You are on page 1of 4

KALKINMA

"kalkınma herkes için aynı anlama gelen bir kavram değil. ikinci dünya savaşının hemen
sonrasında, sömürgeci-emperyalist ülkelerin aydınları, politikacıları, akademisyenleri,
gazetecileri, vb. sömürgelerdeki açlığı, yoksulluğu, sefaleti keşfettiler. geri kalmış ülkeler
geri kalmıştı, ilerletilmeliydi, kalkınmamıştı kalkındırılmalıydı. Elbette yeni bağımsızlığa
kavuşan ‘genç devletlerin' yönetici elitleri de kalkınmak, sanayileşmek, kendilerini
yüzyıllardır sömüren, tahakküm altında tutan emperyalist ülkeler gibi zengin, müreffeh
olmak istiyorlardı. kalkınma kavramı esas itibariyle sömürgeciliğin doğrudan biçiminin
tasfiye sürecine girip, biçimsel-siyasal bağımsızlığın kazanıldığı ikinci dünya savaşı
sonrasının kavramıdır. sömürge halkları tarih sahnesine çıkıncaya kadar, söz konusu
halkların durumu hiçbir zaman ilgi ve kaygı konusu olmamıştı.

emperyalist ülkelerin iyi niyetli, hümanist, naif aydınları dünyanın yaklaşık üçte ikisinin
durumunu bir skandal olarak algılıyordu ve bu sorunun çözülmesini arzuluyordu, ama
yönetici elitler için aynı şey söz konusu değildi. söylem farkı olsa da emperyalist odaklar
azgelişmiş ülkelerin kalkınmasını asla istemezdi. yaklaşık dört yüz elli yıldır beşeri ve doğal
kaynaklarını hoyratça kullandıkları ülkelerin kalkınması demek, emperyalizmi besleyen ana
damarın kesilmesi demekti. ikinci savaşı izleyen dönemde geliştirilen kalkınma teorileri ve
uygulanan iktisat politikaları, emperyalist ülkelerle üçüncü dünya denilen ülkeler
arasındaki eşitsiz ilişkileri yeni bir görüntü altında sürdürmeye hizmet edebilirdi. söz
konusu ülkelerin azgelişmiş oldukları kabul ediliyordu ama neden azgelişmiş oldukları
sorusu sorulmuyordu. dolayısıyla, kalkınma teorileri ve o teorilere dayalı politikalar, bir
azgelişmişlik teorisine dayanmıyordu… yaklaşım kabaca şöyleydi: azgelişmiş ülkeler
kalkınma yarışına katılmakta gecikmişlerdi , şimdi sorun söz konusu ülkeleri bu yarışa
sokup gecikmeyi telafi etmekti. önemli olan kalkınmanın kendisi değil, kalkınma hedefiydi
ve bu niteliği itibariyle de zorunlu, kaçınılmaz, mukadder ilerleme ideolojisine gönderme
yapılıyordu.

birinin kalkınmışlığıyla diğerinin kalkınmamışlığı, birinin zenginliğiyle diğerinin


yoksulluğu arasındaki ilişki yok sayılınca, sorun yarışa dahil olup-olmamaya
indirgeniyordu. öyleyse, yarış dışı kalmış olanları bu sürece dahil etmekle, kalkışı [take-off]
sağlamakla sorun çözülebilirdi! sanki hava limanında sıra sıra dizilmiş uçaklar vardı da,
bazıları çoktan havlanmış, birçoğu da havalanmak için bekliyordu… geri kalmış ülkelerin
kalkışı [take–off] neden gerçekleştiremediği sorusunun cevabı da bulunmuştu: bu
ekonomilerin iki eksiği vardı: sermaye ve teknoloji… bu ikisine de gelişmiş ülkeler sahipti,
öyleyse zenginlerden yoksullara sermaye ve teknik bilgi ve beceri transferi
gerçeleştirilmeliydi… aslında tarihsel bir perspektiften bakıldığında değişen birşey yoktu.
daha önceleri uygarlaştıranlar bu sefer kalkındırılacaktı…

