Professional Documents
Culture Documents
rivâyet usûlünü terk ederek hadîs kitabı derleyen ilk âlim İbnü’s-Seken
(v. 353) Sahih-u İbn Seken es-Sahihu’l-Müntekâ olmuştur,
Sonrasında Begavi (516/1122), Mesâbîhu’s-sünne isimli eserini başta
Kütüb-i Sitte olmak üzere Dârimî’nin es-Sünen, Mâlik’in Muvatta’ı,
Şâfiî’nin el-Müsned, Dârekutnî’nin es-Süneni ve Beyhakî’nin Şuabül-
İmân adlı eserlerinden derleyerek meydana getirmiştir. Eserde sadece
sahâbî râvi veya nâdiren tâbiî zikredilmiş böylece hadis ilminde ilk defa
olmak üzere hadîslerin isnadları terkedilmiştir.
es-Sünenü’l-kübrâ, ihtiva ettiği 30.000’e yakın isnad ve 26.490 müsned rivayetle (Necm Abdurrahman Halef, eṣ-Ṣınâʿatü’l-ḥadîs̱iyye, s. 16) en çok hadis içeren sünenlerden biri sayılır.
Kitap ve bab esasına göre düzenlenen eser yetmiş bir kitaptan meydana gelir. Beyhakī eserini kaleme alırken kendisinden önce yazılan sünen türü eserlerden usul ve malzeme
yönünden fazlasıyla istifade etmiş, rivayetlerin bir kısmını kendisine ulaşan muttasıl senedlerle hocalarından, bir kısmını daha önce telif edilen eserlerden semâ yoluyla almıştır.
Kaynak olarak kullandığı eserlerin büyük bir kısmı sahîfe, cüz, müsned, musannef, sahih, sünen, müstedrek, müstahrec, emâlî ve fevâid gibi eserler olmakla birlikte tefsir, fıkıh, fıkıh
usulü, megāzî, siyer, tarih, ensâb, menâkıb ve mu‘cem türü kitaplardan da yararlanmıştır.
es-Sünenü’s-sagîr: Bu eser, genellikle es-Sünenü’l-kebîr’in muhtasar hâli olarak kabul edilmektedir. Ancak es-Sünenü’s-sagîr’i şerh ve tahrîc eden Muhammed
Ziyâ’urrahman el-A‘zamî, müstakil bir eser olduğunu ve kitapta es-Sünenü’l-kebîr ile Ma‘rifetü’s-sünen ve’l-âsâr’da bulunmayan farklı senedlerle hadis
nakledildiğini, yine bu iki eserde olmayan fıkhî değerlendirmelerin yer aldığını ve es-Sünenü’s-sagîr’in başında bazı ziyadeler yapıldığını ifade etmektedir.105
A‘zamî’ye göre es-Sünenü’s-sagîr’de 26 kitap ve 4.561 hadis vardır. Buna karşılık ‘Abdulmu‘tî Emîn Kal‘acî’ye göre 4.478106 ve Behcet Yûsuf’a göre ise 4.971
hadis bulunmaktadır.107 Bu farklılık, muhtemelen es-Sünenü’lkebîr’de olduğu gibi Beyhakî’nin hadis dışındaki diğer hususlarda naklettiklerine muhakkiklerin
numara verip vermemesinden kaynaklanmaktadır
Rivayet Döneminde Kitapların da İsnadı Oluşmaya Başlıyor
Nesevî ö. 290/903
Nesefî (ö.295/908),
Firebrî (320/ 932
Pezdevî {ö. 329/940) ve
Mehâmilî {ö. 330/941)
olmak üzere beş talebesi onu rivâyet etmiştir.
Ancak zamanla diğer nüshalar şöhretlerini kaybetmiş ve yerlerini bugün elimizde bulunan Buhârî metninin
yegâne rîvâyeti olan Firebrî nüshasına bırakmıştır.
Söz konusu nüshayı Firebrî’den en az on râvi nakletmiş, bunlar arasında ise
Cürcânî (ö. 373/983),
Müstemlî {ö. 376/986),
Ebû Zeyd el-Mervezî {ö. 379/989),
Hamevî (ö. 381/991) ve
Küşmihenî (ö. 389/998) olmak üzere beş râvi meşhur olmuştur.
Bir somaki nesilde eserî Ebû Zeyd el-Mervezî’den alan Asili (ö.
392/1002)
Müstemli, Hamevî ve Küşmıhenî’den alan Ebû Zer el-Herevi (ö.
434/1043) ve
Küşmîheni’den alan Kerîme bint Ahmed (ö. 496/1102) öne çıkmışlardır.
Bunlar arasından sözü edilen eserin nüshasını Firebrî’nin üç tanınmış
talebesinden alan ve onları birleştiren Ebû Zer el-Herevi daha ön plana
çıkmıştır.
Daha sonra el-Câmıus-sahîh’in râviieri çoğalmış ve birçok nüshası
meydana gelmiştir. Hicrî yedinci asırda Yûnînî nisbesiyle tanınan Ali b.
Muhammed (ö. 701/1301) el-Câmıu’s-Sahıh’in Ebû Zer el-Herevi, Asîlî,
Ebü’l-Kâsım ed-Dımaşkî, Ebü’l-Vakt nüshalarını birleştirmiştir.
Bugün elimizde bulunan el-Câmiu’s-sahîh metni de buna dayanmaktadır.
Sahîh-i Buhârî’nin Ebû Zer rivayetinin “Bâcî – Sadefî” tarikiyle günümüze ulaşmış
olması bu nüshanın
bir diğer önemli özelliğidir. Zira Buhârî’nin talebesi Firebrî’nin (ö. 320/932) üç
talebesine ait nüshaları
esas alıp her birini rumuzla göstermek suretiyle nüsha farklılıklarına işarette
bulunan Ebû Zer el-Herevî
(ö. 434/1043), bundan on asır evvel âdeta günümüz tahkik kurallarını uygulayarak
tenkitli bir Sahîh-i Buhârî
nüshası meydana getirmiştir. Ebû Zer rivayetini ihtiva eden elinizdeki Sahîh-i
Buhârî nüshası, Mağrip yazısı
kullanılarak 550 (1155) yılında istinsah edilmiştir. Endülüs’teki muteber nüshalarla
gerekli kontrolleri yapılan
ve üzerinde Endülüslü âlim Ebû Abdullah Muhammed b. Yûsuf İbn Saâde’nin (ö.
565/1170) el yazısı ile
icazeti bulunan bu mühim Sahîh-i Buhârî nüshası, telif geleneğimizde nüsha
mukabelesinin nasıl yapıldığına
dair önemli ipuçları da barındırmaktadır.
Bu dönemde daha çok İCAZET kullanılıyor
Önceleri mescid
İslam tarihinde ilk medreseler : Büyük Selçuklu veziri Nizâmülmüik (ö. 485/1092)
kendi adıyla anılan Nizâmiye medreselerini Sünnî Abbâsîler ile Selçukluları yıpratmak
amacıyla Fâtımîler’in yaptığı Şiî-Bâtınî propagandaya karşı Ehl-i sünnet akîdesıni
güçlendirmek amacıyla kurmuştu. Böylece eğitim öğretimde kurumsallaşma dönemi
de başlamıştı
• Buhârî nin yaşadığı asırda el-Câmiu’ssahih'den çok rical bilgisiyle tanındığı ifade
edilmektedir. Yesbit edilebildiği kadarıyla, Buhârînın eserine sadece sahîh hadîsleri
aldığına dair ilk açıklama yapan, İbn Adî (ö. 365/976) olmuştur. Daha soma aynı
asırda yaşayan ibn Mende (395/1004) rivâyet ettiği hadîslerin ardından bunların
Buhârî ve Müslim’in eserlerinde de bulunduğu açıklamasını yapmak suretiyle
onların hadîs konusunda otorite olduklarına ilk işaret eden âlim olmuştur.
Böylece Buhârî, hicri dördüncü asrın ikinci yarısından itibaren dikkatleri
çekmeye başlamış ve olumlu yaklaşımların yanı sıra olumsuz tenkitlere de
maruz kalmıştır.
Tesbit edilebildiği kadarıyla Buhârî ve Müslim’in Sahihlerinin
İslâm dünyasında yayıldığından ilk defa bahseden Hâkim en-
Nîsâbûrî (ö. 405/1014) olmuştur. Nitekim yukarıda zikredildiği
üzere hicri dördüncü ve beşinci asırlarda Dârekutnî (ö. 385/995),
Kelâbâzî (ö. 398/1008) Hâkim en-Nîsâbûrî, ibn Mencûye (ö.
428/1036), Ebü’l-Velîd el-Bâcî (ö. 474/1081) ve İbnü’l-
Kayserânî (507 . ةBuhârî ve Müslim’in râvileri hakkında müstakil
eserler yazmışlardı.
hicri dördüncü ve beşinci asırlarda İslâm dünyasında Buhârî ve
Müslim’in Sahihlerinin yaygınlaştığını ve diğer temel hadîs
kaynaklarından daha özel bir konuma sahip olduklarını göstermektedir.
İbnü’l-Kayserânî’nin (ö. 507 Şurûtü’l-eimmeti’s-sittesi önemlidir.
Kütüb-i Sitte’yi bir araya getirme düşüncesini ilk gerçekleştiren, Endülüslü muhaddis Rezîn b.
Muâviye es-Sarakustî’dir (ö. 535/1140). İbn Mâce’nin es-Sünen’i yerine İmam Mâlik’in el-
Muvaṭṭaʾını alarak Kütüb-i Sitte’deki hadisleri şerh etmeksizin bir araya getirdiği, et-Tecrîd li’ṣ-
ṣıḥaḥ ve’s-sünen diye de anılan eserine el-Cemʿ beyne’l-uṣûli’s-sitte adını vermiştir.
İbnü’l-Esîr (v. 606), Rezîn’in bu eserinde birçok hadisin olması gerektiği yerde
zikredilmediğini, mükerrer rivayetlerin fazlaca bulunduğunu, bazı hadislerin de eserde yer
almadığını tesbit etmiş, bu eksikleri tamamlayıp ayrıca hadislerdeki garîb kelimeleri de
açıklamak suretiyle onu kitap adlarına göre alfabetik olarak yeniden tertip etmiştir.
Rezîn’in hadîsleri yerli yerine koymadığını düşünen Mecdüddin İbnü’l-Esîr (ö.
606/1209) onu Câmiu’l-usûl li ehâdîsi’r-resûl adıyla yeniden düzenlemiştir.
Kemal Sandıkçı ve Muhsin Koçak tarafından tercüme edilmiştir.
Hadîs metinlerinin başına esas aldığı müelliflerin isim ve eserlerine en çok delâlet
eden seçtiği rumuzlar koyarak kaynağına işaret etmiştir. Abdulkâdır el-Arnaût
neşrine göre Câmiul-usul’de 9523 hadîs bulunmaktadır.
et-Terġīb ve’t-terhîb. İhlâs, ilim, namaz, alım satım, edep, zühd, cennet ve cehennem gibi
konularda dinin yapılmasını ve yapılmamasını istediği şeylere dair hadislerin
genellikle Kütüb-i Sitte, İmam Mâlik’in el-Muvaṭṭaʾı, İbn Hibbân ve İbn Huzeyme’nin eṣ-
Ṣaḥîḥ’leri, Ahmed b. Hanbel ve Ebû Ya‘lâ el-Mevsılî’nin el-Müsned’leri, Taberânî’nin
üç Muʿcem’i ve Hâkim en-Nîsâbûrî’nin el-Müstedrek’i gibi hadis kaynaklarından seçilerek
konularına göre yirmi beş bölüm halinde sıralanmasıyla meydana gelmiş olup senedlerde
sahâbî dışındaki râviler zikredilmemiştir. Müellif sahih, hasen ve güvenilebilecek
zayıflıktaki rivayetleri “an” harfiyle göstermekle yetinmiş, ayrıca hadisin sağlamlık
derecesini belirtmemiştir. Zayıf olduğu anlaşılan rivayetleri de “an” harfiyle göstermekle
beraber rivayetin sonunda ona ne ölçüde güvenilebileceğine işaret eden mevkuf, mürsel,
münkatı‘, garîb gibi değerlendirmeler yapmıştır. Mevzû, çok zayıf ve zayıf diye
nitelenebilecek rivayetleri de “ruviye” kelimesiyle ifade etmiştir. Eser tertibi, kendine
has bir metotla da olsa hadislerin güvenilirlik derecesinin belirtilmesi, az kullanılan bazı
kelimelerin açıklanması, tergīb ve terhîb konusunda mükerrerleriyle birlikte 5472 hadisi
ihtiva eden hacimli bir kitap olması gibi sebeplerle İslâm dünyasında şöhret kazanmıştır.
