Professional Documents
Culture Documents
Nur'un İlk
Kapısı
Müellifi
Said Nursi
Bu risalenin felsefeye vurduğu tokat, beşere zararlı ve
dine zıd olan felsefe kısmıdır. Beşere menfaatlı ve
diyanete dost olan felsefe değildir. Hem ecnebi kâfirler
tabiri, İslâmiyet ve din aleyhinde çalışanlara aidtir.
[ ه
ُ َ حان
َ ْ سب
ُ ِمه
ِ س
ْ بِا ]
Gâyet acib ve garib ve beni gâyet hayrette
bırakan
bir hâdise-i Nuriyeyi beyan edeceğim.
Risale-i Nur'un birinci medresesi ve tarlası olan
Barla Karyesine, yirmibeş senelik bir müfarakattan sonra,
aynen meskat-ı re'sim Nurs Karyesine karşı olan sıla-i
rahmden daha ziyade bir saikle geldim gördüm ki:
Aynen Nurs Köyü vaziyetindeki o eski medresem
gibi ve Nurs'taki babamın aynı hanesi gibi ve hakikî
meskat-ı re'sim Nurs'a gelmişim gibi, gâyet hazîn ve
lezzetli bir haleti hissettim. Birden ruhuma baktım ki; eski
Said'in ve yeni Said'in tarz-ı hayatını ve tarîk-i hakikattaki
tarz-ı hareketlerini ve Risale-i Nur'un te'lif olunan
merkezlerini bilmek için Risale-i Nur'un te'lifine merkez
ve dershane olmuş olan yerleri gezdim. Sonra gâyet zevkli
ve neş'eli bir halet içinde iken, sekiz sene hiç gücendir-
meden mükemmel bana hizmet eden Sıddık Süleyman
bana bir kitab getirdi.
2
[ Birinci Ders ]
َ ُن اَنْف
ْ ُ سه
م َ منِي ِ موُ ْ ن ال َ م ِ شتََرى ّٰ ن
ْ الل َهه ا َّ ِ ا
َ َّ جن
ة ُ ُن لَه
َ ْ م ال ْ ُموَالَه
َّ َ م بِا ْ َ وَا
Ey insan! Nedendir ki şu azîm ticarete
girmiyorsun? Rabb-ı Kerim, senin yanında emaneten
koyduğu mülkünü senden satın almak istiyor. Tâ ki zayi'
olmaktan muhafaza etsin. Hem bin derece kıymeti
yükselsin. Hem bedeline büyük bir fiat veriyor. Hem
istifaden için senin elinde bırakıyor. Hem külfet-i idaresini
kendisi deruhde ediyor. İşte sana beş mertebe kâr içinde
kâr!
Halbuki ey gafil! Ona satmadığından, emanette
hıyanet ettin. Hem
5
[ İkinci Ders ]
م
ُ حي َ ْ ت ال
ِ ج ِ ن وَبُّرَِز
َ قيِ َّ مت
ُ ْ ة لِل
ُ َّ جن
َ ْ ت ال
ِ َوَاُْزلِف
َ لِلْغَاوِي
ن
Ey insan-ı gafil! Ey dünya için dinini ihmal eden!
Şu temsilî bir hikâyeyi dinle. Tâ dinsiz dünyanın
hakikatını göresin. Eski zamanda iki kardeş vardı. Bu iki
kardeş seyahata çıktılar. Gitgide tâ yol ikileşti. O iki yolun
başında bir âdemi gördüler. O âdem onlara dedi ki:
–Sağ yolda kanun ve nizama tebaiyet var. Ve o
tebaiyet külfeti içinde, bir emniyet ve saadet var. Sol yolda
ise, bir serbestiyet ve bir hürriyet var. Ve o serbestiyet ve
hürriyet içinde bir tehlike ve şekavet var. İstediğiniz yola
gidebilirsiniz.
Güzel huylu kardeş sağ yola ت ع َلَى
َ
ُ تَوَك ّل ْه
ّٰ
الله ِه deyip gitti. Ve o hafif külfeti ve nizam ve kanunu
kabul etti. Sû'-i hulk sahibi, âzade-ser kardeş, serbestlik
için sol yolu tercih etti. Zahiren hafif, manen gâyet ağır bir
vaziyette gitti. Biz de hayalen bunu takib ediyoruz. İşte
dağ
11
[ Üçüncü Ders ]
ِحيم ِ ن الَّر ِ ٰحم ّٰ ِ سم
ْ الله ِه الَّر ْ ِب
ّ
الله ِه
ٰ ِم ب َ ُ
ْ ُ حيَوة ُ الد ّنْيَا وَل َ يَغَُّرن ّك ْ
َ م الُ ُ فَل َ تَغَُّرنَّك
الْغَُروُر
Ey gururlu, mağrur gafil! Sana ne olmuş ki,
müslümanları -ecanib tarzında- hayat-ı dünyeviyeye davet
edersin? O hayat, uyku içinde bir lu'b ve heva içinde bir
lehivden başka birşey değildir. Hem ne oluyorsun ki,
keyiflerine kâfi gelen helâl ve tayyibat dairesinden huruca
teşvik ederek, dinin ihmaline veya dinin bazı şeairinin
terkine sebebiyet veriyorsun. Ve muharremat ve habîsat
dairesine duhûle teşci' ediyorsun. Ey müvesvis! Bilir misin
misalin neye benzer?
