You are on page 1of 90

ÖTÜKEN

Ceng z Aytmatov
CENGİZ HAN’A
KÜSEN BULUT
Çev ren:
Ref k Özdek
YAYIN NU: 232
EDEBÎ ESERLER: 120
1. Baskı: 1991
T.C.
KÜLTÜR VE TURİZM BAKANLIĞI
SERTİFİKA NUMARASI
16267
ISBN 978-975-437-437-054-6
ÖTÜKEN NEŞRİYAT A.Ş.
İst klâl Cad. Ankara Han 65/3 80060 Beyoğlu-İstanbul
Tel: (0212) 251 03 50 Faks: (0212) 251 00 12
Ankara rt bat bürosu:
Yüksel Caddes : 33/5 Kızılay - Ankara
Tel: (0312) 431 96 49
İnternet: www.otuken.com.tr
E-posta: otuken@otuken.com.tr
www.facebook.com/otukennesr yat
http://tw tter.com/otukennesr yat
Kapak Tasarımı: GNG Tanıtım
D zg - Tert p: Ötüken
İstanbul-Eylül 2011
Bu yerlerde trenler doğudan batıya, batıdan doğuya g der
gel r.. g der gel rd ...
BOZKIRIN ortasında, kar yığınları arasında gömülüp kalan küçük
Boranlı stasyonunu farketmek, kondüktörler ç n h ç de kolay b r ş
değ ld . Donmuş Sarı-Özek ovalarında, o Şubat geceler nde, rüzgâr,
aralıksız es yor, karları savuruyor, boz s sler kovalıyordu. Trenler de
bunların arasında kend ler ne güçlükle yol açarak g r yor çıkıyor,
g r yor çıkıyordu. Korkulu b r rüyada olduğu g b , koyu karanlık bur-
gaçlara gömülerek, bürünerek geç yordu bu gece trenler .
Sank dünya, o lk yaradılıştak kaostan yen den doğup çıkıyordu
ortaya: Kend böğründen çıkıp kutup soğuklarına g zlenm ş Sarı-
Özek bozkırları, karanlıklarla aydınlıkların korkunç savaşından
doğmuş b r s s okyanusuna benz yordu.
Bu uçsuz-bucaksız bozkırın ortasında y t p g tm ş o küçük
stasyonda, barakalardan b r n n penceres ndek ışık sabaha kadar
h ç sönmezd . O penceren n ardında, umutsuzluklar ç nde, gözüne
h ç uyku g rmeyen b r kadın vardı. Abutal p Kuttubayev’ n a les
yaşıyordu o küçük barakada.
Bu a le, her gün Abutal p’ n dönüşünü bekl yordu. Abutal p’ n
karısı Zar fe, geceler b rkaç kez, petrol lambası f t l n n külleşen
ucunu kes yor, bu yüzden b rdenb re aydınlık artınca, gözler ,
enc kler g b yumulup uyuyan soluk tenl k çocuğuna takılıyordu. İşte
o zaman ç soğuk b r ürperme le doluyor, yumruklarını sıkıp
göğsüne bastırıyor, onları rüyalarında babalarına doğru koşarken
hayal ed yordu: Olanca hızlarıyla koşarak, yarışarak, kollarını
açarak, ama b r türlü koştuklarına ulaşamadan... Gündüzler , o küçük
aktarma stasyonunda sadece otuz san ye duraklayan trenler de
gözden kaçırmıyorlardı. Vagonlar büyük b r gıcırtı le durur durmaz
fırlayıp koşmak ç n hep pencereye uzatıyorlardı başlarını. Ama
günler gel p geç yor, onlar babalarından h çb r haber alamıyorlardı.
Sank babalarını b r çığ alıp götürmüştü ve bunun nerede, ne zaman
olduğunu k mse söyleyem yordu.
Y ne o gecelerde, ışığı sabaha kadar h ç sönmeyen başka b r
pencere daha vardı, ama bu, dem r parmaklıklı b r pencere d :
Ülken n Öbür ucunda, Alma-Ata hap shanes n n bodrum katındak
hücrelerden b r n n penceres . Abutal p Kuttubayev, tam b r aydan
ber burada, gece-gündüz, gözler n kör ederces ne kamaştıran b r
ışığın altında tutuluyordu. Hücres n n tavanına asılan bu kör ed c ışık
gerçek b r şkence d . Burgu g b delen, bıçak g b kesen o ışıktan
yorgun gözler n ve zavallı başım nasıl koruyacağını b lem yor, bu
yüzden de b r an ç n olsun n ç n tutuklandığını, ondan ne sted kler n
düşünmeden duramıyordu. Bazı geceler yüzünü duvara döner,
gömleğ n n eteğ yle yüzünü örtmeye çalışırdı. O zaman, onu
gözleyen nöbetç hemen çer dalar, yakasından tutup yere çalar,
küfürler savurarak basardı tekmey : “Yüzünü duvara dönme p s
köpek! Başını örtme alçak faş st!...” Onun bağıra bağıra suçsuz
olduğunu söylemes ne k mse kulak aşmazdı.
Bundan sonra y ne sırtüstü, yüzü o korkunç elektr k ışığına dönük
olarak yatardı. Gözkapaklarını kan çanağına dönmüş gözler ne
nd r r, kamaşan gözler h çb r şey göremez, b r mezar
çukurundaymış g b güçlükle nefes alır, beyn çalışmaz olurdu. Ne
uykusuzluk, ne dayak, lle de bu kesk n ve burgu g b delen ışık!
H çb r gözet c , h çb r sorgu yargıcı bundan daha büyük şkence
yapamazdı ona.
Gözet c ler nöbet değ şt r yor, başka başka gözet c ler gel yordu
ama, bunların heps ayn ölçüde acımasız d . çler nden h çb r , b r
kerec k olsun, tutuklunun yüzünü duvara dönmes ne, gözler n o
ışıktan korumasına z n verm yordu. Aks ne, ona bağırıp çağırmak,
en ağır küfürler kusmak ç n duvara dönmes n fırsat b l yor, bunu
bekl yorlardı. Umutsuzluk ve acılar ç nde kıvransa da bazen kend
kend ne sormadan edem yordu: “N ç n böyle davranır bunlar?
Görünüşe bakılırsa onlar da nsan! İnsan nsana nasıl bu kadar
acımasız olur, bu kadar nefret duyar? Oysa onların h çb r ne en
küçük b r kötülük yapmış değ l m. Ne ben onları tanıyorum ne onlar
ben . Ama y ne de bana k n besl yor ve alınacak öçler varmış g b
üzer me çullanıp pest l m çıkarıyorlar! N ç n? N ç n? Nasıl böyle
davranab l yor, nasıl bu derece acımasız olab l yorlar? N ç n şkence
ed yorlar bana?...”
B r gün kend n tutamadı, nasıl olduysa, nöbetç yle ağız dalaşına
g r şt . İç nde b r ş mşek çakmıştı sank . Nöbetç y tm ş ve b rde
tekme savurmuştu. İk s b rden yere yıkılmış, amansız b r boğuşma
başlamıştı aralarında. “Cephede olsaydık b r kurşunla kuduz köpek
g b çoktan gebertm şt m sen !” d ye kükrem şt Abutal p. Ayn anda
nöbetç n n yakasına yapışmış, h ss zleşen parmaklarıyla boynunu
sıkmaya başlamıştı. O sırada kor dordan geçen k nöbetç b rden
çer dalmasaydı k m b l r nasıl sonuçlanırdı o boğuşma!
Abutal p ancak ertes gün kend ne geleb ld . Ağrı sızı ç nde lk
farkett ğ şey, y ne tepes ndek o kesk n ışıklı lamba oldu. Sonra
başucundak hastabakıcıyı gördü:
- Sak n ol, ded hastabakıcı yavaş b r sesle. Yüzündek yaraları
sargı bez yle sararken devam ett : Sakın b r daha ayn şey yapmaya
kalkışma! Öldürürlerd sen . Ne demek nöbetç ye saldırmak! B r
köpek g b öldürürlerd ve k mse de b r şey yapmazdı onlara. Sen
Tansıkbayev’e şükret, sen n ölün ş ne yaramaz, d r st yor sen .
Anlıyor musun?
Abutal p şaşkın şaşkın bakınıyordu. B r süre öyle donakaldı.
Sonra y ne acılar duymaya ve durumunu anlamaya başladı.
O dönemde, mantığını y t r r g b olduğu, gerçekler
kavrayamadığı, hayatî savunması ç n gerekl olan b l nc n n y ce
zayıfladığı anlar da oldu. Böyle anlarda o kesk n ışıktan korunmaya
çalışmıyor, aks ne, onu çıldırtan bu pırıltıya yönel yordu. O zaman
da, ızdırabının kaynağını bulmak ç n havalarda uçuyor, b r yandan
da kör ed c ışığa dayanmaya, er memeye, güçlükler ç nde y t p
g tmemeye çalışıyordu.
