You are on page 1of 209

DIMITRI KITSlKIS 1935 yılında Atiııa'da clogdu.

l962'de l'aris-Sorhonnc Ünivcrsuc·


si ndı: tarih doktoru ~ıldu. Çeşitli ülkelerin üni\'ersitdeıinin yamşıra, l 980'dcıı sonr.ı
Hil'kiye'clc Bo~;lziçi ve llilkcnı Üniversiıderi'ııdc çıllıştı. l983'clcn beri K•ll'>lda'da Oı­
ı:ıwa Üni\'ersiıe.~i cıgrcıiııı uycsiclir. Çalı~nıa alanı, ulushı.r.:mı.~ı ilişkiler tmihi ve 19. \'C
20. rüzyıklı Yuııanisıruı-Türkiye-I<ıbns ilişkileıiı..lir. Çok sayıcl" m:ıkıllesi ve kiuhı
,-,ırdır. Flinizdcki kitaf>taıı ıilll"C T ürkçc'de )lmaıı Proraı:andası aı..lh kitabı yayınılan­
nıı~ııı· (Merdan Nc~ıipt, 1964; Kırnak Kitaplar, 197+).

tEmpi n~ Otwnıwı

© 1985 Pn:sscs Univeı.sitaircs de Frnncc

iletişim Yayınlan 349 • Tarih-Politika Dizisi l 2


ISBN 97.5-4 70-504-6
© 1996 lletişim Yaymcılık A. S.
l. BASK\ 1996, lsıanhul

KM'llK Umiı Kıvmıç


DJZ!;J Rcmz:i Abh,ıs
rJYG!JLAıWA Htısııü Ahlıas
m!zc:ı.n Se~'.kitı Okwy
Kı\l'ı\K n/\SKl.51 Sena lX~rt
lı: 11/\SK/ ,.,, Oı;r Sdil; Mathaası

l it· tişim Yayınları


1\lmlhm·r Cıd. llNi~i·n Han .No. 7 Cagaloglu 34400 lsıanbul
ki: 212. 'i 1Cl 22 60-(l !-62 • Fax: 2l2.S16 12 58
DiMlTRi KlTSIKlS

Türk-Yunan
İmparatorluğu
ArabölgeGerçeği Işığında
Osmanlı Tarihine Bakış
I.:Empire Ottaman

ÇEViREN Volkan Aytar

e t $ m
iÇiNDEKİLER

Giriş..................................... . .. ............................................................................................7
Sözcüklerin anlamı üzerine ................. 11
BiRiNCi BÖLÜM
imparatorluk Sahası ............................................................................................... 17
Coğrafi yayılış ............................................................................ ,. .............. .. 17
Nüfus ...............................................................................................................................................19
Uygarı ık ............................................................... ............................................................... 22
Dört "Millet" .........................................................................................................................37
iKiNCi BÖLÜM
Miras: Doğu Roma İmparatorluğu'ndan
Osmanlı lmparatorluğu'na (1280-1461} ..........................................43
Toprak mirası ............................................................................................................ ..43
Politik, kültürel, ekonomik ve toplumsal miras ................................................58
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Osmanlı Yapısın1n Doruğu (1451-1566) ....................................79
Devlet ve yönetici sınıf .......................................................................................... 80
1. "Askeri" 5mıf (devlet memurları ve yük5ek düzeyli ruhban) .. ........... 80
2. Ortodok5 Yunanlı yönetici sınıf.................................................. ... 93
Sömürülen sınıflar: Çokuluslu halk..................................................... ....... 107
1. Köylülük.......... . . .. ................................................................... ..107
2. Burjuvazi (zanaatkar ve tüuarlar) .................................................................. 110
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Gerileme: imparatorluk, Üçüncü Dünya'nın
Bir Parçası Haline Geliyor (1566-1774)............................. 117
Dinsel fanatizmin tırmanışı . . ............................................. ........ .117
Osmanlı ekonomisinin Atlantik ekonomisi tarafından
sömürgeleştirilmesi .. ... . ....................................... 132
Toplumsal kriz ve halk ayaklanmaları:
Devlete ait yapıların çöküşü . . . ............................................ ....... 139
5
BEŞiNCi BÖLÜM
Sömürgeleşen İmparatorluk:
Ölüm Döşeğinden Ölüme (1774-1924) ......... .... 145
Doğu sorunu............................ ........................ . . .145
İmparatorluğun uluslararası ilişkilerinin Batılılaşması .. 157
Jakoben devlet yandaşlarının Hıristiyan Ortodoks ve
Sünni Müslüman teokrasisine saldırısı. 166
Bütünleşmiş "millet"ler ayaklanan uluslara dönüşüyor '''''''' ... 170
imparatorluğun kurtarılması imkansız hale geliyor:
111. Selim, il. Mahmut, Tanzimat ile Jön Türk
reformları ve federalist tasarılar. Kemalist devrim
ve imparatorluğun ölüme terkedilmesi... ' ., .. 181
Sondeyiş ......... . ..205
Giriş

"Osmanlı imparatorluğu, 'tüm böl-


gelerinden bilginlerin övdüğü,
dünyanın en güzel krallığı' idi."

Rigas Feraios, 1797


Yunanlı Devrimci

Bu kitabın ana likri, Osmanlı lınparatorluğu'nun Yunanlılar


için "400 yıllıh /ıir hôlcli1'" dönemi değil, tam tersine, Yunan
kühürünün kesin surette katkıda bulunduğu ve Yunanlıla­
rın övünç duymaları gereken. evrensel tarihin görke ınl i hi r
yapıl! olduğudur. Araşurnıalarını sonucunda ula~ılınasını
istediğim nokta; -bunun için belki bir yüzyıl daha bekle-
mek gerekecekse de- gelecekte Türk ve Yunan gençlerinin
aynı tarih kitahını okumalarıdır. Bu tarih kitahında Osman-
lı lınparaLOrluğu, Türk-Yunan onak alanında Bizans ve Bü-
yük lskender lmparaLorluklarından sonra üçüncü büyük
tarihsel lrnparaLorl uk olarak yerini alacaktır.
Yunanlı'nın Türke duyduğu ve Batılıların yayılma emelle-
rini kolaylaştırmak üzere işledikleri nefretin yaraıtığı sonuç,
Yunan tarihinden bu büyük Türk-Yunan lnıparaıorluğumın
eseri olan süwnu çıkartmak ve yerine, "400 yıllıh hılclih"
adı verilen kara lekeyi hırakımık olmuştur. Geçmi~te fikirle-
rimi yanlış anlayarak heni Türk tarihini Yunanistan lehine
istila etmeye çabalayan bir Tru va atı olmakl.ı su~· !ayan bazı
Türklerin; imparatorluktaki Yunan payını belirtmenin Türk-

7
lerin payından bir şey eksihmeyeceği gerçeğini anlayacakla-
rını çok samimi olarak umuyorum. Aksine, iki halkm geç-
mişle aynı kaderi paylaşmış oldukları gerçeği kavranınca,
gelecekte birlikte -elbeue başka tür işbirliği çeşitlerini kulla-
narak- yeni "imparalorluhlar" kurmanın; Bölge'yi Batı em-
peryalizminden bir kez daha kurtararak, dünya kamuoyun-
da -Batılıların Sünni Arap lslam'ının basil bir hizmetkarı ko-
numuna indirgemeye çabaladıkları- Türklerin kültürel ve
ruhani birliğe (.~ynkrelismos) yönelik yaratıcı katkısını yeni-
den tesis etmenin yo ilan önümüzde açılacaktır.
Osmanlıların çokuluslu İmparatorluğu, çağımızın ikinci
binyılının en önemli uygarlıklarından ve en büyük sömür-
geci olmayan imparatorluklarından biri olmuştur. Bu ikinci
binyıl boyunca -Habsburg İmparatorluğu'yla birlikte- tek
bir hanedanın yönetimi altında en uzun süre yaşayan dev-
lettir. Osmanlı ailesi, tahtı 1280'den 1924'e dek 644 yıl bo-
yunca elinde wtmuştur. Batıda Habsburg hanedanı 1273'-
den 1918'e, Doğuda Mançu hanedanı 1644'den 19ll'e dek
sürerken, Osmanlı da bu 644 yıllık dönem boyunca Avras-
ya kıtası "Ambölge' sinin biricik imparatorluğu o !muştur.
Milliyetçiliğin zaferinden önceki tüm çokuluslu impara-
lorlukbr gibi Osmanlı da nitelik olarak tek tek parçaların­
dan farklı bir bütün idi. Bu bütünü kavramak için tüm par-
çalarını inceden inceye betimlemeye girişmek boşa bir çaba
olacaktır. 13. yüzyılda Konya'da yaşamış olan büyük tasav-
vufçu Mevlana Celaleddin-i Rumi'nin de yazdığı gibi, kör-
lerden tanımadıkları bir hayvan olan fili larif etmeleri isten-
diğinde, hortumunu elleyen bunun bir boru, bacağına do-
kunan bir direk, sıruııa elini koyan bir taht olduğunu sana-
cakur.
Türk, Yunan, Ermeni, Arap, Yahudi, Balkan, Ortadoğu,
Müslü ınaıı vt'. Hırisliyan tarihleri 1mparatorl u k hak kında
aııc<lk kısmi bir bilgi verecektir. Ne yazık ki bu bütünün la-
rihi c;;ok sık olarak Türk tarihiyle ikame edilmiştir. Osman-
lı, kendisini önceleyen ve dönemin Batısı tararından ısrarla
"Yunan İmparatorluğu" diye adlandırılan Doğu Roma (Bi-
zans) İmparatorluğu gibi kendisine "Türk hnparaLorluğu"
adının verilmesini kabul etmemekteydi. Gerçeklerin bu şe­
kilde saptırılması yömemi, çokuluslu imparatorlukların ta-
rihini yalnız ve yalnız kendi tarihleriyle bağlantılamaya ça-
lışan 19. ve 20. yüzyıl milliyetçilikleri Lararından da kulla-
nılmışur.
Çağdaş rederal sistemin atası olan imparatorluk, tanımı
itibariyle çokuiusludur. "Milli" bir imparatorluktan sözet-
mck, dili istismar etmektir. Her imparatorluğun örgütlen-
mesi, biri birliğe, diğeri çeşitliliğe yönelen iki karşıt gücün
gelişimini gerektirir. Çeşitlilik içinde birlik zorunlu bir il-
kedir. Bunun gerek aşırı merkezileşme, gerekse ölçüsüz
ademi merkeziyet yönünde ihlali, federal ya da emperyal
yapının yıkımına yol açar. Hegel, "Persler pek çok halkı ege-
menliklerine aldılcırsa da cıynı zamanda her birinin özgüllülı­
lerine de .~cıygı gösterdiler: Egemenlikleri böylece 1rnparator-
1ııh içinde özürnsenebildi" diye yazmaktadır.
Demek ki hoşgörü, imparatorluk için bir ölüm kalım so:
ruııudur ve egemen halkın ya da yöneticinin erdemleriyle
ilgisi yoktur. Türk lmparaLOr Fatih Sultan MehmeL aym Yu·-
naıılı imparator Büyük lskender gibi, hoşgörü ilkesini ha-
yata gt·çirmiştir. Her ikisi de imparatorluğun ayakta kalma-
sını sağlayan temel yasayı uygulamak durumunda kalmış­
lardır. Aynı şekilde bu ilkenin ihlali de, yöneticilerin er-
demlerinden bağımsız olarak imparatorluğun sonunu geLir-
mektedir. III. Selim ya da ll. Mahmut gibi değerli hüküm-
clarlar 1789 ile 1839 arasında İmparatorluğu kunarınak
için mücadele etmiş ama sonu~: alamamışlardır. Çünkü çö-
küşün yasası insan iradesi dışında işlemektedir ve bu irade,
c,:öküşü durdurmak yerine yalnızca geciklirebilınektedir.

9
"Byzantinoi") sözcüğu Batılıların bir icadıdır ve biz de bunu
cahilliğimizdenkabul ettik."
1872'de yayınladığı Historia tu Hellenihu EtJınus
(Yunan
Milletinin Tarihi) adlı kitabın üçüncü cildinin girişinde Pa-
parrigopulos şöyle yazmaktadır: "Bugün kendimize "Helle-
nes" ("Elcnler", yani "Yunanlılar") adını vermekteyiz. Orta
Çağ b~yunca ba:;rolii oynamış olanlara ise "Byzantinoi" ("Bi-
zanslılar")demekteyiz. Ama onlar bu adlandınnayı kabul et-
miyorlar, kendilerine "Romaioi" ("Romalılar", yani "Rum-
lar"), "Graikoi" ("Grekler") ve 11. yüzyıldan itibaren de
"Hellcnes" ("Yunanlılar") diyorlardı. "Byzantinoi" ("Bizans-
lılar") ,çözciiğü ise yalnızc:a Batı'da
egemen olarak kullanılı­
yordu ve çeşitli aşağılama anlamlarını içeriyordu."
Aslında lınparatorluğun tarihini nitelemek üzere "Byzan-
tion" ismini ve "Byzantinos" sıfatım ilk kez, Alman tarihçi
Hieronymus Wolf 1562'de -yani lstanbul'un Frenk sömürü-
sünden kurtuluşundan 109 yıl sonra- kullanmıştı. Bu adı,
lstanbul'a Antik Çag'da -Büyük Konstantinos M.S. 330'da
şehre keneli adını vererek "Kon.çtantinupolis" yapana dek-
verilen adlandırmadan almıştı.
Bizans lmparatorluğu kendini hep kısaca "Roma" (yani
"Rum") imparatorluğu olarak adlandırıyordu. Yani kendini
"Do~u" Roma bile kabul etmiyordu. Çünkü zihninde hiçbir
zaman bir diğeri varolınamıştı. Şarlınan'ın M.S. 800 yılında,
sonraki binyıl boyunca "Kutsal Roma Cermen imparatorlu-
ğu" adıyla anılacak devlet kişiliğinde Roma lınparatorlu­
ğu'nu yeniden kurma iddiası Bizanslılar tarafından, barbar
Frenklerin bu ünvana gayri meşru şekilde ve zorbaca sahip
çıkma çabası olarak görülecekti. Frenkler ise, iğreti bir şe­
kilde üzer!erine aldıkları ünvanı, küçümsercesine "Grek 1m-
pıırcııorluğu" adını verdikleri meşru sahiplerine layık gör-
memekteydiler. 11. yüzyılda başlayan ve Ortodoks Rumla-
1111 ve Müslümanların aleyhine çalışan Katolik Hadı Sefer-
\eri, frenklerin Konstantinupolisli Greklere (Yeni "Ro-
ma"ya) karşı duydukları nefreti büyük miktarda artıracaktı.
Tüm bunların tersine, Türkler de dahil olmak üzere Ara-
bölge'deki hiçbir halk Bizans imparatorluğu sakinleri için
kullanılan "Romaios" ("Romalı" ya da "Rum") adlandırması­
nın niteliğinden şüphe duymuyordu. lşte bu nedenle;
a) Ege Denizinin iki yakası arasında uzanan "Rum" alanı­
nın ortak uygarlığını işaret etmek üzere, kişiler (örneğin
Mevlana Celaleddin-i Rumi) ve kurumlar (örneğin Rumi
Selçuklu lmparatorluğu ya da -aynı Bizans gibi- "Diyarı
Rum" adını alan Osmanlı lmparatorluğu ve "Sultanı Rum"
sıfatını taşıyan Osmanlı imparatoru) "Rum" sözcüğünü kul-
lanıyorlardı.
b) Bugün Atina'daki devletin halkı, aynı; halk kültürünü
nitelemek üzere "Hellenismos" yerine "Romiosini" ("Rum-
luk") sözcüğünü; resmi dilin adı olan "Hellenika" ("Yunan-
ca") yerine "Roınaika" ("Rumca")'yı kullandığı gibi, resmi
dilde geçen "Hellen" ("Yunanlı") sözcüğüne kıyasla "Roma-
ios" isminin popüler eşdeğeri olan "Romios" ("Rum") söz-
cüğünü tercih etmektedir. Zaten bu "Romios" sözcüğü, bu-
gün Yunanistan'da sınırlayıcı "Hellen" ("Yunanlı") terimini
reddeden dinci gelenekçiler tarafından özellikle beğenil­
mektedir. Çünkü onlara göre, anadili ister Arapça, ister
Bulgarca, isterse de Arnavutça olsun, "Rum Ortodoks" dini-
ne mensup olduğu sürece herkes "Romios"tur.
Bölgenin Batılılaşmasından önce, aynı Yunanlılar gibi
Türkler de -ltalya Yarımadasını hiç de çağrışurmayan­
"Rum" sözcüğünü kullanmakta tamamen haklıydılar. Ama
Batılılaşmayı takiben, sanki her iki kullanım da "Rum" söz-
cüğünün ifade ettiğinden farklı gerçeklikleri tanımlıyormuş
gibi; Anadolu'daki antik kalıntılara "Romen" ("Romalı"),
Yunanistan'dakilere ise "Yunan" sıfatı eklenecekti. Örneğin
bugün, Yunanistan'dan gelen Yunanlı turistler Türkiye

13
Cumhuriyetini, antik kalıntılara "Roman" ("Romıı" ya ela
"Romıılı ") ac.lını kasten vererek, Yunan uygarlığının niteliği­
ni unutturmaya çalışmakla suçlaınaktac.lırlar. Yani Türk ve
Yunanlıları birbirlerine c.lüşman edenin Batılılaşma olc.luğu
a~:ıktır. Bu sürecin sonucu olarak da iki halk karşılıklı ola-
rak birbirlerine; c.laha önce kenc.li\erine ortak Frenk düş­
manlarınca takılan ac.lları yakıştırmaktac.lırlar. Kanımca bu
sözcük savaşını c.lurc.lurınanın tek yolu, Rum ıarihinin içer-
diği herşey için gün ümüzc.leki "Yunıın-Yunıınlı" terimini
ku 1lan mak olaca kur. Bizans-Osmanlı lm pararnrl uğu nda
"Yuııanlı"dan kastedilenin ise, salt Yunan dilini konuşanlar
değil, He!len, Bulgar, Sırp, Romen, Arnavut, Arap, hatta
Türk olsun, Ortodoks llıristiyan <linine, Rum Ortoc.loks
milletine c.lahil edilenler olduğu belirtilmelidir. Bu kitapta
"Rum Ortodoks" terimini, doğrudan doğruya ve yalnızca
dinsel "ınilleı"e işaret ettiğimiz durumlar için ayırdık. Sanki
iki ayrı halk mevcutmuş gibi, Türkiye Cumhuriyeti ve Kıb­
rıs'ın Yunanca konuşan sakinlerine "Rum", Yunanistan dev-
leti yurttaş la rı na ise "Yun ani ı " adının verilmesi alışkanlığı,
varo!an karışıklığı c.laha ela artırmaktadır.
Yine bu ki tap ta, lmparato rluğun ço ku luslu karakterini
iyice vurgulamak için, Batılılar tararınc.lan -çok sık olarak
küçümseme amacıyla- kullanılan "Türk" sözcüğü yerine,
sistemli olarak "Osmıınlı" sözcüğünü yeğledik. Haçlı Sder-
lerinden beri Frenkler "Türl~" ve "Müslüman" terimlerini
birbirine karıştırmaktadır. Öyle ki, Batı üniversiteleri, Tür-
koloji uzınanları yetiştirmek yerine (sanki bir "Hıristiyan­
lıkbilimci", "Fransa uzmanı"nı karşılayabilirmiş gibi, "Isla-
ıno loj i" uzman lan yetiştirmiştir. Kimi Batılı uzman !ar, "fa-
llım uy,Rarlığı" hakkında ec.linilecek bilginin, "Türh"leri an-
lamaya yeteceğini düşünmeye dek gitmişlerdir. Bu anlayışın
-ki ın ilerinin halihazırda kat'ettiği- bir adım ötesi, lslam 'ın
;t>'rtc;dıklı halkı olan Araplar ile Türkleri birbirine karıştır-

1'1
makur. (Bır Fransız devlet memuru arkadaşımın, 4 yıl
Fas'la görev yaptığı, dolayısıyla "Arapları iyi tanıdığı" için
hansa'nın Ankara büyükelçiliğine Layin edildığini anlatma-
sının uzerınelen çok zaman geçmedi!) Zaten karşımızda şu
soru ela durmaktaelır; Batı tarihinın hangi noktasında Tür-
kologlar lslnmologlardan nel bir şekılcle ayrılmışlardır:ı
Aynı şekilde Araplarda ela 'Türk" kelimesi küçümseme
anlamını içermekLeelir. Bu nedenle Osmanlı yönetici sınıf
geleneğı kenelini neredeyse 20. yüzyıla dek "Türh"den çok
"Rum" saymıştır. Hatta 17. yüzyıl Mısır'ında Osmanh yöne-
tıcı sınıfı ıçın "Rumi" sözcüğü kullanılırken, Anadolu'dan
gelen ve Osmanlı seçkinlerınce yabancı (ecnebi) kabul edi-
len cahıl köylü askerlere, "Türh" ("al-Titri~") anlamına ge-
len "Etrah" ya da "Atrah" adı verilmekleydi. 2

YUNAN ALFABESİ

Harfler Harf adları Telaffuz

1 Aa alpha a
2 B !) beta (telaffuzu: vita). v
3 r ı gamma (telaffuzu: ğama) 9 (yumuşak bir
sesliden önce ye veya
sert bir sesliden
önce gh)
4 i\ ö delta (telaffuzu: dheltc:) dh (İngilizce
"this"deki th)
5 Ee epsilon e
6 ZÇ zeta (telaffuzu: zita) z
7 H 11 eta (telaffuzu: ita) i
8 E-Hl theta (telaffuzu: thita) th (lngilizce
"thank you"daki th)
9 1 1 iôta
10 K ıc kappa (telaffuzu: kapa) k

2 l'kz. 1 lrich \V 11.,,ırııımın. "lckolo~r and History, ıacntııy .ıııd Alu·riıy: i'h~
t\Lıh lıııagc of tlıc lurk [rom tlıc Ahhasiüs to Motlen Eı,:ypı"" lııtl'l'ııatioıwl
Jıııırnal of Mitltllc faısı Stııtlin, no. 20, l 988, s. 177.

ıs
11 !\ 'A. lamda (telaffuzu: lamdha)
12 Mµ mi m
13 N v ni n
14 :;: ı; xi ks
15 Oo omikron o
16 n ır pi p
17 p p ro (r yuvarlak telaffuz lu)
18 I: <T c; sigma (bir kelimenin
sonundaki s) s
19 T t tau (telaffuzu: tat) t
20 y \) upsilon (telaffuzu: ipsilon) i
21 ıJ> qı phi {telaffuzu: fi) f
22 Xx ehi (telaffuzu: hi) h
23 '!' 141 psi ps
24 .!.! cıı ômega o

Tek bir harf gibi telaffuz edilen iki harf:


alpha iôta e
epsilon iôta
omikron upsilon u
alpha upsilon av veya af
epsilon upsilon ev veya ef
mi pi b
nitau d
gamma gamma 9
gamma kappa 9

Sessiz harfi erin her tekrarı bir sessiz olarak


telaffuz edilir, Chypre hariç.

16
BİRİNCi BÖLÜM
imparatorluk Sahası

Coğrafi yayılış

imparatorluk, 17. yüzyılın sonunda ulaştığı en geniş haliy-


le, Avrasya kıtasının batısında ve Afrika'nın kuzeyinde ol-
dukça büyük bir bölgeyi işgal etmekteydi (Harita 1). lmpa-
1.111>rl1ıl; hir ,, :1•'1 Rnlkan, diğeri Anadolu alL-yarıınadala-

o 1000 km tı! ~-. T


uıı.vM..ıusu

H.ırıt;,ı 1 · 11. }·u.:yıı.rı ıkr1ıc1 yJrn111tJJ Oım.:ırılı 1111µ.Jr.ıtoııuyu

17
rında bulunacak şekilde. Avrasya kıtasının Avrupa Yarıma­
dasının güney doğusunu merkez almaktaydı. Bu merkezin
pcrifcrisi, ana olarak güneye (biri Arap Yarımadasına, diğeri
Kuzey Af ri kı'ya) doğru iki yönde ge nişlcmekteydi.
imparatorluğun ana gövdesi tek hir kıtada (Avrasya) ol-
makla birlikte, güney boyları, ikinci bir kıta olan Afrika'ııın
kıyılarında konu mlaıımaktaydı _
İmparatorluğun deniz salıası, toplamın önemli bir bölü-
münü oluşturnıaktaydı. ltalya'dan Suriye'ye, Yunanisran·-
dan Libya'ya dek tüm Yunan adalarını kapsayacak şekilde
Akck ııiz'in doğu yarısının l ü nıü ve Karaden iz'i ıı tamamı
İmparatorluğun deniz sahasının nıerkczini oluştururken, a)
Batıda Fas sınırlarına dek Batı Akdeniz'in güney hölümü, h)
doğuda, Dağistmı Kıyılarıyla birlikte Hazar Denizi'nin hau
kısmının üçte ikisi, c) güneydoğudaki doğu denizlerinde,
Pcrs Körfezi'nin batı yakası, d) yine güneydoğudaki doğu
drnizlcrinde, Hint Okyanusu'na hakan Yemen Kıyılan, Kı­
zıldeniz'in aşağı yukarı tamamıııclan -yani, Aden Körfezi'ıw
elek tüm Arap sahili, tüm Mısır ve Sudan Kıyılan ile Eliyop-
ya'nın kuzey bölüınünden- oluşan bütün, hu merkezin pe-
ri !'erisin i o 1uş tur nıa kıa yd ı.
İmparatorluğun hıla salwsı, Balkanlar ve Anadolu bölge-
sini ıne.rkez alırken, bunun pcriferisini -saat yönünde- sıra­
sıyla; Macaristan, Romanya, Besarabya, Ukrayna, Kırı ın,
Kafkasya, Ernıenistan, Azerbaycan, Kürdistan, Luristan,
lrak, Smiyc, Arap Yarınıadasının kıyıları, Mısır, Libya, Tu-
nus ve Cezayir oluşturınaktayd ı.
lnıparatorluğun lw/bi, Ege Denizi ve Karadeniz anısında­
ki fı\· büyük kentin (Selanik, İstanbul ve lzmir) oluşturdu­
ğu üçgende at nıakta ydı.

1K
Nüfus

Kanuni Sultan Süleyınan'ın saltanatının sonlarına doğru


imparatorluk Lopraklarına dahil olan yaklaşık nüfusu hili-
yonız: 16. yüzyılın yarısında, 500 bini -varoşları hariç- ts-
tanbul'da yaşayan 22 milyon nüfus, ki bu sayı aynı yüzyılın
başında yalnızca 12 milyon i<li. llu nüfus genel olarak yedi
gnı p al tında toplanabilir: <ı) genellikle göçebe ya <la yarı gö-
çebe dağlılar, b) ova insanları, c) adalılar, d) bozkır göçebe-
lerl, e) ~:öl göçeheleri, O kent nüfusu, g) Hıristiyan ve Müs-
lüman manasllr nüfusu.
Milliyetçilik öncesi dönemde coğrafi çevrenin ya da ya-
şam tarzının, bu nüfus gruplarının özelliklerinin oluşma­
sındaki etkisi, genellikle etnik ya da dinsel kökenden <laha
hehrleyici olmuştur. Örneğin Epir-ArnavuLluk halkı, Sünni
Müslüman, Ortodoks ya ela Katolik Hıristiyan olmalarına
bakmaksızın, şaşırtıcı bir birliğe sahip olmuştur. Ayrıca ki-
mi yönleriyle bu Arnavutlar, hemen yakınlarında hulunan
Tese lya ovaları ya da Ege adaları sakinleri ndense, l ınpara­
torhığun öbür ucunda yerleşik Kürtlerle benzerlik göslcr-
ınt>kteycliler.
t m para torluğu n 19. yüzyılda "BaLılı !aşması" nda n önce,
ülke halkının taınanıı Osmanlı (ve cihette ki Türk) adıyla
anılmıyordu. lınparatorluklaki çokuluslu halkların "Os-
man! ı" adından anladı klan, el ni k ya ela eli nscl kökeni ne
olursa olsun, Osmanlı hanedanına hizmet eden yönetici sı­
rı ı r idi. Osınaıı l ı Le bası Yuna ıı hal kt, t ınpa ratorl uğun so ıı
yüzyılı boyunca ve 20. yüzyıla dek, sanki kendisi <le bu ad-
landırmaya dahil değilmiş gibi, Osmanlı a<lını salt Türkler
i~·in kullanma alışkanlığını edindi. Ama böylece bu adLın­
dırınanın gt~rçek anlamını da gözardı etmiş oluyordu. Bu
şekilde hik, Türk h..ılkını <leğil, <levleLi, "iktidar sahilıi"ni
kastedi!ordu.

19
Harita 2 - 560 yılında Bizans /mparatorlu~u.

Müslüman olsun, Hıristiyan olsun, lmparalOrluğun ço-


kuluslu halkları (Osmanlı diye adlandırılan yönetici seç-
kinler dışında) "sürü" anlamına gelen reaya ya da raya or-
lak adıyla anılırdı. Ancak lmparalOrluğun çöküş dönemin-
dedir ki. raya adı sall Müslüman olmayanlar için kullanıl­
maya başlandı .
Devlet, Müslüman ve Hıristiyan nüfusunu resmi olarak
iki gruba bölmüştü; a) kem ve köy halkı, b) göçebeler. Res-
mi izin olmadan bir gruptan diğerine geçilemiyordu.
Osmanlı Devletinin, Bizans lmparatorluğu'nda da uygu-
lanmış olanı andıran surgün adlı hir politikası vardı (Harita
2). Doğudan gelen Türk göçebeler (Türkmenler) Balkanlar
ve Doğu Akdeniz adalarına yerleştirilmekteydi. Yerleri de-
ğiştirilenler, "Türkleştirme" kaygısıyla seı,.:ilmiş bdirll etnik
~ruplar değildi. Milliyetçi düşüncelerin henüz bilinmediği

J()
bu dön emele, yer değiştirme uygulamasının nedeni daha
çok -aynı kendilerinden önce gelen Bizanslılardaki gibi-
halkların merkezi güce itaatini sağlamaktı. IL Justinianos
döneminde (685-695 ve 705-711) Lübnanlı Mardaitler Pe-
loponesos (Mora) ve Epiros'a (Epir) yerleşlirilmişti. l. Basi-
lios'un sallanatı (867-886) sırasındaysa Ermenistanlı Pauli-
kianlar Bulgarislan'a gönderilmişti. 1 14. yüzyılda Osmanlı­
lar çok sayıda göçebe Türkmeni Balkanlarda yalnızca Hıris­
liyan direnişinin sürdüğü bölgelere yerleşlirmişlerdi. Örne-
ğin il. Murat'ın Bulgaristan'cla yaptığı budur. Öyle ki, bir
yüzyıldan az bir süre içinde göçebe kökenli Türkler ülke-
nin kuzeyinde ve doğusunda nüfus çoğunluğunu elde et-
mişlerdi. Daha sonra 16. yüzyıl boyunca -aynı 157l'cleki fe-
tihten sonra Kıbrıs'ta olduğu gibi- Türkmen sürgünlerinin
sayısı azalırken, etnik kökenleri ne olursa olsun topraksız
köylülerin sayısı, tutunabildikleri bölgelerde, anacaktır.
16. yüzyıldaki pax ottomcmiaı, ölümlerin azalmasıyla at-
başı giden bir doğum artışına neden olacak, demografik
baskı toprak ve iş kıtlığı yaratacaktı. Köylüler kentlere yer-
leşmeye çabalıyordu. Devlet, kent ve köy sakinlerini (kentli
ve çiftçi) aynı gruba koymuşsa da, kırdan kente göçü titiz-
likle konlrol ediyordu. Osmanlı yönetimi büyük kenl mer-
kezlerine yerleşmeye çabalayan köylüleri köy \erine geri
döndürmek için sürekli çabalıyordu. Başka lopraklara yer-
leşlirilmek üzere merkezi otorite tarafından topraklarından
edilen halklar arasında Yunanlılar ela vardı. Örneğin Yene-
diklilerin sürülmesinden sonra Il. Selim Kıbrıs'ı Karaman
bölgesinden Ortodoks Rum aileleri göndererek nüfuslan-
dırmaya karar vermişlir. Örneğin Kayserili ve Yunan asıllı
büyük Osmanlı mimarı Sinan, çabaları sonucu, 1573'tt.' Hı-

1 A)'lll ~ekil<le llizanslıbr, Makedonya ve Traky:ı 'nın yüı bin lcıu saki ııiııi bir
yaııJaıı Pe lopııııesos'a. di~cr yaııdaıı Aııadolu'<la Biıinya. l<aradeniı ve
F.rnıcnisraıı bölgelerine sürmüşlerdi_

21
lıklarına bölünmesi, Arabölge gerçeğini tamamen karanlık­
ta bırakmıştır. Böylelikle de Avrupalı ve Hıristiyan Balkan-
lar ile Müslüman ve Asyalı Ortadoğu karşı karşıya kalmış
oluyordu. Ama Lüm çağların gezginlerinin deneyimi, ya da
Boğazic,;i'nin iki yakasından lsrnnbul yöresi halkının gün-
lük yaşamları incelendiğinde, bu Lür bir kurgunun ne denli
hatalı olduğu ortaya çıkıvermekLedi.r. Öte yandan, bu kur-
gunun yarattığı politik ve [elsdi sonuçlar korkunç olmuş­
LUr: Türk'ün Asyalı ve Müslüman olarak Avrupa'da, Yunan-
lı'nın da Hıristiyan ve Avrupalı olarak Asya'da meşru bir
yerin in ol ınadığı kabul edilmiştir.
Daha eski kitaplarımda, iki ana konu hakkında net bir
konum almamıştım; a) Batı hangi tarihsel momentte doğ­
muştu? b) Bau, Batı-dışı bütüne kıyasla üsLün müydü, değil
miydi? Syxkrilike Historia Hellados kai Iburkias ston 200 ai-
ona (20. yüzyılda karşılaştırmalı Türk-Yunan Tarihi) adlı
kitabımın 1978'deki ilk baskısının (Alina, Hestia) girişinde
(s. 15) şunları yazmıştım; "Balımerkezcilih, yüzyüze <luran
im il<i dünya cmısındcı eski ve yeni, !lerleme ve tepki Jwrşı tlıh­
ları temeliııde bir mücadele tahayyül etmiştir.
Oysa gerçekte,
Jarhlı momentlerde yaratılmış ve birinin diğerinden ü.~tüıı ol-
ması gerekmeyen bu iki eshi uygar/ıh arasında çok da1rn bin-
yıllıh /Jir çarpışma mevcullur. Her zaman Doğu'ııun Balı'ya
üslün olduğunu, ya da hunun tersini iddia edenler çılm1 ıştır."
Son ki ta plan mcla ise, şu şekilde özetlenebilecek bir ko-
numu benimsedim: Batı, tarihi boyunca iki görünüm arzel-
mişlir: RönesansLan önceki birincisinde, halen Avrasya'nın
geri kalanında geçerli olan ilkeleri takip ediyordu. Batı'nın
yüzyıllar boyunca yavaş yavaş gelişen Rönesans sonrası
ikinci görünümü ise nihai olarak, çağımızın 15. yüzyılında
Iıalyan Rönesansı adı verilen olgu sayesinde zafere ulaşa­
caktı. Dünyanın geri kalanına zorla ihraç edilen, Üçüncü
Dünyalılaşınayı yaralan w yeryüzünün tümünde o ana dek
geçerli olan değerlere dayanan "küresel köy"ü yıkan, Batılı­
laşmanın bu ikınci görünümü idi. Tıpkı bir kanser gibi, ge-
zegenin toplumsal dokusunu çürüterek yerine, insanları
birbirinden yalıtan bir bireyciliği yerleştirmiş ve dün ya ka-
pitalizminin büyük kent sakinlerinin yabancı olmadığı bir
"kalabalık içinde yalnızlık" olgusunu yaratmıştır.
Ulaştığı teknolojik düzey dünya çevıesini saniyede dolaş­
masııu sağladıysa da, kapitalizm, vaatlerinin tersi ne "küre-
sel köy"ü yararnmamı~tır. Aksine, kendisinden önce varo-
lan küresel köyü yıkarak, Batı-Doğu karşHlığını ortaya çı­
karmıştır. Batı'nın düşkün bireyi, aşırı romantizminin ürü-
nü olarak nostaljik Doğu efsanesini yaratmıştır. Bu ise, bili-
me aykırı bir mistisizmin sığmağı olmaktan ibareltir. 3
Antik Çağ Yunanlılarının algılayışında, Avrupa ve Asya
kavramları Yunan dünyasının iki bileşeni idi, Avrupa, Ege
Denizinin batısındaki, Asya ise aynı denizin doğusundaki
Yunan sınırına dayanıyordu. Zaten Antik Yunan mitoloji-
sinde Avrupa, boğaya dönüşmüş Zeus'ün sınında Asya'dan
(Lübnan) Girit'e gelen bir genç kız görünümünde tasvir
ediliyordu. Yani, Asya-Avrupa karşıtlığı değil, sentezi söz-
konusuydu. Aristo, M.Ö. 6. yüzyılda Yunanlıların karakte-
rinin bir Avrupa-Asya karışımı olduğunu ifade ediyordu.
Emile Dermenghem, Mohamct el la Tradition Islami'tue
("Muhammed ve lslaın Geleneği") adlı kitabında M.S. 7
yüzyılda Kur'füı'm lslam'ı bir "ara-cemaat" olarak sunduğu­
nu hatırlatıyordu. 4 Lübnanlı tarihçi Jawad Boulos, 5 ciltlik
eseri Les Pcuples et les Civilisatioııs du Proche-OJ icnt ("Ya-
kındoğu'nun Halk ve Uygarlıkları")'nda, Asya ve Avrupa

3 llu konmb örıırğiıı


bkz. R<ıymon<l Schwab, La Rerıai.rn:rncr Ol'irn talı- ( 1logu
l~öllü<lnSı).Paris, l ()50~ Wahı" Sdıu barl, fI:umıı( '" l'Ame J,. l'Oricııt (Avnı pa
ve Do~u'ııun Ruhu), l\ıris. 1949; Jcaıı,Cbude Bcrchcı, Lı· Vov<1,ı:<' nr Oı'icnr
([)ogu'y~ folculuk), Paris, l 9t15) '
-1 l'aris, ::>eull, 1955, s. H7.

25
arasında bir ara-dünya olarak tanımladığı bölgenin tarihini
bu perspektifle yazmaya çalışmıştı. 5
Arabölge kavramım kesinlikle öznel ve keyfi bir düşünce
değildir. 1960'lı yılların sonlarında ilk yazılarımda lama-
men nesnel bir temel üzerine inşa eltim. AvraS}'a'nın Doğu
ve Balı olarak ikiye bölünmesi beni şaşkınlığa düşürmüştü.
Bu iki dünya arasında çizilen sınır ise bir yazardan <.hğerine
büyük farklılık gösteriyordu. Bu nedenle benden önceki ya-
zarların Doğu ve Baı ı'ya biçtikleri alan la rı haritalar hali nele
sınıflandırmaya koyuldum. Tüm haritaları şeffaf bir kağıt
üzerine yerleşıirdigimde ise, Balı ve Doğu'yu ayıran sınırın
her zaman Adriyatik Denizi ile lndüs Irmağı arasındaki bir
yere çizi 1iyor olduğunu anladım. Blr diğer deyişle, hiçbir
yazar ltalya'ııın Batı'ya, Hlndistan'm da Doğu'ya aiı olmadı­
ğını iddia elmiş değildi. Oysa Yunanisıan'ı Batı'ya ve Do-
ğu'ya, Pakisıan'ı da yerine göre Batı'}'a ve Doğu'ya yerleşti­
renler çıkmıştı. Aynı şekilde, Batı uygarlığının savunucula-
rından Fransız akademisyen Georges Duhanıel şu satırları
yazmaktadır: "Batı adını w:rdiğimiz uy~arlık, bir yanda (Mı­
.~, r'ııı giineyi11den .~eçeıı) yi nninci ve (hlwndinavya'yı da içe-
ren) yetmişinci kuzey cııleınleri, diğer yanda da (Pakislwı'ın
balı sınırlarını hut'edetı) altımşıncı doğu ve Clzlaıula)a dek)
onbeşiııci balı lmyluınları arasmda, kendisini muazzam mik-
tarda lıcminniş olun /\mcri1w'ya göç olayına rağmen yaşamı,ç,
acı çehm iş ve çalışın ış çol~ sayıda lwllıın escridi ı: "6
Daha sonra, Adriyatlk-lndüs arası bu mekanda yaşayan
halkların edebiyaLlarım inceledi ın. 8u bölgenin Yunan 1ı,
Arap, Türk, İranlı ya da Rus Lüın yazarlarının, kendi uygar-
lıklarını Batı ile Doğu arasında bir "köprü" olarak sunduk-
ları ve bu "köprü"lük görevinin, uygarlıklarına karşı olduk-

, 1 .ı llayc, Mouıoıı, l 'Jôl-1968, dlı 1, s. 50


ıo /.ıı ·ıirnııı;,. ı\'oım:llı:. l'ııi.'>mırr ıl'OtTidı·11r ("'Yeni Türkiye, Bnrıh Giif;"), PnTis,
rvkrcurnk l'J:tlllT, 195f. S. 1O.

Jfı
ları komşularmca da değil, yalnızve yalnız kendi miletle-
rince görülüyor olduğu konusunda kararlı oldukları onaya
çıktı. Örneğin Rus filozof Nikolay Berdaiev, 1946 tarihli
RusslwitJ ldea adlı eserinde, Rusların ne sar birer Avrupalı
ne <le Asyalı sayılabileceğini, Rusya'nın daha geniş bir "Ba-
li-Doğu" olduğunu yazmıştı. Bir diğer deyişle, yukarıda
bahselliği m yöntem sayesinde çizdiği ın Bau ve Doğu'nun
uç sınırları ile, aynı sınırlar dahilinde bulunan halkların
edebiyatları arasında mükemmel bir uygun düşme ilişkisi
saplamıştım. Bir diğer tespitim ise, aynı mekanın ana ola-
rak iki dinin; Ortodoks Hıristiyanlık ve Sünni İslamlığın
egemenliğinde bulunduğu idi. Bu ikili ile birlikte, ikincil
olarak, Ermeni Ortodoks! uğu, Musevilik ve Şii lslamlığı <la
mevcULlu. Aynı sorun özelinde, büyük Fransız tarihçi Fer-
nand Brau<lel, Batı ve Arabölge (ki Braudel buna 'Doğu"
adını vermektedir) arasındaki uygarlık sınırı bölgesi olarak
dikkati Yugoslavya'ya çeker, Zagreb ile Belgrad arasındaki
bir hallın her zaman Katolik Hırvatları Orıo<loks Sırplardan
ayırmış olduğunu yazmaktadır. Benzer soruna, Araböl-
ge'nin diğer ucunda bulunan ve ln<lüs Irmağının oluşturdu­
ğu uygarlık sınırının üzerinde kurulu olması nedeniyle Do-
ğu'nun Yugoslavya'sı a<lım verebileceğimiz, uzun vadede es-
ki Yugoslavya'nın kaderini yaşayabilecek olan Pakistan'da
rastlıyoruz. Çünkü lndüs lrmağının batısında, Iran uygarlı­
ğının iki eyaleti olan Beluci ve Baştunlar, doğusunda ise
Hint -dolayısıyla Doğu- uygarlığrna ait Pencap ve Sind eya-
letleri bulunmaktadır.
Dinsel açı<lan ise, Arabölge'nin doğu sınırı, (Arabölge ta-
rafına ait) lslam ile, (Doğu tarafına ait) Hinduizm ve Bu-
dizm arasındaki ayrım haltı olarak tanımlanabilir. Elhelte
ki bu, Doğu mekanında lslam'ın, Batı mekanında da 1J ı risli-
yaıı Ortodoksluğun \'arolmadığı anlamına gelmez, Endo-
nezya'daki lslam ve Kuzey Aınerika'daki Ortodoksluk buna

27
kanıttır. Ayrıca, Avrasya'nın bu üç gezegeni arasındaki uy-
garlık sınırlarını, kesin ayrım halları yerine, birer basamak,
yani aşamalı geçiş noktaları olarak algılamak daha doğru
olacaktır. Örneğin Yunanistan'ın lyon adaları önemli ölçüde
ltalyan, Sicilya da aynı şekilde Yunan karakteri arzetmekte-
di r. Benzer şekilde, Güney lspanya'da Müslüman Fas'ın ru-
hu, Kuzey Fas'da ise İspanyol ruhu hissedilmektedir. Ben-
zer bir uygarlık farklılığına da Çin'de rastlıyoruz: Türk ve
Müslüman Sinkiang (Sincan-Doğu Türkistan) Arabölge'ye
dahil olurken, Budist Mogolistan Doğu'dadır. Bali sınırına
bakıldığında ise, Katolik Polonya'da -aynı Katolik Macaris-
tan'da olduğu gibi- kendini Ortodoks ve Müslüman "Do-
ğu"ya (Arabölge'ye) karşı Katolik Batı'nın öncü gücü addet-
me bilincinin varolduğunu ı.arih bize göstermiştir. Ameri-
kalı profesör Piolr Wandyez ise, Sovict-Polish RelaUoııs,
191 7-1921 ("Sovyet-Polonya llişkileri, 1917-1921 ") adi ı ki-
Labında,7 Polonya ve Rusya arasındaki binyıllık çatışmanın
ancak Doğu-Balı karşıtlığı bağlamında anlaşılabileceğini,
çünkü Polonya'nın doğu sınırlarının aynı zamanda Katolik
Avru pa'nın sınırları olduğunu yazıyordu.
1896'da Rus bilgin Nikolay Yakovleviç Dani!evski, Dosto-
yevski'de hayranlık uyandıran Ru.~ya ve Avrupa, Slavhır ve
Ccrmeıı-Latiıı Dünyası Arasındaki Uygarlık ve Politika llişhi­
lcri Ozeriııe Araştırma adlı kitabında; Doğu sorununun, iki-
bin yıldır süren ve Yunan ile Roma uygarlıklarını birbirleri-
nin karşısına çıkartmış olan mücadelenin tanınması oldu-
ğunu yazıyordu. Almanlar, Romalıların (Batı'nın), Slavlar
da Yunanlıların (Doğu'nun) mirasçılarıydılar. Danilevski,
Türklerin 13alkan fethi esnasında kurtarılmış ol masaydı,
Doğu Yunan uygarlığının Cermen-Latin uygarlığı içinde
eritilebileceğini de sözlerine ekliyordu. Danilevski'nin yurı­
L'1ŞI Vladimir Soloviev, 1883'de kaleme aldığı La Grwıde

7 l lurvard Univrrsity Pı~ss. l %9

28
Controverse et la Politiqu e Ch reli en ne (Orien t-Occident)
("Büyük Tartışma ve Hırisliyan politikası (Doğu-Batı)") ad-
lı kitabında, Hıristiyanlıgın, (mutlak arayışı, tinsellik, hoş­
görü ve linsel özgürlük, istikrar, yani sürekli uyum sayesin-
de elde edilen ilerleme kavramlarıyla nitelenen) Doğu ile
(hareket, maddi uygarlık, tinsel hoşgörü ve maddi özgür-
lük, hareket sayesinde elde edilen ilerleme kavramlarıyla
nitelenen) Batı arasındaki çelişkiye bir çözüm getirebilece-
ğini düşünüyordu. Çelişkinin, Soloviev'in lheandrismos
(Yunanca'da Tanrı-lnsan anlamına gelen sözcük) adını ver-
diği bu diyalektik şekilde aşılması, Tanrı (Doğu) ve İnsan
(Batı) arasında kurulan bu birlik, ifadesini lsa'nın kişiliğin­
de buluyordu. Soloviev'in düşü, Rusya'nın Batı'yla Doğu'yu
uzlaştırdığını görmekti.
Saint-Petersburg Ü niversi tesi'nde görevli Profesör Vladi-
mir Lamı:ısky 1886'da Venedik'e giderek cumhuriyet arşiv­
lerini incelemişti. Rusya'ya 1884'de Les Secrets d'Etat ele Ve-
ııisc ("Venedik Devletinin Sırları") başlığıyla yayınlayacağı
belgelerle dönecekti. Lamasky, Bau'nın hoşgörüsüzlüğünü
belgeleriyle ve ıüm açıklığıyla kanıtlıyor, kitabının " ... Avru-
palılarda yaygı 11 olan, Hı ristiyanlı k tarihinde yaşanmış bar-
harlıhllırııı ıncn~eiııi ö,~renınck üzere Avrupa tarihinin wıutu­
lup Rus ve Bizmı.~ lınparatorluklarınııı geı,:ınişlcri11i11 incelm-
ınesi gerekliği hwıısııwı dc.~işmesiııe katkıda bulunması11ı" is-
tiyordu. 8
Lamasky'nin belgelerin yayımından önce yeralan uzun
önsözü, dönemin Rus aydınlarının zihniyetini karakterize
etmektedir. Yazar, sürekli olarak "bizim Doğu "muz olan ve
Türklerin Batılıların açgözlü] üğünden kurtardıkları "Yuııan­
Slav dü11yası"ndan bahsetmektedir. Bu dünya, "ne /\vruptı,
ııe de A.~yı.ı suyı1malıdıı:" 9 Lamasky bu dünyanın sınırları içi-

tl Giri~. s. VJIJ
cı s. xıx.

29
ne Katolik Slavların olduğu bölgeleri dahil cıınemektedir.
Çünkü bun !ar, "ı;oh fazlo Avrupai ılaşın ış, yani Lali 11/c.~mi:; ve
Cen11c11leşmişıidcr. Bıınıın için Yımanlılurın l?ölunini Roma-
Cerıneıı ve Lalin-Proıc_~tan sayılma.~ı gerelw1 Balı ya iııdi rmc-
mcliyiz"10
Avrasya sakinleri tüm bu dönem boyunca bu gerçeğin bi-
lincindeydiler. Bu, ikumeni bilinciydi. Yani, mekanlarını bir
ikumeni {evren); dış dünya ile ilişki kurmaya (ki örneği­
mizde hu dış dünya Avrasya'nın diğer iki "gezegeni"ydi) ih-
tiyacı olmayan bir "gezegen" gibi kendine yeterli görüyor-
la rcl ı. Yine de birbirleri ne bağım! ı o 1mayan hu üc; "geze-
gen", aynı değerlere sahi pli ler ve aynı gezegen sisteminin
par~·asıyd ılar, yani birbirlerinin varlık lan nı dışlamıyorlard ı.
Nasıl ki Dünya gezegeninin yaşaması Mars ya da Venüs ge-
zegenlerinin yok o 1ması na bağlı değilse, bu gezegen !erden
de birinin yaşaması için diğerinin yokolması gerekmiyordu.
lşte 1ıalyan Rönesans ı n ı n c,·ağınıızı n 15. yüzyılından iliba-
re n yıkma>•a başladığı "küresel köy" sistemi bu idi.
Sakinini için Arnbölge'nin merkezi her zaman Ege Deni-
zi, <laha kesin bir tanını lamayla da Boğazlar ve lsıanbul o!-
muştu. Diğer iki gezegenin merkezleri ise Baıı'da Roma ve
Viyana, Doğu da ise Sarı Nehir (Hoang-Ha) havzası ve 13.
yüzyıldan itibaren de Pekin olmuştu. Her üç uygarlık böl-
gesi politik ifadesini Batı'da Kulsal Roma Cermc n l ku rne ni
InıparaLOrluğuncla, Arabölgc'de Bizans-Osmanlı lmparator-
1uğunda, Doğu'cla da Çin lnıparatorluğuncla hulmuşıu.
Tüm bu ikuıncni imparatorluklarının politik tutkusu, ken-
di uygarlık bölgesinin tamamını kaplamak idi. Ru ideale ise
lıit;bir zaman ulaşılamayacaktı. Bu şekilde Arabölgc'nin
mcrkeziııck lkuıneııi ImparnLorlugu. çevresinde ise Arap,
lran ya <la Rusya gibi birçok devlet bulunmakla, hu devlet-
ler merkezden mirası devralmak istemekteydiler. Çünkü

1il , XVll 1-XIX.

30
bir uygarlık hölgesinde ancak ıek bir ikumeni imparatorlu-
ğu ycralabilirdi. Doğu'da Japon Çevre lmparatorluğu, Çin
İkumeni lınparatorluğundan mirası devralmak isterken. Ba-
tı.da ise L François'nın fransa'sı, mirası C:harles Quint'in
Kutsal Roına Cermen lnıparaıorhığu'nun elinden alınak is-
tiyordu Daha önceki çalışmalarıın<la, bir uygarlık bölgesini
kapsadığı sahanın her zaman lkumeni İmparaıorluğu'nun
işgal ettiği sahadan daha büyük olduğunu, çünkü impara-
torluğun hiçbir zaman kendi idaresi altına bölgenin tama-
1111111 alına rüyasını gerçekleştiremediğini açıkça vurguladı­

ğımı umuyordum. Oysa bazı okurlarımın bunu iyi anlaya-


madıklarını ve Arabölge mekanını Osınanh İmparatorlu­
ğu'nun mekanıyla karıştırdıklarını gözlemliyorum. Örneğin
Fransız tarihçi Gillcs Veinstein şöyle yazmaktadır: "Osmanlı
Irnrtıratorlugu (.. .) Uzahdoğu ve Batı Avrupa ara.rnıdal<i böl-
'~cııiıı,
-Dimitri Kitsil~is'in terimini kullanmak gerd~irse- "Ara-
bö lge "nin lıcm en lıemcn tamam 111 ı lwpsamalHadıı: " 11 Oysa
Osmanlı lnıparaıorluğu içinde bulunmadan da Arabölge'ye
dahil olunabilir Bunun ayırchna varmak, Arabölge'nin dış
ve iç düşmanları arasındaki temel farkı koyınaya yarar.
frenklcrin Orta\:ağ'da yaptıkları Haçlı Seferleri, dünyaya di-
ğer gezegenlerden yapılacak bir çıkartmayla kıyaslanabilir­
ken, İmparatorluğa karşı Arapların, lranlılarm ya da Rusla-
rın açı ık lan savaşlar Ara bölge içinden gelen saldırılar ola-
rak görülınelidir. Sonuç olarak, Batı ıaribyazımıııın yaptığı
gibi, Osmanlı lmparatorluğu'na karşı 19. yüzyılda ortak se-
fer düzen kyen Ruslar, İngiliz !er ve Fransız lan "büyük güç-
ler" ortak başlığı ahında toplamaya çalışmak hatalıdır. Çün-
kü İngiliz ve Fransızlar kendilerine yabancı olan hir geze-
geni sömürgeleştirmek amacını güderlerken, Rusların ls-
tanbul"u ele geçirmek suretiyle lmparatorluğun mirasını el-

ll Uisıuin· ılc l"Eıııı>irc Orıoııırııı ("Osnı•mlı l111paratorlugu'ııuıı l;uilıi"l. Rnhnı


Maııtraıı ycını·tiıniııd~. l'aris. hıyanl. !989, 5. 160.

31
de etmeye çabaladıkları Osmanh-Rus çatışması bir Araböl-
ge "içsavaş"ı olarak görülmelidir.
Sonuç olarak, Avrasya'daki ü.ç gezegenin işleyiş mekaniz-
masını "icat etmiş" değilim. Doğu ve Batı arasında saklı bir
gezegeni "keşfetmiş", ona "Arabölge" adını vermiş ve diğer
ikisine göre onun işleyişini açıklamış olmakla yeriniyorum.
Osmanlı toplumunun sentezlenmesi eğilimi, Müslüman
olsun, IIırisliyan olsun bölgenin pek çok düşünürü tarafın­
dan ele alınmıştır. Bunlar arasında, 15. yüzyılın başında ya-
şamış olan Müslüman Türk hukuk bilgini Simavnalı Şeyh
Bedreıtin ve yandaşlarım, popüler lslam'ın dervişlerini, 14.
yüzyıl ortasında Tesaloniki (Selanik) başpiskoposluğu yap-
mış olan Yunanlı Aziz Crigorios Palamas tarafından koru-
nan, çöl kilise babaları geleneğinden gelen ve "hesyhas-
mos" adlı bir tür Hıristiyan yogasını uygulayan kimi Hıris­
tiyan keşişlerini sayabiliriz. Özellikle Palamas Müslüman
Türklerle dinsel görüşmelerde bulunarak onlarla iman dü-
zeyinde uzlaşmaya varmayı arzulamıştır.
Ama Helenotürkizm ideolojisinin temellerini atan, 15.
yüzyılın ünlü Yunanlı filozofu Georgios o Trapezunıios
(Trabzonlu Gcorgios, 1395-1484) olacaktı_ Arabölge için
başat bir olgunun; 11. yüzyıldan itibaren Helenizm ve
Türklüğün birarada yaşaması ve karşılıklı bağımlılık ilişkisi
içinde bulunması olgusunun farkına varan Trabzonlu, bir
Türk-Yunan politik birliği tasarısını şekillendirmiştir.
ideolojiler üzerine yaptığım çalışmalarda 12 bir ideolojiden
söz edebilmek için, onu destekleyen bir halkın varolması
gerektiğini, yoksa kavramın düşünce düzeyinde kalacağını
belirtmişLim. Öte yandan, ideolojilerin oluşması; 15. yüzyıl­
da meydana gelen ve dinle bilimi ayırmasından dolayı, te-
mel bir toplumsal doku olarak dinin aşamalı bir şekilde dü-

l l ÖıeJlildı~ bkz. Oinıitrı Kiısıkis, "Le Naıion;ılismr." ("Milliycıçilik"), Eruıle~


lnırnııılioncıln. Queb,·c, J;ylül 1971, s. :H7-370.

32
şüşüne neden olan ltalyan Rönesansı sonucunda ortaya çı­
kan Batı kaynaklı bir olgudur. 13 Fatih devrindeki, 13atılı ol-
mayan İmparatorlukta herhangi bir ideolojiden değil, yanız
dinden bahsedebiliriz. Ya da doğrusu, Yunan kesiminde ol-
duğu kadar Türk kesiminde de llırisıiyanlık-lslamlık senıe­
zi fikri halkm bilincinde büyük ölçüde yer edinmişti diyebi-
liriz. Ancak İmparatorluğun Batılılaşması iledir kı Heleno-
türkızm dinsel niteliğini yitirerek ideoloji haline gelmiştir.
Trabzonlu bilgin, kentin düşüşünün üzerinden iki ay bile
geçmeden, Temmuz l 453'de fatih'e gönderdiği Peri tcs alct-
heias tes ton christianon pisteos (Hırisıiyan inancının gerçeği
üzerine) haşlıklı çalışmasında, ona Hıristiyanlık ile İslam
arasında hiçbir derin farklılık bulunmadığını, yani böylelik-
le ikı dini İmparatorluğu bünyesinde eşit koşullarda birleş­
Lirmcsinin çıkarına olacağını kanıtlamaya çalışmıştı. Ona
göre her iki dinin bilginleri bir kongrede bir araya getirile-
rek tartışurılmalı, sentez de bu tartışmadan doğmalıydı.
Arabölge'nin açıkgörüşlü ve sentez yeteneği yüksek olan
değerli hükümdarı il. Mehmet Trabzonlu bilginin tavsiye
mektubunu tamamen uygulayamasa da (acaba ulemanın
başkaldıracağından mı çekiniyordu?) özünü kabul elmiş ve
19. yüzyıla dek l mpara torlu kta büyüyerek sürecek o lan
Türk-Yunan ortak egemenliğinin temellerini atan bir giri-
şimde bulunarak Ortodoks kilisesine ayrıcalıklar vermiştir.
13aıı, Trabzonlu'yu çok sert bir şekilde ele.ştirccekti. O,
yerleşmiş oldugu ltalya'da Papa il. Paul'un (1464-1471) la-
lalığını yapmış ve büyük saygınlık kazanmıştı. l.aıinceyi Yu-
nancadan daha iyi bildiği için, Yunanlıdan çok bir Batılıyı
andırıyordu. 1465'dc Papa tarafından durumu yerinde ince-
lemek üzere lstanbul'a gönderilmiş ve bunun yerine, Su!-
13 Hkz. llimiıri Kiısikis. Gıed' ).vnrlı~ıic 'flıoııght. An Orı•o•irıoıı ıo Wı·\lı'rıı
Dı~mon Tlııııı~lıı ı>f ılı~ RnrniH<1nce ("Sentc:ıcı Yunan Diı~cnu't:St. llaıı wıı
Bühıt.:ü Riıncsaııs Düşcmccsinc hir Mııhaldet"), San l'raföis<·o. füıkıhnLıma
1ıısıitute. 1988

33
tana lralya'ya saldırmasııu salık vermişti. Roma'ya dönüşün­
de ihan el le suç la nara k lulu k la nacak ve ha psed i1ece kti.
Aslında Georgios o Trapezuntios (Trabzon asıllı olmasına
rağmen) bir Giritli idi. 1204'den başlayarak iki yüzyıldır
Venedik işgali altında bulunan Giril'te dünyaya gelmişti.
Venedik sömürüsü o düzeydeydi ki, diğer Yunanlılar gibi
Giri ti iler <le Türkleri kurtarıcılar gibi görüyorlardı. Trab-
zonlu'nun şansı yardım edecek, kendisini koruması altına
alan bir Venedikliyle birlikle 30 ya da 35 yaşındayken (tam
olarak bilinmiyor), lralya'ya gidecekri. Burada ünlü bir öğ­
rermen olacak ve kendisini filozof olarak gösrerecekti. Sert
karakteri onda, yurdunu Frenk işgali altında görmekren ya-
ralanmış, kendini üstün gören bir mizaç oluşmasına neden
olmuştur. Benlik duygusu çok gelişmişri ve tanıdığı rüm in-
sanlara karşı duyduğu sevgi ya <la nefreti aşırı bir şekilde
ifade ediyordu. Dü~üncelerini tutkuyla savunuyordu. Daha
sonra Papa olacak Venedikli Pielro Barbo'ya hizmel ediyor-
sa da, Sultan karşısında ona hizmet etmemesi için hiçbir
neden yoktu. Yunanlıların büyük çoğunluğu için Frenkler
fatih, Türklerse kurtarıcıydılar. Georgios'un gençliğinde
Türklerden pek hoşlanmadığı doğrudur. 14 39'<la Bizans
İmparatoru tarafından, Katoliklerle birleşme amacını raşı­
yan Floransa Synodosuna danışman olarak seçilecekti. Di-
ğer daıuşmanlar gibi o da birlik an<lını imzalayacaktı. Ama
kızgın Rum halkı, Barı karşısında verilmiş bir kapitülasyon
olarak gördüğü anlaşmaya karşı ayaklaıunca, diğer bilgin-
lerle birlikte halkın iradesine uyacaktı: Roma'yla birlik an-
laşmasını imzalamış olmalarına rağmen, Bizans lmpararo-
ruyla birlikte 14 39'<la Floransa'ya giden dört bilginden üçü
Türk yanlısı olacaktı. Trabzonlu·nun dışında (Gennadios
adıyla da bilinen) Georgios Sholarios birlik karşıtlarının ba-
şına geçerek keşiş olacaktı_ lstanbul'un fethinin hemen er-
tesinde arkada:-.ı 11. Mehmer, Sholarios'u Ikumeni Patriği

34
seçecekti. Ayrıca bu bilginler arasında Sultan'ın yakmların­
dan olacak Georgios Amoinzes de vardı.
Ama Georgios o Trapezuntios'un gençliğinden itibaren te-
melde Bau karşılı okluğunun delili, anti-Plat0ncu tavır alışı­
dır. Her zamanki tutkusuyla, idolü Arisloteles'i "doğanın
meleği" ilan ederek, onc.laki Platon nefretini takip edecekti.
Trabzonlu'nuıı en büyük düşmanı ise, Lalin yanlılarının en
temsil edici şahsiyeti olan Platoncu Georgios o Gemisros ic.li
(Plethon adıyla da bilinir). Plethon'un (yaklaşık' 1355-1451)
gençliğinde, 136l'de Osmanlı başkenti olmuş olan Edir-
ne'de I. Muraı'ın sarayında bulunduğunu belirtmek gerekir.
Burac.la, Bizans imparatoru Andronikos IV Palaiologos'un
(1376-79) Osmanlılarla girişliği işbirliğine, Türklerin hoş­
görüsüne tanık olmuş, çoklanrılı Yahudi Elisaios'un Iran
Zerdüştlüğü üzerine verdiği derse katılmış ve Türk-Yunan
işbirliği tasarılarının tümü hakkında bilgi sahibi olmuşlll.
Ne olursa olsun, Trahzonlu-Plethon sarlaşmasında relsefe,
politik tavır alışın bahanesidir. Bu gerçeği Trahzonlu·nun II.
Mehmel'e yazdığı ikinci mektup (1466) hakkındaki kaygıla­
rını şu cümlelerle dile getiren Alman tarihçi Franz Babinger
anlamamış gözükmektedir: "(mektup) ... Bizansın son döne-
minin en büyük bilgini olan Gemgios Gemostos Pleıhon'a sert
bir saldırıyla başlamakwdır. (. . .) Tmbzonıu·nun ojhe.~i (. .. )ona
gore Platonwluğun gülünç boş inançlarını habu.1 etmiş olan bu
bilgine patlamıştı." Babinger burada '1els~fi tutarsızlıklar" va-
rolduğunu söyleyerek satırlarına son veriyor. 14
Arabölge'nin Bizans'lan sonraki biricik imparatorluğu
olan Osmanlı, -Viyana ve Pekin'deki benzerleri gibi- "evren-
selliğe" yönelmişti. Trabzonlu Georgios hu evrenselliği, Fa-
tih Suhan Melunet'e yazdığı ikinci mektupta şöyle dile ge-
ti rmt:ktt:ydi:

it Fmnz Hahingcr. Mııluıııu~r il le C:orrqUl'l"(lnl et son tcınp~. 1432·1481 ("Luih 11.


