You are on page 1of 199

AVRUPA’NIN DOĞU İMAJI

RANA KABBANİ
Rana Kabbani 1958'de Şam'da doğdu. New York ve
Endonezya'da eğitim gördü. l977'de ABD'de
Washington, George Town Üniversitesi'nden mezun
oldu. Lübnan iç savaşının ilk yıllarında Beyrut'taki
Amerikan Üniversitesi'nde öğretim görevlisi idi.
1980'de Cambridge'de İngiliz Edebiyatı doktorası yaptı
ve Doktor oldu. Arapçadan İngilizceye Mahmud
Derviş'in şiirlerini çevirdi, 1986'da bu çeviriler
İngiltere'de yayınlandı. Halen İngiltere'de yaşıyor ve
yazıyor.
(■ '
\
Bağlam Yayınlan / 49
İnceleme - Araştırma / 21

Birinci Basım; Nisan 1993

ISBN 975 - 7696 - 40 -4

© Rana Kabbani ve Bağlam Yayıncılık

Europe's Myths of Orient


Devise and Rule
MacMillan Press Ltd.
Londra, 1986

Metinde italik dizili alıntılar


Fransızcadan Ayça Gürdal tarafından çevrilmiştir.

Kapak Resmi: Eugene Delacroix, 'La Mort de Sardanople1


için etüd (1827)

BAĞLAM YAYINCILIK
Ankara Caddesi, 13/.1
34410 Cağaloğlu - İstanbul
Tel : 513 59 68
AVRUPA'NIN DOGU İMAJI
RANA KABBANİ

Türkçesi: Serpil Tuncer

BAĞLAM
İÇİNDEKİLER

Giriş................. .................... ...........................9


1. iffetsiz Sarazeiıler .....................................23
2. Bahane Edilen Metin .................... .............51
3. Solon'un Haremi .......... .................... ........85
4. Cesur Gezginler ........................................105
5. inananlar Arasında ........ ........................ 1Ş5
Sonuçlar/Dışardaki Masumlar .............. ....163
TEŞEKKÜRLER
Telif hakkı mahfuz malzemenin kullanımına içtenlikle izin
veren aşağıda adı geçenlere, yazar ve yayıncının sonsuz teşek­
kürleriyle: Gillon Aitken ve Alfred A. Knopf Inc.' e, An Area of
Darkness'den alınan parçalar için, V.S.Naipaul'un Among the
Believers, The Voices of Marrakesh, Elias Canetti'nin A Record
of a Visit İngilizce çevirisinin telif hakkı 1978'de Marion Bo­
yars Publishess Ltd. tarafından . Tekrar basımı The Continuum
Publishing Company; Curtis Brown Ltd. ve Viking Penguin Inc.
Wilfrid Thesiger'in Arabian Sands'dan alıntılar, Jonathan Ca­
pe Ltd. ve Doubleday ve Co. Ltd., T.E.Lawrence'den Seven Pil­
lars'dan bir alıntı için. Orijinallere sadık kalabilmek için eli­
mizden geleni yapmış olmamıza râğmen, istemeyerek de olsa
gözümüzden kaçan herhangi bir şey için, yayınevi ilk fırsatta
gerekli düzenlemeleri yapacaktır.
Kitabımı yazarken bana yaptıkları tüm yardımları ve her
aşamasında kitabımı okudukları için Adrian Poole, Lisa Jardi-
ne, Garth Fowden ve Norman Bryson'a minnettarım.
Bu kitap, British Council, The Overeas Research Students
Awards Scheme ve The Akram Ojjeh Educational Foundati-
on'un cömert katkıları olmaksızın tamamlanamazdı. Bütün
yardımları için hepsine şükran borçluyum.
Rana Kabbani
Zamanın tahripkârlığınm her iki taraf için de aynı olmadığını
ve kimlik arayışımızın, bizim için en az onlarınki kadar ¿etin ve
kanlı yaşanmış olduğunu unutarak, bizi kendileri'için kullan­
dıkları kıstaslarla değerlendirmeleri çok doğaldır. Bizim gerçe­
ğimizin, bizim dışımızdaki modeller ile yorumlanması, yalnızca
bizi daha da yabancı, daha az özgür ve yalnız kılmaya hizmet
etmektedir. .

Gabriel Garcia Marquez


Latin Amerika'hui Yalnizlığı
Giriş
Romantikleştiremem yeniden dili
yadsıyamam ,
gizleyen esrarlı kılan gücünü .
aynı oysa duyumsananlar müzikle
tüm yaratılanlarla
resimlenmiş tavanlar işlenmiş altın .
antikalaşmış Meryemler kurban veren
şiddetin dönüştüğü freskler
güce ve masumiyete
hiç soramadığımız bizim gerçeğimiz midir diye.
Adrienne Rich
Bir Korkunç Dayanma Gücüm, Vardı Şimdiye Dek .

Bilgi toplama ve kaydetme aracı olarak seyahat etme fikrine da:-


ha çok güçlü politik iktidarların yönettiği ülkelerde rastlardır.
Gezgin, uzaktan da olsa kendisini askeri, ekonomik, entellektü-
el ve sıklıkla görüldüğü gibi manevi bakımdan destekleyen bir
ulusun ya da imparatorluğun gücü ile yolculuğuna başlar. Belli
bir izleyiciler grubunun, yani hemşehrilerinin, meslekdaşlan-
nın, patronunun ya da kralının varlığının farkında oluşu, onun
algılamasına etkide bulunur, oıiu belli bir çeşit bilginin seçimi­
ne ya da kendi ulusal kültüründe tınılarını bulduğu bir ülkenin
görünümlerini vurgulamaya iter. Sosyal pozisyonu da onıin ba­
kışını renklendirir ve (gezgin, genellikle boş zamanı olan bir sı­
nıftan, onu hem pahalı hem itibarlı yolculuklara girişmeye ha­
zır kılan bir sınıftan gelmektedir) o, kendisinin içinde eğitilmiş
olduğu düşünce ile örtüşen sistemleri ve çıkarları temsil

9
'eder.Güçlü bir ulustan olup, daha az güçlü toplumlann toprak­
larında meraklan gidermek için yola çıkan bir gezgine pek çok
farklı uygarlıklarda rastlanabilir.1 Örneğin, Ispanya’dan Çin’e
uzanan bir alanda 7. ve 14. yüzyıllar arasında hüküm süren
, askerî ve politik güçlerden oluşan İslam dünyası, hükümet tem­
silcisi ya da araştırmacı olarak politik anlamda yararlı birikim­
lerini zenginleştirecek bilgi elde etmek üzere gezginler gönde­
rirdi. Araplar güçlendikçe, literatürlerinde yer alan gezi kitap­
larının sayısı da arttı.2Hem Arapların kendi topraklan, hem de
imparatorluklar dışında, onlar için ekonomik önem taşıyan
alanlarda, bu kitapları almaya eğilimli bir izleyici kesimi oluş­
tu. Arapların ilk ciddi gezileri ticari amaçlarla yapılmış oldu­
ğundan, ekonomi tarihi, Arap gezginlerin ve coğrafyacılann bü­
yük ilgisini çekiyordu. Gezi yazılan, yönetilenler hakkında bilgi
verdiği için, imparatorlukla çok yakından ilgili etnolojik bir tez
/ yerine geçti.
Halifelik genişleyip, merkezi otoritenin gücü azaldıkça, da­
ha etkili yönetebilme arzusu.ortaya çıktı.3Gezi yazılan, okuyu­
cuyu memnun edebilmek uğruna, uzak ülkelerin durumlarını
abartan ya da uyduran gerçek dışı malzeme de içeriyordu. Gez­
ginler, yolculuk ettikleri ülkelere ilişkin toplumsal bir imaj
oluşturabilmek için birbirlerinin tanıklığına dayanıyorlardı.
Örneğin Mesudî ve el-Sirafı’nin yaptıkları gibi4, yazılarında
birbirlerinden alıntı yaparak, güncelliğini yitirebilecek olan es­
ki hikayelere taze kan verdiler. Böylece Îdrisî, 12.yüzyılda Gü­
neydoğu Asya hakkında yazarken üçyüz yıllık malzeme kullan­
mıştı. 5 Yazı yazan gezginlerin çoğunun, örneğin Ebu Zeyd el-
Sirafî gibi, denizcilerin ve tüccarlann hikayelerindeki bozulma­
lardan söz etmekten kaçınacak şekilde giderek daha dikkatli
davranmalanna karşın6, vatandaşlannın çocukluktan beri din­
leyerek yetiştikleri belli mitleri onaylamak zorunda kalıyorlar­
dı.
Arap coğrafyacılarının ve gezginlerin tasvir ettiği mitsel
gerçeklerden biri de, Wag wag ile ilgili idi. Wag wag, farklı coğ-

10
rafi bölgelerle ilişkili oluyordu; genellikle de Japonya ile.
19.yüzyılda yazan Ibn Hurdadbih, burasını göze çarpan ölçüde'
zenginlikler ülkesi olarak görüyordu: - '

Çin'in doğusunda Wag wag adında, altın zengini bir ülke


vardır ki, orada yerleşik olanlar, bu metalden köpeklerine
zincirler, maymunlarına halkalar üretmekteler. Altmla be­
zenmiş giysiler satıyorlar. Mükemmel kalitede abanoz bul­
mak mümkündür.7

el-Makdisî Wag wag'in Hindistan'da bir bölge olduğunu ve


"Wag Wag"8 diye bağıran meyveler veren ağaçlarından dolayı
bu adı aldığım sanmıştı. Böylece, bu tür tasvirler yazan gezgin­
ler, söylentilere ya da kendi yaratıcılıklarına dayanırken, bu ül­
keyi ve adını doğunun en uzaklarında, ulaşılamayacak bir yer
olarak değerlendirdiler. 9 Ve yeni ülkeyi, topraklan inceledikçe,
Wag wag ağır ağır uzaklaştı, her zaman doğu ufkunda bir sonra­
ki keşfedilmemiş ada olarak kaldı.
Ağırlığını koyabilen herhangi bir grubun bu 'yabancı' hak­
kında, devamını sağlayacak kategorileri ve sapmaları empoze ,
ederek, imajlar yaratması yoluyla, fantazilerle canlandırılan
uzak ülkelerin tasvirleri evrensel düzeyde bollaştı. Pliny’nin
Natural History'si, yamyamlık, Astomi (elmaları koklayarak
yaşar), Gymnosophistler, Sciopodlar, Amazonlar ve Brahman-
lar gelenekleri üzerine sayısız kayıtlarıyla etnoSentrik dizinin
ilk örneğini oluşturur. Sonuç olarak, Pliny'nin Orta Avrupa’da­
ki çalışmasının popülerliği, o döneme kadşır yaygın olan belirsiz
ırklar hakkındaki görüşleri kataloglamış olmasından ileri geli­
yordu.
Türlerin ehtellektüel bir mappa mundi (dünya haritası)
örneği, o zamanın kalıplaşmış düşüncelerini (idees reçues) pe­
kiştirip yineledi. Aynı şekilde, Ortaçağ ve Rönesans gezi hika­
yeleri, kasıtlı ve bilinçli olarak, yabancı bir yere yolculuğu tas­
vir etmek için oluştular, bu arada sıra dışı anlatılar bekleyen ve
otjıran izleyicilerin yemek işini dé üstlendiler.
Gezginin rolü, etkili bir tarzda halkın düş dünyasına giri­
yordu. ister Marko Polo gibi bir tüccar, ister Pigafetta gibi bir
denizci Olsun, yeni ufuklar tanıtıyor, yabancı kültürlerle görü-
şüyor, coğrafî ve etnografik data araştırmalarına kesinlikler
kazandırıyor, ileri uygarlığın temsilcisi olarak görülüyordu.
Ayrıca, toprak kazanımlarınm (zaptların) ve dönüşümlerin ta­
rih yazarı da olmuştu. Magellan'm 16,yüzyıldaki yolculuğunu
anlatırken Pigafetta; bunun 19,.yüzyıl sömürgeciliği ile yankıla-,
nacağını yazmıştı:

O gün kadın, erkek, çocuk, tam sekizyüz insanı vaftiz ettik.


Kraliçe, siyah ve beyaz giysileri içinde genç ve güzeldi. Çok
kırmızı bir ağzı ve tırnaklan vardı, başmda da palmiye yap­
raklarından yapılmış çok büyük bir şapka.10

Karşılaşılan yerlilerin şu ya da bu şekilde değiştirilmeleri,


kontrol edilebilmeleri gerekiyordu* Yeni Dünyanın Kalibanları-
na ancak boyun eğdirildiğinde katlanılabilinirdi. insanlara zor­
balıkla uygulanan böylesi köleliği kanıtlayabilmek için, yazıda
yerlilerin aşikâr zulmü, zamparalıkları ya da pervasızlıkları
vurgulanıyordu. Kolomb, Ispanya'yı köle ticaretine girmeye
zorladığında yamyamlığın konusunu beslemişti, ya da Cortes,
MeksikalIlara karşı alınmasını uygun gördüğü önlemleri temi­
ze çıkarabilmek için, onların kurban ayinlerini resimli aynntı-
lanyla tasvir etmişti'. Bununla beraber, 1494 ve 1504 yıllan ara­
sında "Ispanya'nın kontrol altına alınması" sonucunda üç mil­
yon Güney Amerikalı'hm öldüğü olgusu ile uzlaşıldığlnda, bu
anlatım farklı olmaktadır.11
Irksal klişelerin sabit bir tarzda verilmesi ve onların yaba­
niliklerine ilişkin sanının onaylanması sömürgeci dünyanın ba­
kış açısı için son derece hayati önemde idi, Örneğin, sömürgeci
Amerika'da, kızılderilileri, beyazlann zalimliğini aklarcasına,
kadın kaçıran, çocuk öldüren ve kafa derisi yüzenler şeklinde
tasvir etmek için sistemli girişimler vardı!12 Böylelikle, 1896'da
bile, "Göçmenler ve yolu açanlar doğallıkla'kendi açılarından
haklıydılar.Bu büyük kıta sefil vahşilik oyunlannln muhafaza
edildiği bir yer olamazdı" diyordu Theodore Roosevelt.13
Beyazlar, bölgede mülk sahibi olma bilinciyle, bu sabit ’kötü
yerliler’ anlayışıyla gezmenin rahatlığı içindeydiler. Ameri­
ka'nın günahkârlığı ile Avrupa'nın romantizminden oluşan bu
ikiz sapkınlık harmanlanarak 'asil zalimliği' üretildi. Bununla
birlikte, kızılderililerin düşsel tasviri ile, onların gerçek yaşam­
da karşılaştıkları kırım arasındaki fark hep varoldu. Tüken­
mekte olan bir kabile mensubu olursa, zulüm 'asil' olurdu: işte,
Mohikanlann sonuncusu kesinlikle çok 'görkemli! idi, tam da
sonuncu Mohikan olduğu için. Fennimore Cooper'in yüce gönül­
lülüğü, bu bilinen anlatım geleneğine tam denk düştüğünden,
sınırlanmıştır; eğer kızılderililerin arasından kazayla bir 'asil'
çıkarsa, ancak barbar ve kana susamış biridir.İşte, şu olayda,
neredeyse yamyamca görünüyorlar:

Akan kan, bir sel taşkınına benzetilebilirdi. Yerliler ısın­


dıkça ve görüntü ile çılgınlaştıkça, çoğu toprağa-diz çöke­
rek, cehennemi bir coşku ile koyu kirinizi akıntıyı kıyısın­
dan içtiler.14

Zulüm, vahşilik, beyaz adama, çevre hakimiyetini kurmada


yardımcı olduğu ölçüde, hoş görülebilirdi, Cuma'nm Robihson
Cruose'ya yaptığı gibi. Örneğin, Pocahontas'm yaptıkları ’iyi
yerli' rolünü tam olarak doldurabiliyordu, zira o kendi halkım
yüzüstü bırakıp, yüce faziletini bir beyazı kurtarmak için feda
etmişti. İtaatkârca boyun eğiyordu, kendini öne çıkarmıyor ve
değiştirilmeye yatkınlık gösteriyordu:Bir kızılderili, bir pren­
ses iken, saygılı bir Hıristiyan eşe dönüşmüştü.Onun beyazlar
toplumuna katılması, bu toplumun anti-hümanizmine ilişkin
şüpheleri yalanlamak ve onun anlayışına ödün vermek anlamı­
na geliyordu. ’
'4 ,

13
Bir toplumdaki marjinal ve güçsüz gruplara kötülük et­
mek, günahkeçileri üretmenin her zaman çok uygun bir yönte­
mi olmuştur. Ortaçağ Avrupası, örneğin Yahudileri bir dizi kar­
maşık suçlarda kullandı: Kuyuları zehirlemek, kan için çocuk­
ları öldürmek, kurbanları çarmıha germek ve hatta onları ye­
mek gibi.15Benzer şekilde, kadınlar da şeytanla ilişki içinde gö­
rülüyor ve kilisenin ve uygarlığın düşmanı oluyorlardı.16 Daha
da ileri gidilerek, cinsel açgözlülük, yamyamlık, kötü ruhlara
uyma ve genellikle inatçı ve kaprisli olmalan nedenleriyle ka­
dınlara karşı yapılan 'cadı avlan'nı haklı çıkardılar.17
Uzak bir kültüre kötülükte bulunmak da Ortaçağ Avrupa-
sının bağnazlığına siper ettiği belirgin bir özellikti. Ve İslam
dünyasında, muazzam bir düşmanı olduğundan, bu rakip dev­
letin etki gücünü görebilmek amacıyla bir polemik canlandırdı.
"Bu polemik, içerdiği düşmanlık ve fanatizm açısından kayda de­
ğerdi. Burada İslam, Hıristiyanlığın yadsınması, Muhammed
ise bir sahtekar, kötü bir şehvet düşkünü ve şeytanla anlaşmış
bir anti-İsacı olarak geçiyordu. İslam dünyası Avrupa'ya karşı
id i18ve bu şüphe altında görülüyordu. Hıristiyan Avrupa, İslâ­
mî Doğu ile kültürel, dini, askeri ve politik bir yüzleşme içine
girmişti ki, bu o andan itibaren, Doğu ve Batı arasındaki diyalo­
gun doğasını belirleyecekti. Yeni Avrupa, artık hiçbir şekilde
bütünüyle 'kutsal savaşlar'ın kendisini içine sürüklediği uzlaş­
mazlıktan ortaya çıkmayacaktı. İslami rakibine karşı kendini
haklı çıkarma isteği kolayca hakim olma kararlılığına dönüştü
ki bu, Napolyon'dan başlayarak emperyalistlerin psikolojik mo­
tivasyonu olacaktı. Bu ruh ile 1920'de Fransız General Goura-
ud, Şam'a girdi: Hemen Selahaddin Eyyubî'nin türbesine yöne­
lerek, (Selahaddin Eyyubî onları 3.Haçlı seferinde yenilgiye uğ­
ratmıştı) şeytanca bir gülümsemeyle"Nous revoila, Saladin"*
diye haykırdı.19
Avrupa'nın Doğuyu kaleme alan anlatımlarında, Doğuyu
Batıdan farklılaştıran nitelikler ve onun 'diğeri' olmaktan ge-
___________ t ______________________________

*”Işte yine buradayız Selahaddin!"

14
len dönüşü olmayan durumu kasıtlı olarak vurgulanıyordu.
Buıllardan iki tanesi kayda değer. îlki, Doğunun bir şehvet ya­
tağı olduğuna ilişkin ısrarlı iddiadır. İkincisi ise, atalarından
miras almış oldukları şiddet ile biçimlenmiş bir gerçeklik oldu-
ğudur. Bu konular, Ortaçağ düşüncesinde önem taşıyordu ve
günümüze kadar değişen düzeylerde zorlamalarla aktarılmaya
devam edilecekti. Fakat en kasıtlı söylem tarzlarına 19.yüzyıl-
da ulaştılar, çünkü bu tarihi kesit, Doğu ile Batı arasında yeni
bir karşılaşmaya sahne oldu: Emperyal bir karşılaşma. Şayet
Doğu halklarının tembel, aklını seksle bozmuş, vahşi ve kendini
idareden aciz oldukları söylenebilseydi, o zaman emperyalist ül­
keye girip hükmetmekte kendini haklı bulurdu. Politik hakimi­
yet ve ekonomik sömürü,tam hükmedici görünebilmek için me­
denileştirme misyonunu (mission civilisatrice) bir kılıf gibi kul­
lanıyordu. İmparatorun ideolojisi hiç de katı bir aşırı milliyetçi­
lik sayılmazdı, aklı ustalıklı kullanmaya, bilim ve tarihin eksik­
lerini tamamlayarak hizmete çalışıyordu. Âvrupalı sömürgeci­
nin imajı her zaman şerefli olmalıydı: O sömürgeci değildi, ay­
dınlatma için geliyordu. Sadece kâr peşinde değildi, bu talihsiz
insanları kendi yüksek düzeylerine çıkarmaya çalışaraik yaratı­
cısına ve imparatoruna karşı görevini yerine getiriyordu. Bu,
bëyaz adamın yüküydü, tüm kıtaların boyun eğmesini onayla­
yan saygın bir rahatsızlıktı.
19.yy.da İngiltere, çılgınca bir girişimle, ' fetihler' sürecinr
deki dünyayı tanıyabilmek için çok miktarda gezi-yolculuk ede­
biyatı üretti. Gezginler hem izleyici, hem anlatıcı idiler, vatan­
severce gezdiler. Finansman kaynaklan genellikle memur sını­
fıydı, zira, üretimleri dünyanın imparatorlukça temsiline hiz­
met ediyordu.
18.yy.da da belli alanda gezi literatürü üretilmişti, ancak
bunlar daha çok fıkra türünde bilgi yerebiliyordu. 18.yy. gezgi­
ninin anlatabildiklerini, neo-klasik yaklaşım büyük ölçüde dik­
te ettirdi.20 Otobiyografik anlatımdan ziyade tasvirsel anlatımı
inceledi. 'Kibirli gezginlikten sakınarak ( Steme'in Yorick’e öne

15
sürdüğü gibi), kendini anlatamadı, onun yerine görüntüleri,
manzarayı ayrmtıladı. William Comtyun Dr. Syntaxï gibi, Tenk-
li, pitoresk görüntüleri araştırdı, Alanı imparatorluğa yayılan
19.yy.^yaklaşımına ürettikleri ile rakip olmadı.
J-9.yy..gezgini, görüntü ve manzara ile, yalnızca ilerlemesi­
ne bir fon oluşturduğu Ölçüde ilgilendi. O, yolculuğun yalnızca
anlatıcısı değil, kahramanı idi ve her fırsatta kendinden hoşnut­
luğunu belirtti. Klasik duyumculuğun moi haïssable (nefret
edilecek ben)'ı, bireyler muhafazakâr bir tarzda yüceltilerek ve
övgücülüğe dönüşerek yenilenmişti. Gezgin, artık kutsaldı,
kahramandı ve Hıristiyan askeri idi; Gordon ve Lawrence'inki
gibi, onun ünü de mitsel orantılara çabucak dönüşebilirdi. Ger­
çekten de, ona karşı çıkan herhangi bir girişim, haddini bilmez­
lik olarak görülüp reddediliyordu: Wilfrid Scawen Blunt'm Gor-
don'a yönelik alèyhte eleştirisi vatandaşları tarafından hainlik
olarak görülmüştü. Herşey bir yana, gezginin mitsel kişiliği, ta­
şıdıklarının bir toplamıydı: Tutkuları, inançları ve emperyalist
gezginler asrına uygun olarak, yüksek dozda bir ırksal kibir ile
bağlıydı, bu özellikler. Richard Burton bunlar arasında en ve­
rimli olanlardan biriydi, tüm gezintilerinde sadık ve sağlamdı-
Ve erotik Doğuyu kesin iddialar sunarak en çok anlatan da o idi.
Burton için Doğu öncelikle kanundışı bir yerdi ve kadınları da
cinsel zevk sunan müsait kölelerdi, fakat Viktoryan (muhafaza­
kar) mekanlarda uygunsuzlukları nedeni ile reddediliyorlar-
dı.Onun anlatımında cinsellik ve ırkçılık içiçe geçmişti, çünkü
kadınlar bu saygın, ataerkil Viktorya toplumunda ikincil grup
idiler, diğer ırklar da sömürge topraklarında yine ikincil sayılır­
ken. Böylece, Doğu kadını iki katı alçaltılmış, küçük düşürül­
müş oluyordu; Hem kadın, hem de Doğulu olarak. Baskılı bir dö­
nemin ilk cinsel Örneklerini sundular ve bir tabunun hoşgörülen
ifadesi gibi gıpta edilirlerdi.
Kaldıkları ya da geçtikleri topraklar hakkında yazı yazan
Viktorya çağı kadınları dâ oldu 21, ama bu yazılar, özünde ataer­
kil esaslar olabilirdi, çünkü, nihayetinde güç-otorite hiyerarşi­
sine hizmet ediyordu. Bazılarının bü hiyerarşilere doğum ya da
evlilik yoluyla bağlı olmalarına rağmen, çeşitli baskılarla; pat-
riarşinin (patriğe ait ataerkil düzen) değerlerini dile getirmek
-zorunda bırakılıyorlardı. Böylelikle, Isabel Burton'un büyük
ciltleri, kocasının çalışmaları ile beslenmiş uyarlamalardı: Ko­
cası 'centilmenler kulübü'nü yazmıştı; o da 'evin meleği'ni yaz­
dı.
Viktorya döneminin gezi yazıları, henüz gelişmemiş, baş­
langıç döneminde olan antropoloji ile çok bağlantılıydı. Sonra­
ları antropoloji, kültürlerin ve ırkların düzeylerini saptayabil-
diyse de, başlangıçta daha çok, Avrupalıyı insan türleri arasın­
da dorukta bir mükemmelliği olduğuna ikna ederek, onun ken­
dine hayranlığına hizmet etmişti. Diğer ırklar ondan aşağı idi,
varoluşun geniş tablosunda. Aşağı oldukları için de hayvanlar­
la ortak yönleri vardı, cinsel azgınlık bunlardan biriydi. Bu ya­
zıda bir yerlinin bir hayvanla ne kadar sık karşılaştırıldığıma
dikkat etmek yerinde olur. Iago'nun Othello'ya 'barbar atı' şek­
linde imada bulunuşu, Viktorya devri insanlarınınsöyledikleri
çok yüz kızartıcı lâkapların yanında yalnızca basit kalıyor.
Antropoljik yazının Özü, gezi anlatımı olduğu kadar da kur­
gusaldır. Bu türlerde de 'diğerinin ırksal farklılığı körükleni­
yordu. Örneğin, Rider Haggard'm klasiği, basımının ilk yılında
30.000 satan King Solömon's Mines (Kral Süleyman'ın Hâzine­
leri) (1885) imparatorun idari hizmetine aday olan devlet okulu
çocuklarına okutulmuştu22 ve Anglo-Saksonlarıh üstünlüğünü
belirtirken ilkel insanın ilk ve de tüm kaba tiplerini tasvir etme-
. yi sürdürdü. Baden - PoweÜ’m izci çocuklarla ilgili yaklaşımım­
da ilkel insanların kabul ayinlerine ilişkin antropolojik tasvir­
lerden bir yığın uyarlama vardı (Fraser'in TTıe Golden Bough'ı-
nı dikkatle okumuştu).Edgar Rice Burrough'un Tarzan'ı, şu or­
manlar kralı, aristokrat bir Anglo-Sakson idi; Viktoryanlar
yanlış sınıf ve ırkin kahramanlarına kalplerini vermezlerdi.
Bir kahraman olarak gezgin, her bakımdan diğer insanla­
rın üstünde idi. O ormanları geçiyor, nehirleri aşıyor, vahşilerle
karşılaşıyor, yine de kendiliğini kaybetmiyordu. Böylece, uzun
dönemin sonunda, Stanley, vahşi Afrika’da Livingstone ile bu­
luşarak ona, yazı odası dekorunun yapmacıklığı ile hitabetti.
Kibar konuşmasının, karanlık kıtanın beyaz adamı olarak, tıp­
kı politik gücü gibi kaba çevreye yayılacağını düşünüyordu.
Doğudaki Avrupalılar ottun karakteri ve rolü bakımından
etkisinde kalmışlardı. O ise ülkesi dışında, ırksal engelleri aş-
' maktan hep ürktü, ülkesinde de sm ıf engellerini aşmaktan
korktuğu gibi. Sınıfsal yerini kaybetme korkusu ile Norman
Daniel’in işaret ettiği gibi, Batılılann Doğululardan doğuştan
farklı oldukları düşüncesine sarılmak zorundaydı; böylece, im­
paratorluk miti bozulmaksızın korunmuş olacaktı.23
Kolonilerde kanundışı ve güçsüz oğulları için, bu tür
uyumsuzlar için hücreler yaptırılmıştı. (Clive1ye Burton kayda
değer örneklerdir). Bu tür adamlar, kolonilerde ayrılıklar için,
şahlanıp kendi vatanlarında hayal bile edilemeyecek şekilde
güç kullanabilirlerdi Böylece Doğu ile ilgili geleneksel fantezi­
ye bir de Doğudaki gezginlerin fantezisi eklenmiş oldu. Kingla-
ke’in Eothen'de tasvir edilen ’Büyük Doğu Turu’ dikkate değer
önem taşır: Uşakları ile yol alan bir efendinin kibrini taşıyordu.
Doğu her zaman misafirperver bir ana gibiydi24; alçak ve değer­
siz bir ana. Evet, Kinglake de Doğuyu öylesine aşağılık, kölece
görür ki, onu küçülten Avrupalılara saygı duyar:

Asyalı, kendisine küstahça ve şiddetle yaklaşana neredey­


se şefkate yakın bir saygı duygusuyla doludur-ve her zaman
korkularla donatılmış, belirsiz ve tanımı güç bir endişe için­
dedir, öyle ki, 'güç' düşüncesi ile etkilendiğinde, baş eğme­
nin ve aklının eğilmesinin sınırı yoktur. 25

Kinglake'in karşılaştığı bir Doğulu devlet adamı yönetici, İngi-


lizlere sonsuz övgüler sunar; yazar, izleyicilerine bunun nede­
ninin onun bir zamanlar bir İngiliz gemisinin kaptanı tarafın­
dan yok edilmekle tehdit edilmesi olduğunu a ç ık la r . 26

18
ı
Gezginler genellikle, çarpıcı görüntülerini muhafaza etmek
için, sömürge dünyasında katı kuralların savunucusu ve kendi­
ni yaratmış kahramanlar oldular.Yerlileri alçalttıkça, buna
karşıt olarak kendileri yükselmiş oluyorlardı. Burton'm'bir
Sindliyi tasviri bu tavrı çok iyi özetliyor:

O aylak, duyarsız ve içki tiryakisidir. Kişiliği bozuktur.


Tehlike anında korkaklığından adı çıkmı ştır. Korkacak bir
şey yokken de aynı oranda küstahtır. Gerçeğe ya da dürüst­
lüğe ilişkin en küçük bir fikri yoktur. Yalnızca daha fazîa
hainlik yapabilmek için yeteneğe gereksinim duyar.27

İngiltere’deki aşağı sınıflara ilişkin, yukarı sınıfların bu türden


tasvirleri iki katı çoğaltılabilir. V.G.Kiernan’ın belirttiği gibi,
ırksal yabancılık ile sınıfsal yabancılık, Viktorya döneminin hi­
yerarşik düşüncesinde aynı ölçüde çirkihdi: Kolonilerdeki hoş­
nutsuz yerlilerle, fabrikalardaki işçi kışkırtıcılar değişik giysi­
ler içinde, iblisin ta kendisiydiler.28
Edward Said’in öne sürdüğü gibi, Doğuyu belgeleme girişi-
, miyle, Batı kendini belgelemişti. Viktorya çağı İngilteresinin
gezi yazıları, gezginlerin kişisel özelliklerin yansıtmaktaysa da,
esas olarak miras alınmış görüşlerin bir özeti idi,29 Sonuçta,
(çok az istisnası vardı. W.S. Blunt’m yazıları bunlardan biriydi)
politik bir yapı tarafından desteklenen ve o yapıyı destekleyen
bir Doğu imajı yarattılar. Bu politik yapının, kendini oluşturma
sürecindeki ideolojisinden ’egemen kültür’ olarak söz edilebilir.
Bu, tüm gezginlerin Doğuyu yaıihş anlattığı anlamına gelmi­
yorsa da., yanlış anlatanların Doğuya ait batıdaki genel kanıyı,
egemen düşünceyi oluşturmakta yeterli rol oynadıklarını gös­
termektedir., Bununla birlikte, gezi yazılarıyla dile getirilen,
imparatorluğa esaret veren bir Doğululuktu. Curzon, Doğu üze­
rine çalışmaları, imparatorluğun vazgeçilmez mobilyası olarak
tanımladı ve hiç şüphesiz ki, tam da öyle idi. Güç, her zaman bil­
gi gerektirir, ama bu zorunluluk değildir ye sürekli denetlene­

19
mez. Sıklıkla, seçip yetkilendirerek, orada bir hayır yapar, bu­
rada himayesine alır,vs. Böylece Avrupa kültürü, Doğunun çar­
pık görünümleri ile çerçevelendi; sonunda egemen anlayış ve
mitolojileşen içgüdü galip gelmişti.
Bir yolculuk literatürünün yazılması kolonilerle ilişki anla­
mına gelmez. İddiaya göre, öğrenmek için seyahat edilir, ama
gerçekte bu, o topraklar, kadınlar, halklar üzerinde bir güç de­
nemesidir. Beylik bir yaklaşım da, Batının Doğuyu, Doğunun
kendisini tanıdığından daha iyi tanıdığıdır; bu, önceden belirle­
nen, pek çok yolla Batılı gözlemciyi sınırlayan ve aldatan bir an­
latımı getirir. Sanki gezginin düş gücü oldukça gerilere uzanan
ilmî (Batının) bir gelenekle ve Batının diğer kaynaklarıyla des­
teklenmeliydi. Bu da, Batılı gezgini, asla kaçınamayacağı bir
takım antika metaforları ve modası geçmiş kavramları kullan­
maya itiyordu. Chateaubriand, kutsal Kudüs yolculuğundan
önce"Kutsal Toprak'ınyaklaşık ikiyüz modern ilişkisi'ni oku­
yarak kşndini hazırlamıştı; daha Fransa dışına adımını atma­
dan yolculuğu yapmış sayılırdı. Bu edebî ve kültürel bağımlılık
Doğuyu edebi bir klişeye indirgiyordu. Chateaubriand Kudüs'e
vardığında kendisini Doğu geleneğinin şğır yükü altında bulur.
Miras alman dilin keskin sınırlamalarını hisseder:

Burada gerçek bir güçlülük hissediyorum. Kutsal yerlerin


tam tasvirini sunmalı mıyım? Fakat o halde yalnızca ben­
den önce söylenenleri tekrar edebilirim: Belki de hiçbir ko­
nu modern okuyucularca bu kadar az tanınmamaktadır ve
bununla birlikte hiçbir konu da bu kadar çok işlenmemiş­
tik . \

Dile çok yüklenildiği ve dil aşırı zorlandığı zaman, tek çıkış yo­
lu, figüratif dili, metafor ve hayallerin yerine geçirmektir. Doğu,
kendini dramatizeye ve farklılığa bir neden oluşturur; roman­
tizmin ben-merkezci fantezilerinin oynanabileceği bir tiyatro
alanıdır. Düşgücüne sonsuz malzeme şımar. Batı için de sonsuz
bir potansiyeldir. Bu Batının 'kendisi' Doğuda pek çok yüze sa­

20
hipti; Napolyon gibi güçlü, Kinglake gibi saldırgan milliyetçi,
Lane gibi bilgiç ve çalışkan ve Burton gibi korkunç bir insafsız,
ya da Gide gibi utanmazca ahlâksız olabilirdi. Doğu, Batıya tüm
bu zengin kişilikleri seçme şansı tanıyabilmek için, kendine sa­
dık kalmak zorundadır, diğer bir tdeyişle, gerçekten Doğulu ola­
rak kalmalıdır. Bu veri olan Doğululuğunu yitirirse, yararsız
olurdu, olması beklenenin bir taklidi olurdu. Gerçekten de (boş
bir tiyatro olmaktansa, Batılıların çıkarına uygun olarak) yerli­
lerden kişilerinin oluşması, meselenin kendi içinde son derece iç
karartıcıydı. Klasik harabelerin idealize edilmiş görüntülerini
resmeden David Roberts, yanısıra, yaptıklarıyla o fevkalâde gö­
rüntüleri darmadağın eden Araplardan iğrenerek, öfkesini şöy­
le ifade ediyordu:

Bir zamanlar çalışan bir nüfusu barındıran, tapmaklar ve


büyük yapılarla dolu harika kentler, dünya hârikası şimdi
çölleşmiş ve yapayalnızdır, ya da Müslüman inançların
barbarlıklarıyla, vahşi hayvanlarla dolu şiddetin varoldu­
ğu bir ülkeye dönüşmüştür. Göğsümde duyduğum bir ağ­
rıyla şaşkına dönmüştüm.31

İslama ve Müslümanlara duyulan düşmanlık, gezginlerin ruh­


sal yapısının bir uzantısı idi. Yarattığı Arap imajı hala popüler
bir etki uyandıran James Elroy Flecker şöyle yazıyordu, "Doğu­
dan nefret ediyorum. Tanrıya şükjir Lübnan Hıristiyan.. Yine
de en iyi Doğu şiirlerimi Doğu dilinde yazmışıtım." Düş ve ger­
çek, Batılının zihninde iki farklı olgu idi.
Doğu Batı için pek çok ihtiyacı karşılıyordu. Sözcük kendi
başına öylesine çok çağrışım (Sarazen, sahtekâr, 1001'Gece Ma­
salları, çöl, dans, cariye, Haçlı seferi, Kitab-ı Mukaddes) yapı­
yordu ki, böylesi şehvetin ardında kalan çarpıcı gerçeğin soru­
sunu görebilmek için son derece karârlı ve birikimli bir bakış ge­
rekiyordu. Açıktır ki, tüm yansıtılanlar bu denli ölümcül ve kö­
tü değildi. Doğu ve Batıdaki insanlığı algılayabilen Batılılar da
oldu. W.S.Blunt böyle idi, kendi milletine karşı, Doğuluların
haklarının sadık bir savunucusu idi. Pek çok ressam, Fromen­
tin, Renoir ve Matisse gibi, Doğunun verdiği coşku ile zengin sa­
natçılar düzeyine ulaşmıştır. Batı, sönjiürge plânlan için Doğu­
nun her görünümünü kaydetmekte idiyse de, yanı sıra 'asıl' ger­
çek ile, Doğunun onlara görünen yüzü ile, yetenekli yaklaşımla­
rıyla ilgilenen bireyler de vardı. Bu kişiler, insanlığın bilgi biri­
kimine çok büyük ve derin katkıda bulunurlarken, miras aldık­
ları fikirlerin dé etkisinde kalmadılar.
Gezginlerin olumlu çalışmaları, hem Doğuda, hem de Batı­
da özenle incelenerek genellikle övgüye değer bulunmuştu. An­
cak, inanıyorum ki, önyargılarının ve yanılgılarının eleştirile-
bilmesi için fırsat verilmelidir. Herşeye rağmen onlar da insan­
dı ve kendi toplumlarımn etkisine dayalı ve yatkındılar. Bu Ya­
kındoğu ile ilgili gezi literatürünün bütünü ile tarihsel bir ince­
lemesi olmadığından (böyle bir çalışma,çeşitli bilimsel disiplin-
lerce zaten yapıldı) geniş ayrıntıya girmektense, konulara karşı
seçici yaklaştım. Galland, Lane, Burton , Doughty ve Lawren-
ce'tan oluşan bileşime gelince; Özellikle bu yazarların 19. ve
20.yy.larda Doğuya karşı Batının tavn açısından diğerlerinden
daha etkili oldukları görüşü, kişisel görüşümdür. Herşeybir ya­
na, çalışmamı edebi bir Doğunun yaşamı üzerinde, sonsuza dek
etkili olacak bir mitolojik süreç iizérinde yoğunlaştırdım.
Bu konu etrafında çalışırken, sömürgeci kalıtın inatçılığın­
dan kurtulabilmiş bîr Doğu-Batı diyaloguna ulaşabilmek için
yeniden bir gözden geçirme ve miras alınan pek çok yaklaşımı
reddetme yolunda gerçekten ciddi çabaların zorunlu olduğunu
çok güçlüce duyumsadım. Bu miras alınmış yaklaşımlar öylesi­
ne ısrarlı, öylesine yıkıcı ki, (yeni yaşamda sürekli yeniden yatı­
rımları yapılıyor, modern gezi yazılanna ilişkin olarak son bö­
lümde göstermeğe çalıştığım gibi) dürtülerimizi gölgeliyor, on-
lann ötesindeki insanlığı görmemizi engelliyor.
1 İffetsiz Sarazenler
POLEMİK FORMÜLLEŞTİRİLDİ

7.Yüzyılın İlk çeyreğinde , Arabistan'ın henüz İslamileşmiş


v orduları Bizans'a 1ilk saldırılarını. Akdeniz'in daha önce Avru­
palI imparatorların gelip de döndükleri dayanma noktasına öl­
dürücü bir darbe indirerek başlattılar. Bu stratejik; kıyılar bo­
yunca yayılmış olanHıristiyan kilisesi, zafere koşan Arap ordu­
ları karşısında güçsüz kaldı. Doğu ve güney kıyılarında İslam
dininin egemen olduğu Akdeniz, Hıristiyan Avrupa için, Bir ti­
cari ve kültürel alış-veriş yolu olmaktan çıkarak, açık korsan
saldırılara karşı koruyan bir engele dönüştü. Aynı sıralarda,
, Kuzey Avrupa ırklarına, yeni bir kimlik anlayışıyla, özel bir
Önem veren 'Karolenj İmparatorluğu' da oluşmaktaydı. Böyle­
likle Akdeniz onlara çok kesin bir şekilde yabancı kalırken, Do­
ğu onların gözünde tam anlamıyla düşman idi.
Hıristiyan Batı ile Müslüman Doğu arasındaki düşünsel en­
geller, cehaletle ve mit yaratma yoluyla pekiştiriliyordu. Batı
Doğuyu İslamm serpilip geliştiği ve canavarca ırkların çoğal­
makta olduğu tehlikeli bir bölge olarak, algılıyordu.2 Zaten müs-
lümanlar canavar bir ırk görüntüsündeydiler, çirkin, kara ve
köpek kafalı olarak portreleri yapılıyordu. Sarazenler ve Cy-
tıocephali (köpek kafalılar) arasında geniş bir birlik vardı.3 Bu
*Suriye ve Arabistan çöl kabileleri mensuplan. Haçlı Seferleri zama nında
Müslüman veya Arap kimseler, Haçlı Seferi düşmanlan.
düşmanlığın yol açtığı anti-İslamcı polemik, Hıristiyanların
dinlerinden cayma olgusuna karşı zihinlerini koruyabilmeleri­
ni mümkün kılmış ve de Hıristiyanlığa bir çok bakımdan kendi­
lerinden üstün bir uygarlıkla uğraşma ediminde öz-saygı ka­
zandırmıştır.4
Bu polemiğin stratejilerinden biri de büyük kin duydukları
Muhammed'le alay etmekti. Muhammed eflatun giyinen, du­
dakları boyalı, kokulu şeylerden ve çiftleşmekten hoşlanan, ele­
başı bir tecavüzcü olarak tasvir ediliyordu.5 Tanrıya, kendi cin­
sel zaaflarının mazur görülmesini arzettiğine inanılıyordu.
12.yy.da yazan, fakat erken dönem 19.yy. antropolojisine ima­
da bulunan Galli Gerald, Muhammed'in öğretilerinin şehvet
düşkünlüğü üzerinde yoğunlaştığını, böylelikle de fevkalâde
doğal sıcak bir iklimde yaşadıkları için de, Doğululara özellikle
uygun olduğunu öne sürüyordu.6
Başka bir popüler yaklaşım da, Muhammed'e atfedilen il­
ginç bir plândan söz etmekte idi. Bu plâna göre, genel cinsel
ahlâksızlık, Hıristiyanlığın parçalanmasında araç olarak kul­
lanılacaktı.7 Nogent'li Guibert, kaleme aldığı Muhammed'in bi­
yografisinde, onun kusurlarını şu sözlerle kanıtlamaya çalışı­
yordu: "Onun kötülüğü, akla-gelebilecek tüm kötülükleri kat
kat aşar"-8 , 7
Ortaçağ'm lâik edebiyatı, ilk dönem dinsel polemiklerin dü­
şüncelerini, inançlarını yansıttı. Müslümanlar tabii kötü
adamlar olarak Chanson de Gestes*te, anahtar rol oynadılar,9,
Song of Roland 'daki Sarazenler ise, Antichrist, Lucifer,Ter-
mageunt ve Diana’ya d a , diğer putların yamsıra tapanlar ola­
rak, Avrupa’nın kahramanlık destanlarına malzeme oluştur­
dular. Evet, onlar Hıristiyan şövalyelerce öldürülmek üzere
oradalardı. 10 Piers Plowman, Muhammed’in genel tasvirini,
şeytani güçleri olan dindar bir günahkâr olarak yapıyordu. Ve
Dante de Muhammed’i dine ve inançlara aykırı düşünce yayan­
ların gideceği, o devirlerdeki cehennem kuyusuna sürgün edi-
* 11-13. yy. da eski Fransızca kahramanlık şiirleri

24
yordu. Orada Muhammed'in bedeni, suçlarının cezası olarak or­
tadan ikiye ayrılacaktı.
Sarazenlerin portreleri kapsamında Ortaçağ İngiliz macera
romanları, din ve politikanın isteklerine boyun eğen ve hizmet
eden şövalyelik ideallerinin dile getirildiği temel propaganda
araçlarıydı. Dorothy Metlitzki'nin öne sürdüğü gibi, izleyiciye
kanıtlanmak istenen ideal, şsil bir aşk, ya da mükemmel şöval­
yelik olmayıp, Hıristiyanlığın İslama karşı zaferidir.11 Bu ro­
manlar, arzu edilen içeriklerde düzenleniyordu: Hıristiyan
kahraman tarafından öldürülen bir Sarazen devi, yenilen emir,
değiştirilen Sarazen ve daha da önemlisi, Hıristiyan şövalyeye
aşık olan Sarazen prensesi,12
Sir Bewis of Hanıpton adlı roman13 Hıristiyan şövalyeye
büyütenmişçesine aşık olan Sarazen prensesini anlatıyordu.
Şövalyesine kölece bir sadakat ile hizmet etmeye hazırdı. Pren-.
ses, kalıtımsal olarak şehvet dolu idi, şövalye onda çok büyük
arzular yaratıyordu. Müslüman prensesler davet edilmeden ya­
tak odalarına girip, kendilerini reddedecek olan erdemli birine
vücutlarını sunan, Ortaçağın baştan çıkarma sahnelerinin kur
yapan kadınlarıydı.14 Bu ayartıcı kadınlar, Şövalyenin aşkı uğ­
runa dinlerinden bile vazgeçebilirleri.15Josian, bir kez Sir Be-
wis kendisine sarılırsa, kendisinin de Hıristiyanlığı kucaklaya­
cağına yemin ediyordu. Sir Bewis bunu misyonerce bir coşku ile
kabul etti ve böylece, Prenses dininden dönerek "iyi bir Sara­
zen" oldu.
The Soıudone ofBabylone 16 romanında, Floripas, şövalye­
ye olan aşkı yüzünden babasının sarayına hapsedilen ve dinini
terkeden, yakınlarını aldatan Sarazen prensesidir. Dadısı
Maragounde, onun şövalyeye yardım etme isteğini reddedince,
Floripas onu pencereden iterek denize düşmesine yol açar. O,
yalnızca hain değil, aynı zamanda bir cani ve şehvet düşkünü­
dür. Babasını kendi sarayında etkisiz kılmaları için şövalyelere
yardım etmeden önce, Burgonya dükünü saray odasında, onun
cesurca isteksizliğine rağmen baştan çıkarır. Bu içerik, bu ro-
mana özgü olmayıp, Hıristiyan şövalyelerin bir Sarazen kralını,
onun karısı ya da kızının yardımıyla yenilgiye uğrattıkları şu
standart sahnelerin tipik bir Örneğidir. Bu çerçeveye göre, ö-
nemli olan düşmanın askeri zaferi olmayıp, Sultanın ya da emi-
rin, kendi hısımlarının düşmanlığı ve hainliği ile alçâltılması-
dır.17
Müslüman prenses, hain, uçarı ve bencil olarak tanıtılır­
ken, romanlardaki Hıristiyan kadın kahramanlar, kendilerini
feda eden, erdemli tiplerdir. The King of Tars18 adlı romanda ,
bir Hıristiyan prenses halkını parçalanmaktan kurtarmak için,
kara ve putperest olarak tanımlanalı bir Sarazen kralı ile ev­
lenmeye boyun eğer. Sakat bir çocuğa sahip olmanın üzüntüsü­
ne boğulduklarında, annenin çocuğu vaftiz etmesine izin verilir.
Vaftizden sonra, hemen çok güzel ve kusursuz bir çocuk oluve­
rir. Kral o kadar çok sevinir ki, aynı işlemin kendisi için de ya­
pılmasını rica eder ve böylece o da değişir ve beyazlaşır.
Flöris and Blaurıcheflur 19 adlı romanda haremağası tara­
fından korunan bir hâremin, en eski tasvirlerinden biri vardır.
Ayrıca, Sultâna güzel dişi köleler bulan tüccarlar da anlatıl­
maktadır. Evet, Doğu, şehvet ticâretinin yapıldığı, cinsel ihti­
rasların tepeden tırnağa tatmin edildiği ve bu yüzden revaçta
olan ülke idi.
Şehvetli Doğu düşüncesini savunabilmek için Batı, Ku-
ran'dan'bir Cennet fikri geliştirdi. Buna göre müslümanlar yal­
nızca günlük yaşamda iffetsiz olmakla kalmayıp, Hıristiyan
Cennetinin nehirler, bahçeler, süt ve bal vaadetmesini de kü­
çümseyerek, şehvetin sonsuz tatminini onaylayan bir cennet
sezmekteydiler. İslam cennetinin şehvet hazları nosyonu, onu
küçük düşürmek amacıyla, Hıristiyân cennetinin melek gibi
toplumu ile keskin bir biçimde çeliştirilmekteydi. Hıristiyahlar,
ahlaki atçıdan ince ve saftılar, manevi bir cennet özlemi içindey­
diler. Müslümanlarsa bayağı ve kaba ruhlu idiler ve bedensel,
yani dünyevi olmayan bir mutluluk canlandıramazlardı. /
Böylece hem Batının özsaygısını garantileyen, hem de dün-

26 . ' ..

\
•yaya Batı değerlerinin izdüşümünü ulaştıran bir dizi orijinal
tipleme oluşturulmuştu. İslamın Ortaçağ görüntüsü, kasıtlı ha­
talarla dolu idi ve yüksek düzeyde mit çılgınlığı içeriyordu. Bu
tür "'biz- onlar' şeklindeki ayırımcı Avrupa yaklaşımı, kurgusal
ya da gerçek gezginlerce - Alexander 20, Mandeville 21, Marco Po­
lo 22, Ödoric 23- destekleniyordu.
Rönesans İngilteresi Ortaçağlardan -şimdi Avrupalılann
Osmanlıya duydukları korkuya dönüşen- Sarazenlerden kork­
mayı miras aldığı kadar, Doğunun özgün görüntüsünü de almış­
tı. Klasik kaynaklara ( Çiçero ve Horace’a) dayanarak Doğu zen­
ginliğinin inanılmaz görüntüsünü yeniden canlandırdı. Hür-
müz, Ophir* ve Halep, giderek ticaretin yönlendirdiği bir mille- y
tin mitolojisindeki büyük zenginliklerle anlamdaş oluyorlardı.
1583'teki 24>ilk deneyimli ticarî sefer olan Suriye seferinden,
böylesi bir olayın önemini yansıtarak, 20 yıl sonra Mncbeth' de
söz ediliyordu: /

Birinci cadı: Bir gemicinin karısı..


