You are on page 1of 10

Doğu Rönesansı

634 yılından 750 yılına kadar Hindistan’dan Cebeli Tarık Boğazı’na kadar İslam Devrimi’nin
bayrağı altında büyük bir imparatorluk kuran Araplar, batı ve doğuya yönelik fetih hareketine
giriştiklerinde, sanıldığının aksine, uygarlık alanında bayağı ilerlemiş bulunuyorlardı.

Arap Kavminin Birleşme Sancıları


Arabistan’ın girişimci tüccarları, daha 6. yüzyıldan itibaren Güney Yemen’le Hindistan
arasındaki deniz ticaretine hükmediyorlardı. Gene o dönemler, çok sayıda Arap kabilesi,
Bizans hükümdarıyla işbirliği yapmakla kalmıyorlar bir de onun adına paralı askerlik
yapıyorlardı. Hatta bunlardan bir kısmı bu süreçte Hıristiyanlaşmıştı da. Bu zeminde Yunan
ve Roma kültürü de, Arap yarım adasına kadar sokulmuş bulunuyordu. Suriye, tamamen
Bizans’ın etkisi altına girmiş ve kimi Arap aşiretlerinin ilişkisi memuriyet derecesindeydi. 1
İskender ise, daha önceki çağlarda Yakın Doğu’yu ve Mısır’ı topraklarına katmış ve oraları
Hellen uygarlığının etki alanına dahil etmişti. Birinci yüzyıllardan itibaren de Mısır’ın Kopt
şehirlerinin neredeyse yarısı Araplardan oluşuyordu.
Ayrıca Araplar, hemen hemen 1. yüzyıldan itibaren Kuzey Arabistan’da, Suriye ve Irak’ta,
yani Roma ve Sasani devletleri sınırlarında tarihte önemli roller de oynamış devletler de
(Gassaniler, Hireliler, Kindeliler) kurmuşlardı.2 Bu nedenle müslüman Araplar, üzerinde
yaşadıkları toprakların geçmişte, hangi uygarlıkları barındırdıklarını da biliyor ve özellikle
Mısır ve Asurlulardan, kültürel olarak da etkilenmişlerdi. Bundan dolayı çok sayıda kabilenin
göçebe hayatına rağmen Araplar, şehir hayatının tadına varmışlar ve yerleşik düzenin ilk
sancılarını çekiyorlardı.3
Ardından 4. yüzyıldan itibaren Hint-Çin ticaret yolunun karadan ve denizden Sasanilerin
denetimine girmesi, Arabistan’da büyük bir belirsizliği de neden oluyordu. Çünkü Araplar,
ticaret yolunun değişmesiyle ekonomik bir çöküntüye sürükleniyorlardı. Böylelikle Batı da,
bu gelişmeyle tam 1000 yıl boyunca siyasi ve ticari üstünlüğünü Doğu’ya kaptırmış oluyordu.
Bu, dıştan kaynaklanan karışık sürece, bir de “Arap asaleti” olarak bilinen kavimlerarası
kavga, yağma ve soygunculuğun yoğunlaşması da eklenmişti.
Kervan ganimetlerinin paylaşılması yüzünden çıkan kavgalar, birbirine kurulan pusular,
birbirlerinin kaçırılan sürü ve kadınları ve ilelebet süren kan davaları, Arapları, ortak bir
dayanışma ruhundan alıkoymuştu.
Ne varki, ticaret yolunun değişmesinden kaynaklanan ekonomik çöküntüye bir de Arap
topraklarına yapılan Habeş ve Pers saldırıları eklenince, Arap bilincinin değişmesi ve
toplumsal dayanışma farz olmuştu.4
Bu dönemde Mekke, neredeyse bir kaç bin yıldır, siyasi ve dini merkezi yapısıyla, ticarette
oynadığı rolüyle ve sık sık kurulan panayırlarıyla, Hicaz bölgesinin başını çekiyordu. Bu
nedenle de içten içe kaynıyor ve bu haliyle, patlamaya hazır bir yanardağını andırıyordu.
Bu sırada Mekke aristokrasisi de boş durmuyor, ele geçirdiği bir kaç bin yıllık dini ve ticari
imtiyazlarını korumak için halk üzerindeki baskı ve sömürüsünü de artırıyordu.
Tüm bu şartlar, bölgede toplumsal bir değişimi, tarihsel bir sıçramayı, hem olanaklı hem de
zorunlu hale getirmişti.
Aslında Mekke, Kabe’nin 2000 yıllık kuruluşundan bu yana bölgenin dini merkeziydi. Fakat
Muhammed’in peygamberliği döneminden kısa bir süre öncesine kadar yoğun bir siyasi
karmaşanın arenası olmuş ve bu nedenle de bölge halkı çok sayıda peygamber adayının
1
Stephan F. Mason: Geschichte der Naturwissenschaft, Stuttgart, 1961, S.115.
2
N. Çağatay: İslam Öncesi Arap Tarihi, İlah.Fak.Yay., Ankara 1982, S. 61 vd.
3
W. Bartholt: İslam Medeniyeti Tarihi, Diy. İş. Baş.Yay., Ankara 1984, S. 3-19.
4
Marks-Engels: Din Üzerine, Sol Yay., Ankara, 1985, S.112.
varlığına da tanık olmuştu. Bu durum da Muhammed’in, bölgede etkili ve başarılı olabileceği
bir iklim yaratmıştı.5
İşte tüm bu sorunlar yumağına yanıt vermeyi vaadeden Muhammed’in İslam“ı, “Allahın
birliği ve tüm müslümanların kardeşliği” çağrısıyla, 620’li yıllardan itibaren çağın gelenek ve
göreneklerine ve de halkın karakterine uygun bir tarzda ortaya çıkarak, hemen hemen bütün
Arapları birleştirmeyi başarmıştı. Böylece İslam, tüm Araplara, üzerinde birleşebilecekleri bir
ideolojik zemin olabileceğini de kanıtladı.6