Sultan Mdıım:ı ve Devri, 14.32-1481") l'aris, Pıwoı, 1954, s. 299-:~oo.

35
"Bileğinin hakhıyla Romalıların (Bizanslıllırın) lmparawnı
olduğundan kimsenin ~üphesi yoktur. Zira, imparatorluk ba,<;-
kenlini kanuni olarak elinde tutmakta!iın Çünkü Roma (Bi-
zan.~) 1mparaıorlu,ğunıın buşkcnti 1sıanbııl'dur. Bu kenti elinde
hakkıyla tuıan kişi, lmplıraıordur. Sözünü etliğim taht, kıl ıu n
sa.ye!iinde, imanlar değil Tanrı ıarafmdan sana bahşedilen bir
talıttır: Yani wn, Romalıların meşrıı imparatoru.sun ... ve Ro·
malılcınn lmparatoru olem, aynı zamanda yeryüzünün de lm-
pllratorudur. "15
Osmanlı uygarlığının önemli ölçüde sentezci yapısı, kul-
lanılan dilde de kendini göstermekteydi. Osmanlı lmpara-
ıorluğu'nda l839'a dek, tek bir derlenmiş ve resmi dil yok-
tu, ve Türkçe, Yunancanın Bizans lmparatorluğu'nda, Arap-
~:anın Arap devletlerinde ve farsçanın lran lmparatorlu-
ğu'nda yüklendikleri belirleyici role sahip değildi. Köylüler
ta rafından konuşu lan Türkçenin hiçbir soy 1u luk ifadesi
yoktu. Gölge oyununda halk karakteri Karagöz Türkçe ko-
nuşurken, kendisine replikleri veren ve külWrlü-resmi ka-
rakteri temsil eden I-Iacival, Karagöz'ün ve seyircilerin anla-
madığı, bu nedenle de alaylı kahkahalar kopartan Arapça
sözcükler kullanmakladır.
Köylülerin dili olan Türkçenin yanı sıra, lmparalOrluğun
çokuluslu burjuvazisi larafından ku ilanı lan ticaret dili Yu-
nanca da mevcuttu. Yani, bir yanda lmparalorluğun alt ta-
bakası tarafından, köylülük düzeyinde Türkçe, Arapça, Bul-
garca, Yunanca vb. ulusal diller kullanılırken, diğer yanda
da. burjuvazi düzeyinde Yunanca yaygın el ı.
Yönetici sınıfının nüfuzlu geleneksel aydınları (mandari-
nal) (ulema sınıfını oluşturan dinsel nitelikli devi el bilginle-
ri) mesleki dil olarak klasik Arapçayı kullanmaktaydılar.
Yüksek eğitim kurumu olan medreselerde (ki bugünün ona
ve üniversite öğrelim derecelerine denk düşmektedir) sade-

1'J Zikr-.:dcıı, ı-ı.1hinger. ~.g e.. ' 299.

36
ce Arapça ve Farsça öğreLilmekteydi ve Arapça olan Kur'iın'ı
Türkçeye çevirmek yasaklanmıştı.
Tüm bunlarla beraber, lmparatorluğun egemen halkının
Türkler olmasından ölürü, Arapça, farsça ve Türkçenin ka-
rışımı halinde yüzyıllar boyunca biçimlenen ve J 839'da
Tanzimat reformlarının gerçekleştirildiği süreçte resmi dil
konumuna yükselen Osmanlıca olgusu da ortaya çıkacak­
ıır. 18.5 l'de tarihçi Ahmet Cevdet Paşa (1822-95), Tanzi-
matçı ve gelecek günlerin başveziri Mehmet Fual Paşa'nın
(1815-69) katkısıyla Osmanlıca dilinin ilk gramer kitabını
yayınlayacaktır. 16
imparatorluğun parlak dönemlerinde (16. yüzyıl) Os-
manlı salt Arabölge'nin merkezini elinde tutmakla kalını­
yor, başkenti lstanbul, bölgenin en önemli küllÜr merkezi
haline geliyordu. Bu dönemde Arap ve lran ülkelerinde sa-
natsal ve entelektüel yaratı lam bir çöküş halindeydi. "l.Zy-
garlık ışığı" lstanbul'dan gelmekleydi. "Osmanlı tarzı", iku-
meninin dörl bir yanma -Balkanlarda ya da Bağdat, Halep,
Şam, Kahire, Tunus ve Cezayir'de yayılıyordu.

Dört "Millet 11

Ulusçuluk öncesi dönemin devleli olan Osmanlı lmparatorlu-


ğu'nda modern ulus tanımı bilinmemekteydi. Toplumun tüm
örgüllenmesi -aynı öncülü Bizans'ta olduğu gibi- din üzerinde
kuruluydu. Yine de İmparatorlukta başlangıçtan itibaren sü-
ren ikili yapı, "millet" adıyla anılan sistemi doğurdu. 17

16 c;umimuzı:lc, sc,kinlerin dilinin evrimini, 15. yuzyılın sonuna <lck sun·n ı·sf:i
Osmaıılıca, l 8 J9'<ı dek suren lılasi lı Osmanl ıw ve yeııi Osmaııl ıfıı )';ı <l.ı tmn
oLırnk fanziııı;ıl ile hasbyıp y~rini Tiirlıç<')'r hıraklıı"tı l 912\•c dek suren döne-
min n~maıılıc.ı.~ı ol.mık ayımıa alışkaıılığı ~Jinilmi.ştir. 1932 »ılııı<l;1 siızluk·
lcrdeki uzhırkçc sözcuklerin ornnı hıila yalnızca yuzdc ::18 i<li. Hıı oran
l 972'de yüz<le 72'ye v~ yazılı Türkçede <le yı'.izde 80'c yıi.ksdıııişti.
17 Bıı r.ırlaki millet, <linscl milkı aıılamıml.u1ır.

37
Sıkça yazıldığının
aksine, daha doğru bir şekilde "korpo-
rat(f devlet" olarak adlandırılabilecek Osmanlı lmparatorl u-
ğu'na 'ozınlık' kavramı tamamen yaba ncıyclı. "Cemaat" fi k-
rinin merkczilıği temelinde, meslek birlikleri {csnaO ya da
dinsel cemaatler, imparatorun yönetmek için kullanc.lığı
toplumsal örgütlenmenin dokusunu oluşturuyorlardı. im-
parator için kendini bu gruplarc.lan herhangi biriyle özdeş­
leştirmek çıkarına değildi. Bunlardan birinin mahkümu ha-
line gelmektense, "taraflar üstü" kalması lehineydi. Özellık­
le kendini "tarafın başı" haline getirecek Sünni Müslüman
grubuyla özdeşleştirmek "politik açıdan" oldukça ihtiyat-
sızca olacaktı. Zaten Osmanlılar başla Sünni değillerdi ve
daha sonra Alevilik adı verilecek heteroclo ks bir İslam 'ııı iz-
leyicisiydiler.
Oldukça yaygı ıı bir diğer hata ise, "millet" terimin in yal-
nızca gayrimüslim halklar H,."in kullanıldığı düşü ne esi yeli.
Hatta, terimin özellikle Müslümanları nitelemek için kulla-
nılmış olmasına rağmen, bir Müslüman milletinin olmadığı
bile öne sürülmüştür. Ama, "Millet genelde ,ı.;ayrimüslimlai
nitelemiyordu ... Terim in Ti:ııızimat
döneminden önceki en _vay-
,ı.;ııı hullwıımı zımmileı· hurşısıııdahi Müslüınwı cemac!tini ifa-
de ediyordu. "18
Is tan bul'un fethinden hemen sonra, 1454 başında TJ. Meh-
met İmparatorluğun sacayaklarından birini oluşturan Yunan-
lılar lehine millet sistem ini oluşturacaktı. Bu şekilde kurulan
ilk millet, Yunan milleti idi. O dönemde çok az sayıda olmala-
rı nedeniyle 1454-55 yıllarına dogru oluşturulan Yahudi mil-
leti ise arşivlerde daha az göze çarpmaktadır. "Edirııe'dekiler
dahil olmak üzere kı rhtan fazla hcıııtehi Yahudi nüfıı5u yeni

1:1 Bcnjuınııı Hıuııtlc, "hıund~ıion of Myılıs of ılıc Milkı Sy>tcın", C!ıri.>ıicın.< <ınd
/nv.< iıı ı!ıc Otıumoıı bııpilT ("Milin sisıeıniııJc Mitkrin ırnwli'", Ornrnnlı
lmp<ır<ıtodu~u'ııJa f/n-i,riywı ı·c Yalıııdilcr) içinde. ll. llmudc (tler). New York,
llolıııcs aııd MPicr. 1982, 1. cilt, s. 70.

JB
başhcııte ~öndcrilmişti. 1492 öncesi lstaııbul'uııdu yaşaymı Ycı­
Jıudilerin sayısını Keldikleri lıenı ve taşran m tahrir defterleri
h'~yıtlarıy!a lwrşduşımlığıırı ızda, Osmanlı Bulhanlarıııııı 1sıaıı­
bul'un fethini izleyen ihi ya da üç yıl içinde önemli ölçüde Ycılıu­
dilcrden llrındırı!mış olduğu ortaya çılmıalaadı r. "19
Fatih, fetihten önce de lsıanbul'da ikamet eden haham
Musa Kapsali'ye giderek Baş haham (sonradan Haham başı
elenecekti) ilan edecek, onu Osmanlı yönetici sınıfına dahil
ettiğini göstermek için, bir al üzerine oturtarak hizmetçi
maiyetiyle evine geri gönderecekti. Ama bu haham, aslında
yalnızca başkentte mevcut bir Yahudi nüfusu üzerinde ege-
mendi. Islan bul'da bile 14 77 yılında 8000 civarında kişinin
yaşadığı 164 7 hane mevcull u. Ama Osmanlı Imparatorlu-
ğu'nuıı tümü nele Yahudi sayısı l 492'clen sonra lspaııya'daıı
sürgünlerin gelmesi ile iki kalından fazlaya çıkacaktı. Ama
llahambaşınm durumu, Baulı ve laik bir anlayışa sahip sür-
günlerin Yahudi cemaatine haham 1ık otoritesinin yanım.la
laik yöneticileri de dayatması sonucunda sarsılacaktı. So-
nuçta Selanik kenti Ispanya göçmenleriyle dolacak ve Ka-
nuni döneminde kenlle Yahudiler çoğunluğu oluşturacaku.
1461 'cle Fatih aynı yöntemi kullanarak Ermeni Gregor-
yen Ortodoks milletini oluşturmaya girişti. Bursa'daki Er-
meni piskoposu Yovakim'i lstanbul'a çağırarak patrik yapu.
Aslında lstanbul'un fethinden önce bile Yovakim önemli bir
şahsi yel i<li Onunla ilgili, biri 14 38, diğeri 144 7 tarihli iki
kayda rastlıyoruz. Birincisinde ona: "lstaııbul'da/d başpisko­
pos Yovakim ", cliğe rinde ise, "şimdi Bursa ve lstanbul tagıJ­
-~ında pislwpos olwı yiğit önderimiz" denmektedir.
Ermeniler Yova kim ve on un 1 5. yüzyı le.la ki halerlerin in
mevkileri iı:;in patrik sıfaunı kullanmamış gibi gözükmekte-

I ') J\.fark A. Epsıdıı, ;'Thc LcuJcrship t>f rlıc Otıt>ımrn Jcws in ılı c Fi fı.,t· ıı nııc.l
Si.~ıccıı <:cntuı i,,_.·· {" 15 ve ı6. Yiızyıllarda Osmanlı 'ı"Jlıudi Öııderligi"),
Hı auJ,•un kitabı içiııd~, <l.g. <: .• 1. cilt, s. 10 3.
39
dir. Bu ünvaııı 1543'de ilk kez kullanan, lstanbul'daki Er-
meni millleti n in o zamanki başı Astuakat ur ol muştu. 1461
yılına ail bu tarihsel hatanın sorumlusu, Mikayel Çamçe-
yan'm l 784-86'<la yayınlanan Ermenislan Tarihi adlı Erme-
nice kitabıdır. Milletlerin oluşturulması tarihi, önce baş­
kentle sınırlı olan, sonra hukuksal uygulaması zamanla lm-
paraıo rl uğu ıı tüm yüzeyine yay ilan evrimsel bir süreçtir.
Osmanlılar özellikle Ermenilerde, daha önce ne Yunanlılar
ne <le Yahudilerde karşılaştıkları bir güçlükle karşılaştılar:
Bu güçlük, kendi sınırlarının dışında, Kafkaslardaki Eçmi-
azin'de Ermenisıan ve Yüce Kaıolikos'unuıı merkezinin bu-
lunuyor olmasıydı Buraya, Kilikya'daki Sis'in 144l'de ter-
kedilmesiyle yerleşilinmişti. lşıe bu nedenle, 1479'<la 11.
Mehmet Trabzon ve Sivas'tan Ermeni ruhbanın iki üyesini
lSıanbu l'a getirterek pal rik ilan ede}:ekti.
Diğer üç millet gibi Sünni milleti <le, aşama aşama biçim-
lenecekti. Zalen ilk Osmanlıların mensubu olduğu o günkü
helero<loks lslam'ın belirli bir yapısı yoktu. Kan un i Sultan
Süleyman'ın müftüler esnafı başı lslanbul müftüsünü Şey­
hülislamlık mevkiine yüksehmesi için Arap ülkelerinin
1516-17 yıllarında fethini, o zamana dek azınlık durumun-
da bulu nan Sünni nü[ usunun, buralardaki lm para tor! uğa
akması ile şişmesini ve tüm bunlara, devletin bekaası uğru­
na Osmanlı hanedanının aşama aşama Ortodoks lslam'a
kayması sürecinin eşlik etmesini beklemek gerekecekti. Bu
müftü o zamandan başlayarak Müslüman -aslında Sünni-
milleıinin başı durumuna gelecekli. Oysa 20. yüzyılda bu
milletin yalnızca Sünnilerin değil tüm Müslümanların çı­
karlarını savunduğu miti ayakta tutulmaya çalışılmıştır.
Kanuııi'nin yeni ortaya çıkan şeyhülislamlık mevkiine ge-
tirdiği Ebu's-Suud Efendi (1490-1574) daha önce uleınamn
IMşları olan Anadolu ve Rumeli Kazaskerleriniıı 'tersine Di-
vaııı I-lü ınayun üyesi deği l<li. Osmanlı'nın gerileme devri

40
boyunca, lmparalorluğu n giderek arlan lslamileş mesi ora-
nında şeyhülislamın politik olorilesi de artacaktı. Son ola-
rak: 19. yüzyılda ll. Mahmut şeyhülislama hükü mette kalı­
cı bir koltuk verecekli. Garip bir şekilde, İmparatorluğun
13a tıl ılaşma süreci Sünnileşmesi süreciyle ele le gidiyordu.
Çünkü 1876 Anayasası yalnızca Sadrazam ve Şeyhülislamın
Sultan tarafından ata nacağını açıkça belirtiyordu. Yani Bal ılı
lslamologlarııı karşılaşuğı Osmanlı İmparatorluğu imgesi -
yani aslen Sünni olan ve hoşgörülmekle birlikle boyundu-
ruk altında tutulan gayrimüslim dinsel azınlıkları ("mil-
lcı"leri) içeren bir İmparaLOrluk- çöküşün son yüzyıllarına
denk düşen gecikrrıi~ bir imgedir.
Mili iyeu,;i 1ik-öncesi dinsel cemaa tlar temelinde bölünme-
sini n yalnızca Osmanlılara özgü bir uygulama olmadığını
hatırlatalım. Anlik Çağ'dan itibaren Arabölge'nin tüm ço-
kuluslu imparatorlukları, tebaasına, bünyelerinde bu 1u nan
topluluklar esasında özerklik verme geleneğine sahiptiler.
Osmanlılar, bu sistemi kurumsallaştıran ve belirli kuralları
otunan ilk devleui. O andan itibaren bu uygulama, devlet
yapısının tamamlayıcı bir öğesi olacaktır.
13ahselliklerimiz dışındaki din ve mezhepler, yabancı ül-
keler tarafından desteklendikleri düşünü \düğü için, 'sapkın'
akımlar olarak değerlendiriliyordu. Yani başlangıçta, ayrı
"millel"ler oluşturma şansına sahip değillerdi. Bu elin ya da
mezheplerin mensupları, diğer dön resmi millete dahil edi-
liyorlardı. İran tarafından desteklendikleri için hic,:bir za-
man ayrı bir millet olamamış Şii Müslümanları bu duruma
bir örnektir. Aynı şekilde, Roma'daki Papa'ya (yani, ülke sı­
nırları dışında bulunan bir dinsel otoriteye) itaat eden Ka-
tolik nüfusu (Lübnan Marunileri, Filistin ve Kilikyalı Uni<il
Ermenileri, Manuislan, Hırvatistan, Kuzey Arnavutluk ve
Ege Denizi Kalolikleri) Gregoryen Ortodoks Ermeni mille-
tine dahil edilmişlerdi.

41
lstanbul'un feLhinden sonra Il. Mehmet, o dönemde lın­
paratorlukıaki Hı ristiyan nüfusunun çoğunluğunu temsil
eden Ortodoks lkumenikos Patriğine, özellikle en büyük
düşmanı, Batı Katolikliğinin başı Roma Papalığına karşı ko-
yabilmesi için önemli bir güç vermişti. Bununla beraber,
Batılı büyük güderin lmparatorluk üzerindeki etkisinin
artması, Osmanlı hükümetini 16. yüzyıldan itibaren yaban-
cı "mi 11 et "le ri ni tanı maya zorlamıştır. F ra ns ızlar Ka to 1ikleri,
lngiltere ve Hollanda gibi Proteslan ülkeleri de Protestanla-
rı korumaları allına almışlardır. Osmanlı tebaası olmayan
Katolik ve Protestanların slatülerini düzenleyen bu imtiyaz
sistemi, daha sonra, çökmekte olan İmparatorluğun yarattı­
ğı güçlüklerden kaçmak amacıyla Batılı güçlerin koruması
altına girmeye çalışan Osmanlı tebaası için de bir sığınak
olmuştur. Korumaya alınanlar zamanla, milliyetçiler tara-
fmdan, Batı emperyalizminin bağlaşığı olmakla suçlanan
Levanten grubunu oluşturacaklardı.
Yine de imparatorluk nüfusunun çoğunluğunu oluşturan
dört yerli milletle, imparatorluğun Batı tarafından sömürü l-
mesini n bir ürünü olan Katolik ve Protestan milletlerinin
eşit kaimi edilmelerine asla izin verilmemiştir.

42
İKİNCİ BÖLÜM
Miras: Doğu Roma İmparatorluğu'ndan
Osmanh İmparatorluğu'na
(1280-1461)

Toprak mirası

frenk ve Slavlarca pan.;alanmadan önceki 11. yüzyıl Bizans


imparatorluğu haritası ile, lstanbul, Mistra ve Trabzon fetih-
lerinden sonraki 15. yüzyıl Osmanlı imparatorluğu haritası
karşılaştırıldığında göze .,:arpan, (harita 4 ve 5) hu iki impa-
ratorluğun neredeyse tamamiyle aynı toprakları kapladığıdır.
Osnıanlılar ancak 16. yüzyılda güneye, Bizanslıların 7. yüz-
yıldan itibaren Araplar lehine yitirdikleri Orta<loğu toprakla-
rına yayılacaklar ve hatta bu sınırların ötesine geçeceklerdir.
Böylelikle Osmanlılar 17. yüzyıldaki en geniş halleriyle Bi-
zans lmparaıorluğu'nun Adriyatik'in doğusundaki toprakla-
rını geride bırakacaklar (harita 1 ve 2) ve Antik Çağ'dan bu
yana sırasıyla bölgenın merkezini elinde tutan Pers, ls keııder
ve Doğu Roma lmparatorluldarına düşen, "Arubölge'.Jıi /Jirle~­
lirırıc" görevini tam olarak yerine getireceklerdi.
lınparatorlLıgu lwraıı Osmanlı ailesi 1280'de, Arabölgc'ııin
periferisinde değil, tam da merkezinde, lstanbul'dan yalnızca
birkaç on kilometre uzakta doğc.lu. Daha eskilere gittiğimiz-

43
o lOOOkm

Harita 4 - 1480'de Osrnanlı /mparatorlugu.

de, tarihin taşıyıcısı olan halkların -örneğin Akalılar ve Türk-


menlerin- periferiden merkeze doğru fethederek ilerlemiş ol-
duklarını görürüz. Ama daha da ilginç olan, Türk halkının,
Arabölgc nin kalbinde, )'ine aynı kalpten yerli bir ürün ola-
rak onaya çıkan ve Bizans'ın politik toprak mirasını elde
edecek beylik ailesinin doğuşundan önce de yerleşik olması­
dır. Jşte bu nedenle, Osmanlıları başkente yakın bir bölgede

Harita 5 • 71. yüzyılda Bizans /mparatorlugu.

44
doğdukları ve oldukça tanışmalı hir taht üzerinde hak iddia
ettikleri için, "davetsiz misafirler" olarak görmek hatalıdır.
Hanedanın kurucusu Osman Bey, İznik (Nikaia) Gölü ve
Marmara Dcnizi'nin yüz kilometre kadar güneydoğusunda­
ki Söğüı'te l258'de doğdu. Bizans eyaleti Bitinya sınırında,
Kuzey Frigya içinde bulunan Söğüt ve Domaniç çevresinde-
ki küçük hir toprak parçasını 1280'den hemen önce babası
Ertuğrul'dan miras almıştı. Osman'ın küçük toprak parçası,
bir hayalet-Bizans devleti ile başkenti Konya'da bulunan
Rumi Selçuklu Sultanı'na bağlı olan, kendisi göçebe -ama
kendisinden daha dinamik- Türkmen beylerinin toprakları
arasına sıkışmıştı. Frenk haçlılarının 1204'de yıktıkları Bi-
zans imparatorluğu, 1261 'de İznikli Yunanlılar tarafından
aslında küçük bir Yunan devletinden başka bir şey olmayan
bir hayalet-imparatorluk görüntüsünde, lsıanbul çevresin-
de yeniden kurulmuştu.
Yani Osman, dncelikle etrafındaki kanatlardan en zayıfı

KARADENiZ

Harif,i 6 - 14. yuzyılın ilk çeyreğinde Osmanlı Beyliği.

45
olan Bizans'ı vurmayı, ardından, bu sayede güçlenince Sel-
çuldu kanadındaki dindaşı Türkmenlere saldırmayı tercih
edecekti. Bu arada Selçuklular ise, Moğol işgali nedeniyle
zayıflamışlardı. l 307'de Rumi Selçuklu hanedanı sona ere-
cek ve Anadolu tamamiyle Moğolların eline düşecekli.
"Cilwd"ın rolünCt doğru değerlendirebilmek için, olguyu
Doğu Akdeniz uygarlığının genel çerçevesine oturtmamız ge-
reklidir. Bu yolda, son derece ilginç bir eser, bize yardımcı ol-.
makta, Müslümanların Doğulu yerli Hıristiyan halklarla Batı
Hıristiyanları arasında yaptığı kesin ayrıma işaret etmek sure-
tiyle Arabölge gerçeğinı gözler önüne sermektedir: 7. yüzyıl­
dan beri Bizans ile, Doğu lmparatorluğu'nun tamamını ve
onun efsanevi başkenti lstanbul'u ele geçirmeye çalışan
Araplar anısında bir savaşım sürmüş, Araplar amaçlarına ula-
şamayacaklarını görünce, iki güç arasında bir denge kurul-
muştur. "lstarıbul'un feıhi, politika ve propaganda alanından,
ef'wne ve eshatoloji alanına ~eçmiş, 'Son 'frırgı 'nın Qugement
dem ier) habercisi olan 'Kıyamet Günü'ne hı rakılmıştır. "1 Bu,
yüzyıllar boyunca Hıristiyan
Rumlar ile Müslüman Araplar
arasında karşılıklı bir etkileşim ögesi olagelmiştir. Çok sık
olarak, diğer Müslümanlara karşı oluşan Müslüman-Hıristi­
yan güçbirliklerine tanık olunmuştur. Hatta Selçuklu Türkle-
ri l 1. yüzyılda geldiklerinde, dönmelerin tüm çabalarına rağ­
men, Bizanslılarla aralarında kutsal savaş (cihad) yaşanma­
mıştı. Yunan Imparatoru'nun komutanlığı görevini alan Ru-
mi Selçuklu Türkleri'nin ilk hükümdarı Süleyman'ın; lmpa-
ralorun vasalı olan ve lslam'a sempati duyduğundan şüphe­
lenilen Ermeni valileri Philaretos'dan kurtulmak isteyen Hı­
ristiyan halkın çağrısıyla Antakya kentine girmiş olduğunu
biliyoruz! Müslüman hükümdar Süleyman kenti ele geçirdi-

1 I:ıııunud Sivun, ı:Mam .:ı '" Cwi.~aJı:. ldrolııgit: eı P"'l'"~"ııdr dam in R~a.:lions
Mıırnlnıcııı~s <WX C.roi.1tııks Osl<\ııı
ve !!adı Seferleri. Müslümanların l\uçlı
Sdcrkrinc "kpkilcrinc ideoloji ve Prnpagandu), Puris, M:ıison·ııtuvc, 1968, s 10.

46
ğiııde, Hıristiyanlara ve mallarına dokunulmasını yasaklaya-
caklı. Antakya, 14 yıl sonra Haçlılarca ele geçirilecekti.
Haçlıların gelişi halk arasında ıam bir şaşkınlık yaralmışu.
Müslümanlar Haçlıların nereden geldiklerini bilmiyorlardı.
Frenkler lstanbul'dan geçtikleri için Yunanlıların paralı as-
kerleri oldukları sanıldı. Bizanslı oldukları düşünülen bu as-
kerlere "Rum" adı atfedilmişti. Bu nedenle de kimse fazla
kaygılanmamıştı. Ne de olsa halk neredeyse kesintisiz süren
yerel savaşlara alışkındı. Ama çok geçmeden, yeni gelenlerin
hoşgörüsüzlüğü, Arabölge insanlarıyla değil, Frenklerle kar-
şı karşıya olunduğunu gösterdi. "Müslümanlar bir derece din-
.<;el duyar.'\ızlıl? gö.\teriyorlarsa da, Katolik papaz ve keşişlerce
kışkırtılmış ve mücadele ruhuyla dolu Frenkler; Suriye'nin geç-
miş işgalcilerinden görmediği bir hoşgörüsüzlük ve fanatizm
örneği sergilediler. Böylelikle, kendilerinin Bizans'a içerilmiş
olduhları yanılsama.~ının sona erdirilmesine katkıda bulunu-
yorlardı. "2 Ayrıca, Bizanslılar da Katolik hoşgörüsüzlüğüne
en az Müslümanlar kadar maruz kaldıklarından dolayı,
Frenklere duydukları düşmanlığı gizlemiyorlardı. Yunanlıla­
ra duydukları nefretle dolu Balı, l 204'de lstanbul'u yağma­
layarak Bizans lmparator!uğu'nu yıkacakıı.
Osman Bey, küçük göçebe beyliğinin kendisi değil, dış
akın la r ta rafından yıkı 1mı ş iki örgütlü dev le l arasın da ko-
numlanması şansına sahipli. Birincisi kendi saltanatından
çok önce, diğeriyse saltanatıyla eşzamanlı olarak; Batıda Bi-
zans, Katolik Avrupalılar, Doğuda ise Selçuklular, Moğollar
tarafından yıkılacaklı. Bu iki olay onun amacına ulaşmasını
oldukça kolaylaşıırmışu. Bizanslıların başkentleri Nikaia'yı
(lznik) bırakarak 1261 'de lstanbul'a dönmeleri, Batı Ana-
clolu'dakl varlıklarının daha da zayıflamasından başka bir
sonuca yol aı;mayacaklı.
Osmanlıların sonradan oluş\ urdukları söylenccye bakılır-

ı. (l.g.<'.,5. 2.!l-2.9.
47
sa, kendileri luifirlerle savaşmak üzere Konya'dakı Selçuklu
Türk Sultan'ı tarafından özellikle Söğüt bölgesine gönderil-
miş gazilerdi (lsliim'ın askeri kumandanları). Osmanlıların
etrafında oluşturulan dinsel propaganda onların dinin ko-
ruyucusu oldukları imajını daha da güçlendirdi. Ama kendi
dindaşlarıyla savaşırken de gazi adını alabilirler miydi?
Gerçekte, iki dünya arasında kurulmuş bulunan Osmanlı
devleti, başlangıcından itibaren kozmopolit bir yapıya sahip-
ti. Tüm inançları ve etnik toplulukları bir bütün olarak algı­
lamış ve Balkanlı Ortodoks Hıristiyanlar ve Anadolulu Sünni
Müslümanların birliğini tek bir politik yapıda birleştirmişti.
Osman ve haleli Orhan Beyler, öncelikli kaygıları din i~·in
savaşmak olmamakla birlikte, devletlerini kurma yolunda,
göçebe Türkmen gazilerinden olduğu kadar, merkezi otori-
tenin çökmesinin kurbanı olan kentlilere yardım eden Ahi
hayır dernekleri nelen de yararlanmışlardı.
Osmanlıların ilk hükümdarı, "gazilerin başı" imajından
oldukça yararlanmış, dindaşları arasındaki çekişmelere da-
yanarak ve olabildiğince barışçı yöntemler kullanarak top-
raklarını genişletmişti.
Selc,;ukluların çökmesi Osman Bey'e önce Eskişehir Kale-
sini, ardından da, başkenti yaptığı Yenişehir kentini ele ge-
çirme imkanını tanıyacaktı.
6 Nisan 1326'da oğlu Orhan, Bitinya'nın başkenti ve Bi-
zans'ın önemli bir kenti olan Prusa'yı (Bursa) ele geçirecek,
iki sene önce ölmüş olan babasını da buraya gömdürecekti.
Bölgedeki prestijleri oldukça büyüyen Osmanlılar bu an-
dan itibaren, komşu Türkmen beyliklerine karşı uygulamış
oldukları taktikleri Bizanslılarla ilişkilerinde de kullanmak-
ta tereddüt ctmed il er. Bizans! ıların iç çekişmeleri nelen ya-
rarlandılar, tarnfördan birine. karşı diğerine dayandılar ve
halla Hıristiyanların hizmetinde çalışacak paralı asker bö-
lu ki erini lstanbu l'a gönderdiler
Bu dönemden başlayarak Bizans yönetici sınıfının üyele-
ri, Osmanlı saflarına katılmaya başladılar. Bunların bir bö-
lümü Hıristiyan kalmakla birlikte, diğerleri Müslümanlığa
geçtiler. O dönemde yaşamış bir Türk vakanüvisi, lstan-
bu\'un doğusundaki Aydos Kalesinin Orhan Bey'in birlikleri
tarafından ele geçirılişini anlatır: Kalenin yöneticisi olan Bi-
zans Prensinin kızı, rüyasında bir çukura düştüğünü, güzel
ipekli elbiseler giymiş genç bir adam tarafından kurtarıldı­
ğını görür. Osmanlı birliklerinin komutanı Abdurrahman
Gazi kaleyi kuşattığında, kız kaleyi ele geçirmesinde yar-
e.hıncı olur. Daha sonra Müslüman olan kızı Orhan Bey ku-
mandanıyla evlendirir.
Bir başka örnek, Bizans Beyi Evrenos'tur. Bursa'nın fethi-
nin ertesinde Orhan Bey'in emrine girip Müslümanlığa ge-
çen Evrenos, bundan sonra Osmanlıların önde gelen komu-
tanı olmuştur. Orhan Bey'in haldi l. Murat devrinde hü-
kümdar bizzat devletinin sağ kanadına (doğu cephesi) ku-
manda e<lip Karadeniz Kıyılarına saldırılar düzenlerken,
Evrenos Ege Denizi boyunca konuşlanmış sol kanadı (batı
l'.ephesi) yönetmekteydi. Ege ordusuna kumanda eden Ev-
renos, Makedonya ve başkenti Tesaloniki'nin (Selanik) fet-
hinden sorumluydu. Bizans lmparatorluğu'nun uzun çökü-
şünden yararlanarak lmparatorluktan kopan ve keneli dev-
letlerini kuran iki Slav halkıyla; önce Bulgar, sonra da Sırp­
larla savaştı. Trakya'yı, Arnavutluk'a dek Makedonya'yı ve
Sofya dahil olmak üzere Bulgaristan'ı ele geçirdi ve Bizans
imparatoru Andronikos lV Palailogos'u (]376-79), iktidara
gelmesine yardımcı olan Murat'ın vasalı olmaya ikna eui.
1389'da, Murat'ın dört oğlundan küçüğü J. Bayezit tahta
geçti. Murat, Güney Sırbistan'daki Kosova savaşında öldü-
rülmüştü. Annesi Yunanlı olan Bayezit, Hıristiyan ve dönme
Osmanlıların adayı -ve sonradan öldürteceği- ağabeyi Ya-
kup'a ters düşmüştü. Evrenos Bayezit'in saltanatı altında Or-

49
la ve Güney Yunanisıan'ı fethetti. 1392'de Teselya ve Yenişe­
hir adını vercl iği Larisa'yı ele geçirdi. Bu eyalelin Lamaını,
Bayezit tarafından tımar olarak Evrenos'a verildi. Daha son-
ra, Yunan asıllı Osmanlı generali, Bizans lmparatonı V loaıı­
nis Palaiologos'un küçük oğlu ve Mistra'nın Yunanlı despotu
I. Theodoros'un yardımıyla, birincisini 1397'de işgal elliği
Salona (Amfisa), Atina, Achaia'daki Frenk devletlerine ve
Peloponcsos'un güneyindeki Venec.lik kolonileri Modon
(Methoni) ve Koron'a (Koroni) saldırdı. Yani, Arahölge'nin
yükselen yeni İmparatorluğu hesabına 15. yüzyılda Yunanis-
Lan'ın fethini haşlatan kişi, Anadolulu bir Yunan beyiydi.
Anadolu'daki Müslüman heyliklere olduğu kadar, Hıristi­
yan Bizans imparatorluğu na karşı da henzer taktiğin kulla-
nılması, dinsel çevrelerin arzuladıkları cihadın, Osman ve
Orhan Bey'lerin tarihe '){azi' sıfatıyla geçmiş olmalarına kar-
şın, Osmanlı politikasının, 14. yüzyılın haşlangıcında bile te-
melini oluşturmadığını kanıLlamaktadır. Orhan 1345 yılında
yönetimi zayıOaıan iç bölünmelerden yararlanıp taraOardan
birine karşı ötekine destek vererek ve karşılığında her ikisin-
den de toprak alarak Karesi Türkmen Beyliğinin tamamını
ele geçirecekti. Karesi'nin ilhakı oldukça önemlidir, çünkü
Osman 1ı lara topraklarını Çanakkale Boğazını içerecek şek ii-
de Marmara Denizi boyunca genişletme olanağını verecekLir.
Bizans lınparaLoru Ill. Andronikos Palaiologos'un 1341'-
deki ölümünden sonra VI. loannis Kantakuzenos ile V loan-
nis Palaiologos arasında bir Laht kavgası başlaınışlir. KanLa-
kuzeııos Orhan Bey'in desteğini isLemiş ve onun yardımıyla
galip gelerek 134 7 'de tahtı ele geçirmiştir. Orhan ise Kanta-
kuzcııos'un kızı Thcodora ile evlenmiştir. 1349'da Sırp Kralı
Stefan Duşan (1331-1355) Bizans'Lan Tesaloniki'yi (Selanik)
almıştır. Kantakuzenos ise damadı Orhan Bey'i yardımına
~·ağırmış, o da büyük oğlu Süleyman'ı 20.000 askerle birlik-
le yollamışıır. Sükyman Bizans donanmasının da yardımla-

50
rıyla kenti kurtararak lstanbul'daki yönetime geri vermiştir.
Daha sonra Kantakuzenos, Sırp ve Bulgarlarla birleşen V lo-
annis Palaiologos'u, Orhan Bey'in oğlu Süleyman'ın yardı­
mıyla 1352'de Didymoteiho'da (Dimotika) yenmiş, damadı­
na ödül olarak Çanakkale'nin Avrupa Yakasında, Gelibolu
Yarımadası üzerindeki Çimpe (Tzympe) Kalesini vermiş, ka-
lenin mülkiyeti 1353'de Süleyman'a geçmiştir. Ayrıca ertesi
yıl Süleyman Gelibolu Kalesini de ele geçirecektir.
Osmanlıların Avrupa'ya kalıcı şekilde yerleşmeleri, daha
sonra, Yunanh olduğu kadar Türk Baucı unsurlarca, Türk-
lerin "Avrupa Kıtası"na ayak basmalarını tanımlayan önem-
li bir olay olarak yansıtılmıştır. Oysa Avrupa'nın Hıristiyan
kıtası olduğu yolundaki Frenk görüşü, bölgeye Batılılaşma
sürecinde sokulmuştur. Aynı Antik Yunan dünyası gibi Bi-
zans imparatorluğu da Ege Denizi'ni bir sınır değil, çevre-
sinde geliştiği bir merkez ve geçiş bölgesi olarak görmek-
teydi. Yani Bizans, Balkanlar ve Anadolu olmak üzere iki
akciğere sahipti. Mirasçısı Osmanlı imparatorluğu da, aynı
şekilde ve tüm doğallığı içinde, Avrupa ve Asya değil, Ru-
meli (Balkanlar) ve Anadolu'nun; Ege ve Boğazlar'ın iki kı­
yısında gelişmişti. Rumeli'ye geçişin ise, imparatorluğun
toprak mirasının devriyle ilgili sembolik bir önemi vardı.
Osmanlıların Gelıbolu'ya kalıçı şekilde yerleşmeleri Bi-
zanslıları kısa vadede kaygılandırdıysa da, bunun nedeni
stratejikti. Boğazlar'ın deniz kolu lstanbul için etkili bir ko-
numdaydı. Bu geçitin Osmanlıların eline geçmesi, başkenti
iki yönden kuşatılma tehlikesiyle karşı karşıya bırakıyordu.
Roına'daıı bakıldığındaysa, görünüş farklıydı. lsıanbul mer-
kez değil, pcriferi kabul ediliyordu. "Sapkın Yunanlılar"a du-
yulan sürekli nefrete karşın Bizans yine de Avrupa'nın en uç
noktasını Müslüman tehdidine karşı koruyan bir sınır boyu
olarak nitelendirilmekteydi. Osmanlıların "Avrupa"ya geçme-
si, Latinleri derind('n kaygılandırmıştı. Ağustos 1354'de lstan-

51
hul'daki Vem:dik baylosu, Bizansm karşılaştığı hu tehlike ne-
deniyle kaderini güçlü bir Hıristiyan (yani Katolik) devletin
ellerine teslim etmeye hazır olduğunu yazacaktır.
Katolik Avrupa'da Osmanlıları geri püskürterek lstan-
hul'u Katolikleştirmeyi amaçlayan yeni hir Haçlı Seferi ha-
zırlanmaktaydı. 25 Aral ık 1366'da Papa, Türklere karşı
Haçlı Seferini ilan eden bir Bulla (Resmi Papalık Bildirisi)
yayınlayacaktı. Gelibolu Osmanlılardan geçici olarak Sa-
voy'lu (Savoie) Kont 11. Amadeo'nun Katolik donanmasınca
24 Ağustos 1366'da geri alınacak, ama Bizans İmparatoru
IV Andronikos Palaiologos 10 yıl sonra kaleyi, tahtını borç-
lu olduğu Osmanlılara geri verecekti!
Osmanlıların Rizanslılaşması, l. Rayezit'in 1389'da tahta
çıkmasıyla hızlanmakta gecikmedi. llk Osmanlı'nın devrin-
de, henüz kendilerinden daha güçlü olan Anadolu'daki
Türkmen dindaşlarla iyi geçiniliyor, gü~: batıya yöneltiliyor-
du. Rumeli'ye yerleşildikten sonra, Osmanlı'da imparator-
luk veraseti bilinci yerleşecek ve ana saldırı yönü doğuya,
Türkmenler üzerine dönecekti. l. Bayezit, etrafında, vasah
olmuş Balkanlı Ortodoks Hıristiyan hükümdarları topla-
mış, Kosova savaşında ölen Sırp hükümdarı l. l.azar'm kızı
ve halefi Stephan Lazareviç'in kızkardeşi olan Marla Despi-
na ile evlenmişti Daha sonra, Anadolu'daki Müslüman
Türk beyliklerine cepheden saldırarak onları yok edecekti.
Henüz 136l'de, lstanbul'un yalnızca 230 kilometre batısın­
da, Rumeli'de bulunan Edirne (Adrianupolis) fethedilerek
Osmanlı başkenti yapılmıştı. lki imparatorluk arasındaki
miras ilişkisi, kendini, Rayezit'in Bizans'tan aynı düşmanı,
Katolik Frenkleri devralmasında da göstermekteydi.
Osmanlı ordularıyla ilk karşı karşıya gelen Venedik idi.
l393-95'te Arnavutluk'ta iki savaş oldu. Scutari'dekini (İş­
kodra) Osmanlılar, Durazzo'dakiııi (Durres) ise Venedikliler
kazanacaktı. Venedikhler yüzyılın sonlarından başlayarak,

52
1204'te yıktıkları Bizans'ın mirasçısı olan imparatorluğun
Akdeniz'deki en önemli düşmanı haline geldiler. 1884'te
Rus Ortodoksu Yladimir Lamansky şöyle yazacaktır:
"Türkler Venedik'ten a~ama aşama, lyon adaları dışındaki.
tüm Yunan lopraklarını koparmışlardı. Osmanlı rıüfu.zu Alde-
niz'dc Latin egemenliği aleyhine gelişiyor; bu açıdarı Yunanlı­
lara büyük yarar sağlıyordu. "3
Bayezit,· Ama vu t 1uk'u n fethedilen bölge 1erinde vasal ı
olan ve KaLolik Venedik ve Müslüman Anadolu'ya karşı,
İmparatorluğun iki cephesinde kendine yardım edecek ye-
rel beylerle bağlaşıklık kurmuştu. Bu aynı zamanda, 19.
yüzyılın sonuna dek imparatorluğun mükemmel savaşçıları
olacak Arnavutların Sultan ordusuna katılmalarının da baş­
langıcıydı.
Rayezit, Venediklilerin yanı sıra, yeni bir Haçlı Seferi dü-
zenleyen kralları Sigismond'dan dolayı Katolik Macarlara
da karşı durmak zorunda kalmıştı. Bundan böyle Macaris-
tan, yüzyıllar boyunca Orta Avrupa'da, llatı'nın kıtasal vu-
rucu gücü olacakLı.
Macaristan'ın Katolik yönetici sınıfı, biri kendi Ortodoks
köylülüğüne, diğeri Osmanlı lmparatorluğu'na karşı olmak
üzere ikili bir savaşım yürütüyordu. Arabölge'nin Müslü-
man-Ortodoks İmparatorluğuna karşı Katolik Ratı'nın ko-
ruyucusu olan Macaristan, Katolik Polonya'nın Ortodoks
Rusya'ya karşı 20. yüzyıla dek üstlendiği rolü yerine getir-
mekteydi.
14. yüzyılın sonunda Papa IX. Bonifacio'nun Haçlı Seferi
\'.ağnsma yanıt olarak Batı Katolikliğinin seçkin tabakasının

3 Vladiınir laınansky, Secret' <l'l!tat d<' \hıise.. Drınmımt.~. Exrıaits, i\'11tia.~ .~t
/!tudes :<<'.tvatır .ı nlairciı irs nıppıırts de la Sdgn<'urir ave.L in Gre'"· k_, <;laves et
fo Porte Otıom~ne, a la Jüı du XV. d au XV leme sliede_; (Vcnedik Devletinin
Sırları. Seııyörlüğün Ylıııanlılarla, Slavlarla ve Osmanlı Ildb-1 Alisiyle ilişkilerini
aydınlatmaya yarayanık belgeler, özetler, notlar), Ncw York, Bun Franklin,
1968, l. ~ilt, s. XIV-XVIL
53
üyeleri olan İngiltere, lskoçya, Polonya, 13ohemya, Avustur-
ya ve lsviçre'nin temsilcileri 13uda'ya akın ettiler. 1396'da Si-
gismond\ın komuw ettiği Haçlılar 1una'yı Nikopolis üzerin-
den geçLikLen sonra, Müslüman ve Ortodoks dünyasında iti-
barı hızla arwn 13ayezit'e yenildiler. Ama Macarlar savaşımı
sürdürecekler, 1427'de 13elgrad'a dek ilerledikten sonra, Os-
man 1ılarca 1541 'de ilhak edilişlerine dek geri sürüleceklerdi
1699'a dek bir buçuk yüzyıl boyunca lstanbul'daki impara-
torluğa bağlı kalacaklardır. Ama Macaristan ile Ara bölge lm-
paratorluğu arasında kurulan bu karşıtlık ilişkisi, \facaris-
tan'm hiçbir zaman kültürel anlamda -önce Bizans, ardından
Osman 1tlar ta rafından biçimlendirilen- Ba !kanların bir par-
ças ı o !arak kabul edilmemelerine neden ol m uşLur.
Rizaııs'ın toprak mirasının devri sürecini tamamlamak
ir,:i n Rayez iL'i n Arabölge'nin başkenti lstanbul'u ele geçirme-
si gerekmekteydi. Şdıirlcr Şchri'ni üçüncü k::z kuşattığında,
Bizanslıların Karadeniz'e geçişini engellemek üzere Roğazi­
çi'n in Anadolu Yakasına "Anadolu Hisarı"nı i n~a etli reli.
Ama sözkonusu mi ı-as, Ra yezit l 403'Le Tim urlenkin tutsağı
olarak öldüğü ve oğulları 1413'e dek veraseL kavgasına gi-
rişLi k leri için ancak yarım yüzyıl sonra devralınahilecekti.
13u fetret yıllarında R izans, Osman 1ı lar arasındaki kardeş
kavgasından yarar !anma yo 1una gitmem iş ti. Tersine, 1m pa-
ra Lor 11. \1anuel Palaiologos ve Ortodoks Hırıstiyan Os-
ırnmlılar, beş oğuldan biri olan l. Mehmet'e yardım ederek,
rakiplerini yenip, dağılmış Osmanlı birliğini yeniden oluş­
turmasını sağlamışlardı. Ru, aynı Müslüman halkın cihadı
gihi, 13atılılarııı }fa~:lt Sdni anlayışının da Ortodoks halka
yabancı olduğunun kanıudır. Hatta, göçebe Türkmenlerin
gazi 1i k ideali olarak ya nsllll k la rı da, gazve adı verilen bir
ı ü r \'ağmadan başka bir şey değile..\ i
Son hir Ha(;lı Seferi, beklenmedik şekilde 142l'dc ölen l.
MehıııeL'in yerine geçen oğlu 11. Murat'a karşı 1440'da Papa

54
IV. Eugenio tarafından düzenlenecekti. H.37'de ölen Sigis-
muncl'un yerine Macaristan ve Polonya kralı olan Ladislas
(Vladislav) ve onun Transilvanya valisi janoş Hunyadi sdere
komuta edeceklerdi. lslam'a karşı Ratı Katolikliğinin kahra-
manı olan vali, Avrupa'nın belli başlı ülkelerinden gelen Haç-
lılarca birlige katılmıştı. Aralık 1443'de Murat onunla, aleyhi-
ne olan Edime barış anlaşmasını imzalamak zorunda kalmış­
tı. Zaferlerine.len cüret alan Papa, "Müslüman kafirlerine" ve-
rilen süzkrin geçersiz olduğu bahanesiyle, Haçlıların önder-
lerini anlaşmayı ihlal etmeye teşvik eLLİ. Katoliklerin bu hain-
liği Türkleri olduğu kadar Ortodoksları da kızdırmıştı. Bu şe­
kilde, bu kez Vencdiklilerin <le katıldığı Macar Hac.;lı Seferi
yeniden başlayacaku. 1444 yazında Buda'daıı harekN eden,
Hırisriyan ve Müslüman köylerini yagmalayıp sapkııı olıluhlcı­
n bahanesiyle kilisekri yakarak Bulgaristaıı'ı kaı'ec.len ulusla-
rarası Haçlı ordusu 10 Kasım'da Varna'ya varacaktı. Yt~niçeri­
lerce ele geçirilen Ladislas öldürülecek, Hunyadi ise kaçacak-
tı. Bu, Ratı'nm tam anlamıyla bir bozgunuydu. Ruda'ya dön-
düğüne.le \/lacaristan'ın kral naibi olan Prens, son bir ~·abayla
yeni bir uluslararası Haçlı ordusu toplayarak güneye yönele-
cekti . .Ama Murat, Haçlı ordusunu SırbisLan'da kıstırarnk 17-
20 Ekim tarihleri arasında yapılan 2. Kosova sava~ında yene-
cekti. Murat birkaç yıl sonra 5 Şubat 1451'c.le, yazılı vasiye-
tinde halefi olarak sonradan "fatih" lakabını alacak oğlu 11.
MehmeL'i bırakarak, heyin kanamasından ölecekti.
·foprak mirasının devralınması, Şehirler Şelıri lstanhul ele.
geçirilmeden tamamlanmış sayılmazdı. Runu, sağ kolu Yunan
dönme.si Zagnnos'un yardımlarıyla, Arnhtılgt"nin yeni ''Rüyük
lskcncler"i ll. Mehmet gerçekleştirecekti. TT. \/lehmet 1452'de
Bizanslıların Karadeniz'e geçişlerini engellemek ve Bizans'a
Karnc.leniz'c.len yardım gelmesini önlemek, Anadolu'daki Os-
manlı birlik le ri n in Rum el i'ye. ge\:işini sağlamak üzere. llo gazi-
~: i'n in Rumeli Yakasında, Istanbul'un 15 kilometre kuzeyinde,

55
BayeziL'in 1396'da inşa etıirdiği Anadolu Hisarı'nın karşısına
gelecek şekilde, "Rumeli Hisarı"nı inşa ettirdi.
Devşirme sınıfının bir üyesi olan komutan Zağanos, kayın­
pederi il. Murat tarafından, oğlu Mehmet'e genç Şehzade'yi
iktidarın sorumluluklarına hazırlaması için özel öğretmen ta-
yin edilmişti. Murat'ın ölümünden sonra Zağanos, yeni im-
paratorun başlıca danışmanı ve İsıanbul'u ele geçiren komu-
tanlardan biri olacaktı. Kentin <lüşüşün<len iki gün sonra
1453'ıe, İmparatorluğun Vezir-i Azamlığı (Başvezirliği) ve
Rumeli Beylerbeyliğiyle görevlendirilecek, son ünvanı onun
yalnızca başkentte değil, Yunanisıan'da da Osmanlı ordusu-
mı yönelmesini sağlayacaktı. Yani bir Yunanlı olan Evre-
nos'un 14. yüzyılda başlattığı Yunanistan fethi, 15. yüzyılda
bir başka Yunanlı, Zağanos tarafından tamamlanacaktı. Bu
ikilinin, sözü geçen toprakların büyük kısmını, aynı toprak-
ları daha önce yitirmiş olan Yunanlıların elinden değil, Bul-
gar, Sırp ve Frenklerin ellerinden aldıkları söylenmelidir. Bir
başka deyişle, Yunanistan'ı Istanbul'daki İkumeni Pn: ldi-
ği nin yetki sahası içine dahil etmişlerdir. Nesnel konuşmak
gerekirse, Evrenos ve Zağanos'un dolayısıyla Rum Ortodoks-
lugu'nun çıkarları için savaşmış oldukları söylenebilir.
Zağanos'ıan sonraki Vezir-\ Azam (Başvezir), il. Mehmet'in
arkadaşı ve en yakın danışmanlarından biri olan komutan
Mahmut idi. Sırp değil Yunan asıllı olan Mahmut, Ortodoks
Hıristiyan bir aileden doğmuştu. Trabzon'un Yunanlı lmpara-
toru'nun pmıovesıi,ırios'u Georgios Amoirutzes ile kardeş ço-
cuğuydu ve Angelos'Laki Bizans lmparatorluk ailesinin so-
yundan gelmekteydi. Peloponesos ve Mistra <lespoıluğu fe-
tihleri, hükümet ettiği sırada, (1460-61) gerçekleştirilecekti.
il. Murat vasiyetinde genç İmparatorun koruyucusu ola-
rak, nüfuzlu Çandar!ı ailesinin ferdi ve Türk soyluluğunun
başlıca temsilcisi Çandarlı Halil'i belirlemişti. Yeni hüküm-
dar 11. Mehmet, yaşlı Halil'\ saltanatının ilk Başvezir'i ata-
mak durumunda kalacakıı. Ama Halil isLanbul'un fethine
muhalefet edecc.k, ll Mehmet de kentin düşüşünden üç
gün önce divanı toplayacaktı. Çan<larlı Halil, 21 yaşındaki
genç İmparatora, girişilen işin çok riskli olduğunu açıklaya­
cak ve kuşatmanın kaldırılmasını isteyecekti. Daha sonra
sözü alan Zağanos Paşa Başvezir'in kaygılarının temelsiz ol-
duğunu söyleyecek, Bizans Imparatorluğu'nun düşüşünü
öngören kehaneLlerden bahsedecekti. ll. Mehmet kadar
genç olan Büyük iskender'in daha az sayıdaki ordusuyla
dünyanın yarısını fethettiğini örnek verecekti. istanbul'a
saldırının sonuna dek götürülmesi gerektiğini savunacaktı.
Çok sayıda genç kumandan Zağanos Paşa'yı destekleyecek,
Halil Bizanslılar lehine çalışmakla suçlanacaku. Çan<larlı
Halil 1 Haziran 1453'<le ailesinin çok sayıda üyesiyle birlik-
te Luıuklanacak ve mallarına el konacaktı. Türk soyluluğu,
imparator ve genç dönmeler tararından bastırılmışu. Yani
lsLanbul'un Türkler tarafından değil, Palaiologosların çö-
ken hanedanı yerine Osmanlıların yükselen hanedanını
yerleşLiren ve bu şekilde <le Rumluğa fazladan bir 400 yıllık
büyüklük armağan eden Yunanlılar tarafından alınmış ol-
duğu belirtilmelidir. Osmanlı imparatorluğu, aynı zamanda
Rumların da İmparatorluğuydu. Yunan okullarında "Tur-
kokratia'nm ("Türk egemenliği"nin) karanlık yılları" efsa-
nesi yerine bu gerçek okutulmaya başlatıldığında, Yunanlı­
ların tarihinde Rumların bilincinde yerini alacak yeni bir
sayfa açılacakur: Yunanlılar artık İmparatorluğa "bizim im-
paratorluğumuz" adını vererek, Frenklerin imparatorlukta-
ki Yunan katkısını (önemini) azaltmaya yönelik niyetlerini
tamamen yok edeceklerdir.
Türkiye Cumhuriyeti yetkililerinin her yıl 29 Mayıs'ı "ls-
lanbul'un 1453'te fedıedilmesinin yıldönümü" olarak coşkuyla
kutlama adetinin, aynı günün ALina'<laki devlet tarafından
Yunan halkının yas günü olarak anılması adetini meşrulaş-

57
tırdığın ı, dolayısıyla
ela Batı yanlılarını ıı ekmeğine yağ sür-
düğünü ekleyebiliriz. Gerçekte, lstanbtıl'tın "Feılıi" yerine,
Frenk sömürüsünden "kurtanlması"ndan bahsetmek daha
doğru olacaktır. Beş yüzyıldan fazla bir süreden sonra bu
fetih fikrinde halen ısrar etmek, Türklerin bölgeye yabancı
oldukları, "Faıilı"lik sıfatıyla, daha güı,;lü olma hukukuna
dayanarak bölgeyi yönettikleri ve onları bu nedenle geldik-
leri Orta Asya'ya sürmeye ı.;alışmanın tamamen meşru oldu-
ğu yolundaki 19. yüzyıl Frenk teorisine (ki bu teori 1071
Malazgirt Savaşının, Anadolu'nun Türkler tarafından fethi-
nin yıldönümü olarak kutlanması ile de pekişmektedir)
katkıda bulunmaktadır. fransa'da l;rankların Galya'yı fethi,
ya da Yunanistan'da Akaların Yunanistan'ı fethinin kutlan-
dığı görülmüş müdür? 29 Mayıs 1453, Atina ve Ankara'da
Frenk fethinden kurtarılmış Arabölge'nin bağımsızlığını
temsil eden gün olarak kutlanmalıydı.

Politik, kültürel, 4 ekonomik


ve toplumsal miras

Bizans'ın politik mirasının Osmanlı'ya geçmesi için, Osman


lley'in 1280'c.Je kurduğu göçebe Türkmen beyliğinden, son
Bizans kalesi Trabzo ıı imparatorluğu nun 1461 'de el üşüşü­
nün ertesinde doğan, lL Mehmet'in Arabölge lınparatorlu­
ğu'na dek yaklaşık ikiyüz yılın geçmesi gerekecekti. Ama da-
ha birinci yüzyılın sonunda Osmanlı lmparaıorluğu'nun l.
Bayezit ve "fetret" arJı verilen dönemin hükümdarları taralın­
dan "Bizanslılaştırılması" o rJenli i !erlemişti ki, Yunanca, Os-
manlı'nın idari rJili olarak kabul edilmişti. Dengeyi sağlamak
ve Türklerin Yunanlı kitle içinde asimile edilınesini engelle-
mek için, daha sonraki hükümdarların tepki göstermesini

-+ Buradaki '"lıiilrlirel" terimi aslımla, "ın«~m·lığcı ilislıitı" ,ınlaıuın<lmlır Kıiltıir ve


un~;ulıl< kavr;rnıhırı m~ısımbl<i ;ıyrım i(in 1-+. 'ay foya bakınız.

58
beklemek gerekecekli. I. Mehmer (1413-21) eskiden Yunan-
ca olan idari dili Türkçe ve Farsça olarak belirleyecekri. Yine
<le Yunanca, Sultanlar ve vezirleri tararından uluslararası dil
olarak kullanıl maya devam etti. Bu konuda, Osmanlı lmpa-
rntorluğu'nun halyanlarla yazışmalarında Latinceyi değil, Yu-
nancayı kullandığını belirtmek ilginç olacaktır. Sulranların
resmi mektuplarının yanı sıra, Osmanlı yüksek görevlileri ve
Bab-ı Ali ileri gelenleri tarafından kaleme alııımış zengin bir
mektuplaşma arşivinin varlığı, mektupların anadili Yunanca
olmayan kişilerce yazıldığını ve bu mekttıpları çeviren Yu-
nanlı katipleri ıı varlığından bahsedilemeyeceğini kanıtla­
maktadır. Yani doğrudan doğruya Yunanca yazan, Osmanlı
Türkleridir. Bu şekilde ll. Mehmer'in Yunanca fermanları ve
Ve ned ik'le imzaladığı Yunanca anlaşmalar mevcu tru r. II. Ba-
yezi t'ten (1481-1512) kalan çok sayıda Yunanca belge arasın­
dan, 7 Nisan 1503'te Venedik dükasma yazdığı mektubu ör-
nek verebilirim. Bu mektup şöyle başlamaktadır:
"Soııllan Rayezit Tlıcu dıariti Basileus kai Autokrator (ton
Romaion) ampotron ıon epeiron A!iias te Europcs kai ton lıeh­
esteilan ,mılıropoıı.~ ton eis ten Poli ... En KonsLanti ııo­
scs ...
upolei, ırıeni April iou 7"
Bu cümlelerin anlamı şudur:
"Sultan Bayezit, Tanrı111n izniyle Asya ve Avrupa kıta/cırı­
nm ve dünyanm ~eri kalanmm (Rumların) Basileus ve Au-
tokrator'ıı ... onlar bazı lıdamlamıı şehre (cis len Poli=lslan-
bul) göne/erdiler ... Koıısrantinopolis'ie Nisan ayının nindc
imzalandı."
Yukarıdaki metin çarpıcıdır ı:;ünkü
Türkçenin Yunancadan
yaptığı bazı alıntıları göstermekredir. Bunlarn örnek, Yunan-
cadaki "te" (Asias tc Europcs) bağlacından gelen "de" (da)=
"ve" bağlacı ya da lsranbul adının kökenidir ("isrinboli" ola-
rak telaffuz edilen "ei.~ len Poli", Yunancada "Şehre" anlamına
gclmekLedir). O dönemde, tarihin izlediği imzada da gürül-

59
düğü üzere, "KonsLanLinopolis" resmi adlandırması ela kulla-
nılmaktaydı. Ayrıca mektup, Sultan'ın kendisini haldi saydı­
ğı Uizans lınparalorlarının ünvanmı aynen kullandığını gös-
termektedir: Sultan kendi için, Rumların "kral" ve "impara-
tor"u anlamına gelen ve Yunancada "vasilevs" ve "avtokraLor"
şeklinde telaffuz edilen ünvanı kullanmaktadır. Son olarak,
aynı Antik Çağ'ın Yunanlıları gibi, Ege Denizi'nin ban yakası­
na "Avrupa", doğu yakasına da "Asya" demektedirler ki, bu
da Ege Denizi'nin Arabölge için teşkil ettiği merkeziliği be-
lirtmektedir. Bizanslılar Asya'ya, Yunancada Doğu'yu ifade
eden 'A.natole" adını da veriyorlardı, ki bu ela sonradan Türk-
çede "Anadolu" halini alacaktı. lşte Osmanlılar imparatorlu-
ğun iki akciğeri olan Rumeli (Avrupa) ve Anadolu'nun (As-
ya) oluşturduğu bu coğrafyada oturuyorlardı. "Ve dünyanın
geri kalanı" anlamına gelen "kai ton hekses" cümlesiyle de
lkumeni imparatorluğu kavramını yeniden kullanıyorlardı.
Ama Farsça'nın niçin Yunanca'dan daha az tehlikeli gö-
rüldüğü sorulabilir. Çünkü göçebe kökenli Türklerin idari
dil olarak, yüksek ölçüde örgüÜü bir devletin diline (Fars-
ça, Arapça ya ela Yunanca gibi ... ) gereksinimleri vardı. Arap
ülkelerinin 151 Tde ilhakına elek, fethedilmiş yegane impa-
ralorluk Bizans idi. Bu nedenle asimilasyon tehlikesi önce-
likle Yunancanın kabul edilmesinden doğuyordu. Ayrıca
Yunanca, Türklerin kabul ettiği dışındaki bir dinin diliydi.
Aynı şekilde Atatürk de bir Türk-Yunan konfederasyonu-
nun oluşturulmasını istemesine rağmen, Arap alfabesini
Yunan değil, J_atin alfabesiyle değiştirecekti.
Çin tarihinin Mançu dönemiyle (1644-1911) kurulacak
bir paralellik ilginç olabilir. Aynı Osmanlı Türkleri gibi
\fançular da, Türk, Moğol ve Tunguzları bir araya getiren
ve Avrasya kıtasıncla batıdan doğuya ve Hindistan'a dek gü-
neye doğru pek çok imparalorluk kurmuş olan büyük
Türk-Moğol ailesinin parçasıydılar. Çin lmparatorluğu'nun

60
mirasına 17. yüzyılın ikinci yarısında tamamiyle sahip olan
Mançular Çinlilerin bünyesinde o derece asimile olacaklar-
dı ki, göçebe halkının kendine özgü neyi varsa hu yolda
harcadıktan sonra, Çin milliyet\'.iliği tarafından 20. yüzyılda
"sıkılmış bir limon gibi" kenara atılacaklardı. Hatta Ana-
yurtları Mançurya'ya "Kuzey-Doğu Çin" adı verilecekti.
Mançu dili ve kültürü günümüzde yalnızca Çinlilerin hoş­
görüsüne değil, gerçek bir etnoside (emik kıyıma) maruz
kalmaktadır. Kılanın diğer ucundaki akrabaları olan Os-
manlı Türkleri ise, son kertede onlarla aynı kaderi paylaş­
mayacaklard~. Bunun nedeni neydi? Hiç kuşku yok ki, bu
soruya kitabımızın dar sınırlan içinde yanıt vermek müm-
kün değildir. Ama yine de olguyu ortaya koymanın gerekli-
liğine inanıyoruz. Yine de Türkicrle Moğollarm akrabalık
derecesini incelemek yerinde olacaktır: Pek çok tarihçinin
göstermek istediği kadar yüksek miydi bu akrabalık derece-
si? Bu soru Türk-Yunan ilişkileri açısından temel bir öneme
sahiptir. Bugün halen Yunanistan'da iki halk arasında kuru-
lacak her türden ittifaka karşı çıkanlar, "Moğol" ve "Ural-Al-
taylı" olan Türklerle, "llinL-Avrupalı" Yunanlılar arasında
herhangi bir uygarlık bağının öngörülemeyeceği argümanını
yükseltmektedirler. Bugün bile Türkiye'ye gelen Batılı turist-
lerden kaçı (aslında Yunanlılardan hiç de farklı olmayan)
Türklerin yüzünde "sarı ırk"ın izlerini aramaz? Bu durumu
bize aktaran, J;ransa'da Türk araştırmaları dalının en kıdem­
li şahsiyeti Robert Manlran idi; Fransız üniversitelerine Os-
manlı tarihiyle ilgili kalıplaşmış kanıları sokan, Türk olmak-
tan çok lslam ve Arap dünyasına ait boş düşünceler idi.
Hemen ırk sorunu ile dil sorunu arasında bir ayrım koya-
lım. 18. yüzyıl Avrupa'sının dilsel bulguları, Avrasya kıtası
üzerinde, Sami, Hint-Avrupa ve Ural-Altay gibi büyük dil
grupları belirlemek alışkanlığına neden olmuşlardı. Batı 19.
yüzyılının ırksal -hatta ırkçı- kuramları bu dilse.l araştırma-

61
lan ırk kavramına
da yaygınlaştırmaya uğraşmışlardır. Bu
şekilde, Hint-Avrupa diliyle kendini gösteren Aryan halkı
aynı zamanda bir ırk durumuna da gelmiş olacaktı. Oysa
hansızca ve Sanskritçe aynı dil grubundalar diye Hindistan
ve Fransa'nın da bir ırk bağına sahip olduklarını iddia et-
mek anlamsız olacaktır. Yunan asıllı Amerikan tarihçi Lerte-
ris Sravrianos daha akla yatkın bir tavrı sergileınekted ir:
"Türkler etnik olmaktan çok dilsel bir gruptıu: Ortak baj!ları
Türk dilleri aile~inin şu ya da bu biçimini kullanıyor olmala-
rıdır. Elnik anlamda karı~mış bir halk obalar da dış görımiiş-
1eri11dc Moğoldcm
.
çoh Kafhasyal
-
ı ları andı nna htadı rlar. "5
Haua bu dilsel birlik kuramı bile, bir diğer Fransız Tür-
kolog Louis Bazin gibi bazı dilbilimc i ler tarafından sorgu-
lanmıştır.6 Bazin, önce şu olguya dikkat çeker: ''Türk ya da
prolo-Türk dilleri lrnllanan halklar çok farklı fizikse! görü-
nüşlere sahiptir: A..til!a'nın Hunları kısmen 'Mongoloid' iken,
Çini ilerin beyaz tenli, muvi gözlü, kızıl saçlı, iri yan adamlar
olarak ıawir elli hicri Kır}{ızlar net bir şekilde 'Nordik' bir J{ö-
rüniime sahiplir; arkeolojik hazılanla ele geçirilen çok sayıda
eşya dolayıınıyla bize ulaşan _sakallı ve bıyıklı ilh Türk tarihi
tasvirleri, bunları 'Mongoloid' tipi altına dahil etmemizi im-
kansız kılmaktadır; yani bir Türk ırkı'ndan söz etmek an-
laı~sızdır. " Ayrıca yeni dilsel araştırmalar, özellikle de Al-
7

ınan bilimadamı G. Dörfer'in çalışmaları, Türk dilinin Ural-


Ahay kökenini ve '.\foğol tipiyle akrabalığını tamamen kuş­
ku altında bıraktığını da vurgulamaktadır.
Osmanlı Türklerinin kökenleri, M.S. 8. yüzyıldakl Oguz
Türklerinin kahramanlık çağında aranmalıdır. 1O. yüzyıl

) L. S. Sıavriuıws, Tlıe ~\'ıır/'1 it> 1500. A G'ob"l HiMory (1500"c K.:ı<l.:ır ])üıı)'a.
Küre,; el Bir Tarih), [ııl'.(lcWı)od Cli[[,, Ncw Jerscy, Prcıııic~-Hal l. 1970, s. 266_
n Bkz. Bazin'in "Jk/krıi(ııı~ "'" lı: rnıbfrıııc ·ıiımı-Mcıııgtıl" ("Türk-Moğol sorunu
üıninc düsiııın·kr'") bıı~lı klı ~·alışması, Tıı r,:na. 1'<11 is, XV. dh, 1981, s. 31-38.
7 u.,.:.c. s. 33.

