Professional Documents
Culture Documents
ABDULKADİM ZELLUM
"Üç mescidden başka bir mescidi: Benim bu mescidim, Kabe ve Mescidi-i Aksa'dan başka bir mescidi
ziyaret için sefere çıkmayınız."
Bu hadîsle; "Peygamberin bunlardan başka herhangi bir yeri ziyaretten menettiğini; Ravza-i Mutahhara'yı
ziyaret maksadıyla yola çıkmanın bundan hariç kaldığı için haram olduğunu" söylerdi.
MİLLİYETÇİLİK YAYGARALARININ
VE BAĞIMSIZLIK EĞİLİMLERİNİN UYANDIRILMASI
Avrupa devletlerinin, özellikle İngiltere, Fransa ve Rusya'nın İslâm Hilâfetini ortadan kaldırmak için
giriştikleri gayretler böylece devam etti. Lâkin; Osmanlı Devleti’ni arkadan vurmak için tertipledikleri
düzenli ordular, harpler ve muharebelerle yaptıkları teşebbüsler başarısız kaldı. Bunun sebebi, Halifenin
kuvvetinden ziyade "devletler arası durum" ve "ganimetleri taksim etmede ki ihtilaftı."
Fakat bu devletlerin Avrupa'da; Sırbistan, Macaristan, Bulgaristan ve Yunanistan'da vs. yerlerde
giriştikleri hareketler "milliyetçilik" ve "istiklal" gibi unsurlar vasıtasıyla netice verdi. Bunun için Avrupa
devletleri halifenin hükümranlığı ve İslâm bayrağı altında bulunan bütün memleketlerde bu metodu
benimsediler. Yani "milliyetçilik duygularını" ve "istiklal" diye isimlendirilen "ayrılış" hareketlerini
körüklediler. Hususi bir şekilde bu ruh (Türk'lere ve Arap'lara da) aşılandı. İngiliz ve Fransız elçilikleri
İstanbul'da ve mühim İslâmi memleketlerde istiklal (bağımsızlık) duygularını, milliyetçiliği körüklemeye
başladılar. Bağdat, Şam, Beyrut, Cidde, Kahire gibi yerlerde bu hareketler açıktan açığa icra ediliyordu.
Bunun için başlıca iki merkez seçildi. Devleti merkezinde baltalamak için "İstanbul'a" bağlı vilayetlerde
ve bilhassa Arapça konuşan Müslümanların bulunduğu memleketlerde başarısızlığa uğratmak için de
"Beyrut'u" seçtiler.
Fetvaların Hatası
Hep bu sebeplerden dolayı demokrasi Anayasasının ve Batı kanunlarının alınmasına dair fetvalar verildi.
Devlet, Hilâfet nizamı üzere yürüyen bir İslâmî Devlet; yönetim, İslâmî yönetim tarzı olarak addedildi.
Kabul edilen kanunlar da İslâmî kanunlar olarak itibar edildi. Devlette gevşeklik ve doğru yoldan inhiraf,
bu sebeplerden dolayı meydana geldi. Çünkü bu üç maddede ileri sürülen meseleler muhtelif sebeplerden
dolayı İslâm'ın anlaşılmasında esaslı hatalardır.
Birincisi; "Akaid" ve şer'î hükümlerle alâkalı fikirler ile; fenlere, sanatlara, teknolojik vs. ilimlere ait
fikirler arasında fark vardır. İlim ve fenlere ve benzerleriyle alâkalı fikirler İslâm’a muhalif olmadığı
zaman alınabilir. Akaid ve şer'î hükümlere ait fikirler ise ancak Rasul (s.a.v.) tarafından getirilen Kitap ve
Sünnet’ten veya Kitap ve Sünnet’in gösterdiği kaynaklardan alınır. Bu hususta delil Müslim'in Sahihinde
Nebi (s.a.v.) tarafından rivayet ettiği şu hadistir. Rasul (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Ben sizin gibi bir insanım, dinî meselelerde bir şeyi emredersem onu kabul edin, dünyevî işlere ait bir
şeyi emredersen ben bir insanım."
Ve hurma aşısına ait varid olan hadîsten şu kısımdır:
"Dünya işlerini siz daha iyi anlarsınız."
Şeriattan yani akaidden ve hükümlerden başka bir mesele, İslâm’a aykırı olmazsa alınabilir. Şeriattan yani
Akaid ve şer'î hükümlerden ise ancak Rasul (s.a.v.) tarafından tebliğ edilenler alınır. Başkaları değil.
Demokratik hükümler ve kanunlar insanın problemlerini düzeltmek için alınan hükümlerdir. Bu itibarla
teşriidir. Bu hususta yani "teşrii" meselelerde başkalarının değil ancak Rasul (s.a.v.) getirmiş olduğu şer'î
hükümlerden olan şeyler kabul edilir.
İkincisi; Rasul (s.a.v.), getirmediği şeyleri almaktan bizi sarih bir şekilde men etmiştir. Müslim Aişe
(r.anha) dan şu hadîsi rivayet eder: Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Kim dinde olmayan bir şeyi dinde icat ederse bu icadı red olunur."ayet_hadis/hadis6_3.gif
ayet_hadis/hadis6_3.gif
Ondan diğer bir rivayet ise:
"Kim dinin ihtiva etmediği bir işi yaparsa onun fiili merduttur."ayet_hadis/hadis6_4.gif
ayet_hadis/hadis6_4.gif
Buharî Ebi Hureyre'den (Radiyallahu anh) o da Nebi (s.a.v.)’den şöyle rivayet eder:
"Ümmetim geçmiş nesillerin benimsediklerini karışı karışına, adımı adımına benimsemeden kıyamet
kopmaz." dedi. "Ya Rasulullah İranlılar, Bizanslılar gibi mi?" dendi. O da: "İnsanlardan bunlardan
"Şüphesiz siz öncekilerin takip ettikleri hattı hareketi karışı karışına, arşı arşına takip edeceksiniz.
