You are on page 1of 1

Foucault ve Mimarlık

Tasarımlarında veya toplumumuza dair kuramsal yorumlarında Foucaultʼnun


eserlerinden ilham aldıklarını söyleyen bazı mimarlar vardır. Bu mimarlar genelde
hep aynı kavramlara atıfta bulunurlar, nitekim bir mimarlık metninde panoptikon,
heterotopya ve/veya ütopyacı beden gibi mefhumlara sıklıkla rastlamak
mümkündür. Bu yazıda, mimarların Foucaultʼnun kavramlarını yanlış anladıklarını
göstermeye çalışmak gibi bir niyetim yok; sadece, mekânla ilgili bu kavramların,
mekâna dair Foucaultcu bir yorumun olsa olsa öncülleri olabileceğini öne
süreceğim. Foucaultʼnun kurumlar içerisindeki iktidar mekanizmalarına dair titiz
incelemeleri, böyle bir yorumun tam olarak neyi gerektirdiğine karar vermemizi
sağlıyor. Dolayısıyla, Foucaultcu bir mimar olmak, onun tezlerini tekrarlamaktan
değil, bu tezleri aynı inandırıcılıkla genişletmekten geçiyor. İşin aslı, Foucaultcu
bir mimarın kabul etmesi gereken ilk şey, Foucaultʼnun, mimarinin barındırdığı
iktidarı hafife almış olduğu yolundaki paradoksal gerçektir.

Duvarları Yıkmak

Foucaultʼnun, mimarlığı doğrudan ele aldığı bir metin bulmak zordur. Hapishane,
hastane, akıl hastanesi, okul ya da fabrika gibi terimlere sık sık başvuran bir
yazar söz konusu olduğundan, bu iddia ilk bakışta şaşırtıcı görünebilir. Ancak, bu
kelimelerin hepsi, birer yapı/binadan ziyade birer kurumu ifade eder. Bununla
birlikte, Foucaultʼnun mimarlığa doğrudan değindiği bir metin vardır: Paul
Rabinow, 1982ʼde kendisiyle yaptığı bir söyleşide Foucaultʼyu bir iktidar aracı
olarak mimariden bahsetmeye sevk eder. Foucault orada, “özgürlük bir pratik”
olduğu için, dolayısıyla mimari aracılığıyla planlanması veya garantiye alınması
mümkün olmadığı için, özgürleştirici tasarım diye bir şeyin olamayacağının altını
çizer.[1] Bu modele göre özgürlük bir eylemde yatar, peki ya özgürlüğün karşıtı?
Baskı, bir eylemde mi yatar, yoksa bir eylemin engellenmesinde mi? Eğer
ikincisinin geçerli olduğunu kabul edersek, mimarlığın, geçirimsiz fizikselliği
nedeniyle etkili bir baskı aracı olduğu söylenebilir. Fakat Rabinowʼla
söyleşisinden, Foucaultʼnun böyle düşünmediği anlaşılmaktadır:

Sonuçta mimarın benim üzerimde hiçbir iktidarı yok. Onun bana inşa ettiği bir evi
yıkmak veya değiştirmek istersem, yeni eklemeler yapmak, diyelim bir şömine
ilave etmek istersem, mimar beni engelleyemez.[2]