Roma ve Bizans Uygarlığının Çürümesi


Bizans hükümdarı 2.Theodosius, tarihte, Kuzey Afrika’daki tahribatıyla ünlenmişti.
İskenderiye ‘nin ünlü kütüphanesi de, Batı’nın iddia ettiği gibi Halife Ömer’in değil, daha 391
yılında Piskopos Theoplilius’un buyruğuyla yakılmıştı. Aziz Krill de onların izinden giderek
410 yılında ünlü kadın matematikçi Hypatia’yı öldürtmüştü.
Ardından İsaurterli Zeno’nun emriyle, Suriye ve diğer tüm Ortadoğu ülkelerine eski Yunan
kültürünü yaymakla ünlü Edessa (Urfa) akademisinin kapatılmasına karar verilmişti. Justinius
ise, hem Atina’nın Platon akademisini, hem de İskenderiye akademisini kapatarak, gerici
imajlarıyla, ünlü seleflerinin kervanına katılmıştı.(7)
Hıristiyanlığın gücü, Roma İmparatorluğu’un yasal dini olmasıyla bile, batı halklarını
birleştirmeye yetmiyordu. Hıristiyanlığın resmi devlet görüşünden farklı yorumlara sahip
Hıristiyan mezheplerinin (Yakubiler ve Nasturiler) Bizans topraklarında barınması, 5.
yüzyıldan itibaren olanaksız hale gelmişti. İşkence, kovuşturma ve öldürme olayları,
Nasturilerin ve Yakubilerin, Bizans’tan İran’a göç etmelerine neden olmuştu.
Böylece batıdan doğuya bir göç başlamıştı. Binlerce İskenderiyeli, Atinalı ve
Konstantinopollu Hıristiyan, Bizans’ın ezeli rakibi İrana’a sığınarak, yaşam olanağına
kavuşmuşlardı.
Mani dininin etkili olduğu İran, ülkesine iltica eden Hıristiyanlara kucak açmakla kalmadı,
onların kendi Hellen-Roma kültürlerini koruyabilecekleri olanaklar da sunmuştu. İmparator
Valeryanı esir alan Sasani hükümdarı Şapur, savaş geleneğine uygun olarak, 3. yüzyılda
Antakya ve Suriye’nin diğer kentlerinden çok sayıda Bizans vatandaşını esir olarak İran’a
götürmüş ve onları bu amaçla inşa edilen Gundişapur (Şapur’un şehri)’a yerleştirmişti. Daha
sonra Sasaniler de ülkelerine göç eden bu mültecileri aynı şehre, Gundişapur’a,
yerleştirmişlerdi. Bu şehir daha sonraki yüzyıllarda Nasturi ve Yakubi alimlerin etkisiyle,
bilim ve felsefe ocağı olarak ünlenecek ve Doğu’nun aydınlanmasına, yani bilimin
rönesansına can verecekti.

Araplar Yeni Bir Uygarlıkla Buluşuyor


Cahiliye dönemi Araplarının düşüncel etkinlikleri ve birikimleri, “kişisel tartışma” ve
“kendini sürekli tekrar eden meseller”in şiirsel tarzda ifade edilmesiyle sınırlıydı. Okuma
yazma bilenlerin sayısı ise bölgenin merkezi olan Mekke’de, yirmiyi geçmiyordu. 7
Ne varki Araplar İslamın dinamizmiyle, kısa bir süre içinde Çin’den Atlantik Okyanusu’na
kadar uzanan bir bölgeyi inanılmaz bir kısa süre içinde fethederek, denetimleri altına
almışlardı.
Arapların, böylesi kısa bir süre içinde etkili olmalarının en önemli nedenlerinden biri
kuşkusuz, bölge halklarının İslam dinini, Roma ve Bizans zulmünden kurtuluşun bir aracı

5
A. Bebel:Hz. Muhammed ve Arap Kültürü, Alan Yay., İstanbul 1997, S. 24 vd.
6
Geschichte der Philosophie, Sovyet Akademisi Yay., Berlin, 1961, S. 204-205.
7
H. Bammate: Beitrag des Islams zum Kulturgut der Menschheit, Islam. Zentrum, Cenevre,
1962 S. 6.
olarak görmeleriydi.8 Çünkü devrimci Muhammed, daha baştan itibaren tek tanrılı dinlerin,
yani Müseviliğin ve Hıristiyanlığın mirasçısı olduğunu vurgulamış ve bölgede bir kaç bin
yıldır süzüle süzüle olgunlaşan, herkes tarafından kabul görmüş siyasi ve ahlaki değerleri
benimsemiş, herkese, sosyal statü, renk ve kavim farkı gözetmeksizin “eşitlik” ve kölelere de
“özgürlük” vaadetmişti.9
Böylece Araplar, kolay sağlanan bu fetihler sayesinde eski Asur, Sümer, Babil, Grek, Roma,
Hint ve Mezopotamya uygarlıklarının birikimine sahip olma fırsatını yakalamışlardı.
Dağınık bir kabile federasyonunu andıran Arap yarım adası, nihayet Muhammed’in İslam
bayrağı altında bütünleşmiş ve feodal bir devletin inşasına tanık olmuştu.
Kan bağının hala güçlü olduğu Arap devlet mekanizmasının çalışabilmesi için fetihler
zorunluydu. Arap devletinin ihtiyacı olan “kan”, komşu halkların “cizyeleriyle” (haraçlarıyla)
taşınıyordu. Araplar, ilk dönemler üzerinde oturdukları uygarlık birikiminden yararlanmayı
pek gerekli görmüyorlardı, çünkü fetihe soyunmuş Araplar, “çıplak haraçtan” başka bir şey
istemiyorlardı. Dize getirdikleri halklara, o günün koşullarında çok iyi davranıyor ve onları
“Allahın birliği ve Muhammed’in resulluğu” nun simgesi olan islam bayrağı altına
çağırıyorlardı. Diğer dinden olanları ise “cizye alma koşuluyla” kendi hallerine bırakmışlardı.
İlk dönemler Araplar, bu gayrı-Arap halklarla kaynaşmamak için onlardan uzak duruyor ve
kendi Arap saflıklarını korumak için de yerli halklardan soyutlanmış, askeri-şehir ve
mahalleler inşa etme yoluna gitmişlerdi. Araplar için ilk 150 senelik fetih dönemi, komşu
halkların kültürleriyle tanışma dönemiydi.
Ardından adım adım ele geçirilen toprakların yerli halklarıyla kaynaşan Araplar, çeşitli
toplumsal ve kültürel sorunlarla karşı karşıya da kalmışlardı. Çünkü Araplar, ele geçirdiği
toprakların haraçlarıyla yaşıyor, tarımsal ve zanaatsal üretimi ise Arap asaletine
yakıştırmayarak, hor görüyorlardı. Yerli halklar da çoğu kez “cizye”den kurtulmak için akın
akın müslümanlığı tercih etmişler ve bu nedenle devlet gelirlerinde bir düşmeye neden
olmuşlardı. Bu beklenmedik durum, fetihleri sayesinde bonkör bir yaşam sürmeye alışmış
olan Arapları sıkıntıya sokmuş ve toplumda sınıfsal farklılaşmayı derinleştiren bir rol
oynamıştı.
Öyleki zaman zaman Halifeler, zorunlu olarak, yerli halkların müslümanlığa geçmesini
zorlaştıran kurallar koymuşlardı. Devlet, önemli bir sınavla karşı karşıya kalmıştı. Ortadoğu
bölgesi de yüzyıllardır durulmuyor, ezilen ve horlanan kitleler Kuran’a atıfta bulunarak
“eşitlik ve adalet” şiarı altında ayaklanıyor ve yeni kurulmuş olan islam devletinin varlığını
tehdit ediyorlardı. Deniz bitmişti. Devlet, bundan böyle toplumun ve üretimin örgütlenmesine
yönelmeden, askeri fetihler de gerçekleştiremezdi.
Arap devleti, bu şartlarda yaşama el atmak zorunda kalmıştı. Toplumsal altyapının
örgütlemesi gerekiyordu. Toplumda siyasi-hukuksal-ekonomik ve bilimsel ihtiyaçların
yoksunluğu hissediliyordu. Yaşam, karmakarışıklaştıkça olaylar ve olayların arkasındaki
nedenler de gizemli hale gelmişti. Bu gizemleri aydınlatma isteği de toplumun bilimsel
etkinliğini kışkırtmıştı.