Hatta onlar kertenkele kovuğuna girdiyse siz de gireceksiniz." dedi. Dedim ki; "Ya Rasulullah Yahudiler
ve Hıristiyanları mı kastediyorsunuz?" O da; "Başka kim olur?" dedi.ayet_hadis/hadis6_6.gif
ayet_hadis/hadis6_6.gif
Bu nasslar başkalarından bir şeyi almaktan bizi men etmek için sarih delillerdir. Birinci hadîsin her iki
rivayetinde "o merduttur" nehy hususunda ve başkalarında bir şeyi almayı kötüleme de sarih delildir. Son
iki hadîs ise nehyi içeren hadislerdir. Anayasanın hükümlerini ve kanunları İslâmiyet haricinden almak bu
nehye mutabıktır. Zira bunlar İslâm’da olmayan bir şeyi icat etmek, hatta başkalarından almaktır. Çünkü
bu hareket Farslar ve Rumlar gibi; İngilizlere, Fransızlara uymaktır. Hususiyetle bunlar Rumlardan
sayılırlar. Bunun için onlardan bunları almak haramdır.
Üçüncüsü; Rasul (s.a.v.)’e hakkında vahiy inmemiş bir mesele sorulduğu zaman cevap vermez, Bu
husustaki hükmün inzalini beklerdi. İbni Mesud’tan (r.a), Buhari rivayet etti:
"Nebi (s.a.v.)’e "ruh" hakkında soruldu. Ayet ininceye kadar bir şey söylemedi."ayet_hadis/hadis6_7.gif
ayet_hadis/hadis6_7.gif
Buhari, yine Cabir İbni Abdullah'tan rivayet eder:
"Bir defasında hastalandım. Rasul (s.a.v.) Ebu Bekir'le yürüyerek beni ziyarete geldi. Geldiklerinde ben
bayılmıştım. Rasul (s.a.v.) abdest alıp suyunu üzerime döktü ayıldım. Ya Rasullullah dedim. Büyük bir
ihtimalle Sufyan şöyle dedi: "Ey Rasulullah malım hakkında nasıl bir karar vereyim, malımı ne yapayım"
dedim, Miras ayeti ininceye kadar hiç bir şey söylemedi."ayet_hadis/hadis6_8.gif
ayet_hadis/hadis6_8.gif
Bu hadis, hakkında vahiy gelmeyen şeyi almanın caiz olmayacağını gösteriyor. Rasul'ün vahiy
gelmedikçe bir şey hakkında fikir beyan etmekten kaçınması, hakkında vahiy gelmeyen hususlarda başka
hiç bir şeyin alınamayacağına delildir.
Dördüncüsü; Allah'u Teala, Resul'ünün emrettiklerini kabul etmemizi, men ettiklerinden de kaçınmamızı
istiyor. Bize Rasulullah'ın hükmüne baş vurmayı yani onun getirdiklerini almayı Allah'u Teala emrediyor:
ayet_hadis/hasr7.gif
Bunun manası Rasul'ün getirmediği şeyleri almayınız demektir. Kavlinin Muhalif mefhumuna gelince:
emredilmişlerdir."ayet_hadis/nisa60.gif ayet_hadis/nisa60.gif
Rasul (s.a.v.)’in şu sözü:
"İslâm’a uymayan her fiil merduttur."
Bu nasslarla şeriattan başka yerden hiç bir şey almayı caiz görmeyen umumi nasslarla buradaki mefhumu
muhalefet kullanılmaz kılınmıştır. Her mefhumu muhalefetin zıddında kitap ve sünnetten bir nass varid
olursa o mefhum geçersiz olur. Onunla amel edilmez. Allah'u Teala'nın şu ayetinde olduğu gibi:
ayet_hadis/nur33.gif
Bunun mefhumu "onlar namuslu durmak istemezlerse fuhşa zorlayabilirsiniz" demektir. Fakat bu mefhum
zinanın haram olduğunu bildiren nassın genelliği ile geçersizdir. Zinanın haram olduğunu gösteren nass
şudur:
"Allah'ın Rasulü’nün emrine muhalefet edenler kendilerine büyük bir fitnenin ve elemli bir azabın
"Hayır! Rabbine yemin olsun ki; aralarında çıkan anlaşmazlıkta seni hakem tayin edinceye kadar
"Sana ve senden evvelkilere indirilenlere îman ettiklerini söyleyip de tağutu aralarında hakem
tayin etmek isteyenleri görmüyor musun? Halbuki onlar onu inkar/red etmekle emrolunmuşlardı.
Şeytan onları çok karanlık sapıklıklara saptırmak istiyor."ayet_hadis/nisa60_.gif
ayet_hadis/nisa60_.gif
Rasul'ün getirdiklerinden başkasının hakemliğine baş vurmanın sapıklık olduğuna delalet eder. Zira bu
tağutun hakemliğini kabul etmek demektir.
