You are on page 1of 121

İNSAN BİR MAKINA

Y azan: J ulien O fray D e La M attrie

Birinci Baski : H a z ira n 1 9 8 0

T ü r k ç e s i : EHRA B a y r a m o ğ l u

HAVASS YAYINLARI

H üsrev G erede C ad . 3 5/2 T eşvikiye İstanbul


L’ H o M M E

M A C H I N E.

Eft-ce lact Raiott de VEjfmet faprhnet,


Que Vcn tıous ptint f i tumİ7ieux?
Bfl-ct li cetEfprîtfurvivant âmus mhnâ
V naît avec nos fent ^ creitf t'affoiblit
emme eux.
Helas! il ferira de mhte.
V O L T A IR B .

A L E r D E,
Db t ’ iM P . d’ ELIE LUZAC, F ıts .
M O C CX LVin.

1748 L e y d e n baskısının ilk sayfası


B Ü Y Ü K F R E D E R IC K ’DEN
JULIEN O F F R A Y DE L A M E T T R IE Ü ZE R İN E

Julien Offr-ay de la M ettrie 1709 A ra lık ’ınm yirm i-


beşinde, Saint M alo’da dünyaya geldi. Babası Julien
O ffray de la M ettrie v.e annesi M arie Gaudron geçim ­
lerini ticaret yaparak sağlıyorlar ve ona iyi bir eğitim
verecek kadar kazanıyorlardı. O ğu lların ı însanbilim
(humanities) okumak üzere Coutance K o le ji’ne gön­
derdiler; oradan Paris’e Plessis K o le ji’ne g itti; Caen’de
hitabet öğrendi; güçlü bir zeka ve hayal gücüne sahip
olduğu için tüm belagat ödüllerini kazandı. Doğuştan
hatipti, şiir ve edebiyata tutkundu, ancak babası bir
papaz olarak bir şairden daha fazla kazanacağını düşün­
düğünden, onu kiliseye yöneltti. Ertesi y ıl da, onu, Ka-
derî’liğini* m antıkçılığm dan üstün tutan M. Cordier’den
mantık dersi alacağı Plessis K o le ji’ne gönderdi.
Öğretilen ilk görüşleri benimsemek nasıl gençliğin
bir özelliğiyse, kendisine sunulan nesneleri şiddetle kav­
ramak da hırslı bir hayal gücünün özelliğidir. Herhangi

K a d e rilik (J a n se n ism e ) : H o lla n d a ’lı teo lo g C o rn eliu s J a n se -


niııs (1585-1638)’un, tem el eseri o la n A u g u s tin ııs ’d a g e liştir­
diği öğreti. B u öğreti, ü stü n v a s ıfla r ın d o ğ u ş ta n b azı in s a n ­
la ra verild iğin i öne sü rer, in s a n ö z g ü rlü ğ ü n ü red d ed erd i, (ç .n .)
bir öğrenci, öğreticisinin görüşlerini benimseyebilirdi,
ama bu, genç la M ettrie için yeterli değildi; K aderîliği
benimsedi ve bu kesim içinde geniş rağbet gören bir k i­
tap yazdı.
1725’de Hai’court K o le ji’nde doğal felsefe okudu
ve burada büyük bir ilerleme kaydetti. Britanny’e dön­
düğünde Saint Malo’lu bir doktor ona tıp alanında ça­
lışmasını salık verdi. Ortalama bir doktorun, tedaviden,
iyi bir papazın günah çıkarmadan kazanacağından da­
ha iy i kazanacağını söyleyerek babasını ikna ettiler.
Genç La Mettrie ilk olarak kendini anatomi çalışm ala­
rına verdi. İk i yıl boyunca teşrih masasında çalıştı. Bun­
dan sonra 1725’de* Rheims’de doktor derecesini elde
etti ve hekim olmaya hak kazandı.
1733’de ünlü Boerhaave’dan öğrenmek üzere Ley-
den’e gitti. Öğretici öğrencisine layıktı, öğrenci de kısa
bir süre içinde öğreticiye layık olduğunu gösterdi. Bay
L a M ettrie beynini keskinliğini insan hastalıklarının
bilgi ve tedavisine vakfetti ve kısa süre içinde büyük
bir hekim oldu.
1734 yümda, boş zamanlarında B ay Boerhaave’ın
son risalesi Aphrodiascus’u çeyirdi ve buna zührevî
hastalıklar üzerine kendi incelemesini de ekledi. Fran­
sa’daki yaşlı hekimler karşüarına kendileri kadar bil­
giyle çıkan bu öğrenciye karşı ayağa kalktılar. Paris’in
en tanınmış doktorlarından biri eserini eleştirerek onu
onurlandırdı (bu, eserin iyi olduğunun kesin kan ıtıy­
d ı). La Mettrie, bunu yanıtladı, muarızını daha da şa­
şırtmak için, 1736’da başdönmesi üzerine bir risale da­
ha yazdı, bu da tüm tarafsız hekimlerce saygıyla kar­
şılandı.
İnsan kusurluluğunun talihsiz bir sonucu, aşağı­
lık bir kıskançlık bilim adam larının özelliklerinden biri

♦ B ir dizgi h a ta sı olm alı. 1727 d a h a a k la y ak ın geliyor, (ç.n .)


insan, Bir M akina

lıûline gelmişti. Bu duygu, ün rahibi olanları filizlenen


dehaların ilerlemesine engel olmaya itiyordu. Bu za­
rarlı etki, onları tümden ortadan kaldırm ayı bir türlü
başaramadan tüm yeteneklere musallat olur, onlan za­
man zaman yaralar. Bilim mesleğinde dev adımlarla
ilerleyen Bay La Mettrie de bu kıskançlıktan payına
düşeni aldı ve çabuk öfkelenen mizacı onu kıskançlığa
karşı çok duyarlı kıldı.
Saint M alo’da Boerhaavs’ın “ Aforizm alar” mı, yine
aynı ,yazarın “ Materia Medica” sim, “ Kim yasal Süreç­
ler” ini, “ Kim yasal Teori” sini ve “ Kurum lar” ını çevir­
di. Aynı dönemde Sydenham’ın bir özetini yayınladı.
Genç doktor, genç yaşında edindiği deneylerle, ra­
hatsız edilmeden yaşamak istiyorsa, yazmaktan çok çe­
viri yapması gerektiğini öğrenmişti. Ancak, sansürden
kaçınmak, dehanın özelliklerinden biridir. Şöyle söyle­
nirse, yalnızca kendisine güvenerek ve doğa üstüne çok
sayıdaki ustalıklı araştırmalarından kazandığı bilgiyle
donanmış olarak, yararlı bulgularını kamuya iletmeyi
istiyordu. Çiçek hastalığı üzerine bir risaleyi, “ Pratik
T ıb ” kitabını ve Bcerhaave’m fizyolojisi üzerine altı
ciltlik yorumlarını yayınladı. Yazarın bunları Saint
M alo’da kaleme almış olmasına karşın, tüm bu eserler
Paris’de basıldı. Sanatının teorisiyle daima başarılı olan
pratiğini birleştirebildi, bu da bir hekim için büyük bir
referansdır.
1742’de eski öğretmeni Bay Hunault’nun ölümü
üzerine La M ettrie Paris’e geldi. Morand ve Sidobre onu
Gramont Dükü’yle tanıştırdılar. Dük birkaç gün sonra
onun için muhafızların hekimi mevkiini elde etti. La
M ettrie savaşta Dük’e eşlik etti, Dettingen muharebe­
sinde, Freiburg kuşatmasında ve Fontenoy muharebe­
sinde onunla birlikteydi; bu sonuncusunda efendisini
bir top atışı sonucu yitirdi.
La M ettrie bu kaybı tüm acısıyla duydu, çünkü ta­
10_______________________

lihi de böylelikle kayalara çarpmış oluyordu. B öyle de


oldu. Freiburg seferi sırasında L a M ettrie şiddetli bir
ateş nöbetine tutuldu. Bir filozof için hastalık bir fiz ­
yoloji okuludur; (hastalığı sonucunda) düşüncenin
makinanın örgütlenişinin bir sonucundan ibaret oldu­
ğunu ve yaylardaki bir bozukluğun, bedenimizin me-
tafizikçilerin tin/ruh adını verdiği kısmında önem li bir
etkisi olduğunu açıkça görebildiğine inandı. Nekahati
sırasında, bu düşüncelerle dolu olarak, deneyin m eşa­
lesiyle yiğitçe m etafizik’in gecelerini aydınlattı; ana­
tominin yardım ıyla ince anlayış kumaşını açıklam aya
çalıştı ve diğerlerinin maddenin üstünde bir öz aradık­
ları yerde o yalnızca mekanizmayı buldu. Felsefî sa­
nılarını “ Ruhun Doğal Tarihi” başlığı altında ya yın la ­
dı. Alayın kayyumu derhal tehlike çanlarına sarıldı ve
tüm bağnazlar ilk anda ona karşı yaygarayı k oparttı­
lar.
O rtalam a papaz, gündelik olaylarda müthiş serü­
venler bulan Don Kişot, ya da okuduğu her kitapta as­
ker safları görecek kadar sisteminden başka bir şey
düşünemeyen §u ünlü asker gibidir. Rahiplerin çoğu
tüm edebiyat eserlerini teoloji risaleleriym iş gibi ince­
ler ve bu tek hedefle gözleri kapalı, her yerde im ansız­
lık keşfederler. Yazarlara ilişkin pek çok yanlış ya rgı
ve genellikle haksız yere pek çok suçlama, bu gerçekle
açıklanabilir. Bir fizik kitabı, bir fizikçinin anlayışıyla
okunmalıdır; doğa, gerçek onu bağışlayacak ya da
mahkûm edecek tek yargıçtır. B ir astronomi kitabı da
aynı hiçimde okunmalıdır. Zavallı bir hekim kafatası­
na ustaca indirilen bir sopa darbesinin aklı zedeledi­
ğini ya da belirli bir ısıda muhakemenin kaybolduğu­
nu kanıtlamışsa, ya aksi kanıtlanmah ya da susulmalı-
dır. Eğer ustalıklı bir astronom Joshua’ya rağm en dün­
ya ve tüm gökcisimlerinin güneşin çevresinde döndüğü­
nü kanıtlıyorsa, ya ondan daha iyi hesap yapılm alı, ya
İnsan, B ir M ak in a ^11

da dünyanın döndüğü kabul edilmelidir.


Ancak, sürekli işlemeleriyle güçsüzleri davalarmm
kötü olduğuna inandıran teologlar, böylesi küçük ko­
nuları önemsemezler. Her zam an yaptıkları gibi, burada
da, fizikle ilgili bir çalışmada sapkınlık tohum ları bul­
mada ısrar ettiler. Yazar korkunç saldırılara uğradı
ve papazlar sapkınlıkla suçlanan bir doktorun Fransız
m uhafızlarını tedavi edemeyeceğini öne sürdüler.
Bağnazların nefretine rakiplerininki de eklendi.
La M ettrie’nin “ Hekimlerin Politikası” başlıklı çalış­
ması tüm bunları daha da alevlendirdi. Çok zeki ve
hırslı bir adam, o zaman boş olan Fransa K ra lı’nın he­
kim liği mevkiine göz dikmişti. Burayı ancak aynı yer­
de gözü olan çağdaşlarını alaya boğarak kazanabilece­
ğini düşündü. Onlara karşı bir hiciv yazdı ve La
M ettrie’nin kolay kazanılan dostluğunu kötüye kulla­
narak, onu bu hicve kaleminin akıcılığını ve hayal gü­
cünün zenginliğini katmaya ikna etti. Az tanınan, tüm
görünüşlerin aleyhine olduğu ve tek desteği kendi ye­
teneği olan bir adamın düşüşünü tamamlamak için ar­
tık hiçbir şey eksik değildi.
B ir filozof için fazla içten ve bir dost için de fazla
hoşgörülü olan La M ettrie ülkesini terketmeye zorlan­
dı. Duras Dükü ve Chaila Vikontu ona papazların nef­
retinden ve hekimlerin öfkesinden kaçmasını salık ver­
diler. Bu nedenle 1746’da B ay Sechelles’in kendisini
yerleştirdiği ordu hastanelerini terkederek, barış için­
de felsefesini yapabilmek üzere Leyden’e geldi. Bura­
da Demokritus gibi mesleğinin nafileliğiyle alay eden,
hekimlere karşı polemik kitabı “ Penslope” u yazdı. Bu­
nun ilginç sonucu, şarlatanlıkları olduğu gibi betim­
lenmiş olmasına karşın hekimler eseri okurken gülmek­
ten kendilerini alamadılar; bu da eserde kötülükten
çok zeka bulduklarının kesin belirtisiydi.
Bay La Mettrie, hastane ve hastalarını yitirdikten
rcnra kendini tümüyle spekülatif felsefeye verdi; “ İn ­
san, Bh- M ık in a ’’ yı yazdı, daha doğrusu, m ateryalizm
üstüne, kuşkusuz yeniden yazm ayı planladığı kim i şid­
detli düşüncelerini kağıda geçirdi. Konum ları itib a riy­
le insan düşüncesinin gelişm esinin yem inli düşmanla­
rını hoşnutsuz kılması kaçınılm az olan bu kitap, Ley-
den’in tüm papazlarını yazarına karşı ayaklandırdı.
Kaîvinistler, Katolikler ve L ü te rc ile r o gün için k u t­
lanm ış ekmek ve şarap, özgür irade, ölüm vaazı ve Pa-
pa’nın yanılm azlığı sorunlarının kendilerini böldüğünü
unutarak, aynı zamanda Fransız monarşisinin Yüce
K u vvetleri’ne karşı başarıyla savaştığı bir dönemde
Fransız olmak gibi bir talih sizliği de olan bir filozofu
lanetlemek üzere birleştiler.
F ilozof namı ve talihsizliğinin ünü La M ettrie’ye
K ra l’m bağladığı maaşla Prusya’ya sığınma olanağını
sağladı. 1748 yılının Şubat ayında B erlin ’e geldi, bura­
da K raliyet Bilim Akadem isi’nm ü yjsi olarak karşılan­
dı. Tıp cnu m etafizikten (U ğraşılarından) kopardı, d i­
zanteri ve astım üzerine risaleler hazırladı; bunlar, bu
acımasız hastalıklar üzerine yazılm ış olanların en iy i­
leriydi. İncelem eyi önerdiği kim i felsefî konularda ça­
lışmalar çıkardı. Bir kazalar dizisi sonucu bu çalışm a­
ları çahndı, ama bulununca da on arın yokedilmssini
istedi.
L a M ettrie, yaşamını ku rtardığı Fransa’nın tam
yetkili elçisi M ilcrd Triconnel’in evinde öldü. K im in le
uğraşması gerektiğini bilen hastalık, onu daha kesin
olarak teslim almak üzere önce bejm ini saracak kadar
zokiydi sanki. Şiddetli ateşi vardı ve çılgına dönmüştü.
Hasta, meslekdaslarının bilgisine güvenm ek zorunday­
dı ve burada da gerek kendisi, gerekse kamu için ken­
di biliminde sık sık bulduğu kaynakları bulamadı.
1751’de, K asım ’ın onbirinde, kırküç yaşında öldü.
Louise Charlotte Dreano ile evlenm işti, onu beş yaşın­
in san , B ir M ak in a 13

daki kızıyla bıraktı.


La M ettrie doğal ve tükenmek bilmez bir neşe kay­
nağıyla doğmuştu, çabuk kavrayan bir zekası ve tıp
alanında çiçekler açtıracak bereketli bir hayal gücü
vardı. Doğa onu bir hatip ve filo zo f yapmıştı; ama ona
verdiği daha değerli bir armağan, saf bir ruh, hoşgö­
rülü bir yürekti. Teologların bağnazca hakaretlerine
aldanmayan herkes. La M ettrie’de iy i bir insanı ve akıl­
lı bir hskimi yitirm iş olduğuna ağlıyor.
14

www.felsefegrubu.gazi.edu.tr

www.m srptasarim .com


İNSAN, BİR MAKİNA

Bir bilge doğayı ve gerçeği incelem ekle yetinm em e­


li, onu düşünebilen ve düşünmek isteyen az sayıda in­
sanın iy iliğ i için savunabilmelidir; çünkü zaten kendi
istekleriyle bir takım önyargıların tu tsağı olanlar için
gerçeğe ulaşmak kurbağaların uçabilm elerinden daha
kolay değildir.
İnsan ruhunu araştıran felsefe sistem lerini ikiye
indirgeyebilirim. Birincisi ve en eskisi m ateryalizm
sistemi, İkincisi ise spiritüalizm sistemidir.
Maddenin düşünme yeteneğine sahip olabileceğini
ima eden m etafizikçiler (') aslında pek h atalı düşün­
müyorlardı; sadece söylemek istediklerini yanlış ifade
etmişlerdi. Gerçekten de maddeyi yaln ızca kendinde
olarak ele alıp düşünüp düşünemeyeceğini sormak
onun saati bildirip bildirem iyeceğini araştırm aya ben­
zer. Locke’un başansızlığa uğradığı bu konuyu daha
fazla deşmek gereksiz gibi görünüyor.
Leibnitzçiler “ m onad” larıyla anlaşılm ası olanak­
sız bir hipotez ileri sürdüler. O nlar tin i maddeleştir-
mekten çok, maddeyi tinleştirm işlerdir. Halbuki doğa­
sı bizce hiç bilinmeyen bir varlık nasıl tanım lana­
bilir? (2).
IG

Descartes ve aralarına uzun zamandan beri Maleb-


ranchists’lerin de katıldığı tüm Kartezyenler de aynı
yan ılgıya düştüler. Sanki gözleriyle görmüş veya say­
mış gibi insanda iki ayrı tözün varlığını kabullendiler.
En bilgeleri ise ruhun kendini yalnızca imanın ışı­
ğı altında tanıyabileceğini söylediler; buna rağmen,
akıllı varlıklar olarak, în c il’in insan ruhunu tanım la­
mak için kullandığı Ruh/Tin (Esprit) kelimesinin an­
lam ını inceleme hakkına sadece kendilerinin sahip ola­
bileceğini düşündüler; araştırmalarında da teologlarla
bu konuda hemfikir olmasalar bile, diğer bütün konu­
larda aralarında görüş birliğine varmış olduklarını kim
iddia edebilir?
Bütün düşüncelerinin sonucu birkaç kelimeyle
şöyle (özetlenebilir - ç ) :
Tanrı, eğer varsa, Doğa’mn olduğu gibi V ah iy’in
(Revelation) de Yaratıcı (A u th o r)’sıdır. O bize birini
diğerini açıklamak, A kıl’ı da ikisini birbiriyle bağdaş­
tırm ak için verdi.
Canlı varlıkların incelenmesinden çıkan sonuç­
lardan kuşku duymak Doğa’yı ve Vahiy’i birbirini yok-
eden iki karşıt olarak görmekten başka bir şey d eğil­
dir; bu da, Tanrı’nın, çeşitli eserlerinde, kendisiyle
çelişkiye düştüğü ve bizi aldattığı yolundaki anlamsız
(absürde) doktrini savunmak demek olur.
Demek ki Vahiy (R evelation), eğer varsa, Doğa’yı
yadsıyamaz. İn cil’in gerçek yorumcusu sadece deneydir
ve sözlerinin anlamını yalnızca doğa sayesinde keşfede­
biliriz. Diğer yorumcular şimdiye kadar gerçeği bulan­
dırmaktan başka birşey yapmadılar. Spectacle ds la Na-
ture’ün (D oğa’nın Görüntüsü) yazai’inm (^) Locke hak­
kında şu sözlerinde bu gerçeği görebiliriz: “ Ruhumuzu
çamurdan yapılmış sanacak kadar aşağılatan bir ada­
mın İm an gizemlerinin tek hakimi ve hakemi olarak
A k ıl’ı göstermeye cüret etmesi gerçekten de şaşırtıcıdır.
İnsan, B ir M akina 17

zira A kıi’m yolundan gitmek^istersek Hristiyanlık hak­


kında ne kadaFjTanıltıcı bir fikre sahip olurduk.”
Bu tür düşünceler İm an hakkında en ufak bir ay­
dınlatm a getirmedikleri gibi, Kutsal K itap ları yorumla­
yabileceklerini sananların yöntemlerine karşı öylesine
değersiz itirazlar oluşturmaktadırlar ki bunları saymak­
la kaybedeceğim zamana adeta acırım.
Aklın m ükemmelliği anlam yoksunu büyük bir ke­
limeye, (maddesizlik) değil, onun gücüne, genişliğine
veya görüş berraklığına bağlıdır. Böylelikle, kavranma­
sı güç bir sürü fikrin arasındaki bağları ve sırayı bir çır­
pıda çözümleyebilen çamurdan bir ruh elbette en değer­
li unsurlardan oluşmuş aptal ve budala bir ruha yeğle­
nir. Pline ile birlikte kökenimizin sefaleti karşısında
utanç duymak filozofluk değildir. Burada bayağı gibi
görünen, B oğa’nın büyük titizlikle tüm sanatı ve ih ti­
mamı ile donattığı en değerli şeydir.
Fakat insan görünüşte ne kadar bayağı bir kaynak­
tan gelirse gelsin, bu durum onun diğer varlıklar ara­
sında en eşsizi olmasını engellemez ve ruhunun kökeni
ne olursa olsun eğer saf, asil ve uluysa o güzel bir ruh­
tur; ona sahip olanı saygıdeğer kılar.
Bay Pluche’ün ikinci akıl yürütme tarzı, yobazlığa
kaçan kendi sistemi içinde dahi bana bozuk görünüyor;
çünkü eğer iman hakkmdaki fikrim iz en açık ilkelere
ve en yadsmamayan gerçeklere dahi karşıysa, Vahiy ve
O’nun saliibinin saygıdeğerliği için bu fikrin yanhş oldu­
ğunu ve İn cirin sözlerinin anlamını henüz kavrayam a­
dığım ızı kabullenmemiz gerekir.
İki şeyden biri; ya Doğa ve Vahiy de dahil olmak
üzere her şey hayaldir, ya da sadece deney İm an’ı açık­
layabilir. Yazarım ızın savunduğundan daha saçma ne
olabilir? Bir Aristocuyu (Peripateticien) şu sözleri söy­
lerken düşünüyorum : “ Toricelli’nin (■’) deneyine inan­
18

mamak gerekir, çünkü O ’na inanarak boşluk korkusunu


ortadan kaldırırsak ne kadar hayret verici bir felsefeye
sahip olurduk.”
Pluche’ün düşünce tarzının ne kadar yanlış* oldu­
ğunu göstermek istememin amacı, ilkönce V ah iy’in
(eğer varsa) Akıldan çekinenlerin iddia ettikleri gibi,
Akılın denetiminden geçmeden sadece kilise otoritesi
aracılığıyla ispat edilemediğini kanıtlamak, sonra da
kendiliklerinden anlaşılmayan doğaüstü şeylerin ancak
Doğa’dan aldığımız ışık altında yorum lanabileceği y ö ­
nünde açtığım yolu izlemek isteyenlerin yöntem ini her
türlü saldırıya karşı korumak.
Demek ki bu konuda bize yalnızca deney ve gözlem
yol göstermelidir. Bunlara hiç tıp adamı olamayan filo ­
zoflarda değil de filozof olan tıp adam larının raporların­
da sayısızca rastlarız. Bu tıp adamları insan labirentini
baştan başa dolaşarak aydınlatmışlardır; sadece onlar
öylesine büyük harikalıkları gizleyen örtülerin altındaki
hayat yaylarını bize gösterebilmişlerdir. Yalnızca onlar
ruhumuzu sakin bir biçimde temaşa ederek, onu hem
sefaletinde hem de büyüklüğünde, ve her iki durumda
da aşağılamaksızın veya yüceltmeksizin, binlerce kez
keşfetmişlerdir. İşte bu yüzden bu konuda konuşma
hakkına yalnızca tabipler sahiptir. (=) D iğerleri ve özel­
likle teologlar bize ne söyleyebilirler ki? Hakkında hiç
bir şey bilmedikleri, ve aksine kendilerini binlerce ön ­
yargılı görüşe — tek kelimeyle bedenin mekanizması ko­
nusundaki cehaletlerini daha da arttıran yobazlığa—
yöneten karanlık incelemelerle tam am en saptırıldıkları
bir konuda utanmaksızın yargılara vardıklarını duymak
gülünç değil mi?
Ancak en iyi rehberleri seçmiş olmamıza karşın y o ­

* B ir savı k an ıtsam ayla (p e titio n de p rin c ip e ) açık ça b ir h a ­


ta y a düşüyor, (yaz. n o tu )
insan, Bir M akina 19

lumuzun üstüne yine de birçok diken ve engel çıkacak­


tır.
İnsan öylesine karmaşık bir makinadır(^) ki onun,
hakkında kesin bir fik ir edinmek ve dolayısıyla onu ta ­
nımlamak ilk başta olanaksız gibi görünür. İşte bu ne­
denledir ki filozofların â priori yani, bir bakıma ruhun
kanatlarından faydalanmayı isteyerek yaptıkları araş­
tırm alar sonuçsuz kalmıştır. Böylelikle yalnızca â pos-
leriori veya ruhu vücut organlarından ayırm aya çalışa­
rak insan ruhunun kökenini kesinlikle keşfetmesek bile,
bu konuda en yüksek olasılık derecesine varabiliriz.
O zaman deney bastonunu elimize alalım (O ve fi­
lozofların tüm boş fikirlerini bir kenara atalım. K ör ol­
mak ve bu bastondan vazgeçilebilineceğini düşünmek
artık körlüğün dik âlâsıdır. Çağdaş bir yazar yalnızca
boşluğun ikincil nedenlerden birincil nedenlerinkiyle ay­
nı dersleri çıkartmada başarısızlığa uğrayabileceğini
söylerken ne kadar haklıydı. En yararsız araştırm aların­
da Descartes’lan, Leibnitz’leri, W olf’ları, bütün o büyük
dahileri takdir edebiliriz ve hatta etm eliyiz; fakat so­
rarım size onların derin düşünceleri ve tüm eserlerinden
şimdiye kadar ne kazanılmıştır? Zamanımıza kadar ne
düşünüldüğünü değil de yaşamın huzuru için ne düşü­
nülmesi gerektiğini araştırmakla işe başlayalım.
Ne kadar değişik mizaç varsa o kadar da değişik
ruh, karakter ve alışkanlıklar vardır. Biraz abartılarak
da olsa yalnızca tıbbın bedenle birlikte ruh ve adetleri
de değiştirebileceğini savunan Descartes’ın ortaya koy­
duğu gerçek Galen (*) tarafından dahi biliniyordu. (Ru­
hun T a rih i’nin(^) yazan bu öğretİ3â yanlışlıkla Hippoc-
rate’a (" ’) atfetm işti) Gerçekten de melankoli, öd, bal­
gam vd... — bu özsularm (humeur) tabiatı, miktarı ve
değişik almaşıklarına göre— her insanı diğerlerinden
farkh kılar. ( " )
Hastalık sırasında bazen ruh saklanmış olup hiç bir
20

belirti göstermez; bazen ise öfkeyle öylesine alevlenmiş­


tir ki çiftm iş gibi görünür; bazen geri zekâlılık kaybo­
lur ve bir aptalın iyileşmesiyle ortaya akıllı bir insan çı­
kar. Y in e bazen dünyanın en büyük dahisi geri zekâlı
olur ve kendi benliğini kaybeder. Binbir zorluklarla ve
bu kadar pahalıya elde edilmiş bilgilere elveda.
İşte ayağının yanında, yatağında olup olmadığını
soran ,bir felçli; işte evvelce kesilmiş olan kolunun hala
yerinde olup olm adığını soran bir asker. Eski duyuları­
nın anısı ve ruhunun onları naklettiği yer bu tür bir
yanılsam a ve hezeyana yol açmaktadır. Eksik olan or­
ganından sadece söz etmek bile askerin o organı anım ­
samasına ve hatta tüm hareketlerini hissetmesine ye­
ter; bu durum ise o’na tanımlanamayacak ve anlatıla-
nııyacak derecede büyük hayali bir acı verir.
K im i, ölümün yaklaşmasıyla çocuk gibi ağlarken,
k im i sadece alay eder. Caius Julius’un, Seneque’in,
Petron e’un yürekliliklerinin korkaklığa, ödlekliğe dö­
nüşmesi için ne gerekiyordu? Dalaklarında, karaciğerle­
rinde bir tıkanıklık, atar damarlarında bir zorlanma.
Niçin? Çünkü hayal gücü de organlarla birlikte tıkan­
mıştır, böylelikle histeri ve hipokondrinin tuhaf olguları
ortaya çıkmış olur.
K endilerini kuıt-adanı, horoz, vam pir sanan ve ölü­
lerin onların kanlarıyla beslendiklerini düşünen insan­
lar hakkında şimdiye kadar söylenilmiş şeylere ne ek­
leyebilirim ? Burnunun veya başka bir organınm cam­
dan olduğunu hayal eden adamın üstünde neden dura­
yım ? Bu adamın yeteneklerine ve öz etten kemikten ya­
pılm ış burnuna kavuşmasını sağlamak için tek yol, ken­
disine çok nazik burnunun kırılmasını önlemek için sa­
m anda yatm asını sağlık vermek ve ardından samanı,
yanm aktan korkacağını umarak, ateşe verm ektir — böy-
lesine bir korku bazen paralizinin tedavisinde iyi sonuç­
la r verir. Ancak herkesin bildiği bu konular üzerinde
in san . B ir M ak in a 21

fazla zaman kaybetmemeliyim.


Uykunun etkileri üzerinde de fazla ayrm tılara gir­
mek istemiyorum. İşte yüzlerce tcpun gümbürtüsü ara-
smda siperde horlayan bir yorgun asker. Ruhu hiç bir
şey duymuyor; uykusu bir apoplexi* kadar derin. Bir
gülle o’nu ezmek üzere. Bunu, bsiki ayağm m altmda
dolaşan bir böcekten daha fazla hissetmeyecektir.
D iğer taraftan, kıskançlık, kin, cim rilik veya tut­
kudan kıvranan bir adam hiç bir zaman huzura kavu­
şamaz. K albin i tutkuların işkencesinden kurtaramamış
olan kişi için en huzurlu yer, en serin ve rahatlatıcı iç­
ki bile bir fayda sağlamaz.
Ruh ve beden birlikte uykuya dalarlar. K an dolaşı­
m ının sakinleşmesiyle beraber tüm m ekanizmayı (mac-
hine) bir huzur ve sükûnet sarar. Göz kapaklarınm düş­
mesiyle ruh yavaş yavaş ağırlaştığını hisseder ve beyin
liflerin in gevşemesiyle, gergin liğin i kaybeder. Böylelikle
yavaş yavaş bedeni, tüm kaslanyla birlikte, felce uğrar;
kaslar başın ağırlığını, ruh ise düşüncelerin yükünü ta­
şıyamaz olur. Düşünceler, sanki hiç yokmuşçasına, uy­
kuya girerler.
K an dolaşımı çok mu hızlı olmakta: Ruh uyuyamaz.
Ruh çok tedirgin ise kan sakinleşemez; dam arlarda işi-
tilebilsn bir gürültüyle akar: İşte uykusuzluğun iki kar­
şılıklı sebebi. Tek bir korkulu rüya kalbin atışlarını iki
katm a çıkarır ve bizi, tıpkı çok yoğun bir acınm veya
acil bir gereksinmenin yaptığı gibi, dinlenmenin gerek­
liliğinden veya tatlılığından koparıverir. Nihayet, ruhun
işlevlerinin durması uykuyu sağladığı gibi, uyanıklık,
daha doğrusu yarı uyanıklık sırasında da ruhun sık sık
görülen kısa, küçük uykuları — şekerlemeleri— vardır.
Bu, ruhun uyumak için her zaman vücudu beklemediği­
ni gösterir; tam olarak uyumasa bile uyku durumuna

Apople.\i ; kom a h a li (ç .n .)
22_______________________________________________________________

çok yakındır, çünkü beynimizin atmosferini bulutlar g i­


bi saran sayısız karışık fikirlerin arasından tek bir ta ­
nesine dahi dikkatini yöneltemez durumdadır.
Afyon ve sağladığı uyku arasında öylesine sıkı bir
bağ vardır ki, burada bundan bahsetmeden geçemiyece-
ğim. Bu ilâç tıpkı şarabın ve kahvenin, herbirinin kendi
tarz ve ölçüsünde yaptığı gibi, insanı çeşitli ölçü ve şe­
killerde sarhoş eder.(‘^) Ölümün imgesiymişçesine insa­
nı duyguların mezarına benzer bir duruma sokup mutlu
kılar. Ne tatlı bir uyuşukluk! Ruh bu baygınlıktan hiç
bir zaman çıkmak istemez. Biraz evvel en derin acılarla
kıvranıyordu; şimdi ise tek hissettiği şey, acı çekmeme­
nin ve en güzel bir huzura kavuşmanın verdiği hazdır.
A fyon iradeyi bile değiştirebilir; uyanık kalmak ve eğ­
lenmek isteyen ruhu kendi arzusuna karşı yatağa yol­
layabilir. Zehirlerin etkilerini ise bir kalem geçiyorum.
Şarabın panzehiri olarak tanınan kahve ise hayal
gücümüzü kışkırtarak baş ağrılarım ızı ve üzüntülerimi­
zi giderir; bunu yaparken de, şarap içildiğinde olduğu
gibi, ertesi gün yeni baş ağrılarına sebep olmaz.
Ruhu diğer gereksinmeleri içinde izleyelim.
İnsan vücudu, zembereklerini kendi başına kuran
bir makina olup sürekli hareketin canlı imgesidir. A te ­
şin uyardığını besinler sürdürür. Besinsiz kalan ruh
canlılığını yitirir, delirir ve güçsüz kalarak ölür. O, tam
sönecekken tekrar dirilen bir aleve sahip muma benzer.
Bedeni beslersek, borularına güçlendirici sular ve sert
içkiler dökersek, ruh da tıpkı onlar gibi güçlü olur, cesa­
retini toplar ve biraz evvel suyun korkutup kaçırdığı as­
ker cesaretlenip davul sesleri arasında ölüme koşar.
Tıpkı soğuk suyun yatıştırdığı kanın sıcak su tarafından
coşturulması gibi.
Y a yemeklerin büyük etkisine ne demeli! Üzüntülü
bir yürekte sevinç tekrar dirilir; bu da davetlilerin ru­
huna bulaşarak, fransızların mükemmel bir şekilde yap­
İnsan, B ir M ak in a 23

tıkları gibi, sevimli şarkılar halinde dile getirilir. Sade­


ce melankolik olanlar canlarından bezm iştir ve bilim
adamı bu ortama ayak uyduramaz.
Çiğ et hayvanlan y ırtıc ı kılar; insanlar da aynı
besini alsalardı yırtıcı olurlardı; bu gerçek, eti bizdeki
gibi fazla pişirmeden, kırm ızı ve kanlı yiyen İn giliz
m illetinin daha vahşi olmasıyla da kanıtlanabilir. T a ­
bii bu vahşetin tek sebebi bu tür besinler olm ayıp sa­
dece eğitimin düzeltebileceği başka nedenlere de da­
yanır. Bu kan dökücülük, ruhta kişiliği bozan kibir, kin,
diğer m illetleri aşağılama, dikkafalılık gibi duyguların
oluşmasına sebep olur; tıpkı ağır besinlerin, genel özel­
likleri tembellik ve uyuşukluk olan, bön ve ağır bir
zihin yaratmaları gibi.
Bay Pope şu sözleriyle oburluğun kudretini çok iyi
anlamış olduğunu belirtm ektedir: ( ‘^) “ Ciddî Caius sü­
rekli olarak erdemden sözeder ve ahlâksızlıklara taham ­
mül edenlerin kendilerinin de birer ahlâksız olduğuna
inanır. Fakat bu güzel duygular ancak yem ek saatine
kadar sürer; o zaman da özenli bir sofraya sahip olan
bir ipsizi erdemli bir azize yeğler.”
Başka bir yerde de : “ Aynı insanı hastayken veya
sağlıklıyken, iyi bir işe sahip ya da işinden olmuş du­
rumlarda ele alalım; o’nu hayata taparken veya ha­
yattan nefret ederken, deli gibi avlanırken, bir köy şen­
liğinde körkütük sarhoş; baloda kibar, şehirde iyi bir
arkadaş, sarayda imansız bir kişi olarak görebiliriz.” d i­
ye ekler.
İsviçre’de Steiguer de W ittigh ofen adında bir icra
memuru vardı; aç olduğu zamanlar yargıçların en m ü­
kemmeli, en hoşgörülüsüydü; fakat büyük bir ziya fet­
ten sonra o’nun karşısında suçlu sandalyesinde oturan
sanık acınacak bir duruma düşerdi. O, suçluyla birlikte
suçsuzu da astırabilecek bir insandı.
Neşeli ve cesurken iyi bir insan olduğumuzu düşü­
24_________________________________________________________________________

nürüz, gerçekten de öyledir. Herşey m akinamızın nasıl


işlediğine bağlıdır. Ruh bazan midedeymiş gibi görü­
nür; Van Helmont(^^) da ruhun merkezini pylore böl­
gesi* olarak saptadığında sadece bütün ile parçayı ka­
rıştırmak yanılgısına düşmüştü.
Zalim açlık bizi ne kadar büyük aşırılıklara sürük­
leyebilir! Bize hayat veren veya hayat verdiğim iz in­
sanlara dahi saygımızı yitiririz; onları parça parça edip
'-kendim.ize ziyafet çekeriz, ve bu akıl almaz deliliğim iz-
,^de ^ a ^ a zayıf k u v ^ ü iy e yem _Qİur.
Solıik tenlilerin (kadınlar kastedilmektedir -ç.)
gıptayla arzuladıkları hamilelik, ardından bu iki duru­
ma eslik eden bozuk zevkleri getirmekle kalmaz: K im i
zaman ruha doğal yasayı dahi boğan ani bir maninin et­
kileri olarak en dehşet verici komploları yaptırır. Ruhun
rahmi olan be5ân bedeninkiyle birlikte, kendi tarzına
uygun olarak sapkınlaşır.**
Cinsel alanda nefsine gem vurmanm (continence)
ve sağlığın sürekli olarak tedirgin ettiği insanlarda
bunun dışında hangi erkek veya kadın öfkesi olabilir!
Bu (durumdaki -ç.) utangaç ve alçak gönüllü kız türn
şeref ve edebini kaybetmesi yetmiyormuş gibi, bir de
üstelik m ahrem ile zinaya (inceste) dahi, hoppa bir ka­
dının zinaya baktığı gözle bakacak hale gelir. Gereksin­
meleri, hemen doyurulmadığı takdirde, sadece maniye
veya bir takım rahim hastalıklarına yol açmakla kal­

* P y lo re b ö l g e s i : m idekapısı (ç .n .)
** B u b ö lü m İn gilizce m etninde atlan m ıştır. F ra n sız c a m etni
ta m o la ra k şöyledir :
L a grossesse, cette âm ule desiree des p â le s couleurs, ne
se con ten te p a s d ’am en er le plus souvent â sa süite les goûts
depraves q u i acco m p agn en t ces d e u x etats : elle a qu elq u efo is
fa it ex ecu ter â l ’âm e les plus a ffr e u x com plots; e ffe ts d ’u n e m a -
nie subite, q u i âto u ffe ju s q u ’â la loi naturelle. C ’est a in si que
le cerveau, cette m atrice de l ’esprit, se pervertit â sa m an iâre,
avec celle du corps. (ç.n .)
insan. Bir M akina 25

mazlar, bu zavallı kız hekimlerin bir türlü çare bulama­


dıkları bir hastalıktan ölecektir.
Yaşın akıl üzerindeki zorunlu etkisini görmek için
sadece bakmak yeterlidir. Ruh, eğitim in gelişmesini ol-
duğu gibi, bsdeninkini de izler. Cins-i-lâtifte ruh m iza­
cın inceliğini takip eder, dolayısıyla da şefkat, duygulu­
luk ve akıldan çok tutkulara dayanan bu yoğun duygu­
lara, önyargılara ve izleri bir türlü silinemeyen batıl
inançlara daha çok kadınlarda rastlanılır. Diğer taraf­
tan beyni ve sinirleri tüm katı maddelerin sağlam lığın­
dan pay alan erkeğin ise aksine, yüz batlarıyla birlikte
ruhunda da daha fazla sinir vardır: Kadınların yoksun
kaldıkları eğitim ruhuna daha da güç katmaktadır. Bir
erkek doğanın ve sanatın bunca yardım ıyla nasıl daha
hak bilir, daha eli açık, dostluklarda daha tutarlı, düş­
manlıkta daha kesin vb... olmasın? Ancak Lettres sur
Ics Physionomi£s’n in (‘") yazarının düşüncesini izlersek,
aklın ve bedenin inceliklerini, yüreğinin en sevecen ve en
nazik duygularının hemen hemen tümüyle birleştiren
cins, biri güzelliklerin vasıflarına daha iyi nüfuz edebil­
meleri, diğeri ise bunları zevklerinin hizmetine daha iyi
bir şekilde sunabilmeleri için, sadece erkeklere verilmiş
gibi görünen çifte güçten dolayı bizi kıskanmamalıdır.
Tüm belirgin semptomlarıyla birlikte gelen bir has­
talığın teşhisi için nasıl büyük bir doktor olmak gerek­
miyorsa, ruhun niteliğini, çehre veya, nispeten belirlen­
miş oldukları zaman, hatların şekilleriyle sezinlemek
için bu yazar kadar büyük bir fizyonom ist olmaya da
gerek yoktur. Locke’un, Steele’in, Boerhaave’ın , Mau-
pertuis’nin(*') vd... portrelerini inceleyin; onlarda güçlü
fizyonomiler ve kartal bakışları keşfedince hiç şaş­
mazsınız. Sonsuz sayıda başka portreleri gözden geçirin,
daima güzel sanatlara yakın olanı büyük dehadan ve
hatta çoğu zaman namuslu adamı düzenbazdan ayırde-
debilirsiniz. Örneğin ünlü bir ozanın (kendi portresin­
26

de) Prom ete’nin ateşiyle dolandırıcı bir görünümü bir­


leştirdiği gözlemlenmiştir.
Tarih bize ısının kudretinin unutulmaz bir örneğini
sunmaktadır. Ünlü Duc de Guise, defalarca egem enliği
altına gird iği III. H enri’nin, kendisini hiç bir zaman ö l­
dürmeye cüret edemiyeceğine öylesine inanm ıştı ki, Blo-
is’ya doğru yola çıktı. A dalet Bakanı Chyverni gittiğ in i
öğrenince şöyle b a ğ ır d ı: İşte mahvolm uş bir adam! Ö l­
dürücü kehaneti olayla doğrulanınca kendisine bunun
nedeni soruldu. K ra l’ı yirm i yıld ır tanırını dedi, O, doğa­
sı gereği iyi ve hatta za yıf bir insandır; ancak hava so­
ğuk olduğunda en ufak bir şeyin dahi kendisini sabırsız
kıldığını ve öfkelenmesine yol açtığın ı gözlemledim.
Bir kısım halk ağır ve bön bir ruha sahiptir; diğe-
rininki ise çevik, h afif ve nüfuz edicidir. Bu fark kıs­
men, hem aldığı besinlerden, hem atalarının tohum la­
rından* hem de havanın sonsuzluğunda yüzen değişik
unsurların kaosundan ileri gelm iyorsa başka neden ola­
bilir? Ruhun da bedenin olduğu gibi kendi salgın hasta­
lıkları ve skorbütü** vardır.
İklim in gücü öyledir ki iklim değiştiren bir insan
bunun etkilerini elinde olm adan hisseder. O kendi ken­
dini bir yerden başka bir yere diken gezginci bir bitkidir;
eğer iklim aynı kalmazsa, bozulması veya iyileşmesi do­
ğaldır.
Yine, tıpkı önceden haberdar olduğumuz bir sad­
me tehdidi karşısında göz kapağım ızın inmesinde veya
bir izleyicinin bedeninin mekanik bir biçimde, elinde
olmadan, iyi bir pandom im cinin tüm hareketlerini taklit
etmesinde olduğu gibi, aynı nedenden dolayı m im ikler­

* H a y v a n la r ın ve in s a n la r ın tarih çesi, a t a la r ın to h u m la rın ın


ç o c u k la rın ru h ve b e d e n le ri ü zerin d ek i g ü c ü n ü k a n ıt la m a k ­
ta d ır. (y a z a r ın n o tu )
** S k o rb ü t: C v ita m in i e k sik liğ in d e n ileri g e le n ve diş e tle rin in
şişm esiyle b e lire n h a s ta lık (ç .n .)
insan, B ir M ak in a 27

den aksana dek her şeyi, birlikte yaşadığımız insanlar­


dan kaparız. (*«)
Bu söylediğim, akıllı bir insana en iyi eşlik edecek
kimsenin, bir benzerini bulamadığı takdirde, yine ken­
disinin olacağım kanıtlar. Akıl, ondan yoksun olan in ­
sanlar arasında, işleme fırsatını bulamayacağından pas­
lanır: paume* sırasında, kötü servis kullanana top kötü
bir şekilde geri gelir. Hiç eğitim görmemiş bir insanı,
yeterince genç olmak şartıyla, eğer akıllı ise, kötü bir
eğitim görmüş olanına yeğlerim . Kötü yönetilmiş us,
taşranın şımartmış olduğu oyuncuya benzer.
Ruhun çeşitli durum larıyla bedeninkiler arasında
daima bir bağlantı vardır. ( ’’ ) Bu bağım lılığı ve neden­
lerini daha belirgin bir şekilde göstermek için karşılaş­
tırm alı anatomiden yararlanalım ; insanların ve hay­
vanların iç organlarına bakalım. însan ve hayvan yapı­
larının doğru bir karşılaştırılmasından bilgi çıkaramaz­
sak, insan doğasını kavrayamayız.
Genellikle dört ayaklıların bsyin yapısı ve biçimi
insanlarınkine çok benzer. İkisinin de düzeni ve biçimi
aynıdır; aradaki tem el ayırım, insanın tüm diğer hay­
vanlardan daha büyük ve kütlesi bakımından daha kıv­
rım lı bir beyine sahip olmasından ibarettir. İnsana en
çok benzeysn hayvanları ise, sırasıyla, maymun, kun­
duz, fil, köpek, tilki, kedi vd... oluşturur. Bu hayvanlar­
da da,(^‘>) Lancisi’nin kendisinden soni’a gelen ve bu gö­
rüşünü pek çok deneyle kanıtlayan de la Peyronnie’dsn
evvel ruhun yeri olarak saptadığı corpus callosum’a
bağlı olarak, aynı dereceli analojiye rastlanılmaktadır.
Tüm dört ayaklıların hemen ardından en büyük
beyine sahip olan hayvan ise kuştur. Balıkların, kosko­
ca kafaları olduğu halde, tıpkı bazı insanlarda olduğu
gibi içi bomboştur. Corpus callosumları olmayıp çok

Paum e : tenise ben zeyen b ir top oyunu (ç.n.)