Emevilerin Saltanatı
7. yüzyılın sonlarına doğru Mekke ve Medine eski ihtişamını yitirmeye başlamışlardı, çünkü
Şam valisi Muaviye, karmaşık bir dönemden sonra, kendi halifeliğini ilan etmiş ve Şam’ı,
imparatorluğun baş şehri yapmıştı.
O dönem Suriye, sosyo-politik açıdan çok ilginç bir tablo sunuyordu. Bizans-Sasani
devletlerinin sınır boylarına serpilmiş olan Şam, Basra, Antakya, Nusaybin ve Urfa, çok
8
H. Ley, Geschichte der Aufklaerung und Atheismus, Cilt 2/1, VEB Verl, Berlin, 1971, S.
153.
9
M. Demirci: Beyt’ül Hikme, İnsan Yay., İstanbul, 1999, S. 17.
sayıda Yahudi, Hıristiyan, Manist, Müslüman ve diğer inanç gruplarından kileleri bir arada
barındırıyordu. Üç tek tanrılı dinin miras edindikleri ortak coğrafya ve ritüeller, aynı mekanda
ve neredeyse eşzamanda ibadeti zorunlu hale getirmişti. O dönem çarşı ve pazarlar bilimsel,
dinsel ve felsefi tartışmalardan geçilmiyordu. Müslümanlar, Hıristiyanlarla giriştikleri dini-
felsefi tartışmalarda çok açık bir farkla yenilgiye uğramış ve bu durum Arapların, öğrenme
hırsını da kamçılamıştı.
Müslüman aydınlar için yeni yaşam tarzının, bir yandan Kuran’daki kutsal metinlerle, diğer
yandan da Hellen ve İran düşün ve kültürünün gerekleriyle uzlaştırılması, zorunlu hale
gelmişti. Bu şartlar içinde Araplar için ufukta bir kültür devrimi gözükmüştü.
Aslında İslam, Suriye ve Güney Anadolu’ya yönelerek, daha başından itibaren Hellen
kültürünün etkisi altına girmişti. Çünkü Şam’a taşınan imparatorluk merkezi, bölgenin
ekonomik ve siyasi kaynaklarından faydalanmakla kalmamış, aynı zamanda Ortadoğu
Coğrafyasının kültür ve bilim birikimini de Şam’da merkezileştirmişti.
Tarih boyunca hem halklar kendi içindeki ilişkilerinde, hem de uygarlıklar, kendi aralarındaki
ilk temaslarında önce çekimser, ardından ithiyatlı dokunmalar ve sonra da tartışma ve anlaşma
süreci geçirmektedirler. Ugarlıklar arası ilişkilerde bu tanışma, “çeviri etkinliği” şeklinde
olmaktadır. Bu nedenle de tarihte her uygarlık, yükselme eğrilerinin olduğu kesitte, yoğun bir
çeviri faaliyeti içine girdiğini görüyoruz. Tarihte de görüldüğü gibi ilk önce kişisel bir merak
ve girişim olarak açıklanacak olan bu etkinlikler, zamanla bir devlet politikası haline
gelmekte, kurumlaşarak, merkezileşmektedir.10
İşte Emevi İmparatorluğu da tam böylesi bir dönemeçte bulunuyordu. Şehzade Halid b. Yezid
Süryanice, Yunanca, Aramca ve diğer bölge dillerinden çeviriler yapmaya başlamıştı.
Özellikle bir grup aydın onun teşvikiyle İskenderiye’den tıp, kimya, astroloji ve felsefeye ait
tomar tomar kitaplar taşımış ve bunları Arapçaya çevirerek, Arap aydın çevrelere
sunmuşlardı.
Yine Abdülmelik b. Mervan (685-705) ve Velid b. Abdülmelik’in (705-715) yoğun
çabalarıyla Farsça, Yunanca ve Pehlevi dilinde yazılmış edebi eserler Arapçaya çevrilmiş ve
Arapçanın devlet katında resmi dil olması sağlanmıştı. Bu çabalara bir de 700 yılında Şam
yakınlarında inşa edilen gözlem evi eklenince, bilimsel faaliyet, bir devlet politikası halini
almıştı.
Aslında Araplar, daha Muaviye döneminden itibaren Bizans ve Fars’ı saray yaşamında örnek
almıştı. Bu gelişme, Arap aristokrasisinin Yunan ve Fars kültürene olan ilgisini de artırmıştı.
Halkların kültürel benzeşmesine Arap bilim öncülerinin Yunanca’dan, Farsça’dan, Süryanice
ve Hintçe’den yaptığı çeviri faaliyeti de eklenince, doğuda büyük bir kültürel devrim
başgöstermişti. Bu sayede Arap aydınları arasında önemli bir profesyonel bilim adamı
birikimi oluşmuştu.

