Professional Documents
Culture Documents
karşısındakini gizliden gizliye korkutmak. " sakın onlara aba altından değnek
göstermeye kalkma, yoksa kaçırırsın. "
abacı, kebeci, ara yerde sen neci ?: " tamam, ilgililer bu işe
karışabilirler, ama sen neci oluyorsun" anlamında kullanılır.
abayı yakmak: gönül verip âşık olmak, tutulmak. " türkmen kızına abayı
yakalı beri, sazı elinden düşürmez oldu. "
abbas yolcu: 1. yola çıkmaya kesin kararlı. " abbas yolcu! daha fazla
oyalamayın. " 2. ölmek üzere (olan). " komaya girdi, abbas yolcu mu ne ?"
abur cubur: yararlı olup olmadığı düşünülmeksizin rast gele yenen, yemek
yerini tutmayan yiyecekler. " ne diye çocukların karnını abur cuburla
doyuruyorsun ?"
aceleye getirmek (dara getirmek): 1. bir işi gerektiği gibi yapmayıp, vakit
darlığından yararlanarak birini aldatmak. " tezgâhtar aceleye getirerek gömleğin
defolusunu vermiş. " 2. vakit darlığı sebebiyle gereken itinayı göstermemek. " yazın
hiç de hoş değil, aceleye getirmişsin. "
acemi çaylak: toy, tecrübesiz, beceriksiz. " acemi çaylağa bak hele! sen
mi onarım edeceksin o saati ?"
acı çekmek (duymak): 1. ağrı, sızı duymak. " kazadan sonra çok acı çekti. "
2. üzülmek, üzüntü içerisinde kalmak. " eşini kaybedeli on yıl oldu ama o hâlâ acı
çekiyor. "
acısı içerisine (yüreğine) çökmek (işlemek): bir şeyin verdiği acı, üzüntü
benliğinde derin iz bırakmak. " elindeki tek evi de yanıp kül olunca acısı
yüreğine işledi. "
acı soğuk: keskin, hoşa gitmeyen, çok üşütücü soğuk. " acı soğuk insanın
iliklerine işliyordu. "
acı söz: insanın gönlünü inciten, onuruna dokunan ağır söz. " bu acı
sözlerine kim katlanır sanıyorsun ?"
açığı çıkmak: saklamakla görevli bulunduğu para, eşya veya başka bir
şeyin sayım neticesi eksik olduğu anlaşılmak. " kasiyerin salı günü akşamı on bin
lira açığı çıktı. "
açığını bulmak: gelişi hoş bir işteki eksiği, hileyi veya zararı ortaya
çıkarmak. " hemen her yazısında bir açığını bulmak olası. "
açık alınla: başarı, şeref, övünç ve dürüstlükle. " hemen her işten açık
alınla çıkar onlar. "
açık bono vermek: bir kimseye limitsiz, istediği gibi davranma yetkisi
tanımak.
açık kalpli (yürekli): samimî, içi temiz, içi dışı bir olan
kimse. " komşumuz kadar açık kalpli bir adam görmedim. "
açlıktan nefesi kokmak: 1. çok fazla yoksulluk içerisinde bulunmak. " dün
açlıktan nefesim kokuyordu ama bugün çok şükür karnım tok. " 2. uzun vakit bir şey
yemediği anlaşılmak.
açmaza düşmek: içerisinden çıkılması olabildiğince güç bir taktirde kalmak. " beni bu
açmazdan ancak çocuklarım kurtarır. "
aç susuz kalmak: çok yoksul bir duruma düşmek, fakirlikten yaşayamaz hâle
gelmek. " afrika kıtasının pek çok insanı aç susuz kalmış taktirde. "
adama dönmek: hoşa giden bir duruma gelmek, düzelmek. " kapılar, pencereler
boyanınca ev adama döndü. "
adamdan saymak: değeri olmadığı hâlde bir kimseye kıymet vermek, saygı duymak.
" seni adamdan saydım diye mi naz yapıyorsun ?"
adam etmek: 1. eğitmek, yetiştirmek, belli bir seviyeye getirmek. " sen
uğraş, didin, adam et, o da sırt çevirsin sana. " 2. onarım edip kullanılır hâle
getirmek, bir yeri düzene sokmak. " bu arabayı eninde sonunda adam edeceğim. "
adam evladı: iyi bir ailenin iyi yetiştirilmiş; özü, sözü doğru
çocuğu. " bu iyiliği ancak bir adam evladı yapabilirdi. "
adam olmak: 1. yetişip büyümek, gelişmek, iş güç sahibi olmak. " umarım o
da bir gün adam olur. " 2. onarılıp işe yarar hâle gelmek.
adam (insan) sarrafı: tecrübesi sayesinde insanların iyisini kötüsünü çabuk
anlayacak duruma gelmiş kimse. " sen üzülme, baban insan sarrafıdır, onun ne mal
olduğunu basitçe anlar. "
a`dan z`ye kadar: bütünüyle, baştan aşağı. " bu sınıfın düzeni a`dan z`ye
kadar bozuk. "
adı çıkmak: kötü bir şöhret kazanmak. " bir kere adı çıkmış, ne yapsa fayda
etmiyor, kimse dinlemiyor onu. "
adı kalmak: bir kimse veya şey ortadan kalktıktan, öldükten sonra adı
dillerde dolaşır olmak. " birkaç yıl sonra istanbul`da doğal güzelliklerin yalnızca
adı kalacak. "
adım atmamak: mutlaka gitmemek, uğramamak, aramamak. " bir daha o eve
adım atmamaya yeminliyim. "
adını anmamak: bir şeyden, bir kimseden hiç söz etmemek; unutmuş
görünmek. " evi terk eden oğlunun adını anmamakta sonuna kadar kararlı. "
adını koymak: 1. isim vermek. " yeni doğan çocuğun adını ali koydular. " 2.
bir şeyin karşılığını veya ücretini kararlaştırmak. " önce adını koyalım da ona
göre hareket edelim. "
ağır aksak: pek yavaş olarak, düzgün olmayarak. " her vakit işleri ağır
aksak yapıyorsunuz. "
ağır basmak: 1. ağırlığı fazla gelmek. 2. bir işte etkili olmak, gücü
üstün gelmek, istediğini yaptırmak. " politik gücü ağır basınca ihaleyi kazandı. "
ağırdan almak: bir işi yapmakta acele etmemek, yavaş davranmak, isteksiz
görünmek. " hiç sebep yokken işi ağırdan almanı bir türlü anlamıyorum. "
ağır gelmek: 1. ağrına gitmek, onuruna dokunmak. " hak etmediğim şu sözler
öylesine ağır geldi ki bana. " 2. yapılması güç gelmek. " bu yaştan sonra inşaat
işlerinde çalışmak bundan böyle ağır geliyor benim gibi ihtiyara. "
ağız (söz) birliği etmek: daha önce bir konuda anlaşarak aynı şeyi yapmak
ya da söylemek. " ağız birliği etmeli, hep birlikte savunmalıyız kendimizi. "
ağızda sakız gibi çiğnemek: bir düşünceyi, bir sözü tekrar edip
durmak. " dolap da dolap! bundan böyle ağzında sakız gibi çiğneyip durma şu sözü! "
ağız eğmek: yalvarmak, hiç de lâyık olmayan birine yüz suyu dökmek.
" ölürüm de ağız eğmem o adama! "
ağız kalabalığı: birbirlerini tutmayan, luzumsuz, husus dışı sözler. " asıl
meseleyi ağız kalabalığı ile ört bas edip kaçamazsın! "
ağız kavafı: karşısındakini ikna etmek için diller döken, çok konuşan,
gerekli luzumsuz söz söyleyen kimse. " iğreniyorum şunun gibi ağız kavafı
heriflerden. "
ağzı açık ayran delisi: yeni gördüğü her şeye alık alık bakan, anlamsız
bir hayranlıkla seyredip şaşıran. " haydi yürü, ağzı açık ayran delisi gibi ne
bakıp duruyorsun vitrine. "
ağzı (bir karış) açık kalmak: çok şaşırmak, şaşakalmak. " onca seneden
sonra sevdiği arkadaşını birden karşısından görünce ağzı açık kaldı. "
ağzı laf yapmak: hoş, inandırıcı söz söyleme kabiliyeti olmak. " politikacı
mı olacaksın, ağzın laf da yapmalı. "
ağzından bal akmak: çok tatlı, hoşa gider şekilde konuşmak. " konuş, konuş
hele; ağzından bal akıyor. "
ağzından düşürmemek: bir kimseden veya bir şeyden her vakit söz
etmek. " ölünceye kadar torunu esma`nın adını ağzından düşürmedi. "
ağzından yel alsın: negatif, kötü şeylerden bahsedenlere karşı " ağzını
hayra aç" anlamında söylenir. " bugün kötü şeyler mi bekliyorsun ? ağzından yel
alsın, o ne şekil beklenti ?"
ağzını açıp gözünü yummak: kızgınlık ile sonunu düşünmeden ağzına gelen
kötü sözleri söylemek, karşısındakine hakaret etmek. " eve geç gelen kızına ağzını
açıp gözünü yumdu. "
ağzını aramak: karşısındakini kurnazca konuşturarak ağzından söz almak,
istediğini öğrenmek. " şunun ağzını ara da bahçeyi satıp satmayacağını öğren. "
ağzını öpeyim (seveyim): sevindirici bir söz söyleyene " ne hoş, güzel
söyledin" anlamında kullanılır.
ağzı süt kokmak: çok genç, toy ve tecrübesiz olmak. " şu ağzı süt kokan mı
yarışacak benimle. "
ağzı var dili yok: 1. olabildiğince sessiz, sakin, kendi hâlinde. 2. konuşmayıp
susan, derdini anlatmayan. " telâşlanma sakın, ağzı var dili yok o çocuğun, seni
hiç üzmez. "
ağzıyla kuş tutsa... : " ne kadar çaba gösterse, ne yapsa da" anlamında
kullanılır. " ağzıyla kuş da tutsa, bundan böyle bu eve adım atamaz. "
ahı tutmak: zulüm görenin bedduasının yerini bulup gerçekleşmesi. " ahım
bir tutarsa dünyanın kaç bucak olduğunu görecek o. "
ahmak ıslatan: ince ince yağan yağmur, çisenti. " böyle yürümeye devam
edersek bu ahmak ıslatan iliklerimize işleyecek. "
akan sular durmak: bundan böyle itiraz edilebilecek, karşı durulacak bir nokta
kalmamak. " siz mehmet ağa`ya gidin, o devreye girdi mi akan sular durur, kolay
anlaşırsınız. "
akıl etmek: gelişi hoş bir tedbir ve çareyi vaktinde düşünmek, zamanında
hatırlamak. " sular kesilecekti ama kovaları doldurmayı akıl edemedim. "
akıl hocası: 1. birine yol belirten, akıl öğreten kimse. 2. herkese akıl
öğretmeye meraklı kimse. " lütfen akıl hocalığı yapmaya kalkma, biz işimizi senden
iyi biliriz. "
akıl kutusu (kumkuması): çok zeki, akıllı kimse; bilgiç. " akıl kutusu
mübarek, her meseleyi çözüyor. "
akıllara durgunluk vermek: çok şaşılacak bir şey olmak. " bir görmeliydin o
olayı, akıllara durgunluk verecek bir olaydı. "
akıl öğretmek (vermek): gelişi hoş bir konuda yol gösterip öneride
bulunmak, bilgi vermek. " sana akıl verecek bir adam da mı bulamadın ?"
akıl sır ermemek: bir işin gizli yönlerini, meziyetini, asıl nedenini
anlayamamak. " senin bu işi nasıl berbat ettiğine hâlâ akıl sır erdiremedim. "
akla karayı seçmek: bir işi başarmak uğrunda çok yorulmak, sonuca kadar
çok zahmet çekmek. " seni buluncaya kadar akla karayı seçtim. "
aklı durmak: şaşırmak, düşünemez bir hâle gelmek. " resmi öyle hoş yapmış
ki görsen aklın durur. "
aklına esmek: daha önce düşünmemiş olduğu şeyi birden yapmaya karar
vermek. " birden aklına esti, kalkıp sahile indi. "
aklına koymak: 1. bir şeyi yapmaya kesin olarak karar vermek. " bu sene
takıntısız sınıfımı geçmeyi aklıma koydum. " 2. bir fikri başkasına aşılamak.
aklına (aklını) takmak: bir şeyi sürekli olarak düşünmek, bir fikre
sürekli olarak zihninde yer vermek ve zihni onunla meşgul etmek. " onu niçin
kırdım, aklıma takıldı düşünüp duruyorum. "
aklına yer etmek: ideal bulduğu bir düşünce kafasına yerleşmek. " onun sana
söyledikleri aklına yer eder inşallah. "
akşama sabaha: derhal derhal, pek yakında, kısa bir müddet içerisinde. " konuklar
akşama sabaha burada olurlar, sakın bir yere kaybolma! "
akşamdan kavur, sabaha savur: kazandığını günü gününe harcayan, har vurup
harman savuran, savruk kimselerin durumunu anlatmak için kullanılır.
akşamı iple çekmek: gecenin olmasını sabırsızlıkla beklemek. " ne hoş bir
ziyaret olacak. akşamı iple çekiyorum. "
alacağı olsun: " günün birinde ondan öcümü alırım" anlamında göz korkutmak
için söylenir.
al aşağı etmek: birini bulunduğu yerden, mevkiden yüklemek. " ya, gördün
mü, demek ki el oğlu adamı al aşağı ediyormuş bir çırpıda! "
al birini vur birine (ötekine): hepsi tıpkı, bir ayarda, hiçbiri işe
yaramaz. " onlardan söz etme bana. al birini vur birine. "
alı al, moru mor: telâş veya yorgunluktan yüzü kıpkırmızı kesilmiş
(olarak). " uçağı kalkmak üzere olan babama alı al, moru mor bir biçimde
yetişebildim. "
alıcı gözüyle bakmak: çok dikkatli bakmak, inceden inceye gözden
geçirmek. " mobilyaya ilk defa alıcı gözüyle baktı. "
alın teri dökmek: zahmetli iş görüp çok emek vermek. " alın teri
dökmeyenler, emeğin ne olduğunu bilemezler. "
ali cengiz oyunu: " kurnazca, haince aklı durduracak iş yapmak" anlamında
kullanılır. " bana bir ali cengiz oyunu oynadılar ki sormayın gitsin. "
ali kıran baş kesen: çok zorba, kaba kuvvetle hâkimiyet kuran. " mehmet,
sınıfın ali kıran baş kesini olmuştu. "
allah adamı: hile, kötü bilmeyen; hak yol üstünde olan, allah`a ibadette
kus dini tüm kimse. " allah adamı olmalısın dünya da, hem de ahrette iyilik
görebilesin. "
allah allah! : daha çok şaşkınlık ve hayret hâllerini anlatır. " allah
allah! nasıl oldu bu iş, aklım almıyor ?"
allah aşkına: yemin vermek veya yalvarmak için " allah`ını seversen"
anlamında şaşma, usanç bildirir. " allah aşkına şu işi bir daha yapma! "
allah bilir: 1. belli değil, cenab-ı hak`tan başka kimse bilmez. " allah
bilir bu sırrın iç yüzünü. " 2. bana öyle geliyor ki. " allah bilir esrar da
alıyordur bu çocuk. "
allah yarattı dememek: kıyasıya dövmek, çok hırpalamak. " adamlar yabancıya
bir giriştiler ki allah yarattı demediler. "
allah " yürü ya kulum" demiş: az zamanda çok para kazanan ve işinde çok
çabuk ilerleyenler için söylenir. " cenab-ı hak bir kimseyi zengin etmek isterse
ona, `yürü ya kulum` demesi yeter. "
allem etmek, kallem etmek: istediğini elde etmek için her türlü
kurnazlığa başvurmak. " namussuzlar allem edip kallem edip yaşlı adamın evini
elinden aldılar. "
alnı açık yüzü ak (olmak): gelişi hoş bir ayıbı, çekinecek bir durumu
olmamak, iffetli ve şerefli olmak. " işte alnı açık yüzü ak meydandayım; çıksınlar
karşıma. "
alnını karışlamak: 1. bir işin çok güç olduğunu, yapılamayacak kadar zor
olduğunu anlatır. 2. küçümseyerek meydan okumak, tehdit etmek. " beni polise
bildirenin alnını karışlarım. "
alnının damarı çatlamak: başarmak için çok sıkıntı çekmek, çok çaba sarf
edip emek vermek. " o yolu açıncaya kadar benim alnımın damarı çatladı, sen ne
halt etmeye bozuyorsun ?"
alnının kara yazısı: kötü talih, baht. " ne yapayım, alnımın kara yazısı
böyle imiş. "
altı alay, üstü kalay: içi dışı bir olmayan; dışı süslü, içi berbat. " altı
alay üstü kalay bir dolaba benziyor bu. "
altı kaval, üstü şeşhane (şişhane): daha çok giyim için " altı, üstüne;
bir parçası öbür parçasına uymaz. " anlamında kullanılır. " çabuk çıkar şu
üzerindeki altı kaval üstü şeşhane elbiseyi, yoksa rezil olacaksın el âleme. "
altın babası: çok zengin, parası çok olan kimse. " adam altın babası, her
istediğini basitçe yaptırıyor. "
altın bilezik: para getiren, yaşam boyunca geçimi sağlamaya yarayan sanat
ve meslek. " şimdiden bir altın bilezik sahibi ol ki yarın rahat edesin. "
altında kalmamak: 1. bir şeyi karşılıksız bırakmamak. " onun bana yaptığı
iyiliğin altında kalır mıyım ?" 2. bir şeyin üstesinden gelmek. " bana verdiği işin
altında kalmayacağım. "
altından çapanoğlu çıkmak: girişilen bir işte başa dert olacak bir
durumla, umulmayan bir tehlike ile karşılaşmak. " bana öyle geliyor ki bu işin
altından çapanoğlu çıkacak. "
altından girip üzerinden çıkmak: bir serveti, bir parayı, bir kaynağı
gereksiz yere, düşüncesizce, sorumsuzca harcayıp kısa zamanda bitirmek. " bir ayda
o kadar paranın altından girip üzerinden çıktı. "
altından kalkmak: bir zorluğu yenip işi başarmak. " telâşlanma, işin
altından kalkacaktır o. "
altını çizmek: bir şeyin (daha çok sözün) önemini belirtmek, üstüne
dikkati çekmek, vurgulamak. " altını çize çize söylüyorum. eninde sonunda sen de
geleceksin. "
altın kesmek: çok fazla oranda para kazanır olmak. " adamların açtığı
büfe altın kesiyor sanki. "
altta kalanın canı çıksın: " herkes başının çaresine baksın, güçsüzleri
düşünme, gücü yetmeyene ne olursa olsun" anlamında kullanılır.
alttan (aşağıdan) almak: sert konuşan birine karşı yumuşak, pozitif, onu
haklı görüyormuş gibi tavır almak. " amacına ulaşmak diliyorsan onunla konuşurken
alttan al, pes perdeden konuş. "
alttan güreşmek: bir miktar geriden, pasif hareket edip gizli gizli yenme
yollarını kollamak. " vay hınzır vay !. . alttan güreşip aklın sıra başarı
kazanacaksın ha! "
alt yanı çıkmaz sokak: netice alınmayacak iş, umutsuz durum. " çobanlık mı,
dağ tepe dolaş dur, alt yanı çıkmaz sokak vesselâm. "
aman dedirtmek (amana getirmek ): karşı koyan birini boyun eğmek zorunda
bırakmak, teslim olmaya zorlamak. " düşmana aman dedirtmek boynumuzun borcu oldu
artık. "
ana kuzusu: 1. pek ufak kucak çocuğu. 2. sıkıntıya, güç işlere alışkın
olmayan, nazlı çocuk veya genç. " şu torbayı kaldırışına bak hele, tam bir ana
kuzusu. "
anasından emdiği süt burnundan (fitil fitil) gelmek: bir işi yaparken çok
sıkıntı çekmek, eziyete katlanmak. " şu arabanın taksitlerini ödeyinceye kadar
anamdan emdiğim süt burnumdan geldi. "
anasını ağlatmak: bir kimseye çok eziyet edip sıkıntı çektirmek. " adamın
üzerine öyle gittiler ki iki günde anasını ağlattılar. "
anasının gözü: hileci, kurnaz, çok açık göz, çıkarcı, hin oğlu hin. " adam
anasının gözü, iki dakikada bitiriverdi işi. "
anladımsa arap olayım: " hiçbir şey anlamadım" anlamında kullanılır. " senin
anlattıklarını anladımsa arap olayım. "
ant içmek (etmek): yemin etmek, bir şeyi yapmaya veya yapmamaya söz
vermek. " ant içtik, hiçbir zaman bu ülkeyi düşmana bırakmayacağız. "
apar topar: telâş ve acele ile, yaka paça, hazırlanmadan," treni kaçırırım
korkusuyla apar topar evden ayrıldım. "
aralarından kara kedi geçmek (veya aralarına kara kedi girmek): iyi anlaşan iki
kişinin veya dostun ilişkileri bozulmak, aralarına soğukluk girmek, birbirlerine
gücenmek," niçin konuşmuyorsunuz ? aranızdan kara kedi mi geçti ?"
arap saçına dönmek: işlerin çok karışıp içerisinden çıkılmaz bir durum
alması. " bırak bundan böyle sorumsuzluğu, işleri bu tavrınla arap saçına döndürdün. "
arayı yapmak: 1. arası bozuk olan kimse ile barışmak. 2. arası açık olan
iki kişiyi uzlaştırıp, barıştırmak. " hasan aramızı yapmasaydı biz hâlâ diken
üstünde oturuyor olacaktık. "
arı kovanı gibi işlemek: girip çıkanı, gelip gideni çok olmak. " şu seçim
dolayısıyla hekimin evi arı kovanı gibi işliyor. "
ârif olan anlasın (anlar): üstü örtülü olarak söylenen bir sözün,
anlayışı güçlü kimselerce anlaşılabileceğini belirtmek için kullanılır.
arka çıkmak: birilerine karşı, birini korumak; savunmak, kayırmak. " babası
arka çıkmasaydı onu bir hoş dövecekti. "
arkadan söylemek: bir kimsenin bulunmadığı yerde onun ile ilgili ileri geri
konuşmak, dedikodusunu yapmak, çekiştirmek. " adamın arkasından söylemeye
utanmıyor musun ?"
arkasında dolaşmak (gezmek ): bir işi sonuca bağlamak için ilgili yerlere
giderek görüşme fırsatı aramak, onların yardımını sağlamak.
arkasını (birine) vermek: bir kimsenin himayesinden güç almak. " arkasını
kaymakama vermiş pervasızca konuşuyor, yolu burdan geçireceğim diyor. "
armudun sapı var, üzümün çöpü var demek: hiçbir şeyi beğenmemek, her
şeyin bir hatasını bulmak.
armut piş, ağzıma düş: bir işin hiç emek harcamadan olmasını,
kendiliğinden hazır olup ayağına gelmesini bekleyenlerin durumunu anlatmak için
kullanılır.
arpa boyu kadar gitmek: pek az ilerlemek. " onca çabaya karşın arpa boyu
kadar gidebildim ancak. "
askıda kalmak: bir engel çıkması bu nedenle bir işin sonuca varamaması,
yapılamayıp öylece kalması. " senin gelmemen yüzünden tüm işler askıda kaldı. "
aslan payı: 1. hak edilenden daha çok alınan pay, en güçlünün aldığı pay.
2. bir bölüşmede en büyük pay. " aslan payı ahmet`e düştü. "
astarı yüzünden pahalı olmak: bir işin ayrıntısına ödenen paranın aslına
ödenen paradan fazla olması, gerçek değerinden fazlaya mal olması. " elbiseyi
diktin ama astarı yüzünden pahalı oldu. "
aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık: sakıncalı oluşları eşit olan
iki karşıt davranıştan birine karar verememe zorunluluğunu anlatmak için
kullanılır.
aşağı yukarı: yaklaşık olarak, neredeyse, tam değil de tama
yakın. " aşağı yukarı on kilo gelir bu yük. "
ateşe atmak: birini çok tehlikeli bir işe bile bile sokmak. " hiç
aldırmadan, biricik kızını o adamla evlendirip ateşe atamazsın değil mi ?"
ateşe tutmak: 1. ateşli silâhla mermi atmak. 2. bir şeyi ateşin üstünde
tutarak ısıtmak. " zalim askerler zavallı köylüleri yaylım ateşine tuttular. "
ateşe vermek: 1. bir yeri bilerek yakıp yok etmek. 2. aşırı ölçüde
telâşlandırmak. 3. bir toplumu, bir ülkeyi kargaşalık içerisine sürükleyerek yıkıma
uğratmak. " dış güçler yerli işbirlikçilerle anlaşarak ülkeyi ateşe verdiler. "
ateşle oynamak: çok tehlikeli, zarar verecek bir işin üzerine üstüne
gitmek ya da böyle bir işe girişmek. " bırak o silâhı elinden! ateşle oynadığının
farkında mısın sen ?"
ateş pahasına: çok pahalı. " yeni daireler ateş pahası, nasıl alacağız ?"
ateş püskürmek: çok öfkeli olmak, ağır sözler söylemek. " öğretmen kapıyı
kıran öğrencilere ateş püskürdü. "
atı alan üsküdar`ı geçti: " fırsat kaçtı, bundan böyle yapılacak şey kalmadı"
anlamında kullanılır. " sen daha dur, atı alan üsküdar`ı çoktan geçti. "
avaz avaz bağırmak: olanca gücüyle bağırmak; sesi yettiği kadar, var
gücüyle bağırmak. " tamam duyuyorum, öyle avaz avaz bağırma! "
avucunun içerisine almak: birini her dediğini yapar duruma getirmek, basınç ve
etkisi altına almak. " kaymakam tüm kasabalıyı avucunun içerisine aldı. "
ayağı (ayakları birbirine) dolaşmak: yürürken gelişi hoş bir sebepten ötürü
ayakları birbirine takılmak, sendelemek. " korkusundan zavallının ayakları
birbirine dolaştı. "
ayağı düşmek: bir yere uğramak, o yer yolu üstünde bulunmak, yolu
düşmek. " bu rezillikten sonra onun ayağının buralara düşeceğini sanmam bundan böyle. "
ayağı ile gelmek: 1. kendi isteği ile gelmek. 2. çok fazla emek sarf
edilmeden elde edilmek. " adam ayağı ile geldi dayak yemeye. "
ayağını çekmek: daha önce gittiği yere bundan böyle uğramaz olmak, ilişkiyi ve
ilgiyi kesmek. " artık onlardan elimi ayağımı çektim. "
ayağını kesmek: 1. bir yere gitmez, uğramaz olmak. 2. birini bir yere
artık uğramaz duruma getirmek. " öyle korkutun ki o adamın ayağı kesilsin bu
meyhaneden ?"
ayağının tozuyla: henüz dinlenmeden, yoldan gelir gelmez. " adamı ayağının
tozuyla kodese tıktılar. "
ayağı (ayakları) suya ermek (değmek): neden sonra aklı başına gelmek, bir
şeyin aslını anlamak, beklenen şekilde olmadığını kavramak. " toy olduğu için
doğruyu göremiyor, onun da ayağı suya erecek bir gün. "
ayak atmamak: bir yere hiç gitmemek. " o kente ayak atmadım henüz. "
ayak diremek: bir şeyde ısrar etmek, karşı koymak, kendi kararından
vazgeçmemek. " ayak diremeseydi çoktan evini yıkmış olacaklardı. "
ayaklı kütüphane: çok şey okumuş, her sorulana cevap veren, çok şey
bilen, okudukları aklında kalmış kimse. " adam ayaklı kütüphaneydi sanki! "
ayakta kalmak: 1. bir güçlük karşısında yıkılmamak, çökmemek. 2. oturacak
yer bulamamak. " gemi öyle kalabalıktı ki hepimiz ayakta kaldık. "
ayak üstü (üzeri): 1. kısa müddet içerisinde, acele olarak. 2. ayakta durarak,
ayakta dikilerek. " gel de şu büfede ayak üstü atıştıralım bir miktar. "
ayvaz kasap hep bir hesap: " ha öyle ha böyle, ikisi de bir; hangi yolu
seçersek seçelim aynı sonuca varır" anlamında kullanılır.
Babası tutmak (veya babaları üzerinde olmak): çok fazla öfkelenmek, kızgınlığı
her hâliyle belli olmak. " iş meselesini konuşamadım, çünkü babaları üstündeydi odasına
girdiğimde. "
babana rahmet: " yaptığın iş, söylediğin söz çok yerinde; allah senden razı
olsun" anlamında hoşnutluk, memnunluk bildirmek için kullanılır.
baba ocağı (evi veya yurdu): dededen, babadan kalma ev; toprak, yurt. " borçları
yüzünden baba evini satmak zorunda kaldı. "
babasının hayrına (mı ?): hiçbir çıkar gözetmeksizin. " babasının hayrına mı
yaptı sanıyorsun senin işini ?"
bağrına taş basmak: uğradığı zarara, felakate sesini çıkarmadan katlanmak. " evi
yıkılan hasan bağrına taş basmaktan başka bir yol bulamadı. "
bağrını delmek: içerisine işlemek, pek dokunmak, dertli olmasına yol açmak. " yurdundan
kovulması, şairin bağrını deldi. "
bağrı yanık: çok acı çekmiş; dert, sıkıntı, darlık, kahır görmüş; yaslı. " nice
bağrı yanık insanlar yaşamış bu topraklarda. "
bahse girmek: görüşünde veya iddiasında haklı çıkacak tarafa bir şey verilmesini
kabul eden sözlü anlaşma yapmak. " erken kalkmak konusunda onunla bahse girdik. "
bahtı kara: mutsuz, sıkıntıdan kurtulamayan, işleri hep ters giden. " allahım,
şu bahtı kara kuluna yardım et de düzlüğe çıksın! "
bal alacak çiçeği bilmek: çıkar sağlanacak yeri veya şeyi bulmak, bu konuda
nasıl hareket edileceğini öğrenmiş olmak. " onun bal alacak çiçeği bilmede üzerine yoktur. "
baldırı çıplak: işsiz güçsüz, serseri, başı boş, ayak takımından. " sokaklar
baldırı çıplaklardan geçilmiyor. "
bal dök (de) yala: bir yerin çok temiz, pırıl pırıl olduğunu anlatmak için
kullanılır. " odayı öyle elden geçirmiş ki bal dök de yala! "
balgam atmak: bir iş ya da husus üstünde kuşku uyandıracak söz söylemek. " lütfen
sus, ortaya bir balgam atıp da insanı huzursuz etme. "
bal gibi: 1. çok tatlı. 2. çok iyi, adamakıllı, pekâlâ. " bal gibi iş, daha ne duruyorsun ?"
balık istifi: çok sıkışık bir taktirde. " otobüs, balık istifi gibi yerleşmiş
insanları zor taşıyordu. "
balık kavağa çıkınca: gerçekleşmesi olası olmayacak işleri anlatmak için
kullanılır. " o kız, o çocukla ancak balık kavağa çıkınca evlenir. "
balta olmak: musallat olmak, asılmak, direnerek bir şey istemek, istediğini
yaptırmak için devamlı ısrar etmek. " insanın başına balta olan kişileri sevmek olası
değil. "
bam teline basmak: bir kimseyi, hassasiyet gösterdiği konuda kızdıracak söz
söylemek, öfkelendirecek bir şey yapmak. " bir insanı delirtmek mi istiyorsun ? onun
bam teline basacaksın. "
bana mısın dememek: aldırış etmemek, ona hiçbir şey etkili olmamak. " sırtına
o kadar yük vurdular, adam yine de bana mısın demedi. "
barut fıçısı: her an karışıklık, kavga ve savaşın çıkacağı yer. " nereden çıktığı
belli olmayan bir ses, meydanı bir anda barut fıçısına döndürdü. "
basireti bağlanmak: gerçeği göremez, iyi düşünüp kavrayamaz bir duruma düşmek. " öylece
kalakaldım, ne yapacağımı bilemiyorum, basiretim bağlandı âdeta. "
baston (kazık) yutmuş gibi: dimdik duran, yürüyen kimsenin durumu. " baston
yutmuş gibi ortalıkta dolaşıp da asabımı bozma! "
başa baş (gelmek): birbirine denk, eşit olmak; birlikte olmak. " takımlar başa
baş bir mücadele verdiler. "
başa çıkarmak: 1. bir işi bitirmek, sona erdirmek, başarmak. 2. bir kişiye
aşırı ölçüde ilgi gösterip çok şımartmak. " ona bir miktar daha yüz verirsen başına çıkacak,
söylediğini yapmayacak. "
başa çıkmak: gücünün üstünlüğünü kanıtlamak, bir şeye gücü yetmek. " onunla
başa çıkabilirim, merak etme sen. "
başa geçmek: 1. en üstün yeri almak. 2. gelişi hoş bir husus önemce ilk sırayı
almak. " ülkede ekonomik yolsuzluklar başa geçti. "
başa gelmek: kötü bir duruma uğramak. " kim demiş başa gelen çekilir diye ?"
baş ağrısı: varlığı tedirginlik verici şey, rahatsız edici kimse. " sen ne
baş ağrısı bir adammışsın meğer! "
baş ağrıtmak: yerli yersiz konuşarak, luzumsuz sözler söyleyerek, çok konuşarak
birisini rahatsız etmek. " baş ağrıtmakta üzerine yoktur senin. "
başa (başına) kakmak: yapılan iyiliği yüzüne vurarak birisini üzmek, incitmek. " üç
kuruş verdi, üç gün geçmeden başına kaktı. "
baş alamamak: çok uğraştıran bir konudan kurtulup da zaman ve fırsat bulamamak. " şu
çocuklarla uğraşmaktan baş alamıyorum ki sana geleyim. "
baş aşağı gitmek: devamlı kötüleşmek, zarar görmek. " baş aşağı giden işlerinin
önünü alamadı bir türlü. "
baş başa kalmak: biriyle yalnız kalmak, iki kişi bir arada yalnız kalmak. " misafirler
gittikten sonra baş başa kaldılar. "
baş belâsı: devamlı rahatsız eden, yük olan, bir kimseye musallat olup sıkıntı
veren ve uzaklaştırılamayan kişi ya da şey. " şu baş belâsı adamı uzaklaştırırsanız
sevindirirsiniz beni. "
baş çekmek: ön ayak olmak, öncülük etmek. " hayatı boyunca baş çeken bir adam
olarak yaşadı. "
baş edememek: gücü yetmemek, başarı kazanamamak, bir işi başarmakta güçlük
çekmek. " şu uysal insanlarla baş edemezsen kiminle edeceksin! "
baş eğmek: direnmekte vazgeçip güçlünün buyruğuna girmek, teslim olmak. " türk
milletine baş eğdiremezsin. "
baş göstermek: ortaya çıkmak, belirmek, vuku bulmak. " milletimiz baş belirten
bu yeni fikri kısa zamanda benimseyecektir. "
baş göz etmek: evlendirmek. " şu kızı da bir baş göz edersem gözüm arkada kalmayacak. "
başı ağrımak: bir işten dolayı sorumlu duruma düşmek, kaygu çekmek. " sana
güveniyorum, başımı ağrıtmayacağına eminim, haydi güle güle git. "
başı altından çıkmak: kötü bir şey, kötü bir durum, birinin gizli düzeni
ve tertibiyle meydana gelmek. " böyle şeyler bilirim ki senin başının altından çıkar,
şimdi bana doğruyu söyle, kim kırdı vazoyu. "
başı darda kalmak (başı dara düşmek): çok sıkıntılı, çaresiz bir taktirde
olmak; parasızlıktan dolayı güç bir taktirde kalmak. " başı darda kalan insanlara yardım
etmek insanlık borcudur. "
başı derde girmek: can sıkıcı, üzücü, istemediği bir duruma düşmek. " şu kendini
bilmez adamla başım derde girsin istemiyorum. "
başı dik gezmek: utanılacak bir durumu olmadan, onurlu biçimde toplumda yer
almak. " başı dik gezen insanları sevmemek elde değil. "
başı dönmek: 1. bir şey karşısında şaşırmak. 2. sıkıntı meydana getiren bir
durum karşısında bunalmak. 3. dengesini yitirmek, gözleri kararmak; çevresi kararıyor,
dönüyor, kayıyor duygusu içerisinde sarsılmak. " çabuk durdur arabayı, başım dönmeye
başladı. "
başı göğe ermek: beklenmeyen, umulmayan bir mutluluğa, sevince ulaşmak. " üç
kuruş zam yapıldı diye maaşına, başı göğe erdi sanıyor; bilmiyor ki enflasyon bir
ay sonra alacak o zammı elinden. "
başı kalabalık (olmak): bir iş bu nedenle yanısıra çok fazla kişi olmak. " kusura
bakma, başım kalabalıktı bugün, seni arayamadım. "
başına bir hâl gelmek: büyük, içerisinden çıkılması zor güçlüklerle karşılaşmak;
kötü duruma düşmek. " gece gitme, başına bir hâl gelir diye korkuyorum. "
başına buyruk: dilediğini izin almaksızın yapan, istediği gibi davranan. " sizin
çocuk da amma başına buyruk bir çocuk olmuş. "
başına çalmak: bir şeyi sert, öfkeli ve kızgın bir davranış içerisinde vermek. " al
da başına çal bu sapı kırık küreği. "
başına çorap örmek: bir kimseye, haberi olmadan, kötü duruma sokucu davranışta
bulunmak, alt etmek için gizlice plân kurmak. " onun başına bir çorap örecekler diye
korkuyorum. "
başına çökmek: 1. iştahla sofraya oturmak. 2. bir işi çabuk bitirmek üzere
oturup ele almak. 3. birini altına alıp dövmek. " birkaç kişi utanmadan zavallı adamın
başına çöktüler. "
başına dolamak: içerisinden çıkılması zor bir işi birine musallat etmek. " bu işi
benim başıma dolayanlar, dilerim hiçbir vakit onmazlar! "
başına iş açmak: uğraştırıcı ve üzücü bir işin çıkmasına yol açmak. " bırak
o bıçağı elinden, hiç yoktan başına iş açacaksın. "
başından atmak: 1. luzumsuz görülen bir bağlılığa, bir ilişkiye son vermemek;
bir istekte bulunmakta olan kişiyi yanından uzaklaştırmak. 2. yapılması zor bir işi yapmaktan
kendini kurtarmak ya da o işi bir başkasına indirmek. " kısa zamanda o işi başından
atmasını becerdi. "
başından aşağı kaynar sular dökülmek: çok kötü, üzücü, sıkıntı verici ya
da utandırıcı bir olay karşısında vücudunu ter basmak, ürpermek. " babasını karşısında
görünce başından aşağı kaynar sular döküldü. "
başından büyük işlere girişmek (veya kalkışmak): gücünün üzerinde olan işleri
yapmaya kalkışmak. " çekil lütfen, başından büyük işlere kalkışıp da kendini rezil
etme bari. "
başını alıp gitmek: nereye gideceğini bildirmeden, izin almadan gitmek. " içine
düştüğü dertten kurtulamayan adam başını alıp gitti. "
başını bağlamak: evlendirmek. " askerliği biten ali`nin başını bağlamayı düşünen annesi
kolları derhal sıvadı. "
başını belâya sokmak: bir kimseyi, zarar göreceği, kötü sonuçlarla karşılaşacağı
bir işe sokmak. " oğlanın da başını belâya sokacaklar diye ödüm kopuyor. "
başını bir yere bağlamak: bir işe yerleştirmek, işsizlikten kurtarmak. " çok
geçmeden oğlunun da başını bir yere bağlamayı becerdi. "
başını boş bırakmak: denetimsiz, yalnız ve serbest bırakmak. " bu çocuğun başını
boş bırakma, yoksa başı belâya girecek. "
başını derde sokmak: sıkıcı, yorucu, üzücü bir işe girmek veya getirilmek. " tanımadığı
adamlarla işe girişince başını derde soktu. "
başını kaşımaya (kaşıyacak) zamanı olmamak: çok meşgul olmak, başka bir işi
yapmaya hiç zamanı olmamak. " bana yükleme o işi, çünkü başımı kaşıyacak vaktim yok. "
başının çaresine bakmak: kimsenin yardımı olmadan kendi işini kendi yapmak,
kendini zor durumdan kurtarmak. " benden sana fayda yok, başının çaresine baksan iyi
olacak. "
başını taştan taşa vurmak: fırsatı kaçırdığı için çok pişman olmak, çaresiz
kalarak kahırlanmak. " zamanında eve gidip hasta çocuğu hekime götürmediği için başını
taştan taşa vuruyordu. "
başını vermek: bir uygun uğrunda kendini feda etmek, canını vermek. " yiğitler
başını vermesiydi bu ülke düşmanlardan kurtulur muydu ?"
başını yemek: bir kimsenin büyük zarar görmesine ya da ölmesine yol açmak. " ruhsuz
herifler adamın başını yemek için yarışa giriştiler. "
başı sıkışmak (sıkılmak): gelişi hoş bir zorluk karşısında kalmak, bunalmak. " onun
görevi, başı sıkışan insanlara yardım etmektir. "
baş koymak: bir şey uğruna ölümü göze almak. " çekil önümden ben bu yola baş
koydum. "
baş köşe: saygı duyulan, önder sayılan büyüklerin oturması için ayrılan yer. " baş
köşeye oturmak onun her vakit hakkıdır. "
baş tacı etmek: değer vermek, çok üstün tutmak, çok sevmek. " babalarını baş
tacı ettiler, toz kondurmuyorlar adama. "
baştan aşağı: tamamıyla, hepsi, bütünüyle. " evi baştan aşağı boyadılar. "
baştan kara gitmek: sonunu düşünmeyerek, hatta neticenin kötü olduğunu bildiği
hâlde hesapsız, batarcasına bir yol tutmak; felâkete doğru gitmek. " bu baştan kara
gittiğin yaşama bundan böyle bir son vermelisin. "
baştan savma: üstün körü, itina gösterilmeden, herhangi. " yaptığın işin
tamamen baştan savma olduğu ne kadar açık. "
baş üzerinde yeri var: " sevgi, ilgi ve saygı ile karşılanıp ağırlanır. " anlamında
kullanılır. " durmasın gelsin, baş üzerinde yeri var. "
baş vermek: 1. inandığı bir şey uğrunda ölmek, canını vermek. 2. belirmek,
kimi bitkilerin başak tutmaya başlaması. " ektiğimiz buğdaylar baş vermeye başladı. "
baş vurmak: 1. müracaat etmek, bir işin yapılmasını bir kimse veya kuruluştan
istemek. 2. bilgi edinmek üzere bir kaynağa bakmak, bir kimseye danışmak. " vakit
geçirmeden ansiklopediye bakalım da öğrenelim. "
battı balık yan gider: " işlerin kötü gittiğine, düzelmeyeceğine, bu konuda
da umut kalmadığına göre bundan böyle istenildiği gibi davranılabilir, ne olursa olsun"
anlamında kullanılır. " aldırma, üzülme bundan böyle, battı balık yan gider. "
bayrak açmak: 1. bir dava yolunda toplanmaya çağırmak. 2. gönüllü asker toplamaya
girişmek. " düşmana karşı yurdun dört bir yanısıra bayrak açan yurtseverler sonunda
amaçlarına ulaştılar. "
bayram etmek: çok sevinmek. " oyuncakları görünce çocuklar bayram etti. "
belâsını bulmak: kendi yol açtığı tehlikeli bir durumun içerisine düşmek, hak
ettiği cezayı görmek. " adam nihayet belâsını buldu. "
belâyı satın almak: kendi davranışları yüzünden tehlikeyi üzerine çekmek. " köylülerle
biraz daha uğraşırsak belâyı satın alacağız, haydi gidelim buradan. "
bel bağlamak: güvenmek, birisinin kendisine yardım edeceğine inanmak, inanıp
arkasından gitmek. " insanoğluna bel bağlanılmaz. "
belini kırmak: 1. birini bir şey yapamaz duruma getirmek. 2. bir işin en
güç tarafını yapmak. " tarlanın ortasından şu tümseği de kaldırdık mı işin belini
kırmış sayılırız, bundan böyle gerisi kolay olacaktır. "
bel vermek: (dik şeylerin) dışarıya doğru, (yatay şeylerin de) aşağıya doğru
kamburlaşmak. " yeni ördüğümüz duvar bel verdi. "
ben hancı, sen yolcu (oldukça): " özel ilişkilerimiz sürüp gittikçe senin
bana işin düşer" ya da " nasıl olsa yine karşılaşacağız" anlamında kullanılır. " demek
şu ufak paketi götürmüyorsun, öyle olsun, ben hancı sen yolcu, bugünün yarını da
vardır. "
benlik dâvası: önde görünmek, her şeyde söz sahibi olmak, her şeyi kendi
düşüncesine uydurmak, hep dediğini yaptırmak çabası ve tutkusu. " benlik dâvası güden
insanlar bir yere varamazlar. "
benzi atmak: bir sebepten ötürü ansızın yüzünün rengi sararmak, solmak. " askerleri
karşısında görünce benzi attı. "
bereket versin: 1. " allah size bol kazanç versin" anlamında iyi dilek sözü.
