You are on page 1of 29

GAZEL 561

1 Āfitābum ṣubḥ- veş mihrüñ yolında sādıḳuz

Pāk-bāzuz yoluña baş oynamaġa lāyıḳuz

a)

Āfitāb (a.i): 1. Güneş, mihr, şems. Güneş ışığı, yüz, yüz ğüzelliği. Güzel kadın, sevgili.

Ṣubḥ (a.i): Sabah, sabahın ilk ışıkları, sabah vakti.

Veş (e). : Eklendiği söze “gibi, benzer” anlamlarını vererek birleşik söz varlıkları
oluşturur.

Ṣubḥ-veş: sabah vakti gibi.

Mihr (a.i) : Güneş, sevgi, muhabbet. Eylül ayı.

Sādık / sıdk( s.) :Dogru, gerçek, sağlam, hakiki. İçten bağlılığı olan, sadakatli. Erkek
adı.

Pāk (s) : Temiz, arık, saf, tahir. Lekesiz, ayıp ve noksandan arınmış safi, halis, hilesiz.
Kutsal, mübarek, mukaddes, aziz.

Pāk-bāz. s: Saf ve temiz oyuncu. Sadık ve sadakatli âşık.

Layık.s: Yakışan,uygun düşen, münasip.

b) Āfitābum ṣubh-veş mihrüñ yolında ṣadıḳuz. Pāk-bazuz yoluña baş oynamaġa


lāyıḳuz.

c)Ey sevgili, sabah vakti gibi aşkın yolunda doğruyuz. Sadakatli âşıklarız, yoluna baş
koymaya uygunuz.

2 Sır ile ol leblerüñ sorduḳ kemālin didiler

Mürdeler iḥyā ider iki ṭabīb- i ḥāẕıḳuz


a)

Leb (f.i): Dudak. Kenar, kıyı.

Kemāl (a.i): Olgunluk, pişkinlik, erginlik. Eksiksizlik, noksansızlık, mükemmeliyet,


tamlık, kesret. İnsanoğlunun pişkinlik zamanı, gençlikten sonra ve ihtiyarlıktan önce
olan durum. İnsanın bilgi ve güzel ahlâkça kusursuz, noksansız ve mükemmel olması.
Değer, kadir, baha, kıymet.

Mürde (f.i): Ölmüş, ölü, meyyit. Fena makamı ( ölmeden önce ölme ).

İhya (a.i): Canlandırma, diriltme. Çok iyi duruma getirme, geliştirme, güçlendirme.
Yeni bir güç, umut verme.

Tabib (a.i): Hekim, doktor.

Ḥāẕıḳ (a.i): Mahir, bilimde veya sanatta uzman kimse, uz elli, usta kimse, ehil olanlar.

b) Sır ile ol leblerün kemālin sorduk. Mürdeler iki ṭabīb- i ḥāẕıḳuz ihya ider didiler.

c) Sır ile o dudakların olgunluğunu sorduk. Ölüler, iki ehil doktoruz diriltir dediler.

3 Destümüzde eylerüz her ḫamrı şeḳḳer şerbeti

Rind- i ṣafī-meşrebüz biz ṣanmasunlar fāsıḳuz

a)

Dest (f.i): El, yed.


Ḫamr (a.i): Şarap.

Rind (f.i): Dünya işleriyle uğraşan, kalender meşrep, lâubali. Hovarda, eğlence
düşkünü, harabatî. Doğru ve namuslu, yumuşak huylu, vefakâr, yiğit(kimse).

Ṣafī (a.i): Saf, duru, temiz, katkısız. Bir şeyle karışık olmayan, katkısız. Samimi, saf.
Net, net miktar. Sadece, yalnız.

Meşreb (a.i): İçki içilecek yer, meyhane. Yaradılış, huy, karakter.

Fāsıḳ (a.i): Allah’ın emirlerine uymayan veya bunları inkâr eden, sapkın, günah
işleyen, fesatçı, kötülük eden.

b) Her ḫamrı ṣeḳḳer şerbeti destümüzde eylerüz. Rind- i ṣafī-meşrebüz sanmasunlar


biz fāsıḳuz.

c) Her şarabı, şekeri, şerbeti elimizde yaparız. Doğru, temiz karakterliyiz, bizi fesatçı
sanmasınlar.

4 Almazuz bir ḥabbeye mülk-i cihānuñ begligin

Biz gedā- yi kūy-i yāruz lā-ubālī āşıḳuz

a)

Ḥabbe (a.i): Tane, tahıl ve benzeri nesnelerin tanesi. Gömleğin veya hayderînin iki
yakasına takılan ve Hasan ile Hüseyin sevgisinin sembolü olan fındık büyüklüğünde
akik veya Necef taşı.

Cihān (f.i): Dünya, âlem. Kürre-i arz, yeryüzü, zemin.

Mülk (a.i): Bina ve arazi gibi birinin tasarrufunda bulunan mal. Bir hükümdarın
egemenliği altında olan yerler. Memleket idaresi ile ilgili, memleketin idare işleriyle
uğraşan memur sınıfı.

Gedā (f.i): Dilenci, yoksul.

Kūy (f.i): Köy, yerleşim bölgesi, belde. Mahalle, yol, sokak. Sevgilinin bulunduğu yer.
Yār (f.i): Dost, arkadaş, muhip. Sevgili, mahbup ve mahbube, maşuk ve maşuka.
Bildik, tanıdık, aşina. Yardımcı.

Lā-ubālī/ Lā ubālī (a.i): Ciddiyetten uzak, saygısız(kimse). Senli benli olma.

Āşıḳ (a.i): Birine sevgiyle bağlanan, tutulan, vurgun, mübtelâ olan (kimse). İlâhî aşka
tutulmuş kimse. Saz eşliğinde doğmaca şiir söyleyen kahve şairi.

b) Mülk-i cihānuñ begligin bir ḥabbeye almazuz. Biz gedā-yi kūy-i yāruz lā-ubālī
āşıḳuz.

c) Beyliğin dünyâ malını bir taneye almayız. Biz yoksul köyün dostuyuz, ciddiyetten
uzak âşıklarız.