28

küçük bir beyine sahiptirler. Böceklerde ise hiç yoktur.


Doğa çeşitlilikleri konusunda daha fazla ayrıntıla­
ra girm eyi ve sanılarda bulunmayı gereksiz buluyorum,
çünkü W illis’in (-‘) Do Cerebro ve De Anim a Brutorum
adlı kitaplarının okunmasından da anlaşılabileceği gibi
her ikisinden de sonsuz sayıda bulunmaktadır.
Bu kuşku götürmez gözlemlerden çıkan sonuçları
sıralam aya çalışacağım :

1) Hayvanlar ne kadar vahşiyseler beyinleri de o


kadar küçüktür.
2) Beynin büyümesi hayvanların uysallığının art­
m asıyla orantılı gözükmektedir.
3) Bu durumda doğanın ezelden beri daj’attığı tu­
haf bir koşul da kesinlik kazanmaktadır: zekâ
arttıkça içgüdülerin rolü azalır. Tabii bunun ka­
zanç tarafının m ı kayıp tarafının mı ağır bas­
tığ ı tartışılabilir.

Fakat hayvanların uysallık derecelerinin sadece be­


yinlerinin hacmiyle ölçülebileceğini iddia ettiğim i san­
mayın. N iteliğin niceliği tamamlaması ve katilarla sıvı­
ların sağlığı oluşturan uygun bir denge içinde olmaları
gerekmektedir.
B ir geri zekâlıda, genellikle saptandığı gibi beyin
vardır, ancak bunun dayanıklılığı yetersizdir, söz gelim i
fazla yumuşaktır. Bu durum delilerde de gözlenebilir,
beyinlerinin aksaklıkları her zaman için araştırm aları­
m ızın gözünden kaçmaz; fakat zeka geriliğinin, delili­
ğin vd.. dahi nedenleri tam olarak açıklanamamış ise o
zam an ruhlar arasındaki ayrılıkların nedenlerini nere­
de aram ak gerekir? Bunlar en keskin gözlülerin dahi
gözlerinden kaçabilirler. B ir hiç, küçücük bir lif, en ince
anatom inin dalıi keşfedemiyeceği bir şey Erasmus ve
Fontenelle’i(^^) birer budala yapabilirdi. Fontenelle bu
gerçeği Dialogues’larmdan birinde ne güzel gözlemle­
în san . B ir M a k in a 29

miştir!
W illis çocuklarda, yavru köpeklerde ve kuşlarda
beyin iliğin in yum uşaklığından başka corpus striata’nm
da silik ve renksiz gözüktüğünü gözlem lem i ş.ayrıca çiz­
gilerinin (stries) de felçlilerdeki gibi tam oluşmamış
olduklarını saptamıştır. W illis insanın anüler çıkıntısı­
nın (protuberence annulaire) büyük olduğunu doğru bir
şekilde gözlemlemiş; m aym un ve diğer yukarıda saydı­
ğım hayvanların anüler çıkıntılarının derece derece kü­
çüldüğünü göstermiştir. Bu kısım ları çok küçük olan
dana, sığır, kurt, keçi, domuz gibi hayvanların ise tersi­
ne teftişlerinin çok büyük olduğunu ifade etmiştir.
Sinirlerin, dam arların çeşitlilik biçim lerine ilişkin
gözlemlerden çıkan sonuçlar hakkında ne kadar sakı-
nım lı ve ölçülü olursak olalım , bu kadar fa zla değişikli­
ği doğanın basit bir oyunu olarak göremeyiz. Bunların
en azından düzenli ve geniş bir örgenlenm enin sonucu
olduğu kesindir. Gerçekten de tüm hayvan aleminde ruh
beden ile birlikte sağlam laşarak güçlendikçe büyük bir
anlayış, öngörü kazarur.
Hayvanların değişik eğitilebilirliklerin i incelemek
için biraz duralım. En iy i analoji, aklı, demin sıraladığı­
m ız nedenlerin hayvanlar ve insanlar arasındaki ajn:ı-
lıklan meydana getird iği savına inanm aya vardırtır. F a ­
kat bizim en kaba gözlem lere dayanan zayıf kavrayışı­
mızın bu alandaki neden ve sonuç ilişkilerini çözümle-
yem iyeceğini de itira f etm eliyiz. Bu, filozofların hiç bir
zaman tanıyam ıyacakları türden bir uyumdur.
H ayvanlar arasında bazıları konuşmasını ve şarkı
söylemesini öğrenebilirler; bir takım m elodileri akılla­
rında tutabildikleri gibi bir müzisyenin yapabileceği ka­
dar doğru bir şekilde değişik tonları çıkarabilirler. Bu­
na karşılık, maymun gibi çok daha ak ıllı görünen bazı
hayvanlar ise, bir türlü bu işin üstesinden gelemezler.
Bu eksiklik konuşma organlarının bir aksaklığından
30

iieri gelmiyorsa başka neden olabilir? Hem bu aksaklık


giderilemiyecek kadar büyük bir yapı bozukluğu m u­
dur? Kısacası bu hayvana bir tek kelime dahi öğretm ek
olanaksız mıdır? Hiç sanmıyorum. (^)
Rastlantıların insan türüne çok daha yakın bir tür
ortaya çıkarmasına dek, (bunlardan bizce bilinmeyen
bölgelerde bol miktarda bulunduğu fik ri hiç de yabana
atılm az) işe diğer hayvanlara tercihen büyük maymu­
nu ele almakla başlardım. Bu hayvan insana öylesine
benzer ki doğa bilimciler ona vahşi insan veya orman
insanı adını takmışlardır. Amman’ın (-^) öğrencilerinde
aradığı koşulların aynılarını ben de arardım; yani m ay­
munların ne fazla genç ne de fazla yaşlı olm amalarını
isterdim, çünkü gerçekten ds Avrupa’ya getirilenler ge­
nellikle çok yaşlı oluyorlar. Aralarından en zeki yüzlü­
sünü ve binlerce küçük işlem karşısında en dayanıklı
görünenini seçerdim. Nihayet kendimi eğiticisi olm aya
lâyık görmediğimden hayvanı, biraz evvel sözünü etti­
ğim eşsiz öğretmenim veya, eğer varsa, o’nun kadar ye­
tenekli başka bir uzmanın okuluna verirdim.
Am m an’ın, kendi kitabından veya yöntemini akta­
ranlardan * doğuştan sağır insanlarda ne kadar güç
şeyler yaratm ayı başardığını bilirsiniz. Amman bu sa­
ğırların gözlerinde kulaklar bulduğunu açıklamış ve çok
kısa bir zaman içinde onlara duymayı, konuşmayı, yaz­
mayı ve okumayı öğretmiştir. İşlemeyen bir organ veya
duyunun başka bir organın gücünü ve derinliğini a rt­
tıracağı düşüncesinden çıkarak, bir sağırın gözlerinin
göründüğünden daha akıllı olacağı ve daha büyük bir
kavrayışla görebileceği savını savunmak istiyorum: A n ­
cak maymun hem görür hem de işitir; gördüğünü ve işit­
tiğini anlar, kendisine yapılan işaretleri öyle rahathkla
kavrar ki herhangi bir başka oyun veya alıştırma sıra-

* R u h u n D o ğ a l T a r ih i’nin y a z a n vd ... (yaz. n.)


İnsan, B ir M ak in a 31

sıncla Am m an’ın öğrencilerini yaya bırakacağından hiç


kuşkum yok. Öyleyse maymunlar neden eğitilemesinler?
Neden, gayret sonucu, sağırların yaptığı gibi söylemle-
mek (prononcer) için gerekli bazı hareketleri taklit
edemesinler? Maymunların konuşma organlarının, ne
yaparsak yapalım, hiç bir şeyi söylemleyemiyeceğine
inanmak bana çok güç geliyor. Zaten bu mutlak imkân­
sızlık, insan ve maymun arasındaki büyük analoji
ve şimdiye kadar, hem içten hem de dıştan, insana böy-
lesine çarpıcı bir şekilde benzeyen başka bir hayvanın
bulun-amamış olması dolayısıyla, bana çok ters gelirdi.
Hiç bir şekilde saf olmayan Locke da Chevalier Tem ple’
m (-^) inceleme yazılarında (Mem oires) anlattığı hikâ­
yeye inanm akta hiç bir güçlük çıkarmamıştır. Bu hikâ­
yede, kendisine yöneltilen soruları doğru bir şekilde ya-
nıtlayabilen ve insanlar gibi bir tü r tutarlı sohbete g ir­
m eyi öğrenmiş bulunan bir papağandan söz ediliyordu.
Bu büyük metafizikçiyle alay edildiğini * biliyorum; fa ­
kat dünyaya, bazı nesillerin yumurtasız ve dişisiz de olu­
şabileceklerini açıklayan kişi acaba yandaş bulabilir
miydi? Halbuki Trembley (^ ) , çiftleşmeden, sadece bö­
lünmeyle üremenin olabileceğini kanıtlamıştır. Amman
da deneyini olumlu bir şekilde sonuçlandırmadan önce
öğrencileri bu kadar kısa zamanda eğitebileceğiyle övün­
meye kalksaydı deli addedilmez miydi? Şimdi ise başa­
rıları tüm dünyayı hayrete düşürdü ve Polype’lerin Hi-
kâyesi’nin yazarı gibi o da ölümsüzlüğe ulaştı. Y a ra t­
tığ ı mucizeleri dehasına borçlu olan bir insan, benim
gözümde, mucizelerini rastlantılara borçlu olan insan­
dan kat kat üstündür. Evrenlerin en güzelini daha da
güzelleştirme sanatım bulan ve ona sahip olmadığı eş­
sizlikleri sağlayabilen her kişi, boş sistemlerin tembel
yapımcısından veya kısır bulguların çalışkan sahibin­

R u ln ın T a r ih i’n in y azan , (yaz. n.)


32

den çok daha üstün tutulmalıdır. Am m an’ın bulguları


ise bambaşka bir değer taşırlar: O insanları mahkûm
oldukları içgüdüden kurtardı, onlara düşünce, akıl k ı­
sacası hiç bir zaman elde edemiyecekleri bir ruh verdi.
Bundan daha büyük .bir güç düşünülemez.
Doğanın kaynaklarını hiç bir şekilde kısıtlayama-
yız; bunlar özellikle büyük bir sanatla güçlendirildikle­
ri ölçüde, sonsuzdurlar.
Sağırlarda Östaş kanalını açabilen mekanizma m ay­
munlarda da aynı işlevi göremez mi? Sahibinin söylem­
lerini (prönonciation) taklit etme arzusu, öylesine bü­
yük bir beceri ve usla bir sürü işareti taklit edebilen bu
hayvanların konuşma organlarının serbest kalıp ortaya
çıkm alarını sağlayamaz mı? Benim bu tasarım ın saç­
m alığını ve olanaksızlığını kanıtlayabilecek tek bir inan­
dırıcı deneyin varlığını gösteremiyeceğinizden eminim.
A yn ı zamanda maymunların yapılarının ve işlemlerinin
benzerliği öylesine büyüktür ki, çok mükemmel .bir şe­
kilde eğitildikleri takdirde bu hayvanlara eninde sonun­
da söylemlemeyi öğretebileceğimiz-den, dolayısıyla bir
dil öğrenmelerini sağlayabileceğimizden, doğrusu hiç
kuşkum yok. Böylelikle vahşi insan veya eksik insan ol­
m aktan çıkıp, tam bir insan, 'düşünmek ve eğitimden
yararlanm ak için en az bizim kadar yetenek ve güce
sahip bir küçük şehir insanı haline gireceklerdir.
Hayvanlardan insana geçiş çok şiddetli bir şekilde
olmamıştır; gerçek filozoflar da bunu kabullenmekte­
dirler. Sözcüklerin bulunmasından ve dillerin öğrenil­
mesinden önce insan da sadece kendi türünde bir hay­
van değil miydi? Üstelik diğerlerinden çok daha az
içgüdüye sahip olduğundan kendini kral sanmıyordu.
Maymundan ve diğer hayvanlardan, tıpkı maymunlarda
olduğu gibi, sadece fizyonomisinin biraz daha fazla sağ­
duyu ifade etmesinden ayrılıyordu. Leibn itz’çilerin sez­
gisel bilgisi ile yetinen bu insan hiçbir şeyi birbirinden
in san , B ir M akin a 33

ayırdedemeden sadece şekiller ve renkler görüyordu;


ister gençlikte, ister yaşlılıkta da her yaşta çocuk gib iy­
di, gereksinmelerini ve duygularını, tıpkı aç veya din­
lenmekten sıkılmış bir köpeğin yemek veya gezmek is­
tediği gibi, güçsüz bir biçimde ifadelendiriyordu.
Ardından sözcükler, diller, yasalar, bilim, güzel sa­
natlar geldi ve bunlar sayesinde aklım ızın ham elması
da yontulmuş oldu. H ayvanlar gibi insanlar da eğitildi;
hem yaratıcı hem de 3 Öikçü olundu. * Bir geom etri bil­
gini tıpkı bir maymunun şapkasmı giyip çıkarmayı ve­
ya ehli köpeğinin üstüne binmeyi öğrenmesi gibi, en zor
hesapları ve ispatları yapm asını öğrendi. Her şey im ler
aracılığıyla gerçekleştirildi; her tür anlayabileceği ka­
darını öğrendi. İşte bu şekilde de bizim Alm an filo zo f­
larının deyim iyle sembolik bilgiye ulaşıldı.
Görüldüğü gibi bizim eğitim mekanizmamız son de­
recede basittir. Herşsy 'birinin ağzından başka birinin
kulağına, oradan beynine geçen ses veya sözcüklere in­
dirgenebilir. Bu başkası, aynı anda, kelimelerin kejrfi
im leri olduğu nesnelerin biçimlerini algılar.
Ancak ilk önce kim konuşmuştur? însan soyunun
ilk eğitim cisi kimdi? Organizm am ızın esnekliğinden fa y ­
dalanma olanaklarını ilk kim keşfetti? Hiç bilmiyorum;
bu ilk ve mutlu dahilerin isim leri tarihin karanlıkları­
na karıştı. Fakat sanat doğanın oğludur; dolayısıyla
doğa ondan çok önce de vardı.
Doğanın tüm iyilikleriyle donattığı en eşsiz şekil­
de örgenlenmiş insanın, diğerlerini eğittiği düşünebili-
nir. Fakat onlar da kendilerini büyük Fontenelle’in ( 2®)
anlattığı ilk kez 40 yaşındayken çanların şaşırtıcı sesini
duyan Chartres sağırının durumunda bulmasalardı, ne

O n la r (h a y v a n la r -ç .) y ü k h a y v a n ı o lu rie n , O (in s a n -ç .) y a ­
ra tıc ı oldu. M e tn in İn g iliz c e çevirisinde bu cüm le b u şek il­
de geçm ektedir, (ç .n .)
ü

yeni bir ses duyabilirler, ne yeni duygular tadabilirler


ne de doğanın bu eşsiz görünümünü oluşturan güzel
nesnelerin farkına varabilirlerdi.
Dolayısıyla bu ilk ölümlülerin, tıpkı yukarıda sö­
zünü ettiğim sağırın veya hayvanların ve dilsizlerin (bir
başka hayvan türü) yaptıkları gibi, yeni duygularını
imgeleme güçlerinin tasarrufuna * b ağlı bazı hareketler­
le, ve bunun sonucu olarak da her hayvana özgü ve
şaşkınlığının, sevinçlerinin, heyecanlarının veya gerek­
sinmelerinin doğal ifadesi olan bazı kendiliğinden ses­
lerle dile getirm eye çalıştıklarını düşünmek çok mu yan ­
lış olur? Doğanın kendilerini nefis bir duyguyla donat­
tığ ı kişiler elbette ki bunu daha büyük bir kolaylıkla
ifade edebilme yeteneğine de sahiptirler.
İşte insanların akıl sahibi olm ak için duygularını
ve içgüdülerini, bilgi sahibi olm ak içinse akıllarını n a­
sıl kullanmış olduklarına değin görüşüm bundan ib a­
rettir. K avrayabildiğim kadarıyla, doğanın bunları a l­
gılayabilm ek üzere önceden biçim lendirdiği beynim izi
fikirlerle dolduruşumuz böyle olmuştur. Doğa ve insan
birbirlerine karşılıklı yardım ettiler; en küçük başlan­
gıçlar da zamanla yavaş yavaş büyüyerek sonunda e v ­
rendeki tüm şeyler bir daire kadar kolaylıkla ayırdedi-
lebilir** duruma geldiler.
Tıpkı bir keman telinin veya bir klavsen tuşunun
titreşimle ses çıkarması gibi, bejrnin telleri de ses huz­
melerinin uyarısıyla kendilerine değen sözcükleri y a n ­
sıtma veya tekrarlam a durumuna geldiler. Görmek için
eğitilm iş gözlerin, nesnelerin ren gin i algılayabildikleri
andan itibaren beynin de bunların im gelerini ve fa rk ­
larını görmemezlikten gelem eyeceği gibi, (beynin yap ı­

* F ra n sızc a m etin d e “eco n o m ie ” o la r a k g e ç e n b u terim , İ n g i ­


lizceye “n a tu ra ” : doğa, t a b ia t o la r a k çev rilm iştir, (ç .n .)
** İn g ilizc e m etin d e “t a r if e d ile b ilir” (ç .n .)
în san , B ir M ak in a 35

sı bunu gerektinnektedir) ayılı şekilde bu farkların im­


leri beyinde kazıldıkları veya kaydedildikleri andan iti­
baren ruh da bunların arasındaki ilişkileri zorunlu ola­
rak incelemiş olur; bu incelem e im lerin bulunmasm-
dan veya dillerin keşfinden önce olanaksızdır. Evrenin
hemen hemen tümden dilsiz olduğu devirlerde, ruh nes­
neler karşısında, orantılar hakkında en ufak bir bilgisi
olmaksızın bir tabloyu veya bir lı^ykeli seyreden bir in-
£.anın aldığı tavrı takın ırdı: Hiçbir şeyi ayırdedemezdi^
veya küçük bir çocuk gibi elindeki bir kaç saman çöpü­
nü yahut tahta parçasını sayamadan, ayırdedemeden
sadece yüzeysel ve belirsiz bir bakışla bakan küçük bir
çocuk gibi (zira ruh da çocukluk devrini yaşıyordu), ge­
nel olarak görürdü. Fakat eğer bu tahta parçasına bir
tür bayrak veya sancak asılır da ona bir gem i direği gö­
rünümü verilirse; bir diğer tahtaya da başka bir bayrak
takılırsa, ardından birincisine 1 imi atfedilip, İkincisine
de 2 im i veya sayısı verilirse bu çocuk bunları sayabilir
ve sonra da tüm aritm etiği öğrenebilir. B ir şeklin baş­
ka bir şekle sayısal (nu m eratif) imi dolayısıyla eşit ol­
duğunu farkettiğinde, çocuk zorluk çekmeden, bunların
iki ayrı nesne olduğu ve 1 ile l ’in 2’ye eşit; 2 ile 2’nin
4’e* eşit olduğu vb... sonucuna varabilir.
İşte şekillerin bu gerçek veya görünüşteki (appa-
le n t) benzeşimi tüm gerçeklerin ve bilgilerim izin baş­
lıca tem elini oluşturmaktadır. Bu bilgiler arasında im ­
leri daha karmaşık ve daha az sezilir olanlar elbette di­
ğerlerine göre çok daha güçlükle öğrenilebilirler;
çünkü sözünü ettiğim bilim lerin gerçekleri ifade etmede
kullandıkları çok büyük sayıdaki kelim eleri kavramak
ve bağdaştırm.ak için daha fazla dehaya gerek duyul­
maktadır; oysa sayılar ve diğer küçük im lerle ifade edi­

G ü n ü m ü z d e d ah i, d a h a fa z la im leri o lm a d ığ ın d a n sadece
yirm iye k a d a r s a y a b ils n h a lk la r vardır, (y a z . n .)
36

len bilim ler kolaylıkla öğrenilirler ve, kuşkusuz, cebi-


rin bu kadar tutulmasını sağlayan, onun kanıtlanabiliı
olmasından çok, bu kolaylığı olmuştur.
Rüzgârı kibirli bilgiçlerim izin beynini şişiren bu
bilgiler, gerçekte, kafamızda nesneleri tanıyıp anımsa­
m am ızı sağlayıcı tüm izleri oluşturan engin bir sözcük
ve şekil kümesinden başka bir şey değildir. Tıpkı b itk i­
leri iyi tanıyan bir bahçıvanın bunların, görünümlerine
bakarak, hangi dönemlerde olduklarını hatırlaması g i­
bi, tüm fikirlerim iz de birer birer uyanırlar. Bu sözcük­
ler ve bunların işaret ettiği şekiller beyinde birbirileri-
ne öylesine bağlanm ışlardır ki bir şeyi imgelerken ona
bağlı ismi veya imi de düşünmemek hemen hemen im ­
kânsızdır.
Sürekli olarak imgeleme sözcüğünü kullanıyorum;
çünkü kanımca her şey im gelenir ve ruhun tüm yetile­
ri bunların hepsini oluşturan imgeleme indirgenebi­
lir. (^) D olayısıyla yargı, akıl yürütme ve bellek ruhun
hiç bir şekilde mutlak bölümleri olmayıp, gözde belir­
lenmiş cisimlerin, büyülü bir lâmbadan yansırcasına
yollandığı bir tür iliksi a ğm gerçek değişimleridir.
Fakat beynin örgenlenmesinin harika ve anlaşıl­
m az sonucu bu ise, eğer her şey imgelem ile kavranır,
ve açıklanabilirse insanda düşünen duyumsal ilkeyi ne­
den bölelim? Bu, ruhun basitliği fikrini savunanların
belirgin bir çelişkiye düştüklerini göstermez mi? N ite­
kim bölünen bir şeye, saçmalığa (absurdite) düşmeden,
bölünmüş gözüyle bakılamaz. îşte akıllı insanlar tara­
fından dahi olur olmaz yerlerde ve anlamının bilincine
vanim aksızın kullanılan bu büyük kelimelerin — ruh-
çuluk, m addesûlik vd... ve dilin kötüye kullanımının
bizi nereye vardırdığı ortadadır. (^‘)
Her kişiye özgü deneyler ve kişisel duygular üzerine
kurulmuş böyle bir sistemi kanıtlam aktan daha kolay
bir şey yoktur. Doğası olduğu kadar işleyiş biçimi de
İn sa n , B ir M a k in a 37

bizce bilinm eyen im gelem veya beyinin bu olağanüstü


bölümü doğal olarak küçük veya za yıf m ıdır? Fikirlerin
analojisini veya benzerliğini karşılaştıracak güce ancak
sahip olabilir, sadece karşısında olanı veya onu en çok
etkileyeni görebilecektir üst-elik bunu nasıl yapacağı da
(bir başka sorundur - ç ) ! Fakat buna rağm en sadece
im gelem in farkedebileceği de bir gerçektir; tüm nesne­
leri, onları niteleyen sözcükler ve şekillerle birlikte, o
gözünde canlandırabilir; dolajrısıyla ruhun bütün işlev­
lerini yerine getirm ekle o, bir kez daha, kendi başına
ruhtur. Onun sayesinde, onun güzelleyici fırçası aracı­
lığıyla aklın soğuk iskeleti canlı ve renkli b ir ete bürü­
nür; onunla bilim filizlen ir, güzel sanatlar süslenir, tah­
talar konuşur, yankılar iç çeker, kayalar ağlar, m erm er
nefes alır, cansız bedenler arasında her şey canlılık ka-
z^anır. Y in e o sevdalı bir kalbin sevecenliğine şehvetin
yakıcı çekiciliğini ekler; bunu (sevecenliği -ç) filozofun
ve (kafası -ç) tozlanm ış bir ukalânın çalışma odasında
filizlendirir; nihayet şairleri ve hatipleri olduğu kadar
bilgeleri de biçim lendirir. K im i tarafından sersemcesine
eleştirilen, kiminin yok yere göklere çıkardığı ve her­
kes tarafından yanlış ta n ıd ığı bu im gelem sadece güzel
sanat’a r ve inceliklerin ardından gitmez, sadece doğayı
renklendirmekle yetinm ez, onu ölçebilir de. O, akıl yü ­
rütebilir, yargılar, nüfuz eder, karşılaştırır, derinleşti­
rir. Kendisi için çizilm iş tabloların güzelliklerini, onla­
rın arasındaki ilişkileri keşfetmeksizin, böylesine iy i bir
şekilde duyabilir m iydi? H ayır! T ıp k ı düşüncelerini d u ­
yuların zevklerine, eşsizliklerinden ve şehvetlerinden
hiç bir tad alamadan, yöneltem iyeceği gibi; mekanik bir
biçimde tasarladığı bir şey üz-erinde, kendi başına yargı
olm adığı takdirde, düşünemez.
îm gelem veya en za yıf deha ne kadar fazla çalıştırı­
lırsa, söz gelişi, o kadar toplanır — şişmanlar; giderek
büyür, duyarlılaşır, sağlam laşır, genişler ve düşünebilir.
38_____________________________________________________________________ ___

En mükemmel örgenisşmenin bu alıştırm aya ihtiyacı


vardır.
Örgenleşme insanın en birincil değeridir (-^); ahlâk
kitaplarının yazarları doğal niteliklerim izi değerli n ite­
liklerin arasına koymayıp, sadece düşünce ve endüstriy­
le gslişen yeteneklerimizi bu sıralamaya lâyık göredur-
sunl-ar; lütfen söyleyin, ustalık, bilim ve erdem bizi us­
ta olmaya, bilgili ve erdemli kılm aya iten bir eğilim den
gelmiyorlarsa başka nereden gelebilirler? Bu eğilim de
eğer doğadan gelmiyorsa başka nereden gelebilir? Sa­
dece onun sayesinde değerli niteliklere sahip oluruz, her
şeyimizi ona borçluyuz. Bu nedenle, niçin doğal yete­
neklere sahip olan insanlara, borç alınmış gibi sonra­
dan edinilmiş erdemlerle parlayan insanlara verdiğim
kadar değer vermiyeyim.? Değeri ne olursa olsun, ner-
de doğmuş olursa olsun, o saygı görmeye lâyıktır; sade­
ce değerini ölçmesini bilmek gerekir. Zskâ, güzellik,
zenginlikler, asalet rastlantının çocukları olmakla birlik­
te, beceriklilik, bilgi, erdem vd... gibi onların da bir değe­
ri vardır. Doğanın bu en değerli yeteneklerle donatmış ol­
duğu insanlar bunlardan yoksun olanlara acımalıdırlar,
fakat üstünlüklerini kibirlenmeden ve bilinçli bir şekil­
de duyabilirler. Akıllı bir insanın kendini aptal zannet­
mekle güzel bir kadının kendini çirkin bulmas] kadar
büyük bir gülünçlüğe düşer. Abartılmış bir alçak gönül­
lülük, ki gerçekte ender rastlanılan bir kusurdur, doğa­
ya karşı yapılan bir nankörlüktür. Tersine, namuslu bir
gurur duygularla biçimlenen erkekçe çizgilerin ortaya
koyduğu güzel ve ulu bir ruhtur.
Örgenlenme bir değerse, değerlerin en birincisi ve
tüm diğerlerinin kaynağıysa, eğitim de ikinci değerdir.
En mükemmel yapılı bir beyin, eğitim elmadan hiçbir
ise yaramaz; tıpkı en iyi bir biçimde yaratılm ış bir ada­
mın hayata yatkınlığı olmadan kaba bir köylüden iba­
ret kalacağı gibi. Ancak en mükem.mel bir okulun fikir-
İnsan, B ir M ak in a 39

lerin girmesine veya hıfzedilmssine tamamen açık bir


rahim clmaksızm vereceği meyve ne olabilir ki? Her
türlü duyudan yoksun olan bir adama tek bir fik ir da­
hi aşılamak, doğanın kendisine bir rahim verm eyi unu­
tacak kadar ihm alciliğini ileri götürdüğü bir kadından
(bir keresinde bsnim de gördüğüm ne yarığı, ne va ji­
nası, ne de rahim i olan ve bu nedenle 10 senelik bir ev­
lilikten sonra boşanan bir kadında olduğu gibi) çocuk
doğurmasını istemek kadar imkânsızdır.
Fakat eğer beyin hem iyi bir biçimde ergenleşmiş
hem de iyi eğitilmişse, o mükemmel bir şekilde ekilmiş
ve aldığının yüz katını veren bereketli bir toprak gibi­
dir: veya (duyulanları daha iyi anlatmak ve gerçek’in
kendisine daha fazla bir incelik kazandırmak için sık
sık başvurulan mecaz anlamını bir kenara bırakacak
olursak) im gelem sanat sayesinde dehanın güzel ve en­
der şanına ulaşarak, tasarladığı fikirlerini kesinlikle
kavrar, kolaylıkla bir yığın şaşırtıcı nesnenin hepsini
birden içine alır ve böylelikle bunlardan uzun bir so­
nuçlar zinciri çıkartır ki bu da, birincilerin karşılaştı­
rılmasından doğan ve ruhun onlarda mükemmel bir
benzerlik bulduğu yeni ilişkilerdir. Kanım ca zekâ b u '^
şekilde oluşur. (^^) Bulduğu diyorum, tıpkı bundan ön­
ce eşyaların benzeşimine görünüşte sıfatını eklediğim
gibi: Peder Malebrancheun iddia ettiği gibi duyulanmı-
zm her zaman için aldatıcı olduğuna veya doğal olarak
biraz değişken olan gözlerimizin eşyaları kendi olduk­
ları gibi görmediğine (mikroskoplar bunu her an k a ­
nıtladıkları halde) inandığım için değil de, araların­
dan en tanınmışının Bayie (^^) olduğu Pyrrhonien’ler-
le(^^) tartışmaya girmek istemediğimden olacak.
Bay Fontenelle’in özelde bazı gerçekler hakkında
söylediklerini ben genel olarak gerçeklik için söylemek
istiyorum: gerçeği toplum ile iyi geçinmek için kurban
etmeliyiz. Mizacımın yumuşaklığı beni, maksat sohbe-
40

ti derinleştirmek değilse, tartışmayı önlemeye iter. Bu­


rada Kartezyenler “ doğuştan gelen fik irlsr” teorileriyle
boşu boşuna karşıma çıkabilirler; B ay Locke’un bu san­
rıları eleştirmek için harcadığı zamanın dörtte birini da­
hi kesinlikle harcayamam. Üç bin sene önce axiom ola­
rak ortaya atılan böyle bir doktrini kanıtlam ak için ko­
ca bir kitap yazmanın doğrusu ne yararı olabilir.
Ortaya attığım ız ve doğruluğuna inandığım ız ilke­
lere göre en fazla imgeleme sahip olan kimsenin en fa z­
la akıla veya dehaya (zira bütün bu sözcükler eş an­
lam lıdırlar) sahip olabileceğini düşünmek gerekir; ve
bir kere daha (vurgulamak istiyorum -ç) utanç verici
bir kötüye kullanma yüzünden onlara hiçbir fik ir v e ­
ya gerçek bir ayırım atfetm eden sadece farklı kelimeler
veya sesler kullanarak farklı şeyler söylenildiğini zanne­
deriz.
Demek ki en güzel, en büyük, veya en kuvvetli im ­
gelem bilime olduğu kadar sanatlara da en özgü olanı­
dır. Aristo veya Descartes gibilerin sanatlarında başa­
rılı olmak için Euripides’lerin veya Sophocles’lerinkin-
de olduğundan daha fazla bir zekâya sahip olunması
gerekip gerekmediği hakkında kesin bir karara vara-
m ıyacağım gibi, Doğa’nın NeAvton’u yetiştirm ek için
Ccrnsille’e olduğundan daha çok emek harcadığını (ki
bundan çok kuşkuluyum) söyleyemem; fakat kesin olan
bir şey vardır, o da, sadece değişik biçimlerde uygula­
nan hayal gücünün bu insanların fark lı zaferlerini ve
ölümsüz imlerini oluşturduğudur.
Şayet biri çok büyük bir imgelemin yanısıra zayıf
bir yargı yeteneğine sahip olduğunu iddia ediyorsa, bu
im gelem in çok fazla kendi kendine bırakıldığını, duyu-
larm ın aynasında sürekli olarak kendi başına sey­
retmekle meşgul olduğundan duyuların kendilerini
dikkatle izleme alışkanlığını yeterince edinemediği;
gerçekleri veya benzerlikleri yerine (bu duyuların -ç)
insan. Bir M ak in a 41

İzleri veya imgeleriyle daha derinlemesine dolu olduğu,


anlamma gelir.
r^Gerçekten de imgelemin yayları öylesine çeviktir
ki, bilim lerin anası veya anahtarı olan dikkat bu işe ka­
rışmazsa, imgelem yalnızca eşyaları hızla ve kabataslak
bir şekilde gözden geçirmekle kalır; onları ancak sıyırıp
geçer.
Şu daldaki kuşa bir bakın: Daima uçup kaçmaya
hazır görünüyor. İmgelem de bu kuş gibidir; her zaman
kanın ve düşüncelerin fırtınasıyla oradan oraya sürük­
lenir durur. Bir dalga, ardından gelen başka bir tanesi­
nin sileceği bir iz bırakır; ruh çoğu zaman bu izin ar­
dından genellikle boşuna koşar; gerektiği kadar çabuk
bir şekilde kavrayamadığı ve saptayam adığı şeyin eksik­
liğini duymaya mahkûmdur; işte böylelikle zamanm
gerçek imgesi olan hayal gücü de bıkıp usanmadan ken­
di kendini yok edip yeniler.
îşte fikirlerim izin çabuk ve sürekli birbirini izleyi­
şi V3 kaosu böyledir; bir dalga bir diğerini nasıl iter­
se onlar da (fikirler) birbirilerini öyle kovalarlar. Bu
nedenle, eğer imgelem kaslarının bir bölümünü beynin
lifleri üzerinde bir çeşit denge sağlayabilmek, dikkati­
ni bir süre için yok olmak üzere olan bir nesnenin üze­
rinde toplamak ve kendini vakitsizce bir başka nesne­
yi seyretmekten alıkoymak için kullanmazsa, güzel
yargı sıfatını hakedemez. O anda hissettiklerini coş­
kuyla ifade edebilecektir; hatipler, müzisyenler, res­
samlar, şairler oluşturacak fakat hiç bir zaman bir filo­
zof yaratamıyacaktır. Tersine eğer çocukluktan başla­
yarak imgelem kendi kendine gem vurmaya, sadece
parlak, coşkun İnsanlar oluşturan taşkınlığına kapıl-
mamaya, fikirlsrini dondurmaya, tutmaya, onları bir
nesnenin tüm cephelerini görmek için her yöne evirip
çevirmeye alıştırılırsa, o zaman yargılama}^a hazır bir
şekilde nesnelerin büyük bir çoğunluğunu kapsayabi-
İn san , B ir M ak in a 43

cien hiç bir önyargı sahibi değildirler. Bir de geniş bir


yolda, ikisi de sahiplerini kaybetmiş bir köpek ve bir
çocuk düşünelim: çocuk ağlar ve kimden medet uma-
cağm ı şaşırır, köpek ise diğerinin aklından faydalandı­
ğından daha fazla koku alma yeteneğinden yararlana­
rak kolayca sahibini bulur.
Demek ki doğa bizi hayvanların aşağısında olma­
m ız için veya, en azından, bu durum karşısında bizleri
bu seviyeden çıkarıp onların üstüne yükseltebilecek tek
unsur olan eğitim mucizelerini daha iyi bir şekilde orta­
ya çıkarmak için yaratm ıştır. Ancak sağırlara, doğuş­
tan körlere, geri zekâlılara, delilere, vahşi veya hayvan­
larla birlikte orm anlarda yetişen insanlara, hipokondri-
ak hastalığının hayal güçlerini kaybettirdiklerine, kısa­
cası sadece en kaba içgüdülerini gösteren bütün bu in­
san yüzlü hayvanlara aynı ayrıcalığı mı tanıyacağız?
Hayır, bütün bu ruh değil de beden insanları ayrı, özel
b:r sınıfın mensubu olm ayı haketmezler.
İnançlarım ızın tersine insan ve hayvan arasında
ilkel bir ayırım yapılm asını öngören karşı tezleri gör­
memezlikten gelm ek niyetinde değiliz. Denildiğine göre
insanda hayvanların kalbine işlenmemiş bir doğal yasa
vardır: Kötülüğün ve iyiliğin bilinci.
Ancak bu itiraz, daha doğrusu bu iddia, onsuz bir
filozofun her şeyi reddedeceği, bir deney üzerine mi ku­
rulmuştur? Acaba sadece insanın, tüm diğer h a k a n ­
ların dışında bırakıldığı bir ışınla aydınlatılmış oldu­
ğuna bizi inandıracak bir deney var m.ıdır? Eğer böyle
bir deney yoksa ne hayvanların ve hatta insanların
içinde neler olup bittiğin i ne de kendi varlığım ızın içi­
ni nelerin etkilediğini bilebiliriz. Düşündüğümüzü, piş­
manlık duyduğumuzu biliriz: îçten gelen ve çok özel
bir duygu bizim bunu sürekli olarak anlamamızı sağlar;
fakat başkasının pişm anlığını değerlendirmek için bu
içimizdeki duygu yetersiz kalır; İşte bu yüzden diğer
44