2. çok şükür ki iyi ki (hoşnutluk anlatır). " bereket versin ki ona bir şey olmamış. "
beş aşağı beş yukarı: çok az fark olarak, kararlaştırılmak istenen sayıdan,
ölçüden biraz az veya çok olarak. " beş aşağı beş yukarı bir kg. çeker bu tavuk. "
bet (i) bereket (i) kalmamak: bolluğun, verimliliğin kalmaması, sona ermesi. " yanımıza
geldiği günden beri evin beti bereketi kalmadı. "
betine gitmek: ayıp saymak, kötü karşılamak, kendisine yedirememek. " senin
yaptığın iş adamın çok betine gitti. "
beyin yıkamak: bir insanı, kendine özgü düşünce ve dünya görüşüne yabancılaştırmak,
başka yönlerde düşünür ve davranır duruma getirmek. " batılılar ülke insanımızın beynini
yıkamaya devam ediyorlar. "
beylik söz: tesiri kalmamış, herkesin kullana geldiği söz. " bırak bundan böyle şu
beylik sözleri, kimseyi etkileyemiyorsun. "
beynine girmek: 1. akla ideal gelmek. 2. bir kimseyi türlü yollara baş vurarak
bir şey yapmaya inandırmak, kandırmak. 3. ezberlemek, aklında tutmak. " ne kadar okursam
okuyayım beynime girmiyor. "
bıçak kemiğe dayanmak: çekilen sıkıntı bundan böyle katlanamayacak bir hâl almak. "
bıçak
kemiğe dayandı, bundan böyle bu yerde duramam. "
bıyığı terlemek: bıyığı yeni yeni çıkmaya başlamak. " bıyığı terlemiş gençlerin
eline bakamam gayri. "
bıyık altından gülmek: birinin içerisine düştüğü duruma belli etmeden gülmek,
sevindiğini belli etmeyerek onunla eğlenmek, içerisinden onunla alay etmek. " ayşe`nin
kırdığı pot karşısında bıyık altından gülmeye başladı. "
bildiğini okumak: kim ne derse desin, istediği gibi davranmak. " bildiğini
okumaya devam edersen, sonunda zarar görmen muhakkak olacak. "
bile bile lâdes: bile bile aldınmış görünme, öyle gerektiği için kötü bir
durumu kabullenme. " ağaçları kesmesine bile bile lâdes dedim. "
bin dereden su getirmek: birini kandırmak için dil dökmek, pekçok sebep ileri
sürmek, aldatıcı sözler sarf etmek. " o evi almamam için bin dereden su getirdiler. "
bindiği dalı kesmek: kendisi için lazım ve yararlı olan şeyi kendi eliyle
yok etmek. " geçimini sağladığın o tarlayı sakın satma, yoksa bindiğin dalı kesmiş
olursun. "
bir atımlık barutu olmak (veya kalmak): 1. bir konuda yapacağı çok az şeyi
olmak. 2. dayanacak pek az gücü kalmak. " bir atımlık barutu kalmış, hâlâ ben yaparım
o işi diyor. "
bir ayağı çukurda olmak: çok yaşlanmış olmak, yaşayacak çok az vakti kalmış
olmak. " dedemin bir ayağı çukurda, onu üzmeyin bundan böyle. "
bir ayak önce (evvel): çok çabuk, bir an önce, ivedi olarak. " bu iş, bir ayak
önce yapılacak bir iştir. "
bir baltaya sap olmak: belirli bir sanat ya da iş sahibi olmak. " şu yaşa geldin
ama bir baltaya sap olamadın gitti. "
bir, bardak suda fırtına koparmak: çok basit, ufak, önemsiz bir şeyi
büyütüp içerisinden zor çıkılır bir olay hâline getirmek. " bir bardak suda fırtına koparmayı
bırak bundan böyle, mendilini yaktıysa evi de yakmadı ya! "
bir çuval inciri berbat etmek: iyi olan, yolunda giden bir durumu yanlış
davranışlarla bozmak, negatif bir gidişe sokmak. " eline alımlı alır almaz çiviye
vurdu, çivi tahtayı yarıp geçti, bir çuval inciri berbat ettiğini o vakit anladı. "
bir dalda durmamak: sıkça düşünce, iş ya da tutum değiştirmek. " bir dalda
dursaydı başına bu iş gelmeyecekti. "
bir damla: 1. çok az, pek az (sıvı şeyler için söylenir). 2. çok ufak (çocuklar
için söylenir). " bir damla su kaldı, ne yapacağız su gelmezse. "
bir dediği iki olmamak: her istediği derhal yapılmak, yerine getirilmek. " o,
bir dediği iki olsun istemiyordu. "
bir deri bir kemik kalmak: çok zayıflamak, kilo kaybına uğramak. " zavallı
çocuk, bu illete yakalanalı beri bir deri bir kemik kaldı. "
bir dikili ağacı olmamak: malı, mülkü veya evi olmamak. " şu dünyada bir dikili
ağacımız olmayacak bu gidişle. "
bire bin katmak: olduğundan çok göstermek, abartmak. " bire bin katarak anlatmaya
bayılır. "
bire bir gelmek: tesirini derhal ve kesin olarak göstermek. " verdiğin ilaç
diş ağrıma bire bir geldi. "
bir eli yağda, bir eli balda (olmak): bolluk, varlık, rahat ve huzur içerisinde
olmak. " bir eli yağda, bir eli balda, daha ne istiyor ki ?"
bir elle verdiğini öbür elle almak: bir kimseye yaptığı iyiliği, faydası,
başka bir yola baş vurarak sağladığı çıkarla ödetmek. " bir eliyle verip öbür eliyle
aldığını çok vakit sonra anladım. "
bir gömlek aşağı: bir derece daha düşük. " sizin ürettiğiniz fındık, bizimkinden
bir gömlek daha aşağıdadır. "
bir hâl olmak: 1. bir şeyi çok yapa yapa usanmak, yorulmak, fenalık gelmek,
bezmek. 2. daha önce görülmeyen davranışlar içerisinde olmak, huyu değişmek. 3. kazaya
uğramış olmak. " gecikti, başına bir hâl mi geldi acaba ?"
bir hoşluğu olmak: rahatsız, neşesiz olmak. " o şiddetli kazayı görünce bir
hoş oldum. "
bir kalemde: birden ve toptan, bir işlem ile. " bir kalemde öde de kapat şu hesabı. "
bir kapıya çıkmak: aynı sonuca varmak, aynı neticeyi vermek. " ha sen söylemişsin
ha ben, bir kapıya çıkmaz mı ?"
bir kaşık suda boğmak: bir kişiye çok fazla kızmak, elinden gelse öldürecek
ölçüde sinirlenmek. " şu yalancı herifi her söz söyleyişinde bir kaşık suda boğasım
geliyor! "
bir kıyamettir gitmek (kopmak): çok fazla gürültü, patırtı, telâş olmak. " alevler
bacayı sarınca bir kıyamettir koptu sokakta. "
bir köroğlu bir ayvaz: bir karı kocanın çocuğunun olmaması yahut yakınlarının
yanlarında bulunmaması. " bir köroğlu bir ayvaz olmasak bu maaşın bize yeteceği yok. "
bir kulağından girip öbür kulağından çıkmak: söylenen söze önem vermemek,
kulak asmamak, umursamamak. " söylediğim söz bir kulağından girip öbür kulağından
çıkarsa anlamazsın elbet! "
bir pula satmak: bir kimseyi bir çıkar uğruna harcamak. " parayı görünce adam
bizi bir pula satıverdi. "
bir sözünü iki etmemek: birinin her istediğini derhal yerine getirmek. " ah
benim tatlı çocuğum, bir sözümü iki etmez, derhal yapıverir. "
bir şeye benzememek: işe yarar taktirde olmamak, istenilen şekilde bulunmamak. " bu
kadar emekten sonra bari bir şeye benzemiş olsaydı şu kapı. "
bir taşla iki kuş vurmak: bir davranışla iki veya birden fazla yararlı netice
elde etmek, bir girişimle iki iş yapmak. " anladım amacını, bir taşla iki kuş vurmak. "
bir tutmak: eşit görmek, eşit saymak, değişik muamelede bulunmamak. " öğretmen,
sınıftaki öğrencilerin hepsini bir tutmalıdır. "
bir yastığa baş koymak: evli bulunmak, acı ve tatlı günlerde birbirlerini desteklemiş
olmak. " biz kırk yıl bir yastığa baş koyduk, nasıl unuturum onu ?"
bir yastıkta kocamak: karı ve koca birlikte uzun bir ömür sürmek. " bir yastıkta
kocarsınız inşallah. "
bir yaşına daha girmek: şaşılacak bir durumla, yeni bir şeyle karşılaşmak. " aman
yarabbi, onu o kılıkta görünce bir yaşıma daha girdim. "
bit yeniği: kuşkulu bir nokta, işin gizli kalmış, kötü ve aksak yönü. " bir
bit yeniği var gibime geliyor bu işte, haydi hayırlısı. "
bize de mi lolo! : " senin ne mal olduğunu biliyoruz, bize yutturamazsın ya;
seni yeterince tanıyoruz, herkesi aldatabilirsin ama bizi asla" anlamında kullanılır.
boğaz boğaza gelmek: zorlu bir kavgaya tutuşmak, ya da kavga edecek hâle
gelmek. " senin o dilin yüzünden adamla boğaz boğaza geldik. "
boğaz kavgası: yaşamak için, geçinebilmek için yapılan didinme, uğraş. " hemen
bütün insanlar boğaz kavgasının içerisinde kaybolmuş durumdalar. "
boğazı kurumak: çok susamak, çok konuşmaktan ve bağırmaktan ötürü sesi çıkmaz
olmak. " boğazım kurudu, bir şeyler içelim de öyle gidelim. "
bohçasını koltuğuna vermek: işine son vermek, kovmak, başından defetmek. " hiç
sebepsiz yere bohçasını koltuğuna verip fabrikadan uzaklaştırdılar onu. "
bol keseden: ölçüsüz, çok fazla, bol bol. " bol keseden atıp tutmaya bayılır
bizim çocuk. "
borç harç: borç alarak ya da benzer yollara başvurarak (bir şeyi sağlamak). " borç
harç nihayet yaptırdık evin çatısını. "
borusunu çalmak: çıkar sağladığı kimsenin davasını gütmek. " o, yıllardan beri
tophane kabadayılarının borusunu çalar. "
borusu ötmek: sözü geçer olmak, dinlenilir olmak. " bizim sokakta hasan amcanın
borusu öter. "
boşa çıkmak: umulan gerçekleşmemek, netice vermemek, elde edilememek. " bütün
emeklerimiz boşa çıktı desenize. "
boş atıp dolu tutmak: umutsuz olarak girişilen bir iş, iyi netice vermek;
doğruluğuna inanmadan söylediği söz gerçek çıkmak. " hayatımızın boş atıp dolu tutmak
diye bir ilkesi olamaz. "
boş gezenin boş kalfası: işsiz güçsüz, aylak, boş gezip dolaşan kimse. " adam
boş gezenin boş kalfası, bir de işsizlikten yakınıyor. "
boş vermek: önem vermemek, aldırmamak, ilgisiz davranmak. " boş ver, bu hayat
böyle gelmiş, böyle gider. "
boy atmak: boyu uzamak, gelişmek, boylanmak. " çok çabuk boy attı sizin çocuk;
maşallah, delikanlı gibi olmuş. "
boy göstermek: 1. görünmek, belirmek. 2. gösteriş yapmak. " onun gelip gitmesinin
ardından olaylar boy gösterdi. "
boy ölçüşmek: yarışmak, değer yarışına girmek. " benimle boy ölçüşecek adam
daha anasından doğmadı. "
boynu bükük: yardım bekleyen; acınacak, kimsesiz, güçsüz, öksüz taktirde olan. " nerede
bir boynu bükük görsem içim yanar. "
boynu eğri: gelişi hoş bir nedenle, kendisini bir kimsenin dediklerini yapmaya
borçlu sayan. " o adamdan borç para aldığı için boynu eğri, bu sebeple yaptığı kötülüklere
ses çıkaramıyor. "
boynu kıldan ince olmak: adaletli yargı karşısında verilecek her cezaya razı
olmak. " gerçek adaletin karşısında boynum kıldan incedir. "
boynunun borcu: yapılması lazım olan ödev. " seni sevindirmek boynumun borcu
oldu bundan böyle. "
boynunu vurmak: başını keserek öldürmek. " boynunun vurulmasına ramak kala
hakkındaki hükmün kaldırıldığını öğrendi ve yer gök onun oldu sanki"
boyunun ölçüsünü almak: 1. iddia üstüne giriştiği bir işi başaramayıp yetersizliğini
anlamak. 2. biri tarafından haddi bildirilmek. 3. beklediği yakınlığı görememek. " boynunun
ölçüsünü aldı, böyle bir işe bir daha giremez. "
bozuk çalmak: bir şey yüzünden canı sıkılmış, yüzü asılmış olmak, sinirli
davranışlarda bulunmak. " biraz hasta oldu diye sağa sola bozuk çalıp duruyor. "
bozum etmek: bir kimseyi beklemediği bir davranış karşısında bırakarak utandırmak,
mahcup etmek. " adamı bozum etmeye bayılır bu ihtiyar, ona karşı dikkatli ol. "
bozum olmak: bir sözü ya da davranışı iyi karşılanmadığı için utanmak, utanacak
duruma düşmek. " onun düşüncesinin hiç de doğru olmadığını söylediğim vakit amma da
bozum oldu kadın. "
buluttan nem kapmak: çok alıngan olmak, en ufak şeylerden bile alınmak. " seninle
konuşmak imkânsız, buluttan nem kapıyorsun çünkü. "
bunda bir iş var: " bir olayın şimdilik bilinmeyen bir yönünün bulunması,
anlaşılamayan bir nedenin aranması" durumunu anlatmak için kullanılır. " polis, bunda
bir iş var diyerek olayın üstüne tekrar gitti. "
bundan iyisi can sağlığı: " bundan daha iyisi, en iyisi olamaz" anlamında
kullanılır. " bundan iyisi can sağlığı, haydi oturun bakalım sofraya. "
burnu bile kanamamak: tehlikeli bir durumdan yara bere almadan kurtulmak. " on
takla atan arabadan, burnu bile kanamadan çıktı, şaşılacak şey doğrusu. "
burnu havada (olmak): kendini çok beğenmiş, kibirli (olmak). " burnu havada
gezenlerden hiç hoşlanmam. "
burnu kaf dağında (olmak): çok fazla kibirli, herkese yukarıdan bakar (olmak). " iyi
ki bir araba aldı, burnu kaf dağında bir adam olup çıktı. "
burnundan (fitil fitil) gelmek: güzel bir durum, elde ettiği hoş bir şey,
sonra gelen üzüntüler üstüne kendisine zehir olmak. " yediğimiz yemeği burnumuzdan
getirmek mi istiyorsun ? sus artık! "
burnundan düşen bin parça (olmak): suratı çok asık (olmak). " ne olmuş bir
cam kırılmışsa, iki gündür burnundan düşen bin parça. "
burnundan kıl aldırmamak: olabildiğince huysuz olmak, kendisine hiç söz söyletmemek,
kendisinin eleştirilmesine fırsat tanımamak, en ufak yergiye tahammül göstermemek. " amma
da burnundan kıl aldırmaz bir adammışsın; söylesene, nasıl konuşacağız seninle ?"
burnundan solumak: işi başından aşkın olduğu için gözü hiçbir şey görmemek,
çok öfkelenmiş olmak. " adam burnundan soluyor, sakın üzerine gitme, yoksa konuştuğuna
pişman olursun. "
burnunun dikine gitmek: kendisine verilen öğütlere kulak asmayıp kendi bildiği
gibi davranmak, istediğini yapmak. " burnunun dikine gidersen, işte böyle eline yüzüne
bulaştırırsın işi. "
burnunun direği sızlamak: 1. çok acı duymak (maddî). 2. çok üzülmek. " soğuktan
burnumun direği sızladı. "
burnunun ucunu görmemek: 1. ileriyi görememek, meydana geleceği açık olanı görememek.
2. çok sarhoş olmak. 3. çok dikkatsiz ve dalgın olmak. " sen ki burnunun ucunu göremeyen
bir adamsın, seninle nasıl iş yapabilirim ben. "
burnunu sokmak: üstüne vazife olmadığı, gerekmediği hâlde her işe karışmak. " sen
de her işe burnunu sokmaktan geri durmazsın! "
burnu sürtülmek: ılımlı bir yol seçip gururundan vazgeçmek, sıkıntı çektikten
sonra daha önce beğenmediği bir durumu kabul etmek. " onun da burnunun sürtülmesine
az kaldı, kısa zamanda dik başlılığı bırakacak. "
burun kıvırmak: önem ve değer vermemek, küçümsemek, beğenmemek. " önüne konan
yemeklere burun kıvırıp sofradan kalktı. "
buyur etmek: misafiri karşılayarak içeri almak, " buyurun" diyerek saygı ile
yer göstermek ya da sofraya çağırmak. " misafirleri büyük bir şevkle buyur etti. "
buyurun cenaze namazına: hiç beklemedik kötü bir durum karşısında şaka yollu
üzüntü belirtmek için " ne yazık ki" anlamında kullanılır. " şunun yaptığına bakın,
buyurun cenaze namazına! "
buz kesilmek: 1. çok üşümek, donmak. 2. buz gibi soğumak, buz haline gelmek.
3. endişe, korku ve üzüntü veren bir durum karşısında donakalmak. " öldürdüğünü sandığı
adamı karşısında görünce buz kesildi. "
buz tutmak: üzerinde buz meydana gelmek, buzla kaplanmak. " göl buz tuttu. "
buz üzerine yazı yazmak: 1. birine tesiri olmayan sözler söylemek. 2. tesiri
ve müddeti çok kısa olan bir iş yapmak. " evet çocuklar, beni buz üzerine yazı yazan
bir adam konumuna getirmeyin! "
büyük oynamak: 1. büyük bir tehlikeyi göze alarak bir işe girişmek. 2. çok
fazla para koyarak kumar oynamak. " büyük oynadım, ya kaybedeceğim, ya da kazanacağım.
"
büyüklük göstermek: elinde her imkân varken kötülük yapmamak, affetmek, iyi
davranmak. " istese büyüklük göstermeyip onu buraya bir daha sokmazdı, erkek adammış. "
caka satmak: çalım satmak, gösteriş yapmak. " caka satmayı bırak da işine bak. "
cambul cumbul: pek sulu, suyu bol (yemek için). " yemek cambul cumbuldu ama lezzetli
olmuştu. "
cana can katmak: insanda hayata sevincini artırmak; insana neşe, heves ve
iç gücü vermek. " ah o cana can katan yaylaya bir daha çıkabilsem. "
can alacak yer (nokta): bir şeyin en önemli yeri, en temelli noktası. " meselenin
can alıcı noktasına bir türlü ulaşamadık. "
can atmak: gelişi hoş bir şeye sahip olmayı, ya da gelişi hoş bir şeye erişmeyi
çok istemek. " top oynamaya can atıyordu. "
can borcunu ödemek: ölmek. " beni korkutamazsın, bir can borcum var, onu da
öder kurtulurum. "
cana yakın: sevimli, sokulgan, insana pek sıcak davranan. " ne cana yakın bir
insanmış meğer. "
can baş üstüne: istenilen, arzu edilen şeyin büyük bir memnunlukla yapılacağını
anlatır. " can baş üzerine efendim, kasabaya varınca onu derhal göreceğim. "
can çekişmek: ölmek üzere bulunmak. " yanına vardığımızda hayvan can çekişiyordu. "
can damarı: bir şeyin en önemli noktası, en mühim unsuru; bir şeyin yaşaması
için en önemli araç. " babam evin can damarıdır. "
can damarına basmak: bir işin en önemli noktası üstünde durmak, ya da bir
şeyin en hassas noktasını açığa çıkarmak. " adamın en sonunda can damarına bastılar,
zararı da kendileri gördüler. "
can dayanmamak: bir acı, üzüntü, sıkıntı ve istek karşısında direnme gücü
kalmamak; dayanıklılığı yitirmek. " yıllarca uğraşıp didinip yaptığı ev bir anda kül
oldu, buna can mı dayanırdı ?"
can düşmanı: öldürmeyi bile düşünen, aşırı kin ve düşmanlık besleyen, dost
olmayan. " can düşmanları çevresinde cirit atıyorlardı. "
can evi: 1. yürek. 2. en hassas bölge. " onları can evlerinden vurmaya yemin
etti. "
can evinden vurmak: en etkileyici, en can alıcı yönden saldırmak; bir daha
yaşama imkânı kalmayacak biçimde vurmak. " onları can evinden vurmalıyız ki bir daha
bellerini doğrultamasınlar. "
can havli ile: ölüm korkusundan kaynaklanan kuvvetli bir tepkiyle (bir eylem
yapmak). " silâh sesini duyunca can havli ile yerinden fırladı. "
canı burnuna gelmek: bir şey yaparken çok güçlük çekmek, bunalmak. " kömürü
taşıdım ama canım da burnuma geldi. "
canı (gönlü) çekmek: bir şeyi istemek, istek duymak, çok arzulamak. " şimdi
o yeşil eriklerden olsa da yesek, öyle de canım çekti ki. "
canı çıkmak: 1. ölmek. 2. çok yorulmak. 3. çok yıpranmak. " onu razı edinceye
kadar canım çıktı. "
canı gitmek: önem ve değer verdiği, beğendiği bir şeye zarar gelecek diye
çok korkmak, kaygılanmak. " araba çizilecek diye canı gidiyor. "
canına değmek: 1. çok beğenmek, yararına yapılan işten ötürü çok sevinmek.
2. ruhu şad olmak. " büyükannenin canına değsin, ikramın bizi olabildiğince sevindirdi"
canına okumak: 1. bir kimseye büyük bir zarar vermek, kötülük etmek. 2. iyi
bir şeyi kötü hâle getirmek, heder etmek, harcamak. " yeni aldığım oyuncağın canına
okudu bir günde. "
canına tak demek: sabrı kalmamak, bir sıkıntıya dayanamaz duruma gelmek. " canıma
tak dedi bundan böyle, ya yaptıklarına son verirsin ya da burayı terkedersin! "
canına yandığım (yandığımın): kimi vakit sevgi ve hayranlık, kimi vakit da
kızgınlık ve öfke gibi duyguları anlatmak için kullanılır. " canına yandığımın adamı,
bizi saatlerce bekletti bu soğukta. "
canına yetmek: bezmek, bıkmak, bir zorluğa dayanamayacak duruma gelmek. " canıma
yetti bundan böyle bu işi yapmayacağım. "
canından bezmek: çektiği dertler yüzünden içerisinde olduğu hayatı bundan böyle istemeyecek
bir duruma gelmek. " ne yapayım böyle hayatı, beni canımdan bezdirdi! "
canını almak: öldürmek. " allah canını alsın da kurtulalım senden! "
canını bağışlamak: öldürebileceği bir kişiyi öldürmekten vazgeçmek. " ona kıyamadı
ve canını bağışladı. "
canını dişine takmak: büyük dertleri, tehlikeleri göze alarak bir işi
başarmaya çalışmak. " canını dişine takıp koca kayayı parçalamaya devam etti. "
canının içerisine sokacağı gelmek: birine karşı büyük ölçüde sevgi duymak, birinden
çok beğenmek. " öyle ki o yavrucağı canımın içerisine sokacağım geliyor! "
canını vermek: 1. hiçbir şey esirgememek. 2. bir şey uğrunda en değerli varlığını
feda etmeye, hatta ölmeye hazır olmak. 3. bir şeye aşırı ölçüde düşkün olmak. " vatan
uğruna kim can vermez ki ?"
canı tatlı: acıya, üzüntüye ve sıkıntıya katlanmayan. " öyle de canı tatlı
ki ne zaman bir şey taşınacak olsa bir bahane bulup ortadan kayboluyor. "
canı tez: sabırsız, beklemeye tahammülü olmayan, ivecen. " bekle de gör, ne
canı tez adamsın sen öyle! "
canı yanmak: 1. fizikî bir acı duymak. 2. bir işte zarar görmek, manevî bir
üzüntü duymak. " canını yakmadan ver o elindekini bana! "
can kalmamak: gücü, kuvveti kesilmek; bitkin bir duruma düşmek. " daha fazla
yürüyemeyeceğim, can kalmadı bende, siz gidedurun. "
can kaygısına düşmek: her şeyi bırakıp, içerisine düştüğü tehlikeden varlığını
kurtarma ve koruma çabasında olmak. " ortalık birbirine girip silâhlar patlamaya başlayınca
can kaygısına düştü zavallı kadın. "
can kulağıyla dinlemek: kendini vererek, büyük bir dikkatle dinlemek. " babasının
söylediklerini can kulağıyla dinlemeye başladı. "
canla başla: seve seve, her türlü zorluğa göğüs gererek, var gücüyle, hiçbir
fedakârlıktan kaçınmayarak. " hepsi canla başla çalıştı. "
canlı cenaze: çok zayıf, güçsüz, zayıflıktan kemikleri çıkmış kimse. " adam
canlı cenaze gibiydi. "
can pazarı: herkesin kendi canının kaygısına düştüğü ve kendi canını kurtarmaya
çalıştığı tehlikeli bir durum, yer. " ortalık toz dumandı; haykırışlar, inlemeler
ortalığı çınlatıyordu; insanlar can pazarının tam ortasındaydılar. "
can sağlığı: esenlik, kişinin sağlıklı olması. " ne demeli canım kardeşim,
inan bundan ötesi can sağlığı. "
can vermek: 1. ölmek. 2. ruha güç vermek, yaşar duruma getirmek. 3. bir şeyi
çok ister olmak. " adam bir kurşunda can verdi. "
can yakmak: 1. üzmek, acı vermek. 2. zulmetmek, eziyet etmek. 3. bir kimseyi
büyük zarar ve ziyana sokmak. " şu hareketlerinle canımı yakıyorsun. "
can yoldaşı: yalnızlıktan kurtulmak için birlikte yaşanılan kimse. " her insanın
bir can yoldaşına gereksinimi vardır. "
cart curt etmek: göz dağı vermek ya da övünmek amacıyla abartılı konuşmak. " karşımda
cart curt edip durma. "
cart kaba kâğıt: yüksekten atan, yapamayacağı şeyleri yapar gibi konuşan,
çalım satan kimselere karşı söylenen küçümseme ünlemi.
cebi delik: parasız, cebinde para tutmasını bilmeyen. " daha ne kadar cebi
delik dolaşacaksın. "
cebini doldurmak: karşılaştığı fırsatları değerlendirerek bol para kazanmak. " cebini
doldurmaktan başka bir düşüncesi yok adamın. "
ciğerimin köşesi: 1. çok sevdiğim. 2. sevgili evlâdım. " o, hâlâ benim ciğerimin
köşesidir. "
ciğerini sökmek: bir kimseyi büyük ölçüde zarar ve ziyana uğratmak. " söyle
ona, beni oraya getirtmesin, gelirsem ciğerini sökerim onun. "
cin çarpmışa dönmek: neye uğradığını anlayamayacak kadar kötü duruma düşmek. " bir
tokatta cin çarpmışa döndürdü adamı. "
cin fikirli: zeki, çok kurnaz, her vakit kendi çıkarını kollayan, çok anlayışlı. " endişelenmeyin;
o cin fikirli, o işin de üstesinden gelecektir. "
cinler cirit (top) oynamak: bir yerin ıssız, ürküntü verir olduğunu anlatmak
için kullanılır.
cinleri başına toplamak: öfkelenmek, kızmak, çok sinirlenmek. " zorla cinleri
başıma topladınız. "
curcunaya çevirmek (veya döndürmek): bir yeri kargaşa, şamata, gürültü patırtı
ile doldurup kimsenin ne dediğini anlamayacak hâle getirmek. " çocuklar bir dakikada
ortalığı curcunaya çevirdiler. "
cümbür cemaat: topluca, hep birden. " halamlara cümbür cemaat gitmeye karar
verdik. "
cümle kapısı: konak, saray gibi büyük binaların ana giriş kapısı. " devletin
ileri gelenleri konağın cümle kapısı önünde toplandılar. "
cüret etmek: ataklık etmek, yüreklilikle davranmak. " o, derhal herkesin yanısıra
söz söylemeye cüret eden bir yapıya sahipti. "
cürmü meşhut hâlinde yakalamak: bir kimseyi suçu işlerken şahitlerle birlikte
yakalamak.
Çaba göstermek: bir işi başarmak için uğraşmak, kuvvet harcamak. " çaba
göstermeden amacına ulaşamazsın. "
çağ açmak: yeni bir gidişin, tutumun öncüsü olmak; evrensel bir gidişe yol
açmak. " istanbul` un fethiyle yeni bir çağ açıldı. "
çakar almaz: işe yarar gibi görünse de esasında yararsız, bozuk olan. " çakar
almaz bir tabancayla bizi korkutacağını sanmıştı. "
çakı gibi: canlı ve atik, çevik. " çakı gibi delikanlı olmuş. "
çalıp çırpmak: eline ne geçerse (az ve çok) çalmak, bu yolla kazanç sağlamak. " yoksul
kalınca çalıp çırpmaya başladı. "
çanak yalayıcı: dalkavuk, çıkarı için dalkavukluk eden. " çanak yalayıcılar
gün geçtikçe artıyor. "
çan çan etmek: lazım luzumsuz devamlı konuşmak, yüksek sesle sürekli gevezelik
etmek. " başımda ne çan çan edip duruyorsun, kes bundan böyle şu sesini. "
çantada (torbada) keklik: " ele geçirilmesi o kadar kesin ki elde edilmiş
sayılır" anlamında kullanılır. " beni çantada keklik sanıyor ama yanılıyor. "
çaptan düşmek: önceleri iyi olan durumu sonradan bozulmuş olmak; çalışma
gücü, verimi tükenmiş olmak. " adamın bir ayda çaptan düşeceğini sandılar. "
çar çur etmek: luzumsuz, lüzumsuz yere harcayıp tüketmek. " paranı sakın çarçur
edeyim deme. "
çarıklı erkânıharp: daha ziyade öğrenimi olmayan ama kafası çalışan, kurnaz
ve uyanık köylüler için şaka yollu kullanılır.
çark etmek: dönmek, geri dönmek. " birkaç adım sonra çark ediniz. "
çarkına okumak: bozmak, çalışamaz hâle getirmek, zarar vermek; birine büyük
kötülük yapmak. " eline alır almaz saatin çarkına okudu. "
çarşamba pazarı: her şeyi açıkta olan, karmakarışık yer. " etrafı çarşamba
pazarı gibi yapmış çocuklar. "
çarşaf gibi: dalgasız, dümdüz ve durgun. " deniz çarşaf gibiydi. "
çat kapı: aniden, beklenmedik bir anda. " oturuyorduk, çat kapı çıkageldiler. "
çat pat: 1. ara sıra. 2. yarım yamalak, bir miktar. 3. vakitli zamansız, uygunsuz
zamanlarda. " çat pat okuması var diye mektubu ona uzattılar. "
çayı görmeden paçaları sıvamak: ham hayaller kurmak; henüz vakti gelmediği
hâlde yapılacak bir iş, meydana gelebilecek bir olay için hazırlıklara girişmek. " durun
bakalım hele, çayı görmeden paçaları sıvamayın, bir haber ulaşsın önce. "
çehre züğürdü: çirkin, suratsız, yüzü yakışıksız. " oğlanı çehre züğürdü bir
kızla evlenmek zorunda bıraktılar. "
çekip çevirmek: yönetmek, düzene sokmak, hâle yola koymak, çalışmasını sağlamak. " tek
başıma bu işi çekip çeviremem ki! "
çekip gitmek: savuşmak, bırakıp gitmek, kimseye danışmadan ayrılmak. " aradığını
bulamayınca çekip gitti. "
çekişe çekişe pazarlık (etmek): bir malı ucuza almak, ya da pahalıya satmak
için titizce uzun müddet yapılan pazarlık. " babam çok istediği atı alabilmek için,
atın sahibiyle çekişe çekişe pazarlık etmeye başladı. "
çene çalmak: gevezelik ederek, çok konuşarak zaman geçirmek. " komşu kadınları
çene çalmaya bayılırlar. "
çenesi düşük: geveze, çok konuşan, luzumsuz şeyler söyleyen. " senin kadar
çenesi düşük bir adam daha görmedim. "
çene yarıştırmak: karşılıklı gevezelik etmek, boş konuşmak. " sizinle çene
yarıştırılmaz doğrusu. "
çetele tutmak: hesap tutmak hedefi ile bir yere çizgiler çekmek. " ahmet
amca, veresiye verdiği mallar için çetele tutmaktan usanmıştı. "
çetin ceviz: 1. kırılması zor, kabuğu sert ceviz cinsi. 2. yola getirilmesi,
yenilmesi zor rakip; başarılması güç iş. " şimdi anlıyordu rakibinin ne deneli çetin
ceviz olduğunu. "
çevir kaz (ı) yanmasın: karşısındakini kıracak bir söz söylediğini fark edip
de çevirmeye kalkışanlara şaka yollu söylenir.
çıban başı: 1. çıbanın patlamak üzere olan tepe noktası. 2. kötü neticelerin,
uygunsuzlukların ana nedeni. " bu işte çıban başı mı olmak istersin ?"
çığır açmak: bir alanda yeni bir yol açmak; yeni bir tutum, izlenecek yöntem
bulmak. " bilim adamları kanserle mücadelede çığır açmak için kolları sıvadılar. "
çığırından çıkmak: yoldan sapmak, doğru ve ideal gidişten ayrılmak, bundan böyle
düzelemez hâle gelmek. " işler çığırından çıkmadan tedbir almalıyız. "
çıkar yol: çare, en tutarlı çözüm yolu. " sınıf geçebilmek için tek çıkar yol
ders çalışmaktır. "
çıkış yapmak: bir tartışma anında etkili söz ve sert davranışlarla düşüncelerini
belirtmek. " ani bir çıkış yaparak herkesi şaşırttı. "
çıkmaza girmek: çözümlenemeyecek, içerisinden çıkılamayacak bir duruma düşmek. " işler,
hiç ummadıkları bir anda çıkmaza girdi. "
çıngar çıkarmak: gürültü patırtı, karışıklık ve kavga çıkarmak. " çıngar çıkarmadan
oturtun şu kadını. "
çıt çıkarmamak: çok sessiz olmak, hiç ses çıkarmamak, gürültü yapmamak. " çocuklar
korkudan çıt çıkarmıyorlardı. "
çiçeği burnunda: çok taze, yeni koparılmış. " çiçeği burnunda bir haber getirmek
için yarışa girdi muhabirler. "
çifte kumrular: birbirlerini çok seven ve birbirlerinden ayrılmayan kimseler. " işte
çifte kumrular geliyorlar. "
çiğ süt etmiş olmak: soysuz ve namussuz olmak. " bu yürek yakıcı işi yapmak
için çiğ süt emmiş olmak gerek. "
çiğ yemedim ki karnım ağrısın: " herhangi bir suç işlemedim ki korku duyayım,
işi eksik yapmadım ki negatif sonuçtan kaygılanayım" anlamında kullanılır.
çile çekmek: üzüntü, eziyet, acı ve sıkıntı içerisinde yaşamak. " annen seni büyütünceye
kadar ne çileler çekti biliyor musun ?"
çile çıkarmak: 1. sıkıntılı bir işin veya durumun sona ermesini beklemek.
2. tasavvufta bir müridin belli bir eğitim safhasından geçmesi. " çile çıkarmayan
mürit olgunlaşamaz. "
çil yavrusu gibi dağılmak: toplu hâlde bulunmakta olan insanların her biri, gelişi hoş
bir sebeple bir yana dağılmak. " silâh sesini duyunca çil yavrusu gibi dağılmaya başladılar. "
çirkefe taş atmak: edepsiz, geçimsiz, kaba saba kimsenin tepkisine yol açacak
davranışlarda bulunmak. " şu çirkefe taş atıp da başını belâya sokmadan gir içeri! "
çivi kesmek: çok üşümek, donmak. " çocuklar soğuktan çivi kesmişlerdi. "
çocuk oyuncağı: önem verilecek değerde olmayan, kolay iş. " dereyi geçmek mi ?