5 Bir ṣaçı Leylī lebi Şīrīn güzel Aẕrā-iẕār

Göricek Mecnūn-u-yā Ferhād-u-yā ḫōd Vāmıḳuz

a)

Leylī (a.i): Geceye özgü, gece ile ilgili, gece olan. Gece gibi karanlık, hüzünlü. Gece
kalınan, yatılan, yatılı. Leylâ ile Mecnûn hikâyesinin kadın kahramanı.

Leb (f.i): Dudak. Kenar, kıyı.

Şīrīn (f.i): Tatlı, lâtif. Sevimli, cana yakın, sempatik. Türk müziğinde bir makam adı.
Ferhad (Husrev) ile Şîrîn hikâyesinin kadın kahramanı.

Aẕrā (a.i): Kız oğlan (Hz. Meryem’ in sıfatı). Delinmemiş, işlenmemiş inci. Kimsenin
özüne inemediği ilâhî hakikat. Medine şehrine verilen ad. Eski edebiyatımızdaki
Vâmık u Azrâ hikâyesinin kadın kahramanı. Sevgili, mahbûbe.

İẕār (a.i): Yanak, ruhsar, ruh.

Mecnûn (a.i): Ecinni tutmuş, cinlere çarpılmış, çılgın, deli, divane. Aşka tutulmuş,
şeyda. Asıl adı Kays olmakla birlikte Leylâ adlı bir kıza aşkıyla önce Arap
edebiyatında ortaya çıkan sonra İslâmî edebiyatta da efsane hükmüne geçmiş olan
bir tip.

Yā: Ey!, hey! : Arapçada başına geldiği terkîbin ilk kelimesini meftuh(üstün) okutur.
Tek kelimenin başına gelirse o kelimenin son harfini mazmum (ötre) okutur.
Ferhād (öz.a): Doğu edebiyatlarının ünlü Ferhâd ve Şîrîn adıyla bilinen eski bir
hikâyesinin erkek kahramanı. Erkek adı.

Ḫōd (f.i): Kendi. Baş zırhı, miğfer.

Vāmıḳ (a.i): Seven, âşık, sevdalı. (birincisi) erkek, (ikncisi) kadın adı. Vâmık ile Azrâ
hikâyesinin erkek kahramanı.

b) Bir ṣaçı Leylī güzel lebi Şīrīn Aẕrā-iẕār göricek. Mecnūn-u-yā Ferhād-u-yā ḫōd
Vāmıḳuz

c)Bir saçı gece, güzel dudağı şirin, (bir) yanağını inci görünce ya Mecnūn ya Ferhād
ya da Vāmık oluruz.

6 Cān eritdük o da köze düşüben ḫātem gibi

Öpmege dest-i nigārı fennümüzde fāyıḳuz

a)

Cān (f.i): İnsan ve hayvanın hayat belirtisi, ruh. Yaşayış, hayat. Gönül, yürek, kalp, dil.
Ruh gibi sevgili ve aziz dost, muhib. Derviş, ermiş.

Köz: Kemiğin yumuşağı, kıkırdak. Geçmiş kor, kor döküntülerinin oluşturduğu sıcak
kül, ahger.

Ḫātem (a.i): Yüzük, mühür. Son, en son. Bütün makamları geçerek olgunluğa erme,
veli olma durumu.

Dest (f.i): El, yed.

Nigār (f.i): Resim, suret. Sevgili. Resmedilmiş, resmi yapılmış. Put, büt, sanem. Türk
müziğinde bir makam adı. Kadın adı.

Fen/ Fenn (a.i): Çeşit, tür, sınıf. Sanat, hüner, beceri. Fen bilimleri, müsbet bilimler.
Bilgi, bilim.

Fāyıḳ : Yüce, âli.


b) O köze düşüben ḫātem gibi can eritdük da dest-i nigār-ı öpmege fennümüzde
fāyıkuz.

c) (Biz) O korun düştüğü son hâl gibi can erittik. Sevgilinin elini sınıfımızda öpmeye
yüceyiz.

7 Ẕātīyā vaṣf-ı leb-i dilberde şekkerler yirüz

Ṭūṭī-i gūyā gibi biz şükrü lillāh nāṭıḳuz

a)

Ẕātī : Kendisiyle ilgili, kendine âit, kişilik, özlük, özel.

Yā: ey!, hey! : Arapçada başına geldiği terkîbin ilk kelimesini meftuh(üstün) okutur.
Tek kelimenin başına gelirse o kelimenin son harfini mazmum(ötre) okutur.

Vaṣf/ Vaṣıf (a.i): Nitelik, özellik, ayrıcalık, sıfat. Bir şeyin şöyle veya böyle olduğunu
bildiren hâlet, keyfiyet, hassa, hasiyet, tarif etme, birinin ismini, hâlini, suretini beyan
etme. Methetme, övme.(gramer). Sıfat.

Leb (f.i): Dudak. Kenar, kıyı.

Dilber (f.i): Gönüller alan, mahbûbe, maşuka. Çekici, cazibeli.

Ṭüṭī (f.i): Halk arasında dudu. Papağan. Afrika, Hindistan ve Amerika’ da değişik
türleri bulunan ve insanı taklit eden bir kuş.

Güyā (f.i): Sanki. Söyle. Tut. Farzet.

Şükr (a.i): Görülen iyiliğe karşı gösterilen memnunluk, minnettarlık.

Lillāh (a.i): Allah’a özgü, Allah için.

Nāṭıḳ/ Nutk (a.i): Konuşan, söyleyen, konuşma yapan. Kavrayan, idrak eden,
düşünen. Anlatan, dile getiren, bildiren. Bir şeyi gösteren, ifade eden. Erkek adı.
Allah’ın insanda dile gelme durumu.

b) Ẕātī’ yā vaṣf-ı leb-i dilberde şekkerler yirüz. Biz şükrü lillāh nāṭıḳuz, gūyā Ṭūṭī-i
gibi.
c) Ey Zâti, sevgilinin dudağını vasfederken şekerler yeriz, ağzımız tatlanır. Biz, çok
şükür konuşuruz, san ki papağan gibi.

