You are on page 1of 172

Aba altından değnek göstermek: sakin, yumuşak görünmekle birlikte

karşısındakini gizliden gizliye korkutmak. " sakın onlara aba altından değnek
göstermeye kalkma, yoksa kaçırırsın. "

abacı, kebeci, ara yerde sen neci ?: " tamam, ilgililer bu işe
karışabilirler, ama sen neci oluyorsun" anlamında kullanılır.

abayı yakmak: gönül verip âşık olmak, tutulmak. " türkmen kızına abayı
yakalı beri, sazı elinden düşürmez oldu. "

abbas yolcu: 1. yola çıkmaya kesin kararlı. " abbas yolcu! daha fazla
oyalamayın. " 2. ölmek üzere (olan). " komaya girdi, abbas yolcu mu ne ?"

abesle iştigal etmek: yersiz, yararsız, boş ve anlamsız şeylerle zaman


geçirmek. " şu yaşa geldin, ama abesle iştigal etmekten vazgeçmedin. "

abuk sabuk konuşmak: düşünmeden, birbiriyle alakası olmayan, tutarsız,


saçma sapan söz söylemek. " yeter bundan böyle, abuk sabuk konuşmalarına daha fazla
dayanamayacağım. "

abur cubur: yararlı olup olmadığı düşünülmeksizin rast gele yenen, yemek
yerini tutmayan yiyecekler. " ne diye çocukların karnını abur cuburla
doyuruyorsun ?"

aceleye getirmek (dara getirmek): 1. bir işi gerektiği gibi yapmayıp, vakit
darlığından yararlanarak birini aldatmak. " tezgâhtar aceleye getirerek gömleğin
defolusunu vermiş. " 2. vakit darlığı sebebiyle gereken itinayı göstermemek. " yazın
hiç de hoş değil, aceleye getirmişsin. "

acemi çaylak: toy, tecrübesiz, beceriksiz. " acemi çaylağa bak hele! sen
mi onarım edeceksin o saati ?"

acı çekmek (duymak): 1. ağrı, sızı duymak. " kazadan sonra çok acı çekti. "
2. üzülmek, üzüntü içerisinde kalmak. " eşini kaybedeli on yıl oldu ama o hâlâ acı
çekiyor. "

acısı içerisine (yüreğine) çökmek (işlemek): bir şeyin verdiği acı, üzüntü
benliğinde derin iz bırakmak. " elindeki tek evi de yanıp kül olunca acısı
yüreğine işledi. "

acısını çekmek: yapılan yanlış bir işin doğurduğu sıkıntı ve üzüntüyü


yaşamak. " kestiğim o ağacın hâlâ acısını çekiyorum. "

acısını çıkarmak: 1. acılığını yok etmek. " yağda kavurarak acısını


aldı. " 2. önceden uğradığı maddî ve manevî zararı sonradan gidermek. 3. öç
almak. " bir gün bana yaptıklarının acısını senden çıkaracağım. "

acı soğuk: keskin, hoşa gitmeyen, çok üşütücü soğuk. " acı soğuk insanın
iliklerine işliyordu. "

acı söz: insanın gönlünü inciten, onuruna dokunan ağır söz. " bu acı
sözlerine kim katlanır sanıyorsun ?"

aç acına: aç olarak, hiçbir şey yemeden. " bu iş aç acına yapılamaz. "

açığa çıkarılmak (alınmak): işinden çıkarılmak, görevine son


verilmek. " işe üç gün geç geldi diye açığa alındı. "

açığa vurmak: gizli, saklı bir şeyi herkese duyurmak, ortaya


çıkarmak. " yıllardır içerisinde sakladığı sırrı mahkemede açığa vurdu. "

açığı çıkmak: saklamakla görevli bulunduğu para, eşya veya başka bir
şeyin sayım neticesi eksik olduğu anlaşılmak. " kasiyerin salı günü akşamı on bin
lira açığı çıktı. "

açığını bulmak: gelişi hoş bir işteki eksiği, hileyi veya zararı ortaya
çıkarmak. " hemen her yazısında bir açığını bulmak olası. "

açık alınla: başarı, şeref, övünç ve dürüstlükle. " hemen her işten açık
alınla çıkar onlar. "

açık bono vermek: bir kimseye limitsiz, istediği gibi davranma yetkisi
tanımak.

açık fikirli: olayları, gelişmeleri, yenilikleri iyi anlayıp gereği gibi


karşılayan; düşündüğünü olduğu gibi söyleyebilen kimse. " bu toplumun açık fikirli
insanlara duyduğu gereksinim, bugün daha fazladır. "

açık kalpli (yürekli): samimî, içi temiz, içi dışı bir olan
kimse. " komşumuz kadar açık kalpli bir adam görmedim. "

açık kapı bırakmak: gerektiğinde bir hususa tekrardan dönebilme imkânı


bırakmak, kesip atmamak, ileriyi düşünerek ılımlı davranmak. " bu kadar kesin
konuşmayalım, açık kapı bırakalım da iyi düşünebilme fırsatları olsun. "

açık konuşmak: gerçeği sakınmadan, çekinmeden söylemek. " daima açık


konuşan insanları severim. "

açık saçık: göreneğe, terbiyeye aykırı derecede açık (söz, davranış,


elbise). " açık saçık fıkralar anlatmaya utanmıyor musunuz ?"
açık seçik: çok açık, çok belirgin, ayrıntılarına kadar görülebilen. " daha
açık seçik konuş da anlayalım ne demek istediğini. "

açıkta kalmak (olmak): 1. iş ve görev bulamamak. 2. yersiz yurtsuz


kalmak. 3. kimilerinin elde ettikleri bir yarardan mahrum olmak. " çoluk çocuk
açıkta kaldılar fabrika kapanınca. "

açıktan kazanmak: ortaya hiçbir emek ve sermaye koymadan gelir elde


etmek, para kazanmak. " günümüz insanı açıktan kazanmayı bir kural hâline
getirdi. "

açık vermek: 1. geliri, giderini karşılamamak. " maaşımız yetmeyecek bu ay,


galiba açık vereceğiz. " 2. ortaya çıkmaması gereken şeyi farkında olmadan belli
etmek. " dikkat et de düşmanlarına açık verme. "

açlıktan nefesi kokmak: 1. çok fazla yoksulluk içerisinde bulunmak. " dün
açlıktan nefesim kokuyordu ama bugün çok şükür karnım tok. " 2. uzun vakit bir şey
yemediği anlaşılmak.

açmaza düşmek: içerisinden çıkılması olabildiğince güç bir taktirde kalmak. " beni bu
açmazdan ancak çocuklarım kurtarır. "

aç susuz kalmak: çok yoksul bir duruma düşmek, fakirlikten yaşayamaz hâle
gelmek. " afrika kıtasının pek çok insanı aç susuz kalmış taktirde. "

adama dönmek: hoşa giden bir duruma gelmek, düzelmek. " kapılar, pencereler
boyanınca ev adama döndü. "

adamdan saymak: değeri olmadığı hâlde bir kimseye kıymet vermek, saygı duymak.
" seni adamdan saydım diye mi naz yapıyorsun ?"

adam etmek: 1. eğitmek, yetiştirmek, belli bir seviyeye getirmek. " sen
uğraş, didin, adam et, o da sırt çevirsin sana. " 2. onarım edip kullanılır hâle
getirmek, bir yeri düzene sokmak. " bu arabayı eninde sonunda adam edeceğim. "

adam evladı: iyi bir ailenin iyi yetiştirilmiş; özü, sözü doğru
çocuğu. " bu iyiliği ancak bir adam evladı yapabilirdi. "

adam içerisine çıkmak: topluluğa karışmak, eşe dosta gitmek, değerli


insanların bulunduğu yerlerde olmak ve onlarla görüşmek. " adam içerisine çıkmayalı
uzun vakit oldu. "

adam olmak: 1. yetişip büyümek, gelişmek, iş güç sahibi olmak. " umarım o
da bir gün adam olur. " 2. onarılıp işe yarar hâle gelmek.
adam (insan) sarrafı: tecrübesi sayesinde insanların iyisini kötüsünü çabuk
anlayacak duruma gelmiş kimse. " sen üzülme, baban insan sarrafıdır, onun ne mal
olduğunu basitçe anlar. "

adam sen de (adam! ): bir işin önemli olmadığını, aldırılmaması


gerektiğini anlatmak için söylenir. " adam sen de, o katılmazsa katılmasın, biz
birlikte oynarız. "

adam sırasına geçmek (girmek): toplumda kendisine daha önce değer


verilmezken, bundan böyle kendisine önem ve değer verilir olmak. " biliyorum, seni de
adam sırasına geçiren paran oldu. "

a`dan z`ye kadar: bütünüyle, baştan aşağı. " bu sınıfın düzeni a`dan z`ye
kadar bozuk. "

adı batmak: adı anılmaz olmak, unutulmak, sözü edilmez olmak.


" hatırlatmayın, adı batsın o adamın! "

adı çıkmak: kötü bir şöhret kazanmak. " bir kere adı çıkmış, ne yapsa fayda
etmiyor, kimse dinlemiyor onu. "

adı kalmak: bir kimse veya şey ortadan kalktıktan, öldükten sonra adı
dillerde dolaşır olmak. " birkaç yıl sonra istanbul`da doğal güzelliklerin yalnızca
adı kalacak. "

adı karışmak: iyi karşılanmayan bir olayla ilgisinin bulunduğu, o olaya


karıştığı söylenmek. " soygun işine ali`nin de adının karıştığı söyleniyor. doğru
mu ?"

adım atmamak: mutlaka gitmemek, uğramamak, aramamak. " bir daha o eve
adım atmamaya yeminliyim. "

adını anmamak: bir şeyden, bir kimseden hiç söz etmemek; unutmuş
görünmek. " evi terk eden oğlunun adını anmamakta sonuna kadar kararlı. "

adını koymak: 1. isim vermek. " yeni doğan çocuğun adını ali koydular. " 2.
bir şeyin karşılığını veya ücretini kararlaştırmak. " önce adını koyalım da ona
göre hareket edelim. "

adını vermek: 1. birinin adını bildirmek. 2. biri tarafından salık


verildiğini gönderildiği kimseye söylemek. " benim adımı ver ki işlerin çabuk
görülsün. "

aforoz etmek: 1. kilise birliğinden çıkarmak. 2. birini yakını olmaktan


çıkarmak, ilgiyi kesip uzaklaştırmak, ilişkileri tamamen koparmak. " bütün köylü
onu aforoz etmekte kararlı. "

ağır aksak: pek yavaş olarak, düzgün olmayarak. " her vakit işleri ağır
aksak yapıyorsunuz. "

ağır basmak: 1. ağırlığı fazla gelmek. 2. bir işte etkili olmak, gücü
üstün gelmek, istediğini yaptırmak. " politik gücü ağır basınca ihaleyi kazandı. "

ağır başlı: ciddî, olgun, hareketlerinde ölçülü, işlerini düşüne taşına


yapan kimse. " ağır başlı olmak insana üstün meziyetler kazandırır. "

ağırdan almak: bir işi yapmakta acele etmemek, yavaş davranmak, isteksiz
görünmek. " hiç sebep yokken işi ağırdan almanı bir türlü anlamıyorum. "

ağır elli: 1. olabildiğince yavaş iş yapan, çabuk yapmayan. 2. vurduğu vakit


çok acıtıp can yakan. " adamın eli amma da ağırmış, ense köküm hâlâ ağrıyor. "

ağır gelmek: 1. ağrına gitmek, onuruna dokunmak. " hak etmediğim şu sözler
öylesine ağır geldi ki bana. " 2. yapılması güç gelmek. " bu yaştan sonra inşaat
işlerinde çalışmak bundan böyle ağır geliyor benim gibi ihtiyara. "

ağır hastalık: sonu ölümle neticelenebilecek gibi olan tehlikeli


hastalık. " ağır hastalık geçirdiği için bir türlü kendini toplayamadı ve zayıf
kaldı. "

ağır söz: kişinin gönlünü inciten, gücüne giden, onuruna dokunan,


dayanılması güç söz. " söylediğin ağır sözler çocukları çok incitti. "

ağız aramak (veya yoklamak): öğrenilmek istenilen şeyi söyletecek yolda


dil kullanmak. " ağzını ara bakalım o konuda bir şey biliyor mu ?"

ağız (söz) birliği etmek: daha önce bir konuda anlaşarak aynı şeyi yapmak
ya da söylemek. " ağız birliği etmeli, hep birlikte savunmalıyız kendimizi. "

ağızdan laf (söz) çekme(çalmak): bir kişinin bildiği şeyleri ustalıklı


konuşmalarda ona sezdirmeden öğrenmek. " boşuna uğraşma, ağzından laf çekemezsin
onun. "

ağızda sakız gibi çiğnemek: bir düşünceyi, bir sözü tekrar edip
durmak. " dolap da dolap! bundan böyle ağzında sakız gibi çiğneyip durma şu sözü! "

ağız değiştirmek: daha önce söylediğinin tersini söylemeye


başlamak. " babasını görünce korkusundan ağız değiştirdi. "
ağız, dil vermemek: 1. söz söyleyemeyecek kadar hasta olmak. 2. gelişi hoş
bir sebeple hiç konuşmamak, susmak. " kurşuna dizilmeyi göze aldılar ama ağız, dil
vermediler. "

ağız eğmek: yalvarmak, hiç de lâyık olmayan birine yüz suyu dökmek.
" ölürüm de ağız eğmem o adama! "

ağız kalabalığı: birbirlerini tutmayan, luzumsuz, husus dışı sözler. " asıl
meseleyi ağız kalabalığı ile ört bas edip kaçamazsın! "

ağız kalabalığına getirmek: birini luzumsuz sözler söyleyip çok konuşmak


yolu ile şaşırtmak, dikkatini dağıtıp aldatmak. " ağız kalabalığına getirip yok
pahasına aldı malları. "

ağız kavafı: karşısındakini ikna etmek için diller döken, çok konuşan,
gerekli luzumsuz söz söyleyen kimse. " iğreniyorum şunun gibi ağız kavafı
heriflerden. "

ağız yapmak: birini aldatma, yanıltma, oyalama amacıyla duygularını,


düşüncelerini olduğundan başka türlü gösterecek şekilde konuşmak. " ne ağız yapıp
duruyorsun, gerçeği söylesene! "

ağzı açık ayran delisi: yeni gördüğü her şeye alık alık bakan, anlamsız
bir hayranlıkla seyredip şaşıran. " haydi yürü, ağzı açık ayran delisi gibi ne
bakıp duruyorsun vitrine. "

ağzı (bir karış) açık kalmak: çok şaşırmak, şaşakalmak. " onca seneden
sonra sevdiği arkadaşını birden karşısından görünce ağzı açık kaldı. "

ağzı kalabalık: çok ve manasız, saçma sapan, tutarsız sözler


söyleyen. " ağzı kalabalık insanlara tahammül etmek çok güç bir iş. "

ağzı kulaklarına varmak: çok sevinmek, sevindiği her hâlinden belli


olmak. " takdirname eline verilince sevincinden ağzı kulaklarına vardı. "

ağzı laf yapmak: hoş, inandırıcı söz söyleme kabiliyeti olmak. " politikacı
mı olacaksın, ağzın laf da yapmalı. "

ağzına (veya ağzının içine) bakmak: 1. ne diyeceğini beklemek. 2. onun


sözüne göre hareket etmek. " iyi, yemek için de onun ağzına bak bari! "

ağzına baktırmak: etkili, hoş konuşarak kendini zevk ile dinletmek,


dinleyenleri kendisine hayran etmek. " o, ağzına baktırmasını bilen ender
hatiplerdendi. "
ağzına bir parmak bal çalmak: amacına ulaşmak için birini tatlı sözlerle
bir müddet oyalamak, kandırmak; umut verip ikna ederek işini yaptırmak. " öyle bir
insan ki ağzına bir parmak bal çal, sonra her istediğini yaptır. "

ağzına girmek: dinlenirken konuşana doğru olabildiğince fazla


yaklaşmak. " çocuklar, masal anlatan dedenin, derhal hemen ağzına gireceklerdi. "

ağzına lâyık: bir yiyeceğin tadı anlatılırken kullanılır, çok lezzetli


yiyecek anlamında. " haydi durma, uzan, tam ağzına lâyık bir tatlı! "

ağzında bakla ıslanmamak: sır saklamayı becerememek, sırrı derhal açığa


vurmak. " ağzında bakla ıslanmayan bu adama nasıl oluyor da açılıyorsun ?"

ağzında gevelemek: açık olarak söylememek, belirli konuşmamak. " lütfen


lafı ağzında geveleme de ne söyleyeceksen söyle, çok işim var. "

ağzından bal akmak: çok tatlı, hoşa gider şekilde konuşmak. " konuş, konuş
hele; ağzından bal akıyor. "

ağzından çıkanı kulağı işitmemek: sözlerini tartmadan, düşünmeden, öfke


içinde, nere varacağını hesaplamadan konuşmak. " iyice çıldırmış olmalısın. çünkü
ağzından çıkanı kulağın duymuyor. "

ağzından düşürmemek: bir kimseden veya bir şeyden her vakit söz
etmek. " ölünceye kadar torunu esma`nın adını ağzından düşürmedi. "

ağzından girip burnundan çıkmak: çeşitli yollara başvurarak birini bir


şeye razı etmek; veya kandırmak. " ağzından girip burnundan çıktı ve ondan para
koparmayı başardı. "

ağzından kaçırmak: söylemek istemediği bir şeyi, boş bulunup


söyleyivermek. " dikkatli ol, lafı ağzından kaçırıp da gideceğimiz yeri söyleme. "

ağzından laf almak (çekmek): bir kimseyi farklı yollarla ve ustalıkla


konuşturup birtakım gizli şeyleri öğrenmek. " boşuna uğraşma, ağzımdan laf
alamazsın. "

ağzından yel alsın: negatif, kötü şeylerden bahsedenlere karşı " ağzını
hayra aç" anlamında söylenir. " bugün kötü şeyler mi bekliyorsun ? ağzından yel
alsın, o ne şekil beklenti ?"

ağzını açıp gözünü yummak: kızgınlık ile sonunu düşünmeden ağzına gelen
kötü sözleri söylemek, karşısındakine hakaret etmek. " eve geç gelen kızına ağzını
açıp gözünü yumdu. "
ağzını aramak: karşısındakini kurnazca konuşturarak ağzından söz almak,
istediğini öğrenmek. " şunun ağzını ara da bahçeyi satıp satmayacağını öğren. "

ağzını bıçak açmamak: kırgınlıktan, üzüntüden ya da gelişi hoş bir sebepten


ötürü söz söyleyecek taktirde olmamak. " boşuna uğraşma, evin yanışına öyle üzülmüş
ki ağzını bıçak açmıyor. "

ağzını havaya (poyraza) açmak: umduğunu elde edememek, fırsatı


kaçırdıktan sonra boş yere beklemek. " evi o vakit alacaktın, bundan böyle geçti, bundan
sonra ağzını havaya aç. "

ağzını kapamak: 1. susmak. 2. çıkarının elden gideceğini düşünerek


birinin konuşmasını önlemek. " ağzını kapatamazsak konuşup bizi elâleme rezil
edecek. "

ağzının içerisine bakmak: konuşan bir kimseyi seve seve ve dikkatlice


dinlemek. " konuşması onları öyle sarmıştı ki ağzının içerisine bakıyorlardı. "

ağzının kokusunu çekmek: bir kimsenin dayanılmaz, çekilmez tutum ve


davranışlarına katlanmak. " yeter bundan böyle, daha fazla senin ağız kokunu çekemem. "

ağzını öpeyim (seveyim): sevindirici bir söz söyleyene " ne hoş, güzel
söyledin" anlamında kullanılır.

ağzının payını vermek: sert söz ve davranışlarla karşılık vererek bir


kimseyi yaptığına pişman etmek. " demek öyle, ben de senin ağzının payını
vermezsem bana da hasan demesinler! "

ağzının suyu akmak: çok beğenip isteyecek duruma gelmek,


imrenmek. " vitrindeki kızarmış tavuğu görünce ağzımın suyu aktı. "

ağzının tadı kaçmak: rahatı kaçmak, huzurunu kaybetmek, bir kimsenin


kurulu dirliği, düzenliği bozulmak. " şu vızır vızır işleyen yol buradan geçince
ağzımızın tadı kaçtı. "

ağzının tadını bilmek: 1. hoş yemeklerden anlamak. 2. bir şeyin


güzelini, iyisini öğrenmiş olmak, anlamak. " şunlardaki güzelliğe bak, ağzının tadını da
biliyorsun hani. "

ağzı sulanmak: imrenmek. " karpuzları ağzını şapırdatarak yemeye başlayınca


benim de ağzım sulandı. "

ağzı süt kokmak: çok genç, toy ve tecrübesiz olmak. " şu ağzı süt kokan mı
yarışacak benimle. "
ağzı var dili yok: 1. olabildiğince sessiz, sakin, kendi hâlinde. 2. konuşmayıp
susan, derdini anlatmayan. " telâşlanma sakın, ağzı var dili yok o çocuğun, seni
hiç üzmez. "

ağzıyla kuş tutsa... : " ne kadar çaba gösterse, ne yapsa da" anlamında
kullanılır. " ağzıyla kuş da tutsa, bundan böyle bu eve adım atamaz. "

ah almak: birinin bedduasını üzerine çekmek. " zalimliğine devam edersen


daha çok kişinin ahını alacaksın. "

ahı çıkmak: eziyete uğrayan bir kimsenin yaptığı bedduanın tesirini


göstermesi.

ahı tutmak: zulüm görenin bedduasının yerini bulup gerçekleşmesi. " ahım
bir tutarsa dünyanın kaç bucak olduğunu görecek o. "

ahı yerde kalmamak: yaptığı ilenme (beddua) er geç tesirini


göstermek. " şunu iyi bil ki ey zalim, ahım yerde kalmayacak; yüz üstü
sürüneceksin. "

ahkâm çıkarmak: kendi düşüncelerine dayanarak birtakım yargılara


varmak. " devletler ancak güçlü ordu ile ayakta dururlar diye ahkâm çıkardı. "

ahmak ıslatan: ince ince yağan yağmur, çisenti. " böyle yürümeye devam
edersek bu ahmak ıslatan iliklerimize işleyecek. "

ahret kardeşi: dünya ve ahiret işlerinde birbirinden ayrılmayan


kimseler; kan bağı olmaksızın manevî olarak kurulan kardeşlik.

ahrette on parmağı yakasında olmak: haksızlığa uğrayışını bu dünyada


önleyip hakkını alamayanın, öte dünyada (ahirette) kendisine sorumlu olan
kimseden davacı olması. " hakkımı vermedin ama ahirette on parmağım yakanda
olacaktır. "

akan sular durmak: bundan böyle itiraz edilebilecek, karşı durulacak bir nokta
kalmamak. " siz mehmet ağa`ya gidin, o devreye girdi mi akan sular durur, kolay
anlaşırsınız. "

akıl defteri: hatırlanıp yapılması gereken şeylerin yazıldığı ufak


defter, muhtıra defteri, ajanda.

akıl etmek: gelişi hoş bir tedbir ve çareyi vaktinde düşünmek, zamanında
hatırlamak. " sular kesilecekti ama kovaları doldurmayı akıl edemedim. "

akıl hocası: 1. birine yol belirten, akıl öğreten kimse. 2. herkese akıl
öğretmeye meraklı kimse. " lütfen akıl hocalığı yapmaya kalkma, biz işimizi senden
iyi biliriz. "

akıl kârı olmamak: akıllı, dengeli ve ölçülü bir kişinin yapacağı iş


olmamak. " akıl kârımı şimdi senin yaptığın bu iş ?"

akıl kutusu (kumkuması): çok zeki, akıllı kimse; bilgiç. " akıl kutusu
mübarek, her meseleyi çözüyor. "

akıllara durgunluk vermek: çok şaşılacak bir şey olmak. " bir görmeliydin o
olayı, akıllara durgunluk verecek bir olaydı. "

akıllı uslu: dengeli, yaramazlık etmeyen, ölçüsüz ve taşkın davranışlarda


bulunmayan. " senin çocuk pek akıllı uslu görünüyor. "

akıl öğretmek (vermek): gelişi hoş bir konuda yol gösterip öneride
bulunmak, bilgi vermek. " sana akıl verecek bir adam da mı bulamadın ?"

akıl sır ermemek: bir işin gizli yönlerini, meziyetini, asıl nedenini
anlayamamak. " senin bu işi nasıl berbat ettiğine hâlâ akıl sır erdiremedim. "

akıntıya kürek çekmek: olmayacak, gerçekleşmeyecek bir iş uğrunda boşuna


çaba sarf etmek. " desene boşuna kürek çekmişiz, olmayacak bu iş. "

akla karayı seçmek: bir işi başarmak uğrunda çok yorulmak, sonuca kadar
çok zahmet çekmek. " seni buluncaya kadar akla karayı seçtim. "

aklı almamak: 1. akla ideal gelmemek, inanılacak gibi olmamak. 2.


anlamamak. " şu işleri bir türlü aklım almıyor. "

aklı başına gelmek: 1. zarar gördüğü işlerden uslanıp akıllıca davranmak.


2. baygınlıktan ayılmak, kendine gelmek. " çabuk koşun, nihayet kendine geliyor! "

aklı başından gitmek: 1. çok korkudan veya çok sevinçten ne yapacağını


şaşırmak. 2. kafası çok yorulmuş olduğundan iyi düşünememek. " annemi öyle evin
ortasında baygın görünce aklım başımdan gitti. "

aklı başında olmamak: 1. iyi düşünebilir taktirde olmamak. 2. bayılmak,


kendisinden geçmek. " artık aklı başında olmamak onun işine geliyor sanki, böylece
sorumluluktan kurtulacak, rahat edecek. "

aklı çıkmak: titizlikle üstünde durmak, çok korku geçirmek, çok


korkmak. " elbisem yırtılacak diye aklı çıkıyor. "

aklı durmak: şaşırmak, düşünemez bir hâle gelmek. " resmi öyle hoş yapmış
ki görsen aklın durur. "

aklı karışmak: ne yapacağını bilememek, bocalamak, şaşırmak. " dur hele,


bir düşüneyim, söylediklerin aklımı karıştırdı. "

aklı kesmek: bir şeyin olabileceğine, bir şeyi yapabileceğine


inanmak. " seninle bu işi başarabileceğime pek de aklım kesmiyor. "

aklına düşmek: 1. hatırlamak. 2. kafasında bir düşünce doğmak. " aklına


düşen her şeyi yapmak zorunda mısın ?"

aklına esmek: daha önce düşünmemiş olduğu şeyi birden yapmaya karar
vermek. " birden aklına esti, kalkıp sahile indi. "

aklına gelen başına gelmek: olmasından korktuğu şeyin zarar verici


etkisine uğramak. " aklıma gelen başıma geldi, evi su bastı. "

aklına gelmek: 1. hatırlamak. 2. bir şeyi yapmayı düşünmek,


tasarlamak. " aklıma geldi, kalkıp babama gittim. "

aklına koymak: 1. bir şeyi yapmaya kesin olarak karar vermek. " bu sene
takıntısız sınıfımı geçmeyi aklıma koydum. " 2. bir fikri başkasına aşılamak.

aklına (aklını) takmak: bir şeyi sürekli olarak düşünmek, bir fikre
sürekli olarak zihninde yer vermek ve zihni onunla meşgul etmek. " onu niçin
kırdım, aklıma takıldı düşünüp duruyorum. "

aklına yer etmek: ideal bulduğu bir düşünce kafasına yerleşmek. " onun sana
söyledikleri aklına yer eder inşallah. "

aklından zoru olmak: tutarsız, dengesiz, ölçüsüz, delice davranışlarda


bulunmak. " bırak o bıçağı, aklından zorun mu var senin ?"

aklını almak: alımlılığı, güzelliği ile büyülemek, tesiri altına


almak. " kızın bir bakışı, aklını başından almaya yetti. "

aklını başına almak (toplamak, devşirmek): mantıksız, ölçüsüz


davranışlarda bulunmaktan kendini kurtararak akıllıca bir yola girmek. " aklını
başına al, yoksa bu içki seni götürecek. "

aklını başından almak: çok şaşırtmak, düşünemeyecek duruma


getirmek. " gördüğü ev aklını başından aldı. "

aklını (bir şeyle) bozmak: 1. sapıtmak, delirmek. 2. sadece


ilgilendiği, üstüne düştüğü şeyle uğraşıp durmak, başka hiçbir mesele
düşünmemek. " bizim çocuk sinema ile aklını bozdu. "

aklını çalmak (çelmek): 1. kararından, niyetinden vazgeçirip başka bir


yola sokmak. 2. baştan çıkarmak, ayartmak. " aklını çelip onu evlenmeye razı et. "

aklını peynir ekmekle yemek: akılsızca, şaşkınca, delice işler


yapmak. " misafirliğe böyle gidilir mi ? sen aklını peynir ekmekle mi yedin ?"

ak pak: 1. tertemiz. 2. saçı sakalı ağarmış. 3. çekici ve beyaz tenli. " ne


kadar da ak pak bir çocuk. "

akşama sabaha: derhal derhal, pek yakında, kısa bir müddet içerisinde. " konuklar
akşama sabaha burada olurlar, sakın bir yere kaybolma! "

akşamdan kavur, sabaha savur: kazandığını günü gününe harcayan, har vurup
harman savuran, savruk kimselerin durumunu anlatmak için kullanılır.

akşamı iple çekmek: gecenin olmasını sabırsızlıkla beklemek. " ne hoş bir
ziyaret olacak. akşamı iple çekiyorum. "

alacağına şahin, vereceğine karga: alırken tüm gücünü kullanan ve


kolaylık belirten, kimsede parasını bırakmayan; verirken ise bin bir zorluk
çıkaran, vereceğini geciktirmek için elinden geleni yapan kimse için
kullanılır. " ne adamsın be! alacağına şahin, vereceğine karga! yazıklar olsun! "

alacağı olsun: " günün birinde ondan öcümü alırım" anlamında göz korkutmak
için söylenir.

al aşağı etmek: birini bulunduğu yerden, mevkiden yüklemek. " ya, gördün
mü, demek ki el oğlu adamı al aşağı ediyormuş bir çırpıda! "

al birini vur birine (ötekine): hepsi tıpkı, bir ayarda, hiçbiri işe
yaramaz. " onlardan söz etme bana. al birini vur birine. "

alçak gönüllü olmak: gurur ve kibre kapılmayıp kendini olduğundan daha


aşağı kademede sayma, başkalarından yüksek görmeme durumu. " insanı insan yapan
vasıflardan biri de alçak gönüllü olmaktır. "

al gülüm ver gülüm: 1. karşılıklı sevgi gösterisi. 2. çokluk ideal


olmayan işlerde birbirlerinin çıkarını kollamak.

alı al, moru mor: telâş veya yorgunluktan yüzü kıpkırmızı kesilmiş
(olarak). " uçağı kalkmak üzere olan babama alı al, moru mor bir biçimde
yetişebildim. "
alıcı gözüyle bakmak: çok dikkatli bakmak, inceden inceye gözden
geçirmek. " mobilyaya ilk defa alıcı gözüyle baktı. "

alın teri dökmek: zahmetli iş görüp çok emek vermek. " alın teri
dökmeyenler, emeğin ne olduğunu bilemezler. "

ali cengiz oyunu: " kurnazca, haince aklı durduracak iş yapmak" anlamında
kullanılır. " bana bir ali cengiz oyunu oynadılar ki sormayın gitsin. "

ali kıran baş kesen: çok zorba, kaba kuvvetle hâkimiyet kuran. " mehmet,
sınıfın ali kıran baş kesini olmuştu. "

ali`nin külâhını veli`ye, veli`nin külâhını ali`ye giydirmek: kendi sermayesi


olmadığı hâlde, birinden aldığını ötekine, ötekinden aldığını bir başkasına
vererek işini yürütmek.

allah adamı: hile, kötü bilmeyen; hak yol üstünde olan, allah`a ibadette
kus dini tüm kimse. " allah adamı olmalısın dünya da, hem de ahrette iyilik
görebilesin. "

allah`a emanet: gelişi hoş bir şeyi yüce allah`ın korumasına ve


esirgemesine terk etmek. " seni allah`a emanet ederek gidiyorum oğlum. "

allah allah! : daha çok şaşkınlık ve hayret hâllerini anlatır. " allah
allah! nasıl oldu bu iş, aklım almıyor ?"

allah aratmasın: yakınılacak bir taktirde, bir şeyin hiç bulunmaması


hâlindeki sıkıntı esnasında " allah daha kötüsünü göstermesin" anlamında kullanılır.

allah aşkına: yemin vermek veya yalvarmak için " allah`ını seversen"
anlamında şaşma, usanç bildirir. " allah aşkına şu işi bir daha yapma! "

allah bilir: 1. belli değil, cenab-ı hak`tan başka kimse bilmez. " allah
bilir bu sırrın iç yüzünü. " 2. bana öyle geliyor ki. " allah bilir esrar da
alıyordur bu çocuk. "

allah`ın belâsı: varlığı üzüntü veren, varlığından huzursuz olunan


şey. " allah`ın belâsı adam yine çıktı ortaya. "

allah versin: 1. dilenciyi savmak için " bekleme, sadaka vermeyeceğim"


anlamında söylenir. 2. iyi şey elde edenlere memnunluk bildirmek için, kimi
zaman da takılma ve şaka için söylenir. " allah versin, işlerin gayet iyi
görünüyor.

allah yarattı dememek: kıyasıya dövmek, çok hırpalamak. " adamlar yabancıya
bir giriştiler ki allah yarattı demediler. "

allah " yürü ya kulum" demiş: az zamanda çok para kazanan ve işinde çok
çabuk ilerleyenler için söylenir. " cenab-ı hak bir kimseyi zengin etmek isterse
ona, `yürü ya kulum` demesi yeter. "

allak bullak etmek: kurulu düzeni bozmak, karmakarışık bir duruma


getirmek. " çocuklar evi allak bullak edip gitmişler. "

allayıp pullamak: kötü görünüşü kapatmak için bir şeyi süslemek,


donatmak. " hurda arabaları allayıp pullayıp pazara çıkarmışlar. "

allem etmek, kallem etmek: istediğini elde etmek için her türlü
kurnazlığa başvurmak. " namussuzlar allem edip kallem edip yaşlı adamın evini
elinden aldılar. "

alnı açık yüzü ak (olmak): gelişi hoş bir ayıbı, çekinecek bir durumu
olmamak, iffetli ve şerefli olmak. " işte alnı açık yüzü ak meydandayım; çıksınlar
karşıma. "

alnını karışlamak: 1. bir işin çok güç olduğunu, yapılamayacak kadar zor
olduğunu anlatır. 2. küçümseyerek meydan okumak, tehdit etmek. " beni polise
bildirenin alnını karışlarım. "

alnının akıyla: küçümsenecek, ayıplanacak bir duruma düşmeden; tertemiz,


şerefiyle, başarı gösteren olarak. " allah`ın izniyle bu işten alnımın akıyla çıkacağım. "

alnının ar damarı çatlamak: utanma, sıkılma duygularını yitirmiş


bulunmak. " adama bak nerede soyunuyor, alnının ar damarı çatlamış anlaşılan. "

alnının damarı çatlamak: başarmak için çok sıkıntı çekmek, çok çaba sarf
edip emek vermek. " o yolu açıncaya kadar benim alnımın damarı çatladı, sen ne
halt etmeye bozuyorsun ?"

alnının kara yazısı: kötü talih, baht. " ne yapayım, alnımın kara yazısı
böyle imiş. "

al takke ver külâh: 1. bir mesele üstünde uzun çekişmelerden sonra. 2.


senli benli, samimî dostluğu sürdürerek. " al takke ver külâh yıllarca yaptık bu
işi. "

altı alay, üstü kalay: içi dışı bir olmayan; dışı süslü, içi berbat. " altı
alay üstü kalay bir dolaba benziyor bu. "

altı kaval, üstü şeşhane (şişhane): daha çok giyim için " altı, üstüne;
bir parçası öbür parçasına uymaz. " anlamında kullanılır. " çabuk çıkar şu
üzerindeki altı kaval üstü şeşhane elbiseyi, yoksa rezil olacaksın el âleme. "

altın babası: çok zengin, parası çok olan kimse. " adam altın babası, her
istediğini basitçe yaptırıyor. "

altın bilezik: para getiren, yaşam boyunca geçimi sağlamaya yarayan sanat
ve meslek. " şimdiden bir altın bilezik sahibi ol ki yarın rahat edesin. "

altında kalmamak: 1. bir şeyi karşılıksız bırakmamak. " onun bana yaptığı
iyiliğin altında kalır mıyım ?" 2. bir şeyin üstesinden gelmek. " bana verdiği işin
altında kalmayacağım. "

altından çapanoğlu çıkmak: girişilen bir işte başa dert olacak bir
durumla, umulmayan bir tehlike ile karşılaşmak. " bana öyle geliyor ki bu işin
altından çapanoğlu çıkacak. "

altından girip üzerinden çıkmak: bir serveti, bir parayı, bir kaynağı
gereksiz yere, düşüncesizce, sorumsuzca harcayıp kısa zamanda bitirmek. " bir ayda
o kadar paranın altından girip üzerinden çıktı. "

altından kalkmak: bir zorluğu yenip işi başarmak. " telâşlanma, işin
altından kalkacaktır o. "

altını çizmek: bir şeyin (daha çok sözün) önemini belirtmek, üstüne
dikkati çekmek, vurgulamak. " altını çize çize söylüyorum. eninde sonunda sen de
geleceksin. "

altını üzerine getirmek: 1. bir şeyi bulmak için aramadık yer


bırakmamak. " evin altını üzerine getirdik ama tabancayı bulamadık. " 2. söz ve
davranışlarıyla çevreyi birbirine düşürmek, karmakarışık etmek. " adam iki çift
laf etti. topluluğun altını üzerine getirdi. "

altın kesmek: çok fazla oranda para kazanır olmak. " adamların açtığı
büfe altın kesiyor sanki. "

altmış altıya bağlamak: o an ki durumu temelli olmayan bir çözümle


kurtarmak veya bir işi kesin neticeye vardırmış gibi görünmek. " insanları altmış
altıya bağlamakta üzerine yoktur onun. "

altta kalanın canı çıksın: " herkes başının çaresine baksın, güçsüzleri
düşünme, gücü yetmeyene ne olursa olsun" anlamında kullanılır.

alttan (aşağıdan) almak: sert konuşan birine karşı yumuşak, pozitif, onu
haklı görüyormuş gibi tavır almak. " amacına ulaşmak diliyorsan onunla konuşurken
alttan al, pes perdeden konuş. "

alttan güreşmek: bir miktar geriden, pasif hareket edip gizli gizli yenme
yollarını kollamak. " vay hınzır vay !. . alttan güreşip aklın sıra başarı
kazanacaksın ha! "

alt yanı çıkmaz sokak: netice alınmayacak iş, umutsuz durum. " çobanlık mı,
dağ tepe dolaş dur, alt yanı çıkmaz sokak vesselâm. "

amana gelmek: teslim olmak, önce direnirken zor karşısında boyun


eğmek. " nihayet düşman amana geldi. "

aman dedirtmek (amana getirmek ): karşı koyan birini boyun eğmek zorunda
bırakmak, teslim olmaya zorlamak. " düşmana aman dedirtmek boynumuzun borcu oldu
artık. "

aman dilemek: önce direnirken zor karşısında boyun eğip canının


bağışlanmasını istemek, galip gelenin merhametine sığınmak. " aman dileyene kılıç
kalkmaz. "

aman vermemek: 1. göz açtırmamak, rahat bırakmamak. 2. düşmanı acımayıp


öldürmek, merhamet etmemek. " böyle kahpe insanlara sakın aman vermeyin! "

ana baba günü: 1. mahşer günü. 2. sıkıntılı kalabalık; telâşlı,


tehlikeli, kimsenin kimseyi tanımadığı kalabalık. " yangın yeri ana baba gününe
dönmüştü. "

ana kuzusu: 1. pek ufak kucak çocuğu. 2. sıkıntıya, güç işlere alışkın
olmayan, nazlı çocuk veya genç. " şu torbayı kaldırışına bak hele, tam bir ana
kuzusu. "

anan yahşi, baban yahşi: bir kimseyi işini yaptırabilmek için


pohpohlamak, gereğinden fazla överek istediğini elde etmeye çalışmak.

anası ağlamak: çok eziyet çekmek, sıkıntıya katlanmak, bitkin duruma


düşmek. " onu buraya getirinceye kadar anam ağladı. "

anasından doğduğuna pişman: 1. üşengeç, çok tembel. 2. canından bezmiş. " o


işi yaptı ama anasından doğduğuna bin pişman. "

anasından doğduğuna pişman etmek: çok eziyet ederek canından bezdirmek,


bir kimseyi çok üzmek. " karşıma bir çıksın, onu anasından doğduğuna pişman
edeceğim. "

anasından emdiği süt burnundan (fitil fitil) gelmek: bir işi yaparken çok
sıkıntı çekmek, eziyete katlanmak. " şu arabanın taksitlerini ödeyinceye kadar
anamdan emdiğim süt burnumdan geldi. "

anasını ağlatmak: bir kimseye çok eziyet edip sıkıntı çektirmek. " adamın
üzerine öyle gittiler ki iki günde anasını ağlattılar. "

anasının gözü: hileci, kurnaz, çok açık göz, çıkarcı, hin oğlu hin. " adam
anasının gözü, iki dakikada bitiriverdi işi. "

anasının nikâhını istemek: bir şeye değerinden çok para istemek,


olmayacak bir istekte bulunmak. " senin istekli olduğunu duydu adam, şimdi
gidersen anasının nikâhını isteyecek o eve. "

anasını sat! (satayım): önem verme, aldırma, umursama, bunun için


kederlenme, üzülme," sat anasını o işin, yenisine bak! "

anca beraber, kanca beraber: birbirimizden ayrılmayacağız, işler iyi de


gitse, kötü de gitse hep birlikte yapacağız, beraberliği bozmayacağız. " bu
toprağı yalnız ben mi atacağım, hayır arkadaşlar; haydi anca beraber, kanca
beraber. "

anladımsa arap olayım: " hiçbir şey anlamadım" anlamında kullanılır. " senin
anlattıklarını anladımsa arap olayım. "

ant içmek (etmek): yemin etmek, bir şeyi yapmaya veya yapmamaya söz
vermek. " ant içtik, hiçbir zaman bu ülkeyi düşmana bırakmayacağız. "

apar topar: telâş ve acele ile, yaka paça, hazırlanmadan," treni kaçırırım
korkusuyla apar topar evden ayrıldım. "

ara (aralarını) bozmak: iki kişi arasındaki iyi ilişkiyi, dostluğu,


arkadaşlığı yıkmak. " kim ki ara bozar, o toplumun yüz karasıdır. "

ara bulmak: birbirleriyle anlaşamayan, bir araya gelemeyen kişileri


uzlaştırmak, barıştırmak. " iki öğrencinin arasını bulmak, tam bir haftamı aldı. "

araları açılmak (bozulmak): iyi ilişkileri, dostlukları, arkadaşlık


bağları kopmak; birbirlerine dargın hâle gelmek. " şu iki çiftin araları nasıl
açıldı hâlâ anlayamadım. "

aralarından kara kedi geçmek (veya aralarına kara kedi girmek): iyi anlaşan iki
kişinin veya dostun ilişkileri bozulmak, aralarına soğukluk girmek, birbirlerine
gücenmek," niçin konuşmuyorsunuz ? aranızdan kara kedi mi geçti ?"

aralarından su sızmamak: çok iyi, çok yakın dostluk veya arkadaşlık


kurmak, ahbap olmak. " şunlara bak, aralarından su sızmıyor. "

arap saçına dönmek: işlerin çok karışıp içerisinden çıkılmaz bir durum
alması. " bırak bundan böyle sorumsuzluğu, işleri bu tavrınla arap saçına döndürdün. "

araya girmek: 1. iki kişinin arasındaki bir işe karışmak. 2. araları


bozuk olan iki kişiyi uzlaştırmaya çalışmak. 3. yapılmakta olan bir işin
yapılmasını geciktirmek. " araya başka işler girince seninkini yapamadım, kusura
bakma. "

araya koymak: bir işte sözü geçen bir kimsenin aracılığına


başvurmak. " genel müdürü araya koyup senin işe alınmanı sağlayacaklardır. "

arayı yapmak: 1. arası bozuk olan kimse ile barışmak. 2. arası açık olan
iki kişiyi uzlaştırıp, barıştırmak. " hasan aramızı yapmasaydı biz hâlâ diken
üstünde oturuyor olacaktık. "

ar damarı çatlamak: utanç duyulacak şeyleri sıkılmadan yapmak, utanmayı


bırakmak, yüzsüz olmak. " ar damarı çatlamış bu adamdan ne umuyorsun anlamadım bir
türlü. "

arı kovanı gibi işlemek: girip çıkanı, gelip gideni çok olmak. " şu seçim
dolayısıyla hekimin evi arı kovanı gibi işliyor. "

ârif olan anlasın (anlar): üstü örtülü olarak söylenen bir sözün,
anlayışı güçlü kimselerce anlaşılabileceğini belirtmek için kullanılır.

arka arkaya vermek: birbirlerini korumak, kollamak, için birleşmek;


dayanışmak, yardımcı olmak. " arka arkaya verirsek karşımızda hiçbir güç duramaz. "

arka (sırt) çevirmek: birine eskiden duyduğu ilgiyi göstermemek, yabancı


gibi davranmak. " işlerim bozulunca bana sırt çevirdi. "

arka çıkmak: birilerine karşı, birini korumak; savunmak, kayırmak. " babası
arka çıkmasaydı onu bir hoş dövecekti. "

arkadan söylemek: bir kimsenin bulunmadığı yerde onun ile ilgili ileri geri
konuşmak, dedikodusunu yapmak, çekiştirmek. " adamın arkasından söylemeye
utanmıyor musun ?"

arkadan vurmak: kendisine inanan, güvenen bir kimseye gizlice kötülük


etmek. " onun beni arkamdan vuracağı hiç aklıma gelmezdi. "

arka kapıdan çıkmak: bilhassa bir eğitim kurumundan, bir iş yerinden


hiçbir varlık gösteremeden, bir şey öğrenemeden ayrılmak. " övünüp durma, bilgine
bakılırsa sen o okulun arka kapısından çıkmışsın. "

arkası kesilmek: tükenmek, bitmek, süregelen bir şeyin son


bulması. " kiranın da arkası kesilirse ne yaparız biz ?"

arkasına düşmek: 1. birini gözden ayırmayarak arkasından gitmek. 2. bir


işi sona erdirmek için çok sıkı çalışmak. " arkasına düşmezsen nasıl elde
edeceksin o evi ?"

arkasında dolaşmak (gezmek ): bir işi sonuca bağlamak için ilgili yerlere
giderek görüşme fırsatı aramak, onların yardımını sağlamak.

arkasını getirememek: başladığı işi sürdürüp sona erdirememek,


sonuçlandıramamak. " ne tembel adamsın, şu işin arkasını getiremedin hâlâ! "

arkasını sıvamak: iltifat etmek, okşamak, övmek, birisini bu yolları


kullanarak bir işe sevk etmek. " arkasını sıvayarak yaptırıyorum her işi bu
çocuğa. "

arkasını (birine) vermek: bir kimsenin himayesinden güç almak. " arkasını
kaymakama vermiş pervasızca konuşuyor, yolu burdan geçireceğim diyor. "

arkası (sırtı) pek: 1. soğuktan muhafaza edecek şekilde giyinmiş, iyi


giyinmiş olan. 2. kuvvetli bir kimseye ya da yere güvenen. " ona göre hava güzel, çünkü
karnı tok, sırtı pek nasıl olsa! "

arkası (sırtı) yere gelmemek: 1. sarsılmamak, sağlam ve sağlıklı durumunu


sürdürmek. 2. hiç yenilgi yüzü görmemek. " arkası yere gelmemiş bir adam olarak
kalmalı o. "

armudun sapı var, üzümün çöpü var demek: hiçbir şeyi beğenmemek, her
şeyin bir hatasını bulmak.

armut piş, ağzıma düş: bir işin hiç emek harcamadan olmasını,
kendiliğinden hazır olup ayağına gelmesini bekleyenlerin durumunu anlatmak için
kullanılır.

arpa boyu kadar gitmek: pek az ilerlemek. " onca çabaya karşın arpa boyu
kadar gidebildim ancak. "

arpacı kumrusu gibi düşünmek: derin derin ne yapacağını bilemeden,


çaresizlik içerisinde düşünüp durmak. " öyle arpacı kumrusu gibi ne düşünüp
duruyorsun ?"

arpalık yapmak: bir yeri devamlı çıkar kaynağı olarak kullanmak,


sömürmek. " batılılar ülkemizi arpalık yaptılar âdeta. "

art düşünce (niyet): açığa vurulandan ayrı, gizli tutulan, asıl


düşünce. " onun bizim hakkımızda art düşüncelere sahip olduğunu biliyorum. "

asıp kesmek: 1. işkence etmek, zalimce tavırlarda bulunmak. 2. tehdit


etmek, zalimce davranışlarda bulunacakmış gibi konuşmak. " dün haktan ve adaletten
söz edenler, bugün iktidar olunca asıp kesmeye başladılar. "

askıda kalmak: bir engel çıkması bu nedenle bir işin sonuca varamaması,
yapılamayıp öylece kalması. " senin gelmemen yüzünden tüm işler askıda kaldı. "

askıya almak: 1. geciktirmek, belirsiz olarak ertelemek, bir işi


zamanında yapmayıp savsaklamak. 2. altı boşalmış yapıyı dikmelerle tutturarak
yıkılmaktan kurtarmak. " söyle ona, o adamların tayin işlerini askıya alsın. "

askıya çıkarmak: evlenecek kimselerin nikâhtan önceki durumlarını


gösterir belgelerin, belirli bir müddet için ilgili dairede görünür bir yere
asılması, ilân edilmesi.

aslan payı: 1. hak edilenden daha çok alınan pay, en güçlünün aldığı pay.
2. bir bölüşmede en büyük pay. " aslan payı ahmet`e düştü. "

aslan yürekli: yılmaz, hiçbir şeyden korkmayan, yiğit, kahraman," aslan


yürekli mehmetçik düşmanı çil yavrusu gibi dağıttı. "

aslı faslı (astarı) olmamak: yalan, asılsız olmak, gerçek payı


bulunmamak. " aslı astarı olmayan işlerin içerisine sürükleme bizi. "

astarı yüzünden pahalı olmak: bir işin ayrıntısına ödenen paranın aslına
ödenen paradan fazla olması, gerçek değerinden fazlaya mal olması. " elbiseyi
diktin ama astarı yüzünden pahalı oldu. "

astığı astık, kestiği kestik: davranışlarından dolayı kimseye hesap


vermeyen, istediği gibi davranan, çok sert kimseler için kullanılır.

aşağıdan almak: sert konuşan kimselere karşı yumuşak bir dil


kullanmak. " biraz aşağıdan alırsan onun sana zarar vermesini basitçe önlersin. "

aşağı kurtarmaz: 1. bundan ucuza verilmez. 2. daha aşağı bir durumu


kendine lâyık görmez. " ısrar etme, bu araba daha aşağı kurtarmaz. "

aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık: sakıncalı oluşları eşit olan
iki karşıt davranıştan birine karar verememe zorunluluğunu anlatmak için
kullanılır.
aşağı yukarı: yaklaşık olarak, neredeyse, tam değil de tama
yakın. " aşağı yukarı on kilo gelir bu yük. "

aşık atmak: birisiyle yarışmak, bilhassa kendisinden üstün birisiyle


yarış etmek. " sen benimle aşık atacak biri değilsin. "

ata et, ite ot vermek (yedirmek ): uygunsuz iş yapmak; birbirlerini


tamamlayan, birbirine uyan öğeleri ters kullanmak; kişilere işlerine yaramayan
şeyi, ilgili olmadıkları görevi vermek. " ata et, ite ot verilen bir ülkede dirlik
düzenlik mi olurmuş ?"

ateş almak: 1. yanmak, tutuşmak. 2. ateşli silâhın patlaması. 3.


telâşlanmak, öfkelenmek, heyecanlanmak, coşmak. " silâh birden ateş aldı. "

ateş bacayı sarmak: bir iş ya da olay önüne geçilemez, tehlikeli bir


durum almak. " ateş bacayı sarmadan çabuk gidelim buradan! "

ateş basmak: aşırı ölçüde sıkılmak, heyecanlanmak, utanmak neticesi vücutta


sıcaklığın artması, yüzün kızarması. " o nadide, paha biçilmez vazoyu kırınca
bedenini birden bire ateş bastı. "

ateşe atmak: birini çok tehlikeli bir işe bile bile sokmak. " hiç
aldırmadan, biricik kızını o adamla evlendirip ateşe atamazsın değil mi ?"

ateşe tutmak: 1. ateşli silâhla mermi atmak. 2. bir şeyi ateşin üstünde
tutarak ısıtmak. " zalim askerler zavallı köylüleri yaylım ateşine tuttular. "

ateşe vermek: 1. bir yeri bilerek yakıp yok etmek. 2. aşırı ölçüde
telâşlandırmak. 3. bir toplumu, bir ülkeyi kargaşalık içerisine sürükleyerek yıkıma
uğratmak. " dış güçler yerli işbirlikçilerle anlaşarak ülkeyi ateşe verdiler. "

ateşine (nârına) yanmak: birinin yüzünden büyük haksızlığa uğramak, zarar


görmek. " eğer bu malı satamazsam senin ateşine yanmış olacağım. "

ateş kesilmek: 1. çok kızgın, öfkeli davranışlar göstermek. 2. çok


çalışkan, hareketli ve becerikli olmak. 3. ateşli silâhlarla yapılan atışa son
vermek. " taraflar ateş kesilmesine razı olmadılar. "

ateşle oynamak: çok tehlikeli, zarar verecek bir işin üzerine üstüne
gitmek ya da böyle bir işe girişmek. " bırak o silâhı elinden! ateşle oynadığının
farkında mısın sen ?"

ateş pahasına: çok pahalı. " yeni daireler ateş pahası, nasıl alacağız ?"
ateş püskürmek: çok öfkeli olmak, ağır sözler söylemek. " öğretmen kapıyı
kıran öğrencilere ateş püskürdü. "

ateşten gömlek: içerisinde bulunulan acı, sıkıntılı, dayanılmaz durumu


anlatmak için söylenir. " iflas etmem, ateşten gömlek giymem demektir. "

atı alan üsküdar`ı geçti: " fırsat kaçtı, bundan böyle yapılacak şey kalmadı"
anlamında kullanılır. " sen daha dur, atı alan üsküdar`ı çoktan geçti. "

atı eşkin, kılıcı keskin: her bakımdan kuvvetli, dilediğini


yapabilir. " zalimlere karşı durmak mı istiyorsun ? atın eşkin, kılıcın keskin
olmalı! "

atın yüğrükse bin de kaç: imkânın varsa kendini kurtarmaya bak.

atıp tutmak: 1. kendi gücünü aşacağı işler yapacağını söylemek, abartılı


konuşmak. 2. birisinin arkasından ileri geri konuşmak, kötü sözler etmek. " yüzüne
karşı söyle, arkasından atıp tutma adamın. "

at oynatmak: 1. ata hüner göstermek. 2. bildiği ve istediği gibi


davranmak. 3. belli bir alanda üstünlük kurmak. " meydan adamlara kaldı,
istedikleri gibi at oynatıyorlar. "

atsan atılmaz, satsan satılmaz: işe yaramadığı, sıkıntı verdiği hâlde


vazgeçilemeyen şeyler ve kimseler için kullanılır. " ne yapayım, kardeş işte!
atsan atılmaz, satsan satılmaz! "

attan inip eşeğe binmek: bulunduğu dereceden, mevkiden, önemli görevden


daha aşağı bir yere inmek veya alınmak. " aklını başına toplamazsan adamı işte
böyle attan indirip eşeğe bindirirler. "

avaz avaz bağırmak: olanca gücüyle bağırmak; sesi yettiği kadar, var
gücüyle bağırmak. " tamam duyuyorum, öyle avaz avaz bağırma! "

avucunun içerisine almak: birini her dediğini yapar duruma getirmek, basınç ve
etkisi altına almak. " kaymakam tüm kasabalıyı avucunun içerisine aldı. "

avucunu yalamak: umduğunu ele geçirememek, beklediğini elde


edememek. " avucunu yalamak istemiyorsan harekete geç, sen de çalış. "

avuç açmak: yardım istemek, dilenmek, para istemek ya da ister duruma


düşmek. " yarın avuç açmamak için bugünden çalışmalısın. "

ayağa düşmek: 1. bir şeyin değerini yitirmesi. 2. yalvarır duruma


gelmek. 3. işe ilgisiz ve yetkisiz kimseler karışır olmak. " sevinmeyin boşuna, bu
işi ayağa düşürmeyeceğim hiçbir vakit. "

ayağa kalkmak: 1. hasta iyi olmak. 2. saygı göstermek için oturma


durumundan ayak üzeri duruma geçmek. 3. telâşlanmak, heyecanlanmak. 4. dikilmek,
ayakları üstünde durmak. " dedem nihayet ayağa kalktı. "

ayağı (ayakları birbirine) dolaşmak: yürürken gelişi hoş bir sebepten ötürü
ayakları birbirine takılmak, sendelemek. " korkusundan zavallının ayakları
birbirine dolaştı. "

ayağı düşmek: bir yere uğramak, o yer yolu üstünde bulunmak, yolu
düşmek. " bu rezillikten sonra onun ayağının buralara düşeceğini sanmam bundan böyle. "

ayağı düze basmak: işleri iyi gitmek, güçlükleri yenerek rahata


kavuşmak. " şu borcu da ödedik mi ayağımız düze basacak inşallah. "

ayağı ile gelmek: 1. kendi isteği ile gelmek. 2. çok fazla emek sarf
edilmeden elde edilmek. " adam ayağı ile geldi dayak yemeye. "

ayağına bağ olmak: bir işini yapmasına, bulunduğu yerden ayrılmasına


engel olmak. " bu çocuk ayağıma bağ oldu, onu bırakıp da bir yere gidemiyorum. "

ayağına dolaşmak (veya dolanmak): 1. birisinin yaptığı işe engel olmak.


