You are on page 1of 35

VAROLUŞÇU YAKLAŞIM

Psikanaliz ve davranış terapisine bir tepki olarak doğan Varoluşçu Yaklaşım felsefedeki fenomonoloji ve
varoluşçuluktan etkilenmiştir. Varoluşçu Yaklaşım insan doğasına ilişkin deterministik bakışı ve radikal
davranışçı görüşü reddeden bir yaklaşımdır. Psikanaliz özgürlüğün, bilinçaltı güçlerle, akılcı olmayan güdülerle
ve geçmiş olaylarla sınırlandırıldığını savunurken; davranışçılar özgürlüğün, sosyo-kültürel koşullar tarafından
sınırlandırıldığını ileri sürmektedir. Varoluşçu yaklaşım seçeneklerimizden ve eylemlerimizden sorumlu
olduğumuz varsayımına dayanmaktadır.
Hümanizm ve varoluşçuluk, yerleşik felsefelere dayanan yaşama bakış biçimleridir. Hümanizm, bilinçli
insanoğullarının akıl yürütme, seçim yapma ve özgürce hareket etme yetisine inanmaktadır. Bu, insancı
olmaktan, yani insanlıklarına değer verdiğimiz için insanlara nazik yaklaşmaktan farklıdır. İnsanın akıl yürütme
yetisi üzerinde durması nedeniyle, hümanizm genellikle ateizm veya agnostisizm –yani Tanrılara veya dine
inanmama- ile ilişkilendirilmektedir. Bunun nedeni, bu tür inancın mantıktan ziyade iman gerektirmesidir. Aynı
zamanda, insanoğullarının kaderlerini kontrol etmeye değer verme ve bu konuda birbirlerine katılma yetilerine
olan inancından dolayı, demokrasi ile de ilişkilendirilmektedir.
Varoluşçu felsefe, insanoğulları için varoluşlarının gerçeğinin anlamıyla ilgilenmektedir. İnsanların yaşamlarını
kontrol etmeye ve nasıl yaşadıklarını belirleyen fikirleri değiştirmeye ilişkin kişisel gücü kazanma yetisi
üzerinde durmaktadır. İnsanlar hem “özne” hem de “nesne” olarak kabul edilmektedir; yani, hem çevreye etki
etmekte hem de ondan etkilenmektedirler. Çevrenin absürd ve yabancılaştırıcı yaşantılar ve ıstırap içerdiği
kabul edilmektedir
Varoluşçu terapi belirli bir kişi veya grup tarafından geliştirilmemiştir. Soren Kierkegaard (1813-1855),
Friedrich Nietzsche (1844-1900), Martin Heidegger (1889-1976), Jean-Paul Sartre (1905-1980), Martin Buber
(1878- 1965), Ludwing Binswanger (1881-1966) ve Medard Boss (1903-1991)’un kısa yaşam öyküleri ve
eserleri Varoluşçu Yaklaşım’ın felsefi temelleri konusunda bilgi vermektedir. Viktor Frankl (1905-1997), Rollo
May (1909-1994), James Bugental (1915-2008) ve Irvin Yalom (1931-) Varoluşçu Terapi Yaklaşımı’nın
gelişimine katkıda bulunan öncü kuramcılar arasında yer almaktadır. Viktor Frankl Avrupa’da Varoluşçu
Kuram’ı geliştiren ve daha sonra bunu Amerika’ya götüren kişidir. Frankl kendine ait kuramı ve uygulamalarını
özgürlük, sorumluluk, anlam ve değerlerin araştırılması üzerine inşa etmiş; logoterapiyi (anlam yoluyla
sağaltım) geliştirmiştir
FENOMENOLOJİ
Fenomen, görüngüye karşılık gelmekte, doğrudan doğruya kendini gösterenin, verilmiş olanın betimlenmesidir.
