Professional Documents
Culture Documents
Neil Shubin - İçimizdeki Balık PDF
Neil Shubin - İçimizdeki Balık PDF
BALIK
iç im iz d e k i
BALIK
İnsan vücudunun 3,5 milyar yıllık tarihine seyahat
Neil Shubin
İN G İLİZCED EN ÇEVİREN
A ysun Yavuz
#n v
YOUR INNER FISH
A Journey into the 3.S-Bilhon-Year History of the Human Body
Neil Shubin
YAYINA HAZIRLAYAN
Onur Kaya
ÇEVİREN
Aysun Yavuz
DANIŞMAN
d ü zelti
GRAFİK
Mahir Duman
KATKIDA BULUNANLAR
BASKI
ISBN: 978-605-5813-75-8
# n V y a y ın la rı
Doğuş Grubu İletişim Yayıncılık ve Ticaret A.Ş.
Maslak Mah. G45 Ahi Evran Polaris Cad. Doğuş Power Center No: 4 Maslak 34398 İstanbul
Tel: (212)335 00 00 - Faks:(212) 335 03 48
info(S>ntvyayinIari.com
www.ntvyayinlari.com
Sertifika N o: 12444
MlCHELE’e
İÇİNDEKİLER
Ö nsöz 9
Birinci Bölüm
İÇİMİZDEKİ BALIĞI BULMAK 11
İkinci Bölüm
KAVRAMAYA BAŞLAMAK 39
Üçüncü Bölüm
HÜNERLİ GENLER 57
Dördüncü Bölüm
DİŞLER HER YERDE 75
Beşinci Bölüm
BAŞA GEÇMEK 99
Altına Bölüm
KUSURSUZ VÜCUT PLANLARI 116
Yedinci Bölüm
VÜCUT GELİŞTİRME SERÜVENİ 137
Sekizinci Bölüm
KOKU ALMA 162
Dokuzuncu Bölüm
GÖRME 172
Onuncu Bölüm
KULAKLAR 182
On Birinci Bölüm
BÜTÜN BUNLARIN ANLAMI 199
Sonsöz 229
Notlar, Referanslar ve Ek Okumalar 232
T eşekkür 248
ü iz iı 252
ÖNSÖZ
I 9 I
BİRİNCİ BÖLÜM
F O S İL L E R ÇIKIYO R, K E N D İM İZ İ G Ö R Ü Y O R U Z
İçimizdeki balıkla ilk kez karh bir temmuz günü öğleden sonra,
yaklaşık 80 derece kuzey enlemindeki Ellesmere Adası’nda, 375
milyon yıllık kayaları incelerken karşılaştım. Dünyanın bu ıssız
bölgesine, balıktan karada yaşayan hayvana geçişteki en önem
li aşamalardan birini keşfetmek uğruna meslektaşlarımla birlik
te yolculuk etmiştik. Taşların arasından bir balığın burnunun
ucu görünüyordu. Üstelik bu herhangi bir balık da değil, yassı
kafalı bir balıktı. Yassı kafasını gördüğümüz an önemli bir şey
bulduğumuzu anlamıştık. Kayalığın içinde iskeletin geri kalan
kısmı da varsa, bu bizim kafatasımızın, boynumuzun, hatta kol
ve bacaklarımızın geçmişindeki ilk evrelere ışık tutabilirdi.
Yassı kafa, denizden karaya geçişle ilgili olarak benim için ne
anlama geliyordu? Neden Hawaii’de değildim de, kendi güven
liğimi, rahatımı bırakıp Kuzey Kutbu’na gelmiştim? Bu sorula
rın yanıtlan, fosilleri buluşumuzun ve kendi geçmişimizi aydın
latmak için bunlardan nasıl yararlandığımızın öyküsünde saldı.
Fosiller, kendimizi öğrenmek için başvurduğumuz en
önemli kanıtlardandır (diğerleri ise, ileride ele alacağım genler
ve embriyolardır). Pek çok kişi, fosil bulmanın, genellikle hay
rete düşürücü bir kesinlik ve tahmin gücüyle gerçekleştirdiği
miz bir şey olduğunu bilmez. Sahadaki başan şansımızı en yük
sek düzeye çıkarabilmek için evde ödevimizi iyi çalışırız. Sonra
da işi şansa bırakırız.
Planlama ve şansa bırakma arasındaki bu paradoksal ilişkiyi
en güzel anlatan, Dwight D. Eisenhower’in savaş hakkındaki
ünlü sözleridir: “Anladım ki, bir çarpışmaya hazırlanırken plan-
I >2 I
k i m i / di m imi k , i i u ' i.m a k
lama yapmak şarttır, ama planlar hiçbir zaman işe yaram az.” Bu
söz, saha paleontolojisini de gayet güzel özetliyor. Bizi, fosil
bulabileceğimiz alanlara götürecek her türlü planı yaparız;
sahaya vannca da, saha planını olduğu gibi çöpe de atabüiriz.
Sahada karşılaştığımız durumlar, en iyi hazırlanan planları bile
değiştirebilir.
Yine de bu durum, bazı bilimsel sorulan yanıtlayabilecek
keşif seferleri planlamamıza engel değildir. Aşağıda anlatacağım
birkaç basit fikirden yararlanarak önemli fosillerin nerelerde
bulunabileceğini tahmin edebiliriz. Kuşkusuz her zaman yüzde
100 isabetli olmayabiliriz, ama şansımız, genelde işleri ilginç
kılabilecek sıklıkta yaver gider. Ben de, kariyerimi tümüyle
bunun üzerine kurmuş durumdayım: memelilerin kökenlerine
ilişkin sorulan yanıtlayabilecek ilk memelileri, kurbağaların
kökenlerine ilişkin sorulan yanıtlayabilecek ilk kurbağalan ve
karada yaşayan hayvanlann kökenlerinin anlaşılabilm esine
yarayacak üyeli ilk hayvanlardan bazılannı bulup çıkarmaya.
Saha paleontologlan, yeni kazı yerleri bulmamn, artık pek
çok bakımdan eskisinden çok daha kolay olduğu bir çağda yaşı
yor. Belediyelerin, petrol ve gaz şirketlerinin yaptığı jeolojik
keşifler sayesinde yörelerin jeolojik yapısı hakkında bugün çok
daha fazla şey biliyoruz. İnternet sayesinde haritalara, saha etüt
bilgilerine ve havadan çekilen fotoğraflara hemen erişebiliyo
ruz. Hatta dizüstü bilgisayarımla, evinizin arka bahçesinin olası
fosil alanlarından biri olup olmadığına bile bakabilirim. Üstelik
görüntüleme ve radyografi cihazlarıyla bazı kaya türlerinin içini
görebiliyor ve barındırdıkları kemikleri görüntüleyebiliyoruz.
Tüm bu derlemelere rağmen, önemli fosilleri ararken hala
neredeyse yüz yıl öncekiyle aynı yollara başvuruyoruz. Paleon-
tologlar, bugün de, kayaları aynı şekilde incelemek (aslında
kayaların üzerinde sürünmek) ve kaya içlerindeki fosilleri, çoğu
zaman elleriyle kazıp çıkarmak zorundalar. Kemik fosilleri arar
İt, İ M l / l ) İ K İ B A L I K
manian yaş pasta gibi düzgün biçimde üst üste dizilmiş (Büyük
Kanyon’u düşünün) arazilerde geçerlidir. Ancak yerkabuğun-
daki hareketlerin yarattığı fay çatlaklan bu katmanlann yer
değiştirmesine neden olabilir ve yaşlı kayalar genç kayalann
üzerine çıkabüir. Neyse ki, bu faylann konumlannı tespit ettik
ten sonra, parçaları biraraya getirip katmanlann başlangıçtaki
düzenini yeniden oluşturmak mümkün.
Bu kaya katmanlannın içindeki fosiller de, alt katm anlarda
ki canlı türlerinin üst katmanlardakilerden tamamen farklı ol
duğu bir düzen sergiler. Canlı tarihini tümüyle içeren tek bir
kaya sütununu oyup çıkarabilecek olsak, inanılmaz bir fosü dizi
siyle karşılaşırdık. Bu durumda, en alt katmanlarda pek hayat
belirtisi olmaz, bunların üzerindeki katmanlarda, denizanası
benzeri çok çeşitli canlıların izleri olurdu. Daha üst katmanlar
da ise, iskeletleri, uzantıları ve göz gibi çeşitli organları olan
canlılar, onların üstünde de omurgalı ilk hayvanların bulundu
ğu katmanlar yer alırdı. Ve bu böyle devam ederdi. İlk insanları
içeren katmanlar çok daha üstte bulunurdu. T abu ki, yeryüzü
tarihinin tamamını içeren böyle bir sütun yok. Yeryüzünde bir
bölgedeki kayalar ancak dar bir zaman kesitini yansıtır. Resm in
tamamını görebilmek için, dev bir yapbozu tamamlamaya uğra
şır gibi, kayaları ve içlerindeki fosilleri birbiriyle karşılaştırıp
eşleştirerek parçalan biraraya getirmemiz gerekir.
Kuşkusuz, kayalardan çıkarılacak böyle bir sütunda, fosille
şen canlı türlerinin evrimini izleyebilirdik. Böyle bir kaya sütu
nunun sağlayacağı kesinlikte olmasa da, günümüzde yaşayan
hayvan türleriyle karşılaştırarak, her katmandaki canlı türlerinin
aslında neye benzeyebüecekleri ile ilgili aynntılı tahminler
yürütebiliriz; bu da, yaşlı kaya katmanlannda ne tür fosiller
bulabileceğimizi tahmin etm ede işimize yarayabilir. Aslına
bakarsanız kendimizi, yöremizdeki bir hayvanat bahçesi ya da
akvaryumdaki hayvanlarla karşılaştırarak, yeryüzündeki kaya
I I
K İ M l / m k İ BA I I k
I I
U. İM 17 m k İ HAI K ı l IH ' I VI A k
ı r ı
h/ i m i / m ki ha i i k
I I» j
l(, I M I / P I Kİ H A I K . l I H I .YM k
sak, 380 milyon yıl öncesi ile 365 milyon yıl öncesi arasındaki
dönemin son derece önemli bir dönem olduğuna dair kuvvetli
bir jeolojik kanıt ortaya çıkar. Bu zaman dilimine ait görece
genç kayaların, yani yaklaşık 360 milyon yıllık kayalann içinde,
hepimizin amfibi ya da sürüngen olarak tanıyacağı, çok çeşitli
türde fosilleşmiş hayvan vardır. Cam bridge Ü niversitesinden
meslektaşım Jenny Clack ve ekibi, Grönland’da yaklaşık 365
milyon yıllık kayalardan amfibiler çıkardılar. Bunlar boyunları,
kulakları ve dört bacaklarıyla balığa benzemiyorlardı. Am a yak
laşık 385 milyon yıllık kayalarda, gerçekten de ‘balığa benzeyen"
eksiksiz balıklar bulduk; yüzgeçleri, konik kafaları, pullan vardı
ama boyunlan yoktu. Bunun üzerine, balıktan karada yaşayan
hayvanlara geçişe dair kanıtlar bulabilmek için dikkatimizi,
doğal olarak yaklaşık 375 milyon yıllık kayalara çevirdik.
Araştıracağımız zaman dilimini kararlaştırdık, böylece je o
loji sütununda incelemek istediğimiz katmanlan da tespit etmiş
olduk. Şimdi asıl zorluk, fosilleri koruyup saklayabilecek koşul
larda oluşan kayalan bulmaktı. Kayalar, farklı çevre koşullann-
da oluşur ve oluştuklan ilk ortamlar, bu kaya katmanlarında
kendilerine özgü izler bırakır. Volkanik kayalar çoğunlukla açık
tadır. Bildiğimiz hiçbir balık lav içinde yaşayamaz. Öyle ki,
böyle bir balık var olmuş olsa bile, bazalt, riyolit, granit ve diğer
volkanik taşlann oluştuğu bu aşırı sıcak koşullarda, balığın fosil
leşmiş kemikleri korunamazdı. İlk oluşumlarından itibaren ya
aşın ısınmaya ya da aşın basınca maruz kalmalan nedeniyle, şist
ve mermer gibi metamorfik kayalan da saymayalım. Bunlann
içinde korunmuş herhangi bir fosil kalmış olsaydı da, zaten çok
uzun zaman önce yok olurdu. Fosillerin korunabilmesi için
ideal olanı kireçtaşı, kumtaşı, silttaşı ve şeyi, yani tortul kayalar
dır. Volkanik ve metamorfik kayalarla kıyaslandığında, bunlar
nehir, göl ve denizlerin hareketlen gibi daha yavaş ve yumuşak
süreçlerle oluşur. Bu kayaların, fosilleri korumaya uygun yerler
I >9 I
K/ l . VI I / I H kİ KAI l k
I 20 |
ruz ki, araştırmamızı okyanuslarda, göllerde ya da akarsularda
oluşmuş, kabaca 375 milyon ila 380 milyon yaşındaki kayalarla
sınırlandırabiliriz. Volkanik ve metamorfîk kayaları araştırma
mızdan çıkarınca, fosil bulma ihtimalimiz olan yerler daha da
netleşecektir.
Ancak, yapacağımız yeni bir keşif seferinin tasarlanmasında
henüz yolun başındayız. Fosil bulma beklentisi içinde olduğu
muz, doğru yaştaki tortul kayalarımız yerin derinliklerine
gömülüyse ya da doğa örtüsüyle kaplıysa, üzerinde alışveriş
merkezleri ya da kentler kuruluysa, o zaman bu seferimiz boşa
çıkacak, biz de körlemesine kazıyor olacağız. Tahmin edebile
ceğiniz gibi, fosil bulmak amacıyla kuyu kazmanın başan olası
lığı düşüktür; diğer bir deyişle kapalı bir kapımn ardındaki bir
hedef tahtasına atış yapmaktan pek farkı yoktur.
Öyleyse bakılacak en iyi yerler, kemiklerin dayanmayı başa
rabildiği bölgeleri keşfetmek için üzerinde kilometrelerce yürü-
yebüeceğimiz yerlerdir. Fosilleşmiş kemikler genellikle etrafla
rındaki kayalardan daha sert olur, bu nedenle biraz daha yavaş
aşınır ve kaya yüzeyinde kabartma şeklinde bir iz bırakırlar.
Buna bağlı olarak, çıplak kaya üzerinde yürür ve yüzeyde kemik
izi bulunca kazmaya girişiriz.
Yeni bir fosil keşif seferi planlamanın p ü f noktası da işte
buradadır: Doğru yaştaki, doğru türdeki (tortul) ve yüzeyi
açığa çıkmış kayaları bulmak. İşte o zaman işe koyulabiliriz. İde
al fosil arama alanları, çok az toprak ve bitki örtüsüyle kaplı,
insan elinin değmediği, bozulmamış yerlerdir. Bu durumda ke
şiflerin önemli bir kısmının ücra arazilerde gerçekleşmesi şaşır
tıcı mı? Gobi Ç ölü’nde örneğin. Sahra Ç ölü’nde. U tah’ta.
Grönland gibi Kuzey Kutbu çöllerinde.
Tüm bunlar akla son derece uygun görünüyor; ama biz, yine
de tesadüfün payını unutmayalım. Aslında, ekibimizi, içimizde
ki balığa götüren de tesadüftü. İlk önemli keşiflerimizi çölde
değil, kayaların olabilecek en berbat şekilde yüzeye çıktığı
Pennsylvania’da bir yol kenannda yaptık. Üstelik orayı araştır
mamızın tek nedeni, fazla paramız olmayışıydı.
Grönland’a ya da Sahra Çölü’ne gitmek epey para ve zaman
ister. Oysa yerel projeler için büyük araştırma ödeneklerine
gerek yoktur, sadece otoyol geçiş ücretini ve benzini karşılaya
cak kadar para yeter. Yüksek lisans öğrencileri ve üniversitede
çalışmaya yeni başlayan öğretim elemanları için bunlar son
derece önemli değişkenlerdir. Philadelphia’da ilk işime başladı
ğımda beni en çok cezbeden, Pennsylvania Catskill Formasyo
nu olarak bilinen kaya grubuydu. Bu oluşum 150 yıldır fazlasıy
la incelenmişti. Yaşı da gayet iyi biliniyordu ve Üst Devoniyen
dönemini kapsıyordu. Ayrıca buradaki kayalar, üyeli ilk hayvan
lan ve onlann en yakın akrabalarını mükemmel şekilde koruya
bilecek nitelikteydi. Bunu anlayabilmenin en iyi yolu, Philadel-
phia’mn Devoniyen dönemde nasıl göründüğünü hayal etmek
Bugünkü Philadelphia, Pittsburgh ya da Harrisburg’a ait görün
tüleri zihninizden çıkann ve Amazon Nehri deltasını hayal
edin. Eyaletin doğusunda dağlık bölgeler vardı. Bu dağlardan
süzülen sular bir dizi akarsu halinde doğudan batıya doğru akı
yor ve bugün Pittsburgh’un kurulu olduğu yerde, büyük bir
denizde son buluyordu.
Orta Pennsylvania nın şehirlerle, ormanlarla ve tarlalarla
örtülü olduğunu saymazsak, fosil bulmak için bundan daha
uygun koşullar hayal edilemez. Açığa çıkan kayalara gelince,
bunların en çok bulunduğu yerler, Pennsylvania Ulaştırma
Bakanlığının (PennD O T) büyük yollar geçirmeyi planladığı
bölgelerdir. PennDOT otoban inşa ederken, bu kayaları patla
tır; her zaman ideal biçimde olmasa da patlama olan yerlerde
kayalar yüzeye çıkar. Ama bulduğumuzla yetiniriz. Bilimi u cu za
getirirseniz, sonucuna da katlanırsınız.
Ayrıca tesadüf etmeninin de farklı biçimleri vardır: 1993 te»
K IM I/m k İ BAI I I IH | M A k
I 23 |
nen küçük hayvan” anlamına gelen Hynerpeton adını verdik.
Hyner (Pennsylvania), en yakın kasabanın adıydı. Hynerpe
ton un çok güçlü bir omzu vardı; bu da onun m uhtem elen çok
güçlü uzantıları olan bir canlı olduğuna işaret ediyordu. N e ya
zık ki, bu hayvanın iskeletinin tamamını hiçbir zaman bulama
dık. Çünkü kazı alanı çok kısıtlıydı. N eler m i kısıtlıyor? Tahmin
edebileceğiniz gibi, bitki örtüsü, evler ve alışveriş merkezleri.
Bu kayalarda Hynerpeton ve başka fosillerin de keşfinden
sonra T ed de ben de, yüzeyde daha açıkta kalan kayalarda bir
an önce keşfe çıkmak için sabırsızlanmaya başlam ıştık. Eğer
tüm bu bilimsel girişimimiz, ufak tefek kalıntı parçalarının bulu
nup çıkarılmasından ibaret kalacaksa, üzerinde uğraşacağımız
sorular da çok sınırlı kalacaktı. Bu yüzden “kitaba uygun” yak
laşımı benimseyerek çöl arazilerinde, yüzeyi belirgin biçimde
açıkta kalmış, doğru yaşta ve doğru türdeki kayaların arayışına
girdik; sonuçta, elimizdeki jeolojiye giriş kitabından yararlan
mamış olsaydık, kariyerimizin en büyük buluşunu da yapama
yacaktık.
Başlangıçta, yeni keşif bölgeleri olarak gözümüzü Alaska ve
Yukon’a çevirmiştik, çünkü başka ekiplerce burada benzer
keşifler yapılmıştı. Jeolojiye özgü konularda giriştiğimiz bir tar
tışmanın en can alıcı noktasında içimizden biri, uğurlu jeoloji
ders kitabım çıkardı. Hangimizin haklı olduğunu bulmak için
hızla sayfalan kanştınrken bir çizimle karşılaştık. Çizim, nefesi
mizi kesmişti; aradığımız her şeyi açıkça gösteriyordu.
Tartışmayı bıraktık ve hemen yeni bir arazi keşfi planlama
ya başladık.
Biraz daha genç kayalarda yapılan önceki keşiflerden, fosü
avımız için en iyi başlangıç yerinin, tarihöncesi tatlı su akıntıla-
n olduğuna inanıyorduk. Çizimde, Devoniyen tatlı su kayaları
nın bulunduğu üç bölge görülüyordu ve üçünde de birer nehir
delta sistemi vardı. İlki, Grönland’m doğu kıyışıydı. BuraM*
I 24 |
U. İ M İ / m Kİ HAI l (, I B i l M AK
I 25 I
1Cİ M İ / m kİ HAI I k
Companies’in izniyle.
I 26 |
I Ç I M I Z O l - k l B A I I (' I H L ' L M A k
I 27 |
K I M I Z D I kİ KA 1 I k
I 28 |
I C I M I Z H I Kİ » A L I C I HU I M A K
1 29 |
ıc,: i m i / m k i b a i i k
ğını duydum. İlk başta tek gördüğüm şey, Jason ’ın yüzüydü.
Yüzünde, paniğe kapılmış bir ifade vardı; nefes nefeseydi. Jason
çadıra girince kutup ayısı tehlikesi olmadığını anladık; tüfeği
omzunda asılı duruyordu. Hâlâ titreyen elleriyle ceplerine, pal
tosuna, pantolonuna, fanilasına ve sırt çantasına doldurduğu
fosilleşmiş kemikleri avuç avuç çıkarınca neden geciktiği anla
şıldı. O şekilde yürüyebilecek olsaydı, sanırım çoraplarına ve
ayakkabılarına da kemik fosilleri tıkıştınrdı. Bu küçük kemik
fosillerinin hepsini, kampa bir buçuk kilometre mesafede, tek
arabalık bir park yeri büyüklüğündeki küçük bir yerde, yüzeyde
bulmuştu. Akşam yemeği kalabilirdi.
Yaz aylarında gündüzün 24 saat sürdüğü Kuzey Kutbunda
gün batacak diye telaşlanmamıza gerek yoktu; biz de çikolatalı
gofretleri kapıp Jason’ın alamna doğru yola düştük. Bu alan, iki
güzel nehir vadisi arasında kalan bir tepenin yamacmdaydı ve
Jason'ın dediği gibi, üstü fosilleşmiş balık kemikleriyle hah gibi
örtülüydü. Saatlerce fosil parçalan topladık, fotoğraf çektik ve
planlar yaptık. Burada, aradığımız her şey vardı. Ertesi gün
yeniden buraya döndüğümüzde, artık yeni hedefimiz kemikle
rin bulunduğu asıl kaya katmanını bulmaktı.
İşin en önemli kısmı, Jason’m bulduğu kemik parçalan yığı
nının kaynağını tespit etmekti; bu bizim sağlam iskeletler bul
mak için tek ümidimizdi. Sorun ise, Kuzey Kutbu coğrafyasıy-
dı. Burada sıcaklık, kışın -40°Cye kadar düşüyordu. Yazın, gü
neşin hiç batmadığı zamanlarda ise sıcaklık 10 dereceye yükse
liyordu. Bu donma-çözülme çevrimi yüzeydeki taşlann ve fosil
lerin parçalanıp ufalanmasına yol açar; kışın soğur ve büzülür,
yazın ısınır ve genleşirler. Yüzeydeki bu kemikler, binlerce yıl
boyunca her mevsimle birlikte büzülüp genleşme so n u c u n d a
I 30 |
!(,; I M İZ P t- KI BAI K P I H1İ M AK
I 31 |
KI MI/m M HA I I k
Fosil bulma süreci bir kaya kütlesiyle başlar; fosil, bu kaya kütlesinden
yavaş yavaş ortaya çıkardır. Burada, bir fosilin sahadan laboratuvara uzanan
yolculuğunu ve titiz bir çalışma sonucunda bir fosil örneği (yeni hayvanın
iskeleti) haline getirilişini görüyorsunuz. Sol üstteki fotoğraf yazara aittir;
diğer fotoğraflar Philadelphia Doğa Bilimleri Akademisi’nden Ted
Daeschler’in izniyle yayımlanmıştır.