oysa, azgelişmişlik basit bir gecikmeye, yarışa geç katılmaya indirgenebilir birşey değildir.
sömürgeci–emperyalist ülkelerle kurulan ilişkiler, azgelişmiş ülkelerin gelişmesinin önünü
kesmiş, yolu kapatmıştı. sorun, yarış alanına geç gelmekle değil, yaralanmışlık,
çarpıtılmışlık, biçimsizleştirilmişlik, eklemsizleştirilmişlikle [désarticulation] ilgiliydi…
başka türlü ifade etmek gerekirse, söz konusu olan tıkanmaydı ve tıkanma emperyalizmle
kurulan hakimiyet, bağımlılık, ve şartlandırma ilişkilerinin sonucuydu. sanayileşmiş ülkeler
azgelişmişlerin kalkınması için gsmh [milli gelir] %1'ini yardım olarak verdiklerinde, aracın
kalkışa geçeceği düşüncesi hakimdi. aslında yardımların sömürü ve bağımlılık ilişkilerini
sürdürme işlevi gördüğünün anlaşılması için fazla zaman gerekmedi… yadımlar, neo-
koloniyalizmin [yeni-sömürgeciliğin] bir aracıydı ve yoksullardan zenginlere kaynık
transferi yapan tulumbayı çalıştırmaya yarıyordu... kaldı ki, söz kousu %1 yardım hedefi de
hiçbir zaman tuttturulamadı. daha sonra oran binde yediye [%07] indirildi ama bu hefefin
de hep altında kalındı.

ikinci emperlasitler arası savaş sonrasında faşizmin yenilgisiyle ezilen halklar ve sömürülen
sınıflar lehine bir güç dengesi oluşmuştu. emperyalist ülkelerin yönetici elitlerinin taviz
vermeye mecbur oldukları bu güçler dengesi durumu, üçüncü dünya'da savaş sonrasında
yaklaşık 25-30 yıl geçerli ulusal kalkınmacı modeli , olanaklı kılmıştı. fakat, emperyalist
hiyerarşi geçerliyken azgelişmişlerin gelişmişler gibi olmaları, onları yakalamaları,
kalkınmaları mümkün değildir. azgelişmiş ülkelerin sağlıklı bir kalkınma yoluna
girebilmeleri için: birincisi, uygulanan ekonomik ve sosyal politikaların bir azgelişmişlik
teorisine dayanması; ikinci olarak da, emperyalizmden kopmaları, hakimiyet ve bağımlılık
ilişkilerinin dışına çıkmaları gerekiyordu. elbette emperyalizmden kopma, radikal bir içe
kapanma, mutlak bir otarşi anlamında değildir. asla dışa kapanma söz konusu olmamalıydı
ama, dış ilişkiler içerinin, ulusal ekonominin, ulusal kalkınmanın hizmetine sunulmalı,
ilişkilerin yönü ve kapsamı, sömürgecilik dönemindekinin tersine çevrilmeliydi. azgelişmiş
ülkelerin yönetici elitleri, emperyalizmden kopmadan, kapitalist dünya sistemi içinde
kalarak karşılıklı bağımlılık koşullarında kalkınabileceklerini, batı'yı yakalaya bileceklerini
sanıyorlardı. sürecin sonunda sadece küçük bir azınlık kalkındı ama bu kadarı bile
bağımlılığın daha da derinleşmesi pahasına gerçekleşti. dünyanın en yoksul %20'si ile en
zengin %20'si arasındaki fark 1960 da bire otuz [1‘e 30] iken, şimdilerde bire seksen'e [1‘e
80] yükselmiş durumda. üçüncü dünya ülkelerinin kalkınma sorunu gündeme geldikden
yaklaşık yarım yüzyıl sonra kalkınma kavramı bakımından durumun vahim olduğunu
söylemek bir abartma değildir. aslında savaş sonrası yaklaşık yarım yüzyıllık dönemde,
sömürgecilikten yeni-sömürgeciliğe [ki, bu ulusal-kalkınmacığın geçerli olduğu dönemdi],
yeni-sömürgecilikten de yeniden kompradorlaşmaya evrilen bir süreç yaşandı.