Kucağında bir etek kestane;
Yedikçe yiyor; çene değil değirmen karmınki.
"Bana da ver " dedim, sen misin diyen:
"Defol, cadı karı!" demez mi bana şirfıntı... .
Kocası Halep'e gitmiş seninkinin;
Kaplan gemisinin süvarisiymiş.
Atlayıp bir eleğe düşeceğim peşine.
Hem de nasıl: Kuyruksuz sıçan olup gideceğim!
Gideceem! Gideceem! Taş çatlasa gideceğim! 25

Üç Müneccim ve Saba Melikesi gelenekleriyle de teyid edilen,


antik, 'zengin Doğu' yaklaşımı, Elizabeth İngilteresinde ero­
tizm ile bağlanıyordu.; Lüks’zenginliği, şehvet düşkünlüğü ve
aylaklıkla ¡bağlanıyordu. Doğulular, kendilerini enerjik İngiliz-
ler gibi yormayan, zengin haremlerde çürüyen, güçsüz, takatsiz
* Incil’de geçen, altını ile meşhur, yeri bilinmeyen topraklar.
kimseler gibi görülüyorlardı.
Ticari ayrıcalık için ve askeri birlik sağlamak amacıyla
Türk Sultanının sempatisini kazanmaya çaba sarfeden bir İn­
giliz hanım da, Kraliçe Elizabeth idi. 1598'de Thomas Dallam,
Majestelerinin şerefine, çok süslü l?ir laterna yapmıştı. Ona bu
elişini İstanbul'a , Sultana hediye sunulmak üzere götürmesi
emredilmişti. Dallam memnuniyetle gitti. Ancak Türkiye'ye
ulaştığında şaşkınlıkla âletin bozulmuş olduğunu gördü. Ümit­
sizce onu tamir etmeye çalıştı ve Sultana sunabildi. Sultan ona
İstanbul'da kalmaşı için ısrar etti. Ama Dallam'm vatan özlemi
ağır bastı ve yola koyuldu. Tabi gitmeden önce 'harem'i görmeyi
ihmal etmedi:

Duvarlar çok kaimdi ve pencere, her iki tarafa demir kafes­


le Örtülmüştü. Yine de , kafesin arasından Padişahın 30 ta­
ne cariyesinin, bir avluda top oynadıklarım gördüm. İlk ba­
kışta onların genç erkekler olduğunu sanmıştım. Ama, baş-
/ lanndan sırtlarına uzanan, ucunda inciler olan püsküllerle
bağlanmış saçlarını ve diğer belirtileri farkedince, kadın ol­
duklarını anladım. Hem gerçekten de çok güzel kadınlardı.
Orada Öyle uzun süre durup baktım ki, bana eşlik edip bu
olanağı sağlayan adam çok sinirlendi, ayağını yere vurma­
ya başladı. Bense, görüntüyü harikulâde buluyor ve onu
duymak istemiyordum.26

Bu tür hikâyeler, yurttaşlarını eğlendirmek için kendilerini


Topkapı Sarayını tasvir etmek zorunda hisseden gezginlerin
başlıca ürünleriydi. Tasvirler önceden tahmin edilecek kadar
benzer idi ve birbirlerini cinselliğin ve despotizmin belirgin ya­
pısını oluşturmaya teşvik ediyorlardı. Bu yapı, Avrupa'nın fan-
tazi gereksinimlerinin çoğunluğunu karşılayarak, Doğu'nun
tamamı için de mecazlaştı. Bu tasvirler kendi kendileriniyeni-
den üreten bir tema gibi tekrar tekrar yineleniyor, çoğalıyorlar­
dı; yeter ki, Batının beklentilerini yânıtlasmlardı.27

28
Sultanın sarayının mimari görüntülerini anlatan gezgin­
ler, hikâyelerinin daha müthiş ve efsanevi olması için bazı ay­
rıntılar eklemekten kendilerini alamazlardı. Sir George Court-
hope, 17. yüzyıl ortalarındaki yazılarında, İstanbul'daki saray
topraklarının boş bahçelerini zaten hazır olan prenses, harem
ağası ve çıplak cariye tiplemeleri ile doldurdu. Billurdan küçük
bir gölü uzaktan izleyecek, Sultanı onun kenânnda hayal etti ve
hisleri okşayan oyunlar üretti:

Orada, Sultan, câriyelerini anadan doğma soyarak, onlara


vücutlarına yapışan ve zarar vermeyen küçük kurşunlar
attı. Bazen onları çok miktarda su altında bıraktı. Boylarım
geçen suda boğulmamak için bir aşağı bir yukarı çırpındı­
lar. Bu oyunla yeterince tatmin olduğu zaman suyu azalt-
tirdi ve harem ağasını çağırarak, cariyeleri toplamasını
emretti, tabi eğer yaşıyorlarsa..!28

Bu tür sahneler Batılı okuyucu için Doğuyu özetliyordu: İlâve


bir erotik yer; despotik ve havaî bir yapılanma. Doğulular za­
mandan böylesine habersizlerken, böylesi bir düşkünlük için­
delerken, bu tür eğlencelerden başka neyi daha iyi. yapabilirler­
di...
Roman anlatısındaki Doğulu tipinin gaddarlığı, acımasızlı­
ğı, onun şehvet düşkünlüğü ile başabaş veriliyordu. Bu döneme
ait sıklıkla karşımıza çıkan çok popüler bir örnek de, köle kıza
aşık olan Türk Sultanının hikâyesidir.. Onun kollarında olabil­
mek için, tüm meseleleri ile ilgilenmeyi bırakmıştır. 29 Vekilleri
ve emrindeki memurlar, onun, savaşa çıkmak üzere olan ordu­
sunun başına geçmesini isterler. Sultan ise, onların burunlarını
herşeye sokmalarına öfke duymaktan öte birşey yapmaz. Bir ge­
ce, aşığına en gösterişli ipek giysileri içinde, kendisine resmi bir
ziyafette eşlik etmesini emreder. Sevdiğini herkesin Önünde
kucaklar, sonra birdenbire kılıcını çekerek onun kafasını keser.
Bir başka yazıda da,'Sultan tüm saraylıları yatak odasına çağı-
nr, onlara sevgilisinin giysisini açarak, onun güzelliklerini teş­
hir eder, Bunu yaptıktan sonra onu hançerleyip öldürür ve ar­
dından savaşa gider.
Bu romanlar, Elizabeth çağı İngilteresinin bir ticaret impa­
ratorluğuna soyunmasının doğal sonucu idi: Meraklı tüccarla­
rın, ülke toprakları dışına taşan yeni pazarlar bulmak üzere,
♦ yolsuzluklara 'vatanseverlik' adını verdikleri, gelecekte varola­
cak olan imparatorluğun kuruluş temellerinin atıldığı dönem,
bu dönemdi. Bu tüccarlar, ticaretin ayrıntıları ile herşeyin öte­
sinde ilgiliydiler. Ama, kâr getirecek bir iş nedeniyle, imrendik­
leri bir ülkenin insanları ile de ilgilendikleri olurdu: Örneğin,
Levant firması Charles Robson'ı 30 "tüm Doğunun en büyük pa­
zarı" -Halep - hakkında bir rapor hazırlamakla görevlendirirdi:
Bununla birlikte, bu tür yazılar bile Doğu hakkında miras al­
dıkları şartlanmaları değiştirmede ancak çok küçük bir rol oy­
nayabildi. Gezginler, Doğuluların fanatik, vahşi ve şehvetli ol­
duklarını hep teyid ettiler.
Elizabeth dönemi, ilgili olduğu melodramatik, vahşi ve şeh­
vetli konular çerçevesinde, kamuoyunun zihninde çok canlı
olan mevcut Doğulu karakterler ve tiplemeleri geniş ve etkili
olarak kullandı.3* Sarazenler, Türkler, Faslılar, Karaderililer
ve Yahudiler, o dönemin önde gelen hainleri, canileriydi. Piyes
yazarlarınca daha kabaca tasvir edilirken, bir Marlowe ya da
Shakespeare tarafından ustaca tonlarla anlatıldılar. Her ne ka­
dar Shakespeare ,Othello'ya Venedik devletinin hizmetlisi rolü­
nü verdi ve onu Hıristiyanlık için savaşan bir asker ve en önem­
lisi Türkleri öldüren biri yâptıysa da asilliğine rağmen, o, vahşi
bir adamdı. Onun heyecanlı doğası ve duygusal içgüdüleri onu
kusurlu kıldı: Kıskançlığı, çok eskilere giden Doğu kıskançlığı­
nı anımsatırken, intikamcılığı da, bu geleneği kanıtlayan bir so­
nuçtur. Oyun, en sonunda, ırklararası seksi suçlamaktadır,
çünkü bu tür bir alış-veriş, mevcut düzeni alt üst ederek, olsa ol­
sa trajediyle bitebilir. Kara adamların dişi beyazlan elde etme­
lerine öyle kolay kolay izin verilemez; böyle bir günah için, her
iki tarafın da cezalandırılması gerekir, hatta sevgileri.karşılıklı
olsa bile.
Doğu yolculuğuna ve Doğulu ile ilişkilere her zaman 'tehli­
ke' karışmaktadır. Shakespeare'in Marcus Antonius'u, bu yol­
culuk sırasında bir roman niyetiyle başlamıştı. Fakat, oyun baş­
ladığında oyunun erotik olasılıklarıyla büyülenmiş, sevişmeler­
le geçen saatlerden sonra bitkin düşmüş, önceki erdemliliğin­
den sıyrılmış, kısaca Roma'ya bir kılıç gibi uzanmış olan Doğu­
nun içine düşmüştü. Düşkünlüğü, aşırı duyguları ölçüyü aşı­
yor, yüreği ise bir çingenenin şehvetini soğutabilmek ı'çin bir kö­
rüğe, bir yelpazeye dönüşüyordu. Roma akla "görev, saygınlık,
, sosyal pozisyon, imparator ve evlilik" getiriyorsa, Mısır da, (Kle­
opatra Mısır demektir ve Mısır da Kleopatra'nın büyü gücüne
sahipti) duyumların zaafını, dünya işlerine ilgisizliği ve karşı-
konulamaz cinsel arzuları çağrıştırmaktadır.
Antonius durumunun farkındadır ve kendini tutkudan
kurtarmak ister. (" Bu büyülü kraliçeden kurtulmalıyım" diye
düşünür) Ancak, kendi gereksinimlerinin ikilemine ilişkin ola­
rak bir karar vermesi gerektiğini de bilmektedir - Batının sun­
duğu devlet adamı statüsü ve Doğunun tutkusal çekiciliği-o an
için rekabeti Batı kazanır ve and içer:

Bu güçlü Mısır prangalarını kırmalıyım


ya da yitip gideceğim düşkünlük içinde... 32

Fakat, bu seçim çözüm değildir. Batı yolculuğu, Antonius'u Mı­


sır'ın karşı olduğu herşeyle buluşturur ve bir kez daha, karşı
koyma gücünü kendinde bulmayı arzular. Sezar ile birlikte çiz­
gisini belirler, yeniden kamuoyuna açılır ve politik bir evlilik
sözleşmesi imzalar. Fakat, Sezar ve Oktavius sahneden çekilin­
ce, Antonius kararlarını gözden geçirir ve gereksinimleri açı­
sından hem Doğuyu hem Batıyı kullanmak ister. Bir kâhin onu
büyü döngüsüne yeniden sokar, kaderini Mısır'ın içinde yarat­
tığı sezgileri ve arzulan anımsatır. Şöyle der:

31
Evet Mısır'a...
Yapıyorsam da bu evliliği
Huzurum için,
Doğudadır benim gönlüm . 33

Karşıtlık şimdi kristalleşmişti: Batı sosyal istikrar, Doğu ise


'hazlar' idi, sosyal sınırlamaların olmadığı 'zevkler'. Antonius,
dramanın farklı anlarında, birini diğerine tercih etmek gerekti­
ğini bile bile, her ikisiıii de istiyordu.. (Oyundaki yaklaşıma gö­
re, her ikisinin bir araya gelmesi olanaksızdı.) Seyircilerden iki
kadın da bu mücadele eden dürtüleri onaylar: Meşen, Octavia
'nın bilgeliğini, alçakgönüllülüğünü vurgular ve Antonius için
Kleopatra'nın bir toplumsal lütûf olduğunu, kutsal bir piyango
olduğunu söyler. Enobarbus adlı seyirci ise, Kleöpatra için
"Onun arzuları en çok tatmin olduğu yerdedir, o kendisi zaten
cinsel bir dürtüdür, hiç yatıştmlamaz ve uzlaşamaz" demekte­
dir.
Yenilgi, Antonius artık Doğuyu Batıdan, görevi tutkudan,
savaşı aşktan ayrı değerlendiremediği zaman gelir. Kritik bir
anda, Kleöpatra savaşı bırakınca, Antonius da onun büyüsü­
nün o soylu mahvetme gücünün ardından gider. Tüm bunlar­
dan pişman olmak ve aşkı suistimal etmek için yaşar:

Ah bu Mısır'ın ham ruhu!


Bu mezarlık cazibesi
Gözleri savaşlarımı onaylayan
Ve ülkeme davet eden
•Bağrı hükümdarlık tacım
Hem de sonum olan-
Yiten yüreğimi bana bağışlayan
Hızlı, hafifmeşrep çingene
Nedir, Eros, Eros? 34 '

32
Antonius'un vücudunda mücadele içinde olan bu dürtüler, an­
cak herşeyin yok olduğu ve tutkudan daha güçlü bir oluş olan
ölüm ile çözülür, ama yine de tutkudan pek de güçlü sayılmaz,
çünkü Kleopatra'yı öperek ölür. Bu ölümle, Antonius’un mezi­
yetlerinin kendi meziyetleri olduğunu iddia eden Doğu-Batı çe­
lişmesi de Son bulur.
Antonius için Doğu yeni Zevklerin bir karışımıydı: Tanta­
nalı törenler, parfüm ve tütsü kokulan, güneşte ışıldayan lüks
kumaşlar ve herşeyin üstünde de kadın- kraliçe, aşk nesnesi,
sevgili ve despot işte, Batılı bakışı ile yaratılan Doğu böyle
idi. Gerek mitolojik, gerekse de teolojik yazılarda karşılaştıkla­
rı baştan çıkaran Doğu kadım tiplemelerinden sonra, Avrupa
Doğudan bir çeşit seksüel beklenti anlayışı aldı. Virjil'in Di-
do'su, Eneas'ı yatağına tıpkı Kleopatra'mn Antonius'u çağırdığı
gibi çağırıyordu. Kahramanın gözüyle öncelikle bir aşk objesi
olarak algılanıyor, soylu endamının yalnızca seksi arzularına
katkısı oluyordu.Eneas'ı diğer ayartıcı kadınların geleneksel
tarzı ile alıkoydu ve Eneas gidebilecek kadar gücünü topladığı
anda da yok oldu. Hırslı ve bağışlamayan bir kadın olarak an­
cak vahşice önlemlere başvurabilirdi ve alevlerin kendisini tü­
ketmesini bekledi. Medea da vahşi idi, içindeki aşın tutkular,
kendisini Atinalıdan, araçtan ayırmasına yol açtı. O farklı idi,
'diğeri' idi. Doğulu, barbar idi. Cezbeder ve defeder, nefret
ederdi.
Yemenli Belkıs, Kral Süleyman'ın en tutkulu sözlerle hita-
bettiği Arap güzeli idi.Cinsel anlatımların egzotik ve mücevher­
ler içindeki tipi idi. Salome'un güzelliği ve onun günahkârlığı
birbirinden aynlamazdı. Dans edişi, tahrik ettiği kadar korku-
turdu.Rönesans resminde ironik bir değer taşıdı ve daha sonra
da 19.yy.da resim edebiyat ve müziğe girdi.
Doğulu kadın Batının düşlerini yanıtlayabilen bir eser idi.
Çok geçmeden bu düşler; Doğulu kadının bulanık ve gecelere
özgü varlığıyla, Batılının arzuladığı kadar derin olarak canlan-
dmldı. 1704'de doğulu şehvet düşkünlüğüne ilişkin yeni bir tip­
leme ilgi topluyordu. Avrupa’da fırtınalar estirery ’Şehrazad'.
'ÂRABIAN NIGHTS'/1001 GECE MASALLARI*

Arabian Nights (1001 Gece Masalları)35hakkmdaki bir di­


zi hikâye, genellikle Batılı okuyucunun sandığı gibi, Arap edebi­
yatında belli bir konu değildir. Bu hikâyeler "Alf laila wa laila",
(1001 Gece Masalları) en başta, şözel olarak canhlığı muhafaza
edilmiş folklordur.Gezginler ve ayni' zamanda anlatıcılar tara­
fından bunların içeriği çoğaltıldı, konuların yâpılamşı özenle
aynntılandı ve onların verdiği tadı yansıtan fıkra ve şiirlerle
süslendi.Böylece hikâyeler birinden diğerine hayli farklılaştı ve
her anlatıcının yöresinin tekil özelliklerine göre çeşitlendi. An-
tar gibi epik, Kays ve Leyla gibi roman tarzları ile anlatıldılar.
Hindistan, Iran, Irak, Suriye ve Mısır merkezli sözel folklo­
rik gelenekten doğan hikâyeler, aktarıldıkları kitleler arasında
yaygın olan önyargıları yansıtmaktaydılar.Izleyiciyi memnun
etmek için kaba bir günlük lehçe ile yazılmış olup, gelişkin bir
edebiyat diye nitelendirilmeleri çok zordu. Gerçekten de, kimi
durumlarda, tarihçiler ya dâ edebi eleştirmenler onlardan söz
ederlerken, eğlendirmek için yazılmış bayağı örnekler olarak
geçiyorlardı. Mesudî adlı eleştirmen, Muruj al-Dahab adlı ese­
rinde ve 10.yy.da yaşamış İbn el-Nedim aynı yaklaşımla, onla­
rın hiç bir edebî değer taşımadıklarını, aksine, cahil kesim için­
de daha yaygın olduklarını söylüyorlardı.
Bu hikâyelerin ne zaman ve niçin yazıya aktarıldığı hâlâ
tartışmalıdır. Yine de açık olan bir nokta var ki, bunlar, muha­
faza amacıyla kayda geçmişti ve ortaya çıkan elyazmalan, sözlü
anlatımları kadar şekilsiz ve farklı idi. Böylelikle "Alf laila wa
laila''nın belirli bir metni olmayıp, o sözlü anlatımdan türetilen
çok sayıda varyasyonlardan oluşuyordu. Sonuçta oluşan yazı­
lar, orijini farklı, bölgesi farklı imiş gibi, farklı coğrafî alanların
tekil özelliklerini yansıtıyordu. En sonunda bir Avrupalı bu
*Türkçe çeviri için daha uygun görülerek ‘Arabian Nights', 1001 Gece Ma
sallan olarak tercüme edilmiştir ve metinde artık bu şekilde geçecektir.
: !
34 .
^hikâyelere rastladı, onları tercüme etmeye karar verdi ve 1704-
1838 arasında güncelliğini koruyan bir-takım kitap haline ge­
tirdi. Batının bildiği şekliyle, yani bu haliyle ilk kez kurumlaş­
tı.
Fransız Antoine Galland, elindeki malzemeden bir konu
yarattı. O, yalnızca bu Arap hikayelerini çevirmekle kalmayıp,
bir Batı harikasını yarattı; bin kişiden birinin hayal edebileceği
düşsel bir yeri anlattı! Bilimsel açıdan kariyerinin marjinal bir
ürünü oldu ise de, edebi olarak ünlenmesini bu eşer sağladı.
Nasıl ki Flaubert kendi Emma Bovary’si idiyse, o da kendi ya­
rattığı Şehrazad idi.
1001 Gece M asalları ile batının ilk,tanışmasının 1704’de
Galland'ın ilk cildinin yayınlanmasından sonra gerçekleştiği
tahmin edilirse de, daha 15. yüzyılda Avrupa'da bu hikâyelerin
bilindiği rahatlıkla görülebilir. Galland'ın kendisi de bu evvelki
tanışıklıktan haberdardı, bunu şöyle doğruluyordu: Bu hika­
yeler "oldukça eskiydiler ve eski roman yazarları bu ülkelerin
haçlı seferleri zamanında Doğu (Levant) ile olan iletişimlerin­
den çok şey çıkarmışlardır, "se Örneğin Fransa'da Cleomades 37
adlı roman, Enchanted Horseadlı romanın konularının gözden
kaçmayacak kadar benzeridir. Pierre de Provence et la belle
Mağuelone3s&dh roman da, "Kamer ez Zaman" adlı hikayesi­
nin hemen aynısıdır. 1001 Gece Masalları nın çerçeve-öyküsü,
• Ariosto'nun Orlanda Fürioso3Sadlı eserinde karşımıza çıkar ki,
böylece Avrupa'nın bu hikâyelere yakınlığını bir kez daha gös­
termiş olmaktadır.'
Hikâyelerin nasıl göçetmiş oldukları pek açık değilse de,
bunların İslam ülkelerinin (örneğin İspanyol) Hıristiyan ve Ya­
hudi vatandaşları, geri dönen Haçlılar, seyahat eden tüccarlar
ya da hükümet görevlileri tarafından taşındıkları düşünülebi­
lir, Hikayeler her şey bir yana, Doğuyu taşıyan bir çeşit mal ol­
dular, tıpkı dünyanın heryerinde dönüp duran diğer bütün şey­
ler, giysiler 40 vs. gibi. Ve mütevazi limanlarda ya da şık salon­
larda alınıp satıldılar.
Antoine Galland da İstanbul'daki Fransız diplomatik birir
mine bağlı olarak bir çeşit resmi görevli idi. Konuk olduğu geçici
süre içinde tuttuğu günlük onun Doğu ile ilgili elyazmalarını
hayranlık içinde ve aralıksız araştırmasını yansıtır. Bu tür me­
tinlerin mütalaasında bir bilim adamının ilgisiyle olduğu ka­
dar, bir kolleksiyoncunun onları elde etmesinin cesaretiyle de
uğraştığı görülmektedir.

Başlığı Tezkiret-ül Şuara olan, yani şairlerin biyografile­


rini İçeren bir Türk kitabı gördüm. Gerçekten kasideleri ile
Türkler içinde öne çıkan ünlü şairlerin alfabetik sırayla
isimlerini, eserlerinin katalogunu ve en iyilerinin üzerine
bir denemeyi içeriyordu. Folio 'dan çıkmıştı ve on piastr edi­
yordu. En az sekiz azına alınabilirdi.41

Galland, Arapçadan, Farsça ve Türkçeden pek çok el yazmasım-


kopya ve tercüme etti.42 Kendi hocası d'Herbelot'un hırsla Doğu
hakkındaki bilgileri genişletebilme geleneğini sürdürüyordu.43
Gerçekten de Bibliothèque Orientale'yi yalnızca yarılayarak
öldüğünde onu tamamlamak Galland'a düşmüştü.
Levant'ı, yalnızca Fransızcadaki çalışmalar ile tanıyan
Galland, İstanbul'un yeni dünyası ile ilgili gözlemlerini yap­
mak üzere, 'gezgin Galland' oldu. Ancak, bilimsel özenliğine
rağmen, görmeyi umduğu durumları görmek konusunda kendi­
ne engel olmadı. Kendinden önceki pek çok Avrupalı gibi, doğu­
lularda içgüdüsel olduğuna inanılan vahşilik anlatıları üzerin­
de dikkatini topladı. Günlüğündeki bir yazıda, dehşetli bir hay­
ranlık, (ki o dönemde bu hayranlığı bir çok Avrupalı, bir dizi
idamda hissetmişti) bir grup hırsızın infazı ayrıntılı anlatılır.
Birinci hırsız, gardiyan tarafından, boynu vurulmadan önce
dua etmeye zorlanır:

Ona son duasını yapması söylendi ve bunu yapmakta geci­


kince sopa darbeleriyle mecbur edildi. Daha sonra don
gömlek yere diz çöktürüldü. Cellat bir eliyle kafasının tepe­
sindeki saç demetinden tuttu, diğer eliyle de bir darbe vur­

36
du. Ancak ilk darbede kafasını uçuramadığmdan ikinci
kez vurmak zorunda kaldı. Hatta, ikinci kerede de tama­
men kesemedi, kafa birkaç deri parçasıyla asılı duruyordu.
Vücut bu halde meydana serili bırakıldıM

Doğunun vahşiliği, Galland'm notlarında sıklıkla seks ile içi-


çeydi. Bu Avrupa gezi yazılarının genel bir ilâvesi olmuştu: Tut­
ku suçlarıyla dolu harem gezginin akimdan hiç çıkmazdı. En
çok hayranlık uyandıran ve tedirgin eden görüntü bu idi, Gal­
land bunun portresini yaparken sonsuz yöntemler geliştirdi.
Tasvirleri kendinden önceki gezginlerin anlatımlarını incele­
mek hizmetine de olanak verdi.
Galland, Doğuya giden diğer Avrupalı gezginlerden etki­
lenmişti. Iran hakkmdaki yazılan ağır ağır ilerleyen ve dünya­
nın o bölgesinde 18. yüzyıl bakış açısı içinde çok etkili olan Char-
din ile tanışmıştı. Chardin, duyarlı ve çalışkan bir gezgin olma­
sına karşın, tarafsız olmayı becerememişti. Avrupa'nın büyük
değer biçtiği Topkapı Sarayı imajının çekiciliğinden kaçmayı
başaramadı. Chardin, Topkapı Sarayında hüküm süren sert,
' şiddetli ortamı vurguladı, kadmlara karşı varolan sınırlama ve
yasaklan teker teker saydı, onlann katlanmak zorunda kaldık-
lan haksız cezalan da anlattı. Bu tür konulan içeren küçük hi­
kayeler serpiştirdi. Bu hikayelerden birinde, Kral Abbas'ı çok
etkileyen odalıklardan biri, seksten uzak kalmak istediğini,
çünkü kendisinde soğukluk olduğunu söyler. Bu mazeretten
şüphe eden Kral olayı araştmr ve doğru olmadığını öğrenince
onu canlı canlı yaktırır.45
Bu tür hikâyeler, 19.yüzyıldaki Doğu tasvirlerinde büyük
önem kazanan acımasız ve kadınlarını hor kullanan doğu erke­
ğinin görüntüsünü canlı tutuyordu. Galland, sahibi tarafından
çok incitilip kötü davranılan ümitsiz bir köle kızın hikayesini
şöyle anlatır:

Patronu tarafından ayak tabanlarına sopa darbeleri indi­


rilerek dövülmüş bir İstanbul kölesi, öyle bir umutsuzluğa
kapılmış ki, önce evi ateşe vermiş sonra da sahibinin zalim­
liğini cezalandırmak ve aynı zamanda bundan azat edile­
bilmek için kendini asmış.46

Avrupa'nın doğu kadınları hakkındaki duyguları her zaman


çok karışıktır. Arzu, acıma, küçümseme ve zulüm duygulan
arasında dalgalanıp durdular. Doğunun kadınları ya erotik
kurbanlar olarak, ya da entrikacı cadılar olarak tasvir edildiler.
Chardin onları," dünyanın en fettan kadınları, mağrur, kibirli,
kalhş, müzevir, zalim, iffetsiz" 47olarak görürdü. Hayatlarını
seks hazırlıkları ( Chardin'in anlattığına göre, keten keseleri
miski amber ile doldurup, onlan şöyle tanıtıyorlardı: edebin ba­
na adlandırmaya izin vermediği alanda...48) ve seks dalavere­
leri ile geçiriyorlardı. Erkekler yokken, birbirleriyle oynaşırlar­
dı: "Doğulu kadınlar her zaman zürafalıktan geçerler."4^(Bur-
ton'ın daha ileride vurgulayacağı bir nokta 50) Şehvetli ve tem­
beldiler. Chardin'in onlann özelliklerini anlatan derlemesi ak­
tarılmaya değer, çünkü Avrupa'nın Doğu kadını imajına dairdi:

Bütün gün yataklarının üzerine yayılır ya AsyalIların en


büyük şevklerinden olan küçük kölelere kendilerini ovdur­
mak ve kaşıtmak ile ya da ülke tütünü içerek hayatlarını
gevşeklik, avarelik ve rehavet içinde geçirirler.^

Galland'm kaderini etkileyecek bir fikirdi bu, elinde bu fikri


besleyecek en uygun hikayeler vardı.
Çok verimli akademik kariyer sürecinde, Galland'm Doğu
dillerinden yaptığı çevirilerden yalnızca birisi, Avrupa'da heye­
can ve sempati yarattı. Les Mille et une nuits (1001 Gece Masal
lan) Galland'm önemsiz bir çalışmasıydı, çeviri olarak da tam
doğru sayılmazdı ve kendi çalışma alanı olan edebiyatı en az
temsil eden bir örnekti.
I Törensiz, sade bir tarzda hikâyeleri kendisi yazmıştı. Onla­
rı, yorgun günlerin sonunda asıl bilimsel çalışmalanmn ardın­
dan, akşam yemeklerinden sonra dinlenebilmek amacıyla yaz

38
dığını' özellikle vurguluyordu.52Yayınlandıkları anda başarı ka­
zanınca Galland, bir bilim adamının yaralanmış öz-saygısıyla
bu yeni elde edilmiş üne kara mizah duygulan içinde yaklaşır­
ken, gururunun okşandığını da hissediyordu. Arkadaşı Cuper’a
Les Mille et urıe nuits için şöyle yazmıştı:

Sarayda, Paris de ve taşrada beyler tarafından olduğu ka­


dar hanımlar tarafından da oldukça iyi kabul görmüş.
Hayli zaman önce bastırabildiğim başka eserler için aynı
kabulün geçerli olduğu söylenemez ve belki de hiçbir za ­
man söylenemeyecek..53

Ne var ki, Galland kamuoyunun tepkisi ile övünemiyordu. Cu-


per'a sıradan okuyucuya seslenmek istediğini, bilgi vermeyi de-
ğilyhoşriut etmeyi düşündüğünü itiraf etmişti. Çevirisini, "oku­
yucuların hoşuna gitmeyecek kadar metne sıkı sıkıya bağlı. Ke­
limelerin esiri olmadan elimden geldiğince Arapçayı güzel
Franşızcaya dönüştürmeye çalıştım" 54 şeklinde tanımlamış­
tı. Galland izleyicilerini hoşnut edecek bir yazı amaçladığın­
dan, Arap lehçesinin 18.yy.daki edebî Fransızcanm zaruri titiz­
liğine uygun olmasını önlemişti. Bu yüzden, Histoire du jetine
roi des Iles Noirs'deki Arapça satırları değiştirdi. Burada Kral,
vefasız karısına ağlamasını söyler, ta ki kadının acısı, çok daha
yapay bir yanıta dönüşene kadar: - ,
1 '
Madam dedim, sizin acınızı ayıplamak ne kelime, onu pay­
laşıyorum. Kaybınıza karşı duyarsız kalsaydınız çok şaşı­
rırdım. Ağlayın, gözyaşlarınız sizin üstün tabiatınızın ya ­
nılmaz işaretleridir. Yine de zaman ve aklın üzüntünüzü
hafifleteceğini umarım. 55.

Galland'ın aynı hikâyeyi tercümeli, genel olarak onun metodu­


nun başka bir özelliğini yansıtıyordu. Okuyucularını gücendire-
bileceğini sandığı bazı ayrıntılan atlamışta. Böylece, Kraliçe ile
aşığı arasındaki cinsel ilişkinin tasvirini yazıdan çıkarmıştı.

39
Hikâyelerin çerçevesi temelinde, Şahzaman, erkek kardeşinin
karısını kölesi ile yatarken yakaylayınca, Galland'ın kibar mah­
cubiyeti tutar;

Bu kadınlarla Arapların arasında geçenleri anlatmaya ter­


biyem müsaade etmiyor. Şehriyar'm erkek kardeşinin daha
kötü durumda olduğunu tartmak için bunları yeterince ya­
şadığımı söylemem yeterli.56
Böylesine ince bir sansür ödülsüz kalamazdı. Avrupa'nın Les
Mille et une Nuits'e gönül vermesiyle Galland'ın ölümsüzlüğü
de garantilenmişti. Doğruluğu tartışılır hikâyede bu vardı.
1713'te, sonraki bölümleri yayınlamadan önce bir ara verdiğin­
de, hayranları geceleri penceresine taşlar atarak, "Bay Gal-
land, eğer uyumazsanız, birazdan doğacak günü beklerken bil­
diğiniz güzel masallardan birini bize anlatmanızı rica ediyo­
ruz.."^1 diyordu. Bunlardan alman tad, Avrupa'nın kibar sosye­
tesinde yaygındı. İthal bir edebiyat içinde yansıtılan Doğu, ça­
ğın ırkçılığına dekoratif bir süsleme , bir karşıtlık oluşturuyor­
du. Bu hikâyeler Rousseau'nun "Doğaya dönelim" çağrısını ya­
pısında taşıyarak yalıncığı taklit etjjaeye çalışan ilkelliğin ar­
dından, 18. yüzyılın özlemlerini karşılamakta idi. Rousse­
au'nun Emile'i, Defoe'nin Crusoe'sunu tüm diğer kahramanlar­
dan daha fazla yüceltir ve gemi kazalan ve çöl adacıkları ile ilgili
kahramanların üretilmesinde 'Sindbad'm model olarak kulla­
nılmış olduğunu keşfetmek de, doğrusu ilginçtir.58
Demek ki, Les Mille et une Nuits, katı ırkçılığın hüküm sür­
düğü, ılımlılıktan medet uman, düş kurmak isteyenlerin yaşa­
dığı yerlerde alkışlanmıştı. Tam da AvrupalIların Hıristiyan ol­
mayan kültürler ile tanışmak istedikleri bir entellektüel
lâikleşme dönemine rastlamıştı. Doğu, bu tür kültürlerin açık
bir mahzeniydi ve İslam'ın hâlâ şüphe ve hoşnutsuzlukla karşı­
lanmasına rağmen59, bu kitapta yansıtıldığı üzere, onun dünye­
vi görüntüleri bu türün yeni örneklerini üretme arzusu uyandı­
rıyordu. Yine de, edebi mitlerle politik gerçek arasındaki ayrılık

40
hep kaldı. Çünkü, Avrupa Doğudan acımasız ekonomik çıkarlar
umuyordu ve 18.yüzyılın sonlan, oraya emperyalizmi buyur
edecekti.Böylelikle, ’inandırabilmek' hedefi ile Doğu pazarları­
na girebilmek arasındaki bağlantı birbirine bitişikti.
Les Mille et une nuits'in etkileyiciliği, bir çok Avrupalmın
gerçek Doğu ile hikâyelerdeki Doğuyu karıştırmasına yol aç­
mıştı. Örneğin, Lady Mary Montagu, kendisini İngiliz elçisinin
karısı olarak, hemen kenannda bulduğu Doğu toplumunun bu
kitaptaki tasvirlerinin gerçek olduğuna inanıyordu. Sempatik
bir naiflikle bu hikayelerin, bu ülkenin bir yazan tarafından bu­
radaki yaşam tarzını gerçek olarak yansıtarak yazıldığım yaz­
mıştı. 60Bu itiraf Leila Ahmet'e göre, hikayelerdeki gerçek fizik­
sel objelerin sayısız tasvirlerine bağlı olarak kısmen doğru idi.
61 Böylelikle Avrupalı okuyucunun zaten hassas olan hayâl
dünyasında "Gerçekdışılığm ortasında tuhaf bir gerçeklik anla­
yışı" oluşturmuştu.62 Göbineau, bu etkiler altında seyahat ede­
rek, "Asya'da atılan her adımla, bu yeryüzü parçasının krali­
yetleri. üzerine en doğru, en gerçek, en eksiksiz kitabın 1001 Gece
Masallan olduğu anlaşılır......63
İngiltere'de 1001 Gece Masalları'nm halk tarafından tanı­
narak ünlenmesi olgusu İngilizlerin, özellikle de Avrupalılann
temel çalışmalarını etkileyen edebî bir olay oldu.Hikâyelerdeki
Doğu, şair ve romancılar için,ahlaki görüşleri ve romantizmin
çerçevesini sağlayan bir mecaz oldu.Friedrich Schlegel, roman­
tik hareketin Doğunun edebi olanaklarına övgülerini şöyle der­
lemişti:

Doğuda romantik olanın en yüceltilmiş biçimini aramalıyız


ve ancak ki kaynağından alabilirsek, İspanyol şiirinde bul­
duğumuz o cezbedici güney duygululuğunu Batılı anlamda
ve seyrek olarak görebiliriz. 64

Romantikler Doğuyu neo-klasiklerden çok farklı, rasyonel ol­


mayan, düşsel özgürlüğü, şehveti ve kaderciliği içinde son dere-

41
ce renkli bir şekilde algıladılar.®Doğu onlara bir dizi puslu h a­
yal oluşturdu, kahramanlarının gezinebileceği, bulanık bir ka­
ra parçası görüntüsü yarattı. Şhelley’in kahramanları ( örneğin
Alastor'da ve The Revolt of İslam 'da) harabeleri gezer, Nil va­
disinde yolculuk yapar, İran ve Arabistan'dan geçer, Himalaya-
lara tırmanır, Kaşmir'deki en ıssız vadiye ulaşırdı, başlıca ro­
mantik şiirlerin de böylece ana temasını tasvir edebilirler, yani
gezi temasını. 66 Keats bu arzuyu aşağıdaki mısralarda dile ge­
tiriyor ( J.H.Reynolds'a Sone)

O Hindistan'dan yola çıkmak Pazartesi sabahlan


, Zengin Doğu Akdeniz'e uzanmak Salı günleri...

Romantiklerin doğusu yüceltilen bir yerleşim alanıydı: Gerçek


Doğu ile hiç bir ilişkisi yoktu; Kentsel görünümleri vermek için
hiç bir çaba olmadığı gibi, sosyal sefaletin tasviri için de herhan­
gi bir girişim yoktu. Sonuçta yoksulluk, bu çok özel ve mitsel Do­
ğuda yoktu, onun yerini zenginlikler almıştı ve Chateaubri-
and'ın da özetlediği gibi, "hamamlar, kokular, danslar, As­
ya'nın zevkleri...."57
Popüler romantik temalardan biri de bülbül ve gül idi ki,
bunu İngiliz edebiyatı sahnesine ilk getiren de Alexander Popé
ile yazışmaları olan Lady Montagu idi. 1 Nisan 1717 tarihli
mektubunda, bülbül güle olan aşkını anlatırken en güzel nağ­
melerini yapıyordu. Bu tür romantik imalar sağır kulaklan et-
kileyemıyordu. Pope ise daha çok Lady Montagu'ya bu tür ikna
edici Doğu temalan ile kur yapabilmekten hoşnut idi. Erotik
Doğunun abartılı mecazlanm benimseyerek Lady Montagu'ya
"kısa süre sonra kıskançlıklar ülkesinde olacağını, haremağa-
lan ile sohbet éden mutsuz kadınlan ve ardından ikram edilen
kesilmiş salatalıkları göreceğini”68 yazmıştı. Ve Lady Montagu
Doğuyu iyice anlarken, ondaki gelişmeleri izleyeceğini yazıyor­
du: ,
Bu, kasabada işte şu sofada otururdu, şu köyde türban
katlamayı öğrenmişti, burada onu yıkam ış ve yağ-
lamışlardı, diyecekler. Son olarak, sen iıi, ilk gece Pera’da
bir cennet rüyası görerek nasıl uyuduğunu ve mutlulukla
uyandığında ruhunun gitmiş olduğunu duyacağım. Ve o
.kutsal andan itibaren o güzel bedenin, uğrunda yaratıl­
mış olduğu amaçlan gerçekleştirmek üzere tam bir özgür­
lüğü yaşadığını..69

Kesilmiş salatalıklar tasviri ile Doğu öylesine abartılmıştı ki,


Oliver Goldsmith'in anlatımında, özellikle geç dönem
18.yüzyıl seyahatnamesinde,aşağıdaki hicivler vardı:

Hiç toplan, trampetleri ve de operalan yoktur demişlerdi.


Ama, onların da Topkapı Sarayı var.. Ayrıca, Asyalı gü­
zellerin en uygun kadınlar oldukları, çünkü ruhlarının ol­
madığı söylenmişti. Doğada ruhsuz kadınlar kadar hoşla­
nacağım bir örnek daha olamaz. Burada ruh seksin yarı­
sını mahveden bir etkendir. 70
William Beckford'un Doğu hikâyesi Vathek 71, 19,yüzyıl De­
kadanlarının üreteceği Doğu romanının habercisi idi. Karan­
lık, uğursuz ve dehşetli bir Doğuyu anlatıyordu, bir de Mil-
ton’un Lucifer'ini (Baudelaire için büyük anlam taşıyan lanet­
lenmiş bir kahraman) hatırlatan, talihsiz ama baştan çıkar­
tan kahramandan söz ediyordu. Beckford’un hayalleri, onu
çocukluğundan beri kızdıran 1001 Gece Masalları ve oryan­
talistler tarafından kaleme alınan d'Herbelot'un Bibliothèque
Orientale (1679)'i, Sale'in 1734'te tamamladığı ve 'Fatiha'yı
s da kapsayan Kur'an çevirisi ve Richardson'un Dissertation
on the Languages, Literdture and Manners of Eastern N ati­
ons (1777)72 gibi metinlerle teşvik edilmişti. Beckford'un ye­
ğeninin karısı Louisa ile ilişkisi, Vathek ve Nouronihas'ın iliş­
kisi olarak yeniden yaratılmıştı. Bir biyografi yazarının Öne
sürdüğü gibi, tutkulu, zengin, genç ve kendi hazlannın peşin­
den koşarken tüm ahlaki sınırlamaları hiçe sayan halife, bel­
ki de Beckford'un kendisivdi.73
43
Erotik bir bölge olarak Doğu, Beckford'un yaratıcı amaçla­
rına hizmet ediyordu. Vathek, 18.yüzyıl oryantal anlatım gele­
neğinden doğdu .74Bunlar Doğunun en zengin içselliklerini, çer­
çeve olarak kullanmak üzere aldılar. Yanisıra onun linğuistik
stillerini,nüktelerini, özellikle hiciv ve romantik amaçlarla kul­
landılar. Byron'm belirlediği gibi,bir esneklik, bir fon, bir şiirsel
siyasa sağlamıştı. Kurgusal bir doğuyu kullanarak yeni kurgu­
lar üretmeye yardımcı oldu. Beckford, Bayan Harvey'e Doğu­
nun kendisini nasıl çektiğini fakat ona tedbirlerle yaklaştığım
yazmıştı:

Kuruntu yapmayınız sevgili kardeşlerim. Doğulular beni


kendimden geçiriyor.Benim övgülerimi hakeden, dünyanın
bir çeyreğindeki o ülkede yaşıyorlar. Beni mutlu eden onla­
rın baharatlı ağaçlan, tuhaf hayvanlan ve engin nehirleri­
dir.75

Onu çeken edebî bir Doğu değil, kafa dinlemeye müsait bir or­
tam,hayalî bir Doğu idi. "Benim düşlerim, artık ülkemde bula­
madığım hazzı bulabilmek için başka ülkelerde dolaşıyor" 76di­
ye yazıyordu. Romantiklerin en yücesi olan ve Kuzeydeki ana­
vatanının sınırlamalarına karşı bir etki ifade eden Doğuya kar­
şı hassastı:

Ingiliz kayıtsızlığı ve soğukluğu benim ince dokulanmı ça­


lıp ölüme vermek istiyor. Kendi yurttaşlanmın ilgisizliğine
dayanamıyorum. Onlann araşma dönmeme yol açan nedir?
Kuşkusuz ada, doğal bir güzellik, ormanlan ve yeşilliği ben­
zersiz. Ama ya insanlan? Kahretsin! 77
Ileriki yaşamında Beckford, giderek daha da asosyalleşerek ve
derin bunalımlarına uysalca yaklaşarak Fonthill'e (1001 Gece
Masallarından örnek aldığı taşkınlıklarla bir yaşgününü kut­
lamış olduğu ilginç bir mimari)78 ve oradaki Doğu edebiyatını
okumayı sürdürdüğü Mısır Salonu'nun çekici atmosferin© yer-

44
leşti. Bu tür geceleri şöyle yazıyordu: -

Mr. Henley ve ben, kütüphanede binek develeri gibi yorul­


duk ve zahmet çektik. Don Quixotte; Fas'ın tiim ihtişamı i-
çinde ve altın hançerler arasında hamlesini sürdürüyordu.
Artık zavallı Louisa yoktu ve galeri çok ıssız idi. Geceyarısı-
na doğru sönen lambalarıyla salonun o ciddi havasını düşü­
nemezsiniz! Kendimi sık sık bir Mısır yeraltı mezarının ko­
ridorlarında sanıyorum ve bir mumyaya takılıp sendeleye­
bilirim diye düşünüyorum.79

Beckford'un Doğu masalı, kendinden çok daha genç olan iki


çağdaşını da etkiledi. Hem Byron, hem de Moore onun eserine
çok şey borçlu idiler ve onun ilhamı ile onun yarattığı itibardan
faydalandılar. Byron'ın, taşkın doğasına hikayelerin aşırılıkları
çok çekici gelmişti. 1823'te bütün kitaplarını satıp80, yanına bir
tek Vathek'i alarak Yunanistan’a gitti. Beckford ile görüşebil­
mek için sayısız girişimleri oldu ama öbürü hep reddetti ve şöy­
le yazıyordu:

Oh! Onu görmem neye yarayacak?Buluşup aynı anda konu­


şacak, neşelenmeye çabalayacak, ardından da akla gelebile­
cek en acı verici, en yorucu tarzda bir mektuplaşma olacak­
tı, çünkü yapay olacaktı. Ah tanrıca şükürler olsun ki,
onun aklının en büyük yeteneklerini, onun çalışmalarınca
görme fırsatım oldu, bundan başka ne isteyebilirim ki? 81

Bununla birlikte J.W.01iver'ın altını çizdiği gibi, Beckford şair­


le karşılaşmayı çok daha derin bir nedenle arzu etmiyordu.
Byron, kendi tutkulu ve müthiş gençliğine çok benziyordu.
Onunla karşılaşmak, Beckford gibi, kendi geçmişini tamamen
yok etmek isteyen biri için, ancak alarmlar veren bir deneyim
olabilirdi.
Beckford gibi, Byron da gezi edebiyatının ve Doğu hikâyele

45
rinin hırslı bir okuyucusu idi.82 1813'de arkadaşı Thomas Moo-
re'a yazısında, ona Doğu şiiri açısından gerekli besini sağlaya­
cağını düşündüğünden, Castellan'ın Moeurs, usages, costum.es
des Ottonıans (1812) adlı kitabını tavsiye ediyordu. Byron Moo-
re'ü böyle bir şiir yazmaya özellikle teşvik ediyordu, çünkü dö­
nemin edebî ikliminde ilgi göreceğine inanıyordu:
1
Doğu ile bağlantı kurarak, kahin Stael,. bana bunun tek şi
irsel yöntem olduğunu söyledi. Kuzey, Güney ve Batı, hepsi
tükendiler, ama Doğu farklı. ...Bu şekilde, bu yaptığım yal­
nızca senin içindeki boşluğun sesi olabiliyorsa bile ve bu şe­
kilde başarma yardımcı olursa, bu da kamuoyunun Doğu-
lulaştığını gösterecek ve Senin yolunu açacaktır. 83

Byron, zekice öğütlerde bulunmuştu. Moore kısa süre sonrâ


uzun Doğu romanı ile kaderini değiştirmişti. 1817'de yayının
Longman'm üstlendiği, Lalla RookKu yazdı. Ve bu kitabına
müthiş denebilecek bir miktar, 3 0Ö0 Gine ödendi.Kitap, Lalla
Roökh'ın damadıyla buluşmak üzere geçtiği yolun görüntüsü­
nü ve daha başka örnekleri de kapsayan, yüksek dozda duygu­
sal tasvirler içeriyordu. Ancak bu tasvirler, gezgin Victor Jacqu-
emont'u usandırmış, eleştirilerine yol açmıştı; "Thomas Moore,
yalnızca bir mübalağacı değil, aynı zamanda da tam bir yalancı-;
dır. Şimdi Lalla Rookh'm geçtiği yolu izleyerek yürümeme rağ­
men Delhi'den ayrıldığımdan beri karşıma bir tek ağaç bile çık­
madı." 84Moore'un romanı Doğuya ait stoklanmış ayrıntılarla
doluydu: Servet içindeki ceylan gözlü kadınlar, aşktan bitap
düşmüş ve arzulan tükenmiş kadınlar. Sonra, onlan esir eden
zengin konaklar, gözkamaştmcı kumaşlar, kaşmirler, mücev­
herler, parfüm, müzik, dans ve şiirin içine hapseden kötü adam-
lar.Fakat bü lirik rapsodi, batının İslama olan geleneksel düş­
manlığından bağımsız değildi. Moore tarih ve efsane arasında
ayrım yapmamıştı. Şiirinde Muhainmed'i hilekâr, büyücü ve
şehvet düşkünü olarak anlatan Ortaçağ motifleri de vardı. Moo-

46
re ateşe tapınan bir îranlıyı:

Tanrıya düşkünlüğünü kutsallaştıran sefil,


yaltaklanıyor Tanrısına 85
şeklinde konuşturuyordu. ,
Tıvopehny Post Bag'de (1813) "Londra'daki Âbdullah'dan
İsfahan'daki Muhsin'e" başlıklı mektubunda Moore şöyle yazı­
yordu:

Kolayca yaratılan İranlının Tanrısı


Kara gözler ve limonata 86

'Romantik' sözcüğünün en eski kullanımlarından biri, ^ .y ü z­


yıldaki tarz idi, 'eski romanlardaki gibi'. 87Moore'un Lalla Ro-
okh'u da bu anlamda romantik idi; eski Ortaçağ romanlarına
çok benziyordu. Dağınık düşlerle aynı Doğuyu belgeliyordu.
Byron, Doğuyu konu alan bir başka şiirin ( 1797'de yazılmış
olup, 1816'da Byron'ın isteği üzerine John Murray tarafından
yayınlatılan) Colendge 'in 'Kubla Khan' (Kubilay Han) şiirinin
yayınlanmasını etkili bir şekilde teşvik etmişti. Byron gibi Cole-
ridge de gezi kitaplarına düşkündü; Özellikle de Doğuyu anla­
tanlara.. J.B.Beer, bu edebi ilginin Coleridge'in yararına hika­
yelerden mitolojik zenginlikleri almada bir yöntem, şiirsel bir
manevra ve çok sayıda şaşırtıcı imajlar elde etmek şeklinde hiz­
met ettiğine dikkati çekmişti.88 Coleridge, öncelikle,.(1625)
Purchas His Pilgrims'den, Maundrell'in A Jourhey frorn Alep-
po to Jerusalem, 1697 (1707)'den ve Bruce'un Travels to Dişco-
ver the Source ofNile (1790)'den çok hoşlanmıştı. İlk iki kitap,
Kubilay Han'ın yazılmasında çok etkili olmuşlardı. Purchas,
Coleridge'e Kubilay'm tarihini tedarik etmişti. (Gerçekten de o,
bu bölümü, şiiri hayal etmeden önce okumuştu) Aynca Maund-
rell'in "Damascus and the River Barrady", hikâyesi, Beer'in öne
sürdüğü gibi89, şiirin imgesel donanımında rol oynamıştı. Cole­
ridge, bu gezi yazılarından imgeler aldıysa da, bunlar onun ken­
di yaratıcılığında belirli psikolojik faktörleri karşıladılar. Onun
betimlemelerinin şaşmaz erotik niteliğinden anlaşılır ki ( zev­
kin doruğu madenler, pınar, süt) Purchas'ın bir zevk-eğlence
evini tasviri, depolanmış özel duygu ve ilişkileri gözler önüne
seriyordu.90Xanadu'nun şaşırtıcı ayrıntıları, iç dünyasına yapı­
lan heyecan dolu bir yolculuğun yansımalarıydı. Coleridge'in
Doğusu Beckford'unki gibi durmak bilmez ve aynı anda da sa­
kin idi. Şaşırtıcı karşıtlıkların (güneş ve buz, arzu ve doygun­
luk, güzellik ve kabalık) yaşantısıydı. Doğunun imajına sanki
kendisini cansıkıcı gerçekten koruyan, uyuşturucu bir trans
haline geçer gibi giriyordu. İ797'deki bir mektupta şunu yazı­
yordu:
ı
Hintli Vishma gibi, sonsuz bir okyanusta sürüklenmeyi ve
bir milyon yılda bir kaç dakika için yalnızca bir kez uyanma­
yı isterdim. Bir milyon yıl daha uyuyacağımı bilerek. Bunu,
uydurarak Mağribli kadınıma Alhadra'nm ağzından söyle­
dim. »i .