I 33 |
Başka önemli farklılıklar da vardır. Balıkların vücudu pullar
la kaplıyken karada yaşayan hayvanlarda pul yoktur. Önemli bir
fark da, balıkların yüzgeçlerine karşılık, karada yaşayan hayvan
ların, parmak ve bileklere sahip kol ve bacakları olmasıdır. Bu
karşılaştırmalara devam edebilir ve balıklarla karada yaşayan
hayvanların farklılıklarına dair çok uzun bir liste yapabiliriz.
Ne var ki, bulduğumuz bu yeni yaratık, balıklarla karada
yaşayan hayvanlar arasındaki ayrımı ortadan kaldırmıştı.
Balıklarda olduğu gibi, sırtında pullar ve perdeli yüzgeçleri;
ama karada yaşayan ilk canlılar gibi, yassı bir kafası ve boynu
vardı. Ayrıca yüzgecin içine bakınca, üst kola, önkola ve hatta
bileğe karşılık gelen kemikler görülüyordu. Eklemleri de vardı;
bu, omuz, dirsek ve bilek eklemleri olan bir balıktı. Bu yapılann
hepsi perdeli bir yüzgeç içerisindeydi.
Bu canlının, karada yaşayan canlılarla paylaştığı ortak özel
likler çok ilkel görünüyordu. Örneğin, balığın üst “kol” kemiği
nin (humerus/pazı kemiği) şekli ve üzerindeki çeşitli kabartılar
kısmen balıklarınkine, kısmen amfibilerinkine benziyordu.
Kafatası ve omuzlar için de durum böyleydi.
Onu bulmamız altı yılımıza mal oldu; ama bu fosil, paleon
tolojinin bir tahminini doğrulamıştı: Bulduğumuz bu yeni
balık, hem iki farklı hayvan türü arasındaki ara basamaktı, hem
de onu, dünya tarihinin doğru zaman diliminde ve tarihöncesin-
deki doğru ortamında bulmuştuk. Yanıt, tarihöncesi akıntılarla
oluşmuş, 375 milyon yıllık kayalardan gelmişti.
Ted, Farish ve ben, bu canlıyı keşfeden kişiler olarak, ona
resmi bilimsel adını verme ayrıcalığına sahiptik. V ereceğim iz
adın, hem balığın Nunavut Bölgesi kökenini, hem de orada
çalışmamıza izin veren İnuit halkına duyduğumuz minneti yan-
sıtmasını istiyorduk. İnuit dilinde bir isim bulmak için, Inui*
Qaujimajatuqangit Katimajiit resmi adıyla tanınan N u n a v u t
Yaşlılar Meclisi’ne başvurduk. Beni asıl düşündüren şey is<?'
ismi Inuit Qaujim ajatuqangit Katim ajiit olan bir komitenin
telaffuz edemeyeceğimiz bilim sel bir isim önermesiydi. Onlara
fosilin bir resmini gönderdim ; N anavut büyükleri de Siksagiaq
ve Tiktaalik olmak üzere iki isim önerisinde bulundu. Biz de,
hem İnuit dilini bilmeyenlerce daha kolay telaffuz edilebilece
ğinden, hem de İnuit dilindeki anlamından ötürü Tiktaalik
ismini seçtik: "büyük tatlı su balığı.”
Nisan 2006’da, keşfin duyurulduğunun ertesi günü, The
New York Times gibi gazetelerin manşetleri de dahil olm ak
üzere, birçok gazetede Tiktaalik birinci haberdi. Bu ilgi, genel
de sakin geçen hayatımda, bir haftada tam am en farklı bir
dönem açmıştı. Ama benim için bütün bu medya bom bardım a
nında en büyük an, ne politik karikatürleri görmek, ne gazete
yorumlarını, ne de bloglardaki hararetli tartışmaları okumak
oldu. O anı, oğlumun anaokulunda yaşadım.
boyun yok
BALIK (
c.
yüzgeçler
gözleri yanlarda
yuvarlak kafa boyun
YENİ FOSİL
gözleri tepede
yassı kafa üyeler
Bu resim her şeyi anlatıyor. Tiktaalik, balıklar ile karada yaşayan ilkel hay
vanlar arasındaki ara basamaktır.
Basının onca hayhuyu arasında, oğlumun anaokulu öğret
meni benden fosili getirmemi ve onunla ilgili bilgi vermemi
istedi. Ben de, yaratacağı kargaşayı göze alarak Tiktaalik’in bir
maketini Nathanid'in sınıfına götürdüm. D ört veya beş yaşın
daki yirmi afacan, Kuzey Kutbu’nda fosil bulmak için nasıl çalış
tığımızı anlatıp onlara hayvanın keskin dişlerini gösterirken ina
nılmaz derecede uslu durdular. Sonra, onlara bu hayvanın ne
olduğu konusundaki düşüncelerini sordum. Eller hemen hava
ya kalktı. İlk çocuk, bunun bir timsah veya bir alligatör olduğu
nu söyledi. Neden öyle düşündüğünü sorunca, gözlerinin bir
timsah veya bir kertenkeleninki gibi tepede ve kafasının da yassı
olduğunu söyledi. Ayrıca dişleri de büyüktü. Diğer çocuklar iti
raz etmeye başladılar. Parmak kaldıran çocuklardan birine söz
verdiğimde şunları söyledi: “Yo, hayır, o bir timsah değil, o bir
balık, çünkü pullan ve yüzgeçleri var.” Bir başka çocuk, “Belki
de her ikisidir!” diye bağırdı. Tiktaalik’in mesajı o kadar açıktı
ki, anaokulu öğrencüeri bile anlayabiliyordu.
Bizim açımızdansa, Tiktaalik çok daha büyük bir anlam taşı
yordu. Bu balık, bize balıklar hakkında bir şeyler anlatmakla kal
mıyor, bizim bir parçamızı da içeriyordu. Beni Kuzey Kutbuna
sürükleyen birinci şey, işte bu bağlantıyı bulma arzusuydu.
Bu fosilin benim kendi vücudumla ilgili bir şeyler söyledi
ğinden nasıl bu kadar emindim? Tiktaalik’in boynunu düşü
nün. Tiktaalik ’ten önceki bütün balıklarda, kafatasmı omuzlara
bağlayan bir kemik kümesi bulunur; böylece hayvan gövdesini
her çevirişinde kafasını da çevirir. Tiktaalik ise farklıdır. Kafası
omuzlanndan tamamen bağımsızdır. Baş ve omuzlann bu
konumu, amfibiler, sürüngenler, kuşlar ve bizim de dahil oldu
ğumuz memelilerle ortaktır. Baş ve omuzlann konumundaki
değişimin izini baştan sona, birkaç küçük kemik eksiğiy^
Tiktaalik gibi balıklara kadar sürmek mümkündür.
Bilekler, kaburgalar, kulaklar ve iskeletimizin diğer kısımb11
I 36 |
K ' I MI ZO hK I »ALI CI «I I M Ak
I |
I I M 1/ 111 Ki BAI I K
Üyelerin hepsindeki ortak plan: bir kemik, ardından iki kemik, sonra küçük
yuvarlak kemikler, sonra da parmaklar.
I « I
kAVRAMAYABAŞI. AMAk
I 43 |
BA LIĞI GÖ RÜYO RUZ
Owen ve Darwin'in zamanında, yüzgeçlerle üyeler arasındaki
ayrım, kapanması imkânsız bir uçurum gibi görünüyordu. Balık
yüzgeçleriyle üyeler arasında görünürde bir benzerlik yoktu.
Dışarıdan bakıldığında çoğu balık yüzgeci büyük ölçüde perde
liydi. Oysa ne bizim, ne de günümüzün başka canlılarının üye
leri bu yüzgeçlere benzer. Perdeli yüzgeci kaldırıp içerideki
iskelete de baksanız, benzerlik bulmanız kolay değildir. Balık
ların çoğunda, Owen’in bir-kemik, iki-kemik, birçok yuvarlak
kemik-parmak modeline uyacak bir şey yoktur. Üyelerin hepsi
nin gövdeden çıkan kısımlarında tek bir uzun kemik vardır: üst
kolda humerus ve üst bacakta, yani uylukta femur. Balık iskele
ti ise, bundan tamamen farklı görünür. Tipik bir yüzgecin göv
deden çıktığı “taban” kısmında, içeride dört veya daha fazla
sayıda kemik vardır.
1800’lerin ortalarında, anatomi bilginleri, Güney Yarım
kürede yaşayan esrarengiz balıklar keşfetmeye başladılar. İlk
keşfedilen balıklardan biri, Alman anatomistler tarafından Gü
ney Amerika kıtasında bulunmuştu. Yüzgeçleri ve pullanyla
normal bir bahğa benziyordu, ama gırtlağının gerisinde büyük,
damarlı keseler, yani akciğerler vardı. Ama pullan ve yüzgeçleri
de vardı. Kâşiflerinin kafalan öylesine kanşmıştı ki bu canlıya,
“akla aykın pullu amfibi” anlamına gelen Lepidosiren paradoxa
admı verdiler. Çok geçmeden, Afrika ve Avustralya’da, akciğer
li başka balıklar bulundu. Afrika kâşifleri, bu balıklardan birini
Owen’a getirdi. Thomas Huxley ve anatomist Carl Gegenbaur
gibi bilimciler, akciğerli balığın aslında bir amfibi-balık melezi
olduğunu keşfederken, yöre halkı da balığın lezzetli olduğunu
keşfetmişti.
Bu balıklann yüzgeçlerindeki görünüşte önemsiz bir özellik,
bilim dünyasını temelinden sarstı. Akciğerli balığın yüzgecinin
gövdeden çıktığı kısmında, omuza bağlı tek bir kemik vardı.
KLAYKAMAYA KAŞI AV
I Ak
İşte bizi boşuna umutlandıran yüzgeç. Maalesef, bir tek bu örneği bulmuş
tuk. Yukandaki çizim, Arcadia Üniversitesinden Scott Rawlins'in izniyle
kullanılmıştır. Fotoğraf yazar tarafından çekilmiştir.
Bir fosil hazırlayıcısının, bizimki gibi fosil dolu büyük bir kaya
parçasını, araştırılacak kalitede bir örneğe dönüştürmesi aylar
ca, hatta yıllarca sürebilir.
2004 keşif seferi sırasında Ellesmere Adası'ndan, Devoniyen
döneme ait ve her biri sırt çantası büyüklüğünde parçalardan
oluşan üç külçe kaya topladık. Her birinin içinde, yassı kafalı bir
hayvan vardı: taş ocağının dibinde buzun içinde bulduğum bir
örnek, Steve’in örneği ve bir de keşif seferinin son haftasında
bulduğumuz üçüncü örnek. Sahadayken, üçünün de baş kısım
larını açığa çıkarmış ve gövdelerinin kalan kısmının laboratu-
varda incelenebilmesi için etraflarında, zarar görmelerini önle
yecek kadar taş bırakmıştık. Dönüş yoluna çıkmadan önce de
kayaları plasterle sarıp sarmalamıştık. Laboratuvarda bu bantlar
çıkarılırken bir zaman makinesiyle yolculuk yapıyormuş gibi
hissedersiniz. Kuzey Kutbu tundralarında yaşadıklarımızın izle
ri, saha notlan ve örnek üzerine çiziktirdiklerimiz her şey orada
dır. Hatta plasterler çözüldükçe paketlerden tundralann koku
su bile yayılır.
Fred Philadelphia’da, Bob da Chicago'da, aynı zamanlarda,
farklı kaya parçalannı kazımakla meşguldüler. Bob, Kuzey
Kutbu'na ait bu büyük parçalardan birinden, balığın (o zaman
henüz Tiktaalik adım vermemiştik) büyük yüzgecindeki küçük
bir kemiği çekip çıkarmıştı. Küp şeklindeki bu minik kemik küt
lesini diğer yüzgeç kemiklerinin hepsinden farklı kılan özellik,
ucunda dört kemik daha alabilecek boşluklara sahip bir ekleme
olmasıydı. Yani bu minik kemik kütlesi, ürkütücü d ereced e
I 50 I
K A V R A M A Y A B A S A MAK
I 52 |
k A V R A M A > A KAŞI A M A k
I 53 |
önkol, hatta bilek ve el kemiklerine sahip ilk canlı, aynı zaman
da pullu ve perdeli yüzgeçliydi. Bu canlı, bir balıktı.
Öyleyse, Owen’in Yaratıcı ya atfettiği bir-kemik, iki-kemik,
çok sayıda küçük yuvarlak kemik-parmak planı ne anlama geli
yor? Akciğerli balık gibi bazı balıklarda, üyenin çıktığı yerde tek
kemik vardır. Öbür balıklarda, örneğin Eusthenopterond a, bir-
kemik ve iki-kemik düzeni geçerlidir. Bir de, Tiktaalik gibi bir-
kemik, iki-kemik ve çok sayıda yuvarlak kemikli canlılar vardır.
Kol ve bacaklarımızın (üyelerimizin) içinde tek bir balık değil,
komple bir akvaryum saklıdır. Ovven’in modeli, balıklarda
anlam kazamyordu.
Tiktaalik, belki şınav çekebiliyordu, ama basket atamaz,
piyano çalamazdı ya da iki ayağı üzerinde doğrulup yürüyemez
di. Tiktaalik* ten insanlığa uzanan yol çok uzundur. Önemli ve
hayret uyandıran gerçek şu ki insanların yürürken, bir şey fırla
tırken ya da bir şey tutarken kullandığı belli başlı kemikler ilk
kez, on ila yüz milyonlarca yıl önce, hayvanlarda ortaya çıkmış
tır. Ü st kolumuzun ve bacağımızın ilk parçalan, Eusthenopteron
gibi 380 milyon yıllık balığın içindedir. Tiktaalik, bileğimizin,
avuç içimizin ve parmaklanmızın evrimindeki ilk evreleri açığa
çıkardı. İlk gerçek el ve ayak parmaklan, Acanthostega gibi 365
milyon yıllık amfibilerde; insanın el ve ayak bileklerinde görü
len kemikler de tam takım halinde, 250 milyon yılı aşkın bir
süre önce yaşamış sürüngenlerde görülür. El ve ayak iskeletimi
zin genel yapısı, yüz milyonlarca yıl önce ilk defa balıklarda,
sonra da amfibi ve sürüngenlerde ortaya çıkmıştı.
Öyleyse ellerimizi kullanabilmemizi ya da bacaklarımızı*1
üzerinde doğrulup yürüyebilmemizi mümkün kılacak hangi
büyük değişiklikler olmuştu? Bu değişiklikler nasıl gerçekleş
mişti? Kimi cevaplan bulabilmek için üyelerle ilgili iki basit
örneği ele alalım.
Diğer p e k ç o k memeli gibi biz insanlar da, d irseğ im iz i rete
K A VK A M . M A U A S l A M A k
I 55 |
ler, çağımız insanında gözlediğimiz hareketleri yapabilmemize
imkân sağlayacak şekilde döner.
Tiktaalik gibi yere uzanır pozisyonda hareket eden yaratık
ların aksine, insanoğlunun iki ayağı üzerindeki yürüyüşü, kalça,
diz, ayak bileği ve ayakta dik dururken bizi ileri doğru hareket
ettiren ayak kemikleri sayesinde gerçekleşir. Önemli tek büyük
fark, kalçamızın duruşudur. Bacaklarımız timsah, amfibyum ya
da balıklar gibi gövdemizin yanlarından çıkmaz; gövdemizin
altından çıkar. Vücudun duruşundaki bu değişiklik, kalça ekle
mi, pelvis ve uyluk kısmındaki değişikliklerle ortaya çıkmıştır:
pelvisimiz leğen şeklini almış, kalça oyuğumuz derinleşmiş,
uyluğumuz kendine özgü bir boyun oluşturmuş, bu özelliği
sayesinde gövdemizin yanından değil, altından çıkabilecek hale
gelmiştir.
Tarihöncesi geçmişimize ait bu olgular, insanoğlunun, diğer
canlılar arasında özel ve benzersiz bir yeri olmadığı anlamına mı
geliyor? Tabu ki hayır. Aslında insanın kökenlerine dair bir şey
ler bilmekle, sadece varlığımızın olağanüstülüğünü pekiştirmiş
oluruz. Tüm bu sıradışı yeteneklerimiz, tarihöncesi balıkta ve
diğer yaratıklarda ortaya çıkıp evrimleşen temel öğelerden doğ
muş, ortak öğelerden benzersiz bir yapı ortaya çıkmıştır. Bizler,
canlılar âlemindeki diğer yaratıklardan ayrı değiliz; kemikleri
mize, hatta birazdan göreceğimiz gibi genlerimize kadar bu âle
min bir parçasıyız.
Geriye dönüp baktığımda, ilk kez bir balığın bileğini gördü
ğüm an benim için, anatomi laboratuvanna getirilen kadavra
nın parmağındaki sargıyı çözdüğüm an kadar anlamlıy^1-
İkisinde de kendi insanlığım ile başka bir varlık arasın d ak i derin
bağlan çözüyordum.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
HÜNERLİ GENLER
H U M R 1.1 (¡1 N l İ R
ELLERİN YAPIM I
Üyelerimiz üç boyutludur: üstü ve altı; serçe parmak ve başpar
mak tarafı; çıkış yeri (tabanı) ve uç kısmı vardır. Uçlardaki, yani
parmaklarımızdaki kemikler, omuzlardaki kemiklerden farklı
dır. Aynı şekilde, elimizin bir tarafı diğer tarafından farklıdır.
Serçeparmaklanmızm şekli, başparmaklanmızınkinden farklı
dır. Embriyo gelişimini araştırmadaki kutsal amacımız, üyeleri
mizdeki çeşitli kemikleri hangi genlerin farklılaştırdığım ve üye
lerin bu üç boyutta gelişiminin hangi genlerin kontrolünde
olduğunu anlamaktır. Serçeparmak, başparmaktan farklı yapan
DNA parçası hangisidir? Parmaklarımızı kol kemiklerimizden
farklı kılan nedir? Bu süreçleri kontrol eden genleri iyice anladı
ğımızda, bizi oluşturan formülün de sırrına ermiş olacağız.
El parmaklarını, kol kemiklerini ve ayak parmaklarını yapan
genetik anahtarların hepsi, döllenmeden sonraki üç ila sekiz
hafta içinde yapacaklarım yaparlar. Üyelerin gelişimi, embriyo
halindeki vücutlarımızdan minik tomurcukların çıkmasıyla baş-
de, kuş kanadı, balina yüzgeci ve insan eli gibi farklı üyeleri
oluşturan önemli bazı mekanizmaları ortaya çıkardılar.
Araştırmacılar, üyelerdeki kem ik düzeninin gelişimini, aslın
da iki küçük doku parçasının kontrol ettiğini keşfettiler. Üye
tomurcuğunun en ucundaki bir doku şeridi, üyelerin hepsinin
gelişimi için mutlaka gerekliydi; çıkarıldığında gelişme duru
yordu. Erken çıkarılacak olursa, elimizde yalnızca üst kol veya
kolun bir parçası kalıyordu. Biraz daha sonra çıkarılacak olursa
üye gelişimi, üst kol ve önkolda bitiyordu. Daha da geç çıkarıla
cak olursa, parmakların kısa ve deform e olması dışında üye geli
şimi neredeyse tamamlanmış oluyordu.
İlk olarak Mary Gasseling’in, Jo h n Saunders’in laboratuva-
nnda yürüttüğü farklı bir deney ise, bizi bu alanda önemli araş
tırmalara götürecek yeni bir yol açtı. Bu deneyde, gelişimin ilk
evrelerindeyken, üye tomurcuğunun serçe parmağın oluşacağı
tarafından alman bir doku parçası aksi tarafa, birinci parmağın
oluşacağı yerin hemen altına aşılandı. Civciv gelişmeye ve kanat
oluşturmaya bırakıldı. Sonuç herkesi şaşırtmıştı. Kanat gelişimi
normaldi; ancak, parm ak takımının tam bir kopyası oluşmuştu.
Daha tuhaf olansa, parmakların yerleşim düzeniydi: yeni par
maklar, normal parmak takımının ayna görüntüsü şeklinde
dizilmişti. Belli ki doku parçasının içindeki bir şey, belki bir
molekül veya gen, parmakların yerleşim düzeninin gelişimini
yönlendirebiliyordu. Bu sonuç, art arda bir dizi başka deneyle
defalarca tekrarlandı ve söz konusu etkinin pek çok değişik
yolla ortaya çıkabileceği anlaşıldı. Örneğin, tavuk embriyosu
alınır ve üye tomurcuğuna birazcık A vitamini sürülür ya da
yumurtaya A vitamini enjekte edilerek embriyo gelişmeye bıra
kılır. Eğer doğru evrede ve doğru konsantrasyonda A vitamini
verilirse, Gasseling, Saunders ve Zwillingen parça aşılama
deneylerinde elde ettiğiyle aynı ayna görüntüsü kopya elde edi-
Aşılanan bu doku parçasına, kutuplaştırıcı etkinlik alanı
u, I M I / n t Kİ HAI IK
ZPA adı verilen küçük bir doku parçasının yerinin değiştirilmesi, parmak
ların iki kopya halinde ortaya çıkmasına neden olur.
DNA FO RM Ü LÜ
Bu iş, yeni kuşak bilimcilere kaldı. ZPA ’nın işleyişini kontrol
eden genetik mekanizma, 1990,larda yeni moleküler teknikler
kullanılabilir hale gelinceye kadar çözülemedi.
C M Tabin’in Harvard’daki laboratuvan, ZPA ’yı kontrol
eden genlerin peşine düştü ve 1993’te önemli bir buluş gerçek
leşti. Tabin’in ekibi ZPA’nın, serçe parm ağı başparmaktan fark
lı yapabilmesini sağlayan moleküler mekanizmayı arıyordu.
Ekip 1990’lann başında çalışmaya başladığı sıralarda, az önce
anlattığım türden deneyler, tüm bunlara bir tür molekülün
neden olduğuna inanmamızı sağlamıştı. Bu "büyük” bir varsa
yandı, ama kimse bu molekülün ne olduğunu bilmiyordu. Bir
biri ardına sayısız molekül öneriliyor, ama önerilen molekülle-
nn hiçbirinin bu işi üstlenmediği ortaya çıkıyordu. Sonunda
Tabin in ekibi, yepyeni ve bu kitabın temasına da çok uygun
düşen bir fikirle çıkageldiler. Cevabı sineklerde arayacaklardı.
1980 lerde yapılan genetik deneylerle, bir hücreli yumurta
IC I M I / I H M H A I I K
K Ö P E K B A L IK L A R IN A E L V E R M E K
Randy Dahn, laboratuvanma basit ama çok zekice bir fikirle
gelmişti: Cliff Tabin’in tavuk yumurtalarına uyguladığı işlemi
tırpana embriyolarına uygulamak. Randy’nin amacı, Saunders
ve Zwillingen doku aşılama işlemlerinden Cliff Tabin’in gen
deneylerine kadar, tavuklarla çalışan biyologların tavuk yumur
taları üzerinde gerçekleştirdikleri tüm deneyleri, tırpanalar üze
rinde gerçekleştirmekti. Tırpanalar, bir tür kabuk ve yumurta
sarısından oluşan bir yumurta içinde gelişirler. Tırpana embri
yoları da, tıpkı tavuklar embriyoları gibi büyüktür. Koşullar
böyle elverişli olunca, tavuklar için geliştirilen genetik araçlan
ve deney araçlarını tırpanalara uygulayabüdik.