O derece belâhet kesbetmiş bir sarhoşa benzer ki;
arslanı attan, darağacını salıncaktan, cerahatlı yarayı
kırmızı gülden farketmez. Hem öyle zannettiği halde,
mürşid vaziyetini alır; muslih tavrını takınır. Müdhiş bir
vaziyete düşmüş
21
ُ َ معُوا ل
ه ِ َ ست ُ الْقُْرا
ْ ن فَا âyetlerini kıraat ediyorlar ve
beşerin başında dört-beş cihette, herbiri birer melek-i ra'd
gibi na'ralarıyla beşeri ikaz edip Kur’âna davet ederlerken;
sizin vesveseleriniz bunlara nisbeten sivrisinek sadâsı gibi
kalır.”
Evet hakikat-bîn göz sahibi böyle mukabele eder.
Der ki: “Arkama bakıyorum görüyorum ki, ecel arslanı
arkamda duruyor. Daima beni tehdid ediyor. Eğer iman
kulağıyla Kur’ân sadâsını dinlesem, o arslan, güzel bir ata;
o firak ise, buraka dönerler. Beni rahmet-i Rahman'a
vusule ve Seyyid-i Kerim'imin huzuruna îsale vasıta
olurlar. Yoksa yırtıcı birer canavar ve beni bütün
sevdiklerimden ebedî firak ile tefrik edici birer esed
hükmünde kalırlar. Sonra önüme bakıyorum, görüyorum
ki: Gece-gündüz dönmesinden, fena ve zevalin âlâtı
sallanıyor. Hem o fusul ve usûrun emvacından firaklar ve
helâkından zevaller temevvüc ediyor. Şu âletlerimi ve hem
bütün sevdiklerimi mahvetmek için dikilmiş bir darağacı
görünüyor. Eğer sem'-i îkan ile irşad-ı Kur’ânîyi dinlesem,
o müdhiş âletler, salıncak ve merkebe ve seyr ü tenezzühe
dönerler ki;
25
[ Dördüncü Ders ]
ن اْلَبَْراَر لَفِى
َّ ِ * ا ٍ حيم َ جاَر لَفِى
ِ ج َّ ُن الْف
َّ ِ وَا
يم
ٍ ِنَع
Ey Said-i gafil! Herkes için şu hayat denilen sür'atli
seferde, kabre iki yol vardır. O iki yol, uzun ve kısalıkta
müsavidirler. Lâkin birisinde zararsız olmakla beraber, bir
menfaat-i azîme olduğu, mütevatir ehl-i şuhud ve ihtisasın
şehadet ve icmalarıyla sabittir. O yolun on yolcusundan
dokuzu, o menfaat-i azîmeye nâil olduğu yine ehl-i
şuhudun tevatürüyle sabittir. İkinci yol ise, ittifaken
menfaatsiz olduğu halde; pek azîm bir zararı olduğu ehl-i
hayr ve şuhudun icmaıyla sabittir. Bu ikinci yolda, onda
dokuz ihtimal zarar vardır. Şu tehlikeli yolu ihtiyar edenler
bedbaht ve eblehlerdir ki, zahirî bir hafiflik için,
32
[ Beşinci Ders ]
ِ ن الَّر
ِحيم ِ ٰحم ّٰ ِ سم
ْ الله ِه الَّر ْ ِب
َ
َّ ِ ب وَا
ن ٌ ِو وَلَعٌ ْحيَوةُ الدُّنْيَا اِل ّ لَه َ ْ ما هٰذِهِ ال
َ َو
ن َ ْ ى ال
ُ حيَوَا َ
َ ِخَرة َ له ِ الدَّاَر اْل
Ey ihtiyarsız sür'atle kabre, haşre, ebede giden
Said-i şaki! Bil ki: Uzun ve kısalığı nisbetinde iki hayatın
levazımatını tahsil etmek için Mâlik-i Kerim sana, bir
sermaye-i ömür verdiği halde; sen o sermayenin kısm-ı
a'zamını, (hayat-ı bâkiyeye nisbeti bir bahrin bir katre
seraba nisbeti gibi olan) şu hayat-ı fâniyede zayi' ettin.
Eğer aklın varsa elde kalan kısmının yarısını veya üçte
birini veya lâakal onda birisini, hayat-ı bâkiyeye sarfet.
Yoksa eyvahlar olsun diyeceğin bir zaman gelecek.
Acaibdendir ki; senin gibi ahmaklara âkıl ve zîfünun
deniliyor. Şu temsili dinle.
Meselâ: Şu kuldan daha ahmak görünüyorsun ki;
onun seyyid-i kerimi ona yirmidört altun veriyor. Onu
Burdur'dan Antalya'ya, oradan da Şam'a ve Yemen'e
gönderiyor.
37
[ Altıncı Ders ]
ِ ِ ن الَّر
حيم ِ ٰحم ّٰ ِ سم
ْ الله ِه الَّر ْ ِب
َ َ ما ا
َ َ صاب
ك ّٰ ن
َ َالله ِه و َ مِ َسنَةٍ ف َ ح َ ن ْ مِ ك َ َ ما ا
َ َ صاب َ
َ س
ك ِ ن ن َ ْف
ْ م ِ َسيِّئَةٍ فَ ن ْ مِ
Ey za'fıyla beraber mağrur ve işlemediği şeyle
müftehir bîçare Said! Senin fahr ve gurura hiç hakkın yok.