İnsanların sözlerine ya da aynı ruh durumunu, aynı iş­


kenceleri duyduğumuz sırada kendimizde teşhis e t­
tiğim iz hissedilir ve dışsal imlere inanmamız gerekir.
Ancak hiç konuşmayan hayvanların bu doğal yasadan
paylarını alıp sahip olup olmadıkları hakkında bir ka­
rara varmak için, bunları varsayarak sözünü ettiğim
bu imlere, güvenmek gerekir. Olgular bunu kanıtlam ak­
ta gibidirler. Kendisini kızdıran sahibini ısıran köpek
Hemen ardından pişman olmuş görünür; onun üzgün,
kızgın, ortalıkta görünmeye cesaret edemez bir durum­
da, aşağılanmış, sürünen bir tavırla suçunu kabullen­
miş olduğunu görürüz. İnsafına terkedilmiş bir insanı,
onun kendisine iyilik yaptığını anımsayarak, parçala­
mak istemeyen bir arslanın hikâyesi bu konuda eşsiz
bir örnek oluşturmaktadır. Keşke insan da iyilikler
karşısında aynı m innet duygusunu ve insanlığa aynı
saygıyı gösterebilse! Bu şekilde ne nankörlerden, ne in ­
san neslinin felâketi olan savaşlardan ne de doğal ya ­
sanın gerçek cellatlarından korkmamız için bir neden
kalmazdı.
Fakat doğanın kendisini son derece erken, son de­
rece aydınlanmış bir içgüdüyle donattığı faaliyet alanı­
nın izin verdiği ölçüde yargılayabilen, düzenlayebilen
ve karara varabilen bir varlık; iyilik gördüğünde bağ­
lanan, kötü davranışlarla karşılaştığında ayrılıp yeni
bir efendi arayan, yapısı bizimkine benzer, aynı işlem­
leri yapan, aynı tutkulara, aynı acılara, hayal gücü­
nün genişliğine ve sinirlerinin duyarlılığına göre aynı
zDvklere sahip bir varlık, kendi hatalarını ve bizim kile­
ri hissettiğini, iyiyi ve kötüyü bildiğini, kısacası yap tı­
ğının bilincinde olduğunu açık bir şekilde göstermez
mi? Bizimki gibi aynı sevinci, aynı aşağılam.aja, aynı
hayreti duyabilen bir ruh, bir benzerinin parçalanmış
halini görünce veya kendisi acımaksızın onu bin par­
çaya böldüğünde hiç bir tiksinti duymaz mı? Demek ki
İnsan, B ir M akina 45

SÖZÜ edilen bu kıym etli yetenek hayvanlara da veril­


memiş değildir; zira pişmanlıklannm olduğu kadar ze­
kâlarının da belirtilerini bize sunabilirlerse hemen he­
men bizim kadar mükemmel makinalarm, varlıkların
düşünmek ve doğayı hissetmek için yapılm ış oldukla­
rına inanmak neden saçma olsun?
Sözlerime hayvanların çoğunlukla yırtıcı oldukları,
yaptıkları kötülükleri anlayabilecek yetenekte olmadık­
ları yönünde itirazlar getirilm eye kalkışılmasın; tüm
insanlar erdem ve kötülüğü hayvanlardan daha mı iyi
ayırdedebilmekt€dirler ki? Bu yırtıcılık onlarınkinde
olduğu gibi bizim özümüzde de vardır. Doğal yasayı çiğ­
nemeyi barbarca bir alışkanlık haline getirm iş insan­
lar, onu ilk defa çiğneyen ve gelenek gücünün katılaş­
tırm adığı insanlar kadar (suçlanndan dolayı -ç) acı
çekmezler. Bu hayvanlar için de geçerlidir. B ir kısmı
mizaç olarak az veya çok yırtıcı olup diğer yırtıcı hay­
vanların yanında daha da korkunçlaşırlar. Fakat yumu­
şak ve barışçıl olan, kendi gibi diğer hayvanlarla bir­
likte yaşayan, \*umuşak besinlerle beslenen bir hayvan,
kanın ve vahşetin düşmanı olur; içinden kan döktüğü
için utanır. Aradaki tek fark belki de onlarda herşeyin,
bizden çok daha fazla tadını çıkardıkları hayatın ra­
hatlıklarına, zevklerine, gereksinimlerine adanmış olma­
sından dolayı pişmanlıklarının, biz onlarla aynı gerek­
sinme durumunda olmadığımız için, bizim pişmanlık­
larım ız kadar acı görünm^emesinden ibarettir. Alışkan-
hk zevkleri olduğu gibi pişmanlıkları da köreltir ve
belki de boğar.
Fakat bir an yanıldığım ı ve sadece benim haklı
olup da bütün evrenin hatalı olduğunu düşünmenin
yanlış bir şey olduğunu farzedeyim; hayvanların, en
mükemmellerinin dahi, ahlâki iyilik ve kötülüğü ayır-
dedemediklerini, onlara gösterilen ihtim am ları, yapı­
lan iyilikleri anımsamadıklarını, kendi erdemleri hak-
46

kında hiç bir Uuyariilıklan ■ olmadığını kabul edeyim.


Örneğin, diğeılerinin yanısıra sözünü ettiğim o ars-
lan, ayıların, kaplanların ve arslanların hep birlikte ol­
duğu bir döğüşten daha insanlık dışı bir gösteri sıra­
sında öfkesine terkedilmiş olan o adamı öldürmeyi red­
dettiğini hatırlamamış olsun; diğer taraftan vatandaş­
larımız, İsviçreli İsviçreli’ye karşı, kardeş kardeşe karşı
dövüşüyorlar, birbirilerini tanıyorlar, birbirilerini zin­
cirliyorlar veya hiç bir pişmanlık duymadan öldürüyor-
1ar; çünkü bir prens onlara cinayetlerinin karşılığını
ödüyor: Kısacası doğal yasanın hayvanlara verilmemiş
olduğunu farzediyorum, bunun sonuçları ne olabilir?
İnsan daha kıymetli bir kilden yoğrulmamıştır; doğa
^ s a d e c e mayasını çeşitlendirdiği tek bir hamur kullan­
mıştır. Demek ki eğer hayvan, sözünü ettiğim o iç duy­
guyu çiğnediğinden dolayı pişmanlık çekmezse veya bu
duygudan yoksunsa, insanın da zorunlu olarak aynı
durumda olması gerekir: O zaman da doğal yasaya ve
onun hakkında yazılan o güzel kitaplara elveda! Genel
olarak tüm hayvan alemi bundan yoksun olacaktır.
K arşılıklı olarak insan, sağlığı elverdiği zaman, dürüst­
lüğü, insancıllığı, erdemi her za,man için ne insancıl, ne
eıdemli, ne de namuslu olm ayan insanlardan ayırdede-
bileceğini düşünmekten kendini alıkoyamazsa; kötülü­
ğü veya erdemi, bunların doğal etkileri gibi görünen
sadece zevk ve kendinden iğrenm eyle ayırdedebilmenin
kolay olduğu hesaba katılırsa bundan, insanlarla her
bakımdan eşit olabilmek için sadece bir derecelik bir
mayalanma eksiği olan aynı maddeden yapılm ış hay­
vanların hayvanlığın aynı haklarına sahip olm aları ge­
rektiği çıkmaktadır; dolayısıyla pişmanlıktan yoksun
hiç bir ruh veya duyarlı madde yoktur. (” ) Aşağıdaki dü­
şünce bu savı kuvvetlendirecektir :
Doğal yasa yokedilemez. Tüm hayvanlarda bu yasa­
nın izleri öylesine derindir ki en vahşileri ve en yırtıcı-
İn san , B ir M akina 47

lanncla dahi bazı pişmanlık anlarının bulunduğundan


zerre kadar kuşkum yok. Sanırım Clıampagne’daki
Châlons’un vahşi kızı, eğer kızkardeşini yediği doğruysa,
suçunun acısını çekmiştir. İstemeyerek veya mizaçları
icabı suç işleyenlerin tümü için de aynı şeyi düşünü­
yorum: Çalmaktan kendini alamayan Orleans’lı Gas-
ton’dan tutun, çocuklarının da miras aldığı aynı suçu
ham ileliği sırasında işleyen bir kadın, yine aynı durum­
da (ham ilelik -ç) kocasını yiyen başka bir tanesi; ço­
cuklarını boğazlayıp bedenlerine tuz eken ve onları her
gün tuzlu kurabiye gibi yiyen bir diğeri; 1 yaşında an­
ne babasını kaybettiği halde namuslu insanlar ta ra fın ­
dan yetiştirilen fakat 12 yaşında ceset hırsızı olan
kıza kadar, gözlem cilerim izin bildiği ve tıpkı sütanne­
den veya ebeveynlerden çocuğa geçen daha nice kalı­
tımsal suçlar ve erdemler. Bu zavallıların suçlarının
büyüklüğünü o anda kavrayam adıklarını iddia ediyor
ve kabul ediyorum. Örneğin oburluk (boulim ie) veya
açlık tüm duyguları söndürebilir; bu, midenin mutlaka
doyurulması gereken bir manisidir. Fakat sarhoşluktan
ayılmış gibi kendilerine geldiklerinde bu kadınlar en
sevdikleri varlıklar üzerinde işledikleri bu cinayeti ha­
tırlayarak kimbilir ne kadar pişman olacaklardır! Hiç
bir şekilde bilincine varm adıkları ve istemiyerek yap­
tıkları bu kötülüğe karşı ne kadar büyük bir ceza!. Bu­
nunla birlikte bu durum yargıçlar için böylesine belir­
gin değildir. Sözünü ettiğim kadınların arasından bir
tanesi tekerleğe çivilenmiş ve yakılmış, diğeri ise canlı
canlı toprağa gömülmüştü. Toplum çıkarlarının ney:
gerektirdiğini idrak edebiliyorum. Ancak, dileğim ya r­
gıçların yerlerini yetkin doktorların almalarıdır. Sade­
ce onlar suçsuz katilleri suçludan ayırdedebilirler. Eğer
akıl sapık bir duygunun veya bir çılgınlığın tutsağıysa
ondan yönetmesini nasıl bekleyebiliriz.
Fakat suç kendisiyle birlikte az veya çok acımasız
48

cezasını da getiriyorsa; eğer en uzun ve en barbar alış­


kanlık en insanlık dışı yüreklerden tövbekârlığı tam a­
men koparıp atamıyorsa; eğer eylemlerinin anısıyla bu
yürekler parçalanıyorsa neden bu saf insanların hayal
güçlerini Pascal’ınkilerden* bile daha gerçek dışı olan
cehennemle, hayaletlerle, ateşten uçurumlarla korku­
talım? Bir iyi niyetli papazın bizzat söylediği gibi asıl
cellatları kendi vicdanları olan insanların vicdanları
tarafından yeterince cezalandırılmadıkları düşünülerek
bu zavallıları öldürmek için bir takım safsatalara baş­
vurmak neye yarar? Bütün katillerin haksız yere ceza-
landırılıklarını söylemiyorum; sadece iradeleri bozu­
lan ve bilinçleri sönen bu insanlar kendilerine geldik­
lerinde, pişmanlık duyguları (pişmanlık ki doğası bu
durumda kaçınılmaz bir zorunluluğun sürüklediği bu
zavallıları sanınm kurtarması gerekirdi) onları yete­
rince cezalandırıyor.
K atiller, kötüler, nankörler, nihayet doğayı duyamı-
yanlar, yaşamaya lâyık olmayan zavallı despotlar, bar­
barlıklarından acı bir zevk aladursunlar; düşünceli ve
sakin anlarda öc alıcı vicdan sesini yükseltir, aleyhleri­
ne tanıklık eder ve onları, sürekli olarak, kendi elleriyle
parçalanmaya mahkûm eder. İnsanlara acı çektiren
kendisi de acı çeker ve duyacağı acılar yaptıklarının
haklı bir karşılığı olur. D iğer taraftan iyilik yapmanın,

* S o fr a d a veya b ir k alabalık için de o tu rd u ğ u n d a k en disin e, b a ­


zen içine düşm ekten kork tu ğu o korkunç u ç u ru m la rı gö rm e si­
ne e n g e l o lacak şekilde, sol t a ra fın d a isk em lelerd en oluşm uş
b ir e n g e l veya yak ın ın da o tu ra n biri gerekliydi. H a y a l g ü c ü ­
nün veya bey n in in b ö lü m lerin d en birin d e k i t u h a f d o la şım ın
k ork u n ç sonucu! B ir t a r a ft a n büyük b ir in s a n d iğ e r t a r a f ­
ta n ise b ir y a rı deli. D elilik ve bilgelik, h e r ikisi de b ir y a rık
ile ay rılm ış b ire r bölüm vey a beyin lo b u n a sa h ip tirle r. A c a ­
b a P o r t -R o y a l’lı beylere h a n g i bölüm üyle b u k a d a r bağlıy d ı?
B u olay ı B a y de la M ettrie’n in B a ş dö n m eleri a d lı k ita b ın ın
b ir b ö lü m ü n d e okum uştum , (yaz. n .)
İn san , B ir M akin a 49

verilen bir şeyi takdir etmenin, değerini bilmenin zevki j '


öylesine büyüktür ki erdemi kendine huy edinmekte,
yumuşak, insancıl, şefkatli, merhametli ve cömert (bu j
tek kelime tüm erdem leri kapsamaktadır) olmakta öy- ^
leşine büyük bir haz vardır ki erdemli doğmamış olmak
şanssızlığına uğrayan kişi benim nezdimde zaten yete­
rince cezalandırılmıştır.
Biz kökenimizde bilge olmak için y a r a n madık:
belki de organik yetilerim izin bir tür kötüye kullanıl-
ması nedeniyle ve yok yere filozof adıyla süslediği bin-] '
lerce işe yaram az adam besleyen Devlet sayesinde böy­
le olduk. Doğa hepimizi m utlu olmamız için yarattı (^ );
evet, hepimizi, yerde sürünen solucanından bulutların
arasında kaybolan kartala kadar. İşte bu nedenledir ki
doğa, tüm hayvanlara, doğal yasadan, her hayvanın or­
ganından norm al koşullardaki ihtiyaca göre az veya çok
bir pay vermiştir.
Şimdi doğal yasayı nasıl tanımlayabiliriz? O bize,
bir şeyin kendimize yapılm asını istemediğimiz için baş- \
kalarma da yapm am am ızı öğreten bir duygudur. Bu or
tak fikre bir de bu duygunun, türün olduğu kadar bire-
yin de selâmetini sağlayan bir çeşit korku veya kuşku
olduğunu ilâve etmeme izin verin; çünkü belki de baş­
kalarının parasına veya hayatına saygı duymamızın ne­
deni sadece öz m alım ızı mülkümüzü, şerefim izi ve ken­
dim izi korumaktır; tıp k ı Tan rıyı sevmelerinin, bunca
hayali erdemlere sarılm alarının tek nedeni, cehennem­
den korkm aları olan bu Hristiyanlık İx io n ’lar gibi.
Görüldüğü gibi doğal yasa, sadece yine diğerleri g i­
bi hayal gücüne ait olan ve aralannda düşüncenin de
bulunduğu bir içsel duygudan ibarettir. Dolayısıyla, ta- ^
bii eğer onu teologlan rT^aptM ârTğîB rgü lü n ç bir şekil­
de yurttaşlar yasasıyla karıştırmaya kalkmazsak,doğal
yasa, kesinlikle, ne bir eğitim , ne önemli açıklamalar ne
de bir yasa-koyucu gerektirmektedir. Yobazlığın silâhla-
50__________________________________________________________________________

rı bu gerçekleri savunanları yok edebilir fakat gerçekle­


rin kendilerini asla yok edemez.
Yüce bir varlık’ın m evcudiyetinden kuşku duydu-
^ ğumu söylemek istem iyorum ; tersine en yüksek olasürk
■[ ) derecesinin O’nun lehinde olduğunu sanıyorum; Fakat
’ bu m evcudiyet bir dinin gerek liliğin i diğer varoluşlar­
dan daha çok kanıtlam adığından uygulama alanında
hiç bir geçerlilik bulam ayan teorik bir gerçek olarak
kalır: D olayısıyla bunca deneye dayanılarak söylenebi­
leceği gibi din nasıl tam bir namusluluğu gerektirm ez­
se, aynı nedenler dinsizliğin de namusu dıştalamıyaca-
''ğını düşünmeye sanırım izin verir.
Zaten insanın varoluşunun nedeninin varoluşunun
kendinde olm adığını kim bilebilir? (■“ ) Belki de o, nede­
ni ve nasıl olduğu değil de sadece, duvarları kaplayan
ve çukurları çevreleyen çiçekler veya bir günden diğe­
rine biten m antarlar misali, yaşam ası ve ölmesi gerekti­
ği bilinerek dünya yüzeyinin b^ noktasına raslantı so­
nucu atılm ıştır. K endim izi sonsuzlukta kaybetm iyelim ,
onun hakkında en ufak bir fik ir şaM bi olmak için yara-
, tılm adık; bizim için şeylerin kökenine ulaşmak tüm üy-
le olanaksızdır. Zaten kendi rah atım ız için de m adde­
nin sonsuz olması veya yaratılm ış olması, T a n rı’n m va r­
lığ ı veya yokluğu hiç farketm ez. Öğrenilm esi imkânsız
olan ve onu bulup an ladığım ız zam an bile bizi hiçbir
şekilde m utlu kılm ayacak birşey için bu kadar acı çek­
mek deliliktir!
Am a Fenelon’ların(^‘), N ieu ven tit’lerin (“2), Abadie’
lerin('*^), Derham ’la rın (•” ), R a i’lerin ('*") vd... eserlerini
okuyun derler. Pekâlâ! Bunlar bana ne öğreteceklerdir,
daha doğrusu şimdiye kadar ne öğretm işlerdir? Bunlar,
birinin diğerine, dinsizliğin tem ellerin i çökerteceğine
daha da güçlendirecek bir sürü lâ f kalabalığı eklediği;
gayretli yazarların can sıkıcı tekrarlarından başka bir
şey değildir. Doğanın tem aşasından çıkan bir sürü kanıt
in san , B ir M a k in a 51

onlara daha fazla güç katm ıyor. Sadece bir parmağın,


bir kulağın, bir gözün yapısı, M alpigh i’nin ( « ) tek bir
gözlem i herşeyi kuşkusuz Descartes’m ve Malebranche’
ın yaptığından daha iy i bir şekilde kanıtlam aya yeter;
gerisi hiçbir şeyi kanıtlam az. Demek ki T an rıcılar (De-
iste) (■‘O ve H ristiyanlar dahi tüm hayvan aleminde ay­
nı görüşlerin, hepsi kesinlikle geom etrik olm akla birlik­
te, çok çeşitli biçim lerde gerçekleştirildiklerini göster­
mekle yetinm elidirler; zira a teistler başka hangi güçlü
silahlarla sindirilebilir? Gerçek, eğer aklım beni yan ılt­
m ı ş s a , insanın ve evrenin bu görüş birliğine yönel­
miş olm alarıdır. G örm eyi sağlayan sonsuz çeşitlilik­
teki cisim lerin gerektirdiği kurallar çerçevesinde, tıpkı
bir aynanın im gelem içinde belirlenm iş cisim leri gerçeğe
uygun bir biçimde göze göstermesi gibi, güneş, hava, su,
organizma, cisim biçim leri, kısacası herşey gözde yerleş­
tirilm iştir. Kulaldarda, her canlıda çok çarpıcı fark lı­
lıklar görülür; fakat insanın, hayvanların, kuşların, ba­
lıkların bu değişik yapısı değişik kullanım lar getirmez.
Tüm kulaklar öylesine m atem atiksel bir biçimde yapıl­
m ışlardır ki hepsi tek ve aynı amaca, yan i işitm eye yö­
neliktirler. B ir Dsist rastlantının, sahibi olduğu farze-
dilen eserlerini, bu kadar çok fa rk lılığın onlarm aynı
am.aca ulaşmalarını önlem eksizin istediği gibi değişti­
rebilecek kadar yetenekli bir geom etri ustası m ı olduğu­
nu sorar. Ardından da ha 3 rvanda gelecekte kullanılm ak
üzere bulunan bölüm lerin va rlığın ı ileri sürerek itiraz­
larına devam eder. T ırtıld a k i kelebek, spermadaki insan,
her bir bölümünün içindeki bütün bir polip, yum urta­
lık deliğindeki kapakçık, dölütteki ciğer, yuvalarındaki
dişler, su içindeki ve ondan anlaşılm az bir biçimde ay-
rılıp sertleşen kemikler. İşte bu sistemin savunucuları
ona değer kazandırmak için hiçbir şeyi esirgemedikle­
rinden kanıt üzerine kanıt toplam aktan bıkmazlar, her-
şeyden, hatta bazı durum larda aklın zayıflığın dan bile
52

yararlanm ak isterler. İşte, derler, Spinoza'Iar, Vanini’-


1er (^®), Desbarreaux’lar (■•’ ), Boindin’le r (" '); Deizm’e
zarar verm ek bir yana onu şereflendiren havariler. Bu
sonuncularm sağlık süreleri inançsızlıklannm ölçüsü ol­
muştur: Gerçekten de tutkularla birlikte bunlarm biı
aracı olan beden de zayıflayınca, tanrıtanımazlıktan
(atheism e) dönmemek çok ender rastlanılan bir olay­
dır diye eklerler.
T a n rı’nm varlığı yönünde söylenebileceklerin hepsi
kesinlikle bu kadardır, zaten son kanıt da değişmelerin
kısa olm aları bakımından pek önemsizdir; zira akıl ken­
dine gelir gelmez, daha doğrusu gücünü bedenin gü­
cünde tekrar bulur bulmaz eski düşüncelerini benimse­
yip o yönde hareket eder. Tıp adam ı Diderot’nun (=')
“ Felsefi Düşünceleri” nd8 — tek bir tanrıtanımazı dahi
ikna edemeyecek o harika eserde— en azından şimdiye
kadar söylenilmiş olanlardan çok daha fazlası vardır.
Gerçekten de şunları söyleyen bir adama ne söylenilebi­
lir? “ D oğayı hiç tanımıyoruz; Sinesinde gizli bir takım
nedenler her şeyi meydana getirm iş olabilir. Trem bley’
in polipine bir bakın! Yeniden oluşmasının neden­
lerini kendinde taşım ıyor mu? Herşeyin onlar için ya­
pılmış olduğu ve bu geniş evrenin dizisinin kendilerine
zorunlu bir şekilde bağlı ve tâbi olduğu bir takım fizik­
sel nedenlerin — bu nedenler ki kesinlikle anlaşılmaz
durumda olmaları, bizi, kimilerine göre, bir akıl varlığı
dahi olm ayan Tanrı kavramına sığınmaya yöneltm iş­
tir— varlığın ı düşünmekte, dolayısıyla olan hiçbir şe­
yin olm am azlık edemeyeceğini savunmakta ne gibi
bir saçmalık olabilir? Böylece rastlantıyı yok etmek Y ü ­
ce V arlık ’ı kanıtlam ak anlamına gelmez; çünkü ne rast­
lantı ne de Tanrı olmayan bir şey vardır, o da Doğa’dır.
Bundan D oğa’nın incelenmesinin sadece inanmayanları
ortaya çıkardığı sonucu çıkmaktadır; onun en başarılı
araştırıcılarının düşünce biçim leri de bu gerçeği kanıt­
insan , B ir M akina 53

lam aktadır” .
Demek ki evrenin yükü gerçek bir tanrıtanım azı ez­
mek şöyle dursun sarsamaz bile. Bir yaratıcının v a rlığ ı­
na işaret eden ve binlerce kez tekrarlanmış olup bizim g i­
bilerin düşünce tarzının çok üstünde tutulan tüm kanıt­
lar, ne kadar çoğaltılırlarsa çoğaltılsınlar, sadece anti-
îjyrrhon’cuların veya bir takım görünümlere dayanarak
yargılara varabilecek kadar akıllarına güvenenler için
apaçıktır ("■'), bunlara da, gördüğünüz gibi, tan rıtan ı­
mazlar bsiki onlarınki kadar güçlü ve tam am en karşıt
savlarla karşı çıkabilirler. Zira yine natüralistlere kulak
verecek olursak, çeşitli karışımların bir rastlantısal so­
nucu olarak bir kim yagerin elinde ilk aynayı oluşturan
aynı nedenlerin, doğanın ellerinde basit bir çoban kızı­
nın işine yarayacak saf suyu oluşturduklarını söyleye­
ceklerdir: (dola\ısıyla -ç) Dünyanın varlığın ı sürdü­
ren aynı hareketin onu yaratmış olabileceğini; her cis­
min kendi doğasının ona ayırdığı yeri aldığını; havanın
yeryüzünü, demir ve diğer madenlerin onun bünyesin­
den çıkmalarıyla aynı nedenden dolayı, çepeçevre sar­
dığını; güneşin tıpkı elektrik gibi doğal bir ürün oldu­
ğunu onun zaman zaman yakıp kavurduğu dünyayı ve
insanlarını daha çok ısıtmak için; yağmurun ise çoğu
zaman bozduğu tohumları daha çok yeşertmek için ya­
pılmış olmadıklarını; ayna ve suyun diğer aynı n itelik­
leri taşıyan cilâlı cisimlerden daha çok görüntülerim izi
yansıtmak için olmadıklarını: Gözün, gerçekte, ruhun
nesnelerin imgelerini, cisimlerin onları kendisine gös­
terdiği gibi seyredebileceği bir tür pencere (trum eau)
olduğunu; ancak bu organın ne özellikle bu seyir için
yapılmış ne de kasten göz yuvalarına yerleştirilm iş ol­
m adığını; nihayet Lucrece(^"), tıp adamı Lamy(5«) ve
tüm diğer eski ve modern Epiküryenlerin, gözün yalnız­
ca bu biçimde oluştuğu ve yerleştiği için görebildiğini
("O iddia ederlerken haklı olabileceklerini; doğanın ci­
54

simlerin oluşmasında ve gelişmesinde takip e ttiğ i hare­


ketlerin kuralları bir kez konulduğunda bu harika or­
ganın (göz — ç) başka türlü örgenlenmesinin ve başka
bir yere konulmasının imkânsız olacağını (söylerler­
di — ç ) .
İşte filozofların sonsuza dek katılacakları büyük f i ­
kirlerin doğru ve yanlışları. Ben taraf tutmuyorum.
“ Non nostrum intar vos taııtas componere lites” (^*)
Bsnim kadar samimi bir Pyrrhonien olup kesinlik­
le daha güzel bir yazgıya lâyık çok değerli bir insan olan
bir Fransız arkadaşıma işte bunu söylüyordum. Bu ko­
nuda bana çok tuhaf bir yanıt verdi. Gerçekten de, de­
di, hiçbir şeyin bir fikre ikna olmasını sağlayacak k a ­
dar kesinlikle kanıtlanam adığını ve bir tarafın ileri sür­
düğü savların derhal karşı tarafın savlarınca çürütül­
düğünü gören bir filozofun ruhu hiçbir zaman lehte ve
aleyhte noktalardan tedirgin olmamalıdır. Ancak, ev-
■\ren sadece ateist olduğu takdirde mutlu olabilir. İş ­
te bu iğrenç adamın öne sürdüğü nedenler bunlardı.
Eğer ateizm genel olarak yaygınlaşsaydı, diyordu dinin
tüm dalları köklerinden kesilir ve yok edilirdi. Din u ğ­
runa yapılan savaşlar, din uğruna çarpışan askerler, o
korkunç askerler (!) ortadan kalkarlardı. Kutsal bir ze­
hirle kirlenmiş olan doğa haklarını ve tem izliğini ye­
niden elde ederdi. Huzurlu ölümlüler tüm diğer seslere
kulaklarını kapayarak sadece kendi kişiliklerinin içten
gelen öğütlerini (hiç kimse tarafından aşağılanmayan
ve bizi, erdemin güzel yollarından geçirerek mutluluğa
ulaştırabilecek tek öğüt) dinlerlerdi.
•İşte doğal yasa budur; her kim onu ödün vermeden
izlerse namuslu bir insan olur ve tüm insan soyunun
güverüne lâyıktır. Her kim onu özenle izlemez ve baş­
ka bir dini haklı gösterirse, o bir kurnaz veya kendisine
güvenemiyeceğim bir ikiyüzlüdür.
Bütün bunların ardından akılsız insanlar başka
in san . B ir M akina 55

türlü düşünsün, V ahiy’e (Revelation) inanmamanın na­


mussuzluk olduğunu iddia etmeye cüret etsin, kısacası
hangisi olursa olsun, doğa dininden başka bir dinin,
gerekliliğini savunsun. Bu acınacak ve zavallı bir iddia­
dır; tıpkı herkesin kendi benimsediği din hakkında edin­
m emizi istediği iyi izlenim ler gibi. Hiçbir şekilde kalaba­
lığın oylarına göz dikmiyoruz. Her kim ki yüreğinde ba-
tıl’ı tanrısallaştırmıştır, o, dünyaya erdemi duymak için
değil de putlara tapmak için gelmiştir.
Ruhun tüm yetileri, beynin ve bütün bedenin ör-
genlenmesine bağlı ise, dolayısıyla bu yetiler apaçık bir
biçimde bu örgenlenmenin kendisiyse, o zaman iyi ay­
dınlanmış bir makinayla karşı karşıyayız demektir. Zi­
ra yalnızca insanoğlu doğal yasadan pay almış olsa bile
bu, yine de onun bir makina olmasını engeller mi? Te­
kerlekler, en mükemmel hayvanlardakinden biraz daha
fazla sayıda yay, oran olarak yüreğe daha yakın, aynı
nedenden dolayı daha fazla kan toplayabilen bir beyin,
ne bileyim işte? Bilinm eyen nedenler bu çabucak kırıla-
bilen lıassas bilinci, maddeye düşünceden daha fazla
yabancı olmayan bu pişmanlık duygularını, yani tek ke­
lim eyle burada söz konusu olabilecek tüm farklılıkları
oluşturabilir. O zaman örgenlenme her şey için yeter­
li midir? Bir kez daha evet. Düşünce, gözle görülür bi­
çimde, organlarla birlikte gelişiyorsa, o zaman bu or­
ganları oluşturan madde, zamanla hissetme yetisini ka­
zandığı takdirde, neden pişmanlık duygularına sahip
olmasın? Demek ki ruh, hakkında hiç bir fikrimizin
olm adığı ve akıllı bir insanın sadece bizdeki düşünen
bölümü belirtmek için kullanması gerektiği boş bir söz­
cükten ibarettir. (“ ) En ufak hareket ilkesi bir kez ko­
nulduğunda, canlı cisimler hareket etmek, duymak, dü­
şünmek, pişman olmak tek kelimeyle fiziksel alanda ol­
duğu gibi buna bağlı olan ahlâki alanda da işlemek
için gerekli olan her şeye sahip olurlar.
56

■Bir varsayımda bulunmuyoruz; bütün güçlüklerin


henüz ortadan kalkmadığmı düşünenler bu alandaki
kuşkularmı tatm in edecek deneyleri aşağıda bulacak­
lardır.
1) Ölümden sonra tüm hayvanların etleri titrer,
bu durum haj^an ne kadar daha soğuksa ve ne
kadar az terliyorsa o kadar uzun sürer; kap­
lumbağalar, kertenkeleler, yılanlar bunu kanıt­
layan birer örnektirler.
2) Bedenden ayrılan kaslar iğne batırıldığında çe­
kilirler.
3) Bağırsaklar uzun bir süre sağımsal veya solu-
cansı hareketlerini sürdürürler.
4) Cowper’e (^') göre basit bir sıcak su şırıngası
kalbe ve kaslara yeniden hayat verir.
5) Bedenden koparıldığında ve özellikle bir masa
üzerinde veya sıcak bir tabak içinde güneşe
tutulduğunda, kurbağanın kalbi bir saatten
fazla bir süre boyunca hareket eder. Eğer bu
hareket tamamen yok olm aya yüz tutmuşsa sa­
dece kalbe iğne batırm akla bu oyuk kasın çarp­
maya devam etmesi sağlanır. H a rvey(“ ) aynı
gözlem i karakurbağalarında da yapmıştır.
6) Syiva-Syivarum adlı kitabında Bacon de Veru-
lam (“ ) ihanete uğradığına kanaat getirm iş bir
insanın nasıl, daha henüz canlıyken, içinin açı­
lıp da yüreği sıcak suya atıldığında her sefe­
rinde daha az yükselmek üzere, 2 ayak uzunlu­
ğunda bir mesafe içinde birçok kez zıpladığını
anlatmıştır.
7) Daha henüz yumurta içindeki bir küçük tavuğu
alın; jmreğini kopartın, hemen hemen aynı ko­
şullar içinde aynı olayları gözlemlersiniz. H a­
vayla işleyen bir makina içinde ölmeye yüz tu t­
muş bir hayvanı diriltm ek için sadece nefes
in san . B ir M akin a 57

sıcaklığı yeterlidir.
Böyle (^) ve Stenon benzer deneyleri, yürek par­
çaları tıpkı tam bir yürekte olduğu gibi kıpırdanan gü­
vercinler, köpekler, tavşanlar üzerinde uygulamıştır.
Aynı hareketler köstebeğin kopartılmış ayaklarında da
görülmektedir.
8) Tırtıl, solucanlar, örümcek ve sinek de aynı ola­
yı sergilemektedirler; kesilmiş parçaların hare­
ketleri içlerinde bulunan ateşten dolayı sıcak
'suda artmaktadır.
9) Sarhoş bir asker bir kılıç darbesiyle bir hint
horozunun kafasını koparttı. Hayvan ayakta
bir süre durdu sonra koşmaya başladı; bir du­
varla karşılaşınca geri döndü, koşmaya devam
'ederek kanatlarını çırptı ve sonunda yere düş­
tü. Yerde uzanmış yatarken tüm kasları hala
kıpırdanmaktaydı. îşte şahit olduğum olay; bu­
nun gibi olaylara kafaları kesilen küçük kedi­
lerde veya köpeklerde rastlamak kolaydır.
10) Polipler kesildikten sonra kıpırdanmakla kal­
mazlar, 8 gün içinde kesik parçaların miktarı
kadar hayvan üretirler.
Bu gerçeklerin natüralistlerin üreme sistemlerini
çürütmesi beni üzüyor veya gerçekte memnun ediyor,
çünkü bu buluş, bize en bilinen ve kesin deneylere da­
yanarak da olsa hiç bir zaman genel bir sonuca varma­
mak gerektiğini öğretm ektedir!
İşte her küçük lifin veya örgenlenmiş beden parça­
sının kendine has bir ilkeyle hareket ettiğini ve eyle­
min istemli hareketlerde olduğu gibi (zira sözü geçen
hareketler, bunları yapan beden parçalarının dolaşımla
hiç bir alışverişleri olmaksızın, kendilerini gösterirler)
kesinlikle sinirlere bağlı olmadığını kuşku götürmez bir
biçimde kanıtlam aya yarayan gerektiğinden fazla olgu.
Oysa eğer bu güç kendini lif parçalarında gösterebili-
58

yorsa, tuhaf bir şekilde birbirlerine geçmiş liflerden olu­


şan yüreğin de aynı niteliğe sahip olması gerekir. Buna
kanaat getirm em için Bacon’ın hikâyesi şart değildi.
Gerek insan ve hayvan yüreklerinin yap ıları arasındaki
tam benzeşim, gerek bu hareketi içinde boğarak gözden
kaçıran insan yüreğinin kütlesi ve nihayet kadavralar­
da her şeyin soğuk ve göçmüş olması benim bu yargıya
varm am a yeterli nedenlerdir. Eğer ölüm cezasına çarp­
tırılm ış ve bedenleri henüz sıcaklıklarını koruyan k a til­
ler üzerinde teşri yapılsa yüreklerinde, kafaları kesilen
insanların yüz kaslarında gözlem lenen aynı hareketle­
re rastlanırdı.
Bütün olarak alınan bedenlerde veya parçalara bö­
lünmüş kısım larda görülen devindirici ilke, onun sanıl­
dığı gibi düzensiz değil aksine çok düzenli hareketler
oluşturduğu ve buna mükemmel ve sıcak hayvanlarda
olduğu kadar soğuk ve mükemmel olm ayanlarında da
rastlanıldığıdır. Demek ki bize karşıt düşüncede olan­
lar için, herkesin rahatlıkla denetleyebileceği binlerce
olguyu reddetm ekten başka başvurabilecekleri hiçbir
kaynak kalm am ıştır.
Şimdi eğer bana bu doğuştan var olan gücün bede­
nim izin neresinde bulunduğu sorulursa, onlara bunun
apaçık bir biçimde, eskilerin parenchjTtıe diye adlandır­
dıkları yerde, yani kısım ların kendi tözlerinde toplar­
damar, atardam ar ve sinirler tek kelim eyle bedenin tüm
örgenlenmesinden yapılan bir soyutlamada yer aldığı­
nı; ve sonuç olarak, her bölümün kendi bünyesinde,
kendi gereksinmelerine göre az veya çok güçlü yaylara
sahip olduğunu söylerim.
Bu insan m akinasının yayları hakkında biraz daha
derin ayrıntılara girelim . Bütün hayatî, hayvansal, do­
ğal ve otom atik hareketler bu yayların eylem leriyle ger­
çekleşirler. Beklenmeyen bir uçurum karşısında korku­
ya kapılan bir beden mekanik bir şekilde geriye çekil­
İn sa n , B ir M a k in a 59

mez mi? Göz kapakları bir darbe tehdidi karşısında yine


aynı şekilde kapanm azlar mı; gündüz vakti, göz bebeği
retinayı korumak için daralm az ve karanlıkta eşyaları
görebilm ek için genişlem ez mi? Kışın, soğuğun damar­
lara girm esini önlemek için derinin gözenekleri meka­
nik bir şekilde kapanm azlar mı? Mide, zehir, bir m ik­
tar afyon, tüm kusturucularla vs... tahriş edildiğinde
kalkmaz mı? Yürek, atardam arlar, kaslar uyanık du­
rumda olduğu gibi uyku sırasında da kasılm azlar mı?
Akciğer sürekli olarak işleyen bir körük vazifesini gör­
mez mi? Rektumun, sidik torbasının tüm büzücü kas­
ları mekanik bir şekilde işlemezler mi? Yü rek tüm d i­
ğer kaslara oranla daha kuvvetli bir şekilde kasılmaz
m ı? (“ ) Dikleştirici kaslar erkeklerde, hayvanlarda ve
hatta bu organın birazcık olsun tahrik edilm esiyle sert­
leşme yeteneğine sahip olan çocuklarda dahi penisi dik­
leştirm ezler mi? Burada belirtm eliyiz ki, bu olay henüz
az tanınan bu organın içerisinde anatom inin getirdiği
bilgilere rağmen henüz iy i açıklayam adığım ız bir ta ­
kım etkileri yaratan bir yay bulunduğunu kanıtlar.
Herkesçe bilinen tü m bu alt düzeydeki küçük yay­
lar üzerinde daha fazla durmayacağım. Ancak diğer
yayları canlandıran daha eşsiz ve daha etkin olan biı
tanesi vardır; o bizim tü m düşüncelerimizin, tutkuları­
mızın, zevklerim izin, duygularım ızın kaynağıdır; zira
yürümek için bacaklarda bulunduğu kadar beyinde
de düşünmek için adaleler vardır. H ippocrate’ın
IvopiJiwv (ruh) olarak adlandırdığı bu itici ve coşkun
ana öğeden söz etm ek istiyorum. Bu ana öğe vardır ve
beynin onlar aracılığıyla bedenin tüm geri kalan kıs­
mında egemen olduğu sinirlerin çıkış noktasında yer al-
m.aktadır. Bununla açıklanabilir olan her şey, hatta im ­
geler hastalıklarının şaşırtıcı etkileri dahi açıklanabilir.
Bu bolluk ve yanlış anlaşılabilecek verim lilik içinde
daha fazla oyalanm am ak için az sayıda düşünce ve so-
60

i’ularla yetinm eliyiz.


