You are on page 1of 56

#KAFKAOKUR

2 Dünyanın Kıyısından Sarkan Yazar: Tezer Özlü 3 5 hüzünlenme


CANSU TOK, Hiçbir yerden gelmiyorum. Kendimden başko fulya ordu, şiir

1 Yasamın Ucuna Yolculuk 3 5 Kırmızı Rugan


.••

1 E
TEZ R ÖZLÜ SEYDANUR KANTOGLU, Şiir
36 Kısa Metraj
12
Tezer Özlü'nün Kafka'nın Mezarını Ziyareti
YAŞAMIN UCUNA YOLCULUK CANSU CİNDORUK, Deneme

4 Bir Zuhal Tekkanat Röportajı! 37 Adem ile Havva


1 Röportaj: OYA ÇINAR GÖRKEM YAŞAR, Şiir

7 39 en iyisi susmak, susamıyor da insan!


1 :�
...

KHAN COŞKUN, Anlatı LEYLA ERBİL, Alıntı

40 Şeyben
17
Kendime Ait Bir Oda
ESRA PULAK, Aforizmalar ESER ERDOST, Öykü

Güzel Tehlike 42 Semsiye


18 GÜLŞAH KÖKSAL ÇEKİCİ, Metis, Foucaulı
FEYZA Ö�ü
44 Bir Yönetmenin Portr 1: Nuri Bil ylan
ALTUN MERİÇ,

9 Kedile� Kızlar ve Balthus ...

1 ENGiN POYRAZ, \ınıma


EFKAN OGUZ, Deneme
46 Sır
21 Bizden Öte, Sizden Ziyade: Barıs Manco SELCAN AYDIN, Anlnıı
47 Basınc
·· • '

SELNUR GUNEŞ, Mançalaji

2 4 Eksiksiz Ô MERVE ZDOLAP, Deneme


EZGİ AYVALI, Öykü
4 ea
26 ��SKİN, AKIN, UZUNER, ADIVAR 8 � �r� ş��i� .�����
t
UR s,
SOZLER
5 4004*
28 en kolay özetiyle; bütün geçmiş geçmemiş aşklar O
-
DİLARA ULU, Denemı

51 Yazar Hevesi
dilan bozyel, anlatı

29 Hey il
MUSTAFA SİLİCİ, Anlatı ESRA UÇAR, Denemı

3 Benden Mavi 52 lnstagram


O DİDEM ESEN, Öykü
Sizden Gelenler

32 �i�ce��t Willem Van Gogh ve Yıldızlı Gecelerin Sonu 5 3 �on Şeyler içerik Adına
FiLiZ EGIN KOLAJA, Sanat

33 Günce
LÜTFİ USLUER, Öykü

Yazılarınızı, çizimlerinizi ve çalışmalarınızı edltor@kafkaokur. dr inden bize ulaştırabilirsiniz.

www.kafkaokuı-crıııı 11 ·.11.qıı lı.ıı kafkaokur

instagranı: kafkaokur · facebook.co:··ı;kc1ti :' : ,,. ı ... ·ı .. ı ,, 1.ıfkaokur · kafkaokL:··:, ':ılı ' 1 il11
KAFKA OKUR
Fikir Sanat ve Edebiyat Dergisi

Kafka • İki Aylık Edebiyat Dergisi


Sayı 6 • Temmuz - Ağustos 2015 • 8 TL DÜNYANIN KIYISINDAN SARKAN YAZAR: TEZER ÖZLÜ cansu tok sayfa 2
Bu denli ölümle, ölüle,rle iç içe yaşayan Tezer Özlü denince ilk akla gelen de yaşamın
ucundaki hayatı olur. ilk intihar girişimini on sekiz yaşında deneyimler.
"Ôlüm düşüncesi izliyor beni. Gece gündüz kendimi öldürmeyi düşünüyorum. Bunun belli bir
İmtiyaz Sa hibi nedeni yok. Yaşansa da olur yaşanmasa da. Beni kendimi öldürmeyi denemeye iten bir
Gökhan Demir kaygı...
"

Ed i t ör
Gökhan Dem
Gamze iyem Tezer Özlü'nün Franz Kafka'nın Mezarını Ziyareti tezer özlü sayfa 12
Prag kentinde Maiselgasse'de miyim, yoksa Ankara'da Tuna Caddesinde mi. Ya da düş
Düzelt i mü görüyorum. Ya da zamanın hangi akışındayım. Bir yolcu muyum. Bir arabanın içinden
Görkem Yaşar yorgun gözlerle Kafka'nın evine bakan bir yolcu. Hangi yolculuğumun hangi anındayım.
Fatih Cerrahoğlu

Kapak Resmi
Tülay Palaz Matmazel, Ne Kadar Güzelsiniz Benimle Evlenir Misiniz? oya çınar sayfa 14

illüstrasyonlar Olağanüstü bir aşktı. Bir kitap önerirdi bana mesela. Ben zaten okumayı çok severdim
Tülay Palaz ama o önerdiği için o kitabı sabaha kadar okur bitirirdim. Bu, aşkımın ona derinliği...
Aramız çok iyiydi fakat biz çok kıskanıldık. Eskiler, yeniler, hepsinin gözü üzerimizdeydi.
Leyla Kanber
Kadınlar ona çok hayrandı, dediklerine göre ben de güzel bir kadınmışım. (Gülüyor) Eski
Sernur Işık
fotoğraflarıma bakıyorum bazen, fena değilmişim diyorum.
H ilal Kosovalı
Songül Çolak
Erhan Cihangiroğlu
Bizden Öte, Sizden Ziyade: Barış Manço selnur güneş sayfa 21
İletişim
editor@kafkaokur.com Askere çağınlması ile saçlanna ve bıyıklarına veda eder. Askerden döndüğünde bir
konser verecektir. Bu yüzden bir peruk ister. Çünkü çocuklar onu saçlarıyla tanıyordu ve
Abonelik konsere çıktığında küçük dostları "Barış Ağabey'imiz gelmiş!" diyebilmelilerdi. Bu ince
ruhu ile sevgisini zamanla tüm yaş gruplarına ilmek ilmek işledi. Herkesle aynı boydaydı.
bilgi@kafkaokur.com
Çocuklara mikrofon tutarken onların seviyesine iner, yaşlılann hikayesini dinlerken
gözlerine bakardı.
Yayın T ürü
Yerel, Süre li Yayın

Baskı
Eksiksiz ezgi ayvalı sayfa 24
Görsel Dizayn Matbaacılık Tic. Ltd. Şti.
Atatürk Bulvan Deposite İş Merkezi Ağır ağır, kafasını kaldırmadan yaptı bütün bunları. Yine aynı ağırlıkla mutfağa gitti.
A5 Blok K:4 no:405 lkitelli OSB I Masayı tamamen boşaltana kadar iki kez daha gidip geldi böyle. Son sefer mutfağa
Başakşehir, İstanbul girdiğinde, elindeki tepsi parmaklarının arasından kayıverdi Hikmet Bey'in. Donup kaldı
Tel: (212) 671 91 00 oracıkta. Ayakta... Elleri iki yanında sallanırken, ağzını açıp, gözleri dolu, derin derin
nefes almaya çalıştı.
Faks: (212) 671 91 00
Matbaa Sertifika No: 16269

Dağ ıt ım Vincent Willem Van Gogh ve Yıldızlı Gecelerin Sonu filiz eğin kolata sayfa 32
Kültür Dergi Dağıtım
Seçtiği yolda başarısızlığa uğrayarak rezil olmak korkusuna kapıldıkça hastalığı iyice
Tel: (216) 495 9044
nüksediyordu. Bu hastalık, gün geçtikçe, dostlarını ve çevresindeki herkesi ondan
Tel: (216) 495 9045 ayıracak, onu deliliğe ve ölüme sürükleyecekti.

©Her hakkı saklıdır


Bu dergide yer alan yazı, makale,
fotoğraf ve illüstrasyonlar elektronik ... BİR YÖNETMENİN PORTRESİ: NURİ BİLGE CEYLAN engin poyraz sayfa 44
ortamlar da dahil olmak üzere yazılı izin
Tsrkovski ve Bergman sinemasına benzerliği ile anılan Ceylan sineması, bunun dışında,
olmaksızın kullanılamaz.
doğrudan Ceylan'ın göz bebeği olma halinde. Her şeyden film yapılacağına inanan bir
yönetmenin yirmi yıllık filmografisinde tamamı ile kendisini ve içinde yaşadığı yalnızlığı
anlatmış olacağını düşünmek, çok da abesle iştigal olmasa gerek.
Artık gitmeyeceğim. Nereden geldiğim. sorusunu yanıtlamak
istemiyorum. Hiçbir yerden gelmiyorum. Kendimden başka...
- TEZER ÖZLÜ -

DÜNYANIN KIYISINDAN
SARKAN YAZAR: TEZER ÖZLÜ
Yazan: Cansu Tok

Göçmen ve Devrimc i Bir Ruh

Kalıplara sığmayan, hayatı boyunca bü­


tün sınırlardan sıkılmış, sınırları içinde
sınırsızlığı kurmuş; düzene, toplumun
yapısına, askere, aileye, şehirlere, dev­
letlere, cinselliğe vurulan bütün ketlere,
yaşamın önüne çekilen sınırlara karşı
çıkmış, göçmen ve devrimci bir ruh
Tezer Özlü. Onu, hayatı boyunca kaçtığı Çocukluğun SoOuk G 1 rl yazarlardan biri olan Kafka'nın babasıy­
k a l ı p ların aras ı n a sı k ıştırmak b iraz la yaşadığı sorunlar kadar fazla ve için­
acımasızca geliyor bana. "Türk edebi­ En s vdl(li y ı J1 ı • .• uı Pnvese'den den çıkılmaz olmasa da sorunları, Özlü
yatının lirik prensesi", "nostaljik pren­ tnrn ohu b • yıl ·.orır ı ynı gün Kü­ de babasının evde askeriyeye benzer
ses", "gamlı prenses", "kurban, slst m t atıy ı/' l ıı ıa v d ı clürıy ya gözlerini açan
' bir düzen kurmasından şikayetçi oldu­
kurban ı " . . . Bütün bu sözl r T ı r Ôıhı, or tın rı i.lllne babanın üçüncü ğunu bel l i eder satır aralarında. Küçük
Özlü'yü araştırdığınızda ilk kar ırııza c;ı v •,on çoc.;u�u olarak ailes i n i n işi burjuva bir sınıfa ait olmaktan hoşlan­
kan kelime gruplarırıı oıw,.tuı n da ki qı rq")I; Simav, Ödemiş ve Gerede'de madığını yazarken, onu asıl rahatsız
taplarının, yazılarının ·ıra. ırıtirı yolc.ıJluqa q c,;lrlr çocukluk günlerini. Doğduğu yıl eden, insanların ayrıştırıldığı sın ıflandır­
başlodı(Jınııd h(ıtllrı bu k llın ır u p l rn ı olan 1943'ten, 1 954'e kadar bu şehirler malardır. Taşradan İstanbul'a geldikleri
anlrıml.'.ırırıı yitiriyor. Kar ·11111du yrı�am arasında geçen hayatı , on bir yaşına yıllarda ailesi kadar kolay kabullenemez
v l)lürııürı ine ı.;lıqlsınch tı r iki uca da geld iğinde a i l e n i n İstanb u l ' a taşın­ kent yaşamını. Onun aklı, taşra bahçe­
ko�m ko n ql l n, h r iki ınl de siyah ve masıyla bir süreliğine yerleşik duruma lerinin erik ağaçlarının altındaki durgun­
lı y ı qlhl blrhlrlnd n oyırmayıp tek bir geçer ancak onun ruhu göçebedir ve o, luğunda kalır. Küçük evlerinde ablası
r rıkt biri ştir n, bir prensesten ziyade çocukken yaşadığı kasabada İstan­ Sezer ile paylaşır yattıkları somyanın
rutıurıdll koca bir devrimciyi barındıran, bul'dan Ankara'ya hareket eden kesik ortası içine göçmüş çukurunu ve ilk
d ünyanın kıyısı ndan hiç korkmadan burunlu otobüsleri izler, o otobüste se­ öpücüğü n ü de yatağını paylaştığı kişiye
sarkan, yaşamını "gitmek" üzerine ku­ yahat eden insanlara büyük bir özlemle verir. "Bizi bıraksalar. Ben onun dizlerin­
ran ve ölümden öteye bile gitmeyi ba­ bakar ve bu özlem küçük yaşlarından de yatsam. İçgüdülerimizle gövdeleri­
şarabilen bir yazar d uruyor. Tezer Öz­ itibaren içinde uzak dünyaları tanıma mizi tanısak. Birbirimizi sevsek. Doğanın
lü'nün yazdığı kitapları okumak, Tezer isteğinin ilk kıvılcımlarını yakar. "Dört geliştireceği sevgi içinde büyüsek. Ana
Özlü'yü okumak oluyor. Çünkü o, oku­ bin nüfuslu bir Anadolu kasabasında karnındaki çocuk gibi... " diye düşünür.
yucularına tüm çıplaklığıyla hayatını açı­ dünyaya bakmayı öğrendim. Altı yaşım­ İlk masum öpücüğünün ardından ileriki
yor. "Yabancısı olmadığım bir tek olgu daydım. Dünyanın sonsuz büyüklüğünü yıllarda toplumun cinsellik üzerinde kur­
var. O da kendi varoluşum. Belki tek hissettim ve gitmem, çok uzaklara git­ duğu yargıları hiçe sayıp, yaşadığı cin­
mutluluğum bu. Tek bağlantım. Kendimi mem gerektiğine inandım. " diye yazar sel deneyimleri belki de en çıplak haliy­
kavrayamazsam, tüm varoluşum yitmiş kitabında. le yazabilme cesaretini gösterir roman­
demektir." diyen Özlü kendini yazıyor larında.
otobiyografik romanlarında, böylece va­ İlk romanı olan "Çocukluğun Soğuk
rol uşunu Türk edebiyatına sonsuza Geceleri", bizlere içinde büyüdüğü aile İ l k g e nç l i k g ü n lerinde, İ stan b u l ' d a
kadar kazımış oluyor. ortamıyla ilgili ipuçları verir. Çok sevdiği yaşadıkları küçük evde ağabeyinin özel

2 KAFKAOKUR
odasından, duvarlarında bulunan kitap­ ların dışında kalan üç yazarın -itala çıkılmaz! Gideceğini sanan, d elidir!"
lardan ve o kitaplar arasında Attila İl­ Svevo, Cesare Pavese ve Franz Kafka­ derler, buna rağmen hastaneden çıkar
han'ın Sisler Bulvarı şiirini ne kadar çok yeri, hayatı boyunca ayrı olur. Onların ama bu sözün anlamını yıllar içinde
sevdiğinden bahseder. Yeni yeni genç peşinden sürüklendiği bir hayat yaşar. farklı farklı kliniklerde gözlerin i açtığı za­
kızlığa adım atan birinin, 1 983 yılında Almanya'da Marburg Yazın manlar anlar. Manik depresif (Bipolar
Ödülü'nü kazandığı Yaşamın Ucuna Bozukluk) teşhisiyle defalarca o klinik­
"Sisler Bulvarı'na akşam çökmüştü Yolculuk romanında bu çok sevdiği üç lerde kalır ve oradan öyle kolayca çıkıl­
Omuzlarımıza çoktan çökmüştü yazarın ölüm lerinin peşinden gidişini madığını hayat ona gösterir. Kaç kere
Kesik birer kol gibi yalnızdık anlatır. "Bütün yaşama cesaretini ölüler­ aldığını sayamadığı elektroşokları Leyla
Dağlarda ateşler yanmıyordu den alıyorum. Alıntılarında yaşadığım Erbil ' e yazdı ğ ı mektubunda g iyotine
Deniz fenerleri sönmüştü ölülerden. Bu kahrolası dünyayı, yaşanır benzetir. Ölüme koşa koşa g ittiği gibi
Birbirimizin gözlerini arıyorduk" bir dünyaya dönüştürmeyi başarmış yaşamı da kucaklar Tezer Özlü , bu iki
ölülerden. Dünyanın her ihtiyacı olan ol­ zıt kavramı birbirinden hiç ayırmaz. Ço­
m ısralarında hissettiklerini düşündürtür guyu vermiş, söylemiş, yazmış ölüler­ cukluğun Soğuk Geceleri romanında
okuyucularına. Aslında Özlü'nün o gün­ den." birkaç sayfa evvel intihar g irişiminden
lerden sonraki yaşamı da biraz olsun bahsederek, birkaç sayfa sonra Şişli'de
Attila İ lhan'ın şiirin i n son satırlarına ben­ Bu denli ölümle, ölülerle iç içe yaşayan kaldırıldığı hastanede hemşirenin anne­
zer: Tezer Özlü deyince ilk akla gelen de sine "Acaba kendini balkondan atar
yaşamın ucundaki hayatı olur. İ l k intihar mı?" diye sormasını garipser. "Hayır.
"Sisler bulvarı ayaklanıyor girişimini on sekiz yaşında deneyimler. Balkondan filan atlamam. Aksine yaşamı
Artık kalbimi susturamıyorum" çok seviyorum. Yüzlerce yıl yaşamak is­
"Ôlüm düşüncesi izliyor beni. Gece tiyorum." d iye geçirir içinden. Manik,
Tezer Özlü de içinde bitmek bilmeyen gündüz kendimi öldürmeyi düşünüyo­ yani çok mutlu, coşkulu zamanlarıyla;
bir ayaklanmada ne kalbini ne de kafa­ rum. Bunun belli bir nedeni yok. Yaşan­ depresif, yani mutsuz, intihar eğilimli
sının içinden geçenleri susturur kırk iki sa da olur, yaşanmasa da. Beni kendimi zamanları n ı n karışımı Tezer Özlü'ye
yıllık ömründe. öldürmeyi denemeye iten, bir kaygı... hayat ve ölümün ayrılmaz beraberliğini
hissettirir. "Yaşam mutlak tutkularla
Yaşamın Ucuna Yolculuk Karanlık bir gecenin geç vaktinde kal­ dolu. Yaşamı sevmekle birlikte ölüme
kıyorum. Herkes her geceki uykusunu alışmak da büyüyor, gelişiyor. Güzellik/er
Ablası Sezer Duru'dan bir sene sonra o uyuyor. Ev soğuk... Çok sessiz davran­ kazanıyor. Bu sevgiyi nasıl rahatlıkla
da Avusturya Lisesinde eğitimine baş­ maya özen gösteriyorum. Günlerdir bi­ uğur/uyarsam, yaşamı da o denli rahat,
lar. Rahibelerin verdiği bir eğitimle, Batı riktirdiğim ilaçları avuç avuç yutuyorum. o denli güzel uğurlamalı. Sevgilerimi
ve Doğu kültürünün çatışmaları arasın­ Kusmamak için üzerine reçelli ekmek doyumla devretme/iyim. Esintilerin yu­
da, sorgulamalarla geçer okul sırasın­ yiyorum. Genç bir kızım. Ôlü gövdemin muşaklığı, Akdeniz yağmurunun yoğun­
daki yılları, ancak yaşamının devam güzel görünmesi için gün boyu hazırlık luğu gibi... " diyerek yaşamı da ölümü
eden bölümünde bu çatışmalar zengin­ yapıyorum. Sanki güzel bir ölü gövdeyle de birbirinden ayırmadığını anlatır. His­
liğe dönüşür ve çok iyi bildiği Almanca öç _almak istediğim insanlar var. Karşı lerini bu denli yoğun yaşayan, yaşamı
sayesinde l ng mar Bergmann , Ossip çıkmak istediğim evler, koltuklar, halılar, uğurlarken sevgilerini doyum la devret­
Piatnizki, Heinrich Böl l , Hangs Mangus müzikler, öğretmenler var. Karşı çıkmak meyi arzulayan bir insan için aşk da
ve Franz Kafka'nın bazı eserlerini Türk­ istediğim kurallar var. Bir haykırış!.. vazgeçilmezleri arasında yerin i alır. Türk
çeye kazandırır. Çocukluğun Soğuk Ge­ Küçük dünyanız sizin olsun. Bir hay­ edebiyatının, cinselliği en çıplak, en arı
celeri'nde bahsettiği o yılları, "Bu kitap­ kırış!.. Sessizce yatağa dönüyorum. biçimde anlatabilen kadın yazarlarının
ta bir şoku anlatmak istedim: On bir ya­ Ôlümü ve yokluğu uzun süre düşün­ başında gelir. İlk cinsel birlikteliğini,
şındaki bir Türk küçük burjuva ailesinin meye zaman kalmıyor. Şimdi gözümün eşleriyle yaşadıklarını, aldatmaların ı , al­
çocuğunun, yirmi yaşına dek, okumak önündeki görüntüler, renkli kırları danmalarını kendiyle konuşur gibi yazar.
için gönderildiği İstanbul kentindeki andmyor. Korkacak bir şey yok. Kırlarda Okuyucusu ndan kendisin i saklamaz,
çeşitli yabancı okullardan biri olan Avus­ koşuyorum. Sanki bir deniz kentinde ya­ aksine bir cam gibi, açık ve nettir; bu
turya Okulunda karşılaştığı Batı kültür ve şamıyorum. Hep kırlar. .. Esintiyle birlikte sebeple . Tezer Özlü'yü okumak, Tezer
eğitiminin yarattığı şoku." sözleriyle an­ eğilen otlar arasında bir başımayım. Özlü'yü birçok yazara göre daha iyi ta­
latır. Ailen i n içine işlemiş edebiyat Birazdan, ölüm beni alacak." nımaktır. İ l k evliliğindeki mutsuzlukları,
sevgisini daha yakından tanıması ve içi­ hastalığına yeniden sürüklenişi de satır­
ne dalması da yine Avusturya Lisesi Yazdıklarını yapsa da ölüm onu hemen ları arasındadır; son evliliğinde yaşadığı
yıllarına denk gelir. Dostoyevski, Tols­ almaz yanına. Gözlerini bir psikiyatri mutluluklara rağmen yüreğindeki yeri
toy, Çehov, Stein beck, Hemingway, kliniğinde açar. O klinikten ayrıl ırken ayrı kalan ikinci eşi de.
Camus ile bu yıllarda tanışır ancak bun- hastalar ona, " G idemezsin ki! . . Buradan

KAFKAOKUR 3
olmadan, erkek - kadın, karı - koca ol­
maya çabalıyoruz?" diye sorar kendine.
Takvimler 1 968 yılını gösterdiğinde ruh
sağ l ığının g itgide kötüye gitmesiyle
birlikte, Sümer'den ayrılıp İstanbul 'a ta­
şınır. Dokuz sene sonra Sümer henüz
kırk bir yaşında vefat ettiğinde, "Ôlüm
sessizliği çok genç buldu onu. Karı koca
olamadık. Gerçek dost da olamadık. Bir
kitapta okumuş, bir filmde izlemiş gi­
biyim beraberliğimizi. Bir konserde din­
lemiş gibiyim. Severek anımsanan bir
kitap gibi bile değil. Paris'in Se/ect kah­
vesinde başlayan, Şişli'nin bir ôzel sinir
kliniğinde turuncu çiçeklerle biten be­
raberliğimizi... Uzun yaşamın bir küçük
kesiti... Düny asındaki insanlardan
biriydim. On11nla birlikte hiçbir şeyim öl­
medi. in uı ô/ümünü kendi kendine ölü­
yor" diye yozar ardından Sümer' i n .

T zer Özlü, Sümer'den boşandığı yıl,


yönetmen Erden Kıral' la ikinci evliliğini
gerçekleştirir. 1 968 senesinden 1 981
senesine kadar süren bu evl i l i kte Te­
zer'in tek bir şartı olur. "... bu adamla,
beni doktor ve kliniklerin eline bırakma­
sın diye evlendim. Evlenirken ondan tek
isteğim bu oldu. Hastalanırsam evde
kalmak, plaklarımla, kitaplarımla, sevdi­
1 962 - 1 963 yıllarında oto topla Avrupıı 111 yolculugu, coşkusu; ölüm isteğiyle ğim bir iki eşyayla olmak ve çay içebil­
'yı gezer. Avrupa yot)utlnln "on durnoı bitiyor. Bunun için ondan kaçmalıyım.
mek istiyordum." Ancak Tezer Özlü'nün
olan Parls't yo�rn urlu bir gOrıün Ama al/emle de kalamam ki. .. " Güner
hastalığı yeniden nüksedince ablası
ardından Cnt S 1 t 't : Adal t N:Jaog Sümer'e karşı içinde hep kaçma isteği
Sezer ve eşi Erden Kıral onu kliniğe
lu'nun knrd şl, tlyutruc:u v yazor Güner olmasına rağmen kendisini porselen ta­
yatırmaktan başka çare bulamaz. 1 972
SOrn r'I t 1111 ır v o g ce birlikte olur­ bak, tahta sandalye, kilim gibi ev alış­
yılına kadar zaman zaman evinde, za­
lar. Ot 1 oc1n• ındu boşlayan bu yakınlaş­ verişleri yaparken bulur. Nikahları sıra­
man zaman da İstanbul'da farklı hasta­
malar Sümer'ln Parls'teki çatı katındaki sında, nikah m emurunun söyledi klerini
nelerin kliniklerinde tedavi altında geçi­
od sında da devam eder ama Özlü bir güldürü izlermiş gibi izler. İçinden,
rir günlerini. 1 972 yılında hastaneden
içinde bu ilişkiden hep kaçmaya çalışır " Kalk, çık, git!" dese de 1 964 yılında
ayrıldıktan sonra, göğüs kanseri teşhisi
ve aradan zaman geçip tekrar bir araya imzayı atar. Ardından, Güner Sümer ile
konana k a d a r, bir d a h a uğ ramaz
g e l d i klerinde Teze r Özlü başka bir birlikte Ankara günleri başlar. Sümer,
kliniklere. Onu iyileştirenin hastanede
adamdan gebedir. "Çocuğumu aldırdı­ Ankara Devlet Tiyatrosunda çalışırken;
gördüğü tedavi olduğunu düşünmez.
ğım gün, bana kırmızı karanfiller getirdi. Tezer de dergilere, gazetelere yazılar
"Beni iyileştiren, ne şok ne de ilaçlar.
Sabaha dek elimi tuttu. Demek, onun yazıp çeviriler yapar. Ankara Devlet Ti­
Beni iyileştiren, bu kliniklere bir kez da­
için büyük bir sevgiyim. Böylesi bir sev­ yatrosunda Sümer'in yönettiği Brendan
ha kilitlenme olasılığının verdiği büyük
giye gereksinme duyuyor muyum? Ha­ Beehan'ın Gizli Ordu oyununda rol alır.
ve derin korku." diye yorumlar iyileşme
yır. Yalnızca bir erkeğe gereksinme du­ İyi başlayan Ankara günleri, aslında
sebebini. Yazdığı yazıların birçoğunda
yuyorum. Üç, dört yaşımdan beri bir er­ hiçbir zaman tam sevemedi ğ i kişiyi
kliniklerde yaşadığı ürkütücü olaylar­
keğe gereksinme duyuyorum ve artık daha yakından tanımasıyla her geçen
dan, doktorların hastaları kullanmasın­
yanımda bir erkek olmadan uyuyamıyo­ gün daha kötüye gider. Sümer'in Paris
dan, hemşirelerin, hademelerin umar­
rum. Bu adamla yatınca eksiksiz bir bo­ tutkusu, her gece içtiği içki, tutucu aile­
sızlıklarından ama en çok da elektroşo­
şalma duyuyorum ama sonunda salt bir sinin yargı larını saygıyla karşılaması,
kun üstünde yarattığı o korkunç etkiden
boşluk... Bir anda karamsarlığa düşüyor, Özlü'yü ondan iyice koparır. "Neden
bahseder. En nihayetinde iyileştikten bir
mutsuzlukla baş başa kaltyorum. Seviş- bunalımları çözemiyoruz? Neden dost
sene sonra, 1 973 yılında bir kız çocuğu