Nevevî’nin (ö. 676/1277) RİYÂZÜ’S-SÂLİHÎN’İ
Nevevî, Riyâżü’ṣ-ṣâliḥîn’e aldığı hadislerin çoğunu Kütüb-i Sitte’den seçmiş, bunların dışında kalan
hadisleri İmam Mâlik’in el-Muvaṭṭaʾı, Ebû Bekir el-Humeydî’nin el-Cemʿ beyne’ṣ-Ṣaḥîḥayn’ı, Ahmed b.
Hanbel’in el-Müsned’i, Hâkim en-Nîsâbûrî’nin el-Müstedrek’i ve Dârimî ile Dârekutnî’nin es-
Sünen’lerinden derlemiş, hadislerin sened zincirini çıkararak sahâbî râvinin adını vermekle yetinmiştir.
Kitapta hadis metinleri kaynaklarda geçtiği gibi nakledilmiş, her hadisin sonunda kaynağı belirtilmiş ve
hadisle ilgili değerlendirmeler oradan aynen alınmış, bazı hadislerin ve râvilerin değerlendirilmesi
Nevevî tarafından yapılmıştır. Hadislerde geçen garîb kelime ve tabirlerin bir kısmı açıklanmış, fazla
uzun hadisler bazan kısaltılmış, çok az sayıda hadis mâna ile rivayet edilmiştir. Nevevî, Riyâżü’ṣ-
ṣâliḥîn’e aldığı hadislerin sahih olduğunu söylemekteyse de eserde az sayıda zayıf hadisin bulunduğu
kaydedilmekte, bazıları bunların üç kadar, bazıları ise elli kadar olduğunu ileri sürmektedir. Nâsırüddin
el-Elbânî ve Şuayb el-Arnaût yaptıkları neşirlerde zayıf rivayetlerin zayıflık derecelerini belirtmiş, ancak
bunların eserin değerini azaltmadığına işaret etmişlerdir. İçerdiği hadislerin büyük kısmı Buhârî ve
Müslim’in el-Câmiʿu’ṣ-ṣaḥîḥ’lerinden seçilen Riyâżü’ṣ-ṣâliḥîn, İslâm dünyasında müslümanların el kitabı
olma özelliğini korumuş, bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm’den sonra en çok okunan kitap olduğu
söylenmiştir.
Biḥârü’l-envâr, Küleynî, İbn Bâbeveyh el-Kummî, Ebû Ca‘fer et-Tûsî, İbn Şehrâşûb, Emînüddin et-
Tabersî, Muhammed b. Mekkî, Şerîf er-Radî ve Şerîf el-Murtazâ, Ali b. Mûsâ b. Tâvûs el-Hasenî, İbnü’l-
Mutahhar el-Hillî, Muhammed b. Ali el-Kerâcikî gibi tanınmış âlimler başta olmak üzere çok sayıda Şiî
müellifin 400 civarındaki eserinden istifade edilerek hazırlanmıştır. Meclisî bunlardan başka Şiî
olmayan müelliflerden Cevherî, Fîrûzâbâdî, Mutarrizî, Râgıb el-İsfahânî, İbn Fâris, İbn Düreyd ve
Zemahşerî gibi âlimlerin lugat ve belâgatla ilgili kırka yakın eserini, Şiî nakillerin doğruluğunu ispat için
de Kütüb-i Sitte’den başka Ahmed b. Hanbel’in el-Müsned’i, Ebû Ca‘fer et-Taberî, İbn Kuteybe ve
İzzeddin İbnü’l-Esîr gibi yazarların tarihleri, Fahreddin er-Râzî’nin Mefâtîḥu’l-ġayb’ı, Zemahşerî,
Beyzâvî ve Süyûtî’nin tefsirleri, Seyyid Şerîf el-Cürcânî’nin Şerḥu’l-Mevâḳıf ve Teftâzânî’nin Şerḥu’l-
Maḳāṣıd’ının da dahil olduğu elliden fazla kaynağı kullanmıştır (Biḥârü’l-envâr, I, 6-26). Meclisî ayrıca
eserlerin müelliflerine nisbetini, istinsah tarihlerini, nüsha üzerinde tashih kaydı bulunup
bulunmadığını araştırmış ve kaynak tenkidi konusunda önemli değerlendirmeler de yapmıştır (a.g.e., I,
26-46). Kullandığı eserler için düzenlediği işaret ve rumuzları da açıklayan müellif, hadislerin
senedlerini mürsel olmayacak derecede kısalttığını belirtir; ayrıca râvilerin isim, lakap ve künyeleriyle
ilgili kısaltmaları vererek (I, 46-62) eserin ana bölümlerine geçer.
Biḥârü’l-envâr, 1000 yıllık Şîa rivayetlerinin hemen hepsini toplama gayretiyle
yazıldığı için sahih haberler yanında bazı uydurma rivayetleri de ihtiva etmektedir.
Mûsâ el-Mûsevî’nin de belirttiği gibi eser özellikle Şîa’ya ait zengin bir kültür
hazinesi olmasına rağmen, hem Şîa’ya hem de İslâm ümmetinin birliğine büyük
zararı dokunan asılsız birtakım bilgilerle de doludur. Şîa imamlarına nisbet edilen
ve onları insan üstü niteliklere bürüyen kerametlere ilişkin rivayetler bu türdendir.
Ayrıca ilk üç halifeyi kötüleyen ve ümmetin çoğunluğunu rencide eden sözlere yer
vermesi de onun zararlı yönlerinden biri olarak kaydedilir (Âgā Büzürg-i Tahrânî, III,
26; Mûsa el-Mûsevî, s. 86-89). Bununla birlikte eser Şîa kültürünü öğrenmek
isteyenlerin vazgeçemeyeceği bir kaynaktır. Nitekim Meclisî’den sonra pek çok Şiî
âlim, eserlerine aldıkları haberlerin asıllarına ulaşmakta güçlük çektikleri
için Biḥârü’l-envâr’dan nakillerde bulunmuşlardır.
Zevaid Çalışmaları زائد زوائد
Genellikle Kütüb-i Sitte esas alınmıştır.
hadis ilminde bir veya birkaç hadis kitabının Kütüb-i Sitte gibi temel kaynaklardan fazla veya
farklı olarak ihtiva ettiği hadisleri konularına göre bir araya getiren eserleri ifade eder.
Zevâid kitapları hadislerin ayrı ayrı eserlerde tekrarlanmasını önlemek amacıyla
hazırlanmıştır.
Müsned veya mu‘cem hadisleri senedleriyle beraber içine alan bir
kitap Ṣaḥîḥayn yahut Kütüb-i Sitte gibi muteber hadis kitaplarıyla karşılaştırılır ve onlardan
fazla olarak ihtiva ettiği hadisler tesbit edilir. Böylece herhangi bir konuda hadis arayan bir
kişi onlarca esere başvurmak yerine önce Kütüb-i Sitte’ye, daha sonra zevâidlere bakmak
suretiyle aradığı hadislere rahatça ulaşabilir. Zevâid kitapları câmi‘ türüne uygun biçimde
konularına göre tasnif edilmiş, bu eserlerdeki hadislerin başlıkları ile Ṣaḥîḥayn veya Kütüb-i
Sitte gibi hadis kaynaklarının konu başlıkları arasında paralellik kurulmuş ve zevâidi çıkarılan
eserlerin hadislerine daha kolay ulaşılması sağlanmıştır.
Zevâid müellifleri, çalışmalarına esas kabul ettikleri eserlerdeki rivayetleri hiçbir ayırıma tâbi
tutmadan değerlendirdikleri için bu eserlerin içerdiği mevkuf, maktû‘, zayıf ve hatta mevzû
rivayetleri de aynen eserlerine almışlardır. Zira onların amacı hadislerin sahihlerini
zayıflarından ayırmak değil sadece esas alınan kitaplardan fazla olarak bulunan hadisleri
belirlemektir.
Heysemî’nin Zevâidleri. Nûreddin el-Heysemî (ö. 807/1405) zevâid türünün en meşhur simasıdır.
Heysemî’nin ilk zevâid çalışması, Ahmed b. Hanbel’in el-Müsned’inde bulunduğu halde Kütüb-i Sitte’de
yer almayan hadisleri tesbit ettiği Ġāyetü’l-maḳṣad fî zevâʾidi’l-Müsned’dir
Heysemî’nin bu konuda en önde gelen eseri Mecmaʿu’z-zevâʾid ve menbaʿu’l-fevâʾid’dir.
Bezzâr’ın el-Baḥrü’z-zeḫḫâr adlı müsnedi
Ebû Ya‘lâ el-Mevsılî’nin el-Müsned’i
Hâris b. Ebû Üsâme’nin günümüze ulaştığı bilinmeyen el-Müsned’i
Taberânî’nin üç mu‘cemi
Bu eserlerde bulunduğu halde Kütüb-i Sitte’de bulunmayan hadisler.
Bûsîrî’nin Zevâidleri.
Beyhakī’nin es-Sünenü’l-kübrâ’sının Kütüb-i Sitte’ye ziyadelerini ihtiva eden Fevâʾidü(Cevâhirü)’l-
münteḳī li-zevâʾidi’l-Beyhaḳī
Bûsîrî’nin en önemli zevâidi İtḥâfü’l-ḫıyere (İtḥâfü’s-sâdeti’l-mehere) bi-zevâʾidi’l-mesânîdi’l-
ʿaşere’sidir.
Eserde Ebû Dâvûd et-Tayâlisî, Müsedded b. Müserhed, Abdullah b. Zübeyr el-Humeydî, İbn Ebû Ömer,
İshak b. Râhûye, Ahmed b. Menî‘, Ebû Bekir İbn Ebû Şeybe, Abd b. Humeyd, Hâris b. Ebû Üsâme ve
Ebû Ya‘lâ el-Mevsılî’nin müsnedlerinde olup Kütüb-i Sitte’de bulunmayan hadisler bir araya
getirilmiştir.
Bûsîrî daha sonra hadislerin senedlerini zikretmeden eserini ihtisar etmiştir (nşr. Seyyid Kisrevî Hasan,
I-XI, Beyrut 1417/1996). Miṣbâḥu’z-zücâce fî zevâʾidi İbn Mâce adlı eserinde ise Sünenü İbn
Mâce’nin Kütüb-i Ḫamse’de bulunmayan hadislerini tesbit etmiş
İbn Hacer el-Askalânî’nin Zevâidleri.
Heysemî’nin bir diğer talebesi olan İbn Hacer’in en önemli
zevâidi el-Meṭâlibü’l-ʿâliye bi-zevâʾidi’l-mesânîdi’s̱-s̱emâniye’dir
Eserde Ebû Dâvûd et-Tayâlisî, Abdullah b. Zübeyr el-Humeydî,
Müsedded b. Müserhed, Ebû Bekir İbn Ebû Şeybe, İshak b.
Râhûye, İbn Ebû Ömer, Ahmed b. Menî‘, Abd b. Humeyd, Hâris b.
Ebû Üsâme ve Ebû Ya‘lâ el-Mevsılî’nin müsnedlerinin Kütüb-i
Sitte’den ve Ahmed b. Hanbel’in el-Müsned’inden fazla olan
hadisleri tesbit edilmiştir.
Zevâidi çıkarılan bu eserlerin Bûsîrî’nin İtḥâfü’l-ḫıyere’sinde temel
alınan müsnedlerle aynı olması dikkat çekmektedir. İki eser
arasındaki en önemli fark, İbn Hacer’in kıstas kitap olarak Kütüb-i
Sitte’ye ilâveten Ahmed b. Hanbel’in el-Müsned’ini de ele
almasıdır.
Etraf Kitapları
Hadislerin baş tarafından bir kısmı zikredilmek suretiyle sahâbe adına veya hadis metinlerine göre alfabetik olarak düzenlenen
eserlerin ortak adı.