Beşincisi; Şer'î hüküm: kulların fiilleriyle ilgili Şari'nin hitabıdır. Müslümanlar hareketlerinde Şari'nin
hitabıyla hükmetmekle ve ona göre hareket etmekle mükelleftirler. Herhangi bir hareketlerinde ve
tasarruflarında "Şer'i hükme muhalif olmayan bir şeyi kabul etmekle" şer’î hükümden başkasını almış
olurlar. Çünkü "şer’î hükmün kendisini" değil, "ona muhalif olmayan" kabul edilmiştir. Bunu kabul ise,
şer’î hükmü kabul etmek değildir. Hatta şer’î hükme uygun olan bir şeyi alsa bile "Kitap ve Sünnet’ten
başka yerden" aldığı için bu hareketiyle "haram işlemiş" olur. Bu hareketiyle şer’î hükmü değil, fakat
şer’î hükümden başkasını ve ona uygun olanı almış olur. Bu, harekette Rasulün getirdiğini değil,
başkasını hakem kılmaktır. Şer'î hükme uysa bile. Zira Müslüman başkasını değil, yalnız şer'î hükmü
kabulle emredilmiştir. Mesela; "evlenme" şer'an iki Müslüman şahidin huzurunda nikah ve evlenme
kelimelerini söyleyerek, icap ve kabulden ibarettir. Farz edelim ki bir erkekle bir kadın Müslüman,
kiliseye gitseler; papaz iki Müslüman şahit huzurunda "Hıristiyan nizamına" göre nikah ve evlenme
lafızlarını söyletmek şartıyla onların nikahını kıysa şer’î hükme göre mi yoksa başka bir hükme göre mi
evlenmiş olurlar? Yani Rasulün getirdiği şeyle mi yoksa nesh olunmuş ve tahrif edilmiş/bozulmuş olan
Hıristiyanlık hükümlerine göre mi hareket etmiş olurlar? Mesela bir Hıristiyan ölse onun ailesi, mirası
"adil veya faydalı" olduğu için İslâm ahkamına göre paylaşmak isteseler. Bunun için şer’î mahkemeden
mirasın hasrına dair bir karar alsalar, İslâmiyet'e göre mi yoksa adil ve faydalı herhangi bir nizama göre
mi hükmetmiş olurlar? Şüphe yok ki onlar şer'î hükmü kabul etmiş olmazlar. Zira şer'î hüküm ancak
Rasul getirdiği ve Allah'ın emir ve nehiylerinden biri olduğu için benimsenirse o takdirde şer'î hüküm
kabul edilmiş olur. Adil veya faydalı olduğundan dolayı bir kabul, şer'î hükmü kabul sayılmaz. Ayet diyor
ki:
"Kabe'ye hac eden kimseye veyahut umre yapana bu tavaflarından dolayı günah icap
etmez."ayet_hadis/bakara158.gif ayet_hadis/bakara158.gif
Hac ve umre maksadıyla Kabe'yi tavaf ise Mubah değil, vacibdir. "Günahın kaldırılması" bazen "ruhsat"
manasınadır.
ayet_hadis/nisa101.gif
Burada günahın kaldırılması, mubah manasına değildir. Buna göre "mubah" yasak olmayan demek
değildir. Mubah: Şari'nin hitabına dayanan "şer'î bir delilin" karşılıksız olarak bir şeyi yapıp yapmama
arasında serbest bırakmasıdır. Buna göre mubah, bir şeyi yapıp yapmama arasında serbest bırakılmasıdır.
Mubah iki şekilde anlaşılır:
a-) Nassda bizzat açıklanmasıyla,
b-) Nassın delâlet ettiği şeyin anlaşılmasıyla.
giriniz."ayet_hadis/bakara223.gif ayet_hadis/bakara223.gif
oldum."ayet_hadis/maide3.gif ayet_hadis/maide3.gif
"Hayır! Rabbine yemin olsun ki onlar seni hakem kılmadıkça iman etmiş
olmazlar."ayet_hadis/nisa65_1.gif ayet_hadis/nisa65_1.gif
Şeriat bir hükmü getirmez ve bir Müslüman da şeriattan, getirmediği bir hüküm çıkarırsa şeriatın gariyle
hüküm kılmış olur. Bu ise caiz değildir. "Şeriatın bütün hadiselere ait hükümleri getirmediğini" iddia
etmek şeriattan başkasını hakem kılmak demektir. "Çünkü bu hadiselerin hükümlerini beyan
etmemiştir/açıklamamıştır. Öyleyse şeriattan başka bir yere müracaat zaruridir." şekildeki bir iddia
batıldır. "Şeriatın hükümsüz bıraktığı şey mubahtır. Bu işe şeriattan başkasını hakem kılmaktır."
şeklindeki sözler geçerli değildir. Zira bu sözler şeriat dışı bir şeyi hakem kılmaktadır. Ayrıca bu sözler
vakıaya da muhaliftir. Çünkü şeriat kesinlikle hiç bir şeyi hükümsüz bırakmamıştır.
Nebi (s.a.v.)'in; "Allah bazı şeyleri farz kılmıştır. Onları yerine getirmemezlik yapmayın." şeklindeki
hadisinden murad, şeriatın nazil olmayan hususlarını sormanın yasak olduğudur. Bu tıpkı Rasul (s.a.v.)'in
şu hadisi gibidir:
"Müslümanlar içinde en büyük günahkar, haram olmayan bir şey hakkında sual sorup da, onun suali
sebebiyle o şeyin Müslümanlara haram kılınmasına sebep olan kimsedir."ayet_hadis/hadis6_9.gif
ayet_hadis/hadis6_9.gif
Bu hususta bir çok hadîsler varid olmuştur. Yine Nebi (s.a.v.)’den:
"Benim ettiğim hususları sormayınız. Zira sizden öncekiler, çok sormaları, peygamberleri hususunda
ihtilafa düşmeleri sebebiyle helak oldular. Nehyettiğim şeylerden sarfı nazar edin. Emrettiklerimi
ayet_hadis/hadis6_11.gif
Yine Abdullah İbni Ömer'den Nebi (s.a.v.)'in şöyle dediği rivayet olunur:
"Üç kişi bir kıra çıktılar mı, aralarından birini emir seçmemeleri günahtır."
«Birini» kelimesi ise, "tek" manasınadır. Adede, delalet eder. Yani "bir kişiyi tayin etsinler, fazlasını
değil." Bu "içinizden birisi" kelimesinin mefhumu muhalefetinden çıkar. Mefhumu muhalefet ile amel
edilir. Delaleti hüccet olması bakımından mantukun delaleti gibi addedilir. Mefhumu muhalefet, ancak
hükmünü ilga eden bir nass bulunursa kökünden düşer. Burada ise onun hükmünü ilga eden bir nass
gelmemiştir. Bir kişiyi başkan tayin etsinler, fazlasını değil, demekten bu iki hadîsteki mefhumu
muhalefet ise birden fazlasını emir tayin edemeyeceklerini belirtir. Bu sebepten ancak bir kişinin başkan
olması caizdir. Bu hususu Rasul (s.a.v.)'in hareketleri teyit eder. Çünkü emir tayin ettiği bütün hadiselerde
bir kişiden fazlasını seçmemiştir. Bir yerde katiyyen birden fazla kimseyi emir yapmamıştır. Sultayı ancak
Devlet Reisi yani halife veya emirül müminin kullanır. Devletin bütün salahiyetleri/yetkileri onda
toplanır. Yönetimde ve sultada yetki sahibi yalnız o dur. Hiç bir kimse ona ortak olamaz. O yalnız yönetir.