Köpekbalığı yüzgecinin gelişimi ile tavuk bacağının gelişi
mini karşılaştırarak ne öğrenebilecektik? Asıl önemlisi, tüm bu
deneylerden kendimiz hakkında ne öğrenebilecektik?
Saunders, Zwilling ve Tabin’in de gösterdiği üzere tavuk
I 68 |
H l ' N I . R U 1,1 N l İ R
I 69 |
men farklı bir canlı türü seçmeyelim? Ve bu canlı, herhangi bir
tipte (ister yüzgeç, ister üye) ikili uzantıya sahip, yaşayan en
ilkel balık türü neden olmasın? Köpekbalıkları her iki koşula da
mükemmel uyuyor.
İlk sorunumuzun çözümü kolaydı. Bize, köpekbalığı ve tır
pana embriyoları sağlayacak güvenilir bir kaynağa ihtiyacımız
vardı. Her istediğimizde köpekbalığı bulmak zordu; yakın akra
baları tırpanalar ise başka bir meseleydi. Bu yüzden, önce
köpekbalıkları ile işe başladık; stoktaki köpekbalıkları azalmaya
başlayınca da tırpanalarla devam ettik. Bize bir iki ayda bir, için
deki embriyolarıyla birlikte 20-30 yumurta kılıfı gönderebilecek
bir tedarikçi bulduk. Her ay, değerli yumurta kılıflarımızın tes
lim edilmesini sabırsızlıkla bekler hale gelmiştik.
Tabin’in ekibinin ve öteki ekiplerin çalışmaları sayesinde
Randy, kendi araştırmasını başlatacak önemli ipuçlan yakala
mıştı. Tabin’in 1993’teki çalışmasından bu yana, balıklardan
insanlara kadar pek çok farklı canlı türü üzerinde yapılan araş
tırmalarda Sonik kirpi hep bulunmuştu. Artık genin yapısını da
bilen Randy, köpekbalığı ve tırpana DN A ’lannda Sonik kirpi’yi
aramaya başlayabilirdi. Çok kısa bir süre içinde de buldu:
köpekbalığı Sonik kirpi geni.
Şimdi yanıtlanması gereken önemli sorular; Sonik kirpinin
nerede etkili olduğu ve daha da önemlisi ne yaptığı idi.
Sonik kirpinin tırpanaların gelişiminde nerede ve ne zaman
etkili olduğuna dair Randy’nin yürüttüğü tahminler ışığında
yumurta kılıfları kullanılmaya başlandı. Randy önce, Sonik kir
pinin tırpana yüzgeci gelişiminde de, tavuk üyelerindekiyk
aynı zamanda devreye sokulup sokulmadığını araştırdı. Sonuç
olumluydu. Sonra genin, yüzgecin arka ucunda, serçe parmag3
karşılık gelen doku parçası üzerinde etkinleşip e tk in le şm e d iğ ı 111
araştırdı. Sonuç yine olumluydu. Artık sıra, A vitamini deneyi
ne gelmişti. İşte bu, büyük andı. Tavuğun veya m em eli bir ha)
I 7o |
vanın bir üyesine bu bileşik uygulanırsa, o üyenin bulunduğu
yerin karşı tarafında Sonik kirpi etkinliğinin gözlendiği bir doku
parçası elde edilir ve bu şekilde kemiklerden çifter kopya olu
şur. Randy yumurtalara A vitamini enjekte etti, bir gün kadar
bekledi, sonra A vitamininin, tavuklarda olduğu gibi üyenin
karşı tarafında Sonik kirpi etkinleşmesine neden olup olmadığı
na baktı. Evet; Sonik kirpi, karşı tarafta etkinleşmişti. Şimdi de
sıra, uzun zamandır beklediğimiz şeye gelmişti. Sonik kirpi’nin,
tırpana veya köpekbalığı yüzgecinde gösterdiği etkiyi ellerimiz
de de gösterdiğini biliyorduk. Peki ama tüm bunların iskelet
üzerindeki etkisi ne olacaktı? Cevabı bulmak için iki ay bekle
memiz gerekti.
Embriyolar, içini görem ediğimiz, saydam olmayan bir
yumurta kılıfı içinde gelişiyorlardı. Tek söyleyebileceğimiz, içe
rideki canlının sağ olup olmadığıydı; yüzgecin içi görünmüyor
du.
Elde ettiğimiz sonuç, bizimle, köpekbalıkları ve tırpanalar
arasındaki benzerlik açısından hayret verici bir örnekti: ayna
görüntüsünde bir yüzgeç. Sırt yüzgeçleri, tıpkı üyelerde yaptığı
mız deneylerde olduğu gibi, mükemmel bir önden-arkaya
modele uygun biçimde kendilerini kopyaladılar. Üyeler, üye
yapısını kopyalıyordu. Köpekbalığı yüzgeçleri, tırpanaların yap
tığı gibi, köpekbalığı yüzgeci yapısını kopyalıyordu. Sonik kirpi,
bugün dünyada bulunan iskeletlerin en farklı uzantılarında bile
aynı etkiyi gösterir.
Sonik kirpinin bir etkisi de, hatırlayacağınız gibi parmaklan
birbirinden farldı yapmaktı. ZPA’dan bildiğimiz gibi, ne tip bir
parmağın oluşacağı, o parmağın Sonik kirpi kaynağına ne kadar
yakın olduğuna bağlıdır. Normal erişkin tırpana yüzgecinde,
bepsi de birbirine benzeyen bir sürü kemiksi çubuk bulunur. Bu
Çubukları, parmaklarımızda olduğu gibi, birbirinden farklı
Yapabilir miyiz? Randy, Sonik kirpi*nin ürettiği bir proteinin
Normal yüzgeçler (solda) ve Randy’nin işlemden geçirdiği yüzgeçler. Bu
ikinci grup, daha önce tavuk kanatlarında olduğu gibi, ayna imgesi kopya
lar oluşturdu. Fotoğraflar, Chicago Üniversitesinden Randall Dahn’ın
izniyle yayınlanmıştır.
miydi?
Böyle bir deneyin sonucu iki uç noktadan biri olacaktır. Bin,
hiçbir şey olmamasıdır; bir diğer deyişle tırpanalar farelerden o
ölçüde farklıdır ki, Sonik kirpi proteini herhangi bir etkide bulu
namamaktadır. Diğer uçtaki sonuç ise, içimizdeki balığa şaşırtl
cı bir örnek oluşturacaktır. Bu durumda, çubuklar b i r b i r i n d e n
farklı biçimde gelişecek ve Sonik kirpinin tırpanalarda da, büc
de aynı şeyi yaptığını gösterecektir. Randy’nin kullandığ» f
JPSP"1"™'
Mi M Kİ I (, : M ! K
I 73 |
K ' I M t Z D l k İ B AI I k
D İŞ L E R H E R Y E R D E
I 75 |
I C I M I / P I kİ HA I l k
I 77 |
tir; sürüngenlerde çubuğa benzerken, memelilerde daha çok
bumerangı andırır hale gelmiştir. Yine bu dönemde sürüngen
ler, bizde olduğu gibi, ömürleri boyunca sadece bir kez diş
değiştirir. Bu değişikliklerin hepsini Avrupa, Güney Afrika ve
Çin başta olmak üzere belli yerlerdeki kazılardan elde edilen
fosil kayıtlarından izleyebiliriz.
Yaklaşık 200 milyon yıl önceki kayalar, Morganucodon ve
Eozostrodon gibi, memelilere benzemeye başlamış olan kemir
gen benzeri canlı fosilleri içerir. Fare büyüklüğündeki bu hay
vanlar içlerinde, bizim önemli bir parçamızı barındırırlar.
Fotoğraflar, bu ilk memelilerin ne kadar harika olduklarını
anlatmaya yetmez. Bu canlıları ilk gördüğümde gerçekten
heyecandan ürpermiştim.
Lisansüstü çalışmalarıma başladığım da araştırmak iste
diğim konu ilk memelilerdi. Harvard’ı tercih etmiştim, çünkü
kitabın ilk bölümünde tanıttığım Farish A. Jenkins, Jr., meme
lilerin kendilerine özgü çiğneme kabiliyetini nasıl kazandık
larıyla ilgili izlere ulaşmak için, Amerika’nın batısına düzenle
nen ve kayaların sistemli bir biçimde karış karış kazıldığı ince
leme gezilerinin başındaydı. Bu çalışma, gerçek bir keşif süre
ciydi. Farish ve ekibi, başkalarınca zaten keşfedilen yerleri
yeniden keşfetmek yerine, yeni mevkiler ve kazı yerleri anyor-
lardı. Farish, Harvard Karşılaştırmalı Zooloji Müzesi eleman
larından ve serbest çalışan birkaç profesyonelden oluşan
yetenekli bir fosil keşif ekibi kurmuştu. Ekibin en önemli kişi'
leri arasında Bill Amaral, Chuck Schaff ve artık hayatta
olmayan Will Downs vardı. Bu kişiler, beni paleontoloji
dünyasıyla tanıştıran kişilerdi.
Farish ve ekibi, ilk memelileri bulabilecekleri bölgeli
seçmek için jeoloji haritalarını ve havadan çekilen fotoğraflar
incelemişlerdi. Ardından her yaz, kamyonetlerine atlay^l
Wyoming, Arizona ve Utah çöllerine sürmüşlerdi. 1 ^
O İŞİ I R I I I R u Rm
I 79 |
tanesini incelemeye karar verdiğinde de, bu seçimin nedenini
ölsem anlayamıyordum. Ama benim için, işin en utanç verici
yanı şuydu: Chuck ile aynı arazi parçasını inceliyor olurduk.
Ben kayadan, çıplak çöl toprağından başka bir şey göre
mezken, Chuck aynı yerde diş ve çene fosilleri, hatta kafatası
kemikleri görüyordu.
Yukarıdan bakıldığında, uçsuz bucaksız bir düzlükte, kır
mızı yeşil kumtaşı tepelerinin, kilometrelerce uzanan çorak
bir arazinin ortasında yalnız yürüyen iki kişiydik. Ama ikimiz
de gözümüzü yerden, çölün zeminindeki moloz ve birikinti
lerden ayırmıyorduk. Aradığımız, boyu birkaç santimetreyi
geçmeyen minik fosillerdi; bizimkisi çok küçük bir dünyaydı.
Bu kapanık halimiz, etrafımızı kuşatan çölün uçsuz bucaksız
panoramasıyla tam bir tezat oluşturuyordu. Yürüyüş arkada
şım bana sanki dünyadaki tek kişi gibi gelirdi, bense bütün
varlığımla yerdeki taş parçalarına adanmıştım.
Gündelik yürüyüşlerimizin önemli bir bölümünde ben
sorularımla kendisini bunaltırken, Chuck bana karşı son
derece sabırlıydı. Kemiklerin nasıl bulunacağını tam olarak
anlatmasını istiyordum. Dokusu kayanınki gibi değil, kemi-
ğinki gibi olan bir şey, diş gibi parıldayan, kumtaşı parçası gibi
değil, kol kemiği gibi görünen bir şey, yani “farklı bir şey” ara
mam gerektiğini defalarca söyledi. Kolay görünüyordu, ama
ne demek istediğini tam kavrayamıyordum. Elimden geldiğin-
ce uğraşıyor, yine de kampa eli boş dönüyordum. Aynı kaya
lara baktığımız halde, Chuck kampa torba torba fosille döner
ken elim boş dönmek benim için artık iyice utanç verici olma*
ya başlamıştı.
Sonunda bir gün, çölde güneşin altında parıldayan ilk di$
parçamı gördüm. Kumtaşı molozlarının üzerinde oturuyor
dum; işte oradaydı, apaçık görünüyordu. Diş minesin111'
hiçbir taşta olmayan bir pırıltısı vardı; daha önce gördüğü
O l!>l \ R H I k V I - « m
bazıları vardı.
I «2 |
JJWİSS
nişi i.k ııı r vi rdi
I 83 |
nağım yoktu; bu yüzden Connecticut’taki yaklaşık 200 milyon
yıllık kayaları incelemekle işe başladım. 19. yüzyılda fazlasıyla
incelenmiş olan bu kayalar, bazı önemli fosillerin keşfine
sahne olmuştu. Büyütecimle ve çok işe yarayan kafamdaki “ilk
memeli” imgesiyle bu kayalara gidersem pek çok güzel parça
bulacağımı düşündüm. Bir kamyonet kiraladım, yanıma bir
kasa saklama torbası aldım ve yola koyuldum.
Bir ders daha almış oldum: Hiçbir şey bulamadım. Başla
dığım yere geri dönmüştüm, yani okulun jeoloji kütüphane
sine.
Bana, yeryüzünde açıkta duran 200 milyon yıllık kayalann
olduğu bir yer gerekiyordu. Connecticut’ta sadece yol açmak
için kesilen kayalar vardı. İdeal yer, dalgaların bol miktarda
yeni parçalanmış kaya taşıdığı bir deniz kıyısı olurdu. Haritaya
bakıp seçimimi yaptım: Trias ve Jura dönemi kayalannın
(yaklaşık 200 milyon yıl yaşında) yüzey boyunca uzandığı
Nova Scotia. Üstelik bölgeyle ilgili tanıtıcı yazılarda, bazen 15
metreyi aşan, dünyanın en büyük gelgitlerinden bahsediliyor
du. Ne kadar şanslıydım.
Bu kayalar konusunda uzman olan Paul Olsen’i aradım;
kendisi Columbia Üniversitesinde ders vermeye yeni başla
mıştı. Fosil bulma ihtimali nedeniyle zaten heyecana kapıl
mıştım, Paul’le konuştuktan sonra ise iyice coştum. Bana,
küçük memelilerin ve sürüngenlerin bulunabileceği ideal
jeolojiyi tarif etti: tarihöncesinden kalma akarsular ve kum
tepecikleri, minik kemikleri koruyabilecek gerekli özelliklere
sahipti. Hatta kendisi de, Nova Scotia’nın Parrsboro kasabası
I 86 |
inceleyince büyük bir sürprizle karşılaştım: dişin çıkıntıların
daki küçük aşınma izleri. Bu, dişleri birbiri üzerine kapanan
bir sürüngendi. Fosilim, kısmen memeli, kısmen sürüngendi.
Bili, benden habersiz, taş yığınlarımızdan birinin sargı-
lannı çözmüş, çok minik kemik parçaları görm üş, bunları mik
roskop altında iğneyle temizleyerek hazırlamıştı. Sahadayken
hiçbirimiz farkında değildik, ama keşif gezimiz muazzam bir
başarı olmuştu. Hep Bill’in sayesinde.
O yaz ne öğrenmiştim? Birincisi, Chuck ve BiLTin sözünü
dinlemeyi öğrendim. İkincisi, en büyük keşiflerin sahada
değil, fosil hazırlayıcılarının elinden çıktığını öğrendim. Son
radan anlaşılacağı gibi, saha çalışmasıyla ilgili en önemli ders
leri henüz almamıştım.
Bilim bulduğu sürüngen bir Tritheledont idi; yani Güney
Afrikalı olarak bilinen, şimdi de Nova Scotia’lı bir canlıydı.
Çok ender bulunuyordu, o yüzden ertesi yaz başka Trithele-
donthr bulmak için Nova Scotia’ya tekrar gitmek istiyorduk.
Bütün kışı gergin bir bekleyişle geçirdim. Fosil bulmak için
buzlan kırabileceğimi bilsem gidecektim.
1985 yazında, Tritheledont’u bulduğumuz yere gittik. Fosil
yatağı, sahille aynı seviyedeydi. Birkaç yıl evvel buraya kaya
lıklardan kopan bir parça düşmüştü. Günlük gezintilerimizi
planlarken çok dikkatli olmalıydık: Sular yükseldiği zaman
fosil yatağına ulaşılamıyordu, su o kadar yükseliyordu ki de
nizden gitmek gerekiyordu. Parlak turuncu kaya parçamızı
bulabilmek için bölgenin etrafında dolandığımız o ilk günün
heyecanını ömrüm boyunca unutmayacağım. Bu anı unutul
maz kılan, önceki yıl üzerinde çalıştığımız alanın, geçen kışla
birlikte dökülüp gitmiş, ortadan kaybolmuş olmasıydı. O eşsiz
Tdtheledontfon içinde saklayan güzelim fosil alanımız, gel
gitlerle yokolup gitmişti.
iyi haberse -iyi denebilirse eğer- sahil boyunca taranacak
küçük bir turuncu kumtaşı kitlesi daha olmasıydı. Sahilin
büyük bir kısmı, özellikle de bizim her sabah dolaşmamız
gereken noktası, 200 milyon yıl önceki bir lav akıntısının
ürünü olan bazalttan oluşuyordu. Burada hiç fosil bulamaya
cağımızdan kesinlikle emindik, çünkü bir zamanlar aşırı kızgın
haldeki bu kayaların, içlerinde bulunabilecek fosilleşmiş her
hangi bir kemiği koruyamayacağı apaçık ortadaydı. Gezileri
mizi gelgitlere göre planlayarak bölgede beş altı gün harcadık,
turuncu kumtaşlarmı yoklayıp eşeledik ama hiçbir şey bula
madık.
Asıl büyük olay, yerel güzellik yarışmasında Parrboro
Güzellik Kraliçesine tacını giydirecek jüri üyeleri arayan,
yörenin Lions Kulübü başkanmın bir gece kampımıza uğra
ması sonucu gerçekleşti. Yarışma sırasında taraflar hep bir
birine girdiğinden kasabalı, bu zorlu görevi hep yöreyi ziyaret
edenlerden bekler olmuştu. H er zaman jürilik yapan
Quebec’li yaşlı çift, bu yıl kasabayı ziyarete gelmediği için
onların yerine ben ve ekibim davet edildik.
Ancak, jüri olarak değerlendirme yapıp tartışmakla fazlaca
zaman harcayarak çok geç saatte yatmamızın ve gelgiti de
unutmamızın sonucu olarak, ertesi gün bazalt kayalıklarda;
yaklaşık 15 metre genişliğindeki küçük bir burun üzerinde iki
saat kadar çakılıp kaldık. Kayalar, fosil aramak için kimsenin
seçeceği türden değildi, volkanik kökenliydi. Sıkılıncaya kadar
taş sektirdik, sonra da ilginç kristal veya mineral p arçala
bulma ümidiyle kayaları incelemeye başladık. Bili bir köşeyi
kayboldu, ben de arkamızdaki bazaltlara bakıyordum. On da
kika sonra bana seslenildiğini işittim. Bill'in o fazlasıyla sakin
ses tonunu hiç unutmayacağım: “Neil, bir baksana buraya-
Ama köşeyi döner dönmez Bill'in ne kadar heyecanlı old
ğunu fark ettim. Sonra da ayağının altındaki kayaları gördü
Kayalardan küçük beyaz parçalar çıkıyordu. K em ik foSI
D I ■> I I R H I K r Kn I
hem de binlerce.
Tam aradığımız şeydi; küçük kemiklerle dolu bir yer.
Sonradan anladık ki, bu volkanik kayalar, tüm üyle volkanik
değildi, kayalığın içinde boydan boya kum taşı kırıkları seçili
yordu. Bu kayalar, çok eskiden, volkanik bir patlam ayla biri
ken çökeltiden oluşmuştu, çökeltinin içinde de sıkışıp kalm ış
fosiller vardı.
Bu kayalardan tonlarcasını beraberim izd e götürd ük.
Taşların içerisinde başka Tritheledontlar, bazı ilkel tim sahlar
ve kertenkeleye benzer başka sürüngenler vardı. T abii ki,
içlerinde en değerlisi Tritheledontlardı, çünkü bazı tür sürün
genlerin, ta o zamandan bizdeki memeli tarzı çiğnem e şekline
sahip olduklarını gösteriyorlardı.
İlk memelilerde, örneğin FarislTin ekibinin A rizona'da
ortaya çıkardıklarında, çok hassas bir ısırma biçim i göze
çarpıyordu. Üst çenedeki dişlerin çıkıntıları üzerinde yer alan
aşınma izleri, alt çenede dişlerinin üzerindekilerle ayna im ge
si gibi uyuşuyordu. Aşınma izlerinin ortaya çıkardığı örüntü o
kadar belirgindir ki, erken memeliler arasındaki farklı türleri,
bu aşınma ve dişlerinin birbiri üzerine kapanma (oklüzyon)
şeklinden ayırt etmek mümkündür. FarislTin Arizona'da bul
duğu memelilerin dişlerindeki çıkıntı şekilleri ve çiğneyişleri,
Güney Amerika, Avrupa ve Çin'de aynı çağa ait memelilerin-
kinden farklıydı. Eğer bu fosilleri bir tek yaşayan sürüngenler
le karşılaştırmakla yetinmek zorunda kalsaydık, o zaman m e
melilerde beslenmenin kökeni büyük bir sır olarak kalırdı.
Baha önce de söz ettiğim gibi, timsahların ve kertenkelelerin
oklüzyonu, başka canlılarmkine benzemez. İşte bu noktada
Tritheledont gibi canlılar devreye girer. Çağlar öncesine, N ova
Scotia'daki gibi 10 milyon yıllık kayalara baktığımızda, bu
Çiğneme şeklinin ilk halini Tritheledontlarda görürüz. Dişle-
rmin üzerindeki çıkıntılar, memelilerde olduğu gibi, tam tam ı
I 89 I
ı c ı Y l l / m kİ HAı Ik
I 90 |
kılan, ağız yapılarının karmaşıklığıydı: çenelerinde farklı türde
dişler vardı. Çenelerinin ön tarafındaki dişler, geridekilerden
farklı görünüşteydi; ağızlarında bir tür işbölümü ortaya çık
mıştı. Öndeki kesici dişler yiyecekleri kesmede, biraz gerideki
köpek dişleri koparıp parçalam ada ve en gerideki azı dişleri de
ezip Öğütmede özelleşmişti. Fareyi andıran bu küçük memeli
lerde geçmişimizin önemli bir parçası saklıdır. İkna olmadıy-
sanız, kendinizi kesici dişleriniz olm adan bir elmayı ya da azı
dişleriniz olmadan iri bir havucu yemeye çalışırken hayal edin.
Meyveden ete, etten pastaya kadar çeşitlenen zengin beslen
me şeklimiz ancak, çok önceki memeli atalarımızda tam ola
rak birbiri üzerine kapanabilen farklı türde dişlerin bulunduğu
bir ağzın ortaya çıkmasıyla mümkün hale gelmiştir. Ve bu ağız
yapısının ilk evrelerine, Trithe/edontlarda ve tarihöncesindeki
başka akrabalarımızda da rastlıyoruz: Ön dişlerimizin kenar
ve çıkıntıları, arka dişlerimizdekinden farklı bir şekildedir.
