. Fuad KÖPRÜLÜ
I. OSMAN’IN KABİLESİ
OsmanlI sülâlesini kendi içinden çıkarmak itibarıyla bu devletin çe
kirdeğini teşkil eden unsurun, Selçuklularla beraber Anadolu’ya gelen
Türklerin büyük ekseriyeti gibi, Oğuz yani Türkmenlerden olduğunu eski
menbalar müttefikan söylerler. Bu unsurun Kanglı adlı diğer bir Türk
zümresine mensup olduğu hakkında bazı yeni müverrihlerde tesadüf edi
len nokta-i nazar, ciddî bir esasa dayanmaz.73
Yalnız, bu unsurun Oğuzlar’ın hangi şubesine mensup olduğu,
menbalann bazılarında meskût geçilmekte, bazılarında ise Kayı kabilesine
mensup olduğu tasrih edilmektedir. Meselâ popüler mahiyetteki anonim
Tevârih-i âl-i Osman’larda ve Şükrullalı’ın Behcetü't-tevârih’inde, Âşık
Paşazâde ve Oruç Bey tarihlerinde Os manii hanedanının sadece Oğuzlar
dan olduğu söylenir; halbuki Murad II. zamanında yazılan Yazıcıoğlu’nun
Selçufo-nâme’sinde Kayılardan olduğu tasrih edildiği gibi, Câm-ı Cem âyin
gibi silsile-nâmelerde ve Dede Korkud hikâyeleri gibi millî hikâye mecmu
alarında, Düstûr-nâme-i Enverî ile Ruhî, Lûtfi Paşa tarihlerinde ve nihayet,
İdris-i Bitlisî’nin H eşt Behişt’inde Kayılarm diğer Oğuz boyları arasında
şerâfet ve asaletine ait bazı rivayetlerle birlikte, bu fikir ileri sürülür. Son
zamanlarda yazılan şark ve garp eserlerinde de ekseriyetle OsmanlIların
Kayı kabilesinden oldukları kabul edilmektedir. Filhakika, bunlarm O-
ğuzlardan oldukları hakkındaki rivayet, Kayılardan olmalarına mugayir
bir rivayet değildir; sonra, Kayı rivayeti, evvelkilerden daha eski
menbalarda mevcuttur. Bunlardan bazılarının, Oğuz an’anelerinin Ana
dolu’da henüz unutulmadığı bir zamanda yazılması, hattâ, Kayıların şeref
ve asaletine dair menkıbeler uydurulması da bunu kuvvetlendirmektedir.
Osmanîı hükümdarları kendilerini Kayılardan addetmeseler, onların sa
raylarında yazılan eserlerde bu türlü m enkıbeler uydurulmasına lüzum
görülmeyecekti. Kayıların Oğuz boyları arasındaki ehemmiyetinden dola
yı, Osmanlı hükümdarlarının böyle bir iddiada bulundukları birdenbire
akla gelebilir; fakat bu da doğru sayılamaz: Oğuz an’anesine göre hüküm
darlar en ziyade Salur veya Kınık boylarından yetişir; Osmanlı padişahları
eğer kendilerine yalandan bir şecere uydurmak isteselerdi, kendilerini
onlara mensup sayarlardı. Şunu da düşünmek lâzımdır ki, bu Kayı rivaye
tinin tespit edildiği Murad II. zamanında eski aşiret an’aneleri büsbütün
unutulmuş değildi,74 bilhassa göçebeler arasında yaşayan an’anevî riva
yetlerle tezat teşkil edecek bir uydurma şecerenin meydana atılması mâ
nâsız olurdu.
73 R. Grousset. Histoire de l ’Asie, Paris 1922, vol. I, p. 273-274; “Osmanlı devletinin kurucuları, men-
şe ’leri A ral-H azar m ıntıkası olan Türk-Oğuz, yahut K anglı’lardır”; vol. III, p.423: “İşte o zaman,
Kanglı aşiretine m ensup küçük bir (şef),..."
74 Abdülkâdir, Türk Kabile (aşiret) Hukukunun bazı Meseleleri Hakkında, Türk Hukuk ve İktisat Tarihi
Mecmuası, cild I, 1931, s. 121-133.
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu 95
75 J. H. K ram ers, Wer waıs Osman? Acta Orientalin, vol. VI. p. 242.
76 Abulgâzî Bahâdur Khan, Şecere-i Terâkime (Türkm enler’in jenealojiieri; bu eserin ehemmiyeti hk.
bakının: Encylopédie de l ’I slam 'daki cild ÎV ’te Türkmen edebiyatı hakkmdaki makalemiz (Turkmènes
maddesi).
77 Bu kere Ch. Diehl tarafından tekrar edilmiştir: La Société byzantine à l'époque des Comnènes, Paris
1929, p. 41.
78 W, Bang und J. Marquardt, Osttürkische Dialektstudien, Berlin 1914, p. 187-19-1.
7!) P. Pelîiot, A Propos des Comans, Journal Asiatque onzième série, t. X V , 1920, p. 136.
80 I. N em eth’in yazışı, Zeitschrift der Deutschen Morgenländischen Gesellschaft, no. 75, 1921, p. 278;
Brockelm ann, Älttürkestanische Volkpoesie I (Asia, Major, introductory volume), Sonderdruck s. 14;
Das Nationalgefühl der Türken im Licht der Geschichte, 1918, p. 17.
81 Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, s. 145-146.
96 M. Fuad KÖPRÜLÜ
82 Oğuzlar'in Etnolojisi Üzerine Tarihî Notlar, Türkiyat Mecmuası, cild. 1. 1925, s. 187-191.
83 Encyclopédie de ¡’Islâm'da Kayı ve Türks maddelerine bakınız.
OsmanlI İmparatorluğunun Kuruluşu 97
ile, nüfuzlarını te’sis edebilmişlerdir. XIV. asır ortalarına ait bir menbada,
İlhanîler’e tâbi olup onlara vergi veren Anadolu uc memleketleri “Kara
man, Germiyan, Hamid Oğullan, İnanç Oğullan, Orhan, Umur Bey, Sinop,
Kastamonu, Gerede ve Bolu” olarak gösterilmiştir.97 Bâzı sikkeler ve kita
belerle M asâlikü'l-Ebsâr ’daki bir kayıt, İlhanî devletinin son inhitat ve
sükût zamanlarında bile bu uc memleketlerinde Moğol hakimiyetinin
büsbütün ortadan kalkmadığı zannım vermekte ise de, bunun, belki de,
Anadolu’da İlhanî hâkimiyetinin vârisi olan kuvvetli Eretna devleti ile hoş
geçinmek için tâkib edilen bir siyasetin neticesi olması muhtemeldir.
Uçlar, yalnız göçebe veya yarım göçebe Türkmen aşiretlerine mahsus
yaylak ve kışlakları muhtevi sahalar değildi. Her aşiretin kendisine mah
sus yaylak ve kışlakları olmakla beraber, uçlarda birçok köy, küçük kasa
ba, hattâ mühim noktada küçük müstahkem mevkiler de vardı. Bütün
bunlardan başka, hudutların biraz gerisinde sayıca çok olmamakla bera
ber bazı büyükçe şehirler de vardı ki, BizanslIlardan zaptedilmiş olan bu
müdafalı şehirler, uc beyliklerine merkez vazifesini görüyordu. Türk sa
hasında, Müslüman Türk köylerinden başka Hristiyan köyleri mevcut
olduğu gibi, şehir halkı da İslâm ve Hristiyan karışıktı. Aynı suretle, Bi
zans topraklarında da, oralarda yerleşmiş Müslüman Türklere tesadüf
olunuyordu.
98 Chronique de Michel le Syrien, traduite par J. B. Chabot, t. ÏH. p. 222, 235, 390, 391; Deux Historiens
Arméniens, traduits par M. Brosset, Saint- Pétersbourg 1870, livraison I, p. 114; J. Laurent, Sur les
Émirs Danichmendites, dans M élanges N. Jorga, Paris 1933, p. 505; aynı müellifin: Byzance et les
Turcs Seldjoucides, Paris 1919, p. 74: -yine aynı müellifin: Des Grecs aux Croisés, Byantion, 1, p. 386;
Géographie d'Aboulfèda, vol. I. p. XV.
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu 103
C. İSLÂMLAŞMA
Burada, sırası gelmişken, ihtida mes'elesinden de kısaca bahsedelim:
Selçuk devrinde Anadolu’da Hristiyanlar arasında ihtidalar elbette mev
cuttu. Nitekim Selçuk ricali arasında, içlerinde hattâ Komnenler ailesi gibi
yüksek Bizans aristokrasisine mensup birtakım mühtedilerin bulunduğu
nu biliyoruz. Bunlardan başka, âlimler, san’atkârlar, hattâ meşhur muta
savvıflar arasında, yâ kendileri yahut babaları Hristiyanlıktan dönmüş
olanlar yok değildir. Uzun zaman temaslar, Müslümanların devlet idare
sindeki imtiyazlı mevkii, İslâm olmayanlara mahsus bazı tekâliften kur
tulmak arzusu, hulâsa, psikolojik ve ekonomik sebepler bu hususta az çok
âmil olmuştur.
Gerçi İlhanîler zamanında, bazen Müslümanlar aleyhine dinî mahi
yette tazyikler yapıldığını, hattâ Baydu’nun Hristiyanları fevkalâde iltizam
ederek onların teşviki ile İslâmlar aleyhinde bazı tedbirler alındığını bili
yorsak da, -dinî olmaktan ziyade siyasî maksatlarla yapılan- bu gibi hare
101 W. Thomsen, Inscriptions de l ’Orkhon, H elsingfors, 1896 (Bk. Türkçe keüm eler indeksi)
Osmanh İmparatorluğunun Kuruluşu 107
102 Nerchakhy, Description de Boukhara, publié par Charles Schefer, Paris 1892, p. 192.
103 Aynı eser, p. 8 Í, 82; - G ardîzî, Kitâb Zainıı 'l-Akhbâr, ed. M uham med Nâzım, Berlin 1928, p. 48; The
Târih-iBaihakî (B ibliotheca índica), Calkutta 1862, p. 23.
104 Köprülüzâde M. Fuad, Türkiye Tarihi, İstanbul 1923, s. 82.
105 W. Barthold, Turkestan dow n to the M ongol Invasion, London 1928, p. 215.
106 Tabarî, de Goeje tarafından neşredilmiştir, seri 3, II, s. 886.
108 M. Fuad KÖPRÜLÜ
ki, bu son zümreden Arap seyyahı İbn Cubayr de bahsetmiş ve XII. asırda
onların Suriye’de mevcudiyetlerini bildirmişti.107 İbnü'l-Esîr'in ifadesi, da
ha iki asır evvel bunların Bağdad’da mevcudiyetlerini bize öğretiyor. İbn
al-Kathir (473 Hicrî - 1080 ve 1081 Miladî) de Bağdat’ta Fityân’ın munta
zam bir teşkilât hâlinde mevcudiyetlerini söylüyor. Her hâlde, daha ilk
zamanlardan başlayarak, sınaî ve ticarî büyük merkezlerde, aynı hayat
şartlarının doğurduğu bu İçtimaî sınıf mevcuttur. Zaman ve mekâna göre
isimleri, kıyafetleri, ahlakî prensipleri az çok tahavvüllere uğrayan, büyük
şehirlerde fırsat buldukça haydutluk, hırsızlık, kabadayılık, dahilî müca
delelerde veya serhadlerde gönüllü veya ücretli askerlik eden, bir kısım
mensuplarının esnaf teşkilâtına dâhil olması dolayısıyla onlarla da rabıtası
olan, işsiz kaldıkları veya zemini müsait buldukları zaman büyük mer
kezlerin İçtimaî nizamını bozan bu sınıf, Moğol istilâsından evvel ve sonra
Mâverâünnehir, Horasan, İran, Irak, Suriye, Şimalî Afrika ve Anadolu
sahalarmda Harâfişa, ‘Ayyârân, Şattârân, M utattavvîa, Cu'aydîya,
zanâtâra, Fityân, veya Futuvvetdârân, Rurıûd ve daha bu gibi isimler al
tında daimâ görülüyor. Bu isimlerin ve bunlara bağlı ta ’birlerin ayrı ayrı
mâna tahavvüllerini, aralarındaki farkları anlatmak, bu teşekküllerin tari
hî tekâmüllerini göstermek demektir ki, büsbütün ayrı ve uzun bir tetkik
mevzuudur.
İslâm tasavvufu tarihinde “Horasan M elâmetiyesi” diye m a’ruf olan
mühim zümre, Horasan’daki Ayyârlar teşkilâtıyla108 bazı noktalardan alâ
kadar olduğu cihetle, mürüvvet, fütüvvet ilh... birtakım tasavvufî tâbirler,
her iki zümrenin istilâhlannda da -ifade ettikleri mânalar biraz farklı ol
makla beraber- mevcut idi; sınaî ve ticarî büyük İslâm merkezlerinde
muhtelif mesleklere göre korporasyonlar teşekkül ettiği zaman, gerek
tasavvuf zümreleriyle, gerek bu Ayyârlar ve emsali zümrelerle râbıtaları
olan bu korporasyonlarm istilâhlanna da bu gibi kelimeler girmiş, hattâ
bunlara mahsus ahlâk prensiplerinin teşekkül ve inkişafında da aynı
te’sirler az çok kendini göstermiştir.
M assignonun “fü tü vvet’’ ta’birini chevalerie insurrectionnelle,
héroisme hors lois diye târif etmesi gayet doğrudur; gerçi tasavvuf
tarikatlerinde, bu tâbir pek tabiî olarak bundan daha farklı bir mânevî
mâna almıştır; lâkin bu bahsettiğimiz İçtimaî sınıfın ahlâkî prensipi olarak
fütüvvet , yani yiğitliğin başlıca mânası budur. Yalnız, bu prensipin
Ayyârlara ve mümasil teşkilâtlara girmesini, Massignon’un gösterdiği gibi
535 Hicrî (1140 Milâdî) tarihine değil,109 ondan hiç olmazsa üç asır evvele
110 P. Kahle, Die Futuwwa- Bündnisse des Kalifen en-Näsir (622/1225), Festschrift Georg Jacob, Leipzig
1932, s. 112-117; P. Kahle, Ein Futuwwa Erlass des Kalifen en Nasır aus dem Jahre, 604 (1207)
Archiv für Orientforschung (Oppenheim Festschrift), Berlin 1933. s. 52-58.
111 İbn Bîbî, Selçûk-nâme, (Ayasofya Kütüphanesi, nr. 2985).
112 Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, s. 273.
110 M. Fuad KÖPRÜLÜ
mış olan yarı göçebe Türkmen aşiretleri arasında bunun böyle olması pek
tabiî idi; Uc beylerinin Gâzî lâkabını almaları ise, onların artık şehir haya
tına geçmiş ve az çok medrese te ’siri altına girmiş olmalarından dolayıdır.
İşte Âşık Paşazade’nin pek de mahiyetini anlamayarak Gâzîyân-ı Rûm
ismi altında anlatmak istediği zümre, şüphesiz bu Alplardır. XVI. asırda
Safevî İmparatorluğunu kuran Şah İsmail, ordusunu teşkil eden ve kendi
sini yalnız siyasî ve askerî bir şef değil, dinî bir reis, daha doğrusu bir
m ürşid telâkkî eden Türkmen cengâverlerini Alplar değil Gâzîler veya
Sofiler diye zikretmektedir; fakat bu, iki asırlık uzun bir dinî tekâmülün
neticesidir.
2. AHİLER- Âşık Paşazâde’nin Anadolu’da ehemmiyetlerinden bah
settiği ikinci zümre Ahîyân-ı Rûm, yani Anadolu Ahileridir, İbn Battûta’nın
müşahadeleri sayesinde XIV. asırda bu teşekkülün Anadolu’da ne kadar
yayılmış olduğu eskiden beri bilindiği için, Osmanh Devletinin kuruluşun
da bunların rolleri meselesi epeyi zamandır dikkati celbetmiş bulunuyor.
On beş seneden beri oryantalistlerin bu husustaki tetkikleri ve eski yeni
birtakım fütüvvet-nâm e’ler üzerinde yapılan yeni araştırmalar bu teşkilâ
tın mahiyetini az çok aydınlatmış gibi görünüyorsa da, tarih bakımından,
bu husustaki mübhemiyet henüz giderilmiş değildir.113
İbn Battûta, bilhassa Anadolu’nun belli başlı merkezlerinde, Antalya,
Burdur, Gölhisar, Lâdik, Milas, Barem, Konya, Niğde, Aksaray, Kayseri,
Sivas, Gümüş, Erzincan, Erzurum, Birgi, Tire, Manisa, Balıkesir, Bursa,
Gerede, Geyve, Yenice, Mudurnu, Bolu, Kastomonu, Sinob’da, A hîyetü’l-
fityân (kardeş yiğitler) adını verdiği bu zümrenin zaviyelerinden bahset
mekte ve Anadolu’da her Türkmen kasabasında, köyünde bunlara tesadüf
edildiğini söylemektedir. Filhakika, gerek toponimi tetkikatı, gerek kita
beler ve mezar kitabeleri, sonra vakfiyeler, resmî kayıtlar ve nihayet muh
telif tarihî menbalar, bu teşkilâtın Anadolu’nun her tarafına, hattâ Ana
dolu ile sıkı münasebeti olan Azerbaycan’a ve Kırım’ın sahil şehirlerine
kadar yayıldığını gösteriyor. Bu vaziyet, belki bu kadar yayılmış ve inkişaf
etmiş olmasa bile, XIII. asırda ve bilhassa bu asrın İkinci yarısında da
böyle idi. Selçuk devrine ait eserlerde, bazı büyük şehirlerdeki hâdiseler
den bahsedilirken, kuvvetli bir İçtimaî teşekkül olarak “Runûd ve
Ahîyân”dan yani Rindler ve Ahilerden veya fütüvvet mensuplarından bah
sedilir. Müteradif olan bu kelimelerden Rind, (cem’i Runûd) kelimesi,
tamamen ‘Ayyâr mânasına, daha evvelki asırlara ve başka sahalara ait
menbalarda da mevcuttur. Bilhassa büyük şehirlerde kuvvetli ve mahiyeti
113 B ibliyografya için, F. T aeschneı’in şu iki m akalesine müracaat: Futuwwa-Stiidien, Die Futmvwabünde
in der Türkei und ihre Literatur, Islamica, vol. V., fase. 3, 1932; Die Islamischen Futuwwabünde,
Band 12, Heft 1/2, 1933.
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu 111
114 P. Wittek, Zur Geschichte Angaras im Mittelalter , Festschrift Georg Jacob, p. 349.
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu 113
121 K.ôprü!iizade M. Fuad, Influence du chamanisme turco-mongol zur les ordres mystiques musulmans,
Istanbul 1929, s. 12.
116 M. Fuad KÖPRÜLÜ
122 Abû Ishâq Kazerûnî und die Ishaq'i-Derwishe in Anatolien, Der Islam Band XIX, Heft 1/2, 1930, s.
18-26.
123 W. Kasket, Der Islam, Band XIX, Heft 4, s. 284-285.
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu 117
1er, meselâ XIII. asrın ilk yarısında etrafına büyük bir kitle toplayan ve
muahharen debbağlar esnafının pîri sayılan Âhî Evren’in halifesi ve Kırşe
hir’deki tekkesinin şeyhi olan şair Gülşehrî, bu köy şeyhlerinin şiddetle
aleyhinde bulunmaktadır. Gerek köylere yerleşmiş olan, gerek göçebe
hayatını muhafaza eden bu Türkmenler, hiç şüphesiz, sağlam ve çok sa
mimî Müslümandılar. XV. asrın ilk yarısında Anadolu'dan geçen
Bertrandon de la Broquière, Mekke’den gelen bir kervanın önünde Kütah
ya’dan Bursa’ya gelirken, kendisini hacı zanneden bazı Türklerin yolda
elini ve elbiselerini öptüğünü söylüyor.124 Fakat bu Türkmenlerin Müslü
manlığı, şehirli Türklerinki gibi tamamıyla Ortodoks bir Müslümanlık
değil, eski Türklerin eski putperest an’aneleriyle müfrit Şi’îliğin -haricen
tasavvuf rengine boyanmış- basit ve popüler bir şeklinin ve bazı mahallî
bakıyyelerin imtizacından hâsıl olmuş bir Syncrétisme idi. “Mehdî bekle
me” temayülleri kuvvetli olan bu Türkmen aşiretleri, merkezî idareye kar
şı koyabilecek yegâne kuvvet olduğu için, bunlar arasında dinî-siyasî pro
pagandalar hiç eksik olmamıştır. Ortodoks mutasavvıfların şiddetli ten
kitlerine uğrayan garib kıyafetleri, şeriate mugayir âdetleri, coşkun yaşa
yışlarıyla tamamen eski Türk Şam an’lan m hatırlatan bu Baba lâkablı
Türkmen şeyhleri, köylülerin ve göçebelerin manevî hayatlarının başlıca
nâzımı ve hâkimi idiler; ne din âlimleri, ne de burjuva tarikatlerine men
sup şeyhler, zihniyetlerine tamamıyla yabancı olduklan o muhitlerde bu
Babalarla mücadele edemezlerdi. İşte yukarıda bahsettiğimiz müthiş Ba-
baîler kıyamı, bu fa’al propagandacılar tarafından hazırlanmış ve tatbik
edilmiştir. Anadolu’da ibtida XIII. asırda gördüğümüz bu Babaî taifesi,
şeyhlerinin emrini yerine getirmek için, kadınları ve çocuklanyla cenge
atılan ve şeyhlerinin maddî ölümüne bile inanmayan bu taife, bir tasavvuf
tarikatinden ziyade, bir secte mahiyetindedir ki, muahhar asırlarda Ana
dolu’da mevcudiyetini bildiğimiz muhtelif alevî taifelerine benzer.
Din tarihi bakımından, bu Babaîlerin ve bu Türkmen şeyhlerinin
menşeini nerede aramak lâzımdır? Bize göre, bunların menşeini, kısmen
Yesevîye ve kısmen de Kalenderîye tarikatlerinde aramak lâzımdır. XII.
asırda Orta Asya’da kurulmuş en eski Türk tarikati olan Yesevîye, büyük
bir sür’atle bütün Türk memleketlerine yayıldığı gibi, bilhassa Cengiz
istilâsıdan sonra Mâverâünnehir’den ve Harezm’den Anadolu’ya vâki olan
büyük muhaceretler esnasında Anadolu’ya gelip yerleşmişti. Vaktiyle bü
tün teferruatıyla tetkik etmiş olduğum bu tarikat hakkında burada fazla
bir şey söylemeyeceğim; yalnız, bazı âyinleri125 itibarıyla eski Türk Şam a-
nizm ı ile alâkasını göstermiş olduğum bu tarikatin, Ortodoks mahiyeti
hakkında eski fikrimi burada tashih etmek isterim: Elime geçen bazı yeni
A. TARİHÎ VAKIALAR
Daha ilk Selçuk fütuhatı esnasında Anadolu’ya gelerek muhtelif yer
lere iskân edilmiş olan Kayı Oğuzlarından küçük bir kısım, XIII. asır son
larında Anadolu’nun şimal-i garbisinde ve Türk-Bizans hududu üzerinde
yaşıyordu. Bunların XIII. asrın son yansında Paflagonya’daki kudretli
Türk Emîri Umur’un maiyyetinde, civarlarındaki BizanslIlarla mücadele
lerde bulundukları tahmin olunabilir. Zekî ve iradeli bir aşiret reisi olan
Osman, Anadolu’daki Bizans topraklarının o zamanki anarşisinden ve
metruk vaziyetinden istifade ederek, arazisini yavaş yavaş genişletmeğe
başladı, İznik havalisine doğru tehditkâr bir vaziyet alan Osman’a karşı
Muzalon kumandasındaki BizanslIların Koyunhisarı (Baphaeon)’ndaki
harpleri imparatorluk ordusunun onunla ilk temâsıdır (1301; Murat’a göre
1302). Gerek merkezde, gerek Balkanlar’da türlü gailelerle meşgul olan ve
garbî Anadolu’da Germiyan Oğulları ile ona tâbi sahil beylikleri gibi kuv
vetli düşmanlarla uğraşan Bizans, uzun müddet Osman’a karşı bir hare
kette bulunmak imkânım bulmadı. Kendi kuvvetleriyle kendini müdafaya
mecbur olan bazı mevkiler ve nihayet epey yıldan beri mülhakat köylerini
kaybetmiş olan Bursa sükût etti (1326). OsmanlIların mütemadi ilerleme
lerinden ve îznik’in tehdit edilmesinden telâşa düşen genç imparator
Andronie III., 1329’da Pelekanon’ (bugünkü Maltepe)’da Orhan’ın ordusu
ile yaptığı harpi kaybetti ve İznik 1331’de Orhan’ın eline geçti, 1337 veya
1338’de İzmit’i de ele geçiren Osmanlı Beyliği, artık Kocaeli yarımadasına
hâkim olmuştu. Bu zamanlardan başlayarak galiba 1360 senelerine kadar,
Osmanlı Devleti, parça parça Karesi Beyliği arazisini de ilhaka muvaffak
oldu. XIV. asır ilk yarısının son yıllarında Osmanlı Devletinin vaziyetinden
ız â M. Fuad KÖPRÜLÜ
kuvvetlenmesinde büyük bir âmil oldu. Çünkü, boş ve zengin toprak bu
lup yerleşmek maksadıyla, birçok göçebe unsur, fakir köylü, Rumeli’nin
zengin Tımarlarına nâil olmak isteyen birçok Sipahi, Orta Anadolu’dan,
Karesi, Saruhan, Aydın, Menteşe gibi sahil beyliklerinden Trakya’ya ve
Makedonya’ya geldi. Devletin iskân maksadıyla naklettiği kitlelerden baş
ka, şahsî arzularıyla gelenlerin de her hâlde büyük bir yekûn tuttuğu tah
min olunabilir. Sahil beylikleri halkından birçoklan, vaktiyle beylerinin
maiyyetinde gelip geçmiş oldukları bu zengin ve güzel Rumeli sahasını
daha eskiden tanıyorlardı. Osmanlı Devleti bu suretle Anadolu’daki kom
şularının zararına kuvvetini mütemadiyen artırıyordu. Anadolu’dan Ru
meli’ye Türklerin böyle mühim kitleler hâlinde nakilleri, XV. asırda da
devam edecektir.
7. OsmanlIların Balkanlar*daki fütuhatı kendileri için nüfusça büyük
zayiatı mucib olmadan, kolaylıkla yapılmıştı. Bu fütuhatta harple beraber
zaptolunan yerlerden mebzul ganimet ve esir alınıyordu. Ekseriyetle genç
çocuklardan mürekkep olan bu esirlerden devlet namına alınan beşte bir
hisse Anadolu’ya sevkedilerek Türkler arasında terbiye ediliyor ve orada
Türkçe öğrenip İslâm olduktan sonra, askerlikte kullanılıyordu.
Anadolu’da büyük askerî fiyeflere mâlik olan kumandanlar, yahut
daha küçük fiyef sahipleri, hisselerine düşen esirleri ya satıyorlar, yahut
İslâm âdetine göre terbiyeden sonra kendi maiyyetlerinde kullanıyorlardı,
XV. asrın ilk yarısında Anadolu’da Hristiyan ahalisiyle beraber herhangi
bir işe vakfedilen köylerin mevcudiyetini biliyoruz. Kat’î bir şey söylene-
memekle beraber, bunların böyle esirlerden mürekkep köyler olduğu
tahmin olunabilir. Eğer böyle ise, bu esirlerden ancak bir kısmının -belki
yaşları küçük olanların- ihtida ettirildiği, kısm-ı âzaminin büyük arazî
sahipleri tarafından kendi topraklarında ziraat işlerinde kullanıldığı mey
dana çıkar.
Sulh yolu ile zaptedilen yerlerdeki halk, muayyen vergilerini vermek
üzre, yerlerinde bırakılıyordu. Yukarıda bahsetmiş olduğumuz serseri
derviş zümreleri, Hristiyan halk arasında mütemadi bir İslâm propagan
dası yapmakla meşguldüler. Bogomil’ler gibi Ortodoks kilisesine düşman
Hérétique zümreler arasında, İslâmiyetin kolaylıkla yayıldığı tasavvur
olunabilir. Aristokrasi arasında da ekonomik ve psikolojik sebeplerle ihti
dalar vukû bulduğu tabiîdir. Fakat bu ihtidaların XIV. asırda öyle büyük
mikyasta vukûa gelmediği söylenebilir. Bunu daha sonra, XV. hatta XVI.
asırlarda bilhassa Bosna’da ve Arnavutluk’ta göreceğiz. Bütün bunlarda
devletin hiçbir müdahalesi, tazyiki olmamış, devlet her zaman din serbes
tîsine, ruhanî sınıfların imtiyazlarına, cemaatlerin örf ve âdetlerine riayet
etmiştir.
126 M. Fuad KÖPRÜLÜ
130 Bizans Müesses elerinin Osmanlı Müesseseleri Üzerine Te 'siri. -Türk Hukuk ve İktisad Tarihi Mecmu
ası, cild I, 1931, s. I65-3Î3. Bu eserin vardığı neticelerin kısa bir hulâsası, Fransızca olarak şu başlık
altında neşredilm iştir: Les Institutions Byzantines ont-elles joué un rôle dans la formation des
Institutions Ottomanes? (VU e Congrès International des Sciences Historiques, V arşova kongresine
takdim edilmiş oían tebliğler hulâsası, 1 9 3 3 , 1.1. p. 297-302).
M. Guilland, tezim den, ancak bu hulâsanın çabucak kııaati neticesinde haberdar olduğu içindir ki,
Annales d 'Histoire Economique et Sociale (Juillet 1934, p. 426: Institutions Byzantines, Institutions
Musulmanes?)'da, Bizans te ’sirleri m es’elesini “menfi olarak hallettiğim i, fakat bunu, tarihçiye yakı
şan tarafsızlık ve serinkanlılıkla yapmadığımı” yazabilm iştir. Esas eserimde, B izans’ın bilhassa
Em evîler ve A bbâsîler devirlerinde îslâm m üesseselerine te ’sirlerini, m üsbet m u’talar olarak kaydet
tim. Türkler’e gelince, bu te’sirin onlar üzerinde, Osmanlı D evleti’nin kuruluşundan sonra değil, daha
evvel âmil olduğunu m eydana koyduğum u sanıyorum, (İslâm müesseseleri=Osmanlı m üesseseleri)
m uadeletine gelince, bunun bütün m es’uliyetini, tabiî. M. Guiiland’a bırakıyorum.