Niçin güzel bir kadın görüntüsü veya düşüncesi biz­
de tuhaf hareketlerin ve arzulann doğmasına neden ol­
m aktadır? O zaman, bazı organlarda olanlar bu organ­
ların kendi doğalarından m ı ileri gelmektedir? Kesin­
likle hayır! Bu sadece bu kasların hayal gücüyle olan
bir tür yakınlığından ve alışverişinden ileri gelebilir.
Burada, sadece, eskilerin bene placitum diye adlandır­
dıkları güzellik imgesi tarafından uyarılan bir birinci
ya y vardır; bu yay, hayal gücünün onu uyandırdığı sı­
rada derin uykuda olan bir İkincisini uyarır: Buda, eğer
şaşırtıcı bir çeviklikle akan ve oyuk organları dolduran
kanın ve ruhların (esprits) * coşkunluğuyla oluşmuyor­
sa başka neden olabilir?
Anne ile çocuk arasında kesinlikle bir takım ileti­
şimlerin var olduğu** ve Tulipus ile en az onun kadar
sözüne güvenilir diğer yazarların ilettikleri gerçekleri
yadsımanın zor olacağı göz önüne alınırsa, dölütün, tıp ­
kı her çeşit izi alabilen yumuşak bir balmumunda ol­
duğu gibi, annesinin hayal gücünün coşkunluklarını da
yine aynı şeküde hissedebileceğini düşünebiliriz; ayrıca
Blondel ve savunucuları ne derlerse desinler, bu izler
ve annenin istekleri dölütün üzerine hiç anlaşılmadan
işlenebilinirler. Böylelikle doğayı yeterince yakından in­
celememiş ve onu kendi fikirlerine köle etmek isteyen
yazarlar tarafından inancı dolayısıyla aşağılanan P. Ma-
lebranche’ın da onurunu kurtarmış oluruz.

* E s p rits (r u h la r ) ; G a le n t a r a fın d a n o rta y a a tıla n " h a y v a n ­


s a l r u h la r ” teorisine göre, bed en d ek i sin irle r uçucu b ir sıvı
(h a y v a n s a l r u h la r ) ta şıy a n oyuk bo ru la rd ır. Bu h a y v a n sa l
r u h la r b ey in ve bed en in dış b ö lgeleri a ra s ın d a sürekli b ir d o ­
la ş ım h a lin d e olu p s in irle rin ç a lış m a la rın ı s a ğ la m a k ta y d ı­
la r, (ç .n .)
** E n a z ın d a n d a m a rla r a ra c ılığ ıy la . S in irle rin de bu a la n d a
b ir ro l o y n a m a d ık la rın d a n k im em in olabilir? (yaz. n .)
insan, Bir M ak in a 61

En azından İn gilizler’in Voltaire’i olan meşhur Po-


pe’un portresine bir bakın. Dehasının sinirleri, harcadı­
ğı güç fizyonomisinde çizilm iştir; bu fizyonom i çırpınış
içindedir; gözleri yuvalarından fırlam ış, kaşları alın
kaslarıyla birlikte kalkmıştır. Neden? Çünkü sinirlerin
başlangıç uçları dahi işler durumda olup bütün vücut
böylesine j^orucu bir doğumu yoğun bir şekilde hisset­
mektedir. Eğer içerde, dışardakileri yöneten bir ip ol­
masaydı tüm bu olaylar nereden ileri gelebilirlerdi?
Bunları açıklamak için bir ruhun varlığın ı kabullenmek,
Ruh-ül Küdüs’ün işlemine indirgenmek anlamına gelir.
Gerçekten de eğer' beynimin içinde düşünen şey, bu
organın, dolayısıyla tüm bedenimin bir parçası değilse,
o zaman neden yatağım da rahat rahat yatarken kafam ­
da bir eserin planını çizdiğimde veya soyut bir düşün­
ceyi izlediğimde kanım ısınıverir? Neden ruhumun ate­
şi damarlarıma geçer? Bunu hayal gücü kuvvetli in­
sanlara, büyük ozanlara, dışa vuran yüce bir duygunun
akıllarını başlarından aldığı, nefis bir tadın, doğanın,
gerçeğin veya erdemin çekiciliklerinin coşturduğu in­
sanlara sorun! Onların coşkuları ve hissettiklerinin ifa ­
desi, nedenleri sonuçları aracılığıyla anlam am ızı sağlar;
İnsanın maddesel birliğini, onu tüm diğer Leibnitzçiler-
den daha iyi tanımış olan tek anatomist B orelli’nin (“ )
uyum’u (harmonie) ile daha iyi kavrarsınız. Çünkü eğer
acıyı oluşturan sinir gergin liği ruhu iradesiz ve tedirgin
kılan ateşi meydana getirir; ve bunun aksine çok yor­
gun bir ruh bedeni rahatsız eder, B ayle’i çok genç yaş­
ta götüren bu yok edici ateşi yakarsa; eğer şu veya bu
ürperti bir dakika evveline kadar aklım ın ucundan ge­
çirm ediğim şeyi istememe, önüne geçilmez bir şekilde
arzulamama neden olur, ayrıca beyindeki bazı izler ay­
nı arzuları ve dayanılmaz isteği tahrik ederlerse neden
tek olan şeyi illa çift olarak görmekte devam ederiz?
İradenin hakimiyeti üzerine boşu boşuna atıp tutulur.
62

O, verdiği bir emre karşılık yüz kere boyunduruk altm a


girer. Sağlıklıyken bedenin bu emre itaat etmesin­
de ne gibi bir olağanüstülük vardır ki? Nasıl olsa bir
kan ve ruhlar (esprits) (™) seli onu bu itaata zorlar ve
irade de daima ona hizmet etmeye hazır, şimşekten da­
ha hızlı hareket eden gözle görülmez bir alaydan oluş­
muş yardımcılara sahiptir. Ancak gücü nasıl sinirler sa­
yesinde kullanılıyorsa yine onlar yüzünden kesilebilir.
En sağlam bir irade, en yoğun arzular kuvvetten düş­
müş bir aşığa gücünü geri verebilirler mi? Yazık ki ha­
yır! Üstelik en önce cezalandırılacak olan da bu güçtür
zira .bazı koşullar içinde zevki istememe gibi bir durum,
kudretini tümüyle aşar. Felç vd... hakkında söyledikle­
rim i burada da tekrarlayabilirim.
Sarılık hastalığı sizi şaşırtıyor, değil mi? Cisimlerin
renklerinin onlara arkalarından baktığım ız camın ren­
gine bağlı olduklarını bilmez misiniz? (^') Özsuların
renkleri ne ise eşyalannki de odur, hiç olmazsa, binler­
ce yanılsamanın oyuncakları olan biz zavallılar için bu
böyledir. Ama gözün akıcı özsuyunun rengini silin; ödü
doğal eleğinden akıtın; o zaman ruh başka gözlere sa­
hip olacağından etrafı artık sarı görmeyecektir. Yine
aynı ycidan körlere görme yeteneklerini kataraktı kal­
dırarak; sağırlara işitme yetilerini Eustache kanalını şı­
rınga ederek geri veremez miyiz? K im bilir cehalet yüz­
yıllarında belki de sadece becerikli şarlatanlardan başka
bir şey olmayan kaç kişi kendilerini büyük mucizelerin
sahibi olarak tanıtmışlardı. Zevkleri yaş ve ateşle deği­
şen ve sadece bedenin koşullarının izin verdiği şekilde
eyleme geçebilen güzel ruh, kudretli irade! Filozofların
sürekli olarak ruh sağlığını korumak için bedeninkinin
üstüne düşmüş olmalarında, Pytagore’un perhizi
sağlık vermesinde, Platon’un şarabı yasaklamaya P )
gösterdiği özende şaşüacak ne vardır ki? Bedene en uy­
gun perhiz aklı başında doktorların aklı oluşturmak,
in san , B ir M akina 63

onu gerçeğin ve erdemin öğrenilmesinde eğitmek söz ko­


nusu olduğunda, daima onunla başlamak gerektiğini id­
dia ettikleri perhizdir; bunlar hastalıklarm karışıklığın­
da ve duyguların kargaşasmda sadece boş lâflar olarak
kalırlar. Sağlık ilkeleri olmadan Epictete, Soerate, Pla­
ton vd... boşu boşuna vaaz vermiş olurlar, ılım lılıktan
payını almamış kişi için her ahlâk meyvesiz kalır. Ilım -
lıhk tüm erdemlerin kaynağıdır, aşırılığın da tüm kötü­
lüklerin kaynağı olduğu gibi.

İnsanın bir hayvandan, veya doğanın bu insan çev­


resinin hangi noktasından başladığını söylemek mümkün
olmaksızın birbirlerini- karşılıklı kuran bir yaylar küme­
sinden ibaret olduğunu kanıtlamak için daha fazlası ge­
rekir mi? (neden hepsi Hippocrate’m i:voptxwv ile açıkla­
nabilen tutkuların tarihçesinde kendimi kaybedeyim)
Eğer bu yaylar aralarında bir farklılık gösteriyorlarsa
da bu farklılık hiç bir zaman doğalarına değin değil,
bulundukları yer veya bir kaç derecelik kuvvete farklı­
lığıdır; dolayısıyla ruh, tüm diğer kısımlar üzerinde
gözle görülür bir etki yapan, hatta bunların tümünden
önce meydana çıkmış gibi görünen ve yanılgıya düş­
mekten korkmaksızın, tüm makinanm ana yayı gibi ele
alabileceğimiz bir hareket ilkesi veya beyinin duyarlı
bir maddî kısmından ibarettir. Bu sistemin tüm diğer
kısımları, değişik em briyonlar üzerinde yapılmış olan ve
ileride de sözünü edeceğim bazı gözlemlerden de anlaşı­
labileceği gibi, sadece bu beyinin bir çeşit çıkışlarıdır
(em anations).

Bir saatinkini andıran ve her bir lifin daha doğrusu


her lifli unsurun donanmış olduğu bu doğal veya maki-
namıza özgü titreşim biteviye işleyemez. O’nu azaldık­
ça yenilemek, yorulduğunda güçlendirmek; aşırı bir güç
ve canlılıkla boğulduğunda azaltmak gerekir. îşte ger­
çek tıbbın görevi de budur.
64

Beden yeni kilüsü ‘ saatçi olan bir saatten başk<


bir şey değildir. Kilüs kana karıştığında doğanın ilk ted
biri, onda fırından başka birşey düşünmeyen kim yager
lerin mayalanma sandıkları bir tür ateşi uyarmaktır
('■*) Bu ateş iradenin em ri üzerine oraya gönderilmişçe
sine mekanik bir şekilde kasları ve kalbi canl.andıracal
ruhların (esprits) daha iyi sızmalarını sağlayacaktır.
Demek ki, yüz yıldır katı ve sıvıların her ikisine d(
aynı biçimde gsrekli olan sürekli hareketini hayatıı
nedenleri ve güçleri sürdürür. Ancak bu oyunda kat
maddelerin akıcı olanlardan daha çok veya tam aksim
akıcı maddelerin katı olanlardan daha çok em eği geç
tiğ;ini kim söyleyebilir? Tek bilinen şey birinin yardım
olmaksızın diğerinin eylemlerinin çabucak yok olacağı
dır. Darbeleriyle kendi dolaşımlarının bağlı olduğu da
m arların esnekliğini uyandıran ve koruyan unsurlar sı
VI maddelerdir (liqueurs). Ölümden sonra dahi her tö
zün doğal yayının hayat kalıntılarının m iktarına gör(
daha az veya daha çok güçlü olması işte bundandır. Bı
yaylar sonunda can vermek üzere bu hayat artıkların
dan sonra da yaşamaya devam ederler. Hayvansal kı
sımlarm gücünün dolaşımın gücüyle ayakta kalabilece
ği veya artabileceği de bir gerçektir. Ancak bu güç ke
sinlikle dolaşımınkine bağlı değildir, zira gördüğünü:
gibi her bir uzuv veya organ bütünlüğünü korumasa bi
le o ayakta durabilir.
Bu düşüncenin pek çok bilgin tarafından beğenil
m ediğini ve özellikle Stahl’in bunu pek küçümsediğin
bilm iyor değilim. Bu büjoik kimyager, bizi tüm hareket
lerim izin tek nedeninin ruh olduğuna inandırmaya ça
lışmıştı. Ancak bu filozofça değil de yobazca konuşmak
olur.
Stahl’in (” ) varsayımını çürütmek için başkalarımı

* K ilü s (c h y le ) : B ir b a ğ ırs a k salgısı, s a fr a (ç .n .)


in san , B ir M ak in a 65

benden önce harcadıkları güç kadar fazla bir güç sar-


fetm ek gerekmez. Bir keman ustasına şöyle bir bakmak
yeter. O ne esnekliktir! Parm aklardaki ne büyük bir çe­
v ik lik tir! Hareketler öylesine çabuktur ki, hemen hemen
süreklilikten yoksun gibi görünür. Öyleyse Stahl’cileri
— onlar k i ruhun neler yapabileceğini o kadar iy i bilir­
ler— bana, ruhun kendisinden bu kadar uzakta ve deği­
şik yerlerde oluşan bunca hareketi nasıl böylesine çabuk­
lukla yaptırabileceğini anlatm alannı rica eder, daha doğ­
rusu bunu yapam ıyacaklarm a dair bahse girerim . Bu, bir
flütçünün tan ım adığı ve üzerlerine parm aklarm ı bile
yerleştirem iyeceği binlerce delik üstünde çok parlak ka-
danslar çalabileceğini varsaym ak olur.
Ancak B ay Hecquet ile birlikte; K oren t’e git
m enin herkesin harcı olm adığını söyleyelim. (” ) Neden
Stahi insan sıfatıyla doğanın iyiliklerinden bir kimyager
veya pratisyen sıfatıyla olduğundan daha çok pay almış
olmasın? Am a O ’nun tüm diğer insanlardan daha farklı
bir ruha sahip olması gerekirdi. (E y m utlu fa n i!); bu
öylesine yüce bir ruhtur ki iradi kaslar üstünde hakimi­
yet kurm akla yetinm eyip vücudun tüm hareketlerinin
dizginlerini ellerinde tutacak, bu hareketleri durdu-
rabilecsk, sakinleştirebilecek veya istediği anda uya-
rabilecektir. K a lp atışlarını ve dolaşım kurallarını elle­
rinde tutan böylesine zorba bir metresle elbette ne ateş
olur, ne acı, ne yorgunluk, ne utanç verici iktidarsızlık,
ne de üzücü gayri-iradî dikleşme. Ruh emreder ve yay­
la r oynarlar, kalkarlar veya inerler. Öyleyse neden
Stahl’in m akinasının yayları bu kadar çabuk bozuldu­
lar? Evinde böylesine büyük bir hekim bulunan kimse
ölümsüz olm alıdır.
A yrıca örgenlenm iş cisim lerin titreşim i ilkesini red­
deden sadece Stahi değildir. K albin işleyişini ve penis’in
ereksiyonunu açıklam ak isterken bu ilkeden yararlan­
mamış olan daha büyük beyinler de vardır. Boerhaave’
66

nin('^) T ıb Kuruluşlan'nı okumak bu büjöik adamın,


tüm cisim lerde .böylesine çarpıcı bir gücün varlığın ı ka­
bullenm em ek için güçlü dehasının terlerinden ne kadar
zahm etli ve baştan çıkartıcı sistemler doğurduğunu gös­
term eye yeter.
Daha güçsüz bir akıl yapısına sahip olmakla bir­
likte, tanınm ış profesör Leyde’in ancak başkaları ara­
c ılığıyla ve sadece ikincil olarak tanıdığı doğanın titiz
gözlem cileri olan W illis ('’ ) ve Perrault’nun (*<>), sözü­
nü ettiğ im iz ilkeden daha çok tüm bedene yayılm ış olan
bir ruhun va rlığım tasarlam ayı yeğledikleri söylenebi­
lir. F ak at V irg ile’in ve Epiküryenler’in de paylaştığı bu
varsayım da — ilk bakışta poliplerin hikâyesi bunu doğ­
ruluyor gib i görünüyorsa da— , kişiye ve içsel olup o ki­
şinin ölümünden sonra da süregelen hareketler, kan ve
ruhlar (esprits) tarafından artık uyarılmaksızm kası­
lan kısım ların hâlâ sakladığı bir ruh kahntısmdan ileri
gelm ektedir. Bununla, eserlerinin sağlamlığı tüm felse­
f i m.asallan gölgede bırakacak yazarların sadece, mad­
deye düşünce yeteneğini verenlerin bunu nasıl yaptık­
ları konusunda yanılgıya düştüklerini, yani söylemek is­
tediklerini yanlış, belirsiz ve hiç bir anlamı olm ayan te­
rim lerle ifa d e ettiklerini anlatm ak istiyorum. Gerçekten
de eğer bu m h kalıntısı, deyim in hatalı yansıtmasına
karşm özellikle Perrault’un gerçekten de sezinlediği Le-
ib n itzciler’in güdücü kuvveti değilse başka ne olabilir?
H ayvan ların M ekaniği üzerine adlı eserine bkz.
Şimdi, Cartesienler, Stahiyenler, Malebranche’cılar
ve burada yer almaya pek de lâyık olmayan teologların
söylediklerinin aksine, m addenin sadece örneğin bir yü­
rekte olduğu gibi örgenlenmiş halinde değil de bu örgen-
lenm enin yok edildiği hallerde bile kendinden hareketli
olduğu (*') kanıtlandığına göre, insan merakı, başlan­
gıçta h ayat nefesiyle donanmış bir bedenin hissetme ve
nihayet düşünme yetileriyle nasıl donatıldığını öğren-
insan , B ir M ak in a 67

raek isteyecektir. Ve aman Tanrım, bazı filozoflar bunu


anlayabilmek için ne güçler sarf ettiler! Ben de bu ko­
nuda ne kadar büyük saçmalıkları okumak sabrını gös­
terdim !
Deneyin bize bütün öğrettiği, hareket va r olduğu
sürece, bir veya daha çok lifin içinde ne kadar h a fif
sönmeye yüz tutmuş dahi olsa, bu hareketi uyandırmak,
canlandırmak için, bu liflere iğne batırm anın yeterli ol­
duğudur. Bu, sistemleri yıkm ak için başvurduğum pek
çok deneyde kendini açığa çıkartmıştır. Demek ki hare­
ket ve duygunun, gerek bütün gerekse bütünlükleri bo­
zulmuş olan bedenlerde, birbirlerini sırayla uyardıkları
bir gerçektir; ayrıca bu aynı duygu ve hareket birliği
olgularını ortaya koyan bazı bitkileri de unutmamalı.
^ Üstelik pek çok yetkin filozof düşüncenin duyum-
lam anm bir yetisi olduğunu ve düşünen ruhun kendini
fikirleri temaşa etmeye, akıl yürütmeye adamış olan du­
yarlı bir ruhtan başka bir şey olm adığını göstermişler­
di. Sadece bu savla bile tıpkı apoplexi, letarji, katalepsi
vd... de olduğu gibi duyumun söndüğü anda düşünce­
nin de ortadan kaybolacağı kanıtlanmış olur. Zaten bu
bilinç kaybı sırasında ruhun önceki fik irlerin i hatırla­
yamamasına rağmen düşünmeye devam ettiğin i ileri
sürenler çok saçma bir tez savunmuşlardır.
V Bu gelişimin ne olduğuna gelince, bunun mekaniz­
masını aramaya kalkarak vakit kaybetmek delilik olur.
Hareketin doğası en az maddeninki kadar bizce bihn-
memektedir. (" ) Hareketin nasıl oluştuğunu keşfetme­
nin tek yolu Ruhun Tarihçesi’nin yazarıyla birlikte o
eski ve anlaşılmaz tözsel biçimler (form es substantiel-
les) doktrinini diriltm ek olur! Dolayısıyla tıp k ı güneşe
kırm ızı cam olmaksızın bakamıyacağımı bildiğim gibi
n^addenin de hareketsiz ve basit halden hareketli ve er­
genlenmiş hale nasü geçtiğini bilem iyeceğim i düşüne­
rek avunurum: Doğanın diğer anlaşılmaz harikaları ko-

nusuiıda, önceleri kısıtlı gözlerimize bir parça çamur­


dan ibaretm iş gibi görünen bir varlıkta duygu ve dü­
şüncenin oluşumu konusunda o kadar kayıtsızım.
Yanlızca ergenlenmiş maddenin hareket ettirici bir il­
keyle donanmış olduğu — ^ki bu onu ergenlenmemiş mad­
deden ayırdeden tek ilkedir— en itiraz götürm ez bu
gözlemi reddedemiyeceğimize göre ( ! ) ve yeterince kan ıt­
ladığım gib i hayvanlarda her şeyin bu örgenlenmenin
çeşitliliğine bağlı olduğu konusunda bana hak verilsin;
bu, tözlerin ve insanın sırlarını çözmek için yeterli ola­
caktır. Evrende tek (örgenlenme tipinin) * olduğu ve
insanın bunun en mükemmel (örneği) olduğu görül­
mektedir. Huygens’in (*") gezegenler saati Julien Le
Roy’un (*'') saatine göre ne idiyse; insan da m aym un vt*
en zeki haj^an lar için aynı şeydir. Eğer gezegenlerin
hareketlerini göstermek için saatleri belirtm ek veya
tekrarlam ak için olduğundan daha fazla araca, çarka,
yaya gerek duyulduysa; eğer Vaucanson (*^) flütçüsünü
yapmak için ördeğininkinden daha fazla ustalığa gerek
duyduysa, artık özellikle yeni bir Promateus’un ellerin­
de im kânsız olarak nitelendirilemiyecek bir makinayı.
Konuşan İn s a n ı yapmak için daha fazla ustalığı gerek-
sinecekti. A yn ı biçimde, doğanın bir yüzyıl boyunca ak­
lın ve kalbin bütün hareketlerini belirleyecek bir maki-
nayı yapm ak ve işletmek için daha gelişkin bir ustalık
göstermesi gerekliydi; çünkü nabzın vuruşlarından saat
ölçülemezse de o, en azından ruhun doğasını kavram aya
yarayan ısı ve canlılığın barometresidir. Yanılm ıyorum ,
insan bedeni bir saattir, çok büyük (bir saat) ve öyle­
sine ustalık ve dehayla yapılmıştır ki saniyeleri göster­
meye yarayan zemberek durursa dakikaları gösteren
dönmeye devam eder, çeyrek saatleri gösteren de öyle.

* İn g iliz c e m etin de yer a la n bu açık lam a o rijin a l m e tin d e y o k ­


tu r (ç .n .)
in san , Bir M akina 69

Bütün diğerleri, birinciler paslandıkları için ya da her


bangi başka bir nedenden dolayı durdukları zaman de­
vinim lerini sürdürürler. Bir kaç kan damarının tıkan­
masının, tıpkı bir makinanm ana yayında olduğu gibi,
kalbin içindeki hareketin gücünü durdurmaya ya da yok
etmeye yeterli olmayışı aynı nedenden değil midir?
Tersine hacimleri azalan sıvılar izleyecekleri yolun da­
ha kısa olması nedeniyle, kalbin enerjisi kan damarla­
rının ucundaki dirençle karşılaşarak arttığından, yeni
bir akımla sürüklenirmişçesine, bu yolu daha çabuk ka-
tederler. Optik sinirin .sıkışması yanlızca nesnelerin gö­
rüntüsünün iletim ini engeller; görme yetisinin kaybı
işitme cihazının kullanımını engellemediği gibi, bu du­
yunun kulak sinirinin işlevlerini yitirmesinden dolayı
kaybı da diğerininkini (görme ■—ç) engellemez. Birinin
işitebildiğini söyleyemeden (hastalığının hemen sonrası
değilse) işitmesi, hiç bir şey işitmeyen fakat dil sinirleri
beyninin içinde serbest olan diğerinin de aklından ge­
çen herşeyi mekanik bir biçimde anlatabilmesi de böyle
olmaz mı? Bunlar bilgili doktorları hiç şaşırtmayan ol­
gulardır. İnsan doğası hakkında ne düşünmeleri gerek­
tiğin i bilirler; geçerken şunu da belirtelim ; İki doktor­
dan en iyisi, en fazla güvenilebilir olanı bence daima
insan bedeninin fiziği veya mekaniğine en fazla yöne­
leni, ruhu ve bu hayalin aptal ve cahillere verdiği bü­
tün endişeleri bir kenara bırakarak yanlızca ciddiyetle
saf natüralizm ile uğraşanıdır.
Dolayısıyla, bırakalım ukala Mr. Charp hayvanları
makina olarak gören filozoflarla alay etsin. Ben daha
değişik düşünmüyorum ki! Aydınlatmak zorunda olma­
dığı bir çağda doğmuş olsaydı, Descartes’ın, deney ve
gözlemin değerini ve bunlardan uzaklaşmanın tehlikesi­
ni bilmekle her bakımdan saygıya değer bir insan olaca­
ğına inanıyorum. Fakat burada en azından tüm lüzum­
suz filozofların — beceriksiz soytarılar, Locke’un kötü
70_______________________________________________________________________

taklitçileri— Descartes’la gereksiz yere alay edecekleri-


ne onsuz bir felsefe tarlasının, Newton’suz bir bilim
^ 2 tarlası kadar bereketsiz olacağını hissetmeleri gerekti-
' ğini söyleyerek bu büyük adamın hakkını da teslim et­
mek isterim.
Bu ünlü filozofun çok yanılmış olduğu doğrudur;
buna kimse itiraz etmiyor. Ama en azından hayvan do­
ğasını anlamıştı, hayvanların salt birer makina olduğu­
nu mükemmel bir şekilde ilk kanıtlayan, oydu. {^) O y­
sa bu önemde ve böylesi bir bilgelik gerektiren bir bu­
luştan sonra nankörlük etmeksizin bütün hatalarını na­
sıl bağışlamamazlık edebiliriz!
Benim gözümde (bu hataların — ç) tümü bu büyük
itira fla tam ir olunmuş sayılmaktadır. Çünkü nihayet
iki tözün fark lılığı üzerine tüm söylediklerinin teolog­
lara herkesçe farkedilip de yanlızca kendilerinin göre­
m ediği bir analojinin gölgesine bürünmüş bir zehiri yu t­
turmak için hazırlanmış bir kitap ustalığından, bir üs­
lup kurnazlığından ibaret olduğu görülmektedir. Çünkü
bütün bilginleri ve gerçek yargıçları, taşıdıkları “ insan”
adından çok kibirleriyle ayırdedilen bu gururlu ve boş
varlıkların, kendilerini yüceltmek için istekleri ne olur­
sa olsun, temelde dikey yürüyen sürüngen hajrvan ve
m akinalardan ibaret olduğunu itira f etmeye de zorla­
yan budur, bu güçlü analojidir. Hepsinde aklın eğ itim iy­
le gelişen bu şaşırtıcı içgüdü var; bu, beyinde, o olm adı­
ğı ya da sertleştiği (duygusuzlaştığı) zaman da om uri­
likte yer alrr, ama hiç bir zaman beyincikte bulunmaz;
ben bunun (beyincik — ç) önemli ölçüde yaralandığını
gördüm, diğerleri * de onun sertleştiğini buldular, ama
ruh işlevlerini yapmaktan geri kalmıyordu.
M akina olmak, duymak, düşünmek, m aviyi sarıdan,
iyiyi kötüden ayırmasını bilmek, tek kelim eyle ahlâklı

♦ T ra n s a c tio n s P h ilo so p h igu es’de H aller. (Y a z . n o tu )


insan , B ir M ak in a 71

bir zekâ ve içgüdüyle doğmuş olup da bir hayvandan


ibaret olmak; demek ki bunlar bir maymun ya da papa­
ğan olup da zevk alm asm ı bilmekten daha çelişkili şey­
ler değildir. Sırası gelmişken şu da söylenebilir ki, ç ift­
leşme sırasında fışkıran bir dam la sıvının en yüce baz­
ları hissettireceği ve ondan, bir gün, bazı yasalar çer­
çevesinde aynı zevkleri tadacak küçük bir yaratığın do­
ğacağını kim â priori tahmin edebilirdi? Düşüncenin
örgenlenmiş maddeyle hiç uyumsuzluk göstermediğini
vs onun elektrik, hareket ettirici yeti, geçirmezlik, yay­
gın lık vd... gibi bir özelliği olduğunu düşünüyorum.
Başka gözlem ler ister misiniz? İşte, kıyaslamanın
gerekli olduğuna inandığım ız bütün alanlarda olduğu
gibi insanın, kökeninde de hayvanlara benzediğini mü­
kemmel bir şekilde kanıtlayan eşsiz bir kaç gözlem.
Gözlemcilerimizin iyi niyetine sesleniyorum. Bize, 4
ilkede bir solucandan (amibe) ibaret insanın tırtılın ke­
lebeğe dönüşmesi gibi, insana dönüştüğünün doğru olup
olm adığını söylesinler. En ciddi yazarlar* bu küçük
hayvancığın nasıl görülebileceğini bize öğrettiler. Hart-
soeker gibi bütün m eraklılar onu erkeğin menisinde
gördüler, kadmınkinde değil; bundan yalnızca aptallar
kuşku duyar. Her sperma damlası joımurtalığa akıtıldı­
ğında, bu küçük solucanlardan sonsuz sayıda içerir; bun­
ların arasında en beceriklisi ya da en güçlüsü kadının
sağladığı yum urtaya sızabilecek ve yerleşebilecek güce
sahiptir ve ondan ilk besinini alır. K im i zaman Fallop
tüplerinde yakalanan bu yum urta bu kanallardan rah­
me taşınır ve bir buğday tanesinin toprağa kök salması
gibi, buraya kök salar. Dokuz ay sonra ne kadar irileşir­
se irileşsin, derisinin (amnios) hiç bir zaman sertleşme­
mesi, ve doğuma yakın fetüslerin başlangıçlarına çok
yakın durumdaki diğer embriyonlarla kıyaslanmasından

* B o e rh a a v e , In st. M gcİ. ve diğerleri. (Y a z . N o tu )


72

da görülebilsceği gibi (ki doğumdan az bir süre önce


ölen bir kadında bunu gözlem lem e şansma sahip oldum)
önem li ölçüde genleşmesi dışm da diğer dişilerin yumur-
talarm dan hiçbir fa rk lılık göstermez: Çünkü nihayet
bu da kabuğu içindeki yum urta ve hareketleri kısıtlı ol­
duğu için, mekanik bir biçimde gün ışığına çıkm aya ça­
lışan yum urta içindeki hayvandır; bunu başarmak için
başıyla bu zarı delmeye başlar ve buradan (a çtığ ı ge­
dikten — ç) tıpkı pilicin, kuşun vd... kendilerininkinden
çıktığı gibi çıkar. H içbir yerde rastlam adığım bir göz­
lem i de ekleyeceğim : Am nios bu kadar fa zla gerilebili-
yorsa da bu onun daha ince olduğunu ifade etm ez; bu
bakımdan, tözü, şişmanlık ve dam arlı k ıvrın tıların m
açılmasından bağım sız bir biçimde, içine sızan özsular-
la şişen rahim i andırır.
İnsanı kabuğunun içinde ve dışında ele alalım ; 4,
6, 8 veya 15 günlük em briyonları mikroskop altında in ­
celeyelim ; zaten bu süreden sonra gözle bakm ak yeter-
lidir. N e görülür? Sadece bir baş; gözleri belirleyen 2 si­
yah noktalı yuvarlak bir yumurta. Bu süreden önce, şe­
kilsiz olm akla birlikte, içinde ilk olarak sinirlerin kök­
lerinin, yani duygu ilkesinin oluştuğu bir om urilik (be-
jân) ve bu maddenin de içinde kendiliğinden atm a ye­
teneğine sahip bir yürekten başka bir şey göi’ülmez: Bu,
belki de canlılığının bir kısm ını sinirlerin etkilerine borç­
lu olan M alpigh i’nin punehum saliens’idir. Ardından,
başın boyundan itibaren uzadığı ve boyunun da geniş­
leyerek, ilk olarak oraya yerleşm ek için önceden aşağı­
ya inm iş olan yüreğin bulunduğu göğüsü m eydana ge­
tird iği görülür; sonra da, bir bölm enin (diaphram ) ayır­
dığı aşağı karın bölgesi gelir. Bu genişlem elerin bir kıs­
m ı kolları, elleri, parm akları, tırnakları ve k ılla n ; diğer
bir. kısım ise baldırları, bacakları, ayakları vd... oluş­
turur; bunlar da birbirlerinden, bedenin dayanak ve
denge unsurlarını oluşturmak bakımından sadece kap-
İn san , B ir M a k in a 73

ladıklan yerden dolayı ayrılırlar. Bütün süreç, bitkiler­


deki gibi bir çeşit tuhaf gelişmedir. B itkilerdeki çiçek
ve yaprakların yerine bizim de başlarım ızı kaplayan
saçlarımız vardır. H er yerde doğanın zenginliği parıl­
dar, ve nihayet bitkilerin güdücü ilkesi bizim ruhumu­
zun (insanın bu diğer özü) bulunduğu yere yerleştiril­
miştir.
îşte hissetmeye başladığım ız doğanın değişmezliği,
hayvan âlem i ile bitki âlemi, insanla bitki arasındaki
analoji budur. Gelişirken, ya polipler gibi aralarında dö-
ğüşen ya da hayvanlara özgü başka işlevleri yapan hay-
van-bitkiler de yok mudur?
İşte üreme hakkında bütün bildiklerim iz bunlardan
ibaret.
B irbirlerini çeken, birlikte olmak, şu veya bu yeri
kaplamak üzere yapılm ış kısım ların tüm ü kendi doğa­
larına göre birleşirler; böylelikle, gözler, kalp, mide ve
nihayet bunun mümkün olduğunu söyleyen büyük
adamların dedikleri gibi, bütün beden oluşur. Ancak
deney bizi bu inceliklerin tam orta yerinde terkettiğin-
den, nüfuz edilem ez bir sır olarak duyu organlarım a
çarpmayan hiçbir şey hakkında en ufak bir tasarımda
dahi bulunamam. Birleşme sırasında her iki meninin
(kadının ve erkeğinki — ç) karşılaştıkları öylesine en­
derdir ki, neredeyse kadının m enisinin üremede gerek­
siz olduğuna inanacağım geliyor.
Ancak buradan çıkan olgular çocukların kâh baba­
larına kâh annelerine benzeyişlerini gayet iyi açıklayan
tarafların uygun ilişkisi olmaksızın, bu olgular nasıl
açıklanabilir? Ö te yandan, bir açıklam anın yetersiz ol­
ması, gerçeği sarsmalı mıdır? Kanım ca gerek uyuyan
bir kadında gerekse en şehvetlisinde dahi her şeyi yapan
erkektir; dolayısıyla çeşitli bölümlerin düzenlenmesi en
başından beri erkeğin tohumunda veya solucanında
mevcuttur. Ancak bütün bunlar en mükemmel gözlem-
74

çilerim izin dahi kavrayışlarını aşar. Bu konuda hiç bir


şeyi kavrayam adıklarından, nasıl bir köstebek bir geyi­
ğ in katedebileceği yolu değerlendiremezse, onlar da be­
denlerin oluşumu ve gelişim inin mekanizmasını değer­
lendirem ezler.
B iz doğanın tarlasındaki gerçek köstebekleriz; bu­
rada bu hayvanın katettiği yoldan başkasını katetmiyo-
ruz; ve hiç bir sınırı olmayana sınır koyan da sadece
b izim gururumuzdur. Biz şunları söyleyen bir saatin
durum undayız (bir masal yazarı,.anlam sız bir hikâye­
de bu saatten bir kahraman yaratırd ı): “ Ne! Beni, za-
m a n î bölen, güneşin hareketini öylesine kesinlikle be­
lirleyen, belirttiğim saatleri yüksek sesle tekrarlayan
beni, o aptal işçi mi j^aptı, hayır olamaz” . A yn ı şekilde
biz, nankörler, kim yagerlerin söyledikleri gibi, tüm
âlem lerin bu ortak anasını küçümseriz. Biz her şeyimi­
zi borçlu olduğumuz ve gerçekten de her şeyi akıl almaz
bir biçim de yapmış olan şeyden çok daha üst düzeyde
nedenler tasarlar, veya hayal ederiz. Hayır, O ’nu en par­
lak eserlerinde dahi tanım ayan kaba gözler için hariç,
m addenin hiç bir adi ta ra fı yoktur; ve doğa da dar gö­
rüşlü bir işçi değildir. O, bir saatçinin saatlerin en kar­
m aşığını yaparken karşılaştığı güçlüklerden çok daha
bÜ5 âik bir kolaylık ve zevkle milyonlarca insan yaratır.
O’nun kudreti gerek en basit bir böceğin, gerekse en
görkem li bir insanın üretilmesinde aynı derecede parıl­
dar; doğaya ne hayvan bitki aleminden, ne de en güzel
deha bir buğday başağından daha_ pahalıya m al olmaz.
D olayısıyla araştırm alarım ızın ve gözlem lerim izin me­
rakından gizlenen şeylerin ancak görebildiğim iz kada­
rıy la bir karara varalım ve bunun ötesinde hiçbir şey
düşlemeyelim. Maymunu, kunduzu, fili vd... işlemleri
sırasında gözlem leyelim . Bu işlemlerin zekâ olmaksızın
yapılam ıyacağı kesinse niçin hayvanlarda bu zekâyı ta­
nım ayalım ? Eğer siz fanatikler onlara, bir ruh verirse­
insan , B ir M akin a 75

niz işte o zaman işin hayvan ruhunun doğası hakkında


hiçbir şey söyleyemeyeceğinizi, fa k a t ölümsüzlüğünü
reddettiğinizi boşuna söyleyeceksiniz. Bunun tem elsiz bir
iddia olduğunu kim görm ez ki? Hayvan ruhunun, bizim ­
ki gibi, ya ölümlü ya ölümsüz olması ve bizim kinin k a ­
deri ne olursa olsun aynı kaderi paylaşması gerektiğini,
böylelikle (hayvanların ruhları olduğunu kabul eder­
sek -ç) Charybdis’den kaçarken Scylla’ya (yakalanıla-
cağm ı)* kim bilmez!
Önyargılarınızın zincirini kırın; deney meşalesiyle
silâlılanın ve onun sizi terkettiği cehaletin karan lığın ­
da hakkında, aleyhine de olsa, hiç bir sonuca varam a-
yıp oturacağınıza, doğaya lâyık olduğu saygınlığı v e rir­
siniz. Sadece gözlerinizi açın ve anlayam adıklarınızı bir
yana bırakın; o zaman zekâsı ve (fik irlerin in — ç) ışık­
ları kazdığı tarlasının kenarlarından daha uzağa g itm e­
yen bu çiftçinin en :büyük dehad-an çok daha fa rk lı ol­
madığını görürsünüz — bunu Descartes’ın ve N ew ton’un
beyin açımlam aları da kanıtlam ıştır; A k ıllı bir majmıu-
nun başka bir biçime bürünmüş küçük bir insan oldu­
ğu gibi, geri zekâlı ve aptalın da insan yüzlü hayvanlar
olduklarına kanaat getirirsiniz; kısacası, her şey kesin­
likle örgenlenmenin çeşitliliklerine bağlı olduğuna göre,
astronomi öğretilm iş eğitim li bir hayvanın bir a y veya
güneş tutulmasını önceden haber verebileceğine, jrine
aynı şekilde, Hippokrat’m okulunda ve hastaların baş
uçlarında belirli bir süre ileri görüşlülüğü ve dehasını
kullanabildiği takdirde, iyileşme ve ölümü önceden kes­
tirebileceğine inanırsınız. İşte bu gözlem ler ve gerçek­
ler dizisiyledir ki maddeye o hayranlık duyulacak dü­
şünce özelliğini bağlayabiliriz, ancak bu yüklem in özne­
si bizce bilinmediğinden, aradaki bağları göremeyiz.
Her makina veya hayvanın ölümden sonra tam a-

* Y a ğ m u rd a n k aç a rk e n doluya tu tu lm a k a n la ş ılm a lıd ır, (ç .n .)