Bilimin Doğuyla Dünyalılaşması


Emevilerin 750 yılında, Kufe merkezli bir halk ayaklanmasıyla yıkılması, İmparatorluğun
merkezinin Şam’dan Bağdat’a kaymasını sağladı. Aslında Abbasi devrimi, bir başka yönüyle,
Doğu uygarlığının maddi zeminini de ortaya çıkarmıştı. Nitekim, imparatorluğun merkezinin
Şam’dan Bağdat’a taşınması, Bizans ve Hellen kültürüyle yoğrulmuş olan Arapların ufkunu
bu kez de başka bir yöne, İran, Hint ve Orta Asya’ya çevirdi.
İmparatorlum merkezinin Bağdat’a kaymasıyla siyasi-kültürel etkinlik de doğuya kaydı ve
varolan kültür, İran, Hint ve Çin’in eski birikimiyle zenginleşti. Öyleki Bağdat, eski Yunan’ın
10
W.M.Watt: Der Einfluss d. İsl. Auf d. Europ. Mittellalter S.17; R.Garaudy: Sosyalizm ve
İslamiyet, Yön Yay., İstanbul, 1965, 2. baskı, S.11 vd.; A. Bebel, a.g.e. S. 34 vd.; M.
Rodinson: Muhammed, Özne Yay., İstanbul, 1998, s.108 vd.; Gesch. des Sozialismus Bd.1,
Ullstein Ver., Frankfurt, 1974, S.53 vd.
bilimsel-felsefi mirasını özümsemekle kalmadı, onu, Asya’nın bikimiyle de buluşturarak,
bilimi, tarihte ilk kez dünyalılaştırdı.
Tarihsel açıdan Hellen-Roma uygarlığı, Akdeniz coğrafyasına sıkışmış ve böylece kendini
geliştirme olanaklarından da yoksun kalmıştı. Büyük İskender’in “doğu seferi”, bu durumu
değiştirmeye yetmemişti. Buna bir de uygarlığa ait tüm kültürel birikimin, 3. yüzyıldan
itibaren Bizan’ın elinde çürümeye terkedilmesi eklenince insanlık, bilimin şahsında bir
durgunluk sürecine girmişti.
Ne yazıkki, Doğunun, Hint ve Çin’de gelişen bilimi de, kendine yeni kanallar yaratamamış ve
bu nedenle kendini tekrar eder duruma gelmişti. Uygarlık, yani Asya’nın ve Akdeniz
coğrafyasının bilim ve kültürel mirası, Arapların girişimci ruhuyla, tarihte ilk kez, tüm
insanlığın yararlanabileceği ortak bir kanala yönlendirildi ve bundan da büyük bir uygarlık
ırmağı doğmuştu.
Abbasilerin 750-900 yılları arasındaki döneminin, Doğu Uygarlığı’nda ayırtedici bir özelliği
vardır. Abbasilerin bu dönemdeki siyasi girişimleri tarihsel bir özelliğe sahiptir. Onlar, yalnız
doğuyu fethetmekle kalmamışlar, aynı zamanda halkları bölen bariyerleri de temizlemiş ve
bütün kavimleri birleştirmenin bir politikası olarak, çok sayıda gayrı-Arap ve gayrı-müslümü
devletin en önemli yönetim organlarında görevlendirmişlerdi. Bu gayrı-Arap ve gayrı-müslüm
unsurların devlet içindeki nüfuzlarının artışı imparatorluğun çehresini ve yönünü kesin bir
şekilde değişmişti.

Abbasilerin Kitap Aşkı


Abbasilerin, gayrı-müslüm ve gayrı-Araplara yönelmeleri, Halife el-Mansur’la başlar. El-
Mansur’un Zerdüştilerden dönme özel katibi el-Mukaffa, sonradan Arap dilinin
sistemeştirilmesini sağlayacak olan süreci tetiklemiş ve ilk İran ve Hint eserlerini Arapçaya
çevirmeye başlamıştı.
Ardından Harun Reşid’le yeniden canlanan çeviri ve bilimsel çalışmalar, Bağdat’ta
merkezileştirilmişti. Halife Harun Reşid, imparatorluğun sınırları içindeki alimleri ve kitapları
toplamak için bir seferberlik başlattı. Bu çaba bir dönem öyle aşırıya vardı ki gayrı-
müslümlerden “cizye” yerine eski kitap talebinde bulunulmaya başlandı. Hatta kimi tarihçiler,
Harun Reşid’in sırf kitap toplamak için Bizans’a karşı askeri seferler düzenlediğini dahi ileri
sürmektedirler. Rivayetlere göre Harun Reşid’in fetih siyasetine, eski kitap toplam aşkı yön
veriyordu. Bunu, Harun Reşid’in İç Anadolu’ya yaptığı bir seferde, Ankara ve
Ammuriye’nin(Kütahya yakınlarında bir belde) tıp, felsefe ve matematikle ilgili tüm eski
Yunan el yazmalarını toplayarak, Bağdat’a göndermiş olması da, doğruluyor.11
Kitapların yaban ellerden getirtilmesi, çevirtilmesi ve kütüphanelerde toplanması sadece
siyasi iktidarın etkinliğiyle sınırlı değildi. İmparatorlukta kitap toplama ve okuma faaliyeti
öyle bir hal aldı ki, zenginler de kitap toplamak ve çevirtmek için çok para harcamışlardı.
Bunun için Rum bölgelerine eski kitap toplamak için seyahate çıkan çok sayıda zengin
türemişti. Örneğin Huneyn bin İshak, Calinos’un “Nabz” ile ilgili bir kitabını elde edebilmek
için Irak, Suriye, Şam, Filistin ve Mısır’ı (tıpkı A.Maalouf’un “Yüzüncü Ad”ındaki
kahramanı Baldassare’nin bir kitap için dünyanın yarısını dolaşması gibi) dolaştığını, nihayet
kitabın bir nüshasını Şam’da bulduğunu anlatmaktadır.12