İktidar mekanizmalarını en ince ayrıntılarına kadar analiz etme maharetiyle


tanınan Foucaultʼnun ağzından böyle sözler okumak şaşırtıcı. Yine de bu sözleri
olduğu gibi kabul edelim. Foucaultʼnun buradaki burjuva dil sürçmesini göz ardı
etmeye çalışabiliriz: insanların büyük çoğunluğunun, kendilerine ev inşa edecek
bir mimarla anlaşma ayrıcalığına veya evlerini istedikleri gibi değiştirme gücüne
sahip olmadıklarını unutmuş olmalı. Yine de, bir evi yıkmanın, bir insan bedeninin
tek başına altından kalkamayacağı bir enerji gerektirdiği muhakkak. Mimari
üzerinde böyle bir işlem yapmak için teknolojinin yardımına ihtiyaç vardır. Bu
teknolojinin de ille çok karmaşık olması gerekmiyor –bir çekiç ya da kazma yeterli
olabilir– ama teknolojinin yokluğu, onu yıkmaya kalkan bir insan bedeni
karşısında binanın yapısal bütünlüğünün korunması anlamına gelecektir.
Hapishane tipolojisi bu iddiayı güzel örnekler: Bir beden duvarlarla çevrilmişse ve
mekânsal düzenlemeyi değiştirmesini sağlayacak herhangi bir teknolojiden
mahrumsa, duvarların sınırladığı mekândan kaçması mümkün olmaz. Bu modele
göre, herhangi bir ev ya da bina aşağı yukarı bir hapishanedir. Bu gözlemi
sonuna kadar analiz etmemiz gerekmeden, mimarinin, insan bedeninin asgari
güç harcayarak mekânın düzenlenişi üzerinde etkide bulunmasını sağlayacak
kapı ve pencere gibi bazı araçlar yaratmış olduğunu görebiliriz. Kilit sistemi de,
bir kapı ya da pencerenin, sahibinin arzusuna göre yeniden bir duvara
dönüşmesini sağlayan araçlardan biridir.

Modern Hastane Örneği

Foucault, 1974ʼte Rio de Janeiroʼdaki Toplumsal Tıp Enstitüsüʼnde yaptığı bir


konuşmada, küresel bir iktidar stratejisinin parçası olarak mimarinin fizikselliği
hakkında çok net bir tanım yapmıştır. “Hastanenin Modern Teknolojiyle
Bütünleştirilmesi”[3] başlığını taşıyan metinde, 18. yüzyılın sonunda bireylerin
toplum içinde, özellikle de hastanede özneleşme/tabi kılınma sürecinde bir
paradigma değişimi yaşandığını söyler. Daha önceleri hastane ölmek için gidilen
yerdi, “hastalığı, dışarıya yayılmasını engellemeksizin içerde çoğaltan, kullanışsız
bir mimari” idi;[4] halbuki bundan sonra, tedavi olmak ve gözetim altında
tutulmak için gidilen, tıp bilimi tarafından düzenlenip işletilen bir yer olmuştu.
Foucaultʼnun “disipliner” diye nitelediği bu yeni toplum tipi, yaşayan insan
bedeninin biyolojik ve anatomik özelliklerinin kurala bağlanmasına dayanır. Bu tür
özellikler, politik staretejilerle iç içe geçmiş bir ekonominin motoru olarak kabul
edilir. Hastanelerin yanı sıra, okullar, fabrikalar ve hapishaneler, tam birer
mekânsal aygıt halini alır ve disipliner süreçler buralarda işletilir. Foucault, her
zamanki gibi, bu süreçlerin ille de başka sınıflar üzerinde tahakküm kurma
peşinde olan sadist bir sınıfın güdümünde olması gerekmediğini söyler; ona göre
bunlar, iktidarın ahlaki bir amaçtan bağımsız olarak kullanıldığı bir sistem
içerisinde işlev görür. Hastane bu bakımdan örnek teşkil eder, zira disiplin
burada özne/tebaa üzerinde kendi iyiliği –sağlığı– için uygulanmaktadır. Hastane
tasarımı, insan yaşamıyla ilgili bu yeni toplumsal tasavvurun ve politik-ekonomik
bir sistem içerisinde bu yaşamı baki kılma girişiminin güdümündedir.
Foucaultʼnun dediği gibi: “hastane, hasta üzerinde müdahalede bulunma
aracıdır. Hastane mimarisi, tedavinin faili ve aracı olmalıdır.”[5]

Bununla birlikte, Foucault, hava dolaşımından, çarşafların değiştirilip


temizlenmesinden, hastanın sağlık durumundaki değişimlerin dosyalanmasından
söz ederken, mimariyi bir şemaya dönüştürür. Bu işlemler mimariyi bir dereceye
kadar içerse de, hastaneyi, mimariden ziyade teknolojik ve şematik düzeyde
ilgilendirir. Foucault, örneğin “tipik” hastane planından söz etmez: doktorun,
“maiyet”iyle birlikte her gün seri bir şekilde hastaları ziyaret etmesi için en
verimli mekânsal koşulları sağlayan, sarmal bir koridor etrafında düzenlenmiş bir
yapı. Mimarlık, böyle bir mekânsal düzenlemeyi sağlamakla, doktorların hastaları
üzerinde kullandığı iktidarın suç ortağı olur. Mimarlık bu iktidara bir mekân
kazandırır, ve bunu yapmakla, iktidarı, kaynağının çok da önemli olmadığı bir
tavuk-yumurta döngüsüne sokar.