2. başkasına yaptığı kötülük kendi başına gelmek. " şu köpeği birisi çıkarsın
atölyeden, insanın ayaklarına dolanıyor. "

ayağına gitmek: büyüklük taslamadan alçak gönüllülük edip birinin yanına


varmak. " o baban senin, ayağına gitmelisin. "

ayağına kapanmak: kendini ufak düşürerek yalvarıp yakarmak. " insan ne


birisinin ayağına kapanmalı, ne de birisini ayağına kapandırmalı. "

ayağına (ayaklarına) kara su inmek: bir yerde ayakta beklemekten veya


uzun müddet dolaşmaktan çok yorulmak. " seni aramaktan ayaklarıma kara sular indi,
nerelerdeydin allah aşkına! "

ayağını çekmek: daha önce gittiği yere bundan böyle uğramaz olmak, ilişkiyi ve
ilgiyi kesmek. " artık onlardan elimi ayağımı çektim. "

ayağını denk almak: birilerinin kendisine karşı yapacakları muhtemel


kötülüklere karşı uyanık davranmak, tedbirli olmak. " eğer ayağını denk almazsan o
adamlar başına bir iş açacaklar senin. "

ayağını kaydırmak: bir yolunu bularak birini bulunduğu işten, mevkiden


uzaklaştırmak. " adamcağızın hiç suçu yokken ayağını kaydırdılar, şimdi aç susuz
dolaşıyor. "

ayağını kesmek: 1. bir yere gitmez, uğramaz olmak. 2. birini bir yere
artık uğramaz duruma getirmek. " öyle korkutun ki o adamın ayağı kesilsin bu
meyhaneden ?"

ayağının altına almak: 1. acımasızca, tekmelerle kıyasıya dövmek. 2. bir


şeyi ufak görerek ondan faydalanma yoluna gitmemek, o şeyi tepmek. " önüne
serilen tüm imkanları ayağının altına aldı hiç tınmadan. "

ayağının tozuyla: henüz dinlenmeden, yoldan gelir gelmez. " adamı ayağının
tozuyla kodese tıktılar. "

ayağını sürümek: 1. verilen bir görevi ağırdan yapmak. 2. bir yerden


ayrılmak üzere bulunmak. 3. ölmek üzere olmak. 4. halk inanışına göre birinin
gelmesi, peşinden başkalarının da gelmesine yol açmak. " ayağını mı sürüdün ne,
senden sonra gelen misafirlerin sayısını allah bilir ancak! "

ayağını yorganına göre uzatmak: gelirini giderine uydurmak, harcamalarda


geliri aşmamak. " ayağını yorganına göre uzatmazsan ileride aç kalırsın. "

ayağı (ayakları) suya ermek (değmek): neden sonra aklı başına gelmek, bir
şeyin aslını anlamak, beklenen şekilde olmadığını kavramak. " toy olduğu için
doğruyu göremiyor, onun da ayağı suya erecek bir gün. "

ayak altında kalmak: 1. hor görülüp aşağılanmak, değer verilmemek. 2.


insanların sık gelip geçtiği yerde, kalabalık içerisinde kalmak. " seyyar satıcıların
pek çoğu ayak altında kalınacak bir yeri seçerler. "

ayak atmamak: bir yere hiç gitmemek. " o kente ayak atmadım henüz. "

ayak diremek: bir şeyde ısrar etmek, karşı koymak, kendi kararından
vazgeçmemek. " ayak diremeseydi çoktan evini yıkmış olacaklardı. "

ayaklar altına almak: önem verilmesi gereken şeyleri hiçe saymak,


çiğnemek. " babasının onun için verdiği emekleri ayaklar altına alarak o
serseriliği seçti. "

ayakları geri geri gitmek: bir yere istemeye istemeye, gönülsüz


gitmek. " hoşlanmadığım bu insanların yanına yaklaştıkça ayaklarım geri geri
gitmeye başladı. "

ayaklı kütüphane: çok şey okumuş, her sorulana cevap veren, çok şey
bilen, okudukları aklında kalmış kimse. " adam ayaklı kütüphaneydi sanki! "
ayakta kalmak: 1. bir güçlük karşısında yıkılmamak, çökmemek. 2. oturacak
yer bulamamak. " gemi öyle kalabalıktı ki hepimiz ayakta kaldık. "

ayak takımı: işe yaramaz, bilgisiz, görgüsüz, kaba, serseri, değersiz


kimselerin bütünü. " mahallemizde ayak takımı gittikçe çoğalıyor. "

ayak uydurmak: 1. adımlarını başkasınınkine uydurmak. 2. kendi gidiş ve


davranışını başkasınınkine benzetmek. " bu bozuk topluma ayak uydurmak zorunda
değiliz. "

ayak üstü (üzeri): 1. kısa müddet içerisinde, acele olarak. 2. ayakta durarak,
ayakta dikilerek. " gel de şu büfede ayak üstü atıştıralım bir miktar. "

ayasofya`da dilenip sultanahmet`te sadaka (zekât) vermek: kendisi başkasının


yardımı ile geçinirken, gösteriş için elindekini başkalarına yardım amacıyla
dağıtmak.

ayıkla pirincin taşını: bir işin olabildiğince karışık, dolaşık, içerisinden


çıkılması güç olduğunu anlatmak için kullanılır. " durup dururken adama olmadık
sözler söylemiş, şimdi ayıkla pirincin taşını! "

ayılıp bayılmak: 1. sinir krizi geçirmek, bunalıma düşmek. 2. birini


kendinden geçercesine sevmek, hoşlanmak. " her kan görüşünde ayılıp bayılıyor. "

ayranı kabarmak: öfkelenmek, kızıp bağırmak; coşmak. " o konuştukça adamın


elleri titriyor, ayranı kabardıkça kabarıyordu. "

ayvaz kasap hep bir hesap: " ha öyle ha böyle, ikisi de bir; hangi yolu
seçersek seçelim aynı sonuca varır" anlamında kullanılır.

ayyuka çıkmak: 1. pek yükselmek (ses için). 2. herkesçe duyulmak,


yayılmak (dedikodu için). " öyle kızgındı ki sesi ayyuka çıkıyordu. "

aza çoğa bakmamak: eline geçenle yetinmek, tok gözlü olmak.

azizlik etmek: şaka ile takılmak, muziplik etmek, şaka ile


aldatmak. " osman azizlik etmeye bayılır. "
baba adam: ağır başlı, iyi yürekli, olgun, hoşgörülü, yaşlıca adam. " ne baba
adammış meğer, ailesinden değil, komşularından bile kimseyi ihmal etmedi. "

Babası tutmak (veya babaları üzerinde olmak): çok fazla öfkelenmek, kızgınlığı
her hâliyle belli olmak. " iş meselesini konuşamadım, çünkü babaları üstündeydi odasına
girdiğimde. "

babana rahmet: " yaptığın iş, söylediğin söz çok yerinde; allah senden razı
olsun" anlamında hoşnutluk, memnunluk bildirmek için kullanılır.
baba ocağı (evi veya yurdu): dededen, babadan kalma ev; toprak, yurt. " borçları
yüzünden baba evini satmak zorunda kaldı. "

babasının hayrına (mı ?): hiçbir çıkar gözetmeksizin. " babasının hayrına mı
yaptı sanıyorsun senin işini ?"

bağ bozmak (bağbozumu): 1. bağda son kalan ürünün toplanması. 2. bu işlerin


yapıldığı mevsim (güz), gün. " bağbozumu besmele ile başlarsa bereketli olur. "

bağrına basmak: 1. kucaklamak, kolları ile sararak göğsüne yaslamak. 2. birini


gözetip kayırmak, koruyup yetiştirmek. " amcası, yeğenini bağrına basmakta geçikmedi. "

bağrına taş basmak: uğradığı zarara, felakate sesini çıkarmadan katlanmak. " evi
yıkılan hasan bağrına taş basmaktan başka bir yol bulamadı. "

bağrını delmek: içerisine işlemek, pek dokunmak, dertli olmasına yol açmak. " yurdundan
kovulması, şairin bağrını deldi. "

bağrı yanık: çok acı çekmiş; dert, sıkıntı, darlık, kahır görmüş; yaslı. " nice
bağrı yanık insanlar yaşamış bu topraklarda. "

bahse girmek: görüşünde veya iddiasında haklı çıkacak tarafa bir şey verilmesini
kabul eden sözlü anlaşma yapmak. " erken kalkmak konusunda onunla bahse girdik. "

bahtı kara: mutsuz, sıkıntıdan kurtulamayan, işleri hep ters giden. " allahım,
şu bahtı kara kuluna yardım et de düzlüğe çıksın! "

baklayı ağzından çıkarmak: sabrı tükenip o zamana kadar sakladığı şeyleri


söylemek. " yeter bundan böyle, çıkar ağzından şu baklayı! "

bal alacak çiçeği bilmek: çıkar sağlanacak yeri veya şeyi bulmak, bu konuda
nasıl hareket edileceğini öğrenmiş olmak. " onun bal alacak çiçeği bilmede üzerine yoktur. "

baldırı çıplak: işsiz güçsüz, serseri, başı boş, ayak takımından. " sokaklar
baldırı çıplaklardan geçilmiyor. "

bal dök (de) yala: bir yerin çok temiz, pırıl pırıl olduğunu anlatmak için
kullanılır. " odayı öyle elden geçirmiş ki bal dök de yala! "

balgam atmak: bir iş ya da husus üstünde kuşku uyandıracak söz söylemek. " lütfen
sus, ortaya bir balgam atıp da insanı huzursuz etme. "

bal gibi: 1. çok tatlı. 2. çok iyi, adamakıllı, pekâlâ. " bal gibi iş, daha ne duruyorsun ?"

balık etinde: ne şişman, ne zayıf; şekilli, kilosu yerinde olan.

balık istifi: çok sıkışık bir taktirde. " otobüs, balık istifi gibi yerleşmiş
insanları zor taşıyordu. "
balık kavağa çıkınca: gerçekleşmesi olası olmayacak işleri anlatmak için
kullanılır. " o kız, o çocukla ancak balık kavağa çıkınca evlenir. "

balon uçurmak: ilgililerin ne diyeceklerini anlamak veya insanların telâşlanmalarını


sağlamak amacıyla aslı olmayan bir haber yaymak. " askerliğin kısalmasıyla ilgili
bir balon uçurdu, buna sonra kendisi de inanmaya başladı. "

balta olmak: musallat olmak, asılmak, direnerek bir şey istemek, istediğini
yaptırmak için devamlı ısrar etmek. " insanın başına balta olan kişileri sevmek olası
değil. "

baltayı taşa vurmak: bilmeyerek karşısındakini kıracak söz söylemek, pot


kırmak. " baltayı taşa vurunca öyle utandı ki sormayın gitsin. "

bam teline basmak: bir kimseyi, hassasiyet gösterdiği konuda kızdıracak söz
söylemek, öfkelendirecek bir şey yapmak. " bir insanı delirtmek mi istiyorsun ? onun
bam teline basacaksın. "

bana mısın dememek: aldırış etmemek, ona hiçbir şey etkili olmamak. " sırtına
o kadar yük vurdular, adam yine de bana mısın demedi. "

barut fıçısı: her an karışıklık, kavga ve savaşın çıkacağı yer. " nereden çıktığı
belli olmayan bir ses, meydanı bir anda barut fıçısına döndürdü. "

barut kesilmek: çok öfkelenmek, kızmak, sinirlenmek. " elektriği bağlanmayan


adam barut kesilmiş, etrafa bağırıp duruyordu. "

basıp gitmek: aklına koyduğu şeyi yapmak amacıyla, o an bulunduğu yerden


kimseye danışmadan ayrılmak. " öyle her aklına estiğinde basıp gidemezsin buradan. "

basireti bağlanmak: gerçeği göremez, iyi düşünüp kavrayamaz bir duruma düşmek. " öylece
kalakaldım, ne yapacağımı bilemiyorum, basiretim bağlandı âdeta. "

baskın çıkmak: üstünlüğünü göstermek, karşısındakini geçmek. " koşuda değil,


ancak güreşte baskın çıkarım ona. "

bastığı yeri bilmemek: 1. çok fazla sevinmek. 2. dengesiz hareketlerde bulunmak,


durumunu kontrol edememek, şaşkınlıktan nerede olduğunu bilememek. " eşinin ölümünden
sonra bastığı yeri bilmez bir adam oldu. "

baston (kazık) yutmuş gibi: dimdik duran, yürüyen kimsenin durumu. " baston
yutmuş gibi ortalıkta dolaşıp da asabımı bozma! "

başa baş (gelmek): birbirine denk, eşit olmak; birlikte olmak. " takımlar başa
baş bir mücadele verdiler. "

başa çıkarmak: 1. bir işi bitirmek, sona erdirmek, başarmak. 2. bir kişiye
aşırı ölçüde ilgi gösterip çok şımartmak. " ona bir miktar daha yüz verirsen başına çıkacak,
söylediğini yapmayacak. "
başa çıkmak: gücünün üstünlüğünü kanıtlamak, bir şeye gücü yetmek. " onunla
başa çıkabilirim, merak etme sen. "

başa geçmek: 1. en üstün yeri almak. 2. gelişi hoş bir husus önemce ilk sırayı
almak. " ülkede ekonomik yolsuzluklar başa geçti. "

başa gelmek: kötü bir duruma uğramak. " kim demiş başa gelen çekilir diye ?"

başa güreşmek: 1. yağlı güreşte başpehlivanlık için güreşmek. 2. en üstün


sonucu almak için mücadele etmek, yarışmada birinciliği almak için uğraşmak. " takımımız
öteden beri başa güreşir. "

baş ağrısı: varlığı tedirginlik verici şey, rahatsız edici kimse. " sen ne
baş ağrısı bir adammışsın meğer! "

baş ağrıtmak: yerli yersiz konuşarak, luzumsuz sözler söyleyerek, çok konuşarak
birisini rahatsız etmek. " baş ağrıtmakta üzerine yoktur senin. "

başa (başına) kakmak: yapılan iyiliği yüzüne vurarak birisini üzmek, incitmek. " üç
kuruş verdi, üç gün geçmeden başına kaktı. "

baş alamamak: çok uğraştıran bir konudan kurtulup da zaman ve fırsat bulamamak. " şu
çocuklarla uğraşmaktan baş alamıyorum ki sana geleyim. "

baş aşağı gitmek: devamlı kötüleşmek, zarar görmek. " baş aşağı giden işlerinin
önünü alamadı bir türlü. "

baş başa kalmak: biriyle yalnız kalmak, iki kişi bir arada yalnız kalmak. " misafirler
gittikten sonra baş başa kaldılar. "

baş başa (kafa kafaya) vermek: birbirlerinin düşüncesinden yararlanmak üzere


birkaç kişi toplanıp bir hususu görüşmek, bir konuda dertleşmek. " bu problemi ancak
baş başa vermekle çözebiliriz. "

baş belâsı: devamlı rahatsız eden, yük olan, bir kimseye musallat olup sıkıntı
veren ve uzaklaştırılamayan kişi ya da şey. " şu baş belâsı adamı uzaklaştırırsanız
sevindirirsiniz beni. "

baş çekmek: ön ayak olmak, öncülük etmek. " hayatı boyunca baş çeken bir adam
olarak yaşadı. "

baş edememek: gücü yetmemek, başarı kazanamamak, bir işi başarmakta güçlük
çekmek. " şu uysal insanlarla baş edemezsen kiminle edeceksin! "

baş eğmek: direnmekte vazgeçip güçlünün buyruğuna girmek, teslim olmak. " türk
milletine baş eğdiremezsin. "

baş göstermek: ortaya çıkmak, belirmek, vuku bulmak. " milletimiz baş belirten
bu yeni fikri kısa zamanda benimseyecektir. "
baş göz etmek: evlendirmek. " şu kızı da bir baş göz edersem gözüm arkada kalmayacak. "

başı ağrımak: bir işten dolayı sorumlu duruma düşmek, kaygu çekmek. " sana
güveniyorum, başımı ağrıtmayacağına eminim, haydi güle güle git. "

başı altından çıkmak: kötü bir şey, kötü bir durum, birinin gizli düzeni
ve tertibiyle meydana gelmek. " böyle şeyler bilirim ki senin başının altından çıkar,
şimdi bana doğruyu söyle, kim kırdı vazoyu. "

başı bağlı olmak: 1. evli ya da nişanlı olmak. 2. serbest, özgür olmayan,


bir yere bağımlı olan. " nihayet oğlanın da başını bağladık. "

başı boş bırakmak: bir kimsenin üstündeki denetimi ve gözetimi kaldırmak,


kendi bildiğine bırakmak. " çocuk dediğin başı boş bırakılmaya gelmez. "

başı darda kalmak (başı dara düşmek): çok sıkıntılı, çaresiz bir taktirde
olmak; parasızlıktan dolayı güç bir taktirde kalmak. " başı darda kalan insanlara yardım
etmek insanlık borcudur. "

başı derde girmek: can sıkıcı, üzücü, istemediği bir duruma düşmek. " şu kendini
bilmez adamla başım derde girsin istemiyorum. "

başı dik gezmek: utanılacak bir durumu olmadan, onurlu biçimde toplumda yer
almak. " başı dik gezen insanları sevmemek elde değil. "

başı dönmek: 1. bir şey karşısında şaşırmak. 2. sıkıntı meydana getiren bir
durum karşısında bunalmak. 3. dengesini yitirmek, gözleri kararmak; çevresi kararıyor,
dönüyor, kayıyor duygusu içerisinde sarsılmak. " çabuk durdur arabayı, başım dönmeye
başladı. "

başı göğe ermek: beklenmeyen, umulmayan bir mutluluğa, sevince ulaşmak. " üç
kuruş zam yapıldı diye maaşına, başı göğe erdi sanıyor; bilmiyor ki enflasyon bir
ay sonra alacak o zammı elinden. "

başı kalabalık (olmak): bir iş bu nedenle yanısıra çok fazla kişi olmak. " kusura
bakma, başım kalabalıktı bugün, seni arayamadım. "

başına belâyı satın almak: sıkıntı, üzüntü ve tedirginlik verici olduğunu


sonradan anladığı bir işe kendi isteği ile girmiş bulunmak. " nereden girdim bu inşaat
işine, durup dururken başıma belâyı satın aldım. "

başına bir hâl gelmek: büyük, içerisinden çıkılması zor güçlüklerle karşılaşmak;
kötü duruma düşmek. " gece gitme, başına bir hâl gelir diye korkuyorum. "

başına buyruk: dilediğini izin almaksızın yapan, istediği gibi davranan. " sizin
çocuk da amma başına buyruk bir çocuk olmuş. "

başına çalmak: bir şeyi sert, öfkeli ve kızgın bir davranış içerisinde vermek. " al
da başına çal bu sapı kırık küreği. "
başına çorap örmek: bir kimseye, haberi olmadan, kötü duruma sokucu davranışta
bulunmak, alt etmek için gizlice plân kurmak. " onun başına bir çorap örecekler diye
korkuyorum. "

başına çökmek: 1. iştahla sofraya oturmak. 2. bir işi çabuk bitirmek üzere
oturup ele almak. 3. birini altına alıp dövmek. " birkaç kişi utanmadan zavallı adamın
başına çöktüler. "

başına devlet kuşu konmak: ummadığı, beklemediği bir nimete ya da varlığa


kavuşmak. " nasıl aldı bu köşkü ? başına devlet kuşu mu kondu dersin ?"

başına dolamak: içerisinden çıkılması zor bir işi birine musallat etmek. " bu işi
benim başıma dolayanlar, dilerim hiçbir vakit onmazlar! "

başına iş açmak: uğraştırıcı ve üzücü bir işin çıkmasına yol açmak. " bırak
o bıçağı elinden, hiç yoktan başına iş açacaksın. "

başında kavak yeli esmek: 1. sorumluluk duygusundan uzak, zevk ve eğlence


peşinde koşmak (genç için). 2. gerçekleşmeyecek şeyler düşünerek zaman geçirmek. " bu
çocuk da büyümedi bir türlü, hâlâ başında kavak yelleri esiyor. "

başından atmak: 1. luzumsuz görülen bir bağlılığa, bir ilişkiye son vermemek;
bir istekte bulunmakta olan kişiyi yanından uzaklaştırmak. 2. yapılması zor bir işi yapmaktan
kendini kurtarmak ya da o işi bir başkasına indirmek. " kısa zamanda o işi başından
atmasını becerdi. "

başından aşağı kaynar sular dökülmek: çok kötü, üzücü, sıkıntı verici ya
da utandırıcı bir olay karşısında vücudunu ter basmak, ürpermek. " babasını karşısında
görünce başından aşağı kaynar sular döküldü. "

başından büyük işlere girişmek (veya kalkışmak): gücünün üzerinde olan işleri
yapmaya kalkışmak. " çekil lütfen, başından büyük işlere kalkışıp da kendini rezil
etme bari. "

başından korkmak: hayatından kaygı duymak, cezalandırılmaktan korkmak. " düşman


topraklarına girince başından korkmaya başladı. "

başını ağrıtmak: 1. luzumsuz sözlerle birini bunaltmak. 2. bir iş için birini


uğraştırmak, sıkmak. " yeter bundan böyle, bu iş için başımı ağrıtıp durma. "

başını alıp gitmek: nereye gideceğini bildirmeden, izin almadan gitmek. " içine
düştüğü dertten kurtulamayan adam başını alıp gitti. "

başını bağlamak: evlendirmek. " askerliği biten ali`nin başını bağlamayı düşünen annesi
kolları derhal sıvadı. "

başını belâya sokmak: bir kimseyi, zarar göreceği, kötü sonuçlarla karşılaşacağı
bir işe sokmak. " oğlanın da başını belâya sokacaklar diye ödüm kopuyor. "

başını bir yere bağlamak: bir işe yerleştirmek, işsizlikten kurtarmak. " çok
geçmeden oğlunun da başını bir yere bağlamayı becerdi. "

başını boş bırakmak: denetimsiz, yalnız ve serbest bırakmak. " bu çocuğun başını
boş bırakma, yoksa başı belâya girecek. "

başını derde sokmak: sıkıcı, yorucu, üzücü bir işe girmek veya getirilmek. " tanımadığı
adamlarla işe girişince başını derde soktu. "

başını dinlemek: sessiz, sakin bir ortama çekilmek; kalabalıktan ve gürültüden


uzaklaşmak. " emekli olur olmaz başımı dinleyecek bir köşe arayacağım"

başını ezmek: birini hareket edemez, kötülük yapamaz ya da başını kaldırıp


bir işi göremez duruma getirmek. " zalimlerin başını ezecek adamlara bugün ne kadar
ihtiyaç var! "

başını kaşımaya (kaşıyacak) zamanı olmamak: çok meşgul olmak, başka bir işi
yapmaya hiç zamanı olmamak. " bana yükleme o işi, çünkü başımı kaşıyacak vaktim yok. "

başının çaresine bakmak: kimsenin yardımı olmadan kendi işini kendi yapmak,
kendini zor durumdan kurtarmak. " benden sana fayda yok, başının çaresine baksan iyi
olacak. "

başının derdine düşmek: başka bir şeyle ilgilenemeyecek kadar sıkıntılı,


üzücü ve tehlikeli bir duruma çare bulmaya çalışmak. " adamın bize aldıracağı yok,
baksana başının derdine düşmüş. "

başının etini yemek: devamlı olarak, bıktırıncaya kadar, ısrarla birinden


bir şey istemek; bu yüzden onu rahatsız edip üzmek. " tamam kızım, alacağız o oyuncağı,
yeter başımın etini yediğin! "

başını taştan taşa vurmak: fırsatı kaçırdığı için çok pişman olmak, çaresiz
kalarak kahırlanmak. " zamanında eve gidip hasta çocuğu hekime götürmediği için başını
taştan taşa vuruyordu. "

başını vermek: bir uygun uğrunda kendini feda etmek, canını vermek. " yiğitler
başını vermesiydi bu ülke düşmanlardan kurtulur muydu ?"

başını yemek: bir kimsenin büyük zarar görmesine ya da ölmesine yol açmak. " ruhsuz
herifler adamın başını yemek için yarışa giriştiler. "

başı sıkışmak (sıkılmak): gelişi hoş bir zorluk karşısında kalmak, bunalmak. " onun
görevi, başı sıkışan insanlara yardım etmektir. "

başı tutmak: 1. önde olmak. 2. gürültüden, üzüntüden ve çok konuşmadan başı


ağrımak. " kesin bundan böyle şu dedikoduyu, yoksa başım tutacak! "

baş koymak: bir şey uğruna ölümü göze almak. " çekil önümden ben bu yola baş
koydum. "

baş köşe: saygı duyulan, önder sayılan büyüklerin oturması için ayrılan yer. " baş
köşeye oturmak onun her vakit hakkıdır. "

baş sallamak: 1. anlasa da anlamasa da karşısındakinin her sözünü ideal bulur


görünmek. " her şeye baş sallayan insanlardan hiç hoşlanmam. "

baş tacı etmek: değer vermek, çok üstün tutmak, çok sevmek. " babalarını baş
tacı ettiler, toz kondurmuyorlar adama. "

baştan aşağı: tamamıyla, hepsi, bütünüyle. " evi baştan aşağı boyadılar. "

baştan kara gitmek: sonunu düşünmeyerek, hatta neticenin kötü olduğunu bildiği
hâlde hesapsız, batarcasına bir yol tutmak; felâkete doğru gitmek. " bu baştan kara
gittiğin yaşama bundan böyle bir son vermelisin. "

baştan savma: üstün körü, itina gösterilmeden, herhangi. " yaptığın işin
tamamen baştan savma olduğu ne kadar açık. "

baş üzerinde yeri var: " sevgi, ilgi ve saygı ile karşılanıp ağırlanır. " anlamında
kullanılır. " durmasın gelsin, baş üzerinde yeri var. "

baş vermek: 1. inandığı bir şey uğrunda ölmek, canını vermek. 2. belirmek,
kimi bitkilerin başak tutmaya başlaması. " ektiğimiz buğdaylar baş vermeye başladı. "

baş vurmak: 1. müracaat etmek, bir işin yapılmasını bir kimse veya kuruluştan
istemek. 2. bilgi edinmek üzere bir kaynağa bakmak, bir kimseye danışmak. " vakit
geçirmeden ansiklopediye bakalım da öğrenelim. "

baş yemek: 1. sofrada en önemli yemek. 2. birinin ölümüne sebep olmak. 3.


birinin gelişi hoş bir işte güç taktirde kalmasına yol açmak. " adamın başını nedensiz
yere yediler, şimdi çoluk çocuk aç kalacak. "

battı balık yan gider: " işlerin kötü gittiğine, düzelmeyeceğine, bu konuda
da umut kalmadığına göre bundan böyle istenildiği gibi davranılabilir, ne olursa olsun"
anlamında kullanılır. " aldırma, üzülme bundan böyle, battı balık yan gider. "

bayrak açmak: 1. bir dava yolunda toplanmaya çağırmak. 2. gönüllü asker toplamaya
girişmek. " düşmana karşı yurdun dört bir yanısıra bayrak açan yurtseverler sonunda
amaçlarına ulaştılar. "

bayram etmek: çok sevinmek. " oyuncakları görünce çocuklar bayram etti. "

belâ aramak: kavga çıkararak, önüne gelene çatarak ya da başka sebeplerle


kendisi için tehlikeli bir durum oluşmasına yol açmak. " bırak sövmeyi, belâ mı arıyorsun
başına ?"

belâsını bulmak: kendi yol açtığı tehlikeli bir durumun içerisine düşmek, hak
ettiği cezayı görmek. " adam nihayet belâsını buldu. "

belâyı satın almak: kendi davranışları yüzünden tehlikeyi üzerine çekmek. " köylülerle
biraz daha uğraşırsak belâyı satın alacağız, haydi gidelim buradan. "
bel bağlamak: güvenmek, birisinin kendisine yardım edeceğine inanmak, inanıp
arkasından gitmek. " insanoğluna bel bağlanılmaz. "

beli bükülmek: 1. yaşlılık yüzünden güçsüz kalmak, bir iş yapamaz duruma


gelmek. 2. üzüntü ve kederden ruhsal bir çöküntüye düşmek. " iflas eden şu genç adamın
bir yılda beli büküldü. "

belini doğrultmak: kötüye giden durumunu tekrardan düzeltmek, güçlenmek, kaybettiği


itibarını ve ekonomik gücünü tekrardan kazanmak. " adam kısa zamanda belini doğrulttu. "

belini kırmak: 1. birini bir şey yapamaz duruma getirmek. 2. bir işin en
güç tarafını yapmak. " tarlanın ortasından şu tümseği de kaldırdık mı işin belini
kırmış sayılırız, bundan böyle gerisi kolay olacaktır. "

bel vermek: (dik şeylerin) dışarıya doğru, (yatay şeylerin de) aşağıya doğru
kamburlaşmak. " yeni ördüğümüz duvar bel verdi. "

ben hancı, sen yolcu (oldukça): " özel ilişkilerimiz sürüp gittikçe senin
bana işin düşer" ya da " nasıl olsa yine karşılaşacağız" anlamında kullanılır. " demek
şu ufak paketi götürmüyorsun, öyle olsun, ben hancı sen yolcu, bugünün yarını da
vardır. "

benlik dâvası: önde görünmek, her şeyde söz sahibi olmak, her şeyi kendi
düşüncesine uydurmak, hep dediğini yaptırmak çabası ve tutkusu. " benlik dâvası güden
insanlar bir yere varamazlar. "

benzi atmak: bir sebepten ötürü ansızın yüzünün rengi sararmak, solmak. " askerleri
karşısında görünce benzi attı. "

bereket versin: 1. " allah size bol kazanç versin" anlamında iyi dilek sözü.
2. çok şükür ki iyi ki (hoşnutluk anlatır). " bereket versin ki ona bir şey olmamış. "

beş aşağı beş yukarı: çok az fark olarak, kararlaştırılmak istenen sayıdan,
ölçüden biraz az veya çok olarak. " beş aşağı beş yukarı bir kg. çeker bu tavuk. "

bet (i) bereket (i) kalmamak: bolluğun, verimliliğin kalmaması, sona ermesi. " yanımıza
geldiği günden beri evin beti bereketi kalmadı. "

betine gitmek: ayıp saymak, kötü karşılamak, kendisine yedirememek. " senin
yaptığın iş adamın çok betine gitti. "

beyin yıkamak: bir insanı, kendine özgü düşünce ve dünya görüşüne yabancılaştırmak,
başka yönlerde düşünür ve davranır duruma getirmek. " batılılar ülke insanımızın beynini
yıkamaya devam ediyorlar. "

beylik söz: tesiri kalmamış, herkesin kullana geldiği söz. " bırak bundan böyle şu
beylik sözleri, kimseyi etkileyemiyorsun. "

beyni bulanmak: 1. sersemlemek, sağlıklı düşünemez olmak. 2. kötü bir şey


olacağını sezinleyip huzuru kaçmak. " adamların suratlarını hiç beğenmedim, beynim
bulandı, haydi gidelim buradan. "

beyninden vurulmuşa dönmek: umulmadık, beklenmedik bir olay karşısında şaşkınlığa


düşmek, düşünce kabiliyetini yitirir gibi olmak. " adamı karşısında görünce beyninden
vurulmuşa döndü. "

beynine girmek: 1. akla ideal gelmek. 2. bir kimseyi türlü yollara baş vurarak
bir şey yapmaya inandırmak, kandırmak. 3. ezberlemek, aklında tutmak. " ne kadar okursam
okuyayım beynime girmiyor. "

bıçak kemiğe dayanmak: çekilen sıkıntı bundan böyle katlanamayacak bir hâl almak. "
bıçak
kemiğe dayandı, bundan böyle bu yerde duramam. "

bıyığı terlemek: bıyığı yeni yeni çıkmaya başlamak. " bıyığı terlemiş gençlerin
eline bakamam gayri. "

bıyık altından gülmek: birinin içerisine düştüğü duruma belli etmeden gülmek,
sevindiğini belli etmeyerek onunla eğlenmek, içerisinden onunla alay etmek. " ayşe`nin
kırdığı pot karşısında bıyık altından gülmeye başladı. "

bildiğini okumak: kim ne derse desin, istediği gibi davranmak. " bildiğini
okumaya devam edersen, sonunda zarar görmen muhakkak olacak. "

bile bile lâdes: bile bile aldınmış görünme, öyle gerektiği için kötü bir
durumu kabullenme. " ağaçları kesmesine bile bile lâdes dedim. "

bin dereden su getirmek: birini kandırmak için dil dökmek, pekçok sebep ileri
sürmek, aldatıcı sözler sarf etmek. " o evi almamam için bin dereden su getirdiler. "

bindiği dalı kesmek: kendisi için lazım ve yararlı olan şeyi kendi eliyle
yok etmek. " geçimini sağladığın o tarlayı sakın satma, yoksa bindiğin dalı kesmiş
olursun. "

bir atımlık barutu olmak (veya kalmak): 1. bir konuda yapacağı çok az şeyi
olmak. 2. dayanacak pek az gücü kalmak. " bir atımlık barutu kalmış, hâlâ ben yaparım
o işi diyor. "

bir ayağı çukurda olmak: çok yaşlanmış olmak, yaşayacak çok az vakti kalmış
olmak. " dedemin bir ayağı çukurda, onu üzmeyin bundan böyle. "

bir ayak önce (evvel): çok çabuk, bir an önce, ivedi olarak. " bu iş, bir ayak
önce yapılacak bir iştir. "

bir baltaya sap olmak: belirli bir sanat ya da iş sahibi olmak. " şu yaşa geldin
ama bir baltaya sap olamadın gitti. "

bir, bardak suda fırtına koparmak: çok basit, ufak, önemsiz bir şeyi
büyütüp içerisinden zor çıkılır bir olay hâline getirmek. " bir bardak suda fırtına koparmayı
bırak bundan böyle, mendilini yaktıysa evi de yakmadı ya! "

birbirine düşmek: aralarında anlaşmazlık çıkıp birbirlerine kötü bakmaya


başlamak. " çocukların kavgası yüzünden birbirlerine düştüler. "

birbirine girmek: 1. aralarında çıkan anlaşmazlık kavgaya dönüşmek, çarpışmak,


saldırmak. 2. bir kaza neticesi araçların birbirine çarpması. " su yüzünden sokak sakinleri
birbirine girdi. "

bir çuval inciri berbat etmek: iyi olan, yolunda giden bir durumu yanlış
davranışlarla bozmak, negatif bir gidişe sokmak. " eline alımlı alır almaz çiviye
vurdu, çivi tahtayı yarıp geçti, bir çuval inciri berbat ettiğini o vakit anladı. "

bir dalda durmamak: sıkça düşünce, iş ya da tutum değiştirmek. " bir dalda
dursaydı başına bu iş gelmeyecekti. "

bir damla: 1. çok az, pek az (sıvı şeyler için söylenir). 2. çok ufak (çocuklar
için söylenir). " bir damla su kaldı, ne yapacağız su gelmezse. "

bir dediği iki olmamak: her istediği derhal yapılmak, yerine getirilmek. " o,
bir dediği iki olsun istemiyordu. "

bir deri bir kemik kalmak: çok zayıflamak, kilo kaybına uğramak. " zavallı
çocuk, bu illete yakalanalı beri bir deri bir kemik kaldı. "

bir dikili ağacı olmamak: malı, mülkü veya evi olmamak. " şu dünyada bir dikili
ağacımız olmayacak bu gidişle. "

bire bin katmak: olduğundan çok göstermek, abartmak. " bire bin katarak anlatmaya
bayılır. "

bire bir gelmek: tesirini derhal ve kesin olarak göstermek. " verdiğin ilaç
diş ağrıma bire bir geldi. "

bir eli yağda, bir eli balda (olmak): bolluk, varlık, rahat ve huzur içerisinde
olmak. " bir eli yağda, bir eli balda, daha ne istiyor ki ?"

bir elle verdiğini öbür elle almak: bir kimseye yaptığı iyiliği, faydası,
başka bir yola baş vurarak sağladığı çıkarla ödetmek. " bir eliyle verip öbür eliyle
aldığını çok vakit sonra anladım. "

bir gömlek aşağı: bir derece daha düşük. " sizin ürettiğiniz fındık, bizimkinden
bir gömlek daha aşağıdadır. "

bir hâl olmak: 1. bir şeyi çok yapa yapa usanmak, yorulmak, fenalık gelmek,
bezmek. 2. daha önce görülmeyen davranışlar içerisinde olmak, huyu değişmek. 3. kazaya
uğramış olmak. " gecikti, başına bir hâl mi geldi acaba ?"

bir hoşluğu olmak: rahatsız, neşesiz olmak. " o şiddetli kazayı görünce bir
hoş oldum. "
bir kalemde: birden ve toptan, bir işlem ile. " bir kalemde öde de kapat şu hesabı. "

bir kapıya çıkmak: aynı sonuca varmak, aynı neticeyi vermek. " ha sen söylemişsin
ha ben, bir kapıya çıkmaz mı ?"

bir kaşık suda boğmak: bir kişiye çok fazla kızmak, elinden gelse öldürecek
ölçüde sinirlenmek. " şu yalancı herifi her söz söyleyişinde bir kaşık suda boğasım
geliyor! "

bir kıyamettir gitmek (kopmak): çok fazla gürültü, patırtı, telâş olmak. " alevler
bacayı sarınca bir kıyamettir koptu sokakta. "

bir köroğlu bir ayvaz: bir karı kocanın çocuğunun olmaması yahut yakınlarının
yanlarında bulunmaması. " bir köroğlu bir ayvaz olmasak bu maaşın bize yeteceği yok. "

bir kulağından girip öbür kulağından çıkmak: söylenen söze önem vermemek,
kulak asmamak, umursamamak. " söylediğim söz bir kulağından girip öbür kulağından
çıkarsa anlamazsın elbet! "

bir pula satmak: bir kimseyi bir çıkar uğruna harcamak. " parayı görünce adam
bizi bir pula satıverdi. "

bir sözünü iki etmemek: birinin her istediğini derhal yerine getirmek. " ah
benim tatlı çocuğum, bir sözümü iki etmez, derhal yapıverir. "

bir şeye benzememek: işe yarar taktirde olmamak, istenilen şekilde bulunmamak. " bu
kadar emekten sonra bari bir şeye benzemiş olsaydı şu kapı. "

bir taşla iki kuş vurmak: bir davranışla iki veya birden fazla yararlı netice
elde etmek, bir girişimle iki iş yapmak. " anladım amacını, bir taşla iki kuş vurmak. "

bir tutmak: eşit görmek, eşit saymak, değişik muamelede bulunmamak. " öğretmen,
sınıftaki öğrencilerin hepsini bir tutmalıdır. "

bir yastığa baş koymak: evli bulunmak, acı ve tatlı günlerde birbirlerini desteklemiş
olmak. " biz kırk yıl bir yastığa baş koyduk, nasıl unuturum onu ?"

bir yastıkta kocamak: karı ve koca birlikte uzun bir ömür sürmek. " bir yastıkta
kocarsınız inşallah. "

bir yaşına daha girmek: şaşılacak bir durumla, yeni bir şeyle karşılaşmak. " aman
yarabbi, onu o kılıkta görünce bir yaşıma daha girdim. "

bit yeniği: kuşkulu bir nokta, işin gizli kalmış, kötü ve aksak yönü. " bir
bit yeniği var gibime geliyor bu işte, haydi hayırlısı. "

bize de mi lolo! : " senin ne mal olduğunu biliyoruz, bize yutturamazsın ya;
seni yeterince tanıyoruz, herkesi aldatabilirsin ama bizi asla" anlamında kullanılır.
boğaz boğaza gelmek: zorlu bir kavgaya tutuşmak, ya da kavga edecek hâle
gelmek. " senin o dilin yüzünden adamla boğaz boğaza geldik. "

boğaz derdi: 1. yemek pişirme, hazırlama dertleri. 2. geçim için uğraşma,


kazanç sağlama endişesi. " boğaz derdi, bence sıkıntıların en büyüğüdür. "

boğaz kavgası: yaşamak için, geçinebilmek için yapılan didinme, uğraş. " hemen
bütün insanlar boğaz kavgasının içerisinde kaybolmuş durumdalar. "

boğazı kurumak: çok susamak, çok konuşmaktan ve bağırmaktan ötürü sesi çıkmaz
olmak. " boğazım kurudu, bir şeyler içelim de öyle gidelim. "

boğazına dizilmek: bir üzüntüden dolayı iştahı kesilmek, isteksiz ve zorla


yemek. " annemin o hasta hâli gözümün önüne geldikçe lokmalar boğazıma diziliyor. "

boğuntuya getirmek: birini bunaltıp şaşırtma yolu ile kendisinden bir iş


veya mal karşılığı olarak çok oranda para çekmek.

bohçasını koltuğuna vermek: işine son vermek, kovmak, başından defetmek. " hiç
sebepsiz yere bohçasını koltuğuna verip fabrikadan uzaklaştırdılar onu. "

bol keseden: ölçüsüz, çok fazla, bol bol. " bol keseden atıp tutmaya bayılır
bizim çocuk. "

borç harç: borç alarak ya da benzer yollara başvurarak (bir şeyi sağlamak). " borç
harç nihayet yaptırdık evin çatısını. "

borusunu çalmak: çıkar sağladığı kimsenin davasını gütmek. " o, yıllardan beri
tophane kabadayılarının borusunu çalar. "

borusu ötmek: sözü geçer olmak, dinlenilir olmak. " bizim sokakta hasan amcanın
borusu öter. "

bostan korkuluğu: 1. kuşları ve diğer yabani hayvanları ürkütmek için tarlalara


dikilen kukla, insan benzeri nesne. 2. kendisinden beklenileni yapmayan, ya da kendisinden
çekinilmeyen, göstermelik kimse. " müdür tam bir bostan korkuluğu, memurlar ne iş
yapıyor ne güç. "

boşa çıkmak: umulan gerçekleşmemek, netice vermemek, elde edilememek. " bütün
emeklerimiz boşa çıktı desenize. "

boş atıp dolu tutmak: umutsuz olarak girişilen bir iş, iyi netice vermek;
doğruluğuna inanmadan söylediği söz gerçek çıkmak. " hayatımızın boş atıp dolu tutmak
diye bir ilkesi olamaz. "

boş bulunmak: 1. dalgın ve dikkatsiz bulunmak. 2. söylenmemesi gereken, sakıncalı


bir sözü, işin sonunu düşünmeden söyleyivermek. " boş bulunup da sakın söz verme,
biliyorsun onlara gitmemiz olası değil. "

boş gezenin boş kalfası: işsiz güçsüz, aylak, boş gezip dolaşan kimse. " adam
boş gezenin boş kalfası, bir de işsizlikten yakınıyor. "

boş vermek: önem vermemek, aldırmamak, ilgisiz davranmak. " boş ver, bu hayat
böyle gelmiş, böyle gider. "

boy atmak: boyu uzamak, gelişmek, boylanmak. " çok çabuk boy attı sizin çocuk;
maşallah, delikanlı gibi olmuş. "

boy göstermek: 1. görünmek, belirmek. 2. gösteriş yapmak. " onun gelip gitmesinin
ardından olaylar boy gösterdi. "

boy ölçüşmek: yarışmak, değer yarışına girmek. " benimle boy ölçüşecek adam
daha anasından doğmadı. "

boynu bükük: yardım bekleyen; acınacak, kimsesiz, güçsüz, öksüz taktirde olan. " nerede
bir boynu bükük görsem içim yanar. "

boynu eğri: gelişi hoş bir nedenle, kendisini bir kimsenin dediklerini yapmaya
borçlu sayan. " o adamdan borç para aldığı için boynu eğri, bu sebeple yaptığı kötülüklere
ses çıkaramıyor. "

boynu kıldan ince olmak: adaletli yargı karşısında verilecek her cezaya razı
olmak. " gerçek adaletin karşısında boynum kıldan incedir. "

boynunun borcu: yapılması lazım olan ödev. " seni sevindirmek boynumun borcu
oldu bundan böyle. "

boynunu vurmak: başını keserek öldürmek. " boynunun vurulmasına ramak kala
hakkındaki hükmün kaldırıldığını öğrendi ve yer gök onun oldu sanki"

boyunduruk altına girmek: başkasının egemenliği altına girmek, tutsak olmak,


emir ve basınç altında yaşamak. " türk milleti için boyunduruk altına girmek, ölüm
demektir. "

boyunun ölçüsünü almak: 1. iddia üstüne giriştiği bir işi başaramayıp yetersizliğini
anlamak. 2. biri tarafından haddi bildirilmek. 3. beklediği yakınlığı görememek. " boynunun
ölçüsünü aldı, böyle bir işe bir daha giremez. "

bozuk çalmak: bir şey yüzünden canı sıkılmış, yüzü asılmış olmak, sinirli
davranışlarda bulunmak. " biraz hasta oldu diye sağa sola bozuk çalıp duruyor. "

bozuk düzen: 1. düzensiz, düzeni bozuk olan. 2. toplumun yönetiminde uygulanan


yanlış kurallar dizgesi. " bu bozuk düzenden hangi görüş ve anlayış şekli kurtaracak
milleti, onu öğrenmeye çalışıyorum. "

bozum etmek: bir kimseyi beklemediği bir davranış karşısında bırakarak utandırmak,
mahcup etmek. " adamı bozum etmeye bayılır bu ihtiyar, ona karşı dikkatli ol. "

bozum olmak: bir sözü ya da davranışı iyi karşılanmadığı için utanmak, utanacak
duruma düşmek. " onun düşüncesinin hiç de doğru olmadığını söylediğim vakit amma da
bozum oldu kadın. "

bozuntuya vermemek: yanlışa düştüğünü anladığında veya hoşlanmadığı bir durumla


karşılaştığında farketmemiş gibi davranmak, oralı olmamak. " hiç bozuntuya vermeden
misafirlere güzel geldin demeye devam etti. "

bulanık suda balık avlamak: karışık durumlardan yararlanarak kendi çıkarını


sağlamak. " bulanık suda balık avlamayı kural hâline getirmiş. "

buldukça bunamak: bulduğundan daha çoğunu isteyip şükretmemek, daha iyisini


istemek. " buldukça bunuyorsun, milletin aç sefil gezdiğini görmez misin sen ?"

buluttan nem kapmak: çok alıngan olmak, en ufak şeylerden bile alınmak. " seninle
konuşmak imkânsız, buluttan nem kapıyorsun çünkü. "

bunda bir iş var: " bir olayın şimdilik bilinmeyen bir yönünün bulunması,
anlaşılamayan bir nedenin aranması" durumunu anlatmak için kullanılır. " polis, bunda
bir iş var diyerek olayın üstüne tekrar gitti. "

bundan iyisi can sağlığı: " bundan daha iyisi, en iyisi olamaz" anlamında
kullanılır. " bundan iyisi can sağlığı, haydi oturun bakalım sofraya. "

bu ne perhiz, bu ne lâhana turşusu: bir ilke benimsediği hâlde, benimsediği


bu ilkenin tersine davranışlarda bulunmakta olanlar için söylenir.

burnu bile kanamamak: tehlikeli bir durumdan yara bere almadan kurtulmak. " on
takla atan arabadan, burnu bile kanamadan çıktı, şaşılacak şey doğrusu. "

burnu büyümek: kibirlenmek, böbürlenmek, büyüklenmek. " adam milletvekili seçilir


seçilmez bizimle konuşmaz oldu, burnu büyüdü birden. "

burnu havada (olmak): kendini çok beğenmiş, kibirli (olmak). " burnu havada
gezenlerden hiç hoşlanmam. "

burnu kaf dağında (olmak): çok fazla kibirli, herkese yukarıdan bakar (olmak). " iyi
ki bir araba aldı, burnu kaf dağında bir adam olup çıktı. "

burnundan (fitil fitil) gelmek: güzel bir durum, elde ettiği hoş bir şey,
sonra gelen üzüntüler üstüne kendisine zehir olmak. " yediğimiz yemeği burnumuzdan
getirmek mi istiyorsun ? sus artık! "

burnundan düşen bin parça (olmak): suratı çok asık (olmak). " ne olmuş bir
cam kırılmışsa, iki gündür burnundan düşen bin parça. "

burnundan kıl aldırmamak: olabildiğince huysuz olmak, kendisine hiç söz söyletmemek,
kendisinin eleştirilmesine fırsat tanımamak, en ufak yergiye tahammül göstermemek. " amma
da burnundan kıl aldırmaz bir adammışsın; söylesene, nasıl konuşacağız seninle ?"

burnundan solumak: işi başından aşkın olduğu için gözü hiçbir şey görmemek,
çok öfkelenmiş olmak. " adam burnundan soluyor, sakın üzerine gitme, yoksa konuştuğuna
pişman olursun. "

burnunu çekmek: 1. nefesini kullanarak sümüğünü burnunun yukarısına, geri


çekmek. 2. yoksun kalmak, umduğunu bulamamak, istediğini elde edememek, gayesine
ulaşamamak. " müdürün yanına alınmayınca burnunu çekip gitti. "

burnunun dikine gitmek: kendisine verilen öğütlere kulak asmayıp kendi bildiği
gibi davranmak, istediğini yapmak. " burnunun dikine gidersen, işte böyle eline yüzüne
bulaştırırsın işi. "

burnunun direği sızlamak: 1. çok acı duymak (maddî). 2. çok üzülmek. " soğuktan
burnumun direği sızladı. "

burnunun ucunu görmemek: 1. ileriyi görememek, meydana geleceği açık olanı görememek.
2. çok sarhoş olmak. 3. çok dikkatsiz ve dalgın olmak. " sen ki burnunun ucunu göremeyen
bir adamsın, seninle nasıl iş yapabilirim ben. "

burnunu sokmak: üstüne vazife olmadığı, gerekmediği hâlde her işe karışmak. " sen
de her işe burnunu sokmaktan geri durmazsın! "

burnu sürtülmek: ılımlı bir yol seçip gururundan vazgeçmek, sıkıntı çektikten
sonra daha önce beğenmediği bir durumu kabul etmek. " onun da burnunun sürtülmesine
az kaldı, kısa zamanda dik başlılığı bırakacak. "

burun buruna gelmek: 1. ansızın karşılaşmak, karşı karşıya gelmek. 2. birbirine


çok yaklaşmak, birine çok sokulmak. " kapıdan çıkar çıkmaz öğretmenimle burun buruna
geldim. "

burun kıvırmak: önem ve değer vermemek, küçümsemek, beğenmemek. " önüne konan
yemeklere burun kıvırıp sofradan kalktı. "

buyur etmek: misafiri karşılayarak içeri almak, " buyurun" diyerek saygı ile
yer göstermek ya da sofraya çağırmak. " misafirleri büyük bir şevkle buyur etti. "

buyurun cenaze namazına: hiç beklemedik kötü bir durum karşısında şaka yollu
üzüntü belirtmek için " ne yazık ki" anlamında kullanılır. " şunun yaptığına bakın,
buyurun cenaze namazına! "

buz kesilmek: 1. çok üşümek, donmak. 2. buz gibi soğumak, buz haline gelmek.
3. endişe, korku ve üzüntü veren bir durum karşısında donakalmak. " öldürdüğünü sandığı
adamı karşısında görünce buz kesildi. "

buzlar çözülmek: 1. buzların erimeye ve kırılmaya, su hâline gelmeye başlaması.


2. kişiler arasındaki dargınlığın, soğukluğun, kırgınlığın ve gerginliğin ortadan
kalkmaya başlaması. " iki kardeşin arasındaki buzlar çözülmeye başlayınca aileye neşe
geldi. "

buz tutmak: üzerinde buz meydana gelmek, buzla kaplanmak. " göl buz tuttu. "

buz üzerine yazı yazmak: 1. birine tesiri olmayan sözler söylemek. 2. tesiri
ve müddeti çok kısa olan bir iş yapmak. " evet çocuklar, beni buz üzerine yazı yazan
bir adam konumuna getirmeyin! "

büyük oynamak: 1. büyük bir tehlikeyi göze alarak bir işe girişmek. 2. çok
fazla para koyarak kumar oynamak. " büyük oynadım, ya kaybedeceğim, ya da kazanacağım.
"

büyük (söz) söylemek: başkasının düştüğü kötü duruma düşmeyeceğini söyleyerek


övünmek. " ne demiş atalarımız, büyük lokma ye, büyük söz söyleme. "

büyük sözüme tövbe! : bir konuda kesin konuşulduğunda ya da bir başkasının


düştüğü kötü dur ama düşmeme iddiasında bulunulduğunda cenab-ı allah`tan böyle bir
duruma düşürmemesini dileme. " ne ettim de o sözü söyledim, büyük sözüme tövbe! "

büyüklük göstermek: elinde her imkân varken kötülük yapmamak, affetmek, iyi
davranmak. " istese büyüklük göstermeyip onu buraya bir daha sokmazdı, erkek adammış. "

büyümüş de küçülmüş: davranışları, konuşması yaşının üzerinde olan,


büyükler gibi hareketler yapan çocuk. " aman yarabbim, şunun söylediği sözlere
bakın hele, büyümüş de küçülmüş sanki! "

Cadı kazanı: fesadın


ve dedikodunun çok olduğu, herkesin birbirine düştüğü, türlü düşmanlıkların kaynaştığı,
hile ve düzenlerin kurulduğu yer. " mahalle bir anda cadı kazanı gibi kaynamaya başladı. "

caka satmak: çalım satmak, gösteriş yapmak. " caka satmayı bırak da işine bak. "

cambul cumbul: pek sulu, suyu bol (yemek için). " yemek cambul cumbuldu ama lezzetli
olmuştu. "

cana can katmak: insanda hayata sevincini artırmak; insana neşe, heves ve
iç gücü vermek. " ah o cana can katan yaylaya bir daha çıkabilsem. "

can alacak yer (nokta): bir şeyin en önemli yeri, en temelli noktası. " meselenin
can alıcı noktasına bir türlü ulaşamadık. "

cana minnet (bilmek): gereksinimi olduğu hâlde arayıp da bulamadığı şeylerden


saymak. " yalnızca su mu ? canıma minnet, çabuk ver. "

can atmak: gelişi hoş bir şeye sahip olmayı, ya da gelişi hoş bir şeye erişmeyi
çok istemek. " top oynamaya can atıyordu. "

can borcunu ödemek: ölmek. " beni korkutamazsın, bir can borcum var, onu da
öder kurtulurum. "

cana yakın: sevimli, sokulgan, insana pek sıcak davranan. " ne cana yakın bir
insanmış meğer. "

can baş üstüne: istenilen, arzu edilen şeyin büyük bir memnunlukla yapılacağını
anlatır. " can baş üzerine efendim, kasabaya varınca onu derhal göreceğim. "
can çekişmek: ölmek üzere bulunmak. " yanına vardığımızda hayvan can çekişiyordu. "

can damarı: bir şeyin en önemli noktası, en mühim unsuru; bir şeyin yaşaması
için en önemli araç. " babam evin can damarıdır. "

can damarına basmak: bir işin en önemli noktası üstünde durmak, ya da bir
şeyin en hassas noktasını açığa çıkarmak. " adamın en sonunda can damarına bastılar,
zararı da kendileri gördüler. "

can dayanmamak: bir acı, üzüntü, sıkıntı ve istek karşısında direnme gücü
kalmamak; dayanıklılığı yitirmek. " yıllarca uğraşıp didinip yaptığı ev bir anda kül
oldu, buna can mı dayanırdı ?"

can düşmanı: öldürmeyi bile düşünen, aşırı kin ve düşmanlık besleyen, dost
olmayan. " can düşmanları çevresinde cirit atıyorlardı. "

can evi: 1. yürek. 2. en hassas bölge. " onları can evlerinden vurmaya yemin
etti. "

can evinden vurmak: en etkileyici, en can alıcı yönden saldırmak; bir daha
yaşama imkânı kalmayacak biçimde vurmak. " onları can evinden vurmalıyız ki bir daha
bellerini doğrultamasınlar. "

can havli ile: ölüm korkusundan kaynaklanan kuvvetli bir tepkiyle (bir eylem
yapmak). " silâh sesini duyunca can havli ile yerinden fırladı. "

canı burnuna gelmek: bir şey yaparken çok güçlük çekmek, bunalmak. " kömürü
taşıdım ama canım da burnuma geldi. "

canı (gönlü) çekmek: bir şeyi istemek, istek duymak, çok arzulamak. " şimdi
o yeşil eriklerden olsa da yesek, öyle de canım çekti ki. "

canı çıkmak: 1. ölmek. 2. çok yorulmak. 3. çok yıpranmak. " onu razı edinceye
kadar canım çıktı. "

canı gitmek: önem ve değer verdiği, beğendiği bir şeye zarar gelecek diye
çok korkmak, kaygılanmak. " araba çizilecek diye canı gidiyor. "

canına değmek: 1. çok beğenmek, yararına yapılan işten ötürü çok sevinmek.
2. ruhu şad olmak. " büyükannenin canına değsin, ikramın bizi olabildiğince sevindirdi"

canına kıymak: 1. intihar etmek, kendini öldürmek. 2. acımadan öldürmek.


3. kendini yoracak, yıpratacak kadar iş görmek. " komşunun kızı canına kıymış. "

canına okumak: 1. bir kimseye büyük bir zarar vermek, kötülük etmek. 2. iyi
bir şeyi kötü hâle getirmek, heder etmek, harcamak. " yeni aldığım oyuncağın canına
okudu bir günde. "

canına tak demek: sabrı kalmamak, bir sıkıntıya dayanamaz duruma gelmek. " canıma
tak dedi bundan böyle, ya yaptıklarına son verirsin ya da burayı terkedersin! "
canına yandığım (yandığımın): kimi vakit sevgi ve hayranlık, kimi vakit da
kızgınlık ve öfke gibi duyguları anlatmak için kullanılır. " canına yandığımın adamı,
bizi saatlerce bekletti bu soğukta. "

canına yetmek: bezmek, bıkmak, bir zorluğa dayanamayacak duruma gelmek. " canıma
yetti bundan böyle bu işi yapmayacağım. "

canından bezmek: çektiği dertler yüzünden içerisinde olduğu hayatı bundan böyle istemeyecek
bir duruma gelmek. " ne yapayım böyle hayatı, beni canımdan bezdirdi! "

canını almak: öldürmek. " allah canını alsın da kurtulalım senden! "

canını bağışlamak: öldürebileceği bir kişiyi öldürmekten vazgeçmek. " ona kıyamadı
ve canını bağışladı. "

canını dişine takmak: büyük dertleri, tehlikeleri göze alarak bir işi
başarmaya çalışmak. " canını dişine takıp koca kayayı parçalamaya devam etti. "

canını sokakta bulmak: sağlığını koruması, kendini yıpratmaması ve önlem


alması gerektiğini anlatmak için kullanılır. " biraz soluk almama izin ver. ben canımı
sokakta bulmadım. "

canının içerisine sokacağı gelmek: birine karşı büyük ölçüde sevgi duymak, birinden
çok beğenmek. " öyle ki o yavrucağı canımın içerisine sokacağım geliyor! "

canını vermek: 1. hiçbir şey esirgememek. 2. bir şey uğrunda en değerli varlığını
feda etmeye, hatta ölmeye hazır olmak. 3. bir şeye aşırı ölçüde düşkün olmak. " vatan
uğruna kim can vermez ki ?"

canını yakmak: 1. fizikî acı vermek. 2. bir kimseyi zarara ya da sıkıntıya


sokmak; üzmek, kaygılandırmak. " lütfen canını yakma çocuğun. "

canı tatlı: acıya, üzüntüye ve sıkıntıya katlanmayan. " öyle de canı tatlı
ki ne zaman bir şey taşınacak olsa bir bahane bulup ortadan kayboluyor. "

canı tez: sabırsız, beklemeye tahammülü olmayan, ivecen. " bekle de gör, ne
canı tez adamsın sen öyle! "

canı yanmak: 1. fizikî bir acı duymak. 2. bir işte zarar görmek, manevî bir
üzüntü duymak. " canını yakmadan ver o elindekini bana! "

can kalmamak: gücü, kuvveti kesilmek; bitkin bir duruma düşmek. " daha fazla
yürüyemeyeceğim, can kalmadı bende, siz gidedurun. "

can kaygısına düşmek: her şeyi bırakıp, içerisine düştüğü tehlikeden varlığını
kurtarma ve koruma çabasında olmak. " ortalık birbirine girip silâhlar patlamaya başlayınca
can kaygısına düştü zavallı kadın. "

can kulağıyla dinlemek: kendini vererek, büyük bir dikkatle dinlemek. " babasının
söylediklerini can kulağıyla dinlemeye başladı. "
canla başla: seve seve, her türlü zorluğa göğüs gererek, var gücüyle, hiçbir
fedakârlıktan kaçınmayarak. " hepsi canla başla çalıştı. "

canlı cenaze: çok zayıf, güçsüz, zayıflıktan kemikleri çıkmış kimse. " adam
canlı cenaze gibiydi. "

canlı yayın: kişilerin ses ve davranışlarını o anda ve direkt doğruya veren


radyo ve televizyon yayını. " parti temsilcileri bu akşam televizyonda canlı yayında
tartışacaklar. "

can pazarı: herkesin kendi canının kaygısına düştüğü ve kendi canını kurtarmaya
çalıştığı tehlikeli bir durum, yer. " ortalık toz dumandı; haykırışlar, inlemeler
ortalığı çınlatıyordu; insanlar can pazarının tam ortasındaydılar. "

can sağlığı: esenlik, kişinin sağlıklı olması. " ne demeli canım kardeşim,
inan bundan ötesi can sağlığı. "

can sıkıntısı: yapılacak iş ve bir şeyle oyalanma imkânı bulamamaktan duyulan


tedirginlik, içerisine düşülen bunalım. " bütün gün evde oturuyor, can derdinden ne
yapacağımı bilemiyordum. "

can vermek: 1. ölmek. 2. ruha güç vermek, yaşar duruma getirmek. 3. bir şeyi
çok ister olmak. " adam bir kurşunda can verdi. "

can yakmak: 1. üzmek, acı vermek. 2. zulmetmek, eziyet etmek. 3. bir kimseyi
büyük zarar ve ziyana sokmak. " şu hareketlerinle canımı yakıyorsun. "

can yoldaşı: yalnızlıktan kurtulmak için birlikte yaşanılan kimse. " her insanın
bir can yoldaşına gereksinimi vardır. "

cart curt etmek: göz dağı vermek ya da övünmek amacıyla abartılı konuşmak. " karşımda
cart curt edip durma. "

cart kaba kâğıt: yüksekten atan, yapamayacağı şeyleri yapar gibi konuşan,
çalım satan kimselere karşı söylenen küçümseme ünlemi.

cebi delik: parasız, cebinde para tutmasını bilmeyen. " daha ne kadar cebi
delik dolaşacaksın. "

cebini doldurmak: karşılaştığı fırsatları değerlendirerek bol para kazanmak. " cebini
doldurmaktan başka bir düşüncesi yok adamın. "

cehennem azabı: 1. çok büyük sıkıntı, eziyet. 2. iman etmeyenlerin, kâfirlerin,


günahkârların cehennemde çekecekleri ceza. " allah bizi cehennem azabından korusun. "

cehennem olmak: defolup gitmek. " çabuk cehennem ol yanımdan. "

cemaziyülevvelini bilmek: bir kimsenin herkesçe bilinmeyen, geçmişteki kötü


bir yönünü veya kötü durumunu öğrenmiş olmak. " sakın güvenme ona, ben onun cemaziyülevvelini
bilirim. "
cendereye sokmak: çok sıkıştırmak, manevî basınç altına almak. " adamı cendereye
almayı iyi beceriyorsun. "

cevabı yapıştırmak: karşısındakinin, beklemediği, ters, güç duruma düşürücü


bir cevap vermek. " öyle bir cevap yapıştırdı ki hasmı donakaldı. "

ciğeri beş para etmemek: değersiz, kendisine güvenilmez, korkak, aşağılık


(bir kimse olmak). " bırak, ondan söz etme bana, ciğeri beş para etmez adamlarla işim
yok. "

ciğerimin köşesi: 1. çok sevdiğim. 2. sevgili evlâdım. " o, hâlâ benim ciğerimin
köşesidir. "

ciğerini okumak: karşısındakinin gizli düşüncelerini öğrenmiş olmak, aklından geçenleri


anlamak. " bizimi düşünüyormuş ? ben onun ciğerini okurum; o kendinden başkasını düşünmez. "

ciğerini sökmek: bir kimseyi büyük ölçüde zarar ve ziyana uğratmak. " söyle
ona, beni oraya getirtmesin, gelirsem ciğerini sökerim onun. "

cin çarpmışa dönmek: neye uğradığını anlayamayacak kadar kötü duruma düşmek. " bir
tokatta cin çarpmışa döndürdü adamı. "

cin fikirli: zeki, çok kurnaz, her vakit kendi çıkarını kollayan, çok anlayışlı. " endişelenmeyin;
o cin fikirli, o işin de üstesinden gelecektir. "

cinler cirit (top) oynamak: bir yerin ıssız, ürküntü verir olduğunu anlatmak
için kullanılır.

cinleri başına toplamak: öfkelenmek, kızmak, çok sinirlenmek. " zorla cinleri
başıma topladınız. "

curcunaya çevirmek (veya döndürmek): bir yeri kargaşa, şamata, gürültü patırtı
ile doldurup kimsenin ne dediğini anlamayacak hâle getirmek. " çocuklar bir dakikada
ortalığı curcunaya çevirdiler. "

cümbür cemaat: topluca, hep birden. " halamlara cümbür cemaat gitmeye karar
verdik. "

cümle kapısı: konak, saray gibi büyük binaların ana giriş kapısı. " devletin
ileri gelenleri konağın cümle kapısı önünde toplandılar. "

cüret etmek: ataklık etmek, yüreklilikle davranmak. " o, derhal herkesin yanısıra
söz söylemeye cüret eden bir yapıya sahipti. "

cürmü meşhut hâlinde yakalamak: bir kimseyi suçu işlerken şahitlerle birlikte
yakalamak.