İşte böyle anlarda b le, yüreğ paramparça olsa da, ger de
bıraktıklarıyla bağını koparmıyor, a les ç n duyduğu kaygı ve acılar
bütün benl ğ n kaplıyor, dolduruyordu..
Sarı-Özek’te bıraktıklarını düşünürken duyduğu dayanılmaz acı le
suçu kend s nde arıyor, nasıl b r hata, nasıl b r günah şley p bu suçu
hakkett ğ n anlamaya çalışıyor, ama h çb r suç bulamıyordu.
Almanlar tarafından kuşatılıp es r alınmış olmasının cezası mıydı
yoksa bu? Ama, kend s g b b nlerce asker es r olmuştu.. bunun
cezası ne olurdu k ? Savaş ger lerde kalmış ve bunun hesabı çoktan
görülmüştü. Kanını akıtarak ve kamplarda uzun yıllar kalarak
ödem şt bu hesabı. Bununla beraber, bütün bu hesapları görenler
ömürler n n sonuna, günler n n akşamına gelm ş bulunuyorlardı.
D ktatör se, öc alma ş ne devam etse de, oldukça gevşem ş,
ş ddet n azaltmıştı. Olanları başka türlü anlamak mümkün müydü?...
Kend sorularına b r cevap bulamayan Abutal p bu durumda b raz
y mserl ğe kapılıyor, şu günlerde suçsuzluğunun, ş n b r yanlış
anlamadan kaynaklandığının anlaşılacağını hayal ed yordu. Suçsuz
olduğu anlaşılıp onu serbest bıraktıkları zaman uğradığı bütün bu
haksızlıkları unutmaya hazırdı. Yeter k onu ev ne yollasınlardı. O
zaman çocuklarına, a les ne, Sarı-Özek’tek o küçük aktarma
stasyonuna koşarak, uçarak g decekt . Karla kaplı o bozkırda, k
yavrusu Ermek ve Daul le karısı Zar fe onu sabırsızlıkla bekl -
yorlardı. Zar fe b r ana kuş g b yavrularına kanat germ ş, onları
çarpan yüreğ yle koruyor, gözyaşlarıyla, dualarıyla kötü kader n
döndürmeye, acılarını d nd rmeye çalışıyor, kocası ç n Allah’tan
yardım d l yordu...
Abutal p duyduğu der n acıdan hüngür hüngür ağlamamak, aklını
y t rmemek ç n aldatıcı b r hayale dalıyor, kend s n avutmaya
çalışıyordu: Kend n aklanmış, serbest bırakılmış ve canlarına
kavuşmuş görüyordu. B r yük tren n n basamaklarından atladığını,
eve doğru koştuğunu, karısının ve çocuklarının da ona doğru
koştuklarını hayal ed yordu... Ama, b rkaç dak ka süren bu hayalden
sonra, sarhoşluktan ayılmış g b , gerçekle yüzyüze gel yor, umutsuz-
luklar ç nde yığılıp kalıyordu. O zaman, esk den kaleme aldığı “ Sarı-
Özek Kurbanları” adlı efsanede, babanın ve annen n çekt ğ acıları
ve onların yavrularına veda ed şler n hatırlıyor, acısı sonsuz öyle b r
olayla kend durumu arasında b r benzerl k buluyordu. Çünkü o da
kend yavrularından ayrılmaya mahkûm ed lm şt ... Oysa, ana-
babaları, böyle b r ayrılığa ölümden başka ne zorlayab l rd ?
Bu acılı, bu çok sıkıntılı anlarda Abutal p sess zce ağlıyor, ağladığı
ç n de kend nden utanıyordu. Ama, b r sağnağın kayalara düşen lk
damlaları g b onun çıkık elmacık kem kler ne dökülen gözyaşlarına
k m engel olab l rd ? H çb r zaman, savaşta b le, bu kadar acı
çekmem şt . O zamanlar ateş hattında d ama bağımsızdı. Oysa
bugün varoluşunun en büyük amacını, asıl neden n çocuklarda
görüyordu. Onların varlığı her nsan ç n en büyük mutluluk, onlarsız
kalmak ve onlardan kopmak se en büyük felâket d ... Ş md o,
karanlığın eş ğ nde bel ren o korkunç, o s ns aydınlıkta, son saat n
yaklaştığı ve onu y t receğ n anladığı anda, yarar ve zararların, artı
ve eks ler n b lançosunu yaparken, hayatın önem n de çok y
anlamış bulunuyordu. Bu karşılaştırmada, bu tartıda, her şeyden
daha öneml olan, daha ağır tartan çocuklardı. Belk bu yüzden doğa,
ana-babalara, her şeyden önce çocuklarını yet şt rmek, kend ler n
onlar ç n feda etmek duyusunu ve görev n verm şt . Y ne bundan
dolayı, çocuklarından yoksun bırakılan ana-babalar bu görevler n
yer ne get rem yor, kend ler n adayacakları b r şey bulamıyordu.
İnsanın b l nc tam yer nde olduğu, açık açık düşüneb ld ğ böyle
zamanlarda, batmaması, y t p g tmemes , çok zordu. Karısına
yen den kavuşma hayal yle sarsılan Abutal p, ş md en ufak b r
umudun b le olmadığını anlıyordu. Karamsarlığı, üzüntüsü her gün
b raz daha artıyor, rades zayıflıyor ve umutsuzluğu, dağın d k
yamacında, b r anda b r çığın alıp götüreceğ sulu b r kar kümes g b
b r k yordu.
*
**
Sorgu yargıcı Tansıkbayev’ n sted ğ de buydu zaten. Am rler n n
de onayı le, h ç peş n bırakmadan şeytanca yürüttüğü bu “dâvâ”da
varmak sted ğ sonuç bu d . “Esk savaş tutsağı Abutal p Kuttubayev
İng l z-Yugoslav g zl serv sler yle l şk ler ve Kazak stan’ın ücra
yerler ndek halk arasında yıkıcı, deoloj k f k rler yayması dâvası” dem şt bu
dâvanın adına. Ş md sorgu yargıcının yapacağı ş, bazı ayrıntıları
bel rlemek ve sanığın t rafını sağlamak d . Aslında suçlamanın
ortaya konuş b ç m s yasî aktüal ten n başlıca konusu d ve bu da
Tansıkbayev’ n kurnazlığını, büyük çabasını kanıtlıyordu. Bu onun
hayatının en büyük ş , en büyük dâvası olacaktı. Öte yandan
Abutal p ç n de bu gerçek b r tuzaktı. Çünkü böyle korkunç b r dd a,
böyles ne korkunç b r sunuş, nsanı ancak bütün suçlamaları kabul
etmek zorunda bırakır, sonuç olarak da kurtuluş yolu tamamen
tıkanmış olurdu. Peş n hüküm ver lm şt : İdd anın özü, suçun
tartışmasız kanıtı sayılıyordu.
İşte durum böyle olduğu ç n Tansıkbayev rahat uyuyab l rd : O
kış, kar yer n n doruğuna ulaştığı b r dönem olacaktı onun ç n.
Bugüne kadar, küçük b r lg s zl k yüzünden yıllarca terf edemem ş,
sürünmüş, sıkıntılar ç nde yaşamıştı. Ama ş md yepyen ufuklar
açılıyordu önünde. Büyük b r eyalet n ücra b r yer nde böyle b r av
yakalamak, öyle her zaman karşılaşılab lecek, olağan b r şey değ ld .
P yangodan en büyük kram yey kazanmıştı doğrusu!
Evet, 1953 Şubatının o günler nde, tar h ve tal h Tan-sıkbayev’den
yana d . Hatta bütün ülke tar h n n ved l kle, büyük çaba le onun
çıkarları ç n çalıştığı, bunun ç n var olduğu b le söyleneb l rd !
Tar h n, onun üstlend ğ görev n anlam ve yücel ğ n arttırarak ona
yaptığı h zmet , b l nçl olmaktan çok sezg s yle anlıyor, ayn zamanda
bunu gözler yle görüyor, coşkulara kapılıyordu. Bazen aynaya baktığı
zaman yüzündek değ ş kl ğe şaşıp kaldığı da oluyordu: Uzun
zamandan ber akdoğan bakışlı gözler , o kırpışmayan gözler , h ç
böyle parlamamıştı. Bu hâl n görünce, düzgün b r Rusça le “B z
rüyaları gerçeğe dönüştürmek ç n doğduk...” d ye mırıldanmaktan
kend n alamıyordu. Karısı da ortak oluyordu onun umut dolu
beklent ler ne. O da pek key fl yd ve yer geld kçe “Evet, evet
yakında b z de hakkımız olanı alacağız” d yordu. Son sınıf öğrenc s
ve komsomol m l tanı olan oğulları se, öyle pek akıllı-uslu olmasa
da, kutsal beklent ler ve umutları söz konusu olunca, nançlı, güven
dolu b r sesle soruyordu: “Baba, sana yakında ‘albayım’ ded kler n
duyacağız değ l m ?”. Bu, doğrudan doğruya Tansıkbayev’e bağlı b r
durum olmasa da böyle düşünmeler n n öneml nedenler vardı.