çocuk oyuncağı benim için. "
çocuk oyuncağı hâline getirmek: bir işi sıkça değiştirip verilmesi gereken
önemde ele almamak, küçümsenir duruma getirip değerinden düşürmek. " ne şekil
adamlarsınız
siz, bu hoş işi çocuk oyuncağı hâline getirdiniz! "
çoğu gitti azı kaldı: işin en güç, en önemli, en büyük kısmı bitti, kalanı
önemsizdir. " ha gayret çocuklar, çoğu gitti azı kaldı. "
çok görmek: 1. esirgemek, bir kimseyi o şeye değer bulmamak. 2. bir kimsenin
yaptığını, davranışını yadırgamak. " gel, çok görme bana bu işi. "
çoluk çocuk elinde kalmak: genç, tecrübesiz, çocuk denecek kişilerin yönetimi
altında yaşar taktirde olmak. " ülke çoluk çocuk elinde mi kalacak ? allah korusun! "
çorap söküğü gibi gitmek: başlayan bir işin birbirine bağlı diğer bölümlerinin
kolaylıkla halledilmesi. " hele bir başla sen, bak nasıl çorap söküğü gibi gidecek
iş. "
çömlek hesabı: güvenilmez, yanlış hesap. " senin yaptığın çömlek hesabı, bir
muhasebeciye havale et işi. "
çuval gibi: kaba ve seyrek, bol ve ütüsüz. " pantolonun çuval gibi olmuş. "
çürüğe çıkmak: 1. işe yaramaz olduğu, sağlam olmadığı anlaşılarak bir yana
atılmak. 2. sağlığı el vermediği için askerlik görevine alınmamak. " çürüğe çıkmak
için can atanlar da yok değil bugün. "
çürük tahtaya basmak: tedbirsiz hareket edip, kötü sonuçlanacak bir işe girişmek. " allah
kimseyi çürük tahtaya bastırmasın. "
Dağa çıkmak:
hükümete, kanunlara karşı gelerek dağlara çekilmek, buralarda eşkıyalık etmek. " düğünü
basanlar dağa çıkmışlar. "
dağa kaldırmak: gelişi hoş bir sebepten ötürü birini zorla dağa veya ıssız
bir yere götürüp orada alıkoymak. " eşkıyalar, karakol komutanının oğlunu dağa kaldırmışlar;
ne diledikleri henüz belli değil. "
dağdan gelip bağdakini kovmak: daha sonradan geldiği bir yere ya da karıştığı
bir işte eskiden beri bulunmakta olan bir kişinin yerini almaya çalışmak. " şu densize bak
hele, dağdan gelip bağdakini kovuyor! "
dağ doğura doğura fare doğurdu: önemli gibi görünen şeylerden önemsiz bir
sonuç çıkması halinde söylenir.
dağları devirmek: çok büyük zorlukların altından kalkmak, ağır işleri başarmak. " o,
dağları devirir bir adamdır. "
dalavere çevirmek: yalan, dolan ve hile ile kötü bir iş yapmak; düzen kurarak
gizlice başkasını aldatmak. " yine bir dalavere çevirmesin bu adam! "
daldan dala konmak: çok sık, düşünce ya da husus değiştirmek. " daldan dala
konmayı bırak da bir işe sarıl bundan böyle. "
dalına basmak: hiç hoşlanmadığı şeyleri yaparak birisini öfkelendirmek. " dalıma
basıp da beni çileden çıkarma lütfen! "
damdan düşer gibi: aniden, yersiz olarak (söz söylemek). " damdan düşer gibi
söz söyleyince ortalık birbirine girdi. "
damgasını vurmak: biri ile ilgili kötü bir yargıya varmak. " allah`tan korkmazsan
ona hırsızlık damgasını vur da rezil olsun. "
damokles`in kılıcı: kişiyi korku ve basınç altında tutan büyük ceza tehdidi. " damokles`in
kılıcı gibi başımda dikilip durma öyle! "
danışıklı dövüş: şike; önceden aralarında bir anlaşma olduğu hâlde, sanki
böyle bir anlaşma yokmuş gibi davranarak başkalarını aldatmak. " danışıklı dövüş insanların
mertlik anlayışını tamamen öldürdü. "
dara getirmek: aceleye getirmek, gerektiği gibi vakit ayıramamak. " biraz erken
kalkalım da dara getirmeden yapalım işi, hoş olsun. "
dar boğaz: dertler ve zorluklar içerisinde geçirilen, geçici kabul edilip sonunda
ferahlık umulan durum. " evel allah bu dar boğazı da aşacağız. "
darda kalmak: 1. zor duruma düşmek. 2. paraca sıkıntı çekmek. " öğretmeninin
karşısında darda kalmak istemeyen ahmet, ödevini yapmayı hiç ihmal etmezdi. "
dar gelirli: geçim sıkıntısı çeken, kazancı normal olarak geçimini sağlamaya
yetmeyen. " dar gelirli ailelerin çocuklarının çoğu okulu yarıda bırakmak zorunda
kalıyorlar. "
dar kafalı: anlayışı, kavrayışı az; yeniliklere açık olmayan. " dar kafalı insanlarla
anlaşmak olabildiğince kolay değildir. "
davul çalmak: bir şeyi herkesin duyabileceği şekilde ortalığa yaymak. " davul
çalıp bizi elâleme rezil etti. "
defe (tefe) koymak: dedikodusunu yapmak, kınayan bir dille başkalarına anlatmak,
alaya almak. " sakın söyleme, yoksa bizi defe koyarlar. "
defterden silmek: ilişkisini kesmek, yok saymak, adını anmaz olmak, unutmak. " ali`yi
defterden iyice sildim. "
defteri kapamak: ilgiyi kesmek, uğraşmaz olmak, söz konusu işi yapmaz olmak.
" o defteri kapadık biz, bundan böyle soru sormayın.
deli divane olmak: bir şeyi, bir kimseyi aşırı derecede sevmek, ona tutkun
olmak. " delikanlı o kız için deli divane oluyordu. "
deli fişek: atak, delişmen, delice işler yapan, şımarık. " bırak bundan böyle şu deli
fişek adamla arkadaşlık etmeyi. "
deliksiz uyku: hiç uyanmadan, çok rahat, uzun müddet uyunulan uyku. " bu gece
deliksiz bir uyku çekip yorgunluğumu atmak istiyorum. "
demir atmak: 1. çapasını denize atmak. 2. bir yerde uzun müddet kalmak. " gemiler
fırtına başlayınca koya girip demir attılar. "
dem tutmak: bir çalgıya, bir başka çalgı veya sesle eşlik etmek.
denizden çıkmış balığa dönmek: yeni bir işe, ortama, duruma alışmakta güçlük
çekmek. " eski işinden ayrılıp, yeni işine başlayınca denizden çıkmış balığa dönmüştü. "
derdine düşmek: yapılması gereken bir şeyi gerçekleştirmenin yollarını aramak. " sana
ne ki o işin derdine düştün ?"
dert ortağı: 1. aynı derdin, sıkıntının içerisinde bulunmakta olanlardan her biri. 2.
bir kimsenin derdini paylaştığı, anlattığı yakın dostu. " onlar yıllar yılı birbirinin
dert ortağı olarak yaşamışlardı. "
destan olmak: yaptığı (kötü) bir işten dolayı şöhreti yayılmak. " karısına
bağırdı diye annesini kapıya attı, tüm civar köylere destan oldu. "
devede kulak: bütüne göre çok küçük bir parça. " onun yaptığı iş devede kulak
kalır. "
deve kini: bitmeyen, geçmeyen, unutulmayan büyük kin. " tam anlamıyla bir deve
kini besliyordu komşusuna karşı. "
dışı eli (seni) yakar, içi beni: " dıştan görünüşü, herkesi imrendirecek kadar
güzel ama içyüzü elverişsiz, kötü, sahibini üzücü" anlamında kullanılır. " ah bir
bilseler işin iç yüzünü, dışı eli yakar, içi beni. "
diken üzerinde oturmak: bir yerde tedirginlik duymak, her an kalkmak durumunu
belirtir olmak, huzursuz olmak. " inan, diken üzerinde oturuyorum şurada. "
dikiş tutturamamak: bir yerde, bir işte bir sebepten ötürü başarı sağlayamayıp
uzun müddet kalmamak. " bir şeyde dikiş tutturamadı, şimdi boşta gezip duruyor. "
dikiz etmek: bir yeri, olayı, birinin hareketlerini gizlice ve gözünü ayırmadan
dikkatlice izlemek.
dilden dile dolaşmak: her yerde, pek çok kimse tarafından bahis konusu olmak. " ata
sözleri dilden dile dolaşarak bugüne kadar geldi. "
dil dökmek: kandırmak, inandırmak ya da yararlanmak için tatlı sözler söylemek. " peşine
düşen çocuğu ne kadar dil döktüyse de evde kalmaya razı edemedi. "
dil ebesi: çok fazla ve esprili konuşan. " dil ebesi bir adam o, sen onunla
başa çıkamazsın. "
dile (dillere) düşmek: ile ilgili dedikodu yapılmak. " allah kimseyi dile düşürmesin,
kadıncağız sokağa çıkamaz oldu. "
dile gelmek: 1. konuşma kabiliyeti yokken konuşmak, dillenmek. 2. dile düşmek. " dile
geldi dağlar, avuttu onu! "
dili açılmak: gelişi hoş bir sebepten dolayı konuşamayan kimse, birden konuşmaya
başlamış olmak. " dili açıldı çok şükür! "
dilinden kurtulamamak: yaptığı bir kabahatten ötürü devamlı olarak, bir kimsenin
sitem, eleştiri ve sataşmalarına uğramak. " ne yapmalıyım da dilinden kurtulmalıyım
onun ?"
dilinde tüy bitmek: sıkça söylemekten bıkmak, usanmak. " size söyleye söyleye
dilimde tüy bitti. "
diline dolamak: 1. bir kimsenin dedikodusunu yapmak, kötü tarafını her yerde
söylemek. 2. bir şeyi her fırsatta söyler olmak.
dilinin altında bir şey olmak: bir kimsenin sözlerinden açıkça söylemediği
bir şeyler olduğu anlaşılmak. " dilinin altında bir şey olduğunu biliyorum ama bir
türlü söyletemiyorum. "
dilin kemiği yok ya! : 1. önceden söylediği sözü başka şekillere sokarak inkâr
etmek. 2. insan konuşurken bazı hatalar yapabilir, doğru ve yanlış her şeyi söyleyebilir.
dili olsa da söylese: " cansız nesneler, hayvanlar konuşabilseler, bazı olaylara
tanıklık edebilseler ne iyi olurdu" anlamında kullanılır.
dili tutulmak: gelişi hoş bir sebepten ötürü söz söyleyemez duruma gelmek. " sevinçten
dili tutuldu bizim kızın. "
dili uzun: incitici, kırıcı sözler söyleyen, saygısız kimse. " o uzun dilini
bana kestirmeden çek içeri! "
dili varmamak: bir sözü söylemeye gönlü razı olmamak. " sana git demeye dilim
varır mı sanıyorsun ?"
dillerde dolaşmak: her yerde kendisinden, ondan söz edilmek. " cephede gösterdiği
yararlılıklardan sonra adı dillerde dolaşır oldu. "
dillere destan olmak: bir olay veya meziyet halk arasında yayılmak. " ona öyle
bir oyun oynayacağım ki dillere destan olacak! "
diline pelesenk etmek: bir sözü her vakit, yerli yersiz tekrar etmek. " şey
sözünü diline pelesenk etmişsin, her cümlenin başında kullanıyorsun. "
dil uzatmak: bir kimse veya bir şey için kötü söz söylemek. " ben öğretmenime
dil uzattıracak adam değilim. "
dil yarası: acı, ağır ve kötü sözün gönülde bıraktığı kırgınlık. " bıçak yarası
geçer, dil yarası geçmez demişler. "
dimyat`a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak: daha iyisini elde etmek
uğruna çalışırken elindekilerini de yitirmek. " gel şu işten vazgeç, dimyat`a pirince
giderken evdeki bulgurdan da olma. "
dinden imandan çıkmak: çok sinirlenmek, öfkelenmek, kızgınlık duymak. " insanı
dinden imandan çıkarıyorsun, yapma şu hareketleri! "
dini bütün: dinin emirlerini eksiksiz yerine getirmeye çalışan, inancı sağlam
olan, dinine çok bağlı. " her müslüman dini tüm olmak mecburiyetindedir. "
dipsiz kile boş ambar: para, mal tutamayanın durumunu ya da verimsiz, sonuçsuz
bir işi anlatmak için kullanılır. " memurların işi tam anlamıyla dipsiz kile boş ambar,
sıfıra sıfır elde var sıfır. "
dirlik düzenlik: bir arada yaşayan, çalışan kimseler arasında iyi geçim,
güven, sevgi ve anlaşma hâli. " bir aileye önce dirlik ve düzenlik lazımdır. "
dirsek çevirmek: daha önce birlikte iş yaptığı, anlaştığı kimseden, bundan böyle
ihtiyaç duymadığı için yüz çevirmek; bir kimseyi kendinden uzaklaştıracak davranışlarda
bulunmak. " onun da dirsek çevireceğini hiç beklemezdim. "
dirsek çürütmek: okumak, öğrenim görmek için uzun yıllar çalışmak. " desene
boşuna dirsek çürütmüşsün. "
diş bilemek: öç almak, kötülük yapmak için fırsat kollamak; öfkesini gösterir
durum almak. " bana diş bilediği bakışlarından belli. "
dişe dokunur: hatırı sayılır, işe yarar, belirtilmeye değer, önemli. " dişe
dokunur bir iş yapmışsın, aferin çocuğum. "
diş geçirememek: devre dışı kalmak, güç yetirememek, hükmünü yürütüp sözünü
dinletememek. " bir çocuğa diş geçiremiyorsun, ne şekil annesin sen! "
diş gıcırdatmak: kızgınlığını, öfkesini kimi davranışlarıyla belli etmek. " dediğini
yaptıramayınca dişlerini gıcırdatmaya başladı. "
dişine göre: yapabileceği, gücünün yeteceği, becerebileceği, ideal bir taktirde. " tam
da dişime göre, onu yenebilirim. "
dişini sıkmak: darlığa, sıkıntıya dayanmak; her türlü zorluğa katlanmak. " biraz
daha dişini sıkmalısın, inşallah yakında rahata kavuşacağız. "
dişinin kovuğuna bile gitmemek: çok az gelmek (yiyecekler için). " açlıktan
kırılıyorduk, önümüzdeki yiyecekler dişimizin kovuğuna bile gitmeyecek kadardı. "
diz boyu: dize kadar (yükseklik veya alçaklık için). " çukuru diz boyu kazmışlardı. "
diz çökmek: 1. klasörü yere koyarak oturmak. 2. teslim olmak. " düşman askerleri
önümüzde diz çökmüşlerdi. "
dize gelmek: teslim olmak, boyun eğmek, yenilmek, güçlünün buyruğunu kabullenmek. "
bizim
kitabımızda dize gelmek yoktur! "
dize getirmek: kendisine karşı geleni alt ederek buyruğunu dinler duruma
getirmek, boyun eğdirmek. " iki saatte düşmanı dize getirebiliriz. "
dizgini (dizginleri) ele almak: yönetimi ele geçirmek, işi kendisi yönetmeye
başlamak. " dizginleri ele almazsak fabrika kargaşa içerisinde boğulup kalacak, üretim
yapılamayacak. "
dizginleri salıvermek: başıboş bırakmak, sıkı tuttuğu yönetimi gevşetmek. " yönetim,
dizginleri salıverince insanlar rahat bir nefes aldılar. "
dizini dövmek: çok pişman olmak. " çocuklarını ufak yaşta eğitmezsen sonradan
dizini döversin. "
doğmamış çocuğa don biçmek: henüz ele geçmemiş bir şey, gerçekleşmesi kesin
olarak bilinmeyen bir durum için hazırlık yapmak.
dolap çevirmek: hile, düzen ve dalavere ile iş yapmak. " yine ne dolap çeviriyor
acaba ?"
dolma yutmak: kanıp aldanmak. " ona dolma yutturacağını hiç sanmam! "
doluya koydum almadı, boşa koydum dolmadı: içerisinden çıkılamayan güç bir durum
karşısında
söylenir. " her yolu denedim, çözüm yolu bulamadım" anlamına gelir.
domuzdan kıl çekmek: sevilmeyen, eli sıkı olan, cimri bir kimseden bir şey
alabilmek. " domuzdan bir kıl koparmak kârdır. "
don gömlek: çıplak, üstünde yalnızca don ve gömlek var denilecek kadar soyunmuş
hâlde. " adamı, don gömlek kalacak kadar soydular. "
dökülüp saçılmak: 1. bir şey uğruna fazla para harcamak, masraf etmek. 2.
soyunmak, çok açık giyinmek. " düğün yapıyorum diye sakın dökülüp saçılma, yoksa kendini
toplayamazsın. "
dört ayak üzerine düşmek: tehlikeli bir durumdan hiç zarar görmeden kurtulmak. " nasıl
oluyor da, bu adam hep dört ayak üzerine düşüyor ?"
dört başı mamur: her yanı bakımlı, elverişli, hoş, tam istenildiği gibi. " alırsam
dört başı mamur bir ev alacağım. "
dört dönmek: bir işi yapmak için korku, heyecan, telâş, şaşkınlık içerisinde
sağa sola koşmak, çare aramak. " kadıncağız haberi alır almaz odanın içerisinde dört
dönmeye
başladı. "
dört elle sarılmak: yapacağı işe büyük bir önem verip itina göstererek girişmek. " başarılı
olmak mı istiyorsun, dört elle sarıl işine! "
dört gözle beklemek: özleyerek, çok isteyerek, büyük bir sabırsızlıkla beklemek. " annemin
yolunu dört gözle beklemeye başladım. "
dudak ısırmak: hayret etmek, şaşırmak. " beni karşısında görünce dudağını ısıracak
eminim. "
duman attırmak: geride bırakmak, zor duruma düşürmek, birini yıldırmak. " silâhını
çeken komutan etrafa duman attırmaya başladı. "
duman etmek: bozmak, ortalığı dağıtmak, yok etmek; yenmek, birine karşı başarı
sağlamak. " askerler ortalığı toz duman ettiler. "
dumanı üstünde: 1. çok taze (sebze ve meyve için). 2. çok yeni, üstünden
zaman geçmemiş. " şu elmalara bak, daha dumanı üzerinde bunların. "
durduğu yerde: 1. hiç gereği yokken. 2. kolaylıkla, hiç emek ve çaba harcamadan. " adam
durduğu yerde para kazanıyor, anlamadım bu işi! "
durup dinlenmeden: devamlı olarak, ara vermeden, arka arkaya. " yıllar yılı
durup dinlenmeden çalıştım sizin için. "
durup dururken: 1. birden bire, ansızın. 2. hiç gereği veya nedeni yokken. " durup
dururken bir tokat attı arkadaşına. "
düğün bayram etmek: çok sevinç duymak, topluca neşeli bir duruma kavuşmak. " ağabeyim
savaştan sağ salim dönünce ailece bayram ettik. "
düğün evi gibi: çok kalabalık ve telâşlı görülen yer. " hayrola, dün akşam
sizin sokak düğün evi gibiymiş! "
dümen çevirmek: düzen kurup, hileli iş yapmak. " yine ne dümen çeviriyorsunuz
siz ?"
dümen kırmak: yön değiştirmek.
dümen suyunda gitmek: birine bağımlı olmak, birinin tuttuğu yolu izlemek,
hemen her şeyde ona uyarak onun istediğini yapmak. " başkasının dümen suyundan gidenler
kişiliklerini bulamazlar. "
dünkü çocuk: deneyimi az, toy acemi. " dünkü çocukların aklına ihtiyacım yok
benim. "
dünya bir araya gelse: " bütün insanlar engel olmaya kalksa bile, hiçbir zaman, hiçbir
zaman, kim ne derse desin" anlamında, yine bildiğini yapma durumu için kullanılır. " dünya
bir araya gelse de ben o adamla barışmam. "
dünyadan elini eteğini çekmek: bir kenara çekilip toplum ile ilişkisini kesmek,
toplumun yaşayışına karışmaz olmak, daha çok ibadetle meşgul olmak ve dünya işleriyle
ilgilenmez olmak. " bizim komşu her nedense dünyadan elini eteğini çekti, görünmez
oldu sanki. "
dünya gözü ile: ölmeden önce, yaşarken. " dünya gözü ile almanya`daki kardeşimi
bir daha görsem. "
dünyalar onun olmak: olabildiğince çok sevinmek. " babası istediği oyuncağı getirince
dünyalar onun oldu sanki. "
dünyanın kaç bucak olduğunu anlamak: dünyada insanın başına neler gelebileceğini
öğrenmek, zorluklarla karşılaşmak, tecrübe kazanmak. " elbet sen de bir gün dünyanın
kaç bucak olduğunu anlayacaksın. "
dünyanın öbür ucu: çok uzak yer. " ali de dünyanın öbür ucunda oturuyor. "
dünya yıkılsa umurunda değil: hiçbir şeyle ilgilenmemek, umursuz olmak, sorumluluk
duymamak. " sakın `dünya yıkılsa umurumda değil` deme bana. "
dünyayı toz pembe görmek: iyimser olmak, üzücü durumlara bile iyi gözle bakmak. " bırak
artık şu dünyayı toz pembe görmeyi, aç gözlerini! "
düşe kalka: 1. işi kimi vakit iyi, kimi vakit kötü olarak güçlükle, uğraşa
uğraşa (yapmak). 2. biriyle yakın ilişki kurarak. " sokak serserileriyle düşe kalka
iyice bozuldu, sapıttı. "
düşeş atmak: umulmadık bir başarı kazanmak. " düşeş attı bizim oğlan, şimdi
yanına da yaklaştırmaz kimseyi. "
düşman kesilmek: düşman olmak, düşman gibi görünüp tavır almak. " yalnız benim
değil, tüm ailenin düşmanı kesilmişti. "
düşünüp taşınmak: bir meseleyi enine boyuna tartmak, hususu tüm yönleriyle
incelemek, iyice düşünüp ona göre davranmak. " acele etme, düşünüp taşın öyle karar
ver. "
düttürü leylâ: gülünç, garip, daracık ve kısacık giyinmiş kadın. " sana hiç
yakışmamış, düttürü leylâ gibi olmuşsun. "
ecel teri dökmek: çok korkmak, heyecan içerisinde bulunup terlemek, korku ve
bunalım içerisinde olmak. " köprüden geçerken ecel terleri döktüler. "
eceli gelmek: ölmek, sonu gelmek, yok oluş zamanı gelmek. " herkesin eceli gelecek
ve bu dünyadan göçecek. "
eceline susamak: ölümüne yol açacak kadar tehlikeli işlere girişmek. " bırak
o silâhı elinden, eceline mi susadın sen ?"
eciş bücüş: çarpuk çurpuk, eğri büğrü, düzgün yanı olmayan, çirkin bir şekil
almış bulunmakta olan. " eciş bücüş bir yazıyla karşılaşınca şaşırdı. "
edebiyat yapmak: bir işe yaramayan, hususu açıklamaya yetmeyen, gerçeği yansıtmayan
süslü, parlak ve luzumsuz sözler söylemek. " edebiyat yapmaya amma da meraklı bir
insanmış. "
efkâr dağıtmak: sıkıntıyı gidermek, üzüntüyü yok etmeye çalışmak. " sahile
efkâr dağıtmak için inmiş olmalı. "
eğri (gözle) bakmak: kötü düşünce besleyerek bakmak. " o, hiç kimseye eğri
gözle bakmazdı. "
ekmeğinden etmek: işinden çıkarmak veya atmak. " adamı durup dururken ekmeğinden
ettiler. "
ekmeğine yağ sürmek: birinin yararına göre eylemde bulunmak, istemese de birinin
işine yarayacak şekilde hareket etmek. " o işi bana vermemekle yabancıların ekmeğine
yağ sürdün sen. "
ekmeğini kazanmak: geçimini temin edecek, ihtiyaçlarını karşılayacak parayı
kazanmak. " kaygılanma, ekmeğini kazanmasını bilir o. "
ekmeğini taştan çıkarmak: en zor işleri bile yapıp geçimini sağlayacak becerilikte
olmak, her türlü işi yapmak. " ekmeğini taştan çıkaran insanların arasına katılmakta
gecikmedi. "
ekmek kapısı: çalışıp para kazanılan, geçim sağlayan iş yeri. " o dükkân benim
ekmek kapım, hiçbir zaman satmam, satamam onu! "
ekmek parası: kazanç, geçinmek için kazanılan para. " ekmek parası kolay kolay
kazanılmıyor. "
eksik gedik: küçük tefek gereksinimler. " ikramiye ile eksiği gediği kapadılar. "
ekşi yüz: somurtkan, asık yüz. " onun ekşi yüz göstermeye hakkı yoktu. "
el altından: kimsenin haberi olmadan, gizlice. " parayı el altından verdi. "
el atmak: 1. bir işe girişmek. 2. birisinin işine karışmak. " üstüne vazife
olmayan işe el atma sakın !. . "
el basmak: yemin etmek, kutsal bir şey üstüne el koyarak ant içmek. " kur`ân`a
el basarım ki bu işi ben yapmadım. "
elde avuçta bir şey kalmamak: parasını, malını, bütün varlığını harcayıp bitirmiş
olmak. " elde avuçta bir şey kalmayınca ne yapacağını şaşırdı. "
elde etmek: 1. bir şeye sahip olmak. 2. bir kimseyi kendi yanına çekmek. " onun
gibi dürüstleri elde edemezsin, boşuna uğraşma. "
elde kalmak: 1. bir malın satılmayıp geride kalan kısmı. 2. harcanandan arta
kalmış olmak. " şu kasadaki üzümler elde kaldı. "
elden çıkmak: malı olmaktan çıkmak. " o arsa elden çıktığı için üzüldüm. "
elden düşme: az kullanılmış. " elden düşme bir araba aldı. "
elden ele dolaşmak: pek çok kişi tarafından kullanılmak, bir çok sahip eline
geçmek. " elden ele dolaşan atı nihayet geri almayı başardı. "
elden gitmek: bir şeyi yitirmek, ondan yoksun kalmak. " bütün mal mülk bir
hiç uğruna elden gitti. "
ele almak: 1. bir şey üstünde çalışmaya başlamış olmak. 2. incelemek, araştırmak
veya tenkit etmek. " konuyu yeni baştan bir daha ele alalım. "
ele geçirmek: sahip olmak, kaçan bir kimseyi yakalamak. " şu toprak parçasını
da ele geçirdik mi işimiz tamam demektir. "
el elde baş başta: 1. masrafla para birbirine denk geldi. 2. yapılan işin
sonunda ne kâr ne de zarar edildi. " alışverişten el elde baş başta döndü. "
el ele vermek: güçleri birleştirip işbirliği yapmak, yardımlaşmak. " bu yolu ancak
el ele verirsek yapabiliriz. "
el emeği: 1. elle yapılan işe harcanan emek. 2. elle yapılan çalışmanın karşılığı. " el
emeğinin karşılığı değildir bu para. "
ele vermek: bulunduğu yeri haber vererek suçluyu yakalatmak. " katili ele vermeyi
kafasına koyarak sokağa çıktı. "
eli açık: cömert, çok para harcayan, sakınmadan para verebilen. " eli açık
olan insanları severim. "
eli ağır: 1. olabildiğince yavaş iş yapan. 2. vurunca çok acıtan. " eli o kadar ağırmış
ki enseme gülle düştü sandım. "
eli altında olmak: 1. istediği anda ele alıp kullanabileceği bir yerde bulunmak.
2. buyruğunda olmak. " iyi bir usta, araç ve gereçlerinin elinin altında olmasını
ister. "
eli ayağı tutmak: iş yapabilecek güçte olmak, bedenî gücü var olmak. " çok
şükür şimdilik elimiz ayağımız tutuyor. "
eli bayraklı: kavgacı, şirret, edepsiz. " onun eli bayraklı bir kadın olduğunu
daha yeni anladınız. "
eli bol: cömert, esirgemeyen, çok para ve eşyası olan. " duyduğumuza göre hasan
çavuş eli bol bir insanmış. "
eli boş dönmek: umduğunu alamadan geri dönmek. " eli boş döneceği hiç aklıma
gelmezdi. "
eli böğründe kalmak: çaresiz kalmak, bir şey yapamaz duruma gelmek, başarısızlığa
uğramak. " tek hayvanın öldüğünü görünce eli böğründe kaldı. "
eli cebine gitmemek (veya varmamak): cimri olmak, para harcamaya kıyamamak. " ondan
da yardım istediler, ancak eli cebine bir türlü gitmedi, arkasını dönüp uzaklaştı. "
eli çabuk: süratli iş gören. " eli çabuk adamlara ihtiyacımız var. "
eli darda: geçimi için para sıkıntısı çeken. " eli darda insanlara yardım etmek
insanlık borcudur. "
eli değmemek: bir işi yapmaya vakit bulamamak. " odanı temizlemeye elim değmiyor. "
elifi görse mertek sanır: cahil, okuması yazması yoktur. " ona mı akıl danışıyorsun,
elifi görse mertek sanır o. "
eli hafif: incitmeden, can yakmadan iş gören. " iğneyi hatice hemşireye vurdurun
eli hafiftir onun. "
eli kalem tutmak: 1. yazı yazmayı öğrenmiş olmak. 2. düşüncelerini derli toplu hoş
bir ifade ile yazabilmek. " elin kalem tutmaz mı senin ?"
elinden iş çıkmamak: çabuk iş yapamamak. " bırakın onu, elinden iş çıkmaz birine
ihtiyacımız yok. "
eline su dökemez: sözü edilen kişi, değerce ondan çok geride. " sen hamur açmakta
fatma`nın eline su dökemezsin. "
elini çabuk tutmak: hızlı davranmak, acele etmek. " elimizi çabuk tutup şu
kömürü yağmura yakalanmadan taşıyalım. "
elini kana bulamak: birini öldürmek veya yaralamak. " zavallı çocuk, boş yere
elini kana buladı. "
elini kolunu sallaya sallaya gelmek: bir işten netice almaksızın dönmek, gelirken
hiçbir armağan getirmemek.
elini sıcak sudan soğuk suya sokmamak: çok nazlı olmak, evde hiçbir iş yapmamak,
zor işlerden kaçınmak. " ne kadınmış o da, elini sıcak sudan soğuk suya soktuğunu
görmedim daha! "
eli sıkı: kolay para harcamayan, cimri, çok tutumlu. " bu kadar eli sıkı bir
adam olmak zorunda değilsin. "
eli uzun: hırsız, fırsat buldukça bir şeyler aşırmaktan geri kalmayan.
eli varmamak: bir işi yapmaya gönlü razı olmamak. " bulaşıkları yıkamaya bir
türlü elim varmıyor. "
eli yatmak: bir işe eli alışkın olmak, bir işi yapabilecek el becerisi bulunmak.
eliyle koymuş gibi bulmak: aradığı şeyi söylenen yerde çok kolay bulmak. " onca
şeyin arasında küçücük düğmeyi eliyle koymuş gibi buluverdi. "
el kadar: ufak, küçücük. " el kadar çocuk işime karışamaz benim. "
elle tutulur gözle görülür: çok açık, gizli bir tarafı yok. " şu zamana kadar
elle tutulur gözle görülür bir iş yaptın mı sen ?"
emeği geçmek: bir şeyin yapılmasında kendisinin de katkısı bulunmak. " şu caminin
yapımında kimlerin emeği geçmedi ki. "
emek vermek: bir şeyin meydana gelmesi için itinayla ve çok çalışmak. " iyi bir
sonuç mu almak istiyorsun ? emek ver, gayret et. "
emir kulu: kendisine emredilen işi yapmak zorunda olan kimse. " emir kulu olmak
o kadar da kolay değil. "
eninde sonunda: nihayet, en sonunda. " eninde sonunda onu bulacağım. "
enine boyuna: 1. her yönü ile, eksiksiz, tüm olasılıkları göz önünde tutarak.
2. iri yarı, gösterişli (adam). " şu meseleyi enine boyuna bir kez daha düşünelim. "
ensesi kalın: parası çok, varlıklı, sözü geçer, ödeme gücü yüksek (kimse). " neden
şu ensesi kalın adamlardan yardım istemiyorsunuz. "
ensesinde boza pişirmek: sıkıştırıp tedirgin etmek, eziyet etmek. " işlerin
yavaş gittiğini gören patron işçilerin ensesinde boza pişirmeye başladı. "
ensesine yapışmak: yakalamak. " bir hamlede ensesine yapıştı çocuğun. "
ense yapmak: yemek, içmek ve keyfine bakmak, hiç iş yapmamak. " ense yapmayı
bırak da bir miktar işle ilgilen. "
esamisi okunmamak: adı anılmamak, değer verilmemek. " onun buralarda hiç esamisi
okunmaz. "
es geçmek: dikkate almamak, sözleri arasında o hususa dokunmamak. " borç meselesini
es geçmesine fırsat vermeyin. "
esip savurmak: bağırıp çağırmak, öfke ile atıp tutmak. " davet edilmediğini
öğrenince esip savurmaya başladı. "
eski çamlar bardak oldu: devir değişti, eski durumların, tutumların bir önemi
kalmadı.
eski defterleri karıştırmak: eski olayları, işleri bir çıkar umuduyla tekrar
ele almak, tekrardan gündeme getirmek. " eski defterleri karıştırmayı bırak artık".
eski hamam eski tas: hiçbir şey değişmemiş, eski taktirde kalmış. " köy tıpkı,
insanlar tıpkı, eski hamam eski tas. "
eski kafalı: yeniliğe açık olmayan, yaşayış ve düşünce itibariyle eskiye
bağlı. " eski kafalı insanlar gittikçe azalıyor mu ne ?"
eşeğini sağlam kazığa bağlamak: işini güvenli kılacak tedbirler almak. " ne
demişler: eşeğini sağlam kazığa bağla, sonra allah`a ısmarla. "
eşek kadar: büyük, iri; aşırı derecede gelişmiş. " eşek kadar oldu ama hiç
söz dinlemiyor. "
eşek sudan gelinceye kadar dövmek: adamakıllı, çok ve iyi dövmek. " eğer aklını
başına toplamazsan seni eşek sudan gelinceye kadar döveceğim, anladın mı ?"
eşek şakası: ağır, hoşa gitmeyen, incitici, kaba şaka. " ben eşek şakasından
hiç hoşlanmam. "
eşiğine yüz sürmek: bir isteğinin yerine getirilmesi için bir kimseye yalvarmak,
önünde eğilmek. " insanların eşiğine yüz sürülmemesi gerekmektedir. "
eşiğini aşındırmak: bir işi yaptırmak, gördürmek için bir yere çok gidip
gelmek. " şu köy yolu için hükümet eşiğini aşındırıp durduk. "
etekleri zil çalmak: çok sevinmek, işler yolunda olmak. " yazılı sınavı umduğundan
iyi geçen halit`in etekleri zil çalıyordu. "
eti ne butu ne ?: 1. imkânları, parası az. 2. çelimsiz, zayıf, ufak. " ona
baskı yapma, zavallının eti ne butu ne ?"
eti senin kemiği benim: çocuk velilerinin öğretmene ya da ustaya çocuğun
eğitiminde kendine tam yetki verdiğini anlatmak için söylenir.
etrafında dört dönmek: istediğini elde etmek amacıyla bir kimsenin, bir şeyin
yanından ayrılmamak, ona aşırı ilgi göstermek. " çocuklar nasreddin hoca`nın çevresinde
dört dönmeye başladılar. "
ev açmak: ayrı bir eve çıkmak, yerleşmek. " evlendikleri günün ertesinde ev
açmaya karar verdiler. "
evde kalmak: yaşı ilerleyen kızın evlenememesi. " evde kalmak korkusu zavallı
kızı yiyip bitiriyordu. "
evlât acısı gibi içerisine çökmek: kaybettiği bir şey için çok üzülmek. " bahçeye
diktiği güllerinin dipten sökülüp atılması evlât acısı gibi içerisine çökmüştü. "
eyere de gelir semere de: her işe uyar, her işe yarar, ince işler için de
kaba işler için de kullanılabilir.
eyvallah demek: 1. razı olmak, kabul etmek. 2. ayrılırken " allah`a ısmarladık"
anlamında kullanılır.
eyvallah etmemek: minnet altına girip boyun eğmemek. " aç kaldı, susuz kaldı
ama kimseye eyvallah etmedi. "
fareler cirit oynamak: bir yer ıssız olmak, kimseler bulunmamak. " koca köyde
fareler cirit atıyordu. "
farkına varmak: gözüne çarpmak, orada bulunduğunu anlamak, fark etmek. " o
kalabalıkta senin farkına varacaklarını sanmıyorum. "
feleğin çemberinden geçmek: yaşamda çok günler görmüş, acı tatlı olaylar
yaşayıp tecrübe kazanmış, olgunlaşmış. " o ihtiyar mı ? feleğin çemberinden geçmiş
biridir o. "
fellik fellik aramak: telâşla, derhal her köşeye bakarak heyecanla aramak. " bütün
her yeri fellik fellik aradım ama bıçağı bulamadım. "
fena etmek: kötü duruma düşürmek, işini bozmak, zor taktirde bırakmak, dövmek. " biraz
daha konuşursan seni fena edeceğim. "
fermanlı deli: deli olduğu herkesçe bilinen, zır deli. " halk bu ülkeyi fermanlı
delilerin eline bırakmayacaktır. "
ferman dinlememek: kural, yasa, söz dinlememek; hiçbir yerden buyruk almamak. " âşığın
gönlü ferman dinlemez oldu. "
fırıldak çevirmek: düzen kurmak, hileli iş görmek. " yine ne fırıldak çeviriyorsun
sen ?"
fırsat düşkünü: çıkar sağlamak, kötülük yapmak için fırsat kollayan kimse. " fırsat
düşkünü insanlardan nefret ederim. "
fikir almak: birinin düşüncesinden yararlanmak. " fikir alınacak insanlar konularında
ehil kişiler olmalı. "
fikir vermek: 1. bir konuda düşüncesini bildirmek. 2. bir konuda yol gösterici
bilgi edinmek. " nasıl yapmalıyım ? bana bir miktar fikir versenize. "
fikir yürütmek: bir husus üstünde kendi düşüncesini söylemek, tahminlerde
bulunmak. " bu konuda fikir yürütmek işime gelmiyor. "
fink atmak: hiçbir şeye aldırmadan gönlünce gezip eğlenmek, şurada burada
oynayıp zıplamak.
fiskos etmek: birilerinin bulunduğu bir yerde birkaç kişi gizlice ve alçak
sesle konuşmak. " utanmıyor musunuz bu kadar kişi içerisinde fiskos etmeye ?"
fitil olmak: 1. çok içip sarhoş olmak. 2. aşırı ölçüde kızmak. " fitil oluyorum
şu adamın hareketlerine! "
fiyat biçmek: bir şeyin değerini belirlemek, para karşılığını tespit etmek. " bu
malın ücretini biçmek o kadar kolay değil. "
fiyat kırmak: ücreti birilerinin verdiğinden az vermek, ücreti düşürmek. " müteahhitlerden
ikisi anlaşarak ihalede fiyat kırma yoluna gittiler. "
fol yok yumurta yok: ortada (bir husus ile ilgili) hiçbir belirti olmadığı
hâlde varmış gibi bir kuşkuya düşmek. " henüz ortada fol yok yumurta yok, sen adama
para ödemeye kalkışıyorsun. "
fora etmek: açmak, çözmek. " bütün yelkenleri fora ettik. "
formül bulmak: bir çözüm, işi çözümleyecek çıkar yol bulmak. " sabahtan beri
bir formül bulmaya çalışıyorum, sense yatıyorsun! "
forsu kalmamak: sözü geçmez olmak; bir konuda saygınlığı, gücü kalmamak. " adamları
arasında da forsu kalmayacak onun. "
foyası meydana çıkmak: yalanı, dolanı, hilesi, kötü meziyeti, hatası ortaya
çıkmak. " yakında onun da diğerleri gibi foyası meydana çıkacak. "
fukara babası: yoksulları koruyup gözeten, onlara yardım elini uzatan, elden
geldiğince yardım etmeyi seven kimse.