Çaba göstermek: bir işi başarmak için uğraşmak, kuvvet harcamak. " çaba
göstermeden amacına ulaşamazsın. "

çabalama kaptan ben gidemem: " zorlamanın hiç yararı yok,


ben bu işi yapacak güçte değilim; boşuna uğraşıyorsun, yapamam, gitmem," anlamında
kullanılır.

çağ açmak: yeni bir gidişin, tutumun öncüsü olmak; evrensel bir gidişe yol
açmak. " istanbul` un fethiyle yeni bir çağ açıldı. "

çakar almaz: işe yarar gibi görünse de esasında yararsız, bozuk olan. " çakar
almaz bir tabancayla bizi korkutacağını sanmıştı. "

çakı gibi: canlı ve atik, çevik. " çakı gibi delikanlı olmuş. "

çalımından geçilmemek: çok kibirli, kurumlu olmak; büyüklük taslamak, gösteriş


yapmak. " adamın çalımından geçilmiyor, ona laf anlatmak çok zor. "

çalım satmak (caka satmak): büyüklük taslamak, kurularak davranmak.

çalıp çırpmak: eline ne geçerse (az ve çok) çalmak, bu yolla kazanç sağlamak. " yoksul
kalınca çalıp çırpmaya başladı. "

çam devirmek: farkında olmadan karşısındakini kıracak ya da kötü bir sonuca


yol açacak söz söylemek, davranışta bulunmak. " onun da çam devirmede üzerine yok hani. "

çam yarması: iri gövdeli insan.

çanak tutmak (açmak): 1. söz ve davranışlarıyla kavgaya, kargaşaya yol açmak.


2. dilenmek. " onun bu işe çanak tutmasına fırsat vermeyeceğim. "

çanak yalayıcı: dalkavuk, çıkarı için dalkavukluk eden. " çanak yalayıcılar
gün geçtikçe artıyor. "

çan çan etmek: lazım luzumsuz devamlı konuşmak, yüksek sesle sürekli gevezelik
etmek. " başımda ne çan çan edip duruyorsun, kes bundan böyle şu sesini. "

çanına ot tıkamak: bir daha sesini çıkaramayacak, kötülük edemeyecek bir


duruma sokmak. " elbet sizin de çanınıza ot tıkayacağım gün gelecek. "

çantada (torbada) keklik: " ele geçirilmesi o kadar kesin ki elde edilmiş
sayılır" anlamında kullanılır. " beni çantada keklik sanıyor ama yanılıyor. "

çaptan düşmek: önceleri iyi olan durumu sonradan bozulmuş olmak; çalışma
gücü, verimi tükenmiş olmak. " adamın bir ayda çaptan düşeceğini sandılar. "

çar çur etmek: luzumsuz, lüzumsuz yere harcayıp tüketmek. " paranı sakın çarçur
edeyim deme. "

çarıklı erkânıharp: daha ziyade öğrenimi olmayan ama kafası çalışan, kurnaz
ve uyanık köylüler için şaka yollu kullanılır.

çark etmek: dönmek, geri dönmek. " birkaç adım sonra çark ediniz. "
çarkına okumak: bozmak, çalışamaz hâle getirmek, zarar vermek; birine büyük
kötülük yapmak. " eline alır almaz saatin çarkına okudu. "

çarşamba pazarı: her şeyi açıkta olan, karmakarışık yer. " etrafı çarşamba
pazarı gibi yapmış çocuklar. "

çarşaf gibi: dalgasız, dümdüz ve durgun. " deniz çarşaf gibiydi. "

çat kapı: aniden, beklenmedik bir anda. " oturuyorduk, çat kapı çıkageldiler. "

çat pat: 1. ara sıra. 2. yarım yamalak, bir miktar. 3. vakitli zamansız, uygunsuz
zamanlarda. " çat pat okuması var diye mektubu ona uzattılar. "

çayı görmeden paçaları sıvamak: ham hayaller kurmak; henüz vakti gelmediği
hâlde yapılacak bir iş, meydana gelebilecek bir olay için hazırlıklara girişmek. " durun
bakalım hele, çayı görmeden paçaları sıvamayın, bir haber ulaşsın önce. "

çehre züğürdü: çirkin, suratsız, yüzü yakışıksız. " oğlanı çehre züğürdü bir
kızla evlenmek zorunda bıraktılar. "

çekeceği olmak: çok acı çekeceği, sıkıntıya gireceği bir iş ya da durumla


karşılaşacağı sezilir olmak. " öyle anlaşılıyor ki bu çavuştan çekeceğimiz var. "

çekidüzen vermek: karışıklığı, dağınıklığı, başıbozukluğu gidermek. " kendine


bir çeki düzen vermelisin bundan böyle. "

çekip çevirmek: yönetmek, düzene sokmak, hâle yola koymak, çalışmasını sağlamak. " tek
başıma bu işi çekip çeviremem ki! "

çekip gitmek: savuşmak, bırakıp gitmek, kimseye danışmadan ayrılmak. " aradığını
bulamayınca çekip gitti. "

çekirdekten yetişme: bir işi ufak yaştan, çıraklıktan itibaren öğrenme


ve o işte ustalaşma. " ali, çekirdekten yetişmiş bir marangozdu. "

çekişe çekişe pazarlık (etmek): bir malı ucuza almak, ya da pahalıya satmak
için titizce uzun müddet yapılan pazarlık. " babam çok istediği atı alabilmek için,
atın sahibiyle çekişe çekişe pazarlık etmeye başladı. "

çelme takmak: 1. ayağını bacağına geçirerek yıkmaya çalışmak. 2. bir işin


gelişmesini önlenmek veya bir kimsenin iyi yürüyen işini bozmak. " sakin sakin giden
arkadaşını çelmek takarak yere düşürdü. "

çene çalmak: gevezelik ederek, çok konuşarak zaman geçirmek. " komşu kadınları
çene çalmaya bayılırlar. "

çenesi düşük: geveze, çok konuşan, luzumsuz şeyler söyleyen. " senin kadar
çenesi düşük bir adam daha görmedim. "

çenesi kuvvetli: söylemekten yorulmayan, söylediği sözlerle kendisini dinletmesini


bilen. " iyi hatip, acaba çenesi güçlü hatip midir ?"

çene yarıştırmak: karşılıklı gevezelik etmek, boş konuşmak. " sizinle çene
yarıştırılmaz doğrusu. "

çetele tutmak: hesap tutmak hedefi ile bir yere çizgiler çekmek. " ahmet
amca, veresiye verdiği mallar için çetele tutmaktan usanmıştı. "

çetin ceviz: 1. kırılması zor, kabuğu sert ceviz cinsi. 2. yola getirilmesi,
yenilmesi zor rakip; başarılması güç iş. " şimdi anlıyordu rakibinin ne deneli çetin
ceviz olduğunu. "

çevir kaz (ı) yanmasın: karşısındakini kıracak bir söz söylediğini fark edip
de çevirmeye kalkışanlara şaka yollu söylenir.

çıban başı: 1. çıbanın patlamak üzere olan tepe noktası. 2. kötü neticelerin,
uygunsuzlukların ana nedeni. " bu işte çıban başı mı olmak istersin ?"

çıfıt çarşısı: türlü kötülüklerin, hile ve düzenlerin karmakarışık bir taktirde


bulunduğu yer. " daireyi çıfıt çarşısına çevirenler tek tek bulunmalıdır. "

çığır açmak: bir alanda yeni bir yol açmak; yeni bir tutum, izlenecek yöntem
bulmak. " bilim adamları kanserle mücadelede çığır açmak için kolları sıvadılar. "

çığırından çıkmak: yoldan sapmak, doğru ve ideal gidişten ayrılmak, bundan böyle
düzelemez hâle gelmek. " işler çığırından çıkmadan tedbir almalıyız. "

çıkar yol: çare, en tutarlı çözüm yolu. " sınıf geçebilmek için tek çıkar yol
ders çalışmaktır. "

çıkış yapmak: bir tartışma anında etkili söz ve sert davranışlarla düşüncelerini
belirtmek. " ani bir çıkış yaparak herkesi şaşırttı. "

çıkmaza girmek: çözümlenemeyecek, içerisinden çıkılamayacak bir duruma düşmek. " işler,
hiç ummadıkları bir anda çıkmaza girdi. "

çıngar çıkarmak: gürültü patırtı, karışıklık ve kavga çıkarmak. " çıngar çıkarmadan
oturtun şu kadını. "

çıt çıkarmamak: çok sessiz olmak, hiç ses çıkarmamak, gürültü yapmamak. " çocuklar
korkudan çıt çıkarmıyorlardı. "

çiçeği burnunda: çok taze, yeni koparılmış. " çiçeği burnunda bir haber getirmek
için yarışa girdi muhabirler. "

çifte kumrular: birbirlerini çok seven ve birbirlerinden ayrılmayan kimseler. " işte
çifte kumrular geliyorlar. "

çiğlik etmek: insana yakışmayan; olgunluğa, yaşa ideal düşmeyen yersiz ve


kaba davranışlarda bulunmak. " bir çiğlik edip de toplantıyı berbat edecek diye ödüm
kopuyor. "

çiğ süt etmiş olmak: soysuz ve namussuz olmak. " bu yürek yakıcı işi yapmak
için çiğ süt emmiş olmak gerek. "

çiğ yemedim ki karnım ağrısın: " herhangi bir suç işlemedim ki korku duyayım,
işi eksik yapmadım ki negatif sonuçtan kaygılanayım" anlamında kullanılır.

çile çekmek: üzüntü, eziyet, acı ve sıkıntı içerisinde yaşamak. " annen seni büyütünceye
kadar ne çileler çekti biliyor musun ?"

çile çıkarmak: 1. sıkıntılı bir işin veya durumun sona ermesini beklemek.
2. tasavvufta bir müridin belli bir eğitim safhasından geçmesi. " çile çıkarmayan
mürit olgunlaşamaz. "

çileden çıkmak: 1. çok öfkelenmek, olan bitenler karşısında dayanıklılığı


kalmayıp taşkınlık göstermek. 2. çile süresini bitirmek. " ben çileden çıkmadan çabuk
terk edin burayı. "

çil yavrusu gibi dağılmak: toplu hâlde bulunmakta olan insanların her biri, gelişi hoş
bir sebeple bir yana dağılmak. " silâh sesini duyunca çil yavrusu gibi dağılmaya başladılar. "

çirkefe taş atmak: edepsiz, geçimsiz, kaba saba kimsenin tepkisine yol açacak
davranışlarda bulunmak. " şu çirkefe taş atıp da başını belâya sokmadan gir içeri! "

çivi kesmek: çok üşümek, donmak. " çocuklar soğuktan çivi kesmişlerdi. "

çizmeden yukarı çıkmak: bilmediği, aklının kesmediği, yetkisinin dışında


bir işe kalkışmak; haddini bilmemek. " kes bundan böyle, çizmeden yukarı çıkmaya başladın.
"

çocuk oyuncağı: önem verilecek değerde olmayan, kolay iş. " dereyi geçmek mi ?
çocuk oyuncağı benim için. "

çocuk oyuncağı hâline getirmek: bir işi sıkça değiştirip verilmesi gereken
önemde ele almamak, küçümsenir duruma getirip değerinden düşürmek. " ne şekil
adamlarsınız
siz, bu hoş işi çocuk oyuncağı hâline getirdiniz! "

çoğu gitti azı kaldı: işin en güç, en önemli, en büyük kısmı bitti, kalanı
önemsizdir. " ha gayret çocuklar, çoğu gitti azı kaldı. "

çok görmek: 1. esirgemek, bir kimseyi o şeye değer bulmamak. 2. bir kimsenin
yaptığını, davranışını yadırgamak. " gel, çok görme bana bu işi. "

çoluk çocuk elinde kalmak: genç, tecrübesiz, çocuk denecek kişilerin yönetimi
altında yaşar taktirde olmak. " ülke çoluk çocuk elinde mi kalacak ? allah korusun! "

çoluk çocuğa karışmak: evlenip, çocukları dünyaya gelip, onlarla uğraşır


olmak. " vay canına! daha dünkü çocuktu, bugün çoluk çocuğa karışmış! vakit ne çabuk
da geçiyor. "

çorap söküğü gibi gitmek: başlayan bir işin birbirine bağlı diğer bölümlerinin
kolaylıkla halledilmesi. " hele bir başla sen, bak nasıl çorap söküğü gibi gidecek
iş. "

çorbada tuzu bulunmak: yapılan bir iş ya da hizmette az da olsa çabası, emeği


bulunmak. " haydi durmayın, çorbada sizin de tuzunuz bulunsun! "

çömlek hesabı: güvenilmez, yanlış hesap. " senin yaptığın çömlek hesabı, bir
muhasebeciye havale et işi. "

çuval gibi: kaba ve seyrek, bol ve ütüsüz. " pantolonun çuval gibi olmuş. "

çürüğe çıkmak: 1. işe yaramaz olduğu, sağlam olmadığı anlaşılarak bir yana
atılmak. 2. sağlığı el vermediği için askerlik görevine alınmamak. " çürüğe çıkmak
için can atanlar da yok değil bugün. "

çürük tahtaya basmak: tedbirsiz hareket edip, kötü sonuçlanacak bir işe girişmek. " allah
kimseyi çürük tahtaya bastırmasın. "

Dağa çıkmak:
hükümete, kanunlara karşı gelerek dağlara çekilmek, buralarda eşkıyalık etmek. " düğünü
basanlar dağa çıkmışlar. "

dağa kaldırmak: gelişi hoş bir sebepten ötürü birini zorla dağa veya ıssız
bir yere götürüp orada alıkoymak. " eşkıyalar, karakol komutanının oğlunu dağa kaldırmışlar;
ne diledikleri henüz belli değil. "

dağarcığına atmak: yeni bilgilerini, eski bilgilerine katmak; yeni bilgileri


zihnine yerleştirmek. " öğrendiği her yeni bilgiyi dağarcığına atmayı ihmal etmedi. "

dağdan gelip bağdakini kovmak: daha sonradan geldiği bir yere ya da karıştığı
bir işte eskiden beri bulunmakta olan bir kişinin yerini almaya çalışmak. " şu densize bak
hele, dağdan gelip bağdakini kovuyor! "

dağ doğura doğura fare doğurdu: önemli gibi görünen şeylerden önemsiz bir
sonuç çıkması halinde söylenir.

dağlara düşmek: sıkıntı, üzüntü sebebiyle insanlardan kaçıp ıssız yerlerde


yaşar olmak. " annesinin ölümünden sonra dağlara düştü. "

dağları devirmek: çok büyük zorlukların altından kalkmak, ağır işleri başarmak. " o,
dağları devirir bir adamdır. "

dalavere çevirmek: yalan, dolan ve hile ile kötü bir iş yapmak; düzen kurarak
gizlice başkasını aldatmak. " yine bir dalavere çevirmesin bu adam! "

dal budak salmak: 1. karmaşık şekilde yayılıp genişlemek. 2. soy ya da dostluk


yönünden genişleyip yayılmak. " bu mesele daha fazla dal budak salmadan derhal
halledilmeli. "

daldan dala konmak: çok sık, düşünce ya da husus değiştirmek. " daldan dala
konmayı bırak da bir işe sarıl bundan böyle. "

dalına basmak: hiç hoşlanmadığı şeyleri yaparak birisini öfkelendirmek. " dalıma
basıp da beni çileden çıkarma lütfen! "

dallanıp budaklanmak: genişleyip yayılmak, gittikçe büyüyerek karışık bir


durum almak. " işi dallandırıp budaklandırmada üzerine yok hani! "

damdan düşer gibi: aniden, yersiz olarak (söz söylemek). " damdan düşer gibi
söz söyleyince ortalık birbirine girdi. "

damgasını vurmak: biri ile ilgili kötü bir yargıya varmak. " allah`tan korkmazsan
ona hırsızlık damgasını vur da rezil olsun. "

damokles`in kılıcı: kişiyi korku ve basınç altında tutan büyük ceza tehdidi. " damokles`in
kılıcı gibi başımda dikilip durma öyle! "

dananın kuyruğu kopmak: olay patlak vermek, beklenen ve korkulan neticenin


gerçekleşmesi. " dananın kuyruğu bu gece kopacak, inşallah hayır demezler. "

danışıklı dövüş: şike; önceden aralarında bir anlaşma olduğu hâlde, sanki
böyle bir anlaşma yokmuş gibi davranarak başkalarını aldatmak. " danışıklı dövüş insanların
mertlik anlayışını tamamen öldürdü. "

dara düşmek: 1. paraca sıkıntıya uğramak. 2. sıkıntılı, tehlikeli bir durumla


karşılaşmak. " iyice dara düştük, geçinmekte zorluk çekiyoruz. "

dara getirmek: aceleye getirmek, gerektiği gibi vakit ayıramamak. " biraz erken
kalkalım da dara getirmeden yapalım işi, hoş olsun. "

dar boğaz: dertler ve zorluklar içerisinde geçirilen, geçici kabul edilip sonunda
ferahlık umulan durum. " evel allah bu dar boğazı da aşacağız. "

dar hayat: dertler, zorluklar, güçlükler içerisinde sürdürülen hayat.

darda kalmak: 1. zor duruma düşmek. 2. paraca sıkıntı çekmek. " öğretmeninin
karşısında darda kalmak istemeyen ahmet, ödevini yapmayı hiç ihmal etmezdi. "

dar gelirli: geçim sıkıntısı çeken, kazancı normal olarak geçimini sağlamaya
yetmeyen. " dar gelirli ailelerin çocuklarının çoğu okulu yarıda bırakmak zorunda
kalıyorlar. "

darısı (dostlar) başına: " kavuştuğum başarı ve mutluluğa bütün dostlarımın


da kavuşmasını isterim" anlamında kullanılır.

dar kafalı: anlayışı, kavrayışı az; yeniliklere açık olmayan. " dar kafalı insanlarla
anlaşmak olabildiğince kolay değildir. "
davul çalmak: bir şeyi herkesin duyabileceği şekilde ortalığa yaymak. " davul
çalıp bizi elâleme rezil etti. "

defe (tefe) koymak: dedikodusunu yapmak, kınayan bir dille başkalarına anlatmak,
alaya almak. " sakın söyleme, yoksa bizi defe koyarlar. "

defterden silmek: ilişkisini kesmek, yok saymak, adını anmaz olmak, unutmak. " ali`yi
defterden iyice sildim. "

defteri dürülmek: 1. işine son verilerek bir yerden uzaklaştırılmak. 2. ölmek


ya da öldürülmek. " onun da defterini dürecekler yakında.

defteri kapamak: ilgiyi kesmek, uğraşmaz olmak, söz konusu işi yapmaz olmak.
" o defteri kapadık biz, bundan böyle soru sormayın.

deli divane olmak: bir şeyi, bir kimseyi aşırı derecede sevmek, ona tutkun
olmak. " delikanlı o kız için deli divane oluyordu. "

deli fişek: atak, delişmen, delice işler yapan, şımarık. " bırak bundan böyle şu deli
fişek adamla arkadaşlık etmeyi. "

deliksiz uyku: hiç uyanmadan, çok rahat, uzun müddet uyunulan uyku. " bu gece
deliksiz bir uyku çekip yorgunluğumu atmak istiyorum. "

demir atmak: 1. çapasını denize atmak. 2. bir yerde uzun müddet kalmak. " gemiler
fırtına başlayınca koya girip demir attılar. "

dem tutmak: bir çalgıya, bir başka çalgı veya sesle eşlik etmek.

denizden çıkmış balığa dönmek: yeni bir işe, ortama, duruma alışmakta güçlük
çekmek. " eski işinden ayrılıp, yeni işine başlayınca denizden çıkmış balığa dönmüştü. "

derdine düşmek: yapılması gereken bir şeyi gerçekleştirmenin yollarını aramak. " sana
ne ki o işin derdine düştün ?"

dert ortağı: 1. aynı derdin, sıkıntının içerisinde bulunmakta olanlardan her biri. 2.
bir kimsenin derdini paylaştığı, anlattığı yakın dostu. " onlar yıllar yılı birbirinin
dert ortağı olarak yaşamışlardı. "

destan olmak: yaptığı (kötü) bir işten dolayı şöhreti yayılmak. " karısına
bağırdı diye annesini kapıya attı, tüm civar köylere destan oldu. "

devede kulak: bütüne göre çok küçük bir parça. " onun yaptığı iş devede kulak
kalır. "

deve kini: bitmeyen, geçmeyen, unutulmayan büyük kin. " tam anlamıyla bir deve
kini besliyordu komşusuna karşı. "

deveye hendek atlatmak: birisine yapılması çok zor, neredeyse yapamayacağı


bir işi yaptırmaya çalışmak. " senin yaptığın deveye hendek atlatmak, bırak şu garibin
yakasını. "

devlet kuşu: umulmadık, iyi talih; zenginlik, mutluluk getiren talih.

dışı eli (seni) yakar, içi beni: " dıştan görünüşü, herkesi imrendirecek kadar
güzel ama içyüzü elverişsiz, kötü, sahibini üzücü" anlamında kullanılır. " ah bir
bilseler işin iç yüzünü, dışı eli yakar, içi beni. "

diken üzerinde oturmak: bir yerde tedirginlik duymak, her an kalkmak durumunu
belirtir olmak, huzursuz olmak. " inan, diken üzerinde oturuyorum şurada. "

dikine gitmek: inatçılık etmek, bildiğini yapmaya çalışmak, kimsenin uyarısına


kulak asmamak. " biraz daha dikine giderse başına büyük bir belâ gelecek bu çocuğun. "

dikiş tutturamamak: bir yerde, bir işte bir sebepten ötürü başarı sağlayamayıp
uzun müddet kalmamak. " bir şeyde dikiş tutturamadı, şimdi boşta gezip duruyor. "

dikiz etmek: bir yeri, olayı, birinin hareketlerini gizlice ve gözünü ayırmadan
dikkatlice izlemek.

dilden dile dolaşmak: her yerde, pek çok kimse tarafından bahis konusu olmak. " ata
sözleri dilden dile dolaşarak bugüne kadar geldi. "

dil dökmek: kandırmak, inandırmak ya da yararlanmak için tatlı sözler söylemek. " peşine
düşen çocuğu ne kadar dil döktüyse de evde kalmaya razı edemedi. "

dil ebesi: çok fazla ve esprili konuşan. " dil ebesi bir adam o, sen onunla
başa çıkamazsın. "

dile (dillere) düşmek: ile ilgili dedikodu yapılmak. " allah kimseyi dile düşürmesin,
kadıncağız sokağa çıkamaz oldu. "

dile gelmek: 1. konuşma kabiliyeti yokken konuşmak, dillenmek. 2. dile düşmek. " dile
geldi dağlar, avuttu onu! "

dile getirmek: 1. bir meseleyi belirtmek, ortaya atmak, anlatmak, açıklamak.


2. birini konuşturmak. " hiç umulmadık bir anda hususu dile getirdi, hepimizin anlamasını
sağladı. "

dile kolay: söylenmesi kolay ama yapılması ortaya konması ya da katlanılması


çok güç. " evet, dile kolay, haydi yap da görelim. "

dili açılmak: gelişi hoş bir sebepten dolayı konuşamayan kimse, birden konuşmaya
başlamış olmak. " dili açıldı çok şükür! "

dili dolaşmak: heyecan, korku ya da bir hastalık sebebiyle söyleyeceğini


şaşırmak, karıştırmak, açık olarak ifade edememek. " babasını aniden karşısında görünce
dili dolaştı, kekelemeye başladı. "
dili dönmemek: 1. bir sözü doğru ve düzgün söylemeyi becerememek, yanlışsız
konuşamamak. 2. amacını iyi anlatamamak. " inşaallah dilim dönmeden meseleyi anlatır
da kurtulurum ondan. "

dilinden kurtulamamak: yaptığı bir kabahatten ötürü devamlı olarak, bir kimsenin
sitem, eleştiri ve sataşmalarına uğramak. " ne yapmalıyım da dilinden kurtulmalıyım
onun ?"

dilinde tüy bitmek: sıkça söylemekten bıkmak, usanmak. " size söyleye söyleye
dilimde tüy bitti. "

diline dolamak: 1. bir kimsenin dedikodusunu yapmak, kötü tarafını her yerde
söylemek. 2. bir şeyi her fırsatta söyler olmak.

dilinin altında bir şey olmak: bir kimsenin sözlerinden açıkça söylemediği
bir şeyler olduğu anlaşılmak. " dilinin altında bir şey olduğunu biliyorum ama bir
türlü söyletemiyorum. "

dilinin ucuna gelmek: 1. tam söyleyecekken vazgeçip söylememek. 2. hatırladığı


şeyi söyleyecekken yine unutuvermek. " dilinin ucuna geldi ama utandığı için söyleyemedi. "

dilini tutmak: sonunu düşünerek gelişigüzel konuşmaktan sakınmak, ölçülü


konuşmak, rast gele konuşmamak. " dilini tutmasını bilmeyenlerin başına neler geldiğini
sana söylemediler mi ?"

dilini yutmak: büyük bir korku, şaşkınlık ya da sevinç karşısında konuşamaz


hâle gelmek. " korkudan derhal hemen dilini yutacaktı. "

dilin kemiği yok ya! : 1. önceden söylediği sözü başka şekillere sokarak inkâr
etmek. 2. insan konuşurken bazı hatalar yapabilir, doğru ve yanlış her şeyi söyleyebilir.

dili olsa da söylese: " cansız nesneler, hayvanlar konuşabilseler, bazı olaylara
tanıklık edebilseler ne iyi olurdu" anlamında kullanılır.

dili tutulmak: gelişi hoş bir sebepten ötürü söz söyleyemez duruma gelmek. " sevinçten
dili tutuldu bizim kızın. "

dili uzun: incitici, kırıcı sözler söyleyen, saygısız kimse. " o uzun dilini
bana kestirmeden çek içeri! "

dili varmamak: bir sözü söylemeye gönlü razı olmamak. " sana git demeye dilim
varır mı sanıyorsun ?"

dillerde dolaşmak: her yerde kendisinden, ondan söz edilmek. " cephede gösterdiği
yararlılıklardan sonra adı dillerde dolaşır oldu. "

dillere destan olmak: bir olay veya meziyet halk arasında yayılmak. " ona öyle
bir oyun oynayacağım ki dillere destan olacak! "

diline pelesenk etmek: bir sözü her vakit, yerli yersiz tekrar etmek. " şey
sözünü diline pelesenk etmişsin, her cümlenin başında kullanıyorsun. "

dil uzatmak: bir kimse veya bir şey için kötü söz söylemek. " ben öğretmenime
dil uzattıracak adam değilim. "

dil yarası: acı, ağır ve kötü sözün gönülde bıraktığı kırgınlık. " bıçak yarası
geçer, dil yarası geçmez demişler. "

dimyat`a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak: daha iyisini elde etmek
uğruna çalışırken elindekilerini de yitirmek. " gel şu işten vazgeç, dimyat`a pirince
giderken evdeki bulgurdan da olma. "

dinden imandan çıkmak: çok sinirlenmek, öfkelenmek, kızgınlık duymak. " insanı
dinden imandan çıkarıyorsun, yapma şu hareketleri! "

dinden imandan olmak: dinî inancını yitirmek, mürtet olmak.

dini bir uğruna: müslümanlık davası yoluna (iş yapmak).

dini bütün: dinin emirlerini eksiksiz yerine getirmeye çalışan, inancı sağlam
olan, dinine çok bağlı. " her müslüman dini tüm olmak mecburiyetindedir. "

dipsiz kile boş ambar: para, mal tutamayanın durumunu ya da verimsiz, sonuçsuz
bir işi anlatmak için kullanılır. " memurların işi tam anlamıyla dipsiz kile boş ambar,
sıfıra sıfır elde var sıfır. "

dirlik düzenlik: bir arada yaşayan, çalışan kimseler arasında iyi geçim,
güven, sevgi ve anlaşma hâli. " bir aileye önce dirlik ve düzenlik lazımdır. "

dirsek çevirmek: daha önce birlikte iş yaptığı, anlaştığı kimseden, bundan böyle
ihtiyaç duymadığı için yüz çevirmek; bir kimseyi kendinden uzaklaştıracak davranışlarda
bulunmak. " onun da dirsek çevireceğini hiç beklemezdim. "

dirsek çürütmek: okumak, öğrenim görmek için uzun yıllar çalışmak. " desene
boşuna dirsek çürütmüşsün. "

diş bilemek: öç almak, kötülük yapmak için fırsat kollamak; öfkesini gösterir
durum almak. " bana diş bilediği bakışlarından belli. "

dişe dokunur: hatırı sayılır, işe yarar, belirtilmeye değer, önemli. " dişe
dokunur bir iş yapmışsın, aferin çocuğum. "

diş geçirememek: devre dışı kalmak, güç yetirememek, hükmünü yürütüp sözünü
dinletememek. " bir çocuğa diş geçiremiyorsun, ne şekil annesin sen! "

diş gıcırdatmak: kızgınlığını, öfkesini kimi davranışlarıyla belli etmek. " dediğini
yaptıramayınca dişlerini gıcırdatmaya başladı. "

diş göstermek: kuvvetli olduğunu, kendine güvendiğini, saldırabileceğini davranışlarıyla


belli etmek; tehdit etmek. " biraz diş göstersen derhal yola geleceklerdir. "
dişinden tırnağından artırmak: yiyeceğinden, içeceğinden vb. ihtiyaçlarından
keserek zorla biriktirmek. " seni, dişimden tırnağımdan artırdığım parayla okuttum! "

dişine göre: yapabileceği, gücünün yeteceği, becerebileceği, ideal bir taktirde. " tam
da dişime göre, onu yenebilirim. "

dişini sıkmak: darlığa, sıkıntıya dayanmak; her türlü zorluğa katlanmak. " biraz
daha dişini sıkmalısın, inşallah yakında rahata kavuşacağız. "

dişini tırnağına takmak: çok büyük zorluklara, sıkıntılara, darlıklara katlanarak


bütün gücünü kullanıp çalışmak. " biz bu evi dişimizi tırnağımıza takarak yaptık,
yıkmalarına izin vermeyeceğim! "

diş kirası: 1. eskiden sarayda ya da konaklarda zenginlerin iftara çağırdıkları


yoksullara verdikleri armağan veya para. 2. harcadığı emek dışında bir kimsenin
fazladan sağladığı çıkar.

dişinin kovuğuna bile gitmemek: çok az gelmek (yiyecekler için). " açlıktan
kırılıyorduk, önümüzdeki yiyecekler dişimizin kovuğuna bile gitmeyecek kadardı. "

diz boyu: dize kadar (yükseklik veya alçaklık için). " çukuru diz boyu kazmışlardı. "

diz çökmek: 1. klasörü yere koyarak oturmak. 2. teslim olmak. " düşman askerleri
önümüzde diz çökmüşlerdi. "

dize gelmek: teslim olmak, boyun eğmek, yenilmek, güçlünün buyruğunu kabullenmek. "
bizim
kitabımızda dize gelmek yoktur! "

dize getirmek: kendisine karşı geleni alt ederek buyruğunu dinler duruma
getirmek, boyun eğdirmek. " iki saatte düşmanı dize getirebiliriz. "

dizgini (dizginleri) ele almak: yönetimi ele geçirmek, işi kendisi yönetmeye
başlamak. " dizginleri ele almazsak fabrika kargaşa içerisinde boğulup kalacak, üretim
yapılamayacak. "

dizginleri salıvermek: başıboş bırakmak, sıkı tuttuğu yönetimi gevşetmek. " yönetim,
dizginleri salıverince insanlar rahat bir nefes aldılar. "

dizini dövmek: çok pişman olmak. " çocuklarını ufak yaşta eğitmezsen sonradan
dizini döversin. "

dizinin (dizlerinin) bağı çözülmek: korkudan, heyecandan, yorgunluktan ayakta


duramayacak hâle gelmek. " yokuşu çıktım ama dizlerimin de bağı çözüldü. "

dizlerine kapanmak: yalvarmak, kendini ufak düşürecek kadar çok yalvarmak,


başını dizlerinin üstüne koymak. " göreceksin, günün birinde dizlerine kapanacak
babasının. "
dobra dobra söylemek: hiçbir şeyden çekinmeden, sözü eğip bükmeden, dosdoğru,
açık açık konuşmak. " dobra dobra konuşan insanları severim. "

doğmamış çocuğa don biçmek: henüz ele geçmemiş bir şey, gerçekleşmesi kesin
olarak bilinmeyen bir durum için hazırlık yapmak.

dokuz doğurmak: 1. bir işi güçlükle ve sıkıntı içerisinde sonuca ulaştırmak.


2. merakla, heyecanla, sabırsızlıkla, sıkıntı çekerek beklemek. " işe geç kalmıştı,
yeni araba gelinceye kadar dokuz doğurdu. "

dokuz köyden kovulmuş: geçimsizliği, hatalı davranışları yüzünden pekçok


yerden atılmış kimse.

dolap çevirmek: hile, düzen ve dalavere ile iş yapmak. " yine ne dolap çeviriyor
acaba ?"

dolma yutmak: kanıp aldanmak. " ona dolma yutturacağını hiç sanmam! "

dolu dizgin: 1. son hızla (süvari ve at arabası için). 2. önüne geçilemeyecek


biçimde, çok fazla olarak. " kinlerimizi dolu dizgin salıverdik düşmanın üzerine. "

doluya koydum almadı, boşa koydum dolmadı: içerisinden çıkılamayan güç bir durum
karşısında
söylenir. " her yolu denedim, çözüm yolu bulamadım" anlamına gelir.

domuzdan kıl çekmek: sevilmeyen, eli sıkı olan, cimri bir kimseden bir şey
alabilmek. " domuzdan bir kıl koparmak kârdır. "

don gömlek: çıplak, üstünde yalnızca don ve gömlek var denilecek kadar soyunmuş
hâlde. " adamı, don gömlek kalacak kadar soydular. "

dostlar alışverişte görsün: gösteriş olsun; amaç iş yapıyor görünmek, iş


yapmak değil. " güya çalışıyor, dostlar alışverişte görsün! "

dökülüp saçılmak: 1. bir şey uğruna fazla para harcamak, masraf etmek. 2.
soyunmak, çok açık giyinmek. " düğün yapıyorum diye sakın dökülüp saçılma, yoksa kendini
toplayamazsın. "

dört ayak üzerine düşmek: tehlikeli bir durumdan hiç zarar görmeden kurtulmak. " nasıl
oluyor da, bu adam hep dört ayak üzerine düşüyor ?"

dört başı mamur: her yanı bakımlı, elverişli, hoş, tam istenildiği gibi. " alırsam
dört başı mamur bir ev alacağım. "

dört dönmek: bir işi yapmak için korku, heyecan, telâş, şaşkınlık içerisinde
sağa sola koşmak, çare aramak. " kadıncağız haberi alır almaz odanın içerisinde dört
dönmeye
başladı. "

dört elle sarılmak: yapacağı işe büyük bir önem verip itina göstererek girişmek. " başarılı
olmak mı istiyorsun, dört elle sarıl işine! "

dört gözle beklemek: özleyerek, çok isteyerek, büyük bir sabırsızlıkla beklemek. " annemin
yolunu dört gözle beklemeye başladım. "

dudak bükmek: umursamamak, beğenmemek, küçümsemek. " yeni alınan elbiseye şu


şekilde
bir dudak büküp geçti. "

dudak ısırmak: hayret etmek, şaşırmak. " beni karşısında görünce dudağını ısıracak
eminim. "

dudak ısırtmak: 1. hayran bırakmak. 2. şaşkınlığa, hayrete düşürmek. " yazdığı


son kitabıyla dudak ısırttı herkese. "

duman attırmak: geride bırakmak, zor duruma düşürmek, birini yıldırmak. " silâhını
çeken komutan etrafa duman attırmaya başladı. "

duman etmek: bozmak, ortalığı dağıtmak, yok etmek; yenmek, birine karşı başarı
sağlamak. " askerler ortalığı toz duman ettiler. "

dumanı üstünde: 1. çok taze (sebze ve meyve için). 2. çok yeni, üstünden
zaman geçmemiş. " şu elmalara bak, daha dumanı üzerinde bunların. "

duman olmak: 1. ortadan kaybolmak. 2. durumu, düzeni, işi bozulmak. kötü


olmak. " çabuk duman ol buradan, gözüm görmesin seni! "

durduğu yerde: 1. hiç gereği yokken. 2. kolaylıkla, hiç emek ve çaba harcamadan. " adam
durduğu yerde para kazanıyor, anlamadım bu işi! "

durup dinlenmeden: devamlı olarak, ara vermeden, arka arkaya. " yıllar yılı
durup dinlenmeden çalıştım sizin için. "

durup dururken: 1. birden bire, ansızın. 2. hiç gereği veya nedeni yokken. " durup
dururken bir tokat attı arkadaşına. "

dut yemiş bülbüle dönmek: susmak; konuşkanlığını, sevincini, neşesini yitirmek;


sesi çıkmaz olmak. " onu dut yemiş bülbüle döndürmezsem bana da hasan demesinler! "

düğüm noktası: bir meselenin sonuçlandırılması için çözülmesi, açıklığa kavuşturulması


gereken en güç yanı. " biz işin daha düğüm noktasını tespit etmiş değiliz ki! "

düğün bayram etmek: çok sevinç duymak, topluca neşeli bir duruma kavuşmak. " ağabeyim
savaştan sağ salim dönünce ailece bayram ettik. "

düğün evi gibi: çok kalabalık ve telâşlı görülen yer. " hayrola, dün akşam
sizin sokak düğün evi gibiymiş! "

dümen çevirmek: düzen kurup, hileli iş yapmak. " yine ne dümen çeviriyorsunuz
siz ?"
dümen kırmak: yön değiştirmek.

dümen suyunda gitmek: birine bağımlı olmak, birinin tuttuğu yolu izlemek,
hemen her şeyde ona uyarak onun istediğini yapmak. " başkasının dümen suyundan gidenler
kişiliklerini bulamazlar. "

dünkü çocuk: deneyimi az, toy acemi. " dünkü çocukların aklına ihtiyacım yok
benim. "

dünya başına yıkılmak: dara düşmek, felâkete uğramak, umutlarını yitirmek,


çok üzülüp acı çekmek. " trafik kazasında kocasını ve iki çocuğunu kaybeden kadının
dünyası başına yıkılmıştı. "

dünya bir araya gelse: " bütün insanlar engel olmaya kalksa bile, hiçbir zaman, hiçbir
zaman, kim ne derse desin" anlamında, yine bildiğini yapma durumu için kullanılır. " dünya
bir araya gelse de ben o adamla barışmam. "

dünyadan elini eteğini çekmek: bir kenara çekilip toplum ile ilişkisini kesmek,
toplumun yaşayışına karışmaz olmak, daha çok ibadetle meşgul olmak ve dünya işleriyle
ilgilenmez olmak. " bizim komşu her nedense dünyadan elini eteğini çekti, görünmez
oldu sanki. "

dünyadan haberi olmamak: etrafından, çağından ve çağının getirdiklerinden,


zamanında yaşanan yaşamdan haberli olmamak. " sen dünyadan haberi olmayan bir adamsın,
ne anlarsın bu işten, lütfen karışma! "

dünya gözü ile: ölmeden önce, yaşarken. " dünya gözü ile almanya`daki kardeşimi
bir daha görsem. "

dünyalar onun olmak: olabildiğince çok sevinmek. " babası istediği oyuncağı getirince
dünyalar onun oldu sanki. "

dünyanın kaç bucak olduğunu anlamak: dünyada insanın başına neler gelebileceğini
öğrenmek, zorluklarla karşılaşmak, tecrübe kazanmak. " elbet sen de bir gün dünyanın
kaç bucak olduğunu anlayacaksın. "

dünyanın öbür ucu: çok uzak yer. " ali de dünyanın öbür ucunda oturuyor. "

dünya yıkılsa umurunda değil: hiçbir şeyle ilgilenmemek, umursuz olmak, sorumluluk
duymamak. " sakın `dünya yıkılsa umurumda değil` deme bana. "

dünyayı toz pembe görmek: iyimser olmak, üzücü durumlara bile iyi gözle bakmak. " bırak
artık şu dünyayı toz pembe görmeyi, aç gözlerini! "

düşe kalka: 1. işi kimi vakit iyi, kimi vakit kötü olarak güçlükle, uğraşa
uğraşa (yapmak). 2. biriyle yakın ilişki kurarak. " sokak serserileriyle düşe kalka
iyice bozuldu, sapıttı. "

düşeş atmak: umulmadık bir başarı kazanmak. " düşeş attı bizim oğlan, şimdi
yanına da yaklaştırmaz kimseyi. "

düşman çatlatmak: nisbet yapmak, iyi durum ve başarılarıyla düşmanı kızdırmak


ve kıskandırmak. " düşman çatlatmakta da üzerine yok senin! "

düşman kesilmek: düşman olmak, düşman gibi görünüp tavır almak. " yalnız benim
değil, tüm ailenin düşmanı kesilmişti. "

düşünüp taşınmak: bir meseleyi enine boyuna tartmak, hususu tüm yönleriyle
incelemek, iyice düşünüp ona göre davranmak. " acele etme, düşünüp taşın öyle karar
ver. "

düşüp kalkmak: 1. yakın arkadaşlık etmek. 2. yasa ve gelenek dışı kadın ve


erkekle birlikte yaşamak veya sıkça bir araya gelmek. " seni bu hâle getirenler
düşüp kalktığın arkadaşlarındır. hâlâ anlamadın mı ?"

düttürü leylâ: gülünç, garip, daracık ve kısacık giyinmiş kadın. " sana hiç
yakışmamış, düttürü leylâ gibi olmuşsun. "

Ecel aman verirse:


ölmezsem, ömür yeterse. " ecel aman verirse torunumu da görürüm. "

ecel teri dökmek: çok korkmak, heyecan içerisinde bulunup terlemek, korku ve
bunalım içerisinde olmak. " köprüden geçerken ecel terleri döktüler. "

eceli gelmek: ölmek, sonu gelmek, yok oluş zamanı gelmek. " herkesin eceli gelecek
ve bu dünyadan göçecek. "

eceline susamak: ölümüne yol açacak kadar tehlikeli işlere girişmek. " bırak
o silâhı elinden, eceline mi susadın sen ?"

eciş bücüş: çarpuk çurpuk, eğri büğrü, düzgün yanı olmayan, çirkin bir şekil
almış bulunmakta olan. " eciş bücüş bir yazıyla karşılaşınca şaşırdı. "

edebiyat yapmak: bir işe yaramayan, hususu açıklamaya yetmeyen, gerçeği yansıtmayan
süslü, parlak ve luzumsuz sözler söylemek. " edebiyat yapmaya amma da meraklı bir
insanmış. "

efkâr dağıtmak: sıkıntıyı gidermek, üzüntüyü yok etmeye çalışmak. " sahile
efkâr dağıtmak için inmiş olmalı. "

eğri (gözle) bakmak: kötü düşünce besleyerek bakmak. " o, hiç kimseye eğri
gözle bakmazdı. "

ekmeğinden etmek: işinden çıkarmak veya atmak. " adamı durup dururken ekmeğinden
ettiler. "

ekmeğine yağ sürmek: birinin yararına göre eylemde bulunmak, istemese de birinin
işine yarayacak şekilde hareket etmek. " o işi bana vermemekle yabancıların ekmeğine
yağ sürdün sen. "
ekmeğini kazanmak: geçimini temin edecek, ihtiyaçlarını karşılayacak parayı
kazanmak. " kaygılanma, ekmeğini kazanmasını bilir o. "

ekmeğini taştan çıkarmak: en zor işleri bile yapıp geçimini sağlayacak becerilikte
olmak, her türlü işi yapmak. " ekmeğini taştan çıkaran insanların arasına katılmakta
gecikmedi. "

ekmek elden su gölden: kendisi kazanmayıp başkalarının kazancı ile geçinen


kimselerin durumunu anlatmak için kullanılır.

ekmek kapısı: çalışıp para kazanılan, geçim sağlayan iş yeri. " o dükkân benim
ekmek kapım, hiçbir zaman satmam, satamam onu! "

ekmek parası: kazanç, geçinmek için kazanılan para. " ekmek parası kolay kolay
kazanılmıyor. "

eksik gedik: küçük tefek gereksinimler. " ikramiye ile eksiği gediği kapadılar. "

ekşi yüz: somurtkan, asık yüz. " onun ekşi yüz göstermeye hakkı yoktu. "

el açmak: 1. dilenmek. 2. başkasının yardımını almak için yalvarmak. " ihtiyarlayıp


da el açacağı hiç aklına gelmemişti. "

el altından: kimsenin haberi olmadan, gizlice. " parayı el altından verdi. "

el atmak: 1. bir işe girişmek. 2. birisinin işine karışmak. " üstüne vazife
olmayan işe el atma sakın !. . "

el ayak çekilmek: ortalıkta kimse kalmamak, ıssızlaşıp sessizleşmek. " bu


iş ancak el ayak çekildikten sonra yapılır. "

el basmak: yemin etmek, kutsal bir şey üstüne el koyarak ant içmek. " kur`ân`a
el basarım ki bu işi ben yapmadım. "

el çabukluğu: 1. bir işi çok çabuk yapabilme ustalığı. 2. hilesini


kimseye sezdirmeyecek şekilde yapabilme. " adamın cebinden el çabukluğu ile cüzdanı
çekiverdi. "

elde avuçta bir şey kalmamak: parasını, malını, bütün varlığını harcayıp bitirmiş
olmak. " elde avuçta bir şey kalmayınca ne yapacağını şaşırdı. "

elde etmek: 1. bir şeye sahip olmak. 2. bir kimseyi kendi yanına çekmek. " onun
gibi dürüstleri elde edemezsin, boşuna uğraşma. "

elde kalmak: 1. bir malın satılmayıp geride kalan kısmı. 2. harcanandan arta
kalmış olmak. " şu kasadaki üzümler elde kaldı. "

elden ayaktan düşmek (veya kesilmek): yaşlılık, hastalık sebebiyle iş yapamaz,


yürüyemez, kendi işini göremez duruma gelmek. " allah kimseyi elden ayaktan düşürmesin. "

elden çıkmak: malı olmaktan çıkmak. " o arsa elden çıktığı için üzüldüm. "
elden düşme: az kullanılmış. " elden düşme bir araba aldı. "

elden ele dolaşmak: pek çok kişi tarafından kullanılmak, bir çok sahip eline
geçmek. " elden ele dolaşan atı nihayet geri almayı başardı. "

elden geçirmek: eksiklikleri düzeltmek, onarmak; denetlemek için pek çok


şeyi ele alıp yoklamak, gözden geçirmek. " yaptığın işi bir daha elden geçir. "

elden gitmek: bir şeyi yitirmek, ondan yoksun kalmak. " bütün mal mülk bir
hiç uğruna elden gitti. "

ele almak: 1. bir şey üstünde çalışmaya başlamış olmak. 2. incelemek, araştırmak
veya tenkit etmek. " konuyu yeni baştan bir daha ele alalım. "

ele avuca sığmamak: 1. şımarık davranmak. 2. söz dinlememek, kural tanımamak,


zapt edilememek. " sen ne ele avuca sığmaz bir çocukmuşsun meğer. "

ele geçirmek: sahip olmak, kaçan bir kimseyi yakalamak. " şu toprak parçasını
da ele geçirdik mi işimiz tamam demektir. "

el elde baş başta: 1. masrafla para birbirine denk geldi. 2. yapılan işin
sonunda ne kâr ne de zarar edildi. " alışverişten el elde baş başta döndü. "

elekten geçirmek: titizlikle seçmek; iyiyi kötüyü, doğruyu yanlışı birbirlerinden


ayırmak. " şu dosyayı bir daha elekten geçirin. "

el ele vermek: güçleri birleştirip işbirliği yapmak, yardımlaşmak. " bu yolu ancak
el ele verirsek yapabiliriz. "

el emeği: 1. elle yapılan işe harcanan emek. 2. elle yapılan çalışmanın karşılığı. " el
emeğinin karşılığı değildir bu para. "

ele vermek: bulunduğu yeri haber vererek suçluyu yakalatmak. " katili ele vermeyi
kafasına koyarak sokağa çıktı. "

eli açık: cömert, çok para harcayan, sakınmadan para verebilen. " eli açık
olan insanları severim. "

eli ağır: 1. olabildiğince yavaş iş yapan. 2. vurunca çok acıtan. " eli o kadar ağırmış
ki enseme gülle düştü sandım. "

eli altında olmak: 1. istediği anda ele alıp kullanabileceği bir yerde bulunmak.
2. buyruğunda olmak. " iyi bir usta, araç ve gereçlerinin elinin altında olmasını
ister. "

eli ayağı buz kesilmek: 1. korku, heyecan ve üzüntüden ne yapacağını bilemez


duruma gelmek, donup kalmak. 2. çok üşümek. " haydi elimiz ayağımız buz kesmeden girelim
içeri. "

eli ayağı tutmak: iş yapabilecek güçte olmak, bedenî gücü var olmak. " çok
şükür şimdilik elimiz ayağımız tutuyor. "

eli bayraklı: kavgacı, şirret, edepsiz. " onun eli bayraklı bir kadın olduğunu
daha yeni anladınız. "

eli bol: cömert, esirgemeyen, çok para ve eşyası olan. " duyduğumuza göre hasan
çavuş eli bol bir insanmış. "

eli boş dönmek: umduğunu alamadan geri dönmek. " eli boş döneceği hiç aklıma
gelmezdi. "

eli böğründe kalmak: çaresiz kalmak, bir şey yapamaz duruma gelmek, başarısızlığa
uğramak. " tek hayvanın öldüğünü görünce eli böğründe kaldı. "

eli cebine gitmemek (veya varmamak): cimri olmak, para harcamaya kıyamamak. " ondan
da yardım istediler, ancak eli cebine bir türlü gitmedi, arkasını dönüp uzaklaştı. "

eli çabuk: süratli iş gören. " eli çabuk adamlara ihtiyacımız var. "

eli darda: geçimi için para sıkıntısı çeken. " eli darda insanlara yardım etmek
insanlık borcudur. "

eli değmemek: bir işi yapmaya vakit bulamamak. " odanı temizlemeye elim değmiyor. "

elifi görse mertek sanır: cahil, okuması yazması yoktur. " ona mı akıl danışıyorsun,
elifi görse mertek sanır o. "

eli hafif: incitmeden, can yakmadan iş gören. " iğneyi hatice hemşireye vurdurun
eli hafiftir onun. "

eli kalem tutmak: 1. yazı yazmayı öğrenmiş olmak. 2. düşüncelerini derli toplu hoş
bir ifade ile yazabilmek. " elin kalem tutmaz mı senin ?"

elinden iş çıkmamak: çabuk iş yapamamak. " bırakın onu, elinden iş çıkmaz birine
ihtiyacımız yok. "

elinden tutmak: 1. destek olmak, ilerlemesi için yardımda bulunmak. 2. yürümesine,


kalkmasına, inmesine, çıkmasına yardım etmek. " hayatım boyunca elimden tutan olmadı. "

eline düşmek: 1. birine muhtaç olmak. 2. yakalanmak. 3. düşmanın ya da kendisine


hıncı bulunmakta olan birinin hâkimiyetinde kalmak. " düşmanın eline düşmemek için bir yol
bulmalıyız. "

eline su dökemez: sözü edilen kişi, değerce ondan çok geride. " sen hamur açmakta
fatma`nın eline su dökemezsin. "

elini çabuk tutmak: hızlı davranmak, acele etmek. " elimizi çabuk tutup şu
kömürü yağmura yakalanmadan taşıyalım. "

elini kana bulamak: birini öldürmek veya yaralamak. " zavallı çocuk, boş yere
elini kana buladı. "
elini kolunu sallaya sallaya gelmek: bir işten netice almaksızın dönmek, gelirken
hiçbir armağan getirmemek.

elini kolunu sallaya sallaya gezmek: pervasızca, çekinmeden, kimseden korkmadan


dolaşmak. " bunca ağır suç işlemesine karşın elini kolunu sallaya sallaya gezmesi
şaşılacak şey doğrusu. "

elinin hamuruyla erkek işine karışmak: anlamadığı, bilmediği, beceremediği


işleri yapmaya kalkışmak (kadınlar için).

elini sıcak sudan soğuk suya sokmamak: çok nazlı olmak, evde hiçbir iş yapmamak,
zor işlerden kaçınmak. " ne kadınmış o da, elini sıcak sudan soğuk suya soktuğunu
görmedim daha! "

eli sıkı: kolay para harcamayan, cimri, çok tutumlu. " bu kadar eli sıkı bir
adam olmak zorunda değilsin. "

eli uzun: hırsız, fırsat buldukça bir şeyler aşırmaktan geri kalmayan.

eli varmamak: bir işi yapmaya gönlü razı olmamak. " bulaşıkları yıkamaya bir
türlü elim varmıyor. "

eli yatmak: bir işe eli alışkın olmak, bir işi yapabilecek el becerisi bulunmak.

eliyle koymuş gibi bulmak: aradığı şeyi söylenen yerde çok kolay bulmak. " onca
şeyin arasında küçücük düğmeyi eliyle koymuş gibi buluverdi. "

el kadar: ufak, küçücük. " el kadar çocuk işime karışamaz benim. "

el kaldırmak: 1. kendisinden büyüğe vurmak için elini kaldırmak. 2. bir şey


söylemek istediğini, oy verdiğini elini kaldırarak belirtmek. " sen ne cüretle babana
el kaldırırsın! "

el kapısı: 1. bir kızın gelin gittiği ev. 2. yabancıların memleketi, evi,


yurdu. " yıllarca el kapılarında çalıştım durdum. "

el koymak: 1. bir meselenin yetkili organlarca incelenmeye başlaması. 2.


buyruğu altına almak, hükümetçe ideal görülen mal, arazi ve kuruluşa hâkim olmak. " hükümetin
el koyduğu arazi burdan başlıyor. "

elle tutulur gözle görülür: çok açık, gizli bir tarafı yok. " şu zamana kadar
elle tutulur gözle görülür bir iş yaptın mı sen ?"

el oğlu: 1. yabancı. 2. damat. " el oğluna güvenme sakın! "

el sürmemek: 1. dokunmamak, hiç değmemek. 2. yapımına başlamamak. " işe el


sürmeye zaman bulamadım daha. "

el uzatmak: 1. birine yardım etmek. 2. dokunmaya, almaya çalışmak. " o bizim


bir yakınımız, ona elimizi uzatmalıyız derhal. "
el üzerinde tutulmak: çok değer verilip sevilmek, kendisine büyük ölçüde saygı
gösterilmek. " dedem ailemizde el üzerinde tutulurdu. "

el yordamıyla: tahminlerine, sezgilerine dayanıp elle yoklayarak. " el yordamıyla


kibrit kutusunu buldum. "

emeği geçmek: bir şeyin yapılmasında kendisinin de katkısı bulunmak. " şu caminin
yapımında kimlerin emeği geçmedi ki. "

emek vermek: bir şeyin meydana gelmesi için itinayla ve çok çalışmak. " iyi bir
sonuç mu almak istiyorsun ? emek ver, gayret et. "

emir kulu: kendisine emredilen işi yapmak zorunda olan kimse. " emir kulu olmak
o kadar da kolay değil. "

eninde sonunda: nihayet, en sonunda. " eninde sonunda onu bulacağım. "

enine boyuna: 1. her yönü ile, eksiksiz, tüm olasılıkları göz önünde tutarak.
2. iri yarı, gösterişli (adam). " şu meseleyi enine boyuna bir kez daha düşünelim. "

ensesi kalın: parası çok, varlıklı, sözü geçer, ödeme gücü yüksek (kimse). " neden
şu ensesi kalın adamlardan yardım istemiyorsunuz. "

ensesinde boza pişirmek: sıkıştırıp tedirgin etmek, eziyet etmek. " işlerin
yavaş gittiğini gören patron işçilerin ensesinde boza pişirmeye başladı. "

ensesine yapışmak: yakalamak. " bir hamlede ensesine yapıştı çocuğun. "

ense yapmak: yemek, içmek ve keyfine bakmak, hiç iş yapmamak. " ense yapmayı
bırak da bir miktar işle ilgilen. "

er geç: ne zaman olsa, kesinlikle. " er geç onu bulacağım. "

esamisi okunmamak: adı anılmamak, değer verilmemek. " onun buralarda hiç esamisi
okunmaz. "

es geçmek: dikkate almamak, sözleri arasında o hususa dokunmamak. " borç meselesini
es geçmesine fırsat vermeyin. "

esip savurmak: bağırıp çağırmak, öfke ile atıp tutmak. " davet edilmediğini
öğrenince esip savurmaya başladı. "

eski çamlar bardak oldu: devir değişti, eski durumların, tutumların bir önemi
kalmadı.