Etrâf “bir şeyin kenarı, köşesi, yanı” mânasına gelen taraf kelimesinin çoğuludur. I. yüzyılın son çeyreğinden itibaren (VII. yüzyılın
sonları) hadis derslerinde hatırlanması için hadisin baş tarafından bir kısmının yazıldığı ve bunlara etrâf dendiği bilinmektedir. Bu
usul ilk defa İbn Sîrîn tarafından hocası Abîde es-Selmânî’nin (ö. 72/691) derslerinde uygulanmış ve daha sonra yaygınlaşmıştır
(Mustafa M. el-A‘zamî, s. 165). IV. (X.) yüzyıldan itibaren genellikle birden fazla hadis kitabındaki rivayetlere kolayca ulaşabilmek
için iki nevi etrâf kitabı yazılmıştır. Birinci nevi öncelikle hadislerin ilk râvisi olan ashap adına, onlardan rivayette bulunanların çok
olması halinde ayrıca tâbiîn ve tebeu’t-tâbiînin adlarına göre alfabetik olarak düzenlenmiştir. Bu eserler bir çeşit müsned özelliği
arzeder. Ancak müsned türü eserlerde bir rivayetin tamamı verildiği halde etrâf kitaplarında rivayetlerin sadece belli bir kısmı
zikredilir. Kütüb-i Sitte veya Ṣaḥîḥayn için yapılmış etrâf kitaplarında görüldüğü gibi, bir sahâbînin bu eserlerdeki bütün rivayetleri
ve bu rivayetlerin bütün senedleri bir araya toplanarak eserlerin hangi bölümlerinde geçtiği tesbit edilir. Hadisin ilk râvilerine göre
telif edilen etrâf kitaplarında bir hadisin birçok eserdeki senedlerinin bir araya getirilmesi araştırmacılar için bazı kolaylıklar sağlar.
Bu sayede o hadisin geçtiği diğer kitapların ayrı ayrı incelenmesine gerek kalmadığı gibi hadisin sağlamlık derecesinin kolayca
tesbit edilmesi mümkün olur. Bunun faydalarından biri de bazı senedlerde ayırıcı bir vasıf kullanılmadan meselâ Süfyân veya
Hammâd diye zikredilen râvinin diğer senedlerde bu kapalılığın giderilmesi sayesinde Süfyân es-Sevrî mi, Süfyân b. Uyeyne mi,
Hammâd b. Zeyd mi, yoksa Hammâd b. Seleme mi olduğunun belirlenebilmesidir. Hadisin bütün rivayetlerini birlikte görme
imkânı, bir eserin yazımı veya basımı sırasında yapılan hataların tesbitini de kolaylaştırır. Etrâf kitaplarında yer alan hadislerin
tanınmış muhaddislerden kimler tarafından ve eserlerinin hangi bölümünde nakledildiğini, ayrıca bir hadisin hangi kitaplarda
bulunduğunu görmek azımsanmayacak bir faydadır. Bugün hadislerin kaynaklarını belirlemeye imkân veren mu‘cemlerin
(concordance) henüz ortaya çıkmadığı yıllarda bu hususların tesbiti genellikle etrâf kitapları sayesinde mümkün olmuştur.
İkinci nevi etrâf kitapları ise senedleri alınmaksızın hadislerin baş tarafından veya tamamını hatırlamaya imkân veren bir kısmından
birkaç kelimeyi almak, sonra da bu metinleri alfabetik sıraya koymak suretiyle yapılan çalışmalardır. Ahmed Muhammed Şâkir,
Süyûtî’nin mevcut hadislerin tamamını bir araya getirmek için önce kavlî hadisleri alfabetik olarak toplamaya başladığı, fakat
tamamlayamadığı Cemʿu’l-cevâmiʿ adlı eseriyle ondan kısa metinli hadisleri seçerek meydana getirdiği el-Câmiʿu’ṣ-ṣaġīr’i birer
etrâf kitabı saymaktadır.
Yûsuf b. Abdurrahman el-Mizzî v. 742, Tuḥfetü’l-eşrâf bi-maʿrifeti’l-eṭrâf.
Sahâbe, tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîne ait 1391 müsnedde mevcut 19.626
hadisin ele alındığı eser Kütüb-i Sitte ile Ebû Dâvûd’un el-Merâsîl’ini,
Tirmizî’nin eş-Şemâʾilü’n-nebeviyye adlı eserini, Nesâî’nin ʿAmelü’l-yevm
ve’l-leyle’sini de ihtiva etmektedir. İbn Hacer el-Askalânî eserdeki bazı
hataları tashih ve ikmal maksadıyla en-Nüketü’ẓ-ẓırâf ʿale’l-Eṭrâf’ı kaleme
almıştır. Her iki eser Abdüssamed Şerefeddin tarafından titiz bir çalışma
sonunda bir arada yayımlanmıştır (I-XIV, Bombay 1965-1966).
3. el-Minhâc fî şerḥi Ṣaḥîḥi Müslim b. Ḥaccâc. Nevevî’nin (ö. 676/1277) bu eseri Ṣaḥîḥ-i Müslim şerhlerinin en
önemlilerinden biridir. Müellif bu şerhi ne pek kısa ne de gereğinden fazla uzun tutmamaya özellikle dikkat ettiğini
söylemektedir. Eserin uzun mukaddimesinde Ṣaḥîḥ-i Müslim’in çeşitli rivayetleri hakkında bilgi verdikten sonra daha
çok İbnü’s-Salâh’ın görüşlerine dayanarak Ṣaḥîḥ-i Buḫârî’nin Ṣaḥîḥ-i Müslim’e tercih sebepleriyle her birinin üstün
yanlarını, Ṣaḥîḥ-i Müslim’in şartlarını ve muhtelif özelliklerini anlatmakta, genel olarak hadislerin sıhhat dereceleri,
bazı hadis meseleleri ve ıstılahları ile bunların değerleri ve bağlayıcılık durumlarını incelemekte, son olarak
da Ṣaḥîḥayn’daki muhtelif râvi isimlerinin okunuşu hakkında genel bilgi vermektedir. Hadisleri şerhederken
Mâzerî’nin el-Muʿlim’i ile Kādî İyâz’ın İkmâlü’l-Muʿlim’inden çokça faydalandığı anlaşılmaktadır.
4. Tunuslu Muhammed b. Hilfe b. Ömer el-Veştâtî el-Übbî de (ö. 827/1424) İkmâlü’l-Muʿlim üzerine İkmâlü İkmâli’l-
Muʿlim adlı bir eser kaleme almıştır. Kendinden önce Mâzerî, Kādî İyâz, Ahmed b. Ömer el-Kurtubî ve Nevevî
tarafından yazılan Ṣaḥîḥ-i Müslim şerhlerinden çokça faydalanmış, bu kaynaklardan nakil yaparken Mâzerî için “mim”,
Kādî İyâz için “ayn”, Kurtubî için “tâ”, Muhyiddin en-Nevevî için “dâl” rumuzlarını kullanmış, yer yer kendisi de
ilâvelerde bulunmuştur.
Sünen-i Tirmizi Üzerine
1. ʿÂriżatü’l-aḥveẕî fî şerḥi’t-Tirmiẕî. Ebû Bekir İbnü’l-Arabî (ö. 543/1148) tarafından kaleme alınan bu eser el-
Câmiʿu’ṣ-ṣaḥîḥ’in tamamını kapsayan ilk şerhtir. Bununla beraber her hadisin, hatta her babın şerhini ihtiva
etmemektedir. Bu şekliyle eser şerhten çok ta‘lik mahiyetindedir. İbnü’l-Arabî bazı garîb kelimeleri açıklamak, fıkhî
hükümleri belirtmek ve birbirine zıt görünen bazı hadislerde zıtlık bulunmadığını göstermekle yetinmiştir. Şerh
metodu Hattâbî’nin şerhlerini andıran İbnü’l-Arabî tercihlerinde mensup olduğu Mâlikî mezhebinin görüşlerini
esas almış, zaman zaman diğer mezheplerin görüşlerini de tartışma konusu yapmıştır.
2. en-Nefḥu’ş-şeẕî şerḥu Süneni’t-Tirmiẕî. İbn Seyyidünnâs el-Ya‘merî (ö. 734/1334) tarafından yazılan ve el-Câmiʿin
üçte ikisini ihtiva eden yarım kalmış bir şerhtir. Zeynüddin el-Irâkī (ö. 806/1404) bu şerhe bir tekmile yazmıştır.
3. Şerḥu Süneni’t-Tirmiẕî. Zeynüddin el-Irâkī’nin adı geçen tekmilesinden ayrı olarak kaleme aldığı bir şerhtir. 226
varaklık I. cildi ile müellif hattı olan 275 varaklık VII. cildi Millet Kütüphanesi’nde kayıtlıdır (Feyzullah, nr. 363, 364).
4. Ḳūtü’l-muġteẕî ʿalâ Câmiʿi’t-Tirmiẕî. Süyûtî’ye (ö. 911/1505) ait olan bu şerh daha önceki şerhlerden özellikle
Ebû Bekir İbnü’l-Arabî’nin görüşlerine dayalı özlü bir eserdir
5. el-ʿUrfü’ş-şeẕî ʿalâ Câmiʿi’t-Tirmiẕî. Muhammed Enver Şah el-Keşmîrî’nin (ö. 1933) el-Câmiʿu’ṣ-ṣaḥîḥ’i okuttuğu
sırada talebeleri tarafından derlenmiş takrirlerinden meydana gelen bu bir ciltlik şerh Hindistan’da taşbaskı
usulüyle basılmıştır
6. Tuḥfetü’l-aḥveẕî bi-şerḥi Câmiʿi’t-Tirmiẕî. Hindistanlı hadis âlimi Mübârekfûrî (ö. 1934) tarafından kaleme
alınmıştır. Eserde Tirmizî’nin râvileri hakkında bilgi verilmiş, hadislerin geçtiği diğer önemli kaynaklar belirtilmiş,
sened ve metinler hakkında açıklama yapılmıştır. Muhaddis fakihlerle selefin görüşlerine de yer verilen şerhte
Tirmizî’nin “hasen”, “sahih” gibi değerlendirmeleri diğer muhaddislerin görüşleriyle desteklenmiştir.
Ebu Davud Sünen
Hattâbî’nin Meʿâlimü’s-Sünen’i, genellikle hadislerde geçen nâdir kelimelerin ve
hadisin mânasının açıklandığı, ihtiva ettiği fıkhî sonuçların belirtildiği bir çalışma olup
eser aynı zamanda ilk hadis şerhi olarak bilinmektedir.
İbnü’l-Irâkī’nin Şerḥu Süneni Ebî Dâvûd’u yedi cilt olmakla birlikte eserde ancak
sehiv secdesi bahsine kadar olan kısım şerhedilmiştir.
Hindistanlı hadis ve fıkıh âlimi Azîmâbâdî’nin ʿAvnü’l-maʿbûd’u es-Sünen’in önemli
şerhlerinden biridir. Azîmâbâdî, es-Sünen’i oldukça geniş bir şekilde şerhetmek
amacıyla Ġāyetü’l-maḳṣûd adlı bir eser kaleme almaya başlamış, daha sonra bu
çalışmasını bitiremeyeceğini düşünerek onu ʿAvnü’l-maʿbûd adıyla ihtisar etmiştir.
Hindistanlı hadis âlimi Halîl Ahmed Sehârenpûrî’nin Hanefî mezhebi görüşleri
doğrultusunda kaleme aldığı ve maksadı açıklayacak kadar bir şerhle yetindiği
Beẕlü’l-mechûd’u Bedreddin el-Aynî’nin ʿUmdetü’l-ḳārî ve Ali el-Kārî’nin Mirḳātü’l-
mefâtîḥ’i gibi eserlerden faydalanılarak yazılmıştır. Müellif es-Sünen’in nüsha
farklarına işaret etmiş, senedsiz zikredilen hadislerin kaynaklarını göstermeye
çalışmış, râvileri kısaca değerlendirirken Ebû Dâvûd’un bu konudaki görüşlerine
öncelik tanımıştır.
İbn Mace’nin Sünen-i
Bilinen en eski şerhi Moğultay b. Kılıç’ın (ö. 762/1361)
el-İʿlâm bi-sünnetihî ʿaleyhisselâm adlı beş ciltlik
tamamlanmamış eseridir.
Muhammed b. Hasan ez-Zebîdî’nin Mâ tedʿû ileyhi’l-ḥâce ʿalâ
Süneni İbn Mâce’si de günümüze ulaşmıştır
Süyûtî’nin Miṣbâḥu’z-zücâce ʿalâ Süneni İbn Mâce adlı şerhi
Muhammed b. Abdülhâdî es-Sindî’nin Kifâyetü’l-ḥâce fî şerḥi İbn
Mâce adlı şerhi
Nesai’nin Sünen-i
Eser üzerinde muhtelif şerhler yazılmış olup yakın zamana kadar
bunların en meşhuru ve en çok istifade edileni Süyûtî’nin
Zehrü’r-rubâ ʿale’l-Müctebâ’sı idiyse de Muhammed b.
Abdülhâdî es-Sindî’nin 1894 yılında tamamladığı Ḥâşiye,
Süyûtî’nin şerhinden daha kapsamlıdır.
TAHRİC ÇALIŞMALARI
tahrîc kelimesi hadis ilminde üç anlamda kullanılır. 1. Bir hadisi
isnadıyla birlikte bir kitaba alıp nakletmek. Bu anlam, daha çok ilk
dönem müelliflerinin derledikleri hadislerden kitap oluşturma
faaliyetlerini ifade eder. 2. Belirli kitaplardan seçilen hadislerle yeni bir
kitap meydana getirmek. 3. Bir eserde Hz. Peygamber’e veya sonraki
iki nesle isnad edilen rivayetlerin temel kaynaklardaki yerlerini
göstermek, bunların isnad ve sıhhat açısından durumuna işaret etmek.