SERT K ISIM LA R: D İŞ L E R V E K E M İK L E R
Dişleri diğer organlar arasında özel kılan, kuşkusuz en başta
sert oluşlarıdır. Dişlerin, parçaladıkları yiyeceklerden daha
sert olması gerekir; bir süngerle bir bifteği kesmeye çalıştı
ğınızı düşünebiliyor musunuz? Dişler, pek çok bakımdan taş
kadar serttir, nedeniyse içerdikleri kristal molekülüdür. Hid-
roksiapatit olarak bilinen bu molekül, hem dişlerin hem de
kemiklerin moleküler ve hücresel altyapısını doldurarak diş
leri ve kemikleri bükülme, ezilme gibi zorlanmalara karşı
dirençli hale getirir. Dişler kemikten daha serttir, çünkü dış
yüzeylerini oluşturan diş minesi, kemik de dahil olmak üzere
vücuttaki tüm yapılardakinden çok daha fazla hidroksiapatit
içerir. Dişe, kendine özgü o beyaz parlaklığı veren ise diş mi
nesidir. Tabii ki diş minesi, dişlerimizi oluşturan katmanlar
dan sadece biridir. Pulpa ve dentin gibi iç katmanlar da hid-
K / I M İ / P ! Kİ İ M İ I K
I 92 |
: •>! ş ; r r m i r v i r d i
I ^ I
İl. İ M İ / m Kİ B-Al ^
I 94 I
OI ş I I K II I R VI KİM
I 95 I
U/ l M I / 0 1 kİ » A l I k
D İŞLER , SA LG I B E Z L E R İ V E T Ü Y L E R
Dişler, tümüyle yeni bir yaşam şeklinin habercisi olmaktan
öte tümüyle yeni bir organ yapım şeklinin de başlangıcıdır.
Gelişmekte olan derimizin iki doku katmanı arasındaki etki
leşim sonucu ortaya çıkarlar. Kabaca, iki katman birbirine
yaklaşır, hücreler bölünüp çoğalır, katmanlar şekil değiştirir
ve protein oluşturmaya başlarlar. Dış katmandan diş minesi
nin öncül molekülleri, iç katmandan da dişin iç kısmını oluş
turan pulpa ve dentin çıkar. Zamanla diş bir yapıya kavuşur,
sonra da, yontula yontula türe özgü girinti ve çıkıntılar oluşur.
Dişin oluşumunu sağlayan, iki doku katmanı (dış kısımda
ki daha sıkı, iç kısımdaki de daha gevşek yapıda olan hücre
katmanları) arasındaki etkileşimdir. Bu etkileşim sonucunda
doku bükülür ve her iki katmanın da dişi oluşturacak olan
molekülleri salgılamasına neden olur. Deriden gelişen tüm
yapıların (pullar, kıllar, tüyler, ter bezleri, hatta süt bezleri)
temelinde bu etkileşimin yattığı bilinmektedir. Hepsinde de,
iki katman biraraya gelir, kıvrılır ve protein salgılar. Aslında,
bu etkileşim sürecinde, iki tip dokuda da, büyük oranda aynı
genetik anahtarlar etkili olur.
Bu süreç, yeni bir imalat ve montaj işlemi geliştirmeye
benzer. Plastik enjeksiyon ilk icat edildiğinde, o to m o b il
tüy
diş
Kil
4 tüy
diş
¿ Ş ]
Dişler, memeler, tüyler ve kıllar. Hepsi de, iki deri katmanlarının birbiriyle
etkileşimi sonucu gelişmiştir.
k
T
I i
BEŞİNCİ BÖLÜM
BAŞA GEÇMEK
I mo |
B A Ş A C.'I C, M F K
I 101 I
k ; | M İ / I M Ki BAI l k
Fakat dört tane kafa siniri vardır ki, bunlar tıp öğrencilerini
delirtmekte yıllarca rakip tanımamıştır. Ama haklı gerekçeler
le: Hepsi de çok karmaşık işlevler üstlenirler ve bu işlevlerini
yerine getirebilmek için başın içinde izledikleri yollar da çok
dolambaçlıdır. Bu açıdan trigeminal sinir ile fasiyal sinir özel
likle bahse değer. İkisi de beyinden çıkar ve dallara ayrılarak
kafa karıştırıcı bir ağ oluştururlar. Bir kablonun televizyon,
İnternet ve ses bilgilerini iletebilmesi gibi, trigeminal ya &
fasiyal sinire ait tek bir dal da, hem duyularla hem de hareket
le ilgili bilgileri iletebilir. Duyu ve hareketle ilgili sinir lifl*n
ayrı ayrı, beynin farklı kısımlarından çıkar, biraraya gelerek
“kablolar” oluşturur (işte trigeminal ve fasiyal sinir dediği0112
yapılar, bu kablolardandır), sonra tekrar dallara ayrıh1^
başın dört bir tarafına yayılırlar.
Trigeminal sinirin dallarının başlıca iki görevi var*!
kasları kontrol etmek ve yüzün büyük k ısm ın d an gelen ^
sal bilgiyi beyne iletmek. Trigeminal sinirin kontrol ettiğ1
I 102 |
B A $ A CİJ;C, M L K
I 103 I
J
H / İ M 1 / 0 1 M BAI l k
1 »04 |
RAl j A (.î I MI K
EMBRİYODAKİ Ö Z
Kimse hayata bir kafayla başlam az; sperm ve yumurta biraraya
gelip tek bir hücre oluşturur. Döllenme anından başlayarak
hayatın üçüncü haftasına kadar geçen sürede, tek bir hücre
den, önce bir hücre yumağına, sonra disk biçimli bir hücre
topluluğuna, sonra da, kabaca bir boruyu andıran ve çeşitli
türde dokular içeren bir “şey”e dönüşürüz. 23. günle 28. gün
arasında, bu borunun ön ucu kalınlaşır, kendi üzerine katlanır
ve embriyo daha o zamandan fetüs pozisyonunda kıvrılmış
gibi görünür. Bu aşamada kafa, iri bir topağa benzer. İnsan
kafasını oluşturan en önemli unsurlar işte bu topağın taban
kısmındadır.
Bu bölge civarında oluşan dört minik kabartıdan, gırtlak ve
yutak yapıları gelişecektir. Yaklaşık 3. haftada bu kabartılar
dan ilk ikisi, dört gün sonra da diğer ikisi belirir. Bu kabartılar,
dış taraftan pek belli olmaz: Belli belirsiz bir yuvarlaktan iba
rettirler, aralarındaki ince kırışıklıktan seçilirler. Bu kabartı ve
kırışıklıkların başına gelenleri izledikçe, trigeminal ve fasiyal
sinirler de dahil, başın güzelliğini ve düzenini fark etmeye
başlarsınız.
Yay adı verilen bu kabartılardaki hücrelerden bir kısmı
kemik dokusunu, bir kısmı da kasları ve kan damarlarını oluş
turacaktır. Her yayın içinde karmaşık hücre toplulukları yer
alır; bazı hücreler hemen oracıkta bölünürken bazıları uzun
bir yol kat edip yayın içine öyle girer. Her yaydaki hücreleri,
erişkin organizmada aldıkları konumlara göre tanımlarsak, o
zaman her şey anlam kazanmaya başlar.
Birinci yayın dokuları, en sonunda üst ve alt çeneyi, iki
minik kulak kemikçiğini (çekiç ve örs) ve bunlara giden tüm
damar ve kasları oluşturur. İkinci yay, üçüncü kulak kemik
çiğini (üzengi), gırtlakta yer alan çok küçük bir kemiği ve
mimik kaslarının büyük bir kısmını oluşturur. Üçüncü yay,
I 105 I
u. I M 1/ m K I I' Al I k
I 106 I
mezarlığından geçerken çürümekte olan bir koç iskeletine rast
geür. Omurgası açığa çıkmış, kafatası hasar görm üş haldedir.
Goethe, ilahi bir ilhamla birden, kafatasındaki kırıkların, kafa
tasının bir omur yığını gibi görünm esine neden olduğunu fark
eder. Goetheye göre kendisine vahyolunan, asıl plandır: K a
fanın, biraraya gelip kaynaşan ve böylece beynim izi ve duyu
organlarımızı koruyacak bir çatı oluşturan om urlardan olu ş
muş olması. Bu, başı ve gövdeyi aynı tem el planın iki farklı
versiyonu olarak birbirine bağlam ası bakım ından çok yenilikçi
bir fikirdi. Bu fikir 1800lerde içme suyuna karışm ış olm alı ki,
aralarında Lorenz Ö kenin de bulunduğu başka bilim ciler de
aynı zamanlarda, temelde aynı fikirle ortaya çıkıvermişlerdir.
Goethe ve Öken farkında değillerdi, am a ikisi de çok
önemli bir şey bulmuşlardı. Vücudum uz segm entli yapıdadır
ve bu yapı, omurlarımızda açıkça görülür. H er om ur, vücudu
muzun bir segmentini tem sil eden bir bloktur. Sinir sis
temimiz de, omurların düzeniyle yakından ilişkili olan seg
mentli bir yapıdadır. Sinirler, om urilikten çıkarak vücuda
yayılır. Omuriliğin, her bir vücut kısm ıyla ilişkili olan bölge-
| 108 |
B A * A C. K ' M İ '.K
I 109 |
K- ı . vı ı zn» »AUK
ki I 111 I
I C I M I / n t k! B A N K
SO LU N GA Ç YAYI G E N L E R İ
Döllenmeden sonraki ilk üç haftada, solungaç yaylarımızda ve
gelecekte beynimizi oluşturacak tüm dokularda gen gruplan,
birer bütün olarak devreye sokulur, devre dışı bırakılır, yani
“açılıp kapatılır”. Bu genler, hücrelere, kafamızın farklı kısım'
larını oluşturma talimatı verir. Başımızdaki her bir bölgenin,
kendisini diğerlerinden ayıran genetik bir adresi olduğunu
varsayalım. Bu genetik adresi değiştirerek burada geli?en
yapıların türlerini de değiştirmemiz mümkündür.
Örneğin, Otx olarak bilinen bir gen, başın, birinci yay111
oluştuğu ön bölgesinde etkindir. Bunun daha gerisinde, başı*1
arkasına doğru, Hox adı verilen genlerin etkin olduğunu
rüz. Her solungaç yayının içinde, burada etkili olan farklı b
Hox geni tamamlayıcısı vardır. Bu bilgiyle, solungaç y a ^
mızın ve bunların yapımında etkinleşen genlerin bir harita
çıkarabiliriz. ^
Artık deneylere geçebiliriz; bir solungaç yayının ge ^
adresini, bir diğerininkiyle değiştirelim. Bir kurbağa e
I 112 |
H A $ A (.I I (, M I K
sunu alıp bazı genleri devre dışı bırakır, birinci ve ikinci yay
lardaki genetik sinyalleri birbirinin aynı hale getirirsek iki
çeneli bir kurbağa elde ederiz; norm alde dil kem iğinin
(hyoid) olması gereken yerde bir altçene kem iği (m andibula)
oluşur. Bu, bize genetik adreslerin, solungaç yaylarımızı oluş
turmadaki gücünü gösterir. A dresi değiştirirseniz yaydaki
yapıları da değiştirmiş olursunuz. B u yolla, tem el kafa tasa-
nmlanyla ilgili deneyler yapabiliyoruz: İçlerindeki genlerin
etkinliğini değiştirerek, solungaç yaylarının özelliklerini de
istediğimiz gibi değiştirebiliyoruz.
KAFALARIN İZ İN D E : K A F A S IZ K E R A M E T L E R D E N
KAFALI A TA L A R IM IZ A
Neden kurbağalarda ve köpekbalıklarında duralım ki?
Yaptığımız karşılaştırmayı, böcekler ya da solucanlar gibi b a ş
ka canlıları da kapsayacak şekilde neden genişletm eyelim ?
Peki; ama bırakın kafa sinirlerini, kafası bile olmayan bu can
lılarla karşılaştırma yapm anın ne anlamı var? Bu canlıların
iskeleti bile yok. Balıklardan solucanlara geçtiğim izde, çok
yumuşak ve kafasız bir dünyayla karşılaşırız. Yine de, yakın
dan bakarsak, bu canlılarda da bizden bir şeyler vardır.
Üniversite öğrencilerine karşılaştırm alı anatom i dersi
verirken, ilk derse genellikle bir Amphioxus slaytıyla başlarız.
Her eylülde, M aine’den C alifornia’ya kadar, tüm sınıflarda
projektör ekranlarında yüzlerce Amphioxus boy gösterir.
Neden mi? Omurgalı hayvanlarla om urgasız hayvanlar arasın
daki basit ayrımı hatırlıyor m usunuz? Amphioxus bir solucan
dır, yani omurgasızdır. A m a balıklar, am fibiler ve m emeliler
gibi omurgalı hayvanlarla ortak pek çok özelliği vardır.
Amphioxus’un omurgası yoktur, ama om urgalı tüm canlılar
gibi, sırtı boyunca uzanan bir sinir kordonu, ayrıca, vücudunu
boydan boya geçen ve bu iliğe paralel uzanan bir çubuk vardır.
113 |
! (' IM 1 /■ 11 1 kİ HAI l k
I 114 I
haşa t; ı c ; \ ı i k
I us I
ALTINCI BÖLÜM
îURSUZ V Ü CU T PLANLARI
I 116 I
k lM R. SU/ \ l ' C I 1 İM A NI ARI
GENEL P L A N : E M B R İY O L A R I K A R Ş IL A Ş T IR M A K
Lisansüstü eğitimime m em eli fosillerini incelemek için başla
dım; 3 yıl sonra, tezim için balıklan ve amfibileri inceleyerek
bitirdim. Yoldan çıkışım -öyle de denilebilir- embriyolar üzerin
de çalışmaya başladığım zaman oldu. Laboratuvarda pek çok
embriyo bulundururduk: sem ender larvası, balık embriyosu,
hatta döllenmiş tavuk yum urtalan bile vardı. Bunlan hep mik
roskop altında inceler, içlerinde olan bitene bakardım. Türlerin
hepsinde de embriyolar, boyu 2-2,5 c m y i geçmeyen, minik
beyaz hücre kümeleri görünüm ündeydi. Gelişimlerinin seyrini
izlemek heyecan vericiydi; em briyo büyüdükçe, yumurtanın
sansı, yani embriyonun yiyecek deposu giderek küçülüyordu.
Yumurtarun sansı kaybolup gittiğinde ise, embriyo genellikle
yumurtadan çıkacak kadar büyüm üş oluyordu.
Bu gelişim sürecini izlemek, düşünce şeklimde muazzam bir
değişime yol açtı. Sadece em briyodan ibaret bir başlangıçtan
(küçük bir hücre küm esinden), tam olm ası gerektiği gibi dizil
miş trilyonlarca hücreden oluşan kusursuz kuşlar, kurbağalar ve
babalıklar ortaya çıkıyordu. Bununla da bitmiyordu. Balık,
amBbi ve tavuk embriyoları, biyoloji öğrenim im sırasında gör
düğüm hiçbir şeye benzem iyordu. Genel olarak hepsi birbirinin
aym gibiydi. Hepsinin de, solungaç yaylan olan birer kafası
Vardı; hepsinin, gelişimine üç kabarıklıkla başlayan küçük birer
I 117 I
beyni vardı; yine hepsinin küçük üye tomurcuklan var<h
Aslında tez konum, yani 3 yıl boyunca asıl ilgileneceğim k0nu
da, bu üyeler olacaktı. Bu noktada, kuş, semender, kurbağa ve
kaplumbağaların iskelet gelişimlerini karşılaştırırken, kuş kana.
dı ile kurbağa bacağı kadar birbirinden farklı üyelerin oluşum
evresinde birbirine ne kadar çok benzediğini fark ettim. Bu
embriyolara bakarken hepsinde ortak olan bir plan görüyor
dum. Sonunda hepsi farklı bir görünüme kavuşan bu türler, hep
benzer bir durumdan yola çıkıyorlardı. Embriyoları incelerken
memeliler, kuşlar, amfibiler ve balıklar arasındaki farklılıklar,
temel benzerliklerin yamnda bana önemsiz gibi görünüyordu.
Sonra Karl Ernst von Baer’in çalışmaları hakkında bilgi sahibi
oldum.
1800'lerde bazı doğa bilimcileri, yeryüzündeki bütün canlı
lardaki ortak planı bulmaya uğraşırken embriyoları incelemiş
lerdi. Bu doğa gözlemcilerinin en önemlisi Karl Enst von
Baer’di. Soylu bir aileden gelen von Baer, önce tıp öğrenimi
görmüştü. Hocası kendisinden, civciv oluşumunu incelemesini
ve civciv organlarının nasıl geliştiğini öğrenmesini istemişti.
Ne yazık ki, von Baer’in ne civcivler üzerinde çalışabilm esi
I 118 I
K L ' S L ' R S L / Y l l I I l’ l A \ | ARI
I |
leşir. Blastosist yanlış bir yere yerleşecek olursa, yanı bir ^
gebelik” söz konusuysa, sonuçlan tehlikeli olabilir. Dış gebelik,
lerin yaklaşık yüzde 96’sı yum urta kanallannda (Fallop tüpler)
döllenmenin gerçekleştiği yere çok yakın bir bölgede görülür.
Bazen mukoza salgısı, blastosistin rahm e geçişini engelleyerek
blastosistin tüplere yerleşmesine yol açar. D ış gebelik zamanın,
da fark edilmezse, çeşitli doku yırtılm alanna neden olabilir. Çok
nadiren blastosist, annenin vücut boşluğuna; bağırsaklar i]e
vücut duvan arasındaki boşluğa atılır. B u blastosistlerin, rektu
mun ya da rahmin dış tabakasına yerleştiği daha da ender
durumlarda, fetüsün, gebeliğin sonuna kadar gelişimini burada
sürdürdüğü olağandışı vakalara da rastlanır! Bu fetüslerin, bazen
annenin kamı açılarak dünyaya getirilm esi mümkün olsa da, bu
tür bir yerleşim genelde çok tehlikelidir; çünkü anne için kana
maya bağlı ölüm riskini, normal gebeliğe kıyasla 90 kat arttınr.
Her durumda, gelişimin bu evresinde son derece mütevazı
bir görüntü sergileriz. Döllenm eden sonraki ikinci haftanın ba
şında, blastosist annenin rahmine yerleşmiş. Bu hücre yumağı
nın bir kısmı rahim duvannın içine göm ülü haldeyken, öteki
kısmı açıkta kalmıştır. Bir balonun duvara doğru bastırıldığım
kafanızda canlandırmaya çalışın: işte yassılaşıp disk biçimim
almış olan bu küre, insan em briyosuna dönüşecektir. Vücudu*
muzun tamamı, bu yumağın sadece üst kısmından, yani rahim
duvan içine gömülü kısm ından oluşur. Blastosistin bu diskm
altındaki kısmı, yumurta sansı olarak bildiğimiz kısmı içenr-
oluşum evresinde, iki katmanlı bir diske, yani bir frizbiye
zeriz. .
nrafcm
Bu oval frizbi nasıl olup da von Baer'in üç germ
dönüşür, zamanla da insamnkine benzer bir görünüm
Önce, hücreler bölünür ve göç eder, böylece
üzerlerine katlanır. Sonunda, dokulann yer değiştirip
sıyla, baş ve kuyruk kısım lan katlanmış birer kaba
K U S U R S U Z V Ü C U T P I.A N I.A R l
^günlerimiz, yani döllenm eden sonraki ilk üç hafta. T e k bir hü creden, bir
hücreler küresine, sonunda da bir tüpe d ön ü şü rü z.
ı 171 ı
İÇ » *« *» « » ***-« *
I 123 I
T X 7 » M t? D E tl ftAUUC
E M B R İY O LA R LA D E N E Y
20. yüzyıla gelindiğinde biyologlar, vücutla ilgili temel sorular
la boğuşmaktaydılar. Vücudu oluşturacak bilgi, embriyonun
neresinde saklıydı? Bu bilgi, her hücrede var mıydı, yoksa bazı
hücre gruplannda mı saklıydı? Bu bügi nasıl bir şekil almıştı?
Özel bir çeşit kimyasal madde miydi?
Alman embriyoloji uzmanı Hans Spemann, 1903 ten başla
yarak hücrelerin, embriyo gelişimi sırasında vücut inşa etmey1
nasıl öğrendiklerini araştırmaya başladı. Amacı, vücut yapına
la ilgili bilginin yerini bulmaktı. Spemann için cevaplanma*1
gereken asıl soru şuydu: Embriyodaki her hücre, v ü cu d u 11
tamamını yapmaya yetecek bilgiyi taşıyor muydu, yok*2
bilgi, oluşum evresindeki embriyonun sadece belirli kısunlan
da mı saklıydı? ;
Hem kolay bulunduğu, hem de laboratuvarda u$ra* ^ ^
kolay olduğu için su keleri yumurtalarını in c e le y e n Sp
| 124 |
k I S U R S I 1'/ V U U U T İM A N I ARI
I 125 |
K | ,V1İ/I >I Kİ M I IK
1. yumurtadan
^ i alınan parça
Mangold, embriyoya sadece küçük bir doku parçası aktararak, ikiz elde
etmişti.
| 126 |
K U S U R S U Z Y U C U T İM A N 1 ARİ
SİNEKLER VE İN SA N LA R
Von Baer embriyoların gelişimini gözlemiş, bir türü başka bir
türle karşılaştırmış ve vücutlarda temel örüntü ve modellerin
olduğunu fark etmişti. Mangold ve Spemann, embriyo dokula
rının vücudu nasıl inşa ettiğini anlamak için embriyolar üzerin
de fiziksel değişiklikler yaparak çalışmışlardı. Bulunduğumuz
DNA çağında da, artık genetik yapımızla ilgili sorular sorabili
riz. Genlerimiz, dokularımızın ve vücutlarımızın gelişimini
nasıl kontrol ediyor? Sineklerin önemsiz olduğunu düşünüyor
sanız, şuna ne diyeceksiniz: Sineklerdeki mutasyonlar bize,
insan embriyosunda etkili olan en temel vücut planı genleriyle
ilgili önemli ipuçlan sağlar. El ve ayak parmaklarının yapımında
fol alan genlerin keşfinde böyle bir yaklaşımdan yararlanmıştık.
Şimdi de aynı yaklaşımın, bize vücudun tamamının inşasına
dair neler söyleyeceğine bakacağız.
Sineklerin vücut planı vardır: ön ve arka, üst ve alt vs.
Antenleri, kanatlan ve diğer uzantıları, vücutlarının tam doğru
I 127 |
r ^ i M i / n s k i J E M - ik
| 128 |
kl S t 'R S l' / V l ' C L T PLANLARI
i 129 |
K i v ı r / . i n k i ır-\ı i k
DNA VE D Ü Z E N L E Y İC İ
Spemannın N obel Ö dülü aldığı sıralarda Düzenleyici çok
popülerdi. Bilimciler, tüm vücut planının yapımını başlatan bu
esrarengiz kimyasal m addeyi bulm ak için uğraşıyorlardı. Ama
popüler kültürün yoyolan ve Elm o bebekleri gibi, bilimde de
gelip geçici hevesler söz konusudur. 1970'lere gelindiğinde
Düzenleyici, olsa olsa ilginç bir şey, em briyoloji tarihinde hoş
bir anekdot gibi görülür olm uştu. Bu gözden düşüşün nedeni,
aslında mekanizmasının kim se tarafından anlaşılamamış olma
sıydı.
1980'lerde Hox genlerinin keşfiyle her şey değişti. 1990'la-
nn başında, Düzenleyici kavramının halen dem ode olduğu sıra
larda, UCLA’de Eddie D e R obertis'in laboratuvan, Levin ve
McGinnis’in yöntemlerine benzer yöntem ler kullanarak kurba
ğalarda Hox genleri bulm aya çalışıyordu. Bu geniş kapsamlı
araştırmada çok çeşitli genler elde edilmişti. Bu genlerden biri,
çok özel bir etkinlik m odeli sergiliyordu. Bu gen, embriyoda
tam Düzenleyici'yi içeren yerde ve gelişim in tam aynı zamanın
da etkindi. De Robertis’in bu geni bulduğu zam an neler hisset-
tığini hayal bile edemiyorum . D üzen leyiciyi incelerken birden
bu doku parçasının içinde, onu kontrol ediyorm uş ya da embri
yodaki etkinliğiyle bağlantılıym ış gibi görünen bir gen fark etti,
düzenleyici geri dönm üştü.