eski defterleri karıştırmak: eski olayları, işleri bir çıkar umuduyla tekrar
ele almak, tekrardan gündeme getirmek. " eski defterleri karıştırmayı bırak artık".

eski hamam eski tas: hiçbir şey değişmemiş, eski taktirde kalmış. " köy tıpkı,
insanlar tıpkı, eski hamam eski tas. "
eski kafalı: yeniliğe açık olmayan, yaşayış ve düşünce itibariyle eskiye
bağlı. " eski kafalı insanlar gittikçe azalıyor mu ne ?"

eski kurt: tecrübeli, görmüş ve geçirmiş, mesleğini iyi bilen, hileyi ve


düzeni deneyimi sayesinde derhal anlayan. " o da eski kurtlardandır. "

eski toprak: yaşlılığına karşın dinçliğini, dayanıklılığını hâlâ sürdüren,


gücünü kaybetmemiş kimse. " sen eski topraksın, bizim gibi birkaç genci daha cebinden
çıkartırsın. "

eşeğini sağlam kazığa bağlamak: işini güvenli kılacak tedbirler almak. " ne
demişler: eşeğini sağlam kazığa bağla, sonra allah`a ısmarla. "

eşek kadar: büyük, iri; aşırı derecede gelişmiş. " eşek kadar oldu ama hiç
söz dinlemiyor. "

eşek sudan gelinceye kadar dövmek: adamakıllı, çok ve iyi dövmek. " eğer aklını
başına toplamazsan seni eşek sudan gelinceye kadar döveceğim, anladın mı ?"

eşek şakası: ağır, hoşa gitmeyen, incitici, kaba şaka. " ben eşek şakasından
hiç hoşlanmam. "

eşiğine yüz sürmek: bir isteğinin yerine getirilmesi için bir kimseye yalvarmak,
önünde eğilmek. " insanların eşiğine yüz sürülmemesi gerekmektedir. "

eşiğini aşındırmak: bir işi yaptırmak, gördürmek için bir yere çok gidip
gelmek. " şu köy yolu için hükümet eşiğini aşındırıp durduk. "

eşref saat: 1. iş görecek kimsenin uysal davranacağı, aksilik çıkarmayacağı


zaman. 2. bir işin pozitif yola girmesi için en ideal vakit. " izin alabilmek için
müdür beyin eşref saatini kollamaya başladı. "

eteği ayağına dolaşmak: telâş, korku ve heyecandan yürüyüşünü ve yapacağı


işi şaşırmak.

eteğine yapışmak: 1. bir kimsenin manevî desteğini istemek. 2. varlıklı,


sözü geçer bir kimseden yardım ve himaye istemek. " korkudan annesinin eteğine yapıştı. "

etekleri tutuşmak: çok telâşlanmak, heyecanlanmak. " babasını parkta göremeyince


etekleri tutuşmaya başladı, yoksa gelmeyecek miydi ?"

etekleri zil çalmak: çok sevinmek, işler yolunda olmak. " yazılı sınavı umduğundan
iyi geçen halit`in etekleri zil çalıyordu. "

etek öpmek: yaltaklanmak, dalkavukluk etmek; birine yaranmak için katına


çıkıp o kimsenin eteğini öpme davranışı içerisinde olmak. " bu makama etek öpe öpe çıktı
soysuz herif. "

eti ne butu ne ?: 1. imkânları, parası az. 2. çelimsiz, zayıf, ufak. " ona
baskı yapma, zavallının eti ne butu ne ?"
eti senin kemiği benim: çocuk velilerinin öğretmene ya da ustaya çocuğun
eğitiminde kendine tam yetki verdiğini anlatmak için söylenir.

et kafalı: akılsız, anlayışı az, kavrayışı kıt olan.

etliye sütlüye karışmamak: kendini alâkadar etmeyen meselelerden, toplumu


derinden etkileyen olaylardan uzak durmak, kaçınmak ve hiçbiriyle ilgilenmemek. " kendine
sahip çık, sakın etliye sütlüye karışayım deme oğlum. "

etrafında dört dönmek: istediğini elde etmek amacıyla bir kimsenin, bir şeyin
yanından ayrılmamak, ona aşırı ilgi göstermek. " çocuklar nasreddin hoca`nın çevresinde
dört dönmeye başladılar. "

et tırnak olmak: sıkı bir ilişkiye girmek, birbirlerinden kopmamak.

ettiğini bulmak: yaptığı bir kötülüğün cezasını görmek.

ev açmak: ayrı bir eve çıkmak, yerleşmek. " evlendikleri günün ertesinde ev
açmaya karar verdiler. "

evde kalmak: yaşı ilerleyen kızın evlenememesi. " evde kalmak korkusu zavallı
kızı yiyip bitiriyordu. "

evdeki hesap çarşıya uymamak: önceden tasarlanan, düşünülen bir iş umulduğu


gibi gitmemek, başka bir yönde gelişmek. " o kadar uğraştık ama evdeki hesap çarşıya
uymadı, bu paraya istediğimiz gibi bir ev bulamadık. "

evlât acısı gibi içerisine çökmek: kaybettiği bir şey için çok üzülmek. " bahçeye
diktiği güllerinin dipten sökülüp atılması evlât acısı gibi içerisine çökmüştü. "

eyere de gelir semere de: her işe uyar, her işe yarar, ince işler için de
kaba işler için de kullanılabilir.

eyüp sabrı: peygamberlerden hz. eyyub` un başına gelen hastalığa sabredip,


bundan dolayı şikâyet etmemesi; zorluk ve üzüntülere, hastalığa karşı sabretmesinden
hareketle, en ağır ve devamlı üzüntülerden bile yakınmayanın büyük ve uzun sabrını
anlatmak için kullanılır.

eyvallah demek: 1. razı olmak, kabul etmek. 2. ayrılırken " allah`a ısmarladık"
anlamında kullanılır.

eyvallah etmemek: minnet altına girip boyun eğmemek. " aç kaldı, susuz kaldı
ama kimseye eyvallah etmedi. "

ezbere iş görmek: incelemeden, özenmeden, lazım olan bilgiyi almadan, gelişi


güzel iş yapmak. " ben sana ezbere iş görme demedim mi ?"

ezilip büzülmek: güç bir duruma düştüğünü, utandığını, sıkıldığını davranışlarıyla


belli etmek. " hiçbir insanın karşımda ezilip büzülmesine tahammülüm yoktur. "
Faka basmak: tuzağa düşmek, aldatılmak. " beni
nasıl faka bastırdılar anlayamadım bir türlü! "

fareler cirit oynamak: bir yer ıssız olmak, kimseler bulunmamak. " koca köyde
fareler cirit atıyordu. "

farkına varmak: gözüne çarpmak, orada bulunduğunu anlamak, fark etmek. " o
kalabalıkta senin farkına varacaklarını sanmıyorum. "

felce uğramak: 1. bir işin tamamen bozulması, durup ilerleyemez olması. 2.


hastalık sebebiyle organlarının bir kısmı çalışamaz duruma gelmek, kötürüm olmak. " yaptığımız
işin felce uğramasından korkuyorum. "

feleğin çemberinden geçmek: yaşamda çok günler görmüş, acı tatlı olaylar
yaşayıp tecrübe kazanmış, olgunlaşmış. " o ihtiyar mı ? feleğin çemberinden geçmiş
biridir o. "

fellik fellik aramak: telâşla, derhal her köşeye bakarak heyecanla aramak. " bütün
her yeri fellik fellik aradım ama bıçağı bulamadım. "

felsefe yapmak: olayların sebep ve neticeleri üstüne kendince birtakım soyut


düşünceler ileri sürmek.

fena etmek: kötü duruma düşürmek, işini bozmak, zor taktirde bırakmak, dövmek. " biraz
daha konuşursan seni fena edeceğim. "

fener alayı: bayram gecelerinde kalabalık halk topluluklarının, ellerinde


fener veya meşalelerle şehri dolaşarak yaptıkları gösteri.

feragat sahibi: gönlü tok, özveri gösterebilen, fedakârlık yapabilen.

fermanlı deli: deli olduğu herkesçe bilinen, zır deli. " halk bu ülkeyi fermanlı
delilerin eline bırakmayacaktır. "

ferman dinlememek: kural, yasa, söz dinlememek; hiçbir yerden buyruk almamak. " âşığın
gönlü ferman dinlemez oldu. "

fesat kumkuması: tamamiyle kötülük düşünen, insanları birbirine düşürecek


işler yapan, ortalığı karıştıran.

fırıldak çevirmek: düzen kurmak, hileli iş görmek. " yine ne fırıldak çeviriyorsun
sen ?"

fırsat düşkünü: çıkar sağlamak, kötülük yapmak için fırsat kollayan kimse. " fırsat
düşkünü insanlardan nefret ederim. "

fikir almak: birinin düşüncesinden yararlanmak. " fikir alınacak insanlar konularında
ehil kişiler olmalı. "

fikir vermek: 1. bir konuda düşüncesini bildirmek. 2. bir konuda yol gösterici
bilgi edinmek. " nasıl yapmalıyım ? bana bir miktar fikir versenize. "
fikir yürütmek: bir husus üstünde kendi düşüncesini söylemek, tahminlerde
bulunmak. " bu konuda fikir yürütmek işime gelmiyor. "

fincancı katırlarını ürkütmek: zararı dokunacak bir kimsenin hoşuna gitmeyen


bir davranışta bulunmak. " kaymakamla konuşurken dikkatli ol, fincancı katırlarını
ürkütme sakın! "

fink atmak: hiçbir şeye aldırmadan gönlünce gezip eğlenmek, şurada burada
oynayıp zıplamak.

fiskos etmek: birilerinin bulunduğu bir yerde birkaç kişi gizlice ve alçak
sesle konuşmak. " utanmıyor musunuz bu kadar kişi içerisinde fiskos etmeye ?"

fitil olmak: 1. çok içip sarhoş olmak. 2. aşırı ölçüde kızmak. " fitil oluyorum
şu adamın hareketlerine! "

fitne sokmak: insanları birbirine düşürecek, aralarını bozacak davranışta


bulunmak, sözler sarf etmek.

fiyat biçmek: bir şeyin değerini belirlemek, para karşılığını tespit etmek. " bu
malın ücretini biçmek o kadar kolay değil. "

fiyatı dondurmak: fiyatın yükselmesini önlemek, fiyatların olduğu gibi kalmasını


sağlamak. " belediye et ücretlerini dondurmaya yanaşmıyor. "

fiyat kırmak: ücreti birilerinin verdiğinden az vermek, ücreti düşürmek. " müteahhitlerden
ikisi anlaşarak ihalede fiyat kırma yoluna gittiler. "

fol yok yumurta yok: ortada (bir husus ile ilgili) hiçbir belirti olmadığı
hâlde varmış gibi bir kuşkuya düşmek. " henüz ortada fol yok yumurta yok, sen adama
para ödemeye kalkışıyorsun. "

fora etmek: açmak, çözmek. " bütün yelkenleri fora ettik. "

formül bulmak: bir çözüm, işi çözümleyecek çıkar yol bulmak. " sabahtan beri
bir formül bulmaya çalışıyorum, sense yatıyorsun! "

forsu kalmamak: sözü geçmez olmak; bir konuda saygınlığı, gücü kalmamak. " adamları
arasında da forsu kalmayacak onun. "

foyası meydana çıkmak: yalanı, dolanı, hilesi, kötü meziyeti, hatası ortaya
çıkmak. " yakında onun da diğerleri gibi foyası meydana çıkacak. "

fukara babası: yoksulları koruyup gözeten, onlara yardım elini uzatan, elden
geldiğince yardım etmeyi seven kimse.

funda demir etmek: demir atma komutu vermek. " körfeze iyice girince kaptan
funda demir edin dedi. "
fütur getirmemek: bezginlik getirmemek, umutsuzluğa düşmemek. " sakın fütur
getirme, göreceksin başaracağız. "

Gafil avlanmak:
hiç beklenmedik bir sırada yakalanmak, habersiz ve hazırlıksız olduğu sırada zor
duruma düşürülmek. " ben gafil avlanacak bir insan değildim ama oldu bir kere. "

gaflet basmak: uykusu gelmek. " siz konuşurken beni bir gaflet bastı ki hiç
sorma, sizin konuştuklarınızı anladım diyemem. "

gam yememek: kaygılanmamak, tasa etmemek, üzülmemek. " seni bir kez daha gördüm
ya, bundan böyle gam yemem. "

gani gönüllü: cömert, eli bol, vermekten kaçınmayan. " gani gönüllü insanlara
artık günümüzde pek rastlanmıyor. "

gâvur etmek: boşuna harcamak, işe yaramaz duruma getirmek, yerinde harcamamak. " onca
parayı bu eve verip gâvur etti. "

gâvur inadı: yok edilemeyen, önüne geçilemeyen, yumuşatılamayan inat. " adamın
yine gâvur inadı tuttu, gelmem deyip duruyor. "

gazel okumak: 1. gazel söylemek. 2. kandırmak ve oyalamak için boş sözler


söylemek. " boşuna gazel okuma, kandıramazsın beni! "

gece kuşu: geceleri gezip dolaşan, bunu huy edinen kimse. " bizim oğlan iyice
gece kuşu oldu. "

geceyi gündüze katmak: ara vermeden, sürekli çalışmak; büyük çaba göstermek. " geceyi
gündüze katıp çalıştık ve bu evi yaptık. "

geçer akçe: herkesçe aranılan, beğenilen, değerli (şey). " elimizdeki tek geçer
akçemiz şu arabadır. "

geçimini sağlamak: yaşamak için lazım olanı elde etmek. " geçimini sağlamak
için derhal her yola başvurdu. "

geçmişini karıştırmak: birinin ölmüşlerini yermek veya onlara sövmek.

geçti bor`un pazarı (sür eşeğini niğde`ye): " iş işten geçti bundan böyle, fırsatı kaçırdın"
anlamında kullanılır.

gel gelelim: " fakat, ama, ancak" ve " ne çare ki.. " anlamlarında kullanılır. " gel
gelelim onlara, daha teklifimizi kabul etmediler. "

gelip çatmak: zamanı gelmek, kaçınılmaz olmak, çok yakında olmak. " ödeme gününün
gelip çatacağını hiç düşünmedin mi ?"

gel keyfim gel: bir durumdan duyulan memnunluk, işlerin yolunda gitmesi anlatılır.

gel vakit git zaman: aradan epeyce bir vakit geçtikten sonra. " gel vakit git
zaman bu ikisi beraberce yaptılar bu evi. "
gemi azıya almak: 1. söz dinlemez olmak. 2. at, gemi azıları arasına alıp
etkisiz bırakarak süvarisinin yönetiminden çıkmak ve kendi istediğince koşmak.

geniş gönüllü: heyecan ve telâş göstermeyen, merak etmeyen, olayları güzel


karşılayan. " geniş gönüllü olmak benim için o kadar kolay değil. "

geri basmak: geri geri gitmek. " heyecanlanınca geri basmaya başladı. "

geri çekilmek: 1. kaçmak, bulunduğu yerden arka arkaya doğru gitmek. 2. karıştığı
bir işi sürdürmekten ya da sürdürenler arasında bulunmaktan vazgeçmek. " düşmanın
çokluğu karşısında geri çekilmekten başka çaremiz kalmamıştı. "

geri çevirmek: 1. iade etmek, geldiği yere göndermek, kabul etmemek. " ona
aldığım hediyeyi rüşvettir diye geri çevirdi. "

geri durmamak: bir işe girmekten kaçınmamak, o işe girişmek. " ona bu işi yapmaktan
geri durmamasını söyle, sonunda başaracaktır. "

geri hizmet: 1. ordunun çeşitli ihtiyaçları hakkında işlerin tamamı. 2.


etkinliği ikinci dereceden sayılan, kolay görev. " senin bu savaşta, geri hizmette
bulunacağını söylediler bana. "

geri kafalı: yenilikleri kabul etmeyen, bağnaz, kafası hurafelerle dolu.

gıcık tutmak: bir müddet boğaz gıcıklanmasına yakalanmak, konuşamamak. " gıcık
tuttuğu için konuşmasını yarıda kesmek zorunda kaldı. "

gıcık vermek: 1. birini kızdırıp sinirlendirmek. 2. boğazı yakıp kaşındırarak


öksürmeye yol açmak. " gıcık veren bu tatlıyı yiyemiyorum. "

gık dememek: hiç sesini çıkarmamak, yakınmamak, karşı çıkmamak. " bütün hepsi
üzerine yürüdü ama o gık demedi. "

gına gelmek: usanmak, bıkmak. " bu işten gına geldi bundan böyle. "

gırla gitmek: 1. bol bol ortaya dökülüp harcanmak. 2. uzun sürmek.

gırtlağına kadar borca girmek: pek çok, ödenmesi zor olacak biçimde borçlanmak. " nasıl
gülerim, gırtlağıma kadar borca girdim. "

gırtlak gırtlağa gelmek: kıyasıya dövüşmek ya da dövecek hâle gelmek. " komşumla
gırtlak gırtlağa gelecektik az kalsın. "

gidiş o gidiş: " gitti ve kendisinden bir daha haber alınamadı" anlamında
kullanılır.

göbeği çatlamak: pekçok zorlukları yenmek için çok uğraşmak, pek çok çaba
sarf etmek. " onu razı edeceğim diye göbeğim çatladı. "

göbek adı: yeni doğan çocuğun göbeği kesilirken konulan ad. " senin göbek adın
nedir ?"

göğsü kabarmak: iftihar etmek, övünç duymak. " senin başarılarınla göğsüm kabarıyor
oğlum. "

göğüs geçirmek: üzüntülü bir biçimde soluk almak, içini çekmek. " eski hatıraları
gözünde canlanınca derin derin göğüs geçirdi. "

göğüs germek: bir zorluğa dayanmak, karşı koymak. " bu güne pekçok zorluklara
göğüs gererek geldik. "

göklere çıkarmak: aşırı ölçüde övmek. " adamı bu basit iş için göklere çıkartıp
şımarttıkça şımarttılar. "

gökten zembille mi indi ?: " ona niçin ayrıcalık gösteriliyor ?", " onun ne özelliği
var ki ona özel imkânlar tanınıyor ?" anlamında kullanılır.

gölge düşürmek: bir şeyin önemini ve değerini azaltacak, ününü düşürecek


işler yapmak.

gölge etmek: 1. ışığa engel olmak. 2. bir işin yapılmasına engel olmaya çalışmak. " gölge
etme de şu işi vaktinde yapayım. "

gölgesinden korkmak: çok korkak olmak, en basit işlere bile girmekten korkar
olmak. " gölgesinden korkan adamlarla hiçbir işe girilmez. "

gönlü bol: yeterli imkânlardan mahrum olmasına karşın eli açık davranan,
cömert.

gönlü kalmak: 1. gücenmek. 2. istediği hâlde elde edemediği şey üstünde


isteği devam etmek. " gönlüm o vitrindeki elbisede kaldı. "

gönlü kara: başkaları ile ilgili kötü düşünen, onların iyiliğini istemeyen.

gönülden geçirmek: bir şeyi yapmayı düşünmek, olmasını istemek, o şeyi düşünür
olmak. " ben de o işi yapmayı gönlümden geçirmiştim. "

gönlünden kopmak: birine iyilik yapma ya da bir şeyi verme isteği, içerisinde
aniden doğuvermek. " gönlünden kopanı vermek kadar hoş bir şey olamaz. "

gönlüne göre: isteğine ideal olarak, dilediğine göre. " allah gönlüne göre
verir inşallah. "

gönlü tok: fazla para ve mal istemeyen, zorunlu gereksinimi kadarı ile yetinen,
imkânları az da olsa bunu hissettirmeyen, bu taktirde dahi cömert olan. " onun kadar
gönlü tok bir adam görmedim. "

gönül almak: 1. sevindirmek, hoşnut ettirmek. 2. kırılan, gücenen bir kimseyi


güzel söz ve davranışlarla tekrardan hoşnut etmek. " daha fazla uzatmadan o çocukların
gönlünü almalısın. "
gönülden çıkarmak: anmaz ve sevmez olmak. " onu gönlünden çıkarmışsın anlaşılan. "

gönül eri: açık yürekli, güvenilir, hoşgörüsü geniş, ehli dil (kimse). " o
ihtiyar adam tam bir gönül eriydi. "

gönül kırmak (yıkmak): birini çok üzecek, gücendirecek davranışta bulunmak. " gönül
kırmakta üzerine yoktur onun. "

gönüllü gönülsüz: pek de istekli olmayarak.

gönül okşamak: birini güzel bir davranış ve sözle sevindirmek. " gönlünü okşamak
mı istiyorsun, bir gül uzat ona. "

gönül yapmak: hoşa giden davranışlarla veya sözle birinin kırgınlığını gidermek.

görüş açısı: bir soruna yaklaşma, onu ele alma şekli. " dar bir görüş açısı
ile problemler çözümlenemez. "

gövde gösterisi: belli bir amaç için güçlerini birleştiren kalabalıkların


yaptıkları gösteri. ". .. partisi büyük bir gövde gösterisi yaptı. "

göz açamamak: işlerinin yoğun oluşu sebebiyle başka bir şeyle ilgilenme imkânı
bulamamak. " şu büronun işleri yüzünden göz açamıyorum. "

göz açıp kapayıncaya kadar: çok çabuk, kısa bir zamanda. " o işi göz açıp kapayıncaya
kadar yaparız. "

göz açtırmamak: basınç altında bulundurarak başka bir şeyle uğraşmasına fırsat
vermemek. " çalışan işçilere hiç göz açtırmadı. "

göz alıcı: alımlı; biçimi, rengi ve güzelliği ile dikkat alımlı. " oldukça göz
alıcı bir elbise. "

göz atmak: kısaca, dikkatli değil de şu şekilde bir bakıvermek; üstünde fazla
durmadan elden geçirmek. " kütüphaneye şu şekilde bir göz atıp gitti. "

göz boyamak: gösterişle aldatmak, bir şeyi iyi gibi göstermek, kandırmak,
yanıltmak.

göz bebeği: pek değerli, sevgili, çok önem verilen (kimse). " babam benim göz
bebeğimdir. "

gözdağı vermek: korkutmak, tehdit etmek, istediğini yaptırmak için yıldırmak. " ona
öyle bir gözdağı verin ki bir daha buralara ayak basmasın! "

gözden çıkarmak: bir malın elinden çıkmasına katlanmak, bir şeyden vazgeçmek
ve yokluğuna razı olmak. " evi ister istemez gözden çıkardılar. "

gözden düşmek: kendisine daha önce duyulan sevgi ve ilgiyi kaybetmek. " eskisi
gibi top oynayamayan ali bir senede gözden düştü. "
gözden geçirmek: 1. okumak. 2. durumu incelemek. 3. meziyetini anlamak için
bir şeyin her yanına bakmak. " yapılan işleri gözden geçirdiniz mi ?"

gözden kaybolmak: ortadan çekilmek, görünmez olmak. " adam bir miktar önce buradaydı
ama gözden kayboldu. "

gözden ırak olan gönülden de ırak olur: " ayrı düşenlerin arasındaki sevgi
de vakit geçtikçe azalır" anlamında kullanılır.

gözden kaçmak: farkına varılmamak, ortadan çekilmek, görülmemek. " nasıl oldu
da gözden kaçırdık onu. "

gözde tütmek: çok özlemek, hasret çekmek. " yıllardan beri gözümde tüten köyüme
yarın kavuşuyorum! "

göz dikmek: bir şeyi ele geçirmek isteğinde olmak. " komşusunun tarlasına göz
dikti. "

göz doldurmak: hâli, tavrı ve görünüşü ile beklenenden çok etkilemek. " vitrine
konan elbiseler göz dolduruyor. "

göze almak: bir iş nedeniyle karşılaşabileceği her türlü zararı ve tehlikeyi


önceden kabullenmek. " vatan için kim ölümü göze almaz ki ?"

göze batmak: 1. başkalarını aşırı söz ve davranışlarıyla tedirgin etmek.


2. kıskançlığa, çekememezliğe yol açmak. " her davranışınla gözüme batıyorsun. kendine
bir çeki düzen ver. "

göze çarpmak: görünüşü ile dikkati üstüne çekmek. " o uzun boyuyla derhal göze
çarpıyordu. "

göze girmek: kabiliyetleri ve davranışları ile etrafında, bulunduğu yerde


sevgi ve güven kazanmak. " kısa zamanda göze girmeyi başardı. "

göze göz, dişe diş: misilleme; aynı şekilde kötülük yapıp öç alma, kötülüğü
yapandan acısını çıkarma. " düşmanla bundan böyle göze göz, dişe diş mücadele edilecektir. "

göz gezdirmek: 1. derinlemesine incelemeden okumak. 2. bir şeyi, bir yeri


pek fazla dikkat etmeden hızlıca incelemek. " raftaki mallara şu şekilde bir göz gezdirip
çıkalım. "

göz göre göre: apaçık biçimde, herkesin gözü önünde. " göz göre göre yaktılar
zavallının evini. "

göz gözü görmemek: dumandan, karanlıktan ya da yoğun tozdan hiçbir şey görülmez
olmak. " sokağa çıkmıştık, ancak sisten göz gözü görmüyordu. "

göz hakkı: görülüp de imrenilen yiyeceklerden görenlere çıkarılan pay, imrenmelerini


yok edecek ufak parça. " çocukların göz hakkını ayırmayı da sakın unutmayın. "

göz hapsine almak: gözetlemek, bir şeyin üstünden bakışlarını ayırmamak,


birinin hiçbir davranışını gözden kaçırmamak. " askerler, kaçak mahkûmun sığındığı
evi bir saat kadar göz hapsine aldılar. "

göz kamaştırmak: 1. hayran bırakmak. 2. kuvvetli, parlak bir ışığın kısa bir
zaman için görüşü bulandırması, bakılan yeri görmez etmesi. " kapıdan çıkar çıkmaz
göz kamaştıran bir ışığın etkisine girip donakaldılar. "

göz kararı: gözle oranlanarak belirtilen miktar, gözle yapılan ölçme ya da


oranlama. " kumaşı göz kararı ölçüp verdi. "

göz kesilmek: tüm dikkatiyle bakmak. " yoldan geçen adama göz kesildi. "

göz kırpmadan: 1. hiç duraksayıp çekinmeden. 2. acımadan, merhamet etmeden. " çocukları
göz kırpmadan kurşuna dizdiler. "

göz kırpmak: karşısındakine göz kapağını açıp kapatarak işaret vermek, bu


şekilde meramını anlatmaya çalışmak; bir şeyi onayladığını ya da doğru olmadığını
gözünü açıp kapayarak belirtmek. " kalabalık içerisinde birbirlerine göz kırparak gülümsediler. "

göz kırpmamak: 1. hiç uyumamak. 2. tehlikeye aldırmamak. " bu gece hiç göz kırpmadım,
hep seni düşündüm. "

göz kulak olmak: 1. korumak, bakmak, gözetmek. 2. görme ve işitme yoluyla


öğrenmeye çalışmak. " yolda ona göz kulak ol da başına bir şey gelmesin. "

gözleri bulutlanmak: gözleri yaşararak çevreyi bulanık görmek.

gözleri dolmak: ağlayacak gibi olmak, göz pınarlarına yaş yürümek. " hiç beklemediği
bir anda beni karşısında görünce gözleri dolu dolu oldu. "

gözleri fal taşı gibi açılmak: hayret, şaşkınlık ve öfke gibi sebeplerle
gözleri iri iri açılmış olmak.

gözleri fıldır fıldır etmek: gözleri zekice, çabuk çabuk dönerek her tarafa
bakmak.

gözleri kan çanağına dönmek: uykusuzluk, ağlama, kızgınlık ya da bir şeyin


kaçması sebebiyle gözlerin çok kızarmış olması.

gözleri kapanmak: 1. çok uykusu gelmiş olmak. 2. ölmek. " yemeği yer yemez
gözleri kapandı, horlamaya başladı. "

gözlerine inanmamak: hiç beklemediği bir anda bir şeyi görüp çok şaşırmak,
bu sebeple gördüğünün gerçek olduğuna inanmamak. " gözlerime inanamıyorum, sen misin
ahmet ?"

gözlerini (gözünü) kan bürümek: çok öfkeli, kinli olmak; her kötülüğü yapacak
hâle gelmek. " bir adamın gözlerini kan bürümesin, ondan her türlü belâ beklenebilir. "

gözlerinin içi gülmek: çok sevindiğini gözlerinden ve yüzünden belli etmek. " sınıfını
geçtiğini öğrenen halim`in gözlerinin içi gülüyordu. "
gözleri yaşarmak: üzücü ve duygulandırıcı bir durum karşısında gözlerinden
yaş gelmek. " gurbetteki oğlundan gelen mektup eline tutuşturulunca gözleri yaşardı. "

gözleri yollarda kalmak: özlemle beklemek.

göz nuru dökmek: göz emeği harcamak; gözün dikkatini, elin emeğini gerektiren
ince bir iş yapmak ve işte uzun müddet çalışmak. " onca göz nuru döktüğü el işleri ürünleri
çok ucuza satılınca kahroldu. "

göz önünde tutmak (bulundurmak): dikkate almak. gelişi hoş bir durumun nasıl
bir sonuca yol açacağını hesaba katmak. " yola çıkıyorsunuz ama yağmuru da göz önünde
tutun. "

göz ucuyla bakmak: belli etmemeye çalışarak, başını çevirmeden göz kenarı
ile yandan bakmak. " yabancı askerlere göz ucuyla bakmaya başladı. "

gözü aç: aç gözlü, doymak bilmeyen, gerektiğinden fazlasını isteyen. " gözü
aç insanlar topluma huzur vermezler. "

gözü açık: uyanık, kurnaz, çıkarlarını iyi kollayan, becerikli, zeki. " senin
çocuk gözü açık birisi olacak galiba. "

gözü açık gitmek: çok istediği şeylere kavuşamadan ölmek. " halam `gurbete
giden oğluma kavuşamadan ölürsem gözüm açık gider` dedi. "

gözü açılmak: yararlıyı yararsızı, iyiyi kötüyü ayırt edebilir duruma gelmek. " yaşı
büyüdükçe gözü de açılmaya başladı. "

gözü arkada kalmak: kendisi ayrıldıktan sonra, bıraktığı şey veya kimse ile
ilgili tedirginliği sürmek, merak etmek. " köyden ayrılıyordu ama gözü de arkada kalmıştı. "

gözü bağlı: 1. sorup soruşturmadan, anlayıp anlamadan. 2. gafil, etrafında


olup bitenlerin farkında olmayan. " hiçbir vakit gözü bağlı biri olmanı istemem senin. "

gözü dalmak: gözlerini bir noktaya dikerek dalgın dalgın bakmak. " zavallı
ihtiyar bir noktaya gözü dalmış öylece duruyordu. "

gözü doymak: çok istenen bir şeye kavuşup, bundan böyle istemez duruma gelmek. " sanırım
şimdi gözün doymuştur, daha istemezsin bundan böyle. "

gözü gibi sakınmak (esirgemek): bir şeye aşırı derecede ilgi duymak, onu
koruyup gözetmek, dikkatle muhafaza etmek. " çocuğunu gözü gibi sakınıyordu kadıncağız. "

gözü hiçbir şey görmemek: heyecana, öfkeye ya da önem verdiği bir işe kapılıp
başka hiçbir şeyle uğraşamaz duruma gelmek. " kendinden öylesine geçmişti ki gözü
hiçbir şeyi görmez olmuştu. "

gözü ısırmak: bir kimseyi sanki tanır gibi olmak.

gözü ilişmek: istemeden, birdenbire, rastgele görmek.


gözü kesmek: bir işi yapabilme konusunda başkalarına ve kendisine güvenmek. " onca
işi yapmaya gözün kesiyor mu ?"

gözü kara (veya pek): cesur, atak, korkusuz, tehlikeli işlere tereddüt etmeden
girebilen. " o gözü kara bir insandı. "

gözü korkmak: daha önce başından geçen kötü bir denemeden sonra, birinden
veya bir şeyden zarar gelebileceği endişesine kapılmak ve o işi yapmaktan çekinmek.

gözünde büyümek: olduğundan fazla büyük ya da güç görünmek. " onca yolu nasıl
yürüyeceğim, gittikçe gözümde büyüyor. "

gözünde büyütmek: bir şeyi, olayı, kimseyi veya işi abartmak.

gözlerinden uyku akmak: çok uykusu geldiği için göz kapakları kapanır gibi
olmak. " çocukcağızın gözlerinden uyku akıyor, şunu yatağına yatırın. "

gözüne bakmak: 1. verilen emri yapmak üzere işaret beklemek, sinyali verecek
kimseyi gözlemek. 2. gerektiğinden fazla dikkat göstermek, koruyup gözetmek. " üç
kuruş para verecek diye adamın gözünün içerisine bakıyor, ne derse yapıyoruz, daha ne
istiyor bizden. "

gözüne klasöre dursun: nankörlük eden kimseye karşı söylenen ilenme sözü.
" allah, bu nankörlüğünün cezasını versin. " anlamında kullanılır.

gözüne girmek: birinin sevgi ve ilgisini kazanmak.

gözüne sokmak: 1. görmek istemediği bir şeyi zorla göstermek. 2. bir çaba
sonucu, bir kimseyi büyüğünün beğenmesini sağlamak. " kalemi gözüne sokarcasına uzattı. "

gözüne uyku girmemek: uykusuz kalmak, hiç uyumamak. " gözüme uyku girmedi bu
gece. "

gözünü açmak: 1. uyanık, dikkatli olmak. 2. birisine bilgiler vererek görüşünü


genişletmek. " gözünü aç, işini kimseye kaptırma. "

gözünü ayırmamak: bir şeye sürekli bakmaktan kendini alamamak. " devamlı yola
bakıyor, gözünü ayıramıyordu. "

gözünü çıkarmak: zarara uğratmak, bir işi kötü şekilde yapmak, iyi yerine
kötüyü tercih etmek. " öyle bir taş attı ki az kalsın kuzunun gözünü çıkaracaktı. "

gözünü daldan budaktan esirgememek (veya sakınmamak): tehlikeli işlere girişmekten


çekinmemek. " sen ki gençliğinde gözünü daldan budaktan sakınmazdın, ne oldu sana
böyle ?"

gözünü dört açmak: bir hileye düşmemek, aldanmamak için çok dikkatli olmak. " gözünü
dört aç da kuru odun yerine yaş odun koymasınlar. "

gözünü kan bürümek: birisini öldürecek kadar öfkelenmek. " katillerin gözünü
kan bürümüştü, önlerine çıkanı öldürüyorlardı. "

gözünü kapamak: 1. görmezlikten gelmek, yapışına ses çıkarmamak. 2. ölmek. " dedem
gözünü kapayınca o koca aile birdenbire dağılıvermiş. "

gözünü korkutmak: yıldırmak, karşı duramaz hâle getirmek. " ilk işi, adamlarıyla
kasaba halkının gözünü korkutmak oldu. "

gözünün önünden gitmemek: unutamamak, her an görür gibi olmak. " gözümün önünden
gitmiyor onun hayâli. "

gözünün yaşına bakmamak: hiç acımamak, merhamet etmemek. " gözünün yaşına bakmadan
hapse attılar adamı. "

gözü pek (kara): korkusuz, atılgan, cesur, tehlikelere aldırmayan. " gözü pek
insanlardan korkulmaz, çünkü onlar kartlarını açık oynarlar. "

gözü sulu: en ufak sevinç ya da üzüntü karşısında derhal ağlayıveren, gözyaşlarını


tutamayan. " senin kız da amma gözü sulu biriymiş. "

gözü tok: elinde imkânlar olsun olmasın, mal-mülk veya paraya düşkün olmayan,
cömert. " o mu ? gözü tok bir insandır, inanın. "

gözü tutmak: güvenmek, hoşlanmak. " o adamı gözüm tuttu benim. "

gözü üstünde olmak: bir şeye, bir kimseye sıkça bakarak ne taktirde olduğunu
kontrol etmek, bu nedenle kötü bir sonuca meydan vermemeye çalışmak. " gözünüz üstünde
olsun, sürekli izleyin onu. "

gözü yılmak: daha önce denediği için o durumla karşılaşmaktan korkmak, o


işe girişmekten çekinmek. " sebzecilik işinden gözüm yıldı, bir daha bu işe girişeceğimi
sanmıyorum. "

gözü yükseklerde olmak: hâlen bulunduğu durumdan daha yüksek bir duruma ya
da mevkiye çıkmak istemek, böyle bir hedefi gütmek. " bundan böyle ufak şeylerle yetinme,
gözün yükseklerde olsun daima. "

göz yummak: kabahatlerini, kusurlarını güzel karşılamak, görmezlikten gelmek,


bağışlamak. " sana bu yaşa gelinceye kadar göz yumdum, ama bundan böyle yeter. "

göz yummamak: 1. güzel görmemek, bağışlamamak. 2. hiç uyumamak. " sabaha kadar
gözlerimi yummadım. "

gururunu okşamak: bir kimseyi yüzüne karşı överek, becerilerini söyleyerek duygulandırmak.

gücüne gitmek: bir söz, bir davranış bir kimsenin onuruna dokunmak, o kimseye
ağır gelmek. " doğrusu onun bu sözleri gücüme gitti, çünkü hak etmedim o sözleri. "

güllük gülistanlık: problemleri bulunmayan; neşe, bolluk ve huzur içerisinde olan


yer. " ne zaman güllük gülistanlık içerisinde olacağız acaba ?"
gülmekten kırılmak: aşırı ölçüde gülmek, çok gülmekten halsiz düşmek. " ne
matrak adamdı, hareketlerine gülmekten kırıldık hepimiz. "

gülüp geçmek: bir durumu umursamamak, aldırış etmemek, gülünç bulup üstünde
durmamak. " gülüp geçilecek bir iş sanmayın sakın, ciddi durun üstünde. "

günaha girmek: dini bakımdan suç sayılacak bir iş yapmak ya da söz söylemek. " sebepsiz
yere adam öldürmek, günaha girmek demektir. "

günaha sokmak: günah işlemesine yol açmak, dinin buyrukları dışına çıkmasına
zemin hazırlamak. " kes sesini de bizi günaha sokma. "

günahını vermez: " çok cimri, eli sıkı, hasis" kimselerin durumunu anlatmak
için kullanılır.

günah işlemek: dince suç sayılan bir iş yapmak. " yetimlerin malını yiyerek
günah işleyenlerden kesinlikle hesap sorulacaktır. "

gün almak: 1. bir iş yapmak için ilgili kişiden gün ayırmasını; belirli bir
tarih tespit etmesini istemek, randevu almak. 2. yaşını bitirip daha sonraki yılın
bir ya da birkaç gününü almak. " doktordan gün almayı unutmamışsındır umarım. "

gün batmak: güneş batmak. " gün batmadan yola çıkmalıyız. "

güneş almak: bir yere güneş ışığı ulaşmak. " evin bir odası güneş almıyor. "

gün görmek: bolluk, mutluluk, esenlik içerisinde huzurlu günler geçirmek. " kaygılanma
evlâdım, daha çok günler göreceksin inşallah. "

gün görmüş: başından nice işler geçmiş, tecrübeli, görüp geçirmiş, çok yaşamış. " gün
görmüş insanlarla konuşmaktan zevk alırım. "

gün ışığına çıkmak: aydınlanmak, açıklığa kavuşmak, anlaşılır olmak. " işlediği
tüm suçlar yakında gün ışığına çıkacaktır. "

günleri sayılı olmak: 1. içerisinde olunan günlerde ölecek olmak. 2. bulunduğu


yerde kalmak için birkaç günü kalmak. " doktorlara bakılırsa anneannemin günleri sayılıymış. "

günü birliğine: sabah gidip akşam dönmek üzere. " size günü birliğine konuk
olmak istiyoruz. "

günün adamı: 1. vaktin gereğine göre tutum ve yön değiştiren, çıkarını gözeten
kimse. 2. kendisinden o günlerde çok söz edilen.

gününü doldurmak: bir işin gerçekleşmesi için geçmesi gereken vakti tamamlamak. " gününü
doldurur doldurmaz senetleri avukata verin. "

gününü gün etmek: eline geçen imkânları değerlendirmek, hiçbir şeyi dert
edinmeyip güzelce zaman geçirmek. " gününü gün eden yöneticilerden kurtulacağımız günler
yakındır. "
gürültüye (patırtıya) pabuç bırakmamak: korkutmalara, tehditlere aldırış
etmeyip dilediği gibi davranmak. " öyle her gürültüye pabuç bırakacak bir adam mı
sanıyorlar beni ?"

güven beslemek: bir kimseye, bir şeye güven duymak, inanmak, itimat etmek. " o
adama güven beslediğiniz için pişman olmayacaksınız. "

güvendiği dağlara kar yağmak: güvendiği kimselerden yardım alamamak, güvendiği


bir şeyin işe yaramadığı anlaşılmak. " çok umutlusun, inşallah güvendiğin dağlara
kar yağmaz. "

güven kazanmak: söz, davranış ve yaptığı işlerle çevresindekileri kendisine


inandırmak. " insan, önce güven kazanmalıdır. "

güven vermek: kendisinin güvenilir bir kişi olduğu, kendisine itimat edilebileceği
duygusunu uyandırmak. " oldukça güven veren birisin. "

Ha hoca ali, ha ali hoca: değişik gibi gösterilen iki şeyin, gerçekte hiçbir değişikliği
yoktur, " ikisi de birdir" anlamında kullanılır.

ha babam (ha): 1. sürekli olarak, hiç durmadan. 2. karşısındakinin çabasını,


gayretini artırmak için kullanılır. " ha babam ha, az kaldı, bitireceğiz işi. "

habbeyi kubbe yapmak: önemsiz, ufak bir şeyi büyütüp mesele çıkarmak. " söyle
ona, habbeyi kubbe yapıp durmasın, ne olmuş çocuk bir miktar geç kalmış da! "

haber uçurmak: hızlıca, gizlice haber göndermek. " hemen haber uçurun köye,
kaymakam bu gece misafir olacakmış! "

ha bire: durmadan, arka arkaya, devamlı olarak, ara vermeden. " tarlada bir
adam ha bire çalışıyordu. "

hacet kalmamak: gereği olmamak, lüzumu kalmamak. " seni çağırmaya hacet kalmadı. "

hacı ağa: bilhassa büyük kentlerde luzumsuz yere çok para harcayan, taşralı
bilgisiz zengin. " ne bu israf! hacı ağa mısın sen ?"

haddine mi düşmüş! : " onun bunu yapmaya yetkisi yoktur; böyle bir işe nasıl,
hangi yetenekle girişir ? bu işi yapması imkânsızdır" anlamında kullanılır. " haddine
mi düşmüş ki ona söz söyleyebilsin. "

haddini bildirmek: yetkisi dışındaki işlere karıştığı için sert bir karşılık
vererek onu cezalandırmak, yola getirmek, uslandırmak, yetki sınırını bildirmek. " haddini
bildirin şu serseme de bir daha onun bunun malına el uzatmasın. "

haddini bilmek: kendi değer ve kabiliyetini öğrenmiş olmak, üstün görmemek, kendi yapabileceği
şeylerin ötesine geçmemek. " merak etme sen, o haddini bilen bir çocuktur. "

haddi zatında: esasında. " haddi zatında sen ona hakkını vermemiştin ki! "

hafife almak: küçümsemek, önem vermemek," beni hafife alıyorlar ama yanılıyorlar. "
hak getire: " yoktur, bulunmaz, allah vermemiştir" anlamında kullanılır. " öyle
bir diyardayız ki su ve yiyecek hak getire. "

hak kazanmak: davasında haklı olduğu meydan çıkmak, emeğinin karşılığını


alabilecek duruma gelmek. " emekliliğe yedi yıl sonra hak kazanacağım. "

hakkı geçmek: 1. birisinin payından bir başkası almış olmak. 2. bir şeyde
veya bir kimsede emeği bulunmak. " komşumun çok hakkı geçmiştir bana, onunla kesinlikle
helâlleşmeliyim. "

hakkından gelmek: 1. güç bir işi başarı ile sonuçlandırmak. 2. öç almak,


yenmek veya cezasını vermek. " siz onu bana bırakın, hakkından gelmesini bilirim. "

hakkını helâl etmek: geçen hakkını, emeğini bağışlamak. " annem inşallah hakkını
helâl eder bana. "

hakkını vermek: 1. bir şeyin lâyıkıyla yapılması için ne gerekiyorsa ondan


kaçınmamak. 2. birinin çalışmasını gereğince değerlendirmek, hakkı olan şeyi vermek. " çalıştırdığın
kişinin hakkını vermek zorundasın. "

hakkını yemek: birinin hakkı olan şeyi vermemek, onu kendisine maletmek. " dürüst
ol, milletin hakkını yeme, yoksa boğazında kalır. "

hakk-ı sükût (sus payı): bir husus üstünde konuşmaması, bildiği şeyi söylememesi
karşılığında bir kimseye sağlanan yarar.

hak yolu: cenab-ı allah`ın insanlara kitapları ve peygamberleri ile bildirdiği,


dünya hayatında tutmaları gereken yol, hayata düzeni, doğru ve haklı yol.

hâlden anlamak: bir kimsenin içerisinde bulunduğu zor durumu kavrayarak, anlayıp
sezerek hoşgörülü olmak, anlayış göstermek. " dedem hâlden anlayan birisidir, bize
iyi davranacağına eminim. "

hâle yola koymak: düzen vermek, tertiplemek, iyi işler bir duruma getirmek. " hele
şu işleri bir hâle yola koyalım, o vakit tatilini de düşünürüz. "

hâli zamanı yerinde: zengin, olabildiğince varlıklı, para durumu iyi. " hasan efendiler
mi ? hâli zamanı yerinde insanlardır onlar. "

halis muhlis: saf, katışıksız, temiz, eksiksiz, içerisinde yabancı madde bulunmayan. " halis
muhlis bir zeytin yağı satarız biz. "

halka verir talkını kendi yutar salkımı: kendi verdiği öğütlere kendisi uymaz.

hallaç pamuğu gibi atmak: bir arada, toplu bulunmakta olan şeyleri ya da kimseleri
dağıtmak, parçalamak; bu yolla sağa sola, her birini bir yana atmak. " sizin takımı
hallaç pamuğu gibi atacağız sahadan. "

halt etmek: yakışıksız davranmak, uygunsuz bir söz söylemek veya kötü bir
şey yapmak. " halt etmişsin, bir de utanmadan anlatıyorsun. "
ham ervah: çiğ adam; yersiz ve yakışıksız sözleri, davranışları olan kaba
kimse.

hangi dağda kurt öldü ?: kendisinden hiç umulmayan, beklenilmeyen bir kimsenin
olumlu davranışı görüldüğünde; " nasıl oldu da böyle hoş bir iş, bir iyilik yaptı ?"
anlamında söylenir.

hangi rüzgâr attı ?: " nasıl oldu da gelebildin ? hiç görünmüyordun, sen de
gelir miydin ?" anlamında, uzun müddet bir yerde görünmeyen kimse için kullanılır.

hangi taşı kaldırsan altından çıkar: 1. derhal her işte parmağı vardır. 2.
her işten anlar, her işe karışır ya da her işten anladığı izlenimi verir.

hanım evlâdı: nazlı büyütülmüş, zora gelmeyen, çıtkırıldım kimse. " amma hanım
evlâdıymışsın, çekil şuradan ben yaparım. "

hapı yutmak: kötü bir duruma düşmek, zarar ve ziyana uğramak. " hapı yuttuk
desene! "

haram olmak: bir şeyden gerektiği gibi yararlanamaz olmak. " senin yüzünü görmek
bana haram oldu. "

haram para: dinî bakımdan yasaklanmış yollardan elde edilen para. " haram parayla
ekmek alınmaz. "

haram yemek: dinî inançlara aykırı olarak kazanç sağlamak, haksız olarak
bir şeye el atmak. " insan ol, haram yemek insana kâr getirmez. "

harfi harfine: tastamam, ideal, tıpatıp, gerçekte olduğu gibi. " söylediklerimi
harfi harfine yerine getirdin mi ?"

har vurup harman savurmak: hesapsızca, düşüncesizce harcamak; malını, parasını


ölçüsüzce, bol bol harcayıp tüketmek.

hasret çekmek: özlem duymak, epeydir ayrı kaldığı yere ya da kimseye kavuşma
isteği içerisinde olmak. " yıllardır yurdumun hasretini çekiyorum. "

hasret gitmek: özlediği, sevdiği bir yere ya da kimseye kavuşamadan ölmek.

hasret kalmak: özlemini duyduğu şeye uzun vakit kavuşamamak. " hasret kaldım
deresine, tepesine... "

hastası olmak: bir şeye çok düşkün olmak. " bizim oğlan köpek hastası, hiç
kapıdan eksik etmiyor. "

haşir neşir olmak: aralarında bulunduğu kimselerle kaynaşmak, bir arada bulunup
uğraşmak; kimi işlerle ilgilenip durmak. " insanlarla haşir neşir olmayı sevdiğim
söylenemez. "

hatır belâsı: sayılan ve sevilen kimse için katlanılan sıkıntı. " inan bu işi
hatır belâsına yapıyorum. "
hatır gönül tanımamak (bilmemek): 1. isterse en sevdiği ve saydığı olsun, gücenmesini
göze alarak doğru bildiğini yapmak. 2. kırıcı davranışlarda bulunmak.

hatırı kalmak: gücenmek, kırılmak. " eğlenceye onu da çağıralım ki hatırı kalmasın. "

hatırından çıkmamak: sevdiği, saygı duyduğu birinin istediği bir şeyi yapmayı
reddedememek, gönlünü kırmaktan çekinmek.

hatırı sayılır: 1. önemli, saygı değer, saygın (kimse). 2. olabildiğince çok. " babam,
hatırı sayılır bir kimsedir. "

hava almak: 1. temiz havalı bir yere çıkarak dolaşmak, dinlenmek, ciğerlere
temiz hava çekmek. 2. eline bir şey geçmemek, umduğunu bulamamak. 3. içerisine hava
girmek. " haydi, kıra çıkıp da bir miktar hava alalım. "

hava basmak: 1. büyüklenmek, kibirlenmek, olduğundan fazla görünmeye çalışmak.


2. bir şeyin içerisine hava doldurmak. " amma da hava basıyorsun, onları korkutacağını
mı sandın. ?"

havada kalmak: 1. yüksek bir yerde durmak. 2. sonuca bağlanamamak. 3. bir


iddia, dayanaksız olduğundan ispat edilememek. " yaptığımız tüm iş havada kaldı. "

havadan sudan konuşmak: öylesine, gelişigüzel, rastgele konuşmak.

hava hoş: şu ya da bu şekilde olması arasında bir fark olmamak.

havanda su dövmek: bir işle boşuna uğraşmak. " senin yaptığına havanda su dövmek
derler,bırak bundan böyle şu işle uğraşmayı. "

hava parası: bir yeri tutmak, kiralamak ya da bir şeyi elde etmek için değeri
dışında açıktan verilen para. " yeri bize verecekler ama bir milyon lira hava parası
istiyorlar. "

havsalası almamak: aklı kabul etmemek. " nasıl yaparsın bana bunu, hâlâ havsalam
almıyor. "

hayal kırıklığı: gerçekleşmesi istenilen veya umulan bir şeyin gerçekleşmemesinden


duyulan üzüntü, düş kırıklığı.

hayal meyal: belli belirsiz, açık seçik belli olmayan, bulanık (bir biçimde
hatırlanan). " o olayı hayal meyal hatırlıyorum. "

hayatını kazanmak: çalışıp elde ettiği para ile geçimini sağlamak. " ben iyi
ya da kötü hayatımı kazanıyorum, sen kendi işine bak. "

hayatını yaşamak: canının istediği gibi yaşamını sürdürmek. " bana karışmaya
hakkınız yok, bırakın beni, bundan böyle hayatımı yaşamak istiyorum. "

hayat memat meselesi: neticesi çok tehlikeli olan, ölüm kokan bir durum. " artık
burada kalamam, iş hayat memat meselesine döndü. "
hayat pahalılığı: yiyecek, içecek ve giyecek gibi geçim için lazım olan
maddelerin pahalı olması. " hayat pahalılığından herkes şikâyetçi olmaya başladı. "

hayırdır inşallah! : 1. anlatılan bir rüyayı iyiye yormak için söylenir. 2.


şaşma, heyecan ve merak uyandıran durumlar karşısında söylenir.

hayır işlemek: dine ve insanlığa ideal, iyi davranışlarda bulunmak. " hayır
işle ki öbür dünyada kurtuluşa eresin. "

hayır kalmamak: işe yarar, beğenilecek bir yanı ve tarafı kalmamak. " bu arabalarda
hayır kalmamış, yenilerini almamız gerekecek. "

hayır sahibi: iyiliksever, yardımsever kimse. " şu yoksullara uzanacak bir


hayır sahibi kalmadı mı acaba ?"

hayra yormak: bir rüya ya da olayı iyi ve yararlı bir durumun sinyali görmek.

hazıra konmak: hiçbir emek sarf etmeden, çaba göstermeden başkasının emeği
ile ortaya çıkmış olan şeyden yararlanmak. " hazıra konarak yaşamayı kural edinmiş
bu adam. "

hazır bulunmak: 1. bir yerde kendisi bulunmak, var olmak. 2. bir yere derhal
gidecek, bir şeyi esnasında yapacak taktirde olmak. " yarınki toplantıda sen de hazır
bulunmalısın. "

hazırdan yemek: yenisini kazanmadan elindekini harcamak. " hemen her gün bir
bahane buluyor, çalışmıyor ve hazırdan yiyiyordu. "

helâl süt emmiş olmak: iyi huylu, doğru yoldan sapmayan, temiz bir kişi. " inanmıyorum
onun yaptığına, o helâl süt emmiş birisidir. "

helâl olsun (helâl ü güzel olsun): 1. bunu sana gönül hoşluğu ile veriyorum,
hiç pişman değilim, allah bunu sana bağışladığıma şahit olsun. 2. " aferin, takdire
değer iş yapıyorsun" anlamında kullanılır.

hele şükür! : allah`a hamdolsun, beklediğimiz netice gerçekleşti.

hem kel hem fodul: " bu kadar kusuruna, bu yeteneksizliğine karşın bir de
övünüyor, üstünlük taslıyor" anlamında kullanılır.

hem nalına hem mıhına (vurmak): birbirine zıt olan iki yanı da desteklemek. " ben
hem nalına hem de mıhına vuran adamlardan korkarım. "

hem suçlu hem güçlü: gerçekte kendisi suçlu olduğu hâlde suç işlememiş gibi
davranan ve karşısındakini suçlamaya çalışan kimse.

hem ziyaret hem ticaret: bir yeri veya kimseyi ziyarete giden kimsenin, bu
görüşmeden yararlanarak başka bir işi de yapması durumunu anlatmak için kullanılır.

her kafadan bir ses (çıkmak ): bir husus üstünde herkesin istediği gibi, rastgele
konuşması ve bu konuşmalardan bir netice alınamaması. " ortalık kızıştı, her kafadan
bir ses çıkmaya başladı, kimin ne dediği anlaşılmaz oldu. "

her telden çalmak: pek çok konuda bilgi sahibi olmak, içerisinde bulunduğu ortamın
şartlarına göre her çeşit iş yapabilir olmak.

hesaba çekmek: bir kişiyi, bir makamı yaptığı işler üstüne açıklama ve savunma
yapmaya çağırmak. " sakın oraya gitme, seni hesaba çekecekler. "

hesaba dökmek: bir husus hakkında işlemlerin hesabını kâğıt üstünde yapmak.

hesaba katmak (almak): bir işi yaparken ya da yürütürken bir başka şeyi de
göz önünde bulundurmak. " hasan`ı da hesaba katalım, az güçlük çıkarmayacaktır bize. "

hesaba (kitaba) gelmez: 1. beklenmedik, umulmadık. 2. sayılmayacak kadar


çok, pek fazla, sayısız.

hesabı kesmek: alış verişi ya da ilgiyi kesmek. " dükkân sahibi, uzun süredir
borcunu ödemeyen müşterisinin hesabını kesti. "

hesabını bilmek: boş yere para harcamamak, tutumlu davranmak. " her ev kadını
hesabını öğrenmiş olmak mecburiyetindedir. "

hesabını görmek: 1. alacağını ödeyip ilişkisini kesmek. 2. cezalandırmak,


vücudunu ortadan kaldırmak ya da öldürmek. " çabuk şu adamın hesabını görün! "

hesap açmak: 1. hesap defterinde, bir kişiye alış veriş için alacağını borcunu
kaydetmek üzere bir yer ayırmak. 2. bankada, gereğinde çekilmek üzere yatırılan
para için işlem yapmak. 3. birine kredi açmak, birine borçlanma imkânı tanımak.

hesap etmek: 1. kazançla gideri karşılaştırıp bir sonuca ulaşmak. 2. düşünmek,


tasarlamak, detayları gözden geçirip olasılıkları değerlendirmek. " hesap etmeden
sakın işe girişmeyin! "

hesap görmek: taraflarca alacakla vereceği karşılaştırıp ödeşmek. " çok uzadı,
hesap görmek için ne zaman bir araya geleceğiz ?"

hesap kitap: düşünüp taşındıktan sonra, hesap sonunda. " hesap kitap, baktım
işler kötüye gidiyor; derhal sizi çağırdım. "

hesapsız kitapsız: 1. sorumsuz, ölçüsüz, tutumsuz. 2. deftere geçirilmeden,


herhangi bir belgeye dayanmadan. " ne hesapsız kitapsız işlerin içerisine girmişiz de
haberimiz yokmuş. "

hesap sormak: bir kimseyi kanunsuz, kural dışı, ahlâka aykırı, usulsüz davranış
ve sözlerinden ötürü sorgulamak, o kişiden savunma istemek. " size hesap sormak için
mutlaka geri döneceğim. "

hesaptan düşmek: borçtan, alacaktan, hesaptan çıkarıp yok saymak. " elli bin
lirayı hesaptan düşmeyi unutmadın inşallah. "
hesap tutmak: alış verişle ilgili alacağı ve vereceği bir kâğıda ya da deftere
yazmak.

hesap vermek: 1. gelişi hoş bir davranışının ya da sözünün nedenini açıklamak


2. bir işin sorumluluğunu üstlenmek. " rahat olun, bu konuda hesap vermek bana düşer. "

hevesi kursağında kalmak: çok istediği, imrendiği, kavuşmak dilediği şeyi


elde edememek. " pikniğe gitmek istiyorduk, yağmur yağınca hevesimiz kursağımızda
kaldı. "

hevesini almak: imrendiği, çok istediği şeye kavuşup ona doymak.

heyheyleri tutmak (üstünde): çok kızıp sinirlenmek.

hık mık etmek: bir işi yapmamak için bahaneler ileri sürmeye çalışmak, bir
soruyu cevaplandırırken net şeyler söylememek. " hık mık edip durma, bu işi eninde
sonunda yapacaksın! "

hık demiş burnundan düşmüş: " her durumuyla ona çok benziyor" anlamında kullanılır.

hır çıkarmak: kavga, gürültü, patırtı ve olaya sebep olmak. " orada hır çıkarmaya
kalkışmayacaksın değil mi ?"

hızır gibi yetişmek: dara düştüğü, çok sıkıştığı, çaresiz kaldığı bir vakit
da, beklemediği bir kişi yardımına yetişmek.

hiçe saymak: hiç önem ve değer vermemek.

hiç yoktan: nedensiz, ortada hiçbir neden yokken. " hiç yoktan adamı dövemezsiniz
ya! "

hizaya gelmek: 1. düz çizgi halinde dizilmek. 2. aykırı, yanlış davranışlardan


vazgeçmek; doğru yola gelmek, düzelmek.

hodri meydan: " kendine güvenen ortaya çıksın" anlamında kullanılır.

hop oturup hop kalkmak: ya heyecanından ya da öfkesinden yerinde duramaz


olmak.

hora tepmek: 1. ayaklarını yere vurarak oynamak. 2. gürültü çıkarmak. " yandaki
sınıfta hora tepiyor, ortalığı birbirine katıyorduk ki... "

hor görmek (veya bakmak): önem vermemek, değersiz saymak, adam yerine koymamak,
küçümsemek. " beni, yoksul diye hep hor gördüler. "

hor kullanmak: itina göstermeden, kabaca, dikkat etmeyerek, hırpalayarak kullanmak. " çok
hor kullanmışsınız bu dolabı. "

hoş beş etmek: şundan bundan konuşarak sohbet etmek. " o iki ihtiyar kadın
hoş beş etmek için yaratılmışlar sanki. "
hurdası çıkmak: işe yaramayacak, kullanılamayacak hâle gelmek.

huyuna suyuna gitmek: isteklerine, alışkanlıklarına, yapısına göre onu kızdırıp


ürkütmeyecek davranışlarda bulunmak.

huyunu suyunu almak: onun özelliklerini, davranışlarını ve karakterini yapısına


geçirmek.

huzur vermek: gönül rahatlığı, iç dirliği vermek; dinlendirmek.

huzurunu kaçırmak: huzurunu bozmak, tedirgin ve rahatsız etmek.

hüküm giymek: mahkemece ya da birileri tarafından kendisine ceza verilmek.

hüküm sürmek: 1. iş başında olmak. 2. yaygın olmak. 3. bir şeyin kuvvetli varlığı
sürüp gitmek. " beşinci kral beş yıl hüküm sürdü. "

hükümet kapısı: devlet dairesi. " hükümet kapıları halka açık kılınmalıdır. "

hür düşünüş: istediğini, düşündüğünü basınç altında kalmadan söyleme.

hüsn-ü kuruntu: ihtimalî bulunmadığı hâlde hoş bir şeyin olacağını sanma,
hayal etme, buna kendini inandırma.

hüd dağı gibi şişmek: bir hastalık nedeni ile bir tarafı, bilhassa de karın
tarafı şişmek.