Çünki senin nefsinde, kusur ve şerden başka yoktur. Eğer
hayır olsa, o hayır da, cüz'-i ihtiyarın gibi cüz'îdir. Lâkin
deme ki şerrim de cüz'îdir. Hâyır sen, o cüz'-i ihtiyarın ile
bir şerr-i küllîyi işleyebilirsin. Çünki sen işlediğin bir
kusur ile, senin maksuduna müteveccih olan sair esbabın
semerat-ı sa'ylerini hükümden iskat ederek bir hasaret-i
külliyeye sebeb ve bir hacalet-i daimîye müstehak olursun.
Hakikat böyle iken, şeytanın şakirdi olan nefsin, kaziyenin
aksine olarak hayrı küllî, şerri cüz'î tasavvur eder,
firavunlaşırsın. Bilir misin misalin neye benzer?
Mağrur ahmak bir âdem, bir gemi ile ticaret eden
bir cemaata şerik olur. O cemaatın
41
hayrı şer eder. Şer ile iftihar edersen et. İşte bu hakikatı
bilmediğindendir ki; nefsinden mağrur, gayriye de gururlu
oldun. Hem sen, bir cemaatin hasenatını tutuyorsun. O
hasenatı, müteneffiz bir şahsa vermekle, tefer'una vasıta ve
vesile oluyorsun. Belki Allah'ın malını ve ef'alini, esbaba
ve tagutlara taksim ediyorsun.
Hem şu cehildendir ki; nefsin ile sana âidiyeti olan
seyyiatı kadere vererek mes'uliyetten kaçıyorsun. Halbuki
nass ile sabit olan Fâtır'ın sırf feyz-i fazlından olan
hasenatı kendi nefsine veriyorsun. Tâ işlemediğin şeylerle
medholunasın. Şu edeb-i Kur’ân ile edeblen. Kur’ân-ı
Kerim diyor ki:
ّٰ ن
الله ِه ِ َسنَةٍ ف
َ م َ ح
َ ن
ْ م
ِ ك َ َ ما ا
َ َ صاب َ
Malına sahib ol. Başkasının malını gasbetme. Hem
Kur’ân-ı Kerim diyor ki:
ن
ْ م ْ َ شُر ا
َ َمثَال ِ َها و ْ َه ع ُ َ سنَةِ فَلَ ح َ ْ جائَ بِال َ ن
ْ م
َ
َ
مثلهَاْ َ ّ َ َ َ َ َ
ِ جَزى اِل ْ ُ سيِّئةِ فل ي ّ جائ بِال َ
Madem ki hasene on misline çıkar. Seyyie, nefsinde birde
münhasır kalır. Sen de haseneden neş'et eden muhabbeti,
muhsinden muhsinin müteallikatına teşmil et.
44
[ Yedinci Ders ]
ِ ن الَّر
ِحيم ِ ٰحم ّٰ ِ سم
ْ الله ِه الَّر ْ ِب
َ
ماَ *ن ِ س اِل ّ لِيَعْبُدُو َ ْ ن وَاْلِن َّ جِ ْ ت ال ُ ْخلَق َ ماَ َو
الل َهه هُوَ الَّرَّزا ُ ذ ُو ّٰ نَّ ِ ق * ا ٍ ن رِْز ْ م ِ م ِ ُ اُرِيد
ْ ُمنْه
نِ مو ُ ِن يُطْع ْ َ ما اُرِيد ُ ا َ َن و ُ متِي َ ْ الْقُوَّةِ ال
Ey Said-i gafil! Nedendir ki vazifeni terkedip,
Hâlıkının vazifesiyle fuzulî iştigal ediyorsun? Zalûm ve
cehûl vasfına liyakat kesbediyorsun ki, daire-i iktidarında
olan hafif ubudiyet vazifesini terkediyorsun. Halbuki zaîf
beline, tahammülsüz başına, tâkatsiz kalbine, Hâlık ve
Rezzakına mahsus vazife-i rububiyeti yükletiyorsun.
Saadet ve istirahat istersen; vazifene sahib ol;
Hâlıkın vazifesini
46
ona tefviz et. Yoksa sen, şaki bir âsi, fuzulî bir hain
olursun. Bilir misin neye benzersin?
Misalin bir nefer asker gibidir ki; o nefer, iki vazife
karşısındadır. Biri: Vazife-i asliyedir ki; o da, talim ve
cihaddır. Sultan ise, şu vazifede ona muavenet eder.
Levazımatını ihzar eder. İkinci vazife: Sultana mahsus
vazifedir ki; o neferin erzakını ve tayinatını, libasını ve
silâhını, atını ve devasını vermektir. Lâkin bazan neferi, şu
vazife-i şâhanede istihdam eder ki; o hizmeti de devlet
hesabına yapar. Şu sırdandır ki; taamı pişiren veya
karavanayı yıkayan nefere denilse: “Arkadaş ne
yapıyorsun?”
O nefer “Hükûmet ve devletin angaryasını
çekiyorum” der. “Rızkım için çalışıyorum.” demiyor. Zira
bilir ki, o vazife-i asliyesi değil; belki rızkı devlete aidtir.
Hattâ hasta olsa, ağzına lokmayı koymağa kadar devlete
aidtir.