GAZEL 562

1 Ol mehüñ maṭlā- ı vaṣf-ı ruḫ-u ẕülf-i nev-rūz

Kim aña iki güzel mıṣrā -ı mevzūn şeb-ü-rūz

a)

Meh/Mâh (f.i): Ay, dünyanın uydusu olan gezegen. Ay aydınlığı, mehtap. Yılın on ikide
biri olan zaman dilimi.

Maṭlā (a.i): Ortaya çıkacak, doğacak yer. Güneş, ay ve öteki gezegenlerin ve


yıldızların doğması. Kaside veya gazelin kendi arasında kafiyeli olan ilk beyti,
musarra. Kur’ân-ı Kerîm’ i ezbere okuyan ve hafızlık kimliğini kazanmış olan ermiş bir
kimseye Allah’ın tecelli etmesi.

Vaṣf/ Vaṣıf (a.i): Nitelik, özellik, ayrıcalık, sıfat. Bir şeyin şöyle veya böyle olduğunu
bildiren hâlet, keyfiyet, hassa, hasiyet, tarif etme, birinin ismini, hâlini, suretini beyan
etme. Methetme, övme.(gramer). Sıfat.

Ẕülf/ Ẕülüf (f.i): Sevgilinin saçı ve özellikle yüzün iki tarafına sarkan saç bölükleri.

Nev-rūz (f.i): Yeni gün. Eski takvimlere göre yılın ve baharın ilk günü sayılan martın
yirmi birinci gününe rastlayan gün; Rumî takvimine göre martın dokuzu, Celâlî
takvime göre ise yılbaşıdır. Türk müziğinde bir makam adı.

Mıṣra (a.i): Kapının kanatlarından her biri. Şiirin her bir dizesi, dize.

Mevzūn (a.i): Ölçülmüş, biçilmiş, tartılmış. Uyumlu, biçimli, mütenasip. Vezinli olarak
kaleme alınmış, Manzum.
Şeb (f.i): Gece, karanlık.

Rūz (f.i): Gün, gündüz.

Şeb-ü-rūz: Gece gündüz, sürekli, kesintisiz her an.

b) Ol mehüñ maṭlā- ı vaṣf-ı ruḫ-u ẕülf-i nev-rūz. Kim aña iki güzel mıṣrā -ı mevzūn
şeb-ü-rūz.

c) O ayın ortaya çıkacak vasfı, saçının ruhu ilkbahardır. Lâkin ona vezinli iki güzel
dize, gece ve gündüzdür.

2 Düşmen-i berd-ü- şitā-yı aradan sürmek içün

İttifāḳ eyledi bir oldı şeb-ü-rūz henūz

a)

Berd (a.i): Soğuk.

Şitâ (a.i): Kış.

İttifāḳ (a.i): Birleşme, uyuşma; sözleşme.

Şeb (f.i): gece, karanlık.

Rūz (f.i): Gün, gündüz.

Henūz: Şimdiye kadar, bu âne dek; daha, yeni, hâlâ; ancak.


b) Şeb-ü-rūz düşmen-i berd-ü- şitā-yı aradan sürmek içün henūz bir oldı. İttifāḳ eyledi.

c) Gece ve gündüz, düşmanın soğuk kışını aradan çıkarmak için bu âne dek birleşip
bir oldu.

3 İ tidāl itmiş idi ḫayli zemān ālemi terk

Nev-bahār anuñ ile anı yine eyledi uz

a)

İ tidāl (a.i): İki yönü eşit olma, orta oluş, ortalama. Aşırı olmama hâli, ılımlılık,
ölçülülük, uygunluk. Soğukkanlılık .

Zemān/ Zamān: Zaman, vakit, çağ, devir. Mehil, süre. Mevsim.

Nev-bahār (f.i): İlkbahar, ilkyaz. Türk müziğinde bir makam adı.

Anuñ: Onun. Onun için.

Anı: Onu.

Uz: Ustaca, münasip, uygun, muvafık, doğru. Usta, mahir, tecrübeli, dikkatli, uyanık.

Ālem: Dünyâ, cihan.


b) Nev-bahār anuñ ile ḫayli zemān ālemi i tidal itmiş idi terk idi. Anı yine i tidāl
itmiş idi.

c)İlkbahar, onun ile hayli zaman dünyayı terk etmişti. (Ve) yine onu eşitleyip, başarılı
kıldı.

4 Vaṣl-ı cānāna şebīh olduġıçün faṣl-ı bahār

Oldı vaṣlı ile ferāmūş elem-i berd-i acūz

a)

Vaṣl/ Vaṣıl (a.i): Bitiştirme, ulaştırma, birleştirme, ekleme. Sevdiğine kavuşma, vuslat.
Ulama. Sayfaları yapışan yazılı bir kitabı ayırma sanatı.

Cānān/ Cānāne: Sevgili, gönül verilmiş, ma şûka. Kadın adı. Allah.

Şebīh/ Şibh (a.i): Benzeyen, benzeyici.

Faṣl: (a.i): Ayrılma, ayrılık. Kesme, hüküm verme, halletme. Bir kitabın bölümleri. Yılın
dört mevsiminden her biri. Tiyatro oyununun bölümlerinden her biri. Çekiştirme,
gıybet. Bedenin oynak yeri, mafsal. Bir defada çalınan müzik parçası. Bir bestecinin
aynı makamda bestelediği iki ayrı parça. Türk müziğinde kısa konser.

Faṣl-ı bahār: Bahar mevsimi.

Ferāmūş (f.i): Unutma, nisyan, hatırdan çıkma.

Elem (a.i): Sıkıntı, ıstırap, keder, dert, acı, sızı. Ağrı, sancı.

Berd (a.i): Soğuk.