62
ortasından başlayarak bunlara Türkmen adı verilecektir.
Batıda Oğuzlardan, doğuda Mançulara dek rom Türk-Mo-
ğol boyları gibi Şaman dinine mensuptular. Ama 9. yüzyıl­
dan 10. yüzyıla dek süren göç sırasında banya doğru hare-
ket ederek, Hazar Denizinin doğusuna, Bağdat'taki Arap ha-
lifelerin elinde bulunan ve Samanilerin İran hanedanı tara-
lından yönetilen Transoxian (Siri Derya ve Amu Derya Ir-
maklarının arası) yerleşeceklerdi. Burada da lslam'ın etkisi
altına gireceklerdi. Ama hangi lslam sözkonusuydu? Şaman
dinine mensup Oğuz Türklerinin hiçbir şekilde Sünni Arap
halklarıyla değil, önce Şii lranlılarla, sonra da Ortodoks Hı­
ristiyan Yunanlılarla ilişkiye geçmiş olduklarını unutmaya-
lım. Bu ilişkiden, karşılaşan üç dinin; Şamanlık, Şiilik ve
Ortodoks Hıristiyanlığın sentezi olan ve Alevilik adı verilen
saf Türk bir din ortaya çıkmışrı. Halen Türkiye Cumhuriye-
ti halkının üçte birinin mensup olduğu bu din, son döneme
kadar tarihçiler tarafından görmezden gelinmiştir. Bölgenin
büyük imparatorluklarındaki "uygar" dillerin (farsça,
Arapı;a ve Yunanca) Osmanlılar üzerinde uyguladığı ağır
baskılara ragmen Türk dilinin ayakta kalması gibi, Türk di-
ni de yüzyıllar boyunca hedefi olduğu korkunç zulümlere
rağmen günümüze dek gelebilmiştir. Ve gelecekte de Türki-
ye'deki resmi Sünniliğin yerini alabilmesi olasıdır.
Daha kesin bir deyişle, Oğuz Türkleri lslam dinini, Ebu
Süca Büyeyh tarafından kurulan ve 945 yılında Rağdat'ı ele
geçirerek Sünni halifesini himayesi altına almak suretiyle
büyük bir lran İmparatorluğu oluşruran lranlı Şii hanedanı
Büveyhoğulları (932-1055) dolayımıyla tanımışlardı. Zaten
Sel<;uklu Türkü Tuğrul Bey Bağdat'ı 1055'te bu Şii haneda-
nının elinden alacaku.
Ama Tuğrul Bey polirik çıkarlar nedeniyle ve rakibi Büvey-
hilerin Sünni halifesi nezdindeki konumlarını bozmak ve ikti-
darlarını gaspetmek üzere Sünniliği savunmaya karar verı.:-

63
çekti Bu dönemden başlayarak, Alevilik halk arasındaki el-
kinliğini korurken, Sünnilik de -sonradan Osmanlılar olacak
Selçuklulardan itibaren- Türklerin "politik" dini olacaktı. Os-
man!ılarm bu ataları, daha önce düşünüldüğü gibi 13. değil,
11. yüzyılın sonlarında, 1071'de Bizans'ı yendikleri Malazgirt
(Mantzkiert) savaşının erlesinde Batı Anadolu'ya yerleşecek­
lerdi Türkmenler Osman Bey'in devrine dek iki yüzyıl bo-
yunca bölgede en yüksek ücret ödeyene hizmet edeceklerdi.
Oğuz toplumunun yapısı, göçebeliğin genel kurallarına
tabi olmaya dayanıyordu. Açıktır ki çadırlarda yaşıyorlardı.
Başlarında, görevini yerine gelirirken soylular, beyler ve ka-
rılarından oluşan aristokrat sınıfından yardım alan seçilmiş
bir Büyük Hakan vardı. Oğuz beylerinin karılan "beyaz
yozlu 'ydüler, yani avam göçebeler gibi bronzlaşmama ayrı­
calığına sahiptiler. Göçebe toplulukların kadınlara verdikle-
ri özgürlükten yararlanıyorlardı: Ok auyorlar, kılıç kullanı­
yorlar ve güreş. öğreniyorlardı. Halla kimi zaman babaların
yeni doğacak çocuğun kız olması için dua ettikleri bile olu-
yordu. Aile yapısı tekeşliydi. At eti yeniyor, şarap ve kısrak
sülünden fermante edilmiş olan kımız içiliyordu.
1280'de Osmanlıların kurucusu olan l. Osman, her şey­
den önce lstanbul'u n iki adım ötesinde yerleşik bir kabile-
nin başıydı ve öncelikli kaygısı kabilesine güzel odaklar ve
zengin ganimetler sağlamaktı. Osman, herkesin birbirine
eşil sayıldığı bir beyler kurulunda primııs inter parcs (eşitler
arasında birinci -ç.n.) idi. Osman'ın etrafında oluşturulan
törensellik en alt safhaya indirgenmişli. O esasen, boylar
birliğini yöneten askeri bir önder idi. Gezici hükümeti ade-
ta atların eyerleri üzerinde kurulmuştu. Her boy özerkliğe
sahipti ve hukukunu kendi geleneklerine göre işletmektey­
di. Osmanlıların başı, olaylara yalnızca hakem olarak müda-
hale ediyordu. "Gazi" olduklarını iddia etmelerine karşın,
lslam yasalarının, klanların geleneksel yasalarına kıyasla ol-

64
dukça az elkisi vardı. Osman'ın Beyliğinin komşusu olan
Rumi Selçuklu Anadolu, resmi olarak Sünniydi ve Sünnilik
de elbene ki kentlerde mevcuttu. Ama boylar arasında ve
kırlarda Alevilik hakimdi. 14. yüzyılda Alanya'yı ziyaret
eden lbn Battuta (1304-77), Rum ülkesi kadınlarının peçeli
olmadıklarını ve Türklerin bu anlamda, erkeklerden daha
yüksek bir toplumsal konum bahşeuikleri kadınlara saygı
gösterdiklerini yazmaktadır. Gezgin, buna örnek olarak da,
yolculuk eden karısına eşlikc,:i erkeğin, eşine hizmet eden bi-
ri konumunda gözüklüğünü vermektedir. Baltuta, "Bu ülhe
sahiıı leriııin Sünıı i olmakırıııa rağmen haşiş (e.srar) çiğnedikle­
ri "ni de eklemektedir. 8 Haşiş, Şaman törenlerinde kendin-
den geçmek üzere kullanılmaktaydı. Daha sonraları bile
Arap kökenli Sünnilik yüzeyde kalarak halk killesine ulaşa­
mayacaktı. Örneğin l5. ve 16. yüzyılın Venedikli gezginleri,
Anadolu'nun beşte dördünün Şii olduğunu yazıyorlar<lı.
Her boyun başı, kendi fethettiği bölgelerden vergi topla-
maktaydı. Osman ile diğer beylerin hazineleri arasındaki
lek fark, birincisinin savaş ganimetlerinden pençih adı veri-
len beşinci bir vergi olmasıydı. Osman ve Orhan yalnızca
'Bey' ya da 'Emir' sıfatını kullanmaklaydı. Ama Bursa'nın
1326'da fethinden sonra Orhan Bey bundan böyle Moğol 11-
hanlılarla ismen dahi hiçbir bağının kalmadığını, kendini
bağımsız bir hükümdar kabul ettiğini ifade edecek şekilde,
adına para bastırmaya başlayacaktı. Dahası, cuma vaazlarını
adına okutacak ve 'Sultan' sıfatını kullanmaya başlayacakıı.
Yine de l. Murat saltanatının ilk bölümünde 'Bey' diye anı­
lacaktı. Ama gücü amıkça kendisine verdiği 'Sultan' sıfatı
<la tanınacaktı. Aynı şekilde, imparatorluk iddiasını yansıta­
cak şekilde, kendisine 'Hüdavendigar' (Hükümdar) dedirte-
cekti. Ama 'Sultan' sıfatı, fiilı gelişim içınde oturacak\(' ha-
lile tarafından tanınmayacaktı.

8 lrııı B~ttıllJ, \\•yagn (Ge~il~r), cilt ll, l'~ris, l ~!:!2. '· l H.

65
Bayezit 1395'te Kahire'deki Abbasi halifesinin kendisini
resmen Romalıların (Bizanslıların) Su\ tanı -Su ltan-ı Rum-
o !arak tanımasııı ı sağla maya çalışacak ama başarısızlığa uğ­
rayacaktı. Bayezit'in l 402'de Ankara Savaşında yenilerek
eline tutsak düştüğü ve kendini Anadolu Moğollarının eski
topraklarının mirasçısı olarak gören Timurlenk ise Bayezit'i
yalnızca 'Bey' sıfatıyla tanımıştı. 1402 Ankara Savaşı, Sünni-
liğin bölgede düştüğü en alt seviyeye işaret etmekteydi.
Çünkü giderek daha fazla Bizans ve Hıristiyanvari tutumlar
takınan ve uzun süredir Gazi geleneğini terketıniş olan l.
Bayezit'in karşısında, Anadolu Şii ve Alevilerinin hamisi Ti-
murlenk duruyordu.
Bizans'ın politik mirasının tüm meşruiyetiyle Osmanlıla­
ra aktarı iması, 11. Mehmet'in çok iyi kavradığı üzere, Istan-
bul'un fethedilmesiyle tamamlanmış sayılırdı. Daha önce de
bahselliğimiz bu gerçeği, Fatih'e yazdığı mektupta ifade
edecek kişi, Trabzonlu Georgios idi: "Bileğinin 1ıakkıy1a Ro-
malıların (Bizanslıların) imparatoru olduğundan him~eniıı
şüphesi yoktur. Zira, lmparatorluk başkentini haımııi olarak
elinde tutan hişi, lmparatonlur."9
llete.rodoks Türkmen geleneğine karşın, Sünni lslamiyet,
rai.\011 d'Etat uğruna resmi din olacaktı. Ama "ehl-i kitab"
zımmi halklara (Hırisliyan ve Yahudiler) karşı hoşgörü, ay-
nı eskisi gibi, eksiksiz bir şekilde devam edecekti.
Devlet dini dışındaki dinlere mensup toplulukların özel
bir vergi ödemeleri koşuluyla farklı inançlarının tanınması,
bir Arabölge yasasıydı. Müslüman devletlerde bu vergi ciz-
ya (cizye) idi. Bizans lmparaıorlugu'ndaysa, aynı türden bir
vergi, lıcphaleioıı (hep1ıaliteioıı), Hıristiyan olmayan toplu-
luklardan adam haşına tahsil edilmekteydi. Rus lmparalor-
lugu, 17. yüzyılda fethettiği Sibirya'da, Hıristiyan olmayan-
ları kürk olarak ödenen bir vergiye tabi tutacaktı. Dinlerin-

') llkz. l. Bolüm. ılip; 1L)l 14

66
den dönenler vergiden muaf oluyorlar, bu ise M·ıskova dev-
letinin işine gdmirordu. Aynı şekilde Osmanlı lmparator-
luğu'nda da lslam'a giren gayrimüslimler, devleLi bu çok
önemli gelir kaynağından mahrum ediyorlardı.
İmparatorluğun 14. yüzyılda yaşadığı hızlı Bizanslılaşma
sürecinde, Bizans, Arap devleLleri ve Fars katkılarını birbirle-
rinden ayırdetınek ve bu sentez içinde arı bir Şt'.kikle Türk
kalanları lespit elmek oldukça güçlür. Çünkü lcnıbölge'de,
Büyük lskender felihlerinden önce bile, Adriyalik'ten lndüs'e
dek onak bir uygarlık alanı oluşmuşlu. Arapların Bizanslılar­
dan, Yunanlılardan ve Sasani Farslarından aldıkları eyaletler-
de 7. yüzyıldan itibaren kurdukları politik, toplumsal ve din-
sel yapı, Bizans ve Sasanilerinkine oldukça benziyordu. Bunu
lakiben Türkler l l. yüzyılda bölgeye geldiklerinde, bu ortak
uygarlık dünyasına eklemlene~eklerdi. Pek çok dilin konu-
şulduğu bu geniş alanda, halklar düzeyinde bile sıkı ilişkiler
kurulacak ve bu ilişkiler, onak uygarlığın güçlendirilmesine
katkıda bulunacaktır. Örneğin Doğu'nun ünlü Türk mutfağı­
nın önemli bir kısmı, aslında Antik Çağ'dan beri süren Hclle-
nik Doğu Akdeniz mutfağından başka bir şey değildi. Aynı
Yunan ve Türk halk arasındaki benzerlik gibi, dinsel Bizans
müziği ile Osmanlı müzikleri arasındaki benzerlik de insanı
şaşırLmaktadır. Bu benzerlik, aşağıdaki alıntının sahipleri gi-
bi, ınüzikbiliınciler Larafından da doğrulanmaktadır: "Anado-
lu ve ona bağlı tiirn Balkan miizih hülLürleriniıı follılor ölçüleri-
nin J\ıı ı.ilı Yuı1wı'111 mirası olclugunu f arzcdebiliriz" yal 111 zw,
"Ywwnlıların, Türkler tarafından ahsah yapıya dönii~lürülen
ııiccl ökülcriııin ilkin bil!{iıı müziRiııdc mi yoksa 1ıalk müziğin­
de ıııi hullwıılmı;; olduğıma harnr vermemiz imkansızdır" 10
Aynı şekilde, Istanbul'da 6. yüzyıl tarihli Ayasofya Kilisesi
ve 17. yüzyılda inşa edilmiş Sultanahmet Camii'rıi karşı kar-

10 kun n~ Uı~ul,ı Rcinlrnrd, Ln h"diıi""' Mu.,ir,ıln. IV: 1iırqııiı: (Muzikscl


(;drncklcr. iV: Tıirkiyc). l'.ıri-;, Btıch~ı-Chıısıcl, 19tı<J, s. 228.

67
şıya görmek, 11 yüzyıllık farka karşın Bizans mimarisinin
Osmanlı mimarisine yaptığı derin etkinin açıkça farkına var-
mamızı ve Osmanlı-Bizans kültür alanında çağlar arasından
sıyrılan süreklilik hakkında fikir sahibi olmamızı sağlamak­
tadır. Yüksek düzeyde yaratıcı olan bu süreklilik ve sentez,
en büyük Osmanlı mimarı olan Sinan'da bile clsimleşmekte­
dır. Sinan 1491 ya da 1492 yılında <loğmuş, çalışırken geçir-
diği hlr kaza sonucu l588'de, 97 yaşındayken ölmüştür. Ka-
padokya'daki Kayseri kentinde doğmuş bir Anadolu Yunan-
lısı Ortodoks Hıristiyandı. Yeniı.;t~ri saflarına katılma başvu­
rusunda bulunduğu 20 (ya da 21) yaşına dek hir Yunanlı gi-
bi yetiştirilmişti. Zaten kardeşi hayatı boyunca Ortodoks Hı­
ristiyan kalmıştı. Yeniçeriliğe kahul edilmek iı.;in normalde
18 olan yaş sınınnı aşmış olmasına karşın ocağa girecek ve
höylelikle hcterodoks Müslüman -Bektaşi- olacaktı. Dinsel
ve kültürel açılardan hünyesinde gerçekleştirdiği Türk-Yu-
nan sentezi, gerçek bir Osmanlı olmasını sağlayacaktı.
Türk milliyetçillğinin 20. yüzyılın ilk ~:eyreğindeki babası
olan Ziya Gökalp, Tiirkçülüğün Esasları adlı eserinde, gözleri
önünde yıkılan ve terkedilmesinin gerektiğini söylediği Os-
manlı uygarlığı hakkında şunları yazmıştı: Batı Roma lmpa-
ratorluğu'nun miras~:ısı olan Avrupalılar, benimsedikleri Balı
Roma uygarlığını ıslah ederek yeni bir Bau uygarlığının doğ­
masını sağlamışlardı. Müslüman Araplar ise, kendi hesapları­
na, Doğu Roma uygarlığının mirası.;ılarıy<lılar. Arap mimari-
sinin ilk örnekleri Bizans kökrnliydi. Osmanlı mlmaıisiyse
bu ikisinin karışımı olacaktı. Doğu' da yönetici sınınara ait bir
Doğu müziği vardı. Farabi, Bizanslılara aiL hu müziği alarak
Araplara uyar 1amış tı. Türk, Arap ve Fars yönetici sın ı f1 an
arasında yayılan bu müzik, alt toplum katmanlarına sızama­
nııştı. Gökalp, Türkçülerin başarılı olacaklarını, çünkü Do-
ğu'nun Bizans uygarlığını bırakarak Bali uygarlığını kabul et-
meye karar verdiklerini bdirterck sözlerini tamamlıyordu.

68
Ama Gökalp, lslam ve Ortodoks HırisLiyanlığın seçkinler
değil, halk sınıfları düzeyinde ve hetero<loks-mistik (Lasav-
vuri) lslam yoluyla birbirlerine nMuz etmiş olduklarından
haherdar değildi. Yunanlılar ve Türkler aynı azizlere dua et-
mekteydiler. Aziz Georgios ve Aziz Theodoros, Khidr Eli-
as'a (Hıdırellt~z) i\:erilmişti. Aziz Nikolaos Sarı Sahuk'ta,
Aziz Haralampos ise Hacı Bektaş'ta yaşıyordu. Türkler Müs-
lümanlıkta kalarak vafLiz oluyorlar ve aynı Ortodoks Hıris­
tiyanlar gibi, Doğu Akdeniz'in YahudVYunan geleneği olan,
hayvan kurban etme ibadetini uyguluyorlardı. Bektaşi der-
vişler bir tür Kudas Ayinini kutluyor ve şarap içiyorlarclı.
blam dininin Ortodoks Hıristiyanlık üzerinde yaptığı pek
(,.:Ok etki arasında, 8. yüzyılda Bizans'ı kasıp kavurmuş olan
ikonlar tartışmasını sayabiliriz. Hıristiyanlar, putatapıcılığın
nesneleri olarak gördükleri ikonları parçalayacaklardı. V.
Konstantinos, kiliselerdeki tüm figüratif cisimleştirmelcrin
(resim-heykel) yasaklanmasını sağlayacaktı. Sonuçta bugün
bile OrLodoks kiliselerinin özelliği olan hir uzlaşmaya varı­
lacak ve her iki taraf da taviz verecekti: lkonlar serbest ka-
lacak, fakat heykeller yasaklanacaktır. Kur'ün'da <la putlara
Lapılması yasak olmakla birlikte, resimlerden sözedilme-
mektedir. lslam'da kutsal olanın resmedilmesine konan ya-
sak gelenekten kaynaklanmış, ama zaten esnek olan bu ku-
rala da fazla uyulmamıştır. Aynı Ortodoks Hıristiyanlar<la
olduğu gibi heykeller kesin surette yasaklanmıştır.
Türk folklor gelenekleri Osmanlı lmparatorluğu'nun tüm
alanında yayılacak ve bölgedeki diğer halkların gelenekle-
riyle içiçe girecektir: Türk dansları olan çiflelelli ve karşıla­
ma YunanisLan'da, Yunan dansları sirto ve hora (homs) Tür-
kiyc'de oynanıyordu ... Belirsiz kökenini dikkate almazsak,
gölg:e oyunu Karagöz, gerı,:ek Osmanlı folklorunun en güzel
örneğidir. Gerçek görünümünü 17. yüzyılda tamamlayacak
olan Karagöz hugün hem Bursa ya da lstanbul, hem de Ati-

69
na'daki insanları eğlendirmektedir. Modern milliyetçilikle-
rin bu gölge oyununu yalnızca kendilerine maletıne ve tek
meşru "sahibi" olan Osmanlt lmparatorluğu'ndan koparma
\:abaları boşunacl ı r. Bun unla birlikte, 1903 yılında f3erliıüle
yayınlanan Da Mimus adlı eserinde Herman Reich Karagöz
ile ilgi 1i o tarak, Bizans tiyatrosunun Osmanlı tiyatrosunu
elkiled iği tezini destek leınekted ir.
14. yüzyılın ikinci yarısındaki Ti murlen k egemen 1iği sıra­
sında Anaclolu'cJa, Ankara'mn baltsrndaki Sivrihisar yakın­
larında bulunan Horlo köyünde iınam bir bahanın oğlu ola-
rak doğduğu düşünülen Osmanlı gülmece üslach Nasrccldin
Hoca için ele aynı şeyler söylenebilir. Bu noktada, Aleviliğin
bünyesindeki Türk-Yunan sentezi olgusu üzerindı:~ biraz da-
ha durmakla yarar var. Türk tarihçileri Türk halk dininin
Şaına n kökenlerini aşm bir şekilde öne çıkarmışlarcl ır. Ale-
viliğin tamını ilibariyk Şamanlık, Şiilik ve Rum Ortodoks
Hıristiyanlığın bir sentezinin sonucu alınası nedeniyle el-
beue ki bu etki yok saytlmamalıdtr. Ama Ortodoks Hıristi­
yan 1ığırı ve dolayısıyla Hırisliyan ltğı n onaya çıkışı ncları ön-
ce ki Rumeli ve AnacJol u Yunan uygarlığının A !evilik üze-
rindeki etkisi de küı,:ümse nmeınel iclir. Çünkü bizatihi Or-
todoks Rumlar büyük öl\:ücle lsa'nın gelişinden önceki üo-
ğtı Akdeniz Helen uygarlığındaki halk geleneklerinin mi-
rasçısıydılar. Buna örnek olarak, Dionysos Şaman ibadetle-
rinin halen Hırisliyanlık formu altında Batt Trakya'cfa, ina-
nan larm çıplak ayakla ateşin üzeri ne.le yü rü<lük lcri umıste­
mııilı şcnlikkrincle yaştyor olmalarını gfoLerebi liriz.
Rum Ortodoks ve Akvi gizemciliğinin temelinde, Tanrı­
lnsana, Tanrı'nın, Peygamberlerinin ve Az iz kri n in ikon tar-
da ve tasvirlerde Lemsi! edilen yüzlerine verilen önem yat-
makta<l ır. Bu, yüz le ri n temsil eclilmecl iği panteizmin lam
Lersiycl i. Aynı şek i lele, (salt sembolik arı lamda değil) ruhun
l"izi k merkezi o lan ka lhe ve rilerı önem dikkat çckic idir. Oy-

70
sa ki heyin aklın merkezi olmaktan ibarettir, dolayısıyla
ikindi bir öneme sahiptir. Merkezi kalp olan ilahi sevgi,
Rum Ortodoksluk-Alevilik arasındaki yakrnlığın özüydü.
OrLOdoks Rumlar devşirmelik yoluyla Bektaşi olunca, din
değiştirdiklerini, lslamiyeıe girdiklerini düşünmüyorlardı.
lşte Bektaşiliğin llalkanlanhıki Ortodoks Hıristiyanlar ara-
sında elde ettiği başarının teme 1 nedeni buydu. Yani na i-
kan la rı n ls lam laşl ı rı ldı ğrndan değil, Alevi leşl i rild iğinden
bahseı..khi 1iriz.
Mevlevilik ve Bektaşilik arasındaki ayrım örneklenerek
Ono<loks ve heLerodoks lslam'a mensup farklı gizemci tari-
katlar varolduğu iddiası ise gerçeği yansıtmamaktadır. Tanı­
mı itibariyle hiçbir gizemci tarikat Ortodoks İslam içinde
sayılamaz çünkü Ortodoks lslam dervişçe sürülecek bir ya-
şantıyı reddeder. Ayrıca tüm sufilerde kalp, merkezi bir
öne ıne sahiptir. Adı geçe ıı iki tarikat arasırıdak i tek fark,
Mevlana Ce laledd i n-i Rumi'nin yüksek düzey 1i toplumsal
Labakalanı, Hacı Bektaş'm ise halk kitlelerine seslenmiş ol-
duğuydu. Anıa Bektaşilik eşil şekilde, devşirındik yoluyla
yönetici sınıflar arasında ve Suhan sarayında da yayılacaku.
Orhan Gazi'nin arkadaşı, 1350'de lznil<'te ölen büyük Türk
gizemcisi Kayserili Davut'u örnek alalını. Ortodoks bir
Müslüman nııyclı, yoksa heterodoks bir Müslüman mıydı?
Peygamberlerin yolunu mu (Şeriat), Azizlerin yolunu mu
(Tarikat) izliyordu? Suli okluğu içi ıı tanım itibariyle hete-
rodokstu. Az önceki soruya yan!lı, Tanrı'ya ulaşmak için
peygamberleri (enbiya) ve azizleri (evliya) izlemenin gerck-
ligiycli. Bahşedilmiş ve edinilmiş azizlik mertebeleri de
ıııevnıllu. Orhan Gazi'nin lznil<'le açtırdığı ilk Osmanlı
üniversitesini yönetmiş olan Kayserili Davut için rmıtlak
azizliğin işareti İsa, sınırlı azizliğin işareti ise İbn Arabi'ydi
( 116 5-1204). Genelde Şiiler içinse m uda k azizliğin işareti
Ali, sınırlı azizliğin işareti ise kayıp 1 2. İmam obn Me lı-

71
eli 'yeli. Melı d i ise Si i 1iğin Lürü ne göre farklılaş ıyo rcl u. Ali,
"Adem 1ıeııLtz su ve ı~il armındnyhen, ben Azizdim" demişti_
l 6. yüzyıldan iti haren Şii lra n'a karşı açuğı savaşta; Lop-
lu msal kargaşa >'aratmayacak, lleklaşiler gibi lıeterocloks
Alevi sufilere muhalif olacağı düşünülen Mevleviler gihi,
düzenle barışık Sünni sufiler efsanesini orlay<ı al<ın, Os-
rmııılt devleti olacaktı. Oysa ki gerı:;ekle, Hacı Be kıaş, Yunus
Emre ya ela ~evlnnn'nın olsun, Türk gizemci düşünüşü,
i\gion Oros (Aynoroz) keşişlerinin Ortodoks Rum gizemci-
liğine sıkı sıkıya bağlıydı. Zaterı Türk-Yunan gizemciliği
cs,,sen hep devrimci olınuşıu. Aşağıdaki resmi bakış açısın­
da, bu devrimciliğin Lulucu unsurlar arnsıncla yarallığı kor-
ku özcLlenmeklecJir: "Babingcr, Bel~tn~iye'niıı Mevleviy<yle
avnı ııiıdih/erc .~alı ip oldH,~wıı.ı iddia cıınehtedir: Oysa bu, ger-
ağc lwrsı bir iddiadıı: Çüııkü bu ib taı-ihaı, Uiın /;ir Osmaıılı
ıarilıi hoyııııw hirhiriııc zıı iJ1i güç olagelmiştir. Gerçehle Mev-
leviler sar Ortocloblanlı ve ıorlumu11 snl1iıı lu-simlcriniıı des-
feğiııdrn yaraı-lwı ıyorlan:lı. " 11
Türklerinki, Arap <,;ölünün Orlodoks lslam'ıııclan olduk-
~a uznk, aynı Rum Ortodoksluğu gibi ılnhi sevgi üzerine
kurulu bir dindi. 12 Tüm dinlerde biri aristokraıik, diğeri
popüler olmak üzere iki eğilim vardır. Örneğin Çin "<li-
ni"ndc Konfiçyuscul uk yönetici .sı nıl1ara, Taocu 1u k ise lıalk
sınıl1arına seslenmektedir. Aynı şey Yunan <lini için de ge-
çerliydi: Aristokratik yönü Ağios (Aziz) Gregorios Palamas
(I 4. yüzyıl) temsil ederken, halka seslenen yönün lemsilci-
.si Kosınas o Aitolos (Etolosl u Kosnıas Veli) (18. yüzyıl) idi.
Yani kısacası, Ziya Gökalp'in düşündüğünün tersine -ye-

11 1vln51,1t.1.~aiJ YazıcıoJ:\lll. !.<' Kdlwıı 4'1 ""' mfr dmıs la 'Wİft<' }iın:o-Oiıomwıc.
mn X\'e el XVlıııc ><:ial,·, ("Kcl,ıııı v~ XV ik XVI. ytızyıl Turk-lhmanh
lnpltııııtınrloki Rolü"), h,uısızcn ç(•virı, Ankara. Kültür Bak"nhğı y,,yınlcın.
l990," 119 ve .!40.
ll llkz. orncgiıı, llaluk Yii<'<', llcıcı !Jd:ıcı~ \ili, ."vlt:vlcııw ı·ı: \cmrn.<ı. lsı .. ııbul,
1990.
ııi araştırmaların da kanıtlamaya başladığı üzere- Osmanlı
Loplumu yöncüci sınırlar düzeyinde oldLığundan daha <,:Ok,
halk düzeyinde yüksek ölçüde Bizans karakterliydi.
Osmanlı ImparaLorluğu, 14. yüzyılda yaşadığı yerleşiklc.ş­
nıe sürecinde Bizanslıların ic.la ri uygulamalarını ve saray
adetlerini, bunlara lslami adlar vermekle. yelim~rek benimse-
diler. Oıtodoks llıristiyan Uizanslı kadınların, döne.min Os-
manlı sarayı üzcriııc.lel<i t~ı.kisi gözardı edilcmt~z. Zaten bu ka-
dınlar daha önce de Rumi Sdc,:uklu Devkıinde ve Anadolu
Türkmen beyliklerinde önemli bir rol oynamışlardı. Kadınla­
rın mevkilerde yoğun ve sürekli varolcluklan gen;eği, sözü
gec,:en etkinin yapay olduğunu düşünmemizi engellemekLe-
dir. Örneğin 1246'da Konya'da Lahta çıkan w annesi Yunanlı
olan Rumi Selçuklu Sultanı ll. lzzt~ddin Keykavus'un sarayı,
Yunanlı dayıları Kir (Kyrios) Kedici ve Kir J layi tarafından
yöneLilnıektcy<li. ller ikisinin de kararlı HırisLiyanlar olması,
sarayın Ilırisliyan ve J:Vlüslümanlar arasında bölünmesim~ ne-
den olmuştur. l3izans etkisi alunda Hıristiyan Ortodoks ola-
rak val"tiz edilen lzzeddin, Yunan kilise hiyerarşisiyle de sıkı
ilişkiler }'Ürüıecd<Li. Bizans imparnloru VI. loannis Kanlaku-
zenos\ın kızı Theo<lora, I. Orhan ile 1345'te evlendikten son-
ra hile dinini değiştirmey<::cek, Osmanlı sarayındaki Hıristi­
yanların aktif destt'.ğini alacaklı. Ayrıca yaşamının son günle-
rinde aynı babası gibi, bir manastıra kapanacak Vt'. rahibe ola-
caktı. l. :Vlurat ve 1. Uayeziı'in anneleri ele Yunanlı ve Orto-
doks HırisLiyandı. Murat, her ikisi de Onodoks olan Bulgar
Prensesi Tamara ve llizanslı Prt~nses Helena'yla evlenmişti.
RaycziL, Sırp hükümdarı l. L1zar'm kızı \1aria Despiırn ile ev-
lenecekti. Bu kadınlar Osmanlı sarayına girmekle kalmaya-
caklar, buraya Ortodoks HırisLiyan danışmanları sokacak ve
s<ıray örgütlenme.si üzerinde belirleyici bir etkiye sahip ola-
caklardı. Uu l3izans-Osnıanlı ya da Türk-Yunan sentezi iı;iııck
tarihçi Laonikos Chalkokoııdyles (yaklaşık 1423-1470) il-

73
ginç bir örnektir. Bu tarihçi hayatının bir kısmını, yirmi yıl­
dan fazla kaklığı Mistra'lı Palaiologos' !arın yanında geçirmiş
Alina'lı bir Yunanlı idi. Osmanlılar Atina'yı l 458'de ele geçir-
diklerinde kentine dönmüştü. 10 kitaptan oluşan ve Apodc-
ixeis Historion ("Tarihi lspatlar") başlığını taşıyan kitabında,
1298-1463 arasında Bizanslılarla Osmanlıların paralel tarihini
anlatır. Bu kitapta Türklere yerleşik lmpanuorluk kurucusu
olarak olumlu bir imaj verir. Chakokondyles, 145l'ck Ro-
ma'ya kaçan Katoliklerle birlik yanlısı lstanbul Patriği Grego-
rios Mammas'ııı akrabası ve yine 1449 yılı civarında Batıya
kaçan Latin yanlısı Deıerios Chalkokondyles'in kuzeniydi.
Ama aynı tarihçi, Fatih'in iyi dostu olan ve 1453-67 arası Sad-
razamlık, 1472-73 arası Rumeli Beylerbeyliği yapmış olan Yu-
nanlı Mahmut J>aşa'nın da akrabasıydı.
Aynı şekilde, 13. yüzyılda Konya'daki Selçuklu Sultanının,
lznik'teki (Nikaia) Bizans imparatoruyla aynı amblemi, "Çift
füışlı Kartal"ı kullandığını belinmeliyiz. Hangisinin diğerin­
den etkilendiğiniyse bilmiyoruz. Bu anıhlemi Bizanslılar ara-
sında ilk kt2 Nikaia hükümdarı 11. Tlıeodoros laskaris'iıı ls-
taııbul\ı işgal eden Frenklere karşı savaşımı sırasında kullan-
ın ış olduğu bi 1inmektedir. Ama asıl garip olan, Türklerin ve
Yunanlıların kullanmış olduğu amblemin, 19. yüzyılda, Türk
karşıtı Megllli Idednın (Büyük Düşünce) eline geçn'liş olma-
sıdır. Aynı şey, "Kızıl Uma" ya da Yunanca adıyla "Koh/~ini
Mi/ia" (Kızıl Elma Ağacı) için de söylenebilir. lstanbul'da,
lmparator I. l ustlnianos'u (527-565) at üzerinde tasvir eden
büyük bronz hir heykel bulunuyordu. imparator, sol elinde,
bir küre üzerindeki haçı tutmakta, sağ eliyle de doğuyu işaret
etmekteydi. imparatorun elinde duran ve yaldızlı (ya da kı­
zıl) elma olamk adlandırılan kürenin 14. yüzyılda yere düş­
mesi, Bizanslılarca uğursuzluk işareti olarak yorumlanmıştı.
Buna göre Yunanlılar Türkler lehine güçkrini yitireceklerdi.
Kentin 1453'te düşmesinin ardından efsane şu ayrıntılarla

74
bezenecekti: Surlarda savaşırken ölen lstanbul'un son hü-
kümdarı, Türkleri kovmak üzere dirilecek ve "Kızıl Elma
Ağacı"na dek sürerek hepsini kaLledecekLi. Müsll.ımanlar aı.;ı­
sındansa efsane, Tunuslu tarihçi lbn Haldun\ın (1332.-1406)
aktardığı bir peygamber hadisine dayan maktaydı: Bizans lııı­
paratorunu yenerek, hazinesini Allah yolunda harcayauık ki-
şi, lstanbul'u fethettiği gün, Mesih (Mehdi) olacaktı. Hadis-
ten haberdar olan Il. Mehmet, Mehdi olmayı düşlüyordu. Ay-
rıca, ek ger.;·irilmesi gereken lstanbul'un Müslümanların "Kı­
zıl Elıııa"sı olduğunu biliyordu. Aynı uygarlık alanında, orıak
semboller kaynağından beslenen Türk ve Yunanlılar, baş ol-
ma mücadelesini birbirlerine karşı veriyorlardı.
Osmanlı o rc.lusunun Bizanslılaşması, 14. yüzyılda şu şe­
kilde gen,:ekleşecekti: Devletin yerleşikleşmesi, din adına
yağma yapmaktan başka bir şeyi amaçlamayan düzensiz gö-
ı.;ebe Türkmen süvarisi yerine yeni bir ordunun kurulması­
nı gerektiriyordu. Orhan Bey, bu nedenle, düzenli maaş
alan piyade birliği Yaya ve düzenli süvari birliği Müsrllcm'i
oluşturacaktı. O dönemde Osmanlı hizmetine girmek iı.;iıı
henüz din değiştirmek gerekmediği için, yeni ordu çok ge~­
meden çoğunluk el urum una geçecek olan Hıristiya n ları da
ic,:eriyordu. Eskiden soyluluğu çağrıştıran "Gazi" sıfatıyla
ı..~ağrılan bu göçebe Türkmen süvarileri, arllk daha az çckki
adlarla (alıınc:ı ya da Jeli) yetiniyorlardı. Bu birlikler sınırla­
ra gönderilip vurucu güç olarak kullanılıyordu.
L Mural, devlet hazinesinden maaş ödenmesi yerine, tı­
ımu sistemini başlaLacaktı. Tımar, fethedilen eyaletlerin va-
liliklerine de atanan yeni ordu kumandanlarına dağıtılıyor­
du. Tıınarcılar Sulıan için asker beslemek, eğitmek ve bun-
brın gereksinimlerini karşılamakla yükümlüydüler. Böyle-
ce devlet hazinesi askeri maaşların yükünden kurtulacaktı.
Çoğunluğu olu~turan Ono<loks Hırisıiyan birliklerin kat-
kısı olmadan fetihkr gerçekleşemez ve Bizans lmparaıorlu-

75
ğu'ııun politik mirasını Osmanlı'ya aktarılması süreci ta-
mamlanamazdı. Prmroia adlı Bizans fidlerini elinde tutan
Hı ristiyan kumandan tarı na rnmoilırioi denmekteydi. Os-
manlı ordusuna gird~kten sonra, tımar sahibi olan fierleriııe
h izmel etmeyi sürJ üreceklerd i. Osmanlı aristokrasisinin en
önemli ve en eski ailelerinden olan Mihailoğulları, ilk Os-
manlı larn l. Osman devrinde katı lan dönme Bizanslı !eo<lal
bey Köse Mihal (Mikail Bey) tarafından kurulmuştu.
Özü bakımından umar, pronoia ile aynı niteliklere sahipti
ve onun gibi, küken olarak Selçukluların eski lhıa sistemine
<la yanmak tay el ı .13 Merkezi Bizans gücünün sürekli zayıflama­
sı ile cşzamanlı olar;1k, toprak aristokrasisi güı,.:lenecek, bu
<l urum Haçlı Seferleri nelen beri Rau foodaliLesin in etkisiyle
<l;1ha da ağırlaşacaktı. Bunun sonucu olarak eskiden "yarar-
lan ına hakkı" ndan ibaret olan pronoia, arlık ınül ki yetin ken-
disini tanımlayacaktı. Oysa diğer örnekle Sultan, tımarlar
üzerinde kesin bir kontrole sahipli. Yani Osmanlılar, Ege'n iıı
iki yakasında da merkezi gücü yeniden oturtmuşlardı.
Osmanlı tarımsal vergi sistemi, doğrudan doğruya lJi-
zans'tan esinlenerek biçimlendirilmişti. Sabanı ~:eken iki
öküz üzerinde ıı değer lendi rile n arazi vergisine "Ç (ft" <leni-
ynrcl u. Bunun Rizans'taki karşılığı zeugarion idi (Bu söz-
cük, Yunanca'da "çift" anlamına gelir). Ama vergi sistemi
aynı olmakla birlikte, uygulama farklıydı. ı:eo<lal beylerin
yetkileri ıı i kötü ye kullanmalarını dev kt gücüyle engelleyen
Osmanlı İmparatorluğu, böylelikle köylünün vergi yükünü
<le hafifleLiyorcl u. Bizans' ı n Mistra'lı filozo[u Georgios Ge-
mistos Plethon (yaklaşık 1355-1451) senyörlerin açgözlü-
lüğünün Türklerin ekmeğine yağ süreceği yolunda uyarılar
yapmışu. Nitekim, Bizans'ın son zamanlarında, vergilerin
angarya olarak ödenmesi yöntemi oldukça kötüye kullanı-

1 ı l'''""'''j w l"ııııırr ı trnrnnlamak üzere. tanı k~rşıltğı vcrt:ll "/ınıe/içiu" yeri ile',
)!•·ıwllildc: daha .ınla~ıltr nbn ':fiıf' terimini kullanıyorı.ı2.

76
lacaku. Senyöre sunulan angaryanın oranı kimi bölgelerde
haftac.la iki güne dek yükselmişti. Oysa Osmanlı vergi poli-
tikası angaryayı kalc.lırmaya yönelecekti: Merkeziyetçi dev-
let, her eyalet için vergı oranlarını ve köylülerin umarcıbr
için görecekleri hizmetleri belirliyordu.
Osmanlı'nın merkezileşmesi halk yığınlarının çıkarına ol-
duysa da, pronoia-tıınar sisteminin sürdu rülmesi, sonradan
Osmanlılaşan Bizans aristokrasisinin gücünün ayakta kal-
masını sağlayacaktı. Ru yeni aristokrasi, gelirleri hükümc.la-
rın gelirlerini geride bırakacak bir arazi serveti geliştirecek­
ti. Ayrıca askerler hükümdara kıyasla, maaşlarını ödeyen tı­
rnarı.:ılara daha istekle itaat ediyorlardı. 14. yüzyılda A nado-
lu göçebe Türkmen aristokrasisi, tımar sistemi doğrultu­
sunda yerleşikleşerek oldukça güçlenecekti. Bu sınır, başve­
zirlik mevkiini ele.le eden Çandarlı ailesi tarafından temsil
ediliyordu. Osmanlı hükümdarı Türkmenlerin çoğalan gü-
cünü dengelemek üzere, önce Ortodoks Hıristiyan aristok-
rasisini bol miktarda umarla takviye edecekti. Ama Müslü-
man ya da llıristiyan olsun, sınıfsal çıkarlar bu aristokratla-
rı Sultan'ın mutlak gücünün karşısına koyuyordu. Daha 14.
yüzyılda tımarın babadan oğula geçmeye başladığına tanık
oluyoruz. 1375'le, tımarların babadan oğula geçmesini meş­
rulaştırıcı bir kamm maddesi yayınlanmıştı. Böylece, tüın
ülke zenginliğinin yalnızca hükümdara ait olmasını hedef-
leyen ana devlet doktrini zedelenmiş oluyordu.
lsıe bu bağlamda, I. Murat pcnçik (ganimetin beşte biri)
ayrıcalığını, tamamen kendisi ne bağlı olacak se~:kin birlik !e-
ri; lwpıkullarını finanse etmek üzere kullanmaya karar vere-
cekti. Selçuki u ların uyguladığı gu lcım'<lan (gen<,: yabancı)
esinlendiği sisleme, devsinnc (gençlerin silah ahına alınma­
sı) biçimini vermişti. l. Bayezit ise bunu, (Müslüman, Yahu-
di ve c.liğer Hırisıiyanlar dışarıda tutulmak üzere) Hırisliyan
Ortodoks oğlanların periyodik olarak askere yazıldıJtı ve

77
aralarından en iyilerinin saraya ya da orduya alındığı bir ku-
rum haline getirecekli. Sistem, ll. Murat ve Il. Mehmet de-
virlerinde genelleştirilecekli. Bu yeni kapıkulu ordusu, yerıi­
cı:d adlı piyade ve sipahi adlı süvari sınıflarına bölünecekti.
11. Mural'ııı ertesi yüzyılda tımar verdiği sipahiler, büyük
ouıhlarm kontrolü altına girecekti. Böylelikle yaya ve müsel-
lem. cephe gerisine çekilmiş bulunuyordu. Çok geçmeden,
tımarlı askeri büyük ocaklar ile kapıkulları arasında. ll.
Mehmet hükmü altında lstanbul'un l 453'te alınmasının ar-
dıııdan ikinciler lehine bitecek bir çatışma başlayacaktı.
Böylelikle hükümet ve ordu ellerine geçmiş bulunuyordu.
Büyük ölçüde el konan tımar ve mülklerin kapıkullarına tah-
sis edilmesi, büyük ocakların gücünü azaltmıştı. lmparatorlar
sadık devşirme sınıfının üyeleri olan başvezirlere mutlak bir
güç ve kendisinden sonra en zengin kişiler olmalarını sağla­
yacak tımar ve gelirler bahşedecekti. Böylelikle, Başvezir Os-
manlı mutlak monarşisinin iki numaralı adamı olacaktı.
Bizans imparatorluğu, 324'ten 1453'e dek süren 1129 yıl
boyunca, 14 hanedana ve çok sayıda gaspçıya tanık olmuştu.
Osmanlı imparatorluğu ise, tahtı gaspeden hanedanlarla kar-
şılaşmamış ve sonuçta, 644 yıllık yaşamı boyunca tek bir ha-
nedanın yönetimi altında kalmıştır. imparatorluğun ve otori-
tesinin hanedan üzerinde hak iddia edenlerce bölündüğü
1402-13 arasındaki 11 yıllık dönem ise bir istisnadır ve zaten
aynı h~rnedanın üyesi olan kardeşler arasındaki bir kavgadan
ibarettir. Yaşanan tüm kriz ve devrimlere rağmen merkezi
gücün sergilediği bu dikkat çekici istikrar, Facih Suhan Meh-
met devrinde zafere ulaşan ve ölümü ancak 16. yüzyılın so-
nundan başlayarak ÜÇ yüzyıldan razla süren gerileme döne-
minde gerçekleşebilen sistemden kaynaklanmaktadır.

78
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Osmanh Yapıs1n1n Doruğu
(1461-1566)

1453-1461 yılları arasında İstanbul, Mistra ve Trabzon'un


alınmasıyla Arabölge'nin merkezi imparatorluğu, değerli ha-
lefine kavuşmuş oluyordu. Ama tüm önde gelen halklar bin-
yıllar boyunca adı geçen mekanı kendi lehlerine birleştirme­
ye çabalamışlardı. Bu nedenle l 453'ten sonra bile bölge ha-
kimiyeti üzerinde hak iddia edenler eksik olmayacaktı. Rus-
lar, dinsel ortaklık yüzünden Bizans'ın mirasçısı olduklarını
iddia edeceklerdi. Daha sonra Romenler Romanya'ya, 18.
yüzyılda hükmeden Osmanlı Yunanlısı yönetimden ötürü
bu mevkiye gözlerini dikeceklerdi. Kuşkusuz, Ruslar ve Ro-
menler, Türk halkının yaratıcılıktan uzak olduğunu savlaya-
rak Osmanlı verasetini önemsiz göstermeye çabalamışlardı.
Yunan milliyetçiliğinin bir türüne bakılırsa, Yunanlılar tarih-
sel olarak, Türklerden önce bulunduklarına göre, bölgenin
tümü kendilerine ait olmalıydı. Osmanlıların Bizans modeli-
ne sadakati bile aynı görüş sahipleri tarafından kullanılacak
ve büyük Romen tarihçi Nicolas lorga'nın (1871-1940) ba-
kış açısı ödünç alınacaktı. lorga 1935'te şöyle yazmıştı:
"lstanbul'un Türh sahipleri, O.~rnanlı kökenli 'basileus'lcrin

79
çok .~evdiği kentt:· yeni bir ail hile bulamamıştı. " 1
(lstanhul
adı, daha önce de belirttiğimiz üzere, Yunanc.:adan 'şehre'
anlamına gelen "eis len polis" sözcüğünden gelmekrediL)
ilu koşullarda, 20. yüzyıl Türk larihçilerinin Türk şahsi­
yeti açısından olumsuz yorumlara neden olabilec.:eğini dü-
şündükleri bu miras devrini reddermeleri kadar doğal bir
şey yoktur. Oysa Fatih Sulran Mehmer kendini Yunan lm-
paratorlarınırı devamı addermiş, tebaasını erkilemek üzere,
kendisine anne rnrafınd<ın inen Yunan soyunu hatırlatmış
ve hatta, ailesinin, Konya'ya yerleşip İslamiyete geçtikten
sonra bir Selçuklu suhanı ile evlenmiş olan, Bizanslı Koın­
nenos imparatorluk hanedanına mensup bir prensren geldi-
ğini iddia ermişti. lngil iz tarihçi Steven Runc.:i man'ın tersi-
ne, Türk tarihçi Fuat Köprülü l 935'te Mchmet'in iddiasının
saçına olduğunu öne sürmüştür.

Devlet ve yönetici sınıf

Osmanlı devleti, bir c,:if r ikilik üzerine temellenmişti. Bir


yanda toplumsal ikilik; a.~heri sınif-reaya (devlet memurla-
rını ve din adamlarını içeren askeri sınıf karşısında, lınpa­
rarnrluğu n tiers etal's ı, yani halk kalınanları), öre yanda
dinsel ikilik: Sünni tsldm ("Iürhler")- Ortodoks Hıri.~tiyanlıh
("Rumlar'). Yönetici sınıf ("Osmanlılar"), çeşitli milletlerin,
özellikle de başlıca ikisinin, Türk ve Rumların yönericileri-
ni içeren askeri sınıfı oluşturuyordu.

1. "Askeri" sınıf (devlet memurları


ve yüksek düzeyli ruhban)

Ata binme ya da kılır kullanma haklarına sahip olmayan re-


aya'nırı (raya) tersine bu sınıf "askeri" karaklere sahipti.

1 1-.J. !orga. Hv;:mne ııı•n•,, B;·z~n<"e, Bükre~, 1971. '· lO.

80
Burada, imparatorun buyruğuyla kapıhulu olsun olmasın,
devleı içinde işlevi olan, üretime katılmayan ve vergiden ta-
mamiyle muaf olan "Osman\ı"!ar sözkonusudur. Askeri sı­
nıfa askerler dışında devler memurları, saray nedimeleri ve
milletlerin ruhbanı da dahildi. Yani aynı raya sınıfı gibi as-
keri sınıfı da Müslümanlar kadar gayrimüslimler oluşturu­
yordu. 15. yüzyılda imparator askeri sınıfa dinlerine rağ­
men binlerce Hırisriyan süvarisini de ekleyecekti. Rumeli
ya da Anadolu'da, Müslüman olsun, gayrimüslim olsun ti-
caret ya da tarımla uğraşıp dolayısıyla vergi ödeyenler, raya
sınıfı mensuplarıydı.
Askeri sınıfın görevden alınmış ya da emekliye sevkedil-
miş üyeleri, üretim, tarım ya da ticarete girişmedikleri süre-
ce vergiden muaf tutuluyorlardı. Oysa üretimden çekilen ve:
devlete hizmet veren raya, muaf ve müsellem reaya oluyor-
du. Ama yine de raya olarak kalıyorlardı. Muafiyetleri de
her an sona erdirilebilirdi.
Raya sınıfından askeri sınıfa, hapıkulu yolunu kullanma-
dan geçmek için, seyrek olarak verilen imparatorluk buyru-
ğunu edinmek gerekiyordu. Örneğin, Müslüman Türk bir
rayanı n askeri sınıfa dahil olabilmesi için gön üllii sıfatıyla
sınır boylarında ya da savaş alanlarında kahramanlık gös-
termesi ve imparatordan lımar ya da normalde yeniçerilere
tahsis edilen bir tür maaş (uluje) alması gerekiyordu. Ama
Kanuni Suhan Süleyman (1520-66) o güne dek askeri sını­
fa bu şekilde dahil olmuş kişilere bahşedilmiş vergi muafi-
yetlerini iptal edecekti. Bu örnek, Osmanlı lmparatorlu-
ğu'nda -aynı Konfiçyüs Çin'inde olduğu gibi- toplumsal ha-
reketliliğin başlıca iki ilkeye dayandığını göstermektedir: a)
Yönetici sınıfa dahil olmak, devlet kadrolarında görülen iş­
leve bağlıydı. Yani bir hizmet soyluluğu (noblesse de servi-
ce) mevc.:uıtu. b) 1opluııısal ahenk, ancak herkesin ait ol-
duğu sınıfla kalmasıyla sağlanabilirdi. Çünkü eğer çok fazla

81
sayıda raya üst sınıfa geçerse, üretimi yapan ve vergileri
ödeyen kim olacaktı? 18. yüzyılın başında Osmanlı yazarla-
rı İmparatorluğun gerilemesini bu ana ilkenin terk edilmiş
olmasına bağlamaktaydılar.
Osmanlı lmparatorluğu'nun 14. yüzyılda yaşadığı Rizans-
lılaşma sürecinin, Türklerin Bizans bünyesi içinde asimile
olmaları Lehdidi ni gerçekleştirecek kadar hızlı olduğu nclan
bahsetmiştik. Marn.;ular, devlet yönetiminde aLalarının Şa­
ınancılığın ı Çinlilerin Konfiçyusçuluğuy la ikame ettikleri
için (inliler tarafından asimile edilmişler, yani mağlup et-
tiklerinin "ideoloJisi"ni benimsemişlerdi_
Dinin eskiden toplumda oynadığı rolü anlamak için gü-
nümüzün totaliter ideolojisi bile karşılaşlırma öğesi olabi-
lir. Toıalite r ideoloji, Lop! umu oluşlu ran tü ın üyeleri, top-
lumsal ve mesleki sınıfları tek tek aynı hedefe yöneltici,
güçlü bir birleştirici çimentodur. Bireyin tüm maddi ve psi-
şik kaynakları tek he<lde doğru seferber edilmiştir. llirey,
günün 24 saaLi boyunca ailesinde ve işinde, bu ideoloji La-
rarından kuşatılmıştır. Tornliıer ideoloji eLkili olabilmek
iı,.:in, Loplumun tüm üyeleri arasm<la, herkesin kardeş ya da
yoldaş olduğu şeklinde ifade edilen bir Lür dayanışma ve
eşitlik anlayışına gereksinim duyar. Parti üyesi, aynı papaz
gibi, alı ve üst arasındaki iletişimi sağlamak ve coşkuyu
ayakta tutabilmek üzere halka olabildiğince karışmış olma-
lıdır. Aynı zamanda ideolojik bilincini yüksek düzeyde Lul-
mak için kendini eğitmeye devam etmesi gerekirdi. Aynı
ruhbanlık gibi parti de, eliL bir yapıydı.
llizans lmparaıorluğu'nun çimentosu, Ortodoks Hıristi­
y<ınlık olmuştu. Tüm <levleı yapısı <lin üzerine kuruluydu.
DcvleL, bir kişinin Ortodoksluğu seçmesinden vergi gelirleri
açısından olumsuz yönde etkileniyordu. Çünkü gayri-llıris­
tiyaıHopluluklar<lan adam başına toplanan vergiden yoksun
kalıyordu. Ama bunun bir olumlu yönü de vardı; çünkü

82
din, politik birliği sağlayıcı
bir araçtı. Slavların 9. ve 10. yüz-
yıllarda Ortodoksluğa geçmeleri sayesinde günümüz Yugos-
lavya toprakları, bir süre boyunca Moravya, ayrıca Bulgaris-
tan ve Romanya yüz yıl boyunca lstanbul'daki patrikliğe
bağlanmışlar, böylelikle de lmparalorluğun koruması haline
gelmişlerdir. Osmanlılar, İmparatorluklarının politik birliği­
ni sağlamak üzere, ya -daha sonra Mançulann Çin'de uygu-
layacakları gibi- Ortodoks Hıristiyanlığı kullanacaklar, ya da
Ortodoks Hırisıiyan topluluklara Sünni İslamlığı dayatarnk-
lardı. Onlar bir ara çözüm bulmayı seçtiler. Bu ise, Osmanlı­
huın l lıristiyan/M üsl üman yapısının özgün 1üğü o laca ktı.
İmparator etrafında oluşturulan yapının temeli, ortak bir
ideolojik çimentoyu gerektirmekteydi. Bu, lıapıllulları 11111
heterodoks lslaın'ı olacaktı. 20. yüzyılda yeniçeriler, totaliter
dev lelin dayanağı olan bir tür elite, nasyonal-sosyal ist Al-
man <levlel ideolojisinin SS'lerine benzetilecekti.
Kapılmllurı birliğini 14. yüzyılın ikinci yarısında oluştu­
ranın l. Murat olduğunu görmüştük. Sultan'ın düşüncesi,
büyük ocakların ve dinsel grupların etkilerinde.n kurtul-
mak ve ruhen-bedenen kendisine bağlı bir seçkin tabaka
üzerinde mutlak otoritesini temellendirmekti. Kapıkulu
olacak kişinin aile, köy ve diniyle tüm bağlarını koparması,
aynı yeni doğmuş gibi, hüküm<lardan başka kimseye maddi
ya da duygusal herhangi bir bağ hissetmemeleri gerekiyor-
du. Ru koşulla yönetici sınıfın seçkinleri oluyorlar ve baba-
lan ve velinimetleri lmparnlorun eline.len güç ve onur alı­
yorlardı. Bu ayrıcalıklı kişiler yalnızca "Rum"lar, yani Orto-
doks Hıristi>1anlar arasından çıkıyor<lu. Müslümanlara bu
mevkilerin kapalı olmasına bahane olarak, gerçek bir mü-
minin "kul" olamayacağı gösteriliyordu. Yine de Sultan, Ka-
tolik Macar dcndilerinin hoşgörüsüzlüğünün kurbanı olan
Bogomil llırisıiyan halkının büyük çoğunluğu Osmanlı kt-
hindcn sonra İslamiyete geçmiş olan Bosnalı Müslümanları

83
uygulamanın dışında bırakacaktı. "Kulluk" mevkii o denli
çekiciydi ki, bu topluluklar 11. Mehmet'ten, din değiştirmiş
olmalarının ne kendilerini ne de soylarını devşirmelik hak-
kından yoksun bırakmayacağını garanti eden bir belge
edinmişlerdi. Potor adı verilecek bu Müslüman kapıkulları,
ordu değil, saray hizmetine girecekti.
Yunanlı anneden çocuğunu zorla yeniçeri yapmak üzere
koparan, basmakalıp "barbar Türk efendi" imajı, en trajik bi-
çimini, Yunanistan'a Frenk etkisi altında sokulan Batı milli-
yerçiliğinin yükselişi}·le alacaktı. Bu imaj, Arabölge'de milli-
yetçilik-öncesi dönemde yaşanan olguyu tamamen çarpıt­
maktadır. Çünkü bu türden milliyetçi tepkiler henüz ortada
yoktu. Buna bir örnek olarak Bizans döneminde meydana gel-
miş benzer bir olayın bugün Yunanistan'da anlatılış şeklini
gösterebiliriz. Bu olay, Yunanistan'ın güneyindeki Arkadia-Pe-
loponesos'un taşrasında, Megalopolis kenrinin yakınında bu-
lunan Yasta köyünde Azize Teodora'nın Ortodoksluk uğrun­
da şehit olmasının her yılın l 1 Eylül'unde anılması olayıdır.
Teodora, Bizanslıların çokuluslu lmparatorluğu döne-
minde Peloponesos'da yaşıyordu. Rum Ortodoks ailesi çok
yoksuldu. Yakınlardaki Panaya Manastırı Bizans lmparato-
ru'na hizmet edecek askeri birlikleri topluyordu. Çiftçi aile-
ler ~:ocuklarından birini bu orduya vermek durumundaydı­
lar. Eğer oğlan çocukları yoksa, onun yerine bir paralı aske-
rin giderini karşılamak zorundaydılar. Pek çok çiftçi, asker
olmamak için paralı asker ücreti ödüyordu.
Teodora'nm ailesinde üç kız vardı ama hiç oğlan çoı.:uk
yoktu. Askeri vergi ödemeleri gerekiyordu ve parasızdılar.
Teodora ailesini bu yükten kurtarmak üzere erkek kılığına
girerek Todoris adıyla askere yazıldı. Zaman içinde kuman-
danlığa yükselen Todoris'in kampında bir asker genç bir kıza
tecavüz etmişti ve bebek bekliyordu. Genç kız kendisine te-
cavüz edenin Todoris olduğunu söyleyince Todoris yargılana-

84
rak asılacaktı.
Ancak öldükten sonra aslında bir kadın oldu-
ğu anlaşılacak,bu şekilde de Azize ilan edilecekti. 2 Bu şeha­
det öyküsünün hiçbir noktasında yazar Bizans ordusunun
askere alma kurumuna herhangi bir eleştiri getirmemektedir.
Once Rumeli'de uygulanan askere alma işlemi, 1512'den
itibaren Anadolu'ya da yayılacaktı. Ticaret ve sanayiye zarar
vermemek için lstanhul ve büyük kent gençleri ile kırsal
zanaatkarların oğulları uygulamanın dışında bırakılacaktı.
Yine de Hıristiyan haıta Müslüman aileler bu şekilde askere
alınacaklarını umdukları oğullarını kıra göndermek için
bol miktarda rüşvet dağıtıyorlardı. Yahudiler ve Ermeniler -
son saydıklarımızın Ortodoksluk-dışı Hırisliyanlar olmala-
rına karşın- uygulama alanı dışında tutulmaktaydılar. Zaten
kırda hiçbir tabanı bulunmayan ve kentlerde yaşayan Yahu-
diler hiçbir koşulda askere alınmıyorlardı.
19. yüzyıldaki "resmi" tarihçi Konstantinos Paparrigopu-
los, aslında Yunanlıların devşirme uygulaması sayesinde Os-
manlı iktidarını ele geçirmiş olduklarını, ama bunu yaparken
dinlerini feda etmek durumunda kaldıklarını yazmıştır. Oysa
devşirmeler Sünni Müslümanlığa girmiyorlar, son derece hoş­
görülü bir Hıristiyanlık-Müslümanlık sentezi olan Hacı Bek-
taş taraftarları oluyorlardı. Kapıkullarmın henüz bozulmadı­
ğı hu dönemde bizatihi Sultan'ın en yakın çevresinde bulu-
nan hu devşirmelerden, dolayısıyla da son derece hoşgörülü
bir inanç sistemi olan Bektaşilikten etkilenmesi normaldi.
1582 yılında, ileride III. Mehmet adıyla ülkenin başına
geçerek, lmparatorluk tahtının mirasçısı olan küçük Meh-
ınet'in sünnet töreni sırasında lstanbul'lu Yunan burjuvala-
rı, çocuklarının da devşirmeye dahil edilmesi için bir gösteri
yürüyüşü yapıyorlardı. Yeniçerilerin başı Ferhat Ağa bu ta-

2 Şehadetinin casviri için, piskopos lhcoplıilos J<analos'un kitabına bkz. Ile


llagia Tlıwdorr:ı tıı IJıı,ııı Megıılopoleos ("M~galopolis Vasta'lı Azize ıeodoTa"),
J<a lama ıa, 1986.