İşte şöyle bir nefer, rızkını tedarik niyetiyle ticaret
ile iştigal etse, cahil
47
[ Sekizinci Ders ]
ِ ِ ن الَّر
حيم ِ ٰحم ّٰ ِ سم
ْ الله ِه الَّر ْ ِب
ب دَع َْو َة ُ جي ِ ُب ا
ٌ ري ِ عنِّى َفاِنِّى َق َ عبَا ِدى ِ كَ َساَل
َ َواِذَا
* م ْ ُ ب لَك ْ جِ َ ستْ َ ن * اُدْع ُونِى ا َّ ال
ِ داِع اِذَا دَعَا
ْ ُ م َربِّى لَوْل َ دُع َاوك
م ْ ُ ما يَعْبَوا بِكَ لْ ُق
Şu âyetler, duanın mühim bir esas-ı ubudiyet
olduğunu gösteriyor. Ey hakikat-ı halden gafil müddeî!
Dava ediyorsun ki: “Dua ediliyor, cevab verilmiyor. Âyet
ise âmmdır.”
Evvelen: Cevab vermek ayrıdır, kabul etmek
ayrıdır. Belki cevab vermek daimîdir. Fakat is'af-ı hacet,
mücîbin hikmetine tâbidir. Meselâ sen, tabibi çağırıyorsun.
Dersin ki: “Ey hekim!” O da cevaben: “Lebbeyk” der.
Sonra dersin: “Bana şu taamı veyahut şu dermanı ver.”
Hekim bazan münasib gördüğü matlubu aynen verir;
bazan istediğinden daha a'lâsını verir;
50
[ Dokuzuncu Ders ]
ِ ِ ن الَّر
حيم ِ ٰحم ّٰ ِ سم
ْ الله ِه الَّر ْ ِب
نِ ن *وَ التِّي َ سينِيِ ِن *وَطُور ِ ميِ َ وَ هٰذ َا الْبَلَد ِ اْل
نِ وَ الَّزيْتُو
ن
َ ساَ ْ خلَقْنَا اْلِن
َ ْ ن *لَقَد َ سافِلِي َ ل َ َسف ْ َ م َردَدْنَاه ُ اَّ ُ ث
ٍْويم
ِ ن تَق ِ س َ ح ْ َ فِى ا
Ey insan! Senin önünde iki yol var. Birisinden
gitsen, kâinatın esfel-i safilînine gidersin. Diğer yoldan
gidersen, a'lâ-yı illiyyîn-i şerefe çıkabilirsin. Şu hakikatı
(dokuz mukaddeme) ile beyan ederiz.
[Birinci Mukaddeme] İnsanın, en cüz'î bir
küçük cüz'den tâ en küllî bir küll-i ekbere kadar alâkat ve
hacatı intişar ettiğinden; o insana lâyık değil ki; herşeyin
melekûtu elinde, herşeyin hazaini yanında, hiçbir mekânda
olmadığı ve hiçbir şey onun yanında bulunmadığı halde
her mekânda ve herşeyin yanında olan Zât-ı Zülcelal'den
başka şeylere ibadet etsin. Zira nihâyetsiz hacat-ı
insaniyeyi îfaya muktedir, ancak nihâyetsiz bir kudret ve
nihâyetsiz bir ilim
53
[ Onuncu Ders ]
ِحيم ِ ن الَّر ِ ٰحم ْ الله ِه الَّر ّٰ ِ سم ْ ِب
م َو ْ ن * ُه َ ل َفاك ِ ُهو ٍ ش ُغ ُ م ِفى َ جن َّ ِة الْي َ ْو
َ ْحا َ الَ ص ْ َن ا َّ ِا
ْ ن * ل َ ُه
م َ متَّكِو ُ ك ِ ِ ل عَلَى اْلََرائ ٍ َ م ِفى ظِل ْ ج ُه ُ زواَ ْ َا
ب
ٍّ ن َر ْ مِ ً م َق ْول ٌ َ سل َ *ن َ دعُو َّ َ ما ي َ م ْ ة َو ل َ ُه ٌ ِفي َها َفاك ِ َه
ْ َن * اَل
م َ مو ُ ِجر ْ م ُ ْ م اَيُّهَا ال َ ْمتَاُزوا الْيَو ْ حيم ٍ * وَا ِ َر
َه
ُ ّ ن اِن َ
َ شيْطا َ ّ ن لَت َ ْعبُدُوا ال ْ ما َ َ م يَا بَنِى ا َد َ
ْ ُ ع َهدْ اِليْك ْ َا
ٌ صَرا
ط ِ عبُدُونِى هٰذَا ْ ن ِ َ ن * َوا ٌ مبِي ُ م عَدُو ْ ُ لَك
*م ٌ ست َ ِقي ْ م ُ
Şu âyetin hazinesinden bir cevherine temsil ile bir
işarettir.