Fenomenolojik kuramlar, bireyin olaylar karşısındaki güncel algılamalarına ve yorumlarına önem verir. Odak
noktası öznel deneyim olan bu yaklaşım, kişinin dünya görüşü ve olayları yorumlaması (bireyin fenomenolojisi)
ile ilgilenmektedir. Olayları yani fenomenleri önsel hiçbir düşünce ve kavramla hareket etmeksizin (paranteze
alarak), kişinin yaşadığı gibi anlamaya çalışma söz konusudur. Bu yaklaşımla daha çok insanların davranışlarını
gözlemekten öteye gidilip onların kendilerini ve dünyalarını nasıl gördüklerini inceleyerek insan doğası
hakkında derinlemesine bilgi edinmeye çalışılmaktadır. Öyle ki, aynı olay karşısında iki ayrı insan iki farklı
davranış göstermektedir. Bu yaklaşım çerçevesinde, her bir kişinin olayı nasıl yorumladığı öğrenildiğinde,
davranışları da anlaşılacaktır.
VAROLUŞÇULUK
Varoluşçuluğun gerçek bir tanımı yapılamaz. Çünkü varoluşçuluk sözcüğünü kucaklayan tek bir öz, tek ve
değişikliğe uğrayamayan tek bir felsefe yoktur. Varoluşçuluk sözcüğü belli bir düşünme biçimini, özel bir
davranışı, ruhsalbir akımı göstermektedir. Varoluşçuluğun çıkış noktaları bireyciliğe aşırı yer vermek,
insanoğlunun varoluş sorununa büyük ilgi göstermek, herhangi bir düşünce ekolüne bağımlı olmamak, inançlar
kümesini yetersiz görmek, sığ olduğu yaşamdan uzak olduğunu ileri sürerek gelenekçi felsefeyi küçümsemektir.
Öyle ki, her şeyin bir varoluşu bir de özü vardır. Öz derken, bir nesnenin değişmez niteliklerinden söz
edilmektedir. Mesela, insanın özünde onun ana nitelikleri yatar. Bu niteliklerin eksikliği hâlinde insan
varolmayacaktır. Varoluş derken ise, evren içinde gerçek olarak bulunmaktan söz edilir.
Ancak varoluş felsefesinde, sadece insanların varoluşu özden önce gelir. Yani, önce insan vardır; daha sonra
nasıl bir insan olduğu gerçekleşir: Kişi varolmadan önce ne büyük ne sarışın ne de sigara tiryakisidir. Ancak
varolduktan sonra, büyük, sarışın ya da sigara tiryakisi olmuştur
VAROLUŞÇULUĞUN KÖKENİ
Varoluşçuluk sözcüğünü ilk kez Kierkegaard önerip kullanmıştır. Varoluşçuluk, hem durumu yansıtan hem de
duruma tepki gösteren bir felsefedir. Varoluşçu düşünürler çağımız kişisinin bırakılmışlığını, yalnızlığını,
boğuntusunu, umutsuzluğunu, güvensizliğini belirtmekle yetinmeyip, kendini tanımasını, özünü yaratmasını,
benliğini kazanmasını, baskıdan kurtulmasını da isterler. Bu yüzden öznelliğe ve bireyciliğe büyük önem
verirler. Öznellikten kalkarak bireyciliğe varırlar. Kierkegaard'a göre, gerçek bireydir.
Bireyin gerçekliğini koruması için, toplumdan sıyrılması gerekir. Bireycilik ancak yalnızlık, boğuntu, kaygı ve
umutsuzluk içinde belirir, korunur ve derinleşir. Jaspers, bireylerin her işine karışan devlet makinesinin kişiyi
yutmasından yakınır. Marcel, hayatın toplumsallaştırılmasına öfkelenir. Wahl'a göre bireyin varoluşu tıpkı bir
kumar parası gibi tehlikededir. Sartre'a göre bireyin tehlikeden kurtulması sorumluluğunu yüklenmesine,
durumunu kavramasına bağlıdır
Varoluşçuluk felsefesi, insanın kendini gerçekleştirmesi, insan varoluşunun rastlantılar içinde oluşu,
güvensizliğe götürmesi, güçsüzlüğü ve hiçliği içinde insan, zaman içinde ve tarihselliği içinde insan, ölüme
mahkûm bir varlık olarak insanın varoluşu, hiçlik karşısında insanın varoluşu, insan varoluşunun halisliği ve bu
halis olmaya çağrı, özgürlüğü içinde insanın varoluşu, topluluk içinde kaybolmuş insanın, tek insanın kendini
bulması, kendi olması, doğruluk ve ahlaklılık karşısında sahici davranışı-tutumu-sorunları mevcuttur. Yine,
insanın evreni aşıp aşmayacağı, nereye kadar aşabileceği sorununu da içerir.