85
lebe muhalefet ederek görevinden istifa edecekti. Yerini
alan Yusuf Ağa. lmparator m. Murat'ın emriyle lstanbul'uıı
Yunanlı esnaf ve tüccarlarının ı;;ocu kların ın <lah il e<l ileceği
"ağa cı raklan" ocağını ku rac.:akı ı.
1üm bunlara karşın, asla gönüllülük esasına dayanmayan
askere alına işlemi zorla mı ge,·çekleşLiriliyor<lu 7 Bu soruya
yanıt vermek i~·in aşağıda sayacağımız gerçekleri dikkate al-
mak gerekmektedir; a) Askeri alınanların sayısı az idi, yani
büyük bir eleme sözkonusuydu. l4 75'Le 6.000 yeniçeri ve
3.000 kapıkulu süvarisi mevcuııu. 1527'de Loplaın hapıhıılu
sayısı yalnızc.:a 28.000 idi. b) Kimi başka iddiaların tersine,
beş yaşından küçük oğlan çocukları alınmıyor ama 14-18
yaş a rasınclaki lere kıyasla, 8-18 yaşları a rasın<la kiler te rc.:ih
ediliyordu. Ama istisnai olarak 19-20 yaşındaki ge ııç ler de
alınabiliyordu. Yani çoğunlukla yeniyelmekr, hatta kır yaşa­
mı içinde erken gelişmiş, Ortodoks Hıristiyanlık şuuru oluş­
muş, ela vranışl:'.rından sorumlu yetişkinler söz konusuydu.
c) Tellal köy meydanında, yanlarında babaları ve papaz olan,
uygun yaştaki oğlanları topluyordu. Papaz oğlanların yalnız­
c.:a llırisıi ya ıı deği 1, Ortodoks da olduklarına kanıt olarak
vaftiz kayıtlarını getiriyordu. Çocuklar iyi ahlaklı, çok sağ­
lıklı ve bekar olmalı; tek çocuk, yetim ya <la tic.:aretle uğraşı­
yor olmamalıydılar. Asker toplayan memur, bunlar arasın­
dan ya\n ızrn birkaçını seçiyordu. Bu koşullarda, -genç yaşta
ev !enen ler de dahil olmak üzere 3 askere gitmek istemeyenle-
rin kurtulmaları kolay olduğu için, bu işten 'sıyıran'larm sa-
yısı epey yüksek idi. d) Askere alına kampanyaları, ihıiyarn
bağ\ ı olarak yalnızca her üç ya da yedi yılda bir yapı lıyor<lu.
ltı. yüzyılda lmparatorluğun tümünde devşirme sistemi <loğ-

Vakt imleıı iıncckt im evi ı 1t k. Müsl Ülll<lll1"r ar<1>lııtb olduğu gihi. 11ırist i y;ınbr
arn>ında da kırs'11 hir gelenek olthtğll için yctkilikriıı gozund<' kolaylıkla
ıncşrui)'l't kazanahihyordu. Bugün hile, T\ırk köykriııd" çnk crhn yaşta t•vlcn-
ınc geleneği vaı\lır. Norına 1 yaş. 1+ ile 18 arasm<la degişıncktctlir. Bkz. Sahin<·
l.lirks. l .<i Fwnill~ ı\ilıısıılmwu· Iim)l!l', Puris. lv\omon, J.968, s. 78.

86
rulwsun<la askere alınan yıllık ortalama oğlan sayısının
1.000 ile 3.000 arasında olduğu tahmin ediliyordu.
Toplananlar İstanbul ya da Bursa'ya götürülüyordu. Ola-
ğanüstü niteliklere sahip olanlar acemi oğlan kategorisine
almıyor, içoğlan olarak saray hizmetinde kullanılmak üzere
yetiştiriliyor ve seçkin bir eğitime tabi tutuluyorlardı. Sarn-
}'111 beyaz hadımağaları olan ak ağaların sıkı denetimi ahın­
da bir yurt hayatı sürüyorlardı. Ne dış dünyayla ne <le ka-
dınlarla ilişkiye girmeleri yasaktı. Savaş sanatları dışında,
dinsel lslam'i eğitim, kaligrafi ve güzel sanatlar dallarında
yeliştiriliyorlardı. Geleneksel bilimleri, Osmanlıca yazma vt~
okumayı, Arapça ve fars1,.:ayı öğrenmek zorundaydılar. Ay-
rıca çeşitli idari branşlarda uzmanlaşıyorlardı. Dört yı Ilık
eğilimin sonunda yeni bir elemeye '(phma) tabi tutuluyor-
lardı. En iyileri saray hizmetinde kalıp eğilimlerine devam
ediyorlardı. 16. yüzyılda 700 içoğlan mt~vnıuu. Diğerleri
ise hapılmlu süvari taburlarına subay oluyorlar ve İmpara­
torluk eyaletlerini yönetmeye gönderiliyorlardı.
Devşirme sisteminin çocukları değil, yeniyetmekri, halla
genç yetişkinleri askere aldığına kanıt, kapıkulları arasında
asıl mensup oldukları din (Rum Ortodoks) ve doğulan bölge
(ciıısler) temelinde kurulan dayanışma ilişkisiydi. Hemşehri­
lerin birbirlerini karşılıklı olarak kollaması (iııtisap), devşir­
melerin eski yaşamlarına dair anılara sahip olması durumun-
da gerçekleşebilirdi. Bosnalılar (Boşnaklar) dışında hepsi
Rum Ortodoks ise de anadili Yunanca ya da Arnavutça olan
gruplar arasında bir fark olduğu düşünülebilir. Ama bu farkı
da abartıııaımı..k lazımdır. Çünkü 182l'de bile Yunan bağım­
sızlık ayak lan ma ların ı n başını Ma rkos Bo tzaris ( 1788-1823)
gibi Arnavutça konuşan Rum Ortodokslar (yani Arnavutlar)
ı.;ekiyordu. Örneğin; Rum Ortodoks dininden olan, Arnavut-
luk'taki Berat kenti yakınlarında dünyaya gelip 166l'de ölen
ve son devşirmelerden olan Köprülü Mehmet Paşa etrafında

87
oluşan intisap ağının karakterinin Yunanlı mı,yoksa Arnavut
mu olduğu sorulabilir. Yani bir Lü r himaye ilişkisi olarak ta-
nınılanabilecek intisap, ortak dil üzerine mi, yoksa dil onak-
lığt üzerine mi inşa edilmişti? Halen Yunanistan'lı Arnavutla-
rın Arnavutça konuşan Müslümanlara Türk-Arnavut, Yunan-
ca konuşan Arnavutlara Yunan-Arnavut dediklerini hattrlata-
hm. Arnavutça konuşan bir Rum Ortodoks, Arnavutça konu-
şan bir Müslümandansa, Yunanca konuşan bir Rum Orto-
doksa kendini yakın hissetmektedir. lşte Arnavutluk'un ko-
münist önderi Enver Hoca'nın, modern Arnavut ulusunu bö-
len dinlere karşı son derece sert yaklaşımının nedeni budur.
Yönetici sınıf dörl hizmet kategorisine bölünmüştü:
A) Devletin en yüksek düzeyli yöneticilerini sağlayan Sa-
n~v Kurumu. Saray üç bölüme ayrılmıştt:
a) Kafkasyalı beyaz ve Sudan ile Orta Afrikalı zenci hach-
mağaları tarafından korunan zenci haremağası (dLırüssaadc
ağası) yönetimindeki harem.
b) Divanı Hümayun toplantılarında ve elçilerin kabıılün­
de de hizmet veren harem görevlilerinin yerleşik okL.!ğtı,
sarayın iç bölümünde bulunan Enderun Clç Hizmet). Darüs-
.wıadc ağası yönetimindeki Enderun, önem sırasına göre,
yukarıdan aşağıya sayacağımız altı bölüme ayrılmtştı.
Has Oda (Ozel Oda), Hazine Odası -kL kendi içinde "Dış
Hazine" ve "le..: Hazine" olarak ikiye ayrılmtştı- Kiler Odası,
Seferlik Odası (1635'de oluşturuldu), Doğancı Oda.~ı (17.
yüzydın sonunda iptal edildi ve son olarak da koğlwıların
yellştirildiği Büyüh Oda ve Küçük Oda. lçoğlanlar bu altı
bölümü Has OJa'ya dek Lırınanıyorlar ve ardından ya Dış
Hizmet'e geı,;iyorlar, ya da eyalet valisi, askeri kumandan ya
da Vezir-i Azam tayin ediliyorlardı.
c) Sarayın ikinci avlusunda bulunan ve lmparalorluğun
idari ve askeri yöneticilerinin yerleşik olduğu Binm (Dış l-liz-
mel). Bu bölüm, beş ayrı grubu kapsıyordu: Sultanın lalasını,

88
<loklorlarını, aslrologunu ve saray imamını i~'.eren bilgiııle.r
(ki bunlar ulemaya dahildi) -saray miınarlannı yöneten şeh­
remini; -rnatbL1l11 mnire emini (aşçıbaşı); -sikkelerden sorumlu
darphane emini; -at yemleriyle görevli Llrpa emiııi. Dış Hiz-
nıe.l'in diğer görevlileri üç gruba bölünmüşlÜ: tik grup, rihap
ağalarım (üzengi ağalan), emir alem'i (sancak taşıyıcısı), ka-
pıcı başını ve çavuş başını (baş haberci) içeriyordu. lkinci
gruba, bostancı başı yönelimindeki bostancı ocağı dahildi.
Üçüncü grup ise, Sultan'ın muhafızları olan peykleri ve vasal
beylerin davranışlarını kontrol etmek üzere. sarayda rehin tu-
tulan oğullarından oluşan müteferrika bölümünü içeriyordu.
B) Kaleıniye ya da ram anlamıyla, katiplerin clahil olduğu
hükümet. lki koldan oluşmaklaydı: Vezirleri ve veziri aza-
mı içeren Divmıı Hümayun ve imparatorluk hazinesi Hazi-
nei !\rnit-e. Her iki kol da hocalar tarafından idare edilen bö-
lümlere ayrılmıştı. Zaman içinde ulema, kalemiye içinde
çeşitli mevkiler elde ederek etkisini arlıracaktı.
C) J\sheri Kurum (Seyfiye) Kılıç sahipleri (ehl-i seyil) ya
donanmada ya <la orduda yer alıyorlardı. Kara ordusu baş­
langıçlaki Müslüman ya <la Hıristiyan birliklerin yerini al-
mış olan lıapılmllanndan oluşuyordu. Bu kapıhulları üç bir-
liğe ayrılmıştı. I. Süleyman'ın saltanau sırasında sayılarını
30.000'e yüksellliği yeııiçai piyadeleri, 1574'le 2.125 kişiden
oluşan ı.opçu birliği ve son olarak, umar almayan, lstanbul
ve büyük kenlier<le bulunup maaş alan kapı hulu süvarileri.
Kapılrnlları arasından I. Mural tarafmdan oluşturulan
ama II. Murat devrinde tımar almaya başlayan .<iipahi süva-
risi, feodal bir süvari haline gelecek ve taşrada tulunacalm.
1527'de 27.868 adet lımarlı sipahi bulunmaktaydı. Oysa ki
16. yüzyılın sonunda yalnızca 6.000 adet maaşlı süvari bu-
lunuyordu. Yani feodal zihniyete sahip tımarlı .'iİpahilerle,
yeni kuşağın bazen yine sipahi adı verilen maaşlı hapıhulu
süvarileri birbirleri ne karış u nl mamalı chr. Osman 1ıla n n gö-

89
çebe kökenlerinden ötürü normal sayılması gereken, Os-
manlı askeri gücünün en zayıf noktasının deniz kuvvetleri
olmasıdır. Deniz kuvvetlerinin İmparatorluğun ihtiyaçları­
na uygun olarak gelişmesi için, 16. yüzyılda Barbaros Hay-
reddin'in ortaya çıknıası gerekecekti.
Fı.1Lih Sultan Mehnıet döneminde, hemen 1462 öncesinde
Cenevizlilerden Osmanlılan:a alınmış olan Midilli (Lesbos)
adasında, sipahi bir bahadan (Yakup -Yunanca Yakovos-) ve
adalı bir Hırisıiyaıı anneden (Katalina) dön oğul doğmuş­
tu. En büyüklerinden başlayarak, adları; ishak, Oruç, Hızır
ve llyas idi. Kesin olan, Yakupun Müslüman olduğuydu.
Ama dönme miydi, babası dönme miy<li, ya da Yunan asıllı
mıydı, bunlar açık olnıayan sorulardır. Babasının Abdullah
adlı bir sipahi olduğunu biliyoruz. Ayrıca devşirmenin oğul­
larının lsıanbul'a geldiklerinde sünnet olduklarını ve adını
Abdullah (Allah'ın kulu) ya da Abdülmenan gibi eşdeğer
bir isimle değiştirmiş bulunan babalarının nüfus kaydına
yazıldıklarını biliyoruz. lleride lmparatorluğuıı deniz kuv-
vetlerinin en ünlü kişisi olacak ve Barbaros Hayreddin
(1466-L 546) adıyla bilinecek üçüncü oğul, Hızır idi. Arala-
rında Yunancanın da bulunduğu pek çok dili konuşuyordu.
Sonu<; olarak, Barbaros'un babası, Midilli'nin (Lesbos)
1462'de ltalyanların elinden kurtarılmasında yeralmış, do-
ğuştan Yunanlı olması mulnemel bir sipahiydi. Frenk işgali
sırasında adı ltaly:mca olan Katalina'ya çevrilmiş olan ve
Midilli'li bir llıristiyan olan Yunanlı Kaıeriııa'yla evlenmişti.
Barbaros Yuııarn.:a'yı kü<;üklüğünde, aile çevresinde öğren­
miş olmalıdır. Bu dahi denizcinin kökeniyle ilgili diğer id-
diaların ciddiye alınabileceğini düşünmüyorum.
19. yüzyıldan önceki Yunan tarihini kültürel yerine milli-
yetçi ıeriınlt-rlc açıklamaya ı,:alışmak, tam da tarihe aykırı dav-
ran nıaklı r. Bizans sahasını ıı yabancı f renk kültüründen kur-
wn imasını. Rumluğa (Romiosini) borçlu okluğmnuzu ~iddet-

90
le vurgulamak gerekmekledir. Gerçekte, knalardaki Lopraklar
Yunanlı Evrenos, Zağanos ve Mahmlll komlllanlar tarafından,
deniz sahası ise yine Barbaros Reis tarafından kurtarılmıştır.
11. Bayezit (1481-1512), 15. yüzyılın sonlarına doğru, ün-
lü büyük amiral ve coğrafyaı.:ı Piri Reis'in amcası Kemal Reis
kumandasında önemli bir filo oluşturmuştu. lstanbul ve Ge-
libolu'da yeni Lersane ve savaş gemileri inşa ettirecek ve de-
n iz kıyıları boyunı.:a binlen.:e Türk ve Yunanlı denizciyi -le-
ventler- 4 askere alaı.:aktı. Ama l. Süleyman'ııı saltanatı sıra­
sında Osmanlı deniz gücü yeniden inişe geçecekli. l. Süley-
man Barbaros\ı çağırtarak 27 Aralık 1533'Le büyük amiral
(kapuclwı paşa ya da lwpuclmıı clerya) ilan edeı.:ekli. İşle bu
dönemde, Barbaros büyük Osmanlı filosunu oluşturao.ı.klı.
Deniz kuvvetlerindeki bu yüksek rütbeyi II. Mehmet oluş­
Lurmuş ve görevi, lsıanbul'un alınmasında katkıda bulun-
muş olan Ballaoğlu Süleyman Bey'e vernı işli. Ama Barbaros,
bu rütbe dışında beylerbeyi sıfatını da alacaktı. Bu, Osmanlı
yerel idaresinin en yüksek mevkiiydi ve vezir ile aynı dere-
cedeydi; kendisine Divanı Hümayun toplanLılarına katılma
hakkını veriyordu Balıri Beylerbeyi'nin eyaleti, Hayreddin
tarafından lmparntorluğa çeyiz olarak dahil edilen Cezayir
ile birlikle, donanmayı finanse etmek için gereken liman
oluşlUran 13 Ege kıyısı ve adası ve sanı:ağından ibaretti.
D) Bilim Kurumu (ilmiye) - Görevler Sünni lslam'ın din-
sel yasası olan .)ffiııı'ı yorumlamak ve uygulamak olan ulc-
ll1ll, Müslüman "bilgi adamları". Şeylıüli~lam başkanlığında

wplanıyordu.
Ulema, a) Öğrelmen (müdcnis) olarak rnmilerdeki ilk cle-
receli -mcl<ıeplcr- ve sekiz basamaktan oluşan ona ve yüksek
dereceli -medreseler- eğilim kurumlarından müteşekkil l\tliis-
lünwn eğilim sistemini kontrolleri altınd::ı tutuyordu. llk Os-

-t 1.ı·vrnı sözt· ü)\Lt köken ol.ırak ıopr;ıksız v~ i>siz ob n ve zaıırnn içinde k.,r,ıdn ya
d,ı tlı:niz.tk h.ıytluthı,::a h~,lay;ııı ı:rkckkri ıammlaıııakıaytlı.
91
manlı medresesi, Orhan Bey tarafından Iznik'te 1331 'de ku-
rulmuştu. llk yedi basamağın öğrencilerine softa, sonuncu-
nun öğrencilerine danışman adı veriliyordu. Buralarda Arap-
ça, kaligrafi, Sünni dini, rerorik, şiir, mamık, felsefe ve astro-
nomi öğretiliyordu. I. Süleyman 1550-59 yılları arasında, ls-
lanbul'da kendi adını taşıyan bir rnmiin yanı sıra, medrese-
lerin sekizinci basamağından mezun olan öğrenciler için
dört aşamalı bir yüksek okul koınpleksi inşa ettirmişti. Bu-
rada, özellikle tıp, matematik ve fizik bilimler öğretiliyordu.
b) Yine ulema, kadı ve ınuftü olarak Müslumaıı malıkemele­
riıııle görev alıyordu. lslami dinsel yasa olan Şcriaı, Osmanlı
İmparatorluğunda Kamrn a (ınedeni yasa) kıyasla bağımlı bir
konuındaydı. Çünkü yalnızca, devlet idaresi ve örgütlenme-
sine yönelik genel ilkeleri biçimlendiriyordu. Bu eksikliği ise,
lumunname gideriyordu. Şeriat, Müslüınan Sünni millet'inin
yaşamını ve kişisel işlerini düzenliyordu. Teoride ulema, Şeri­
ar ile ters düşen kanunları geçersiz kılma yetkisine sahipti.
Oysa gen,:ekte bu tür olaylara pek seyrek rastlanıyordu; lın­
parator tarafından atanan ulema onun lütfuna bağlıydı.
Kadılar Şeriatı olduğu kadar, kanunname'yi de uygula-
malda görevliydiler. Ama davalarda yalnızca doğuştan Müs-
lüman olanların tanıklıkları geçerli kabul ediliyordu. Yani,
düzenin en yüksek dereceli kişileri olan llıristiyan asıllı
dcvşi.rmeler tanıklık yapamıyor, böylece ne llırist iyan ne de
Müslüman yasalarınca korunabiliyorlardı. Müftüler fıfrhı ic-
ra ediyor, lslami dinsel yasanın resıni yorumları olan fetva-
ları yayınlıyor ve luınunları yasalaştırıyorlard ı. Kan un i Sul-
tan Süleyman devrinde imparatorluk başınüftüsü, İstanbul
müftüsü, Rumeli ve Anadolu kazaskerleri (kadıa.~her) ile
onların kadılarının koordinatörü olarak, Şeyhülislamlık
nwvkii oluşturulacaktı. Müftülerin fetvalarına kaclılarca
uyulması gerekiyorsa da, kadılar fermanları yani Sulıan ın
buyruklarını kanunen kabul etmek durumundaydı.

92
2. Ortodoks Yunanlı yönetici smıf
Osmanlı yönetici sınıfına tamamiyle dahil edilmek için do-
ğuştan ya da din deği~lirme yoluyla Müslüman olmak gerek-
tiği iddia edilmiştir. Bu iddia daha da uca götürülüp basitle-
ştirilerek, tümüyle gayrimüslimlerden oluşan raya sınıfını sö-
müren, safkan Müslüman bir yönetici sınıf bulunduğu bile
öne sürülebilmişlir. Bu iddialar başlan aşağı yanlıştır; hapı­
kullarmın oluşturulmasından önce veya sonra Osmanlı yö-
netici sınıfı hiçbir zaman tümüyle Müslüman olmamıştır. ls-
Lanbul'un 1204'te Frenklerin eline geçmesinden, kemin Mısı­
ra ve Trabzon'la birlikte 1453-61 yılları arasında Osmanlılar­
ca alınmasına dek Bizanslılar iki kampa derinden bölünmüş­
tü: Bu iki kamp Türk ve Latin yanlılarını temsil ediyordu. Bi-
zans İmparatorluğu 108l'den itibaren kolonici Frenk sömü-
rüsüne boyun eğmiş durumdaydı. Bizanslılar ne kara<la ne
de denizde dolaşabiliyorlardı. Tüm ticari kar, dokunulmazlık
ayrıcalığıyla Bizans sitelerinin kalbine yerleştirilmiş sürekli
koloniler dolayımıyla yabancı tüccarlara, özellikle de Vene-
dik ve Cenevizlilere akıyordu. Latinlerin bu ekonomik sö-
mürüsüne, Ortodoks kilisesinin tamamiyle boyun eğmesini
dayatan Roma dinsel hoşgörüsüzlüğüne karşı, Türk varlığı
bir çözüm sunmaktaydı. Kimi imparatorlar politik bir opor-
tünizmle, Roma kilisesiyle birleşme, yanı Bizans'ı Katolikli-
ğin kucağına oturtma yolları arayacaktı. Bu ruh hali içindeki
Vlll. Mihail Palaiologos Lyon Katolik Kurultayı'nın (Concile)
1274'teki birleşme bildirgesini kabul edecekti. lşte tam da bu
zihniyetle o dönemden günümüze dek Latin yanlısı Yunanlı­
lar, Ortodoks kilisesinin Katolik kilisesi ve Protestan kilisek-
·•
riylc birleşmesi fikrini desteklemektedirler. Bunu yaparken de
sözü geç<'n kilbderiıı bazılarının diğer dinlere k::ırşı ilgisiz ol-
duklarını, hana Tanrıtanımaz oldukları gerı,:eğini dikkate al-
mamaktadırlar. Bunlara bir örnek olarak, imzasını Frenkle~­
miş bir şekilde 'Diome<le' olarak değiştirerek atan, 1910'dan

93
başla yarak Elcu therios Ven izelos'un liberal partisi ııi ıı ınal i
destekçisi Alexandros Dioınedes'in konumunu verebiliriz.
Oıılü ve zengin bir Yunanlı aileden gelen Dioınedes önce Ma-
liye' de ardından da Dışişleri'nde liberal bir tarzda bakanlık
yapmış, bunları takiben Yunanistan Merkez Bankası'nın başı­
mı geçmiştir. Bizans üzerine kaleme aldığı çalışmalarında Bi-
zaııs'taki Lalin yanlılarının -maaleser- bir "azınlık oluştıırJuk­
lannı",5 ı,;ünkü "Radikal Orıodı.>kslul1 cephesini oluş!urnn keşiş­
li,~in ve ozcllikle de Ayııonız keşişlerinin bugiiıı 'kwnuoyu' dedi-
ğimiz şeye hakiııı olduldannı'.ı; yazar. Düşüncelerini Doğu'yu
karanlık, Batıyı
ise aydınlıkla özdeşleştiren basit bir matema-
tiksel denklem üzerine kuran Diomedes şöyle yazmaktadır:
"Bizwı.~lılanıı bakış açısı, I3c.ıtd ılaşmı~ fihriyata sahip olur (kla-
silı) Yiınuıı kültürüne lwrşı faııatik bir antipati besleyenlalc uz-
laşmazdı. Bu nedenle 11'asih An!ilıite'den etkilenerek oluşan Batı
cliişıincesi yeriııe, Dogulu zihniyete sahip Türklere daha yalwıdı­
lar. Bizans ve Müslüman dünyalcırı zamuıı içiııde ve uzun süı-cn
ilişl1ilcr sayesinde aynı ııitd ilıleri edindiler. .. Her ikisi de ilcrlc:me
lwrşır.ı ve lwderciydilcı: "7
Aınane az önce sözünü ettiğimiz girişim; ne bir yüzyıl
sonra V loanııis Palaiologos'uıı Roma'ya giderek Papalığa
birliği sunınası ve şaşaalı bir şekilde Katolikliğe geçmesi, ne
de 1439'da Vlll. loannis Palaiologos'un hazır bulunduğu
Floransa'da birliğin resmen ilan edilmesi, hemen hemen
tüm Bizans ruhbanının ve halkının Papalığa sert muhalefe-
tini yumuşmamayacaktı.
Hızla güçlenen toprak aristokrasisi ıı in gitgide zor duru-
ma soktuğu kitleler, Bizans'taki Türk yanlısı harekete des-
tek vermekteydi. Aına toplumsal bunalımın yanı sıra, din-

'j ·' 151.


(ı ~- .215.
7 i\I. N. Diomc<lcs, !Jv;?'.(111/İtı(Iİ .l\.frlrtai ("llizaııs Çalı~nıaları"), Aıiııa, l'apazczcs,
JIJ+2..s 371-171.

94
sel bır bunalım c.la mevcuttu. Geniş mülklere sahip manas-
tırlar, köylünün sömürülmesine katkıda bulunuyordu. Zen-
ginliğe susamış ruhban'ın bir bölümü ahlakdışı bir yaşam
sürüyor; kaclınlarla evlenmeleri ve <.:insel ilişkiye girmeleri
yasak olan Ortodoks keşişler maııaslırlarc.la oc.lalıklarını ba-
rındırıyorlardı. Hıristiyan clinine karşı ilgisizlik giderek bü-
yüyordu. Türkler Imparat0rluğun yaşadığı ahlaki ve Lop-
lumsal bu çifte bunalımdan haberdardı. Türklerin iyi ahlak-
lılığı 15. yüzyılın ikinci yarısındaki yabancı gezginlerce de
akLarılmışLı. Öyle ki, Türk adı "toplumsal adalete önem ve-
reıı erdemli kişi" anlamını karşılar olmuşLu. Sonuçta Os-
manlı fethi, Türkler tarafından olduğu kadar, Yunanlılar ta-
ralınc.lan ela Tann'dan istenen bir olay haline gelmişti.
Bizans'ıaki Türk yanlısı parti, 8 Kent'te c.lüşüşten hemen
önce yaşanan gizeme itik ve ahlaklılık hareketi tarafından da
güçlendirilecekti. Vlll. loannis Palaiologos ile 1439'da Flo-
ransa'ya giderek Katoliklerle birleşme girişiminde kendisine
danışmanlık yapan dört seçkin filozoftan üçü lstanbul'a
Türk yanlısı olarak dönecekti. Gennac.lios adıyla bilinen
Georgios Sholaris birlik karşıtlarının başına geçecek, keşiş
olacak ve lstanbul'un düşüşünden sonra il. Mehmet tara-
fından lkumeııi Patriği atanacaktı. Trabzon'un Yunanlı lm-
paratoru'nun prolovestiarios'u olan Georgios Amoirutzes,
lslaın ile uzlaşımı yollarını arayacak, l46l'de lınparatorunu
Trabzoıı'u 11. Mchınet'e direnmeden teslim etmesi konu-
sunc.la ikna ec.lecek ve ardından Osmanlı Imparaıoru nun
hizmetine girerek lstanbul'da kendisine en yakın kişiler
arasında bulunacaku. Kendisi gibi Müslümanlığa geçen oğ­
lu da Sultan'm vezirleri arasına katılacaktı. Soıı olarak da,
daha önce <le aktardığımız üzere, Trabzonlu Georgios -ki
l 453'Len önce ilalya'ya yerleşmiş bulunuyordu- lstanbul'un

H Bumda ·p11rri'yi kbsik parLmwııtcr anlamda kull~nııııyor. ı.blnl ~·ok 'sa}' ohn,1yı
nırgulay;ın ~enci hir k;wr;ım olllrnk sunuyorum.

95
düşüşünden iki ay sonra II. Mehmet'e Türk ve Yunan halk-
larının politik hirliğini öngören bir ça !ışına yollayacaktı.
Bizans 1mparatoru'nun gücü 1261-1453 arası dönemde
arttıkça, kilisenin devlet üzerindeki nüfuzu da artacaktı. Kili-
se ve onun halktan aldığı destek sayesinde Latin yanlılarının
tüm girişimleri başarısızlığa uğrayacak ve Türklerin gelişi
kolaylaşacaktı. ll. Mehmet'in lstanbul'a girişi, Kilise'nin bek-
lentisini gerçekleştiriyordu. imparatorluğun 11. yüzyıldaki
"açılış''mdan (aynı Çin'in 19. yüzyılda dış güçlere açılışı gibi)
bu yana Latinler, Bulgarlar ve Türklerin kurduğu çok sayıda
devlet arasında bölünmüş olan Ortodoks "ulus"u, İmparator­
luğun eski topraklarının Osmanlılarca fethedilmesi yoluyla
tek bir yönetim altında yeniden birleştirilmiş olacaktı. Ama
bu yeniden bir araya gelme eylemi, ancak 1699'da, Osmanlı­
ların Girit'i almasıyla tamamlanabilecekti. Yalnızca lyon ada-
ları Venediklilerin elinde kalmıştı. Kilise, Ortodoks Hıristi­
yan millcl.i üze.rinde.ki etkisini, Sultan'a karşı herhangi bir
ayaklanmayı önlemek üzere kullanacaktı. Yani sonuçta, Yu-
nanlıların tümü -aristokrasinin Frenk soyluluğuna bağlı bir
kesimi dışında- Latinlerin gidişini ve Türklerin gelişini mem-
nuniyetle karşılamıştı. Hatta Kıbrıs'ta ya da Girit'te olduğu gi-
bi, 15., 16. ve 17. yüzyıllarda Türkleri yardıma çağıracaklar­
dı. Osmanlılar, Venediklilerin ALina'daki Parthenon'u bom-
balayarak yıktıkları 1687 yılında ele geçirmeyi başardıkları
Pcloponcsos'u l 715'ıe geri aldıklarında, salt Yunan köylülü-
ğü değil, burjuvazisi, toprak sahipleri ve ruhbanı tarafından
da kurıa rıcı gibi karşılanmışlardı.
Başlangıcından itibaren Osmanlı tmpmatorluğu, çokuluslu
Osmanlı lkı.ımcııisi üzerinde, milliyetçiliğin yükselişiyle bir-
likte iki halkın -Türkler ve Yunanlılar- ortak hakimiyetine
kayan. iki dine dayalı, ikili-egemen bir yapıya sahip olmuştu.
İmparatorluğun halkları büyük çoğunluğuyla iki millete -Or-
todoks Hıristiyaıı ve Sünni Müslüman- ayrılmışlardı. Arap

96
ülkelerinin fethedildiği 1517'ye dek, yani imparatorluğun
yükseldiği dönemin çoğu boyunca, nüfus çoğunluğu Orto-
doks Hıristiyan milletine aitti. Bu tarihten sonra -yani hem
Altın Çağ, hem de gerileme döne.minin tümü boyunca- Sün-
ni mille.ti çoğunluğu oluşturacaktı. Ortodoks Hıristiyan mil-
leti Yunan oligarşisinin artan nüfuzu altında, Slavları, Ro-
menleri, Yunanlıları ve. Arnavutlarla Arapların bir kısmım
içeriyordu. Sünni Müslüman milletiyse, Türk ve Arnavut oli-
garşisinin artan nüfuzu altında, Arap ve Kürtlerin büyük bö-
lümünü, Arnavutların bir bölümünü ve Türkleri kapsıyordu.
Öte yandan, Sünni Müslümanların önemli bir bölümü, ls-
lam'a sonradan geçmişti. Yani bugünkü Türk halkının bir
hölümü Yunan -ya da daha genel bir deyişle, Ortodoks- asıllı­
dır. Oysa bunun tam tersini Yunanlılar için söylemek müm-
kün değildir. Çünkü Hıristiyanhğa geçmek her zaman yasak
olmuşLur. imparatorluğun Altın Çağ'ında, 16. yüzyılda Ka-
nuni Sultan Süleyman'ın saltanatı sırasında görev yapan do-
kuz Vezir-i Azam'ın sekizi Hıristiyan olarak doğmuşlardı.
Yunanlı kalanlar, ilk sırayı kaybedip Türklerin egemenliği
aluna girdilerse de, ikinci önde gelen halk olma niteliğin­
den yararlanarak imparatorluk gücü haline geleceklerdi.
Her Onodoks Hıristiyan, Sultan'ın iradesiyle "Rum" mille-
tine dahi! edilmişti. "Ortodoks" ve "Rum" terimleri eşdeğer
anlamda kullanılıyordu. Aynı şekilde, günümüzde bile Yu-
nan kırında "Müslüman" ve "Türk" adları birbirlerini karşı­
lamaktadır. Türkler, imansız için "gavur", Yunanlılar ise
"Türk" tanımlamasını kullanmaktadır. Baştan itibaren Türk
ve Yunanlıların füılkan Hıristiyanları üzerinde kurncağı or-
tak hakimiyetin terµetleri atılmıştı. öyle ki, 19. yüzyılın bü-
yük Yunanlı tarihçisi K. Paparrigopulos, Osmanlı işgalınin
ken<lisi açısından yarattığı önemll ölçü<le avamajh konum-
dan yararlanıp Balkanlı halkları Helenleşurmeyen 1kuınenı
Patrikliğine bu "vahim ihmalinden ötürü çatmıştır. Arapla-

97
rın Türk paşalarından yakındıkları kadar, Romenler de baş­
larımlaki Yuııan beylerden yakınıyorlardı.
1453're il. \khmeı lscanbul'a girdiğinde, Kilise'ııin Kato-
liklerle bir! ik yanlısı Patriği Georgios Mamas'ın 1451 'de Ro-
ma'ya kaçmış olduğunu öğrenmişti. Bu nedenle, birlik kar-
şıtlarının başı olan keşiş Gennadios'u çağınacaktı. Kutsal
Synodos (Kurultay) piskoposlarınca lkumeni Patriği seçilen
Gennadios, göreve 6 Ocak 1454'te gelecekti. Tören aynı Bi-
zans lmparatorluğu devrindeki gibi yapılmıştı. Bizans lmpa-
raloru'nun rolünü üstlenen ll. Mehmet, Genrıadios'a görevi-
nin simgelerini takacak ve "seleflerinizin yararlandıj!,ı liiın
ayru.:alıkları lwruyabilinıiniz" diyecekti. Mehmet'in Palrik'e
ve Ortodoks ruhbanına lahsis elliği ve Bizans lmparatorluğu
zamanındaki seleflerinin yararlandıklarından kuşkusuz ki
daha önemli olan bu ayrıcalıklar, aslı 16. yüzyıl başındaki
bir yangında kaybolmuş olan bir lmparaıorluk beratında be-
lirtilmişti. Aslı kaybolmuş olsa da, beratın içeriğinden, hem
her Patrik'in başa geçişi sırasındaki yinelemeler, hem de va-
kanüvis Georgios Phrantzes ya da 1573-75 yılları civarında
metropolit Makarios Melissenos'un düzelttiği şekliyle
Sphrantzes'ın yazılı tanıklığı dolayımıyla haberdarız. Beralta,
Patrik'in ve Piskoposların her tür vergiden muaf olduklarını
belirtiyordu. Bu, Ortodoks ruhbanın resmi olarak raya değil,
yönetici sınıf olarak görüldüğü anlamına gelmekteydi. Aynı
17!39 öncesi Fransa' da olduğu gibi, yönetici sınıfa dahil bir
vüksdl düzeyli rulıban ve raya sınıfı içinde sayılan bir düşük
düZCJ'li rıılıhaıı mevcuıtu. Yüksek düzeyli Rum Ortodoks
ruhban, tımar sahibiydi. Ağion Oroz'un (Aynoroz) Ortodoks
manastırları eski mülklerini korumakla kalmamış, l383'teki
Osmanlı fethinden itibaren Sullan'ın kendilerine bahşettiği
yeni mülklere kaYuşmuşlardı. Aynoroz'da halen süren bir
gelenek, Rum Ortodoks manastırlarının Osmanlı Suhan'ınııı
süzerenligini fetihten önce kabul etmiş olduklarını gösler-

98
mektechr. Bu da, Frenk karşıtı Yunanlıların Ortodoks ve İs­
lamlığın birara<la yaşamasını tüınüyle mümkün ):;ördükleri-
ni kanıtlamaktadır. Aynoroz'da değil ama Makedonya'daki
Serres kenLinin yakınlarındaki Agios Ioannes o Prodromos
Ortodoks manastırında yazılan Aralık 1372-0cak 1373 ta-
rihli bir belge bize, bu manaslırın bölge halen Bizans yöneli-
mi altındayken Osmanlı Sultan'mın himayesini talep etmiş
olduğunu göstermektedir.
Sultan'ın 15. yüzyılın ikinci yarısında Ortodoks bir ınelro­
polit için çıkardığı berat'ta şu satırlar okunmaktadır: "( ... )
Metropolit'in atalarından kalan kilise, bağ, meyve barıçesi ve ar-
saların mülkiyetini üzerine almasına izin veriniz. Kı::rıdisi, aynı
ataları gibi cizye ve tüm eh vergilerinden muaftır. Bölgedeki tüm
papaz, keşiş ve Ortodoks Hıristiyanlar onu metropolitleri ola-
rak tanı.sınlar ve tüm anlaşmazlıkları onun yargı yetkisi altında
çözsünler." 9 Kanuni'nin 16. yüzyıl<la 'Muhteşem' (Megalopre-
pes) takma adlı lkumeni Patriği (1555-65) 11. loasaf'ı <lenet-
leme gezisiyle ilgili olarak Ruıneli Sancakhey\eri ve Kadıları­
na gönderdiği bir emirde ise şu satırlara rastlıyoruz: "Uzun
süren tecrübeler .~onurnnda, Patriklerin daha önce sözü geçmiş
bir bölgedeki tüm Metropolit, Piskopos, lğumenos ve papazların
yoklamas1111 her dört ya da beş yılda bir yapması gerektiği orta-
ya çıkmıştır (.. .) Patrikler papazlardan geri ödemeler alacaktır
(. .. ) Patrik'in tüm eski yılların ve içinde bulunulan yılın geri
ödemelerini toplama~ma izin vereceksiniz (. .. ) lstanbul'da top-
ladığı miri akça ile dönüşü süresince Patrik ve maiyetindekileri
eşyalarını ya da eşya taşıyan katır ve atlarını teslim etmeye
zorlcımayacaksınız (. .. ) Metropol itlerden, pi.~hopos, papaz ya da
he,5işlmlen lıerhangi biri vari.~ belirlemeden ölürse, 5.000 ve da-
ha yüksell akçelik mülkleri devlet hazinesine devredilecell,
5.000'den darıcı düşük akçelik mülkleri ise Patrihlik'e hırakıla-

9 1Jalil inalcık, "T!ıc· Sıaıus of thc l;r~~k Orthodox Patriarclı umkr tlıc
l )ttommıs", Turoca, P~ris, dit XXl-XXlll, 1991, s. 419.

99
whtır (. . .) Patrih'in reayadan lwnunsuz taleplerde bulunarak
onları ezmesine izin vermeyin (...) Teh bir reayanın bile malla-
rının gaspedilmesine göz yummayacaJtım. "10
Bu iki belgede, ruhbanın biri yönetici sınıfa
dahil edilen
yüksek düzeyli, diğeri raya içinde sayılan düşük
düzeyli iki
gruba ayrılmış olduğu ortaya çıkmaktadır. Ama aynı za-
manda Sultan, Hıristiyanlar da dahil olmak üzere tüm raya-
yı yönetici sınıfın zulmüne karşı korumak niyetindeydi.
I. Süleyman devrinde Sulıan'm koruması altındaki Parrik,
iktidarını sağlamlaştırmak üzere rüm imparatorluk toprakları
üzerinde dolaşmaktaydı. lkumeni Patrik'i I. Hieremias (1522-
24 ve 1525-46), Sadrazam Yunanlı lbrahim Paşa'nın (1525-
36) koruması altında, birleştirici gücünü Adriyatik'ren Mısır
ve Bağdat'a dek genişletecek ve Ohrid Patrik'inin lmpararor-
luk içindeki Slavları kontrolü altına alma çabasını boşa çıkar­
tacaktı. 1545 yılında ise Eflak ve Bağdan eyalet !erinin Orto-
doks ruhbanı üzerindeki gücünü pekiştirecekti. II. Ioasaf'ın
Patrik'liği sırasında (1555-65) Rusya'nın Korkunç lvan'ı
(1533-84), Patrik'in kendi Çarlık (Kaysarlık) ünvanım kabul
ermesine çabalayacaktı. Çünkü bu, nüfuz alanını Osmanlı
toprakları üzerinde de genişleteceği anlamına gelecekri.
Ortodokslar arası dinsel niteliğe sahip; evlilik, evlat edin-
me, boşanma ve sık sık da miras gibi uyuşmazlıklar üzerinde
Patriklik'in mutlak yargı yetkisi vardı. Bu tür davalara Pisko-
posluk mahkemeleri bakıyordu. Patriklik'in kurduğu laik
mahkemeler, bunlar dışındaki yurttaşlar arası davalara bak-
maktaydı. Ama suç davalarına ve bir Müslümanın da karışrı­
ğı davalar, kadıların alanına girmekteydi. Yine de Parrik'in
başkanlık ettiği Synodos mahkemesi, Müslümanların Hıristi­
yanları şikayet ettiği uyuşmazlıklara bakabilmekteydi. Orto-
doksların eğitiminin Kilise'nin sorumluluğuna girdiği ve Yu-
nan dilinde olacağı tamamiyle garanti altına alınmıştı ve bu

ıo cı.g.<' . s. 428-30.
100
uygulama zamanla Sırp~:a ve Bulgarca gibi ulusal dillen bir
kenara itmeyi başaracaktı. Bunun yanı sıra, Kilise, tarihinde
ilk kez cemaati üzerinde polilik bir güce sahip olmuştu.
19. yüzyıl Yunan milliyetçiliğinin Megali Idea'sına taban
oluşturan bir efsane, kr!fo slıo1io (yeraltı okulu) dur. Yunan
çocuklarına ilkokuldan itibaren öğretilen bu milliyetçi efsa-
neye göre, Osmanlı lmparalorluğu'nda Yunan dili ve kültü-
rü yasaklanmıştı. Bundan ötürü, Yunanlı çocuklar ölümü
göze alarak, çoğunlukla geceleri kendilerine Yunancayı ve
ulusal geleneklerini öğretecek papazların evlerine ve kilise-
lerine gidiyorlardı. Bu efsane ramamiyle 1821 Yunan ba-
ğımsızlık savaşının ardından üretilmiş şiirlere, sanat yapıt­
larına ve sahte hrifo slıolio müzelerine dayanmaktadır. Bu
yeralıı olrnll arının var lığını kanıtlayan hiçbir belge bu 1un-
mamak tadır ve bu nedenle de Yunan ulusunun tarihçisi ya-
pıtında adı geçen kurumdan hiç bahsetmemektedir. Atina
yakınlarındaki Pendeli Dağında kurulu bir krifo sholio mü-
zesini gezdiğimde, müze sorumlularının duvarlara "18.
yüzyılda Yunan okullarının Osmanlı lmparatorluğu'ndaki ya-
yılması "n ın renkli noktalarla gösterildiği Balkanlar harı tası­
nı asma sanığını sergilediklerine tanık olmuştum! Orada
bulunmakta olan nöbetçi bir keşişin, özgürce faaliyet göste-
ren çok sayıda okulun varolduğu bir ortamda yeraltı okul-
larının ne işe yarayacağını sorduğumda, verdiği yanll şaşır­
tıcıydı: "Bunu hiç düşünmemiş olduğumu itiraf etmeliyim!.."
Bu efsane bugün Yunan halkının bilincine öylesine kazın­
mıştır ki, kri{o -~·lıolioların aslında hiç varolmamış olduğunu
söyleme cüretini gösterenler, kısa yoldan yalannlıkla ve Yu-
nanistan'ın düşmanı olmakla suçlanırlar. Söylenen, ülkede-
ki tüm eğitimcilerin öğrencileri kandırmak üzere anlaşmış
olamayacaklarıdır. Birkaç yıl önce Yunan gazetelerinde, ko-
nuyla ilgili büyük bir tartışma patlak vermişti. Bir eğitimci
hrifo .~holioların bir efsaneden ibaret olduğunu söylemişti.

101
Bir okur ise bunun üzerine gazeteye gönderdiği mektubun-
da şu satırları yazabilmekLeydi: "Yeraltı ohıılkırı hiç varolma-
mış bile olsulw; bunun bir gerçek olduğunu ileri sürmeye de-
vam etmeliyiz. Çünkü ulıı.~lamı yuşayubilmeh için bıı tür efsa-
nelere ihtiyaçları vardır."
Oysa gerçekte, ilk Yunan eğitim kuru mu, l 454'te lstan-
bul'un alınmasının ardından lkumeni Patriklik'inin oluş­
turduğu Palrihlih Olwlu'ydu. Bu yüksek okulun kurucusu
ise fatih'in Patriklik'e getirdiği eski öğretmen Gennadios
idi. 16. yüzyılın yarısından itibaren lmparaıorluktaki Yunan
okullarının gelişimi önemli düzeylere ulaşacaktı Ama bu-
nun la birlikle, Balı Avru pa'da eğilim görmüş Yunanlı bil-
ginlerin Osmanlı lmpar:Horluğu'na gelerek kendi okullarını
kurmaları nedeniyle gelenekçilerle Batıcılar arasındaki bö-
lünme de artacaktı.
Bu Batı 1ılaşma Leh likesi ne karşı Pal rik Büyük (Tran os)
Hieremias ll.'nin başkanlık elliğı Hagiu (Hicra) Synodos'un
(Kutsal Meclis) verdiği yanıl, lmparalorluk üzerindeki tüm
metropolitlerin kendi okullarını açarak kendi bölgelerinde-
ki Rum Ortodoks (Yunan) milletinin eğitiminden sorumlu
olmalarını öngören 1593 tarihli karar idi. Bu, imparatorluk
dalı i\indeki Yunan eğitim sisle minin örgütlenmesi ne il iş kin
Ortodoks Kilise'sinin alınış olduğu ilk karardı. Kilise hiye-
rarşinin kontrolü alunda olması koşuluyla, bu okulların
Yunanlı bilgin ve zenginler tarafından işletilmesine ve fi-
nanse edilmesine izin veri lmekleyd i.
1620 yılında göreve gelen lkumeni Patrik'i Kyrillos Laka-
ris (15 72-1638), Yunanlı zenginlerin desteği ile pek çok
okul açacak ve 1627'de lstanbu\'daki ilk Yunan matbaasını
kuracaktı. Osman! ıca yayın yapan ilk matbaa ise bundan an-
cak bir yüzyıl sonra l 720'de Macar asıllı lbrahim Mütderri-
ka (1674-1745) tarafından kurulacaktı. NMuzlarının lmpa-
ratorluğa girmesini durdurmaya çalışan Lukaris'e Balılı Ciz-

102
vil Katoliklerinin duyduğu nef rel o derecedeydi ki, Sulıan'a
onun hakkında gerçekdışı suçlamalarda bulundular. Sullan
bu suçlamalar üzeri ne Yeniçerilere matbaa tesislerini yıkma­
ları emrini verecekti. Bu, imparatorluk tarihinde, Katolik
Bali saldırganlığının ülke iç işlerine ne derece müdahale etti-
ğini gösteren kara sayfalardan biridir. Sultan, Lukaris'i beş
kez yeniden göreve getirecek, ama Batılıların attıkları iftira-
lar sayesinde Patrik, 27 Haziran 1638 tarihinde Yeniçeriler
tarafından boğularak cesedi denize atılacakl ı. Os maıı 1ı yur-
dunun 17. yüzyıldaki bu büyük savunucusunun heykeli, bir
gün mutlaka Türk hükümeıi larafından lstanbul'a dikilmeli-
dir diye düşünüyorum. 18. yüzyılın başından ilibaren Yan-
ya, Selanik, Aynoroz, Patmos, Misoloniki, Sifnos, Atina, Sa-
kızadası, lzmir ve diğer pek çok kenneki Yunan yükseko-
kulları oldukça ünlenecekti. Bu okullar her zaman ruhbanın
komrolü altında kalmakla birlikte, Batıcılarla gelenekçiler
arasındaki mücadeleye de mekan olacaklardı.
Hwmeni Patrik'i, yukarıda sözünü ettiğimiz şekilde, Bi-
zans lmraratorunuıı sahip olduğu dinsel ve politik gücü
kendi ellerinde birleşlirmiş oluyordu. Kilise, İmparatorun
simgelerini -çift başlı kartal- ve autlıcntes (hükümdar), des-
poıes (despot) gibi lmparalorluk sıfalları n ı kullanma ya baş­
layacaktı.11 Palrik "seçfaiıı Romalı ırhın ba~ı"ydı ve lmpara-
ıorluktaki tüm Ortodoksların ve Kilise'nin uçsuz bucaksız
mülkleri üzerinde huriarhiwı (egemenlik) ve dihcıiodosiaıı
(yargılama hakkı) sa 1ı ibiyd i. lskenderiye, An lak ya ve Ku-
düs Patriklikkri llizans lınpannorluğu'nun rarçalanması
nedeniyle lkumeni Patrikliğiyle bağlarını yitirmişlerdi. Ay-
rıca Bulgarlar Çar S;:ımuel (991-1014) devrimle Ohrid'de ve
Çar ll. Ascn (l 218-41) devrinde Tarnova'da; Sırplar ise

l I 11.Ml'lııııct"iıı Y\lnaııcı fcrnıaıılarıııda r~ıilı'c O M<'~'ıs AıııJınuı:; Olüyül<


Elendi) dcıııııckı~ydi. TürkıT'd~ki Efencli si\?cüAii. Yutıatıca ""ılrrnıı·.<dnı
!!dınckıcdir.

103
I346'da Peç'te olmak üzere bağımsız patriklikleriııi kur-
muşlardı. Osmanlı fethi sayesinde lkumeni Pat rikl ik'i bu
kiliseler üzerinde yine egemenlik kurmayı ve I. Samuc\'iıı
palrikliği sırasında (l 764-68) Peç'i l 766'da ve Ohrid'i
l 76 Tde tamaıniyle içine alıp eritmeyi başarmıştı. İstanbul
Patri klik'inin gücünün birleştirici yönde yayılması Sul Lan
tarafından, doğrudan doğruya kendi gücünün genişlemesi
o !arak algılanıyordu.
Palrik'iıı seçimi Sultan tarafından onaylanmak zorunday-
dı. Patrik üç tuğ (at kuyruğu) sahibi bir Paşa konumunday-
dı. Bu, Başvezir'e bahşedilenle eşdeğerdi. Suhaıı'ın dört ve
daha sonra ahı tuğa hakkı vardı. Patrik, Adriyatik'ten Pers
Körfezine ve Tuna'daıı Dide'yle FıraL'a dek imparawrluğun
tümünü kapsayan iyi örgütlenmiş bir idareye, sıkı sıkıya hi-
yerarşik bir Saray Kurumu'na ve tüm Ortodoks tebaa üze-
rinde yargı hakkına sahipli. Patrik ve maiyeti ata biniyorlar-
dı. Yani bu da, Rum kilisesinin ulu kişilerinin yönelici sını­
fa dahil olduklarının bir başka kanıtıdır.
1469 yılından itibaren Patrik kendi iradesiyle, Sulıaıı'a
peşkeş adı verilen bir miktar para ödemeye başladı. Bu uy-
gulama, o güne dek Suhan·ın Paırik'e yapıığı yıllık ödeme-
nin yerini alacaklı. Gilgide mikLarı çoğala ıı bu peşheş, hü,:-
bir şekilde bir vergi olarak kabul edilemez. Aslında Patrik-
lik için mücadele eden adayların Sultaıı'a tercihini kendi
yönlerinde kullanması amacıyla verdikleri bir tür rüşvet
sözkonusuydu Zaman içinde peşkeş ödemesi, Sulıaıı'ın ye-
ni Palrik'in seçimine rıza göstermesinin önkoşulu haline
geldi. Peşkes, Patr1klik'in gücünü daha da arttıracaktı. Pat-
riklik ödemeyi karşılayabilmek için Ortodoks tebaaya özel
bir vergi yüklemişti. Bu bağlamda lınparator Paırik'e kendi
vergisini toplama, mal ya da para olarak ödenen vergileri
korumak ve nakletmek üzere kendi kolluk kuvvetlerini
oluşturma haklarını bahşedecekıi. Sultanların Yunan milleti

104
için çıkarttığı beratlar, yüksek düzeyli Ono<loks ruhbanın
düşük düzeyli ruhbandan ve rayadan toplayabileceği kilise
vergilerini belirliyordu. 17. yüzyılda bu vergiler şunlardı:
Miri rüsum ya da ınu1-i miri patrihlih ve ınetropolitlih, zitiye,
zaraı-i kasfühiye, ta~adduk, ayazına ve aya.~ınos, ınanasur
resmi, panayır ve son olarak da cvlih vergisi.
18. yüzyıldan itibaren başkenlle, Patriklik'i n çevresinde
yeni bir Yunan arisLOkrasisini; yeni burjuvaların en zengin-
lerinin bağlaşığı eski Bizans büyük ocaklarının kalıntısı ko-
nunıundaki Fener sınıfı oluştu. (Bu arada, aynı Osmanlı'<la
olduğu gibi, Bizans lmparatorluğu'nda <la soylu sııufın va-
rolmadıgını hatırlatalım.) Parasal zenginliğe dayanan bu sı­
nıf, evlilikleri dolayısıyla Palaiologos, Kantakuzenos, Koın­
nenos ve Bizans'ın diğer önde gelen aile adlarını taşıyor ol-
makla övünüyordu. Dinlerini değiştirmeyen Fenerliler, ls-
Lanbul'da bulunmalarından yararlanarak lmparatorluk ida-
resinde önemli mevkiler elde edeceklerdi.
1601 'de Ikuıneni Patriklik'i lstanbul'un batısındaki Haliı,:
üzerinde, Fener semLinde günümüze.le de bulunan Aghios
Georgios'a taşınmıştı. "Fenerliler" burada kümelenip taştan
güzel evler inşa edecek, Fener'i zengin ve arisLOkrn.L bir
semt haline gelireceklerdi.
Fenerliler l 469'dan itibaren eski geleneği sürdü re re k, Ki-
l be başının ı,:evresinde saray enlrikalarına girişen hizipler
oluşlurdular. llk hizip, eski protovesliarios Georgios Amo-
irULzes'i n esiniyle "Yunan gücü"nü lstanbul'da tekelleştir­
meye çalışan Trabzonlu büyük ocaklarca oluşturuldu. Pe!i-
lffs gekneğini c.le başlaLan hizip, Patriklik için kendi adayla-
rını kabul ellirdi. Bunu takiben, ll. Murat'ın dul eşi Sırp
Mara'nın (Tamara) da etkisiyle, Sırp hizbi oluşlu. Sırplar
PaLri klik için 14 75'te kendi adamlarını seçLi rdiler. Üçüncü
grup ise, Boğdanlı (Moldavya) Romenlerce c.lesteklenen Ay-
noroz keşişlerininkiydi. Bu grup da, annesi Yunanlı bir Ar-

105
navu t keşişini seçtirmeyi başaracaktı.
16. yüzyılda lstanbul'un Bizanslı ocaklarının, özellikle de
Kantakuzenosların torunları "arhontes"ler yeniden ortaya çı­
karak entrikalara girişecek, saray nedimeliği mevkilerinin en
önemli ]erini ellerine geçireceklerdi. Ortodoks hükümeti işle­
vini de gören bu mevkiler ilke olarak ruhbana ayrılmışlarsa
da, gerçekte Patrik'i atayan ve görevden alan laiklerce işgal
edilmişlerdi. Örneğin 1565 yılında Mi hail Kantakuzenos'uıı
etkisiyle Bulgar Metrofaııes Patrik olmuştu. M. Kantakuze-
nos, tuzla ve balıklava çiftlikleri sahibi, İmparatorluğun baş
gümrükçüsü ve Sultan sarayındaki kürklerin sahibiydi. Mos-
kova onun tekelini dayattığı için kürkleri Rusya'dan yalnızca
o getirLebiliyordu Maiyeliy le birlikte ata biniyordu. Mi ıcea
adlı Eflak Bcyi'nin kızıyla evlenmişti. Mektuplarına çift başlı
kartal mührünü basıyordu. Kendi adamlarını Sultan'ın vezir
adayları arasına sokabilmesini sağladığını düşündürecek ol-
dukça büyük bir toprak ve para serveti oluşturmuştu. Boğ­
dan ve Eilak'ııı Rum tacına adayları seçen ele kenclisiydi. Sa-
rayı Bulgaristan' da, Bu rgaz'ın kuzeyindeki An h ialos'taydı.
Gücünden çekinen HL Murat'ın emriyle 3 Mart 1578\k
idam edildi. Ama oğlu Andmnikos olmak Cızere, soyundan
gelenler lstanbul'daki etkilerini sürdüreceklerdi.
17. yüzyıldan başlayarak Fener Rum Patrikliği kilise gö-
revi i leriniıı yanı sıra, imparatorluğun dış ilişkilerini kontrol
eden fül.b-ı Ali baştcrcümanlıgı ve filo tercümanlığı görevle-
rini tekeline aldı. Ama Ortodoks yönetici sınıfının, lınpara­
torl uğu ıı dizginlerini tamamen el !erine geçirme nıyalarını
görmelerine neclen olacak güç, Romen eyaletlerinin devriy-
le keııd ileri ne aktarılmıştı.
Ele geçirilmesi ve boyun eğclirilmesi çok güç olan bu eya-
letler, de geçirildikleri zaman bile beylerini ve özerkliklerini
koruyorlardı. Boğclaıı beyi Büyük lstefa nos (14 5 7 -1504) güç-
1ü bir bağımsız devlet kurmuş ve l47l'de Eflak Beyini kendi-

106
ne bağlamışlı.
Ama l 503'te 11. Bayezil'in hükümdarlığını (sü-
zerenliğini) kabul etmek zorunda kalmıştı. Bu tarihte her iki
beylik de lstanbul'un vasalı olmuştu. 1538'de Bağdan Beyi
yeniden bağımsız olmaya çabalayınca 1. Süleyman beyliğin
özerkliğini kısarak Romen boyarlar (büyük ocaklar) tarafın­
dan seçilen beyin Sultan ıaraf ından onaylanması gereğini ge-
tirmiştir. Son olarak, Osmanlıların lehine biten 1710-11 Os-
manlı-Rus savaşı sonrasında, Rusların tarafını tutmuş olan
her iki Romen bey kesin olarak ekarte edilecekti. Yönetici sı­
nıfın içindeki Yunanlı unsura güvenini belirten Sultan. her
iki ülkenin tacını da; 182l'deki Yunan ayaklanmasına dek
Romanya'yı bir yüzyıldan fazla yönetecek, Yunan dil ve kül-
türünü buralarda benimseıeı;;ek ve babadan ogula geçe<.:ek bir
aristokrasi oluşıuracak olan Fenerli ailelere sunarnkıı.

Sömürülen smıflar: Çokuluslu halk

Birkaç ayrıdine mensup olan raya (reaya), lmparatorluğuıı


ıicrs ewısını (köylülük, burjuvazi ve düşük düzeyli ruhban)
oluşturmaktaydı. Raya'nın başat niteliği, vergilendiriyor ol-
masıydı.

1. Köylülük

17. yüzyıla dek. lmparatorluklaki tüm mülklerin lmparatorn


ait olmasına ilişkin Osmanlı ilkesi ciddi ölçüde ihlal edilme-
mişti. lnıparator, toprağı cifılilı adı verilen birimler üzerinden
ve genelde tımar sahipleri araı;;ılığıyla çiftçilere kiralamaktay-
dı. Bu birim, bir çift öküzle sürülüp işlenebilecek toprak ge-
nişliğini tanımlamakLaydı. Genelde bir ç~ftlilı, toprak verimi-
ne, kullanılan zirai yönteme ve bulunduğu yönteme baglı
olarak 60 ila 150 ılönüın (Yunanrnda slreınma) oluyordu. Dö-
nüm, lmparatorluğun kimi yerlerinde 940, diğer bazı yerle-

107
rinde 1340 metrekare olan, bir günde sürülebilecek arazi ge-
nişliğini tanımlıyordu. Bugün Türkiye'de kullanılan yeni dö-
nüm, Yunanistan'da kullanılan yeni strcmma ile aynı .genişlik­
te; yani hektarın onda biri olan 1.000 metrekaredir.
Bu hisseler, çiftçinin dinine bakmaksızın kadastro kayıt­
larına uygun olarak pay ediliyorlardı. Topraktan yararlan-
ma hakkı babadan oğula geçiyordu. Tımar sahipleri rayanın
dinden topraklarını alamıyordu. Yalnızca bir memur gibi,
devletin toprak yasalarını uyguluyordu. Ama çiftlik kiracısı,
ekilebilir toprak, bahçe ya da otlak olsun, kiraladığı toprağı
satma, bağışlamak üzere terketme, izinsiz başkalarına dev-
retme ya da kullanım şeklini değiştirme hakkına sahip de-
ğildi. Tımar sahibi, İmparatora verdiği hizmete karşılık ola-
rak, köylünün devlete ödeyeceği verginin tamamını kendisi
için saklıyordu. Başta İmparator umar sahibine kendisi ve
hayvanları için aynı her köylünün sahip olduğu gibi, 60 ile
150 dönüm arası değişen bir çiftlik de veriyordu. Ama 16.
yüzyılın ikinci yarısında, topraksız köylü sayısını artıran
demografik baskının üstesinden gelmek üzere bu pay dahi
köylülere verilmeye başlandı.
Bir raya aile reisınin ailesini doyurmaya yetecek büyük-
lükle bir çiftlikten fazlasını edinmeye hakkı yoktu. Yani'te-
oridc, büyük köylü sınıfının oluşması mümkün değildi. lla-
ba ölünce çiJı!ih, toprağı normalde paylaşma hakları olma-
yan oğulların onak kullanımına geçiyordu. Oysa ki gerı.;ek­
lc, çiftlih sık olarak oğullar arasında bölünüyor, bu da top-
rağın giderek parçalanması sorununu doğuruyordu. Çiftlik-
ler üç yıl üstüste sürülmezse ya da kullanılmazsa, umar sa-
hıbi nin toprağı başka köylülere kiralama hakkı doğuyordu.
16. yüzyılın ikinci yarısına dek ana sorun kol emeği eksik-
hğiydi. Bundan dolayı köylünün yükümlülüğü Loprağınd.ı
kalmaktı. Yani tımar, imparator tarafından kişilere toprağı
ve köylüsüyle birlikle bahşedilmiş bir kar (benchçyo) idi.

108
15. yüzyılda her umar sahibi, diğerinin köylülerini ken-
dine çekmeye çabalıyordu. Rayasız Lımar sahibi, gelirinden
oluyordu. Şehre inerek zanaatkar olan köylü, tımar sahibi-
ne ç!ft hozan akçesi adlı bir tür telafi vergisi ödemek zorun-
daydı. Bu ödeme, tımar sahibinin onu toprağa dönmeye
zorlamamasını sağlıyordu. 15. yüzyıl ve 16. yüzyılın ilk ya-
rısındaki durum genelde köylü açısından avamajlıydı. Bu
gerçek, Osmanlıların neden kolaylıkla grnişleyebildiklerini
açıklamaktadır. Tımar sahibi, köylülere devletın belirlediği
dışında bir vergi dayatamazdı. Uygulamaya aykırı davranan
tımar sahibi, tımarını yitirebilirdi. Yani raya açısından, mer-
keziyetçi ve güçlü devletin müdahalesiyle hafiOetilmiş bir
snflik durumu sözkonusuydu.
lki vergi kategorisi mevcuttu: lslaın'ın dinsel yasası Şeri­
aCın gelirdikleri ve Divan buyrukları (iehalifi divaniye) yo-
luyla gelen vergiler olarak da adlandırılan, Sultan'ın iradesi-
ne bağlı örfi vergiler. tik kategori, dini ne olursa olsun tüm
köylülerin ödediği, tarımsal üretimin onda birinin alınma­
sına dayanan aşarı (öşür), gayrimüslim (zımmi ya da "ehli
kitap") rayanın ödediği (c:izye ya da daha sık olarak lıaraç
adı verilen) vergiyi de başlangıçta tüm iyi Müslümanların
gelirlerinin kırkta biri ölçüsünde vermeleri beklenen, ama
sonradan tüm Müslüman rayadan devletin topladığı düzen-
li bir vergiye dönüşen sadaka aşarım (zekat) içeriyordu.
İkinci kategori ise, Müslüman ya da Hıristiyan ayrımı ol-
maksızın tüm köylülerin çiftlik ışleme hakkını edinmek
üzere ödediği toprak vergisi, çift resminden ibarelti. Yıl ve
köylü çiftliği başına 22 akçe (Yunancada aspro) olarak belir-
lenmişti. 1431 yılında, para ölçüsü olarak kullanılan bir Ve-
nedik altın sikkesi 35 akçe ediyordu. Bol miktarda bakır
içeren, akçesi gümüş bir para da sözkonusuydu. ı. Selim
devrinde bir Osmanlı kuruşu, 40 akçe değerindeydi. 16.
yüzyılın başında altın para fluriydi. Çift resmi yalnızca Batı

109
Anadolu ve Trakya'da toplanıyordu. Bu verginin alınamadı­
ğı diğer bölgelerde i• devlet yalnızca Hıristiyan çlf tçilerden
bir oılah ver.ı;i.~i (ispenç ya da ispençe) topluyordu. Dinleri
ne olursa olsun göçebeler de geçtikleri bölgelerde bir tür
otlak vergisi ödüyordu
Tüm bunların dışında, avarız adı verilen kasaba ya da
köylerdeki tüm c.linlerden rayanın ö<lecliği, duruma göre, ya
bölgeden geçen askeri ve idari görevlilerin seyahat masraf-
larını karşılamak, bölgede yürütülen asken kampanyalara
katkıda bulunmak ya <la doğal afet kurbanı komşu köylere
yardım elmek üzere loplanan olağanüstü bir tür vergi var<lı.
Ama giderek avarizin kendisi düzenli bir vergi haline gek-
rck çifl resminin yerini alacaktı.
Köylü çiftlif!,i ile beylik (ijlliği birbirine karıştırılmamalı­
dır. Aynı umarlar gibi, Suilan tarafından kar (beneficio)
olarak sunulan, aına aslımla geniş çiftlikler olarak algılana­
rak larım işçilerinin yardımıyla işletilen zeamet ve has adlı
hüyük beylik arazileri de mevcullu. 16. yüzyılın ikinci yarı­
sındaki demografik baskı nedeniyle bunlar köylü çiftlikleri-
ne bölünerek umar haline gelirilecekti. Sultan bazen yük-
sek düzeyli şahıslara -çok sık olarak ela akrabalarına- çiftlik
atlı alımda, köy ve kazalar tahsis ediyordu. Bahselliğimiz
son örnekte aslında, geniş bir özel mülkiyet sözkonusuydu.