Ey nefsini unutmuş, vazife-i hayatını anlamamış ve
hılkat-i insanın hikmetinden gaflet etmiş ve şu masnuat-ı
müzeyyenede Sâni'-i Hakîm'in tevdi ettiği ve şu kitab-ı
kebirde nakşettiği âyâtına cahil kalmış Said-i bîçare! Şu
temsili güzel dinle: Bu âlemin halk ve binası insanı içine
idhal etmiş, bunun misali şuna benzer ki:
66
[ Onbirinci Ders ]
ِحيم ِ ن الَّر ِ َ ٰحم ْ الله ِه الَّر ّٰ ِ سم ْ ِب
َ َ
ذكََر ّ ق ال َ َ خلَ ما َ جلّى َو َ َ ار اِذَا تِ شى َوالن َّ َه َ ل اِذَا ي َ ْغ ِ ْ َوالّي
ْطى َو ا َّتقَى َ ن اَع ْ م َ ما َّ شتَّى َف َا َ َم ل ْ ُ س ْعيَك
َ ن َّ َِو اْلُنْثَى ا
َ خ
ل ِ ن َب ْ م َ ما َّ سَرى َو َا ْ سُر ُه ِل ْل ُي
ِّ سنُ َي َ سنَى َف ْ حُ ق بِ ْال
َ ص َّدَ َو
سَرى ْ سُر ُه ِل ْل ُع َ سنَى َف
ِّ سنُ َي ْ ح ُ ب بِ ْال َ
َ ّستَ ْغنَى َو كَذ ْ َو ا
Ey Avrupa! Sen sağ elinde, sakîm ve mudill bir
felsefeyi; sol elinde, sefih ve muzır bir medeniyeti tutup,
“beşerin saadeti bu iki şey iledir” deyip dava edersin ve
beşeri bunlara davet edersin. Senin, bu iki elin kırılsın.
Senin bu iki hediyen, senin başını yesin.
Ey naşir-i küfr ü küfran! Âyâ.. hiç caiz olur mu ki,
bir âdemin akıl ve kalbi ve vicdan ve ruhu müdhiş bir
derecede musibet içinde olduğu halde; cismen zahirî bir
derece refah ve zînet içinde bulunmasıyla o âdeme mes'ud
83
her adım başında bir âciz âdem duruyor. Bir kısım kavî ve
galib insanlar o bîçareye hücum edip, öyle bir surette mal
ve hayvanatını gasbediyorlar ve hanesini tahrib ediyorlar
ve bazan onu öyle bıçaklayıp cerh ediyorlar ki; haline
sema ağlıyor.
İşte her nereye baksan bu hal taammüm etmiş. Her
yerde zâlimlerin velvelelerinden ve mazlumların
vaveylâlarından başka birşey işitilmiyor. Bütün yol
boyunca bir matemhane-i umumî şeklini alan bu hal
devam ediyor. Madem ki insanız, insan insaniyeti cihetiyle
başkasının elemiyle müteellim olur.
Bu hadsiz âlâm-ı beşere nasıl tahammül ederiz?
Vicdan, nasıl bu hale dayanabilir? Yalnız şu azab-ı
vicdaniyeden bizi kurtaracak iki çaremiz var. Birisi:
Gâyet sarhoş olmalıyız. Diğeri: İnsaniyetten tecerrüd edip
vahşi, hodendiş bir kalbi taşımalıyız ki; selâmetimiz için
bu iki çare bize bütün halkın helâketini unuttursun ve bizi
müteessir etmesin. Hem bir parça
85
[ Onikinci Ders ]
ِحيم ِ ن الَّر ِ ٰحم ّٰ ِ سم
ْ الله ِه الَّر ْ ِب
ّٰ ن
الله ِه ِ ْ ة كَثِيَرة ً بِاِذً َ ت فِئ ْ َ ن فِئَةٍ قَلِيلَةٍ غَلَب
ْ م ْ َك
ِ م
Ey birader! Küffar ve ehl-i dalaletin kesret-i
adediyle beraber bazı hakaik-i imaniyenin inkârlarında
ittifakları seni sarsmasın. Çünki kıymet, kesrette değildir.
Zira insan, insan olmadığı vakit, şeytan bir hayvan olur.
Ecnebiler gibi ihtirasat-ı hayvaniyede terakki ettikçe,
hayvaniyeti şiddetlenir; daha ziyade hayvan olur.
Hayvanatın kemmiyetçe kesreti ve insanın hayvanata
nisbeten kılleti malûm. Halbuki hayvanat, insan için
halkolunmuştur.
Küffarın tarifi ise: Küffar, hayvanat-ı İlahîden bir
nevi habistirler ki; imaret-i dünyaya ve hem mü'minlere
derecat-ı niam-ı İlahiyeyi anlamağa bir vâhid-i kıyasî
olmak için halkedilmişler ve imhal edilmişlerdir. Şu küffar
denilen bu nevi
100
[ Onüçüncü Ders ]
ِحيمِ ن الَّر ِ ٰحم ّٰ ِ سم
ْ الله ِه الَّر ْ ِب
خيًْرا كَثِيًرا ُ َ ْ حكِ ْ ت ال
َ ى َ ِ ة فَقَد ْ اوتَ م َ ن يُو
ْ م
َ َو
Ey serab-ı gururu, şarab-ı tahur zanneden Said-i
hodfüruş! Hikmet, hayr-ı kesîr olduğunu işittin. Fakat
yanlış yola gitmiştin. Şu kitab-ı kâinatın hikmetini,
maânîsinde aramadın. Gittin, nukuşunda taharri ettin.
Hikmet-i kudsiye-i Kur’âniye ile hikmet-i felsefe-i insanın
farklarını görmek istersen şu temsile güzel bak:
Bir zaman dindar, san'atkâr bir hâkim Kur’ân'ı acib
bir tarzda yazmış. Bazı hurufatını elmas ve zümrüt ile, bir
kısmını altun ve gümüş ile, bir kısmını daha kıymetdar
cevherler ile yazıp öyle müzeyyen ve münakkaş etmişti ki;
o Kur’ânı, kıraatını bilen ve bilmeyen herkes temaşa edip
istihsan ederdi. Fakat
103
etmedi. Belki öyle bir şey ile meşgul oldu ki; ötekinin
mes'elelerinden milyon mertebe daha âlî ve daha galî,
daha latif, daha şerif, daha nâfi', daha câmi'. Çünki o
müslüman âlim, o Kur’ân'ın perde-i nukuşu altında olan
hakaik-i kudsiyesinden
ve envâr u esrarından bahsederek bir güzel tefsir yazdı.