Coleridge, 1001 Gece M asalları'm bir çocuk gibi sevmişti. 9


Ekim 1797'de Thomas Poole'a şöyle yazıyordu:" Endişe ve korku
ile karışık bir istekle kitapları seyrederdim. Ne zaman kitapla­
ra güneş ışığı düşse, onu (1001 Gece Masalları) alır, güneşe kar­
şı yatarak okurdum.92 Ayrıca babasının sert tavrından sözedi-
yordu, sözde çocukları tahrik ettiğinden yakılmaları gerektiği­
ni söylermiş.93 Yaşlı Coleridge'in düşünceleri dayanaksız değil­
di aslında, çünkü bu yazılarda her zaman tahrik edici unsurlar
vardı.
Hayallerin Doğusundan Coleridge esin perilerini yarattı.
Onun Habeş kızı, şiirsel imgesinin kadınıydı, Southey'in kar
beyaz Ethiop'u gibi. Egzotik, ama samimi idi. -Doğu resimlerin­
deki açık tenli Çerkesler gibi. Daha ilerde yaratılacak olan Çer­
keş Lewti'nin aynı adlı şiirdeki uyarlamasıydı ki, bu şiirde Cole­
ridge geleneksel Iran şiirinin süslemelerini kullanmıştı:
Biliyorum Lewti'nin uzanıp yattığı yeri,
Gözlerine indiğinde suskun gece:
Meltemli bir yasemin kameriyesi bu,
Şakıyor bülbül başının üstünde:
Gecenin sesi! Gücüm olsaydı
Geçmeye yapraklı labirenti,
Sessizce sokularak senin gibi
Sevecenlikle kaldırarak onu,
Görebilirdim ak sinesini
Ve yükselir iki kuğu
Usulca kabaran dalgayla

Doğunun şehvet düşkünlüğü ve baştan çıkancılığm sesi olan bir


imge olarak Coleridge tarzı kullanımı, daha sonra değişerek
19.yüzyılda açıkça erotik bir mesaja dönüştü. 1001 Gece Masal­
ları ustaca bir cinsel teze dönüşmüş, hikayeler de notlarla izah
edilerek ve çoğaltılarak değer kazanmıştı. Şehrazad, Galland'ın
salonundaki 'muhteşem kadm'dan Burton'ın kulübünün, yal­
nızca özel üyelerine hizmet veren konsomatrisine dönüştü. Ba­
tının düşsel Doğusu, Viktorya devrinin tutucu cinselliğini geçici
olarak ertelemişti. Aksi halde, hep tartışılmış olarak kalacak
olan, çağın erotik özlemlerini dile getirmede kullanılacaktı.
2 Bahane Edilen Metin
1797'de Avrupa'nın artık tanıdığı 1001 Gece Masallan'mn
çevirisinin doğruluğuna ilişkin şüphelerini dile getiren Richard
Hole şöyle yazıyordu:

Bir insan vücudunun iskeletine bakarken, onun daha önce­


ki güzelliğini nasıl saygı ile anıyorsak, orjinalin taşıdığı de­
ğer ile de o ölçüde ilgileniyoruz tabii.1

Bu sözleriyle 19.yüzyılda yaygınlaşacak olan 1001 Gece Masal­


larının aslına uygunluğu konusunda erken bir uğraşı dile geti-
riyordu. Hikayelerin tarihsel orjinallerini sorgulamaya yönelik
bir bildirim idi buBunlar, zihinsel-kültürel gelişim çizgisine et­
kide bulundukları gibi, sosyolojik dokümanlar ve değişimi yön­
lendiren romanlar olarak da önem kazandılar. 1001 Gece Ma­
sallarının çevirisinin önsözünde Henry Torrens, niyetini "olay
aktarmaktan çok, insan davranışlarım vermek" şeklinde açıklı­
yordu-2 Bu eğilim, Doğuda uzun sosyolojik tartışmaların sözde
sebebi olacak esas çalışmada, E.W.Lane'in çevirisinde en yük­
sek noktasına erişti. Lane'in çevirisinde kasıtlı olarak, roman­
tik olaylar ikinci sıraya indirilmişti. Athenaeum'daki 25 Eylül
1841 tarihli ve Lane'in çevirisinden sonra yayınlanan bir maka­
le, romantik macera romanı modasının artık bittiğini, çünkü ça­
ğın ruhuna aykırı olduğunu ısrarla vurguluyordu. Şöyle devam
ediyordu: "19.yüzyıl pozitif ve gerçek olana duyulan şiddetli ar­
zu ile ayrımsanır. Bir analiz ve eleştiri çağıdır." Lane'in 1001

51
Gece Masalları uyarlaması, gerçeğe duyulan bu büyük arzuya
hitabediyordu. Geniş notlar ekleyerek» hikâyeleri tarihsel ve
sosyolojik bir çerçeveye oturtmak için bilinçli bir çaba göster­
mişti. Hikâyelerin değerini, karakterleri, davranışları ve Arap
gelenek -göreneklerini tanımlamadaki doğruluğa've eksiksizli-
ğe bağlıyordu.3
Lane, bu tür şeyleri tasvir eden kişi olarak çoktan ün kazan­
mıştı. Mamıers and Custöms ofthe Modern Egyptians (1836)
adlı çalışması, müslümanlann nasıl davranıp yaşadıkları ko­
nusunda yegâne kaynaktı. (Bu arada, The Thousand and One
Nights (1001 Gece Masalları) adlı çevirisini de 1841’de yayın-
latmıştı.)iBü çalışma hem eski, hem de çağdaş Mısır hakkında
araştırıcı bir çalışma olarak düşünülmüş olan bir bölüme ait La-
ne'in notlarından geliştirilmişti. (Geriye kalan,yalnızca bir
müsveddesidir.4) Bununla birlikte, yararlı bilginin yaygınlık
kazanması için Lane'e modem Mısırla ilgili "Bilgi sağlayan ki­
taplık" başlıklı bir dizi hazırlama önerisi yapılınca, başlangıçta­
ki plânı değişen Lane, 1834‘de geçici olarak ev tutmak ve notla­
rını çoğaltmak üzere Mısır'a döndü. Modern Egyptians kitabı­
nın önsözüne şöyle yazdı:

Prensip olarak bu çalışmamda 'doğruluk' hedefliyorum. Şu­


nu söylemekte hiç tereddüdüm yoktur ki, gerçeğe ilişkin en
küçük bir çarpıtmayı dahi asla bilinçli olarak aktarmış ola­
mam. 5

Bu çok anlamlı cümleden Lane'in gezginlerin değindikleri ko­


nulan 'ilginç' kılabilmek için kullândıklan geleneksel hilelerin
ne kadar iyi farkında olduğu anlaşılıyor. Şüphesiz ki, Doğu ko­
nusunda kendi kendini uzmanlaştırmış biri olarak, daha az bil­
gili yazarlann kaba aktarmalarından kaçınabilmek' için çok ça­
balamıştı. Ancak yine de, seçiciliğin yol açtığı çarpıtmalara kur­
ban oldu; Batılı okuyucunun ilgisini çekecek olan noktalan se­
çerek onlan vurgulamak gibi. Böylece büyü, astroloji, simya,

52
haşhaş ve afyonu, yılan oynatan sihirbazları, sokak dansçıları­
nı,batıl inançlarla ve şehvet düşkünlüğünden kaynaklanan tu­
haf olaylarla bir arada geniş olarak yazdı.Ne var ki, yazdıkları,
tasvir ettiği malzeme ile keskin bir çelişki yaratarak, kandırıcı
bir kuruluk meydana getirdi. Bu da yazısının bilimsel bir metne
benzemesine yol açtı ve okuyucularında bir tür güvensizlik
oluştu.
Lane'in zihnini açık şekilde en çok meşgul eden sorun, ger­
çeğe sadık kalma gereği idi. Kanıtlarını tüm inandırıcılığı ile
sunmak istiyordu. Bu nedenle, doğrudan doğruya kendisinin
şahit olmadığı bir olayı anlatırken, çok güvenilir bir kaynağa
dayandığı konusunda izleyicilerinin tereddütsüz olmasını sağ­
lıyordu. Örneğin, çok maharetli bir Mısır sihirbazmın marifet-
lerini anlatırken, "Bunları kısmen kendi deneyimime, kısmen
de saygın kimselerin otoritesine dayanan bilgilerimle aktarıyo­
rum" diyordu. 6Lane, çok geçmeden bu 'saygın kimselerin ken­
di Ingiliz meslektaşları olduğunu da açıklıyordu. Onların otori­
tesinden şüphe edilemezdi çünkü, şüphe uyandıran kanıtlama­
lar konusunda ülkelerinin gücü, onları her zaman korumaktay­
dı. Lane'in sihirbazlığa ilk kez ilgi duyması, bir vatandaşı saye­
sinde şöyle başlamıştı: "Bu ülkeye gelişimden birkaç gün sonra,
sihirbazlık konusunda konsolosumuz Mr.Salt'ın bana ilettiği
bir olay üzerine çok müthiş merak duydum."7 Doğudaki Avru-
palılar, birlikte yarattıkları Doğu imajının kalıcılığını sağla­
mak için birbirlerinin ellerindeki kanıtlara dayanmaktaydılar.
Lane'in kitabının klasikleşmesfnin nedeni, özellikle bu kitabın
Ingilizlere, Mısır gibi gelenekselliği çok eskiye dayanan bir ülke
hakkında, hiç bozulmayan ve değişmeyen bir düşünce yöntemi
ile bilgi vermesiydi. Örneğin, James Aldridge, Avrupalıların
birbirlerini bu tip destekleyici ilişkilerine dayanarak> Lane'in
kitabını Mısır'daki yaşamla ilgili en ayrıntılı ve gerçekçi İngiliz­
ce Hikâye olarak nitelemişti.8 Gerçekten de kitabın İngilizcede
yazılmış olması, onun en 'ayrıntılı ve gerçekçi' olmasını sağla­
mışta - İngilizce olması, yalnızca linguistik bir özellik olmayıp,

/
53
kitaba kültürel ve politik bir anlam da kazandırıyordu. Lane'in
kitabı, Doğuyu kavramlaştırma yolunda, onu 'diğerlerine' ben­
zer bilgiye dönüştürme yolunda önemli bir katkı idi. Ona finan-
sal destek sağlayan toplum, bunu, kendi yüksek hedeflerim ger­
çekleştiriyor diye yapmıştı: O, bu hedeflerimi gerçekleştirilme­
sinde yeterliği olan biriydi, 'yararlı bilgi'yi yaygınlaştıran biri.
Lane, ülkesine ve vatandaşlarına çok şey içeren, bir Mısır resim
sunmuştu. Batının tüketeceği ve taraf tutan Batının renklen­
dirdiği bir Mısır resmiydi bu.
Lane, kitabında Batı kaynaklı geleneksel sıfat ve lakaplar­
dan çok sayıda kullanmıştı. Yerlileri üşengeç, batıl inançlı, zevk
düşkünü ve din fanatikleri olarak değerlendirmekteydi,Bu ko­
şullarda hikâyenin yapısı hayli aldatıcı oluyordu.Kitap, duygu­
sal olmadığı, yanılmazlığı, alanında uzman olduğu, geniş kap­
samlı yaklaştığı iddiasındaydı. Oysa, kuru, cansız, skolastik bir
havası vardı.
Daha yakından incelenecek olursa, bu kitap yazarının ken­
disini kurnazca merkezi kahraman ve ana otorite yaptığı, tas­
vir ettiği dünyayı hayalliyor, kurguluyordu. Belirli ayrıntıların
çoğaltılıp, diğerlerinin dikkatle ve titizlikle hikâyeden çıkarıl­
dığı bir görüntü yaratıyordu. Lane'in kuru ve ruhsuz tarzı, 'bi­
limsel çalışma' yanılgısını güçlendiriyor ve Ingiliz-Doğu, etkile­
şim alanının sımr çizgisini çiziyordu. Suskun bir erdemlilik id­
diası, Lane'in okuyucularına sunduğu hikâyelere damgasını
basmıştı; sıklıkla Doğuda geçen bir davranış tânzim tasvir eder­
ken, sadece ve sadece böyle bir anda hikâyesini késecekti. Bilgili
bir Avrupalının yazamayacağı ya da saygın bir Avrüpalının
okuyamayacağı uygunsuz bir şey olduğundan, tabii ki. İnsaflı
ve vicdanlı bir ahlak anlayışı ile açıkladıkları bu kesintiler, as­
lında yazının hisleri okşayan doğasma ilâveler yapılmasına hiz­
met etmekteydi; Doğu acayip deneylerle dolu idi ve bunların ba­
zıları, dile getirilmek için bile çok erotik ve vahşi idiler.Böylece
ayrıntılarının büyük çoğunluğu ile, gizli tehlikeleri ve zevkleri
ile, haremin suskun görüntüsü yeniden okuyucunun gözü

54
önündedir.Para,ile kiralanmış daıisçı kızların tasviri, görüntü­
lerden yalnızca biridir:

Özel bir izleyici grubu önünde gösteri yapacakları zaman,


bazıları renkli tülden, geniş kollu, ön tarafı yarıya kadar
açık, uzun ve şeffaf bir elbise ile, yine şeffaf bol bir pantalón
giyerdi. Sonraki sahneleri ise anlatmak olanaksız, s
ı"
Sihir ve sihirbazlık, Avrupalmm zihninde geleneksel olarak
Doğuyu çağrıştırdığından, Lane de hayranlığını gizlemeyecek
bir sihirbazlık oyununü aktanrken, çok can alıcı bir yerinde an­
latmayı kesmek durumunda kaldığını şöyle dile getiriyordu:

Küçük bir çocukla birlikte uyguladığı bazı edepsizce numa­


ralan tasvir etmekten kaçınmak zorundayım; bazıları ber­
bat denecek kadar iğrenç idi.10
\■
Önsöz bölümünde, doğruyu amaçladığını belirttikten sonra.
Lañé okuyucularına ilk ’çağdaş Mısırlı’ olan Şeyh Ahmed’i ta-
nıştınr. Bu adamın iki talihsizce özelliği vardı: Çok eşlilik zaafı
ve cam yeme arzusu. Gerçekten de öylesine iştahlı idi ki, Lane’in
depolarını tüketti. Okuyucu, Lane’in mahçup bir şekilde tüm
Mısır toplumunun temsilcisi olmadığını belirttiği bu tuhaf kim­
se aracılığıyla kendisine sunulan Doğuyu anlamaya çalışmak-
taydj.Üstelik de daha ilerde çok daha hayrete düşürecek karak­
terler ve olaylar labirenti ile karşılaşmaya hazırlanarak. Lane,
Doğuyu ’canlı bir gariplikler tablosu’ olarak sunabilmek için çok
seyrek olan örnekleri kullanıyordu.11 Cam yiyen Şeyh tipine,
bir düğün töreninde kamını keserek davetlileri eğlendirmek
için bağırsaklarını teşhir eden ’ermiş’ tipini eklemişti. Doğuya
düşmanca bir yaklaşımı sergileyen aşağıdaki çirkin görüntü­
nün de amacı apaçıktır:

Bazı kadınlar, kafası kesilmiş adamın üzerinden hamile


kalmak için yedi kez atlıyordu, bazıları da aynı istekle
bir parça pamuğu kana batırıyordu. Bu kanİı pamuğu da­
ha sonra ne yapacaklarını sizlere anlatmamalıyım.12

Sapıkça bir 'cinselliği Doğu ile bağdaştırarak Lane, yalnızca


inatçı Batı yanlılığını yinelemekteydi. Mısırlı kadınların ras­
gele cinsel yaşamlarını ve önlenemeyen ahlaksızlıklarını vur­
guluyordu. 13
Lane'in karakter genellemeleri, mizahi kehanetlerle sü­
rüyordu. Mısırlılar cinsel olarak kolayca tahrik olurlar, he­
men öfkelenir kavga ederlerdi.14 Dikkafah ve açgözlüydüler.
Lane'in yerlileri yalancı ve ispiyoncu olarak lanse etme gele­
neğine uyarak, onların gerçeği söyleme yeteneğinden yoksun
olduklarını vurguladığı görülüyor: "Bugünkü Mısır'da gerçek­
lik son derece seyrek görülen bir erdemdir" demekteydi. 15
"Araplar çok fazla batıl inançları olan kimseler: En çok
da Mısırlılar"!6 diyerek devam ediyordu. İtiraz kabul etmez-
cesine, onların dinî inançları hakkında, sanki eski devirler­
den, haçlılardan kalma bir ağızla konuşmaktaydı. "Azizlerin
pek çoğu Mısırlıdır. Bu ünlü azizler ya akıl hastası, ya gerize-
kalı, ya da hilekâr idiler" ^diyordu. Bu cümleye paralel bir
yaklaşımı Joseph Pitt'in tanınmış "Müslümanlarca Kız Kaçır­
ma^ adlı hikayesinde ve bir köle olarak Müslümanlar arasın­
da geçirdiği dönemin anlatılmasında görebiliriz:

Budalalara çok büyük saygı duyarlar, nedeni de Muham-


med'in kendini Mekke yakınlarındaki bir mağarada oruç
tutarak sade bir yaşama adadığı zaman, sağlığım büyük
ölçüde tehlikeye atarak, kendi kendisiyle konuşmaya
başlaması ve kendine bir budala gibi davranmasıdır. ı8

Lane, "coğrafya konusunda hiçbir şey bilmezler" diyerek Mı­
sırlıların cahilliğinden de dem vuruyordu:

56
Modern Mısırlıların bilimi bu şekilde algılamasını, meselâ
uzun bir batıl itikat hikâyesini bilimsel bir metnin takip et
meşini günümüz okuyucusu hayretle karşılamamalı, biraz
müsamaha göstermelidir.19

Bu toplumun; böylesine ağır hatalarla yaşayan bu insanların,


bir tek çıkış yolu olabilirdi: Batı ile ilişki yoluyla sağlanabilecek
aydınlanma:

Batı bilimlerini tanımlamalarının sonucunda, Muhammed


Ali'nin de kendi baskılı yönetimi konusunda Bir dereceye
kadar özeleştiri yapmasmı göz önünde tutarak, bu insanla­
rın entellektüel ve ahlaki durumunda büyük bir iyileşmeyi
ümid edebiliriz.20

Yazık ki, Lane'in iyimserliği kısa ömürlü oldu. Mısırlılar, Batı­


nın fakültelerinin yararlarını kanıtlamak konusunda değilse
de cahilliğin çok ötesine gidebilmişlerdi."Herhangi bir düzeyde,
Mısırlıların aydınlanmalarına dair umutlarımız için bir olasılık
görünmüyor."21
Modern Egyptians, Lane'in Doğu ile ilgili etkileyici ve ve­
rimli çalışmalarından yalnızca birisi olmasına karşın, tüm di­
ğerlerinden daha kapsamlı bir şekilde yansıtıyordu onun görüş­
lerini.22Bir bilimadamı gözüyle, Doğunun ne olduğunu anlatı-
yordu.Tüm deneyimini yansıtmaktaydı, hiç sübjektif görün-
meksiziri.Lane'in bu kitabının, daha az kaba bir tarzla ve daha
derin bir anlayışla yazılmış olmasına rağmen, Lord Cromer'in
yaklaşımı ile pek çok ortak yanı vardı. Böylelikle, bilimadamı ve
emperyalist, benzer duyguları seslendirmeye çalışmış, çevrele­
rindeki oluşumları aynı yolla algılamış ve her ikisi de aynı "be­
yaz adamın” yükü altında uğraşmıştır.Doğu mirasının koruyu-
cusuydular ve isteseler de onun tuzaklarından kaçamazlardı.
Lane'in emredici ses tonu, Cromer:i gölgede bırakabiliyordu:

57
Hıristiyan merhametliliği adına, Mısırlıların her tür ah­
laki ve entellektüel eksikliklerine göz yumalım ve onları
düzeltmek için de elimizden gelen herşeyi yapalım .23

Ancak, Cromer'in Hıristiyancâ merhameti, tıpkı Lane’in aka­


demik iyimserliği gibi, öyle derin değildir. Emperyalizmin ge­
risinden bakarak, bağımsızlık düşlemek çok zordu:
! ■ : ! ■ '
Mısırlılar, bir gelecekte, içlerinde yabancı bir ordu ol­
maksızın ve bir yabancı sivil ve askeri rehberliğe gerek
duymaksızın kendi ülkelerini yönetebilecekler, fakat bu
dönem henüz çok uzaktadır. 24
Avrupa'nın Araplardan alıp da kendi edebiyatlarına transfer
ettiği ve Lane’in çevirisini yapmış olduğu 1001 Gece M asal­
ları, Doğunun çöküşünü görüntülüyordu. Oysa, Lane’in şiiri,
19.yüzyıl tarzı ile aynı miti, çok daha ince ve özenli bir şekil­
de, bir bilim adamının tarzı ile sunmaktaydı.Lane,metne
akademik çalışmaya mahsus araçlar eklemişti: Açıklayıcı gi­
riş bölümleri yazdı, dipnotlar düştü, genişletti ve çoğaltarak
onu önemli ve kültürel yankısı olan bir çalışma olarak gös­
terdi. Lane'in notları, metne doğrudan bağlı olup, metnin
içindeki belirli bir imaja yönelip onu tanımlıyordu ve Doğu
yaşamının genel görüntüsüne onu yerleştiriyordu. (Burton'm
aksine, Burton kendi amacı için konu dışına çıkıyordu) Örne­
ğin, bir kurye Şahzaman'm huzurundan ayrılırken, Lane,
'Müslümanlarda mektup’ kavramını açıklayan şöyle bir not
düşer: "Mektup kağıdı genellikle kalın ve beyaz, bazen de çi­
çeklerle süslü bir kağıttır. İlk yarısı çoğunlukla boş bırakılır;
yazılar asla ikinci bölüme taşmaz. Mektubun gönderildiği ki­
şinin adı, bazı saygı ve itibar anlamlı hitap sözcüklerinin ar­
dından, ilk cümlede mutlaka belirtilir."25 Ve Lane, bu tonda,
mektup konusunda özellik taşıyan noktaları sıralamaya de­
vam eder. Hikayelerin birindeki bir karakter, bir salona gir­
diği anda, Lane Arap mobilya tarzı ve mimari stilleri üze-
■ / ' . ' ■ ‘ -
rinde açıklama yapar. "The Porter and The Three Ladies of
Baghdad" adlı hikayede, Lane pencerelerin dışarıya baktığını,
şilteler ve minderlerle döşenmiş olduğunu yazar. Sonra, yuka­
rıya çıkarak, tasvire devam eder: "Tavan ağaçtandır, kimi yerle­
ri oymalı olup, kimi yerleri de nefis, hayali bir dekorla bezenmiş­
ti. Çok parlak, kırmızı, yeşil, mavi renkler ve bazen de yaldız
kullanılmıştir."26 Abanoz Adası Prensesi, bir konuğa şerbet ik­
ram edince, Lane, "şerbetler kapalı cam fincanların içinde, yu­
varlak bir tepside ikram edilir. Tepsinin üzerine de yine onun gi­
bi yuvarlak, nakışlı bir ipek ya da simli örtü koyulur" 27şeklinde
açıklama yapar. Okuyanı her satarda daha da çok etkilemektey­
di Lane'in notlan; herhangi bir keyfî ayrıntı dahi üstü kapalı bı­
rakılmamıştı. Her ayrıntıyı Lane bilinçli olarak değerlendir­
mişti. Lane için kaygısızca bir anlatım tarzı değil, hakim olduğu
bir anlatım tarzı önem taşıyordu. Konu onun için yalnızca bir
. dürtü yerine geçiyordu, çeviri ise Lane’in tartışmalan için, müs­
veddeleri için sadece bir araçtı. Bu hikayede cin ya da periden
söz ediliyorsa, Lane cinler perilerle ilgili olarak müslümanlarm
inançlannı aktarırdı.28Bir perinin oğlu öldüğünde, Lane, kader
ve öbür dünya ile ilgili müslümanlarca kullanılan kavramlan,
görüşleri, ilkeleri belirtirdi; Arabiatı system öf Cosnıography
adlı eserde, İslam ilkelerini ve toplumun yöneten kanunlan an­
lattığı gibi.
Lane'in bu çeviride de niyeti, Modern Egyptiatis'da olduğu
gibiydi. Mümkün olduğu kadar dolu dolu Doğuyu anlatabilmek,
unsurlarını sorgulayabilmek ve bunları sorumluluğu yüksek
bir yapıya oturtabilmek. Amacı, Mısır'ı ve Mısırlılan okuyucu-
lanna, hiç bir şey gizli kalmaksızın sindirilebilen bir aynntı ile
aktarabilmekti.29Darmadağınık gerçeğin 30 üzerine bilimsel bir
talebi koyabilmeyi, hem yorumcu, hem çevirmen, hem de konu­
ya özgü sözlüğün düzenleyicisi olmayı istiyordu.31 Lane, çok hü­
nerli bir zannatkâr olduğundan ve işine bilinçli yaklaştığından,
Lane’in insancıl anlatım tarzı, kasıtlı olarak kendisi tarafından
bilimsel gerçeklik adına feda edilmişti. Q, imparatorluğun bi­
lim eriydi, imparatorluğun hüküm sürmesine hizmet ediyor,
kendine yakışır bir tarzda ve* duygularına kapılmadan onun
kültürünü taşımaya çalışıyordu. 1831'de arkadaşı Robert
Hay, kendisinin satın almış olduğu Nefise adlı dişi köleyi La-
ne'e sunduğu zaman, hayatını etkileyen bir olay yaşadı. B.u
durum, bir dizi klasik olaya başlangıç oldu: Lane, onu hizr
metçisi olarak görevlendirdi. Kilo vermesi konusunda onu et­
kiledi. Hatta onu eğitmeye başladı. ("Onun kazanmasını iste­
diğim tüm yetenek ve bilimlerde, -aritmetik, okuma yazma ve
dikiş- tatmin edici gelişme gösteriyor.32) Ve sonunda,küçüm­
seme, bağımlılık gibi çok karmaşık duygularla ona yaklaşma­
nın ardından, onun karısı olmasını istedi. Ve öyle de oldu. La-
ne'in Nefise ile ilişkisi, onun genel anlamda Doğu ile olan iliş­
kisine paralel idi; Lahe, akıllı ve güvenilip bir kılavuz, öğret­
men idi, diğer ikisi de ona bir "vasi" gibi bağımlı idiler.
Gerek Modern Egyptians'da, gerekse de 1001 Gece Ma­
sallarında, Lane'in anlatımında orta sınıf düşüncesinin ah­
laki unsurlarına bağlı olarak küçümseyici bîr dil söz konu­
suydu. Açıkça suçlamalar yapmaksızın, usta bir terzi gibi,
Viktorya dönemi kamuoyunun hoşlanacağı ölçülere tam ola­
rak uygun bir Doğu yaratmıştı. Aşırı titiz bir orta sınıf oku­
yucuyu tiksindirebilecek çok belirgin olayları ve tasvirleri çı­
karıp dışlayabilmek için olağanüstü çaba harcamıştı.33 Kendi
bilimsel öğretisinin etkilerini taşımayan aydınlatıcı, ağırbaşlı
bir aile kitabı hazırlamak niyetinde idi. Lane, erdemliliğini,
Burton'ın şehvet düşkünlüğüne de değinerek noktalıyordu:
Her ikisi de (Lane ve Burton) kendi kişiliklerini ve zihinsel
uğraşlarını dile getirebilmek için 1001 Gece M asallarim kul­
lanmışlardı ve her ikisinin yazdıkları da Viktorya döneminin
çelişkili eğilimlerini yansıtmaktaydı.

BURTON: ASKER VE YAZAR

Richard Burton sekiz yaşında iken ve ailesiyle Avrupa'da

I
60
gezgin bir hayat sürerken, bir gün annesi onu ve küçük erkek
kardeşini bir pastanenin vitrini önünde durdurarak, onlara vit­
rindeki elmalı kekleri gösterirken, bir yandan da insanın nefsi­
ne - iradesine hakim olabilmesi konusunda bir söylev çekmeye
başladı. Ancak bu, büyük oğlana çok fazla gelmişti; o anda camı
kırdı, kekleri aldı ve annesini endişe ve şaşkınlık içinde bıraka­
rak, zevkle yokuş aşağı koştu. Zavallı kadm bir de zararı öde­
mek zorunda kalmıştı.
Bu sonradan uydurulmuş sahte hikayecik, Burton'm her
otoriteye karşı çıkmayı emreden vahşice yapısının,1dışardan
empoze edilen her kuralı çiğnemeye yönelen bir kişilik isyanı7
nın altını çiziyordu. Zorla Oxford’a gönderildiği zaman, ailevi
otoriteye meydan okuma eğilimi, akademik öğretmenlerine yö­
neldi. Üniversitede'bulunduğu süre içinde sürekli isyankar
davrandı.Sosyal davranış kurallarma uyum gösteremediği gibi,
mevcut ders programını küçümsediğini de gizlemiyordu. Sonra­
dan üstlerine bu küçümseme duygularını nasıl belli ettiğini an­
latmıştı. Klasiklere ilişkin bilimsel araştırma için burs almaya
çalışırken, 'Greek' sözcüğünü Modern Greklerin söylediği gibi
telaffuz etmeyi tercih etti; Oxford Üniversitesinde algılandığı
tarzda değil tabii ki... Bu durum sınav hazırlayanların oldukça
canını sıkmıştı. Böylece bursu halinden memnun başka bir ada­
ya verdiler. Bu olay; toplumsal ilişkilerin incelikleri ile uğraşa­
bilmekte yetersiz kalan Burton’ın kariyerinin önüne çıkan ilk
ama hiç bir şekilde sonuncu olmayan engellerdendi.
Burton’m Arapça öğrenme isteğinin ilk kaynağı da bu mey­
dan okuma ve farklı olma arzusu idi. O dönemde Oxford’da
Arapça öğretimi için bir düzenleme yoktu. Burton, kendisine bir
hoca bulunana kadar yaygara koparma niyetinde idi. Daha son­
raları Burton, bu dilin anavatanına uzun sürecek bir gezi yap­
mak üzerinde düşünmeye başladı. Zaten Oxford’da da bu tür bir
çalışma, Burton’m kendisi için onun anavatanını kurmak ola­
caktı; bu dilin araştırması için rekabet eden hiç kimse yoktu, hiç
kimse onun kutsallığını tehdit etmeyecekti.

61
Bununla birlikte Oxford'un sınırlamaları, Burton’m yapı­
sında biri için çok yıpratıcı olduğunu kısa sürede gösterdi. Bur­
ton, akademik kariyerin tüm ümitlerini ardında bırakarak Ox-
ford'dan öfke ile çıktığında yeterince kuraldışı olmayı başarT
mıştı zaten.
Bu terkediş, Hindistan ve ordu içindi. Dar görüşlü Qx-
ford'da ne kadar huzursuz idiyse, bu sömürge topraklarında da
kendini o kadar rahat hissediyordu. Kathryn Tidrick bu sömür-
gesel kimliği şöyle dile getiriyor: ■

Burton, imparatorluk ve Büyük Britanya adına gelmişti,


Shakespeare'in adası İngiltere adına değil. Hiç bir zaman
Wilfrid Blunt'unki gibi aşk ve ata toprağına dayanan bir va­
tanseverlik taşımıyordu; Burton'm vatanseverliği kendini
İmparatorluğa yakışır tarzda ifade edebilirdi, çünkü ancak
bu şekilde kendisi gibi uyumsuz birine yer açabilirdi.34

Akademik felâketi ve ailesinin cezalandırmasını henüz atlat-


ıriış olan genç Burton için Hindistan, tam da gereksindiği bir sı­
ğınak oldu. Ingiltere’de yaşamayı umabileceği deneyimlerden
çok daha farklılarına ve yetişkinliğe adım attiğı bir kapı oldu.
Yeni dillerle, yeni bir ulusla ve yeni düşünce ye bakış açılarıyla
karşılaşıyordu. Burton'm pek çok aşırı arzularına da hitabedi-
yordu.-Tehlike peşinde koşmak, cinsel meraklar, yeni dillere
dilbilim açısından açgözlüce ilgisi, güç ardında koşmak ve gizli­
likten hoşlanmak- Hindistan'a ilk geldiği zamanlan anımsaya­
rak, kendisini yeni çevreye nasıl sevdirmeye çalıştığını, bu zor
... süreci nasıl aşmayı tasarladığımı sonradan şöyle anlatıyordu:

İlk zorluk Doğuluyum diye geçinmekti. Bu, zor olduğu ka­


dar da gerekli idi. Avrupalı bir resmi görevlinin gerçeği sey­
rek de olsa görmesi, olsa olsa yerli halkın onun bakışını göl­
geleyen peçeyi - korku, dolandırıcılık, önyargı ve batıl i-
nançlar- şeffaflaştırmasıyla olası idi.35
Yerli halkın ilk arasına giren bu ikiyüzlülüğün ötesini görebil­
mek arzusu ile, Burton, gerçek kimliğini gizlemek gereğini duy­
du. Derisini kara ceviz suyu ile boyayıp^ yerel giysiler giyerek
hem Avrupalı memur, hem de yerli olabiliyordu; bu arada beyaz
adamın Doğudaki varlığını da uygun şekilde sunmaktaydı, Zi­
ra, İngiliz centilmenler için, bu iki ayrı kişide iki farklı yan var­
dı: Statü ve eğilim bakımından bir imparatorluk mensubunun
otoriterliği, diğer yanda da taşıdığı ikinci ruh olan ve her çeşit
otoriteden kaçan isyankâr hayaleti. Kendi vatanında asla izin
verilmeyecek bir özgürlüğe özlem duyuyordu. (Bu anlamda mo­
dern hippiliğin ilk müjdeci siydi.)
Özlemini duyduğu bu özgürlük, bir yanıyla cinsel idi. Bur-
ton'ın ilk gerçek cinsel deneyime başlaması Hindistan'da oldu,.
Burton, kendine hizmet edecek bir kadm’buldu. Kadın hiçbir
duygusal- zihinsel bağlanma beklemeksizin, onun fiziksel ge-,
reksinimlerine de yanıt verecekti.Burton ona, Bubu (karakız)
adını vermişti.Hem evişlerine hem cinsel gereksinimlere bakı­
yordu. Bu konulan vatandaşlarından kat kat daha fazla önem­
seyen Burton, kadının itaatkâr ve halinden memnun görünme­
sine karşın efendisine en ufak bir sevgi duymadığını farketti:

Binlerce Avrupalının yerli kadınlarla yıllar süren yaşamla­


rı ve aileleri olmuştur. Yine de, hiçbiri bu kadınlarca sevil-
memiştir. En azindan, bir tek örneğe bile rastlamadım .36

Burton bu romantizm eksikliğini, Avrupalının hantalca cinsel


tekniğine yükledi. Batılı, Hintli kadının bedeninin taleplerini
karşılayamıyördu. (Burton’ın hesabına göre Hintli kadınlar en
aşağı yirmi dakikada tatmin olabiliyorlardı.37) Bu yüzden Batı-
lılar onların sevgisini kazanamıyorlardı Ama, belki de Bur-
ton’m ilk elde düşünemediği çok daha farklı ve karmaşık neden­
ler vardı. Herşey bir yana Avrupalı, bu kadının topraklarını
zaptetmiş, halkını ezmiş ve kişisel isteklerini onun üzerinde

63
tatmin etmişti. Tüm bü hilekârlık karşısında onun duygusal
tepkisizliği, yegâne savunmasıydı. Evet, AvrupalInın onu köle­
leştirecek gücü vardı, ama ona kendini sevdiremezdi.
Burton'm Doğu kadınlarına ilişkin görüşleri yıllardan son­
ra bile derinlik kazanamadı. Düşünceleri her zaman Hindis­
tan'da benimsediği efendi-köle ilişkilerinin etkisinde kaldı. Ka­
dın her zaman köle ve cinsel obje idi.Belli gereksinimler için var­
dı. Ama hiç bir zaman gerçek bir eşin yerini tutamazdı. Görü­
nürdeki sosyal davranışlarında anarşistçe olmasına rağmen,
Burton'm kadın konusundaki görüşleri çağının bakış açısından
ileri gidemedi. Kadınlar ya fuhuş için yaratılmış seksi varlıklar­
dı, ya da cinselliğe hiç bulaşmamış, erkeğine bakan yuva arka­
daşı idiler.
Burton için 1001 Gece M asallarının çekiciliği, kadınlar,
aşk ve sınıf gibi temel konularda, bu kitabın, onun kendi düşün­
celerini desteklemesinden kaynaklanıyordu. 1001 Gece Masal­
larındaki hikâyeler müstehcen bir eğlence uman erkek izleyici
topluluğuna aktarılıyordu. Şon derece kaba bir tarzda, dinleye­
cek olan cahil erkeklerin önyargılarım harekete geçirecek şekil­
de yazılmışlardı. Budala bir dinleyici için arzulan sonsuza kam­
çılayan tasvirlerle doluydular. Herşeyin üstünde, kendilerinin
de bir örneğini ürettikleri, baskıcı ataerkil toplumlarda kadını
vesayet altında tutmanın yaygın bir tarzını yansıtmaktalardı.
1001 Gece M asallarındaki kadın tasvirleri iki klâsik kate­
goriye ayrılabilir: İlk kategori en geniş olanıdır; geleneksel an­
lamda dişilere yakıştırılan tüm kusur ve ayıplan bünyesinde
taşıyan olumsuz tiplemeyi öngörmektedir. Her kültürde geçer-
lidir. Kadınlar büyücüdür, şeytandır, muhabbet tellalıdır, cadı­
dır. Maymun iştahlı, vefasız ve iffetsizdirler. Çok bencildirler,
arzularını akla hayale gelmeyecek en vicdansızca yollarla ger-
çekleştirebilirler. Gerçekten de, hikâyeler şehvet düşkünü ve
ahlaksız sayısız kadın örnekleri ile başlamaktadır.Şu hikaye­
deki genel çerçeve, geri kalan tüm hikâyelerin niteliğini ortaya
koyuyor: Şahzaman, daha sırtını döner dönmez, kraliçe onu ka­

64
ra kölelerinden biriyle aldatır. Bu şoku heniiz atlatamadan, er­
kek kardeşine de kraliçe eşinin yokluğunda aynı şeyi yaptığını
öğrenir. Sadakatsiz eşlerinden intikamlarını aldıktan sonra iki
kral yanlarına paylaşacakları bir kadın alarak bir seyahate çı­
karlar. Kadın, her ikisiyle de sırayla birlikte olur ve ikisinden de
birer hükümdar yüzüğü alarak, elde ettiği erkeklerden aldığı
hediye kolleksiyonuna ekler. Sonra da onlara, esiri olduğu kıs­
kanç ifriti nasıl yenilgiye uğrattığını içeren hikayesini anlatma­
ya başlar:

Bir gerçeğe göre, gelin olduğum gece, bu ifrit benimle gerde­


ğe girdi. Sonra beni bir tabuta koydu, üzerime yedi tane çe­
lik kilit kapadr, çırpman dalgalar arasında denizin derin­
liklerine bıraktı. Beni böylece koruyacaktı ki, hiç kimse be­
nimle ilişki kurmasın.Ha,İra! istediğim sayıda çok çeşitli
erkeğin altına yattım. Sefil ve budala cin! Kaderi hiç bir şe­
yin değiştiremeyeceğini ve engelleyemeyeceğini bilmiyor­
du. Kadının aklına koyduğunu yapacağım, ama erkeğin ya­
pamayacağını da bilmiyordu.38

Kadınların kalıtsal zevk düşkünlüğü ve vefasızlığını en yetkili


ağızdan dinleyerek emin olan iki kardeş, krallıklarına dönmeye
karar verdiler. Şehriyar, kadınlardan intikam almaya yemin
etmişti; her gece karısının yerini tutacak bir bakireyi yatağına
alıp sabah geri gondierdi.
'Tale of the Ensorcelled Prince' hikayesinde, prensin karısı,
her gece onu uyuşturucu ile uyuttuktan sonra, şehrin öbür ya­
kasındaki harap bir kulübeye cüzzamlı bir zenci ile yatmaya gi­
derdi. Kara adam, kadına olmadık hakaretler yağdırır, geç gel­
mesine sinirlenir ve ona sıçan haşlaması yedirirdi. Kadın kendi­
ni savunmaya çalışınca da adam daha çok öfkelenerek;

Lanet olası! Kara adamların şerefi üstüne yemin ediyorum


ki, bir kere daha bu kadar geç gelipsen sana eşlik etmeyece­

.65
ğim, vücudum vücudunun hiçbir yerine dokunmayacak. Si­
zi aşağılık ikiyüzlüler! Sizi çatlaklar! Sizin kirli zevklerini­
zi tatmin edeceğiz ha! Asalak karı! Kokuşmuşlar! Alçak be­
yazların en alçağı! 39

Kadın tüm bu hakaretlerden hiç alınmamaktadır ve kendini,


sevgilisi onunla yatmaya razı oluncaya kadar, onun önünde al-
çaltmayı sürdürür. Ve tam anlamıyla tatmin olduğu anda,koca­
sının sarayına dönmek üzere yola çıkar. Bu tür kadınların keyfî
olarak son derece acımasız oldukları vurgulanmaktaydı. Acı
vermekten haz duyarlar ve tuhaf işkenceleri duyumsatan dav­
ranışlara özellikle zemin hazırlarlar. 'Reeve's Tale'de kadın
kahraman, sevgilisinin kimyonlu sebze yahnisi kokmasına öy­
lesine içerler ki, tepki gösterir:

"Sana ellerini yıkamadan kimyonlu sebze yahnisi yemeyi


gösteririm şimdi!" Sonra hizmetçisini çağırtıp, benim elleri­
mi bağlattı. Eline keskin bir bıçak alarak el ve ayak par­
maklarımı kesti.40

1001 Gece Masalları'ndaki ikinci kategoriyi oluşturan kadın­


lar, dindar ve sağduyulu olanlardır ki, bunlar daha az önemse­
nirler. Bunlar ya kötü kaderin eline düşüp baştan çıkarılana ka­
dar (tüm kadınlar baştan çıkarılabilirler) iyi yetiştirilmiş baki­
relerdir, ya da.cinselliği zayıf, özverili eşler ve annelerdir. Gü-
.zeldirler ama güzellikleri mevcut durumu tehdit etmez. İyi yü­
rekli ve temizdirler, ama bu özellikleri de yalnızca hikâyede de­
koratif bir süsleme olup hiç bir dramatik değer taşımaz.Bü an­
lamda Şehrazad, istisna oluşturan tek tipleme idi41, çünkü o
hem iyi, hem fiziksel olarak çekici, zeki, dindar, eğitilmiş ve
itaatkâr olarak tasvir ediliyordu. Yine de, onun masum karak­
teri, onun açık saçık hikayeleri ile büyük çelişki içindeydi. De­
neyimsizliği, anlattığı belden aşağı hikayelerden çok uzaklar­
daydı. Bir hikâyeden diğerine, kadınların krallara oynadıkları

66,
7

acımasız oyunları anlatıyordu: Kendi hemcinslerini karalaya­


rak ilerliyordu. Kendi cinsine karşı kralın tarafını tutarak kel­
lesini kurtarıyordu. Yuvanın gerektirdiği tüm rollerde başarı­
lıydı: Saygılı kız evlat, anlayışlı kızkardeş, şefkatli eş ve anne
idi. Eğitilmişti, ama öğrendikleri yalnızca bir erkeği yatıştırma­
ya ve memnun etmeye yarıyordu, başka bir şeye değil. Dünyaya
ilişkin tüm bilgisini kitaplardan almaktaydı, çünkü başka hiç­
bir gerçek deneyimi yoktu. Hiçbir özel hayatı yoktu, babasının
evinden ’1001 gece masalları'na ve onu anlatmak üzere zincir­
lendiği kralın yatak odasına giderdi. Yalnızca görünüşte güç-
lüydü; onun zayıf büyüsü acınacak kadar önemsizdi, zira kralm
bir sözü, onun hikayesini tümden değiştirebilir ve hayatına mal
olabilirdi. i
Kadınlara yönelik bu tür yakıştırmalar, Viktorya dönemi­
nin genel önyargısı idi. Bütün kadınlar erkeklerden aşağı idiler;
Doğulu kadınlar ise hem Doğulu, hem de kadın olduklarından
iki katı aşağı oluyorlardı. Hatta onlar, Batılı hemcinslerinden
bile çok daha açıkça göze çarpan 'mallar' olarak görülüyorlardı.
Beyaz adamın arzusu üzerine, bir tarla gibi ekip biçmesi için
ona sunulabilecek plan, imparatorluğun mallarına dahil idiler.
Cinsel olarak kullanılmak için orada idiler; ahlaksızlıklarının
da kalıtsal olduğu öne sürülürse, hiç bir vicdan azabı duymaksı­
zın sömürülebılirlerdi. Böylelikle, 1001 Gece Masalları, Viktor­
ya döneminin rasgele yaşayan Doğulu kadın düşüncesini pekiş­
tirirken, Burton'm çevirisi de bu 'mit'e ilâveler yapmış oldu.
Düştüğü dipnotları ve ilâveleri ile Batı için Doğunun doğasında
seks barındıran kadınlarını açık bir dille ifade etti .100 İ Gece
M asalları'nın başlıca hikâyesinde kraliçe, bir kara kölenin kol­
larında görüldüğünde, Burton şu açıklamayı yapmadan geçmi­
yordu:

Baştan çıkarılan zevk düşkünü kadınlar, siyahlan özellik­


le, uzuvlarının ölçüsü nedeniyle tercih etmekteler. Soma­
li'de hareketsiz iken kamışının boyu yaklaşık 16 cm. olan

67
bir siyah görmüştüm.Bu, siyah. ırkın ve Afrika hayvanları­
nın karakteristik bir özelliğidir, örneğin atlânn. Zavallı
Araplar ve hayvanlan, Avrupa ortalamasının da altında-
lar. Mısırlılann tam bir Asyalı olmayıp, kısmen beyazlaş­
mış siyahlar olduğunun en iyi kanıtı da budur. Benim za­
manımda, namuslu ve şerefli hiç bir müslüman Hintli, ka­
dınlarını, günahların çekici kışkırtmalarına kapılıp da
Zanzibar'a götürmezdi.42

Bu hafif kadınlar,Burtori'm anlattığına göre, Zanzibar'dan


uzak tutulsalar bile, cinsel aşırılıkları ile utanmazlıklanm gös­
termekten geri kalmazlardı. Öfke içinde İranh kadmlann İngi­
liz askerlere cinsel çözüm umudu ile nasıl saldırdıklarını şöyle
aktarıyordu:

1856-57 kampanyası sırasında, birkaç ufak çatışma dışın­


da hiçbir kayda değer zafer kazamlamamıştı.Haremlerden
dışan açık bir sarkma vardı; prenses soyundan gelen kadın­
lar bile, görevlilerin odalarından çıkmaz olmuşlardı.4^

Doğunun kadınları yalnızca ikiyüzlü değil, aynı zamanda da


şeytan ruhlu idiler, Burton, kadınlann şeytanlığı görüşünü al­
kışlayarak, 'oryantal' bilgeliğini dile getiriyordu:

Doğulular, dişi şeytanlığının ilk kez görülen adet (regl) ile


yirminçisi arasındaki dönemde gerçekleştiğini bilirler. Bu
dönemde, kimilerine göre, her kız olası bir katildir. Bu yüz­
den, akıllılık ederek böyle bir kızla evlenir ve yuvayı tasa
kaynağı felâketten, yani kız evlattan kurtarmış olurlar.44

Burton'm yaklaşımını Lane'inki ile karşılaştırmak ilginç ola­


caktır. Bu iki yazar, açık şekilde farklı kişilikleri olmasına rağ­
men, bu konuda aynı tavn paylaştılar. İşte Lane'ın Doğulu dişi
şeytana ilişkin görüşleri:

68
Mısırlı kadınlar uygar uluslara dahil olduklarım iddia eden
bütün kadınlar arasında,duygusal bakımdan en ikiyüzlü
karaktere sahip olanlardır. Özgürlüğü kötüye kullanırlar
ve çoğu kilit altında tutulmadıkça güvenilir değillerdir.En
uyanık ve dikkatli kocaların bile karşı koyamadığı ileri de­
recede kurnazca dalavereler çevirme yeteneğine sahip ol­
duklarına inanılıp. 1001 Gece'deki kadınların ikiyüzlülük­
lerine ilişkin hikâyeler, günümüzün modernmetropolü Mı­
sır'da hiç de az rastlanmayan olayları anlatır.45

Lane, Doğulu kadınların davranışlarının özgün olduğunu, Ba­


tıda bunların benzeri olmadığım düşünüyordu. Avrupalı bir fa­
hişe bile, Mısırlı bir kadının hoşgörü ile yaklaştığı müstehcenli­
ğe tepki duyuyordu: "Ülkemdeki pekçok fahişenin sözünü et­
mekten kaçınacağı şeyleri, adını koyarak ve başka her tür konu­
da, en kibar kadınların konuştuğunu görüyorum."46
Bu düşmüş kadınlar, Avrupalı kadınların farkında bile ol­
mayıp, mutsuzluğunu tatmadıkları sayısız pisliğin içindeydi­
ler. İskoçya'daki bir 19.yüzyıl mahkemesinde, bir lezbiyenlik
davası görülürken, (sevgili olan iki kadın idi, şikayetçi olan ise,
yatılı okulda yetkili olan Miss Cumming idi) yargıçlar , İngilte­
re’de varolmayan bir günahı, kimsenin İşleyemeyeceği iddiasıy­
la kadınları suçsuz buldular. Dava düştü. Ve öncelikle de böyle
bir suçlama yapmış olduğu için, yarı Hintli olan Miss Cum­
ming'e sinirlendiler:

Yargıçlar, şehvet yatağı Doğuda yetiştirilmiş olan Miss


Cumming'in bu tür bir suçlamanın İngiltere'de yaratacağı
dehşetten haberi olmadığını ileri sürdüler.
Lord Meadowbank, Hindistan'da bulunmuş biri olarak
Miss Cumming'in iffetsiz Hintli hemcinslerinden cinsel ko­
nulardaki meraklarını gideren herşeyi öğrenmiş olacağını,
bü kadınların İngiliz kadınların aksine, bu tür müstehcen
konularda çok şey bildiklerini sandığım açıkladı.
Diğer taraftan Lord Böyle, tribadizmin vahşiler arasında
olanaksızlığına inanmazken, uygar İngiltere'de kesinlikle
olanaksızlığına inanıyordu.47

Burton da sevicilik konusunda Doğudaki yapılanmanın içinde,


bir çeşit sapma olması açısından, aynı görüşlere sahipti:

Müslüman haremi, lezbiyen aşkları için yegâne okuldu, Bu


tür dönmeler, genellikle vücut formasyonu ve diğer özellik­
leri ile - yanak ve üst dudaklarındaki sert kıllar, boğuk ses­
leri, şehvet, uyandıran kokulan ve dikleşme (ereksiyon) gü­
cüne sahip büyükçe bir klitoris görüntüsü- 48

Burton'a göre Suriye'nin haremleri, seviciliğin aktif merkezle­


riydi:

Zengin haremler,dediğim gibi seviciliğin yataklarıydı.İlk


gençliğini henüz geçmiş her kadıhm'menekşem' diye adlan­
dırdığı bir kız partneri vardı. (Daha çok Şam'da) 49,

Şam Menekşeleri üzerine yazdıklarıyla Burton, Viktorya döne­


minin cinselliği maskeleme tabusunu kırmıştı. Ancak, bunu
yalnızca Doğudan sözederek yapabiliyordu. Onun dili, akla gel­
meyecek ahlaksızlıkları, sapmaları ve aşmlıklan kapsayan bir
dil idi. Batının hayal ederek canlandırdığı Topkapı Sarayı'nıiı-
gerçeğe benzeterek aynntılannı belirledi. Bu aynntılari, kendi­
sini hoşnut eden sahte bir bilimsellik edasıyla aktarıyordu:

Birçok Haremlerde ve kız okullannda, yağlı mumlar ve


, benzeri ikame edilebilir nesneler boşuna bir çaba ile yasak­
lanıyordu. Örneğin, muzlar, ele geçirildiği yerde kullanıl­
maz hale gelmesi için dörde bölünüyordu. Ancak, sonraki
yıllarda, Çin'den insanı hayrete düşüren içi doldurulmuş
%'
* '
sunî penisler, boynuzlar ve hatta kauçuklar gönderilmişti.
Tabii son malzeme Avrupa'dan alınmıştı.50.

Doğu, kadınların kullanması için Avrupa kauçuğunu alacak


kadar düştüyse, Burton'a görefbu doğunun aklının cinselliğe
esir olduğunu, hayvani bir yaşam sürdüklerini gösteriyor*:
du.Pope'un bir şiirinde geçen 'kesilmiş salatalıklar' ülkesi, Bur-
ton'ın anlatımında artık o tekdüze alaycılıkla değil, 19.yüzyılm
kendini tatmin etmeye, hoşnut kılmaya yönelik ağır diliyle göz­
ler önüne seriliyordu. K eyif i (Batıda bu kelimeyi karşılayan
hiçbir hayat tarzı var olamadığı için bu kelimenin İngilizceye
çevrilemeyeceğini düşünmüştü) onda tam bir Doğu erotizmi bu-'
larak şöyle anlatıyordu:

Hayvanca yaşamın tadına varmak, pasif duyumsal zevkler,


hoş bir uyuşukluk, rüya gibi! bir durgunluk Asya'da , Avru­
pa'daki yoğun, etkin ve tutkulu yaşamın yerini alan o ferah
saraylar. Heyecanlı bir doğanın, şiddetli duyumsal algıla­
rın sonucudur ve işte Arap keyfî budur.Mutluluğun maddî,
manevî güçlerin kullanılması anlamına geldiği Kuzey böl­
gelerinde hiç tanınmayan bir şehvet düşkünlüğünü öne çı­
karmakta.51
1 '
Böylelikle insanların güçlerini üretim ve üstünlük için kullan­
dıkları Avrupa'nın tersine, Doğu yaldızca erotizm ile tatmin
olan uluslardan oluştu. Bu görüşü desteklemek için Doğu uzma­
nı Burton şöyle konuşuyordu:
' ' T ' ' ' .

Yaşantımızdaki tesadüfler, Araplar ve diğer Muhammedçi-


ler ile ilgili uzun süreli, çalışmalarım, bu insanların düşün­
sel sistemlerine Olan yakınlığım, bana ortalama bir öğrenci
üzerinde, ne denli derin incelemeler yaparsa yapsın, belli
avantajlar sağladı. Dahası bu ciltler, açıklanmazsa,hiç du­
yulmayacak olan,tüm insahlığı ilgilendiren göreneklerin,

71
geleneklerin ve alışkanlıkların uzun boylu araştırılması
fırsatına da sayemde kavuşmuştur. Benim notlanma La-
ne'inkileri [Arabian SocietyiArap Toplumu) vs. gibi daha
önce sözü edilenler] ekleyen bir öğrenci, müslüman Doğu
hakkında yaşamının yansını Doğu topraklarında geçirmiş,
Avrupalılann dahi bilebileceğinden daha fazla şey öğrene­
cektir. 52

Demek ki, Burton'ın notları, diğer Batılı gözlemcilerin notları­


na eklenirse, Doğuyu tam anlamıyla kapsayabilir, onu kolayca
sindirilebilen bilgiye dönüştürürdü- Ne var ki, bu denli ince
■araştırmalarla yaratılıp, dikkatle yazılmış olan oryantal bilgi,
kendisine rağmen,yaratıcısını şaşırtamıyordu.Thomas Assad'a
göre, Burton, duyumcu, zevk düşkünü bir Doğu yaratırken,
kendisi de bu ağın içine düşmüş, sarmalanmıştı. Artık yalnızca
maddi düzlemde, karmakanşık detaylar ve yüzeysellik dışında
yaşamı görebilmesi ve hissetmesi mümkün değildi.-53

BURTON’IN YAKIN ÇEVRESİ

Burton'ın erotik çevirileri özel olarak basılıp, boş gezen ve.


alimce zevkler uman bir erkek izleyiciler, abone topluluğu ara­
sında dolaştırılmıştı.
Günün, bilinen en geniş pornografi kolleksiyonunu Fryston
kütüphanesinde bulunduran, Burton'ın en ateşli okuyuculann-
dan biri olan arkadaşı Richard Monckton Milnes idi. Burton,
onunla hiç aralıksız, Dahomey ve Fernando Po'da iken bile, 'Ca-
rissimo' şeklinde adres göstererek yazışma 54yapmıştı.
Milnes'in kamçı ile dövme konusuna büyük ilgisi vardı. Bu
konuda Burton'ın 'The Birchiad' 55 (Falâka) başlığinı önerdiği
bir de şiir yazmıştı. Milnes de, Burton gibi cinsel sapmalara hay­
ranlık duyardı ve belki de bu ortakhklan, onlarin dostluklanna
sonsuza dek zemin oluşturmuştu. Milnes'in Fryston'daki kü­
tüphanesi, kitaplann alınmasında onun baş danışmanlığını ya­

72
pan Fred Hankey’in çabaları ile zenginleştirilmişti. Hankey,
kendi taşkınca zevkine göre oluşturulmuş kolleksiyonunun mi­
mari sayılırdı.56 1862'de Paris’te Goncourt kardeşler onunla
karşılaştıklarında Edmond, güncesine şuaları not etmişti:

Bugün bir deliyi, bir ucubeyi, o, uçurumun en kenarındaki


adamlardan birini ziyaret ettim. Onun sayesinde, sanki bir
perde yırtılmışçasma, iğrenç bir varlığı, aşka yırtıcılığı ge­
tiren ve itikatsızlığı sadece kadının izdırabından zevk alan
bir İngiliz aristokrasisinin ürkütücü yanını gördüm. 57

Hankey, Goncourt kardeşlere Londra'nın Paris'ten daha eğlen­


celi olduğunu, çünkü Londra'da küçük kızları kamçılamaya gi­
dilebilecek bir kuruluş olduğunu söyledi. ( Ah küçük kızlar,
fazla güçlü değiller, ama büyük kızlar son derece güçtüler. On­
lara iğne bile batırılabilirdi 58 ) Onlara, ayrıca bir mücellitin
kafasına nasıl girdiğini, onu başta reddetse bile, kızların peşin­
den koşmaya ve elde etmeye nasıl teşvik ettiğini ve sonunda da
adamın evliliğinin mahvolduğunu da anlattı. Aslında Hankey,
kitaplarının insan derisi ile kaplanmasını, özellikle de kadın
derisini tercih ediyordu. Goncourtlara bu konuda sık sık zor­
luklarla karşılaştığını da belirtti. Tabii Burton bunun için ona
yardımcı olacaktı: Neyse ki, arkadaşım Doktor Barîsh var, bili­
yorsunuz şu Afrika içlerinde seyahat eden kişi. İşte bana böyle
bir deri almaya söz verdi.. YaşayaA bir siyah kadının üzerin­
den.59" Maalesef, Burton Dahomey'e ulaştığında, kendisinin
ve arkadaşlarının umduğundan çök yavan, ehlileşmiş bir gö­
rüntü ile karşılaştı. Milnes'e şunları yazdı:

Üç gündür buradayım ve moral bozacak kadar hayal kırık­


lığı içindeyim. Ne bir insan öldürülmüş, ne de işkence edil­
miş. Kanlar içinde yüzen kano mitlerin mitiymiş. Zavallı
Hankey, hâlâ kadın derisi beklemek zorunda.6**
\

Burton bundan sonra Milnes'e yazdığı mektupların hemen hep­


sinde, Hankey'den haber soruyordu. Hankey ile çok güçlü bağ
kurmuş olmalı. Şok etmek ve etkilemek konularında, Hankey,
Burton'ın arzularına yanıt veriyordu. Burton kendisini her za­
man zevk ve lüks düşkünü biri olarak dışavurmuştu ve Mek­
ke'de bir adam öldürdüğü söylentisini yayarak, şeytanca bir gö­
rüntü çizmek istemişti.
Oysa Hankey'in zevkleri patalojik idi. Bu haline sıcak bak­
mak güçtü. İşkence aletleri, pornografik kitaplar ve nesneler
kolleksiyonu vardı. Bir keresinde cinayet suçundan bir kadının
idam edileceği alana tepeden bakan odaları kiralamıştı. Sonra
kadının ölümünü izlerken, eğlenebilmek amacıyla yanma fahi­
şeler getirtmişti. Milnes ve Burton da bunlara sıcak bakıyor,
bunlardan hoşlanıyor ve Hankey'i meraklı-evcil bir hayvan gibi
şımartıyorlardı. /
Milnes'in gözdelerinden biri de Hankey'in sadizmini mazo­
şizm ile tamamlayan Charles Algernon Swinburne idi. Milnes,
Swinburne'ün eğitimini ele almıştı: Bu niyetle onu Sade'ın ya­
zılan ile vè Richard Burton ile tanıştırdı. Swinburne'in mazoşiz­
mi, Eton'daki sadist bir öğretmenden sağladığı deneyimlerle
büyük ölçüde teşvik görmüştü. Swinburne, Milnes'ten Sade'ın
kitaplannı istemişti; özellikle de işkence edilen Marquis de Sa-
de'ı anlatan mistik sayfaları. "Bu görüntü gözlerimin önünden
hiç silinmedi"®! diyordu. Fakat de Sade, çok geçmeden Swin­
burne'in gelişkin zevkleri için yavan kaldı, bir de fıkrası var
'di:' '
Hayatımda hiç bu kadar gülmemiştim: Anlatılan yaşamı
aklından çıkaramıyordum. Yemden yeniden başa dönüp
okudum, kahkahadan iki büklüm oldum. Kitabı (Charen-
ton) gösterdiğim ya da verdiğim arkadaşların hepsi de aym
şekilde etkilendiler. Rosetti, Rozalie ve onun çocuğu ile ilgi­
li bölümü yüksek sesle okudu: O dakikaya kadar nasıl oldu
, da kahkahalarımızdan ev yıkılmadı, hayret! 62
1861’de Milnes’in evinde Swinbume Burton ile tanıştırıldığı za­
man, onu büyülenmişçesine dinlemişti. Burton arkadaşlarım
gezilerinden hikâyeciklerle eğlendiriyordu, tam havasındaydı,
kendini öne çıkanyordu.
Burton Vatsyayana'riın yazılarını bulduğu zaman, Milnes'e
onu çevirme niyetindeolduğunu mektupla bildirdi. Tamamen
ahlaki bulursa, ona bazı eklemeler yapma63 kararını aldığında
, metni henüz okumamıştı. Kendi notlarının erotik bir yazı oluş­
turduğunun, çünkü eklemelerinin cinsel olarak ilgi çekici oldu­
ğunun farkındaydı. Onlara centilmenler kulübüiıdekilerin ağız
tadına layık bir şekilde , mümkün olduğu kadar eğlendirici an-
lam vermeye uğraşıyordu.
Tekrar tekrar dönüp takıldığı bir konu da erkek homosek­
süelliği idi. Gençken Hindistan'da Napier tarafından, homosek­
süel erkekler üzerine araştırmalar yapmak ve gördüklerini yaz­
makla görevlendirilmişti. Bu araştırma için, Buşirli Mirza Ab­
dullah isminde yarı Arap yan İranlı bir tüccar kılığına girmişti.
Burton'ın hazırlamış olduğu rapor şaşırtıcı ölçüde açık bir dokü­
man olmalı, çünkü Napier'in imha etmeyi unutmuş olduğu gizli
bir dosyada bulunduğu zaman bu olay askerî kariyerinin sonu
olmuştu.
Burton'ın 1001 Gece Masalları na ilişkin notları, izleyicile­
re Doğudaki homoseksüel yaşamla ilgili çok geniş bilgi sunmak­
taydı. Son derece otoriter bir tonda hiçbir şüpheye yer yokmuş­
çasına Doğu olayının kesin bir resmini çiziyordu. Doğunun cin­
selliğini, tüm pervasızlıklanyla, aşmlıklarıyla ve kuramlarıyla
aktarırken, anlatımını diğer Avrupalı gezginlerin onaylayan
yorumlarıyla destekliyordu:

Chardin, İran'da kadın genelevlerinin nerede olduklan bi­


linmezken, erkek fuhuş eylerinin çok yaygın olduğunu söy­
lüyordu. Bugün de durum aynıdır: Genç çocuklar çok özenli
bir bakımla hazırlanıyorlar: Diyetler, banyolar, epilasyon
ve bir grup kozmetikçi.. Kusurlan yalnızça küçük bir kaba­
hat olarak görülüyor ve her mizahî kitapta şöyle ya da böyle
ima ediliyordu.64

Cinselliğin her çeşidine olduğu gibi, bu oğlanlara da Burton


hayrandı. 1001 Gece M asallarındaki çevirisine, okuyucunun
merakını daha da uyandıracak dipnotlar eklemeyi hiç ihmal et­
memişti. Kimi zamanlar yarattığı cinsel imaj, aşağıdaki Çin'de
geçen rezilliklerde olduğu gibi, o kadar abartmalı idi ki, saçma­
lık sınırlarında geziniyordu:

Büyük şehirlerdeki Çinlilerin açık olarak sefil, uçarı yaşa­


dıkları ve ördeklerle, keçilerle sistematik olarak canavarca
ilişkileri, tüm bu bildiklerimiz, onların homoseksüellikleri­
nin görünümleridir. Kaemfer ve Orlof Toreé adlı gezginler,
Çin'deki ve Japonya'daki erkek genelevlerini görmüşlerdi
{Voyage et Chine) . Mirabeau (L'Anandryne) kadınların ha­
maklarda yaşadıkları seviciliği anlatıyordu. Pekin ele geçi­
rildiğinde, haremlerde, içinde gevşek pirinç bir topak bulu­
nan, ince gümüşten toplar bulunmuştu. Kadınlar bunları
cinsel organlarının dudakları arasına yerleştiriyor ve ya­
takta yukarı-aşağı hareket, bunun yerine ikame edilecek
başka hiçbir şey olmadığında, çok zevk verici olabiliyordu.
Ayrıca her çeşit lükse sahiptiler; erotik parfümler, özel alet­
ler, cinsel arzuları kışkırtan ilaçlar, gıda maddeleri, vs..65

Çinlilerin uçarılıkları, sevicilikleri ve hamaklarda yaşadıklârı


lezbiyenliklerine ilişkin Burton'm görüşleri, onun, Batılı olma­
yan insanlara duyduğu genel aşağılama ve suçlamalarının yal­
nızca bir yanı idi: Sindliler, Mısırlılar, İranlılar; Türkler, Arap-
İar, hepsi bu iftiralardan paylarını aldılar. Afrikalılara ise özel
bir nefreti vardı. Onlar "insan ırkının kokarcaları" ydılar.66
Başka halklara bu şekilde yaklaşımlar, emperyalist dünya
görüşünün önemli bir uzantısıydı. Doğuyu seks ülkesi ve de ko-
lonileştirilecek bir ülke olarak algılamak birbirini tamamlayan

76
isteklerdi. Bu tür edebiyat güçlü bir ırkçılığı körüklemekle kal­
mayıp, çok derin bir kadın düşmanlığını kışkırtmaktaydı. Do­
ğunun kadınları, sonsuza dek küçümseme duygularını provoke
edecek olan objelerdi: Burton'm bir tasvirinde daha izleyelim:

Mısırlılarca çok değer verilen bir özellik de Habeş kadınla­


rının kullanmada meşhur oldukları, büzücü ve sıkıştırıcı
vajinal kaslardır: "Kabza" diye bir erkeğin üzerine ata bi­
ner gibi oturur ve orgazma ulaşabilir. Sallanarak ve hare­
ket ederek değil, erkeğin penisini sıkıştırıp gevşeterek bun­
da tamamen gizli gücü olan kaslarını kullanarak.67

Görüldüğü gibi Burton için kadın, 'cinsel özgünlüğe1indirgen­


mişti, özel cinsel güçleri sayesinde. Avrupalı kadınlar hakkında
söyleyemeyeceklerini,. Doğulu kadınlar için söyleyebiliyordu.
İ|te aynı ruhla, Viktorya devrinin ahlakçıları da buıjuva eşleri
için yadsıdıklararı cinsel yakıştırmaları, aşağı sınıfların kadın­
larına, köle ya da yabancı kadınlara layık görüyorlardı.68
Burton'm tarzı, sıklıkla alimâne bilimsellikten, meslektaş­
larına bir akşam yemeği sohbetinde açık saçık hikayecikler an­
latan çok gezmiş bir centilmen ağzına dönüşüyordu. Yabancı ve
onun cinsel yaşamı aşağıdaki İranlı homoseksüel hikayesinde
olduğu gibi, artık eğlendirici olmaya yönlendiriliyordu:

Bir keresinde bir Şirazlıya partneri çok güçlü bir şekilde sı­
kıştırıcı kaslarını büzerse, içeri girmenin nasıl mümkün
olacağını sordum. Gülümsedi ve "Ah biz îranlılar bu soruna
karşı bir numara biliriz; kuyruksokumüna çok keskin bir
çadır kazığı dayayıp, kaslarını gevşetene kadar dürteriz"
dedi.69

Gibbon gibi, Burton da genellikle hikâyesine Fransızca, Alman­


ca, İtalyanca, Yunan ve Latin terimleri serpiştirir. Başka dille­
rin kullanılması, onun bilimselliğinin ve aydın bilgeliğinin sö-

77
zümona kanıtıdır, İzleyen pasajdaki homoseksüellik konusun­
da olduğu gibi, Doğudaki cinsel görüntülere paralel klasikler
bulur:

Bu çocuklukta başlar ve pek çok İranh kaynağını baba oto­


ritesinin şiddetinde görmektedir. Gençler ergenlik çağına
ulaştıklarında, Avrupa'da sağlanan evlilik dışı cinsel ilişki
olanaklarından mahrumdurlar. Mastürbasyon ise bir yere
kadar 'sünnet' ile engellenmektedir ve babanın köle kızları
ya da odalıklara ile bu tür bir ilişki de, ölüm değilse bile çok
acımasız cezalandırmalarla sonlanırdı. Sonuç, sıra ile bir­
birini kullanmaya gider: 'Al takke ver külâh' diye bilindiği
gibi. (Latincede facere vicibus ya da mutuunı facere ) 70

Burton'ın 1001 Gece M asallarındaki dipnotları, genellikle an­


lattığı konu ile doğrudan ilgili olmayan, erotik ve eğlenti amaçlı
idi. Örneğin bir hikâyede şu mısralar vardır: "sultanın içi içine
sığmadı ve kızını gözlerinden öptü." Burton'ın dipnotu da aşağı­
daki gibidir:

Bu, Doğuda geleneksel bir selamlamadır, öpülen yerin öne­


mi vardır. Acayip bir İran kitabı, Ai-Namah -Arap yazıla­
rında tüm sorular "Al" ile başlar- "Al- Wajip al-busidân?"
Bir buseyi en iyi hakeden nedir? Cevap, yeniyetme bir kızın
....................... 71-

Burtoiı 1001 Gece Masalları'm kendisini dile getirmek ve zih­


nindeki cinsel fantezileri yazabilmek için kullandı. Bunu her çe­
şit cinsel sapmayı sergilemek için bir fırsat saydı.Eşcinsellik,-
hayvanlarla cinsel birleşme, seksüel bozulma, hadım etme -
tüm bunlara büyük ilgi göstermişti. Bir hikayede bir haremağa-
sından söz edilirken, Burtoiı hemen atlıyordu:

Hadım etmenin çeşitli yolları vardır, bazen yalnızca penis


alınır, bazen de testisler almır, ama her iki halde de o hay­

78
vanca duygular yok olmaz. Bu nötr adamların hepsi de kan­
larıyla türlü şekillerde ilişkiler deneyerek onları cinsel or­
gazma ulaştırırlar. Bir hadımın karısı, pek de acınacak
durumda değildi; en kritik anda kocasına bir yastık ısırttı­
ğım, yoksa onun memelerini ya da yanaklannı morartaca­
ğını söylüyordu.72

Burton seksüel hastalıkların da aynntılarina iniyordu: Bir pa­


ragrafta, genital organlarda fil hastalığından söz edip, şöyle de­
vam ediyordu: Sarcocele ( hayalarda şişme) ve hydrocale (ha­
yada su toplanması), Arap!ara göre özellikle sol testislerde gö­
rülür, daha çok uyuşuk iklimlere, sınırsız cinsel düşkünlüğe ve
bazen de dıştan çarpmalara bağlanmaktadır.73. Bunlar yalnız
Burton'ın ilgi alanında olmayıp, çağın tıbbi uğraşını da cezbedi-
yordu. Hastalıklarla ilgilenilmesi, cinsel baskıyı da beraberin­
de getiriyordu. Viktorya dönemi bilim dünyası, Viktorya kamu­
oyunun onaylayacağı görüşleri desteklerdi ve ırkçı düşünceyi,
kadın düşmanlığını körükledi. Burton yurt dışında okuyucula­
ra seksüel bozuklukları aktanrken, meslektaşlan da ülkelerin­
de benzerini yapmaktaydılar. Viktorya devri İngilteresinde ka­
dınlarda klitoris ve yumurtalıkların alınması, onları uysal, dü­
zenli, çalışkan ve temiz kılmak için gerçekleştirilen operasyon­
lardı.74 Tıbbi uzmanlık, ataerkil değerlerin ve kadının dindar,
pasif, duygusuz, olduğuna ilişkin görüşlerin benimsenmesinde
çok etkin idi. Bu görüntünün bedelini zavallı Viktorya devri ka­
dınları çok pahalı ödüyordu.

VAHŞİ BEDEN ı .

Burton'ın 1001 Gece Masalları kitabındaki notları, Viktor­


ya antropolojisinin evrimine ışık tutmuştu. Burton, kendini
antropolog olarak görüyordu. (Kraliyet Antropoloji Derneği
üyesi idi) ve henüz olgunlaşmamış olanın anlaşılmaz dili ile
yazmaktaydı.

79
Antropoloji, sonunda ırk ve kültür düzeylerini araştırmaya
yönelmişti (Örneğin, The Goldetı Bough'da farklı kültürleri
karşılaştırarak ortak yanlarmı bulmaya çalışmışlardı). 19.yüz-
yılda antropoloji öncelikle hiyerarşik ırk sınıflandırmasında bir
sistemdi.. Böylelikle imparatorluğun fonksiyonlarına tamamen
bağlı idi. Koloniler bölgesinde, başlangıç için dürtüsel bir disip­
lin idi. Tarihi boyunca da Avrupalılarca, Avrupalı izleyiciler için
yürütülen ve Batının hakimiyetindeki Avrupa harici uluslar
hakkında bir araştırmaVe analiz oldu.75 Bu, ürünlerin kolonisel
sınıflanmasıydı, imparatorluk mallarının değişime sunulma­
sıydı. Özellikle kara derili olan yabancılara karşı ayrımcılık Ba­
tıda eski bir olgu idi, ırkçı ideoloji ise 19.yüzyılın ürünüydü. 'Va-1
roluşun Yüce Zinciri' şeklindeki Ortaçağ kavramı, ırk sınıflan­
dırması için esas alınıyordu. İnsan ırklarının, tüm sosyal ve si­
yasal eşitlik yönündeki gelişimi dışlayan bir tabakalaşma oldu­
ğuna inanılırdı. Bu görüşleri özellikle yayan Viktorya taraftar­
larına göre, Anglo-Sakşon ırkı, içlerinde en gelişmiş olanıydı,
insanlık hiyerarşisinin en tepesinde idi ve bu nedenle ırkların
efendisi idi, mükemmel bir efendi. '
Erken dönem antropologları, bir ırkın gelişim düzeyini o ır­
ka ait kafatası iskeletlerinin kronolojik ölçümü ile belirliyorlar­
dı. Kafataslarının şekli ve büyüklüğü insanların değerini ele ve­
riyordu. Bu görüşün etkili savunucularından biri de James
Cowles Prichard ve onun ilk kitabı Researches into the Physical
History of Mankind (1813) idi. Prichard'm ikinci ve daha ünlü
kitabı, The Naturel History of Man (1843) insan ahlakı hakkın-
daki etnolojik tartışmalara gezi notlarından (özellikle Chatea-
ubriand'ın Description de l ’Egypte notlarından) eklemeler yap­
mıştı. Prichard'm zenci kafatasları ürerinde yaptığı kronolojik
ölçümler, onun bu ırka duyduğu şiddetli (aşağılamaya kanıt sağ-
* layacaktı: Kara insanların beyinleri beyazlannkinden daha az
gelişmişti, karalar daha baştan ilkelliğe mahkum idiler. Burton
da Prichard'm görüşlerinden hiç şüphesiz ki, kendi ırkçı duygu­
larına benzediği için çok etkilenmişti. The Natural History of

80
• %
Man kitabını, Tanganika'daki seferinde yanına alacak kadar
onunla ilgili düşünceler içindeydi. Prichard gibi, Burton da be­
yazları karalardan üstün görüyordu, zenciler en aşağı ırk idi.
'Anti-köle komitesi'nin diz çökmüş kara adam amblemine ’’Dört
ayaklan üstünde dursalar daha doğru olur" yorumunu yapıyor­
du.76
Burton, çağının 'vahşi insan' (Avrupa dışı tüm halklara
kullanılan bir terim idi) görüşünü paylamıyordu. Vahşiler, içgü­
düsel, cinsel tutkularla yönetilen, beyaz ırkta evrimleşmiş olan
niteliklere sahip olmayan yaratıklardı. Kendisinden, başka bir
cins olacak kadar uzaktılar.Burton, Afrikalı ve Arap insan ve
hayvanları aynı kefeye koyarak, "gerçekten de, yerliler daha
çok hayvana benziyorlar" diyordu. Doğal çevreye olan mekanik
ve irrasyonel tepkileri de bunu gösteriyordu.77 Bu mekaniklik,
Avrupalı için son derece merak uyandmcı olduğundan, Avrupa-
lı bu farklılığı gözlemledi ve tüm fiziksel ve ruhsal özelliklerini
kaydetti. Burton dâ işte bu ruh ile kara erkeklerin penislerini
ölçmeye ve onların az gelişmiş beyinleri olduğu teorisini geliş­
tirmeye giriştiı Gerçekten de, antropoloji ve tıpta, zenci ırkın
genital gelişmesine büyük bir ilgi vardı. Tabii bu, zenci ırkın
doymak bilmez cinsel haz duyguları olduğuna, dolayısıyla da
yarı bilinçsiz yaratıklar olduğuna kadar genişletiliyordu. Vik-
torya devri ırkçı teorisyenlerine göre, bu kara insanlar, bilinçte
uyanış, henüz olgunlaşmamış bir zeka ve ahlâki ve zihinsel ge­
lişme sürecinde idiler.78
1001 Gece Masalları hikâyelerini, ırkçı açıdan kendi ta­
raflarında hisseden AvrupalIların bu hikâyelerden nasıl bu ka­
dar içtenlikle hoşlandıklarına hiç şaşmıyoruz. Ve anlatılanlar
yabancı bir toprak ve halklardan söz ettiğinden; açıkça ırkçılık
gösterisi yapmaktan suçluluk duymuyorlardı. (Aynı Viktorya
yanlısı kişiler, zencileri hayvanlardan biraz üstün görürken an-
ti-köleci harekete üye idiler.) Muhafazakârlar hem siyahlar,
hem de diğer azınlıklar hakkındaki kaba güldürülerden hoşlâ-
nırlardı; bu adi ırkçılığın eninde sonunda kendi uygar kültürle-
rihin meyvesi olduğunu bir an bile hissetmeden.
Kadın düşmanlığı ile ilgili anlatılar da Viktorya dönemi dü­
şüncesine çok uygun idi. Yine, aynı anlayışla, nasıl olsa anlatı­
lan bu aşağılık kadınlar yabancı kadınlar diye düşünüyorlardı.
Bu kadınlar ruhsuz birer bedene indirgeniyorlardı. Burton'ın
yaklaşımı da böyle idi:

Yazar (1001 Gece Masalları hm) Doğu eski kadm tipini


tasvir etmekten kaçınmış. Üzün, boş tütün kesesi gibi me­
meler. Gençlerin bağırları güzelce ve diktir. Göğüsleri taş
gibidir, memebaşları kalkık ve dışa doğru durur. Fakat ilk
çocuklarını dünyaya getirdikten sonra... herşey değişir, bo­
zulurlar.79 _

Burton, sözde estetik bir eleştiri getirmektedir, ancak kadın be­


deninin çok özel bölgelerinden bahsedişi rahatsız edecek şekil­
de pornografiktir: Taş gibi sert memeler, dik memebaşları ve fi­
ziksel yapısıyla varolan dirençliğin, onları izleyen eğitilmiş ba­
kışlar karşısında tüm direncini yitirmesi.Herşeym ötesinde bu,
Viktorya çağının bir bedene, bir mala, bir fiziksel objeye indirge­
nerek ona bakışının resmî yöntemiydi. 1001 Gece Masalları,
Viktoryan erkek okuyucunun arzulayacağı denli episodik ve po­
litik olan egzotik bir uyarı yaratarak, hikâyelerin görülmezliği­
ni kullanarak bir kadınlık fikri oluşturduğu için güncel bir der­
leme oldu.
Öoğu dillerinde çeviri yaparken, Burton, erotizm kompozis­
yonu oluşturabilmek için gayret ediyordu, çünkü erotizm, Do­
ğunun Batıya sunabileceği tek ilginç olgu id i Kama Sutra ve
The Perfunıed Garden (Itırlı Bahçe)'da Burton Doğuluların
seksi konularda ne kadar becerikli olduklarını gösterebilmek
için hayli ileri gitti. Cinsel becerileri sahip oldukları tek yete­
nekti. Burton Doğunun cinsel teknikler konusunda Batıya eği­
tim verebileceği önerisinde bulunabilirdi, ne var ki, varolan ko­
nu ile ilgili kitaplar ya da el kitapları onu hayalkırıklığma uğra-

82
tacak denli kapalı ve örtülü bir dil içeriyordu .TAe Perfumed,
Garden çevirisinin önsözünde Şeyh Nefzawi'nin (yazar) sevici­
lik, homoseksüellik ve diğer şeylerden söz etmeyi atladığından
şikayet etmekteydi:

Bu konuda ve de kadın homoseksüelliği konusunda çok sağ­


lam öğütler, tavsiyeler verilebilirdi. Vahşilik hakkında da
yazar suskunluğunu korumuştur. Son olarak Şeyh, güzel
bir kadın elinin ya da dudaklarının verebileceği zevklerden
de söz etmemiştir.80

Burton'ın 1886'da yayınlattığı The Perfumed Garden çevirisi­


nin baskısı Burton'ı hiç tatmin etmemişti. Geniş notlar ekleye­
rek kitabı yeniden bastırmaya karar verdi. Bu kararından bir
mektubunda söz ediyordu: "Yeni baskı Doğunun bilgeliği için
nefis bir repertuar olacaktı: Odalıklar nasıl odalık oluyorlar, na­
sıl evleniyorlardı, evlilikler nasıl oluyordu, dişilerde sünnet,
Fellahlar timsahlarla nasıl çiftleşiyorlardı, vs."81 Daha ilk çevi­
risinde, zaten Burton, Arap yazarca belirtilen cinsel pozisyonla­
ra yirmibeş tane daha ekstra pozisyon eklemişti. (İkinci ve de­
ğiştirilmiş çevirisi, hiçbir zaman basılamamıştı. Burton'ın ölü­
münden sonra, karısı Izabel tarafından imha edilmişti.) Ayrıca,
erkek kahraman için de Nefzawi'nin listesini çoğaltarak onse-
kiz yeni isim daha bulmuştu. Ve Arapça metinde aktarılan ero­
tik hikayelere de dört tane yenisini eklemişti. 82Nefzawi'yi de­
yim yerindeyse, sollamıştı.
Demek ki, Doğu bilgeliği, Burton için seksi bilgelikti. Arap
ve Hint kültürlerini hatırı sayılır ölçüde yaşamış, Doğu gezile­
rinde büyük bir"birikim edinmiş olsa da, Burton deneyimlerini
tek bir özel alanda sunmayı seçmiştik Onun Doğusu, Batı düşle­
rinin geleneksel seksi gerçeği idi, onun çağında, ancak ve ancak
gelenek dışı biri tarafından dile getirilebilecek bir gerçek. Bu
nedenle Burton gibi dilsel ve entellektüel kapasitesi zengin biri­
nin sonuçta yalnızca Erotik Doğu mitine hizmet etmiş olması,
biraz acı, biraz da gülünç olmaktadır. Muhteşem Topkapı Sara­
yı Avrupa'nın hayâlinde çok derin bir yer etmişti ve en yetenekli
edebiyat bilimcilerinin ilgisini cezbetmişti. Gezip geçtikleri yer­
lere öyle bir gölge düşürüyordu ki, gezginler; kendilerinden Önce
oralarda yaşamış olanlardan pek bir iz göremiyorlardı...

84
3 Solon'un Haremi
1829'da Victor Hugo,'Les Orientales'adh şiirinin önsözünde,
Doğunun çekiciliğinden şöyle söz ediyordu:

Bugün, hiçbir zaman yapılmadığı kadar çok Doğuyla ilgile­


niliyor. Doğulu çalışmalar hiç bu kadar ileriye gitmemişti.
Louis 14'ün çağında Helenist olunuyordu, şim di ise Doğu­
luyuz.1 "

Avrupa, olasılıklarla sarsılan, seksi bir atmosferde, 'benden ka-


çılabilen , metropollerdeki burjuva ahlakçılarının yaptırımla­
rından J t a ç ı l a b i l e n bir Doğu ile büyülenmişti. Avrupalı, Doğuya
bir erkeğin bir kadına göstereceği türden bir tepki gösteriyordu;
ya güçlü bir istek, ya da reddediş içindeydi. E.W.Lane, çocuklu­
ğundan beri hayal ettiği Mısır'ı şöyle anlatmaktaydı:

Kıyıya yaklaşırken kendimi Doğulu bir damat gibi hisset­


tim. Gelinin duvağını henüz açacaktım ve ilk kez beni büyü­
leyecek, şaşırtacak ya da hayalkınklığma uğratacak herşe-
yi görmek üzere idim.2
*
Avrupalı Doğuya cinsel bir eğilimle, sanki bir kadının ya da genç
bir erkeğin içinde şekillenirmişçesine yöneliyordu. Doğu meta-

85
foruna düşsel bir hareme girer gibi giriyor ve anlatılmaz Özlem­
lerle dolüyordu.Bu yüzyıl, kadınların rolünü kesin çizgilerle be­
lirlemişti: Atıl orta sınıfın 'eş' olan kadınları, seksi bakımdan
uyuşuk, ev işlerinin cinsiyetsı'zleştirdiği bir hizmetçi ve bir fahi­
şe idiler. Öyleyse Viktorya dëvri kadınlarının kaderi üç türlü
idi, aynı köleliğin üç yönü vardı. Bu kadın tipini oluşturmaya ça­
lışan ekonomik faktörler, farklı bir kadm tipine duyulacak arzu­
yu yaratmaya da çabalıyordu - eş, hizmetçi ve fahişe olarak ken­
dine yüklenenlerden bağımsız bir tip. Bu yeni görüntü, erkeğin
tüm gereksinimlerini yanıtlayabilen bir melek olmalıydı, aynı
anda da bir lahışe ve,bir dert ortağı, bir şırdaş olurken. Arzulan
olpaalıydı, bir yandan ince, narin davranışlı kalırken öbür yanda
cinsel aşınlıklara yatkın olmalıydı-
Böyle bir kadm fantam sine yönelik Raphaël öncesi arayışla-
n, Jane Burden'la en yüksek noktaya erişti. Alternatif bir étho-
sun cisimleşmiş şekli olan Jane Burdan şöyle tasvir ediliyordu:
"Şahane giysileri içinde odaya girdiğinde, en az iki mètre boyun­
da görünüyordu ve yarattığı izlenim, Luxor’daki bir Mısır meza­
rından çıkıp gelmişçesine bir görüntü idi."3 Jane Burdan'ın gü­
zelliği, 'yabancı olma' boyutunu içinde'banndırmaktaydı. Başka
bir dünyadan gelmiş gibiydi, faiklı bir uygarlığın, belki bir 'Mı­
sır Mezarı'nın uzantısıydı. Siyah, gür saçları, kara kaşları ve
kirpikleri, egzotik kadife giysileri gibi bedenim saran o gizemli
havası biraraya gelerek sıradışı bir cazibe yaratıyordu. Konuş­
mazdı, 'diğeri' idi, bedeninden 'diğeri' olan bir erotizm sızmak­
taydı. .
Doğunun erotizmi gizemli vé vahşet ile karışıktı. Doğu ka­
dını, ilkel bir tanrıça gibi mucizevi oluşumlara bağlı idi. Kleo-
patra'nın ölmesi için daha ortada bir sebep yokken, büyü ve ze­
hirli reçetelere ilişkin bilgisi vardı. Şehrazad bıçak sırlındadır,
onun hikayesi bu bıçağın keskin kenarını yenmek zorundadır,
onun hikayesini bu denli çekici kılan da bu bıçağın gölgesidir.
Salome'un dansı, seksi ve ölümcüldür. Güzelliği karanlık un­
surlarla bağlantılıdır ve Vaftizci Yahya'nın sözlerine yansıma­
yan bir bozulmanın suç ortağıdır. Yaptığı dans, taşkınlık uyan­
dırır ve kötülüğün azad edilmesine yol açar. Oskar WiÎde’ın yo­
rumuna göre Salome'un Vaftizci Yahya (Jokanoon)’nın kafası
için duyduğu öldürme arzusu , ki bu arzunun bir yüzü de ona
duyduğu cinsel tutkudur, Doğu cinselliğinin hain ve ikiyüzlü
doğasının göstergesidir. Salome kan için dans eder ve kesik başı
çılgın bir hayvani uyanışla Öper:

Ah, seni ağzından öptüm Jokanoon, öptüm; dudaklarında


acı bir tâd vardı. Kan tadı-mıydı bu? Hayır, ama aşkın tadıy­
dı... Aşkın acı olduğunu söylerler.. Ne farkeder? Ne farke-
der? Öptüriı seiıi..4

Dansın kendisi sanki doğayı-yadsıyordu, Salome dans ederken


ay bile kızıllaştı.5 Flaubert de Herodiâs'da Salome'un çılgın
. dansını tasvir etmişti:

Kerevetin tepesinde peçesini çıkardı...Sonra dansetmeye


başladı. Bir çift zil ve flûtiin ritmiyle ayakları birbirinin
önüne geçerek oynuyordu. Halka olmuş kolları her zaman
kaçan birini çağırıyordu. 3 i

Dans izleyiciyi hayran eden bir teşhire dönüşmüştü: İzleyici,


bunu tüm Doğuyu canlandıran simgesel bir gösteri olarak algı­
lamıştı. 19.yüzyil Doğu tablolarında bu, genellikle Doğuya atfe­
dilen bir benzetme olmuştu. Batılı tarzlardan çok farklı bir dans
biçimi idi bu. Yalnızca toplumsal olanın ifade edilmesi değildi,7
zira kadın (resimdeki gibi yân-çıplak bir şekilde) seyirciyi mem­
nun etmek için oradaydı, buna katılmayan ve sadece izleyen se­
yirciyi.. Dans Doğunun niteliklerini canlandıran bir medyum
gibi kullanılabilirdi. Kadın çıplaklığını, zengin ve tecrit edilmiş
bölgeleri, mücevherleri, seviciliğin belirtilerini cinsel isteksiz­
lik ve cinsel vahşeti çizebilirdi, kısaca renkli bir Doğuyu canlan­
dırıyordu. '
Neo Klasikler çıplaklığı mitolojik bir dekora taşıyarak çize-
bilmişlerdi, Doğulu ressamlar, da şehvet düşkünlüğünü başka
bir kompozisyona yerleştirerek, onu çağdaş ortamından soyut­
lamışlardı. Bu yeni kompozisyon (yer), yâni renkli Doğu, burju­
vaların egzotizme olan genel zaafları ile bağlantılıydı.
- Çıplaklık, Batı resim sanatına da konu olmuştu. Ne var ki,
Doğunun çıplakları şaşırtıcı idi. Belki de eski çıplaklan« mito­
lojik yapı içine yerleştirilmiş olması etkilerini azaltmıştı.- Ve­
nüs, unutulmayacak kadar mitsel idi. Bu kadm resmi şayet mi­
tolojik düzenlemeye ait olmasaydı, izleyici onu gerçek yaşamda­
ki dokunulabilir, sahip olunabilir bir varlık olarak düşünebil-
seydi, engeller kalkacak ve şehvet, ihtiras açıkça ve doğrudan
dışavurulacaktı..
Rokoko dönemi dönüşümlerini irdelemeye çalışan Norriıan
Bryson, varlıklann klasik yadsıma Sürecinde (tutarsız bir dile
ait Sözler, erotizme karşı hitap) çarpıcı bir şekilde beliren çizgi­
lerinden söz ediyor:

Erotik bir ruh verilebilmesi için, beden, izleyiciye tek olarak


ve hoşnut etmek amacıyla, aynca anlık bir bakışla tüketil­
mek üzere sunulmalıdır.Bedenin diğer yönelişlerini, tarihi­
ni vs. gösteren tüm belirtiler engellenmelidir; kendine ait
bir desteği bile olmamalıdır.8

Bu,oryantal tabloya, bir değişiklik yapılarak uygun gelebilirdi:


Zaman ve mekân. Rokoko tarzında, bu yok denilecek kadar aza
indirgenmişti. Böylelikle, geri fondaki bulanık atmosfer ve çıp­
laklarla aşk tanrılarının dayanır gibi durdukları buhardan ya­
taklar, yalnızca bedenin kapsamına ve varlığına katkıda bulun­
mak için oradadırlar.Oryantal iç mekanlarda ise, (erotik şahne­
lerde iç mekan mutlaka verilmektedir) beden kadar; içinde bu­
lunduğu dekor ve ortam da çan alıcı önemdedir.Öyle bir sergile­
medir ki, nesnelere ve eşyalara izleyici imrenir, gıpta eder. En­
düstriyel zenginliklerinin ürünü olan biblo ve antikalarla süslü
ve vücutları tamamen giyinik ağırbaşlı kadın kahramanlarıyla
Viktorya iç mekânlarının tam aksidir bu. Oryantal resimlerde­
ki çıplak ya da yarı çıplak kadınlar, çevrelerini saran objeler,
yastık ve divanlar, duvar süsleri, yelpazeler, tas ve ibrikler, mü­
cevherler ve müzik enstrümanlar; ile erotikleştirilmekteydiler,
izleyicinin gözleri yönlendirilmiş oluyordu. Baudelaire'in bir or­
yantal iç mekâpı öven mısralarında bu nedenle ’anlık ilk ba­
kış jn bir hayli uzadığım görüyoruz:

Görkemli tavanlar
derin aynalar
Doğulu ihtişam
herşey orada konuşacaktı
gizlilikle ruha
onun yumuşak anadilini

Bu tür mekanda, kadın tecrit edilmiş bir nesnedir ve burjuva iç


mekan anlayışını yadsımaktadır. Her zaman kapatılan, gizle­
nen, giydirilen, maskelenen kadınm çıplak bedeni kalabalık bir
dekorla bezenmiş odaile tam bir zıtlık oluşturarak şaşkınlık ya­
ratır.
19.yüzyıl, sonuçta bir tüketim çağı olarak, pazarlardaki çe­
şitli ürünleri hedeflerken, cinsellikte de çeşitliliğe ve onu anlat­
maya susamıştı. Jacques Bousquet, bu çok seslilik özleminin
kendini değişik şekillerde gösterdiğini öne sürdü- Bunlardan
birisi, genel kabul görmüş güzellik normlarından bir sapma an­
lamında, baştan çıkarıcı ( vamp kadın ) sıfatı ile birlikte, çirkin­
lik düşüncesidir. Bir diğeri ise, arzulanan 'olgun kadın' normla­
rına karşın, küçük kızlardan zevk almaktır.9 Ve çeşitliliğe du­
yulan bu açlık, yabancı kadmin cazibesine, çekiciliğine de sıçra­
dı; farklı bir ırktandı, erotikti, çünkü egzotikti. Böylece yüzyılın
sonuna doğru, tekseslilik ve benzerlikler çağında farklılaşma­
ları ve yabancılara karşı hassasiyeti besleyen bir çığır açılmıştı:
'züppelik'. Baudelaire'in Mauritius'a ilk seyahati, ona melez Je­
anne Duval'e olan tutkusunu engellemesi gerektiğine ilişkin bir
*
89
deneyim kazandırdı. Bir deniz kenarında siyah bir kadının
kamçılanışını izlemişti ve cinsel istekler duyup heyecanlan­
mıştı. 100 andan itibaren, tutku ve aşkı ayırdetmişti; yabancı
kadınlara ( genellikle siyahlara) tutku duyacaktı, ama top­
lumsal olarak üstün olan beyaz kadınlara platonik bir aşk
duyacak (Madame de Sabätier gibi ) ve bu kadınlar ona anne­
sini hatırlatacaklardı.11 Duval hareketli imgelerde yeniden
yaratıldı: "Bitkin Asya ve ateşli Afrika" sanki saçlarında pu­
suya yatmıştı. Jeanne Duval'in kendisi zaten bir Doğu yolcu­
luğu gibiydi; saygınlığı dışlayan cinsel olanakları sunan bir
yolculuktu. Kara bedeni Baudelaire'u hem cezbediyor, hem
rahatsız ediyordu; burjuva tutuculuğundan uzak tutulması
gereken 'kötülük saçan bir çiçek'ti.
1830-1870 arasında yaygın olan rüyaları inceleyen Bous­
quet, çok. sayıda kadına sahip olmayı çağrıştıran haremlerin
ya da çılgın danslar yapılan törenlerin rüyalarının çok sık gö­
rüldüğünü farketti.12 Bu rüyalardan yüksek bir haz duyul­
ması, barbarca içeriğinden ve oryantal oluşundandı. Doğu,
uyanan akla benzer günahları işleme vaadinde bulunuyordu.
Raymond Schwab, Flaubert'in Doğuyu kullanımını, edebi bir
mecaz anlamında 'kendi sıkıcı özünden' ve günlük tekdüzelik­
ten kaçmak olarak görüyordu:

Flaubert'de barbar, kendi iç kafesinde boğulmanın karşı­


lığı, kendi kendinden çıkamamanm cezasıdır. Anlamlı
olan her iki kelimenin de aynı saygınlıktan yararlanması
için barbarı doğuluya bağlama ihtiyâcıdır..^

Flaubert için düşsel Doğu gezisi, gerçekten Doğu turuna çık­


masından çok önce başlamıştı. Sonunda 1849'da Mısır'a ulaş­
tığında, arazinin görüntüsü, İncil ve Doğu hikayeleri ve re­
simleri nedeniyle zihninde canlanıyordu. Doğuyu derin dü­
şünce ve düşleri için edebi bir dayanak olarak görüyordu;
Bunun tablo haline getirilmiş bir manzara havası vardı,özel­
likle bizim için yapılm ış muüzzam bir tiyatro dekoru hava­
s ı^ • ■■
Flaubert için gerçek seyahat, düşsel olanı doğrulamaya hiz­
met ediyordu. Doğuya ulaştığgnda, kendisi ile birlikte taşıyıp
getirmiş olduğu Doğu ile karşılaşmıştı. Onu çok pahalı nesneler
biçiminde tekrar, beraberinde geri götürecekti. Goncourt kar­
deşler, Flaubert'in Paris'teki evini, içindeki Doğu gezisinden
kalma eşyalarla birlikte tasvir etmişlerdir:.

Mısır'ın bakır yeşili pasıyla örtülü tılsımlar. Flaubert tara­


fından Samoun mağaralarından sökülüp alman iki mum-
ya ayağı, broşürler ortasına vahşi bronzların ve insan ada­
lelerinin donup kalmış hayatım koyan garip kağıt ağırlık­
ları.. Bu tıkabasa dolu koca Doğunun içidir; buradan bar­
bar bir varlık bir sanatçı tabiatı halinde fışkırır.15

Bu düşsel ve abartılı Doğu ,Flaubert'e çok sayıda yeni karakter


(tipleme) ile birlikte zengin bir düşler dünyası kazandırdı. La
Tentation de Saint Antoin'daki SabaMelikesi, Flaubert'in Do­
ğu cinselliğinden ilham alarak çizdiği bir karakterdir. Bir kita­
bında, 'Saba Melikesi' olayını, farklı uyarlamalarda hiç değiş­
tirmeden defalarca kullandığı açıklaması çok ilginçtir. En .ba­
şından beri, Flaubert bu konudan hoşnut idi. 16 Saba Melikesi,
bazı Oryantal kurnazlıklarla erkeği aldatıyor ve ona sonsuz bir
erotik tatmin yanında, benzeri duyulmamış zevkler vaadedi-
yordu:.

Ben bir kadın değilipı, âlemim. Giysilerim üzerimden çıkıp


gidecekler ve böylece benim kişiliğimde sırlarla dolu bir
miras keşfedeceksin.Eğer parmağım omuzuma koy saydın,
bu damarlarımın içine bir ateş yolu g ib i olacaktı. Vücudu­
mun en küçük parçasına sahip olmak seni bir imparatorlu­
ğun fethinden daha şiddetli bir coşkuyla dolduracak. Uzat
dudaklarını! Öpücüklerim kalbinde eriyecek bir meyve ta-
dındddır...P ■

Saba, Doğulu kadın tiplemelerinin bir taklidi idi. Salome gibi


dansediyor, Şehrazad gibi hikayeler anlatıyordu ve Kleopat-
ra'nrn geleneksel portreleri gibi muhteşem ve gülünç idi:

Gül o halde, güzel keşiş, gül bakalım! Çok neşeliyim göre­


ceksin! Lir çalarım, bir an gibi dans ederim ve hepsi birbi­
rinden eğlendirici bir yığın anlatılacak hikâye bilirim..w

Flaubert'in bir Arap fahişe ile karşılaşmasının tasviri, onun Do­


ğu ile karşılaşmasını nasıl algıladığına ışık tutmaktadır:

Merdivende, karşınızda, ışığın çevrelediği ve onu mavi fon­


dan ayırdığı, pembe şalvarlı, gövdesinde koyu mor tülden
başka birşey olmayan bir kadın ayakta duruyordu. Ha­
mamdan yeni çıkmıştı. Diri gerdanı taze, şekerli sakız ko­
kusu gibi bir şey kokuyordu.19,

İzleyici, görsel yanıltmalarla kendini Doğuda, bulur. Banyodan


henüz çıkmış çıplak bir kadın bulur, karşısında. Kolayca yarar­
lanılabilecek bir kadın... O, (erkek izleyici) kolayca inciltilemez,
erkektir, şık ve giyiniktir, AVrupalıdır, mantıklıdır (bu tür bir
erotizm yaşadığı zaman ayrıntıları kolaylıkla anlatabilirdi) ve
dil bakımından donanımı güçlüdür - karşılaşmayı olay sonrası
sıcak ve yansıtıcı bir anlatımla aktarabilir; Doğuyu yaratır.
Görülüyor ki, zaman kavramı içermeyen, erotik, onların
merakını uyandıran, kendi gizem perdesinin ardında sessizliğe
gömülmüş, kendini ifade edemeyen ve Batı ona kendi sesini ve­
rene dek suskun kalan bir Doğuydu bu. Kendini açığa vuran
düşlerin haremiydi, peçeli kadınları, kör müzisyenleri, kara
odalıkları ve kıskanç prensleri ile 'olanaksız' olan 'öteki'ydi,' bur­
juva salonlarının gizli süsü idi.
Goncourt kardeşlerin Theophile Gautier'i 1863'teki ilk zi­
yaretlerinde kızları ile de tanıştıklarında, onlarin babalarının
oryantal eğilimlerine 20uygun, oryantal bir cazibeleri olduğunu
düşünmüşlerdi. Gautier'in şaşaalı zevkleri ve romantik duyar­
lılıkları, onu V.G.Kieman'm dile getirdiği "Avrupa'nın kollektif

92
Doğu hâyalleri"2i ile kuşatarak, tüm ilgisini Doğu üzerinde yo­
ğunlaştırmasına yol açmıştı. Gautier, Maxime du Camp'a bu il­
gisi hakkında,-' "Küçük Asya özlemiyle öldüğümü hissediyo­
rum" diye yazmıştı.22 Bu, Doğu tarzı eşyalara, giysilere duyu­
lan açık bir ilgiydi. Qaütier, İstanbul'u ziyaretinde, kendisine
eşlik eden Türk hostesin giysilerini tam bir züppe gözüyle, süs­
lemelerin ince noktalarına kadar şöyle tasvir etmekteydi:

İşte bu çekici kadının bayramlık giysisi: Yeşil ve kırmızı


Şam ipeklisinden yarım gömlek, mükemmel düzgünlükte­
ki bir kolu açıkta bırakan yırtmaçlı tülden geniş kollar; be­
denden aşağı kayıp giden ufak topçuklar ve madenî plaka­
larla süslü, kalçalarının yuvarlaklığının aynen zırhtan bir
eldiven gibi tuttuğu kadife bir kemer. . . 23

Gautier, oryantal resim sanatının24 büyük bir hayranı ve yanı-


sıra da ateşli bir eleştiricisiydi. Bu, günlük yaşam tasvirine da­
yanan tarzın, hızla belirip kaybolan görünümleri yakalayabil­
mesini övgüye değer buluyordu:

Sanatçılar, yakında bizim düz ve çirkin medeniyetimizin,


önünde bu pitoresk barbarlığın kaybolacağını önsezerek
portreleri arttırma, isteği ile gayret gösteriyorlar. 20 yıl
içinde, atalarının hangi kostümleri taşıdığım öğrenmek is­
teyecek Türkler, bunları yalnızca Decamps'ın tablolarında
bulacaklar.25
...... • :f
Bu resimler Doğunun niteliklerinin mahzeni gibiydiler, hatta
onun 'pitoresk barbarlığının'. Görüntülerin muhteşemliği, ça-
' ğm fantazilerinin resmi belgelerine dönüştü; gerçek Doğu bun­
ların ayrıntıları arasında yitmişti. Gautier, 1834'te Prosper
Mârilhat'ın La Place de VErbekieh au Caire'sini müthiş etkile­
mişti.-işte kendi Doğusunu bulmuştu:

Hiçbir tablo benim üzerimde daha derin, daha uzun süre


heyecanlandırabilir bir etki yapmadı. Bu resmin görünü­
şünün beni hasta ettiğini ve bana hiç bir zaman ayağımı
basmadığım Doğu nun özlemini ilham ettiğini söyleyerek
abartmakla suçlanmaktan korkardım. Gerçek ülkemi ta­
nıdığımı sanırdım ve gözlerimi yakıcı resimden uzaklaştır­
dığımda kendimi sürgünde hissediyordum.26

Doğulu ressamlar atölyelerinde yardımcı olarak yararlandıkla“


rı, ithal edilmiş minyatürleri kullanarak zengin bir Doğu tasviri
yapmaktaydılar. Çocukluklarında okumuş oldukları Ali Ba-
ba'nm Mağarası'nı stüdyolarında canlandırmışlardı. Zihinle­
rinde vahşi biîr doğunun nasıl olması gerektiğine dair oluştur­
dukları kimi şiddet aracı nesneleri de eklemişlerdi. Gautier'in
Chasseriau'nun atölyesini tasviri, bunu göstermektedir;

Yatağanlar, kancalar, hançerler, Kafkas tabancalar, Arap


tüfekler, Kuran ayetleri, kaknıalanmış eski Şam bıçakları,
giimüş ve mercan ile süslenmiş ateşli silahlar, bülün bu
hoş barbar lüksü duvarlar boyunca ganimet olarak toplan­
mıştı.27

Hançerler, kılıçlar, bıçaklar, tabancalar, ateşli silahlar, öldür­


menin basit bir olay olduğunu, barbarlığın ve acımasızlığın gös­
teriye dönüştüğü, patlamay a hazır türden tehlikeli bir yeri tem­
sil ediyordu. Başka bir Doğulu ressamın stüdyosunu da ziyaret
eden Gautier'in edebi düşleri, ona, bir sürü egzotik nesnenin
varlığı arasında Doğu suçluluğuna ilişkin hazır görüntüler sağ­
lamıştı: "Bu oda bir kaç ölüm ve kıskançlık sahnesine hizmet
edebilirdi; kan bu soluk kahverengi halıların üzerinde iz bırak­
mazdı."28 Evet, kan ve servetin içiçe geçtiği, koyu mor İran ki­
limleri üzerinde kanm iz bırakamadığı bir Doğu idi, Gautier'in
algıladığı. Bunlar en ünlü oryantal tablolarda ısrarla, tekrar
tekrar karşısına çıkıyordu.
Eugene Delacroix'nun 'La Mort de Sardanapale' (1827)
(Sardanapalus'un Ölümüjadlı tablosu (Tab.l), Doğu gezisi ger­
çekleşmeden önce yapılmıştı. Bu tablo, Avrupa'nın ’Doğusunun'
genel imajlarını içerir ki, Byron'ın aynı adlı ünlü bir şiirinden
esinlenme söz konusudur. Doğulu bir despot, baş ve uç kısmın­
da nefis fil kafası dekorları olan ve koyu kırmızı dökümlü ku­
maşları olan lüks yatağının üzerinde, tahtında gibi oturmakta­
dır. Dalgın bakışlarla bütün mallarının mahvedilişini izlemek­
tedir. Çıplak cariyeleri üç karanlık haydut tarafından ölüme gö­
türülürken, atı da sürüklenerek çekilmektedir. Herşey karma­
karışık, fırça darbeleri romantik ve tahrik olmuş görünürken,
tuval, gözlere hiç bir boşluk bırakmaksızın dramatik ayrıntılar­
la doldurulmuştu. Konudaki şiddet, erotizmi ile bağlantılıdır;
can çekişen kadın bedenleri bitkin, gevşek ve cinsel teslim olma
pozisyonlarına sokulmuştur. Ölüfnleri egzotik bir olay olmuş­
tur ve hem Sardanapalus, hem de izleyici tarafından gözlemlen-'
mektedir. Görüntü, mücevher açısından çok zengindir. Bir de
çok sayıda insan vücudu vardır. Kadınlar çok ağır takılarla süs­
lenmişlerdir: Bilezikler, halhallar, gerdanlıklar, taçlar, yüzük­
ler ve küpeler. Bu yağlıboya tablolarla sanki Doğunun zenginli­
ği ilan ediliyordu. Gustave Moreau, Salome’m posterlerinin ço­
ğunu mücevherler içinde çizmişti. Vaffcizci Yahya'nın çöken, çü­
rüyen değerli mücevheri gibiydi, maddi zenginliğin şaştığı kö­
tülüktü, aynı zamanda da bu servetin çekiciliğini simgeliyordu.
Wi]de'ınHerod’un mücevherlerini tasviri, Doğunun çok eskiye
uzanan’hazineler’ ile ilişkisini açığa çıkarır:

Sedef bir kasada* üç şahane'firüzem var. Bunları başının


ön tarafında taşıyanlar, aslıha aykırı şeyler hayal edebilir­
ler. Firiizeleri elinde taşıyanlar ise, verimli bir kadını kısır-
. laştıtabilirler. Seres ülkesinden getirdiğim örtüler yar. Fı­
rat kentinden getirdiğim yakut ve elmas işlemeli bilezikle­
rim de var.29 /

1832’de Deîacrobc’nun Fas’ı ziyareti, 'Femmes d’Alger’in de ara­


larında olduğu bir dizi tabloya ilham kaynağı oldu. Ne var ki,
Delacroix gerçekten Doğuyu gördükten sonra bile, edebi Doğu,
onu belli bir konuda etkilemeye devam etti Ölümünden 3 yıl ön­
ce 2 3 Aralık 1860 tarihli günlük notlarının da gösterdiği gibi,
aklı hâlâ 1001 Gece Masallan'mn konularındaydı:

1001 Gece Masallan'mn konusu: Şehriyar Sultan karı­


sıyla vedalaşmaya geldiğinde onu subaylarından birinin
kollarında bulur. Kılıcını çeker vs. Kara adaların kralı (ba­
lıkçı hikayesinde) karısının; aşığı, bizzat yaraladığı orada
uzanıp kalmış Arap için şefkatinden çılgına dönerek, karı­
sını öldürmek içirt, kılıcını çeker. Karısı onu bir hareket ile
durdurur ve onu yarı insan ya n heykele çevirir.30
t "

Doğunun bu görüntüsü dé 'La Mort Sardanaplale'dakinden


farklı ya da onu aşmış değildi. Delacroix'yu hayran eden cinsel
şiddetin barok bir örneğiydi - Kıskançlıkla çekilen bir kılıç, tut­
kulu bir cinayet.
Batının düşüncesindeki despot Doğu, sırlarını çok sıkı ko­
ruma altına alıyordu. Doğu resimlerinde en sık görülen bir figür
de, bir haremi, sarayı, camiyi ya da tüm Doğuyu koruyan, giriş­
leri kapatan bir karâ adamdır. Gerome'un 'Le Garde du Serail'
(Saray Muhafızı)adlı, 1859 tarihli tablosu (Tab. 2), bu konuya
dramatik bir örnek oluşturur. Adamın ifadesi itici ve acımasız­
dır, hançeri, baltası ve tabancası ürkütücüdür. Giysisinin rengi
bile ateş gibidir; yakma gelenleri uyarmaktadır, adeta.Harem
kapısını tamamlayan bir demirbaş gibidir; o olmaksızın sıradan
bir geçit olacakken, onun varlığı ile, sızılması olanaksızlaşmış-
tır. Bu geçidin ardındaki kadınlar, bırakın dokunmayı, asla gö­
rülemezler. İşte, Avrıipalı gözüyle harem budur: Kıskançlıkla
dışlarken, sonsuz zevkler sunduğu için yararlandığı haremdir.
Ludwig Deutsch'un 1895 tarihli 'Le Garde Nubien' (Harem
Ağası) adlı tablosu ( Tab. 3), Gerome'unkinden daha pzenli idi.
Burada aynı despotik Doğu, çirkinleştirilmeyip süslenmişti.
Kara adamın görünüşü heybetli idi, özellikler daha olumlu idi.
İfadesi sakin, bedeninin duruşu serbestti. Önceki tablonun ak­
sine, kollan bile altınla süslenmiş ve gözü okşuyordu, mat kah­
verengi boyama yoktu. Ama, herzamanki gibi kuş uçurtmuyor-
du:Bir gözü kasıtlı olarak aralık bırakılmış kapıdaydı. Geçiş ya­
saktı, bu Doğunun kapalılığının ta kendisiydi. Yüzeysel ayrıntı­
da büyük zenginlik sunuyorken, hiç bir derinlik taşımıyordu.
Çoğu Doğu ressamındaki gerçeklik burada da söz konuşudur.
Gerçek o an için dondurulmuştur. (Bu dönemin fotoğraf sana­
tında da Doğunun resim sanatına paralel unsurlar görülüyor-
du.Yakm Doğunun en eski fotoğrafçılan, özellikle Bonfıls, cari-
yeleri tablolardaki pozlarla izleyicilere sunuyordu - Tabii Bede­
vi yahut Yahudi güzelleri- ya da oryantal giysili Avrupalı man­
kenler kullanılıyordu. Amaç, yeni tekniklerinin resimdeki tarz
ile uyum sağlaması idi. Bonfîls'in harabelerle ilgili fotoğraflan,
bir model için David Roberts'in stilize edilmiş litograflarına sa­
hipti.)
Henri Regnault'ın 'Execution sans jugement sous leş rois
maures' (Mağriblilerde Yargılamadan İnfaz) adlı 1870 tarihli
tablosu (Tab. 4), tarihsel başlığı altında bir öldürme olayını an­
latır: Bir muhafız, az önce kendisine renk, tavır ve yüz ifadesi
açısından çok benzeyen bir adamı öldürmüştür. Cesetten bula­
şan elbisesindeki kanı sikkelerken hareketsizce yerdeki kesik
kafaya bakmaktadır. Damlayan kan, suskun arabesk geçmişi
, çağrıştıran şekillere dönüşüyordu. Muhafızın güçlü kaslarının
şişkinliği ve ağır vücudu, gömleğinin yumuşak çizgileri ile tam
bir zıtlık oluşturuyordu. Tüm sahneye turuncu renk hakimdi.
Muhafızın pembe robu, ayaklarının dibindeki kanın kırmızısı
ile karışmaktaydı. Muhafız, izleyicilerce aşağıdan gözlendiği
için daha heybetli görünmekteydi: Merdivenlerin başında, kılı­
cını boyun hizasında tutarak durmaktaydı. Tabloda başka hiç­
bir şahit yoktur^ herşey gizlilikle ve vicdansız Doğuya yakışır
şekilde duygusuzca gerçekleştirilmişti.
Oryantal yağlıboya resimlerde, haydut yıa da eşkiya, hemen
her zaman kara ya da koyu renk olurdu. 'The Prisoner' (Mah­
kum) adlı Filippo Baratti’nin 1883’te yaptığı tabloda (Tab. 5), i-

m
ki kara adam, bağlı ve onların insafına kalmış savunmasız be­
yaz bir yaşlı adama eziyet etmekten zevk alıyorlardı.Bu tarzı
kullanan ressamlar siyahlarla beyazlan eşit görmezlerdi. Biri
mutlaka diğerinin insafına kalırdı, her ikisi de 'Oryantal' kate­
gorisine düştüklerinde bile. Bu anlayış, kadın ve erkeklerin tas­
virlerinde de ileride göreceğimiz gibi, etkili olacaktır.
Doğulu erkek kadın bedenini ticari olarak kullandığı gerek-
> çesiyle, iki katı kötü, haydutça gösteriliyordu. Kadınları esir
. ediyor, köleleştiriyor, ticari mal haline getiriyor, onların insan
olmalarına yönelik hiçbir hoşgörü göstermiyorlardı. Kimisi ka­
dınları bağlayarak köle pazarlarında satıyordu. Avrupalılar
özellikle de İngilizler, bu vahşi adamları tebessümle karşılıyor­
lardı. Zira, bu, onlara bir kez daha bu vahşileri yönetmek için
doğmuş olduklarım hatırlatıyordu. Mark Girouard'm da söyle­
diği gibi, emperyalizmin kaynaklan ile Viktorya devri centil­
menler yasası kaynakları o denli içiçe geçmişti ki, çoğu zaman
fark ayırdedilemez olmuştu ve İmparatorluğun gidişini etkile­
mekteydi.31
Oryantal resminde , köle pazarlan başlıca konulardan,bi­
riydi. Edwin Long’un 'The Babylonian Slave Market' (Babil'in
Köle Pazarı) adlı tablosu, 1875'te Londara'daki sergide satışa çı­
karıldığında, rekor bir fiyatla alınmıştı. John Faed'in (1857)
'Bedowin exchanging a slave for armoür' (Bedevi'nin Köleyi Si­
lahla Değişimi)adlı tablosunda (Tab.6), bir bedevi hemen he­
men tamamen çıplak bir köle kızı kılıç satılan bir dükkâna getir- 1
miştir. Kızın açık göğüsleri, bedevinin dökümlü kumaş giysile­
riyle tam bir çelişki içindedir. Bedeninin aynntılan hem tüccar,
hem da izleyici tarafından incelenmek üzere oradadır. Kaderim
belirleyecek olan yanıtı beklerken, tüccarın yüzüne dokunaklı
bir ifade ile bakmaktadır. Bir zırh karşılığında satılacaktır. Ta­
mamen çaresiz, çıplak, bağımlıdır, dişi ve köledir.
En ünlü köle pazarı tablolarından biri de Gerome'un 'Le
Marche d'Esclaves ' (Kölelerin Yürüyüşü) adlı (Tab. 7), kadın
çıplaklığını harem tablolanndan daha çarpıcı şekilde veren tab-

98
loşudur. Burada köleleri incelemek üzere bulunan bir adamdan
başka, satın almak için gelmiş olan bir grup adam daha vardır.
Yeşil giysili adam, çıplak kölenin ağzına kocaman elini sokmuş,
dişlerine bakmaktadır. Sağ tarafta hâlâ kızın peçesini elinde tu­
tan köle sahibi vardır.-Kadın bir enkaz halindedir, ölü gibidir.
Sol geri fondaki köpek cesedi gibi, o da, yaşamın çok ucuz olduğu
Doğunun sıradan bir kurbanıdır. Sırada dört peçeli köle bekle­
mektedir. Satın almak için gelmiş olanlar ve diğerleri dışında,
geri fonda koyu renk hakimdir. Pencereler, umutsuzluğun sem­
bolü olarak karanlıklara açılmaktadır.
Batılılarm köle ticaretini ürkütücü bulmalarına karşın, bu
konudaki eserlere burjuva kamuoyunca gıpta edilmekteydi.
Tutsak edilmiş güzellik imgesi, ataerkil hükümdarlığa ve daha
çok da emperyalist zorbalığa uygundu. Hem Lane, hem de Ba­
ker, kölelerini istedikleri gibi değiştirerek, sonra da onlarla ev­
lenmişlerdi. Gerard de Nerval, kölesini azad etmek istediği za­
man, kölesi şansını yitirmemesi için kendisini yeniden satması
için ona yalvarmıştı.32
Görüldüğü gibi Doğulu erkekler, genellikle çirkin ve iğrenç
tipler olurken, kadınlar güzel ve şehvetlidirler. Bu durum, kadı­
na izleyicilerin bakışlarından ve zihninden kaçabilmesi için bir
fırsat yaratmaktadır: Şu ya da bu yolla, kaderinden kaçabilir.
Çünkü yerli erkek ondan daha aşağı görülmektedir. Bu yakla­
şım, Avrupalımn duygu ve fantazilerini okşamaktadır ve kendi­
ni romantik bir kahraman gibi hissetmektedir. Victor Hugo, ül­
keyi terkeden Avrupalıya şu romantik sözleri döktüren Arap bir
kadını seslendiriyor:

Eğer geri dönmezsen,


düşlere dal biraz, kimizaman
Çölün kızlarına, yumuşak sesin kız kardeşi
kurrı tepelerinin üzerinde çıplak ayaklarla danseden;
Ey! güzel genç, beyaz adam, gelip geçici güzel kuş.
Hatırla çünkü belki de ey hızlı yabancı
Hatıran kalır birden fazla kişiye 33

99
Pierre Loti'nin Aziyade'si de yerli kadının beyaz adama
teslim oluşunıı anlatır: "O güçlü olduğu ve kadın da ona hizmet
etmeğe zorlandığı için değil, kadını kişisel özellikleri ile elde
eder ve içtenliği ile kendine bağlar." Hikayenin kahramanı, İn­
giliz bir resmi görevli (Loti) ülkesine döneceği zaman Aziyade
tüm gücünü yitirmişti. Yataklara,düştü, derdine derman bula­
madı ve Loti gittikten sonra da öldü. Loti Doğuya, geldiği zaman,
bu tutkular ülkesini öyle sevmişti ve duygularının tümü ile Do­
ğunun tadına varmaktaydı (parfümler, yiyecek, uyuşturucu,
müzik, v s .) " Bu müziğin yırtıcı gürültüsü, nargilenin kokulu
dumanı ağır ağır sarhoşluğu getiriyordu. Bu doğulu sarhoşluk
geçmişin silinişi ve hayatın karanlık saatlerinin unutuluşuy­
du,.34 ' ,
Avrupalılarm aziz saydıkları bu romantik bağımlılık, Do­
ğulu kadının Batı erkeklerine olan bağımlılığının yalnızca yü­
celtilmiş bir biçimiydi. Sonuçta tüm Doğulular kolonideki güç
dengesine bağımlıydılar; kadın ve genç delikanlılarsa, özellikle
böyleydiler. Sömürgesel dünyaya seks sembolleri olarak hizmet
verdiler. Viktorya devri düşüncesi kadın erotizmini kadın köle­
liğinden ayırdedemediği için, 19.yüzyıl cinselliğinde, gücün ve
güçsüzlüğün tüm çelişkileri gizlenebildiği için, zenginlik ve
yoksulluğun, efendilik ve köleliğin çelişkileri gizlenebildiği için
sözkonusu kadınlar ve delikanlılar olayı öne çıkamazdı.
Batılı erkek, Doğulu kadına, onun toprakları üzerindeki
hakimiyeti ile sahip oluyordu. Kadın, onun zenginliği, askeri
gücü ve teknolojik gelişmişliği nedeniyle ona boyun eğmek zo­
runda bırakılıyordu. Kadın, onun sömürgesel kazanmalarından
birisiydi, ama, kendi yorumuna göre, gönüllü olarak boyun eğ­
mekteydi ve çekip gideceği zaman ardından gözyaşı dökecekti.
Ünlü Viktorya yanlısı Arthur J.Munby, Hannah Culwick adın­
daki yoksul bir işçiyi, yaşantısının ayrıntılarını ve nasıl alçaltıl-
dığım anlatan bir günlük tutmaya zorlamıştı. Bileğine,‘deri bir
bilezik taktırarak, kendisine bağımlılığını teşhir ettiriyordu.