Büden her yerde, bütün laboratuvarlarda, Düzenleyici genler
m*ntar gibi bitmeye başladı. Berkeley'de Richard Harland, bam-
j|aŞka bir deney yaparken, kendisinin Noggin adını verdiği başka
8en buldu. Noggin, tam olarak Düzenleyici genin yaptığı işi
I 131 I
yapıyordu. Harland, Noggin genlerini embriyoda tam doğru ytt<
enjekte ettiğinde, bu genler de tıpkı Düzenleyici gibi işlev gQr
müştü. Embriyoda iki vücut ekseni ve iki kafa gelişmişti.
D e R obertis’in geni ve Noggin, D üzenleyiciyi oluştutan
D N A kınntılannın kendisi m iydi? B u sorunun cevabı hem evet
hem hayırdır. Bu iki gen de dahil olm ak üzere pek çok gen
vücut planım düzenlem ek için birbirleriyle etkileşime girer. Bu
çok karm aşık bir etkileşim dir, çünkü genler, embriyo gelişimi
sırasında çok farklı roller üstlenebilir. Sözgelim i Noggin, vücut
ekseninin gelişim inde rol oynar, am a aynı zamanda çok sayıda
organın gelişim inde de rol alır. A yn ca genler, kafa gelişiminde
gördüklerimize benzer karm aşık hücre davranışlarım tek başla
rına hareket ederek düzenlem ezler. Genler, gelişimin her evre
sinde diğer genlerle etkileşim halindedir. Bir gen, bir başb
genin etkinliğini engelleyebilir de, destekleyebilir de. Bazen
birçok gen etkileşime girerek başka bir geni devreye sokar yada
devre dışı bırakır. N ey se ki artık, bir hücrede bir seferde binler
ce genin etkinliğini inceleyebileceğim iz yeni cihazlar var. Bu
teknoloji, gen işlevlerini aydınlatacak bilgisayar temelli yeni
yöntem lerle birleşince, bize genlerin hücreleri, dokuları ve
vücudu nasıl inşa ettiğini anlam am ıza yarayacak muazzam bir
im kân sağlıyor.
G enler arasındaki bu karm aşık etkileşimlerin anlaşılması^
vücudu yapan asıl m ekanizm alar da aydınlığa kavuşmuş olacak
Bu bakım dan Noggin m ükem m el bir ö rn ek Noggin, embriyo^
ki herhangi bir hücreye, üst-alt ekseninde hangi konumda
cağı talim atım tek b aşın a verm ez; bunun için başka g* ^
uyum içinde hareket eder. B aşk a bir gen, BMP-4 geni>^
bölge genidir; em briyonun alt kısm ını, yani kann
yapacak hücrelerde devreye sokulur. BMP-4 ile Noggin ^ ^
da önem li bir etkileşim vardır. Bir yerde Nogg*n 8enl ^
orada BAİP-4 geni işlev görem ez. Sonuçta Noggıni
K U SU R SU Z V UU UT PLANLARI
İÇİMİZDEKİ DENİZŞAKAYIĞI
Vücudumuzu, kurbağaların ve balıkların vücuduyla karşılaştır
mak yetmez. Gerçekten de birbirimize benzeriz: Onların da
bizim de bir omurgamız, iki bacağımız, iki kolumuz, bir kafamız
vardır. Peki, kendimizi denizanası veya denizanasıyla akraba
canlılar gibi bize hiç benzemeyen bir canlıyla karşılaştırırsak ne
olur?
Pek çok hayvanın vücut ekseni, hareket ettiği yöne ya da
ağız ve anüsünün birbirine göre konumuyla belirlenir. Bunu
biraz durup düşünelim: İnsanda ağızla anüs, vücudun zıt uçla
rında yer alır ve tıpkı balıklarla böceklerde olduğu gibi, ağzımız
genellikle "ileri" bakan yöndedir.
Hiç sinir düğümü olmayan hayvanlara bakarak kendimizi
nasıl görebiliriz, ya da hiç anüsü, hiç ağzı olmayan canlılara?
Denizanası, mercan ve denizşakayığı gibi canlıların ağzı vardır,
ama anüsü yoktur. Ağız işlevi gören delik, aynı zamanda atıkla-
nn çıkarılmasına da yarar. Bu tuhaf düzen, denizanası ve deni-
zanasına akraba canlılar için elverişli olsa da, bu canlıları diğer
canlılarla karşılaştırmaya çalışan biyologların başım döndürür.
Aralannda Mark Martindale ve Joh n Finnerty’nin de bulun
duğu bazı meslektaşlarım, bu hayvan grubunun gelişimini ince
lerek soruna balıklama daldılar. Denizanasıyla yakın akraba
°lmalan ve çok ilkel bir vücut düzenine sahip olmaları bakımın
ı n denizşakayıkları, onlar için son derece aydınlatıcı oldu.
Aynca denizşakayığının, ilk bakışta kendimizle karşılaştırmanın
°Şnna olduğu izlenimini veren çok tuhaf bir şekli vardır.
I I* * |
Denizanasıyla akraba olan denizşakayığı gibi canlılarda da, bizde olduğu
gibi, aynı genlerin versiyonlarından meydana gelen bir ön-arka ekseni var
dır.
I i .m I
KL S l R S l / v r c i I Pl A NI ARI
VÜCUT G ELİŞT İR M E SE R Ü V E N İ
I 137 |
K, ' ] V11 7 n \ K I » a I I K
H ABEAS C O R P U S: V Ü C U D U G Ö S T E R
H er hücre küm esi, vücut adıyla anılm a on u ru n a erişemez. Bit
bakteri yığını ya da bir deri h ü cresi kü m esi, b irey olarak adlan'
durabileceğimiz bir hücre d ü zen in d en ç o k uzaktır. Bu temel bit
ayrımdır; düşünce deneyi yoluyla farkı görebiliriz.
Bir bakteri yığını için d en b a zı b ak terileri çekip çıkart
olsanız ne olur? D ah a küçük b ir b ak teri yığını elde edersi*1^
Peki, bir insanın ya da b ir b alığın , sö zgelim i kalbinden ya
beyninden bazı hücreleri çekip çıkarırsan ız ne olur? Hangi ^
releri çıkardığınıza bağlı olarak can sız bir insan ya da can
balık elde edebilirsiniz.
I >38 |
V. ( t i c - l l I V ! İR VII S I R II VI \ I
I 139 |
1
IC IM f/P T K l Ü AL1K
V Ü C U T L A R IN K E Ş F İ
İşte, solucanlardan balıklara ve in san lara kad ar tüm c a n lıla r ı
I '« |
Yl ' ( V I Cl I l * T I R M I SI R U Y I N1
briyen olarak bilinen bir çağa aitti. Hayatın ne kadar eski oluşu
na dair bilgilerimizin yanlış olduğu ispatlanmıştı. Bu paleonto-
lojik garabetler, bilimsel cevherler haline geldi.
Bu Prekambriyen diskler, şerit ve çizgili yaprak şeklindeki
yapılar kesinlikle, vücudu olan en eski canlılardır. İlk hayvan
fosillerinden bekleneceği gibi, bunlar da bugün gezegenimizde
yaşayan sünger ve denizanası gibi en ilkel hayvanlardan birkaçı
na ait temsilciler içerir. Diğer Prekambriyen fosiller ise bilinen
hiçbir şeye benzemez. Bu izlerin, vücudu olan bir ‘şeyin’ izi
olduğu söylenebilse de yuvarlak ya da şeritsi şekilleri, yaşayan
hiçbir canlmmkine benzemez.
Bundan çıkarılacak anlam çok açıktır: Çok hücreli canlılar,
600 milyon yıl önce gezegenimizin denizlerinde yaşamaya baş
ladı. Bu canlıların, şekli gayet belirgin olan vücutları vardı ve
sadece hücre kolonilerinden ibaret değillerdi. Bazılarının biçi
mi, günümüzdeki canlı formlarını andıran simetrik düzendeydi.
Yaşamakta olan canlı formlarıyla doğrudan karşılaştırılamaya
cak durumda olanlarının bile vücutlarının farklı kısımlarında
özelleşmiş yapılar vardı. Bu da, Prekambriyen dönemde yaşa
yan organizmaların, o zaman için tümüyle yeni olan bir biyolo
jik düzenlenme biçimine sahip olduklarını göstermektedir.
Bu değişimlerin kanıtlarına, vücut fosillerinde olduğu kadar
kayaların kendisinde de rastlanmaktadır. İlk vücutlarla birlikte
ilk izler de oluşmuştur. Bu kayalara yer eden izler, aslında
çamurda emekleyip süzülen canlıların bıraktığı ilk işaretlerdi.
Tarihöncesinden kalan bu ilk izleri oluşturan, küçük, şerit şek
lindeki çizikler bize, vücudu olan bu canlılardan bazılarının nis
peten karmaşık hareketleri yapabilecek kabiliyette olduklarını
gösterir. Bu canlılar, ayırt edilebilir kısımlar içeren vücutlara
sahip olmanın ötesinde, bu kısımları tamamen yeni şekillerde
hareket ettirerek kullanıyorlardı.
Bunlann hepsi birlikte ele alındığında, ortaya akla oldukça
I 143 I
K ' i M I / m Kİ B A I I k
yakın bir tablo çıkıyor. İlk vücutları, ilk vücut planlanndan önCe
görüyoruz. İlk ilkel vücut planlarını, kafası olan ilk vücut plan
lanndan önce görüyoruz vs. Birinci bölüm de gezindiğimiz
hayali hayvanat bahçesi gibi, yeryüzündeki kayalarda da belli
bir düzen ve sıralam a vardır.
Bu bölüm ün b aşın d a söy led iğ im iz gibi, vücutların ne
zaman, nasıl ve neden ortaya çıktığının peşindeyiz. Prekam-
briyen dönem e ait keşifler, bize “ ne zam an ?” sorusunun cevabı
nı verir. Nasılını ve sonunda nedenini anlayabilmek için biraz
farklı bir yol izlememiz gerekecek.
B İZ D E V Ü C U T B U L A N K A N IT L A R
Vücutlarımızın ne kadarının bu Prekam briyen disklerde, şerit
lerde ya da çizgili yaprak şeklindeki yapılarda yer aldığını bir
fotoğrafta yakalamak m üm kün değildir. Bunca karmaşıklığı
mızla biz insanların, kayalardaki birtakım izlerle, hele de büzüş
müş denizanalannı ve ezilmiş film makaralarını andıranlanyla
ortak neyimiz olabilir ki?
Bu sorunun, m eselenin özünü aydınlatan ve kanıtlan gördü
ğümüzde inkâr edem eyeceğim iz kadar açık bir yanıtı var: Bizi
oluşturup birarada tutan -bir vücudum uz olmasını mümkün
kılan- “şey”, Gurich ve Sprigg’in bulduğu tarihöncesi iz le r i bıra
kan vücutları oluşturan “şey”le aynıdır. Aslında, tüm vücudu
muzun yapım ında kullanılacak yapı iskelesi, hiç ummadığım^
kadar eski bir yerden, tek hücreli hayvanlardan ortaya çıkmıştır-
İster bir denizanasım, isterse bir göz küresini oluşturan hüc
reler olsun, bir hücre küm esini birarada tutan nedir? Bizim
canlılarda bu biyolojik harç, insanı hayrete düşürecek kad*r
karmaşıktır; hücrelerimizi birarada tutm akla kalmaz, hücreli1
mizin birbiriyle iletişim kurm alarını ve yapımızın büyük bir k*
mını oluşturmalarını da sağlar. Bu harç tek bir şey değildi* hu
relerimiz arasında yer alan ve hücrelerim izi birbirine bağb)
I 144 I i
Y UCl I <i T I I Ş I I R M 1 S f K L \ ' I N 1
I 145 |
mn hiçbir yolu ya da hücreler arasında hiçbir madde bulu
saydı, yeryüzünde vücutlu bir canlı da olmayacak, sadece hü
yığınları olacaktı. B u da dem ektir ki, vücutların nasıl ve n
zam an ortaya çıktığını anlam ak için önce bu molekülleri, yânj
hücreleri birarada tutm aya yarayan, hücrelerin birbiriyle ileti
şim kurm alarını m üm kün kılan m olekülleri ve hücreler arasın-
daki m addeleri anlam alıyız.
Bu m oleküler yapım n vücudum uzla ilgisini kavrayabilmek
için vücudum uzun sad ece bir kısm ına, iskeletimize yakından
bakalım . İskeletim iz, hem bu derecede minik moleküllerin
vücudum uzun yapısı üzerinde nasıl büyük bir etkide bulunabil
diğine, hem de vücudum uzun bütün parçalannda geçerli olan
genel ilkelere sağlam bir örnek oluşturur. İskeletimiz olmasa,
lapa gibi yığdırdık. K arad a y aşam kolay olmazdı, hatta imkânsız
olurdu. Öyleyse, tem el biyolojik yapım ızın büyük bölümü ve
hareketlerimiz, esasen, p ek de kıym etini bilmediğimiz iskeleti
miz sayesinde m üm kündür. Y ürüdüğüm üz, piyano çaldığımız,
soluk alıp verdiğim iz, y em ek yediğim iz her seferinde iskeletimi
ze şükretmeliyiz.
İskeletim izin işlevleri, en iyi bir köprüye benzetilerek anlatı-
labilir. Bir köprünün dayanm a gücü büyüklüğüne, şekline, kinş
ve halatlarına bağlıdır. D ah a da önem lisi, köprünün dayanma
gücü, yapddığı m adden in m ikroskobik özelliklerine de bağbdm
Çeliğin ne kadar güçlü olduğunu ve kırılmadan ne kadar esne
yebdeceğini belirleyen, m olekül yapısıdır. Aynı şekilde, isk^e
timizin dayanm a gücü de kem iklerim izin büyüklük ve şekillen
ne, am a aynı zam an da kem iklerim izin molekül özelliklenn
bağlıdır.
Bu nasıl oluyor, bir bakalım . Y olda koşarken kaslarımız ka
lir, sırtımız, kollarım ız ve bacaklarım ız hareket eder ve aya
•* - # *
mız ileri doğru hareket ed ebilm em iz için yerden i 11'»
bilm
Kemiklerimiz ve eklem lerim iz, tüm bu hareketleri yar-1
\ L ( l I (. 1 I İŞ I I R M l SI RL \ I Nl
I ‘ 47 |
m aya dayanıklıyken u çlardan zo rlan d ığın d a dayanıksızdır
K em ikler, h idro ksiap atit, k o lajen ve daha az bulunan başka
m oleküllerle dolu b ir o rtam d a y er alan hücrelerden oluşur Bazı
hücreler birbirine sım sıkı b ağlıd ır, bazıları da bu maddelerin
içerisinde yüzer. K em iğin d ay an m a gücü, kolajenin çekilmeye
karşı dayan m a gü cün e ve h idro k siap atitin de basınca dayanma
gücüne bağlıdır.
İskeletim izdeki b aşk a b ir d oku olan kıkırdak ise biraz daha
farklı davranır. H afif te m p o d a koşarken, kemiklerimizin birbiri
ne sürtünürken kayarcasına hareket ettiği düzgün yüzeyleri sağ
layan, eklem lerim izdeki kıkırdaktır. Kıkırdak, kemikten çok
daha esnek bir dokudur; üzerine uygulanan kuvvetlere karşı
bükülebilir ya da kırılıp dağılabilir. T em p o lu koşu sırasında kul
landığım ız eklem lerim izin çoğu gibi diz ekleminin de düzgün
çalışması, nispeten yu m u şak kıkırdağı sayesinde olur. Sağlıklı
bir kıkırdağa basınç uygulanacak olursa, basınç ortadan kalktı
ğında bulaşık süngeri gibi asıl şekline döner. Koşarken her adı
mımızda, vücudum uz tüm ağırlığıyla, belli bir hızla yere vurur.
E ğer eklem lerim izdeki b u k oru y ucu kapsüller olmasaydı,
kemiklerimiz birbirine sürtünerek aşınır, bu da bizi, eklem ilti
habının (artrit) insanı elden ayaktan düşüren istenmeyen sonu
cuna götürürdü.
Kıkırdağın esnekliği, yapısının m ikroskobik bir özelliğinden
kaynaklanır. Eklem lerim izdeki kıkırdakta görece az hücre var
dır ve bu hücrelerin aralarında b o lca dolgu malzemesi bulunur.
Kemikte olduğu gibi, kıkırdağa m ekanik özelliklerini veren de
büyük oranda bu hücrelerarası dolgudur.
Başka dokuların hücrelerinde olduğu kadar, kıkırdak hücre
lerinin arasındaki boşluk da büyük oranda kolajenle doludu
Kıkırdağa asıl esnekliğini kazandıran ise başka bir tür molek
dür; tüm vücudum uzdaki en olağandışı moleküllerden
Proteoglikan kom pleksi adı verilen bu molekül türü, kıkırd b
vıvr'i ı,ı:ı i yi i r m i s l r i'y i ni
I 149 |
P P P P ^ *F —
H. İ M İ / I X kİ HA I I k
I ıs» I A
\ l CL"I (.1 I l'sTIRMI si Rl \ | sj|
TOPAKSI Y A R A T IK L A R D A V Ü C U T Y A P IM I
bir profesörün vücuduyla bir topağın ortak yönü nedir? Bu
soruyu yanıtlayabilmek için, bugün yeryüzünde yaşayan en ilkel
riicutlara bakalım.
bu canlılardan birinin özelliği, doğal ortamında nerdeyse
biç görülmemiş olması. 1880’lerin sonunda, akvaryum camı
I ıs ı j
üzerinde yaşayan tuhaf ve basit yapılı bir canlı keşfedildi. Hiçbir
canlıya benzemiyordu, yapışkan bir kütle gibiydi. Bu canlıyı
olsa olsa Steve M cQ ueen m filmi The B lob’daki uzaylı yaratığa
benzetebiliriz. Hatırlarsanız B lob, uzaydan düştükten sonra
avlanmaya çıkan, Pennsylvania’nın kü çü k kasabalarındaki
köpekleri, insanları, hatta sonunda lokantaları yutan amorf bir
yaratıktı. Blob’un sindirim borusunun ağzı, alt kısmında bir yer
deydi: bu bölgeyi hiç görm üyor, yalnızca yakalanan canlılann
feryatlarını duyuyorduk. Şim di bu yaratığı 200 ila 1000 hücreli,
yaklaşık 2 mm çapında bir canlı boyutlarına indirin; alın size,
placozoa adı verilen esrarengiz yaratık. Placozoalann, minik
yassı bir tabağı andıran çok basit vücudu, sadece dört tip hücre
den oluşur; ama bu, yine de bir vücuttur. A lt kısmındaki hücre
lerin bir kısmı sindirim için özelleşm iştir; diğer hücrelerde,
hareket ettiğinde canlıyı sağa so la oynatm aya yarayan
“kam çılar (flagella) vardır. Placozoalann doğal ortamda ne
yediklerine, nerede yaşadıklanna, yani kendi doğal habitatlan-
mn ne olduğuna dair pek bir görüş yok. Bun a rağmen bu basit
yaratıklarda, müthiş önemli bir şey fark edildi: Bu ilkel canlılar
da çok az sayıda özelleşmiş hücre olm asına rağmen, parçalar
arasında işbölümü vardı.
Vücutlarda ilgimizi çeken ne varsa, çoğu zaten placozoalar-
da da vardır. Düzenlenişi çok ilkel olm akla beraber placozoalar
gerçek anlamda vücuda sahiptir. D N A 'lan n ı ve hücrelerinin
yüzeyinde bulunan molekülleri araştırıp incelerken, bizdeki
vücut yapım aygıtlarının çoğunun placozoalarda zaten var oldu
ğunu fark ettik. Placozoalarda, bizim kendi vücutlarımızda gör
düğümüz molekül perçinlerinin ve hücre iletişim araçlarının
versiyonlan bulunur.
Sonuçta, bizim vücut yapım aygıtımız, Reginald Sprigg,n
bulduğu tarihöncesinden kalma izlerden bile daha basit yapıö*
olan bu yuvarlak yaratıklarda da var. A caba işi daha ileri götuf
I 152 |
A
V I C l 1I e t i l i . ! IK M I sı k i v i ni
I I** |
karakteri de sapasağlam kalırdı; h atta h ücreleri, kendisinin çok
farklı versiyonlannı oluşturm ak ü zere b iraray a geleceğinden,
belki de bu deneyimle yeniden d o ğ m u ş gibi hissedecekti.
Süngerlerde vücudun kökenini an lam am ıza yardımcı olan
şey, hücrelerdir; içlerinde genellikle, türe b ağlı olarak bölümle-
re de ayrılabilen, içi b o ş oyuklar vardır. Ç o k özel bir tür hücre
nin yönlendirmesiyle b u boşlu k lard an su geçer. Bu hücreler,
hazne kısmı süngerin içine d ön ü k d u ran kadehlere benzer.
Kadehin ağzından çıkan m inik tüycükler, sudaki yiyecek parça
cıklarını kamçılayıp yakalar. A yrıca, b u hücrelerin hepsi, kadeh
kısmından çıkan büyük birer kam çıya d a sahiptir. Kamçılann
birbiriyle ahenkli hareketi, su ve yiyecekleri, süngerin gözenek
lerinden içeri doğru iter. Süngerin içindeki başka hücreler, bu
yiyecek parçalarını sindirir. D ış tarafta dizilen bir diğer grupsa,
süngerin, suyun akıntısına göre şeklini değiştirm esi gerektiğin
de kasılma hareketi yaparlar.
Bir süngeri vücut olarak nitelendirm ek çok güç olsa da,
vücutların en önemli pek çok özelliğine sahiptir: Hücreleri ara
sında işbölümü vardır; hücreler birbiriyle iletişim kurabilmek
te; ayrıca farklı hücre gruplan, tek bir birey gibi hareket etmek
tedir. Sünger, farklı yerlerinde farklı işler üstlenen farklı türde
hücreleriyle, organize olm uş bir canlıdır. K usursuz bir biçimde
biraraya gelmiş trilyonlarca hücresiyle bir insan vücudu ile bir
sünger arasında dağlar kadar fark vardır, am a sünger, insan
vücuduyla bazı ortak özelliklere sahiptir. E n başta, bizim vücu-
dumuz için söz konusu olan hücre bağlan m ası, hücrelerarası ile
tişim ve yapı iskelesi, süngerlerde de büyük ölçüde vardır.
Süngerler, çok ilkel ve düzenlenm e biçim i görece y etersiz de
olsa, birer “vücut”tur.
Placozoa ve süngerler gibi, bizim de çok sayıda hücrem»*
var. Tıpkı bu canlılar gibi, bizim vücudum uzun parçaları arası»1
da da bir işbölümü söz konusu. V ücudu birarada tutan molek11
\T ( 1 1 c ;i I l.ş I I R M 1 S I R I M M
I 1S6 I
VLK l ' T I Ş T I RM F S F R t ’ V F N l
I 1*7 I
l l / I M I / . m Kİ HAİ IK
I 159 I
tÇ ÎH Ö Z D T Id B A L IK
¥
I >60 |
Vl ' C L ' T (. f I I Ş T I R M F Sf Rl . ' VFN!