kapitalist dünya sistemi hiyerarşiktir, kutuplaştırıcıdır ve bu durum, sistemin temel


eğiliminin bir sonucu olarak tezahür ediyor. sistem eşitsizlik üretmeden, hiyerarşi
üretmeden, kutuplaştırmayı derinleştirmeden yol alamıyor. bir başına bu eğilim, azgelişmiş
olanların gelişmişleri yakalamasına engeldir. bu temel eğilim dikkate alınmadığı gibi, bir de
ekonomik büyümeyle kalkınma özdeş sayıldı. oysa, sermayenin hareketi büyüme yaratır
ama bunu kalkınma saymak mümkün değildir. zira, kalkınma siyasi bir proje olabilir.
ulaşılması gereken ekonomik, sosyal, kültürel hedeflerin saptanmasını ve o hedeflere
uluşmak için gerekli araçların ve kaynakların harekete geçirilmesinini gerektirir. tek başına
senmayenin hareketi böylesi bir sonuç doğurmaz. zira oradaki temel kaygı kâr etmek ve
kârı büyütmektir. son tahlilde kârı büyütmek de sermayeyi büyütmektir. kapitalizmin
mantığı, toplumsal- insânî sorunlara ve kaygılara yabancıdır… oysa, gsmh ile ölçülen
ekonomik büyüme kalkınma sayıldı, kalkınmanın ancak iç tutarlılığı olan bilinçli bir
toplum projesi olabileceği gerçeği gözden kaçtı. latin amerika kökenli bağımlılık okulu ve
başta samir amin, andre gunder frank, i. wallerstein olmak üzere yeni marksizmin öncüleri
olan teorisyenler, onlardan önce ünlü fransız iktisatçısı françois perroux ve başkaları…
geçerli kalkınmacı retoriğin eleştirisini yaptılar ve kapitalist sistem içinde kalınarak
azgelişmiş ülkelerin kalkınmasının olanaksızlığı üzerinde israrla durdular. aradan geçen
sürede eleştirilerin haklılığı olaylar tarafından doğrulanmış bulunuyor…

1961 de birleşmiş milletler örgütü tarafından birinci kalkınma onyılı ilan edildi. on yılın
sonunda eski kanada başbakanı pearson başkanlığında hazırlanan rapor, kalkınma on
yılının umut verici sonuçlar doğurmadığını ortaya koyuyordu. aslında emperyalist sermaye
o kadarına bile razı değildi. kapitalizmin yeniden yapısal krize girip, güç dengesinin
sermaye lehine dönmesiyle, kalkınma kavramı da itibar kaybına uğrayıp silikleşti . 1950'li
ve 60'lı yıllarda emperyalist ülkeler üçüncü dünya'nın kendinden kopmasını engellemek
için ‘ödünler' veriyordu, ama kapitalizmin yapısal kriziyle birlikte güç dengesinin tekrar
ezilen halklar ve sömürülen sınıfların aleyhine dönüp savunmaya geçmeleriyle, artık ödün
verme dönemi de geri kalıyordu… abd'nin önünü çektiği kollektif emperyalizm yeniden
saldırıya geçti. borçlu üçüncü dünya'ya emperyalizmin [sermayenin] tek yanlı çıkarını
gözeten yapısal uyum proğramlarını dayatmalarıyla, artık kalkınmacılık retorik [söylem]
düzeyinde bile gündemden düşmüştü. yapısal uyum proğramlarıyla üçüncü dünyayı
kalkınmacılıktan uzaklaştırıp, yeniden kompradorlaştırma hedefi büyük ölçüde gerçekleşti.
kompradorlaşma kavramını, biçimsel bir siyasal bağımsığın varlığına rağmen, emperyalist
merkezler tarafından yönetilen, biçimlendirilen, biçimsizleştiren, deregülasyon sonucu
iğdişleşmiş devlet aygıtına sahip sosyal formasyonları, oradalarda geçerli rejimler için
kullanıyorum. söz konusu ülkelerin ekonomik ve sosyal politikaları emperyallist odakların
hizmetindeki kurumlar [imf, dünya bankası, dtö (dünya ticaret örgütü), vb.] tarafından
belirleniyor. dolayısıyla, daha önce başka yerde yazdığım gibi, üçüncü dünya'nın ayrıcalıklı
elitlerinin sınıfsal çıkarı, onları kompradorlaşma yönünde tercihe zorluyor. bu yüzden
“kendi” halklarından çok, emperyalizme daha yakın olduklarını söylemek gerekir… buna
rağmen ulusalcı söylemi dillerinden düşürmüyorlar… öyleyse, ulusal ve ulusalcılık gibi
kavramların teşhir edilmesi gerekecek.