Acūz/ Acūze (a.i): Kocakarı, ihtiyar ve bunak karı. Dalavereci ve göz bağcı yaşlı
kadın.

b) Faṣl-ı bahār vaṣl-ı cānāna şebīh olduġıçün elem-i berd-i acūz vaṣlı ile
ferāmūş oldı.

c) Bahar mevsimi, kavuşan sevgiliye benzediği için, sıkıntılı, soğuk yaşlı kadın, (bahar
mevsiminin) vuslatından dolayı hatırdan çıktı.

5 Sāḳiyā yürüd ayaġı sürelüm ẕevḳ-ü-ṣafā

Hecr-veş rūḥa eṣer eylemedin tāb-ı temmūz

a)

Sākī (a.i): Su veren, su dağıtan. Kadeh, içki sunan.

Sāḳīyā (a.i): Ey sakî.

Ẕevḳ (a.i): Tatma, tat, lezzet. Beş duyudan biri, tat alma. Hoşlanma, haz alma, lezzet
duyma, mütelezziz olma. İyiyi kötüden ayırma becerisi. Eğlence, cünbüş, keyif ve
safa. Eğlenme, alay, istihza.

Ṣafā (a.i): Temizlik, saflık, berraklık. Endişesizlik, rahat, huzur, eğlence. Erkek adı.

Hecr (a.i): Ayrılma, terk etme, ayrılık.

Veş (e) : Eklendiği söze “gibi, benzer” anlamlarını vererek birleşik söz varlıkları
oluşturur.

Tāb (f.i): Güç, kuvvet, tâkat.

Temūz/ Temmūz: Hicrî- şemsî takvimin Mart’tan itibaren beşinci, Milâdî takvimin
yedinci ayı.
b) Sāḳīyā yürüd ayaġı ẕevḳ-ü-ṣafā sürelüm. Tāb-ı temūz hecr-veş rūḥa eṣer
eylemedin

c) Ey saki, dolaşmaya başla ki lezzet ve eğlence yaşayalım. Kuvvetli temmuzun


ayrılığı gibi eser eylemeden.

6 Dil-ber āvāzın işitmiş gibi ḥaẓẓ eyleyelüm

Muṭribā naġme-i sāzuñ demidür ḳıl nev-rūz

a)

Dil-ber (f.i): Gönüller alan, mahbûbe, maşuka. Çekici, cazibeli.

Āvāz (f.i): Ses, seda, savt; nida, nara. Şöhret, sît.

Ḥaẓẓ (a.i): Hoşlanma, hoşa gitme, coşku, zevklenme, sevinç, memnunluk. Hisse,
nasip, saadet.

Muṭrib: Çalgıcı, sazende. Şarkıcı, şarkı okuyan (kimse).

Naġme (a.i): Ezgi, ahenk, makam, şarkı. Bir kimsenin nazlanarak, istemeye istemeye
ve yapmacıkla söylediği söz.

Sāz (f.i): Eklendiği söze “yapan, uyduran, düzen” anlamları kazandırarak birleşik söz
varlıkları oluşturur.

Naġme-i sāz: Şarkı söyleyen, şarkıcı.

Dem (f.i): Soluk, nefes. An, vakit, saat, zaman, lâhza, nazar, ağız. Bektaşî
geleneğinde içki, rakı. Oyun, hile, aldatma. Gurur, kibir, büyüklenme. Nazar, ağız. Âli,
yüksek. Körük. Koku.
Dem (a.i): Kan, dem, hun.

Nev-rūz (f.i): Yeni gün. Eski takvimlere göre yılın ve baharın ilk günü sayılan martın
yirmi birinci gününe rastlayan gün; Rumî takvimine göre martın dokuzu, Celâlî
takvime göre ise yılbaşıdır. Türk müziğinde bir makam adı.

b) Muṭribā naġme-i sāzuñ demidür. Dil-ber āvāzın işitmiş gibi ḳıl nev-rūz, ḥaẓẓ
eyleyelüm.

c)Ey Çalgıcı, şarkı söylemenin vakti (gelmiştir). Sevgili sesini işitmiş gibi yeni baharı
çal, sevinç duyalım.

7 Dil-berüñ ārıżınuñ ideli nev-rūzını vaṣf

Ẕātī’ yā oldı ḳamu şi r-i belīġuñ pür-sūz

a)

Dil-ber (f.i): Gönüller alan, mahbûbe, maşuka. Çekici, cazibeli.

Ārıż (a.i): Sonradan ortaya çıkan, gelen. Tesâdüfî vak a. Dağ, bulut ve sâire gibi
görmeye mânî olan her şey. Yanak.

Nev-rūz (f.i): Yeni gün. Eski takvimlere göre yılın ve baharın ilk günü sayılan martın
yirmi birinci gününe rastlayan gün; Rumî takvimine göre martın dokuzu, Celâlî
takvime göre ise yılbaşıdır. Türk müziğinde bir makam adı.

Vaṣf/ Vaṣıf a.i. Nitelik, özellik, ayrıcalık, sıfat. Bir şeyin şöyle veya böyle olduğunu
bildiren hâlet, keyfiyet, hassa, hasiyet, tarif etme, birinin ismini, hâlini, suretini beyan
etme. Methetme, övme.(gramer). Sıfat.

Ẕātī : Kendisiyle ilgili, kendine âit, kişilik, özlük, özel.

Yā: ey!, hey! : Arapçada başına geldiği terkîbin ilk kelimesini meftuh(üstün) okutur.
Tek kelimenin başına gelirse o kelimenin son harfini mazmum(ötre) okutur.
Ḳamu/ḫamu: Bütün, hep, her. Herkes.

Şi r (a.i): Anlama. Şiir, edebî değeri olan nazımlı ve kafiyeli söz.

Belīġ (a.i): Çok, bol. Belâgatli kimse. Fâsih. Düzgün ve sanatlı yazı yazma becerisi
olan (kimse), meramını tamamen, noksansız ve güzel sözlerle anlatmağa muktedir
olan. Düzgün ve sanatlı bir biçimde yazılmış olan.