2. Burjuvazi (zanaatkar ve tüccarlar)

Ortaçağın sonunda uluslararası politikanın hasta adamı ha-


line gelmiş olan binyıllık Bizans lmparalorluğu'nun uzun
süren çöküşü, Egc'nin iki yakasında insan ve toprak yıkı­
mına yol açmıştı. Oluşan boşluk, Türk ve Frenklerin ters
yönlerden ilerleyen genişleme isteklerini çekmişti. Sonuç
olarak bu savaş alanı pcı.x otıomw1ica'yı oturtan Türklerce
durdurulmuştu. Böylelikle <le geri gelmişti. Kır ve kent ıs-

110
sızlıkları yeniden nüfuslanarak ve imparatorluk 150 yıl
sonra 16. yüzyıl sonunda yeniden nüfus fazlalığı sorunuyla
karşılaşacaktı. Gelen barış ortamı istisnasız herkese, ama
özellikle <le, yeniden gelişebilmek için güvenli atmosfere.
gereksinim <luyan burjuvaziye yaramıştı.
Bu yenilenmenin sembolü lstanbul kenti olacaktı. Frenk-
lerin 1204'te yağmaladığı kent, bu tarihten başlayarak uzun
süren bir çöküş dönemine girmişti. 1435 Mart'ında Bizans
İmparatoru, danışmanı Georgios Phrantzes'e lstanbul'da
bulunan ve silah kullanabilecek -keşişler dahil- tüm erkek-
lerin sayılmasım emretmişti. Phrantzes 4.983 Yunanlı ve
2.000'in biraz altında yabancı tespit etmişti. Oysa ki kenti
kuşatan Sultan'm ordusunda 80.000 dolayında ek düzensiz
birlikler bulunuyordu. Yani Osmanlı fethinin hemen önce-
sinde "Şehirler Şehri"nin (Yunanca Basileuousa) toplam nü-
fusu yaklaşık 30-35.000'e düşmüştü. Kentin uzun tarihi bo-
yunca barındırdığı nüfusa dair istatistiklere sahip değilsek
de, kimi tahminler 1204 Frenk işgalinin hemen öncesinde ls-
tanbul'da 800.000 ile 1.000.000 arasında kişinin yaşadığı yo-
lundadır. Ama kesin olan şu ki, lV Haçlı ordusu 1203 Hazi-
ran'ıııda lstanbul'a vardığında askerler manzaradan büyülen-
mişlerdi. Frenklerin 60 yıl süren hoyrat yönetimleri süresin-
ce yürüttükleri vahşi imha ve sistematik yağma lstanbul'u sa-
kinlerinin terkeuiği bir hayalet kent haline getirmişti. İstan­
bul 126l'den l453'e dek İtalyan emperyalizminin boyundu-
ruğu altında, içler acısı bir yaşam sürmüştü. 1403'te İspanya
büyükelçisi Clavijo büyük bir köy haline gelmiş harap ken-
tin durumunu tasvir etmişti. lstanbul'un tersine Haliç'in ku-
zey yakasında bulunan Ceneviz kolonisi Galata çok güzel ev-
lerde oturan çok sayıda kişiyi barındırıyordu
Bizans İmparatorluğu'nun Frenklerce sömürülmesi, I.
Alexis Komnenos\ın bir "hrysobulos" (imparatorun buyru-
ğu) dahilinde Venediklilere, Bizans burjuvazisinin mahvına

111
yolaçacak ölçüsüz ticari ayrıcalıkları bahşettiği 1082 tari-
hinde başlamıştır. Yunanlılar artık ne karada yol alabiliyor,
ne ele denizde seyreclebiliyorlardı. Tüm ticari kiir, Bizans si-
telerinin kalbinde diplomatik dokunulmazlık hakkıyla ku-
rulmuş sürekli koloniler aracılığıyla yabancı tüccarlara ve
özellikle de Venedik ve Cenevizlilere akmaktaydı. Yanı Bi-
zans burjuvazisi açısından ela Osmanlı fethi bir kurtuluş ol·
muşlu. Sultan, Bizans'raki Laıin tüccarların yararlandıkları
gümrük muafiyeti hakkını iptal etmişti. Onları, İmparator­
luk tebaası tüccarın ödemek zorunda olduğundan daha
yüksek bir vergi uygulamasına tabi tutmuştu. Zaman için-
de, Osmanlı gölü haline gelen Karadeniz ve Ege Denizin-
den kovulan ltalyanların yerini, 18. yüzyıldaki Yunan bur-
juva gücünün atası olan ve küçük Yunan gemilerinden olu-
şan ticaret filosu alacaktı. Bu gemileri inşa eden ve impara-
torluğun savaş filosuna kitleler halinde katılan Yunan ada-
ları halkı bu sayede büyük denizcilik deneyimı edinecekti.
Ege'yi 1546'da kat'eden Mans'lı Pierre Beton (Pierre llelon
du Mans) Yunan adalarının pax ottomcmica sayesinde yaşa­
dıkları güvenlik duygusundan bahsetmiştir. Adalılar, bölge-
nin tarihte ilk kez bu kadar iyi işlenmiş, zengin ve niifuslu
olduğu üzerinde birleşiyorlardı.
Aynı şekilde, llalkanlardaki kara ticareti de Sultan'ın Os-
manlı toprakları üzerinde yabancı ticarete koyduğu yasak
sayesinde yerli tüccarlar lehinde geli.şmişti. lstanbul'u yeni-
den nüfuslandırmak ve kente eski zengınlik ve görkemini
kazandırmak üzere çeşitli tedbirler almıştı. Kırlara sığının ış
olan büyük Bizans aileleri başkente geri dönmeleri yolunda
teşvik edilmişti. Ganimetin kendine düşen payını oluşturan
mahkumları serbest bırakan Falih, bunları fener semtine
yerleştirmiş, hatta bir süre tüm vergilerden muaf bile tut-
muştu. Eyalet valilerlne, başkente Rumelı ve Anadolu'dan
4.000 aile göndermelerini l'mretmiş, bunlara 1stanbul'daki

112
Lerke<lilmiş evlerin tahsis edileceğini duyurmuştu. Müslü-
man olmaları gerekmeyen bu aileler tercihan hali vakıi ye-
rinde tüccar ya da zanaatkarlar arasından seçilmişti. Ardın­
<lan Fatıh, lsLanbul'un çeşitli semtlerine yerleştireceği Hıris­
ıiyan tüccar ve zanaatkarları Karadeniz kıyısındaki Amas-
ra'dan (1459), Foça (1460), Trabzon (1461), Korintos
(1458), Argos (1463), Karaman (1470), Eğrihoz Adası
(1473) ve Kırım'daki Kefe'den (1475) getirtecekti. Fatih ls-
tanbul'u, lmparat0rluğun dört bir yanından akın eden Türk,
Ermeni, Yahudi, Slav, Yunanlı ve diğer pek çok milletten in-
sanla tam anlamıyla bir Osmanlı -yani çokuluslu- başkent
yapmak istiyordu. Dev bir yeniden inşa harekeli başlatılmış­
tı. Daha l 477'deki bir sayım -varoşların dışında- İstanbul ve
Galaıa'da yarısmdan çoğu Müslüman ve dörtte biri Orto-
doks Rum olmak üzere 100.000 civarında kişinin yaşadığını
gösteriyordu. lspanyol Cristobal de Villalon'un aktardığına
göre 1550'lerde kenıte (Galata, Pera ve varoşlarla birlikte)
50.000'i varoşlarda olmak üzere 550.000 dolayında insan
barınmaktaydı. Tamamı Ortodoks olan varoşlar katıldığı za-
man Müslümanlar toplam nüfusun yarısının alıma düşmek­
teydi. Ortodoks Rumlar ise toplamın yaklaşık yüzde 37'sini
oluşturuyorlardı. 17 .. Yüzyılın sonunda İstanbul aha!isinın
700 ib 800.000 olduğu tahmin ediliyordu. işte bu tarihte
Şehirler Şehri 1204 öncesi nüfusuna erişebilmişti.
A) Zwwatlu1rlar: Zanaatkarlar, küçük buquvayı tanımla­
yan ve esf!af adı verilen loncalara toplanmışlardı. Her esnaf
yalnızca Müslüman, Hıristiyan ya da Yahudilerden olabili-
yordu. Ama bazen her dinin mensupları ela tek bir csf!ajb.
yera!abiliyorh.ır<lı. Müslümanlar gemi inşaası gibi, Ortodoks
Rumların usta oldukları iş kollarına girmiyorlardı. Yam lon-
rnlar milletlerin tekelindeydi. Türk gezgini Evliya Çelebi ye
göre 1637 yılında lstanbul'da 1.100 esnaf bulunuyordu.
llunlar arasında yalnız 150 tanesinin önemli kabul edilebi-

113
leceği .:;anıl ın.ıkLadır.
Her esnaf içinde, usta zanaatkarlar bu-
lunmaktaydı. Yönetim ortaklaşaydı: Ustalar tarafından seçi-
lerek Sultan tarafından onaylanan kıdemli ustalar kurulu-
nun elindeydi. Bu kurullara, loncanın ruhani ve ahlaki başı
olan şeyhler başkanlık e<liyordu. Çünkü her lonca, uzun
süre önce ölmüş "Koruyucu Aziz"lerin (örneğin Hacı Bek-
taş, Mevlana ya da Aziz Haralambos) koruması altındaydı.
Osmanlılardaki bu loncaların kökenleri, Bizans gele ne-
ği nde aranmalıdır. Bu uygulama Bizanslılardan ya doğru­
dan, ya da Araplar dolayımıyla Osmanlılara aktarılmıştır.
HeLerodoks Müslüman dinsel birlikleri bunları ele geçir-
mişti. 13. ve 14. yüzyıl !arda Anadolu' da hanedanlık kuru-
cusu Osman Be/in otoritesini oturtmak için güç aldığı din-
se I nitelikli bu loncalara -kentli ahi hayır derneklerine-
rastlanmaktaydı. Zaman içinde bu loncalar giderek dinsel
niteliklerini yitireceklerdi.
Esnafların etkin yönetimi, hethüda ya da hahya (Yunanca-
da he haya) adı veri len bir temsilciye bırakıl ınıştı. Her usta
kendi (ırnfnn ı seçme hakkına sahipti. Ama kurul çı ra1n n
1w/f(ılık, ardından da kendi dükkanım açma hakkına sahip
olacağı usccılık düzeyine gelip gelmediğini tasdik ediyordu.
Dükkan açma hakkına sahip olabilmek için ustanın ,l.;(~dih
atlı verilen bir tür izni edinmesi gerekmekteydi. Rekabeti
ön !emek arnacıy la çok az sayıda gedik veriliyordu. Usta,
mülkiyetinde olan gediği -bu kişilerin yetkinliklerinin ku-
rulca onaylanması kaydıyla- soyundan kişilere aktarabili-
yor, ya da soyundan olmayanlara satabiliyordu Kahya, dev-
let ile lonca üyeleri arasında aracılık yapıyordu. Sultan'ın
lıcm tm !arını üyekre duyuruyordu. Kanun un maddelerini
uygulama ve karşı gelenleri cezalandırma yetkisi ne sahipti.
Aynı zamanda, lonca üyelerini Sultan nezdinde temsil edi-
yor, şikayetlerini iletiyordu. Loncalar ayrıca, üyelerinden it-
hal ya <la ihraç edilen mallar için gümrük vergisi toplaınak-

114
la yükümlüydü. Bunun yanı sıra, muhtesip adlı pazar mü-
fettişleri, tüm zanaaıkar ve küçük dükkan sahiplerinden
belecliye vergisi olan ilıtisap re.sınini topluyorlardı. Ayrıca
loncalar, muhtesiple işbirliği içinde, her türden hilekarlığı
önlemek için ürünlerin kalitesi, ağırlıkları ve standart ölçü-
lerini kontrol ecliyordu. Hükümet onayı ile ücret ve maaş
miktarlarını belirliyorlardı. Yani esnaf sislemi, merkezi oto-
riteye, zanaalkarları ve onların vergiden kaçıramayacakları
karları sıkı sıkıya kontrol etme imkanı veriyordu.
B) Tüccarlar: 1913 yılıncla, Türk milliyetçiliğinin babası
Ziya Gökalp, Türklerin, kapitalist elkinliğin ellerinden aşa­
ma aşama İmparatorluğun gayrimüslim tebaasına kayması­
na göz yumma ve devlet memurluğu ve. çiftçilikle yetinme
hatası işlemiş olmalarından yakındığında, bu tespitinde
haklıdır. Ama bu dönüşümün nedeni, lslam'ın kapitalizme
karşı ol ınasından cleğildir. 5erkıt'ın ilke olarak, ödünç veri-
len para üzerinden kar edilmesini yasakladığı doğrudur.
Ama başka yöntemlerle yalının özendirilebilmekteydi. Isla.-
mi ya.sa, örneğin, kar amacı güden ticari derneklerin kurul-
masına izin vermekteydi. Yalnızca Türk değil, Müslüman
geleneği de tüccarın ikticlar tarafından desteklendiğini gös-
termektedir. Genele.le, devlel memurlarının haksızlıklarına
karşı tüccar ve zana;'tkarları korumayan Sultanların tahtla-
rını mmlak bir gün kaybeuikleri belirtilmektedir. Ama yine
de, Müslüman tebaanın Lüccarlara karşı düşmanlık besliyor
oldukları doğru bir saptamadır.
tki tüccar sınıfı mevcuttu: Kendi loncalarına sahip olan,
dolayısıyla csmif aclı verilen, ihti.sap re.smi ödeyen ve .muhte-
sip adlı pazar müfettişlerince denetlenen küçük dükkan sa-
hipleri; ikinci olarak da, ihtisap ödemeyen ve muhtesiplerce
kontrol edilmeyen Lıiccar adı verilen büyük tecimenler. Bun-
ları ıstedikleri teşebbüslere girmekıen ve büyük servetler
olu.;;turmakıan alıkoyan bir düzenleme yoktu. Evliya Çelebi,

115
ucuza kapattıkları buğdayı stoklayan ve kıtlık zamanlarında
fahiş fiyarn salan tahıl tün.:arlarını istifçilikle suçlamıştı.
Loncalar bu tücwrlara sert tepki gösteriyordu. Devleti ken-
dilerine uygulanan yüzde 10-lS'i geçmemesi gereken kar
maqlarını bunlara da uygulanmasına ikna etmeye çalışıyor­
lar, ama başarılı olamıyorlardı. Aslında, yüksek düzeyli dev-
let memurları paralarını, yatırımcıyla tüccar arasındaki bu
anlaşma şeklindeki. mudaraba (komandit) adı verilen sistem
dahilinde bu ticari kapitalizme yatırıyorlardı. Bu nedenle de
büyük tüccarları koruyorlardı. Bunun yanı sıra, kamu hazi-
nesiyle kendi ceplerini birbirine karıştırarak, Sultan nezdin-
deki etkilerini, kendi çiftlik ya da tımarlarında üretilen
ürünleri ihraç etme izni alma yönünde kullanan, yönetici sı­
nıf içindeki tüccarlar da mevcuttu. Bunlar düzenlenmiş iç
piyasa fiyatlarıyla, yurt dışındaki fiyatlar arasındaki korkunç
fark nedeniyle olağanüstü karlar elde ediyorlardı.
Son olarak ela, büyük burjuvaların ve yüksek düzeyli
devlet memurlarının evlerinde uşak, kadın hizmetçi ve ca-
riye olarak hizmet verecek köleleri sağlamak üzere oluşan
lüks ticareti de mevcuttu. Yani, -kendisi de köle olan- kapı­
kulu köle sahibi olabiliyordu.--lstanbul köle ticareti Yahudi-
lerin elindeydi. lstanbul'da, Kafkasya, Rusya ve Polon-
ya"dan getirilen beyaz köleler sözkonusuyken, lskenderiye
ve Kahire'de Sudan ve Orta Afrika'dan getirilen siyahi köle-
ler sauhyordu. Başlangu.,:ıa kölelerin gayri-müslimlerc satışı
yasak olmakla birlikte, 17. yüzyılın ikinci yarısından başla­
yarak Hırisliyan ve Yahudil('r de resmen köle alma hakkını
kazandılar.

116
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Gerileme: İmparatorluk,
Üçüncü Dünya'nm Bir Parçası
Haline Geliyor (1566-1774)

Dinsel fanatizmin t11manışı

Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Ata-


türk, 1905 yılında Şam garnizonunda görevli genç bir su-
bay idi. Arap lslam'ıyla bu entegrist kentte ilişkiye giren
Mustafa Kemal, lslam'ın tüm dış türlerine karşı kin duyma-
ya başlamıştı. Dinsel yobazlıkları nedeniyle Arapları Türk-
lerin düşüşüne neden olmaktan sorumlu tutuyordu. Ona
göre Türkler, her zaman Araplar yerine Yunanlılara yakın
olmuşlardı.
Alevilerin, tam da bu nedenden ötürü Mustafa Kemal
Atatürk'ü desteklemiş olduklarını biliyoruz. Çünkü Musta-
fa Kemal, Türkiye'deki Sünnilik efsanesine son veren kişi
olarak tanınıyordu. Bu efsane 1512'den önce Aleviliğin lm-
paratorlukta oynadığı rolün üstünü örtmüş ve unutturmaya
çalışmıştı. Bu noktada Alevilik gerçeğini açıklamak üzere
biraz durmak anlamlı olacaktır.
Aslolan, Osmanlı hanedanının Alevi -yani heterodoks-
kökenleriydi. Elbette ki heterodoksları nitelemek üzere

117
kullanılan Alevi lerimi Osmanlı lmparatorluğu'nda 19. yüz-
yıldan önce orlaya çıkmış değildi. Bir diğer deyişle, bu ta-
rihten önce aynı lran'da olduğu gibi basit hir Hz. Ali izleyi-
<.:isi, bir Şii mensuhuydular. Ama daha önce de açıkladığı­
mız gibi Türk larihinde Alevilik, üç ermenin tamamen
Türk nitelikli özgün hir sentezini gerçekleştirmişti. Bu üç
etmen sırasıyla: Şamanlık, Şiilik ve OrlOdoks Hıristiyanlık­
tı. Osmanlı hanedanının kökenlerinde keşfettiğimiz işle
tam da bu sentezdir. Bu nedenle Beklaşiliğin başlangıcında
Aleviliğe ait olmadığı türünden olgular üzerinde zaman yi-
tirmeyi anlamlı hulmuyoruz. Bu iddia, trene Melikof lara-
fından da desteklenmişti. 1 Meli kof, Türk sufiliği n in lem el
karakterini şöyle çizmektedir: "Bektaşi dergahlarının
1R26'dan sonra (Sünni kabul edilen) Nakşibendi dergahının
idaresine verildi~ini görmüştük. (...) Bektaşi babalarının ta-
nıklığına bakılırsa, Nakşibendiler Bektaşilerin etkisine ginniş-
1eı; bu ilişkinin sonucunda da, çok sayıda Nakşibendi Bekta.,~i
olmuştur. (. ..) Bıı olgu farklı derviş tarikatları arasında mev-
cut olan -ve halen de \üren- dayanışma duygusuna iyi bir
açık lama sağlamak tadı ı: " 2
Türkiye Cumhurhaşkanı Turgut Özal'ın davetlisi olarak
Haziran ve Temmuz 1990'da yaptığım Türkiye ziyaretinde
bu dayanışma duygusuna bizzat tanık oldum. Yurt gezimiz
sırasında Başkan Özal beni Ankara'nın güney-doğusunda,
Nevşehir yolu üzerinde bulunan, Hacı Bektaş Veli'nin gö-
mülü olduğu köye gölOrdü. 26 Haziran l 990'da, hirlikre
Türk-Yunan ve \1üslüman-Hı ristiyan sentezinin temsilcisi
olan tekkeye girdik. Özal, lekkenin girişinde bulunan ayaz-
madan bir bardak su alarak hana ikram etti. Bir hardak da
kendisine aldıkwn sonra Hacı Bektaş'ın onuruna bu suları
içtik. İçeri girerek eğildik ve Hacı Bektaş Veli'nin türbesi

l Lr Prohkın~ Kmlb~ş {Kızıl ha~lık Soru mı), "/iırcica, cilt Vl, 1973, ~. 52.
2 a.gc.,s.166.

118
önünde dua ettik ... Cumhurbaşkanlığı arabasında Özal
uzun uzun Hacı Bektaş Veli'nin büyüklüğünden bahseui.
Cebinden çıkarttığı bir kağıt üzerinde yazılı olan Hacı Bek-
taş Veli'nin sözlerini bana okumaya ve anlamlarını açıkla­
maya girişti. Oysa Özal ailesinin, özellikle de annesinin
Nakşibendilere bağlılığı bilinmekteydi.
Ortodoks Hıristiyanlığın Aleviliğe yaptığı katkılara pek
çok olay ve gelenekte rastlanabilir. Buna bir örnek olarak,
Hacı Bektaş'ın Vilayetname'si olarak bilinen ve l 400'lere
doğru anonim olarak yazılan bir tür biyografik, yarı-efsane­
vi metin verilebilir. Bu metinde Orhan Gazi'nin yakın çev-
resinden Yunanlı bir mimar olan Nikomedianos'tan söz
edilmektedir. Bu mimar Hacı Bektaş'ın türbesini yapmıştır.
Yine Vil~yetname'de (Agios Nikolaos'a benzeyen) Sarı Sal-
tuk'a ayrılmış bir bölüm varı:lır. Sarı Saltuk pek çok mucize
gerçekleştirmiş olan bir Bektaşi aziziydi. Il. Murat devrinin
Osmanlı vakanüvisi Yazıcıoğlu Ali, 13. yüzyılın ortasına
ilişkin şu öyküyü anlatır: Annesi Yunanlı olan ve Ortodoks
Hıristiyan olarak vaftiz edilen Rumi Selçuklu Sultanı 11. lz-
zettin Keykavus, kendini kardeşinin tehdidi altını:la hisse-
derek, Türk yandaşlarıyla birlikte lstanbul'daki Bizans lm-
paratorluğu'na sığınır. l3izans lmpararoru, büyük kent yaşa­
m ını:lan sıkılan sığınmacıları Hulgaristan'ın kuzeyindeki
Dobruca taşrasına göndermeyi kabul eder. Il. lzzeuin Key-
kavus'uıı yandaşları yöreyi nüfuslandırmak için lznik böl-
gesindeki Türk aşirederini çağırırlar. Dini liderleri Sarı Sal-
tuk öncülüğünde Boğaz'ı Üsküdar'dan geçen Türkler Dob-
ruca'ya yerleşirler. 3 Kanuni Sultan Süleyman 1538'de Dob-
ruca'yı geçerken Şeyhülislamı Ebu:'>-Suud Efendi'den Sarı
Saltuk hakkında bilgi ister. Şeyhülislam fetvasıncla Sarı Sal-

> "P Win~k. "Y.ızıcıoğlu Ah ıl!ld dıe Chrisri~n Turks of thc Dobnqa" ("Yuzıcıo~lu
Ali ve Dobrurn'lı llıristiyan Türkler"), f!u!letilı of ı!ıt• Sdwal of Oricıııal cıııd
AJıirnıı .Sıwlieç, Loııdon, 1952, s. 639-66/J

119
tuk'un çile çekerek iskelet haline gelmiş bir Hıristiyan der-
vişi olduğunu söyler: "Riyazeı ile kadit olmuş bir luşişıiı:"
Moldavya'daki Ortodoks Hıristiyan Türkler (Gagavuzlar)
Sarı Saltuk'un soyundandır. Ama 15. yüzyılın ikinci yansın­
dan, ll. MehmeL'in oğlu Cem Suhan ın (1459-1495) devrin-
den itibaren Sünni efsanesi işlemeye başlayacak ve Sallıık­
name'yi derlelen Cem Sullan bu lıeLerodoks azizi resmi
Sünniliğin savunucusu olan bir din adamına çevirecekli.
Ama lbn Ranuta 14. yüzyılda insanların Saltuk un Şeriat'a
aykırı şeyler yaptığını söylediklerini yazıyordu.
Yüzyıllar boyunca iyi Beklaşiler Hıristiyanla Müslüman
arasında fark gözetmemeyi sürdüreceklerdi. BekLaşi tarika-
Lına gayrimüslimlerin de alınmasının nedeni buydu. 1850
gibi oldukc;a yakın bir tarihte bile Antonios Varsamis adlı
dinden çıkmamış bir Onodoks Hıristiyan Yunanlı'nın ilursa
yakınlarındaki bir BekLaşi tekkesinin Baba'sı olduğuna rasl-
lanabiliyordu. Pek çok Lanıklık, dinlerini değiştirmeyen çok
!:ayıda Orlodoks Rum'un Bektaşi tekkelerine üye oldukiarı­
nı kanıt laınaktad ı r. 4 Mi rm iroğl u ki La bında l kumen i Pa Lriği
ll. Ioakim'in (1860-1863) Doğaz·ın Asya yakasındaki Bey-
koz yakınlarındaki "Ak Raba" Bektaşi Lekkesinin Babası
k:in yazdığı ve o güne dek hiç yayınlanmamış şaşırtıcı tavsi-
ye mektuplarını basmıştı. Bu mektuplarda Patrik, lmpara-
lorlu kLaki tüm metro po !itlerden Ak Baba le kkesin in ba~ı
Peruşan Baba'ya saygı göstermelerini ve yardım etmelerini
isliyordu. Sonuç olarak bu mektuplar Rum Ortodokslarla
Alevileri birleştiren sevgi bağlarına birer kanıuırlar.
Simavnalı Şeyh iledrettin'in {1368-1420) imparatorluğun
başlangıç dönemlerinde HırisLiyan-Müslüman sentezinde

4 lllt konuda, 11. Dünya Savaşı nnce~m<le Kuclıb'teki Ortodoks Patrikligi ııin
Uıiy~lı L.o~o!heiı:'si olan Vladimiro' Mimıiroğlu'ımn 1<J40 yılıııcla l~taııbul'da
Yunaıırn olar~k yazdığı ve lfoi Dal>i.~.rni (D~rvisler) b~lığını taşıyau kirnhmııı
119. sayfasuıa bakıbhLlir.

120
ve Aleviliğin üstün gelmesinde oynadığı rol önemlidir.
Çünkü düşünceleri 1411-13 arası süren Fetret De.vri'ndeki
Musa Çelebi rejiminin resmi doktrini olmuştur. Annt~si
Trakya'da, Dimetoka'daki bir kalenin Ortodoks Hıristiyan
Yunanlı Kumandam"nın (Te~fıır) kızı olan Bedretıin, bir
Türk-Yunan karmasıydı. İsrail adlı babası, Re<lretlin'in doğ­
duğu, Batı Trakya'daki Didymoteiho (Dimotika ya da Diıne­
toka) kentinin yakınlarındaki Simavna (Samona) köyünün
kadısıydı. Sufi Bedretlin Mısır'dayken Gazila adında Hıristi­
yan bir kız ile evlenecek, Gazila'dan, daha sonra bir papa-
zın yeğeni olan Hıristiyan Harmana ile evlenecek İsmail ad-
lı bir oğlan çocuk sahibi olacaktı. lşte İsmail'in oğlu Halil,
dedesi BedretLin'in biyografisini (Menakılmame) kaleme ala-
caktı. Bedreııin'in ailesi, dönemin Osmanlı toplumunun ya-
pısını temsil ediyordu.
Karadeniz Ereğlisi'nde doğmuş olan Yunanlı tarihçi Ni-
kephoros Gregoras (1295-1360) İznik yolunda Orhan Ga-
zinin beyliğinden ge~:erken, 14. yüzyıl ortası Osmanlı top-
lumunun büyük çoğunluğuyla "mixobarharoi"den (yani
"karışık barbarlar" ya da "Yunan-Türk nüfusu") oluştuğu­
nu ifade etmiştir. "Barbar" sözcüğü kötü bir anlam içermi-
yordu ve aynı Çin, Bizans ya ela 1453'Len sonraki Osmanlı
İmparatorluğu'nda olduğu gibi Ikumeni İmparatorluğunda
da İmparatorluk dışında ikamet eden halkları tanımlamak
üzere kullanılıyordu. işte Bizans İmparatorluğu için impa-
ratorluk dışındaki Türkler kelimenin eski Yunan anlamıyla
barbardılar. 14. yüzyılın ortasında Osmanlı Beyliği'nin nü-
fusunu oluşturan "mixobarbaroi", aynı Bedre.ttin'in ya da
16. yüzyılın başında Hacı Bektaş Velinin mirasçısı Re.ktaşi
tarikatını ikinci kez kuran ve bekarlık esasını tarikata so-
kan kişi olarak bilinen (ve Bektaşi bir babayla Ortodoks bir
Yunanlı anneden Dimetoka'tla doğan) Balım SulLan'm ailesi
gibi, Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında karma evlilikler-

121
den oluşuyorc.lu.
Osmanlıların Alevi kökenleri dikkate alınmazsa, Türk-
Yunan tarihinin pek çok başat olayı anlaşılmaz kalacaktır.
Bu bağlamda, örnek olarak Agios Gregorios Palamas'ı
(1296-1359) alalım. l347'c.le Thessalonike (Selanik) başpis­
koposu seçildikten sonra başkent lstanbul'a c.loğru yolculuk
ec.len Palamas 2 Mart 1354'te başlayan c.lepremin sona erme-
sini beklemek üzere Bozcaada'c.la durmuştur. lstanbul'a
doğru yoluna devam ederken sert bir rüzgar gemisini Geli-
bolu yakınlarına yanaşmaya zorlayacak, Palamas, deprem-
den yararlanarak kenti ele geçirmiş olan Osmanlılara esir
düşecekti. Başpiskopos ve maiyeti karşı kıyıya geçirilerek
Orhan Bey'in beyliğine.le kent kent dolaşıırılacaklı. Özellik-
le Lapseki, Bursa ve lznik'e uğrayan Palamas ve maiyeti her
kenlle Müslümanlarla din üzerine tartışmalara girişecekti.
Palamas Haziran l354'te Orhan Bey'in Bursa yakınlarındaki
yazlık konutuna götürülmüş, burada kendisiyle konuşur­
ken büyük bir c.linsel hoşgörü sergileyen Orhan Bey'in oğlu
lsmail ile tanışmıştı. Daha sonra Orhan Bey'in Yunanlı dok-
toru Taronites'in <le bulunduğu bir mecliste Palamas, "Chi-
ones" (Hiones) adını verdiği kişilerle uzun bir teolojik tar-
tışmaya girişecekti. Bu görüşme bizzat, Palamas'ın, oğlu !s-
ınai l'e a ktarc.lığı tco loji k argümanlardan et kile nen Orhan
Gazi tarafından tertip edilmişti. Chiones'ler, Orhan Bey'in
tam güvenine sahip din bilginleriy<li. Orhan Bey'in hetero-
<lol<sluğuna delil de, bu kendi <lin bilginlerinin Sünni lslam
uleması <leği 1, hete roda ks o 1mas ı yd ı. C h ioııe.~· le r Hı ri s ti yan-
1ık, Yahudilik ve lslam arasında sentezi gerçekleştirmiş mü-
minler olarak biliniyorlardı.
Orhan Beyliğinin hcterodoksluğu (Aleviliği) Palamas'ı
öylesine etkilernişli ki, lznik sokaklarında insanlarla din
tartışırken şu satırları yazıyordu: "Biri şöyle diyor, 'Bir gün
~elccelı, sizinle uyuşawğız'. Ben de bunu onaylıyor.-vc o .~ünün

122
en kısa
sürede gelmesini diliyorum. "5 Ve bu satırları aktaran
Meyen<lorff, şöyle bitirmektedir: "Thessalanike başpiskopo­
sunun Türk Jeıhinin muhtemel bir sonum olarak tasarladığı
şe_y, lslam'ın Hıristiyanlığa dönüşmesiydi.'>6
Osmanlıların resmi hanedan efsanesinde bile kurucu Os-
man Bey'in, Orhan Bey'in annesi olacak bir derviş kızıyla
evlendiği yazılmaktaydı. Bu <la, Osmanlıların kökenini sufi
hetero<loksluğuna bağlayan ilişkidir. Ama daha belirleyici
bır nitelik olarak, Fatih'in Sünnilikten epey uzak dinsel fi-
kirlerini örnek verebiliriz.
Annesi bir Rum Ortodoks olan Fatih'in dınsel eğilimleri
hakkında bildiklerimiz, onun Alevi olduğu yolundadır
lran'a dair her şeye ve Şiiliğın tüm formlarına ilgi duyuyor-
du. Hıristiyanlığın kural!anna karşı da merak besleyen Sul-
tan, lkuıneni Patriği Gennadios aracılığıyla Rum Ortodoks
<lınını öğrenmeye gırişmişti. Bu nedenle kulislerde Hırisıi­
yanlığa geçmesi yönünde istekler fısıldanmaya başlanmıştı.
(Elbette ki Arabölge'ye tamamen yabancı olan Katolikliğe
değıl, Rum Ortodoks dinine geçmesi isteniyordu.) Fatih.
Gennadios'tan, birlikte yaptıkları teolojik tartışmaları kağıda
geçırmesini isteyecek, Patriklik merkezi PammaaritOs Ma-
nastırına giderek sonucu soracaktı. Il. Genna<lios, Sultan'a
Peri tes mones lıodu pras len .~aterian ton anıhro pan ("insanla-
rı Selamete Ulaştıran Tek Yol Üzerine") başlığını koyduğu
kuçuk kıtabı işte bu zaman verecekti. Metin Türkçe'ye de
çevrilmişti. Bu şekilde, Fatih, elinin altında Rum Ortodoks
ınancının temel ögelerini hazır bulunduruyordu.
Yunanlılar <la Fatih'in heterodoks konumunun farkınday­
dılar. Tam da bu nedenle, Georgios o Trapezuntios, lmpara-
Lor!uğun resmi dini olarak Hıristiyanlık-Müslüınanlık sen-

S Zikreden Jı:aıı Mc;rcııdorH. lnınıdııcıion o l'ı'tııdc dt~ Grcgorıe l'r:ılıın1<1s


{"(;rı:gorıus Palanrns çahşmasıırn giriş"), Pmis, Ediıions du Seuil, 1959, s. 162.
o a.ı.:.e.

123
tezinin, yani bir Lür Aleviliğin Lesis edilmesi önerisini de
içeren, Hıristiyan inancı üzerine çalışmasını Temmuz
1453'te Sultan'a sunma cesaretini edinecekti. Ama Fatih
herşeyden önce bir devleL adamıydı ve gelişkin hiyerarşik
ve idari yapılar içermeyen Alevilik gibi bir sentez dininin
geniş bir imparatorluğu yönetmesinde kendisine yararlı ol-
mayacağını görüyordu. Önündeki iki "devlet dini"nden, ya-
ni Rum Ortodoks Hıristiyanlığı ya da Sünni lslam'ından bi-
rini seçmek durumundaydı. O, ikincisini tercih elli. Yüksek
düzeyde örgütlenmiş bir imparatorluğun inşaasına aykırı
olarak anarşi öğesini oluşturan derviş tarikatlarına duydu-
ğu sürekli düşmanlığın ifadesiydi bu tercih. Sultan, hetero-
doks görüşlerini yalnızca yakın çevresinde dile getiriyor,
ama devlet adamı olarak Ebu Hanife'nin Sünni dogmalarını
uygulurordu_ Osmanlı imparatorlarının Aleviliğe dayanan
hoşgörüsü ile Sünni Ortodoksisinin devlete dair gereklilik-
leri arasındaki çelişki, ilk başta güçlü bir İmparatorluğun
kurulmasına hizmet ettiyse de, uzun vadede aynı çelişki
İmparatorluğun gerilemesine katkıda bulunan bir fren işle­
vini görecek\ i.
1m para torluğu n gerileyişi Kanuni Su 1tan Süleyman 'm sa 1-
ta na tın m bittiği 1566'da başlıyorsa da, bunun kökenleri bu
tarihten 50 yıl daha önceye, yani Yavuz Sultan Selim döne-
mine dek götürülebilir. Bu saltanat döneminde iki başat
olay yaşanmıştır. Bunlardan ilki, İran tarafından destekle-
nen Anadolulu heıerodoks Şiilere, -kızılba,-;lara- karşı yürü-
tülen savaşım (1513-14) idi. ikincisi de, Arap ülkelerinin
fethiyle (1516-17), başkenti Kahire o lan ve 1250-1517 yıl­
ları arasında yaşayan Mısır ve Suriye Memlük Sünni İmpa­
ratorluklarının yıkılmasıdır. Bu süre içinde Kahire lstan-
bul'un en büyük rakibi olmuştu.
Burada önemli olan, Osmanlıların halife sıfauııı kendile-
nne mal etmiş olmaları değildir. Çünkü o dönemde tüm

124
Müslüman hükümdarlar bu sıfoLı zaten kullanmaktaydılar.
lslam dünyasının tümü için tek bir halife fikrinin 13. yüz-
yıldan heri bir değeri yoktu. Kahire'deki Abbasi halifesi
Mülevekkil'in ünvanını l. Selim ve varislerine devrettiği hi-
kayesi, bir efsaneden ibarettir. Osmanlı hükümdarları ken-
dilerini ancak l 774'ten sonra tüm lslam'ın halifesi ilan et-
mişler, hunu da Kmm'da Ruslara kabul ettirmişlerse de,
ulema bu ilanı hiçbir zaman geçerli saymamıştı. Aslında,
"halife" ünvanının l 774'teki Rus işgali bağlamında yeniden
"hatırlanması", lmparatorluğun giderek artan şekilde Sün-
nileşmesi ve İsiamileşmesi süreçlerinin; lmparatoriuğa bü-
yük güçlerin müdahalesinin, Batılılaşmanın ve sekülerizas-
yonun artmasıyla dele gittiğine kanıttır. Dış etkinin ve Batı­
lılaşmanın artışı, lmparatorluğun son yıllarındaki 11. Abdül-
hamil ve Enver Paşa'nın Jön Türk rejimleri alımda gerçek-
leştirilen ve Panislamizmi zafere ulaştırma amacını taşıyan
sekülerizasyon sürecini doğurmuş\ ur. Burada, tarihçilerin
pek az dikkatini ı,.:ekmiş bir ilişki sözkonusudur.
lşin doğrusu, Kırım'ın Ruslar tarafından işgalini ve St.
Petersburg'un Osmanlı lmparatorluğu'nun iç işlerine karış­
masının başlangıcını ifade eden 21 Temmuz 1774 Küçük
Kaynarca ve 9 Ocak 1784 Aynalı Kavak anlaşmalarıyla Ça-
riçe 11. Katerina, kendisırn Osmanlı lmparatorluğu'ndaki
Ruın Ortodoksların koruyucusu olarak kabul ettirmenin
karşılığında, Osmanlı Suham'na, ka ybetLiği Kırım M üslü-
manla rı n ın koruyucusu olarak halife unvanını kullanma
hakkını vermiş ti.
Batılılar, Osmanlı lmparatorluğu'nun modern çağların en
büyük ··tslam" İmparatorluğu olduğu efsanesini yayarken,
ülkenin olsa olsa ancak son zamanlarında "lslami." niteliği­
nin hakkını vermiş oldup;unu unutur görünmektedirler. Ay-
nı şekilde, gözden kaçırdı klan bir şey de, Sultanın, <·oğu
"hahk"den daha önemli bir dizi ünvana sahip olduğuydu.

125
"Halife"likten kat kat önemli bir unvanı, Roma (Bizans)
lmparatoru'nun mirasçısı olma iddiasını ifade eden, "Kay-
sar"lık (Sezar'lık) idi. Aynı fatih'te olduğu gibi, Yavuz Selim
ve Kanuni' de de, Sünni! ik, güçlerini genişletmeye yarayan
politik bir din olmaktan ibaretti. Şimdi bu olguya daha ya-
kından göz atalım.
1. Selim'e halifelik unvanı verildiği efsanesini tarih kitap-
larına sokan, lgnatius Muradgea d'Ohsson'uıı 7 ciltlik Tab-
leau General de l'Empire Oıtomane ("Osmanlı lmparalorlu-
ğu'nun Genel Görünümü") adlı eseri olmuştur. Oysa daha
1912'de Rus tarihçi W Barthold, bunun doğru olınadığmı
yazmıştı. I3una karşın, Türk ve Batılı tarihçilerin çoğu aynı
harada ısrar etmişlerdir. Hatta 1924 yılında halifeliğin kal-
dırılması taruşmaları sırasında Mustafa Kemal, 1922'de kal-
dırılan Saltanatın halifelikten ayrılamayacağım savunan Şe­
riatçılara karşı, halife! iğin bir efsane olduğu argümanını
kullanamamıştır.
1949 gibi oldukça geı.:
bir tarihle bile, Türk tarihçi 1. H.
Uzunı,:arşılı şu satırları yazmaktadır: "III. Mütevekkil Alallah
lstanbul'da bulunduğu sırada halifelik u11varıını Sultan Selim
lehine bırakmıştır. Bu nedenle TBMM, Müslüma11 dünyanın
büyüh bölümünün Osmanlı hükümdarlarmı bu ıarihıen, hali-
feliğin kaldırıldığı 26 recep 1342ye (3 Mart 1924) deh halife
olarak kabul etti~ini belirtmiştir." 7
Sultan'a halifeliği -sözde- devreden Kahire'li halifenin,
Suriye ve Mısır Memlük Sultanının emirlerini tartışmasız
uygulayan bir meınurdan ibaret olduğu gerçeği bile, Os-
manlı Sultanlarını halife gibi göstermenin ne denli hatalı
olduğunu açığa çıkarmaktadır. Zaten -bunu duymak günü-
müz Türkiye'sindeki lslamcıların hoşuna gitmeyecekse de-
Osınanlı Suhanı,.Arabölge'nin Yunanlı geleneğini izlemek-
teydi. Örneğin Falih gibi, Yavuz Sultan Selim de, Mısır Sul-

7 O~mcıııfı Trırilı;, Auknıa, TTK, C 2, l 949, s. 280.

126
lanma Aralık 1516'da yazdığı bir mektupta, Allalı'ın, aynı
Büyü/~ 1skender'c venliği gibi, kendisine de dünyayı bau<lan
doğuya dek fethelme görevi vermiş olduğunu yazıyordu.
"Ben Allah'ın yeryüzündeki
.
hali[esiyim"
. - sözünü eklemiş ol-
ınası, mevkiine fazladan bir şey kalıyor değildi.
Bundan daha önemlisi, lslam'ın kutsal merkezlerinin fet-
hi. böylelikle <le Osmanlı İmparatorlarının Mekke ve Medi-
ne kentleriyle Ilac yollarının koruyucusu haline gelmeleri-
dir. Arap L'ılkeleriııin fethini lmparalorluğun geleceği açı­
sından belirleyici hale getiren olgu, İmparatorluğun bu ge-
lişme nedeniyle <linscl açıdan Araplaşmasıdır. Daha 151 Tde
Mısır'ın ilhakını lakibeıı 1. Selim'in gemileri lsLanbul'a hali-
fe Mülevekkil'in yanı sıra, Mısır'ın önde gelen iki bin esnaf,
tüccar ve dinsel yöneticisini getirmişti. Arap hizmelinin
yüksek memurları olan bu kişiler Osmanlı idaresine girmiş
ve buranın yapı ve karakterini eLkilemişlerdi.
Sünnilik i<,:incle dört ayn hukuk okulu bulunmakla bir-
likte, bunlardan yalnızca Hanefilik adıyla bilinen ve 76Tde
ölen Ebu Hanile tarafından kurulan okul Osmanlı lmpara-
lorluğu'ııda resmi olarak kabul edilmişti. Mahkemelere yal-
nızca Hanefi kadılar atanıyordu. Ama yine de bir noktaya
kadar Arap ülkelerinde yaygın diğer okulların Şeriat. yo-
rumları ela Lamamiyle gözardı edilemiyordu. Bu dört okul
arasında kanuni emirlerin ele alınınasın<la lcma (karşılıklı
rıza) ilkesine en çok önem veren, böylelikle de en esnek ve
hoşgörülü olan, Hanefilik idi. 10. yüzyıldan başlayarak ku-
rulan lüm Türk devletlerinin Hanefiliği benimsemiş olma-
ları dikkat çekicidir. Bu, hir ölçüye kadar Alevi kökenleriyle
uyum İl,'.incledir. Sözkonusu özellik Türk toplumuna diğer
lslam top! u ınları ndan farklı bir görünü ın kazandırıyordu.
Özellikle Osmanlı lmparatorluğu, kuruluşundan itibaren
diğer kl'ıltürlerin etkisine en açık ve kozmopoliL bir toplum
yapısına sah ip olmuştu. Osmanlı lm paratorluğu, karşısın-

127
ela, Katoliklerle birlik karşıtı
o lan ve Papalığın totaliterliğiy­
le savaşımları süresince c.likkat çekici bir hoşgörü ve Müslü-
manlarla diyaloğa girme irac.lesi sergileyen Thessaloniki
(Selanik) başpiskoposu Aziz Grigorios Palamas, Trabzonlu
Georgios ve Gennadios tarafından temsil edilen Ortodoks
Hıristiyanlığını bulmuştu. Yani her iki tarafta da, bağdaş­
maya yönelik çabalar (synkretizm) sergilenecekti. Ortodoks
keşişlerin ve Müslüman dervişlerin gizemciliği, gerçek ima-
na sahip olanı yalnız Tanrı'nın takdir edebileceği ve hiçbir
piskopos ya da müftünün yanılmaz olmadığı noktalarında
buluşuyordu.
Türklerin hoşgörüsü gerileme yüzyılları
boyunca da sür-
müştü. Diğer pek çok tanıklığın yanı sıra, lstanbul'da bulu-
nan lngiliz elçisi Hery Greenville de l 766'da hükümetine
yazdığı raporc.la, Türklerin din alanındaki en hoşgörülü in-
sanlar olduklarını belirtmişti. Yine de, l. Selim devrinden
itibaren ve Arap ülkelerinin fethinden sonra, 16. ve 17.
yüzyıllar boy unca, Hanbeli-Sünni oku 1un un (855'de ölen
Ahmed b. Hanbel tarafınc.lan kurulmuştu) etkisiyle gelişen
ve bilim savunucularına olduğu kadar, gizemcilere de karşı
koyan bir Müslüman entegrizmine çark edilecekti. 11. Meh-
met'in tersine, Hıristiyanlığa karşı düşmanca bir tavrı olan
l. Selim, tüm Hıristiyanların zorla Müslüman yapılmasını
teklif ederek divanını dehşete düşürecekti. Böyle bir şeyin
mümkün olamayacağı kendisine açıklanacaktı. 153 Tde ise,
varisi Süleyman lstanbul'daki tüm kiliselere el konması tek-
lifini yeniden sunacaktı. Ama Şeyhülislam, Hanefi tipinde
bir kanuni emir yayınlayarak bu girişimin önüne geçecekti.
Şeyhülislam emrine göre, Is tan bul'u n zorla ele geç iri 1miş
olmasına rağmen, kiliselerin Ortodoks Rumlara bırakılma­
sı, kentin aslında teslim olduğunu gösteriyordu! Yani so-
nuçta, kiliseleri camiye çevirmek yanlış olacaktı. Süleyman
ela bunu kabul edecekti. 16. yüzyılın başından itibaren, iki

128
Muslüman grup hrşı karşıya gelecekli; bir yanda, hoşgörü­
nun ayakla turulmasını ve bılımlerin geliştırilmesıni des-
lekleyen, medreselerde ders veren, hükümel hızmeııncle bu-
lunan gızemcı tarikatlar ve ulemanın yüksek sınıfları- dığer
yan<la, tüm yenilıklere ve hoşgörüye muhalefet eden, kımi
zaman Şeyhülislamı, hatla imparatoru bile etkilemeyi başa­
raıı. L aınııercle vaaz veren ulema ve halk labakasından gelen
şeyhler. __

L Süleyman kendine atfettiği "yeryüzü halifesi" ünvamm


çok cıd<lıye ahyor<lu. 1527 yılında, ulemanın bır üyesi olan
ve lsa nın Muhammed e üstün olduğunu ıleri süren Molla
Kabız yargılanmışn. Molla Kabiz Iran kökenlıydı ve Şeyh
Be<lreltın'den yaklaşık bır yüzyıl sonra Sünni doktrinine
karşıt ama Hırisliyan ve dönmelere yakın gelen bır herettk
akımın başına geçmişti. Dıvanı Hümayundaki ilk <lavada
sanık aklanacaktı. Ama öfkeli Sullan ikınci bir dava düzen-
leyerek mollayı (ulemanın önemlı üyelerine verilen sıfat)
ıdama mahkum enıreceklı. 153Tcle İmparawrluktakı tüm
valıler. Peygamberin sözlerinden şüphe edenlerin imansız
ilan e<lılıp ı<lam eclılmelerinı buyuran bir emir alacaklardı
Devlelın bekaası uğruna Osmanlı lmparatorluğu'nun
1512'den sonra gıclerek artan şekilde SünnıleştirilmesL Ale-
vıhgın yeraltına ınmes1ne ve Yunanlıların "hrypyochrisıi­
mıoı" (gızlı Hırıstiyanlar) <lediklerı bir olgunun belirmesine
yol açacaku. Alevıler, çok sayıclakı yandaşlan dolayımıyla
İmparatorlukta Şeyh Bedretlın'ın sentezci fikırlerinı yaya-
caklardı. Tüm bu muhaliner, devletin Sünnilikle ozdcşleşli­
rılmcsıııe karşı çıkıyor ve merkezi otorireyi çözmeye uğra·
şıyorlar<lı. Sözü geçen muhalifler, Osmanlı İmparatorlu­
ğunun özgünlük ve gücüne kaynaklık er.len miller sısıcmi­
nı yıkacak olan ve 18. yüzyılın sonundan iıibaren yükselen
merkezı otorite karşırı milletler ayaklanmasının öncüsü idi-
ler. Krypyochrıstıanoi (gizli Hırıstiyanlar), aynı Yahudi

129
"dönme"ler gibi, görünüşle geçmişlerdi;
"Yunan
lslam'a
asıllı bir Paşa, ölüm döşeğinde Bakire Meryem'i yardımına ça-
ğırıyordu. Bir Sadrazam, Aziz Thomas'ın Arapça çeviri_~ini
okuyor ve doktoru aracılığıyla bir lncil ediniyordu. Yahudi Sa-
batay Zevi ı~endini Mehdi ilan ederek politik sorunlar yaratın­
ca tutuklanıyor ve Müslümanlığa geçtiğini açıhlama)'·a zorla-
nıyordu. Yandaşları ise, izleyen üç yüzyıl boyunca lspanya'da
conversoslara uygulanan korkunç zulümlere maruz kalmak-
sızın. dönmeler cemaatını sürdüreceklerdi. "8 Aynı şekilde,
17. yüzyılda Paul Ricaut da kiwbmda, lstanbul'da Hubmcsi-
hiler (lsa Mesih'in izleyicileri) adlı gizli bir tarikatın varlı­
ğından bahseder. 9 Ricaut'ya göre, Hubmesihiler yalnızca gö-
rünüşte lslam'a geçmiş dönmelerden oluşuyordu. Yine Mol-
la Kabiz'in yaşadığı devirde lstanbul'da Hakim Işhak adlı
bir kişi Eski ve Yeni Ahitler'in de en az Kur'an kadar önemli
olduklarını ve Kur'un'ın lncil'den üstün olmadığını iddia et-
mişti. Görüşlerinin yarattığı başarılı etki nedeniyle lşhak,
Şeyhülislam Ebu's-Suud Efendi tarafından yargılanarak
idam edilecekti.
Dinsel fanatikler tütün ve kahve lDketimine ve lörenle-
rinde müzik ve dans kullanan gizemci tarikatların faaliyet-
lerine karşı çıkıyorlardı. Ayrıca, medreselerde matematik
eğitimi verilmesinin yasaklanmasını talep ediyorlardı. 1577
yılında Galala'da Sultan'ın emriyle bir astronomik gözleme-
vi kurulmuşlU. O devirde Avrupa'daki en yetkin iki gözle-
mevinden biri konumunda olan Galata Rasathanesi, aynı
zamanda lslam ülkelerindeki lek gözlemevi idi. Şeyhülis­
lam tarafından desteklenen entegristler, başkenli kasıp ka-

tl Lı<ly Mary Monıagu, Llslımı au Pe,·O des ji:mme< L!ne APtglai.<e t'rr 1ııı·ııuie <W
XVI/le 'dede ("Kadını.mu tehdidi altında l_o;lam. XVll_ yy.'da bir lııgiliz kadını
Türkiyc'tlc-). ,\ _ M. l\foulin ve P Chuviıı'in blrnıc ~ldtgı öıısöz, Pari>.
Frnnçııis Maspcrn, 198 \.
9 Eıcır Presı:uı de l'E11;pire Ottımıan ("Osmanlı lmparatorıugu'ııuıı hu ,uıki durn-
mu"), l'aris, 1670, ,;_ 416- l 7.

130
vuran vebayı bahane ederek gözlemevinin kapa·_ılmasmı is-
tediler. Onlara göre veba, insanların kendi gizlerini öğren­
meye çabalamalarına kızan Allah'ın öfkesinden ~aynaklanı­
yordu. lil. Murat (1574-95) bu isteklere boyun eğecek ve
1580'de bir yeniçeri kıtası binayı tamamen yıkacaktı.
16. yüzyıldan ilibaren enlegristlerin büyüyen etkisi İm­
paratorlukta bilim ve tekniğin ilerlemesini oldukça zorlaş­
tırdı. Bunun yanı sıra dinsel fanatizm toplumsal çalkantıla­
ra ve imparatorluk milletleri arasında sürlüşmelere yol aça-
cak, böylelikle de Osmanlı toplumunun ahını oyacaku. IV
Murat (1623-40) oponünistlikle entegristleri arkasına ala-
rak lslam'ın savunucusu kesilecek, alkol ve tülün kullanı­
mmı yasaklayarak buna uymayanlara karşı sen önlemler
alacaktı. 1656'da entegristler lstanbul'daki tüm derviş lek-
kelerine saldırmaya ve "sapkınlara" karşı genel bir katliam
gerçekleşlirmeye hazırlanıyorlardı. Yanda.şiarını ise küçük
dükkan sahipleri arasından olduğu kadar, medrese öğrenci­
lerinin -softaların- en yoksulları arasından topluyorlardı.
Resmi mevkilerde bulunan ulemanın önde gelen üyeleri ve
devlet memurları, enlegristleri İmparatorluğun arasına ayrı­
lık sokarak Devlet'i ve toplumu çökerlmeye çalışmakla suç-
layacaklı. Sonuçla, Başvezir Köprülü Mehmel (öl. 1661)
entegristlerin ele.başlarım İstanbul dışına sürerek iç savaşın
önüne geçmeyi başaracaktı.
Ama arlık ok yaydan çıkmışu. Fanalizm zaman içinde gi-
derek daha tehlikeli boyullara ulaşacaktı. 1716'da, 1706-10
arası Başvczirlik yapmış olan ve 17ll'de ölen Çorlulu Ali
Paşa'nın kişisel kütüphanesine el konacak ve Şeyhülislamca
yayın la nan Jet va ile, kütüphanedeki astronomi, lari h ve fe 1-
sefe kitapları yasaklanacaktı.

131
Osmanlı ekonomisinin At/antik
ekonomisi tarafından sömürgeleştirilmesi

Bizans Imparatorluğu, Rönesans ve on un uzantısı olacak


Sanayi Devrimleri gibi, modern zamanların devrimlerınden
yararlanmak için frenklere boyun eğmek, Papa uğruna
kendi c.linini yadsımak, kendi halkını Batı uygarlığı içinde
eritmek zorunda mıydı? Bizans halkı, o dönemde, bu soru
ekseninde derin bir şekilde ikiye ayrılmıştı. Yunan halkı da
halen ayııı konumdadır. 1. Dünya Savaşı öncesinde, Türk-
Yunan Konfederasyonu kurulmasını düşleyen Yunanlı su-
bay Athanasios Suliotis, kendisi ve yandaşlarının; Araböl-
ge'de Rönesans başlamadan yaşayan "Doğu Uygarlığı"nı
alıp, onu kendi imkanlarıyla başka bir Rönesansa, "Doğu
Rönesansı"na dönüştürmeyi amaçladıklarını yazmıştı. Ara-
bölge'nin karakterini en iyi tanımlayanlardan bir c,:ağc.laşı­
mız şu satırları kaleme almaktadır: "Palamas'ın zaferi, Hıris­
tiyan hümanizminin, Röne.~am'ın din.~iz hümanizmine zaferini
teşkil etmekteydi. Palama.~·, Aziz ilan eden Ortodoh.~ Kilisesi
böylelikle, bu gerçeklere bağlılığını belirimi~ ve Rönesans'tan
bu yana modern uygarlığın temelini oluşturan ahlaki ve dokt-
rincr ilkeleri açıkça reddetmiş oluyordu. Yüzyıllar boyunca,
yalnızca, insanoğlunun sonsuz olanaklarına ve uygarlığın
iyimser hümanizminin başarılarına aldırmayan ve geçmişle
donup halmış bir kili.~e görünümü çizmişti. Ama artık bugün,
özerk bilimin sınırsız ilerlemesinin içinde bulundurrlugu kor-
kutucu i=(iıvünümden ötürü bu iyim.~er/iğin giderek azaldığı bir
döneme ulaşmış bulunmaktayız. "10
1444 yıhnc.la, Latin yan [ısı Georgios Plethon 'un öğrencisi
olan ve Batı'ya asi mile olmayı seçerek 14 39'da Latin Kardi-
nali olan loannis Bessarion, ileride Imparator olacak Mistra

1O ]f;ın Mcycndorff Saint Greı;oire Pala mas et la my<liqu< orthodoxc ("Aziz


G rrı;orios ve Ortodoks G izmıciligi"), l'aris, Scuıl, 1959, s. 176-77

132
despolu Konstanlinos Palaiologos'a Roma'<lan bir mektup
yazarak, yeni teknikleri öğrenmeleri için ltalya'ya gizlice
"dön ya da beş genç" göndermesini isteyecekti. Yazdığına
göre, Baıı'da tekniklerin kaydettiği büyük ilerlemeden çok
el ki lenmişti.
Ne olursa olsun, Bizans halkının büyük çoğunluğu Batı
Rönesansı'nı reddediyor ve Bizans lmparatorluğu'nun çizdi-
ği yolda ilerleyerek, uzun süredir hasla olan gövdeye yeni
bir güç verecek yeni hanedana boyun eğmeyi lercih ediyor-
du. Hıç kuşku yok ki, Osmanlı hanedanı Doğu Akc.leniz'i
bir süre için Batı sömürgeciliğinden ve bunun yol açlığı ge-
ri kalmışlıktan kurtarmıştı. lki yüzyıla yakın bir süre .bo-
)'Unca onu, içine balmış olduğu ekonomik anlamda Üçün-
cü Dünya ülkeliği konumundan çekip çıkarmıştı. Ama Os-
manlılar, her ikisi <le feodal olan lOplum yapısını ve sistemi
değiştirmemişlerdi. Yani uzun va<lede Arabölge lmparator-
luğu·nun sömürgelik ve geri kalmışlık düzeyine düşmesi
kaçınılmazdı. İşte Osmanlı lmparatorluğu'nun Bizans'ın ne
denli mirasçısı olduğu ıam da bu evrim bağlamında kavra-
nabilir. Dikkat çekici olan nokla, lstanbul'daki Doğu lmpa-
raıorluğu'nuıı Osmanlılar sayesinde yarım binyıl daha yaşa­
mış olduğudur.
16. yüzyılınikinci yarısından itibaren, "Doj{u lirnrcti, Tür-
lıiye\'İ Avrupa swtayiiniıı müşterisi haline getircreh, bir somür-
,ı:e linırcti biçimini aldı. Türhiyc yalnızca hammaddelcri sağla­
mı~ya zorlandı, kendi imal ettiği malları dışarıya slıtamadı. "11
lmparalorluğun Batı ıarafından sömürülmesinin baş ne-
denlerinden biri, lsıanbul'un
kapitülasyonlar (imtiyazat)
adı altında Avrupalılara bahşetliği ayrıcalıklar mıydı? Tarih-

11 Ü, !.. ıı,nkan. "Tlıc Pricc Rc\'oluıion of ıhc Sixrccnth Ccnıuıy A "förning


l'oım 111 duo toınomi<" H1'l<lr)' of ılıc Miılıllc [ası" ("Onaltınu Yüzyıldakr
1 ıyat Devrimi; Yakuı Doğunun t:komııııik Tarihinde bir dünılııı nokıa~ı")
lııtt·rrwtwııill./oıırııııl ofMirld!r Fcıst Sıudie.ı, c. VI, 1975, s. 7.