I 161 |
SEKİZİNCİ BÖLÜM
KOKU ALMA
1 iAA I
K O K l ' At.MA
I nı I
DOKUZUNCU BÖLÜM
GÖRME
I 172 I
GORMF
DO KULAR
Hayvanlarda iki çeşit göz olur; birini omurgasızlarda, diğerini
I i™ I
vücut planına sahip olan b u so lu can lan n aynı zam an da ışığa
duyarlı iki çeşit organı vardır: b ir g ö z ve derinin altında da, sinir
sistemlerinin ışığı y akalam ad a özelleşm iş bir parçası. A rendt bu
solucanlan hem fiziksel, h em d e gen etik parçalarına ayırdı.
Opsin genlerindeki dizilim i ve ışık tu tu cu nöronların yapışım
bilmek Arendt’e, deniz solucanların ın inşasını incelem ek için
gerekli araçlan sağlam ıştı. B u solucan lard a, hayvanlarda bulu
nan iki tip fotoreseptörün de unsurlarına rastladı. N orm al
“göz”, herhangi bir om urgasız gözü gibi nöronlardan ve opsin-
lerden oluşuyordu. D erinin altındaki m inik fotoreseptörler ise,
bütünüyle başka bir m eseleydi. “ O m urgalı” opsinleriyle birlik
te, ilkel formda da olsa tüysü uzantıları bile içeren hücre yapısı
na sahiptiler. Arendt canlı bir bağlantı, yani biri (bizdeki göz
tipi) çok ilkel form da olm ak üzere iki tip göze de sahip bir hay
van bulmuştu. İlkel om urgasızları incelediğim izde, farklı tip
gözlerde ortak parçalar olduğunu görürüz.
GENLER
Arendt’in bu keşfi başka bir soru doğurdu. G özlerde bazı parça
ların ortak olması yeterli değildi. Birbirinden bu derece farklı
görünen gözler (solucanın, sineğin ve farenin gözleri gibi) bir-
biriyle nasıl bu kadar yakından ilintili olabiliyordu? Cevap için,
gözlerin yapımında kullanılan genetik form üle bakalım.
20. yüzyılın başlarında M ildred H oge, m eyve sineklerindeki
mutasyonlan kaydederken hiç gözü olm ayan bir sinek buldu.
Bu mutant sinek tek örnek değildi. H oge, tam am ı bu tür sinek
lerden oluşan bir nesil üretebileceğini fark etti ve bunlara göz -
ûz adını verdi. Sonradan, farelerde de benzeri bir m utasyon
keşfedildi. Bazılarının gözleri küçüktü, bazılan ise, gözler de
dahil olmak üzere baş ve yüzün bazı parçalarından tümüyle
y°ksundu. İnsanlarda “aniridi” (doğuştan iris yokluğu) olarak
Bilinen buna benzer bir bozuklukta, gözlerin bazı parçalan
t e I M I / m K İ B A I IK
KU LA KLA R
â
O R T A K U LA K V E Ü Ç K U L A K K E M İK Ç İĞ İ
Memeliler çok özeldir. Kıllarım ız ve süt bezlerimizle, diğer can
lılardan hem en ayırt edilebiliriz. M em elilere özgü en ayırt edici
özelliklerin, kulağın içinde olduğunu öğrenm ekse çoğu kişiyi
şaşırtır. M emeli ortakulağındaki kemikçikler, başka hiçbir can-
lımnkine benzem ez: M em elilerde üç kulak kemikçiği varken,
sürüngenlerde ve am fibilerde sadece bir kemikçik bulunur.
Balıklarda ise hiç yoktur. Öyleyse ortakulağımızdaki bu kemik
çikler nereden geliyor?
Biraz anatomi: Ortakulağımızdaki kemikçiklere çekiç, örs ve
üzengi adı verildiğini hatırlayın. Bu kemikçiklerin hepsinin de
solungaç yaylarından türediğini görm üştük: birinci yaydan
üzengi, ikinci yaydan çekiç ve örs. Hikâyemiz de işte burada
başlıyor.
1837’de Alman anatomi uzm am Kari Reichert, kafatası olu
şumu anlamak için memeli ve sürüngen embriyolarını inceli
yordu. Farklı türlerin solungaç yaylarının gelişimini takip edi
yor, yay yapılarının kafatası içindeki akıbetlerini anlamaya çalı
şıyordu. Bu işi defalarca yaptı, sonra hiç anlam veremediği bir
şey fark etti: Memelilerdeki kulak kemikçiklerinden ikisi, sü
rüngen çenesindeki parçalara karşılık geliyordu. Gözlerine ina
namayan Reichert’ın heyecanı, monografisinden de açıkça
okunmaktadır. Reichert kulak-çene benzerliğini anlatırken
yazısı, 19. yüzyıl anatomisinin genelde ciddi anlatımından sapi'
yor ve bu buluşu karşısında yaşadıklarını şok, hatta hayretle
ifade ediyordu. Sonuç kesindi. Sürüngen çenesinin bir kısmım
oluşturan solungaç yayı, memelilerde kulak kemikçikle*101
oluşturan solungaç yayıyla aynıydı. Reichert, kendisinin bile
inanmakta zorlandığı bir fikir ileri sürdü: Memeli kulağındaki
bu parçalar, sürüngen çenesindekilerle aynı parçalat
Reichert’in bu fikri, Darvvin’in tüm canlıları kapsayan ev*1 ^
ağacı kavramından birkaç onyıl önce öne sürdüğünü düşüne
Kl ' I AKI AR
İÇ KULAK: D A L G A L A N A N S IV IL A R , E Ğ İL E N
tü yler
I *89 |
beyne giden sinir sinyalleri
Ne zaman başınızı bir yana eğseniz, sıvı dolu keseciklerin üzerindeki küçük
taş parçalan hareket eder. Bu da, keseciklerin içindeki sinir uçlannı eğerve
beyninize “başın eğik” olduğunu söyleyen bir uyan gönderilir.
Hızlandığımız zam an , içk u lak sıv ısın d a k i d a lg a la n m a şidd etlen ir. B u şid
detli dalgalanma, b ir sin ir u y a n sm a d ö n ü ştü r ü le r e k b e y n e iletilir.
mizin habercisidir.
Fazla içki içtiğimizde kan dolaşım ım ıza bolca etanol karışır*
Kulak kanallarımızın içindeki sıvıda zaten çok az etanol vardır-
Alkol almayı sürdürdükçe, kanımızdaki alkol içkulağımızdak
sıvıya da geçmeye başlar. Alkol bu sıvıdan daha hafif olduğa
için, bu sıvıya karışması, bir bardak zeytinyağına alkol boşalt
masına benzer bir sonuç verir. Tıpkı alkol katıldığında zeytinya
ğının bardakta dolanıp durm ası gibi, kulağım ızın içindeki sıvı
da öyle dolanıp durur. B u konveksiyon , içkiye düşkün olanları
mızda ciddi hasarlara yol açar. T üysü hücrelerim iz uyarılır ve
beynimiz hareket ettiğim izi sanır. A ncak hareket etmemekte-
yizdir; ya tökezleyip bir köşeye yığılıp kalmış, ya da bir bar
taburesinde uyuklar haldeyizdir. Beynim iz oyuna gelip aldan -
mıhtır.
Sorun, gözlerimizi de etkiler. D ön üp durduğum uzu sanan
beynimiz bu bilgiyi göz kaslarına iletir. G özüm üz seğirm e hare
ketleriyle birlikte tek tarafa (genellikle sağa) kaymaya başlar.
Zilzurna sarhoş birinin gözlerinde, nistagm us adı verilen bu
tipik seğirmeyi görürsünüz. Bu durum u polisler de gayet iyi
bilir ve otomobillerini çılgınca sürdükleri için durdurdukları
kişilerde, genellikle nistagm us olup olm adığına bakarlar.
Akşamdan kalmalar ise bundan biraz daha farklı tepkiler
gösterir. İçki âleminin ertesi günü karaciğeriniz, alkolü kanınız
dan atmak için olağanüstü iyi bir iş çıkarmıştır. A m a kulakları
mızdaki kanallarda halen alkol dolanm aktadır. Bu alkol, daha
sonra sıvıdan tekrar kan dolaşım ına geçer, geçerken de kulakta
ki sıvı tekrar hareketlenir, baş dönm esi yine başlar. Önceki gece
gözü sağ tarafa doğru seğiren içkiciye, bu kez de akşamdan
kalma haliyle bakın. Gözünde yine seğirme olabilir, ama bu kez
Öbür tarafa.
Bunun suçlusu, ortak geçm işe sahip olduğumuz köpekbalık-
lan ve balıklardır. Eğer daha önce alabalık avlamaya çalıştıysa-
mz; muhtemelen içkulağımızın öncülü bir organa karşı mücade-
k de etmişsinizdir. Balıkçılar gayet iyi bilir; alabalıklar nehrin
s*dece belirli yerlerinde, genellikle en iyi yiyecekleri bulabile-
cekleri ve avcılardan korunabilecekleri noktalarda dolanırlar.
Bu tür yerler, genellikle nehrin gölgede kalan ve girdap yaptığı
Bölgelerdir. Büyük balıklar için saklanılacak en iyi yerler, iri kaya
I >93 |
parçalarının ya da suya düşen kütüklerin arkasıdır. Bütün balık
lar gibi alabalık da, akıntıyı ve suyun hareketini algılayabüeceği
dokunma duyusuna çok benzer bir m ekanizm aya sahiptir.
Balığın derisiyle kemiklerinin içinde, gövdesi ve başı boyun.
ca düzenlenmiş, duyu reseptörü küçük organlar yer alır. Küçük
kümeler halinde duran bu reseptörlerin, nörom ast organı adı
verilen ve peltemsi sıvıyla dolu bir keseciğin içine uzanan minik
tüysü uzantıları vardır. Burada yine, içinde Özgürlük Anıtı olan
kar küresini düşünün. N örom ast organı, içine sinirlerin uzandı
ğı minik bir kar küresine benzer. Balığın etrafındaki su dalgalan
dıkça bu minik kese biraz yam ulur ve sinirin tüysü uzantılannı
eğer. Sonra, kulaklarımızdaki m ekanizm aya çok benzer bir
şekilde, balığın bu organı beyne bir sinyal gönderir; böylece
balık, çevresindeki suyun nasıl hareket ettiğini algılar. Köpek-
balıklan ve balıklar, suyun hangi yönde aktığını ayırt edebilir,
hatta bazı köpekbalıkları suyun hareketindeki değişimleri, söz
gelimi yakında yüzen başka balıkların neden olduğu dalgalan
maları bile algılayabilir. Gözlerimizi sabit bir noktadan ayırma
dan başımızı hareket ettirdiğimizde, biz de bu sistemin bir ver
siyonunu kullanmış, sarhoş dostum uzun gözlerini açtığımızda
da, sistemin nasıl aksadığına tanıklık etmiştir. Eğer köpekbalık-
lan ve balıklarla ortak atalarımızın içkulak sıvısı, başka bir tür,
sözgelimi alkol kanştığı zaman dolanıp durmayan türden bir
sıvı olsaydı, sarhoşken başımız hiç dönmeyecekti.
İç kulaklarımızla nöromast organlarının, aynı şeyin versi-
yonlan olduğunu düşünüyorsanız, çok yanılmış sayılmazsınız-
İkisi de, gelişim sırasında aynı tür dokudan oluşur ve benzer
yapıdadır. Ama hangisi önce oluştu? N örom ast mı, içkulaklar
mı? Bu noktada kanıtlar yetersiz kalıyor. Başı olan ilk fosiller
den bazılarına, yani yaklaşık 500 milyon yıl önce yaşamış canlı
I 194 |
KU1AKLAR
â
I 198 I
ON BİRİNCİ BÖLÜM
bü tü n b u n l a r in a n l a m i
İÇİMİZDEKİ H A Y V A N A T B A H Ç E S İ
Akademi camiasıyla tanışm am , 1 9 8 0 le rin b aşın a, üniversite
öğrencisiyken New York’taki A m erikan D o ğ a T arih i M üze-
si’nde gönüllü olarak çalıştığım dön em e rastlar. O günlerden
hiç unutmadığım, müzenin koleksiyonlarında p erd e arkasında
çalışıyor olmaktan duyduğum heyecan ve b ir de, bü yük gürültü
patırtıyla geçen haftalık sem inerlerdi. B u sem inerlerde, her
hafta bir konuşmacı, doğa tarihi üzerine ezoterik b ir çalışm a
sunardı. Konusu genellikle p ek de ilginç olm ayan sunum b itin
ce, dinleyicüer anlatılanları didik didik eder, her noktayı eleştir
meye başlardı. Bazen bütün bu olup bitenler, bana, davetli
konuşmacının ana yem ek olarak şişte çevrildiği bir m angal p ar
tisi gibi gelirdi. Bu tartışm alar sık sık çığırından çıkar, havaya
yumruklar savrulur, katılımcılar yerlerinde tepinir ve bütün
seminer, sessiz filmlerin pantom im sahnelerini andıran yaygara
seanslanna dönüşürdü.
Ben de işte burada, akadem inin kutsal salonlarında takso-
nomi üzerine seminerler dinliyordum . T akson om i, büdiğiniz
gibi türleri adlandırma ve bu ad lan biyolojiye giriş dersinde
hepimizin ezberlediği sınıflandırma sistem ine yerleştirm e bili-
mid‘r- Tanınmış büyük bilim cileri bu derece çıldırtıp insanlık-
tan ^karması bir yana, gündelik hayatın bu kadar dışında kalan
S k a bir konu düşünemiyordum . "İşiniz mi y o k !” denilse
yeriydi.
Asıl ironik olansa, artık neden böyle çileden çıktıklarım anlı
yor olmam. Bunu o zaman anlayamıyordum, ama biyolojide
en önemli kavramlardan birini tartışıyorlardı. Belki size dünya
yı yerinden oynatacak gibi gelmeyebilir ama bu kavram, farklı
canlıları (insanla balığı, balıkla solucanı ya da herhangi bir can
lıyla herhangi bir başka canlıyı) birbirleriyle nasıl karşılaştıraca
ğımızın temelinde yatan kavramdır. Ailemizin soyundan gelen
leri bulmamızı, DNA bulgularından yola çıkarak suçlulan teşhis
etmemizi, AIDS virüsünün nasıl tehlikeli hale dönüştüğünü
anlayabilmemizi, hatta tüm dünyaya yayılan grip virüslerinin
kaynağım bulabilmemizi sağlayan teknikleri hep bu kavram
sayesinde geliştirebiliyoruz. Birazdan ele alacağım bu kavram,
bu kitaptaki mantığın büyük kısmının temel dayanağım oluştu
rur. Bunu kavradığımız zaman, içimizde saklı duran balığın,
solucanın ve bakterilerin anlamım da kavrayacağız.
Gerçek büyük kavramlar ve doğa yasaları, önce, hepimizin
her gün tanık olduğu basit önermelerle dile dökülür. Basit bir
başlangıç noktasından yola çıkan bu kavramlar, daha sonra yıl
dız hareketleri ya da zamanın işleyişi gibi gerçekten çok önem
li meseleleri açıklayacak şekilde gelişir. Buna benzer bir çerçe
vede, ben de sizinle, hepimizin üzerinde hemfikir olacağı ger
çek bir yasayı paylaşmak istiyorum. Bu öylesine temel bir yasa
dır ki çoğumuz hiç düşünmeden, onu olduğu gibi kabul etmişiz
dir; ama paleontoloji, gelişimsel biyoloji ve genetik biliminde
yaptığımız hemen her şeyde başlangıç noktamız bu yasadır.
Bu biyolojik "her şeyin yasası”, bu gezegenimizde yaşayan
Palyaço soyağacı.
nız-
Bu örnekle, çok önemli bir nokta açıklık kazanıyor. D eği
şikliğe uğrayan soylar, özelliklerinden yola çıkarak tespit edebi
leceğimiz bir soyağacı ya da bir soy oluşturur. Bu soy, bakar
bakmaz fark edeceğimiz bir işaret taşır. Burada örnek aldığımız
varsayımsal soy, tıpkı iç içe geçm iş m atruşkalar gibi, grupların
içinde gruplar oluşturur ve biz bu gruplan, kendilerine özgü
özelliklerinden ayırt ederiz. “T am palyaço” olan büyük büyük
torun grubu, sıkınca öten burnu ve kocam an ayaklan olan bir
kişinin soyundan gelmektedir. Bu kişi de, sıkınca öten burnu
olan bir kişinin soyundan gelen “proto-palyaço” grubundandır.
Bu “pre-proto-palyaço” ise, görünüşte palyaçoya benzemeyen
baştaki çiftin soyundan gelmiştir.
Değişikliğe uğramış bu soy m odeli, ben size bununla ilgili
hiçbir şey söylemeden, sizin zaten bu palyaço soy ağacı hakkın
da kolaylıkla varsayımda bulunabilm enizi sağlar. Farklı kuşak
lardan bir oda dolusu palyaçoyla bir araya geldiğinizde, akraba
palyaçoların hepsinin, sıkınca öten burunlu grupta yer aldığını
görürsünüz. Bunların bir alt grubunun turuncu saçlan ve koca
ayaklan vardır. Bu alt grubun içinde de başka bir grup, yani tam
palyaço olan grup yer alır. Önem li olan, bu grubu ayırt edebil
menizi sağlayan özelliklerdir: turuncu saç, sıkınca öten burun,
kocaman ayaklar. Bu özellikler, palyaçoların farklı gruplarını -
Veya örnekte olduğu gibi farklı kuşaklarını- ayırt etm ek için kul
lanacağınız kanıtlardır.
bu palyaço ailesinin yerine, gerçek özellikleri -genetik
mutasyonlan ve bu m utasyonların vücutta kodladığı değişik
likleri- olan bir aileyi koyacak olarsak, biyolojik özelliklerine
| 203 I
bakarak tespit edebileceğim iz bir soy elde etm iş oluruz. Eğer
soyda değişiklik bu şekilde gerçekleşiyorsa, o zaman soyağa.
cimiz da temel yapısında bir im za taşıyacaktır. Bu gerçek öyle
güçlüdür ki, günüm üzde yürütülen soyla ilgi pek çok projede
görüldüğü gibi, sadece genetik verilerden yola çıkarak soyağaç-
lanm oluşturabiliriz. K uşkusuz gerçek hayat, bizim basit var
sayımsal örneğimizden çok daha karm aşıktır. Eğer bir aüede
belirli özellikler çok farklı zam anlarda ortaya çıkıyorsa, bir özel
lik ve bu özelliğe yol açan genler arasındaki ilişki dolaysız değil
se ya da özelliklerin genetik bir tem eli yoksa ve beslenme veya
başka çevresel koşulların değişm esi sonucunda ortaya çıkıyorsa,
o ailenin soyağacmı çıkarmak zor olabilir. İşin iyi tarafı, bir
radyo dalgasının parazitlere rağm en tespit edilebilmesi gibi
değişikliğe uğrayan soy m odellerinin de, değişen koşullara rağ
men genellikle tespit edilebüm esidir.
Peki, soylarımızın başladığı yer neresidir? Palyaçolann soyu,
espri anlayışından yoksun çiftle mi başlıyor? Benim soyum ilk
Shubinlerle mi başladı? Bu olacak şey değil. Öyleyse Ukrayna
Yahudileri ya da kuzey İtalyalılarla mı başladı? İlk insanlarla
başlamış olmasın? Ya da daha da geriye gidelim; bundan 3,8
milyar yıl önceki su birikintisindeki bir köpük tabakasına ve
daha öncesine. Herkes, kendi soyunun geçm işte bir noktaya
kadar uzandığı konusunda hemfikir; am a asıl mesele, bu nok
tanın ne kadar geride olduğudur.
Eğer soyumuz su birikintisindeki köpük tabakasına kadar
uzamyor ve bunu biyoloji yasam ızı izleyerek gerçekleştiriyorsa,
kanıtlan bir araya getirip belirli tahm inlerde bulunabiliriz. Buna
göre yeryüzündeki tüm canlılık, rastgele bir canlı kanşımı olma
yıp palyaçolarda gördüğüm üz gibi değişikliğe uğramış, soya
özgü işareti taşıyor olmalıdır. H atta jeolojik kayıtlar da rastgd*
bir yapı sergilemeyecek, yeni eklenenler görece genç kaya kat
inanlarında ortaya çıkacaktır. Tıpkı benim, aile so y a ğ a c m d
Bt ll'N l U' NI A R I N ANI A M I
HAYVANAT B A H Ç E S İN D E (D A H A U Z U N ) B İ R
GEZİNTİ
Gördüğümüz gibi, vücudum uzun parçalan, biraraya gelişigüzel
biçimde getirilmemiştir. B urada “gelişigüzel” kelim esini belli
bir anlamda kullanıyor ve yürüyen, uçan, yüzen ya da sürünen
diğer hayvanlara baktığım ızda vücut yapım ızın kesinlikle gelişi
güzel biçimde oluşmadığını kastediyorum . Bizim yapımız, bazı
hayvanlarla kısmen ortaktır, bazılanyla ise değildir. Dünyadaki
diğer canlılarla paylaştığım ız ortak özelliklerimizin altında belli
bir düzen yatar. îki kulağımız, iki gözüm üz, bir kafamız, bir çift
kolumuz ve bir çift bacağım ız var. Y edi bacaklı ya da iki kafalı
değiliz; tekerlerimiz de yok.
Hayvanat bahçesinde yapacağım ız bir gezintide, diğer canlı
larla aramızdaki bağlantılar hem en belli olur; hatta diğer canlı-
lann çoğunu, palyaçoları gruplandırdığım ız gibi gruplan-
dırabileceğimizi görürüz. Sergilenen üç hayvandan başlayalım.
Önce kutup ayılan. K utup ayılanyla paylaştığım ız özellikleri
sıralayarak uzun bir liste oluşturabiliriz. Başka pek çok şeyin
yanında kıllar, süt bezleri, kol ve bacaklar, dört üye, bir boyun,
&i göz vb. Sonra da kaplum bağalara geçelim . Benzerlikler oldu
ğu kesindir, ama bu kez liste daha kısadır. Başka benzerliklerle
beraber kaplumbağalarla ortak özelliklerimizi kol ve bacaklar,
bir boyun ve iki göz olarak sıralayabiliriz. Am a kutup ayılan ve
bizden farklı olarak kaplum bağalarda kıllar ve süt bezleri yok-
^ Kaplumbağanın kabuğuna gelince, tıpkı kutup ayısının
beyaz kürkü gibi, o da kaplum bağaya özgü görünmektedir
Şimdi de Afrika kıtasına özgü balıkların sergilendiği bölümü
ziyaret edelim. Buranın sakinleri de yine bize benzeyecektir
ama ortak özellikler, kaplum bağalarla olduğundan da azdır
Bizde olduğu gibi, balıkların da iki gözü vardır. Bizde olduğu
gibi, balıkların da dört eklentisi vardır, am a bu eklentiler kol ve
bacak değil, yüzgeç şeklindedir. Balıklarda, diğer pek çok özel
lik olmadığı gibi, kutup ayılarında ve bizde ortak olan kıllar ve
süt bezleri de yoktur.
Palyaço örneğinde ortaya çıkan ve grup, alt-grup, alt-alt
gruplardan oluşan m atruşkalara benzem eye başladı, değil mi?
Balık, kaplumbağa, kutup ayısı ve insan - hepsinin bazı ortak
özellikleri (kafa, iki göz, iki kulak vb) var. Kaplumbağa, kutup
ayısı ve insan bu özelliklerin hepsine sahip; ayrıca balıklarda
olmayan özelliklere de, yani boyun kol ve bacaklara da. Kutup
ayılan ve insanlar daha seçme bir grup oluşturur; bu grubun
üyeleri, tüm bu özelliklerle birlikte kıllara ve süt bezlerine de
sahiptir.