76

m iyle yok olduğunu veya başka bir biçim aldığını söyle­


m eyelim; zira bunun hakkında kesin bilgilerim iz yok.
Ancak ölümsüz bir makinanın bir hayal veya bir akıl
varlığı olduğuna inanmak, benzerlerinin kabuklarını gö­
rüp de kaybolmaya yüz tuttuğunu sandıkları türlerinin
kaderlerine acı acı yanan tırtıllarınki kadar saçma bir
akıl yürütme tarzı olur. Bu böceklerin ruhları (zira her
hayvanın kendine ait bir ruhu vardır) doğanın değişim ­
lerini (metamorphoses) anlayamayacak kadar kısıtlıdır­
lar. Aralarından en kurnazlarından bir teki dahi hiçbir
zaman kelebek olabileceğini düşünmemiştir. Bu, bizim
için de böyledir. Kaderimiz hakkında, kökenimizinkin-
den daha fazla ne biliriz? O zaman mutluluğumuzun
bağlı olduğu yenilmez cehalete boyun eğelim.
Böyle düşünen kişi bilge, doğru, kaderi hakkında
kuşkuları olmayan, dolayısıyla da mutlu bir insan ola­
caktır. Ölümü, ne arzulayarak ne de ondan korkarak
bekleyecektir; ve zevklerle dolu olan bu yerde tiksin­
tinin bir yüreği nasıl yozlaştırabileceğini anlayamadan,
hayatı severek, doğaya saygı duyarak, ondan aldığı iy i­
likleri duyduğu oranda O’na minnet, bağlılık, şefkat
hisleri besleyerek, nihayet O’nu hissetmekten ve evre­
nin büyüleyici temaşasında bulunmaktan dolayı mutlu,
doğayı hiçbir zaman ne kendisinde ne de başkalarında
yok etmeye çalışmayacaktır. Dahası, insanlık sevgisiyle
dolup taşarak, insancıl özellikleri düşmanlarında dahi
sevecektir. Başkalarına nasıl davranacağını bir düşü­
nün. Kötülere, onlardan nefret etmeksizin, acıyacaktır;
onun gözlerinde bu insanlar sadece sahte insanlar ola­
caklardır. Ancak, akıl ve bedenin yapılarının günahları­
nı bağışlarken her ikisinin de erdem ve güzelliklerine
karşr hayranlık duymaktan geri kalmayacaktır. D oğa­
nın ayrıcalık tanıdıkları, üvey evlât muamelesi göster­
diklerinden daha fazla saygıya lâyıkmış gibi görünecek­
tir ona. İşte bu şekilde, sonradan edinilen şeylerin kay­
insan, Bir M akina ,77

nağı olan doğal yetenekler, materj^alistlerin ağızlarında


ve kalplerinde başkalarının haksız yere göstermeyi red­
dettikleri bir saygı görürler. Nihayet inanmış bir m ater­
yalist, kendi gururu sadece bir hayvan veya makina ol­
duğunu kabul etmek istemese bile, benzerlerine hiçbir
zaman kötü davranmaz. Çünkü o, insanlıktan uzaklığı
daima yukarıda kanıtlanan analoji (insanlar ve hayvan­
lar arasında — ç) ölçüsünde olan, bu eylem lerin doğası­
nı çok iyi öğrenmiştir ve tüm hayvanlara verilm iş olan
doğal yasanın izinden giderek başkalarına kendisine ya ­
pılmasını istemediği şeyleri yapmaktan kaçınacaktır.
Onun için insanın sadece bir makina olduğunu ve
tüm evrende, değişik şekillerde biçimlendirilmiş tek bir
tözün varlığını cesaretle kabul edelim. Bu, bir takım is­
tekler veya tasarımlar üstüne kurulmuş bir varsayım
değildir; bu, bir önyargının eseri de değildir; hatta sırf
benim aklımın da değil; eğer, sözün gelişi duyularım,
söz gelişi, meşaleyi taşıyarak aydınlattığı yoldan beni
aklı izlemeye yöneltmeseydi, o kadar az güvenilir sandı­
ğım bir rehberi küçümserdim. Deney bana aklın sesiy­
le seslendi, böylece ikisini de birleştirdim.
Fakat en keskin ve en kestirme akıl yürütmeleri da­
hi ancak hiçbir .bilginin reddedemiyeceği binlerce fiz i­
ki gözleme dayanarak kullandığım anlaşılmalıdır; bun­
dan çıkarsadığım sonuçların yargıcı olarak yalnızca on­
ları (bu bilgileri — ç) görüyorum; ne anatomist olm a­
yan ne de burada söz konusu olabilecek tek felsefeyle
(insan vücudununki) herhangi bir tanışıklığı bulun­
mayan bütün önyargılı kimselere meydan okuyorum.
Teolojinin, m etafiziğin ve okulların bu zayıf sazlığı böy-
lesine sağlam ve dayanıklı bir çınara karşı ne yapabilir
— eskrim zevkini tattırabilmesine karşın, rakibini hiç
bir zaman yaralayamayan salonlarımızın flörelerine ben­
zeyen bu çocuksu silâhlar! Yeryüzünde önyargının ve
bâtıl inancın gölgesi süregeldikçe, durmaksızın birbirle-
78

riyle karşılaşan ve yek diğerini harekete geçiren iki tö­


zün sözde uyumsuzluğu üzerine yürütülen bu boş ve
önemsiz düşüncelerden, eskimiş ve acmacak akü yürüt­
melerden söz ettiğim i söylememe bilmem gerek va r mı?
Eğer çok yanılmıyorsam, işte benim sistemim, daha doğ­
rusu gerçekliğin ta kendisi. Çok kısa ve yalın. Tartış­
mak isteyene meydan açıktır!
RUHUN D O Ğ AL T A R İH İ (Bölümler)

II. BÖLÜM : Madde Üzerine

Cisimleri oluşturan bütün biçimlerden bağımsız ola­


rak, kendi içinde düşünülmüş haliyle maddenin doğa­
sını dikkatle inceleyen tüm filozoflar, bu tözde (subs-
tance) hiçbir şekilde bilinmeyen bir özden kaynaklanan
çeşitli özellikler buldular. 1) Maddenin kendinde olu­
şan ve maddenin kendileri aracılığıyla hareket (etm e)
kuvveti (m oving force) ve duyumlama yetisi (faculty
of feelin g) edindiği, değişik biçimler alm a kapasitesi;
ve 2) bu filozoflan n haklı olarak maddenin özü değil
de bir vasfı (attribute) olarak teşhis ettikleri uzam (ex-
tension) bunlar arasındadır.
Yine de, Descartes da dahil kimileri, maddenin ö z ü -^
nü salt uzam’a indirgemede ve maddenin tüm özellikle­
rini (properties) uzam’ınkilerle sınırlandırmada ayak
dirediler; ancak bu görüş bütün diğer modern filozof-
larca reddedildi... böylelikle hareket kuvvetine sahip ol­
ma yetisi ve uzamın yanısıra duyumlama yetisi, öteden
beri maddenin esas özelliklerinden (*0 addedilir.
Bu bilinm eyen ilkede gözlemlenen çeşitli özellikle­
rin tümü, aynı özelliklerin içinde varolduğu, dolayısıyla
80

da kendisi aracılığıyla (through itsclf) varolan bir var-


l.ık’ı ortaya çıkartır. Ancak, kendisi aracılığıyla varolan
bir va rlık ’ın kendisini yaratıp yok edebileceği düşünüle­
mez; daha doğrusu, bu im kansız görünm ektedir. Buna
karşın, ancak esas özelliklerinin kendisini ya tk ın (sus-
ceptible) kıldığı biçim ler yokediiebilir ve yeniden üreti­
lebilir. Dolayısıyla deney bizi hiçbir şeyden ancak hiçbir
şeyin çıkacağını kabule zorluyor.
İm anın ışığından yoksun tüm filozofla r cisimlerin
bu tözsel ilkesinin daim a varolduğunu ve sonsuza dek
varolacağını; ve m addenin elem entlerinin yokedilem ez
bir k a tılığa (solidity) sahip olduğunu, bunun da, dün­
yanın paramparça olacağı korkusuna yer bırakm adığı­
nı düşünmüşlerdi. H ristiyan filozofların çoğu da cisim­
lerin tözsel ilkelerinin zorunlu olarak kendisi aracılı­
ğıyla varolduğunu ve başlam a ve sona erm e gücünün
(erk in in ), doğasıyla bağdaşm adığını söylerler. Bu görü­
şün geçen yüzyılda Paris’de teoloji öğreten b ir yazarca
da savunulduğu görülür.

III. B Ö LÜ M : Maddenin Uzamı, Üzerine

M addenin özüne ilişkin bir şey bilmem.emize karşın,


onda dujmm larım ızın k eşfettiği özelliklerin va rlığın ı da
kabul etm ezlik edemeyiz.
G özlerim i açıyorum ve çevremde yalnızca madde ve­
ya uzam görüyorum. Dem ek ki uzam daim a tüm m ad­
delere ait olan, yalnızca m addeye ait olabilen ve bu ne­
denle de maddenin tözünden ayrılam az olan bir özel­
liktir.
Bu özellik nesnelerin tözünde üç bo 5mtu gerektirir:
Uzunluk, genişlik ve derinlik. Gerçekten de, tüm üyle du-
jmmlardan elde edilen bilgim ize başvurursak, maddeyi,
veya cisim lerin tözünü, aynı zamanda uzun, geniş ve
in san , B ir M ak in a 81

derin olan bir v a rlığ ı düşünmeksizin kavrayam ayız; çün­


kü bu üç boyut fik ri zorunlu olarak bir büyüklük ve
m iktar konusundaki fikrim ize bağlıdır.
Madde üzerine en fazla düşünen filozofla r bu tözün
nizamından ayrı bölümlerden oluşan, direnm e yetisi olan
(capable o f resisting) katı (solid) bir uzam ı anlam a­
m aktadırlar. Bu uzamda hiçbir şey birleşik, ya da hiçbir
şey bölünmüş değildir; çünkü bölmek için ayıran bir
kuvvet, bölünmüş parçaları birleştirm ek için de bir baş­
ka kuvvet gerekir. Fakat bu fiziksel filozofların görü­
şünde m addenin a k tif bir kuvveti yoktur; çünkü her
kuvvet yalnızca hareketten veya hareket (lilik ) yönünde
bir itim veya eğilim den kaynaklanabilir ve onlar, soyut­
lam a yoluyla tü m biçim lerden arıtılm ış maddede yaln ız­
ca potansiyel bir hareket (etm e) kuvveti görürler.
Bu teoriyi kavram ak zordur, ama ilkeleri verili olun­
ca, sonuçlarında kesinlikle doğrudur. A kılla kavranm ak­
tan çok inanılan (im an edilen — ç) cebirsel hakikatler­
den biridir.
Maddenin uzamı, demek ki, bizzat bu filozofların
düşüncesine göre duyum larım ızı etkileyecek hiçbir şey
sunmayan, m etafiziksel bir uzamdan ibarettir. Haklı
olarak, yalnızca katı uzamın duyum larım ız üzerinde bir
etki yapacağını düşünürler. Bu nedenle, bize öyle geli­
yor ki, uzam, m etafiziksel biçimin bir parçasını oluş­
turan bir vasıftır; ancak, onun özünü oluşturduğunu
düşünmekten uzağız.
Descartes’dan önce, eskilerden bazıları maddenin
özünün k a tı (halindeki) uzamdan oluştuğunu söyledi­
ler. Ancak K artezyen lerin de onca savunduğu bu görü­
şe karşı, daim a ve belirgin nedenlerle mücadele edildi
ve zafere ulaşıldı. Bu nedenleri ileride sıralayacağız, an­
cak sıra, şim dilik uzamın bu özelliklerinin neye indir-
genebileceğini incelem em izi gerektiriyor.
82__________________________________________________________________________

V. B Ö LÜ M : Maddenin Hareket (Etm e) K u vveti


Ü zerine

H areket (etm e) kuvveti olmayan bir cismin olama­


yacağın a inanan eskiler, cisimlerin tözünün iki ilkel va­
sıfta n oluştuğunu düşünüyorlardı. Bu vasıflardan biri
a ra cılığıyla bu tözün hareket edebilme, diğeri aracılı­
ğ ıy la da harekete geçirebilme kapasitesine sahip olduğu
sanılıyordu. (**) Gerçekte, hareket eden her cisimde, ya­
ni h areket eden şey ile harekete geçirilen aynı şeyde bu
ik i özelliği görm em ek mümkün değildir.
Cisim lerin tözüne madde adının harekete geçiril­
m eye olan yatkınlığına ilişkin olarak verildiği yukando.
belirtilm işti. A yn ı madde hareket edebiliyorsa “ aktif il-
ke’' adını almaktaydı. Ancak bu iki vasıf birbirine o ka­
dar esastan bağım lı görünüyordu ki, Çiçero maddenin
hareket eden ilkesiyle olan bu esas ve ilkel (prîm itive:
belki “ ilksel” -ç.) birliğini daha iyi ifadelendirebilmek
için, her birinin diğeri içinde bulunabileceğini söyler. Bu,
eskilerin düşüncesini gayet iy i ifadelendirmektedir.
Bundan, modern yazarların (pek iyi anlaşılmayan
bir karm aşadan) cisimlerin tözüne bu adı verm eye kal­
kışm akla bize madde hakkında doğru olmayan bir fikir
verdikleri ortaya çıkar. Çünkü, bir kez daha yineleyelim,
^ madde, ya da cisimlerin tözünün pasif ilkesi, bu tözün
yalnızca bir parçasını (bölümünü) oluşturur. Bu mo­
d e m düşünürlerin maddede hareket kuvveti ve duyum­
luma 3/etisi görmemiş olmaları, şaşırtıcı değildir.
Bence, eğer bir ak tif ilke varsa, maddenin bilinm e­
yen özünde uzamdan başka bir kaynağın da (va r) olma­
sı gerek tiği, artık bir bakışta anlaşılmalıdır. Bu da, yal­
nızca uzam ın cisimlerin tözünün tüm özü ya da meta-
fiziksel biçim i hakkında yeterli bir fik ir veremeyeceğini
kan ıtlar: Bu yetersizlik, yalnızca, uzamın maddedeki her
tü rlü fa a liy eti dıştalamasından kaynaklanmaktadır. Bu
İnsan, B ir M ak in a 83

nedenle, bu hareket ilkesini ortaya koyarsak, maddenin


düşünüldüğü gibi hareket ve durgunluğa karşı kayıtsız
olmak bir yana, hem ak tif hem de pasif bir töz olarak
ele alınması gerektiğini gösterirsek, onun özünün uzam ­
dan ibaret olduğunu söyleyenlerin elinde ne kalır?
Sözünü ettiğim iz iki ilke, uzam ve hareket (etm e)
kuvveti, demekki cisimlerin tözünün potansiyellerinden
başka şey değildir; çünkü tözün harekete geçirilm eksi­
zin harekete yatkın oluşu gibi, kendisi hareket etm ediği
zamanlarda da, daim a kendiliğinden hareket (etm e)
yetisi vardır.
Eskiler, haklı olarâk, bu hareket (etm e) ku vveti­
nin cisimlerin tözünde ancak töz belli biçimlerde teza­
hür ettiği zaman etkin olduğunu farkettiler; ü rettiği
(produce: ortaya koyduğu) değişik hareketlerin tüm ü­
nün bu değişik biçimlere tabi olduğunu veya onlarca
düzenlendiğini de gözlemlediler. Cisim lerin tözünün a ra ­
cılığıyla hareket ettiği ve çeşitli biçimlerde hareket e tti­
ği biçimlere bu nedenle maddî biçimler adı verilir.
Bu eski ustalar gözlerini bir kez doğanın tüm o l­
gularına çevirdikten sonra, cisimlerin tözünde kendin-
den-hareket (etm e) gücünü gördüler. Gerçekten, bu töz
ya kendinden hareket eder, ya da, hareket halinde ol­
duğu zaman, bu hareket ona başka bir töz tarafından
iletilmiştir. Fakat bu tözde, kendisi hareket halinde
olan tözün dışında birşey görebildiler m i; ve bazen sahip
olmadığı bir hareketi (dışarıdan) alıyorsa, bunu (bu h a­
reketi) parçaları biri birine etkiyen ayn ı tür bir tözün
dışında başka bir nedenden m i almaktadır?
Biri bir başka etken çıkarsıyorsa, bu hangi etkendir;
ve varlığına ilişkin kanıtlar, nelerdir? Ancak, kimse
böyle bir etkeni düşünemediğine göre, bu, mantıksal b il
varlık (en tity) dahi değildir. Bu nedenle, üzerinde e t­
kiyen herhangi başka bir tözü düşünmek y a da kanıt­
lamak mümkün olm adığına göre, eskilerin cisimlerin tö-
84

zü İçinde içsel bir lıarcket kuvvetini kolaylılda teşlıis et­


tikleri, açıktn'.
^ Yeni yollar açan ve açtığı bu yollarda başıboş do­
laşan bir dahi, Descartes, bazı başka filozoflarla birlikte
Tan n ’nm hareketin tek etkin nedeni/kaynağı (cause)
olduğunu ve tüm cisimlere hareketi her an O’nun ile t­
tiğini sanar. Ancak bu görüş, imanın ışığına uydurmaya
çalıştığı bir varsayımdan ibarettir; Descartes böyle
yapmakla bir filozof olarak, ya da filozoflara yöne­
lik konuşmaktan çıkmıştı. H er şeyden önce, yalnızca ka­
nıtlara ikna olanlara hitap etmiyordu. Son yüzyılların
Hristiyan skolastikleri bu düşünceyi tüm şiddetiyle his­
settiler; ve bu nedenle, T a n rı’nm kendisinin “ maddenin
elementlerine ak tif bir ilke yerleştirdiğini” (Gen. i;
lx v i) söylediğini göstermelerine karşın, akıllıca (dav­
ranarak), kendilerini maddenin hareketine ilişkin salt
felsefî bilgiyle sınırladılar.
Burada uzun bir yetkililer listesi yapılabilir ve en
ünlü profesörlerden geride kalanların öğretilerinin tözü
örnek gösterilebilir; ancak, bir alıntılar karmaşasına
girilmeden de maddenin kendisini canlandıran ve tüm
hareket yasalarının yakın nedeni olan bu hareket (et­
m e) kuvvetini içerdiği, açıkça anlaşılabilir.

VI. BÖLÜM : Maddenin Duyunıululuk Yetisi Üzerine

Maddenin pek çok özelliğinin bağlı olduğu iki esas


vasfından, yani uzam ve hareket (etm e) kuvvetinden
sözetmiştik. Şimdiyse bir üçüncü vasfı kanıtlam am ız ge­
rekiyor; tüm filozofların yüzyıllardır bu tözde bulduk­
ları duyumlama (feelin g) yetisini kastediyorum. K a r­
tezyenlerin maddeyi bu yetiden kopartmak üzere boş
yere giriştikleri çabalardan habersiz olmamama karşın,
tüm filozoflar, diyorum. Ancak onlar, aşılmaz güçlük-
İnsan, B ir M akin a 85

lerden kaçınmak için, anlamsız “ hayvanların salt (pü­


re) makinalar olduğu” («’ ) sistemi yoluyla kaçmayı kur­
dukları bir labirente attılar kendilerini.
Böylesi anlamsız bir görüş, bir zeka oyunu ya da bir
filozof oyalaması dışında, filozoflar arasında hiçbir za­
man kabul bulamamıştır. Bu nedenle, onu çürütmek
İçin zaman ayırmayacağız. Deney, hayvanlardaki du-
yumlama yetisinin kanıtını insanlardaki kadar vermek­
tedir...
Daha çok nafileliğim izi (van ity) ilgilendiren bir
başka güçlük de, bu özelliği maddenin bir bağım lılığı ya
da bir vasfı olarak kavramamızın olanaksızlığıdır. Bu
tözün bize yalnızca dile gelmez karakterler gösterdiği
unutulmasın. Uzamın nasıl özünden çıkarsandığını, te­
mas olmaksızın etkiyen bir ilk-kuvvetle nasıl harekete
geçebildiğini ve en dikkatli gözlerden dahi (tanınmış
bir modern yazarın deyişiyle) yalnızca kendilerini giz­
leyen perdeyi gösterecek kadar gizlenmiş binlerce di­
ğer mucizeyi daha iyi anlıyor muyuz?
Ancak insan, kim ilerinin daha önce de düşündüğü
gibi, canlı cisimlerde gözlemlenen duyumun, bu cisim­
lerde gözlemlenen duyumun, bu cisimlerin maddesinden
ayrı olduğunu düşünemez mi? Aklın ışığı böylesi tah­
minleri iyi niyetli kabul etmemize izin veriyor mu? Ci­
simlerde yalnızca maddeyi tanıyor ve duyumlama yeti­
sini yalnızca cisimlerde gözlemliyoruz: Bu durumda tüm
bilgim izin dışındaki ideal bir varlığı hangi temeller üze­
rine oturtabiliriz ?
Yine de, aynı dürüstlükle, maddenin kendi içinde
mi duyumlama yeteneğine sahip olduğunu, yoksa yal­
nızca açık olduğu (karşılaştığı) değişimler (modificati-
ons) ve biçimler aracılığıyla/sayesinde mi onu edinme
(duyumlama) gücüne sahip olduğunu bilmediğimizi iti­
raf etmemiz gerekir.
Demek ki, bu da yukarıda belirtilen bütün diğer­
86_________________________________________________________________________

leri gibi, maddede yalnızca potansiyel olarak varolabilen


bir yetidir; sezgi ve nüfuz (penetration) dolu felsefele­
ri m odernlerin felsefesinin yıkm tıları üzerinde yüksel­
m eyi hakeden eskilerin varsayım ı da buydu. Bu İkinci­
lerin (modernlerin -ç.) kendilerinden b ir hayli uzak olan
kaynaklara dudak bükmeleri boşunadır. Eski felsefe
kendini yargılam aya değer olanların gözünde daim a ye­
rini koruyacaktır, çünkü (en azmdan benim ele aldı­
ğım konuyla ilg ili olarak) beden gibi sağlam ve iy i vur­
gulanmış bir sistem oluşturur; oysa modern felsefenin
bütün dağınık unsurları, hiçbir sistem oluşturmazlar.
EK

L A M E T T R IE ’N İN H A LE F VE SE LE FLE R İYLE İL İŞ K İS İ

I — La M ettrie’nin Kene Descartes (1596-1650)’a Olan


Tarihsel İlişkisi

Sisteminin fizyolojik yönü bir yana bırakılırsa, La


M ettrie’nin eserinin en doğrudan kaynağı, Descartes’ın
felsefesinde bulunabilir. Gerçekten de kimi zaman La
M ettrie’nin m ateryalizm i, Descartes’m dualist sistemi­
nin çelişkili karakteri üzerinde yeşermiş gibi görünür.
Descartes’ın beden ve ruh/tin’in birbirinden tamamen /
bağım sız olduğu önermesini eleştirir ve ruhun bedene
olan bağım lılığını göstermek için büyük ^aba sarf eder.
Y in e de L a M e îlr ie ^ in sistemi bir açıdan Descartes’m-
k in in (‘) karşısına konulabilmesine karşın, bir başka
açıdan, onun dolaysız sonucu gibi görünmektedir. La
M ettrie’nin kendisi de bu ilişkiyi kabul eder ve insanın
bir m akina olduğu doktrininin Descartes’m hayvanların
yalnızca birer m akina olduğu C) öğretisinden doğal bir ^
çıkarsama olduğunu hisseder. Dahası, La M ettrie Des-
cartes’daki bedenin bir makina olarak kavranılışını sür-

(1 ) “L ’h istoire n a tu re lle d e l’â m e ”, X I . ve V III. bölüm ler.


(2 ) “İn s a n , B ir M a k in a ”, s. 70 Bkz. L a M ettrie ’n in D escartes’ın
“ A b re g e des System es P h ilo so p h iq u es” öğretisi üzerine y o ­
ru m u , O euvres, cilt 2.
dürür ve bedenin m ekanizması üzerine a yrm tılı tartış-
m alarm dan bir çoğu, Descartes’dan çıkarsanmışa ben­
zer.
L a M ettrie’nin Descartes’m hakkm ı yem ediğini, bü­
tün filozoflarm cna neler borçlu olduğunu kavradığm ı
da belirtelim . Üstelik, Descartes’m h atalarm m da kendi
yöntem ini izlemedeki başarısızlığm dan doğduğunu ıs­
rarla vurgulam ıştır. (^) Y in e de L a M ettrie’nin yöntem i
^ Descartes’mkinden değişikti, çünkü L a M ettrie rasyo­
nalist öğrenim i j3lmay^^ bir arnpiristti. (^) D oktrin açı­
sından, L a M ettrie Descartes’dan madde kavrayışı açı-
. smdan farklıydı. H içbir tinsel gerçekliğe inanm adığı için
j m addeye hareket ve düşünce yakıştırm alarını yapmış-
<-tır; oysa Descartes, maddenin bir vasfın ın uzam oldu­
ğunda ısrar ediyordu. (^) T a n rı’nın va rlığın ı kuşkuyla
karşılayabilmesi. L a M ettrie’nin tinsel töze inanm azlı-
\ ğım n doğal bir sonucuydu. (*) Öte yandan, T a n rı’ya
inanç, Descartes’ın sisteminin tem ellerinden biriydi. La
M ettrie Descartes’m tin ’e ve T a n rı’ya inancının salt pa­
pazlardan gerçek düşüncesini gizlem ek ve böylece de
kendini afarozdan korumak am acını güttüğünü göster­
m eye çalıştı. (O '

I I — a. La M e ttıie ’nin İn g iliz M ateryalistleri


Thomas Hobbes (1588-1679)
ve John Tolaııd (1670-1721)’a Benzerliği

Descartes’m La M ettrie’ye etkisi kuşku kabul et-

(3 ) “A b r â g e des S y stem es” , D e sc a rte s, s. 6. O e u v re s P h llo s o p -


h iq u es, c. 2.
(4 ) “İn s a n , B ir M a k in a ” , s. 19 Bkz. “L ’h isto ire n a tu re lle de
r â m e ” (v e y a “T r a it e de T â m e ” ). O eu v res, 1746, s. 229.
(5 ) D escartes, “P rin c ip le s ”, I I . K ısım , 4. Ö n e ri.
(6 ) “İn s a n , B ir M a k in a ” , ss. 50-54.
(7 ) A g y . s. 69.
insan, B ir M akina 89

mez; ancak materyalist filozoflann onun üzerindeki et­


kisini ölçmek, daha zordur. Hobbes “ The Leviathan” ı
1651’de, “ De Corpore” yi 1655’de yaym ladı. Demek ki La
M ettrie’den bir yüzyıl kadar önce yazm ıştı ve onsekizin-
ci yüzyılda İngiltere’nin Fransa üzerinde büyük etkisi
olduğundan, La M ettris’nin Hobbes’u okuduğunu var­
saymak, kolay olacaktır. Eğer okuduysa ondan pek çok
fik ir almış olmalı. Ancak bu etkinin ölçüsü bilinmemek­
tedir. Çünkü La Mettrie, Hobbes’den hemen hiç alıntı /
yapmamakta, doktrinlerinden hiçbirini Hobbes’a atfet-
memektedir.
İlk olarak, gerek H o ^ es, gerekse L a M ettrie sonuna
dek m ateryalisttiler. İkisi de cismin tek gerçeklik oldu­
ğuna ve tinsel herhangi bir şeyin düşünülemeyeceğine
inanmaktaydılar. (*) Dahası, madde kavrayışları da bir­
birine çok benzerdi. La M ettrie’ye göre madde uzam ni­
teliğinin yanısıra, duyumlama yetisi ve hareket gücüne
de sahiptir. (’ ) A 3 t i i madde kavrayışını Hobbes da payla-
sır; uzamı ve hareketi maddeye atfederek dusmmlamayı
bir iç harekete indirger. ('®) Böylece, duyumlama da mad­
denin bir vasfı (attribute) olabilir. A 3 nrıca Hobbes ve l a
M ettrie pek çok küçük noktada da fikirbirliği içindedir­
ler ve La Mettrie Hobbes’da önerilenlerin çoğunu geliş­
tirm iştir. İkisi de hırsların (passions) bedensel koşullara
bağım lı olduğuna inanırlar. ( “ ) İnsanlar arasındaki tüm
farklılıkların bedenlerinin yapı ve örgenleşmesi arasın­
daki farklılıklardan doğduğu inancını paylaşırlar. ('-)

(8 ) H obbes, “L e v ia th a n ”, III. K ısım , 34. B ö l.; I. Kıs. X I I . Böl.


O p e n C ourt Eclition, s. 169.
(9 ) “H istoire naturelİ3 de r â m e ”, I I I . V ve V I. bölüm ler.
(10) “L e v ia th a n ”, I. K ısım , I. Böl. Bkz. “C o n c e rn in g B o d j'” , IV .
K ıs. X X V . Bölüm , 2.
(1 1 ) “ İn san , B ir M a k in a ”, ss. 19-20.
(1 2 ) "L e y ia t h a n ”, I. K ıs. V I. Böl. M o le sw o rth Ed. s. 40. “İn s a n :
B ir M a k in a ”, s. 19.
90

H er ikisi de doğayı ve dilin önemini tartışma konusu ya­


par. (>^)
Hobbes, T an rı’nın bu dünyanın nedeni olduğunu
ile ri sürmekle La M ettrie’den ayrılır. ( ‘^) Ancak, Tanrı’mn
varolduğunu bilmenin mümkün olduğunu düşünmesine
karşın, O’nun doğasını bilebileceğimize inanmaz.
L a M ettrie’nin sistemi Hobbes’unkine benzer bir sis­
tem in özel bir soruna, insanda ruh ve beden ilişkisine
uygulanışı gibi görülebilir, çünkü eğer evrende madde
ve hareketin dışında bir şey yoksa, bundan kaçınılmaz
olarak insanın da çok karmaşık bir makina olduğu çı-
karsanır.
L a M ettrie’nin doktriniyle Toland’m ki arasında da
büjoik benzerlik vardır. Toland’ın, felsefî öğretisinin bü­
yük bir bölümünü içeren “ Letters to Serena” (Serena’ya
M ektuplar) 1704’de yayınlanmıştı. Bu nedenle La M ett­
rie ’n in onları okuyarak bazı düşünceler edinmiş olması
olasılığı vardır.
Tola n d ’ın öğretisinde ('^) en çok vurgulanan nokta
hareketin maddenin bir vasfı olduğudur. Bu inancını
m addenin değişim geçirebilmesi için özde ak tif olması
gerektiği, ('^) maddenin hareketsizliği (durgunluğu:
inertness) kavrayışının m utlak durgunluk (absolute
rest) kavrayışına dayandırıldığı, oysa bu mutlak dur­
gunluğun hiçbir yerde mevcut olm adığı (*’ ) temelinde
savunur. Hareket maddenin özünde olduğuna göre, To-
land, hareketin başlangıcını aramanın gereksiz olduğu­
na inanm aktadır. M addeyi hareketsiz (in ert) olarak gö­
renler, harekete yeterli (efficien t) bir neden bulmak
zorundaydılar; bunu yapabilm ek için de, doğanın tümü-

(1 3 ) Agy. I. K ıs. IV . B öl. Bkz. “İn s a n , B ir M a k in a ” ,


(1 4 ) Agy. I. K ıs. X I I . B öl.
(1 5 ) “L e tte rs to S e re n a ” ,V. s. 168.
(1 6 ) Agy. s.196.
(1 7 ) a g y . s. 203.
İn san , B ir M ak in a 91

nün canlandırılmış olduğunu savunuyorlardı. Oysa mad­


denin kendisi hareketli olduğu için, bu sözde canlılık
tamamen gereksizdir. (**) Burada L a M ettrie’ye benzer­
liğ i açıktır. La M ettrie de, benzer biçimde, maddenin
canlandınim ışlığı doktrinine ve her türlü dışsal-neden-
le-hareket inancına karşı çıkar. ( ‘^) Yine de. La Mettrie
hareketin belli bir başlangıcı olduğu varsayımına gerek
duymaktadır, (^) ve kavrayışı böylesine özgürce kullana­
bilmesine karşın, Tolan d’la hareketin doğasının biline­
bileceği konusunda aynı görüşü paylaşmaz. Hareketin
doğ8.smı bilmenin olanaksız olduğuna inanır oysa
Toland hareketin doğasmm kendinden-belli (aşikâr) ol­
duğunu savunmaktadır. (^)
Toland’la L a M ettrie arasındaki bir başka ajTilık
noktası da Tanrı doktrinlerindedir. Toland “ salt bir tin
veya maddesiz bir varlık” olan T an rı’nın sistemi için
gerekli olduğunu düşünürken (-^), La M ettrie T a n n ’nın
varlığına kuşkuyla yaklaşm akta ve maddesizlik ve tin­
selliğin kimsenin anlam adığı güzel sözcükler olduğunda
ısrar etmektedir.
Gerçekte, L a M ettrie ve Toland’m farklı ilgi ve
fark lı görüş açıları olduğu kabul edilmelidir. Toland
maddenin özsel doğasını keşfetmeye çalışırken, La
M ettrie’nin sorunu bedenle akıl (m ind) arasındaki özgül
ilişkinin bulunmasıdır. Bütün sistemini, bu ilişki üzeri­
ne kurar.

b. L a M ettrie’nin bir İn giliz Duyuracusuna, John


Locke’a (1632-1704) olan İlişldsi

Locke’un “Essay Conceniing Huıııan Undcrstan-


(1 8 ) A gy . s. 199.
(1 9 ) “R u h u n D o ğ a l T a r ih i”, V . B ö lü m , s. 94.
(2 0 ) “İn s a n , B ir M a k in a ”, ss. 66-67.
(21) A g y . s. 67.
(2 2 ) “Letters to S e r e n a ”, V . s. 227.
(2 3 ) A gy. s. 234.
92____________________________________________________ ____________________

ding” i (İnsan Anlayışı Üzerine Deneme) 1690’da yayın­


lanmış, ve Aydınlanm a’nın birçok kültürlü Fransız’ı g i­
bi La M ettrie de onun öğretisinden etkilenmişti. Lockc
ve La M ettrie arasındaki esas anlaşma, tüm fikirlerin
d u y u m la rd a n çıktığı yolundaki doktrinlerindedir. Her
ikisi de fikirlerin doğuştan olduğu inancına şiddetle
karşı çıkar (-’ ), ve en karmaşık, en soyut fikirlerim izin
dahi dujmmlar yoluyla edinildiğini öğretirler. Ancak La
M ettrie bu fikirleri inceleyerek nesnelerin duyumlanabi-
^ l e n pek çok niteliğinin — renkler, sesler, vb.— beynin
(aklın: mind) dışında varolm aldığı sonucuna varan
Locke’la(^^) bu noktada aynı görüşü paylaşmaz. Locke’
un ruhsal tözler (^*) doktrinini reddeder, ve Locke’-
un teist öğretisine karşı çıkarken, öte yandan Locke’un
“ düşünen varlığın da maddî olabileceği” (-') olasılığını
kabul edişini vurgular.

I I I — a. Fransız Duyumculan Etienne Bonnot de Con-


dillac (1715-1780) ve Claude Adrien Helvetius’
un (1715-1771) La Mnttrle’ye Olası Fakat K a ­
bullenilmemiş BenzeiJiği

Condillac’ın “ Traite des Sensations” u (Duyumlar


Üzerine) La M ettrie’nin “ Ruhun Doğal T a rih i” nden on
yıl kadar sonra yayınlandı; bu nedenle Condillac’ın bu
eseri okumuş ve ondan bazı fikirler edinmiş olması ola­
sıdır. Yine de Condillac La M ettrie’nin ne adından ne de
doktrininden hiç sözetmemektedir. Bu ihmal. La M ettrie’
nin eserlerinin kendisinden sonraki filozofların doktrin-

(2 4 ) John Locke, "E ssa y C on cern in g H u m a n U n d c rs ta n d in g ",


I. K ita p , II. K ita p , I. Bölüm .
(2 5 ) A gy. II. K ita p , 8. Bölüm .
(2 6 ) A gy. II. K ita p , 23. Bölü.m
(2 7 ) A gy. IV . K ita p . 10. Bölüm . L a M e ttrie ’n in L ocke Ö zeti için
Bkz. “A b re g e des System es” , Ocuvres,, II. Cilt;
insan , B ir M akin a 93

lerinin onunkilere benzerliğini gizlemek isteyecek derece­


de mahkûm edildiği biçiminde açıklanabilir. DuTumcu-
1ar öğretisinden ister etkilenmiş olsunlar, ister olm asın­
lar, öğretilerinde öylesine bir benzerlik vardır ki. La
M ettrie zamanının önde gelen Fransız m ateryalistlerin ­
den biri olarak görülebileceği gibi, önde gelen Fransız
duyumcularından biri olarak da görülebilir.
Condillac ve La M ettrie deneyin tüm b ilgilerin kay­
nağı olduğunda hem fikirdirler. Lange’m ön erdiği gi^
bi, (^*) La M ettrie’deki aklın im gelem den gelişmesi,
Condillac’a tüm yetilerin (faculties) ruhdan geliştiğ i­
ni düşündürmüş olabilir. La M ettrie aklın (reason) ken­
di fikirlerini düşünen (contem plating) duyarlı ruh/tin
olduğunu ve imgelemin bunun tüm rollerini üstlendi­
ğini söyler; Condillac da aynı düşünceyi geliştirir ve tin ’
in tüm yetilerinin duyumun uzantıları olduğunu ayrın ­
tılarıyla gösterir. (^)
La M ettrie de, Condilac da insanla daha aşağı h ay­
vanlar arasında bir uçurum olm adığına in an ırlar; an­
cak bu, iki filozofu bir anlaşmazlık noktasına vardırtır:
Condillac hayvanların salt makinalar olduğunu tüm üy­
le reddetmektedir; (^) insanın salt karmaşık bir m akina
olduğu öğretisine ise daha şiddetle karşı çıkm ası doğal­
dır! Nihayet, La M ettrie’nin aksine, Condillac T a n rı’
nın varlığına inanır. Sonuncu karşıtlık konusu, yine iki
yazarın teolojileriyle ilgilidir. La M ettrie dünyada (dün­
yanın varoluşunda, -ç.) bir amaç olduğunu kesinlikle
söyleyemeyeceğimiz konusunda ısrar ederken, Condillac
aklı/zekayı (intelligence) ayrımsayıp evrende izleyebi­
leceğim izi savunur. (^‘)

(28) F. A. L an ge, “H istory of M a te ria lis m ”, (M a t e r y a liz m in T a ­


r ih i), II. Cilt, II. B ö lü m .
(29) "T r a it e des sen sation s”, I. Bölüm .
(30) “TraitĞ des a n im a u x ” , I. B ölü m , s. 454.
(31) agy. V I. Bölüm , s. 577 ff.
94

La M ettrie ve Condillac gibi, Helvetius da aklın tüm


yetilerinin duyuma indirgenebileceğin! öğretir. La
M ettrie’nin aksine, aklı tinden belirgin çizgilerle ayırır
ve aklı tin ’in sonradan gelişmiş bir ürünü veya duyum-
lama yetisi olarak betimler. Bu düşünce L a M ettrie’
nin aklın duyumun bir değişim i (m odification) olduğu
yolundaki önerisinde de mevcut olabilir. Ancak Helveti­
us, La M ettrie’nin aksine, duyumun bedensel koşulların
bir sonucundan ibaret olduğunda açıklıkla karar kılmaz
ve duyumun ruhsal tözün bir değişimi olabileceğini de
kabullenir. (^) Üstelik, iklim ve besinin akıl üzerinde hiç
etkisi olmadığını ve anlayış üstünlüğünün beden ve or­
ganlarının gücüne bağlı olm adığını ileri sürer.
Etik doktrinlerinde La M ettrie ve Helvetius birbir­
lerine benzerler. İkisi de zevk (haz; pleasure) ve acıyı
insan davranışmın belirleyici m otifleri olarak görürler.
Tüm duygulanımların bedensel haz ve acının değişik bi­
çimlerinden (modifications) ibaret olduğunu ve bundan
dolayı da insanda tek eylem ilkesinin haz isteği ve acı
korkusu olduğunu ileri sürerler. (“ )

b. Fransız Materj^alisti Baron Hsiiırich Dietrich von


Holbach’ın (1723-1789) L a M ettrie’ye Benzerliği

Condillac ve Helvetius’un L a M ettrie’nin öğrettiği


duyumculuk’u vurgulayışları gibi, Holbach’ın kitabı da
L a M ettrie’nin çalışmalarında ortaya getirilen m aterya­
lizm in yinelenip geliştirilmesidir. Holbach’m öğretisi La
M ettrie’ninkine öylesine benzemektedir ki, bu benzer­
liğin bir rastlantı sonucu olması, imkansızdır.
L a M ettrie deneyi tek öğretmen olarak görmekte-

(32) “T reatise on M e n ”, II. K ısım , I. B ölüm , s. 96.