Sonra, ikisi de eserlerini hâkime takdim ettiler.
Hâkim, evvel feylesofun eserine baktı gördü ki: O
hodpesent, tabiatperest âdem çok çalışmış; fakat hiç
hikmetini ve manasını anlamamış. Belki karıştırmış. Ona
karşı hürmetsizlik belki edebsizlik etmiş. Manasız nukuş
zannederek, kıymetsizlik ile tahkir etmiş. Hâkim dahi
eserini başına vurdu. O feylesofu huzurundan çıkardı.
Sonra öteki âlimin eserine baktı gördü ki: Gâyet
güzel nâfi' bir tefsirdir ve hakimane ve mürşidane bir
te'liftir. Âferin! dedi. İşte âlim ve hakîm buna derler.
Öteki, haddinden tecavüz etmiş bir san'atkârdır. Eğer
temsili fehmettin ise,
105
[ Ondördüncü Ders ]
ِحيم ِ ن الَّر ِ ٰحم ْ الله ِه الَّرّٰ ِ سم ْ ِب
ئٍ ْ شي َ ل ِّ ُ ئ وَهُوَ ع َلَى ك َ ل
ٍ ْ شي ِّ ُ خالِقُ ك َ ا َ ّٰلل ُهه
ْ ُ ََ ل* ل
*ض ِ ت وَ الَْر ِ سمٰوَا َّ مقَالِيد ُ ال َ ه ٌ وَكِي
ن ْ ِ ئ * وَا ٍ ْ شي َ ل ِّ ُ ت ك ُ ملَكُو َ ِن ال ّذِى بِيَدِه َ حا َ ْ سب ُ َف
َ َ
ه اِل ّ بِقَد َ ٍر ُ ُ ما نُنَّزِل َ َه و ُ ُ خَزائِن َ عنْدَنَا ِ ّ ئ اِل ٍ ْ شيَ ن ْ مِ
َ
ِ ة اِل ّ هُوَ ا َ ُ
صيَتِهَاِ خذ ٌ بِنَا ٍ ّ ن دَاب ْ م ِ ما َ َمعْلوم ٍ * و َ
َ َ
ٍستَقِيم ْ م ُ ط ٍ صَرا ِ ن َرب ِّى ع َلى ّ ِا
Tevhid-i hakikînin hâlis güneşinden (ondört
lem'a)dır. Yani, ondört lâmbadır.
[BİRİNCİ LEM'A] Ey gafil esbabperest insan!
Esbab, bir perdedir. Çünki izzet ve azamet öyle ister. Fakat
iş gören, kudret-i Samedaniyedir. Çünki tevhid ve celal
öyle ister.
Sultan-ı Ezelî'nin memurları, saltanat-ı rububiye-
tinin icraatçıları değildirler,
109
eflâk olmamalıdır.
[Beşinci Reşha] İşte o zât, bir saadet-i ebediyenin
muhbiri, müjdecisi; bir rahmet-i bînihayenin kâşifi,
ilâncısı ve saltanat-ı rububiyetin mehasininin dellâlı,
seyircisi ve künuz-ı hafiye-i esma-i İlahiyenin keşşafı,
göstericisi olduğundan; böyle baksan, onu bir bürhan-ı
hak, bir sirac-ı hakikat, bir şems-i hidâyet, bir vesile-i
saadet görürsün. Şöyle baksan, onu bir misal-i muhabbet,
bir timsal-i rahmet, bir şeref-i insaniyet, en nuranî bir
semere-i şecere-i hılkat görürsün.
İşte bak, nasıl berk-i hâtıf gibi onun nuru şark ve
garbı tuttu. Nısf-ı arz ve hums-ı beşer, onun getirdiği
hediye-i hidâyeti kabul edip, hırz-ı can etti. Bizim nefis ve
şeytanımıza ne oluyor ki, böyle bir zâtın bütün davalarını,
hem davalarının esası olan ه ّٰ َّ ل َ اِلٰ َهه اِلkelime-i
الل ُه
kudsiyesini bütün meratibiyle kabul etmesin?
131
(A.S.)
bütün enbiya ve evliya imza edip, icma' ve tevatür ile
tasdik ediyorlar.
(A.S.M.)
Hem o Zât , öyle bir sultanın haberlerini
doğru olarak söylüyor ki: O sultanın memleketinde Kamer
bir sinek gibi bir pervane etrafında döner. Arz olan o
pervane ise, bir lâmba etrafında pervaz eder. Güneş olan o
lâmba ise, o Sultan'ın binler menzillerinden bir
misafirhanesinde, yüzbinler misbahları içinde bir
lâmbasıdır.
Hem öyle bir acaib âlemden hakikî olarak
bahseder, öyle bir inkılabdan haber verir ki; binler Küre-i
Arz bomba olsa patlasalar, o kadar acib olmaz. Bak onun
ْ مائُ انْفَطََر
lisanından: ت * اِذ َا ُ َ اَلْقَارِع
َّ ة * اِذ َا ال
َ س
س كُوَِّر ْه
ت َّ ال
م ُه
ْ ش gibi sureleri işit... Hem öyle bir
istikbalden doğru olarak haber verir ki; şu dünyevî
istikbal, ona nisbeten bir katre serab hükmündedir. Hem
öyle bir saadetten pek ciddî olarak haber verir ki; bütün
saadet-i dünyeviye ona nisbeten, bir berk-i zâilin, bir
şems-i sermede nisbeti gibidir.