4 KAFKAOKUR
d ünyaya getirir. Kızına mücadelesine Türk hükümeti zorluklar çıkarır, en so­ onun iç dünyasına girmek çok zor ol­
hayran olduğu Deniz Gezmiş'ten yadi­ nunda 1 984 yılında İsviçre'de evlene­ maz ancak belli anlarda kaleme alınan
gar bir isim verir, artık onun da bir bilirler. En yakın dostu Leyla Erbil'i H ans bu mektuplar, Özlü'nün mutlul uklarını,
Deniz'i vardır. Peter ile "Bu adam benim ölümüm hüzünlerini ama en çok da özlemlerini
Leyla. Bak, bak bu benim ta kendim! yans ı t ı r. R o m a n larında, öykü l e r i n d e
Kafatasım bu, kendim ölümüm." d iye köksüz, şehirsiz, yaşadığı her şehre
tanıştırır. Asl ı n da, diğer evlili klerinde ayak uydurabilen bir kadın gibi gözü­
yıllarca bulamadığı huzuru, en n iha­ kürken, mektuplarının çoğu bölümünde
yetinde Hans Peter ile yakalar. Bu bera­ İstanbul'a duyduğu özlem yürek burkar.
berlik sırasında kendini bildiğinden beri Türkiye'nin içinde debelend iğ i siyasi
en sevdiği üç yazar olan Pavese, Svevo karışıklık, onu istanbul'a dönmekten alı­
ve Kafka' n ı n ö l d ü kleri şeh irlere iki koyarken "Burası bizim yurdumuz değil
haftalık b i r yolcul u k yapar. B u yolculu­ ki... Burası bizi öldürmek isteyenlerin
ğun sonunda 1 983 yılında Almanca yurdu." diye yazar mektubunda Leyla
yazdığı "Bir İntiharın Peşinde" isim l i ro­ Erbil'e.
man çıkar, Türkçeye "Yaşamın Ucuna
Yolculuk" ismiyle kendisi çevirir kitabını. Tezer Özlü ' n ü n vefatından sonra Leyla
Sene 1 985'i gösterdiğinde yaşamının Erbil ona gönderilen mektupları düzen­
sonuna yaptığı yolculuğun son durağına ler ve yayım latır. Çünkü iki dost birbirl­
gelmiştir. Göğüs kanseri teşhisi konur erine eşleri n i anlatacak bir roman
ve bu hastalık aynı zamanda uykuya yazmanın ve mektuplarını yayımlatma­
dalmış eski hastalığını da uyandırır: de­ nın sözünü vermişlerdir. Leyla Erbil'le
rin bir depresyonun içinde bulur kendi­ küçük yaşlarda tanışmalarına rağmen,
ni. Bir romanında, " Kimseyle yaşlanmak dostlukları Tezer Özlü'nün Erden Kıral'la
istemiyorum, kendimle bile." demesine evlenmesiyle güçlenir. Çift boşandıktan
Evliliği süresince derg ilerde yayımladığı rağmen, hayatının son günlerinde Hans sonra, Özlü Almanya ve İsviçre'deyken
yazıları derleyip " Eski Bahçe" ismiyle i l k Peter'dan onu yalnız bırakmaması n ı is­ de bu dostluk mektuplarla devam eder.
kitabı n ı 1 978'de, ilk ro m a n ı o an ter. 1 986 yılında ise yaşamının sonuna Çoğu "Sevgili Leylacığım" diye baş�
"Çocukluğun Soğ u k Geceleri" n i ise gelir. !ayan mektuplarda, Leyla Erbi l ' e duydu­
1 980'de yayımlar. Tarihler 1 981 ' i gös­ ğu sevgiden , yaşadığı hayattan, kızı De­
terdiğinde Almanya'dan kazandığı bir "Herhangi bir yerde, herhangi bir za­ niz'den, Hans Peter'dan, Erden Kıral
bursla kızını da alı p Almanya'ya taşınır. manda yaşamım bitti. Bilmiyorum nere­ 'dan bahsedildiğini, en çok da yazarla­
Bu taşınma, zaten sorunları olan evli­ de, ne zaman. Ve işte o bittiği yerde rın çekiştirildiğini, edebi sohbetlerin
liğin bitişini h ızlandırır ve boşanm a başladı. Acının sonunda... Acı ile..." yapıldığını görürüz. A., B., Ç. gibi kod
gerçekleşir. Leyla Erbi l ' e yazdığı mektu­ adları kullanılarak isimleri verilmeyen
bunda, "Herkesi benle aldattı, ben de İç Dünyası, Mektupları ama her yaz kitap çıkardığı için, kendini
onu herkesle aldattım. Benim boşana­ edebiyatçı zannettiği için eleştirilen bir­
bilmem nedeniyle her şeyi rahatlıkla ko­ çok yazar ile ilgili yazışmalar, iki ünlü
nuşabildik, açıldık. Bu boşanma, ikimi­ edebiyatç ı n ı n başka yazarları tat l ı
zin ilişkisini bir araya gelsek de gelme­ çekiştirmeleri olarak gözden kaçmaz.
sek de her türlü yalandan arındırdı."
diye yazar. Yalandan arınmış ilişkileri Tezer Özl ü ' n ü n mektuplqştığı bir d iğer
sonraki yıllarda aradaki bağın kopması­ kişi ise hem çok yakın dostu hem de
na engel olur ve yakın dostu ve yayım­ yayımcısı, yazar Ferit Edgü'dür. Ferit
cısı Ferit Edgü'nün yazdığı, Erden Kıral Edgü 'ye y azd ı ğ ı bir mektubu nda,
' ı n yönettiği " Hakkari 'de Bir Mevsim" "Bahçemde yetiştirdiğim gülleri her ak­
filminin Berlin Film Festivali'nde Gümüş şa'!1 öpüp kokladığım gibi senin mek­
Ayı ile dönmesinde çok fazla uğraşı tubunu da öpüp kokladım. Yaş mı, baş
olur. mı, içinde bulunduğumuz koşullar, da­
Tezer Özl ü , Leyla E r b i l ' e yazd ı ğ ı ğılmışlığımız mı bilmiyorum, duyarlılığı
1 981 senesinde tanıştığı İsviçre ası l l ı mektupların birinde: "İnsan, mektupla­ artırıyor. Bir göz yaşları eksik. Belki o da
sanatçı Hans Peter Marti i l e birbirlerine rını kendi iç dünyasına en yakın olarak var, için için akıyor." diye yazar.
aşık o l u rlar, b e ra b e r b i rçok ş e h re yazabiliyor." diyerek kaleme alır. Otobi­
seyahat ederler. Evlenmek istediklerin­ yografik romanlar yazdığı ve kendini Özlü ile Edgü'nün bir diğer mektuplaş­
de aralarındaki yaş farkından dolayı hiçbir şekilde sakınmadığı için aslında ması ise "Yaşamın Ucuna Yolcul u k" ki-

KAFKAOKUR 5
tabının yayımlanma sürecinden önce Üzerine Çeşitlemeler) kendi kendine bir Özlü'nün kaleme aldığı her satırda derin
yaşanır: haksızlık. Belki başlangıçta bu izi sür­ bir sonbahar havası vardır. Hafif bir rüz­
mek istedin. Ama sonra, sürdüğün iz, gar eser; sarı, turuncu ve kırmızı yap­
"Sevgili Tezer, bir de baktın ki (yazıp bitirdiğinde baktın raklar hışırtıyla bulundukları ortamdan
mı?) kendi izin. Üstelik intiharın değil, uzaklaşır ve baş göğe kalktığında gri bir
"Bir İntiharın İzinde" yürüyorum on ge­ yaşamın izi... İnsanlarla dolu ya/mzlığın gökten damlacıklar, insanın yüzüne do­
cedir. Bu gece (az önce) 5. bölümü izi... (Bu "insanlarla dolu yalmzlık", Kaf­ luşur. Hava kapalıdır ve her yer hem
bitirdim (85. sayfa). Bugün, ilk elli say­ ka'nın bir sözü m ü yoksa benim mi, çı­ ölüm hem yaşam kokmaktadır. Bir yan­
fayı basımevine verdim. Bir an önce çık­ karamıyorum. Belleğim öldü. Birçok dan var olurken, bir yandan hiç olur Öz­
sın istiyorum. Hiç değilse bir tane, ya­ noktada, yaşamın birçok kesitinde, lü'nün yazdıkları. Özlü'yü okumak, son­
nımda bulunsun Berlin'e gelirken. gerçekten, Beckettimsi bir ölülükte...)" baharı okumak gibidir. Peki, okuyucu­
diye yazar bir mektubunda Ferit Edgü. larına bunları hissettirirken; neden yazar
"Bir İntiharın İzinde" müthiş bir kitap. Tezer Özlü'nün de kitabına verilen bu Özlü?
Çok müthiş bir kitap. (Başka sözcük bu­ yeni ismi beğenip onaylamasıyla, oku­
lamtyorum.) Yıllar var ki böyle bir metin yucunun karşısına "Yaşamın Ucuna Yol­ "Neden yazılır? Dünya acılı olduğu için
okumadım. (Tabii, Türkçe metinlerden culuk" adıyla çıkar romanı. yazılır. Duygular taştığı için yazılır. İnsa­
söz etmiyorum.) Bana gençlik yıllarımda nın kendi zavallılığından styrılması çok
Rimbaud'u, Lautreamont'u, daha sonra güç bir işlemdir. Ama insan bu, bir kez
Kafka'yı, Rilke'yi, Hö/derlin'i keşfettiğim bu zavallıltktan styrılmaya görsün, o za­
günleri yaşattı. man yaşamı kendi egemenliği altına ala­
bilir. işte böylesi bir egemenlik, bir iki ki­
Çok ender yaşanan kimi aşklar gibi ... şiye daha anlatmak için yazılır ya da
Ôyle bir aşk yaşamışsındır ki 'Bir daha
-Sana ne oldu? Sensiz kendi kendine kamtlamak için. Çünkü
artık böylesini yaşayamam.' dersin. Aşk yaşayamam. insanın kişisel özgürlüğü, kendi dünya­
sözcüğüne anlamını veren; bedeninin sına egemen olmasıyla başlar. Dünya­
-Yaşarsm. Herkes
tüm hücrelerinde, sinirlerinin her ato­ sına egemen olan insan, acıları coşkuya,
munda duyduğun bir duygudur. Sonra herkessiz yaşayabilir. bunalımı yaratmaya, sevgisizliği sürekli
bir gün, bir rastlantı; yeniden aym heye­ ç ·ı ıl il ıguı ı soyuk geceleri, tezer özlü aşka dönüştürebilir. Ben, dünyaya ege­
can, aynı coşku, aynı yoğunlukta yaşa­ men olmayı edebiyatla öğrendim."
nan anlar ... İnanamazsın. Bir düş- teyim
sanırsın. Kitaplar da benim için böyledir. Tezer Özlü'ye Göre Pavese ve Kafka
Eski aşklara dönemezsin ama eski ki­
taplara dönebilirsin. (Kitaplann ölmezliği Tezer Özl ü ' n ü n hiç kuşkusuz en sevdiği
buradan mı gelir?) Bu nedenle de yıllar Neden Yazılır? yazar, Pavese. Leyla Erbil'e yazdığı bir
var ki, gene eski aşklarımı okuyorum: mektubunda, "Pavese benim için çağ­
Dostoyevski'yi, Kafka'yı, Rimbaud'u ... Tezer Özl ü kısa ömrüne üç kitap, daş yazarların en büyüğü. Her olguyu
ilk kez, yıllar var ki ilk kez, bugüne değin gazete ve dergilerde yayımlanan yazılar öylesine derin bir acıyla örmüş ki . . . "
okumadığım bir kitap, yeni bir kitap, da­ ve mektuplar sığdırır. Leyla Erbil'e yaz­ der. "Yaşam ı n Ucuna Yolculuk" roma­
ha kitap bile olmamış bir metin, bende dığı mektupların birinde, "Şimdilik hiçbir nında Kafka, Svevo ve Pavese' i n me­
böyle bir duygu yarattı. şey yazmıyorum, not bile almtyorum. zarlarının izini sürer. Pavese' i n intihar
Biliyorsun, bizim içimizde bir kitabın ettiği odada kalır. Onun bir romanına
Birkaç yıl önce, çocukluğunun soğuk oluşması yıllar sürer." deyişi, "Bu üstün kahraman l ı k eden Nuto'yu Torino'da
geceleri için düşünüp de söyleyemedi­ yetenek daha fazla eser ü reteb i l i r bulur, Pavese i le arasında böylece çok
ğim, dile getiremediğim buydu işte: O m iydi?" sorusuna cevap verir niteli kte­ daha sağlam bir bağ kurar. Kırk iki ya­
malzemenin öykülemeye değin böylesi dir. Her yaz bir kitap çıkarmak, ona gö­ şında intihar ederek ölen Pavese ile ay­
bir çığlığa dönüşmesi gerektiğini re değildir çünkü yazarlığı çok ciddiye nı gün doğması gibi, aynı yaşta da ha­
düşlemiştim. İçine sıçayım edebi türl­ alır ve ona göre yazarken yaşam birçok yata gözlerini yumar. Özlü, her anında
erin, romanın, öykünün, şiirin, içine sı­ alanda durur, yavaşlar. Bu durgunluğun defalarca Pavese okuduğundan, oku­
çayım! Bana yaşamın ucuna yapılan yol­ içinde ölüm kadar sevdiği yaşamı ku­ duklarını tekrar ve tekrar okuduğundan
culuklar gerek. Bu yolculuğun türü olur caklayamayacak olmanın verdiği tedir­ bahseder kitaplarında.
mu? ginliktir belki de onu zaman zaman ya­
zılarından uzak tutan. "Yazmak istiyo­ Türk edebiyatının "Dişi Kafka'sı " Tezer
Kitabına ne güzel yakışırdı "Yaşamın rum. Ama her zaman yaşamın günlük Özlü, "dünyanın en derin acısını" öy­
Ucuna Yolculuk". Ama sen "İntiharın hareket/iliklerini yeğliyorum." demesi bu külerine, mektuplarına yansıttığını dü­
İzi"ni seçmişsin. Hele alt başlık, (Pavese yüzden garip gelmez okuyanlarına. şündüğü Kafka'nın Prag'daki mezarı

6 AFKAOKUR
başında çocukluğunu, ailesiyle olan ile­ -Başbakan olsaydın . . . Ne yapardın? Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hiç
tişimsizliğini hatırlar. Çünkü Kafka da +Ülkeyi kalkındırır, herkese refah ve aile olunmayacak bir insanla bir araya
aynı kendisi gibi babasının baskısıyla, eşitlik getirmeye çalışırım . geldim, gene aile olduk. Ben bütün
dönemin siyasi ortamının gerginliğiyle -Şimdiye kadar b i r şey kazandın m ı ? bunların dışmdayım. Şimdi tek konuğu
ve içe dönük yaşamıştır hayatını. Kafka (Para hariç) olduğum bu otelden aynltrken, hangi
i le i l k kez "Dönüşüm " kitabıyla tanışan +Seni ve yazdığım üç kitabı, bir de otobüs ya da tren istasyonuna, hangi
Özlü için, bu tanışıklıktan sonra Kafka İsviçre pasaportu . havaalanı ya da hangi limana doğru gi­
okumak vazgeçilmez bir tutku halini alır. deceğimi bilmediğim bu sabahta, iyi,
Onun için Kafka, "İçinde yaşadığımız Tezer Özlü'den Yaşam Manifestosu başan/ı, düzenli bir insandan başka her
gerçekler absürt, absürt de gerçek o/­ şey olduğumu duyuyorum."
d u ğ u n a göre (ben bunu böyle "Sorduk/an zaman; bana ne iş yapttğtmı,
a/gıltyorum), mutlak, Kafka dünyanm evli olup olmadığımı, kocamm ne iş yap­ Tezer Özl ü'nün Varoluşçulu ğuna
gerçeğini tanımamıza, dünyaya dayan­ tığmı, ana babamm ne olduklarını sor­ Küçük Bir Bakış
mamıza yol gösteren en önemli yapıtla­ duk/an zaman, ne gibi koşullarda yaşa­
nn yazandır." dığımı, yanıtlanmı nasıl memnunlukla "Derdim yok benim, mirasyedi gibi pa­
onayladık/annı yüzlerinde okuyorum. Ve ram da var. Patronum da kanm da ço­
Den iz'in Gizli Kalmış Defteri hepsine hayktrmak istiyorum. Onay/adı­ cuk/anm da yok; sadece vanm, hepsi
ğmız yanıtlar yalnız bir yüzey, benim bu. Bu dert öyle belirsiz, öyle metafizik
Kızı Deniz, 1 985 yılında kendi el yazısıy­ gerçeğimle bağdaşmayan bir yüzey. Ne bir şey ki utanıyorum doğrusu." diye ya­
la h az ı rlad ı ğ ı soruları b i r defterde düzenli bir iş, ne iyi bir konut, ne sizin zar Bulantı'da varoluşçu felsefenin i l k
annesine verir. Kim bilir belki de anne­ "medeni durum" dediğiniz durumsuzluk, akla gelen i s m i Jean Paul Sartre. Varo­
kızın birbirini daha yakından tanımak ne de başanlı bir birey olmak ya da luşçuluk felsefesi, iki büyük dünya sa­
için yaptıkları bir oyundur bu. Henüz on sayılmak, benim gerçeğim. Bu kolay ol­ vaşını arka arkaya yaşamaktan duyulan
iki yaşında bir genç kızın bütün naifliğini gulara, siz bu düzeni böylesine sapta­ bıkkınlığa ve bu ortamdan doğan bas­
taşıyan sorularına, anne Tezer Özlü de dığınız için ben de eriştim. Hem de hiç­ kılara karşı bir tepkiden doğar. Varoluş­
bütün samimiyetiyle cevap verir. Y ıllar bir çaba harcamadan... Belki de hiç is­ çuluk; insanın varlığı, özgürlüğü , onu
sonra, o defter ortaya çıkar. İşte, o def­ tediğim gibi çalışmadan... İstediğiniz saran dünyayı, tek gerçek olduğu hal­
terdeki soru ve cevaplardan bazıları: düzene ayak uydurmak o denli kolay de, bir türlü anlayamamasından doğan
ki... umutsuzluk ve bezginlik içinde; hayatı
-En sevdiğin kitap? tatsız, saçma bulmasını içerir. Diğer
+Pavese'in "Genç Ay" romanı Ama insanın gerçek yeteneğini, tüm ya­ adıyla egzistansiyalizm, bireyin varolu­
- En sevdiğin dergi? şamını, kanmı, ak/mı, varoluşunu verdiği şunu özünden üstün tuttuğu için aynı
+Edebiyat dergileri (hepsi battı, iç dünyasmm olgularının sizler için hiçbir zamanda topluma bir karşı çıkışı da
çıkm ıyor) değeri yok ki... Btraktyorsunuz, insan içerir. Felsefi temelde varoluşçuluk den­
-En sevmediğin insan? on/an kendisiyle birlikte gömsün. Ama diğinde ilk akla gelen isimler Kierkega­
+Bütün faşistler. hayır, hiç değilse susarak hepsini yüzü­ ard, Nietzsche, Husserl olurken; edebi
-Hasret nedir? nüze hayktrmak istiyorum. Sizin düzeni­ temelde Sartre, Kafka, Albert Camus,
+Hasret, eğer kavuşul mazsa en güç nizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışını­ Simone de Beauvoir olur. Bu isimler
duygudur. zla, başan anlayışmız/a hiç bağdaşan özellikle 1 900'1ü yılların ortalarında bu
-Aşk nedir? yönüm yok. Aranızda dolaşmak için gi­ akımla dünyayı tanıştırırken, Türkiye'de
+Aşk, birisinin, gece ve gündüz yiniyorum. Hem de iyi giyiniyorum. İyi varoluşçuluk i l k kez edebiyat derg ilerin­
sinirlenmeden yanında olmak istemek, giyinene iyi yer verdiğiniz için... Aranızda de yerini alır. Ankara'da aylık olarak ya­
ayrılınca onu özlemek ve ona sadık dolaşmak için çaltşıyorum. İstediğimi yımlanan Mavi dergisi, daha sonra ismi
olabilmektir. çalışmama izin vermediğiniz için.. . İçgü­ varoluşçu yazar ve şairler arasında anı­
-Üzüntü nedir? dülerimi hiçbir işte uygulamama izin ver­ lacak olan birçok kişiyi bir araya toplar.
+Üzüntü acıdır. En üzücü olay, mediğiniz için. . . Hiçbir çaba harcama­ Dergide yer alan Güner Sümer, Ferit
başkalarını üzmektir. dan bun/an yapabiliyorum, bir şey yapıl­ Edgü, Ahmet Oktay, Orhan Duru ve
-Başından inanılmayacak, garip ya da dı sanıyorsunuz. Demir Özlü gibi yazarlar Attila İ l han'ın
kom i k bir olay geçti mi? Anlatır mısın? önderliğinde kendilerinden önceki ede­
(Yazar mısın demek istedim.) Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Ev­ bi akımı eleştirmeye başlarlar. " Mevcut
+Başımdan çok garip olaylar geçti. En lerinizle.. . Oku/farınızla... İş yerlerinizle... edebiyat, Sait Faik dışında tükenmiş,
garip olay; sevdiğim halde, Erden 'den ôzel ya da resmi kuruluşlarmızla içimi işlevsizleşmiş bir edebiyattır. Yeni bir
severek boşanmam. kemirttiniz. ôtmek istedim, dirilttiniz. soluğa, yeni bir biçim ve biçeme gerek­
-Beni nerede tanıdın? Yazı yazmak istedim, aç kaltrsın, dediniz. sinim vardır. O. Akballar, B. Necatigiller
+Karnımda. Aç kalmayı denedim, serum verdiniz. dönemi, kapanmıştır." der Ahmet Oktay

KAFKAOKUR 7
yıllar sonra. "1 950 Kuşağı" olarak anılan bahsetmez. Klasik romanda yer alan tüm çıplaklığıyla da T ürk edebiyatına
bu akımın takipçilerinden Demir Özlü , çatışmalar ağı, bu kitaplarda bulunmaz­ kazandırmıştır.
Sartre'dan oldukça etkilendiği "Bunaltı" ken; onun yerini bireyin kendiyle olan
kitabını da bu yıllarda yayımlatır. T ürki­ var olma çatışmaları alır. Bireyin içinde En çok kendi varlığını sorgulayan Tezer
ye'de varoluşçuluk akımının başlangıcı bulunduğu dünyaya atılmışlık ve burada Özlü, kısa yaşamında dünyanın kıyısın­
deyince ilk akla gelen yazarlardan özel­ tek başına oluş fikri, bunun getirdiği öz­ dan sallanır; bir var olur, bir yok olur. En
l ikle Demir Özlü, Ferit Edgü, Güner gür birey düşüncesi , amma velakin çıplak haliyle anlatır kendini. Yaşama
Sümer ve Orhan Duru; bizi bir yazara onun da sonucunda gelişen yalnızlığın darbe vuran her şeye karşı çıkar. O,
doğru sürükler. Hepsinin hayatında verd i ğ i bu nalı m , sıkı n t ı ; varo l u ş ç u dünyanın kıyısında sallanırken, "Özgür­
önemli yeri olan bir yazar daha vardır. felsefenin temellerini atarken, Tezer lük" diye bağırır. Zaman zaman sallan­
Abisi Demir Özlü, yayımcısı ve aynı za­ Özlü'nün yazdığı dergi yazıları ve ro­ dığı salıncaktan atmak ister kendini.
manda yakın dostu Edgü, ilk eşi Sümer manlarında da sık sık karşımıza çıkar. Korkmaz, çekinmez.
ve kardeşi Suna'nın eşi Orhan Duru . . . Özlü'nün Çocukluğun Soğuk Geceleri,
çocukluk yıllarında inanmakla mutlu Tezer Özlü, hayata gözlerini yummuş ol­
Bu ortamın içinde nefes alıp veren Te­ olan bireyin inanmaktan vazgeçişini ve sa da dünyanı n kıyısında, üstünde kim­
zer Özlü'nün başka bir akıma katılması varoluşla ilgili düşüncelere derin bir da­ senin olmadığı bir salıncak, sallanmaya
belki de imkansız olmuştur. O da diğer lışıdır. Özlü de çocukluğunun soğuk ge­ devam eder. Salıncak, her salla- nışında
isimler gibi T ürk edebiyatının varoluşçu celeri nden yaşa m ı n ı n ucuna doğru bir var olur, bir yok olur. İşte, Tezer Özlü
yazarlarının arasında ismini var etmiştir. yolculuk yaparken savaşlarla, darbe­ okumak, o salıncağın gidip gelişine
Varoluşçu yazarların kitaplarında genel­ lerle karmaşıklaşan yaşam; ister iste­ bakmak gibidir. Özlü artık o salıncakta
likle öne çıkan en belirgin özellik, dra­ mez, onu 'kendi üzerine' düşünmeye oturmasa da . . .
matik yapıya ve karakter yaratmaya yö­ zorlamıştır. Varoluşunu sorg u l a m aya
nelik klasik roman anlayışından vazge­ başlayınca, Sartre'ın varoluşçuluk felse­
çilmesidir. Tezer Özlü de romanlarında fesinin temel noktası olan bireye yavaş
somut olaylardan ve çatışmalardan yavaş ulaşmış, bunu zenginleştirerek

8 KAFKAOKUR
Tezer Özlü
Yaşamın Ucuna Yolculuk
Yaşamım boyunca uykuyu
beklediğim kadar hiçbir şeyi
beklemedim. Ancak anlamsızllk
ve acı sonsuz bir gelişigüzelliğe
vardığı günlerde derin derin,
uzun uzun çok yorucu uykuları
uyudum. Yorgun, isteksiz ve
umutsuz uyanıncaya dek.
Tezer Özlü'nün Kafka'nın Mezarını Ziyareti
Yaşamın Ucuna Yolculuk
"Yaşamın sonu hiçbir zaman bana ırak gözükmedi. Her yüzde,
her solukta, her büyüyende, her yaş/ananda, her san/mada,
her sabahta gördüm yaşamın sonunu. Çocukken bile, buğday
tarlalannda, yaz gecesi mehtabında ve çocukluk gecelerinin
derin karanlığında gördüm yaşamın sonunu, ama ben gider­
ken, ben ya da tren görünümlerin içinden, kentlerden, köyler­
den, tarlalardan, dağ sıralan önünden, ardından, bir göl kıyı­
sından, bir nehir yatağı ya da gri bir deniz yüzeyi boyunca iler­
lerken, yol alırken, tanımadığım insanlar hızla gidiş yolunun ak­
si yönde yitip giderken, her görüntüyle birlikte ardımda ben­
den uzaklaşırken, yitip giderken, işte ancak o zaman uzaklaş­
tım yaşamın sonundan."

Aynı dünyanın en derin acısını Kafka çektiği için mi rahatsın


onun mezan yanıbaşında?

Koridordan trenin yol aldığı kesite bakıyorsun. Tek tek yapılar,


yollar belirdi bile. Henüz sabah soğuk, gökyüzü aydınlanmaya
başlamak üzere. Ama erken doğmayacak güneş, ilkin bulutlar
olacak. Trenin koridoru serin. Söylediği gibi alacakaranlık içinde
büyük bir kitle var işe gitmek için yollara çıkmış. Yorgunum. Tren
istasyona varıyor bile. O uyuyor. Sigara paketinin üzerine birkaç
sözcük yazıp iniyorum. Çantamı istasyonda bırakıp bir araba ile
kentin sabahına giriyorum. Sabah, daha saat altı olmadan, Kaf­
ka'nın doğduğu evin karşısındayım. Yapının yan duvarında Kaf­
ka'nın ince yüzü metal bir heykel olarak işte karşımda. Birden
yorgunluğum gidiyor. Ama beklenmedik bir sabahın maviliğinde
birden Kafka'nın evinin önünde olmayı, bu üç katlı büyük taş
yapıya bakıp duruşunu hiç kavrayamıyorsun . Uzak ülkede, dur­
gun kentlerde onun anlamlarıyla geçirdiğin yıllar, daha derin, da­
ha etkin, düşüncelerini daha çok yönlendirmiş, daha benliğine
işlemiş süreçler. Yoksa yaşadığımız her an böylesine geçmişin
ağır anılarıyla mı güçleşiyor. bir geleneği sürdürüyor. Dünyayı "Ateşçi" olarak algılamaktan
öteye gidebildin mi?
Prag kentinde Maiselgasse'de miyim, yoksa Ankara'da Tuna
Caddesinde mi. Ya da düş mü görüyorum. Ya da zamanın hangi Şimdi Anadolulu bir kadın, tarlada giydiği giysiler içinde Birinci
akışındayım. Bir yolcu muyum. Bir arabanın içinden yorgun göz­ Kaertner Ring'de karşıdan karşıya geçiyor.
lerle Kafka'nın evine bakan bir yolcu. Hangi yolculuğumun hangi
anındayım. Oysa hiç yolculuğa çıkmam. Her an ve her yerde, Hradschin'e çıktığ!nda güneş artık kent üzerinde yükselmiş.
daha önceleri ve şimdi hep sürekli bir yolculukta değil miyim. Alchimistengasse yükseklikleri iki metreyi bulmayan evlerden
Böyle yaşamadım mı. Böyle yaşamıyor muyum. Böyle yaşamya­ oluşuyor. Yirmi iki numarada bir yıla yakın çalışmış, öykülerini
cak mıyım. yazmış. Bugün ev kapalı. Yarın burada olmayacaksın.