Pür-sūz (f.i.): Çok yakıcı, yakan. Fazla yakıcı.

b) Ẕātī’ yā dil-berüñ ārıżınuñ nev-rūzını vaṣf ideli şi r-i belīġuñ ḳamu pür-sūz
oldı.

c) Ey Zati, sevgilin yanağının ilkbaharını açıkladığından beri belâgatli şiirin, herkesi


yaktı.

GAZEL 563

1 Zülfüñ miẟāli sünbül Hindūstanda bitmez


Ṭaġıtma ey perī-şān anı yabanda bitmez

a)

Ẕülf/ Ẕülüf (f.i): Sevgilinin saçı ve özellikle yüzün iki tarafına sarkan saç bölükleri.

Miẟāl (a.i): Örnek. Masal. Rüyâ,düş. Benzer, andırır.

Sünbül (f.i): Sünbül, soğandan üreyen ve çok bilinen bir çiçek. Hind’den gelen, siyah
saç gibi bir ot. Güzellerin saçı.

Hindūstān/ Hindūsitān (öz.a): Hint Ülkesi, Hindistan.

Bitmek: Meydana gelmek, hasıl olmak, çıkmak. Bitişmek, kaynaşmak. Mahvolmak,


iflas etmek. (İnsanlar için) Yetişip büyümek.

Ṭaġıtma: Dağıtma.

Perī-şān (f.i): Dağınık, dağılmış, toplu olmayan. Düzgün ve muntazam olmayan,


karışık, karmakarışık. Sıkıntılı, kederli, gamlı.

Anı: Onu.

Yaban: Kır, taşra, hariç. Eğitilmemiş, ehil ve terbiyeli olmayan, vahşi, garip.

b) Ey perī-şān zülfüñ sünbül miẟāli Hindūstanda bitmez. Anı ṭaġıtma yabanda


bitmez.

c) Ey Sevgili, saçların sünbül misâli Hindistan’ da meydana gelmez. Onu dağıtma


yabanda çıkmaz.

2 Cānum acıtdı ḳaldı ġam zaḫmı cānda bitmez

Cān acıdan kimesne uñmaz cihanda bütmez


a)

Cān (f.i): İnsan ve hayvanın hayat belirtisi, ruh. Yaşayış, hayat. Gönül, yürek, kalp, dil.
Ruh gibi sevgili ve aziz dost, muhib. Derviş, ermiş.

Ġam (a.i): Tasa, kaygı, keder, dert, gussa.

Zaḫm (a.i): Yara, çıban, ceriha. Vurma, darbe.

Kimesne/Kimerse/Kimsene: Kimse.

Uñmaz/ Uñmaḳ Oñmaḳ/ Oñmaġ: İyileşmek, şifa, salah bulmak, uygun olmak, uygun
gelmek, feyz ve bereket bulmak, düzelmek.

Bitmek: Meydana gelmek, hasıl olmak, çıkmak. Bitişmek, kaynaşmak. Mahvolmak,


iflas etmek. (İnsanlar için) Yetişip büyümek.

b) Ġam zaḫmı cānda kaldı cānum acıtdı bitmez. Cān acıdan kimesne uñmaz
cihanda bütmez.

c) Keder yarası cânda kaldı, canımı acıttı, çıkmaz. Cân acıtan kimse düzelmez,
(böyleleri) cihanda bitmez.

3 Kūyında cān virür dil şeftālūsına yāruñ

Bunı bilür egerçi cān būstānda bitmez

a)

Kūy (f.i): Köy, yerleşim bölgesi, belde. Mahalle, yol, sokak. Sevgilinin bulunduğu yer.

Dil (f.i): Gönül, yürek, kalb.

Şeftālū (f.i): Şeftali. Öpücük.

Eğerçi (e): Her ne kadar… olsa da, vakıa… ise de…

Būstān/ Bostān (f.i): Bahçe, çiçek bahçesi. Sebze bahçesi. Kavun karpuz: bostan
tarlası.
Bitmek: Meydana gelmek, hasıl olmak, çıkmak. Bitişmek, kaynaşmak. Mahvolmak,
iflas etmek. (İnsanlar için) Yetişip büyümek.

b) Yāruñ kūyında dil şeftālūsına can virür. Egerçi bunı bilir cān būstānda bitmez.

c) Sevgilin, köyünde gönül şeftalisine can verir. Her ne kadar bunu bilse de can
bahçede çıkmaz.

4 Didüm ki baña servüm şeftālūlar revān it

Nāz ile didi mīve serv-i revānda bitmez

a)

Serv (f.i): Servi. Yaz kış yapraklarını dökmeyen ve yeşilliğini yitirmeyen güzel kokulu
bir ağaç, selvi. Sevgilinin boyu bosu.

Şeftālū (f.i): Şeftali. Öpücük.

Revān (f.i): Giden, yürüyen, akan. Ruh, can, öz, cevher.

Nāz (f.i): Kendini beğendirmek amacıyla yapılan gösterişli hareket, şive, işve, cilve.
Bir şeyi beğenmeyiş, beğenmezlik edip karşısındakini yalvarmaya mecbur etme. El
üstünde yetiştirilmekten kaynaklanan hoppalık, şımarıklık. Yalvarma, niyaz.

Mīve (f.i): Meyva.

Serv-i revān: Yürüyen selvi. Uzun boylu ve endamlı sevgili.

Bitmek: Meydana gelmek, hasıl olmak, çıkmak. Bitişmek, kaynaşmak. Mahvolmak,


iflas etmek. (İnsanlar için) Yetişip büyümek.

b) Didüm ki şeftālūlar baña revān it. Servüm nāz ile didi mīve serv-i revanda
bitmez.
c) Dedim ki şeftalilere, benimle yürüyün. Servi, nâz ile dedi(ki): Meyve yürüyen
sevgilide çıkmaz.