Bilimde Demokratikleşme Çabaları


Aslında Halife Harun Reşid ve daha sonra halife olacak olan oğlu el-Me’mun’un bu kitap
sevdası, o gün için “ulvi” bir aşktan öte bir anlam taşıyordu. Çünkü bu baba-oğul ikilisini
“Akl”ın belirleyici olduğu bir felsefi duruş yönlendiriyordu.
11
Z. Ülken: Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü, Ülken Yay., İstanbul, 1997, S. 135.
12
M. Demirci: age., S. 47.
Eski Mani dinine mensup alimlerin, Abbasi hanedanlığı döneminde, vezirlik başta olmak
üzere en önemli devlet mevkilerini ele geçirmeleri, ülkenin kültürel ikliminde hızlı bir
değişmeye neden olmuştu. İran’ın eski “eşitlikçi ve demokratik” bir mezhebi olan
“Mazdaizm”, bu çevreleri etkisi altına almıştı. Böylece “Akl”ı temel alan bir felsefi eğilim
güçlenmiş ve tüm ülkeyi bir bozkır ateşi gibi sarmıştı.
Ülkenin her yanını felsefi tartışmaların alevi sarmıştı. Aslında devrimci bir akım olan bu
düşünce, imparatorluğun önemli kentlerinde halka açık büyük kitaplıkların ve akademilerin
kurulmasına yol açmıştı. Tarihçilerin bildirdiğine göre Moğollar, sonradan ülkeyi işgal
ettiklerinde bir tek Bağdat’ta, bu türden yirmi kütüphaneyle karşılaşmışlardı.
Bu kütüphaneler, bilim adamı yetiştiren eğitim bölümleri ile birlikte bir bütün
oluşturuyorlardı. Bunun yanında ucuz ve rahat konaklama olanağı sunan
hanların(kervansarayların) yaygınlaşması, öğrenme ateşiyle yananlara, büyük bir olanak
sunmuştu. Ünlü bilim tarihçisi J.Bernal’in de üzerine basarak belirttiği gibi Doğu
Uygarlığı’nın en önemli özelliği, tarihten gelen halk-aydın karşıtlığını 754-861 yılları
döneminde kısmen aşmaya çalışması ve geniş halk kesimini bilimsel ve felsefi etkinliğe dahil
etmesiydi. Gene Bernal’e göre Doğu Rönesansı bu yönüyle de, Batı Rönesansı’nı andırmıştı.13
O günün kültürel iklimini anlamak bakımından aktarılan şu örnek de çok önemlidir:
İspanya’dan Bağdat’a giden bir din adamı orada yaşadıklarını yakınalarına, şöyle anlatır:”İki
kez toplantılara katıldım, ama üçünsüne gitmeye doğrusu sakındım. Niçin mi? Düşünün bir
kez, ilk toplantıda koyu (ortodoks) Müslamanların ve ana ilkelerden farklı düşünen
(heteredoks) Müslümanların yanısıra, ateşe tapanlar, materyalistler, tanrıtanımazlar, Yahudi
ve Hıristiyanlar, kısacası, her çeşit dinsiz vardı.
Her mezhebin özgün görüşlerini savunan bir konuşmacısı bulunuyordu ve bunlardan birinin
önderi, kapıdan içeriye girdiğinde herkes saygıyla ayağa kalkıyor ve mezhep başı yerine
oturmadan kimse yerinden kımıldamıyordu. Salon neredeyse tıkabasa dolmuşken dinsizlerden
biri söz aldı ve konuştu: ‘Bilimsel konularda tartışmak amacıyla toplanmış bulunuyoruz’,
dedi. ‘Herkes önkoşulumuzu biliyor. Siz Müslümanlar, kendi din kitabınızdan alınmış ya da
peygamberinizden kaynaklanan sözlere dayanarak, bize karşı kanıtlar getirmeye
kalkışamazsınız, çünkü biz ne sözkonusu kitabınıza ne de peyfamberinize inanıyoruz;
buradaki herkes yalnızca insanın akıl ve mantığında temellendirilebilen nedenlere dayanabilir’
diye ekledi.
Bu sözler, genelde alkışla karşılandı. Bu ve benzeri sözleri duyduktan sonra böyle toplantılara
neden katılmak istemediğimi artık anlarsınız. Başka bir toplantıya gitmeye beni ikna ettiler;
dayanamadım gittim, gene aynı skandalla karşılaştım”.14

Müslümanların Akılcı Halifesi el-Me’mun


Halife el-Me’mun, gerçek anlamda bir entellektüeldi. O, üç kuşak boyu atalarından, bilimin
ve aklın saygın olduğu bir kültürel miras edinmişti.
El-Me’mun, tıpkı babası Harun Reşid gibi, Bizans seferleri süresince Küçük Asya’nın,
Konstantin, Kıbrıs ve Bergama’nın bilim ve felseyle ilgili kitaplarını getirterek, bizzat
çevirilerini yaptırtmıştı. Hatta Bizans imparatoruna, Bizanslı düşünür Leo’yu kendilerine bir
şeyler öğretmesi için bir süre yanlarına göndermesini rica etmiş ve buna karşılık 50 kg altın ve
süresiz bir barış teklifinde de bulunmuştu.
Kimi tarihçiler el-Me’mun’un bir tek kitap için bile sefer düzenlediğini iddia etmektedirler.
Örneğin Kıbrıs’a yapılan sefer, bu iddiayı doğrular niteliktedir.15

