You are on page 1of 10

Toplum

Bilimleri
Dergisi

Fatih İBİŞ (*)

HERMENÖTİK VE YAPISÖKÜM KURAMINA


GENEL BİR BAKIŞ

abstract
An Overview of Hermeneutics and Deconstruction Theory. In essence,
hermeneutics as the humanities is academic discipline that studies correctly
understanding of written text and deals with interpretation of written text. In this
tradition, Derrida appears a marginal thinker in remarkable for his postmodern
standing. Thus, Derrida became a pioneer in the field of hermeneutics as
new approach of understanding of written text with his deconstruction
theory. Having characterized as postmodern and post-structuralist appoach,
Derrida’s hermeneutic theory criticizes modern and structuralist paradigm
which dominates western phisolophy and thought. In this regard, this paper
analysis Derrida’s response and criticism towards modernism and modern
western philosophical thought. In addition to this, the paper also examines
effectiveness of language and subject in relation to understanding rather than
text and logo-centrism in Derrida’s thought system.
key words
Hermeneutics, Derrida, deconstruction, postmodernism.

© Toplum Bilimleri • Ocak - Haziran 2012 • 6 (11) : 31-40


32 Toplum Bilimleri • Ocak 2012 • 6 (11)

Hermenötik, metin ve yorum gibi insan varlığının iki temel açılımını “an-
lama” kavramı bağlamında doğrudan tartışma konusu haline getiren bir disip-
lindir. Sistemli bir yöntem olarak hermenötiğin tarihi, hermenötik teriminin
tarihiyle özdeş değildir. Hermenötik kelimesinin türediği köken ile ilgili temelde
iki görüş bulunmaktadır. Bu kelime ilk kabule göre, ifade etmek, izah etmek,
tercüme etmek ve yorumlamak anlamlarının tümünü içinde barındıran Grek-
çe hermeneuein kelimesinin1 bir türevi olarak görülürken (Taşdelen 2008: 20),
bir diğer görüşe göre mitolojik bir karakter olan Hermes’e dayandırılmaktadır.
Efsaneye göre Hermes tanrıların ve özellikle de Zeus’un elçiliğini yapmaktadır.
Hermes, Zeus’tan aldığı mesajları ölümlülere iletme görevini üstlenmiştir. Fakat
bu mesajın iletilmesinde karşı karşıya gelinen şöyle bir sorun vardır; ölümsüz
olduğuna inanılan tanrıların mesajını ilk haliyle insanlara iletmek onların anla-
ma kapasitelerini aşan bir durumdur. Bu nedenle mesajın, aşkın varlıktan çıktığı
şekliyle iletilmeyip, kapasiteleri açısından sınırlı bu insanların anlayabileceği bir
formata dönüştürüldükten sonra iletilmesi gerekmektedir. Buradan hareketle
Hermes’in üstlendiği elçilik görevini, mesajı olduğu şekliyle değil muhatapların
anlayabileceği bir dile aktarmakla yerine getirmesi icap etmektedir. Bir anlam-
da Hermes, tanrısal alanla beşeri alan arasında bir köprü olmalıdır. (Jeanrond
2007: 25) Bu işlem esnasında Hermes, mesajı birebir aktarmak doğru olmadı-
ğından, onu ölümlülerin diline çevirerek, bu aktarma esnasında açıklama ve
yorumlama gibi enstrümanlardan da istifade etmek suretiyle, mesajın muha-
tap kitle tarafından rahatça anlaşılabilir hale gelmesini sağlamaktadır.
Hermes’in bunları bir ‘hermeneuein’ etkinliği içinde icra ettiği açıktır. Bu
etkinlik içinde etimolojik olarak hermenötik sözcüğünün dayandığı temeli içe-
ren bir anlam bulunmaktadır. Yani Hermes iletim öncesinde iletişim sürecinin
sorunsuz gerçekleşebilmesi için mesajı eksiksiz bir şekilde anlamalı ki, mesajın
başarıyla aktarılması mümkün olsun. Bunun yanında aktarma sürecinde Her-
mes, işin içine kendi yorumlarını da kattığı için hermenötik teriminin, süreç
içinde oluşan bu yorumlarla ilintili olarak türemiş olabileceği de düşünülmek-
tedir. Hermes’in hermenötik faaliyetinde iç içe geçen anlama ve yorumlamanın
birlikteliğinden ötürü olsa gerek bu kavram Türkçeye aktarılırken kimi zaman
anlama-bilim kimi zaman da yorum-bilim şeklinde ifade edilmektedir. Kavram
daha sonraki süreçte özellikle on yedinci yüzyılda Kitab-ı Mukaddes metinlerin-
deki Tanrı mesajının üstündeki örtünün kaldırılmasını ve yetkin bir kutsal kitap
yorumunun sağlanmasını amaçlayan bir disiplinin adı olarak da kullanılagel-
miştir. Bu bağlamda hermenötiğin ilk kez epistemolojik değerlendirmelerde bir
kriter olarak kullanılması gerektiğini öne süren, onu yöntemsel tartışma konu-
su yapan kişinin Schleiermacher olduğu kabul edilmektedir. (Göka, Topçuoğlu,
Aktay1999: 29)
Filoloji, hukuk ve felsefe alanlarında kaydedilen ilerlemeler hermenötiğin
tarihsel gelişimine katkıda bulunmuştur. Evrensel hermenötikten (universal
Hermenötik ve Yapısöküm Kuramına Genel Bir Bakış 33