5 Toḫm-ı ümīd ekersin sebz-i vefālar içün

Ol şūḫ seng-dildür Ẕātī ol anda bitmez

a)

Tohm (a.i): Bitkilerin çiçekten sonra verdikleri tane. İnsan ve hayvanın tohumu
hükmünde olan nutfe, döl. Bazı böceklerin tohum şeklinde küçük yumurtaları.

Ümīd (f.i): Arzu edilen bir iyiliği bekleme, umma, umu, umut. Arzu ile beklenen şey.
Kadın ve erkek adı.

Sebz (f.i): Yeşil, yeşil renkli.

Vefā (a.i): Sözünde durma, sözünü yerine getirme. Dostluğu devam ettirme, samimî
olma, sadakat. Yetişme, yetme, kâfi gelme. Ödeme. Erkek adı.

Ol: O

Şūḫ (f.i): Cinsel çekiciliği olan, hareketlerinde serbest davranan (kadın). Neşeli, şen
ve oynak. Açık saçık, hayasız (kadın). İlâhî cezbe veya tecellî.

Seng (f.i): Taş, çakıl, kaya. Tartı, ölçü, ağırlık.

Seng-dil: Katı veya taş yürekli.

Ẕātī : Kendisiyle ilgili, kendine âit, kişilik, özlük, özel.

Anda: Orada. Onda, o konuda, o hususta. Oraya. O zaman.

Bitmek: Meydana gelmek, hasıl olmak, çıkmak. Bitişmek, kaynaşmak. Mahvolmak,


iflas etmek. (İnsanlar için) Yetişip büyümek.
b) Ẕātī toḫm-ı ümīd ekersin sebz-i vefālar içün Ol şūḫ seng-dildür ol anda
bitmez.

c) Zâtî ümit tohumunu ekersin vefâlı sebzeler için. O sevgili, katı ve taş yüreklidir,
orada o çıkmaz.

GAZEL 564

1 Ahum duḫānı baña yeter serv-i ser-firāz

Var sen ṣalın raḳīb ile ey şūḫ serv-i nāz

a)

Ah (ünlü): Maddî ve manevî bir acı hissolundukta kullanılır. Pişmanlık ve üzüntü ifade
eder. Birine acındığını, keder ve esef edildiğini ifade eder. İç çekme, figan.
Duḫān (a.i): Tütün. Duman.

Serv (f.i): Servi. Yaz kış yapraklarını dökmeyen ve yeşilliğini yitirmeyen güzel kokulu
bir ağaç, selvi. Sevgilinin boyu bosu.

Ser (f.i): Baş, kafa. Baş, reis, bir topluluğun büyüğü. Tepe, dere. Uç, kenar. Son,
nihayet, payan.

Eklendiği söze “baş, başkan” anlamları kazandırarak birleşik söz varlıkları oluşturur.

Ser-Firāz: Başı yüksek olan, başıbüyük.

Raḳīb (a.i): Herhangi bir işte birbirinden üstün olmaya çalışanlardan her biri. Bekçi.
Allah adlarından olup: “görüp gözeten” demektir.

Şūh (f.i): Cinsel çekiciliği olan, hareketlerinde serbest davranan(kadın). Neşeli, şen ve
oynak. Açık saçık, hayasız(kadın). İlâhî cezbe veya tecellî.

Nāz (f.i): Kendini beğendirmek amacıyla yapılan gösterişli hareket, şive, işve, cilve.
Bir şeyi beğenmeyiş, beğenmezlik edip karşısındakini yalvarmaya mecbur etme. El
üstünde yetiştirilmekten kaynaklanan hoppalık, şımarıklık. Yalvarma, niyaz.

b) Serv-i ser-firāz ahum duḫānı baña yeter. Ey şūḫ serv-i nāz sen var raḳīb ile
ṣalın.

c) ( Ey) başı yüksek olan Sevgili, ahımın dumanı bana yeter. Ey neşeli, cilveli Sevgili,
sen var Rakîb ile vakit geçir.

2 Öykündi bī-ḥayālıġ idüb kūyuña meger

Dil virdi bāġa ey yüzi gül serv-i ser-firāz

a)

Öykündi: Taklit etmek, taklide çalışmak, özenmek.

Bī: Olumsuzluk edatı.

Bī-hayālıġ: Hayalsiz.
İdüp: Yapmak.

Kūy (f.i): Köy, yerleşim bölgesi, belde. Mahalle, yol, sokak. Sevgilinin bulunduğu yer.

Dil (f.i): Gönül, yürek, kalb.

Bāġ (f.i): Bahçe, sebze ve meyve ekilip dikilen ve üretilen yer, bostan, Firdevs. Üzüm,
üzüm tanesi. Üzümlük, üzüm bahçesi. Gezinti yeri, seyran. Dünya. Cennet.

Serv (f.i): Servi. Yaz kış yapraklarını dökmeyen ve yeşilliğini yitirmeyen güzel kokulu
bir ağaç, selvi. Sevgilinin boyu bosu.

Ser (f.i): Baş, kafa. Baş, reis, bir topluluğun büyüğü. Tepe, dere. Uç, kenar. Son,
nihayet, payan.

Eklendiği söze “baş, başkan” anlamları kazandırarak birleşik söz varlıkları oluşturur.

Ser-Firāz: Başı yüksek olan, başıbüyük.

b) Ey yüzi gül serv-i ser-firāz meger bī-ḥayālıġ idüb kūyuña dil virdi bāġa
öykündi.

c) Ey yüzü gül, başı yüksek sevgili, meğer hayalsizlik edip köyüne gönül verdim,
bahçeni taklit ettim.

3 Yazduḳca vaṣf-ı kuḥl-i ġubār-ı maḥalleñi

Olur ṣarīr-i ḫāme Ṣafāhān ile Ḥicāz

a)

Vaṣf/ Vaṣıf (a.i): Nitelik, özellik, ayrıcalık, sıfat. Bir şeyin şöyle veya böyle olduğunu
bildiren hâlet, keyfiyet, hassa, hasiyet, tarif etme, birinin ismini, hâlini, suretini beyan
etme. Methetme, övme.(gramer). Sıfat.