Bunun için İslâm’da başkanlık ve otoriteyi kullanma hakkı ferdîdir.
3- Demokraside devlet, tek müessese/kurum değil, çeşitli kurumlardan oluşmaktadır. Hükümet yürütme
kuvvetini temsil eden bir kurumdur. Her sendika, üzerinde bulundurduğu işlerde bir özel otorite ve idare
yetkisine sahip kurumdur. Mesela; Baro avukatları, avukatlık yapma veya yapmamaya izin verme
işleriyle ve avukatlığın muhakemelerini ilgilendiren işlerle uğraşır. Kurumlar, tabipler, eczacılar,
mühendislerin vs. bağlı olduğu odalarda böyledir. Bu sendikalar kendi mevzularında otoriteye adeta bir
bakanlık gibi sahiptirler. O kadar ki, bakanlık bile bu mevzuda hiç bir otoriteye sahip değildir. İslâm’da
ise aksine "Devlet ve Hükümet" aynı şeydir. Halife sulta sahibi olur. Yani otoriteyi elinde bulunduran
mutlak yetki sahibi de odur. Ondan başka hiç bir kimse bir yetkiye sahip değildir. Nitekim Nebi (s.a.v.)
şöyle demiştir:
"o da" tabiri burada "inhisar edatıdır" ve aynı zamanda "zamiri fasıldır". "O da tebaasından mesuldür"
kavli ise mesuliyeti ona hasretmektedir. Bunun için devlette fertler veya gruplar olarak bizzat yetkilere
sahip olan halifeden başka otorite ve yönetim sahibi yoktur.
4- Demokraside yapılacak yönetim işleri hususunda halkın fikrinin sorulmasına itibar olunması gereklidir.
Yönetici olan şahsın halkın görüşünü veya halk tarafından seçilmiş meclislerin görüşlerini alması gerekir.
Bu şahıs milletin müsaadesini ve tasvibini almadan bir şey yapmaya hak kazanamaz. Ve onun isteğine
muhalefet edemez. Görüşe baş vurmak demokraside mecburidir. İslâmiyet'te ise halkın reyine baş
vurmaya «şura» denir, ki menduptur. Farz değildir. Halifenin, ümmetin görüşüne baş vurması mendup
olur, farz değil. Allah şurayı her ne kadar methettiyse de bunu mubah olan meselelerden saymıştır. Bunun
mubahlardan başka şeylerde olmaması, vacip olmadığına yeterli delildir. îstişarenin mevzuu mubahlar
olduğundan vacip olmamıştır. Bu sebepten halifenin, ümmetin görüşünü alması menduptur. Zira Allah
"Şura"yı övmüştür. Ve şura ancak mubah olan şeylerdendir.
5- Demokraside, yasalarda, başka hususlarda ve her şeyde hükümetin, çoğunluğun isteğine göre hareket
etmesi gerekir. Şu kadar var ki bazen yarıdan bir fazlasının isteğine göre hareketi zaruri görürler. Bazı
durumlarda ise üçte iki çoğunluğu şart koşarlar. Her ne olursa olsun onlara göre her şeyde çoğunluğun
görüşüne göre hareket etmek gerekir. İslâm’da ise, her şeyde çoğunluğun görüşü tercih edilmez. Bu
konuda bazı tafsilat vermek gerekiyor. Bu tafsilat şu şekildedir:
a-) Şer'î hükümlerde, yani yasalarla ilgili görüşlerde.
Bu hususlarda çoğunluğun veya azınlığın isteğine bakılmaz. Herkesin şer’î delile tabî olması lazımdır.
Buna delil; Rasul (s.a.v.)’in Hudeybiye anlaşmasında vahiy tarafından geleni tercih edip Ebu Bekir, Ömer
ve diğer Müslümanların fikirlerini terk etmesidir. Bütün muhalefete ve ısrarlarına, hiddet ve
hoşnutsuzluklarına rağmen onları vahye uymaya mecbur etti. Onlara şöyle dedi:
"Ben Allah'ın kulu ve Rasulüyüm. O’na kesinlikle muhalefet etmem."
Bu, azınlığın veya çoğunluğun görüşünün değil vahyin tercih edileceğine şer’î delildir. Muhtelif delilerin
bulunması halinde en kuvvetlisi tercih edilir. Böylece hüküm delilin kuvvetine binaen, tercih edilerek
alınır. Yalnız insanları bir hükme göre harekete mecbur etmek ve o hükmü kanun haline getirmek yalnız
halifenin yetkisi altındadır. Çünkü onun hükümleri benimseme hakkı vardır. Sahabelerin; "Belirli
hükümleri ancak sultanın benimsemesi, Müslümanların ona itaat edip kendi görüşlerine terk etmesi lazım
geldiğine" dair icmaları vardır. Bu hususta meşhur şer’î kaideler şunlardır: "İmanın emri zahiren ve
batınen uygulanır." "İmamın emri ihtilafı kaldırır." "Sultan sorunlar kadar hükümler meydana
getirir." Şer’î tarifler de şer'î hükümler gibidir. Bunlarda da delil kuvvetine göre tercih edilir. Yalnız
halifenin bunlardan birini kabul etme yetkisi vardır. Ve onun görüşü tercihlidir. Ona göre hareket edîlir.