135
ف ف اَل ْ ِ مد ٍ اَل ْ ُ ح َّ م َ سي ِّدِنَا ُ ن الْعَْرش الْعَظِيم ِ َ م َ ِ
متِهِ ت ا ُ َّ سنَا ِ ح َ سلَمٍ بِعَدَد ِ َ ف َ ف اَل ْ ِ صلَةٍ وَ اَل ْ ُ َ
جي ُ ْ َ َ َ ن بَ ّ َ
ل وَ ة وَ الِن ْ ِ سالتِهِ الت ّوَْري ُ شَر بِرِ َ م ْ ع َلى َ
الَّزبُور و ب َ َّ
ف ت وَ هَوَات ِ ُ صا ُ شَر بِنُبُوَّتِهِ اْلِْرهَا َ ُ َ
شقَّ شرِ وَ ان ْ َ ن الب َ َ ْ س وَ كوَاه ِ ُ َ ْ َ ال ْ ِ
ن وَ اوْلِيَاءُ الِن ْ ِ ج ِّ
صلَةٍ وَ ف َ ف اَل ْ ِ مد ٍ اَل ْ ُ ح َّ م َ سيِّدِنَا ُ مُر َ شاَرتِهِ ال ْ َق َ بِا ِ َ
َ
سلَم ٍ بِعَدَد ِ انْفَا ِ
س َ
جُر وَ نََزلَ ش َ َ ت لِدَع ْوَتِهِ ال ّ جائ ْ َ ن َ متِهِ ع َلَى َ ا ُ َّ
َ م ْ
نم َ ة ِ م ُ ما َ ه الْغَ َ مطَُر وَ اَظَل ّت ْ ُ ة بِدُعَائِهِ ال ْ َ سْرع َ ً ُ
نم َ ت ِ ما ٌ ٓ مهِ ِ ن طعَا ِ َ م ْ صاٍع ِ ن َ م ْ شبَعَ ِ حُّر َ ال َْ
ت مَّرا ٍ ثَ َ صابِعِهِ ثَل َ َ ن اَ َ ن بَي ْ ِ م ْ ماءُ ِ شرِ وَ نَبَعَ ال ْ َ الْب َ َ
ى َو ّ ض َّ ه ال َّ الل ُهه ل َ ُ كَالْكَوْثَرِ وَ اَنْطَقَ ّٰ
ب وَ الظب ْ َ
ل َو جب َ َ ل وَ ال ْ َ م َ ج َ جذْع َ وَ الذَِّراع َ وَ ال ْ َ ب وَ ال ْ ِ الذِّئ ْ َ
ب ال ْ ِ َ مدََر وَ ال ّ جَر وَ ال ْ َ ال ْ َ
معَْراِج وَ ح ِ صا ِ جَر َ ش َ ح َ
ف ف اَل ْ ِ مدٍ اَل ْ ُ ح َّ م َ فيعِنَا ُ ش ِ سيِّدِنَا وَ َ صُر َ ماَزاغ َ الْب َ َ َ
سلم ٍ بِعَدَدِ َ ف الفِ َ ْ َ صلةٍ وَ ال ُ ْ َ َ َ
ت ما ِ ل الكل ِ َ َ ْ ّ ُ
مت َشكِلةِ فِى ك ِ َ ّ َ ْ
ف ال ُ حُرو ِ ل ال ْ ُ ك ُ ِّ
تجا ِ موُّ َ مَرايَا ت َ َ ن فِى َ حمٰ ِ ن الَّر ْ مثِّلَةِ بِاِذ ْ ِ مت َ َ ال ْ ُ
ن ك ُ ِّ
ل م ْ ن ِ ن الْقُْرا ِ م َ مةٍ ِ ل كَل ِ َ عنْد َ قَِرائَةِ ك ُ ِّ ال ْ َهوَاءِ ِ
ن وَ اغْفِْرلَنَا ما ِ خرِ الَّز َ ل النُُّزوِ اِلَى ا ِ ن اَوَّ ِ م ْ قَارِءٍ ِ
منْهَاَ صلَةٍ ِ ل َ منَا يَا اِلٰهَنَا بِك ُ ِّ ح ْ وَ اْر َ
[Ondördüncü Reşha] Şuaat-ı Marifet-in Nebi
namında Türkçe bir risalede
141
(A.S.M.)
delail-i nübüvvet-i Ahmediyeyi beyan etmişim.
Hem onda, Kur’ân-ı Hakîm'in vücuh-ı i'cazını icmalen
zikretmişim. Yine Lemaat namında bir Türkçe risalede,
Kur’ân'ın kırk vecihle mu'cize olduğunu beyan edip, kırk
vücuh-ı i'cazına işaret etmişim. O kırk vecihten yalnız
nazmındaki belâgatı, İşarat-ül İ'caz namında bir tefsir-i
Arabîde, yüz yirmi sahife içinde yazmışım. Eğer ihtiyacın
varsa, şu üç kitaba müracaat edebilirsin.
Birinci bürhan-ı tevhidin müfessiri, ikinci bürhan-ı
nâtıkın musaddıkı olan üçüncü bürhanımız, Kur’ân-ı
Hakîm'dir.