Kuḥl (a.i): Göze çekilen sürme. Göz ilâcı.


Ġubār (a.i): Toz, ince toprak.

Ġubārī: Toz gibi ince bir yazı türü.

Maḥalle (a.i): Bir yerleşim biriminin bölündüğü her bir kısım. O kısımda, yani
mahallede oturan halk.

Ṣarīr (a.i): Bağırma, acı, ses. (dişlerin, kalemin) Gıcırtı, cızırtı.

Ḫāme (f.i): Kalem, kilk. Kalem sahibi, yazar, sanatçı.

Iṣfaḥān (f.i): Isfahân şehri. Safevîlerin başkenti olan Isfahân bugün İran sınırları içinde
kalır. Rivayete göre Gâve bu şehirdendir. İran’ın ordugâhı olarak bilinen Isfahân çok
süslü ve mamur olduğu için şehir güzelliğini temsil eder. Sürme’nin Isfahân’da imâl
edilişi nedeniyle de anılan şehir, bazen coğrafî bir bölge olarak İstanbul ile
mukayeselere konu olur. Türk musıkîsinin en eski birleşik makamlarından birinin adı
da Isfahân’dır.

Ḥicāz (öz.s): Arap yarımadasında Mekke ile Medine şehirlerinin bulunduğu coğrafya.
Türk müziğinde bir makam adı.

b) Vaṣf-ı kuḥl-i ġubār-ı maḥalleñi yazduḳca ṣarīr-i ḫāme Ṣafāhān ile Ḥicāz olur.

c) Gözünün sürmesinin vasfı mahallenin yazısını yazdıkça Safâhân ile Hicâz kalem
sesi olur.

4 Döne döne iñil iñil iñlersin ey felek

Ṭoḳındı çarḫuña meger āh-ı zebān-dırāz

a)

Felek (a.i): Gök, gökyüzü, sema. Eski inanca göre dokuz gök tabakası. Baht, kader,
tali. Evren, dünya, âlem. Askerî müzik takımında veya korosunda bir zilli âlet. Eskilerin
inanışına göre her gezegene özgü bir gök tabakası. Yuvarlak kütük, kızak.
Çarḫ (f.i): Felek, gökyüzü, sema. Dönen çark, tekerlek. Yaka. Ok yayı, kiriş. Çakır
doğan. Dönen, devreden. Dünya. Mevlevî terimi olarak sema sırasında sol ayak
üzerinde durulurken sağ ayağın atılması ya da sağ ayağa verilen ad.

Zebān (f.i): Dil, lisan, lügat, lehçe.

Dırāz (f.i): Uzun.

Zebān-dırāz (ad): Dil uzatan, lâf atan, aleyhte söz söyleyen (kimse).

b) Ey felek döne döne iñil iñil iñlersin. Meger āh-ı zebān-dırāz çarḫuña tokındı.

c) Ey felek döne döne inil inil inlersin. Meğer lâf atan âhın, feleğine dokundu.

5 Yāḳūtdan yaratdı meger Ẕātī’ yā Ḫudā

Ahum odından eylemez ol cevher iḥtirāz

a)

Yāḳūt (a.i): Kıymetli ve pek beğenilen bir taş. Bu taştan yapılmış.

Yā: ey!, hey! : Arapçada başına geldiği terkîbin ilk kelimesini meftuh(üstün) okutur.
Tek kelimenin başına gelirse o kelimenin son harfini mazmum(ötre) okutur.

Ḫudā (f.i): Allah.


Od: Ateş, cehennem ateşi.

Cevher (a.i): Kendi nefsi olan şey, öz, zat. Yaradılış, tıynet, cibillet, maya. Yetenek,
kabiliyet. Elmas ve benzeri kıymetli taş. Kılıcın namlusundaki meneviş ve hareli
dalgalar. Yalnız noktalı harflerin hesaplanması düzenine göre tarih düşürme.

İḥtirāz (a.i): Çekinme, sakınma, tereddüt etme.

b) Ẕātī’ yā Ḫudā meger yāḳūtdan yaratdı. Ol cevher ahum odından iḥtirāz


eylemez.

c) Ey Zâtî, Allah meğer yakuttan yarattı. O cevher ahım ateşten çekinmez.

GAZEL 565

1 Ey muṭrib olur derd-ü-ġama çünki şifā sāz

Ḳānūnuñı al çengüñe ol baña şifā-sāz

a)

Muṭrib (a.i): Çalgıcı, sazende. Şarkıcı, şarkı okuyan (kimse).

Derd (f.i): Keder, acı, gussa, tasa. Zahmet, eziyet, meşakkat. Yüreği ezen iç sıkıntısı.

Ġam (a.i): Tasa, kaygı, keder, dert, gussa.


Çünki: Şundan dolayı ki, şu sebepten ki, zîrâ.

Şifā (a.i): Hastalıktan kurtulma, iyi olma, arılma. Çare, ilâç, deva.

Sāz (f.i): Eklendiği söze “yapan, uyduran, düzen” anlamları kazndırarak birleşik söz
varlıkları oluşturur.

Şifā saz (a.şifa+ f. sāz): İyi eden, sağlığa kavuşturan.

Ḳānūn (a.i): Devletin yasama kuvveti tarafından herkesçe uyulmak üzere konulan her
türlü nizam, kural, kaide. Herhangi bir konu üzerindeki yasayı içeren kitap. Tabiat
olaylarının bağlı göründükleri ve dışına çıkamadıkları düzen. Âdet, yol, yordam. Bir
tarafı üçgen, karşı tarafı dikdörtgen biçiminde, diz üzerinde çalınan bir tür telli çalgı.

Çeng (f.i): Pençe, insan veya yırtıcı hayvan pençesi. Eğri büğrü. Kanunun dik
tutularak çalınan biçimi. Eski bir Türk sazı.

b) Ey muṭrib derd-ü-ġama baña şifā sāz olur. Çünki Ḳānūnuñı çengüñe al şifā-sāz
ol.

c) Ey Çalgıcı, dert ve gam beni sağlığa kavuşturur. Şundan dolayı ki kânûnunu ve


sazını al bana şifa ol.