funda demir etmek: demir atma komutu vermek. " körfeze iyice girince kaptan
funda demir edin dedi. "
fütur getirmemek: bezginlik getirmemek, umutsuzluğa düşmemek. " sakın fütur
getirme, göreceksin başaracağız. "
Gafil avlanmak:
hiç beklenmedik bir sırada yakalanmak, habersiz ve hazırlıksız olduğu sırada zor
duruma düşürülmek. " ben gafil avlanacak bir insan değildim ama oldu bir kere. "
gaflet basmak: uykusu gelmek. " siz konuşurken beni bir gaflet bastı ki hiç
sorma, sizin konuştuklarınızı anladım diyemem. "
gam yememek: kaygılanmamak, tasa etmemek, üzülmemek. " seni bir kez daha gördüm
ya, bundan böyle gam yemem. "
gani gönüllü: cömert, eli bol, vermekten kaçınmayan. " gani gönüllü insanlara
artık günümüzde pek rastlanmıyor. "
gâvur etmek: boşuna harcamak, işe yaramaz duruma getirmek, yerinde harcamamak. " onca
parayı bu eve verip gâvur etti. "
gâvur inadı: yok edilemeyen, önüne geçilemeyen, yumuşatılamayan inat. " adamın
yine gâvur inadı tuttu, gelmem deyip duruyor. "
gece kuşu: geceleri gezip dolaşan, bunu huy edinen kimse. " bizim oğlan iyice
gece kuşu oldu. "
geceyi gündüze katmak: ara vermeden, sürekli çalışmak; büyük çaba göstermek. " geceyi
gündüze katıp çalıştık ve bu evi yaptık. "
geçer akçe: herkesçe aranılan, beğenilen, değerli (şey). " elimizdeki tek geçer
akçemiz şu arabadır. "
geçimini sağlamak: yaşamak için lazım olanı elde etmek. " geçimini sağlamak
için derhal her yola başvurdu. "
geçti bor`un pazarı (sür eşeğini niğde`ye): " iş işten geçti bundan böyle, fırsatı kaçırdın"
anlamında kullanılır.
gel gelelim: " fakat, ama, ancak" ve " ne çare ki.. " anlamlarında kullanılır. " gel
gelelim onlara, daha teklifimizi kabul etmediler. "
gelip çatmak: zamanı gelmek, kaçınılmaz olmak, çok yakında olmak. " ödeme gününün
gelip çatacağını hiç düşünmedin mi ?"
gel keyfim gel: bir durumdan duyulan memnunluk, işlerin yolunda gitmesi anlatılır.
gel vakit git zaman: aradan epeyce bir vakit geçtikten sonra. " gel vakit git
zaman bu ikisi beraberce yaptılar bu evi. "
gemi azıya almak: 1. söz dinlemez olmak. 2. at, gemi azıları arasına alıp
etkisiz bırakarak süvarisinin yönetiminden çıkmak ve kendi istediğince koşmak.
geri basmak: geri geri gitmek. " heyecanlanınca geri basmaya başladı. "
geri çekilmek: 1. kaçmak, bulunduğu yerden arka arkaya doğru gitmek. 2. karıştığı
bir işi sürdürmekten ya da sürdürenler arasında bulunmaktan vazgeçmek. " düşmanın
çokluğu karşısında geri çekilmekten başka çaremiz kalmamıştı. "
geri çevirmek: 1. iade etmek, geldiği yere göndermek, kabul etmemek. " ona
aldığım hediyeyi rüşvettir diye geri çevirdi. "
geri durmamak: bir işe girmekten kaçınmamak, o işe girişmek. " ona bu işi yapmaktan
geri durmamasını söyle, sonunda başaracaktır. "
gıcık tutmak: bir müddet boğaz gıcıklanmasına yakalanmak, konuşamamak. " gıcık
tuttuğu için konuşmasını yarıda kesmek zorunda kaldı. "
gık dememek: hiç sesini çıkarmamak, yakınmamak, karşı çıkmamak. " bütün hepsi
üzerine yürüdü ama o gık demedi. "
gına gelmek: usanmak, bıkmak. " bu işten gına geldi bundan böyle. "
gırtlağına kadar borca girmek: pek çok, ödenmesi zor olacak biçimde borçlanmak. " nasıl
gülerim, gırtlağıma kadar borca girdim. "
gırtlak gırtlağa gelmek: kıyasıya dövüşmek ya da dövecek hâle gelmek. " komşumla
gırtlak gırtlağa gelecektik az kalsın. "
gidiş o gidiş: " gitti ve kendisinden bir daha haber alınamadı" anlamında
kullanılır.
göbeği çatlamak: pekçok zorlukları yenmek için çok uğraşmak, pek çok çaba
sarf etmek. " onu razı edeceğim diye göbeğim çatladı. "
göbek adı: yeni doğan çocuğun göbeği kesilirken konulan ad. " senin göbek adın
nedir ?"
göğsü kabarmak: iftihar etmek, övünç duymak. " senin başarılarınla göğsüm kabarıyor
oğlum. "
göğüs geçirmek: üzüntülü bir biçimde soluk almak, içini çekmek. " eski hatıraları
gözünde canlanınca derin derin göğüs geçirdi. "
göğüs germek: bir zorluğa dayanmak, karşı koymak. " bu güne pekçok zorluklara
göğüs gererek geldik. "
göklere çıkarmak: aşırı ölçüde övmek. " adamı bu basit iş için göklere çıkartıp
şımarttıkça şımarttılar. "
gökten zembille mi indi ?: " ona niçin ayrıcalık gösteriliyor ?", " onun ne özelliği
var ki ona özel imkânlar tanınıyor ?" anlamında kullanılır.
gölge etmek: 1. ışığa engel olmak. 2. bir işin yapılmasına engel olmaya çalışmak. " gölge
etme de şu işi vaktinde yapayım. "
gölgesinden korkmak: çok korkak olmak, en basit işlere bile girmekten korkar
olmak. " gölgesinden korkan adamlarla hiçbir işe girilmez. "
gönlü bol: yeterli imkânlardan mahrum olmasına karşın eli açık davranan,
cömert.
gönlü kara: başkaları ile ilgili kötü düşünen, onların iyiliğini istemeyen.
gönülden geçirmek: bir şeyi yapmayı düşünmek, olmasını istemek, o şeyi düşünür
olmak. " ben de o işi yapmayı gönlümden geçirmiştim. "
gönlünden kopmak: birine iyilik yapma ya da bir şeyi verme isteği, içerisinde
aniden doğuvermek. " gönlünden kopanı vermek kadar hoş bir şey olamaz. "
gönlüne göre: isteğine ideal olarak, dilediğine göre. " allah gönlüne göre
verir inşallah. "
gönlü tok: fazla para ve mal istemeyen, zorunlu gereksinimi kadarı ile yetinen,
imkânları az da olsa bunu hissettirmeyen, bu taktirde dahi cömert olan. " onun kadar
gönlü tok bir adam görmedim. "
gönül eri: açık yürekli, güvenilir, hoşgörüsü geniş, ehli dil (kimse). " o
ihtiyar adam tam bir gönül eriydi. "
gönül kırmak (yıkmak): birini çok üzecek, gücendirecek davranışta bulunmak. " gönül
kırmakta üzerine yoktur onun. "
gönül okşamak: birini güzel bir davranış ve sözle sevindirmek. " gönlünü okşamak
mı istiyorsun, bir gül uzat ona. "
gönül yapmak: hoşa giden davranışlarla veya sözle birinin kırgınlığını gidermek.
görüş açısı: bir soruna yaklaşma, onu ele alma şekli. " dar bir görüş açısı
ile problemler çözümlenemez. "
göz açamamak: işlerinin yoğun oluşu sebebiyle başka bir şeyle ilgilenme imkânı
bulamamak. " şu büronun işleri yüzünden göz açamıyorum. "
göz açıp kapayıncaya kadar: çok çabuk, kısa bir zamanda. " o işi göz açıp kapayıncaya
kadar yaparız. "
göz açtırmamak: basınç altında bulundurarak başka bir şeyle uğraşmasına fırsat
vermemek. " çalışan işçilere hiç göz açtırmadı. "
göz alıcı: alımlı; biçimi, rengi ve güzelliği ile dikkat alımlı. " oldukça göz
alıcı bir elbise. "
göz atmak: kısaca, dikkatli değil de şu şekilde bir bakıvermek; üstünde fazla
durmadan elden geçirmek. " kütüphaneye şu şekilde bir göz atıp gitti. "
göz boyamak: gösterişle aldatmak, bir şeyi iyi gibi göstermek, kandırmak,
yanıltmak.
göz bebeği: pek değerli, sevgili, çok önem verilen (kimse). " babam benim göz
bebeğimdir. "
gözdağı vermek: korkutmak, tehdit etmek, istediğini yaptırmak için yıldırmak. " ona
öyle bir gözdağı verin ki bir daha buralara ayak basmasın! "
gözden çıkarmak: bir malın elinden çıkmasına katlanmak, bir şeyden vazgeçmek
ve yokluğuna razı olmak. " evi ister istemez gözden çıkardılar. "
gözden düşmek: kendisine daha önce duyulan sevgi ve ilgiyi kaybetmek. " eskisi
gibi top oynayamayan ali bir senede gözden düştü. "
gözden geçirmek: 1. okumak. 2. durumu incelemek. 3. meziyetini anlamak için
bir şeyin her yanına bakmak. " yapılan işleri gözden geçirdiniz mi ?"
gözden kaybolmak: ortadan çekilmek, görünmez olmak. " adam bir miktar önce buradaydı
ama gözden kayboldu. "
gözden ırak olan gönülden de ırak olur: " ayrı düşenlerin arasındaki sevgi
de vakit geçtikçe azalır" anlamında kullanılır.
gözden kaçmak: farkına varılmamak, ortadan çekilmek, görülmemek. " nasıl oldu
da gözden kaçırdık onu. "
gözde tütmek: çok özlemek, hasret çekmek. " yıllardan beri gözümde tüten köyüme
yarın kavuşuyorum! "
göz dikmek: bir şeyi ele geçirmek isteğinde olmak. " komşusunun tarlasına göz
dikti. "
göz doldurmak: hâli, tavrı ve görünüşü ile beklenenden çok etkilemek. " vitrine
konan elbiseler göz dolduruyor. "
göze çarpmak: görünüşü ile dikkati üstüne çekmek. " o uzun boyuyla derhal göze
çarpıyordu. "
göze göz, dişe diş: misilleme; aynı şekilde kötülük yapıp öç alma, kötülüğü
yapandan acısını çıkarma. " düşmanla bundan böyle göze göz, dişe diş mücadele edilecektir. "
göz göre göre: apaçık biçimde, herkesin gözü önünde. " göz göre göre yaktılar
zavallının evini. "
göz gözü görmemek: dumandan, karanlıktan ya da yoğun tozdan hiçbir şey görülmez
olmak. " sokağa çıkmıştık, ancak sisten göz gözü görmüyordu. "
göz kamaştırmak: 1. hayran bırakmak. 2. kuvvetli, parlak bir ışığın kısa bir
zaman için görüşü bulandırması, bakılan yeri görmez etmesi. " kapıdan çıkar çıkmaz
göz kamaştıran bir ışığın etkisine girip donakaldılar. "
göz kesilmek: tüm dikkatiyle bakmak. " yoldan geçen adama göz kesildi. "
göz kırpmadan: 1. hiç duraksayıp çekinmeden. 2. acımadan, merhamet etmeden. " çocukları
göz kırpmadan kurşuna dizdiler. "
göz kırpmamak: 1. hiç uyumamak. 2. tehlikeye aldırmamak. " bu gece hiç göz kırpmadım,
hep seni düşündüm. "
gözleri dolmak: ağlayacak gibi olmak, göz pınarlarına yaş yürümek. " hiç beklemediği
bir anda beni karşısında görünce gözleri dolu dolu oldu. "
gözleri fal taşı gibi açılmak: hayret, şaşkınlık ve öfke gibi sebeplerle
gözleri iri iri açılmış olmak.
gözleri fıldır fıldır etmek: gözleri zekice, çabuk çabuk dönerek her tarafa
bakmak.
gözleri kapanmak: 1. çok uykusu gelmiş olmak. 2. ölmek. " yemeği yer yemez
gözleri kapandı, horlamaya başladı. "
gözlerine inanmamak: hiç beklemediği bir anda bir şeyi görüp çok şaşırmak,
bu sebeple gördüğünün gerçek olduğuna inanmamak. " gözlerime inanamıyorum, sen misin
ahmet ?"
gözlerini (gözünü) kan bürümek: çok öfkeli, kinli olmak; her kötülüğü yapacak
hâle gelmek. " bir adamın gözlerini kan bürümesin, ondan her türlü belâ beklenebilir. "
gözlerinin içi gülmek: çok sevindiğini gözlerinden ve yüzünden belli etmek. " sınıfını
geçtiğini öğrenen halim`in gözlerinin içi gülüyordu. "
gözleri yaşarmak: üzücü ve duygulandırıcı bir durum karşısında gözlerinden
yaş gelmek. " gurbetteki oğlundan gelen mektup eline tutuşturulunca gözleri yaşardı. "
göz nuru dökmek: göz emeği harcamak; gözün dikkatini, elin emeğini gerektiren
ince bir iş yapmak ve işte uzun müddet çalışmak. " onca göz nuru döktüğü el işleri ürünleri
çok ucuza satılınca kahroldu. "
göz önünde tutmak (bulundurmak): dikkate almak. gelişi hoş bir durumun nasıl
bir sonuca yol açacağını hesaba katmak. " yola çıkıyorsunuz ama yağmuru da göz önünde
tutun. "
göz ucuyla bakmak: belli etmemeye çalışarak, başını çevirmeden göz kenarı
ile yandan bakmak. " yabancı askerlere göz ucuyla bakmaya başladı. "
gözü aç: aç gözlü, doymak bilmeyen, gerektiğinden fazlasını isteyen. " gözü
aç insanlar topluma huzur vermezler. "
gözü açık: uyanık, kurnaz, çıkarlarını iyi kollayan, becerikli, zeki. " senin
çocuk gözü açık birisi olacak galiba. "
gözü açık gitmek: çok istediği şeylere kavuşamadan ölmek. " halam `gurbete
giden oğluma kavuşamadan ölürsem gözüm açık gider` dedi. "
gözü açılmak: yararlıyı yararsızı, iyiyi kötüyü ayırt edebilir duruma gelmek. " yaşı
büyüdükçe gözü de açılmaya başladı. "
gözü arkada kalmak: kendisi ayrıldıktan sonra, bıraktığı şey veya kimse ile
ilgili tedirginliği sürmek, merak etmek. " köyden ayrılıyordu ama gözü de arkada kalmıştı. "
gözü dalmak: gözlerini bir noktaya dikerek dalgın dalgın bakmak. " zavallı
ihtiyar bir noktaya gözü dalmış öylece duruyordu. "
gözü doymak: çok istenen bir şeye kavuşup, bundan böyle istemez duruma gelmek. " sanırım
şimdi gözün doymuştur, daha istemezsin bundan böyle. "
gözü gibi sakınmak (esirgemek): bir şeye aşırı derecede ilgi duymak, onu
koruyup gözetmek, dikkatle muhafaza etmek. " çocuğunu gözü gibi sakınıyordu kadıncağız. "
gözü hiçbir şey görmemek: heyecana, öfkeye ya da önem verdiği bir işe kapılıp
başka hiçbir şeyle uğraşamaz duruma gelmek. " kendinden öylesine geçmişti ki gözü
hiçbir şeyi görmez olmuştu. "
gözü kara (veya pek): cesur, atak, korkusuz, tehlikeli işlere tereddüt etmeden
girebilen. " o gözü kara bir insandı. "
gözü korkmak: daha önce başından geçen kötü bir denemeden sonra, birinden
veya bir şeyden zarar gelebileceği endişesine kapılmak ve o işi yapmaktan çekinmek.
gözünde büyümek: olduğundan fazla büyük ya da güç görünmek. " onca yolu nasıl
yürüyeceğim, gittikçe gözümde büyüyor. "
gözlerinden uyku akmak: çok uykusu geldiği için göz kapakları kapanır gibi
olmak. " çocukcağızın gözlerinden uyku akıyor, şunu yatağına yatırın. "
gözüne bakmak: 1. verilen emri yapmak üzere işaret beklemek, sinyali verecek
kimseyi gözlemek. 2. gerektiğinden fazla dikkat göstermek, koruyup gözetmek. " üç
kuruş para verecek diye adamın gözünün içerisine bakıyor, ne derse yapıyoruz, daha ne
istiyor bizden. "
gözüne klasöre dursun: nankörlük eden kimseye karşı söylenen ilenme sözü.
" allah, bu nankörlüğünün cezasını versin. " anlamında kullanılır.
gözüne sokmak: 1. görmek istemediği bir şeyi zorla göstermek. 2. bir çaba
sonucu, bir kimseyi büyüğünün beğenmesini sağlamak. " kalemi gözüne sokarcasına uzattı. "
gözüne uyku girmemek: uykusuz kalmak, hiç uyumamak. " gözüme uyku girmedi bu
gece. "
gözünü ayırmamak: bir şeye sürekli bakmaktan kendini alamamak. " devamlı yola
bakıyor, gözünü ayıramıyordu. "
gözünü çıkarmak: zarara uğratmak, bir işi kötü şekilde yapmak, iyi yerine
kötüyü tercih etmek. " öyle bir taş attı ki az kalsın kuzunun gözünü çıkaracaktı. "
gözünü dört açmak: bir hileye düşmemek, aldanmamak için çok dikkatli olmak. " gözünü
dört aç da kuru odun yerine yaş odun koymasınlar. "
gözünü kan bürümek: birisini öldürecek kadar öfkelenmek. " katillerin gözünü
kan bürümüştü, önlerine çıkanı öldürüyorlardı. "
gözünü kapamak: 1. görmezlikten gelmek, yapışına ses çıkarmamak. 2. ölmek. " dedem
gözünü kapayınca o koca aile birdenbire dağılıvermiş. "
gözünü korkutmak: yıldırmak, karşı duramaz hâle getirmek. " ilk işi, adamlarıyla
kasaba halkının gözünü korkutmak oldu. "
gözünün önünden gitmemek: unutamamak, her an görür gibi olmak. " gözümün önünden
gitmiyor onun hayâli. "
gözünün yaşına bakmamak: hiç acımamak, merhamet etmemek. " gözünün yaşına bakmadan
hapse attılar adamı. "
gözü pek (kara): korkusuz, atılgan, cesur, tehlikelere aldırmayan. " gözü pek
insanlardan korkulmaz, çünkü onlar kartlarını açık oynarlar. "
gözü tok: elinde imkânlar olsun olmasın, mal-mülk veya paraya düşkün olmayan,
cömert. " o mu ? gözü tok bir insandır, inanın. "
gözü tutmak: güvenmek, hoşlanmak. " o adamı gözüm tuttu benim. "
gözü üstünde olmak: bir şeye, bir kimseye sıkça bakarak ne taktirde olduğunu
kontrol etmek, bu nedenle kötü bir sonuca meydan vermemeye çalışmak. " gözünüz üstünde
olsun, sürekli izleyin onu. "
gözü yükseklerde olmak: hâlen bulunduğu durumdan daha yüksek bir duruma ya
da mevkiye çıkmak istemek, böyle bir hedefi gütmek. " bundan böyle ufak şeylerle yetinme,
gözün yükseklerde olsun daima. "
göz yummamak: 1. güzel görmemek, bağışlamamak. 2. hiç uyumamak. " sabaha kadar
gözlerimi yummadım. "
gururunu okşamak: bir kimseyi yüzüne karşı överek, becerilerini söyleyerek duygulandırmak.
gücüne gitmek: bir söz, bir davranış bir kimsenin onuruna dokunmak, o kimseye
ağır gelmek. " doğrusu onun bu sözleri gücüme gitti, çünkü hak etmedim o sözleri. "
gülüp geçmek: bir durumu umursamamak, aldırış etmemek, gülünç bulup üstünde
durmamak. " gülüp geçilecek bir iş sanmayın sakın, ciddi durun üstünde. "
günaha girmek: dini bakımdan suç sayılacak bir iş yapmak ya da söz söylemek. " sebepsiz
yere adam öldürmek, günaha girmek demektir. "
günaha sokmak: günah işlemesine yol açmak, dinin buyrukları dışına çıkmasına
zemin hazırlamak. " kes sesini de bizi günaha sokma. "
günahını vermez: " çok cimri, eli sıkı, hasis" kimselerin durumunu anlatmak
için kullanılır.
günah işlemek: dince suç sayılan bir iş yapmak. " yetimlerin malını yiyerek
günah işleyenlerden kesinlikle hesap sorulacaktır. "
gün almak: 1. bir iş yapmak için ilgili kişiden gün ayırmasını; belirli bir
tarih tespit etmesini istemek, randevu almak. 2. yaşını bitirip daha sonraki yılın
bir ya da birkaç gününü almak. " doktordan gün almayı unutmamışsındır umarım. "
gün batmak: güneş batmak. " gün batmadan yola çıkmalıyız. "
güneş almak: bir yere güneş ışığı ulaşmak. " evin bir odası güneş almıyor. "
gün görmek: bolluk, mutluluk, esenlik içerisinde huzurlu günler geçirmek. " kaygılanma
evlâdım, daha çok günler göreceksin inşallah. "
gün görmüş: başından nice işler geçmiş, tecrübeli, görüp geçirmiş, çok yaşamış. " gün
görmüş insanlarla konuşmaktan zevk alırım. "
gün ışığına çıkmak: aydınlanmak, açıklığa kavuşmak, anlaşılır olmak. " işlediği
tüm suçlar yakında gün ışığına çıkacaktır. "
günü birliğine: sabah gidip akşam dönmek üzere. " size günü birliğine konuk
olmak istiyoruz. "
günün adamı: 1. vaktin gereğine göre tutum ve yön değiştiren, çıkarını gözeten
kimse. 2. kendisinden o günlerde çok söz edilen.
gününü doldurmak: bir işin gerçekleşmesi için geçmesi gereken vakti tamamlamak. " gününü
doldurur doldurmaz senetleri avukata verin. "
gününü gün etmek: eline geçen imkânları değerlendirmek, hiçbir şeyi dert
edinmeyip güzelce zaman geçirmek. " gününü gün eden yöneticilerden kurtulacağımız günler
yakındır. "
gürültüye (patırtıya) pabuç bırakmamak: korkutmalara, tehditlere aldırış
etmeyip dilediği gibi davranmak. " öyle her gürültüye pabuç bırakacak bir adam mı
sanıyorlar beni ?"
güven beslemek: bir kimseye, bir şeye güven duymak, inanmak, itimat etmek. " o
adama güven beslediğiniz için pişman olmayacaksınız. "
güven vermek: kendisinin güvenilir bir kişi olduğu, kendisine itimat edilebileceği
duygusunu uyandırmak. " oldukça güven veren birisin. "
Ha hoca ali, ha ali hoca: değişik gibi gösterilen iki şeyin, gerçekte hiçbir değişikliği
yoktur, " ikisi de birdir" anlamında kullanılır.
habbeyi kubbe yapmak: önemsiz, ufak bir şeyi büyütüp mesele çıkarmak. " söyle
ona, habbeyi kubbe yapıp durmasın, ne olmuş çocuk bir miktar geç kalmış da! "
haber uçurmak: hızlıca, gizlice haber göndermek. " hemen haber uçurun köye,
kaymakam bu gece misafir olacakmış! "
ha bire: durmadan, arka arkaya, devamlı olarak, ara vermeden. " tarlada bir
adam ha bire çalışıyordu. "
hacet kalmamak: gereği olmamak, lüzumu kalmamak. " seni çağırmaya hacet kalmadı. "
hacı ağa: bilhassa büyük kentlerde luzumsuz yere çok para harcayan, taşralı
bilgisiz zengin. " ne bu israf! hacı ağa mısın sen ?"
haddine mi düşmüş! : " onun bunu yapmaya yetkisi yoktur; böyle bir işe nasıl,
hangi yetenekle girişir ? bu işi yapması imkânsızdır" anlamında kullanılır. " haddine
mi düşmüş ki ona söz söyleyebilsin. "
haddini bildirmek: yetkisi dışındaki işlere karıştığı için sert bir karşılık
vererek onu cezalandırmak, yola getirmek, uslandırmak, yetki sınırını bildirmek. " haddini
bildirin şu serseme de bir daha onun bunun malına el uzatmasın. "
haddini bilmek: kendi değer ve kabiliyetini öğrenmiş olmak, üstün görmemek, kendi yapabileceği
şeylerin ötesine geçmemek. " merak etme sen, o haddini bilen bir çocuktur. "
haddi zatında: esasında. " haddi zatında sen ona hakkını vermemiştin ki! "
hafife almak: küçümsemek, önem vermemek," beni hafife alıyorlar ama yanılıyorlar. "
hak getire: " yoktur, bulunmaz, allah vermemiştir" anlamında kullanılır. " öyle
bir diyardayız ki su ve yiyecek hak getire. "
hakkı geçmek: 1. birisinin payından bir başkası almış olmak. 2. bir şeyde
veya bir kimsede emeği bulunmak. " komşumun çok hakkı geçmiştir bana, onunla kesinlikle
helâlleşmeliyim. "
hakkını helâl etmek: geçen hakkını, emeğini bağışlamak. " annem inşallah hakkını
helâl eder bana. "
hakkını yemek: birinin hakkı olan şeyi vermemek, onu kendisine maletmek. " dürüst
ol, milletin hakkını yeme, yoksa boğazında kalır. "
hakk-ı sükût (sus payı): bir husus üstünde konuşmaması, bildiği şeyi söylememesi
karşılığında bir kimseye sağlanan yarar.
hâlden anlamak: bir kimsenin içerisinde bulunduğu zor durumu kavrayarak, anlayıp
sezerek hoşgörülü olmak, anlayış göstermek. " dedem hâlden anlayan birisidir, bize
iyi davranacağına eminim. "
hâle yola koymak: düzen vermek, tertiplemek, iyi işler bir duruma getirmek. " hele
şu işleri bir hâle yola koyalım, o vakit tatilini de düşünürüz. "
hâli zamanı yerinde: zengin, olabildiğince varlıklı, para durumu iyi. " hasan efendiler
mi ? hâli zamanı yerinde insanlardır onlar. "
halis muhlis: saf, katışıksız, temiz, eksiksiz, içerisinde yabancı madde bulunmayan. " halis
muhlis bir zeytin yağı satarız biz. "
halka verir talkını kendi yutar salkımı: kendi verdiği öğütlere kendisi uymaz.
hallaç pamuğu gibi atmak: bir arada, toplu bulunmakta olan şeyleri ya da kimseleri
dağıtmak, parçalamak; bu yolla sağa sola, her birini bir yana atmak. " sizin takımı
hallaç pamuğu gibi atacağız sahadan. "
halt etmek: yakışıksız davranmak, uygunsuz bir söz söylemek veya kötü bir
şey yapmak. " halt etmişsin, bir de utanmadan anlatıyorsun. "
ham ervah: çiğ adam; yersiz ve yakışıksız sözleri, davranışları olan kaba
kimse.
hangi dağda kurt öldü ?: kendisinden hiç umulmayan, beklenilmeyen bir kimsenin
olumlu davranışı görüldüğünde; " nasıl oldu da böyle hoş bir iş, bir iyilik yaptı ?"
anlamında söylenir.
hangi rüzgâr attı ?: " nasıl oldu da gelebildin ? hiç görünmüyordun, sen de
gelir miydin ?" anlamında, uzun müddet bir yerde görünmeyen kimse için kullanılır.
hangi taşı kaldırsan altından çıkar: 1. derhal her işte parmağı vardır. 2.
her işten anlar, her işe karışır ya da her işten anladığı izlenimi verir.
hanım evlâdı: nazlı büyütülmüş, zora gelmeyen, çıtkırıldım kimse. " amma hanım
evlâdıymışsın, çekil şuradan ben yaparım. "
hapı yutmak: kötü bir duruma düşmek, zarar ve ziyana uğramak. " hapı yuttuk
desene! "
haram olmak: bir şeyden gerektiği gibi yararlanamaz olmak. " senin yüzünü görmek
bana haram oldu. "
haram para: dinî bakımdan yasaklanmış yollardan elde edilen para. " haram parayla
ekmek alınmaz. "
haram yemek: dinî inançlara aykırı olarak kazanç sağlamak, haksız olarak
bir şeye el atmak. " insan ol, haram yemek insana kâr getirmez. "
harfi harfine: tastamam, ideal, tıpatıp, gerçekte olduğu gibi. " söylediklerimi
harfi harfine yerine getirdin mi ?"
hasret çekmek: özlem duymak, epeydir ayrı kaldığı yere ya da kimseye kavuşma
isteği içerisinde olmak. " yıllardır yurdumun hasretini çekiyorum. "
hasret kalmak: özlemini duyduğu şeye uzun vakit kavuşamamak. " hasret kaldım
deresine, tepesine... "
hastası olmak: bir şeye çok düşkün olmak. " bizim oğlan köpek hastası, hiç
kapıdan eksik etmiyor. "
haşir neşir olmak: aralarında bulunduğu kimselerle kaynaşmak, bir arada bulunup
uğraşmak; kimi işlerle ilgilenip durmak. " insanlarla haşir neşir olmayı sevdiğim
söylenemez. "
hatır belâsı: sayılan ve sevilen kimse için katlanılan sıkıntı. " inan bu işi
hatır belâsına yapıyorum. "
hatır gönül tanımamak (bilmemek): 1. isterse en sevdiği ve saydığı olsun, gücenmesini
göze alarak doğru bildiğini yapmak. 2. kırıcı davranışlarda bulunmak.
hatırı kalmak: gücenmek, kırılmak. " eğlenceye onu da çağıralım ki hatırı kalmasın. "
hatırından çıkmamak: sevdiği, saygı duyduğu birinin istediği bir şeyi yapmayı
reddedememek, gönlünü kırmaktan çekinmek.
hatırı sayılır: 1. önemli, saygı değer, saygın (kimse). 2. olabildiğince çok. " babam,
hatırı sayılır bir kimsedir. "
hava almak: 1. temiz havalı bir yere çıkarak dolaşmak, dinlenmek, ciğerlere
temiz hava çekmek. 2. eline bir şey geçmemek, umduğunu bulamamak. 3. içerisine hava
girmek. " haydi, kıra çıkıp da bir miktar hava alalım. "
havanda su dövmek: bir işle boşuna uğraşmak. " senin yaptığına havanda su dövmek
derler,bırak bundan böyle şu işle uğraşmayı. "
hava parası: bir yeri tutmak, kiralamak ya da bir şeyi elde etmek için değeri
dışında açıktan verilen para. " yeri bize verecekler ama bir milyon lira hava parası
istiyorlar. "
havsalası almamak: aklı kabul etmemek. " nasıl yaparsın bana bunu, hâlâ havsalam
almıyor. "
hayal meyal: belli belirsiz, açık seçik belli olmayan, bulanık (bir biçimde
hatırlanan). " o olayı hayal meyal hatırlıyorum. "
hayatını kazanmak: çalışıp elde ettiği para ile geçimini sağlamak. " ben iyi
ya da kötü hayatımı kazanıyorum, sen kendi işine bak. "
hayatını yaşamak: canının istediği gibi yaşamını sürdürmek. " bana karışmaya
hakkınız yok, bırakın beni, bundan böyle hayatımı yaşamak istiyorum. "
hayat memat meselesi: neticesi çok tehlikeli olan, ölüm kokan bir durum. " artık
burada kalamam, iş hayat memat meselesine döndü. "
hayat pahalılığı: yiyecek, içecek ve giyecek gibi geçim için lazım olan
maddelerin pahalı olması. " hayat pahalılığından herkes şikâyetçi olmaya başladı. "
hayır işlemek: dine ve insanlığa ideal, iyi davranışlarda bulunmak. " hayır
işle ki öbür dünyada kurtuluşa eresin. "
hayır kalmamak: işe yarar, beğenilecek bir yanı ve tarafı kalmamak. " bu arabalarda
hayır kalmamış, yenilerini almamız gerekecek. "
hayra yormak: bir rüya ya da olayı iyi ve yararlı bir durumun sinyali görmek.
hazıra konmak: hiçbir emek sarf etmeden, çaba göstermeden başkasının emeği
ile ortaya çıkmış olan şeyden yararlanmak. " hazıra konarak yaşamayı kural edinmiş
bu adam. "
hazır bulunmak: 1. bir yerde kendisi bulunmak, var olmak. 2. bir yere derhal
gidecek, bir şeyi esnasında yapacak taktirde olmak. " yarınki toplantıda sen de hazır
bulunmalısın. "
hazırdan yemek: yenisini kazanmadan elindekini harcamak. " hemen her gün bir
bahane buluyor, çalışmıyor ve hazırdan yiyiyordu. "
helâl süt emmiş olmak: iyi huylu, doğru yoldan sapmayan, temiz bir kişi. " inanmıyorum
onun yaptığına, o helâl süt emmiş birisidir. "
helâl olsun (helâl ü güzel olsun): 1. bunu sana gönül hoşluğu ile veriyorum,
hiç pişman değilim, allah bunu sana bağışladığıma şahit olsun. 2. " aferin, takdire
değer iş yapıyorsun" anlamında kullanılır.
hem kel hem fodul: " bu kadar kusuruna, bu yeteneksizliğine karşın bir de
övünüyor, üstünlük taslıyor" anlamında kullanılır.
hem nalına hem mıhına (vurmak): birbirine zıt olan iki yanı da desteklemek. " ben
hem nalına hem de mıhına vuran adamlardan korkarım. "
hem suçlu hem güçlü: gerçekte kendisi suçlu olduğu hâlde suç işlememiş gibi
davranan ve karşısındakini suçlamaya çalışan kimse.
hem ziyaret hem ticaret: bir yeri veya kimseyi ziyarete giden kimsenin, bu
görüşmeden yararlanarak başka bir işi de yapması durumunu anlatmak için kullanılır.
her kafadan bir ses (çıkmak ): bir husus üstünde herkesin istediği gibi, rastgele
konuşması ve bu konuşmalardan bir netice alınamaması. " ortalık kızıştı, her kafadan
bir ses çıkmaya başladı, kimin ne dediği anlaşılmaz oldu. "
her telden çalmak: pek çok konuda bilgi sahibi olmak, içerisinde bulunduğu ortamın
şartlarına göre her çeşit iş yapabilir olmak.
hesaba çekmek: bir kişiyi, bir makamı yaptığı işler üstüne açıklama ve savunma
yapmaya çağırmak. " sakın oraya gitme, seni hesaba çekecekler. "
hesaba dökmek: bir husus hakkında işlemlerin hesabını kâğıt üstünde yapmak.
hesaba katmak (almak): bir işi yaparken ya da yürütürken bir başka şeyi de
göz önünde bulundurmak. " hasan`ı da hesaba katalım, az güçlük çıkarmayacaktır bize. "
hesabı kesmek: alış verişi ya da ilgiyi kesmek. " dükkân sahibi, uzun süredir
borcunu ödemeyen müşterisinin hesabını kesti. "
hesabını bilmek: boş yere para harcamamak, tutumlu davranmak. " her ev kadını
hesabını öğrenmiş olmak mecburiyetindedir. "
hesap açmak: 1. hesap defterinde, bir kişiye alış veriş için alacağını borcunu
kaydetmek üzere bir yer ayırmak. 2. bankada, gereğinde çekilmek üzere yatırılan
para için işlem yapmak. 3. birine kredi açmak, birine borçlanma imkânı tanımak.
hesap görmek: taraflarca alacakla vereceği karşılaştırıp ödeşmek. " çok uzadı,
hesap görmek için ne zaman bir araya geleceğiz ?"
hesap kitap: düşünüp taşındıktan sonra, hesap sonunda. " hesap kitap, baktım
işler kötüye gidiyor; derhal sizi çağırdım. "
hesap sormak: bir kimseyi kanunsuz, kural dışı, ahlâka aykırı, usulsüz davranış
ve sözlerinden ötürü sorgulamak, o kişiden savunma istemek. " size hesap sormak için
mutlaka geri döneceğim. "
hesaptan düşmek: borçtan, alacaktan, hesaptan çıkarıp yok saymak. " elli bin
lirayı hesaptan düşmeyi unutmadın inşallah. "
hesap tutmak: alış verişle ilgili alacağı ve vereceği bir kâğıda ya da deftere
yazmak.
hık mık etmek: bir işi yapmamak için bahaneler ileri sürmeye çalışmak, bir
soruyu cevaplandırırken net şeyler söylememek. " hık mık edip durma, bu işi eninde
sonunda yapacaksın! "
hık demiş burnundan düşmüş: " her durumuyla ona çok benziyor" anlamında kullanılır.
hır çıkarmak: kavga, gürültü, patırtı ve olaya sebep olmak. " orada hır çıkarmaya
kalkışmayacaksın değil mi ?"
hızır gibi yetişmek: dara düştüğü, çok sıkıştığı, çaresiz kaldığı bir vakit
da, beklemediği bir kişi yardımına yetişmek.
hiç yoktan: nedensiz, ortada hiçbir neden yokken. " hiç yoktan adamı dövemezsiniz
ya! "
hora tepmek: 1. ayaklarını yere vurarak oynamak. 2. gürültü çıkarmak. " yandaki
sınıfta hora tepiyor, ortalığı birbirine katıyorduk ki... "
hor görmek (veya bakmak): önem vermemek, değersiz saymak, adam yerine koymamak,
küçümsemek. " beni, yoksul diye hep hor gördüler. "
hor kullanmak: itina göstermeden, kabaca, dikkat etmeyerek, hırpalayarak kullanmak. " çok
hor kullanmışsınız bu dolabı. "
hoş beş etmek: şundan bundan konuşarak sohbet etmek. " o iki ihtiyar kadın
hoş beş etmek için yaratılmışlar sanki. "
hurdası çıkmak: işe yaramayacak, kullanılamayacak hâle gelmek.
hüküm sürmek: 1. iş başında olmak. 2. yaygın olmak. 3. bir şeyin kuvvetli varlığı
sürüp gitmek. " beşinci kral beş yıl hüküm sürdü. "
hükümet kapısı: devlet dairesi. " hükümet kapıları halka açık kılınmalıdır. "
hüsn-ü kuruntu: ihtimalî bulunmadığı hâlde hoş bir şeyin olacağını sanma,
hayal etme, buna kendini inandırma.
hüd dağı gibi şişmek: bir hastalık nedeni ile bir tarafı, bilhassa de karın
tarafı şişmek.
ıkınıp sıkınmak: bir işi yapabilmek için kendini çok zorlamak. " ıkınıp sıkındı
ama bir çare bulamadı. "
ısıtıp ısıtıp önüne koymak: daha önce meydana gelmiş bir olayı ya da bir
işi bir düşünceyi tekrardan, sıkça tekrar etmek.
ıskartaya çıkarmak: işi yaramaz, değersiz bularak bir yana atmak. " beni hiç
kimse ıskartaya çıkaramaz. "
iç çekmek: üzüntüyle göğüs geçirmek, derin derin soluk alıp hıçkırıkla ağlamak. " yavrucağın
iç çekişi dayanılır gibi değildi. "
iç etmek: eline geçen bir şeyi sahibine bildirmeden kendisine mal etmek,
ortadan kaldırıp kimseye göstermemek. " babasına bildirmeden o kadar parayı iç etmiş. "
içi açılmak: sıkıntısı dağılıp gitmek, ferahlamak. " denizi, kuşları, ağaçları
seyre dalarım, böylelikle içim açılır, rahatlarım. "
içi cız etmek: ansızın içi sızlamak, çok üzülmek. " o zavallı ihtiyarı birden
bire karşımda görünce içim cız etti. "
içi çıfıt çarşısı: 1. başkaları için daima art niyet besleyen, içerisinden türlü
kötülükler geçiren. 2. çok karışık.
içi dışı bir: ikircikli olmayan, iki yüzlü davranmayan, düşündüğünü açıkça
söyleyen, özü sözü bir olan. " içi dışı bir olan insanlara her vakit güvenebiliriz. "
içi dışına çıkmak: 1. kusmaktan ötürü çok fena olmak. 2. bindiği taşıtın
çok sarsılması yüzünden bedenî rahatsızlık duymak.
içi geçmek: 1. istemediği hâlde uyuya kalmak. 2. işe yaramaz duruma gelmek.