Bu felsefeye göre, modern insan artık kendi yaşamını sürdürememektedir. Modern insanın kendi kendini
yitirmesini, yaşamını yeniden kendi eline almasını, nesneleşmemesini, kendi yaşamına kendisinin biçim
vermesini dile getirmektedir. Bu felsefeyle insanları karar verme durumuna getirmeyi, yeni bir tavır alışa
yöneltmeyi, yaşamı yargılamayı amaçlamaktadır. Yabancı, saçma, ezici, güvensiz, anlamsız bir ortamda yani
hiçlikle karşı karşıya yaşamak zorunda kalan bir insan söz konusudur. Bu nedenle birey giderek kişiliğinden
olmaya, toplumda yabancılaşmaya, yalnızlaşmaya, bunalmaya doğru gitmektedir. Geçmişsiz, desteksiz,
yapayalnız bir varlık, savaşı ve ölümü bekleyen bir varlıktır. Varoluşçuluk bu durumun yarattığı bir akımdır.
DASEIN (EVRENDE BULUNMAK)
İnsanın ruhsal yapısının ve içinde yaşadığı fiziksel dünyanın bir bütün olduğunu öne süren varoluşçular, bu
bütünlük içindeki varoluş algısını “dasein (burada olmak)” olarak adlandırmaktadır. Kişinin daseini ne kadar
güçlü ise kişilik de o denli sağlıklıdır. Ancak insanın “dasein”nini geliştirmesi ve doğuştan varolan
potansiyellerini yaşama geçirebilmesi sürekli çaba ve cesaret gerektirmektedir. Anlamlı bir yaşam sürmenin
yolu, sosyal kurallar ve bunlara uyma baskısı, yanlış ana baba standartları ve ölümün kendi tehdidi karşısında
dahi “dasein”imızı ortaya koymak ve onaylamaktır.
Dasein’in Tarzları
“Dasein” birbiriyle ilişkili üç alandan oluşmaktadır. Varoluşçular, insanın kişiliğinin gerçekten anlaşılabilmesi
için bu üç alana eşit önem verilmesi gerektiğini vurgularlar:
 Umwelt: Fizyolojik ve fiziksel çevremizi oluşturan içsel ve dışsal objelerin dünyası (çevremizdeki dünya)
 Mitwelt: Diğer insanlardan oluşan sosyal dünya ( diğerleri ile ilişkilerimiz)
 Eigenwelt: Kişinin kendisi ile potansiyelleri ve değerleri arasındaki ilişkinin oluşturduğu psikolojik dünya
(kendimizle ilişkimiz).
Umwelt, insanın biyolojik varlığını sürdürme ve biyolojik gereksinimlerini karşılama dünyasıdır
Mitwelt, diğer insanlarla ilişki kurmak yönünde doğuştan getirdiğimiz ihtiyacı içermektedir.
Eigenwelt, bireyin kişisel öznel dünyasını temsil eder.
May’e göre sağlıklı insanlar bu üç tarzı da eş zamanlı bir biçimde yaşarlar. Doğal dünyaya uyum sağlarlar
(umwelt), diğer insanlarla insanca ilişkiler kurarlar (mitwelt) ve tüm bu deneyimlerin kendileri için ne anlam
ifade ettiğine dair keskin bir farkındalığa (eigenwelt) sahiptirler. Fakat hiçbir insan dünyada varolmanın (dasein)
üç tarzını da mükemmel bir biçimde yaşayamaz. Bazı kaçınılmaz hatalar ontolojik “suçluluk duygusuna” yol
açar.
Varoluşumuzu (daseinımızı) onaylamanın en yapıcı yolu sevgidir. Sevgi; diğer bir insanın varlığını ve onun
değerini ve gelişimini kendimizinki kadar onaylamak anlamına gelir ve dört temel bileşenin karışımından
oluşmaktadır:
 Cinsellik: Cinsel birleşme ya da cinsel gerilimin boşaltılabildiği diğer yollarla doyurulabilen biyolojik bir
işlevdir.