Ambassador Otelindesin. Eski mobilyalar, tavandan sarkan avi­ Bir süre sonra yokuşları inip, nehir kıyısından geçip, sokaklarda
zeler, bembeyaz masa örtüleri, siyah giysili yaşlı garsonlar eski dolaşıp, eski Yahudi mezarlığına giriyorsun. İlk adımlarında kent

12 KAFKAOKUR
içinde gizlenmiş küçük bir mezarlığa girdiğini düşünüyorsun. yatağı ya da gri bir deniz yüzeyi boyunca ilerlerken, yol alırken,
Gelişigüzel kesilmiş, büyük, gri, kahverengi mezar taşları öyle- tanımadığım insanlar hızla gidiş yolunun aksi yönde yitip gider-
sine sık ve düzensiz yükseliyor ki. Dağınıklık içinde, sanki atılmış, ken, her görüntüyle birlikte ardımda benden uzaklaşırken, yitip
şekil verilmemiş, her biri bir başka eğrilikte. İç içe. Mezarlık çev- giderken, işte ancak o zaman uzaklaştım yaşamın sonundan.
resini gene gri yapıların arka cepheleri çevreliyor. Evler terk edil­
mişçesine bakımsız. Galata çevresinin evleri gibi. Kimi camlar Neden buradaki yeşil, yabansı sessizlik şimdi sana içinde yaşa­

kırık. M utlak içlerinde oturanlar var. Açık camlardan evlerin için­ mak zorunda bırakıldığın dünyayı unutturuyor. Aynı dünyanın en

deki karanlık sessizliği algılıyorsun. Burası her zaman böyle göl­ derin acısını Kafka çektiği için mi rahatsın onun mezarı yanıba­

ge olmalı, diye düşünüyorsun. Ve mezarlığın havası, dışarının, şında. Hiçbir yere gitmek istemezcesine. Babası, ardından da

kentin havasından daha nemli. Parke taşlarıyla kaplı caddelerin annesi aynı mezara gömülmüş. Şimdi Vıyana'da Kafka'nın baba­

havasından. Sen mezarlığın içine doğru ilerledikçe, mezarlık ken­ sına mektubunu düşünüyorsun. Yaşamı süresince baskısı üze­

dini açıyor, açıyor, genişliyor, giderek büyüyor ve insanı kendi rinden kalkmayan babanın, mezarda da onun üzerine yattığını.
sonsuzluğu içine çekiyor. Daha derinlerine gidilirse, insanı bırak­ Ne garip, dün mezarı başında bunu düşünmemiştin. Aksine belki

mayacak izlenimini veren canlı bir mezarlık. Çıkıyorsun. Kapı biraz da rahatlatıcı bulmuştun yalnız yatmayışını. Nazi kampla­

önünde küçük bir tahta taburede yaşlı bekçi oturuyor. Karşıdaki rında öldürülmüş kız kardeşler ile Milena'yı düşünmüştün. Kaf­

küçük tahta kulübede de turistlerin mutlak ellerinde bulundur­ ka'nın bu kamplara girmemesi içini sevinçle doldurmuştu. Genç

dukları kent planı ve broşürler satılıyor. yaşta veremden ölmesi onun için en büyük acılardan kurtuluş da
demekti.
- Kafka'nın mezarı nerede?
"Ölüm gelecek ve g özlerini alacak, o ölüm ki bizleri sabah­
- Burada değil, diyor. tan aksama dek izleyen, sağır, eski bir acı ya da anlamsız b ir
angarya olarak."*
- Buradaki en yeni mezar taşı 1 7. yüzyıldandır.

Sessizlik ve yaban yeşilliklerin bürüdüğü mezarlıktan çıkarken,


- Evet, diyorum. Gördüm. 1 4. yüzyıldan mezar taşları gördüm.
ağabeyimin sözlerini algılıyorum. Berlin'in Aralık gecesi buz gibi
soğuk. Kar, asfalt üzerinde donmuş, Zoo istasyonundan çıkılın­
- Metroya binin. Straschnitzer yönüne gidin. Oradaki Yahudi
ca, yan köprü altındaki durakta 66 numaralı otobüsü bekliyoruz.
mezarlığında yatıyor Kafka.
O, Wansee'ye gidecek. Kentin Batı yakası sınırındaki göl kıyı­

Sokaklar geçiyorsun. Canlı sesler kulağına varıyor. Kemerler al­ sına. Bahçenin derinliğindeki büyük, sessiz, yalnız yapıya.

tında yürüyorsun. Seslerin geldiği kapıdan giriyorsun. Karanlık


- İstanbul'da mezarlarımızı hazırlamalıyız, diyor birden.
bir birahanede herkes durmadan bira içiyor. İş önlükleri üzerlerin­
de, herkesin elinde büyük bir bira bardağı, yarışırcasına bira
- Nereye gömüleceğim beni hiç ilgilendirmez. Ölü gövdemin ne
içiyorlar. Bütün günlerini içerek geçiren, gene de çalışabilen in­
olacağını düşünmek bile istemem. Toprakla mı, suyla mı birleşe­
sanları hep kıskanırım. Belli bir sarhoşluk içinde yeryüzüne da­
ceği, yoksa kül mü olacağı, diyorum.
yanmak daha kolay.

Sözleri, o gece bana gereksiz bir melankoli gibi geliyor. Öylesine


Yavaş yavaş yürüyorsun . Metroya geldiğin an bozuk paran ol­
soğuk bir Berlin gecesinde bir de insanın kendi mezarını düşün­
madığını görüyorsun. Geç, işareti veriyor turnikede bekleyen kız.
mesi. . .
Paranın bu kentte hiç önemi yok. Elektrikli merdiven üzerinde
müthiş bir derinliğe iniyorsun. Son durakta herkesle birlikte gene Şimdi Prag'da, yazarlarımın mezarları doğrultusunda çıktığım
derinliklerden gün ışığına çıkıyorsun. Karşıya geçiyorsun. Mezar­ yolculuğun başlangıcında onun sözlerinde haklı olduğunu
lık kapısı açık. Hemen kapının karşısında bir ok hangi yöne gide­ düşünüyorum. Ama gene de İstanbul kentinde bir mezarım bir
ceğini gösteriyor: Dr. Franz Kafka. olsun istemiyorum.

Yaşamın sonu hiçbir zaman bana ırak gözükmedi. Her yüzde, Otobüse biniyor. Pencere önünde bir yere oturuyor. Ben, kentin
her solukta, her büyüyende, her yaşlananda, her sarılmada, her gece yaşamına dönüyorum. Soğuğun ve karanlığın içine.
sabahta gördüm yaşamın sonunu. Çocukken bile, buğday tarla-
larında, yaz gecesi mehtabında ve çocukluk gecelerinin derin *Pavese
karanlığında gördüm yaşamın sonunu, ama ben giderken, ben
ya da tren görünümlerin içinden, kentlerden, köylerden, tarlalar-
dan, dağ sıraları önünden, ardından, bir göl kıyısından, bir nehir

KAFKAOKUR 1 3
Matmazel,
Ne Kadar
Güzelsiniz
Benimle Evlenir
Misiniz?
BİR ZUHAL TEKKANAT RÖPORTAJ! !
Röportaj: OYA ÇINAR

"Sizinle rakı içmek istiyorum." dedim. Şaşırdı bir an, duraksadı Hayır, değil. Hiç değildi. Çok daha sıkıydı. Ödümüz patlardı bir
biraz. Sonra o mavi gözlerini çakmak çakmak gözlerime dikti ve şey konuşmaya. Ben size söyleyeyim. İlkokul 5.sınıftayken ben,
"Ne zaman?" dedi. "Neden, hangi münasebetle?" değil, sadece yönetim değişti. Bir devir bitti başka bir devir başladı. O yaşta bir
"Ne zaman?" "Siz ne zaman uygunsanız . . . " dedim. "Yeter ki çocuk, siyaset nedir, nereden bilir? Demek ki izliyormuşum bir
'evet' deyin. "Evimde ağırlamak isterim o zaman seni." dedi.
şeyleri. Sokaktan geçiyorlar bir gün. Camı açıp el sallıyorum on­
"Önümüzdeki hafta sonu, buyur gel."
lara. "Hoş geldiniz" diyorum, yeni devrime! Tabii bu hemen dik­
kate alınıyor. Ertesi gün müfettiş geliyor sınıfa. "Dün" diyor, "bu
Gittim. Bir köpeği, üç kedisiyle yaşıyor Zuhal Tekkanat. İki odalı,
pencereden kim el salladı?" Her şeyin daha iyi olması için çok
müze gibi, bütün duvarları Cemal Süreya fotoğrafları ve şiirleriyle
dolu bir evde... Hiçbir şeyi atamayan, atmaya kıyamayan bir büyük çabalar veriliyordu ama çok sancılı bir süreçti. O çocuk

kadın. Biriktirmiş. Aşkının hatırasını, yazdığı mektupları, eski ta­ yaşımdan beri güvendiğim bir şeylere sarıldım ve adımlarımı hep
rihli gazeteleri, dergileri. . . Birinin yazdığı bir hayran notunu, oğlu onlardan yana attım. Ama kolay olduğunu kimse söyleyemez. O
Memo'nun kıyafetlerini, Cemal Süreya'nın kalemini, eve gelen çi­ gün de zordu, bugün de zor!
çekleri, her şeyi. . . Koca bir hayat; orada, öyle, somut halde du­
ruyor gözlerinizin önünde. Sadece hatıraları değil, o hatıraların İlk şi irinizi ilkokul 3. sınıfta yazmışsınız.
işaretlerini de taşımış boynunda. Hiçbir nesne sadece "nesne"
değil. Kalem, sadece kalem değil; Cemal Süreya'nın kalemi. Ma­
Doğrudur. Edebiyata hep tutkum vardı. İlkokul ikinci sınıfta
sa, sadece masa değil; üzerinde şiirler yazılan, "Bak, dün oku­
başladım hatta. Kar mı yağıyor, onun şiirini yazardım. Sokakta bir
dum, bir sürü yeni gezegen bulunmuş." diye notlar alınan bir
köpek mi gördüm, onun acısını yazardım. Ne bileyim, yağmuru
masa. Bazı insanlar öyledir hani. Neyin yanında dursa onu yeşer­
tir, ona can verir. yazardım. Ama el işlerine de çok yatkındım. O yüzden Olgunlaş­
ma'yı düşündüm.
Bir m üddet suskunluk oluyor önce aramızda. " Ne düşünüyorsun
tam şu an?" diye soruyor bana. "Üç gündür elimde 'Onüç Gü­ Derken, ilk k itabınız 'Gibi' çıkıyor 1 965'te.
nün Mektupları' var. Evirdim okudum, çevirdim okudum. Orada
bir yerde, Cemal Süreya bir kahvede size mektup yazıyor. Tam o Evet, sonrasında da zaten Yelken dergisi için Mübeccel İzmir­
esnada kahvede bir halk türküsü çalıyor. Cemal Süreya satır
li'den sonra birileri beni tavsiye etmiş. Oraya başladım. Bir yıl
aralarında size durmadan türkünün şu sözlerini yineliyor: 'Can
kadar Yelken dergisini yönettim. Sonra Yeni İstanbul gazetesinde
alıcı bakışları gözünde gözünde gözünde. . .' Gözleriniz. . . " di­
bir süre sanat muhabirliği yaptım. Tam o dönemde, bir şekilde,
yorum . "Gözleriniz. . . " Sağanak bir yağmurun habercisi gibi bu­
Yaşar Kemal'le tanıştığım görülmüş ve bu nedenle gazeteden
lutlar geçiyor gözlerinden Zuhal Tekkanat'ın. Ağlamıyor ama, tu­
tuyor hepsini. Dedim ya, o, biriktiren bir kadın! Ve ben başlıyo­ kovuldum. Gittim, derginin sahibi Ruknettin (Resuloğlu) Bey'e

rum sormaya: 'Böyle böyle oldu' diye durumu anlattım. "Sen üzülme, nerede
çalışmak istiyorsun?" dedi. "Cumhuriyet'te . . . " dedim.

1938'de doğmuşsunuz. Cumhuriyetin ilk yıllan . . . İlk gençli -


ğiniz nasıl geçti bu günlerle kıyaslayınca? Çünkü hep 0 dö- Böylelikle Cumhuriyet'e başladım. Epey bir süre orada devam
ettim. Sonra tabii Cemal Süreya ile tanıştım ve hayatım değişti!
nemlerin daha çağdaş olduğundan bahsedilir. Böyle bir mu-
kayese yapabilir misiniz?

14 KAFKAOKUR
Nasıl tanıştınız pek i ? İlk g ördüğünüz anı çok net hatırlıyor Kötü hatıraları unutmaya, iyileri aklımda tutmaya çalıştım hep.
musunuz? Neler hissetmiştiniz? Hala da onu yapıyorum. Biz iyi bir yedi yıl geçirdik.

Erkek-kadın ilişkisi olarak düşünmedim açıkçası. Bir edebiyatçı, Nasıl bir aşktı sizinki?
kültür insanı olarak düşündüm. Ama entelektüel anlamda çok
büyük hayranlığım vardı kendisine. Dediğim gibi, o dönem Cum­ Olağanüstü bir aşktı. Bir kitap önerirdi bana mesela. Ben zaten
huriyet'te çalışıyorum. Doğan H ızlan ve Konur Ertok da bizim okumayı çok severdim ama o önerdiği için o kitabı sabaha kadar
düzeltmenlerimizdi. Onlar Cemal'e demişler ki bir gün: "Ya bizim okur bitirirdim. Bu, aşkımın ona derinliği. . . Aramız çok iyiydi fa­
oraya yeni bir kız geldi, görsen fıstık mı fıstık!" kat biz çok kıskanıldık. Eskiler, yeniler, hepsinin gözü üzerimiz­
deydi. Kadınlar ona çok hayrandı, dediklerine göre ben de güzel
"Yapma ya!" demiş o da. Bu arada Ülkü Tamer, Tomris Uyar filan bir kadınmışım. (Gülüyor) Eski fotoğraflarıma bakıyorum bazen,
beraber dergi çıkarıyorlar o dönem. Sonra Onat Kutlar'ın Şişli'de fena değilmişim diyorum .
yönettiği 'Sinema Tek' vardı. İzlemeye çok giderdim. Orada bir
gün karşılaştık. Ben "Papirüs dergisinde bazı eksiklerim var, on­ Birlikte en çok nele re güler, nelere öfke duyardınız?
ları tamamlamak üzere gelip rahatsız edeceğim sizi bir gün." de­
dim. O da "Hayhay hanımefendi! Bekleriz." dedi. Öyle ayrıldık. Gündüzlerimiz ayrı geçti, akşamlarımız beraberdi. Her akşam bir
küçük rakı açılırdı, şiir ve edebiyat üzerine tartışmalar yapardık.
Daha sonra bir gün, Edebiyatçılar Derneğinde Haldun Taner Dilin yanlışları üzerine konuşurduk. Çocuklu bir evlilik olduktan
sayesinde bir açılış yapacaktı. Bende de Klasik Batı Müziği plak­ sonra, tabii aksamalar başladı. Bir süre sonra da zaten evlilik
ları vardı. Bana dedi ki "Hem gel bana yardım et, hem de plak­ hayatı Cemal'e demode gelmeye başlamış olacak ki başka he­
larını getir." Gittim, açılışı yaptık. İşimiz bitmeye yakın, Cemal Sü­ yecanlar aramaya başladı.
reya, yanında iki üç kişiyle bana doğru yürüdü. Elimi sıktı ve
"Matmazel, ne kadar güzelsiniz! Benimle evlenir misiniz?" dedi. Ne var ki "Biz hiç ayrılmadık, yazılmadı adlarımız mezar taşla­
rına" Cemal'in kendi dizeleridir. Ayrılığı hukuka bağlamak gerek,
Herkesin içinde, küt diye . . . gönüllere değil! H u kuka bağlandı mı, bitiyor zaten. Hukukun
dışında ölene kadar yanındayım. Resmi olarak ayrı olduğumuz
Evet, aynen böyle oldu. Tabii o an çok şaşırdım ama bir an du- halde, gitmiş Kadıköy Caferağa Muhtarlığına 'Oğlum ve eşimle
raksadıktan sonra, dedim "Kusura bakmayın beyefendi, ben yaşayacağım.' diye bildirmiş. Duygusaldı Cemal çok. Gönül ba-
öyle bir şey düşünürsem size sormam, buna kendim karar veri- ğımız ölene kadar kopmadı.
rim." Ama o beklemiyordu sanırım öyle bir cevap. O kadar insa­
nın içinde olunca da bu, yüzü düştü ve hiçbir şey söylemeden Bazen b irine kızma nedenlerimiz onu çok sevme nedenle­
arkasını dönüp gitti. O an gitti gitmesine ama hiç vazgeçmedi. rimiz dir ya aynı zamanda, sizin duygulannız nasıldı bu an­
Kaçan kovalanır gibi sanırım biraz da. Bilemiyorum. Belki de be­ lamda?
nim kendimi sürekli çekmem de o dönem için ona cazip gelmiş
olabilir. O olsaydı ona sorardınız tabii bunları. Mehmet Şeyda kız Küsmeleri çabuk oluyordu, barışmaları da. Bir de konuşmasam
kardeşimin eşiydi. O aramıza girip bizi yemekli görüşmelerle ya­ da ne düşündüğümü suratımdan anlardı. O yanını çok severdim.
kınlaştırmayı sağladı. İlişkimiz başladıktan altı ay sonra da bana Ben bir şeylere öfkelenince de "Kıymetimi bilmiyorsun benim"
Kapalı Çarşı'da bir yüzük ve bir pabuç aldı. "Haydi, şimdi eve git, diye söylenirdi. "Hanıııım hanım! Sen Cemal Süreya Üniversite­
annene beni söyle." dedi. "Ben Cemal Süreya ile evleneceğim, sini bitirdin.' der, gülerdi sonra.
diye."

'Elif Sorgun' adını da b irlikte bulmuşsunuz. Şi irlerinizi başka


. . .ve evlendiniz. b ir isimle yazma i ht iyacını neden hissettin iz? Tek neden, o
d önem memur olmanı:l; mıydı? Yoksa b ir kadın olarak tam
Evet; ben 28 yaşındaydım, o 35 yaşındaydı. Aslına bakarsanız
anlamıyla istediğiniz gibi yazamayacağınızı düşünmüş ola­
normal evlenme yaşı işte, ama ikimizin de ikinci evliliğiydi. Tabii o
b il ir misiniz bilinçaltında b ile olsa?
zamana kadar çok ilişkileri olmuştu Cemal'in. İki yıl sonra da bir
çocuğumuz oldu. Tıpkı ona benzeyen bir çocuk... "Yaşadığım
Aslında ilk buluş hikayemiz tamamen memur olmama bağlıydı.
Yıllar' kitabımda epey yazdım o dönemi. Çok güzel bir yedi
İki ayrı dergide yazıyordum. Cemal de Papirüs dergisini çıkarıyor
yılımız geçti. Unutulmazdı. Çocuğu büyütürken tabii, problemler
o zamanlar. O da beğendiği şiirlerimi basıyor orada. Memur
oluyor. Çalışan insanlar arasında olagelir şeylerdi bir çoğu da.
olunca bu bir şikayet konusu, suç unsuruydu. Oralardan da telif

KAFKAOKUR 1 5
" Ben ölürsem sen, sen ölürsen ben, mutlaka kitaplaştıracağız
b unları." dedi. Ben hastaneden çıktım, çok şükür ki sakat kalma­
d ı m . Cemal gitti tabii bastıramadan. Ben, oğlumuz Memo'yla ya­
şamaya başladım. Can Yayınlarından Erdal Öz'le görüştüm bir
gün. Mektupları gösterdim. Baktı, okudu ve "Hemen basıyoruz."
dedi. Cemal bir ay sonra vefat etti, kitabı da göremedi. Şimdi
Turgut Çeviker tarafından da 14 mektup bulundu. O da birleşti­
rildi ve basıldı.

alıyordum çünkü. Bir gün evde oturuyoruz. Duvarda asılı, koca­ "Zuhal'im! Hayat. . . Hayatımsın! Sana hiç hayınlık etmedim."
man bir haritamız vardı. Çok severdik ona bakıp gitmek istedi­ diye başlıyor o mektuplar. Bugünkü aklınız ve duygunuzla,
ğimiz yerlerin hayalini kurmayı. İşaretler koyardık oralara. Bir gün buna tüm kalbinizle inanıyor musunuz peki?
gene oturduk bakıyoruz haritaya öyle. Cemal'in aklına geldi ilk.
Tabii o deneyimli olduğu için benden daha iyi biliyordu o konu­ Evet! Bu sözler çok doğrudur. Aradan yıllar geçti. Düşünün ki
ları. ' Bak' dedi, öyle birden, durup dururken. " Karacaoğlan'ın Onüç Günün Mektupları hala baskı yapıyor. Niye? Okuyucuya da
dizeleri var hani: 'İncecikten bir kar yağar tozar Elif Elif deyi' Adını geçiyor o duygunun gerçekliği. Ben bunu buna bağlıyorum.
Elif koyalım. Bak, orada da Yozgat'ın Sorgun ilçesi var. Soyadına Hem mutluyum hem mutsuzum. Şimdi yok! Eh, araya ayrılıklar
da Sorgun diyelim. Beğendin mi?" dedi. "Beğendim. " dedim. Bir da girmiş. Oğlum 21 yaşında gitti, Cemal 59 yaşında. Ben 76
iki telafuz ettik. Hoşuma da gitti. Başka bir isimle yazmak, bana yaşındayım ve hala yaşıyorum. Allah'ın gücüne gitmesin tabii
senin söylediğin anlamda bir özgürlük getirmiş midir? Onu çok ama; buna içerliyorum bazen. Sonra diyorum demek ki bunda
net değerlendiremiyorum açıkçası. bir şey var. Benim yapmam gereken şeyler var. Onları
yaşatmalıyım. Memo'nun kitabını yazacağım daha. Bir de Cemal
Aşk bu kadar tutkuluyken, sosyal ve entelektüel paylaşımla­ Süreya'nın adına bir yer edinebilirsem . . . Derneğin kirasını ben
nnız bu kadar derinken; ne oldu da "Onüç Günün Mektupla­ şimdi emekli maaşımla ödüyorum ama benden sonra ne
rı"nı doğuran trene bindirdi sizi hayat? Ne zaman, nasıl kop­ olacak? Orası gerçek bir kültür merkezine dönüşsün, şiir atöl­
maya başladınız? yeleri, yazarlık atölyeleri kurulsun, Cemal Süreya adı arda hep
yaşasın. En büyük arzum!.. Bir de "Ah!.. Keşke hiç ayrılmasay­
Ben SSK'da çalışırken Şişli Ot Meydanı Hastanesinde büyük bir dım . . . " diyorum.
ameliyat geçirecektim. Boynumdan . . . Ama yüzde doksan dokuz
sakat kalma ihtimalim vardı. Ben kabul ettim ve yattım hasta­ Pişman mısınız?
neye. Öyle olunca da Cemal'e şunu söyledim. "Sağlıklıyken
sevdik, sevildik tamam ama bundan sonra iki büklüm olacağım. Pişmanım. O da çok pişmanlık duydu sonra. Ama arada yaşa­
Bunu kabul etmek benim için zor. İki büklüm, acınan bir sevgili nanlar . . . Çok üzücü şeyler yaşadık tabii. Ölümünden birkaç ay
olmaktansa, özlenen eski bir dost olarak kalmayı yeğlerim." Ne­ önce bana sordu: "Soyadım değiştirdin mi?" diye. "Değiştirdim."
denini tam açıklayamıyorum ama reddettim bunu. Tıpkı bugün dedim. "İyi halt etmişsin!" dedi. Kızdı bana. Üzüldü. Gençlik . . .
senin karşına bastonla çıkmayı reddettiğim gibi. Bacaklarım çok Çok gurur yaptım tabii o zaman için bazı şeyleri. Bir gün Enver
ağrıyor. Bastonla rahat ediyorum ama güçsüz görünmek . . . Bile­ Ercan, Cemal'e soruyor. Diyor ki: " Üstat! Pek çok kadınla
miyorum ki!.. Netice olarak Cemal bu söylediklerimden çok konuştun , görüştün, yaşantın oldu. Hiç unutmadığın bir ad var
alınmış ve üzülmüş. Ben hastanede olduğum süre boyunca her mı aklında?" Cemal'in cevabı şu oluyor: " Evet! Oğlumun anası. .. "
gün bir mektup yazıp getirip çekmeceme koyuyordu. Tabii Bu da yeter bana!
benim onları o zaman ne okuyacak ne değerlendirecek halim
var. Yazdığı mektupların içeriği de bir şekilde benim bulunduğum Ona ithaf ettiğiniz bir şiir var mı peki? İki satır da olsa son
o durumun onda yarattığı korku ve bana duyduğu hayranlığın olarak o dizelerle seslensek . . .
ifadeleri. .. Hala, bugün okuyan herkes, "Sizin yerinizde olmayı ne
çok isterdim . . . " diyor bana. Cemal Süreya'nın "Dört Mevsim" şiiri meşhurdur. Ben d e ona
"Beşinci Mevsim" ile karşılık verdim. "Yeni yıl kartların, üç aydır
"Onüç Günün Mektuplan"nı kitaplaştınnaya nasıl karar ver­ uğramadığın posta kutusundan taşıyor . . . Yedi kırlangıçtan birinin
diniz? sana nasıl hayınlık yaptığını anlatacağım. 1 3 Aralık 9 Ocak ara­
sında birleştirdiğin serüveni ve minik kuşun sana nasıl benze­
Cemal'in arzusuydu o da. Bir gün istedi benden o mektupları. diğini anlatacağım."

16 KAFKAOKUR
An Kendime Ait Bir Oda
GÖKHAN COŞKUN ESRA PULAK

• Ne vakit yere sıkı bastım, o vakit yerden


yükseldim. H ayal ettiklerim i
gerçekleşti rebilmek için ihtiyac ı m olan
tek şey, kendime ait bir odaydı ;
kalbim'di.

• " H iç", "Çok"tu asl ında

• Keşke aşıklar yönetseydi ü l keleri...

• Beni arama, kendini bul.

• Ve o'na baktım ve ruhum titredi.

• Zihni, kalbin içinde erit.

• Yüreğime kuş kond u.

• Belki de buyu m ben, bu kadarı m; iki


ayakl ı bir hüzün.

• Sevmeyi u n utursam, sen bana


hatırlatırsı n.

• Sen, ruhuma gelen en güzel şeysin.