Mimari, Şemaya Karşı

Bu noktada, panoptikonun, Foucaultʼnun tam da fizikselliği dolayısıyla ele aldığı


bir mimari olduğu söylenerek itiraz edilebilir. Fakat ben tersini öne süreceğim.
Jeremy Benthamʼın 1793ʼte, gözetim bağlamında etkili olması bakımından ideal
bir hapishane olarak tasavvur ettiği panaptikon mimarisi, merkezî bir kule
tarafından denetlenen dairesel hücre dizilerinden oluşmaktadır. Mahpusların aşırı
görünürlüğüne karşılık gardiyanların görünmez olması ilkesine dayanır. Foucault
Hapishanenin Doğuşu (1975) kitabında, panoptikonu, disiplin toplumunu tarif
etmek üzere paradigmatik bir şema olarak kullanır. Hükümranlık toplumunun
paradigması, mahpusların karanlıkta tutulduğu zindandı. Disiplin toplumu ise
mahpuslarını sürekli ışık altında tutar, böylece görünür olmayacakları hiçbir yer
bırakmaz. Birçok mimar, mekânın yol açtığı iktidar ilişkilerini tarif etmek için
panoptikon terimini benzersiz bir araç olarak kullansa da, Foucault asıl ilgilendiği
şeyin mimari olmadığını açıklar. Mimariyi daha ziyade “ideal biçimine indirgenmiş
bir iktidar mekanizmasının şeması” olarak görür.[6] Başka deyişle, Foucault bu
mimariyi, çizgilerinin yarattığı çeşitli kuvvetleri ifade eden iki boyutlu bir temsil
üzerinden okur. Gilles Deleuze, Hapishanenin Doğuşuʼndaki bu pasaja özellikle
ilgi göstermiştir, çünkü ona göre burası, Foucaultʼnun kılı kırk yararak tanımladığı
iktidar mekanizmalarını anlamak için temel olan şema kavramını kullandığı ilk ve
tek yerdir. Deleuze, Foucault üzerine yazdığı kitapta,[7] onu bir haritacı olarak
tanımlar, ki bu Foucaultʼnun kendisinin de sık kullandığı bir kelimedir. Haritacılık,
gerçeklik içerisindeki belirli bir durumu ele alıp onun şematik temsilini ortaya
koyma faaliyetidir:

Şema, artık işitsel veya görsel bir arşiv değil, bir haritadır, toplumsal alanın
tamamıyla aynı anda var olan bir atlastır. Soyut bir makinedir şema. Biçimsel
olmayan işlevleri ve malzemesiyle tanımlanır; biçim bağlamında da, içerik ile
ifade arasında, söylemsel oluşum ile söylem dışı oluşum arasında hiçbir ayrım
yapmaz. Başkalarını görmeye ve konuşmaya sevk etse de, kendisi neredeyse
suskun ve kör bir makinedir.[8]

Foucaultʼnun, panoptikonla bir bina olarak ilgilenmediği açıktır; panoptikon onu,


görünürlük çizgilerinin bileşimi olma yönüyle ilgilendirir – onlardan etkilenen
bireyler arasındaki iktidar ilişkilerini oluşturan çizgilerdir bunlar. Foucaultʼnun bu
şemanın kullanım alanlarıyla ilgili tespitinin daha açıklayıcı olduğunu
söyleyebiliriz, çünkü panoptikon sadece “mahpusları düzeltmek için değil,
hastaları tedavi etmek, öğrencileri eğitmek, işçileri gözetim altında tutmak,
dilencileri ve aylakları çalıştırmak” için de kullanılabilir.[9] Bir mimari olarak
panoptikon, gerçekten de “sadece bir hapishane”dir; ancak, hiçbir şema, bir
bedeni hareket etme özgürlüğünden men edemez, oysa bir mimari, fizikselliği
içinde, bunu yapabilir. Bir şema, mimari somutlaşması olmadan bir iktidar
mekanizması oluşturamaz. Foucaultʼnun kullandığı şekliyle dispositif[10]
kavramı, bu nedenle iki bileşeniyle birlikte düşünülmelidir: kartografik ve mimari.
[11]