 Eros: Bizim için önemli olan kişilerle birlikte olmak yönünde duyduğumuz arzu ve o kişiyi özleyince
hissettiğimiz hoş gerilim duygusudur.
 Filia: Dostça ya da arkadaşça sevgi anlamına gelen, cinsel içerik taşımayan, hoşlanma duygusudur.
 Agape: Diğerlerine duyulan saygı, hiçbir kazanç göstermeksizin diğerlerinin refahını önemseme, karşılıksız ve
çıkarsız sevgidir.
TEMEL KAVRAMLAR
Kaygı
Varlığımız hem dünyanın içinde hem de öteki insanların varoluşunun bir göstergesidir. Ötekiler, kendileri için
kaygılandığımız, kendileri için ilgilendiğimiz bir varoluştur. Bu kaygılanma, iyilikseverlik, sevecenlik
anlamında değil, kayıtsızlığı, başkalarına karşı kurabileceğimiz olumlu olumsuz her türlü bağıntıyı
barındırmaktadır. Öyle ki bu kaygı insanların eyleminin kaynağı-temelidir.
Ölüm
Heidegger'e göre varlık temelini en derinden açığa vuran ölümdür. Ölüm insan varlığının bütün olanakları
arasında en gerçek olanıdır. Çünkü ölüm bir başkası tarafından yerine getirilemez, herkes kendi başarır.
En göze çarpan, en kolay korkuya neden olan kaygı ölümdür. Şu an varız, ama bir gün olmayacağız. Ölüm
gelecek ve ondan kaçışın bir yolu yok. Korkunç bir gerçek olan ölüme, ölümcül bir korkuyla tepki vermekteyiz.
Buradaki çatışmanın nedeni, ölümün kaçınılmazlığının farkında olma ile varolmaya devam etme isteği
arasındaki çatışmadır. Ölüme yönelik iki temel önerme sosyal hizmet uygulaması için önemli anlamlar
taşımaktadır. Bunlar:
 Hayat ve ölüm birbirine bağımlıdır; aynı anda vardır, birbirine ardışık olarak değil; ölüm, hayatın perdesi
ardında sürekli olarak sesini duyurmakta ve davranış üzerinde büyük etkide bulunmaktadır.
 Ölüm ilk anksiyete kaynağı ve bu sıfatla ilk psikopatoloji kaynağıdır.
Özgürlük
Bir diğer güçlü ama çok daha az anlaşılabilir kaygı özgürlüktür. Normalde özgürlük olumlu bir kavram olarak
düşünülür. İnsanlar tarih boyunca özgürlüğü için çabalamıştır-savaşmıştır. Ancak kaygı açısından
yaklaşıldığında, özgürlüğün korkuya yapışık olduğu görülmektedir. Varoluşçu zemin açısından "özgürlük",
dışsal zeminin yokluğuna gönderme yapmaktadır.
Varoluşçu Yalıtım
Üçüncü nihai kaygı ise yalıtımdır-yalnızlığın eşlik ettiği kişiler arası ya da kişinin içindeki yalıtım (kişinin kendi
parçalarından yalıtım) değil, temeldeki yalıtımdır-yani yaratıklardan ve dünyadan yalıtımdır- ki bu diğer
yalıtımdan daha kötüdür. Birbirimize ne kadar yakınlaşırsak yakınlaşalım en sonunda arada kapatılamaz bir
boşluk kalacaktır; her birimiz varoluşa tek başımıza başlarız ve varoluştan tek başımıza da ayrılmalıyız
Anlamsızlık
Dördüncü nihai kaygı ya da varoluş getirisi anlamsızlıktır. Bu varoluşçu dinamik çatışma, bir anlamı olmayan
evrene fırlatılmış, anlam arayışı içindeki yaratığın ikileminden kaynaklanmaktadır.