Altı ay kadar önce Alma-Ata’da, g zl duruşmalarla sürdürülen b r
dâva sonuçlanmıştı: Burjuva Kazaklar’dan oluşan b r grup m ll yetç
askerî mahkemede yargılanmıştı. Bu emekç halk düşmanlarını, h ç
acımadan etk s z hâle get rm şlerd : Bu m ll yetç lerden k s , Kazak
d l nde, o lanetlenm ş ataerk l-feodal düzen amaçlayan b l msel araş-
tırma yapmak suçlamasıyla kurşuna d z lm ş, F loloj Enst tüsü ve
Edeb yat Akadem s ’nde öğret m üyes olan d ğer k s y rm beşer yıl,
ötek ler de onar yıl kürek cezasına (çalışma kamplarına sürülmeye)
mahkûm ed lm şlerd ... İş n öneml yanı, bu olaydan sonra güvenl k
serv sler nde çalışan ve burjuva m ll yetç ler n ortaya çıkarılmasında
görev alanlara devlet tarafından büyük teşv k ödüller ver lm ş olması
d . Gerç ödüllend rme de dâvanın görülmes g b g zl olarak
yapılmıştı ama, bu, olayın önem n asla küçültmüyordu. Terf ç n
bekleme süres n n kısaltılması, n şanlar, madalyalar ver lmes , görev
örnek olacak şek lde yer ne get rd kler ç n büyük kram yeler
ver lmes , günlük b ld r de adlarının okunması... İşte bunlardı hayatı
güzelleşt ren. Üstel k, en başarılı olanlar, yen ve daha büyük
konutlara taşınıyorlardı. Bütün bunlar otor te kazandırıyor, gür sesle
konuşturuyor ve daha güvenl adımlarla yürümeler n sağlıyordu
nsanların.
Tansıkbayev bugüne kadar h çb r ödül almamıştı ama, o
mutluluğa er şen meslekdaşlarının kutlama törenler ne katılmıştı.
Hemen hemen her akşam karısı Aykımıs le, terf edenler n, n şan
alanların ya da yen eve taşınanların verd kler z yafete g derlerd .
Yılbaşından önce başlayan ve gerçek şenl ğ andıran bu ser
z yaretler n heps b rb r nden güzel, unutulmaz geceler oluyordu. Yen
apartmanların eş ğ ne ayak basan davetl ler b r görmel yd n z! Alma-
Ata’nın kötü aydınlanan soğuk caddeler nden donmuş, b tm ş olarak
gel yor, kend ler n ev sah b n n sıcak karşılamalarına, onun kollarına
atıyorlardı. Ne kadar da gururlu ve neşel yd ler, gözler nasıl da
parlıyordu! Gerçekte bu, b r seçk n n lükse kavuşmasını kutlamak,
onun sev nc n paylaşmak d . O dev rde savaşın sefalet , yoksulluk
henüz tamamen unutulmuş, g der lm ş değ ld . Uzak eyaletlerde yen
konfor ve ncel kler, herkes n gözünü kamaştıran, başını döndüren b r
coşku le karşılanıyordu. B r süreden ber konyak çmek, evler
düşmandan alınmış av zelerle süslemek ve sofraları y ne onlardan
alınmış yemek takımlarıyla donatmak moda hâl ne gelm şt .
Tavanlardan çok güzel yontulmuş kr stal av zeler sarkıyor, beyaz örtü
üzer nde Alman yemek takımları pırıl pırıl parlıyor ve bunlar herkes
etk l yor, hayranlık uyandırıyordu. Yaşamanın, var olmanın yüce
anlamı bu d ! Bunlarla lg çekmekten, bunlara lg duymaktan daha
öneml b r şey yoktu dünyada.
Davetl ler kapıdan çer adımlarını atar atmaz, mutfaktan nef s
yemekler n kokuları gel yordu burunlarına. Çeş tl yemekler n en nef s
olanı at et yd , körpe tay et yd . Ataların nef s y yeceğ at et !
Göçebel k devr nden m ras kalan bozkırın bu esk lezzet kokusunu
modern duvarlar arasında duyup tatmak, şaşılacak, har ka b r şey
olmaz mıydı? Sonra, ağızları sulanarak, ama geleneklere uyarak
yemek masasının etrafına d z l rlerd . Bununla beraber, bu şölenlerde
asıl öneml olan y yecekler değ ld . Çünkü, tıka basa yem ş tok
nsanlarda sofranın görünümü rahatsızlık vereb l rd . Şölende en
öneml şey yapılan konuşmalar, tebr k temenn sözler yd . Kutlama
tören , bu törende söylenen sözler, bütün ötek duyguları s l p
süpüren b r neşe kaynağı olurdu. Hatta bu törende, kısa b r süre ç n
de olsa, mrenmen n yer n nezaket, kıskançlığın yer n dostluk-
kardeşl k, k yüzlülüğün yer n çtenl k alırdı. Herkes büyük b r becer
le yüz değ şt r r, b rb rler ne övgü yağdırmakta yarışır, en güzel
sözler bulup söylemeye çalışırlardı. Ne kadar coşkulu, ne kadar
lg nç d bu törenler! Gan met olarak alınan kr stal av zeler altında,
masal kuşlarının şahane tüyler g b süsler arasında tumturaklı
nutuklar çeker, durmadan kadeh kaldırırlardı.
Tansıkbayev ve karısı, terf etm ş gencec k b r Kazak güvenl k
görevl s n n kadeh kaldırırken yaptığı konuşmada çok etk lenm şlerd .
O şölende genç Kazak, kasıntılı b r şek lde sofradan kalktı, söz aldı,
tahta çıkan kıral rolünü oynuyormuş g b kend nden pek em n b r ses
tonuyla konuşmaya başladı:
- Asıl dostar*, ded terf eden genç görevl . Sonra ağır, anlamlı,
baygın bakışlarla sofradak ler süzdü. Sank bu hal yle yapacağı
konuşmanın herkes tarafından d kkatle d nlenmes gerekt ğ n
anlatmak st yordu. Devam ett : “Asıl dostar! Bugün ben çok, çok
mutluyum. B r söz söylemek st yorum s ze. Bugün ben m günüm,
b l yorsunuz. Bu sözümü söylemek st yorum. Ben h çb r zaman
Tanrı’ya nanmadım. B r komsomolda büyüdüm ben. Bükülmeyen
katı b r bolşev k m yan . Ve böyle olmaktan gurur duyuyorum. Ben m
ç n ‘Tanrı’ kel mes boş b r sözcüktür, anlamsızdır yan . Herkes
b l yor, Sovyet okullarındak bütün öğrenc ler b l yor k Allah yoktur.
Ama ben başka b r şey söyleyeceğ m. Yeryüzünde b r Tanrı’nın
olduğunu söyleyeceğ m. Yoo, hayır, gülmey n! B r dak ka dostlarım,
b r dak ka! Nasıl bakıyorsunuz öyle.. ben böyle m anlıyorsunuz yan !
Tanrıya nanmıyorum ben. Ama ben, devr mden önce çalışan
k tleler n cadett ğ Tanrı’dan söz etmeyeceğ m k ! Hayır, o değ l!
B z m Tanrımız kt darı el nde tutandır. Gazeteler n de yazdığı g b ,
bugünün dünyasına hükmeden, b z zaferden zafere ulaştıran, bütün
dünyada komün zm yücelten Tanrı’dan söz ed yorum yan ! Bu Tanrı
b z m dâh önder m zd r. Kervanın başını çeken kılavuz nasıl baştak
deven n yularını tutuyorsa, b z m Jos f V sar nov ç (Stal n) de,
çağımızın yularını öyle el nde tutuyor. Ve b z de onun peş nden
g d yoruz. Kervanı o götürüyor ve b z onun z nden yürüyoruz yan !
B zden başka türlü düşünen varsa, k m b z m g b düşünmüyorsa,
amansız Dzerj nsk **’n n b ze devrett ğ ‘Çeka’nın bütün yıldırımları
onun üzer ne necekt r! Düşmanlarımıza karşı kıyasıya b r savaş lân
ett k. Pro-leterya dâvası uğruna onların kökünü kazıyoruz yan !