b-) Bir konuda, bir fikre delalet eden görüşten, tek bir amel veya birden fazla ameller doğarsa; bu amel
veya ameller, konusunun esası üzerine incelenir. Diğer bir ifadeyle konuları incelemeye ve araştırmaya
muhtaç olan hareket ve amellerde görüş, konuda muayyen bir fikre ulaştığından, bu fikre göre hareket
edip etmemek veya bu hareketin uygulandığı duruma göredir. Yani "rey, harp ve hile" kabilindeki işlerde
geçerlidir. Fikre delalet eden bu gibi mevzularda çoğunluk tarafının görüşü değil, doğru tarafın görüşü
tercih edilir. Mesela: ümmeti kalkındırmak için fikri seviyeyi mi, yoksa iktisadi seviyeyi mi yükseltmek
icabeder? Veya, Ebu Bekir (r.a.) devrinde olan ridde harpleri gibi harpler şer'î hükümleri reddetmek mi,
yoksa mücerret silahlı bir isyan mı sayılır? Yahut da Ali'nin (r.a.) halife olduğu zaman valileri azil veya
yerinde bırakma hususunda giriştiği işler gibi.. Veya Muaviye'yi Şam vilayetinden derhal azletmek
veyahut da Hilâfet’i tam manasıyla eline aldıktan sonra azletmek hususunda tuttuğu hareket tarzı. Veya
Ali'ye (r.a.) karşı Mushafların mızraklarla kaldırılması, Kuran-ı hakem kılma mı, değil mi, yoksa hile mi?
Mesela, Osmanlı Devleti’nin İstanbul-Bağdat Demiryolunu, Alman şirketlerine mi veya Belçika
şirketlerine mi inşa ettirmeyi seçmesinde olduğu gibi.. İngiltere'nin 1962 de "Ortak Pazar"a girecek mi,
girmeyecek mi; bu pazara girmesiyle beraber devletler arası merkezi itibarını muhafaza edebilecek mi;
yahut girişi ona Avrupa'da şerefini muhafaza ettirecek mi veyahut siyasî ve iktisadî zararlar mı getirecek?
Mısır’da servetin artırılması ağır sanayi ile mi, yoksa Asuvan barajının inşasıyla mı mümkün olacak?
Veyahut Türkiye kendi bütçesiyle nükleer silahlar edinebilir mi? bunun için haricî bir yardım mı gerekir?
Veya Osmanlı Devleti’nde öğretimin takviyesi gibi ki; bu mekteplerin adedini çoğaltmakla mı, yoksa
programın ıslahıyla mı mümkündür? Bu tür hususlarda; konusu "düşünme ve incelemeye" dayanan
konularda çoğunluğun fikri değil, doğru olan tercih edilir. Buna delil; Rasul (s.a.v.) Bedir'e en yakın
suyun yanına inince Müslümanlar da onunla birlikte inmişlerdi. Habbab İbnul Munzır harbe münasip
yerleri iyi bildiği için bu konaklamaya razı olmadı. Rasule; "Ya Rasulullah sen buraya vahiyle mi indin.
Eğer vahiyle indiysen biz buradan ne ileriye, ne de geriye gidemeyiz. Harp bakımından elverişli
bulunduğundan veya harp hilesi olarak mı?" dedi. Rasul (s.a.v.); "Rey, harp ve hile bakımından elverişli
olduğu için indim." dedi. Habbab "Ya Rasulullah burası münasip değil." dedi. Başka bir yer gösterdi.
Rasulullah ve ashabı vakit geçirmeden onun fikrine tabi oldular.
Bu hadîste Peygamber kendi fikrini bıraktı. Müslümanların fikrine de baş vurmadan doğruyu aldı. Ve
"Rey, harp ve hile" dediği mevzuda tek kişinin görüşü ile iktifa ederek doğruya tabi oldu. Bir kişinin
söylemesine rağmen onunla yetindi. Müslümanları da onu yapmakla sorumlu tuttu. Bundan anlaşıldığına
göre doğruyu da tayin eden halifedir. Doğru tercih edilir, çoğunluğun tuttuğu taraf değil. Zira Bedir'de
doğruyu belirleyen Rasul sıfatıyla değil de, Devlet Reisi sıfatı ile olmuştur.
Bir konuda bir fikri gösteren görüşe misal: İhtisas/ uzmanlık sahiplerinin kendi mevzularındaki
fikirleridir. Zira bu mevzu tecrübeye, düşünmeye ve kavramağa muhtaçtır. Habbab'ın harb ve stratejik
bilgisi dolayısıyla, fikrinin kabul edilmesi gibi. Şer’î olmayan tanımlamalarda bunun gibi olur. Zira onları
Öğrenmek düşünmeye ve incelemeye, muhtaçtır.
c-) Çoğunluğun görüşünün benimsendiği konular, incelemeye ve tefekküre ihtiyaç göstermeyen işlerdir.
Halife seçiminde filan mı, yoksa filan mı olsun? Veya bir olay için iki hakemin tayininde filan mı tayin
edilsin, yoksa filan mı diye halkın görüşüne başvurmamız gibi. Veyahut bayındırlık işlerinde olduğu gibi,
ihtiyacın önceliğine göre mektep mi, yoksa hastane mi yapılsın? Veya çiftçilere yapılacak yardımlar gibi
ki, bu yardım nakit mi olsun, yoksa alet, tohumluk ve gübre mi dağıtılsın? vs. gibi muhtelif fikirlerdir.
Bunlar gibi işlerde "ihtisas istemeyen meselelerde" devletin ve Devlet Reisinin halkın çoğunluğun fikrine
tabi olması lazımdır. Buna delil; Nebi (s.a.v.) doğruyu bilmekle beraber Uhud Gazvesinde çoğunluğun
fikrine uyarak Medine'nin dışına çıkmasıdır. Bu meselede sahabenin büyükleri de dahil Peygamberle
"çıkmamakta" hemfikirdiler. Bu meselede ve bu dal da kendi benzerlerinde, çoğunluğun fikrine tabi
olmanın esas olduğu görülür.