Otantik Varlık
İnsan birlikte yaşadığı insanlar(ötekiler) arasında bulunur. Bizimle burada birlikte olan onlar alanıdır. Bu onlar
alanı her şeye egemen olur. Öyle ki bizler eğlenildiği gibi eğlenen, okunulanı okuyan, bir sanat üzerinde
yargılama yapıldığı gibi yargılama yapan, öfkelenildiği gibi öfkelenen varlık hâlini alırız. Çünkü bu 'onlar'
olağan dışına yer vermemektedir; direnmek isteyeni durdurmakta, sıradan insan hâline getirmektedir. Onlar,
sorumsuz olup sorumluluk getiren yerde olmazlar. Onlar hiç kimsedir-kitledir. İnsanların çoğu kendi gerçek
varlıklarına göre yaşamayıp onlar alanına saklanarak-benimseyerek yaşarlar, kaybolurlar. Kendine yönelip
yaşayan bir insan kendi gerçekliği, kendine özgü oluşu içinde yaşar. Bu bir otantik varolmadır. Bir de insanın
otantik varolmama biçimi vardır ki burada insan kendinin olmayan bir tutum içinde bulunur. Onlar insanı
aldatır, yabancılaştırır.
Özgürlük
Sartre başlangıçta insanın 'kendinde varlık' olduğunu, kendi kendisini bilmesi için ötekilere açıldığını
düşünmektedir. Bu şekilde kendi kendisiyle bağlantı kuracaktır ve kendi bilincine erişecektir: 'Kendinde varlık' -
'Kendi için varlık' Sartre'a göre insan yabancı bir yerde olmadan kendi yurdunu bilemez. Varlığın yabancısı da
hiçliktir. İnsan bu hiçliği bilmeden varlığı bilemez.
Sorumluluk
Sartre'a göre kişinin dünyaya atılmışlığı, kendi başına bırakılmışlığı onun kendi yaptıklarından sorumlu
olduğunu göstermektedir. İnsanın bir temeli, nedeni yoksa kendi kendinin temeli, kendi kendinin nedeni
olacaktır. Kendini nasıl kurarsa öyle olacaktır. İnsanlar belli bir tarihsel, toplumsal, düşünsel, ruhsal gerçeklik
içinde yaşarlar. Ancak bu durum sıkı bir determinizme yol açmamakta, insanlar sürekli seçimlerde
bulunmaktadır. İnsan bu seçimleriyle-eylemleriyle insan kendini olmak istediği gibi yapacaktır. Böylece insana
varoluşunun sorumluluğu yüklenmektedir. İnsan kendini seçerken yani olmak istediği kişiyi yaratırken herkesin
nasıl olması gerektiğini de tasarlar.
Vicdan ve Kararlılık
Heidegger'de vicdan, onlar alanının etkisi altında kalmayı bırakması için yapılan çağrıdır. Kaygı varoldukça
vicdan gelişecektir. Vicdan bizi onlar alanının günlük işlerine düşmemek için uyararak, bizi kendi benliğimize-
özgürlüğümüze dönmeye çağırıyor.
VAROLUŞÇU PSİKOTERAPİ
Varoluşçu psikoterapi, bireyin varolmasından kaynaklanan endişelere odaklanan dinamik bir terapi yaklaşımıdır.
Varoluşçu görüş farklı türde bir temel çatışmayı vurgulamaktadır: Ne bastırılmış içgüdüsel çekişmelerle ne de
içselleştirilmiş önemli yetişkinlerle olan çatışmayı önemsemektedir, onun yerine bireyin varolmanın getirileriyle
yüzleşmesinden kaynaklanan çatışma üzerinde durmaktadır. Varolmanın getirileri derken belirli en nihai
kaygıları(ölüm, özgürlük, yalıtım, anlamsızlık), insanoğlunun dünyadaki varlığının bir parçası, hem de önemli
bir parçası olan, yaratılıştan getirilen belirli nitelikler kastedilmektedir.
Psikanalitik Kişilik Kuramı, kişiliği bölümlere ayırıp insanları kavramlar içine yerleştirmesi nedeniyle
eleştirilmektedir. Hem psikiyatrik hem de felsefi açıdan bu yaklaşım, insanı birimler ve mekanizmalar topluluğu
olarak açıklamak yerine, öylece 'olmakta olan' bir varlık olarak anlamaya çalışır. Tabi bu demek değildir ki
Varoluşçu Yaklaşım’da, davranışların gerisindeki dinamik güçleri ve mekanizmaları incelemez. İnceler ancak
incelerken görünen şeylerin gerçek olmayabileceğini de göz önünde bulundurur. Varoluşçu Yaklaşım mantık
karşıtı da değildir. Hem öznelliğin hem de nesnelliğin altındaki gerçeği araştırır.