Onları, çocuklarını, onların bütün yandaşlarını, tıpkı geçen son-
baharda esk evrakları yakıp külünü savurduğumuz g b , tozlarını
savuruyoruz yan ! Aslında b r tek deoloj vardır. B l yorsunuz yan . İk
deoloj olmaz. S z ve ben, m ll yetç , burjuva ve bütün ötek
deoloj ler yeryüzünden s l p süpürüyoruz. Düşman hang del ğe
saklanırsa saklansın, hang kılığa g rerse g rs n, b z m pençem zden
kurtulamaz. Bu böyled r, b l yoruz yan ! Her yerde, her zaman sınıf
düşmanlarının maskeler n nd rmek, ajanları ortaya çıkarmak, yoldaş
Stal n’ n b ze öğrett ğ g b , düşmanı ezmek, halk k tleler n n gücünü,
canlılığını arttırmak.. arttırmak yan ! İşte b z m ülkümüz, amacımız
yan ! Ben ödüllend rd kler , seçk n b r k ş l k verd kler şu günde,
bekleme sürem dolmadan terf ett r ld ğ m şu günde, Stal n’ n ç zd ğ
yoldan asla ayrılmamaya, şaşmadan onun z nden g tmeye, düşma-
nın n n başına yıkmaya, onların c nayet planlarını ortaya çıkarmaya,
korkunç ve acımasız şek lde cezalandırmaya and ç yorum! Zaten
m ll yetç şefler etk s z hâle get rm ş bulunuyoruz, b l yorsunuz yan .
Ama, sess z duran yandaşları, bazı enst tülere, bazı gazetelere sızıp
s nm ş bulunuyorlar. Onlar da kurtulamayacak el m zden ve onlara
asla acımayacağız! B r keres nde, b r sorgulama sırasında yan , b r
m ll yetç bana ne ded b l yor musunuz? “B ze yaptıklarınızın h ç
önem yok, ded , nasıl olsa tar h s z mahkûm edecekt r ve s z şeytan
g b lanetle anılacaksınız”, ded . Yaa, böyle ded bana...
*Asıl gerçek dostlar.
**Fel ks Edmunov ç Dzerj nsk (1877-1926): İlk Sovyet G zl Pol s Örgütü’nün kurucusu ve
şef olan bolşev k l der (Çev ren n notu).
Her f orada beyn ne kurşunu hakketm ş! ded Tan-sıkbayev öfkeye
kapılarak ve ayağa kalkarak.
Evet, ben de beyn ne b r kurşun sıkab l rd m, ama b lg almak ç n
ona ht yacım vardı. Cevabını verd m tab î: “O mahkûm yet olmadan
sen yeryüzünden çoktan s l n p g tm ş olacaksın t her f”, ded m. “İt
ürür, Stal n kervanı yürür!” ded m...
O sef l m ll yetç ye şıp d ye ver len bu cevap sofrada-k ler n çok
hoşuna g tt , alkışlarla hep b rden kadehler n eller ne alıp ayağa
kalktılar, b r ağızdan “Stal n’ n şeref ne!” d ye b r d k şte b t rd ler
kadehler ndek çk ler . Böylece, söylenen sözler n doğruluğunu kabul
etm ş, b rb rler ne olan bağlılıklarını da kanıtlamış oldular.
O akşam, buna benzer konularda daha b rçok şeyler söylend .
Konu konuyu, söz sözü doğuruyor, bunları konuşup çt kçe coşuyor,
bey nler y ce bulanıyor, kovanları ateşe ver len eşek arıları g b
kuduruyor, h ddete kapılıyorlardı.
Tansıkbayev, kend hesabına büyük b r sıkıntı ç ndeyd .
Kafasındak düşünceler fokur fokur kaynıyor ve kararını
güçlend r yordu. Az önce duyduğu sözler n, açıklamaların h çb r yen
tarafı yoktu onun ç n. Pek çok meslekdaşı, hatta ç nde yet şt ğ
bütün sosyal çevre g b , onun hayatı da, bu ardı arkası kes lmeyen
amansız sınıf mücadeles yle geçm şt . Her gün yaşamıştı bu olayları.
“Sınıf mücadeles ” dey m her şey doğrulamaya yet yordu zaten.
Ama ş n b r güç yanı vardı. Bu kavgayı, bu çatışmayı sürekl canlı ve
gerg n tutab lmek ç n, yen hedefler, yen kampanyalar gerek yordu.
Oysa bu dâvayı kökünden b r çözüme kavuşturmak ç n, b r ülke
halkının tümünü S b rya’ya, Orta Asya’ya sürmeye, sürgün yollarında
kırılıp g tmeler ne neden olmaya kadar pek çok şey yapılmıştı. Kötü
otları ayıklama ş n (Bu ş yapmak, B rl ğ n ayrı m lletlerden oluşan
yöreler nde yapmak daha uygun olsa b le) feodal-burjuva
m ll yetç l ğ yle suçlamak yoluyla yapmak g tt kçe güçleş yordu.
Hakkında “şüphel f k rler var” şekl nde en küçük b r hbar yapılan
k mse, k m olursa olsun, kend s de, yakınları da derhal baskı altına
alınıyordu. Onun ç n nsanlar, bunca acı deneyden, unutulmaz
olaylardan sonra m ll yetç l ğ n ‘m’s n b le ağızlarına almamak,
konuşmalarında ve yazılarında m ll yetç l ğ çağrıştıran b r sözcük
kullanmamak ç n çok d kkatl davranıyorlardı. Aks ne, herkes m ll -
yetç l k aleyh nde, m llî değerler, hatta ana d ller aleyh nde atıp
tutuyordu. İk de b r ve yerl yers z sadece Len n’ göklere çıkaran,
onun sözler yle konuşan b r nsanı nasıl ve ne le suçlarsınız?...
İşte, Tansıkbayev’e şans, b r raslantı sonucu da olsa, olayların
böyles ne az, düşmana karşı kampanya başlatacak hbarların
böyles ne kıt b r dönem nde gülmüştü. Abutal p Kuttubayev
hakkındak hbar ona, küçük aktarma stasyonu Boranlı’dan gelm şt .
Bu hbar ona, c dd b r araştırma konusu olmaktan z yade, k nc
derecede öneml b r b lg olarak sunulmuştu. Ama Tansıkbayev bu
fırsatı kaçırmadı ve sezg s , koku alma duyusu onu yanıltmadı! B r
dak ka b le kaybetmeden hemen Boranlı’ya g tt , şe el koydu. Vak t
geçt kçe de, y şlerse, y yoğurursa, lk bakışta öneml görünen bu
olayı, kend s ne yarar sağlayacak b r kıvama, nanılır b r suça
dönüştüreb leceğ n anlamıştı. Her şey uz g derse, bunun ödülü de
kes nd . Bugün bu masada, buna benzer b r zafere tanık olmamış
mıydı? Böyle şansların nasıl mal ed ld ğ n b lm yor muydu? N ç n
meslekdaşlarından ger kalsındı? O da tıpkı onlar g b ruhuyla,
beden yle yaşayan Kudret-Tanrı’sına kend n adamamış mıydı? O
yaşayan Kudret-Tanrı’sına tapanlar, bugün, masalarını, tavanlarını
süsleyen kr staller arasında mutlu b r hayat yaşamıyorlar mıydı?
Ama, o Kudret-İlâhı’na ulaştıran, onun lûtfuna kavuşturan tek yol
vardı: Durup d nlenmeden, kılı kırk yararak ve s ns s ns çalışarak
düşmanı bulmak ve maskes n düşürmek!
Bu düşmanlar arasında b r grup vardı k onları ele geç rmek çok
büyük b r becer , kurnazlık ve d kkat gerekt r yordu. Bunlar esk
savaş tutsaklarıydı. Tesl m olmak yer ne kafalarına b r kurşun sıkarak
nt har etmed kler ç n zaten büyük b r suç şlem ş sayılıyorlardı.
Düşmana tesl m olmak zorunda kaldıkları zaman s lahlarını
kend ler ne çev r p nt har etmek emred lm şt onlara. Böyle
davranmakla görevler n yapmış, kt dara, İkt dar-Tanrı’ya,
bağlılıklarını kanıtlamış olurlardı. Tesl m olan, tutsak düşen, bu
suçunun cezasını herkese, bütün gelecek kuşaklara ve her zaman
bret olacak şek lde görmel yd . Kudret-İlâhı’nın emr , d rekt f
böyleyd .
İşte, Tansıkbayev’ n tutukladığı Kuttubayev de böyle b r esk
savaş es r yd . Üstel k, günün konusu olan çok lg nç b r yanı da
vardı. Ondan, yönlend rd ğ konuda b r t raf koparırsa çok büyük b r
başarı kazanacak, çok gen ş yankıları olan b r ş yapmış olacaktı.