100
Bu, genelde böyledir.Yukarı sınıflar, kendilerinden aşağı sını­
fın kadınlarım erotik nesneler olarak görürler. Bazı genelevler­
de, müşteriler, faliişelerden hizmetçi gibi giyinmelerini isterler.
Yani kadın ekonomik açıdan ne kadar bağımlı ise, o kadar da
erotik olmaktadır.
Doğu resnjinde revaçta olan kadın pek de 'yabancı tipli' de­
ğildi. Avrupa'nın güzellik normlarına uygun idi. Özellikle Çer-
kesler koyu tenli olmadıklarından egzotik görünümlüydüler.
Saçları açık renkti; tam Avrupalmm düşlediği, şehveti uyaran
kadınlardı. Gerard de Nerval,*bu güzellerden birisi ile karşılaş­
masını şöyle anlatıyordu: '

Hanım ya da ev sahibesi rolü oynuyor görülen Kafkas ka­


dın bize'doğru ilerledi, gümüş bir kaşık aldı, gül reçeline
s batırdı ve son derece sevimli bir gülümseyişle kaşığı ağzı­
ma doğru uzattı. 35 •
Çerkeş güzeli, Nerval’e kendisini sunmadan önce, bir kaşık do­
lusu gül reçeli ikram etmişti. Bu, ağız tadı ve lezzet bakımından
onun bedeni ile bağlantı kurması içindi.
1 Lecömte de Nouy’m ’L'Esclave Blanche’ (Beyaz Köle) (1888)
adlı tablosu (Tab. 8), salon modasına uygun Çerkeş güzelliğini
.idealize ediyordu. Kadın, seyredilmeyi pek umursamıyordu-
Önünde Çin usulü süslemeli ve çok leziz bir yemek vardı. Fanta-
zinin tamamlanması açısından da çıplaktı. Yenilmeyi bekleyen
portakal dilimleri gibi soyulmuştu. Kıvrımları son derece yu­
muşaktı:. Ayaklan, parmakları,omuzları, karnı, çenesi, ağzı ve
burnu, tümü de aynı yumuşak kavislerle çizilmişti. Bu, geçmi­
şin geometrik hatlarla çizilen kara hizmetçileri ile taban tabana
zıttı. O hizmetçiler ayak işleri için vardı, oysa bu, Çerkeş güzeli
yalnızca aşk yapmak için oradaydı.
Lecomte de Nouy, klasik harabelerin yağlıboya resim usta­
sıydı. Yunan tapmaklan ve anfitiyatrolannı bir bilimadammın
gereksineceği ayrıntılarla canlandırmıştı. Kariyerinin ileri dö­
neminde Doğu ile ilgilenmeye başladı. Boyamaları pastel va
‘ duygusal renklere dönüştü. Neo-Yurian çalışmaları arkeolojik
dokümanlar olarak kaldı. Bunlar sıklıkla etkileyici bir melod­
ram ve mutsuzlukla içiçeydi. Edebi eserlerden ilham alırdı.
1885 tarihli 'Ramses dans son Harem' (Hareminde Ramses)
başlıklı tablosu, Theophile Gautier'in Le Roman de la Momie
adlı kitabından esinlenmişti. Aynı tarzda, ayağını Doğuya sür­
memiş olan, ama Doğu erotizminin tiplemeleri "olan cariyeleri
ile ünlenen Ingres de Lady Montagu’nun mektupları ve Montes-
qieu'nun yazılarından esinlenmişti.
Oysa gerçek Doğu, gidip görenler için sınırsız ilham kayna­
ğıydı. William Makepeace Thackeray, Kahire'de şöyle anlatı-'
yordu:"Mimaride ve yaşamda bu kadar çeşitliliği, çok renkliliği,
ışık ve gölgeyi ilk kez birarada görüyorum. Her sokakta, her pa­
zar yerinde bir resim var."3f5Yine de ressamların,çok azı, gör­
düklerini mitleştirmeden resimleyebilmişti. Avrupa'ya* Avru- .
pa’nın istediklerini sunmuşlardı. Zaten doğal güzellikleri ve o*
ciddi manzaraları çizen ressamlar asla diğerleri kadar ün kaza­
namamışlardı. Örneğin, Edward Lear, talep edilen Doğu ile
uyum göstermiyordu. Denizlere verdiği renkler, derin heyecan­
lar değil, önemsiz bir etki uyandırıyordu. Mutsuz ve ödüllendi-
riKneyen bir sanatçı olarak öldü, 1868'de Lady Waldegrave' e
mektubunda "Ben bir tek hayatımın topografyasını çıkarmayı
başarabildim" diye yazmıştı.37
J.F.Lewis, Lear'inkinden farklı bir yol izleyerek Doğulu ba­
kışıyla Doğuyu anlatmaya soyundu. Edebiyattaki Doğunun et­
kisinde kalarak, İstanbul'u ziyaretinden 3 yıl önce, Illustrati­
ons of Constantinople (1837) adı altında, kabartmalı resimler
serisi hazırlamıştı. Lane gibi, daha sonraki Doğu gezisinde Ka-
hire’de geçici bir konut tutarak onlar gibi yaşamaya çalıştı. Onu
ziyarete giden Thackeray, onu, tüm bir İngiliz ailesine yetecek
kadar çok miktarda yapılmış bir pantolonun içinde bulmuştu.
Thackeray şaşkına dönmüştü. O, bir zamanlar Regent Cadde-
si'nde oturan, ayakkabılarının mükemmelliği, kravatlarının, *
kemerlerinin ve eldivenlerinin şıklığı ile tanınan bir centilmen

102
idi. Şüphesiz ki, Londra'daki kızkardeşleri, onun sakallı, kes­
kin kılıçlı bir Türk gibi giyinmiş halini düşündükçe, ürpermiş­
lerdir .38Thackeray, Türk gibi yaşamanın diğer özelliklerini de
farketmişti:

Kemerli pencerelerde ağaç oymalı kafesler vardı. Birisinin


baklava biçimli aralıklarından', aşağıdaki ilginç yabancıya
bakan, dünyanın en güzel, iri ve aşıkane bakışlı siyah göz­
leriyle karşılaştım.39

Thackeray sonradan o görüntünün, Lewis’in sade yüzlü ahçısı.


olduğunu öğrenmişti. >
Lewis, Doğu güzelliğine karşı duyarsız değildi. Dönemin
gözde konusu olan harem sahnelerinin sınırları içinde Çerkeş
güzellerini idealize ediyordu. İzleyicilere, haremin kapalı kapı­
ları ardında‘neler olduğunu açıklayabilmek hevesi içindeydi.
’Harem’ başlıklı (1850) tablosunda (Tab.9), tipik bir 19.yüzyıl
Kahire iç mekanında etrafını eşlerinin çevirmiş olduğu'bir Arap
erkeğini çizmişti. ’Harem Life in Constantinople’ (1857) adlı
tablosunda da ve ’Siesta' adlı tablosunda da (1876) aynı içerik- \
ler vardı. Genel olarak, görüntüde erkek yoktu, kadınlar da çe­
ne çalarak, giyinip süslenerek; uyuyarak zaman geçiriyorlardı.
Batılılarm tablolarında yansıtıldığı gibi, iş yapmıyorlardı. Na­
kış işlemiyor, dikiş dikmiyor, yemek yapmıyor ya da dua etmi­
yorlardı. Yalnızca erkeği bekliyorlardı.
1862'de Jean Auguste Dominique Ingres, Paris'teki atölye­
sinde 'Le Bain Turc' adlı eserini (Tab. 10) tamamladı. Bir Türk
hamamında çeşitli zevkleri görüntüleyen 26 çıplak kadını çiz­
mişti. Arkasını izleyiciye dönmüş olan bir müzisyen, gözleri
sahneye yönlendiriyordu. Sırtın dönük olması, sosyal bir engel
taşıdığı için değildi, aksine, kadınlar bu tabloda dışarıdan ba­
kışlara ilgisiz idiler.Tabloyu izleyenler hiçbir kadınla gözgöze
gelemezlerdi Kendi özel mekanlarında dışardan bakışlara ka-
palı olduklarından eminlerdi.
4
Tablonun dairesel şekli, 'dişilik' simgesinden ileri gelmek­
tedir. Ayrıca da bir anahtar deliğinden bakıldığında bakış açısı
içinde kalan bir dairesel alanı da temsil etmektedir. İzleyici, ya­
saklar ülkesi Doğuyu ve onun cinselliğini görünmeksizin sey­
retme şansına sahipti.
Tablodaki kadınlar, tek bir modelin değişik varyasyonları
gibidirler. Hiçbirisinin yıkandığı görülmüyor. Aşk pozisyonla­
rında birbirlerine sarılmışlardır ve lezbiyen ilişkiler izlenimi
vermektedirler. Hamam yalnızca çıplaklık ve oynaşabilmek
için bir araçtır. Birbirini sevip okşayan kadınlar, parfümler,
tütsüler ve müzik - hepsi de erotik doyumlar için potansiyel
oluşturmaktadır. Bunca çok sayıda çıplak bedenin üstüste yı­
ğılması, zaten ister istemez erotizmi parodileştirmektedir.
Bu tür posterler, Doğuyu yansıtma görüntüsü altında, açık­
ça Avrupa'yı tasvir etmektedir. Avrupa'nın toplumsal yasaları­
nı ve burjuva ahlakçılığının katılığını sergilemektedirler. Dış­
bükey bir aynadaymış gibi, gözler Doğuya çevrilmişse de , onu
üreten Batıyı yansıtır.

104
4 Cesur Gezginler
Byron Farewell, Richard Burton'ın biyografisine "Kaşif, uy­
gar bir insandır. Keşif ( araştırma, inceleme) ise, gelişmiş, entel-
lektüel bir kavramdır" sözleriyle başlıyordu.1Bu nedenle de bu­
nun ilkel toplumlann bilmediği ve hele de kadınlar tarafından
anlaşılmayacak bir kavram olduğuriu öne sürüyordu. Bu göz­
lem, özellikle de gezi yazıları için esasa ilişkin bazı niteliklerin
altını çizmektedir. Gezi yazıları, öncelikle Farewell’in uygarlık'
sözcüğünden çok daha ayrıntılı bir terim olan politika ile bağ­
lantılıdır. İkinci olarak, Hester Stanhope ya da Gertrude Bell
gibi 'gelişmiş bir entellektüel kavram'ı idrak edecek yeterliliğe
sahip kadınlar tarafından kaleme alındığında bile, ataerkil
özelliğini korumaktadır.
Kaşif, gördüğü herşeyden etkilenir ve topladığı bilginin un­
surlarını anlaşılır bir sıra içinde, sabırla seçip ayırarak birleşti­
rir. Örneğin, insan benzeri bir figür karşısında, kendisinin ve
meslektaşlarının öne sürdüğü kargaşa içindçki tüm verileri
kaydeder ve bu adın diyelim ki, dinsel bir soyutlama gerektirdi­
ğini belirlediği anda, gözlemlediği unsurlar önem kazanır ve
gerçek kimliğine kavuşur.
Kaşifin yansıması olan mitolöjik kurgudaki baş kahraman,
yolculuğunu genellikle salt coğrafi unsurlarda odaklayarak de­
i
105
ğil, kültürel ve geleneksel anlamda destekleyerek tamamlar.
Bu şekilde başlatılan yolculuk, gezginin orjinal ortamına ya­
bancı olan olayların deneyimlerine yönelir. Yolculuğun destan­
sı olabilmesi için, gezginin kendi ülkesinin kültürel yargılan ile
o yabancı ülkeyi gözlemlemiş olması ve sonunda da kendi ahlaki
değerlerini değiştirmeksizin, kişiliği'de yeni sınamalarla güç­
lenmiş olarak ülkesine dönmesi gereklidir. Bu anlamda Gulli­
ver's 7Vaoe/s(Guliver'in Seyahatlerimin o tipik destansı yolcu­
luğu'ironik bir tarzda, kahramanının farklı bir görüntü içinde
dönmesi ile, dönüştürülmüştür. Artık yabancıdır; eski çevresin­
den kaçınmaktadır, kendi ailesinin kokusuna bile dayanama-
maktadır, yarı deli olmuştu. Yolculuk, ondan bir şeyler götür­
müştü. Onu yenilgiye uğratmış, tamamen zararsızlaştırmıştı.
Batı literatüründeki Doğu gezginleri tam olarak bu des­
tansı yolculuk' modeline uymaktadırlar. Örneğin Disraeli'nin
Tancred'inde aydınlanmak üzere Doğuya gitmeleri söz konu­
sudur. Ancak yolculuk ilerledikçe, 'aydınlatıcı' olmaya başlar.
Kargaşa içindeki bu duygusal yaşama, kendi yetiştirilme tarzı­
na ait sınırlamalar ve otoriter bir ahlakçılık ithal eder. Doğudan
dönüşünde olgunlaşmıştır, ama hiç değişmemiştir. Yabancıla­
ra, kendi varlığında bir parçalanma olmaksızın katlanabildi.
19.yüzyıl İngilteresi, kurgusal Tancred'i üretmenin yanısı-
ra, yazılanndaki suretleri ile pek çok karakteristik özelliği pay­
laşan gerçek gezginler de üretmiştir. Yolculukları, gerçek fizik­
sel başlangıçtan çok önce başlaniıştı. Eğitimleri yoluyla ve genç­
ken okudukları kitaplarla Doğuya yakıştırdıklan niteliklerin
çoğu ile önceden karşılaşmışlardı. Viktoryan gezginler, dünyayı
keşfetmek tutkusuna sahip olmalarına rağmen, kültürel üstün­
lüklerinden yararlanmak konusunda pek de başanlı olamamış­
lardı. William Hazlitt, 'On Going on a Journey'de bu zorluktan
söz etmekteydi:

Hiç şüphesiz ki, yabancı ülkelere yolculuk,başka hiçbir yer­


de uyanmayacak duyumlar yaratıyor: Yaşandığı sırada,

106
bitmesinden sonrakinden çok daha büyük zevk veriyor. Ge­
nel bir tartışma ya da başvurulabilecek bir kaynak olama­
yacak kadar bizim alıştığımız ilişkilerden uzak ve sanki va­
roluşun bir başka biçimi, ya da bir rüya gibi bizim günlük
yaşam tarzımıza eklenmiyor.2

Bu 'alışılmış ilişkiler’ yabancı ülkelere yapılan gezilerle tehdit


edildiğine göre, gezgini rahatlatmak için, şu ya da bu yolla ko­
runmalıydı. Hazlitt, bu açıdan gezginin yanma kendi ülkesin­
den bir yol arkadaşı almasını önermekteydi. "Çünkü, bir İngiliz,
yabancı davranışlara ve düşüncelere karşı her zaman gönülsüz
yaklaşır, her ne kadar bunları irdelemek son derece büyük bir
toplumsal sempatinin varlığını ve yardımım gerektiriyorsa da"
demekteydi. Gezginin, kendi toplumundan ve kendi anadilin­
den ayrı düşünce hissettiği yabancılığı vurguluyordu. İngilte­
re'den birisi ne denli uzaklaşırsa, onun İngilizliği de o^denli ge­
rekli olurdu.

İnsan Arabistan'ın çöllerinde, kendini arkadaşlarından ve


yurttaşlarından uzakta ve neredeyse boğulacak gibi hisse-
diyor...Bu tür durumlarda kendi düşünce yöntemine taban
tabana zıtlık içinde, insan kendine özgü bir türe benziyor,
kendi toplumundan koparılmış bir dal gibi, ta ki derhal bir
arkadaş desteği buluncaya kadar, s

Şayet İngiliz gezgin yanına bir yol arkadaşı bulamazsa, geçeceği


yerlerde, o tecrit duygusundan sakınabilmek için, en azından
kendinden önceki gezginlerin deneyimlerinden yararlanmalıy-
dı.Bu tanıklık, Doğunun bütünlüğünü belgelemekteydi. Avru- ’
pa, Doğuya bir lüks gibi göründüğüne ve tüm olumlu özellikleri
bünyesinde barındırdığına göre, Doğu Batı ile olan benzerlik ya
da farklılıklarına göre yargılanmalıydı.Batıya benzememek 'di­
ğeri' olmak, aşağı olmaktı. Batıya daha çok benzemek ise ilerle­
mek oluyordu.

107
Genellikle memurlar ve özellikle Royal Geqgraphiçal Soci­
ety, The Last India Company ve The British Muséum; antika­
lara duyulan tutku, kişisel arzulardan ulusal bir dürtü olmaya
dönüştüğünde, gezginlerin gidip gördükleri ülkeleri anlatabil­
melerini teşvik ediyordu. Bu dâ bilgiden tad alman Viktorya ça­
ğının genel olarak entellektüel .denetim isteğine uygurtdu.Böy-
lelikle Doğu; isteyenin alfabesini çözebileceği, sınırlarını bilebi­
leceği, beri yandan olası her yoldan dizginleri tutabilecek olan
ve sömürge topluluğunun bir üyesi olarak, gezgin gözlemlerinin
sonuçta emperyalizmin mitlerini onamaya hizmet eden bir
medyum sayılmasıyla ve Batıdaki kamuoyuna akıl hocalığı
yapmasıyla özellikleri belirlenen bir yerdir.Gezi gözlemleri,
sonradan tek tek gezginler tarafından sürekli takviye edilebil­
diği şekilde, çoğaltılmaya müsait bir tarzda yazılıyordu. Bu ge­
lenek, kültürel tanımların biçimlenmesinde çok etkin olmuştu.
Doğuya sızma fikri, Viktorya dönemi İngiliz gezginleri çok
etkilemişti. Bir çoğuna göre, Doğulular gibi yaşamak, esrarları
çözebilmenin en iyi yoluydu. Örneğin, Lane, Müslüman yaşan­
tısını yakından izleyebilmek için, Kahire'nin bir Arap bölgesin­
de yaşamayı tercih ettiğini vurguluyordu.

Her seviyede çeşitli müslümanla ilişki kurdum. Onlar gibi


yaşadım, onlann alışkanlıklarına uyum sağladım, ve onları
kendime karşı her konuda çekebilmek ve çekinmemelerini
sağlamak için görüşlerimi açıkça belirttim... Bu arada, giy­
mek için çok uygun bulduğum giysiler içinde, genellikle
Türke benzetiliyordum.4

Lane, İngilizliğini ele yerecek her şeyi, her yolu kullanarak, ye­
ni giysilere, yeni görüşlere ve yeni bir isme uyum sağlayarak de­
ğiştirmek istiyordu. Edward William Lane, eski beyëfèndi, ar­
tık Mansur Efendi idi. Pek çok kılık değiştiren İngiliz gezgin, ad­
larını da değiştirmişti: Burton, 'Buşir'li Mirza Abdullah' (bu adı
kendindeki değişikliklere göre değiştirdi) adını; Doughty, Halil

108
(çünkii Charles adına en yakın bu idi) adını almışlardı. Lawren­
ce ise adını bedevilerin yanlış telaffuz ettiği şekilde Orens ola­
rak değiştirmişti.
Kılık değiştirmek, değişen kişiye, sanki büyü yapmış gibi
bir ırktan diğerine geçmeyi sağlardı. İnsani değerlerde ve sosyal
statüde böyle bir düşüş, bir oyun gibi sürdürülmekte idi i£e de,
gerçekte, sert kuralların hüküm sürdüğü Viktorya toplumun-
da, önceden belirlenmiş hiyerarşide ciddi bir farklılaşma, insa­
nı anında sürgüne götürürdü. Bir ırksal kategoriden diğerine
geçerek Avrupa giysilerini Oryantal kılıkla değiştirmek gezgin­
lere hoşça vakit geçirtiyordu. Bununla birlikte, hiçbir Avrupalı,
Doğu dilini konuşarak,giysilerini kullanarak ve alışkanlıkları­
nı edinerek gerçekten Doğulu olmayı istemezdi Ayrıca, Lane ve
Burton gibi, özel çıkarları olmadıkça hiçbir Avrupalı Doğu top-
lumlanhı Batı toplumlarına da tercih etmezdi. Bu yüzden de,
Bati ve Doğu, hiç buluşamayan iki üç olmayı sürdürdü: Ancak
çok yüzeysel bağlar kurulabilirdi.Kılık değiştirme, zenginler
,için boş zamanlarda oynanan bir oyundu. Zevksiz Viktoryan ha­
yallere, erotik bir Doğu gezisi uygun düşüyordu ve gezginş, sır­
larını çok sağlam koruyan dünyadan uzak bir yaşama derin ola­
rak sızma fırsatını veriyordu. Tehlikeler, macera duygularıyla
içiçe yaşanıyordu. Burton m Mekke yolculuğu da böyle bir tehli­
ke hayranlığı ile gerçekleşmişti. Hacca gitmeğe kalkmasını,
kendi itirafı ile, kılık değiştirmekteki ustalığını, risklere rağ­
men, sonuna kadar sınamak şeklinde açıklıyordu. "Bir müslü-
man olarak görünebilip, hayatı pahasına da olsa Mekke'ye ula­
şabilecek miydi?" İşte yolculuğun sırrı da buydu. Amacına ulaş­
tığında nasıl gururlandığından söz ediyordu:

İşte sonunda uzun ve yorucu yollan aşıp, hedefime, Hacca


ulaştım. Her yıl bir çok insanın djişü olan şeyi gerçekleştir­
dim. Koca katafalk, medyumun garip duaları ve kasvetli
koyu renk çuhanın sert çizgileri... Çok tuhaftı, özgündü. Ve
bu kutsal türbeyi görme fırsatına ne kadar az insan sahip­

109
ti!Emin olun ki, ne ağlayarak perdeye satılanlar, ne de çar­
pan yüreklerini tâşabastıranlar, uzaklardan , kuzeyden ge­
len Hacı kadar derin duygulara kapılmamışlardır. Ama, ta­
bii, şunu da yadsıyamam ki, onlarınki dinsel taşmanın yük­
sek duyguları iken, benimki aşın gururdan dolayı kendin­
den geçmekti. 5

Kılık değiştirmek, oyuncunun sanat gücü yüksek ise, yerlileri


bu oyunda mat edecek kadar ileri götürülebilirdi. Bazı batılılar
bir bedevi olduklan zannedilerek tepki toplayabilmişti. Peter
Brent'in öne sürdüğü gibi, 'sıradışı bedeviler, süper Araplar' ol­
muşlardı.6 Kılık değiştiren kişi, kendi yurttaşları arasında da
inandırıcılığı ölçüsünde bundan zevk alırdı. Burton, Hint ordu­
sunda kendisini tanıyamayan iki meslektaşının ona, 'sonradan
görme zenci' dediklerini anlatıyordu. Lawrence de, Allenby'nin
'çıplak ayaklı ipek giysili adam' taklidinden şaşkına döndüğü­
nü, gerçek mi değil mi, bir türlü ayırd edemediğini söylüyordu.
Kılık değiştirme yoluyla, yabancı ülkede bilgi toplamak ola-
naklı olduğundan,bu, politik bir silâh da sayılabilirdi. Örneğin
James Silk Buckingham, Mısırlı bir fellah kılığında Arapça öğ­
renmeye çalışmıştı ve Travels in. Palestine (1821)adlı kitabını
sonradan Hindistan hükümetine ithaf etmişti:

Ülkenin büyük bölümünü, oranın yerlisi gibi, Arapça konu­


şarak gezdim. Böylelikle insanlarla en rahat davrandıklan
zamanlarda özgün ilişkiler kurarak başka türlü mümkün
olmayacak denli açık kaynaklardan bilgi edindim.7

Burton, Paşa kılığında Mekke'ye giderken, kendisine yaklaşan


bir Hintli, vatanseVer duygularla Hint bölgesinde İngilizlere
karşı plânlanan ayaklanmaları haber vermişti. Tabii Burton,
bunu İngiliz yetkililere telgrafla bildirmekte hiç gecikmemişti.
Böylece kılm değiştirmek, îngilizlerin Araplara kullandığı kla­
sik bir yöntem oldu. Leila Ahmed'e göre, bu yöntem, özü itiba­
#

riyle Batı ve İslam arasındaki düşmanlığı, şaldırganlığı ve


ayaklanmaları körüklüyordu.8Kılık değiştirenler, yeni kültü­
rün içine girdikçe kendi üstünlükleri konusunda daha fazla ik­
na oluyorlardı. Giderek yerlilerle başa çıkma konusunda reçe­
teler sunmaya başladılar. İşte Burtonm Mısırlılarla uğraşabil­
mek hakkındaki reçetesi: "Sir Charles Napier'in Sindlileri yö­
nettiği gibi davranılmalı. Onları dikkatle yakından izlemek,
halkı silahsızlandırmak, askeri idare ile yönetmek ve geniş yı­
ğınların toplantı yapmasına engel olmak gereklidir."9 Aşağıda
da Lawrence'in Araplarla nasıl uğraştığını bulacaksınız:

Araplarla başa çıkabilmenin sırrı, başı sonu belirsiz bir sü­


rekliliktir. Daima savunmada olmanız gereklidir.Asla dü­
şünmeden birşey söylememelisiniz. Hep tetikte olarak ya-
nmızdakileri izlemelisiniz. Gelen geçeni dinlemeli, olup bi­
tenin farkında olmalı, onların karakterlerini okumalı, zaaf­
larını ve zayıflıklarını keşfetmeli ve bulduğunuz herşeyi
kendinize saklamalısmız.10

Bu pasaj, İngilizlerin gittikleri ülkede kendilerini ne kadar


farklı hissettiklerinin bir kanıtıdır. Lawrence, "Bir yabancı ola­
rak onların arasına gönderilmiştim. Onlar gibi düşünemiyor,
onların inançlarına bağlanamıyordum. Onların kişiliklerini an­
layamazsam, en azından kendi kişiliğimi gizliyordum."11 diyor-
du.Zaman zaman Doğulu görünürken Batılı olmak duygusal
bölünmelere de yol açmaktaydı. Lawrence aktarıyordu:

Yıllarca Arap giysileri içinde, onlann ruhsal, zihinsel yapı­


larını taklit ederek yaşamak, beni İngilizliğimden uzaklaş­
tırdı.. . Arap kişiliğini kabul edemiyordum; son derece yap­
macık oluyordu. Bazen iki kişiliğimin karmakarışık olduğu
anlarda, kendimi kaçıklık smınndjı ijuluyordum. Çünkü
kaçıklık, herşeye iki tür geleneğin, iki tür eğitimin, iki tür
çevrenin peçesi ardından bakan birine çok yaklaşabilirdi.12

111
Pasajda melankoli ve şüphe havası etkindi. Fakat bu tür duygu­
lar Lawrence 'i inandırıcı olacak denli ikna edemiyordu. Gerçek-
,ten de, geçici bir süre için yaşamı paylaştığı esmer insanlardan
farklı olduğunu çok iyi biliyordu ve bunu şöyle dile getiriyordu:
"Bizimkinden çok açık şekilde farklı olan yüzlerini hoşgörebili-
yordum. Ama vücutlarının bizimkinden hiçbir farkının olmayışı
beni çileden çıkarıyor."13Lawrence'i çileden çıkaran bu duygu­
lar, Guliver'in kendisine benzer bedenleri olduğu için Yahoolara
hissettiklerinin aynısı idi.
îngilizin kendisini üstün görmesi, onun yerlileri geliştirip
, aydınlatmasına engel oluyordu. Lawrence, kendi kaderlerini
kendi elleriyle yazamayacak olan bu insanlara liderlik yapmak
zorunda hissediyordu kendini:

Yeni bir ulus yaratmaktı, düşüncemdeki. Bu yirmi milyon­


luk ırka ilham kaynağı olan Ulusal düşüncelerinin rüyalar­
daki sarayını kuracaktım.14
Zaman zaman Lawrence, bu iddialarının saçmalığını farket-
mişti herhald.e. Üstlendiği bu 'efendi-sahip' rolü, kendi oyuncu­
sunu da köleleştirmiyor muydu?

Kendim yabancılara veren biri, ruhunu o acımasız efendiye


teslim etmiştir. Onlardan değildir o. Karşı koymaya çalışır,
benim bir görevim, bir misyonum var diye rahatlamaya ça­
lışır. Onları kendilerinin rıza göstermeyecekleri bir şeye
yönlendirmek ve bu süreçte kendinin irade dışı sömürüldü­
ğünü görmek...15

Demek ki, Araplar 'yabancı' idiler ye onlarla ilişkiye girebilmek


de tehlikeliydi. Çünkü, ya onları boyun eğmeye ya da her tür ah­
laksızlık karşısında köleleşmeye zorlamak gerekliydi. Oysa, ne
■onun hakimiyet kurabildiği, ne de onların değişmediği durum­
lar da olabilirdi. Belirsizlik içinde, boşalan bir kişilikle aşağılan­
mak olan Yahoo yaşantısına mahkum olarak, öylece kalırdı.

. .112
Doğu yolculukları, İngiliz gezginlere, kullandıktan sonra
askıya alabilecekleri alternatif bir 'ben', bir kişilik sağlıyordu.
Yasaklanan ve sosyal zorunluluklardan kaçılabilecek bir yerdi.
E.W.Lane de Doğuya bu sınırlamalardan kaçmak için gitmişti
ve Douğhty'nin deyimiyle, kısa sürede "Doğuya çarpılmış, yol­
dan çıkmıştı". Nargilesini dönüşte yanında götürmüş ve yemek­
lerde bağdaş kurup sandalyelere oturarak ev sahiplerini şaşırt­
mıştı. Doğü onun kariyeri olmuştu ve bir türlü emekli olamıyor­
du. Burton da Trieste'deki donuk diplomatik kısır döngü için­
den duygusal Özlemlere düşerek, çöllerin tadını anlatan mek­
tuplar yazıyordu:

Donuk ve saygın ortamımdan, daha önce yaşadığım ülkeye


Arabistan'a siizülüyorum.Yeniden sonsuz göklerin altında,
o muhteşem havayı, her nefeste insanların ruhunu yücel­
ten, pırıltılı şarap havasını soluyorum. Bir kez daha gör­
düm... Kilimli evlerden dışarıya uzanan ve başka hiçbir top­
rak ya da deniz üzerinde şarlamayan o ışığı gördüm. Sonra
bedevilerin alçak ve siyah çadırları belirdi, sonsuzlukta be­
nek benektiler...16 ■

Burton, diğer seçkin Viktoryanlar gibi kendi alanmın temsilcisi


sayılıyordu. Ne var ki, diğer konularda da bu niteliğinden çok
ayrı düşebiliyordu. Kişiliği, ikilemli doğasını ele veriyordu;
Londra'daki misafir salonlarını küçümsüyordu, ancak adı kötü­
ye çıkıp da kariyer umutları suya düşünce, bu salonların içinde
yaşıyor olmasına hiç kimse imrenmez oldu ve boynu büküldü.
Onu Arap köylüleri ve çeşitli ırkların sapıkça ilişkilerini araş­
tırmaya iten cinsel bir merakı vardı. Oysa, gururlu ViktoTyan
prensipleri içinde kurulmuş, uysal bir evliliği vardı. Burton'ın
egzotik ülkelerdeki gezileri, resmi olarak engellendiği zaman,
elçi olarak Trieste'ye sürüldüğü de bildirilmişti. Monckton Mil-
nes'e mektubunda, oradaki sakin yaşamın kendisine c tuhaf
tehlike arzularını duyurmadığından şikayet ediyordu:
Hastayım. Hareketli yaşamak istiyorum. Asya ya da Afrika
ya da benzer bir yer olabilir. Tiflis için başvurdum. Bir gö- •
revli, "İkimiz arasında dil bilen askeri birini göreve ataya­
caklar" dedi. Ben de "Ben dil bilen askeri biriyim" dedim.
Tannm! 17

Ve kendim tasvir edişi imparatorluk ordusunda eğitilip emper­


yalist görüşleri temsil edecek yetenekleri kazanmasıyla sonuç­
landı. Belki de bu görüşleri çok şaşırtıcı ve yumuşak bir şekilde
yaymaya çalıştığından cezalandırılması gerekmişti. Çağın fan-
tazilerini bu kadar dolu dolu ve açıkça sergilemesi, resmi sırlan
taşıması açısından bir tehdit oluşturmaktaydı. Burton'm zih­
nindeki bilimsellik, çevirilerini yapmakta olduğu, izleyicileri­
nin taleplerine uygun erotik hikayeleri küçümsüyordu. 1001
Gece Masalları'nın topladığı ilgi karşısında, "Şüphe ederek bu
yaşımda bir kitap çeviriyorum, hemen 16000 Gine kazanıyo­
rum. Artık İngiltere'de zevk ne anlama gelir, biliyorum.Bizler
asla parasız yapamayız"18diyordu. Ancak, bu metinler öylesine
büyüklük içindeydiler ki, ayrılıp parçalanmaları çok güçtü.
Burtonjn bilimselliği bile etkisiz kaldı. Okuyuculanmn taleple­
rini karşılamaya küçümseme duygulan içinde devam etti. 19.
yüzyıl gezi anlatılarının genel anlayışını kıramadı.

SERT BİR MİSİLLEME

Doğunun yanında yer alan özel bir Viktoryan gezgin vardır ‘


ki, adı Wilfrid Scaweri Blunt'tır. Sömüren yurttaşlanna karşı,
sömürülenlerin yanında yer almıştır. Blunt, onlann özgürlük
mücadelelerini, Lord Byron'dan kalan bir tavırla (sonradan
Lord Byron'ın torunu ile evlenmişti) ulusal nedenlerini savuna­
rak yazmıştı.
Toprak sahibi bir orta sınıf mensubunun oğlu olan Blunt,
şehir dışındaki yaşama sempati beslemesine yol açan kırsal ke-

114
sime büyük bir ilgi duymaktaydı, Viktorya endüstrisinin ve
onun yeni para akımının hızla aşındırmakta olduğu köylülük ve
şövalyece yaşam tarzını, Arapların hala sürdürdüğünü düşü­
nüyordu. Onlar asil, çömert, gururlu idiler ve tam takım giysile­
ri ile atlarının üzerinde bir resim gibiydiler, w İlk yolculukların­
dan birinde Fransız Kuzey Afrikasmda, Blunt, Araplarla Fran­
sız sömürgeciler arasındaki çelişkiden büyük şaşkınlık duy­
muştu:

Bir yanda deve sürüleri ve atlarla destansı anılan çağrıştı­


ran gelenek yönü ağır basan, asil kırsal yaşam ve diğer yan­
da da şarap dükkanları ve domuzlanyla Fransızların o ba­
yağı pislikleri gözümüzden kaçmıyor ve toprağın bu sonun­
cu lordlan ile 'onların hizmetlileri arasındaki uyumsuzluğa
öfkelenmemek elimizde olmuyordu.20

Cezayir yolculuğu, genç gezginde sempati duygulannı pekiştir­


mişti. Ancak, sonradan anımsayarak itiraf ettiğine göre, bu naif
sempatinin hiçbir politik boyutu yoktu.
Blunt için durumu değiştiren olay, Hindistan gezisi idi. Bu
olay, Batının Doğudaki haksız hakimiyetinin çarpıcı örneğini
sunmuştu, ona. Bu yoksullaştırılmış ve ürkütülmüş köylüler,
Blunt'ın Avrupa'nın kolonileştirme hareketine ilişkin gerçek
bir sonuca varmasına yol açtı. Ülkesine yazdığı bir mektupta öf­
keyle İngilizlerin zorla aldığı tuz vergisinden söz etmekte idi.21
İngiltere'nin Hindistan'ı yalnızca geliştirmeye çalıştığını öne
süren emperyalistlere Blunt, “Bugünkü hızla bu ülkeyi geliştir­
meye devam edersek, sonunda bu insanlar çareyi yamyamlıkta
bulacaklardır, çünkü birbirimiz dışında yiyecek birşey kalma­
yacaktır." diyordu.22 Kırlık yörelerde başlayan açlık ve kıtlığın,
geniş ölçüde İngilizlerin hatalı yönetiminden kaynaklandığını
ekliyordu. 23 "Hindistan'ın gerçek özlemi, kendi kendini yönet­
mektir. Yani, yalnızca yürütme yetkisini değil, yasama yetkisi­
ni ve finansal yetkiyi de ellerinde tutmalıdırlar"24 bunlara rağ­

115
men, askeri konuda Blunt, aynı objektifliği gösteremiyor, ora­
daki İngiliz askeri varlığının gerekliliğinden söz ediyordu.25 Bu
fikrin yalnızca kişisel görüşü olduğunu da ekliyordu. 26
Kendi yurttaşlarının aksine Blunt, aşil bir din olarak İsla­
ma sempati ve saygı duymaktaydı. The Future of İslam adlı ki­
tabında şunları vurguluyordu:

Kendimi İslam amacına adadım, iyiliği amaçlamak olduğu


için ve dünyanın büyük bölümünde insanlığın refahını dü-
, şünenlerce desteklenebilmek için.27

İslama duyduğu sempati sonunda, onu Avrupa'nın müdahaleci­


liği ve Osmanlı adaletsizliği karşısında Arapların tarafını tut­
maya yönlendirmişti. Birçok bakımdan yol göstericisi ve hocası
olduğu T.E.Lawrence'tan dahi daha cömert bir tavır içindeydi
Araplara karşı. Arapları kendileriyle eşit görüyor, dost aristok­
ratlar, 'çöl centilmenleri' olarak nitelendiriyordu.28Burton, Do­
ughty ve Lawrence'tan farklı olarak Blunt, bedevi niteliklerine
sempatisinden hiçbir zaman bir sapma göstermemişti. Onlann
derin dindarlığına ve siyasal- toplumsal eşitlik görüşlerine gıp­
ta ediyordu. Yönetici şeyhlerin yüce ruhlu oluşlarıyla hakettik-
leri saygıyı kolayca kabul ederken, hiçbir kâba ihtişam ya da güç
gösterisine hoşgörü göstermemelerini övgüye layık buluyordu.
Araplara duyduğu sempati, büyük ölçüde aristokrasinin üstün­
lüğüne olan inancına ve de maalesef ki Yahudilerei düşmanlığı­
na dayanmaktaydı.
Nejd'den dönüşünde Blunt, Arapların çöl yaşamının yeni­
den canlandırılması ve potansiyellerinin tam olarak kullanıla­
bilmesi için Osmanlı boyunduruğundan kurtulmaları gerektiği
görüşündeydi.29 Bü düşünce ile, Halifeliği İstanbul'dan Mek­
ke'ye taşıyabilmek için vahşice plânlar tertipledi. Bu taşıma"işi­
ni merhametli İngiliz hükûmetinirrtıimayesinde uygulayaçakr
lardı, zira, yine Blunt'a göre, onlar diğer Avrupalı uluslar ara­
sında hiç görülmeyen, İslama karşı bir hoşgörü geleneği besle-

116
inekteydiler. Dış Bürodaki beyefendiler, Blunt'ın plânını aynı
ilgi ile karşılamadılar. Blunt'ın stratejisinin yararını anlamala­
rı bir kaç on yıl alabilirdi. BÖylece, plânlan sonucuna ulaşmak-
sızın, sadık öğrencisi 'Arabistan'lı Lawrence' tarafından yürü-
, tülecekti. "Arapların yeniden doğuş" planıyla ilgili naif görüşle­
rinin emperyalist hedeflere hizmet edecek politik bir tuzağa
düşmesi, ateşli bir anti-emperyalist olarak ölen biri için hiç de
azımsanmayacak bir ironi olacaktı.
Blunt'ın Arabistan’da ulusal bir harekete ilişkin umutlan,
dönemin politik ortamı tarafından bozulunca ve Mısır gezisinde
despot hidiv Tevfîk'e karşı ayaklanmanın lideri olan Ahmed
Arabî ile karşılaşınca, kalemini Mısır milliyetçileri/için kullan­
maya karar verdi. The Secret History of the English Occupati­
on of Egypt adlı kitabında Arabî ile derinleşen ilişkisini anlatı­
yordu. Kahire'den ayrıldığı sabah şöyle yazmıştı:

Şubatın 27'sinde İngiltere'ye dönmek üzere yola çıkacağım


sabah, Arabi'yi son kez ziyaret ettim. Üç aydır Mısır'da bu­
lunuyordum, ama beni Öylesine etkilemişlerdi ki, sanki bir
ömür gibi gelmişti. Mısır’ı ikinci vatanım gibi görüyordum
ve kendi yurttaşlarımmış gibi kaderimi onlarla paylaşmayı
istiyordum.30

Ran dökülmeden anayasal reforma gidilmesinden bir süre son­


ra, İngiliz ve Fransızlar hı^zursuzlandılar. Hidiv'in çürük otok­
rasisine boşuna yatırım yapmışlardı ve öfke içinde halkçı ayak­
lanmaya bir kerede kesin son verme kararı aldılar. Anglo-Fran-
sız Birleşik Notası ve'İskenderiye'nin rasgele bombalanması,
1882 Eylülünde Wolseley'in kuvvetleri tarafından Arabi'nin
yenilgiye uğratılması ile sonuçlandı.Ülkesinin Mısır milliyetçi­
lerine verdiği zararı ödeyebilmek Burton için artık olanaksızdı.
Kişisel etkisini ve servetini kullanarak Arabî ve adamlanna ve­
rilen ölüm cezasını Seylan'da ömür boyu sürgüne çevirtebildi.
Olay bütünüyle yalnızca tarihsel bir trajedi değil, Blunt için ona

117
acı veren ve onu yıpratan kişisel bir yenilgiydi de.
Ne olursa olsun, bu, Blunt'ın kalemini son kez Mısır için
kullanmış olması anlamına gelmiyordu. Kısa süre sonra Atro-
cities of Justice under British Rule in Egypt adlı önemli kitabını
yayınlattı. Bu kitapta Lord Cromer'in iktidarı sırasında ülkede
işlenen cinayetler kapsanmıyordu. Blunt, şöyle yazmıştı:

îngilizler ve yerli halk, özellikle de İngiliz görevliler ve Mı­


sırlı fellahlar arasındaki suça ilişkin ilişkiler, adaletsiz bir
zemin üzerinde yer alıp, birincileri savunurken İkincileri
cezalandıran ve genellikle uygun görülen politik nedenlere
dayandırılmıştır.31

Blunt; masum kurbanların bir hiç yüzünden öldüğü bu bir kaç


olayı ayrıntısıyla anlatmıştı. Ama, en acı olanı da Denshavvai o-
layı idi ki, hem Mısır'da, hem de Avrupa'da büyük tartışmalara
yol açmıştı.Olay şöyle gerçekleşmişti: Beş Ingiliz görevli, Mı­
sır'ın şehir dışı bir bölgesinde kamp kurmuşlardı. Denshawai
köyünde domuz avlamaya başladılar. Köyün önemli geçim kay­
nağı olan evcil domuzları avlamalarına engel olmak isteyen
dost köylüyü yaraladılar. Sert ve hoşgörüsüz tavırları karşısın­
da kavga çıktı ve etraflarını saran köylüler de onlan yaraladı­
lar. Ingilizlerden Kaptan Bull isimli biri, kaçarken şiddetli bir
çarpma sonucu beyin sarsıntısı ve güneş çarpmasıyla öldü. 32
Bir köylü onu görüp kurtarmak istediyse de, başaramadı. Kısa
sürede olay yerine gelen İngiliz askerleri, Kaptan Bull ile ilgile­
nen köylüyü görünce, onun öldürdüğünü zannederek, tabanca­
larının kabzalarıyla vura vura onu öldürdüler.Sonradan Lord
Cromer bölgeye bir Ingiliz müfettiş gönderdi; o da olayla ilgisi
olmayan beş kişiyi tutuklayarak hemen ölüm cezası istedi. Bir­
kaç gün sonra usulden bir mahkeme yapıldı. Ne var ki, Blunt'ın
vurguladığı gibi, idam emri dava başlamadan çok önce verilmiş­
ti.33
Davâ görülürken, beş kişilik jürinin üçe indirildiği, birinin

118
Ingiliz, birinin de bölgesel İngiliz yetkililere yakın ilişkileri
ile tanınan bir Hıristiyan Mısırlı olduğu; tarafsız bir jüri ol­
madığı açıktı.Muslüman Mısırlı, İngiliz grubun suçlu olduğu­
nu söyleyince,İngiliz yargıç tarafından sertçe azarlandı: "Se­
nin iddian hiçbir surette beni şaşırtmadı. Bütün Mısırlılar
aynıdır. Hiçbirine güvenilmez."34
İngiliz subaylarından bu işe karışan tuhaf isimli yüzbaşı
Pine Coffin yalancı şahitlik yaparak, grubundakilerin vahşi
domuzlar avladığını, bu domuzların herkesin malı öldüğünü
söyledi. Bu nedenle beraat etti. Diğer yanda, suçlanan Mısır­
lılar kendilerine hiçbir şans tanınmadan hayvanlar gibi av­
lanmışlardı. Hiçbir savunmaları yoktu, sonuç önceden plan­
lanmıştı:

Suçlanan 57 kişiden ellisi hücrelere kapatıldı. Diğer yedi­


si kayıptır: Ve 'en contumace' (gıyaben) yargılanacaklar­
dır. 57 kişinin tümünün sorgulanması tam otuz dakikada
bitmiştir. Yani, bu, onlara kendilerini savunmaları için
hiç zaman verilmediğini gösterir.35

Dava biter bitmez idamlar başladı Blunt, ilk idamlık olan ,


köyün yaşlılarından ibret için asılacak birini anlatıyordu:

Beyaz sakallı, hâlâ dinç, yetmiş yaşlarındaki adam, ça­


murlu toprak üzerinde hiç sendelemeden çıplak ayakla­
rıyla ilerledi. Kendisine yöneltilmiş süngüleri olan iki as­
kerin ortasında getirilerek ölüm cezasının okunmasını ce­
sur bir ifade ile dinledi. Darağacına yürüyerek ayrtı ka­
rarlılıkla basamakları çıktı. Yüzünü üç çeyrek asırdır hu­
zur içinde yaşamış olduğu köyüne dönerek ipin altında
durdu. Çığlıklar içinde ağlayan ve ellerini ona doğru uza­
tan karısını, çocuklarını, tüm ilişkilerini gözünün önün­
den geçiriyor olmalıydı.36

Denshawai olayı, Mısır'daki koloni yönetimi altında adaletin


' 119
halka nasıl dağıtıldığını gösteren bir örnekti. İngiliz koruması
altındaki 'özgür Mısır’ miti bir kez daha sarsılmıştı. İngiltere,
zorbalıkla ve tamamen kendi çıkarları için oradaydı. Ingiliz hü­
kümetinin salt politik amaçlarla suçluluk kanıtlamaya çalıştığı
diğer davalardan Blunt söz etmiyordu.37Sömürgeci stratejinin
bir taktiği de, halkı hakimiyet kurabilmek amacı ile terörize et­
mekti. Gizli bir politik misyon ile Bedeviler arasına gönderilen
Profesör Palmer, fölü geçerken öldürülünce, İngiliz kamuoyu
ve İngiliz yetkililerden büyük bir tepki geldi; Burton da bunlar- v
dan biriydi ve kabilelere ibret olacak en sert cezanın verilmesini
istediler.Albay Warren, beş suçsuz adamın asıldığını, yanısıra
pek çok kadın ve çocuğun da hapse atıldığını görmüştü.38Bu,
Kitchner’in Gordon'dan intikam alışıydı, yine de daha küçük ve
daha az vahşi bir intikamdı. İngilizlerin Mısır'da adil bir yöne-
. tim için daha özgür olmaları açısından 'Sıkıyönetim' uygulan-
1 mıştı:

1895'te yayınlanan kararnameye göre, Mısırlı bir yerli,


haddi olmayarak bir İngiliz asker kendi karısına şiddet kul­
lanırken ona engel olmaya ya da en azından buna içerleme-
ye kalksa, ölüm cezasına çarptırılırdı; hatta kazığa çakılır,
çarmıha gerilirdi demek hiç de abartma olmaz.39

İmparatorluğun görüşlerine karşı böyleşine duyarlı ve tutarlı


bir şekilde karşı koymaya çalışan tek Viktoryan gezgin, belki de
Blunt idi. Gezginlerin çoğu, imparatorluğun politikalarını iç­
tenlikle desteklemeseler de emperyalist mantığın önünde eğil­
mekten memnundular. Bazıları, denizötesi dünyanın ironik
gözlemcileriydiler ve bunun uzantısı olan, kendi yurttaşlarının
bu dünyaya yaklaşımlarının da, tabii. Ancak, bu alaycı tavırla­
rıyla imparatorluğun fikirlerini etkisizleştirmekte pek başarılı
sayılmazlardı.Örneğin Albert Smith, gezi yazılarının çoğuna
büyük şüphesi olan bir gezgindi. Oryantal hikayelerin gelenek­
sel yazarları tarafından çeşitli hileler yoluyla değişiklikler, ek-

120
lemeler yapıldığını görmüştü. A Month at Constantinople adlı
kitabının ikinci baskısının önsözünde bundan söz etmişti:

Umarım, gezginlerin pek çoğunun Doğuyu anlamsız, yanlış


ve aşırı renkli abartmalarla tasvir etmeyi gerekli bulmala­
rına bir son verilir. Bunu eleştirerek ben elimden geleni
yaptım.40

Ne var ki, Smith'in eleştirel tutumu Blunt'inki kadar politik ol­


mayacaktı. Geleneksel Doğu anlatımına ilişkin başlıca itirazı,
içerikten ziyade yüzeysel idi. Gezginlerin çok nazik ve süslü bir
tarzda gerçeği romantize etmelerinden hoşlanmıyordu. Bunla­
rı, sahte bir şekilde okuyucunun umutlarım uyandırmakla yar­
gılıyordu. Örneğin İstanbul'un görüntüsünü öylesine saçmala­
yarak yazmışlar, aşın övmüşlerdi ki, bu beklentilerle oraya gi­
den insanların tatmin olmaları olanaksızdı.41 Smith'in kendi
edebi stratejisi, okuyucuya hoş ve duygulu anlatımlar yerine
katı gerçeğin bir bölümünü vermek idi. Yaptığı tasvirlerde belli
bir ton kullanarak Doğunun üzerindeki esrar perdesini açmaya
çalışıyordu.Ancak, onun görebildiğini anlayabilecek ya da tak­
dir edecek hiçbir ciddi çaba da yoktu. Yalnızca kendinden önce­
ki gezi yazılarının tantanalı yanlarını ortaya çıkarıyor ve esas­
larına sadık kalıyordu. x
Soğukkanlı anlatımı nedeniyle, Smith bir modernist îdi.
Ancak, kaygısızlığı önyargısızlıktan dolayı değildi ve bakış açısı
da dar idi. Gördükleri ile yakınlığı çok sınırlıydı, pek çok şeye
karşı sabırsızdı. İstanbul'u tasvir ederken kullandığı mizah ço-
cuksuluğun sımrındaydı. Ayasofya camisinde ibadet edenleri
saçma bir şekilde "Başlarının ön tarafım bir yukarı bir aşağı ha­
reketle toprağa değdiriyorlar, sonra tekrar gülünç bir yöntemle
sıçrayarak ayakları üzerinde duruyorlar"42 diye anlatıyordu.
Dönerek semah dansı yapan dervişleri görünce, "Bu adamların
yüzünde utangaç ve suçlu bir ifade vardı, insanda suratlarının
ortasına bir yumruk indirmek isteği uyandırıyordu"43 diyordu.