Bazıları, konusu ihtisas isteyen bir mesele ile ihtisas istemeyen bir meseleyi birbirine karıştırabilir. Lakin,
her iki meselenin delilleri dikkatle incelendiğinde aradaki fark gayet açık olarak görünür. Rasul (s.a.v.),
Bedir'de Habbab'ın sorusuna "Bu bir fikir ve hile" diyerek cevap verdi. Bununla, harpte bir yerde
karargah kurmanın, fikir sahiplerine müracaat edilecek, ihtisası gerektirecek işlerden olduğunu; uyanık
davranarak hazırlanmak icabeden kaidelerde de durumun böyle olduğu, mesajını veriyordu. Uhud
harbinde ise Rasul (s.a.v.) Müslümanlara şöyle demişti: "Onları yerlerinde oldukları gibi bırakırsanız en
fena şartlarla otururlar. Eğer şehre girecek olurlarsa onlarla savaşırız."
Bazı Müslümanlar ise; "Ya Rasulullah bizi düşmanlarımızın karşısına çıkar, bizi korkak ve zayıf
bulmasınlar." demişlerdi. Abdullah İbni Ubeyy Selul ise; "Ya Rasulullah şehirde kalalım. Düşmanlara
karşı çıkmayalım. Allah'a and olsun ki ne zaman düşmanla dövüşmek için şehrin dışına çıktıksa düşman
bize galip geldi. Şehrin içine düşman girdiği zamanlar ise galip geldik. Onları kendi başlarına bırakırsak
kötü şartlarla otururlar. Şehre girecek olurlarsa adamlarınız onlarla dövüşür. Kadınlar ve çocuklar ise
üzerlerine taş atar. Döner, elleri boş olarak giderler." dedi.
Burada mesele şehrin haricine çıkıp çıkmamakta idi. Harp sahası meselesinde değildi. Yani mesele,
"şehirde kalıp, orada mı; yoksa dışarıya çıkıp Uhud Dağına sırtlarını vererek mi" harb edecekleri meselesi
değildi. Aksine mesele, "düşmanla karşılaşıp harp edelim mi, yoksa onları kendi kendilerine mi bırakalım;
şehre girerler ve bizimle harp edecek olurlarsa savaşırız, harp etmeyecek olurlarsa bırakırız." konusunda
idi. Bu sebeptendir ki daha önceki bahsi geçen hadise ile (rey, harp ve hile) bu hadise arasında, Rasul
(s.a.v.)'in tasarrufu farklıdır. Aralarındaki bu farktan dolayı (birisinde Rasul (s.a.v.)'in doğru olanı kabulü,
diğerinde ise çoğunluğun fikrini kabulü) ile bu iki hadise arasındaki fark anlaşılıyor. Yani birinde konu
uzmanlık istiyor, diğerinde ise istemiyor. Diğer taraftan tehlikeli ve mühim işlerin anlaşılması ise mühim
olmayan işlerle herkesin anlayabileceği meselelere nazaran daha fazla gayret gerektirir. İki hadise
arasında mevcut olan bu ince ayrılığı anlamak mümkündür.
Buna göre İslâm’da çoğunluğun görüşü, uzmanlık istemeyen meselelerde kabul edilir. Diğer meselelerde
ise, çoğunluğun fikri dikkate alınmaz. Bunu Rasul (s.a.v.)'in Ebu Bekir ile Ömer'e şu sözü teyid eder:
ayet_hadis/hadis6_13.gif
Bu çoğunluğun görüşünün tercih edilebileceğine delildir. Fakat bu ittifak meşveret ile mukayyet kalmıştır.
"Size muhalefet etmezdim" sözü Hudeybiye'de muhalefete ve Bedir'de Habbab İbnul Mumzir'in fikrini
kabule mecbur tutmasıyla karşılaştırılınca, meşveret anında ittifak ettiklerinde onlara tabi olacağını
gösterir. Bu ise vahiy ve harp meselelerinin haricindedir. Bu gösteriyor ki, çoğunluğun görüşüne şer'î
hükümlerden, harpten, hileden başka mevzularda tabi olunur. Böylece İslâm demokrasiye aykırı olarak
görünür.
6- Demokraside bazı şahıslar dokunulmazlık haklarına sahiptirler. Kanun onları himaye eder ve bu
sebeple devletin kanunu onlara bir şey yapamaz. Devlet Reisi ve Parlamento üyelerinde olduğu gibi.
Devlet Reisi bir suç işlediği zaman dokunulmazlığından dolayı yargılanamaz ve kanuna tabi olmaz.
Bunun gibi Parlamento üyelerinden biri, meclisin açık olduğu zamanda bir suç işlerse yargılanamaz.
Dokunulmazlığı kalkıncaya kadar kanun ona tatbik edilemez. İslâm’da ise devletin tabiiyetinde
olanlardan hiç birinin dokunulmazlığı yoktur. Devlet Reisi de bir suç işlediğinde her hangi bir şahıs gibi
yargılanarak kanun ona uygulanır. Şura, üyeleri de bunun gibi her hangi bir şahıs sayılırlar. Yalnız Devlet
Reisinin itham edildiği suç yönetim işleriyle ilgili olmazsa hakimin huzurunda yargılanır. Yönetici,
vazifelerine ait bir suçla itham edildiği zaman "Mezalim" mahkemesi huzurunda yargılanır. İslâm
Devleti’nde dışarıdan gelen elçilerden (yani diplomatik heyetlerden) başka hiç bir kimse kanun karşısında
mutlak dokunulmazlığa sahip değildir. Diplomatik temsilcilere ise yalnız diplomasi dokunulmazlığı hakkı
vardır. Başkalarına ise diplomasi dokunulmazlığı yoktur.