133
çiler bu konuda ikiye ayrılmaktadır. Ama kapitülasyonları
kendi çerçevesine oturtmak için iki olguyu dikkate almak
gerek mekLed ir.
A) l. Alexis Komnenos'un Venediklilere imparatorluğu
sömürmelerine yarayacak ticari ayrıcalıkları verdiği 1083 yı­
lından başlayan dönem ile. Osmanlıların 15. ve l 6. yüzyıl­
larda, tam olarak da 1+54'ıe Venediklilere kapitülasyonları
bahşeLmesiyle açılan dönem arasında temel bir farklılık var-
dır: Osmanlılar, 1082'nin Bizans'ından farklı olarak, kapitü-
lasyonları bir zayıflık değil, tersine, bir güç ifadesi olarak
bahşettiler. 1082 ile kıyaslanabilecek olay, 1838 İngiliz-Os­
manlı Ticaret Antlaşması ~:erçevesinde İstanbul hüküınetine
serbest mübadelenin kabul ettirilmesidir. KapiLülasyonlar
ise, ilk veriliş zamanındaki nitelikleri nedeniyle değil, lmpa-
ra torluğu n geri 1emesi ne rağmen k u 1lanı l ınaların ın sürdü rü 1-
mesinden dolayı bir sömürü aygıtına dönüşmüştür.
B) Osmanlı maliye politikası himayeci olduğu için yerli
tüccarları dış rekabeLe karşı koruyordu. tkumeııi lmpara-
torluğu'nun eko noın ik düz lemdeki anlamı, kendi ne yeterli-
ğin (auıarkya) ayakla LUtulmasıydı. Ikumenicilik, karşılıklı
bağımlılık düşüncesini dışlıyordu. lkumeni İmparatorluğu
ilkede, tanım olarak kendine yeten, başka bir 'gezegen'le
ilişkiye geçmeye ihtiyaç duymayan, bu nedenle de 'Dışişleri
Bakanlığı'na sahip olmayan, uzaydaki bir gezegen gibiydi.
Aynı Çin gezegeni gibi, Osmanlı (öncesinde de Bizans) ge-
zegeni dr,, başlangıçta diğer gezegenlerin "barbar" !arıyla
ilişkiye girmey() gerek duymuyordu. Kapitülasyonlar, Batılı
'barbar !arı yatıştırmak üzere 'yukarıdan' bahşedilmişti.
Ekonomik sömürgeleştirme, Osmanlı Ikumen iciliği n i yıka­
rak onu karşılıklı bağımlılığa zorlamayı amaçlayan Batılı
güçlerin çabasının sonucuydu.
Osmanlı tüccar ve inıalatçılarını, ürünlerini sınırların dı­
şında satmak ve Uatılı ürünleri İmparatorluğa ithal etmek-

134
len caydırmak amacını güden İstanbul hükümeti bunlara,
hem ihraç hem de i Lhal sırasında, Ba lılılara kapitülasyon
nedeniyle genelde yüzde 5 ölçüsünde uygulananın sürekli
üstünde olacak şekilde gümrük vergileri uyguluyordu.
1838 yılına dek lmparalorlukta iş yapmak isteyen yabancı­
lar, esnaf tekelinden geçmek ve kapitülasyonlara -dolayısıy­
la da gümrük duvarlarına- tabiydiler. Bu iki yolla da Os-
manlı burjuvazisinin işleri İmparatorluk içinde himaye edi-
liyordu. Balılıların Osmanlı tebaalarıyla çalışma ya <la Os-
manlı tabiyetine geçme SC\'.enekleri vardı. Ama Osmanlı ol-
d uldarı zaman <la, kapitülasyonların kendilerine sağladığı
diplomatik dokunulnuızlığı otomatik olarak yiLiriyorlarc.lı.
Yani madalyonun diğer yüzünde, İstanbul'un kendisi iön
isle me<liği uluslararası tkarel, Batılıların eline geçiyordu.
Onlar <la bu durumu, İmparatorluğu sömürgeleştirmek yo-
lunda ku 1lanacaklardı.
Osmanlılar 14. ve 15. yüzyıllardaki genişlemeleri sırasın­
c.la şu durumla karşılaşmışlardı; Venedik ve Cenova ( Cene-
viz), /\.zov'dan lsken<leriye'ye dek lüm ticareLi hiçbir vergi
öde ıneden ellerinde tutuyorlardı. Surlarla çevirip yönettik-
leri deniz lezgahları inşa etmişlerdi. Cenova'ya, özellikle de
onun rakibi olan Venedik'e karşı yürüttükleri uzun savaşını
boyunca Osmanlılar bu tezgahları tasfiye ederek ltalyanları
gümrük vergilerine tabi Lulmuşlardı. Cenova'ya Vencdikli-
ler karşısında desteklerini sağlamak üzere, 1352'<len geçerli
olacak bir kapitülasyon verilecekli. Bir diğer kapitülasyon
ise Ve ne<liklilere lsLun bu l'un düşüşünün hemen ertesi ııı.le,
1454'te verilmişli. Ama Venedik'e karşı savaş l 463'te yeni-
den başlayarak l479'a dek sürecekti. Fatih tüm Venedikli
tacirleri hapsederek mallarına el koymuştu. Flpransa ve Ra-
gusa (Dubrovnik) Cumhuriyetlerini de Venedik'in yerini
<ılmaya özendirmişti. l 469'da Floransa'ya licari ayrıcalıklar
tahsis edi lecekli. l 463'le llosna-Hersek ilhak edilmiş, böyle-

135
likle de Floransa ile, Ragusa'dan geçen doğrudan bir LicareL
yolu açılmıştı. Ragusa o dönemde lınparatorluğa bağlı ol-
duğu için lstanbul·a haraç olarak yılda 12.500 alLın duka
ödüyordu. Ama aynı zamanda, bağımlı bir devlet olarak,
Venedik'ten yüzde 4 ya da 5 oramnda alınan gümrük vergi-
sini yüzde 2 olarak ödeme ayrıcalığına sahipti.
Ragusa, 1463-79, 1499-1503, 1537-1540, 1570-73 yılları
arasındaki Osmanlı-Venedik savaşları sonrasında, iki sava-
şan devletin aracı Licari ülkesi rolünü üsLlenecekLi. Ragusa,
bu şekilde ekonomik olarak gelişecekti. aına bu gelişme,
doğrudan doğruya imparatorluğun durumuyla bağlantılı
olduğu için, Osmanlı 17. yüzyılda düşüşe geçince, Ragusa
da gerileyecekti.
l. Selim Mısır ve Suriye'yi 151 Tde işgal euiğinde, Fran-
sızlar daha önce kendilerine Memlük Sultanı tarafından ve-
rilen kapitülasyonları Osmanlılara yeniletLiler. 18 Şubaı
1536'da iki ülke arasında görüşülecek olan kapitülasyonlar
Sultan Larafından onaylanmayacaktı. llk kapitülasyonlar ol-
duğu söylenen Fransız-Osınanlı kapiLülasyonları üzerinde
18 Ekim 1569'da anlaşılmıştı. lsLanbul, tarihinde ilk kez,
daha önce Venedik'in yararlandığı ve lmparaLorluğun Lümü
üzerinde geçerli ticari ayrıcalıkları ilk kez bir Batı monarşi­
sine açıyordu. Yani, sık sık iddia edildiği gibi, Fransa'nın
kapitülasyonların verildiği ilk Balı ülkesi olduğu düşüncesi
hala lıd ı r. Ama Fra rısızlara veri len ka pi tü 1asyon la r daha
sonra lngiltere'yle (1580-83), Hollanda'yla (1612) ve başka
Avrupa ülkeleriyle yapılacak benzer anlaşmalara örnek ola-
caku.
Avrupa'nın, Amerika ve Afrika'da yayılmasından sonra
ekonomik büyüme, fiyalları Avrupa'da hızla arlan, buna
karşın Osmanlı'da görece düşük kalan hanıınaddelerin ço-
ğalan miktarlarda- ithal edilmesini gerektiriyordu Böylelik-
le, imparatorluğun haınmaddeleri Avrupa'ya akmaya başla-

136
yacaklı. lslanbul pek çok kez, ülke ekonomisi ıçin hayati
kabul edilen bu hammaddelerin ihracını yasaklamışLı. Ama
bu ihracat sayesinde elde edilecek karlar öylesine büyüktü
ki, kaçak ihracat yapan kişiler riski göze alarak, memurları
sistematik biçi mele ayana n rüşvetleri gözden çı karlacaktı.
Eşzamanlı olarak, Avrupa'nın işlenmiş ürünleri giderek ar-
lan oranlarda ülkeye sızmayı başararak geleneksel Osmanlı
sanayiini hızla çökerlecekti.
Başlangıçla Osmanlı ekonomisini güçlendirmesi gereken
bir tedbir, son kertede ülkenin aleyhıne işleyecekti; gümüş
madeni ithali ... Örneğin Çin'de 19. yüzyılın ilk yarısında
yaşanan krizin nedeni, gümüş mackninin yurtclışına kaçı­
şıydı. Tüm devletler gümüş madeninin kendi ülkelerine yı­
ğılmasını büyük bir avantaj olarak algılıyorlardı. Oysa Os-
manlı ekonomisinde 1850'lerden başlayarak yaşanan kriz,
Osmanlı hü.kümcti n in bu maden için tüm vergi lcri kaldıra­
rak ithali özendirmesi sonucu oluşan yığılmadan kaynakla-
nıyordu.
Avrupalılar yalnızca Halep kentine, bu madenden yılda
800.000 dirhem -yani 2.565 kg.- akıtıyorlardı. Osmanlı lm-
paratorluğu'nun, ihracatı karşılığında ödemelerin kendisine
gümüş üzerinden yapılmasında ısrar etmesi, Ceneviz, Venc-
dik, Fransız, lngiliz ve Hollandalılarca yürüüılen büyük
çaplı bir kalp parn piyasasının gelişmesine neden olacaktı.
Çok sayıda Osmanlı iş adamının üzerinden kar elliği, Avru-
pa'clan gelen ve lmparatorluğun her yanına yayılan bu gü-
müş paraların ayarı oldukça düşüktü. Tüm bunlar, Osmanlı
ekonomisinin dayalı olduğu gümüş paranın değerini yitir-
mesi sonucunu doğuracaktı. 1510'da 54 !ikçc (gümüş para)
eden bir altın p<lra, 1527'de 57, 1583'te 60, ve bir sonraki
yıl ise bunun iki katı (yani 1584'te 120 akçe) değerine yük-
sele! i. 15 lO'dan 1583 'e dek 70 yıl boyunc.:a yaşanan isLikrar
clikkaL çekiciydi ve Osmanlı toplumunun Alun Çağ'ı bo-

137
yunca eriştigi ahenk ve dengeye işaret ediyordu. Raya ne
kadar vergi ödemesi gerektiğini biliyor ve merkezi otorite
de onu, yerel düzeydeki olası yolsuzluklara karşı etkin şe­
kilde koruyordu.
Bundan böyle, gümüş paraya duyulan güven azalacak ve
hükümet, vergilerin ayarı düşük olmayan parayla ödenme-
sini şart koşacaktı. lran ve Hindistan'dan yapılan mal alım­
larında Osınanlılar, ödemelerini külçe ve iyi parayla yapma-
yı sürdürüyorlardı. Yani ilk olarak, bir finans krizi yarata-
cak şekilde gümüş ve düşük ayarlı paraların imparatorluğa
yoğun olarak ithal edildiğine tanık oluyoruz. Bunu, duru-
mu daha da ciddileştirecek bir gelişme izleyecekti; impara-
tor! uğun ekonomik olarak sörnürgeleştiril mesiy le birlikle,
düşük ayarlı olmayan gümüş ve hatta altın dışarıya ihraç
ediliyordu. Kimi yazarlar, İmparatorluk ekonomisini 16.
yüzyılın sonunda etkileyen parasal krizin aynı zamanda Os-
manlı devlet ve toplumunun geleneksel ıeınellcrini sarstığı­
nı ifade etmişlerdir.
Buna benzer bir olgunun Bizans lınparatorluğu'nda da
türemiş olduğundan bahsedebiliriz. Büyük Konsıanıinos ıa­
rafmdan Nt.S. 4. yüzyılda kurulan sistemin temelinde, 4 ,48
gr. ağırlığındaki ahın para 11omismu bulunuyordu. 12 mili-
arisia (gümüş para), bir nomi.o;ma'ya eşdeğerdi. 108l'in he-
men öncesinde, beş yüzyıldan uzun süredir değerini yitir-
memiş olan mmıismll'nın (ya da lıypcrpyroıı) devalüasyonu
başlamış, imparator altın paranın değerini düşürmüştü. Pa-
ranın ayarını düşüren 1. Alexis Komncnos, böylelikle iki tür
para yaratmış oluyordu; iyi ve kötü para ... Vergilerin iyi pa-
rayla ödenmesi zorunluydu. Son olarak, 4 miliuri.-;iu'dan
fazla etmeyen ahın parayı devalüe edecekti. Frenk istilasın­
dan sonra para yeni bir değer yitimine uğrayarak Venedik
parasıyla ikame edilecek. ti.

138
Toplumsal kriz ve halk ayaklanmaları:
Devlete ait yapıların çöküşü
1590'dan itibaren Osmanlı hazinesi büyük hesap açıkların­
dan sorumlu oldu. Kasaları yeniden işler hale getirmek için
Devlet, cıvariz ve cizye gibi, doğrudan Hazine için toplanan
vergıleri çoğaltacaktı. Kişi ve yıl başına 1582'de 40 ctk(e olan
avarız, l600'de 240, l68l'de 535 akçeye yükselecekti. Cizye
ıse aynı şekilde 1574 yılında 40 akçeydi. l592'de 70. 1596'-
da 150, 1630'da 240 ve 1691'de 280'e yükselecekti. Sultan'ın
1591 yılı cıclaleıııamesi, yerel otoriteler tarafından uygulanan
haksız vergileri yasaklayarak, aslında, 159 akçelik cizyenin
aslında 500, hatta 600 akçeye kadar yükselmiş oldugunu ele
veriyordu. Gümüş paradaki devalüasyon nedeniyle, bu, Ha-
zıne gelirlerinin arttığı anlamına gelmiyordu. Tersine, devle-
tin altın para üzerinden hesaplanan yıllık gelirlerı 1597'dc
neredeyse yarı yarıya azalmıştı. Yani, 1567'de Hazinr'ye 5,8
milyon altın para girmişken, 159Tde yalnızca 2.5 milyon gi-
riyordu. Aynı miktar, 1648'de 3, 166l'de 5 milyon olarak
gerçekleşmişti.
Oysa devletin askeri gereksinimleri durmaksızın yükseli-
yordu. 1593-1606 yılları arasında AvuslUrya'ya karşı yürütü-
len savaş iı; in yeniçerilerin sayısını belirgin şekilde anırmak
ve ağırlıklı olarak Aııadolu'c.lan köylerini bırakarak gelen
topraksız genç ı;;ift\:ilerden oluşan ve segbaıı (ya da sekban)
ve sllrrca adı verilen, puralı, tüfek kullanacak yerel milis bir-
lıklerini oluşturmak gerekmişti. 1590'dan sonra bunlar Os-
manlı ordusunun en etkili birimleri c.luruınuna gelecekti
imparatorluğun 7 Ekim 1571 tarihine.le Yunanistan'du
Patras'ın kuzeyindeki Lepamo'da (Yunancada Nafpatos
furkçede lnebahtı) yaşadığı ilk büyük deniz yenilgisinin
ertesınde beliren lspanyol tehlikesini karşılamak üzere. lI
'.">elim, filosunu Akdeniz'in o güne dek görmediği büyük-
lükle 8 gemi ekleyerek tamaıniyle yeniden kurmak duru-
139
mumla kalmışu. 200 kadırgadan oluşan bu filonun bakımı
için yılda 1,2 milyon alım düka harcamak gerekiyordu
Enflasyon, orduya asker almada kullanılan tımar sistemi-
nin terkedilmcsine neden olmuştu. Tımar gelirJ.cri ennasyo-
nun baskısıyla aza\m ıştı. Tımarlı Sipahiler Suhan'a karşı yü-
kümlülüklerini yerine getirip, savaş alanlarında bulu na bil-
mek amacıyla çihı_:ilere baskı yapmaya başladılar. Başarılı
olamayanların ya da askerlik hizmetinden kaçanların tımar­
larına imparator tarafından el konuyordu. Bu şekilde mev-
kilerini yitiren sipahiler, bölgelerini yağmalayan haydut çe-
telerinin sayısını şişireceklerdi.
Aynı kendinden önceki Bizans büyük ocakları gibi, Os-
manlı büyük ocakları da merkezi otoriteyi etkisiz hale ~e­
tirmişli; geniş m ü.1 kleri ni mevkilerini yitiren küçük sipahi-
lerin sırtlarına yüklemek suretiyle askerlik hizmetinden sı­
vışıyorlardı. Sipahiler topraklarının büyük toprak sahipk-
rince yutulduğuna tanık oluyorlardı. Büyük mülklerin -(ift-
lilderin- gelişimi, bir yandan büyük ocakları güdendirir-
kcıı, bir yandan da artık onları ıı adamı haline ge 1m iş olan
Sultan tarafından haksız kazançlara karşı korunmayan çih-
ı_:iyi eziyordu.
Bu yeni Osmanlı büyük ocakları giderek, kökeninde bü-
yük oranda zengin tüccar ve zanaatkarlardan oluşan taşra
önde gelenleri -eşraf ve aywı (ya da derebeyi)- sınıfından çı­
kıyordu. Sultan ve halk arasında aracı işlevi görerek devlet
gelirlerinin büyük çoğunluğunun iltizwnını, ardından da
diğer ocakların topraklarını elde etmiş ve askeri birlikleri
toplama-komuta etme yetkisine sahip olmuştu. Asal olarak
Müslümanlardan oluşan bu büyük ilıizamcıların yanı sıra,
Ilıristiyan ileri gelenleri de -Ortodoks, ruhban. kocabaşılar,
<;orbacıl:ır, kuezlrr- finans gelirlerini başka bir yol la ki raya
tabi tutma yöntemi olan ınuhtu sistemi sayesinde önem ka-
zandılar. Dt·vleı aırıtllılin temsilcisine, sayesinde topladığı

14cl
vergiler üzerinden sabit bır miktarı (maktu) vermeyi kabul
etmışli. Bu aynı zamanda Ortodoks l lıristiyanlar için aya-
mn haracından kurlulmanın bir yoluydu.
llınstiyan ve Müslüman raya, yeniden başlayan ve gide-
rek daha uzun sürelere yayılan angarya uygulamasından ve
ağır vergılerden kaçmak üzere, topraklarını lerkedecek, ye-
nı büyük, özel mülklerde tarım işçisi (ırgat) olarak çalışa­
caklardı. Böylelikle, topraksız bir köylü sınıfı oluşacaktı.
16. yüzyılın sonundan itibaren lmparatorluk halk ayak-
lanmalarıyla sarsılmaya başladı. Açlıktan ölmemek için kır­
larda dolaşan haydut çelelerıni (levent) kuran köylülerin bu
"büyük kaçış"ı, yerleşik düzen aleyhine dönebilecek her-
hangı bır hareketin beslenebileceği insan kaynağını oluştur­
muştu. Dahası, bunların bir kısmı kentlere yerleşırken. dı­
ğerleri, yoksulluklarından tek kurtuluş yolu olarak Müslü-
man okullarına ve entelektüel faaliyetlere gıreceklerdi. Öğ­
renımın bu şekilde demokralikleşmesi, softaların yerleşik
polıtık aptasyon geleneğini başlatacak olan öğrencilerin
(s~fta) sayısını artıracaktı.
Bu, 1595-1610 arasında silahlı çetelerin harap etliği Ana-
dolu'nun genel görünümüydü. Bu döneme celali -yani dev-
lete karşı ayaklanmalar- dönemı adı verilecektı. Bu deyiş.
1519'da kendinı Mehdi ilan ederek Anadolulu göçebeleri
merkezi otoriteye karşı ayaklandıran Celal adlı kişıden gel-
mekledir. 1603 yılında İran Şahı 1. Abbas (1587-1629) Os-
manlıları ellerındeki Fars topraklarını boşaltarak Anadolu
sınırına geri çekilmeye zorlamak için bu kargaşadan yarar-
lanacaktı. 1607-1 O arası Anadolu Cela \ilerinin başı olan
Canbulatoğlu yenilerek çeteleri katledilecektı. Onun izleyi-
cılerı ıse lran'a ve Surıye ve lrak taşrasına sığınacaklardı
işte hu dönemde, Yunan illerınde kleptlıes ve annoıoloi
adıyla ünlenen bir hırsız-jandarma ikilisı doğmuştu. Bir tür
Robın Hood olan Kleptlıes, celaliye denk düşüyor. onunla

141
savaşmak üzere kurulmakla birlikte sıklıkla ona katılan ar-
mololoi ise yerel milis işlevini görüyordu.
Yine bu dönem, merkezi otoritenin sağ kolu yeniçerilerin
yozlaşarak kendisi h,:in bir tehdit oluşturmaya başladığı ta-
rihtir. Bu yozlaşma şu olaylarla belirlenmişti; a) Doğuştan
Müslüman olanh1r da yeniçeri birliğine girmeyi başardılar.
b) Artık evlenebiliyorlardı. c) Kışlalarını ve askeri idmanla-
rını bırakıyor, tüccar, zanaatkar ve geniş arazi sahibi olarak
zenginleşiyor ve vergilerin iltizamını kendileri alıyorlardı.
el) Göreve çağrıldıkları vakit yerlerine vekillerini gönderi-
yorlardı. e) Elit birliği bir parazit sürüsüne dönüşmüştü:
17. yüzyılın ortalarında 200 bin yeniçeri mevcuttu\
Yeniçeri birliği, çeşitli açgözlülere hizmet eden rakip poli-
tik hiziplere bölünmüştü. Aynı zamanda, segban ve sarım
birlikleriyle de sürtüşüyordu. Son saydığımız iki birlikten
çok sayıda kişi yeniçeriliğe geçmeyi başarmıştı. Böylelikle,
binlerce sahte yeniçeri ortaya çıkmıştı. 1623-28 yılları ara-
sında yeniçeri ve segban, sarım birlikleri arasında bir kavga
patlak verecekti.
Son olarak, muhtemelen sultanlığa gelecek şehzadeler ar-
tık eyaletlere gönderi \erek dev !et işlerinde yetiştirilmiyor­
lardı. "Kafes" adı verilen saray dairelerinde kapatılıp hare-
mağa lan ve kadınlar nezaretinde büyüyorlardı. Herhangi
bir ciddi reform programını yürütmek için bile yeterli bilgi-
si olmayan şehzadelerin tabla çıktığı gözleniyordu. Öte
yandan, zalimce olduğu kuşku götürmeyen, ama yarar da
sağlayan bir uygulama -hanedan kavgalarını önlemek üze-
re, tahta çıkan hükümdarın kardeşlerini öldürmesi yönte-
mi- artık terkedilmişti. Bunun yerine, en yetenekli oğlun
değil, imparatorluk ailesinin en yaşlı erkeğinin ya da hizip-
ler tarafından en fazla desteklenen hanedan üyesinin tahta
~:ık mas ı uygulaması getirilmişti. Bundan do layı haremin
1mparatorluk politikası üzerindeki etkisi artacaktı. Kocala-

142
rı ı ı ı '.ı da oğullarını başa
geçirmek üzere mücadele eden sa-
ray kadınları çeşıtlı hızipleri yönetiyordu. Böylelıkle Os-
manlı İmparatorluğu, harem ve yeniçeriler olmak üzere ikı
guç tarafından kontrol edılen, herhangı bir kamu hızmeune
atanmak ıçin hedıye verme (peşkeş) uygulamasının yaygııı­
laştıgı, yanı rüşvet tarafından çürütülmüş bır polıtik yapı
gorunümündeydi.
Kendisinı önceleyenı göz önüne aldığımızda, Osmanlı
sıstemınınuç yüzyıl daha ayakta kalabilmesını, kuruluş dö-
nemınde çok sağlam temellere oturmuş olmasına borçlu ol-
dugunu ıfade edebiliriz.

143
BEŞİNCi BÖLÜM
Sömürgeleşen İmparator! uk:
Ölüm Döşeğinden Ölüme (1774-1924)

Doğu sorunu

Doğu sorununun, 18. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak,


içte ulusların uyanışı, dışta büyük güı,:lerin etkisiyle karşıla­
şarak kendisine saldırıldığına tanık olan Osmanlı lmpara-
torluğu'nun gerileyişinin sonucu olduğu düşünülür. lnıpa­
ratorluğun bütünlüğü mü korunmalı, yoksa, görünürde ba-
ğımsız ama aslında büyük güçlerin "koruması" altına gire-
cek olan küçük uluslar halinde, büyükler arasında mı pay-
laştırılmalıydı? Doğu sorununun bu şekilde tanımlanması,
olayı, 18. yüzyılda başlatıp, Osmanlı lmparatorluğu'nun
yokolduğu 1923-24 yıllarında sona erdiriyordu.
Oysa bu tanımlama, büyük güçlerin çıkarlarını temel al-
maktadır. Kimi tarihçikr de sorunu, Antik Çağ'a dek inen,
Doğu ve Batı arasındaki bir uygarlık çatışması şekline de
soktular. Bu yeni tanımlama da en az ilki kadar "Batı mer-
kezci"dir. Arabölgc gerçeği unutulmuş ve genel olarak Yu-
nan 1ı ve Bal kan lan "Batı'ya, Haçlı Seferleri'nden beri sürekli
çarpışılan Türkleri 'Doğu'ya atan, kuzey-güney doğrultu-

145
sunchı bir uygarlık sınırı çizilmiştir. Aynı şekilde, Eski Yu-
nanlıların da, Batılı kimlikleriyle Doğulu Perslerle savaşmış
oldukları ifade ediliyordu. Maraton, Doğulularn karşı kaza-
nılmış bir "Batı Savaşı"ydı.
Oysa elimizdeki bir eser, sorunu farklı bir şekilde ortaya
koyına becerisini göstermektedir: Doğu Akdeniz'i, özellikle
de Ege Denizi'ni merkez alarak şunları kanıtlamaya çalı~­
maktad ır: "Denizlere sokulmaya Çllbalayaıı kıta.~lıl güç ile,
onun elinclen tüm önemli deniz cezgalılarmı kapmaya ve Jeni-
zi tdıelitıe almlı_ya çalışwı deniz gücü arasınJahi çaıışnw, lıe­
men lıer zaman (Doğu Sorununun) lüm büyük evrelerinin en
karakleristih ol~usu olagdmişlir" 1 Zaten tüm Avrasya uygar-
lıklarıtarihin in genel bir karekteristiği olan bu saptaınanı n,
Doğu Akdeniz açısından ~:ok da özel bir değeri yoktur. 2
Ama ilginç olan, yazarın bundan çıkardığı sonuçtur: "Doğu
.~oruııunun hısa bir süre için gerekli koşulu, Birleşi1~ bir Ege
Devleti'nin oluşturulmasıydı. Yine geniş bir imparatorluk bu-
nu Arşipcl'in ihi yahllsınJa da olurtluğunda, Avrupll'nm gü-
neycloğusuııu bile i(ine alabilen bir barış ve dinginlik clevri
llÇ ı Iabi 1iyorclu. "3
Daha önceki çalışmalarıınız bizi, Doğu sorununun, Ara-
bölge'nin -Batı' nı n da müdahale ettiği- bir iç çat.ısması oldu-
ğu tanımlamasını öngörmeye itmişti. Bu iç çatışma, bölgeyi
tek bir lkuınen i lmparatorluğu şeklinde birleştirmeye çaba-
layan başlıca yöre luılklarını karşı karşı ya getiren mücadele-
den doğmaktaydı.
Arabölge'ııin birliği, binyıllar boyunca bölgedeki başlıca
halkların sırasıyla bu sahayı tek bir imparatorluk çatısı al-

1 i'i<:rr.- Waltz. L<1 (Junıiı>ıı ,/"Orfrııı ,/au' /'/\11li<1rıi1<' ("ı\ııtik Ca~'<la llo~u
.Sorunu"), P•1ris. Payoı. l lJ42, s. )60-ôl.
l Llkz L S Sıavrıaııns, Tlıı· ~\ıdJ lı> / .500. A Glolıal Jli~tory (" 1500'c <lck Dü\1)''1
1'ürcsd Bir Tarih"). J.:ııglcwood Clifls. Prctıticc Hali, 1970, Hlll. sayfadaki harita.
\ W'1ltz. <L~ C. >. ltı2-6 3.

146
tında birleştirmeye çabalaması olgusuyla belirlenmiştir.
M.Ö. 5. yüzyıldan itibaren Arabölge'nin merkezi, lkumeni
imparatorluğunu kurmaya talip olanların akın elliği Doğu
Akdeniz, daha özelde de, en azından bin allı yüz yıl boyun-
ca İstanbul olmuştur.
Arabölge'nin 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yaşa­
dığı ve Batılıların "Doğu Sorunu" adını verdikleri krizin ne-
deni, sıkça ifade edildiğinin tersine, islam ile Hıristiyanlık
arasındaki dinsel ~:atışma değildir. Aslında Osmanlı impara-
torluğu 18. yüzyılın sonlarına doğru Fransa'nın yaşadığına
benzer bir toplumsal kriz yaşamıştır. Ama Osmanlı lmpara-
Lorluğu'nda burjuvazi esas olarak gayrimüslim ve Yunanlıy­
dı. Yani hu çokuluslu imparatorluktaki sınıfsal bölünmele-
re bir noktaya kadar da, Türkler ve Yunanlılar arasındaki
etnik bölünme eşlik ediyordu.
Aynı Bizans'ın son yüzyıllarındaki gibi, gelişme süreci
içinde büyük toprak sahiplerinin güçlenmeleri olgusu tara-
fından tehdit edilen ve tamamiyle olmasa da esasen gayri-
müslimlerin oluşturduğu ticaret bu~juvazisi, güç kazanmak
üzere Osmanlı'nın merkeziyetçiliğinden yararlanarak bu
kez ezilmemeyi başarmıştı. Yahudi hatta Ermeni tüccarların
tersine, Yunanlı burjuvazi, gelişme olanaklarının etnik te-
mellerin uzağında değil, tam da yoğun Yunanlı nüfusun
içinde bulunduğunun farkındaydı. Bu şekilde, Yunan nüfu-
sunun çeşitli ~içimlerdeki özerk-yerel örgütlenmelerinden,
örneğin, dinsel, ortaklaşa, askeri (armotoloi ve klepthes) ve
ekonomik (loncalar ve çok sayıda üretici köyünü, örneğin
macle n bölgeleri köy !erini hiraraya getiren kooperatifler)
oluşumlardan yararlanacaktı. Aynı zamanda, devletin ba-
şındaki Fenerh'lerin giderek artan gücüne de dayanacaktı.
Son olarak da. Balkanlarda Fenerli piskopos ve büyük
ocakların yürüttüğü Yunan yayılmasından da yararlanacak-
lardı. Bu dinsel ve kültürel nüfuzun korumasına sığınan

147
Yunanlı tüccarh1r bir Balkan burjuvazisi yaratarak dışarda
Ban'ya ve Rusya'ya yaslanacaktı.
1774, İstanbul uğruna yürütülen bin yıllık iç kavganın
tarihinde çok önemli bir yıldır. Bu yıl Rusya ve Osmanlı
İmparatorluğu arasında imzalanan Küçük Kaynarca anlaş­
ması, iki ülkenin arasında altı aydır süren savaşı sona erdi-
riyordu. Karadeniz 16. yüzyıldan beri tamamiyle Osmanlı
topraklarıyla çevrelenmişti. Burası bir Osmanlı gölüydü.
Hiçbir yabancı gemi buraya girememekteydi. Ama 1774 yı­
lında burada bir gedik açılacak ve Rusya kendini lstanbul
yolunda bulacaktı. Ruslar her zaman için lstanbul'u Çarg-
raJ (yani, Şehirler Şehri, Çarşehri) diye adlandırmışlardı.
Petersburg hükümeti aynı zamanda Osmanlı toprakları
üzerindeki tüm konsolosları (yani Şehirler Şehri'ni fethet-
meye yarayacak "rnsus"ları) atama yetkisini elde etmişti.
Yunan uyruklu Osmanlı burjuvazisi l 774'ten sonra der-
hal Rusların hizmetine girecekti. Bu sınıfın ticaret filosu
Rus filosu taşımaya başlamıştı. imparatorluğun her köşesi­
ne yayılan Rus üniformalı konsoloslar hep Yunanlılardı.
Daha sonra bağımsız Yunan devletinin ilk devlet başkanlığı­
nı yapacak loannis Kapodistrias'ın da Rusya Dışişleri Ba-
kanlığı yapmış olduğunu biliyoruz. Kapodistrias'ın kendisi
de 1821'de, Osmanlı lmparatorluğu'nda görevli Rus konso-
los ve konsolos vekillerinin tamamen Yunanlılardan oluştu­
ğunu yazmaktaydı. 18. yüzyılın sonunda Yunan burjuvazisi
Doğu Akdeniz ve Karadeniz ticaretinin dörtte üçünü elinde
tutan güçlü bir ticaret filosu kurmuş haldeydi. Balkanlar iç
ticaretinin hakimi olan bu burjuvazi, Orta ve Doğu Avru-
pa'ya dahi taşarak, Batılıların İmparatorluğu ekonomik ola-
rak sömürgeleştirmelerine aracılık edecekti. Yani Osmanlı
burjuvazisi politik gücü ele geçirmek üzere yabancılara da-
yanmaktaydı. Bu gerçek, lmparator tarafından da hissedil-
mişti. Aynı nedenle 19. yüzyılda Türkler Yunanlıları ülkeye

148
ihanet etmişolmakla suçlayacaklardı.
Batılılar 1854 Kırım savaşında olduğu gibi, Rusların mi-
rası ele geçirmesini önlemek üzere Osmanlılarla bağlaşıklık
kurdular. Osmanlı lmparatorluğu'nun bütünlüğünün ko-
runması i.lkesi de bu şekilde ortaya çıktı. Ama aynı zaman-
da yükselen yeni ilke olan milliyetçiliğin de hesaba katıl­
ması gerekmekteydi. Batılılar lstanbul'a karşı olduğu kadar,
Ruslara karşı da, lmparatorluğun uyanan uluslarını kendi
çıkarları için kullanmaya çabalayacaklardı. Osmanlı lmpa-
ralorluğu'nun bütünlüğünün korunması politikasıyla, ulus-
ların bağımsızlığa özendirilmesi politikası arasındaki temel
çelişki açıkça görünmekteydi. Bu çelişki, Batı'nm İngiltere,
Fransa ve Avusturya, daha sonra da Almanya ve halya'nın
karşıt çıkarları üzerinde bölünmesi nedeniyle daha da cid-
dileşecek li.
19. yüzyıl Batı
kültürünün gölge olgusu, lmparatorluğu
sömürgeleştiren bu emperyalist etkinliği temsil eden bir gö-
rüntü sunmaktadır. Lenin'in, olağanüstü kitabı Emperya-
lizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması'nda (1916) çok açık
olarak gösterdiği üzere, 1898 yılı, kapitalist Batı emperya-
lizminin zafer yılı olmuştu. Batılılar yalnızca Çin ve Af ri-
ka'da değil, Osmanlı lmparatorluğu, Yunanistan ve Balkan-
larda da başarıya ulaşmışlardı. Fransız tarihçi Edouard Dri-
ault'nun Academie Française tarafından ödüllendirilen ün-
lü kitabı La Question d'Orient'l ("Doğu Sorunu") ilk kez
Fransa'da yayınlamak üzere seçtiği yıl 1898'di. Yapıt pek
çok baskı yapll ve lkinci Dünya Savaşı'na dek diplomatik
tarihin en önemli klasikleri arasına girdi. Batılı diplomat
kuşağını ve genel olarak kültürlü kitleyi derinden etkiledi.
Londra'da yayınlanan Times Literary Supplement'ın 13 Ey-
lül 1917 tarihli sayısında, kitabın 7. baskısı üzerine bir yo-
rum yazılmıştı; "Driault'nun Doğu Sorunu üzerine yazdığı ki-
tabın ilk baskısı 1898'de yapılmış ve büyük ilgi toplamıştı.

149
Akademie Française'ın ödülünü almakla kalmamış, Frwı­
sa'nm epey uzaklarına dek yayılan bir okur kitlesi edinmişti.
Kitabın 7. ba.;;kısnıı yapmasmın da açıkça kanıtladığı popüla-
liği yazar (azlasıvlu hakediyor. Driault, 1?ilabını 1?1asikleştiren
aınacıııı:ı ukı~rı -~unınz."4
Kitabın
üslubu sözcüğün .en açık anlamıyla öyle "emper-
yalisL"ti ki, Driault işi emperyalist ülkeler arası çekişmeler­
de taraf tutmaya dek götürüyordu. Dergi, şu satırları yaz-
maktaydı: "Dı·iault'ıı un leitınotivi, dij};er güçlü devlellerin en
maddi çarpışan Fransu'nııı uygarlaştırıcı misyonudur: Dri-
ault'ya göre 1898 yılında Fransa'nın bu misyonu önündeki en
büyi.i1? engel lngillere'ydi. Bu ııedcnle 1?itabııı ilk bashı.~ı. o dö-
nemde F ransa'da huki m olan açık Ingiliz karşılı hisleri yaıısır­
ınuktaydı. lngilizleri 'her zaman en 1wdıunç ra1?iplerimiz' diye
tasvir ediyordu. Kitabın yeni baskısı esnasında meydana ge!-
ıni~ olun bakış açısında1?i temel 1wymu, hitapla, uz önce zik-
rettiğimiz cümlede yapılan küçük bir değişikli1de siın,~eleni­
yordu; her zaman için yerine eskiden konuyordu. "5
19. yüzyılın sonunda Bali kapitalizmi için Doğu sorunu--
nun önemi duğrudan doğruya emperyalizmin zaferine bağ­
lıydı. Academie J:irançaise üyesi Gabriel Monod 1900'tle,
Driaulrun kitahının ikinci baskısına yazdığı önsözde şunla­
rı belirtiyordu: "1870'deki o uğıırmz wıvaşlcm iıibaren Dof.u
sorunu, Avrnpa politikasıııın baş,ıt konıı.~u haline gclınL~tiı: Bu
sorun, tarihçilerin dü~ünalerinin yunı sıra devlet aclaınlarınııı
kaygılarında da ilh sırnyı almıştır."6
Bugün Yunanlılarda
ve daha önce Osmanlı egemenliğinde
yaşamış tüın halklarda yaygın olan ve Türkleri "barbar"
olarak gören ırkçı anlayış, tamamiyle Batı tarafından yara-

-1- Tlı~ fimes Liımırı' Sııppleıneııt, 1.ondr-.ı, 13.X. 1917,' -1-34_


5 a ~-Y-
6 Edou.ırtl DriaulL, Lı;ı !;!ur<liım <l'Ori~nt. depııi; sn origine< jıı.;qu'a ntı. joun
("Kökcnlerimlcıı Bugüne Doğu Soıı.ınu"), Paris, . ı\lcan, 2. baskı, 1900, s. V

150
Lılmış bir olgudur. lrkçılık 19. yüzyılda emperyalizmin des-
tekçisi olarak inşa edilmiştir. Klasik Hint dili Sanskritçe'nin
ve Veclas'm kutsal metinleri ııi n l 784'de ortaya ~:ıkarılmasıy­
la Batılı aydınlar, '"Aryan Hint-Avrupa uygarlığı" kuramını
oluşturmuşlardır.
Hinduizm'in kulsal yazılarının temeli olan metnin adı
Bhugavad-Gita'ydı ve ilk kez l 785'te Londra'da lngilizce çe-
virisi yayınlanmıştı. Bu kitaptan şu satırları okuyoruz: "Şef
kal, ağlama ve ,gözyaş/an, lıep gerçek 'bcn'cleıı habcıdar olma-
yışın !fadclcrinin !fadclcridir. (. .. ) Arjmıa (Krişna-1i:mn'nın
bir müridi) bir l~şatriyaydı (Aryaııların idari ve a.~heri bir
hastı) ve böyle davranması ondan beklenemezdi. (. . .) Arju-
mı'nııı ahrabu1an için gözyaşı dökmesi elbette hi yakışıh.~ız
bir hareketli. Ru lür pislik1eı; Aryan adıyla bilinen uygar in-
swı .~mıfnıa clcıh il birindeıı bchlenemczcli. (. . .) Maddi bağlar­
dan kurtulma bilgisine salıip olmayc.ııılara Aryan denmezdi.
A'juna bir hşalriya olmasına lwrşın, kavgadan kaçara/~ belir-
lenmiş görevlffinden sapıyordu. Hu korhak(a harehet anwh
Arvwı o1muyan1ara yakışırdı." 7 Veda'daki* bu fıkirler, Alfrc<l
Rosenberg'iıı kaleme aldığı kuramsal Nazi kitabı Der
Mytlıos des 20. .Jahrhıınderts'ıe ("20. Yüzyıldaki Mit") yeni-
den ele alınacak ve Nasyonal-Sosyalist ahlakın temeli hali-
ne gelecekti. Hıristiyan ı n tersine, Aryan, h iı,;bir zaman ba-
ğışlayıcı olmamalı ve ağlaınamalıdır. 8
Driault'nun yurttaşı ve Alman besteci Richard \Vagner'in
hayranı, filozof Edouard Schure,1889 yılında yazdığı Lcs
Grands lnities ("Büyük Gizemciler") adlı kitabında Avrupa

7 Blw~avad-Gita ııs iı is, 1.os ;\ngdes, Bhaktivnl:mta Rook Tıust, l!J84, 2.


Höl üııı, 1 ve 2 numaralar, s. 2:S ve 26.
("·) Sm1.~lnil(C »azılıııı~ ilk Hindu dinsel metinlerine vcıikn mi. (ç.n.)
8 it l'ob, (n\.), Racc @el lfoce !füto~y aml cıı!ırr r.1.<ayı by Alfrecl R"scnbe11: ("Irk
ve lık Tarihi ve ;\lfred Rosenhn~'ilı tliger dcnrnıderi"), Ncw \'ork, Harrcr,
L970, s 101.

151
enıelijensiyasıııa; Rama, Krişna, Hermes, Orpheus, Pyıha­
goras, Platon ve hatta Musa ve lsa örneklerini vererek, Ar-
yanların üstün olduğu tezini sunuyordu. Musa ve lsa'yı Sa-
milere değil, Aryan'lara dahil ediyordu. 1929 yılındaki ölü-
münün hemen öncesinde kitap 91. baskısını yapmıştı bile!
lşte Batı'nın içinde bulunduğu bu ırkçı-emperyalist dü-
şünce ikliminde kaleme aldığı kitabında Driault, Doğu So-
nınu'nuıı, Hint-Avrupa'lıların, Akdeniz ve lndüs Irmağı
arasına yerleşerek kendilerini ikiye ayırma cüretini gösteren
yabancı Türklerin etrafını kuşatmaları ve onları yok etme-
leri suretiyle çözüleceğini iddia ediyordu. Yazarın Türkler
hakkında düşündüklerine birkaç örnek verelim: "(Onlar)
mağlup ettiklerine çok küçümseyerek bakar ve merhametsizce
davranırlar, politik örgüt ve ekonomik düzen kurmaktan aciz-
dirler. Tek usta oldukları, savaş ve yağmadır, kötülük için doğ­
dukları söylenebilir ve bundan ötürü de uygarlığın ilerlemesi
karşısında yoh olacaklardır. Boyun eğdirdikleri ırkları eski
idari çerçevelerinde ve inanç .~i.~tem!nde yaşamaya bırnhrlaı;
toprağın zenginliklerini kökünden hazırlar ve lüks ve zevk ih-
tiyaçlarını karşılamak üzere hepsini .~ilip süpürürler: bir daha
ayaklarının Lıltında ot bitmez olur: Hiçbir şey kurmaz, her şeyi
harabeye çev! ri rler: Tarih salmesi ne çıkmalarının insan lı~a
hiçbir katkısı olmamıştı!: Varlıkları, insanoğlunun taı·ihi geli-
şiminde büyük bir hara gölgeden ibarettir: Bu nedenle de eriş­
tikleri büyüklük geçici olmuş, herkes 18. yüzyıldan itibaren
düşüşlerine tanık olmuştur."9 Driauh, kendi üslubuyb, kapi-
talizmin en üst aşaması emperyalizmin giriştiği riski şöyle
anlatır: "Doğu sorununun tarilli, özellikle günümüzde ekono-
mik bir nitelik kazanmıştır: Yaşam mücadelesinin biçimlerin-
den biri olmuştur. "10 Hint-Avrupa "ırkı"nın üstünlüğü dü-
şüncesinden sonra bu da Sosyal Darwinizm'in klişelerinden

9 Dnault, a g <!., s. 377-78.


10 Driaulı, a ı; c., s. 3.

152
biridir. Driaul L'nun genel çizgileriyle resmettiği Türkleri ıı
"tarihi" tablosu -ki kitabın Academie Française tarafından
ödül lend irild iğini halırlatalım- o denli grotesktir ki, 19.
yüzyıl Bali tarih bilim inin bu marifetlerinden ulanç duyma-
mak mümkün değildir. Yukarıdaki sözleri sarfeden, Osman-
lıların Bulgarlara ve Ermenilere uyguladığı katliamı lanetle-
yen liberal lngiliz devlet adamı Williaın Gladslone, "Yunan-
lı Çocuk" adlı şiirinde, "Türkler buradan geçti; herşey hara-
beye döndü ve ya.rn ~ömüldü" dizelerini yazan şair Victor
Hugo, ya da ünlü "Sakız Adası Kıyımından Görüntüler"
tablosunda Türkleri su<Jayan ressam Delacroix değil, bir ta-
rih profesörüdür.
Tüm koşullar emperyalist tarih için uygundur. Driault,
Osmanlıları hoşgörülü oldukları için bile suçlamaktadır:
"... boyun eğdirdi hle ri ı rh 1arı eski idari çerçevelerinde ve
inanç sisteminde yaşamaya bırahırlar." Yani onlardan, sö-
mürgelerinde yeril halklara Katoliklik ve Protestanlığı zor-
la benimseten Batılılar gibi davranmalarını bekler gibidir.
"Eriştikleri büyüklük geçici olmuştur" diye de eklemektedir.
Osmanlı hnparalorluğu'nun ilk 300 yılı (14, 15, 16. yüz-
yıllar) ilerleme, takip eden 300 yılı (17, 18, 19. yüzyıllar)
gerilemeyle geçen 600 yıllık tarihinin her büyük impara-
torluk için iyi bir performans olduğunu dikkale almamak-
ladır. Sonuçla sömürgeci ahlakı Driault'nun metninde de
kendini ele verir: Türkler "... kötülük için doğmuşlardır",
yani şeytanın işbirlikçisi olduklarından, tüm iyi Hıristiyan­
ların anlan orladan kaldırma hakkı vardır. Driauh, tam da
dönemin modasına uyarak dünyanın Bau tarafından işgal
edilmesini, uygarlaştırıcı Hıristiyanlığın alçak seviyeli din-
lere karşı verdiği bir savaş olarak kabul etmektedir. Os-
manlı lmparatorluğu'ndakl kriz, Hllal'le Haç'ın mücadele-
sine dayanmaktadır. lmparalorluk içindeki Hıristiyan ve
Müslümanlar, "artıh asla birbirlerini yenemeyecek düşman-

153
lar durumuna xelmişlcnlir
ve Avrupa barışı için ayrılmaları
f:erekmekteJiı:" 11 Ona göre, ırkdaşı Macarların tersine Av-
rupa'nm Katolik <linine girmeyi reddeden Türkler için hi\'-
bir kurtuluş imkanı yoktur: "Gerçekte, Türklcr'i Avrupa uy-
garlığı İ(iııde soğurmak mümklin değildi_ Hiçbir zaman
özümsnlfmemi)lcrdiı: Hele şimdi hu tamamen imklın'>ızdır.
Onlar ölü hi r lıalkııı: "12
Yunanlıların kafasına ırksal nefreti ilanlı aydınlar soku-
yorsa da onları, Türkler aleyhine, Loprak genişletilmesi an-
lamına gelen Mcgali tdea'yı gerçekleştirmeye itenler, büyük
güçlerin diplomatlarıydı. Zaten bu düşüncenin isim babası,
terimi ilk kez 1844'te kullanan ve Yunanistan'daki Fransız
yanlısı kesimin başı olan loannis Kolettis'ti. Yunanlıları kış­
kırtan diplomatlara örnek olarak, 18 77-78 arası İs Lan bu I,
1880-86 arası da Alina'da görev yapan Fransa Büyükelçisi
Charles de Moüy'ü (1834-1922) verebiliriz. Aynı Driault gi-
bi De Moüy de Yunan çıkarlarına son kertede hizmetten
çok zarar veren fanatik "Fiklen"lerden (Yunan dostu),
Türk düşmanlarından biriydi. Hel/cnismos'un (Rumluğun)
Doğudaki "kutsa 1 misyonu" na dair abartılı p ro paga ndala-
nyla Yunanlıları 1922'deki hezimete itenler de bunlardı. As-
lında De Moüy Yunanlıları Doğu'nun üstün ırkı olarak gö-
rüyordu. Yani sonuçta Yunanlılara Osmanlı lnıparatorluğu
içinde ayrıcalıklı bir yer verilmeliydi ki onlar da ilau'nm çı­
karlarını bölgede savunsunlar. Aynı ayrıcalıklı yer daha
sonra da lsrnil'e verilecekti. 1985 yılında dönemin Yunanis-
tan Cumhurbaşkanı Christos SartzeLakis, Yunanlıların Ana-
delphos (kardeşsiz) bir ulus okluğunu söylerken RaLılıları
taklit ettiğinin bilincinde değildi. De Moüy, daha l887'de
Yunanlıların "yLı:;;arken yalnızlıjtll ililmiş bir ırk" olduğunu
yazıyor, Eski i\lıit'den örnekler veriyordu. "Onlar, Ilezeki-

1J _ Oriııulr, a ,ı; e . s_ 385.


12. üriaulı, a g. <~., s_ JS8.

154
el 'in tasvir ettiği kemikler kibi diril melidir. 1M 4
De Moüy Megali 1dcddan yana görüş bildiriyordu: "Tüm
Yunanlıların Krallık'm (Yuıwnistan'ın) içinde ya da dışında bir
arayu getirilmesi, onlara. Yakın Doğu da (Levanı) karşı konul-
maz bir üstiinliik kazmıdırawkıı r. " 15 "Doğu ırkları arasında
Yunanlılar en hiiyiih, en hulabalık ve en iinlü olandır/ar." Gü-
nümüzde "Doğu ırkları arasında birinci sırayı yeniden alma-
ya adaydırlar." Ama Yunanlılar hu seviyeye ancak "Parlhe-
non'a gidereh Jimrıçu Atlıcna'nın ölümsılz dualarını coşku için-
de sık sıh okur"lar.sa gelebileceklerdir. 16 işte burada, llau'nın
Türk düşmanlığının, Antik Çağ tutku.su ve Rum Ortodoks
dininin aşağılanmasıyla içiçe girmiş olduğu onaya c,_:ıkmak­
tadır. Yunan Kühür Bakanı Mdina Mernıri, 21 Haziran
1985'te Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterand'm da ha-
zır bulunduğu bir törende ALina'yı Avrupa'nın küllür baş­
kenti ilan etmiş ve Akropol'de yaz gündönüınu sırasında,
güneş batarken Eski Yunan'dan kalma bir çoklanrılı ihadt'.l
gö.sıerisi düzenlemişti. Fransız Devrimi'nin ürünü Yunan
MilliyeLçiliği'nin Slavların güneye inişine karşı Fransız çı­
karlarının hizmeline koşulduğu ölçüde, Fransız diplomasisi
de ~frguli Idea'yı destekleyecekti De Moüy şöyle yazıyordu:
"Bugün Yunanlıların giicitnü oluşturan, milli duygularıdır. Bu,
öze1likle, güçlli dev/eller larajindan desteklenen Sluv halklurı-
111t1 Yunanlıların geleceğini ve gelişme imhan/arını her bakım­
dan tehdit elliği bu dönemde dalıa da önemli lıale gelmiştir." 17

1.1 Fılıi ıllıi/'ıc bumınla ilgili bölüm ~örlcdiı: "'Rab Ychova ~öyle diyor: ·i~tc,
kabirlerinizi aı;ıı.cagım ve sizi kabiı-leri11izdeıı ı;ılmrnc.ığmı ey kıı.vıuiın ve sizi
lsrail tupragııı.ı gctirecegim-" Ve kemigi kcıııigine olmak üzere kemikler bir·
birine yakb~tıbr ve dirildiler." (fub :37) (ç.ıı.)
14 Clıarles ele Moüy, Lt:lln:s .t\ıhrnit:tuıes ('"Atina Mektuplan"), Paris, l'lcın, 1.887,
5 +·ı.

15 De Motty, a.g.e., ~- 52.


16 Oc Moüy, a.g.e., s. 57, 59 ve 61 .
.17 De Moüy, ag ..:, s. Si.

155
Osmanlı lmparatorluğu'nu parçalayan milliyetçiliğin Balı
kökenli olmasının yanısıra, l mparato rluğu oluşturan Lek
tek halkın kendi aşırı şoven milliyetçiliklerinin sözcüleri de
bizzal Baulılar, ya da Batı zihniyeli içlerine işlemiş kişilerdi.
Bunlar, yerine göre Arapların, Türklerin, Yunanlıların ya da
Slavların "büyüklüğünü" öven Batılı lafazanların, örneğin
bir Maurice Barres'ın sözlerini kelimesi kelimesine kopya
ediyorlardı. Sonw,:La De Moüy, Driault'nun tahliline katıla­
rak, kesin suretle Asya'nın çöküşünün en düşük seviyesini
Leşkil ettiklerini, hatta öyle ki, Bizanslılar ve Araplardan da
al çaldıklarını ifade ediyordu. De Mo üy, Bizans-Osmanlı
dünyasının birliği fikrini, içine Bizanslıları, Arapları ve Os-
manlıları kallığı ortak aşağılamada Lemellendiriyordu. Bi-
zans-Osmanlı el ün yasının gerçekliğini h iı,: bir şekilde kavra-
ya m a m ış olan Fransız diplomatı Charles de Moüy, lstan-
bul'da üç yıl geçirdikten sonra düşüncelerinin doğruluğuy­
la ilgili kimi kuşkulara kapılacakıı Bir Avrupalı ile bir Os-
manlı arasında geçen hayali bir diyaloğa yer verdiği bir ki-
tabında Osmanlının savunduğu argümanlar üzerinde du-
rur. Bu diyaloglar sırasında Avrupalı, Osmanlıların fethet-
tikleri halkları ne uygarlaştırdıklarını, ne de onlara kendi
uygarlıklarını benimsettiklerini, yalnızca ellerindeki güç sa-
yesinde onların efendileri olmakla yetindiklerini, oysa zafer
kazanan ülkelerin en büyük sanatının ırkları asimile etmek
olduğunu iddia etmekledir. "Varolan sorunlarm temelinde de
hu yatmaktadır: Eğer imparatorlııxunuz iyi örgüılenmiş bir
bül.ün, yani diğeruluslar gibi yekpare bir blok oluşıunnayı ba-
şarabilseydi, bugün Doxıı Sorunu adını verdiximiz şey varol-
mayawktı. "18 Batı'nın yüzyıllar
boyunca Batı Avrupa ve
Amerika'da yürüllüğü acımasız etnosidi a~:ıkça salık veren
bu iddialara karşı Osmanlı'nın yanılı şu olur: "Hancı kalırsa

IR Clıarks de Moüy, Lettl'~~ Ju Bt>sphcırr: Jluraır.<t. C:on.<tantinople, Aı.lıcııe.<, Pmis.


Plon, 1879, s. 26'.i.

156
vicdan özgürlüğünün bir değeri vwrlır ve bu ozgürlü~ü saygılı
davranmış olduğumuzdan ôtürü Avrupalı 1ıaHılardan da1ıa
avanıajlıyızdır: Belirttiğinizgibi O"manlılaı; yendihleri halk-
ları hendi içlerinde eritmeyi becerememişlerdir. Ama acaba bu.-
nu.n nedeni de aynı hoşgörü değil midir? Hiç kuşhu."\UZ kendi
inançlarını diğer halhlara benimsetmiş olsalardı bugün lmpa-
ratorlukta eksikliği duyulan birliği sağlayacaklaıilı. Ama 1ıan­
gi zulüm ve 1ıaksızlıklar pahasına?" Ve Osmanlı, VolLairc ta-
rafından temsil edilen ünlü Batılı dinsel hoşgörü üzerine şu
sözleri ekler "Siz din"lel ilgisizliğiniz, hatla ,~üpheciliğinizin
etki .~iy le hoşgörülü oldıın ıız. Biz mümin 1cr."\c ters ine, samimi
inançlarımız sayesinde ho~gorü duygumuzu geliştirdik. "19

İmparatorluğun uluslararası
ilişkilerinin Batılllaşması

"Devlci" fikrini önı.:eleycn "lhumeni lmparalorluğu"


kavra-
mı, Ortaçağ'da tüm Avrasya'da ortak bir kavramdı. Avrasya
kıtasında, Bau Roma İmparatorluğu, Bizans-Osmanlı lmpa-
raLorluğu ve Çin İmparaLOrluğu olmak üzere üç ayrı lku-
men i imparatorluğu yaşı yorsa da her biri de diğerlerinin
evrensellik iddiasını reddediyordu. Bugünkü Batılı uluslara-
rası hukuk yazınında kulaıııldığı anlamıyla "Büyük Güç"
kavramı ise Rönesans'ta n iti haren devletlerin yükselişiyle
eşzamanlı olarak dogmuşlur. "Güç"ün varlığı için Devlet
ka~ınılmazdır. Modern devlet egemenliğinin Lersinc, İmpa­
ratorun egemenliğinin rnğrafi sınırları yoklu. O, Lüm dün-
ya üzerinde hakimdi. Bu dünyanın dışındaki dünya-d1sı sa-
hada "Marslılar" -yani '"barbarlar" - yaşıyordu. Bu nedenle
lmparaLorlukta bir Dışişlcrl Bakanlığı'na gerek duyulmu-
yordu. i\nıa haraç getirenlerin, gezici elçilerin ve kunıpaıı­
yalan:a desteklenenlerin İmparatorun huzuruna kabul edil-

19 ()~ fv\uüy. (lg.r.,' 28'>-86 vt• 281.

157
eliği bir sistem mevcuttu. "Güç"ün -yani Devlet'in- varol-
ması için bir karşı-Güç, yani bir karşı-Devlet, bulunmalıydı
ki bu da Dünyanın llirliği ilkesinin terkedilmesi anlamına
gelirdi. Daha sonra da bu, Gü~:lerin eşitsizliği ve Devleı­
ler'in eşitsizliği aşamalarından geçerek günümüzdeki, Dev-
letler arasındaki eşitlik ilkesine varırdı. Bir diğer deyişle 15.
yüzyıldaki İtalyan Rönesansı'nın c.liyalektik-karşıtı kilit dü-
şünceleri olan, ruhun maddeden ayrılması, ruhaninin dün-
yevi olandan ayrılması, bilimin elinden ayrılması düşünce­
leri, po li ti kac.la 1ku meni lm para torluğu <l üşü nces ine ay kırı
olan Devlet düşüncesini doğurmuştur. Yani Georgios o lra-
pezuntio~'uıı 15. yüzyılda ifade etliği "Yekpare Dünya" kav-
ramına karşı Batı'c.la 14 yüzyıldan başlayarak yeni bir dü-
şüncenin yükseldiğine tanık oluyoruz. Bu yeni düşünce
metinlere.le şöyle telaffuz ediliyordu: "(Bcıtı) Roma lmpara-
torlıığıı nun egeınenliği altına girmemi~ hrnllılılanla Papa,
dünyevi ıne.~clclcrin eıı ulu wnyörü değildir. Fransa Krnllığı
Roma lmparatorlıığıı'nun egemeııliği altıııda değildir Ter.~ine,
çok e.~hi zamwılardan beri Knıllıhla lınparatorluğu birbirin-
den ayıran kesiıı sınırlar Ylırdı r ve olagel m i.~ti t: r{m i Paplı,
frnıısa Krnllı,~ı·tıın ne senyörü ne de dünyevi ıneselelcrin en
ulu vellıilhidiı: Osmanlı, dünvadalıi lıer yerde olduğu gilıi, ru-
lıcııı i mesel derde yetkilidir. "20 Yani Avrupa' da Şa rl ma n l m pa-
rato rl uğu nda varolan lkurneni İmparatorluğu düşüncesi,
daha Rönesans başlamadan, 1300 yı 1ı ne.la çökme yolu na
girmişti.
Batı'da -yani aynı uygarlık alanında- her birinin rnğrali
sınırları belirli pek c,;ok egemen devlet bulunabileceği dü-
şüncesi 16 .. yüzyılda Machiavelli'nin zihninde "Avrupa
Dengesi" l"ikrini doğurmuştu. Machiavelli'nin kaygısı beş
llalyaıı devletinin güı.;lerini dengeleyecek bir yol bu 1ınak tı.

20 1.102 yı lımbk, Rn !'<1ô/fr"'· zikrcdrn .). · B. Duroselk, riı/cc <k 1Tıı mıw dwıs
l'l /i,ıoioı• ("hrilııe Avnır,ı
hkri"), l'aris, Dcnod, 1965, ~. Ti.

158
Yine ele lkumcni İmparatorluğu fikri daha bir süre daha
devam edecekti, çünkü Osmanlı Birliği'nden destek alan I.
Fran,;o is -devktlerin çokluğu i!kesi için deği 1, Ra tı lku me-
ni lınparatorluğunun yönetim ini ele geçirmek için- Char-
les Quint'le savaşıyordu. Ama 1648 WesLfal ya an ]aşması,
çok sayıda devletin varolına.sı ve Batılı 13üyük Güçler ara-
sında denge ilkelerinin zaferini ifade edecekti. Bu ise, en
yü k.sck noktasına 181 S'clc ilan edilen "Avrupa Ko nse-
ri"yle21 ulaşacak olan ve Dışişleri Bakanlıklarıyla yürütülen
büyük uluslararası konferanslar üzerine kurulan kalın bir
uluslararası sistemin başlangıcı demekti. Hu -~:oğul- güçler
kavramı, <liğer Batılı değerlerle birlikte, Baulılaşma süre-
cinde Osmanlı ve el aha sonra da Çin IınparaLor 1u k larına
sokulacaktı. Ama Osmanlı lmparatorluğu'ncla sözcüğün
tam anlamıyla bir "Dışişleri" Bakanlığı (Ncz.w-et-i Hariciye)
kurulması için 11 Marı 1836 tarihinin beklenmesi gereke-
cekli. Çü1 ise kendi Dışişleri llakanlığı'nı (Zoııg-li Yamcıı),
13au lı ların sırr kendisini buna zorlamak için açu klan sava-
şın ardından, 21 Ocak 1861 'de o 1uştu racaktı. "Güç" ler sö-
zü, başlangıçta "Büyük Güç"ler anlamına gelmekteydi. Ya-
ni, Avrupa Dengesi sistemine dahil olmadan, bir Devlet
"Gü~:" olarak addedilemcz<li. 20. yüzyıldan önceki Çin bu-
na bir örnektir. Küçük Güçler ise Büyük Güçler'in kavram-
ları na göre belir len iyorlardı. Küçükler, Rü yükler'in sahip
olduğu ayrıcalıklardan yok.sun bulunanlardı. Osmanlı lın­
paralorluğu'nun bir "Güç" olarak resmen vaftiz edilmesi
ise, 1856 Paris Kongresi'ylc gcrçekleşiyo rdu. Elbeue ki 1m-
paraıorluğa bu ünvanı veren, aynı kavramın yaratıcısı olan
Bau'y<lı. Paris'ıe 30 Mart 1856'da imzalanan barış anlaşma­
sının 7. maddesi, 'Bab-ı Ali'nin klnnu lıukuhu ve Avrupa
KoııwTi'nin avanta:ilamıdwı ycırarlanması'nın Büyük Güı.;-

21 Büyiık ,\vrupa D~Ylctlcri ar•lsııulıki uyu~m:ıyı if::ıc.k cc.lcn tliploııı.uik kavram.


(ç ıı.)

159
ler'ce onaylandığını ifade ederY imparatorluğu sömürge-
leşti ren Bali, bu şekilde ele onu geleneksel uluslararası iliş­
ki le r kavramını değiştirmeye zorlayarak kendi sistemine
elah il etmiştir.
Çin, Osmanlı ve daha önce ele Bizans imparatorları, kim-
seyi kendine eşit kabul elnıiyorelu_ Bau ülkekrinelen gelen
temsilciler, aynı, süzerenlerine haraç geliren kişiler gibi, Sul-
lan'ın önünde eğilmek zorundaydılar. Silahsız çıkmak duru-
mumla olelukları imparator huzurunda Batılı kıyafetlerini
ele giyemezlerdi. Sultan onlara görkemli Osmanlı kıyafetleri
verir, elçiler Sultan'ın karşısına birer Osmanlı gibi çıkarlardı.
Getirdikleri a rnıağa n lar ela haraç kayıtları na yazılırdı. Ü net-
leri I3atıl ı ticari kumpanyalarca ödenen bu elçiler, Su han ta-
rafından politik kişili kkr değil, ticaret elçileri olarak görü-
lürdü. lstanbul kendi adınaysa, Batı'ya 'özel görevli'ler gön-
deriyordu. Sultan, Batı lkumeni lmparatorluğunun merkezi
olarak gördüğü Viyana'ya çok geçnıeelen ayrıcalık tanıyacak­
tı. Osmanlı lmparatorluğu'nun Fransa'ya gönderme lütfun-
c.la bulunduğu ilk önemli büyükelçi Yirmisekiz Çelebi Meh-
met Efendi'nin görevi bile olağanüstü nitelikli ve kısa süre-
liydi. Elçi Paris'e 16 Mart l 72l'de gelecek ve beş aydan az
bir süre sonra, Osmanlı başkentine elönnıek üzere kenti ter-
kedecekti. Osmanlıların ilk sürekli büyükdçisi 1793-96 yıl­
ları arasında lngiltere'c.le görev yapacaktı.
Batılılaşmanın artan baskısı altında 1836'cla Dışişleri Ba-
kan 1ığı'nın kurulmasını, l 793'Len bu tarihe dek süren bir
olgunlaşma süreci örn.:eliyordu. l 793'te Bau'daki ilk sürekli
büyü ke lçil iğin l ngiltere'de oluştunıl masının, Batılı l<lri hç i-
krce, imparatorluğun Batı'ya "açılış"ı olarak algılanması il-
ginı.;tir. Bu olay, Doğu Avrupa'daki komünist demir perde-

.?..?. .'\ıırıırnire
de·_, dnn .\-forrr.le.•. l li.,ıoiıf (jcncnık J<'\ Jivcı.• f:rnı.• ('"1ki Dünya ııtn
\'ıllıf:ı Çc~itli Dcvlc·ıkrin ~inıd T.ırihi"), 1-f cilt, 1H51-68. ~k 1\ıris Konı:a·,i
k~rJr!Jrı. Hl Mart 1936 Jbrış Anb~nrn~ı. s. 90 3.