kapitalist dünya sisteminin kutuplaştırıcı eğiliminden ötürü, azgelişmiş denilen ülkelerin


gelişmiş denilenleri yakalaması mümkün değil, ama bu tür bir serüveni veya perspektifi
olanaksız kılan bir de ekolojik sınır var. eğer batı modeli esas alınarak üçüncü dünya
ülkeleri de kalkınırsa, onlar kadar üretmeye, tüketmeye, yok etmeye, kirletmeye kalkar ve
bunu başarırsa, doğa tahribatının geri dönüşü olmayan bir eşiğe taşınması kaçınılmazdır.
batı modelinin üçüncü dünya tarafından taklit edilmesinin ekolojik sınır dan ötürü
olanaksızlığı anlaşılınca, bir başına kalkınma kavramı yerine sürdürülebilir kalkınma
kavramı kullanılmaya başlandı. aslında bununla doğanın kendini yenileme yeteneğine zarar
vermeden, gelecek kuşakların çıkarını da dikkate alan bir kalkınma anlaşılıyor. bir
kavramın, önüne bir niteleme sıfatı konularak kullanılması, açıkça yalan söylemek için
değilse, mistifikasyon yaratmak içindir. son dönemde birleşmiş milletler örgütü insani
kalkınma kavramını kullanmayı yeğliyor. gerçekten bir kalkınma söz konusuysa ve bunun
gayri insâni olması da zaten mümkün değilse, neden böyle bir söyleme gerek duyuluyor?
aslınma bu tür bir ideolojik manipülasyon, olup-bitenlerin pek de insânî olmadığının
itirafıdır. zira, her geçen gün açlık, yoksulluk, sefalet artıyor, çevre tahribatı derinleşiyor. en
zengin 225 ailenin serveti [1000 milyar dolar] dünya nüfusunun %47'sini oluşturan 2,5
milyar insanın gelerine eşit iken, hâlâ kalkınmadan, insanlıktan, insânî kalkınmadan söz
etmek uygun düşüyor mu? bu tür ideolojik manipülasyonlar, burjuva düzeninin yalana ve
yanılsama yaratmaya duyduğu ihtiyacın bir sonucudur.

sürdürülebilir kalkınma kavramı 1887 de yayınlanan brundland roporundan sonra yaygın


kullanıma ulaştı ama, ekolojik sınırla ilgili kaygılar daha 1970'lerin başında roma klübü
tarafından dillendirilmiş, 1972'de de b.m. stochkolm çevre ve kalkınma konferansıyla
başlamıştı. 20 yıl sonra [1992] brezilya'nın rio kentinde toplanan yeryüzü zirvesi 'ne kadar
geçen sürede, ekolojik durum daha da kötüleşmişti. rio, yeryüzü zirvesinde alınan kararlar
ve belirlenen hedeflere rağmen, doğanın dengesi aşınmaya ve aşınma süreci derinleşmeye
devam ediyor. zira, nasıl kalkınma kavramının kendisi bir tuzak idiyse, sürdürülebilir
kalkınma da tuzağın ömrünü uzatmak için uydurulmuştu. amaç, balkondaki seyirciyi
oyalamaktır. kapitalizmin yıkıcı-yok edeci-kapsayıcı mantığı yerinde durdukça, doğayla
barışık bir toplumsal düzen, bu arada kalkınma mümkün değildir. mümkün değildir zira,
kapitalizm insana ve doğaya zarar vermeden yol alamaz… hem küreselleşme şarkıları
söyleyip hem de sürdürülebilir kalkınmadan söz etmek, seyirciyi oyalamaya yönelik
ideolojik bir manipülasyondur. zira, evrensel ölçekte üretim ve tüketim bu günkü ritmiyle
artmaya devam ederse, doğanın kendi kendini yenilemesi problemli hale gelecektir, üstelik
bunun için de fazla zaman grekmeyecek..