13
M. Demirci: age., S. 57.
14
J. D.Bernal: Geschichte der Wissenschaft Bd.1, Rowohlt Ver., Hamburg, 1978, S. 252.
15
A. Bebel: age., S.108-109.
El-Me’mun’un Mutezile devrimi
Harun Reşid döneminden itibaren gelen akılcı çizgi, halife el-Me’mun tarafından da devam
ettirildi. El-Me’munun babasından farkı, onun, bilim ve felsefeye dini açıdan da ilgi
duymasıydı. Çünkü el-Me’mun’un annesi, Harun Reşid’in hareminde barındırdığı İranlı bir
cariyeydi. Bu nedenle de el-Me’mun, eski İran dinlerine uygun bir eğitimle yetişmişti. Kökü
yukarıda da belirtildiği gibi Mazdaizm’e kadar varan, Mutezile mezhebine mensup bu
çevreler, yalnız el-Me’mun’un eğitiminde etkili olmakla kalmamış, aynı zamanda el-Me’mun
döneminde vezirlik dahil, çok sayıda devlet kademelerin de görev almışlardı.
Mutezile mezhebinden olan el-Me’mun, büyük Arap devriminde, ikinci bir devrim
gerçekleştirerek, Mutezile mezhebini, 827 yılında, devlet dini haline getirdi. Kimi tarihçilere
göre bu adımla el-Me’mun, çeşitli mezheplere bölünmüş olan müsülümanları ortak çatı
altında birleştirmeyi amaçlıyordu. El-Me’mun topluma, herkesin kabullenebileceği yeni bir
temel dinsel-felsefi doktrin sunuyordu.16
Prof. Hitti’ye göre el-Me’mun, “yabancı bir köle kadından doğma, safkan Arap olan
kardeşiyle mücadele ederek, halifeliği kazanmış, muhafazakar bir çağda, akılcı düşünce
tarihinin en önemli hareketinin teşvikçisi, Batının klasik mirasını halkıyla paylaşan, halkını
geleneksel bir safhadan, yüce bir kültür düzeyine ulaştıran ve başkentini dünyanın entellektüel
merkezi yapan bir hükümdürdı”.17
Akıl, birey, insan iradesi ve ölüm düşüncesi ekseninde oluşan bu felsefenin kökeni,
İskenderiyeli filozof Plotin’e kadar gitmekteydi. Bu düşünce, bir yandan bireyin sınırsız
ahlaksal sorumluluğunu vurguluyor, yani özden yoksun dinsel ritüellerin yüzeyselliğini
eleştiriyor, diğer yandan da “evrenin bilimsel akılla keşfedilebileceğini” öne sürüyordu. Bu
çerçevede Mutezile, “evrenin sonsuz” ve “Kuran’ın da yaratıldığını ve mutlak olmadığını”
ileri sürüyordu. Mutezileye göre “özgür olamayan insan etkinliği, haramdır”. “Tanrının
yüceliği, doğanın her alanında keşfedilmelidir bu nedenle de bilimsel etkinlikten
korkulmamalıdır”.18
Ayrıca bu cüretkar düşüncenin sınırı, “büyük adamın küçük günahı” şeklinde başlayan başka
bir ahlaksal tartışmayla, “Muhammed’in de günahkar olabileceği” savına kadar da
götürülmüştü.19
Hıristiyan olsun olmasın, İskenderiye kökenli filozofların en önemli özelliği aklı inançla
uzlaştırmaktı.20 Buna göre “vahiy, akılla karşı karşıya gelmemeliydi”. Bu açıdan Mutezile
akımı da Hellenistik çözümü benimsemişti. Onlara göre “Tanrı, bizzat koyduğu doğa yasaları
aracılığıyla müdahale ediyor ve böylece ‘mucizeye’ olanak tanımıyordu”. “Doğa yasaları, akıl
yoluyla keşfedildiklerine göre, bu durumda akılla vahiy arasında bir çatışma sözkonusu
olamazdı”. Bu ve buna benzer kutsal metinler, felsefi tartışmayla mecazi yorumlara açık hale
gelmişlerdi.21
Bağımsızlaşan anlamına gelen Mutezile akımı, 10 ve 11 yüzyılda çok sayıda bilim adamını ve
filozofu etkisi altına almıştı. Ebul’l-Huzeyl, İbrahim Nazzam,Hayyat, Cahiz, Ebu’l Maali,
Fahreddin Razi, Seyid Şerif Cürcani, Sadüddin Taftazani, İbn Sina ve Nasirüddin Tusi,
bunların bir kısmıdır. Daha sonra bu akım Endülüs’te İbn Bacce ve İbn Rüşd üzerinden Batı

16
M. Demirci: age., S. 50.
17
A. Bebel: age., S.133.
18
Philip K. Hitti: Arap Tarihinin Mimarları, Risale Yay., İstanbul, 1995, S.118.
19
T.J.de Boer: Gesichte der Philosophie im Islam, Frommanns Ver., Stuttgart, 1901, S. 42 vd.
20
Z. Ülken: İslam Felsefesi, Cem Yay., İstanbul, 1993, S.136 vd.
21
Samir Amin:Avrupamerkezcilik-Bir İdeolojinin Eleştirisi, Ayrıntı Yay., İstanbul, 1993,
S.57.
yı da etkisi altına alacaktır. Batı’nın 12. ve 13. yüzyıllarında yaşayan R. Bacon, Th. Aquin
gibi ünlü bilim adamlarını en çok etkileyen de bu akım olmuştur.