Osraanlı İmparatorluğunun Kuruluşu 127
131 W. Bang und J. M arquart, Osttürkische Dialektstudien (Abhandt. der. K.. Gesellsch. Der Wiss. zu
Gottingen, phil. - hist. K.I., N. F., t. XIII, N. 1), Berlin 1914. M uhtelif yazılardan mürekkep olan bu cilt
içinde W. B ang’ın Türkçede palatalisation hâdisesi münasebetiyle Codex Comanieus hakkında filo
lojik mühim bir tetkiki (S 1-12), yine onun, bu eski Türk metnindeki bir İlâhi hakkındaki m ühim m a
kalesi (S. 241-276) ve nihayet J. M arquart’in Komanlar hakkındaki asıl büyük eseri (S. 25-238) ve
sonra da bazı ZeyiFler vardîr.
132 Aynı eser, S 39-40; ve Zeyil II, S. 187-194.
132 M. Fuad KÖPRÜLÜ
133 Eski Osmanlı kronikçilerinin m asallarını hiçbir tenkite tâbi tutm adan kullanm aktaki bu çocukça saf
dilliğin m es’uliyeti, M arquart’a değil, kendisinden evvel "Osmanlı tarihinde mütehassıs geçinen" Şark
ve Garp m üelliflerine aittir. B u m es’ele tam am ıyla ihtisasının dışında bulunduğu için, bu büyük âlim,
bu hususta “ en büyük saiahiyet sahibi” sayılan m üelliflere m üracaat etm ekte ve onlara inanm akta m a
zurdu.
13,1 F. Giese, Türk Elsine ve Tarihine Ait Bazı Yeni Alman Neşriyatı. E debiyat Fakültesi Mecm uası, Sayı
3, Tem m uz 1332, S. 286-294. Bu hulâsada, M arquart’m “ Kayılarm etnik mahiyeti, Kay= Kayı birleş
tirm esi, bunların XIII. asırda H orasan’dan A nadolu’ya m uhaceretler:” gibi, Osmanlı tarihiyle çok alâ
kalı m es’etelerden hiç bahsedilmemiştir.
135 Tôrténeti Szemle, 1918.
136 Paul Pelliot, A propos des Comans, Journal Asiatique, O nzièm e série.Tom e XV, N. 2, avril-juin 1920,
S. 125-185.
137 Russkij istoriçeskij Zurnal, VII. 1921, S. 138-156. Ayrıca şu eserin mukaddimesine bakınız: J.
M arquart, Wehrot und Arang.
138 Zeitschrift der Deutschen M orgenländischen Gesellschaft, 1921, N. 57, S. 278,
139 C. Brockelm ann, Altturkestanische Volkspoesie I, Asia M ajor, 1920 (Prof. Hirth şerefine çıkarılan
Hirth Anniversary Volume‘de), ayrıbasım, S. 14; bu m akalenin Türkçe tercüm esi: Edebiyat Fakültesi
Mecm uası, Ağustos-Teşrinievvel 1339, Ş. 128. Aynı fikir, onun şu risalesinde de ileri sürülmüştür:
Das Nationalgefühl des Türken im licht der Geschichte, S. 17. M ahnıûd Kâşgari’nin eseri üzerinde
ciddî tetkiklerde bulunan bu kıymetli âlimin, orada Kayların dilleri hakkm daki ifadenin M arquart’i
te’yit ettiğini söylemesi, pek mantıkîdir; nitekim ben de, ondan daha evvel, Türk Edebiyatında İlk
Mutasavvıflar'da aynı şeyi söylemiştim. Lâkin, yine M ahm ud'un A'tfv'/ları onlardan tam am ıyla ayırdı
ğına dikkat etm em iş olması, çok garip ve hakikaten anlaşılm az bir şeydir.
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu 133
yalnız, Çin ve Moğol tetkiklerinin büyük üstadı Prof. Paul Pelliot şüpheli
davrandı: OsmanlIların mensup oldukları Kaydarm, tarihçi Reşîdeddîn
tarafından “yirmi dört Oğuz boyunun başında” zikredildiği hâlde, al-
Bîrûnî’nin eserinde Koyların Kırgız ve Dokuz-Oğuzlann şarkında göste
rilmesi onu, bu K a y -K a y ı birleştirmesi hakkında çok haklı bir şüpheye
düşürdü ve muhaceretleri hakkında henüz sarih ve doğru bilgilere sahip
olamadığımız bu Kayı kabilesi hakkındakî hükümlerin, pek inanılacak
mahiyette olmadığını” çok haklı olarak ileri sürdü.140 Büyük âlim, her za
manki derin görüşü ile, bu faraziyenin çürüklüğünü hisseder gibi olmuş,
lâkin bu kitaba ait ileri sürdüğü sair birçok kuvvetli tenkit arasında, bu
m es’eleyi daha fazla derinleştirmemişti. Bu sırada henüz Mahmûd
Kâşgarf nin eserinden istifade etmemiş olan P. Pelliot’nun, tenkitini daha
ileri götürmemesi kolaylıkla anlaşılabilir; lâkin, bu eser üzerinde büyük
bir dikkatle çalışmış olduğu o sıralardaki neşriyatından açıkça anlaşılan C
Brockelmann’ın, bu “OsmanlIların Moğolluğu” nazariyesini bu kadar ko
laylıkla ve hararetle kabul etmesinin sebebini, ancak J. Marquart’ın geniş
ilmî şöhretinde ve umumiyetle kabûl edilen büyük salâhiyetinde aramak
lâzımdır sanıyorum.141
142 M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, İstanbul 1919, S. 145-147.
143 M. Fuad Köprülü, Anadolu'da İslâmiyet. Edebiyat Fakültesi M ecm uası 1922, ayrıbasım, S. 79-81.
O sm anlılann yanı Kayı boyunun muhacereti hakkında burada ileri sürülen fikir, sonraki yazılarım da
tashih edilmiştir. Ö zaman, XIII. asırdaki m uhaceret hakkındaki klasik nazarıyeyi büsbütün inkâr ede
m em ekle beraber, ÂTmlara mensup mühim kütlelerin, Selçuklular devrinde, sair Oğuz züm releriyle
beraber A nadolu’ya gelmiş olduklarını ve O sm an’ın m aiyyetinde, başka unsurlara mensup insanların
da toplanm ış bulunduğunu, söylemiştim.
144 M. Fuad K öprülü, Oğuz Etnolojisine Ait Tarihî Notlar, Türkiyat M ecmuası, C. I. 1925, S. 185; ayrıba-
sım, S. 5-9. Bu m akalede Kay^Kayı birleştirm esinin esassızlığı üzerinde durularak m es’elenin kısa bir
tarihi yapılm ış ve buna ilâve olarak, M oğollar ve Başkurtlar arasındaki Kay bakıyyeleri ile Hazar-ötesi
Türkm enleri arasındaki Kayı bakıyyelerinden ve A nadolu’nun bazı sahalarında Kay t adını taşıyan yer
adlarından bahsolunmuştur. Burada, Kayı lan n A nadolu’ya “ilk büyük Oğuz m uhacereti zam anında
geldikleri” ehem m iyetle tasrih edilmiştir; çünkü, bunu yazdığım sırada, 1922'den beri tetkik etmekte
olduğum “XIII. asırda Kayı\wcxn H orasan’dan A nadolu’ya geldikleri” rivayetinin, hiçbir tarihî kıym eti
olm adığı neticesine varm ış bulunuyordum .
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu 135
Mahmûd Kâşgarî, XI. asırda henüz göçebe hayatı süren Cumul, Kay,
Yabaku, Basmîl, Tatar kavimlerinin ayrı dilleri olmakla beraber aynı za
manda Türkçe bildiklerini söylediği gibi, bunların coğrafî sahaları hak
kında da malûmat vererek, Türk dünyasının en şark uçlarında yaşadıkla
rını, Cumulların Caruk’larla Uygurlar ve diğer dört kabilenin de Yemak,
Başkurtlarla Kırgız’lar arasında bulunduklarını söyler, al-Bîrûnî ve bu
hususta ona istinad eden Yâkût-ı Hamawî ile, Tabâ’i, al-Hayavân müellifi
Marwazî’nin verdiği bilgilere dayanan CewâmV al-Hikâyât muharriri
‘Awfî ise, Kaylarm ve Kunlarm sahasını Kırgız, K im ak (Yemak) ve Dokuz-
Oğuz (Toguz-Guz)’ların daha şarkında gösterirler.145
J. Marquart>ın istinad ettiği bütün bu metinlerin, şüphesiz, XI. asrın
ilk yansına ait olan bu müşterek ifadeleri ile, Mahmûd Kâşgarfnin yine o
asrm ikinci yarısı ortalarına ait ifadesi arasındaki göze çarpan başlıca
fark, bu sonuncunun Kırgızlan daha şarkta göstermesinden ibarettir ki, bu
farkın da, ya bir yanlışlıktan ileri geldiği, yahut o asırda Kayların garba
doğru herhangi bir hareketini ifade ettiği tasavvur olunabilir. Mahmûd
Kâşgarî’nin verdiği malûmat, görülüyor ki Marquart’ın “Kayların etnik
bakımdan Moğol oldukları” hakkındaki nazariyesini te’yit etmekte ve yal
nız, bunların, XI. asırda Türkler arasında yaşayan sair bazı kabileler gibi,
Türkçe de bildiklerini yani iki dilli olduklannı da anlatmaktadır; ve bu
hadise yani onların bilinguisme’i, Türkleşmekte olduklarının açık bir alâ
metidir.
İşte bu izahlardan da pek iyi anlaşılabilir ki, J. Marquarfın XI. asırda
Türk dünyasının en şarkında bulunan bu Kayların Moğolluğu hakkındaki
mutaleası, Mahmûd Kâşgarî’nin verdiği bu yeni bilgiler sayesinde, teeyyüt
etmiştir; ve C. Brockelmann’m bu husustaki ifadesi de, bu bakımdan, doğ
rudur. Ancak, cür’etli faraziyelerden pek çok hoşlanan âlim profesör, bu
Kaylarla, Oğuz boylarından olup umumiyetle OsmanlIların ceddi olarak
kabul edilen Kayığa Kayılan “aynı etnik zümre” sayarak birleştirmekle,
aldanmıştır. Çünkü, coğrafî sahaları biribirinden tamamıyla ayrı olan bu
iki ayrı etnik zümreyi, Mahmûd Kâşgarî, pek haklı olarak, biribirinden
ayırmakta ve Kay lan, Türk dünyasının şarkındaki henüz Müslüman ol
mamış sair birtakım Moğol-Türk zümreleri arasında saydığı hâlde,
Kayığ=KayûsLn, XI. asırda Büyük Selçuklu sülâlesini yetiştiren Müslüman
Oğuz boylarından biri olarak göstermektedir. Daha Mahmûd Kâşgarî’nin
eseri meydana çıkmadan evvel de, elde bulunan bir yığın tarihî kaynak
145 B ütün bu m es’eleler hakkında M arquart’ın kitabm a ve Pelliot ile B arthold’un bunu bazı cihetlerde
tashih ve ikm al eden makalelerine bakınız. Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar’da da bu m uhtelif
T ürk kavim leri hakkında, M ahmûd K âşgarî’nin verdiği yeni malûmatı da ihtiva eden, oldukça geniş
tafsilat vardır. M amafih, en toplu ve vâzıh bir şekilde m alumat alm ak için, bakınız : W. Barthold, Or
ta-Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, İstanbul 1927. Ayrıca, onun İslâm Ansiklopedisi 'ndeki Türk
m addesinde bulunan etnografık hulâsasına da bakınız.
136 M. Fuad KÖPRÜLÜ
146 Aynı eser, S. 96: “ M arquait, Kayı uruğunun adını, B îrûnî vesair bazı m enbalara atfen, şarkın pek uzak
ta ra fla rın ^ sakin Kay kavm înin ism iyle birleştirm eye çalışmış, hatta bu esasa istinaden OsmanlIların
Moğol aslından olduğu hakkında bir nazariye icat etm iştir. Şimdiki Türk İlmî eserlerinde esaslıca ispat
edildiği gibi, M arquart’m bu fikri M ahm ûd K âşgari’nin verdiği m alum at ile cerh edilmiştir. Vakıa
M ahmûd halis Türk olm ayan kavim ler sırasında Kay kavm ini de zikrediyor; fakat bunun, yine
M ahm ûd’un eserinde Oğuz kabilesi olmak üzere zikrolunan Kayığ (Kayı) ism iyle herhâlde hiçbir alâ
kası yoktur.”
147 Bu m addeyi ihtiva eden Ansiklopedi cüzü 1931'de neşredilm iştir (Fransızca neşir, C. IV, S. 952, birinci
sütunda).
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu 137
150 A. Zeki Velidi Togan, Die Vorfahren der Osmanen in Mittelasien, ZDM G, Band 95, Heft 3, Leipzig
1941, S. 367-373.
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu 139
IV.
ZEKİ VELİDÎ TOGAN’IN YENİ NAZARİYESİNİN HULÂSASI
151 Bu eserlerden biri (H. 756 - M. 1355) de A ksaray’da müderris İsm â’il b. M oham med Şerîf tarafından
yazılm ış Tezkirat al-İbar w a ’l-Âsâr f i Baht al-‘Umam w a ’l-Amsâr adlı A rapça kitap, diğeri de (H.
925-M. Î517) de ‘Abdülkâdir al-Efesûsı’nin yazdığı Târîh-i Âl-i Karaman adîı Farsça kitaptır. Şu son
yıllarda daha bu gibi bazı eserlerle birlikte âdeta esrarlı bir şekilde m eydana çıkan ve içlerinden yalnız
bir tanesi yani Farsça Ünsî Şahnâmesi tabedilm iş olan bu kitapların authentîk olmaları hakkında, bun
ları görm üş olan M. Halil Yinanc şüpheli bir ifadede bulunmuştu; ben de, basılm ış olan Selçuklu
Şahnâmesi'ni tetkik ettikten sonra, bunun hiçbir suretle inanılmaya lâyık bir kaynak olmayıp, sonradan
ve acem ice uydurulm uş bir eser (apocryphe) olduğu neticesine varm ıştım (bu hususta izahat için, ba
kınız: M. Fuad Köprülü, Anadolu Selçukluları tarihinin yerli kaynakları, Belleten, C. VII, Sayı, 27,
1943, S, 381 ve 392). Z. V. Togan, bahsettiği iki eseri başlıca kaynak olarak kullandığı için, herhâlde,
bunların inanılm aya lâyık oldukları kanaatine varmış demektir. M. H. Y inanç’ın şüphesi ve basılmış
Selçuklu Şahnâmesi’nin mahiyeti karşısında, bu m üsbet kanaatin sebeplerini ve delillerini bildirmesini
kendisinden beklemekteyiz.
152 Z. V . Togan, bunların 5 /« ^ ’deki eski bir Türk kolonisi olduklarına dair Sir Aurel Stein’in salâhiyetine
dayanm aktadır (An archeological tour in Waziristan, Memoires o f the Archeological Survey o f india.
N. 37, 1929, S. 36). Eski Türkler’in Ok kullanm akdaki m aharetleri, yalnız İslâm kaynaklarında değil,
um um iyetle Bizans ve Latin kaynaklarında da te ’yit edilmektedir.
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu 141
153 V. M inorsky, Une nouvelle source musulmane sur l ’Asie centrale au XL siècle, Comptes- R endus de
{’A cadém ie des Inscriptions et Belles-Lettres, Paris 1937, S. 317 - 324.
142 M. Fuad KÖPRÜLÜ
sı, böyle bir birleştirme için, tarihî bakımdan, asla bir esas teşkil edemez.
Oğuz lehçesinde birçok misalline tesadüf ettiğimiz umumî bir fonetik ha
dise olarak, kelime sonundaki g sesinin düşmesiyle, eski Kayığ şekli son
radan Kayı şeklini almıştır. Göklenler arasında Kayı isminin Gay=Kay
şekline girmesi de Oğuz lehçesinin fonetik esaslan ile pek kolay izah edi
lebilecek lisanı bir hâdise’dir ve bütün bunlar, Marquart’in ve
Z.V.Togan’ın birleştirme nazariyelerini te’yit edecek filolojik bir delil ol
maktan çok uzaktırlar. Esasen, Marquart gibi, Z.V.T.’ın da bu birleştirme
meselesi hakkında ileri sürdüğü bütün deliller, çok zayıf ve vuzuhdan
mahrum bulunuyor: X. asırdaki Kaylar ile Mahmûd Kâşgarî’de zikredilen
Oğuzlar’a mensup Kayığlar, aynı etnik zümrenin iki şubesi iseler, bunun
tarihî veya filolojik delilleri nedir? Bunlar ne zaman birbirlerinden ayrıl
dılar? Daha İslâmiyetin zuhurundan evvel Horasan hudutlarında bulunan
ve önce Emevîler sonra da ‘Abbasîler devrinde Ön-Asya’ya gelen Kayığlar,
sonra neden ortadan kayboldular? Z. V. Togan Selçuklular zamanında
bunların artık mâlûm olmadığını söylerken acaba aldanmıyor mu? O hâl
de Mahmûd Kâşgari’nin bahsettiği Oğuz Kayığlarma ne diyebileceğiz?
Eğer bu birleştirme doğru ise, X. asır kaynaklannda sadece Kay ismi ile
anılan Uzak-Şark’taki kabile, sonradan niçin Kayığ adıyla Oğuz’lar arası
na karıştı? Filoloji bakımından Kay isminin Kayığ şekline girmesine im
kân var mıdır? İşte bir yığın sualler ki, J. Marquart gibi Z. V. Togan da,
bunlara inandırıcı cevaplar bulacak yerde, bütün bu meseleleri sükut ile
geçiştirmeyi tercih etmektedir.
Gerek ben ve gerek W. Barthold, büyük Alman âliminin bu birleştir
mesini kat’î surette reddederken, tıpkı Marquart gibi, Uzak-Şark’taki
Koyların aslen Moğol olmaları ihtimalini kabul etmiştik. Hatta ben,
Mahmûd Kâşgari’nin sarih ifadesine ve bazı Rus etnograflarının verdikleri
mâlûmata dayanarak, bunların Türkleşmiş Moğollar olması ihtimalini ileri
sürdükten başka, bu kabilenin bakiyyeleri olabilecek bazı etnik zümreler
den de bahsetmiştim.154 Z. V. Togan, “eskiden beri muhtelif Türk ve Moğol
kabile teşekkülleri içine girmiş olan” bu Kayların aslen Türk olduklan
fikrinde bulunmak suretiyle Marquart’dan ve bizden ayrılıyor. Lâkin
bunların, komşuları olan Cumul, Yabaku, Basmil, Tatar zümreleri gibi,
Türkçe bilmekle beraber ayrı bir dilleri de olduğu hakkında Mahmûd
Kâşg'arî’nin sarih ifadesinin nasıl izahı lâzım geldiğini hiç bahis mevzuu
etmiyor, îşte görülüyor ki Z. V. Togan Koyların aslen Türk olduklarım
iddia ederken bile bu hususta hiçbir delil zikrine lüzum görmemiştir.
134 Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar da ve Türkiyat M ecm uasındaki m akalem izde (ayrıbasım, S. 8).
Aşağıda VII. num aralı kısm a bakınız.
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu 145
155 M. Fuad Köprülü, Anadolu Selçukluları tarihinin yerli kaynaklan, Belleten, C. V II, Sayı 27, S. 448 ve
sonrası.
146 M. Fuad KÖPRÜLÜ
yine tekrar ederek söyleyim ki, bu gibi manzûmelerden tarihî bir vesika
olarak istifade edilmek istenince, çok sıkı bir tarihî tenkit düşüncesi ile
hareket etmek zarureti vardır. Çünkü, bunlarda tesadüf edilen kabile
isimlerinden bazıları, şairin yaşadığı muhitte tesadüf edilen yahut o muhit
ile herhangi şekilde münasebetleri olan adlar olabileceği gibi, bazen de,
içtimai realite ile hiç alâkaları olmayıp sırf eski bir edebî an’aneye uymak
maksadıyla kullanılmış olabilir.156 Asıl tarihî vesikalara dayanmadan ya
hut, her zaman ve muhit için, sair çağdaş şairlerin eserlerini de tetkik
etmeden, bunlardan acele hükümler çıkarmak, büyük yanlışlıklara sebep
olabilir. Daha doğrusu, filolojik ve tarihî tenkitin bütün icaplarına uymak,
bu gibi m es’elelerde, birinci şarttır. Bilhassa Z. V. Togan’m yaptığı gibi,
üzerine bütün bir tarihî nazariye kurulmak istendiği zaman, bu itinayı son
haddine çıkarmak zarureti vardır. Halbuki, şimdi çok açık bir şekilde
meydana koyacağımız veçhile, Z. V. Togan, yapması kendisi için çok ko
lay bir filolojik tenkiti her nedense ihmal ettiği için, istifade ettiği manzu
menin mâna ve mahiyetini tamamıyla ters anlamış ve bunun neticesi ola
rak da, kurmak istediği yepyeni bir tarihî nazariye, şimdi açıkça izah ede
ceğimiz çok basit bir filolojik tenkit ile, kendiliğinden yıkılıvermiştir. Ba
kınız nasıl:
I. Z. V. Togan’m nazariyesine temel taşı vazifesini gören manzûme,
onun zannettiği gibi “Sultan Sancar’ın 9 Eylül 1141’de Katvân’da Kara-
Hitaylara mağlubiyeti münasebetiyle söylenmiş” değildir. Gerçi Hamdul
lah Mustawfî, böyle bir iddiada bulunuyorsa da,157 onun bu iddiasının ta-
155 Gazneliler ve Selçuklular devri şairlerinin meselâ Yağma ve Çigil kabilelerine mensup Türk köleleri
nin güzelliğinden bahsetm eleri, m uhitlerinden edindikleri hakikî bir intiba m ahsûlü idi. Halbuki, yalnız
bu köleler değil, hatta onları yetiştiren bu kabilelerin isimleri bile ortadan silindikten sonra dahi, yeni
şairler, eski üstadlarm -artık klişe hâline gelmiş olan- bu tabirlerini, mânalarını dahi lâyıkıyle bilm eye
rek, kullandılar. XIX. asırda Kaçarlar sarayı etrafındaki şairlerde bile tesadüf edilen bu gibi edebî kli
şelerin, artık hiçbir tarihî realite "yi ifade edemeyeceği pek tabiîdir. XVI. asırdan beri tertip edilen bir
çok Fars lügat kitabında -meselâ Burhân-i Kâtı da -bu gibi birtakım eski Türk kabile adlan, m eselâ
Yağma ve Çigil kelim eleri, “Türkistan’da güzelleriyle m eşhur bir yer” tarzında izah edilir ki bu, bu
kelim elerin doğru m analarının artık unutulm uş olduğunu ve sonraki şairlerin bunları sadece bir klişe
olarak kullandıklarını anlatm ağa kâfidir. Osmanlı şairleri de, o te ’sir altında, ara sıra bu gibi kabile
adlarını kullanm ışlardır. Aşağıya bakınız (S. 243, N ot 2).
1S7 Ham dullah M ustawfî, N uzhat al-Kulûb, GM S, X X III. 1, 1915, S. 257:
lıi-j , c ~ » , -U i y i— . ' j i jL iS " <S ( j «S” j
Üt—LTj jlîL; J Ljijl O.-
---
-i «-jjijj L
>Ly
T ûjjj■
*
.«■
*
.
(-1—*
Bu m etni neşir eden İngiliz müsteşriki G. Le Strang, notda bu şiirin “A w fî’nin Lubâb al-A lbâb’inin
ikinci cildinde 174’üncü sahifede münderic olduğunu” kaydettiği hâlde, orada J? şeklinde bulunan bu
ismi, kendi m etninde Fay bırakm ış ve İngilizce tercüm esinde de, bu büyük yanlışlığı yine tekrarla
m ıştır (GM S, XXIII, 2. 1919, S. 250). M ütercim in buraya ilâve ettiği bir nottan, Yakut Hamavvı’nin
Coğrafya K âm ûsu'nda “Soğd civannda yani Semerkand havalîsinde bir şehir ismi” olarak gösterilen Fay
ismi ile bu Kay ismini karıştırdığı anlaşılıyor ki, bu da Kay kabile ismini bilm ediğine açık bir m isaldir
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu 147
marnıyla yanlış olduğu, bu hususta ondan daha eski ve daha mühim bir
kaynak olan ve büyük bir ihtimalle ona m e’haz vazifesi gören, ‘Awfî’nin
ifadesinden kat’î surette anlaşılmaktadır: ‘Awfî -galiba bu m es’elede H.
M.’ye de kaynak vazifesi görmüş olan Lubâb al-Albâb adlı eserinde, Sel
çuklular devri Horasan şairleri arasında, Hakîm Kûşkakî’den bahseder
ken: “Bu şairin ekser hicviyelerinin Sultan Sancar’ın nimetlerine karşı
küfranla mukabele ederek, mertlik ve insanlık icabı sebat ve mukavemet
gösterecekleri yerde bunu yapamayan ve bu yüzden bu saltanatın zayıf-
lanmasına sebep olan cemaatin aleyhinde yazılmış olduğunu” söyler ve
şairin manzûmelerinden birkaç misal getirir.158 Bu misallerden birincisi,
H. M.’nin yalnız beş beytini almış olduğu o manzumenin daha tam bir
şeklidir ki, Z. V. Togan’ın nazariyesine esas teşkil eden tek vesika, işte
budur. Gerçi ‘Awfî’nin ifadesi, bu manzûmenin hangi tarihî hâdise müna
sebetiyle yazıldığını müphem bırakıyorsa da, bunun Kara-Hitayların
Katvân zaferi münasebetiyle değil, 548’de Horasan Oğuzları’mn isyanını
bastırmak isteyen Selçuklu ordusunun inhizamı ve Sancar’ın esareti dola
yısıyla159 söylenmiş olduğu, metindeki birtakım sarahat ve delâletlerden
derhal ve kolaylıkla istidlâl olunabilmektedir:
jj uLS'"jj Lj t
Ö J l_ J j J j j j
158 M oham med ‘Awfl, Lubâb al-AIbâb, edited by E. G. Browne, Vol II. London 1903, S. 174-175.
‘A w fi’nin metni şudur: 'j ^ i ¿Jj ji ^
t_a - ^j ^ j ı İJ.* ■-*1 4_I_d5"* j ? L^cJb 4_^A jb \ j ^ Jw^ f
^uı X \
yu l jj\ t S j * * o J _ j ^ . L .*.«jy*~ Lî 5 *-> '■■ lİjL jJ jA
Bundan sonra, yukarıda zikredilen b ir manzume ile ikinci bir manzume daha kaydedilm ekte ve onun,
daha bu m ahiyette birçok manzumesi bulunduğu, fakat bu kadarla iktifa edildiği beyan olunmaktadır.
159 Yıllarca süren bu büyük Oğuz isyanı hakkında tafsilât için bakınız: M. Fuad Köprülü, Anadolu Sel
çukluları Tarihinin Yerli Kaynakları, Belleten, C. VII, Sayı 27, S. 478-483.
148 M. Fuad KÖPRÜLÜ
160 j4wfî,
eserinin birinci cildinde, bu devrin şöhretli âlimlerinden ve nüfuzlu ricalinden olup K âzî’l-
Kuzâthk vazifesinde bulunan ve m uhtelif eserlerinden başka Makâmat-ı Hamîdî'si o devrin en parlak
nesir örneklerinden sayılan B elh’li Hamîdeddîn ‘Öm er b. M ahm ud’dan bahsederken, onun sair bazı
m anzûm eleriyle beraber, bîr k ıt’asım naklediyor ve bunun, Sancar’m Kara-Hitaylar’a m ağlubiyeti
m ünasebetiyle söylenmiş olduğunu anlatıyor ki, şair burada H akim K ûşkakî’yi rüyada gördüğünü
söylem ekte ve m anzum esini güya ondan rivayet etm ektedir (Aynı eser, C. I, 1905 S. 200). M anzûme
şudur:
oLm* lM ÛV‘ "■ ySn-l \
*Li s i j ! jS"
jLJ L*-i t i jj, ji i jij
s jjjl Jl jj
B u m anzum e pek açık olarak gösteriyor ki, H am îdî’nin güya K ûşkakî’nin ağzından söylediği bu küçük
şiir, asî Oğuzlar karşısında firar eden Sancar ordusunun “ sözde kahram anlan” aleyhindedir ve
‘A w fı’nin bunu Kara-Hitaylar harbine ait zannetmesi, tam amıyla yanlıştır. Belki de, son beyitte ka
firlerden bahsedilmesi, onu bu hususta şaşırtmış olmalıdır. Eski iltikatçı (compilateur) müelliflerin,
yazılarında tenkit fikrinden ne kadar mahrum olduklarına bu da bir delildir. Bunu gördükten sonra, H.
M ustaw fî’nin yukarıda bahsettiğim iz yanlışlığını hayretle karşılam ağa bir sebep kalmıyor. Mamafih
bu yanlışlık, bu esere pek kıymetli haşiyeler yazan M îrzâ M oham med K azvînî’nin gözünden kaçm a
mıştır. O nun bu husustaki m ütalaalarım olduğu gibi tercüm e etmeyi, yukanki izahlarım ızı tamam ıyla
te ’yit ettiği cihetle, faydalı bulduk: “Bu m anzumenin Kara- Hitayîar’a karşı uğranılan malubiyet dola
yısıyla yazıldığım ifade eden ‘Awfî ve bu hususta ona uyan sair tezkereciler, büyük bir hataya düş
m üşlerdir. Z ira umumiyetle kabul edildiği gibi, H akîm Kûşkakî’nin Sancar em irleri aleyhindeki hicvi
yeleri, tam am ıyla, Oğuz isyanına aittir ki, 548’de başlamıştır; Kazî Ham îdeddîn burada yine
K ûşkakî’nin ağzından Sancar’ın em irlerini hiciv etmektedir. Bu şairin ilk mısraından, bunun
K ûşkakî’nin ölüm ünden sonra söylendiği anlaşılıyor. Bu itibarla, 536’d a y a n i Oğuz isyanından 12 sene
evvel vukua gelen K ara-H itaylar’ın zaferine ait olm asına im kân yoktur. H akikat şudur ki, H am îdî’nin
bu k ıt’ası da, yıllarca süren ve H orasan’ın harap olm asına sebep olan Oğuz isyanı hakkında söylen
m iştir; esasen bu manzûm enin buna ait olduğunu anlatan sarahatler de vardır: Evvelâ Guz ism inin tas
rih edilm esi, İkincisi jl y lT m ısraının ancak Oğuzlara ait olabileceği; çünkü, ip-
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu 149
tida Sultan’ın tebaası oldukları hâlde nankörlük ederek ona isyanda bulunanlar, onlardır; Kara-H ıtaylar
hiçbir zam an Sancar’m nim etini yemiş, onun tebaası olmuş değillerdi ki nankörlükleri bahis m evzuu
olsun.” M. M. Kazvînî, bundan sonra, bu manzûmede bahsedilen siyahlar giyinmiş askerler
ifadesinin de O ğuzlar’a ait olduğunu, çünkü onların siyah renkli elbise giydiklerini ilâve ederek,
K ûşkakî hicivlerinin de, “O ğuzlar’dan kaçan Sancar emîrleri'nin bu firarları münasebetiyle söylendi
ğini” tekrar ediyor (aynı eser, C. I, S. 344, 345 ). Göçebe Oğuzlar arasında siyah rengin bir şiar oldu
ğuna ait tarihî ve edebî kaynaklarda bir yığın malumat varsa da, burada ondan bahse lüzum görm üyo
ruz (bu hususta İslâm Ansiklopedisi'ne yazdığım ız Bayrak maddesine bakınız). Z. V. Togan, eğer bu
haşiyeye dikkat etmiş olsaydı, yapmış olduğu hatanın mahiyetini kolayca anlardı.