hermeneutics) farklı olarak, metinlerin ve metin türlerinin sınırlı hacmi, her-


menötik içinde sınırlı yorum tarzlarını içeren “alansal hermenötik” (regional
hermeneutics) adı verilen yeni bir alanın doğmasına yol açmıştır. (Tatar 2004:
16) Hermenötik, tarihsel süreçte anlamaya yöneldiği nesnelerin mahiyetine,
disiplinlerle kurduğu ilişkiye göre farklı bölümlere ayrılmıştır. Teolojik herme-
nötik, kutsal metinlerdeki anlam alanına yönelirken, filolojik hermenötik ya-
zarın metne yüklediği anlama odaklanmaktadır. Hukuksal hermenötik, tekil
olayların yasalarda yansıyış biçimiyle oluşan anlamı üzerinde dururken, felse-
fi hermenötik yaşam dünyası ve bu dünyanın ortaya çıkardığı anlam üzerinde
yoğunlaşmaktadır. (Taşdelen 2008: 192) Anlam ve anlama kavramları eksenin-
de bakıldığında hermenötiğin asıl bölümü, on sekizinci yüzyılda ve sonrasında
kazandığı disipliner formla ilgili olan kısmıdır. Bu periyodik dilimde bir metnin
doğru anlamının ne olduğu ve nasıl tespit edileceği gibi anlama merkezli konu-
lar öne çıkmıştır. Buna göre metindeki anlam, yazar veya okur tarafından mı,
yoksa metinde kullanılan kavramlar yoluyla metnin kendi iç dinamikleriyle mi
belirlenir? Hermenötik bu soruları bulundukları bağlam özelinde ele alıp geniş
bir şekilde tartışma konusu yapmaktadır.
Hermenötik gelenekte öne çıkan belli başlı düşünürler arasında gramatik
ve psikolojik anlama kuramıyla Schleiermacher, açıklama merkezli anlama mo-
deliyle Dilthey, varoluşsal yaklaşımıyla Heidegger, ufukların kaynaşmasını ön-
gören birleştirici teorisiyle Gadamer, uzlaşımcı yönüyle Ricoeur, eleştirel bakış
açısıyla Habermas ve son olarak yapısöküm kuramıyla Derrida gibi isimler sayı-
labilir. Ricoeur ve Derrida gibi Fransız düşünürler dışında burada sayılan herme-
nötikçilerin tamamının Alman kökenli olmasından, hermenötiğin orijininde ve
gelişmesinde Alman düşünce tarzının etkin olduğunu söylemek mümkündür.
Almanya’nın ve Alman düşünürlerin, Batı’da yaşanan rönesans, reform ve ay-
dınlanma hareketinde öncü olduğu düşünüldüğünde hermenötiğin de oradan
çıkması doğal karşılanabilir. Bu bağlamda hermenötiğin bir bakıma kendisine
istinat ettiği temel dayanak noktası daha spesifik bir ifadeyle modern felse-
fedir. Modern felsefe rönesans, reformasyon ve aydınlanma birikiminin üze-
rinde yükselip gelişen düşünceler manzumesidir. Modernleşme süreciyle akıl
ve bilimin epistemolojik egemenliği, dinsel inançların etkinlik alanını daraltmış
ve fizik ötesi unsurların gücünü oldukça zayıflatmıştır. Bilimsel ve nesnel bilgi-
nin, hümaniter temaların, evrensel ahlaki değerlerin öne çıkarılması ve bilginin
metafizikten arındırılması modern felsefe aracılığıyla ilerleyen süreçte etkinlik
kazanmış ve sonuç olarak bu temalar pek çok alanda etkin olmaya başlamış-
tır. Bu tür çabaların en açık ve somut ifadesini, Kant’ın yaptığı üçlemede, ünlü
felsefi eleştirel dizgesinde görmek mümkündür. Kant, Saf Aklın Eleştirisi’inde
bilgiyi metafizik yüklerinden arındırmış, Pratik Aklın Eleştirisi’inde ödev ahla-
kı temelinde evrensel ahlak yasasını ortaya koymaya çalışmış, Yargı Gücünün
Eleştirisi’nde ise iyi-kötü gibi ahlaki yüklemlerden bağımsız evrensel güzel ve
34 Toplum Bilimleri • Ocak 2012 • 6 (11)