Eğitim Kurumları ve Beyt’ül Hikme


700’lü yıllardan itibaren önce çevirilerle başlayan, daha sonra ise ciddi bir araştırma karakteri
kazanan bilimsel faaliyeti merkezileştirmek, artık bir zorunluluk haline gelmişti. Bu amaçla
El-Me’mun, saygın bir Mutezile aliminin tavsiyesi üzerine, Bağdat’ın ünlü “Beyt’ül-
Hikme”sini kurdu. Ardından bu kurumu Mutezile’nin (rasyonalist akım) eğitim merkezi
haline getirmişti
Ayrıca el-Me’mun, Bağdat ve Şam’da görkemli rasathaneler inşa ettirerek, astronomi
araştırmalarına da hız vermişti. Beyt’l Hikme’ye ek olarak yapılan büyük bir okuma salonu,
halka açılmış, burada bilimsel toplantı ve tartışmalar düzenlenir olmuştu. İlk kuruluşu
döneminde “Hizaneden” adıyla anılan bu kurum, “Beyt” karakteri de kazanarak bir akademi
haline getirilmişti. Ayrıca el-Me’mun, uzak görüşlü davranarak, Beyt’ül Hikme’nin
giderlerinin, yani kütüphane çalışanları ve alimlerin maaşlarının geleceğini tesadüflerden
kurtarmak amacıyla, bizzat kendi parasıyla kurduğu bir vakıfla, garanti altına almıştı.
Beyt’ül Hikme’nin kuruluşu, İslam Uygarlığı tarihinde bir milattır.22
Yüzyıllar süren bir uygarlık tarihi incelendiğinde görülmektedir ki, Beyt’ül Hikme’yle
başlayan süreç, aslında Doğu Uygarlığının doğuşudur, yani Doğu Rönesansı’dır. Çünkü,
gerek tüm imparatorluk sathına yayılan bilim medreseleri ve rasathaneler, gerekse daha sonra
İslam uygarlığı örnek alınarak oluşturulan Kahire, Sicilya, Kurtuba ve diğer batı kentlerinde
kurulan eğitim merkezlerinin ilk örneği, Beyt’ül Hikme’dir.

Şuubiye Hareketi
Bilimsel etkinliğin bu denli yoğunlaşmasının önemli bir nedeni de Abbasi döneminde önemli
bir toplumsal harekete dönüşen Şuubiye hareketidir.
Bilindiği gibi Araplar, fethettikleri bölgelerin halklarıyla kaynaşmayı tercih etmiyor ve çoğu
zaman Arapların kendi içinde kaldığı farklı şehirler ve mahalleler kuruyorlardı. Zamanla bu
tutum, “mevali” (bağımlı müttefik) adı verilen diğer müslüman halkların aşağılanmasına yol
açtı. Aşağılanmaya tepki gösteren çeşitli uluslardan kitleler, sık sık ayaklanarak, ülkede sosyal
kutuplaşmayı keskinleştiriyorlardı.
Özellikle Hint ve Fars kültürüyle yetişen aydınlar tepkilerini, kendi köklerine sarılarak ve
dolayısıyla kendi kültürlerine ait edebi ve bilimsel eserleri ortaya çıkararak, göstermişlerdi.
Halife Mansur tarafından da desteklenen bu akım, Arap ırkçılığını önlemekle kalmamış aynı
zamanda İmparatorluk sathında, büyük bir kültür hareketine dönüşmüştü.
8. yüzyılın sonlarında başlayan Arap ve gayrı-Arapları bütünleştirme çabası, el-Me’mun
zamanında hızlandırılmıştı. Aşirete bağlı organizasyon etkisiz kılınmış ve Eski Kureyş’ten
kaynaklanan ilk askeri Arap aristokrasisinin yegane kabul gören “soyağacı kütüğü” de
kaldırılmıştı. Gayrı-Arap kökenden gelen eğitmenler, edipler, alimler, tabipler ve tacirler, el-
Me’mun zamanında devletin yüksek mevkilerine getirilmişlerdi.

Bilimin Toplumsal İhtiyacı Esas Alması


Merkezi bir kurumun yaratılması, Hellen ve Hint-Fars eserlerinin Bağdat’ta toplanmasını
hızlandırmıştı. Çeviri sayesinde keşfedilen soyut bilimsel bilginin, pratikten çıkan deneyimle
birleştirilmesi sayesinde, Yunan ve Romalıların dahi ulaşamadıkları bir dizi alanda, özellikle
fizik, kimya, matematik ve tıpta yeni buluşlar gerçekleştirilmişti. Hesap cetvelleri, astronomik
levhalar, tıp aletleri ve tedavi yöntemleri, mimari ve inşaat teknikleri, su kanalları ve tarım

22
Samir Amin: age., S. 63.
üretim aletleri, çelik, kılıç ve savaş gereçleri, kağıt üretimi, cam, altın ve gümüş işlemeciliği,
ipek ve porselen üretimi, bu buluşlardan bir kısmıdır.
Fethedilen toprakların idaresi ve daha düzenli bir devlet örgütlenmesinin zorunluluğu, her
alanda merkezileşmeyi, gerekli kılıyordu. Mali hesaplar, arazi ölçümleri, şehir planlaması ve
mimari, savaş teorisi ve teknikleri, namaz ve oruç zamanının hesaplanması, Kabe’nin yönü
vs. gibi gündelik sorunların çözülmesi, tıp, matematik, astronomi ve coğrafya bilimini zorunlu
kılıyordu.
Klasik Yunan biliminin en önemli çıkmazı, onun, belli bir coğrafyayla, Akdeniz havzasıyla,
sınırlı kalmasıydı. Harun Reşid’in doğuya yönelmesi, Bağdat’ı batının coğrafya ve biliminden
koparmadı, aksine Doğu ve Batıyı coğrafik ve bilimsel açıdan “Ribat”lar aracılığıyla daha da
bütünleştirmişti. Doğu Uygarlığı’nın her yerleşim biriminde “Ribat” adı verilen bir posta
idaresinin ve polis güvenlik sisteminin kurulması da bu döneme denk gelir. Bu sayede
haberleşmede de bir devrim yaşanmıştı.
9. yüzyılın başından itibaren tüm İmparatorluğu kapsayan, ortak bir para birimi belirlenmişti.
Aynı şekilde ortak ölçü birimlerini belirleyen merkezi bir idari sistem kurulmuştu. Böylece
ekonomik gelişmenin, özellikle de ticaretin önü açılmıştı. İmparatorluğun ilk döneminin
aksine yerleşik hale gelen Araplar, artık tarımla da ilgilenir hale gelmişlerdi. Bu nedenle
imparatorluğun verimli arazileri için sulama kanalları kurulmuş ve tarım eğitimi ve bilimi
önem kazandı. Bu sayede tarım ürünlerinde bir patlama yaşanmıştı.
El-Me’mun zamanında Bağdat, Basra ve Kufe bu sayede ünlü bir ticaret ve endüstri merkezi
olmuşlardı. Mısır’dan yüksek kaliteli kumaşlar, Suriye’den madeni eşyalar, Lübnan’dan cam
eşyalar Yemen’den günlük buhur ve baharatlar, İran’dan halı, işlemeli kumaş ve nakış işleri,
Horasan’dan altın, gümüş ve mermer ürünleri, yollara düşen kervan ve gemilerle Bağdat ve
diğer kentlere taşınır olmuşlardı. İpek böceği ve pamuk üretimi, artık ihracata dönük yapılır
hale gelmişti. Kısacası insan emeğinin sözkonusu olduğu tarım, ticaret, taşımacılık, el
zanaatları, sanat ve bilim, askerlik ve savaş tekniği açısındanl imparatorluk toprakları, o gün
dünyanın en gelişmiş bölgesi haline gelmişti.

