You are on page 1of 4

Mahremiyetin Despotlukları: Kamusal İnsanın Çöküşü Üzerine

Bir Deneme*

Devrim Sezer

Hakkında çok fazla konuşulan, üretilen yeni kavramlar ve söylenen/yazılan her


sözcükle etrafında oluşan laf kalabalığı arasında sıkışıp kalmış kimi konular,
ancak yeni bir bakışın getirebileceği bir takım yeni sorulara gereksinim duyarlar.
Richard Sennett, kent kültürü üzerine yazdığı üçlemenin ilk bölümü olan
Kamusal İnsanın Çöküşü'nde modern çağları kamusal yaşam ile özel yaşam
arasındaki dengenin değişmesi bağlamında ele alırken, modern zamanlar üzerine
duymaya alıştığımız hikayelerden çok farklı bir hikayeyi anlatmayı da gücünü
yeni sorular sorabilme yetisinden alan böylesine yeni bir bakışla gerçekleştiriyor.

Sennett, tarih ve kuram arasında kurduğu etkileşimden hareketle, 18. yüzyıl


Avrupasının en büyük iki şehri olan Paris ve Londra'da yükselen bir burjuvazi
çevresinde odaklanan bir kamusal yaşamın, 19. yüzyıldan itibaren özel yaşamın
giderek artan ağırlığı altında ezilişini anlatmaktadır. Kişisel ve kamusal olan
arasındaki ayrım, 18. yüzyıldan çok daha eskilere dayanmakla birlikte, 18.
yüzyılın başından itibaren modern kullanımına benzer bir içerik kazanmaktadır:
"Kamu" sözcüğü, aile ve yakın arkadaş kesimlerinden farklı, çok çeşitli insanları
içine alan, tanıdıklardan ve yabancılardan oluşan bir alanı kapsamaktadır.
Sennett, 18. yüzyıla kadar pek kullanılmayan "kozmopolit" sözcüğünün, 18.
yüzyılın bu iki şehrinde varolan toplumsal yaşamı anlamamızda bize kılavuzluk
edecek önemli bir ipucu sunduğunu belirtmektedir. Kimdir kozmopolit?
Kozmopolit, köksüz olandır, yaşadığı coğrafyayla kurduğu ilişkilerle kimliğini
açıkla(ya)mayandır, bir yabancıdır. "Başka bir dünyadan gelen bir yaratık değil,
bir meçhuldür." Sennett, bir anlamda "yabancının" hem toplumsal hem de kişisel
yaşamlarımızdan silinişinin hikayesini fısıldamaktadır bize, "kozmopolit"in
yavaş yavaş ölüşünün hikayesini.

Sennett'a göre, 20. yüzyılın mahrem toplumu, 19. yüzyılda sanayi kapitalizminin
ve Tanrıların ölümünün -sekülerleşmenin- yol açtığı sarsıntılar üzerine kurulu iki
temel ilke etrafında örgütlenmektedir: Benliğin sonsuz tatmin arayışı olarak
tanımlanabilecek "narsisizm" ve yıkıcı/dışlayıcı/reddedici cemaat anlayışlarının
yüceltilmesi.

19. yüzyılın sarsıntıları arasında kendilerini "huzurlu" ve "samimi" ortamlar


arayışı içinde bulan insanlar, bir yandan 18. yüzyılın kafelerinden, parklarından
ve tiyatrolarından 20. yüzyılın oturma odalarına doğru çekilirken, öte yandan
Tanrının ölümüyle içine düştükleri inanç bunalımını gittikçe kendi deneyimlerine
odaklanarak, kendi durumlarını gizemleştirerek ve benliklerine özel bir anlam
yüklemeye çabalayarak aşmaya çalışıyorlardı. Bu, aynı zamanda, toplumsal
yaşamda varlığını eylem üzerine kuran insanın yerini suskun izleyiciye ve daha
sonraları da dikizleyiciye bırakışı anlamına geliyordu. Artık Paris'in kafeleri ve
parkları tek başına oturan suskun insanlarla dolup taşıyordu. Mahremiyeti
yaşamak için aileden kaçan ama görünmeyen duvarlarla birbirinden ayrılmış olan
bu yalnız kalabalık için kamusal alan, hiç kuşkusuz özelleştirilmiş bir özgürlük
alanı sunuyordu. Öte yandan kamusal alan bambaşka nosyonlar üzerine
kurulmaya başlamıştı: Yabancılarla konuşma yadırganacak bir davranış halini
alırken, yalnız kalma hakkı da herkesin ardına gizlenebileceği bir kalkan
oluyordu. Başka bir deyişle, "kamusal davranış bir gözlem, pasif bir katılım, bir
çeşit röntgencilik" halini alıyordu (45).