T to-Rankov ç yanlılarının s ns ce, ha nce çalışmalarını ortaya
çıkaracaktı! Bu ha nler, Stal n’ n rızası olmadan bağımsızlığını lân
etmeye kalkışan Yugoslavya’nın yolundan g tmek st yorlardı.
Bundan daha büyük suç olur muydu h ç?! Savaş, b zden ay-
rılmalarını gerekt recek kadar uzak b r geçm şte m olmuştu? Stal n
bu n yetler n kursaklarında bırakır, ezer geçerd onları. Ayrıca, küçük
b r olaydan hareket ederek rev zyon st Yugoslav hanet n n
bugünlerde değ l, tâ savaş yıllarında, part zan subayların harekâtı
sırasında, İng l z g zl serv sler n n etk s ve yönlend rmes yle
başladığı b r kere daha kanıtlanmış olacaktı. Abutal p Kuttubayev’ n
anıları arasında Yugoslav part zanlarının İng l zlerle buluşmaları da
yer alıyordu. Demek k , bugünkü dd aları doğrulayacak b r dâva
olacaktı bu. Ortam bu derece uygun olduğuna göre, ne pahasına
olursa olsun, t raf ett rmel yd , adamın ağzından çek p almalıydı
sted kler n . Gerek rse d d m d d m d d necek, Sarı-Özekl bu kötü
yazarın, bu sözde yazarın ş n b t recekt . Pol t kada, esen havaya
göre hareket etmek gerek rd . F k rler çatışmasında küçük b r nokta,
düşmana öldürücü b r darbe nd rmeye yeterd bazen.
İşte bu öldürücü darbey oluşturacak taşları h ç gözden
kaçırmadan toplamalıydı Tansıkbayev. Bu taşlar ne kadar küçük, ne
kadar sembol k olursa olsun, onları canla başla, tek tek toplayarak
Kudret-Tanrısı’nın el ne vermel yd . Bu taşları, basında yazıldığı g b
o lanet, o ha n T to’nun ve onun destekç s Rankov ç’ n uşakları
üzer ne atmak onun hakkıydı. Bütün çabalarına rağmen, sonuç
umulduğu kadar parlak olmasa, çok küçük b r sonuç elde ed lse b le
bunu ona söylerlerd ama büyük çabalarından dolayı y ne de ona
m nnettar olduklarını da b ld r rlerd ... O zaman, ş md bu masada
oturanların heps b r gün onun davetl s olur, onun başarısını
kutlamak ç n kadeh kaldırırlardı. Çünkü hayatın anlamı mutlu olmak
d , başarı se mutluluğun başlangıcıydı.
O gala geces nde Tansıkbayev’ n aklından geçenler şte bunlardı.
Taşkın b r deren n akışına kapılmış g b kend s n o ateşl
konuşmalara bırakıverm ş, doyumsuzluk, açgözlülük sel nde
yüzüyordu. Yalnız, onu çok y tanıyan karısı Aykımıs, onun aklından
b r şeyler geçt ğ n , gecen n karanlığında ava çıkan, gözüne kest rd ğ
avın üzer ne vahş b r hayvan g b atılmaya hazırlandığını anlıyordu.
Onun bakışlarından, kırpışmayan, bazen donup kalan, bazen de
bulanan akdoğan bakışlı gözler nden okuyordu düşünceler n . Bunun
ç n de ona “Herkesle b rl kte kalkar ve dosdoğru eve g der z” d ye
fısıldamıştı. Tansıkbayev stemeyerek de olsa ‘pek ’ anlamında
başını sallamıştı. Böyle b r durumda, herkes n yanında karısı le
tartışacak değ ld elbet. Ş md o kafasında, daha gen ş çaplı b r
harekât planı hazırlıyor, bunu olgunlaştırıyordu: Yugoslav part zanları
arasında tek örnek, tek k ş Kuttubayev değ ld . Sağa sola s nm ş
daha başka savaş es rler de vardı. Onlar da b r şeyler b l yor, hatırlı-
yor olmalıydılar. Bunların ç nde en faal olanları Kuttubayev’e
kusturmak o kadar güç b r ş olmayacaktı. Daha çok kanıt toplamalı
ve bunun ç n de hemen ertes gün sorgulama, yargılama ş ne
başlamalıydı, ya da merkeze g tmel , araştırmalar yapmalı,
Kuttubayev’ n doğrulaması le olayları y ce açığa çıkarmalıydı. Sonra
onun fades n esas alarak, Yugoslavya’da çarpışan tutsaklar
hakkında ver lm ş hükmü ters ne çev recek yen b r dâva açmalıydı.
Doğruyu söylememekle, Araştırma ve Denet m Kom tes huzurunda
Yugoslav rev zyon stler n hanetler n g zlemekle suçlamalıydı onları.
Ama bunu g zl b r yazışma sonunda yapab l rd . Çünkü bu k ş ler n
sayısı yüzlerce değ l, b nlerce d . Heps n sıkı b r sorgulama
değ rmen nde öğütmes , çarkları şlemes , kamplara sürüp sonunda
dosyayı kapatması gerekecekt . Bunu yapacaktı...
Çeş t çeş t y yeceklerle ve küçük konyak kadehler yle dolu olan bu
masada, aklına bu f k r gel nce, çten çe coştu, daha çok çmek,
daha çok yemek, şarkı söylemek, yanındak ler hırpalamak,
hayatında mutlu b r dönem n başlayacağı sezg s yle neşe le gülmek
gel yordu ç nden. Sofra arkadaşlarını, esrarlı b r umutla ışıldayan
gözlerle ve m nnettar bakışlarla süzüyor, gülücükler dağıtıyordu.
Heps kend ırkından nsanlardı ve bu anda onları daha da ş r n
görüyordu. Öte yandan, masadak ler, her ne kadar b rb rler ne yakın
olsalar da, onda yen ve büyük b r düşüncen n doğduğunu görem yor,
böyle b r şeyden h ç kuşku duymuyorlardı. O da bunu h ssed yor,
yüzüne kan basıyor, başarısının bel rt s olarak kalb sev nçle
çarpıyordu.
Yen projes ona g zl den g zl ye gerçek ve parlak b r yüksel ş
vaaded yordu ve bunun b r mantığı da vardı: G zl düşmanları ne
kadar çok ortaya çıkarır ve kökler n kazırsa, kazancı da o kadar çok
ve büyük olurdu. Böyle b r der n düşünce ve görüş, onu
gururlandırıyor, sev nçten kanatlandırıyordu: “Zek nsanlar şler n
böyle yürütür!” d yordu kend kend ne. “Bu ş yarı yolda bırakmam,
ne pahasına olursa olsun sonuna kadar yürütürüm!” Bundan sonra
h ç vak t kaybetmeden harekete geçecek, yan şoförünü çağıracak,
“Sorgulama hücres ” den len o dem r parmaklıklı bodruma g decekt .
Abutal p Kuttubayev orada d . Sorgulama ş n hemen orada
başlatacak, ölümle tehd t edecekt onu. Yalnız k şık vardı onun ç n:
Eğer t raf ederse, İng l z-Yugoslav şb rl ğ n doğrularsa, part zanlar
arasında kend s g b olanların adlarını b ld r rse, 58. madden n b
fıkrasına göre y rm beş yıla mahkûm olur, çalışma kampına
gönder l rd . Aks halde, vatana hanetten, yabancıların g zl
serv sler yle şb rl ğ yapmaktan ve yıkıcı f k rler yaymaktan kurşuna
d z l rd . Buna göre düşünüp cevap vers nd !
Tansıkbayev ‘harekâtı’ bütün ayrıntıları le düşünüyordu:
Sorgulamanın alacağı b ç m , Kuttubayev’ n d ren ş n , onun bu
nadını kırmak ç n uygulayacağı usuller , her şey ... Ama ne olursa
olsun onu y ce köşeye sıkıştırmış bulunuyordu, hayatına değer
ver yorsa onun sted ğ g b konuşacaktı. Elbette adam natla
savunacaktı kend n . Suçsuz olduğunu, es r olmasının bedel n
Yugoslav part zanları safında çarpışarak öded ğ n , yaralandığını,
kanını akıttığını, savaş sonunda Araştırma ve Denet m Kom tes ’n n
sorgulama ve sınavından geçt ğ n , vb. söyleyecekt . Boş lâflardı
bunlar! Kuttubayev nereden b lecekt bütün bunların yararsız
olacağını? Devlet n g zl düşmanlarını toptan yok etmek ç n onun
z nc r n sadece lk halkası olduğunu nereden b lecekt ? Devlet n
çıkarlarından daha öneml ne olab l rd ? Bazıları nsan hayatının
öneml olduğunu sanıyorlardı.. ne lâf ya! Devlet b r sobadır ve yakıtı
da yalnız nsandır. Yakılacak nsan olmazsa soba söner. Sönen,
yanmayan sobanın da h çb r yararı yoktur. Ama öte yandan bu
nsanlar da devlet olmadan yaşayamazlar: Sobayı tutuşturan, yakan
onlardır. Sobayı yanar tutmakla görevl olanlar da ona yakıt tem n
etmel d rler. Her şey buna bağlı!