Icığını cıcığını çıkarmak: 1. her


yanını ellemek, didiklemek. 2. bir meseleyi en ince ayrıntılarına kadar soruşturmak,
incelemek. " iyice ıcığını cıcığını çıkardınız meselenin. "

ıkınıp sıkınmak: bir işi yapabilmek için kendini çok zorlamak. " ıkınıp sıkındı
ama bir çare bulamadı. "

ısıtıp ısıtıp önüne koymak: daha önce meydana gelmiş bir olayı ya da bir
işi bir düşünceyi tekrardan, sıkça tekrar etmek.

ıska geçmek: 1. amaca isabet ettirememek, vuramamak. 2. üstünde durmamak,


önem vermemek, atlamak. " bu sefer de ıska geçersen kaybedeceksin. "

ıskartaya çıkarmak: işi yaramaz, değersiz bularak bir yana atmak. " beni hiç
kimse ıskartaya çıkaramaz. "

ışığı altında: bir durum veya düşüncenin hususu aydınlatmasından yararlanarak,


onu göz önünde tutarak.

ışık tutmak: 1. karanlık bir yeri ışıkla aydınlatmak. 2. bilgisiyle, düşüncesiyle


bir hususa açıklık getirmek, tutacağı yolu göstermek. " kutlu peygamber derhal her
konuda ışık tutardı etrafındaki insanlara. "

İbret almak: kötü


bir olaydan etkilenerek ders almak. " görmesini bilseydi ibret alırdı her hâlde. "
icabına bakmak: 1. gereğini yerine getirmek. 2. yok etmek, ortadan kaldırmak. " o
adamın icabına bakarız, merak etme sen. "

iç çekmek: üzüntüyle göğüs geçirmek, derin derin soluk alıp hıçkırıkla ağlamak. " yavrucağın
iç çekişi dayanılır gibi değildi. "

iç etmek: eline geçen bir şeyi sahibine bildirmeden kendisine mal etmek,
ortadan kaldırıp kimseye göstermemek. " babasına bildirmeden o kadar parayı iç etmiş. "

iç gıcıklamak: 1. huylandırmak. 2. istek uyandırmak.

içi açılmak: sıkıntısı dağılıp gitmek, ferahlamak. " denizi, kuşları, ağaçları
seyre dalarım, böylelikle içim açılır, rahatlarım. "

içi cız etmek: ansızın içi sızlamak, çok üzülmek. " o zavallı ihtiyarı birden
bire karşımda görünce içim cız etti. "

içi çekmek: canı arzu etmek, istek duymak.

içi çıfıt çarşısı: 1. başkaları için daima art niyet besleyen, içerisinden türlü
kötülükler geçiren. 2. çok karışık.

içi dışı bir: ikircikli olmayan, iki yüzlü davranmayan, düşündüğünü açıkça
söyleyen, özü sözü bir olan. " içi dışı bir olan insanlara her vakit güvenebiliriz. "

içi dışına çıkmak: 1. kusmaktan ötürü çok fena olmak. 2. bindiği taşıtın
çok sarsılması yüzünden bedenî rahatsızlık duymak.

içi erimek: kaygı duymak, çok üzülmek.

içi geçmek: 1. istemediği hâlde uyuya kalmak. 2. işe yaramaz duruma gelmek.
3. yaşlılıktan, zayıflıktan gücü azalmış olmak; hiçbir şeye ilgi duymamak. " o
artık içi geçmiş bir ihtiyardır. "

içi gitmek: çok fazla istek duymak. " vitrindeki kızarmış tavuklara içim gidiyordu
ama param olmadığı için alıp yiyemiyordum. "

içi içerisine sığmamak: çok heyecanlanmak, coşkunluk duymak ve sevincini belli


etmekten kendini alamamak. " annemi karşımda görünce ne yapacağımı şaşırdım, içim
içime sığmıyordu, koşup boynuna sarıldım. "

içi kabarmak (kalkmak): 1. midesi bulanmak. 2. duygulanıp heyecanlanmak.


3. taşkın bir ağlama duygusu içerisinde olmak. " ne berbat bir koku, içimiz kabarmadan
kalkalım buradan. "

içi kan ağlamak: içten, büyük bir üzüntü duymak; dıştan belli etmeyerek çok
acımak. " çocuğunun yüzüne bakarken içim kan ağlıyordu. "

içi kazınmak: çok acıktığından ötürü midesinde eziklik duymak. " sabahtan beri
açtı, içi kazınıyor ama belli etmemeye çalışıyordu. "
içinden gülmek: birisine sezdirmeden içten içe gülmek, eğlenmek.

içinden okumak: 1. dudaklarını kıpırdatmadan, hiç ses çıkarmadan okumak.


2. ses çıkarmadan sövmek, beddua etmek. " hikâyeyi şimdi de içinizden okuyacaksınız. "

içinden pazarlıklı: sinsi, yapacağı kötülükleri sezdirmeyen. " senin gibi içten
pazarlıklı adamlarla iş yapmam ben. "

içine atmak: 1. derdini, sıkıntısını kimseye söylememek. 2. kendisine yapılan


kötülüğe karşı sesini çıkarmamakla beraber, bunu unutmamak. " o her şeyi içerisine atar,
bir gün kanser olacak diye korkuyorum. "

içine dert olmak: yapmak istediği bir şeyi yapamadığı için kaygılanıp üzüntü
duymak. " hastahanedeki arkadaşımı ziyarete bir türlü gidemedim, bu da içime dert
oldu. "

içine doğmak: malûm olmak, bir işin olduğunu ya da olacağını sezinlemek,


tahmin etmek. " onun bize geleceği sanki içime doğmuştu. "

içine işlemek: duygulanmak, etkilenmek, dokunmak. " babamın o etkili sözleri


âdeta içime işlemişti sanki. "

içine çekilmek (kapanmak): duygularını kimseye açmamak, etrafındaki kişilerle


ilişkisini kesmek, yalnızlığa gömülmek. " kardeşinin ölümünden sonra içerisine çekildi,
kimseyle görüşmüyor. "

içine kurt düşmek: kuşkulanmak, kendisine zarar geleceğinden şüphe etmek. " tilkiyi
civarda dolaşırken gördüğü andan başlayarak içerisine kurt düşmüştü. "

içine sindirmek: benimsemek, iyice kabul etmek.

içine sinmemek: 1. içi rahat etmemek, yaptığı şeyden memnun olmamak. 2. istediği
gibi olmadığı için rahatlık, mutluluk duymamak; tadına varamamak. " işi bitirdim ama
hiç de içime sinmedi. "

içine sokacağı gelmek: birini aşırı ölçüde, çok sevmek.

içine yedirememek: benimsememek, kabul edememek.

içini dökmek: sıkıntılarını, dertlerini, üzüntülerini anlatmak. " şu koca dünyada


içimi dökecek bir insan bulamadım. "

içini kemirmek: bir üzüntü ve düşünce bu nedenle rahatsızlık duymak. " içini
kemiren bu düşünceden kurtulmak istiyordu. "

içini (bir) kurt yemek: devamlı olarak bir kaygı içerisinde olmak.

içi parçalanmak (paralanmak): birine acıyarak çok üzülmek. " onun bu hâlini gördükçe
içim parçalanıyor. "
içi rahat etmek: endişelenecek bir durum bulunmadığını öğrenerek dertten
kurtulmak, rahatlamak. " ne yapayım, ben anneyim, onlar sağ salim dönerlerse içim
rahat edecektir ancak. "

içi sızlamak: bir şey veya kişinin içerisine düştüğü durum sebebiyle üzülmek.

içi titremek: 1. çok üşümek. 2. çok istek duymak. 3. bir zarar gelecek korkusu
içinde bulunmak. " hava iyice soğudu, içim titremeye başladı, haydi içeri girelim. "

içi yanmak: 1. çok susamak. 2. büyük bir acı sebebiyle çok fazla üzülmek. " sanki
yalnız onun içi yanıyordu. "

içler acısı: olabildiğince üzücü, çok acıklı.

içli dışlı olmak: teklifsiz, çok samimi, sıkı fıkı, senli benli olmak. " biz
fatma`yla iyice içli dışlı olduk. "

içtikleri su ayrı gitmemek: sıkı fıkı dost, samimi arkadaş olmak; birbirinden
saklayacakları bir şeyleri bulunmamak.

idare etmek: 1. yönetmek, çekip çevirmek. 2. tutumlu olmak, kullanmak. 3.


elvermek, yetmek, yetişmek, korumak, kurtarmak. 4. güzel görmek, göz yummak. 5. örtbas
etmek. " bu ayakkabıyı bu fiyata veremem, çünkü idare etmez. "

ifade vermek: sorguya cevap vermek.

iflâhını kesmek: gücünü tamamiyle yok edip bir daha karşı koyamayacak, düzelemeyecek,
iş yapamayacak duruma getirmek. " ben adamın iflâhını keserim, anladın mı ?"

ifrit olmak: çok öfkelenmek; aşırı ölçüde, kendini kaybedecek kadar sinirlenip
kızmak. " ifrit oluyorum şu adamın hareketlerine. "

iğne atsan yere düşmez: çok kalabalık, yürünecek gibi değil.

iğne ile kuyu kazmak: zor denecek bir işi yetersiz araç ve gereçlerle başarmaya
çalışmak.

iğne ipliğe dönmek: aşırı derecede zayıflamak, kilo vermek. " o iri yarı adam
hapisten çıktı ki iğne ipliğe dönmüş. "

iğneli söz: dokunaklı, kırıcı, üzücü söz. " o iğneli sözlere ben bile dayanamazdım
doğrusu. "

iki ahbap çavuşlar: derhal her yerde birlikte görülen, birbirinden ayrılmayan
iki arkadaş, dost.

iki arada bir derede (kalmak): sıkışık, zor koşullar altında (kalmak).

iki ayağını bir pabuca sokmak: bir kimseyi, bir işi yapması için zorlamak,
sıkıntıya sokmak.
iki cami arasında kalmış beynamaza dönmek: iki yoldan hangisini tutacağını;
şöyle mi, böyle mi yapacağını bilememek; şaşırıp bir şey yapamaz olmak.

iki cihanda yüzü ak olmak: doğru ve faziletli yaşayıp dünya ve ahrette mükâfat
görmek.

iki çift söz etmek: bir araya gelip birkaç söz söylemek. " ne zamandır seninle
bir araya gelip de iki çift söz edemedik. "

iki eli kanda olsa: ne kadar önemli olursa olsun, elindeki iş hiç bırakılamayacak
derecede olsa bile. " söyleyin ona, iki eli kanda olsa da durmasın gelsin. "

iki eli (birinin) yakasında olmak: ahrette, hesap gününde ondan davacı olmak;
hakkını istemek.

iki gözü iki çeşme: devamlı, çok ağlayarak. " kadıncağız iki gözü iki çeşme ağlayıp
duruyormuş. "

ikili oynamak: birbirine karşı olanlardan hem birini, hem ötekini çıkarı
için destelemek. " sendika başkanı ikili oynuyormuş. "

iki paralık etmek: değerini, onurunu çok düşürmek. " seni arlanmaz utanmaz
seni, beni iki paralık ettin, senin yüzünden topluma çıkamaz oldum! "

iki rahmetten biri: ağır hasta olan birisi için " ya şifa, ya ölüm" anlamında
kullanılır.

iki sözü bir araya getirememek: düşüncelerini, duygularını düzgün bir şekilde anlatamamak,
güzel konuşma becerisinden yoksun olmak.

iki yakası bir araya gelmemek: geçim sıkıntısı içerisinde olmak ve borçtan kurtulamamak,
gelir ve giderini denkleştirememek. " bilmiyorum ne zaman iki yakamız bir araya gelecek. "

ileri geri konuşmak: yersiz, kırıcı, yaralayıcı şekilde konuşmak.

ileri gitmek: söz ve davranışta ölçü dışına çıkmak; luzumsuz, aşırı davranışta
bulunmak ve haddi aşmak. " o saygısız adamın daha fazla ileri gitmesine fırsat verilmemelidir. "

ilk göz ağrısı: 1. ilk doğan çocuk. 2. ilk sevgili.

imana gelmek: 1. hak dini olan islâm`ı kabul etmek. 2. en sonunda doğruyu
söylemek. 3. önceden kabul etmediği şeyi sonradan kabul edip uymak. " imana gel, tövbe
et ki öbür dünyada mutluluğa eresin. "

ince eleyip sık dokumak: titizlik göstermek, bir şeyi en ince ayrıntılarına
kadar araştırmak, gözden geçirmek. " o kadar da ince eleyip sık dokunacak bir iş değil,
kaygılanma. "

in cin top oynamak: ıssız, sessiz olmak, bir yerde hiçbir canlı yaratık bulunmamak. " adada
in cin top oynuyordu sanki. "
incir çekirdeğini doldurmaz: çok az veya pek önemsiz. " ne akılsız adam bunlar,
kavga etmelerine sebep olan mesele incir çekirdeğini doldurmaz bile, ayırın şunları. "

inme inmek: felç olmak, bedenin bir yeri sabit ve duygusuz duruma gelmek. " adamın
sağ yanına inme inmiş diyorlar. "

insan eti yemek: birini çekiştirmek.

insan evlâdı: iyi, anlayışlı, ahlâk sahibi insan. " insan evlâdı olmasaydı, tanımadığı
birine onca yardım yapar mıydı ?"

insan hâli: olabilir, doğaldır, güzel karşılamak gerekmektedir.

insanlıktan çıkmak: 1. çok zayıflamış, bir deri bir kemik kalmış olmak. 2.
insanî niteliklerini yitirmek, insana yakışmayacak davranışlarda bulunmak.

insan sarrafı (olmak): insanların karakterini hızlıca anlayacak duruma gelmiş


(olmak). " dedem insan sarrafıdır, onu bir görse ne şekil bir adam olduğunu derhal
anlayıverir. "

ipe çekmek: asarak öldürmek.

ipe un sermek: istenilen işi yapmamak için birtakım bahaneler, sebepler ileri
sürmek, zorluk çıkarmak, önler göstermek.

ipi koparmak: bağlı bulunduğu yer ya da kişi ile ilişkisini kesmek, aradaki
anlaşmazlığı artırmak.

ipin ucunu kaçırmak: bir yeri yönetmede veya bir şeyi kullanmada gereken
ölçüyü kaçırıp, bundan böyle duruma hâkim olamamak; çıkmaza girmek. " biraz daha dikkatli
olmalıyız, yoksa ipin ucunu kaçıracağız. "

ipi sapı yok: birbirlerini tutmaz, yersiz, anlamsız, işsiz, yersiz yurtsuz,
saçma sapan. " ipi sapı yok bu sözlerin, daha inandırıcı olmalısın. "

ipiyle kuyuya inilmez: kendisine güvenilmez, ona güvenilerek bir işe girilmez. " o
ipiyle kuyuya inilmez adamla yola çıkmam ben. "

iple çekmek: vaktin gelmesini sabırsızlıkla beklemek, çok istemek. " yarını
iple çekiyorum. "

ipucu vermek: aranılan şeyi bulmaya yarayan sinyali, onu açıklamaya yarayan
bilgiyi vermek. " bir ipucu vermezsen bu bilmeceyi çözemeyeceğim. "

isabet etmek: 1. nişan alınan yere değmek, rastlamak. 2. çıkmak. 3. yerinde


iş görmüş olmak. " böyle karar vermekte çok isabet ettiniz. "

iskele vermek: vapura binmek, vapurdan inmek için iskeleyi uzatmak.

ismi var, cismi yok: 1. sözü edilen bir kimse veya şeyin gerçekte var olmadığını
anlatmak için kullanılır. 2. adı olmasına karşılık görevini ve etkinliğini yerine
getirmeyen, varlığı ile yokluğu arasında bir fark bulunmayan.

ister istemez: 1. zorunlu olarak, elinde olmadan. 2. istemesi üstüne, hiç


vakit geçirmeden, istediği anda. " ister istemez ben de ona bağırdım. "

istifini bozmamak: bir olay karşısında aldırış etmemek, durum ve davranışını


hiç değiştirmemek. " karşıma geçmiş avazı çıktığı kadar bağırıyordu, bense istifimi
bozmadan bekledim. "

iş ayağa düşmek: iş sorumsuz, yetkisiz ve beceriksizlerin elinde kalmak. " bunlar


da işi iyice ayağa düşürdüler. "

iş başa düşmek: beklediği yardım gelmeyince, kendi işini kendisi yapmak zorunda
kalmak. " iş başa düştü desene !. . "

iş çatallanmak (çatallaşmak): bir işin sonuca oluşması konusunda türlü güçlüklerle


karşılaşmak, ya da çeşitli seçeneklerle yüz yüze gelmek, sonuca nasıl ulaştırılacağı
bilinemez olmak. " iş gittikçe çatallaşıyor, sense aldırmıyorsun bile. "

iş çığırından çıkmak: bir iş asıl amaçtan çıkarak düzelmesi güç bir durum
almak, bir bozukluk ve kargaşalık baş göstermek.

iş inada binmek: bir işi yapmakta direnmek.

işi düşmek: birinin yardımına gereksinim duymak. " eh, onun da bize işi düşecek
bir gün. "

işe koşmak: birini bir iş yapmak üzere görevlendirmek, göndermek.

işi ağırdan almak: acele etmemek, bir işi yapmak için isteksiz görünmek. " söyle
onlara, işi ağırdan almasınlar, müşteriler mal bekliyor. "

işi azıtmak: yanlış ve aşırı yollara sapmak. " bu çocuk da işi iyice azıttı. "

işi allah`a kalmak: güç koşullar altında, beşerden hiçbir yardım umudu kalmamak. " kime
baş vurduysa bir netice alamadı, bundan böyle işi allah`a kalmıştı. "

işi başından aşmak: pek çok işi olmak, iş içerisinde kaybolmak.

işi bitmek: 1. hâli, gücü kalmamak. 2. yaptığı işi sona ermek. " git de bak,
babanın işi bitmiş mi ?"

işi duman olmak: işi ve durumu kötü olmak, berbat bir taktirde bulunmak.

işi iş olmak: işi yolunda, iyi olmak; hâlinden memnun bulunmak. " işi iş herifin,
baksana yan gelip yatıyor her gün. "

işinden olmak: bir süredir yaptığı işi elinden gitmek, görevini yitirmek. " haydi
canım, yoluna git de patronunla kavga etme; yoksa işinden olacaksın. "

işi sıkı tutmak: gevşekliğe yol açmamak, işe gereken önemi vermek ve sağlıklı
yürümesini sağlamak.

işi tıkırında olmak: işi çok ideal ve iyi olmak. " o konuşmayacak da ben mi
konuşacağım, işi tıkırında adamın. "

işi yokuşa sürmek: yapılabilir, görülebilir işi yapmamak için zorluk çıkarmak,
bahaneler ileri sürmek.

işkembeden atmak: uydurarak söylemek, tutarı olmayan sözler sarf etmek. " ona
sakın inanmayın, işkembeden atıyor. "

iş sarpa sarmak: iş, içerisinden çıkılması zor bir durum almak; engellerle karşılaşmak. " işler
sarpa sarmadan çekip gidelim buradan. "

işten el çektirmek: görevden uzaklaştırmak. " yolsuzluk yaptığı iddiası ile


işten el çektirdiler ona. "

iş yok: o şeyde yarar yok, yararı olmaz. " o arabada hiç iş yok, almaya değmez. "

ite kaka: zorla, güçlükle. " adamı her sabah ite kaka işe götürüyoruz. "

itibar kazanmak: saygınlık görmek, kendisine değer verilmek.

it sürüsü kadar: gereğinden fazla, olabildiğince çok, kalabalık. " it sürüsü kadar
adam, nasıl başa çıkacağız bunlarla. "

iyi etmek: 1. hastalıktan kurtarmak, sıhhatine kavuşturmak. 2. yerinde bir


davranışta bulunmak. 3. bir şeyi gizlice almak, kendisine mal etmek.

iyi gözle bakmamak: birisi ile ilgili iyi düşünmemek, kötü niyet beslemek. " komşuları
ona hiçbir vakit iyi gözle bakmadılar. "

iyi gün dostu: dostlarının sıkıntılı günlerinde onlardan kaçan kimse. " bize
iyi gün dostu lazım değil. "

iyi saatte olsunlar: cinlerden söz edilirken kullanılır.

izinden yürümek: birine içten bağlanarak onun başladığı işi aynı anlayışla
sürdürmek, fikirlerini ve hareketlerini aynen benimsemek.

izi silinmek: yok olmak, ortadan kaybolmak. " çiçek hastalığının bu kasabada
izi silindi neredeyse, çünkü çocuklar aşılanıyorlar. "

Kabak (birinin) başına (başında) patlamak: pekçok kimsenin ilgili olduğu


olaydan sadece bir kimse zararlı çıkmak; beklenmediği hâlde, bir işin zararlı
sonucuna katlanmak.

kabak tadı vermek: bıktırmak, usanç vermek, tatsız olmaya başlamak. " senin
bu konuşmaların da bundan böyle kabak tadı vermeye başladı. "

kabına sığmamak: sevinç ve heyecanından taşkın hareketlerde bulunmak.


kabir azabı çekmek: çok sıkılmak, eziyet çekmek. " kabir azabı çekmeye daha
ne kadar devam edeceğiz. "

kabuğuna çekilmek: yalnız olarak kalmak, dış dünya ile ilgisini kesmek, kimse
ile görüşmemek. " geçirdiği kazadan sonra iyice kabuğuna çekildi. "

kaçın kur`ası: aldatılması güç, kurnaz; gün görmüş, geçirmiş; tecrübeli. " o
kaçın kur`ası, boşuna uğraşma, sen onu kandıramazsın. "

kafadan atmak: bir husus üstünde inceleme yapmadan, rast gele konuşmak. " derse
hiç çalışmadığın belli, öyle kafadan atıyorsun ki... "

kafadan kontak (sakat): düşüncesiz, delice işler yapan, aklı kıt. " bırak şu
elindeki baltayı, kafadan kontak mısın nesin ?"

kafa dengi: davranışları, anlayışları, dünya görüşleri birbirine uymuş kimselerden


her biri. " kafa dengi bir arkadaşa öylesine ihtiyacım var ki. "

kafa patlatmak: bir husus üstünde pek çok düşünmek, zihin yormak. " bu makine
üzerinde az kafa yormamışsın, öyle karışık ki. "

kafa tutmak: karşı gelmek, direnmek, boyun eğmemek. " her önüne gelene kafa
tutmakla bir yere varacağını mı sanıyorsun ?"

kafası almamak: 1. anlayıp kavrayamamak. 2. zihin yorgunluğundan ötürü anlayamaz


olmak. 3. olabileceğine inanmamak. " boşuna nefes tüketme, kafası almaz onun. "

kafası işlemek (çalışmak): bir husus üstünde kavrayışı çok iyi olmak.

kafası kazan (gibi) olmak, (veya kafası şişmek): 1. zihni yorulmak. 2. gürültülü,
patırtılı şeyler dinlemekten rahatsız olmak, yorgunluk duymak. " kesin bundan böyle şu makinenin
sesini, kafam kazan gibi oldu. "

kafası kızmak: çok öfkelenip sinirlenmek. " kafamı kızdırmadan çekip gidin
buradan. "

kafasına dank etmek (demek): çoktandır anlayamadığı bir meseleyi bir olay
sebebiyle birden bire kavramak, doğruyu yakalamak.

kafasına koymak: bir şeyi yapmaya kararlı olup vaktini beklemek. " yarın onunla
görüşmeyi kafama koydum. "

kafası yerinde olmamak: 1. o anda kafası çok yorgun olmak. 2. başka şeyler
düşündüğünden, o anda konuşulana derhal intibak edememek. " kusura bakmayın, ne söylediğinizi
anlayamadım, kafam yerinde değildi de. "

kafese girmek: 1. hapse girmek. 2. aldatılmak, hile yoluyla kendisinden çıkar


sağlanmak, oyuna gelmek. " zavallı kafese girmekten kurtulduğunu sanmıştı. "

kafese koymak: tuzağa düşürüp çıkar sağlamak.


kâğıda dökmek: düşüncelerini, duygularını yazıya geçirmek.

kâğıt üstünde kalmak: yapılması kararlaştırıldığı hùlde uygulanmamak; konuşulan,


kararlaştırılan yazıda kalmak. " o kadar yol yapımı, sulama kanalı hep kâğıt üstünde
kaldı. "

kalbini kırmak: incitmek, küstürecek kadar üzmek, gönlünü kırmak, gücendirmek. " onu,
kalbini kırmadan uyarmaya çalış. "

kalburla su taşımak: verimsiz, verim alınamayacak, olmayacak bir işle uğraşmak.

kalbur üstü: benzerleri arasında üstün, seçkin, görünür.

kaldırım mühendisi: işsiz güçsüz, sokaklarda dolaşan kimse.

kaale almamak: önemsiz görmek, sözünü etmeye değer bulmamak. " o, kaale alınacak
bir insan değil. "

kalem efendisi: kalemde çalışan görevli, yazman.

kalem oynatmak: 1. yazı yazmak. 2. bir yazıyı düzeltmek. 3. bir yazıda değişiklik
yapmak. " ben senin gibi kalem oynatmayı beceremiyorum. "

kaleyi içerisinden fethetmek: karşı taraftan birinin yardımını alarak davasını


kazanmak.

kalıbını basmak: bir şeye tüm içtenliği ile güvenmek, bir şeyi doğrulamak. " kalıbımı
basarım ki o, bu işi yapmamıştır. "

kalıbının adamı olmamak: görünüşünden bekleneni yapamaz olmak, umulanı ortaya


koymamak.

kalıptan kalıba girmek: 1. sıkça iş değiştirmek. 2. çıkar sağlamak için


değişik kılıklara girmek.

kalp kazanmak: hoş bir davranış ve sözle birilerinin sevgisini kazanmak,


ilgisini çekmek. " bir demet çiçekle annemizin kalbini kazanabiliriz. "

kambersiz düğün olmaz (olur mu ?): " bir toplantı, eğlence veya iş, en fazla
ilgili kişiler bulunmadan yapılırsa tadı çıkmaz" anlamında alay yollu kullanılır.

kambur üzerine kambur (kambur kambur üstüne): " sıkıntı üzerine sıkıntı, terslik
üstüne terslik, borç üzerine borç, aksilikler birbirlerini kovalıyor" anlamında kullanılır.

kanadı altına almak: korumak, gözetmek, himayesi altına almak. " yeğenini kanadının
altına aldı. "

kan ağlamak: büyük bir üzüntü içerisinde olup yakınmak. " dört çocuk yalnız başıma
kaldım, çaresizim, içim kan ağlıyor ama kimseye açılamıyorum. "

kana susamak: birini öldürme hırsı içerisinde olmak. " bırak elindeki bıçağı dedim
ama dinletemedim, kana susamış gibiydi. "

kanat germek: birini korumak, gözetimi altına almak.

kan başına sıçramak (beynine çıkmak): çok sinirlenmek, öfkelenmek," kan başına
sıçramıştı, sağa sola bağırıp duruyordu. "

kancayı takmak: bir kimsenin zararı, kötülüğü için uğraşmak.

kan çıkmak: cinayet işlenmek, kan dökülmek. " şu adamı götürün gözümün önünden,
yoksa kan çıkacak. "

kandilli temenna: eli yere kadar uzatarak yapılan selâmlama.

kan dökmek: ölüme yol açmak, yaralanıp ölmek veya birini yaralayıp öldürmek.

kan gövdeyi götürmek: çok kan akıtılmış olmak, çok insan öldürülmek. " düşmanla
göğüs göğüse gelmiştik, biliyordum ki birazdan kan gövdeyi götürecek ve pek çoğumuz
ölecekti. "

kan gütmek: kan dökerek öç almayı istemek.

kanı ağır: davranışları yavaş, sevimsiz, konuşması insana sıkıntı veren,


hoşa gitmeyen kimse.

kanı bozuk: soysuz, iğrenç işler yapmaktan geri durmayan. " toplum bu kanı
bozuk insanlardan temizlenmelidir. "

kanı kaynamak: 1. hareketli, coşkun olmak. 2. birine içten bir sevgi beslemek,
yakınlık duymak. " çocuğa, ilk rastladığımda kanım kaynamıştı. "

kanına girmek: 1. birini öldürtmek veya öldürmek. 2. bir şeyi harcamak, ziyan
etmek.

kanına susamak: belâsını aramak, kendisinin öldürülmesine yol açacak bir


davranışta bulunmak. " kanına mı susadın sen, o katilin üzerine böyle gidilir mi hiç! "

kanını emmek: hiç insaf etmeden sömürmek, varını yoğunu elinden almak. " yıllardır
kanımızı emiyor bu soysuz herifler! "

kanı pahasına: yaralanmayı veya öldürülmeyi göze alarak. " kanım pahasına da
olsa, o adamlara, buradan adımlarını attırmayacağım. "

kanı sıcak: sevimli, kendisini sevdiren, sempatik, sıcakkanlı.

kanıyla ödemek: yaptığı işin cezasını hayatıyla ödemek. " yaptığını kanıyla
ödettiler zavallıya. "

kan kusmak: çok eziyet, sıkıntı çekmek.

kan kusturmak: çok büyük sıkıntı ve eziyet çektirmek. " bana kan kusturmaya
yemin etmişler, haydi görelim. "

kanlı bıçaklı olmak: birbirinin kanını dökecek, birbirini öldürecek


kadar birbirlerine düşman olmak. " küçücük bir tarla yüzünden kanlı bıçaklı olduk. "

kanlı canlı: sağlıklı, sapasağlam, dinç ve diri olduğu yüzünden belli olan. " kanlı
canlı oluncaya kadar hastanede tutuldum. "

kan ter içerisinde kalmak: çok yorgun, terli, bitkin ve perişan taktirde olmak. " elindeki
kazmayı bırakmaya niyetli değildi, kan ter içerisinde kalmış bedenini doğrultarak yüzüme
baktı. "

kan tutmak: 1. kan görünce bayılmak. 2. (adam öldüren kimse korku ve heyecandan)
şok geçirmek, kaçamamak, olduğu yere yığılıp kalmak.

kapağı atmak: sıkıntılı bir yerden kurtulup rahat edeceği bir yere kavuşmak;
uygun bir yere yerleşmek, işe girmek. " evimize kapağı attık mı tamam, gel keyfim
gel o vakit. "

kapalı kutu: içerisinde ne sakladığını belli etmeyen, meziyeti gizli kalan.

kapı dışarı etmek: kovmak, dışarı atmak. " ben de bu evin insanıyım, beni kapı
dışarı edemezsiniz! "

kapı kapı dolaşmak: 1. ev ev gezmek, her eve uğramak. 2. derhal her devlet
dairesine başvurmak. " kapı kapı dolaştı, ne var ki bir iş bulamadı. "

kapı komşu: bitişikte oturan komşu, evleri yan yana olan ailelerden her biri. " kapı
komşum öyle iyi bir insan ki.. "

kapısında büyümek: birinin evinde eğitim görüp yetişmek. " onun kapısında büyümüştü,
ona bu kötülüğü nasıl yapmıştı aklı almıyordu. "

kapısını aşındırmak: istediğini elde edinceye kadar birinin yanına çok sık
gidip gelmek.

kapı yoldaşı: gelişi hoş bir yerde aynı hizmette bulananlardan her biri.

kapıyı açmak: 1. başlama. 2. bir işte birilerine örnek olmak. " açık artırmada
kapı bir milyon liradan açıldı. "

karaborsa: piyasada olmayan malın gizlice, el altından yüksek fiyatla alınıp


satılması. " karaborsacılar toplumun kanını emiyorlar. "

kara cahil: hiçbir şey bilmeyen, çok bilgisiz. " onun kara cahil birisi olduğunu
ilk konuşmamızda fark etmiştim. "

kara çalı: iki kişi, iki dost arasına girerek arayı bozan kimse.

kara çalmak: birine iftira etmek, leke sürmek, haksız yere suçlamak. " kadıncağıza
yok yere kara çaldılar. "
kara gün: sıkıntılı, üzüntülü, büyük bir yasa düşülen gün. " allah kimseye
kara gün göstermesin. "

kara gün dostu: yalnız iyi günlerde değil sıkıntılı, üzücü, düşkünlük günlerinde
de insanın yardımına koşan, dostunu yalnız bırakmayan kimse.

kara haber: ölüm veya felâket haberi, çok üzücü haber. " fatma kadına bu kara
haberi vermeye kimse yanaşmadı. "

karalar bağlamak (giymek): bir felâket bu nedenle yas tutmak, siyah elbise
giymek ya da siyah örtü bağlamak.

kara liste: zararlı görülüp cezalandırılmaları, öldürülmeleri düşünülen kimseler


hakkında tutulan liste. " köy muhtarını da kara listeye almışlar. "

karaman`ın koyunu sonra çıkar oyunu: " dış görünüşe aldanmamalı, bir kişi
ya da iş olağan görünebilir, ancak altından neler çıkabileceği hiç belli olmaz,
o sonra görünür. " anlamında kullanılır.

karar kılmak: dönüp dolaşıp o şeyin üzerinde durmak, onu seçmek, pekçok
şeyi deneyip onu tercih etmek. " ben bu elbisede karar kıldım. "

karda gezip izini belli etmemek: kimsenin sezemeyeceği şekilde gizli bir
iş çevirmek, uygunsuz işler yapmak. " onun ne şekil bir insan olduğunu bana sorun;
o, karda gezer izini belli etmez biridir. "

kargacık burgacık: eğri büğrü, kötü, okunması güç, çarpık, düzensiz (yazı).

kardeş payı yapmak: eşit miktarlarda bölmek, taksim etmek, paylaştırmak. " çok
açtılar, buldukları ekmeği oracıkta kardeş payı yaptılar. "

karga tulumba etmek: birkaç kişi, birini kollarından bacaklarından tutup


havaya kaldırmak. " hep birlikte babalarını karga tulumba edip havuzun başına getirdiler. "

karınca duası gibi: çok ufak, sık ve okunaksız, birbirine girmiş (yazı).

karınca yuvası gibi kaynamak: çok kalabalık ve hareketli olmak (bir yer). " pasajın
girişi âdeta karınca yuvası gibi kaynıyordu. "

karınca kararınca: az, önemsiz ve ufak de olsa, gücü yettiği kadar, elinden
geldiğince. " caminin yapımına karınca kararınca o da katkıda bulunmaya karar verdi. "

karman çorman: karmakarışık, çok karışık, düzensiz, alt üst olup birbirine
girmiş. " ortalık karman çormandı, nereden işe başlayacağını bilemiyordu. "

karnı geniş: hiçbir şeyi tasa etmeyen, titizlenmeyen, gamsız, umarsız.

karnı karnına geçmek: çok acıkmak, çok zayıflamış olmak. " günlerdir ağzına
bir lokma koymamıştı, karnı karnına geçmiş ve bitap düşmüştü. "
karnım tok: " o sözlerine kanmıyorum, önem vermiyorum" anlamında kullanılır. " geç
babam, geç bu sözleri, karnımız tok bu sözlere, paradan söz et sen, verecek misin,
vermeyecek misin ?"

karnı tok sırtı pek: geçimi iyi, hâli zamanı yerinde, para sıkıntısı olmayan,
birinin yardımına gereksinim duymayan (kimse). " herkesin karnı tok sırtı pek olacaktır,
bize güvenin! "

karnı zil çalmak: çok acıkmış olmak. " bugün hiçbir şey yiyemedim, karnım zil
çalıyor! "

karşı çıkmak: 1. gelenleri karşılamak üzere yola ya da kapı önüne çıkmak.


2. ileri sürülen fikrin, tutulan yolun yanlış olduğunu söylemek. " her fikrime karşı
çıkmak zorunda mısın ?"

karşı durmak: bir güce boyun eğmemek, direnmek. " düşmana karşı durmak boynumuzun
borcudur. "

karşı koymak: engel olmaya çalışmak, direnmek, güç kullanarak dayanmak, boyun
eğmemek. " hırsızlar polise silâhla karşı koymaya çalıştılar. "

kasıp kavurmak: 1. bir afet çok zarar vermek, mahvetmek. 2. basınç yaparak,
kıyıcı davranışlarda bulunarak bir topluluğu ezmek; zulmetmek, ortalığı korku ve
dehşet içerisinde bırakmak. " eşkıyalar ortalığı kasıp kavurmaya başladılar! "

kaş göz etmek: kaş ve göz hareketleriyle bir işaret vermeye, istediğini bu
yolla anlatmaya çalışmak. " kalabalıkta kaş göz ederek hasan`ı çağırmayı düşündü. "

kaşıkla yedirip, sapıyla göz çıkarmak: bir iyilik yaptıktan sonra, bu iyiliği hiçe
indirecek bir kötülük yapmak.

kaşla göz arasında: çok çabuk, kimsenin sezmesine fırsat vermeyecek kadar
az bir vakit içerisinde. " kaşla göz arasında kapıverdi mendili. "

kaşlarını çatmak: kızgın, öfkeli ve sinirli olduğunu kaşlarını birbirine


yaklaştırarak göstermeye çalışmak. " bana öyle kaşlarını çatıp durma! "

kaş yapayım derken göz çıkarmak: işi düzelteyim, bir iyilik yapayım derken
büsbütün bozmak ve büyük bir zarar vermek.

katı yürekli: acımasız, merhametsiz, acı veren şeylere aldırmayan. " onun gibi
katı yürekli bir insan daha görmedim desem yeridir. "

kayıtsız kalmak: umursamamak, önem vermemek, ilgi göstermemek. " onun bu kötülüklerine
kayıtsız kalmak olası mü ?"

kazan kaldırmak: yönetime karşı topluca karşı gelmek, baş kaldırmak. " maden
işçileri kazan kaldırmış diyorlar. "

kazık yutmuş gibi: dimdik (duran, oturan, yürüyen).


kazın ayağı öyle değil: " durum, mesele senin sandığın gibi değil" anlamında kullanılır.

keçileri kaçırmak: düşünme kabiliyetini kaybetmek, aklını oynatmak, delirmek,


bunalım içerisinde olmak," doktor, keçileri kaçırmış diyorlar! "

kedi ciğere bakar gibi (bakmak): imrenerek, iştahla, ele geçirme isteği ile
bakmak.

kedi gibi dört ayak üzerine düşmek: en zor, en tehlikeli durumdan zarar görmeden
kurtulmak.

kedi olalı bir fare tuttu: ilk defa, neden sonra kendisinden beklenen bir
iş yapabildi. " temsilcimiz, nihayet kedi olalı bir fare tuttu, yüklü bir iş yakaladı. "

kefeni yırtmak: ağır bir hasta ölüm tehlikesini atlamak. " üzülmeyin, kefeni
yırttı büyük anneniz. "

kel başa şimşir tarak: pek çok gereksinim giderilmeyi beklerken luzumsuz özenti
ve gösterişi belirtmek için kullanılır.

keli görünmek: bir kabahati, hatası ortaya çıkmak. " kelinin görünmeyeceğini
sanıyordu şapşal! "

kel kâhya: bilgisi olsun olmasın her işe karışan, burnunu sokan.

kelle götürür gibi: lazım olmayan bir acelecilikle, bir şey ulaştıracakmış
gibi çok hızlı koşarak.

kelleyi koltuğuna almak: ölümü göze alarak bir işe kalkışmak. " kelleyi koltuğuna
alıp düşman karşısına çıkmak her babayiğidin harcı değil. "

kemerleri sıkmak: tutumlu davranmak, açlığa ve susuzluğa katlanmak. " kemerleri


sıktıra sıktıra millette hâl bırakmadılar. "

kem küm etmek: anlatmak istediğini açık seçik ifade edememek, bir soru karşısında
bocalayıp cevap bulamayarak anlamsız sözler söylemek. " kem küm etme de ne söyleyeceksen
söyle çabuk! "

kendi hâlinde: sessiz, hiçbir şeye karışmayan, karışmak istemeyen, sakin


(kimse). " yazık olmuş, kendi hâlinde biriydi, kimsenin etlisine sütlüsüne karışmazdı. "

kendi göbeğini kendi kesmek: istediği yardım gelmeyince kendi işini kendi
yapmak halinde kalmak. " o her vakit kendi göbeğini kendisi kesmiş, kimseden yardım
beklememiştir. "

kendi kendine gelin güvey olmak: başkalarının ne diyeceğini hesaba katmadan,


bir işi yalnızca kendi başına tasarlayıp olmuş sayarak sevinmek. " kendi kendine gelin
güvey olmayı bırak, bakalım kız ne diyecek bu işe. "

kendi kendini yemek: istediği iş olmadı diye gizli gizli üzülmek, kaygı duymak. " kendi
kendimi yedim bitirdim bu iş yüzünden. "
kendinden geçmek: 1. kendini kaybetmek, bayılmak, bilinci işlemez olmak.
2. sevindirici bir olay karşısında coşkuya kapılmak, duygulanmak. " dün gece bizim
adam yine kendinden geçti, hastaneye zor yetiştirdik. "

kendinden pay (paha) biçmek: bir durumu kendi durumu ile ölçüştürmek.

kendine gelmek: 1. sarhoşluktan, bayıldıktan sonra ayılmak. 2. aklı başına


gelmek. 3. bozuk olan durumu düzelmek. " oh, nihayet kendine geldi bizim adam! "

kendine yedirememek: yapılan bir işi onur kırıcı görüp, kişiliğine dokunmuş
sayarak tepki göstermek; kendisinin başkasına yapması söz konusu olan işi, kişiliği
için ideal görmeyip yapmamak.

kendine yontmak: ortaya çıkan fırsattan yararlanıp başkalarını düşünmeyerek


hep kendi çıkarını sağlayacak yönde hareket etmek. " hep kendine yontma, bir miktar da
bizi düşün, biz de insanız! "

kendini ağır satmak: kendisinden yapılması istenen işi, pekçok ricadan, pekçok
ısrardan sonra yapmayı kabul etmek. " kendini ağır satmakla adam olduğunu mu kanıtlayacak ?"

kendini alamamak: istemeyerek bir işi yapmak halinde kalmak, yapmamayı


edememek, kendini tutamayıp yapmak. " ona bir tokat atmaktan kendimi alamadım işte! "

kendini ateşe atmak: bilerek zor ve tehlikeli bir işe girişmek. " kendisini
ateşe atmasına izin mi vereceksiniz ?"

kendini bulmak: 1. iyi bir duruma kavuşmak. 2. kişilik kazanıp olgunluğa


erişmek. 3. farkında olmadan bir yere ulaşmış olmak. " nihayet kendimi buldum, bundan
böyle ekonomik sıkıntı çekmeyeceğim. "

kendini dev aynasında görmek: kendisini olduğundan büyük bir adam sanmak;
üstün, yetenekli, kuvvetli görmek. " kendini dev aynasında görmekten ne zaman vaz geçeceksin
ha !. . "

kendini dinlemek: 1. önemsiz, ufak rahatsızlıkları büyütmek; hastalık kuruntusu


içinde bulunmak. 2. yalnız, sakin kalmak. " uzun bir müddet kendimi dinledim, olup biteni
tekrar tekrar gözden geçirdim. "

kendini göstermek: 1. ortaya çıkmak, belirmek. 2. beğenilecek, takdir edilecek


niteliklerini ortaya koymak; gücünü göstermek. " uzun bir aradan sonra sergi açmaya,
kendini göstermeye karar verdi. "

kendini kaptırmak: bir şeyin etkisinden kendini kurtaramamak. " bu yaştan sonra
kendimi sigaraya kaptıracağım hiç aklıma gelmezdi doğrusu. "

kendini kaybetmek: 1. düşüp bayılmak. 2. kızgınlık, öfke yüzünden ne yaptığını


bilmeyecek hâle gelmek. " bir iki söz söyledikten sonra kendini kaybetti, oraya yığılıverdi. "

kendini toplamak: 1. kötü, bozuk olan durumunu düzeltmek. 2. bir husus üstünde
dikkatini yoğunlaştırmak. 3. şişmanlamak. " bizim oğlan kendini iyice toparladı, şimdi
ev almayı düşünüyor. "

kendini tutamamak: bir durum karşısında sessiz ve heyecana kapılmadan durmayı


başaramamak, kendine hâkim olamamak. " kendimi tutamadım, ben de ağlamaya başladım. "

kendini vermek: bir şeye tüm varlığıyla bağlanmak, başka şeylerle ilgisini
kesip sadece onunla ilgilenmek, bir şeyi bütün gücüyle yapmaya çalışmak. " işe henüz
kendini vermiş sayılmaz. "

kendi payıma: " bana gelince, bana kalırsa, fikrime göre, bana sorarsanız"
anlamlarında kullanılır.

kendi yağıyla kavrulmak: elindekiyle yetinmeye, kimseye muhtaç olmadan yaşamaya


çalışmak; ihtiyaçlarını kendi karşılayarak kimseden yardım istememek. " nasıl olalım,
kendi yağımızla kavrulup gidiyoruz işte... "

kene gibi yapışmak: yakasını bir türlü bırakmamak; istenmediği hâlde, çıkar
sağladığı için birinin peşini bırakmamak. " kene gibi yapışmıştı adamın yakasına,
peşini bir türlü bırakmıyordu. "

kesenin ağzını açmak: bol para harcamaya başlamak. " babam kesenin ağzını açtı
nihayet. "

keyfinin kâhyası (olmamak): birisine karışmaya hakkı olmamak, istediği gibi


yaşamasına engel olmamak. " o benim keyfimin kâhyası olamaz, ben dilediğim gibi yaşarım,
karışamaz bana! "

keyif çatmak: neşeli olmak, güzel ve eğlenceli vakit geçirmek. " işi nihayet
bitirmiştik, sıra şimdi keyif çatmaya gelmişti. "

keyif ehli: rahatına düşkün kimse, zevkinden bol bol yararlanan. " oldukça
rahat, keyif ehli bir insandı. "

kılı kırk yarmak: titizlenmek, çok dikkat ederek en ince ayrıntılarına kadar
incelemek, önemle üzerinde durmak. " bir malı almadan önce kılı kırk yararcasına evirir
çevirir ve öyle alırdı. "

kılına dokunmamak: bir kimseye, zarar verebilecek en küçük davranıştan bile


kaçınmak. " inan anne, kılına bile dokunmadım kardeşimin! "

kılını bile kıpırdatmamak (veya oynatmamak): bir durum karşısında en ufak


bir tepki bile göstermemek, ilgisiz kalmak, harekete geçmemek. " onca insan üstüme
yürüdü ama o kılını bile kıpırdatmadı. "

kıl payı (kalmak): çok az, az bir fark (kalmak). " araba o hızla virajı alamadı,
uçuruma yuvarlanmasına kıl payı kalmıştı. "

kıran girmek: 1. daha önce bulunmakta olan şey bulunmaz olmak. 2. hayvanlar ya da
insanlar arasında öldürücü bir hastalık yayılmak. " kıran girdi, tüm koyunlar telef
oldu. "
kırık dökük: 1. eski çürük, sağlam olmayan, değersiz (şey). 2. düzgün olmayan,
parça parça, dağınık (söz). " şu kırık dökük eşyaları ortadan kaldırın hemen! "

kırıp geçirmek: 1. yakıp yıkarak, basınç yaparak, öldürerek büyük zarar vermek.
2. çok sert davranarak darıltmak. 3. tuhaf olan söz ve davranışlarıyla herkesi güldürmekten
katıltmak.

kırk dereden su getirmek: birini kandırmak için çok dolambaçlı gerekçeler


ileri sürmek, ikna edebilmek için çok uğraşmak. " ne inatçı adammış, bir evet demek
için kırk dereden su getirtti bana. "

kırklara kırışmak: bir kimse bundan böyle ortalıkta görünmez olmak.

kırk tarakta bezi bulunmak: birbirlerinden değişik pekçok işle uğraşmak, pekçok
ilişkisi bulunmak, gizli ilişkileri olmak. " ne iş yaptığı belli değil, kırk tarakta
bezi var adamın. "

kısmeti açılmak: 1. kazancı artıp bolluğa erişmek. 2. bir kızı isteyenlerin


çoğalması. " bu miras kızın kısmetini de açtı hani! "

kısmetini (nimetini) ayağıyla tepmek: kavuşacağı iyi bir durumu, kıymetini


bilmeyerek reddetmek; istememek, değerlendirememek.

kıssadan hisse almak: bir olaydan, anlatılan bir hikâyeden ders almak.

kıt kanaat (geçinmek): yoksulluk içerisinde, zar zor ve güçlükle (geçinmek). " bir
zamanlar biz de kıt kanaat geçiniyorduk. "

kıvamına gelmek (bulmak): en ideal vaktinde olmak, lazım ve istenilen


şartlar yerine gelmek, istenilen duruma gelmek.

kıyamet kopmak: 1. kıyamet günü gelmek. 2. bir yerde çok gürültü ve patırtı
kavga, telâş olmak. " kıyamet günü gelecek ve insanlar sonunda hesaba çekilecekler. "

kızarıp bozarmak: utanarak renkten renge girmek, kimi duyguların etkisiyle


yüzünün rengi değişmek. " pot kırdığını anlayınca ne yapacağını şaşırdı, kızarıp bozaran
yüzünü kapatmaya çalıştı. "

kızıl (kızılca) kıyamet kopmak: bir meselede büyük, aşırı, gürültülü bir
kavgaya yol açmak; yüksek sesli tartışma başlatmak. " sizin bostanlara su vermeyeceğim
deyince kızılca kıyamet koptu. "

kilit noktası: tüm işlerin çözümlenmesi ona bağlı olan önemli öğe, üstünde
durulması gereken en önemli nokta, makam veya yer.

kimseye eyvallah etmemek: kimseden yardım ve iyilik beklememek, kimsenin


minneti altına girmemek. " bu yaşa kadar kimseye eyvallah etmedim, bundan sonra da
edecek değilim. "

kim vurduya gitmek: bir kargaşa esnasında ve kalabalık arasında kimin tarafından
vurulduğu veya dövüldüğü belli olmamak.
kirişi kırmak: kaçıp gitmek, bulunduğu yerden gizlice ve hızlıca ayrılmak. " kavga
başlayınca kirişi kırarım diye düşündü. "

kirli çamaşırlarını ortaya dökmek: ayıp, suç ve kusurlarını, gizli kalmış


yolsuzluklarını açığa çıkarmak; açıklamak, söylemek. " kirli çamaşırları ortaya dökülünce
ne yapacağını şaşırdı. "

kitaba el basmak: elini kutsal kitap olan kur`ân-ı kerim üstüne koyarak
yemin etmek.

kitabına uydurmak: kanunî olmayan bir işi kimi boşluklardan yararlanarak


kanunî imiş gibi göstermek. " işi kitabına uydurmuşlar, çok zengin olmuşlardı. "

kof çıkmak: işe yaramadığı, sanıldığı gibi olmadığı, boş ve değersiz bir
kişi olduğu anlaşılmak.

kokusu çıkmak: gizli yapılmış bir iş, daha sonra herkes tarafından bilinir
olmaya başlamak. " bu işin kokusu çıkar diye korkuyorum. "

kolaçan etmek: çevresini ya da kendisinden istenilen yeri dolaşıp ne var


ne yok diye bakmak, olup biteni anlamak amacıyla dolaşmak. " bir kişi etrafı şu şekilde
bir kolaçan etsin de gelsin. "

kol kanat olmak: yardım etmek, gözetmek, bir kimseyi koruyuculuğu altına
almak.

koltukları kabarmak: kendisine ya da yakınlarına yapılan övgüden ötürü kıvanç


duyup büyüklenmek, böbürlenmek. " oğlun olabildiğince becerikli dedikleri vakit koltuklarım
kabardı doğrusu. "

kolu kanadı kırılmak: çaresiz duruma düşmek, bir şey yapamaz hâle gelmek. " kolu
kanadı kırılmış bir vaziyette dolaşıyordu. "

korktuğu başına gelmek: endişe duyduğu, kaygılandığı, olmasını istemediği


şeyle karşı karşıya gelmek. " korktuğum başıma geldi, ne yapacağım şimdi ben! "

koyun kaval dinler gibi: düşünmeden, hiçbir şeyi anlamadan, ne denildiğini


kavramadan dinlemek. " beni koyun dinler gibi dinleyip çekip gittiler. "

kozunu paylaşmak: aradaki anlaşmazlığı zora başvurarak, üstün olan güce dayandırarak
çözümlemek, sona erdirmek. " onunla kozunu paylaşmaya can atıyordu. "

kök salmak: 1. bir yere iyice, ayrılmamacasına yerleşmek. 2. iyice tutunmak,


köklenmek, sağlamlaşmak, yayılmak. " onun sevgisi, içerisine iyice kök salmıştı. "

kök söktürmek: uğraştırmak, zorluk çıkarmak, engel olmak. " o takıma kök söktürmeye
yemin ettik. "

köküne kibrit suyu dökmek: bir daha belirmeyecek, ortaya çıkmayacak şekilde
yok etmek, ortadan kaldırmak.
köprüleri atmak: girişilen, başlanılan bir işten vazgeçmeye ya da geri dönmeye
imkânı kalmayacak biçimde kesin bir davranış göstermek; ilişkileri bir daha kurulamayacak
biçimde bozmak.

kör değneğini beller gibi: bir değişiklik, yenilik düşünmeden, hep aynı şekilde
davrananların durumunu anlatmak için kullanılır.

kör dövüşü: netice alınamayacak ve birbirlerini engelleyecek şekilde, bir birinden


habersiz düzensiz ve uyumsuz çabalama.

kör kadı: sözünü esirgemeyen; doğru bildiğini hatır gönül dinlemeden her
yerde, herkesin yüzüne karşı söyleyen.

köstek olmak: engel olmak. " sen köstek olma yeter. "

körü körüne: düşünüp taşınmadan, nasıl sonuçlanacağını hesaplamadan, dikkat


etmeden. " bu işe öyle körü körüne giremem, anladın mı ?"

köşe bucak: göze çarpmayan, önemsiz yer.

kötüye kullanmak: suiistimal etmek, yetkisini yanlış bir yolda kullanmak,


istenilmeyen yolda yararlanmak. " benim yumuşaklığımı kötüye kullandı. "

kraldan çok kralcı olmak: birinin davasını ondan daha çok savunur olmak.

kucak açmak: gereksinim sahibi birine sığınacak yer vermek, onu korumak. " muhtaçlara
kucak açmak insanlık görevidir. "

kumkumav gibi: yapayalnız, yalnız olarak.

kulağı delik: olup bitenleri çabuk haber alan, derhal her şeyden haberi olan. " hasan
mı, ne kulağı delik adamdır o, ne öğreneceksen ona sor. "

kulağı kirişte (olmak): söylenecek sözü, gelecek haberi dikkatlice (beklemek). " kulağınız
kirişte olsun, ne duyarsanız iletin derhal. "

kulağına çalınmak: bir söz, bir haber başkasına söylenirken kendisi de şu şekilde
böyle duymak. o" senin şehre gideceğin kulağıma çalındı, ne diyorsun ?"

kulağına kar suyu kaçmak: rahatını bozan bir haber işitmek, sıkışık bir duruma
düşmek.

kulağına küpe olmak: başına gelen bir işten, gördüğü olaydan ders alıp hiç
unutmamak. " umarım bu iş senin kulağına küpe olur da aynı yanlışa bir daha düşmezsin. "

kulağını açmak: tüm dikkatini vererek dinlemek, söylenenlere dikkat etmek. " kulağını
aç da beni iyi dinle! "

kulağını bükmek: dikkatli olması için uyarıda bulanmak.


kulağını çekmek: 1. uyarmak için hafif bir ceza vermek. 2. ceza olarak kulağını
büküp çekmek. " şimdi bana kulağınızı çektireceksiniz! "

kulak asmamak: aldırıp önemsememek, dinlememek. " kulak asma sen onun söylediklerine. "

kulak dolgunluğu: duya duya elde edinilen yarı buçuk bilgi.

kulak kabartmak: çaktırmadan, belli etmemeye çalışarak dinlemek. " dayanamayıp


yanındakilerin konuşmalarına kulak kabarttı. "

kulak kesilmek: çok iyi, tüm dikkatini vererek dinlemek; dikkatini toplayarak
duymaya çalışmak. " ne konuştuklarını merak ediyordum, yanlarına yaklaşarak kulak
kesildim. "

kulaklarını çınlatmak: birini iyi duygularla anmak.

kul hakkı: islâm dinine göre, insanların birbiri üstündeki hakları. " öte
dünyaya kul hakkıyla gitmem inşallah. "

kul köle (veya kurban) olmak: tam bir doğruluk içerisinde gönülden bağlanmak,
bağlılığın gerektirdiği fedakârlığı yapmaya hazır olmak.

kulp takmak: bir hata, bir bahane bulmak.

kumpas kurmak: birini aldatmak için tuzak kurmak, gizli bir iş düzen vermek.