161 Lubab al-Albab m etninde doğru olarak LjI şeklinde yazılan bu kelimeyi, Z. V. Togan, m akalesine Lj*
şeklinde alm ıştır ki vezni bozmaktadır. Esasen bu küçük makalede bu çok ehem m iyetsiz nüsha farkım
tesbit etm eğe niçin lüzum görüldüğünü de anlayamadım.
150 M. Fuad KÖPRÜLÜ
162 D aha Sam anîler zam anından başlayarak Gazneliler ve Selçuklular devirlerinde bu kölelerin nasıl
tedarik edildikleri, nasıl yetiştirildikleri, devletin en yüksek makam larına geçmekte nasıl idari bir
hiérarchie ’y e tâbi oldukları, m uhtelif tarihî kaynaklarda izah edilmektedir. İslâmî bir terbiyeye ve ta
m am ıyla askerî, sıkı bir disipline tâbi tutulan bu köleler arasında, az çok İlmî ve edebî kültür sahibi çı
lanlara da, ara sıra tesadüf edilirdi. Bunlar, cismanî ve ruhî kabiliyetlerine göre, lâyık oldukları merte
belere yükselirlerdi. Sıkı bir İçtimaî elem e (séléction) neticesinde mevki kazanabildikleri için, bu kö
leler arasından, m ahir kum andanlar, kudretli idare ve siyaset adamları ve nihayet, büyük devlet kuru*
cu lan yetişm iştir: G azneliler, Dehli Türk sultanlığı ve nihayet M ısır-Suriye M em lûk im paratorluğu,
etnik bakım dan T ürkler’e tam am ıyla veya kısm en yabancı sahalarda, bir avuç mem lûk kuvvetinin kur
duğu kudretli siyasî teşekküllerdir. O rtaçağ Türk devletlerinin siyasî ve idâri bünyelerine göre, büyük
devlet adam larından her birinin, doğrudan doğruya kendi parasıyla satın aldığı m em lûklerden mürek-
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu 151
kep bir m aiyet kuvveti bulundurm ası zaruriydi. Büyük vezir N izam al-M ülk’ün köleleri o kadar mü
him bir kem m iyet teşkil ediyorlardı ki, onun ölümünden epey zaman sonra bile, askerî ve siyasî ba
kım lardan ehem m iyetli roller oynayabilmişlerdi. Öldürülen emirlerin yahut saltanat ailesine mensup
prenslerin köleleri, hükümet tarafından, ya hüküm darın hassa kuvvetine ilhak edilmek, yahut, m uhtelif
em irler ve prensler arasında dağıtılmak suretiyle, toplu olarak m uhalif b ir rol oynayabilm elerine karşı
geliniyordu. Elde m evcut, oldukça zengin kaynaklar sayesinde, bu büyük meselenin -şim diye kadar
yapıldığı gibi dar bir çerçeve içinde değil, fakat bütün Orta Çağ boyunca um um î ve mukayeseli bir su
rette- tetkik edilerek tam am ıyla aydınlatılması kabil olduğu hâlde, eski göreneklerden ayrılamayan dar
görüşlü tarihçilerin şim diye kadar bunu tetkik lüzum unu hissetm emeleri, hayretle karşılanacak bir şey
dir.
163 Büyük Arap edîbi C âhız’ın ‘Abbasî ordularında m ühim bir rolleri olan m uhtelif kavim ler ve o arada
Türkler hakkında yazdığı şeylerden başlayarak, Siyâsetnâme ve Kâbûsname gibi birçok eserde, bu hu
susta çok dikkate değer malûm ata tesadüf edilir. Osmanlı tarihçileri arasında, Gelibolulu ‘Â lî’nin
Künh a l-A hbâf m da bu hususta çok mühim bir fasıl vardır, uzun zam anlardan beri hazırlamakta oldu
ğum uz “Ortaçağ Türk dünyasında milliyet şuurunun tekâmülü” adlı tetkikim izde Ortaçağ esnasında
um um iyetle İslâm kavim lerinde kavmiyet şuurunun inkişafı m es’elesinden de toplu bir şekilde bahse
dilmiştir. B u hususta şimdiye kadar yazılan şeylerin çok basit ve hemen um um iyetle yanlış olduğunu
söylemek m übalağalı olmaz. Yalnız Su'ûbîye cereyanı hakkında garp m üsteşrikleri tarafından çok cid
dî tetkikler yapılm ış olduğunu îtiraf etmek lâzımdır (bu hususta bibliyografya malumatı için hakiniz :
W. Barthold ve Fuad Köprülü, İslâm Medeniyeti Tarihi, İstanbul 1940, S. 168-176).
164 ‘U nsun ve F arruhî gibi ük Gazneliler devrinin büyük İran şairlerinde rastladığım ız bu gibi m anzum e
lerin, S elçuklular devrinde ve onları takip eden sair Türk sülâleleri zam anında İran, Hindistan ve
Mâverâünnehir’de pek ziyade çoğaldığını görüyoruz: XII. asır şairlerinden A bu’l M a'ali al-Razî,
Şahâbeddîn A hm ed Semerkandî, Zafer-i Hemedânî, Sûzenî-i Neseff ve daha bu gibi birtakım şairlerin,
ham ilerinin saraylarındaki “çekik gözlü” Türk kölelerinin güzelliklerini m edih ile başlayan kasideleri,
buna bir m isaldir. Sonraki asırlarda da kuvvetle devam eden ve nihayet Acem şiirinde bir nevi edebî
klişeler vücuda getiren bu tabiî cereyan, yukarıda söylediğim iz gibi, m enşei itibarıyla, bir realiteye
dayanıyordu. Halbuki XVI. A sırda Baburlular sarayında yaşayan bir şairin Sûzenî’ye nazire olarak
yazdığı bir kasidede, tıpkı onun gibi, XII. asırda Türk kölelerinin m ensup oldukları kabilelerden bah-
152 M. Fuad KÖPRÜLÜ
setmesi ise, sırf bir edebî a n ’ane’nin devam ından ibarettir (tıpkı Sûzenî’nin eseri gibi, arasıra Türkçe
kelim e ve cüm leleri de ihtiva eden bu m anzum e, bir nevi Farsça-Türkçe mülemma'dır, bu m anzûme
için B adâvunî’nin “ Bibliotheca Indica” külliyatında çıkan Muntahab al- Tavârîh ’ine bakınız). M am a
fih XI1I-XIV. asırlar şairlerinde, pek tabiî olarak daha evveikî şairlerde tesadüf edilm eyen, bazı yeni
kabile isim lerine de tesadüf edildiğini ve bundan dolayı tarihî bakım dan bunlardan da istifade oluna
bileceğini, unutm am alıdır. Buna mümasil şeylere, şüphesiz çok daha nadir olarak, Arap edebiyatı
m ahsullerinde de tesadüf ediliyor: İran M oğolları devrinde, türlü türlü sebeplerle M em lûkler İm para
to rluğ u ’na iltica ederek yerleşen O yraflard an bir güzel hakkında M akrîzî’nin naklettiği Takîyeddîn al-
Surücî’nin Arapça-Türkçe m ülem m a bir k ıt’ası, bunların Moğolca değil Türkçe konuştuklarını anlat
mak bakım ından, büyük bir tarihî ehem miyeti haizdir ( Hılat, M ısır basm ası, C. II, S. 23 ). Edebî kay
naklara göre XI-XII. asırlarda Türk köleleri, en ziyade şu kabilelere m ensuptular: Bulgar, Tatar, Çigil,
Kıpçak, Halluh (Karluk), Guz (Oğuz), Kay, Yemak (Kimak), Yağma, Hazar Türkmen. Um um î olarak
Türk adına daim a tesadüf edildiği gibi, nadir olarak da Çin, Hatay, Hırhız (Kırgız) isimlerine de tesa
d üf edilir (bakınız : Fuad Köprülü, Yeni Farisîde Türk unsurları, Türkiyat M ecm uası, C. VÜ-VIII, İs
tanbul 1942, S. 6). F irdevsî’nin Şahnâm e’sinde bu zikredilen kabile isimlerinin bazıfanndan başka,
Kümiçi jKr-f adm a da tesadüf edilm ektedir ki, Şahnâme’de m evcut bütün kelim elerin tam bir in
deks İn i yapan Fritz W oiff, bu kelimeyi, İran filolojisi ile meşgul bütün filologlar gibi Kamec şeklinde
yanlış okumuş ve m ahiyetini anlamayarak um um î surette “düşm an” manasını verm iştir (Glossar zu
Firdosis Sehahnâme, Berlin 1935). Halbuki, bütün lügat kitaplarında bu m anada izah edilen ve muhte
lif tercüm elerde de tabiî bu suretle geçen bu kelim enin, bir sıfat değil, HottaV da yaşayan bir kabile adı
olduğu -M akdîsî, Bayhakî, Gardîzî gibi kaynaklar ile N âsır H usrev’in Vech-i D în' inde zikredilmesi
itibarıyla -G azneliler tarihi ile uğraşanlar arasında eskiden beri m alûm dur (V. M inorsky, Hudûd al-
‘Âlam, GM NS. 1937, XI, S. 361-368; W. Barthold, Turkestan down to the Mongol Invasion, GMNS.
V. 1928, S, 70, 248, 297, 298, 301. V. M inorsky, bu Türk kabilesi hakkında m ühim m alum at vermek
tedir),
163 ‘Awfî, Lubâb al-Albâb, II, S. 232 - 236. Bunun, Selçuklu Sultanı M es’ûd b.M oham m ed’e ait olduğu
nu, kasidedeki “jj» (J it m ısraındaki A b u ’l Fath lâkabından istidlal ettim; çünkü
bu lâkap, bilhassa bu Sultan’ın ve daha evvel de M elikşâh’ın lâkaplarından idi (Sadreddîn ‘Ali,
Ahbârud-Dewlat. is-Salcûkıyya, M. İkbal neşri, Lahor. 1933. S. 56, 200). Bu şairin yine 'Awfi tarafın
dan zikredilen Abu T Haşan ‘Ali nam ına diğer bir kasidesi de, bunun M elikşâh devrine mensup
olam ıyacağm ı ve ancak M es’ûd devri şairlerinden sayılabileceğini, hiçbir şüpheye yer bırakm ayacak
bir surette anlatm aktadır (M. İkbal tarafından neşredilen bu eserin m ukaddim esine bakınız ).
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu 153
166 Tarihçilerin, sadece m ahdut kroniklere bağlı kalarak, sair her türlü edebî kaynaklara hiç ehem m iyet
verm em elerinden dolayı, tarihî tetkiklerin ne kadar eksik kaldığını ve bilhassa İçtimaî tarih araştırm a
larında bu gibi edebî kaynakların kurıı vek ayin âmel erden daha ehemmiyetli olduğunu, Anadolu Sel
çukluları Tarihinin Yerli Kaynakları adlı makalemde, birçok sarih misallerle, anlatm ağa çalışmıştım.
VI.
BU NAZARİYENİN TENKİDİNE DEVAM:
“KAYFLARIN ANADOLU’YA XIII. ASIRDA GELDİKLERİ”
İDDİASINI ÇÜRÜTEN FİLOLOJİK,
TOPONİMİK VE TARİHÎ MUHTELİF DELİLLER
istiyor. Bu naz ariyetlin esasını teşkil eden “XII. asırda Uzak-Şark Kay lan-
mn Horasan hudutlarına gelmeleri" iddiasının esassızlığım yukarıda et
raflıca izah ettiğimiz için, şimdi, fer’î mahiyette olmakla beraber, diğer iki
iddianın mahiyetini de filoloji ve tarih bakımlarından tetkik edelim.
I. Yukarıda söylediğimiz gibi, Kayığ isminin sonundaki “g” sesinin
düşerek Kayı şeklini alması, Oğuzcada umumiyetle tesadüf edilen bir fo
netik hadisedir ve elde meselâ M. Kâşgarî gibi dil tarihine ait vesikalar
bulunmasa bile, Oğuzca’da Kayı şeklinin eski bir Kayığ- şeklinden geldiği,
filoloji bakımından bir bedahet gibi telâkki olunabilir. Halbuki daha X.
asırdan beri tesadüf edilen Kay şeklinin doğrudan doğruya Kayığ şeklin
den gelemeyeceği ve mutlaka mutavassıt bir Kayı şeklinden sonra meyda
na çıkabileceği, filoloji bakımından muhakkaktır. Yani, dil tarihi bakımın
dan, Kayığ < Kayı < Kay silsilesindeki, şekillerden birincisinin en eski ve
sonuncusunun en yeni olması icap eder; nitekim, M. Kâşgarî (XI. asır) de
birinci, eski Osmanlı kroniklerinde (XV. asır) ikinci, bugünkü Amu-D arya
Türkmenleri arasında da üçüncü şekle tesadüf edilmesi, bu filolojik pren
sibin tarihî vesîkalarlar da te’yit edildiğini çok açık olarak gösteriyor.
Ertuğrul maiyetindeki Kayılar, Kayığlara değil de Kaylara mensup olsay
dılar, eski kroniklerde bu son şeklin muhafaza edilmesi icap ederdi; çün
kü Türkçede, Kay adının Kayı olmasını icap ettirecek hiçbir fonetik kaide
yoktur ve işte bu sebeple, buna mümasil bir tek lisanı hâdise dahi gösteri
lemez. İşte görülüyor ki Z. V. Togan’ın eski M arquart nazariyesi'm ve
kendi iddiasını müdafaa için istinad etmek istediği bu filolojik delil, ta
mamıyla bu nazariyesinin aleyhindedir.
II. Büyük Selçuklu İmparatorluğunun kuruluşundan evvel, Emevî ve
bilhassa ‘Abbâsî ordularında, sair Türk zümrelerine ve Oğuz şûbelerine
mensup Memlûkler arasında Kayığlara mensup fertlerin veya küçük züm
relerin de bulunduğu kabul edilebilir. Lâkin, bilhassa Selçuklular İmpara
torluğunun kuruluşundan sonra, bunların, sair Oğuz şûbelerine mensup
zümreler gibi, büyük ve epey kuvvetli kütleler hâlinde Ön-Asya’ya, Suriye
hudutlarına ve A nadolu’ya, geldikleri ve bu kıt’anm Türkleşmesi ile alâ
kalı birçok askeri ve siyasî harekete iştirak ederek, küçük parçalar hâlinde
Anadolu'nun muhtelif sahalarına yerleştikleri, kat’î olarak söylenebilir.
Bugünkü Anadolu toponimi’si hakkındaki bilgilerimiz, burada hâlâ yaşa
yan ve yirmi dört Oğuz boyunun isimlerini taşıyan yüzlerce köy ve yer
isimleri arasında, Kayı isimli köylerin de mevcudiyetini gösteriyor. Şimalî-
A zerbaycan'dan başlayarak Şarkî ve Cenubu-şarkî A nadolu’da, Orta-
Anadolu'da ve nihayet Garbi-Anadolu'da ve Trakya'da, birtakım Kayı
köylerine tesadüf olunmaktadır. Görülüyor ki, asırlar boyunca muhtelif
safhalar geçiren “A nadolu’nun fethi ve Türkleşmesi” esnasında, sair Oğuz
boyları gibi Kayılar da, şarktan garba doğru ilerleyerek, yavaş yavaş yer
156 M. Fuad KÖPRÜLÜ
167 Yıldırım B ayezid’in vakfiyeleri için, M. Halil Y inanç’ın İslâm Ansiklopedisinde: Bayezid I. M akalesi
nin bibliyografyasına bakınız.
168 Ahm ed Refik, Fatih zamanında Sultan Öyüğü (Türk Tarih Encüm eni M ecmuası. Sayı 79). Bu m ühim
vesikanın Fatih devrine değil, M ehm ed I. zam anına ait olduğunu, Paul W ittek büyük bir dikkatle m ey
dana çıkarm ış ve bana da izah etmişti. Lâkin bu hususta bir şey yazıp yazm adığını hatırlayamıyorum.
M es’eleyi şimdi burada izaha lüzum görm eyerek, sadece kayıt ile iktifa ediyorum.
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu 157
159 Toponimi tetkiklerinin, eski kabilelerin m uhaceret ve iskân m es’eleleri hakkında bizi ne kadar aydın
lattığına bir m isal olm ak üzere, Oğuzların en büyük kabilelerinden olup, orta ve yeni çağlarda çok m ü
him tarihî rolleri olan Avşarlar hakkında Islâm Ansiklopedisindeki makalem ize bakınız. Ancak, bu gibi
tetkiklerde, tarihî kaynaklann yardım ına daim a m üracaat etm ek ve çok ihtiyatlı olm ak, birinci şarttır.
Bu m akalem izde bu iki disiplin 'in yani tarih ile toponiminin birbirlerini nasıl tamamladığı ve her iki
sinden çıkan neticelerin birbiriyle nasıl tetabuk ettiği, büyük bir vuzuh ile ve kat’î olarak görülm ekte
dir.
170 Bu hususta bakınız: M. Fuad Köprülü, Artuk-Oğulları (İsİâm A nsiklopedisi’nde). Buna iptida Ali Emirî
Efendi dikkat ederek, Kâtib Ferdî ‘nin M ardin M ülûk-i A rtukiyye tarihi adlı risalesini bastırırken, ona
yazdığı mukaddimede kaydetmişti.
158 M. Fuad KÖPRÜLÜ
171 U m um iyetle kabileye mahsus hayvanların üzerine vurulan kabile tam galarının, tribal m enşeden gelen
birtakım Türk sülâlelerinde hukukî bir sembol olarak kullanıldığım, Büyük Selçuklular’dan başlayarak
görüyoruz: Tuğrul Beyin sikkelerinde bulunan ok ve yay şeklinin (A hm ed Tevhid, Meskûkat-ı kadîme-
i İslâmîyye Katalogu, S. 58-59), bunların mensup olduğu Kınık boyunun tamgası olduğu tahm in olu
nabilir. Gerçi, M ahmud K âşgarî’deki tam ga şekli pek de ok ve yay'a. benzem em ekle beraber, bunun
“karışık ve bozuk bir şekli” olm ası da imkân dışında değildir. Mam afih, bunun, bütün O ğuz boylarına
şamil umumî bir hakim iyet tim sali olması ihtimali de düşünülebilir. T uğrul’un tevki' yani u ğ ra sın ın
bir çom ak şeklinde olduğunu Ravendi söyler (The Râhat us-Sudûr, GM S, II, 1921, S. 98). Ancak,
bunda bir yanlışlık olduğunu ve T uğrul’a mahsus tuğra yani alâm etin m utlaka ok ve y a y ’dan mürek
kep bulunduğunu, tam bir emniyetle söyleyebiliriz: Bizans imparatoru, Selçuklular’a esir düşen büyük
bir kum andanım T uğrul’un serbest bırakm asına mukabil, Bizans’taki eski camiyi ihya ettirdiği zaman,
m ihrabına, onun alâmeti olarak, bir ok ve yay resmi koydurm uştu. (İbn al-Asîr, C. X, S. 455).
Irak Selçuklularının tuğracılık hizm etinde bulunan büyük ricalden Kıvam al-M ülk T uğrâ’î ’nin kaside
cisi Bedreddîn Kıvâm î-i R âzî’nin tuğra vasfındaki bir kasidesinden, Selçuklu tuğrasının, T u ğrul’dan
sonraki zam anlarda da ok ve yay sembolünü m uhafaza etmiş olduğu, sarih surette anlaşılıyor (Lubâb
al-Albâb, 11, S. 237):
\j tijL~ pJj {£j *-1 ^
Ij -il ¿S* 1 ° jj-î k
i-L
L»
s ı’nde yazm ış olduğum uz ‘A sâ maddesine bakınız ). Bize göre Ravendi, pek iyi bildiği bu İslâm
an’anesinin te ’siri ile, Ok'u Çomak ile karıştırmış olmalıdır. Bu mesele hakkında diğer m ühim bir delil
daha zikredelim : Celâleddîn H ârizm şâh’m, kendi ordusunu toplamak için, m uhtelif askerî kıt’alann
başındaki kum andanlara kırmızı ok gönderdiğini, onun müverrihi N asaw î yazm akta ise de (O. Houdas
neşri, A rapça metin, S. 205; Fransızca tercümesi, S. 343), bu, D’O hsson’un zannettiği gibi, sadece bir
dâvet vasıtası değil (Histoire des Mongol, C. III. S. 44), yukarıda izah ettiğimiz veçhile, bir hâkim iyet
sembolüdür.
172 Tarihî kaynaklarda um um iyetle Salgurîler şeklinde yazılan ve Fars' ta kurulup bir buçuk asır kadar
yaşayan (1147-1286) bu küçük Türk devletinin, O ğuzlann Salur boyuna mensup olduğunu, daha
1925’te İslâm Ansiklopedisinde çıkan Sabır maddesinde ve yine aynı yılda çıkan Oğuz etnolojisine ait
tarihî notlar adlı m akalem de yazmış ve Reşîdeddîn tarihinin Oğuzlar halikındaki kısm ında verilen
m alum at ile, H . M ustaw fî’nin Tarîh-i Güzide' sine dayanmıştım. W. Barthold, bu delilleri kâfi derece
de kuvvetli bulm am ış olacak ki, 1929 da çıkan Rusça Türkmenistan adlı eserde Türkm en tarihine ait
yazdığı m ükem m el bir hulâsada, bu hususta şüpheli davrandı. Halbuki 1938’de çıkan Ortazaman Türk
devletlerinde hukukî sembollerdeki motifler adlı bir makalemde (Türk Hukuk ve İktisad Tarihi M ec
muası, C. II, S . 50), bu sülâleye ait sikkelerin üzerinde bulunup şim diye kadar nüm ism atik m ütehas
sısları tarafından mahiyeti tayin edilemeyen alâm etin (Lane Pool, The Coins ofthe Turkman Houses in
the British Muzeum, London 1877. P. 246, 248, 249), M ahmûd K âşgarî ve Reşîdeddîn’in tesbit etm iş
oldu k ları Salur tamgasmâm başka bir şey olmadığını m eydana koydum . Bu suretle, bu husustaki eski
nazariyem , tarihî bir hakikat şekline girdiği gibi, tanım aların hukukî sembol olarak kullanıldığı da, ye
ni bir m isal ile, teeyyüt etmiş oldu.
173 Ahm ed Tevhid, Meskûkat-ı kadîm-i İslâm iyye Katalogu, S. 475-519.
160 M. Fuad KÖPRÜLÜ
174 8u hususta J. M arquart’m m eşhur kitabına ve V. M inorsky’nin Hadûd al- 'Alam haşiyelerine bakm ız :
S. 284.
175 R, W right neşri, 1934, S. 145; Z. V. Togan, bu eserin bir Paris yazmasında Kayı şeklinin de bulundu
ğunu söylüyor.
,76Yâkût, M u ‘cam al-Buldân, I, S. 33. Orada al-B îrunrye atfen verilen bu m alum atın Tajhîm’âen alındığı
pek sarihtir.
177 Fuad Köprülü, Türk edebiyatında ilk Mutasavvıflar, S. 145.
I7S Aynı eser, S. 146-147.
m Bir kavm in, m uhtelif âm iller sebebiyle, kendi dilini unutup başka bir dille konuşm aya başlaması için,
iptida iki dilli olması, yani, ana diliyle beraber yeni bir dili de öğrenmesi, icap eder. Sonradan, yine
birtakım am iller tesiriyle, eski dilini unutunca, tekrar tek dille konuşmaya başlar ve dil değiştirme ha
162 M. Fuad KÖPRÜLÜ
disesi böylece tamamlanır: M ahmûd K âşgarî’nin bahsettiği beş zümreden, ancak ATavlar ile T atar'ların
aslen M oğol oldukları söylenebilir. Bütün bu kabileler hakkında ilk Mutasavvıflarda biraz mâlûmat
verilm işse de, bunlardan bir kısmı hakkında İslâm Ansiklopedisi’ndeki ayrı maddelere, M arquart’m
kitabına, M inorsky’nin adı geçen eserindeki müstakil hâşiyelere de m üracaat edilmelidir. Daha toplu
ve um um î m âlûm at için, W. Barthold’un İslâm Ansiklopedisi'nde Türklerin tarih ve etnografyası lıak-
kındaki kıym etli hulâsasına ve Orta-Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler (İstanbul 1927) adlı kitabın
daki m alûm ata bakm ak da çok faydalı olur,
180 Çinlilerin Pa-sUtni dedikleri Bas miller, Ç in kaynaklarına göre 7u-A'zwlerle akraba olup, reisleri de
onların reisleriyle aynı aileden yani A-che-na ailesinden idi, İptida T arbagatay’da Ç uguçak’ın şarkında
H o-pog ırmağı kenarında yaşıyorlardı; VIII. asırda gelip B eş-B ahğ’ı işgal ettiler; ve kâh Tu-kiü kâh
Uygurlarla m üttefik oldular; yahut, onlarm hücum larına uğradılar. Bazen Dokuz-Uygurlar ve
Karluklarla birleşerek On bir Kabile heyetini vücuda getirdiler; bunların reislerine İduk-Kut unvanı
veriliyordu. XI. asırda, bunlar Yabaku’laria beraber, Gazı Arslan Tegin kum andasındaki Müslüman
Kara-H anlılar’a karşı harplerinde, fena bir m ağlubiyete uğram ışlardı. Buna göre, bunların daha VIII.
asırda bir Türk şubesi oldukları anlaşılıyor. Barthold’un bunları -Ducange 'in eserinde bu kelime "men
şei karışık insan" m anasında izah edildiği için "halis Türk olmayıp eski m edenî unsurlarla karışık
m ahlut bir kavim" sayması ve Mahm ud’un ifadesini de bu suretle izah etm esi, türlü bakımlardan, kabul
edilem eyecek b ir iddiadır (İlk Mutasavvıflar'a ve Orta-Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler'e bakınız).
Bunlar hakkında aşağıda ( S. 261 Not 1 de ) verilen m alum ata da m üracaat ediniz.
181 Biz, Yabakıûann, Çinlilerin Pa-ye-ku ve eski Türk kitabelerinin Yir-bayırku ismi altında zikrettikleri
Türk kabilesi olm ası ihtim alini, vaktiyle İlk Mutasavvıflar’da ileri sürm üştük (S. 146). Eğer böyle ise,
bunlar VII. asrm ilk yangında Uygurlarla beraber Ütüken dağlarında ve Tu-kiülere tâbi olarak yaşı
yorlardı; bir isyanları üzerine onlar tarafından 716’da Tula nehri yakınında mağlup edilmişlerdi.
Gardîzî, bunları Halluh (Karluk)ların bir şubesi olarak gösterir ve bunların m enşei hakkındaki bir ef
saneyi zikrederek, m uhtelif m uhaceretlerinden bahsettikten sonra, Yabagu Halluhhxi mensup kabile
lerin T ürkistan’da çok olduğunu söyler (Barthold tarafından neşredilen metne bakınız: Mémoires de
l'Académie des Sciences de St. Petersburg, Serie VIII, Classe hist. philo,, Vol. I. N. 4, 1897, S. 81-82).
tran şairlerinin daim a bahsettikleri bu Halluh (K arluk)lar hakkında, İlk Mutasavvıflar 'a, Orta-Asya
Türk Tarihi Hakkında Dersler’e ve Hudûd a l-‘Âlam tercüm esinde V. M inorsky’nin İzahlanna bakınız
( S. 286-297 ),
182 D aha VIII. asırda O rhon kitabelerinde Otuz-Tatar ve Dokuz- Tatar isimleriyle tesadüf edilen bu kav
inin, M oğol aslından olduğu muhakkaktır; ve M. K âşgarî’nin ifadesi de bunu göstermektedir. Bunlar
Baykal'm cenub garbisinde yaşıyorlardı. Kitabelerde bir Türk yurdu olarak daim a adı geçen Ütüken
(veya Ötüken ) sahaları, XI. asrm ikinci yansında, Tatarlarla m eskûn idi. Bunlardan bazı zümrelerin
Türklere katılarak daha garbî sahalara gelip yerleştiklerini biliyoruz. Hudûd al- ’A lam ’de Tatarlar, Do-
kuz-O ğuzlar heyetine dahil olarak gösterildiği gibi, Gardîzî de bunları İrtiş üzerindeki Kimak
(Y em ak)lann bir parçası olarak bildirir, İran şairlerinin bunlardan sık sık bahsetm eleri, belki de bun
lardan bir kısm ının İslâm sahalarına yakın yerlere gelmeleri ile de izah olunabilir (tafsilat için: W.
B arthold’un İslâm Ansiklopedisi'nétYi Tatar maddesine bakınız).
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu 163
m CumM/’ların, Çin kaynaklarındaki T ch’u-m iler olduğunu ve bunların T ’ang\zx zam anında Urumçı
garbında M anas nehri kıyılarında otıırduklannı İlk Mutasavvıflar'da, söylemiştim. O zam an ileri sür
m üş olduğum bu birleştirm enin doğruluğunu, şimdi daha kuvvetle söyleyebilirim.
184 Bu gibi tarihî m es’eielerde yalnız birkaç isme dayanarak bundan um um î neticeler çıkarmanın, ilmî
ihtiyata çok aykırı bir hareket olduğu fikrindeyim. Evvelce edinilmiş herhangi bir fikri, bir faraziyeyi
ispat için bunları delil gibi kullanm ak ve akla gelebilecek sair m uhtelif ihtim alleri hiç düşünmemek,
çok yanlış bir harekettir.
185 XII - XVI. asırlarda, Türk olmayan Müslüman birtakım unsurlar arasında halis Türk adını taşıyan
tarihî şahsiyetlere sık sık tesadüf olunduğu gibi, m eselâ Ermeniler ve G ürcüler arasında da M üslüman
ve Türk adı taşıyan birçok tanınm ış adamlara rastlanmaktadır. Tarihî m ünasebetler ve m edenî te ’sirler,
bu hususta her zam an büyük bir rol oynar.