Tansıkbayev yemek masasında, karısıyla b rl kte (düşünceler n
yalnız ondan g zleyem yordu) oturuyor, yanındak ler n ‘Şef’le lg l
sözler n onaylıyor, part okulunda klas k doktr nler üzer ne bazı bas t
görüşler hatırlayarak felsefe yapıyor, nsan denen varlığın ne müth ş
b r şey olduğunu düşünerek ona hayran oluyordu. Kend s n örnek
göster yordu buna: İşte o da ötek davetl lerle ayn sofradaydı ve
görünüşte herkes günün kutlama olayı üzer nde duruyordu. Oysa
kend kafasından geçen şeyler bambaşkaydı. Onun asıl amacının,
kafasında kurduğu planların neler olduğunu k m b leb l rd ? O sofrada
rahat, sak n oturur görünürken, onda yakıcı, kaçınılmaz, karşı
gel nmez rades ne bağlı b r şey n b r gel şmen n g zl olduğunu bu
gücünü göster p planını uygulayacağını, planını uygulayınca nsan-
ların onun ayaklarına kapanacağını -ve, onun sayes nde Kudret-
Tanrısı’nın ayaklarına kapanacağını- şu anda k m düşüneb l rd ? Bu
durumda o, (sayıları çok olsa b le y ne de sınırlı olan) Kudret-
Tanrısı’nın yüksek derecel büyük destekler nden b r değ l m yd ?
Evet, bunun b l nc ne varmak, onda nsanın nef s b r y yecek gördüğü
zaman duyduğu mrenmey , b r mutluluğun sabırsızlığını
uyandırıyordu, çk kadeh n ard arda boşalttıkça, coşkusu, ht rası
artıyor, her yudum çk le b raz daha kend nden geç yor, kend n güç-
lükle tutarak, planını hemen yarın uygulamak ç n kes n karara
varıyordu.
Tansıkbayev ayrıntıları tekrar aklından geç r rken, planının ve
mantığının mükemmel olduğunu düşünerek büyük b r memnunluk
duyuyordu ç nden. Ama, y ne de bazı zayıf noktalar gelm yor değ ld
aklına: Şurada pek anlaşılmayan b r konu, başka yerde b raz der ne
n lmes n gerekt ren b r nokta vardı ve kanıtlar üzer nde b raz daha
çalışması gerek yordu.
Kuttubayev’ n notları arasında şu “Mankurt” h kâyes nde g zl b r
anlam bulunab l rd meselâ. Han şu Juan-Juanlar’a es r düşen
Naymanlı genc n ağır şkenceler sonunda aklını y t rmes , b r
‘mankurt’ olması ve sonra öz annes n öldürmes h kâyes nde.
Elbette esk b r efsaneyd , masaldı ama Kuttubayev bunu yazarken
kafasında bambaşka b r amacı gütmüş olab l rd . B r amacı yoksa,
onu yazma zahmet ne n ç n katlansındı? Evet, evet, bu ‘mankurt’
olayında kes nl kle b r şey g zlenm ş olmalıydı. Ama ne? Dolaylı
yoldan, tems l yoldan g zl mesajlar verm ş olamaz mıydı? İş n çok
öneml , belk asıl öneml b r yanı da şuydu: Tansıkbayev bu ‘mankurt’
h kâyes n n b r kışkırtma olduğunu nasıl kanıtlayacak, bunu neye
dayandıracaktı? Bu mankurt h kâyes nde deoloj k b r yön
bulunduğundan kuşkulanıyor, ama bunu kes nleşt recek ve
sorgulamada en ağır darbey vurmasını sağlayacak kanıtları henüz
bulamıyordu. Bunun ç n (bazı durumlarda usulden olduğu g b ), halk
düşmanlığı taşıyan b r masalda cezayı ağırlaştırıcı şartları b r b r say-
mak ve buna göre kovuşturma yapması gerek yordu. Ama nasıl
yapacaktı bunu? Tansıkbayev b rden ş n bu yönünün onun
uzmanlığı dışında kaldığını, onu aştığını anladı. Bu durumda b r
uzmandan yardım steyecekt . Burjuva m ll yetç ler dâvasında da bu
yola başvurulmuştu: B r küçük grup bulmuşlar, sonra bazı
arkadaşlarını b lg lend rerek, m ll yetç l k, geçm şe övgü g b Stal nc
sosyal st çağın aleyh ne olan faal yet göstermek suçlamasıyla
saldırtmışlardı onlara. Bu da aralıksız, günlerce ve günlerce çarkı
döndürmeye yatmıştı. Evet, evet, Kuttubayev’ n böyles ne özenle
yazdığı bu efsane, kes nl kle g zl b r anlam, b r mesaj ver yordu. Bu
efsaney yen den nceleyecek, ıcığını cıcığını çıkarıp her sözcük
üzer nde duracak, en küçük b r pucunu kaçırmadan dosyaya alacak
ve sonra saldırıya geçecekt .
Kuttubayev’ n kâğıtları arasında, tâ Ceng z Han dönem ne a t
“Sarı-Özek Kurbanları” başlığını taşıyan b r efsane de vardı.
Tansıkbayev buna önce pek önem vermem ş, d kkat etmem şt . Ama,
y ncelen rse, belk orada da s yasî b r ma, b r çağrışım bulab l rd .
CENGİZ HAN, büyük ordusuyla, her türlü araç-gereçle donatılmış
halkını da peş nden sürükleyerek, Batı’yı fethetmek ç n uçsuz-
bucaksız Asya bozkırlarını geçerken, subaylarından b r n ve pek
sancaklar üzer ne altın sırmalarla alev püsküren ejderhalar şleyen
genç b r kadını dam ett rm şt . Sarı-Özek bozkırında olmuştu bu olay.
O dönemde Asya’nın büyük bölümü Ceng z Han’ın egemenl ğ
altındaydı ve Han, fethett ğ toprakları oğulları, torunları ve
generaller arasında ulus****lara bölerek dağıtmıştı. Ş md hedef İd l
Irmağı’nın (bugün Volga den len bu ırmağın esk adı İd l d ) ötes nde
kalan topraklardı. Ş md hedef Avrupa d .
***Yazar ulus sözcüğünü gerçek anlamıyla (Yurtluk. Tımar anlamıyla) kullanıyor. (Çev ren n
notu).
Sarı-Özek bozkırlarında sonbahar başlamıştı. B rdenb re başlayan
gür yağmurlar da küçük göller , yazın kuruyan dereler doldurmuştu.
Atlar yol boyunca susuzluk çekmeyeceklerd . Aceles vardı önü
arkası görülmeyen büyük ordunun. Çünkü bu bozkırları aşmak büyük
sefer n en güç yanı d .
Gen ş cephede üç ordu lerl yordu. Her ordu üç tümenden, her
tümen on b n savaşçıdan oluşuyordu. Pek görkeml b r ordu d .
Atların toynaklarından çıkan toz bulutu göklere yüksel yor, büyük b r
yangının dumanı g b ufukta k lometrelerce uzanıyordu. O toz
bulutunun ger s nde başka b r toz bulutu karartıyordu gökyüzünü: Bu,
yedek atların, yemek ç n kes lecek hayvanların bulunduğu ötek k
tümen n kaldırdığı toz bulutu d . At yürüyüşü le b rkaç gün uzakta
bulundukları ç n görünmeyen ve her b r y ne üçer tümenden oluşan
sağ ve sol kanat orduları da d l’e doğru lerl yordu. Büyük Han’ın
kurmay heyet n oluşturan onb r general (beğ), soğuk havalar
başlamadan, bu ırmağın kıyısında b r yerde toplanacaktı. Sefer n
bundan sonrak planını orada kararlaştıracaklardı. Sonra ırmağın buz
tutmasını bekleyecek, buz tutan ırmağı aşıp göz kamaştıran güzel
Avrupa ülkeler n fethedeceklerd . Ceng z Han’ın, onunla b rl kte bü-
tün subaylarının, süvar ler n n amacı, hayal bu d .
Ordular, erzak ve cephane taşıyan bütün b rl kler, durmadan ve
h ç vak t y t rmeden lerl yorlardı. Kadınlar da vardı.. ve felâket de
burada d .
Ceng z Han’ın beş yüz k ş den oluşan özel muhafız b rl ğ de, o
büyük hareket n ortasında yüzen b r ada g b yer alıyordu. Ama
Ceng z Han onların arasında değ ld . Önde, yalnız g d yordu.