160
nin yıkılmasma benzetiliyordu; yani bu tarihle Avrupalılar
Osmanlı sistemini altelmişlerdi. Eskiden kendi başına hir
merkez olan imparatorluk, bu tarihten itibaren başka bir
merkezin perifer isi durumuna indirgenmiştir.
İmparatorluğun iki akdğerin<len biri olan Yunanlıların
18. yüzyılın sonundaki yaşadıkları hızlı Batılılaşma ve
1821 '<lcki Frenk esinli devrimle içlerinden bir bölümünün
bütünden kopması, imparatorluğun "açılma" sürecini kısa
bir süre için durduracaktı. Çünkü İmparatorluğun büyü-
kelçi ve konsoloslarının büyük bölümünü Yunanlılar oluş­
turuyordu ve Yunan ayaklanması nedeniyle bunlar görevle-
rinden sürülünce, Osmanlı diplomasisi sallantılı bir dönem
yaşayacaktı.
Haziran 1822'<le Yunanlıların elinde bulunan Baş Tercü-
manlık mevkii kaldırılarak, yerine "Btıb-ı Ali Tercüme Oda-
sı" adlı bir makam oluşwrulacaktı. 1834 yılında yurtdışın­
daki sürekli Osmanlı büyükelçilikleri ll. Mahmut tarafın­
dan yeniden kurulacaktı. Ama Batılılaşmanın taşıyıcısı Yu-
nanlılar o denli vazgeçilmezdi ki, 1912 yılındaki Balkan Sa-
vaşları'na <lek bu ithal edılmiş diplomatik sistemdeki yerle-
rini koruyacaklardı.
Dışişleri Bakanlığından yoksun bir hükümet tasarlama
güçlüğü, Batılıları Osmanlı imparatorluğu'nun 1836'da Dı­
şişleri Bakanlığı kurmasının ifade ettiği hüyük değişimi kü-
çümseme noktasına ilınişLi. Pek çok eserde, 1836'dan önce
hile Dışişleri Bakanlığı işlevini gören görevlilerin olduğu
yazılıyordu. Onlarn göre bu görevi 1300'den 1650've dek
ni:;ı:mu, 1650'den 183ö'ye dek de reis efendi a<lı <la verilen
rci.~üllıütıap yürütmüştü. Ama nişanu aslında başbakan -ya-
ni sadrazam- kabinesinin şefiydi. A<lından da anlaşılacağı
üzere yazıcıların başı olan hu memur, Sultan'ın yayınladıgı
ıüın belgelere lmparatorluk imzasını aunakla görevliydi. Bu
memur, Küttup'a (tekili hıJtip) yani Kalcmiyc adı verilen kn-

161
rumun yazıcılarına başkanlık etmekteydi. Bu kurum, Baş­
defterdar'ın yönettiği Hazine-i Amire ile birlikte Divan-ı Hü-
mayun'un iki kolundan biriydi. Biçimsel bir bakış açısından
Rei5ülküttap ve Baştercüman Divan-ı Hümayun'a dahil de-
ğildiler. Divan'm kırtasiye işlerini yürüten bu reis bir vezir
sayılmadığı için "paşa" değil yalnızca "efendi" ünvanıyla
anılıyordu. Kon trol etliği dairelerden biri, dış ü 1ke !erin
"barbar"larıyla, özellikle de tüccarlarla yazıştığı Amedi Ka-
lemi'ydi. 1654'e dek Batılıların "Dışişleri" adını verdiği et-
kinliği yürüten bu daireydi. 1654'ten sonra lmparatorlukta-
ki Batı etkisinin yükselmesiyle birlikte, bu daire de giderek
önem kazanacaku. Adı geçen daire l 794'te doğrudan Sadra-
zam'a bağlanacaktı. Daha doğrusu, bu tarihte Reis Efendi
Divan·ı terkederek Bab-ı Ali'ye (Paşakapısı) girecek, berabe-
rinde Amedi Kalemi'ni getirerek Sadrazam'dan sonra ikinci
önemli kişi olacaktı. Reis Efendi'nin yönetimi altında Yu-
nanlıların hakim olduğu Baştercümanlık dairesi -yazıcılar
toplu! uğun un (Kalemiye) dışında kalmasına rağmen- ya-
bancılarla ilişkilerin merkezi haline gelecekti.
1661 ve 1822 arası görev yapan ve istisnasız hepsi Yu-
nanlı olan baştercümanlar şunlardır: Panayotis Nikusios
(1661-73), Alexandros Mavrokordatos (1673-1709), Niko-
aos Mavrokordatos (1689-1709), loannis Mavrokordatos
(1709-17), Gregorios Gkikas (1717-27), Alexandros Gki-
kas (1727-40), loanns Kallimahis (1740-50), Mathaios
Gkikas (1751-52), Ioannis Kallimahi.~ (1752-58), Gregorios
Ale xand ros G ki kas (175 8-64) , Geo rgios Kara Lzas ( 1764-
65), Skariatos Karaızas (1765-68), Nikolaos Sutsos (1768-
69), M:ihail Rakovitzas (Rakoviça) (1769-70), Skariato5 Ka-
ratzas (1770-74), Alexandros Ypsiilantis (1774), Konstanti-
nos Muruzis (1774-77), Nikolaos Karatzas (1777-82), Mi-
hail Konstantinu Sulsos (1782-85), Alexandros Mavrokor-
datos -ikinci Karatzas (1783-85), Alexandros Kallimahis

162
(1785-88), Konstantinos Raletlos (1788), Manud Karatzas
( 1788-90), Alexandros Konstantinu Muriizisi ı 1790-92),
Georgios Konstantinu Muruzis (1792-94), Alexc;ndros Kal-
1i mah is ( 1794), Georgios Kons tanti n u M uruzis ( 1795), Ko ns-
ta nlinos Alexandru Ypsilantis (1796-99), Alexandros Niko-
lau Sutsos (1799-1802), Alexandros Mihail Sutsos (1802-
07), loannis Nikolau Karatzas (1808), Dimitrios Muruzis
(1808-12), loannis Georgu Karatzas (1812), Iakovos Argy-
ropulos (1812-15), Mahail Sutsos (1815-18), loannis Kalli-
mahis (1818-21), Konstantinos Muruzis -ikin.:i (1821),
Stavrakis Aristarhis (1821-22).
Aralarından dördünün ikişer kez görev yaptığı, 1661-
1822 arasında Osmanlı sarayının baştercümanlığını üstlen-
miş bu 34 kişinin Hıristiyan-Onodoks Yunanlılar olmasının
yanı sıra, Osmanlı yönetici sınıfının birkaç büyük ocağın­
dan geldikleri gözükmektedir. 7 büyük ocak, 34 başten:ü­
manın 29'unu aralarından çıkarmıştır. Karatzas'lar (Karaca)
(biri iki kez görev yapan) 6, Sutsos'lar (Suço) 5, Muruzis'ler
(biri iki kez görev yapan) 5, Mavrokordatos'lar 4, Gki-
kas'lar 4, Kallimahis'ler (ikisi iki kez görev yapan) 3 ve son
olarak da Ypsilants'ler 2 baştercüman yetiştirmişlerdir. Di-
ğer beş büyük ocağın üyeleri de birer kez görev yapmışlar­
dır. Toplamda 12 büyük ocak sözkonusudur. Baştercüman­
larm bildikleri diller, imparatorluk dillerinin (Osmanlıca,
Yunanca, Arapça ve Farsça) yanı sıra, öncelikle Bau'nın
ikumeni dili Latince, sonra da Frenk dillerinin en önemli
dili olan ltalyanca'ydı. Daha sonra önem sırasında Fransız­
ca halyanca'nın yerini alacaktı.
1836'da Dışişleri Bakanlığının kurulmasıyla birlikte Yu-
nanlıların Osmanlı diplomasisinde yeniden hizmet vermeye
başlamaları, Balkanlarda 19. yüzyılda alevlenen milliyetçi
devrimlere rağmen Osmanlı ikumeniciliğinin halen sürdü-
ğünü göstermektedir. Bu olguyla Batı diplomasisinin milli-

163
yeLçi zihniyeti arasındaki fark çarpıcıdır. Öyle ki 1878 Ber-
lin Kongresi'ne katılan hir Fransız elçisi, aynı kongrede Os-
manlı devleti Dışişleri bakan yardımcısı ve Osmanlı delegas-
yonunun başı görevlerini yürüten Yunanlı Karateodori Pa-
şa'ya dair şu satırları yazmaktadır: "(Osmanlı) misyonunun
başı Karaceodori hem ırlı lıem de din olarak Yunanlıydı. ( .. .)
Aslen Yunanlı oları hu diplomat Yun.anlılar aleylı irıe hoııuşu­
yordu. Ama kusursuz dürüstlüğüne ve ıarlışılmaz yeteneğine
rağmen pek azyelkiye sahipri."ıJ Berlin Kongresi'nin ev sahi-
bi şansölye Bismarck Osmanlı delegasyonunun başı Karale-
odori'nin hemen ardından, Yunan delegasyonunun haşını
huzuruna kahul ederken şu sözleri saıfetmişti: "Az önce Yı.ı­
nani~Can dı::;an nkmı::;Lı, şimdi içeri giren yine Yunanistan ... "
Yunanlıların Osmanlı devlel çarklarında yeniden görev-
lendiri 1mel erinin neden in in Batıcı Tanzimat reformları ol-
duğu iddia edilmiştir. Oysa bu bi.Hünüyle hatalı bir sapta-
madır, çünkü Yunanlılar Osmanlıların Batı ya hiç de benze-
meyen devlet yapısında yüzyıllardır zaten yeralmaktaydı.
Ama 1856 reformları sayesinde Hıristiyan Ortodoks Yunan-
lıların diplomasi dışında daha önce giremedikleri alanlarda
çalışmaya başladıkları doğrudur.
Son başte re ü man Sta v ra k is Ar is tarhis, Bolu (K la vd i u pa-
lis) valisinin emriyle 1822'de öldürülecekti. Ama bunun
nedeni, Osmanlı Sultan'mın 1821 Yunan ayaklanmasını en
sadık Vl' rn ayrıcalı ki ı tebaasımn bir ihaneti olarak görme-
sinden ötürüc.lür. Zira, çok gq;meden Aristarhis'in üç oğlu
<la yüksek hükümet görevlerine gelecekli. I2n küçük oğul
loannis (1811-97) uzun yıllar Berlin'deki Osmanlı büyükel-
çisi olarak çalışacaku. Ailenin bir diğer üyesi Gregorios
Aristarhis Washington'da görev yapacaktı. Sultan Abdülaziz
Baştercüman SLavrakis Aristarh is'e karşı yapılmış ola ıı hak-

21 Ch,ırko de )l.foüy. Smıveni'el fılU.«T1'< J'tm Diploın<Ut· ("'Bir Di plnmatın ,\ nı ve


Yaırnliklm"L P,ıris, Pi""· 2. b~skı. l;\Ol'. s. \06 ve\ 'lH.

164
sızlığı telafi etmek üzere dul eşi Sophia Aristarhis'i görkem-
li bir törenle saraya davcl edecek ve İmparatorluk tarihinde
ilk kez bir kadına nişan verecekti.
Ünlü Karateodori Paşa (Alexandros Karatheodoris, 1833-
1906) da 1874 yılınc.la Londra büyükelçisi olarak çalışmış
ve Berlin Kongresi'nin arc.lmdan Dışişleri Bakan yardımcılı­
ğından Dışişleri Bakanlığına geçmişti. Ömrü boyunca Os-
manlı yurdunun· toprak bütünlüğünün en şidc.leLli savunu-
cularından biri olmuştur.
Osmanlı İmparatorları ALina'ya bile elçi olarak Ortodoks
Yunanlıları gönderınekLen çekinmemişlerdir. 1834'ten
1846'ya dek Atina'daki Osmanlı diplomatik Lemsilciliğinin
başında bulunan KosLaki Paşa (Kostakis Musuros) huna ör-
neklir. Yunan Kralhğı'ndaki milliyetçiler Kostaki Paşa'nın
Osmanlı lmparatorluğu'na duyduğu bağlılığı anlayamıyor­
lar, onu Yunan karşıtı olmakla suçluyorlarc.lı. Oysa o, Dan-
te'nin llahi Kome4vdsını Yunancaya çevirecek kadar ülkesi-
nin diline tuLkunc.lu. Daha sonra 35 yıl süresince Lonc.lra
büyükelçiliği yapacak, haııa vezir ünvanı kazanacaktı.
1896'da İngiliz Başbakanı Salisbury'yi, Sultan ll. Abdülha-
mit'in sözkonusu Ermeni kaLliamında hiçbir sorumluluğu
bulunmadığına, yaşananların Ermenilerle Kürtler arasında
bir ic,.: savaş olduğuna inandırmaya çabalayacaku. Kostaki
Paşa'nın kardeşi Pavlos (1810-76) da Osmanlı lmparatorlu-
ğu'nun Viyana büyükelçiliği görevini üstlenecekti. Ioannis
Fotiadis ele en az KosLaki Paşa kadar Yunan karşıtı olmakla
su<)anacaktı. Fotiadis de hu görevin ardından, Roma, daha
sonra da Brüksel büyükelçiliklerini (1821) üstlenecekLi.
Osman 1ıda 1878'de vezir ü nvan ı n ı alacaktı. Kendisinden
sonra Lon<lw büyükclçiliğini yürüLınüş olan Kostakis Ant-
hopulos (1896-1902) ve Kostaki Paşa'nın oğlu Stephanos
Musuros da (1902-07) Yunanlıydı. Osmanlı c.liplomasisi nde
görev yapmış Yunanlıların listesi, Dışişleri bakan yardımcı-

165
lığı yapmışolan KonsLantinos Adosfdis Paşa'dan (1874-77)
Ekim 1912'de Viyana Büyükelçiliği görevinden alınan son
Yunanlı Ortodoks diplomata dek uzanmaktadır.

Jakoben devlet yandaşlarmm


Hıristiyan Ortodoks ve
Sünni Müslüman teokrasisine saldırısı

Baulılaşma 20. yüzyılda dünya çapında bir olgu haline gel-


di. Bu olgu, Batı'nın Rönesansın başından beri yığılarak ço-
ğalan maddi uygarlığının kaydeıtiği başarıların Batılı olma-
yan toplumlar üzerinde yaraııığı etkinin bir sonucuydu. Ba-
tılılaşma olgusunun ilk başta, 18. yüz~·ıldan itibaren coğrafi
olarak hemen yakınında bulunan Arabölge toprakları üze-
rine.le, yani Rus ve Osmanlı lmparatorluklarında yayılması
doğaldır. Osmanlı burjuvazisinin çoğunlukla gayrimüslim-
lerden oluşması nedeniyle Batılılaşma öncelikle Yunanlıları
elkileyecek, Türklere yayılması tarihsel olarak daha sonra
meydana gelecekti.
Batı-dışı dünyanın geri kalanına kıyasla Rusya, Yunanis-
tan, Türkiye ve diğer Balkan devletlerinin Batı etkisine ilk
giren ülkeler olmaları, onların Arabölge uygarlık alanından
kesin olarak Batı uygarlık alanına sıçradıkları anlamına gel-
memektedir. Ayrıntılara fazla girmeksizin söyleyebileceği­
miz, Bau uygarlık alanına dahil oluşun çok daha yeni bir
döneme.le gerçekleşmiş olduğudur. Dahası, Batı etkisi bah-
settiğimiz her ülkede yerel kültür geleneklerini ve Batı de-
ğerlerini destekleyenler arasında sert mücadeleler doğması­
na neden olmuştur.
Yunanisrnn ve Türkiye'nin her ikisi de -ama ayrı zaman-
larda- aynı etkiye maruz kalmışlardır. Yunanistan'da bu eıki
daha" önemli. olmuş, sonuçta da daha büyük değişikliklere
yol açmıştır. Ama aynı zamane.la da -aynı 19. yüzyıldaki

166
Panslavizm gibi- her iki halka kendilerini Batı'dan ayıranın
ne olduğunu bellettiği için bir ideoloji olarak Helenotür-
kizm bu süreçten güçlenerek çıkmıştır.
1789 yılında Yunan Kilisesi lstanbul'da inananlara yöne-
lik, Rahaca Ôğütler (Patrike Didaskalla) başlıklı bir broşür
yayınlamıştı Broşürde şu görüşler yeralmaktaydı:
"Herşeyi hilen ve bağışlayan Tanrı'nuı,
aziz ve Ortodohs
inanumızm bütünlüğünü lıer .'>eferinde muhafaza etmek üzere
herşeyi nasıl da düzenlemiş olduğuna hahmız (. ..) Her lıalü­
kllrda Ortodoks inancımızdan .'>apmaya ha~lamış olan Rom<ı
(Bizans) imparatorluğu ·nun yerine, yokluğun içinden bu güçlü
Osmanlı 1mparatorluğu·nu çıkarmıştır. Bu 1mparatorluğun
kutsal iradesiyle uyum içinde olduğunu ispatlamak amacıylll,
Osmanlı 1mparatorluğu nu diğer tüm imparatorlukların üzeri-
ne yerleştirmiştir (. .. ) Size vaadedilcn yeni özgürlük umutları­
na kulLık asmaymız. Kutsal Kitap bizim, Jıiç clunnaksızın 1m-
paratorumuz (Sultan) için dua etmemiz Kerektiğini huyur-
maktadı r. "l4
Kudüs Patriği Anthimos imzasını taşıyan ama muhteme-
len bizzat lkuıneni Patriği Larafından kaleme alınmış oldu-
ğu hissedilen broşürün göndermede bulunduğu devrimci
girişimin aktörü, Feralos adıyla bilinen Yunanlı burjuva Ih-
gas (1757-1798) idi. Yunan patriği, Feralos'un devrimci ya-
zılarını okuyanları aforoz etme tehdidini savurmuştu. Rigas
devriminin karakterinin 1908 Jön Türk devriminde de bu-
lunması ilginçtir. Bu, 1789 Fransız Devrimi gibi, önceliklt:
toplumsal ve politik, ikincil olarak ulusal bir burjuva devri-
miydi ve doğrudan doğruya Fransız Jakobenliğinden etki-
lenmişıi. Derin etnik farklılıklar Larafından belirlenmiş olan

24 Th. l'ap<ulopullos, )ımlin mıa Donımı:nl< rdaıing to tlıı: Ui.<tı>rv ıı/ tl11: (~rrd:
Clıuıdı aııı1 l'eop11'. ıınıla ·ıiırhi.<lı ı/11mincııiım ("Türk egeım:nliği alımdaki
Ytın:ın Kilisesi ı'l" hall<ıtıııı l<uihin~· ilişkiıı ;ıraştırnı:ı ''C hdgcl~·ı·"), llrüksl'l,
1952,$. 141-145.

167
koşalım / ilayrn~nıızdaki lıaçıi_yice yukurı kaldırın I Bizi bo-
yunduruğu alımda tutan/ Hıristiyanlara ve T ürhlcre zulmeden
kurtları ezelim/ Dcnızde ve karada haçımız parlusın. "26

Bütünleşmiş millet"ler 11

ayaklanan uluslara dönüşüyor

Devrimi başlatmaya çalışan Rigas, Suhan lıükümeti tarafın­


c.lan 1798 Haziran'ıncla tutuklanarak idam edilecekti. tık
denemede bu şekilcle başarısızlığa ulaşan devrimin ikinci
aşaması, aynı l 908'in Jön Türkleri gibi, Batı masonluğuna
bağlı olan Yunanlı tüccarlarca Rusya'nın Oclesa kentinde ör-
gütlenecekti. Amaç yine İmparatorluğun yönetim aygıtını
ele geçirmekti. Fener Patrikliğindeki Rus yanlısı hizbin des-
teğiyle Rus ordusunun Yunanlı generali Alexandros Ypsi-
lantis Bey' in komu tası altında, "Ku ısa 1 Tabur" adı konan
küçük bir Yunan ordusu oluşturulacaktı. Ypsilantis 1821 yı­
lının Şubat ayında Rus sınırını aşarak, bir yüzyıldan bericlir
Sultan adına Yunanlı Bey'lerce yönetilen Romanya'yı istila
etti. Ama Romenler hareke ıe katılma yaca kla rd ı. Kendi le ri ıı i
yönete ıı Yunanlıların İmparatorluk yönetimini ele geçirme-
lerine neden yarc.lımcı olmaları gerektiğini anlamıyorlarc.lı!
Bu ııec.Ieııle Sultan'a karşı ayaklanmak yerine, başta Ypsilan-
tis'e kaulan daha sonra da ondan kopan li.ıdor Vladimires-
c u önde rl iğincle Yu naıı l ı la ra karşı ayaklad ı la r. Ypsilantis
Vladimirescu'yu yakalatıp boynunu vurc.luracaktı. Yani bu
şekilcle clevrim bir kez claha başarısızlığa uğramış oluyordu.
Yps i laııtis, Rigas'taıı daha bi 1ine;1 i olsa da 1mparatorl uğun
çokuluslu karakterini yeterince hesaba katmamıştı.
Daha 17. yüzyılın başında Radu Mihnea, Alexandru llias

26 Gioı~ö l. Zoi<lcs, R~.-:a.~ fkle~ıiııin, Jıo •negalos cpıınasıaın ı/cınolımıcı, 1757-


17'!8 ( "VdcsLin li Ri~as, Büyük Dcmokraı ve Devrimci"), llükr~o. l'o litikcs k.:ıi
l.ogotcclıııikes El;<losris, 1<J57, ·' 221.
170
ve Leon hükümdarlıkları altındaki Romanyalı Bayarların
Yunanlıların giderek anan etkisine karşı gösterdikleri tepki
sen biçimler almaya başlamıştı. Patlak veren silahlı ayak-
lanmalar, başarıya ulaştıkları takdirde Yunan yanlısı beyle-
rin yerine, Romanya halkının daha çok yararına çalışacağı
umulan beylerin geçirilmesi sonucuna varıyordu. 1821
devrimi sonrasında Fenerlilerin yerine yerli beyler geçiri-
lince Romanya'da yaşayan çok sayıda Yunanlı ülkeyi terk
edecekti. Beylik akademilerinin kapatılması sonucunda Yu-
nan kültürü bir düşüş aşamasına girecekti. Yine de bu ta-
rihten sonra bile Romanya Beyliğinde yoğun bir Yunanlı
nüfus yaşamayı sürdürecekti. Yunanlı Boyarlar beylik kon-
seylerinde yer almayı sürdürerek kaybettikleri bazı hakları
yeniden edineceklerdi. 27
Devrim için bundan sonraki tek çıkar yol, tamamıyla 'Yu-
nanlı' ve ayrılıkçı bir niteliğe bürünmek olabilirdi. Ayaklan-
manın başı Alexandros Ypsi lantis (1792-1828) General ve
Bey idi ve 18 l 4'te Odesa'da kuru 1muş olan Filike Hetaire-
ia'nm da (Dostluk Cemiyeti) başıydı. Sözkonusu cemiyeti
Yunanlı tüccarlar At ha nas ios Tsa kal of (Çakal o 0, N i ko lnos
Skufas ve mason Emanuel Xanthos tarafından kurulmuştu.
Örgüt Xanthos'un lyon adalarında (Preveze'nin karşısında­
ki Lefkas Adasında) öğrendiği Batılı mason örgütlenme. mo-
deline uygun olarak kurulmuştu. Ne yazık ki Türk tarih ya-
zımı Filike Hetaireia'yı Etniki Eterya ile (Ethnike Hetaireia)
karıştırmıştır Oysa Etniki Eterya, 1897 Türk-Yunan savaşı
sırasında ve 1894-99 yılları arasında etkinlikte bulunmuş
bir başka milliyetçi Yunan örgütüdür. Alexandros'un karde-
şi Dinıitrios Ypsilantis (1793- 1832) ağabeyinin Romanya iş-

l7 Bkz. Cornrli;ı Paparnstca-l.:ıaııiclopolu, "'Les Villes Rouıımiııcs cı b Daspor,1


c;rcrquc au XlXe sciı:clc"' ('"XIX Yllzyılclıı Romanya Kemleri ve Yuııaıı
Di'1spoıa'1"), ihlr< <lıı llt' Cnnı,.ı:s /nlcnrntiona1 dn Eıudcs d" Sud-fst Eınnııaıı,
ı\ıin;l, 7·1) M~yı> .!970, cilt il. Lırib, s. 'i4l-S50. i\tirnı, 1972..

171
gali sırasında yanında bulunmuş, 1821 Mart'ında da oııun
elçisi olarak Güney Yunanistan'da Peloponnesos"a (Mora)
gönderilmişti. Aynı kendinden önceki Rigas gibi Dimitrios
Bey de başlangıçta salt Yunanlılara değil, aynı şekilde Sultan
baskısına tabi olan Türklere de seslenmeyi düşünüyordu.
Buna örnek olarak Girit Adasının Osmanlı yetkililerine
gönderdiği meklu bu gösterebiliriz:
"Girit wnıskcri ve Kcıııdiyc \ı(ı/isi şanlı SerU· Melımet Paşa;
ve siz yiğiıler, baş arıcı ve ayanlar; Hı ristiyan millcıiııiıı başlw­
muımıı ilun edilmiş olan bnı, lıem size lıcm de hize yarar sağ-
1av<trnh bazı noktaları ukllrrı11ayı görevim sayıyorum. Hepini-
zin de bildi,~i üzere Hı risliym1 mille fi hunca yıldır Sultan 'ı ıı
idare.~i altındll korkuıı( zulüm ve adalctsizlihlerr maruz lwl-
mışlı ı: Hiçbir Hı risliyanın ne ycışamı, ııc onuru, ııe de mülkü
güvence altındcı değildiı: Al/alı, cıda/etli olnw.'ı ve ya.~alanı
s<rygılı o/anık yöııctme.~i kaydıyla Sultwı'a milyonlarca llişiyi
emunet etmişi i. Oy.wı Su/l,m Ali alı 'ın buyrukları 11 ı u nuıurnk
lwkimi yeti ,ı/tıııdakilcrı lıafcısıııa ve etrafımbki dal kavuk ve
acgözlülerin salık verdiklerine göre yönetti. Her güıı yaşcman
aşcıxılama ve lıalrnzlıklar sonucun'b raya büyüh bir yohsu11u-
xa ili idi, hazı/llrl Jıaksız yere ö/dü rü/dü ya dcı basha yerlae
göç elti. Sonunda lıcrşeye kadir ofrııı Allah adalet.~izliklcri ve
qit.,izlikleri durdu ı-maya kcırnr vererek Hı risliyaıı m illctiıı i si-
lulıa kuşandıı-dı. y,ıni bizler Müslüınaıı 1aru değil, acl<ıleısizl iğe
ve tirnnlığcı luıı-şı savaşıyoruz. Siz de lıatırl<rr.rnıız ki Mü.~lü­
man la r da adıılcı.~i zl i k ve kıyım 1arı f1 hu rbanı olmuş hııdıı: Çok
sayıda paşa ve ayaıı hile Jwbız ve yusw:lışı ferman /arla i tlıaın
edilerek ya sürüldü J'a da km/edildi. DoRu'nun l.iim Mü.~lümaıı
Jwlkları zulümler ııedeniyle iç çekmekte ve ağlamaktadır. Ylııı i
lıcpimiz lwksızl ığa u_ğradı h. Dahası, .~iz de bizi mlc bi rl ihıc ay-
nı ülkelerde doğup büyüdünüz. Nasıl ki eslıidcıı lıak ve (ılwr­
larımızın tadını lıer birlikte çıkcırdık, bugün Jc aynı, haksız ve
zorba yönetime .~on vcrıneh ve adil hanwılarııı koruma.~ı altm-

172
du. birbirimizin dinleri ne .~aygı duyu.ruh lwnleşçe ve yu rıru.şça
birnrnda yaş(lmall için lı(lrckere geçen lüm Arnu.vutluh'la oldu-
ğu gibi, birlikte, yanyu.na yaşayu.lım." Dimitrios Ypsilantis,
25 Temmuz 1821.ıa
lşle tüm bu koşullar altında Mart 1821 'de yeni bir devrim
girişimi, bu kez Yunanislan'ın tam da kalbinde, yani Pelo-
ponesos'ta patlak verecek ve ulusal niteliği toplumsal niteli-
ğine baskın olduğu için, 8 yıllık silahlı bir savaşımın ardın­
dan başarılı olacaktı. 1830 ve 1832 yıllarıtıda Yunanistan'ın
küçük bir parçası, tamamiyle bağımsız bir Krallık olarak
büyük güçler ve Osmanlı lmparatorluğu tarafından tanına­
caktı. Bu, lmparaıorluktan Lamamen kopan ilk devletti.
Çünkü 1830 yılında Sultan'ın süzerenliği ahında lstanbul
tarafından özerkliği tanıııan Sırp devleti, ancak 1878'de,
Berlin anlaşması sayesinde bağımsızlığını alabilecekti.
Tüm bunlara karşın Yunanlılarda, aynı Arap ve Türkler-
deki gibi, lmparatorluğu yıkmadan ıslah etme fikri 20. yüz-
yılın başına dek sürecekti. Çünkü bütünü oluşturan halklar
-milliyetçiliğin tırmanışının ötesinde- lmparatorluğun or-
tak bir uygarlığı temsil ettiğinin bilincindeydiler. Osmanlı
lmparf).torl uğu'na karşı bağlılık duygusu, bu devleti Balı 1ı
Katolik saldırganlığına karşı mükemmel bir siper olarak de-
ğerlendiren Rum Ortodoks çevrelerde halen yaşıyordu. As-
lında Yunanlıların gözünde "Katolik" adı verilen kilise, yal-
nızca Ortodoks kilisesinin lemsi! ettiği ama Hıristiyanlık
kaynağından (zalcn Rum Ortodoks kilisesi halen resmi ola-
rak Katolik adını taşır, çünkü bu sözcük Yunanca'da cvretı­
wl anlamına gelmektedir) 1054-'te ayrılmış (shisma) bir eği­
lim sayılmıyor, yanı sıra, 9. yüzyıldan beri süren here.~is'in
(su.rkııılığm) sorumlusu tutuluyordu. 25 Aralık 800 yılında

.!H Akıarnn, Noıis Boızaris, Vi.<iım< h"IJıanİ(/ıu·~ dcın' la ['ff['<ıraıi,>01 <it /cı R<'vo!ııti­
"" (;m •ıııt, 1789-1821 (""Yunan Denimi Öııçcsi Ralk,uıbrdaıı Gön\nuınler '),
Cenevre. Dmz. ı•ırı2. '- 25·1-55

173
Cermen imparatoru Şarlman, Roma'daki "Papa" adı verilen
piskoposu -ki bu "Papa'', aslında ilk Hırisıiyan Kralı 1. Bü-
yük Konslanıinos'un 4. yüzyılda kenle gelişinden beri mer-
kezi lstanbul olan Ortodoks kilisesinin bir patriğiydi- ken-
disini Roma imparatoru ilan elmeye zorlamıştı. Oysa ki Ro-
malıların tek İmparatoru lstanbul'daydı. Şarlman ve halelle-
ri o larihtcn itibaren Roma'daki piskoposluğun başına Cer-
menleri getirerek onları Ortodoks dogmasını değişlirmeye
zorlayacaklardı. Yunan dilinde Ortodoks, gerçek inanç anla-
mına gelmektedir. Yalnızca kendilerine özgü bir din yarat-
mak amacını güden Cermenlerin baskısı altında Katolikler
tarf!fından Hıristiyan dogması üzerinde yapılan -ve lıeresi.s
adı verilen- değişik\ ikle r şun la rd ı r:
a) Papa'nın. (Roma Piskoposunun) önceliği: Ortodoks gele-
neğinde (pis·koposlardan biri olan) lswnbul Patriği eşitler
ara.sında birinci olarak kabul edilir. Ortodoksluğa mensup
diğer bölgelerdeki patriklik, papalık ve piskoposluklar üze-
rinde hiçbir yetkisi yoktur. Önceliği onursal olmakwn iba-
rettir. 9. yüzyıla dek bu onursal öncelik tüm Hırisliyan kili-
seleri tarafınddn Roma piskoposluğuna verilmişti. ikinci
Oikumenike Synodos (lkumeni Kulsal Kurultayı) M.S. 381
yılında toplandığında Hıristiyan dünyasının tüm piskopos-
]arı "Onur.sal öncelik Konstantin upo 1i.s-Yen i Roma piskoposu-
nıın ardından Roma piskopo.sıına verilmiştir" kararına var-
mışlardı. Ama Papa 1. Nikolaos (858-867) Balı ve Doğudaki
tüm piskoposları şaşırtarak kenclini "hili.">enin ve tüm dünya-
dahi ilahi hukukun hakimi" ilan edecekti. Yani onursal önce-
liği yetki önceliğine dönüşlürmüş, yani tüm Hıristiyan kili-
selerini aynı bir imparator gibi yönetmek istemiştir. Bu yüz-
den bu lıercsis'e "Papasczarltğı' adı verilir.
b) "Fi/iovhe" (Oğııl'dan): Roma piskoposunun 11. yüzyıl­
da ilan elliği yeniliktir. lznik'te M.S. 325'le toplanan birinci
lkumeni Kulsal Kuruhayı'nda piskoposlar "imanın Simge-

174
si"nin ilk yedi maddesini kaleme almışlardı. Bu simge Hı­
risliyan inancım özeıleyen duanın ilk sözcüğünün adını
(Pisleuo: Amentü) taşır. 38l'de toplanan ikinci Kutsal Ku-
rultay sekizden on ikiye kadar olan maddelere kesin şeklini
vermişlir. Bu on iki madde Htristiyan inancınrn özünü
oluşturur ve her pazar kilisede okunur. Bu oniki maddeden
ikincisi lsa'mn Baba'dan doğduğunu söyler. Sekizinci madde
de Kutsal Ruh'un Baba'dan geldiğini söyler: KUlsal Ruh,
Teslis'in birinci kişisinden gelir. Ama iki yüzytllık diren işlen
sonra Papa'lar Frenk İmparatorların isteğine boyun eğerek
1 l _ yüzydda sekizinci maddeyi "Kutsal Ruh'un Baba ve
Oğul'dan geldiği" şeklinde değiştirmeyi kabul etmişlerdir.
Aslında Filiovke sapkınlığının sorumlusu, 809'daki Syno-
dos u kendi hükümdarhğı altında düzenleten Şarlman'dır
(768-814). 9. yüzytlda eğitim düzeyleri çok düşük olan
Frenkler, Yunanlılar ve Slavlar aleyhine yayLimalarını ger-
çekleştirecek salt kendilerine özgü bir din yaratmak amacıy­
la lstanbul'daki imparatorluğun en büyük din adamlarının
aldıklan teolojik kararları değiştirmeye cüret etmişlerdir.
c) Eucharistia yerine Ho5tia. 11. yüzyılda Papa kilisesi
eııcharistia adlı mayalı ekmek yerine, şarapstz bir şekilde
kullanılan hostia'yı (mayastz ekmek) koydu. Halla papalık
euchari.~tia aractlığty la Kutsal Ruh 'u yard mm çağıran la rı
baskı alunda tutmaya başlayacak, böylelikle de Kulsal
Ruh'a yapılan tüm göndermeleri reddedecekti.
d) 13. yüzyılda vaftizin hcbefr,i suya batırmadan yapılması:
Yunancada "vaftiz" sözcüğü "'suya batırma" anlamtna gel-
mektedir. Vaftiz edilecek kişin:n tüm vücudu üç kez suya
batırılmalıdır. 13. yüzyddan itibaren papalar vaftizin uygu-
lamşını değiştirerek vaftiz edilenin baştna birkaç damla su
serpmeyle yetinmeye başladılar.
e) 13. yüzyılda "Pıırgatorium" (Araf) kavramının Hı risti-
yanlığa sokulması: Hıristiyan kilisesi yalnızca Cennet ve Ce-

175
lıennem' in va rold uğuna inanmaktadır. Buna rağmen Papa
13. yüzyılda Cennet ile Cehennem arasında, ruhların Cen-
nete gitmeden önce "arındıkları", "Purgatorium" (Arar) ad-
lı bir yer olduğunu iddia etmişti.
O Papa'nııı 16. yüzyılı.la "i maııın akıl çağında tasdiği" lw-
ralııı ı !Jeni mselmcsi: Hı risti yan
kilisesi, vaftiz işle mini taki-
ben vaftiz edilenin vücuduna kutsanmış yağın sürülmesiyle
yapılan ve Kutsal Rulı'un müdahalesini temsil eden "ima-
nın pekiştirilmesi (tasd iği)" törenini gerçe klcşti rme kteydi.
lsa'ııııı adının (Christo) kaynağı olan ve "chrisma" denen
bu kutsal yağın diğer bir adı da "agion ınyron"dur. Katolik-
ler 16 yüzyılda ltalyan Rönesans rasyonalizminin etkisi al-
tında, bu törenin çocuğun işlemin gerçek anlamını anlaya-
bileceği "akıl çağı" nda yapılmasını benimsemişlerdir.
g) tvtcryem'in Güıwlmzlığı: lsa'nın doğuşundan 18 yüzyıl
soııra 8 Aralık 1854'te Roma'daki Papa, llıristiyan kilisesi-
nin en lem el el og mala rı ndan birini değiş tir meye karar vcr-
m iştir. lsa'nın annesi Panaya'nın (Meryem) cennetten ko-
vulma sonucu elde edilen ilk günaha sahip olmadan doğ­
duğu ilan edilmiştir. "Panaya'nın annesinin günahsız gebe-
liği" adı verilen durum bunu ifade eder. Oysa Katolikliğin
tersine llıristiyan kilisesi Panaya' nı n baki re olmak la birlikte
tüm diğer insanlar gibi ilk günahı taşıdıgına inanmaktadır.
lı) Pcıpan 111 }cııı ılnıazl ıgı: 1870 yılında Roma 'da ki Papa
kendini yanılmaz ilan edecektir. 13u belki de lsa'nın doğu­
mundan sonraki 1870 yıl içinde gerçekleşen en büyük lıere­
.~is sayılmalıdır!
ı) t~tavroz: llıristiyanlar istavrozu Hagiu fricıdcı'yı (Teslis)
temsil eden üç parmaklarını (baş, işaret ve orla parmaklar)
birleştirip sırasıyla alın, karın, sağ ve sol omuzlarına değdi­
rerek çı kamlar. Bu alışkanlık M.S. 3. yüzyı \dan beri yaygın­
d ır. Oysa Katolikler bu geleneği de değişlirmi~.derdir istav-
roz Teslis ilkesine aykırı bi~·imde, bu üç parmakla değil.

176
elin tümünün, alın, karın, sol ve sağ omuzlara değdirilme­
siyle yapılmaya başlanmıştır.
Yani sonuçta Batının Katolikleriyle Doğunun Onodoksla-
rı arasındaki farkların ayrı uygarlık alanlarında, ayrı yaşam
tarzlarıyla gelişmiş olmalarından kaynaklandığını iddia et-
mek, bLı ayrılığın ifadesini, 1054'Le kopmayla sonuçlanan,
Roma Papası ile lstanbul Patriği arasmclaki bir güç mücade-
lesi ne.le bulduğunu sanmak büyük bir tarihsel hata işlemek
elemektir. Yukarıda saydığımız dokuz 1ıeresis nedeniyle Or-
ıoc.lokslar Katolikleri Hıristiyanlık dışı bir elin mensubu ola-
rak görürler. Tüm bunlardan ötürü Osmanlı lmparaıorlu­
ğu'nda "Hıristiyan" sözcüğünün ifocle ettiği halklar yalnızca
"Rum Ortodoks" ve "Gregoryen-Ermeni" milletleriydi.
18. yüzylda Batı emperyalizminin ajanı Katoliklik, İmpa­
ratorluktaki Ortodoks çevrelerine giderek daha fozla nü[uz
etmeye başlamıştı. Katolikliğin etkisi kutsal Agion Oros (Ay-
noıoz) Dağında patlak veren bir dinsel krize neden olacak-
tı. Agion Oros, Ortodoksluğun İmparatorluktaki en önemli
dinsel merkezlerinden biriydi ve devletin kuruluşundan bu
yana Osmanlı Sultanlarının koruması aluna alınmıştı, ha-
nedanın bahşettiği ayrıcalıklar sayesinde oldukça gelişmiş­
ti. Aynoroz'daki manastırlardan biri olan Agia Anııa (ki as-
lında manastıra bağlı daha küçük bir yapı, bir s/wteycli)
1754 yılında ana kilise binalarını inşa etmeye karar vermiş­
ti. Gerekli parnyı toplamak üzere Agicınnitcsler (yani bu ma-
nastırın keşişleri) başla lzmir'clekiler olmak üzere tüm Iın­
paratorluktaki Ortodoks Rumlara bağış yapmaları çağrısın­
da bulunmuştu. Dağış yapanlara teşekkür etmek üzere ma-
nastır her birinin ailesi için birer mnt·mosyıw (kilisede ölü-
ler için okLınan dLıa) okumaya karar vermişti. Geleneksel
olarnk dualar cumartesi günü okunmaktaydt, çünkü lna-
nmılan:a pazar günü Kyrialw (Allah'ın [Kyrios] günü) ola-
rak bilinirdi ve lsa Christos\ın (llıristos) Dirilme günü ola-

177
rak kl.tlanırdı. Yani pazar günü bir neşe günü olmalıydı ve
o günkü liıw?,ia (ayin) sırasında diz çökmek ve ölüler için
mnemo_~yna okumak doğru değildi. Ama bahselliğimiz kili-
se için o kadar çok bağış yapılmıştı ki, keşişler tüm cumar-
tesi dua okumaktan alışveriş yapmaya zaman bulamıyorlar­
dı, çünkü pazar günleri dükkanlar kapalı oluyordu. Bu ne-
denle keşişler, mncmosynaları ve holivyaların (aşure- ölüler
için hazırlanan bir tür yiyecek) cvio~iasını (hayır duasını)
pazar günü yapmaya karar vereceklerdi. Bu karar, Agianni-
tesleri n Batı Katolikliğinin pratik ve yararcı zihniyetinden
etkilenmiş ok] uğunu kanıtla maktadır.
Gürünürde önemsiz sayılabilecek bu olay, ınodernist-Ba­
tıcı Agiaımites yanlılarıyla Türklerden ve Osmanlı lmpara-
torluğu'ndan bu yana olan Batı-karşıtı gelenclısclci K.ollyva-
dcsler (cumartesi aşuresini destekleyenler) arasında patlak
verecek büyük bir dinsel tartışmanın bahanesi olacaku.
Kollvvlllle_~ hareketi Romanya ve Rusya'da yayılacak ve bu-
gün koyu bir Batı-karşıtı nitelik ifade eden Ortodoks Hıris­
tiyan fu ndamenlalizmi ni n temelini oluşturacak lı. Bu hare-
ketin bir diğer adı da Filoka/ia'dır. Bu ad, 4. ve 15. yüzyıllar
arasında Ilıristiyan kilise babalarının Yunanca kaleme aldığı
bir dizi yazının toplandığı ve 18. yüzyılda Aynoroz'da
K.ollyvadcs önderleri tarafın dan yayınlanan kitabın adında ıı
alınmadır. Vilokalicı hareketinin önderleri arasında her üçü
de kilise babaları olan üç azizi sayabiliriz. Peloponesos'un
kuzeyindeki Korintos kentinin metropoliti Agios Makarios
Notaras (1731-1805); Aynorozlo Agios Nikoınedios (1749-
1809) ve Ege Denizi'nin ortasındaki Paros Adasından Hosi-
os Athanasios Parios (1722-1813). Her üç aziz de Agios
Grigo rios Palamas'ın ( 1296-1359) Türk-yanlısı gele ııeğine
sah ip çıkıyor ve füıtı 1ıla rı Ortodoksluğun can düşmam ola-
rak görüyorlardı. tki ünlü yazar, Rus Fedor Dostoyevski
(1821-1881) ve Yunanlı Alexandros Papacliaınantes (1851-

178
J 911 ), hareketin destekleyicisiydiler. Bu üç kilise babası
arasında en radikali Athanasios Parios'tu. Papaz ve profesör
olan Parios lzmirli Adamanlios Koraes'ın (Koray) önderlik
ettiği Batı yani ılarını n ri kirleri ne sert bir şekilde muhalefet
ediyordu. Koraes (1748-1833) Fransız emperyalizminin
desteğinde bir kuram geliştirmişti. Ona göre Yunan uygarlı­
ğının mirasçısı Fransızlardı ve Yunanlılar da Osmanlı lmpa-
ra to rl uğu'nda yitirdikleri uygarlıklarını yeniden bulmak
için Fransız olmak zorundaydı! Batı uygarlığının tümünü
Yunan gövdesi içine aktarmayı öngören kuramına metahe-
nosis (aktarma) adını vermişti. 1800'de kaleme aldığı "Sa-
vaşçı Marşı"nda şu satırlar yer almaktaydı: "Fransızlardan
ayrı Yunan/ ı yoktur. Tel< bir halk, Yunan-Fransızlar vardır."
1805'te Venedik'te kaleme aldığı "lki Yunanlı Arasında Ko-
nuşma"cla ise halkının anık Romaıoslar (Romio.\-Rwnlar) ol-
ıııa<lığını, onlara Yunanlı adı verilmesi gerektiğini söylüyor-
du. Koraes, her zaman için Yunan halkına ters düşmüş ol-
duklarını iddia elliği Ortodoks keşişlere de kıyasıya saldırı­
yordu. Ona göre Bizans döneminde bile keşişler imparatoru
el inb i!imci ol maya iterek generallikten uzaklaştırmışlardı.
Tersine Parios ise "oğııllamıı (Balılı fikirlerden ethilene-
ccklerj) Avrupa'.va eğitim gömıcleri için yollayan hişi/eri vaz-
gc(irmel~" amacıyla hir "Davet" kaleme almıştı. 1798'<le İs­
tanbul patriği V Gregorios'un isteği üzerine kaleme aldığını
söylediği ve Patriklik yayınlarından basılan "Hırisliyanlığa
Övgü" adlı kitabında, şu satırlar yer almaktaydı: "(.. .) tüm
Batı ırlıı Hıristiyanlığı bir kenara at.mıştır ( .. .) onlar lwtsal
yerleri hi rlctm i;;, l<il ise/eri dük han, mwıaslırları genelev yap-
mı~tıı: "29
1785 yılında Parios Ortodoksluğun tarihindeki en büyük
Batı düşmanı olan J 392 İstanbul doğumlu Efes başpiskopo-

llJ Arlıcna Karnmp~hu, ı\ılıana.<iıı.< ''" Parfos, Alina, Kili"' Yaymlan, 110. f 5,
1974 .. H.

179
su Markos Evgenikos'un yaşamını yazacaktı. Parios, Mar-
kos·u "Asya'nın yüzakı" ve "Batılıların kibirini yerle bir
eden yıldırım" cümleleriyle tanımlıyordu. Mark.as 15. yüz-
yılda Papalığın en büyük clüşınant olduğu için Parios kita-
bına "Anti-Papa" adını vermişti. Markos, Gennaclios'un öğ­
retmeni ve 1453'teki Osnwnlı lmparatorluğu'nun ilk patrik-
liğine esin kaynağı olan Türk-yanlılarının başıydı.
1875-78 yılları arasında lstanbul'da görev yapmış olan
Fransız cliploınal Charles de Moüy, Arabölge üzerindeki bu
ortak uygarlık gerçeğini ke nelince şöyle ifade eunektedir:
"Dokunun belli belirsiz >{örüntüsiinün ilk edinildiği yer, E/1alz
ı ren yoluııu n ba::;lııngıç nahtası olan Or.~ova ve Turn o-Sevc-
rin'diı: Buraya dek, yani Viyana'dan Peşte'.Ye dek tüm yol bo-
yunaı çok sık olarak acayip manzarn!ar!a karsı laşılsa da, lıer
zaman Batılı !eh bir uygarlığın kat'cdildiği hissedilmehıcydi.
(.. .) Tersine, Turno-Severin'e varıldığında, güneş Wm 1-:iizc/li-
j4iy le batar w· ışın lan n ı Romen he ıı Un in fünan l ı çan htı /esi ııe
ytımııırhen -aynı benim ele hissettiğim gibi- yeni bir dünyanın
klıpısında btılunulduğu, ayrı bir atmosferin -;olunacağı w:
özellikle de artı/~ memleketten uzah oltındtığtı h issediliyoı: "30
Hatta De Moüy Batı uygarlığıyla farklı Arabölge uygarlığı
arasındaki sınırıbile çiziyordu; Ona göre bu sınır, Roman-
ya'yı Macarisıan'dan ayıran hatta denk clüşüyorclu. Yunanis-
Lan'ın Antik Çağ'da bile hiçbir zaman Batı'ya ait olmadığını
da teslim ediyordu. Peri ldcs Atina'sını eserlerinck "Eski Do-
ğu" adıyla anıyordu.
Yine de milli>1etçilik, İmparatoru ve hürnluasisini etkik-
yccekli. l3u ikisi 18. yüzyılın sonlarından itibaren kendi lcri-
ni -Leoride olmasa bile hiliyaua- giderek arlan oranda ünce
Müslüman dinsel grubuyla, ardından da Türk etnik gru-
buyla özdeşleştirmeye başlamıştı. Aslında Hı rist iyan !arın
yüksckn milliyetçiliklerine Lepki olarak Osmanlı hükümc-

·ıo C:lı.ır!cs ek l\.'foü,-, l.ı•ııı-.-.ı clıı Ho;rlıme, l\uis, l'lon, 1879. s_ 1-2_

180
tini kendileriyle özdeşleşmeye Müslümanlar zorlamıştı.
Böyklikk Sultan, 19. yüzyılın sonlarına doğru Müslüman
milletinin başı konumuna düştü. Aynı şekilde 1860'\ı yıllar­
da milliyetçiliğin baskısıyla millet sisteminin de. bozulduğu­
na tanık (1luyoruz. Rum Ortodoks milleıi, Osmanlı tebaası­
nın etnik farklılıklarına uygunluk sağlamak üzere, çok sayı­
da Hıristiyan millete bölünecekti. 1875 civarında millet .sa-
yısı dokuzdu ve yükselmeye de devam edecekti.
Milliyetçi ayrılık~'.ılığın sonucu olarak, imparatorluk,
l878'ten sonra Balkanlardaki Hıri.sıiyan topraklarının hü-
yük kısmını yilirecekli (harita 7). Öle yandan Balkanlar,
Kalkaslar ve Kırım'dan sürülerek Anadolu'ya akın eden
Müslümanlar etnik ve dinsel yapıyı altüst edecekti. 1878
Berlin Anlaşmasıyla lmparatorluk büyük ~'.oğunlugu Müs-
lümanlardan oluşan hir ülkeye dönüşecekti. Ru süreç,
1912-13 Balkan savaşlarıyla tamamhınacaktı. Bu dağılma­
nın son aşaması ise, önce Arap ardından Türk milliyetçilik-
lerinin yükselerek Lmparatorluğun tarihine nokta koyması
olacaktı.

İmparatorluğun kurtarılması imkansız. hale


g!!l~yor: il/. Selim, il. Malımut, Tanzimat ile
Jütt Tüt/' reformları ve federalist tasarılar.
Kemalist devrim ve imparatorluğun
ölüme terkedilmesi

l3atılı olmayan toplumların dengesini bozup geri hırakrm,


onları, kendi gereksinimlerinl' göre değil, dışarıdaki bir
merkezin gereksinimlerine göre belirlenen dengesiz bir şe­
kilde gelişmeye ilen Batı, bu yolla 'Üı,'.ünı:ü Düny.1!daşına"
a<lı vnikn olguyu yaratım~tır. Halılı olımıy:.m toplum, ken-
dini sömürgele~liren üJkenin yörüngesine cıtı.ırunrn, bağıııı­
lıl ı klan kurtulma umuduyla ilau iılaşmaya itilmektedir. Balı

181
...
~

D 1000 km HiNT
OKYANUSU

Harita 7- Osmanlı Jmparatorlugu·nun sınırlarının daralması, 1699-1913 (tarihler toprakların elden kesin olarak ı;ıkı~ını gösteriyor).
modeli yavaş yavaş yegane referans noklası olarak benim-
sermektedir. Bağımlılık öncesi duruma geri dönüş çabaları
başarısızlığa uğrayınca belki de kalan lek çıkar yol, sistem
içinde bir miras devri olmaktadır. Onaçağ'da Batı larafın­
dan sömürgeleşlirilen Bizans halkının Osmanlı hanedanını
kabul ederek kunulması bu duruma bir örneklir. Ama mi-
rasın en ciddi talibi olan Rus İmparatorluğu Üçüncü Dün-
yalılaşarak bunun sonucunda Batılılaşmaya itilmişlir. Ba-
tı'nm ürünü olan milliyetçilik tüm Rus mirasının elde edil-
mesinin önüne engel oluşturmuşlur. Bu şekilde, önünde
tek bir adım kalmış olan lstanbul, bu adımı sahibi Batı'ya
doğru atmışllr. Ru süredn sonu kaçınılmaz olarak, tama-
miyle Batılılaşmaya, Bau'nm lemsil elliği modele topyekün
eklemlenerek Batı'dan kurtulmaya varmaktadır.
l 7. ve 18. yüzyıldaki Osmanlı reformcuları, Osmanlı sis-
teminin Batı sistemine çok üstün olduğuna halen inanmak-
tadır. Onlara göre İmparatorluğun gerileyişi, Kanuni Sultan
Süleyman'ın yönetimi ahındaki "Altın Çağ" sırasında oluş­
turulmuş örgütlenme şeklinin ve lekniklerinin ihmal edil-
mesinden kaynaklanıyordu. Uyguladıkları sertlik sayesinde
kısa bir süre için durumun düzelmesini sağlayan bu gele-
neksel reformcular başarısızlığa uğradıklarında yerlerini,
rn. Selim'e (1789-1807) ve modern ordu kurmaklan ibaret
olan Batılılaşma harekeline bıraktılar. Tüm Batılılaşma giri-
şimlerinin ilk adımını aynı kanının oluşturduğu söylenebi-
lir; Bizim sistemimiz üstündür ama Baulıların bizi yenmele-
rinin nedeni, bizimkinden daha etkili bir orduya sahip ol-
malarıdır. Yani çözüm, sistemde herhangi bir değişiklik
yapmaksızın, onların ordu örgütlenmelerini ve askeri tek-
niklerini kopya etmektir.
!Il. Selim'iıı ger~:ekleşlirdiği en önemli reform, Nizamı
Cediı (Yeni Düzen) adlı piyade birliğini oluşlurmasıdır. Os-
manlı ordusunda varlığını sürdüren lüm geleneksel birim-

183
!ere.len taımııııeıı ayrı olan bu yeni ordu, rransa, İngiltere ve
Almanyi'\ 'dan gelen uzmanların idaresi altı ne.la Avrupa askt>
ri sanatlarını, silahlarını ve disiplini adapte ediyor, Avrupa
ıııoc.lelinde giyiniyor ve idman görüyordu. Henüz "kaks"te
kapalı tutulan bir şehzade iken XVL Louis ile yazışan llL
Selim, aydınlanmış bir hükümdar aldığı kralı taklit etmek
isl iyo rdu. Osıııa nlı orc.l usunu modern !eşli rmek ic;i n on un
yardımını talep edecekti. Niza.mı Cedit, Iradı Cedit adı veri-
len, llazine'deıı tamaım' n ayrı, öze 1 bir fon ta ralından fi-
nanse edilmckleyd i. Ycııic;erileri kızdırmaktan korkan lII.
Sel im hare katı neredeyse gizliden gizliye ve bizzat yü rülü-
yord u. Nizamı Ccdiı kışlaları 1794 Eylül\ınde lslanbul dı­
şıııda ve Boğaz üzerinde bulunan Levent Çiftlik'e ve ardın­
dan (; sküdar'a kurulacaktı. Bu birlikle re alınacak aske rlcr
Anadolulu Türk çiltçilcr arasından seçiliyordu. 1802 yılı
başında Anadolu'c.lan düzenli asker toplama yöntemi be-
niııısenr..li. Öne.le gelen kişiler ve devlet memurları gençleri
eğitmek üzen.' lsta nbul'a gönderiyordu. Artan genç le r ise
ycrd milis gücü oluşturmak üzere Anadolu.ya geri gö!ııkri­
liyord u. l 80fı yılı sonunda ,l\'izwnı Cedit 22. 685 er ve L590
subay içeriyordu. Bu sayının yaklaşık yarısı Anadolu'cla ko-
ınışlanırkeıı, geri kalanı lstanbu l'da bulu nd uru 1u yordu. 13u-
ıı~ı karşın yeni urdu, y;.ı rı ıııadan ı ıı ilrri gı.: len ininin sen mu-
haldeti nedeıı iy k Bal k..ı n larc.la örgü tlerıemr 111 işti.
III. Selim aynı zamanda, Batı bi 1im ve tekniği eğitimi ve-
reu::k ilk teknik okullar olan Deniz Mühendislik ve Askeri
isli h ki'ım uku llanııı açlı. istihkam okulu mczu nlarııı ııı yc-
ıı içeri bir] iğindc hizmet clme hakları bulunmuyordu. Uu n-
la rııı ardından Balı bilimine uygun olarak doktor ve ı.:crrah
yeLi:;tirecek Deniz Tıp okulu cin açılacak ve ;\vrupa'cla oku-
t ulan kılnnız up k itaplaı-ı Osnıaıı lıca'ya çevri leı.:e'kti.
Öle yan<l<.ın Batı ıı üruz unu ıı Ldkeye soku 1masına karşı ~:ı­
kaıı Osmanlı halkı rc!orınları onaylamamıştı. Halkın bu

184
!ıoşn utsuz luğu ne.lan yararlanan Yeniçeri, ulema ve softalar
ayaklanarak Se 1i ııı'i devirdi lcr ve 2 9 Mayıs 1807'c.lc yerine
kuzeni IV Mustafa\'ı getirdiler. Yeni hükümdar Nizamı Ce-
clil'i uygulamadan kaldırarak, tüm kadrosunu katlenirdi ve
rdormlan durdurc.lu. Selim ise bir yıl sonra 1808 Tem-
muz'unda saraydaki "kales"inclc idam ec.lildi. Ama bu kez
IV Mustafa'ya karşı düzenlenen darbe, Lahta 28 Temmuz
1808'de reformcu kardeşi 11. Mahmut'u (1808-.19) getirdi.
Mahmul, Batılı laşrnaııın ikinci evresini başlatacaku. As kcri
Le knikleri ve orduyu modern leşti rmck yetmiyordu, büro k-
rasiyi -merkezi ya da yerel klarcyi- Batılılaştırmak, ulemayı
içermeyen, laik okullar kurmak gere ki iydi. l.aik düşünce
hareketi, hükümet Laralından kurdurulan ve Osmanlıca pe-
riyodik yayın yapan basın tarafından da desteklenecekti.
11. Malı muL\ın 1808 yılında Nizamı Cedit'i Scghlını Cedit
(Yeni Segban) adı al tında diriltme çabası, Yeniçerilerin yeni-
den ayaklanmaları son uı:u başarısızlığa uğrayınca, hüküm-
dar anık ~:ok temkinli davranması gerektiğini anlamışu.
1805-48 arasında Kahire valiliği yapmış olan, 19. yüzyılın
en büyük Osmanlı rdormcusu Mehmet Ali Paşa'nın Mı­
sır da uyguladığı programı incelemekle yetindi. Zamanııı
geldiğini anlayınca da, 15 Haziran l826'da lsıanbu\'daki Ye-
niçc ri ler[ yeniden ay<lkbnma lan n ı bD lı::ı.m· ede ı·l'k katlet tirdi
ve ertesi gl.in de ocağı kesin olarak kapattı. Aynı yılın 10
Temmuz günü Yen içeri lerin ruhani <laya nağı olan Bektaşi
tarikatları yasac.lışı ilan edildi, yöneticileri öldürüldü ve ls-
tanbul'daki tüm binaları yıktırıldı. Mahmm'un ölümünden
sonra yeniden onaya çıkan tarikat, cumhuriyetle birlikte
tüm c.liğer tarikatlar gibi kapaulacaktı. Son olarak, ıırnm sis-
temi 1830'c.1>1 kesin olarak )'Ü rürlüktcn kalcl ırı lauı ktı.
Yeniçeri birliğinin orlacbn kaldırılması. 1829 yılında Av·
rupa giyim ve üniformasını zorunlu kılmaya dek gidecek
o lan 11. Mahmul rdornılarınııı başlangıcıydı. Gelenekse 1 kı-

185
yaretler yalnızca milletlerin din adamları ve kadılar için ser-
best bırakılmıştı. Giysilerin Uatı modeline uygun olarak te-
kömekleştirilmesi milletler sistemine vurulan ölümcül bir
clarbeyd i_ Oysa l m paratorluğun dört temel milleti kendi ki-
şiliğini farklı giysilerle korumaktaydı. Bu uygulama hiç de
bir 'Apartheid" (ırk ayrımı, "ırkların ayrı ayrı gelişmesi" ku-
ramı) sayılmamalıdır. Tam tersine bu, farklı olanların eşitli­
ğinin bir zareriydi.
Amerika' da kızıl deri 1ilerin katledilmesinden sonra boş
kalan geniş toprakları nüfuslandırmak için "Eritme Potası"
(Melting Pot) fikri ortaya atılmıştır. Sözkonusu olan, en iğ­
rencinden bir kültürel yamyamlık politikasıydı. Binlerce
yıllık uy garlı kla rda n gelen milyon la rca insan dev kazan la ra
atılıyor, "WASP' (White Anglo-Saxon Protestants-Beyaz
Anglo-Sa kso n Protestanlar) savaşçıları etra rında "Speak
White!" (Ueyaz Konuş!) diye çığlıklar atarak dansediyorlar-
clı. Günümüzde Kanada'da yürütülen "Çok kültürlülük" s1s-
temi asimilasyonun önüne geçmemekte, yalnızca geciktir-
mektedir. Hitler Almanya'sında Yahudi cemaati Davul yıldı­
zı ve satı renk kullanılarak Alman toplumundan yalıtılmış,
ardından da bütünden ayrılarak imha edilmiştir. Oysa Os-
m<ınlı lmparatorluğu'nda farklı giysiler kullanılarak millet-
ler arasında kurulan geçişsizlik, her bir cemaatin kendi kül-
tür ve kişiliğini korumasını sağlamıştır. Örneğin Kanuni
Su han Süleyman 'ın hükümdarlığı altında 28 Şubat 1556
günü, gayrimüslim elbisesi içinde hırsızlık yapan üç Müs-
lüman ölüm cezasına mahkum edilmişti. Aynı şekilde, lll.
Murat'ın hükümdarlığı sırasında acemioğlan giysisı giyen
bir gayrimüslime de ceza verilmişti. Herkesin kendi sınıf ve
kademesinin kıyafetlerini taşıması gerektiği açıktı. 31 1829'-
daıı itibaren Batılılaşmanın baskısı altında kıyafetlerin gide-
rek tekörnekleşmesine rağmen Charles de Moüy, 1878 Is-

Jl thnwıiP K•va/i:ıleri: Frnod ivfrhnıed A!bwmu, lsıaııbul, Vchf>i Koç Vakfı, 1986.

186
tanbul'u hakkında şu satırları yazabilmiştir:
"Bu muhteşem görüntüye, giysilerin çeşitliliğine, özgür dav-
ranışların hiçbir polisiye önlemle ya da zorbaca müdahaleler-
le sınırlanmadığı bu kalabalığın eşlik ettiği harekete, yani her
bireyin kişisel hareketinin ve imgeleminin eksiksizliğini hisseı.­
li~i bu duruma alışmak zaman alıyor. Birdenbire kendinizi
Konstantinopolis'in günlük yaşamırfıl'J tam da orta.~ında, Babil
Kulesinin gürültüsünün içinde buluveriyorsunuz ... Burada
Doğu'nun tüm yönlerini, onun bitmez tükenmez imgelemini
görüyorsunuz. Hiçbir birey diğeriyle aynı değil. Her kişi ken-
dince yeni bir model oluşturuyor. Stambulin adı verilen (Batı­
lılaşmanın etkisi sonucu -y.n.) cansıhıcı siyah redingotlu, gele-
neksel fesli Türk memurları saymazsak burada çeşitlilik son-
suz bir hal almış. Yerli halk yığını, mensup oldukları ırkın
zevkine ve kendi özgür iradelerine göre keyfince giyiniyor. Kü-
çük esn~ftan, en önde gelen kişilere dek her Stambullu kendi
bireysel si.iline ve garip şıklığına bürünmüş ... "32
İmparatorluğun "açılış"ınıve l3atı'nm yarı-sömürgesi ha-
line gelişini simgeleyen ve 11. MahmUL'un sallanan altında
yaşanan önemli tarihsel anlardan biri, Osmanlı-Ingiliz Tica-
ret Anlaşması'nın imzalandığı 1838 ise, diğeri de Osmanlı
lkumeni lmparatorluğu'nun gerçek bir Dışişleri Bakanlığı
(Nezaret-i Hariciye) kurmaya zorunlu kaldığı 1 l Mart
1836'dır. Bu, Çin'in de 1842 Nankin Anlaşması ile yaşadığı
dönüşüm türünden bir olayı ifade etmektedir. Çin, 186l'de,
kendi dışişleri bakanlığını kurmaya mecbur bırakılmıştır. 3
Kasım (eski takvime göre 22 Ekim) 1839'<la yeni kurulmuş
olan dışişleri bakanlığının başındaki Mustafa Reşit Paşa, ls-
tanbul'claki Topkapı Sarayı'nın bahçesi Gülhane'de kısa bir
süre önce tahta geçmiş olan 1. Ab<lülmecicl'in yayınladığı
lmpararorluk fermanını halka okuyordu. Gülhane Hatl-ı
Hümayunu atlı ile bilinen bu ferman, Tanzimat dönemini

32 Ch;ırlcs de Moüy, Leıtre.~ du Bosp)ıorr, Par~~. Plon, 1879, s. 27 ve 31.

187
açan bir dizi reform tedbirin in ilkiydi. Fermanın hazırlayı­
cısı Mustafa Reşit Paşa, daha önce Fransa Rüyükelçiliği
yapmış koyu bir Batı yanlısıydı. Fermanın içerdiği Osmanlı
tebaası n 111 eşi ı liği ilkt:si, Batı'nın Lek biçimci an lay1şına ay-
kırı olan geleneksel Osmanlı Mi 1\et Sistem i'n i temelinden
sarsıyor ve "Osmanlı Milleti" kavramının yolunu açıyordu.
Bu, 1908 1ttihatc.;ı Jön Türkleri"n in "Osmanlıcılık" dediği ve
Rigas'ın 1797 Anayasası"nda ifade ettiği fikirlerin bir deva-
mıydı.
Fermandaki bir cümlenin açık esin kaynağı lngiltere idi:
"l nı paratorluğunı uz bir süre önce tekel belasından kurtul-
mu';:;tur." Aslında lngihcre ekonomik liberalizm yolundaydı
ve "devlet tekeli" lafı orada, şu an komünizm lafının Ame-
rika! ı larda yap Lığı eLk iye benzer bir eLki yapmak taydı. Fer-
mandan bir yıl önce 1838'de imzalanan lngiliz-Osmanh Ti-
caret Anlaşması bu nedenle Osmanlıların dışsaum yapması­
nı yasakladığı gibi tüm Osnıanh devlet tekellerine de son
vermişti. Anlaşmanın altıncı maddesi şöy leyJ i: "Düzenleme-
ler Avrupa Tüı!?iyesi, A.wa Tiirkiyesi, Mısır ve d(~cr A{rilw
ıopralılan için Tü ı-!ı (Osınmıl ı) f mparatorluğu 'n un lüm üııde
ayııı olawktıı:" l3u maddeden amaçlanan, lngiliz yardımı al-
maksızın elinin altındaki devlet tekelleri sayesinde Doğu
Akdeniz'deki ilk rnodcrıı devleti kurmakta olan Mısır Valisi
MehmeL Ali Paşa'yı engellemekti. Zaman içinde bu Üçüncü
Dünyalı 1ider 1ngi1 izlere yenik düşecekti. t ngi 1izlerin bir
yandan Abdülmecid'i İmparatorluğunu llaulılaştırmaya yö-
nelten, diger yandan da ~lıs1r'da Mehmet Ali Paşa'nın mo-
dernleşme hareketini önlemeye çalışan çelişkili tutumu, Ba-
tı'ııın Batı-dışı dünyayı sömü rnıe k içi ıı Balı 1ılaşl ı rınak istrc-
cliğini aı,;ıkça kanıLlamaktacltr.
Türkiye'ııin JJ _ Dünya S<ıvaşı'ıun an.lımlan girdiği Ameri-
1«.ın 1aş ıııa sürer i ve 1i be ralk r in Kema li.s t <l ev 1etçi \iği yıkma
çabal.ırı, durumun apaı;ıklığına rağmen, 1838 anlaşmasının

188
Osmanlı Sanayii üslünde yaptığı korkunç etkilerin gerçek-
liğine.len bile kuşkuya düşülmesine neden olmuştur. 33 Ru
tavra tipik bir örnek Orhan Kurmuş'un bir makalesidir. Ya-
zar, " ... Eğer anlasmwıııı eıhileri bu ölçüde yıhıu olduysa o
lwlde 19. yüzyıl111 ihiııti yansıııda Türhi_ye'dehi özel ıeblil
.~mwyi iniıı eıı az devlet schlôrü11dehi lwdllr güçlü olma.~ı ııa.~ıl
açıldunllhilir" demekledir. Yazar, Osmanlı sanayiinin eriyişi­
ni durdurabileceğini, çünkü, " ... Türlı sanayiciler(iıı) hilr
ma~jlannı düşürcrelı ve rekabet güçlerini bir milllar lwrııv,ı­
rnh içine düştükleri if1m clurı.ıınuııdmı hurtulobilece>:-ini" iddia
etmektedir! 34
Aynı durumun yeni kurulan Yunanislan Krallığı'nın da
başına geldiğini görüyoruz. 1839 yılında Atina'da da aynı
lstanbul'daki gibi İngiltere ve Fransa'nın ikili baskısı altın­
daki bir mutlak monarşi rejimi sözkonusuydu. Sözkonusu
iki büyük güç, ülke içindeki l3au yan 1ısı gru plan n da deste-
ğiyle Yunanisıan'ı ekonomik ve politik düzlemde daha e.l-
kin bir şekilde kontrol edebilmek amacıyla llatı tipinde bir
anayasayı dayauyorla rc.l ı. Öle yandan 1ngil le re ve Fransa,
Yunanistan'da da aynı Osmanlı'da olduğu gibi Rusların Ak-
deniz'e inişinin önü ne geçmek niyeti ndeyc.l iler. lngiltere,
Fransa ve Rusya arasında varılan bir uzlaşmayla Krnl Othon
1832 yılında yeni Yunanistan devlclinin başına geçirilecek-
ti. Bavyera'lı bir Alman olan Othon, bir yanda lngiherc ve
Fransa, diğer yanda ela Prusya olmak üzere hamilerinin
1ark! ı (,;ıkarlarını ta tın in etmeye ı.·abalıyorJ u. Kralın Rus La-
ralına biraz da ha yöne lınesi üzerine Lond ra, 1838 yılı nJ<.1
lngiliz ve Fransız yanlısı partilerin kendisini denetlemesine

)1 Ilk:ı.. ~n·kttiıı (;ürsd, ı'hııııir<' Orrııııımı l'cı.-.: ı\ıı C«ı>i1tıli.1111c (""J..:apilali:ı.ın


Karşı,;ınd;\ l.lsıııanlı lıııııar~ıorlugu"), l'aris, Llhırıııatıan, l lJH7, s. 180.
H ··Tlw 1tH8 Trcaty of Cmnıner<·c l{(·cxaınincd ( ltlJtl Tirnreı AııLı~ına.•ıııın
Yeniden lııcdrnıncsil'', h:<11ıımıi<' r! .-;ııciı'ld Dcuıs l'Emı>irc Oıımnmı (0-.ınmılı
lınparnıorlugu nd;ı [konoıni Vl' r:;irkrtkrJ içimle, [',1ris, CNR:,,. l 98]. s. 4 l l-4 l 7.