Tahrîcin ileriki dönemlerde yerleşik hale gelen bu son anlamı özellikle
IV. (X.) yüzyıldan sonra isnadların uzaması, çeşitli ilim dallarına ait
eserlerde kullanılan hadislerin kaynağına işaret etmeye verilen önemin
giderek azalması gibi sebeplerle yaygınlık kazanmıştır. Tahriç
yapana muharric, hadisin kaynağına veya râvisine mahrec denir. Tahrîc
sonunda oluşan eserler de tahrîc adıyla anılır.
Tahrîc Kaideleri. 1. Tahrîci yapılan hadisin senedi zikredilir ve yer
aldığı aslî kaynaklar belli bir düzene göre sıralanır. 2. Hadisin muttasıl
veya münkatı‘ diğer bütün tarikleri, mütâbi‘ ve şâhid rivayetleri, âlî
ve nâzil isnadları, bedel, müsâvat ve musâfahaları toplanır. Muallak
tariklerinin isnadları mümkünse vasledilir. Bütün tariklerinin kesiştiği
bir râvi (medâr) varsa zikredilir. 3. Hadisin isnadındaki incelikler
belirtilir ve râvilerinin cerh ve ta‘dîl açısından durumları hakkında
mütekaddimîn âlimlerinin değerlendirmeleri aktarılır. 4. İsnad
incelemesinin ardından hadisin farklı tariklerine ait metinler
karşılaştırılıp bunlar arasındaki farklar ve ortak noktalar
belirlenir. 5. Metindeki garîb ve müphem lafızlar açıklanarak
hadisteki şâz ve illetli hususlar gösterilir. 6. Âlimlerin hadisin sıhhat
açısından durumu hakkındaki görüşleri zikredilir. 7. Elde edilen
bütün bilgiler değerlendirilip hadisin sıhhat derecesi (hükmü)
ortaya konur.
Hâzimî’nin Taḫrîcü eḥâdîs̱i’l-Müheẕẕeb li’ş-Şîrâzî’si
İsaguci :
Süryânî asıllı Yeni Eflâtuncu filozof Furfûriyûs’un (ö. 304), Aristo’nun mantık kitaplarının ilki olan Kategoriler’in anlaşılmasını
sağlamak amacıyla kaleme aldığı, bu sebeple de isagoge (eisagoge “giriş”) adını verdiği eserin asıl konusu yazarın “beş ses”
veya “beş lafız” (quinqui voces) dediği “beş küllî”dir. Kitap, Arapça’ya çevrildiği dönemden itibaren İslâm kültür dünyasında
Grekçe isminin Arapça’daki söylenişiyle Îsâġūcî olarak anılmış, müslüman müellifler de eserin tercüme ve şerhleriyle aynı
mahiyetteki kendi telifleri için ya bu ismi veya Arapça’daki karşılığı olan “el-medhal” kelimesini kullanmışlardır.
İsâġūcî ve onun konusu üzerinde çalışmalar yapmak, hatta bu ismi taşımasına rağmen içerik olarak Furfûriyûs’un
eserinden kısmen veya tamamen farklı eserler yazmak İslâm mantığında bir gelenek halini almış olup bunlar
arasında İbn Sînâ çizgisinin önemli isimlerinden Esîrüddin el-Ebherî’nin (öl. 663/1265) Îsâġūcî fi’l-manṭıḳ adlı
eserinin özel bir yeri vardır. er-Risâletü’l-Es̱îriyye fi’l-manṭıḳ adıyla da tanınan kitap özet bir şekilde klasik mantığın
bütün konularını içermektedir; bundan dolayı da medreselerde okutulan ilk ders kitabı olma özelliğini kazanmış,
çeşitli şerh ve hâşiyeleri yapılmıştır.
Furfûriyûs’un Îsâġūcî’si ile Ebherî’nin Îsâġūcî’si arasındaki tek münasebet, Furfûriyûs’un kitabının temel konusunu
teşkil eden beş küllînin Ebherî’nin Îsâġūcî’sinde de çok kısa olarak yer almasıdır.
İbn Salah Ulumul Hadis Mukaddime Marifetü Envaı Ilmil Hadis Istılahları ilk defa İbn Hacer
Nuhbetül Fiker ve Nüzhetün Nazar ismiyle şerh etmiştir.
Oryantalistler ve Hadis Şarkiyatçılık Oksidentalizm Garbiyatçılık Müsteşrik
İkinci Abbasi halifesi Mansur (öl. 158/775) döneminde katibi İbnü’l-Mukaffa’ya Aristo’nun bazı kitaplarını, İran kültürüne ilişkin
bazı kaynakları tercüme ettirmişti.
Memun döneminde Beytülhikme kuruldu. Ortaçağ İslâm ilim ve kültür tarihinde tercüme ve yüksek seviyedeki ilmî
araştırmaların yapıldığı merkezlere verilen ad.
düşünce ve teşebbüs olarak Mansûr dönemine (754-775) kadar uzandığı anlaşılmaktadır.
İslâm coğrafyasının genişlemesiyle müslümanların Helenistik, İran, Hint ve diğer kültürlerle temasları sonucu bunlara
karşı kendilerinde geniş bir ilgi ve merak uyanmıştı. Ayrıca bu farklı kültürler arasında ortaya çıkan birtakım sürtüşme
ve tartışmalarda müslümanlar kendi inanç ve düşüncelerini tutarlı bir şekilde savunmak ve İslâm’ın üstünlüğünü
göstermek için bu kültürleri çok iyi tanımak zorundaydılar.
Bu gibi sebeplerden ötürü antik dünyanın bilinen ilmî ve felsefî eserlerini Arapça’ya çevirmek ihtiyacı doğdu.
Beytülhikme kuruluncaya kadar bu alandaki çalışmalar bazı şahısların, prens ve halifelerin özel merakı çerçevesinde bir
asırdan fazla bir zaman içinde şahsî faaliyetler olarak devam etti. Bu alanda ilk teşebbüste bulunan Emevî
prenslerinden Hâlid b. Yezîd b. Muâviye’dir (ö. 85/704). Hâlid tıp, astronomi (astroloji ile karışık), kimya (simya ile
karışık bir şekilde) gibi ilimlere merak salmış ve bu konularda yazılmış Grekçe eserleri İskenderiyeli birer rahip olan
Staphon ve Marianos’a tercüme ettirmişti (İbnü’n-Nedîm, s. 340). Bu şekilde başlayan tercüme hareketi, Emevî
halifelerinden Mervân b. Hakem (684-685) ve Ömer b. Abdülazîz (717-720) dönemlerinde toplumun ihtiyacı olan tıpla
sınırlı kalırken ikinci Abbâsî halifesi olan Mansûr tercümenin alanını genişleterek bu harekete büyük bir hız kazandırdı.
Kendisi hadis, fıkıh, dil ve edebiyat gibi geleneksel ilimlerin yanı sıra mantık, felsefe, matematik, geometri, astronomi
ve tıp gibi aklî ve tecrübî ilimlere karşı büyük ilgi duyuyordu. Bu sebeple İranlı bir mühtedi olan Abdullah b. Mukaffa‘a
Aristo’nun Organon adlı mantık külliyatının ilk üç kitabı ile Porphyrios’un Eisagoge’sini (Îsâgūcî) ve Kelîle ve Dimne’yi
Farsça’dan Arapça’ya tercüme ettirdi. Yine bu dönemde Hintli bir seyyahın beraberinde getirdiği matematik ve
astronomiyle ilgili iki kitap tercüme edildi ve böylece Hint rakamları İslâm kültür dünyasına girmiş oldu.
Bunlardan astronomiyle ilgili olan Sind-Hind adıyla, ayrıca Batlamyus’un Sintaksis’i el-Mecisṭî,
Öklid’in Elemento Geometricae’sı Uṣûlü’l-hendese adıyla tercüme edilmişti. Bu sırada Cündişâpûr tıp
okulunun reisi olan Curcîs b. Buhtîşû‘ Bağdat’a davet edildi ve Mansûr’un sarayında başhekim sıfatıyla tıp
alanında Grekçe ve Farsça’dan tercümeler yaptı. Halife Mansûr dil, edebiyat ve dinî ilimlere dair eserlerin
yanı sıra aklî ilimlerle ilgili olarak Grekçe, Süryânîce, Sanskritçe ve Farsça’dan tercüme ettirdiği bu eserler
için kütüphane olarak sarayında bir yer tahsis etti ve buraya Hizânetü’l-hikme adı verildi. Beytülhikme’nin
çekirdeğini Bağdat’ta kurulan bu kütüphane oluşturuyordu.
Mansûr, oğlu Mehdî’ye de bu yönde gerekli tavsiyelerde bulunmuştu. Fakat Mehdî döneminde (775-785)
daha çok yabancı kültür mihraklarından kaynaklanan zenâdıka hareketi baş gösterdiği için tercüme işine
gereken önem verilemedi. Hârûnürreşîd dönemine (786-809) gelindiğinde telif ve tercüme hareketinin
yeniden hız kazandığı görülür. Özellikle Ankara ve Ammûriye’nin (Emirdağ yakınlarında eski bir şehir)
fethinden sonra buralardan elde edilen kitaplar Bağdat’a götürüldü ve Yuhannâ b. Mâseveyh başkanlığında
kurulan bir heyet tarafından Arapça’ya tercüme edildi. Ayrıca İranlı bir mühtedi olan Ebû Sehl b. Nevbaht da
Hârûnürreşîd’in emriyle Farsça’dan tercümeler yapıyordu.
Beytülhikme’yi daha da geliştirerek Ortaçağ’ın âdeta bir ilimler akademisi hüviyetine kavuşturan Halife
Me’mûn olmuştur. Me’mûn 830’da Bizanslılar’a karşı başarıyla sonuçlandırdığı seferden dönerken oralardan
toplattığı kitapları beraberinde Bağdat’a getirdi. Ayrıca kütüphaneyi zenginleştirmek için büyük bir para
ayırdı ve Beytülhikme’nin müdürü Selm ile İbnü’l-Bıtrîḳ, Haccâc b. Yûsuf b. Matar ve Yuhannâ b.
Mâseveyh’ten oluşan bir heyeti Bizans’a göndererek bu heyetin kütüphanelerden seçeceği kitapların
kendisine gönderilmesini imparatordan rica etti. O dönemde bazı zengin ailelerin de özel kütüphane
kurarak telif, tercüme ve ilmî araştırmalara büyük paralar yatırdığı bilinmektedir. Meselâ tarihte Benî Mûsâ
diye bilinen Muhammed, Ahmed ve Hasan adlarındaki üç bilgin ve kâşif kardeş Huneyn b. İshak’ın
başkanlığında bir başka heyeti Bizans’a göndererek büyük paralar karşılığında kitaplar temin etmişlerdi.
Yapılan araştırmalar, Bağdat’taki Beytülhikme’nin bağımsız bir yapı olmayıp saray
müştemilâtı içinde çeşitli bölümler ihtiva eden bir bina olduğunu göstermektedir.
Burada kitapların korunduğu hücreler, müellif, mütercim, kâtip, müstensih ve
mücellitler için ayrılan odalar ve bir de okuma salonu bulunuyordu. Buna göre
Beytülhikme’nin kadrosu, “sâhibü Beytilhikme” unvanıyla anılan bir müdür,
müellifler ve mütercimler, bunların emrinde çalışan kâtipler, yazılan kitapları
çoğaltan müstensihler, verrâklar ve mücellitlerden oluşmaktaydı.
Beytülhikme’yi bizzat görmüş ve kütüphaneden faydalanmış olan İbnü’n-Nedîm
bu konuda çok değerli bilgiler vermektedir. Onun tesbit ettiği mütercimler
listesine göre Grekçe’den Süryânîce’ye, oradan da Arapça’ya veya doğrudan
Grekçe’den Arapça’ya tercüme yapanların sayısı kırk yediyi buluyordu. Farsça’dan
tercüme yapanlar on altı, Sanskritçe’den tercüme yapanlar üç kişi idi. İbn
Vahşiyye de birçok kitabı Nabatî dilinden Arapça’ya çevirmişti (el-Fihrist, s. 340-
342). Rivayete göre Halife Me’mûn sadece Grekçe’den yaptırdığı tercümeler için
300.000 dinar vermişti (Tırâzî, I, 101). Hatta bazı tercümeler terazinin bir kefesine
konuyor ve altın tozuyla tartılarak mütercim ödüllendiriliyordu.