"Ben"in algılanması, yaşanabilmesine öncelik tanıyan bir yaklaşımdır. "Ben"i yaşayabilmek kişinin sorunlarına
çözüm sağlamaz, ama çözüm için ön koşuldur. "Ben"i yaşamak, bilinci, bilinç dışını ve insanın bütününü içerir.
Varoluşçular, Batı dünyasının içinde yaşadığı anksiyete ve umutsuzluğun kökeninde "kendi dünyalarını
kaybetmiş olma" olgusunun olduğu görüşündedir. Çağdaş insan hem insanların dünyasına yabancılaşmış hem de
kendi dünyası içinde tutsak duruma düşmüştür. İnsan, geçmişi şimdiki zamana getirerek yaşama ya da uzun
vadeli geleceğin tasarımları doğrultusunda davranma kapasitesine sahip bir varlıktır. Bu nedenle varoluşçuluk,
varoluşun zaman boyutuna önem verir. İnsanı her an olmakta olan bir süreç olarak ele alır. G
Psikoterapide süregelmiş geleneğe göre, teknik “anlama”dan önce gelir. Varoluşçu psikoterapistlerden Rollo
May, anlamanın teknikten önce geldiğini belirtmektedir. Varoluşçu psikoterapide esnek bir süreç izlenmektedir.
Ancak bu, her anın, her dönemin kendine özgü yaşantısına göre, uygun bir geleneksel tekniğin kullanıldığı ve
somut ögeler üzerinde denenen bir esnekliktir. Burada tedavi sürecine odaklanılmaktadır. Müracaatçıyla gerçek
bir ilişki yaşanır. Uzman bu süreç içerisinde kendi sorunlarını bir yana bırakıp, tedaviye gelen kişinin o süre
içindeki varoluşunu anlamaya çalışır. İnsanın varoluş gerçeği, daima bir şeyle ya da bir insanla olan ilişkisini
içerir. Terapist de tedaviye gelen kişinin ilişki alanının önemli bir parçasını oluşturur ve ancak "dünyasına
katılarak" onu anlayabilir.
Seçim sorumluluğunun önemli varoluşsal karar verme anlarında müracaatçıya bırakılması, Varoluşçu
Yaklaşım’ın genel ilkelerindendir. Varoluşçu Yaklaşım’ı benimseyen sosyal hizmet uzmanları müdahale
sırasında müracaatçının karşılaştığı seçim olasılıklarını her fırsatta belirterek, kararın müracaatçıya bırakıldığını;
kendi yaşam sorumluluğunun danışana ait olduğunu göstermeye çalışırlar. Şayet, müracaatçının depresyon
tedavisi gibi klinik bir durumu söz konusuysa, karar verme ve seçim sorumluluğunu almaktan uzak olduğu
düşünülerek, belli bir esneklik gösterilmektedir
Varoluşçuluk ve Davranışçı Yaklaşım
Varoluşçuluğa göre, insan davranışları doğadaki diğer fiziksel olaylar gibi değerlendirilemez, incelenemez,
kategorilere ayrıştırılamaz. İnsan davranışları bu bağlamda açıklanamaz, ancak anlaşılabilir. İnsan
davranışlarının anlaşılabilmesi için veya insanın bütüncül olarak anlaşılabilmesi için tüm yargılardan ve ön
fikirlerden uzak olmak gerekir. İnsan mekanik bir aygıt olmadığından onun davranışlarını bir takım gruplara
ayırmak, sistematize etmek, şablonlaştırmak insanı anlamak değil, onun anlaşılmasını zorlaştıran temel
faktördür.
SOSYAL HİZMET VE VAROLUŞÇULUK
Varoluşçu felsefenin, insanoğlunun varoluşunun gerçeğinin anlamıyla ilgilendiği belirtilmişti. İnsanların
yaşamlarını kontrol etmeye ve nasıl yaşadıklarını belirleyen fikirleri değiştirmeye ilişkin kişisel gücü kazanma
yetisi üzerinde durmaktadır. İnsanlar hem özne hem de nesne olarak kabul edilmektedir; yani, hem çevreye etki
etmekte hem de ondan etkilenmektedir. Çevrenin absürd ve yabancılaştırıcı yaşantılar ve ıstırap içerdiği kabul
edilmektedir. Blom, Sartre'ın çalışmalarının sosyal hizmet kuramı üzerinde önemli etki yarattığını
belirtmektedir. Thompson, Sartre'ın fikirlerini sosyal hizmete uygulamaktadır.