Hayvanat bahçesindeki gezintimizin daha anlaşılır olması
için palyaço örneğinden yararlanalım. Palyaçolarda, gruplarda
ortaya çıkan örüntü, değişikliğe uğrayan soyu yansıtıyordu. Bu,
aynı zamanda, tam palyaço çocuklann ortak akrabalannın,
sadece sıkınca öten burnu olan çocuklarla ortak olan akraba-
lanndan daha yakın zamanda yaşadığı anlamını da içerir. Bu
mantıklı: Sıkınca öten burna sahip çocuklann anne babası, tam
palyaçolann büyük-büyük büyük atasıdır. Aynı yaklaşımı, hay
vanat bahçesi gezintimizde karşılaştığımız gruplara da uygula*
yacak olursak, insanlarla kutup ayılannm ortak atası, in sa n la rla
I 209 I
İnsanın, denizanasına kadar uzanan soyağacı. Bu soyağacı, palyaçoların
soyağacıyla aynı yapıdadır.
içeren vücut planına sahip çok hücreli hayvanlann bir alt gru
bunda el ve ayaklar da vardır. Bu omurgalılara da te tra p o d la r
planına sahip çok hücreli hayvanlann bir alt grubunda, iki ayak
Ü z e rin d e yürüme özelliği ve çok büyük beyin bulunur. Bu meme
lilere de insanlar diyelim.
Bu sınıflandırmalann gücü, dayandıklan kanıtlardan gelir.
Yüzlerce genetik, embriyolojik ve anatom ik özellik, bu sınıflan-
dırmalan destekler. Bu düzenlenme de içimize bakışımızda bize
önemli bir perspektif sunar.
Bu alıştırma soğan soym aya benzer; kabuklan kat kat soy
dukça, geçmişin bir başka bir katmanıyla karşılaşınz. Önce,
diğer memelilerin hepsiyle ortak olan özelliklerimizi görürüz.
Derinlere gittikçe balıklarla, daha da derinlerde solucanlarla
ortak özelliklerimizi fark ederiz. Ve bu böyle devam eder. Pal
yaçolarda yürüttüğümüz mantığı hatırlayacak olursak bunun
anlamı, vücudumuzun içinde derin iz bırakmış bir değişikliğe
uğramış soy örüntüsünün var olduğudur. Bu örüntü, jeoloji
kayıtlarında kendini gösterir. En eski çok hücreli canlı fosili,
600 milyon yıldan daha öncesine aittir. Ü ç kemikçikli orta kula
ğı olan ilk fosil, 200 milyon yıldan daha gençtir. İki ayağı üze
rinde yürüyen bir canlıya ait en eski fosil ise, yaklaşık 4 milyon
yıllıktır. Bütün bu bulgular birer tesad ü f mü, yoksa işlediğine
her gün tanık olduğumuz bir biyoloji yasasım n yansımaları mı?
Cari Sağan bir zamanlar, yıldızlara bakmanın geçmişe bak
maya benzediğini söylemişti. Yıldızların ışığı, dünyamız oluş
madan çok önce çıktıkları bir yolculuktan sonra gözüm üze ula-
Şm insana bakmayı, tıpkı yıldızlara bakm aya benzetiyorum.
Nasıl bakacağınızı bilirseniz, vücudum uz bir zaman kapsülüne
dönüşür; açıldığında, gezegenim izin geçm işindeki önemli anla
ra tarihöncesi okyanusların, nehirlerin ve ormanların uzak geç
işin i anlatır. Tarihöncesi atm osferde m eydana gelen değişik
le r i, hücrelerin işbirliği yaparak vücutları oluşturm alarını sağ
dan moleküllerde görürüz. T arihöncesi nehirlerin doğal orta-
mı>hizim kol ve bacaklarımızın tem el anatom isini şekillendir
I 211 I
j^ rv ' —
İ C I M İ T ^ F K İ B A M k.
G E Ç M İ Ş İ M İ Z B İ Z İ N E D E N H A S T A E D İY O R ?
D izim şişm iş ve greyfurt b üyü klüğün e ulaşm ıştı; cerrahi bölü
m ünden bir arkadaşım d a dizim i bü k ü p burarak, bağlardan biri
nin ya da eklem kıkırdağının h asar görü p görm ediğini anlamaya
çalışıyordu. B u m u ayen ed en ve M R I tetkikinden sonra dizimde
bir m enisküs yırtığı old u ğu an laşıld ı; m uhtem elen yirmi beş yıl
boyunca arazide kayalan n ve taş yığınlarının üzerinde sırt çan
tasıyla gezinm em in bir so n u cu o lsa gerek. Dizinizi incittiyseniz,
m utlaka üç yap ıd an biri veya birkaçı h asar görmüştür: medial
m enisküs, m edial kollateral b a ğ ya d a ön çapraz bağ. Bu üç yapı
öylesine sıklıkla h asar g örü r ki, d ok to rlar kendi aralannda bun
lardan "m u tsu z üçlü” diye sö z ederler. Bunlar, içimizdeki balı
ğın açtığı tuzakların kesin kan ıtıdır: Balıklar, iki ayaklan üzerin
de yürüm ez.
İnsan olm anın b ir b ed eli vardır. Y aptığım ız olağanüstü şey
ler -konuşm ak, dü şünm ek , ellerim izi kullanm ak ve iki ayağımız
üzerinde yürüm ek- için b ir b e d e l öd eriz. B u, içimizdeki hayat
ağacının d oğu rd u ğu kaçın ılm az b ir son u çtur.
Bir V olksw agen K a p lu m b a ğ a y ı, saatte iki yüz elli km hızla
gidecek şekilde d on atıp m od ifiy e ettiğinizi varsayalım. 1 933 te
A d o lf H itler, D r. F erd in an d P o rsc h e y i, b ir galon benzinle alt
mış beş km yol kat ed e c e k ve o rtalam a bir Alman ailesini
güvenle ulaşım ını sağlay acak u cu z bir otom obil geliştirmekle
görevlendirm işti. S o n u ç ta V o sv o s K ap lu m b ağa ortaya Ç1^ 1,
O tom obilin bu geçm işi, yan i H itle r’in planı, günümüzde bu
K a p lu m b a ğ a c a y a p a b ile c e ğ im iz d eğişiklikleri sınırlı kd‘,r’
motorunu ancak bir yere kadar, yani ön em li sorunlar çıkım**'1
s r n \ a s i m ii
I 213 I
U. t V' t / I > I K İ B A I I k
AVCI T O PLA Y IC I G E Ç M İŞ İM İZ : O B E Z İ T E , KA LP
H A STA LIKLA RI V E H E M O R O İT
Balık geçmişimizde, tarihöncesi okyanuslarda ve nehirlerde
hareket eden avcılardık. Amfibi, sürüngen ve memeli olduğu
muz daha yakın geçmişimizde, sürüngenlerden böceklere kadar
her şeyi avlayan aktif canlılardık. Prim at olduğum uz çok daha
yakın geçmişimizde ise, meyve ve yapraklarla beslenen ve ağaç
larda yaşayan aktif hayvanlardık. İlk insanlar, önceleri aktif
birer avcı toplayıcı, sonunda da çiftçi oldular. T üm bu sırala-
dıklanmda ortak bir tema fark ettiniz m i? O rtak tema, “aktif’
sözcüğüdür.
Sorun şu ki, çoğumuz günüm üzü aktif ya da hareketli olmak
dışında her şekilde geçirebiliyoruz. Şu anda, arkama yaslanmış
oturuyor ve bu kitabı yazıyorum, pek çoğunuz da -koşu ban
dında okuma ustalığı gösterenler dışında- aynı şekilde oturmuş
okuyorsunuz. Balıktan ilk insana kadar olan geçmişimiz, hiçbir
şekilde bizi bu yeni düzene hazırlam ış değildir. Günümüz ile
geçmişimiz arasındaki bu zıtlık, m odern yaşam ın getirdiği pek
çok hastalıkta imzasını bırakmıştır.
İnsanlarda, Üstenin başında yer alan ölüm nedenleri hangi
leridir? Liste başı on nedenden dört tan esi -kalp hastalıklan,
şeker, obezite ve inme- bir tür genetik, m uhtem elen de g e ç m i ş
ten kaynaklı temele sahiptir. Sorunun büyük bölümü, vücudu
kaynaklanır.
1962’de, antropolog Ja m e s N eel, bu düşünceyi b e s le n m e
I 214 |
t u n l'N lU'M ARIN ANI A M I
rak bilinen çalışm asıyla N eel, in san atalarım ızın, bir bolluk-kıt-
lık hayatına adapte old u ğu n u id d ia ed iy o rd u . A vcı ve toplayıcı
olan ilk insanların, avlarının b o l o ld u ğu , rah atça avlandıkları
bolluk dönemleri olm uştu. B u b o llu k d ön em leri, atalarım ızın
çok az yiyecekle idare ettiği kıtlık d ön em leriyle kesintiye u ğ ra
mıştı.
Neel, bu bolluk ve kıtlık d ö n g ü sü n ü n , gen lerim izd e ve h a s
talıklarımızda işaretlerini bıraktığı varsayım ını ön e sürm ü ştü .
Necim iddiasına göre atalarım ızın vü cu d u , b o llu k d ö n e m
lerindeki kaynaklarım, kıtlık d ön em lerin d e kullanm ak üzere
saklıyordu. B u k o şu llard a y a ğ d e p o la m a k ç o k y ararlıy d ı.
Yediğimiz besinlerden aldığım ız enerji öyle b ir b içim d e b ö lü ş
türülür ki, bir b ö lü m ü sü rd ü rm e k te o ld u ğ u m u z aktivi-
telerimizde kullanır, bir kısm ım d a d ah a son ra kullanılm ak ü ze
re, sözgelimi yağ olarak d epo layarak saklarız. E n erjin in b u şekil
de bölüştürülmesi bolluk-kıtlık d ün yasın da gayet iyi işlerken,
bol yağlı yiyeceklerin 7 gün 2 4 saat tüketildiği b ir ortam d a
sonuçlan felakettir. O bezite ve ob eziten in getirdiği hastalıklar
(yaşa bağlı şeker, yüksek tan siyon ve kalp hastalıkları) olağan
hale gelmiştir. Yağlı yiyeceklere tutkum uzu d a b u tutum lu
genotip hipoteziyle açıklayabiliriz. Ç ün kü yağlı yiyecekler, içer
dikleri bol enerjiden ötürü, uzak geçm işim izde ayncalıklı bir
üstünlük sağlamış olsa gerek.
Hareketsiz yaşam tarzım ız bizi b aşk a bakım lard an da olu m
suz etküer, çünkü dolaşım sistem im iz başlan gıçta çok daha
hareketli hayvanlarda ortaya çıkm ıştır.
kalbimiz kam pom palar, kan atardam arlar yoluyla organlara
taşınır ve toplardam arlarla tekrar kalbe döner. A tardam arlar bu
pompaya daha yakın olduğundan, içlerindeki kan basıncı, top-
krdamarlarda olduğundan daha yüksektir. B u durum , en başta,
knın, ayaklarımızdan kalbim ize d ön m esi açısından bir sorun
°hışturabilir. Ayaklardaki kanın “y u k an ” , yani b a c a k b n m .^ - ı-
r a m Z E - E K I H*J !k
BALIK V E İR İB A Ş G E Ç M İ Ş İ M İ Z : H I Ç K I R I K
Hıçkırık denen baş belasının kökleri, balıklarla ve kurbağa yav
rularıyla ortak geçm işim ize dayanır.
Hıçkırık tutması kon usunda bir teselli olur m u bilm em am a
^ er Pek çok memeli de bizim gibi bu illeti çeker. Ö rneğin
^dilerde, beyin sapındaki küçük bir doku parçasın a elek+riir
uyanmı verilm esiyle hıçkırık başlatılab ilir. Beyin sapındaki bu
kısmın, hıçkırık tu ttu ğu n d a ortay a çıkan karm aşık refleksi kont
rol eden m erkez old uğu san ılm aktadır.
Hıçkırık, göğüs d u van , diyafram , b o y u n ve boğazdaki pek
çok kasın ani kasılm asıyla h erk este aynı şekilde ortaya çıkan bir
reflekstir. Soluk alıp verm eyi k o n tro l ed en ana sinirlerden bir
veya ikisinde m eydana gelen b ir sp a z m b u kasların kasılmasına,
bu da çok ani b ir solu k alm a h areketin e n ed en olur. Sonra, yak
laşık 35 m ilisaniye son ra, b o ğazım ızın arka kısm ındaki epiglotis
havayolunun üstüne kapanır. B ird en so lu k alınmasının ardın
dan, soluk b o ru su ağzının k ısa sü reliğin e kapanmasıyla "hık”
sesi duyulur.
Sorun şu ki, b u durum u tek b ir hıçkırıkla pek atlatamayız. İlk
beş on hıçkırıkta hıçkırığınız k esilecek olursa, hıçkırık nöbetini
atlatm a şansınız yüksek. B u fırsatı kaçırırsanız nöbet daha bir 60
hıçkırık kadar devam eder. K a rb o n d io k sit solum ak (kesekâğıdı-
na nefes alıp vererek) ve g ö ğ ü s duvarını germ ek (derin bir nefes
alıp tutarak), bazılarım ızda hıçkırığın erken kesilmesine yaraya
bilir; am a herkeste değil. B azı p a to lo jik hıçkırık nöbetlerinin
son derece uzun sü rd ü ğü olur. B u g ü n e kad ar bir kişide kayde
dilen kesintisiz en uzun hıçkırık n ö b eti, 1 9 2 2 ’den 1990'a kadar
sürm üştür.
H ıçkırığa yatkınlığım ız, g eçm işim iz in b aşk a bir so n u cu d u r.
I 219 |
Î I ^ I M JJF B I K I B A I .I *
sında öyle çok benzerlik vardır ki, çoğu kişi bu iki olayın tüm1>
B i l UN BU Nİ AR IN ANİ A M I
KÖ PEK BA LIĞI G E Ç M İ Ş İ M İ Z : F I T I K
Fıtığa yatkınlığımız, en azından kasığa yakın fıtığa yatkınlığı
mız, bir balık vücudunu alıp onu yavaş yavaş bir m em eli vücu
duna dönüştürmenin sonucudur.
Balıklann cinsiyet bezleri, göğüslerine doğru ve kalplerinin
yakınma kadar uzanır. M em elilerde durum böyle değildir ve
somn da bu noktada ortaya çıkar. G erçi yum urtalıklarım ızın
göğsümüzün içinde ve kalbim izin yakınında olm am ası çok iyi
bir şeydir (gerçi öyle olsaydı Bağlılık Yem ini etm ek farklı bir
deneyim olabilirdi). E ğer cinsiyet bezlerim iz göğüs boşluğu
muzda olsaydı, çocuk sahibi olam azdık.
Bir köpekbalığını ağzından kuyruğuna kadar yaralım. İlk
karşılaşacağımız şey karaciğer olur; hem de epeyce yer tutan bir
karaciğer. Köpekbalığım n kocam an bir karaciğeri vardır. Bazı
zoologlar, köpekbalığım n b a tm ad an su d a d u rabilm esin de
böyle iri bir karaciğere sahip olm asının payı olduğuna inanır.
Karaciğeri kaldıracak olursanız, "g ö ğ ü s” kısm ında, kalbin yakı
nına kadar uzanan cinsiyet bezlerini görürsünüz. B u düzen,
balıklann çoğunda böyledir: C in siyet bezleri, vücudun önüne
doğru yer alır.
Bizde ve memelilerin çoğunda, böyle bir düzen bir felaket
°tardu. Erkekler öm ürleri b o y u n ca sürekli sperm üretir.
Spermler, üç aylık öm ürleri boyunca düzgün gelişebilm eleri
I 221 I
’:7r
K / I M I / n » kİ B A I Ik
döllenmek için uzun bir yol kat etm esin e gerek kalma*
Erkeklerde ise testisler daha da aşağı kayar.
I 222 I
^köpekbalığını açıp içine bakacak olursak kocaman bir karaciğerle karşı-
^ stte). Karaciğeri biraz kenara ittiğimizde cinsiyet bezlerini görü-
pZ’^Un^ar diğer ilkel canlılarda olduğu gibi kalbe görece yakın dururlar.
^°ğraflar, Dr. Steven Campana nın (Kanada Köpekbalığı Araştırma
^ttıvan) izniyle yayımlanmıştır.
B aşta erkeklerde o lm ak ü zere, cinsiyet bezlerinin aşağı kay
m ası, kan n d uvarında zay ıf b ir n o kta yaratır. Testislerin ve
sperm kordonunun, testis to rb asın ı oluşturm ak üzere aşağı kay
dığında ne olduğun u g ö zü n ü zd e canlandırabilm ek için, yumru
ğunuzu bir kauçuk tab akan ın içine d o ğru ittiğinizi hayal edin
Bu örnekte, yum ruğunuz testislerin , kolunuz da sperm kordo
nunun yerine geçer. S oru n şu ki, kolunuzun bulunduğu yerde
zayıf bir bö lge oluşturdunuz. B u kauçuk tabakanın bir zamanlar
bir çeperden ibaret old uğu b ö lged e, şim di kolunuz ile kauçuk
tabaka arasında bir şeylerin içine kaçabileceği bir boşluk yarat
mış durum dasınız. İşte in sanlarda kasık fıtığının pek çok türün
de olan, esasen budur. B u kasık fıtıklarının bir kısmı doğuştan
dır; testisler aşağı d oğru indikçe bağırsağın bir kısmı da testis-
lerle birlikte hareket eder. K asık fıtığının başka bir türü de son
radan oluşanıdır. K an n kaslarım ızı kastığım ız zaman, bağırsak
larımız da kann duvan na d oğru itilir. K an n duvannda bir zayıf
lık varsa, bağırsaklar kan n bo şlu ğu n d an kaçıp sperm kordonu
nun yam nda sıkışıp kalabilir.
Dişiler, erkeklerden çok daha dayanıklıdır, özellikle vücutla-
nnın bu kısmı bakım ından. D işilerin karm nda böyle koca bir
boru dolaşm adığı için, kan n duvarlan erkeklerinkinden çok
daha güçlüdür. G ebelik ve doğum sırasında kadınlann kann
duvanna yüklenen m uazzam basınç düşünülecek olursa, bu ly1
bir şeydir. K ann duvanndan geçen bir boruyla bu basınca
M İK R O O R G A N İZ M A G E Ç M İ Ş İ M İ Z : M İTO KON DR 1
H A ST A L IK L A R I
V ücudum uzun her bir hücresinde var olan m ito k o n d r ile f
| 226 |
denıtrificans adı verilen m ikroba yön eldi. B u m ikroorganizm a,
genlerinin ve kimyasal süreçlerinin m itokondrilere çok benze-
mesi nedeniyle, genellikle “ serb est yaşam lı m itok on dri” olarak
nitelendirilir. Avrupalı ekibin yaptığı, b u benzerliğin derecesini
gözler önüne sermek oldu. A raştırm acılar, insan hastalarında
gördükleri değişikliklerin aynısını bakteri genlerinde oluşturdu
lar. Buldukları şey, kendi geçm işim izi anladığım ız zam an çok
anlam kazanıyor. İnsanlardaki bir m itokondri hastalığını, bir
bakteride kısmen oluşturabilm iş, m etab o lizm ad a gözlenen
değişikliklerin iki türde de n eredeyse tüm üyle aynı olduğunu
ortaya çıkarmışlardı. Bu, kendi geçm işim izin m ilyarlarca yıllık
kısmım kendi yararımıza kullanm ak anlam ına gelir.
Mikroplardan elde edilen örnekler benzersiz değildir. T ıp
ve fizyoloji alanında son on üç yılda verilen N o b el Ödüllerine
bakacak olursak, bu kitaba İçim izdeki Sinek , İçimizdeki Solucan
ya da İçimizdeki M aya adını verm em gerekirdi. Sinekler üzeri
ne yapılan öncü nitelikteki bir araştırm a, insan ve diğer hayvan
larda “vücut yapan” bir dizi geni ortaya çıkarm asına bağlı olarak
1995 Nobel Tıp Ö dülü’ne layık bulunm uştu. 2002 ve 2006 yıl
larında tıp alanındaki N o bel Ö dülleri, ön em siz görünen m inik
bir solucam (C. elegans) inceleyerek insan genetiği ve sağlığı
alanında önemli gelişm elere im za atan bilim cilere verildi. Aynı
şekilde 2 0 0 1 ’de, mayalarla (ekm ek m ayası dahil) ve denizkesta-
neleriyle yapılan ayrıntılı analizler, tüm hücrelerin bazı tem el
biyolojik özellikleriyle ilgili anlayışım ızı geliştirm esinden ötürü,
Nobel Tıp Ödülüne layık bulundu. Bunlar, p ek bilinm eyen ve
bnemsiz canlılar üzerine yapılan gizem li ve anlaşılm az keşifler
değildir. Vücudumuzun nasıl çalıştığı, çektiğim iz hastalıkların
edenlerini anlayabilmemiz, daha sağlıklı ve uzun bir öm ür
örebilmemize yarayacak araçlar geliştirebilm em iz için gereken
Hileri bize sağlayan, m ayalar, sinekler, solucanlar ve hatta
balıklarla ilgili bu keşiflerdir.
I SONSÖZ
I no I
U, İ M İ / O f Kl B A I IK
I 230 |
S O N S O /.
B İR İN C İ B Ö L Ü M - İÇ İM İZ D E K İ B A L IĞ I BULM AK
Kitaptaki konuları daha detaylı araştırmak isteyenler için ilk
elden ve ikinci elden kaynaklara yer verdim. Biyoloji ve jeoloji
alanındaki belli başlı sorunların, paleontolojik keşif kazılanyla
anlatımı için, bkz. Mike N ovacek’in Dinosaurs of the Flaming
Cliffs (New York: Anchor, 1997), Andrew Knoll'un Life on a
Young Planet (Princeton: Princeton University Press, 2002) ve
John Long'un Swimming in Stone (M elbourne: Freemantle
Press, 2006) adlı eserleri. H epsinde, bilimsel analizlerin yamsı-
ra alandaki keşiflerin açıklamalarına da yer verilmiştir.
Söz ettiğim karşılaştırma yöntemleri, hayvanat bahçesi
gezintisinde kullandığım yöntemler de dahil, kladistik yöntem
leridir. Henry Gee'nin In Search of Deep Time (New York: Free
Press, 1999) adlı eseri, konuyla ilgili harika bir özettir. Aslında,
kladistik karşılaştırmaların başlangıç noktası olan üç taksonlu
açıklamanın bir versiyonunu sunuyorum. Editörlüğünü H.-P.
Schultze ve L. Trueb’in üstlendiği Origin of the Higher Groups
ofTetrapods (Ithaca, N.Y.: Cornell University Press, 1991) adlı
kitapta yer alan, Richard Forey ve ark/nın “The Lungfish, the
Coelacanth and the Cow Revisited” başlıklı yazısında bu alan
daki temel kaynaklar iyi bir şekilde ele alınmıştır.