• Akı l gerçekleri n , kalp hikayelerin sözünü


Dünyanın d i ğer ucuna da g i tsen yanında g ötürdüğün b ir din lemeyi severd i .
şey var. Ondan kurtulamıyorsun. Bazen yolda olma hissi
güzel geliyor. Ama anlık bir his. Çünkü gem i b ir limana • H e r birim iz, kendi yaşam ı m ızın
varacak ve gidiyor olmanın hissettird i ğ i sanatçı larıyız.

haf ifleme-rahatlama -kurtulma karışımı o anlamsız keyif • Henüz farkında değildi belki, ama o
b i tecek. Biteceğini b iliyorsan da sahip olduğun "An" en benim bug ü n ü m , bense onun geleceği
kıymetli şey oluyor. En basit izahı kaybetme korkusuyla idim.
elindekine daha çok sarılma psikoloj isi . O an anlıyorsun k i
mutluluk "An"a a it. Küçük b i r ç ikolata parçasının verdiği
haz, yarım kiloluk kavanozun dibini g örene kadar
kaşıkladığın hazla aynı değ i l şu hayatta. İlk öptüğündeki
gibi çarpmıyor yüre ğin uzun uzun öperken. Bir f ilm izleyip
" Bazen g i tmek gerekir" d i yorsun. İşte mutluluk o "An"a
1
a it. Otobüs term inalinde içt i ğ in son si garaya. Kulaklığında
umutlu melodi ler, b ir e linde yeni b ir k i tap, d i ğer elinde o
haft anın tüm mizah derg i leri camdan dağları izled iğin
"An " a . Mola yerinde yed i ğ in g özlemeye . O "An" mutlusun
işte . Sonrası yok. Ç ünkü vardığında anlıyorsun k i
dünyanın d i ğer ucuna da g i tsen yanında g ötürdüğün b ir
şey var. Enes Celebi

KAFKAOKUR 1 7
1 Kitap
Güzel Tehlike
Sayı 6

GÜLŞAH KÖKSAL ÇEKİCİ


Metis, Foucault'un Bonnefoy ile yaptığı söyleşiyi basmış "Güzel halde, metin açıklama, tez yazma gibi zorunlulukların kendisini
Tehlike" adıyla. Tek solukta okuyup, bol satır altı çizdiğim bir yazmayı sevmekten iyice uzaklaştırdığını ifade ediyor, ve "yaz-
kitap bu oldu bu da. "Hapishanenin Doğuşu", " Deliliğin Tarihi", manın kutsal büyüsü ile büyülenmiş biri"olmadığını ekliyor söz-
"Cinselliğin Tarihi"gibi kitaplarını çok severek okuduğum bu !erine.
yazar hakkında hemen hiçbir şey bilmiyormuşum meğer.
Peki, nasıl oluyor da yazıya bu kadar mesafeli durmuş bir insan,
Bir yazarı okuma, anlama ve yorumlamada, O'nun yaşam öykü­ böyle, ciltler dolusu "eser" bırakabiliyor arkasında? Otuz yaşın­
sünden haberdar olmanın büyük etkisi olduğunu d üşünürdüm dan sonra ne oluyor da, "sözle" bu denli haşir neşir geçmeye
hep. Bu tezim, okuduğum bu söyleşi sayesinde biraz daha güç­ başlıyor hayat; kalemi kağıttan kaldırmaksızın geçiriliyor tüm
lenmiş oldu kendi içimde. Çünkü çalıştığı konular anlam kazandı. ömür? ...
"Neden klinik? Neden delilik? Bu filozof hangi amaç ve sebeple
bu konular üzerine oturup çalışma ihtiyacı duymuş olabilir?", Aslında yanıt basit; yazan tüm insanların ortak gerekçesinde gizli

diye sorup dururdum kendi kendime. Meğer cevap, yine, düşü­ yanıt: "konuşma isteği". İ nsan ne zaman bu isteği doyuramaz ve

nürün yaşam öyküsünde saklıymış ... Ailede doktorluk geleneği susmak zorunda kalır? Ya kendi toplumu ve çevresi içinde farklı

varmış; baba da doktormuş, amcalar da, dedeler de... Küçük şekilde düşünüp konuşmaya başlarsa, ya da dilini bilmediği bir

burjuva bir aileye doğmuş olan filozofun evine girip çıkanlar da, ülkeye gidip orada yaşamak zorunda kalırsa. Foucault, ikinci

mütemadiyen, tıp çevresindenmiş. "Hep başkaları hastaları olur nedenden ötürü yakalanıyor bu arzuya. İsveç'e gidiyor bir dö­

sanırd ı m küçükken", demiş Faoucault, "başkaları hasta olur, biz nem, ve orada kendi dilini konuşamaz oluyor. Başka bir dille

tedavi ederiz diye düşünürdüm." (İngilizceyle) kendini ifade etmeye çalışırken, kendi gözüne ko­
mik görünüyor hali, duygularının karşılığını başka bir dilde ara­
Yine, içinde bulunduğu çevrede, delilik ve psikiyatri bilimi çok maya başlamanın zorluğunu ve boşunalığını görüyor. Kendi dili
aşağılanır ve yok sayılırmış. Kendisi de başta, Deliliğin Tarihi'ni üzerine düşünmeye sevk ediyor bu süreç kendisini. Şöyle dile
bu şekilde yazmayı planlamamış. Çevresinin psikiyatriye karşı getiriyor bu durumu filozof:
olumsuz tutumu, onda başka türlü bir ilginin uyanmasına yol
açmış. Kısa bir psikiyatri tarihi; tıbbı ve hekimleri anlatan kısa bir "Bu dilleri (İsveççe ve İngilizce), iyi bilmemem haftalarca, aylar­

metin yazmaya kalkmış. Karşısında yoksul bir tıp tarihi bulunca ca, hatta yıllarca asıl söylemek istediğimi söylemekten alıkoydu

da, iş, klinik, delilik vb. üzerine enine boyuna çalışma yapmaya beni. Söylemek istediklerimin ağzımdan çıkar çıkmaz gözümün

varmış. önünde kılık değiştirdiğini, basitleştiğini, adeta küçük, komik


kuklalara dönüştüğünü görüyordum."
Filozof, yazmayı seven biri de değilmiş başlarda. Sevgisi zaman­
la gelişmiş. Yine de kendisini bir yazar olarak kabul etmemiş Kaliteli, düzgün, içerikli şeyler duyamadığımız ve bu isteği doyu­
hiçbir zaman. Bunu şöyle ifade etmiş: ramadığımızda, farkına bile varmadan kitapların dünyasına adım
atmış halde buluyoruz kendimizi; konuşmaktan yoksun kal­
"Roland Barthes'in yazarlar ve yazmanlar arasında yaptığı ve dığımızda ise, kağıttan ve mürekkepten oluşmuş bir evrende . . .
artık ünlü olan ayrıma çok inanırım. Ben yazar değilim. Birincisi Bir telafi, kurtuluş, bir ödünleme biçimi oluyor kişi için "okur-ya­
bende hayalgücü yok. Yaratma yeteneğim sıfır. Roman konusu zar"lık.
olacak bir şeyi hayatta tasarlayamamışımdır. (. . .) Öyleyse ben,
yazar değilim. Kendimi hiç tereddütsüz yazmanlar, yazısı geçişli "Anadil"olgusu çok önemli bir yer tutuyor söyleşide. Foucault,
olanlar sınıfına katıyorum." "tek gerçek vatanın, insanın ayağını basabileceği tek toprağın,
sığınabileceği tek evin, çocukluğumuzdan itibaren öğrendiğimiz
dil olduğunun altını çiziyor" ve "çünkü" diyor, "söylemin kendi kı­
****

vamı, kalınlığı, yoğunluğu, işleyişi vardır. Ekonomik yasalar gibi


Yazma isteğinin kendisinde otuz yaşından sonra uyandığını, söylemin de yasaları vardır. Anıtlar gibi var olur söylem, teknikler
altıncı sınıfa geçtiğinde bile, kalemi gerektiği gibi tutamadığı, yazı gibi, toplumsal ilişki sistemleri gibi olur.",diyor.
işaretlerini gerektiği gibi çizemediği için kendisine özel yazma
ödevleri verildiğini, edebi denen bir cinsten eğitim almış olduğu

18 KAFKAOKUR
Kediler, Kızlar ve Bolthus
EFKAN OGUZ // Sanat
"Eskiden insanları şoka uğratmayı isterdim fakat şimdi bundan
sıkılıyorum." Bu sözler; Fransa doğumlu, Polonya asıllı ressam
Balthus'un 1 934'te Paris'te düzenlenen ilk sergisinde "The St­
reet" (1 933) isimli resmine atfen yaptığı bir yorumdan alınmıştır.
Tablo, etrafı binalarla çevrelenmiş bir sokakta birbirine bakma­
dan yürümekte olan dokuz insanı resmetmekte. İnsanları şok
eden kısmı ise sol tarafta Asyalı olduğu düşünülen genç yaşta
bir kızı kucaklayan adamın bulunması ve kızın yüz ifadesinden
bunun iyi niyetli bir hareket olmadığının anlaşılması. Ressam bu
sergide bir resim dahi satamamış; bununla beraber eleştirmenler
Balthus'un çalışmalarını "dehşet verici" ve "hastalıklı" gibi sıfat­
larla yermiştir. Bunun üzerine Balthus, bir süreliğine resim yap­
maya ara vermiş ancak Therese isimli bir genç kızla tanışmasıyla
sanatına dönmüştür.

Birçok resminde Therese'i model olarak kullanan ressamın en


"Bir yerde herkes birbirine benziyorsa; orada bilindik tablolarından biri "Girl With a Cat'' adlı eseridir. Bu
kimse yok demektir." Michel Foucault
tablosunda, diğer çoğu eserinde olduğu gibi, erotik bir biçimde
resmedilmiş ergenlik çağında bir model ve neredeyse ressamın
"Konuşmanın artık mümkün olmadığı noktada yazmanın gizli,
imzası haline gelen bir kedi figürü mevcuttur. Balthus'un eser­
zorlu, biraz da tehlikeli tılsımını keşfederiz"diyen Foucault için
lerinde yaygın olan ergen kız ve kediden oluşan bu kompozisyon
yazmak ne anlama geliyor? Zorunluluk mu? Biraz öyle, evet,
hakkında iki yorum yapılabilir: İlki, 1 934'te olduğu gibi, etik dışı
ama o çok daha güzel bir şekilde tanımlıyor bu durumu; "va­
ve kötücül bir niyetle çizilmiş kız figürleri olduğu; ikincisi ise
roluşunu aklamak." "Günün mutluluğu için bu aklama kaçı­
öncekinin tam aksine, bu figürlerin ressamın kendi iç dünyası ve
nılmazdır" ve, "yazmak mutluluk vermez, var olma mutluluğu ya­
nihayetinde kendi hayatına dair bir metafor olduğu. Kedi figürü
zıya bağlanmıştır" diye ekliyor peşine.
de yine iki şekilde yorumlanmaktadır: Birincisi, kedilerin Balt­
hus'un 1 1 yaşında kaybetmiş olduğu Mitsou adlı kedisine atfen
Her gününü yeni bir başlangıç kabul etmek ve varoluşunu her
çizildiği düşüncesi; ikincisi ise klasik birçok çalışmada alışılanın
yeni günle birlikte aklamak zorunda hissetmek kendini, "yazmak
aksine, kadınsı cazibeyi artırmak için değil, erkeğin arzusunu
zorunda olmak"la eş değer bir anlam taşıyor yazar için. Bunu
cisimleştirmek için kullanıldığıdır. Aslına bakarsanız 1 968'de Tate
paradoksal, anlaşılması (belki anlatılması da) zor bir durum ola­
Galerisi'nde düzenlenen Balthus sergisi için ressamın gönderdiği
rak gördüğünü söylüyor ve bana göre, söyleşinin en güzel cüm­
telgrafta: "Biyografik bilgiler olmasın. 'Balthus, hakkında hiçbir
lelerini kuruyor bu bölümde:
şeyin bilinmediği bir ressamdır; şimdi resimlerine bu gözle baka­

"(... ) nasıl olur da" diyor, "sabah masasına oturup belli sayıda lım . ' yazılsın. Saygılar!.." dediğini düşünürsek, resimlerin meta­

boş sayfayı doldurmak gibi beyhude, kurmaca, narsist, kendi forik ve 'Yeni Eleştirici' bir düzlemde yorumlanması daha uygun

üstüne kapanmış bir jest günün kalanı üstünde böylesine hayırlı düşmektedir; fakat yine de Rene Wellek'in de iddia ettiği gibi,

bir etkide bulunur? Sabahleyin böyle bir şey oldu diye veya gün­ sanatçıların eserleri çoğu zaman hayatlarından ve içinde yapıl­

düz böyle bir yapabildik diye, nasıl olur da şeylerin gerçekliği­ dıkları bağlamdan ayrı düşünülemez.
• Buna mukabil, Medi­

uğraşlar, acıkma, arzu, aşk, cinsellik, iş- büsbütün çehresini de­ terranee restorantının promosyonu için yapılan "The Cat of La

ğiştirir? Benim için anlaşılmaz olan bu. Yazma zorunluluğu en Mediterranee" tablosunda kedi kafalı figür, denizden çıkıp

azından bana kendisini işte böyle duyuruyor"diyor. önündeki tabağa gelen balıklara karşı duyulan arzuyu sembolize
etse de sol arkada görülen yarı çıplak kadın figürü, yiyeceğe
Bütün bunları "büyülenmiş" olmadığı iddasını kuwetlendirmek karşı duyulan arzunun kaynağında yer alarak, duyulan bu hissin
adına söylüyor -olsa da, o bal gibi, büyüsünü dile getirmeye ça­ bir parçası olmuştur. Aynı zamanda kedilerin rahata ve hazır
lışan bir yazar görüntüsü çiziyor aslında. yiyeceğe çabuk alışmasına ve dolayısıyla kedisi Mitsou'ya da bir

KAFKAOKUR 1 9
göndermedir. Bu nedenle resim, figüratif ve reel olmak üzere iki masumiyetin, yetişkinlikten önce gelen bir tür geçiş süreci
katmandan oluşmaktadır. Tablonun bir restorant için yapılması olduğunu hatırlatmaktadır. William Wordsworth'ün "Kalbim Ye­
da günümüz reklamcılık anlayışının temelleri konusunda bize fikir rinden Hoplar" şiiri, eserlere karşı hissedilen o karmaşık hissi ve
vermektedir. Balthus'un çocukluk üzerine görüşlerini ifade eder niteliktedir:

Müstehcen içerik üzerine 1 996 yılında verdiği bir demeçte Kalbim yerinden hoplar gördüğüm zaman,
Balthus: "İnsanların neden resimlerimdeki kız figürlerini lolita ola­ Gökyüzünde bir ebemkuşağını.
rak gördüklerini anlamıyorum. Küçük modelim (fherese) benim Böyleydi başlangıcında ömrümün,
için dokunulmazdır. Bazı Amerikalı gazeteciler çalışmalarımı por­ Şimdi de böyle, artık büyüdüm, adam oldum;
nografik bulduklarını söylediler. Demek istedikleri nedir? Şim­ Yaşlandığımda da böyle olsun
dilerde her şey pornografik . . . Reklamlar pornografik . . . Ben hiç­ Ya da bırakın öleyim.
bir şeyi pornografik olsun diye yapmadım, belki 'The Guitar Les­ Çocuktur insanın babası.
son' dışında." demiştir. Bu demece koşut biçimde, modeli The­ Arzulayabilirdim günlerimin
rese Blanchard'ın aslında ressamın bir oto-portresi olduğuna Birbirine doğal bir inançlılıkla bağlı olmasını.
dair teoriler de Yeni Eleştiricilik başlığı altında değerlendirilebilir.
Bunun sebebi ise Balthus'un kedisi Mitsou'yu 11 yaşında Wordsworth'ün bu şiiri Nuh Peygamber'in hikayesiyle türlü
kaybetmesi ve yine 1 1 yaşında olan Therese'i de bu kedi ile paralellikler içermekte. Tıpkı tufandan sonra çıkan gökkuşağı
birlikte resmetmeye başlamasıdır. Therese'in bazı tablolarda ne­ gibi, şairin hayatının başlangıcı da bir gökkuşağı ile olmakta ve
redeyse androjen görünümlü olması da bu durumu des­ günler birbirleriyle tutarlı bir şekilde ilerlemektedir. Fakat şair
teklemektedir. "The Cat of La Mooiterranee" tablosundaki kedi­ "Çocuktur insanın babası" sözüyle, aslında erişkin bir bilincin
nin de insana benzemesi ve bir maskeden ibaret olması ihtimali, çocukluk üzerine kurulduğuna işaret etmekte. Bu durumda
aslında ressamın tüm çalışmalarının tamamen kendisinin bir yan­ masumiyetimiz ve inancımız kaybolmamakta, sadece üzerine
sıması olduğu görüşünü güçlendiriyor. Bu durumda Balthus'un binalar dikmekteyizdir. Wordsworth, yine birçok çalışmasında
çalışmalarının "şok" değerinin yüksek olması, Banksy'nin "Sanat değindiği gibi, doğaya hayran bir şekilde, çocukluğundaki ma­
rahatsız olanı rahatlatmalı, rahat olanı rahatsız etmelidir." sözüyle sumiyeti unutmak yerine ölmeyi yeğlemektedir.
açıklanabilir. Zira Balthus'un da yapmaya çalıştığı şey tam olarak
budur. Hatta daha da ileri gidersek Oscar Wilde'ın " Kötü insan, Balthus da bu durumu bize daha çiğ bir Apollon-Dionysos iki­
masumiyete hayran olan kişidir." düşüncesi de yine bu temaya leminde sunmaktadır: Dolayısıyla, Balthus'un figürleri zamansız­
uygundur diyebiliriz. Her ne kadar masumane bir platformda dır ve hep değişim zamanlarını anımsatmaktadır; ifade ettikleri
görmek istesek de resmedilen yan-bilinçli modeller aslında bize dilemmanın her iki ucunu da temsil etmektedir.

20 KAFKAOKUR
1 Mançoloji
Bizden Öte, Sizden Ziyade: Barış Manço
sayı 6

SELNUR GÜNEŞ
Bir bebek ağıtı yankılanır, tarihi Zeynep Kamil Hastanesinde,
1 943 yılının ilk gününde. Tosun mu tosun bir bebeğin çığlığı . . .
Tosun Yusuf Mehmet Barış Manço'nun dünyaya söylediği ilk şar­ Kırıldı kanadım kolum ne yerim var ne yurdum
kı, 'Ben geldim!' deyişi. . . Gurbet ele düştü yolum yuvasız kuşlar misali
Selvi boylum senin için katlanırım bu yazgıya
Evet, Tosun! Çünkü doktorları bile şaşırtacak kadar kilolu bir
Böyle yazmışsa yaradan kara toprak yeter bana
bebekti. Evet, Yusuf da var. Çünkü o doğduğu vakit ailede ölen Can Bedenden Çıkmayınca, Banş Manço
amcasının adı Yusuf idi. Bir de Mehmet. . . Çünkü Mehmet,
dedesinin adıydı. Ve Barış!.. Çünkü İkinci Dünya Savaşı'nın yara­
ları sarılmaya çalışılırken, dünyanın bir Barış'a ihtiyacı vardı. İlk­
okul çağında ismi sadeleştirildi ve bundan sonra Mehmet Barış Size b ir sır vereceğim, 'müsaadenizle çocuklar'
Manço ismini kullandı.
Manço'nun fiziksel değişim i , esasında yaşadığı olayların doğur­
Annesi, dönemin Türk Sanat Müziği sanatçılarından, Rikkat Uya­ duğu bir sonuçtur. 60'1ı yıllarda Hollanda'da bir trafik kazası ge­
nık ile babası İsmail Hakkı Bey ayrıldığı için babasının yanında çirmesiyle, ağız çevresi, bıyık bölgesinden çenesine kadar kesilir.
büyüyen Barış, sakin bir çocukluk yaşar. Ancak gençliği o kadar Bıyık bırakmasının en temel sebebi, bu izi kapatma ihtiyacıdır.
da sakin geçmeyecektir.
Ardından saçları . . . Yetmişli yılların başında, risk alarak, Türki­
Ortaokul dönemlerinde, bir sinema filmindeki şarkılar ile müziğe ye' de henüz pek denenmemiş olan hippi modelini kendine uyar­
olan ilgisi daha da artar. İlkel aletler; tarağa kağıt sıkıştırıp mızıka layarak yurda döner. Ve Dağlar Dağlar gelir. Bu şarkı, Manço'nun
yapmalar, şişelere pirinç doldurmalar, marangozda gitar tasar­ dönüm noktası olur. Giyimiyle, yüzükleriyle, saçlarıyla, sahnedeki
lamalar da bu döneme aittir. Sonradan sonraya iş heves olmak­ kendine özgü el hareketleri ile başta biraz yadırgansa da kısa
tan çıkar. Ülkede enstrüman satışı olmadığından, ilk gitar güm­ zamanda kelimenin tam anlamıyla "?'den 77'ye" herkese sevdi­
rükten kaçak getirilir ve ilk grup kurulur: Kafadarlar! Ve sonra ilk riverir kendini. Tabii onu en çok, küçük dostları sever.
beste gelir: Dream Girl.
Askere çağırılması ile saçlarına ve bıyıklarına veda eder. Asker­
Galatasaray Lisesinde eğitim gördüğü dönemlerde önce onu den döndüğünde bir konser verecektir. Bu yüzden bir peruk
büyüten Gülpembe'sini yani babaannesini, güz yağmurları ile ister. Çünkü çocuklar onu saçlarıyla tanıyordu ve konsere çıktı­
uğurlar. Daha sonra da babasını kaybeder. Lisenin ardından, yeni ğında küçük dostları "Barış Ağabey'imiz gelmiş!" diyebilmelilerdi.
_ bir yaşam için, hayalleri için; Türkiye'de daha fazla kalamayaca­ Bu ince ruhu ile sevgisini zamanla tüm yaş gruplarına ilmek il­
ğını anlar. Yirmi yaşındayken çalışıp para biriktirir ve otostop ile mek işledi. Herkesle aynı boydaydı . Çocuklara mikrofon tutarken
çıktığı yolculukla dünyanın kapılarını aralar. O günden sonra tabiri onların seviyesine iner, yaşlıların hikayesini dinlerken gözlerine
caizse dünya vatandaşı olup çıkıverir Manço. Bu yüzdendir ki bakardı.
ona daha çok Barış Çelebi derler. Zaten tüm şarkılarını da yollar­
da yazdığını ifade eder. Bazen direksiyon başında, bazen cam Müziğinin zirvelere tırmandığı bu yıllarda, hayatında tatlı ve güzel
kenarı bir otobüs koltuğunda, bazense bir trenin köhne bir değişiklikler de yaşanır. Yetmişli yılların ortasında bir gün kapısını
vagonunda... Dağların, yolların , bazen denizlerin ve akarsuların genç bir kadın çalar. Bu kadın, komşusunun arkadaşıdır. "Telefo­
kulak verildiğinde bizlere çok uzak diyarlardan, bazense ta nu kullanabilir miyim?" der. Barış Manço'nun "Benimle evlenir­
içimizden ne hikayeler getirip anlattığını gösterir şarkıları ile. sen edebilirsin." cevabı Gzerine "Neden olmasın?" diyen güzel
kadın, telefonu kullandıktan sonra bunun karşılığında Manço'ya
Önce Paris'e gitse de orada okuyamayacağını çok geçmeden para vermek ister. Barış Manço ise "Nasılsa evleneceğiz, ne
anlar: "Paris çok büyüktü, ben çok ufaktım." Oradan Belçika'ya parası?" dedikten iki yıl sonra evlenirler. O güzel kadın, Lale
geçer. Müziği zaten yapıyor olması, onu yeni bir sanat dalını Manço'dur. Çocukları Doğukan Hazar Manço ve Batıkan Manço
öğrenme hevesine iter. İç mimari eğitimi alır ve bu bölümü bi­ ile, artık baba unvanına da sahiptir. Yıllar sonra evliliğini şu cümle
rincilikle bitirir. Yine o yıllarda Fransa'da ilk plağını çıkarır. ile özetler Lale Manço: "Barış içinde 23 yıl!"

KAFKAOKUR 2 1
"Estağfurullah, ne haddimize !" Çin'in on altı şehrine büyük konserlere
çıkması ve orada süperstar unvanına
1 983'te, " Kazma" şarkısı ile katıldığı Euro­ erişmesi, ülkeler arası barış elçiliğini adeta

vision şarkı yarışmasından elenmesinin Ben ne çağdaş üstlenmiş olması. . . Manço'nun saymakla
ardından aynı yıl "Estağfurullah, Ne Had­ bitmeyecek böyle çok fazla başarı öy­
dimize" albümünü yapar ve 1 984'te Eu­
Türk ozanı, ne küsü varken ben biraz onun 'iç'inden
rovision'a tekrar üç şarkı ile katılır. Bu kez çağdaş Dede bahsetmek isterim, Barış Manço'ya Barış

finale kalmasına rağmen yarışmadan çe­ Ağabey tarafından bakmak. . . Çünkü bi­
kilir. Aynı yıl yaptığı "24 Ayar Manço" al­
Korkut ne de liyorum ki hepimizin Barış Manço'yla ilgili

bümünün isminin gizemi de böylece çö­ g ü nümüzün bir çocukluk ya da gençlik anısı vardı, ya­

zülmüş olur. şadığı ya da yaşamayı hayal ettiği. Fa­


N asrettin kat ya biz zamana biraz geç kaldık ya da
"Sözüm meclisten dışarı dostlar! H oca • sıyım. Barış Ağabey çok erken gitti.

Bugünlerde kendimi hıyar gibi


hissediyorum. Sadece 20. "Banş yolun sonunda, yürü demek bo­
Hani dilim dilim doğrasalar beni
yüzyılda yaşam ış şuna. Hayat duruyor, dostlar! Ben dur­
Marmara, Ege, Karadeniz ve hatta muşum çok mu?"
Akdeniz ve o yüzyı la
Cacık olur diyorum."
damgası nı Yıllar, hepimizden çok şey götürdü. Bizim
nesildense çocukluğunu . . . 1 999'da so­
Amacı zaten tam anlamıyla budur: Tüm vurmaya çahşan ğuk bir şubat sabahı birçoğumuz kalk­
kültürlerin, dillerin sentezcisi olmak. İngi­ mak istemedik yataktan. Televizyondan
lizce şarkılarında dahi hissettiğimiz 'bizim
bir Türk1 ü m . 20. gelen sesler soğuk bir ürpetiyle kapladı
oralardan' ezgi ler, bu sentezin ürünüdür. yüzyı hn Tü rk çünkü içimizi. Can dostu Çomar'a, tatlı
Tarihimizi, başka tarihleri, Doğu'yu, Batı'yı komşu Ayşe Teyze'ye, emekli Salih
ve bunların tam da ortasındaki 'bizim' m üziğini Öğretmen'e gerçekten de " Elveda!" de­
kültürümüzü birbirleriyle harmanlar.
yapıyorum. mişti çünkü o sabah.

Barış Manço
Kafadarlar, Harmoni ler, Les Mitigris, Mo­ Bir gün o mikrofonda ' Bal Böceğim'i söy­
ğollar gibi birçok gruptan sonra son du­ leyip 1 O puan alma hayaliyle geçti pazar
rak: Kurtalan Ekspres. İsmini hemen he­ sabahlarımız. İlk aşkımıza söyleyeceğimiz
men tüm Türkiye'yi gezen bir tren hattın­ görür, bu fikre sıcak bakmaz. Barış Man­ ilk cümle bir anda sokaktan geçen bir
dan alan grup, Manço'nun askerden ço ise bunun bir gün gerçek olacağından "Domates, biber, patlıcan!" yankısı ile bö­
dönüşü ile en parlak dönemlerini yaşa­ emin gibi bekler. lündüğünde ya da benzeri bir olayda
maya başlar. Barış Manço sesini her adını anacaktık onun. Bir şarkısı ile alfa­
yaşa, dünyanın her karışına iletmek ister. Ve Manço'nun TRT'ye götürdüğü bu tek­ beye ısınan çocuklar değil miydik biz?
Gittiği her yerde "Ben de buradayım!" lifi, yıllar sonra TRT Manço'ya götürür. H azırlıksız yakalandık! Barış Ağabey,
diyebilmek. . . Bu yüzdendir zaten gezdiği Projesi hayata geçecektir. O cihazlar ile seninle yapacak çok şey vardı daha.
her şehrin nüfus tabelasının sonuna " 1 " dünyayı gezer, beraberinde bizleri de Anlıyorsun değil mi?
eklemesi. gezdirir tabii.
Yine de gönlün rahat olsun, biz sen gittik­
7'den 77'ye İki yüzü aşkın beste, o bestelerin farklı ten sonra bile:
farklı dillerde yorumları, gezilmiş yüz elli
Müthiş öngörü yeteneği , onu TRT'nin ka­ ülke, on iki altın albüm ve kaset ödülü, "E1arış Ağabey, sütümü içiyorum,
pısında tam on beş yıl bekletir. Yurtdışın­ "?'den 77'ye" projesi ile İkinci Kahvaltı, ıspanak yiyorum,
dan gelirken getirdiği ses ve görüntü Adam Olacak Çocuk, Dere Tepe Türkiye, Arabanın arkasına oturuyorum,
cihazlarını neden getirdiğini çevresindeki­ Dönence, Türkiye Cumhuriyeti Devlet Sa­ Sözünü dinliyorum, seni hiç
,,
ler dahil hiç kimse anlamaz. Onunsa ak­ natçısı unvanına layık görülmesi, sinema unutmuyorum. . diyebildik. Çünkü
lındaki, yıl lar sonra yapacağı "7'den filmi; Baba Beni Eversene, Olympia'da biliyoruz, kırk yılda bir bile gelmez 'Barış'
77'ye" efsanesid ir. TRT, bunu yıllarca riskli konser veren ilk Türk müzisyen olması, gibisi.

KAFKAOKUR 23
6 1 Öykü
Eksiksiz
Sayı

EZGİ AYVALI
Hikmet Bey her sabah olduğu gibi bu sabah da saat yediyi Hikmet Bey, yüzündeki bütün çizgileri derinleştiren ve kızın
vurmadan uyandı. Biliyordu, bugün güzel bir gün olacaktı. Pen­ yüreğini sıkıştıran bir gülümsemeyle kafasını sallıyor:
cereden yatağ ına vuran güneş, göğsündeki ve dizlerindeki ağrı­
ları hafifletmişti. Birkaç dakika öylece durdu. Sabah öksürük­ "Yok güzel kızım, hiç eksiğim yok bugün."
lerini, uzun zamandır ciğerlerinde yer etmiş hırıltıları bekledi .
Gelmediler. Dolaptan, sevdiği açık mavi gömleği çıkarıp yatağın İkisi de bir şey söylemiyor bunun üzerine. Kız pedalları ağır ağır
üzerine bıraktı. Acele etmeden, ağır adımlarla mutfağa gitti. Çay­ çevirerek uzaklaşıyor. Hikmet Bey'in gözleri kapıda, bekliyor.
danlığın altını yaktı. Banyoya girip, her gün yaptığı gibi özenle tı­
raşını oldu, kokusunu sürdü. İncelmiş beyaz saçlarını ıslatıp, yine Bekliyor.
onlar kadar ince kılları olan büyük bir fırçayla taradı . Üzerini gi­
yinip dolabın önündeki boy aynasında kendine bakarken, gü­ Saat on biri vurdu. H ikmet Bey, Türkçesini beğenmediği genç
lümsediğini fark etti. Hemen arkasından da ne kadar uzun sü­ adamın programı başlamadan kalkıp radyoyu kapattı , her sabah
redir gülümsemediğini. . . yaptığı gibi. Geri gelip verandaya çıkmadan, kapının önünde
durdu bir süre. Dudağının kenarındaki çizgiler aşağı doğru bükül­
Çay demini aldığında, Hikmet Bey verandaya geceden dökülen müş, o muzları düşmüş son kez baktı bahçe kapısına. Kenarda
yaprakları çoktan süpürmüştü bile. Masayı silerken gözlerini duran tepsiyi aldı ve masaya dönüp, içinden sadece bir parça
bahçe kapısından alamadı. Kalbinin çarpmasıyla hareketlerinin örgü peyniri aldığı peynir tabağını, iki kez doldurup boşalttığı çay
ritmi bir olarak; içeri girip radyonun sesini açtı, orta sehpanın bardağını, yalnızca bir dilim azalmış ekmek sepetini ve bozul­
üzerini gelişigüzel toparladı, mutfağa koştu. İyi ki açık kapıdan mamış diğer tabaklardan sığd ırabildiğini dizdi tepsiye. Ağır ağır,
bahçe çitlerini görebiliyordu. Bir yandan kapıyı kontrol edecek, kafasını kald ırmadan yaptı bütün bunları. Yine aynı ağırlıkla mut­
bir yandan buzdolabındaki yiyecekleri mutfak masasının üzerine fağa gitti. Masayı tamamen boşaltana kadar iki kez daha gidip
boşaltacaktı. Salamı kesti. Yumurtaları kaynattı . Kapıya baktı. geldi böyle. Son sefer mutfağa girdiğinde, elindeki tepsi parmak­
Peynir çeşitlerinden tabağa birer parça koydu. Zeytinyağını, zey­ larının arasından kayıverdi H ikmet Bey'in. Donup kaldı oracıkta.
tinlerin, dilimlediği domateslerin, bir parça yeşilliğin üzerinde Ayakta . . . Elleri iki yanında sallanırken, ağzını açıp, gözleri dolu,
gezdirirken, bir yandan da bardakları hazırladı. Tam üç kez tep­ derin derin nefes almaya çalıştı.
siyle mutfağa gidip geldi ama hala gelen giden yoktu.
Yere düşen bardak kırıldı. Yumurta çatladı, biraz sallanıp durdu
Şimdi eksiksiz bir kahvaltı masasının başında oturuyor H ikmet halının kenarında. Salatalık dilimleri mutfak masasının altına doğ-
Bey. Çaya, kızarmış ekmeklere dokunmuyor, gözlerini yola dik- ru dağılırken, peynirler mutfağın her yerine saçıldı. Yuvarlanmaya
miş, kıpırdamadan duruyor. Her zaman olduğu gibi dizlerini devam eden bir siyah zeytin tanesi, küçük halının üzerinden ge-
ovuşturmuyor bu sabah. Kuş gibi hafif hissediyor hala ve hala çip krem renkli bir kadın ayakkabısına çarpınca durabildi ancak.
yüzünde boy aynasındaki gülümseme duruyor. Yoldan bisik- Zeytinin üzerine bastı fark etmeden Hikmet Bey, karısına sıkı sıkı
letiyle geçen yirmili yaşlarının başında bir kız eve doğru bakıyor. sarılırken.
Yavaşlayarak yaklaşıyor, duruyor kapının önünde:
"Geldi n ! Reyhan . . . Geldin sonunda!"
"Günaydın H i kmet Amca"
"Günaydın hanım kızım, nasılsın?" Ne diyeceğini, ne yapacağını bilemiyordu. Zorla ağzından çıkan
"İyiyim. Bizimkileri ziyarete geldim." kelimelerle uzun uzun konuşmak, yıllardır içinde biriktirdiği her
şeyi anlatmak istiyordu. Bir yandan kadının saçlarını okşuyor, bir
Masaya takılıyor gözleri kızın. H ikmet Bey'in tam karşısında yandan ellerini, boynunu, yüzünün her çizgisini hasretle öpüyor­
duran boş sandalyeye, boş bardağa, boş tabağa bakıp yüzünü du.
ekşitiyor:
"Çok bekledim karıcığım. Öldü dediler. Neden gelmedin?"
"Çarşıya iniyorum Hikmet amca, bir şey lazım mı?" Yaşlı kadın, kocasının yanaklarından akan yaşları silip, "Geldim
sevgilim." dedi sadece.