Bilimsel ve Felsefi Atılımlar


Positif bilimlerde ilk çalışmaları doğuda Hintliler başlatmışlardı. İranlılar ise ilk edebi
eserlerle öne çıkmışlardı.
Gundişapur ise 5. yüzyıldan bu yana tıp alanında önemli gelişmeler kaydetmiş ve bölgenin tıp
merkezi olarak biliniyordu. Daha sonra el-Razi, yıllar sonra çiçek hastalığını konu edinen ve
günümüze kadar değerini koruyan bir kitap yazmıştı. Ayrıca Mansur, tıbbın bütün dallarını
kapsayan ve yüzyıllarca batı üniversitelerinde okutulan on ciltlik bir eser kaleme almıştı. İbn
Sina ise tıpta bir tartışılmaz otoriteydi. Çok sayıda ilaç ve ecza malzelemelerinin kaynağı da
Doğu Uygarlığı’ydı.
Ostronomik ölçümler Bağdat, Şam, Kahire, Semerkant’a yayılmıştı. Bağdat’ın gözlem evinde
güneşin yörüngesi hesaplanmıştı. Bu yörünge dah sonraki yıllarda birkaç kez daha hesaplandı
ve sonuç az bir farkla doğruydu. Gökbilimci A.Sufi, yıldız ışığını ölçüm değerlerini
düzeltmeye çalışmış, matematikçi el-Hazen, sarkaç hareketi yardımıyla saat ilkesine göre
zaman ölçümü yapmıştı. Gene el-Hazen, bugün bile hala büyük ölçüde doğru kabul edilen bir
görme kuramı ortaya atmıştı. Gene havanın ağırlığı ve denge teorisi alanında kuramlar öne
süren el-Hazen, dünya atmosferinin yüksekliğini ölçmeyi denemişti.
Matematikte kullanılan sayıları Araplar, Hintilerden alarak, dünyaya yaymışlardır. Kimya
bilimi ise doğumunu Araplara borçludur. Barutun işe yarar hale getirilmesini, pusulanın
denizcilikte kullanılmasını Batı, Doğu’dan öğrenmişti. Mineroloji biliminin babası ise el-
Biruni sayılır. Onun, Hindistan’ı anlatan coğrafya kitabı de bir öncü eser olarak önem
kazanmıştır.
Farabi’nin siyasi-felsefi yazıları ve müzikle ilgili teorik görüşleri, o günün dünyasında bir
yeniliği ifade ediyordu.

Sonuç
Kısaca ifade etmek gerekirse Doğu Uygarlığı, 8. yüzyılda atağa geçmiş ve 12. yüzyılda
doruğunu yaşamıştı. 13. yüzyıl ve daha sonrası ise, Kurtuba, Semerkant vs.gibi tikel atılımlar
dışında, geri çekilme ve çöküş süreciydi. Sosyo-ekonomik alanda hızlı bir gelişme kaydeden,
İslam İmparatorluğu, toplumsal sınıfların ve özellikle de gayrı-Araplara ait emekçi kesimlerin
ihtiyacına yanıt vermekten uzak kaldı. Bu nedenle de bilimsel ve siyasi atılımlar, bir kaç
istisnai tutumlar dışında, dönemin emekçi sınıflarında yankı uyandıramadı.
Aksine onlar(Hariciler, İsmaililer, Karmatiler, Zenciler, Babekiyeler), 700-1200 yılları
arasında “eşitlik ve özgürlük” için ayaklandılar ve devrimci çıkışlarının altın yıllarını
yaşadılar.
Tarım ve zanaat atölyelerinde üretilen emeğin bölüşümü, daha eşit ve hakkaniyetle
yapılabilseydi, yoksulların toplumsal servetten aldıkları pay büyütülebilir ve onlar, toplumsal
refaha ortak edilmek suretiyle, daha demokratik bir toplumsal altyapı oluşturulabilirdi.
Bu sınıfsal tutuma paralel olarak hakim sınıflar, bilim ve felsefenin gelişimine de engel
olmuşlardı. Bir “Mutezile” akımı veya “İhvan-ü Safa Kardeşleri” gibi siyasi ve felsefi
hareketlerin, siyasi ve toplumsal düzlemde etkili olmaları sağlanabilseydi, daha doğrusu
toplumsal ve bilimsel gelişmenin önündeki Ortaçağ ideolojisi kaldırılabilseydi, Doğu
Uygarlığı, tarihsel olarak daha büyük atılımların öncülüğünü da yapabilirdi.
Zamanla taşlaşan Arap atılımcılığı, bir yandan sefih bir saray yaşamıyla, diğer yandan da
Gazali’nin dinsel dogmayı bilimin önüne koyan ortodoks ideolojisiyle, tüm ilerici
gelişmelerin önünü de tıkadı.
12. yüzyılın başından itibaren duraksama dönemine giren Doğu Uygarlığı, felsefi ve bilimsel
ürünlerini İspanya, Sicilya ve Anadolu üzerinden Batıya aktarmaya başlamıştı. Batı, 16.
yüzyılda gelişen Rönesans’la birlikte özgün eserler vererek, Doğu uygarlığını da aşmayı
başardı.
Uygarlık meşalesi, el-Kindi’den, Farabi’den, İbn Sina’dan, Biruni’den, İbn Yunus’tan, el-
Hazen’den, İbn Rüşd’ten, el-Me’mun’dan, Galilei’ye, Bruno’ya, Kepler’e, da Vinci’ye,
Kopernik’e, Fransis Bacon’ ve Thomas More’ye el değiştirdi.

You might also like