yücenin imkanını tartışmış ve bu doğrultuda bazı estetik değer yargılarıyla bir


sistem kurmaya ve temellendirmeye çalışmıştır. Kant’a göre bunların tahakkuk
etmesi öncelikle bireyin aydınlanmasına bağlıdır; bilimde, ahlakta ve sanatta
ortaya çıkan aydınlanma, Kant’ın terminolojisinde “aklın ergenliğine” kavuşma-
sı olarak betimlenmektedir.

“Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin


olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu
ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvur-
maksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi
suçu ile düşmüştür; bunun asıl nedeni de aklın kendisinde değil,
aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak
kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insandadır. “Aklını
kendin kullanmak cesaretini göster (Sapere Aude!)” ve bu, ay-
dınlanmanın mottosudur” (Kemp 1968: 124)

Modernizm sadece felsefi ve bilimsel alanda etkili olmamış aynı zamanda


siyasal, kültürel ve endüstriyel alanlarda da gerçekleştirdiği devrimlerle kap-
samlı eleştirel bir proje olmuştur. Aklın ve bilimin ışığında modernizm, doğur-
duğu bilim devrimiyle evrenin, matematiksel dille yazılmış okunup anlaşılabile-
cek bir kitap olduğunu göstermiştir. Bunun yanında modernizm, iktidarın meş-
ru zemini olarak halkın iradesini öne çıkaran demokrasi fikriyle siyasal devrim,
insan hakları ve hümanist değerlere dayalı bir insan anlayışıyla kültürel devrim,
makine, fabrika gibi teknik, teknolojik terakki fikriyle sınai devrim gerçekleştir-
miştir ve bütün bunlar insanlık tarihinde büyük evrilmelere neden olmuştur.
(Taşdelen 2008: 210) Bütün bu yönleriyle modernizm gün geçtikçe her alanda
etkisi hissedilen, genişleyen ve güçlenen bir paradigmaya dönüşmüştür.
Modernizme bir tepki olarak kabul edilen postmodernizmin doğuşu ve ge-
lişimi ile ilgili farklı görüşler olsa da genel kanı postmodernizmin ikinci dünya
savaşı sonrasında dillendirilip gündeme taşındığı doğrultusundadır. Postmo-
dernizm yirminci yüzyılda popüler hale geldikten sonra felsefede, mimaride,
sinemada, edebiyatta, ahlakta ve birçok alanda kendisinden söz ettiren bir
akıma dönüşmüştür. Postmodern eleştiri esas itibariyle epistemolojik eksene
sahip olup, bu anlamda modern bilim ve bilgi anlayışına karşı gösterilen açık
bir tepkidir. Postmodernist olarak nitelendirilen, doğrudan veya dolaylı biçim-
de postmodernist literatüre katkı sağlayan belli başlı düşünürler şunlardır:
Foucault, Deleuze, Derrida, Levinas, Baudrillard, Guattari, Lyotard, Rotry ve
Kristeva. Bunların dışında Nietzsche, Kierkegaard, Heidegger ve Wittgeinstein
gibi isimler postmodernizmin çıkışına zemin hazırlayan etki merkezleri olarak
değerlendirilebilir. Bu isimler incelendiğinde bunların muhalif kişilik ve fikirle-
riyle dönemlerinde sivrilen, marjinal karakterler oldukları dikkat çekmektedir.
Muhalif duruşa sahip düşünürlerden oluşan ve beslenen yapısıyla postmoder-
Hermenötik ve Yapısöküm Kuramına Genel Bir Bakış 35