24 KAFKAOKUR
Songül Çolak

"Aç mısın? Çok bekledim seni. Yorgun musun? Geldin işte." Genç kız eve yaklaştıkça aklından Hikmet Bey'in karısını arayan
hallerini geçiriyor, yalnızca tatillerde denk geldiği, okula dön­
Sandalyeyi çekip oturttu karısını H i kmet Bey, çözülen dizleriyle düğünde unuttuğu halleri; geçen yıl, kasabaya 1 O km uzak ba­
yere çöküverdi o an. Karısının bacaklarına yüzünü dayayıp iki rajda bulunan kadın cesedini, Hikmet Bey' in haykırışlarını. . . Evin
buçuk yılın biriken hıçkırıklarını boşalttı oraya. Ağlad ı. önüne gelip iniyor bisikletinden. Pastaneden aldığı, içinde un
kurabiyesi olan küçük paketi sepetten çıkarıp bahçe kapısından
Ağladı. içeri g iriyor. Elindeki paketi göstererek: "Hikmet Amca" diyor,
"Kurabiye aldım, tazecik yeriz."
Genç kız bisikletinin sepetini poşetlerle doldurmuş, sokağa
giriyor. Uzaktan H ikmet Bey' in evine doğru bakarken çarşıda Verandaya yaklaştıkça hala kahvaltı masasında oturmakta olan
gördüğü, neredeyse bütün direklerde asılı duran ve her pazar Hikmet Bey'in çuval giöi buruşmuş bedenini görüyor. Bahçe
Hikmet Bey tarafından yenilenen ilanı hatırlıyor. İlanda atmışlı kapısından ayırmadığı cansız gözlerini, iki yana düşmüş sıska
yaşlarda bakımlı bir kadının gülümseyen vesikalık fotoğrafı vardı. kollarını, masada eksilmemiş yiyecekleri. . .
Alzehimer hastası olan Reyhan Tekin'in iki buçuk y ı l önce kay-
bolduğunu bildiriliyordu altındaki yazı. Görenlerin insaniyet Radyoda genç bir adam, bozuk Türkçesiyle eski bir hikaye
namına ilçe jandarmasına ya da numarası yazılı olan H ikmet anlatıyor.
Tekin'e haber vermesi isteniyordu.

KAFKAOKUR 25
Hava aldıkça sızlayan bir diş var i çimde.
Susmam bundan, konuşmam bundan.
Ben zaten o ilk acıyla ölmediğimde çok
g ü cenmiştim hayata.
İnsan olmuştum i l k o zaman.
Ya da bozmuşlardı beni yenidoğandan.

Bozkıra uzanmış sereserpe


Gökyüzü maviliğinde
Dünya, onunla ben, i kimiz
Çok genciz daha çok genciz
Okul kaçağı tadında
Gülümsememiz.

Sanmak ile olmak arasındaki uçurumdan hep


nefret ettim! Sanm a k, içinde umutlar, düşler ve
heyecanlar vaat eden çok boyutlu bir
kavramken, olmak gerçeğin sert, kalın, köşeli
ve katı üç boyutunu taşır yalnızca . . . Ne
m utludur o, oluşlarının içine sanışlarını da
katmayı başaran insanlara . . .

İ nsanlar arasında herhangi bir a nlaşmazlık ve


düşmanlık zamanla geçebilir ama bir tanesi kalır.
O da, karşıdakin i n yükseklik iddiası.
1 anlam
en kolay özetiyle; bütün geçmiş geçmemiş aşklar sayı 6

dilan bozyel

"bu yine geçmişin baştan çıkarıcılığı olsa gerek.


şu anın geçmiş zaman olmasını bekle.
ne denli mutluyduk,
anlayacaksın."
susan sontag
ağızlarında dağ ıla dağıla,
ayıla bayıla
yemişler pişman iyeyi, çocukken .

biraz daha uçarsa onları da uçurur


diye koştururmuşlar uçurtma peşinde, biraz
büyürken.

lisede biri en arka sırada,


diğeri en ön sırada izlermiş karatahtayı.
öndeki nin öksürü kleri taa o zamanki tebeşir
tozu ndan mış.

hayata atılmaya yemin etmişler kendi başlarına,


ailelerini üzmüşler aynı zamanlarda;
sonra da sevi ndirm işler yine benzer zamanlarda.

kend ilerini kurmuşlar, yıkmışlar, baştan kurmuşlar,


özen mişler;
buluşma vaktine hazır etmişler.

yağmurun deli gibi yağdığı Eylül akşamında,


ıslanmaktan korkmayan salaklar tanışıvermişler.

mutlu olmuşlar. m utlu etmişler, g ü l m üşler,öpüşmüşler,


susmuşlar. küfür bile etmişler.

bir süre sonra birbirine bırakın yetmeyi;


birbirine yaranamayan uyduruk çiftler gibi olmuşlar.

kolaya kaçmışlar.zorla ayrılmışlar.


meğer bir g ü n o günleri düşünüp
mutluluğu hatırlamak için
sevişmişler.

28 KAFKAOKUR
1 Deneme
Hey i l
sayı 6

MUSTAFA SİLİCİ

Emirhan Yılmaz

Hey! Haydi hiç tanımadığın bir adamı anlamaya çalış. Göz ardı Saatlerdir uyuyor numarası yapan telefonumu aldım elime. Do-
etmeye müsait bir ayrıntının ne kadar önemli olabileceğini öğret- kunur dokunmaz "ce ee" yapan çocuklar gibi gözlerindeki ışığı
sin sana. benimkilere yansıtması bir oldu. Müzik arşivime girdim, kurcala­
dım ve "evet bu " kararlılığıyla seksenlerden bir şarkı açıverdim.
Normal bir yatak, normal bir sigara, normal bir müzik, normal bir Kim bilir o an o eski şarkıyı dinleyen kaç kişiden biriydim? Bir
pencere, normal bir yağmur. . . hayli azdık muhtemelen. Daha bir keyifle dinledim. Çünkü benim
de demode olduğumu düşünenler vardı.
Akşam üstü ... Oturduğum yerde akla gelenleri sıralayıp eyleme
dönüştürmek için düşündükten ve bu eylemleri daha gerçekleş­ Kafamı kaldırdım o müthiş boşluğun içinde. Gözlerim pencereye
tirmeden sadece dilek şart kipiyle çektikten hemen sonra, bütün ilişti. Her geçen gün dışarısı daha da görünmez oluyordu. Aylar
bu gayretin gereksiz sonuçlarını hesaba katarak umutsuz bir önce gelen yardımcı yeni sildiğinde netlikten penceresizliği de
şekilde, elimde birkaç ıvır zıvırla, salondan bir-iki adım ötedeki tatmıştım ama durum şimdi sanki daha ben gibiydi. Daha bir
yatak odasına geçtim. Yatağın çift kişilik tanımlanmasına karşın inatla baktım dışarı. Çünkü benim de kirli olduğumu söyleyenler
üstüne tek başıma uzanmam dışında göze çarpan ilginç bir de­ vardı.
tay yoktu. Belki o bile ilginç değildi. Yatak, sırtına alacağı kişi sa­
yısıyla sınıflandırılmamış da olabilirdi ama karakter bakımından Dışarıda romantizmin mihenk taşı yağmur yağıyordu. Pek aşkla
olma ihtimali de vardı. Çünkü aynı tanımlama benim için de yapı­ alakası olmayan, ahmak ıslatan bir hali vardı aslında. Bir süre
lırdı. sokaktakileri izledim. Bir kavgaya tutuşulsa gariptir ki şemsiye-
sizler şemsiyelileri eşek sudan gelinceye kadar döverdi. Bu nor-
Elim birkaç saat önce jelatinindeki ince hattı keserek o günkü mal şartlarda olası olmayan durum, yağmurun zamansız olduğu-
güneşe kurban ettiğim ikinci pakete uzandı . Yeni yeni kararma- nu gösteriyordu. Hal buyken ıslananları daha bir keyifle izledim.
sına karşın hava, ben yine onlarcasını içmiştim gün bazlı istatis- Çünkü beni de zamansızlıkla yargılayanlar vardı.
tikte. Bir dal sigara çekmemle onu dudaklarımla buluşturmam bir
oldu. Bilindik tat, bilindik hissiyat. Belki Hippocrates genelleme- Normal bir şekilde yağmur dindi, pencereden çekildim, şarkıyı
lerinde bundan bahsetmedi ama hekimler ağız birliğiyle bu kada- kapattım, sigaramı söndürdüm ve doğrulup salona gittim.
rının zararlı olabileceğini tembihliyorlardı. İşte bu aklıma geldikçe
daha da içesim geliyordu. Çünkü beni de zararlı bulanlar vardı.

KAFKAOKUR 29
61 Öykü
Benden Mavi
Sayı

DİDEM ESEN
Ah be Gülten. Ah be güzelim. Beni böyle bir başı­

/ ma bırakıp gitmek olacak şey miydi? Üstelik


burada hava masmavi ve bulutsuz. Yağmur da
yağmıyor. Aslında hep yağmurlu bir günde
seni ziyaret edeceğimi hayal etmiştim.
Gökyüzü senin için ağlayacak diye dü­
şünmüştüm . Oysa senin gökyüzün
benden mavi be Gülten.

Toprağının üstü ise yemyeşil. Gül­


ler de açmış. Benim hayatım so­
lup giderken sen bu güllerle
bana neyi kanıtlamaya çalışı­
yorsun ki? Yoldum işte hep­
sini. Güllerin dikenlerinden
kanlar akıyor şimdi. Kü­
çükken düştüğümde de,
hep ellerim kanardı. Ağ­
lardım ama beni ağlatan ,
kanayan ellerim olmaz­
dı. Korkumdan ağlardım
be Gülten. Hani bir da­
ha hiç kimsenin elimi
tutmaması var ya, işte
hep bundan korkardım.
Şimdi de korkuyorum. Bı­
rakıp gittiğinden beri sen­
den daha ölüyüm be Gülten.
İçimde kanımdan başka hiçbir
şey kalmadı . Üstelik insan ya­
şarken ölmeye görsün, yeniden
doğması da çok zor oluyor. İyi de­
ğilim Gülten. Hiç iyi değilim. Evimize
döneli üç haftayı geçti. Biliyor musun
evdeki bütün çiçeklerimiz kurumuş.
On iki senenin yalnızlığı evimizin her kö­
şesine sinmiş. Kapıyı açtığım ilk anda
havada uçuşan tozlar, hafif bulutsu bir
sen gibi beni sarmaladı. Senin sesini duy­
mak, kokunu içime çekmek istedim. Ol-
mad ı . Elbiselerini arad ım ama senden
kalan her şeyi atmış olmalıyım. Hiç­
birini bulamadım.

Pervazdaki çiçeklerimi­
zi, duvarımızı aşk gibi

30 KAFKAOKUR
"Denizin bütün suyu düşünsel bir kan lekesini yıkamaya yetmez."
Comte de Lautreamont
Sayı 61 Öykü

saran o sarmaşığı hatırlarsın. Hepsini senin ellerinle nasıl da dekoltesi daha da açılmış gibiydi. Yanıma oturdu. Bacakları
okşamak istedim bir bilsen. Tekrar yaşatabilir miyim diye her gün bacaklarıma sürtünüyordu. Karşımda para istemeden beni ar­
su verdim. M inicik bir yeşillik görmek için ne çok uğraştım ama zulayan deli divane bir kadın vard ı . Başka erkekleri değil sadece
olmayınca olmuyor işte. beni istiyordu. Bir anda dudaklarıma uzandı . Öpüşmeye başla­
dık. Senin o adamları öptüğün gibi öptü beni. Ben de o adamla­
Geldim geleli perdelerimizi de hiç açmadım. İçeriye bir parça bile rın sana dokunduğu gibi dokundum ona. Seviştikçe, altımda kıv­
güneş ışığı girsin istemedim. Senin gelmeni, güneşe özlemle randıkça sen olmaya başladı. Başka bir adamla yatan sen. Öyle
perdenin kanatlarını iki yana çekmeni, en uykulu günaydınınla çok öptüm ki seni öyle çıldırasıya zevklendim ki anlatamam. Ne
bana fısıldamanı özledim. zaman eve dönmüştüm hiç hatırlamıyorum. Uzun süre seviştik
seninle. Gece boyunca hiç durmadan seni doyurmaya çalıştım.
Biliyorum aslında her şeyin suçlusu benim. Çok şımarttım seni.
Doymuyordun. Bir ara kocandan bahsetmeye başladın. Gülüyor­
Annem hep söylerdi zaten. Bütün kad ınların içinde orospuluk,
dun. Benden bahsederken gülüyordun. İşte ne olduysa o zaman
bütün erkeklerin içinde de alıcılık vardır diye. Etrafındaki mezar
oldu. Kendime geldiğimde parmaklarım boynunda kenetlenmişti.
taşlarını okuyorum tek tek. Allahtan hepsi kadın. Erkek olsalardı
Sen ise altımda hareketsiz yatıyordun. Her şey bitmişti işte. Ken­
ne yapardım? Hiç bilmiyorum. Ah Gülten, ah! toprağın metreler­
dimi rahatlamış hissettim. Bütün bunları hala bir sis bulutu içeri­
ce altındayken bile hala aklımdasın .
sinde, öncesi sonrasına, sonrası öncesine karışmış bir şekilde
hatırlıyorum .
Sen bilmezsin ama seninle sokağa çıkmak benim için tam bir
işkenceydi be Gülten. Her an kuşku içinde, bir senin bakışlarını,
Teslim olduktan sonrası ise çok net değil. Sadece i ş arkadaşımın
bir yoldan geçen erkeklerin bakışlarını izlemeye çalışırken öy­
üzerime yürüdüğünü, beni yumrukladığını, seni öldürdüğüm için
lesine delirir öylesine çaresiz hissederdim ki kendimi. Ne zaman
lanetler okuduğunu hayal meyal anımsıyorum. Onunla ne işler
benden uzun, benden zayıf yakışıklı bir adam görsem kıskanç­
çevirdiğini bilmiyordum ama nasıl olsa ben de onun karısıyla iş
lıktan çıldırırdım. Beni onlarla karşılaştırdığını, onlar için beni terk
çevirmiştim. Zaten aylar sonra kendime geldim. Biliyor musun?
ettiğini, onları öptüğünü hayal ederdim. Sonra da onların sana
Bir görüş günü ablan geldi ziyaretime. Sanırım öldüğünü kabul­
dokunduğunu düşünür kahrolurdum. Hepsini öldürmek gelirdi
lenememiş bir türlü. Boşanmak istediğini söyled i. Bir sürü kağıt
içimden. Her sokağa çıktığımızda olmadık bir sebep bulur seni
parçası uzattı. Ne diyeceğimi ne yapacağımı bilemedim. Karşım­
döverdim. O adamları öptüğün dudaklarını patlatır sana dokun­
da kahrından delirmiş kadıncağıza daha fazla azap vermek iste­
duklarını hayal ettiğim yerlerini morartırdım. Zaten ne malumdu o
medim. Ablandı sonuçta. Hala yaşad ığına inanıyor, seni kaybet­
adamlara kuyruk sallamadığın? Yoksa niye sadece sana baksın­
tiğini inkar ediyordu. Tutunduğu dalı kesmek istemedim. Hiçbir
lar? Oysa i l k günlerimiz ne kadar güzeldi. Bana sarılışın, gülüşün,
şey olmamışçasına kağıtları alıp imzaladım. Yerinden bir kalkışı,
o cilvelerin. Ah keşke hiç bitmeseydi . ıssız bir sokak lambasının
elimden kağıtları bir alışı vardı ki görmeliydin. Sanki sevinçle
gölgesinde tek başına kalıvermek gibiydi yalnızlık. Senin yanında
sana koşuyor gibiydi. Bir an onu kıskandığımı hissettim. Keşke
yalnızdım be Gülten. Ne yaptımsa bir türlü yaranamadım sana.
ben de ablan gibi öldüğünü, hatta yaşadığını unutabilseydim.
Bir türlü yetemedim Gülten. Nedense sevemedin beni. Günden
güne uzaklaştın benden. Yüzüme bile bakmaz oldun. Neyse Gülten, artık içim rahat. Bundan sonra beni bekleme.
Madem gökyüzün benden mavi, kendimi affediyorum. Hisse­
Erkeklik lafla olmaz be Gülten. Sırf sana inat başka kadınlar
diyor musun bilmiyorum ama bir kedi mezar taşının üzerinde gü­
buldum. Sana benzeyen hatta senden daha güzel, daha genç
neşleniyor. Kedileri hep severdin zaten. Benden daha çok sever­
kadınlar buldum. Ne istersem yaptırdım onlara. Bir tanesi vardı ki
din. Sırf bu yüzden bu k�diyi de yanımda götürüyorum.
gitmemem hep onunla kalmam için yalvarırdı. Sen ise sırtını dö­
nüp uyurdun. Yaptı klarımdan hiç pişmanlık duymadım. Beni elin­
de tutmayı bilemeyen sendin. Artık kendime güveni m de geri
gelmişti. Hatta bir gün iş yerimden bir arkadaşımın evine uğra­
mıştım. Kendisi seyahatte olduğu için eve para bırakmamı iste­
mişti. Kapıyı açan kadın öyle şuh, öyle güzel bir hatundu ki anla­
tamam. Beni içeriye davet etti. Kahve yapıp getirdiğinde göğüs

KAFKAOKUR 31
1 Sanat
Vincent Willem Van Gogh ve Yıldızh Gecelerin Sonu
sayı 6

FİLİZ EGİN KOLATA


Yaşamın kötülükleri üstüne derinden kafa yormadan, saygıya kadar bırakmayacak melankoliyi beraberinde getirdi. Melanko­
yaraşır çok insan olduğunu düşündüğü; evleri, yıldızları ve denizi liden ömrünün sonuna kadar kurtulamadı. Çünkü içinde; dostluk
sarımtırak bir dü nyadaydı. Saf, erdemli ve güzel olan ne varsa gibi, aşk gibi güçlü ve ciddi sevgilerin olması gereken yerde ko­
bunları düşünerek, sabırlı ve hiçbir şey için acele etmeyen , imanlı caman bir boşluk buluyor, moral ve enerjisini kemiren düş kırık­
bir kişi olarak yaşamaya çalışıyordu. Yapayalnızlık, yoksulluk, lığı içinde bir iğrenme seli yükselip duruyordu. Kendi n i bile ısıta­
elem ve her şeyin en aşırı ucu söz konusu olduğunda bile kafa­ mayan kocaman bir ateş, ruhunu yakmaya başlıyordu. Çizdiği
sındaki "Tanrı" düşüncesini hatırlar ve Tanrı 'ya inanıp güven­ yolun çok başındaydı. Para kazanamıyor, sağlıklı beslenemiyor
meden yaşamanın kolay olamayacağını, böyle yaşamazsa cesa­ ve sık sık hasta oluyordu. Sonsuz bir yalnızlıkta, kafası yorgun,
retini yitireceğini düşünürdü. Ta ki kendi olmayı ve kendi hislerini ruhu umutsuz ve gövdesi acılar içindeydi. Manevi enerj i ve güçlü
keşfedene kadar, ün iversiteyi bitirmek ve vaiz olmak istiyordu. şefkat güdüsüyle donatılmışken bile çok acı bir çaresizlik çuku­
Ona karşıymış gibi görünen her şeye rağmen amaçladığı hedefe runun dibine düşmüş, kalbine dolan öldüri'.ıcü bir zehri hissedi­
günün birinde ulaşacağına her zaman inanıyor, sevdiği kişilerin yordu. Düşünüyordu; tüm güçlükleri, yaşlandıkça azalmadan ço­
ve peşinden geleceklerin gözlerinde kendine duyulmasını umdu­ ğalan dertleri, acıları, düş kırıklıklarını.
ğu sevgi ve inancı okuyabilmek için çabalıyordu.
Seçtiği yolda başarısızlığa uğrayarak rezil olmak korkusuna ka-
Zamanla hayattan beklentileri ve istekleri değişti. Tek isteği kü- pıldıkça hastalığı iyice nüksediyordu. Bu hastalık, gün geçtikçe,
çük renk noktaları ile dünyasına parlaklık katmak; kömürlü surat- dostlarını ve çevresindeki herkesi ondan ayıracak, onu deliliğe ve
lan, kemikli şekilsiz elleri, çizgili yüzleri tüm gerçekliği ile resmet- ölüme sürükleyecekti.
mekti. İnsanın kendisi olabilmesi için başkalarının ondan istediği­
ni yapmayı bırakması gerektiğini düşünüyordu. Mesela; herkes Hayatındaki nadir insanlardan biri de zavallı, hamile bir kadındı.
üniversite bitirmek zorunda değildi. İ nançlarının ve arzularının Herkesin dışladığı, terk edilmiş o hamile kadının elini, üç paralık
peşinden koşmanın da tek yolu bu değildi. Kendi arad ığından ve bir değere sahip her adam tutabilecekken, sadece o görmüş, o
isteklerinden vazgeçerse en acı yazgıları yaşayıp yok olacağını elleri sadece o tutmuş, hayallerinden kazandığı bir dilim ekmek
düşünmeye başlad ı . İnsanlar kendi yollarına gittiklerinde, en olarak gelen yardımı sadece o paylaşmaya cesaret edebilmişti.
fazla, gelecekleri daha az karanlıktan daha çok karanl ığa çı kıyor­ Bir kadını terk etmek mi, yoksa aldatılmış bir kadının elinden tut­
du. mak mıydı zor olan? O, kendisinin hiç tutulmayan elini uzatmayı
tercih etti. Zayıfların korunmak yerine ayaklar altına alındığı, düş­
Kendi yolunu bulduğunda ise din adamlarının Tanrı'sı onun için tü diye ezildiği bir toplumda çaresiz bir kadını tek başına bıraka­
bir kapı tokmağı kadar cansızlaştı. Kendisinin kafese kapatılmış mazdı. "L"amour et la femme" okuyor, sevdiği ve sevildiği süre-
bir kuş olarak yaşadığını anladı. Bahar gelince yapacağı bir şey ce hiçbir kadının yaşlanmayacağına inanıyordu.
olduğunu bilen ama yapabilecek durum ve güçte olmayan bir
kuştu sanki. Böyle zamanlarda; uçabilen özgür başka bir kuş: Duygusal ve melankolik yaşamı, böyle yaşayan her insan gibi
"Şu tembel hayvana bak, keyfi yerinde görünüyor." diye düşünür onu da sona yaklaştırdı. Bir türlü bitmeyen maddi ve manevi
ya, o da çevresi tarafından böyle görüldüğünü düşünüyordu. sorunlar, onu her geçen gün daha dibe itmeye devam etti. Hava­
Ama kimse bilmiyordu; kafeste (hapiste) olan ne yaşar ne de yı ve ruhunu sarılann sardığı, bunalımlı bir günde kesti kulağını. O
ölürdü. İçinde olup biteni de kimseler göremiyor; neşesiz, umut­ kesik kulağı, Saintes-Maries plajından gelecek bir dost sesini
suz, sadece nefes alıyordu. Vincent, sadece kafesinden kurtul­ uzun süre bekledi. Ümidini yitirmediği; pırıltılı gökyüzünün suya
mak, özgür olmak ve özgür olduğu için onu anlamayan ailesi ve yansıması ve plajda bekleyen, çiçekleri andıracak renklerdeki
tüm sevdikleri tarafından bağışlanmak istiyordu. gemilerden belliydi. Kendine verdiği zarar ve iyice bozulan ruh
hali, insanları korkutuyor ve ondan uzak durmalarına neden olu­
Kafesinden çıkıp, maddi yetersizliklerle, resim yapmaya başladı. yordu. Onu çevrelerinden uzaklaştırabilmek adına, yatırd ı lar bir
Çalışmaları özgürlük ve ivedilik temeline dayanıyor, kıvrılarak odaya.
yükselen biçimleri, vahşi sevinçle umutsuzluğun derinliklerine
kadar uzanan yüce duygularının tam anlatımı oluyordu. Kendi Akıl hastanesindeki odasının d uvarındaki resimler, tehlikeli bir
yolunda büyük bir i nançla başladığı fırça darbeleri, onu sonsuza şekilde yatağın üzerine doğru sallanıyor, karşı duvardaki boş ay-

32 KAFKAOKUR
1 Öykü
Günce
. Sayı 6

LÜTFİ USLUER
Eski Türk filmleri kadar güzeldi: O n u görür görmez aklıma gelen
ilk cümle bu oldu. Bir de Zarifoğlu'nun şu dizesi: "Her an karan­
lığını giyinecek gibisin / Ne kadar uzun sürüyor / Ta içinden göz­
lerine gelmesi dikkatin"

İlk görüşte aşka inanır mıydım? Aşka, ilk görüşte inanırdım. Aşk,
benim için kadına dair, o zamana kadar biriktirdiğim bütün an­
lamların aynı anda uyanmasıydı . Bir sonraki görüş, bütün o an­
lamların, gerçeklikle ilk muhaberesi olurdu, eh, bu da olsa olsa
büyük bir sevgi olabilirdi.

Eski Türk filmleri kadar güzeldi. Bilirdim ki güzellik biraz simetri


demekti. Sonra ben simetri yasalarını biraz duymuş g ibiydim.

na hiçbir şey yansıtmıyordu. İskemleler en çok sevdiği "Son Cansız varlıklar asimetrik olmaya yönelir; oysa canlılar genel ola­

Umut" tablosundaki sarıya boyalıydı ve odasından ayçiçekleri rak sağ-sol simetrisi sergilerd i, yerçekimi nedeniyle yukarı aşağı

gözükmüyordu. İnsanların onu tutmak istediği bu odan ın duvar­ simetrisi, hareket nedeniyle de ön arka simetrisi pek olmazdı.

ları içeri doğru eğildikçe, o da iç dünyasına gittikçe daha çok


eğiliyordu. Ona değer veren ve resim malzemeleri almasını des­ Geriye doğru anlaşılan ve ileriye doğru yaşanan karmaşık hika­

tekleyen kardeşi dışında tüm sevdikleri onu terk etmiş, o da dün­ yemizde, ayak bileklerinin hemen üstünde biten, yaz çiçekleriyle

yada güven i.çinde durabilmek adına sessiz sedasız bir yaşam süslü kahverengi etek, bu bilgilerimin üstünü örtüvermişti. O an

kararı almıştı. Theo' nun evlenmesi, onu hastane günlerinde ka­ yapabileceğim iki şey vardı ve bun lardan biri hiç olası değildi.

ramsarlığa daha çok itmişti. Eve gidip KPSS sorularına devam etmek ya da istikameti değiş­
tirip onu biraz daha izlemek.