164 M. Fuad KÖPRÜLÜ
186 Bu harita, A. M ignana tarafından 19 mayıs 1933 tarihli Manchester Guardian'da neşredilm iştir (V.
M inorsky'nin bir kaydına göre: Hudûd al- ‘Alanı 'S. 182 ve 284 ).
187VJwf! ve eserleri hakkında etraflı mâlûm at almak için benim İslâm Ansiklopedisi’ne yazdığım m akale
ye bakınız. Osmanh m üverrihi Şükrullalı, XV. asırda yazdığı Farsça Behcet-üt Tevârih adlı küçük tari
hinde, 'Awjrmxı Türk kabileleri hakkm daki ifadelerinden istifade ederek, Kay\ax hakkında da kısaca
m âlûmat verm iştir (bu müverrih ve eseri hakkında, bu eserin O sm anhlara ait Farsça metnini Almanca
tercüm esiyle beraber neşreden Th. S e if ın şu makalesine bakınız: Der Abschntt über die Osmanenin
Şüb-ullâh ‘s persischer Universalgeschichte, Mitteilun. z. Osman. Geschiclıte, Band II, H annovver
1925, S. 63 - 128; bu eserin mukaddimesi ve Türk kabilelerine ait küçijk parçasıyla Osmaıılılara ait
kısmı, Türkçe olarak, müellifin hayatına ve eserlerine ait bir m ukaddim e ve bazı haşiyeler ile birlikte,
neşredilm iştir: Atsız, Dokuzboy Türkler ve Osmanh sultanları tarihi, İstanbul 1939). Kâtip Ç elebi’niıı,
doğrudan doğruya Şükrullah’dan istifade ettiği ve ‘A wfi’nm eserini görm ediği, Cihannümâ’daki şu sa
tırlardan açıkça anlaşılıyor: “Bazı tevârîhde kabâyil-i etrâkten sahra-nişin ve gayri dokuz kabile yazı
lır. Azami Oğuz kabilesidir; vatan-ı aslîleri Diyar-ı Hatay idi; Selçukıyân bu kabiledendir. Biri dahi
Kayı kabilesidir ki kesrette O ğuz’a galiptir; zemîn-i San ‘dan gelip Ermenîye hududuna yayıldılar”
(Cihannümâ, M üteferrika neşri S. 371 - 372). Burada, Şükrullalı’m ve Kâtip Ç eiebi’ııın Kun ( j ^ ) is
mini Güz 0 » okuyarak nasıl aldandıkları görülüyor. Eski kaynaklan, hiçbir tenkite tabî tutmadan ve
ellerindeki bozuk yazm alara inanarak kullanan eski Şark m üelliflerinin ne kadar aldandıklarına, bu da
güzel bir m isaldir. Esasen, daha eski kaynaklar elde bulunurken, sırf onlara dayanılarak ikinci, üçüncü
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu 165
elden yazılan bu gibi muahhar eserlere kıymet vermek ve bunları tenkitsiz olarak kullanmak, her ba
kım dan, büyük bir hatadır.
188 Von Hammer, büyük Osmanlı Tarihi‘nin sonuna ilâve ettiği birtakım zeyiller arasında, m uhtelif Türk
kabileleri hakkında da küçük b ir yazı neşretmiştir ki (Histoire de l'etnpire ottoman, J.J. B eller tercü
m esi, Tome XVII, Paris 1841, S. 168-178), burada Reşîdeddîn’in bahsettiği yedi büyük Türk kabile
sinin kısaca isimlerini saymış ve Deguignes’den de istifade eylemiştir. M üellif burada 1825’de
P eteısburg’da neşredilen Orıgines russe adlı eserinden de bahsetmektedir. Türk dili ve tarihi hakkın-
daki tetkiklerin çok geri bulunduğu bir devirde yazılan bu şeylerin, hemen baştan başa yanlış olduğunu
söylemeğe lüzum bile yoktur. M uhtelif İslâm tarihçilerinin eski Türk kabileleri hakkındaki mâlûmatını
ihtiva eden bu Origines russes adlı eserde, XV. Asırda Behcet-üt Tevârîh adıyla Farsça küçük ve ıı-
mumî bir İslâm tarihi yazmış olan Şükrullah’ın bu eserinden de istifade edilmiş olduğunu, V. H. söy
lüyor (bu hususta yukarı ki nota bakınız). Hammer, bundan sonra, ‘A w fî’nin Cawâmi ‘ al-Hikâyât ’¡nda
m uhtelif Türk kabilelerine ait m ühim bir bahse tesadüf ettiğini ve bu eserin m uhtelif Türkçe tercüm e
leri olduğunu ve en iyisinin Celâlzâde Salih’e ait bulunduğunu ilâve ederek, buradan alınıp Avusturya
elçiliği m emurlarından Raab tarafından tercüm e olunan bahsi neşrediyor. Ne filolojik, ne de tarihî bir
tenkite tâbi tutulm adan ve hattâ asıl metinden değil Türkçe tercümesinden yapılan bu tercüm enin,
'.4w/T'nin bu çok ehemm iyetli kaydım ilk defa ilim dünyasına tanıtm ış olmaktan başka, hiçbir kıymeti
yoktur.
W. Barthold, yukarıda İngilizce tercüm esinden bahsettiğim iz Moğol istilâsına kadar Türkistan hak-
kmdaki meşhur eserinin Rusça neşrine ilâve ettiği metinler kısm ında ( Petersburg 1898, S. 99-100 ) bu
metni neşretmiş ise de, tek nüshaya istinad ettiği için, tenkitsiz ve tabiatiyle oldukça yanlıştır. Bu me
tin bundan sonra M arquart’m Komanlar hakkındaki meşhur eserinde neşir edilmiş ve onun tetkikine
bir esas teşkil etmiştir.
I9D Y ukarıda (S, 231, not 1), V. M inorsky tarafından bu hususta Fransız Enstitüsii’ne yapılan küçük fakat
çok mühim bir tebliğden bahsetm iştik. Bu eseri keşfeden Dr. Arberry bu metnin neşrini hazırladığı gi
bi, V. M. de bu eserin Tiirkler’z, Ç in’e, Hind'e ait kısımlarının şerhli bir tercümesini yapacak ve bu
tetkik bu neşre ilâve olunacaktır. Eserin içinde m uhtelif yerlerde m üellifin gördüğü şeylerden bahsedi
lirken, 1056, 1085, 1120 tarihlerine tesadüf edildiği için, m üellifin uzun müddet yaşadığı tahmin olu
nuyor. Eserin, Baburlular hanedanı kütüphanesinden çıkarak bugün îndia Office'de bulunan tam ve
eski nüshasının ilk kısmında, m uhtelif kavimi erden ve coğrafyadan bahsedilmektedir ki, eserin asıl e-
hemmiyeti buradadır; ikinci kısım da ise zooloji’den bahsolunuyor. Bu eser meydana çıktıktan sonra,
Briıish Muzeum’da bulunan başsız bir nüshanın, bu eserin bu son kısmım ihtiva eden ikinci bir yazm a
olduğu anlaşılmıştır.
166 M. Fuad KÖPRÜLÜ
1 “D aha ‘^ w f î’nin ifadesi sayesinde, bu m uhaceret hareketinin, K unlann Kaylzı tarafından sürülmesiyle
başladığı biliniyordu. Lâkin, Ş a ra f uz-Zamân buna iki mühim ııokta ilâve ediyor: Kunlat, nasturî
H ristiyanlığım kabul etmişlerdi; Onlar, asıl ilk yurtlarını. Kıta hüküm darının korkusundan
terketm işlerdi. Bu suretle, Kun kabilesinin mevcudiyeti kat’î olarak anlaşıldığı gibi, Barthold ve
M inorsky'nin iddiaları hilâfına, bunları Kunl ardan ayırmak icap ettiği de m eydana çıkıyor. Bundan
başka, Kaylarm, bunları, “asıl yurtlarını bıraktıktan sonra gelip yerleştikleri” yerden çıkardıktan da
anlaşılıyor. Bundan sonra, Kunlar, - ‘A w fî’de, Türkçe m alum m anada Sarı şeklinde kaydedilen- bir
kavm e taarruz ettiler ki, bu yeni metinde bu isim al-Şâriya şeklinde gösteriliyor. Bu iki ismi te ’lif hu
susunda bir zorluk yoktur: çünkü M oğolca’da şara “sarı” demektir ki, bu suretle, M anvazî’de tesadüf
edilen ismin, bunun Arapça nisbet şeklinden başka bir şey olmadığı m eydana çıkıyor, Bu ismi taşıyan
kavm in -A vrupa kaynaklarının Polovtsi, H'ahven, Pallidi gibi “solgun çehreli, yahut, sarım tırak, sarı
şın” m ânasına gelen isim ler verdikleri- K om anlar olduğuna hükm etmek akla yakın geliyor. Yine
M an vazî’ye göre, bu kabilenin bir şubesi, K itlar payitahtına giden yol üstünde, Sancu’mm şark tara
fında on beş günlük bir mesafede oturuyordu; bunlar, İslâm dininin m ecbur ettiği Sünnet olmaktan
kurtulm ak için buraya sığınmışlardı ve reislerinin ismi olan Basmil adını taşıyorlardı. Bu malûm at,
İslâm dininin K ara-H anlılar devrinde, 1000 yıllarına doğru kazandığı muvaffakiyetleri de gösterm ek
tedir" (M inorsky’nin adı geçen makalesi, S. 320-321).
M anvazî’nin, bu eserde, Türkmenleri “M üslüm an Oğuzlar” diye göstermeyi, [/4wfî’niıı bu hususta da
tam am ıyla ona istinad ettiğini anlatıyor ki, çok m ühimdir: “bu Oğuzların m em leketinde İslâm dini zu
hur edince, bunlar M üslüm an oldular ve iyi işler gördüler. Lâkin, kâfirler galebe edince, m em leketle
rinden uzaklaşarak İslâm şehirlerine geldiler. Bunlara Türkmen derler. Bunlardan bir kısmı kuvvetle
nerek Çağrı T eğin zam anında m eydana çıktılar, dünyayı tuttular, padişah oldular; ve Selçuk hânedânı
yıllarca dünyaya hükm etti” ( ‘A w fî’nin Barthold tarafından neşredilen metni, S. 99). Yirm i beş yıl ev
vel, M ahm ûd K âşgarî’ye dayanarak, Türkmen adının “Müslüman O ğuzlar”a verilen bir isim olduğunu
kuvvetli bir ihtim âlle söylemiştim (ilk Mutasavvıflar, S. 152 ); yukanki izahlar, bunu artık bir hakikât
şekline sokm uştur. Kelim enin Bayhakî Tarihi \\de ve Siyoseinam e’deki kullanılış şekli, ‘A w fî’nin ifa
desinin tam am ıyla teyit ettiği gibi, Gazneliler devri şairlerinden ‘U nsurî’nin de m eselâ şu beytinde
Guz ile Türkmeni ayırırken bu mefhumu kastettiği muhakkaktır:
j l ¿LsrU ı_JU ¿rrî-j
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu 167
kua gelen ve herhâlde uzun yıllar sürmesi icap ettiği kolaylıkla tahmin
edilen bir vak’ayı hikâye etmesine imkân olmayacağı derhal anlaşılır.
Minorsky’nin dediği gibi, Çin hudutlarında başlayan bu kabileler muhace
retinin son dalgasını, 1048-1053 yıllarındaki Peçenek hareketi olarak ka
bul etmek, şüphesiz en akla yakın olanıdır; bu suretle, bunun başlangıcını
yani Kaylarm ilk hareketlerini de, yine XI. asrın ilk on senelerine koymak
icap ettiği kendiliğinden anlaşılır.
Bu kabile adımn iptida XI. asrın ortalarına doğru al-Bîrûnî tarafından
işitilip kaydedilmesi de, belki Orta-Asya tarihinde ilk defa oynadığı bu
mühim rol dolayısıyla olmuştur. 1026’da Gazne’ye gelen bir K’i-tan elçi
sinden Uzak-Şark coğrafya ve tarihine ait epeyce mâlûmat almış ve eser
lerinde bunlardan lâyıkıyla istifade etmiş olan al-Bîrûnî’nin, Kaylar hak-
kındaki mâlûmatını da yine ondan almış olması, imkânsız değildir. Ş. T.
Marvvazî’nin bu sefaret hakkındaki sarih ifadelerine bakılırsa,192 kabileler
muhaceretinin, tabiî, sadece başlangıcı hakkındaki mâlûmatının da dola
yısıyla ondan gelmiş olması imkânsız sayılamaz; lâkin Minorsky’nin mü
talaasına göre, bu mâlûmatın, Kun kabilesine mensup olup Sultan
Berkyaruk zamanında yani 1094 yılından sonra Hârizmşâh unvanıyla
Hârizm kıt’asını idareye me’mur edilen ve 1097’de Merv’de düşmanlan
tarafından öldürülen büyük emîr İlkinci b. Koçkardan şifahen alınmış
olması, daha akla yakındır. Kun kabilesinden bir Türk olması sebebiyle
birçok kabile an’anelerine vakıf olan ve idari vazifesi itibanyla da kendi
vilayeti hudutlanndaki hareketlere yabancı kalamayacağı tabiî bulunan bu
büyük emîr’i, Merv’de Horasan Selçuklulan’nm saray hekimliği vazifesini
gören müellifimizin tanımaması, hemen hemen imkânsız sayılabilir.193
192 1026 de Ş ark ’tan Gazneliler sarayına gelen sefaret heyeti hakkında en vazıh m alûm atı, yine
Marvvazî’de buluyoruz: Bıı, Çin İmparatorundan değil, Kıta yani K ’i-tan hüküm danndan galiba Leao
sülâlesine m ensup olup 983-1031 yılları arasında saltanat süren Cheng-tsuııg'datı geliyordu ve sefirin
adı K.it.nka (K alı-Tunka?) idi. Lâkin, koyu bir M üslüm an olan M ahmûd Gaznevî, bu kâfir devleti île
siyasî m ünasebetlere girişmek istemedi. Yalnız, G azne’deki âiimler, bundan bazı yeni coğrafî bilgiler
elde ettiler ki, al-Bîrûnı’nin eserlerinde bunu açıkça görüyoruz. Bu sefir, Gazne ’ye gelirken, şarkî
T ’ien-Şan Uygurlarının m emleketinden geçmiş, -ve buranın hanı olan Kadir-Han, kendi sefirini de
ona katm ıştı. Tabâi' de her iki hüküm dardan gelen ve büyük bir ihtimâlle Türkçe olan- m ektupların
Arapça tercüm eleri m evcuttur ki, bu sayede, U ygur H am ’nın oğlu olan Çağrı T egin’in bir Kıtay pren
sesiyle evlenm iş olduğu da anlaşılm aktadır (V. Minorsky, S. 319-320). 417 deki bu sefaretler hakkın
da Gardîzî p ek az m alûm at verm ektedir (Kitâb Zaynu’l Ahbâr, M. Nâzım neşri, Berlin 1928, S. 87).
I9j ‘Avvfî m etinlerinde türlü türlü şekillerde yazılan bu Türk emîrinin adını M arquart, m eşhur eserinde,
İkinci b. Kuçkar tarzında okum ak lâzım geldiğini söylemiş ve bunun, sair tarihî kaynaklarda da adı
-bozulm uş b ir şekilde- geçen em îr olması icap ettiğini de ileri sürm üştü (Osttürk. Dialekst, 48, 201). Z.
V. Togan, P. Pelliot Barthold ve M inorsky’nin de iştirak ettikleri bu okuyuş tarzını kabul etmiyerek,
Alakci b. Koçkar şeklini tercih ediyor. Sırası gelmiş iken, bu isim hakkında şimdiye kadar tarihçilerin
gözüne çarpm am ış olan edebî bir vesikadan bahsetmek isterim: Selçuklu devrinin tanınm ış şairlerin
den ‘A bd’ül Vâsi*-i Cebelî’nin. bunun ölümünden sonra yerine Hârizmşâh olarak tâyin edilen oğlu
Tuğrul Tegin M oham m ed hakkındaki bir kasidesinde, onun da ismi geçm ektedir (B adî’uz Zamân,
Suhan wa Suhanvarân, Tahran 1308, hicrî-şem sî, C. I, S. 330):
jL & L i Ol ¡¿İL* j t j - l g j j j s * J }
j__oL&Li Ijjl JİJaS” aJİjji jça
jj e . 1: .'ai y r;jl ci-iLj j■ j'
Taba ’i ‘ aî-Hayavân nüshasında ı (Alkci ) tarzında yazılması dolayısıyla bu şekli tercih ettiği
168 M. Fuad KÖPRÜLÜ
anlaşılan Z. V. Togan’m bu okuyuş tarzı, yukarı ki m anzume de vezne pek uymadığı için, kabul edi
lemez. Ben, m uhtelif m etinlerdeki yazılış şekillerine ve yukarı ki kasidenin veznine göre, bu ismin,
şim dilik İlkinci tarzında okunmasını dalıa doğru buluyorum (bu em îr ve oğlu hakkında bakınız: W.
Barthold, Turkeslan, S. 323-324).
194 Târih~i Fahruddîn Mubârekşâh, E. Denison Ross neşri, London 1927, S. XII.
195 Fuad Köprülü, Oğuz etnolojisine dair tarihî notlar, S. 8, N ot 1.
m Aynı yerde, S. S. Riçkov, ilk defa 1762’de basılmış olan eserinde Başkurt kabilelerini sayarken, Ka-
zan’a giden yolun şim al-garbt cihetinde Yilrek- tav-Kayh, Kır-Kaylı, Edil- Kaylı, Aktav-Kayh gibi bir
takım oymakların adlarını zikretm ektedir ki, bugün bunların kabile teşkilâtı bozulmuş olm akla beraber
onlara hâlâ Kaydı (yani lı-d ı olduğuna göre: Kaylı) diyorlar ( Urenburg vilâyeti topografyası, Son ba
sım, 1887, S. 67-71). S. Rudeııko da Başkurtlar hakkındaki eserinde, bunlardan başka, Küyiİk-Kay ve
Soklı-Kayh isimlerini saym aktadır (Başkıry, I, Petersburg, 1916, S. 28, 274). Bunların, eski Moğol
Âayları ile alâkaları olup olmadığını aramak, daha ziyade, m ütehassıs etnografların ve m ongolistlerin
yapabilecekleri bir şeydir. Biz, sadece, herhangi bir ihtimâlin kaydıyla iktifa ediyoruz.
197 Z. V. T ogan’m, Kay ve Kayı isimleriyle, bazı Çin kaynaklarından, avestik m etinlerden, hattâ Islâm
eserlerinden çıkarılmış birtakım şüpheli isimleri birleştirm ek hususundaki tecrübeleri, bize çok hayalî
m ahiyette göründüğü için, burada, sadece fonetik bir benzeyiş'e, dayanan ve tarihî delilleri bulunm ayan
bu birleştirm elerden bahsetm eyi bile lüzumsuz bulduk.
VIII.
OĞUZ BOYLARINDAN KAYIĞ-KAYI KABİLESİNİN
MUHACERETİ VE TARİHÎ ROLÜ
1,8 Paul Wittek, “bu Osmanlı silsilenam elerinin m uhtelif zamanlarda nasıl uydurulduğu” hakkında tenkiti
bir tecrübeyi 1925’te Der İslam'da, çıkan bir m akalesinde (C. XIV, S. 94-100 ) yapmıştı. Umumiyetle
Oğuz kabilelerinin cedlerini ve onların kahram anlık destanlarını ihtiva eden a n ’aneler hakkında,
Reşîdeddııı, A b ’ul-Gâzî, Haşan Bayatî gibi müelliflerin yukarıda zikredilen eserleri, sonra EnvetVmn
Düsturnâme’si gibi eserler, elde bulunuyor. Bunların esaslı bir surette m ukayese ve tetkiki, bilhassa
Oğuz D estanı’mn aydınlatılması için, çok faydalı olacaktır.
199 Osmanlılarm m uhacereti hakkında ilk kaynaklardaki muhtelif, mütenakız rivayetler ve sonraki kronik
çilerin bunları birbiriyle te’lif ederek vücuda getirdikleri (combine) şekiller hakkında hususî bir tetkik
yapılmış değildir. Mamafih, bunlardan hiçbirinin tarihî bakımdan inanılm aya lâyık olmadığı ve daha
ziyade m enkıbe mahiyetinde telâkki edilmeleri icap ettiği, en basit bir tenkit neticesinde meydana
çıkmaktadır. Osmanlı tarihinin müspet şekilde tetkiki için, bu gibi menkıbelerin bir tarafa bırakılmayı
icap ettiği, m ütehassıslar arasında artık bir hakikat şeklini almıştır.
170 M. Fuad KÖPRÜLÜ
200 Bunun kendi tarafım ızdan ileri sürülmüş indî bir iddia olmadığını göstermek için, kıym etli bir M acar
âliminin bu husustaki ifadesini nakledeceğim : “Osmanlı tarihi başlangıcının ve ilk gelişm e devrinin en
seçkin araştırıcısı, şüphesiz ki, Türk bilgini Fuad K öprülü’dür; vardığı neticeler Garp tarihçiliğinde de
yayılm ıştır” (L.Râsoni, Dünya Tarihinde Türklük, Ankara 1942, S. 189). Mam afih, kıym etli Fransız
tarihçisi F. Grenard, son yıllarda çıkardığı küçük fakat m ühim eserinde Osmanlı Devletinin ilk tekâ
mül safhaları hakkında benim birçok fikrimi kabul ettiği hâlde, galiba eski görenekten birdenbire kur
tulam adığı için, “H arizm şâhlara tâbi olan küçük bir Kayığ aşiretinin 1221’dekİ M oğol istilâsı karşısın
da Horasan ‘dan hicret ettiğini ve bunun Ertuğrul maiyetindeki küçük bir parçasının Sultan Alâedîn
Key-Kobad tarafından Selçuklu Devletinin garp uçlarına yerleştirildiğini” tekrar etm ektedir (Grandeur
et décadence de l ’Asie, Paris 1939, S. 38-39). Bu yanlışlığın, sadece “eski bir alışkanlıktan” ileri gel
diğini açıkça söyleyebiliriz. Sırası gelmişken şunu da ilâve edeyim: Osmanlı tarihinin m uhtelif ana
m es’eleleri ve devletin kuruluş safhaları hakkm daki tetkiklerim izin neticeleri, Garp ilim dünyasında
um um iyetle kabul edildiği hâlde, bu mevzua ait olarak şu son yıllarda mem leketim izde yazılan bazı
tarih kitapları’nda bunlardan tamam ıyle gaflet olunmakta ve kısm en Osmanlı v a k ’anüvislerin deki eski
m asallar, kısm en de T ürkler hakkında m enfî düşünceler besleyen birtakım değersiz Garp m üelliflerin
den alınmış yanlış fikirler tekrarlanm aktadır; m em leketteki neşriyattan bile bu kadar habersiz kalanla
rın, m illî tarihe ve İlmî hakikatlere karşı gösterdikleri bu korkunç alâkasızlık karşısında, yalnız ilim
değil m em leket hesabına da, hayret ve teessür duymam ak kabil değildir sanıyoruz.
201 Z. V. Togan, böyle bir tenkite hiç lüzum görmeden, sadece, yeni m eydana çıkan İki eserde de bu
m uhaceretten bahsedilm esini k at’i bir delil gibi telâkki etmiştir. Halbuki, son yıllarda benim ve P.
W ittek’in şiddetli tenkitlerim ize uğrayan m uhaceret m asalının historicité 'sini ispat için evvelâ, yapılan
tenkitleri çürütm ek lâzım dı; ondan sonra da, bu yeni kaynakların vüsûk ve kıymet dereceleri îesbit o-
lunmak icap ederdi. Z. V. Togan, bunların hiçbirini yapmayarak, sadece M. D ‘O hsson’un bu hususta
Müneccimbaşı ve Sa'deddîn tarihlerine dayanarak ileri sürdüğü rivayeti tekrarlam ıştır (Histoire des
Mongols, T I, La Hay, 1834, S. 294-5). Z. V. Togan bunlann Anadolu’ya gelişinin 1230’da Alaeddîn
Keykobad I. île Celâleddîn Hâriznışâh arasında Erzincan civarında vukua gelen m uharebe esnasında
olduğu hakkında, yine aynı m eşhur m üellifin Tableau general de l 'Empire ottaman’m da m e’haz ola
rak gösteriyorsa da, bunda da bir dalgınlık olduğu, çünkü bu m uharebe hakkında bu eserde değil yine
onun Moğollar Tarihinde tafsilât bulunduğu m alumdur (C. III, S. 45 - 42). Görülüyor ki Z. V. Togan,
çoktan beri “bir m enkabe’den başka birşey olmadığı” anlaşılmış bulunan bir rivayeti, hiçbir yeni delile
dayanm adan, tarihî bir hakikat gibi, kabul etmekle çok aldanmıştır.
OsmanLı İmparatorluğunun Kuruluşu 171
202 Fuad Köprülü, Oğuz etnolojisine dair tarihî notlar, S. 3-5. Burada sadece temas ediîen bu mühim
mesele hakkında yakında geniş b ir tetkik neşretmek ümidindeyim.
203 Bu hususta ilk M utasavvıflar’a, M inorsky’ye ve bilhassa Barthold’un yukarıda adları geçen eserlerine
bakınız. Bu büyük âlim, T ürkm en tarihi hakkmdaki mühim tetkikinin başmda, bu hususta en toplu
malûmatı vermektedir. Fakat bütün bunlara rağmen. Oğuzlar hakkında, tarihî ve etnolojik büyük ve
ciddî bir m onografiye ihtiyaç olduğu muhakkaktır. O ğuz kabileleri hakkında Th, H outsm a’nın aıtık
hiçbir kıymeti kalm am ış olan küçük bir makalesi m üstesna olarak (Die Ghuzenstämme, W iener
Zeitschr. d. künde d. M orgenlandes, II, 1888), hemen hiçbir şey yazılmamış, Vam bery ve A ristov’un
Türk kabilelerinin etnik teşekkülleri hakkındaki um um î eserlerinde de Oğuzlar kısm ı çok zay ıf kal
mıştır. Bunlardan sonra, benim Oğuz etnolojisine ait 1925’te çıkan bir makalem ile, Avşar'l&r hakkın
da 1942’de İslâm Ansiklopedisinde neşredilen yazım dan başka, Oğuz kabileleri hakkında zikre şayan
hiçbir tarihî tetkik yapılm ış değildir. (W. Barthold’un Türkmen Tarihi’nde O ğuz boylarından
Yazır'\â.nn siyasî rolleri hakkında verdiği malûmat, çok m ühim olmakla beraber, hususî bir tetkik sa
yılamaz).
172 M. Fuad KÖPRÜLÜ
204 TarihçiReşîdeddîn, meşhur um um î tarihindeki jt cjUISU- j jiS"y j jy-j\ £jjU yani “Oğuz
Hanın ve Tiirkler'in tarihi, ve Oğuz'un cihangirliği hikâyeleri” adlı bir kısımda, Tiirklerin ve bilhassa
O ğuzların menşei, Oğuz İmparatorluğunun kuruluşu ve Oğuz’dan sonra yetişen hanlar lıakkındaki
m enkabeleri kaydetm ektedir. Sonlanna doğru biraz tarihî bir mahiyet alan bu menkabeler mecmuasına
göre, Gazneli M ahm ûd’un babası Kayı kabilesindendir; Hârizm şâhlar Bcgciili kabilesine m ensupturlar.
Selçukluların mensup olduğu Kınık kabilesi bir tarafa bırakılırsa, Oğuz padişahları şu beş kabileden
birine m ensupturlar: Kayı, Begdili, Avşar, Imur, Yctzır, F ars’daki Salgurlar hânedânı, Selçuklulardan
evvel, buralara gelmiş olan Sabırlardandır; bunun diğer bir şubesi Ceyhun civarında Hârizm hudutla
rında yurt tutm uşlardır. Anadolu Türkmenlerİ, yani Karam an-oğullan, E şref-oğullan ve diğerleri, T uğ
rul B ey’in Rum seferi esnasında m aiyetinde bulunan 20.000 Türkmen süvarisinden türem işlerdir. T uğ
rul bu seferden döndüğü zaman, onların başında Kınık'la kardeşlerinden Arslan Sultan bulunuyordu.”
Tenkitli bir şekilde basılması Oğuz destanı hakkında yeni malûmat verecek olan bu eserden çıkardığı
m ız bu malûmat, bu m akalem izin m evzuu bakım ından, bize çok mühim ve yeni şeyler öğretiyor:
Sevük T egin’in AV/yılardan olduğu, başka hiçbir eski kaynakta bulunmadığı gibi, onun A nadolu Türk-
m enlerinî “daha Tuğrul zam anında Bizans hudutlarına gelen Oğuzların torunları” saym ası da, umumi
yetle Oğuzların ve o arada Kayû&r\\\ “ daha Selçuklularla beraber Anadolu’ya geldikleri” hakkmdaki
eski fikrim izi kuvvetlendirm ekte ve XIII. asırdaki m uhaceret masalına tarihî, bir mahiyet verm ek iste
yenlere karşı yeni bir delil teşkil etmektedir. Salu>\âx hakkmdaki bir tetkikim izde R eşîdsddîn’in bu e-
serde onlara dair verdiği malûmatı, pek tabiî, sıkı bir tenkite tâbi tuttuktan sonra, kullanm ıştık ( Oğuz
etnolojisine dair tarihî notlar, S. 9-16 ).
205 Sultan C em ’in arzusu üzerine tertip edilmiş olan Câm-ı Cem-Âyîn adlı bu eser, küçük bir jenealoji ve
m enkabeler m ecmuasıdır. Ali Emirî Efendi tarafından 1332’de İstanbul’da neşredilmiştir,
2U6 A bu’l-Gazî Han tarafından (H, 107î) yılında te 'lif edilmiş olan bu küçük eser de, yukarıkiler gibi,
Türkm enlerin silsilenamesi yani m enkabevî tarihidir. Türkm enler arasındaki şifahî ve yazılı
an’an el erden istifade edilerek vücude getirilen bu eserin m uhtelif yazmaları vardır ki, Rus Türkoloğıı
A. Sam oiloviç, m uhtelif yazılarında, bu nüshalardan bahsetmiştir. Tumansky tarafından Rusçaya ter
cüme edilen bu eserin fena bir yazm a nüshasının fotoğratîk kopyası 1937’de Türk Dil Kurumu tarafın
dan neşrolunm uştur. Abdülkadir İnan’ın buna yazdığı imzasız Mukaddime'Asa istifade olunabilir.