nizm, doğal olarak muhalif içerikli bir paradigmadır. Bu açıdan postmodernizm


bir tez değil antitezdir, bir felsefe olmaktan çok, bir felsefenin radikal eleştirisi-
dir. Postmodern hareketler tepkilerini ya modernizmle karşı karşıya gelerek ya
da aldığı isimde görüldüğü gibi modern söylemle iç içe geçerek bir ironi sergi-
lemek suretiyle ifade etmektedir. Öyle ki kronolojik bakımdan modern dönem
sona erip postmodern tarz başlamış değildir. Şu an itibariyle dahi bu birliktelik
devam etmekte, bir yanda modernizm, diğer yanda postmodernizm birbiriyle
karşıt ya da iç içe, birbirlerini etkileyerek ve birbirlerinden etkilenerek hayati-
yetlerini devam ettirmektedir. (Taşdelen 2008: 231)
Batı’da yaşanan modern ve postmodern hareketlerin ve gelişmelerin anla-
şılması, Derrida’yı anlama ve yorumlamanın mukaddimesi niteliğindedir. Ceza-
yir asıllı Fransız düşünür Jacques Derrida (1930-2004)’nın düşünce dünyasında,
Batı’da meydana gelen ve felsefi düşünce geleneğinde egemenliğini sürdüren
modernist, akılcı, sözmerkezci, bilimsel paradigmanın çok büyük yeri ve etkisi
vardır. Derrida bu yönüyle hermenötikte, diğer hermenötikçilerden ayrılır. Ni-
tekim onun bu yönünü özne-metin ilişkisinde açıkça görmek mümkündür. Özne
ve metin arasında Dithey’de dengede duran sarkaç, Heidegger ve Gadamer ile
yavaş yavaş öznenin lehine, metnin aleyhine doğru bir kayma göstermiştir. Bu
süreçte belli oranda artık özne kendi ufkuyla, anlama ve anlamaya aktif olarak
katılım sağlamaktadır. Öznenin, metin karşısındaki egemenliği Derrida’yla bir-
likte en üst seviyeye çıkmıştır. Derrida’da sözü edilen özne ile Kartezyen bakışın
ve aydınlanma düşüncesinin yücelttiği özne arasında nominal bir özdeşlik dı-
şında hiç bir yakınlık yoktur. Kartezyen ve yapısalcı düşünce geleneğinde özne,
her ne kadar etkin bir biçimde kendisini gösteriyor gibi görünse de, bu, öznenin
düşünen canlı nitelemesinde görüldüğü üzere sadece zihinsel bir aygıt gibi sı-
nırlandırılmış, tikel bir algılama biçiminin ötesine geçmemektedir. Yine gele-
neksel felsefi kabulde, nesnenin sabitliğindeki kesinlikten hareketle metin bir
gösterge olarak önemini korumakta, gösteren konumundan ötürü metin daima
daha nesnel ve yazar, okura nispetle daha öncelikli kabul edilmiştir. Derrida,
postyapısalcı tavrıyla gösterilen olarak, metin adına ihmal edilen göstergeyi
yani özneyi daha açık ifadesiyle okuru, özgün bağlamına yerleştirerek metni
yapısalcıların atfettiği merkezi öneminden uzaklaştırmış ve ontolojik hususiye-
tiyle öne çıkardığı öznenin sadece zihinsel tarafıyla değerlendirilmesine karşı
çıkmıştır.
Yapısalcı yaklaşım dil dolayımında metni, gösteren ve metnin işaret
ettiği şeyi yani anlamı gösterilen şeklinde belirleyerek, anlama faaliyetinde
gösterileni öncelemektedir. Postyapısalcı yaklaşım ise genellikle göstereni,
yani dili başat unsur kabul ederek gösterileni ikinci planda tutmaktadır. Lacan
“gösterilen gösterenin altından durmaksızın kaymaktadır” derken bu sözüyle
postyapısal bakış açısını yansıtmaktadır. Derrida bu bağlamda dil dışında
refere yapılabilecek yalın ve durağan bir göstergeler dizgesinin olmadığını
36 Toplum Bilimleri • Ocak 2012 • 6 (11)