Kendine ve herkese karşı dürüsttü aslında. Kendi yolunu izli­


yordu ve dürüstlük en iyi yoldu. Fakat, sanatına olan inancı in­ Gider gibi yürüyordu. Bir yerden bir yere ulaşma biçiminde

sanların umursamazlıklarıyla azalıyordu. Patates yemenin ger­ olmayan bir yürümeydi sanki. Sağ kolunda ipince bir bileklik var­

çekliği gibi önündeydi gerçekler ve hak ettiği değeri bulamıyor­ dı. Gözleri ne renkti tam anlayamamıştım. Güneş gözlüğü tak­

du. Böyle anlarda tek çekindiği, boşta gezinen bir serseri olarak mamıştı, bu iyiydi. Eski Türk filmlerinde gözler kalbin aynasıydı.

görülmekti. Bu düşünceler içini kemiriyor, ruh hali sürekli devi­


nimler geçiriyor; duyguları bir yükseliyor, bir düşüyordu. Mahallemize sanat sevicileri taşınınca bakkallarımız, esnaf
lokantalarımız, 'entel kafelerine' dönüşüvermişti. Kötü de olma­

Dünyanın ona kapılarını kapattığını düşündüğü, yalnızlığı en mış, Günce o kafelerden birine oturuvermişti. Günce olmuştu

derininde hissettiği ve anlaşılmadığı bir gündü. Kendini vurma­ adı, oraya oturmadan hemen önce. Çay söylemeliyd i, benim hi­

dan hemen önce, gökyüzü resmindeki uçuşan bulutlar altın-da kayeme çay yakışırdı. Zarif, ojesiz parmakları, ince belli bardağı

ıslanıyordu. Fırça darbeleri ilk kez kendi kanı ile kıvrılıyor, dalgala­ yerçekimine meydan okurcasına kaldırmalıydı. Sessizce alacağı

nan duyguları gibi kabarıp sönüyordu kalbi. İnsanı saran kaçınıl­ yudum, bir Bach senfonisi gibi gelecekti bana. Bir entel kafesin­

maz felaketlerin tasviri ilk kez doğa değil, onun ölmüş bedeniydi de, sadece adıyla da olsa Bach anılmadan olmazdı. İkimiz de

ve bu, sonu anlatan bir tablo hiç olmayacaktı. çay söyledik. Artık biz de iki kişi değildik, ikimizdik. Aramızda,
yeryüzü ölçü birimleriyle 3-4 metre, entel kafesi ölçü birimiyle iki

O kurşunla ızdıraplarına son vermek mi istemişti, yoksa gerçek­ masa vardı ve Günce'nin gözleri simsiyahtı.

ten onu bu kadar sınayan dünyayı fırça darbeleriyle daha fazla


güzelleştiremeyeceğine inanıp dünyayı mı cezalandırmıştı? On­ Selanik göçmeni olmalıydı. İstanbul'a üniversite için gelmişti.

dan geriye, aklının uçlarından biraz dökülen birkaç kağıt parçası Saati , an neannesinden lise d i plo ması hediyesiyd i . Karşı

mektupları kaldı sadece. Resimleri ve hayatıyla, ölümünden son­ yakadaki bir okulda edebiyat son sınıf öğrencisiydi. Marcel

ra değeri anlaşılan sanatçılar arasında yerini aldı. Proust okuyup Neşet Ertaş dinleyebiliyordu. Öyleydi , öyleydi .

KAFKAOKUR 33
Kısacık düz siyah saçlarını elleriyle başka türlü nasıl bu kadar karanlığını g iyinecek gibisin/Ne kadar uzun sürüyor !Ta içinden
güzel arkaya atabilirdi. gözlerine gelmesi dikkatin." dizeleri? Niye olmasındı? Zaten
öyleydi. Hüznün bu kadar yakıştığı bir kadın görmüş müydüm?
Sesi güzel olmalıyd ı . Soprano . . . Türkülere tizden eşlik ederdi.
Ege türkülerini çok sevse de bizim oraların havalarını da bilir ve Planım hiç de fena değildi. -Neden iş bulamıyordum? Olaylar
söylerdi. O kadar güzel Koyverdun Gittun Beni derdi ki insan karşısında çözüm odaklı davranabiliyor, analitik düşünebiliyor­
oracıkta birinin onu hakikaten koyverip gittiğine inanabilirdi. dum işte. - Günce, ilk çayla birlikte su da söylemiş, şişenin büyük
bir kısmını içmişti. İki çayı da ilave edersek. . . Sonra hava da
Tabii ki yalnızd ı. Bir, geldiğinden beri saatine hiç bakmamış, serindi ve kadınlann büyük çoğunluğu öğle vakti için giyinirdi.
telefonuyla ilgilenmemişti. İki, gözlerinde yalnız insanlara mahsus Serin hava bazal metabolizmayı hızlandırır mıydı? Sanki öyleydi.
olan melali görmemek elde değildi. Üçün artık bu bahiste pek Tüm bu veriler beni o kateden ayrılmadan masadan kalkacağı
önemi kalmamıştı. Kalmamıştı ya, bana da hiç tanımadığım bir sonucuna ulaştırıyordu. Kakülleri ne kadar güzeldi . .. Hakikaten,
insanla, üstelik bir cins-i latifle hemencecik tanışabilme vasfı kız kakülü ne hal eyliyordu adamı . . . İkinci çay biterken üçüncü
bahşedilmemişti. Hem, mantıksız ve rahatsız edici değil m iydi göz temasına kavuşmuştum.
olası bir tanışma çabası? Bir insanın yalnız kalma hürriyetini
elinden almak için neden uğraşır dururdu nev-i beşer? İçtimai Hava serinliyor, zaman bizim ıçın daralıyordu. Beklemekten
varlıklar olsak da her içtimanın bir yerinde yalnızlık da yer alırdı. başka çarem yok gibiydi. Gitseydim, padişahtan bir ferman ge­
Alargadaki bir başına gemi, başka neden daki kalarca, saatlerce tirseydim, o da yoktu ki. . . Arayanın yardımına atlılar, ordular ye­
seyredilebilirdi. tişirmiş. Öyle de oldu. Günce yerinden kalktı. Çantasının aksi isti­
kametinde bir adım attı. Boyu ne uzun ne kısaydı. Sokağın karşı­
Çaylarımız -bizi oracıkta birbirimize bağlayan, o bakır kırmızısı sı­ sına doğru gülümseyerek baktı. İstemsizce ben de o yöne dön­
cak sıvı- bitmişti. Allah 'tan ben, çaya ilişkin o kadim yasayı bili­ düm. Uzun saçlı, paçoz bir oğlan bize doğru geliyordu. O da gü­
yordum. Toplu bir alanda, bitmiş en az iki bardak çay varsa ve lümsüyordu. Bu devedikeni nereden bitivermişti? Arkadaşça
çayı bitenlerden biri, yeni bir çay söyler ve yine şekerini hafif öpüştüler. Arkadaşçaydı, sevgili gibi değil. Rengarenk giyinmiş,
gürültülü bir şekilde karıştırırsa çayı biten diğer kişilerden en az yalıkazığı gibi dikilmişti hırto aramıza. Eli kolu ayrı oyn uyordu
biri de yeni bir çay söyler. Olurdu, olurdu. Olmazsa da bir çay dürzünün. Arkadaşıydı. Okuldan... Günce, iyi kalpli bir insan
daha içilmeliydi, şairin dediği kafiyesiz şehrin tam orta yerinde. olduğu için selamı sabahı pek kimseden esirgemezdi . Bu davar
Günce de bir çay daha söyledi. Şüphem zaten yoktu. İki çay pek oturmazdı, birazdan giderdi. Tam bir Bora'ydı. Kısa Marlboro
içimlik sürede, iki göz teması olursa. . . Bu oran orantı beni bir içer, paketi cüzdanın üstüne koyardı . Ben Bora'ya bildiğim bütün
yere götürmezdi . Azalan verimler yasası neden çay için de küfürleri sıralarken, o, çantasına doğru uzandı. İşte gid iyordu.
geçerliydi ki? "Bebeğim" dedi, "sana bir süprizim " var. Bebeğim ne lan, kesin
ılıktı bu oğlan, bebeğim der miydi insan arkadaşına? Hem, 'sürp­
İlk, orta okul, lise ve üniversite eğitimimden ve KPSS testle­ riz' denirdi ona. Devam etti : "Geçen gün beğendiğin kitabı al­
rinden, analitik düşünmeyi öğrenmiştim. Plan yapmalıydım. Çay­ dım." Kabartmalı, cicili bicili bir kitap çıkıverdi masanın üstüne.
larımız bitmeden müstacelen bir planım olmalıydı . Çoktan seçme Günce'ye uzattı. "Aşkım yaa, aynen, çok beğenmiştim!" dedi
şansım neden yoktu bu bahiste? Kaç şık olursa olsun, doğru nereden geldiği belli olmayan bir ses. "Harikasın." Bora uzandı,
şıkkı derhal bulur işaretlerdim. Kağıt ve kalem . . . İkisi de vardı. kızın ensesine bir öpücük kondurdu.
Plan demek; önce kalem, sonra kağıt demekti. Bir ay yaratıcı
yazarlık kursuna da g itmiştim. Devam etse miydim? Kimsenin Aklımda yine bir cümle ve bir dize belirdi. Eski Türk filmlerinde
yaratıcı yazar olmak gibi bir derdi yok g ibiydi. Zamansız gelen de bazen, filmin sonu kötü olurdu ve şair şöyle derdi:
manasız düşünceler . . . Eureka! Eurekaydı ya.
"Yok bu şehr içre senin vasfettiğin dilber Nedim
'Buldum' demek derlerdi, inanmayın derdim. Archimedes' in Bir peri sOret görünmüş bir hayal olmuş sana"
kızının adıymış Eureka.

Kağıda bir şeyler yazacak, tuvalete gittiğinde masasına bırakıp


ortadan kaybolacaktım. Ertesi gün, onun oturduğu masaya
oturacak ve onu bekleyecektim. Gelirse . . . "Gelirsen yoluna güller
sererim." diyordu Ferdi Tayfur. Gül, Günce'ye yakışmazdı. Ak­
şam sefası ya da manolya alırdım, sonra tabii. Kağıda ne yaz­
malıydı? Onu görünce aklıma gelen ilk şey olur muydu: "Her an

34 KAFKAOKUR
hüzünlenme Kırmızı Rugan
fulya ordu SEYDANUR KANTOGLU
adına kırıl ıyorum bir yerlerimden Sizi yıllar önce miydi,
sabaha çıkıyorum bir geceden daha aylar önce m i ,
sesin on larca bahçe dolusu şimdi günler ö n c e miyd i ,
evsiz bir misafiri kabul ediyor gözlerin b i l m iyorum
bahçemden atılıyorum bir uyumak vakti Bir kitabın arasında kurutmuşum hanı mefendi
Papatyayd ınız.
sana tüm selamlarını topluyorum ağzı süt kokan çocu kların
biliyorum hasretsindir beyazlara ve yuvalara Saçlarınızda ölen rüzgarlar vardı,
esirgenmiş küçük bir göz odada hayaline dokunsam tel tel dökülüyordunuz
incitirim bir yerlerinden diye korkuyoru m Yıldızlar düşüyordu tırnakların ızdan,
kırılıyordunuz
ellerine karalad ığım pespaye bir kaderden geçiyorum Gökyüzünüz yağışlıydı,
ne güzel tutuyorsun bir mahpus dolusu şimdi Yağ m urlu bir tiyatro sonrasıydınız.
g ü l üşlerinde devrik hüzünler görüyorum Kirpiklerinizden sökülüyordu
ağlamayı unutmuş ezberin neyse ki çok sevdiğiniz eldivenleriniz;
Beyaz ellerinizden
dağınık saçlarında örtülmüş yatıyorum pam u k toplayan kad ı n ların ördüğü
boynumda kuru bir ayaz Saklamak için avuç içlerinizdeki çizgi lerinizi
kimselere duyurmadan nefes alsam Ve parmak izi bırakmamak için üzerinde
ve izin versen de sevsem bi raz bir umut cesed inin.
Durup göz torbalarınızı öylece yere bırakmıştınız,
bir cumalara bir haziranlara di kkat et geçen başından Telaşla karıştırıp, ipek bir mendil içinde
bir an gelir bir yağmura düşersin saçlarından kaybettiğinizi sandığınız o şeyi
Öylece gözlerime bırakmıştınız.
saatleri getiriyorum ve havada dönüyor yıllarım Süzülüp gidişiniz vardı kıvrımında eteklerinizin
kokun şimdi yüz kere ve bin kere ve son defa güzel Kırmızı rugan bir zaman diliminden geçiyordunuz,
gözlerinde oynuyor dört duvar arası mahkumlarını Acı bir g ü l ü m seyişi çıkarıp ceplerin izden
yalnızlığın bir adı olur perdeler kelepçelenirse eğer etrafa saçıyord unuz,
Ayaklarınız acıyordu, yine de gid iyordunuz.
nasıl sevmiştin ben i sen
bir ip bir tavan ve ellerin miydi? Sizin yıllar önce miydi,
bir gül bir bahar ve gözlerin miydi? aylar önce mi,
günler önce miydi,
bilm iyorum
İzinize bir tren rayında rastlamış,
ardınıza düşmüştüm hanımefendi
Anna m ıydınız?

ŞİİR
1 Deneme
Kısa Metrai
sayı 6

CANSU CİNDORUK
sabah en parlak güneş doğdu diye, ansızın ve gereksizce, aşık
Bir gemi geçerken köprünün altından . . . olmuştu.
"Sen sevseydin bu şehir d e severdi beni."
Kıyafetlerinin arasında, hatıralarına da yer vermişti bavulunda.
Her n e olursa olsun, b u dünyada birbirine denk hiçbir şey yoktu. Bir arkadaşı Taksim otobüsüne binip sondan önceki durakta in­
Hep bir taraf daha çok sever, üzülür, özler . . . Vesaire, vesaireydi. mesi gerektiğini söylemişti ama önemli olan, otobüsten indikten
Aşk bir mantık hatasıydı ve o, büsbütün doğru olduğuna inandığı sonrasıydı. Kimse ona bu konuda bir tavsiyede bulunmamıştı. O
koca bir yanlışa düşmüştü. Aslında her insan, bir tek kendi sev­ da yine, kalbi nereye git derse oraya gidecekti. Ne de olsa İstan­
gisinden sorumluydu. Sevdiğin kadar sevilmek filan, insan­ bul'a neden geldiği ortadaydı : Aylardır gecelerini uykusuz kılan,
oğlunun var oluşuna aykırıydı . Hiçbir beklentiye girmemeyi öğ­ üzüntüsüyle sevinciyle kendisini tamamlayan tek adamı görmek
rendiği gibi, ağır ve sancılı bir şekilde, sabretmeyi de öğreniyor­ içindi gelişi. Bu kadar zaman sonra yeniden "Merhaba" demek,
du. Sonunda düşlerini süsleyen adamın durduğu yolu artık çıp­ doğru olur muydu?
lak ayak yürüyordu.
Hala kararsızdı. Tamam, aynı şehirde nefes almak filan, bunlar
Ne de olsa bir kez karar vermişti. olağanüstü şeylerdi ama Mehmet onu görmek istemiyor da ola­
bilirdi. Otobüse bindiğinde bunları düşünemeyecek kadar yor­
Elindeki gazeteyi masaya bırakıp derin bir nefes aldı. Bütün say­ gun olduğunu hissetti. Bir elinde aylar öncesinden kalma bir fo­
falar kaos kokuyor, insanlar birbirlerini öldürüyordu. Okudukça toğraf, diğer elinde bavuluyla, hep hayalini kurduğu gökyüzünün
şişti, bunaldı. Geceleri unutabilmek için gözlerini kapattığı ne altındaydı . Ama kutup yıldızını göremiyordu.
derdi varsa hepsi böyle zamanlarda onu daha fena yokluyordu.
Bir yudum su içip saatine baktı. Otobüsün kalkmasına daha ya­ "Ben geld im!" diyen ufacık bir mesaj göndermeyi bile gururuna
rım saat vardı. Havaalanını boydan boya yürüyen insanları izler­ yediremiyorken Mehmet'in kapısını nasıl çalacaktı? Koca bir aşk
ken uzaklara daldı. Uçsuz bucaksız bir aşk uğruna yarım bırakıp üzerinden tır gibi geçmişken, yeniden bir başkasını sevmesi şart
geldiği Ankara'yı düşündü. Kim bilir sonunu göremediği kaçıncı mıydı? Gideceğini bildiği birisine lüzumsuzca bağlanmıştı. Meh­
hikayeydi bu? İstanbul'u dinledi, şairin dediği gibi, gözleri kapalı. met'in terk edişiyle kırılan kanatlarını bir başkasının geri getire­
Kalbinin sesinden başka hiçbir şey duymadı. Evet, belki de bir meyeceğini çok iyi bil iyordu. Denemişti. Her kimin "İyi geceler . . . "
gecede karar verip yola düşmek bu zamana kadar yaptığı tek dilekleriyle uyursa uyusun, "Günaydın!" bile demeden önce aklı­
doğru şeydi ama bir eksiklik vardı. Acaba yaşayabi leceği hayal na Mehmet geliyordu.
kırıklıkları, bavulunu kapatmadan önce aklına gelmiş miydi?
Bugüne kadar, bir marifetmiş gibi.duygularını saklamıştı. Sevince
Giderken "Hoşça kal" bile dememiş bir adamın peşinden gel­ susmuş, kızınca küsmüş, kırılınca belli etmemişti de bu sessizlik
meden önce bunları hesap etmesi gerekirdi. Farkındaydı . Aşkın ne işine yaramıştı? Herkes bu sessizliği yüzünden onun istik­
insan bedenindeki ağırlığının, sevgiliye duyulan tutsaklığın ... Her rarsız olduğunu zannediyordu. Aksine sadece Mehmet'i anlat­
şeyin farkındaydı . Mehmet'e kalsa bütün kırgınlıklar açıklana­ mayı sevmiyordu. Herkese kendi aşkı özel gelirdi ya, ondan işte.
bilirdi ama onun açıklamalardan çok Mehmet'e sarılmaya ihtiyacı Karşısında ellerinin titrediğinden, dizlerinin boşaldığından Meh­
vardı. met'e bile bahsetmemişti. Nasıl onu bir başkasına anlatsındı?
Mehmet. . . Babasının ismiydi. Bir gün aşık olduğu adama da
Bir sigara yaktı. Her insanın tanışması tesadüftür de Mehmet'in böyle h itap edeceğini tahmin bile edemezdi.
eli, yüzü, gülüşü ona ne diye bu kadar tanıdık gelmişti ki? Yıl­
larca aynı çatıyı paylaşmış eski bir ev arkadaşı samimiyetiyle İnsanın kaybetme korkusu sevgisinden üstün geldiği zaman aklı
bakmışlardı ilk kez birbirlerine. İşte tam o gün, yıllar geçse bile karışırdı. Kalbi aklına yenik düşmeden, evin yolunu tuttu. Bir kez
Mehmet'in sıcacık gü lüşünden başka hiçbir şeyi hatırlama­ daha düşünseydi Mehmet'ten bile vazgeçebilirdi. Yıkık dökük
yacağına dair söz vermişti. İlk karşılaştıkları günün sabahı, An­ kaldırımları arşınladı. Uzun ve daracık İstanbul sokaklarında yü­
kara'nın en ışıl ışıl zamanıydı. Nedendir bilinmez, belki sadece o rüdü. Aşık olmaya hazırlanan her kadın gibi, farkındalıktan uzak
bir tedirginlik içindeydi. Apartmanın etrafında dolandı. Eğer içeri

36 KAFKAOKUR
Adem ile Havva
GÖRKEM YAŞAR
Ve H avva Adem ' i gördü Alaşağı ettiler
Tahta s ı raların üstüne Bir ölüm biçtiler sevdaya
Döne d olana düşen Masumiyet üzerine . . .
Ağlak ağaçların gözbebeği
Tohumlar ve döller içinde. Adem H avva'yı cennetine
Ded i : Budur yangın götürdü
Budur kül Ve on lar
Budur Mansur. . . Yedi ler yasak elmayı
Hayatları birbirine karıştı
Adem ile Havva'nın. Bağırd ı Tanrı uzaktan:
Yapraklarından soyunurken Yasak! Yasak! Yasak!
H iç utanmadılar dostluktan Üç kere üç bin yıl geçti
Bir kan gecesiydi ki, evlere Tanrı saati ve Tanrı günüyle.
şen l i k Bırakmadı Adem nefesin i
B i r d ü ğ ü n d ü yaşamak ş i m d i . . . Ve H avva gördü Adem ' i
Akıyo rd u bir beyaz göle O öyle b i r i htişam ve
girerse Mehmet'i görecekti. Mehmet'i tekrar kırm ızı O öyle cen netin nuru . . .
görürse onu daha çok özleyecekti. Eğer içeri Akıyordu gözlerinden
g irmezse Mehmet'i sonsuza dek unutacaktı. Havva ' n ı n . Sarıldılar,
Yapamadı. Toprak inledi Geçti saatleri nden
Yer g ü rledi Bir döşek l i k ömürleri
Hafızasından silinmeye yüz tutmuş o gözleri Yan ıyord u bir ateş Adem ' i n
unutmaya kıyamadı.Telaşla merdivenleri tır­ avucunda Ve H avva Adem' in ruh u n u
mandı. Durdu. Tekrar derin bir nefes aldı. En ' Kalem kurşun, kalem ağ ı r' gördü
fazla ne olabilirdi ki? .. Mehmet onu zaten de­ Ve kıvranıyordu i nce beli Yasak m eyveyi yed i kleri nden
falarca kırmış, parçalamış, kağıt çöpü gibi or­ aşkın midir
tada bırakmıştı. "Git" dese giderdi. Bu da Yan ıyord u bir ateş Adem ' i n Ekmeğ i sevdaya
ona çok koymazdı . Artık her şeyi göze
avucunda verd i klerinden mi
alabilecek kadar cesur davranmak zorun­
Aç değ i l susuzdu Havva,
daydı.
Havva Adem ' i gördü Havva' n ı n avuçlarından
Ve soyundu Havva içiyordu Adem.
Tam kapıyı çalacakken, kapı kend iliğinden
yapraklarından
açıldı. Siyah beyaz rüyalarından hatırladığı
Susamı şt ı , koştu Adem ' i n Havva . . .
Mehmet, tam karşısında duruyordu. Geçmişi
gözlerin e Susuz H avva . . .
ve hatta geleceği ona sakince gülümsedi.
Dayad ı d udaklarını.
Kelimeler diline dolandı. Öpmek için uzanın­
ca dudakları, dokunmaya kıyamadı.
V,e Adem ruhunu gördü
Dinlemediler. Havva ' n ı n ;

Sakin ve sıcak bir yaz sabahının sonsuz ne­ Bir inanç karasıdır aldı Korktu,

şesiyle doldu içi. sevdayı sürüdü Çekti perdelerini uyudu.


Tuttular peçesinden ayd ı n l ı ğ ı ,
Sabah, bir yaz sabahı bile değildi.

KAFKAOKUR 37
. . . en iyisi susmak, susamıyor da insan !
"Birisine anlatmak da ucuzlatıyor ya işi, ne bekliyorsun karşındakinden, o acıyı gidermesini mi? En iyisi
susmak... "

Leyla Erbil, üç Başlı Ejderha

"Nedir asıl sorun diye düşünüyorum. Asıl sorun? Asıl sorun tek başına ayakta durabilmekte, yalnızlığı
öğrenebilmekte mi? Asıl sorun sevgisiz yaşayabilmekte mi? Sevgisiz kalıp direnmeyi, sevgisiz kalıp gene de
boyun eğmemeyi, dilenmemeyi öğrenmekte mi? Asıl öğrenmemiz gereken şey sevgisiz bir yaşam düzeni mi?

Gitmekle ne iyi ettin . Haklı olan senmişsin! Ben romantik, yanlış kitaplarla, kötü yaşam örnekleriyle aldatılmış,
yaşamanın anlamını kavramaktan yoksun, kibirlinin biriymişim. İnsan tek başına yaşamı karşılamak zorunda,
bense ille de bir sevgiliyle el ele verip değiştirecektim dünyayı! Ne ham hayal, ne zırvalık."

Leyla Erbil, Mektup Aşkları

"Aslında bir aşka, olup bittikten sonra, en sonundan baktığımda, geride aşk adıyla anılacak bir şey
bulamıyorum ; belki hoş bir duygucuk, kısa bir süre yaşanmış ama mutlaka sona enniştir; geriye kalan buruk
bir tebessüm, acılı bir anı, yitmiş bir aşk vehmi, görünmez olmuş! Oysa başlarken ne kadar inandıncıdır her
şey. İki insanın, bir örgü gibi, tülden, hafif bir dantel gibi sannmışlıklan vardır aşkı. Etin ete, ısının ısıya geçişi;
yitirdiği yansını arayan insanoğlunun bulduğunu sandığı parçasına rastladığında geçirdiği bir baygınlıktır aşk.
Sonu olmasa, sonu gelmese vardır, evet vardır. Bir düşünce olarak, nakşedilmiş bir bilgi olarak genlerimize,
vardır; yoktur demeye dilimizin varmadığı; kıyamadığımız için yok olmasına, elbirliğiyle yalandan var ettiğimiz
bir sözcük, olmasını hep istediğimiz ve isteyeceğimiz bir umuttur aşk, bu umudu çalmaya kimin gücü yeter
yannın insanından?"

Leyla Erbil, Mektup Aşkları

"Bekliyorsun. Ruhun enerjiyi bir yere akıtarak dirilmek istiyor olası mı bu? Neye, kime akıtacaksın onu, kimi
ortak edeceksin duygulanna? Sana, senin eziyetine kim katlanabilir? Yalnızlığı kabul edemedin mi? Dostun
kimdi senin? Bekliyorsun, sürekli bekleyişleri art arda ekliyorsun; seni seyrediyorum ve ses etmiyorum çünkü
bekleyişin süslü bir imparatorluğu vardır. Umut silinene kadar güçlü bir direnişle dikilirsin tahtında. Sonra
düşüş başlar. .Başladığın yere dönüş. Kara anaforu bulma isteğiyle delice labirentlerinde acının dört dönmektir
dönüş yeniden başlamak üzere düşüşe. Bir ömrün bekleyiş eziyeti içinde kıvranabilmek uğruna başa dönüşün
bekleyişiyle geçmesini düşünebiliyor musun? Bu acı arayıştan kim kurtarabilir insanı? Sevgili mi? Dost mu?
Boş inanç mı? Ülkü mü?"