3. yaşlılıktan, zayıflıktan gücü azalmış olmak; hiçbir şeye ilgi duymamak. " o
artık içi geçmiş bir ihtiyardır. "
içi gitmek: çok fazla istek duymak. " vitrindeki kızarmış tavuklara içim gidiyordu
ama param olmadığı için alıp yiyemiyordum. "
içi kan ağlamak: içten, büyük bir üzüntü duymak; dıştan belli etmeyerek çok
acımak. " çocuğunun yüzüne bakarken içim kan ağlıyordu. "
içi kazınmak: çok acıktığından ötürü midesinde eziklik duymak. " sabahtan beri
açtı, içi kazınıyor ama belli etmemeye çalışıyordu. "
içinden gülmek: birisine sezdirmeden içten içe gülmek, eğlenmek.
içinden pazarlıklı: sinsi, yapacağı kötülükleri sezdirmeyen. " senin gibi içten
pazarlıklı adamlarla iş yapmam ben. "
içine dert olmak: yapmak istediği bir şeyi yapamadığı için kaygılanıp üzüntü
duymak. " hastahanedeki arkadaşımı ziyarete bir türlü gidemedim, bu da içime dert
oldu. "
içine kurt düşmek: kuşkulanmak, kendisine zarar geleceğinden şüphe etmek. " tilkiyi
civarda dolaşırken gördüğü andan başlayarak içerisine kurt düşmüştü. "
içine sinmemek: 1. içi rahat etmemek, yaptığı şeyden memnun olmamak. 2. istediği
gibi olmadığı için rahatlık, mutluluk duymamak; tadına varamamak. " işi bitirdim ama
hiç de içime sinmedi. "
içini kemirmek: bir üzüntü ve düşünce bu nedenle rahatsızlık duymak. " içini
kemiren bu düşünceden kurtulmak istiyordu. "
içini (bir) kurt yemek: devamlı olarak bir kaygı içerisinde olmak.
içi parçalanmak (paralanmak): birine acıyarak çok üzülmek. " onun bu hâlini gördükçe
içim parçalanıyor. "
içi rahat etmek: endişelenecek bir durum bulunmadığını öğrenerek dertten
kurtulmak, rahatlamak. " ne yapayım, ben anneyim, onlar sağ salim dönerlerse içim
rahat edecektir ancak. "
içi sızlamak: bir şey veya kişinin içerisine düştüğü durum sebebiyle üzülmek.
içi titremek: 1. çok üşümek. 2. çok istek duymak. 3. bir zarar gelecek korkusu
içinde bulunmak. " hava iyice soğudu, içim titremeye başladı, haydi içeri girelim. "
içi yanmak: 1. çok susamak. 2. büyük bir acı sebebiyle çok fazla üzülmek. " sanki
yalnız onun içi yanıyordu. "
içli dışlı olmak: teklifsiz, çok samimi, sıkı fıkı, senli benli olmak. " biz
fatma`yla iyice içli dışlı olduk. "
içtikleri su ayrı gitmemek: sıkı fıkı dost, samimi arkadaş olmak; birbirinden
saklayacakları bir şeyleri bulunmamak.
iflâhını kesmek: gücünü tamamiyle yok edip bir daha karşı koyamayacak, düzelemeyecek,
iş yapamayacak duruma getirmek. " ben adamın iflâhını keserim, anladın mı ?"
ifrit olmak: çok öfkelenmek; aşırı ölçüde, kendini kaybedecek kadar sinirlenip
kızmak. " ifrit oluyorum şu adamın hareketlerine. "
iğne ile kuyu kazmak: zor denecek bir işi yetersiz araç ve gereçlerle başarmaya
çalışmak.
iğne ipliğe dönmek: aşırı derecede zayıflamak, kilo vermek. " o iri yarı adam
hapisten çıktı ki iğne ipliğe dönmüş. "
iğneli söz: dokunaklı, kırıcı, üzücü söz. " o iğneli sözlere ben bile dayanamazdım
doğrusu. "
iki ahbap çavuşlar: derhal her yerde birlikte görülen, birbirinden ayrılmayan
iki arkadaş, dost.
iki arada bir derede (kalmak): sıkışık, zor koşullar altında (kalmak).
iki ayağını bir pabuca sokmak: bir kimseyi, bir işi yapması için zorlamak,
sıkıntıya sokmak.
iki cami arasında kalmış beynamaza dönmek: iki yoldan hangisini tutacağını;
şöyle mi, böyle mi yapacağını bilememek; şaşırıp bir şey yapamaz olmak.
iki cihanda yüzü ak olmak: doğru ve faziletli yaşayıp dünya ve ahrette mükâfat
görmek.
iki çift söz etmek: bir araya gelip birkaç söz söylemek. " ne zamandır seninle
bir araya gelip de iki çift söz edemedik. "
iki eli kanda olsa: ne kadar önemli olursa olsun, elindeki iş hiç bırakılamayacak
derecede olsa bile. " söyleyin ona, iki eli kanda olsa da durmasın gelsin. "
iki eli (birinin) yakasında olmak: ahrette, hesap gününde ondan davacı olmak;
hakkını istemek.
iki gözü iki çeşme: devamlı, çok ağlayarak. " kadıncağız iki gözü iki çeşme ağlayıp
duruyormuş. "
ikili oynamak: birbirine karşı olanlardan hem birini, hem ötekini çıkarı
için destelemek. " sendika başkanı ikili oynuyormuş. "
iki paralık etmek: değerini, onurunu çok düşürmek. " seni arlanmaz utanmaz
seni, beni iki paralık ettin, senin yüzünden topluma çıkamaz oldum! "
iki rahmetten biri: ağır hasta olan birisi için " ya şifa, ya ölüm" anlamında
kullanılır.
iki sözü bir araya getirememek: düşüncelerini, duygularını düzgün bir şekilde anlatamamak,
güzel konuşma becerisinden yoksun olmak.
iki yakası bir araya gelmemek: geçim sıkıntısı içerisinde olmak ve borçtan kurtulamamak,
gelir ve giderini denkleştirememek. " bilmiyorum ne zaman iki yakamız bir araya gelecek. "
ileri gitmek: söz ve davranışta ölçü dışına çıkmak; luzumsuz, aşırı davranışta
bulunmak ve haddi aşmak. " o saygısız adamın daha fazla ileri gitmesine fırsat verilmemelidir. "
imana gelmek: 1. hak dini olan islâm`ı kabul etmek. 2. en sonunda doğruyu
söylemek. 3. önceden kabul etmediği şeyi sonradan kabul edip uymak. " imana gel, tövbe
et ki öbür dünyada mutluluğa eresin. "
ince eleyip sık dokumak: titizlik göstermek, bir şeyi en ince ayrıntılarına
kadar araştırmak, gözden geçirmek. " o kadar da ince eleyip sık dokunacak bir iş değil,
kaygılanma. "
in cin top oynamak: ıssız, sessiz olmak, bir yerde hiçbir canlı yaratık bulunmamak. " adada
in cin top oynuyordu sanki. "
incir çekirdeğini doldurmaz: çok az veya pek önemsiz. " ne akılsız adam bunlar,
kavga etmelerine sebep olan mesele incir çekirdeğini doldurmaz bile, ayırın şunları. "
inme inmek: felç olmak, bedenin bir yeri sabit ve duygusuz duruma gelmek. " adamın
sağ yanına inme inmiş diyorlar. "
insan evlâdı: iyi, anlayışlı, ahlâk sahibi insan. " insan evlâdı olmasaydı, tanımadığı
birine onca yardım yapar mıydı ?"
insanlıktan çıkmak: 1. çok zayıflamış, bir deri bir kemik kalmış olmak. 2.
insanî niteliklerini yitirmek, insana yakışmayacak davranışlarda bulunmak.
ipe un sermek: istenilen işi yapmamak için birtakım bahaneler, sebepler ileri
sürmek, zorluk çıkarmak, önler göstermek.
ipi koparmak: bağlı bulunduğu yer ya da kişi ile ilişkisini kesmek, aradaki
anlaşmazlığı artırmak.
ipin ucunu kaçırmak: bir yeri yönetmede veya bir şeyi kullanmada gereken
ölçüyü kaçırıp, bundan böyle duruma hâkim olamamak; çıkmaza girmek. " biraz daha dikkatli
olmalıyız, yoksa ipin ucunu kaçıracağız. "
ipi sapı yok: birbirlerini tutmaz, yersiz, anlamsız, işsiz, yersiz yurtsuz,
saçma sapan. " ipi sapı yok bu sözlerin, daha inandırıcı olmalısın. "
ipiyle kuyuya inilmez: kendisine güvenilmez, ona güvenilerek bir işe girilmez. " o
ipiyle kuyuya inilmez adamla yola çıkmam ben. "
iple çekmek: vaktin gelmesini sabırsızlıkla beklemek, çok istemek. " yarını
iple çekiyorum. "
ipucu vermek: aranılan şeyi bulmaya yarayan sinyali, onu açıklamaya yarayan
bilgiyi vermek. " bir ipucu vermezsen bu bilmeceyi çözemeyeceğim. "
ismi var, cismi yok: 1. sözü edilen bir kimse veya şeyin gerçekte var olmadığını
anlatmak için kullanılır. 2. adı olmasına karşılık görevini ve etkinliğini yerine
getirmeyen, varlığı ile yokluğu arasında bir fark bulunmayan.
iş başa düşmek: beklediği yardım gelmeyince, kendi işini kendisi yapmak zorunda
kalmak. " iş başa düştü desene !. . "
iş çığırından çıkmak: bir iş asıl amaçtan çıkarak düzelmesi güç bir durum
almak, bir bozukluk ve kargaşalık baş göstermek.
işi düşmek: birinin yardımına gereksinim duymak. " eh, onun da bize işi düşecek
bir gün. "
işi ağırdan almak: acele etmemek, bir işi yapmak için isteksiz görünmek. " söyle
onlara, işi ağırdan almasınlar, müşteriler mal bekliyor. "
işi azıtmak: yanlış ve aşırı yollara sapmak. " bu çocuk da işi iyice azıttı. "
işi allah`a kalmak: güç koşullar altında, beşerden hiçbir yardım umudu kalmamak. " kime
baş vurduysa bir netice alamadı, bundan böyle işi allah`a kalmıştı. "
işi bitmek: 1. hâli, gücü kalmamak. 2. yaptığı işi sona ermek. " git de bak,
babanın işi bitmiş mi ?"
işi duman olmak: işi ve durumu kötü olmak, berbat bir taktirde bulunmak.
işi iş olmak: işi yolunda, iyi olmak; hâlinden memnun bulunmak. " işi iş herifin,
baksana yan gelip yatıyor her gün. "
işinden olmak: bir süredir yaptığı işi elinden gitmek, görevini yitirmek. " haydi
canım, yoluna git de patronunla kavga etme; yoksa işinden olacaksın. "
işi sıkı tutmak: gevşekliğe yol açmamak, işe gereken önemi vermek ve sağlıklı
yürümesini sağlamak.
işi tıkırında olmak: işi çok ideal ve iyi olmak. " o konuşmayacak da ben mi
konuşacağım, işi tıkırında adamın. "
işi yokuşa sürmek: yapılabilir, görülebilir işi yapmamak için zorluk çıkarmak,
bahaneler ileri sürmek.
işkembeden atmak: uydurarak söylemek, tutarı olmayan sözler sarf etmek. " ona
sakın inanmayın, işkembeden atıyor. "
iş sarpa sarmak: iş, içerisinden çıkılması zor bir durum almak; engellerle karşılaşmak. " işler
sarpa sarmadan çekip gidelim buradan. "
iş yok: o şeyde yarar yok, yararı olmaz. " o arabada hiç iş yok, almaya değmez. "
ite kaka: zorla, güçlükle. " adamı her sabah ite kaka işe götürüyoruz. "
it sürüsü kadar: gereğinden fazla, olabildiğince çok, kalabalık. " it sürüsü kadar
adam, nasıl başa çıkacağız bunlarla. "
iyi gözle bakmamak: birisi ile ilgili iyi düşünmemek, kötü niyet beslemek. " komşuları
ona hiçbir vakit iyi gözle bakmadılar. "
iyi gün dostu: dostlarının sıkıntılı günlerinde onlardan kaçan kimse. " bize
iyi gün dostu lazım değil. "
izinden yürümek: birine içten bağlanarak onun başladığı işi aynı anlayışla
sürdürmek, fikirlerini ve hareketlerini aynen benimsemek.
izi silinmek: yok olmak, ortadan kaybolmak. " çiçek hastalığının bu kasabada
izi silindi neredeyse, çünkü çocuklar aşılanıyorlar. "
kabak tadı vermek: bıktırmak, usanç vermek, tatsız olmaya başlamak. " senin
bu konuşmaların da bundan böyle kabak tadı vermeye başladı. "
kabuğuna çekilmek: yalnız olarak kalmak, dış dünya ile ilgisini kesmek, kimse
ile görüşmemek. " geçirdiği kazadan sonra iyice kabuğuna çekildi. "
kaçın kur`ası: aldatılması güç, kurnaz; gün görmüş, geçirmiş; tecrübeli. " o
kaçın kur`ası, boşuna uğraşma, sen onu kandıramazsın. "
kafadan atmak: bir husus üstünde inceleme yapmadan, rast gele konuşmak. " derse
hiç çalışmadığın belli, öyle kafadan atıyorsun ki... "
kafadan kontak (sakat): düşüncesiz, delice işler yapan, aklı kıt. " bırak şu
elindeki baltayı, kafadan kontak mısın nesin ?"
kafa patlatmak: bir husus üstünde pek çok düşünmek, zihin yormak. " bu makine
üzerinde az kafa yormamışsın, öyle karışık ki. "
kafa tutmak: karşı gelmek, direnmek, boyun eğmemek. " her önüne gelene kafa
tutmakla bir yere varacağını mı sanıyorsun ?"
kafası işlemek (çalışmak): bir husus üstünde kavrayışı çok iyi olmak.
kafası kazan (gibi) olmak, (veya kafası şişmek): 1. zihni yorulmak. 2. gürültülü,
patırtılı şeyler dinlemekten rahatsız olmak, yorgunluk duymak. " kesin bundan böyle şu makinenin
sesini, kafam kazan gibi oldu. "
kafası kızmak: çok öfkelenip sinirlenmek. " kafamı kızdırmadan çekip gidin
buradan. "
kafasına dank etmek (demek): çoktandır anlayamadığı bir meseleyi bir olay
sebebiyle birden bire kavramak, doğruyu yakalamak.
kafasına koymak: bir şeyi yapmaya kararlı olup vaktini beklemek. " yarın onunla
görüşmeyi kafama koydum. "
kafası yerinde olmamak: 1. o anda kafası çok yorgun olmak. 2. başka şeyler
düşündüğünden, o anda konuşulana derhal intibak edememek. " kusura bakmayın, ne söylediğinizi
anlayamadım, kafam yerinde değildi de. "
kalbini kırmak: incitmek, küstürecek kadar üzmek, gönlünü kırmak, gücendirmek. " onu,
kalbini kırmadan uyarmaya çalış. "
kaale almamak: önemsiz görmek, sözünü etmeye değer bulmamak. " o, kaale alınacak
bir insan değil. "
kalem oynatmak: 1. yazı yazmak. 2. bir yazıyı düzeltmek. 3. bir yazıda değişiklik
yapmak. " ben senin gibi kalem oynatmayı beceremiyorum. "
kalıbını basmak: bir şeye tüm içtenliği ile güvenmek, bir şeyi doğrulamak. " kalıbımı
basarım ki o, bu işi yapmamıştır. "
kambersiz düğün olmaz (olur mu ?): " bir toplantı, eğlence veya iş, en fazla
ilgili kişiler bulunmadan yapılırsa tadı çıkmaz" anlamında alay yollu kullanılır.
kambur üzerine kambur (kambur kambur üstüne): " sıkıntı üzerine sıkıntı, terslik
üstüne terslik, borç üzerine borç, aksilikler birbirlerini kovalıyor" anlamında kullanılır.
kanadı altına almak: korumak, gözetmek, himayesi altına almak. " yeğenini kanadının
altına aldı. "
kan ağlamak: büyük bir üzüntü içerisinde olup yakınmak. " dört çocuk yalnız başıma
kaldım, çaresizim, içim kan ağlıyor ama kimseye açılamıyorum. "
kana susamak: birini öldürme hırsı içerisinde olmak. " bırak elindeki bıçağı dedim
ama dinletemedim, kana susamış gibiydi. "
kan başına sıçramak (beynine çıkmak): çok sinirlenmek, öfkelenmek," kan başına
sıçramıştı, sağa sola bağırıp duruyordu. "
kan çıkmak: cinayet işlenmek, kan dökülmek. " şu adamı götürün gözümün önünden,
yoksa kan çıkacak. "
kan dökmek: ölüme yol açmak, yaralanıp ölmek veya birini yaralayıp öldürmek.
kan gövdeyi götürmek: çok kan akıtılmış olmak, çok insan öldürülmek. " düşmanla
göğüs göğüse gelmiştik, biliyordum ki birazdan kan gövdeyi götürecek ve pek çoğumuz
ölecekti. "
kanı bozuk: soysuz, iğrenç işler yapmaktan geri durmayan. " toplum bu kanı
bozuk insanlardan temizlenmelidir. "
kanı kaynamak: 1. hareketli, coşkun olmak. 2. birine içten bir sevgi beslemek,
yakınlık duymak. " çocuğa, ilk rastladığımda kanım kaynamıştı. "
kanına girmek: 1. birini öldürtmek veya öldürmek. 2. bir şeyi harcamak, ziyan
etmek.
kanını emmek: hiç insaf etmeden sömürmek, varını yoğunu elinden almak. " yıllardır
kanımızı emiyor bu soysuz herifler! "
kanı pahasına: yaralanmayı veya öldürülmeyi göze alarak. " kanım pahasına da
olsa, o adamlara, buradan adımlarını attırmayacağım. "
kanıyla ödemek: yaptığı işin cezasını hayatıyla ödemek. " yaptığını kanıyla
ödettiler zavallıya. "
kan kusturmak: çok büyük sıkıntı ve eziyet çektirmek. " bana kan kusturmaya
yemin etmişler, haydi görelim. "
kanlı canlı: sağlıklı, sapasağlam, dinç ve diri olduğu yüzünden belli olan. " kanlı
canlı oluncaya kadar hastanede tutuldum. "
kan ter içerisinde kalmak: çok yorgun, terli, bitkin ve perişan taktirde olmak. " elindeki
kazmayı bırakmaya niyetli değildi, kan ter içerisinde kalmış bedenini doğrultarak yüzüme
baktı. "
kan tutmak: 1. kan görünce bayılmak. 2. (adam öldüren kimse korku ve heyecandan)
şok geçirmek, kaçamamak, olduğu yere yığılıp kalmak.
kapağı atmak: sıkıntılı bir yerden kurtulup rahat edeceği bir yere kavuşmak;
uygun bir yere yerleşmek, işe girmek. " evimize kapağı attık mı tamam, gel keyfim
gel o vakit. "
kapı dışarı etmek: kovmak, dışarı atmak. " ben de bu evin insanıyım, beni kapı
dışarı edemezsiniz! "
kapı kapı dolaşmak: 1. ev ev gezmek, her eve uğramak. 2. derhal her devlet
dairesine başvurmak. " kapı kapı dolaştı, ne var ki bir iş bulamadı. "
kapı komşu: bitişikte oturan komşu, evleri yan yana olan ailelerden her biri. " kapı
komşum öyle iyi bir insan ki.. "
kapısında büyümek: birinin evinde eğitim görüp yetişmek. " onun kapısında büyümüştü,
ona bu kötülüğü nasıl yapmıştı aklı almıyordu. "
kapısını aşındırmak: istediğini elde edinceye kadar birinin yanına çok sık
gidip gelmek.
kapı yoldaşı: gelişi hoş bir yerde aynı hizmette bulananlardan her biri.
kapıyı açmak: 1. başlama. 2. bir işte birilerine örnek olmak. " açık artırmada
kapı bir milyon liradan açıldı. "
kara cahil: hiçbir şey bilmeyen, çok bilgisiz. " onun kara cahil birisi olduğunu
ilk konuşmamızda fark etmiştim. "
kara çalı: iki kişi, iki dost arasına girerek arayı bozan kimse.
kara çalmak: birine iftira etmek, leke sürmek, haksız yere suçlamak. " kadıncağıza
yok yere kara çaldılar. "
kara gün: sıkıntılı, üzüntülü, büyük bir yasa düşülen gün. " allah kimseye
kara gün göstermesin. "
kara gün dostu: yalnız iyi günlerde değil sıkıntılı, üzücü, düşkünlük günlerinde
de insanın yardımına koşan, dostunu yalnız bırakmayan kimse.
kara haber: ölüm veya felâket haberi, çok üzücü haber. " fatma kadına bu kara
haberi vermeye kimse yanaşmadı. "
karalar bağlamak (giymek): bir felâket bu nedenle yas tutmak, siyah elbise
giymek ya da siyah örtü bağlamak.
karaman`ın koyunu sonra çıkar oyunu: " dış görünüşe aldanmamalı, bir kişi
ya da iş olağan görünebilir, ancak altından neler çıkabileceği hiç belli olmaz,
o sonra görünür. " anlamında kullanılır.
karar kılmak: dönüp dolaşıp o şeyin üzerinde durmak, onu seçmek, pekçok
şeyi deneyip onu tercih etmek. " ben bu elbisede karar kıldım. "
karda gezip izini belli etmemek: kimsenin sezemeyeceği şekilde gizli bir
iş çevirmek, uygunsuz işler yapmak. " onun ne şekil bir insan olduğunu bana sorun;
o, karda gezer izini belli etmez biridir. "
kargacık burgacık: eğri büğrü, kötü, okunması güç, çarpık, düzensiz (yazı).
kardeş payı yapmak: eşit miktarlarda bölmek, taksim etmek, paylaştırmak. " çok
açtılar, buldukları ekmeği oracıkta kardeş payı yaptılar. "
karınca duası gibi: çok ufak, sık ve okunaksız, birbirine girmiş (yazı).
karınca yuvası gibi kaynamak: çok kalabalık ve hareketli olmak (bir yer). " pasajın
girişi âdeta karınca yuvası gibi kaynıyordu. "
karınca kararınca: az, önemsiz ve ufak de olsa, gücü yettiği kadar, elinden
geldiğince. " caminin yapımına karınca kararınca o da katkıda bulunmaya karar verdi. "
karman çorman: karmakarışık, çok karışık, düzensiz, alt üst olup birbirine
girmiş. " ortalık karman çormandı, nereden işe başlayacağını bilemiyordu. "
karnı karnına geçmek: çok acıkmak, çok zayıflamış olmak. " günlerdir ağzına
bir lokma koymamıştı, karnı karnına geçmiş ve bitap düşmüştü. "
karnım tok: " o sözlerine kanmıyorum, önem vermiyorum" anlamında kullanılır. " geç
babam, geç bu sözleri, karnımız tok bu sözlere, paradan söz et sen, verecek misin,
vermeyecek misin ?"
karnı tok sırtı pek: geçimi iyi, hâli zamanı yerinde, para sıkıntısı olmayan,
birinin yardımına gereksinim duymayan (kimse). " herkesin karnı tok sırtı pek olacaktır,
bize güvenin! "
karnı zil çalmak: çok acıkmış olmak. " bugün hiçbir şey yiyemedim, karnım zil
çalıyor! "
karşı durmak: bir güce boyun eğmemek, direnmek. " düşmana karşı durmak boynumuzun
borcudur. "
karşı koymak: engel olmaya çalışmak, direnmek, güç kullanarak dayanmak, boyun
eğmemek. " hırsızlar polise silâhla karşı koymaya çalıştılar. "
kasıp kavurmak: 1. bir afet çok zarar vermek, mahvetmek. 2. basınç yaparak,
kıyıcı davranışlarda bulunarak bir topluluğu ezmek; zulmetmek, ortalığı korku ve
dehşet içerisinde bırakmak. " eşkıyalar ortalığı kasıp kavurmaya başladılar! "
kaş göz etmek: kaş ve göz hareketleriyle bir işaret vermeye, istediğini bu
yolla anlatmaya çalışmak. " kalabalıkta kaş göz ederek hasan`ı çağırmayı düşündü. "
kaşıkla yedirip, sapıyla göz çıkarmak: bir iyilik yaptıktan sonra, bu iyiliği hiçe
indirecek bir kötülük yapmak.
kaşla göz arasında: çok çabuk, kimsenin sezmesine fırsat vermeyecek kadar
az bir vakit içerisinde. " kaşla göz arasında kapıverdi mendili. "
kaş yapayım derken göz çıkarmak: işi düzelteyim, bir iyilik yapayım derken
büsbütün bozmak ve büyük bir zarar vermek.
katı yürekli: acımasız, merhametsiz, acı veren şeylere aldırmayan. " onun gibi
katı yürekli bir insan daha görmedim desem yeridir. "
kayıtsız kalmak: umursamamak, önem vermemek, ilgi göstermemek. " onun bu kötülüklerine
kayıtsız kalmak olası mü ?"
kazan kaldırmak: yönetime karşı topluca karşı gelmek, baş kaldırmak. " maden
işçileri kazan kaldırmış diyorlar. "
kedi ciğere bakar gibi (bakmak): imrenerek, iştahla, ele geçirme isteği ile
bakmak.
kedi gibi dört ayak üzerine düşmek: en zor, en tehlikeli durumdan zarar görmeden
kurtulmak.
kedi olalı bir fare tuttu: ilk defa, neden sonra kendisinden beklenen bir
iş yapabildi. " temsilcimiz, nihayet kedi olalı bir fare tuttu, yüklü bir iş yakaladı. "
kefeni yırtmak: ağır bir hasta ölüm tehlikesini atlamak. " üzülmeyin, kefeni
yırttı büyük anneniz. "
kel başa şimşir tarak: pek çok gereksinim giderilmeyi beklerken luzumsuz özenti
ve gösterişi belirtmek için kullanılır.
keli görünmek: bir kabahati, hatası ortaya çıkmak. " kelinin görünmeyeceğini
sanıyordu şapşal! "
kel kâhya: bilgisi olsun olmasın her işe karışan, burnunu sokan.
kelle götürür gibi: lazım olmayan bir acelecilikle, bir şey ulaştıracakmış
gibi çok hızlı koşarak.
kelleyi koltuğuna almak: ölümü göze alarak bir işe kalkışmak. " kelleyi koltuğuna
alıp düşman karşısına çıkmak her babayiğidin harcı değil. "
kem küm etmek: anlatmak istediğini açık seçik ifade edememek, bir soru karşısında
bocalayıp cevap bulamayarak anlamsız sözler söylemek. " kem küm etme de ne söyleyeceksen
söyle çabuk! "
kendi göbeğini kendi kesmek: istediği yardım gelmeyince kendi işini kendi
yapmak halinde kalmak. " o her vakit kendi göbeğini kendisi kesmiş, kimseden yardım
beklememiştir. "
kendi kendini yemek: istediği iş olmadı diye gizli gizli üzülmek, kaygı duymak. " kendi
kendimi yedim bitirdim bu iş yüzünden. "
kendinden geçmek: 1. kendini kaybetmek, bayılmak, bilinci işlemez olmak.
2. sevindirici bir olay karşısında coşkuya kapılmak, duygulanmak. " dün gece bizim
adam yine kendinden geçti, hastaneye zor yetiştirdik. "
kendinden pay (paha) biçmek: bir durumu kendi durumu ile ölçüştürmek.
kendine yedirememek: yapılan bir işi onur kırıcı görüp, kişiliğine dokunmuş
sayarak tepki göstermek; kendisinin başkasına yapması söz konusu olan işi, kişiliği
için ideal görmeyip yapmamak.
kendini ağır satmak: kendisinden yapılması istenen işi, pekçok ricadan, pekçok
ısrardan sonra yapmayı kabul etmek. " kendini ağır satmakla adam olduğunu mu kanıtlayacak ?"
kendini ateşe atmak: bilerek zor ve tehlikeli bir işe girişmek. " kendisini
ateşe atmasına izin mi vereceksiniz ?"
kendini dev aynasında görmek: kendisini olduğundan büyük bir adam sanmak;
üstün, yetenekli, kuvvetli görmek. " kendini dev aynasında görmekten ne zaman vaz geçeceksin
ha !. . "
kendini kaptırmak: bir şeyin etkisinden kendini kurtaramamak. " bu yaştan sonra
kendimi sigaraya kaptıracağım hiç aklıma gelmezdi doğrusu. "
kendini toplamak: 1. kötü, bozuk olan durumunu düzeltmek. 2. bir husus üstünde
dikkatini yoğunlaştırmak. 3. şişmanlamak. " bizim oğlan kendini iyice toparladı, şimdi
ev almayı düşünüyor. "
kendini vermek: bir şeye tüm varlığıyla bağlanmak, başka şeylerle ilgisini
kesip sadece onunla ilgilenmek, bir şeyi bütün gücüyle yapmaya çalışmak. " işe henüz
kendini vermiş sayılmaz. "
kendi payıma: " bana gelince, bana kalırsa, fikrime göre, bana sorarsanız"
anlamlarında kullanılır.
kene gibi yapışmak: yakasını bir türlü bırakmamak; istenmediği hâlde, çıkar
sağladığı için birinin peşini bırakmamak. " kene gibi yapışmıştı adamın yakasına,
peşini bir türlü bırakmıyordu. "
kesenin ağzını açmak: bol para harcamaya başlamak. " babam kesenin ağzını açtı
nihayet. "
keyif çatmak: neşeli olmak, güzel ve eğlenceli vakit geçirmek. " işi nihayet
bitirmiştik, sıra şimdi keyif çatmaya gelmişti. "
keyif ehli: rahatına düşkün kimse, zevkinden bol bol yararlanan. " oldukça
rahat, keyif ehli bir insandı. "
kılı kırk yarmak: titizlenmek, çok dikkat ederek en ince ayrıntılarına kadar
incelemek, önemle üzerinde durmak. " bir malı almadan önce kılı kırk yararcasına evirir
çevirir ve öyle alırdı. "
kıl payı (kalmak): çok az, az bir fark (kalmak). " araba o hızla virajı alamadı,
uçuruma yuvarlanmasına kıl payı kalmıştı. "
kıran girmek: 1. daha önce bulunmakta olan şey bulunmaz olmak. 2. hayvanlar ya da
insanlar arasında öldürücü bir hastalık yayılmak. " kıran girdi, tüm koyunlar telef
oldu. "
kırık dökük: 1. eski çürük, sağlam olmayan, değersiz (şey). 2. düzgün olmayan,
parça parça, dağınık (söz). " şu kırık dökük eşyaları ortadan kaldırın hemen! "
kırıp geçirmek: 1. yakıp yıkarak, basınç yaparak, öldürerek büyük zarar vermek.
2. çok sert davranarak darıltmak. 3. tuhaf olan söz ve davranışlarıyla herkesi güldürmekten
katıltmak.
kırk tarakta bezi bulunmak: birbirlerinden değişik pekçok işle uğraşmak, pekçok
ilişkisi bulunmak, gizli ilişkileri olmak. " ne iş yaptığı belli değil, kırk tarakta
bezi var adamın. "
kıssadan hisse almak: bir olaydan, anlatılan bir hikâyeden ders almak.
kıt kanaat (geçinmek): yoksulluk içerisinde, zar zor ve güçlükle (geçinmek). " bir
zamanlar biz de kıt kanaat geçiniyorduk. "
kıyamet kopmak: 1. kıyamet günü gelmek. 2. bir yerde çok gürültü ve patırtı
kavga, telâş olmak. " kıyamet günü gelecek ve insanlar sonunda hesaba çekilecekler. "
kızıl (kızılca) kıyamet kopmak: bir meselede büyük, aşırı, gürültülü bir
kavgaya yol açmak; yüksek sesli tartışma başlatmak. " sizin bostanlara su vermeyeceğim
deyince kızılca kıyamet koptu. "
kilit noktası: tüm işlerin çözümlenmesi ona bağlı olan önemli öğe, üstünde
durulması gereken en önemli nokta, makam veya yer.
kim vurduya gitmek: bir kargaşa esnasında ve kalabalık arasında kimin tarafından
vurulduğu veya dövüldüğü belli olmamak.
kirişi kırmak: kaçıp gitmek, bulunduğu yerden gizlice ve hızlıca ayrılmak. " kavga
başlayınca kirişi kırarım diye düşündü. "
kitaba el basmak: elini kutsal kitap olan kur`ân-ı kerim üstüne koyarak
yemin etmek.
kof çıkmak: işe yaramadığı, sanıldığı gibi olmadığı, boş ve değersiz bir
kişi olduğu anlaşılmak.
kokusu çıkmak: gizli yapılmış bir iş, daha sonra herkes tarafından bilinir
olmaya başlamak. " bu işin kokusu çıkar diye korkuyorum. "
kol kanat olmak: yardım etmek, gözetmek, bir kimseyi koruyuculuğu altına
almak.
kolu kanadı kırılmak: çaresiz duruma düşmek, bir şey yapamaz hâle gelmek. " kolu
kanadı kırılmış bir vaziyette dolaşıyordu. "
kozunu paylaşmak: aradaki anlaşmazlığı zora başvurarak, üstün olan güce dayandırarak
çözümlemek, sona erdirmek. " onunla kozunu paylaşmaya can atıyordu. "
kök söktürmek: uğraştırmak, zorluk çıkarmak, engel olmak. " o takıma kök söktürmeye
yemin ettik. "
köküne kibrit suyu dökmek: bir daha belirmeyecek, ortaya çıkmayacak şekilde
yok etmek, ortadan kaldırmak.
köprüleri atmak: girişilen, başlanılan bir işten vazgeçmeye ya da geri dönmeye
imkânı kalmayacak biçimde kesin bir davranış göstermek; ilişkileri bir daha kurulamayacak
biçimde bozmak.
kör değneğini beller gibi: bir değişiklik, yenilik düşünmeden, hep aynı şekilde
davrananların durumunu anlatmak için kullanılır.
kör kadı: sözünü esirgemeyen; doğru bildiğini hatır gönül dinlemeden her
yerde, herkesin yüzüne karşı söyleyen.
köstek olmak: engel olmak. " sen köstek olma yeter. "
kraldan çok kralcı olmak: birinin davasını ondan daha çok savunur olmak.
kucak açmak: gereksinim sahibi birine sığınacak yer vermek, onu korumak. " muhtaçlara
kucak açmak insanlık görevidir. "
kulağı delik: olup bitenleri çabuk haber alan, derhal her şeyden haberi olan. " hasan
mı, ne kulağı delik adamdır o, ne öğreneceksen ona sor. "
kulağı kirişte (olmak): söylenecek sözü, gelecek haberi dikkatlice (beklemek). " kulağınız
kirişte olsun, ne duyarsanız iletin derhal. "
kulağına çalınmak: bir söz, bir haber başkasına söylenirken kendisi de şu şekilde
böyle duymak. o" senin şehre gideceğin kulağıma çalındı, ne diyorsun ?"
kulağına kar suyu kaçmak: rahatını bozan bir haber işitmek, sıkışık bir duruma
düşmek.
kulağına küpe olmak: başına gelen bir işten, gördüğü olaydan ders alıp hiç
unutmamak. " umarım bu iş senin kulağına küpe olur da aynı yanlışa bir daha düşmezsin. "
kulağını açmak: tüm dikkatini vererek dinlemek, söylenenlere dikkat etmek. " kulağını
aç da beni iyi dinle! "
kulak asmamak: aldırıp önemsememek, dinlememek. " kulak asma sen onun söylediklerine. "
kulak kesilmek: çok iyi, tüm dikkatini vererek dinlemek; dikkatini toplayarak
duymaya çalışmak. " ne konuştuklarını merak ediyordum, yanlarına yaklaşarak kulak
kesildim. "
kul hakkı: islâm dinine göre, insanların birbiri üstündeki hakları. " öte
dünyaya kul hakkıyla gitmem inşallah. "
kul köle (veya kurban) olmak: tam bir doğruluk içerisinde gönülden bağlanmak,
bağlılığın gerektirdiği fedakârlığı yapmaya hazır olmak.
kumpas kurmak: birini aldatmak için tuzak kurmak, gizli bir iş düzen vermek.
kundak sokmak: 1. yangın çıkarmak için bir yere tutuşmuş yağlı bez parçası
koymak. 2. ara bozacak bir söz ya da davranışta bulunmak.
kurşuna dizmek: ölüm cezasını askerî bir birliğin attığı kurşunlarla yerine
getirmek, sıkılan kurşunlarla öldürmek. " bütün köy halkını kurşuna dizdiler! "
kurtlarını dökmek: öteden beri yapmak istediği şeyi bol bol yapıp hevesini
almak. " bu akşam bir miktar kurtlarımızı dökelim, ne dersin ?"
kuru iftira: hiçbir kanıtı olmayan suçlama. " allah kuru iftiradan korusun
hepimizi! "
kuru kalabalık: 1. yararsız kırık dökük eşya. 2. hiçbir işe yaramayan insan
topluluğu. " bu kuru kalabalığa güvenip de sakın yola çıkma. "
kuş kadar canı olmak: ufak, cılız, zayıf, çelimsiz bir vücuda sahip olmak.
kuş uçmaz, kervan geçmez: çok ıssız, sapa, kır, insanın uğramadığı yer. " başını
alıp kuş uçmaz kervan geçmez bir diyara gitti. "
kuş uçurmamak: hiç kimsenin geçmesine, kaçmasına izin vermemek; imkân tanımamak,
bunun için çok dikkatli davranmak. " sıkı gözcülerdir, kuş uçurtmazlar, merak etme! "
kuyruklu yalan: insanın kanması için süslenmiş büyük yalan. " inanmayın ona,
söyledikleri kuyruklu yalandan başka bir şey değil! "
kuyusunu kazmak: birinin kötü duruma düşmesi, felâkete uğraması, zarar görmesini
sağlamak için zemin hazırlamak, tuzak kurmak. " adamın kuyusunu kazıp da elinize ne
geçecek. "
küçük dilini yutmak: çok şaşmak, hayrete düşmek, donakalmak, hiçbir şey söyleyemez
hâle gelmek. " ne o dostum, ufak dilini mi yuttun ?"
küçük görmek: önemsememek, değer vermemek. " hasmınızı sakın ufak görmeyin
çocuklar! "
külâhını ters giydirmek: çok kurnaz olmak; oyuna getirmek, kendisine iyi
davranmayanları bir hile ile yaptıklarına pişman etmek.
kül kesilmek: heyecan ve korkudan yüzünün rengi atmak, solmak. " katili karşısında
görünce yüzü kül kesildi. "
.kül olmak: 1. bir şey bütünüyle yanmak. 2. varını yoğunu yitirmek, elinde
bulunanlar yok olmak. 3. büyük bir felâkete uğrayıp çok üzülmek.
külünü (göğe) savurmak: bir şeyi tamamiyle bitirip yok etmek, harcayıp tüketmek,
telef edip bir şey bırakmamak.
kül yutmamak: oyuna gelmemek, tuzağa düşmemek, kurnazca yapılan bir hileye
aldanmamak. " bana kül yutturamazsınız diyemem ama yeterince dikkatli olduğumu söyleyebilirim. "
künyesi bozuk: eskiden kötü durumları görülmüş olan, kötü işlere girmiş bulunmakta olan. " künyesi
bozuk diye, bu adama hiç kimse iş vermeyecek mi ?"
küplere binmek: haddinden fazla öfkelenme, kızmak, sağa sola ateş saçmak. " yeni
saatimi kırdığımı öğrenen annem küplere bindi. "
küpünü doldurmak: eline geçen fırsatları değerlendirerek çok para biriktirmek. " küpünü
doldurmayı becerebilenlerden olamadım hiç. "
kürek kadar (pabuç kadar) dili olmak: derhal her söze cevap yetiştirmek, büyüklerine
karşı saygısızca karşılıklar verir olmak. laçka olmak:
1. gelişi hoş bir iş gevşek ve düzensiz yürütülmek. 2. mil ya da vida gibi makine
bölümleri eskiyip aşınarak işe yaramaz hâle gelmek. " bu vidalar laçka olmuş, kol
tutmuyor. "
laf (söz) altında kalmamak: bir münakaşa sırasında söylenen her dokunaklı
söze karşılık vermek, söz altında ezilmemek.