121
Gerçekten de Smith'in 'güçlü' bir hıristiyan olduğu izlenimi
uyanmaktaydı. İslam için pek zamanı yoktu ve zaten bu haliyle
Ortaçağı aşamıyordu. "Türkler dinlerine ve Ruran'a sıkısıkıya
sanlmışlardır.Çünkü Muhammed yasalarını düzenleyen o
sahtekâr, peşinden geleceklere öyle bir yaltaklanmıştır ki, in­
san doğası değişmediği sürece onların sadakatini garantilemiş­
tir "44demekteydi. İlk Hıristiyan polemikleri, işte yine karşımız­
daydı: Düzenbaz Muhammed ve ilkel duygulara hizmet eden bir
inanç: İslam.
Bâtılı bir okuyucuyu eğlendiren bir takım geleneksel bek­
lentiler bile Smith’de benzerlik taşımıyordu. Topkapı Sarayı
onu 'oryantal* açıdan pek etkileyememişti.45Düşsel cariyeler,
Sultanın gözdeleri, Batı bilgisinde geçen Şehrazadlar ortalıkta
görünmüyörlardı.Bunların yerine Smith tekdüzelik ve çirkinlik
görmüştü. Türk kadınları hakkında şunları söylüyordu:

Hep soğuk ve sağlıksız görünürler, bu bir ölçüde düzenli eg­


zersiz yapma gereksiniminden kaynaklanıyordur. Yaşla­
rından önce çöküyorlar. Sanırım İstanbul sokaklarında
; uzun bir değnekle aksayarak yürüyen yaşlı kadınlardan
daha mükemmel bir cadı görüntüsünü başka kimse vere­
mezdi.46 v

Bir küreği kürek diye nitelendirme yeteneği ile gurur duyan ve


okuyucularının yanılgılarıyla eğlenen pragmatik Smith, sade
giysili, bir Sultanın dua etmek üzere camiye gelmesini, beklenti­
lerinin boşa çıktığı izlenimini yaratan şu sözlerle anlatıyordu:

1001 Gece Masalları rüyası kaybolmuştu. Bir Sultan gör­


müştüm - Büyük bir kral, Alaaddin'in Prensesi Badroulba-
dour'un babası kadar yüksek rütbeli idi- fesi konusunda
ise, Leicester Square'li sıradan bir yabancı olarak geçindi­
ğini söyleyebilirim.47

122
Bir ay sonra,Smith* İstanbul'u duygusuzca ve tüm yanılgılarıy­
la terkediyordu.Havlayan köpeklerini, tahtakurulannı, pasif
ve basit kadınlarını, gülünç dervişlerini ve ihtişamsız Topkapı
Sarayını ardında bırakıyordu. Smith'in eğlendiren bir üslubu
vardı, kendini öven diğer daha az gerçekçi gezginler gibi değildi.
Pek çok yurttaşı gibi saldırgan da değildi, ancak, kendini izleyi­
cilerine hazırcevap ve iğneleyici bir yapıda tanıtmaktan da
memnun oluyordu. Anlatımı da kendi adı kadar gösterişsizdi.
Dpğu hakkmdaki İngiliz gezi yazılarının çoğunluğu ile de,
önemsenebilecek pek az şey paylaşıyordu.

HAC YOLUNDA
\

tngilizleri Doğu yolculuğuna teşvik eden güçlü bir motif de


'din' idi. Yeni materyalizm ve bilimsel buluşlarla tehdit edilen
Hıristiyanlığın köklerine inebilmek gereksinimiydi, bu. Lyell
ve Darwin, mevcut dini görüşleri büyük ölçüde zayıflatmışlardı.
Strauss'un Leben Jesu (1836) ve Renan'm La Vie de Jesus
(1863) adlı kitapları, Kitabı Mükaddes'deki yazıların incelen­
mesine daha layık bir yaklaşım getirmekteydiler. Eski orto-
doksluk şaşırtıcı ve tedirginlik uyandıran açığa vUrmalarm sal­
dırısı altında çökmekteydi. Dindarlık tehlikeye düşmüştü. Bu­
nunla birlikte, yüzyılın ikinci yansında, dini bir restorasyon ol­
gusu mevzi kazanmaya başladı. 'Hacca gitmek' bir kez daha
gündeme geldi, hacılar, kendi almyazılannı teyid etmek ama­
cıyla Kutsal kitaptan açıklamalar bulmaya çalışıyorlardı. Tho­
mas Cook tarafından ’Kutsal Ülke Turlan' düzenleniyordu. Yol-
culann rahat etmelerini sağlayarak hac yolculuğunu kolaylaş-
tmyor, diğer yandan da dinsel duyarlılıklarına uygun hizmet
veriyorlardı. Dayanıklı ve kendine güvenen yolcular Arabis­
tan'a giderlerdi, ancak Thomas Cook Arabistan'a tur düzenle­
miyordu.
Charles Doughty, kutsal topraklar yolculan arasından en
ateşli ve fanatik olanlardandı. Her dönemeçte, Doğu ona Kutsal
ı -

123
kitabı anımsatıyordu. Bedevi yerleşim bölgelerinden birinde
evli ve çocuksuz bir kadın gördüğünde Sarah'a benzetiyor, bede­
vi tenlerinin koyuluğu ve yeminler "Soylu Jonah'dan, David'le
sözleşmesinde duyduğumuz sözler'ı48aklına getiriyordu.
Doughty'nin Arabistan yolculuğuna çıkma kararı ilk kez,
kutsal önem taşıdıklarını sandığı Medain-i Salih* harabelerin­
deki yazıtları çözme isteği ile zihninde uyanmıştı. Arabia De­
serta' nın ikinci baskısının önsözünde, kutsal kitapla ilgili araş­
tırma için duyduğu büyük ilginin, onlan ziyaret etme tehlikesi­
ni göze almasına yol açmış olduğunu belirtiyordu. Bu yolculuğa
çıkmasındaki daha genel dini nedenleri şöyle âçıklıyordu:

Göçebe Araplara gelince... Onlarda, Kedar'm kutsal çadır­


larında atalarının da yaşamış olduğu çöl hayatını görürüz.
Artık yabancılaşmış eski sayılabilir dillerinin benzer deyiş­
leri kulaklarımızda çınlarken, benzer görenekleri gözleri­
miz önünde varolmaya devam ederken, kendimizi göçebe
İbrani Patriklerinin döneminde hissediyoruz... Ve yaşam
deneyiminden kaynaklanan bir güçle, eski kutsal yazıl einn
büyük çoğunluğunu daha ileri bir anlayışla, daha iyi okuya­
biliyoruz.49

Bu 'hayat tecrübesi', Hıristiyan geleneği içinde biçimlenmiş bir


geçmiş ile/ bağlan varsa, olumlu ve ilgiye değer bulunuyordu;
ama şayet yerli nüfusun inanç ve görenekleri Avrupalı gözlem­
cilerin taleplerinden farklı ise ve kutsal kitaptaki dramatik ya­
salardan farklı çağnşımlan varsa, reddedilirlerdi. Çünkü o sta­
tik imajı ve önyargılı bakış açısını zedeleyebilirdi. Doughty'nin
reddettikleri, özellikle çağdaşlannın çok daha irice hoşgörüsüz­
lükleriyle karşılaştınldığında görülen arkaik fanatizmdi. Haçlı
hoşgörüsünü ifade edebilmek için haçlı diline kaymaktaydı:

*Medain, Acem hükümdarlarının şehridir. Bağdat yakınlarındadır. Ebu-


şirvan yaptırmıştır,Halen Jıarabe halindedir. Btiyük bir yer olduğundan
(oğul şekilde adlandırılmıştır. (Mütercim Asım, Kamus)

124
Muhammed'in görüşleri bugün insanlığın yüzde onunun
temel inancıdır.Bu dil denen şey dönmeseydi, dünya nice
olurdu. İnsanlığın çoğunluğunu donatan usu zayıf bir din
bile, bu adaletsiz dünyanın tarihinde önemli bir güçtür.Ya­
şam ve ölüm için milyonlarca insanı birleştirebilen her bağ
tehlikelidir! İslam ve Yahudilçrin genel refahı çok büyük
gizli sırlar gibidir, yalnızca kendileriyle ve tüm yüreği gü­
nahkâr olmayanlarla arkadaşlıkları vardık ve amansızdır­
lar .Ama, İslam öncesi Kabe'deki putperestlik inanç,olgun
Mawmetry'nin kısa, sürede yeniden çürümemesi içindi.50

Doughty'nin dinsel üstünlük anlayışı, kendini doğru olan tek


sisteme inanç propagandası yapan ve talihsizleri aydınlatan
(Napolyon'un laik uyarlam ası' medenileştirme misyonu' gibi)
olarak gören, çağının tipik yaklaşımıydı. İslam, Europe and
Empire&dh Avrupa'nın Doğu ile rekabetini inceleyen çalışma­
sında Norman Daniel,-özellikle ’dinsel üstünlük' konusunu ay-
rıntıladı:

Yeni üstünlük fikri teknolojilerden ve hükümet teknikle­


rinden kaynaklandı, ama Hıristiyan üstünlüğü inancına ^
dönüştü... Üstünlük, yeni tekniklerin değil,eski ahlaki ya­
pının sonucu olarak görülürdü: Hıristiyan ahlakı yeni tek­
niklerin başarılabilmesi için gerekli olduysa bile, Viktorya
çağında maddi ilerlemenin modern âksam ile konuşarak,
Ortaçağların dini ve ahlaki;şevki yeniden uyandırılmıştı.51

Doughty'nin dinsel üstünlük anlayışı, İslama duyduğu küçüm­


seme ile bağlantılıydı. Arabistan'da (İncil'de geçmesini isterdi)
Hıristiyan Avrupa'dan farklı bir miras iddiası taşıyan insanla­
rın yaşadığı olgusuna içerlemekteydi. Dinsel düşmanlığı, yazı­
larının tamamında bir tehdit olarak savrulmaktaydı. Üslûbu
çoğunlukla öfkeli idi ve ağzı bozuktu:

125
Ne onlarla ilişkiye girerek, ne şerefli bir yaşam gerçeği için­
de iyi hizmetler sunarak en alt düzeyde bile sempatilerini
kazanamayacağımız ve kanı bozuk dinlerinin bunakça düş­
künlüğünü kökleştirme günahım taşıdığımız bu kasvetli
zalim ve fanatik Bedevilerin şeytanca kötülüklerine gizli
bir ürküntü içinde şaşkınlık duymaktayım?52

Doughty İslamın somut görünümleri kadar, bir din olarak da


onu küçük görmekleydi. Yolculuğu sırasında Kuran'ı sempati
duyarak okuyan bir İtalyan gezgin ile karşılaşınca, hemen işe
sarılan Doughty, öfke içinde bu kitaba ve sempatizanlarına - he­
le hele de bunlar yanılgıya düşmüş Avrupalılarsa- aşağılayın
notlar karalamaya başladı:

Kurandaki karmaşa bana en iyi olasılıkla bir başağnsı ve­


rebilir, Ayrıca İsa'nın adı altında,Roma'da doğan birinin,
Asyalı barbarlarla kardeş olma pahasına tüm ayrıcalıkla­
rından vazgeçmesi beni hayrete düşürdü.53

Demek ki, Hıristiyan olmak ve Avrupalı olmak, aklıselim sahibi


hiç kimsenin gönüllü olarak vazgeçemeyeceği iki ayrıcalıktı. Zi­
ra, bunlar onu, fanatik Bedevilerden, 'Asyalı barbarlardan' us-
j tün kılıyordu.
Lane gibi Doughty de geçici bir kariyer için Doğuya gitmişti.
Yalnız, kıskanç ve tenkitçi bir insandı; Norveç kıyılarından sü­
rüklenen buzulları seyretmekten, Cambridge'in sonsuz batak­
lıkları boyunca yürümekten hoşlanırdı. Arabistan'ın çöllerini
de severdi (bölge yerlilerinin güçlü duygularını incitmesine kar­
şın) Doğduğuve fakat utangaçlığının önüne geçemediği İngiliz
toplumundan bir kaçış yeri, bir sığmak idi. Gereksinimini kar­
şıladıktan sonra kaldırıp atabileceği, tatminkâr bir kişilik sağ­
lıyordu ona.
Doughty, kutsal bir erdemle Arabistan'da dolaşan Hıristi­
yan bir Patrik olarak kendini algılamaktan hoşnuttu.Böylelikle

126
yolculuğunu da kutsal yazılar stili ile aktaracaktaydı. Anlatımı­
na epik öğeler katmak istiyordu.Linguistik parlaklığını kaybet­
tiğini düşündüğü İngilizceyi tazeleme görevini de önüne koy­
muştu. Önsöz sayfalarında, okuyucularına kutsal Spencer ve
saypdeğer Chaucer'den ilham almış bir disiplin olarak kendini
tanıtmaktaydı.54Ancak bu aşırı iradi tavrı, çok resmi ve arkaik
bir sözcük dağarcığı seçmesine ve deve üstünde sıkıcı ve rahat­
sızca yapılan bir geziye benzeyen anlatım üretmesine yol aç­
maktaydı. 1
Doughty'nin İngilizcesi, 'ironik' denecek kadar yabançı idi.
Bununla birlikte, geleneksel Dogu gözlemcileri tarafından ar­
kaik toplumlara uygun bir arkaik dil olarak da değerlendiril­
mişti. Örneğin, eleştirmen A.J.Arberry, Doughty'nin gergin, si­
nirli ve pederşahi anlatımının Arapça düşünen bir zihnin etkin­
liğine ihanet ettiğini öne sürmüştü.55 Arkaik İngilizcenin Arap­
ça düşünen bir zihne neden ihanet ettiği pek açık olmamakla be­
raber,^Arabia Deserta okunduğunda, Doughty'nin böylesine
ağır arkaizme dönmesinin, yalnızca çökelti ve tortuları süzgeç­
ten geçirebilmeyi başarmasıyla sonuçlandığı ortadadır. Kullan­
dığı dil, tasvir ettiği insanları, okullarına yabancılaştıran bir
araç olmuştur. Onları, ortak istekleri ve özlemleri olan çağdaş
varlıklar olarak artık anımsanamayacaklan sahte bir evvel za­
mana sürgün ediyordu.Aşağıda, onun, iş yapan kadınlarla , ko-
yun güden çocuklara ilişkin suni bir tasvirini bulacaksınız:

Çocuklar sütten yeni kesilmiş yavru sürülerini, vadi kenar­


larındaki otlaklara sürerler. Harem, eğirme işini üstlen­
miştir. Kadınların diğer ev-içi işlerde, hemen hemen elleri
boş kalmaktadır; tereyağı yapamazlar, günlük süt sağa-
mazlar. El değirmenlerinin sesi duyulmamaktadır ve sti al­
mak için çıkarılan gürültü patırtı da yoktur.56

İşte, Doughty'nin Süleyman'ın Şarkısı'ndaki atmosferi uyan­


dırmaya çalıştığı, bir Bedevi karısının tasviri:

127
Bu genç ye kumral kadın, bir aziz gibi giyinmişti; ince belin­
de parlak kızıl renkte bir kuşak vardı: Toprakta yalınayak
yürüyordu ve dimdik, güvenli duruşuyla dişi geyiklerin gü­
zelliğini çağrıştırıyordu. 57
1
Doughty, Arapça taklidi ile sık sık İngilizcede yeni sözcükler tü­
retirdi. Ya da Arapça deyişler kullanır, bazen de cümleciklerin
Arapçalarını İngilizceye çevirerek aynı etkiyi uyandırmaya ça­
lışırdı.

Bir dört yol ağzında iki çapkınla karşılaştık. "Ha!" dedi biri­
si, Ali'ye, bu yabancı bir Nasrâni'dir" dedi ve bana dönerek,
züppeler, "sabahlar hayrolsun, hoca" dediler. "Ben hoca de­
ğil, İngilizim; sizinle tanışıyor muyuz " diye yanıtladım.
"Geçen gece Boreyda'dan geldiğinizi duyduk: Ali, sen onun­
la değil miydin?" Konuğuna Nasrâni adı kullanılan adam
iyice şaşırmıştı, "Zamil'e" diye yanıtladı. "Zâmil henüz yok,
sen benim eve Nasrâni'yi kahve içmeye getir.5»

Bu tür pasajlar, Arabia Deserta'ya tüm bedevilere Özgü tipler-


yaratan bir anlatım vermişti: Onlar dinsel fanatikler, yalancı­
lardı ve hırsızdılar. Doughty’nin onlara çok az sempatisi vardı.
Arapların cömertliğini (AvrupalIların izin verdiği tek özellikle­
ri bu kalmıştı) bile kaprisli bulurdu. Oysa, bir yıldan fazla sürer
dir onlardan geçinmişti.Arapları kutsallık altına gizlenerek re­
zillik ve pislik içinde yaşayan batıl inançlılar olarak betimliyor­
du. "Samiler kaşları Allaha değerek bir kupur üzerinde oturan
adama benzerler"59 cümlesi Araplarla ilgili görüşünü özetliyor­
du. Neden böyle bir imge kullandığı son derece belirsizdi. Ger­
çekten de, ancak düşmanlıkla dolmuş bir zihin bu imgeyi ürete­
bilirdi. Ya da aynı düşmanlığı içinde hisseden bir okuyucu da bu
benzetmeyi uygun bulabilirdi. T.E..Lawrence, tam böyle bir
okuyucuydu. Arabia Deserta 'nın üçüncü baskısının önsözünde

128
şöyle yazıyordu:

Kitapta tam anlamıyla gerçekçilik vardır.Douğhty, gör­


düğü bütün gerçeği tam olarak anlatmaya çalışıyor. Göz-
• lerine kadar kupura batmış olup kaşlarının allaha değ­
mesi onların güçlülüklerini ve zayıflıklarını çok iyi anlat­
maktadır vè onlarla ilk karşılaştığımızda merakımızı cez­
beden garip düşünsel çelişkilerini belirtmektedir.60

Doughty hakkında Lawrence'in yazdıklarını okumak, dil ve


algılamadaki benzerliklerini görmemizi sağlar. Belki de Law-
rence'i Doughty'é rağbet etmeye ve Doughty'i Lawrence'a
bağlılık duymaya iten de bu ortaklıktı. Arabia Deserta, Law-
rence’m önsözü havasmdadır:

Samilerin bakış tarzında ara tonlar yoktur. Bizim metafi­


zik zorluklarımızı, kendimizi sorgulamamızı anlamıyor­
lar. Onlar, yalnızca dış görünüşleri gibi siyah beyaz değil­
ler. Zihinsel yapılan da öyledir. Zekalan kaygısızca din­
lenmede olan dar kafalı insanlardır. Büyük bir endüstri
için ve aklın ve bedenin‘yeni organizasyonları için hiç bir
özlem duymazlar.61

Doughty’nin büyük cilt kitabını Lawrence'in "kendi türünde


bir İncil" olarak nitelemesi hiç şaşırtıcı değildi. Edebiyatın en
büyük nesir çalışmalarından biri sayıyordu onu.62Kesinlikten
hayli uzak bir gözlemle,Lawrence Doughty'nin Araplar ara­
sında tarafsızca gezdiğini yazıyordu-Araöia Deserta'nın her
sayfasıbuiddiayıçürütmektedir.Doughty'nin dilinde öfke, düş­
manlık,küçümseme,nefret vehaseteden bir hayranlık vardı.
Lawrence,. Doughty'nin mükemmel yargılarda bulundu­
ğunu da öne sürüyordu. Çünkü Doughty, Arap giysileri içinde
bir Avrupalı zihniyeti taşıyordu.Lawrence buna gıpta ediyor-
du.Ama, bu üstün bütünleşme gösterilerine rağmen her ikisi
de hakkında yazdıkları kültürün dışında kalmışlardı. Doughty,
güneşin kendisini Araplaştırdığmı ama hiçbir zaman oryantal
bir kimlik kazandıramadığmi yazıyordu. Sadece Arap giysileri­
ni benimsemişti ve beyaz teni kararmıştı. Ama, öyle istediği
için, Bedevi çadırlarında hep bir yabancı olarak kaldı. Oryantal­
lerin Araplara duydukları babacan ve kibirli sempatiyi bile on­
lara gösteremedi. Sonuçta, her iki gerçeğin de dışında kalarak
orada burada gezdi ve nihayet, kitabının son satırında da belirt­
tiği gibi İngiliz Konsolosluğunun konukseverliği 'son durağı’ ol­
du.63
Doğuda yaşayan İngilizlerin en önemli dayanakları kimlik­
lerinin dokunulmamış ve bütünlüğünün bozulmamış olması
idi. Bu yüzden, bu bozulmamışhğa yönelecek herhangi bir teh­
dit Doughty'i kaosa itebilirdi. Kendine sürekli geçici olarak için­
de yer aldığı bu toplumdan üstün olduğunu telkin etmeliydi. Bu
toplumun üyeleri ile hiç bir şekilde gerçek bir ilişkisi olamazdı.
Doughty gibi, Lawrence da iki gelenek, iki eğitim v6 iki ortamın
peçesinden bakabilmesinin olanaksızlığını öne sürüyordu.
Arapları asla derinden anlayamazdı, yalnızca kendi üstünlüğü­
nü öne çıkarmaya çalıştı. Her zaman gençliğindeki antik kitap­
ların etkisinde kaldı, onları asla aşamadı. Öncülük yapabilece­
ği toplum olarak Arapları seçmiş olmasına rağmen onlara asla
gerçek bir sempati duymadığı gibi, onların idealleriyle dayanış-,
ma da gösteremedi. Bıkmıştım bu Araplardan.Adi insan biçi-
miıide Samiler" demekteydi. "Düşünceleri yalnızca ekstremler­
de gezer. Uyumsuzluğuna bakmaksızın, bir araya gelemeyecek
görüşleri, saçma uçların mantığını izlerlerdi."64 Lawrence,
Arap zihinsel yapısının ilkelliğinde ısrar ediyordu:''Arap kafası,
garip, karanlık, bunalımlarla dolu iken , düzensiz ve ilkesiz­
dir.”65Lawrence’in yazılan içerik bakımından.şüphe çekiyordu
ve betimlenen olaylarla uyum sağlamayan duygular uyandır­
maktaydı. Bir kahramanın ya da romantik bir mitin üretilme­
sinde pek değer taşımıyorlardı. 'ArabistanlI Lawrence'in insan-
lan gerçek bir incelemedeki alıkoydu, onun zayıflığını gizledi,
güvenilmezliğini örttü ve olumlu özelliklerini abarttı. Bazen,
gerçek Lawrence, kendi ürettiği'mitin ötesine bakmaya cesaret
edebiliyordu. Bu düşünceli saatlerde, kişiliğindeki ikileme da­
lıp gittiğinde, ülkeşinin Bedevi kabileleri ile ilişkisine dair ke­
sin olguları farkediyordu. Böyle anlarda, sürdürdüğü düzen­
bazlığa dair dürüst olabiliyordu:

Tam bir aptal olmadığıma göre, şunu görebiliyorum ki, eğer


savaşı kazansaydık, Araplara verilen sözlerin hepsi boş­
tu. Eğer, şerefli ve dürüst bir danışman olsaydım, bütün
adamlarımı geri gönderir ve boş ^ere hayatlarını tehlikeye
atmalarını önlerdim.66

Ne var ki, dürüstlük, kendi hükümetinden yana olmamakla öz­


deşleşirse,-tartışma dışı kalırdı. Ve eğer, Lawrence gibiler, yor­
gun anlarında, kendi rolleriyle ilgili bazı pişmanlıklara kaplı­
yorlarsa, bu uzun vadede çok ciddi kuruntu ve kuşkulara götü­
rebilirdi. "Benim büyük İhtirasım, Arapların bizim ilk esmer
idaremiz (dominyonumuz) olmasıdır" 67demekteydi. Henüz diş­
lenmiş bir emperyalistti, yerli giysileri içinde hedeflerine ulaş­
maya kararlı idi ve okuyucularının dikkatini cezbetmekteydi.
Lawrence'm destansı epiği, mağrur başlığına göre tuhaf bir
farklılığı olan bir pasajla başlar. Lawrence'm çölde, çevresinde
her yanda olduğunu iddia ettiği homoseksüel ilişkileri betimle­
mektedir:

Çöküşen kumların arasında sımsıcak kucaklaşan ve birlik­


te titreşen dostlar, orada, karanlıkta gizlenen ve ruhlanmı-
- zı bir alevle birleştiren tutkunun duyumsal bütünlüğünü
buldular. Dindiremedikleri susamış haz duygularını ceza­
landırmak- isteyen bazıları, bedeni alçaltmaktan vahşi bir
gurur duyarak, fiziksel acı ve pislik vaad eden her düşkün­
lüğe hararetle kendilerini sundular.68

131
Bu titreşen Bedeviler betimlemesi ile ne anlatıldığı oldukça be­
lirsizdir. Belki de Lawrence'm bastırılmış arzularının bilinçal-
tmdaki yansımasıdır. Andre Gide gibi, onun Kuzey Afrika'da
hizmetleri için Ödeme yaptığı Tunuslu balıkçı çocuklarda bul­
duğu 'seksüel özgürlüğü' Doğuda arıyordu. Lawrence'in Daho-
um'a olan aşkı onu çok derinden etkilemişti, Seven Pillarst of
Wisdom ı ona adadığı söylenmektedir. Şiir şöyledir:

Aşık oldum sana, avuçlarıma doldurdum


erkeksi duygulan ve yazdım gökyüzüne
arzumu - yıldızların arasına
... Seviyorum zoru, beaenini el yordamıyla,
Seni duyumsayıp yumuşak eli toprağın
seninle doyana dek kör solucanlar
bize ait özlü bedelimiz.
Dua ediyor erkekler, o asil sığmak için
senden kalan.69

Doğuya giden İngiliz gezginlerin çoğu gibi, Lawrence da Doğulu


tipi, bir haz düşkünü,şehvet düşkünü olarak çizmişti.İlgisini
çeken Araplara karşı sempatik bir tavrı varken, nefret ettiği
Türkler için konuya dehşet içinde yaklaşıyordu. Der'aa'daki
sözde tecavüz olayını anlatırken, Lawrence cinsellik düşkünü
bir oryantal olan Türk garnizon komutanı hakkında bu kez çok
aşmya kaçarak saçmalık sınırına gelmişti: "Ne kadar beyaz ve
tazesin, ellerin, ayakların ne kadar güzel diyerek bana yaltak­
lanmaya başladı. Sonra, "yeter ki beni sev, seni tüm görevlerin­
den azad ederim, benim özel emrimde olursun, sana bedelini de
öderim"7o dedi. Bu olay gerçekten olmamıştı 71, fakat Lawren­
ce'in zihnindeki özel fantazileri canlandmyordu. Bu fantazide
kendisini gaddar Doğulu komutanın merhametine kalmış za­
vallı kurban rolüne sokmuştu.
ArabistanlI Lawrence, yurt dışındaki tüm İngilizlerin ide­
allerini yanıtlayan bir kahraman çiziyordu. Bu kahraman ce-

132
surdu (Lavvrence'm da çölde cesur oluşu gibi) dayanıklılığı ölçen
korkunç sınamalara ve cinsel saldırı ile oluşacak fiziksel yarala­
ra ve ruhsal aşağılanmaya, hatta hapse atılmaya bile dayanabi­
lirdi. Zaten İngilizler, hem ruhsal, hem fiziksel olarak Doğulu­
lardan üstündüler. Ancak, bu tür mitoloji ki, emperyalist bakış'
açısında bir zorunluluk idi, yalnızca onlan yaratanların ezilmiş
benliklerini mitleştirebiliyordu. Lavvrence'm çalkantılı ve kar­
gaşalı yolculuğunun anlatımı, belgesel anlamda çok az tarihsel
geçerliliği varsa da, Batılının Doğudaki üstünlük hayallerine
bir örnek daha ekliyordu.
5 inananlar Arasında
Bilinen olgulardan, evrende ’diğeri’ olana doğru bir kez baş­
layan yolculuk, her zaman için şüpheli unsurlar kapsamakta­
dır. Gezgin, yeni görüntülerin umuduyla, onların bilinmeyen
özelliklerine yaklaştıkça artan bir endişe ile ilerler, istisnalar,
dışlamalar, zıtlıklar, çelişkilerdir aradığı1,ama şunu da bilir ki,
bu tür farklılıklarla karşılaşırsa, onlar tarafından teslim alına­
bilir. Yolculuğu sürdürebilmek ve bunları aşabilmek için bir
yöntem bulmalıdır: Bir kente daha gitmeden önce, mevcut en
kolay yöntemle karmaşaları ve pisliği göğüslemeye, her an bu
tılsıma başvurmaya hazırlanır. Genellikle, eğer korkuyorsa, ya
da (erken dönem Avrupalı Doğu gezginleri gibi) taraf tutuyorsa,
kendi yaptıklarından ya da meslektaşlarının yarattıklarından
başka hiç bir şeyi geçtiği yerlerde göremeyecektir. Bu, daha çok
uç bir durum teşkil etmektedir. Gezginin eğilimi, aslında daha
güç anlaşılabilir, çağdaş gezi literatüründe de gözlemlenebile­
ceği gibi.
Yolculuğun anlatımı, izleyicinin dinlediği yazarın konuştu-
rulmasıyla dolaylı ve ikincil kalmaktadır. Bilinmeyenin anlatı­
mı sırasında kendine yaklaşır ve genelde kendinden uzaklaşır.
Yolculuğu kaydetmekten çok daha sadıkça gezgini betimler.

135
Sembolik çıkış kaynağından okuyucuyu uzaklaştırır ve sonra
tekrar ona geri götürür.
İtaİo Calvino'nun geniş hükümranlığının ayrıntılarını dü­
şünen Kubilay Han'ı anlatan Marko Polo'su, şunu farkeder:

Uzak kentlerin bilinmeyen yörelerinde kayboldukça, insan


geçtiği ve izini sürdüğü yerleri adım adım daha iyi anlıyor
ve ilk kez yelken açtığı limanı tanıyor, sonra gençliğinin o
tanıdık mekanlarını ve herşeyiyle vatanım...2

Dinlemekte olan Han, Venedikli gezginin sayısız kenti anlat­


masından sonra şöyle söyledi:

"Hala söz etmediğin bir şey var"


Marko Polo başını salladı
"Venedik" dedi Han.
Marko gülümsedi. "Neden söz ettiğimi sanıyordunuz?3

Çünkü, tüm diğer kentlerin betimlemeleri arasında,. Venedik,


üstü örtülü geçiyordu, yalnızca bir yer değildi; bir karşılaştırma
yöntemi, bir eğitim, bir inanç sistemi, edebiyat ve mitoloji idi.
Kent, gezgini biçimlendirir, bakış açısını kazandırır, tepkilerini
önceden sezdirir ve anlatımı üretir. Gezgini sefahate dalmak­
tan korur (çünkü sefahat tehlike işaretidir. Guliver, gezi tara­
fından teslim alındı ve travesti oldu. Akimı oynatmasına neden
olmuştu, atları insanlara tercih ediyordu) ama öte yandan da
görme yeteneğini sınırlar. s
Gezi yazılarım inceleme sürecinde, bir kez dilde yer etmiş
belli imajların nasıl statikleşip donduğunu görmüştük. Gezgin­
lerin, ıkendi yazılarını geliştirebilmek için nasıl birbirlerinin şa­
hitliğinden yararlandıklarını da görmüştük: Gittikleri yerler,
okumuş oldukları yerler olmuştu ve yerli halk da hep onların
düşlediği tarzda yaşıyordu. Oldukça eleyici bir yöntemdi bu,
ama, kritik politik bunalım dönemlerinde iyi iş görmüştü.

136
Çağdaş gezi yazıları incelemesine başlarken, 19.yüzyıl ve
20.yüzyıl arasında bir köprü kıiran bir gezginin yazılarını ince­
lemek yararlı olacaktır. Bu, Arabian Sandsadlı kitabı, Burton,
Doughty, Lawrence geleneğini sürdüren Wilfrid Thesiger'dir.
Evet, tam bu gelenek içinde ülkesi tarafından takdir edilmek­
teydi; çalışmalarına' Burton Nişanı' ödülü verilmişti, bunu ve­
ren Kraliyet Asya Derneği idi. Ayrıca, Kraliyet Merkezi Asya
Derneği'nden de 'ArabistanlI Lawrence Nişanı' ödülünü almış­
tı.'
Thesiger, Arabistan gezisi sırasında yazmaya niyeti olma­
dığını, yolculuk dönüşünden bir on yıl sonra başkalarının teşvi­
ki ile bu konuda kitap yazdığını iddia etmekteydi.4 Çalışması,
bedeviler arasında yaşadığı kişisel anılarını ve bir kamu hizme­
tini kapsadığı için pek değerli sayılmazdı. Makinalaşmanın sal­
dırısı ve maddi zenginliğin büyümesi ile dağılmakta olan Ara­
bistan'ın ayrıntılarını kaydetmişti, Maddi iyileşme ahlaki bo­
zulma getirdi; yeniler eskilere saygı duymuyuordu.Boy1ece, hep
arkaik olan asil Arabistan, bu kalıcı özelliği sayesinde İngilizler
tarafından çok sevilen Arabistan, kayboluyor, yozlaşıyordu:

Benim yaşadıklarımı bulmak için, şimdi oraya hiç kimse


gitmesin, çünkü artık orada teknisyenler petrol arıyorlar.
Benim gezdiğim çöllerde kamyonların izleri Ve de Avrupa,
Amerika'dan ithal edilmiş çöp ve hurda yığınları vardır.
Ama, bu maddi yozlaşma, Bedevilerin ¡ahlaki bozulmaları
ile karşılaştırıldığında son derece önemsiz kalır.5
Thesiger'e göre, yeni yaşam Arabistan'da modası geçmiş bedevi
göreneklerini törpüleyerek eski bir geleneği öldürüyordu. Kasa­
balar artık çölden ziyade yeni faaliyetlerin merkeziydiler ve be­
deviler artık o özgür çöl ruhunu ve bir zamanlar onlara yetkinlik
veren niteliklerini kullanma gücünü yitirmiş olarak buralarda
gezinirierdi.6Thesiger'in yaklaşımı klasik Avrupa tarzı idi: Ba­
tılı gezgin, yüksek bir refahtan gelip, bir süre sonra da ona döne­
ceğini bildiği için, doğal kaynaklan koruma yanlısı düşünceleri

137
savunabilirdi. Kimi zaman'asil bir vahşi' 7olan Araplar, onla-
ı n n ortamında bir resimdi sanki. Dünya hareket ederken o
statikti.. Bütün bozucu etkilerden annmıştı.Onu Batılılara
sevdiren, sembolik bir kahraman olarak gösteren bir annmış-
lıktı bü. Disraeli, Tancred adlı romanında, Arapların ırksal
tecrit edilmişliklerinin ürünü olarak gördüğü arkaik meziyet­
lerini övmekteydi" Irkın zayıflaması, çöllerde yaşayıp kanla­
rını bozmadıkça kaçınılmazdır" diye yazmaktaydı.8 Bu algıla­
ma, okuyucuya Disraeli'nin ırksal görüşü hakkında bir şeyler
anlatabilse de, Araplar hakkında çok az şey ifade etmektedir.
Çünkü onlar, gezginlerin her birinin özlemlerini dile getirme­
leri, istedikleri şeyi ifade etmeleri için kullanılmışlardı. Eğer
arınmış ırk istiyorsa, Araplar öyle idi. Eğer istediği şövalyelik
(cesaret, cömertlik) ise, Araplar öyle idi. Diğer dinlerden nef­
ret etme sorunu varsa, Araplar dini ilkelere karşı olan düşün­
celeri temsil eden kötülük dolu fanatiklerdi. (Bunu Doughty
de öne sürüyordu). îngilizler sofuluğu ve sofu yaşam sürenle­
ri takdir ettiklerine göre, bedevileri de kendini dünyşevi
. zevklerden uzak tutmak olan Püriten ahlakının sembolü ola­
rak görmekteydiler. Bu özelliklerinin korunması ve değişme­
lerine yol açmayacak koşullarda kalmaları gerekli görünüyor­
du. Çünkü, koşullar değişirse, sembol de değişme tehlikesi
içine düşerdi; Ingilizleri korkutan ve Thesiger'in dolu dolu
anlatmaya çalıştığı da buydu.
Thesiger'in nesiri, özellikle de önsözü Doughty ve Law-
rence'm tarzı ile süslenmiştir. Arabistan hakkında îngilizler
açısından önem taşıyan konuların hepsi burada ortaya çık­
mıştı: insafsız ülke, huzursuz yaşam, eskiliğine ait çok az
özelliği kalmış bir eski yer ve en önemlisi de gezgini derinden
etkileyen bir tecrübe:

Bu hayatı yaşayan hiç kimse değişmeden kalamaz. Çölün <


izini, göçebeliğin işaretini taşıyacaktır ve kişisel doğasına
bağlı olarak zayıfça, ya da ısrarla içinde dönme isteği du­
yacaktır .Zira, bu acımasız ülke öyle bir büyü yapabilir ki,

138
ılımlı hiç bir ülke ondan üstün olamaz.9

Böyle bir yolculuk, destansı ve kahramanca aktiviteye mü­


sait olduğu için cazipti. Gezginin tüm ruhsal ve fiziksel kapasi­
tesini sınayan bir yerdi. (Gezginin kendisinin'düzenlediği bir sı­
nama ki, sonuçlarını da kendisi yargılar). Thesiger, "zorluk ve
çile çekmekten duyulan tatmini ve dünyevi zevklerden uzak
durmanın tadını "yazmaktaydı.10 -
Thesiger, Doğuda, heyecan veren ve eğlendiren bir şey bu­
luyordu. Sudan'da iken, genç bir adam olarak ve Oxford'dan da
henüz çıkmış iken, okumuş olduğu edebiyatın vaad ettiklerini
bulmuştu:

Bu çocukken hakkında okuduğum ye Hartum'u ilk gördü­


ğüm zaman ve Sudan'da bulamayacağımı sandığım Afrika
idi. Otlayan ceylanlarla benek benek olan düzlüğü geçen
çıplak hamalların uzun çizgisi; bir bufala sürüsünü izler­
ken, ardımdan gelenlerin çalılıklarda sürünmeleri, körfez­
de bir aslanı tuzağa düşürüp sıkıştırdığımızda duyduğu­
mu? gerginlikle karışık heyecan; koku saçan kırmızı fil
parçaları, hep sırıtan ve kemikleri sayılan bir gençlik..11

Afrika'nın düzenli ve planlı kentleri Thesiger'in kendini kederli


hissetmesine yol açmıştı: "Ben renklilik, vahşi bir canlılık, zor­
luklar ve macera umuyordum” 12 diyordu.'Vahşi Afrika' bile onu
tatmin edememişti. Başka bir yer aramaya koyuldu. Sonunda
Arabistan'ın 'boş bölgesine' gitmek fikri cazip göründü.Burton
da aynı hislerle Mekke'ye Hacca gitmeye karar vermişti; korku­
yu fethedecek, başka kılıkla taklit yapabilme yeteneğini sına­
yacak ve tehlikeli bölgelerde eşi benzeri görülmemiş gezgin ola­
rak ünlenecekti. Ve Burton, Burkhardt'ın.yazılanndan nasıl il­
ham aldıysa, Thesiger de kendinden önceki yurttaşları -
T.E.Lawrence ve Bertram Thomas'tan teşvik görmüştü ve etki­
lenmişti: .

139
\

Oxford’da iken, Bertram Thomas'ın yolculuğunu tasvir et­


tiği, Arabia Pelix '¿okumuştum. Danakil’de geçirmiş oldu­
ğum bir ay, bana çöl hayatını sevdirmiş ve anlama fırsatı
vermişti. Ayrıca Lavvrence'ın Revolt in, the Desert adlı kita­
bı da Araplara ilgi duymamı sağlamıştı.13

Thesiger yolculuğu sırasında Arap giysileri içindeydi, arasıra


da Suriyeli tüccar gibi davranıyordu, ilk kez o giysilere bürün­
düğü zaman şöyle yazmıştı: .

Bir Arap gibi, ilk kez giyindiğim için müthiş sıkıldım. Göm-*
leğim yepyeni, beyaz ve düzgündü; bedevilerin soluk giysi­
leri arasında hemen dikkati çekiyordu.Hepsi ufak tefek
. adamlardı, bense uzun boyumla kendimin bir fener kadar
göze çarptığımı, onlardan çok farklı olduğumu hissediyor­
dum.14

Bunlara rağmen, kişilikteki bu dış görünüşe ilişkin değişiklik­


ler, Burton ve Lane'de olduğu kadar ileri boyutlar taşımıyordu.
Thesiger için bu, yalnızca uyumlu görüntü vermekti. Pek de
inandırıcı olmadığını da biliyordu, ama rol yapmanın tadını çı­
karmak istiyordu. 19.yüzyıl gezginleri bu konuya farklı yaklaş­
mışlardı. Onlar, kılık değiştirmenin etkili olduğuna inanıyor­
lardı. Bu inanç, kısmen 'imparatorluk' ruhundan, kısmen de
çok bağlı oldukları 'üstün İngiliz' mitinden kaynaklanıyordu.
Thesiger, aslında çok düşünceli bir gezgindi ( ne de olsa, bir Bur-
ton'ı ve bir Lawrence'ı üreten bir dönemden sonra sahneye çık­
mıştı) , ne var ki, kendinden öncekilerden kalan bu gelenek ile
pek de gurur duymuyordu. Bertram Thomas'a duyduğu say­
gı,miras almış olduğu geleneğe bütünü ile duyduğu saygıya
paylaştırılamaz, bölünemezdi. Thomas'tan söz ettiği zaman,
Doughty'den bahseden Lawrence’a benziyordu. Thesiger şöyle
yazmıştı: ~

140
Onların arasına girebilen ve onlann saygısını, iyi davranış­
larıyla, cömertliğiyle ve kararlılığıyla kazanabilen ilk Av-
rupalıydı.*0nu hep iyi bir gezi arkadaşı olarak anımsadılar.
Ondan 16 yıl sonra aynı kimseleri ziyaret ettiğimde, Tho­
mas ile aynı soydan geliyorum diye beni çok iyi karşıladılar.
Onunla savaş sırasında Kahire'de yalnızca iki,k e z karşılaş­
tım ve bir kaç dakika görüşebildim. Ölmeden önce, bana ne­
ler kazandırdığını anlatabilmek için, onu bir kez daha gör­
meyi istedim.15

Kahramanca faaliyetin mitleri, böylece, İngiliz maceracılar ta­


rafından sürdürülmüş oluyordu. Kültürel gururunkaynağıha­
line gelen efsane, yaşatılıyordu.
Thesiger'in yazıları, 19.yüzyıl gezi yazılarında daha önce
karşılaşmış olduğumuz konulan ele alıyordu. Arabistan'a önem
verdiğini görmüştük. Önceki yüzyıl gezginlerinin onu, 'kutsal
bilgi deposu olarak görmesi gibi Thesiger da onun 'kutsanmışlı-
ğmın' üzerinde durmaktaydı. Arabistan1m yoksulluğunu iyi bir
yan olarak görüyordu, çünkü, yoksulluk bedevileri kutsallaştı­
rıyordu. Bu insanların Sahip olduklân tüm erdemler istisnai'bir
şekilde yoksulluklanna bağlı idi. Demek ki, bu erdemler hiç de
önemli, derin bir anlam taşımıyordu, maddi ortam değiştiği an­
da kaybolacak denli zayıftı. Sosyal sefaletten herhangi bir kur­
tuluş, övgüye değer miraslarının ve dinsel erdemlerinin de sonu
olacaktı. Thesiger'in petrol kuyularını koruyan bozulmuş bede­
viler betimlemesi, bu görüşü desteklemekteydi.
Thesiger, hem tarihsel şartlann etkisiyle, hem de kişisel
eğilimi nedeniyle ince düşünen biriydi. Bedeviler arasından
seçtiği yol arkadaşlanna tam bir sempati ile davranmaktaydı.
Thesiger'dan yalnızca yirmi yıl önce yazmış «lan Lawrence.açı-
smdan böyle bir sempati mümkün değildi. Ancak Thesiger için
yolculuk hiç bir zaman Lawrence'inki kadar eziyetli olmamıştı;
bedevilerle ilişkisi de ona Lawrence üzerinde olduğu denli den­

141
ge bozan duygusal etkiler yapmamıştı. Thesiger, Araplarla bü-
tünleşemeyeceğinin farkındaydı, ama aralarında din ve ırk gibi
bölücü etkenlerden çok daha güçlü bir bağ geliştiğini de sezmek­
teydi. Thesiger'in bu duygularını anlatan pasaj, Lawrence için
tartışma dışıydı.

Benimle birlikte gelmeyi isteyen bu adamların arkadaşlı­


ğından memnundum. Onlara ve yaşam tarzlarına kişisel
olarak sempati duyuyordum. İlişkimizdeki bu eşitlik beni
tatmin etse de, 'onlardan' olmak konusunda kendimi kan­
dırmıyordum. Onlar Bedevi idi, ben değildim, onlar Müslü­
man, bense Hıristiyandım. Yine de, onların yol arkadaşı
idim ve ev sahibi ile konuğu arasındaki kabile ve ailelerin
asaletini taşıyan bağ kadar kutsal bir bağ ile bağlı idik.Yo­
lun sonuna'kadar birbirimize eşlik ettiğimiz için, kendi va­
tandaşları ile dahi, beni korumak için dövüşürlerdi; beriden
de aynı şeyi yapmamı bekleyerek...16

İngilizlerin Bedevilerde gözlemlediği başka bir olumlu yan da,


cesurca kanaatkar bir yaşamı benimseyebilmeleriydi.Bu, İngı-
lizlere bir çeşit ’vazgeçme’ (mahrum kalma) ahlakını çağrıştırı­
yordu. Dinlenmekte plan yol arkadaşlarını seyrederken, Thesi­
ger şöyle diyordu:

Bu gece, bu bitkin halleriyle bile, o incecik gömleklerinden


başka üstlerinde hiç bir şey olmaksızın, buz gibi kumun
üzerinde , yançıplak yattılar. Yazın yakicı sıcağında, saat­
ler ilerledikçe susayan develerini suladıklarını Ve kuyular
kuruduğunda hala develerin su içiiı homurdandıklarını a-
nımsadım. Bu zor ülkede, Bedevilerin yaşamının ne kadar
vahim ve ağır olduğunu, bedevi ruhunun ne kadar cesur ve
dayanıklı olduğunu düşündüm.17

Thesiger, bunların yanısıra,bedevilerin şeref ve namus için

142
duydukları endişeyi, kendi kabile üyeleri tarafından sayılmak
ve takdir edilmek için duydukları isteği betimliyordu. Bu arzu,
bazı zamanlar Batılı gözlemciyi eğlendiren tiyatrovari drama­
tik bir davranışa dönüşebiliyordu. Thesiger, Glubb’un anlattığı
bir olayı şöyle aktarıyordu:

Glubb bir seferinde, 'kurtların hancısı1 lakabıyla bilinen


bir Bedevi Şeyhini anlatmıştı. Ne zaman çadırının çevre­
sinde bir kurt uluması duysa, oğluna, bir keçi alıp çöle gö­
türmesini emrederdi. Kimsenin kendisinden boşuna yemek
istediğini görmeye dayanamadığını söylermiş.18

Bedevi çadırları arasına karışan Batılı gözlemciyi heyecanlan­


dıran da bu dram idi. Bu dramatikliğe, bir de erotik uyarıcılar
eklenirse, gezgin gerçekten konuk yerini doldurur. Thesiger’in
bir pasajı, 19.yüzyılın Doğu cinselliğini anımsatır. Develerini
sulayan bedevilerin kamp kurdukları yerde, güzelliği görüntü­
ye resim öğesi katan bir kadın görmüştü:

Diğerleri ile birlikte kuyuda çalışan çekici bir kadın vardı.


Alnının üzerinde perçemli olan saçları örülmüştü. Çeşitli
gümüş süsleri vardı, birkaç kolye, birkaç geniş akik taşı,
bazı küçük boncuklar görünüyordu. Belinin etrafında ya­
rım düzinelik gümüş zincir ve onun yukarı sında da kolsuz
mavi tüniğinin küçük ve diri göğüslerini göstermek için ya­
kası açılmıştı.Çok zarifti, teni açıktı.19

Bir çok gezi yazısında gördüğümüz mücevherli güzellik burada


da vardı, ama çöl yolculuğunun ortasında, göğüslerini meydana
çıkaran giysilerinden habersiz bir kadın imajı, doğrusu oldukça
şaşırtıcı idi.Hikaye, on yıl sonra aktarılırken, belki de erotik ay­
rıntıları çoğaltılmış olabilirdi. Yalnız, kadının kumral teni, Do­
ğu resim sanatında görmüş olduğumuz Çerkez güzelini anım­
satan Batı normlarına yakındır.

İ43
Thesiger, Doğu kadınlarının çekiciliğine karşı ilgisiz olma­
makla beraber, Lawrence ve Gide gibi, Doğulu genç çocukların
cazibesine karşı hassastı:

Mavi, tek parça ve uzun bir giysisi vardı. Belinden çevire­


rek, bu kumaşın püsküllü ucunu sağ omuzundan sarkıt-
mıştı. Koyu renk saçları omuzlarına dökülüyordu. Klasik
güzellikte bir yüzü vardı, dalgın ve hüzünlüydü.Ama, gü­
lümsediğinde, bir havuza güneş düşmesi gibi aydmlamyor-
du Hadrianus Frigya ormanlannda onu ilk kez gördüğünde
Antonius böyle olmalı, diye düşündüm. Çocuk, gayret har­
camadan zarifçe, bir kadını andırarak yürüyordu. Çocuk
luklarmdan beri başlarının üstünde bir şeyler taşımaya a-
lışmış o kadınlar gibi. Yabancı biri, bu çocuğun esnek be­
deninin çöl yaşamının şiddetine dayanamayacağını düşü­
nürdü. Ama ben, bu kıza benzeyen Bedevi çocukların ne
denli dayanıklı olduklarını çok iyi b iliy o r d u m .2 0

Daha bir çok, 19.yüzyıla çağrışım yapan pasaj vardır. Genç deli­
kanlının güzelliğine ilişkii) notlar, bir Viktoryan okuyucuya çok
iyi gelirdi. Çocuk, klasik ve geleneksel bir güzellik anlayışının
içine yerleştirilmişti. Helenistik ilgi, salt fiziksel cazibe öğeleri­
ni tasfiye ederek, onu çok daha ender ve değerli bir düzeye yük­
seltir. (Aynı şekilde, Oscar Wilde da Alfred Douglas'a olan aşkı­
nı, daha ilerde kendisine karşı kullanılarak mahvına neden
olan mektupta, homoseksüel aşkın Yunan geleneği ile karşılaş1
tırmıştı.) Thesiger, çocuğa olan herhangi bir duygusunu saf bir
edebî çekiciliğe yüceltmektedir. Okuyucuya çarpıcı görünecek
uyumlu bir mecaz bulabilmek için, zihni, Yunan mitolojisine
sıçramıştır.
Çocuk, bir kız bedenini andıran bir bedene sahipti: İki yanlı
bir duyumculuk uyandırır.Aynı anda hem erkek, hem de kızdır,
bir dişinin inceliğine ve bir erkeğin gücüne sahiptir. Thesiger
çök geçmeden bu tipin kabiledeki en iyi avcı olduğunu gösterir.

144
Burton ve Doughty gibi, Thesiger de, Araplar arasında bir
tıp adamı gibi davranırdı. The Marsh Arabs adlı kitabında The­
siger, geçtiği kamplardaki küçük Arap çocukları sünnet ederek,
yerlilere doktorluk yapma geleneğini en uç noktasına vardır-
mıştt. Ve böyle bir fantaziyi zenginleştirmek için de doktorluk
yaptığı çocukların fotoğraflarını okuyucularına sunmuştu. 21
Bunları gördükçe, bu tür belgelerin Oryantal resim sanatı-
na nasıl yansımadığına şaşırmamak elde değil. Zira, gezi konu­
lu ürünlerin belgesel saçmalıkları sinir tanımadığı gibi, değiş­
mezlerdi de.
-Gezi yazıları geleneğine örnek olarak tanıtacağım Canetti
ve Naipaul, bu geleneğin daha dolaylı örnekleri olmakla bera­
ber, uygun örneklerdendir. Doğumsal olarak geleneğin dışında­
dırlar, ama eğitimleri ve sonradan edindikleri kültürle ona sıkı­
ca bağlanmışlardır. Bundan, gezi anlatımlarının ve yazılarının,
gezginin kişisel bakışından daha çok almış olduğu eğitime, özel
nedenlerle kutsallaştırdığı mitlere ve içinde yer aldığı politik ve
sosyal yapılara dayandığını çıkartabiliriz.
Elias Canetti'nin The Voices of Marrakesh'i , Fas kentine
yolculuğunu, ya da daha ziyade, bu deneyimindeki maceraları­
nı anlatmaktadır. Bunca çok çeşitli ve şaşırtıcı imajlarla dolu
yolculuklar arasında Çanetti'ninki ilk ve önde gelenidir. Oku­
yucuya Flaubert tarzında, Doğunun 'canlı tablosunu' sumûak-
tadır. Marakeş hakkındaki bir dizi esrarlı imaj dışında hiç bir
derin inceleme yoktu. Canetti'nin Doğusu, 19.yüzyıl betimle­
melerinde görülmeyen bir sevecenlikle ele alınmış olmasına
rağmen, klasik anlamda statiktir. Yeni ülkenin görüntüsünü
anlamanın tek anahtarıymış gibi her tür geleneksel konudan
yararlanılmıştır.
Canetti'nin Fas'ı, 19.yüzyıl terimleri içinde egzotiktir, bar­
barcadır,çekicidir, çünkü açık ve net olarak tanımlanamaz ve
bu yüzden de, günlük yaşamın tekdüzeliğine çare olarak 'esrar­
lı' görüntüler sunar. Segalen'in egzotiklik üzerine denemesi
şöyle idi:

145
Mümkün olan en genel halinde Exo önekinin tanımı.Gün-
delik, güncel bilincimizin olgularının tümünün dışında o-
lan; bizim alışılagelmiş '.zihinsel renkliliğimiz' olmayan
herşey. 22
Canetti'nin y olculuğu, dış gerçek ile yalnızca zayıf bağları olan
garip ve korkulu herşeye ulaşmak idi. Canetti, anlatımına deve­
lerden (Doğunun geleneksel sembolik hayvanı ve Batının da <sn
çok ilgisini çeken hayvan) söz ederek başlar. "Develere üç kez te­
sadüf ettim, her üçü de çok trajik bir şekilde sonlandı“23 demek­
tedir. Bu cümle, Canetti'nin, yine trajik çağrışımlar yapacak
olan Doğunun tümü ile karşılaşmasını da özetlemektedir.Deve-
lerle il^ karşılaşması, deve pazarında olmuştaÇığlıklar içinde,
kudurmuş ve topal bir deveyi, mezbahaya sürüklüyorlardı. Ora­
yı terkettikten sonra da bu görüntü onu etkilemeye devam et­
mişti ve yazısının tekrar eden motiflerinden biri olmuştu:

Sonraki günlerde, kuduran topal deveden sık sık bahsettik;


ümitsizce çırpınışı bizi çok derinden etkilemişti. Pazara , bu
hayvanların yüzlercesini bir arada görmeğe gitmiştik. Ama
yalnızca birine; üç ayağı üzerinde, esir, son saatini yaşa­
yan birine baktık. Arabamızla geri dönerken, o, yaşamak
için savaşıyordu.24 '

Bu kadar kedere Canetti dayanamıyordu. İki arkadaş tekrar


pazara gittiler. Orada.kendisini esir edenlere bağıran, sustur­
maya çalışanlara acınacak bir şekilde direnen, işkence altında­
ki bir başka hayvanı gördü:

Hayvanın başı ile ilgilenen iki ya da üç kişiden biri, kara,


sert suratlı, güçlü kuvvetli bir adamdı. Hayvanın burnuna
bağlanmış bîr ipi Seri kol hareketleriyle çekiyordu. Hayva­
nın burnu da, ip de kana bulanmıştı. Deve çırpmıyor, çığlık­
lar atıyordu, sıçrayıp diz çöküyor, adam da ipi daha sıkı çe­
kiyordu.25 .