(3 3 ) A gy . II. K ısım , I I . Bölüm , s. 108.
(3 4 ) “Essays o n the M in d ”, I I . DeH em e, I. B ö lü m , s. 35.
(3 5 ) “T re a tise on M a n ”, X I I . B ö lü m , s. 161.
(3 6 ) A gy . IX . Bölüm , s. 146; V I I . B ölüm , s. 129.
insan, B ir M akina 95

dir. Holbach da aynı kanıdadır ve deneyin her konuda­


ki bilgim izin tek kaynağı olduğu konusunda iarar
eder.(^) Holbach, benzer biçimde insanın salt maddî
bir varlık olduğunu öğretir. Ne olursa olsun hiçbir ruh­
sal gerçekliğe inanmaz ve maddeyi dünyada tek töz ola­
rak kabul eder. La M ettrie’nin öğretisinin doğal bir so­
nucu olan bir düşüncenin de üstünde durur. La M ettrie
y iradenin (w ill) eylemini (etkisini) sınırlamış ve irade­
nin bedensel koşullara bağım lı olduğunda ısrar etmişti.
Holbach daha ileri gider ve tüm özgürlüğün bir aldat­
maca olduğunu ve insanın her eyleminde katı gereklilik
(necessity) tarafından kontrol edildiğini tekrar tekrar
açıklar. (^) Bu öğreti, insanın makina olduğu inancının
doğal bir sonucu gibi görünüyor,
Holbach’ın ateist teolojisi selefininkinden daha aşı­
rıdır, çünkü La Mettrie T a n n ’nm varolabileceğini kabul
ederken, Holbach bu olasılığa şiddetle karşı çıkmaktadır.
Üstelik, Holbach La M ettrie’nin kısmen ortaya getirdiği,
ateist bir doktrinin, insanlığın koşullarını düzelteceği
görüşünü savunmaktadır. Tanrı düşüncesinin aklın
ilerlemesini aksattığı ve doğal yasayı bozduğunda ısrar
eder. Holbach gerçekten de, burada tartışılanlar arasın­
da, evrenin kaderci (fatalist) ve ateist doktrinini açıkça
benimseyen tek filozoftur. Bu anlamda öğretisi Fransız
m ateryalizm inin doruğudur.

(37) “SystĞme de la n a tu re ” (D o ğ a ’n m S istem i), C. I, I. Böl., s. 6.


(3 8 ) A g y . I. Cilt, V I. B ölüm , s. 94.
(3 9 ) A g y . I I . Cilt, X V I . B ö lü m , s. 451 ve X X V I . B ö lü m , s. 485.
B kz. “İn sa n , B ir M a k in a ” , ss. 52-53.
96

www.felsefegrubu.gazi.edu.tr

www.m srptasarim .com


NO TLARO

B Ü Y Ü K F R E D E R IC K ’İN Y A Z IS I Ü ZE R İN E N O T

B u çeviri “ O eu vres de Frâderick I I , R o i d e P ru sse, P u bliees


d u v iv a n t de l ’A u te u r” (B e rlin , 1789) (P r u s y a K r a lı I I . F r e d e - .
r ic k ’in, y a şa rk e n y a y ın la n a n E se rle ri) n in ü ç ü n c ü .cildinin 159
vd. s a y fa s ın d a n yapılm ıştır.
L a M e ttrie sa p k ın “İn sa n , B îr M a k in a ” ö ğretisi n ed en iyle H o l­
l a n d a ’d a n - sü rü ld ü ğ ü n d e Büyük F re d e ric k ’i n s a ra y ın d a konuk
edildi. Y a z ı, L a M e ttrie ’nin, F red erick ’in girişim iy le k a b u l e d il­
d iğ i B e rlin A k a d e m isi’n in .bir açık to p la n tısın d a K r a l’ın se k re ­
te ri D a r g e t t a r a fın d a n okundu.
D ik k a tli okur, F red erick ’in a ritm e tiğ in in h a t a lı olduğunu,-,
ve L a M e ttrie ’n in kırküç d eğil de k ırk b ir y a ş ın d a ö ld ü ğ ü n ü f a r -
kedecektir.
Y a z ı belk i b irk a ç n ok tada a ç ık la m a gerektirecektir, C o u -
tan ces, C a e n g ib i b ir N o rm a n d iy a (N o rm 'a n ) k a sa b a sıd ır. St.
M alo" B r it a n n y ’de, h em en sın ır üzerin dedir. L a M e ttrie ask erli­
ğ in i F ra n sız la rla , M a r ia T h e re sa ’y a k a rşı S ilezy a s a v a ş la n n d a
yap tı. D e ttin g e n m u h arebesi B a v y e ra ’d a old u v e İn g iliz I I . G e -
o r g e ’un M a r ia T h e re s a ’y a yardım ıyla, A v u s tu ry a lIla rın zaferly^
le son u çlan d ı. H o lla n d a ’d a Fontehoy m u h a re b e s i F ra n sız la rın
b u sav a şta k i tek zaferiydi.
L a M e ttrie ’n in yaşam ın ı a n la ta n d iğ e r eserler ;

(1 ) İn s a n , B ir M a k in a ’d a n y a p ıla n a lın tıla r, k ita b ın T ürkçe


'ç e v iris in d e n alın m ıştır, (ç .n .) -
98 - _____________________________ _____________ _________

J. AssĞzat, In tro d ü c tio n to “L ’H om m e M a c h in e ” ,. P aris. 1865.


F . A . La-nge, H isto ry o f M aterialism .
P h . D a m iro n , H isto ire de la P h ilosop h ie du d ix -h u itie m e
siecle, .Paris, 1858.
N . Q u6pat, La P h ilo so p h ie m atĞrialiste au X V IIIe siecle.
E s s a i s ü r L a M ettrie, sa vie et. ses peuvres, P a ris, 1873.

İN S A N , B İR M A K İ N A ’N I N NOTLARI
< •

(1 ) “ M a d d e n in dü şü n m e yetisiyle d o n an m ış o la b ile c e ğ in i...”


L a M e ttrie b u sözcüklerin k u lla n ım ın d a n k aç ın a ra k , “bu
kaygan zem in d en s a k ın m a y a ” ç alışıy o rsa • da, y ap ıtı bo-
•3a ın c a d u y u m la n h , b ilin c in v e 'b iz z a t ru h / tin ’in m ad d e ve
h a r e k e t in değişik b iç im le ri (m o d ifik a s y o n la rı) olduğunu
söylem ek tedir. M a d d e n in d üşün m e yetisiyle d o n a n m ış ol­
m a s ı ih tim a li, “L ’H o m m e M a c lıin e ”in b asım cısı E lie L u -
z a c ’ın “L ’h o m m e p lu s q u e m a c h in e ” a d lı y a p ıtın d a re d d e ­
d ilm ek ted ir. B u y a p ıtta “L ’h om m e m a c h in e ”in v a rd ığ ı so­
n u ç la r ın y a n lış lığ ın ı k a n ıtla m a y a ça lışm a k ta d ır. ‘‘M a d -,
d e n in , harelcetin, ilişk ilerin , fa a liy e tin (a c t iv it y ), uzam ın
(€ x te n s io h ) d u rağan (i n e r t ) d u ru m u fik rin d e n hareketle,
m a d d e n in d ü şü n m e yetisin e sah ip o la m a y a c a ğ ım b ö y le c e ’
k a n ıtla d ık ... K jsa c a sı, e ğ e r m a d d i b ir tözden d u y u m la rı­
m ız la bilebileceğim iz ve, y u k a rıd a sözünü ettiğim iz n itelik ­
le r le d o n a n m ış o ,m addeyi an lıyorsak, diyorum , ru h -tin
m a d d î o la m a z : m a d d i-o lm a y a n ‘(im m a t e r ia l) olm alıd ır, ve
a y n ı n ed en le, T a n n m addeye d ü şü n m e yetisi verem ezdi
ç ü n k ü 'O . çelişk iler y a ra tm a z ” der. (1)
(2 ) “ D o ğ a s ı bizce h iç b ilin m e y e n b ir v a r lık n a s ıl t a n ım la n a b i­
lir?^’ L a M e trie b u savı r u h -t in ’e in a n m a y a k a rş ı ku llan ır,
a n c a k 'd a h a , s o n ra “h a re k e tin d o ğ a sın ın da. m a d d e n in d o ­
ğ a s ı g ib i-k a d a r bizce m e ç h u l” o ld u ğu n u k a b u l eder. O za ­
m a n n e d e n m a d d e n in v a rlığ ın d a n k uşku du ym ak sızın ru h /
Xt i n ’in k in d e n k u şk u d u y m a k gerek tiğin i a n la m a k zorlaşır.
L o c k e b u n o k ta y ı pek iy i belirtm ek tedir. “D u y u m larım ızın
b iz e y a ln ızc a ın a d d i şey leri gö sterd iğin i dü şü n m eye y a t-
kınhğım ız,^ d ü ş t o m e isteğim izd en ile ri gelm ektedir. H er
d u y u m la m a eylem i, İyice in celen d iğin d e, d o ğ a n ın h e r i ü

(1) “M a n M o re t h a n a M a c h in e ,” (M a k in a n ın ö te s in d e İ n ­
s a n ), ss^ 10, 12.
İn san , B ir M a k in a 99

y a n ın ı d a eşit biç im d e g ö ste rir; b e d e n se l o la n ı da, tin sel


o la n ı d a .” (2) “B u m a d d î-o lm a y a n tin n osyon u, için d e a ç ık ­
la n m a s ı k o la y o lm a y a n g ü ç lü k le r ta ş ıy o rs a da, bu, böylesi
tin le rin v a r lığ ın ı in k â r etm ek y a d a b u n d a n ' kuşku d u y ­
m a k iç in b ir n e d e n olam az, tıp k ı b e d e n (c is im ) n o sy o n u ­
n u n t a r a fım ız d a n a ç ık la n m a y ı ço k güç, h a t t a im k â n sız kı -
la c a k 'k i m i g ü ç lü k le rle , d olu o lm a sın ın , b e d e n (c is im )in
v a r lığ ın ı in k â r etm eye, v e y a o n d a n k u şk u d u y m a y a 'n e d e n
o la m a y a c a ğ ı gübi.” (^)
(3 ) “ SpĞ ctacle de l a N a t u r e ’ü n y a z a rı,” N o e l A n to in e P İu ch e
(1688-1761) K a d e r i b ir y a za rd ı. L a o n K o le ji ’n in y ö n etici-
siyk en , “U n ig e n it u s ” (b u ll) u d estek lem ey i re d d e ttiğ i için
b ü m e v k id e n u z a k la ş tırıld ı.. B u n u n ü ze rin e R o llin onu o ğ ­
lu n u e ğ itm e k ü zere N o r m a n d y y ö n eticisi G a s v ille ’e tavsiye
etti. P İu c h e . s o n u n d a ' P i r i s ’e y erleşti. Tem el eserleri:
“ S p e c ta c le de la N a t u r e ” (D o ğ a n ın G ö rü n tü s ü : P aris,
1739), “M e c a n iq u e des la n g u e s et l ’a r t d e les e n şe ig n e r”
p i l l e r i n M e k a n iğ i ve O n la r ı ö ğ r e t m e S a n a t ı: P a ris, 1751),
“H a r m o n ie des Psaum es et de l ’E v a n g ile ” (M e z a m irle rin
ve I n c i l’in U y u m u : P a ris , 1764), “ C o n c o rd e de la g e o g ra p -
h ie d es d iffĞ re n ts ages” (Ç e ş itli Ç a ğ la r d a C k)ğrafyan ın
U y u m u : P a ris, 1765).( ‘‘) • -
L a M e t t r ie “E ssa is s u r l ’Ğsprit et les b e a u x 6 sprits” (T i n ve
ve G ü z e l S a n a t la r ü zerin e D e n e m e le r ) de P lu c h e ’ü şöyle
b e tim liy o r: “Z e v k ve z e k a d a n yoksun , R o llin ’in k örü k ö rü ­
n e izleyicisid ir. Y ü z e y se l b ir a d a m d ır, d iy a lo g la rın d a şura:-
ya bu ray a d a ğ ılm ış k u ru k ü çü k ö zd ey işlerin d e b a y a t ve
y o ru c u b ir tak litçisi o ld u ğ u B a y R e a u m u r ’u n y a p ıtla rın a
İh tiy a c ı v a rd ır. R o llin ’in y a p ıt la n ve “S p e c ta c le de la N a ­
t u r e ” le b irb irle rin in ta lih in i h a z ır la d ıla r . G a ç o n P e rs o h ’a,
P e r s o n G a ç o n ’a, h a lk d a ikisine ö v g ü le r y a ğ d ırd ı.” (S)
B u L a M e ttrie alın tısı, A ssâ z a t’ın “S in g u la rite s p h y sio lo g i-
qu es” (F iz y o lo jik T u h a flık la r : 1865) d izisin in ik in ci cild i

(2) L o c k e ’u n “E ssa y C o n c e rn ln g H um an U n d e r s t a n d in g ”
(t n s a n A n la y ış ı Ü z e rin e D e n e m e ) I I . K it a p , X X I I I . B ö ­
lü m , 15. p a r a g r a f.
(^ ) A g y . 31. p a r a g r a f.
(■*) L a G r a n d e E ncyclopĞ die’d e n özetlen erek çevrilm iştir.
26. cU t.
(5) A s s e z a t ’ın “tn sa n . B i r M a k in a " d a k i b ir n o tu n d a n çev­
rilm iş tir. ' \
100_____________________ ■___________________

o la ra k y a y ın la n a n L a M e ttrie ’n in “İn s a n , B ir M a k in a ”s m -
d a y er alm ak tadır. A ssâzat b ir F ra n s ız yayın cısı ve y a z a rıy ­
dı. B ir z a m a n la r A n tro p o lo ji D e m e ğ i ’n in S ek reteri olm uş,
“L a R evu e N a tio n a le ”, “L a R e v u e de P a r is ”, ve “L a P e n -
s e e ' N ou velIe”in y a y ın la n ış ın d a d iğ e r y a z a rla rla b irlik te
çalışm ıştı. “İn sa n , B ir M akin a.”y a ek led iği n otlar, fizy o lo jik
k o n u la rd a d erin b ilg i sa h ib i o ld u ğ u n u gösterm ek tedir. D i-
d e ro t’n u n bütiün eserlerini y a y ın la m a y ı d ü şü n ü y o rd u , a m a ’
b u kon u dak i a ş ın çalışm ası s a ğ lığ ım e t k ile d i'v e eseri ^ta­
m a m la y a m a d ı. («)
(4 ) T o ric e lli 1608-1647 y ılla rı a r a s ın d a y aşam ış .b ir fizik çi ve
m atem atikçiydi. G a lile o ’n u n -ö ğ re n c is iy d i ve o n u n ö lü m ü n -
^ d en önce üç ay o n u n sır k a tib i (a m e n u e n s is ) o la ra k ç a lış-
* tı. S o n ra F loreh tin e A k a d e m is i’ne b ü y ü k d ük m ate m a tik ç i
ve m atem atik p ro fesörü o la ra k a ta n d ı. 1643’de en ü n lü b u ­
lu şu n u gerçekleştirdi. K a p a lı b ir tü p te bir sıv ın ın erişece­
ği yüksekliğin, sıvın ın özgül, çek im gü cü n e (g r a v it y ) b a ğ lı
o ld u ğ u n u b u ld u ve b u ra d a n a tm o s fe r b a sın c ın ın sıv ı k ü t­
lesini. etkilediği son u cu n a v a rd ı. B u buluşu, c a h ilc e fu g a
v a c u i düşüncesini ç ü r ü t t ü 'v e cıv a b a ro m e tre sin in te m e l-
le n d irild iğ i ü k ey i ortay a çık arttı. C ıv a term om etresin e
u z u n süre “T o ricelli tü b ü ” a d ı v e rild i; b a ro m e tre n in i ç i n -
deki boşluk h a le n “T o ricelli b o ş lu ğ u ” a d ın ı a lır.(7 )
(5 ) “B u k o n u d a k on u şm a h a k k ın a y a ln ız c a ta b ip le r s a h ip tir.”
' L u z a c şöyle diyor: “T in in m a d d e s e lliğ i-k a n rtla h s a y d ı, (o
zam an) onurt h a k k m d a k i b ilg in in d o ğa fe lse fe sin in bir
nesn esi o la c a ğ ı doğru du r. V e biz a z b ir ak ıl k alın tısıy la,
b u bilim d e n ç ık a rsa n m a y a n t ü m ak si sa v la rı r e d d e d e b ilir­
dik. A n c a k tin m a d d î değiise, d o ğ a s ın ın , a ra ş tırılm a s ı do­
ğ a felsefesin e değil, m e tafizik çi a d ı verilen ve o n u n y e ti-,
le rin i a r a ş tıra n la ra aittir. (S) -
(6 ) “ İn s a n ... b ir m a k in a d ır.” B u , k ita b ın a d ın ın d a g ö sterd iği
g ib i eserin m erkezî d o k trin i o l a n 'b u teorin in ilk a çık i f a ­
desidir. D escartes in sa n ı m a k in a o la ra k k a v r a m a o la s ılığ ı-'
n ı şiddetle reddetm işti. “S özcük k a lıp la n n ı, ye h a t t a dış
n e sn e le rin o r g a n la rın d a d e ğ işik lik y a p a n etk ilerin e u y g u n

(6) L a G ra n d e Encyclopfedie, 4. pU tten özetlenerek ç e v ril­


m iştir. . ■- : ' , ■
(J ) E n cyclop ed ia B ritâ n n ic a , 9. b a s ım Ş Q II. C ilt ’d en
özetlenm iştir. T ü m a h n t ıla r b u b a sım ın d a n d ır.
(« ) “M a n M o re t h a n a M a c h in e ,” s. 5.
- İn san , B ir M ak in a - JOl

. d ü şen leri söyleyebilecek t a rz d a y a p ılm ış b ir m a k in a y ı k o ­


la y lık la d ü şîeyebiliriz... a n c a k en düşük ze k a d ü z e y in d e bir
in s a n ın y ap tığı gib i, k e n d i v a r lığ ın d a sö y le n e ıjle re u y g u n '
y a n ıtla rı verebilecek olan ı, a s la .” (5)
(7 ) “ O z a m a n den ey b a sto n u n u e lim iM a la lım ” . L a M e ttrie
b ilg in in den eyden d o ğ m a sı g e re k tiğ i in a n c ın ı t e k r a r te k ­
r a r v u rgu lar. Ü ste lik bu d en ey i d u y u m sa l d e n e y le s ın ır la r
ve “L ’histoire h a tu re lle d e l ’â m e ” (R u h u n D o ğ a l T a r i h i ) !
. şöyle b itirir: “D u y u m o lm a d a n fik ir o lm az. D u y u m n e k a -
d a r 'a z s a , fikir, de o k a d a r azdır. .D u y u m la m a o lm a z sa , fik ir
de olm az. B u ilk eler, bu y a p ıtın çü rü tü lm e z te m e lin i o lu ş­
tu ra n gözlem ve d e n e y le r in ' z o ru n lu s o n u ç la rıd ır.”
B u doktrin , “n e im g e le m g ü c ü m ü zü n n e de d u y u m la n m ı-
zm an lay ışım ız d ey rey e girm ed ik çe bize h iç b ir şeyi b ijd i-
rem eyeceği” (*o) n d e ıs ra r ed en D e sc a rte s’ın ö ğ re tis in e zıt­
tır. 'D ahası, D escartes d u y u m la rın y a n ıltıc ı o ld u ğ u n a ve,
fe lse fe için id e a l yön tem in , m a te m a tiğ in k in e te k a b ü l eden
b ir yöntem o ld u ğ u n a in a n ır. (>0 C o n d illa c ve H o lb a c h
La M e ttrie ’n in g ö rü şü n ü p a y la ş ırla r. B ö y le lik le , C o n d illa c
in s a n ın kendi d u y u m la rın ı k u lla n a r a k n e o lm u ş s a o n d a n
fa z la sı o lm a d ığ ın ı ö ğretir.(i^) H o lb a c h ise d e r k i: “D e n e y i
terkettiğim iz a n d a , im gelem g ü c ü m ü zü n bizi y o ld a n ç ık a r ­
d ığı b ir b oşlu ğa düşeriz. (*3) _
(8 ) “G a le n (G a le n u s ) C la u d iu s (y a k l. 130-210). T a n ın m ış b ir
Yunan doktor ve filozofu. JMisya’da, B e r g a m a ’d a doğdu,
fe lse fe n in P la to n ve , A risto sistem lerin i in celed i. S a t y r u s ’
d a n an ato m i ö ğren d i. G e n ç liğ in d e e ğ itim in i y e tk in le ş tir­
m ek için çok gezdi. 165 y ılla rın d a R o m a ’y a ta ş ın d ı ve. o p e ­
ra tö r ve pratisyen h ek im o la ra k çok ü n k a z a n d ı; M a rc u s
A u re liu s’un aile dok toru oldu. B e r g a m a ’y a döndü fa k a t
bundan sonra Ron;ıa’y a üÇ d ö rt kez daha g itm iş o lm ası
olasıdır. Felsefe, m a n tık ve tıp a la n ın d a yazdı'. Y a p ı t l a ­
r ın d a n çoğu, k ay bo lm u ştu r. O n ü ç yıl b o y u n c a tıp o to ri-

( ’ ) “D isçourse on M e th o d ,” (Y ö n t e m Ü z e rin e S ö y le v ), V .
K ısım .. ' •
(>o) agy. IV . K ısım !
(" ) “M ed itatio n s,” 11.
(>^) "T ra ite des S e h sa tio n s,” (D u y u m la r Ü z e rin e İr d e le m e ),
IV . K ısım , .IX . B ölü m , 5. p a r a g r a f.
(•3) “System e de la n a tu re ” (D o ğ a n ın S is te m i), I. cilt, I.
Bölüm . . . ' -
102 _____________________ ______________ ;

te le rin d e n b iriy d i, m a ıitık ve felsfefeye h iz m e tle ri de b ü ­


y ü k tü r.” ( » )
(9 ) " L ’h istoire de l ’â m e ” m y a z a rı, L a M e t t r ie ’n in k en disidir.
(1 0 ) H ip p ö c ra te s sık sık “t ıb b ın b a b a s ı” o la r a k a n ılır. M . ö .
460 y ılın d a C o s ’d a d o ğd u . B a b a s ı H e ra c lid e s ve S e ly m b ria ’
İl H e ro d lc u s ’d a n tıp, G o r g ia s ve D e m o c ritu s ’d a n d a felsefe
ö ğ re n d i. T ıb b ı d in ve fe ls e fe d e n ilk a y ır a n o o lm u ştu r. S a lt
d o ğ a l - y a s a la rc a y ö n e tiliy o rla rm ış ç a s ın a , h a s t a lık la r a he­
k im le rin b a k m a s ı g e re k tiğ in d e ıs ra r etti. Y u n a n lıla r ın ö lü ­
lere s a y g ısı v a rd ı, b ü n e d e n le H ip p ö c ra te s in s a n be d e n in i
teşri etm iş o la m a z ; bundan d o la y ı d a y a p ıs ı h a k k ın d a k i
b ilg isi s ın ırlıy d ı; a n c a k c a n lı b ir b e d e n in k o ş u lla rın d a ye­
ten ek li ve k esk in b ir gö zlem ci o ld u ğ u a n la ş ılıy o r. T ıp ü ze-
rih e b ir k a ç eser y azd ı, b u n la r d a n b ir in d e d e k a m u s a ğ lı­
ğ ın ın d a y a n d ır ılm a s ı g e re k e n tem el ilk e le ri gösterdi. Y a ­
ş a m ın ın a y r ın t ıla r ı g e le n e k le rc e g iz le n m iştir, ancak Yu­
n a n lıla r ın o n a büyük sa y g ı d u ydu ğu b ilin m e k te d ir, (is)
(1 1 ) “B u ö z s u la rın d e ğ işili a lm a ş ık la n ...” B u n u D e s c a rte s ’m in ­
s a n la r a r a s ın d a k i fairkın, b e y n in o lu şu m ve d u ru m u n d a n
ileri geld iği, bunun d a h a y v a n r u h / t in le r in in eylem in de
b ir fa r k lılığ a n e d e n o ld u ğ u y o lu n d a k i ö n e risiy le k a rş ıla ş ­
tır ın .(i* )
(1 2 ) “ B u ila ç tıp k ı ş a r a b ın ve k a h v e n in , h e r b ir in in k e n d i tarz
ve ö lç ü sü n d e y a p t ığ ı g ib i, in s a n ı ç e şitli ö lçü ve şek illerde
sa rh o ş e d e r.” D e sc a rte s da ş a r a b ın e tk is in d e n sözeder.
“Ş a r a b ın b u h a rı, ç a b u c a k 'k a n a k a r ış a r a k k a lp te n beyin e
. gid er, b u r a d a ru h / tin ’e (s p ir it i d ö n ü ş ü r, ve h e r zam an­
k in d e n d a h a g ü ç lü ve b o l o lu n c a b e d e n i g a r ip ta rz la rd a
h a re k e t e ttire b ilir.” (>^)
(1 3 ) P o p e ’d a n y a p ıla n a lın tı 1731 ile 1735'de y a y ın la n a n “M o ­
r a l E ssa y s” (A h la k Ü z e rin e D e n e m e le r )'d e n d ir . I. B ölü m ,
- I, 69. , • - •.
(1 4 ) J ean B a p t is t a V a n H e m o n t (1578-1644). F la m a n y a ’lı d o k ­
to r ve kim yacıydı.. K im y a d a d e n g e n in g e re k liliğ in i g ö s te r-

V * ) B a ld w i n ’in D ic tio n a ry o f P lıilo s o p h y a n d P s y c h o lo g y ’


s in d e n a lın m ıştır. I.' cilt.
(15) E n c y c lo p a e d ia B r it a n n ic a ’m n X I. C ild in d e n özetlen ­
m iştir.
(>^) “L e s p a ssio n s de l ’â m e ” (R u h u n İ h t i r a s la r ı ), I. K isım ,
X V ve X X X I V . m a d d e le r. ■
(*^) ag y . I. K ısım , 15. m a d d e .
İnsan, Bir M akina 103

m esi ve “g a z ” sözcüğünü ilk k u lla n a n la rd a n b ir i o lm asıy ­


la ta n ın ır. E s e r le r i' “O rtu s M ed icin ae,” a d ı a ltın d a , 1648‘
. de y a y ın la n d ı. (>?)
(15) “L e ttre s suı> la ph y sio gn o m ie” (F izy o n o m i ü zerin e M e k ­
t u p l a r )’n in y azarı Jacques P e rn e ty vey a P e rn e tti’d ir. C h a -
z e Û e -s u r-L y o n ’d a doğdu, L y o n s’d a b irk a ç y ıl d in a d a m lığ ı
y a p tı ve 1777’de b u ra d a öldü. (*’ )
(16) B o e rh a a v e . bkz. 78. not.
(17). P ie rre Lo u is M o re a u de M au p ertu is (1698-1759).. F ra n sız
, . m atem atik çi, astron om ve filozofu. K a rte z y e n le re k arşı
N e w t o n ’u n teorisini destekledi. 1740’d a B e r lin A k a d e m isi’
n in B aşkanı oldu. X V . 'Louis’n in b ir -b o y la m derecesini
ölçm ek üzere L a p o n y a ’y a gö n d e rd iğ i a ra ş tırm a h ey etin in
b a ş ın d a yer aldı. V o lta ire “D ia trib e du D o c te u r A k a k ia ”da
M a u p e rtu is ’i hicvetm işti. (^o)
(18) Y u k a r ıd a k i gerçekleri Lu zac şöylece to p a rla r: “İ ş t e pek
çok gerçek. A m a neyi k an ıtlıyorlar? Y a ln ız c a ru h / tin ’in
y e tile rin in beden le o ran tılı o la ra k yü k seldiğin i, b ü y ü d ü ğ ü ­
n ü ve g ü ç le n d iğ in i; ve yine b ed en le o ra n tılı o la ra k gü ç ­
ten d ü ştü ğ ü n ü ...A n c a k tüm b u k o şu llard an , d ü şü n m e ye­
tis in in m a d d e n in , b ir v a sfı olduğu, h erşey in m a k in a m ızın
y a p ılış ta rz ın a b a ğ lı olduğu, ve ru h / tin ’in y e tile rin in bir
h a y v a n y aşam ı ilkesinden, do ğu ştan b ir ısı/k ızışm a veya
k u vvetten , b e d e n in e n iyi b ö lü m le ri’n in z a ra r g ö re b ilirli-
ğ in d en , o n u n içine yayılm ış yüksek b ir eteirsi (etherial)^
m a d d e d e n , ya da, tek sözcükle, b u n la rın t ü m ü n d e n . d o ğ ­
duğu sonucu çıkartila'm az.” (^i)
X19) “R u h / tin ’in çeşitli d u ru m la rıy la bed en in k iler a r a s ın d a d a i­
m a b ir b a ğ la n t ı v a r d ır ." B u görüş, “ru h / tin tü m ü y le b e ­
d e n d e n b ağım sız b ir d o ğay a sah ip tir.” ( ^ ) d iy e n D e s c a r-
tes’ın öğretisiyle t a b a n ta b a n a zıtdır. Y in e de, D escartes
ik isi a ra s ın d a y ak ın b ir b a ğ o ld u ğu n u d a b e lirtir: “A k ılcı
R u h / T in ... h içb ir biçim de m a d d e n in g ü c ü n d e n gelişm ez.,,
a ç ık ç a y a ra tılm a s ı gerek ir; ve belki o r g a n la r ın ı k ım ıld a t­
ma d ışın d a, k a p ta n ın gem iye yerleştirilm esi gibi, İn sa n

('* ) C e n tu ry D ic tio n a ry ’den özetlenm iştir. IX . cilt.


(>’ ) L a G ra n d e E n cyclopedie’d e n özetlenerek çevrilm iştir.
26. cilt.
(20) C e n tu ry D ic tio n a ry ’den özetlenm iştir. I X ! cilt.
(21) “M a n M o re th a n a M a c h in e ”, s. 23.
( 22) • “D iscourse on M eth od ,” V , son p a r a g r a f.
104 __________ . - __________

b e d e n in e yerleştirilm esi yetm ez, fa k a t... bizim kilere b e n ­


zeyen d u y u m ve işta h la rı (a p p e tite s ) o la b ilm e s i'v e böyle­
lik le gerçek b ir in san ı o lu ştu ra b ilm e si için, bed en le d a h a
sıkıca birleşm esi g e rek lid ir.” (D isc o u rse on M eth öd , V .)
H o lb a c h , dah a- so n ra d a n La M e ttrie ’n in ıs ra rla üstünde
d u rd u ğ u beden le ru h /tin a ra s ın d a k i bu y a k ın b a ğ la n tıy ı
v u rg u la r. “E ğ e r ö n y a rg ıla rd a n a rın m ış o larak ruhum uzu,
v e y a içim izde etkiyen h a re k e t (e t m e ) ilkesini görm ek is­
tersek, o n u n beden im izin b ir p a rç a s ı oldu ğu n u , so y u tlam a'
d ışında, b ed en d en ay ırd ed ilem eyeceğin i, d o ğası ve özel ö r­
g ü tle n işi d o la y ısıy la yetkin o ld u ğ u işlev veya yetilere iliş­
k ili o la ra k d ü şün ülm üş b e d e n in ta kendisi o ld u ğ u n u gö-
recegiz. B u ru h /tin in b ed en le a y n ı d eğişim leri • geçirm eye
z o ru n lu oldu ğu n u , bedenle b irlik te bü y ü y ü p g eliştiğin i gö­
re c e ğ iz ... N ih ay et, kim i d ö n e m le rd e b e lirg in za a f, h a s ta ­
lık ve ö lü m . işaretleri g ö ste rd iğ in i ta n ım a m a zlık edem eye­
ceğiz.”- (23) ■ .
(20) “P e y ro n ie (F ra n ç o is G ig o t de l a ) , F ra n sız cerrahı. 15 O cak
l€78’de M o n tp e llie r’de d o ğ u p 25 N is a n 1747’de öldü. M o n t -
p e llie r’d ek i S a in t-E lo i H a s ta n e s i’n d e cerrah lık , F a k ü lte ’de
a n a to m i d a lın d a öğretim ü y e liğ i y a p tı; 1704’de O r d u ’ya
k atıld ı. 1717’de X V . L o u is’n in b a şc e rra h ı, 173l’de K r a liç e ’
ftin s a ra y ın d a vekilharç, 1735’de K r a l ’ın doktoru, 1736’da
K f a l ’ın b a şc e rra h ı ve K r a llık ’d a k i c e rra h la rın b a şı oldu. L a
P e y ro n ie ’ıiin en büyük y a r a r ı P a r is ’deki C e rra h lık .A k a d e -
m is i’n i k u rm u ş olm ası .ve F r a n s a ’d ak i cerrah lık ve c e rra h ­
la r a özel k o ru m a h ak k ı k a z a n d ırm ış olm asıdır. A z y azm ış­
tır.” (^<)
(2 1 ) “W illis , T h o m a s .(1621-1675); İ n g iliz doktoru, 27 O cak
1621’d e W ilt s h ir e ’d a G r e a t B e d w in ’de doğdu. O x f o r d ’d ak i
■İ s a K ilis e s i’n de eğitim g ö rd ü ve ken t K r a l için, ga rn izo n a
d ö n ü ştü rü ld ü ğ ü n d e , K r a lc ıla r ’m y a n ın d a s ila h a sarıld ı.
1,646’d a tıp d ip lo m asın ı a ld ı ve g a rn iz o n teslim o ld u k ta n
s o n ra m esleğin i ic ra etm eye b a şla d ı. 166Ö’da, R esto rasy o n ’
d a n b ir süre sonra, ih r a ç e d ile n D o k to r Joshua C ro ss’u n
y e rin e S e d le ia n D o ğ a F elsefesi P ro fe s ö rü oldu ve yin e a y ­
n ı yıl, tıp doktoru derecesin i a ld ı... K ra liy e t K u r u m u ’n u n
ilk ü y e le rin d e n biriydi, 1664’d e K r a liy e t T ıp K o le ji’nde
Onur Ü y e liğ i’n e seçildi. .1666’d â ... G a n te rb u rry B a şp isk o -

(23) “S y stem e de la n a tü re ,” I. cilt, V I I . B ölüm .


L a G r a n d e fin cyclopedie’d e n çevrilm iştir. 26. cilt. .
insan. B ir M akina ■ ' ~ 105

po su D r. Sheldon’ u n ça ğ rısıy la W e stm in ste r’a ta ş ın d ı... 11


K a s ım 1675’de St. M a r t in ’de öldü ve W e s tm in s te r M a n a s -
tır ı’n d a gö m ü ld ü .” ( ^ )
(2 2 ) “F o n te n e lle , B e rn a rd le B o vier de. 11 Ş u b a t 1657’de F r a n ­
s a ’n ın R o u e n k en tin d e doğdu;- 9 O c a k 1757’de P a r is ’de ö l­
dü. F ra n s ız avukat, füozof, şair ve y a z a n . A n n e t a r a fın ­
d a n C o m ei'lle’in yeğeniydi, ve ‘Pre'cieux’ü n s p n u n c u la rın -
d a n b iri y a d a önceleri a la y la k a rş ıla n a n Ş ö v a ly e lik ’le e d e - •
b iy a tın y en i b ir k a rışım ın ın mucidiydi..’ (S a in t s b u r y ). b a ş ­
lıc a eserleri ‘Poesies P a sto ra le s’ (P a s to ra l Ş iirle r: 1688),
‘D ia lo g u e des M o rts’ (ö lü le r D iy a lo g u : 1683), ‘E n tretien s
s u r la P lu ra lite des M o n d e s’ (D ü n y a la r ın Ç o k lu ğ u Ü z e r i­
n e K o n u ş m a la r : 1686), ‘H istoire des O ra c İe s’ (V a h iy le r
T a r ih i: 1687), ‘E loges des AcadĞ m iciens’ (A k a d e m isy e n le re
Ö v g ü le r: 1690-1740.’da y a p tığ ı k o n u ş m a la r )’d ır.” (26)
(2 3 ) “K ıs a c a s ı b u h a y v a n a b ir tek kelim e d a h i ö ğretm ek o la ­
n a k sız m ıd ır? H iç san m ıyoru m .” H a e c k e l’in in s a n ın ko­
n u ş m a s ıy la m ay m u n u n k i a ra sın d a k i ilişki üzeçine söyle­
d ik le rin i b u n u n la kıyaslayın. “M a y m u n la rın k o n u şm ası­
n ın , fiz y o lo jik k ıy a sla m a d a heceli in san k o n u şm asın ın bir
a şa m a sı g ib i görülm esi, özellikle ilgin çtir. Y a ş a y a n m a y ­
m u n la r a ra s ın d a b ir H in t tü rü v a rd ır ki, m ü zik a ld ir;
h y lo b a te s syn dactylu s yetkin b ir arm on iyle y a rım n o ta la r­
la b ir b ü tü n oktavı söyleyebilm ektedir. T a r a fs ız h iç b ir f i ­
lo lo g a rtık ' gelişkin rasyon el dilim izin y a v a şç a ve tedrici
o la ra k P lio c e n e D e v ri sim ian * ata la rım ız ın y etk in o lm a ­
y a n d ilin d e n geliştiğin i k abu ld e d u ra k sa y a m a z.”
(2 4 ) Johann C o h ra d Am m an. 1669’d a İsv iç re ’de S c h a ffh a u -
s e n ’de doğd u . E ğ itim in i B a se l’de . ta m a m la d ık ta n sonra,
A m s te rd a m ’da tıp a la n ın d a çalışm ay a b aşlad ı. D ik k atin i
• •_ s a ğ ır-d ils iz le rin eğitim i üstünde y o ğu n laştırd ı. D ik k a tle ­
rin i d u d a k la rın ın , d ilin in ve g ırtla ğ ın ın k o n u şm a sıra sın ­
d a k i h a re k e tle rin e çek ip on ları b u h arek etleri tak lid için
.ik n a etm eye çahştı. B u yolla n ih ay et hece ve sözcükleri
ta k lid ed erek kon u şm ayı öğren diler. “S u rd u s L o q u e n s ” ve

( “ ) E n c y c lo p a e d ia B rita m iic a ’d a n alın m ıştır. X X I V . cilt.


(*6) C e n tü ry D ic tio n a ry ’den alınm ıştır. IX . cilt.
( P ) E. H aeckel, “T h e R id d le o f the U n iv e rs e ” (E v re n in .
B ilm e c e s i), I I I . Bölüm .
* s im ia n : kim i an tro p o lo glarca h a le n in sa n ın atası o ld u ­
ğ u ön e sü rü len b ir m aym u n su türü. ç.n.
106

“D issertatio de L o q u e la ” a d lı y a p ıtla rın d a k o n u şm a n ın m e­


k a n izm asın ı açık lad ı ve ö ğretim y ön tem lerin i a n la ttı. S a -
ğ ır-d ilsizle rd e k azan d ığı başarısı, dikkat çekicidir. 1730 ci­
v a rın d a öldü. (2») 1
(25) in s a n ve m aym un, a ra s ın d a k i bü yü k benzeşim ^.;” H a -
eckel’le . k ıy aslay ın ; “K a rş ıla ş tırm a lı an atom i, böylelikle
h er ön yargısız ve. eleştirici' ö ğren ciye in sa n vü cu d u ile a n t-
ropoid m a y m u n u n k in in y a ln ızc a özel b ir ben zerlik , göster­
m ediğini, fa k a t önem li h e r b a k ım d a n b ir ve a y n ı o ld u k ­
la rım k a n ıtla m a k ta d ır.” (29)
(26) S ir W illia m Tem ple, 1628’de L o n d r a ’d a doğdu'. C a m b rid g e
E m m a n u e l P ü rite n K o le ji’ne d ev am etti, a n c a k m ezu n ol­
m a d a n ayrıldı. A v ru p a ’d a y a p tığ ı bü yü k b ir ge zid e n sonra,
1655’de İ r la n d a ’y a yerleşti. S iy a sa l m esleği 166Ö’d a II.
C h a rle s ’ın ta h ta çık m asıyla b a şla d ı, ö z e llik le İngiltere,^
B irleşik H o lla n d a ve İsveç a r a s ın d a k i “Ü ç lü B a ğ la ş ık h k ”
m sa ğ la n m a sın d a k i ç a b a la rıy la v e W illia m ile M a r y ’n in
İn g ilte re ,ile H o lla n d a a ra s ın d a k i b a ğ la şık lığ ı t a m â m la -
■ yan evlilik lerin i h a z ırla m a sıy la ta n ım r. T e m p le , ü lk e sin ­
deki siyasal, fa a liy e tle rin d e d ışa rıd a k ile r k a d a r b a ş a r ılı o la ­
m ad ı, çü n k ü İn g ilte re ’n in işlerin d ek i e n trik a la rla ilg ile n e -
m eyecek kadar dürüsttü. S iyasetten çekildi ve 1699’da
M o o r P a r k ’d a öldü. '
T e m p le siyasal k o n u la rd a b irk aç e s e r ' yazdı. “M e m o irs”
( A n ı l a r ) ’m a 1682’de b a ş la d ı; ilk b ölü m ü y a y ın la n m a d a n
ta h rib o ld u : ikinci b ölü m ü rızası alın m ak sızın y a y ın la n d ı;
ü çü n cü b ölü m ü ise ö lü m ü n d en so n ra S w ift .t a r a fın d a n y a ­
y ın la n d ı. Ünü,- y a z ıla rın d a n çok, d ip lo m atik fa a liy e tin e d a ­
y an ır. (30)
(2 7 ) “T re m b le y (A b r a h a m ); İsv iç re li doğabilim ci. 3 E y lü l 1700’
de C e n e v re ’d e doğdu, 12-M a y ıs 1784’de y in e bu k en tte öl­
dü. E ğ itiım n i de b u rad a, ve b ir İn g iliz D ev let gö re v lisin in
oğlu n u n , a rd ın d a n d a s o n ra d a n b irlik te A lm a n y a ile İt a l--
y a ’yı d o la şa c a ğ ı genç R ic h m o n d D ü k ü ’n ü n ö ğ r e t o e n liğ in i
y a p tığ ı H a g u e ’d a ta m a m la d ı. 1760’d a C en ev re’de k ü tü p h a ­
necilik m evkiin i elde etti, ve -İk iy ü z le r” M e c lis i’n d e b ir
koltuk k azan d ı. T a th su y ıla n ı ü zerin e tak d ire d e ğ e r ç a lış - .