Leyla Erbil, Cüce

"İnsanlar, insanlar, insanlar. Şimdi salt insanlar ilgilendiriyor beni. Ne büyük bir zenginlik. Yeni bir insan
tanıyınca başım dönüyor. Nasıl olduğunu, neler yapabileceğini anlayana kadar. Başımı döndürüyor gerçekten
insanlar. .. "

Leyla Erbil, Tuhaf Bir Kadın


61 Öykü
Şeyben
Sayı

ESER ERDOST
Kafenin rahatsız edici gürültüsüne rağmen aramızda sıkıntılı bir çük fare dişlerle göz tırmalamayan bir uyum yakalayabilmiş 'yüz'
sessizlik hüküm sürüyor. Aslında yapacağım şeyin çok basit ol­ tablosunda; ama gözleri, tasvir edemeyeceğim bir güzellik ma­
duğunu biliyorum . Ağzımdan fırlayacak bir ' Şey... Ben ... ' yeterli. bedi gibi, resmin en can alıcı nesnesi. Sık ama cansız saçları ise
Daha sonra -özne-yüklem çelişkisi olsa da- niyetimi belirtecek, tüm kafatasını sarmalayan hoş bir dantel çerçeve olmuş; fakat
g ramer kurallarından bihaber bir cümle - bozuntusu, işin geri en çok hoşuma giden -çok gariptir ki- cildinin beyazlığı oluyor:
kalanını kendisi halledecek. Sonra susulacak, gereği düşünüle­ Süt gibi yağlı, par.lak, kırış kırış bir beyaz değil de kağıt gibi, tıpkı
cek, bir mimik hareketi. .. Belki dudaklardan dökülecek karşı bir hastalanmış da -canımın içi- halsiz kalmış gibi düz, katı, ütülü bir
Şeyben atağı . . . Belki zaman talebi, ileri bir celse ... Bilinmiyor işte. beyaz. Sürdüğü allığın suratını biraz daha beyazlaştırdığının far­
Mesele kadınlar olunca, verilecek cevaplar bilinemiyor. kında değil. J ilet kadar ince dudakları ise parçalanmış ruj öbek­
lerine bakılırsa badana tutmayan , nemli bir duvar. . .
Aylardır hayalimde büyütüp ilaheye çevirdiğim kızı tahtından it­
memek için sürekli önümdeki fincana ve kafenin camlarını dö­ Tahtı biraz tehlikeye düşse d e benim için hala b u anı delice iste­
ven, karanlıkta kamufle olmuş gizli su mermilerine bakıyorum. yecek kadar, son derece güzel ve çekici.
Çare umduğum yağm u r, kendi derdine düşmüş, acemi, kabuk
***

düşmanı bir kanatlı yavrusu gibi hareketli . . . Kahve dolu sıcak fin­ Onu ilk defa gördüğümde, elimde şu an tuttuğum fincanın uzak­
can ise işaret parmağımı ayartan arsız, dudağıma değdikçe de tan bir akrabası vardı. Dışarıdaysa salınan ıslak perde, işe gitmek
terleten dalgacı, çift karakterli bir aşüfte . . . için çabalayan birkaç zavallıyı kocaman eteğiyle süpürüp alabil­
diğine ıslatıp sopalıyordu. Yağmurun en şiddetli anında, ucuz
Cesaretimi çağırıp, yavaşça başımı kaldırıyor; utangaç, yüzüne şemsiyesine abanmış, yürümeye çabalıyordu. Çabası m ı beni et­
bakıyorum. Konuşma yetimi geri çağırabilmek için bir hitaba ihti­ kilemişti, duruşu mu bilmiyorum; ama dikkatimi çekmişti. Köşeyi
yaç duyuyorum ama heyecandan olacak ki ismi birden aklıma dönene kadar gözlerimle takip ettim onu. Kaybolup, nefti deniz
gelmiyor. Zihin klasörünü tarıyorum ama bulmaya muvafık deği­ rengini aldı bir süre sonra.
lim. Ona bir isim vermek de doğrusu içimden gelmiyor, " Kız" de­
mek yetiyor şimdilik; bu onun zihnimde özelleşmesini engelleyip Birkaç defa daha gördüm onu. Sokağımızdan geçiyor, iskeleye
olumsuz bir cevaba karşı dosyasının yakılmasını kolaylaştıracak. kadar inip vapura biniyordu. Hatta bir kez aynı vapura binme im­
kanı bile buldu m .
Göz göze geliyoruz. Hafif bir tebessüm yalayıp geçiyor surat­
larımızı ama birbirimize söyleyecek bir tek kelime bile bulamı­ Artık günlerce, annemin sızıldanmaları v e evlilik telkinleri arasın­
yoruz ikimizde. O tatsız bitki çayını sipariş ettiği andan beri tek da, elimde bir fincan filtre kahveyle camekanımda işe gidiş-geliş
kelime konuşmadığını ayrımsıyorum birden; sesini bir daha hiç saatlerini bekliyordum. Sonra hissettirmeden, söz arasında; eşe
d uyamayacağımdan korkuyorum. Halbuki ne güzel, iç okşayan, dosta, konuya komşuya, çoluğa çocuğa sordum, sordurdum.
sevecen, sıcak bir ton vardı o narin seste. Yazık ki sadece bir ke­
limelik titreşim, ben daha ne olduğunu anlayamadan kulak zarım ı ' Kız', öğretmendi. Sokağın başındaki bir apartman dairesinde
yalayıp söndü. tek başına yaşıyordu. Hiç evlenmemişti, evlenmeye de niyeti
yoktu.
Zaman geçtikçe varlığına alışıyorum. Artık yüzünü, bedenini (da­
ha önce utancımdan bakışlarımı hep imgeler dünyasına gömdü­ İlgim gün geçtikçe artıp durdurulamaz bir boyuta vardı. Gözü­
ğümden, inceleyememiştim onu) daha ayrıntılı tasvir edebiliyo­ mün önünden hiç gitmiyordu artık. Bir gün aklımda kalmaması
rum: gerektiğine karar verdim. Harekete geçmeliydim; bunun fakat
nasıl olacağını kestiremiyor, beni yanlış anlamasından korkuyor­
Kısa boylu bir kız her şeyden önce. Geniş basenleri, ileride do­ dum. Beni adi bir sapıktan ayıran, başka bir şeyler olmalıydı.
ğurabileceği birçok çocuğun habercisi. Bacakları son derece ka­
lın, ayakları ise vücudundan beklenmeyecek kadar minik. Gö­ Bir şiir kitabı aldım önce ve içine bir not yazdım; sadece arkadaş
ğüsleri, o kadar da Kibele soyundan olmadığını belirtip gözlerim i olmak istediğimi söylüyordum, kötü bir niyetim yoktu. Evet,
suratına bakmaya itiyor. Şekilsiz burnu, incecik dudaklar v e kü-

40 KAFKAOKUR
şairler üç kağıtçıydı; ama parayı onlar toplamıyorlar mı? 'Hep Suratına acıyla bakıyorum, 'Ne vardı konuşacak şimdi! Ne güzel
bana' olmaz! Biraz da halk için olmalı sanat, bu işi halletmeliler. susuyorduk. ' der gibi. Halbuki sesini duymak için can atan ben
değil miyim? Vereceği olumsuz yanıtın canımı yakmasından
Kitabı kargoya verdim, nota yazdığım telefon numarasına ge­ korkuyorum. Bir an tökezleyip takılıyor ama ok yaydan çıkıyor bir
lecek bir şeyler bekleyip durdum birkaç gün. Gelen tek şey, kar­ kere.
go firmasının bir başka kişiye paketi teslim ettiği bilgisi oldu. Da­
yanamadım, (önceden edinip aramaya cesaret edemediğim) " Ben . . . Benim . . . " d iyor yeniden, sonra susuyor.
telefon numarasına bir mesaj yazdım.
Tanrım, ne güzel bir ses . . .
Paketi aldığında ürkmüştü. Evinin adresini, telefon numarasını bi­
len bir sapık, ona bir kitap gönderiyordu. H islerine karşılık ver­ B u defa konuşmasını, daha fazla konuşmasını buyuran bakış­
mezse kim bilir neler neler yapardı. Onu korkutmak istememiş­ larım, suratında kırbaç etkisi yarattıktan sonra eski yerini buluyor.
tim halbuki, siz şahitsiniz. İşler iyice kötüleşmeden karşısına çık­ Tekrar şeybenledikten sonra:
mayı düşündüm ve öyle de yaptım. Daha doğrusu bedenimi ö­
nüne fırlattım. Bir iki tanışma sözü çıkmış olmalı ağzımdan, bilmi­ " Benim . . . Benim rahmim yok! " diyor bir tevekkül yumağı gibi.
yorum . Kitapla ilgili de yüklemsiz bir cümle kurmuş olmalıyım,
onu da hatırlamıyorum ama o, hiç konuşmadı, sesini hiç duyma­ Sesi, kulağımdan tutup beni kendine çekiyor. Söylediklerinden
dım; bunu iyi hatırl ıyorum . Sonuçta, korku oyunu fazla uzun sür­ çok, bu bir buçuk cümlelik ses çarpıyor beni. Gözlerimi yerden
medi. Güven duymasa da korkmasına gerek olmayan, zararsız kaldırıyor; heyecansız, rahat, açık açık, doya doya 'Tablo'yu sey­
bir 'takık'tım artık. rediyorum bir süre. İçimde, merhametten başka tüm duygular
kol geziyor.
İlerleyen günlerde, sabahları birlikte iskeleye yürümekten başka
bir şey yapmadık. Konuşmuyor, susuyorduk hep. Kafalarımız Kendime gelince garip bir dinginliğin ortamı esir aldığını fark edi-
otomatikman günaydınlaşıyor, gözlerimizden tutkulu birer 'allah- yorum. Dışarıdaki yaylım ateşinin sona erdiğini bakışlarıyla bildi-
aısmarladık' fırlıyordu. Ben ona, sadece zavallı bir 'ayaktaş'tım. riyor, iri iri bir çift ela göz. Etrafımdaki her şeyin, kararımı duymak
için sustuğunu hissediyorum.
En sonunda, onu bir akşam dışarı çıkarmak için birkaç kırık dö-
kük soru cümlesi döküldü ağzımdan. Yine konuşmadı ama ikna Suratına daha bir dikkatli bakıyorum Aslı'nın. Bir şey söylemek
olmuştu. Bunu gözlerindeki ince tebessüm çizgisinden anladım. istediğimi iyice belli ederek de gözlerine odaklanıyorum . Yüzüme
Evet, ikna edebildim onu sonunda. Ettim, ettim ama.. . geniş bir tebessü m yayılıyor önce ve:

" Benimle evlenir misin?" çıkıyor ağzımdan pat diye.


M asamızdaki fincan şıkırtılarından oluşan derin sessizliği bozan,
o oluyor. "Şey. . . Ben . . . " diyor gözlerine oturmuş ince tebessüm çizgisiyle.

"Şey. . . " diyor, "Ben . . . " Yağmur, kaldığı yerden yağmaya devam ediyor.

KAFKAOKUR 41
61 Öykü
Şemsiye
Sayı

FEYZA ALTUN MERİÇ

Hava kararmak üzereydi . Bulutlann arasından çakan şimşek ay­ H ızla kafasını çevirdi. Sinirden kulaklarına kadar kızarmıştı. Her
dınlatıyordu bir tek gri gökyüzünü. şey bu noktaya nasıl gelmişti?

Öyle bir yağmur yağıyordu ki yere düşen damlaların çıkardığı gü­ Yoldan geçen biri çukura yarısı içilmiş bir sigara fırlattı. Ateşin
rültüden sağır olacağı n ı düşündü. suya değdiği anda çıkardığı tıslama sesini duydu şemsiye.

Soğuktu. Ufacık bir duman yükseldi ve sigara söndü. Tütün kokusu


burnuna gelince, burnuyla gözleri arasında bir yer yandı. Acıyla,
El, Yenibosna metrobüs durağında inip merdivenleri çıkınca sağa gözlerine yaş doldu. Ahşap sapını kavrayan elin parmaklarında
dönmüştü. Üst geçidin bitiminde bir taksi durağı vardı. Turunç ne sık duyardı bu kokuyu.
mu turuncu mu ne . . . İşte o durağa on adım kala, simit arabası­
nın önüne fırlatıvermişti kırılan şemsiyesini. Bir gün, yine çok yağmur vardı, El de sırılsıklam olmuştu ama
banka oturmuş, bir sigara yakmıştı. Sigaranın dumanı yuvarlana
Şemsiye ise yağmurun altında sırtüstü uzanmış yatıyordu. Düşü­ yuvarlana yükseliyor, kumaşını dokuyan ipliklerin içine işliyordu.
şün etkisiyle kaburgaları acımıştı. Sırtına sivri bir ağrı saplanmış, Sigara tüttükçe derin derin içine çekiyordu kendisi de. Sigarası
bir kaç saniye gözü kararmıştı. sönmesin, yağmur dinmesin, El kendisini bırakmasın istiyordu.

-Ah! Diyebilmiş, nefesi kesilmişti. Eski anılardı bunlar. Şu an bir anlamı olmayan . . . Hakikaten, eski
hatıralar insanı hüzünlendirmekten başka işe yaramıyorlardı. Bu
Kumaşı germek üzere yapılmış ince telleri kırılmıştı. Rüzgar estik­ anılar bir köşeye saklanmış, akla gelip insanı kahredecekleri anı
çe dışarı doğru bükülüyordu teller. Kumaş da yerli yersiz açılıyor, sinsi sinsi bekliyorlardı. Bir koku, bir bakış, bir gülüş geliyor; insa­
açılan yerlerden metal gövdesine düşen damlalar üşütüyordu nın aklını başından alıyordu. Gerilere, çok gerilere, eskilere, bu­
onu. gün hatırlanınca hiçbir faydası olmayan hikayelere götürüyor, in­
sanın genzini yakıyordu.
İçi boşalmış gibi hissediyordu. Öylesine acıyordu ki bedeni; telle­
ri, tellerindeki minik vidalar sızlıyordu. "Neden?" diye soruyor Bir anı bir kişiyi böylesine kahredebilir miydi? Bir el, bir canı böy­
ama sorusunun anlamsızlığına da acı acı gü lüyordu içinden. lesine yakabilir miydi?

Sonra üzülüyor, çok üzülüyor, üzülmekten düşünemez hale geli­ "Peki, en azından çöp tenekesine atamaz mıydı?" diye düşündü.
yord u . Sanki biraz daha değerli hissedecekti kendisini. Hakikaten çöp
mü olmuştu? Yaşadığı yaşayacağı bu muydu? Her şey farklı ol­
N e yerde yatmak ne d e üzerine yağan yağmur yandaki çukurdan saydı , ah o ince teller! Hep kendi acizliğinden gelmişti bunlar
üzerine sıçrayan kanalizasyonla karışık su kadar sinirini bozmu­ başına. Ama çok dayanmıştı, çok d irenmişti sert rüzgara. Daha
yordu. Ne pis bir şeydi şu birikinti. Damlalar bile kahverengi suya fazlasını yapabilir miydi ki, kumaşına açılmamasını emredebilir,
değince zıplayıp sağa sola kaçmaya çalışıyorlardı. Kaçamayıp tellerini kırılmamaya ikna edebilir miydi? Burada, işte az önce­
geri düştüklerinde de fokur fokur kaynıyordu pis çukur. sine kadar, tüm iradesini kullanmış, dişlerini sıkmıştı. Gerçekten
denemişti. Direnme gücü kalmadığı anda böyle sokak ortasına
Çukurun yan gözle kendisine baktığını gördü. Rüzgarda anlam­ atılmak zorunda mıydı onca yaşanandan sonra?
sızca sallanan mutsuz ve çaresiz hali eğlendirmişti onu belli ki.
Bunca yağmur, bunca mevsim geçirmişlerdi beraber. Bazen
-Şşş, şş, bana bak! dedi çukur. İğrenerek yüzünü buruşturmuştu fırtınaya yakalanmışlardı. Güneşli günler gördükleri bile olmuştu.
ki çukur suratına boklu su tükürdü. Hiçbir beklentisi de olmamıştı. Sabırla El'i beklemişte aylar
boyunca. Asılı olduğu ayakkabılıktan hasretle pencereye bakar,
-Pislik, dedi tıslayarak. gri bulutları gözlerdi sükunetle. Onunla beraber olabilmek, güzel

42 KAFKAOKUR
başının etrafında açılmak, omuzlarını çevreleyebilmek için. Başını çarpmıştı şemsiye. "Daha ne kadar yakabilirler ki canımı?"
diyordu içinden.
Bulutlar gökyüzünü kapladığında da heyecandan dili tutulur, gü­
lü msemesine engel olamazdı. El gelecek, sapını kavrayacak, kılıfı Simitçi tekmeciye bağırdı. Tekmeci de el kol yaptı ama mevzu
çıkarıp çıt çıtı açacak . . . Kaç gün, kaç ay hayal etmişti bu sah­ büyümedi. Kimsenin kırık bir şemsiye için ıslanacak kadar kavga
neyi. Aynı anı, en başından, tekrar tekrar . . . Ne büyük mutluluktu etmeye niyeti yoktu.
ona biraz yakın olabilmek. Kumaşına değen elin sıcaklığını, altın­
da telefonla konuşan sesin tokluğunu bir an unutması mümkün Simitçi, brandasının atından çıkarak arabanın önüne yuvarlanan
değildi. şemsiyeyi aldı. Önce kumaşı çekiştirdi, telleri düzeltti. Evirdi çe­
virdi, bir oradan bir buradan, döndürdü, düzeltmeye uğraştı.
O kendisinden ne beklediyse yapmıştı. N e istediyse yerine Şemsiyeyse hırpalanmanın etkisiyle nefes nefese kalmıştı. "Yav­
getirmişti. Ve sadece o ne zaman istediyse onunla olmuştu. Kaç aş yahu!" dedikçe simitçi daha sert çekiştiriyordu. Sonuçta si­
kere aniden yağmura yakalandım diye başkalarının elinden tu mitçi başaramadı. Olmad ı .
muş eve getirmişti. . . Sitem etmeye bile korkmuştu. Gitmesin-
den, terk etmesinden korkmuştu. Hatta bazen kendisinde o Şemsiyeyi kapatıp arkasındaki duvara yasladı.
hakkı görmemişti bile. O El, kendisinin sahip olduğu bir şey miy-
di ki, diye düşünürdü hep. Ve olmadığına karar verirdi. Kendisine " H iç değilse biri biraz saygı gösterdi!" diye geçirdi aklından.
ait olmayan ama kendisini ait h issettiği biriydi El. "Belki bu köşede biri kıymet verir, özen gösterir."

Çok yağmur yağıyordu. Simitçi geri çekildi ve olanca gücüyle şemsiyenin orta yerine
ayağının tabanıyla bir tekme indirdi. Şemsiyenin cılız bedeni
Hiç değilse merhamet edemez miydi? ortadan ikiye ayrıldı. İnce demirden kuwetsiz gövde birbirinden
tamamen ayrılmasa da nefes almasını sağlayan bağları kopardı.
"Hayır, benim suçum değil!" dedi kendi kendine. Bu, bir suç Bir inilti duyuldu, ses toparlanıp harf olamadı, harf vücut bulup
muydu, ondan bile emin değildi. Onun suçu olsa bile zamanda acıyı dile getiremedi.
geri gidebilir miydi ki . . . Sanki yağmur gürültüsünün arkasında
El'in sesini duyuyor ama ne söylediğini anlamıyordu. Çıldıracak Şemsiye son kez olduğunu bilmeden gözlerini gökyüzüne kaldır-
gibi oluyordu. Ah! Ne yalnızlık bu, şu art niyetli çamur birikintisi dı. Koşuşturan bir iki kişinin ayak sesleri çalındı kulağına.
bir şey deseydi, şu simit arabasının pısırık tekerleri teselli etseydi
onu ne olurdu! Gözleri yaşarmıştı acıdan. Bu acı neresinde sızlıyordu; kalbinde
mi, kırılan tellerinde mi, bilemedi. Kısa ama sonsuz bir hüzün
O bun ları düşünürken aceleyle koşuşturan bir adam kırık teller- duydu.
den birinin sivri ucuna çarptı dizini. Acıyla bir tekme savurdu.
Gökyüzüne takılı kalmıştı gözleri. Sonra gözleri mi kapandı , gün
Tekmenin gücüyle bir mi ktar havalandı ve simitçinin arabasına mü karardı , anlamadı ama etraf simsiyah oldu. lslak ve yalnız, iki
çarptı. büklüm, yana devri ldi.

KAFKAOKUR 43
. . . . .

VAROLUSSAL SANCILAR ve B i R YON ETM E N I N PORTRESi: N U Ri B i LG E CEYLAN


,

ENGİN POYRAZ

Sinemayı kendi adına "denize düşen birinin kütüğe sarılma ak­ bu dönemleri 'ustalık-kalfalık-çıraklık' gibi kalıba dayalı klişe ay­
tivitesi" olarak tanımlayan, varoluşsal sancıları oldukça derin Nuri rımlardan ziyade, 'hikayeleme öncesi' ve 'hikayeleme sonrası' o­
Bilge Ceylan, 90'1ı yıllar sonrası Türk sinemasının önemli isim­ larak ikiye ayıracağım. "İklimler", bu ikisi arasında bir geçiş filmi
lerinden biri. Onun sineması, birçok röportajında kendisinin de gibidir.
"sıkılgan" mimikleri ile üstüne basa basa vurguladığı "klasikleş­
miş sinema" tanımının dışında. Yönetmen, si nemayı, 'hikayeye " Koza" ile başlayıp "Uzak"a kadar çıkardığı ilk dört film, yönet­
görsellik giydirme' amacının dışında, daha çok, 'görselliği hika­ menin görüntülerden hikaye elde etme girişimidir. Evet, her film
yeye dönüştürme aktivitesi' olarak görür. Kısacası, bir hikayenin gibi onların da bir senaryosu vardır ancak Ceylan'ın açıklamala­
görselleştirilmesinden çok, Ceylan, görselliklerle bir hikaye elde rında da vurguladığı gibi, senaryo bittiğinde başta arzuladığı şe­
etmeyi amaçlamış biri. yin dışında da bir şey oluşabilmektedir. Öyle ki senaryo, Ceylan
için yapılması sıkıcı bir iştir. Diğer yandan Ceylan, konuya da ilk
Ü n iversite yıllarında mühendislik hayalleri ile başladığı serüvenin dönem filmlerinde çok önem vermemektedir. Bunu kendisi de
son yıllarına kadar amatör fotoğrafçılık ile uğraşan Ceylan, eğiti­ özel likle söyler. " İ klimler" geçişinin ardından hikayeleme tekniğini
minin son yılında, mühendislik mesleğ ini yapamayacağını anla­ ön plana çıkarışı, profesyonel oyuncu kadrosunu kullanmayı ter­
yınca fotoğrafçılıktan para kazanmaya başlar. Bunu sürekli bir cih etmeye başladığı "Üç Maymun" ile olur. Daha sonraki iki filmi
gelir kapısı olarak göremez, daha çok iç d ünyası buna izin ver­ olan "Bir Zamanlar Anadolu'da" ve "Kış Uykusu"nda da h ikaye
mez. Ü niversite bitince yurt dışına gider ve özellikle Londra'da anlatma girişimini bir adım ileriye taşır.
çalıştığı dönemde günde iki, hatta kimi zaman üç film izlemeye
başlar. Aklında sinema vardır. İçten içe ve iç dünyası ile bağdaşık Ceylan 'ın sinemasını topyekun birbirinden ayrılmaz kılan ana
bir etki ile büyüyen bir fikirdir bu. Bu, yönetmenin varoluş sancı­ nokta ise "varoluş" konusundaki temellendirmeleridir. İlk döne­
larını dışa vurum arzusu ile doğrudan alakalıdır. mindeki görsel anlatısında yahut son dönemindeki hikayelerle
yaptığı vurgularda; kasvetli, sıkılgan varoluş sorgulamalarına de­
Siyah - beyaz fotoğrafçılık, hüzünlü ve kimi zaman gotik vam eder. Bu, onun için hiç noktalanmayacak bir süreçtir. İlk dö­
portreler; iç dünyasının yalnız ve varoluş sorgulamalarıyla dolu neminde bu anlatımını kamera açıları ile sürdürmüş olan Ceylan,
olduğunu göstermektedir. Fotoğrafta iç dünyasını anlık görüntü­ sonraki döneminde, hikaye üzerinden yarattığı farklı karakterler­
lere aktarabilse de bu alan, Ceylan'ın varoluş sancılarını tamamı le, anlatımını daha yoğun ve çok yönlü bir şekilde izleyiciye ilete­
ile dışa vurabileceği bir alan olmamıştır. bilmiştir. Özellikle "Bir Zamanlar Anadolu'da" filminde polis me­
muru, savcı ve doktor karakterlerinin hayat hikayeleri, izleyicilerin
Nitekim, sinema üzerinde dönüp duran düşünceleri, bu söy- tümünde yönetmenin temel derdi olan varoluş sorgulamalarını
lemimize paralel bir şekilde gelişir. Yönetmen, 'kendini yapılan- uyandıracak kadar etkil i işlenmiştir. Varoluşsal sancıların dışa vu-
dırma girişimi' adını verebileceğimiz 'her şeyden uzaklaşma sü- rumu yönünden " Koza"daki etkin görsel anlatı, "Bir Zamanlar
reci ' sona erdiğinde, ni hayet, kafasında fikirleri şekillenmiş bir Anadolu'da" filmi ile karşımıza kelimelere bürünmüş halde ortaya
halde ü lkesine döner. Askerlik süreci sonunda fikirleri artık sabit- çıkar.
tir ve Mimar Sinan Ü niversitesinde sinema eğitimine başlar. An-
cak, öğreniminin ikinci yılında, artık hayata bir yerden başlamayı "Bir Zamanlar Anadolu'da" ve onu takip eden "Kış Uykusu"
bekleyecek kadar genç olmadığı düşüncesi ile üniversiteyi terk filminde yönetmenin hikayeleme konusunda ciddi bir destek
eder ve daha fazla beklemeden sinema deneyimine atılır. Cey- aldığını da görürüz. "Bir Zamanlar Anadolu'da" filminde Ercan
lan'ın bu kararının nedenini görünürde ve gerçekte iki noktaya Kesal'ın ve "Kış Uykusu"nda Ebru Ceylan 'ın hikaye anlatımı
bağlayabi lirim: Görünürde, Ceylan, bu kararını yaş noktasına konusundaki katkısı, göz ardı edilemez.
bağlamıştır; ancak ilk kısa filmi bende gerçeğin bundan fazlası
olduğu hissini uyandırmıştır: "Koza", varoluş sancılarının ne denli İlk dönem filmleri olarak adlandırdığımız " Koza" dışındaki "Taşra
yüksek olduğunu ve bu durumun bir an önce hikayelendirilmeyi Üçlemesi", yönetmenin kabuğundan çıkma girişimidir. Ceylan,
beklediğini göstermiştir. "Kasaba" filminde 'taşra gerçekliği' d iyebileceğimiz durağanl ı k,
kısır döngü gibi çıkmazlar ile yalınlık, samimiyet gibi olguları
Nuri Bilge Ceylan sinemasını iki döneme ayırmak gerekir. Ben, çatıştırmayı amaç edin mese dahi bir çatışma düzlemi

44 KAFKAOKUR
yaratabilmiştir. Bir sinema filminde klasik beklenti olan "çatışma", portresi. Taşra üçlemesinde M uzaffer- M ahmut karakteri ni
böylece, aşırı ve yer yer rahatsız edici bir doğallıkla yaratılmış kullanan yönetmen, bu kez, kamera önüne "Böyle derindir
olur. Görsel noktada hissettirebildiği bu çatışma, filmdeki uzun benim yalnızlığım, salt taşradaki adaptasyon sorunundan i baret
d iyaloglarla, taşranın kuşak çatışması olarak da karşımıza çıkar. değil her şey. " diyerek, kendisini bilfiil ortaya koymuştur. Onun
Taşra gerçekliğini "Kasaba" ile izleyicisine verebilmeyi başaran da dediği gibi, "Sinema sanatı samimiyetsizliği ve yalanı en zor
yönetmen, Tarkovski sineması etkilerinin daha açık görüldüğü g izleyebileceğimiz sanat dalı." "İklimler", bu yönü ile kendi
"Mayıs Sıkıntısı"nda taşra sorunlarına ve adaptasyon - aidiyet dünyasındaki yalnızlığında kendisine dahi adapte olamayan bir
çelişkilerine eğiliyor. Kanımca Ceylan, bu sorunları aklında bu adamın hikayesidir.
denli temellendirmiş olmasa da kendi hayatını anlattığı Muzaffer
karakteri üzerinden bir çizgi tutturma zorunluluğundan kendini " Uzak" sonrası yaptığı açıklamalarda bahsini ettiği "hikayeden
alamıyor, buna dair bir arzu duymuyor ama bir teknik (bir si­ çok atmosfer ağırlıklı sinema yapma arzusu" , "İklimler"den son­
nematik dil) yakalamak zorunda olduğunun da bilincinde. Öyle ki ra değişime uğrar ve Ceylan, sinemasını hikaye anlatım tekniğine
bu üçlemenin son halkası olan Uzak, M uzaffer'in Mayıs Sıkıntı­ daha uygun bir hale getirir. Fotoğrafçılık ile sinema sanatı son
sı'ndaki taşra adaptasyonunun metropolde de Mahmut karakteri dönem filmlerinde daha belirgin hatlarla birbirinden ayrılmaya
üzerinden aynı olması ile nihayetlendiriliyor. Böylece, kendini başlamıştır.
anlatan yönetmen, var oluşsal sıkıntılarını üçlemenin son halka­
sında izleyiciye başarılı bir şekilde aktarabiliyor: "Ne taşraya ait Senaryo konusunda da en az varoluş sancıları kadar etkili
olabilirim ben ne de bu metropole. Hep yalnızdım ve bir o kadar sancılar çeken yönetmen, eşi Ebru Ceylan 'ın senaryo konusun­
da yabancı her şeye . . . " Görsel bir şölen olan üçlemenin sonun­ daki katkıları ile sinematik dilini artık oturtmaya başlar. Sartrevari
da, bu ana fikir ile Ceylan, yönetmen olarak kabuğundan çıkmış­ bir reddiyeye girişmeyen yönetmen, sinema konusundaki bakış
tır ancak hiç aşılmayacak, geçmeyecek ve azalmayacak olan va­ açısını hayat odağı haline getirmeyi başarabilmiştir. İlk dönem
roluşsal sıkıntılar, diğer filmlerinde de görüleceği üzere süregit­ filmlerindeki açıklamalarında da belirttiği üzere, melankolik ya­
mektedir. pısına en uygun aktivite olan sinema, son dönem filmlerinde
apaçık bir tutkuya, bir bütünleşme sürecinin ana olgusuna dö­
"İklimler" filmi, taşra üçlemesindeki derinlik dolu görsel anlatının nüşmüştür. Sinemayı aktivite olarak gördüğü dönemde klasik si­
biraz daha dışındadır. Ceylan, bu kez bize ön planda daha bariz nemanın rehavetle bütünleşmiş kurallarından uzak kalan yö­
bir hikaye sunmaktadır. Bir çiftin pek de tatlı olmayan yaşamını netmen, amatör oyuncu tercihinden profesyonel oyuncu seçi­
görselleştirdiği filmde eksik olmayan tek şey, yine o varoluşsal sı­ mine; mekan konusundaki tercih umarsızlığından 'ince eleyip sık
kıntı lardır. Yönetmen, M uzaffer ve Mahmut karakteri üzerinden dokuma' tekn iği ile en uygun mekan arayışına eğilmiştir. Ancak
yürüttüğü kasvetli hayat anlatısını evlilik kurumundaki yalnızlık ile bunları yine de onun kurallara uygunluk ölçüsü ve amacı olarak
ilişkilendirmiştir. değil, Ceylan'ın senaryo ve hikayeye verdiği için anlatıyı görsel
zenginlikle birleştirme çabası olarak görmek gerekir.
Gerçekten de Ceylan 'ın filmlerini Ceylan'dan ayrı düşünemeyiz.
Yeni bir filmin oluşumu konusunda yönetmen, "Ben imgelerin Filmlerinde görünür çatışmalardan olabildiğince kaçınan yönet­
altında dolaşırken dünyada bir şeyler yavaş yavaş egemenliği al­ men, tüm çatışmalarını ya karakterini kendi içindeki dipsiz kuyu­
tına alıyor bünyemi ve arda yavaş yavaş bir şey oluşmaya baş­ suna sarkıtarak kendisiyle ya da yaşadığı çevre ve bilinen top­
lıyor kendiliğinden." diyerek, filmlerinin ne kadar ' kendinden' ol­ lumsal yargıları akla getirerek izleyicinin zihniyle yaptırıyor. Son
duğunu anlatmıştır. filmi "Kış Uykusu" ise tamamıyla ikili çatışmalardan oluşan bir
yelpazede ilerliyor. Yönetmen, tüm varoluşsal sıkıntılarını, ken­
Tsrkovski ve Bergman sinemasına benzerliği ile anılan Ceylan si­ di nden onlarca karakter yaratarak bir film içerisine serpiştiriyor.
neması, bunun dışında, doğrudan Ceylan 'ın göz bebeği olma Kendisi ile çatışıp duruyor. Sadece Aydın, Necla gibi film ka­
halinde. Her şeyden film yapılacağına inanan bir yönetmenin yir­ rakterleri değişiyor; ama aslolan karakter aslında aynı: Bilge. Bu
mi yıllık filmografisinde tamamı ile kendisini ve içinde yaşad ığı da onun bitmeyecek var oluşsal sıkıntılarını dile getirmek adına
yalnızlığı anlatmış olacağını düşünmek, çok da abesle iştigal ol­ denediği yeni bir yöntem.
masa gerek. İşte bu verilerle bahsi edilen argümanlar, "İklimler"
filminde düşüncelerde daha destekli yer edin iyor. "İklimler" filmini Sinema hayatındaki her filmi bilinen, birçok saygın festivalden
izleyip de başrolü oynayan adamın yönetmenden ayrı olduğunu ödülle dönen, Altın Palmiyeli yönetmen için ne bu varoluş
düşünebilmek, neredeyse imkansız. Derinlik olgusu ile eleştirilen sancıları dinecek ne de biz onu izleme zevkinden vazgeçebile­
film, kanımca tüm bu eleştirilerin aksine evliliğindeki yalnız dün­ ceğiz. Bunca başarılı film, böyle anlamlı sancılar olmadan var
yasında adaptasyon sorunu yaşayan yeni bir M uzaffer-Mahmut edilebilir miydi?