146
Okuyucunun sempatisi, hiç şüphesiz başka duygulara dönüş.-
müştü. Deve, insanlıkdışı davranışın kurbanıdır ve kendini
Faslılardan kurtaramamaktadır. Bu insanlar acımasızdırlar,
bu acımasızlıkları, onların başlıca özelliği olan bir iç mekaniz­
madır. Vahşi ve kabadır; deve ise özgürlük mücadelesi verirken
insanca boyutları simgeler. Bu, despot doğunun geleneksel dı­
şavurumudur. Despot Doğuya, acı çeken hayvanlar da , kan da
vız gelir. İşte, bir yüzyıl önce Richard Burton'm sözleri:

Genellikle gereksiz itip kakmalar, darbelere rastlıyoruz ki,


insanlığı olmayan biri bile bunlara şaşar. Bir.de kamçı kul­
lanılıyor, hele de bunu kullanan iki kati vahşi bir zenci olur­
sa, aşırılığını anlatmaya gerek yok sanırım,26

Canetti, gezi yazısının bir başka bölümünde, eziyet edilen hay­


vanlar konusuna yeniden döner. Bu kez kurban, bir izleyici top­
luluğu önünde, bir adam tarafından tedirgin edilen bir eşek idi:
"Hepsi ayakta duruyordu. Yüzlerine ve üstlerine düşen karan­
lık gölgeler, lambaların ışıkları ile sertleşerek onlara bencil, çir­
kin bir ifade veriyordu."27Peki ya eşek? •

Kentteki sefil eşekler arasında en zavallısıydı, bu. Açlıktan


kemikleri çıkmıştı. Tüyleri dökülmüştü ve en küçük bir yü­
kü bile taşıyamayacak haldeydi. Bacaklarının onu hala ta­
şıyabilmesi bile olağanüstü bir durumdu. Durmaksızın mü­
zik çalıyordu ve sürekli gülen adamlar, insan yiyen, hayır,
eşek yiyen vahşilere benziyorlardı.28

Bu anlatımın uyandırdığı merhamet duygularına rağmen, eşe­


ğin, eşek yiyen vahşiler tarafından işi bitirilememeşti. Zamanı­
nın çoğunu eziyet edilen hayvanlan izleyerek geçirdiği görülen
Canetti, sabah olduğunda ilginç bir şey bulabilme umuduyla
eşeğe gider. Hâlâ oradadır, ama açık bir şekilde değişmiştir:

147
Hiç kıpırdamamıştı, ama artık aynı hayvan değildi. Çünkü
arka bacaklarının arasında ileriye ve aşağı doğru sallanan
bir şey vardı. Adamın zavallıya dün gece kullandığı sopa­
dan çok daha kalındı.29

Aciz hayvanlardan sonra Canetti, ilgisini yerlilere yöneltir: Kör


dilencilerin birbirlerine sokularak çömelmeleri sırasındaki gö­
rünüşlerine hayrandır.Dilenci çocukları ilgiyle izi er.Günlük
adeti olmuştur, onları göremediğinde yokluklarını hisseder:

Onların canlı hareketlerinden hoşlanıyordum. "Ekmek!


Ekmek!" diye açındıran ifadelerle yalvarırken ağızlarını
işaret eden küçücük ince parmaklarını izliyordum. Zayıf­
lıktan ve açlıktan düşmek üzerelermiş gibi hüzünlüydü
yüzleri.30

Canetti'nin bu yolculukta bulduklarında, biraz tiyatrovari sah­


telik vardı. Jestler, ardında yatan anlamdan daha etkilidir. Di­
lenme eylemi, bu denli suçluluk duygularını uyandıran bir gö­
rüntü iken, eğlendirici ve kaygısız bir oyuna dönüşmüştü.
. Canetti bir süre sonra tamamen farklı bir izlenim uyandı­
ran bir dilenci ile karşılaşır. Bu, bütün bir bölümü ona ayırmış
olduğu derviştir. Canetti ona pazarda rastlamıştı. Kördü ve pa­
çavralar içindeydi. Felçli bir eli ve durmaksızın geviş getir-en bir
ağzı vardı. Canetti'yi çeken özellikle de bu geviş getiren ağızdı.
Adama bir madeni para uzattı. Burada, işte, yapmacık bir yok­
sulluk -Doğu yoksulluğu- gerçekten büyük önem kazanmakta*
dır. Derviş verilen parayı alır ve ağzına koyar:

Ağzıyla yeniden çiğnemeye başladığinda, parayı nasıl sağa


sola ittiğini izleyebiliyordum...Bu olanların garipliği karşı
smda hayretimi bastırmaya çalıştım. Paradan daha pis ve
kirli ne olabilirdi? Ama, ben o adam değildim. Beni şaşkınlı­
ğa düşüren onu eğlendiriyordu. Hem paraları öpen'insan*

148
larla da karşılaşmamış mıydım? Bol tükürük, şüphesiz ki
burada rol oynuyordu, ve o, bu farklılığı ile diğer dilenciler­
den ayrılmaktaydı?31

Bunlar küçük olaylar olabilir ama büyük dramatik değer taşı­


yorlardı. Dışardan izleyenlerce ilk bakışta anlaşılamayan gizli
bir önem taşıyan korkunç şeylerin olup bittiği Doğu idi bu. Son­
ra Canetti, dervişin parayı kurtardığını tahmin etti.Bunu yapa­
rak, mistik güçlerinin bir kısmını hayır sahibine aktarmış olu­
yordu. Kutsallık ve fiziksel iğrençlik biraraya getirilerek Doğu
oluşturuluyordu. Doughty, Arapları, kaşları gökyüzüne değen,
tuvalette oturan adamlar olarak betimlemişti. Canetti de ben­
zer bir görüntü üzerinde duruyor. Onun kutsal adamı da, La-
ne'inki gibi yarı deh idi; şaşkınlığa yol açıyordu. Gariplikler
dünyasında, drama yönünden zengin Doğuda o da garipti. Ola­
naklı olanın, rasyonel olanın, önceden haber verilebilir olanın
(bunlara hijyenik de eklenebilir) karşısında olduğu için Batıda
onun dengi yoktur. Canetti, kendisinin o adam olmadığına dü­
şünerek olayı rasyonalize etmeye çalışmaktadır. O adam, tut­
kularla ve Canetti'ye yabancı olan duygularla yönetilmekteydi.
Demir parmaklık hir kez daha aralarına iniyordu: Doğu ve onun
anormallikleri, akla uygun yaşamı temsil eden Batıdan çok
uzaklarda ve ondan ayrı idi.
Geleneksel Batı anlatılarında da belirtildiği gibi, Doğuda
tedirgin edici bir sessizlik vardı. Bu çok sıradan günlük olaylara
bile eşlik etmekteydi. Canetti, bunu bir pazar sahnesinin uzan­
tısı olarak görmekteydi. Bir tavuk kümesinin tasviri:

Kadınlar yaklaşınca, tavukları dokunmaları için onlara u-


zattılar. Kadın, tavuğu avucuna aldı've satıcının elini çe­
kiştirmeden hayvanın pozisyonunu da değiştirmeden hay­
vanın etli kısımlarını parmaklarıyla yokladı. Bu inceleme
sırasında ne satıcı, ne kadın, hiç kimse tek kelime etmedi.,
Hayvanın bile sesi çıkmadı.32

*
149
Canetti, çok suskun bir tavuğa rastlamış olmalı, eğer bu tavuk
satışı hikayesini gerçek kabul edeceksek. Ancak, görmeye çalış­
tığı sessizlik, Avrupa'nın görmek istediği Doğunun temel özelli­
ğidir, yapısıdır. Toplumun kapalılığı ve önem taşıyan her tür gö­
rünümünün gizliliği ile ilgilidir. Canetti, pazarda sergilenen
mallan incelerken yalnızca meraklı bakışlanndan kaçan, gö­
rünmeyen ayrıntıları yakalama eğilimindeydi:

Bu kadar gizlilik taşıyan, evlerinin içini muhafaza eden,


kadmlannm hatlarını ve yüzlerini, hatta tapınma yerlerim
yabancılardan saklayan bir toplumda, üretilip satılanlarda
görülen bu büyük açıklık, iki katı aldatıcıdır.33

Canetti'ye göre, bu kapalı toplum, saklı tuttuğu nitelikleri ve


görüntüleri, görünen nesnelere transfer etmekteydi. Böylece,
ekmek satan peçeli kadınlar betimlemesinde, Canetti kadınla­
rın duyumsamakta olduğu, cinselliklerini ekmek sömunlannda
algılamaya çalışır:

Bu somunlarda çiplaklık ve zevkle ilgili bir şey vardı; başka


zaman örtülü olan kadmlann çalışkan elleri, bir tür haber­
leşme yapıyordu sanki, "Hadi al, bak sana kendimi veriyo­
rum, eline al, benden sana geliyor.. 34
Marakeş yolculuğu, bu transfer edilen cinsellikte takılmıştı.
Yahudi bölgesinin dar sokaklannda yürürken, özel saraylann
avlulannı gözetlerdi. Kendisine kapanan dünyayı görmek isti­
yordu. Sonunda birisi, içerden ona gelmesini söyler. Yeni evlen­
miş bir kadının avlusunda oturduğu bir eve gelmiştir. Canetti,
onun da kendisine hayranlık duyduğunu sanarak, hayran hay­
ran kadına bakar. "Benim ona duyduğum merale, onun bana
duyduğu kadar büyüktü. Beni meraklandıran onun gözleriydi
ve şimdi de sessizce beni süzüyordu. Oysa ben onunla konuşmu­
yordum."35 Bu giriş, daha başka kapılan açtı. Canetti'nin ev sa­
hibi onunla arkadaşlık kurar ve ailenin geri kalanı ile tanıştı­
rır., Canetti, ilgi duyduğu bir aile üyesi ile tanışır ( karşılıklı bir
ilgi olduğunu sanıyor):
I 1
Oldukça gelişkin, genç bir kadındı,. Şaşkınca bana bakıyor­
du. Delacroix'nm resimlerindeki oryantal kadının çeşidin-
dendi ; beni bir bakışta kafasına koymuştu. Biraz uzunca
burnu vardı. Küçük avluda onu çok yakın oturuyordum ve
bakışlarımız doğal olarak buluşuyordu. O kadar etkilen­
miştim ki, gözlerimi yere indirdim, o zaman da yüzü kadar
- çekici olan güçlü ayak bileklerini gördüm.36

Kadın dış görünüşünün büyük bölümü, Canetti'nin tanış oldu­


ğu Delacroix'mn tablolarındaki oryantal güzellik normlarına,
uyabilme yeteneğine bağlıydı. Bu şekilde, hayallerin haremi,
kendini onun çekiciliğine kaptıran gezgine, tüm beklentilerini
sunmak iizere açılır. Ancak, bu duygular karşılıksız ve yarım
kalır. Ne bir çift söz edebilir, ne de en küçük bir temas... Sahip
olabilmenin olanaksızlığı kadının daha çok-arzulanmasına ve
tüm karşılaşmaya erotizmin bulaşmasına neden olur.
Bir başka olayda, Canetti, bir pencereden kendisine bakan
peçesiz bir kadın görür. "Kadın onunla öylesine okşarcasma bir
ses tonuyla konuşur ki, başını elleri arasında tuttuğunu hisse­
der."37 Pencerenin altında, kendini alamadan öylece kalır.Saat-
ler geçmiştir, o hâlâ oradadır." Bu kentin dar sokaklarında, bir
pencere yüksekliğinden bakan bir kadının bir başkasını nasıl
etkilediğini nasıl betimleyebilirim?"38 diyordu. Bu etki çok açık­
tı; cinselliğin yasaklandığı, kapatıldığı böyle bir yerde, cinsel
beklentiler çok yüksekti. Burada cinselliği gözler yaratıyordu,
onu abartıyordu ve kadını; o kentin sunabileceği herşeyden da­
ha önemli kılıyordu.39Canetti'nin kısa süre sonra peçesiz kadı­
nın deli olduğunu öğrenmesi de ironinin alâsıydı.
Canetti için Fas yolculuğu, hastalıkları, büyüyü, batıl
inançları ve cinselliği temsil ediyordu. Sanki gözleri, şok ede-
rek şaşırtarak, güldürerek ya da açındırarak bir izleyici kitle­
sini çekebilecek farklılıkları arıyordu. Canetti, bir dizi dilenci­
yi, kömür satan kara bir adamı, sebze satan tek gözlü bir ada­
mı, taş satan eli ayağı tutmayan bir ihtiyarı tasvir etmişti.
Çok önceden, neyse ki, kendimi herşeye hazırlamıştım. Bu
yüzden, yere oturmuş elindeki tek bir kurumuş limonu satma­
ya çalışan o yaşlı adamı görünce şaşırdığım söylenemez,"40 Ki­
tap, anlatılanların hepsinden çok daha farklı bir dilencinin be­
timlemesi ile sona erer. Canetti, sürekli tiz bir "e.e.e.e.e" 41sesi
duyuyordu ve kahverengi bir yığından geliyordu bu ses. Hem
korkmuş, hem de hayret etmişti. Her akşam oraya gidip, onu
tekrar görüyordu.

Kahverengi, kirli kumaş, başından aşağı geçirilmiş ve her-


şeyi gizliyordu. Yaratık onun içinde idi. Yaratık ya da her
neyse, çok cılız bir cüsse görüntüsündeydi.Onu hiç gelirken
giderken görmedim. Oraya onu biri mi getirip koyuyordu,
yoksa kendi mi geliyordu, bilmiyorum.42

Bu 'yaratık' Cânetti’nin yolculuğunun en güçlü sembolü oldu.


Çıkardığı ses öylesine direngen ve sonsuzdu ki, tüm diğer di­
lencileri unutturmuştu.43 Ve bunlardan sonra, Marakeş'in mal­
zemeleri olan sefil hayvanlar, muhtaç insanlar ve eli ayağı tut­
maz insanlarla ilgili hikâyeler tükenince kitap biter. Canet-
ti'den sonra V.S.Naipaul’un Doğu macerasına dönüyoruz. An *
Area of Darkness(1964), India: A Wounded Civilization(1977)
ve Among the Believers(1981) adlı kitaplarında Naipaul, kendi
zihnindeki Doğunun temsil ettiği karanlıklan açıklamaya çaba
harcayarak önce Hindistan'ı, sonra Mısır, İran, Pakistan, Ma­
lezya ve Endonezya'yı gezmiştir . Hindistan'a hep korku, ürkün-
tüile yaklaşmıştı. Çünkü Naipaul'un vazgeçmek, reddetmek is­
tediği her şey oradaydı. Büyükbabası bu ülkeden Trinidad’a göç
ederek sözleşmeli işçi olarak çalışmak zorunda kalmıştı.' Din­

152
sellik, yiyecekler, tüm nesneler ve ailevi gelenekler üzerinde
varlık bulan bir ülke idi. Ama, okyanus ötesinin aşılması sıra­
sında dönüşüme uğramıştı: Gerçek Uttar Pradesh kireçlenerek
taşlaşmıştı ve dinsellikten arta kalandı, yalnızca -Trinidad on­
ları tamamen teslim almıştı. Böylete, ilk kez Hindistan’a gider­
ken, Naipaul hiçbir bağlılık duymamıştı. Farklılığını hissede­
rek geri dönmüştü. 'Raj'm İngiliz yazarları gibi o da kendisini
Hindistan'da olan, fakat farklı bir dünyâya ait biri gibi hisseder.
Naipaulün, Kipling'in Hindistan ile ilgili yazılarını anlayışı
yüksek ve doğruluğu açısından benzersiz bulması sırf tesadüf
değildi. Kendini içinde bulduğu yabancılaşmış Hindistan'ı, um- -
duğu kadar doğru ve özenli betimlemişti:

Hint mirası olan son söz hariç, hepsi Kipling'de vardı. Hin­
distan'a gitmeğe pek gerek kalmamıştı. Ondan daha dürüst
ve özenli bir yazar olamazdı; kendini ve toplumunu daha iyi
hiç kimse açıklayamazdı.44

NaipauFun Doğusu, her Batılı gibi, eğitimi ile kazandıklarına


dayanarak bütünleşiyordu. "İngilizce konuşulan bir Amerikan
Trinidad sömürgesi önyargısının"45etkisinde olduğundan Hint
mirasının bazı unsurlarını tam kabullenmeyerek yazıyordu.
Görmeyi umduklarını ve görecekleri konusunda öğretilenleri
görüyordu. Doğu, daha yolculuğa çıkmadan önce zihninde bü­
tünleşmiş bir yapı idi ve yolculuk bittiğinde bile değişmeyecek
bir yapı idi. Yunanistan'dan İskenderiye'ye ulaştığında, aldığı
eğitim açısından da kesin çizgilerle aynlan 'Helenik' olanın 'Or­
yantal' olanla yer değiştirdiğini hemen farketmişti.

Şurası açıktır ki, Doğu, Yunanistan’da değil, burada başlı­


yor. Sınır tanımayan bir hareketliliğin yarattığı kaos, ken­
di kendini uyaran bu gürültü patırtı, ansızın şişi saran bir
güvensizlik duygusu ve etrafeıkilerin dost olmadığına, kel­
lenin koltukta olduğuna cftdr güçlü bir his..'.46
Herhangi bir İngiliz bölge komiseri de, kişisel duyguları soru­
lunca bunları söyleyebilirdi: "Kaos, gürültü, korku, despotizm
ve hırsızlar... Bütünüyle sürekli denetleme gerektiren iğrenç
bir yer" Naipaul, Mısır'a girişini şöyle anlatıyordu:

Adını adım her özelliğiyle, okumuş olduğumuz Doğu karşı-


f mızdadır. Kahire'ye trenle giderken, geçidin karşısındaki
adam iki kez öksürdü, dil becerisiyle balgamı yuvarlaya­
rak, başparmağı ve işaret parmağı ile onu ağzından çıkardı,
bir süre baktı, sonra avuçları arasında sürttürdü..47

Batının zihinsel düzeyde canlandırdığı Doğulu imajıydı bu.


Çağdaş Avrupa yazarlarının bir teki bile bu betimlemeye cesa­
ret edemezdi, ancak Naipaul, önyargılarına uygun düşen herşe-
yi kullanıyordu. Herşeyin ötesinde, "Ben Doğuda yaşadım,
onun ortamında yeniden oluştum ve iyi şeyler yaptım" diye dü­
şünmekteydi. Orta sınıfın küçümsediği emekçi sınıfla ilgili sar­
hoşluk ve tembellikleri betimleyen yazıları içerden bir gözle su­
narak orta şınıf okuyucu kitlesini kazanmada başarılı olan
emekçi sınıf yazarları gibi, miras aldığı önyargıları izleyerek,
kendi üstünlüğünü kanıtlamaya çalışıyordu. Artık, yeni bir ku­
şağın temsilcisiydi: Rasyonel, sağlıklı, eğitilmiş ve uygar idi.-
Ama, mirasın hâlâ ekmeğini yiyordu; zira o miras yoluyla oku­
yucuyu eğlendiriyor, şaşkına çeviriyor, üzebiliyordu. Yanısıra,
onun her tür alaycı yönteminden de, kolonici eğitim almış birine
yakışır derecede haberdardı.
Naipaul, Hindistan'ın sorunlarının ekonomik ya da politik
olmayıp, psikolojik olduğunu düşünüyordu.48 Çok durgun, sta­
tik bir kültürleri olduğundan ve umutsuzluk içine düştüklerin­
den Hintliler kendilerini görmekten acizdirler. Naipaul, özel­
likle Hintlilere mahsus bir umutsuzluk felsefesi olduğuna ina­
nıyordu. Aslında bu, yalnızca Batının yarattığı geleneksel"Do­
ğu umutsuzluğu, Doğu kaderciliği, Doğu maneviyatçılığı" kav­
ramlarının bir tekran idi. Bu felsefe, "pasifliğe, tarafsızlığa ve
boyıin egmeye"49götürüyordu. Hintliler, ülkelerinin sefilliğini
örtemiyorlardı, çünkü keşfedemiyorlardı. Körlükte ve kendile­
rini aldatmada çok ileri gitmişlerdi. Naipaul, bir psikanalist gi­
bi yaklaşıyordu konuya. - Profesyonelce, algılayıcı, hatasız ve
aklının süper işlev gördüğünün bilincinde olarak.
Hindistan'ı açık ve net görebileiı Hintli, Naipaul gibi, dışar-
da eğitilmiş olan Mahatma Gandi50 idi. Yazar gibi, Gandi de kı­
tadan uzaklardaki bir Hint göçebe toplumunda deneyimlerini
kazanmıştı. (Güney Afrika'da). Hindistan'a 41 yaşında iken, ol­
gunlaşmış olarak dörtdü: Bir kolonici olmuştu, Hıristiyan ahla­
kını veren bir okulda eğitilmişti, kısaca Batıya aitti.5! Bu eği­
timden sonra, Hindistan için prağmatik bir hareket sürecini
planlamak üzere gerekli zihinsel araçlara sahip olmuştu. An­
cak, elindeki bu araçlarla bile Gandi, Hindistan'a yenilmişti.,
yalnızca saygı duyulan bir kimse olmuştu ve yenilmiş bir kıta-
nıri iğrenç umutsuzluğuna katılmıştı. Naipaul'e göre Gandi bi­
le, devrimci Batili bakış açısına karşın, yararsız kılınmıştı ve
orada Doğul ulaşmıştı... .
Naipaul, Gandi'nin 40 yıl önceki eleştirisinin hala geçerli
olduğunu vurguluyordu. Çünkü, Hindistan'ın trajedisinin bir
yanı da durgunluğu idi. Statik bir sefalet ağma düşmüştü. Hint­
liler, kötü durumlarını anlamıyorlardı ve bu aksaklık onlar için
hayırlı olmaktaydı: .

İyi ki, Hintliler ülkelerinde olanları göremiyorlar, görebile­


cekleri şeyler onları çıldırtabilirdi. Tarih bilinci taşımama­
ları da iyi. Yoksa, bu yıkıntıların arasında nasıl yaşayabile­
ceklerdi ve hangi Hintli, ülkesinin son bin yıllık tarihini.öf-
kesiz, acısız okuyabilecekti? 52

Yerlere çöken bu yerliler ( hep yere çömelirlerdi) tarih,sel traje­


dilerinin büyük önemine karşı ilgisiz, hatta ondan habersizdi­
ler. Batı antropolojisinin betimlediği çocuksu ilkeller gibi, Nai-
paul'un Hintlileri de cahil, masum, pasif ve kaderci olarak kala­
caklardı. Kaderci Asya'ya ve yenik düşeıj Doğuya ait idiler.
Naipaul, bir Şii törenim izlemek üzere, Ortaçağ görünümü­
nü çağrıştıran bir kasabaya gider. Etrafında olanları statik ve
arkaik olarak görür (Ortaçağ Avrupasındaki gibi):

Nemli, tozlu ve pis kokulu bir kasabaydı. Bedenler ve kos­


tümler renk değiştirmiş, solmuş,kirdensertleşmişti. Açık­
ta kararmış kanalizasyonlar, kızartılan yiyecekler ve pis­
lik... Dükkan vitrinleri altından leşlerle beslenen doğurgan
ve güzelliği önemsenmeyen köpekler, mezbahalarda asılı
kanlı etlerin altında titreşen aç hayvanlarla dolu; dar so­
kaklar, karanlık iş yerleri, etrafı çevrili, kapalı avlular, bi­
leklere kadar etekler ve kırılacak gibi görünen, yara izleri
taşıyan bacakları olan delikanlıların kasabasıydı.53

Kasaba, tümü ile Doğu gibi, zıtlıklar ve hayrete düşüren imaj­


larla doluydu; pislik, yiyecek, güzellik ve kan -Dezenfekte edil­
miş, tertemiz Batıdan o kadar uzaklarda bir görüntüydü ki, bu,
anlatan, kendini bîr gece kabusunun içinde buluyordu. Naipa­
ul, Lane'in Mısır'ı betimlediği tarzda, kuru ve huzursuzluk duy­
mayan bir toıjda, kanlı töreni ve fiziksel iğrençliği anlatıyordu:

Kanın yarattığı huzursuzluk kadar endişeliydi bazılarının


yüzleri... Birisinin burnu yoktu, yalnızca pembe benekli bir
üçgen içinde iki nokta görünüyordu. Birinin korkunç patlak
gözleri vardı. Bir başkasının da boynu yoktu, et, yanaklar­
dan sonra bağrında devam ediyordu.54
‘ .•
Bu, cüzzamlı tipleri ile başka herşeye gölge düşüren, hastalıklı
Doğunun izleyici önüne serilen görüntüsü idi. Naipaul burjuva
izleyiciyi korkutacak ve gerginleştirecek bir canlı tablo yaratı­
yordu. Aşağıda da, yıkıntılar arasındaki yoksul bir Hint köyünü
betimlemektedir:

156
Bir çocuk, yol üstünde çamurlar içine çökmüş oturuyordu;
tüysüz ve pembe derisi görünen bir köpek, dışkılamak için
dürmüştü. Çocuk büyükçe kamı ile ayağa kalktı; köpek bir
şey yiyordu. Tapmağın dışında, erotik süslemelerle dekore
edilmiş iki tahta Hint mabudu heykeli vardı: Cinsel ilişkide
birbirine geçmiş çiftler; tutkusuzca ve suni..55

Hintliler, anlamına ve çağrışımlarına bağışıklıkları olduğun­


dan,şaşırtıcı yoksulluklarını göremiyorlardı. Ama Naipaul için
farklıydı: "Görebilmeyi öğrenmiştim; gördüklerimi yadsıya­
mazdım. Hep başka bir dünyaya ait olup, orada kaldılar. "56
Naipaul'un' karanlık alanı', tuhaf giysileri ve şaşırtıcı şive­
leriyle, Kipling tarafından ünlendirilen bir tnoda ile komik ça­
reler sunan bölge sakinlerinden oluşuyordu- Betimlemeleri ço­
ğunlukla yalnızca gülünç olmaktan çök, dokunaklı olan Naipa­
ul, 'komik- yabancı' tipine dayanamıyordu.Öriıeğin Naipaul'un
ev sahibesi MrS. Mahindra, onun bavulundaki ithal eşyalara
bayılıyordu. "Yabancı herşeye çıldırıyorum"57 diyordu. Ve Nai-
paul'un kaldığı otelde bir görevli, yazara komik bir figürü can­
landırmayı önerdi, İngilizceyi garip bir tarzda kullandığının
farkındaydı: \

"Hot-box" haftaya geliyor" dedi Aziz.


"Hot-box?"
"Haftaya" Sesi fısıltı halindeydi; şımarık ve öfkeli bir çocuk­
la uğraşan yumuşak bir hemşire gibiydi. Omuzundaki pe­
çete ile sinekleri kovaladı. "Bu birşey değil. Biraz ısınırsın,
küçük sinekler ölür. Büyük sinekler küçükleri avlar. Sonra
da sivrisinek gelir, büyük sinekleri ısırır ve onlar da gider­
ler.58

Naipaul'un İslam ülkelerine yolculuğu,Tahran'a ulaştığında,


İranlı yorumcu Sadık ile karşılaşmasıyla başlar:
Saat sekiz olmadan geldi. Yirmili yaşların sonundaydı. Kü­
çüktü ve özenle giyinmişti. Saçlan iyi kesilmişti. Ondan
hoşlanmamıştım. Onun basit bir geçmişi olan, basit eğitim
görmüş, ama çok gururlu, ilgisiz fakat alıngan, yaptığından
dolayı kendini övmeyen biri olduğunu, gördüm. Politik bir
doktrine dayanmaksızın, yalnızca öfke duyguları ile İran
devrimini yapmış olan bir adamdı.59

Bu ilk duygular, Naipaul'un uzun yolculuğu sırasında karşıla­


şacağı tüm insanlarla da aynı olacaktı; bu denli düşmanca ol­
masa bile, sempatisi çok sınırlı idi -çoğunlukla acıyacak, kü^
çümseyecek ve lütufkar davranacaktı. Yolculuğu boyunca, Nai-
paul imislümanlarla yeni yeni sohbetler, diyaloglar yapılmış gi­
bi, onları yemden üretiyordu. Bu konuşmalarda onları safça,
saçma ve zihinsel olarak geri kimseler gibi göstermeye çalışı­
yordu. Gerçekten de, İslamı bir yenilgi, öfkeli bir düşüş olarak
görüyordu. Pakistan'da gördüğü şiddetli dinsel eğilim, bu ön­
yargıları güçlendirmişti: 'Yenilgi, dinsel bağlılığı yeniden ve ye­
niden körüklüyü*."60 İslam, yalnızca acılardan kaçmak için bir
sığınaktı,61hiç bir şey başatamıyordu, asalakça ve yaratıcılık­
tan uzaktı.62
Bazı genç adamlarla 'görüşmelerinde', kendinde aynı hisle­
rin uyandığını, çünkü bu insanlarda bir mahçubiyet, bir zihin­
sel karmaşa olduğunu farketmişti. Bu da Naipaul'u, Trinidad
kolonisindeki gençliğine geri götürmüştü.Karmakarışık aile
geçmişini ve bunun ortaya çıkardığı duygusal çalkantıyı yazara
anlatan bir Malezyalı'ya,"Nasıl böyle duygulara kapılabildin?
Benim geçmişim seninkinden çok daha karmakarışık, ama ben
böyle hissetmiyorum- Hşm benim gibi daha bir sürü insan var.
Bugün dünyadaki insanların çoğunun geçmişleri çok karışık”63
demişti. Naipaul, karışıklığı ve zihinsel karmaşayı bir kerede ve
tamamîyle yenmişti, Alınış olduğu Batı eğicimi, onu rasyonel,
kendinden emin kılmış ve Doğulu geçmişinin yükünün altından'
kalkabilecek yeteneğe sahip olmasını sağlamıştı. Ne var ki, kar-

158
şılaştığı o, Batıyı ve Batının maddî nimetlerini çılgınca redde­
den (Naipaul bunu hem anlayamıyor, hem de afîedemiyordu)
müslümanlar, duygularına ve öfkelerine kapılmaktalardı:

Onların öfkelerini (sınırlı becerisi, sınırlı parası olup, dün­


yayı belli sınıflarla algılayabilen kırsal kesim insanının öf­
kesi) anlayabiliyorum. Artık bir silahları var. İslam. Tüm
dünyaya karş; tek silahlan bu. Kederlerinde, yetersizlikle­
rinde, toplumsal öfkelerinde ve ırksal aşağılanmalarında
Islâm onların yanındadır.64

Naipaul, îslamda salt olumsuzluklan görmektedir. İslam ya­


rarsızdır ve abesliğe götüren fanatik bir dindir. Hızla ilerleyen
dünyada, kendini adamanın arkaik bir biçimidir. Onu reddede­
bilecek Olanları, içinden kaçılması olanaksız entellektüel bir
boşluğa yerleştirdiği bir uygarlığın tedavi yöntemidir. Naipa-
ul'a göre Batının toplumsal yaşamına herhangi bir şekilde İs­
lâm kapsamında bir alternatif aramak bir sapmadır ve üstün­
lük, beceri kazanma girişiminde rezîlce bir düşüştür.
Gittiği dört ttıüslümân ülkeden (İran, Pakistan, Malezya,
Endonezya) yalnızca birinden (Endonezya) sempatik bir yanıt
alabilmişti. Çünkü Endonezya'da müslüman olmayan bir nüfus
ve İslam dışı unsurlar taşıyan bir kültürel gelenek vardı. Naipa­
ul, tüm 'inananlar' arasında, kendine uygun bir itibarı olduğu­
nu düşündüğü EndonezyalI şair, açık sözlü Si tor Stimorang'ı
farketmişti. Bu adam müslüman değildi, Sumatra'da animist
bir kabileye dahildi. Sağlam bir Felemenk eğitiminden geçmişti
ve bir Felemenk eşi vardı. Naipaul'un karşılaştığı zihinsel ve
duygusal anlamda kayıp müslümanların yanında Stimorang
sakin ve aklı başında bir insandı. Bir antropolog yardımıyla ata-,
lannın mirasını tekrar bularak bu soğukkanlılığını kazanmıştı.
(Naipaul bunu karmaşa ve çılgınlığın panzehiri olarak görüyor­
du.) 65
Yolculuğu sırasında katlandığı rahatsızlıklar, öfke, acıma
duygulan ve gerginlik arasında hiç olmazsa bir kez Naipaul, bir
Doğu manzarası karşısında heyecan duyabilmişti. Pakistan'ın
dağlık bir bölgesinden geçerken, koyunlanm güden Afgan kabi­
leleri ile karşılaştılar. Naipaul, görüntü ile büyülenmişti. Tanı­
dık (edebiyattan tanıyordu) bir Doğu ile yüzyüzeydi. Manzara­
nın etkisi, Tolstoy un ve Lermontov'un Kafkasya masallarını
aklına getirmişti.6®Çocukluğunun Doğu kitaplarına, o huzur
veren resimlerin arasına gitmişti:

Afgan kampı beni çok gerilere, çocukluğumdaki coğrafya


derslerine ve Honıes Far Aıvayadlı kitabımdaki çizimlere
götürmüştü. O kitapta, olağanüstü koşullarda ev kurabi­
len, sığınacak sıcak bir yer oluşturabilen insanlar vardı! Or­
manların gece tehlikelerine karşı korunan,yay ve pku ile sa­
vaşan Afrikalılar, sonsuz steplerdeki çadırlannda yaşayan
Kırgızlar, buzlardan yapılmış evleri içindeki eskimolar..67

Bu kamptaki kadınlar da, bu görüntünün romantik doğasmı ta­


mamlayacak denli güzeldiler. Naipaul'da göçebe olma özlemini
uyandırmışlardı.68 Görüntünün büyüleyiciliğinin içinde, Nai­
paul, bir kıskançlık da sezmekteydi. Herşey anlık ve geçici idi:,

Devam edecektim, işimle uğraşırken onlar da beni görecek­


ler ve işlerini yapacaklardı. Bu şahane güzellikte ve nefis
teni olan kızlar, kendi kabilelerinin fantazilerine hapsedil­
mişlerdi. Şimdi güzel, iyi besili, artan fiyatlanmri farkın­
daydılar, ancak kısa süre içinde evlenecekler, biı;er işçi ola­
caklardı,69

Görüntüler, davetkâr amaçlanna ulaşınca, çözülürler. Görün­


tüyü aktaran, gördüklerinden ayrılığının, farklılığının uyan­
dırdığı duygular içinde kaim İnsanlığın statik geçmişini me­
rakla izlemiştir ve yoluna devam eder.
işte Naipaul'un kitabı da bu duygularla sona erer. Yolculu-

160
ğunun gelişmesine korku engel olmuştur. Korku, yalnızca çev­
resini saran kaos olmayıp, bu kaosun ona geri getirebileceği,
kendi kolonisel geçmişine ait acılardı. Bu nedenle, gezdiği yer­
lerdeki dünyayı bütün gücü ile reddetmişti. Bir kez bu dünya­
dan kurtulmuşken, yeniden ona kapılmak korkunç olurdu. An­
cak gördüklerini olumsuzlayarak Doğuya yolculuğunu tamam­
layabilirdi ve Doğuyu bir karanlıklar ülkesine indirgemek zo­
rundaydı. Bu korku, önyargılara, düşmanca görüşlere yol açıp,
bakış açısını daraltıyor ve daha görmeden o ülkelere yabancı­
laştırıyordu. Yolculuktan hiç değişmeksizin dönmüştü, belki de
değişmezliklerin en kötüsüydü bu.
>
*

161
SONUÇLAR/
Dışardaki Masumlar
Kalmak için Moğollara ait yerleri kiralayan gezginler, çadı­
ra benzeyen yapıların plastikten olduğunu, hayvan derisin­
den olmadığını farketmişlerdi. Bazıları, onların çok fazla
batılaştıklanndan şikayetçiydiler. Miami'den tatil için ge­
len birisi, 'ben ne kadar Moğolsam, onlar da o kadar Moğol"
demişti.
'Tatil Anıları’
Newsweek (7 Haziran 1982)

1762'de Oliver Goldsmith, Citizen of the World adında, mektup


tarzında parlak bir parodi ile oryantalizmi anlatmaya çalışmış­
tır. Montesquieu'nun meşhur ettiği yazılarını adapte etmiş-
ti.Avrupa ile ilgili gözlemlerini yazan bir Doğulu tasarlamıştı.
Goldsmith'in 'vatandaşı',.çalışkan, kültürlü, kibar ve saygılı bi­
ri olarak, geleneksel 'Doğulu' tipine hiç benzemiyordu. Çok geç­
meden, bunun bir eksiklik, kendinden kaynaklanan bir kusur
olduğunu farketti; çünkü durmadan çevresindeki Avrupalılan,
barbarlıktan yana olmayan davranışlarıyla hayal kırıklığına
uğratıyordu. Onlar, oryantal bir oryantal talep ediyorlardı;
18.yüzyıl misafir salonları için tablosal bir ilave bekliyorlardı.

163
Kendilerine bu kadar benzeyen birine sempati duyamazlardı.
Üstelik de gerçek egzotik barbarlıkla ilgisi yoktu.1 Böylece Citi­
zen of the World Avrupa salonlarını soğuk ve ruhsuz bırakmış­
tı. 'Tekrar bekleriz,bile demediler, çünkü /serseri bir budala de­
ğil, mantıklı bir yaratıktım"2 diye yazıyordu mektubunda.
Avrupalılar birbirine zıt uçlara savrulup duruyorlardı. Do­
ğu, ya yeterince 'oryantal' değildi, ya da aşın 'oryantal' idi. Yol­
culuk, ya hayalkırıklığma uğratıyordu, çünkü Jıerşey çoktan
Batı etkisi ile dönüşmüş oluyprdu, ya da sanki çok olumsuz gö­
rünebilmek için, acınacak kadar Batının etkisinden sıynlmış
oluyordu. Aynı gezgin, bu aşırı uçlardaki duyguların hepsini
birden yaşayabilirdi. Napolyon Mısır'ın daha da egzotik olması­
nı isterdi ve onu Batı tipi, kaba bir uygarlığa ( hem de ne çatal bı­
çağı ne de soylulan olan) bir ülkeye dönüştüren, o yetersiz eg­
zotizmi küçümsemekteydi.
Osmanh tehdidi azalarak, geriye yalnızca bir güvensizlik
ortamı kaldığında, hıristiyan Batı ile müslüman Doğu arasın­
daki düşmanlık da gerilemişti. Ancak, bu değişikliğin sağladığı
politik tavırdan sonra Doğunun edebi anlamda uydurulanlarla
kullanımı son buldu; Doğu Batının düşlerindeki yerini ve değe­
rini artık yitirmişti. Doğu, Batılı güçlerin hakimiyetine daha
v fazla girdikçe, daha açık olarak düşlerden, edebiyattan,. resim­
den ve modadan çekildi. lOOlGece Masalları, Avrupa'da Türk-
lerin yenilgisi ile eş zamanda tanındı. Osmanhlann Avrupa'nın
istikran için ciddi bir tehdit olmaktan çıktıklan zamana da
Türk Rondlarımn Avrupa müziğine dahil olması rastladı. Na-
polyon'un Mısır'ı zaptından Sonra da Batıda sarıklar, modası
başlamıştı. 19.yüzyılda, tavırlarda gözle görülür bir değişiklik
söz konusuydu; bilisiz bir korkunun yerini tanıdık olana duyu­
lan küçümseme almıştı.
Bu yeni tavır, sosyal ve kültürel tanımlamanın oluşumun­
da çok etkindi. Oryantal ideoloji içinden çıkılmaz surette Batı
hegemonyâsma bağlandı, henüz telkin edici ya da aşağılayıcı
yöntemlerle empoze edilmiyordu. Seçici bir geleneğe ait inanç-
ların ince ve özenli sistemiydi, daha çok. Yine de güçlü bir sis­
temdi, bir çok pratik ve doğrudan deneyimi yaşanmış süreçlerle
bağlantısı vardı:Din, aile, kurumlar ve dil. Batı Doğuyu yönete­
bilmek için planlar yapma çabasmdaydı.
Oryantalist çalışmalar, Avrupa'nın denetimi altında tuta­
cağı halklarla ilişkilerini derinleştirebilmesi amacıyla, 'East
India Company'nm ğörevlisi olan Sir William Jones tarafından
resmi olarak başlatıldı.Avrupa, Doğuyu soğukkanlılıkla ve dik­
katle incelemenin üstesinden gelemeyebilirdi ve İngiltere, diin-
yanııî önde gelen güçlü ülkesi olarak öncülüğü kabul etti.
Tek tek gezginlerin gördüklerini incelemeleri ve kendi va­
tandaşlarına onu betimleyebilmeleri, İmparatorluk onayı ile
sonlanan bir yükümlülüktü. Aslında gerçek, Doğuya ilişkin
sonradan uydurulanlarla içiçe geçmişti. Önyargı mirasının
ağırlığı altında, Doğu belli yasalarla açıklanmıştı ve değişmez­
di. Daha ileri bir algılamaya zaten izin verilmemişti. 1895’te
Curzon, Morier'in Hajji Baba adlı eserinin, "Değişmeyen in-
1 sanların değişmeyen karakterlerinin" dürüst bir betimlemesi
olduğunu yazmaktaydı.3
Doğu hakkında peşin peşin benimsenmiş olan mecazlara
karşı çıkan nadir gezginler bile, bunların yarattığı anlamlar­
dan kaçamamışlardı. Daha önce de gördüğümüz Albert Smith,
Doğu yazılarındaki abartmalarla alay etmesine rağmen, so­
nunda önyargılara o da kendini kaptırmıştı. Doğu gezi yazıları­
nın tarzını hicvetmeye çalışan Mark Twain bile ancak, kitapta­
ki peşin yargılan onaylamakla kalmıştı. Doğunun her görünü-.
münü yeniden romantikleştirmek istediyse de, aksine, bunu
kötü niyetlice, sempati duymaksızın ve insanca yaklaşmaksızın
kaba bir mizahla yapmıştır. Ona göre, Doğuda kirli, çirkin, tem­
bel, aptal ve sıkıcı insanlar vardı. Yolculuğunu anlattığı The
Innocent Abroad (1869) adlı kitabında Doğuyu küçümseyerek
kendi konumunun üstünlüğünü vurgulamaya çalışıyordu.
Doğu hakkmdaki Avrupa gezi yazılannm çoğunluğunun
güçlü bir taraf tutmanın ve uydurmaların etkisi altında kalmış
olması, büyük bir talihsizlikti. Yazıla*, hiç şüphesiz ki dünyaya
ilişkin bilginin genişletilmesi amacmı taşıyordu ama, bü yalnız­
ca kolonici görüşlere hizmet eden lekelenmiş bir bilgi oldu. Hat­
ta bugün bile, koloni çağının bitmesine karşın, bu lekeli bilgi,.ol-1
dukça belirgin biçimlerde hâlâ bizimle birliktedir. Diğer halkla­
rı, ırkları ve dinleri anlatırken, artık daha az önyargılı olmak bir
zorunluluktu. Bunu yapabilmenin bir yolu da, miras aldığımız
verileri, -ister askerden, ister bilimadamından, isterse de gez­
ginden sağlanmış olsun- sürekli sorgulamaktır. Farklılıkları­
mızı ortaya koyacak olan bu nosyonları sorgularken, belki de,
giderek daha da karmaşıklaşan dünyamızda, sempati ve çaba
ile, insan olarak ne denli benzerliklerimiz olduğu anlayışına
ulaşabiliriz.

166
NOTLAR VE REFERANSLAR
Giriş .
1. Doğulu iki gezginin Avrupa'ya ilişkin gözlemlerini ülkelerine yaz­
dıkları, "Letters persanes" (Paris, 1721) adlı Usbek ve Rica’nın mek­
tuplarını derleyen Montesquieu'nun eserinde olduğu gibi, parodi ama-
cı ile bu anlayışın tersine çevrilmesi de mümkündür.
2. Nicholas Ziadeh, Al-Jughrafıya w a lR a h a la t 'ind al'Arab (Beyrut,
1962) s. 10-15
3. Regis Blachere ye Henıi Dramann, E xtraits des Principaux Geog-
raphes Arabes du Moyen Age (Paris,1957), s. 11
4. G.R.Tibbetts, A Study o f the Arabic T e x t, M aterial on South-East
Asia (Londra, 1979), sf. 2
5. Ibid., s. yin,
6. Blacheere and Darmann, Geographes Ai-abes, s. 95
7. The Book o f the Marvehi o f India, İngilizce çevirisi Peter Quennel ta­
rafından (Londra, 1928) s. 164
8. Ibid., s. 165
9. Tibbettes, South-East Asia, s. 176
10. Antonio Pigafetta, Magellan's Voyage (A N arrative Account o f the
First Navigation), RA.Skelton tarafindan İngilizceye Çevrildi. (Lond­
ra, 1969) s.85 v
11. W.Arens, The M an-Eating Myth: Anthropology and Anthropop­
hagy (New York, 1979), s.49
12. Louise K.Bamett, The Ignoble Savage : American Literary Racism
, 1790-1890 (Connecticut, 1975) s.5 '
13. Theodore Roosevelt, The Winning o f the West (New York, 1896) s.90
14. James Fennimore Cooper, The Last o f the Mohicans (Londra, 1826;
3 cilt) Cilt 1, s. 134-5
15. Arens, The M an-Eating M yth, s.95
16. Women and Colonization: Anthropological Perspectives, Mona Eti­
enne ve Eleanor Leacock (ed.) (New York, 1980) s.175
17. Bu konuda tüm çalışmalar için bkz. Allen MacFarlane, Witchcraft
in Tudor a n d Stu art England (Londra, 1970)
18. V.G.Kiernan, 'The Lords o f Human Kind: European A ttitu des to­
w ards the Outside World in the Im perial Age (Londra, 1969) s.6
19. 22 Temmuz 1920 de, Maysalun savaşından sonra.
20. Charles Batten, Pleasurable Instruction: Form and Convention in
Eighteenth Century Travel Literature (Berkeley. 1978) s.15
21. Hester Stanhope, Jane Digby, Isabel Burton, Lucie Duff Gordon;

167
Emily Eden, Amelia Edwards, Mary Kingsley, Gertrude Bell ve Freya
Stark da aralarmdaydı.
22. Brian V. Street, The Savage in Literature (Londra, 1975) s. 13
23. Norman Daniel, Islam, Europe and Empire (Edinburgh, 1966) s.53
24. Alexander Kinglake, Eothen (Londra, 1898) s.64
25. Kinglake, Eothen, s.126
26. Ibid., s.215
27. Richard F .Burton, Sindh and the Races th at inhabit the Valley of
the Indus (Londra, 1851; 1973) s.284 >
28. Kiernan, The Lords o f Human Kind, ş. 316
29. Edward W.Said, Orientalism (Londra, 1978), içinden çıkılmaz şe­
kilde emperyalist bakış açısına bağlı olan Doğunun katalogunu hazır­
lamada yöntem olarak, Profesör Said'in sunduğu Oryantalizm tanım-*
laması için kendisine teşekkür borçluyum.
30. François -Rene de Chateaubriand, Itinéraire de Paris a Jerusalem
(Paris, 1811) s. 128 .
31.James Ballantine, The Life o f D avid Roberts, R.A., Compiled from
his Journals and Other Sources 'deri alıntılanarak (Edinburgh, 1866)
s. 104-5

1 İffetsizSarazenler
1. Bkz. F.M.Donner, The E arly Islamic Conquests (Princeton, 1981)
2. J.B. Friedman, The Monstrous Races in Medieval A rt and Thought
(Cambridge, Mass., 1981) s.65
3. Ibid. s.67
4. Normal} Daniel, Islam and the Wes* : The Making o f an Image (Edin­
burgh, 1960) s.270
5. Ibid., s.102
6. Ibid., s. 270
7. R.W. Southern, Western Views o f Islam in the M iddle Ages (Camb­
ridge, Mass., 1980) s.30
8. Ibid. s.31
9. Bu hikayeleştirme üzerine bir çahşma için bkz. S.Tonguç, The Sara­
cens in the M iddle English Charlemagne Romances (Londra, 1958) ve
B.White, S aracen s a n d C rusaders: From F act to A llegory
(Londra, 1969)
10. Aynı anlamda, Amerika'nın bu öncü romanları Kızılderilileri,
beyaz-adamm kahramanlıklarını anlatmada bir fırsat olarak kul-
landılar; Barnett, The Ignoble Savage.
11. Dorothee Metlitzki, TheM atter ofAraby in M edieval England

168
(New Haven, 1977) s. 160
12.1bid., s.161
13. Bevis o f H am pton, Caius Koleji Kütüphanesinde, MS 175, Camb­
ridge; L.A. Hibbard (ed.) S ir Bevis o f Hampton (Londra, 1911)
14. Metlitzki, The Matter of Araby, s. 168
15. M.D. Taseer, India and the N ear East in English Literature from
the E arliest Times to 1924 (Cambridge doktora tezi 1936)s.51
16. The Sowdone o f Babylone, kollektif bir hazırlama (Londra, 1854)
17. Metlitzki, The M atter o f Araby, s. 175
18. The King of Tars, MS Bodley 3938. J.Ritson (ed.) Ancient English
Metrical Romances (Londra, 1802)
19. Floris and Blauncheflur, MS Gg. 4. 27 (II), Cambridge Üniversite­
si Kütüphanesi, A.B. Taylor (ed.) (Oxford, 1927)
20. Bkz. P.Meyer, Alexandre le Grand dans la Litterature du Moyen
Age (Paris, 1886); ve G.Cary, The M edieval Alexander (Cambridge,
1956)
21. M.C.Seymour (ed.) The Travels o f S ir John M andeville (Oxford,
1968)
22. H.Cordier (ed.) The Book of Ser Marco Polo etc. (Londra,22. H.Cor-
dier (ed.) The Book o f Ser Marco Polo etc. (Londra, 1920)
23. H.Cordier (ed.) Les Voyages en A sk au XTVe Siecle du Bienheureux
Frere Odoric de Pordenone (Paris, 1891)
24. Bkz. A.C. Wood, History of the Levant Company (Londra, 1964); ve
Sir William Foster, England's Quest for Eastern Trade (Londra, 1933)
25. Shakespeare, Macbeth, I, iii, 73-9
26.Thomas Dallam, Diary (1599-1600) o f a Voyage to Constantinople,
Early Voyages and Travels in the Levant'm içinde, (Londra, 1893), s.
74-5
27. Alain Grosrichard, Structure du serail (Paris, 1979) s. 155
28. Sir Geprge Courthope, Memoirs (1616-1685), yayma hazırlayan
S.C. Lomas (londra, 1907) s. 123
29. Norman Daniel, Islam, Europe and Em pire (Edinburgh, 1966)
s.18
30. Charles Robson, Newes from Aleppo (Londra, 1628)
31. Bkz. E.Jones, Othello's Countrymen: The African in English Re­
naissance D ram a (Londra, 1965), ve bkz. S.C. Chew, 'Moslems on the
London Stage', The Crescent and the R o s e I s la m and England during
the Renaissance (New York, 1937) s.469-538
32. Antony and Cleopatra, ii, 121-2
33. Ibid.,li, iii, 39-42
34. Ibid., iv, viii, 25-30.36. Mohamed Abdel-Halim, Antoine Galland:

169
Sa vie et son oeuvre (Paris, 1964) s. 299
35. Arabian Nights'ı bir İngiliz eseri, dahası genél olarak Batı edebi­
yatına aitbir olgu olarak gördüğüm için, İngiltere'de daha muteber bir
terim olan 'Arabian Nights'ı kullanacağım. Arabian Nights'm tarihi­
nin daha ayrıntılı bir incelemesi için, Suheir al- Qalamawi, A lfL aila
wa Laila (Kahire, 1959)
36. Mohamed Abdel-Halim, Antoine Galland: Sa vie et son oeuvre (Pa­
ris, 1964)s.299
37 .Cleomades, ÿa dâ Le Chavel de Fııst, 13 .yy. sonlarına ait, Kral,,
Âdenet tarafından yazılmış olan, çeşitli maceralar ağı içinden, kahra­
manlarını tahta bir atm taşıdığı uzuıi vei fantastik bir romandır.
38. Ortaçağlara ait, oryantal kaynaklara ilişkin veriler taşıyan ve
Özellikle de AlfLaila wa Laila'ya ait veriler sağlayabilecek olan bir aşk
romanıdır. Daha ayrıntılı bir inceleme için bkz. Katherine T. Butler, A
History of French Literatüre (Londra, 1923; 2 cilt), cilt 1, s. 3İ-3
39. P.Rajna, Le Fon t i dell'Örlando Furioso (Floransa, 1900) s.436-55
40. Maurice Bouisson, Le Secret de Sheherezade: les so urces folklori­
ques des contes arabo-persans (Paris, 1961) s.227
41. Antoine Galland, Journal (1672-3), yayına hazırlayan Charles
Schefer (Paris, 1881; 2 cilt), cilt 1, s.56-7
42.Bu çevirilerin bir listesi için bkz. Abdel-Halim, Antoine Galland, s.
476-8
43. d'Herbelot'un bilgelik tutkusunu, şu eserlerinin başlıklarından da
tahmin etmek mümkixn:Bibliotheques Orientale ou Dictionnaire Uni-
versal, contenant generalment tout ce qui regarde la connaissance des
Peuples d e ’l Orient. Leurs Histoires et Traditions (veritable ou fabule­
uses.) Leurs religions, sectes et politiques, Leurs gouvernement, loix,
coutumes, Moeurs, Guerres, les Révolutions de leurs Empires; Leurs
Sciences et leurs Arts, Theologie, Mythologie, Magie, Physique, Mora­
le, Medecine, Mathématiques, Histoire naturelle, Chronologie, Géog­
raphie, Observations Astronomiques, Grammaire, et RethoriqUe. Les
Vies et Actions Remarquables de leurs saints, docteurs, philosophes,
Historiens, Poetes, Capitaines de tous ceux qui se sont rendu illustres
parmis ewé, pa r leur Vertu, ou p a r leur Savoir; Desjugments critiques,
et des extraits de tous leurs ouvrages. De leurs Traites, Traductions,
Commentaires, Abrégés, Recueils de Fables, de Sentencês, De Maxi­
mes, de Proverbes, de Contes, de bons Mots de tous leurs Livres écrits en
Arabe, en Persan, ou en Turc, sur toutes formes de Science, d'Arts, et de
Professions, Antoine Gallandin önsözü ile (Paris, 1697; 2 cilt)
44. Galland, Journal, cilt 1, s.41-2
45. Jean Chardin, Voyage de Monsieur le Chevalier Chardin en Perse