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu 173
207 Şeref Haıı-ı Bidlîsî, meşhur Şerefnâme’sinde, Bitlis havalisinde, Selçuk sultanlarının ve Atabeylerin
hâkimiyeti zam anından oralarda kalm ış bulunan bazı küçük kabilelerin mevcut olduğunu söylemekte
ve kendi zam anında (XVI. asır sonlarında) Serâciyân adım taşıyan bir kabile ism inin de
Selçûkiyân ’dan galat olduğunu ilâve etmektedir:
jLj ı_jjt- 1_® aJı_Lı îj-î
^Laj ^ \ *l İ3.İ£- j ^
kj_İ14jLjLJî' ¿)1j\
(Şeref nâme, M oham med Ali A vnî neşri, Kahire, S 480). XVI. asra ait olan bu rivayetin ne dereceye
kadar doğru olduğu, üzerinde çok durulmak icap eden bir m evzudur. Biz, sadece, bu gibi a n ’aııelerin
daha asırlarca evvel bile m evcut olduğunu göstermek için bu rivayeti buraya naklettik. M am afih bura
da, kasaba ve şehirlere yerleşm iş aşiret parçalarından değil, henüz kabile hayatım m uhafaza eden züm
relerden bahis olunuyor. Ancak, Anadolu, Mezopotamya, Iran kasaba ve şehirlerinde de, kabile isimle
rini taşıyan bazı m ahallelerin m evcut olduğunu bildiğimiz gibi, bazı şehirlerde birtakım kabilelerin
yerleşm iş olduğuna dair -m eselâ Târîh-i Güıîde gibi- eski kaynaklarda da mühim kayıtlara tesadüf o-
lunmaktadır.
174 M. Fuad KÖPRÜLÜ
208 M. Çağatay Uluçay, Saruhan-oğulları ve eserlerine dair vesikalar, İstanbul 1940, S. 41, 42, 170. Bu
vesîka (H. 959) tarihlidir.
2W Y ukarıda S. 270 de 1 numaralı notaya bakınız.
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu 175
212 Siyasetnâme'nln “Türkm enlerin de gulâlar ve Türkler ve başkaları gibi hizm ete alınm aları” hakkındaki
XXVI. faslında, devletin, sayıca çokluk olan Türkm enler yüzünden çok zorluklarla karşılaştığı tasıih
olunm akla beraber, devletin kuruluşunda büyük hizmetler gören ve zahm etler çeken ve hüküm dar aile
siyle akraba olan bu Türkm enlerin mükâfata lâyık oldukları da itiraf edilmektedir. Nizam al-M ülk’ün,
'‘Selçuklu hânedânm a kırgın” olduklarını söylediği bu Türkm enleri mem nun etm ek ve onların taraf
tarlığını kazanm ak için teklif ettiği çare, pek basittir: Türkm en çocuklarından bin kişi seçerek tıpkı
gulâm lar gibi onları da askerî bir terbiye ile ve saray muhitinde yetiştirm ek suretiyle hanedana bağla
mak (Siyasetnâme , Halhali neşri, Tahran 1310, S, 73 ; Scheefer tarafından bastırılan metnin bu kısmı
daha tam ve doğru olduğu cihetle, ondan da istifade ettik). M etinde tam bir sarahat bulunm am akla be
raber, saray hizm etine alınacak olan bu Türkm en çocuklarının, kabileleri üzerinde nüfuzları bulunan
aristokrat tabakalar arasından seçileceği pek tabiîdir. H akikaten çok iyi düşünülm üş olan bu tedbirin
tatbik edildiğine dair, tarihî kaynaklarda, hiçbir işaret bulunm uyor. Acaba, asaletleriyle m ağrur olan
Türkm en aristokratları, çocuklarının saray köleleri gibi yetiştirilm esine razı olmadılar mı? Bence en
kuvvetli ihtimâl budur. Selçuklu idaresi, kuvvetle tahm in edilebilir ki, bunu tatbike herhalde ehem m i
yetle çalışmış, lâkin m uvaffak olamamıştır. Mamafih, Selçuklu idaresine karşı kırgın olm akla beraber,
Oğuz kabilelerinin, eski tribaî an’anelere uygun olarak, Selçuklu sultanları’m daim a m etbû' tanıdıkla
rı, Sancar’ı esir ettikleri zam an ona karşı gösterdikleri m uam eleden pek iyi anlaşılıyor. Selçuklu sul
tanlarının da, yine tribai a n ’anelerir. te ’siri ile, merkezî idareye karşı türlü zorluklar çıkaran bu Türk
menleri yabancı saym adıkları, yine Sancar 'm asî Oğuzlara karşı askeri bir te’dip hareketi icrasına
zorla razı olm asından istidlal edilebilir. M ahmûd Gaznevî’nin, kendi topraklarına iltica eden Oğuzların
-başlıca silahları olan Ok kullanm alarını men için- parm aklarını kestirm ek tavsiyesinde bulunan devlet
adam larının bu fikrini şiddetle reddetmesi de, dikkate lâyıktır: acaba bunda Seviik T egin’in Kayı O-
ğuzlanna mensup olduğu hakkında Reşîdeddîn’in rivayetini te’yid edecek bir m ahiyet yok mudur?
M ahm ud’ûn bu kararında, Oğuzların kendisi ile akraba olm ası yani kavmiyet şııûru, bir âmil olmamış
mıdır?
2lj Gaznelilere ve Selçuklulara ait bütün kaynaklar, bunu açıktan açığa gösterm ekte ve bu hususta çok
mühim tafsilatı ihtiva etm ektedir. Memlûk sistemi hakkında yakında neşir edilecek tetkiknâm em izde,
bu m es’eleler uzun uzun tetkik ve izah edilmiştir.
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu 177
214 Tuğrul ve A lp A rslan zam anlarında Selçukluların Bizans İm paratorluğuna karşı takip ettikleri siyaset,
bunu pek açık olarak göstermekte olduğu gibi, M elikşâh devrinde dahi, Bizans toprakları üzerinde
-Büyük Sultana karşı kuvvetli isyan hareketlerinde bulunabilecek- m üstakil veya y an müstakil-Türk
devletlerinin kurulması, Selçuklu Divanı tarafından hoş görülmüyordu. B u hükümdarın, amcazadesi
Süleyman’ın bu husustaki teşebbüslerinden memnun olmadığı pek tabiî olduğu gibi, imparator Alexsis
Komnène ile yapm ak istediği ittifakın şartları hakkında Anne Kom nène tarafından verilen tafsilat da
bunu açıkça gösterm ektedir (C. Cahen, La Campagne de Matttzikert d ’après les sources musulmanes,
Byzantion, IX, 1934, S. 641; P. Wittek, Deux chapitres de l'histoire des Turcs de Roum, Byzantion,
XI, 1936, S. 2 9 4 ).
178 M. Fuad KÖPRÜLÜ
2,5 Bu hususta Türkiye Dahiliye V ekâleti’nin çıkardığı Köy adları adlı cilde ve m erhum Ahm ed Refik’in
A nadolu’da Türk Aşiretleri (İstanbul 1930 ) adlı vesikalar mecmuasına bakınız.
216 Salgurîur, Kara-K oyunlu ve A k-Koyunlu devletleri, İran ‘da Avşar ve Kaçar sülâlelerinin kurdukları
devletler, um um iyetle bilindiği gibi, hep trîbal m enşe’den gelen siyasî teşekküllerdir. Yine Oğuz boy
larından yiozırların kurdukları siyasî teşekkül hakkında, Barthold, Türkmen Tarihî hakkm daki risale
sinde ilk defa olarak topluca m âlûm at vermiştir. Safevîler’e ait tarihî kaynaklarda, İran dahilindeki
büyük O ğuz aşiretlerinin askerî faaliyetleri ve rolleri hakkında etraflı m alum ata tesadüf olunabilir. Bir
m isal olarak ‘A v a r l a r hakkında İslâm Ansiklopedisindeki makalemize bakınız.
211 Köy adları ’na, Anadolu’da Tiirk aşiretleri‘ne, Oğuz etnolojisine ait tarihî notlar‘a, Avşar makalesine
bakınız. Bunlardan başka, m uhtelif asırlarda Anadolu’da, az veya çok ehem m iyetli roller oynamış
İva’lar, Cepni 1er gibi birtakım Oğuz aşiretleri’ne daha tesadüf edildiği gibi, İran'da, da bazı Oğuz şu
belerinin buna mümasil daha birçok hareketlerine, XII. asırdan başlayarak XIX. asra kadar, daim a rast
gelinm ektedir.
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu 179
225 B ugün bile Anadolu'daki birtakım göçebe Türkm en kabileleri, dedelerinin Horasan'dan geldiği
a n ’anesini muhafaza ederler. Anadolu’nun m uhtelif yerlerinde Horasanlı adım taşıyan bazı köylerin
mevcudiyeti de buna bir delildir. Hacı Bektaş V elî (bu hususta İslâm Ansiklopedisi ’ndeki makalem ize
bakınız) başta olmak üzere, Anadolu ve Rum eli’de tekkeleri ve m ezarlan bulunan birçok sofinin Ho
rasan'dan geldikleri” hakkındaki rivayetlerin eskiliği onlara ait menakıb kitaplarından ve Evliya Çele
b i’nin hemen her sahifede tesadüf edilen ifadelerinden pek iyi anlaşılıyor.
225 A nadolu’nun m uhtelif sahalarında Horzom, Horzomlu gibi isimler taşıyan birtakım köyler vardır ki,
bunlar, XIII. asırda A nadolu’ya gelen H"arizm li Türk aşiretlerinin son izleridir. A nadolu’da bu ismi
taşıyan bazı oymaklara da hâlâ tesadüf olunur. Bundan başka, bu aşiretler arasında bir kısım Oğuzlar
bulunsa bile bunların pek az olduğu ve ekserisinin sair birtakım Türk kabilelerine m ensup bulunduğu
muhakkak gibidir. XIII. asır başlarında, H^âriztnşâhlar'm ordularındaki m uhtelif Türk kabileleri hak
kında elimizde mevcut m alûm at da, bunu tam am ıyla te ’yit etmektedir.
227 Am u-Darya’da ‘Ali ili arasında bulunan Gay=Kay oymağı ile (Obzor Sakaspijskoj Oblasti, 1890 yılı,
Petersburg 1892., tablo 2), A trek’de Göklen kabilesi arasında bulunan Gay~Kaynar (Zapiski
Kavkazskago otdelenja Russ. Geografî. Obşçestva, XI, S. 10, 11), herhalde, Oğuz A'm'/=A_'üV’iğlarınm
bir bakıyyesidir (Bu sonuncular hakkında bakınız: Rabino, Mâzandarân and Astarâbâd, GMNS, VII,
1928, S. 101. Ayrıca Vambery ve Aristov’a da bakınız ). Bu Türkmenler arasında, kendilerinin O s
m a n lI la rla akraba oldukları hakkındaki an ’ane daim a devam etmiştir: meşhur İngiliz seyyahı Bumes,
Salıtr kabillesinden -bu gibi an’aneleri bilen- birinin, kendisine “Osmanlı Devletini Salurlan n kurdu
ğunu” söylediğini yazar ( Travels into Bukhara, II, 214, 282); Vam bery de, T ürkm enler'in. kendisine
“OsmanlIlarla kardeşliklerinden” bahsettiğini kaydeder (A. Samoüoviç, Merv Hatıraları [Rusça],
Jivaya Starina, IV, 1909). Yalnız SalurTara veya förylara değil umumiyetle Türkmenlere ait olan bu
a n ’ane. onlar arasında eskiden beri mevcut olduğunu bildiğimiz yazılı Oğuz şecereleri’nin ve onlara da
yanan ağız rivayetlerinin canlılığını göstermektedir (yukanya bakınız: S.270, N ot 3 de). Yoksa, İngiliz
seyyahının ifadesini, “OsmanlIların Salurlara mensup olduğu” tarzında tefsir etmek, yanlış olur. Nitekim,
Göklen’ler de kendilerinin Kayı-Han neslinden geldiklerini söylerler. Yukarıda adı geçen Şecere-i
Terâkimc’de Kay=Kayı boyuna mensup bir Caruk oymağından bahsedilmektedir ki (A. Samoiloviç, Un
manuscrit de l ’Arbre ginealogique des Turkomans par Ahıd-l-Gasi-Khan, Comptes-Rendus de l’Acad.
d. Sciences de FURSS. 1927, N. 2, P. 39-42), bunun, daha Mahmûd Kâşgarî’de adı geçen Caruk adlı bir
kabilenin bir kısmı olduğu, kuvvetle söylenebilir ( ilk Mutasavvıflar, indeks’e b ak ın ız).
182 M. Fuad KÖPRÜLÜ
2jl P. W ittek, Deux chapitres de ! ‘histoire des Turcs de Roum, Byzantioa XI (1936), S. 303-304; yine
onun, De la défaite d ’Ankara a la prise de Constantinople, Revue des études islamiques, 1938, I, S.
28, Not. 1 (Türkçe tercüm esi: Belleten, C. VII, N. 27, S. 557-579 ); yine onun, The Rise o f the Otoman
Empire, R.A.S. M onographs, Vol. XXIII, London 1938, S. 10-11.
184 M. Fuad KÖPRÜLÜ
232 P. Wittek, benim Kayı menşei fikrine taraftar olm amı, “uydurma silsilename'lere inanm aktan değil,
fakat sadece, îoponimi tetkiklerinin neticelerine kıym et verm ekten” ileri geldiğini düşünmemiştir.
Bundan başka, herhangi bir yanlış telâkkiye m eydan vermem ek için, bu m enşe’ m es’elesinin, “Os-
manîı Devletinin kuruluşu ve siyasî tekâmülü üzerinde hiçbir te ’siri olm adığını” ehem m iyetle kaydet
miştim. Kendi yazılarında, “Anadolu 'ya gelen Oğuz kabilelerinin gâzîler teşkilâtına kuvvetli unsurlar
verdiğini” kabul eden P. W., O sm an’ın herhangi bir küçük oymağın reisi olduğunu da mı kabul etmi
yor? Bu nokta onun yazılarında vâzıh olarak tespit edilmiş değildir.
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu 185
233 “Tarih ve etnoloji sahasında dayıların hemen yegâne ehemmiyeti sebebi, Osmanlı İmparatorluğu
m üessislerinin bunlardan olması, daha doğrusu, muahhar müverrihler tarafından, sultanlar sülâlesinin,
bir m aksad-ı mahsusla, bu boya İsnat edilm esi dolayısıyladır” ( Oğuz etnolojisine dair tarihî notlar, S.
5).
Saltuknâme hakkında bakınız: M. Fuad Köprülü, Anadolu Selçukluları tarihinin yerli kaynaklan,
Belleten, N. 27, S. 430-44}. Burada, vakayinâm elerden tam amıyla farklı surette, Osmanlıların ceddi
olarak Bayezîd Han ve K orkut A ta’nın gösterilmesi, bence bunun bir Türkm en rivayetine dayandığını
açıkça anlatm aktadır. Bayezîd isminin herhalde bir istinsah yanlışı olduğunu zannediyorum: -w
Bayezîd şekli, Bayat, Baymdur, yahut ^ jL Y a z ır, hatta Kayı şekillerinden birinin bo
zulmuşu olabilir. Oğuz hikâyelerinin büyük rivayetçisi K orkut’a gelince, bunun “Osmanlıların ceddi”
olduğuna dair, başka hiçbir rivayet yoktur. Yalnız, birtakım Şecere-i Terâkime nüshalarında (meselâ
basılmış nüshada ve Tumansky tercüm esine esas olan nüshada), bunun A'aw Mardan olduğu tasrih e-
dilm ektedir. Buna göre, Saltuknâme muharririnin, belki buna benzer yazılı bir rivayetten istifade ettiği
ve O sm anhları Â'av/lardan saydığı m eydana çıkabilir ki, bu an’anenin saray muhitinde çok kuvvetle
yaşadığı bir devirde yazılan bir eser için, bu, pek tabiîdir; buna göre, B ayezîd’in Kayıâ an bozulm uş
olması icap eder. Halbuki R eşîdeddîn’in Oğuzlara ait parçasında, Korkut* un Bayatlardan olduğu tasrih
edilmektedir:
186 M. Fuad KÖPRÜLÜ
235 Timur, Yıldırım B ayezîd’i tehdit ve tahkir maksadiyte gönderdiği bir m ektupta, onun “gemici bir
Türkmen neslinden geldiği keyfiyetinin kendisince m âlûm olduğunu ve bütün Mısır, Suriye, Anadolu
halkının da bunu bildiğini” ifade eder (Şerefeddîn 'A li Yezdî, Zafamâme, Bibli. Indica, Calcuita 1888,
II, S. 259 ). S ırf hakaret m aksadını güden bu ifadenin tarihî bir ehem miyet ve kıym eti olamayacağı,
pek tabiîdir. Bizanslı tarihçi Chalcocondilas, Osm an’ı, “ 1298 ’de donanması ile M ora, Eğri boz ve Şar-
kî-Y unanistan’ı tehdit eden Oğuz reisi E rtuğrul’un” oğlu ve “ 1310’daki Rodos seferinin kahram anı”
gibi göstermiş ise de, XVIII. asırda Hezarfen H üseyin’in de tekrarladığı bu rivayetin esassızlığını H.
A. G ibbons daha yıllarca evvel m eydana koym uştu (Osmaniı imparatorluğun m Kuruluşu, Türkçe ter
cüm esi, İstanbul 1928, SJ30-31. 238-239). M. H, Y inanc’m Düstûmâme medhalindeki haklı tenkitleri
de, bu ilk Osmaniı beylerinin denizcilikleri hakkında -bir zam anlar Lebeau ve M uralt gibi ciddî müel
liflerin eserlerine de girmiş olan- masallar üzerinde artık hiçbir m ünakaşaya yer kalmadığını göster
mektedir.
236 Gibbons, aynı eser, S. 239. Burada, bu rivayeti kaydeden bütün kaynaklar gösterilmiştir. Burada Cuk
kelim esinin bir kabile adı olm ası ihtimali de düşünülemez. J. M arquart, Komanlar hakkıtıdaki eserinde
böyle bir kabilenin mevcudiyetine inanmış ise de (S. 135), bu faraziyenin doğruluğu meydana çıksa
bile, bununla Osman arasında uzak yakın bir m ünasebet te ’sisi, imkânsızdır. Osmaniı sülâlesinin “bir
çobanın çocukları olduğu” rivayeti, öyle anlaşılıyor ki, Safevîler sarayında yaşamıştır. Şab İsm ail’in
oğlu Sam Mîrza, Tuhfe-i Sâmî adlı şairler tezkeresinde, Selim ve Kanunî Süleym an’dan bahsederken,
O sm an’ın adını Delü Osman diye yazar. Onun rivayetine göre, Osman, zengin koyun sürülerine mâ
likti; ve sofra kurup fakirleri doyururdu. M aksadım soranlara “saltanat hazırlığı yapdığını” söylerdi.
Bunu duyan Padişah, eğlenm ek m aksadiyle, onu huzuruna çağırttı ve bunun aslı olup olmadığını sor
du. Osman, m aksadını hiç saklamayarak, “yaııma kâfi bir kuvvet toplarsa, hudutdaki düşman memle
ketlerini Padişah’m ülkesine katacağını” söyledi. Padişah bu fikri tasvip etti; ve zindandan çıkarttığı
200 kişiyi onun m aiyyetine verdi. Bu sırada huduttaki kâfir vilâyetinin hâkimi, iyi bir tesadüf eseri ola
rak, vilayetinin başka bir ucuna gitmişti. Bunu fırsat bilen Osman, orayı zabtetti; ve yavaş yavaş o vi
layet kâfirlerini hükm ü altına aldı; istiklâl kazandı, ölünce, yerine oğlu Ertuğrul geçti. Şöhreti
her tarafa yayıldı. Bu sırada Padişah ölünce,oğlu olmadığı ve padişahlığa lâyık başka kimse bulunma
dığı için, emirler, söz birliğiyle onu padişah yaptılar (hususî kütüphanem izdeki 989 tarihli yazmadan;
bu eserin V ahîd Dastgardî tarafından 1314 hicrî-şem sîde bir tek fena yazm a nüshaya göre T ahran’da
yapılan neşrinde, bu m alum at m evcut değildir; ve D elü O sman yerine Kara Osman yazılıdır). Çok eski
çoban-hükiimdar motifini ihtiva eden ve Kara O sm an’ı E ıtuğrul’un babası olarak gösteren bu masalın,
tarihî bir ehemm iyeti olamayacağını söylemeğe lîhaıııı yoktur; ancak, kabile a n ’anelerinin çok kuvvetli
olduğu Safevîler sarayında, rakipleri olan OsmanlIları “zengin sürülere m alik bir çoban-bey’in torunla
rı” olarak gösteren bu türlü bir rivayetin m evcudiyeti, dikkate lâyıktır. Bu rivayetin, esas itibarıyla,
Safevîler devrinde İran'a gelen bazı kızılbaş Türkmen kabileleri tarafından getirilm iş olması, uzak bir
ihtim al sayılamaz. Tarihî realite'ye büsbütün yabancı olmayan bu rivayet, şim diye kadar hiçbir araştı
rıcının dikkatini çekmediği için, bunun üzerinde biraz durmak lüzum unu hissettim.
2j7 O sm anlılann menşei ve A nadolu’ya m uhacereti hakkında şimdiye kadar her nedense mutahassısların
dikkatini çekm em iş olan bu rivayetten, kısaca, bahsetm ek isterim. Habîb'üs-Siyer gibi, XVI, asırdan
beri Ş ark’ta ve XIX. asırda G arp’ta müsteşrikler arasında büyük rağbet kazanm ış bir eserde mevcut
olduğu hâlde hiç göze çarpmayan bu rivayeti, müellif, “yazılı bir kaynaktan değil, Rum memleketinden
gelen ve oraların ahvalini bilen kim selerden” öğrendiğini kaydediyor. Rivayetin hulâsası şudur: A na
dolu Selçuklu sultanları’nın sonuncusu olan ‘Alaeddîn Keykobad zamanında, K ıpçak sahrasında yaşa
yan Türkmenler’den D avud adlı birinin m aiyetinde bulunan 10.000 çadır halkı, herhangi bir sebeple,
Kefe yoliyle yani denizden A nadolu’ya geçerek münasip bir yerde yerleştiler. İki sene sonra o taraflar
dan geçen hüküm dar, bunları görerek kim olduklarını öğrenm ek istedi. Zeki ve talâkatli bir adam olan
Davud, Sultan’m adaletini ve gariplere yani yabancılara karşı gösterdiği lütuf ve kerem leri duyarak
K ıpçak bozkırlarından buraya geldiklerini ve onun sayesinde rahat rahat yaşadıklarını söyledi ve “hü
küm dar kendilerine m isafir olmak lütfunu esirgemezse, bu ziyaretin kendileri için büsbütün uğurlu o-
lacağmı, kendilerinin de kulluk şartlarım yerine getirmeğe çalışacaklarını” ilâve etti. D avud’un bu
Osmanh İmparatorluğunun Kuruluşu 187
sözlerinden hoşlanan Hükümdar, oraya indi. Davud ile kabilenin ileri gelenleri, söz birliği ederek u-
sûlden olduğu üzere, Sultan’a ziyafetler çektiler ve türlü türlü kıymetli hediyeler verdiler (Arap atları,
iyi cins develer ve katırlar, güzel köleler, kıymetli kumaşlar ve birçok para). Davud, bu köleler arasın
da oğlu O sm an’ı da hüküm dar hizm etine verdi. O sm an’ın necâbet ve kahram anlık parlayan yüzünde
onun büyük istikbalini okuyan hüküm dar, kendisine takdim olunan hediyelerin hepsini O sm an’a verdi
ve Davud ile kabilesinin, o sıralarda frenk kâfirlerinin elinde bulunan Bursa ve Edirne (İznik?) hudut
larında oturm alarını ve oraları im ar edip ziraatle m eşgul olmalarını emretti. Osman, S ultan’m verdikle
rini kabilenin gençlerine dağılarak hepsini silahlandırdı. Birkaç defa kâfir m em leketlerine m uvaffaki
yetli akınlar yaptı. Sultan ile sulh hâlinde bulunan frenk serdarları, bundan S ultan’a şikâyet ettiler.
H iddetlenen hüküm dar, O sm an’ı yanına getirmek için bir elçi yolladı. Osman bu sırada avda bulunu
yordu. Bu vaziyetten telaşa düşen Davud, oğluna haber göndererek, kendisi bu işi düzeltm eden evvel
bu taraflara gelm em esini bildirdi. Osman, sırf din uğrunda yaptığı bu gazâ’lardan dolayi İslâm padişa
hının hiddetlenm esinin sebebini anlayamadı; ve padişahın yanına gidip m eseleyi anlatm ak niyeti ile,
babasının yanına geldi. Bu sırada ikinci bir elçi gelerek, hüküm dar’ın, ‘'O sm an’ı oğlu yerinde tuttuğu
nu ve iltifatlarına m azhar olm ak üzere hem en yanım a gelmesini,” bildiren bir em ir getirdi, ikinci emrin
gelm esinde, Sultan’m akıllı ve dindar zevcesi m üessir olmuştu. Hükümdar, yanm a gelen O sm an’a ilti
fatlarda bulunarak onu evlendirdi ve mem leketine döneceği zaman, hâzineye girerek her ne beğenirse
almasını emretti. O sm an, kıymetli şeylerden hiçbirine el sürmeyerek, bazı zarurî eşya ile bir kriıç aldı.
Bundan m emnun olan ve Osman da bir padişah olm ak istidâdnu gören Sultan, on a bir sancak verdi ki,
bunun sahibi -A nadolu’daki u rf ve a n ’aneye göre- 50.000 kişiye hüküm ederdi. Geri dönen Osman,
gazalarına başlayarak, İznik ve sair bazı kaleleri aldı; Burs a'yı muhasara ettiği sırada, Sultan öldü;
oğlu olm adığı için bütün emirleri O sm an’ın yanm a geldiler ve hep birden onu sultan yaptılar
(Habîb 'üs-Siyer, H ind basm ası, 1847, Cilt III, Cüz 3, S. 54-55).
Osmanlı Devletinin kuruluşunda kabile gençlerinden mürekkep gazilerin rolünü tebarüz ettiren bu ta
rihî destan'da, O sm an’ın m ensup olduğu kabilenin Cenubî~Rusya bozkırlarından gelm iş gösterilmesi,
tarihî bir hakikat olm am akla beraber, birtakım tarihî vak’aların destanı bir ifadesidir. Çünkü, XIII. a-
sırda Cenubî-Rusya lim anları ile Anadolu arasında çok sıkı ve daimî m ünasebetler bulunduğu ve türlü
türlü icaplarla zam an zam an bir taraftan diğer tarafa oldukça kalabalık insan kütlelerinin gittiği ma
lumdur. Meselâ, M oğol istilâsı karşısında, zengin bir ticaret merkezi olan Sogdak'tm birçok halkın -
göçebe değil, şehirli ve zengin halkın- bütün m enkul servetleriyle A nadolu’ya geçtiğini İbn al-Asîr
618 yılı v ak ’alan arasında bilhassa kaydeder (ilkönce M. Defremery ve D ’Ohsson bu kayda dikkat et
m işlerdir). Bütün bunlarla beraber, Osmanlılar lıakkındaki yukarıki rivayetin tarihî bir mahiyeti ola
m ayacağı m eydandadır.
238 Gibbons, Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu, Türkçe tercüme, S. 239.
239 Bezm-ü-Rezm S. 382. Burada O sm an-oğlu’nun yani Osmanlı hükümdarının cahil ve basit bir Moğol
olduğunu söyleyen m üellifin bu ifadesi, mecazî bir m ânada tefsir olunmak icap eder, Hâm îsi olan Kazî
Burhaneddm ’e yaranm ak için, hem en bütün A nadolu beyleri aleyhinde ağır bir lisan kullanan ve bil
hassa OsmanlIlara karşı garazkârlığı açıkça görülen İranlı müellif, bununla, O sm anlıların aslen M oğol
olduklarını iddia etm ek istem em iş ve sadece onların “basit ve cahil insanlar olduğunu” anlatm ak ve
daha ziyade tribal m enşe'lerini tebarüz ettirm ek arzusuna düşmüştür. O sırada A nadolu’da birtakım
Türkm en ve M oğol aşiretlerinin yaşadığı ve bunların basında umumiyetle birtakım b asit ve cahil ka
bile reisleri bulunduğu, başka vesikaları göz önüne almasak bile, Astarâbâdî’nin bu m ühim eserinden
açıkça anlaşılm aktadır. O, Osm an-oğlu’nu “ilim ve hikm etten mahrum, sade b ir M oğol” saymakla, Si
vas Sultanı’na nisbetle onu bir aşiret beyi derecesine indirmek istemiştir, İlhanlılar’ın ortadan kalkm a
sından sonra, Moğol tabirinin ne kadar itibardan düştüğüne, bu da bir misaldir. M üellifin bu maksadını
nedense anlam ayan Kilisli R i f at B ey’in, bütün nüshalarda kat’ı surette Moğol J Ji.* şeklinde ya
zılm ış ve hatta harekelenm iş olan Bu kelim eyi, A rapça “kahraman” manasına gelen migvel tarzında
okum ak istem esi, tam am ıyla yanlış ve m anasızdır; herhalde Astarâbâd’h m üellifin, O sm anh hüküm
darlarını -daha J. M arquart’tan asırlarca evvel- Moğol addettiğini sanmak, onun bu m ecazî ifadesini
anlam am ak olur.
188 M. Fuad KÖPRÜLÜ
240 P. W ittek, Deux chapitres de l ’histoire des Turcs de Roum, S. 303, N ot ]. Oğuz an ’anesine ait sair
kaynaklarda tesadüf edilm eyen bu kehânet’e yalnız burada tesadüf edilmesi, Osmanlı devrinde tesbit
edilm iş olan bu rivayetin, sırf hanedana hoş görünm ek için uydurulmuş olduğunu açıkça anlatmakta
dır. Biz bu rivayeti, sonradan, XV. asırda Edirneli Rııhî’nin tarihinde buluyoruz ki, bunun da Dede
Korkut Kitabı ndan alınm ış olm ası pek tabiîdir: “K orkut A ta’dan nakil ederler ki dem iş imiş ki: hanlık
Oğuz Han vasiyeti m ucibince âhir Kay Han evladına düşse gerektir”. Ruhî Tarihinden istifade ettiğini
aşağıda da söylemiş olduğum uz Miineccimbaşı (S. 295, not 3) da bu rivayeti nakletm ektedir: “Türk
m en kabâili beyninde Korkut Ata nam bir ehl-i hâl aziz vardı; bir gün buyurdu ki: saltanat akıbet Oğuz
H an’ın vasiyeti üzere oğlu Kay Han evladına nakledip ilâ-ahir’üz-zaman berdevâm olur” (C. III, S.