Fosil kayıtlan ile bizim “hayvanat bahçesi gezintimiz” ara
sındaki bağlantıyı ele alan birkaç makale vardır. Bunlardan bazı-
lan: Benton, M. J . ve Hitchin, R. (1997) Congruence between
phylogenetic and stratigraphic data in the history of life
Proceedings of the Royal Society of London , B 264:885-890;
Norell, M. A. ve Novacek, M. J . (1992) Congruence between
superpositional and phylogenetic patterns: Comparing cladis-
tic patterns with fossil records, Cladistics 8:319-337; Wagner»
P. J. ve Sidor, C. (2000) Age rank/clade rank metrics-sampling
taxonomy, and the meaning o f “stratigraphic consistency»
Systematic Biology 49:463-479.
I 232 I
I
N o n AK. R F F I K - A \ Nİ A K f: K O K' l M A I A k
İKİNCİ B Ö L Ü M - K A V R A M A Y A B A Ş L A M A K
Bir-kemik, iki-kemik, çok sayıda yuvarlak-kem ik, parm aklar
m°delini fark eden ilk kişi kesinlikle O w en değildi. Bu örüntü
^OOlerde V icq-d’A zyr, ayrıca G eo ffro y St. H ilaire’in de
(1812) dünya görüşünün bir parçası olmuştu. Owen'i farklı
kılan, arketip kavramıydı. Buna göre vücut, doğaüstü, ilahi yolla
organize edümişti ve Y aratıcının tasarımım yansıtıyordu. St
Hilaire ise bütün yapılarda gizli olan arketipin değil, vücutlann
oluşumunda belirleyici olan "oluşum yasalarının peşindeydi.
Bu konular T . Appel, The Cuvier-Geoffroy Debate: French
Biology in the Decades Before Darwin (N ew York: Oxford
University Press, 1987), ve E. S. Russell, Form and Function: A
Contribution to the History of Morphology (Chicago: University
of Chicago Press, 1982) içinde güzel bir biçimde ele alınmakta
dır.
Brian HalTın derlediği ve yeni yayımlanan bir kitap, üye
çeşitliliği ve gelişimi hakkında bilgi edinmek için tek başına
yeterli ve farklı türden üyeler hakkında bazı önemli makaleler
içeriyor: Brian K . Hall, ed., Fins into Limbs: Evolution,
Development, and Transformation (Chicago: University of
Chicago Press, 2007). Yüzgeç ve üyelerin dönüşümünü daha
kapsamlı araştırmak isteyenler için yararlı olabilecek kaynaklar
arasında Shubin ve ark. (2006) The pectoral fin of Tiktaalik
roseae and the origin of the tetrapod limb, Nature 757:764-771;
Coates, M. L, Jeffery, J. E. ve Ruta, M. (2002) Fins to limbs:
what the fossils say, Evolution and Development 4:390-412 sayı
labilir.
Ü Ç Ü N C Ü BÖ LÜ M - H Ü N E R L İ G E N L E R
Üye çeşitliliğinin gelişimsel biyolojisi, pek çok incelemede ve
öncü makalede ele alınmıştır. K lasik kaynakçayı gözden geçir*
mek için Shubin, N . ve Alberch, R (1 9 8 6 ) A morphogenetic
approach to the origin and basic organization of th e tetrapod
limb, E vo lu tion ary B iology 20:319-387; ve B. Goodwin, N-
Holder ve C. Wylie tarafından derlenen Development and
Evolution, (Cam bridge, Eng.: Cam bridge University Pre*v
1983) içinde yer alan (s. 99-121), J . R. Hinchliffe ve R
Griffiths’in “The Pre-chondrogenic Patterns in Tetrapod Limb
Develoment and Their Phylogenetic Significance başhk
makalesine bakılabilir. Saunders'm ve Zwilling'in d e n e y le ri kİ
m **
NOI I AK Rt II RANS1AR ve I KOKI'MAI AR
d ö rd ü n cü b ö lü m - d îş le r h e r y erd e
Memelileri anlam ada dişlerin önem i, alandaki yayınların
^ğunda apaçık ortadadır. D iş yapısı, m em elüerin ilk kayıtlan-
^ anlaşılmasında özellikle önem li bir rol oynar. Z. Kielan-
Jaworowska, R L. Cifelli, ve Z. L uo, M amm alsfrom the Age of
dinosaurs (New York: C olum bia University Press, 2004) ve J .
^ Lillegraven, Z. Kielan-Jaworowska ve W. Clem ens (derle
nenler), Mesozoic M am m als: The F irst Tw o-Thirds o f
Mammalian History (Berkeley: University o f California Press,
K I M I /. m k 1 B A N K
B E Ş İN C İ B Ö L Ü M - B A Ş A G E Ç M E K
Kafatasının yapısına, gelişimine ve evrimine ilişkin aynntılan
inanılmaz kapsamlı ve ayrıntılı ele alan üç ciltlik bir çalışma var
dır: The Skull, derleyenler Jam e s H anken ve Brian Hall,
(Chicago: University o f Chicago Press, 1993). Bu çalışma,
kafamn gelişimi ve yapısı üzerine klasikleşmiş kitaplardan biri
nin (G. R de Beer, The Development of the Vertebrate Skull
(Oxford, Eng.: Oxford University Press, 1937), birkaç yazar
tarafından güncellenmiş halidir.
İnsanlarda kafanın gelişimi ve yapısı ile ilgili ayrıntılar insan
anatomisi ve embriyoloji metinlerinde bulunabüir. E m briyoloji
için bkz. K. M oore ve T.V .N . Persaud, The Developing Human,
7. baskı (Philadelphia: Elsevier, 2006). Buna eşlik eden anato
mi ders kitabı ise: K. M oore ve A. F. Dailey, Clinically O r i e n t e d
Anatomy, (Philadelphia: L ip p in co tt W illiams & Wilkins»
2006).
Francis Maitland Balfour'un orijinal çalışması, Balfour» E
I 236 |
N O N AR. K l l i : R A W S I A R t e I K O K U M A ! A R
I 237 |
K afataslan , kafalar ve ilkel balıklara ait ilk fosil kayıtlarına
ilişkin kapsam lı, bol örnekli ve aydınlatıcı bir kaynak P. Janvier
Early Vertebrates (O xford , E n g.: O xford University Press
1996) içinde yer alm aktadır. 530 m ilyon yaşındaki solungaçlı
kurtçuk H aikouella m n anlatıldığı m akale: Chen, J.-Y., Huang,
D. Y., and Li, C. W. (1 9 9 9 ) A n early Cam brian craniate-like
chordate, N ature 402:5 1 8 -5 2 2 .
A L T I N C I B Ö L Ü M - K U S U R S U Z V Ü C U T PLA NLA RI
V ücut planlarının kökeni, kitap uzunluğunda pek çok çalışmaya
konu olm uştur. Bunlar arasında, zengin kaynakçasıyla konuyu
fevkalade kapsam lı ele alan J . Valentine, On the Origin of Phyla
(C h icago: U niversity o f C h icago Press, 2004) başta sayılabilir.
Birkaç von Baer biyografisi bulunm aktadır. C. Gillespie nin
derlediği Dictionary of Scientific Biography , cilt 1 (New York:
Scribners, 1970) içindeki Ja n e O ppenheim er, "Baer, Karl Ernst
v o n ”, kısa bir biyografidir. D ah a ayrıntılı çalışmalar için,
Autobiography o f Dr. K arl Ernst von Baer (1986; ash Almanca
yayınlandı, 2. baskı, 1886) başlıklı Jan e Oppenheimer derleme
sine bakınız. Ayrıca bkz. B. E. Raikov, K arl Ernst von Baer, 1792-
1876, Rusça'dan çeviri (1 9 6 8 ) ve Ludw ig Stieda, Karl Ernst von
B aer , 2. baskı (1 8 8 6 ). Bu kaynakların hepsinde de, zengin bir
kaynakça sunulmuştur. A ynca, von Baer yasalanna ilişkin bir
tartışm a yazısı için bkz. S. G ould, Ontogeny and Phytogeny
(C am bridge, M ass.: H arvard University Press, 1977).
Spem ann ve M angold'un deneyleri em briyoloji ders kitapla
rında işlenm ektedir: S. Gilbert, Developmental Biology, 8 . baskı
(Sunderland, M ass.: Sinauer A ssociates, 2 006). De Robertis,E.
M. (2 0 0 6 ) Spem ann's organizer and self regulation in am phibi'
an em bryos, N ature Reviews 7:296-302 ve De Robertis, E. M.
ve A recheaga, J . T h e S p em an n O rganizer: 75 years on,
International Journal of Developmental Biology 45 (özel sayı)
başlıklı m akalelerde, Düzenleyici (O rganizer) gen, modern
genetik perspektifinden ele alınm ıştır.
Sean C arroll’ın yeni kitabı Endless Forms Most Beautify
(N ew York: N orton, 2 0 0 4 ), H ox genleri ve evrim hakkın^ 1
I w» I
muazzam bir kaynakçaya erişm ek için en iyi başlan gıç noktası-
j ır. Erwin, D. ve D avidson, E . H . (2 0 0 2 ) T h e last com m on
bilaterian ancestor, Development 1 2 9 :3 0 2 1 -3 0 3 2 ’de, iki taraflı
sim e tr ik hayvanların ortak atasının an laşılabilm esi için genlerin
sunduğu imkânlara ilişkin bir in celem e ve yorum bu lu n m akta
dır.
Bazı araştırmacılar, in san sı[an th ro p o d ] vü cut planından,
insan vücut planına hızlı b ir gen etik “ takla”yla geçildiğin i
savunmaktadır. Bu görüş, D e R obertis, E . ve Sasai, Y. (1 9 9 6 ) A
common plan for dorsoventral p attern in g in Bilateria, Nature
380:37-40 içinde tartışılm ıştır. T . A p p el, The Cuvier-Ceoffroy
Debate: French Biology in the Decades Before Darwin (N e w
York: Oxford University P ress, 1 9 8 7 ) adlı eserde, St. H ilaire'in
görüşleri ve karşılaştırmalı anatom inin ilk yıllarında cereyan
eden tartışmalar, tarihsel perspektifle ele alınm ıştır. M eşe p a la
mudu kurtçuklarından elde edilen veriler b u m od ele p ek uym az
ve bu veriler bazı taksonlarda, gen etkinliği ve eksen özelliği ara
sındaki haritanın evrilmiş olabileceğini düşündürür. B u çalışm a
için bkz. Lowe, C. J . ve ark. (2 0 0 6 ) D orsoven tral pattern in g in
hemichordates: insights into early ch ordate evolution, P L o S
Biol çevrimiçi erişim: h ttp ://d x .d o i.o r g /jo u r n a l.0 0 4 0 2 9 1 .
Vücut eksenlerini belirleyen genlerin evrim i M artin dale, M .
Q: (2005) The evolution o f m etazo an axial prop erties, Nature
Reviews Genetics 6 :9 1 7 -9 2 7 ’de in celen m iştir. K n idlilerdeki
(denizanası, denizşakayığı ve akrabaları) vü cut planı genleri ise
Bir dizi öncü m akalede ele alınm ıştır: M artin dale, M . Q .,
Pinnerty, J. R., Henry, J . (2 0 0 2 ) T h e R ad iata an d the evolu tio
nary origins o f the bilaterian b o d y plan, Molecular Phylogenetics
and Evolution 24:358-365; M atu s, D Q ., P an g, K ., M arlow , H .,
^ unn, C, Thom sen, G ., M artin dale, M . (2 0 0 6 ) M olecu lar evi
dence for deep evolutionary ro o ts o f bilaterality in anim al deve
lopment, Proceedings o f the N atio n al A cad em y o f Scien ces
^3,11195-11200; C h ourrou t, D . ve ark. (2 0 0 6 ) M inim al pro-
toBox cluster inferred from bilaterian and cnidarian Hox co m
m e n t s , Nature 4 4 2 :6 8 4 -6 8 7 ; M artin dale, M ., Pang, K.,
mnerty, J. (2 0 0 4 ) Investigatin g the origins o f triploblastv:
K kİ B A l . l k
Y E D İN C İ B Ö L Ü M - V Ü C U T G E L İŞ T İR M E SERÜVENİ
Vücutlann kökenleri ve evrimi, üç önemli makalede incelen
miş, genetik, jeoloji ve ekolojiyi kapsayan bütünleyici bir pers
pektiften sunulmuştur: King, N. (2004) The unicellular
ancestry of animal development, Developmental Cell 7:313-
325; Knoll, A. H. ve Carroll, S. B. (1999) Early animal evoluti
on: Emerging views from comparative biology and geology,
Science 284:2129-2137; Brooke, N. M. ve Holland, P. (2003)
The evolution of multicellularity and early animal genomes,
Current Opinion in Genetics and Development 13:599-603. Her
üç makale de, sağlam referanslara dayanmamn yamsıra, ele alı
nan konulara ilişkin kapsamlı ve açıklayıcı birer giriş bölümü
içermektedir.
Vücutlann ve diğer bazı biyolojik düzenlenme biçimlerinin
ortaya çıkışma ilişkin ilgi çekici çalışmalar için, bkz. L. W. Buss,
The Evolution of Individuality (Princeton: Princeton University
Press, 2006) ve J. Maynard Smith ve E. Szathmary, The Major
Transitions in Evolution (New York: Oxford University Press,
1998).
Ediacara dönemi hayvanlannm hikâyesi, referanslanyla bir
likte, Richard Fortey'nin Life: A Natural History of the First
Four Billion Years of Life on Earth (New York: Knopf, 1998), ve
Andrew Knoll'ün Life on a Young Planet (Princeton: Princeton
University Press, 2002) kitaplannda anlatılmaktadır.
Vücutsuz canlılardan “proto-vücutTu canlılann elde edildi-
ği deney, Boraas, M. E., Seale, D. B., Boxhorn, J. (1998)
Phagotrophy by a flagellate selects for colonial prey: A possib
le origin of multicellularity, Evolutionary Ecology 12:153-164 te
anlatılmaktadır.
w
N O T I AR, R f I I R . AN S I A R ve I K O K U M A I A R
SEKİZİNCİ BÖLÜM - K O K U A LM A
Utah Üniversitesi nin “Learn. G en etics” (G enetik Öğrenin)
adlı web sitesinde, m utfakta uygulanabilecek son derece basit
bir yöntemle D N A elde edilm esi anlatılıyor. Şu adresten erişi
lebilir: h ttp ://learn .gen etics.u tah .edu /units/activities/extrac
tion/
Koku genlerinin veya daha doğru şekliyle koku reseptörü
genlerinin evrimiyle ilgili geniş bir kaynakça bulunmaktadır.
Buck ve Axel'in bu konuda ufuk açan makalesi, Buck, L. ve
Axel, R. (1991) A novel m ultigene fam ily m ay encode odorant
receptors: a m olecular basis for od or recognition, Cell 65:175-
18rdir.
Koku geninin evrimi, Young, B. ve Trask, B. J . (2002) The
sense of smell: genom ics o f vertebrate odorant receptors,
Human Molecular Genetics 11:1153-1160; M om baerts, P.
(1999) Molecular biology o f odorant receptors in vertebrates,
Annual Reviews o f Neuroscience 22:487-509 makalelerinde kar
şılaştırmalı olarak ele alınmıştır.
Çenesiz balıklardaki koku reseptörü genleri Freitag, J.,
Beck, A., Ludwig, G., von Buchholtz, L., Breer, H. (1999) On
the origin of the olfactory receptor family: receptor genes o f the
jawless fish ( Lam petra fluviatilis) , Gene 226:165-174’te ele
alınmıştır. Sucul ve karasal canlılar arasında koku reseptörü
genleri açısından ortaya çıkan farklılıklar, Freitag, J., Ludwig,
G., Andreini, I., Rossler, P., Breer, H . (1998) Olfactory recep
tors in aquatic and terrestrial vertebrates, Jo u rn al o f
Comparative Physiology A 183:635-650’de tanımlanmaktadır.
insandaki koku reseptörü evrimi üzerine yazılmış makale
lerden burada seçtiklerim, m etinde tartışılan konulan yansıt
maktadır: Gilad, Y., M an, O., Lancet, D. (2003) Hum an speci
fic loss of olfactory receptor genes, Proceedings of the National
Academy of Sciences 100:3324-3327; Gilad, Y, Man, O. ve
Glusman, G. (2005) A com parison o f the human and chimpan-
Zee olfactory receptor gene repertoires, Genome Research
15:224-230; Menashe, I., M an, O., Lancet, D., Gilad, Y (2003)
different noses for different people, Nature Genetics 34:143-
I 241 |
İ Ç İ M İ / n 1: k I H A l . l k
DO KU ZU N CU BÖ LÜ M - GÖRM E
Opsin genlerinin gözlerin evrimindeki rolü, son yıllarda birçok
makalede ele alınmıştır. Opsin geni evriminin sonuçlan ve
genin temel biyolojisiyle ilgili incelemelerden bazılan şunlar
dır: Nathans, J. (1999) The evolution and physiology of
human color vision: insights from molecular genetic studies of
visual pigments, Neuron 24:299-312; Dominy, N, Svenning, J.
C, Li, W. H. (2003) Historical contingency in the evolution of
primate color Vision, Journal of Human Evolution 44:25-45;
Tan, Y, Yoder, A., Yamashita, N, Li, W. H. (2005) Evidence
from opsin genes rejects nocturnality in ancestral primates,
Proceedings of the National Academy of Sciences 102:14712-
14716; Yokoyama, S. (1996) Molecular evolution of retinal
and nonretinal opsins, Genes to Cells 1:787-794; Dulai, K., von
Dornum, M., Mollon, J., Hunt, D M. (1999) The evolution of
trichromatic color vision by opsin gene duplication in New
World and Old World primates, Genome 9:629-638.
Detlev Arendt ve Joachim W ittbrodt'un fotoreseptör doku
lar üzerine çalışması, ük olarak birincil kaynakça makalelelerin-
de bildirilmiştir: Arendt, D, Tessmar-Raible, K., Synm an, H.,
Dorresteijn, A., Wittbrodt, J. (2004) Ciliary p h o t o r e c e p t o r s
NOTI AR. Ri I I-KANS1ARve i k OkUMAI.AR
I 243 |
K ' I M I Z D t k l BAI I k
ON UNCU BÖ LÜ M - K U LA KLA R
İç kulak evriminin genetiği Beisel, K. W. ve Fritzsch, B. (2004)
Keeping sensory cells and evolving neurons to connect them to
the brain: molecular conservation and novelties in vertebrate
ear development, Brain Behavior and Evolution 64:182-197’de
tartışılmaktadır. Kulak gelişimi ve bunun ardındaki genler ise
Represa, J., Frenz, D A., Van de Water, T (2000) Genetic pat
terning of embryonic ear development, Acta Otolaryngolica
120:5-10’da ele alınmaktadır.
Hiyomandibula’nın üzengi kemiğine dönüşümü, ilkel balık
ların evrimi veya karada yaşayan hayvanların kökeni hakkında
kapsamlı, kitap uzunluğunda çalışmalarda İncelenmektedir: J.
Clack, Gaining Ground (Bloom ington: Indiana University
Press, 2002); P. Janvier, Early Vertebrates (Oxford, Eng.:
Oxford University Press, 1996). Bu konu, örneğin Clack, J. A.
(1989) Discovery o f the earliest known tetrapod stapes, Nature
342:425-427; Brazeau, M. ve Ahlberg, P. (2005) Tetrapod-
like middle ear architecture in a Devonian fish, Nature
439:318-321 gibi yakın tarihli araştırma makalelerinde de tartı
şılmaktadır.
Memeli orta kulağının kökeni, P. Bowler, Life's Spendid
Journey (Chicago: University o f Chicago Press, 1996) adlı
kitapta bir bilim tarihçisinin bakış açısından ele alınmıştır.
Önemli birincil kaynaklardan bazılan şunlardır: Reichert, C.
(1837) Uber die Visceralbogen der Wirbeltiere im allgemeinen
und deren Metamorphosen bei den Vögeln und Saugetieren,
Arch. Anat. Physiol. Wiss. Med. 1837:120-222; Gaupp» E*
(1911) Beitrage zur Kenntnis des Unterkiefers der Wirbeltiere
I. Der Processus anterior (Folii) des Hamm ers der Sauger und
das Goniale der Nichtsauger, Anatomischer Anzeiger, 39:97-
135; Gaupp, E. (1911) Beitrage zur Kenntnis des Unterkiefers
der Wirbeltiere II. Die Zusam mensetzung des Unterkiefers der
Quadrupeden, Anatomischer Anzeiger, 39:433-473; Gaupp» ^
(1911) Beitrage zur Kenntnis des Unterkiefers der Wirbeltiere
III. Das Probleme der Entstehung eines “sekundären
Kiefergelenkes bei den Saugern, Anatomischer Anzt^th
I 244 I
N O T 1 AR. R I H R A K S I AR v t l: k O K U M A L A R
39 :6 0 9 -6 6 6 ;
Gregory, W. K. (1 9 1 3 ) Critique of recent work on
the morphology of the vertebrate skull, especially in relation to
the origin of mammals, Journal of Morphology , 24:1-42.
Memeli çenesinin, çiğnem enin ve üç kemikçikli orta kulağın
kökeniyle ilgili olarak kaynakçadaki başlıca çalışmalar arasında,
Crompton, A. W. (1963) T h e evolution o f the mammalian jaw,
E v o lu tio n 17:431-439; Crom pton, A. W. ve Parker, P. (1978)
Evolution of the mamm alian m asticatory apparatus, American
S c ie n tist 66:192-201; H opson, J . (1966) The origin of the
mammalian middle ear, American Zoologist 6:437-450; Allin, E.
(1975) Evolution of the mamm alian tax , Journal of Morphology
147:403-438 sayılabilir.
Pax 2 ve Pax 6 ’mn evrimsel kökeni ve gözlerle kulakların
kutu denizanası ile evrim sel bağlantısı Piatigorsky, J . ve
Kozmik, Z. (2004) Cubozoan jellyfish: an evo/devo model for
eyes and other sensory system s, International Journal for
Developmental Biology 48:719-729,da tartışılmaktadır.
Duyu reseptörü moleküllerinin bakterilerdeki farklı mole
küllerle bağlantısı Kung, C. (2005) A possible unifying princip
le for mechanosensation, Nature 436:647-654'te tartışılmakta
dır.
ON BİR İN C İ B Ö L Ü M - B Ü T Ü N B U N L A R IN A N LA M I
Filogenetik taksonomi yöntemleri çok sayıda kaynakta ele alın
mıştır. Willi H ennigin, aslı Almanca yayınlanan ( Grundzüge
einer Theorie der phylogenetischen Systematik [Berlin:
Deutscher Zentralverlag, 1950]) ve İngilizce ye ancak on yılı
aşkın bir süreden sonra çevrilen ( Phylogenetic Systematics, çevi
renler: D. D. Davis ve R. Zangerl [Urbana: University of
Illinois Press, 1966]) klasik eseri, bu konudaki önemli öncü
makaleler arasında yer alır.
Bu bölümün temelini oluşturan filogenetik rekonstrüksiyon
yöntemleri P. Forey (editör), Cladistics: A Practical Course in
fystematics (Oxford: Clarendon Press, 1992); D. Hillis, C.
Moritz ve B. M able (editörler), Molecular Systematics
(Sunderland, Mass.: Sinauer Associates, 1996); R. DeSalle, G.
I 245 j
I
1 C I M I / 111 k I H A I I K
Ç E V R İM İÇ İ K A Y N A K L A R
Doğru bilgi taşıyan ve sık sık güncellenen bazı web site le r i
blog sayfalan:.
h ttp://w w w .ucm p.berkeley.edu/ Berkeley’deki Califr>rn
I 246 |
N O II AR. R I H R A N S. A R v t |-k O K I MA, AR
I 247 |
TEŞEKKÜR
I 250 |
I I .Ş} K k U K
I 251 |