laf (söz) aramızda: " söyleyeceğim sözleri başka biri duymasın, bilmesin,
konuştuklarımız aramızda kalsın" anlamında kullanılır. " laf aramızda, ali yine öç
alacağım demeye başlamış. "
lafa tutmak: birini konuşarak, luzumsuz meseleler anlatarak işinden alıkoymak. " onu
biraz lafa tutup oyalamaya başladılar. "
laf ebesi: söyleyecek sözü bol olan, her söze karışan, herkese söz yetiştiren,
çok konuşan. " laf ebeliğini bırak da ne söyleyeceksen söyle! "
laf etmek: 1. konuşmak. 2. bir şeyi dedikodu konusu yapmak. " akşam buluşalım
da iki çift laf edelim. "
lafı (sözü) ağzına tıkamak: birinin sözünü bitirmesine fırsat vermemek, onu
susmak zorunda bırakmak, konuşmasını önlemek. " ağzını açar açmaz lafı ağzına tıkadılar
adamcağızın. "
lafı (sözü) ağzında gevelemek: söylemek istediğini açık olarak bir türlü
söyleyememek, şundan bundan bahsetmek. " beni görünce şaşırdı, lafı ağzında gevelemeye
başladı. "
lafı (sözü) çevirmek: konuşmasının sakıncalı bir şekil aldığını fark edince
söze başka bir yön vermek, başka hususa geçmek. " beni görünce birden nasıl
da sözü çevirdi. "
lafını (sözünü) etmek: bir şey üstünde konuşmak. " artık lafını etmeyin şu
adamın! "
laf işitmek: birisi tarafından paylanmak, azarlanmak," çabuk ol, senin yüzünden
laf işiteceğiz öğretmenden. "
laf olsun diye: rastgele, belli bir amaç gütmeden. " kızma canım, laf olsun
diye söylemiştir o sözleri. "
laf (söz) taşımak: aralarını açmak maksadıyla birinin bir kimse ile ilgili
söylediği güzel olmayan sözlerini o kimseye ulaştırmak, söz getirip götürmek. " o laf
taşıyıcı adamdan uzak durmalısın. "
laf (söz) yetiştirmek: bir söze karşılık vermekte gecikmemek, durmadan konuşmak.
laf (söz) yok: " kusursuz, eksiksiz, eleştirilecek bir yanı dahi yok" anlamında
kullanılır. " arkadaşıma laf yok, o mert mi mert biridir. "
lâhavle çekmek: sıkıntıyı, öfkeyi gidermek, sabır telkin etmek için " lâhavle"
ile başlayan duayıokumak. " lâhavle çekmeden başka bir şey yapamadım. "
lamı cimi yok: " hiçbir bahane, itiraz, mazeret, duraksama, karşı gelme yok"
anlamında kullanılır. " lamı cimi yok, bu akşam bize geleceksiniz, tamam mı ?"
leb demeden leblebiyi anlamak: daha sözün başında ne demek istediğini anlamak, anlayışlı
ve kavrayışlı olmak.
leke sürmek: suç indirmek, birinin onurunu sarsacak şekilde iftirada bulunmak. " zorla
kadıncağıza kara bir leke sürdüler, allah`tan hiç korkmadılar. "
leşini çıkarmak: çok feci dövmek. " beş kişiydiler, adamın leşini çıkardılar. "
lök gibi oturmak: bir yere tüm ağırlığıyla çökmek, oturup kalmak. " sedire
lök gibi oturunca gacur gucur sesler duyuldu. "
lüpe konmak: değerli bir şeyi bedavadan, emek sarf etmeden ele geçirmek.
madalyanın ters (öteki) yüzü: pozitif bir olay, iş ya da durumun düşünülmesi, hesaba
katılması gereken negatif yönü.
madik atmak: hile, düzen ve oyunla aldatmak; dolap çevirmek. " ona kolay kolay
kimse madik atamaz. "
mahalleyi ayağa kaldırmak: bağırıp çağırarak, gürültü kopararak husus komşuyu rahatsız
etmek, telâşlandırmak. " bağırıp durma öyle, mahalleyi ayağa kaldıracaksın. "
mahkemelik olmak: kavga veya anlaşmazlık neticesi mahkemeye düşmek. " bu gidişle
mahkemelik olacağız galiba. "
makas almak: birinin yanağını orta parmakla gösterme parmağı arasında sıkmak.
mal bulmuş mağribi gibi: büyük bir zenginliğe kavuşmuşcasına büyük sevinç ve coşku
ile.
mal etmek: 1. bir malı hakkı olmadığı hâlde kendisininmiş gibi göstermek
veya saymak. 2. bir mala, bir değer karşılığında sahip olmak. " o tarlayı kendisine
mal etmesine göz yummayacağım. "
mânâ çıkarmak: yanlış bir yargıya varmak, bir söz ya da hareketten kendine
göre bir anlam çıkarmak. " öyle alıngandı ki her sözümden bir mânâ çıkarıyordu. "
mânâ vermek: kendine göre bir yargıya varmak, yorumlamak. " senin bu davranışına
bir mânâ veremiyorum. "
mantar gibi yerden bitmek: birdenbire ya da kendiliğinden ortaya çıkmak. " adamlar
mantar gibi yerden bitmişlerdi, bir anda etrafımızı sarıverdiler. "
maraza çıkarmak: anlaşmazlığa yol açacak işler yapmak, kavgaya yol açmak.
martaval atmak: inanılmayacak şeyler uydurmak, yalan söylemek. " amma da martaval
atıyordu adam. "
mart içeri pire dışarı: birbirlerinden hoşlanmayan iki kişiden biri gelince
ötekinin dışarı çıkışını anlatmak için kullanılır.
masal okumak: inandırıcı olmayan, oyalayıcı ve avutucu sözler söylemek. " bana
masal okuma, olayın gerçek yüzünü anlat. "
maskara olmak: gülünç hâllere düşmek, alay konusu olmak. " kim düşmanının maskarası
olmak ister ?"
maskesi düşmek: gerçek yüzü, kimliği, meziyeti ortaya çıkmak. " nihayet maskesi
düştü, herkes onun ne mal olduğunu anlayacak. "
masrafa girmek: çok para harcamak. " evi yaptılar ama çok da masrafa girdiler. "
masrafı çekmek: bir iş için gereken parayı ödemek, gideri karşılamak. " yarınki
gezide tüm masrafları ahmet çekecekmiş. "
maşallahı var: bir şey ya da kimsenin iyi taktirde olduğunu anlatmak için
kullanılır. " adamın maşallahı var, hiçbir yoksulu geri çevirmedi. "
maşası olmak: sakıncalı bir işte, biri tarafından araç olarak kullanılmak. " işverense
işveren, onun maşası olamam ben! "
mat etmek: 1. satranç oyununda yenmek. 2. bir tartışmada, karşı tarafı söz
söyleyemeyecek duruma getirmek. " ileri sürdüğü kanıtlar ile karşısındakileri kısa
zamanda mat etti. "
matrak geçmek: alay etmek, karşısındakiyle eğlenmek, dalga geçmek. " insanlarla
matrak geçmeye bayılıyorsun. "
maval okumak: tutarlı, inandırıcı olmayan, yalan sözler söylemek. " kes sesini,
maval okumandan bıktım artık! "
mayası bozuk: karaktersiz, kötü yaradılışlı, aşağılık (kişi). " şu mayası bozuk
adamın çenesini kapayın, sesini duymak istemiyorum. "
maymun iştahlı: kararsız, hevesi çabuk geçen; bugün şunu yarın ötekini beğenen. " maymun
iştahlılığı yüzünden başına olmadık işler geldi. "
mekik dokumak: iki yer arasında durmadan gidip gelmek. " mağaza ile ev arasında
tam elli beş yıl mekik dokumuştu rahmetli. "
merak etmek: 1. kaygılanmak. 2. öğrenmek, anlamak isteği taşımak. " merak etmeye
başladım, bu saate kadar gelmeliydiler. "
merhabayı kesmek: biriyle ilgiyi kesmek, arkadaşlığa son vermek. " onunla merhabayı
keseli epey vakit olmuştu. "
meteliğe kurşun atmak: parasız pulsuz kalmak, hiç parası olmamak. " dün meteliğe
kurşun atıyordu, ya bugün... "
metelik vermemek: değer vermemek, umursamamak, aldırış etmemek. " onun gibilere
metelik vermem mi diyorsun ?"
mevki sahibi olmak: yüksek bir görevde, bir işte önemli bir aşamada bulunmak. " mevki
sahibi olmak için yıllarca çalışıp durdu. "
meydana çıkmak: 1. görünmek. 2. belli olmak. 3. yetişmek, büyümek, olmak. " korkak
herif meydana çık da yüzünü görelim. "
meydana gelmek: 1. olmak, oluşmak, vücut bulmak. 2. ortaya çıkmak. " olay akşam
üzeri meydana geldi diyorlar. "
meydanı boş bulmak: kendisine mâni olacak kimse bulunmadığı için aşırı davranışlarda
bulunmak, bir şeyden çekinmemek. " meydanı boş bulan eşkıyalar ortalığı kasıp kavurmaya
başlamışlardı. "
mızıkçılık etmek: bir oyunu ya da birlikte yapılan bir işi çeşitli bahaneler
ileri sürerek bozmaya çalışmak, razı olmamak.
midesi bulanmak: 1. kusacak gibi olmak. 2. iğrenmek, tiksinmek. 3. kuşkulanmak. " yaptığınız
iş, mide bulandırıcı bir işti! "
mim koymak: 1. (bir şey) unutulmaması için işaret koymak. 2. önemli bularak
üstünde durmak, dikkate almak, önemli şeyler arasında saymak. " bu ata sözüne bir
mim koy, dedi öğretmenim. "
minnet etmek: boyun eğmek, yalvarmak. " ona buna minnet etmeden yaşamak istediğimi
biliyorsun değil mi ?"
moda olmak: yaygın duruma gelmek, gözde olmak, beğenilir ve arzu edilir olduğu
için yapılır olmak. " saçları kısa kestirmek bu yıl moda oldu. "
modası geçmek: yaygın olmaktan çıkmak, önemini yitirmek. " bu elbisenin modası
geçti bundan böyle. "
mola vermek: bir müddet ara vermek; uzun süren yolculuğun, çalışmanın, yürüyüşün
yorucu tesirini atmak için bir müddet dinlenmek. " yarım saat sonra mola verecekler,
onlara mola yerinde yetişebiliriz. "
mumla aramak: çok istek ve özlemle aramak. " o anneyi siz mumla arayacak ama
bir daha bulamayacaksınız. "
muradına ermek: dileği gerçekleşmek, çok istediği şeye kavuşmak. " inşallah
muradına erersin kızım. "
mürekkebi kurumadan: bir şeyin yazılmasından çok kısa bir müddet sonra.
mürekkebi kurumadan bozmak: bir kararı, sözleşmeyi, anlaşmayı yazılmasından
kısa bir müddet sonra bozmak.
mürekkep yalamış: az çok öğrenim görmüş, okuyup yazmış, belli bir kültüre
sahip olmuş kimse. " maval okumayı bırakın, biz de mürekkep yalamışlardan sayılırız. "
Na (nah) kafa: " akılsız, düşüncesiz, kavrayışsız" anlamında alay yollu söylenir. " anlaması
mümkün değil, na kafa! "
nabza göre şerbet vermek: birinin hoşuna gidecek, eğilimlerine cevap verecek
biçimde davranmak. " nabza göre şerbet vermeyi iyi biliyorsun. "
nalıncı keseri gibi kendine yontmak: derhal her işte kendi çıkarını düşünerek
hareket etmek.
nara atmak: yüksek bir sesle haykırmak, kabadayıca bağırmak. " birahaneden
çıkan sarhoşlar edepsizce nara atmaya başladılar. "
nato kafa nato mermer: " söz anlamaz, söz dinlemez taş gibi kafa" anlamında
kullanılır.
naza çekmek: kendini ağır satmak, bir isteği yerine getirmekte yapmacıklı
davranışlarla isteksiz gibi davranmak. " kendini naza çekmeye bayılır bizim kız. "
nazı geçmek: dilediklerini yaptıracak kadar hatırı sayılır olmak. " babası,
kasabada olabildiğince nazı geçen bir insandı. "
ne çare: çaresi yok, elden bir şey gelmez. " ne çare ki onu durdurmamız olası
değil. "
ne çıkar: 1. ne zararı var ? 2. bir netice vermez. 3. ne fayda, ne zarar umulur. " biraz
sert konuşmuşsam, ne çıkar bundan ?"
neden sonra: bir müddet geçince, her şey olup bittikten sonra, çok vakit sonra. " neden
sonra babam da geldi. "
ne dese beğenirsin ?: " nasıl, beklenmeyen bir söz söyledi biliyor musun ?"
anlamında kullanılır.
nefes aldırmamak: dinlenmesine fırsat vermemek, sıkıştırmak, rahat bırakmamak. " nefes
aldırmadı bize, sabaha kadar çalıştırdı. "
nefesi kesilmek (tıkanmak): güç soluk alacak duruma gelmek veya soluğu büsbütün
durmak. " bir yumrukta nefesini kesti adamın. "
nefes tüketmek: bir şeyi anlatmaktan çok yorulmak. " boşuna nefes tüketiyorsun, baksana
anlamıyor. "
nefsini körletmek: birtakım yollarla iştah duygusunu dindirmek. " nefsini körletmeden
iyi bir kul olamazsın. "
ne güne duruyor ?: " şimdi yapmazsa, ne zaman yapacak" anlamında kullanılır. " gitsin
istesin kızı, daha ne güne duruyor ?"
ne günlere kaldık !: " eskiden daha iyiydi, vakit değişti, düzen ve usuller
başkalaştı, çok kötü günler geçiriyoruz" anlamında kullanılır.
ne hâli varsa görsün! : uyarılara, öğütlere kulak asmayan insanlar için " ne
yaparsa yapsın, beni ilgilendirmiyor" anlamında kullanılır.
ne idiği belirsiz: ne olduğu, meziyeti, soyu sopu, nereli olduğu bilinmeyen. " ne
idiği belirsiz bir yığın insan hükümette yer almış. "
ne mal olduğunu anlamak: asıl meziyetini, işe yaramaz oluşunu, kötü niyet
beslediğini anlamak. " onun ne mal olduğunu şimdi anlarız. "
ne olur: " yalvarırım, rica ederim, lütfen" anlamında kullanılır. " ne olur
beni de götürün köye! "
ne olur ne olmaz: her ihtimale karşı, ne olacağı belli değil. " şemsiyeni al,
ne olur ne olmaz, yağmura yakalanabilirsin. "
nerede akşam orada sabah: " gece kalacağı bir yeri yok, neresi rast gelirse
orada kalıp yatar" anlamında kullanılır.
nereden nereye: 1. uzak, dolaylı bir ilişki ile. 2. şaşılacak şey, olacak
gibi değil! " nereden nereye, kim derdi ki biz karşılaşacağız! "
ne tadı var ne tuzu: hoşa gidecek, zevk alınacak, beğenilecek bir şey değil. " ne
tadı var ne tuzu yaptığım işin. "
nevri dönmek: çok öfkelenmek, sinirlenip kızmak ve bu yüzden rengi değişmek. " saygısızca
konuşmaya başlayınca nevri döndü, öfkeyle elini kaldırdı. "
niyet etmek: bir şeyi yapmayı zihninde tasarlamak, düşünmek. " ona hediye almaya
niyet etmişti. "
niyeti bozuk: kötü bir davranışta bulunması beklenen, kötülük düşündüğü sezilen. " niyeti
bozuk bunların, sakın ilişmeyin. "
noktası noktasına: tastamam, eksiksiz, tamamen, birbiriyle tıpatıp aynı. " noktası
noktasına hatırlıyorum o kavgayı. "
not düşmek: yazılı metnin bulunduğu sayfanın bir köşesine, konuyla ilgili
birkaç cümle yazmak.
notunu vermek: kıymetini tespit etmek, ne nitelikte bir kişi olduğu konusunda
kanıya varmak. " hâlâ notunu veremedin mi o adamın ?"
nuh der peygamber demez: son derece inatçıdır, düşüncelerini bir türlü değiştirmez,
söylediklerinde ve inançlarında direnir.
nuh nebi`den kalma: çok eski modası geçmiş, köhnemiş (eşya, bina). " nuh nebi`den
kalma bir koltukta oturuyordu. "
numara yapmak: bir hareketi yalandan yapmak, bir şeyi gerçekmiş gibi söyleyerek
karşısındakini aldatmak. " ona öyle bir numara yapacağım ki şaşkına dönecek. "
nur topu: gürbüz, sağlıklı, çok hoş ve temiz çocuklar için söylenir.
nutku tutulmak: korkudan, üzüntüden, heyecandan konuşamaz olmak. " katili karşısında
görünce nutku tutuldu. "
ocağına düşmek: birine yardım etmesi için yalvarmak, koruması için sığınmak. " ocağına
düştüm ağam, beni bu işten ancak sen kurtarırsın! "
ocağına incir dikmek: birinin evini barkını dağıtmak, düzenini alt üst etmek,
yuvasını yıkıp toparlanamaz hâle getirmek. " bende senin ocağına incir dikmezsem dedi
ama dediğine pişman oldu. "
ocağını söndürmek: ailenin dağılmasına sebep olmak, çoluk çocuğunu yok etmek. " ocağımı
söndürdü katiller! "
oğul balı: 1. evlât, evlâdın ana babaya yansıyan geliri. 2. oğul arılarının
yaptığı bal.
oğul vermek: oğul arılarının bir bölüğü kovandan ayrılıp başka bir kovana
gitmek, yeni bir oğul arısı topluluğu meydana getirmek.
okkalı kahve: bol kahve ile yapılmış ve büyük fincana konmuş kahve. " bir okkalı
kahve daha çek usta! "
okkanın altına girmek: haksız yere eziyet çekmek, zarar ve ceza görmek. " uyanık
ol da okkanın altına gireyim deme, tamam mı ?"
ola ki... : belki olur ya, olabilir ki... " ola ki bir daha karşılaşırız. "
olan biten: olup geçenler, olanların hepsi, meydana gelenler. " olan bitenden
hiç haberim olmadı. "
oldu bittiye getirmek: emrivaki yapmak, geri dönülmesi güç ve imkânsız bir
durum oluşturmak. " oldu bittiye getirerek tarlayı satın aldılar. "
oldum bittim (veya oldum olası): başından beri, öteden beri, ilk zamandan
beri, kendimi bildiğimden beri. " oldum bittim kızarım bu adamlara. "
oldu olacak kırıldı nacak: " olanlar oldu, iş işten geçti, olanlar geri dönülemeyecek
bir durum aldı, bunu kabul etmek gerek" anlamında kullanılır.
olmayacak duaya amin demek: netice vermeyecek bir işle uğraşmak ya da buna
destek vermek.
omuz omuza: 1. birbirine destek vererek, dayanışarak. 2. yan yana, çok sıkışık. " omuz
omuza vererek bu zorluğun altından kalkmamız olası. "
omuz silkmek: aldırmamak, önem vermemek, benimsememek. " sana bunu alacağım
dedim ama o, omuz silkti. "
onuruna dokunmak: onurunu, haysiyetini incitmek. " dikkatli ol, birinin onuruna
dokunacak iş yapma. "
oralarda (oralı) olmamak: anlamamış, sezmemiş gibi davranmak. " o sözler ona
söyleniyordu ama hiç oralı olmadı. "
ortadan kalkmak: 1. görünmez, bulunmaz olmak. 2. yok olmak. " sis ortadan kalktı. "
orta hâlli: ne zengin ne yoksul, ne iyi ne kötü, ne çirkin ne hoş. " onlar
orta hâlli bir ailedirler. "
ortalığı birbirine katmak: kargaşa çıkarmak, herkesi birbirine düşürmek. " şimdi
gelip ortalığı birbirine katacak diye korkuyorum. "
ortalık düzelmek: tedirginlik kalmamak, toplum içerisindeki karışıklık yok olmak. " çok
şükür ortalık düzeldi. "
ortalık karışmak: kargaşa çıkmak, toplumda düzensizlik baş göstermek. " ortalık
yine karıştı, insanlar birbirine girdi. "
orta malı: 1. herkesin yararlandığı (şey). 2. her isteyenle ilişkide bulunmakta olan. " benim
bisikletim orta malı mı ki herkes binmeye çalışıyor. "
ortaya dökmek: 1. gizli olan ne varsa açıklamak. 2. çıkarıp göstermek. " bütün
sırlarını ortaya dökmek için harekete geçti. "
o tarakta bezi olmamak: bir şeyle, bir işle ilişiği bulunmamak, o şeyle ilgilenmemek. " o
tarakta bezi olacağını hiç sanmam. "
oya koymak: bir işin neticesini belirlemek üzere oy verilmesini istemek, oylama
yoluyla bir topluluğun görüşünü almak. " bu görüşü oya koymayı teklif ediyorum, kabul
edenler el kaldırsınlar. "
oyuna gelmek: aldatılmak, tuzağa düşürülmek. " onların oyununa gelmemeye çalış,
dikkatli ol. "
oyun etmek: aldatmak, kurnazlıkla birini tuzağa düşürmek. " bana kötü bir oyun
ettiler. " öbür (öteki) dünya: ahiret, insanların
öldükten sonra gidecekleri ve ebedî olarak kalacakları âlem. " öteki dünyada inşallah
yüzümüz güler. "
Öç almak: yapılan bir kötülüğün acısını aynı derecede bir kötülük yaparak
çıkarmak. " öç alma fikrinden vazgeçirmeliyiz onu. "
ödü patlamak: ani bir olay sebebiyle çok korkmak. " fareden ödüm kopar. "
öküzün altında buzağı aramak: kimi sebepler, bahaneler uydurarak suç ve suçlu
bulma çabasında olmak.
ölçüyü kaçırmak: ideal derecenin üzerine çıkmak, aşırı gitmek," sofraya her
oturuşunda ölçüyü kaçırırdı. "
ölme eşeğim ölme (yaza yonca bitecek): umutsuz bir bekleyişi anlatmak için
kullanılır.
ölmek var, dönmek yok: " neye mal olursa olsun, iş sonuna kadar götürülecektir,
yapılmasından kaçınılmayacaktır" anlamında kullanılır. " özgürlük yolunda ölmek var,
dönmek yok bize. "
ölü fiyatına: yok pahasına, değerinden çok ucuza, az bir para ile. " arsaları
ölü fiyatına satmak zorunda kaldık. "
ölü mevsim: işin veya alışverişin az olduğu, durgun geçtiği vakit dilimi. " bizim
iş en ölü mevsimini yaşıyor. "
ölüm allah`ın emri: 1. herkes ölecek, ölüm mukadderdir. 2. kesin karar verme
durumunda kullanılır.
ölümü göze almak: yaptığı iş uğruna ölmekten korkmamak, yürekli davranmak. " allah
yolunda ölümü göze aldı yiğitler. "
ölümüne susamak: yapmakta olduğu tehlikeli işte ölümü kendi üstüne çekecek
davranışta bulunmak. " ölümüne mi susadın, çekil şu arabanın önünden! "
ölüp ölüp dirilmek: 1. çok ağır bir hastalıktan kurtulmak. 2. ard arda gelen
sıkıntılı, acı veren durumlara düşmek.
ölür müsün, öldürür müsün ?: " öyle ters bir iş yaptı ki ona mı ceza vermeliyim
kendime mi ?" anlamında kullanılır.
ömrü billah: hiçbir vakit, ya da şimdiye kadar. " ömrü billah yalan söylememiştir
o. "
ömrüne bereket: " var ol, sağ ol, ömrün uzun olsun" anlamında kullanılır.
ömrü vefa etmemek: bir şeye kavuşamadan, bir sonuca ulaşamadan ölmek. " okulunu
bitirip hekim olacaktı ama ömrü vefa etmedi. "
ömür adam: beğenilen, çok hoşa giden, farklı düşünceleri olan adam.
ömür çürütmek: uzun müddet bir şey için emek vermiş olmak, ya da boşuna vakit
harcamış olmak. " bu ev için bir ömür çürüttüm ben. "
ömür sürmek: iyi ve rahat yaşamış olmak. " uzun bir ömür sürdü dedem. "
ömür törpüsü: insanı yıpratan, yoran, sıkıntıya sokan, uzun ve yorucu iş.
ön ayak olmak: bir işin yapılmasında ilk başlayan olup herkesi arkasından
sürüklemek. " haydi ön ayak olda koşsunlar bir miktar. "
önüne gelen: olur olmaz kimse, herkes, karşısına çıkan. " önüne gelene sordu
ama bulamadı. "
öpüp başına koymak: bir şeyi minnetle karşılamak, seve seve kabul etmek. " adam
sana iş verecekmiş, daha ne istiyorsun, öpüp başına koy. "
örtbas etmek: kötü bir durumu gizlemek, yayılmasını önlemek. " dairede yapılan
yolsuzlukları örtbas edeceklerini sandılar. "
öteden beri: olabildiğince uzun zamandan beri, eskiden beri. " öteden beri sevmem
ben onu. "
ötesi çıkmaz sokak: " takip edilen yol yanlıştır, bu yolla bir yere gidilemez,
sonuç alınamaz, bir yere kadar gidilir ama daha fazla gidilemez" anlamında kullanılır.
özrü kabahatinden büyük: bir kabahat için özür dilerken daha büyük bir kabahat
işleyen kimse için söylenir.
pabuç pahalı: girişilen işin tehlikeli olduğunu anlatmak için kullanılır. " baktı
ki pabuç pahalı, derhal geri döndü. "
paçaları sıvamak: bir işi yapmak için hazırlanmak. " bir an önce paçaları sıvayıp
işe başlamak istiyordu. "
paha biçilmez: çok pahalı, kıymeti ölçülemeyecek kadar yüksek. " paha biçilemez
tablolar sergilenmişti. "
pahalıya mal olmak: kolay elde edilememek; para, özveri ve emek gerektirmek;
zarara ve sıkıntıya yol açmak. " bu ev size pahalıya mal olsa gerek. "
palas pandıras: acele olarak, hazırlanmaya vakit bulamadan. " palas pandıras
evden çıkmak zorunda kaldık. "
palavra atmak: abartarak söylemek, yalan söylemek, olmayacak şeylerden söz etmek.
paldır küldür: 1. büyük bir gürültü ile. 2. ansızın ve kurallara uymaksızın. " paldır
küldür merdivenlerden inmeye başladılar. "
pamuk ipliği ile bağlamak: tesiri az sürecek, köksüz, geçici bir çözüm yolu
bulmak.
paniğe kapılmak: çok korkmak, telâşa sürüklenmek. " çocuklar paniğe kapılacaklar
diye endişeleniyorum. "
papara yemek: çok azarlanmak. " çabuk olun, annemden papara yemek istemiyorum. "
para çekmek: 1. banka veya benzeri bir yere yatırılmış parayı geri almak.
2. bir kimseden çeşitli yollarla para sızdırmak.
para dökmek: bir şey için çok para harcamak. " düğün için az para dökmedi. "
para etmemek: 1. işe yaramamak, etkili olmamak. 2. değeri pahasına satılamamak. " bu
malların para edeceğini sanmıyorum. "
parasını sokağa atmak: değeri olmayan bir işe ya da mala para ödemek.
para kesmek: 1. çok para kazanmak. 2. devletin çok para basması. " bizim büfe
âdeta para kesiyor. "
para sızdırmak: kandırarak, zorlayarak birinden para almak. " kabadayılar esnaftan
az para sızdırmadılar. "
paraya çevirmek: bir malı verip yerine para almak. " gidin, şu dolapları paraya
çevirin de gelin. "
paraya para dememek: 1. çok para kazanmak. 2. bol para harcamak. 3. elde
olan parayı az bulmak.
para yapmak: para kazanıp biriktirmek. " gurbete para yapmaya gitti. "
para yemek: 1. çok para harcamak. 2. rüşvet yemek, görevini kötüye kullanıp
bir iş yapmak için birinden para almak. " insanlar bundan böyle açıktan para yiyorlar. "
parmağına dolamak: bir hususu her fırsatta, her yerde ele alıp konuşmak,
o husus ile uğraşmak.
parmağında oynatmak: birine her istediğini yaptırmak, onu kukla gibi kullanmak. " beni
parmağında oynatamayacaksın alçak herif. "
parmağını bile oynatmamak: hiç tepki göstermemek, kayıtsız kalmak. " beni dövdüler
ama o parmağını bile oynatmadı. "
parmak hesabı: 1. parmakları kullanmak suretiyle yapılan hesap. 2. hece vezni. " bizim
bakkal hâlâ parmak hesabı yapıyor. "
parmak ısırmak: büyük şaşkınlık duymak, hayrete düşmek. " yaptığım tatlıyı
görünce parmaklarını ısıracaklar. "
parmak kadar (çocuk): yaşça çok ufak, pek ufak (çocuk). " parmak kadar çocukla
iş yapılır mı ?"
parmakla gösterilmek: 1. bir şey az bulunmak. 2. seçkin, tanınmış olmak. " o, etrafında
parmakla gösterilen bir adamdı. "
parmaklarını yemek: bir yemeğin çok lezzetli olduğunu anlatmak için kullanılır. " böreği
değil, parmaklarımızı yedik âdeta. "
parsayı başkası toplamak: verilen emek karşılığını, emek veren değil, bir
başkası almak. " biz durmadan çalışalım parsayı da başkası toplasın olmaz öyle şey! "
partiyi kaybetmek: 1. biriyle çekiştiği bir konuda yenilmek. 2. elde etmeye
çalıştığı bir kazancı bir başkasına kaptırmak.
pasaportunu vermek: kovmak, işten atmak. " patron üç işçinin pasaportunu eline
verdi. "
patırtı çıkarmak: kavga, kargaşa, gürültü çıkarmak. " patırtı çıkarmadan oturun,
babanız uyuyor. "
patlak vermek: gizlenen ya da güzel karşılanmayan bir durum aniden ortaya çıkmak. " kim
der di ki savaş bu sabah patlak verecek. "
pay biçmek: bir fikir elde edebilmek için, durumu bir şey ile kıyaslamak.
payidar olmak: kalmak, yok olmamak, yaşamak. " milletimiz ilelebet payidar
olacaktır. "
pergelleri açmak: uzun adımlarla yürümeye başlamak. " pek zamanımız yok, pergelleri
açın da geç kalmayalım. "
pes demek: mağlubiyeti kabul etmek, başkasının üstünlüğüne boyun eğmek. " yenileceğini
anlayınca sırtı yere gelmeden pes dedi. "
pestil gibi olmak: çok yorulmuş olmak; kımıldayamayacak kadar bitkin, güçsüz
düşmek.
peşini bırakmamak: bir şeyi izlemekten vazgeçmemek. " adamın peşini bırakmayın
sakın! "
peşkeş çekmek: kendisinin veya bir başkasının malını bir çıkar uğruna birisine
uygunsuz olarak vermek. " yurdu düşmanlara peşkeş çekiyorlar. "
peyda olmak: ortaya çıkmak, belirmek, oluşmak. " köşede bir adam peyda oldu. "
pılıyı pırtıyı toplamak: derhal tüm eşyalarını toplayarak bir yere gitmek
üzere hazırlık yapmak. " pılıyı pırtıyı toplamış bekliyordu. "
pire için yorgan yakmak: önemsiz bir şey için kızıp daha büyük zarara yol
açacak davranış içerisine girmek.
pireyi deve yapmak: ufak, basit bir olayı büyütüp mesele yapmak, aşırı abartmak.
pisi pisine: boş yere, boşuna. " pisi pisine vurdular çocukcağızı. "
pis pis düşünmek: kötümser, derin ve üzüntülü bir düşünceye dalmak. " pis pis
düşünmeyi bırak da bir yol arayalım. "
pis pis gülmek: birinin düştüğü kötü duruma öç alır gibi, arsız arsız gülmek.
pişkinliğe vurmak: çıkarı için kötü bir davranışa veya söze aldırmamak.
pişmiş aşa su katmak: yoluna girmiş, bitmek üzere olan bir işi bozmak ya
da aksatmak. " pişmiş aşa su katabilir, onu buraya sokmayın. "
posasını çıkarmak: 1. birini çok dövmek. 2. bir kişi veya şeyi sonuna kadar
sömürmek. " ülkenin posasını çıkardılar, biz hâlâ seyrediyoruz. "
posta koymak: birini korkutmak, gözdağı vermek, tehdit etmek. " bana posta
koyacak adam daha anasından doğmadı. "
post kavgası: bir makamı, işi ya da iktidarı ele geçirme çekişmesi. " seçimler
yaklaştı, post kavgası da başladı. "
postu sermek: kısa bir müddet için gittiği yerde, saygısızca ve sorumsuzca
uzun müddet kalmak.
pösteki saymak: içerisinden çıkılması zor ve anlamsız bir işle uğraşmak. " ne mi
yapıyorlar ? pösteki sayıp duruyorlar. "
prangaya vurmak: zincire vurmak, ayağına pranga bağlamak. " prangaya vurulu
olarak yıllarca kaldı o hapishanede. "
puan tutturmak: gereken sayıda puan kazanmak. " bu sene puan tutturup da üniversiteye
girecek miyim bilmiyorum! "
punduna getirmek: bir şeyi yapmak için ideal koşulları elde etmek, fırsat
kollamak. " punduna getirir getirmez patlattı yumruğunu. "
pusu kurmak: birine saldırmak için, bir yere gizlenip beklemek. " düşmanlarımızın
pusu kurduğundan tam vaktinde haberdar olmuştuk. "
pusuya düşmek: pusu kuran kimsenin saldırı alanı içerisine girmek. " eyvah, pusuya
düşürdüler bizi! "
put kesilmek: sessiz, kımıltısız bir taktirde kalmak. " onun bağırmasıyla herkes
bir anda put kesildi! "
püsküllü belâ: kendisinden kurtulunması bir türlü olası olmayan, büyük sıkıntı,
zarar veren kimse veya şey. " başıma püsküllü belâ kesildi bu çocuk. "
Rafa kaldırmak (koymak): bir iş üstünde bundan böyle durmamak, o işi kenara itmek,
ihmal etmek. " bizim dosyayı yine rafa kaldırmışlar. "
rahat durmamak: yaramazlık etmek, kımıldayıp durmak. " rahat durmadın, beni
zor taktirde bıraktın. "
rahatına bakmak: hiçbir şeye aldırış etmeden rahatını sağlamaya çalışmak. " boş
ver, rahatına bak, sen mi düzelteceksin diyenlerden nefret ederim. "
rahatlık (rahat) batmak: rahat, iyi bir yerdeyken o yeri olmayacak nedenlerden
ötürü terkeden insanlar için sitem şeklinde söylenir.
rahat yüzü görmemek: huzur, bolluk, hiç rahatlık görmemek; devamlı sıkıntı,
darlık içerisinde bulunmak. " şu yaşıma geldim, hiç rahat yüzü görmedim desem yeridir. "
ramak kalmak: " bir şeyin olmasına çok az kalmak" anlamında kullanılır. " makinenin
elime değmesine ramak kalmıştı ki güçlükle kendimi geri attım. "
rayına oturmak: bozulmuş, düzensiz hâle gelmiş bir işi yoluna koymak, iyi
duruma getirmek.
rekor kırmak: eski rekoru aşıp yeni, üstün bir netice elde etmek. " koşuda yeni
bir rekor kırılması bekleniyor. "
rengi atmak: 1. solmak. 2. korku, heyecan sebebiyle benzi sararmak. " kumaşın
rengi bir yıkamadan sonra attı. "
renkten renge girmek: heyecan, korku ve utanmadan dolayı yüzünün rengi değişmek,
sıkılmak.
resmiyete dökmek: bir iş veya duruma resmiyet kazandırmak, onu resmî kanallardan
halletme yolunu tercih etmek.
rest çekmek: 1. kesin tavır almak, gelişi hoş bir konuda son sözü söylemek.
2. bir oyunda önündeki paranın tamamını ortaya koymak. " öyle bir rest çekti ki görmeliydiniz. "
rol oynamak: 1. bir oyunda rol almak. 2. bir işte önemli katkısı olmak, tesiri
bulunmak. " bu işin gerçekleşmesinde onun da önemli rolü oldu. "
ruhu bile duymamak: anlamamak; hiçbir bilgisi, haberi bulunmamak; olan biteni
sezememek. " göreceksin ruhu bile duymayacak, onu bir hoş ıslayacağız. "
ruhunu teslim etmek: ölmek. " ihtiyar ninem sabaha karşı ruhunu teslim etmişti. "
rüyasında bile görememek: olacağını hiç aklına getirmemek, ihtimal vermemek. " bunu
bana aldın ha! rüyamda bile görsem inanmazdım! "
rüzgâr gelecek delikleri tıkamak: istenmeyen bir duruma veya zarar gelebilecek
bir gelişmeye karşı her türlü tedbiri almak.
Saat bu saat:
ele geçen fırsatı kullanmanın tam vakti, en iyi, en elverişli an bu andır.
saati saatine uymamak: bir kimsenin durumu, huyu sıkça değişir olmak. " ona
güvenemem, çünkü saati saatine uymaz. "
sabaha çıkamamak: sabahtan önce ölmek, sabaha kadar yaşayamamak. " hastanın
durumu ağır, sabaha çıkacağını sanmıyorum. "
sabahı etmek (veya bulmak): sabahlamak, bir sebeple sabaha kadar uyumamak,
bir husus ile uğraşmak. " köye varmamız sabahı bulacak. "
sabahın köründe: çok erken, ortalık henüz ağarmadan, sabahın en erken zamanında. " sabahın
köründen beri yoldayız. "
sabır taşı: çok sabırlı kimse, türlü sıkıntılara katlanan. " ben sabır taşı
mıyım ?"
sabrı taşmak: katlanamaz, dayanamaz, sabredemez olmak; tahammül gücü kalmamak. " sabrımı
taşırmadan çekip gidin buradan. "
saç ağartmak: bir işte uzun vakit çalışıp emek vermiş olmak.
saçı bitmedik (yetim): doğalı çok olmamış, henüz yeni doğmuş çocuk (yetim). " bu
parada, saçı bitmedik yetimlerin de hakkı vardır. "
saçını başını yolmak: 1. birini çok fazla dövüp hırpalamak. 2. çok üzülmek,
üzüntüsünden dövünmek. " sinirinden saçını başını yolmaya başladı. "
saçını süpürge etmek: (kadın) çok büyük istekle çalışıp hizmet etmek, özveri
ile birileri uğrana çalışmak. " sizi okutabilmek için saçımı süpürge ettim. "
saç saça baş başa: (kadınlar) kıyasıya kavgaya tutuşmak, birbirini hırpalayarak
kapışıp dövüşmek.
saç sakal birbirlerine kırışmak: üstü başı perişan, uzun müddet saç ve sakal
tıraşı olmamış, kendine çeki düzen vermemiş olmak. " onu, saç sakal birbirine karışmış
görünce bayağı canım sıkıldı. "
sağa sola bakmamak: ortalığı kollamak, çevresi ile ilgilenmemek. " sağa sola
bakmadan yürüyordu. "
sağır sultan bile duydu: işitmedik kimse kalmadı, derhal herkes işitti, duymayan
kalmadı. " haklarında çıkan dedikoduyu sağır sultan bile duydu ama siz duymadınız
öyle mi ?"
sağı solu (belli) olmamak: bir durum karşısında nasıl davranacağı, ne tavır
takınacağı belli olmamak. " dikkatli olun, onun sağı solu belli olmaz. "
sağlık olsun: " bir zarara uğradık ama önemli değil, üzülmeye değmez, canımız
sağ olsun, kapatırız" anlamında kullanılır.
sahip çıkmak: 1. birini ilgilenip korumak. 2. bir şeyin kendisine ilişkin olduğunu
söylemek. " şu kimsesize sahip çıkalım. "
sakalı ele vermek: başkasının sözünden çıkmayacak bir duruma düşmek, birinin
idaresine girmek.
salkım saçak: dağınık, düzensiz bir durumda; parçası bir yana ayrılmış.
saltanat sürmek: 1. bolluk, verimlilik içerisinde yaşamak. 2. hükümdarlık etmek. " üzülme,
saltanatı çok sürmeyecek. "
sarı çizmeli mehmet ağa: kim olduğu, nerede oturduğu bilinmeyen kimse.
sarmaş dolaş olmak: birbirine sarılıp kucaklaşmak, birbirlerini iyice kucaklamak. " anne
oğul sarmaş dolaş oldular meydanda. "
sarpa sarmak: bir iş, çözülmesi çok güç bir durum almak; güçlükler belirmek. " işler
iyice sarpa sardı, nasıl kurtulacağız bundan. "
satıp savmak: eldeki malı veya eşyaları yok pahasına satmak, ucuza satıp
tüketmek. " ne varsa satıp savacak, öyle gelecek. "
sayıp dökmek: ne var ne yok hepsini söylemek, arka arkaya sıralamak. " ne sözler
sayıp döktü ama kimse anlamadı. "
seferber olmak: bir işe eldeki bütün imkânları kullanarak girişmek. " yanan evi
söndürmek için herkes seferber oldu. "
selâm verip borçlu çıkmak: ufak bir ilgi göstermek karşılığında derhal kendisine
bir iş yüklenilmek.
senet vermek: 1. yazılı, imzalı belge vermek. 2. " bu işin böyle olduğuna
inanmanı istiyorum" anlamında kullanılır.
sen giderken ben geliyordum: " ben bu oyunları senden daha iyi bilirim, ben
daha tecrübeliyim, beni aldatamazsın. " anlamında kullanılır.
seninki (tatlı) can da benim ki (elinki) patlıcan mı ?: " senin canın kıymetli
de benimki kıymetli değil mi ?" anlamında kullanılır.
senli benli olmak: çok samimi, içten, teklifsiz şekilde olmak. " o kadar senli
benli olma yabancılarla. "
sen sağ ben selâmet: iş sonuçlandı, bundan böyle yapacak bir şey kalmadı. " nihayet
bütün mallar satıldı, bundan sonra sen sağ ben selâmet. "
sepet havası çalmak: birini işten çıkarmak, yol vermek, yanından uzaklaştırmak. " demek
bize de sepet havası çalacakmış, görürüz bakalım! "
sere serpe: rahatça, sıkışık olmayarak, açılıp saçılarak, çekinmeden, serbestçe. " yolda
sere serpe yürürken korkunç bir ses duydum. "
ser verip sır vermemek: dürüst, güvenilir, ağzı sıkı olmak; ne kadar zorlanırsa
zorlansın kimseye sırrını söylememek. " bu ordunun ser verip sır vermeyen yiğitlere
ihtiyacı vardır. "
ses çıkarmamak: 1. itiraz etmemek, güzel görerek karşı çıkmamak. 2. hiç konuşmamak,
susmak. " kendisine söylenen o kötü sözlere nasıl ses çıkarmadı şaşıyorum. "
sesini kesmek: 1. söylemekte iken susmak, bir şey söylemez olmak. 2. bir
kişiyi söylerken susturmak, bundan böyle söyletmemek. " şunun sesini kesin, yoksa çıldıracağım! "
ses seda çıkmamak: 1. hiçbir tepki görülmemek. 2. haber çıkmamak. " ses seda
çıkmadı hiçbir komşudan. "
ses vermemek: 1. gelişi hoş bir sesi çıkarmamak. 2. bir çağrıya kulak vermemek. " adam
evdeydi ama hiç ses vermedi. "
seyirci kalmak: bir olay karşısında hiç tepki göstermemek, işe karışmamak. " öğrencilerin
birbirine girmesine polis seyirci kalamazdı. "
sıcağı sıcağına: derhal, olayın üstünden fazla vakit geçmeden, unutulmadan. " sıcağı
sıcağına gidip onları barıştırmayı düşündü. "
sıcak kanlı: sevimli, cana yakın, sempatik. " ne kadar sıcak kanlı bir çocuk. "
sıcak yüz göstermek: yakınlık göstererek karşılamak. " biraz sıcak yüz gösterseydin
günaha mı girerdin ?"
sıdkı sıyrılmak: birinden soğumuş olmak, tiksinmek. " bir kez sıdkım sıyrıldı
o adamdan. "
sıfıra sıfır, elde var sıfır: " hiçbir şey elde edemedik, tüm çalışmalar
boşa gitti" anlamında kullanılır.
sıfırı tüketmek: 1. elinde avucunda bir şey kalmamak, malı ve parayı bitirmek.