Hiç kuşkusuz, 19. yüzyılda kamusal yaşamın giderek daha çok edilgenlik,
suskunluk ve izleyicilik imgeleri etrafında şekillenmesi üzerinde, sanayi
kapitalizminin toplumsal yaşamı örgütleme ve denetleme gücünün etkisi
büyüktü. Sennett, Paris'te 1850'li yıllardan sonra büyük satış mağazalarının
yaygınlaşmaya başlamasının kamusal alanda yaşananların daha az "sosyal"
(karşılıklı etkileşim anlamında) bir nitelik kazanmasını da beraberinde
getirdiğine işaret eder. Bu satış mağazalarının ilki olan ve 1852 yılında Paris'te
açılan Bon Marché adındaki perakende satış mağazası, üç yeni görüş temelinde
kurulmuştur: Parça başına kar oranı düşük olsa da, satış hacmi arttırılacaktı;
malların fiyatları sabit tutulacak ve açıkça belirtilecekti; ve arzu eden herkes
mağazaya girip, bir şey satın almak zorunda olmaksızın sergilenen mallara
bakabilecekti. Birbirleriyle hiçbir alakası olmayan ürünlerin yan yana gelebildiği
mağazalar, bir anlamda fabrikaların tamamlayıcıları oluyorlardı. Müşteriler,
girdikleri mağazalarda gerek sömürgelerden ihraç edilen ilginç mallarla gerekse
seri üretimin sunduğu ticari mallarla uyarılıyor, "kendi iradeleriyle" seçtiklerine
özel anlamlar yüklüyor ve kendilerini alışılmadık olanın geçici albenisine
bırakıyorlardı. İnsanlar, sahip olmayı hiç düşünmedikleri malları alabilme
"şansına" sahiptiler artık.

Oburluk ve yalıtılmışlık üzerine kurulu, gözlemeye, suskunluğa ve edilgenliğe


dayalı bir alışveriş mekanı olarak yeniden kurgulanan kamusal alanın karşısında,
özel alan, karşılıklı etkileşimin hüküm sürdüğü ancak gizli kalması gereken bir
dünyadır. Mahremiyetin merkezinde yer alan çekirdek aile, "katı olan her şeyin
buharlaştığı" bir çağın ekonomik ve demografik değişimlerine karşı koyabilmek
için bir araçtı: "Ailenin işlevi bir tür sığınak, barınılacak bir yer olmasıydı" (226).
İnsanlararası iletişimin gizli alanlarda daha anlamlı olduğu şeklinde de ifade
edilebilecek bu mahremiyet anlayışı, bir anlamda Viktoryen bir namus
anlayışının mirası olarak sonraki kuşaklara kalacaktı: Duygular iradedışı olarak
başkalarına gösterilmemeliydi, hatta duygulanmaktan kaçınılmalıydı. Viktoryen
ahlak anlayışı aslında "tutkunun yadsınması adını almış irrasyonel bir tutkuydu"
(221).

Modern şehir, kalıcı yükümlülüklerden, geleneksel bağlardan kurtulma gayreti

2
içindeki insanın sığınağı olmuş olsa da, özgürlüklerinin bedelini yalnızlıkla
ödeyen insan için modern şehrin kamusal alanı, kişidışı ve samimi olmayan bir
ortamdı ve artık kendi deneyimleri, benliği ve yaradılışı onun için özel bir ilgi
alanı halini alıyordu. Bugün içi boş sloganlara indirgenen gerek kişisel -ya da
kolektif- farklılıkların /kimliklerin gerekse yerelliğin kendi başına amaçlar halini
alması bu romantik ideal üzerine kurulmaktadır. Başka bir deyişle, yıkıcı cemaat,
ayrımcılığa ve kamusal alandaki renkliliğin yokedilmesine karşı kolektif bir
eyleme geçişi amaçlamadığı gibi, yerel ya da farklı olanın manevi olarak kutsal
sayılması gerektiği inancına sarılmaktadır. Sennett'ın ısrarla göstermeye çalıştığı
da, günümüz mahrem toplumunun cemaate/yerele/farklı olana yaptığı vurgunun,
19. yüzyılın maddi düzeninin ve kültürel ikliminin şekillendirdiği mahremiyet
üzerine söylemin bir uzantısı olduğudur

Cemaat yalnızca bir mahalle, harita üzerinde bir yer değildir; ya da "bir dizi töre,
davranış ve öteki insanlara karşı takınılan tavırla sınırlandırılamaz" (279).
Günümüz mahrem toplumunun cemaate yaptığı güçlü vurgunun ardında
insanların kimliklerine dair hakikatlerin cemaat tarafından üretilmesi yatar:
Cemaat, kolektif bir kimlik yaratır, insanların "kim olduklarını" dile getirme
biçimidir. Sennett'a göre, "kolektif bir kişiliği paylaşarak bir cemaat olma
fantezisinin tohumları" 19. yüzyılın kültürel ikliminde ekilmiştir.