Geçmiş derslerden anlarsın ki; Rabbimizden gelen
ve Rabbimizi bize tarif eden Kur’ân: Şu kitab-ı kebir-i
kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi, şu sahaif-i arz ve semada
müstetir künuz-ı esma-i İlahiyenin keşşafı, şu sutur-ı
hâdisatın altında muzmer hakaikın miftahı, şu âlem-i
şehadet perdesi arkasındaki âlem-i gayb cihetinden gelen
iltifatat-ı Rahmaniye ve hitabat-ı ezeliyenin hazinesi, şu
avalim-i maneviye-i İslâmiyenin güneşi, temeli, hendesesi
ve âlem-i uhreviyenin haritası, zât ve sıfat ve esma
142
________________
165
(K.S.)
Gavsiyeleriyle ve Necmeddin-i Kübra ve Muhyiddin-i
(K.S.)
Arabî gibi kümmelînin kendilerinden sonraki asırlara
aid işaretlerinin emsalsiz sarahatlarıyla, ziyanın güneşi ve
hararetin ateşi göstermesi gibi, Risale-i Nur'dan en kat'î ve
en sarih ve en ziyadar bir surette tebşiratlarıyla ve ihbarat-ı
gaybiyeleriyle beyanları; ihsan’at-ı İlahiyenin emsalsiz
hamd ü senaya lâyık bir ikramıdır.
ل َربِّى ْ َن ف
ِ ض ِ مد ُ ّل ِٰله ِه هٰذ َا
ْ م َ ْ اَل
ْ ح
Risale-i Nur malûm Sözleriyle ve bütün eczalarıyla
cadde-i kübra-yı Kur’âniyeyi göstermesi itibariyle,
kemalin hadd-i kusvasına îsale vesile olduğu gibi; mayesi
harc-ı Kur’ânî ile müzeyyen, müsenna, muazzam,
muhteşem olan Risale-i Nur'a lâkaydlık etmek, temerrüd
ve inkârda bulunmak, insanı a'lâ-yı illiyyînin mukabili
olan esfel-i safilîne düşürür.
(A.S.M.)
manasına saplandı. Başta asr-ı pâk-i Muhammedî
olduğu halde bütün asırlarla konuşan bu âyet-i kerime,
asrımıza da elbette bakmaktadır. Hususuyla bu âyet-i
celilenin asrımızdaki tam mâsadakı olacak bir manevî zâta
şifreli mükâlemesi ve hitabı var diyerek şiddetli bir ihtarın
saikıyla baktım.
O kudsi cümle-i Kur’âniye ki; ك َ سَ م ْ فَقَد ِ ا
ْ َ ست
nazm-ı celiline kadar, Risale-i Nur müellifinin doğduğu
tarihe veya Risale-i Nur'un mukaddematını tahsiline
başladığı tarihe, makam-ı cifrîsiyle parmak basmaktadır.
و ّٰ ه اِلَى
َ ُاللهههههِ وَه ُ جهَهههْ َم وْ ِ سل
ْ ن ي ُههه
م ْههه
َ َو
1292) ك َ سَ م ْ ن فَقَد ِ ا
ْ َ ست ٌ س ِ ح ْ مُ ) ediyor. ىharfi iki
defa sayılırsa, (1302) ediyor. Dört 24 و, dört 160 م, iki
100 ن, bir 10 ى, dört 240 س, dört 120 ل, bir 3 ج,
dört 20 ه, üç elif 3, bir 8 ح, bir 80 ف, bir 100 ق,
bir 4 د, bir 20 ك, bir 400 ت. Yekûnü 1292 ederek
müellifin doğum tarihini göstermektedir. ىiki defa
sayıldığı takdirde (1302) tarihi eder ki; bu tarih, Risale-i
Nur müellifinin
178
___________
183
Hüsrev
ه
ُ َ حان
َ ْ سب
ُ ِمه
ِ س
ْ بِا
Risale-i Nurun dersiyle ve aziz ve kıymetli
üstadımız Bediüzzaman’ın himmetiyle yazılabilen bu
konferans, Risale-i Nur hakkında tatlı ve zevkli bir
sohbettir. Risale-i Nurun kıymetini anlatmaya kudretim
yetmez ve buna da cesaret edemez ve böyle de zan
edilmesin. çünkü ben, Risale-i Nurun yeni, kültürsüz,
cahil ve en aciz bir okuyucusuyum. Milletler içinde bu
kadar şöhret kazanmış
184
َ
ح َ ُ ئ اِل ّ ي
ُ ِّ سب َ ن
ٍ ْ شي ْ مِ ن ْ ِ ه وَاُ َ حانَ ْ سب
ُ ِمه ِ سْ بِا
ه
ِ ِمد ْ ح َ ِب
ه ابدًا د ّٰ ة
ُ ُ الله ِه وَ بََركَات ُ م َ ح ْ م وَ َر ْ ُ م ع َلَيْك
ُ َ سلَّ اَل
ما
ً ائ
Hasta mübarek Üstadımız, bütün kardeşlerimizin hem
Leyle-i Kadirlerini hem bayramlarını tebrik ediyorlar
__________________
__________
(Hâşiye):
Üstadımız diyorlar ki: Benim kanaatim var ki, benim
âfiyetim için mübarek kardeşlerimin ettikleri dualarının
makbuliyetinin bir neticesidir ki; böyle acib bir hal, garip bir
tarza döndü.
_________________________________________________
_______________________________________