2 Çeng eyleyeli ḳāmetümi ceng-i ġam-ı mihr

Eflāke çıkub nālem olur Zöhreye dem-sāz

a)

Çeng (f.i): Pençe, insan veya yırtıcı hayvan pençesi. Eğri büğrü. Kanunun dik
tutularak çalınan biçimi. Eski bir Türk sazı.

Ḳāmet (a.i): Boy, boybos, endam. Cemaatle kılınan namaz sırasında farz namazına
başlarken müezzinin “kad kāmetü’s-salāt” diyerek ezan okuması ve cemaati imamın
arkasında namaza durmaya çağırması.
Ceng (f.i): Savaş, mücadele, vuruşma.

Ġam (a.i): Tasa, kaygı, keder,dert, gussa.

Mihr (f.i): Güneş. Sevgi, muhabbet. Eylül ayı.

Eflāke (a.i): Felekler.

Nāle (f.i): İnilti, enîn, figan, feryat.

Zöhre/Zühre (a.i): Beyazlık, güzellik. Güneşin etrafında dönen gezegenlerden ikincisi,


çoban yıldızı, nahit, venüs.

Dem (f.i): Soluk, nefes. An, zaman, lâhza. Bektaşî geleneğinde içki, rakı. Oyun, hile,
aldatma. Gurur, kibir, büyüklenme.

Dem-saz (f.i): Arkadaş, dost, sırdaş.

Sāz (f.i): Eklendiği söze “yapan, uyduran, düzen” anlamları kazndırarak birleşik söz
varlıkları oluşturur.

b) Ceng-i ġam-ı mihr ḳāmetümi çeng eyleyeli nālem eflāke çıkub Zöhreye dem-
sāz olur.

c) Gam muhabbetinin kederli mücadelesi boynumu eğri büğrü yaptığından beri,


feryadım feleklere çıkıp Zühre’ye arkadaş oldu.

3 Ney gibi neye itmeyelüm dem-be-dem efġān

Çün itdi bizüm beñzümüzi bezm-i belā sāz

a)

Ney (f.i): Kamış. Özellikle tekke müziğinde önemli yeri olan ve kamıştan yapılan yanık
ezgili

müzik aleti.

İtmek/ Ayıtmaḳ/ Aytmaḳ/ Etmek/ Eytmek/: Söylemek, demek, anlatmak.


Dem-be-dem (f.i): Zaman zaman.

Efġān (f.i): Feryatlar, figanlar.

Çūn/ Çün (f.i): Gibi. Nasıl, nice. Çünkü, mademki.

Beñzü: Çehre, rûy, yüz, vech. Yüz rengi.

Bezm (f.i): İçki meclisi, dostlar toplantısı, meclis.

Belā (a.i): Gam, keder, enduh, tasa. Afet, musibet, felâket. Adamın ne yapacağını
bilmediği ağır ve sıkıntılı iş veya şahıs. Ağırlık, sıklet, sıkıntı, müşkilât. Ceza.

Sāz (f.i): Eklendiği söze “yapan, uyduran, düzen” anlamları kazndırarak birleşik söz
varlıkları oluşturur.

b) Çūn bezm-i belā beñzümüzi sāz itdi. Ney gibi neye itmeyelüm dem-be-dem
efġān.

c) Madem ki bezm-i belâ yüzümüzü kamış gibi etti. (O zaman) ney gibi zaman zaman
feryatlar etmeyelim.
4 İrişdi bu āvāze Ṣafāhān-ü- Irāḳa

Uşşākı muḥayyer idüben eyledi şeh nāz

a)

İrişdi: Erişti.

Āvāze (f.i): Yüksek ses. Şöhret, ün.

Ṣafāhān/ ṣafā öz.a (a.i): Mekke dolaylarında hac ibadetinin yapıldığı yerlerden biri
olup hacıların, burası ile Merve adı verilen bir yer arasında Hz. Hacer’in o dönemde
yapmış olduğu gidiş geliş hareketini dört gidiş, üç geliş olarak aynen uyguladığı yer.

Irāḳ (a.i): Doğuda Bağdat ve Basra bölgesine verilen ad. Türk müziğinde bir makam
adı.

Uşşāk (a.i): Āşıklar.

Muḥayyer/Muḥayyir: Şaşkınlık yaratan, hayret uyandıran. Bir tür lâle.

Şeh nāz (f.i): Türk müziğinin en eski mürekkep makamlarındandır. Çok güzel ve
karakteristik bir makam olup, hicazkârın daha yumuşağı ve nazlısı, masal edâsına çok
müsâit bir nev’idir.

b) Uşşākı muḥayyer şeh nāz idüben eyledi. Bu āvāze Ṣafāhān-ü- Irāḳa irişdi.

c) Âşıkların şaşkınlığı müzik makamına ulaştığından beri bu ses Safâhân ve Irâk’a


ulaştı.

5 Āvāze-i ışḳı ile cihān gümledi güm güm

Ẕātī ideli ışḳuñı ḳılmaġa ser- āġāz


a)

Āvāze (f.i): Yüksek ses. Şöhret, ün.

Işḳ/ Aşk (a.i): Sevgi, tutku, muhabbet.

Cihān (f.i): Dünya, âlem. Kürre-i arz, yeryüzü, zemin.

Ḳılmaġa: Yapmak, etmek, eylemek.

Ẕātī : Kendisiyle ilgili, kendine âit, kişilik, özlük, özel.

Ser-āġāz (f.i): Baştan başlama, başlangıç, yeniden veya baştan başlama.

b) Ẕātī ışḳuñı ser- āġāz ḳılmaġa ideli cihān āvāze-i ışḳı ile güm güm gümledi.

c) Zâtî, âşkına yeniden başladığından beri cihân, âşkının yüksek sesi ile güm güm
gümledi.

You might also like