düşünmektedir. Sabit bir referans kaynağı gösterilecekse bu yalnızca dilin


kendisi olabilir. Anlam tekil göstergelerde, gösterenlerde ortaya çıkamaz,
anlam bunların bütün olarak yerleştiği sistem içinde, yani dilde kendisini açık
kılabilir. Dilin gösterge mantığına göre işliyor oluşunu yanılsama sayan Derrida,
bu yapıyı bozmaya çalışırken her ifadenin bir gösterilenden ziyade pek çok
gösterilene gönderme yaptığını vurgulamaktadır. (Eagleton 1990: 150-51)
Dolayısıyla dilin zamanla ilişkisi demek dilin insana dayanan yapısına yönelmek
demektir.
Bir yapısalcı, Saussure’un dil anlayışından hareketle söylenen söze anlamını
veren şeyin dil sistemi olduğunu, metni yorumlamak için yazara değil, metnin
anlamını üreten, anlamlamayı sağlayan yapıya eğilmek gerektiğini düşünerek,
yazarı ve dolayımında okuru dışta bırakmak suretiyle doğru anlamı ‘metnin
arkasında veya içinde’ ararken, bir postyapısalcı dilin yapısal kurgusunun
analiziyle doğrulama mekanizmasının nasıl kurulduğunu ve bu yapısal
dizgeye bağlı olarak işlemekte olan göstergelerin mütekabiliyet derecelerini
gözlemleyerek anlamı ‘dilin arkasında veya içinde’ aramaktadır. Bu bağlamda
metnin anlamını belirlemede etkin olan metnin bizatihi kendisi değil o metni de
besleyen dil ve analitik ve kritik bakış açısıyla dile dinamizm kazandıran okurdur.
Yapısökümcüleri metnin tutarlılığı, bütünlüğü gibi konular ilgilendirmez. Onlar
metindeki çelişkilere, tutarsızlıklara, ayrıntılara parmak basar ve böylece
metnin yürüyüşüne yine metin tarafından nasıl çelme takıldığını ve bununla
anlamın nasıl sabitkadem bir şey olmayıp tökezleyebileceğini göstermek
isterler. (Moran 2010: 205)
Derrida’ya Husserl’den sonra en çok tesir eden Heidegger’in bu bağlamdaki
düşünceleri de konunun anlaşılmasına katkı sağlamaktadır. Heidegger’e göre
dil, sadece bir şeye işaret ettiği söylenen semiyotik karakterine dayanılarak
tam bir şekilde tanımlanmış sayılmaz. Bunun ötesinde dil, bizzat varlık
hadisesi olarak tasvir edilmelidir. Heidegger ayrıca bu kanısına böyle bir
varlık biçiminin bütünüyle kavranamayacağını da eklemektedir. Dile yapılan
vurgunun artması, aynı zamanda Varlığın ifşasını ve örtülmesini aynı anda
beraberinde getirmektedir. Bu bağlamda Heidegger, mutlak Varlığın sesisinin
en güzel ifadesini dinlettirdiğinden ötürü bizi Varlığa geri çağıran en önemli
araç olarak şiiri görürken, şairi de sahici varoluşa davet eden sıradışı en önemli
kişilik olarak değerlendirmektedir. (Jeanrond 2007: 230) Artık bu noktada dil
sadece insan bilincinin basit bir aleti ya da ifade aracı olmaktan çıkıp bizzat
varlığı anlamanın linguistik bir boyutla ilişkili olduğunu göstermekle varoluşsal
bir araca dönüşmektedir. Bir başka ifadeyle, dilin asli boyutu, onu kullanan
insana gönderme yapmaktan çok varlığı ifşa etmesinde yatar. Dil, belirli bir
nesneye eklenen yüklem veya araz değil, bizzat nesnenin ortaya çıkış tarzını
belirleyen ve fark ettiren biricik özdür, cevherdir.
Hermenötik ve Yapısöküm Kuramına Genel Bir Bakış 37

“Derrida’ya göre, Saussure’nin iddia ettiği gibi gösteren


ile gösterilen arasında teke tek bir bağlantı yoktur. Anlam
tamamlanamaz, çünkü bir gösterenin anlamı diğer bütün
gösterenlerle bağıntılıdır. Onun için bir gösterenin anlamı
bir diğer gösteren sayesinde tamamlanır diyemeyiz, çünkü
ikinici gösterenin de anlamı bir diğer gösterene bağlıdır ve
bu zincirleme bağıntının sonu gelmez. Anlamın kesinleşmesi
hep ertelenmez halindedir. Bundan ötürü bir noktada durmak
yerine, sağa sola, öne arkaya, gösterenler arasında her yana
yayılan karmaşık, çok yönlü ve kaygan bir bağıntılar ağı söz
konusudur. Dilin yapısı ayrılıkların oyunu ile durmadan değişen,
sınırlanamayan bir ağ gibi örülmüştür. Yapısalcılığın kapalı
sistem kavramı yerine, Derrida, hem ayrılığı hem ertelemeyi
içeren ve ‘différance’ adını verdiği bu açık örgü kavramını
getirir.” (Moran 2010: 202)