( ^ ) E n cy clo p aed ia B r it a n n ic a ’d a n -ö z e tle n m iştir. I. cilt.


(29) “T h e R id d le of the U n iv e r s e ”,. I I . Bölüm .
(30) E n cy clo p aed ia B r it a n n ic a ’d a n özetlenm iştir. X X III.
cilt.
İnsan,. B ir M a k in a .107

m a la r ı L o n d r a ’d a 'K r a l i y e t K u r u m u ’n a ü y e ' ve P a r is B i ­
lim le r A lîa d e m is i’n e m u h a b ir (c o rre s p o h d e n t) seçilm esin i
sa ğ la d ı. 1775’d e n 1782’ye dek d o ğ a l d in ü ze rin e b irk a ç eser
ve. T h ilo s o p h ic a l T ra n s a c tio n s ’d a (1742-57) d o ğ a ta rih i
ü ze rin e rh a k a le le r y a y ın la d ı. E n ö n e m li y ap ıtı, ‘M e m o ire s
p o ü r s e ry ir â T h istc ire d ’u n g e h re de p o ly p e d ’eau d o u c e ’
(B i r ta th s u p o lip i c in sin in ta rih in e k a t k ı için y a z ıla r) idi.-
(L e y d e n , 1744; P a ris , 2 c i lt ).” (3>)
(2 8 ) “S ö z c ü k le rin b u lu n m a s ın d a n ve dillerini ö ğ re n ilm e sin d e n
önce in s a n d a sad ece k e n d i tü rü n d e b ir h a y v a n d e ğ il m iy ­
di? ” B u n u H o b b e s ’u n sö y led ik leriy le k a rş ıla ş tırın ; “T ü m ü
arş,sın da e n so y lu ve y a r a r lı bu lu ş, işim ve a t ıfla r d a n ve
b u n la r ın b ir b ir in e b a ğ la n m a e ın d a n o lu ş a n K o n u ş m a ’n ın
b u lü n m a s ıy d ı... bu p lm a s a y d ı in s a n la r a r a s ın d a n e r e fa h ,
n e top lu m , n e a n la ş m a ne d e b a rış o la c a k tı; tıpk ı a r s la n -
1ar, a y ıla r v e k u r t la r a ra s ın d a k i d u r u m g ib i.” ( “ )
(2 9 ) F o n te n e lle . B k z . 22. not.
(3 0 ) “R u h u n t ü m yetileri, b u n la r ın h e p s in i o lu ştu ra n im g e le ­
m e in d ir g e n e b ilir .” B u n u L a M e ttrie ’n in “L ’h istoire n a t u -
relle de l ’â m e ” d a sö y led ik leriy le k a rş ıla ş tırın : “İn s a n tü m
zih in sel y e tile ri in celedikçe, tü m ü n ü n d u y u m yetisinde^ iç e -
rild iğ in e ik n a oluyor. B u y e tile r o n a öylesih e te m e ld e n b a ­
ğ ım lı ki, o o lm a k sızın r u h iş le v le rin d e n h iç b irin i y e rin e
g etirem ez.” (^^) B u , C o n d illa c ’ın d u y u m öğretisin e b e n ze r:
“Y a r g ı, d ü şü n m e , istekler, ih tira s la r, vb. çeşitli b iç im le r­
de d ö n ü ş ü m e u ğ ra m ış d u y u m u n ta k e n d is id ir.” (^4) H e lv e - -
tius d a d e r - k i : “A k lın tü m işle m le ri d u y u m a in d ir g e n e ­
b ilir.” (^s).
(3 1 ) “D ilin k ö tü y e k u lla n ım ın m bizi n e re y e v a r d ır d ığ ı o r t a d a ­
d ır.” H o b b e s ’la k ıy a s la y ın : “İ n s a n la r ru h / tin ve. m a d d i-
- o lm a y a n g ib i çelişik a n la m lı sözcü k leri b ir a ra y a g e tire ­
b ilirle r; a n c a k b u n la r ın k a rş ılığ ı o la b ile c e k h iç b ir şeyi i m -
g e le y e m e z le r.” ( ^ )

(^') L a G r a n d e E n c y c lo p e d ie ’d e n çevrilm iştir.


(32) “L e v ia t h a n ” , I. K isım , IV . B ö lü m .
( “ ) “L ’h is to ire n a tu re lle de l ’â m e ”, X I V . B ölü m , s. 199.
(34) “T r a it e des se n s a tio n s ” , s. 50. B k z. agy. X I I . B ö lü m
( 2 ).
(35) “T r e a t is e on M a n ”, I I . K ısım , J; B ö lü m , s. 4, A y n c a
bkz. “E s s a y s ön M i n d ”, I..D e n e m e , I. B ö lü m , s. 7.
(«) “L e v ia t h a n ,” I. K ısım , X I I , B ö lü m .
108

‘(3 2 ) “ Ö rgenleşm e insanın, en b irin c il d e ğ e rid ir.” Luzac şöyla


diyor: “Bu, ö rg e o le şm e n in in s a n ın esas ö zelliği o ld u ğ u n u ,
b ir m üzik aleti şek lin in m ü z isy e n in esas ö zelliği o lu ş u n -,
dan dah a fa z la k a n ıtla m a z. A le tin iy iliğin e o r a n t ılı o la ­
ra k m üzisyen s a n a tıy la b ü y ü le r; a y n ı d u ru m ,, ru h / tin için
de söz konusudur. B e d e n in s a ğ la m lığ ın a o r a n t ılı o la ­
rak, ru h /tin yetilerin i o rta y a k oy m ak için d a h a elverişli
b ir ortam b u lu r.” 0^)
(33) “K a n ım c a , zeka bu şekilde o lu şü r.” L u z a c bu teze şöyle *
, k arşı çıkıyor: ‘-‘A n cak , e ğ e r k im ile rin in s a n d ığ ı g ib i d ü ­
şünce ve ru h / tin ’i n tü m y e tileri ö rge leşm eye b a ğ ım lı ise,
im gelem , “k a v ra d ığ ı n e sn e le rd e n n a s ıl u zu n b ir so n u çlar
dizisi çık a rta b ilir? ” (^*) ' , - ' '.
(34) P ie rre B ayie 1647’de C a r la t ’d a doğdu. A ile s in in p ro te sta n
olm asın a karşın, k en disi cizvitliği ben im sedi. Y e n id e n P ro ­
testan lığa dön d ü k ten so n ra F r a n s a ’d a n k o v u ld u ; ön ce C e ­
n e v re ’ye a rd ın d a n H o lla n d a ’y a sığındı. 1675’de S e d a n P r o ­
testan K o lej i’n d e felsefe p ro fesö rü , 1681’de R o t t e r d a m ’da
fe lse fe ve ta rih p ro fesö rü oldu. 1693’de d in se l gö rü şle ri
nedeniyle, gö rev in d en is tifa y a zo rlan d ı. B a y ie z a m a n ın ö n -
' de gelen F ra n sız k u ş k u c u la rın d a n d ı. K a rte z y e n d i, ancak
'h e m kişinin k en d i v a r h ğ ın a h em de ondan ç ık a r s a n a n
b ilgiy e kuşku ile y ak laşırd ı. D in in in s a n m a n t ığ ın ın zıddı
olduğunu, a n c a k bu gerç e ğ in zo ru n lu o la ra k in a h c i y ık m a ­
yacağın ı- söyledi. D in i y a ln ız c a b ilim d e n değil, a h la k t a n
. d a ayırdı, ve a h la k için şu vey a b u din i g erek li g ö re n le re
şiddetle karşı çıktı. H ristiy an lığ'a açık ça s a ld ırm a d ı, a n c a k
y azd ık ları kuşku u y a n d ırd ı ve y a p ıtla rı k u şk u c u lu k ’u gen iş ,
b ir biçim de etkiledi.
B a şlıc a eseri “D ictio n n a ire h isto riq u e et c ritig ü e ” ( T a r i h ­
sel ve E leştirel S ö zlü k ) 1695-97’de y a y ın la n d ı; iğ n e le y ic i
-ve popüler ta rz d a ifa d e le n d irilm iş çok gen iş b ir b ilg iy i'
i'ç e rir.'B u gerçek, k itab ın g e re k ö ğretim ü yelerin ce, g e re k ­
se sıra d a n o k u rlarca gen iş ölçüde o k u n m a sın ı sa ğ la d ı.
(3 5 ) P yrrh on ism , “E lis ’li P y r r h o n ’un, esas o la ra k öğrenciisi T i -
nıon t a r a fın d a n a k ta rıla n ö ğretisid ir. D a h a g e n e l o la ra k
ra d ik a l kuşkuculuk.” (39)

(57) “M a n M o re th a n a M a c h in e ,” s. 25.
( ^ ) agy. s. 26. .
(39) B a ld w in ’in D ic tio n a ry o f P h ilo s o p h y ’sin d e n a lın m ış -
■tır. IJ. cilt. . . • . , ■
İnsan, B ir M ak in a - ‘ . 109 _

(36) Y a ş lı A rn o b iu s M .S . 3. yü zyılın ik in ci y a n s ın d a N u m id ia ’
d a Sicca V e n e re a ’d a doğdu. jBaşla:ngıçta H ris tiy a n lık ’a k a r ­
şıydı, a n c a k s o n ra d a n bu d in i b e n im se d i ve H ris tiy a n lık ’
ın b ir apolojisi o la ra k “A d v ersu s G e n te s ” i kalerpe ald ı. B u
eserinde, z a m a n ın fe lak etlerin e H r is t iy a n lâ r ın im a n sız lı­
ğ ın ın n ed en o ld u ğ u y o lu n d ak i şik a y e tle re y a n ıt v erm eye
çalışır, İ s a ’n ın k u tsa llığ ı (u b u d iy e ti) d a v a s ın ı g ü d er, ve
İn san ru h u n u n d o ğ a sın ı tartışır. R u h u n ölü m sü z olm adığ4
' son u cu n a varır, ç ü n k ü ru h u n ö lü m sü zlü ğ ü in a n c ın ın a h la k
üzerinde bozucu b ir etki y a p a c a ğ ın a in a n m a k ta d ır. E s e -
. rin in çevirisi İçin “A n te -N ic e n e - C h ris tia n L i b r ^ ’’n in
XD<[. cildini karşılaştırınız. (''0)
(37) “P işm a n lık ta n y o k su n h iç b ir r u h vey a d u y a rU m a d d e y o k ­
tu r.” C o n d illa'c.şöyle dem işti: “H a y v a n la r d a h a re k e tin y a -
, n ışıra birşey d a h a vardır. O n la r m a k in a d a n ib a re t d e ğ ild ir ­
l e r : H issederler.” ( « ) L a M e ttrie de h a y v a n la r ın p iş m a n h k
, . d u y d u k la rın ı söyler, a n c a k o n la rın y in e d e m a k in a o ld u ğ u ­
n a in an ır. Luzac, y o ru m u n d a şöyle d e m e k te d ir: “B u siste m ­
leri tüm üyle g ü lü n ç kılan, in s a n h ğ ı m a k in a ila n e d e n le ­
rin, o n la ra k en d i söylediklerini y a la n la y a n özellik ler y a ­
k ıştırm alarıd ır. V a r lık la r m a k in a d a n iba,i:etseler, neden
o n la r d o ğ a l yasa,, içsel duyum , b ir çeşit d eh şet (g ib i t e p ­
k iler —rç.) gösterebiliyorlar? B u n la r, d u y u m la rım ız ı h a r e ­
kete geçiren n e sn e le rin u y a ra m a y a c a ğ ı fik irle rd ir.” ( « ) .
(38) “D o ğ a h epim izi sa lt m u tlu o lm a m ız iç in y a ra ttı.” B u L a
M e ttrie ’n in tem el etik eseri “D isc o u rs su r la b o n h e u r”
(M u tlu lu k Ü z e rin e S ö y le v )’d e g e liş tird iğ i d o k trin in b ir
ifad elen d irilişid ir. M u tlu lu ğ u n b e d e n se l zevk ve a cıy a d a ­
y a n d ığ ın ı öğretir. “L ’histoire n a tu re lle de l ’â m e ”d a tü m '
ih tira s la rın d e ğ iş ik 'b iç im le ri (m o d ific a tio n s ) o ld u k la rı ik i
a n a ih tira sta n : sevgi ve n e fre t vey a a rz u ve itm e ’d e n k a y ­
n a k la n d ığ ım b e li r t i r .,(« ) L a M e ttrie g ib i H elvetiu s d a b e ­
d en sel zevk ve acıy ı in sa n ın (in s a n d a v r a n ış ın ın ) b e lir ­
leyici m o tifle ri o la ra k ele alır. “Z e y k v e a c ı d a im a i n s a n ­
d a tek eylem ilkesi o lm u ştu r ve o la c a k tır.” ('” ) . . . “İ n s a n ın

(«) E n cy clo p aed ia B rita n n ic a ’d a h özetlen m iştir. I I . cilt.


(41) “TraitĞ des .A n im a u x ,” I. B ölü m , s. 454.
(«) “M a n M o re t h a n a M a c h in e ,” s. 65.
(«) “L ’histoire n a tu re lle de l ’âm e ,” X . B ö lü m , X I I . . p a -
. r a g ra f.
<44) “T reatise o n M a n ”, X . B ölü m .
110 __________________________________________________

e re ğ i k e n d in i/ s o y u n u k o ru m a ve m u tlu b ir v a ro lu şa k a ­
v u ş m a k tır... î n s a n m u tlu lu ğ u b u lm a k iç in zevklerin i ko­
ru m a lı ve a c ıy a d ö n ü şe b ile c e k o la n la r ı red d etm elid ir...
İh t ir a s la r ın h e d e fi d a im a m u tlu lu k tu r: B u n la r n o rm a l ve
d o ğ a ld ır, i n s a n la r e tk ile ri d ışın d a iy i veya kötü o larak
niteleriem ezler. İ h s a n la r ı erdem e y ö n eltm ek için, o n la ra
e rd e m li e y le m le r in y a r a r la n n ı gö sterm eliy iz.” N ih ay et
H o lb a e h , L a M e ttrie . v e y a H e lv e tiu s’d a n d a ile ri .gidçrek
sa lt m e k a n ik güd;üleri in s a n ın e y le m le rin in m o tifi ya­
p a r. “İh t ir a s la r (p a s s io n s ), n e sn e le rin çek tiği veya ittiği
iç o r g a n la r ın .oluş t a r z la r ı v e y a d e ğ iş ik b içim lerid ir; b u -
; • nun so n u cu k e n d i t a r z la r ın d a fizik sel çek im ve itim y a ­
s a la r ın a t a b id ir le r .” (■^) '
(3 9 ) “ H ris tiy a n lık Dcion’la t ı ” , Ix io n ih a n e ti y ü z ü n d e n deli o la ­
r a k , E r e b u s ’a a tılm ış, b u r a d a d a y a n a n b ir ç a rk a b a ğ la ­
n ıp k ır b a ç la n ır k e n , “İ y ile r o n u r la n d ın lm a U d ır !” diye b a ­
ğ ır m a y a z o rla n m ıştı.
(4 0 ) “ în s a n ın v a ro lu ş n e d e n in in v a ro lu ş ıın ıın k en d in d e o lm a -
, d ığ ım k im b ile b ilir ? ” L u z a c b u n a şöyle i a r ş ı çık ıyor: “E ğ e r
İn s a n ın v a ro lu ş n e d e n i in s a n ın k en d in d ey se, b u varoluş,
o n u n k e n d i d o ğ a s ın ın zo ru n lu b ir s o n u c u o la c a k tır; b ö y -
lece, k e n d i d o ğ a s ı onun v a rlığ ın ın n e d e n in i içerecektir.
Ş im d i, k e n d i doğası v a ro lu ş n e d e n in i içereceğin e göre,
b izza t v a ro lu ş u n u d a iç e re c e k tir: b ö y le lik le de n a s ıl çap ı
o lm a y a n b ir d a ire , b iç im i v e y a o ra n tısı o lm a y a n b ir resim
d ü şü n ü le m e y e c e k se , v a r -o lm a y a n b ir in s a n d a d ü şü n ü le -
m feyecektir... E ğ e r in s a n ın v a rlığ ı k en d in d ey se, o z am an
o, değişm ez^ b ir v a r lık o la c a k tır.” ('>«)
(4 1 ) “ F e n e lo n (F r a n ç o is d e S a lig n a c de la M o th e -F Ğ n e lo n ), 6
A ğ u s to s 1651’de F r a n s a ’d a D o r d o g n e ’d a C h â te a u de F e -
n Ğ lon’d a d o ğ d u , 7 O c a k 1715’de F r a n s a ’d a C a m b r a i’de ö l­
dü. T a n ın m ış F r a n s ız p a p a z , h a tip ve y a z a n . 1689’d a F r a n ­
sa v e lia h tın ın (d a u p h i n ) ç o c u k la rın ın öğretm en i oldu,
1695’de C a m b r a i B a ş p is k o p o s iu ğ u ’n a a t a n d ı. E serleri a r a ­
s ın d a “L e s a v e n t u r e s d e T e l6 m a q u e ” (T e lâ m a q u e ’in Serü­
v e n le ri: 1699), “D ia lo g u e des m o rts ” (Ö lü le r D iy a lo g u :
' 1712), “T raitĞ d e l ’Ğ d u cation des fille s ” (K ız la r ın E ğitim i

(^ > “L e v rai sen s d u sy st^m e de la n atu re” (D o ğ a S is­


te m in in G e r ç e k A n la m ı ), I X . B ö lü m .-
C*^) a g y . I. cilt, v m . B ö lü m , s. 140.
(«) “M a n M o r e t h a n a M a c h in e ”, s. 71-72. _ ,
İn san , B ir M akin a 111

Ü z e rin e : 1688) “E x p lic a tio n des m axim es des sain tes” ( A -


zizİCTiri D e y işle rin in A ç ık la m a sı: 1697) vb. vard ır. T o p lu
e se rle ri Leclere t a r a f ın d a n y a y ın la n d ı (38 cilt, 1827-1830),
(«) , .

(4 2 ) “N ie u w e n ty t ^ B e r n a r d ), H o lla n d a ’lı m atem atikçi, 10 ,A ğ u s ­


tos 1654’de W e s t g r a a fd a k ’d a doğdu, '30 M ay ıs 1718’de P u -
m e r e n d ’de öldü. Y ılm a k bilm ez b ir K artezyen d i. I n f in i-
te stim a l calculus’e k a rşı m ü cad ele etti ve bu k o n u d a L e -
ib n it z ’e k a rş ı b ir p o le m ik yazdı. “L ’Existence de D ie u d e -
m o n tre e p a r les m e rv e ille s de la n a tu re ” (D o ğ a H a r ik a -
• la n n ı n k a n ıtla rıy la T a n n ’n ın V a rlığ ı-P a ris , 1725) b a ş lı­
ğ ıy la F ran sızcay a ç e v rile n teolojik b ir incelem e y azd ı.” ( ^ )
(4 3 ) “A b a d ie , Jam es (J a c q u e s ), m uh tem elen 1654’d e A ş a ğ ı-p i-
re n e le r ’de N a y ’d a d o ğ d u , 25 E y lü l 1725’d e ’ L o n d r a ’d a öldü.
D ik k a te değer b ir P 'ran sız protestan , teologudur. F ra n sız
K ilis e s i’n in gö re v lisi o la r a k 1680 civ a rın d a B e r lin ’e gitti.
O r a d a n d a İn g ilte re ve İ r la n d a ’y a geçti; b ir süre F ra n sız
K ilis e s i’n in görevlisi o la r a k S av o y ’d a bulun du, 1699’d a K i l-
la lo e ’n u n yöneticisi (d e a n ) o la ra k İr la n d a ’ya yerleşti. T e ­
m e l eseri, “iV â it e de la V6rit6 de la religion. C h retien n e
(H ristiy ş.n D in in in H a k ik a ti Ü zerin e: 1684) ve o n u n d e v a ­
m ı o la n “TraitĞ d e la D iv in ite de n ötre S eig n e u r Jesus-
C h r is t ” (E fe n d im iz İ s a ’n ın K u ts a llığ ı (U b u d iy e ti) Ü z e ri­
ne: 1689)’dır.” (si) '
(4 4 ) “D e r h a m (W illia m ), İn g iliz teolog ve öğret,im üyesi. 165T
d e W o rc h e ste r y a k ifila n n d a S tou gh ton ’d a doğdu, 1735'de
U p m in s te r’da öldü. -E sse x yöresinde U p m in ste r’da ra h ip
o la r a k kendisini ra h a t la t lık la m ek an iğe ve d o ğa tarih in e
o la n ilgisine v erebild i. K ıs m e n “T ran sactio n s o f th e R o -
yal Society” de y a y ın la n a n sa a t-y a p ım ı, ba lık la r, k u şla r
ve böcek ler ü zerin e ç a lış m a la rın ın yan ısıra, d in se l fe lse ­
fe ü zerin e birkaç eser yazd ı. U z u n zam an o k u n an ve F r a n ­
sız c a ’y a çevrilen (1726) en önem lisinin b aşlığı “P h y sic o -
thĞology or the D e m o n stra tio n of the Existence a n d the
A ttrib u te s of G o d b y th e W o rk s of H is C re a tio n ” (F iz ik o -
te o lo ji veya T a n r ı’n ın V a r lık ve V a s ıfla rın ın Y a r a t t ığ ın ın
E se rle rin d e C îösterilm esi: 1713) idi. 1714’de b u n a b ir t a ­
m a m la y ıc ı ek y azd ı: “A stro -th e o lö g y , o r the d e m o n stra ti- ‘

(^*) C en tu ry D ic tio n a ry ’d e n alın m ıştır. I X . cilt.


(50) L a G ra n d e E n c y c lo p e d ie ’d en çevrilm iştir. 24. cilt.
(51) C en tu ry D ic tio n a ry ’d e n alınm ıştır. I X . cilt.
112 ■________ ^
_____________ ________________________ ' ' . ,

on of the existence a n d th e A ttribu tes of G o d b y th e O b s e r


v a tio n of H e a v e n s.” (A s tro -te b lo ji veya T a n n ’n ın .V a rlık ve
V a s ıfla r m ıh G ökyüzünün G özlem lenm esiyle G ö s te rilm e -
' si.) (52) ' . , ,
(4 5 ) R a is veya .R etz K a r d in a li (1614-1679). F ra n sız p o litik acı
ve yazarıydı. D a h a ço c u k lu ğ u n d a K ilise için yetiştirildi.
K a r d in a l M a z a r in ’e k a rş ı h arek ete fiile n k a tıld ı. D aha
so n ra kendisi K a r d in a l oldu, an cak gözden d ü şerek V i n -
c e n n e s’de h ap sed ild i. K a ç tık ta n son ra y en id en F r a n s a ’ya
dö n erek L o r r a in e ’e yerleşti, b u ra d a z a m a n ın ın s a r a y y a ­
şa m ın ı a n la ta n '“M 6 m o ires” (A n ıla r ) t o l k alem e ald ı. ( “ )
(46) M a rc e llo M a lp ig h i (1628-1694), tan ın m ış İt a ly a n ah ato -
m ist ve fizyolog. 1656’d a B o lo g n a ’da tıp ö ğ re tim g ö re v lisi
oldu. B irk a ç a y s o n ra da P is a ’d a p ro fesö rlü ğe yükseldi,
1660’d a B o lo g n a ’d a pirofesör old u ; b u ra d a n M e s s in a ’y a g it -
' ti, a n c a k s o n ra d a n B o lo g n a ’y a döndü. 1691’d e P a p a X I I .
- In n o c e n t’ın dok toru oldu. M a lp ig h i m ik rosk obik a n a to m i­
n in kurucusu o la ra k b ilin ir. B ir k u rb a ğ a n ın a k c iğ e rin in
yü zeyin de k a n d o la ş ım ın ın görkem li g ö rü n tü sü n ü ilk g ö '
ren, ö olm uştur. İn s a n ak c iğ e rin in kabarcıklı, yap ısın ı, s a l­
g ıla m a bezelerin in y a p ısın ı ve epiderm in a lt t a b a k a s ın ın
m ü k ü zlü k a ra k te rin i buldu. B ey in an a to m isin i ilk ele
a la n la r d a n biriyd i, o m u rilik içindeki, g ri m a d d e n in ve s i­
n irle rin ;d a ğ ılım ım . d o ğ ru o larak betim ledi. E se rle ri: "D e
P u lm o n ib u s ” (B o lo g n a , 1661). “E pistolae A n a to m ic ^ e N a rc .
M a lp ig h i et C ar. F ra c a s s a ti” (A m ste rd a m , 1662), “D e V is -
cerum - S tru c tu ra ” (L o n d ra , 1669), “A n ato m e P la n t a r u m "
(L o n d r a , 1672), “D e S tru ctu ra' G la n d u la ru m c o n g lo b a t a -
r u m ’’ (L o n d ra , 1689). ( « ) . . ' '
(47) D eizm , o n y e d in c i" y ü zy ılın ik in ci y a n s m d a o rta y a ç ık a n
b ir ' düşün ce sistem idii:. İn g ilte re ’deki en ön em li te m sil­
cileri T o la n d , C ollin s, C h u bh , S h a fts b u ry ve T in d a l’dır.
D ü şü n c e ve k o n u şm a ö z g ü rlü ğ ü ü stünde d u rm u ş la r ve- a k ­
lın h e r tü rlü o to rited en üstün old u ğu n u sa v u n m u şla rd ır.
H e r h a n g i b ir d o ğ a ü stü v a h y in gerek liliğim in k â r ettik le­
r in d e n K ilise o n ia ra şiddetle k a rşı çıkm ıştır. K ıs m e n K l -

(52) L a G ra n d e E n cy clo p âd ie’d e n çevrilm iştir. 14. cilt.


(53) C e n tu ry D ic tio n a ry ’d e n özetlenerek a k ta rılm ıştır. X .
cilt.
(54) E n c y c lo p a e d ia B r it a n n ic a ’d a n özetlenerek a k ta rılm ış -
_ - tır. X V . cilt.
İn san , B ir M akina 113

lise’n in bu tu tu m u n d a n .ötürü, a r a la r ih d a n çoğu H ris tl-


y a n lık ’a k a rş ı ç ık a ra k a h l a K y a sa la ra u y m a n ın İn sa n İçin
tek g e re k li d in o ld u ğ u n u gösterm eye çalıştaıştır. M u t lu -
' lü ğ ü n in s a n ın te m e l e re ğ i olduğunu, v e ih s a n to p lu m sal
. b ir v a r lık o ld u ğ u n d a n , m u tlu lu ğ u n a n c a k k arşılık lı y a r - ‘
d ım la ş m a y la ‘ eld e e d ileb ileceğin i öğrettiler. D o ğ a n ın yet­
k in b ir y a rlığ ın eseri o ld u ğ u n u söylem elerin e karşın, T a n -
n ’n ın d/ünyayla ilişk isin e m e k a n ik b ir k a v ra y ışla y a k la şı­
yor, .so n rak i teistler' gibi, d o ğ a n ın tü m eserlerin de T a n r ı’
■n ın v a r lığ ın ın k a n ıt la r ın ı gö rm ü y o rla rd ı, (ss)
(4 8 ) “V a n in i L u cilio , k e n d in e v e rd iğ i a d la : Ju liu s C aesar. 1585
c iy a rın d a N a p o li K r â llı ğ ı ’n d a T a u ris a n o ’d a doğdu, 19 Ş u ­
b a t 1619’d a F r a n s a ’n ın T o u lou se k e n tin d e y a k ıla ra k öld ü ­
rü ld ü . İ t a ly a n ö z g ü r d ü şü n ü rü , ateist v e büyücü olduğu
gerek çesiy le ölü m e m a h k û m edildi. R o m a ve P a d u a ’d a e ğ i-
• tim gö rd ü , r a h ip oldu, A lm a n y a ve H o lla n d a ’y ı . gezdi ve
' L y o n s ’d a ö ğ re tm e n liğ e b a şla d ı. A n c a k İn g ilt e r e ’ye kaçm ak
z o ru n d a k a ld ı, b u r a d a tu tu k lan d ı. S erb est bırak ıld ık tan
son ra, L y o n s ’a d ö n d ü , 1617’d e T o u lo u se’a yerleşti. G ö rü ş ­
le rin d e n dolayı- tu tu k la n d ı, m a h k û m ed ild i ve ay n ı g ü n
■ id a m edildi. B e lli b a ş lı eserleri; “A m p h ith e a tru m aetern ae
P ro v id e h tia e ” (1615), “D e a d m ira n d is n a tu ra e reğin ae d e a -
e a u e m o r t a liu m a rc a n is ” .(1616) d ır.” (56)
(4 9 ) D e s b a r r e a u x (J a c q u e s V a lle e ). F r a n s ız y a za rı. 1602’de P a -
r is ’de doğd u , â M a y ıs 1673’d e C halo.n-sur-Saörie’d a öldü
' , T ö v b e lüstüne b ir sone yazdı. A n cak , b ir tö v b ek ard an çok
b ir a te is t ve k u şk u cu yd u . G u y P atin , ö ld ü ğ ü n ü d u y d u ğ u n ­
da şöyle d e d i : ' “A ş ırı ö z g ü r dü şü n celeriy le (licen ce) z a ­
v a llı g en ç i n s a n la r r zehirliyordu. K o n u şm a sı k a m u için
çok te h lik e li v e z a ra rlıy d ı.”
(5 0 ) B o in d in (N ic o la s ), F r a n s ız y a z a r ve ö ğ re tim görevlisi. 26
M a y ıs 1676’d a P a r is ’de do ğd u , 30 K a s ım 1751’de y in e b u ­
r a d a öldü. B i r sü re o rd u d a b u lu n d u ,' a m a bozulan sa ğ lığ ı .
n e d e n iy le ayrıld ı. B u n d a n sonra_ k e n d in i edebiyata verdi,
ve b irk a ç oyun yazdı. 1706’da* Y a z ıc ıla r (In sc rip tio h s)
A k a d e m is i’ne K r a liy e t den etim ci ve y a rd ım c ılığ ın a (asso -

(55) Bkz. A .W . Benn, “ffisto ry of E n g lis h R a tio n a llsm ”


(İn g iliz R a s y o n a liz m in in T a r ih i), I. cilt, I I I . Bölüm .
(5«) C e n tu ry D k t lo n a r y ’d e n ah n m ıştır. X . cilt.
(57) L a G r a n d e E ric y c lo p M le ’den özetlenerek çevrilm iş­
tir. 14; cilt.
114 ' ' - , . / __________ ■ '

c ia te ) seçildi. A ş ın ö zg ü r dü şü n çeleti y ü zü n d e n F ra n s ız
A k a d e m is i’n in k a p ıla rı o n a k a p a n d ı; yaşı ilerlem iş o lm a -
' saydı, Y a z ıc ıla r A k a d e m isi’n d e n d e . u zak laştırılacak tı. G ö ­
rü ş le rin i kalem e a lm a d a n öldü.. (5S)
(51) D e n iş D id erot (1713-1784), 18. yüzyılın en tellek tü el h a r e ­
k e tin in ö n d erlerin d en d ir. ö n c e le r i S h a fts b u ry ’d e n e tk ile n ­
d i ve d o ğ a l d in i coşkuyla destekledi.- "PensĞes P h ilo s o p h i-
q u e s ”in d e (F e ls e fî D ü şü n c e le r: 1746) d o ğa b ilim in in b u l­
g u la r ın ın T a n n ’n ın v a rlığ ın ın en güçlü k a n ıtla rı o ld u ğ u n u
gösterm eye ç a lışır.^ H a y v a n la rın y aşam ın ın h a r i k a la n ,a t e ­
izm i sonsuza dek çü rü tm eye yeterlidir. Y in e &e, ateizm e
anarşi çık ark en K ilis e ’niri h oşgörü sü zlü ğü n e ve b a ğ n a z l ı ğ ı - '
n a (b ig o t r y ) d a şiddetle k a rşı çık m a k ta n geri d u rm az. T a n -
n ’y a y a k ıştırıla n v a s ıfla r d a n pek ço ğu n u n a d il ve sev e-
;c e n b ir T a h r ı dü şü n cesin e ters d ü ştü ğü n ü id d ia eder.
D id e ro t, d a h a s o n ra L a M e ttrie ve’ H o lb a c h ’d a n etkilendi;
“L a râ v e d ’A le m b e rt” ( A le m b e rt’in D ü ş ü ) ve “Syştem e de
la n a tu re ” (D o ğ a n ın S is t e m i)’e eklediği b ö lü m le rd e de g ö ­
r ü ld ü ğ ü gibi, m a te ry a liz m in savunucusu oldu. D id ero t,
“E ncyclopĞ die”y i : y ay ın lam ıştır. (59)
(5 2 ) T re m b le y . bkz. 27. not. : :
(5 3 ) “ O la n h iç b ir şey o lm a m a zlık edem ezdi.” H o lb a c h ’ın İs ra rla
s a v u n d u ğ u d o k trin in b ir ifad elen d irilişi, “E v re n in b ü tü ­
n ü ... bize yaln ızca b ü y ü k ve kesintisiz b ir n e d e n ve sonuç
" z in c irin i g ö ste rir...” («>) “F izik î d ü n y a n ın tü m h a re k e tle ­
rin i, düzenleyen zoru n lu lu k , m a n e v î (m o r a l) d ü n y a n ın k i-
le ri de kon trol eder.” (^i) ,
(5 4 ) “B in le rc e kez... t e k r a r la n a n v e b ir y a ra tıc ın ın v a r h ğ ın a
işa re t e d e n tü m k a n ıt la r ... y a ln ız c a a n t i-P y r r h o n ’c u Ia r
iç in apaçıktır.” Jüa M e ttrie y aln ızca D escartes ve L o c k e ’u n
d eğil, T o la n d , H o b b e s v e C o n d illa c ’ın d a g ö rü şle rin e k a r ­
ş ıt b ir görü şü sa v u n m a k ta d ır, ö r n e ğ in , D e sc a rte s şöyle
sö y lü y o r: “Böylece b ilim in tü m kesin liği ve gerçek liği, y a l -
. n ızc a h a k ik i T a n r ı’n ın b ilg isin e b a ğ lıd ır.” C“ ) H o b b e s ise:
(58) a g y ’d en .ö ze tle n e re k ç e v rilm iştin 7 . -cilt.
(59) “H isto ry o f M a te ria liş m ” (M a te ry a liz m in T a r i h i ) ’d e n
( F . A . L a n g e , H . cilt, İ. B ö lü m ) ve “H isto ry o f P h İlo -
so p h y ” ( W . 'VV^İndelband, V .'K ıs ım , I, B ö lü m )’d e n özet­
le n e re k çey illm iştir. ,
(«•) “System e de la N â tu re ,” I; cilt,, t. B ölü m , s. 12.
(«) a gy . n. cilt, X I . B ö lü m . Bkz. L cilt, V I L B ö lü m . '
( « ) '^ “M e d ita tio n s,” (Ö ü ş ü n c e le r ), m ' ve 'V . B ö lü m .
in s a n . B ir M a k in a 115

■ “ H e r h a n g i b ir n e d e n le h e rh â in g i b ir son u cu n o ld u ğ u n u
. g ö re n kim se, o n u n y a k ın n e d e n in i a r a m a lı, b u r a d a n d a bu
n e d e n in n e d e n in i a r a m a lı... N ih a y e t ş u n a ge le c e k tir: A y ­
d ın la n m a m ış/ d in siz (h e a t h e n ) filo z o fla r ın d a h i k a b u l et­
tiğ i g ib i, b ir ilk h a re k e te ge ç iric i, y a n i h e r şey in ilk ye s o n ­
suz (e t e r n a l) b ir nedeni o lm a lıd ır. İn s a n la r ın T a n r ı is ­
m iyle ' k a ste ttik le ri ‘ de b u d u r .” (*î) d em ek ted ir. T o la n d ’ın
" gö rflşleri j s e şö y le d ir: “A t o m l a r ı n - t ü m ^ dü zen siz h a r e k e t - ,
leri, d ü şü n e b ile c e ğ in iz t ü m ih tim a lle r, E v r e n ’in P a r ç a la r ı­
n ı şim d ik i D ü z e n ’le rin e g e tirem ez, (g e tirs e d a h i — ç .) b u ­
n u sü rd ü re m e z vey a b i r Ç iç e k v e y a b ir S in e k ’in ö rg e n le ş -
m esin i s a ğ la y a m a z d ı... M a d d e ’n in S o n s u z lu ğ u ... u zam lı,
cisim li b ir T a n r ı ’yı d ış ta la r, a m a sa lt R u h / T in ’i veya m a d -
desiz b ir V a r lık ’ı d ış t a la m a z ." ( ^ ) C o h d illa c ise şöyle, y a r
zıyor; “B a ğ ım sız, te k so n su z (in f in it e )' e b e d î (e t e r n a l) ^
r a h m a n ^ (o m n ip b t e n t ), d e ğ iş m e z (im m u t a b le ), a k ıU ı ( i n -
t e llig e n t ) ve ö zg ü r; r a h m e t i (p r o v id e n c e ) h e rşe y in ü s tü n ­
d e u z a n a n b ü y ö k n e d e n : b u h a y a t t a b iç im le n d ire b iie c e ğ i-
m iz e n ^ e t k l n T a n r ı n o s y o n u b u d u r.” (^s) L o c k e d a : “ S ö y -^
le n e n le rd e n , b ir T a n n ’h ın , v a r lığ ın ı, d u y u m la n m ız ın bize
y a k ın d a n ta n ıtm a d ığ ı h e rşe jö rı v a r lığ ın d a n d a h a k esin b ir
W lg iy le b ild iğ im iz so n u cu n a v a rıy o ru m . T a n r ı ’n ın varo l^
' d u ğ ü n u , d ışım ız d a h e r h a n g i b ir şe y in v a r lığ ın d a n daha
k esin o la ra k b ild iğ im iz i sö y le y e b ilirim .” ( “ )
(55)! “L u c re tiu s (T it u ş L u c re tiu s C a r u s ). M . Ö . .96 c iv a rın d a R o -
m a ’d a d o ğ d u , M . Ö. 15 S k i m 55’de öldü. T a n ın m ış b ir R o -
m a ’lı fe ls e fî şair. A lt ı kit&pLık d id a k tik ve fe ls e fî,ş iir o la n
‘D e r e r u m n a t u r a ’m n y a z a n d ır . Ş iird e fizik, p sik o lo ji ve
(k ıs a c a ) etik, Epifcür’c ü b ir a ç ıd a n ele a lın m ıştır. M u h te -
m'elen b ir d e lilik k riz in d e in t ih a r etti. H a lk a r a s ın d a y â y «
gın,- a n c a k k u şkusuz y a n lış o la n b ir sö y len tiy e göre, d e li­
liğ in in n ed en i, k a r ıs m m k e n d is in e »v e rd iğ i b ir aşk ik s iri­
d ir ." ( « )
(5 6 ) “L a m y (B e r n a r d ). 1640 s a lın d a M a n s ’d a d o ğ d u , ö n c e bu
• ş e h rin k o le jin d e ok u d u . S o n r a P a r is ’e g id e re k S a u m a r ’d