kundak sokmak: 1. yangın çıkarmak için bir yere tutuşmuş yağlı bez parçası
koymak. 2. ara bozacak bir söz ya da davranışta bulunmak.

kurban olayım: 1. aşırı sevgi ve hayranlık anlatmak için kullanılır. 2. yalvarmak


için söylenir. " kurban olayım yavruma dokunmayın! "

kurşuna dizmek: ölüm cezasını askerî bir birliğin attığı kurşunlarla yerine
getirmek, sıkılan kurşunlarla öldürmek. " bütün köy halkını kurşuna dizdiler! "

kurtlarını dökmek: öteden beri yapmak istediği şeyi bol bol yapıp hevesini
almak. " bu akşam bir miktar kurtlarımızı dökelim, ne dersin ?"

kurt masalı okumak: inandırıcı, luzumsuz, asılsız sözler (söylemek).

kuru iftira: hiçbir kanıtı olmayan suçlama. " allah kuru iftiradan korusun
hepimizi! "

kuru kalabalık: 1. yararsız kırık dökük eşya. 2. hiçbir işe yaramayan insan
topluluğu. " bu kuru kalabalığa güvenip de sakın yola çıkma. "

kuru kuruya: boşuna, boş yere.

kuru sıkı: 1. korkutmak amacıyla söylenen sözler, blöf. 2. yalnız barutla


sıkılanmış tüfek veya fişek dolgusu.
kuş beyinli: akılsız, aptal, ahmak.

kuş kadar canı olmak: ufak, cılız, zayıf, çelimsiz bir vücuda sahip olmak.

kuş sütüyle beslemek: en pahalı, değerli az bulunur besinlerle yiyip içirmek.

kuş uçmaz, kervan geçmez: çok ıssız, sapa, kır, insanın uğramadığı yer. " başını
alıp kuş uçmaz kervan geçmez bir diyara gitti. "

kuş uçurmamak: hiç kimsenin geçmesine, kaçmasına izin vermemek; imkân tanımamak,
bunun için çok dikkatli davranmak. " sıkı gözcülerdir, kuş uçurtmazlar, merak etme! "

kuvvetten düşmek (kesilmek): gücü iyice azalmak.

kuyruğuna basmak: birini tahrik etmek, incitip saldırmasına yol açmak.

kuyruklu yalan: insanın kanması için süslenmiş büyük yalan. " inanmayın ona,
söyledikleri kuyruklu yalandan başka bir şey değil! "

kuyruk sallamak: yaltaklanmak, birisine yaranmak için yapmacık davranışlarda


bulunup şirin görünmeye çalışmak. " bütün gece boyunca şirket müdürüne kuyruk sallayıp
durdu. "

kuyusunu kazmak: birinin kötü duruma düşmesi, felâkete uğraması, zarar görmesini
sağlamak için zemin hazırlamak, tuzak kurmak. " adamın kuyusunu kazıp da elinize ne
geçecek. "

küçük dilini yutmak: çok şaşmak, hayrete düşmek, donakalmak, hiçbir şey söyleyemez
hâle gelmek. " ne o dostum, ufak dilini mi yuttun ?"

küçük düşürmek: onurunu kırmak, birilerinin yanısıra itibarını sarsmak ve


değerini düşürmek. " dikkatli ol, bir pot kırıp da kendini ufak düşürme sakın. "

küçük görmek: önemsememek, değer vermemek. " hasmınızı sakın ufak görmeyin
çocuklar! "

külâhıma anlat: " söylediklerin hiç de inandırıcı değil, sana inanmıyorum"


anlamında kullanılır.

külâhını ters giydirmek: çok kurnaz olmak; oyuna getirmek, kendisine iyi
davranmayanları bir hile ile yaptıklarına pişman etmek.

külâhları değişmek: " araları bozulmak, bozuşmak" anlamında tehdit olarak


kullanılır. " hareketlerini düzeltmezsen külâhları değişiriz, ona göre! "

kül kedisi: 1. çok üşüyen, ateşin yanından ayrılmayan (kimse). 2. uyuşuk,


miskin, rahatına düşkün, tembel.

kül kesilmek: heyecan ve korkudan yüzünün rengi atmak, solmak. " katili karşısında
görünce yüzü kül kesildi. "
.kül olmak: 1. bir şey bütünüyle yanmak. 2. varını yoğunu yitirmek, elinde
bulunanlar yok olmak. 3. büyük bir felâkete uğrayıp çok üzülmek.

külünü (göğe) savurmak: bir şeyi tamamiyle bitirip yok etmek, harcayıp tüketmek,
telef edip bir şey bırakmamak.

kül yutmamak: oyuna gelmemek, tuzağa düşmemek, kurnazca yapılan bir hileye
aldanmamak. " bana kül yutturamazsınız diyemem ama yeterince dikkatli olduğumu söyleyebilirim. "

künyesi bozuk: eskiden kötü durumları görülmüş olan, kötü işlere girmiş bulunmakta olan. " künyesi
bozuk diye, bu adama hiç kimse iş vermeyecek mi ?"

küplere binmek: haddinden fazla öfkelenme, kızmak, sağa sola ateş saçmak. " yeni
saatimi kırdığımı öğrenen annem küplere bindi. "

küpünü doldurmak: eline geçen fırsatları değerlendirerek çok para biriktirmek. " küpünü
doldurmayı becerebilenlerden olamadım hiç. "

kürek kadar (pabuç kadar) dili olmak: derhal her söze cevap yetiştirmek, büyüklerine
karşı saygısızca karşılıklar verir olmak. laçka olmak:
1. gelişi hoş bir iş gevşek ve düzensiz yürütülmek. 2. mil ya da vida gibi makine
bölümleri eskiyip aşınarak işe yaramaz hâle gelmek. " bu vidalar laçka olmuş, kol
tutmuyor. "

Lafa boğmak: birinin söz söylemesine fırsat vermeyip meseleyi luzumsuz ve


boş sözlerle anlaşılmaz kılmak, gürültüye getirip uzatmak.

laf (söz) altında kalmamak: bir münakaşa sırasında söylenen her dokunaklı
söze karşılık vermek, söz altında ezilmemek.

laf (söz) aramızda: " söyleyeceğim sözleri başka biri duymasın, bilmesin,
konuştuklarımız aramızda kalsın" anlamında kullanılır. " laf aramızda, ali yine öç
alacağım demeye başlamış. "

laf atmak: 1. dokunaklı sözlerle sataşmak, uzaktan işittirmek. 2. karşılıklı


söyleşmek, konuşmak. 3. sözle sarkıntılık etmek. " laf atarak beni tahrik etmeye çalışıyorlardı. "

lafa tutmak: birini konuşarak, luzumsuz meseleler anlatarak işinden alıkoymak. " onu
biraz lafa tutup oyalamaya başladılar. "

laf ebesi: söyleyecek sözü bol olan, her söze karışan, herkese söz yetiştiren,
çok konuşan. " laf ebeliğini bırak da ne söyleyeceksen söyle! "

laf etmek: 1. konuşmak. 2. bir şeyi dedikodu konusu yapmak. " akşam buluşalım
da iki çift laf edelim. "

lafı (sözü) ağzına tıkamak: birinin sözünü bitirmesine fırsat vermemek, onu
susmak zorunda bırakmak, konuşmasını önlemek. " ağzını açar açmaz lafı ağzına tıkadılar
adamcağızın. "

lafı (sözü) ağzında gevelemek: söylemek istediğini açık olarak bir türlü
söyleyememek, şundan bundan bahsetmek. " beni görünce şaşırdı, lafı ağzında gevelemeye
başladı. "

lafı ağzında kalmak: söyleyeceğini söylemeye vakit bulamamak, konuşmasını


bitirememek.

lafı (sözü) çevirmek: konuşmasının sakıncalı bir şekil aldığını fark edince
söze başka bir yön vermek, başka hususa geçmek. " beni görünce birden nasıl
da sözü çevirdi. "

lafını (sözünü) etmek: bir şey üstünde konuşmak. " artık lafını etmeyin şu
adamın! "

lafını (sözünü) bilmek: tutarlı ve mantıklı konuşmak, sakıncalı olmayan ve


birini kırmayan sözler söylemek, saygılı ve yerinde konuşmak. " o daima lafını bilir
bir insan olmuştur. "

laf işitmek: birisi tarafından paylanmak, azarlanmak," çabuk ol, senin yüzünden
laf işiteceğiz öğretmenden. "

laf olsun diye: rastgele, belli bir amaç gütmeden. " kızma canım, laf olsun
diye söylemiştir o sözleri. "

laf (söz) taşımak: aralarını açmak maksadıyla birinin bir kimse ile ilgili
söylediği güzel olmayan sözlerini o kimseye ulaştırmak, söz getirip götürmek. " o laf
taşıyıcı adamdan uzak durmalısın. "

laf (söz) yetiştirmek: bir söze karşılık vermekte gecikmemek, durmadan konuşmak.

laf (söz) yok: " kusursuz, eksiksiz, eleştirilecek bir yanı dahi yok" anlamında
kullanılır. " arkadaşıma laf yok, o mert mi mert biridir. "

lâhavle çekmek: sıkıntıyı, öfkeyi gidermek, sabır telkin etmek için " lâhavle"
ile başlayan duayıokumak. " lâhavle çekmeden başka bir şey yapamadım. "

lamı cimi yok: " hiçbir bahane, itiraz, mazeret, duraksama, karşı gelme yok"
anlamında kullanılır. " lamı cimi yok, bu akşam bize geleceksiniz, tamam mı ?"

lastikli söz: farklı mânâlara gelen söz.

leb demeden leblebiyi anlamak: daha sözün başında ne demek istediğini anlamak, anlayışlı
ve kavrayışlı olmak.

leke sürmek: suç indirmek, birinin onurunu sarsacak şekilde iftirada bulunmak. " zorla
kadıncağıza kara bir leke sürdüler, allah`tan hiç korkmadılar. "

leşini çıkarmak: çok feci dövmek. " beş kişiydiler, adamın leşini çıkardılar. "

leşini sermek: öldürmek. " ben de onun leşini sermezsem... "

leyleğin yuvadan attığı yavru: yakınlarından ilgi görmeyen, çevresinin uzaklaştırdığı


kimse.
lokma ağzında büyümek: gelişi hoş bir sebepten, acı ya da üzüntüden dolayı
lokmasını yutamamak, yiyememek. " ağzında lokmalar büyümeye başladı, gözleri dolu
dolu oldu. "

lokmasını saymak: birinin ne kadar yediğine bakmak, çok yiyeceğinden korkmak.

lök gibi oturmak: bir yere tüm ağırlığıyla çökmek, oturup kalmak. " sedire
lök gibi oturunca gacur gucur sesler duyuldu. "

lügat paralamak: anlaşılmaz, süslü, parlak, ağdalı, konuşma dilinde geçmeyen


kelimelerle konuşmak. " lügat paralamak hoşuna gitmeye başlamıştı. "

lüpe konmak: değerli bir şeyi bedavadan, emek sarf etmeden ele geçirmek.

Maaşa geçmek: aylığa geçmek, çalıştığı yerden


ücret almaya başlamak. " maaşa geçtiği günün ertesinde onu işten çıkardılar. "

madalyanın ters (öteki) yüzü: pozitif bir olay, iş ya da durumun düşünülmesi, hesaba
katılması gereken negatif yönü.

madik atmak: hile, düzen ve oyunla aldatmak; dolap çevirmek. " ona kolay kolay
kimse madik atamaz. "

mahalle karısı: kaba, terbiyesiz, görgüsüz, kavgacı kadın.

mahalleyi ayağa kaldırmak: bağırıp çağırarak, gürültü kopararak husus komşuyu rahatsız
etmek, telâşlandırmak. " bağırıp durma öyle, mahalleyi ayağa kaldıracaksın. "

mahkemelik olmak: kavga veya anlaşmazlık neticesi mahkemeye düşmek. " bu gidişle
mahkemelik olacağız galiba. "

mahşer midillisi: kısa boylu, fitneci kimse.

mahşer gibi: çok kalabalık. " meydan mahşer gibiydi. "

makaraları koyvermek: kendini tutamayıp kahkahayla gülmeye başlamak, uzun


uzun gülmek. " yüzükoyun çamura düşen arkadaşını görünce makaraları koy verdi. "

makas almak: birinin yanağını orta parmakla gösterme parmağı arasında sıkmak.

mal bulmuş mağribi gibi: büyük bir zenginliğe kavuşmuşcasına büyük sevinç ve coşku
ile.

mal etmek: 1. bir malı hakkı olmadığı hâlde kendisininmiş gibi göstermek
veya saymak. 2. bir mala, bir değer karşılığında sahip olmak. " o tarlayı kendisine
mal etmesine göz yummayacağım. "

malın gözü: 1. aşağılık ve düzenci kimse. 2. iffetsiz. 3. iyi mal.

mânâ çıkarmak: yanlış bir yargıya varmak, bir söz ya da hareketten kendine
göre bir anlam çıkarmak. " öyle alıngandı ki her sözümden bir mânâ çıkarıyordu. "
mânâ vermek: kendine göre bir yargıya varmak, yorumlamak. " senin bu davranışına
bir mânâ veremiyorum. "

maneviyatı bozulmak: moral gücü sarsılmak, kendine güveni yitirmek, kendini


güçsüz ve dirençsiz hissetmek. " düşmanlar, toplumumuzun önce maneviyatını bozdular. "

mantar gibi yerden bitmek: birdenbire ya da kendiliğinden ortaya çıkmak. " adamlar
mantar gibi yerden bitmişlerdi, bir anda etrafımızı sarıverdiler. "

maraza çıkarmak: anlaşmazlığa yol açacak işler yapmak, kavgaya yol açmak.

martaval atmak: inanılmayacak şeyler uydurmak, yalan söylemek. " amma da martaval
atıyordu adam. "

mart içeri pire dışarı: birbirlerinden hoşlanmayan iki kişiden biri gelince
ötekinin dışarı çıkışını anlatmak için kullanılır.

masal okumak: inandırıcı olmayan, oyalayıcı ve avutucu sözler söylemek. " bana
masal okuma, olayın gerçek yüzünü anlat. "

maskara olmak: gülünç hâllere düşmek, alay konusu olmak. " kim düşmanının maskarası
olmak ister ?"

maskesi düşmek: gerçek yüzü, kimliği, meziyeti ortaya çıkmak. " nihayet maskesi
düştü, herkes onun ne mal olduğunu anlayacak. "

masrafa girmek: çok para harcamak. " evi yaptılar ama çok da masrafa girdiler. "

masrafı çekmek: bir iş için gereken parayı ödemek, gideri karşılamak. " yarınki
gezide tüm masrafları ahmet çekecekmiş. "

maşallahı var: bir şey ya da kimsenin iyi taktirde olduğunu anlatmak için
kullanılır. " adamın maşallahı var, hiçbir yoksulu geri çevirmedi. "

maşası olmak: sakıncalı bir işte, biri tarafından araç olarak kullanılmak. " işverense
işveren, onun maşası olamam ben! "

mat etmek: 1. satranç oyununda yenmek. 2. bir tartışmada, karşı tarafı söz
söyleyemeyecek duruma getirmek. " ileri sürdüğü kanıtlar ile karşısındakileri kısa
zamanda mat etti. "

matrak geçmek: alay etmek, karşısındakiyle eğlenmek, dalga geçmek. " insanlarla
matrak geçmeye bayılıyorsun. "

maval okumak: tutarlı, inandırıcı olmayan, yalan sözler söylemek. " kes sesini,
maval okumandan bıktım artık! "

mayası bozuk: karaktersiz, kötü yaradılışlı, aşağılık (kişi). " şu mayası bozuk
adamın çenesini kapayın, sesini duymak istemiyorum. "
maymun iştahlı: kararsız, hevesi çabuk geçen; bugün şunu yarın ötekini beğenen. " maymun
iştahlılığı yüzünden başına olmadık işler geldi. "

mekik dokumak: iki yer arasında durmadan gidip gelmek. " mağaza ile ev arasında
tam elli beş yıl mekik dokumuştu rahmetli. "

mendil açmak: dilenmek.

merak etmek: 1. kaygılanmak. 2. öğrenmek, anlamak isteği taşımak. " merak etmeye
başladım, bu saate kadar gelmeliydiler. "

m erhabası olmak: birisiyle selâmlaşacak kadar tanışıklığı, yakınlığı bulunmak.

merhabayı kesmek: biriyle ilgiyi kesmek, arkadaşlığa son vermek. " onunla merhabayı
keseli epey vakit olmuştu. "

mesele çıkarmak: üzüntü verecek, içerisinden zor çıkılacak, bir anlaşmazlığa


sebep olacak bir durum oluşturmak. " haydi, bir mesele çıkarmadan çekip gidin buradan. "

mesken tutmak: yerleşmek. " yarim istanbul`u mesken mi tuttun! "

meteliğe kurşun atmak: parasız pulsuz kalmak, hiç parası olmamak. " dün meteliğe
kurşun atıyordu, ya bugün... "

metelik vermemek: değer vermemek, umursamamak, aldırış etmemek. " onun gibilere
metelik vermem mi diyorsun ?"

mevki sahibi olmak: yüksek bir görevde, bir işte önemli bir aşamada bulunmak. " mevki
sahibi olmak için yıllarca çalışıp durdu. "

meydana çıkmak: 1. görünmek. 2. belli olmak. 3. yetişmek, büyümek, olmak. " korkak
herif meydana çık da yüzünü görelim. "

meydana gelmek: 1. olmak, oluşmak, vücut bulmak. 2. ortaya çıkmak. " olay akşam
üzeri meydana geldi diyorlar. "

meydanı boş bulmak: kendisine mâni olacak kimse bulunmadığı için aşırı davranışlarda
bulunmak, bir şeyden çekinmemek. " meydanı boş bulan eşkıyalar ortalığı kasıp kavurmaya
başlamışlardı. "

meydan okumak: kavga ya da yarışmaya çağırmak, korkmadığını ve çekinmediğini


açıkça bildirmek. " bir an meydan okumayı içerisinden geçirdi, sonra bundan vazgeçti. "

meydan vermemek: negatif bir olay ya da durumun gerçekleşmesine imkân ve


zaman vermemek, engel olmak. " onların kavga etmesine sakın meydan vermeyin çocuklar. "

mezhebi geniş: namus konusunda lazım olan titizliği göstermeyen, kadın-erkek


ilişkilerinde dini kaidelere aldırış etmeyen, iffetsizliğe meydan veren, geniş davranan.

mezar kaçkını: çok zayıf, bitkin, güçsüz düşmüş kişi.


mırın kırın etmek: bir isteği yerine getirmemek için çeşitli bahaneler ileri
sürüp nazlanmak. " mırın kırın etmeyi bırak da yak şu sobayı. "

mızıkçılık etmek: bir oyunu ya da birlikte yapılan bir işi çeşitli bahaneler
ileri sürerek bozmaya çalışmak, razı olmamak.

mide bulandırmak: 1. kusacak bir duruma getirmek. 2. kuşkulandırmak. " çekil


çabuk karşımdan, midemi bulandırıyorsun! "

midesi bulanmak: 1. kusacak gibi olmak. 2. iğrenmek, tiksinmek. 3. kuşkulanmak. " yaptığınız
iş, mide bulandırıcı bir işti! "

mideye oturmak: yenilen bir şeyin sindirim zorluğu vermesi.

mihenk (taşı): birinin değerini, ahlâkını anlamaya yarayan kriter.

mim koymak: 1. (bir şey) unutulmaması için işaret koymak. 2. önemli bularak
üstünde durmak, dikkate almak, önemli şeyler arasında saymak. " bu ata sözüne bir
mim koy, dedi öğretmenim. "

minnet etmek: boyun eğmek, yalvarmak. " ona buna minnet etmeden yaşamak istediğimi
biliyorsun değil mi ?"

moda olmak: yaygın duruma gelmek, gözde olmak, beğenilir ve arzu edilir olduğu
için yapılır olmak. " saçları kısa kestirmek bu yıl moda oldu. "

modası geçmek: yaygın olmaktan çıkmak, önemini yitirmek. " bu elbisenin modası
geçti bundan böyle. "

mola vermek: bir müddet ara vermek; uzun süren yolculuğun, çalışmanın, yürüyüşün
yorucu tesirini atmak için bir müddet dinlenmek. " yarım saat sonra mola verecekler,
onlara mola yerinde yetişebiliriz. "

muhallebi çocuğu: nazlı, el bebek gül bebek büyütülmüş, dayanıksız, narin


kimse. " senin gibi muhallebi çocuklarıyla iş yapamam ben. "

mukabelede bulunmak: karşılık vermek.

mumla aramak: çok istek ve özlemle aramak. " o anneyi siz mumla arayacak ama
bir daha bulamayacaksınız. "

mum (gibi) olmak: 1. yaramazlığı, hırçınlığı, uyumsuzluğu bırakıp yola gelmek.


2. razı olmak. " askerde onun da mum gibi olacağına eminim. "

muradına ermek: dileği gerçekleşmek, çok istediği şeye kavuşmak. " inşallah
muradına erersin kızım. "

mümkün mertebe: olabildiğince, yapabildiği kadar. " zararınızı olası mertebe


karşılama yoluna gideceğimizden emin olun lütfen. "

mürekkebi kurumadan: bir şeyin yazılmasından çok kısa bir müddet sonra.
mürekkebi kurumadan bozmak: bir kararı, sözleşmeyi, anlaşmayı yazılmasından
kısa bir müddet sonra bozmak.

mürekkep yalamış: az çok öğrenim görmüş, okuyup yazmış, belli bir kültüre
sahip olmuş kimse. " maval okumayı bırakın, biz de mürekkep yalamışlardan sayılırız. "

mürüvvetini görmek (anne, baba için): 1. bilhassa evlâdının evlendiğini,


çoluk çocuk sahibi olduğunu görmek. 2. çocuklarının sevinçli günlerini görerek mutluluk
duymak. " acaba çocuklarımın mürüvvetini görecek miyim ?"

müslüman adam: hak yemeyen, doğruluktan ayrılmayan, islâm`ın emirlerine uyan


kimse. " müslüman adam, başı daima dik olan adamdır. "

Na (nah) kafa: " akılsız, düşüncesiz, kavrayışsız" anlamında alay yollu söylenir. " anlaması
mümkün değil, na kafa! "

nabza göre şerbet vermek: birinin hoşuna gidecek, eğilimlerine cevap verecek
biçimde davranmak. " nabza göre şerbet vermeyi iyi biliyorsun. "

nabzını yoklamak: eğilimini, niyetini, düşüncelerini, arzularını anlamaya


çalışmak. " işçilerin nabzını yoklayın da zam konusunu öyle düşünelim. "

nalıncı keseri gibi kendine yontmak: derhal her işte kendi çıkarını düşünerek
hareket etmek.

nam almak: tanınmak, ünü her yerde duyulmak.

namus belâsı: namusunu, şerefini, itibarını korumak için katlanılan sıkıntılı


durum, kabullenilen zarar ziyan. " namus belâsına az kaldı canından oluyordu delikanlı. "

nane molla: 1. dirençsiz, güçsüz kimse. 2. çok sık hastalanan, sağlıksız


kimse. 3. üşengeç, bir iş yapmaktan kaçınan. " ne nane molla bir adamsın, kalk da
biraz çalış. "

nara atmak: yüksek bir sesle haykırmak, kabadayıca bağırmak. " birahaneden
çıkan sarhoşlar edepsizce nara atmaya başladılar. "

nato kafa nato mermer: " söz anlamaz, söz dinlemez taş gibi kafa" anlamında
kullanılır.

naza çekmek: kendini ağır satmak, bir isteği yerine getirmekte yapmacıklı
davranışlarla isteksiz gibi davranmak. " kendini naza çekmeye bayılır bizim kız. "

nazı geçmek: dilediklerini yaptıracak kadar hatırı sayılır olmak. " babası,
kasabada olabildiğince nazı geçen bir insandı. "

ne akar ne kokar: kimseye ne yararı ne de zararı dokunan pısırık, çekingen


kimseler için kullanılır.

ne çare: çaresi yok, elden bir şey gelmez. " ne çare ki onu durdurmamız olası
değil. "
ne çıkar: 1. ne zararı var ? 2. bir netice vermez. 3. ne fayda, ne zarar umulur. " biraz
sert konuşmuşsam, ne çıkar bundan ?"

neden sonra: bir müddet geçince, her şey olup bittikten sonra, çok vakit sonra. " neden
sonra babam da geldi. "

ne de olsa: ne denli eksiği, hatası olursa olsun; böyle olmakla birlikte.

ne dese beğenirsin ?: " nasıl, beklenmeyen bir söz söyledi biliyor musun ?"
anlamında kullanılır.

ne fayda: bundan böyle neye yarar.

nefes aldırmamak: dinlenmesine fırsat vermemek, sıkıştırmak, rahat bırakmamak. " nefes
aldırmadı bize, sabaha kadar çalıştırdı. "

nefesi kesilmek (tıkanmak): güç soluk alacak duruma gelmek veya soluğu büsbütün
durmak. " bir yumrukta nefesini kesti adamın. "

nefes nefese gelmek: koşarak, sıkça soluyarak, heyecanlı ve yorulmuş bir


şekilde (gelmek). " kapıdan içeri nefes nefese girdi. "

nefes tüketmek: bir şeyi anlatmaktan çok yorulmak. " boşuna nefes tüketiyorsun, baksana
anlamıyor. "

nefsine yedirememek: kendine yakıştıramamak, o şeyi yapmayı kendisi için


onur kırıcı, ağır bulmak. " iki yüzlülüğü bir türlü nefsine yediremiyordu. "

nefsini körletmek: birtakım yollarla iştah duygusunu dindirmek. " nefsini körletmeden
iyi bir kul olamazsın. "

ne güne duruyor ?: " şimdi yapmazsa, ne zaman yapacak" anlamında kullanılır. " gitsin
istesin kızı, daha ne güne duruyor ?"

nefsini yenmek: arzularının, ihtiraslarının önüne geçebilmek.

ne günlere kaldık !: " eskiden daha iyiydi, vakit değişti, düzen ve usuller
başkalaştı, çok kötü günler geçiriyoruz" anlamında kullanılır.

ne hâli varsa görsün! : uyarılara, öğütlere kulak asmayan insanlar için " ne
yaparsa yapsın, beni ilgilendirmiyor" anlamında kullanılır.

ne idiği belirsiz: ne olduğu, meziyeti, soyu sopu, nereli olduğu bilinmeyen. " ne
idiği belirsiz bir yığın insan hükümette yer almış. "

ne mal olduğunu anlamak: asıl meziyetini, işe yaramaz oluşunu, kötü niyet
beslediğini anlamak. " onun ne mal olduğunu şimdi anlarız. "

ne mene: ne türlü, nasıl, ne çeşit ?


ne od var ne ocak: aşırı yoksulluğu, geçim darlığını anlatmak için kullanılır.

ne oldum delisi olmak: beklemediği bir duruma yükselip şımarmak, ölçüsüz


hareketler yapmak. " dikkat et, ne oldum delisi olan insanlar gibi olma. "

ne olur: " yalvarırım, rica ederim, lütfen" anlamında kullanılır. " ne olur
beni de götürün köye! "

ne olur ne olmaz: her ihtimale karşı, ne olacağı belli değil. " şemsiyeni al,
ne olur ne olmaz, yağmura yakalanabilirsin. "

ne pahasına olursa olsun: her türlü sıkıntı ve tehlikeyi göze alarak, ne


kadar büyük fedakârlık isterse istesin. " ne pahasına olursa olsun ben bu işi bitireceğim. "

nerede akşam orada sabah: " gece kalacağı bir yeri yok, neresi rast gelirse
orada kalıp yatar" anlamında kullanılır.

nereden nereye: 1. uzak, dolaylı bir ilişki ile. 2. şaşılacak şey, olacak
gibi değil! " nereden nereye, kim derdi ki biz karşılaşacağız! "

ne şiş yansın ne kebap: " iki taraf da korunsun, gücendirilmesin, ikisinin


de zarar görmeyeceği bir yol bulunsun" anlamında kullanılır.

ne tadı var ne tuzu: hoşa gidecek, zevk alınacak, beğenilecek bir şey değil. " ne
tadı var ne tuzu yaptığım işin. "

nevri dönmek: çok öfkelenmek, sinirlenip kızmak ve bu yüzden rengi değişmek. " saygısızca
konuşmaya başlayınca nevri döndü, öfkeyle elini kaldırdı. "

ne yardan geçer ne serden: istediği şey fedakârlığı gerektirdiği hâlde, fedakârlığa


yanaşmayan ama istediğinden de vazgeçmeyen kimseler için kullanılır.

ne yer ne yedirir: kimsenin yararlanmasını istemez, kendi de yararlanmaz.

neye uğradığını bilememek: beklenmedik bir durumla karşılaşıp hiçbir şey


yapamamak, şaşırıp kalmak. " ocak birden alev alınca neye uğradığını bilemedi. "

niyet etmek: bir şeyi yapmayı zihninde tasarlamak, düşünmek. " ona hediye almaya
niyet etmişti. "

niyeti bozuk: kötü bir davranışta bulunması beklenen, kötülük düşündüğü sezilen. " niyeti
bozuk bunların, sakın ilişmeyin. "

noktası noktasına: tastamam, eksiksiz, tamamen, birbiriyle tıpatıp aynı. " noktası
noktasına hatırlıyorum o kavgayı. "

not düşmek: yazılı metnin bulunduğu sayfanın bir köşesine, konuyla ilgili
birkaç cümle yazmak.

notunu vermek: kıymetini tespit etmek, ne nitelikte bir kişi olduğu konusunda
kanıya varmak. " hâlâ notunu veremedin mi o adamın ?"
nuh der peygamber demez: son derece inatçıdır, düşüncelerini bir türlü değiştirmez,
söylediklerinde ve inançlarında direnir.

nuh nebi`den kalma: çok eski modası geçmiş, köhnemiş (eşya, bina). " nuh nebi`den
kalma bir koltukta oturuyordu. "

numara yapmak: bir hareketi yalandan yapmak, bir şeyi gerçekmiş gibi söyleyerek
karşısındakini aldatmak. " ona öyle bir numara yapacağım ki şaşkına dönecek. "

nur topu: gürbüz, sağlıklı, çok hoş ve temiz çocuklar için söylenir.

nutku tutulmak: korkudan, üzüntüden, heyecandan konuşamaz olmak. " katili karşısında
görünce nutku tutuldu. "

Ocağı kör kalmak: soyunu


sürdürecek çocuğu bulanmamak, soyu tükenmiş olmak.

ocağına düşmek: birine yardım etmesi için yalvarmak, koruması için sığınmak. " ocağına
düştüm ağam, beni bu işten ancak sen kurtarırsın! "

ocağına incir dikmek: birinin evini barkını dağıtmak, düzenini alt üst etmek,
yuvasını yıkıp toparlanamaz hâle getirmek. " bende senin ocağına incir dikmezsem dedi
ama dediğine pişman oldu. "

ocağını söndürmek: ailenin dağılmasına sebep olmak, çoluk çocuğunu yok etmek. " ocağımı
söndürdü katiller! "

oğul balı: 1. evlât, evlâdın ana babaya yansıyan geliri. 2. oğul arılarının
yaptığı bal.

oğul vermek: oğul arılarının bir bölüğü kovandan ayrılıp başka bir kovana
gitmek, yeni bir oğul arısı topluluğu meydana getirmek.

okkalı kahve: bol kahve ile yapılmış ve büyük fincana konmuş kahve. " bir okkalı
kahve daha çek usta! "

okka çekmek: hacminden daha fazla ağır gelmek.

okkanın altına girmek: haksız yere eziyet çekmek, zarar ve ceza görmek. " uyanık
ol da okkanın altına gireyim deme, tamam mı ?"

ok yaydan çıkmak: geri dönülemeyecek bir iş yapmak, söz söylemek ya da bir


harekette bulunmak. " ok yaydan çıktı bir kere, çaresiz dövüşeceğiz. "

ola ki... : belki olur ya, olabilir ki... " ola ki bir daha karşılaşırız. "

olan biten: olup geçenler, olanların hepsi, meydana gelenler. " olan bitenden
hiç haberim olmadı. "

oldu bittiye getirmek: emrivaki yapmak, geri dönülmesi güç ve imkânsız bir
durum oluşturmak. " oldu bittiye getirerek tarlayı satın aldılar. "
oldum bittim (veya oldum olası): başından beri, öteden beri, ilk zamandan
beri, kendimi bildiğimden beri. " oldum bittim kızarım bu adamlara. "

oldu olacak kırıldı nacak: " olanlar oldu, iş işten geçti, olanlar geri dönülemeyecek
bir durum aldı, bunu kabul etmek gerek" anlamında kullanılır.

olmayacak duaya amin demek: netice vermeyecek bir işle uğraşmak ya da buna
destek vermek.

olur olmaz: 1. meydana gelmesinden derhal sonra. 2. rast gele, sıradan. 3.


gerekli luzumsuz, yerli yersiz, önemli önemsiz durumu gözetilmeden yapılan (iş)
ya da söylenen (söz).

oluruna bırakmak: bir işin yapılabildiği, olabildiği kadarıyla yetinmek,


müdahale etmeden bekleyip sonucuna ne olursa olsun razı olmak. " artık oluruna bıraktık
işi. "

omuz omuza: 1. birbirine destek vererek, dayanışarak. 2. yan yana, çok sıkışık. " omuz
omuza vererek bu zorluğun altından kalkmamız olası. "

omuz silkmek: aldırmamak, önem vermemek, benimsememek. " sana bunu alacağım
dedim ama o, omuz silkti. "

on parmağında on kara: insanlara leke sürmeyi, kara çalmayı, iftira atmayı


huy edinmiş (kimse).

on parmağında on marifet: çok hünerli, becerikli, ustalığı çok, elinden her


iş gelir.

onuruna dokunmak: onurunu, haysiyetini incitmek. " dikkatli ol, birinin onuruna
dokunacak iş yapma. "

oralarda (oralı) olmamak: anlamamış, sezmemiş gibi davranmak. " o sözler ona
söyleniyordu ama hiç oralı olmadı. "

ortada kalmak: 1. yersiz yurtsuz kalmak, barınacak yer bulamamak. 2. iki


şey arasında kalmak. 3. (bir şeyi) kimse üstüne almamak. " belediye evlerini yıkınca
çoluk çocuk öylece ortada kaldılar. "

ortadan kalkmak: 1. görünmez, bulunmaz olmak. 2. yok olmak. " sis ortadan kalktı. "

ortadan kaybolmak: nereye gittiği bilinmemek, sezdirmeden gitmek, görünmez


hâle gelmek. " ali ortadan kayboldu. "

orta hâlli: ne zengin ne yoksul, ne iyi ne kötü, ne çirkin ne hoş. " onlar
orta hâlli bir ailedirler. "

ortalığı birbirine katmak: kargaşa çıkarmak, herkesi birbirine düşürmek. " şimdi
gelip ortalığı birbirine katacak diye korkuyorum. "
ortalık düzelmek: tedirginlik kalmamak, toplum içerisindeki karışıklık yok olmak. " çok
şükür ortalık düzeldi. "

ortalık karışmak: kargaşa çıkmak, toplumda düzensizlik baş göstermek. " ortalık
yine karıştı, insanlar birbirine girdi. "

orta malı: 1. herkesin yararlandığı (şey). 2. her isteyenle ilişkide bulunmakta olan. " benim
bisikletim orta malı mı ki herkes binmeye çalışıyor. "

ortaya dökmek: 1. gizli olan ne varsa açıklamak. 2. çıkarıp göstermek. " bütün
sırlarını ortaya dökmek için harekete geçti. "

o tarakta bezi olmamak: bir şeyle, bir işle ilişiği bulunmamak, o şeyle ilgilenmemek. " o
tarakta bezi olacağını hiç sanmam. "

ot yoldurmak: çok zorluk çıkarmak, zor bir iş gördürmek, çok uğraştırmak.

oya koymak: bir işin neticesini belirlemek üzere oy verilmesini istemek, oylama
yoluyla bir topluluğun görüşünü almak. " bu görüşü oya koymayı teklif ediyorum, kabul
edenler el kaldırsınlar. "

oy birliği: bir toplantıya katılan, bir meseleyi konuşan kimselerin tıpkı


düşüncede olup aynı yönde oy kullanmaları. " sınıf başkanını oy birliği ile seçtik. "

oyuna gelmek: aldatılmak, tuzağa düşürülmek. " onların oyununa gelmemeye çalış,
dikkatli ol. "

oyunbozanlık etmek: mızıkçılık etmek, birlikte yapılması gereken işten tek


taraflı vazgeçmek. " oyunbozanlık etme de gel birlikte eğlenelim. "

oyun etmek: aldatmak, kurnazlıkla birini tuzağa düşürmek. " bana kötü bir oyun
ettiler. " öbür (öteki) dünya: ahiret, insanların
öldükten sonra gidecekleri ve ebedî olarak kalacakları âlem. " öteki dünyada inşallah
yüzümüz güler. "

Öç almak: yapılan bir kötülüğün acısını aynı derecede bir kötülük yaparak
çıkarmak. " öç alma fikrinden vazgeçirmeliyiz onu. "

ödü patlamak: ani bir olay sebebiyle çok korkmak. " fareden ödüm kopar. "

öküzün altında buzağı aramak: kimi sebepler, bahaneler uydurarak suç ve suçlu
bulma çabasında olmak.

öküz öldü, ortaklık bozuldu: aradaki yakınlık dayanağı kalktı, yakınlık da


kalmadı.

ölçüyü kaçırmak: ideal derecenin üzerine çıkmak, aşırı gitmek," sofraya her
oturuşunda ölçüyü kaçırırdı. "

ölme eşeğim ölme (yaza yonca bitecek): umutsuz bir bekleyişi anlatmak için
kullanılır.
ölmek var, dönmek yok: " neye mal olursa olsun, iş sonuna kadar götürülecektir,
yapılmasından kaçınılmayacaktır" anlamında kullanılır. " özgürlük yolunda ölmek var,
dönmek yok bize. "

ölü fiyatına: yok pahasına, değerinden çok ucuza, az bir para ile. " arsaları
ölü fiyatına satmak zorunda kaldık. "

ölü mevsim: işin veya alışverişin az olduğu, durgun geçtiği vakit dilimi. " bizim
iş en ölü mevsimini yaşıyor. "

ölüm allah`ın emri: 1. herkes ölecek, ölüm mukadderdir. 2. kesin karar verme
durumunda kullanılır.

ölümü göze almak: yaptığı iş uğruna ölmekten korkmamak, yürekli davranmak. " allah
yolunda ölümü göze aldı yiğitler. "

ölümüne susamak: yapmakta olduğu tehlikeli işte ölümü kendi üstüne çekecek
davranışta bulunmak. " ölümüne mi susadın, çekil şu arabanın önünden! "

ölüp ölüp dirilmek: 1. çok ağır bir hastalıktan kurtulmak. 2. ard arda gelen
sıkıntılı, acı veren durumlara düşmek.

ölür müsün, öldürür müsün ?: " öyle ters bir iş yaptı ki ona mı ceza vermeliyim
kendime mi ?" anlamında kullanılır.

ömrü billah: hiçbir vakit, ya da şimdiye kadar. " ömrü billah yalan söylememiştir
o. "

ömrüne bereket: " var ol, sağ ol, ömrün uzun olsun" anlamında kullanılır.

ömrü vefa etmemek: bir şeye kavuşamadan, bir sonuca ulaşamadan ölmek. " okulunu
bitirip hekim olacaktı ama ömrü vefa etmedi. "

ömür adam: beğenilen, çok hoşa giden, farklı düşünceleri olan adam.

ömür çürütmek: uzun müddet bir şey için emek vermiş olmak, ya da boşuna vakit
harcamış olmak. " bu ev için bir ömür çürüttüm ben. "

ömür sürmek: iyi ve rahat yaşamış olmak. " uzun bir ömür sürdü dedem. "

ömür törpüsü: insanı yıpratan, yoran, sıkıntıya sokan, uzun ve yorucu iş.

ön ayak olmak: bir işin yapılmasında ilk başlayan olup herkesi arkasından
sürüklemek. " haydi ön ayak olda koşsunlar bir miktar. "

öne düşmek: 1. önderlik ya da kılavuzluk etmek. 2. en önde yürümek.

önüne gelen: olur olmaz kimse, herkes, karşısına çıkan. " önüne gelene sordu
ama bulamadı. "

öpüp başına koymak: bir şeyi minnetle karşılamak, seve seve kabul etmek. " adam
sana iş verecekmiş, daha ne istiyorsun, öpüp başına koy. "

örtbas etmek: kötü bir durumu gizlemek, yayılmasını önlemek. " dairede yapılan
yolsuzlukları örtbas edeceklerini sandılar. "

örümcek kafalı: geri düşünceli, yenilikleri kolay kabul etmeyen (kimse).

öteden beri: olabildiğince uzun zamandan beri, eskiden beri. " öteden beri sevmem
ben onu. "

ötesi çıkmaz sokak: " takip edilen yol yanlıştır, bu yolla bir yere gidilemez,
sonuç alınamaz, bir yere kadar gidilir ama daha fazla gidilemez" anlamında kullanılır.

özenip bezenmek: çok itina gösterip titizlikle, ayrıntılarına varıncaya değin


ele almak.

özrü kabahatinden büyük: bir kabahat için özür dilerken daha büyük bir kabahat
işleyen kimse için söylenir.

özür dilemek: 1. yaptığı bir yanlıştan ötürü affedilmesini istemek. 2. özrünü


ileri sürerek yapılması kendinden istenen işi yapmamak, bundan bağışlanmasını istemek. " özür
dilerim, ben o kovayı taşıyamayacağım. "

özü sözü bir: düşünceleri, söyledikleri ve yaptıkları bir olan, ne düşünüyorsa


onu söyleyen, içi dışı bir olan kimse. " özü sözü bir olan insanlara rastlamak gittikçe
zorlaşıyor. "

Pabucu dama atılmak: kendisinden üstün


birinin çıkmasıyla gözden düşmek, değer ve itibarını kaybetmek. " yeni bir elektrikçi
aldılar, desene murat`ın pabucu dama atıldı. "

pabucunu ters giydirmek: güç bir duruma düşürerek telâşlandırmak, bu telâşla


kaçmasına sebep olmak. " el oğlu bu, adama pabucunu ters giydirir, tetikte olmalı
insan. "

pabuç bırakmamak: yılmamak, korkmayıp yapacağından vazgeçmemek. " ben öyle


olur olmaz insanlara pabuç bırakmam. "

pabuç pahalı: girişilen işin tehlikeli olduğunu anlatmak için kullanılır. " baktı
ki pabuç pahalı, derhal geri döndü. "

paçaları sıvamak: bir işi yapmak için hazırlanmak. " bir an önce paçaları sıvayıp
işe başlamak istiyordu. "

paçası düşük: giyimine, kılık kıyafetine pek dikkat etmeyen, sünepe.

paçayı kaptırmak: 1. yakalanmak, ele geçmek. 2. giriştiği işten vazgeçmek


istediği hâlde kendini kurtaramamak. 3. dilediği gibi davranamamak. " paçayı kaptırdık
bir kere, yakamızı kurtaramıyoruz. "

paçavrasını çıkarmak: çok hırpalamak, sağlam yerini koymamak, işe yaramaz


bir duruma getirmek. " beş kişiydiler, adamın paçavrasını çıkardılar. "
paçayı kurtarmak: bir ilişkiden veya önce girişip sonra pişman olduğu bir
işten yakasını sıyırmak. " çok şükür şu belâlı işten paçayı kurtardık. "

paha biçilmez: çok pahalı, kıymeti ölçülemeyecek kadar yüksek. " paha biçilemez
tablolar sergilenmişti. "

pahalıya mal olmak: kolay elde edilememek; para, özveri ve emek gerektirmek;
zarara ve sıkıntıya yol açmak. " bu ev size pahalıya mal olsa gerek. "

palas pandıras: acele olarak, hazırlanmaya vakit bulamadan. " palas pandıras
evden çıkmak zorunda kaldık. "

palavra atmak: abartarak söylemek, yalan söylemek, olmayacak şeylerden söz etmek.

paldır küldür: 1. büyük bir gürültü ile. 2. ansızın ve kurallara uymaksızın. " paldır
küldür merdivenlerden inmeye başladılar. "

pamuk ipliği ile bağlamak: tesiri az sürecek, köksüz, geçici bir çözüm yolu
bulmak.

paniğe kapılmak: çok korkmak, telâşa sürüklenmek. " çocuklar paniğe kapılacaklar
diye endişeleniyorum. "

papara yemek: çok azarlanmak. " çabuk olun, annemden papara yemek istemiyorum. "

para babası: çok zengin, parası bol olan.

para canlısı: parayı çok seven, paraya düşkün.

para çekmek: 1. banka veya benzeri bir yere yatırılmış parayı geri almak.
2. bir kimseden çeşitli yollarla para sızdırmak.

para dökmek: bir şey için çok para harcamak. " düğün için az para dökmedi. "

para etmemek: 1. işe yaramamak, etkili olmamak. 2. değeri pahasına satılamamak. " bu
malların para edeceğini sanmıyorum. "

parasını sokağa atmak: değeri olmayan bir işe ya da mala para ödemek.

para kesmek: 1. çok para kazanmak. 2. devletin çok para basması. " bizim büfe
âdeta para kesiyor. "

para sızdırmak: kandırarak, zorlayarak birinden para almak. " kabadayılar esnaftan
az para sızdırmadılar. "

para tutmak: 1. parasını idareli harcayıp kalanını biriktirmek. 2. satın


alınan şeyin karşılığını para olarak hesaplamak. " aldığımız eşyaların hepsi kaç para
tuttu dersiniz ?"

paraya çevirmek: bir malı verip yerine para almak. " gidin, şu dolapları paraya
çevirin de gelin. "

paraya kıymak: gereken yerde para harcamaktan kaçınmamak.

paraya para dememek: 1. çok para kazanmak. 2. bol para harcamak. 3. elde
olan parayı az bulmak.

para yapmak: para kazanıp biriktirmek. " gurbete para yapmaya gitti. "

para yedirmek: işini yaptırmak için birilerine kanunsuz, hak etmedikleri


parayı vermek; rüşvet vermek. " o binayı yaptırmak için belediyeye az para yedirmediler. "

para yemek: 1. çok para harcamak. 2. rüşvet yemek, görevini kötüye kullanıp
bir iş yapmak için birinden para almak. " insanlar bundan böyle açıktan para yiyorlar. "

parmağı ağzında kalmak: çok şaşırmak, hayrete düşmek.

parmağına dolamak: bir hususu her fırsatta, her yerde ele alıp konuşmak,
o husus ile uğraşmak.

parmağında oynatmak: birine her istediğini yaptırmak, onu kukla gibi kullanmak. " beni
parmağında oynatamayacaksın alçak herif. "

parmağını bile oynatmamak: hiç tepki göstermemek, kayıtsız kalmak. " beni dövdüler
ama o parmağını bile oynatmadı. "

parmak basmak: 1. bir nokta üstüne dikkati ya da ilgiyi çekmek. 2. imza


yerine parmağını mürekkebe batırarak bir yere bastırmak.

parmak hesabı: 1. parmakları kullanmak suretiyle yapılan hesap. 2. hece vezni. " bizim
bakkal hâlâ parmak hesabı yapıyor. "

parmak ısırmak: büyük şaşkınlık duymak, hayrete düşmek. " yaptığım tatlıyı
görünce parmaklarını ısıracaklar. "

parmak kadar (çocuk): yaşça çok ufak, pek ufak (çocuk). " parmak kadar çocukla
iş yapılır mı ?"

parmak kaldırmak: 1. pozitif oy vermek için el kaldırmak. 2. bir toplulukta


söz istemek için işaret parmağını kaldırıp diğerlerini yumarak el kaldırmak. " parmak
kaldırarak söz istemeyi öğrenin artık! "

parmakla gösterilmek: 1. bir şey az bulunmak. 2. seçkin, tanınmış olmak. " o, etrafında
parmakla gösterilen bir adamdı. "

parmaklarını yemek: bir yemeğin çok lezzetli olduğunu anlatmak için kullanılır. " böreği
değil, parmaklarımızı yedik âdeta. "

parsayı başkası toplamak: verilen emek karşılığını, emek veren değil, bir
başkası almak. " biz durmadan çalışalım parsayı da başkası toplasın olmaz öyle şey! "
partiyi kaybetmek: 1. biriyle çekiştiği bir konuda yenilmek. 2. elde etmeye
çalıştığı bir kazancı bir başkasına kaptırmak.

pasaportunu vermek: kovmak, işten atmak. " patron üç işçinin pasaportunu eline
verdi. "

pas geçmek: üstünde durmamak, caymak, vazgeçmek, aldırış etmemek.

patırtı çıkarmak: kavga, kargaşa, gürültü çıkarmak. " patırtı çıkarmadan oturun,
babanız uyuyor. "

patlak vermek: gizlenen ya da güzel karşılanmayan bir durum aniden ortaya çıkmak. " kim
der di ki savaş bu sabah patlak verecek. "

pay biçmek: bir fikir elde edebilmek için, durumu bir şey ile kıyaslamak.

payını almak: 1. azarlanmak. 2. kendine düşen kazanç miktarını almak.

paye vermek: adam yerine koymak, değer vermek.

payidar olmak: kalmak, yok olmamak, yaşamak. " milletimiz ilelebet payidar
olacaktır. "

perdesi yırtık: ar damarı çatlamış, utanmaz, arlanmaz. " perdesi yırtılmış


adamın, baksana neler söylüyordu! "

pergelleri açmak: uzun adımlarla yürümeye başlamak. " pek zamanımız yok, pergelleri
açın da geç kalmayalım. "

pay çıkarmak: bir olay ya da davranıştan tecrübe kazanmak, hisse kapmak,


tutulacak yolu belirlemek.

pes demek: mağlubiyeti kabul etmek, başkasının üstünlüğüne boyun eğmek. " yenileceğini
anlayınca sırtı yere gelmeden pes dedi. "

pestil gibi olmak: çok yorulmuş olmak; kımıldayamayacak kadar bitkin, güçsüz
düşmek.

pestilini çıkarmak: 1. çok dövmek. 2. çok çalıştırıp adamakıllı yormak. 3.


iyice ezmek. " kazma sallamaktan pestilimiz çıktı. "

peşini bırakmamak: bir şeyi izlemekten vazgeçmemek. " adamın peşini bırakmayın
sakın! "

peşkeş çekmek: kendisinin veya bir başkasının malını bir çıkar uğruna birisine
uygunsuz olarak vermek. " yurdu düşmanlara peşkeş çekiyorlar. "

peyda olmak: ortaya çıkmak, belirmek, oluşmak. " köşede bir adam peyda oldu. "

pılıyı pırtıyı toplamak: derhal tüm eşyalarını toplayarak bir yere gitmek
üzere hazırlık yapmak. " pılıyı pırtıyı toplamış bekliyordu. "
pire için yorgan yakmak: önemsiz bir şey için kızıp daha büyük zarara yol
açacak davranış içerisine girmek.

pireyi deve yapmak: ufak, basit bir olayı büyütüp mesele yapmak, aşırı abartmak.

pisi pisine: boş yere, boşuna. " pisi pisine vurdular çocukcağızı. "

pis pis düşünmek: kötümser, derin ve üzüntülü bir düşünceye dalmak. " pis pis
düşünmeyi bırak da bir yol arayalım. "

pis pis gülmek: birinin düştüğü kötü duruma öç alır gibi, arsız arsız gülmek.

pişkinliğe vurmak: çıkarı için kötü bir davranışa veya söze aldırmamak.

pişmiş aşa su katmak: yoluna girmiş, bitmek üzere olan bir işi bozmak ya
da aksatmak. " pişmiş aşa su katabilir, onu buraya sokmayın. "

pişmiş kelle gibi sırıtmak: anlamsız, çirkin, yersiz, dişlerini göstererek


gülmek. " pişmiş kelle gibi gülmeyi bırak da işine bak. "

posasını çıkarmak: 1. birini çok dövmek. 2. bir kişi veya şeyi sonuna kadar
sömürmek. " ülkenin posasını çıkardılar, biz hâlâ seyrediyoruz. "

posta koymak: birini korkutmak, gözdağı vermek, tehdit etmek. " bana posta
koyacak adam daha anasından doğmadı. "

postayı kesmek: ilişkiyi kesmek, gidip gelişi sona erdirmek.

post elden gitmek: 1. öldürülmek. 2. bulunduğu yüksek makamdan ayrılmak zorunda


kalmak. " post elden gidince kahretti adam. "

post kavgası: bir makamı, işi ya da iktidarı ele geçirme çekişmesi. " seçimler
yaklaştı, post kavgası da başladı. "

postu kurtarmak: can tehlikesini atlatmak, öldürülme tehlikesi olan yerden


kaçıp kurtulmak. " postu kurtardık çok şükür. "

postu sermek: kısa bir müddet için gittiği yerde, saygısızca ve sorumsuzca
uzun müddet kalmak.

pot kırmak: gaf yapmak, farkında olmayarak karşısındakini kıracak, incitecek


söz söylemek. " dikkatli ol, bir pot kırma sakın. "

pösteki saymak: içerisinden çıkılması zor ve anlamsız bir işle uğraşmak. " ne mi
yapıyorlar ? pösteki sayıp duruyorlar. "

prangaya vurmak: zincire vurmak, ayağına pranga bağlamak. " prangaya vurulu
olarak yıllarca kaldı o hapishanede. "

puan almak: 1. spor karşılaşmalarında sayı kazanmak. 2. bir test imtihanında


herhangi bir puan elde etmek. " şu sorulardan hiç puan alamayacağımı sanıyordum. "

puan tutturmak: gereken sayıda puan kazanmak. " bu sene puan tutturup da üniversiteye
girecek miyim bilmiyorum! "

punduna getirmek: bir şeyi yapmak için ideal koşulları elde etmek, fırsat
kollamak. " punduna getirir getirmez patlattı yumruğunu. "

pupa yelken: 1. alabildiğince, hiçbir şeye bağımlı olmadan. 2. yelkenler,


arkadan esen rüzgârla şişmiş olarak, tam yolla. " pupa yelken açıldık denize. "

pusu kurmak: birine saldırmak için, bir yere gizlenip beklemek. " düşmanlarımızın
pusu kurduğundan tam vaktinde haberdar olmuştuk. "

pusulayı şaşırmak: 1. ne yapacağını bilemez duruma düşmek. 2. doğru tutum


ve davranıştan ayrılmak. " iyice pusulayı şaşırmadan uyarmalıyız onu. "

pusuya düşmek: pusu kuran kimsenin saldırı alanı içerisine girmek. " eyvah, pusuya
düşürdüler bizi! "

put gibi: kımıltısız, sessiz, anlamsız bir bakışla.

put kesilmek: sessiz, kımıltısız bir taktirde kalmak. " onun bağırmasıyla herkes
bir anda put kesildi! "

püf noktası: bir işin en ince, en önemli yeri.

püsküllü belâ: kendisinden kurtulunması bir türlü olası olmayan, büyük sıkıntı,
zarar veren kimse veya şey. " başıma püsküllü belâ kesildi bu çocuk. "

Rafa kaldırmak (koymak): bir iş üstünde bundan böyle durmamak, o işi kenara itmek,
ihmal etmek. " bizim dosyayı yine rafa kaldırmışlar. "

rahat durmamak: yaramazlık etmek, kımıldayıp durmak. " rahat durmadın, beni
zor taktirde bıraktın. "

rahatına bakmak: hiçbir şeye aldırış etmeden rahatını sağlamaya çalışmak. " boş
ver, rahatına bak, sen mi düzelteceksin diyenlerden nefret ederim. "

rahatlık (rahat) batmak: rahat, iyi bir yerdeyken o yeri olmayacak nedenlerden
ötürü terkeden insanlar için sitem şeklinde söylenir.

rahat yüzü görmemek: huzur, bolluk, hiç rahatlık görmemek; devamlı sıkıntı,
darlık içerisinde bulunmak. " şu yaşıma geldim, hiç rahat yüzü görmedim desem yeridir. "

rahmetli olmak: vefat etmek, ölmek.

ramak kalmak: " bir şeyin olmasına çok az kalmak" anlamında kullanılır. " makinenin
elime değmesine ramak kalmıştı ki güçlükle kendimi geri attım. "

rast gelmek: 1. düşünmediği, beklemediği bir anda biriyle karşılaşmak. 2.


düşünmediği veya düşünülmediği hâlde payına düşmek. " desenli parça bana rast geldi. "
3. amacı bulmak. 4. bulmak. " pazarda kardeşimi çok aradım ama rast gelmedim. "

rast gitmek: bir iş istenilen şekilde gelişmek.

rayına oturmak: bozulmuş, düzensiz hâle gelmiş bir işi yoluna koymak, iyi
duruma getirmek.

rekor kırmak: eski rekoru aşıp yeni, üstün bir netice elde etmek. " koşuda yeni
bir rekor kırılması bekleniyor. "

rengi atmak: 1. solmak. 2. korku, heyecan sebebiyle benzi sararmak. " kumaşın
rengi bir yıkamadan sonra attı. "

renkten renge girmek: heyecan, korku ve utanmadan dolayı yüzünün rengi değişmek,
sıkılmak.

renk vermemek: bir husus hakkında duygularını, düşüncelerini belli etmemek;


bildiği hâlde bilmez gibi görünmek.

resmiyete dökmek: bir iş veya duruma resmiyet kazandırmak, onu resmî kanallardan
halletme yolunu tercih etmek.

rest çekmek: 1. kesin tavır almak, gelişi hoş bir konuda son sözü söylemek.
2. bir oyunda önündeki paranın tamamını ortaya koymak. " öyle bir rest çekti ki görmeliydiniz. "

rol oynamak: 1. bir oyunda rol almak. 2. bir işte önemli katkısı olmak, tesiri
bulunmak. " bu işin gerçekleşmesinde onun da önemli rolü oldu. "

rota değiştirmek: 1. takip edilen yoldan ayrılmak. 2. tutumunu, tavrını değiştirmek,


izlediği yoldan kopmak. " hava muhalefeti sebebiyle uçak rota değiştirmek zorunda
kaldı. "

ruhu bile duymamak: anlamamak; hiçbir bilgisi, haberi bulunmamak; olan biteni
sezememek. " göreceksin ruhu bile duymayacak, onu bir hoş ıslayacağız. "

ruhunu teslim etmek: ölmek. " ihtiyar ninem sabaha karşı ruhunu teslim etmişti. "

rüyasında bile görememek: olacağını hiç aklına getirmemek, ihtimal vermemek. " bunu
bana aldın ha! rüyamda bile görsem inanmazdım! "

rüzgâr gelecek delikleri tıkamak: istenmeyen bir duruma veya zarar gelebilecek
bir gelişmeye karşı her türlü tedbiri almak.