Derrida göstergelerin anlamlarını doğrudan kendi içlerinde taşımadıklarını


ve anlamın da bu nedenle tam olarak ortaya çıkmadığını belirtmektedir. Çünkü
bir göstergenin anlamı, o göstergenin ne olmadığına bağlı olduğuna göre
göstergenin de, anlamı her zaman kendi içinde taşıyor olduğu söylenemez.
Anlam, göstergeler dizgesinin bütününe dağıtılmış ve paylaştırılmıştır. Öyleyse
anlam kolaylıkla belirlenebilir bir şey değildir; o hiçbir zaman bir göstergede
sabit kalmayıp göstergeler içinde yer değiştiren esnekliğe sahiptir. Bu bağlamda
anlamın kesin ve sabit olarak belirlenememesi dilin zamanla olan kopmaz bağını
göstermektedir. Dil bir süreç içinde oluşur, değişir ve gelişir. Dilin yetkinliği
süreçle ilişkilidir; bu yetkinlik zamanın vücuduna bağlı olarak uzayıp gidecek ve
son noktaya erişemeyecektir. Bir cümle okunduğunda anlam, her zaman tek
ve kesin değildir, askıya alınır, ertelenir veya zamana bağlı olarak daha sonra
kavranır. Bir gösterge diğerine, diğeri bir başka göstergeye sürekli işaret ve
delalet etmeye devam eder. İlk anlamlar sonraki anlamlarla değişir, dönüşür
veya açıklık kazanır ve “cümle bitse bile dil süreci devam ediyor olduğundan
anlama ve anlam bitmez ve devam eder.” Bir cümlenin anlamı mekanik olarak
sözcüklerinin üst üste yığılmasıyla kavranamaz. Hiçbir gösterge tümüyle
katışıksız ve tamamen anlamı kendi içinde barındıran bir yapıda değildir,
mutlaka onun anlam zincirindeki başka göstergelerle veya en azından kendisini
oluşturmak için dışladığı diğer sözcüklerle ilişkisi vardır. (Eagleton 1990: 150-51)
Saussure’un dil teorisinde ihmal edilen semantik olgu, Derrida’da semiyotiğe
eklemlenerek çift bakışımlı bir anlam teorisine dönüşmektedir.
Derrida ortaya attığı “yapısökümü” (yapıbozum)yle bütün bir Batı felsefe-
sine baştan sona köklü ve radikal bir eleştiri yöneltmektedir. Derrrida’nın ya-
pısöküm (deconstruction) kuramı metni özne karşısında bütünüyle devre dışı
38 Toplum Bilimleri • Ocak 2012 • 6 (11)

pozisyona ötelemektedir. Yazar ölmüştür artık ve anlam yitirilmiştir. Anlam


kendini tüketir, akıl ve söz tahtından iner. Nesnedeki anlam tükenir ve tümüy-
le öznedeki anlam etkin ve belirleyici olmaya başlar. Yazarın ölümü ve anla-
mın yitirilişi, bütünlüğünü kaybetmiş, özne sayısınca kırılmaya ve farklılaşmaya
uğramış bir metnin tanıklığını yapar. Metin bütünlüğünü kaybetmiş, dağılmış,
parçalanmıştır. Burada bir ‘saçılma (dissemination)’ yaşanır. Ne tez vardır orta-
da, ne antitez, ne de sentez. Derrida bu üçlü diyalektiğin içinde değil, anlamsız-
lık, hakikatsizlik, tezsizlik tehlikesi pahasına onların dışında kalmayı, bu üçgenin
dördüncü köşesi olmayı hedeflemektedir. Bütün bunların dışında sadece bir
tarz ve yöntem olarak öne çıkan yapısöküm vardır. Bu karşı çıkış, Hegelci felse-
fede bulunan tez merkezli üçlü diyalektiğe gösterilen bir tür karşı diyalektiktir.
(Megill 1998: 401-02)
Derrida yapısökümünde fenomenolijiden de etkilenerek metin bağlamın-
da söz merkezli düşünce geleneğinin dışına çıkarak, yazı merkezli bir anlama
yöntemini tercih etmiştir. Derrida’nın düşünce sisteminde, fenomenolojiden
önemli ölçüde etkilenmelerin olduğu görülür. Fenomonolojiyi “karşılaştırma
kabul etmez sağlamalıkta bir disiplin olarak” gören Derrida, özellikle fenome-
nolojik bakışın nesnesi sayılan yazıyı, söz karşısında yüceltmiştir. Bu yaklaşım
tarzının temelinde yine Derrida’nın gösteren ile gösterilen arasında varsayılan
zorunlu göstergesel birliğe olan itirazı vardır. Batı felsefesinde, Sokrates’ten bu
yana bir söz merkezcilik (logocentrism) hâkim olmuş ve yazı, söz (logos-ke-
lam) karşısında devamlı ikincil önemde değerlendirilmiştir. Sözün yazıya kar-
şı öncelenmiş olması, gösteren ile gösterilen arasındaki mütekabiliyetin daha
kolay ve daha kesin kuruluyor olmasındandır. Bu da Batıda aranan bir kesinlik
metafiziğini akla getirmektedir. Bu kesinlik istencinin Derrida’daki karşılığı “hu-
zur metafiziği”dir (bulunuş, mevcudiyet-metaphysics of presence). Derrida’nın
teşhis ettiği huzur veya bulunuş karşılığı olan “presence”, “şimdi” ve “burada”
anlamlarını aynı anda içinde barındıran bir kavramdır. Huzur metafiziği, şimdi
ve buradalığıyla Batı’da sözü yazıya karşı öncelikli kılmıştır. Bunun sebebi olarak
da yazıda göndergelerin ipinin ucunun kaçması, metnin anlam zemininde kay-
ganlığa maruz kalması, isteyen herkesin istediği yorum yapma imkanı bulması
gibi nedenler ileri sürülmüştür. Bir insanın niyeti ancak onunla muhatap olun-
duğunda, kendisinin nasıl anlaşılması gerektiğine dair yapacağı yönlendirme-
leri eşliğinde anlaşılabilir. Derrida için, nesnelliğin tahakkuku adına bu şekilde
konuşmacının sözüyle dinleyici üzerinde baskı kurulması, söz despotizmidir. Bu
yönüyle göstergeler arası buyurgan tavrıyla konuşmacı söz, despotiktir ve şid-
det içerikli denetimiyle söz dinleyici üzerinde baskı kurmaktadır. Yazıda, yazarın
niyetinin net olarak okunamaması yanında, ifadelerinin göndergelerini yöne-
tecek hâkimiyet ve denetimi de ortadan kalktığı için anlama sürecinde okur ve
yorumcu etkin olmaktadır. Derrida’nın istediği şey de tam olarak budur. Yazı
aracılığıyla söz, son karara bağlanamayan özgünlüğe ve sahip olduğu özgürce
Hermenötik ve Yapısöküm Kuramına Genel Bir Bakış 39