Emevi sarayında yetişen Yuhannâ ed-Dımaşkī (öl. 132/749) önemli bir isimdir. Hıristiyan
azizi, kilise babası ve teologtur.
Yuhannâ ed-Dımaşkī’nin İslâm’a karşı yazıldığı kesin olarak bilinen çalışması, E Page tes
Gnoseos (Bilginin kaynağı) adlı eserinin ikinci bölümünün 100. (101.) bahsidir.
Ortaçağ boyunca hıristiyan dünyasının İslâm hakkında geliştireceği polemiğin ilk nüvesini
oluşturan bu küçük hacimli eserin etkisi yüzyıllarca devam etmiştir. Dımaşkī burada önce
müslümanların etnik kökenlerine ve İslâm öncesi dinlerine atıfta bulunmakta, bu
çerçevede müslümanları İbrâhim’in oğlu İsmâil’e izâfeten İsmâilîler (Ismailitai), Hacerîler
(Hagarenoi) diye nitelemekte, onların Herakleitos dönemine kadar puta taptıklarını, daha
sonra Muhammed adlı “yalancı” bir peygambere tâbi olduklarını ileri sürmektedir.
Muhammed’in Eski ve Yeni Ahid hakkında kısmen mâlûmatı bulunduğunu, bir rahipten
ders aldığını, Kur’an’ı kutsal kitap diye takdim ettiğini ve bazı “gülünç” kurallar
koyduğunu, dindar görünerek halkın güvenini kazandığını iddia etmektedir. Daha sonra
İslâm’ın Tanrı ve Mesîh’le ilgili görüşlerini ele almakta, Îsâ’nın ulûhiyyetinin bu din
tarafından reddedildiğini söylemekte, Muhammed’in peygamberliğini ispatlayacak bir
delilinin bulunmadığını ileri sürmektedir.
Oryantalizmin akademik bir disiplin olarak kurumsallaşması XIX. yüzyılda gerçekleşmiştir.
Şarkiyatçılar, Hz. Peygamber’in hadisleri yazmayı yasaklaması sebebiyle sahâbîler tarafından pek az hadisin rivayet
edildiğini, hadis külliyatını dolduran rivayetlerin çoğunun Hz. Muhammed’le ilgisi bulunmadığını, bunların, ortaya
çıkan yeni meselelere çözüm getirmek için II (VIII) ve III. (IX.) yüzyıllarda İslâm hukukçuları tarafından
uydurulduğunu ileri sürerler. Ayrıca hadislerin farklı görüşlere mensup kimseler tarafından ortaya atılması
yüzünden birbiriyle çeliştiğini, esasen bir kısmının Tevrat’tan, İncil’den ve eski hurafelerden derlendiğini iddia
ederler. Şarkiyatçıların hadis konusunda farklı sonuçlara varmasının sebepleri arasında, İslâm âlimleri tarafından
güvenilir kabul edilmeyen Vâkıdî, Ebü’l-Ferec el-İsfahânî gibi kişilere, ayrıca delil olarak kullanılmayan şâz, garîb,
hatta mevzû rivayetlere fazlaca değer vermeleri zikredilebilir. Şarkiyatçıların, ilmîlik iddiasıyla hadisleri tarihî olaylara
göre uygun düşüp düşmediğine bakarak açıklamaya kalkışmalarını, en sahih hadislerin bile belli bir zamanda ve belli
maksatlarla uydurulduğunu ileri sürmelerini ilmîlikle bağdaştırmak mümkün değildir. Onların bu tutumunun ardında
yatan temel fikir ise İslâm’ın ilâhî vahye dayanmadığı ön yargısıdır (Seyyid Hüseyin Nasr, s. 91).
G. H. A. Juynboll’ün belirttiğine göre hadislerin büyük bir kısmının uydurma olduğunu ilk defa Avusturyalı şarkiyatçı
Aloys Sprenger iddia etmiştir. Juynboll, onun Ṣaḥîḥ-i Buḫârî’deki hadislerin en az yarısının sahih bulunduğunu kabul
eden Reinhart Dozy, Weil ve William Muir’den daha şüpheci olduğunu ortaya koymuştur (The Authenticity of the
Tradition Literature, s. 1). Hadis hakkında en geniş araştırmayı yapan ve daha sonraki şarkiyatçılar tarafından sözü
senet kabul edilen Ignaz Goldziher’in kendini tarafsız göstermeye gayret eden tavrı ile, açıkça İslâm aleyhtarlığı
yapmaktan kendilerini alamayan İtalyan şarkiyatçısı Leone Caetani ve papaz Henri Lammens gibilerinin tavırları
arasında fark vardır. Bununla beraber hepsinin kanaati, hadisin Kur’an’dan sonra İslâm’ın ikinci kaynağı
sayılabilecek güvene sahip olmadığı noktasında birleşmektedir. Hadisler hakkındaki görüşlerini Muhammedanische
Studien (I-II, Halle 1889-1890) adlı eserinin II. cildinde (Etudes sur la tradition islamique, trc. Leon Bercher, Paris
1952) ortaya koyan Goldziher’in bazı kanaatleri, şarkiyatçıların hadise bakışları hakkında genel bir fikir verecek
mahiyettedir. Goldziher başlangıçta hadislerin fazla bir yekün tutmadığını, fakat sonradan uydurulan rivayetlerle
bu miktarın arttığını ileri sürmektedir.
Oryantalistlerin Hadise Yaklaşımları Müsteşrik
Bati’da özellikle son iki yüzyılda hadis tarihi, hadis usûlü, hadis literatürü konularında
birçok çalışma yapılmış, kitap ve makale yazılmıştır. Reinhart Dozy ö. 1883 Alois
Sprenger 1893 William Muir (1905), Leone Caetani (1935), Arent Jan Wensinck (ö.
1939), Snouck Hurgronje 1936), Arthur John Arbery (ö. 1969), Hamllton A. R. Gibb (ö.
1971) gibi oryantalistler hadisle ilgili eserler neşretmiş ve hadis hakkında makaleler
yazmışlardır. Ancak hadis alanında çalışan oryantalistleri en çok etkileyen, Batı’daki
hadis çalışmalarının belirleyicisi olan üç önemli kişi bulunmaktadır.
Macar asıllı Yahudi Gold ziher: Muhammedanische Studien adlı eserinin II. Cildi İslam
Kültürü Araştırmaları
Schacht’a göre de hadislerin Hz. Peygamberin mirasıyla doğrudan bir ilişkisi bulunmamaktadır.
Hadisler peygamber ve ashâbından gelmemektedir. Hukukî hadislerin önemli bir kısmı hicrî ikinci
asrın ortalarına doğru ortaya çıkmıştır.
Schacht, Şâfıî’den önce hicrî İkinci asır âlimlerinin, sahâbe, tâbiin ve kendi görüşleri ile toplumun
örfünü yaşayan gelenek kabul edip esas aldıklarını ve Peygamber’in hadislerine istisnaî olarak
müracaat ettiklerini ifade etmektedir. Ona göre Peygamber hadislerinin önem ve otorite kazanması
Şâfiî ile birlikte gerçekleşmiştir. Bu sebeple de hadislerin büyük çoğunluğu Şâfiî’den sonraki
dönemde ortaya çıkmıştır.
3. Origins of Muhammadan Jurisprudence (Oxford 1950). Bu çalışma Schacht’ın şaheseri olarak
değerlendirilmektedir.
JUYNBOLL, Gualtherus Hendrik Albert (1935-2010) Hadis alanındaki çalışmalarıyla tanınan Hollandalı
şarkiyatçı.
20 Ekim 1935 tarihinde Leiden’de doğdu. İlk adı Gautier ve Gual şeklinde de yazılır. Theodorus Willem Johannes
Juynboll’den (ö. 1861) itibaren Doğu araştırmalarıyla tanınan köklü bir ailenin son üyesidir. Aileden miras kalan
kütüphanenin de etkisiyle 1956’da Leiden Üniversitesi’nde Arapça ve İbrânîce öğrenimine başladı. Bu dönemde,
daha sonra doktora tezini danışmanlığında bitireceği hocası Jan Brugman’ın isteğiyle Concordance’ın
tamamlanmasında görev alan öğrenciler arasında yer aldı. En önemli eseri olan Encyclopedia of Canonical
Ḥadīth’i kendisine dayanarak hazırladığı Mizzî’nin Tuḥfetü’l-eşrâf’ı ile de bu sırada karşılaştı. Öğrencilik yıllarında
zamanının önemli bir kısmını Leiden Üniversitesi Kütüphanesi Doğu Eserleri okuma odasında geçiriyordu ve altı
ay süreyle Doğu yazmaları ve dergileri bölümünde yöneticilik görevini üstlenmişti. Bu görevi esnasında,
ziyaretçilere kapalı olan bölümlerde alanıyla ilgili kitaplara ulaşma imkânı buldu.
Juynboll’ün isnad incelemesinin merkezinde hadislerin uydurulmasında sorumlu kabul ettiği müşterek râviler
bulunmaktadır. İsnadların ilk defa kendilerinden birçok tarike ayrıldığı ortak râvilerin, isnadlarında yer aldıkları
hadisleri uydurduğu iddiasını şarkiyatçı literatüründe bir teori haline getiren J. Schacht ise de, bugün söz konusu
teori öncelikle Juynboll’le birlikte anılmaktadır. Zira Juynboll bu yöntemi ilk olarak Muslim Tradition adlı
kitabında uygulamış, ardından makalelerinin çoğunu ve son kitabını bu yöntemin uygulanması ve
geliştirilmesine ayırmıştır. Müşterek râvi yöntemi bağlamında onun tarafından ortaya konan kısmî müşterek râvi
(partial common link), görünüşte müşterek râvi (seeming common link), tek râvili tarik (single strand), örümcek
(spider), dalış (diving/dive) gibi terimlerin yanı sıra Schacht’ın geliştirdiği isnadların yayılması (spread of isnāds)
kavramı çalışmalarında çok sık geçmektedir. Juynboll ayrıca müşterek râvilerin müslüman âlimler tarafından
farkedildiğini, onların bu râviler için hadis literatüründe “medâr” kelimesini kullandığını iddia etmiştir. Kullandığı
terimler ve yöntemiyle ilgili olarak kendisine yöneltilen eleştirileri dikkate almayan ve bunlara doğrudan cevap
vermeyen Juynboll’ün akademik hayatı boyunca iddialarında görülen değişiklikler uyguladığı teoriyi yine
kendisine ait bazı ilâvelerle geliştirmekten ibaret kalmıştır.
• Eserleri. 1. The Authenticity of the Tradition Literature: Discussions in Modern Egypt (Leiden
1969). Yazarın doktora tezi olup Salih Özer tarafından Modern Mısır’da Hadis Tartışmaları adıyla
Türkçe’ye çevrilmiştir (Ankara 2000).
• 2. Muslim Tradition: Studies in Chronology, Provenance and Authorship of Early
Ḥadīth (Cambridge 1983, 1985). Müşterek râvi teorisi dahil olmak üzere birçoğu, daha sonraki
çalışmalarında ileri sürdüğü iddialara temel teşkil eden görüşlerinin yer aldığı kitabı Salih Özer
Türkçe’ye Hadis Tarihinin Yeniden İnşâsı adıyla çevirmiştir.
• 3. Studies on the Origins and Uses of Islamic Hadīth (Aldershot 1996). Yazarın 1971-1994 yılları
arasında yayımlanmış on bir makalesini ihtiva etmektedir.
• 4. Encyclopedia of Canonical Ḥadīth (Leiden 2007). Juynboll’ün bu hacimli kitabı bir hadis
ansiklopedisi olmaktan çok müşterek râviler ansiklopedisidir. Râvi isimlerine göre alfabetik olarak
hazırlanmış olan bu eserde müellif, müşterek râvilerin isimleri altında uydurduklarını iddia
ettiği Kütüb-i Sitte hadislerini sıralamıştır.
Juynboll akademik çalışmalarının amacını, “Eğer İslâm’ı bildiğimiz şekliyle icat eden Muhammed
değilse -ki bu, Ignaz Goldziher’in bir asır öncesine ait eseri Muhammedanische Studien’inden
itibaren bilinen bir şeydir- bundan kimin sorumlu olduğunu bulma” şeklinde dile getirmiştir (My
Days in the Oriental Reading Room, s. 17). Hadislere karşı olan merakının Goldziher’in eseriyle
birlikte başladığını söyleyen Juynboll’ün bu ilgisi bütün akademik hayatı boyunca devam etmiştir.
Goldziher’in hadislerin büyük kısmının İslâm toplumunun sonraki asırlarında görülen gelişmeleri
yansıttığı (uydurma olduğu) şeklindeki iddiasından hareketle bir hadisin ne zaman, nerede ve kimin
tarafından söylendiği sorularına özellikle isnadlardan hareketle cevap bulmaya çalışmıştır.