Dünyanın Hâk m , özell kle sefer sırasında, çevres nde kalabalık
bulunmasından hoşlanmazdı. Önünü görmek ve harekâtı düşünmek
ç n sess zl k ve yalnız olmayı sterd .
Ceng z Han, çok sevd ğ , rahvan yürüyüşlü Kuba adındak atına
b nm şt . Der s , aşınmış çakıltaşı g b parlayan, göğsü ve cıdavları
güçlü, ak yelel , kara kuyruklu, yumuşak rahvan yürüyüşlü b r at d
bu. Dünyanın yarısını bu at üzer nde aşmıştı. Hemen ger s nden
gelen k yedek at da en az Kuba kadar güçlü ve hızlı d ler.
D zg nler , eyerler Han’ın amblem le süslü bu atlar b n c s z, yüksüz
d ler. Büyük Han, b nd ğ atta yorgunluk bel rt s görür görmez, o
yedek atlardan b r ne geçerd .
Ceng z Han’ın ma yet de pek görkeml yd . Kezekul ve
yasavullardan oluşan koruyucuları korku ned r b lmez, Hanları ç n
canlarını h çe sayarlardı. Bu b rl ğ oluşturanlar, bu özver de, bu
n tel kte olanlar arasından özell kle seç lm şlerd . Onların atları da çok
güzel, altın külçes g b doğada az bulunan eşs z değerde d ler. Ama
bütün bunlardan daha lg nç, şaşılacak b r şey de vardı: Tâ sefer n
başından ber , küçük, beyaz b r bulut, Büyük Han’ın tepes nden h ç
ayrılmıyor, onu güneşten koruyordu. Nereye g tse bulut da oraya
gel yor, sadık b r hayvan g b zl yordu onu. Ancak büyükçe b r çadır
kadardı bu beyaz bulut. Yükseklerde bulutlar pek eks k olmadığı ç n,
k mse bunun Büyük Han’a Gök-Tengr ’n n büyük b r lûtfu olduğunu
aklına get rm yordu. Ama Dünyanın Efend s ’ne bu olay haber
ver lm şt . Gerçekleşt ğ n gözler yle görünce de yavaş yavaş bunun
Gök’ün (Gök Tanrı’nın) b r lûtfu, kend s ne gösterd ğ b r ayrıcalık
olduğuna kes nl kle nanmıştı.
Başı üzer nde b r bulutun eks k olmayacağını ona, yanına
sokulmasına z n verd ğ gezg n b r kâh n b ld rm şt . Bu yabancı onun
önünde ne d z çökmüş, ne de ona övgüler yağdırmıştı. Pek çten ve
güvenle söylenen bu kehanet ç n Büyük Han’dan b r karşılık da
beklem yordu. Sıska, g ys ler yırtık-pırtık, upuzun saçları se
örgüsüz, tokasız kadın saçı g b dağınıktı. Altın çadırındak tahtına
kurulmuş Bozkırlar Fat h o kudretl Han’ın karşısında, ayakta d md k,
başını gururla kaldırarak duruyordu. Sert bakışlı, yanık tenl yd .
Sakalı da göster şl , saygı uyandıran b r adamdı.
Yanındak Uygur d lmaç aracılığıyla Büyük Han’a şöyle ded :
- Ey Büyük Han, ben buraya, Gök-Tengr ’n n rades yle, sana
Yukarıdan özel b r şaret, b r bel rt göster leceğ n b ld rmek ç n
geld m.
Nasıl b r bel rt ve sen bunu nerden b l yorsun? ded Han asık
suratla ve öfkel b r sesle.
Nasıl b ld ğ m açıklayamam, ama nasıl b r şaret, nasıl b r lütuf
olduğunu söyleyeb l r m: Başının üzer nde b r bulut bulunacak ve
nereye g dersen sen zleyecek, hep tepende duracak.
- B r bulut ha?! d ye bağırdı Ceng z Han. Şaşırmış, kaşlarını
çatmıştı. Orada bulunanlar Han’ın h ddete kapılarak kükreyeceğ n ,
gürleyeceğ n bekled ler. D lmacın dudakları da korkudan bembeyaz
oldu. Çünkü o da cezasız kalmazdı. Kâh n cevap verd :
Evet, Gök-Tengr ’n n parmağı g b üzer nde b r bulut dolaşacak,
sen n yeryüzündek yüce görev n kutsayacak. Ama bu bulutun
ortadan kaybolmaması ç n d kkat edecek, özen göstereceks n.
Çünkü bu bulutu y t r rsen bütün kudret n de y t receks n...
Altın çadırda çıt çıkmıyordu. O anda Ceng z Han’dan her şey
beklen rd . Ama, ocaktak ateş n sönmes g b , Ceng z Han’ın
yüzündek öfke de kaybolmuştu. İlk andak kızgınlığını bastırarak, bu
gezg n n sözler n b r hakaret olarak görmemes , onu cezalandıracak
kadar küçülmemes gerekt ğ n anlamıştı. Kızıla çalan bıyıkları
arasından bell bel rs z gülümseyerek sordu:
D yel m k bu sözler sana Gök-Tengr söylett .. d yel m k ben de
buna nandım. Ama, söyler m s n bana ey yabancı b lge, gökyüzünde
başı boş dolaşan b r bulutu ben nasıl denetleyeb l r, yok olup
g tmemes ç n nasıl b r özen göstereb l r m? Onu yer nde tutmak ç n
peş nden kanatlı süvar ler gönderemem ya!... Vahş b r atı zapteder
g b ona gem de vuramam! Rüzgâra kapılıp g den b r bulutu nasıl
tutacağımı öğret bana.
- Orası sen n b leceğ n b r şey, bu sen lg lend r r, ded yabancı.
Y ne buz g b b r sess zl k kapladı altın çadırı. D lmaçın dudakları
korkudan y ne bembeyaz oldu. Aptallığından mı yoksa başka b r
nedenle m kend ayağıyla ölmeye gelen zavallı kâh n n yüzüne
k mse bakamıyordu.
Ceng z Han kısık b r sesle:
- Onu ödüllend r n ve bırakın yoluna g ts n! ded .
Bu sözler orada bulunanları, kuraklıktan çatlamış toprağa düşen
yağmur damlaları g b etk led .
Bu gar p olay pek çabuk unutuldu, çünkü yeryüzünde böyle tuhaf
nsanlar ve tuhaflıklar eks k olmazdı. Y ne de bu kâh n n davranışı ve
sözler pek haf fe alınmış değ ld . Bu yabancının kelley koltuğuna
alarak gelmes b r düşünces zl k, aptallık sonucu olamazdı. Nasıl b r
tehl ke le karşılaşacağını, ney göze aldığını b l yor olmalıydı.
Kezekullar (s lahlı muhafızlar), dens zl ğ yüzünden onu orada
yakalar, paramparça eder ya da vahş b r atın kuyruğuna bağlayarak
cezalandırab l rlerd . Buna rağmen o, acımasız, korku salan
hükümdarın karşısına, korkmadan, rk lmeden çıkmıştı. Bu yaptığı b r
çılgınlık mıydı, yoksa gerçekten Gök’ün eser m ?
Aradan geçen uzun günler o olayı herkese unutturmuştu. Ama
tam k yıl sonra b r gün, Ceng z Han, o serser yabancıyı
hatırlayıverd .
Bu k yılı bütün mparatorluk Avrupa sefer ne hazırlanmakla
geç rm şt . Büyük Han, egemenl k sınırlarını karşı gel nmez b r güçle
gen şletmek ç n bu süre ç nde yoğun b r hazırlığı gerekl görmüştü.
Bu onun en büyük emel , en büyük hayal yd : Yen lg b lmeyen
süvar ler n dalga dalga salacak, en uzak sınırlarına kadar bütün
dünyayı zaptedecek ve dünyanın gerçek hâk m , efend s olacaktı.
Bozkırların hükümdarına bu korkunç kararı aldıran şte bu hükmetme
ve kudret tutkusu, en büyük, en güçlü olma hastalığı d . İşte bundan
dolayı bütün mparatorluk, uçsuz bucaksız Asya topraklarındak
bütün m lletler dem r yumrukla s nd r lm ş, barışa kavuşturulmuş,
bütün nsanlar, şeh rl s göçebes , zeng n yoksulu, st snasız herkes
bu şeytanca tutku ç n çalışıyordu. Yen yen topraklar zaptetmeye,
başka başka m lletler boyunduruk altına almaya doymayan b r
susamışlık, b r tutku d bu. İşte bu yüzden herkes tek b r şey ç n
çalışıyordu: Ceng z Han’ın savaşçılarını çoğaltmak, gücünü art-
tırmak, mükemmel hâle get rmek. Yer altından çıkarılan ve s lah yap-
maya yarayan her şey, bütün yaratıcı güçler, st lâ ç n, Ceng z Han’ın
Avrupa üzer ne yapacağı büyük saldırı ç n değerlend r l yor, bunun
ç n çalışıyorlardı. Zeng nl ğ göz kamaştıran o ülkelerde her savaşçı
ç n akıl almaz gan met vardı. Gür, koyu yeş l ormanlar, otları hay-
vanların boynuna kadar çıkan ver ml ovalar vardı. Kımız desen, su
g b akıyordu o ülkelerde... Ateş püsküren sancakların altında sefere
katılan herkes , gücün sağlayacağı büyük zevkler, mutluluklar
bekl yordu. Zaferden, zafer n sağlayacağı mutluluktan herkes payını
bol bol alacaktı. Saldıracaklar, yenecekler ve egemen olacaklardı:
Büyük Han’ın emr bu d ve bu em r yer ne get r lecekt ...