267). Reşîdeddîn’de ve A b ’ul-G azî’de bulunm ayan bu rivayetin, sonradan Osmanlılar zam anında uy
durulmuş olduğuna, bunlar da ayrıca birer delil teşkil edebilir.
241 Tumansky tercüm esine ve basılm ış metne bakınız.
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu 189
245 Houtsm a tarafından neşir edilen Recueil de textes relatifs al'histoire des Seldjoucides, İ-IV, (Leiden,
1886-1902) külliyatının üçüncüsü olarak çıkarılan metne bakınız. Burada, meselâ büyük emîr
H üsam eddîn Çoban Bey gibi bazı m ühim şahsiyetlerin /Tarzlardan olduğunun tasrih edilmeği, Selçuklu
ordusundan bahsedilirken buna dahil birtakım kabile kuvvetlerinin m evcudiyetinin söylenmesi, bazı
sahalarda bazı kabilelerin bulunduğuna dair kayıtlara tesadüf olunm ası, acaba müellifin uydurduğu
şeyler m idir? Buna esas olan İbn Bîbî'de Agaçeri ve ÇepnV\tx hakkm daki pek m ahdut birkaç kayıt bir
tarata bırakılırsa, ne tribal an’anelerin, ne de kabile isim lerinin bulunm adığı malûmdur. Bu vaziyet
karşısında, yeni vesikalarla te’yit edilinceye kadar, bu ilâveler hakkında şüpheli davranm ak zarurîdir.
Mamafih, asıl İbn Bîbî metninde de, Anadolu Selçuklularının ordularında, “O güz kabileleri’nin bu
lunduğunu” gösteren mühim kayıtlara tesadüf edilm ektedir (S. 285). Y azıcıoğlu’nun, bu eseri tercüm e
ederken, Anadolu' ya ait sair bazı kaynaklardan dahi istifade etmiş olması im kânsız değildir.
Osmanh İmparatorluğunun Kuruluşu 191
245 Eski T opkapı sarayı kütüphanesindeki meşhur Hünernâme nüshasında Kabile tamgalarmm bu işte dahi
Icıı İlan ildiği hakkında M ahm ûd K âşgarî’nin ifadesi ve umumiyeti e Türk etnoğrafyası lıakkındaki nıâ-
lûm atım ız, bununla yeniden te ’yit edilmiş oluyor.
247 Orun ve Ölüş mes'elesî, Türk H ukuk ve İktisad Tarihi M ecmuası, C. I, İstanbul 1931, S. 121-131.
248 Edirneli Ruhî ve eseri hakkında J. H. M ordtm ann’ın şu m ühim makalesine bakınız: Ruhî Edrenewî,
M itteiîungen zur O smanischen Geschichte, Band II, H eft 1-2, Hannover 1925, S. 129-136.
192 M. Fuad KÖPRÜLÜ
249 Bu m ühim fıkrayı, iptida ilk Mutasavvıflar 'd a -(Nuruosm aniye kütüphanesi, No. 3059’daki) Farsça
Behçet'üt Tevârîh’den iktibas ederek- neşretm iş idim (S. 278). Bu eserin 1939 da çıkan Türkçe tercü
m esinde, bu parçanın çevrilişinde kiiçük b ir yanlışlık vardır. Doğrusu, yukarıda yazdığım ız şekildedir.
XIV~XV. asırlarda birçok Türk sarayında “hüküm darlara tarih okuyan ve onların devrine ait vakıaları
zapteders” hususî m e’m urlar bulunduğunu biliyoruz. Cihanşah’n kuvvetli bir edebi kültür sahibi oldu
ğunu düşünürsek, kendi sülâlesinin ve um um iyetle Oğuzların m illî an ’anelerine ve tarihlerine alâka
gösterm esinin sebebini daha iyi anlarız. Bu münasebetle, T im ur’un m aiyyetinde, hüküm darın
vak ’alarını uygur yazısı ile zabta m e’mur bahsi’ler (bu kelim e hakkında İslâm Ansiklopedisindeki
m akalem ize bakınız) bulunduğu hakkında Şerefeddîn Y ezdî’nin ifadesini hatırlatalım.
250 ‘Âşıkpaşazâde Tarihi, 'Âlî Bey neşri, İstanbul 1332, S. 225.
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu 193
rinin en kuvvetlisi olan Karamanlıları da, diğer bir misal olarak, göstere
biliriz. Bu siyasî teşekküllerden bazıları, hukukî bakımdan, ilk devirlerin
de gösterdikleri tribal mahiyeti sonradan terkettikleri hâlde, bazıları, inkı
razlarına kadar, bu karakteri muhafaza etmişlerdir. Bunlardan her birinin
siyasî tekâmülleri üzerinde müessir olan muhtelif tarihî âmiller gözden
geçirilirse, bu ayrılıkların sebepleri ve neticeleri kolayca anlaşılır. Osman
lIlara gelince, bunların ilk zamanlarda yarı göçebe hayatı sürdükleri, yani
yaylak ve kışlakları olduğu, ‘Âşıfepaşazcide’nin Bilecik fethi hakkında ver
diği tafsilâttan pek iyi istidlâl olunmaktadır.255 Ancak, hemen ilâve edeyim
ki, bu rivayetin tarihî olmaktan ziyade menföabevî bir mahiyeti olduğunu,
hatta bunun esasını teşkil eden “herhangi bir kaleye hile ile asker soka
rak, bir baskın neticesinde orayı zaptetmek” motifinin, Şark’ta ve Garp’ta
türlü türlü şekilleri (variante) bulunan ve XVII. asır İslâm müelliflerine
kadar birçok kronikte tesadüf olunan çok eski ve çok yayılmış bir masal
m evzûu olduğunu bilmez değilim.256 Bununla beraber, XIV. asır Osmanlı
an’anelerini çok iyi bildiği muhakkak olan ‘Aşıfcpaşazade’nin büyük bir
safvetle anlattığı bu m asaldan, “Osman Gazî’nin, yarı göçebe hayatı süren
küçük bir aşiretin başında bulunduğu” neticesini çıkarmak, hiç de hatalı
bir istidlâl sayılamaz.
İşte ben Osman Gâzî’yi, sair birtakım küçük uç beyleri gibi “Bizans
hudutlarında yaşayan ehemmiyetsiz bir Kayı oymağının beyi” olarak ka
bul ederken, bütün bu gibi delillere istinat ediyordum. Lâkin, vaktiyle de
ısrarla söylemiş olduğum gibi, devletin kuruluşunda, bunun hemen hiçbir
te’siri olmamış ve Osmanlı Beyliği'nin siyasî tekâmülünde, hattâ ilk saf
halarda bile, hiçbir tribal tesir kendini göstermemiştir. İşte bundan dolayı
dır ki, imparatorluğun kuruluşundaki maddî ve manevî her türlü âmilleri
birer birer tetkik ederken, bu büyük hâdisede hiçbir rolü olmayan bu
tribal m enşe ? mes’elesinin ehemmiyetsizliğini açıkça tebarüz ettirmekten
hiç çekinmemiştim. Bu küçük tetkikin neşrinden sonra, Osmanlı İm para
torluğunun etnik menşei hususunda hala ihtilaf mevzuu olan birtakım
m eselelerin ve birtakım hayalî nazariyelerin mahiyetleri ve tarihî değerle
ri artık tamamıyla aydınlanmıştır ümidindeyim.
Son bir mütalaa daha: OsmanlIların mensup oldukları Oğuz kabilesi
nin “Moğol istilâsı önünde XIII. asırda Horasan’dan A nadolu’ya muhace
reti” hakkındaki eski menkabevî rivayete tarihî bir mahiyet isnad ederek,
bunu, Hârizmşâhlar devletinin son yıkılma safhaleriyle alâkalı bulan bazı
garp müelliflerinin, OsmanlIları -Hârizmşâhlar ordusunda çok ehemmi
2İİ 'Aşıkpaşazâde Tarihi, ‘Âlî Bey neşri, S. Î5-16. Osm anlılann m enşe’leri hakkındaki türlü türlü riva
yetlerden, bunların yarı göçebe hayatı geçirmekte oldukları, pek açık olarak anlaşılmaktadır.
2% Tarihî bir m es’ele olm aktan ziyade, eski bir destan motifi olarak dikkate lâyık olan bu m evzu hakkında
ayrı bir küçük tetkik neşredeceğim için, burada bunun üzerinde durm aya lüzum görmedim.
196 M. Fuad KÖPRÜLÜ
yetli bir unsur olan- Kanglı kabilesine mensup saymalarının, hiçbir tarihî
esasa dayanmadığını ayrıca izaha hiç lüzum görmüyorum. Çünkü, Os
manlIların menşei hakkında eski kroniklerde zikredilen türlü türlü riva
yetler arasında böyle bir şeye hiç tesadüf edilmediği gibi, Osmanlı tarihi
nin ciddî mütehassısları arasında da hiçbir zaman böyle bir iddiada bulu
nan olmamış, hatta H. A. Gibbons “Osmanlılarm Hârizmşahlarla münase
betleri hakkında tarihî kaynaklarda hiçbir kayda tesadüf edilmediğini”
daha yıllarca evvel, pek haklı olarak söylemiştir.257
257 H. A. Gibbons, Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu, Türkçe tercümesi, S, 241. O sm anlılan, Kanglı
. kabilesine m ensup saym ak isteyenlerin, nasıl çocukça bir istidlal neticesinde bu iddiayı ileri sürdükle
rini yukarıda söyledim. Halbuki, Gibbons’un yaptığı gibi basit bir tenkit, yani N asaw î’nin Fransızcaya
tercüme edilm iş olan Celâîeddin Hârizmşâh Tarihi’nin tetkiki biie, H ârizm şâh’larla Osmanlılar ara
sında hiçbir alâka bulunm adığını ispat edebilirdi (bu hususta yukarıda S. 281 - 282 de verdiğimiz iza
hata bakınız). O sm anlılan Kangl ardan saymak isteyenler, şark dillerim bilmedikleri için Osmanlı tarihi
hakkında asıl kaynaklardan istifade edemeyen ve ancak “m ahdut ve ekseriyetle yanlış” tercüm eler üze
rinde çalışan -m eselâ Leon Cahun gibi- alelade müelliflerdir. Son yıllarda bu iddianm, m ütehassıs bir
tarihçi değil fakat çok zeki ve iltikatçı bir muharrir olan Rene Grousset tarafından ileri sürüldüğünü
gördük {Histoire de l'Asie, Paris 1920, Vol. I, S. 273-274; Vol. 11!, S. 423). Ferdinand Lot gibi büyük
bir Orta Çağ m ütehassısının -m eselâ İslâm Ansiklopedisi yahut benim Osmanlı imparatorluğunun
Menşeleri gibi en yeni ve en sağlam m e’hazler m eydanda dururken- kendisine tam amıyla yabancı olan
bu m es’elede R. G rousset’ye aldanarak aynı yanlışlığı tekrarlaması, çok gariptir (Les Invasians Barba
ros, Paris 1937, Vol. II, S. 121). F. Grenard, “Osmanlılarm A'ovzğl ardan olduğunu”, benim adı geçen
kitabım a dayanarak söylem ekle beraber, yine bu eski an’an eden büsbütün aynlam ayarak, Kayığları
“Hârizm şâhlar’a m ensup” saym akta devam etm iştir (Grandeur et decadence de l ’A sie, Paris 1939, S.
39) ki, bunun yanlışlığı yukarıda gösterilmiştir.
X.
BU TETKİKLERDEN ELDE EDİLEN NETİCELER
yalancı bir érudition ile, ciddî ve sabırlı ilim araştırmaları arasındaki derin
ve büyük fark, işte burada kendini gösterir.
Bu küçük başlangıçtan sonra, K ay ’lar hakkında ele geçirebildiğimiz
bu yeni malzemeyi kronoloji sırasiyle arz ve izah edelim; ve bu izahın
sonundada, Kay mes’elelesi hakkındaki bilgilerimizin, bu yeni vesikaların
yardımı sayesinde almış olduğu son şekli tespite çalışalım.
I. Gazneli Mahmûd devrinin büyük saray şairi FerruhVnm , Gazneliler
devri İçtimaî tarihi için birinci derecede mühim ve zengin bir kaynak ol
duğu hâlde şimdiye kadar hemen hiç tetkîk edilmemiş olan büyük "Dî-
vân”mda, Kay kabile adına -fakat yalnız bir yerde- tesadüf ediliyor. Onun,
Mahmûd’un küçük kardeşi olup M üeyyidü’d-Dîn, ‘A zu d ü ’d-Devle lâkapla
rını taşıyan Emîr Y û su f b. Sebük-Tegin’e takdim etmiş olduğu kasidelerin
den birinde şu beyit mevcuttur:
259 Çaşn-ı Navrûz, çaşn-ı M ihrgân, çaşn-ı Sada gibi, Sâsanîler devrinde büyük m erasimle kutlanan
bayram lar, G azneniler devrinde de aynı ehemm iyetle devam ediyordu. Bu bayramlarda, şairlerin hü
küm dara vee büyüklere kasideler takdim etmeleri usûldendi. İşte, yukarıda bahsedilen kasîde de böyle
bir m ünasebetle Em îr Y ûsuf b. Sebük - Tegiıı’e takdim edilmiştir. (Dîvân-ı Hakîm Ferruhî-i Sîstânî,
‘Ali Aban neşri, Tahran 1311, s. 390-39L). Şairimizin bu emîre takdim etmiş olduğu sair birçok kasi
deler, onun çok lutufiannı gördüğünü anlatıyor.
26(1 M ahm ûd ve bilhassa M uham m ed devirlerinde çok büyük bir nüfuza malik olup hattâ onun
SipehsâlarTık yani ordu başkum andanlığı vazifesini de yapan ve mühim askerî hizm etler gören Emîr
Yûsuf, im paratorluğun G azne, Belli, Büst gibi büyüle şehirlerindeki saraylarında adeta bîr hüküm dar
gibi yaşıyordu. Sultan M ahm ûd’dan yaşça epey küçük oîduğu için, babası ölürken, küçük kardeşine
karşı şefkatini esirgem em esini vasiyet etmiş ve M ahmûd da ölünceye kadar bu vasiyete riayet eyle
mişti; hattâ bir defa, bir şarap meclisinde, kendi guiâmlarından birine karşı m ünasebetsiz b ir hareketini
gördüğü için çok kızarak şiddetli tektirlerde bulunm uşsa da, babasının hâtırasına hürm etle, yine şef
katle hareket etmiş ve köleyi ona bağışlamıştı. Türkistan’dan hediye gönderilm iş olan Tuğrul adındaki
bu gulâm, Y ûsuf üzerinde büyük bir nüfuz kazanarak onun hâcib’i oldu. Sultan M es’ûd’a bildiriyordu.
Nihayet birdenbire tevkif edilerek Segâvand kalesine gönderildi; 423 h. yılında veya biraz evvel orada
öldü (Târih-i Beyhakî, N efısî neşri, c. I, Tahran 1319, s. 295-300.)
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu 201
İşte burada diğer bir ihtimâl daha akla geliyor ki, bu belki de, evvel
kinden daha kuvvetlidir: eski yazmalarda, bilhassa Arap alfabesindeki
noktalı harflerin te’siriyle, has isimlerin çok defa yanlış yazıldığı ve doğru
yazılanların bile yanlış okunmağa müsait olduğu malûmdur; işte Ferruhî
Dîvânı’n ı yazan ve Türk kabile isimleri hakkında hiçbir bilgi sahibi
olmıyan İranlı yazıcı, belki de Tuhsi Türk kabilesine mensup kelimesi
nin ne demek olduğunu anlamadığı için, bunu Nahşabî tarzında
okumuş ve öyle yazmış olabilir. Maamifih, bu yanlışlığın, elimizdeki bası
ma esas olan yazma nüshanın kâtibine değil de nâşire ait olması ihtimali
de yok değildir: ilâve ettiği bir hâşiyede Kay kelimesini -“Burhân-ı Katı ”ın
yanlış ifadesine dayanarak- “Türkistan’da güzelleriyle meşhur bir yer”
tarzında izah eden naşirin, hiç bilmediği ve İran lügatlerinde de tesadüf
etmediği Tuhsiî kelimesini, hiç tereddüt etmeden N ahşabî şeklinde oku
muş olması da, kolayca akla gelebilir. İşte biz bütün bu ihtimalleri göz
önüne alarak, manzûmedeki bu kelimenin esasen Tuhsiî (yahut Tuhsiyî)
olması îcap edeceğini tahmin ediyoruz. Naklettiğimiz beyitte bunun Kay
kabile adiyle birlikte zikredilmiş olması, bu ihtimali kuvvetlendiren bir
delil olduğu gibi, aşağıda (s. 323, not 10)'da verilen izahat da bunu te’yit
edebilecek mahiyettedir. Gazneliler devrindeki Türk kabile adlarını ve
bilhassa saray ve ordu gulâmlarınm mensup oldukları kabile isimlerini
çok iyi bildiği muhakkak bulunan şair Ferruhfnin, Tuhsi’leri bilmesi ne
kadar tabiî ise261, Emîı* Yûsuf’un köleleri arasında Kay larla beraber bunla
rın bulunması da o kadar tabiîdir. Esasen Ferruhî D îvânı’nâa adları en çok
geçen -yani, Gazneniler devri saray ve ordu gulâmları arasında o sıralarda
galiba en büyük ekseriyeti teşkil eden- Çigülerin, gerek coğrafî sahaları
gerek etnik mahiyetleri olduğu göz önüne alınırsa, bu mütalâamızın doğ
ruluğu daha kolay anlaşılır.262
Ferruhî’nin babası, eski kaynaklara göre, Culug adını taşıyordu ki, bu bir Türk ism inden başka bir şey
değildir. Şairimiz, ailesinin Sîstâsı’lı olduğunu bazı manzûmelermde açıkça söylemektedir. S istân’jn,
daha M üslüm anlığın zuhurundan çok evvel, Sâsânîler devrinde, oldukça k esif Türk zümreleriyle m es
kûn olduğunu, Sakalar ve Eftalit (Hephtalitcs)ler devrinde buralara yerleşm iş Türk zümrelerinin İslâm
fütuhatı sırasında bu sahada yaşadığını, k at’i olarak biliyoruz. Eğer Ferruhî bir Türk ailesine mensup
olm asaydı, babasm m bir Türk ismi taşıması imkansız olurdu. İran kültürünün İslâmî bir şekil altında
yeniden doğup kuvvetlendiği X. Asırda, Sîstânlı bir İranlının bir Türk ismi alması, aslâ tasavvur edi
lemez. XI. A sır sonlarından başlayarak XII. Ve sonraki asırlarda, T ürk olmıyan unsurlara mensup bir
takım kim selerin, hattâ bazı Ermeni ve Gürcü ricalinin Türk adları aldıklarını biliyoruz; lâkin bu, Bü
yük Selçuklu İm paratorluğu’nuıı kuruluşu ile Y akm -Şark’ta Türk hegem onyası’nm teessüsünden
sonra vukua gelmiş bir hâdisedir ki, X. asırda bunun emsaline aslâ tesadüf edilemez. F em ıh î’nin
Gazneliler sarayında o kadar büyük b ir mevki tutm asında, belki Türle olması ve Türk dilini bilm esi de
az çok âmil olmuştur. Iran edebiyatı tarihçileri, Ferruhî’nin Türk olduğunu, şimdiye kadar hiç düşün
memişlerdir!
2('2 M atımûd Kâşgarî, T u h sî’lerin, Çiğil ve Yağm a’iarla beraber İla nehri havzasında yaşadıklarını söyler.
H udûdü’l-A lem ’de ve Z eynü’I-Ahbâr’da ise, bunların daha cenupta, Ç u nehri havzasının şim alinde
yaşadıkları zikredilir. Barthold, XI. Aşırın ikinci yarısında bunların da -komşuları olan Çiği! ve
Y ağm aTar gibi- İslâmlığı kabûl etmiş bulunduklarını tahmin etmektedir. Herhalde, bütün eski kay
nakların ve bilhassa M ahm ûd K âşgarî’nin ifadeleri, T u h si’lerin gerek coğrafi sahaları gerek etnik hü-
202 M. Fuad KÖPRÜLÜ
viyetleri ve kullandıkları lehçe bakımından, Y ağ m a’lar ve bilhassa ÇigiTlerie çok sıkı alâkaları ve
benzerlikleri olduğunu k a t’i surette gösteriyor. Yukarıda izah ettiğim iz gibi, Ferruhî’nin manzûmele-
rinden, o devirde G azneliler'in saray ve ordularında en ziyade Ç igil ve H allu k (K a rlu k )’ların bulun
duğu anlaşılıyor. M. K âşgârî Çigil adının, asıl Çigillerden başka -kıyafetçe onlara benzeyen- sair bir
çok Türk züm relerine verildiğini söyler. (D ivân, I, 329-330); belki Ferruhî’de bu ismi böyle umumî
bir mahiyette kullanm ıştır. Herhalde XI. A sır başlarında G azneliler’in saray ve ordu Gulâmları arasın
da en ziyade bunların m evcut olm asını intaç eden âmiller, tabiatiyle, onlarla yakın akraba ve komşu
olan T u h si’lerin de bulunm asun icap ettirmiştir. B unlarla daim î bir m ücadele halinde bulunan vee
M â v e râ ü n n e h ir M üslüm an m erkezleriyle çok sıkı ticaret m ünasebetleri olan O ğ u zlar, kabîle kavga
larında ve baskınlarında yakaladıkları Çigil, T u h si, K a rlu k gençlerini, buraların esir pazarlarında köle
olarak satmak suretiyle büyük bir kazanç elde ediyorlardı. (Gerek ÇigÜ’ler ve gerek T uhsi Ter hakkın
da daha geniş m alûm at alm ak için, bakınız: Fuad Köprülü, T ü rk E d eb iy atın d a İlk M u ta sav v ıflar,
İstanbul 1919; W. Barthold, O rta - A sya T ü rk T a rih i H ak k ın d a D ersler, İstanbul 1927; V.
M inorsky, H u d û d al-âlam , G M N S. XI, 1937.)
263 F e r ru h î D îv ân ı’nın tetkikinden çıkan netice budur. A ncak, şair çağdaş şairlerin divanlarım ve tarihi
kaynaklan tetkik etm eden, bu hususta k at’î ve um um î bir şey söylemek kabil olm ayacağını unutma
malıdır. M eselâ yine aynı devir G aznevî şairlerinden M inûçihrİ’nin divânında, saray köleleri arasında
Çigil, H o tan , H allu h (K arluk)ların bulunduğu gösteren ifadeler, Ferruhî’deki malûmatı te ’yit ettiği
gibi, yine onun, ordudaki Türk gulâmları arasında T a ta r züm resine mensup olanların m evcudiyetini
anlatan -I. M es’ûd nam ına yazılmış bir kasidedeki- şu beyti de, onu tamamlamaktadır. (A. de B.
Kıxazım irski, M e n o u tch eh rî, Paris 1887, s. 114):
(J jL U p j l i l y LZJİ J j İ aJ . aS' j JJ Jj
T a ta r kelimesini “m em leket adı” olarak kullanan (aynı eser, s. 53, 121) şairin bu beyti, Gazneliler
saraylannda, daha XI. asrın ilk on yıllarında, K a y ’laria beraber T a ta r ’ların da bulunduğunu göster
mek suretiyle, biraz aşağıda bahsedeceğim iz vesikaların ifadelerine de uygun gelmektedir.
Ancak, burada, daha K azim irski’nin de dikkatini çekm iş olan filolojik bir m es’ele üzerinde durmak
mecburiyeti vardır: bu Rus müşteşriki, D îv ân ’ı bastırırken bu beyiti bu tarzda tesbit etmiş ise de, son
radan, diğer bir nüshada tesadüf ettiği şu değişik şekli daha doğru bulmuştu;
py ^s yj jj *-î Jj
Görülüyor ki bu ikinci şekilde T a ta r adı geçmemektedir. Filolojik bakımdan, ben de Kazim irski’nin
fikrine iştirak ediyorum. Şair burada, sevgilisine; “gönlünü güzellikle verm ediği takdirde kendisine yar
olarak -y ahu t, yardım cı olarak- padişahın sarayından bir Türk kölesi getireceğini” söylüyor. Eğer
Biyarî kelimesi Tatarî şeklinde kabul edilecek olursa, m ânâ şu şekilde değişmektedir: “T a ta r cinsin
den Türk kölesi.” Bu şekil kabul edildiği takdirde dahi m anasızlığa düşiilmüyorsa da, K azim irski’nin
sonradan kabul ettiği şekil bize daha doğru görünüyor. B ununla beraber, Gazneliler sarayında, daha o
zam anlarda bile, Tatar köleleri bulunduğu pekâlâ kabul olunabilir. Bu manzûmedeki j d j kelim e
sini sadece “köle, gulâm” diye tercüm e etmem izin sebebi bu kelim e hakkında Kazimirski tarafından
verilen izahat üzerinde uzun tenkitlere girişm emek içindir.
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu 203
264 Bunlar hakkında şim dilik Osm anlı İm paratorluğunun Etnik M enşei M es’eieleri adlı m akalemize
bakınız. V. M inorsky’nin H ududu’1-ÂIenı tercüm esinde bunlardan rağmen, daha esaslı tetkiklere ihti
yaç olduğu m uhakkaktır. Bu zümrelerin her bakım dan en ehemmiyetlisi olan H alaçlar hakkında ha-
zırlam ış olduğum uz m onografiyi yakında çıkarm ak ümidindeyiz. Arap yazısının ¿-U- Halluh yani
K aılu k ism iyle gi*- H alac ismini birbirine karıştırması sebebiyle, tarihî kaynaklardan istifade eden
bazı garp âlim leri bu hususta arasıra yanlışlıklara düşmektedirler. Hâlbuki, m anzum eserlerde, veznin
«sayesinde, böyle b ir yanlışlığa imkân yoktur.
265 T ârih -i B ey h ak î, N efîsî neşri, s. 146.
266 Osm anlı İm paratorluğum un Etnik Menşei M es’eleleri adlı makalemde, el-Bîrûnî’nin K ay’lar
hakkındaki m alûm atım neden aldığını tahlil ederken (s. 249-250) verdiği izâhatlı, şimdi bu suretle dü
zeltmek ve tam am lam ak îcap ediyor. O m akaleyi yazdığım sırada, daha Gazneli M ahm ud’un sarayına
K ’i-tan elçisinin geldiği zam an, hattâ daha evvel, Gazneli saraylarında Kay züm resine mensup kölele
rin bulunduğunu gösteren bu yeni vesikalar m eydana çıkmamıştı. 417 (1026 m .)’deki bu sefaret hak
204 M. Fuad KÖPRÜLÜ
III. XI. asrın ilk yarısına ait olan bu mühim vesikalardan sonra,
K ay ’lar hakkında diğer ehemmiyetli bir fıkraya, Ziyârî hânedânma men
sup Emir K eykâvûs b. İskender’in 475 h. Yılında tamamlamış olduğu “Kâ-
bus-nâm e” adlı meşhur eserinde tesadüf ediyoruz.267 Yalnız İran edebiya
tında değil, XV. asırdan beri yapılmış muhtelif Türkçe tercümeleri saye
sinde Türk edebiyatında da çok meşhur olan bu eserin, İran’ın genç vev
edğerli âlimlerinden S a ’îd Nefisî’n in mukaddime ve hâşiyeleriyle birlikte
1312 hicrî-şemsî’de Tahran’da neşredilen son tab’mda, muhtelif cinslere
mensup kölelerin maddî ve manevî karakterleri hakkında malûmat veri
lirken Kay’lardan bahsediliyor. (Bab XXIII, s. 80.)
ö L f tJ r j \ j i {J, j A J 1J y* İ ' ■ ^ ^ r' ^ ^^
kında G e rd îz î’de pek az malûmat bulunduğu ve um um iyetle İslâm kaynaklarının bu hususta bir şey
bildirm edikleri malûm dur. M inûçihri ve Ferruhî gibi şairlerde H ita-H an yani K ’ı-tan’lar Hanı adı ge
çer. Bu sonuncu şairin M abmûd namına yazılmış tarihî bakımdan çok mühim bir kasidesinde, bu
H an’ın M ahm ud ile dostluk münasebetleri kurm ak istediği, hattâ K a r a h a n lıla r ’a karşı kazanılan za
ferleri hatırlattıktan sonra, “boş ve fakir çöllerden ibaret olan Karahanlı m em leketlerinin - yani Cey
hun ötesi’nin- zaptına heves etmemesini hüküm dara tavsiye etmekte, “buradan alınacak on yıllık ha
racın R u y â n ’dan yeni keşfedilen altın madenlerinden bir haftada çıkarılacak servete tekabül
etmiyeceğmi ve büyük Gaznevî emirlerinin Türkistan hanlarından daha zengin olduklarını” söyle
mektedir. (s. 256-260):
^ s~t-’ sİ) 0 \ i . yi L; ^j f i 1
OL— ^ j -U Ü ji u r—J - 1
J U ü j Lj c .— .J O L iJ L jj
01^- öl \ üt5^ 01 j"1i ¡jr^*
Şairin burada bahsettiği hâdise, T a b â ’i1 al-H a y a v â n ’da zikredilen sefaret hâdisesi olmalıdır. Yine ay
nı şairin M uham med b. M ahm ud’a takdim ettiği diğer bir kasidedeki şu beyit de bunu iyına etmiş ol
malıdır. (s. 124):
yü aJnjLj Ot^1- ¿Li-j JjS' ^ Lj ¿t ?-1 (S
Minûçihri, K V tan hüküm darına F a g fû r - A llah’ın oğlu mânasına olan B a g a -P u tra (yahut: Bag-
P a r ) ’nın İslâm kaynaklarındaki şekli unvanım vermektedir. (Dîvân, s. İ l i )
267 Eski İran nesrinin en güzel örneklerinden biri sayılan bu ahlâk ve siyaset kitabının müellifi Emîr
‘U n şu riiİ-M a‘âlî Keykâvûs b. İskender b. Kâbûs b. Vaşmgîr, eski bir İran sülâlesi olan Z ıyârî’lere
mensup bir prenstir. X.-XI. asırlarda, hâkim iyetlerini bazı zam anlar H azar deniziyle Horasan,
Hemedan vev Isfahan arasındaki sahalara kadar genişletm iş olan bu hânedân, G aznetiler devrinde bir
tâ b i’ d evlet sıfatiyle yaşayabilm işse de, Selçuklular İm paratorluğunun kuruluşuyla, ortadan kalkmış
tır. XI. asrın İçtimaî talihini, fikrî ve ahlâkî telakkilerini anlamak için em salsiz bir kaynak olan K âbû s-
n â m e ’nin asıl ismi, metindeki bir kayda göre, galiba N esih at-n âm e’dir. M üellifin, bu kitabı, oğlu
G eylanşah’a nasihat m aksadiyle yazmış olm ası da, bu ihtimâli, azçok te’yit ediyor. XII. Asırdanberi
İran’ın birçok m üellifleri ve şairleri, bu eserden oldukça geniş nakillerde ve iktibaslarda bulunm uşlar
dır. Galiba XIII. asırda Anadolu Selçukluları zam anında yapılmış bir tercümesi bulunan bu eserin, XV.