KAFKAOKUR 45
sayı 6 1 Anlatı

SELCAN AYDIN

. . . Gid iyordum, gidiyord u m a m a arkamdan gelmesi için de Orada koca bir sır. Aynanın ardındaki sır gibi durdu .
dua ediyordum. Gel mezse bir daha olmazd ı , bir daha Kendime her baktığımda onu görd ü m , gözlerim doldu.
sarılamazd ı k eskisi gibi, bir daha sevemezd i m , içimde bir Gerçekten doldu, yalandan boşaldı gözü mün yaşı.
şeyler paramparça olurd u . Cam kırıkları gibi batardı sonra . . . Sonra çok sord u m , çok cevap arad ı m ama çağrım öksüz
Gidiyordum, ayak seslerini duymayı umarak. kaldı.
Hıçkıram ıyordum bile korkudan. Ben gidiyord u m , arkamı Gerçekti işte. En gerçek. Kimse sevmedi onu bu sebepten .
dönmeden . . . Yalancıları sevd iler, kalabalıkları sevdiler, sahtelere çanak
Gelmedi. açtılar, vicdan ını evde bırakanlarla uykuları n ı bölüp paylaştılar.
Bir daha da gelmedi. Ben de gitmedim. Gerçeği bilmek istemeyenlerin nefreti oldu yalnızlık.
Yal n ızlığa terk ed ildik. Ah yalnızlık.
O zamana kadar yalnızlık ne korkunç, ne tekdüze, ne batak, Tek dost,
ne çamurdu. Bilmiyord u m , korkuyordum bilmediğim şeyden. Tek gerçek.
Çok ağladım, çok yoru ldum, çok diplerde yürüd ü m , çok Dolu dolu ama süssüz akranım.
karanl ı k gördüm. En az senin kadar yalnızım.
Durulunca anladım, sakinleyince öğrendim. Yalnızlık benim en
kıymet l i , en vefakar dostum muş meğer. Sana süslü cümleler yazmadım.
Herkes gitti, bi o gitmed i . Çünkü sen son nefesime kadar yanımdasın.
Herkes geldi, o h i ç gitmedi. Beni biliyorsun.
Ne güldüm, arşı gördüm, ne yürüdüm, ne sevdalandım. Seni seviyorum.
O hiç gitmedi.

46 FKAOKUR
1 Deneme
Bası n e
sayı 6

'

MERVE ÖZDOLAP
B i r ismi yoktu onun. Ellerinde kesiklerle oturuyordu. Az önce,
tüm gücüyle sı karak kırdığı bardak, sandalyes i n i n etrafına sa­
çılm ışt ı . Basınç, diye düşündü, tıpkı ciğerlerindeki gibi. Bir
ismi yoktu, ismi önem l i değ ildi. Hiçbir şeyin ismi önemli de­
ğild i r. Basınç, tıpkı beyninde hissettiği gibi. Kesiklerden sızan
kanı izlerken, nefes almasına, hareket etmesine - neredeyse -
engel olan ağırl ık da azalıyordu sanki. Kan rengiydi günleri,
mide bulandırıcı . . . Zaten ellerinden de tiksinird i . Mutlu olmayı,
mutlu etmeyi bilmez, tüm tatminsizlikleri n i n sebebinin müthiş
zekası olduğuna inanırdı. Altını pisletmeden d u ramayan be­
bekler gibidir dram sevenler; pisliğe gömülürken mutl u, haz
bitince bok içinde ağlayan, o da on lardan biriyd i . Bir şeyin
değerli olduğunu anlayabilmesi için önce kaybetmesi gerekir­
di ve kanına karışmış kibrinin zehrinden, tüm suçu yaln ızca yi­
tirdiklerine yüklerdi.

Bir "dramsevici "nin en büyük tutkusu kaybetmek, en yakın


dostu öz kıygınlığıdır. Öyle i nanır ki hakl ı l ığ ı n a, günah keçileri
kendi kendilerini yaratı r ve kuru otları yer g i bi yerler onu da iş­
tahla. Sever çiğnenip, çiğnenip tükürülmeyi.

Kalktı şimdi yeri nden, banyoya gidip kanı durd u rabi leceği her­
hangi bir şey ararken sövüyordu içinden yine eskisine. Sev­
diğini söylediği adamı defalarca yarı yolda bıraktığını içten içe
o da bil iyordu ama suçluyordu onu. Kendi kafasına hapsol­
muşluğuyla en yakı nını bile aslında tanımıyordu. Hayalindeki
oyuna bir başrol kondurmaya çalışırken zord u r tanımak el bet­
te en sevdiğini bile. Onun tek isteği bir h i kayeyd i , ya da belki
Estefania
bi rkaç h i kaye kahraman ı n ı n kendi olduğu. Bu hikayeleri
yaratırken verdiği zararları görmez, elleriyle yarattığı hüzünle­ suz. "Sevmek" de her d udakta aynı ifadeyi yaratabi lir ama her
rine tutunurdu. Bu benci l l i k değil de neyd i? Ve o basınç değil, ruhta aynı izi bırakmaz. İçindeki koca boşluğu bir başka kişi­
öfkeyd i . nin dold urmasını beklemek olunca anlamı, "sevmek" yalnızca,
eşlenir ve seslenir, anlamı evri lir, alelade kesikler bırakır so­
Böyledir insan, e n öfkeliler en benciller arası ndan beslenip
n unda avuç içlerinde. Bir ismi yoktur yani sevmenin de, hiçbir
gelir. Kardeştir öfke ve bencillik. Benci l l i k öfkeye omuz verir,
şey gibi.
güç verir, en önemlisi hak verir ve böylece mağduriyet batta­
niyesi altında bütün güzellikleri yıkıp, yok ederler. Gizli kapakl ı Bizimki için de önemli değildi isim; kaybettiği her şeye mah­
ve sıcaktır her hamleleri. kum, elinde olmayanlara hayrandı. Bakmadıkça ve görmedik­
çe her şey aynı kalacak, bütün acılar kendini tekrarlayacaktı.
Başını çıkarıp baktığında gördüğü harabenin sorumlusu de­
Tü m arzusu da buydu aslında. Bir "dramsevici" idi o ama isim
ğildi yani bizimki de. Sandalyesine döndü, yavaşça oturdu,
hiçbir zaman önemli d eğildir. Öfkesi çekilmiş, çaresizliği vur­
sımsıkı sardı elini. Cam parçalarının ellerine gelişigüzel bir bi­
m uştu şimd i kızgın kıyılarına. Sandalyesinde sallanmaya baş­
çimde saplanmasına sebep olan basınç, kanı d u rdurmaya ya­
lad ı , öne - arkaya, öne - arkaya. . . Ve kaderini tekrarlad ı ;
rıyordu şimdi. Meydana getirdiği iki farkl ı sonla "basınç",
" H içbir şey değişmeyecek, hiçbir şey değişmeyecek, hiçbir
adeta eşsesli bir kelime haline gelmişti. Kullanı m şekli ve ye­
şey değişmeyecek . . . "

rine göre her şey bu den l i değişik sonuçlar yaratabilir kuşku-

KAFKAOKUR 47
1 Deneme
Dea'ya Mektup
sayı 6

NUR NEŞE ŞAHİN


Dea, sonsuz zaman boşluğunda yitip gideceğini düşünen bir adam
gibiydim belki. Bunu düşünmekten de korkan bir adam gibi. . .
Zamanın t ü m acıların üzerini her şeyi görünmez yapan b i r pelerin
gibi örttüğü varsayılır. Üstümde üç kat pelerin varken dahi ellerim Saatini koluna taktığında; eti, damarı, kanı eritip genetiğe bula-
açıkta kalıyor. Bir de gözleri m . . . şan ve beş jenerasyon sonrasını lekeleyen mucize virüsü taşıyan
bir adam... Bir vakit hastası . . . Zamanı tekliyor ikide bir. Mucize
Perdesiz görüyorum yani. En ince notasına çıkıp atlar gibi gamın d iyorum buna, yanlış anlama. En azından bir jenerasyon daha
ortasına. . . ü remeyi isterdim seninle çünkü. Senin genetiğini küçük nokta-
lama işaretleriyle parçalayıp dağıtarak m ilyonlarca beyin içeri-
Ellerimle, dokunduğum her şeyin atomunu sayıyorum. Seninle sinde milyonlarca nahif karakter işleyebilirdim.
geçirdiğimiz günleri sayıyorum . Gece su içmeye kalktıktan son­
ra, koşarak odasına döndüğünde, bir canavar tarafından yenme­ Seninleyken ben, saatini çıkartan bir adam gibiyim. Beni 'saat­
miş olduğuna şükreden her çocuk gibi. .. Korkum hafiflesin diye ten' kestin. Jenerasyonlar konusunda bir faydam yok ama bunu
sayıyorum bana aldığın tüm hediyeleri. Bana yazdığın şeyleri farklı şekillerde çoğaltabilirim. Mesela, seni her öptüğümde veya
okuyorum . Fotoğraflarda gözlerime nasıl baktığına dikkat ediyor, senin bana bakarken gülümsediğin her anda, kendimi kendi
mimiklerini eşleştiriyorum ü rpertiyle. içimde değiştiriyorum. Olasılık hesabına parmaklarım yetmiyor.
Zaten hiç işime yaramadı aslına bakarsan i htimallerin eskizi .
Hepsi sendin.
Zamandan kopup evrenin elastik kumaşına yuvarlanan v e yarat­
Zihnimin bir kısmını sigarayla, bir kısmını alkolle ve bir kısmını da tığı çukurda birçok gezegeni ve uzay çöpünü hulahop gibi belin­
şiirle boğduğum kadarıyla, eminim. de çeviren ufak bir oğlan çocuğuyum ben. Bir kadın gömleğinde
kravat iğnesi yahut bir beylik tabancasında nahif papatya işle-
Sana dair şeyleri aklımdan geçirdikçe uyumaktan korkmuyorum . mesi. . .
Aslında uyanmaktan da korkmuyorum artık. Günün güzel başla-
maması için bir sebep yok; çünkü sen, o pelerinin altından sıyrı- Benim çelişkim bana yetmiyor Dea. Benim olasılıksız ihtimal he-
lan ellerimi tuttun. Ve sen, o pelerinin altından sana diktiğim göz- sabım, parmaklarımı kanatıyor. Gel çelişelim seninle bir mutfak
lerimi gördün. masasında. Bana 'kan' mesela.

Aklımın bir kısmını peyni r ekmekle yediğim, bir kısmını nükleer Benim zamanımda akrep ve yelkovana yol soramazsın. Benim
bombalar, savaşlar, ihanetler ve siyasetle, bir kısmını da kedilerin zamanımda buralar hepten karanlıktı. Sonra ağzından hidrojen
karakterlerinin inceliğiyle yorduğum kadarıyla eminim. çektim ve ciğerlerimde patlayarak yandı hava. Yıldız saçıyorum
geceleri göğe doğru. Bir ara sana Büyük ve Küçük Ayı'yı göste-
Sen, ben odama koştuğumda arkamda kalan eşyaların kımılda- reyim. Aslına bakarsan, tam olarak hangisi büyüktü, emin deği-
mamasını, uğuldamamasını, ışıkların sönüp yanmamasını sağla- lim. Ama ne olursa olsun, her şekilde, en büyük cimbom! Ve bir
yan şeydin. Yani, aklımdaki endişe butonunun kırmızı kablosunu de sen Dea . . .
kesen pense . . .
Senin aşkının 90 dakikası gösterimdeyken mesela, kırmızı kartlı
Başka şeyler de kesmişsindir elbette. Mesela, beni sütten kestin. bir video yayını gibi öteki odaya kilitliyorum tüm dünyevi işleri.
Nasıl bir benzetme olduğu hakkında pek fikrim yok ama sanırım Atılan tüm gollerde, kaldırıp öpüyorum seni belinden. Kendi at­
deyim tam olarak bu. madığım golün haklı gururuyla kahkaha atıyorum. Yani, sen tüm
bu saçmalıklar içinde gülebildiğim her şey olarak adlandırılabilir­
Saatini takmadan sokağa çıktığında, bir gangster çetesi tarafın­ sin.
dan, boğazına -üzerinde korkusuz ve birçok farklı kan grubun­
dan, kokuşmuş kalıntılar taşıyan- bıçak dayanıp kaçırılacağını ve Seni adlandırabilmek. . . Ne büyük bir önerme oldu bu . . . Kusura
bakma, çünkü bugün ben, tatilden dönüşte tüm oyuncaklarını

48 KAFKAOKUR
salonun orta yerine döküp hangisiyle oynayacağını şaşıran ve
Batman'i Marge Simpson'la evlendiren bir çocuk gibiyim.

Dea, sesim titriyor seni özlerken.

Pelerini ayakkabılığa astım. Saat yerine, ısırıyorum bileklerimi,


öyle düşün.

Çıplak ayakla kuma basmak gibisin. Ve denize düşme süsü ve­


rilen gece yüzmeleri. . . Ve anason kokuyor küpelerin. Kulağıma
küpe olsun Dea, bensiz yaşanmanın olasılığı var olmuş ve olacak
tüm saniyelerin.

Sağır olayım. Belki bir Beethoven etmez benim deham ve belki


dilimi kessem ancak Van Gogh'un tek kulağına benzeyebilirim.
Ama yine de insan seninle olunca bir şeyler yapabileceğine ina­
nıyor. Mesela, benzetecek olsam; mandallarla yaptığım ilk robot­
sun sen! Tüm bu Transformerslar filan hep sonradan sonradan . . .

Etmiyor hepsi, b i r marıdnlın yayı kadar, inan.

Kendimi neler sanırdım kiden. Şimdi bir 'sanrı' olup olmadı­


ğımdan şüpheliyim. Şüplı ne garip şey Dea. . . Senden uzağa
geldikçe kalbimin atıp alnı cJı.ııııdan şüpheliyim .
Irmak Çelik
B i r kalp p i l i takmışlar sanki b m ı , daha uzun ömürlü olsun diye
bulduğunu bilmiyorum o bıçağı hem de. Yani, hem vakitsiz hem
kuwetim. Eski bir Vosvo 1 k ı tine asılı Ferrari modifiyesi gibi
tam vaktinde . . . Görünmeyen bir netlikle, kanına kesildim. Anla­
hepsinden ayrı hepsind n farklı kalbimdeki bobinden elektrik
tabiliyor muyum?
üretsek, evimiz aydınlanır b lkı. N ironi ama! İroni sana ne çok
yakışıyor Dea.
Dea, lafı çok uzatıyorum, biliyorum. Çok biriktim. Çok sustum.
Kelimeler üst üste bin iyor, beni anla. Sana bir sonraki
Saçlarını tek omzuna dogru urkıttığında, parktan eve inatla sü­
mektubumda bir seyahatten bahsetmek istiyorum. Astralden an­
rüklenmiş bir çocuğa mı; d nlzden , gökten ve gözden gel­
lasam masrafsız olurdu elbet. Fakat yalnızca burçlar geliyor aklı­
diğinde farklı anlamlara bürün n suya mı daha çok benziyorsun,
ma, onları da pek bilmiyorum. Bir yol çağırıyor bizi, arkamızdan
karar veremiyorum.
su döken olsun diye tüm mahalleyi selamlıyorum. Aslında gidip

Karar ne demek Dea ? Ömrümü saysam avucuna, tamı tamına de dönmemek işime gelir ama kediler sensiz büyüsün istemiyo­
rum.
yirmi beş sene; şuracıkta, kim önce doyar kan tadına? Ben doy­
mam. Çünkü kanındaki hemoglobinin kırmızısı deli. .. Ve bir şair
Sevmek tuhaf şey sahiden. Cheesecake adında muhteşem bir
demişmiş ya: 'Atıp kırdığın tüm bardakları yerden topluyorum.'
tatlı olması gibi peynir ve frambuazın. Denge ne mühim şey... Laf
hani.
arasında hoş duruyor yakama taksam; fakat düz yolda attığım
adım ların imlasına uyar mı, bilemiyorum. Bildiğim tek şey, sen-
Anasona kan damlatıp içiyorsun. Ne tuhaf ... Garip bir kesik gibi
sin.
ruhuma d üşüyorsun. Bir kesik, gözüm (r)akına damlatıyor kanını.

Zihnimin bir kısmını beni öfkeden koruyan dualarla, bir kısmını


Sen; benim olması için yaratılmış, bir bumeranga benzeyen
ağzında jilet çevirir gibi cesur ve aynı zamanda korkak filmlerle
ömrünün ufak bir kısmını kimi kimselerle harcayıp sonunda beni
ve bir kısmını da eteğinden gocunmadan ağaçlara tırmanan kız
bulandın. Kimi kimsesi yokmuş gibi aşkın, geldi göğsümü oydu
çocuklarına yakışır tuhaf müziklerle yorduğum kadarıyla eminim.
bir bıçakla. Bıçağı hatırlıyorum , sen de tanırsın düşünsen. üze­
rinde eski bir çağa ait bir f un . . . Üzerinde kanı kessin diye bir
oyuk. . . Üzerinde görünrrn y rı birçok parmak izi . . . Nereden Seviyorum.

KAFKAOKUR 49
1 DenemE
- 4004*
sayı 6

DİLARA ULU

Küçük bahislerle büyük hayatlar kazanmaya çalışan bir insanoğ- guların renkleri belirlenmiş. Kırmızının şehvetine aldanıp siyahın
lu, selam eder. Koltuk arkalarına yapıştırılan benliğimizden geriye hakkını yiyoruz. Ağlarken de oynarken de boya kalemlerinin için-
kalan ne varsa, gündelik hayatta onu harcamakla meşgulüz bu de yokluğunu fark etmediğimiz beyaza sarılıyoruz. Altını fosforlu
aralar. kalemlerle çizebileceğimiz bir sıfata erişmek, farzı bugünün.
Dahil olmak için bir yerlere ya da birilerine, düşüncelerimizi satı­
İnsanlığımızdan ödün verme zamanımız geldi de geçiyor bile. yoruz. 'Ben buradayım!' dememize gerek kalmayacak herhangi
Ah, bir vaktimiz olsa kendimiz olmaya, bütün zamanlara savaş bir yere ihtiyacımız var, varlığımızı ispat edebilmemiz için de ta­
açacağız! John yanılıyor. Dünya yaşlı olmasaydı , bu kadar yavaş nıklara. Mekan kavram ı kendini çok beğenmiş. Duygularımızı
dönmezdi. Bütün saatler aynı hızda ilerler. Sırtımızı dayayabilece­ fanatizmle harmanlayıp yarışlara sokuyoruz. Yarışmanın da ka­
ğimiz bir ağaç anyoruz ömür boyu, dört mevsim yeşil kalabilen zanmak kadar önemsiz olduğu söylenmedi bize. Elinde iskambil
ve kökleri en derine kadar inebilmiş bir ağaç. Kendimize bir ağaç destesiyle hipodroma yetişmeye çalışan Tanrı kadar gülünç bu.
bulabilmek için başka ağaçların dallarına çaputlar bağlayıp rüz­ Elmanın kilosu salı pazarında iki lira.
garla iş birliği yapıyoruz. Yetmiyor bazen, nefesimizi tutup içimiz­
den beşe kadar saymak. Anlamamız için bizim de 'o'nu yaşama­ Nasıl insanları sevmemiz gerektiği söyleniyor g izlice kulağımıza.
mız gerekiyor. Çevremizdeki bütün insanlar kendimize benzer­ Nasıl seveceğimizi ise sözlüklerden öğreniyoruz. Sevginin alış­
ken, h ümanistliğimize ancak çevremizdekileri inandırabiliriz. Ek­ veriş olduğuna inandırdılar bizi. Vitrinimizi en güzel yalanlarla
mek arası mucizeler satan bir dükkan açılması lazım . donatarak, satıyoruz ve satın alıyoruz. Gerçek değeri hakkında
yalanlar söyleyerek zararına bırakıyoruz en güzel anlarımızı. Sa­
Dokunduktan sonra hayatlara, dokunulduktan sonra hayatları­ dece Tanrı iade kabul etmiyor. Bakıyoruz. Gülüyoruz. Bakıyoruz.
mıza; o dokunuştan sonra geriye kalan izlerle yaşamayı öğreni­ Geç i p gidiyoruz. G e n e l l emelerden yakı n ı p haftalık b u rç
yoruz. Öğreniyoruz ama bu izleri doğru harca karıştırmazsak yorumlarını okuyoruz. Merkür elimizden tutarsa eğer, dünyayı
yıkılacağımızı söylemiyorlar. Sonrası daha traj ik: Artık o yıkılmış fethedeceğiz. Bütün insanları kendimize benzetip insanların hep­
hayatımızın amacı, enkazlar arasındaki dokunuşları aramak olu­ sinden nefret edeceğiz. Arkasına sığınmak lazım bazı şeylerin.
veriyor bir anda. Bulduğumuz zaman ne yapacağımızı bileme-
diğimiz dokunuşları aramak. . . Fıtratımızda var yeni dökülmüş Bir yanım kuşları kanatlarından tutup gezdirmek isterken, bir ya-
betona bir iz bırakmak. nım da ölü evinde yapılan helvanın içine tükürüyor.

Cenazelerde ağlamayı, düğünlerde oynamayı öğreniyoruz. Duy- Ve insan alamıyor kendini insanlığından.

50 KAFKAOKUR *İngiliz teolog John Lighfoot'a (1 602-1 675) göre, Dünya, M.Ö 26
Ekim 4004 yılında, sabah 09:00'da yaratıld ı .
bana öyle şeyi r ı r ı l ı ki •,ı r ı d n sıkılmam mümkün olmasın. diyel i m , bir tercih hakkın olsa yine İstanbul m u derdin?
karşımda galata d ı ııl .. ı d l r ı l y hll ylm seni. siyah beyaz bir resi m içinde yer alsan kimsesizl iğini hisseder
demem o ki arn vuı k ıldıı ı ı ı ı l ırd ı diğerlerinden farklı şarkılar m iyd in?
söyleyerek yürü. çekinme söyle, kaç kere aşık oldun sahip olamayacağ ını
bilmem farkında nll' ırı · ıı .ı l ı ltdı qllqld herkes aynı d i l i bildiğin kad ınlara ?
konuşmaya başladı , koı k ı ıyotı ı r ı ı ı rıy yalnızca bir iki sahaf
kalır diye. sırlarını anlat bana
şimdiden an laşal ı m , ı k ı r ı qurı liiqüne yazdıkları n ı anlatma kendin inkini, bir diğerininkini.
bana. bana, yalvarırım, ayrıntılarını ver!
ben sen i n anlamdan yıık .ı ııı h r ketlerini takip etmek hadi eteğindeki taşların hepsini Beyoğ l u ' n un gizli
istesem , bir kamer ı y l ı pı i n ci olurdum. sokaklarına yavaşça dökel i m .
sen, iyisi mi ayrıntrlmırn v ı b. ınıı. başkalarının kuramayacağı büyük cümleleri kuralım.
nasıl uyandığını d qıl ııy mıh ıın nda ilk neyi gördüğünü, beraber, keşfedilmemiş bir d i l i , yeni bir kıta bulmuşcasına
saatleri n i nasıl geç l rdl q ı n l dı 111 ııznkl ra dald ığın o birkaç korkarak ama bir o kadar da hevesl i keşfedelim.
dakikada ne düşündılq ı ı r u ı ,
kaçmanı d e ğ i l gittiğin t r rılrı vuqorılaıını, sen anlat, ben yazıyoru m .
pişmanlığını degll hey cani ındıqınıh prırmaklarını sıkmanı, başkalarıyla konuştuğuma bakma,
yani demem o ki sevişmelerini bırıık, kıvrımları nı d i n lemek seni el bette dinliyorum .
istiyoru m . efendim, n e mırıldandın?
ben senden b i r fi lm değil, on filme sığamayacak b i r replik yıl 2008'di değil mi?
istiyoru m . kaç şişe dururdu önünde, kaçı bitmişti?
bana vazgeçmenin nedenlerini sıralamana gerek yok, benim rüzgar poyraz mıydı?
için yaşayacağın evin renkleri yeterl i . neydi o kıyı nın ismi?
hayır, lütfen bana tan ıştığın insanlardan bahsetme,
bana tanıştığın insanların nas ı l g ü l ümsediklerinden bahset her insan yeni bir sayfa,
mesela onun dlyorıırn, korkma seni de dinliyoru m .
sağa m ı kıvrılırdı ch ıd. ıkl. rı? bana, yalvarırım, ayrıntılarını ver!
kirpikleri değer nılydl ·• ıılnkln ? romanımın sonuna gittikçe yaklaşıyorum.
" kaç damla yet rdl ı u., 1 1 1 1 1111 ı l ıt rnaya? "

KAFKAOKUR 51

@tubikaa @damlaozbk @eeppaacckkk

@erasmustafa @fatmahyldz @kbrayanktepe

@maria_ve_raifefendi @morbadem @naz_karakoc @novy_

@nxy_studio @ozge.akinci @mrshcgll @zehruj


l nstagram @kafkaokur #kafkaokur #kafkaokurdergisi #kafkaokurfikir #kafkaokursanat #kafkaokuredebiyat
Yazı Gönder Tezer Özlü'nün Franz Kafka'nın
Mezarını Ziyareti s.12
Yazılarınızı, çizimlerinizi, öneri ve Yaşamın Ucuna Yolculuk, Tezer Özlü, Sayfa
görüşlerinizi editor@kafkaokur.com 34 - YKY
adresinden bize ulaştırabilirsiniz.

Bizden Öte, Sizden Ziyade: Barış Manço


s. 21
Yıldızlara Doğru: Barış Manço Belgeseli
(Yıllık) 48TL Roii, Sayı 28, 1 999, Barış Manço Söyleşisi
(Yıllık) 96 TL Barış Manço, Diskografi
(Yıllık) 48 E U R *Barış Manço'nun cenazesinde pankart
açan İnanç isimli bir çocuğa aittir.

Sözler s. 26
BİRHAN KESKİN - Y'ol - Metis Yayınları
Sürçülisan Ettik Affola 2006 (sf.21)
ı rı r ken GÜLTEN AKIN - Deli Kızın Türküsü - YKY
201 2 (sf. 73)
BU KET UZUNER - Kumral Ada Mavi Tuna -
Everest Yayınları 201 4 (sf.2 1 5)
HALiDE EDİP ADIVAR - Türk'ün Ateşle
imtihanı - Can Yayınları 201 4 (sf. 1 52)

Kapak
TÜLAY PALAZ
26. Özdemlr A . ıı ıı ı ıı ı d 'I ıı b ki dim, o
da gelmedi.' d il ' I Arka Kapak
gelmedi.' olm 1lıyı lı
ERHAN CİHANGİROGLU

DÜNYANIN KIYISINDAN ARKAN YAZAR: Poster


TEZER ÖZLÜ s.2 Tezer Özlü, Aşık Veysel, Orhan Veli -
Tezer Özlü Tüm Kitapları SONGÜL ÇOLAK
Hatice Meryem, Canlı, dişi, toyn klı blı
yazar: Tezer Özlü, Varlık 201 2 Katkıda Bulunanlar
Yıldırım Türker, Tezer'e Mektup, Radikal
Cnn u Tok
2008
Selnur Güneş
Varoluşçuluğun Türk Edebiyatına Girişi ve
Oya Çınar
ilk Etkileri - Mustafa Kurt

Tezer Özlü, s. 1 1
Yaşamın Ucun Yolculuk Sf. 45 - YKY

KAFKAOKUR 53

You might also like