Saat bu saat:
ele geçen fırsatı kullanmanın tam vakti, en iyi, en elverişli an bu andır.

saati saatine uymamak: bir kimsenin durumu, huyu sıkça değişir olmak. " ona
güvenemem, çünkü saati saatine uymaz. "

sabaha çıkamamak: sabahtan önce ölmek, sabaha kadar yaşayamamak. " hastanın
durumu ağır, sabaha çıkacağını sanmıyorum. "
sabahı etmek (veya bulmak): sabahlamak, bir sebeple sabaha kadar uyumamak,
bir husus ile uğraşmak. " köye varmamız sabahı bulacak. "

sabahın köründe: çok erken, ortalık henüz ağarmadan, sabahın en erken zamanında. " sabahın
köründen beri yoldayız. "

sabır taşı: çok sabırlı kimse, türlü sıkıntılara katlanan. " ben sabır taşı
mıyım ?"

sabrı taşmak: katlanamaz, dayanamaz, sabredemez olmak; tahammül gücü kalmamak. " sabrımı
taşırmadan çekip gidin buradan. "

saç ağartmak: bir işte uzun vakit çalışıp emek vermiş olmak.

saçı bitmedik (yetim): doğalı çok olmamış, henüz yeni doğmuş çocuk (yetim). " bu
parada, saçı bitmedik yetimlerin de hakkı vardır. "

saçına ak düşmek: yaşlanmak, ihtiyarlamaya başlamak. " bizim de saçımıza ak


düştü. "

saçına başına bakmadan: ilerlemiş yaşına yakışmayacak şekilde davranan kimseler


için kullanılır.

saçını başını yolmak: 1. birini çok fazla dövüp hırpalamak. 2. çok üzülmek,
üzüntüsünden dövünmek. " sinirinden saçını başını yolmaya başladı. "

saçını süpürge etmek: (kadın) çok büyük istekle çalışıp hizmet etmek, özveri
ile birileri uğrana çalışmak. " sizi okutabilmek için saçımı süpürge ettim. "

saç saça baş başa: (kadınlar) kıyasıya kavgaya tutuşmak, birbirini hırpalayarak
kapışıp dövüşmek.

saç sakal birbirlerine kırışmak: üstü başı perişan, uzun müddet saç ve sakal
tıraşı olmamış, kendine çeki düzen vermemiş olmak. " onu, saç sakal birbirine karışmış
görünce bayağı canım sıkıldı. "

safra bastırmak: açlığını yatıştırmak için az oranda yemek yemek.

sağa sola bakmamak: ortalığı kollamak, çevresi ile ilgilenmemek. " sağa sola
bakmadan yürüyordu. "

sağ gözünü sol gözünden sakınmak: çok kıskanmak, üstüne titremek.

sağır sultan bile duydu: işitmedik kimse kalmadı, derhal herkes işitti, duymayan
kalmadı. " haklarında çıkan dedikoduyu sağır sultan bile duydu ama siz duymadınız
öyle mi ?"

sağı solu (belli) olmamak: bir durum karşısında nasıl davranacağı, ne tavır
takınacağı belli olmamak. " dikkatli olun, onun sağı solu belli olmaz. "

sağlam kazığa bağlamak: bir işin aksamadan yürümesini sağlayacak tedbirleri


alarak güvenilir bir duruma koymak.

sağlam ayakkabı değil: doğruluğuna, namusluluğuna güvenilmez; kişiliği kuşku


veren. " o mu ? hiç de sağlam ayakkabı değil. "

sağlık olsun: " bir zarara uğradık ama önemli değil, üzülmeye değmez, canımız
sağ olsun, kapatırız" anlamında kullanılır.

sağmal inek: kendisinden durmadan çıkar sağlanan, sömürülen, istismar edilen


kimse.

sahip çıkmak: 1. birini ilgilenip korumak. 2. bir şeyin kendisine ilişkin olduğunu
söylemek. " şu kimsesize sahip çıkalım. "

sakalı ele vermek: başkasının sözünden çıkmayacak bir duruma düşmek, birinin
idaresine girmek.

sakız gibi yapışmak: peşini bırakmamak, ayrılmamak, istediğini yaptırmaya


çalışmak. " sakız gibi yapıştı yakama, bırakmıyor ki gideyim! "

salkım saçak: dağınık, düzensiz bir durumda; parçası bir yana ayrılmış.

sallantıda kalmak: bir çözüme bağlanamamak, nasıl olacağı bilinmeden öylece


kalmak. " işler sallantıda kaldı; bu, bizi bir miktar düşündürüyor. "

saltanat sürmek: 1. bolluk, verimlilik içerisinde yaşamak. 2. hükümdarlık etmek. " üzülme,
saltanatı çok sürmeyecek. "

saman altından su yürütmek: hiç kimseye sezdirmeden iş çevirmek, ortalığı


birbirine karıştırmak. " saman altından su yürütenleri hiç sevmem. "

saman gibi: tatsız, yavan.

sapı silik: serseri, başı boş, kişiliksiz.

sarı çizmeli mehmet ağa: kim olduğu, nerede oturduğu bilinmeyen kimse.

sarmaş dolaş olmak: birbirine sarılıp kucaklaşmak, birbirlerini iyice kucaklamak. " anne
oğul sarmaş dolaş oldular meydanda. "

sarpa sarmak: bir iş, çözülmesi çok güç bir durum almak; güçlükler belirmek. " işler
iyice sarpa sardı, nasıl kurtulacağız bundan. "

satıp savmak: eldeki malı veya eşyaları yok pahasına satmak, ucuza satıp
tüketmek. " ne varsa satıp savacak, öyle gelecek. "

sayıp dökmek: ne var ne yok hepsini söylemek, arka arkaya sıralamak. " ne sözler
sayıp döktü ama kimse anlamadı. "

sebil etmek: bolca vermek, dağıtmak.


sedyelik olmak: ayakta duramayacak hâle gelmek. " adam bir vuruşta sedyelik
oldu. "

seferber olmak: bir işe eldeki bütün imkânları kullanarak girişmek. " yanan evi
söndürmek için herkes seferber oldu. "

selâmı sabahı kesmek: dostluğu, arkadaşlığı, ahbaplığı kesmek, her türlü


ilişkiye son vermek; selâmına bile karşılık vermemek. " onunla selâmı sabahı kesmişsin
diyorlar, doğru mu ?"

selâm verip borçlu çıkmak: ufak bir ilgi göstermek karşılığında derhal kendisine
bir iş yüklenilmek.

senet vermek: 1. yazılı, imzalı belge vermek. 2. " bu işin böyle olduğuna
inanmanı istiyorum" anlamında kullanılır.

sen giderken ben geliyordum: " ben bu oyunları senden daha iyi bilirim, ben
daha tecrübeliyim, beni aldatamazsın. " anlamında kullanılır.

seninki (tatlı) can da benim ki (elinki) patlıcan mı ?: " senin canın kıymetli
de benimki kıymetli değil mi ?" anlamında kullanılır.

senli benli olmak: çok samimi, içten, teklifsiz şekilde olmak. " o kadar senli
benli olma yabancılarla. "

sen sağ ben selâmet: iş sonuçlandı, bundan böyle yapacak bir şey kalmadı. " nihayet
bütün mallar satıldı, bundan sonra sen sağ ben selâmet. "

sepet havası çalmak: birini işten çıkarmak, yol vermek, yanından uzaklaştırmak. " demek
bize de sepet havası çalacakmış, görürüz bakalım! "

sere serpe: rahatça, sıkışık olmayarak, açılıp saçılarak, çekinmeden, serbestçe. " yolda
sere serpe yürürken korkunç bir ses duydum. "

sermayeyi kediye yüklemek: parasını yiyip bitirmek, işini ve parasını kaybetmek,


batırmak. " desene sermayeyi kediye yüklemişsin sen! "

ser verip sır vermemek: dürüst, güvenilir, ağzı sıkı olmak; ne kadar zorlanırsa
zorlansın kimseye sırrını söylememek. " bu ordunun ser verip sır vermeyen yiğitlere
ihtiyacı vardır. "

ses çıkarmamak: 1. itiraz etmemek, güzel görerek karşı çıkmamak. 2. hiç konuşmamak,
susmak. " kendisine söylenen o kötü sözlere nasıl ses çıkarmadı şaşıyorum. "

sesini kesmek: 1. söylemekte iken susmak, bir şey söylemez olmak. 2. bir
kişiyi söylerken susturmak, bundan böyle söyletmemek. " şunun sesini kesin, yoksa çıldıracağım! "

ses seda çıkmamak: 1. hiçbir tepki görülmemek. 2. haber çıkmamak. " ses seda
çıkmadı hiçbir komşudan. "

ses vermemek: 1. gelişi hoş bir sesi çıkarmamak. 2. bir çağrıya kulak vermemek. " adam
evdeydi ama hiç ses vermedi. "

seyirci kalmak: bir olay karşısında hiç tepki göstermemek, işe karışmamak. " öğrencilerin
birbirine girmesine polis seyirci kalamazdı. "

sıcağı sıcağına: derhal, olayın üstünden fazla vakit geçmeden, unutulmadan. " sıcağı
sıcağına gidip onları barıştırmayı düşündü. "

sıcak kanlı: sevimli, cana yakın, sempatik. " ne kadar sıcak kanlı bir çocuk. "

sıcak yüz göstermek: yakınlık göstererek karşılamak. " biraz sıcak yüz gösterseydin
günaha mı girerdin ?"

sıdkı sıyrılmak: birinden soğumuş olmak, tiksinmek. " bir kez sıdkım sıyrıldı
o adamdan. "

sıfıra sıfır, elde var sıfır: " hiçbir şey elde edemedik, tüm çalışmalar
boşa gitti" anlamında kullanılır.

sıfırı tüketmek: 1. elinde avucunda bir şey kalmamak, malı ve parayı bitirmek.
2. gücü kalmamak. " bu kadar düşüncesiz davranmasaydı sıfırı tüketmezdi. "

sık boğaz etmek: bir şey yaptırmak için birini zorlamak, basınç altına almak. " tamam
yapacağız, sık boğaz edip durmayın. "

sıkı durmak: kuvvetli, dayanıklı olmak; kuvvetli görünerek dikkatli bulunmak. " sıkı
dur, şut çekeceğim. "

sıkı fıkı: çok samimi, birbirine çok bağlı, içten ve teklifsiz. " onlar kadar
sıkı fıkı insan görmedim. "

sıkıntı basmak: çok daralmak, sıkılmak, can sıkıntısı duymak, ruhen boşlukta
olmak. " otobüste beni bir sıkıntı bastı, dokunsalar patlayacaktım hani! "

sıkıntı çekmek: 1. güçlük, darlık ya da yoksulluk içerisinde yaşamak. 2. ruhen


tedirginlik duymak. " hiç sıkıntı çekmedim desem yalan olur. "

sıkıntıya gelememek: kendini dara düşürücü işlere dayanıklı olamamak, bu


işleri yapma kabiliyeti bulunmamak.

sıkı tutmak: önem vermek. " işleri sıkı tutmazsan böyle olur işte. "

sır küpü: çok şey bilen, çok şey bildiği hâlde kimseye söylemeyen.

sır olmak: aklın eremeyeceği şekilde ortadan kaybolmak.

sırra kadem basmak: bir kimse ortalıktan yok olmak. " sırra kadem bastı adam! "

sırım gibi: ince yapılı olmasına mukabil kuvvetli, dayanıklı. " sırım gibi delikanlı
olmuş. "
sırtı kaşınmak: söz ve davranışları ile dayak yemeyi hak etmiş bulunmak.

sırtından geçinmek: asalak yaşamak, birinin kesesinden sağlamak. " yeter bundan böyle
onun bunun sırtından geçindiğin, bir miktar da sen çalış çabala! "

sırtını dayamak: 1. kuvvetli bir yere veya birine güvenmek. 2. bir yere dayanmak
ya da yaslanmak. " sırtını babasına dayamış atıp tutuyor, her dilediğini yapıyor. "

sırtını yere getirmek: 1. üstün gelmek. 2. güreşte rakibi sırt üstü yere
yatırarak yenmek. " onun sırtını kimse kolay kolay yere getiremez. "

sıygaya çekmek: sorgulamak, yapıp ettiklerinin hesabını sormak.

sil baştan: yapılan işi beğenmeyerek tekrardan yapmak.

silip süpürmek: 1. ortada ne varsa hepsini yemek. 2. hepsini alıp götürmek,


yok etmek. 3. ortalığı temizlemek. " evi çarçabuk silip süpürdüm. "

sinek avlamak: satış yapamamak, iş ve müşteri olmadığından boş oturmak, iş


yapamaz olmak. " sabahtan beri sinek avlayıp duruyoruz. "

sinekten yağ çıkarmak: derhal her şeyden, olmayacak şeyden bile çıkar sağlamaya
çalışmak; yarar ummak. " öyle açıkgözdü ki sinekten bile yağ çıkarırdı. "

sineye çekmek: bir zarara, güzel olmayan bir duruma, bir kötü söz veya davranışa
ister istemez katlanmak. " uzun yıllar kocasının geçimsizliğini, kabalığını sineye
çekti; durdu. "

sinirleri alt üst olmak: haddinden fazla sinirlenmek; ne yapacağını şaşırmak,


bilememek.

sinirleri boşanmak: kendini tutamayarak gülmek, ağlamak ya da bağırmak.

sinirleri yatışmak: öfkesi veya kızgınlığı geçmek, sakinleşmek. " çok şükür
öfkesi yatıştı, şimdi konuşabilirsiniz. "

sinirlerini bozmak: kızdırmak, öfkelendirmek.

sinirleri gergin olmak: en küçük bir olay çıktığı anda tepki gösterecek kadar sinirleri
bozuk olmak. " sinirleri çok gergin, üzerine varmayın. "

sipsivri kalmak: yalnız olarak, çaresiz ortada kalmak. " sipsivri kalakalmıştım,
ne yapacağımı bilmiyordum. "

sivri akıllı: kimsenin aklını beğenmeyen, düşünceleri kimseninkine benzemeyen,


acayip fikirleri olan. " hangi sivri akıllıya uydunuz da böyle yaptınız! "

soğuk almak: üşüyüp hastalanmak. " soğuk almışım, öksürüp duruyorum. "

soğuk duş tesiri yapmak: ansızın bildirilen tatsız bir haber karşısında negatif
bir tepki göstermek.
soğuk kanlı: serin kanlı, basitçe kızmayan, heyecana kapılmayan, telâş etmeyen. " helâl
olsun, ne soğuk kanlı davrandı. "

soğuk nevale: sevimsiz, söz ve davranışları sıcak olmayan, insanlardan uzak


duran kimse.

sokağa düşmek: 1. bir şey çoğalıp değerini yitirmek. 2. kötü yola sapmak. " kimsesiz
olduğu için itilip kakıldı, sonunda sokağa düştü zavallı. "

sokak süpürgesi: evinde oturmayıp çok gezen, sürtük kadın.

solda sıfır: " hiçbir değeri ve önemi yok" anlamında kullanılır. " senin yaptığın iş
benimkinin yanısıra solda sıfır kalır. "

soluğu kesilmek: nefes alamaz olmak, gücü tükenmek. " bu yokuş soluğumuzu keseceğe
benziyor. "

soluk aldırmamak: çok sıkı çalıştırmak, dinlenmesine fırsat vermemek.

soluk soluğa: zor nefes alarak; heyecan, telâş, yorgunluk veya bitkinlikle;
koşmaktan güçlükle, sıkça soluyarak. " soluk soluğa içeri girdi. "

son kozunu oynamak: elindeki son imkânı kullanmak, son çareye başvurmak.

sonradan görme: sonradan zenginleşerek gösteriş, kibarlık, övünme gibi davranışlarda


bulunan. " sonradan görme ne olacak! "

sorguya çekmek: bir kimseye yaptıklarından ötürü sorular sormak ve yanıtlarını


istemek. " mahkûmu derhal sorguya çekmişler. "

soyup soğana çevirmek: 1. her şeyini, varını yoğunu elinden almak. 2. (hırsız)
bir yeri ya da kişiyi iyice soymak. " dükkânı soyup soğana çevirmişler. "

sökün etmek: bir şey çıkagelmek, art arda gelmek, birbirleri peşinden görünmek. " göçmen
kuşlar ufuktan sökün ettiler. "

söz açmak: bir husus ile ilgili konuşmaya başlamak. " toplantıda felsefeden söz
açtı. "

söz almak: 1. konuşmaya başlamak için toplantı başkanından izin almak, öyle
konuşmaya başlamak. 2. birinin bir iş yapacağını kesin olarak bildirmesini sağlamak.
3. erkek tarafı, istenilen kızın verileceğine dair ailesinden pozitif cevap almak. " toplantıda
ilk olarak ayşe söz almak istedi. "

söz altında kalmamak: bir kimsenin kendisini inciten sözüne benzer biçimde
cevap vermek. " benim söz altında kalacağımı sanıyordu. "

söz ayağa düşmek: bir husus, herkesin ağzına dökülmek, sorumsuz ve yetkisiz
kimselerin düşünce bildirdikleri duruma gelmek.
söz bir allah bir: " verdiğim sözü yerine getireceğim, ondan dönmeyeceğim;
cenab-ı hakk`ın bir olduğunda şüphe yoktur; ona nasıl inanıyorsam, verdiğim sözün
doğruluğuna da inanın" anlamında kullanılır.

söz birliği etmek: bir olayla ilgili olarak aynı şeyleri söylemek üzere anlaşmak,
aynı görüşte olmak. " onunla söz birliği mi ettiniz ?"

söz çıkmak: 1. ortalıkta bir rivayet dolaşmak. 2. ile ilgili dedikodu yapılır
olmak. " bir daha görüşmek istemiyorum, hakkımızda söz çıkacak diye korkuyorum. "

sözde kalmak: yapılması kararlaştırılmış bir iş gerçekleşmemek. " sözde kalacaksa


konuşmamızın bir anlamı yok. "

söz dinlemek: verilen bir öğüdü, bir sözü tutmak, davranışlarını buna uydurmak. " sözümü
dinleseydin başına bunlar gelmezdi! "

söz geçirmek: dediğini yaptırmak. " oğluna söz geçirdin mi ki bana karışıyorsun ?"

söz gelmek: bir davranışından veya sözünden ötürü eleştiriye uğramak, kötülenmek,
yakınları kendisine darılmak.

söz götürmez: gerçekliği, doğruluğu kesin ve açık olan; tersi savunulamayan. " söz
götürmez işler bunlar. "

söz (laf) işitmek: paylanmak, azarlanmak, biri kendisine darılmak. " durup
dururken babamdan söz işittik yine. "

söz kaldırmamak: onu inciten, onuruna dokunan söze dayanamayıp karşılık verir
olmak. " bu sözleri kaldırmamı beklemiyordun her hâlde ?"

söz kesmek: evlenmek için anlaşıp kesin karar vermek. " söz kesildi, iki ay
sonra düğün olacak. "

söz sahibi olmak: gelişi hoş bir konuda konuşmaya yetkisi bulunmak. " bu şirketin
alım ve satımında söz sahibi olmadığımı da kim söylemiş ?"

sözü ağzında bırakmak: söylemekte olduğu şeyi bitirmesine fırsat vermemek,


engel olmak.

sözü bağlamak: konuştuklarını bir sonuca vardırmak, konuşmayı sonuçlandırmak. " sözü
bağlamasına az bir vakit kalmıştı ki bir gürültü koptu. "

sözü çiğnemek: söyleyeceklerini açık ve kesin ortaya koyamamak, istediğini


söyleyememek.

sözü (bir şeye) getirmek: konuşurken asıl üstünde durmak istediği meseleye
üstü kapalı değinmek, bu konunun üstünde konuşulmasını sağlamak. " söylesene açıkça,
sözü nereye getirmek istiyorsun ?"

sözü kesmek: 1. söyleyeceklerini bitirmeden susmak. 2. başkasının konuşmasına


engel olmak. " bir anda sözünü kesip kürsüden indi. "
sözüm meclisten dışarı: " konuşmam arasında hoşunuza gitmeyecek, kaba olabilecek,
ağza alınması doğru olmayan sözler kullanacağım ancak bunların sizinle alakası yoktur"
anlamında kullanılır.

sözüm ona: " güya, sanki, sözde" anlamlarında kullanılır.

sözünde durmak: verdiği sözün gereğini yerine getirmek. " demek sözünde
duracaksın, iyi. "

sözünden çıkmamak: birinin isteklerine, öğütlerine kulak vermek, o ne derse


onu yapmak.

sözüne gelmek: en sonunda karşı çıktığı kimsenin fikrini kabul etmek. " demek
sözüme geldin, o hâlde gidelim. "

sözünü balla kestim: " sözünüzü kesmemi güzel görün; özür dilerim, sözünüzü
kesmek zorunda kaldım" anlamında kullanılır.

sözünü esirgememek: ne düşünüyorsa söylemek, kimseden çekinmemek, karşısındakini


kıracağım diye kaygılanmamak. " ondan sözümü esirgeyecek değilim, tamam mı ?"

sözünü geri almak: söylemiş olduğu sözün doğru olmadığını kabul ederek söylenmemiş
sayılmasını istemek. " sözünü geri al, yoksa karışmam! "

sözünün eri olmak: verdiği sözü ne pahasına olursa olsun yerine getiren bir
kişi olmak. " ona güvenin, o sözünün eri olan birisidir. "

sözünü tutmak: 1. verdiği sözü yerine getirmek. 2. birinin verdiği öğüde


uymak. " babanın sözünü tut, zararlı çıkmazsın. "

sözünü yabana atmamak: bir kimsenin söylediklerine önem vermek. " öğretmenin
sözünü yabana atma sakın. "

sucuk gibi ıslanmak: baştan aşağı, elbisesinin ve vücudunun her yanına su


değmek. " hortumu üstüme tutup beni sucuk gibi ısladı. "

sudan cevap: üstünkörü, tutar yanı olmayan, baştan savma cevap. " ne sordumsa
sudan yanıtlar aldım. "

sudan ucuz: çok ucuz, âdeta ücretsiz gibi. " sizin orda elbiseler sudan ucuzmuş
öyle mi ?"

su dökünmek: yıkanmak. " buz gibi havada bile su dökünmekten kaçınmaz. "

su gibi akmak: 1. vaktin çok hızlı geçip gitmesi. 2. bol bol gelmek ya da
gitmek (para, yiyecek vs. ). " para su gibi akıyor, o harcamayacak da ben mi harcayacağım ?"

su gibi bilmek: çok iyi, yanlışsız öğrenmiş olmak veya okumak. " senin konunu
da su gibi biliyorum. "
su gibi ezberlemek: çok iyi, yanlışsız ve takılmadan söyleyebilecek ölçüde
ezberlemek.

su gibi gitmek: bol bol harcamak. " paralar su gibi gitti. "

su götürmez: kesin, başka bir yoruma açık olmayan. " şu anlattıkları su götürmez
gibi geliyor bana. "

su götürür olmak: çeşitli yorumlara elverişli olmak.

su içerisinde kalmak: çok terleyip sırılsıklam olacak şekilde ıslanmak.

su katılmamış: saf, katıksız, bozulmamış, başka bir etkiyle değişmemiş olan,


hilesiz.

su koyvermek: 1. sebze ve et pişerken suyunu salıvermek. 2. cıvıtmak, sözünde


durmamak. " su koyvermeden çalışamaz mısın sen ?"

sululuk etmek: cıvıklık etmek, taşkın hareketlerde bulunmak, ciddi davranmamak. " sululuk
etmeyi bırak da çalışmaya bak. "

surat asmak: kaşlarını çatıp yüzüne küskün ve dargın bir anlam vermek.

surat bir karış: öfkeli, kızgın, üzüntülü ve somurtkan. " yanına vardığımızda
suratı bir karıştı. "

suratını ekşitmek: hoşnutsuzluğunu yüz ifadesiyle belli etmek. " bütün gün
suratını ekşitip durdu. "

sus payı: bir kimseye bildiklerini söylememesi karşılığında verilen para,


susmalık.

suya götürüp susuz getirmek: birinden çok kurnaz olmak, onu aldatabilecek kadar
akıllı ve kabiliyetli olmak.

suya sabuna dokunmamak: sakıncalı konulardan uzak durmak, davranışlarıyla


birilerini incitmeyecek yol tutmak. " başına gelen son belâdan sonra suya sabuna dokunmamaya
karar verdi. "

suyu bulandırmak: iyi, pozitif, yolunda giden bir işi art niyetle karıştırmak. " sen
de suyu bulandırmasan olmaz değil mi ?"

suyu kaynamak: iş başından uzaklaştırılması vakti yakın olmak. " sen de suyu
kaynayanlar arasında yer alıyorsun. "

suyu mu çıktı ?: " beğenilmeyecek nesi var, ne hatasını gördün ki orada kalmıyorsun ?"
anlamında kullanılır.

suyun başı: 1. suyun çıktığı yer, kaynak. 2. en fazla yarar sağlanacak yer.
3. bir iş için en önemli, iş en yeni kendisinde bitecek kişi, mevkii. " yorgun bedenlerini
suyun başındaki çimenlerin üzerine bıraktılar. "
suyunca gitmek: bir kimseyi öfkelendirmeyecek şekilde hareket edip davranışlarını
onun isteğine, eğilimlerine uydurmak. " aman kızım kocanın suyunca git de sana zarar
vermesin. "

suyu nereden geliyor ?: " bu işi yürütmek için harcanan para hangi kaynaktan
sağlanıyor. " anlamında kullanılır.

suyunu çekmek: 1. yemek çok kaynayıp hiç suyu kalmamak. 2. bir şeye bilhassa
de para harcanıp tükenmek. " paralar suyunu çekti, ağanın da forsu bitti. "

suyunun suyu: çok uzaktan alakası bulunmakta olan şey.

su yüzü görmemiş: hiç yıkanmamış, çok kirli. " günlerce hapiste kaldım, su
yüzü görmedim hiç. "

su yüzüne çıkmak: belli olmak, aydınlanmak. " bu işin asıl sebepleri su yüzüne
çıkacak, sen de gününü göreceksin. "

süklüm püklüm: korkup çekinerek, ezilip büzülerek, utanıp sıkılarak. " süklüm
püklüm yanımıza yaklaştı.

sükûtla geçiştirmek: asıl mesele üstünde bir şey konuşmamak, sessizce atlamak.

sünger çekmek: unutmak, silmek, hiçbir şey olmamış saymak. " sen o işin üstüne
bir sünger çek hele. "

süngüsü düşük: eski atılganlığı, neşesi, canlılığı, aktivitesi kalmamış. " bir
hayli süngüsü düşük çıktı müdürün yanından. "

sürüncemede kalmak: gecikmek, bir türlü sonuçlanamamak, askıda kalmak. " bizim
iş sakın sürüncemede kalmasın çocuklar! "

sürüden ayrılmak: herkesin tuttuğu yolu bırakıp ayrı bir yol takip etmek. " sürüden
ayrılanı her vakit kurt kapar mı ?"

süt dökmüş kedi gibi: bir kabahat işleyip de bu kabahatinden dolayı utanan,
korkan, çekinen kimsenin durumunu anlatmak için kullanılır.

süt kuzusu: 1. henüz meme emen kuzu. 2. çok ufak bebek, yavru, korunması
gereken ufak çocuk. 3. çok nazlı, el bebek gül bebek büyütülmüş kimse. " daha süt
kuzusu o, nasıl kıyılıp da vurulur ona ?"

süt liman olmak: dingin, gürültüsüz, sakin olmak. " ortalık bir anda süt liman
olmuştu. "

sütü bozuk: mayası bozuk, kötü soydan gelen ve ahlâksızlık eden kimse. " senin
gibi sütü bozuklara selâm verilir mi ?"

Şad olmak:
sevinmek, mutlu olmak. " seni gördük, şad olduk. "
şafak atmak: aniden önemli bir durumla karşı karşıya kaldığını anlamak, bu
sebeple tedirgin olmak. " onu yanımdan kovunca bende şafak attı. "

şafak sökmek: güneşin doğmaya başlamasıyla gece karınlığının yavaş yavaş


kaybolup ortalık aydınlanmaya başlamak. " şafak sökmeye başlayınca yola çıkmaya karar
verdiler. "

şaha kalkmak: 1. atın ön ayaklarını yerden kesip arka ayakları üzerinde yerde
durması. 2. coşmak, kükremek, baş kaldırmak. " azgın at şaha kalkarak binicisini sırtından
yere attı. "

şaka gibi gelmek: bir türlü inanamamak. " bütün olup bitenler şaka gibi geliyordu
onlara. "

şaka götürmemek: 1. şakadan hoşlanmamak. 2. bir iş ya da durum dikkatsizliğe,


önemsenmemeye gelmemek. " bu iş şaka götürmez beyler, dikkat edin! "

şaka kaldırmak: kendisine yapılan şakalara katlanmak, dayanmak.

şaka maka (derken): " ciddiye almıyor, ağırlığını duymuyor, gerektiği gibi
önemsemiyorduk ama sonunda gerçekten önem vermemiz gerektiği ortaya çıktı" anlamında
kullanılır.

şakası yok: 1. tehlikeli. 2. (o) hatır gönül tanımaz, gerekeni yapar, ciddi
bakar olaya. " şakası yok bu adamın, derhal buradan gidelim. "

şakaya getirmek: 1. olabildiğince önemli, ciddi bir şeyi açıktan söylemeyip şaka
yollu söylemek. 2. önemli bir meseleyi şaka yaparak geçiştirmek. " işi şakaya getirip
unutturmaya kalkma emi! "

şakaya vurmak: ciddî bir söz ve davranışı şaka yoluyla geçiştirmek.

şamar oğlanı: herkesin hıncını aldığı, dövdüğü, çattığı, söylendiği kimse. " yeter
artık, şamar oğlanı olmaktan kurtar kendini! "

şamata koparmak: gürültü, patırtı yapmak.

şapa oturmak: güç bir duruma düşmek, çıkmaza girmek. " şimdi şapa oturduk işte,
yardım alacak kimse de yok ortalıkta. "

şart koşmak: bir işin yapılmasını önceden bir koşula bağlamak. " para almadan,
vermeyeceğini koşul koş ona. "

şeref vermek: onurlandırmak, yapıp ettikleriyle övünç kaynağı olmak.

şerefini korumak: onurunu, kişiliğini gözetmek.

şeşi beş görmek: yanlış görmek, görüşünde aldanmak. " şeşi beş gördüm her hâlde. "

şeyhin kerameti kendinden menkul: çok büyük işler yaptığını belirtiyor ama
bunu doğrulayacak ne kanıt ne de kimse var ortalıkta.
şeytana uymak: dinin emirleri dışına çıkmak, haram olan işlere bulaşmak,
doğru yoldan ayrılmak. " şeytana uyup da tekrar kumara başlayacak diye korkuyorum. "

şeytan diyor ki! : " içimden şu kötü işi yap, doğru yoldan ayrıl eğilimi geçip
duruyor" anlamında kullanılır. " şeytan diyor ki git şunu bir hoş döv. "

şeytan dürtmek: durup dururken uygunsuz, kötü bir davranışta bulunmak. " güzel
güzel oynarken arkadaşına vurup kaçtı, şeytan dürttü her hâlde. "

şeytan görsün yüzünü: " onunla hiç görüşmek, bir arada bulunmak istemiyorum"
anlamında kullanılır.

şeytanın art bacağı: çok afacan ve yaramaz (çocuk).

şeytanın ayağını kırmak: 1. aksiliği, uğursuzluğu yenmek. 2. gelişi hoş bir


sebepten ötürü yapamadığı bir şey yapmak. " haydi, şu şeytanın bacağını kır da bize
gel. "

şeytan kulağına kurşun: iyi bir durumdan, işten gidişten söz ederken " aman
nazar değmesin, allah kötülerin şerrinden korusun, şeytandan uzak bulundursun. "
anlamında kullanılır.

şeytanın yattığı yeri bilmek: çok kurnaz ve açıkgöz olmak; öğrenmiş olunması, hatırlanması
güç şeyleri bilmek; pek çok şeyden haberdar olmak. " o ne tilkidir bilemezsin, şeytanın
yattığı yeri bile bilir. "

şıp diye geçmek: ansızın, birdenbire geçmek.

şifayı bulmak (veya kapmak): hastalanmak. " burnum akıyor, yine şifayı kapacağız
desene. "

şimdiden tezi yok: derhal, hiç durmadan, hiç zaman kaybetmeden. " şimdiden tezi
yok, ne yapılacaksa yapılmalıdır. "

şimşekleri üstüne çekmek: söz ve davranışlarıyla çevresindekileri kızdırmak;


rahatsız etmek; sert eleştirilerine, saldırılarına hedef ve neden olmak. " boşu boşuna
şimşekleri üstüne çektin. "

şirazesinden çıkmak: bozulmak, çığırından çıkmak, düzenini yitirmek.

şom ağızlı: derhal her olayı kötüye yoran, kötü şeyler olacağını söyleyen, ileri
sürdüğü olasılıkların gerçekleşmesinden korkulan kimse. " milleti korkutup durma, kapa
şu şom ağzını da rahatlayalım. "

şöyle bir: üstünkörü, gelişigüzel, üstünde durmayarak. " şöyle bir baktım
vitrindeki elbiselere"

şöyle böyle: 1. ne iyi ne kötü, orta derecede. 2. neredeyse, aşağı yukarı,


yaklaşık olarak. " şöyle böyle üç yıl oldu onunla görüşemedik. "
şundan bundan: belli belirsiz, önemsiz şeyler. " eh işte, şundan bundan konuşup
durduk. "

şunu bunu bilmemek: itiraz dinlememek, mazeret kabul etmemek, bahane istememek. " şunu
bunu bilmem, yarın akşam sizi bekliyoruz. "

şunun şurası: küçümseme, azımsama, yakın bir yer belirtmek istendiğinde kullanılır. " şunun
şurası on adımlık yer, gelmeyecek misin ?"

şüphe kurdu: kişinin içini kemiren, onu tedirgin eden kuşku. " onu arkadaşlarıyla
birlikte gönderdim ama yine de içimi bir şüphe kurdu kemirip duruyor. "

Tabana kuvvet: " binecek bir şey yok, yayan gitmekten başka çare de kalmadı"
anlamında kullanılır. " haydi kalkın bakalım, tabana kuvvet! "

tabanları kaldırmak: çok hızlı yürümeye ya da çok hızlı koşarak kaçmaya başlamak. " polislerin
geldiğini görünce tabanları kaldırdı. "

tabanları yağlamak: 1. uzak bir yere yayan olarak gitmek için hazırlanmak.
2. çabucak koşarak kaçmak.

taban tabana zıt: birbirlerinin tamamen karşıtı olmak, birbirine çok aykırı. " taban
tabana zıt düşüncelere sahiptiler. "

taban tepmek (patlatmak): yayan olarak çok uzun yol yürümek, çok sık gidip
gelmek. " kasaba ile köy arasında o iş için az taban tepmedim. "

tabanvayla gitmek: araçla değil de yürüyerek gitmek.

taburcu olmak: iyileşen hasta, bakıma gerek duymadığından hastaneden çıkmak. " taburcu
olan arkadaşlarını karşılamaya gittiler. "

tadı damağında kalmak: tadını, lezzetini bir türlü unutamamak. " o kebabın
tadı damağımda kaldı. "

tadına bakmak: ufak bir parçasını ağzına alarak lezzetini denemek, nasıl
olduğunu yoklamak. " yemeğin tadına baktın mı ?"

tadına varamamak: bir şeydeki ince güzelliği duyamamak, hissedememek ya da


kavrayamamak. " şu dostluğumuzun tadına varamadım daha. "

tadında bırakmak: ölçülü olup aşırılığa kaçmamak. " yeter çocuklar! tadında
bırakın, havayı bozacaksınız yoksa. "

tadını almak: 1. bir şeyin lezzetini almak. 2. yaptığı işten zevk duymaya
başlamak. " o işin tadını aldı bir kez, daha peşini bırakmaz. "

tadını çıkarmak: bir şeyin sağladığı güzelliklerden ya da imkânlardan istediği


gibi yararlanmak. " şu tatilin tadını çıkarmaya çalışacağım. "

tadını kaçırmak: zevkine varılmaya çalışılan bir şeyde aşırılığa kaçarak


olumsuz bir durum oluşturmak, zevki bozmak.
tadı tuzu kalmamak: eski zevk veren yanı kalmamak, yavanlaşmak, hoş ve
çekici durumu ortadan kalkmak. " işlerimizin bundan böyle tadı tuzu kalmadı. "

tahtalı köy: mezarlık.

tahtası eksik: aklı noksan, deli. " o ne şekil hareketti, tahtası eksik galiba! "

takım taklavat: hepsi, parçalarıyla birlikte.

takıp takıştırmak: özenerek süslenmek. " takıp takıştırmış, öyle çıkmıştı sokağa. "

takke düştü kel göründü: hatası, kabahati örten şey ortadan kalkınca tüm
çirkinlikler, hileler, ayıplar ortaya çıktı.

tam adamını bulmak: 1. en ideal kişiyi tercih etmek. 2. en uygunsuz kişiyi tercih etmek. " tam
adamını bulmuşsunuz hani! "

tam takır kuru bakır: içerisinde hiçbir şey yok, bomboş. " tam takır kuru bakır
bir ev bırakıp gitmişler. "

tam üzerine basmak: istenilen şeyi bulmak, fikir ve davranışlarında isabet


kaydetmek, istenilen sözü söylemek.

tanrı misafiri: eve kendiliğinden gelen konuk. " o bir tanrı misafiridir. nasıl
kalk git diyebilirim. "

taraf tutmak: bir yanı desteklemek, yan çıkmak. " ben sana taraf tutup da onların
düşmanlığını kazanma demedim mi ?"

tarihe karışmak: yalnız adı anılır olmak veya tesiri yok olmak.

tası tarağı toplamak: gitmek üzere tüm eşyasını toplamak. " tası tarağı toplamış
arabanın gelmesini bekliyorduk. "

taş atmak: birine dokunacak, onu incitecek söz söylemek.

taş attı da kolu mu yoruldu ?: " bu kazancı sağlamak için hiç yoruldu mu, emek
verdi mi, para harcadı mı ?" anlamında kullanılır.

taşa tutmak: üst üste taş atmak, devamlı taşlamak. " çocuklar aşağı yoldan
geçen karşı köylüleri taşa tuttular. "

taş çatlasa: " ne yapılsa, ne denli zorlansa, gerçekleşmesi imkânsız" anlamında


kullanılır. " taş çatlasa bu elbise otuz binden fazla etmez. "

taş çıkartmak: biri, ötekinden niteliğiyle üstün olmak. " nezaketiyle akranlarına
taş çıkartıyor. "

taşı gediğine koymak: zekice bir hareketle lazım bir sözü tam vaktinde
ve yerinde söylemek.
taşı sıksa suyunu çıkarmak: bedence çok güçlü, dinç kimse. " taşı sıksa
suyunu çıkarır bir adamdı, hastalık onu ne hâle getirmiş! "

taş kesilmek: çok şaşırıp ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilemez olmak;


sesini çıkaramamak, hareket edememek. " çocuk sanki taş kesilmişti. "

taş üzerinde taş bırakmamak (koymamak): her şeyi yıkıp yerle bir etmek. " belediye
araçları gecekonduları yerle bir ettiler, taş üzerinde taş koymadılar. "

taş yürekli: hiç acıma hissi taşımayan, merhametsiz. " taş yürekli herifler,
çocukları hiç acımadan kurşuna dizdiler. "

tatlı dil: gönül alıcı, hoşa giden, kırmayan konuşma şekli ya da söz. " tatlı
dil yılanı deliğinden çıkarır. "

tatlı sert: kırmamakla birlikte yumuşak da olmayan söz ya da davranış.

tatlı su firengi: batılılık taslayan, batılı gibi davranan doğulu hristiyan.

tatlıya bağlamak: bir anlaşmazlığı tarafları memnun edecek şekilde bir çözüme
ulaştırmak. " nihayet işi tatlıya bağladık. "

tava getirmek: gereği kadar ısıtmak.

tavına getirmek: bir işi en ideal duruma getirmek. " tavına getirip söyle. "

tava gelmek: 1. yumuşamak, kanmak. 2. süzülecek duruma gelmek. " söylediğim


sözlerle tava geldi; tamam, yapalım dedi. "

tavır almak (takınmak): belli bir durum ve davranış almak. " ağabeyim bana
niçin karşı tavır aldı bilmiyorum"

tavşana kaç tazıya tut: birbirine karşı olan tarafları çatışma için kışkırtma,
davranışlarında yüreklendirme.

tavşanın suyunu suyu: iki şey arasında çok uzak bir ilgi olduğunu anlatmak
için kullanılır.

tavşan yürekli: korkak, ürkek, çekingen. " amma da tavşan yürekli bir adammışsın. "

tazıya dönmek: 1. olabildiğince zayıflamış olmak. 2. sırılsıklam, çok ıslanmış


olmak.

tebelleş olmak: kancayı takmak, musallat olmak, istediğini yaptırıncaya kadar


yakasını bırakmamak. " başıma iyice tebelleş oldu, nereye gitsem oraya geliyor. "

tebdil gezmek: tanınmamak için kılık değiştirerek gezmek.

tefe koymak: biriyle ilgili olarak alaylı dedikodu yapmak. " bunlar adamı tefe
koyarlar, sakın ağzından bir şey kaçırma. "
tekbir getirmek: " allah-ü ekber" diyerek allah`ın adını yüceltmek.

tekerine çomak sokmak: birinin yolunda giden işini önlenmek, aksatmak gibi
davranışlarda bulunmak. " adamın tekerine çomak soktular, düzenini altüst ettiler. "

tekin değil: 1. içerisinde cinlerin olduğu kabul edilen bina ya da yer. 2. kendisinde
bazı gizli güçlerin olduğu sanılan, tehlikeli kabul edilen kimse. " o eski ev tekin
değil diyorlar. "

telâşa düşmek: heyecanlanmak, aceleci olmak.

tel çekmek: 1. telgraf çekmek. 2. telle sınırlandırmak, telle çevirmek.

telleyif pullanmak: kimi bezeme teli ve süslerle iyice süslemek. " gelini bir
güzel telleyip pulladılar. "

temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp koymak: bir meseleyi devamlı anlatmak, yeni
bir şeymiş gibi pekçok defa söz konusu etmek.

temel atmak: 1. bir yapının temellerini yapmaya başlamak. 2. bir işe başlamak,
ilk davranışta bulunmak, girişmek. " evin temelini yarın atacağız inşallah. "

temel taşı: 1. bir yapının temeline konan taş. 2. bir şeye esas olan unsur,
kişi, bir şeyin aslî öğesi, en kuvvetli dayanağı. " bu şiir, onun şiir anlayışının esas
taşıdır. "

temize çekmek: karalama hâlindeki bir yazıyı tekrardan, silintisiz ve kazıntısız


bir biçimde kâğıda yazmak. " ödevlerinizi temize çekin. "

temize çıkmak: bir kimsenin suçsuz olduğu anlaşılmak. " o yapmadı, temize çıkacak,
göreceksin! "

temiz para: 1. kesintiden sonra elde kalan para miktarı. 2. doğru yoldan
kazanılmış para.

tencerede pişirip kapağında yemek: kıt kanat geçinmek, olanıyla yetinmek.

tencere dibin kara seninki benden kara: " kötülükte, hata yönünde sen benden
daha betersin" anlamında kullanılır.

tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş: iki değersiz kişi bir araya gelmiş,
birleşmiş, yakışmışlar birbirlerine.

tepeden bakmak: küçümsemek, kendini üstün görmek. " insanlara tepeden bakmayı
bırak bundan böyle, aciz bir varlık olduğunu düşün. "

tepeden inme: 1. beklenmedik, şaşırtıcı, ansızın gelen. 2. yüksek bir makamdan


çıkan buyruk, emir. " tepeden inmeyle bir sürü ehliyetsiz adam geçti işin başına. "

tepeden tırnağa (kadar): her yanı, baştan aşağı, tüm vücudu. " tepeden tırnağa
gözden geçirdi ihtiyarı. "

tepesi atmak: çok sinirlenmek, birden öfkelenmek. " tepesi atar atmaz salondakileri
dışarı çıkardı. "

tepesinde havan dövmek: üst kattakiler gürültü yaparak alt kattakileri rahatsız
etmek.

tepesinden (başından) kaynar su dökülmek: hiç ummadığı bir durumla karşılaşıp


derin bir üzüntüye kapılmak, sıkıntı içerisinde kalmak. " hayır cevabını alınca tepesinden
kaynar su döküldü. "

tepesine binmek: 1. şımarıklığı sebebiyle her istediğini yapmak, yaptırmak.


2. kendinden güçsüzleri ezmek, onlara kötü davranmak. " düşmanların tepesine binmek
boynumuza borç oldu. "

tepesi üstü: tepe taklak, başı yere gelmek üzere. " çocuk sandalyeden tepesi
üstü düşmüştü. "

tepe tepe kullanmak: yıpranacağını, eskiyeceğini düşünmeden, sakınmadan istediği


gibi kullanmak. " bu kadar diliyorsan al senin olsun, tepe tepe kullan! "

terbiyesini vermek: yaptığı kırıcı hareketler, kullandığı kötü sözler için


kendisini sertçe uyarmak, azarlamak, gerekirse dövmek.

tercüman olmak: başkasının duygusunu, düşüncesini dile getirmek, anlatmak.

ter dökmek: 1. bir işi yapmak için çok zahmet, güçlük çekmek. 2. çok terlemek. " bu
işi başarmak için az ter dökmedi. "

tereciye tere satmak: birine çok iyi bildiği bir konuda bilgi vermeye çalışmak.

tere yağından kıl çeker gibi: hiç kimseye zarar vermeden, çok kolaylıkla
kimseye hissettirmeden, kimi sorumluluklardan kurtularak. " merak etme sen, tereyağından
kıl çeker gibi halledecektir işi. "

tersi dönmek: şaşkınlıktan bulunduğu ve gideceği yeri kestirememek.

ters tarafından kalkmak: aksi, huysuz ve ters olmak. " ters tarafından kalktın
galiba, ne dersem tersini yapıyorsun. "

ters yüz etmek: içini dışına, altını üzerine getirmek ya da çevirmek. " gömleğin
yakasını ters yüzü edip diktim. "

ters yüz geri dönmek: istediğini elde edemeden, eli boş dönmek.

teselli etmek: avundurmak, acısını gidermeye, onu rahatlatmaya çalışmak. " arkadaşını
en iyi biçimde teselli ettiğine eminim. "

teselli bulmak: avunmak.


teslim bayrağı çekmek: 1. yenilgiyi kabullenmek, teslim olmak. 2. bir çekişme
sonunda karşısındakinin istediğini yapmaya razı olmak. " yakında teslim bayrağını
çekerler, endişeye kapılmayın. "

teslim olmak: 1. kendinden üstün bir güç karşısında yenilgiyi kabul etmek,
mücadeleden vazgeçmek. 2. kendini teslim etmek, birtakım ellere bırakmak. " teslim
olursan kılına dokunulmayacaktır! "

teşrif etmek: onurlandırmak, şereflendirmek.

tetikte olmak: her an uyanık ve hazır bulunmak. " ben size tetikte olun, gözünüzü
dört açın demedim mi ?"

tez canlı: aceleci, sabırsız, beklemeye dayanamayan. " bu kadar tez canlı olma! "

tez elden: hızlıca, bir an önce, çarçabuk," tez elden hastaneye gitmeli bu
yaralı! "

tezgâhı kurmak: işe başlamak üzere bütün araç ve gereçleri hazırlamak, çalışmaya
başlamak. " hemen tezgâhı kurup gittiler. "

tezkeresini eline vermek: kovmak, işten atmak, işine son vermek.

tıka basa doldurmak: doldururken çok bastırıp sıkıştırmak, hiç boş yer bırakmamak. " çuvalı
tıka basa doldurun, ne alırsa kârdır. "

tıka basa yemek: haddinden fazla yemek, çok yemek, mideyi rahatsız edecek
kadar çok yemek. " doymaz çocuk, tıka basa doldurdu karnını. "

tımarhane kaçkını: delice işler yapan kimse.

tıpış tıpış yürümek: 1. kısa adımlarla çabuk yürümek. 2. ister istemez bir
yere gitmek.

tıraş etmek: 1. (saç, sakal) benzeri tıraş işini yapmak. 2. bıkkınlık verecek
kadar uzun ve luzumsuz konuşmak. " yeni berber iyi tıraş yapamıyor. "

tırnak göstermek: gözdağı vermek, korkutmak.

tırpan atmak: 1. istemediği kişilerin bir yerdeki görevlerine son vermek.


2. kırıp geçirmek, topluca öldürmek, kıyıma uğratmak. " genel müdür olunca, ilk işi
yardımcılarına tırpan atmak oldu. "

tohuma kaçmak: yaşlanmak, evlenme çağı geçip kartlaşmak.

tok evin aç kedisi: varlıklı olduğu hâlde doymayan, gereksinimi olmadığı hâlde
aç gözlülük eden, her gördüğüne sahip olmak isteyen (kimse). " bu çocuk da tok evin
aç kedisi. "

tokat aşketmek: ansızın el içi ile vurmak.


tok gözlü: mala, paraya, yiyeceğe düşkün olmayan; cömert.

tok sözlü: sözünü esirgemeden, çekinmeden, hatır gönül dinlemeden söyleyen. " rahmetli
tok sözlü bir insandı. "

tongaya basmak: tuzağa düşmek. " çok kötü bastı tongaya. "

top atmak: iflas etmek. " bu kadar kısa zamanda top atacağımızı sanmazdım. "

topa tutmak: 1. bir yeri top ateşi altında bulundurmak. 2. bir kimseye kırıcı,
ağır sözler söylemek.

topun ağzında: tehlikeye, saldırıya en yakın yerde olmak.

toprağı bol olsun: müslüman olmayan ölülerin anılması sırasında kullanılır,


müslüman ölüler için " allah rahmet eylesin" denir.

topu topu: (azımsanan şeyler için) olup olacağı, sadece, hepsi. " topu topu
beş elma almış. "

toz kondurmamak: bir şeyi hatasız göstermek, onda bir kusurun olabileceğini
kabul etmemek. " kızına da hiç toz kondurmuyor. "

toz olmak: ortadan kaybolmak, kaçmak, uzaklaşmak. " çabuk toz olun buradan. "

toz pembe görmek: aşırı iyimser olmak; derhal her aksaklığı, üzücü durumları
iyimserlikle karşılamak. " hayatı hep toz pembe görmüştür. "

tozu dumana katmak: 1. ortalığı altüst etmek, karışıklığa yol açmak, gürültü
patırtı çıkarmak. 2. çok fazla toz kaldırarak koşmak veya kaçmak. " başıboş sığırlar
tozu dumana katarak yokuştan aşağı iniyorlardı. "

tur atmak: dolaşmak, dolaşıp gelmek. " evin çevresinde iki tur atıp yanıma gelsin. "

turnayı gözünden vurmak: hiç beklenmedik bir kazanç sağlama imkânını ele
geçirmek.

turp gibi: çok sağlıklı, sağlam, rahatı yerinde. " merak etme, turp gibi o. "

turşu gibi olmak: çok yorgun, bitkin düşmek. " üç gündür çalışıyoruz, turşu
gibi oldum, hiç hâlim kalmadı. "

turşusu çıkmak: 1. çok yorulmak. 2. iyice ezilmek, parçalanmak. " armutların


turşusu çıkmış, yenecek hâlleri kalmamış. "

turşusunu kurmak: bir şeyi kullanmak, harcamak gerekirken kıyamamak halinde


söylenir. " kullanmadığı sandalyeyi vermiyor, turşusunu kuracak sanki. "

tut kelin perçeminden: güç bir taktirde çözümün zor olduğunu anlatmak için
kullanılır.
tuttuğu dal elinde kalmak: dayandığı, güvendiği şey önemini kaybederek işe
yaramaz hâle gelmek, fayda temin edemez olmak.

tuttuğunu koparmak: her girişiminden başarıyla çıkmak, her işi becermek," o


tuttuğunu koparır bir delikanlıdır, güvenin ona. "

tutunacak dalı olmamak: güveneceği, dayanacağı kimse bulunmamak. " küçüktüm,


tutunacak dalım yoktu, tek başımaydım. "

tuz biber ekmek: 1. bir yemeğe tuz ya da biber dökmek. 2. bir üzüntünün acısını,
bir kusurun ağırlığını daha da artırmak. " iyi yaptın sanki, o günleri hatırlatarak
tuz biber ektin kadının yüreğine. "

tuz (la) buz olmak: kırılıp parçalanmak, çok ufak parçalara ayrılmak, paramparça
olmak. " masadan düşen vazo tuzla buz oldu. "

tuzlayayım da kokma: bilip bilmeden konuşanlar, yüksekten atanlar, düşüncesinde


aldananlar için küçümseme sözü olarak kullanılır.

tuzluya mal olmak: olabildiğince çok para harcanarak sağlanmış olmak. " arabayı onarım
ettirdik ama tuzluya mal oldu. "

tuzu kuru: hiçbir derdi, sıkıntısı olmayan; kazancı yerinde olduğu için kaygılanmayan. " sana
göre hava güzel, gülersin, oynarsın, tuzun kuru nasıl olsa. "

tükürdüğünü yalamak: verdiği sözden geri dönerek benliğini küçültmek. " ben
tükürdüğünü yalayan bir insan değilim, gideceğim oraya! "

tümen tümen: pek çok.

türküsünü çağırmak: birinin hoşuna gidecek davranış ortaya koymak, söz söylemek,
onun tarafını tutmak. " ömrümce onun bunun türküsünü çağırıp durdum, yeter artık! "

türkü yakmak: bir türküye ezgi uydurmak. " sevdiği kıza yanık bir türkü yakmış
diyorlar. "

tütünü tepesinden çıkmak: bir acının ateşiyle yanıp tutuşmak, çok üzülmek.

tüy dikmek: kötü bir işi, ortaya konan bir söz ya da davranışla daha da kötüleştirmek.

tüyleri diken diken olmak: korku, heyecan, endişe veya üşümekten vücuttaki
tüyler, kıllar kabarmak, dikilmek. " hava buz gibiydi, tüylerim diken diken olmuştu. "

tüyü düzmek: önceleri kötü olan kılık kıyafetini düzeltmek, iyi hayata kavuşmuş
gibi hoş giyinir olmak.

Ucu bucağı olmamak: biryer çok geniş, sonu yokmuş gibi olmak. " kafamı kaldırıp şu şekilde bir
baktım, ovanın ucu bucağı görünmüyordu. "

ucu dokunmak: bir işten biri zarar görür olmak, söylenen bir söz birine zarar
vermek. " o çubuğu kıracağım fakat ucu sana dokunacak diye kıramıyorum. "
ucunu kaçırmak: çıkmaza girmek, denetimi elinden kaçırmak. " işin ucunu kaçırdın,
oldu mu ya ?"

ucu ortası belli olmamak: bir işe, söze nereden başlanacağı kestirilememek.

ucunda bir şey olmak: bir şeyde gizli bir amaç bulunmak. " bu davranışının
ucunda bir şey var ama anlayamadım. "

ucu ucuna: ancak yetişecek kadar. " ip ucu ucuna geldi. "

ucuz atlatmak: güç ve tehlikeli durumdan az bir zararla sıyrılmak. " ucuz atlattık,
az kalsın uçuruma yuvarlanacaktık. "

uçan kuşa borcu (borçlu) olmak: pek çok kişiye borçlu olmak. " babanın uçan
kuşa borcu varmış diyorlar, doğru mu ?"

uçan kuştan medet ummak: pek dertte bulunup, bu dertten kurtulmak için
her türlü çareye, olmadık yerlere başvurmak, yardım istemek.

uçsuz bucaksız: çok geniş. " uçsuz bucaksız kırlarda dolaşmak istiyordum. "

uçkuruna sağlam: namuslu, iffetine bağlı.

uç vermek: 1. baş vermek (çıban). 2. bitmek, sürmek (bitki). 3. gelişme,


büyüme başlangıcı göstermek. 4. bilinmeyeni açıklığa kavuşturucu belirtiler ortaya
çıkmak. " ilk bahar geldi, dallar uç vermeye başladı. "

ulu orta söz söylemek: bir şeyin aslını bilmeden, düşünüp tartmadan, çekinmeden,
açıktan açığa konuşmak. " birden ayağa kalkıp ulu orta söz söylemeye başladı. "

uma uma döndük muma: umut edilen, beklenilen şeyler gerçekleşmeyince hayal
kırıklığına uğrayan, kötü durumlara düşen, zayıflayıp gücünü yitiren insanlar için
söylenir.

umurunda olmamak: aldırış etmemek, önem vermemek.

ununu elemiş, eleğini asmış: yaşamda yapmak dilediklerini yapmış, geri kalan
ömrü süresince bundan böyle yapacak önemli bir işi kalmamış kimseler için söylenir.

utancından yere geçmek: çok utanmak, kimsenin yüzüne bakamayıp sanki saklanacak
yer aramak. " çok mahçup olmuştu, utancından yere geçmek üzereydi. "

uyku bastırmak: aşırı derecede uykusu gelmek, uyuma isteği duymak. " yemekten
sonra bir uyku bastırır, kafamı kaldıramazdım. "

uyku çekmek: rahat ve huzurlu bir biçimde çok uyumak. " eve gidip şu şekilde bir
uyku çekeceğim. "

uyku gözünden akmak: çok uykusu gelmek, göz kapakları kapanmak. " iki gündür
yoldaydık, neredeyse hiç uyumamıştık, uyku gözlerimizden akıyordu. "
uykusu kaçmak: 1. uyuması gerekirken gelişi hoş bir sebepten ötürü uyuyamamak.
2. bir problem yüzünden kaygılanmak, endişe duymak. " uykusu kaçmış, yatakta bir o yana
bir beridir dönüp duruyordu. "

uykusunu almak: gerektiği kadar uyumuş olmak. " epeydir yatıyorsun, uykunu
almış olmalısın. "

uyku tulumu: 1. uykuyu çok seven kimse, çok uyuyan. 2. içerisine girilerek yatılan
tulum şeklindeki yatak. " uyku tulumu sen de, çabuk kalk! "

uykuya dalmak: rahat ve derin bir biçimde uyumak.

uyur uyanık: yarı uykulu. " uyur uyanık ayakta nöbet tutmaya çalışıyordu. "

uzağı (ileriyi) görmek: gelecekte ne olacağını sezmek, kestirmek. " dedem uzağı
gören bir adamdı. "

uzaktan uzağa: 1. alakası pek az olan. 2. çok uzaktan. " uzaktan uzağa selâmlaşıyorduk
işte. "

uzun boylu: 1. boyu uzun olan. 2. uzun müddet. 3. derinlemesine, ayrıntılarıyla. " meselenin
üzerinde öyle uzun boylu durmadık. "

uzun etmek: 1. nazlanmak, sözünde direnmek. 2. sözü uzatmak, tartışmayı sürdürmek.


3. aşırı gitmek. " haydi uzun etme de gel benimle! "

uzun hikâye: pek çok detayları bulanan, anlatması uzun sürecek, anlatılmadan
da anlaşılamayacak olan olay ya da husus.

uzun lafın (sözün) kısası: özetle, kısaca, sözü uzatmayarak. " uzun lafın kısası,
yazar gerçekçi olmalıdır. "

uzun uzadıya: çok detaylı olarak, en ince noktalarına inerek. " meseleyi
uzun uzadıya inceledik. "

Üç aşağı beş yukarı: az


bir farkla, az fazla ya da az eksik olmak üzere, yaklaşık olarak. " üç aşağı beş yukarı
anlaşırız, merak etme. "

üç buçuk atmak: çok korkmak, korku içerisinde olmak, istenmeyen bir durum olacak
diye korkup durmak.

üçe beşe bakmamak: alışverişte fiyat konusunda ufak farkları önemsememek,


almak ya da satmak konusunda cimri davranmamak. " istediğini üçe beşe bakma, kesinlikle
al. "

üç otuzluk: yaşı hayli ilerlemiş (kimse).

ümidini kesmek: bundan böyle ummaz olmak, olacağını beklememek, kavuşamayacağını


anlamak. " ümidimi kestim iyice, kocam bundan böyle geri dönmeyecek. "

ümitsizliğe düşmek: gerçekleşmeyeceğine, olmayacağına inanmak. " ümitsizliğe


düşme bu kadar, belki geri gelir. "

ün kazanmak: adı her yerde duyulmak, şöhreti herkesçe bilinir olmak. " o cihana
ün salmış bir güreşçidir. "

üst baş: kılık giysi, giyim kuşam. " üstüne başına hiç bakmaz ki o. "

üste çıkmak: suçlu olduğu hâlde suçsuz taktirde olduğunu söyleyip karşısındakini
suçlamak. " bir an önce bu işten kurtulmak için üste çıkmayı başarmalıyım diye geçirdi
içinden. "

üstesinden gelmek: becermek, üstüne aldığı işi başarmak, yapmak. " hiç endişelenme
sen, üstesinden gelecektir o işin. "

üste vermek: fazladan ödeme yapmak. " üste bir milyon verdiler ama bu arabayı
değişmedim. "

üst perdeden konuşmak: 1. üstünlük taslayarak konuşmak. 2. çok yüksek sesle


konuşmak. " üst perdeden konuşmaya bayılır. "

üstü başı dökülmek: kılık ve giysisi çok eski olmak, perişan taktirde bulunmak.