Asır başlarında M ercum ek Ahmed, XVIII. asırda ise Nazmı zade taraflarından yapılan -h e n ü z yazma
halinde- Türkçe tercüm elerinden başka, XIX. A sır sonlarında ‘A bdü’l-Kayyûm N âsırî tarafından Ka
zan’da bastırılm ış Tatarca bir tercüm esi de mevcuttur. İran ve H indistan’da yedi defa bastırılm ış olan
Farsça m etin, son defa 1312 hicrî-şem sî’de S a’îd Nefîsî tarafından—750H. Tarihli eski bir yazmaya
dayanılarak- kıymetli bir mukaddime, şerhler ve indeks ile birlikte neşredilmiştir. Eserin 1285’de
M elikü’ş-Ş u’arâ H idâyet (Rıza-Kult Han) tarafından T ahran’da yapılan ilk neşri, A. Querry tarafından
Fransızcaya tercüm e edilmiştir: Le C ab ou s N âm e, Paris 1886.
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu 205
268 Yukarıya Farsça m etnini naklederek ona göre tercümesini verdiğimiz bu parça, H idâyet neşrinde
bundan biraz farklıdır. Bilhassa kabîle isimleri hususundaki bazı farklardan dolayı, bu m etni de buraya
naklederek, bu farkları gösterm eyi ve bu husustaki fikirlerimizi söylemeyi lüzumlu gördük:
J jJ y JU
jl ij- J U jİ J j-îo v y ....... ^ Jİ j i y- j\
j ‘ (_Tİ S U j A A Z s 0 j ( ^ ( ?) j i LJr^ ~ Jj
mahiyet almış oluyor. Ferruhî ve Beyhakı’nin XI. asrın ilk on yıllarına ait
şahâdetlerinden sonra, müellifimizin XI. asrın ikinci yarısına ait bu ifade
si, mevzuumuzun aydınlanması hususunda çok mühim bir yardımcıdır.
“Kâbûs-nâme” gibi garp ilim dünyasınca da uzun müddetten beri malûm
bir kaynaktaki bu parçanın, şimdiye kadar göze çarpmamasına hiç hayret
etmemelidir. Ne garip bir tesadüftür ki, bu eserin Sa’îd Nefîsî tarafından
yapılan son güzel neşrine ilâve edilen indeks’de de, bu kabile ismi, her
nedense, unutulmuştur. Biz, bu tetkikimizi doğrudan doğruya bu indeks
üzerinde yapmak kolaylığının cazibesine kapılmış olsaydık, bu çok mühim
kaydı ihmâl etmiş olacaktık.
TV. XI. asrın sonlariyle XII. asrın ilk yıllarında Gazneliler sarayında
hâlâ Kay kabilesine mensup kölelerin bulunduğunu gösteren diğer mühim
bir vesikayı, bu devrin büyük şairi Mes’ûd Sa’d Selmân (438-515 h.)’ın
büyük “Dîvân”ında buluyoruz”.269 Gazneli ve Selçuklular devirlerine ait
bütün dîvanlar gibi o devirlerin iç hayatını aksettiren bu büyük “Dîvân”da,
Gazneliler sülâlesinden Melik Arslan b. Mes’ûd b. İbrâhim (saltanatı: 509-
511 h.) hakkında söylenmiş bir kaside vardır ki, orada, bu genç hükümda
rın hassa kuvvetini teşkil eden saray köleleri (gulâm’lar) arasında Yağma,
Kay, Tatar zümrelerine mensup kölelerin bulunduğu çok sarih surette
ifade ediliyor:270
l?“ 41 ûtjj-iLj ö
269 Babası ve dedesi gibi kendisi de bütün hayatında Gazneliİer devletinin hizm etinde bulunan ve zaman
zaman büyük felâketler yahut büyük saadetler gören bu çok tanınm ış şair, Gazneliler devrinin saray ve
idare hayatını çok iyi bildiği için, D îvân’ı. bu devir İçtimaî hayatını öğrenm ek hususunda birinci dere
cede m ühim bir tarihî kaynak sayılabilir. 736 büyük sahifeden mürekkep olan bu mühim dîvân, İran’ın
değerli genç ediplerinden Reşîd Y âsim î tarafından 66 sahifelik güzel bir mukaddim e ile birlikte neşre
dilm iştir (Dîvân-ı M es’ûd S a’d Selmân, Tahran 1318). Her ne kadar tenkildi bir neşir değilse de ol
dukça itim ada lâyık olan bu basım ın sonuna nâşir tarafından ilâve edilen has isimler cedveli, tarihî a-
raştırm aları kolaylaştıracak bir mahiyettedir.
270 Dîvân, s. 528. Yine bu şairin bir kasidesine göre 509 şevvalinin altıncı günü Gazneliler tahtına geçtiği
anlaşılan (s. 317) III. M elik Arslan b. M es’ûd, 477’de doğmuştur. Tarihî kaynaklar, bunun kardeşi ve
halefi Behram şah’m Selçuklular im paratoru M eİikşah’m kızından doğduğu hâlde, A rslan’m başka a-
nadan olduğunu tasrih ederlerse de, şairim izin iki m anzum esinde, bunun annesinin de Dâvûd-ı Selçûkî
neslinden olduğu k at’î surette anlatılm aktadır (s. 113, 611). Sultan Sencer’in bu hüküm dara karşı
Behram şah’ı him aye ederek nihayet G azneliler tahtına geçirm esi, belki de böyle bir yanlış telâkkinin
doğm asına sebep olmuştur. M elik A rslan’m büyük lûtuflannı gördüğü, hattâ onun yanında oldukça
nüfuzu bulunduğu bazı m anzûmelerinden açıkça anlaşılan bu ihtiyar şairin, b u hususta yanılm ış olması
imkânsızdır.
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu 207
271 Sencer’in, B ehram şah’ı him aye ederek Gazneliler tahtına geçirm ek hususundaki gayreti, daha ziyade,
Melik A rslan’m “ S elçuklular’m yüksek hâkimiyetini tanım am ak” hususunda İsrarından, ve kardeşinin
ise, "kendisine yardım edildiği takdirde Sencer’i metbû tanıyacağını” v a’d etm esinden ileri gelmiş ol
malıdır. Hakikaten, Behram şah 512’de Gazneliler tahtına geçtikten sonra, Selçuklular’ın yani
S encer’in yüksek hâkim iyetini tanımış ve bunun alâmeti olm ak üzere, sikkeleri üzerine, halîfenin is
minden sonra onun ism ini de bastırmıştır. Gazneliler, yalnız H indistan’daki im paratorluklarında Sel
çuklu nüfuzundan uzak kaldıkları için, Behram şah’¡n buranın başşehri olan L âhor’da bastırdığı sikke
ler üzerinde Sencer ism ine tesadüf edilmez.
272 D aha Osmanlı İm paratorluğunun Etnik M enşei M es’eleleri adlı m akalem de (s. 244, not 60) V.
M inorsky’nin T abâi’i ’ al-H ayavân’da Türk kabilelerine, Ç in’e, H ind’e ait olan kısım ların şerhli bir
tercüm esini hazırladığım söylemiştim. Bu eserin daha 1942’de neşredilmiş olduğunu Z. V. Togan’ın
yeni bir m akalesinden (M erv’li Şerefuzzem an’ın Türklere dair yazıları, Doğu, sayı 16-17, Şubat-M art
1944, s. 10-12) öğrendim . Jam es G. Forlong Fund serisinin XXII. cildi olarak çıkarılan bu eserin ismi
şöyledir: Sharaf al-Zam ân al-M arvazî on China, the Turks and India, ed, By V. M inorsky, London, s.
170+53. Bugünkü harp şartları içinde garp neşriyatını m untazam tâkip etm ek imkânı kalm adığı için bu
gibi bazı m ühim eserlerden habersiz kaldığımı, yahut, haber alsam bile tedarik edemediğim i teessürle
îtiraf edeyim. Ancak, M inorsky bu tetkikin hülâsasını evvelce neşretm iş olduğu cihetle, Tabâ’i’i al-
H ayavân’da K ay’lar hakkında verilmiş olan malûmattan, evvelki m akalem de tam am ıyla istifade edil
mişti.
Z, V. Togan, bu yeni m akalesinin sonuna ilâve ettiği 10-15 satırlık bir fıkra ile, benim “Kay = Kayı
benzetm esi” hakkm daki uzun tenkitlerim e çok tuhaf bir cevap verm ek istemiştir. “K ûşkakî’nin şiirini
yanlış anladığını” hakkında ileri sürdüğüm bir yığın delillere karşı verilen cevap şudur: “gûya ben de
ğil de kendisinin doğru anlamış olduğunu zannettiği bir Farsça şiir parçasında.” Bir yığın tarihî ve fi
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu 209
delile hiç ihtiyaç olmamakla beraber, bir defa daha büyün çıplaklığiyle
meydana çıkıyor.
5. Bütün bu yeni vesikalarda Kay adının daima bu şekilde geçmesi,
bu ismin Kayığ = Kayı Oğuz kabilesinin ismi ile hiçbir münasebeti olma
dığına yeni bir delildir.
6. XI. asrın ilk on yıllarında Gazne sarayında bulunan büyük âlim el-
Bîrûnî’nin Kay’lar hakkında verdiği malûmatı, orada doğrudan doğruya
temas ettiği bu kabileye mensup kölelerden almış bulunduğu, yahut, bu
hususta başka vasıtalardan faydalanmış olsa bile, o malûmatı bu suretle
de tamamlamağa ve düzeltmeğe muvaffak olduğu, artık emniyetle söyle
nebilir.
lolojik delillere dayanılarak yapılmış bir tenkite karşı bu yolda cevap vermenin, ilim ve m eslek ahlâkı
bakım ından mahiyetini, her okuyan kolayca takdir edebilir; bütün insanlar gibi ilim adamları da yanı
labilirler; ve yanılm am ak, benim bildiğim e göre, ancak T annlara mahsustur! Ben, bu son cevabını o-
kuyuncaya kadar Z. V. T ogan’m kendisini “Yanılm az” sandığını bilmiyordum ; ve pek tabiî bilem ez
dim de. H âlbuki, yine bu son cevapta, benim ¡Çay'ların “M oğol olduklarım iddia ettiğimi, lâkin bunla
rın T ü rk olduklarını” , yine hiçbir delile ihtiyaç görmiyerek, k at’îyetle söylüyor ki, bu da tam am ıyla
yanlıştır. Çünkü ben K ay’larm m oğoliuğu hakkm da hiçbir kat’î iddia ileri sürmiyerek, bunların gerek
Türklüğü gerek moğoliuğu hakkındaki m utalâalann “aynı mahiyet ve kuvvetle birer tahm inden ibaret
olduğunu” söylemiştim (s. 241); m akalem in sonunda da, bütün o tetkiklerden elde edilen müsbet neti
celeri b irer birer hülâsa ederken, bunlann m oğolluklan hakkm da hiçbir iddiada bulunmamıştım. H aki
kat böyle olduğu hâlde bana böyle bir iddia isnat etmesi, Z. V. Togan’m bu kadar basit ve sarih şeyler
de bile nasıl aldanabildiğine bir misâl değil m idir? İlim ahlâkının ilk prensibi “Yanılmazlık” iddiasın
dan tam am ıyla uzak kalarak ilmî tenkitleri m em nunlukla karşılamaktır: bizim ilim adam lanm ız ara
sında henüz bu prensibin bile anlaşılmadığını görm ek, kafalarda ve ruhlarda henüz Ortaçağ
doğm atizm i’n in hâkim olduğuna hazin bir delil sayılamaz mı?
İLÂVE I
XI. ASIRDA HÂRİZM’DE
G aznelilerin A skeri Kıt’aları O larak
KÜCAT VE CUGRAK KABİLELERİ
280 ‘Arz ve ‘Â nz ıstılahının mahiyeti ve mânâsı hakkında İslâm A nsiklopedisi’nin lürkçe neşrinde çıkmış
olan şu m akalem ize bakınız: Arz. M uhtelif İslâm ve Türk devletlerinde bu teşkilâtın mahiyeti ve tarihî
tekâm ülü hakkında, ayrıca bir tetkik neşir edeceğim. Gaznetilerde ‘A rz Dîvânı hakkında şu eserde ve
rilen malûm at çok sathîdir: M. Nâzım, The Life and Times o f Sultân M ahmûd o f Ghazna, Cambridge
1931, s. 137-138.
28! Târih-i Beyhakî, s. 379. Bu askerî kum andanlardan her biri hakkında haşam-dâr tâbiri de kullanılmak
tadır.
282 Aynı eser, s. 378-401.
214 M. Fuad KÖPRÜLÜ
283 B eyhakî T ârihi'nde M uncuk’dan bahsedilirken, hemen daima bu unvan kullanılır. Bu gibi askerî
âm irler hakkında yine aynı eserde sâlâr, m akaddem , serheng, haşam -dâr gibi tâbirler kullanıldığı hâl
de, M uncuk’un daha çok k â ’id diye zikredilmesi, bunun resm î bir unvan olduğunu anlatmaktadır.
Um um iyetle “ sevk ve idare eden” m efhumunu ifade eyliyen k â ’id kelim esi, bilhassa “askerî ş e f ’
m ânâsında, arap m em leketlerinde çok eskiden beri kullanılan bir kelim edir ki, bugün bile M agrib sa
hasında ve bilhassa F as’da idari bir tâbir olarak hâlâ kullanılır (tafsilât içitı: Encylopêdie de Pİslam ’da
C>. Kam pffm eyer tarafından yazılmış olan bu m addeye bakınız). Emevıler devrinde askerî teşkilâtta
kullanılan ve daha sonra A bbâsîler zam anında da ilk önce yüz kişilik sonra da bin kişilik bir askeri
k ıt’anın âm irine verilen bu unvanın (Corcî Zeydân, M edeniyet-i İslâmiye Tarihi, türkçe tercümesi, c. I,
s. 154), Endülüs Emevîleri zam anında da -III. A bdu’r-Rahmân devrinde- aynı m ânâda kullanıldığını
biliyoruz (E. Lêvi Provençal, L ’Espagne m usulm ane au X em. siècle, Paris, 1932, s. 141). İran ve Türk
an’anelerinin te’siri altmda, Şark İslâm m em leketlerinde bu tâbirin pek yayjlm adığı görülüyor. Yalnız,
Beyhaki’nin yukarıda zikredilen ifadesinden, bu kelimenin Gazneliler devrinde, “askerî bir kuvvet
sıfatiyle m erkezî idarenin hizm etinde bulunan” kabîle reislerine verildiğini öğreniyoruz. B ir zamanlar
arapçayı dîvânlarında “resm î devlet dili” olarak kullanan G azneliler’in idare tâbirleri arasında bu keli
m enin bulunm ası, pek tabiîdir. Bu devletin askerî kuvvetleri arasında İran’da yaşayan bazı kuvvetli
Arap kabileleri de m evcut olduğu cihetle, bunların reislerine verilen k â’id unvanının, ayni askerî hiz
metlerde bulunan Türk kabileleri ’nin reislerine de teşmil edilmiş olduğu görülüyor. Bununla beraber,
gerek B eyhakî'den gerek sair m uasır kaynaklardan, bu tâbirin tam bir m üradifı olarak, daha ziyade
serheng, sâlâr v s. gibi ıstılâhların kullanıldığını öğreniyoruz. Nitekim Beyhakî, k â ’id unvaniyle zik
rettiği M uncuk hakkında sâlâr kelimesini de kullanmaktadır. Bâzı Türk ve Arap kabileleri gibi “reisle
rinin isim lerini kabîle ismi olarak alan” bazı kürt kabileleri arasında, bugün bile, K â’id Rahmet adında
bir kabilenin m evcudiyeti, bu unvanın kabîle reislerine verildiğini gösterm ek bakımından, dikkate lâ
yıktır (M es’ûd Keyhân, Coğrafya-yı M ufassai-ı İran, Tahran 1311, c. I, s. 67, 69; H. L. Rabino, Les
Tribus du Louristan, Paris 1916, s. 18), M uham med Nâzım, G azneliler ordusunda 100 süvariden mü
rekkep bir k ıt’anın (hayl) âm irine galiba k â ’id denildiğini, şüpheli bir tarzda, söylerse de (The Life and
Times o f Sultân M ahm ûd o f Ghazna, Cambridge 1931, s. 140) doğru değildir. Senâ’i D îvânı’nda
K â ’id ‘Amîd.
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu 215
284 Orta Çağ’da Y akın-Şark Türk-İslâm devletlerinin hudut teşkilâtı hakkında hazırladığım ız bir
monografide bu hususta etraflı m alûm at vardır.
285 Fuad Köprülü, Uran Kabîlesi, Belleten, sayı 26, 1943, s. 235-239.
285 Bondârî, Ravendi, Nasavî gibi belli başlı kaynaklara bakınız.
287 M es’ûd Keyhân, Coğrafya-yı M ufassal-ı İran, Tahran 1311, c. II, s. 102.
216 M. Fuad KÖPRÜLÜ
383 Abbâs İkbâl, Târih-i M ufassal-ı İran, c. I, Tahran 1312 şemsî-hicrî, s. 408.
2S9 Bakınız: M uham m ed b. İbrâhîm, Târih-i Âl-i Selçuk {Kirman Selçukluları tarihi), Recueil de textes
relatifs â l ’histoire des Seljoukides, Tome I, publié par Th. Houtsma, Leiden 1886.
290 Bunların 727 H.de te ’dipleri hakkında bakınız R avzatü’s-Safa, IV. 188; ayrıca bakımz: H abîbü’s-
Siyer, III. 2, s. 13. Kirman şehrinde yerleşen Türkler’in kurdukları mahalle, XIV. asırda, Türk-Âbâd,
adını taşıyordu. Bu sahalarda hâlâ birtakım küçük Türk kabileleri yaşam aktadır (M es’ûd Keylıân, Coğ-
rafya-yı M ufassal-ı İran, 131 i, c. II, s. 92-101).
291 Gunnar Jaıring, On the distribution o fT u rk tribes in Afghanistan, Lund 1939, s. 17, 18, 68.
İLÂVE II
G azneli Saray ve O rdularındaki
TÜRK KÖLELERİNİN ETNİK MENŞE’LERİ
ve
Selçuklu İktâ Sistem inin G aznelilere Geçişi
Türk tarihinin hemen bütün devirleri gibi Gazneliler devri de, şimdiye
kadar, çok az tetkik edilmiştir. Bu sülâlenin en büyük sıması olan Sultan
Mahmûd’un hayat ve şahsiyetine, askerî hareketlerine ve bilhassa Hind
seferlerine dâir oldukça mühim araştırmalar yapılmışsa da,292 bu devletin
idari ve siyasî teşkilâtı, ve umumiyetle bu devrin İçtimaî ve İktisadî hayatı
hemen tamamıyla ihmâl edilmiştir. Halbuki, Orta Çağ tarihinin ve bilhassa
Selçuklular tarihinin birçok mes’elelerini anlamak için Sâmân-oğulları ve
Gazneliler devirlerinin aydınlanması, birinci şarttır; bu ise, Gazneliler
tarihini sadece “Hind tarihinin bir bölümü” olarak tetkik etmekle, hiçbir
zaman kaabil olamıyacaktır.
Ne XIX. - XX. asırlarda Hind tarihi ile uğraşan bazı İngiliz
müsteşrıklannın araştırmaları, ne de bütün onlardan istifade etmek ve
başlıca Şark kaynaklarına da dayanmak suretiyle Gazneli Mahmûd hak
kında oldukça geniş bir monografi neşreden Muhammed Nâzım’ın bu
eseri;293 Gazneliler İmparatorluğunun değil, sadece Mahmûd devri’nin
İçtimaî şartları hakkında bile bizi aydınlatmaktan uzaktır. Bu eserde o
devrin İdarî, malî, adlî, askerî müesses elerine ayrılan çok mahdut
sahifeler294 gözden geçirilecek olursa, müellifin, askerî ve diplomatik hâdi
selerden başkasına pek ehemmiyet vermediği ve imparatorluk müessese-
leri hakkında yazdıklarının ise ne kadar sathî, iptidaî ve çok defa da yanlış
olduğu görülür. Hikayeci tarih seviyesinden yukarı çıkamayan ve elindeki
kaynakları çok sathî ve dikkatsiz bir şekilde kullanan müellifin, umumi
yetle Ortaçağ İslâm tarihi hakkında da pek mahdut malûmat sahibi olduğu
derhâl anlaşılmaktadır.
295 Bu dîvân, T ahran’da çıkan Arm ağan adlı m ecm uanın altıncı cildine ilâve olarak 1345 hicrî’de 180
sahifelik bir cilt hâlinde basılmıştır. Yedi yazm a nüshanın mukabelesi ile vücude getirilen bu basım,
oldukça îtim ada lâyıktır. Gazneliler sülâlesinden m uhtelif hüküm darlara ve onların birtakım büyük
devlet adam larına kasideler yazan, ve şair M es’ûd Sa’d Selm ân ile de m ünasebeti bulunan bu m eşhur
üstadın dîvânı, Gazneliler devri tarihi için m ühim kaynaklardan biridir.
296 G azneliler tarihi ile alâkalı birçok mühim m es’eleleri aydınlatan bu dîvânda, bu devirdeki gulâm
sistem i ve orduda Türk unsurunun ehem miyeti hakkında, dikkate lâyık kayıtlara tesadü f olunur, Ordu
ve saraydaki kölelerin ve büyük kum andanların hem en tam am ıyla Türkİerden m ürekkep olduğu ve
bunların T ürkistan’dan yani Türk m em leketlerinden getirildiği, birçok m anzum elerden anlaşılıyor.
Şairim izin Arslan b. M es’ûd’a takdim etmiş olduğu âdeta bir nasihatnâm e mahiyetindeki kasidesindeki
şu parçalar, bunu açıkça gösteriyor (s. 386) ki, bunları, dîvândaki sair birçok manzumelerde de te ’yit
etm ek kabildir:
jLL~.-LL0..< y ¿1 y J_ iL j -LLfc 1-1 'y
Bu adı geçen şairlerin biraz daha genç muasırı olan büyük şair
Gazneli Hakîm Senâ’î’nin 872 sahifelik büyük “Dîvânımda, o devir saray
ve ordularındaki Türk köleleri hakkında birçok mühim kayıtlar bulundu
ğu gibi, bunların mensup oldukları kabilelerin veya memleketlerin de i-
simlerine tesadüf olunmaktadır. İçtimaî tarih bakımından çok zengin bir
kaynak olduğu hâlde şimdiye kadar hiç istifade edilmeyen bu eserde, şai
rimizin, o devir büyüklerinden Hâce Ebî Beki* Tâcî namına yazılmış tercî‘-i
bend şeklinde bir kasîde’si vardır ki, bunun bir bend’inde, Behrâmşah
devrinde Gazneliler ordusunda bulunan Türkler’in ehemmiyetinden -hattâ
sayılarından- bahis olunarak, bunların hangi memleketler’den geldikleri
ve hangi kabilelere mensup oldukları tasrih edilir:297
J J 5” J * j^ jj
UJjLj OjjU Oİ j-i j-t j**
JJjLvî>- dJ-Lj L•iS' j Lwvu jj
J _ jjl j j s j i ı_Jı-v2-j i jl J _ 5 j t j i
-UjI-aSL; j jl 01 j j kii-ij j fj ~» j
j j j\jLj j j j e.---" j l jkJtiS' j ¿rt^r j '
-Lîjt jA
Jlj jIİT j L** j d ^ ÛLaLİ tjjl
jA jA j l j -iJ-Jİ ^*-L j L» ¿¿>rt jifc- Üİ
297 Dîvân-ı Hakim Senâî-i G aznevî, tışr. M üderris Razavî, Talıraıı 1325, s. 568. Yedi nüshaya dayanılarak
yapılan bu neşir, oldukça îtim ada lâyıktır; ve eserin başına, şair hakkında 80 sahifelik büyük bir tetkik
ilâve olunmuştur.
298 Târîh-i Beyhakî. nşr. M oriey, s. 652. M aam afıh bu rakamın Gazneliler ordusundaki Türk kölelerinin
um um î sayısına değil, sadece, hüküm darın daim î surette m aiyetinde bulunan hassa gulâm lan’na ait
olduğu, hem en hem en k at’iyetle söylenebilir. Cüzcânı, Sultan M ahm ûd’un genç 4.000 Türk kölesi o-
lup merasim günlerinde tahtın sağında ve solunda durduklannı, bunlardan iki bininin başlarında dört
dilim li külâh (külâh-ı çehâr-per) ve ellerinde altın gürzler, diğer iki bininin başlarında da iki dilimli
külâh (küîâh-ı du-per) ve ellerinde güm üş gürzler bulunduğunu söylüyor (Tabakât-ı Nâsırî, Kalküte
1864, s. 10-11). M üverrihin bu gulâm lardan bahsederken vuşak yani uşak tâbirini kullanm ası, bunların
genç köleler olduğunu açıkça gösterm ektedir; XI. asır İran şairlerinin sık sık kullandıkları bu tâbirin
m ânâsı budur. Y aşlan biraz ileri iyen gulâmlar, bu hassa kuvvetinden çıkarılarak orduya gönderilirdi.
Sâmânîler, G azneliler ve Selçuklular devirlerindeki gulâm sistemi hakkında kâfi malûmat sahibi olma
yan M. Nâzım , M ahm ûd’un ordusunda yalnız 4.000 Türk kölesi olduğunu söylemekle, şüphesiz, al-
danmıştır. Esasen, Beyhakî, tarihinin bir yerinde M es’ûd devrindeki saray kölelerinin m iktarını 4.000
olarak gösterdiği hâlde (Târih, Tahran taş basm ası, 1307, s. 533), diğer birkaç yerde de bunların sayı-
220 M. Fuad KÖPRÜLÜ
sim 6.000 olarak kaydetm iştir (Aym basım, s. 567, 574). Bu fıkraları görm em iş olan M. Nâzım , esasen
C üzcânî’nin te ’yit etm iş olduğu 4.000 sayısını tekrar ile iktifa etmiştir. M aam afih, onun asıl hatâsı
bunda değil, Gazneliler ordusunun teşkilâtı ve gulârtı sistemi hakkında etraflı ve sağlam bilgilerden
tam am ıyla m ahrum olm asındadır. Doğrudan doğruya “saray gulâmları sâlâr’ı” unvanını taşıyan ve sa
rayın en m ühim erkânından olan bir Türk kumandam m aiyetindeki bu hassa kuvveti, devletin bütün
askerî işlerini idare eden A rz D îvânı'na tâbi değildi; ve bunların isimleri o dîvân’m resmî defterlerinde
bulunmazdı. Bunlara ait İdarî ve malî işler, diğer saray işleriyle beraber, dabîr-i saray (saray kâtibi)
unvanlı sivil bir saray m e’muru tarafından idare edilir, ve onun m aiyetinde de hususî bir kalem bulu
nurdu; saray gulâm larına ait defterlerin -o zamanki tâbir ile cerîdeTerin- tanzimi, bu teşkilâta aitti (Tâ-
rih-i Beyhâkî, Tahran taş basm ası, s. 649). M aamafih, yukarıda da söylediğim iz gibi, sonraki hüküm
darlar zam anında sarayda ve orduda bu Türk kölelerinin daha çoğalm ış olduğu şüphesizdir. O rtaçağ’da
gulâm sistemi hakkında yakında neşredilecek hususî bir tetkikim izde bu m es’eleden de uzun uzun
bahsedilecektir.
299 M eselâ s. 22 7’de, Hind seferlerinde büyük yararlığı görülen Emîr M uham m ed adlı bir kumandan
hakkm daki kasidede.
300 s. 584:
301 s. 140:
I jL^ojl ^ pj tjılîLSsj*- l ü1j 1-iA-lS*" yt? öLÎs-3jLj
M uhtelif Türk züm relerinin kendilerine mahsus kostümleri ve külahları (börk’leri) olduğunu, m uhtelif
tarihî ve coğrafî kaynaklardan biliyoruz. M eselâ Çigillere mahsus kıyafetin onlarla komşu birçok Türk
şubeleri tarafından taklit edildiği cihetle onlara da yanlış olarak bu ismin verildiğini, Oğuz kıyafetinin
ise onlardan tam am ıyla ayrı olduğunu M ahmud K âşgarî söyler (Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında tik
M utasavvıflar, s. 153). Y ine bu devirlerde H ârizm ’lilerin, Horasanlıların v.s., kendilerine mahsus
kostüm leri ve külâbları olduğunu anlatıyor.
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu 221
302 Y ukarıda (s. 348, not 4 1 ’de) verilen izahata bakınız. Beyhakî, I. M es’û d devrinde bunların kıyafeti
hakkında çok m ühim m alûm at vermektedir: m erasim günlerinde bunlar çok süslü ve kıymetli kumaş
lardan elbiseler giyerler, ellerinde altın ve gümüş am udlar, ok ve yay bulunurdu (Nefîsî neşri, s. 337).
Bu hususta etraflı m alûm at, gulâm sistemi hakkındaki makalemizdedir.
303 S. 138:
J J İ a ijiT jj-*-> j >- j —'j\ J J \ o> ¿ îU U J L ^
j ^ 1"t* ü J
JJİ ^ J i j tJ* j J * j * ’ f l U J jLS*"
iİjI aijİ" J ^ JİJ jj l)LaLJüL
_»
\j 0^ jt-i f > û ^ jZ-i \j -VJj
JLj \ a J jS' J (j* J ;" ^ ‘JJ-* j ^ j-i
1 3 j' ¡ y * tjri ^
t jj Ij Lli Lj *) îS ^j ’i
^
Acaba şairim izin bu şikâyeti, askerî ıktâ’ usûlünün tatbikine değil de, bazı Türk askerî ricaline zulüm
ve m usâdere yoiiyle birtakım emlâk verildiğine mi işarettir? Eğer Dehli S u ltanlığınd a, daha İl-Tutmış
zam anında, Selçuklu sistem inin tatbik edildiğini görmüş olm asaydık, biz de bu birinci ihtimâli kabûl
ederdik. İl-T utm ış’ın tatbik ettiği usûl, bizim fikrimize göre, daha ondan evvel de G orlular tarafından
kabûl edilm iş olm ak îcap eder. O nların ise, bu sistemi, sair birçok idarî ve siyasî m üesseseler gibi,
Gaznelilerden aldıktan , yani daha açık ifade ile, esasen Gazneliler devrinde m evcut olan bir sistemi
devam ettirdikleri kolaylıkla tahmin olunabilir. Gaznelilere gelince, onların bu Selçuklu sistemini
Behrâm şah devrinde iktibas etmiş olmaları, tarihî şartlara çok uygun geliyor.