Sennett'ın "mahremiyet ideolojisi" olarak adlandırdığı, günümüzde iyice


yaygınlaşmış üç görüşün bileşkesidir: Kişiler arası yakınlık manevi bakımdan
iyidir, başkalarıyla yakınlaşma ve samimi deneyimlerle bireysel kişiliğimiz
geliştirilebilir, toplumdaki bütün kötülükler kaynağını kişidışılıktan ve
yabancılaşmadan alır. Bu bağlamda, "her türden toplumsal ilişki her bir kişinin
içsel psikolojik kaygılarına ne denli yaklaşırsa o denli gerçektir, inandırıcıdır ve
sahicidir" (325). Bu durumun toplumsal yaşamdaki ve kamusal alan içinde
insanların bir araya gelip örgütlenişindeki yansımaları, çelişkiliymiş gibi görünen
bir sonuç yaratır: İnsanlar, kamusal alanı ortak bir kimliğin paylaşılması yoluyla
birbirlerine açılma fırsatı olarak gördükçe, toplumsal yaşamın onları rahatsız
eden koşullarını "ortak" kimliklerinin sonucu olan kardeşlik duygularını
kullanarak değiştirmekten gittikçe uzaklaşırlar. Artık cemaatin varlığının
korunması ve sürdürülmesi kendi içinde bir amaca dönüşür. "Sistem olduğu gibi
kalır, ama belki kendi çöplüğümüz de bize bırakılmıştır" (367). Bu da, Sennett'ın
deyişiyle, aynı olmak zorunda olmaksızın insanların birlikte hareket
edebilecekleri bir alan olan kamusal alanın çöküşü anlamına gelmektedir.

Toplumsal muhalefetin gittikçe cemaatler etrafında örgütlenme eğiliminde


olduğu bir dönemi yaşıyoruz. Sennett'a göre, modern sanayi kapitalizmine ve her
türlü ayrımcılığa karşı başlayan hareketlerin de vardığı nokta
yıkıcı/dışlayıcı/reddedici bir gemeinschaft anlayışıdır. Maddi ve zihinsel
koşulların değiştirilmesini hedefleyen kolektif eylemin yerini, kendini bir gruba
bağlı hissetmek uğruna katılık ve dışlayıcılık almaktadır. Gerçek Türkler, gerçek
müslümanlar, otantik Aryanlar, gerçek devrimciler, gerçek radikaller, gerçekten
feminist olanlar arayışı şeklinde tezahür eden, gettolaşmanın toplumun her
kesiminde yaygınlaşmasıdır. Cepheleşmeler ve ortak düşman(lar)ın yaratıldığı
komplo teorileriyle içiçe, dış dünyaya karşı yerel bir savunma mantığı temelinde
gettonun yüceltilmesi ve Sennett'ın deyişiyle, ilkel kabile düzenine geri dönüş.

Sennett'ın 1977 yılında yayımlanan kitabının can alıcı sorusu şudur:


Mahremiyetin kölesi olmanın yaşamımız üzerindeki etkisi nedir? İnsanların,
bireysel olarak ya da gruplar halinde bir içe kapanışı yaşadığı bir dönemde, aile
ve/veya yakın arkadaşlarla sınırlı bir özel alan ya da faklılıkların dışlandığı yıkıcı
cemaatler (etnik, dinsel, cinsel ve kendini "devrimci" ya da "radikal" olarak
nitelendiren kolektif kimlik anlayışına ve ayrımcılığa dayalı bütün cemaatler)
dışında bir araya gelmemeleri sonucunda yitip giden nedir? "Yitip giden,
insanların ancak bilinmeyenle karşı karşıya kalarak olgunlaşabilecekleri fikridir.
Yabancı nesneler ve kişiler aşina olduğumuz fikirleri ve kabul ettiğimiz
hakikatleri altüst edebilir?Gettoya, özellikle de orta sınıf gettosuna duyulan sevgi
kişiyi algılarını, bilgisini zenginleştirme, tüm insanlık derslerinin en değerlisi
olan yaşamının kurulu düzenini sorgulama yetisini edinme şansından yoksun
bırakır" (367).

*Richard Sennet, Kamusal İnsanın Çöküşü (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1994).

You might also like