üstü kapalı konuşmak: açık, kesin ifadeler kullanmadan konuşup dinleyenin


kavrayışına bırakmak. " niçin üstü kapalı konuştuğunu bir türlü anlayamıyordu. "

üstünde durmak: bir işe önem vermek, o işle yakından ilgilenmek, uğraşmak. " şu
işin üzerinde dur bir miktar, yoksa sonun kötü olacak. "

üstünde kalmak: artırma ya da eksiltme sırasında onda kalmak. 2. suçlanmak. " onlar
kaçıp gittiler, kabahat bizim üstümüzde kaldı. "

üstünden atmak: başından savmak, bir şeyi ödev olarak kabul etmemek, başkasını
ilgilendirdiğini belirtmek. " bu iş senin, sakın üzerinden atayım deme. "

üstünden dökülmek: bir kıyafet bol ve şekilsiz olmak, yakışmamak.

üstünden (şu kadar zaman) geçmek: aradan (şu kadar) vakit geçmek. " üstünden
şu kadar vakit geçmesine karşın hâlâ borcunu ödemedi. "

üstüne almak: 1. alınmak, bir hareketin kendisine karşı yapıldığını sanarak


kaygılanmak. 2. bir görevi üstlendiğini kabul etmek. " her sözü üzerine alma lütfen! "

üstüne atmak: kendi kaptığı bir suçu birine indirmek. " camı kendi kırdı ama
suçu arkadaşının üzerine attı. "

üstüne basmak: 1. yerinde bir fikir beyan etmek. 2. iyice belirtmek. " üstüne
basa basa anlat, baban çok mağdurmuş de! "

üstüne bir bardak (soğuk) su içmek: o işten umudunu kesmek, o işin olacağına
inanmamak, parasını ya da malını almaktan vazgeçmek. " verecek mi ? sen o paranın üzerine
bir bardak soğuk su iç! "
üstüne (üzerine) düşmek: 1. bir şeyi elde etmek için çok uğraşmak. 2. (çocuğu)
sevme ya da korumada çok ileri gitmek. " şu çocuğun üzerine bu kadar düşmeyelim, şımardıkça
şımarıyor, derhal hemen başımıza çıkacak. "

üstüne fenalık gelmek: aşırı ölçüde sıkılmak, çok bunalmak.

üstüne geçirmek: 1. bir malın tapusunu kendi üstüne yazdırmak ya da çıkartmak.


2. bir çocuğu evlât edinmek, kendi nüfusunu kaydettirmek. " evi üzerine geçirmiş dedem,
doğru mu ?"

üstüne gelmek: bir şey konuşulurken ya da yapılırken çıkagelmek.

üstüne gül koklamamak: sevdiği birinden başkasını sevmemek, başkası ile ilişki
kurmamak.

üstüne (yatmak) oturmak: hiç hakkı değilken başkasının malını kendine mal
etmek. " vakıf mallarının üzerine oturdu adam, nasıl yaptı, vicdanı nasıl el verdi
bilmiyorum. "

üstüne titremek: pek fazla sevgi, itina göstermek; zarar gelmesin diye özenli
davranmak. " öğrencilerinin üzerine böyle titreyen bir öğretmen daha görmedim. "

üstüne toz kondurmamak: bir şeyin hata, eksiği olduğunu kabul etmemek. " çocuğunun
üstüne hiç toz kondurmuyor. "

üstüne tuz biber ekmek: bir üzüntüyü, derdi, hatası artıracak durum oluşturmak.

üstüne üzerine gitmek: 1. bir konuda bir kimseye devamlı basınç yapmak. 2.
güç bir şeyden yılmayıp, neticesi tehlikeli de olsa, çekinmeden o şeyle uğraşmak. " biliyorum
zor ama üzerine üstüne gitmelisin, ancak o vakit başarabilirsin. "

üstüne varmak: 1. bir şeyi yapmasını zorlayarak istemek. 2. bir kadın, evli
bir erkekle evlenmek. " demek tükürdü sana; üzerine varma, zorlama demedim mi sana ?"

üstüne yıkmak: 1. kendi işlediği bir suçu başkasına indirmek. 2. kendisinin


de sorumlu olduğu bir işin ağırlığını başkasına indirmek. " evin geçim yükünü annenin
üstüne yıkmışlar, sorumsuzca yaşıyorlar. "

üstüne yürümek: yıldırmak, korkutmak amacıyla saldıracakmış gibi yapmak;


ya da saldırmak. " öfkeyle delikanlının üzerine yürüdü. "

üvey evlât gibi tutmak (saymak) : horlamak, haksızlık etmek, iyi davranmamak,
küçümsemek. " dokunma bana, beni hep üvey evlât gibi tuttun, ne zaman yaklaştıysam
sana köşe bucak kaçtın benden. "

üzüm üzüm üzülmek: haddinden fazla, çok üzülmek. " anneciği üzüm üzüm üzülüyor
ama bir çare bulamıyordu. "

Vadesi gelmek (yetmek):


1. ömrü sona ermek, eceli gelmek, ölmek. 2. müddeti dolmak, ödeme vakti gelmek. " vadesi
geldi geçiyor ama senet sahibi hâlâ ortalıkta görünmüyor. "
vakit geçirmek: oyalanmak, bazı şeylerle meşgul olarak vaktin geçmesini
sağlamak. " top oynayarak zaman geçirebiliriz sanırım. "

vakit kazanmak: 1. karşı tarafı oyalayarak vakti uzatmak. 2. bir şeye ayrılan
ya da harcanan vakti uzatmak. " sen onu meşgul et ki derhal yola çıkmasın, bu sayede
biz de bir miktar zaman kazanmış oluruz. "

vakitli vakitsiz: rastgele bir zamanda, gelişigüzel, ideal bir vakti gözetmeden. " vakitli
vakitsiz gelip giderdi evine. "

vaktini almak: epey vakit harcanmasını gerektirmek, başka bir işe ayrılmış
zamanı tutmak. " vaktini alıyorum ama başka çarem de yok. "

vaktini öldürmek: vaktini yararsız, luzumsuz, boş işlerle ya da hiç iş yapmadan,


boş yere geçirmek. " bu kazanç getirmeyen işle tüm zamanını öldürecek misin yani ?"

vaktini şaşmamak: tam vaktinde. " vaktini şaşmaz o, göreceksin şimdi gelecek. "

vara yoğa karışmak: her şeye, üzerine lâzım olsun olmasın her işe karışmak. " üvey
annemin vara yoğa karışmasından bıkmış usanmıştım iyice. "

varlık göstermek: beğenilir bir iş yapmak; kendini kanıtlayacak, göze görünür


bir görevini yerine getirmek; kendini göstermek. " oynadığı ilk oyunda bir varlık
gösteremedi. "

varlıkta darlık çekmek: elinde her imkân olduğu hâlde bunlardan yararlanamamak,
sıkıntıya düşmek.

vay canına! : şaşma, öfke duygusunu dile getirmek için kullanılır.

vebali boynuna olmak: bir işin günahını yüklenmek.

velveleye vermek: luzumsuz bir heyecana, telâşa düşürmek. " bir anda ortalığı
velveleye verdiler; bağırmaya, sağa sola koşmaya başladılar. "

verip veriştirmek: ağır sözler söylemek, ağzına ne gelirse söylemek. " yüzüne
karşı verip veriştirdi ama o tek kelime bile söylemedi. "

veryansın etmek: hiç insaf göstermeden, acımadan saldırmak; ağzına geleni


söylemek.

vıcık vıcık: sulu ve gevşek olmak, basıldığında ses çıkarmak. " etraf vıcık
vıcık çamurdu, yürüyemiyorduk. "

vıdı vıdı etmek: söylenip durmak, derhal her şeyi eleştirip beğenmediğini
söyleyerek durmadan konuşmak, etrafındakileri rahatsız etmek. " sus bundan böyle, vıdı vıdı
edip kafamı şişirdiğin yeter. "

vız gelmek (vız gelip tırıs gitmek): hiç önemsememek, aldırış etmemek. " onun
sözleri vız gelir bana, önce kendine söz geçirsin. "
viraneye çevirmek: yakıp yıkmak, yıkıntı haline getirmek, harap etmek. " beş
gün geçmeden viraneye çevirdiler evi. "

voli vurmak: haksız olarak kazanç elde etmek, vurgun vurmak.

volta atmak: bir aşağı bir yukarı dolaşmak, gidip gelmek. " canımız sıkıldıkça
avluda volta atıp dururduk. "

vur abalıya: tüm yükün yumuşak huylu kişiye yüklenmesi; sessiz, güçsüz
kimsenin hırpalanması, hakkının çiğnenmesi halinde karşıdaki kişiye sitem yollu
söylenir.

vur dedikse öldür demedik ya! : bir isteği, dileği yerine getirirken aşırılığa
kaçıp da işi berbat edene karış söylenir.

vurduğu yerden ses getirmek: eli ağır olmak, çok güçlü vurmak.

vurdumduymaz kör ayvaz: umursamaz, aldırmaz, duygusuz ve kayıtsız kimse.

vur patlasın çal oynasın: aşırı zevk ve eğlence; aşırı zevk ve eğlenceye
düşkün kimsenin parasını bu yolda harcamasını anlatır. " vur patlasın çal oynasın
sabaha kadar tepinip durdular. "

vurucu güç: çok aktif silâhlarla donatılmış, özel eğitim görmüş askerî birlik. " ordu
içinde vurucu bir gücün oluşturulması konusunda fikir birliğine vardılar. "

vücuda getirmek: oluşturmak, meydana getirmek, var etmek. " bütün bu canlıları
yüce allah`tan başka kim var edebilir ki ?"

vücudunu ortadan kaldırmak: öldürmek. " sabaha kadar adamın vücudunu ortadan
kaldırın, yoksa başımıza çok iş açacak. "

Ya allah deyip
(atılmak): cenab-ı hak`a sığınarak (atılmak). " ya allah deyip düşmanın üstüne
atıldı. "

yabana atmak: önem vermemek, önemsiz görüp dikkate almamak, üstünde durmamak. " babanın
sözlerini sakın yabana atayım deme. "

yabancılık çekmek: bir iş ya da çevrede yabancı olmaktan dolayı ortaya çıkan


zorlukların etkisinde kalmak. " ona hiç yabancılık çektirmedi. "

ya bu deveyi gütmeli, ya bu diyardan gitmeli: " bu işi kesinlikle yapmalısın,


başka yolu yok, aksi durumda burada kalamazsın. " anlamında kullanılır.

ya devlet başa, ya kuzgun leşe: " giriştiğim iş beni ya büyük bir varlığa
ve mevkiye ulaştıracak ya da mahvedecek, batıracak" anlamında söylenir.

yad eller: 1. baba ocağından uzak yerler, gurbet. 2. yabancı kimseler, yabancılar. " yiğidim
yad ellerde kalmasın, dönsün geri rabbim. "
yâd etmek: anmak, hatırlamak. " seni her gün yad ederiz buralarda. "

yağ bağlamak: semirmek, üstüne biriken yağ katılaşmak.

yağ bal olsun: " yediğin, içtiğin helâl ve afiyet olsun" anlamında söylenir.

yağcılık etmek: dalkavukluk etmek, övmek, pohpohlamak. " öğrenci öğretmenine


yağ çekiyor, gözünün içerisine bakıyor, bu şekilde iyi not alacağını sanıyordu. "

yağlı ballı olmak: araları çok iyi, içli dışlı, samimi olmak. " öyle yağlı
ballı olmuşlardı ki birbirlerine her şeylerini anlatıyorlardı. "

yağlı kapı: çalıştırdığı kimselere bol kazanç sağlayan kimse, kuruluş, aile
ya da yer. " herkese nasip olmaz öyle yağlı kapı. "

yağlı kuyruk: basitçe ve bolca yararlanılabilecek kaynak; kolayca sömürülebilecek


iş veya kimse. " bulmuşsun bir yağlı kuyruk, çek babam çek! "

yağlı müşteri: bol ücretli, çok alışveriş yapan zengin alıcı. " iki üç yağlı
müşterimiz de olmasa kapamak zorunda kalacağız bu dükkânı. "

yağma gitmek: bir şey çok alıcı bulup çok satılmak, kolay müşteri bulmak. " kapanın
elinde kalıyor, yağma gidiyor, koş koş, sen de yetiş !. . "

yağma hasan`ın böreği: hakkı olanın da olmayanın da basitçe yararlandığı,


kimsenin korumadığı, her yanından sömürülen kaynak.

yağma yok: " öyle şey olmaz, buna izin vermezler, kolay kolay elde edemezsin"
anlamında bir tutumun ya da davranışın yanlışlığı ifade etmek için kullanılır.

yağmurdan kaçarken doluya tutulmak: bir tehlikeden, güç bir durumdan kaçarken
daha kötüsüyle karşılaşmak.

yağmur yağarken küpünü doldurmak: kazanma fırsatı varken ondan yararlanıp


para veya mal edinmek. " bana bak aslanım, daha ne istiyorsun, yağmur yağarken küpünü
doldur yoksa pişman olursun. "

yağ tulumu: çok şişman, çok yağlı. " birkaç ay sonra yağ tulumu olacak, şuna
birisi söylese de çok yemese. "

ya herrü (herro) ya merrü (merro): " tehlikeyi göze aldık, giriştiğimiz işte
ya batar ya da çıkarız" anlamında kullanılır.

yahudi pazarlığı: tarafların çıkarlarını düşünerek çekişe çekişe yaptıkları


pazarlık. " benimle yahudi pazarlığı yapmaya kalkma lütfen. "

yakadan atmak: savıp kurtulmak, başından atmak. " inan onu yakamdan atmaya
çalışıyorum. "

yaka paça: hiçbir itiraz dinlemeden, zorla, kuvvet kullanarak (götürmek). " polisler
adamı yaka paça götürdüler. "
yakası açılmadık: hiç duyulmadık, bilinmedik, ayıp söz, küfür.

yakasına sarılmak: istediği şeyi almak ya da dövmek için tutup bırakmamak,


zorlamak. " çocuk annesinin yakasına sarılmış balon diye ağlıyordu. "

yakasına yapışmak: hesap sormak ya da bir şey istemek için tutup bırakmamak. " beni
de götüreceksin diye yakama yapıştı, ben de getirmek zorunda kaldım. "

yakasını bırakmamak: bezdirecek kadar üzerine düşmek, ısrar etmek, yanından


ayrılmamak. " ne olursa olsun yakasını bırakmayıp paramı alacağım ondan. "

yakasını kaptırmak: bir şeyin, bir kimsenin etkisinden kendisini kurtaramamak,


ona bağlanmış olmak.

yakayı sıyırmak: kurtulmak, kaçmak. " çok şükür şu adamdan yakayı sıyırdık. "

yaka silkmek: bıkıp usanmak; bir iş, durum, yer ya da kimsenin negatif yanlarından
tedirginlik duyduğunu belirtmek. " doğrusu yaka silkinecek bir iş seninki de. "

yakayı ele vermek: yakalanmak, kaçamayarak ele geçmek. " mahallenin hırsızı
sonunda yakayı ele verdi. "

yakayı kurtarmak: umulmazken bir işten ya da kimseden kurtulmak, kaçmak. " bu


pis işten yakayı nasıl kurtardık hâlâ anlayabilmiş değilim. "

yakınlık duymak: birine karşı sevgi ve ilgi duymak, yabancılık hissetmemek. " hayatta
yakınlık duyduğum tek insandı. "

yakışık almamak: yerinde olmamak, ideal düşmemek, yaraşmamak. " çocuğu herkesin
içinde azarlaman hiç de yakışık almadı. "

yalancı pehlivan: yapamayacağı bir işi yapabilecekmiş gibi görünen kimse,


palavracı. " yalancı pehlivanın biridir o, ona güvenmeyin. "

yalancısı olmak: doğruluğu bilinmeyen, inanılmayacak sözleri bir başkasından


işiterek söylemiş olmak. " ben şefin yalancısıyım, müdür ihalelerde insiyatifini kullanıyor
ve rüşvet yiyormuş. "

yalan dolan: hile, düzen, dalavere, yolsuz davranış," yalan dolanla iş görmeye
kalkanların başına işte bunlar gelir. "

yalan yere: gerçeğe ideal olmayarak. " yalan yere adamı şikâyet ettiler. "

yalayıp yutmak: 1. iştahla, hiçbir şey bırakmadan yiyip bitirmek. 2. kötü


bir söz ya da davranış karşısında sessiz kalıp, kabullenmek. " sofradaki tüm yemekleri
yalayıp yuttu. "

yalpa vurmak: iki yana, sağa sola; bir o yana, bir beridir sallanarak yürümek. " nedendir
bilmem, yalpa vurarak yürüyordu. "
yalvar yakar olmak: çok yalvarıp yakarmak.

yan bakmak: beğenmeyerek, kötü niyetle, düşmanca bakmak. " bu adamın her gün
yan bakması bundan böyle canıma yetti! "

yan basmak: 1. aldanmak. 2. kaypaklık edip dürüst davranmamak. " sana tanınan
bu fırsatı iyi değerlendir, sakın yan basayım deme. "

yan çizmek: kendisine yüklenen bir görevden kaçmak. " üç kişi yan çizdi, demek
ki ikimiz taşıyacağız bu bidonları. "

yandan çarklı: 1. şekeri yanına konmuş olan kahve veya çay. " usta, iki yandan
çarklı yap! " 2. bir omuzu düşük olarak yürüyen. 3. çarkı yanda olan gemi.

yan gelip yatmak: yapacak işleri olduğu hâlde yapmamak, rahatına bakmak,
keyfince yaşamak. " hiç çalışmıyor, yan gelip yatıyor akşama kadar. "

yangına körükle gitmek: anlaşmazlığı, gerginliği, kargaşalığı artırıcı, her


iki tarafı kışkırtıcı söz ve davranışlarda bulunmak. " sen karışma, çekil aralarından,
yangına körükle mi gitmek istiyorsun ?"

yan gözle bakmak: 1. kötü niyetle, düşmanca bakmak. 2. göz ucuyla bakmak. " tezgâhtaki
mallara yan gözle bakıp geçti. "

yanık ses: hüzünlü, çok dertli, içerisindeki acıyı dile getiren ses.

yanına bırakmamak: kendisine yapılan kötülüklerin öcünü almak, cezasını sert


karşılıklarla vermek. " bunu, onun yanına bırakmayacağım. "

yanına (kâr) kalmak: kendisinden öç alınmamak, yaptığı kötülük sert karşılık


görmemek, cezasız kalmak. " adamın yaptığı yanına kâr kaldı, nasıl adalet bu ?"

yanına salâvatla varılır: çok öfkeli, kızgın ve kibirlidir.

yanından bile geçmemiş: hiç alakası yok, en küçük benzerliği bile yok. " sen
kardeşini bir görsen, bu onun yanından bile geçmemiş. "

yanıp tutuşmak: 1. elde etmek için kuvvetli bir istek duymak, elde edemediği
için de büyük üzüntü içerisinde olmak. 2. güçlü bir aşkla sevmek. " bakan olmak isteğiyle
yanıp tutuşuyordu. "

yanıp yakılmak: sızlanıp şikâyet etmek, derdini döküp durmak. " çoluk çocuk
açtı, kimse yardım elini de uzatmıyordu, birine de yanıp yakılmayı bir türlü kendine
yediremiyordu. "

yanlış ata oynamak: kazanmak için giriştiği işte tuttuğu yol, dayandığı kimse
dayanıksız ve çürük çıkmak, bu nedenle aldanmış olmak.

yanlış kapı çalmak: isteğinin yapılamayacağı bir yere başvurmak. " meğer biz
yanlış kapı çalmışız. "
yan tutmak: taraflardan birini desteklemek, onun söz ve davranışlarını benimsemek,
yansız olmamak. " yan tutmayıp tarafsız kalırsan senin için daha iyi olur. "

yan yan bakmak: düşmanca, kötü niyetle bakmak.

yapmadığını bırakmamak: tüm kötülükleri yapmak, eziyet etmek.

yara açmak: 1. bir şeyin yüzünde, bilhassa de vücudun bir yerinde yara oluşmasına
sebep olmak. 2. büyük dert, acı, üzüntü vermek. " onun sözleri içimde bir yara açtı. "

yaraya merhem olmak: acil gereksinimleri karşılamak. " şu getirdiklerim yaraya


merhem olur mu bilmem ?"

yardan atmak: bir kimseyi aldatarak kazaya uğratmak, tehlikeli bir durumun
içine itmek, türlü belâlara sokmak. " insan dostunu yardan atar mıymış ?"

yarı buçuk: tam değil, çok az, tamamlanmamış, baştan savma.

yarım adam: güçsüz, sakat, zayıf, hasta kimse. " ben bir yarım adamım diye
beni hor göremezsiniz! "

yarım ağızlı (söylemek): isteksizce, istemeye istemeye, gönülsüzce (söylemek). " demek
sizi de yarım ağızla davet ettiler. "

yarım yamalak: gelişigüzel, üstünkörü, eksik ve kusurlu. " ödevlerini bir daha
yarım yamalak yapma! "

yarından tezi yok: en kısa zamanda, çok çabuk, geciktirmeden.

yarı yolda bırakmak: verilen takviyesi, yapılan yardımı sonuna kadar götürmemek. " sana
nasıl güvenebilirim, beni kaç kez yarı yolda bıraktın. "

ya sabır çekmek: kötülüklere, sıkıntılara, üzücü olaylara karşı tepki göstermemeye


çalışıp, cenab-ı allah`tan kendisine sabır vermesini istemek.

yaş dökmek: ağlamak. " senin için az yaş dökmedi ailen. "

yaşını başını almış (olmak): yaşı epeyce ilerlemiş olmak, yaşlanmış veya
olgunlaşmış olmak. " yaşını başını almış bir adamdır, çekinmeyin, gidin, size olgun
davranacaktır. "

yaşını içerisine akıtmak: hissettiği acıyı, ızdırabı, üzüntüyü belli etmemek;


ağlamak isteğini bastırmak.

yaş tahtaya (yere) basmamak: kolay kolay tuzağa düşmemek, uyanık davranmak. " o,
benim yaş tahtaya basmayacağımı iyi bilir. "

yatağa düşmek: hastalık yüzünden yatmak zorunda kalmak, ayağa kalkamayacak


durumda olmak. " sizin yüzünüzden yatağa düştü çocukcağız. "

yataklık etmek: bir suçluya yardım etmek, onu gizlemek, barındırmak.


yatak yorgan yatmak: çok hasta olmak. " bizim adam yatak yorgan yatıyor, ne
yiyor, ne içiyor. "

yatırım yapmak: gelir amacıyla bir işe para yatırmak veya aynı hedefle önceden
ortam hazırlamaya çalışmak. " biz o arsayı yatırım yapmak için aldık. "

yavaş gel: " atıp tutma, abartma, ölçüsüz konuşma" anlamında kullanılır.

yaya kalmak: 1. taşıt ya da hayvana binmeden yürümek zorunda kalmak. 2. yardımcısız


kalmak, güvendiği yer ve kişileri kaybetmek, istediği şeyi yapamaz olmak. " işte şimdi
yaya kaldın, ne yapacaksın görelim ?"

yayan yapıldak: çıplak ayakla, yayan. " onca yolu yayan yapıldak yürüyecek. "

yaygarayı basmak: bağırıp çağırmak, önemli bir sebebi olmadığı hâlde feryat
etmek. " elinden şekeri alınınca yaygarayı bastı. "

yaz boz tahtasına çevirmek: bir konuda birbirine uymayan kararlar almak,
kararsızlık yüzünden bir konuda sıkça fikir değiştirmek.

yedeğe almak: bağlayarak arkasından çekip götürmek.

yedi canlı: pek çok ölüm tehlikesi geçirip sağ kurtulan insan ya da hayvan. " yedi
canlı mısın nesin, nasıl kurtuldun o kazadan ?"

yedi düvel: tüm devletler, herkes, bütün dünya. " istiklâl savaşı`nı yedi
düvele karşı verdik biz. "

yediden yetmişe: en büyüğünden en küçüğüne, eli ayağı tutan herkes. " halk
yediden yetmişe silâhlanmış düşmanı bekliyordu. "

yediği naneye bak: yersiz, uygunsuz iş yapanlar için kullanılır.

yedi iklim dört bucak: derhal her yer, bütün dünya. " yedi iklim dört bucak dolaştı
durdu. "

yedi kat yabancı: el, ne akraba, ne tanıdık, hiçbir yakınlığı yok. " yedi kat
yabancıyla iş yapmam diyor. "

yeğ tutmak: bir şeyi bir şeyden daha önemli görüp seçmek. " kim ki öbür
dünyayı bu dünyaya yeğ tutar, o kazanmıştır. "

ye kürküm ye: saygının kişiliğe karşı değil, zenginliğe, varlığa, giyim ve


kuşama karşı gösterildiğini anlatmak için kullanılır.

yele vermek: 1. boşuna harcamak. 2. savurmak. " bütün parayı yele vermek zorunda
mıydın ?"

yelkenleri suya indirmek: ısrarından, iddiasından, direnmekten vazgeçip karşısındakinin


dediğini kabul etmek; yüksekten atıp tutmayı bırakarak yumuşamak. " yelkenleri nasıl
da suya indi dediğini yaptıramayınca. "

yel yeperek yelken kürek: telâş içerisinde, çok acele olarak, heyecanla.

yemeden içmeden kesilmek: bir üzüntü, korku ya da heyecan sebebiyle yiyemez duruma
gelmek, iştahı kapanmak. " yemeden içmeden esildi, âşık mıdır nedir ?"

yeme de yanısıra yat: istek uyandıran, görünüşü çok alımlı olan, çok lezzetli
yemekler için kullanılır.

yemin etsem başım ağrımaz: " gerçek olduğundan eminim, bu konuda yemin de
edebilirim" anlamında kullanılır.

yenilir yutulur gibi değil: 1. yenmeyecek nitelikte (yiyecekler için). 2.


aşırı, çok pahalı. 3. çok ağır, kabul edilmez (söz). 4. kendisiyle başa çıkılamayacak
durumda olan. " doğrusu yenilir yutulur gibi değildi o sözler. "

yer almak: 1. bir şey yapanların arasında bulunmak. 2. adına ayrılan yerde
bulunmak" şiir komisyonunda sen de yer aldın mı ?"

yer cücesi: küçük tefek olduğu gibi kurnaz, fitneci, çok bilmiş kimse.

yer demir gök bakır: " hiçbir yerden yardım alma umudu kalmadı, tüm kapılar
kapalı, yardım imkânları ortadan kalktı, kime baş vurdumsa elim boş döndüm" anlamında
çaresizliği anlatmak için kullanılır.

yerden yere çalmak: çok hırpalamak, acınacak duruma düşürmek, zor durumlarda
bırakmak. " bütün milletin içerisinde yerden yere çaldı delikanlıyı. "

yere bakan yürek yakan: uslu, uysal, sessiz görünüp gizliden gizliye ve sinsice
dolap çeviren, kötülük yapan kimse. " desene yere bakan yürek yakan cinstenmiş o da. "

yere göğe koyamamak: çok önem vermek, nasıl ağırlayacağını ve memnun edip
mutlu kılacağını bilememek.

yer etmek: 1. iz bırakmak. 2. iyice yerleşmek. " bu sözler kulağına iyice yer
eder umarım. "

yerinde duramamak: devamlı hareket etmek, kıpırdanmak, sabırsızlanmak, içi


içine sığmamak, eyleme geçmek için telâş içerisinde dolaşmak. " gelecekleri haberini alınca
ne yapacağını şaşırdı; yerinde duramıyor, sağa sola koşturup duruyordu. "

yerinden oynamak: 1. bulunduğu bir yerden ayrılmak. 2. hareketli, heyecanlı,


gürültülü, karışık bir vakit yaşamak. " o büyük kahramanın dönüş haberi gelir gelmez
şehir yerinden oynamıştı sanki! "

yerinden oynatmak: yerini değiştirip başka bir yere kaldırmak. " sakın bu vazoyu
yerinden oynatmayın. "

yerinde saymak: 1. yürür gibi yaparak hep aynı yerde ayaklarının birini kaldırıp
birini basmak. 2. hiç gelişme, ilerleme gösterememek. " okullar derhal hemen kapanacak
ama bizim çocuk hâlâ yerinde sayıyor, okumayı bir türlü sökemedi. "

yerinde yeller esmek: yok olmak, bundan böyle bulunmamak. " gittiğimde ayakkabıların
yerinde yeller esiyordu. "

yerin dibine geçmek: 1. çok utanmak, sıkılmak. 2. kaybolmak, göze görünmez


olmak. " şuradaydı ama bulamıyorum, yerin dibine geçti sanki! "

yerine geçmek: 1. görevden ayrılan birinin yerine geçmek. 2. bulunmayan bir


nesnenin yerine kullanılabilmek. " emekli olan müdürün yerine geçmek için iki müdür
yardımcısı yarışa tutuştular. "

yerini bulmak: 1. aradığı bir yeri bulmak. 2. yerine gelmek. 3. kendine ideal
durumu, mevkiyi bulmak. " yerini bulursam kızımı vermekte gecikmeyeceğim. "

yerini doldurmak: 1. daha önce görevinden ayrılan, yerine geçtiği biri kadar
başarılı olmak. 2. yerinin adamı, görevinin üstesinden gelir olmak. " bakalım yerini
doldurabilecek mi ?"

yeri yurdu belirsiz: serseri; ne iş yaptığı, nerde kaldığı, nereli olduğu


bilinmeyen. " yeri yurdu belirsiz bu adama yüz verme demedim mi ?"

yerle bir etmek: bir yeri yakıp yıkmak, tahrip etmek, temeline kadar söküp
dağıtmak, taş taş üzerine bırakmamak. " koca kenti bir saat bombalayıp yerle bir ettiler. "

yerli yersiz: ideal olsun olmasın, ideal vakti kollamadan. " yerli yersiz
konuşup duruyor geveze adam. "

yer tutmak: 1. bir yeri kaplamak. 2. birine bir yer ayırmak. " salonda yer
tutmak yasaktır! "

yer vermek: 1. önemini belirtmek. 2. kendi yerini bir başkasına vermek. 3.


imkân tanımak. " bu fikre de yer vermeliyiz. "

yer yarılıp içerisine girmek: 1. çok utanmak. 2. yitirilen şey bir türlü bulunamamak. " yer
yarılıp içerisine girdi sanki, önceki gün şurada duruyordu. "

yer yerinden oynamak: bir olay toplumda telâş, heyecan, gürültü, patırtı,
kargaşa oluşturmak. " bu kaleyi de zapdedersek yer yerinden oynayacak, bizi kimse
tutamayacak bundan böyle. "

yeşil ışık yakmak: bir şeyin olmasına izin vermek, göz yummak. " onların bize
yeşil ışık yakacaklarını hiç sanmıyorum. "

yılan hikâyesi: bir türlü sonuca bağlanamayan, çözümlenemeyen, uzayıp giden


(mesele ya da iş). " yılan hikâyesine döndü iş, ne yapacağız şimdi ?"

yılanın kuyruğuna basmak: zararı dokunacak, kötülük yapacak bir kimseye ilişmek
ya da sataşmak yoluyla fırsat vermek.

yıldırımları (veya şimşekleri) üzerine çekmek: kimi davranışlarıyla pek çok


kimseyi kızdırarak eleştirilere, saldırılara yol açmak. " bu hareketlerinle şimşekleri
üzerine çekiyor, hepimizi tehlikeye atıyorsun. "

yıldırımla vurulmuşa dönmek: ansızın ortaya çıkan kötü bir durum karşısında
sarsılmak, ne yapacağını bilemez olmak, bitkin ve şaşkın bir duruma düşmek. " iflas
haberini duyunca yıldırımla vurulmuşa döndü, oraya yığılıp kaldı. "

yıldızı barışmamak: aralarında görüş, düşünce ve duygu ayrılıkları bulunup


birbirlerinden hoşlanmamak, birbirleriyle iyi geçinmemek, anlaşıp uyuşamamak. " şu
adamla yıldızım bir türlü barışmadı gitti. "

yıldızı parlamak: çok başarı gösteren olup herkesin dikkatini çekecek duruma gelmek,
ün kazanmak. " yıldızı parladığı bir sırada yaşama veda etti. "

yıldızı sönmek: ününü ve itibarını kaybetmek. " yıldızının bu kadar çabuk söneceği
kimin aklına gelirdi ki! "

yiğitlik sende kalsın: " karşısındaki anlamasa da hoşgörü göster, özveride


bulun, ılımlı davran, böylelikle soylu davranışını göstermiş olursun" anlamında
bir anlaşmazlığa son vermek için taraflardan birine söylenir.

yiyip bitirmek: 1. parayı tüketinceye dek harcamak. 2. yemeği sonu gelinceye


kadar yemek. 3. birini üzmek, tedirgin etmek, sürekli hırpalamak. " senin bu hareketlerin
beni yiyip bitirdi! "

yok canım! : 1. gerçek mi, öyle mi ? 2. hayır inanmam, doğru değil bu! " yok
canım, değil ona gitmek, hiç görmedim bile. "

yok devenin başı !: " daha neler, çok abartıyorsun, bu sözlere inanmam" anlamında,
söylenenlere inanılmayacağını anlatmak için kullanılır.

yok pahasına: son derece ucuz, değerinin altında bir fiyata, ölü fiyatına. " yok
pahasına sattılar evi, yazık oldu. "

yol açmak: 1. yeni bir yol yapmak. 2. gelişi hoş bir sebepten ötürü kapanmış
yolu açmak, geçilir duruma getirmek. 3. birinin geçmesi için kenara çekilip geçme
önceliği tanımak. 4. bir olayın başlamasına sebep olmak, öncülük etmek. " onun bu
çıkışı özgürlük hareketinin başlamasına yol açtı. "

yola çıkmak: 1. bir yere gitmek üzere bulunduğu yerden ayrılmak. " sabah erkenden
yola çıkacaklarmış. "

yola düşmek: bir zorunluluk sebebiyle yola çıkmak, yol almaya başlamak. " çabuk
olun, onlar yola düşmüşlerdir bile. "

yola gelmek: ters tutumunu düzeltmek, uslanmak, istenilen şekildeki davranışı


kabul etmek. " kaygılanma, eninde sonunda yola gelecektir. "

yola getirmek: birinin bir konudaki ters tutumunu düzeltmek.

yol almak: 1. çıkılan yolda ilerlemek. " bir saatte epey yol alırız. " 2. mesleğinde
ilerlemek. " kaynakçılığa başlayalı çok olmadı ama olabildiğince yol aldı. "

yol aramak: bir meseleye çare bulmaya çalışmak, imkân aramak. " bu çıkmazdan
kurtulmak için bir yol arıyoruz fakat bulamıyoruz. "

yol bulmak: bir çözüm, bir çare bulmak. " inşallah bir yolunu bulur, öderiz
borcumuzu. "

yoldan çıkmak: 1. bir taşıt bir sebeple yolundan ayrılmak, gitmez olmak.
2. kötü yola sapmak, doğru yoldan ayrılmak, azgınlığa düşmek. " komşunun çocuğu iyice
yoldan çıkmış, ne yaptığını bilmiyor. "

yoldan kalmak: gitmek istediği yere gidememek, alıkonmak, bir engel bu nedenle
gecikmek. " çekilin önümüzden, bizi bir miktar daha oyalarsanız yoldan kalacağız. "

yol geçen hanı: derhal herkesin girip çıktığı, uğradığı yer. " sanki bu ev yol
geçen hanı, hiç mi rahat etmeyeceğiz kendi evimizde! "

yol göstermek: 1. rehberlik etmek, yolu bilmeyene tarif etmek, nasıl gidileceğini
anlatmak. 2. nasıl davranılacağını, ne yapılacağını öğretmek. " benim elimden bir
şey gelmez, patrona git, o bir yol gösterir sana. "

yol iz bilmemek: 1. bulunduğu yerde yabancı olup gideceği yolu ve yeri bilmemek.
2. görgüsüz davranmak.

yol kesmek: 1. birinin geçmesine engel olmak. 2. ıssız yerlerde, yollarda


soygunculuk yapmak. " düğün alayının yolunu kesmiş eşkıyalar. "

yol tutmak: yaşayışını inandığı, doğru bildiği bir düzende sürdürmek. " sen
de kendine özgü bir yol tuttun demek! "

yolu (ayağı) düşmek: yolu üstünde bulunmakta olan o yerden geçmesi gerekmek; o yer,
yolu üstünde bulunmak. " sizin köye de yolum düştü, babanı gördüm, sana selâm söyledi. "

yoluna çıkmak: 1. karşılamaya gitmek. 2. yolda karşısına çıkmak. " bütün kasaba
halkı yeni gelen kaymakamın yoluna çıkmıştı. "

yoluna (rayına) girmek: istenilen şekli almak, lazım olan biçimde gelişmek.

yoluna koymak: bir işi pozitif bir duruma sokmak, istenilen şekle getirmek. " işlerini
kısa zamanda yoluna koymayı başardı. "

yolunu beklemek: gelmesini beklemek. " az yolunu beklemedi oğlunun. "

yolunu bulmak: 1. kanunî olmayan yollardan kazanç sağlamak. 2. çözüme ulaşmak,


gereken çareyi bulmak. " onu razı etmenin yolunu buldum, çabuk benimle gel. "

yolunu kaybetmek: hangi yoldan gideceğini bilememek, şaşırmak. " çocuklar yollarını
kaybetmişler, tam aksi yönde ilerliyorlardı. "

yolunu sapıtmak: kötü yola düşmek, doğru yoldan ayrılmak. " yolunu sapıtmış
şu adamı allah` tan başka kim doğru yola getirebilir ?"

yolunu yapmak: bir işi pozitif sonuca ulaştıracak ya da olası kılacak girişimde
bulunup hazırlık yapmak veya önlem almak.

yolu tutmak: bir yoldan kimseyi geçirmeyecek şekilde düzen kurmak. " askerler
tam teçhizatlı yolu tutmuşlar, bekliyorlardı. "

yol yordam: bir şey, davranış ya da yapışın usul ve kuralları. " madem yol
yordam bilmezsin neden kalkışırsın böyle bir işe. "

yorgan gitti, kavga bitti: " kavga, çekişme, anlaşmazlık sebebi olan şey ortadan
kalkınca kavga da sona erdi. " anlamında kullanılır.

yorgunluğunu almak: 1. yorgun kişi, yorgunluğunu gidermek için dinlenmek.


2. yorgun birini dinlendirmek.

yorgunluğunu çıkarmak: 1. dinlenmek. 2. yaptığı işten, dinlenmesini sağlayacak


iyi bir haber alıp huzur içerisinde olmak.

yörüngesine oturtmak: 1. (uydu) istenilen yerde ve yönde hareket eder olmak.


2. bir iş yoluna girmek, rayına oturmak.

yufka yürekli: çok duygulu olup olaylardan derhal etkilenip ağlayan, çok acıyan,
üzülen kimse. " senin bu kadar yufka yürekli olacağını düşünemezdim.

yukarı tükürsem bıyık, aşağı tükürsem sakal: iki davranış, iki kimse, iki
karşıt şey arasında bir tercih yapamama zorluğunu anlatmak için kullanılır.

yumruk kadar: 1. küçücük, bir yumruk büyüklüğünde ancak (nesne). 2. ufak


çocuk. " yumruk kadar çocuktan dayak yediğin doğru mu ?"

yumurta kapıya gelmek: yapılması gereken bir iş için vakit daralmış olmak,
iş çok sıkışık zamana rastlamak. " sen hep işleri yumurta kapıya gelence mi yaparsın ?"

yumurtaya kulp takmak: derhal her şeye bir hata bulmak, bahane bulmakta usta
olup hiçbir şeyi beğenmemek.

yumuşak yüzlü: kendisinden istenilenleri geri çevirmeyen, kimseyi gücendirmek


istemeyen kimse. " yumuşak yüzlü olduğum için mi tepeme çıkıyorsunuz ?"

yuvarlak hesap: ayrıntıya girmeden, bir tüm sayıya yaklaşık olarak tamamlanabilen
hesap. " aldığımız mallar oval hesap yüz bin lira tuttu. "

yuvarlanıp gitmek: eldeki imkânlar içerisinde hayat sürmek. " yuvarlanıp gidiyoruz
işte. "

yuvasını bozmak: ev ve aile düzenini bozmak, dağıtmak, alt üst etmek. " hiç
sebepsiz yuvasını bozdu nankör adam. "

yuvasını yapmak: birinin hakkından gelmek, hakettiği ceza ya da yanıtı vermek. " onun
yuvasını yapmak ancak bana düşer. "

yuvasını yıkmak: 1. birinin eşinden ayrılmasına yol açmak. 2. bir kimse eşinden
ayrılarak aile düzenini bozmak, yok etmek. " zorla kadıncağızın yuvasını yıktılar,
lânet olsun onlara. "

yük altına girmek: sorumluluk gerektiren, ağır bir görevi kabul etmek. " desene
boş yere yük altına girmişiz biz. "

yük olmak: 1. sıkıntılı bir işi başkasına yaptırmak. 2. masraflarını başkasına


ödetmek. " çocuklarım bundan böyle bana yük olmuyorlar. "

yükseklerde dolaşmak: elde edilmesi zor şeyler istemek. " yükseklerde dolaşmayı
bırak da olabilecek bir şey iste. "

yüksek perdeden konuşmak: 1. yüksek sesle konuşmak. 2. meydan okurcasına


sert konuşmak. 3. yapılması güç şeyleri yapacakmış gibi abartılı konuşmak. " bu adam
yüksek perdeden konuşmaya bayılıyor. "

yüksekten atmak: yapamayacağı şeyleri söylemek. " amma da yüksekten atıyor. "

yükte hafif pahada ağır: taşınması kolay, değerli eşya (altın, elmas gibi. )

yükün altından kalkmak: 1. üstüne aldığı ağır bir işi başarmak. 2. gördüğü
bir iyiliğin karşılığı olarak bir şeyler yapmak. " onu bu yükün altından kalkamaz
sananlar nasıl da yanıldılar. "

yükünü tutmak: çok zenginleşmek, para ve mal kazanmış olmak. " kısa zamanda
yükünü tuttu bizim komşu. "

yüreği ağzına gelmek: birden bire çok korkmak, kalbi yerinden fırlayacakmış
gibi hızlı hızlı atmak. " karanlık ve ıssız sokakta yürürken bir çığlık duydu, yüreği
ağzına geldi o an. "

yüreği cız etmek: çok acımak, içi sızlamak. " eşinin o hâlini görünce yüreği
cız etti. "

yüreği çarpmak: 1. korku ve kaygı duyup merak etmek, bu yüzden tedirgin


olmak. 2. yüreği hızlı vurmak.

yüreği dayanmamak: çok acı duymak, acısına katlanamamak. " ailesinin son ferdini
de kaybedince yüreği dayanmadı ihtiyar kadının, yatağa düştü. "

yüreği ezilmek: 1. üzülmek, çok acı duymak. 2. çok acıkmış olmak. " içim eziliyor,
bir şeyler yemeliyim. "

yüreği hop etmek: bir olay karşısında birdenbire korkup heyecanlanmak.

yüreği ferahlamak: içi kaygıdan, dertten kurtulmak.

yüreği kabarmak: 1. midesi bulanmak. 2. merak, kaygı, korku ve sıkıntı yüzünden


derin bir soluk alma gereği duymak.

yüreği kalkmak: heyecanlanmak. " tekne sallandıkça yüreği kalkıyordu. "

yüreği kararmak: içerisine bir kötümserlik, bir sıkıntı çökmek; iyimserliği ortadan
kalkmak. " yüreğin kararmasın, onu bulacağımızdan emin ol. "

yüreği katı: acımasız, acıma duygusundan yoksun kimse.

yüreğine (içine) dert olmak: birine karşı ya da birinin kendine karşı yaptığı
bir davranış sonradan kendisi için acı, üzüntü kaynağı olmak. " ona yemek vermedim
ama yüreğime dert oldu. "

yüreğine inmek: 1. birdenbire ölmek. 2. büyük ölçüde üzülmek. " bu acı haberi
verip de yüreğine yüklemek mi istiyorsun ?"

yüreğine (içine) işlemek: çok tesirli olmak, derinden acı vermek.

yüreğine od düşmek: yüreği yanmak, belli bir sebep neticesi büyük bir acı duymak,
çok üzülmek. " kim ki başkasının uğradığı felâket onun yüreğine od düşürür, işte adam
odur. "

yüreğine su serpilmek: duyduğu üzüntüyü hafifletecek bir haberle karşılaşmak,


ferahlamak. " demek mahkemeye başvurmaktan vazgeçmiş, yüreğime su serpildi doğrusu,
yoksa olayı derhal herkes duyacaktı. "

yüreği küt küt atmak: korku ve heyecandan yüreği hızlı hızlı çarpmak.

yüreği oynamak: ansızın heyecanlanmak veya korkmak, tedirgin olmak.

yüreği (içi) parçalanmak: çok acımak, karşılaştığı bir durum sebebiyle çok
üzüntü duymak. " zavallının o hâlini görünce içim parçalandı. "

yüreği pek: 1. korkusuz, yürekli, çok cesaretli. 2. yüreği katı. " onca insanla
baş etmeyi göze alıyor, yüreği pek bir insanmış demek ki. "

yüreği yanmak: 1. çok fazla acımak. 2. bir felâkete uğramak. " yüreğim yanıyor,
acısını bir türlü unutamıyorum. "

yürükten bağlanmak: içten, samimi olarak sevgi ve saygı duymak.

yürürlüğe girmek: bir kanun ya da kararname uygulanmaya başlamak.

yüzünü ağartmak: yakınlarının övünç duymasına neden olacak beğenilir bir


iş yapmak.

yüz bulmak: kendisine gösterilen hoşgörüden yararlanma yoluna gidip şımarmak,


hoşa gitmeyen davranışlarda bulunmak.

yüze gülmek: 1. sevimli, alımlı görünmek. 2. yalandan dost görünmeye çalışmak. " yüze
gülüp arkadan insanın ekmeğini alır onlar. "
yüze vurmak: işlediği bir suçu ya da kabahati birinin açıkça yüzüne söyleyip
onun utanmasına yol açmak. " suçunu sakın yüzüne vurup da utandırma onu. "

yüze yüze kuyruğuna gelmek: uzun süren bir işin sonuna yaklaşmış olmak.

yüz görümlüğü: güveyin gelinin duvağını açarken verdiği armağan.

yüz göz olmak: senli benli olmak ve birbirlerinden çekineceği kalmamak, aradaki
mesafe kalkmış olmak, lâubalileşmiş olmak. " iyice yüz göz olduk, beni bundan böyle dinlemiyorlar. "

yüz karası: 1. utanılacak bir durum. 2. ailesi, çevresi için utanç verici
bir iş yapmak. " ailemizin o yüz karasını hiç kimse görmeye gitmeyecek, anladınız
mı ?"

yüz kızartıcı: çok utandırıcı hareket veya durum.

yüz dökmek: zorlanarak, utanmayı ve sıkılmayı göze alarak, yalvararak bir


kimseden ricada bulunmak.

yüz tutmak: bir şey olmak üzere bulunmak. " hava kararmaya yüz tuttu. "

yüzde kalmak: 1. derinleştirmemek. 2. önemli şeyler meydana getirmemek.

yüzü ak: suçu, utanılacak durumu bulunmamak; temiz ve saf olmak. " alnım açık, yüzüm
aktır. "

yüzü görmemek: kimi şeylere hiç sahip olamamak, onlardan uzak bulunmak. " çocuklar
günlerdir et yüzü görmediler. "

yüzü gözü açılmak: 1. çevresi ile ilişkilerini geliştirmeye başlamış olmak,


dünyayı anlamaya başlamak. 2. iyiyi kötüyü, kendine yarayanı ayırt edici duruma
gelmek.

yüzü gülmek: 1. sevinci yüz hatlarında anlaşılır olmak. 2. neşelenip dertten


kurtulmak, feraha kavuşmak. " bakıyorum yüzün gülüyor, nedeni ne ola ki ?"

yüzü kalmamak: bir kimseye karşı pek borçlu bulunmak ve ondan bundan böyle bir şey
isteyecek hâli kalmamak. " bu güne kadar ne istedimse verdi. bundan böyle yüzüm kalmadı,
git, isteyebileceksen sen iste. "

yüzü kara: utanacak bir durumu olan.

yüzü kasap süngeri ile silinmiş: utanacak, sıkılacak, arlanacak yanı kalmamış;
arsız.

yüzünden (suratından) düşen bin parça olmak: sıkıntısı, öfkesi ve küskünlüğü


yüz ifadesinden belli olmak. " babamın yüzünden düşen bin parça, ne oldu yine ?"

yüzünden okumak: 1. ezberden değil, yazılı kâğıttan ya da kitaptan okumak.


2. neler hissettiğini, durumunu yüzünden anlamak. " onun ne mal olduğu yüzünden anlaşılıyor. "
yüzüne bir daha bakmamak: darılıp küsmek, bir daha konuşmamak; önemsemeyip
ilgisiz kalmak.

yüzüne kan gelmek: benzi beti yerine gelmek, sağlığına kavuştuğu yüzünün
kızarmasından belli olmak; soluk rengi geçmek. " iki şişe serum verdiler, sonunda
yüzüne kan geldi. "

yüzünü ağartmak: yakın çevresinin övünç duymasına neden olacak bir iş yapmak
veya başarı kazanmak. " uluslararası maratonda birinci gelerek milletin yüzünü ağarttı
bu çocuk. "

yüzünü ekşitmek: rahatsız olduğunu, hoşnut olmadığını, öfke duyduğunu yüz


ifadesiyle belli etmek. " haydi kalk, yüzünü ekşitme öyle, çok kalmayacağız onlarda. "

yüzünü gören cennetlik: uzun bir müddet ortalıkta görünmeyen kimseler için
kullanılır.

yüzünü kara çıkarmak: yaptığı bir iş ya da davranışla birini utandırmak,


mahçup duruma düşürmek. " sakın onu gönderme, yüzünü kara çıkarır yoksa, pişman olursun! "

yüzünü kızartmak: birini utandırıp yüzünün kızarmasına yol açmak. " onun utanacağı
sözleri söyleyip de yüzünü kızartmadan duramaz mısın sen ?"

yüzünün akıyla çıkmak: bir işe girip o işten başarı elde ederek, onurunu
zedelemeden, utanılacak bir duruma düşmeden çıkmak.

yüzü sirke satmak: yüzünden hoşnut olmadığı anlaşılmak, asık yüzlü olmak. " baksana,
yüzü sirke satıyor adamın. "

yüz üstü bırakmak: tamamlanmamış bir taktirde, yarı yolda bırakmak. " işleri
yüz üstü bırakıp gitti. "

yüzü soğuk: ürküntü veren, hoşnutluk vermeyen, sevimsiz," aman ne yüzü soğuk
adamdı o öyle! "

yüzü suyu hürmetine: bir kimsenin hatırına değer verildiği için. " hz. peygamber`in
yüzü suyu hürmetine cenab-ı allah, bizleri inşallah bağışlar. "

yüzü tutmamak: bir şey istemeye ya da söylemeye çekinmek, cesaret edememek. " babamdan
para isteyeceğim ama bir türlü yüzüm tutmuyor. "

yüzü yerde: alçakgönüllü.

yüzü yok: " bir şeyi yapmaya cesareti yok, öyle yanlışlıklar yaptı ki teklif
etmeye utanıyor. " anlamında kullanılır.

yüz vermek: her istediğini yerine getirerek şımartmak; yakınlık göstererek,


hoş görülü davranarak ölçüsüz hareketler yapmasına sebep olmak.

yüz yüze bakmak: yakın ilişki içerisinde bulunup, bu ilişkileri bir müddet devam
etmek. " birbirimize iyi davranalım, epey bir vakit burada yüz yüze bakacağız. "

yüz yüze gelmek: 1. birden karşılaşmak. 2. bir araya gelmek. " bu meseleyi
yüz yüze geldiğiniz vakit konuşursunuz. "

Zahmet çekmek:
sıkıntı, zorluk, yorgunluk ve eziyetlere katlanmak. " senin adam olman için az
zahmet çekmedim ben. "

zahmete sokmak: birine sıkıntı, zorluk ve yorgunluk vermek; masraf ettirmek. " adamcağızı
durup dururken zahmete sokmuşsunuz. "

zaman kazanmak: birini oyalayarak gereksinimi olduğu vakti olası olduğunca


uzatmaya çalışmak.

zaman kollamak: 1. ideal bir fırsat beklemek. 2. bir işin sırasını beklemek. " zamanını
kolla öyle gir işe, vakitsiz girip de rezil olma. "

zaman öldürmek: kimi şeylerle uğraşarak belli bir vaktin geçmesini sağlamak,
boş şeylerle zaman geçirmek. " burda beklemekle vakit öldürüyoruz beyler. "

zaman vermek: bir iş için belli bir müddet ayırmak. " bana bir miktar vakit verirseniz
gidip onu çağırabilirim. "

zaman zaman: belli olmayan zamanlarda, ara sıra. " zaman vakit o da aramıza
katılırdı. "

zamane çocuğu: eski nesile göre hayli yadırganacak davranışlarda bulunup


sözler sarf eden kimse. " zamane çocuğu ne olacak. "

zar tutmak: tavla oyununda istediği sayıyı getirmek için, atmadan önce, zarlara
parmaklar arasında belli bir şekil verip öyle atmak.

zart zurt etmek: bağırıp çağırarak, yükseklerden atıp tutarak çıkışmak; kendini
büyük göstererek kaba kuvvet gösterisinde bulunmak.

zar zor: 1. güçlükle, zorla. 2. " ucu ucuna, kıt kanaat, istenilen ölçüye
ancak yaklaşabildi. " anlamında kullanılır. " zar zor getirdik adamı. "

zehir etmek: bir şeyin tadını kaçırmak, iyiyken kötü duruma sokmak. " yediğim
şu yemeği zehir ettiniz bana. "

zehir zemberek: insanın içerisine işleyen, onurunu zedeleyen çok acı söz.

zembereği boşanmak: 1. saatin zembereği kurulmaz duruma gelmek. 2. kendini


tutamayarak uzun uzun gülmek.

zemheri zürafası (gibi ): kışın ince elbise giyip gezenler için söylenir.

zemin hazırlamak: bir işin gerçekleştirilmesi için ideal ortam hazırlamak,


meydana getirmek.

zemzemle yıkanmış olmak: biri, ötekine göre çok daha iyi nitelikte olmak.

zerre kadar: hiç denecek kadar az. " onu zerre kadar sevmiyorum. "

zevahiri kurtarmak: bir işi gereği gibi değil de üstünkörü yapmak ve böylece
söz gelmesini önlemek, görünüşü kurtarmak. " bu girişimimizle zevahiri kurtardık,
daha ne istiyorsun ?"

zeval bulmak: son bulmak, bozulup yok olmak, çökmek.

zeval vermemek: zarar ziyan vermemek, korumak. " allah kimseye zeval vermesin. "

zevkten dört köşe olmak: çok mutlu olduğu anlaşılmak, çok sevinip keyiflenmek
ve aşırı zevk duymak. " takımı galip gelince zevkten dört köşe oldu. "

zevkine varmak: bir şeyin tadını alabilmek, çıkarmak ve duymak; inceliklerini


görebilmek. " o sabah, manzaranın zevkine vardık. "

zevkini çıkarmak: bir şeyin tadından, güzelliğinden oldukça yararlanabilmek. " gelin
şu gezinin zevkini çıkaralım. "

zeytinyağı gibi üste çıkmak: bir konuda haksız olduğunu kabullenmeyerek kurnazlıkla
kendini haklı ya da suçsuz çıkarmaya çalışmak.

zıddına gitmek: karşısındakini sinirlendirmek, sinirini bozmak; bir şeyin


tersine hareket etmek. " niçin sürekli benim zıddıma gidiyorsun. "

zılgıt yemek: azarlanmak, paylanmak. " senin yüzünden öğretmenden zılgıt yedik. "

zınk diye durmak: birdenbire, aniden durmak. " önümdeki adam zınk diye durunca
ne yapacağımı şaşırdım. "

zırnık (bile) vermemek: az da olsa, en küçük bir şey de olsa vermemek. " ona
bu mirastan zırnık bile koklatmayacağım. "

zıvanadan çıkmak: 1. çok sinirlenip öfkelenmek, taşkınca hareketlerde bulunmak.


2. delirmek, aklını oynatmak. " biraz daha konuşup da beni zıvanadan çıkarmayın! "

zihin açıklığı: iyi, sağlıklı düşünebilme gücü. " sana allah`tan zihin açıklığı
dilerim. "

zifiri karanlık: çok karanlık. " zifiri karanlıkta yola çıktık. "

zihni bulanmak (karışmak): sağlıklı düşünemez olmak, olaylar arasındaki bağlantıyı


kaybetmek, ne yapacağını şaşırmak. " bir anda zihnim bulandı, saçmalamaktan korkup
konuşmayı yarıda kestim. "

zihnini bulandırmak: 1. kuşkulandırmak. 2. düşünemez hâle getirmek.


zihnini çelmek: 1. bir kimseyi yanıltmak. 2. kandırıp baştan çıkarmak.

zihnini kurcalamak: aklına takılan bir şeyi anlamaya, kavramaya çalışmak. " akşamki
mesele zihnimi kurcalayıp duruyor. "

zihnini oynatmak: çıldırmak, aklını yitirip delirmek. " sen zihnini mi oynattın ?"

zil takıp oynamak: çok sevinmek.

zimmetine geçirmek: 1. kendine mal etmek. 2. bir hesabı birinin borcuna eklemek. "
devletin
onca malını zimmetine geçirmiş. "

zincire vurmak: prangaya vurmak (mahkûmu). " bütün esirleri zincire vurup zindana
atmışlardı. "

zindan kesilmek: 1. çok karanlık duruma gelmek. 2. yaşanılan yer çok sıkıntı
verici, yaşanılamayacak derecede kötü hâle gelmek.

ziyafet çekmek: konukları yemek vererek ağırlamak. " düğünümde bir ziyafet
bile çekemedim. "

ziyan etmek: yersiz, boş yere harcamak. " o kadar ekmeği ziyan etmeye utanmıyor
musun ?"

ziyanı yok: " önemli değil, önemi yok! " anlamında kullanılır.

ziyaret etmek: birini görmeye, biriyle görüşmeye, bir yeri görmeye gitmek. " hastaları
ziyaret etmek görevlerimiz arasındadır. "

zokayı yutmak: aldatılıp zarara sokulmak.

zora binmek: iş güçleşmek, ancak zor kullanarak halledilecek hâle gelmek. " bir
yolunu bulun, sakın işi zora bindirmeyin. "

zora gelmemek: sıkıntıya ve baskıya katlanamamak, güçlüğe sabredememek. " zora


gelemem ben, lütfen ısrar etmeyin! "

zorun ne ?: " ne istiyorsun, amacın ne ?" anlamında kullanılır.

zoru olmak: kendisini zorlayan bir sıkıntısı, derdi olmak. " adamın bir zoru
olduğu yüzünden belliydi. "

zurnanın zırt dediği yer: yapılmakta olan işin en duyarlı, en önemli, en can
alıcı noktası.

züğürt tesellisi: kötü bir işte en önemli şeyi kaybettiği vakit bazı önemsiz,
iyi olmayan bir yan bularak sevinmek ve kendini avutma.
zülfüyâra dokunmak: işle ilgili olanı, hatırlı ve kuvvetli kimseyi veya yüksek
bir makamı kimi söz ve davranışlarla gücendirmek, darılmasına yol açmak. " hayır geri
duramam, zülfüyâra dokunsa da söyleyeceğim. "

You might also like