artık ‘küreselleşme çağında' kalkınma kavramına yer yok. neoliberal deregülasyon


dayatması, devleti kalkınma yönünde müdahale edemez duruma getirdi ve kalkınma artık
tarnsnasyonal de denilen çokuluslu şirketlere ihale edilmiş durumda. çokuluslu şirket
gelecek sizi kalkındıracak! şimdilerde yoksulluğun kökünü kazıma söylemi, 1960'lı 70'li
yıllardaki kalkınma kavramının yerini aldı… bu, nederen nereye gelindiği hakkında da bir
fikir veriyor… burjuva iktisat teorisi, azgelişmiş ülkelerin tüm sorunlarının kapitalizmle
bütünleşmeyle aşılacağını vaz ediyor. ve şimdilerde söz konusu bütünleşme büyük ölçüde
gerçekleşmiş görünüyor. küreselleşmeyle birlikte, burjuva iktisat teorisi artık her yerde ve
herkes için geçerli sayılıyor. eğer sermaye, mallar ve emek serbestçe hareket edebiliyorsa,
belirli bölgöler, farklı ülkeler için farklı teori ve politikalara da gerek kalmadığı
söyleniyor… oysa, sermaye ve mallar gibi emek serbet hareket edemiyor, ulusal sınırları
aşması kolay değil. zaten kapitalist sistemdeki kutuplaşma da bu durumdan kaynaklanıyor.
mallar ve hizmetler ‘ulusal sınırları' aşarken, emek ülke sınırları içinde tutsak kalıyor. ulus
devlet ve ulusal sınırlar emekçi sınıflar için bir çeşit mapusane duvarı işlevi görüyor.

ikinci emperyalistler arası savaş sonrasında doğrudan sömürgeciliğin tasfiye edildiği


dönemde, üçüncü dünya'da herşeye rağmen kalkınmacı bir söylem geçerliydi. 1980
sonrasında özellikle de sovyet sisteminin çöktüğü 1990'lı yıllarda üçüncü dünyadaki
rejimler yeniden kompradorlaştı, her türlü ulusal-toplumsal kaygıdan arınıp çokuluslu
şirketlerin ayak işlerine koşulmuş bir aygıta dönüştüler. fakat bu kompradorlaşma nihai bir
durum değildir. sömürgeciliğin doğrudan versiyonuna karşı mücadele edip başaranlar,
kompradorlaşmanın da üstesinden geleceklerlerdir. küreselleşme olarak sunulan kapsamlı
emperyalist saldırının karşılıksız kalması mümkün değildir. doğaya ve insana saygılı bir
toplum ve dünya düzeni ancak kapitalizm aşıldığında, kapitalizmin ötesinde mümkündür.
emperyalizmin akıl hocaları ve sözcüleri ısrarla kapitalizm dışında bir seçeneğin olmadığını
söylüyorlar. gerekçe olarak da başka şey yapmaya kalkışanların [sovyet sistemi ve ulusal
kalkınmacılık] başarısızlığını ileri sürüyorlar. başkasının eksiği sizin fazlanız değildir.
kalkınma gibi kavramlara ihtiyaç kalmadığı bir sosyal düzen kurma hedefi insanlığın
gündemindedir ve imkânsız da değildir. "

You might also like