2. gücü kalmamak. " bu kadar düşüncesiz davranmasaydı sıfırı tüketmezdi. "
sık boğaz etmek: bir şey yaptırmak için birini zorlamak, basınç altına almak. " tamam
yapacağız, sık boğaz edip durmayın. "
sıkı durmak: kuvvetli, dayanıklı olmak; kuvvetli görünerek dikkatli bulunmak. " sıkı
dur, şut çekeceğim. "
sıkı fıkı: çok samimi, birbirine çok bağlı, içten ve teklifsiz. " onlar kadar
sıkı fıkı insan görmedim. "
sıkıntı basmak: çok daralmak, sıkılmak, can sıkıntısı duymak, ruhen boşlukta
olmak. " otobüste beni bir sıkıntı bastı, dokunsalar patlayacaktım hani! "
sıkı tutmak: önem vermek. " işleri sıkı tutmazsan böyle olur işte. "
sır küpü: çok şey bilen, çok şey bildiği hâlde kimseye söylemeyen.
sırra kadem basmak: bir kimse ortalıktan yok olmak. " sırra kadem bastı adam! "
sırım gibi: ince yapılı olmasına mukabil kuvvetli, dayanıklı. " sırım gibi delikanlı
olmuş. "
sırtı kaşınmak: söz ve davranışları ile dayak yemeyi hak etmiş bulunmak.
sırtından geçinmek: asalak yaşamak, birinin kesesinden sağlamak. " yeter bundan böyle
onun bunun sırtından geçindiğin, bir miktar da sen çalış çabala! "
sırtını dayamak: 1. kuvvetli bir yere veya birine güvenmek. 2. bir yere dayanmak
ya da yaslanmak. " sırtını babasına dayamış atıp tutuyor, her dilediğini yapıyor. "
sırtını yere getirmek: 1. üstün gelmek. 2. güreşte rakibi sırt üstü yere
yatırarak yenmek. " onun sırtını kimse kolay kolay yere getiremez. "
sinekten yağ çıkarmak: derhal her şeyden, olmayacak şeyden bile çıkar sağlamaya
çalışmak; yarar ummak. " öyle açıkgözdü ki sinekten bile yağ çıkarırdı. "
sineye çekmek: bir zarara, güzel olmayan bir duruma, bir kötü söz veya davranışa
ister istemez katlanmak. " uzun yıllar kocasının geçimsizliğini, kabalığını sineye
çekti; durdu. "
sinirleri yatışmak: öfkesi veya kızgınlığı geçmek, sakinleşmek. " çok şükür
öfkesi yatıştı, şimdi konuşabilirsiniz. "
sinirleri gergin olmak: en küçük bir olay çıktığı anda tepki gösterecek kadar sinirleri
bozuk olmak. " sinirleri çok gergin, üzerine varmayın. "
sipsivri kalmak: yalnız olarak, çaresiz ortada kalmak. " sipsivri kalakalmıştım,
ne yapacağımı bilmiyordum. "
soğuk almak: üşüyüp hastalanmak. " soğuk almışım, öksürüp duruyorum. "
soğuk duş tesiri yapmak: ansızın bildirilen tatsız bir haber karşısında negatif
bir tepki göstermek.
soğuk kanlı: serin kanlı, basitçe kızmayan, heyecana kapılmayan, telâş etmeyen. " helâl
olsun, ne soğuk kanlı davrandı. "
sokağa düşmek: 1. bir şey çoğalıp değerini yitirmek. 2. kötü yola sapmak. " kimsesiz
olduğu için itilip kakıldı, sonunda sokağa düştü zavallı. "
solda sıfır: " hiçbir değeri ve önemi yok" anlamında kullanılır. " senin yaptığın iş
benimkinin yanısıra solda sıfır kalır. "
soluğu kesilmek: nefes alamaz olmak, gücü tükenmek. " bu yokuş soluğumuzu keseceğe
benziyor. "
soluk soluğa: zor nefes alarak; heyecan, telâş, yorgunluk veya bitkinlikle;
koşmaktan güçlükle, sıkça soluyarak. " soluk soluğa içeri girdi. "
son kozunu oynamak: elindeki son imkânı kullanmak, son çareye başvurmak.
soyup soğana çevirmek: 1. her şeyini, varını yoğunu elinden almak. 2. (hırsız)
bir yeri ya da kişiyi iyice soymak. " dükkânı soyup soğana çevirmişler. "
sökün etmek: bir şey çıkagelmek, art arda gelmek, birbirleri peşinden görünmek. " göçmen
kuşlar ufuktan sökün ettiler. "
söz açmak: bir husus ile ilgili konuşmaya başlamak. " toplantıda felsefeden söz
açtı. "
söz almak: 1. konuşmaya başlamak için toplantı başkanından izin almak, öyle
konuşmaya başlamak. 2. birinin bir iş yapacağını kesin olarak bildirmesini sağlamak.
3. erkek tarafı, istenilen kızın verileceğine dair ailesinden pozitif cevap almak. " toplantıda
ilk olarak ayşe söz almak istedi. "
söz altında kalmamak: bir kimsenin kendisini inciten sözüne benzer biçimde
cevap vermek. " benim söz altında kalacağımı sanıyordu. "
söz ayağa düşmek: bir husus, herkesin ağzına dökülmek, sorumsuz ve yetkisiz
kimselerin düşünce bildirdikleri duruma gelmek.
söz bir allah bir: " verdiğim sözü yerine getireceğim, ondan dönmeyeceğim;
cenab-ı hakk`ın bir olduğunda şüphe yoktur; ona nasıl inanıyorsam, verdiğim sözün
doğruluğuna da inanın" anlamında kullanılır.
söz birliği etmek: bir olayla ilgili olarak aynı şeyleri söylemek üzere anlaşmak,
aynı görüşte olmak. " onunla söz birliği mi ettiniz ?"
söz çıkmak: 1. ortalıkta bir rivayet dolaşmak. 2. ile ilgili dedikodu yapılır
olmak. " bir daha görüşmek istemiyorum, hakkımızda söz çıkacak diye korkuyorum. "
söz dinlemek: verilen bir öğüdü, bir sözü tutmak, davranışlarını buna uydurmak. " sözümü
dinleseydin başına bunlar gelmezdi! "
söz geçirmek: dediğini yaptırmak. " oğluna söz geçirdin mi ki bana karışıyorsun ?"
söz gelmek: bir davranışından veya sözünden ötürü eleştiriye uğramak, kötülenmek,
yakınları kendisine darılmak.
söz götürmez: gerçekliği, doğruluğu kesin ve açık olan; tersi savunulamayan. " söz
götürmez işler bunlar. "
söz (laf) işitmek: paylanmak, azarlanmak, biri kendisine darılmak. " durup
dururken babamdan söz işittik yine. "
söz kaldırmamak: onu inciten, onuruna dokunan söze dayanamayıp karşılık verir
olmak. " bu sözleri kaldırmamı beklemiyordun her hâlde ?"
söz kesmek: evlenmek için anlaşıp kesin karar vermek. " söz kesildi, iki ay
sonra düğün olacak. "
söz sahibi olmak: gelişi hoş bir konuda konuşmaya yetkisi bulunmak. " bu şirketin
alım ve satımında söz sahibi olmadığımı da kim söylemiş ?"
sözü bağlamak: konuştuklarını bir sonuca vardırmak, konuşmayı sonuçlandırmak. " sözü
bağlamasına az bir vakit kalmıştı ki bir gürültü koptu. "
sözü (bir şeye) getirmek: konuşurken asıl üstünde durmak istediği meseleye
üstü kapalı değinmek, bu konunun üstünde konuşulmasını sağlamak. " söylesene açıkça,
sözü nereye getirmek istiyorsun ?"
sözünde durmak: verdiği sözün gereğini yerine getirmek. " demek sözünde
duracaksın, iyi. "
sözüne gelmek: en sonunda karşı çıktığı kimsenin fikrini kabul etmek. " demek
sözüme geldin, o hâlde gidelim. "
sözünü balla kestim: " sözünüzü kesmemi güzel görün; özür dilerim, sözünüzü
kesmek zorunda kaldım" anlamında kullanılır.
sözünü geri almak: söylemiş olduğu sözün doğru olmadığını kabul ederek söylenmemiş
sayılmasını istemek. " sözünü geri al, yoksa karışmam! "
sözünün eri olmak: verdiği sözü ne pahasına olursa olsun yerine getiren bir
kişi olmak. " ona güvenin, o sözünün eri olan birisidir. "
sözünü yabana atmamak: bir kimsenin söylediklerine önem vermek. " öğretmenin
sözünü yabana atma sakın. "
sudan cevap: üstünkörü, tutar yanı olmayan, baştan savma cevap. " ne sordumsa
sudan yanıtlar aldım. "
sudan ucuz: çok ucuz, âdeta ücretsiz gibi. " sizin orda elbiseler sudan ucuzmuş
öyle mi ?"
su dökünmek: yıkanmak. " buz gibi havada bile su dökünmekten kaçınmaz. "
su gibi akmak: 1. vaktin çok hızlı geçip gitmesi. 2. bol bol gelmek ya da
gitmek (para, yiyecek vs. ). " para su gibi akıyor, o harcamayacak da ben mi harcayacağım ?"
su gibi bilmek: çok iyi, yanlışsız öğrenmiş olmak veya okumak. " senin konunu
da su gibi biliyorum. "
su gibi ezberlemek: çok iyi, yanlışsız ve takılmadan söyleyebilecek ölçüde
ezberlemek.
su gibi gitmek: bol bol harcamak. " paralar su gibi gitti. "
su götürmez: kesin, başka bir yoruma açık olmayan. " şu anlattıkları su götürmez
gibi geliyor bana. "
sululuk etmek: cıvıklık etmek, taşkın hareketlerde bulunmak, ciddi davranmamak. " sululuk
etmeyi bırak da çalışmaya bak. "
surat asmak: kaşlarını çatıp yüzüne küskün ve dargın bir anlam vermek.
surat bir karış: öfkeli, kızgın, üzüntülü ve somurtkan. " yanına vardığımızda
suratı bir karıştı. "
suratını ekşitmek: hoşnutsuzluğunu yüz ifadesiyle belli etmek. " bütün gün
suratını ekşitip durdu. "
suya götürüp susuz getirmek: birinden çok kurnaz olmak, onu aldatabilecek kadar
akıllı ve kabiliyetli olmak.
suyu bulandırmak: iyi, pozitif, yolunda giden bir işi art niyetle karıştırmak. " sen
de suyu bulandırmasan olmaz değil mi ?"
suyu kaynamak: iş başından uzaklaştırılması vakti yakın olmak. " sen de suyu
kaynayanlar arasında yer alıyorsun. "
suyu mu çıktı ?: " beğenilmeyecek nesi var, ne hatasını gördün ki orada kalmıyorsun ?"
anlamında kullanılır.
suyun başı: 1. suyun çıktığı yer, kaynak. 2. en fazla yarar sağlanacak yer.
3. bir iş için en önemli, iş en yeni kendisinde bitecek kişi, mevkii. " yorgun bedenlerini
suyun başındaki çimenlerin üzerine bıraktılar. "
suyunca gitmek: bir kimseyi öfkelendirmeyecek şekilde hareket edip davranışlarını
onun isteğine, eğilimlerine uydurmak. " aman kızım kocanın suyunca git de sana zarar
vermesin. "
suyu nereden geliyor ?: " bu işi yürütmek için harcanan para hangi kaynaktan
sağlanıyor. " anlamında kullanılır.
suyunu çekmek: 1. yemek çok kaynayıp hiç suyu kalmamak. 2. bir şeye bilhassa
de para harcanıp tükenmek. " paralar suyunu çekti, ağanın da forsu bitti. "
su yüzü görmemiş: hiç yıkanmamış, çok kirli. " günlerce hapiste kaldım, su
yüzü görmedim hiç. "
su yüzüne çıkmak: belli olmak, aydınlanmak. " bu işin asıl sebepleri su yüzüne
çıkacak, sen de gününü göreceksin. "
süklüm püklüm: korkup çekinerek, ezilip büzülerek, utanıp sıkılarak. " süklüm
püklüm yanımıza yaklaştı.
sükûtla geçiştirmek: asıl mesele üstünde bir şey konuşmamak, sessizce atlamak.
sünger çekmek: unutmak, silmek, hiçbir şey olmamış saymak. " sen o işin üstüne
bir sünger çek hele. "
süngüsü düşük: eski atılganlığı, neşesi, canlılığı, aktivitesi kalmamış. " bir
hayli süngüsü düşük çıktı müdürün yanından. "
sürüncemede kalmak: gecikmek, bir türlü sonuçlanamamak, askıda kalmak. " bizim
iş sakın sürüncemede kalmasın çocuklar! "
sürüden ayrılmak: herkesin tuttuğu yolu bırakıp ayrı bir yol takip etmek. " sürüden
ayrılanı her vakit kurt kapar mı ?"
süt dökmüş kedi gibi: bir kabahat işleyip de bu kabahatinden dolayı utanan,
korkan, çekinen kimsenin durumunu anlatmak için kullanılır.
süt kuzusu: 1. henüz meme emen kuzu. 2. çok ufak bebek, yavru, korunması
gereken ufak çocuk. 3. çok nazlı, el bebek gül bebek büyütülmüş kimse. " daha süt
kuzusu o, nasıl kıyılıp da vurulur ona ?"
süt liman olmak: dingin, gürültüsüz, sakin olmak. " ortalık bir anda süt liman
olmuştu. "
sütü bozuk: mayası bozuk, kötü soydan gelen ve ahlâksızlık eden kimse. " senin
gibi sütü bozuklara selâm verilir mi ?"
Şad olmak:
sevinmek, mutlu olmak. " seni gördük, şad olduk. "
şafak atmak: aniden önemli bir durumla karşı karşıya kaldığını anlamak, bu
sebeple tedirgin olmak. " onu yanımdan kovunca bende şafak attı. "
şaha kalkmak: 1. atın ön ayaklarını yerden kesip arka ayakları üzerinde yerde
durması. 2. coşmak, kükremek, baş kaldırmak. " azgın at şaha kalkarak binicisini sırtından
yere attı. "
şaka gibi gelmek: bir türlü inanamamak. " bütün olup bitenler şaka gibi geliyordu
onlara. "
şaka maka (derken): " ciddiye almıyor, ağırlığını duymuyor, gerektiği gibi
önemsemiyorduk ama sonunda gerçekten önem vermemiz gerektiği ortaya çıktı" anlamında
kullanılır.
şakası yok: 1. tehlikeli. 2. (o) hatır gönül tanımaz, gerekeni yapar, ciddi
bakar olaya. " şakası yok bu adamın, derhal buradan gidelim. "
şakaya getirmek: 1. olabildiğince önemli, ciddi bir şeyi açıktan söylemeyip şaka
yollu söylemek. 2. önemli bir meseleyi şaka yaparak geçiştirmek. " işi şakaya getirip
unutturmaya kalkma emi! "
şamar oğlanı: herkesin hıncını aldığı, dövdüğü, çattığı, söylendiği kimse. " yeter
artık, şamar oğlanı olmaktan kurtar kendini! "
şapa oturmak: güç bir duruma düşmek, çıkmaza girmek. " şimdi şapa oturduk işte,
yardım alacak kimse de yok ortalıkta. "
şart koşmak: bir işin yapılmasını önceden bir koşula bağlamak. " para almadan,
vermeyeceğini koşul koş ona. "
şeşi beş görmek: yanlış görmek, görüşünde aldanmak. " şeşi beş gördüm her hâlde. "
şeyhin kerameti kendinden menkul: çok büyük işler yaptığını belirtiyor ama
bunu doğrulayacak ne kanıt ne de kimse var ortalıkta.
şeytana uymak: dinin emirleri dışına çıkmak, haram olan işlere bulaşmak,
doğru yoldan ayrılmak. " şeytana uyup da tekrar kumara başlayacak diye korkuyorum. "
şeytan diyor ki! : " içimden şu kötü işi yap, doğru yoldan ayrıl eğilimi geçip
duruyor" anlamında kullanılır. " şeytan diyor ki git şunu bir hoş döv. "
şeytan dürtmek: durup dururken uygunsuz, kötü bir davranışta bulunmak. " güzel
güzel oynarken arkadaşına vurup kaçtı, şeytan dürttü her hâlde. "
şeytan görsün yüzünü: " onunla hiç görüşmek, bir arada bulunmak istemiyorum"
anlamında kullanılır.
şeytan kulağına kurşun: iyi bir durumdan, işten gidişten söz ederken " aman
nazar değmesin, allah kötülerin şerrinden korusun, şeytandan uzak bulundursun. "
anlamında kullanılır.
şeytanın yattığı yeri bilmek: çok kurnaz ve açıkgöz olmak; öğrenmiş olunması, hatırlanması
güç şeyleri bilmek; pek çok şeyden haberdar olmak. " o ne tilkidir bilemezsin, şeytanın
yattığı yeri bile bilir. "
şifayı bulmak (veya kapmak): hastalanmak. " burnum akıyor, yine şifayı kapacağız
desene. "
şimdiden tezi yok: derhal, hiç durmadan, hiç zaman kaybetmeden. " şimdiden tezi
yok, ne yapılacaksa yapılmalıdır. "
şom ağızlı: derhal her olayı kötüye yoran, kötü şeyler olacağını söyleyen, ileri
sürdüğü olasılıkların gerçekleşmesinden korkulan kimse. " milleti korkutup durma, kapa
şu şom ağzını da rahatlayalım. "
şöyle bir: üstünkörü, gelişigüzel, üstünde durmayarak. " şöyle bir baktım
vitrindeki elbiselere"
şunu bunu bilmemek: itiraz dinlememek, mazeret kabul etmemek, bahane istememek. " şunu
bunu bilmem, yarın akşam sizi bekliyoruz. "
şunun şurası: küçümseme, azımsama, yakın bir yer belirtmek istendiğinde kullanılır. " şunun
şurası on adımlık yer, gelmeyecek misin ?"
şüphe kurdu: kişinin içini kemiren, onu tedirgin eden kuşku. " onu arkadaşlarıyla
birlikte gönderdim ama yine de içimi bir şüphe kurdu kemirip duruyor. "
Tabana kuvvet: " binecek bir şey yok, yayan gitmekten başka çare de kalmadı"
anlamında kullanılır. " haydi kalkın bakalım, tabana kuvvet! "
tabanları kaldırmak: çok hızlı yürümeye ya da çok hızlı koşarak kaçmaya başlamak. " polislerin
geldiğini görünce tabanları kaldırdı. "
tabanları yağlamak: 1. uzak bir yere yayan olarak gitmek için hazırlanmak.
2. çabucak koşarak kaçmak.
taban tabana zıt: birbirlerinin tamamen karşıtı olmak, birbirine çok aykırı. " taban
tabana zıt düşüncelere sahiptiler. "
taban tepmek (patlatmak): yayan olarak çok uzun yol yürümek, çok sık gidip
gelmek. " kasaba ile köy arasında o iş için az taban tepmedim. "
taburcu olmak: iyileşen hasta, bakıma gerek duymadığından hastaneden çıkmak. " taburcu
olan arkadaşlarını karşılamaya gittiler. "
tadı damağında kalmak: tadını, lezzetini bir türlü unutamamak. " o kebabın
tadı damağımda kaldı. "
tadına bakmak: ufak bir parçasını ağzına alarak lezzetini denemek, nasıl
olduğunu yoklamak. " yemeğin tadına baktın mı ?"
tadında bırakmak: ölçülü olup aşırılığa kaçmamak. " yeter çocuklar! tadında
bırakın, havayı bozacaksınız yoksa. "
tadını almak: 1. bir şeyin lezzetini almak. 2. yaptığı işten zevk duymaya
başlamak. " o işin tadını aldı bir kez, daha peşini bırakmaz. "
tahtası eksik: aklı noksan, deli. " o ne şekil hareketti, tahtası eksik galiba! "
takıp takıştırmak: özenerek süslenmek. " takıp takıştırmış, öyle çıkmıştı sokağa. "
takke düştü kel göründü: hatası, kabahati örten şey ortadan kalkınca tüm
çirkinlikler, hileler, ayıplar ortaya çıktı.
tam adamını bulmak: 1. en ideal kişiyi tercih etmek. 2. en uygunsuz kişiyi tercih etmek. " tam
adamını bulmuşsunuz hani! "
tam takır kuru bakır: içerisinde hiçbir şey yok, bomboş. " tam takır kuru bakır
bir ev bırakıp gitmişler. "
tanrı misafiri: eve kendiliğinden gelen konuk. " o bir tanrı misafiridir. nasıl
kalk git diyebilirim. "
taraf tutmak: bir yanı desteklemek, yan çıkmak. " ben sana taraf tutup da onların
düşmanlığını kazanma demedim mi ?"
tarihe karışmak: yalnız adı anılır olmak veya tesiri yok olmak.
tası tarağı toplamak: gitmek üzere tüm eşyasını toplamak. " tası tarağı toplamış
arabanın gelmesini bekliyorduk. "
taş attı da kolu mu yoruldu ?: " bu kazancı sağlamak için hiç yoruldu mu, emek
verdi mi, para harcadı mı ?" anlamında kullanılır.
taşa tutmak: üst üste taş atmak, devamlı taşlamak. " çocuklar aşağı yoldan
geçen karşı köylüleri taşa tuttular. "
taş çıkartmak: biri, ötekinden niteliğiyle üstün olmak. " nezaketiyle akranlarına
taş çıkartıyor. "
taşı gediğine koymak: zekice bir hareketle lazım bir sözü tam vaktinde
ve yerinde söylemek.
taşı sıksa suyunu çıkarmak: bedence çok güçlü, dinç kimse. " taşı sıksa
suyunu çıkarır bir adamdı, hastalık onu ne hâle getirmiş! "
taş üzerinde taş bırakmamak (koymamak): her şeyi yıkıp yerle bir etmek. " belediye
araçları gecekonduları yerle bir ettiler, taş üzerinde taş koymadılar. "
taş yürekli: hiç acıma hissi taşımayan, merhametsiz. " taş yürekli herifler,
çocukları hiç acımadan kurşuna dizdiler. "
tatlı dil: gönül alıcı, hoşa giden, kırmayan konuşma şekli ya da söz. " tatlı
dil yılanı deliğinden çıkarır. "
tatlıya bağlamak: bir anlaşmazlığı tarafları memnun edecek şekilde bir çözüme
ulaştırmak. " nihayet işi tatlıya bağladık. "
tavına getirmek: bir işi en ideal duruma getirmek. " tavına getirip söyle. "
tavır almak (takınmak): belli bir durum ve davranış almak. " ağabeyim bana
niçin karşı tavır aldı bilmiyorum"
tavşana kaç tazıya tut: birbirine karşı olan tarafları çatışma için kışkırtma,
davranışlarında yüreklendirme.
tavşanın suyunu suyu: iki şey arasında çok uzak bir ilgi olduğunu anlatmak
için kullanılır.
tavşan yürekli: korkak, ürkek, çekingen. " amma da tavşan yürekli bir adammışsın. "
tefe koymak: biriyle ilgili olarak alaylı dedikodu yapmak. " bunlar adamı tefe
koyarlar, sakın ağzından bir şey kaçırma. "
tekbir getirmek: " allah-ü ekber" diyerek allah`ın adını yüceltmek.
tekerine çomak sokmak: birinin yolunda giden işini önlenmek, aksatmak gibi
davranışlarda bulunmak. " adamın tekerine çomak soktular, düzenini altüst ettiler. "
tekin değil: 1. içerisinde cinlerin olduğu kabul edilen bina ya da yer. 2. kendisinde
bazı gizli güçlerin olduğu sanılan, tehlikeli kabul edilen kimse. " o eski ev tekin
değil diyorlar. "
telleyif pullanmak: kimi bezeme teli ve süslerle iyice süslemek. " gelini bir
güzel telleyip pulladılar. "
temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp koymak: bir meseleyi devamlı anlatmak, yeni
bir şeymiş gibi pekçok defa söz konusu etmek.
temel atmak: 1. bir yapının temellerini yapmaya başlamak. 2. bir işe başlamak,
ilk davranışta bulunmak, girişmek. " evin temelini yarın atacağız inşallah. "
temel taşı: 1. bir yapının temeline konan taş. 2. bir şeye esas olan unsur,
kişi, bir şeyin aslî öğesi, en kuvvetli dayanağı. " bu şiir, onun şiir anlayışının esas
taşıdır. "
temize çıkmak: bir kimsenin suçsuz olduğu anlaşılmak. " o yapmadı, temize çıkacak,
göreceksin! "
temiz para: 1. kesintiden sonra elde kalan para miktarı. 2. doğru yoldan
kazanılmış para.
tencere dibin kara seninki benden kara: " kötülükte, hata yönünde sen benden
daha betersin" anlamında kullanılır.
tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş: iki değersiz kişi bir araya gelmiş,
birleşmiş, yakışmışlar birbirlerine.
tepeden bakmak: küçümsemek, kendini üstün görmek. " insanlara tepeden bakmayı
bırak bundan böyle, aciz bir varlık olduğunu düşün. "
tepeden tırnağa (kadar): her yanı, baştan aşağı, tüm vücudu. " tepeden tırnağa
gözden geçirdi ihtiyarı. "
tepesi atmak: çok sinirlenmek, birden öfkelenmek. " tepesi atar atmaz salondakileri
dışarı çıkardı. "
tepesinde havan dövmek: üst kattakiler gürültü yaparak alt kattakileri rahatsız
etmek.
tepesi üstü: tepe taklak, başı yere gelmek üzere. " çocuk sandalyeden tepesi
üstü düşmüştü. "
ter dökmek: 1. bir işi yapmak için çok zahmet, güçlük çekmek. 2. çok terlemek. " bu
işi başarmak için az ter dökmedi. "
tereciye tere satmak: birine çok iyi bildiği bir konuda bilgi vermeye çalışmak.
tere yağından kıl çeker gibi: hiç kimseye zarar vermeden, çok kolaylıkla
kimseye hissettirmeden, kimi sorumluluklardan kurtularak. " merak etme sen, tereyağından
kıl çeker gibi halledecektir işi. "
ters tarafından kalkmak: aksi, huysuz ve ters olmak. " ters tarafından kalktın
galiba, ne dersem tersini yapıyorsun. "
ters yüz etmek: içini dışına, altını üzerine getirmek ya da çevirmek. " gömleğin
yakasını ters yüzü edip diktim. "
ters yüz geri dönmek: istediğini elde edemeden, eli boş dönmek.
teselli etmek: avundurmak, acısını gidermeye, onu rahatlatmaya çalışmak. " arkadaşını
en iyi biçimde teselli ettiğine eminim. "
teslim olmak: 1. kendinden üstün bir güç karşısında yenilgiyi kabul etmek,
mücadeleden vazgeçmek. 2. kendini teslim etmek, birtakım ellere bırakmak. " teslim
olursan kılına dokunulmayacaktır! "
tetikte olmak: her an uyanık ve hazır bulunmak. " ben size tetikte olun, gözünüzü
dört açın demedim mi ?"
tez canlı: aceleci, sabırsız, beklemeye dayanamayan. " bu kadar tez canlı olma! "
tez elden: hızlıca, bir an önce, çarçabuk," tez elden hastaneye gitmeli bu
yaralı! "
tezgâhı kurmak: işe başlamak üzere bütün araç ve gereçleri hazırlamak, çalışmaya
başlamak. " hemen tezgâhı kurup gittiler. "
tıka basa doldurmak: doldururken çok bastırıp sıkıştırmak, hiç boş yer bırakmamak. " çuvalı
tıka basa doldurun, ne alırsa kârdır. "
tıka basa yemek: haddinden fazla yemek, çok yemek, mideyi rahatsız edecek
kadar çok yemek. " doymaz çocuk, tıka basa doldurdu karnını. "
tıpış tıpış yürümek: 1. kısa adımlarla çabuk yürümek. 2. ister istemez bir
yere gitmek.
tıraş etmek: 1. (saç, sakal) benzeri tıraş işini yapmak. 2. bıkkınlık verecek
kadar uzun ve luzumsuz konuşmak. " yeni berber iyi tıraş yapamıyor. "
tok evin aç kedisi: varlıklı olduğu hâlde doymayan, gereksinimi olmadığı hâlde
aç gözlülük eden, her gördüğüne sahip olmak isteyen (kimse). " bu çocuk da tok evin
aç kedisi. "
tok sözlü: sözünü esirgemeden, çekinmeden, hatır gönül dinlemeden söyleyen. " rahmetli
tok sözlü bir insandı. "
tongaya basmak: tuzağa düşmek. " çok kötü bastı tongaya. "
top atmak: iflas etmek. " bu kadar kısa zamanda top atacağımızı sanmazdım. "
topa tutmak: 1. bir yeri top ateşi altında bulundurmak. 2. bir kimseye kırıcı,
ağır sözler söylemek.
topu topu: (azımsanan şeyler için) olup olacağı, sadece, hepsi. " topu topu
beş elma almış. "
toz kondurmamak: bir şeyi hatasız göstermek, onda bir kusurun olabileceğini
kabul etmemek. " kızına da hiç toz kondurmuyor. "
toz olmak: ortadan kaybolmak, kaçmak, uzaklaşmak. " çabuk toz olun buradan. "
toz pembe görmek: aşırı iyimser olmak; derhal her aksaklığı, üzücü durumları
iyimserlikle karşılamak. " hayatı hep toz pembe görmüştür. "
tozu dumana katmak: 1. ortalığı altüst etmek, karışıklığa yol açmak, gürültü
patırtı çıkarmak. 2. çok fazla toz kaldırarak koşmak veya kaçmak. " başıboş sığırlar
tozu dumana katarak yokuştan aşağı iniyorlardı. "
tur atmak: dolaşmak, dolaşıp gelmek. " evin çevresinde iki tur atıp yanıma gelsin. "
turnayı gözünden vurmak: hiç beklenmedik bir kazanç sağlama imkânını ele
geçirmek.
turp gibi: çok sağlıklı, sağlam, rahatı yerinde. " merak etme, turp gibi o. "
turşu gibi olmak: çok yorgun, bitkin düşmek. " üç gündür çalışıyoruz, turşu
gibi oldum, hiç hâlim kalmadı. "
tut kelin perçeminden: güç bir taktirde çözümün zor olduğunu anlatmak için
kullanılır.
tuttuğu dal elinde kalmak: dayandığı, güvendiği şey önemini kaybederek işe
yaramaz hâle gelmek, fayda temin edemez olmak.
tuz biber ekmek: 1. bir yemeğe tuz ya da biber dökmek. 2. bir üzüntünün acısını,
bir kusurun ağırlığını daha da artırmak. " iyi yaptın sanki, o günleri hatırlatarak
tuz biber ektin kadının yüreğine. "
tuz (la) buz olmak: kırılıp parçalanmak, çok ufak parçalara ayrılmak, paramparça
olmak. " masadan düşen vazo tuzla buz oldu. "
tuzluya mal olmak: olabildiğince çok para harcanarak sağlanmış olmak. " arabayı onarım
ettirdik ama tuzluya mal oldu. "
tuzu kuru: hiçbir derdi, sıkıntısı olmayan; kazancı yerinde olduğu için kaygılanmayan. " sana
göre hava güzel, gülersin, oynarsın, tuzun kuru nasıl olsa. "
tükürdüğünü yalamak: verdiği sözden geri dönerek benliğini küçültmek. " ben
tükürdüğünü yalayan bir insan değilim, gideceğim oraya! "
türküsünü çağırmak: birinin hoşuna gidecek davranış ortaya koymak, söz söylemek,
onun tarafını tutmak. " ömrümce onun bunun türküsünü çağırıp durdum, yeter artık! "
türkü yakmak: bir türküye ezgi uydurmak. " sevdiği kıza yanık bir türkü yakmış
diyorlar. "
tütünü tepesinden çıkmak: bir acının ateşiyle yanıp tutuşmak, çok üzülmek.
tüy dikmek: kötü bir işi, ortaya konan bir söz ya da davranışla daha da kötüleştirmek.
tüyleri diken diken olmak: korku, heyecan, endişe veya üşümekten vücuttaki
tüyler, kıllar kabarmak, dikilmek. " hava buz gibiydi, tüylerim diken diken olmuştu. "
tüyü düzmek: önceleri kötü olan kılık kıyafetini düzeltmek, iyi hayata kavuşmuş
gibi hoş giyinir olmak.
Ucu bucağı olmamak: biryer çok geniş, sonu yokmuş gibi olmak. " kafamı kaldırıp şu şekilde bir
baktım, ovanın ucu bucağı görünmüyordu. "
ucu dokunmak: bir işten biri zarar görür olmak, söylenen bir söz birine zarar
vermek. " o çubuğu kıracağım fakat ucu sana dokunacak diye kıramıyorum. "
ucunu kaçırmak: çıkmaza girmek, denetimi elinden kaçırmak. " işin ucunu kaçırdın,
oldu mu ya ?"
ucu ortası belli olmamak: bir işe, söze nereden başlanacağı kestirilememek.
ucunda bir şey olmak: bir şeyde gizli bir amaç bulunmak. " bu davranışının
ucunda bir şey var ama anlayamadım. "
ucu ucuna: ancak yetişecek kadar. " ip ucu ucuna geldi. "
ucuz atlatmak: güç ve tehlikeli durumdan az bir zararla sıyrılmak. " ucuz atlattık,
az kalsın uçuruma yuvarlanacaktık. "
uçan kuşa borcu (borçlu) olmak: pek çok kişiye borçlu olmak. " babanın uçan
kuşa borcu varmış diyorlar, doğru mu ?"
uçan kuştan medet ummak: pek dertte bulunup, bu dertten kurtulmak için
her türlü çareye, olmadık yerlere başvurmak, yardım istemek.
uçsuz bucaksız: çok geniş. " uçsuz bucaksız kırlarda dolaşmak istiyordum. "
ulu orta söz söylemek: bir şeyin aslını bilmeden, düşünüp tartmadan, çekinmeden,
açıktan açığa konuşmak. " birden ayağa kalkıp ulu orta söz söylemeye başladı. "
uma uma döndük muma: umut edilen, beklenilen şeyler gerçekleşmeyince hayal
kırıklığına uğrayan, kötü durumlara düşen, zayıflayıp gücünü yitiren insanlar için
söylenir.
ununu elemiş, eleğini asmış: yaşamda yapmak dilediklerini yapmış, geri kalan
ömrü süresince bundan böyle yapacak önemli bir işi kalmamış kimseler için söylenir.
utancından yere geçmek: çok utanmak, kimsenin yüzüne bakamayıp sanki saklanacak
yer aramak. " çok mahçup olmuştu, utancından yere geçmek üzereydi. "
uyku bastırmak: aşırı derecede uykusu gelmek, uyuma isteği duymak. " yemekten
sonra bir uyku bastırır, kafamı kaldıramazdım. "
uyku çekmek: rahat ve huzurlu bir biçimde çok uyumak. " eve gidip şu şekilde bir
uyku çekeceğim. "
uyku gözünden akmak: çok uykusu gelmek, göz kapakları kapanmak. " iki gündür
yoldaydık, neredeyse hiç uyumamıştık, uyku gözlerimizden akıyordu. "
uykusu kaçmak: 1. uyuması gerekirken gelişi hoş bir sebepten ötürü uyuyamamak.
2. bir problem yüzünden kaygılanmak, endişe duymak. " uykusu kaçmış, yatakta bir o yana
bir beridir dönüp duruyordu. "
uykusunu almak: gerektiği kadar uyumuş olmak. " epeydir yatıyorsun, uykunu
almış olmalısın. "
uyku tulumu: 1. uykuyu çok seven kimse, çok uyuyan. 2. içerisine girilerek yatılan
tulum şeklindeki yatak. " uyku tulumu sen de, çabuk kalk! "
uyur uyanık: yarı uykulu. " uyur uyanık ayakta nöbet tutmaya çalışıyordu. "
uzağı (ileriyi) görmek: gelecekte ne olacağını sezmek, kestirmek. " dedem uzağı
gören bir adamdı. "
uzaktan uzağa: 1. alakası pek az olan. 2. çok uzaktan. " uzaktan uzağa selâmlaşıyorduk
işte. "
uzun boylu: 1. boyu uzun olan. 2. uzun müddet. 3. derinlemesine, ayrıntılarıyla. " meselenin
üzerinde öyle uzun boylu durmadık. "
uzun hikâye: pek çok detayları bulanan, anlatması uzun sürecek, anlatılmadan
da anlaşılamayacak olan olay ya da husus.
uzun lafın (sözün) kısası: özetle, kısaca, sözü uzatmayarak. " uzun lafın kısası,
yazar gerçekçi olmalıdır. "
uzun uzadıya: çok detaylı olarak, en ince noktalarına inerek. " meseleyi
uzun uzadıya inceledik. "
üç buçuk atmak: çok korkmak, korku içerisinde olmak, istenmeyen bir durum olacak
diye korkup durmak.
ün kazanmak: adı her yerde duyulmak, şöhreti herkesçe bilinir olmak. " o cihana
ün salmış bir güreşçidir. "
üst baş: kılık giysi, giyim kuşam. " üstüne başına hiç bakmaz ki o. "
üste çıkmak: suçlu olduğu hâlde suçsuz taktirde olduğunu söyleyip karşısındakini
suçlamak. " bir an önce bu işten kurtulmak için üste çıkmayı başarmalıyım diye geçirdi
içinden. "
üstesinden gelmek: becermek, üstüne aldığı işi başarmak, yapmak. " hiç endişelenme
sen, üstesinden gelecektir o işin. "
üste vermek: fazladan ödeme yapmak. " üste bir milyon verdiler ama bu arabayı
değişmedim. "
üstü başı dökülmek: kılık ve giysisi çok eski olmak, perişan taktirde bulunmak.