ayet_hadis/maide49.gif
Ayrıca Allah (c.c.) şöyle buyurdu:
kaçınmalısın."ayet_hadis/maide49_.gif ayet_hadis/maide49_.gif
Allah'u zül-Celal, Kendisinin indirdiğinden başka bir şeyle hükmedeni de teşhir ediyor ve şöyle
buyuruyor:
ayet_hadis/maide44.gif
"Onlar asıl zalimlerdir."ayet_hadis/maide45.gif ayet_hadis/maide45.gif
Erzurum Kongresi
23 Temmuz 1919 da Erzurum'da köy medresesine benzer küçük bir binada muhtelif kimselerin
katılımıyla bir toplantı yapıldı. Bu kimseler Şark Vilayetlerinin temsilcileriydi. Bunlar muhtelif
kimselerden teşekkül etmişti. Aralarında eskiden mebusluk yapanlar, hocalar, büyük memurlar, Kürd
kabilelerinin liderleri, Subaylar vardı. Kongre millet adına açıldı. İlk görüşme edilen mesele kongre
başkanlığı oldu. Bu sırada azalardan biri kalkıp delegelere; "Mustafa Kemal'in doğu bölgelerinden hiç bir
yerinden şimdiye kadar mebus seçilmemesine rağmen kongreye başkanlık etmesinin doğru olup
olmadığı" hakkında fikirlerini beyan etmelerini istedi. Bu temsilci hemen susturuldu. Mustafa Kemal
ezici çoğunlukla kongre başkanı seçildi. Kongre 14 gün devam olarak toplandı. Görüşmeler çok elektrikli
cereyan ediyordu. Kongre bazı kararlar aldıktan sonra dağıldı. Bunların başlıcaları şunlardı:
“Millet bölünmez bir bütündür. Ayrılık kabul etmez. Bütün Şark Vilayetleri her işgale karşı konulmasında
ve yabancı müdahaleye karşı durulmasında kararlıdır, İstanbul Hükümeti milletle beraber olmayı geri
çevirir, onu yabancı saldırılardan korumazsa iş bu dereceye vardığında memleketin işlerini idare edecek
geçici bir hükümet hemen kurulmalıdır.”
Bu kararlar açık bir şekilde gösteriyor ki, onlar henüz Sultan Vahdeddin'e yani Halifeye bağlı olduklarını
gösteriyor, onun biatını boyunlarında taşıyorlardı. Bu kongre, geniş yetkiler verilen bir Tenfiz Komitesi
seçilmesine karar verdi. Bu komitenin vazifesi, kongrenin aldığı kararları uygulamaktı. Mustafa Kemal bu
komitenin başkanlığına getirildi. Bu kararlar hemen millete duyuruldu. Birer sureti Avrupa Devletlerine
gönderildi. Sonra Sivas Kongresinin yapılması kararlaştırıldı.
İstanbul hükümeti Erzurum Kongresini duyunca bir beyanname/bildiri neşrederek suretlerini gazetecilere
verdi. Dünya gazeteleri bunu alarak naklettiler. Bunda şöyle deniyordu:
“Anadolu'da bazı kıpırdanmalar var. Nizamı ve Anayasayı sarih bir şekilde ihlal eden toplantılar yapıldı.
Bu toplantıların kanunî ve Parlamento sistemine uygun olduğu söyleniyor. Hakikatte ise bunlar kanuna
ve Parlamentoya aykırıdır. Bunun için askerî ve sivil kuvvetlerin bunları kökünden kazımaları ve en
şiddetli bir tarzda asileri ezmeleri gerekir.”
Hükümetin neşrettiği bu Beyanname Erzurum'daki makamlara ulaştı. İstanbul Hükümetine şunu yazdılar:
“Parlamentonun toplanması zarurî meselelerdendir. Eğer Parlamento toplansaydı bu çeşit toplantılara
lüzum kalmazdı.”
Hükümet meseleyi ehemmiyetle inceledi ve seçimler için gereken hazırlık yapılmadan Meclisi
feshettiğinden dolayı Anayasanın metnine muhalefet ettiği kanaatine vardı. Fakat bununla beraber
Anadolu'daki harekatın önüne geçmek için acil tedbirler almaya çalışıyordu. Hükümet açık bir şekilde
sadık olanlardan başkasının alınamayacağı bir ordu kurmayı kararlaştırdı. Bu ordu kuruldu ve Anadolu'ya
gönderilmesi işi tamamlandı.
İngilizler, Sultan’ı; Mustafa Kemal’in Ayaklanmasını Bitirmek İçin Ordu
Göndermekten Vazgeçiriyorlar
İngilizler bunu öğrenince müttefikler adına Sultanı bundan menettiler. Ateşkes şartları arasında "ordunun
terhis edilip yeniden teşkil edilmeyeceğine" dair şart bulunduğunu hatırlattılar. Sultan, hareketlere mani
olmak için serbest bırakılmasını istedi. Lakin Müttefikler buna tamamen mani oldular. Bu meselede
Müttefiklerden İngilizleri kastediyoruz. Zira memleketi istila eden yalnız onlardı. Müttefikler adına
tasarruflarda bulunan da İngiliz Yüksek Komiseri idi. Onun dairesi, Müttefiklerin Başkomutanı General
Harington'un dairesi yanındaydı,
Sultan, onların ayaklanmaları bastırmak için ordu göndermeye müsaade etmediklerini görünce, onlardan
bunu yapabilecek bir adam göndermelerini istedi. Ve bunda şiddetle ısrar etti. Onlar da; “Biz bu meselede
tarafsızız. Türkiye'nin iç işlerine müdahaleye salahiyetimiz yoktur. Eğer bu memleketin başında kalmak
istiyorsan memleketin asayişini temin etmekle ancak sen mükellefsin.” dediler.
Damad Ferid Paşa İngilizlerden fayda gelmeyeceğini anladı. Bunun üzerine Sultan hususî yollara
başvurdu. Mustafa Kemal’i, Erzurum'dan Sivas'a gelirken yakalatmak istedi. Fakat bu teşebbüsü boşa
çıktı, Zira bundan o haberdardı. İhtiyatlı hareket etti. Yolculuğa çıkacağı zamanı değiştirdi. Toplanan
kuvvetler söylenen yerde onu zamanında bulamadılar. Zira bundan önce Sivas'a gelmişti. Bunun üzerine
Sultan, en büyük taraftarlarından olan Galip Bey'den Kürd kuvvetleriyle Sivas'a bir sefer yapıp kongre
azalarının hepsinin yakalanmasını istedi. Fakat muvaffak olamadı.