Hadislerin Hz. Peygamber’le İlişkisi
Oryantalistlere göre Kitâb-ı Mukaddes, tarihî süreç içerisinde Tora ve
İncil yazarlarının katkılarıyla tamamlanmış metinlerden oluşur. Onlara
göre Kur’ân da farklı kaynaklardan derlenmiş bir kitaptır.
Hadislerin Hz. Peygamber ile bir ilişkisi bulunmamaktadır.
Özellikle ilk dönem oryantalistlerinin hadisleri ifade etmek üzere
kullandıkları tradition (gelenek) kelimesi de bu durumu teyit
etmektedir. Zira söz konusu kelime Hıristiyanlık açısından önemli ve
belirleyici bir kavramdır. Nitekim Kitab-ı Mukaddes’in yanında özellikle
Katolik kilisesinde geleneğin (tradition) önemli bir yeri vardır. “Dinî
konularla ilgili olup Kitâb-ı Mukaddes’te bulunmayan bilginin
nakledilmesi” anlamında tradition (gelenek), doktrinle ilgili gerçeğin
kriteridir.
Başta Goldziher olmak üzere önde gelen oryantalistlere göre İslâmiyet de Hz.
Peygamber zamanında tebliğ edilerek tamamlanmış bir din değildir. Ona göre Hz.
Peygamberin tebliğiyle başlayan İslâmiyet onun vefatından soma uzun bir süre
içinde tamamlanabilmiştir. Dolayısıyla hadisler Hz. Peygamberin vefatından
sonra dinin tamamlanması amacıyla ortaya atılan görüşlerin ona nispet
edilmesiyle ortaya çıkmıştır. Oryantalistlerin hadislerle ilgili araştırmalarında
tradition (gelenek), living tradition (yaşayan gelenek), putting into circulation
(tedavüle sokmak), progressing of growth (gelişim süreci), growth of traditions
(hadislerin çoğalması), originating (ortaya çıkmak), appearing later (sonradan
ortaya çıkmak), dating of traditions (hadislerin terihlendirilmesi/ortaya çıkış tarihini
tespit) gibi ifadeleri sık sık kullanmaları da bu durumu teyit etmektedir.
Muhammedanizm Muhammedi Düşünce
Dolayısıyla oryantalistlere göre “traditions” diye ifade edilen hadisler
Müslümanların zaman içerisinde geliştirdikleri geleneklerini ifade etmekte ve Hz.
Peygamber ile bir ilişkisi bulunmamaktadır. Söz konusu ifadenin oryantalist
araştırmalarda merkezî bir konumda olması, özellikle dinlerinde geleneğin önemli
bir yeri olduğu Batılılar tarafından, hadislerin Hz. Peygamber İle bir ilişkisinin
bulunmadığı şeklinde anlaşılmasına da sebep olmuştur.
Hadislerin önemli bir kısmının uydurma olduğuna ilk dikkat çeken
oryantalistin Sprenger olduğunu ifade eden Juynboll, konuyla İlgili
Goldzıher ve Schacht’ın görüşlerini naklederek onlara katıldığını
belirtmektedir Nitekim o, Goldziher’in, “Hemen hemen hiçbir hadisin,
Peygamber’in gerçek sözü veya O’nun davranışının güvenilir bir tasviri
olduğu ispatlanamaz. Hadis literatürünün İslâm’ın ilk iki yüzyıldaki
dinsel, tarihsel ve sosyal gelişiminin bir sonucu olarak mütâlaa edilmesi
gerekir” açıklamasını naklettikten sonra onun bu görüşünün ilim
dünyasını ikna ettiğini ifade etmektedir. O Schacht’ın Origins adlı
eserine hayranlığını dile getirmekte ve Goldzıher’in Hadisle ilgili temel
anlayışını Schacht’ın geliştirdiğini belirtmektedir. Ayrıca onun da
hadislerin hicrî ikinci asırdaki mezhepler tarafından uydurulup
yaygınlaştırıldığı şeklindeki görüşünü kaydeder.
Hadislerin Ortaya Çıkış Tarihini Tespit
dating of traditions
Hadislerin ortaya çıkış tarihini tespit etmek amacıyla kullanılan yöntemler Batıdaki
dinler tarihi ve Kitâb-ı Mukaddes alanında uygulanan metotlardan istifade edilerek
geliştirilmiştir. Başka bir ifadeyle Batıdaki hadislerin ortaya çıkış tarihini belirleme
faaliyetinin tarihî arka planında dinler tarihi ve Kitâb-ı Mukaddes alanında uygulanan
metotlar bulunmaktaydı. Zira İslam ile ilgili çalışmalar başlangıçta birçok üniversitede
yalnız ibrânîce ve Kitâb-ı Mukaddes incelemelerinin bir kolu durumundaydı. Daha
sonra filologların ve kutsal kitaplar üzerinde çalışan uzmanların incelemeleri bağımsız
bir Islâmiyat araştırmaları geleneğinin doğmasına ve gelişmesine yol açmıştır.
Söz gelimi oryantalistlerin hadislerle ilgili “kısa olan metin önceki, tam olan metin ise
sonraki tarihlidir” prensibi de bunlardan biridir. Nitekim Alman bilim adamı Johann
Jakob Griesbach’ın (ö. 1812) Kitâb-ı Mukaddesin metin tenkidiyle ilgili tespit ettiği 15
kuraldan en önemlisi “metin farklılıkları konusunda kısa olanın tercih edileceği”
prensibiydi. Goldziher de hadislere uyguladığı tarihî tenkit yöntemini Yahudî dinî
kaynaklarına bu yöntemi tatbik eden hocası Abraham Geiger’den (ö. 1874) almış
Yahudi geleneği, efsane araştırmaları, dinler tarihi çalışmaları ve tarihî-filolojik
metottan istifade etmiştir.
Yöntemleri
Metin Esaslı Yöntem
Hadislerin ortaya çıkış tarihini belirlemede metni esas alan yaklaşımın önde gelen
temsilcisi Goldziher’dır.
Goldziher, İslâm toplumunun ilk yüzyıllardaki sosyo-politik gelişiminin veya yatışmaların
yansıması olarak gördüğü hadisleri, bu kurguya göre ait oldukları tarihsel kesite
yerleştirmece ve buna göre adam aktadır, o, Hz. Ali taraftarları-Emevîler, Emevîler-
Abbâsîler gibi siyası ve ehl-i hadis-ehl-i re’y gibi ilmi gruplaşmalar arasındaki tartışmaları
hadislerin ortaya çıkış tarihini belirlemede en temel ölçü olarak kabul etmiştir.
Nitekim Goldziher’e göre, “Mescid"i haram, benim mescidim (Mescid-i nebevî) ve Beytü’l-
makdis olmak üzere üç mescid için seyahat yapılır” hadisi siyasî gayelerle uydurulmuştur.
Emevi Halifesi Abdülmelik b. Mervan (ö. 86/705), Mekke’de hüküm süren Abdullah b.
Zübeyr’ın oraya gidecek Suriyelileriden biat alabileceğini düşünerek hacca gitmeyi
yasaklamıştır. Karşı bir tedbir olarak da haccı Kudüs’teki Kübbetü’s-sahra’ya çevirmenin
çarelerini aramış ve Kâbe etrafında yapılan tavafla Kudüs’ün mukaddes mekânında
yapılacak tavafın şer’an aynı derecede makbul sayılabileceğine dair bir karar çıkarmıştır.
Zührî de bir hadis uydurarak siyasi sebeplerin gerektirdiği bu reformu haklı çıkarma görevini
üstlenmiştir. Bu hadise göre haccın Mekke, Medine ve Kudüs’te olmak üzere makbul olduğu
üç mescid vardır
Goldziher’e göre hadislerin yazılmasını yasaklayan hadisi, hadislerin güvenilir olmadığını
düşünen ve onları delil olarak kullanmak istemeyen ehl-i re’y; hadislerin yazılmasına izin
veren hadisleri ise, hadislerin güvenilir olduğunu ve delil olarak kullanılması gerektiğini ileri
süren ehl-i hadis ortaya atmıştır.
Kötü niyetli kimselerin kendi amaçları uğruna Hz. Peygamber’in otoritesini istismar
ettiklerini tespit eden İslâm âlimlerinin mevzû rivâyetleri belirlemek amacıyla metni esas
aldıkları bilinmektedir. Onlar da rivâyetlerin ilk dönemlerdeki itikadî, siyasî olay veya
kişilerle ilgisini dikkate almışlar ve mezhepleri veya münteşirlerini öven veya yeren
rivâyetlerin ihtiyatla karşılanması gerektiğini ifade etmişlerdir. Hatta bu durumu hadisin
uydurma olduğunun bir alâmeti olarak kabul etmişlerdir. Ancak İslâm âlimleri hadislerin
tamamının Hz. Peygamber ile bir ilişkisinin bulunmadığından ve özellikle hicri ikinci ve
üçüncü asır âlimleri tarafından ortaya atıldığından söz etmemişlerdir.
Söz konusu hadisin uydurucusu olarak gösterilen Zühri’nin bu teşebbüste herhangi bir
rolünün bulunması tarih bakımından mümkün değildir. Zira et-Târîhu’s-sağîr ve Tezkiretul-
huffâz gibi bizzat Goldziher’in kullandığı kaynaklar, Zührî’nin kendisini hadis uydurmaya
teşvik ettiği iddia edilen Emevî Halifesi Abdülmelik b. Mervan ile görüşmesinin 81- 84 (700--
703) yılları arasında gerçekleştiğini belirtmektedir. Buna göre Zührinin Abdülmelik’le
görüşmesi Abdullah b. Zübeyr’in öldürülmesinden çok sonradır. Ayrıca Zührî Emevîler
lehine hadis uydurmuş olsaydı daha sonra gelen ve uzun süre yaşayan Abbâsî Devleti
tarafından bu durumun ortaya çıkarılması gerekirdi.
İsnad Esaslı Yöntem
Hadislerin ortaya çıktığı tarihini belirlemede isnadı esas alan yaklaşımın
ilk temsilcisi, Joseph Schacht’tır. o, Goldziher’in metin esaslı teorilerini
kabul etmekle birlikte, hadis araştırmalarında isnadın da önemine
vurgu yapmaktadır. Ona göre isnadlar üzerine yapılan çalışmalar
genelde hadislerin ortaya çıktığı tarihin tespitine imkan vermektedir.
Müşterek râvi (common link) ve isnadların geriye doğru gelişme eğilimi
göstermesi (backward growth of isnads) teorileri, onun hadislerin
ortaya çıktığı tarihi isnad esaslı belirlemede geliştirdiği yöntemlerdir.
ilk defa Schacht ortaya atmakla birlikte müşterek râvi teorisi, daha sonra onun takipçisi
Juynboll tarafından geliştirilmiştir. Nitekim Juynboll de, çalışmalarında Schacht’ın
isnadlarla ilgili müşterek râvi teorisini gelistirmeyi amaçladığını belirtmektedir.
Söz konusu iki oryantaliste göre tebe-i tâbiîn nesline kadar isnadlar Hz. Peygamber >
Sahabi > Tâbiî şeklindedir. Tebe-i tâbiîn neslinden itibaren ise isnadlar kollara
ayrılmaktadır. Schacht’a göre bu nesilde isnadların kendisinden kollara ayrıldığı kimse
müşterek ravidir.
Her iki oryantaliste göre de hadisin metin ve isnadından müşterek râvi
sorumludur. Başka bir ifadeyle hadisi de, isnadını da tedavüle çıkaran
ve uyduran müşterek râvidir. dolayısıyla isnadın müşterek râviden Hz.
Peygamber’e doğru giden kısmı uydurmadır. Bu kısım, müşterek
râvinin kendi ürünü olan metne otorite kazandırma amacinin
sonucudur. Juynboll’e göre müşterek râviden sonraki kısımda sadece
kısmî müşterek râvi ile desteklenenler sahîh iken Schacht’a göre ise
müşterek râviden kollara doğru ayrıldığı kısımlar tarihî yani gerçektir
İddia edildiği gibi müşterek râvi öncesi Hz. Peygamber > sahâbî >tâbiî >
şeklinde isnadlar bulunmakla birlikte bütün isnadların bu şekilde
olduğu tezi ise gerçeği yansıtmamaktadır. Zira hadis kaynakları
incelendiğinde azımsanmayacak sayıda hadisin Hz. Peygamberden
birden fazla sahâbî, aynı şekilde sahâbîdeıı birden ؛azla tâbiî, onlardan
da birden fazla râvi tarafından rivâyet edildiği görülmektedir.