üstünde durmak: bir işe önem vermek, o işle yakından ilgilenmek, uğraşmak. " şu
işin üzerinde dur bir miktar, yoksa sonun kötü olacak. "
üstünde kalmak: artırma ya da eksiltme sırasında onda kalmak. 2. suçlanmak. " onlar
kaçıp gittiler, kabahat bizim üstümüzde kaldı. "
üstünden atmak: başından savmak, bir şeyi ödev olarak kabul etmemek, başkasını
ilgilendirdiğini belirtmek. " bu iş senin, sakın üzerinden atayım deme. "
üstünden (şu kadar zaman) geçmek: aradan (şu kadar) vakit geçmek. " üstünden
şu kadar vakit geçmesine karşın hâlâ borcunu ödemedi. "
üstüne atmak: kendi kaptığı bir suçu birine indirmek. " camı kendi kırdı ama
suçu arkadaşının üzerine attı. "
üstüne basmak: 1. yerinde bir fikir beyan etmek. 2. iyice belirtmek. " üstüne
basa basa anlat, baban çok mağdurmuş de! "
üstüne bir bardak (soğuk) su içmek: o işten umudunu kesmek, o işin olacağına
inanmamak, parasını ya da malını almaktan vazgeçmek. " verecek mi ? sen o paranın üzerine
bir bardak soğuk su iç! "
üstüne (üzerine) düşmek: 1. bir şeyi elde etmek için çok uğraşmak. 2. (çocuğu)
sevme ya da korumada çok ileri gitmek. " şu çocuğun üzerine bu kadar düşmeyelim, şımardıkça
şımarıyor, derhal hemen başımıza çıkacak. "
üstüne gül koklamamak: sevdiği birinden başkasını sevmemek, başkası ile ilişki
kurmamak.
üstüne (yatmak) oturmak: hiç hakkı değilken başkasının malını kendine mal
etmek. " vakıf mallarının üzerine oturdu adam, nasıl yaptı, vicdanı nasıl el verdi
bilmiyorum. "
üstüne titremek: pek fazla sevgi, itina göstermek; zarar gelmesin diye özenli
davranmak. " öğrencilerinin üzerine böyle titreyen bir öğretmen daha görmedim. "
üstüne toz kondurmamak: bir şeyin hata, eksiği olduğunu kabul etmemek. " çocuğunun
üstüne hiç toz kondurmuyor. "
üstüne tuz biber ekmek: bir üzüntüyü, derdi, hatası artıracak durum oluşturmak.
üstüne üzerine gitmek: 1. bir konuda bir kimseye devamlı basınç yapmak. 2.
güç bir şeyden yılmayıp, neticesi tehlikeli de olsa, çekinmeden o şeyle uğraşmak. " biliyorum
zor ama üzerine üstüne gitmelisin, ancak o vakit başarabilirsin. "
üstüne varmak: 1. bir şeyi yapmasını zorlayarak istemek. 2. bir kadın, evli
bir erkekle evlenmek. " demek tükürdü sana; üzerine varma, zorlama demedim mi sana ?"
üvey evlât gibi tutmak (saymak) : horlamak, haksızlık etmek, iyi davranmamak,
küçümsemek. " dokunma bana, beni hep üvey evlât gibi tuttun, ne zaman yaklaştıysam
sana köşe bucak kaçtın benden. "
üzüm üzüm üzülmek: haddinden fazla, çok üzülmek. " anneciği üzüm üzüm üzülüyor
ama bir çare bulamıyordu. "
vakit kazanmak: 1. karşı tarafı oyalayarak vakti uzatmak. 2. bir şeye ayrılan
ya da harcanan vakti uzatmak. " sen onu meşgul et ki derhal yola çıkmasın, bu sayede
biz de bir miktar zaman kazanmış oluruz. "
vakitli vakitsiz: rastgele bir zamanda, gelişigüzel, ideal bir vakti gözetmeden. " vakitli
vakitsiz gelip giderdi evine. "
vaktini almak: epey vakit harcanmasını gerektirmek, başka bir işe ayrılmış
zamanı tutmak. " vaktini alıyorum ama başka çarem de yok. "
vaktini şaşmamak: tam vaktinde. " vaktini şaşmaz o, göreceksin şimdi gelecek. "
vara yoğa karışmak: her şeye, üzerine lâzım olsun olmasın her işe karışmak. " üvey
annemin vara yoğa karışmasından bıkmış usanmıştım iyice. "
varlıkta darlık çekmek: elinde her imkân olduğu hâlde bunlardan yararlanamamak,
sıkıntıya düşmek.
velveleye vermek: luzumsuz bir heyecana, telâşa düşürmek. " bir anda ortalığı
velveleye verdiler; bağırmaya, sağa sola koşmaya başladılar. "
verip veriştirmek: ağır sözler söylemek, ağzına ne gelirse söylemek. " yüzüne
karşı verip veriştirdi ama o tek kelime bile söylemedi. "
vıcık vıcık: sulu ve gevşek olmak, basıldığında ses çıkarmak. " etraf vıcık
vıcık çamurdu, yürüyemiyorduk. "
vıdı vıdı etmek: söylenip durmak, derhal her şeyi eleştirip beğenmediğini
söyleyerek durmadan konuşmak, etrafındakileri rahatsız etmek. " sus bundan böyle, vıdı vıdı
edip kafamı şişirdiğin yeter. "
vız gelmek (vız gelip tırıs gitmek): hiç önemsememek, aldırış etmemek. " onun
sözleri vız gelir bana, önce kendine söz geçirsin. "
viraneye çevirmek: yakıp yıkmak, yıkıntı haline getirmek, harap etmek. " beş
gün geçmeden viraneye çevirdiler evi. "
volta atmak: bir aşağı bir yukarı dolaşmak, gidip gelmek. " canımız sıkıldıkça
avluda volta atıp dururduk. "
vur abalıya: tüm yükün yumuşak huylu kişiye yüklenmesi; sessiz, güçsüz
kimsenin hırpalanması, hakkının çiğnenmesi halinde karşıdaki kişiye sitem yollu
söylenir.
vur dedikse öldür demedik ya! : bir isteği, dileği yerine getirirken aşırılığa
kaçıp da işi berbat edene karış söylenir.
vurduğu yerden ses getirmek: eli ağır olmak, çok güçlü vurmak.
vur patlasın çal oynasın: aşırı zevk ve eğlence; aşırı zevk ve eğlenceye
düşkün kimsenin parasını bu yolda harcamasını anlatır. " vur patlasın çal oynasın
sabaha kadar tepinip durdular. "
vurucu güç: çok aktif silâhlarla donatılmış, özel eğitim görmüş askerî birlik. " ordu
içinde vurucu bir gücün oluşturulması konusunda fikir birliğine vardılar. "
vücuda getirmek: oluşturmak, meydana getirmek, var etmek. " bütün bu canlıları
yüce allah`tan başka kim var edebilir ki ?"
vücudunu ortadan kaldırmak: öldürmek. " sabaha kadar adamın vücudunu ortadan
kaldırın, yoksa başımıza çok iş açacak. "
Ya allah deyip
(atılmak): cenab-ı hak`a sığınarak (atılmak). " ya allah deyip düşmanın üstüne
atıldı. "
yabana atmak: önem vermemek, önemsiz görüp dikkate almamak, üstünde durmamak. " babanın
sözlerini sakın yabana atayım deme. "
ya devlet başa, ya kuzgun leşe: " giriştiğim iş beni ya büyük bir varlığa
ve mevkiye ulaştıracak ya da mahvedecek, batıracak" anlamında söylenir.
yad eller: 1. baba ocağından uzak yerler, gurbet. 2. yabancı kimseler, yabancılar. " yiğidim
yad ellerde kalmasın, dönsün geri rabbim. "
yâd etmek: anmak, hatırlamak. " seni her gün yad ederiz buralarda. "
yağ bal olsun: " yediğin, içtiğin helâl ve afiyet olsun" anlamında söylenir.
yağlı ballı olmak: araları çok iyi, içli dışlı, samimi olmak. " öyle yağlı
ballı olmuşlardı ki birbirlerine her şeylerini anlatıyorlardı. "
yağlı kapı: çalıştırdığı kimselere bol kazanç sağlayan kimse, kuruluş, aile
ya da yer. " herkese nasip olmaz öyle yağlı kapı. "
yağlı müşteri: bol ücretli, çok alışveriş yapan zengin alıcı. " iki üç yağlı
müşterimiz de olmasa kapamak zorunda kalacağız bu dükkânı. "
yağma gitmek: bir şey çok alıcı bulup çok satılmak, kolay müşteri bulmak. " kapanın
elinde kalıyor, yağma gidiyor, koş koş, sen de yetiş !. . "
yağma yok: " öyle şey olmaz, buna izin vermezler, kolay kolay elde edemezsin"
anlamında bir tutumun ya da davranışın yanlışlığı ifade etmek için kullanılır.
yağmurdan kaçarken doluya tutulmak: bir tehlikeden, güç bir durumdan kaçarken
daha kötüsüyle karşılaşmak.
yağ tulumu: çok şişman, çok yağlı. " birkaç ay sonra yağ tulumu olacak, şuna
birisi söylese de çok yemese. "
ya herrü (herro) ya merrü (merro): " tehlikeyi göze aldık, giriştiğimiz işte
ya batar ya da çıkarız" anlamında kullanılır.
yakadan atmak: savıp kurtulmak, başından atmak. " inan onu yakamdan atmaya
çalışıyorum. "
yaka paça: hiçbir itiraz dinlemeden, zorla, kuvvet kullanarak (götürmek). " polisler
adamı yaka paça götürdüler. "
yakası açılmadık: hiç duyulmadık, bilinmedik, ayıp söz, küfür.
yakasına yapışmak: hesap sormak ya da bir şey istemek için tutup bırakmamak. " beni
de götüreceksin diye yakama yapıştı, ben de getirmek zorunda kaldım. "
yakayı sıyırmak: kurtulmak, kaçmak. " çok şükür şu adamdan yakayı sıyırdık. "
yaka silkmek: bıkıp usanmak; bir iş, durum, yer ya da kimsenin negatif yanlarından
tedirginlik duyduğunu belirtmek. " doğrusu yaka silkinecek bir iş seninki de. "
yakayı ele vermek: yakalanmak, kaçamayarak ele geçmek. " mahallenin hırsızı
sonunda yakayı ele verdi. "
yakınlık duymak: birine karşı sevgi ve ilgi duymak, yabancılık hissetmemek. " hayatta
yakınlık duyduğum tek insandı. "
yakışık almamak: yerinde olmamak, ideal düşmemek, yaraşmamak. " çocuğu herkesin
içinde azarlaman hiç de yakışık almadı. "
yalan dolan: hile, düzen, dalavere, yolsuz davranış," yalan dolanla iş görmeye
kalkanların başına işte bunlar gelir. "
yalan yere: gerçeğe ideal olmayarak. " yalan yere adamı şikâyet ettiler. "
yalpa vurmak: iki yana, sağa sola; bir o yana, bir beridir sallanarak yürümek. " nedendir
bilmem, yalpa vurarak yürüyordu. "
yalvar yakar olmak: çok yalvarıp yakarmak.
yan bakmak: beğenmeyerek, kötü niyetle, düşmanca bakmak. " bu adamın her gün
yan bakması bundan böyle canıma yetti! "
yan basmak: 1. aldanmak. 2. kaypaklık edip dürüst davranmamak. " sana tanınan
bu fırsatı iyi değerlendir, sakın yan basayım deme. "
yan çizmek: kendisine yüklenen bir görevden kaçmak. " üç kişi yan çizdi, demek
ki ikimiz taşıyacağız bu bidonları. "
yandan çarklı: 1. şekeri yanına konmuş olan kahve veya çay. " usta, iki yandan
çarklı yap! " 2. bir omuzu düşük olarak yürüyen. 3. çarkı yanda olan gemi.
yan gelip yatmak: yapacak işleri olduğu hâlde yapmamak, rahatına bakmak,
keyfince yaşamak. " hiç çalışmıyor, yan gelip yatıyor akşama kadar. "
yan gözle bakmak: 1. kötü niyetle, düşmanca bakmak. 2. göz ucuyla bakmak. " tezgâhtaki
mallara yan gözle bakıp geçti. "
yanık ses: hüzünlü, çok dertli, içerisindeki acıyı dile getiren ses.
yanından bile geçmemiş: hiç alakası yok, en küçük benzerliği bile yok. " sen
kardeşini bir görsen, bu onun yanından bile geçmemiş. "
yanıp tutuşmak: 1. elde etmek için kuvvetli bir istek duymak, elde edemediği
için de büyük üzüntü içerisinde olmak. 2. güçlü bir aşkla sevmek. " bakan olmak isteğiyle
yanıp tutuşuyordu. "
yanıp yakılmak: sızlanıp şikâyet etmek, derdini döküp durmak. " çoluk çocuk
açtı, kimse yardım elini de uzatmıyordu, birine de yanıp yakılmayı bir türlü kendine
yediremiyordu. "
yanlış ata oynamak: kazanmak için giriştiği işte tuttuğu yol, dayandığı kimse
dayanıksız ve çürük çıkmak, bu nedenle aldanmış olmak.
yanlış kapı çalmak: isteğinin yapılamayacağı bir yere başvurmak. " meğer biz
yanlış kapı çalmışız. "
yan tutmak: taraflardan birini desteklemek, onun söz ve davranışlarını benimsemek,
yansız olmamak. " yan tutmayıp tarafsız kalırsan senin için daha iyi olur. "
yara açmak: 1. bir şeyin yüzünde, bilhassa de vücudun bir yerinde yara oluşmasına
sebep olmak. 2. büyük dert, acı, üzüntü vermek. " onun sözleri içimde bir yara açtı. "
yardan atmak: bir kimseyi aldatarak kazaya uğratmak, tehlikeli bir durumun
içine itmek, türlü belâlara sokmak. " insan dostunu yardan atar mıymış ?"
yarım adam: güçsüz, sakat, zayıf, hasta kimse. " ben bir yarım adamım diye
beni hor göremezsiniz! "
yarım ağızlı (söylemek): isteksizce, istemeye istemeye, gönülsüzce (söylemek). " demek
sizi de yarım ağızla davet ettiler. "
yarım yamalak: gelişigüzel, üstünkörü, eksik ve kusurlu. " ödevlerini bir daha
yarım yamalak yapma! "
yarı yolda bırakmak: verilen takviyesi, yapılan yardımı sonuna kadar götürmemek. " sana
nasıl güvenebilirim, beni kaç kez yarı yolda bıraktın. "
yaş dökmek: ağlamak. " senin için az yaş dökmedi ailen. "
yaşını başını almış (olmak): yaşı epeyce ilerlemiş olmak, yaşlanmış veya
olgunlaşmış olmak. " yaşını başını almış bir adamdır, çekinmeyin, gidin, size olgun
davranacaktır. "
yaş tahtaya (yere) basmamak: kolay kolay tuzağa düşmemek, uyanık davranmak. " o,
benim yaş tahtaya basmayacağımı iyi bilir. "
yatırım yapmak: gelir amacıyla bir işe para yatırmak veya aynı hedefle önceden
ortam hazırlamaya çalışmak. " biz o arsayı yatırım yapmak için aldık. "
yavaş gel: " atıp tutma, abartma, ölçüsüz konuşma" anlamında kullanılır.
yayan yapıldak: çıplak ayakla, yayan. " onca yolu yayan yapıldak yürüyecek. "
yaygarayı basmak: bağırıp çağırmak, önemli bir sebebi olmadığı hâlde feryat
etmek. " elinden şekeri alınınca yaygarayı bastı. "
yaz boz tahtasına çevirmek: bir konuda birbirine uymayan kararlar almak,
kararsızlık yüzünden bir konuda sıkça fikir değiştirmek.
yedi canlı: pek çok ölüm tehlikesi geçirip sağ kurtulan insan ya da hayvan. " yedi
canlı mısın nesin, nasıl kurtuldun o kazadan ?"
yedi düvel: tüm devletler, herkes, bütün dünya. " istiklâl savaşı`nı yedi
düvele karşı verdik biz. "
yediden yetmişe: en büyüğünden en küçüğüne, eli ayağı tutan herkes. " halk
yediden yetmişe silâhlanmış düşmanı bekliyordu. "
yedi iklim dört bucak: derhal her yer, bütün dünya. " yedi iklim dört bucak dolaştı
durdu. "
yedi kat yabancı: el, ne akraba, ne tanıdık, hiçbir yakınlığı yok. " yedi kat
yabancıyla iş yapmam diyor. "
yeğ tutmak: bir şeyi bir şeyden daha önemli görüp seçmek. " kim ki öbür
dünyayı bu dünyaya yeğ tutar, o kazanmıştır. "
yele vermek: 1. boşuna harcamak. 2. savurmak. " bütün parayı yele vermek zorunda
mıydın ?"
yel yeperek yelken kürek: telâş içerisinde, çok acele olarak, heyecanla.
yemeden içmeden kesilmek: bir üzüntü, korku ya da heyecan sebebiyle yiyemez duruma
gelmek, iştahı kapanmak. " yemeden içmeden esildi, âşık mıdır nedir ?"
yeme de yanısıra yat: istek uyandıran, görünüşü çok alımlı olan, çok lezzetli
yemekler için kullanılır.
yemin etsem başım ağrımaz: " gerçek olduğundan eminim, bu konuda yemin de
edebilirim" anlamında kullanılır.
yer almak: 1. bir şey yapanların arasında bulunmak. 2. adına ayrılan yerde
bulunmak" şiir komisyonunda sen de yer aldın mı ?"
yer cücesi: küçük tefek olduğu gibi kurnaz, fitneci, çok bilmiş kimse.
yer demir gök bakır: " hiçbir yerden yardım alma umudu kalmadı, tüm kapılar
kapalı, yardım imkânları ortadan kalktı, kime baş vurdumsa elim boş döndüm" anlamında
çaresizliği anlatmak için kullanılır.
yerden yere çalmak: çok hırpalamak, acınacak duruma düşürmek, zor durumlarda
bırakmak. " bütün milletin içerisinde yerden yere çaldı delikanlıyı. "
yere bakan yürek yakan: uslu, uysal, sessiz görünüp gizliden gizliye ve sinsice
dolap çeviren, kötülük yapan kimse. " desene yere bakan yürek yakan cinstenmiş o da. "
yere göğe koyamamak: çok önem vermek, nasıl ağırlayacağını ve memnun edip
mutlu kılacağını bilememek.
yer etmek: 1. iz bırakmak. 2. iyice yerleşmek. " bu sözler kulağına iyice yer
eder umarım. "
yerinden oynatmak: yerini değiştirip başka bir yere kaldırmak. " sakın bu vazoyu
yerinden oynatmayın. "
yerinde saymak: 1. yürür gibi yaparak hep aynı yerde ayaklarının birini kaldırıp
birini basmak. 2. hiç gelişme, ilerleme gösterememek. " okullar derhal hemen kapanacak
ama bizim çocuk hâlâ yerinde sayıyor, okumayı bir türlü sökemedi. "
yerinde yeller esmek: yok olmak, bundan böyle bulunmamak. " gittiğimde ayakkabıların
yerinde yeller esiyordu. "
yerini bulmak: 1. aradığı bir yeri bulmak. 2. yerine gelmek. 3. kendine ideal
durumu, mevkiyi bulmak. " yerini bulursam kızımı vermekte gecikmeyeceğim. "
yerini doldurmak: 1. daha önce görevinden ayrılan, yerine geçtiği biri kadar
başarılı olmak. 2. yerinin adamı, görevinin üstesinden gelir olmak. " bakalım yerini
doldurabilecek mi ?"
yerle bir etmek: bir yeri yakıp yıkmak, tahrip etmek, temeline kadar söküp
dağıtmak, taş taş üzerine bırakmamak. " koca kenti bir saat bombalayıp yerle bir ettiler. "
yerli yersiz: ideal olsun olmasın, ideal vakti kollamadan. " yerli yersiz
konuşup duruyor geveze adam. "
yer tutmak: 1. bir yeri kaplamak. 2. birine bir yer ayırmak. " salonda yer
tutmak yasaktır! "
yer yarılıp içerisine girmek: 1. çok utanmak. 2. yitirilen şey bir türlü bulunamamak. " yer
yarılıp içerisine girdi sanki, önceki gün şurada duruyordu. "
yer yerinden oynamak: bir olay toplumda telâş, heyecan, gürültü, patırtı,
kargaşa oluşturmak. " bu kaleyi de zapdedersek yer yerinden oynayacak, bizi kimse
tutamayacak bundan böyle. "
yeşil ışık yakmak: bir şeyin olmasına izin vermek, göz yummak. " onların bize
yeşil ışık yakacaklarını hiç sanmıyorum. "
yılanın kuyruğuna basmak: zararı dokunacak, kötülük yapacak bir kimseye ilişmek
ya da sataşmak yoluyla fırsat vermek.
yıldırımla vurulmuşa dönmek: ansızın ortaya çıkan kötü bir durum karşısında
sarsılmak, ne yapacağını bilemez olmak, bitkin ve şaşkın bir duruma düşmek. " iflas
haberini duyunca yıldırımla vurulmuşa döndü, oraya yığılıp kaldı. "
yıldızı parlamak: çok başarı gösteren olup herkesin dikkatini çekecek duruma gelmek,
ün kazanmak. " yıldızı parladığı bir sırada yaşama veda etti. "
yıldızı sönmek: ününü ve itibarını kaybetmek. " yıldızının bu kadar çabuk söneceği
kimin aklına gelirdi ki! "
yok canım! : 1. gerçek mi, öyle mi ? 2. hayır inanmam, doğru değil bu! " yok
canım, değil ona gitmek, hiç görmedim bile. "
yok devenin başı !: " daha neler, çok abartıyorsun, bu sözlere inanmam" anlamında,
söylenenlere inanılmayacağını anlatmak için kullanılır.
yok pahasına: son derece ucuz, değerinin altında bir fiyata, ölü fiyatına. " yok
pahasına sattılar evi, yazık oldu. "
yol açmak: 1. yeni bir yol yapmak. 2. gelişi hoş bir sebepten ötürü kapanmış
yolu açmak, geçilir duruma getirmek. 3. birinin geçmesi için kenara çekilip geçme
önceliği tanımak. 4. bir olayın başlamasına sebep olmak, öncülük etmek. " onun bu
çıkışı özgürlük hareketinin başlamasına yol açtı. "
yola çıkmak: 1. bir yere gitmek üzere bulunduğu yerden ayrılmak. " sabah erkenden
yola çıkacaklarmış. "
yola düşmek: bir zorunluluk sebebiyle yola çıkmak, yol almaya başlamak. " çabuk
olun, onlar yola düşmüşlerdir bile. "
yol almak: 1. çıkılan yolda ilerlemek. " bir saatte epey yol alırız. " 2. mesleğinde
ilerlemek. " kaynakçılığa başlayalı çok olmadı ama olabildiğince yol aldı. "
yol aramak: bir meseleye çare bulmaya çalışmak, imkân aramak. " bu çıkmazdan
kurtulmak için bir yol arıyoruz fakat bulamıyoruz. "
yol bulmak: bir çözüm, bir çare bulmak. " inşallah bir yolunu bulur, öderiz
borcumuzu. "
yoldan çıkmak: 1. bir taşıt bir sebeple yolundan ayrılmak, gitmez olmak.
2. kötü yola sapmak, doğru yoldan ayrılmak, azgınlığa düşmek. " komşunun çocuğu iyice
yoldan çıkmış, ne yaptığını bilmiyor. "
yoldan kalmak: gitmek istediği yere gidememek, alıkonmak, bir engel bu nedenle
gecikmek. " çekilin önümüzden, bizi bir miktar daha oyalarsanız yoldan kalacağız. "
yol geçen hanı: derhal herkesin girip çıktığı, uğradığı yer. " sanki bu ev yol
geçen hanı, hiç mi rahat etmeyeceğiz kendi evimizde! "
yol göstermek: 1. rehberlik etmek, yolu bilmeyene tarif etmek, nasıl gidileceğini
anlatmak. 2. nasıl davranılacağını, ne yapılacağını öğretmek. " benim elimden bir
şey gelmez, patrona git, o bir yol gösterir sana. "
yol iz bilmemek: 1. bulunduğu yerde yabancı olup gideceği yolu ve yeri bilmemek.
2. görgüsüz davranmak.
yol tutmak: yaşayışını inandığı, doğru bildiği bir düzende sürdürmek. " sen
de kendine özgü bir yol tuttun demek! "
yolu (ayağı) düşmek: yolu üstünde bulunmakta olan o yerden geçmesi gerekmek; o yer,
yolu üstünde bulunmak. " sizin köye de yolum düştü, babanı gördüm, sana selâm söyledi. "
yoluna çıkmak: 1. karşılamaya gitmek. 2. yolda karşısına çıkmak. " bütün kasaba
halkı yeni gelen kaymakamın yoluna çıkmıştı. "
yoluna (rayına) girmek: istenilen şekli almak, lazım olan biçimde gelişmek.
yoluna koymak: bir işi pozitif bir duruma sokmak, istenilen şekle getirmek. " işlerini
kısa zamanda yoluna koymayı başardı. "
yolunu kaybetmek: hangi yoldan gideceğini bilememek, şaşırmak. " çocuklar yollarını
kaybetmişler, tam aksi yönde ilerliyorlardı. "
yolunu sapıtmak: kötü yola düşmek, doğru yoldan ayrılmak. " yolunu sapıtmış
şu adamı allah` tan başka kim doğru yola getirebilir ?"
yolunu yapmak: bir işi pozitif sonuca ulaştıracak ya da olası kılacak girişimde
bulunup hazırlık yapmak veya önlem almak.
yolu tutmak: bir yoldan kimseyi geçirmeyecek şekilde düzen kurmak. " askerler
tam teçhizatlı yolu tutmuşlar, bekliyorlardı. "
yol yordam: bir şey, davranış ya da yapışın usul ve kuralları. " madem yol
yordam bilmezsin neden kalkışırsın böyle bir işe. "
yorgan gitti, kavga bitti: " kavga, çekişme, anlaşmazlık sebebi olan şey ortadan
kalkınca kavga da sona erdi. " anlamında kullanılır.
yufka yürekli: çok duygulu olup olaylardan derhal etkilenip ağlayan, çok acıyan,
üzülen kimse. " senin bu kadar yufka yürekli olacağını düşünemezdim.
yukarı tükürsem bıyık, aşağı tükürsem sakal: iki davranış, iki kimse, iki
karşıt şey arasında bir tercih yapamama zorluğunu anlatmak için kullanılır.
yumurta kapıya gelmek: yapılması gereken bir iş için vakit daralmış olmak,
iş çok sıkışık zamana rastlamak. " sen hep işleri yumurta kapıya gelence mi yaparsın ?"
yumurtaya kulp takmak: derhal her şeye bir hata bulmak, bahane bulmakta usta
olup hiçbir şeyi beğenmemek.
yuvarlak hesap: ayrıntıya girmeden, bir tüm sayıya yaklaşık olarak tamamlanabilen
hesap. " aldığımız mallar oval hesap yüz bin lira tuttu. "
yuvarlanıp gitmek: eldeki imkânlar içerisinde hayat sürmek. " yuvarlanıp gidiyoruz
işte. "
yuvasını bozmak: ev ve aile düzenini bozmak, dağıtmak, alt üst etmek. " hiç
sebepsiz yuvasını bozdu nankör adam. "
yuvasını yapmak: birinin hakkından gelmek, hakettiği ceza ya da yanıtı vermek. " onun
yuvasını yapmak ancak bana düşer. "
yuvasını yıkmak: 1. birinin eşinden ayrılmasına yol açmak. 2. bir kimse eşinden
ayrılarak aile düzenini bozmak, yok etmek. " zorla kadıncağızın yuvasını yıktılar,
lânet olsun onlara. "
yük altına girmek: sorumluluk gerektiren, ağır bir görevi kabul etmek. " desene
boş yere yük altına girmişiz biz. "
yükseklerde dolaşmak: elde edilmesi zor şeyler istemek. " yükseklerde dolaşmayı
bırak da olabilecek bir şey iste. "
yüksekten atmak: yapamayacağı şeyleri söylemek. " amma da yüksekten atıyor. "
yükte hafif pahada ağır: taşınması kolay, değerli eşya (altın, elmas gibi. )
yükün altından kalkmak: 1. üstüne aldığı ağır bir işi başarmak. 2. gördüğü
bir iyiliğin karşılığı olarak bir şeyler yapmak. " onu bu yükün altından kalkamaz
sananlar nasıl da yanıldılar. "
yükünü tutmak: çok zenginleşmek, para ve mal kazanmış olmak. " kısa zamanda
yükünü tuttu bizim komşu. "
yüreği ağzına gelmek: birden bire çok korkmak, kalbi yerinden fırlayacakmış
gibi hızlı hızlı atmak. " karanlık ve ıssız sokakta yürürken bir çığlık duydu, yüreği
ağzına geldi o an. "
yüreği cız etmek: çok acımak, içi sızlamak. " eşinin o hâlini görünce yüreği
cız etti. "
yüreği dayanmamak: çok acı duymak, acısına katlanamamak. " ailesinin son ferdini
de kaybedince yüreği dayanmadı ihtiyar kadının, yatağa düştü. "
yüreği ezilmek: 1. üzülmek, çok acı duymak. 2. çok acıkmış olmak. " içim eziliyor,
bir şeyler yemeliyim. "
yüreği kararmak: içerisine bir kötümserlik, bir sıkıntı çökmek; iyimserliği ortadan
kalkmak. " yüreğin kararmasın, onu bulacağımızdan emin ol. "
yüreğine (içine) dert olmak: birine karşı ya da birinin kendine karşı yaptığı
bir davranış sonradan kendisi için acı, üzüntü kaynağı olmak. " ona yemek vermedim
ama yüreğime dert oldu. "
yüreğine inmek: 1. birdenbire ölmek. 2. büyük ölçüde üzülmek. " bu acı haberi
verip de yüreğine yüklemek mi istiyorsun ?"
yüreğine od düşmek: yüreği yanmak, belli bir sebep neticesi büyük bir acı duymak,
çok üzülmek. " kim ki başkasının uğradığı felâket onun yüreğine od düşürür, işte adam
odur. "
yüreği küt küt atmak: korku ve heyecandan yüreği hızlı hızlı çarpmak.
yüreği (içi) parçalanmak: çok acımak, karşılaştığı bir durum sebebiyle çok
üzüntü duymak. " zavallının o hâlini görünce içim parçalandı. "
yüreği pek: 1. korkusuz, yürekli, çok cesaretli. 2. yüreği katı. " onca insanla
baş etmeyi göze alıyor, yüreği pek bir insanmış demek ki. "
yüreği yanmak: 1. çok fazla acımak. 2. bir felâkete uğramak. " yüreğim yanıyor,
acısını bir türlü unutamıyorum. "
yüze gülmek: 1. sevimli, alımlı görünmek. 2. yalandan dost görünmeye çalışmak. " yüze
gülüp arkadan insanın ekmeğini alır onlar. "
yüze vurmak: işlediği bir suçu ya da kabahati birinin açıkça yüzüne söyleyip
onun utanmasına yol açmak. " suçunu sakın yüzüne vurup da utandırma onu. "
yüze yüze kuyruğuna gelmek: uzun süren bir işin sonuna yaklaşmış olmak.
yüz göz olmak: senli benli olmak ve birbirlerinden çekineceği kalmamak, aradaki
mesafe kalkmış olmak, lâubalileşmiş olmak. " iyice yüz göz olduk, beni bundan böyle dinlemiyorlar. "
yüz karası: 1. utanılacak bir durum. 2. ailesi, çevresi için utanç verici
bir iş yapmak. " ailemizin o yüz karasını hiç kimse görmeye gitmeyecek, anladınız
mı ?"
yüz tutmak: bir şey olmak üzere bulunmak. " hava kararmaya yüz tuttu. "
yüzü ak: suçu, utanılacak durumu bulunmamak; temiz ve saf olmak. " alnım açık, yüzüm
aktır. "
yüzü görmemek: kimi şeylere hiç sahip olamamak, onlardan uzak bulunmak. " çocuklar
günlerdir et yüzü görmediler. "
yüzü kalmamak: bir kimseye karşı pek borçlu bulunmak ve ondan bundan böyle bir şey
isteyecek hâli kalmamak. " bu güne kadar ne istedimse verdi. bundan böyle yüzüm kalmadı,
git, isteyebileceksen sen iste. "
yüzü kasap süngeri ile silinmiş: utanacak, sıkılacak, arlanacak yanı kalmamış;
arsız.
yüzüne kan gelmek: benzi beti yerine gelmek, sağlığına kavuştuğu yüzünün
kızarmasından belli olmak; soluk rengi geçmek. " iki şişe serum verdiler, sonunda
yüzüne kan geldi. "
yüzünü ağartmak: yakın çevresinin övünç duymasına neden olacak bir iş yapmak
veya başarı kazanmak. " uluslararası maratonda birinci gelerek milletin yüzünü ağarttı
bu çocuk. "
yüzünü gören cennetlik: uzun bir müddet ortalıkta görünmeyen kimseler için
kullanılır.
yüzünü kızartmak: birini utandırıp yüzünün kızarmasına yol açmak. " onun utanacağı
sözleri söyleyip de yüzünü kızartmadan duramaz mısın sen ?"
yüzünün akıyla çıkmak: bir işe girip o işten başarı elde ederek, onurunu
zedelemeden, utanılacak bir duruma düşmeden çıkmak.
yüzü sirke satmak: yüzünden hoşnut olmadığı anlaşılmak, asık yüzlü olmak. " baksana,
yüzü sirke satıyor adamın. "
yüz üstü bırakmak: tamamlanmamış bir taktirde, yarı yolda bırakmak. " işleri
yüz üstü bırakıp gitti. "
yüzü soğuk: ürküntü veren, hoşnutluk vermeyen, sevimsiz," aman ne yüzü soğuk
adamdı o öyle! "
yüzü suyu hürmetine: bir kimsenin hatırına değer verildiği için. " hz. peygamber`in
yüzü suyu hürmetine cenab-ı allah, bizleri inşallah bağışlar. "
yüzü tutmamak: bir şey istemeye ya da söylemeye çekinmek, cesaret edememek. " babamdan
para isteyeceğim ama bir türlü yüzüm tutmuyor. "
yüzü yok: " bir şeyi yapmaya cesareti yok, öyle yanlışlıklar yaptı ki teklif
etmeye utanıyor. " anlamında kullanılır.
yüz yüze bakmak: yakın ilişki içerisinde bulunup, bu ilişkileri bir müddet devam
etmek. " birbirimize iyi davranalım, epey bir vakit burada yüz yüze bakacağız. "
yüz yüze gelmek: 1. birden karşılaşmak. 2. bir araya gelmek. " bu meseleyi
yüz yüze geldiğiniz vakit konuşursunuz. "
Zahmet çekmek:
sıkıntı, zorluk, yorgunluk ve eziyetlere katlanmak. " senin adam olman için az
zahmet çekmedim ben. "
zahmete sokmak: birine sıkıntı, zorluk ve yorgunluk vermek; masraf ettirmek. " adamcağızı
durup dururken zahmete sokmuşsunuz. "
zaman kollamak: 1. ideal bir fırsat beklemek. 2. bir işin sırasını beklemek. " zamanını
kolla öyle gir işe, vakitsiz girip de rezil olma. "
zaman öldürmek: kimi şeylerle uğraşarak belli bir vaktin geçmesini sağlamak,
boş şeylerle zaman geçirmek. " burda beklemekle vakit öldürüyoruz beyler. "
zaman vermek: bir iş için belli bir müddet ayırmak. " bana bir miktar vakit verirseniz
gidip onu çağırabilirim. "
zaman zaman: belli olmayan zamanlarda, ara sıra. " zaman vakit o da aramıza
katılırdı. "
zar tutmak: tavla oyununda istediği sayıyı getirmek için, atmadan önce, zarlara
parmaklar arasında belli bir şekil verip öyle atmak.
zart zurt etmek: bağırıp çağırarak, yükseklerden atıp tutarak çıkışmak; kendini
büyük göstererek kaba kuvvet gösterisinde bulunmak.
zar zor: 1. güçlükle, zorla. 2. " ucu ucuna, kıt kanaat, istenilen ölçüye
ancak yaklaşabildi. " anlamında kullanılır. " zar zor getirdik adamı. "
zehir etmek: bir şeyin tadını kaçırmak, iyiyken kötü duruma sokmak. " yediğim
şu yemeği zehir ettiniz bana. "
zehir zemberek: insanın içerisine işleyen, onurunu zedeleyen çok acı söz.
zemheri zürafası (gibi ): kışın ince elbise giyip gezenler için söylenir.
zemzemle yıkanmış olmak: biri, ötekine göre çok daha iyi nitelikte olmak.
zerre kadar: hiç denecek kadar az. " onu zerre kadar sevmiyorum. "
zevahiri kurtarmak: bir işi gereği gibi değil de üstünkörü yapmak ve böylece
söz gelmesini önlemek, görünüşü kurtarmak. " bu girişimimizle zevahiri kurtardık,
daha ne istiyorsun ?"
zeval vermemek: zarar ziyan vermemek, korumak. " allah kimseye zeval vermesin. "
zevkten dört köşe olmak: çok mutlu olduğu anlaşılmak, çok sevinip keyiflenmek
ve aşırı zevk duymak. " takımı galip gelince zevkten dört köşe oldu. "
zevkini çıkarmak: bir şeyin tadından, güzelliğinden oldukça yararlanabilmek. " gelin
şu gezinin zevkini çıkaralım. "
zeytinyağı gibi üste çıkmak: bir konuda haksız olduğunu kabullenmeyerek kurnazlıkla
kendini haklı ya da suçsuz çıkarmaya çalışmak.
zılgıt yemek: azarlanmak, paylanmak. " senin yüzünden öğretmenden zılgıt yedik. "
zınk diye durmak: birdenbire, aniden durmak. " önümdeki adam zınk diye durunca
ne yapacağımı şaşırdım. "
zırnık (bile) vermemek: az da olsa, en küçük bir şey de olsa vermemek. " ona
bu mirastan zırnık bile koklatmayacağım. "
zihin açıklığı: iyi, sağlıklı düşünebilme gücü. " sana allah`tan zihin açıklığı
dilerim. "
zifiri karanlık: çok karanlık. " zifiri karanlıkta yola çıktık. "
zihnini kurcalamak: aklına takılan bir şeyi anlamaya, kavramaya çalışmak. " akşamki
mesele zihnimi kurcalayıp duruyor. "
zihnini oynatmak: çıldırmak, aklını yitirip delirmek. " sen zihnini mi oynattın ?"
zimmetine geçirmek: 1. kendine mal etmek. 2. bir hesabı birinin borcuna eklemek. "
devletin
onca malını zimmetine geçirmiş. "
zincire vurmak: prangaya vurmak (mahkûmu). " bütün esirleri zincire vurup zindana
atmışlardı. "
zindan kesilmek: 1. çok karanlık duruma gelmek. 2. yaşanılan yer çok sıkıntı
verici, yaşanılamayacak derecede kötü hâle gelmek.
ziyafet çekmek: konukları yemek vererek ağırlamak. " düğünümde bir ziyafet
bile çekemedim. "
ziyan etmek: yersiz, boş yere harcamak. " o kadar ekmeği ziyan etmeye utanmıyor
musun ?"
ziyanı yok: " önemli değil, önemi yok! " anlamında kullanılır.
ziyaret etmek: birini görmeye, biriyle görüşmeye, bir yeri görmeye gitmek. " hastaları
ziyaret etmek görevlerimiz arasındadır. "
zora binmek: iş güçleşmek, ancak zor kullanarak halledilecek hâle gelmek. " bir
yolunu bulun, sakın işi zora bindirmeyin. "
zoru olmak: kendisini zorlayan bir sıkıntısı, derdi olmak. " adamın bir zoru
olduğu yüzünden belliydi. "
zurnanın zırt dediği yer: yapılmakta olan işin en duyarlı, en önemli, en can
alıcı noktası.
züğürt tesellisi: kötü bir işte en önemli şeyi kaybettiği vakit bazı önemsiz,
iyi olmayan bir yan bularak sevinmek ve kendini avutma.
zülfüyâra dokunmak: işle ilgili olanı, hatırlı ve kuvvetli kimseyi veya yüksek
bir makamı kimi söz ve davranışlarla gücendirmek, darılmasına yol açmak. " hayır geri
duramam, zülfüyâra dokunsa da söyleyeceğim. "