Sonuç

Foucault, iktidar mekanizmalarının yürürlüğe konmasında mimarlığın rolünü


hafife almış olsa da, mimarlığın bu mekanizmalardan kaçış sağlayacak olanakları
barındırdığını da kabul etmeliyiz. Şemalar her ne kadar “her türlü engelden,
dirençten veya uyuşmazlıktan soyutlanmış” olsa da,[12] mimarlık bu şemalara
somut biçimde tabidir. Her mimar, yarattığı kusursuz ve incelikli çizgilerin hayal
ettiği kusursuzlukla somutlaşmayacağını bilir. Başka deyişle, maddi gerçeklik,
insan zihninin her boyutuyla tasavvur edemeyeceği kadar karmaşıktır, bu yüzden
şemanın mimariye bire bir tercüme edilmesi önünde engel teşkil eder. Deleuzecü
terimlerle söylersek, direniş üretilmek zorundadır; direniş, haritanın kıvrımlarında,
ikiboyutluluğun tarif edemediği uzamlarda gizlidir. Mimarlığı, mimarlığa karşı
kullanmamız gerekir.

“Foucault and Architecture. The Encounter That Never Was”, Funambalist


Pamphlets Volume 2: Foucault içinde, ed. Léopold Lambert, s. 9-22

Funambalist Pamphlets Volume 2: Foucault creativecommons lisanslıdır ve


erişime açıktır: yazarlara referans vermek, ticari amaçlarla kullanmamak, içeriğini
herhangi bir şekilde değiştirmemek, yazardan izin almaksızın akademik amaçlar
haricinde eseri temel almamak kaydıyla, kitabı çoğaltmak, dağıtmak, sergilemek
veya icra etmek serbesttir. Yeniden kullanmak veya dağıtmak için bu lisans
koşullarının belirtilmesi gerekmektedir. PDFʼyi indirmek için:
http://punctumbooks.com/titles/the-funambulist-pamphlets-vol-02_foucault/

[1] Michel Foucault, Space, Power, and Knowledge, Paul Rabinowʼla söyleşi, çev.
Christian Hubert, Skyline, Mart 1982, s. 245.

[3] Michel Foucault, “The Incorporation of the Hospital into Modern


Technology”, çev. Edgard Knowlton Jr., William J. King ve Stuart Elden, Space,
Knowledge and Power: Foucault and Geography içinde, Jeremy W. Crampton &
Stuart Elden (Londra: Ashgate, 2007).

[4] Michel Foucault, “La politique de la santé au XVIIIe siècle”, Les Machines à
guérir, Aux origines de lʼhôpital moderne ; dossiers et documents, Paris: Institut
de lʼenvironnement, 1976.

[6] Michel Foucault, Discipline and punish: the birth of the prison, çev. Alan
Sherida (New York: Vintage Books, 1995).

[7] Gilles Deleuze, Foucault, çev. Sean Hand (Minneapolis: University of


Minnesota Press, 1988).

[9] Michel Foucault, Discipline and punish: the birth of the prison, çev. Alan
Sherida (New York: Vintage Books, 1995).

[10] Dispositif kavramı genellikle “apparatus” (aygıt) olarak çevriliyor ama bu


çeviride anlam kaybına uğradığı söylenebilir.

[11] Burada “mimari” kelimesi geniş anlamda düşünülmeli: insanın çevresinde


yarattığı fiziksel değişimlerin tümü anlamında.

[12] Michel Foucault, Discipline and punish: the birth of the prison, çev. Alan
Sherida (New York: Vintage Books, 1995).

You might also like