(«) “L â v ia t h a n ,” I. K ıs ım , X 3 X .B ö lü m .
(«) “L e tte rs. t o 'S e r e n a ,” V , s. .235.
(65) “T r a it â des a n im a u x ,” V I . B ö lü m , s. 585. '
“E s s a y C o n c e rn in g H u m a n U n d e rs ta n d in g ,'” IV . k ita p ,
. X . B ö lü m .
( « ) C e n tu ry D ic t io n a r y ’d e n a lın m ıştır.. I X . cilt.
116 ■ ' •
_______________________________________________________________________ »______________ .
, •

C h a rle s de la F o n te n e lle ’d e n felsefe, A n d r e M a r t in ve J e -


a n L e p o rc ’d a n teolo ji ö ğ re n d i. A n g e ç s şe h rin e fe ls e fe ö ğ -
. ’ retm ek ü zere ç a ğ rıld ı. T e o lo jik k o n u la rd a p ek çok k ita p
yazdı. F e ls e fî eserleri: ‘L ’a r t de p a r le r ’ (K o n u ş m a S a n a t ı:
1675), “ T r a ite de m Ğ chanique, de l ’e q u ilib re, des solid.es et
des iiq u e u rs ’ (M e k a n ik , D e n g e , K a t ila r ve S ıv ıla r Ü z e r in e :
1679), ‘T raitĞ de la g r a n d e u r en gĞ n âral’ ((^ e n e l O la r a k
B ü y ü k lü k Ü z e rin e : 1680), ‘E n tre tie n s s u r les S c ie n c e s’ ( B i ­
lim ler Ü z e rin e K o n u ş m a la r : 1684), ‘E le m e h ts d e G Ğ o m e trie ’
(G e o m e trin in Ö ğ e le ri: 1685)’d ir.” ( « )
(57) “ Göz y a ln ız c a b u b iç im d e ö lu ş tu ğ u -v fi y e rle ştiğ i iç in g ö ­
rür.” L a M b ttrie d ü n y a d a b ir am aç o ld u ğ u n d a n , k u şk u d u ­
yar. Ö te y a n d a n , C o n d iU ac, a m a ç ve a k ıl’ın e v re n d e g ö s­
te rild iğ in i öğretir. “E v re n in p a r ç a la r ın ın d ü zen in i, a r a l a - -
rın d a k i b a ğ ım lılığ ı gö rü p , b u «k ad ar çok d eğişik ş e y in b ö y -
lesi sü re k li b ir b ü tü n ü n a s ıl o lu ş tu ra b ild iğ in i fa r k e d ip de,
evren in so n u ç la rın ın b ilg is in d e n , a m a ç ta n ve a k ıld a n y o k ­
sun o la r a k h e r v a rlığ ı g e n e l so n u ca b a ğ lı özel s o n u ç la ra
götiTren b ir ilk e o ld u ğ u n a n a s ıl ik n a o la b iliriz ? ” («•)
(58) “N o n n o s tru m in te r vös ta n t a s co m p o n ere lites.” V e r g il,
E clogu e, .III, lOâ. satır. -
(59) “E v re n sad ece a teist o ld u ğ u ta k d ird e m u tlu o la b ilir .” L a
M ettrie bunun “t u h a f b ir g ö rü ş ” o ld u ğ u n u sö y lem esin e
karşın, gizlice d estek led iği açıktır. H o lb â c h b u d o k trin i
. şiddetle o n ay lad ı. “D e n e y b iz e k u tsa l g ö rü şlerin , in s a n o ğ ­
lu n u n k ö tü lü k le rin in ge rç e k k a y n a ğ ı o ld u ğ u n u g ö s te rm e k ­
tedir. D o ğ a l n e d e n le rin bilin em ey işi; o n la rın y e rin e T a n ­
r ıla r ı'y a r a t t ı. S a h te k â rlık (im p o s t u r e ) b u t a n r ıla r ı b e r b a t
kıldı. Bu fik ir a k lın ile rle y işin i e n g e lle m iştir.” (™ ) “ A te­
ist... in s a n ı geriye, d o ğ a y a , d en eye ve d o ğ a n ın işle y işin i
aç ık la m a k iç in id e a l g ü ç le re b a ş v u rm a y a g e re k d u y m a y a n
a k ıl’a d ö n d ü rm e k için in s a n so y u n a z a r a r lı k a b u s la r ı y ı­
k a n b ir in s a n d ır.” ( ’ >)
(60) “R u h / tin b o ş b ir sözcükten ib a re ttir.” B u n u D e ^ a r t e s ’ın
sözleriyle k a rş ıla ş tırın : “V e t a b ii ki, in s a n b e y n i (r o in d )

( “ ) D ic tio n n a ire des Scliences P h ilo so p h iq u e s’d e n ö z e tle -


' • n e re k çev rilm iştir. I I I . cilt, P a ris , 1847.
(69) “T ra itĞ des a n im a u x ,” V I , B o lü m . “
(70) “SystĞm e de la n a t u r e ,'' U i cilt, X V I ; B ö lü m , s. 451.
(71) a g y . X X V I ; B ö lü m , s . . 485. Bkz. L u z a c ’m ele ştirisi:
“M a n M o fe , t h a n a M ac h in & .’î s .‘ 94. ; ,
İnsan; B ir M ak in a • .117 '

kotlu su n da sa h ip old u ğu m fik ir... h erh an gi b ir cisim li


(c o rp o re a l) n esn en in fik rin d e n , k ıy a s la n a m a y a c a k Jiadar
d a h a b e lirg in d ir.” p ) B u d o k trin i H o lb a c h ’ın sözleriyle de
k a rşıla ştırın : “R u h / tin i b e d e n d e n a y ıra n la r y a ln ız c a ■b e -
. yinleriR i k e n d ilerin d en ayırm ıg -gibi olu rlar. G e rç e k te b e ­
y in tüm sin irlerin in s a n b e d e n in in h er t a r a fın a y ay ıld ığı,
son a erd iği ve b irleştiği o rtak m erk ezd ir... N e k a d a r çok
- -deneyim iz olu rsa ‘ru h / tin ’ sözcüğünün, k en d isin i k e ş fe t­
m iş o la n la r a d a h i bir a n la m ifa d e etm ediğin e, n e fizik sel
n e de m an evî d ü n y a d a h iç b ir işe y a ra m a y a c a ğ ın a o k a d a r
ik n a olu ru z.” 0^) _ • ' ■ '
(6 1 ) W illia m C o w p er (1 6 6 6 -1 7 0 9 ).'İn g iliz an âtom işti. H o lla n -
d a ’lı h ek im B id lo o ’n u n in sa n b e d e n in in a n a to m isi ü zerin e
k ita b ın ı kendi _ ad ıy la y a y ın la y ın c a o n u rlla a n la ş m a z lığ a
düştü. B a şlıc a e s e rle ri: “M y o ta m ia r e fö r m a t a ” (L o n d r a ,.
. ;i6 9 4 ) ve “G la n d u la ru m D e s c fip tio ” (1 1 0 2 ).v h '
(6 2 ) W illia m H a rv e y (1578-1657), İn g iliz h ek im ve fizy o lo g: k a n
dolaşım ı üzerine bu lu şu yla ü n lü d ü r. C a n te rb u ry ve C a m b -
rid g e ’de okudu, 1602’de C a m b rid g e ’d eh d o k to rasın ı aldı. /
Y a ş a m ı b oyu n ca H ek im ler K o le ji’nde L u m le ia n kürsü - h a -
.tipliği (le c tu re r) ve I. Jam es’in o la ğ a n ü stü h ek im liği g ö ­
revlerin i yaptı. B elli b a ş lı eserleri: “E x e rc ita tio de m otu.
cordis et sa n g u in is” (1628) ve “E x ercitatio n es de g e n e r a -
tione a n im a liu m ” (1651) d ir .(” )
(6 3 ) Fraricis ■B a c o n (1551-1626), skolastisizm e ilk k a rşı ç ık a n ­
la r d a n ’ olup, b ilim -v e felsefey e yen i b ir y ön tem getirdi.
G e rç e k liğ i bilm ek ve b u n u n sonucu gerçek lik ü zerin de y e -
lii güç k azan ab ilm ek için, in s a n ın k a v ra m la rı incelem eyi
b ıra k ıp m a d d e n in k endisini incelem esi gere k tiğ in i sö y le ­
di. Y in e de d o ğ a h a k k ın d a n a s ıl d a h a d o ğ ru *b ir b ilg i e â i-
n ebileceğin i k en disi de bilm iyord u , bu n e d e n le ken d i s a ­
v u n d u ğ u yöntem i- u y g u la m a y a koyam adı. Sistem in in iç e r-
. d iğ i n o k ta la rd a n pek ç o ğ u n u n m atery alist o lm a sın a k a r ­
şın eserleri skolastik k a v ra m la rla doludur. L a n ’g e, B a c o fı’ -
m d a h a tu tarlı ve cesaretli olsaydı, kesin m a te ry a list so-

(72) “M ed itatio n s.” IV . .


(73) “System e de la n a tu re ,” I. cilt, V II. bölüm , s. 121-122.
(7^) L a G ra n d e E n cyclopedie’d en özetlenerek çevrilm iştir.
13. cilt.
(75) C en tu ry D ic tio n a ry ’d en özetlenm iştir. C ilt IX .
h u ç la r a v a ra b ile c e ğ in i söylem iştir. (^^). Ö lü m h ü k ü m lü s ü -'
' n ü n «k a lb in in harek eti. “ S y iv a Sylva:rum ”d a a n la tılm a k ^
ta d ır. ( ^ ) 1627’de; B a c o h ’m ö lü m ü n d e n b ir yıl so n ra y a ­
y ın la n a n b u k itap , B a c ö n ’ın d e n ey lçrin in ve fizy o lo ji, f i ­
zik, k im y a , tıp ve p sik o lo ji k o n u su n d a k i teorilerinin- a n la ­
tılm a s ıd ır. ■ _ •
(6 4 ) R o b e rt- B ö y le , ç a ğ ın ın e n b ü y ü k d o ğa filo z o fla rın d a n biri.
Üç y ıl E t o n ’d a okudu, a r d ın d a n Ş tâ lb rid g e re k tö rü n ü n
. özel ö ğ re n c is i oldu. F r a n s a , İsviçre ve İ t a ly a ’d a dolaştı.
F lo r â n s a ’d a ik e n G a lile o ’n u n eserlerini inceledi. Y a ş a m ı - .
n ı b ilim s e l ç a lış m a y a a d a m a y a k a ra r verd i ve 1645’de bir
b ilim a d a m la r ı k u ru lu ş u n u n üyesi oldu. B u k u ru lu ş so n ra .-'
dan L o n d ra K r a liy e t C e m iy e ti olm uştur. Esas, ç a lışm a sı
h a v a p o m p a s ın ın g e liştirilm e si üzerinedir, b u n d a n d a g a z ­
la r ın b a s ın ç ve h a c m in e h ü k m e d e n y a s a la rı b u lm u ştu r.
B ö y le, te o lo jiy e de d e rin b ir -ilg i-d u y a r d ı. H in d is ta n ve
A m e r ik a ’d a H ris tiy a n lık ’ı y a y m a k için gö n ü llü o la ra k ç a ­
lıştı. V e k e n d i isteğiyle ateistlere, teistlere, putperestlere,
Y a h u d ile r s ve M ü s lü m a n la r a H ristiy a n d in in i ta n ıtm a k
iç'ih ‘B ö y le L e c tu re s ’u v a k fe tti.’ (^8)
(6 5 ) N ic o la s S te n o n , 1631’de K o p e n h a g ’d a doğdu, 1687’de S c h -
w e r in ’d e öld ü . L e y d e n ve P a r i s ’de ö ğren im gördük F lo r a n -
s a ’y a y e rle ş e re k b u ra d a B ü y ü k D ü k ’ü n h ek im i oldu. İ672’-
de F lo r a n s a ’d a a n a to m i p ro fe s ö rü oldu, an cak , üç y ıl so n ­
r a b u m e v k ii terk ed erek K ilis e ’y e g ir d i- 1677’de H eliopolis.
P S ik o p b s Iu ğ u n a 'g e t ir ild i ve ö n ce H a n o v e r so n ra M u n s te r
' ve n ih a y e t S c h w e r in ’e gitti. E sas e s e r i; “D isc o u rs sur,
. l ’a n a to m ie d u c e rv e a u ’’ (K a f a t a s ın ın A n a to m isi Ü z e rin e
S ö y le v :.P a r is , 1669)’du r.(7 S )
(G6) L a M e t t r ie ’n in ira d e -d ış ı h a re k e tle ri açık layışi, D e scâr-
te s’ın k in e ço k benzer. D e sc a rte s şöyle d em ek ted ir: “E ğ e r
V b i r i 'e l i n i v u ra c a k m ış g i b i a n id e n gözüm üze d o ğ r u ^ e t i r i r -
, se, g ö z le rim iz i k a p a tırız ; ç ü n k ü bed en im izin m e k a n izm a sı

('S) F . A . L a n g e , “H isto ry o f M a te ria lis m .’^ L c ilt ,-IL K ı­


sım,- I H . B öl. , . ’
( ” )' S y iv a S y lv a ru m sive H isto ria N a tu ra lls L a tip T r a n s -
c r ip t a a J. G rü te o . L u g . B atay o s, 1648. Bkz. IV . K ita p ,
400.. D e n e y .
(78) E n c y c lo p a e d ia B r it a n n id a ’d â n özetlenm iştir. IV . cilt.
(■9) L a G r a n d e E n cy clo p 6 d îe’d e n özetlenerek ç e v rilm iş tir.-
30. ciltv ; . '
İn sa n , B ir M a k in a '’ • 119

öyle d ü z e n le n m iş tir İâ , b u e lin gözü m ü ze 'd o ğ ru h a re k e ti


k a ş la rd a k i h a y v a n r u h / t in in i (a n im a l s p irit) k o n tro l e d e n
- b ey n im izd e b a ş k a b ir h a r e k e t in u y a rıc ıs ı o lu r; gözkapak-
la rım ız , in e r.” (Ş°)
(6 7 ) “B a c a k la r d a y ü rü m e k Jçin k a s la r b u lu n d u ğ u g ib i, b ey in d e
d e d ü şü n m e k iç in k a s la r v a r d ır .” N e C o n d illa c n e de H e l-
y e tiu s b u . k a d a r ile ri g itm iş d eğild i. H elv etiu s, d u y u m la ­
r ın m a d d î m i y o k sa m a n e v î b ir tö zd en m i. k a y n a k la n d ığ ı
so ru su n u n k a r ş ılığ ın ın a ç ık ö ld ü ğ ü n ü b e lirtir, (si)
(68) G io v a n n i A Îfo n s o B o reU i (1608-1679). la tro -m a te m a t'ik
adı v e rile n m e z h e b in b a ş k a n ıy d i. M a te m a tiğ in , fizik b i­
lim le r in d e u y g u la n ış ı g ib i t ıb b a da u y g u la m a y a ç a h ştı:
S iste m in in u y g u la n ış ın ı k a s la r ın h a re k e tiy le k ıs ıt la y a c a k ’
k a d a r a k ıllıy d ı, a n c a k iz le y ic ile ri u y g u la m a y ı b a ş k a a la n ­
l a r a d a y a y m a y a ç a lış a r a k p ek ço k a n la m s ız v a rs a y ım la ra
(c ö n je c tu re s ) y ö n e ld ile r. B o r e lli ö n c e le ri P is a ’d a m a te m a tik
p rofesön üydü, s o n ra F lo r a n s a ’d a tıp. p ro fe s ö rü old u . M e s i-
.n a -a y a k la n m a s ıy la iliş k is in d e n d o la y ı F r a n s a ’y ı terke zo r­
la n d ı. R o m a ’y a ç e k ile re k İsv e ç K r a liç e s i C h r is t in â ’n ın h i - '
m a y e sin e g ir d i ve 1679'da ölen e d e k .b u r a d a k a ld ı. ( “ )
(6 9 ) ““ t r a d e verdimi b i r e m re k a r ş ılık j ü z k e re b o y u n d u ru k a l ­
t ın a g ire r.” ö t e y a n d a n - D e s c a rte s ru h / tin ’in ir a d ı h a r e ­
k et, ve ıdüşün celeri ü z e rin d e d o ğ ru d a n , ve ih t ir a s la r ı (h ı r s - '
l a n ) ü zerin d e d o la y lı d e n e tim e s a h ip ö ld ü ğ ü n ü ö ğretir. (83)
L a . M e ttrie ir a d e n in .a la n ın ı s ın ır la m a k la k a lm a z , onun
ö z g ü r olu p o lm a d ığ ın ı ta rtış fiia k o n u su y a p a r. “ B iz i etk i­
le y e n d u y u m la r, b iz d e u y a n d ır d ık la r ı zevk v e y a a c ıy a g ö ­
re, ru h / tin ’in k e n d ile r in i istey ip iste m e d iğ in i, sevip sev-
rn ed iğin i b e lirle r. B ö y le c e d u y u m la rı t a r a f ın d a n b e lirle ­
n e n ru h / tin ’in b u h a li n e b iz ir a d e d iy o ru z.” ( « ) H o lb a c h
da b u n o k ta ü z e rin d e d u r u r ve h e r t ü rlü Ö zgü rlü ğü n b ir
y a n ıls a m a (d e lu s io h )" o ld u ğ u n d a ıs r a r eder. “ (İ n s a n ’ın )
'do'ğum u, tü m ü y le k e n d i g ü c ü d ış ın d a k i e tk ile re b a ğ lıd ır,
k e n d is in in de b ir y e re s a h ip o ld u ğ u bu sistem e, k e û d i
iste ğ i o lm a k sızın g ir e r ; ve doğduğu andan ö le c e ğ i güne

{*0.) “L e s p a ssio n s de l ’â m e ,” I. B ö lü m , 13. rn ak ale.


(8>) “E ssa y s o h th e M in d ,” I. D e n e m e , I. B ö lü m , s. '4 f.
(*-> E n c y c lo p a e d ia B r it a n n ic a ’d a n ö zetlen m iştir. IV . cilt.
(*3) “L es p a ssio n s de l ’â m e ,’- L K ıs ım , 41. m a k a le . '
(*<) “L ’h isto ire n a t u r e lle de l ’â m e ,” X I I . Bölüm ,: s. 164.
Bkz. X I I . B ö lü m , s. 167. ' .
120

k a d a r, k en d i rızasın ın dışjn da, m a k in a sın ı ira d e sin e ra ğ ­


m en etkileyen, varlığın ı d eğiştiren ve d a v r a n ış la r ın a etki
y a p a n n ed en lerle sürekli o la ra k değişikliğe u ğ ra tılır. K ıs a
bir sü re düşünm e, beden i olu ştu ran k atı ve sıvıların , d ış ­
sal e tk ile rd e n bağım sız sa n d ığ ı gizli m e k a n iz m a n ın , sü ­
rek li o la r a k bu- etkilerin tesirinde old u ğu ve o n la rsız o la ­
m a y a c a ğ ın ı k a m tla n ia y a yetm ez mi? M iz a c ın ın k en d isin e
b a ğ ım lı olm ad ığm ı, h ırsla rın ın m izacın ın zorunlu, b ir so­
n u c u o ld u ğ u n u , irad e ve eylem lerin in ay jıı' h ırs la rc â ve -
ken di, k e n d in e edin m ediği fikirlerce y ö n le n d irild iğ in i g ö r ­
m ez m i? ... T ek sözcükle, herşey in sa n a y a ş a m ın ın h er
a n ın d a zoru n lu lu ğu n - ellerin de edilgiri b ir a ra ç ta n b a şk a
b irşe y o lm a d ığ ın ı k a n ıtla m a k ta d ır.” («s) \ .
(70) H a y v a n ru h /tin leri teorisini G a le n savu n m u ş, D e sc a rte s
ise geliştirm iştir. B u teoriye göre, sin irler uçücu b ir s ıv ıy ­
la, h a y v a n , tiniyle dolu oluklu tüplerdir. H a y v a n tin in in
ç e v re d e n beyne, o rad an yine çevreye do laştiğı ve b u h a r e ­
k e tleriy le sin irlerin tüm işlevlerini yerin e g e tird iğ i s a n ı­
lırdı.
(71) B e rk e le y n esn elerin ren k lerin in değiştiği g e rç e ğ in i id e a ­
list ç ık a rs a m a s ım k an ıtla rk e n k u llan ır.-(**)
(7 2 ) P y t h a g o r a s ’ın 'k e n d isin in ne öğrettiğini söylem ek zordur,
ancak h a y v a n la rla in s a n la r a ra sın d a k i a k r a b a lığ ı ö ğ re t­
tiğ in i k esin o la ra k 'b iliy o ru z ; cinsellikten istiıp n a k u ra lı
m u h te m e le n bu a k ra b a lık üzerine tem ellen d irilm işti. S o n ­
ra k i P y t h a g o r a s ’c ıla rm y azıları a racın d a • gerçek t a b u n i-
' te liğ in d e g a rip bazı perhiz k u ra lla rın a rastlıyoru z. Ö r n e -
‘ ğ in , “fa s ü ly e d e n uzak d u rm a la rı, ekm eği k o p a rm a la rı, b ü ­
t ü n s o m u n d a n yem eleri, yü rek yepıeleri, v b .” y asak tı. (®^)
(7 3 ) P lato , id e a l D e v le t’inde şa ra p içilm esini y a s a k la m ış t ı(^ )
(7 4 ) “K ilü s (c h y le : sih d ih m so n u n d a b a rs a k la rd a b u lu n a n b e ­
yaz b ir sıv ı) k a n a k a rıştığ ın d a D o ğ a ’n m ilk te d b iri, o n d a
b ir n e v i ateşi u y a rm ak tır.” D o lay ısıy la ısı b e d e n iç in ilk

( “ ) “SystĞm e de la n atu re,” I. cilt, IV . B ölü m , ss. 89, dev.


( “ ) “D ia lo g u e s B etw een H y la s a n d P h ilo n u s,” I. Q pen
C o u rt E dition, ss. 27, 28. 29. Bkz. “Pyin cip les o f H u ~
m an K n o w le d g e ” (tn s a n B ilg is in in İlk e le r i), X. ve -
X V . p a ra g r a fla r .
1‘E a r ly O re e k P h ilo so p h y ”. (Eski- Yunan F e ls e fe s i),
... İ l . B ö l. J. B a m e tt. -
( “ ) R e p u b Û c , I I I , 403. '
in san , B ir M akina ' 121

gerekliliktir. B u n u D e sc a rte s’ın sözleriyle k ıy a ş la y ın : “K a l ­


bim izde sürekli b ir ısı v a rd ır... B u ateş, o rg a n la rım ız ın
tü m h a re k e tle rin in beü en sel ilk esidir.” (S’ ) B u ,' L a M e t t - ^
rie ’n in bed en m ek an izm ası üzerine a ç ık la m a la rın ın D e sc a r-
tes’ın k in e .benzediği pek ç o k 'ö rn e k te n b irid ir. '
(7 5 ) “S ta h i (G e o rg e E n r s t ), 21 E k im 1660’d a B a v a r ia ’d a A n s -
• b a c k ’d a doğdu, 14 M a y ıs 1734’de öldü. T a n ın m ış b ir A l ­
m a n kim yacısı. 1716’d â n -itib a re n P ru sy a K r a lı’m n h ek im i
olm uştu. E serleri a r a s ın d a : “T h e o ria M e d iç a v e ra ” (1707),
“E x p e rim e n ta et’ observation es çhem ic'ae” (1731), vb. s a -
. y ıla b ilir.” («o) ' _ ' .
(76) P h ilip H ecquet (1661-17^7), ta n ın m ış b ir F ra n sız h e k im iy ­
di. R h e im s ’de eğitim g ö rd ü v e . 1688’de P o rt R oyal des
C h a m p s . ra h ib e le rin in hek im i oldu. 1693’de P a r is ’e dön d ü ,
1697’de d o k torasın ı ald ı. İk i kez P a ris F â k ü lte si’n in d e k a ­
n ı oldu. 1727’de S a in t Jacques b a n liy ö sü n d e K a rm e lit m ez­
h ebi m e n su p la rın ın hek im i oldu, otuziki yıl b u işi y a p ­
tı. (91)
(7 7 ) “C o rin th ’e g itm e n in h e rk e sin h a rc ı o lm a d ığ ım söyleye­
lim .” a lın tısı H orace, I. E p . 19, 36’d a n -ç e v rilm iş tir. “N ç n
cuivis h o m in i con tigit ad ire C o rin th u m .”
(78> H e rm a n n B o e rh a a v e , 31 A r a lık 1668’de Leyden y a k ın la ­
rın d a V o o rh o u t’d a d o ğ d u .. K ilise .m e n su b u o la n babası
o ğlu n u d a ay n ı g ö rey için yetiştirm ek üzere lib e r a l b ir
eğitim sağladı.- L e y d e n . Ü n iv e rsite si’n de G ro n o v iu s, R y c k i-
us ve F r ig la n d ’d a n ders gördü. B a b a s ın ın ölüm ü üzerine,
g a ra n tid e n yoksun o la ra k b u ra d a n a y rıld ı ve geçim in i m a ­
tem atik öğreterek s a ğ la m a y a başladı. L e y d e n v a lisi V a n -
den berg, o n a tıp eğitim i görm esin i tavsiye etfi; o d a k e n ­
dini bu m esleğe a d a m a y a k a r a r verdi. 1693’de m ezu n o la ­
ra k tıp m esleğin i u y g u la m a y a b a şla d ı. 1701’d e L ey d en '
Ü n iv e rsite si’n de “T ıp K u ru rû la rı” lüze’r in e ders verm eye
başlad ı. O n ü ç yıl so n ra Ü n iv e rsite rek tö rlü ğ ü n e getirild i,
ay n ı yıl b u ra d a U y g u la m a lı T ıp P ro fe s ö rü oldu. Ü n iv e r s i­
teye klinik, eğitim i sistem ini g e tird i.. Boeirhaave’ın y a r a r ­
l a n çök yaygın laşm ıştı, ü n ü tüm A v r u p a ’d a n p ek çok tıp
öğren cisin i L ey d en Ü n iv e rsite si’ne çekti. B u n la r a ra s ın d a

(S9) “Les passion s de l ’â m e,” I. K ısım , V I I I . m akale.


( ’O) Ç e n tu ry D ic tio n a ry ’d e n alın m ıştır. X . d it.
( ’ •) L a G r a n d e E n cy clo p ed ie’den özetlenerek çevrilm iştir.
19. cilt.
122 . ________ ■
V

felsefesi B ö e rh a a v e ’ın ö ğretilerin d en d erin b ir b iç im d e et-,


k U en en L a M ettrie de vardı. B o erh aave, 1728’d e P a r is K r a ­
liyet B ilim le r A k a d e m isi’he seçildi, ik i yıl so n ra d a L o n d r a
K ra liy e t Cem iyeti’ne ü yeliği k a b u l edildi. 173İ’d e s a ğ lık
d u ru m u nedeniyle Leyden re k tö rlü ğ ü n d e n i s t i f a ‘ etm ek
zo ru n d a kaldı. B u sıra d a “De H onore, M e d ic i S e rv itü d e ”
söylevin i verdi. U z u n sü re n h a s ta lığ ın d a n so n ra, 23 N iS a n
1738’de öldü. L eyd en şeh ri .St. P e te r K ilise si’h e b ir a n ıt ı­
n ı dikti. A nıtın, ü stünde şöyle yazıy o rd u ; “S a lu tife ro B o -
e rh a a v ii genio S a c ru m .” B o e rh a a v e dik k atli ve p a r la k b ir
öğrenci, b a şa rılı b ir öğretm en, u sta b ir p ra tisy e n d i. Be­
lirtile rin ve h a sta lık la rın teşhisindeki u sta lığ ı h a k k ın d a
dik k ate d eğer öyküler" an latılır. B a ş lıc a e serleri: “în s t it u -
tiön es M e d ic a e ” (L e y d e n , 1708), “A p h o rism i de c o g n o s c e n -
d is .e t cu ra n d is M o rb is” (L e y d e n ,-1709), “L ib e llu s 'd e M a -
■ te ria M e d ic a e t-R e m e d io ru m F o rm u lis” (L e y d e n , 1719),
' ‘In stitu tip n es et E xp erim en tae C h e m ic a e ” (P a r is , 1724)’
. d u r. ( « ) _ . . '
(79) W iH is. Bkz. 21. not.
(80) C la u d e P errau lt, (1613-1688). F ra n sız h ek im ve in im a r.
T ıp d oktora diplom asın ı P a ris ’de a ld ı ve b u r a d a h e k im lik
yap tı. 1673’de K ra liy e t B ilim le r A k ad em isi üyesi oldu. M a ­
tem atik , d o ğa bilim leri ve tiplâ ilg ili ç a lış m a la r ım h iç b ir
zam an ih m a l etm em esine karşın, h ek im liği veya b ilim
a d a m lığ ın d a n çok, m im a rlığ ıy la tan ın m ıştır. L o u v r e ’d a k i.
sü tu n d izilerin d en b irin in ve R a s a th a n e ’n in m im a rıd ır. ( ’3)
(8 1 ) “M a d d e k en d in d en h arek etlid ir.” “L ’histoire n a t u re lle de
l ’â m e ” d a L a M ettrie h arek etin m a d d e n in esas, ö ze llik le -
• rin d e n b iri o ld u ğu n u öne aürmektedii;. Bkz. L ’h istö ire n a -
• tü re lle de l ’âm e, V . .B ölü m . • ; •
(82) “ H a re k e tin doğası en az m a d d e n in k i k a d a r bizce b ilin m e ­
m e k te d ir.” T o la n d , L a M e ttrie ’n in tersine m a d d e n in do­
ğ a s ın ın -b ilin eb ileceğin i' sav u n u r ve d o ğ a la rı k e n d in d e n -
b e lli o ld u ğu n d an , m ad d e ve h a re k e tin t a n ım la n a m a y a c a -
ğıriı söyler. (9^) H o lb a c h ise. L a M ettrie gibi, rd a d d e n in
n ih a i (û ltim a te ) d o ğ a sın ı veya varo lu ş n e d e n in i b ilm ey e
.ç a lış m a n ın boşun a g a y re t o ld u ğu n u öğretir. “B ö y le lik le ,

(52) E n cy clo p aed ıa B rita n n ic a ’d a n özetlenm iştir. I I I . ciit.


( ’j ) L a G ra n d e E n cyclopedie’d en özetlenerek ç e v rilm iş ­
tir, 26. cilt. • •
(W ) “L etters to S eren a,” V . • . '
İn san , Bir M ak in a -123

. m a d d e n in n e z a m a n o rtay a ç ık tığın ı so ra n la ra on u h h er
- z a m a n v a ro ld u ğ u n u söyleyeceğiz. E ğ e r h arek etin ne z am an
. ■ m addeye d a h lo ld u ğ u d ç in e g ir d iğ i) sorulursa, a y n ı ne­
denden dolayı, m a d d e n in d a im a h arek et h a lin d e olm ası
. gerek tiği, ç ü n k ü h a re k e tin m a d d e n in varoluşun un , özün ün
- ve .uzam, a ğ ırlık , k a tılık (im p e n e tra b ility ), şekil vb. gibi,
tem el (ilk > ö z e llik le rin in zo ru n lu b ir sonucu- b id u ğ u n u
söyleyeceğiz... M a d d e n in . v a ro ld u ğ u b ir gerçektir, h a re k e ­
tin v a ro ld u ğ u ise b ir b aşk a g erçek ." ( ’S) . • _
(8 3 ) H u y g h e n s (C h r is t ia n ), 1629’da H a g u e ’d a doğdu, 1695’de
y in e o ra d a öldii. H o lla n d a lI. fizikçi, m atem atikçi ve a s tro ­
n o m d u r. G e z e g e n le rin hareketin i ölçebilen sark açlı saati '
bu lm ası, telesk o b y geliştirm esi ye ışığın d a lg a .teorisini
- yetk in leştirm esiy le f;anınm ıştır. B a ş lıc a eseri: “H o rö lo g i-
, u m O s c illa to riu m ’.’d u r (1673). ( ^ ) . - . '
(8 4 ) Ju lien L e .ro y (1 6 8 6 -1759),ü n lü F ra n s ız saat yapım cısı. S a r ­
k a ç lı ve b ü y ü k sa a tle rin y ap ım ıy la ünlenm iştir. K im ile ri
ilk y a ta y s a a tin onun ta r a fın d a n y ap ıld ığ ın ı söylerler.
A m a bu, k u şk u lu d u r. S aatlere ilişk in pek çok bu lgu ve y e­
n ile ştirm e le ri a ra s ın d a , kendi a d ın ı taşıyan sarkaç da
- o n u n b u lg u su d u r. ■(*')
(8 5 ) Jacques de. V a u c a n s o n (1709-1782), F ra n sız m ekânistiydi.
Ç o c u k lu ğ u n d a n b e ri m ekanik b u lg u la rla ilgileniyordu.
1738’de d ik k a te d e ğ e r “F lü tçü ” sü n ü F ran sız A k a d e m isi’ne-
sun du. B u n d a n k ısa b ir süre so n ra, yü^iebilen, yem ek y i-
y e b ile n ve .h azm ed ebilen b ir ördek, ve K le o p a tra ’n ın g ö ğ - <
sü n d e ıslık ç a la n ve öne a tıla b ile n bir y ıla n yaptı. D a h a
son ra, ipek im a la t ın d a m ü fettişlik görevinde bu lu n du .
1748’(3e B ilim le r A k a d e m isi’ne k a b u l edildi. M a k in a ja rı K r a -
liç e ’ye v'erilrmşti, a n c a k K ra liç e o n la r ı A k a d e m i’ye b a ğ ış ­
la d ı. S o n ra k i k a rışık lık dönerninde p a rç a la r, d a ğ ıla ra k
-. k a y b o ld u la r. V a u c a n so n , ‘‘M ^can ism e d ’un flu teu r a u to - -
m a te ” ı (O to m a tik bir. flü tçü n ü n m ek an izm ası) y a y ın lad ı. ^
(P a ris , 1738) m ■ ' -
(8 6 ) “ (D e s c a rte s ) h a y v a n doğasını a n la m ıştı; h a y v a n la rın sa lt'

(®5) “System e de ■la n atu re,” II. cilt, II. Bölüm , s. 32.
(^ ) C e n tu ry D ic t lo n a r y ’d en özetlenm iştir. I X ; cilt.
L a G ran d e E n cy clo p ed ie’d en - özetlenerek çevrilm iştir.
22. cilt. . • , ■
C’S) L a G r a n d e E ncyclop6 die’d en özetlenerek çevrilm iştir
31. cilt. ' .
124

b ir e r m a k in a o ld u ğ u n u m ü k e m m e l b ir b içim d e ilk k a n ıt la -
y.ân oyd u .” Bunu La M e t t r ie ’n in “L ’h istoire n a t u r e lle de
l ’â m e ” d a k i “h a y v a n la r ın sa lt b ire r m a k in a o ld u k la r ı y o ­
lu n d a k i o’ a n la m sız siste m ” e a tıfıy la k a rş ıla ş tırın . “B ö y -
lesi g ü lü n e c e k g ö rü şle r,” diye ek liyor L a M e ttrie , “ filo z o f­
la r a r a s ın d a a s la kabul b u lm a d ı... D e n e y h a y v a n la r d a k i
d u y ü m la m a y etisin in in s a n d a k in d e n daha az o ld u ğ u n u
k a n ıt la m a z .” (95) L a M e t t r ie ’n in b u “a n la m sız sis te m ”e k a r ­
şı ç ık m a s ın ın -in s a n la r la h a y v a n la r a r a s ın d a k i b e jız e r li-
ğ in ü stü n d e d u rm a s ın a b a ğ l ı , o ld u ğ u açıktır. “İn s a n , B i r '
M a k i n a ” d a a y n ı ön cü lü , h a y v a n la r ın m a k in a o ld u ğ u n u , i n ­
s a n la r ın h a y v a n la r a b e n z e d iğ in i, d o la y ısıy la in s a n la r ın d a
m a k in a o ld u ğ u n u s a v u n u r. , . '

(» ) “L ’h isto ire n a tu re lle d e ^ l’âm e ,” V I. B ölü m .


“RUHUN DOĞAL TARİHt”NİN NOTLARI

(87) L a M e ttrie ’y e 'g ö r e m ad d e, u zam lılık (ex j;e n sity ), h a re k e t


(e tm e ) gü cü ve d u y u m la m a yetisine sah ip tir. L a M e t t r ie ’
n in söylediği g ib i bu görü ş, m a d d e n in esas v a s fın ın u z a m
, , o ld u ğu n u dü şü n en D e s c a rte s ’ca sa v u n u lm u y o rd u . “C is m in
d oğası a ğırlık , k a tılık vey a re n k ve b e n z e rin d e n d e ğ il, y a l­
nızca u z a m ın d a n olu şu r — y a n i en, b o y ve y ü k se k liğ e s a ­
h ip b ir töz o lu şu n d a n .” (1°«) H o b b e s’u n .m a d d e k a v ra y ış ı
L a M e ttrie ’n in k in e çok y a k ın d ır. M a d d e y e özel o la ra k h a ­
reketi atfed er. “H a re k e t v e ; h a c im lilik (m a g n it u d e ) tü m
cisim lerin en o rtak o la y la rıd ır.” (><>•) D u y u m u n m a d d e n in
b ir v a s fı o ld u ğu n u söylem ez, a n c a k d u y u m u h a re k e te i n ­
dirger. “D u y u m la m a , d u y u m la y a n ın iç in d e o la n iç se l b ir
h a re k e ttir.” ('o^) H a re k e t m a d d e n in v a s ıfla r ın d a n b iri o l­
duğuna göre ve m a d d e de e vren d ek i tek gerç e k lik o ld u -
. ğ u n a göre, d u yu m m a d d e y e atfed ilm elid ir.
(88) L a M e ttrie m a d d e n in k en d i k en d in e h a re k e t e d e b ilm e g ü ­
cüne sa h ip o ld u ğ u n d a d a im a ısra r etmiş^ h a re k e tin dış
b ir etk en in son ucu o ld u ğ u n u gösterine y o lu n d a k i h e r g i ­
rişim e k a rşı çıkm ıştır. B u k o n u d a T o la n d ’la görüş- b ir liğ i
içindedir. T o la n d m a d d e y i d u ra ğ a n o la ra k g ö re n le rin h a ­
reket' iç in yeterli b ir n e d e n a ra m a k z o ru n d a k a ld ık la rın ı,
bunun için de tüm d o ğ a n ın c a n h o ld u ğ u n u ön e s ü r d ü k ­
lerin i söylem iştir. O y sa b u v a rs a y ıla n c a n lılık tü m ü y le g e ­
reksizdi. Ç ü n k ü m a d d e n in ken disi h a re k e tle d o n a n m ış tır.
(89) “H a k a n l a r ı n salt m a k in a o ld u k la rı y o lu n d a k i... bu an­
lam sız sistem ,” Bkz. 86. not. , •

(İM) “p rin c ip le s of M e t a p h ^ i c s ,” II. K ısım . .4. ön eri.


( 101) “0 e C orpore,” I I I . K ısım , X V . B ölü m .
(>'=) agy. IV . K ısım , X X V . B ö lü m (2 ).
LA M E T T R I E ’N İ N E S E R L E R İ

1745 “ L ’h istö ire n a tu re lle d e l ’â m e .” H a g u e .*‘( B u eser L a M e t t -


f i e ’n in T o p lu E s e r le r i’n d e “T raitĞ de l ’â m e ” (R u h / T in
Ü z e r in e ) a d ıy la y a y ın la n m ış tır. _■ _
l'M 8 “ L ’h o m m e m a ö h in e .” L e y d e n . '
“ L ’h o m m e m a c h in e p a r L a M e ttrie , a v e c u n e in tro d u ç tio n
- et d es notes,” J. AssĞzat. P a ris, 1865‘.
1751 “O e u y re s P h ilo s o p h iq u e s .” (F e ls e fî E s e r le r ). L o n d r a (B e r ­
li n ). . .
1764 “ O e u v re s P h n o s o p h iq ü e s de M o n s ie u r d e la M e ttrie ,” A m s -
• te rd a m . ■ - .
“L ’h o m m e m a c h in e ” ‘ ve “T ra it6 de l ’â m e ” m y a n ıs ıra
■ “ O e u v re s p h ilo s o p h iq u e s ” de şu ç a lış m a la r ı y e r a lm a k t a ­
d ır (P a r a n t e z iç in d e b e lirtile n le r, ilk b a s ım t a r ih le r id ir ):
“A b r e g e des systfemes” '
“ L ’h o m m e p l a n ^ ” (B it k i İn s a n , 1748)
“ L e s a n im a u x p lu s q u e m a c h in e s ” (M a k in a n ın ötesin d e
h a y v a n la r , 1750) •-
“L ’A n ti-Ş 6 n 6 q u e ” (174Ö)
“İı’a r t d e j o u lr ”^ (M u t lu o lm a s a n a tı, 1751)
• “ S y stem e d ’E p ic u re ” (E p ik ü r S is te m i). ' -

You might also like