Sartre'ın görüşlerine dayanarak, varoluşçu düşüncenin sosyal hizmet uygulamasındaki önemini kapsamlı şekilde
değerlendirmektedir. Varoluşçuluğun merkezinde olan varolma çabası üzerinde durmaktadır. Varolma çalışması
denilirken, insan olmanın nasıl bir şey olduğunu düşünme yöntemi kastedilmektedir. Burada toplumun doğasına
bakış da önemlidir. Temel bir nosyon "varolmak"tır. "Kendi içinde varolmak" yalnızca oluştur. "Kendisi için
varolmak "ise bilinçli olduğumuz (nasıl olmamız gerektiğine dair planlar yapacak ve kararlar verecek
potansiyele sahip olduğumuz) varoluştur.
İnsanlar kendi hareketlerinden tamamen sorumludurlar. Bu, varoluşçu etiğin önemli bir yönüdür. Hareket
etmekte özgürüzdür. Fakat çevremize ve üzerimizdeki baskılara tepki verme sorumluluğu açısından özgür
değilizdir; bunlar varoluşun gerçekleridir. İnsanların dışında varolan şeylerin gerçekliği, bu şeyler üzerinde
hareket ederek değiştirmekten farklıdır. Thompson kötü inanç olmadığı fikrine bağlıdır. Şöyle ki eğer
özgürlüğümüzü kabul edip kullanabilirsek, sürekli değişen kişiliğimizi ve sosyalliğimizi oluştururken "kendini
tanımlama"ya veya "kendini yaratma"ya iyimser olarak bakabiliriz.
Varoluşçulukta 'öteki' önemli bir rol oynamaktadır; çünkü "kendisi için varoluş" ancak 'ötekilerle' ilişkisinde
varolabilmektedir. Mesela, pek çok duygu kendimizin dışındakilerin bize verdikleri tepkiyle yaşanmaktadır
(örneğin, utanç duygusu). Thompson, varoluşçuluğun gücünün, insan varoluşunun temelleri üzerinde
durmasından kaynaklandığını öne sürmektedir. Bu yolla, varoluş, hiçlik ve olasılık üzerinde durulmaktadır. O'na
göre çoğu sosyal hizmet kuramı insanlığın bu yönlerini değerlendirmekte zayıftır. Bu durum ise, sosyal ve
kişisel ilişkilerin anlaşılmasını başarısız kılmaktadır. Thompson varoluşçu çatışmayı yaşlı insanlarla araştırırken,
sosyal çalışmacıların bir fizik durumundan ziyade yaşlanmanın sosyal sonuçlarıyla ilgilendiklerine işaret
etmektedir
Varoluşçuluğun yaşlanmaya yaklaşımında, ihtimalin yani hareket etme ve değişme özgürlüğünün ve bu
özgürlükten doğan belirsizlik korkusunun önemi üzerinde durulmaktadır. Yaşlı kimseler önemli belirsizlikler
yaşamaktadırlar: ölüme yaklaşmanın, emeklilikle birlikte yaşama tarzındaki değişikliklerin, arkadaşların
kaybedilmesinin, bakım evine alınarak topluluk ağlarının ve alışılagelmiş yaşam tarzlarının kaybedilmesinin
belirsizliği, kötü inanç, sert ve gereksiz, muhafazakâr sosyal kurallara bağlanmaya yol açmaktadır. Varoluşçu
yaklaşımına göre sorun, ölüme yaklaşmanın insanların yaşamlarında çeşitli seçenekler arasından seçim yapma
özgürlüğü üzerindeki kısıtlamaları kabul etmelerine yol açması olabilir: kendilerini olduklarından daha fazla
kısıtlanmış hissedebilirler. Bir diğer sorun da yaşama "anlam" verme gereksinimidir

You might also like