170
et Auters Lieux de l'Orient (Amsterdam, 1686; 2 cilt), cilt 2, s. 279
46. Galland, Journal, cilt 2, s. 19
47. Chardin, Voyage, cilt 1, s'. 44 '
48. Ibid., cilt 2, s.17
49. Ibid., cilt 2, s.280
50. Richard Burton, The Book o f the Thousand N ights an d a N ight
(Londra, 1884-6; 17 cilt), 'Terminal Essay’, cilt 7, s. 238
51. Chardin, Voyage, cilt 2, s.281
52. Abdel-h^lim, Antoine Galland, s. 108 1
53. Ibid., s.259
54. Ibid., s. 193
55. Antoine Galland, Les M illes et une nuits (Ilk baskı, Paris 1704;
1979 ikinci baskı, 2 cilt), cilt 1, s.46
56. Ibid., cilt 1, s.3
57. Abdel-halim, Antoine G alland, s. 153
58. Henri Baudet, Paradise on Earth: Some Thoughts on European
Images of Non-European Man (New Haven, 1965) s. 38-41
59. Peygamberi iktidar tesis ve suistimal eden biri olarak gösterdiği
La Fanatisme oil M ahom et (Paris, 1743) oyununda görüldüğü gibi
Voltaire'inki inatçı bir Ortaçağ tutumudur. Islamı çılgınca hegemon­
yaya, şiddetle karşı olduğu kiliseye ve topyekün dine saldırmak için
kullanıyordu.
60. Mary Wortley Montagu, The Complete Letters (Oxford, 1763; 2
cilt) cilt 1, s. 385 '
61. Leila Ahmed, E dw ard W. Lane (Londra, 1978) s. 130
62. Martha Pike Conant, The Oriental Tale in England in the Eighte­
enth Century (New York,1908) s.5
63. G.Audisio, La Vie de Haroun al-Raschid (Paris, 1930) s. 74’den
alıntılayarak.
64. Burton Feldman ve Robert Richardson, The Rise of Modem Mytho­
logy (Bloomington, 1972) s.313’den alıntılayarak.
65. Ernest Bernbaum, Guide through the Rom antic Movement (New
York, 1949) s. 11
66. Bernard Blackstone, The Lost Travellers: A Romantic Theme with
Variations (Londra, 1962) s. 26
67 Chateaubriand, Memoires d'otretombe (Paris, 1817; 1949; 2 cilt),
cilt.,1, s. 218
68. Alexander Pope, Correspondence (Oxford, 1956; 5 cilt) cilt 1, s. 368
69. Ibid., s. 369
70. Oliver Goldsmith, Citizen of the World (Londra, 1762) s. 138-9
71. îlk yazılışı Fransızca, 1782. William Beckford, Vathek: The Eng­

17İ
lish Translation by Sam uel Henley f1,783) and the Lausanne and P a­
ris Editions (1784). Tekrar baskı 3 cilt halinde (New York, 1972)
72. Bu kitaplar Vathek'in Henley'e ait İngilizce versiyonunda
Beckford'un kaynaklan olarak belirtilmiştir. -
73. J.W.Oliver, The Life o f William Beckford (Londra, 1932),s. 101
74. Bu.konuda tüm çalışmalar için bkz. Conant, The Oriental Tale.
75. Oliver, The Life o f W illiam Beckford, s. 23
76. L.Melville, Life and Letters of W illiam Beckford (Londra, 1910)
s.82
77.Oliver, The Life o f W illiam Beckford, s.66
78. Bu olayın etkileyici bir tasviri için, bkz. Bernard d'Astorg, Les No­
ces Orientales (Paris, 1980) s. 149-52 '
79. Oliver, The Life o f W illiam Beckford, s. 128
80. Ibid., s.285
81. Ibid., s. 287
82. Blackstone, Lost Travellers, s. İ81
83. Byron, Letters and Journals, yayma haz. Leslie A. Marchand
(Londra, 1980; 12 cilt), cilt 3, s. 101
84.Victor Jacquemont, Letters from India; describing a Joum ay d u ­
ring th? years 1828-1831 (Londra, 1835; 2 cilt), cilt 1,
s.360
85. Thomas Moore, Poetical Works (new York, 1854) s. 424
86. Ibid., s.210
87. Mario Praz, The Rom antic Agony (Londra, 1970) s. 11
88. J: B. Beer, Coleridge the Visionary (Londra, 1959) s. 63
89. Ibid., s. 221
90. Geoffrey Yarlott, Coleridge and the Abyssinian M aid (Londra,
1967) s. 151
91. Beer, Coleridge the Visionary (Londra, 1959) s. 63
92. Coleridge, Collected Letters, E.Griggs tarafindan yayına hazırlan­
dı. (Oxford, 1956; 2 cilt) cilt 1, s. 347
93. Ibid.
2 Bahane Edilen Metin
1. Richard Hole.¿Remarks on the A rabian N ights' Entertainm ent
(Londra, 1797) s. 10
2. Henry Torrens, THe Book of the 1001 Nights (Londra, 1838; 2cilt)
cilt 1, s. iii
3. Edward W. Lane, The Thousand and One Nights (Londra, 1839-41;
3 cilt), cilt 3, s. 686
4. Bu, Bodleian Kütüphanesindedir: The Draft o f the Description of
Egypt, MS Eng. misc. d. 234
5. Edward W. Lane, Manners and Customs of the Modem Egyptians
(Londra, 1836; 1963) s, iii
6. Ibid., s. 267'
7. Ibid.
8. James Aldridge, Cairo (Londra, 1969) s. 12
9. Lane, Modem Egyptians, s. 379
10. Ibid., s. 385
11. Edward Said, Orientalism, s. 103
12. Modem Egyptians, s. 257
13. Ibid., s. 295-6
14. Ibid., s. 305
15. Ibid. s. 304
16. Ibid., s.’222 ,
17. Ibid., s. 228
18. Joseph Pitts, A Faithful Account o f the Religion and theManners
of the Mahometans (1704) (Londra, 1738) s. 46-7
19. Modem Egyptians, s. 221
20. Ibid.
21. Ibid.
22. Sözlük ya da çevirileri.
23. Lord Cromer, Modern Egypt (Londra, 1908; 2 cilt) cilt 2, s. 538
24. Ibid., s. 567
25. Lane, The Thousand an d One N ights, cilt 1, s. 26, n .ll
26. Ibid., cilt 1, s. 213, n,12 i
27. Ibid., cilt 1, s. 231, n.54
28. Ibid., cilt 1, s. 30-1
29. Said, Orientalism, S. 162
30. Ibid., s. 164 \
31. Ibid., s. 164
32. Robert Hay'e 30 Ocak 1832 tarihli mektup. Ahmed'den alıntıla­
yan, Edward W. Lane, s. 39
33. Muhsin Jassim Ali, Scheherazade in England (Washington, 1981)
s. 93-4
34. Kathryn Tidrick, Heart-Beguiling A raby (Cambridge, 1981) s. 66
35. Richard Burton, Selected Papers on Anthropology, Travel and
Exploration (Londra, 1924) s. 22
36. Fawn Brodie'den alıntılayarak, The Devil Drives (Londra, 1967) s.
5 9

37. Ibid. s. 60
38. Richard Burton, The Book o f the Thousand N ights and a Night

173
(Londra, 1885-8; 17 cilt) cilt 1, s. 13
39. Ibid., cilt 1, s. 71-2
40. Ibid-, cilt 1, s. 287
41. Lisa Jardine, S till H arping on Daughters (Londra, 1983) s. 169
42. Burton, Thousand Nights, cilt 1, s. 6
43. Ibid., cilt 10, s. 236
44. Ibid., cilt l, s. 212
45. Lane, Modern Egyptians, s. 296
46. Ibid.
47. Lillian Faderman, Surpassing the Love of Man (New York, 1981) s.
148-50
48. Burton, Thousand N ights, cilt 2, s. 234
49. Ibid., tilt 2, s. 234
50. Ibid., cilt 4, s. 234-5 -, '■ t ,
51. Richard Burton, Personal N arrative o f a Pilgrimage toAl-M adi-
nah and Meccah (Londra, 1855-6; 2 cilt) cilt 1, s. 9
52. Burton, Thousand N ights, cilt 1, s. xvii
53. Thomas Assad, Three Victorian Travellers (Londra, 1964) s.
54 . Richard Burton'm Richard Monckton Milnes'a mektupları Wren
Kütüphanesinde bulunmaktadır. Tirinity College, Cambridge.
55. 26 Nisan 1862 tarihli mektupta.
56. A.Pope-Hennessey, Monckton Milnes: The Flight o f Youth (Lond­
ra, 1963) s. 67-9 ,
57. Edmond ve Jules de Goncourt, Journal: Mémoires de la vie Littéra­
ire (Paris, 1878; tekrar baskı 1956; 4 cilt) cilt 1, s. 1053
58. tbid.
59. Ibid. s. 1056-7 ,
60. Dahomey'in 31 Mayıs 1863 tarihli mektubundan.
61. Letters o f A. C. Swinburne to Richard monckton Milnes ( and other
correspondents) (Londra, 1915) s. 124
62. Ibid., s. 238 .
63. Burton'den Monckton Milnes'e 15 Haziren 1875'te Trieste'den..
64. Burton, Thousand Nights, cilt 10, s. 234
65. Ibid., s.238
66. Thousand Nights, cilt 1, s. 191
67. Burton, Thousand Nights, cilt 4, s. 227
68. E.Hellerstein, L.Hume ve K.M. Offen (ed. ) Victorian Women
(Londra, 1981) s. 125
69. Burton,«Thousand Nights, cilt 10, s. 235
70. Ibid., s. 233
71. Thousand Nights, cilt 1, s. 125

174
72. Ibid., s. 234
73. Richard Burton, Z anzibar (Londra, 1872; 2 cilt) cilt 1, s. 184
74. Dr. È.W. Cushing'in kelimeleri, B. Ehrenreich ve D. English,
Complains and Disorders'daii alıntılanarak. (Londra, 1974) s. 35
75. Talal Asad, Anthropology and the Colonial Encounter {Londra,
1973), s. 13-15
76. Richard Burton, A M ission to GeMe, K ing o f D a h om ey (Londro,
1864; 2 cilt) cilt 2, s. 198
77. George Stocking, Race, Culture and Evolution (New York 1968) s.
126
78. John Haller, Outcats from Evolution (Urbana, 1971) s. 51
79. Burton, Thousand Nights, c. 8, s. 86
80. Burton, The Perfumed Garden (Londra, ,1886) s.6
81. Byron Farwell'den alıntılayarak, Burton (New York, 1963) s. 399
82. Bu eklerin detaylı bir analizi için bkz.Yassin Şalhani, Richard
Burton (Saint Andrews Üniv Doktora tezi, 1978) s. 245-9
3 Solon'u» Haremi
1. Victor Hugo, Odes et Ballades, et Les Orientales (Paris, 1940) s. 403
2. Leile Ahmed'den alıntılayarak, E d w a rd W. L a n e, s. 1
3. Bernard Shaw’in tasviri, Andrea Rose, Pre -Raphaelite Portra-
tis’den alıntılanarak (Londra, 1981) s.9
4. Oscar Wilde, Collected Works, (Londra, 1980), s. 429 <
5. Salome'un farklı görüntüleri üzerine bir inceleme için bkz. Mârio
Praz, The Romantic Agony, bölüm 5
6. Gustave Flaubert, Oeuvres completes (Paris, 1951; 2 cilt) c.2, s. 675
7. Avrupa edebiyatında dansın seksi anlamlan olmasına rağmen,
danstaki erkek, bir izleyiciden öte, aktif bir katılımcıdır, (bkz. Mada­
me Bovary, Anna Karenina, Tess of the P'Urbevilles)
8. Norman Bryson, Word and Image: French P ainting o f the Ancien
Regime (Cambridge, 1981) s. 92
9. Jacques Bosquet, Les themes du Reve las Littérature Romantique
(Paris, 1964) s. 504
10. Claude Pichois, Baudelaire: Etudes et Témoignages (Neuchatel,
1974) s. 20
11. Tamara Bassim, La femme dans Toeuvré de Baudelaire (Neucha­
tel, 1974) s.20
12. Bosquet, Les themes, s. 498
13. Raymond Schwab, La REnaissance Orientale (Paris, 1950) s. 439
14. Flaubert, Oeuvres completes, c.l, s. 85
15. Edmond ve Jules de Goncourt, Mémoires de la vie littéraire, c.2,\S.

175
156 '
16. Jeanne Bern, Désir et Savoir dans l'oeuvre de Flaubert (Neucha-
tel, 1979) s. 96
17. Flaubert, Oeuvres completes, c.l,s. 85 *
18. Ibid., c.l, s.81
19. Ibid., c.2, s. 691
20. Goncourt,.Mémoires, c. 2, s. 21-2
21. V.G.Kiernan, The Lords o f Human Kind, s. 131
22. Bernard Delvaille’den alıntılayarak, Theophile Gautier (Paris,
1968) s. 65
23. La Presse'de bir màkale, 29 Eylül 1851. Delveille, s. 60
24. Oryantalist ressamlar tarzları popülerleştikçe daha da organize
oldular. Topluluklarından bazıları Société des Peintres Orientalistes
Français ve Société des Peintres Algériens et Orientalistes'i de kap-
sar.
25. La Presse'de bir makale, 19 Mart 1845, Delvàille, Theophile Gau­
tier, s. 93 •
26. Revue des Deux Mondes'de bir makale, 1 Temmuz 1848. Delvàille,
Theophile Gautier, s. 18
27. Phillipe Jullian’in alıntıladığı şekliyle, Les Orientalistes (Paris,
1977) s. 72
28. Ibid., s. 73
29. Wilde, Collected Works, s. 425
30. Jullian, Les Orientalistes (Paris, 1977) s. 40
31. Mark Girouard, The Return to Camelot: Chivalry and the English
Gentleman (Londra, 1981) s. 225
32. Gerard de Nerval, Oeuvres completes (Paris, 1961; 2 cilt) c.2, s. 173
33. Hugo, Odes et Ballades, s. 488
34. Pierre Loti, Aziyade (Paris, 1879) s. 56
36. William Maikepeace Thackeray, Notes o f a Journey from Com hill
to Grand Cairo (Londra, 1845) s. 278-9
37. Edward Lear, Later Letters o f E dw ard Lear, yayına hazırlayan
Lady Strachey (Londra, 1911) s. 91
38. Thackeray, Notes of a Journay, s. 207
39. Ibid., s. 209

4 Cesur Gezginler
1. Byron Farewell, Burton (New York, 1963) s.2
2. William Hazlitt, Table Talk (Londra, 1821; 1960) s. 189
3. Ibid., s. 188
4. Lane, Manners and Customs o f the Modern Egyptians, s. xxv
5. Burton, Personal N arrative o f a Pilgrim age to Al-M adihah an d .
Meccah, c.l, ş. 114 '
6. Peter Brent, Far Arabia: Explores of the Myth (Londra, 1977) s. 178
7. James Silk Buckingham, Travels in Palestine (Londra, 1821) s. xix
8. Ahmed, E.W. Lane, s. 95
9. Burton, Pilgrimage, c.l, s.114
10. T.E. Lawrence, Secret Dispatches from Arabia (Londra, 1939) s. 27
11. T.E. Lawrence, Seven P illars o f Wisdom: A Trium ph (Londra,
1935; 1965) s. 29
12. Ibid., s.30
13. Ibid., s. 176
14. Ibid., s. 23
15. Ibid., s.28
16. Burton, Thousand Nights, c.l,s:l ‘
17. Burtori’dan Monckton Milnes’e Trieste'den 15 Haziren 1875 tarihli
mektup. Wren Kütüphanesi, Trinity College. Cambridge
18. Isabel Burton tarafından alıntilandığı şekliyle, The Life bfC apt.
S ir Richard Burton (Londra, 1893; 2 cilt) c.II, s.442
19.Bluntlar at yetiştiriyorlardı, melez olarak ürettikleri Crabbet Stud
atı, safkan Arap atlarının iyi bir örneğiydi.
20. Wilfrid Scawen Blunt, Secret History of the English Occupation o
kgypt (Being a Personal N arrative of Events) (Londra, 1895)
21. Blunt Ideas about India (Londra, 1885) s. 21
22. Ibid., s. 47
'23. Ibid., s. 3-5
24. Ibid., s. 161
25. s. 167
26. Ibid. s. 168
27. Blunt, Secret History, s. 92
28. Lady Anne Blunt, Bedouin Tribes of. the Euphrates (New York,
1879) s. 228 Wilfred Blunt bu kitabın önsözünü, dip notlarım ve 23-28.
bölülnlerini yazmıştır.
29. Blunt, The Future o f Islam, s. 44 1
30. Blunt, Secret History, s. 156
31. Blunt, Atrocities o f Justice under British Rule in E gypt (Londra,
1906) S. 4 ‘
32. Ibid., s.49
33. Ibid., s. 38
34. Ibid., s. 41
35. Ibid.
36. Ibid., s. 55-6

177
37. Ibid., a. 15
38. Ibid., s. 14-15
39. Ibid., s. 22 ’
40. Albert Smith, A Month a t Constantinople (Londra, 1850) s. viii
41. Ibid., s.99
42. Ibid., s.lOO
43. Ibid., s. 108
44. Ibid., s.54
45. Ibid., s. 97-8
46. Ibid., s.51
47. Ibid., s. 106
48. Charles Doughty, Travels in Arabia Deserta (Londra, 1888; 1936;
2 cilt) c.l, s.125
49. Doughty, Arabia Deserta. Üçüncü baskıya önsöz. '
50. Arabia Deserta, c.l, s. 142
51. Norman Daniel, Islam, Europe and, Empire (Edinburgh, 1966) s.
246
52. Arabia Deserta, c.l, s.551
53. Arabia Deserta, C.2, s.66
54. Arabia Deserta, c.l, s.vii
55. A.J.Arberry, British O rientalists (J/mdra, 1943) s.22
56. Arabia Deserta, c.l,s.443
57. Ibid., s.318
58. A rabia Deserta, c.2,s. 338
59. Arabia Deserta, c.l, s.95 i
60. T.E.Lawrence, Arabia Deserta için önsöz, c.l,s.xxix
61. Ibid., s. xxix-xxx
62. Ibid., s. xxxv ' *
63. Arabia Deserta, c.2, s. 539
64. Lawrence, Seven Pillars, s. 36 . ,
65. Ibid., s.41
66. Ibid., s.24
67. The Letters o f T.E.Lawrence, Yayma haz. David Garnett (Londra,
1938) s. 291
68. Lawrence, Seven Pillars, s,2
69. Seven Pillars, ....70.
71.Desmond Stewart'in mükemmel bir T.E. Lawrence biyografisinde
kanıtladığı gibi.
72. Lawrence'in biyografilerini yazan tüm yazarların birleştikler
nokta, kendisi tarafından da itiraf edilen ve açıklanan mazoşizmiydi.

178
I

5 İnananlar Arasında
1. Italo Calvino, Invisible Cities (New York, 1974) s.69
2. Ibid., s. 28 ~
3. Ibid., s.86
4. Wilfried Thesiger, Arabian Sands (Londra, 1959; 1979) s .ll
5. Ibid., s .ll
6. Ibid., s.12
7. Terim, Tidrick'e aittir. Heart-Beguiling Araby, s.5
8. Benjamin Disraeli, Tancred (Londra, 1847; 2 cilt) cilt 1, s. 150
9. Thesiger, Arabian Sands, s. 15 .
10. Ibid., S.37
11. Ibid., s. 35
12. Ibid., S.31
13. Ibid., s.39
14. Ibid., s. 50
15. Ibid., s.53
16. Ibid., s. 139 ,
17. Ibid., s. 135
18. Ibid., s. 170
19. Ibid., s.206
20. Ibid., s. 188
21. Wilfrid Thesiger, The Marsh Arabs (Londra, 1964; 1980) s. 105-7,
36-7
22. Victor Segalen, E ssai sur l'Exotisme (Pşris, 1978) s. 20
23. Elias Canetti, The Voices o f Marrakesh (Londra, 1982) s.9
24. Ibid., s.10-11
25. Ibid., s.5 '
26. Richard Burton, Sindh and Races that Inhabit the Valley o f the In­
dus (Londra, 1851; 1973), s .ll
27. Canetti, Voices of M arrakesh, s.88
28. Ibid., s.88
29. Ibid., s.89-90
30. Ibid., s.83 •
31. Ibid,, s.27-8
32. Ibid., s.44
33. Ibid., s.20
34. Ibid., «.81-2 ,
35. Ibid., s.56
36. Ibid., s.67-8
37. Ibid., s.34
38. Ibid., s.35

179
39. Ibid., s.36
40. Ibid., s.41-2
41. Ibid., s.100 42. Ibid., s.101-2
43. Ibid., s. 103
44. V.S.Naipaul, An Area o f Darkness (Londra, 1964; 1981) s. 191
45. Ibid., s. 190
46. Ibid., s.lO
47. Ibid., s.12
48. Ibid., s.214
49. Ibid., s.188
50. Gandi'nin son zamanlarda Batı medyasında ( örneğin, Gandhi fil­
mi) rağbette olmasının, bu, Hıristiyan nitelikleriyle çok yaktın ilgisi
vardır. Şiddet yanlısı değildir, kutsaldır, affetmeyi bilir, iç dünyasının
isyankâr olmasına karşın; Avrupa'nın höşgöreceği, öfkesini denetle­
yebilen türden bir 'yerli'dir. Daha anarşik ve şiddet yanlısı bir Hint li­
dere ne sempatik yaklaşırlardı, ne de ticari bir medya unsuru olabilir­
di. Aynı tarzda, Martin Luther King de Amerikan medyası tarafından
siyah politik sembol haline getirilmişti, çünkü şiddete karşı idi ve
Gandi gibi affedici idi. Yine de popüler düşsellik yönünden asimilasyo­
nu Gandi'ninki denli tam olmamıştı: Daha yeni bir politik olgu idi ve
bir kaç adım atmıştı. Bunlar, Batı tapınağındaki kabul gören yerliler
arasındaki konumuna ilişkin iki nokta idi.
51. Naipaul, An Area of Darkness, s.73-4
52. Ibid., s.112
53. Ibid., s.123
54. Ibid., s.127
55. Ibid.. s.204
56. Ibid., s.213
57. Ibid., s.85
58. Ibid., s.105
59. V.S.Naipaul, Among the Believers: An Islamic Joum ey (Londra,
1981)s.8
60. Ibid., s.85 .
61. Ibid., s.228
62. Ibid., s.158-9
63. Naipaul, Among the Believers. s.269
64. Ibid., s.214
65. Ibid., s.295
66. Ibid., s.177
67. Ibid., s.177
68. Ibid., s.177
69. Ibid., s.177

180
Sonuç/D ışardaki Masumlar
1. Oliver Goldsmith, Citizen of the World
2. Ibid., s. 140
3. G.N. Curzon, Persia and the Persian question (Londra, 1892; 2 cilt)
cilt 1, s.ix
BİRİNCİL KAYNAKLAR
Beckford, William, Vathek (Londra, 1783)
Blunt, Wilfrid Scawen, Ideas about India
, Atrocities of Justice Under British Rule in Egypt (Londra, 1906)
, Secret History of the English Occupation ofÈgypt (Londra, 1907)
Bruce, James, Travels to DiscoveKthe Source of the Nile ( Edinburgh, 1790)
Buckingham, James, Silk Travels in Palestine (Londra, 1821)
Bruckhardt, J.L .,Travels in Arabia (Londra, 1829)
Burton, Richard Francis, Scinde; or the Unhappy Valley (Loiidra, 1851)
, Personal Narrative of a Pilgrimage to Al-Madinah and Meccah ( 2 cilt;
Londra, 1855-6)
¡First Footsteps in East Africa (Londra, 1856)
, A Mission to Gelele, King of Dahomey (Londra, 1864)
, 2kinzibar; City, Island and Coast (Londra, 1872)
, The Kasidah (Londra, 1882)
, A Plain and Literal Translation of the Arabian Nights'Entertaintments
(17 cilt; Londra, 1884-6) -
Burton, Richard F. ve F.F. Arbuthnot, The Kama Sutra ( Londra, 1883)
Burton, Richard F. ve Charles Tyrwhitt- Drake ,Unexplored Syria ( 2 cilt; lond-
ra, 1872)
Byron, Lord George Gordon, Letters and Journals , ed. L.A. Marchand (12 cilt;-*
Londra; 1980)
Byron Robert, The Road to Oxiana (Londra, 1937)
Calvino, Italo, Invisible Cities (New York, 1974)
Canetti, Elias, The Voices of Marrakesh (Londra, 1982)
Carlyle, Thomas, Hereos and Hero-Worship (Boston, 1840)
Chardin, Jean, Voyage de Monsieur le Chevalier Chardin en Perse et Autres Lie­
ux de l'Orient ( 2 cilt; Amsterdam, 1686)
Chateaubriand, François- Rene de, Itinéraire de Paris a Jerusalem (Paris, 1811)
, Mémoires d’outretombe ’( 2 cilt; Paris, 1817)
Coleridge, Samuel Taylor, Collected Letters, ed. E.L.Griggs ( 2 cilt; Oxford,
1956)
, The Notebooks of Samuel Taylor Coleridge, ed. Kathleen Cobum ( 2 cilt;
Londra, 1957-62)
, Collected Works, ed.B.E.Rooke ( 2 cilt; Londra, 1969)
Cooper, James Fennimore, The Last of Mohicans ( 3 cilt, Londra, 1826)
Courthope, George, Memoirs (1616-1685), ed. S.C. Lomas (Londra, 1907)
Cromer, Lord Evelyn Baring, Modern Egypt (Londra, 1908)
Dallam, Thomas, Diary (1599-1600) of a Voyage to Constantinople, ed. J.T.Bent
(Londra, 1893)
Delacroix, Eugene, Oeuvres littéraires ( 2 cilt; Paris, 1923)
, Journal de Eugene Delacroix, ed. Andre Joubin ( 3 cilt; Paris, 1932)
D'Herbelot, Bartholomeo, Bibliothèque Orientale, Antoine Gallandi 2 cilt;
Paris 1697)
Disraeli, Benjamin, Tancrecl, or The New Crusade ( 2 cilt; Londra, 1847)
Doughty, Charles, Travels in Arabia Deserta (Londra, 1888)
Flaubert, Gustave, Oeuvres completes, ed. R. Dumesnil ( 2 cilt; Paris, 1954)
Fromentin, Eugene, tin Ete dans le Sahara (Paris, 1857)
. Voyage en Egypte, 1869 (Paris, 1935)
Galland, Antoine, Les Mille et une Nuits ( 12 cilt; Paris 1704-17)
, Journal (1672-1673), ed. Charles Schefer( 2 cilt; Paris,' 1881)
Gautier, Theophile, Voyages pittoresques en Algeria (Paris, 1845)
, Constantinople (Paris, 1856)
, Abecedaire du Salon de 1861, etc. (Paris, 1861)
, Les Dieux et Demi- Dieux cle la Peinture (Paris, 1864) .
Goldsmith, Oliver, Citizen o f the World (Londra, 1762)
Haggard, Rider, King Solomon's Mines (Londra, 1885)
Hazlitt, William, Table Talk (Londra, 1821)
Hogarth, David, The Penetration o f Arabia (Oxford, 1922)
Hole, Richard, Remarks on the Arabian Nights Entertainment (Londra, 1979)
Hugo, Victor, Odes et Ballades, et Les Orintales (Paris, 1829)
Jacqtiemont, Victor, Letters from India; describing a Journey during the years
1828-1831 ( 2 cilt; Londra, 1835) 1
Jones, William, Asiatic Miscellany ( 2 cilt; Londra, 1787)
Kinglake, Alexander, Eothen (Londra, 1844)
Lane, Edward William, Manners and Customs o f the Modern Egyptians (Lond­
ra, 1836) ' '
, The Thousand Otie Nights ( 3 cilt; Londra, 1838-41)
, Selections from the Kur-an. (Londra, 1843)
, An Arabic - English Lexicon (Londra, 1863- 74)
Lawrence, T. E., Seven Pillars of Wisdom : A Triumph (Londra, 1935)
, The Letters ofT. E. Lawrence ed. David Garnett ( New York, 1939)
, Secret Dispatches from Arabia ( Londra, 1939)
Lear, Edward, Journals o f a Landscape Painter in Greece and Albania etc. ■
(Londra, 1851)
, Letters of Edward Leav ed. Lady Strachey (Londra, 1907)
, Later Letters of Edward Lear ed. Lady Strachey ( Londra, 1911)
Lewis, John Frederic, Lewis's Illustrations o f Constantinople, made.... in the ye­
ars 1835-6 (Londra, 1837)
Loti, Pierre, Aziywde (Paris, 1879)
, , Roman d'un Spahi (Paris. 1881) ’
, Fantome d'Orient (Paris, 1892) ;
, Le Mariage de Loti (Paris, 1893)
, Vers Ispahan (Paris, 1904)
Mandeville, Sir John, Travels ed. M.C. Seymour ( Oxford, 1968)
Montagu, Mary Wortley, The Complete Letters ( 2 cilt; Oxford, 1763)
Montesguieu, Letters persones (Paris, 1721
Moore, Thomas, Poetical Works (New York, 1854)
Morier, James, The Adventures ofHajji Baba ó f Ispahan (Londra, 1914)
, The Adventures ofHajji Baba o f Ispahan in England (Londra, 1-925)
Naipaul, V S ., An Area of Darkness (Londra., 1964)
, India: A Wounded Civilization (Londra, 1977)
, Among the Believers : An Islamic Journey (londra, 1981)
Nefzawi, The Perfumed Garden ed. ve çev. Richard Burton ( Londra, 1886)
Nerval, Gerard de, Oeuvres completes ( 2 cilt; Paris, 1961)
Odoric, Les Voyages en Asia au XIV e Siede du, Bienheureux Frere Odoric de
PPordenone ed., H. Cordier (Paris, 1891)
Payne, John, The Book of the Thousand and One Nights ( 9 cilt; Londra, 1882-4)
Pigafetta, Antonio¡Magellan's Voyage (A Narrative Account of the First Naviga­
tion) ed. ve çev. R.A. Skelton (Londra, 1969)
Pitts, Joseph, A Faith fid Account o f the Religion and Manners of the Mahome­
tans (Londra, 1731)
Polo, Marca, The Book ofSer Marco Polo etc. ed. H. Cordier ( Londra, 1920)
Pope, Alexander, Correspoiulance ( 5 cilt; Oxford, 1956)
Prichard, James Cowles, Researches into the Physical History o f Mankind ( 5
cilt; Londra, 1826)
, The Natural History o f Man ( Londra, 1843)
Purchas, Purchas His Pilgrims ( Londra, 1625)
Roberts, David, The Holy Land, Syria, Idumea, Arabia, Egypt and Nubia{ 6 cilt;
Londra «1842-9)
Robson, Charles, Newes from Aleppo ( londra, 1628)
Scott, Walter, The Poetical Works o f Sir Walter Scott ( Londra, 1894)
, The Waverley Noveis (12 cilt)
Shakespeare, William, Complete Works, ed. J.D. Wilson (Londra, 1980)
Smith, Albert, A Month at Constantinople ( Londra, 1850)
Stanley, H.M ., Through the Dark Continent ( Londra, 1878)
, How I found Livingstone ( Londra, 1872)
Steme, Lawrence, A Sentimental. Journey ( Londra, 1768)
Swinburne, A.C., The Complete Works (Londrda, 1925)
Thacekeray, W.M., Notes of a Journay from Cornhill to Grand Cairo ( londra,
1848)
Thesiger, Wilfrid, Arabian Satids ( Londra, 1959)
, The Marsh Arabs ( Londra, 1964)
Thomas, Bertram, Arabia Felix ( Londra, 1932)
Torrens, Henry, The Book of the Thousand and One Nights ( londra; 1838)
Voltaire, Le Fanatisme ou Mahomet ( Paris, 1763)
Wilde, Oscar, Collected Works (Londra, 1980)
Wooley, Leonard, Dead Towns and Living Men ( Londra, 1920)

İKİNCİL KAYNAKLAR
Abdel-Halim, Mohammad, Antoine Galland, sa vie, et sbn oeuvre ( Paris, 1964)
Abdullah, Adel, The Arabian Nights in English Literature to 1900 ( Doktora te­
zi, Cambridge Üniv. 1963)
Adams, Percy Traveller and Travel Liar (1600- 1800) ( Los Angeles, 1962)
Ahmed, Leila, Edward W. Lane( Londra, 1978)
Aldington, Richard, Lawrence o f Arabia :A Biographical Enquiry (londra,
1969) .
Aldridge, James, Cairo ( Londra, 1969)
Allen, Walter, Transatlantic Crossing ( Londra, 1971)
Annan, M.C., The Arabian Nights in English Literature to 1900 ( Doktora tezi
Northwestern Üniv. 1945)
Ariaerry, A J., British Orientalists (Londra, 1943)
AreharJM., India and British Portraiture, 1770-1825 (Londra, 1979) ,
Arens, ’W.,The Man -Eating Myth (Londra, 1979)
Asad, Talal, Anthropology and the Colonial Encounter ( Londra, 1973)
Assad, Thomas, Three Victorian Travellers ( Londra, 1964)
Ballantine, James, The Life of David Roberts, R.A. Compiled from his Journals
and Oiher Sources ( Edinburgh, 1866)
Barnett, Louise K., The Ignoble Savage: American Literary Racism, 1790-1890
(Connecticut, 1975)
Bassim, Tamara, La femme dans l'œuvre de Baudelaire (Neuchatel, 1974)
Batten, Charles, Pleasurable Instruction : Form and Convention in Eighteenth -
Century Travel Literature ( Berkeley, 1978)
Baudet, Henri, Paradise on Earth : Some Thoughts on European Images of Non-
European Man ( New Haven, 1965)
Bearce, G.D., British Attitudes towards India ( 1784-1858) ( Oxford, 1961)
Beer, j,P., Coleridge the Visionary (Londra, 1959)
Bern, Jeanne, Désir et Savoir dans l ’oeuvre de Flaubert (Neuchatel, 1979)
Benedite, Leonee, Theodore Chasseriau, sa vie et son oeuvre ( 2 cilt; Paris, 1932)
Bernbaum, Ernest, Guide through the Romantic Movement ( New York, 1949)
Blachere, Regis ve Henri Darmaun, Extraits des Principaux Geographes Arabes
du Moyen Age (Paris, 1957)
Blackstone, Bernard, Lost Travellers; A Romantic Theme with Variations <
Londra, 1962)
Bouisson, Maurice, Le Secret de Sheherazade: Les sources folkloriques des con­
tes arabo-persans (Paris, 1961)
Bousquet, Jacques, Les themes du reve dans la littérature romantique ( Paris,
1964)
Brent, Peter, Far Arabia: Explores o f the Myth (Londra, 1977)
Brodie, Pawn, The Devil Drives (Londra, 1967)
Broughton, Henry, Lawrence o f Arabia: The Facts without the Fiction (Dorset,
1969)
Brownmiller, Susan, Against our Will: Men, Women and Rape (New York, 1975)
Bryson, Norman, Word and Image: French Painting of the Ancien Regime
(Cambridge, 1981) . >
Burton, Isabel, The Life of. Capt. Sir Richard Burton (Londra, 1983)
Butler, Katherine, A History o f French Literature ( 2 cilt; Londra, 1923)-
Cannon, Garland H., Oriental Jones: A Biography of Sir William Jones ( londra,
1964)
Carre, Jean-Marie, Voyageurs et écrivains framcis en Egypte ( Cairo, 1956)
Carrington, Dorothy, The Traveller’s Eye (Londra, 1947)
Cary, G.,TVie'Medieval Alexander (Cambridge, 1956)
Chamay, J.P., Les Contre-Orients (Paris, 1980)
Chaumelin, Marius, Decamps. Sa vie, son oeuvre, ses imitateurs (Marseille,
1861)
Chew, Samuel, The Crescent and the Rose (New York, 1937)
Chinard, G., L ’Amerique et lereve exotique (Paris, 1913)
Christinger, Raymond, Le Voyage dans l'imaginaire ( Paris, 1981)
Conant, Martha Pike, The Oriental Tale in England in the Eighteenth Century
(New York, 1908) *
Coulon,M., Les vraies letters de Rimbaud (Paris, 1930)
Cruse, Amy, The Englishman and His Bçoks in the Ninteenth Century (Londra,
1930) '
, The Victorians and Their Books (Londra,1935)
Daniel, Norman, Islam and the West: The Making o f an Image (Edinburgh,
1960)
D Astrog, Bernard, Les Noces Orintales (Paris, 1980)
Davis, Angela, Women, Race and Class (Londra, 1982)
Deardan, Seton, The Arabian Knight: A Study of Sir Richard Burton ( Londra,
1953)
Delamont, Sara ve Loma Dufflin (ed.) The Nineteeth- Century Woman ( Londra,
1978)
Delville, Bernard, Theophille Gautier ( Paris, 1968)
De Meester, Marie, Oriental Influences in the English'Literature of the Ninete­
eth Century (Heidelberg, 1915)
Donner, P.M., The Early Islamic Conquests (Princeton, 1981)
Dworkin, Andrea, Pornography (Londra, 1982)
Eliseef, N., Themes et Motifs des Mille et une Nuits (Beyrut, 1949)
Etienne, Mona ve Eleanor Leacoçk (ed.) Women and Colonization: Anthropolo­
gical Perspectives (New York, 1980)
Faderman, Lillian, Surpassing the Love of Men (New York, 1981)
Fairley, Barker, Charles M. Doughty: A Critical Study (Londra, 1927)
Farwell, Byron, Burton (New York, 1963)
Fedden, Robin, English Travellers in the Near East (Londra, 1958)
Feldman, Burton ve Robert Richardson, The Risa of Modem Mythology (Bloo­
mington, 1972)
Finch, Edith, Wilfrid Scawen Blunt (Londra, 1938)
Foster, William, England's Quest for Eastern Trade (Londra, 1933)
Friedman, J. B., The Monstrous Races in Medieval Art and Thought (Cambrid­
ge, Mass., 1981)
Froude, J.A., Thomas Carlyle ( 2 cilt; Londra, 1884)
Gail, Marzieh, Persia and the Victorians (Londra, 1951)
Gaury, Gerald de, Travelling Gent: The Life of Alexander Kinglake (1809-1891)
(Londra, 1972)-
Gerin, Winifred, Charlotte Bronte (Oxford, 1967)
Girouard, Mark, The Return to Camelot: Chivalry and the English Gentelman
(Londra, 1981)
Glen, Douglas, In the Steps of Lawrence of Arabia (Londra, 1941)
Goncourt, Edmond ve Jules de, Journal ( 4 cilt; Paris, 1878)
Graves, Robert, Lawrence and,the Arabs (Londra, 1927)
Grosrichard, Alain, Structure de serail ( Paris, 1979)
Haller, John, Outcats from Evolution (Urbana, 1971)
Hellerstein, E.-., Hume ve K.M.Offen (e'd.) Victorian Women (Londra, 1981)
Hering, Panny Field, Gerome, his Life and Works (Paris, 1911)
Hibbeit, Christopher, The Great Mutiny: India 1857 (Londra, 1978)
Hodgson, G., The Life of James Elroy Flecker ( Oxford, 1925)
Hyam, Ronald, Britain's Imperial Century (Londra, 1976)
Islam, Shamsul, Chronicles o f the Raj( Londra, 1979)
Jardine, Lisa, Still Harping on Daughters (Londra, 1983)
Jassim Ali, Muhsin, Scheherazade in England ( Washington, 1981)
Jullian, Philippe, Les Orientaliste? (Fribourg, 1977)
Kedourie, Elie, England and the Middle East (Londra, 1956)
, Islam in the Modern World (Londra, 1980)
Kieman, V.G., The Lords of Human Kind: European Attitudes towards the Out­
side World in the Imperial Age ( Londra, 1969
Kimber, William, Edward Lear in Greece (Londra, 1965)
Kirkpatrick, B.J. (ed.) A Catalogue of the Library o f Sir Richard Burton (Lond­
ra, 1978)
Kinghtley, Phillip ve Colin Simson,27ie Secret Lives o f Lawrence of Arabia _(
Londra, 1969)
Lacan, Jean, Les Sarrazim dans le haut Moyen-Age Français (Paris, 1965)
Lane-Poole, Stanley, The Story o f Cairo (Londra, 1902)
Lapauze, Henri, Ingres, sa vie et son oeuvre (Paris, 1911)
Lawrence, A.W. (ed.) T..E. Lawrence by his Friends (Londra, 1937)
Lemer, Michael, Pierre Loti (New York, 1974)
Lewis, Archibald, Naval Power and Trade in the Mediterranean (MS 500-1100)
(Princeton, 1951)
Le Yaounc, Colette, L'Orient dans la poesie anglaise de l'epoque romantique
(Paris, 1975) »
Lidell Hart, B.H., T.E. Lawrence in Arabia and After (Londra, 1934)
Longford, Elizabeth, A Pilgrimage o f Passion: The Life o f Wilfrid Scawen Blunt
(Londra, 1982)
Louca, Anwar, Voyageurs et écrivains egyptiens en France au 19ieme siecle (Pa­
ris, 1970) '
Lowes, J.L., The Road o f our Disorder : The Life of T.E.Lawrence (Boston, 1976)
Marchand, Leslie, The Attenhaum: A Miror of Victorian CutoreX Chapel Hill,
1941)
Marcus, Stephen, The Other Victorians (Londra, 1966)
MacFarlane, Allen, Witchcraft in Tudor and Stuart England (Londra, 1970)
Melville, Lewis, Life and. Letters of William Beekford ofFonthill (Londra, 1910) .
Meiyon, Charles, Memoirs o f Lady Hester Stanhope (Londra, 1846)
Metlitzki, Dorothee, The Matter ofA rabyin Medieval England (hew Haven,
1977)
Meyer, P., Alexandre le Grand dans la littérature du Moyen Age (Paris, 1886)
Monroe, Elizabet, Philby o f Arabia (Londra, 1973)
Mousa, Suleiman, T. E. Lawrence: An Arab View (New York, 1966)
Muir, P. H ., English Children's Books (1600-1900) (Londra, 1956)
Nasir, Sari, The Arabs and the English (Londra, 1979)
Oliver, J. W., The Life of William Beckford (Londra, 1932)
Paden, W.D., Tennyson in Egypt (Kansas, 1942)
Penzer, Norman, An Annotated Bibliography of Sir Richard Burton (Londra,
1923)
Pichois, Claude, Baudelaire : Etudé et Témoignages (Neuchatel, 1967)
Pope- Hennessey, Mo?icZitora Milnes: The Flight of Youth (Londra, 1963)
Praz, Mario, The Romantic Agony (Londra, 1970)
Qalamawi, Suheir, A lf Laile wa Laila (Kahire, 1959)
Quennel, Peter, The Book o f the Marvels of India (Londra, 1928)
Rajna, P., Le Fonti dell'Orlando Furioso (Floransa, 1900)
Roosevelt, Theodore, Tfie Winning of the. West ( 2 cilt; New York, 1896)
Rose. Andrea, Pre- Raphaelite Portraits (Londra,1981)
Said, Edward W., Orientalism (londra, 1978)
Salhani, Yassin M-, Richard Burton: A Study of His Translations from the Ara­
bic (Doktora tezi, St. Andrews Üniversitesi, 1978)
Satow, Michael ve Ray Desmond, Railways of the Raj (Londra, 1982)
Schwab, Raymond, La Renaissance Orientale (Paris, 1950)
Searight, Sarah, The British in the Middle East (Londra, 1979)
Smith, Byron Porter, Islam in English Literature (New York, 1939)
Southern, R. W., Western Views of Islam in the Middle Ages ( Cambridge, 1980)
Stoçkng, George, Race, Culture and Evolution (New York, 1968)
Taha Hussein, M., Le Romantisme Français et l'Islam (Beyrut, 1962)
Taseer, M. D., India and the Near East in English Literature from the Earliest
Times to 1924 (Doktora tezi, Cambridge Univ. 1936)
Thornton, A. P., Doctrines of Imperialism (Londra, 1965) >
Tibbetts, G. R., A Study of the Arabic Texts containing Material on South- East
Asia (Londra, 1979)
Tidrick, Kathryn, Heart-Beguiling Araby (Cambridge, 1981)
Tonguç, S., The Saracens in the Middle English Romances (Londra, 1958)
Waardenburg, Jean-Jacques, L ’Islam dans le Miroir de l'Occident (Paris, 1963)
White, B., Saracens and Crusaders (Londra, 1969)
Williams, Raymond, Marxism and Literature (Oxford, 1977)
Wood, A. C., History of the Levant Company (Londra, 1964)
Wright, Thomas, The Life o f John Payne (Londra, 1954)
Yarlott, Geoffrey, Coleridge and the Abyssinian Maid (Londra,' 1967)
Ziadeh, Nicholas,%l- Jughrafvya wal Rahalat 'ind al 'Arab (Beyrut, 1962)
DİZİN

Ahmed, Leila 41,110 58, 60*80, 105-109, 113, 116, 137,


Aldridge, James 53. . 140,145
Alexander 20 Byron, Lord 44-47,95,114
A lfL ailaw aL ailaM
Allenby 110 Calvino, Italo 136
Amazonlar 11 Canetti, Elias The Voices of
Antar 34 Marrakesih 145-152
antropoloji 17,79,80 Castellan, Moeurs, usages,' costu
anti-îslamcı polemik 23-33 mej des Ottomans 46
Arabi, Ahmed 117 Chansons des Gestes 24
Arabistan 23,42,123-126,137 Chardin 37,38, 75
'ArabistanlI Lawrence' 130, 132, Chateaubriand 20,42,80
137 ' Description de l'Egypte
Arabian Nights (bkz. 1001 Gece Cleomades 35, dn. 37
Masalları) Clive 18
Arberry, A J. 127 Coleridge47-49
Ariosto, Orlando Furioso 35 Combe, William 16
Cook, Thomas 123
Baden- Powell 17 Cortes 12
Baratti, Filippo 97 Courthope, Sir George 29
’The Prisoner' Cromer, Lord Modem Egypt 57,
Baudelaire 43, 89, 90 ' 58,118
Beckford, William 43-46,48 Culwick, Hannah 100
. Beer, J.B. 48 Cuma 13
Yemenli Belkis 33 Curzon, Lord 19
Bell, Gertrude 105 Cyocephali (kSpek kafali) 24
Bibliotheque Orientale (1697) 36,
43 Qerkesler 49,143
Binbir Gece Masalları 21, 34, 35, Qifero 27
38, 41, 43, 45, 48, 49, 51, 52, 58, gin 10, 76
60, 64, 66, 67, 69, 75, 76, 78, 79,
81,82,96,114,122,164 Dallam, Thomas 28
Bizans 23 Daniel, Norman Islam, Europe
Bitint, Wilfrid Scawen 16, 19, 22, , and Empire 18,125
64,114-119 Dante 25
Bonfils 97 Darwin 123
Bosquet,Jacques 89 Dekadanlar 43
Brent, Peter 110 Delacroix, Eugene 94-96,151
British Museum 107 Deutsch, Ludwig 96
Bruce, Travels to Discover the So­ Dido ve Eneas 33
urce of the Nile (1790) 47. Disraeli, Benjamin 106,138
Buckingham, James Silk 110 Doughty, Charles 108,113,116,
Travels in Palestine (1821) 123-130,137-140,149
Burden, Jane 86
Burroughs, Edgar Rice, Tarzan Elizabeth 128
17 Endonezya 152,159
Burton, Isabel 17, 83 Eyyubi, Selahaddin 14
Burton, Sir Richard 16, İ8, 22, 49,
Faed, John 'Bedouin Exchanging Iago 17
a Slave for Armour' 98 IngresJean Auguste Dominique'
Farwell, Byron 105 'Le Bain Turc' 103
Fennimore, Cooper The Last of Irak 34
the Mohicans 13
Flaubert 35,87,145 Ibn el-Nedim 34
Flecker, James Elroy 21 İbn Hurdadbih 11
Floris and Blauncheflur 26 tdrisi 10
Fonthill 45 Iran 34,49,152,159
Fraser The Golden Bough 17 Islam 21, 23, 25-27, 35, 41, 116,
Fromentin 22 122, 125,126,157,158,159
İspanya 10,12,35
Galland, Antoine 22, 35-40 Istanbul 36,116,121-123
Galli Gerald 24
Gandi 155 Kama Sutra 82
Gautier, Theophile 92-94,102 Kamer el Zaman 35
. Le Roman de la Momie Kays ve Leyla 34
Gerome, Jean-Leon 96 Kaşmir 42
Gide 21,132,144 Kieman ,V.G. 19
Girouard, Mark 98 Kinglake 18,21
Gobineau 41 King of Tar8, The 26
Goldsmith, .Oliver 43,163 Kipling 153,157
Citizen of the World Kleopatra 31-33,86,92
Goncourt Kardeşler 73,91, 92 Kolomb 12
Gordon 16,120 Kral Süleyman 17,133
Gouraud 14 Kudüs 20
Guliver 106,112,136 Kuran 26,43,122,126
Haçlı Seferleri 14, 21, 23 Lane, E.W. 22,51-60,68,69
Halep 27,30 Lawrence, T.E. 16,22, 111, 112,
Hankey, Fred 72-74 116,128-133,137-144
harem (bkz. aynı zamanda Topka- Lear, Edward 102
pi Les Mille et une Nuits 38, 39, 40,
Sarayı) 28, 29, 70, 90, 96, 41
102,103,127 Levant 36
Hazlitt, William 106 Lewis, J.F. 102,103
d'Herhelot 36,43 'Harem LSfe in Constantinople'
Bibliothèque Orientale Illustrations of Constantinople
Histoire dejune roides IlesNoirs 39 'Siesta' '
Hıristiyanlık 23-26, 30, 40, 122, The Harem'
126 Long, Edwin 98
Hindistan 11, 34,42, 62, 75, 152- The Babylonian Slave Market'
156 Loti, Pierre Aziyade 100
Hole, Richard 51 Lübnan 21
Horace 27 Lyell 123
Hugo, Victor 85,99
Hürmüz 27 Macbeth 27
Magellan 12
el- Makdisi 11 Palmer, Profesflr 120
Malezya 152,159 Perfumed Garden, The 82
Mandeville, Sir John 27 Pierre de Provence et la Bella
Marakeş 145,152 Maguelone 35
Marcus Antonius 31,33 Piers Plowman 25
Marilhant, Prosper 'La Place de Pigafetta 12
L'Erbekish au Caire' 93 Pliny Natural History 11
Marlowe (Christopher) 30 Pocahontas 13
Matisse 22 Pope, Alexander 42,71
Maundrell, A Journey from. Alep­ Prichard, James Cowles 80,81.
po to Jerusalem 47, 48 Purchas His Pilgrims (1625) 47
Medea 33
Meksikaltlar 12 Raphael 86
el-Mesudi 10,34 Regnault, Henri, 'Execution sans
Muruj al-Dahab Jugement' 97 .
Metlitzki, Dorothy 25 Renan La Vie de Jesus 123
Mısır 45,59, 86,90,120 Renoir 22
Mısırlılar 55-60,68,77,119 Rich, Adrienne 9
Monockton Milnes, Richard 72,113 Richardson Dissertation on the
Montagu, Lady Mary 42,43,102 Languages, Literature
-Montesquieu 102,163 and Manners of Eastern
Moore, Thomas 45,46,47 Nations 43
Morier 165 Rider Haggard King Solomon's
Moureau, Gustave 95 Mines 17
Muhammed 24,25,47, 56, Roberts, David 21
müneccim 28 Robson, Charles 30
romantizm 13
Naipaul, V.S. 152-160 Roosevelt, Theodore 13
Napier 75, 111 Rousseau 40
Napolyon 14, 21,164 Royal Geographical Society 107
Nefise 60,112
Nefzawi The Perfumed Garden82 Saba Melikesi 91
Nerval, Gerard de 99,101 de Sade 74
NO 42 Said, Edward 19
Nouy, Lecomte de 'L'Esdave Sale, 43
Blanche' 'Ramses dans son Salome 87,98
Harem' 112 Sarazenler 23,24,25,27
Schlegel, Friedrich 41
odalıklar 37 Sezar 3132,35
Odoric 27 Shakespeare 30,31,62 '
Oliver, J.W. 45 Shelley 42
Ophir 27 Sindbad 40
Ortaçağ 47,125,156 el-' Sirafi, Ebu Zeyd 10
oryantal 72, 98,109,120,130,163- Sir Bewis of Hampton 25
165 Stimorang, Sitor 159 ,
Othello 17,30 Smith Albert A Month at Constan­
Pakistan, 152,158,159 tinople 120-123
Song ofRoland, The 24
Sowdone ofBabylone, The 24
Stanhope, Hester 106-
Sterne 16
Strauss, Leben Jesu 123
Suriye 27,34, 70
Swinburne, Charles Algernon 73
Şam 14,70
Thackeray, William 102,103
Thesiger 137-145
Thomas, Bertram Arabia Felix
139,140
Tidrick, Kathryn 62
Topkapı Sarayı (bkz aynı zamanda
harem) 28,37, 70,84,123
Torrens, Henry 51
Tilrkler 29, 30,103
Twain, Mark The Innocent Abroad
165
Varoluşun Yüce Ziıyriri' 80
Vastasyayana 75 ^ '
Virgil 33 'V
Wag wag 10,11
Wilde, Oscar 87,144
Xanadu 48
Yahoo 112
Yunanistanî53
Zanzibar 08 1
1. Eugene Delacroix: La Mort de Sardanapale, 1827-8
( Louvre Müzesi, Paris)
2. Jean-Leon Gerome: Le Garde du Serail , 1859 3. Ludwig Deutsch: Le Garde N u b ien , 1895
( Wallace Kolleksiyon, Londra) (Southeby, Parke, Benet-co., Londra)
4. Henri Regnault: Exécution sans Jugem ent , 1870
(Louvre Müzesi, Paris)
5. Filippo Baratti: The Prisoner, 1883
(Fine Art Society Ltd. Londra)
6. John Faed: Bedouin Exchanging a Slave for Armour , c. 1857
(Fine Art Society Ltd. Londra)
7. Jean- Leon Gerome: Le Marché d'Esclaves , tarihsiz
( Sterling and Francine Clark Institute, USA)
8. Jean- Jules Antoine, Lecomte de Nouy: L'Esclave Blanche, 1888
(Beaux- ArtsMüzesi, Nantes)
9. John Frederick Lewis: The Hharcem, c. 1850
( The Victoria and Albert Müzesi, Londra)

10. Jean Auguste Dominique Ingres: Le B ain Turc, 1862


( Louvre Müzesi, Paris)
RANA KABBANİ
Doğu hakkındaki Avrupa gezi yazılarının
ço ğu n lu ğu n un güçlü bir taraf tutm anın
ve uydurm aların etkisi altında kalm ış
olm ası, büyük bir talihsizlikti. Yazılar, hiç
şüphesiz ki, dünyaya ilişkin b ilg in in
genişletilm esi am acını taşıyordu ama, bu
yalnızca kolonici görüşlere hizm et eden
lekelenm iş bir b ilgi oldu. Hatta bugün
bile, koloni çağının bitm esine karşın, bu
lekeli b ilg i oldukça belirgin biçim lerde
hâlâ bizim le b irliktedir. Diğer halkları,
ırkları ve d inleri anlatırken, artık daha az
Önyargılı olm ak b irz o ru n lu lu k tu . Bunu
yapabilm enin bir yolu da, m iras
aldığım ız verileri -iste r askerden, ister
bilim adam ından, isterse de gezginden
sağlanm ış o lsu n - sürekli sorgulam aktır.
Farklılıklarım ızı ortaya koyacak olan bu
nosyonları sorgularken, belki de giderek
daha da karm aşıklaşan dünyam ızda,
sem pati ve çaba ile, insan olarak ne denli
benzerliklerim iz o lduğu anlayışına
ulaşabiliriz.

BAĞLAM ISBN 975-7696-40-4

You might also like