222 M. Fuad KÖPRÜLÜ
304 Beyhakî ve Utbî başta olarak bütün o devir kaynakları, bunu açıktan açığa gösterm ektedirler; ve bu
hususta en ufak bir şüpheye bile yer yoktur. M aam afıh hassa gulâm lan’na yani doğrudan doğruya hü
kümdarın m uhafazası hizm etinde bulunan gulâmlara, -ıktâ usulünün en geniş bir şekilde tatbik olun-
duğu- Selçuklular devrinde bile “toprak verilm ediği” N izâm ü’l-M ülk’ün sarih ve k at’î ifadesi sayesin
de, pek İyi anlaşılıyor (Sİyâset-Nâme, bab XXIII). Onlardan sonra askerî ıktâ sistemi devam ettiren
bütün Türk devletlerinde, Osmanlı İm paratorluğu da dahil olm ak üzere, hüküm dar maiyetindeki hassa
kuvvetine mensup askerlere tim ar verilmediği malûmdur.
305 Gorlular devrinde askerî ıktâ sistem inin mevcut olup olmadığı hakkında, şim diye kadar, en basil bir
tetkik bile yapılm am ıştır. Dehli Sultanlığına gelince, tarihî kaynaklar, iptida Sultan İl-Tutım ş’m, sonra
da B aîaban’m bu hususta tâkip etmiş oldukları siyaset hakkında biraz m alûm at verirler (buna dair taf
silât alm ak için, İslâm A nsiklopedisi’ne yazm ış olduğum uz Balaban m addesine bakınız), Maamafıh,
bu sistem in bu Türk M em lûk D evletine nasıl ve ne zam an intikal ettiği, Gorlular D evletinin bu hususta
bir rolü olup olm adığı, Gaznelilerin son zamanlarında bu usûlün tatbik edilip edilmediği gibi
m es’eleler, bugüne kadar hiç düşünülmem iştir! W. A. M oreland’ın The A grarian System o f M osiem
India adli güzel kitabında, bu m enşe’ ınes’eleleri hakkında hiçbir şey yoktur. O rtaçağ’da Türk-İslâm
Feodalizm i hakkm daki eserimizde, bu hususta daha geniş îzahat vermek ümidindeyiz. Bu hususta ba
kınız: Fuad Köprülü, O rtazam an Türk-İslâm Feodalizm i, Belleten, nu. 19. s. 319-334.
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu 223
mış olduğu, şimdilik bir nazariye halinde olsa bile, ilk defa olarak ortaya
atılmış bulunuyor.
İşte, Gazneliler devri saray ve ordularındaki Türk köleleri’nin hangi
kabilelere mensup olduğunu anlamak hususunda elimizdeki edebî kay
naklardan çıkardığımız neticeler, şimdilik, bundan ibaret bulunuyor. An
cak, bu neticeleri bu küçük makalede tesbit ederken, Selçuklular’daki
askerî ıktâ‘ sisteminin Gazneliler’e ve onlardan Gorlular'a ve Dehli Sul
tanlığına nasıl geçtiği hakkında -“Senâ’î Dîvânı”mn tetkiki sırasında tesa
düf ettiğimiz bir beyitten ilham alarak- kurmuş olduğumuz faraziyeyi de,
alâkalı ilim adamlarına bildirmekten kendimizi alamadık; Hind Müslüman
devletleri tarihi ile ve bilhassa buradaki toprak ve askerî ıktâ‘ mes’eleleri
ile uğraşanlar için şimdiye kadar hemen bir muamma mahiyetinde kalmış
olan bir menşe’ mes’elesi’nin bu suretle aydınlatılmasına doğru bir adım
atılması, herhâlde ehemmiyetsiz değildir sanırız. Bu, aynı zamanda, edebî
kaynakların İçtimaî tarih mes’elelerini aydınlatmağa ne kadar yarayacağı
nı anlatmak bakımından da faydasız değildir kanaatindeyiz.
İleride, bu devre ait sair edebî kaynakların tetkîki neticesinde, Türk
etnolojisi’ne ait daha birtakım yeni malûmat elde edileceğinde şüphe edi
lemez. Selçuklular ve Hârizmşahlar saraylarında ve ordularında bulunan
Türk kölelerinin “hangi kabilelere mensup oldukları” hakkında birçok
edebî ve tarihî kaynaklardan çıkarabildiğimiz malûmatı, ayrıca neşrede
ceğiz.
Ankara, 1 Temmuz 1944
İNDEKS
Çagâniyân, 203
E
Çağatay Edebiyatı, 16
Çağrı Teğin, 166, 167 Ebü’l-Fazl Beyhakî, 203
Çankırı, 96, 182 Edebiyat Fakültesi Mecmuası, 14, 26, 50,
Çaşn-ı Navrûz, 200 132,134
Çiğil, 201 Edil- Kaylı, 168
Çin, 23, 27, 90, 133, 141, 143, 152, 162, Edime, 122, 187
163, 164, 165, 167, 168,208, 219 Edirneli Rûhî, 185, 188, 191
Çin aıınalleri, 141 Edirneli Rûhı Tarihi, 185
Çoban İsa, 174 Eflâkî, 54, 111, 119
Çomak (hâkimiyet sembolü), 158, 159 el-Bîrünî, 203, 209
Çorum, 96, 182 Elbistan, 66
Çu nehri, 201 Elcezire, 72, 83, 86
Çuguçak, 162 el-Ka’im bi-Emr’illâh, 205
Çukurova, 192 El-Veİedü'ş-şeftk, 53
Çungarya, 141 Emevîler, 126, 141, 144,214
Emîr Keykâvûs b. İskender, 204
D Emîr Seyfeddin Çaşnîgîr, 63
Emîr Yûsuf b. Sebük-Tegiıı, 200
D‘Ohsson, M., 170
Encyclopaedia of İslam, 15
Das Nationalgefühl der Türken im Licht
Encyclopédie de 1’İslam, 41, 96
der Geschichte, 95
Enverî (müverrih), 54, 55, 94, 169
Dâvûd, 186, 206
Eretna Devleti, 101
Dede Korkut Kitabı, 103, 185, 188
Eretnalar, 123
Deguignes, 165
Ermenek, 67
Dehli Türk sultanlığı, 150
Ermeni, 83, 85, 163, 201
Denizli, 72, 96, 182
Ermeniler, 163
Der Abschntt über die Osmanenin
Ermenîye, 164
Şükrullâh’s persischer
Ertuğrul, 43, 45, 95, 96, 97, 140, 145,
Universalgeschichte, 164
154, 155, 156, 157, 170, 186, 191, 193,
Der İslam, 44
194
Deux chapıtres de l’histoire des Turcs de
Erzincan, 64, 65, 87, 96, 110, 170, 182
Roum, 177, 183, 188
Erzurum, 64, 65, 81, 82, 84, 87, 110
Devşirme usulü, 50, 126, 190
Eskişehir, 73,96,97,182
Die Ghuzenstämme, 171
esnaf teşkilâtı, 38, 89, 108, 112
Die Legenden von Oghuz Qaghan, 179
Eşref Oğulları, 69, 172
Die Vorfahren der Osmanen in
et-Ta'rîf, 52
Mittelasien, 138
Evliya Çelebi, 181
Diyarbekir, 74, 81, 179
Evliya Çelebi Seyâhat-nâmesi, 47
Diyar-ı Hatay, 164
Evrenos (Evren +uz), 105
Dokuz-Tatar, 162
Eyyubî prensleri, 78
Dokuzboy Türkler ve Osmanlı sultanları
tarihi, 164
228 M. Fuad KÖPRÜLÜ
Hudûd al-‘Âlam, 137, 152, 162, 164 İslâm Ansiklopedisi, 16, 29, 39, 41, 135,
hudut gazileri, 193 136, 149, 156, 157, 158, 159, 162, 164,
hudut teşkilâtı, 99, 100,215 171, 178, 181, 192, 196,211,213,222
Hünemâme, 191 İslâm Medeniyeti Tarihi, 151
Hüsameddîn Çoban Bey, 190 İsrail (Selçuklu), 158
İstanbul, 13, 14, 15, 16, 17, 18, 21, 26,
I 27, 31, 35, 37, 46, 47, 53, 55, 61, 64,
67, 68, 74, 87, 91, 100, 104, 107, 115,
İlgaz, 96
134, 135, 136, 151, 152, 158, 162, 164,
India Office, 165
172, 174, 178, 179, 180, 182, 186, 189,
Inscriptions de l ’Orkhon, 106
191,192,202
lorga, 58, 62, 63, 64, 85, 99, 169
İtalyan arşivleri, 56
Irak, 72, 83, 108, 115, 118, 158,205
İtalyan cumhuriyetleri, 82
Irak Selçukluları, 158, 199
İtalyan tâcirleri, 82
Islamica, 110, 113
İyoniya, 68
İsparta, 96, 182
İzmir, 124
İbn Abî ‘Usaybi, 158
İzmit, 121
İbn Battûta, 50, 52, 99, 104, 110, 111,
İznik, 61, 62, 63, 64, 75, 81, 98, 99, 100,
122 104, 121, 187
İbn Bîbî, 28, 109, 141, 154, 190
İznik İmparatorluğu, 62, 63, 75, 81, 98,
İbn Bîbî Tarihi, 190
99, 100
İbn Cubayr, 108
İznik Rum Devleti, 63, 64
İbn Kemal Tarihi, 55
İzzeddin Keykâvus I, 63, 109, 112
İbrahim Hacı, 119
İzzeddin Keykâvus II, 63
İdris Bitlisî, 94, 185
İdris-i Bitlisî, 94
İkbal (M.), 152
J
ikta, 73 Jivaya Starina (Samoiloviç), 181
İlhanh, 61, 180 Journal Asiatique, 41, 54, 132
İlhanlIlar, 28, 49, 61, 73, 187
İlhanlılar İmparatorluğu, 61 K
İlkinci b. Koçkar (bk. Alkinci), 167
K ’i-tan, 166, 167,203
İnanç Oğullan, 68, 101, 123
Kâbûs-nâme, 204,205, 206, 207, 208
İngiliz, 146, 181,217
Kaçarlar, 146
İran, 41,47, 64, 71, 72, 73, 78, 79, 83,
Kadı Burhanüddin, 53
102, 107, 108, 116, 118, 145, 151, 153,
Kadir-Han, 167
162, 164, 173, 174, 176, 177, 178, 179,
Kafkaslar, 74, 90
180, 186, 199, 200, 201, 204, 205, 206,
Kafkasya, 96, 177
211,214,215,216
Kahire, 173
İran edebiyatı, 180, 201, 204
Kahle, 109
İran Horasanı, 180
Kâhta, 64
İran Moğollan, 41, 152, 180
Kahta kalesi, 191
İran şairleri, 145, 151, 153, 162, 199,211
Kalaçlar, 72
İrtiş, 162
Kalenderîye, 117, 118, 120
İshâkî şeyhi, 116
Kalenderler, 118
İshâkîye, 116
Kamâl al-dîn, 98
İskenderiye, 81
Kamec (Kiimici), 152
İskendemâme, 55, 184, 185
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu 231
Kanglı (kabile), 73, 94, 196, 215 Kayı, 8, 22, 27, 94, 95, 96, 121, 133, 134,
Kanun-nâme, 55 136, 137, 140, 141, 142, 143, 145, 154,
Kara Korum, 22 155, 156, 157, 159, 160, 161, 164, 168,
Kara Tatarlar, 74 169, 170, 171, 172, 173, 174, 176, 178,
Karadeniz, 62, 66, 82, 83, 86, 98, 123 179, 180, 181, 182, 183, 184, 185, 188,
Karadeniz Ereğlisi, 66 189, 190, 191, 192, 195, 197, 198,208,
Kara-Hanhlar, 141, 162, 163, 166, 174 209
Kara-Hıtaylar, 148, 149, 154, 216 Kayı - Han, 141
Karahisar, 68, 123 Kayı an’anesi, 132, 184, 185, 191, 192
Kara-Hitaylar, 138, 141, 142, 146, 148, Kayı boyu, 8, 95, 96, 134, 137, 157, 183,
166, 197 188,197
Kara-Koyunlu, 178, 189, 191 Kayı Han, 183, 189
Karakoyunlu Türkmenler, 73 Kayı ili, 156
Karaman, 53, 69, 70, 74, 77, 78, 101, ICayı kabilesi, 94, 133, 140, 157, 164,
111,172 169, 171, 172, 174, 184, 189
Karaman Oğlu, 78 Kayı köyü, 156, 182
Karaman Oğulları, 53, 70, 77, 111 Kayı Oğuzlan, 121, 157, 176
Karaman tarih, 74 Kayı tamgası, 159, 190
Karamânî Mehmed Paşa Tarihi, 55 Kayı ulusu, 182
Karamanlılar, 67, 68, 70, 74, 123, 140 Kayıg, 145, 160
Karamanlılar tarihi, 140 Kayıghg (bir kumandan), 141
Karaman-oğulları, 172 Kayığ, 95, 134, 135, 136, 138, 140, 141,
Karesi, 121, 122, 123, 124 142, 143, 145, 154, 155, 170, 171, 209
Karesi Beyliği, 121 Kayığ^Kayı, 135, 136, 154
Karesi Oğullan, 123 KAY1G=KAYI, 169
Karluklar, 72 Kayı-Han, 142, 181
Karmatlar, 113 Kayık, 140
Kâsân, 149, 150, 152 Kayılar, 28, 95, 96, 97, 155, 156, 172,
Kastamonu, 96, 101, 182 174, 177, 188, 192, 197
Katalanlar, 101 Kayılan, 131, 132, 135, 157, 193
Kâtib Çelebi, 164 Kayî, 207
Kâtib Ferdî, 157 Kaykân, 140
Katoliklik, 102 Kayı, 154
Katvân, 146 Kaylar, 28, 136, 141, 142, 144, 145, 150,
Kay, 7, 27, 95, 131, 132, 133, 134, 135, 160, 161, 162, 164, 166, 167, 168
136, 138, 141, 142, 143, 145, 146, 152, Kaylı, 168
153, 154, 155, 160, 163, 164, 168, 173, Kayseri, 65, 66, 73, 82, 84, 87, 100, 110
181, 188, 199, 200, 201, 202, 203, 204, Kay-Tiber, 168
205, 206, 207, 208, 209, 218 Kazan, 168, 204
KAY, 131, 134, 143, 161, 199 Kazimirski, 202
Kay Han, 188 Kazvînî, 87, 148
Kay kabilesi, 7, 27, 138, 163, 164, 168 Kefersud, 77
Kay Oğlan (bir köle), 203 Kertler (sülâlesi), 180
Kay=Kayı, 27, 131, 132, 133, 134, 136, Keyhusrev I, 65, 68, 77, 82
142, 143, 181 Keyhusrev III., 68
Kaydı (Kaylı), 168 Keykâvus I, 63, 82
Keykubad 1,43, 67, 81,82,
232 M. Fuad KÖPRÜLÜ
Les Origines de l'Empire Ottoman, 11 Marquart, I , 8, 131, 132, 133, 134, 135,
Les Origines du Bektachisme, 78, 120 136, 138, 139, 142, 143, 144, 145, 155,
Les Pays de Tchata et les Ephtalites, 98 156, 159, 161, 162, 163, 165, 167, 169,
Les Saints des derviches tourneurs, 54, 186, 187, 193, 197, 199
98, 99 Massignon, L., 108, 113
Les Tribus du Lourista, 214 Mâverâ-i Hazar, 96
Les Villes du Moyen Âge, 84 Mâverâünnehir, 107, 108, 117, 142, 145,
Leyden, 22, 108 151, 164, 173, 174, 179, 180, 197, 202,
Lidya, 68, 75 203,213,215
Lilciya, 69 Mayyafarikîn, 64
Lokman, 46, 191 Mâzandarân and Astarâbâd, 181
London, 107, 137, 147, 159, 168, 183, Mâzenderân, 96
208,210 Mecma’ül-Ensâb, 216
Lubâbü’l-Elbâb, 207 Mededeelingen Ak. w. Amsterdam, 53
Luluva (Loulôn), 119 Medeniyet-i îslâmiye Tarihi, 214
Lutfî Paşa Tarihi, 55, 185 Mehdî, 69, 102, 117
Mehmed Bey (Aydmoğlu), 98, 124, 158
M Mehmed Bey (Gâzi), 98, i 24, 158
Mehmed L, 105, 156
Maarif, 14
Mekke, 117, 183
Magrib, 214
Melik Dinar, 216
Mâhân, 97, 140, 141, 169, 180
Melikşah, 71, 206
Mâh-i Nahşab, 200
Melikü’ş-Şu1arâ Hidâyet (Rıza-Kulı
Mahmud bin Muhammed Aksarayî, 53
Han), 204
Mahmud Gaznevî, 45, 158
Memlûk sistemi, 150, 176
Mahmûd Kâşgarî, 132, 133, 134, 135,
Memlûkler, 66, 83, 114, 152, 155
136, 140, J41, 143, 144, 159, 161, 162,
Memlûkler İmparatorluğu,, 152
166, 171, 178, 180, 181, 188, 191,201,
Mémoires de l’Académie des Sciences,
211, 214
162
Mahmûdiyân, 212
Menderes, 16, 72, 99
Makamat-ı Hamîdî, 148
menkabeler mecmuası, 172
Makdîsî, 152
Menoutchehrî, 202
Makedonya, 122, 125
Menzel, Th., 91
Makrîzî, 152
Merv, 140, 167, 169, 180, 181,208
Malatya, 68, 77, 191
Merv Hatıraları, 181
Malazgird, 177
Mes’ûd Keyhân, 214, 215, 216
Malazgird zaferi, 177
Mes’ûd Sa’d Selmân, 206, 218
Manas nehri, 163
Meskûkat-ı kadîm-i İslâmiyye Katalogu,
Manchester Guardian, 164
159
Manisa, 110, 174
Mesnevî, 91
Maraş, 77
Mevlânâ (Celâleddin Rûmî), 85, 91, 115,
Marco Polo, 74, 83
119,191
Mardin Mülûk-i Artukiyye tarihi, 157
Mevlânâ İsmâîl (Tarîh-hân), 191
Marmara, 74, 90
Mevlevîye, 115
Marquait nazariyesi, 136, 137, 138, 139,
Meynard, Barbier de, 98
142, 145, 155, 159, 197
Mezopotamya, 173, 178, 179
Marquadt Nazariyesi, 134, 138
234 M. Fuad KÖPRÜLÜ
Mısır, 49, 51, 56, 61, 66, 67, 69, 81, 102, Murad II., 27, 94, 105, 126, 183, 185,
114, 118, 126, 150, 152, 186 190, 191, 193
Mısırlılar, 66 Muralt, 121, 186
Mısır-Suriye Memlûk İmparatorluğu, 49, M utattaw i‘a, 108
61, 66 Muzaton, 121
Michel Paléologue, 100 Müller, A., 158
Mignana, A., 164 Müneccimbaşı, 53, 74, 170, 188, 191
migvel (moğal), 187 Münşeat mecmuaları, 28, 54
Mihalıç, 182 Mürşidîye, 116
Mihaloğullan, 126 Müslüman, Müslümanlar, 23, 38, 43, 44,
Milas, 110 45, 47, 66, 77, 79, 82, 83, 84, 85, 90,
Millî Tetebbu‘lar Mecmuası, 26, 55 101, 102, 104, 106, 135, 162, 163, 166,
Minorsky, 137, 141, 152, 161, 162, 164, 167, 168,202
165, 166, 167, 171, 202, 203, 208, 210
Minûçihrî, 204, 218 N
Mîrza Cihanşah (Karakoyuıılu
Nahşab, 200
hükümdarı), 191
Nanşabî, 200
M isiya, 68
Nasaf, 200
Miskolczi, J., 132
Nasavî, 180,215
Mitteilungen zur Osmanischen
NâsırHusrev, 152
Geschichte, 55, 191
nasihatnâme, 218
Moğol istilâsı, 43, 47, 63, 65, 68, 72, 73,
Nasturî Hıristiyanlığı, 166
74, 75, 80, 90, 97, 108, 115, 116, 118,
Nâsturî rahipleri, 164
165, 170, 179, 180, 187, 195, 197,216
Nazmîzâde, 204
Moğol istilâsına kadar Türkistan
Németh, J., 14, 132
(Barthold), 165
néo-platonicien, 115
Moğolca, 22, 152, 162, 166
Nerchakhy, 107
Moğolistan, 140, 166, 169
Nicholson, 98
Moğollar Tarihi, 170
Niğde, 87, 110, 115, 119, 182
Moğol-Türk aşiretleri, 73
Niğdeli Kadı Ahmed, 53, 119
Mohammed al-Huseynî al-Yezdî, 158
nihilisme, 118
Mohammed Ali Avnî, 173
Niksar, 87
Mordtmann (J. H.), 14, 191
Nizâmü’l-Mülk, 222
Moreland, W. A., 222
Nogay, 66
Morley, 219
Notice du Manuscrit 10,050 de la
Mudurnu, 110
Bibliothèque Nationale contenant un
Muğla, 96, 182
nouveau texte français de Haython, 83
Muhammed (Gazneli Sultam), 211
Nöldeke, 44
Muhammed b. İbrahim, 216
Nuruosmaniye kütüphanesi, 192
Muhammed b. Mahmud, 204
Muhammed Nâzım, 101, 107, 214, 217,
218 o
Muncuk (Kücatların Reisi), 213, 214 Obzor Sakaspijskoj Oblasti, 181
Muncuk (Moncuk kabilesi), 211 Oghuz, 98
Muntahab al- Tavârîh, 152 Oğuz, 27, 28, 46, 71, 72, 84, 94, 95, 96,
Murad, 27,43, 50, 94, 105, 119, 122, 133, 134, 135, 136, 138, 143, 145, 147,
124, 126, 127, 183, 185, 190, 191, 193 148, 149, 152, 154, 155, 156, 157, 158,
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu 235
159, 161, 163, 164, 168, 169, 170, 171, Orta-Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler
172, 173, 174, 175, 176, 177, 178, 179, (Barthold), 135, 162, 202
180, 181, 183, 184, 185, 186, 188, 189, Ortodoks, 23, 72, 105, 117, 118, 125
190, 191, 193, 194, 195, 197, 198, 199, Ortodoks kilisesi, 72, 105, 125
209,215,216, 220 Oruç Bey Tarihi, 55
Oğuz an’anesi, 46, 94, 183, 188, 190 Osman (Osman Gazî), 15, 18,43, 44, 45,
Oğuz aşiretleri, 96, 177, 178 46, 47, 48,49, 50, 59, 95, 96, 97, 109,
Oğuz boylan, 84, 94, 134, 135, 136, 143, 121, 123, 12.7, 134, 164, 183, 184, 186,
145, 154, 155, 156, 158, 171, 172, 178, 187, 191, 193, 194, 195, 197, 198
188,197 Osmanlı Beyliği, 38, 70, 121, 124, 195
Oğuz Boyları, 169 Osmanlı Dev! etinin Kuruluşu, Hayat
Oğuz Destanı, 169, 172 mecmuası, 50
Oğuz Etnolojisine Ait Tarihî Notlar (F. Osmanlı İmparatorluğu, 7, 8, 10, 16, 23,
Köprülü), 134, 159, 168, 171, 178, 185 24, 25, 27, 28, 29, 36, 37, 38, 44, 51,
Oğuz Han, 95, 172, 183, 188, 189 52, 61, 70, 78, 97, 105, 116, 137, 184,
Oğuz isyanı, 147, 148, 149 187, 194, 195, 196, 198, 199, 203, 207,
Oğuz KayıTan, 96, 199 208,222
Oğuz Kayığları, 144, 154, 163 Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu
Oğuz lehçesi, 144 (Gibbons), 7
Oğuz muhacereti, 134, 179, 198,216 Osmanlı kronikleri, 4 4 ,4 5 ,4 6 ,4 7 ,4 8 , 55,
Oğuz şeceresi, 191 58, 131, 132, 155, 185, 188, 192, 194,
Oğuz Türkleri, 46, 72 197
Oğuz Türkmenleri, 72, 175, 179 Osmanlı lehçesi, 96
Oğuzca, 155 Osmanlı sarayı, 46, 183, 190, 191
Oğuzlar, 68, 94, 96, 98,142,144,148, Osmanlı tarihçileri, 53, 57, 151, 169, 183,
159, 162, 166, 171, 172, 181, 188, 202 191
Oğuzlar’m Etnolojisi Hakkında Tarihî Osmanlı Tarihi (Hammer), 9, 10, 19, 165
Notlar, 96, 98 Osmanlı vak’anüvisleri, 56, 170, 183
Ok (hukukî sembol), 140, 158, 164, 176, Osmanlı vekayinâmesi, 51, 184
179,221 Osmanlılann Moğolluğu, 133
Okyanus, 57 Osmanlılarm Orta-Asya’daki cedleri,
Omont, H., 83 138,142, 145
On the distribution of Turk tribes in Osttürkische Dialektstudien (Margquart),
Afghanistan (G, Jarring), 216 95, 131
Orderic Vital, 158 Otuz-Tatar, 162
Orhan, 10, 12, 14, 18, 19, 28, 48, 50, 96, Oxford, 15, 85
99, 101, 104, 121, 122, 127
Orhaneli, 182 ö
Orhon kitabeleri, 162
Ödemiş, 96, 182
Orientalische Literaturzeitung, 120
Önasya, 51
Origines russe, 165
Orta Çağ, 25, 34, 51, 150, 151, 184, 194,
196
P
Orta-Anadolu, 67, 155 Paflagonya, 69, 121, 123
Orta-Asya, 26, 135, 160, 162, 167, 168, Pallidi, 166
202 panthéiste, 115
Papa, 124
236 M. Fuad KÖPRÜLÜ
Q S
Querry, A., 204
Sa’îd Nefîsî, 204, 206,211
Sadreddîn ‘Ali, 152
R Safevî İmparatorluğu, 78, 110
R. Hartmann, 108 Safevîler (sülalesi), 178, 186
Raab, 165 Saffârîler, 107, 208
Rabino, H. L., 181 Sâhib Ata Oğullan, 68, 98
Rambaud, A., 44, 58 Saint- Pétersbourg, 102
Râsoni, L., 170 Sakarya, 69
Ravaisse, Paul (naşir), 179 Saksîn, 207
Ravendî, 158, 175, 190, 215 sâlâr, 214
Ravzatü’s-Safâ, 216 Salgur, 158, 194
Razavî (müderris), 219 Saltuknâme, 185, 193
Râzî, 199, 207 Salur, 72, 94, 98, 158, 159, 178, 181, 189
Recherches sur le commerce génois dans Salur Bey, 98
la Mer Noir e au XIII e siècle, 82 Salur tamgası, 159
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu 237
Samagar, 74 Sivas, 53, 65, 73, 82, 84, 86, 87, 110,
Saman Oğullan, 107 182,187, 189
Samanîler, 71, 150, 174, 219 Siyasetnâme, 166, 176
Samoiloviç, A,, 172, 181 Slav, 19, 44, 123,205
Samsun, 83 Sofiler, 110, 112
Sancarî (kabile), 180 Soğdak, 64, 81
Sandıklı, 100 Soğdak seferi, 81
saray gulâmlan, 207, 220 Söğüd, 43, 48
saray gulâmlan sâlâr, 220 Stanislas Guyard, 98
San Saltuk, 67 Strange, G. Le, 149
Sanlar (kabile), 166 Suhrâverdî, 115
Saruhan, 68, 70, 123, 125, 174 Sultan Celâleddîn, 180
Saruhan Oğullan, 68 Sultan Mevdûd, 205
Schaeder, H.H., 120 Sultan Öyüğü, 156
Schefer, Ch, 53, 76, 98, 107 Sultan Veled, 85
Sebük-Tegin, 208 Sur les Emirs Danichmendites (Mâlanges
secte, 117 İorga), 102
Segâvand (kalesi), 200 Suriye, 44, 51, 64, 66, 72, 82, 83, 86, 108,
Seif, Th., 55, 164 118, 150, 155, 174, 177, 179, 18Î, 186
Selçuk Devleti, 41, 62, 67, 71, 86, 90, 98, Suriye Lâtin prenslikleri, 83
126, 127 Suriye-Mısır Memlûk İmparatorluğu, 118
Selçuk İmparatorluğu, 62, 64, 65, 71, 72, Suşehri, 96
81, 82, 99, 106, 115, 126 Sûzenî-i Nesefı, 151
Selçuk Türkleri, 43, 47 Sülemİş, 66
Selçuk, Selçuklular, 16 Süleyman (Anadolu Selçuklularının
Selçuklu Devleti, 150, 170, 176, 180 cedidi), 71, 177, 181, 186, 192
Selçuklu İmparatorluğu, 37, 145, 155, Süleyman Şâh (OsmanlIların Cedidi), 192
157, 171,174, 194, 201,216 Syncrétisme, 117
Selçuklu Şahnâmesi, 140
Selçuklu Türkmenleri, 216 S
Selçuk-nâme, 46, 53, 68, 94, 109, 185
Şah İsmail, 110, 186
Semerkand, 47, 141, 145, 146
Şahâbeddîn Ahmed Semerkandı, 151
Sencer (sultan), 206, 208, 222
Şahmelik, 211
Serâciyân, 173
Şahnâme, 152
Serahs, 180
şalvar, 109
serheng, 214
Şaman, 117
Sevük Tegin, 45, 172, 174, 176
Şamanizm, 117
Seyhun (nehri), 71, 169, 174, 176, 178
Şattârlar (Şattârân), 111
Seyhun (Yakxarte), 71, 169, 174, 176,
Şebankâre, 216
178
Şecere-i Terâkime, 95, 181, 185, 188
Sharaf al-Zamân al-Marvazî on China,
Şeddâdîler, 205
the Turks and India, 208
Şeref Han-ı Bidlîsî, 173
Sind, 140, 143
Şeref uz-Zamân (bk. Mervezî), 141
Sinob, 86, 101, 110
Şerefeddîn ‘Ali Yezdî, 186
Sipâhsâlâr-ı Gâzîyân, 107
Şerefnâme (İdris Bitlis), 173
Sipehsâlar, 200
Şerefuzzeman’ın Türklere dair yazılan,
Sistân, 201
208
238 M. Fuad KÖPRÜLÜ