yayılma potansiyeline artık kavuşmuş olur. Salt sözle dinleyici üzerinde kurulan
baskı, anlama sürecini, dinleyici aleyhine çevirirken, yazıyla ibre artık okur ta-
rafına kaymış olacağından hem yazarın hem de anlamın bağlayıcılığı ortadan
kalkmış olur. Çünkü yazı için, Derrida’nın kurguladığı huzur metafiziğine göre,
“şimdi” diye işaret edilebilecek belirli bir özel “an”a ve “burada” olarak gös-
terilebilecek belirli bir mekana karşılık gelen huzur veya bulunuş söz konusu
değilldir. “Şimdi”nin bize sunduğu varsayılan kesinlikli bilişsel olanaklar ideali,
olguların geçmiş, gelecek ve şimdiki boyutlarından emin olamadığımız, bu üç
zaman dilimiyle birlikte olayları tesbit edemediğimiz sürece bir yanılsamadan
ibaret olacaktır. Derrida anlamın şimdi ve burada ile kayıtlanmasına, anlamın
zamansal ve mekânsal bağlayıcılarına alternatif olarak ‘différance’2 kavramı-
nı ileri sürmektedir. Bu kavramla işaret edilen aslında dilin metafizik bir kayıt
ve şart altına alınmadan kendi özgür haline bırakılması, doğal durumuna iade
edilmesidir. Différance, farkların öğeler arasında atıfta bulunduğu yerleşimin
sistematik bir oyunudur. Différance, metafiziğin her zaman kolaycı hayat tasav-
vuruna karşı, gerçekte, hayatın her zaman metafiziğin tasarladığından daha zor
olduğunu gösteren bir uyarıdır. Différance, insanın, sürekli görmeye eğilimli ol-
duğu kesinliği, tam yakaladığını sandığı anda, avucundan kaçırmasıdır. Derrida,
bu fikirleriyle ortodoks oluşumlara karşı, varlık ve iktidar mücadelesi veren he-
terodoks yapılanmaların temel dayanak noktalarından biri olmuştur. (Göka ve
diğerleri 1999: 207-211) Derrida, Batının huzur metafiziğindeki söz merkezciliği
kıramadığından dolayı, ‘hakikatin özü’ veya ‘Varlığın anlamı’ hakkında halen
dışarıda keşfedilecek varlık ve hakikate dair bir anlamın peşinde olduğu ve üs-
tesinden gelmek istediği metafiziğin dilini sürdürdüğü gerekçesiyle Hiedegger’i
eleştirmektedir. (Göka ve diğerleri 1999: 214)
Derrida açısından asıl huzur metafiziği, yazının sürekli hazır bulunuşluğu-
dur; çünkü yazı bir kayıttır ve sözü yok olmaktan korur. O, metni merkezileştirir.
Öyle ki neredeyse artık metin dışında hiçbir şey varlığını koruyamaz. (Derrida
1976: 11-4) Burada sözü edilen metin, bir hakikatin taşıyıcısı, bir savın temel-
lendiricisi olmaktan ziyade hakikat ve tez iddiası gütmeyen metnin ikizi duru-
mundaki “önsöz” dür. Önsöz kitabın tersine ne tezdir ne antitez, ne anlamlılığa
delalet eder ne de anlamsızlığa. Önsöz hiçbir zaman kitabın kendisi değildir.
Yazar salt önsözde istediğini söyleyebilir. Bir anlam ortaya koymak, bir tez öne
sürmek zorunda olmadığı gibi bir sistem, bir yapı ve bir bütünlük aramak zo-
runda da değildir. Önsöz, logos merkezli metafizik anlayışlara gösterilen bir
karşı tepkidir. Gelinen nokta, ayak basılabilecek bir topos’un var olmadığı, yön
duygusunun kaybedildiği bir noktadır. Kitabın ortadan kayboluşu ve geriye sa-
dece önsözün kalışı tam da postmodernist bir söylemdir ve bu söylem anlamın
tükenişini simgelemektedir. (Taşdelen 2008: 255)
Derrida’da anlamın tükenişi, özü itibariyle Batı aklına gösterilmiş ciddi bir
tepki ve eleştiridir. O, bir bütün olarak felsefe tarihine yönelttiği eleştirileriyle,
40 Toplum Bilimleri • Ocak 2012 • 6 (11)