189
im kan verecek bir anayasa ilan edilmesi için baslı racaklı.
Aına İngiliz ve Fransızların isteklerinin gerçekleşmesi için
Atina'da l843'teki Balı yanlısı devrimi beklemek gerekecek-
ti. O güne dek ise Othon'un mutlak iktidarı önce (1837-40
arası) Rus yanlısı, anlından 184 l 'ele lngiliz yanlısı, son ola-
rak da 184 l -4 3 arası Fransız yanlısı partilere kayacaktı. Ha-
1i hazırda parlamento olmadığı için sözünü elliğimiz partiler

parlamenter değillerdi.
Yunanistan'daki bu iki karşı takım, yani lngiliz ve Fran-
sızların doslu Balı yanlıları ve Rus dostu Doğucular, karşıt
nedenlerle Gülhane Humayunu'na övgüler <lüzmekteydi.
llki, fermanı Bau'ya yönelen öne ınl i bir adı ın olarak görü-
yo r, diğeri ise buııun Sultanın BaLı'ya bağımlılığını aşmaya
yönelik bir ha re keti o lcl uğunu düşünüyordu. O zaman ki
düşünce akımlarına bakarak, Yunanistan'daki Türk karşıtlı­
ğının Lamaınen Batı kökenli olduğuna ek bir kanıt sağlaya­
biliriz: Fransız yanlılarının Atina'da çıkardığı ve Fransız
Devrimi'nin gazetesi LAmi Ju Peuplc'clen (Halkın Dostu)
esin alan Ho Filo.~ lU La (Halkın Dostu) adlı gazete, Türkle-
rin barbar olduğunu yazmakla ve 25 Ocak 1840 (eski Rumi
takvime göre) tarihli sayısında bu halka onlarca hakaret
yağdırınaktad ır. Türklere karşı beslenen ırksal üstünlük
c.l uygusu apaçık ortadaydı. I ngiliz yanlılarının gazetesi He
Atheıw (Tanrıça Alhena'mn isminden esinlenmişti) 22 Ka-
sım 1839 tarihli ı:ayısında, "Glüıdeıı güııcycrkürcııiıı tüm yü-
zcviııi luıplayuruh /Jurbur Tür/deri bile femıaın ilan etmeye
zorluywı" Batı uygarlığına övgüler clüzmekled ir. Öle yan-
dan Rus yanlılarının gazetesi Aioıı (Asır) <la Fermanı övü-
yor ve Doğulu halkların istediler mi büyük işler başarablle­
ceklerin i yazıyordu. Gazele, "Buıı höhcııli ve uıwıç verici hi r
ı rh~ ılığııı cıhi.~iyle hücü /? ,~önlü hl eri Türl?leriıı yetcııe/deriııc
.ı.;üvcıııııeycrch lwıu cdcıı" Balı yanlılarını suc;luyor<l u. 26 Ka-
sı 111 l 839'cla yayınlanan sayısında Aioıı, la rihi 11 Bizans' 111

190
düşüşünden önce Avrupalıların Osmanlılardan daha barbar
olduklarını kanıtladığını, 13aulılara, bilimin beşiğiningüzel
Kafkas ırkını yaratan Asya olduğunu hatırlatmak gerektiği­
ni yazıyordu. Doğul:u partinin yayın organı, Mehmet Ali
Paşa'nııı Mısır'da yapuklarını coşkuyla destekliyor, Ballnın
Yunanistan'ın Mısır örneğini izleyerek sanayileşmesini iste-
me ınesi n in ardında, Alina'ııı n Batılı hamilerinden kurtulup
kendi imkanlarıyla gelişmesinden çekinmesinin yanığını
iddia ediyordu. Bu görüşlerin dile geldiği makalenin başlığı
"Sanayileşme Açısından Yunanistan ve Mısır" idi ve gazete-
nin l 5 Kasını 1839 tarihli sayısında yayınlanmıştı. Bu, Or-
todoksluğun ve Rumluğun partisinin Yunanistan'L Batı'dan
kurtaracağını düşündükleri modernleşmeye karşı çıkmadı­
ğını göstermektedir. Daha sonra, l 9. yüzyılın ikinı..:i yansın­
da Vf 20. yüzyılda Rus politikasının Ilalkanlar'daki Slavları
kayırma noktasına dönmesinin ardından Yunanisıan'daki
bu Doğucu parti Osmanlı lnıparaıorluğu'nu daha dinamik
bir şt~kilJe desteklemeye girişecekti. Daha l847'de Kuru-
c,;eşmeli tarihçi loarmis Vilemon (1798-1874) lstanbul'da ta-
mamladığı eğilimin ardından Aıina'daki Bali karşılı Aioıı
gazetesinin (1838-1888) başına geçerek, Fransız yanlısı
partinin önderi loannis Kolellis'in 31 Ağustos'ıa (bugünkü
takvime göre 12 Eylül) ölmesi sebebiyle "Megali klea" baş­
lıklı bir dizi yazı. kaleme almıştı. Makalelerinde Filemon,
"Megali Idea"nın Kolellis'in beyninde değil, Yunanlılan Or-
todoksluktan uzaklaşurmayı amaçlayan "Papacı Fransız­
l:ır"ın rikriyaıında geliştirilmiş olduğunu savunuyordu.
Sanki bu iddiaları kanıtlamak istermiş gibi Papa IX. Pius,
1848'de yayınladığı bir genelgede Yunanlıları "yolunu şaşır­
mış müminler" olarak adlandırıyor ve onları lsa'nın yoluna
geri c,;ağırıyordu.
Aslında 111. Selim ve 11. Mahmut saltanatları aynı zaman-
da, Hıristiyan olduğu kadar Müslüman halkların da ayak-

191
)andığı bir toplumsal ve ulusal devrimler dönemiydi. lstan-
bul, merkezi gücün otoritesini onarmak için Balkanlar.
Anadolu ve Arap eyaletlerine doğru üç yönde yerel seçkin-
lerle savaşmak zorunda kalmıştı. Müslüman isyancılara
karşı uygulanan şiddet, Hı ristiyanlara uygulananlardan hiı.;
de az olmamıştı. Hatta, her ikisi de Müslüman olan Bulgar
Pasvanoğl u ( 1758-1807) ve Yan yalı Arnavut Tepede le nl i Ali
Paşa'nın ( 1744-1822) maruz kaldığı şiddeti, Bulgar ve Yu-
nanlı Hıristiyanlarla karşılaştırdığımızda Müslüman !ara çok
daha serl davranılmış olduğunu söyleyebiliriz.
1. Abdülmecit (1839-1861) ve Abdülaziz (1861-76) salta-
natları suresince ve l839'clan 1876'ya dek elkin olmuş Os-
manlı Batıcıları, lngillere'nin baskısıyla, ki buna Fransa ela
katkıda bulunuyordu, -Rıııziınat adı veri len reform dönemi
çen;evesinde hareket elliler Tanzimatçılar özellikle devlet
yöneticileri, el iplo nıal, vali ve nazırlardan oluşmak taydı.
Tanzimat reformları, kendilerini bürokratik bir oligarşi
oluşturmakl<ı suçlayıp yerlerini almaya, onlardan da ileri gi-
derek imparatorluğu Baulılaşmanın üçüncü evresine sok-
mayı -yeni anayasal bir rejim kurmayı- amaçlayan bir ente-
lijcnsiyanın ortaya çıkmasını sağlamıştı. Bu anayasacı aris-
lOkratlar 186.5 yılında ):/:ııi O.mwıılıhır adı verilen muhaldcı
hareketini oluşıunıcaklardı. Hareket, 1876 devrimiyle başa
geçirilen ve 30 Mayıs-1 Eylül 1876 tarihleri arasında V. Mu-
rat adıyla saltanat sürecek olan Şehzade Munıt'ın ela deste-
ğini almıştı. Ağabeyi gibi hareketi destekleyen Şehzade Ab-
dülhamit, 1876'da tahta geçecek ama anayasacıların arzula-
dıklarının tanı karşılı bir siyaset güdecekti. rbıi o.~111aıılılaı·
hareketi başlangıçla, Mehmet Ali Paşa'nın torunu Mısırlı
Bey Murat Fazıl (1829-75) tarafından finanse e<l i lecekti.
Yeni Osmanlıların en tanınmışı, aristokrat yazar Namık
Kcmal'dir (1840-88). Tanziınal reformlarını yöııeıenkri,
yürüllükleri politikalarla Bntı ekonomisinin ülkeye sızması-

192
na izin vermişolmakla suçluyordu. Osmanlı vatanını (yani
yalnızca Türk milletini değil) bir bütün olarak savunmaya
girişti. Batı parlamentocu luğunun hayranı idiyse de, çok
inançlı bir insandı ve Tanzimatçıları Batı karşısında lslami
geleneğin olumlu yönlerini almış olmakla suçluyordu. As-
lında, Arabölge gerçeğinin bilincinde olduğu da söylenebi-
lirdi: Arabölgenin, yalnızca Müslümanları değil, Hıristiyan­
ları da içeren güçlü ve modern bir Doğu Devletinin çatısı
altında birleştirilebilmesini ve böylece Batı'nın gücü karşı­
sında denge kurulmasını istiyordu.
İmparatorluğun dışında, Krallıktaki Yunanlılar arasında
faaliyet gösteren Doğucu partinin (Rus yanlısı tutumunu
terkcderek) 19. yüzyılın ortasından itibaren aktif bir Türk
yanlılığına yönelmesi, Slav milliyetçilikleri ve YunanisLan'ın
kopması sonucu zedelenmiş Balkanlar'daki Osmanlı birliği­
ne geri dönülmesi umutlarını yeniden yeşertecekti. Yuna-
nistan ile ltalya arasındaki lyon Denizinde yer alan Kephal-
lenia Adası'nda doğup ölmüş olan Yunanlı siyaset adamı
Georgios Typaldos-lakovaıos'un (1813-82) yürüttüğü faali-
yet buna bir örnektir. lakovatos, 1850-63 arası lngiliz haki-
miyeti altındaki İyon Adaları parlamentosunda mebustu.
1863'te lngilLere bu adaları Yunanistan'a bırakınca 1864'den
itibaren Yunan Krallığı parlamentosunda milletvekilliği
yapmaya başlayacaktı. Doğucu partinin en radikal yandaş­
ları arasındaydı ve koyu bir dindardı. Aslında Ortodokslu-
ğu ulus fikrinin önüne geçiren bir Ortodoks Hıristiyan f un-
damentalistiydi. Düşünceleri Namık Kemal'inkine çok ya-
kındı ve aynı onun gibi Rum Ortodoksları ve Müslüman
Türkleri içeren bir Osmanlı yurduna inanıyordu. Yunan
milletine değil. Yunan Krallığının yalnızca onda birini Lem-
si\ ettiği "Romiosini"ye (Rumluk) inanıyordu. En geniş sı­
nırları içinde Osmanlı lmparatorluğu'nun (ve ondan önce
de Büyük lskender ve Biwns lmparatorluklarının) içerdiği

193
bu "Ortodoks lrk"a Rusları dahil etmiyotdu. Aslında
l850'yc doğru Rusların Güneye inişleri ve yükselen Pansla-
vizm tehdidi karşısında lakovatos'ta "Rumluk" biçimini al-
mış bir 'Panhelenizm" ortaya çıkmıştı.
Türklere dair fikirleri şunlardı. Politik rakipleri onu
"Türkomani" içinde olmakla suçluyorlardı. Antik Çağ'dan
itibaren Doğu Akdeniz'de "Türk'ün ayağını bastığı her yer-
de Romiosini" olduğunu iddia ediyordu. 35 Yunanlılarla
Türklerin aynı ırksal ve dinsel kökenden geldiklerini iddia
ediyordu. Buna ilişkin kuramı şöyleydi. Türkler "Eski lran-
lı"lardı ve Yunanlılar da "Iran ve Tataristan'dan gelme göç-
menlerdi", yani sonuçta Yunanlılar "Eskiden ve şimdi de
lranlıydılar". Yani ırk açısından bakıldığında Türkler ve Yu-
nanlılar aynı ırk ve dildendiler. Bu nedenle Türkçe'nin bir
Ural-Altay dili olduğunu iddia etmek anlamsızdı. Aynı Yu-
nanca gibi Türkçe de bir Hint-Avrupa diliydi. lakovatos bu
iddiasını kanıtlamak için Farsçayı incelemeye girişecekti.
Ona göre Bizanslılar tüm bunlardan haberdardı ve bu ne-
denle Türkler ve Bizanslılar aynı simgeleri -örneğin Hila\i-
kullanıyorlardı. Zaten ona göre Türkler Bizans geleneğine
Yunanlı\ar'dan daha iyi sahip çıkmışlardı. Yine bu nedenle
Yunanlıların da Hilali sembol olarak kullanmaları gerek-
mekteydi. lakovatos tüm bu düşüncelerini Yunan parla-
mentosunda korkusuzca ifade etmekten çekinmiyordu.
"Osmanlı" adına karşı çıkıyor, İmparatorluğun tüm yurttaş­
larını "Türk" diye adlandırmayı öneriyordu. Çünkü "Yu-
nanlılar'ın adı olan şerefli Türk adı kullanılmalıydı." Bu ad
antik çağlardan süzülüp gelmişti. "Türklerin ataları burada
oturuyorlardı. Yalnızca din değiştirmişlerdi. Zaten Latin ya-
zar Pline, de Gen.\, Turwrum noblissima (En soylu Türk in-

35 (;corgius Mcl>ılleos, Pulirilıe lıai Th<Jlogia: ldrnlogi" imi pm~_,r ıu riwsııu.>r~


pııliıilm Georl!iu li:/'aldmı-lulwvlllu (""Siyoıset ve Tuıınbiliııı: Köktenci Gcor~ins
l}ı>aklo~-lakov>ıtu~·uıı kleuluji w Praksisi"), Kaıcriııi, "krlios, ı 990, 5_ 161

194
sanları)ndan bahsetmekteydi", "Asya'dan gelen Türkler"in
de varlığını kabul etmekle birlikte, Türklerin Ege bölgesi-
nin "çok eski bir halkı olduğunu" yazıyordu. Nasıl ki Hıris­
tiyanlığa geçen eski Yunanlılar Yunanlılıkta kaldılarsa, Müs-
lümanlığa giren Türkler de Yunanlılığı sürdürmüşlerdi.
Peygamber Muhammed'in hocası, Mezopotamya'dan
(Irak) gelmekte olan "Georgias adlı bir Ortodoks keşişiydi",
"Ortodoksluğun gömüldüğü içler acısı durumt~ gören bu
keşiş Ortodoksluğu yeniden düzenlemeyi düşünmüş ve dü-
zenleyici kişiliği Muhammed'de bulmuştu. Muhammed'in
yönetimi alunda Yunan milleti, dini ve kilisesi korunmuş­
tu." lakovatos, Şehirler Şehri lstanbul'un Türklerin elinde
olduğu sürece güvenlikte olduğunu yazıyor ve şu soruyu
soruyordu: "Yunanistan niçin lstanbul'u ele geçirmeye ça-
lışsın? Başına Ortodoks Hıristiyan bir kral geçirmek için
mi? Sultan zaten Hıristiyan değil midir? Sultan, Müslüman-
lar ve Şeyhülislam, Ruhullah (Allah'ın Ruhu) adını verdik-
leri lsa'ya inanmıyorlar mıdır? Yani Sultan Hıristiyan bir
Kraldır. Müslümanlar da Hıristiyanların kardeşidir." Ona
göre Müslümanları kardeş saymayan Ortodoks, gerçek bir
Hıristiyan değildir. Bu nedenle Rus Çarı, Ortodoks ve Yu-
nanlıları "Türk kardeşlerinin kanını dökmeye" yönelten
kudurgan düşmanlık politikasına son vermelidir. Sonuç
olarak lakovatos Atina'da Millet Meclisi kürsüsünden Os-
manlı lmparatorluğu'nun Türk-Yunan Konfederasyonu şek­
linde yeniden kurulması önerisini sunacak ve 25 Kasım
1880'de Yunanlı vekiller önünde yaptığı konuşmada şu söz-
leri sarfedebilecektir: "Türklerle birlik istediğim için benim
Türklerin çıkarma çalıştığımı iddia edebilirsiniz. Eğer Türki-
ye de daha doğru düşünmeye çalışırsa onlara da ülkeyi oluştu­
ran tüm halkların bir Türk devleti çatısı altırıa sokulması öne-
ri~i ni ~eti rebi 1irim. "36

36 <ıge, s. 264-272.

195
Osmanlı lmparatorhığu'nun 1838'de
emperyalizmi- Batı
nin iştahı na "açılması", lmparatorluktakı bir kısım önemli
Yunanlı işadammın Doğucu partiyi ve Osmanlı yurdunu sa-
vunmaya girişmesi sonucunu doğuracaktı. Bunlara örnek
olarak, 1872'de Banque ele Conslantinople adını taşıyan ve
Banque Syngro_ç I<oronios et Compagnie'nin devamı olan Os-
manlı-Yunan Bankası'nm kurucularından Stefanos Skulu-
dis'i verebiliriz. Skuludis, Batılıların küçümseyici bir şekil­
de "Galatalılar" diye adlandırdığı ve eski tekellerini iyi kötü
korumaya çalışan İstanbullu işadamlan sınıfına dahildi.
Fransa'nın İstanbul büyükelçisi Fournier, dışişleri bakanı­
na 3 Ocak 1879'da gönderdiği bir resmi yazıda Galatalı ban-
kerler hakkında şu satırları yazmaktadır: "(Bunlar) paşalar
rejiminden ve keyfi yönetimden sonra -hatta belki de onlardan
bile önce- T ürkiye'nin baş ındah i en ôn emli cifellerrlcndi r. " 37 Bu
değerlendirme, Fransız diplomatın zihninde poliLik libera-
lizm savunusunun Gala.talı bankerlerin rekabetinden rahat-
sızlık duyan Batılı işadamlarınm çıkarlarına nasıl bağlandı­
ğının açık bir kanıttdır. Elbette ki bu rekabet Batılı devletleri
çok da kaygıya düşürmüyordu. Onları bertaraf etmeden ön-
ce bir süre de yanlarına yardımcı olarak alacaklardı.
Şubat 1875'te İmparatorhığun ayrıcalıklı bankası haline
gelmiş lngiliz-Fransız Q.çmanlı Bankası'na karşı verdikleri
mücadelede Skuludis'in finans şirketlerini ve Banquc de
Constantinople'u -Osmanlı hazinesinin Ekim 187S'te iflas
etmesinden sonra bizzat Sadrazam Mahmut Nedim Paşa
deste ki iyo rdu. Hatta Credil Lyonnai.ç'nin lstanbu 1 at:e ntası
müdürü Mercet'nin dediğine bakılırsa, Mahmut Paşa, kabi-
nesini Skuludis'in projelerini gerçekleştirmesini sağlamak
üzere düzenlemişti. Ama 10 Mayıs 1876'da patlak veren

.37 Jrnn Bmıvirr, Le Credir lyımnai.< J,~ HlliJ a 1882: l..e~ Amıee.< de Fııı·maıion d"Une
Bmırıııe J,~ Dcpoı s ( .. Hl63'trn 1882"ye Credit Lyonnais: Bir Kredi Banka~ının
Olusum Yıllan ··ı, Paris, im priıııcrk Nationalr, 1961. s. 683.

196
devrim sonucu Sultan iki güne kalmadan Mahmut Paşa'yı
görevinden almak zorunda kalacaktı. Girişi mi n başa rısızlı­
ğa uğradığım gören Skuludis ise Atina'ya yerleşerek politi-
kaya atılacak ve 1915-16 arasında Yunan Kralı Konstanti-
nos'un başbakanlığını yapacaktı.
Temmuz 1878'de lngiltere'nin İstanbul büyükelçisi La-
yard, İmparatorluktaki en zengin Yunan] dardan biri olan ve
yeni Sultan 11.Abdülhamit'in kişisel bankeri Georgios Zari-
fis'le yaptığı gizli görüşmeyi hükümetine rapor ediyordu.
Zarifis. İngiliz büyükelçisine Sultan'ın yakınmdakilerle ko-
nuşup ilkede onaylattığını söylediği bir tasarıyı sunuyordu.
Bu tasarı Yunanistan 'ın Osmanlı İmparatorluğu ile birleşe­
rek Avusturya-Macaristan örneğindeki gibi iki başlı bir im-
paratorluğun kurulmasını içeriyordu. Tesalya, Epir ve Ma-
kedon ya Yunan is tan' a bağlanarak, gen işletilmiş ve üs m anlı
Sultanı'nın süzerenliği altına sokulmuş bir Yunanistan Kral-
lığı oluşturulacaktı. Bu Krallık kendi kurum lan na sahip
olacak ve İmparntorluk yönetimine de katılacaktı. Ama bu-
nun için Yunanistan Kralı l. Georgios'un istifa etmesi gere-
kiyordu. Zarifis lngiltere'nin Kralı tahttan çekilmeye ikna
edebileceğini düşünüyordu. Layard, ilginç bulduğu tasarıyı
hemen reddetmiyor<lu. Ama İngiliz Hükümeti'nin Sultan'm
onayı olmadan bu tasarı için baskı yapamayacağım belirti-
yordu.
20 Ekim 1872'dc lstanbul'da Osmanlı tahtının varisi Şeh­
zade Murat Farmason locasına girmişti. Tören Fransa'daki
Grancl OrienL -Büyük Doğu- locasmın desteğiyle kurulan
He Pmodo_ç (İlerleme) locasmda yapılmıştı. Locanın başında
Venerable (Masonların Loca başkanına verdikleri ünvan)
ol.ırak İstanbullu Yunanlı işa<lamı Kleanthis Skalieris vardı.
Tören büyük bir gizlilik ve Fransız avukat Louis Amiable'in
evinde yapılmıştı. 1.ocanın 68 üyesinin çoğunluğunu Yu-
nanlılar ve aralarında Namık Kemal'in de bulunduğu Türk-

197
\er oluşturuyordu. Kasım 1873 ve Eylül 1875'te de Sultan I.
Abdülmecid'in 6. ve 4. oğullan, Murat'ın kardeşleri Şehza­
de Nurettin ve Kemalettin de He Proodos'a gireceklerdi. Sa-
ray ve devletin çok sayıda üst düzey görevlisi de bu mason
locasına dahildi.
Loca başkanı Skalieris, lstanbul'un önde gelen Fenerli ai-
lelerinden birine mensuptu. 20 Kasım 1833'te doğan Skali-
eris, aynı şehzade Murat gibi Türk-Yunan Konfederasyonu
fikrini savunuyordu. Sultan II. Abdülhamit'in tuttuğu gizli
notlara bakılırsa ağabeyi Murat zamanının büyük çoğunlu­
ğunu Skalieris ile geçiriyor, öğlen yemeklerini onunla yiyor
hatta ona saraya -ve hareme- girme hakkı veriyordu. Murat
ve Skalieris yanlarında yakın arkadaşları olduğu halde gece
geç saatlere dek ülkenin geleceği hakkında konuşuyorlardı.
Şehzade Murat, artık akıl hocası haline gelmiş olan Skali-
eris'i n Pera'da ki evi ne iade zi yarederinde bul un uyo rd u.
Skalieris Slav karşıuydı ve Panslavist hareketin etkisi ahın­
da İmparatorluğun parçalanmasının aynı Türkler gibi Yu-
nanlılar için de kötü olacağını düşünüyordu. Yeni Osmanlı­
lar'ın aktif bir üyesiydi ve hareketin, lstan bul' da ki lngiliz
büyükelçisi Sir H. El\iot ile ilişkisini kuruyordu. Gelişen
her olaydan Elliot'u haberdar ediyordu. Bu çok değerli bil-
giler sayesinde büyüke](,:i, diplomatik faaliyetlerini düzenli-
yor ve Abdülaziz'in tahtından edilmesine katkıda bulunu-
yordu. 1872-74 arası Yunanistan başbakanlığı yapmış olan
Epaminondas Deligeorgis de farmasondu. Deligeorgis "Do-
ğu'nun yine Doğu tarafından yenilenmesi"nin ön koşulu
olarak Yunanlılarla Türklerin biraraya gelmesi fikrini ortaya
atıyordu.
1876 devrimi sof talara para vererek hükünıete karşı gös-
teri yaptırtmış o lan Batı yanlılarınca gerçekleştirilmişti.
Anayasa, 23 Aralık 1876'da ilan edilecekti. Aynı 1839 Tan-
zimat hareketinin mimarı Mustafa Reşit Paşa gibi bu devri-

198
min mimarı Mithat Paşa da lngiliz yanlısıydı. Mithat Paşa,
Namık Kemal ve Yeni Osmanlıların, bir anayasanın gerekli
olduğuna yönelik fikirlerine kaulıyordu. Ama bu, onun Na-
mık Kemal'in tüm likirlcrini paylaştığı anlamına gelmiyor-
du. Çünkü Namık Kemal Batı emperyalizmine güvenmez-
ken, Mithal Paşa her şeyden önce bir lngiliz yanlısı ve lüm
Tanzimat reformcuları gibi bir Batıcıydı. lki politik şahıs
arasındaki bu farklılık, Namık Kemal'in fikirlerini 1876'da
desıeklemiş olan yeni hükümdar il. Abdülhamil ıaralından
sömürülecekri. lngiliz hükümeti gibi Mithat Paşa da, Os-
manlı hükümelinin büyük oranda ademi-merkezileşme.si
gerektiğine inanırken, Namık Kemal ve Türklerin büyük
çoğunluğu bunun İmparatorluğun Büyük Güçler'ce parça-
lanmasını kolaylaştırmaktan öte yarar sağlamayacağını dü-
şünüyordu. Mithat Paşa'nın Batı yanlısı liberalizminin mi-
rasçısı olan İngiliz muhibi Prens Sabahattin de imparatorlu-
ğun ademi-merkezileşmesinden yanaydı ve görüşlerini
"idari ademi-merkezileşme ve hür leşebbüs fırkası" dolayı­
mıyla savunuyordLı.
Sonu 1908 yılındaki askeri ayaklanmaya varan devrimd
hareket 1889'dan itibaren hem yurıiçinde -1889-97 arası İs­
tanbul, 1906-08 arası Selanik'ıe- hem de yurıdışında -1889-
1908 arası Paris'tc ve ayrıca Cenevre ve Kahire'de- örgütlen-
mişti. Bu kenılcrde çok sayıda devrimci örgül kurulmuşsa
da, bunların arasında 1889-1908 boyunca süren her kay-
naşmanın ardından biraz daha belirginleşen, Isıanbul'<la
kurulup Paris ve Cenevre'ye laşman biri, fitili ateşleyen ör-
güt olacaktı. Bahsettiğimiz örgüt, Osmanlı lttilıad ve 1Crakhi
Ccmiyeti'dir. "jön Türk" rnnımlaması ise l865'tcn itibaren
Sultan'ın despotizmine muhalefet eden liberallerin tümünü
kapsamaktadır. 1895'te Paris'te yayınlanan örgül programı,
cemiyetin amaçladığı devrimin baştan itibaren 1789 Fran-
sız Devrimi'nden örnek alındığını göstermektedir. Abdülha-

199
nıil'in anayasayı rafa kaldırması nedeniyle ancak 1877-78
arası çok kısa bir dönemde yaşanan parlamenter rejimin ye-
niden kurulması yoluyla, poliLik gücün burjuvaziye -salt
Türk burjuvazisine değil, Osmanlı ülkesinin tümünün bur-
juvazisine- verilmesi amaçlanmaktadır. Devrimciler ana
olarak, Osmanlı lmparatorluğu'na göı,· etmiş olan Rusyalı
Türk-Tatar bu~juvazisi tarafından olduğu kadar, halen im-
paratorluğa dahil olan Yunan-Ermeni ve Yahudi burjuvazi-
sinin fraksiyonu tarafından da desteklenen Türk küçük
burjuva (,:Cvrelerden gelmekteydiler. Bu grup başarılı olmak
için Osmanlı ordusundaki genç burjuva subayların da des-
teğini kullanacaktı.
1908 yılına dek aralarındaki anlaşmazlıklara rağmen tüm
devrimci Jön Türk grupları savaşımııı herhangi bir Türk
milliyeıçiliği değil, Osmanlı yurttaşlığı uğruna verilmesi ge-
rektiği düşüncesinde birleşiyorlardı. Ayrılık, bu Osmanlı
"millet"inin politik olarak üniter ya <la federal yapıya sahip
ol ınası tartışmasından <loğuyord u. Ü niter olması gerekliğini
düşünen ltrihaLçılar başarıya ulaşacak, federalizmi destekle-
yen Jön Türk liderlerinden biri olan Prens Sabahaııin
(1877-1Q48) ve Liberaller, son kertede devrim üzerinde et-
ki sahibi olamayacaklardı.
Ayaklanırn.1 23 Temmuz 1908 tarihinde Rumeli-Make.-
donya'tla patlak verdikten sonra Cemiyet, artık etkisi ola-
mayacağına inandıkları 11. Abdülhamiı'i anayasal hüküm-
dar sıfatıyla ıahııa bırakmakta sakınca görmem işti. Ama
hükümdar, 13 Şubaı l 909'a dek hükümeLi yöneten liberal-
lerle ittihatçılar arasındaki anlaşmazlıktan yararlanarak 13
~ isan l 909'da lsıanbul'da pal lak veren karşı devri 111 lehine
kendi gücünü arnrmaya çabalıyordu. Karşı devrimi, Sela-
nik'ten gelen ordu hasuracak, Abdülhamit tahttan indirile-
cek ve yerine, 1918 yılındaki ölümüne dek Cemiyet'in kuk-
lası olarak kalan kardeşi V. Mehmet getirilecekti.

200
Osmanlı lnıparatorluğu'nda olduğu kadar Atina'daki dev-
lellc de Yunan halkının tamamı 1908 Devrimi'ni çılgın bir
coşkuyla karşılamıştı. Oysa devrimin ilan ettiği çokuluslu
üniter devlet ilkesiyle aynı devrimin ülke içinde ilan elliği
ulusların eşitliği ilkesi arasındaki temel karşıtlık gözlerden
kaçmış olmalıydı. Zaten Yunanlılar, Türk ve Yunanlılar ara-
sında eşitlik hedeflerken hu eşitliği Bulgar ve Sırplara yay-
mak niyetinde değillerdi, düşledikleri Slavların tabi olacağı
bir Türk-Yunan imparatorluğuydu.
Yunanlı subay Athanasios Suliotis (1878-1945), 1908-12
yılları arasında lstanbul'da Yunan milliyetçi! iği 11 in teorisyr:-
ni lon Dragumis (1878-1920) ile sıkıca işbirliği yapan Os-
manlı parlame.ntosundaki Yunanlı mebusların lkumeni Pat-
riği'nin ve Atina Hükümeli'nin desteğini alınış olan fstwıbul
Oı"~ülü (Orgwıosi.~ Le.~ I<o11s1wıti11upolco.~) adlı gizli bir örgüt
kurmuştu. SulioLis'in eyleminin ideolojik temelini Helcno-
türkizm oluşturmaktaydı. Suliotis, ne Jön Türkler ve Ri-
gas'ı ıı Bizans-Osmanlı lkumeniciliğini, ne de Megali
ldcn'nııı ayrılıkçı Yunaıı milliyetçiliğini c.lestekliyorc.lu.
Onun ideolojisi bu ikisinin karışımıydı: yani Doğu Akde-
niz'in temel kültürel kimliği ve bölgeyi oluşturan temel
millet gerçeklerinin her ikisini birden hesaba katıyordu.
Tek bir Bizans ya da Osmanlı "millet"ine değil, Türk ya da
Yunanlı gibi, ayrı ama yine de Ege dünyasının kültürel kim-
liğini korumak üzere bir konfec.lerasyon bünyesinde birleş­
mesi gereken milletlere inanıyordu. Uu konfederasyon gcr-
c,;ekleşti ri ki i kten son rn bir "Doğu 1rkı" n ı n yaratı 1masıyla
uluslarüstü ikind evreye geçilebilirdi. Ama 1912-13 Balkan
Savaşları, Türk-Yunan konfederasyonu tasarıları na son vt~­
recc kti. Eserlerinin çoğunluğunu 1911 yılından sonra kale-
me almış olan Türk milliyetçiliğinin babası Ziya Gökalp
(1876-1924) bir Batıcı değildi. Islam dininin savuııusunu
<la içeren milliyetçi ideolojisi Türkçülük onu ayııı Dragu-

201
mis gibi, aşın Batılılaşma yanlılarıyla sar Doğu geleneğine
geri dönmek isleyenlerin tam da arasına yerleştiriyordu.
Gökalp'len Mustafa Kemal'e (1881-1938) dek Batı yanlı­
larıyla, Balı'nın her ne şekilde olursa olsun ülkeye girmesi-
ne mulıaldeı ecle nler arasındaki kavga tekrarlanacaktı. 19.
yüzyılda Namık Kemal, Tanzimat'ın Batıcılanyla Il. Abdül-
lıamid'i destekleyen Doğucular arasında her iki tarafa da
mesafeli bir yol çizmeye çabalamış ama temel olarak Batıcı­
lardan uzaklaşmıştı. 1908'clen sonra ise Liberal le r ile ltti-
hatç ılar arasında gelişen kavgada Ziya Gökalp lLLihatçılara
yanaşacak ve ideolojilerinin esin kaynağı olacaku. En güçlü
ve oldukça radik.:11 luilıatçı lideri Enver Paşa, lınparatorlu­
ğun bağrında Batı nüfuzunun simgesi olarak duran kapitü-
lasyonları 9 Eylül 1914'Le yürürlükten kaldırarak kendin-
den önceki Il. Abdülhamit gibi Panislamcılığa kayınca, İlti­
hatc;ılar içinde ki Batı karşıtı eğilim net olarak belirecekti.
Ama Türk olmayan Müslümanlann lngiliz-Fransız Bau'nm
saflarında lmparaLorluğa karşı savaştıklarını gören Enver
Paşa Pan is la ıncılığı lerkederek Rusya Türk leri'n in; lstan-
bul'a sığınmış Yusuf Ak~:ura'da (1876-1935) cisimleşen ve
Osmanlı ile Rusy<ı Türkleri'ni birleştirecek bir devletin ku-
ru 1masını öngören Pa n tü rkçü lüğe çark elti. Enver Paşa,
Pantürkçülük davası peşinde Özbekistan'da Kızılordu'ya
karşı savaşırken 1922 Ağustos'unda öldü.
Batıcılar ve Doğucular arasındaki kavga, l 908'de Liberal-
ler ve luihaLçılar arasında meydana gelmiş olanı andıracak
şekilde Atatürk'ü n 1919-22 yılları arası ncla yürüttüğü istik-
lal Savaşı süresince yeniden belirecekti. Batıcılar 17 Kasım
l 924'Le Trralıkircrvc r Cuınlıu riyct Fırhası adıyla bir muhale-
fet partisi örgütleyecekti. Mustafa Kemal'in partisi ise 9
Ağustos 1923'tc kurulacak ve Cumhuriyet Halk Fırkası adı­
nı alacaku.
Namık Kemal ve Gökalp'Len Alalürk'e clek "vatan" dü-

202
şüncesini ilk sıraya yerleşlirenler -ki bunlara modernisı Do-
ğucular diyebiliriz- din sorunu ile karşı karşıya kaldılar. İs­
lam halkın ruhuydu ama aynı zamanda onun kurumları,
vatanın gelişmesinin önünde bir engel haline gelmişlerdi.
Vatanı, ruhuna ihanel elmeden dinin boyunduruğundan
nasıl kurtarmalıydı? Başa çıkılması nerede}'Se imkansız
olan bu güçlük karşısında lslam'ı aşama aşama Lerkederek
Batı Uygarlığının benimsenmesine olanak tanınması, bu
yolla Batı'nın bizzal kendi silahlarıyla mağlup edilmesi
amaçlandı. Batı'nın Lamamen Balılılaşmış hir ülkeye karşı
yapacağı bir şeyiıı kalmayacağı düşünülüyordu. Böylelikle
kendini Batı karşıLlarına hile benimsetmeyi başaran Batılı­
laşma süm.:inin geri dönülemez olduğu gibi bir durum or-
taya çıkmışlı.
1Kasım1922'de monarşi sona e.rdi. Böylelikle tahttan in-
dirilmiş olan Vl. Mehmet, lstanbul'dan 17 Kasım günü kaç-
tı. Hemen ertesi günü kuzeni Il. Abdülmecid, imparatorluk
ünvanı verilmeksizin yalnızca halife ilan edikli. 29 Ekim
1923'te başkenti Ankara olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti
kuruldu. 3 Mart 1924'ıe halifelik de kaldırıldı. 19. yüzyılda
Balkan, 20. yüzyılda da Arap devletlerinin kurulmasından
sonra, İmparatorluğun son mirasçısı olan Türkiye kurul-
muş oluyordu. Daha sonra bunlar arasından yalnızca-Türk
ve Yunanlılarda -yani. imparatorluğun konumundan en çok
yarar sağlamış iki halkta- Osmanlı İmparatorluğu özlemi
doğaı.:akLı.

203
Sondeyi'

lkibin yıllık Bizans-Osmanlı lkumeni İmparatorluğunun yı­


kılışının, halkı, özellikle de Türkler ve Yunanlılar üzerine
etkisi derin olmuştur. Büyük Konstantinos'un 1147 yıl son-
ra (306-1453) 470 yıllık bir dönem için Osmanlı hanedanı­
na kaptırdığı taht bu kez varis bulamamıştı. Büyük Yunanlı
yazar Nikos Kazancakis, durumu şöyle özetler:
"Tüm Yunanlılar Yunanistan'a, tüm Türkler Türkiye'ye!. ..
Tüm köy inliyot: .. Çünkü ruh, büyük acı ve eziyetlerle tanışıp
toprak ve sudan ayrılıyor. .. Bizi toprağımızdan koparıyorlar
Bunun sorumlularına lanet olsun! Tüm köy ellerini göğe kal-
dırıp onu yankıladı. 'Bunun sorumlularına lanet olsun! Bunun
üzerine tüm köylüler yumuşak ve nemli toprağı öperek yerler-
de yuvarlanmaya başladılar. Toprağa başlarını, yanaklarını,
boyunlarını sürüyor, onu tekrar öpebilmek için secdt}'e varı­
yorlardı. "1
1923 yılı, 182l'dc başlamış yüzyıllık Türk-Yunan savaşı­
nın sonm:u olmuştur. 1923 yılı, özgür bir politik tercih

NikllS Kazancakis, Hııi lldcrfıı{adts (l'ransızc;ı Çevirisi, les rreres f:mu.:mis.


Dü~man Karıle~ler), Paris, Plon, lll(ı5, s. 15-19.

205
üzerine kurulmuş bir askeri girişimin mantıksal sonucu-
dur. Bu tercih neydi? lon Dragumis'in partizanları çokulus-
lu Osmanlı imparatorluğu üzerine dağılmış Yunan ulusunu
gelişlirmek, bunu gen.,:ekleşlirmek için de imparalorluğu
kademeli olarak Slavları dışarıda bırakacak bir Türk-Yunan
konfederasyonuna dönüştürmek istiyorlardı. Elutherios Ve-
nizelos yanlıları ise, Yunan ulusunu Lamamen 'Yunan' bir
c.levlelin çatısL altmc.la toplamak ve sınırları alabildiğine ge-
niş tutmak niyelindeydiler. Bu niyetlerini ele 'Megali idea'
olarak adlandmyorlardı.
182 l 'de varolmayan Yunan devleti, güçlü bir ayrılıkçı ha-
reket sayesine.le, İmparatorluğa zarar verecek şekilde Tesal-
ya'nın kuzeyine kadar genişlemişti. Bu henüz mütevazi bo-
yuLlar, Megali ldea'nın yeni takipçisi Venizelos'un l 9 Ekim
1910'da Atina'c.la başbakan olduğunda c.levraldıklarıyd1. Ve-
nizelos iklidara gelir gelmez imparatorluğa karşL savaş ha-
zırlıklarına başladı. Arkadaşlarına şöyle demişti: "Toprakla-
rımız iki yLI içinde iki katma çLkmalı, bunu başaracağız." 18
aydan az bir zamanda ela Yunan kara kuvvellerini iki katına
çıkarmışu.
Balkan iuifakı polilikası sonucu Venizelos, kendini Ru-
me.li'nin -imparatorluğun Avrupa bölümünün- Balkan dev-
letleri arasında paylaşdması işine vermişli. Oysa Yunanlılar
yüzyıllardan beri Balkan bölgesi boyunca -özellikle de bur-
juvaziyi oluşturdukları kentlere.le- yayılmışlardı. PaylaşLm,
Sırp ve Bulgarların eline geçecek bölgelerde bu Yunanlı bur-
juvaziyi yokcdecekti. Bu, Venizelisl nüfus mübadelesi poli-
tikasının başlangıcıydı ve bu politika, 1923'te Helenizmin
tüm Balkan ve Yakın-Doğu bölgesinden koparılmasL ve da-
ha küçük bir alana sahip bir Yunan devleti çatısL altrnda
Loplanınası yla sonuçla naca kLı. Ven ize listlerle an ti-Ven ize-
listler arasındaki çok ciddi fikir ayrılışınm temelinde de bu
politika yatmaktaydı. Venizelos'un plam, l 912'de Yunan-

206
Bulgar anlaşmasmın imzalanmasm<lan az önce açıkladığı
şekliyle şöyleydi: "Türkiye'ye karşı harek<'idar yüksek olası­
lıkla şu şekilde yürütülecektir: Bulgarlar güçlerini Edirne
ve Meriç Nehrine (Evros ya <la Maritsa) yöneltecekler. Sırp­
lar Üsküp'e (Skopje) yönelec.:ekler. Biz de Thessaloniki (Se-
lanik) ve Serres'e yürüyeceğiz. Oraya zamanında varacağız.
Paylaşım, askeri işgal leme.! alınarak yapılacak. " 2 Başka bir
deyişle halkların kaderi silah gücüyle be llrlenecekti. lon
Dragumls ise bu tür bir politikaya karşıydı. Slavlarla paylaş­
mak için Osmanlı Imparatorluğu'na saldırmak ona göre Yu-
nan mirasına saldırmak ve yalnızca bir parçasını almak de-
mekti. Aynı şekilde, yoldaşı Athanasios Suliotis-Nikoliadis
<le Balkan ittifakını lanetliyordu. Onun için Osmanlı lmpa-
ralorluğu Doğu ile Bau arasındaki Arabölge'nin merkezi,
"Doğu uygarlığı"nın emanelçisiydi. Orası, Yunanlının eviy-
di. Kendi evini yağmalamak için Slavlarla illifaka girmek
delilikti. Paylaşım, o evin, yani Arabölge ve uygarlığının yı­
kııııı demekti. Sonuç itibariyle yıkınular üzerinde hüküm
sürecek olan Batı'ydı. General loannis Metaxas da daha
sonra Venizelos'a karşı aynı i<l<lia<la bulunacaktı: Venizelist
pay ]aşım politikası He len 1zmi parçalamış ve zayıflatmıştı.
1912 yılında, Balkan savaşları öncesi l mparalorluğun Av-
rupa bölümü -Rumeli- ekonomik açıdan en zengin ve kül-
Lürel açıdan en gelişmiş bölgeydi. İzmir istisna olmak üze-
re, lmparalorluğun bütün yaşamı lslanbul ve Thessalonikl
(Selanik) arasında yoğunlaşmıştı. Sonuçta bu bölgenin nü-
fusu yalnızca Bulgarlar, Yunanlılar ve Sırplardan oluşmu­
yordu. Nüfusun önemli bir kısmı ela Türktü ve bunlar Ana-
dolu'ya kaçmak zorunda kalmışlardı. Ilir yıl sonra 1913\e
c,:oğunluğu Rumelili olan ve. İmparatorluğun politik hakimi
durumundaki İttihatçılar İstanbul ve Doğu Trakya dışında

!. Gcorgios Vcııtirb, He /fd!11sııı 1910-1920 ("1910-20\le Yunanist.ın''), Aıimı,


l'yrsos, 193 1, cilt 1, s 93.
207
bütün Rumeli'yi ve özelllk le de 1908 devrimindeki merkez-
leri Sclanik'i kaybetmişlerdi. Hayati önem taşıyan bu bölge-
ni ıı kay bedii mesi, lmparnto rluk için eşi benzeri olmayan
bir relakctti. Ayrıca gayrimüslim nüfusun önemli bir bölü-
münün yitirilmesi sonucu sözde "Osmanlı ulusu", Anado-
lu'ya sıkışacak ve ı.;okuluslu nileliği epey azalmış halde, Hı­
risLiyanclan çok Müslüman bir niteliğe bürünecekti. Bunun
sonucunda ela 1914 itibariyle Panislamizm önem kazana-
caktı. Tüm bunlar yelmiyormuş gibi, 13 Şubat l 9 l 4'de bü-
yük güçler 1. Balkan savaşında Yunan güçlerince işgal edil-
miş olan Anadolu kıyısındaki Ege adalarının çoğunun İm­
paratorluktan alınıp Yunanistan'a verilmesi gerektiğine ka-
rar verdiler. Oysa lstan bul, Chios (Sakız) ve Lesbos (Midil-
li} adalarının Anadolu'nun ayrılmaz bir parçası olduğunu
belirliyor ve ilhakc.1 karşı ı;ıkıyordu. Böylece 1914 yılında
Anadolu kıyısındaki bu adalar nedeniyle Osmanlı lmpara-
lorluğu ve YunanisLan arasındaki gerilim tehlikeli bir şekil­
de artacaktı. Hakimiyeti ele geçirmek amacındaki iki ülke,
deniz kuvvetlerinin güçlendirilmesi yarışına girdiler. Tüm
bunlar, 1914'te Anadolu'ya kaçan Türklerin ters yönüne
doğru kaçan Yunanlı müileciler sorununun ortaya çıkması­
na neden oldu. O döneme tanık olan bir yüksek düzeyli
mcm ur, yaşa el ık lan n ı şöyle anlatmaktadır:
"1914 yılıııııı ~üncşli bir nisun .subuhı, maliye müfettişi ola-
rak görev yaptığı ın Thes.,aloniki'de eski Splendid Otelinin pen-
ccrc.~i11den bllkllrken şu olaya tanık oldum. Selani k Limanı ( ... )
biıdenbire kimliklerini belirtmeksizin geceleyin gelen gemilerle
dolmuştu ... So11rackm öğreııdik ki, Jön Türk hühümeti Ege c.ula-
larıııın boşaltılması i(in Yuııaııistan'a bu.<;kı ycıpmak amacıylu,
Makedonya ve Butı Trnkya'ıım dört biı- yunmdmı Türkiye'yc
hürnm etmiş Müslüman mülteôleri yerleştirmek için çok .~ayı­
da Trukyu höyüııdc11 ve Edremit'ten (Adrwnuıti) Fethiye'yc
(Makri) deh Küçük Asya hıyılanııdan Yıman nüfusunu. kov-

208
muştu. Bütün bu insaıılar, biı- sürü gibi gemilere lıhılmı:_; ve bir
kısmı Sclunik'c ve bir kısmı du Ktı\l(ılu'yu göııderilmişti. "3
Balkanların paylaşılması politikasının doğrudan doğruya
bir nMus mübadelesiyle sonuçlanacağını öngörmesi gere-
ken Yunan hükümeti, bu müllecileri karşılamak için hiçbir
hazırlık yapmamıştı. Bu olay sonucunda Thessaloniki'de
çabucak bir Epitrope Pcritlwlpseos k'ıi Eghatastusw.~ Pıosfıı­
gon (MülLecileri Karşılama ve Yerleştirme Komitesi) kurula-
caktı. Bu ilk komiteyle oluşlurulan model temel alınarak
daha sonra 191 Tele Purgcioıı Pronosias (Toplumsal Yardım
Bakanlığı), l 918'dc Epoihismu (Tarım Bakanlığı'nın lskaıı
Müdürlüğü), l 922'clc Pcrithalpseos (Mültecilere Yardım Ba-
kanlığı), l 924'te Epitropc Apohata.~tasw.~ Pnıs{u,f!,On (Mü 1te-
cilerin Yeniden Enıegrasyonu Komitesi) ve son olarak da
192H'cle Uj;!ieiııcs (Sağlık Bakanlığı) kuruldu. 19 H'de Yu-
nanlı mü 1tccilcr Th essaloni ki'ye sığındılar ve kil iselcrdc
kalmaya başladılar. Kırsal kesimden gelen aileler ise sakin-
lerince terkecli 1miş Türk ve Bulgar kôylerine yerleşti ri leli ler.
Yunan nüfusunun bir başka hareketi de I. Dünya Sava-
şı'nııı başıııda gerçekleşti. Osmanlı imparatorluğu Almanla-
rın safında savaşıyordu. Yunanistaı1 Larafsız gözüktüğü hal-
de Venizelistler tarafından Almanlara karşı savaşa sokul-
mak isleniyorclu. Artık Yunanistan'ın elinde bulunan Ege
adalarındaki ve Anaclolu'nun batısındaki halkın büyük ço-
ğunluğu Yunanlıydı. Osmanlı ordusunun Alman danışman­
ları için bu, Yunanistan'ın Fransa ve İngiltere yanında sava-
şa girmesi halinde büyük bir askeri tehlike elemekti. l3öyle
bir durumda Batı Anaclolu'cla yaşayan Yunan nüfusu İstan­
bul h ü k ü metine karşı ~:evrile bi lircl i. Benzeri bir el urum
Anadolu'nun doğusunda ela sözkonusuydu. Burada <la lm-
paraıorlukla savaş durumunda olan Rusya, Ermeni nMusu

1 ı\. A. l'allis. Anmlrnmr ''" pımjiıgilw tctt'llrn ("Mülteciler Sonımına Ycniclcıı


Uakı~"), Mik.-mıi/rn Uıroııilrn. Atin.ı, cilt Xl, 19M, s. 21.

2Cl9
lstanbul'a karşı kullanmıştı. Bu mantık insani açıdan mah-
kum edilmeliyse de askeri danışmanlar bunu yalnm:a aske-
ri açıdan meşrulaştırmaklaydılar. Zaten Rusya da 11. Dünya
Savaşı sırasında Stalin yönelimi altında Alman işgaline kar-
şı aynı yöntemi uygulamaktan kaçınamayacaktı. Ne olursa
olsun, lmparatorluğun Anadolu kıyısından, öncelikle de
Ege bölgesinden ve Boğazlarla Karadeniz bölgesinden yüz-
binlerce Yunanlı, 1915 yılında İngiliz, Fransız ve Yunanlıla­
rın muhtemel hedeflerinden uzağa, Küçük Asya'nın içlerim:
ama aynı zamanda Rus ordusunun faaliyetlerinden -ki ge-
rektiğinde Yunanlılar bunlara da yardım edebilirlerdi- uza-
ga gönderildiler. Uzman A. A. Pallis, kıyıdan içlere, önce-
likle· de Sıvas, Gümüşhane, Konya ve Diyarbakır tarafına
gönderilen Yunanhlann sayısını beş yüz bin olarak verir.
1. Dünya Savaşı'nın ve Osmanlı yenilgisinin ardından
l 9 l 9'da yüz binlerce Yunanlı mülteci kıyı boyunca, özellik-
le de Yunan birlikleri tarafından işgal edilmiş Ege kıyılarına
yerleşmek üzere iç bölgelerden, aynı zamanda Makedonya
ve Trakya'dan geri geldi. Bu dönüşlerle ilgili Atina hüküme-
ti tarafından komiserlikle görevlendirilmiş olan A. A. Pallis,
birkaç ay içinde Anadolu'nun içlerinden yaklaşık 280 bin
kişiyi geri getirmeyi başardığını söyler. Ev !erine yeniden
yerleşen bu mültecilerin intikam hissiyle dolu olduklarını
ve yöredeki Türk nüfusun bundan çok çekindiğini de ekler.
1919'dan 1922'ye dek Yunan birliklerince işgal edilmiş top-
raklarda Yunanlılarla Türkler arasında gelişen büyük kin,
l 922'deki Yunan yenilgisinden itibaren büyük bir kitlenin
Yunan ordusundan arta kalanları trajik bir düzensizlik için-
de takip ederek Yunanistan'a kaçması sonucunu doğurdu.
Doğu Trakya'nın Yunanlı sakinleriyse daha şanslıydı. 29 Ey-
lül 1922 larihli Türk zaferine işaret eden Mudanya aleşkes
anlaşmasının şartları sayesinde bölgenin Türklerce geri
alınmasından önce Yunanistan'a kaçmak isteyenlere bir ay-

210
lık süre tanındı. Doğu Trakya'daki Yunanlıların neden he-
men kaçış yolunu seçmiş oldukları kolayca anlaşılıyor.
Yunan birliklerinin yenilgisi sırasında Anado\u'daki nüfu-
sun bir kısmı endişeli bir şekilde Türklerin intikamından
kac;ış yollarını arıyordu. Sözkonusu halk, Karadeniz kıyı­
sında Yunanlılarca Pontos diye anılan bölgenin sakinleriydi_
Ama Pontos'un dışarıyla bağlantısı kesilmişti. Bunun üzeri-
ne Türkler ve Yunanhlar bir anlaşmaya vardılar. Buna göre,
Pomos Yunanlılan Türk gemileriyle lslanbul'a, oradan da
Yunan gemileriyle Yunanislan'a taşınacaklardı. Bu anlaşma
uygulanmaya kondu ve mülteciler, Yunanistan'a geçmeden
önce Boğaz'ın Asya yakasında, lslanbul kıyılarındaki muh-
teşem Selimiye Kışlası'nda konakladılar.
Yeni doğan Türkiye'nin çeşitli noktalarından başlayan
bütün bu göçlere rağmen hala Anadolu kıyılarından uzak iç
bölgelerde, gitme şansı olmayan önemli bir Yunan nüfus
kalmıştı. Bunun üzerine Milletler Cemiyeti mülteciler soru-
nunun etraflıca incelenmesi için bir Norveçliyi, Dr. Fr.
Nansen'i lslanbu\'a gönderdi. Nansen yeni ve radikal bir
çözüm önermeye karar verdi. Bu çözüm, Yunanistan Türk-
leri ve Türkiye'li Yunanlıların zorunlu -kendi isteklerine
bağlı olmayan- mübade \esiydi. Yunanistan ve Bulgaristan
arasındaki nüfus mübadelesini düzenleyen 1919 tarihli Ne-
uilly sözleşmesinde, mübadelenin iradeye bağlı olması ge-
rektiği açıkça belirtilmişti.
Sonuçta uygulanan Nansen önerisi, Türklerden çok Yu-
nanlıların işine yaradı, çünkü Türkiye'deki Yunanlıların bü-
yük kısmı zaten göç elmişti ve l 913'len sonra Yunanislan'da
kalan Türklerin -ki bu tarihten sonra yerlerini terketmeleri
için hiçbir neden yoktu- tarlalarım terketmeleri ve yerlerini
Yunanlı mültecilere bırakmaları gerekecekti. Hal böyle iken
Türkiye kısa vadeli çıkarlarından daha ilerisini görerek, mü-
badelenin gerektirdiği bu tür bir özveriyi kabul etmişti.

211
Çünkü amacı, daha önce çok sık bir şekilde sıkınlısını çekli-
ği, ülkede yaşayan azınlıklar bahane edilerek kendisinden
loprak talep edilmesi olgusunun önüne geçmekti.
Lozan'da imzalanan 30 Ocak 1923 tarihli Sözleşme, Yuna-
nistan ve Türkiye arasındaki zorunlu nüfus mübadelesini dü-
zenliyor ve sadece Ilatı Trakya Türkleri ile lslanbul ve Çanak-
kale girişinde bulunan lmroz Ombros ya da Gökçeada) ve
Bozcaada'da (Tenedos) oturan Yunanlıları mübadele dışı bıra­
kıyordu. Bununla beraber, Anadolu'nun doğusundaki Yunan-
lıların çoğu köylerini terketmek istemiyorlardı. Yunan-Türk
savaşının bu bölgeye sıçramamış olmasından ötürü iki loplu-
luk arasında hiçbir çekişme yoktu. Yöre Türklerinin işbirli­
ğiyle bir kısım Ortodoks Hıristiyan Müslümanlığa geçti ve
mübadeleden kurtulabildi. Zaten yüzyıllardır bir bölümünü
Yunan kökenlilerin oluşturduğu bölgede son olarak kaçak bir
şekilde lslam alemine dahil olan bu kişilerin sayısım kestir-
mek oldukça güçlür. Her halükarda, bu 1923 sonrası gönüllü
elin değiştirmeler hakkında henüz hiçbir araştırma yapılma­
mıştır. Kolayca söylenebilir ki, l 914'le Osmanlı lmparalOrlu-
ğu'ııdaki Yunan nüfusu iki milyon olarak lahmin ediliyordu.
Bu nüfusun üçu· ikisi Yunanistan'a illka elti. Doğal olarak da
kalanlar savaştan çok çekli ve büyük kısmı ya öldürüldü ya
da hastalıklardan öldü. Yaklaşık 120 bin kişi yasal olarak ls-
lanbul, lmroz ve Bozcaada'da kaldı. Ama ya diğerleri?
1919 Barış Konferansı'na Yunan hükümetinin propagan-
dislleri tara[ından sunulan ölçüsüzce şişirilmiş sayılar üze-
rinden de lmparalorluktaki tüm Yunanlıların sayısını kes-
tirmek daha da zordur. Anadolu için Justin Mc Carthy bu
abartılı sayıların nerelere dek gidebileceğini göslermişlir. 4

.f llkz_ "Greek Sıatisık~


on Ottoman Greek l'opubıioıı'" lnt~nıaııonal Jomrnu1 ııf
liı dıish .'itııdic.,
içinde, 1 (2), Giiz 1980, s. 66· 7ti, ve Muslim mıd Minuritic.•. 11ıı'
l'<Jpulation of Otıııman ;\ırntolia mıd ti" l'nd ıif ıhe cm pi re, Ncw York, L98 )_ llu
ikint:i esenle (s. Ll2-3'l) yazar 1912-22 arasında yalnız Anadolu için
hrsaplarım.la yiiz<lı: 2'rlik bir "kayıp" tc,;piı eder.

212
Zorunlu nüfus mübadelesi sonuı.:u, l 923'ten sonra 192 bin
356 Yunanlı Türkiye'yi, 354 bin 64 7 Türk ise Yunanistan'ı
terketti. Bu sayılar da Lozan sözleşmesinin Yunanistan için
daha avantajlı olduğunu kanıtlamaktadır. Aynı şekilde Yu-
nanistan bir milyon 300 bin mülteciyi (700 bin köylü ve
600 bin kentli) kabul elli dendiğinde, bu nüfusun ezici bir
çoğunluğunun mübadeleyle ilgili 1923 sözleşmesinden ön-
ı.:e 1913 ile 1922 arasında Yunanistan'a ihiı.:a ettiğini de ek-
lemek gerekir.
Turlwmeriles'lerin (Türkiye'den gelen Yunanlıların) Yuna-
nistan'daki mülteciler meselesi üzerine etkisi, mültecilerin
yüzde 90'ının Osmanlı lmpanıtorluğu'ndan geldiği gerçe-
ğiyle ölçülebilir: mültecilerin sadece yüzde 4'ü Bulgaris-
tan'dan, yüzde S'i Rusya'dan (Karadeniz çevresinden) gel-
mişti. Ilu sonuncular, 191 7 Bolşevik Devrimi'nden kaçan
Rusya'daki Yunanlı burıuva sınıfının mensuplarıydı. Kalan
yüzde 1 ise çeşitli bölgelerden, özellikle de Sırbistan ve Ar-
navutluk'tan geliyordu.
Son olarak, bilinmelidir ki; mübadele uzmanları kimin
Yunanlı kimin Türk olduğunu anlamak imkansız olcluğu
için, yüzyıllardır yürürlükle olan ve sadece din temelim.'
dayanan Osmanlı ölçüsünü izlediler. Ortodoks Hıristiyan
milletine dahil kişiler Yunanlı, Sünni Müslüman milletine
dahil kişiler Türk sayıldı. Bu ayrım yapılırken anadil olgusu
hiç gözönüne alınmadı. Bugün bile Yunanlı köylü kadınlar
yaramazlık yapan kızlarına, "seni imansız" anlamına gelen
"seni Türk" demektedirler.
Böyleı.:e, mübadele sırasında, Giritli Müslümanlar dilleri
Yunanı.:a olduğu halde Türk sayılıp Ege'nin doğu kıyısına,
Karaman'daki (Kapadokya) Ortodoks Hıristiyanlar di ileri
Türkçe olduğu halde Yunan kabul edilip Ege'nin batı kıyısı­
na gönderilmişlerdir. Kapadokya sakinlerinin kendi halin-
deki yaşamını anlatan Octave Merlier l 970'te şunları yaz-

213
ınakladır: "Eğer Avrupa, devletlerin çatışmasıncı müclahak et-
memeyi ve yılların iman ve deneyimine sahip olan bu insanla-
rın hendi düzenlerini lmrmalarına izin verseydi, Kapadok-
_ya'dahi bu küçük mağara adamları hanıonu ne hariha bir i>r-
nclı olurdu."~ Elbette ki müdahale eden Avrupa değil, milli-
yetçi Megali Idea'yı gerçekleştirmek için lngiliz emperyaliz-
minin çıkarlarına hizmet etmeyi kendi rızasıyla kabul eden
Venizelos'tu. Daha da şaşırtıcı olan, politikaları sonucu her-
şeylerini ka)•betmiş olmalarına rağmen mültecilerin nere-
deyse tamamının, nadir rastlanan bir kolektif mazoşizm ör-
neği göstererek Venizelos'u desteklemeleriydi!
1912-22 Türk-Yunan savaşının büyük zorluklara karşın
1923\c Türkler ve Yunanlılar arasındaki ayrılık, özellikle de
bu kardeş savaşıııın fazla etkilemediği bölgelerde çok acı ol-
muştur. Bu savaş ger<.:ekLen de Türklerle Yunanlılar arasın­
da geçen bir iç savaştı. işte Kapadokyalı bir Türk'ün tipik
bir deyişi: "Aynı ZL1mandı:ı sizin de vatanınız olan vatanımızı
tcrfredişiniz bizi lıe.~inlilde scvindimıiyoı: Biz, sevgili Serafim,
ay111 toprağm çiçeldcriyiz. Gidişiniz insanlık dışı ve barbar-
w ... Sizin gibi insanları bulmak ve yaratmak bizim için çolı
güç olacak. Tdı lwzancımız, iki Başlı Kartal'ın yarawğı
sürcld i dert lerclen lı urtul uyo r ol rnam ı zdı r. •'6
Jlıi Başir Kartul, Yunanlıların İmparatorluğun yönetimine
özlemlerinin sembolüydü.

'i D. l'nrııpulos vı: 11. Aııdr.:atlis'in l_a Vir R.digit'.ıı~ı: dam a Re,ı:iıııı cl'Alı~aıay­
<; r.h-rri ( ı\ ks'1nıy-G el veri Yti resi ııde Di ıısı:I Yaşımı) adlı Yunanca cı;cri n in
ön~özü. Fransızca öııstiz ve analizi, Ati na, Klıçük Asya Ara~ıırmaları Merkezi
v~1yıııı, 1970, s. 12.

6 Kilpadokya·Urııüp'üıı güneyıııdcki Damsa (Mustafopaşa ya da Sinasnı;) adlı


kü<;(ık bir keııucıı ııclcıı Sera11nı Rizos'uıı aıılarnklım. Rizos, 2 Ekim 192-+'ıc
zorunlu ımihadde nedeniyle yurdundan ayrılmışıı. Kln;;ük Asya Araştırmaları
Merkezi. ile faodcı~ ( Gt>d. Aliııa, l 982. dlı ı, s. 300.

214

You might also like