Sivas Kongresi
Anadolu'nun her tarafından delegeler Sivas'a geldiler. 4 Ağustos 1919'da Mustafa Kemal’in başkanlığı
altında Kongre toplandı. Yalnız Kongre başkanlığı itiraz noktası oldu. Toplantıdan biraz önce Mustafa
Kemal'in en samimî arkadaşlarından Rauf Bey, Mustafa Kemal'in yanına gelerek; “Biz Kongre
Başkanlığı meselesini inceledik. Nihayet, her ne olursa olsun bunu kabul etmemen üzerinde ittifaka
vardık.” dedi.
Kongre, Mustafa Kemal'in başkanlığında toplanınca, seçim yapılmadan kendini Kongre Başkanı
seçmekle otokratça hareket ettiğinden dolayı itirazda bulunuldu. O da kendini müdafaa etti ve şöyle dedi:
"Biz bugün, tartışma ve çekişmeye müsamaha edecek Meclislerde değiliz. Eğer böyle olursa
İmparatorluğun yıldızı batar. Eseri kesinlikle ortadan kaybolur.” Bu gönül alıcı sözüyle üyeler üzerine
tesir etti. Tarafları çılgınca alkışladılar. Herkes sustu. Sonra oya baş vuruldu. Ekseriyetin Onun tarafında
olduğu ilan edildi.
Başkan seçilince bir konuşma yaparak açık bir şekilde Sultana bağlığını belirtti. Sonra toplantılar başladı.
Günlerce gürültülü, münakaşa ve kulisli bir hava ile devam etti. İtirazlar vuku buluyordu. Delegeler
arasından biri; “Kongrede Tenfiz Komitesinin, Hükümet olduğunu iddia etmeye hakkı yoktur. Avrupalılar,
Anadolu'nun işlerine müdahale edip her tarafını işgal ederlerse ne yapabilecekler? Memurların
aylıklarını, askerin erzak ve levazımını nereden temin edecekler?" dedi. Bazıları ise; "Birleşik
Amerika'nın sömürgecilik gayeleri yoktur. Türkiye'yi içine düştüğü bu tehlikeli durumdan kurtaracak
yegane devlet o dur. Eğer Türkiye mahvolmayıp yaşamak istiyorsa tek çıkar yol kendini Amerika'nın
kucağına atmasıdır." dediler. Rauf Bey, Bekir Sami Bey, Kazım Karabekir, Rıfat, Ali Fuad ve Paşalardan
üçü bu fikri destekleyip şiddetle müdafaa ediyorlardı. Delegelerden biri; "Amerikan mandalığı
istikbalimizi elimizden almaz. Biz bununla, İngiltere'nin Türkiye'yi sömürge ve onun kulu-kölesi yapacak
sömürgeci himayesinden kurtuluruz." dedi.
Kongre böylece Mustafa Kemal'in her mesaisine zıt bir hava ile devam etti. Bu münakaşalardan sonra
Kongre, Erzurum Kongresinin kararları çerçevesinden çıkmayan kararlar aldı. Yalnız Kongre Azaları
Mustafa Kemal'e küskün olarak dağıldılar. Bu sırada Müttefiklere teslim olmayan ve görevlerini onlara
teslim etmeyen eski hali üzere devam eden yegane Ordunun Komutanı olan Kazım Karabekir Paşa ona,
söyle dedi: "Paşam haberleşmelerde kendi adınızla hitap etmeniz tenkide yol açtı. Bu tehlikeli yolda
yürümenin ne neticeler doğuracağını tasavvur edebilirsiniz. Bundan sonra komite namına konuşmanızı
rica ediyorum."
Mustafa Kemal bunun için toplantıdan gayet üzgün çıktı. Fakat toplantı esnasında temsilcileri kendilerini
müdafaa etmeye teşvik etti. Onlara, hükümetin adamı olan Galip Bey'in bazı Kürt Aşiretleriyle Kongre
üyelerini yakalamaya geldiğini bildirdi. Üyeler de doğrudan doğruya Sarayla konuşmak istediler. Fakat
saraydan müsaade edilmedi. Bunun üzerine infiale gelip Damad Ferid Paşa'ya bir saat daha Sarayla
konuşma imkanı verilmezse Merkezi Hükümetle alakalarını katî olarak keseceklerine dair nihaî tehdidi
gönderdiler. Ve artık bundan sonra hür olarak her istediklerini yapacaklarını bildirdiler. Ertesi günün 12
Ağustos 1919 sabahı, belirlenen süre bitti. Sarayla temsilciler arasında her türlü alaka kesildi ve
tehditlerini uygulamağa koydular.
Mustafa Kemal bunu fırsat bilerek faaliyetini artırdı. İstanbul ile memleketin diğer taraflarının alakasını
kesti. Kongrede bir şey yapamayınca ve Anadolu'da bir hükümet teşkilini izhara cesaret edemeyince
yanındakilere, İstanbul hükümetinin değiştirilmesini istemeyi kabul ettirmekle yetindi. Onlar da sükut
ettiler. Ne tasvip ettikleri, ne de itiraz ettikleri nakledilmemiştir. Mustafa Kemal, yardımcılarının başında
Subaylar olmadıkça Orduya hükmedemeyeceğini, Ordu tarafından desteklenmedikçe de kendine karşı
gelenleri emri altına alamayacağını gördü. Ordunun kendisini değil, Halifeyi tuttuğunu anladı. Kongre
esnasında üyeler dışarıda ve içeride ona sarih bir şekilde hiç bir şekilde Halifeden ayrılmanın mümkün
olamayacağını bildirmişlerdi. Bunun için Damad Ferid'le değil, yalnız Halife ile anlaşmayı kararlaştırdı.