Motzki’nin de belirttiği gibi bir haberin müşterek râviye kadar her nesilde
tek kişi tarafından aktarılması, sürekli bir sözlü aktarım uygulaması
düşüncesine dayanmaktadır. Ancak hicrî birinci asırda genelde sözlü
aktarım hâkim iken İkinci yüzyılın başlarından itibaren yazılı ve sistematik
rivâyete geçilmiştir II./IX yüzyılın ilk yarısı ise ana müşterek râvilerin
(common linklerin) yaşadığı dönem olmuştur. Rivâyet şeklindeki değişiklik
isnad zincirine de yansımıştır. Dolayısıyla bu geçiş döneminde yer alan
ana müşterek râvilerin (common linklerin) ilk büyük müdevvinler ve
öncekilerin rivâyetlerini toplanıp tanıtanlar oldukları anlaşılmaktadır.
Nitekim Schacht’ın müşterek râvi {common link) olarak nitelediği ibn
Şihâb ez-Zührî 124/742 . ibn Cüreyc v. 150 İbn Uyeyne 198/814 gibi çok
sayıda âlimin hadis toplayıcısı olduklarının tespit edilmesi onların
müşterek ravi olmalarının sebebini göstermektedir. Bunlar kendilerinden
önceki bilgileri eserlerde toplayıp sonraki nesillere aktarma görevini
üstlenmişlerdir. Bu durum onların hadis rivayetinde merkezî bir konumda
olmalarına sebep olmuş ve birçok râvi kendilerinden hadis almıştır.
Kaynak Esaslı Yöntem
Schacht ve Juynboll, herhangi bir hadisin ortaya çıkış tarihinin tespitinde ilk defa geçtiği
kaynağın da belirleyici olacağını iddia etmişlerdir. Bu anlayışa göre ekoller arasında tartışılan
bir konuda herhangi bir hadis delil olarak kullanılmıyorsa bu, söz konusu dönemde konuyla ilgili
hadisin henüz tedavüle sokulmadığını gösterir. Başka bir ifadeyle ekoller arasında tartışılan
konuda sözü edilen dönem eserlerinde hadis bulunmuyorsa bu, ilgili hadisin daha sonra ortaya
çıktığı anlamına gelmektedir. Schacht bu durumu, “Hadisin belli bir dönemde mevcut olmadığını
ispatlamanın en iyi yolu, şayet mevcut olsaydı hadise müracaatı zorunlu kılacak bir tartışmada
hukukî bir delil olarak kullanılmadığını ispatlamaktır” şeklinde ifade etmektedir.
Bu yöntem, konunun tartışıldığı dönemin kaynaklarında ilgili hadisin bulunmadığını ifade etmek
üzere e sîlentio (sessizlik, sükût) delili olarak isimlendirilmektedir. Bu yönteme göre, bir
zamanlar hukuki bir tartışmada eğer hadise müracaat edilmeyip daha sonra gelen bir âlim
fıkhî istidlalinde hadisten istifade ettiyse, söz konusu hadis bu iki âlim arasındaki zaman
diliminde uydurulmuş olmalıdır.
Bir hadisin آfıkhi tartışmalarda bir âlim tarafından kullanılmamış olmasının pek çok sebebi
olabilmektedir, öncelikle söz konusu hadis fakih tarafından henüz bilinmiyor olabilir. Bu ise, o
hadisin gerçekte olmadığı anlamına gelmez. Ayrıca bu fakih, konuyla doğrudan ilgili görmemesi,
delil olacak seviyede bulmaması gibi bizim bilmediğimiz bazı sebeplerle de hadisi zikretmemiş
olabilir.
Hindistan ve P a k i s t a n ’ d a Hadîs Çalışmaları
Bu dönemde özellikle İngiliz işgal ve yönetimi altında bulunan Hindistan’da
İslâm’ın doğru anlaşılmasına yönelik farklı ekoller oluşmuştu. Bunlar
arasından özellikle “Hanefî Ekolü” veya “Diyobend Ekolü” ile “Ehl-i Hadîs
Ekolü” hadîs ilmine katkıları ve hadîs tarihi açısından önemli bir yere sahiptir.
Hadîsle ilgili bir diğer okul ise Sir Seyyid Ahmed Han (ö. 1898 tarafından
kurulan Batı etkisindeki ‘Aligarh Ekolüdür. Dinin tek kaynağının Kur’ân
olduğunu ileri süren “Ehl-i Kur’ân” ise hadislerin delil olamayacağı
görüşündeydi.
Mevdûdî 1930’lu yılların sonlarında, Hindistan’ın bütünlüğünü koruyarak İngiliz işgalinden kurtulmasını savunan
Diyûbend merkezli Cem‘iyyet-i Ulemâ-i Hind’in Hint milliyetçiliği tavrına karşı çıktı. Öte yandan müslümanların
bağımsız bir devlet kurmasını savunan Muhammed Ali Cinnah’ın öncülük ettiği Hindistan Müslümanları Birliği’ne de
İslâmî esaslara yeterince hassasiyet gösterilmediği gerekçesiyle mesafeli durdu (Aziz Ahmed, s. 258). Böylece her iki
grupla da fikir ayrılığına düşen Mevdûdî yeni bir hareket başlatmaya karar verdi ve kendisiyle benzer düşünceleri
paylaşanları toplantıya çağırdı. Toplantıya katılan yetmiş beş âlim ve aydınla birlikte 25 Ağustos 1941’de Lahor’da
Cemâat-i İslâmî teşkilâtını kurdu, başkanlığına da kendisi seçildi.
Fazlurrahman ve hadis anlayışı
Dinî geleneğin sonraki nesillerin sağlıklı düşünme ve gelişmelerine katkıda bulunabilmesi için ona
yeniden hayatiyet kazandırılması ve ıslah edilmesi gerekiyordu. Bu anlayışı onu, ؛slâm’m temel ı r a k l
a r ın ı yeniden yorumlamaya ve bunun İçin gerekli metodolojiyi kurmaya sevketmekteydi.
Ancak ona göre Nebevi sünnet kesin kurallar dizisi olmaktan çok, yön gösteren şemsiye bir kavramdı.
Sünnetin içeriği Hz. Peygamberin vefatından sonra gittikçe zenginleşmişti
o, bizzat Hz. Peygamber’in söz ve davranışlarım mutlak sünnet, İslâm toplumuzun mutlak sünnet
çerçevesinde uygulama alanına çıkardıkları çözümleri ise yaşayan sünnet {living sunnah) olarak
isimlendirmektedir. Ona göre, bir tarafta miktarı az da olsa Hz. Peygamber’in sahîh sünneti, diğer
tarafta ilk devir Müslümanlarının Nebevî modele bağlı kalarak serbestçe ortaya koydukları çok sayıda
uygulama bulunmaktaydı. Dolayısıyla yaşayan sünnet sadece Resûl-i Ekrem’in davranışlarını değil aynı
zamanda sahabe ve tabiînin içtihatlarını da içermekteydi. Fazlurrahmana göre hadis, sünnetten farklı
bir kavramdır. Zira hadislerin oluşumu, sünnetin ardından gelen bir süreçtir. Hadis âlimlerinin isnadla
ilgili faaliyetlerinden övgüyle söz eden Fazlurrahman240 hadislerin sıhhatini tesbitiin bunu yeterli
görmez. Onun, “Buhârî ve Müslim’de yer alan ve siyasî karışıklıklardan haber veren hadislerin
senetleri mükemmeldir. Ancak tarihî bakımdan dürüst olursak onları kabul edemeyiz”241 şeklindeki
açıklaması sıhhat tespitinde isnadı yeterli görmediğini ifade etmektedir. Nitekim o, “Doğrudan ya da
dolaylı olarak gelecekten haber veren bir hadişin tarihî bakımdan sahîh bir şekilde Hz.
Peygamber’den gelmiş olması kabul edilemez ve dolayısıyla sonraki tarihin ilgili dönemine
gönderilmesi gerekir. Biz gelecekie ilgili bütün haberleri değil, fakat sadece tam anlamıyla spesifik
olaniarı reddediyoruz”^ ifadeierîyie gelecekle ilgili hadislerin metinleri açısından sıhhatini tespit
ölçüsünü ortaya koymaktadır.
FAZLURRAHMAN )1988-1919(ف ضلا لرحمن
Pakistanlı ilim ve fikir adamı.
Pakistan’ın kuzeybatısında yer alan Hezâre şehrinde dindar bir ailenin çocuğu olarak 21 Eylül 1919’da dünyaya geldi. Babası Mevlânâ Şehâbeddin Diyûbend
Dârülulûmu mezunu olup Reşîd Ahmed Gengûhî, Şeyhülhind Mevlânâ Mahmûd Hasan gibi tanınmış âlimlerden ders alarak geleneksel İslâmî ilimlerde öğrenim
görmüş olmakla birlikte, çağdaş eğitimi dinî açıdan sakıncalı bulan gelenekçi âlimlerin aksine İslâm’ın çağdaş gelişmelerle hesaplaşması ve böylece rekabet
gücü kazanması gerektiğini savunuyordu. Fazlurrahman ilk öğrenimini, Pakistan’da “ders-i nizâmî” diye bilinen medrese eğitimi şeklinde babasının yanında
gördü. Kendi ifadesine göre yenilikçi bir fikir adamı olarak yetişmesinde babasının önemli katkıları oldu (İslâmî Araştırmalar, IV/4, s. 227). On yaşında iken
Kur’an’ı ezberledi. Daha sonra babasının teşvikiyle modern eğitime yöneldi; 1933’te, o zaman “üniversiteler ve bahçeler şehri” olarak bilinen Lahor’a yerleşen
ailesinin yanında yüksek öğrenime başladı; bir yandan da babasından İslâmî ilimler sahasındaki tahsiline devam etti. 1940’ta Pencap Üniversitesi’nin Arapça
bölümünden mezun olduktan sonra aynı üniversitede lisans üstü öğrenimine başladı. Arapça’ya olan hâkimiyeti ve ders-i nizâmî eğitimi sayesinde İslâmî
ilimlerle münasebetini daha da geliştirdi. 1942’de yüksek lisansını tamamladıktan sonra aynı üniversiteye araştırma görevlisi olarak girdi. Burada başladığı
doktora çalışmasını 1946’da gittiği İngiltere’de sürdürdü ve Oxford Üniversitesi’nde İbn Sînâ’nın en-Necât adlı eserinin “en-Nefs” bölümü üzerinde çalıştı.
Amacı, uzun bir geçmişten beri ihmal edilen İslâm felsefesi alanında uzmanlaşmaktı. Tez konusu olan “en-Nefs”in tahlilini ve İngilizce tercümesini daha sağlıklı
şekilde yapabilmek için Grekçe ve Latince’yi, Batı felsefesini kaynaklarından takip edebilmek için de Fransızca ve Almanca’yı öğrendi. 1949’da bitirdiği
Avicenna’s Psychology adlı doktora tezi yayımlanmıştır (Oxford 1952). Fazlurrahman 1950’de İngiltere’nin Durham Üniversitesi’ne öğretim üyesi olarak tayin
edildi. Burada İran kültür ve medeniyetiyle İslâm felsefesi okutmaya başladı. 1958 yılına kadar süren bu dönemde çalışmalarını İslâm felsefesi üzerinde
yoğunlaştırdı. Bu sıralarda en çok ilgisini çeken düşünürler Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî, Fârâbî, İbn Sînâ ve Gazzâlî oldu. İlmî çalışmalarında önemli bir dönem
sayılabilecek olan 1958’de İngiltere’den Kanada’ya giderek Montreal’deki McGill Üniversitesi Institute of Islamic Studies’de İslâmî ilimler doçenti olarak yeni
görevine başladı. Eserlerinin kronolojik listesinden de anlaşılacağı gibi (Açıkgenç, İslâmî Araştırmalar, IV/4, s. 248-252) klasik İslâm felsefesindeki çalışmalarına
ara vererek günümüz İslâm dünyasının meselelerine yöneldi. Nitekim klasik dönem İslâm felsefesiyle ilgili çalışmalarının son ürünü olan Prophecy in Islam adlı
eserini bu tarihte yayımlamıştır. Fazlurrahman bu kitapta İslâm düşüncesindeki peygamberlik anlayışını tamamen felsefî bir yaklaşımla ele aldı ve Fârâbî, İbn
Sînâ, İbn Hazm, Gazzâlî, Şehristânî, İbn Teymiyye, İbn Haldûn gibi ilim ve fikir adamlarının bu hususu nasıl anladıklarını ortaya koydu. McGill Üniversitesi’ndeki
görevine 1961’e kadar devam eden Fazlurrahman, günümüz İslâm toplumunun meselelerini daha yakından tanımak amacıyla aynı yıl Pakistan hükümetinin
davetini kabul ederek ülkesine döndü ve Karaçi’de İslâmî Araştırmalar Enstitüsü’nde bir yıl misafir profesör olarak ders verdi. Böylece 1961 yılı onun hayatında
önemli bir dönüm noktası oldu; çünkü bu tarihten sonra ilmî metodolojisinin ürünlerini almaya başlayacaktı. Nitekim bu tarihten sonra yayımladığı makale ve
kitapları incelendiğinde hemen hemen bütün çalışmalarının İslâm toplumunun güncel meseleleriyle ilgili olduğu görülür. Fazlurrahman 1962 yılında İslâmî
Araştırmalar Enstitüsü’nün genel müdürlüğüne tayin edildi ve bu görevini 1968’e kadar sürdürdü. Bu sırada enstitünün yayımlamakta olduğu Islamic Studies
dergisinin başeditörlüğünü de yaptı. 1961-1968 yılları arasında neşrettiği yirmiden fazla makale ve iki kitap buradaki çalışmalarının ürünüdür. 1965’te basılan
Islamic Methodology in History adlı eseri hadis, sünnet ve fıkıh alanlarında yeni anlayışlarla ictihad yapmanın önemini vurguluyordu. Yine bu dönemde
neşredilen Islam adlı eseri (London-New York 1966) İslâm düşünce tarihiyle âdeta hesaplaşıyordu. Bu yüzden eser Pakistan’da büyük bir infial uyandırdı.