adeta yıkıcı bir rol üstlenmiştir. Yıkma tutumu felsefe tarihinde sıkça görülen
doğal bir reflekstir; zira her filozof kendinden önceki filozofun söylediklerine
karşı çıkarak birbirinden beslenen ancak birbirine benzemeyen özerk ve özgün
farklı kuramlar geliştirmiştir. Bir felsefi teori ve kuram, kendisini rasyonel ola-
rak değerlendiren bir başka düşünme tarzı tarafından irrasyonel olarak görüle-
bilmiştir. Derrida, yapısökümüyle yıkıma uğrattığı yapıları, tekrar yapmak için
değil yapılarını bozuma uğratarak tezleri tahtından indirmeyi, aklı ve kelamı
bağlarından çözmeyi amaçlamıştır. Şayet bir alternatif ya da antitez olma iddi-
asıyla ortaya çıksaydı, eleştirdiği döngünün içine kendisi de yerleşmiş olacaktı.
Buna engel olmak amacıyla Derrida, eserlerinde merkezi düşünce ve kavram
üretimini engelleyecek, kendi kendini imha edecek tedbirleri almaktan da geri
durmamış, bu bağlamda metnin ve öznenin önünde, ürettiği dizgenin engel
olmasından da kaçınmıştır.

Notlar
(*) Dr., İstanbul-Haseki Dînî Yüksek İhtisas Eğitim Merkezi Eğitim Görevlisi.
1. Bu fiilin Almanca ve İngilizce karşılıklarında hermenötiğin anlam ve yorum birlikteliği-
ni anlatan şu ayrıntı göze çarpmaktadır. Almanca’da hermeneuein kelimesi verstehen-
anlamak diye tercüme edilirken İngilizce’de interpret- yorumlamak fiiliyle ifade edilir.
Almanca’da belirlenen anlamıyla hermenötiğin anlam merkezli, İngilizce’deki karşılığında
ise daha çok öznenin merkeze oturduğu yorumlama merkezli değerlendirildiğine işaret
etmektedir.
2. “Difference” (Fransızca’da differance) terimi Fransızca “differer” fiiline dayanmaktadır.
Bu fiil aynı anda ‘ayrı olmak’ ve ‘ertelemek’ anlamlarını içinde barındırmaktadır. Bu ne-
denle farklı dillerde bu sözcüğü karşılayacak bir kelime bulmak olanaksız görülüyor. (Mo-
ran 2010: 201)

Kaynaklar
Derrida, Jacques (1976). Of Grammatology. Trans. Gayatri Chakravorty Spivak. London: The
Johns Hopkins University Press.
Eagleton, Terry (1990). Edebiyat Kuramı. çev. Esen Tarım. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Göka, E.- Topçuoğlu, A.- Aktay, Y. (1999). Önce Söz Vardı-Yorumsamacılık Üzerine Bir Deneme.
Ankara: Vadi Yayınları.
Jeanrond, Werner G. (2007). Teolojik Hermenötik. çev. Emir Kuşçu. İstanbul: İz Yayıncılık.
Kemp, John (1968). The Philosophy of Kant. London: Oxford University Press.
Megill, Allan (1998). Aşırılığın Peygamberleri. çev. Tuncay Birkan. Ankara: Bilim Sanat
Yayınları.
Moran, Berna (2010). Edebiyat Kuramları ve Eleştiri. İstanbul: İletişim Yayınları.
Taşdelen, Vefa (2008). Hermeneutiğin Evrimi-Kesitler. İstanbul: Hece Yayınları.
Tatar, Burhanettin (2004). Hermenötik. İstanbul: İnsan Yayınları.

You might also like