Aslında Fazlurrahman bir yandan ilmî faaliyetlerini sürdürüyor, bir yandan da dönemin devlet başkanı Eyyûb Han’ın danışmanlığını yapıyor ve böylece
Pakistan’ın toplumsal yönden şekillenmesine katkıda bulunuyordu. Ancak dönemin bazı siyaset adamları, Eyyûb Han üzerinde büyük etkisi olan Fazlurrahman’ı
hedef seçerek Islam adlı kitabında sarfettiği bir cümleden dolayı 10.000 rupi ödül koyarak katlini istediler. Bunun üzerine Fazlurrahman Pakistan’ı terkedip
Amerika’ya gitti ve California Üniversitesi’nde bir dönem ders verdikten sonra 1969 Eylülünde Chicago Üniversitesi’nde İslâm düşüncesi profesörü olarak
göreve başladı. 26 Temmuz 1988’de vefat edinceye kadar bu üniversitede akademik faaliyetlerinin yanında çevresinde toplanan öğrencilerle de ilgilendi.
Bunların büyük çoğunluğunu değişik İslâm ülkelerinden gelen müslüman öğrenciler teşkil ediyordu.
c) Hadis ve Sünnet. Fazlurrahman’a göre sünnet temelde davranışla ilgili bir kavramdır. Ancak örnek olarak seçilmiş bir davranışa sünnet denebilir. Bu açıdan onun
“kaidevî” (normative) özelliği davranışla ilgili yönünden önce gelir. Öte yandan “örnek davranışa harfiyen uyma” sünnet kavramının asıl mânasında bulunmamaktadır. Şu
halde kavram olarak sünneti içeriğinden ayırmak gerekir. Müsteşrikler, sünnetin muhtevasının tamamen Arap örf ve âdetlerinden oluştuğunu ve ilk devir müslümanlarının
bu muhtevayı kendi şahsî görüş ve ictihadları sayesinde hıristiyan, yahudi ve Pers kaynaklarını da kullanarak geliştirdiklerini ileri sürmüşlerdir (Islamic Methodology in
History, s. 1-5). Eğer bu görüş sünnetin kavram olarak da Hz. Peygamber devrinde bulunmadığını ileri sürüyorsa kesinlikle yanlıştır. Çünkü henüz İslâm’ın ilk günlerinde bile
sünnetin kavram olarak varlığı Kur’an’dan anlaşılmaktadır. Zira Kur’an Resûl-i Ekrem’e sadece uymayı emretmekle kalmıyor, aynı zamanda onu örnek almayı tavsiye
ediyordu. Bu anlamda Hz. Peygamber’in davranışı örnek olarak gösterilmektedir (meselâ bk. el-Ahzâb 33/21; el-Kalem 68/4). Daha İslâm’ın ilk günlerinden beri sadece
kavram olarak değil içerik olarak da mevcut olan sünnetin içeriği Hz. Peygamber’in vefatından sonra gittikçe zenginleşti. Resûl-i Ekrem’in zamanında sünnetin içeriği pek
geniş olmadığı gibi mutlak bir şekilde her benzer olay için kural olarak da anlaşılmamaktaydı. Çünkü sünnet kavram olarak mutlak ve kaide koyucu olduğu halde içerik
olarak böyle değildir. Sünnetin içeriği ancak hüküm çıkarmakta yol gösterici örnekler şeklinde anlaşılmalıdır. Bu bakımdan Hz. Peygamber’den gelen sünnet içerik
açısından sadece onun davranışları değil aynı zamanda onun yorumlarıdır. İslâm tarihinin özellikle I ve II. asırlarının düşünce açısından çok hareketli geçtiğine işaret eden
Fazlurrahman bu iki asrı “ictihad asırları” saymaktadır. Zira ictihad “hür ve bağımsız düşünce” olarak tanımlanabilse de burada sözü edilen düşüncenin temelini Kur’an ve
kavram olarak sünnet oluşturmaktadır. Ancak bu yöndeki düşünce hareketleri ictihadın çok hızlı bir şekilde artmasına yol açmış ve İslâm toplumunda birlik tehlikeye
düşmüştür. Bunun farkına varan fakihler icmâ ilkesini geliştirmiş, böylece toplumda kolektif şuur teşekkül edince toplum yeni baştan dinamizme kavuşmuştur. Onun için
denebilir ki ictihad icmâa giden tabii bir yoldur. Fakat ictihad yöntemi icmâın oluşması için çok yavaş işleyen bir süreçtir. Bir başka söyleyişle icmâ mekanizma olarak
üretilen düşüncelerin bir tek dünya görüşü oluşturmasını hedeflediği için çok yavaş işlemektedir. Halbuki III. (IX.) yüzyıldan sonra idareciler İslâm birliğinin teşekkülü için
daha hızlı işleyen bir mekanizmaya ihtiyaç duyuyorlardı. Bunun için de her şeyden önce düşüncede ve hukuk sisteminde bir birliğe ihtiyaç vardı; fukaha da aynı şekilde
daha hızlı işleyen bir icmâ mekanizması peşindeydi. Bu gelişmelerin sonucu olarak III. yüzyılda hadis rivayetlerinin hızla arttığı görülür. Hadis hareketlerinin daha Resûl-i
Ekrem devrinde başladığı şüphesizdir. Zira Araplar şairlerin, kâhinlerin ve kabile ileri gelenlerinin sözlerini ezberler ve bunları nesilden nesile aktarırlardı. Bu geleneğin,
Allah’ın Kur’an’da müslümanlara örnek olarak gösterdiği Hz. Peygamber’in söz ve davranışları için uygulanmadığını ileri sürmek akıl dışı bir görüş olur. Dolayısıyla hadisin
tarihî gerçekliği kuşkudan uzaktır. İlk zamanlarda hadisler, fıkhî veya kelâmî görüşlere delil ve kaynak olarak kullanılmaktan ziyade ümmetin günlük meselelerine çözüm
getirmeye ve günlük uygulamalardaki aksaklıkları gidermeye yönelik tedbirler almaya yarıyordu. Bu dönemde mevcut hadisler, içinde bulunulan duruma göre idareciler ve
kadılar tarafından yorumlanmakta, sonuçta “yaşayan sünnet” diye anılabilecek olan genel birikim (gelenek) ortaya çıkmaktaydı (Islamic Methodology in History, s. 32).
Ancak hadisin bir ilim olarak teşekkülü belli bir birikimle III. yüzyılda mümkün olmuş ve böylece hadis ictihadda sünnetin yerini almaya başlamıştır. Fazlurrahman sünneti,
içeriği açısından “mutlak sünnet” ve “yaşayan sünnet” (yaşanan sünnet) şeklinde ikiye ayırmıştır. Mutlak sünnet bizzat Hz. Peygamber’in söz ve davranışları, yaşayan
sünnet ise İslâm toplumunun mutlak sünnet çerçevesinde uygulama alanına çıkardığı sünnettir (a.g.e., s. 14-18, 30). Hadis hareketlerinin ortadan kaldırmayı hedeflediği
sünnet de bu ikinci kısımdır ve bu tutum birçok bakımdan zararlı olmuştur. İlk önce ictihad hareketlerini baltalayarak İslâm düşüncesini donuklaştırmıştır. Zira muhaddisler
hadisi mutlak anlamda kullanıyor ve yorum yapmıyorlardı. Halbuki insan davranışları benzerlik arzetse bile hiçbir zaman aynı olamaz. Çünkü iki aynı davranış ayrı
ortamlarda değişiklik gösterir ve böylece aralarındaki benzerlik kaybolur. Meselâ Hz. Peygamber savaş ganimetlerinden mücahidlere eşit pay verdiği gibi süvarilere atları
için ayrı bir pay daha vermiştir. Bu uygulamanın amacı, müslümanları o sırada savaşlar için büyük ölçüde ihtiyaç duyulan at yetiştirmeye teşvik etmekti. Daha sonra atların
çoğalmasıyla ihtiyaç ortadan kalkmış ve onlar için ganimetten pay vermeye de gerek kalmamıştır. Nitekim Ebû Hanîfe bu yönde ictihad etmiştir. İmam Mâlik de sünneti
yaşayan sünnet olarak algılamıştır. Bu bakımdan yaşayan sünnet sadece Resûl-i Ekrem’in davranışlarını değil aynı zamanda sahâbe ve tâbiînin ictihadlarını da içerir. Aksi
halde yaşayan sünnet değil sadece kuramsal sünnet olurdu. Bu açıdan yaşayan sünnet bir bakıma müslüman toplumun örf ve âdetler sistemini de içine almaktaydı. Hz.
Peygamber’in vefatından sonra bu anlayıştan uzaklaşıldığı için gelişen kavram olarak sünnetten ictihad yoluyla yaşayan sünnete ve oradan kıyas, re’y gibi çok etkin
yöntemlerle icmâa varan süreç ters çevrilmiştir. Bu ters sürece göre önce sunî olarak oluşturulan bir icmâdan mutlak sünnet ve hadise dayanılıyor, oradan ictihada da kapı
açılıyordu. Dikkat edilirse bu durumda esasen mutlak hadis çerçevesinde dondurulmuş bir icmâ anlayışı varken hiçbir düşünce hürriyeti olmadığı için gerçek ictihad da
dolaylı olarak ortadan kaldırılıyordu. Günümüz müslümanlarının düşünce donukluğundan kurtulabilmesi, sünneti tekrar yaşayan sünnet anlayışına döndürmekle
mümkündür. Ancak bunun için kıyas, re’y gibi klasik yöntemlerin de geliştirilmesi ve belki bunlarla birlikte yeni yolların da bulunması gerekmektedir. İcmâ ise bir yöntem
olmayıp sadece tabii şekilde kendiliğinden oluşan bir süreçtir ve onu sunî olarak oluşturmaya çalışmak ancak istibdat doğurur.
Fazlurrahman’ın eleştirildiği en önemli husus onun sünnet anlayışıdır. Zira
öncelikle o, sünnetin Müslüman toplumuzun ürünü olduğunu söylemek
suretiyle Hz. Peygamberin rolünü ikinci plana koymaktadır. Halbuki ilk
dönem âlimleri Hz. Peygamberin sünnetini, Onun (s.a. dışında hiçbir
uygulamayla aynı değerde görmemişlerdir. dönem âlimleri Hz. Peygamber’e
ait haberler ile sahâbe ve tâbiîn nesline ait olanları birbirinden kesin olarak
ayırmış ve onları mevkûf ve maktû kavramlarıyla ifade etmişlerdir.
Onun hadis hareketinin imam Şafiî ile başladığı ve hadislerin ondan sonra
önemsendiği şeklindeki görüşü de isabetli değildir. Nitekim Şafiî
öncesinden Hemmam b. Münebbih’in (ö. 132/750) es-Sahîfetüs-sahîha'sı,
Ma’mer b. Râşid’in Camii, İmam Mâlik’in Muvatta’ı gibi günümüze ulaşan ve
kaynaklarda zikredildiği halde günümüze ulaşmayan hadis kitaplarının
varlığı, hadis hareketinin daha önce başladığım göstermektedir.
Fazlurrahman’ın ilk dönem fıkıh ve kelâm âlimlerinin hadis hareketine do-
layısıyla hadislere karşı koydukları tarzındaki iddiası da tarihî gerçeklerle
örtüşmemektedir.
Azamî nin hadis anlayışı