Ceng z Han büyük b r teşk latçı, son derece ht yatlı ve açık
görüşlüydü. Avrupa sefer ne hazırlanırken her şey bütün
ayrıntılarıyla düşünmüş, hesaplarını yapmıştı. Ordusunu harekete
geç rmeden önce araz hakkında, yollar ve en uygun geç tler
hakkında b lg ler casuslardan, düşman arasında bulunan
kaçaklardan, döneklerden, kervan get r p götürenlerden, hacılardan,
gezg n derv şlerden, Uygur, Ç nl , Acem ve Arap tüccarlardan
alıyordu. Ordularını saldırtacağı ülkeler n örf ve âdetler n , d nler n ,
gelenekler n , ustalıklarını, nasıl yaşadıklarını da öğren yordu.
Kend s okur-yazar olmadığı ç n bütün bunları aklında tutuyor
ordunun her hareket nde ney n yararlı, ney n zararlı olacağını hesaba
katıyordu. Bunları b lmek, savaş yapmadan lerlerken çok öneml yd ,
şarttı. En başta da d s pl n gel yordu. İşte bunlardı başarının şartları.
Ceng z Han gevşekl ğ , tembell ğ bağışlamazdı ve h ç k mse, h çb r
şey onun kararına, amacına engel olamazdı.
İşte bu dönemde, stratej s n tam olarak bel rled ğ b r zamanda, o
güne kadar tar hte benzer h ç görülmem ş b r buyruk çıkardı: Ordu
le b rl kte gelecek kadınların çocuk doğurmalarını yasakladı.
Savaşçıların karıları ve çocukları, ayrı kaf leler hâl nde onların
peş nden gel rd . Bu, şartların doğurduğu b r zorunluk, b r esk
gelenek d . Çünkü aş retler arasında ardı-arkası kes lmeyen
savaşların olduğu dönemlerde, obalarda savunmasız kalan kadınlar
ve çocuklar düşmanın saldırısına uğrar, kılıçtan geç r l rd . Bu öç
alma saldırısında önce ham le kadınlar öldürülür, böylece soylarının
kökü kazınmış olurdu. Ama zamanla durumlar değ şt , esk den h ç
b tmeyen ç savaşlar, bozkır mparatorluğunun kubbes altında
b rleşme sağlanınca sona erd ya da y ce azaldı.
Ceng z Han da gençl ğ nde, henüz Temuç n olarak anıldığı yıllarda,
komşu aş retlerle amansız savaşlarda bulunmuş, bunun acısını da
pek acı b r şek lde çekm şt : B r baskın düzenleyen Merk tler, onun
sevg l karısı Börte’y kaçırmışlardı. İşte bundan dolayı Han olur
olmaz, lk ş olarak kardeş kavgalarına son vermeye çalıştı. Buna h ç
z n vermed , zaaf göstermed . Çünkü kardeş kavgası devlet n
gücünü sarsıyor, bütünlüğü bozuyordu.
Yıllar geçt , yavaş yavaş, a lelerden oluşan kaf leler n savaşçı
eşler n n peş nden g tmeler ne gerek kalmadı, ama gelenek
sürüyordu. Fakat kadınlar orduya yük oluyor, ayak bağı oluyor,
askerî harekâtı güçleşt r yorlardı. Özell kle de hücuma geç nce ve
neh rler aşmak zorunda kaldıkları zaman baş belâsı oluyordu kadın
ve çocuklar. İşte bunun ç n Büyük Han, savaşçı eşler n n peş nden
gelen ve kadınlardan oluşan tümenlerde, doğumları yasakladı. Bu
yasak, Avrupa sefer zaferle sonuçlanıncaya kadar devam edecekt .
Buna, sefer n başlamasından b r buçuk yıl önce karar verm şt :
- Batı ülkeler n egemenl ğ m z altına aldıktan sonra, atlarımızı
durduracak, yere ayak basacağız. O zaman kadınlar sted kler kadar
çocuk doğurab l rler. Ama o güne kadar tümenlerde çocuk dünyaya
geld ğ n asla duymak stem yorum!
Ceng z Han böylece, askerî zaferler uğruna, doğa kanunlarını
zorluyor, Tanrı’nın gücüne g decek şek lde davranmış oluyordu.
Onun bu buyruğuna ne halk arasında, ne ordu ç nde h ç k mse
karşı çıkmadı, karşı çıkmayı aklından b le geç rmed . O zamanlar
Ceng z Han’ın kudret doruk noktada d ve böyle b r güç h ç
görülmem şt . Onun ç n, o güne kadar h ç duyulmamış bu şaşılacak
em r karşısında, herkes ağzını b le açmadan boyun eğd . Zaten taat
etmeyenler acımadan öldürülürlerd .
Avrupa sefer ne çıkışlarının onyed nc günüydü. Ondan öncek
günlerde olduğu g b , Büyük Han o gün de apayrı duygular ç nde,
coşkular ç ndeyd . Dışarıdan bu hâl h ç bell olmuyordu. Büyük
adamlara yakışır şek lde ağırbaşlı, c dd d . Herkesten uzakta,
d nlenmeye çek len b r şah n d sank . Ama ç nden coşuyor,
sev n yor, şarkılar söyley p ş rler yazıyordu:
(...)
Gökyüzü bulutlarla dolu y ne
Han çadırım sağlam, korunaklı.
Geceler rahat uyumamı sağlayan
Bozkurtlarım etrafımda pervane.
Han tahtıma ben s z çıkardınız,
İşte y ne seferdey m, ortasındayım yolun,
Sağ olun bozkurtlarım, sağ olun!
Karda, kışta, g şelerde, boralarda,
İl kler donduran soğuklarda,
İç m rahat, yüreğ m d ng n...
Korku b lmez bozkurtlarım yanımda y ne
Otağımın çevres nde pervane.
Her gece uyanıktınız, hep vardınız
Han tahtıma ben s z çıkardınız.
Kargaşacı, kışkırtıcı düşmanın kıpırtısını,
Kayın sadakların şakırtısını duyar duymaz,
Ş mşek g b b r hızla atıldınız savaşa,
Ay ışığında uçar g b at sürdünüz,
S z yöneten kağanınızı alıp ortanıza
Avınızı sürüp götürdünüz...
Hey ben m tahtımın kesk n d şl bekç ler !
Ben h ç terketmeyen boz yelel kurtlarım hey!
Y ne s z nley m.. hep vardınız,
Han tahtıma ben s z çıkardınız.
İşte y ne seferdey z, Batı’yı fethe g d yorum,
Bu fet h yolunda, bugün, burada s ze,
B r kerre daha yürekten ‘Sağ ol!’ d yorum.
Yüksek sesle söylenecek olsa bu d zeler yayılır g derd . -Ceng z
Han ç n dökecek, dışa açılacak b r nsan değ ld -Ama, sabahtan
akşama kadar at üstünde olduğu günlerde, bu kadarcık lüksü çok
görmüyordu kend s ne.
Bu sev nc n, bu huzurun b r nc neden , onyed günden ber o
beyaz bulutun, gökyüzünde, tam onun tepes nde durmasıydı. Nereye
g tse, nereye yönelse, bulut da o tarafa gel yor, başının üzer nden h ç
ayrılmıyordu. K m nanırdı buna! O serser , hemen o saat, orada,
saygısızlığı, dens zl ğ yüzünden öldürüleb l rd . Böyle b r davranış
düşünce hâl nde kalsa b le bağışlanmazdı. Ama o tuhaf adam
öldürülmem şt . Demek kader böyle st yordu.
Sefer n lk gününde, tümenler, konvoylar, sürüler, büyük yağışlar
sırasında yağan neh rler g b Batı’ya doğru aktığı zaman, gün
ortasında, Ceng z Han at değ şt rm şt . At değ şt r rken başını şöyle
b r havaya kaldırınca, beyaz, küçük b r bulut görmüştü havada. Ama,
yavaş yavaş süzülen, belk de tepes nde d md k duran o küçük
buluta h çb r anlam veremem şt . Gökyüzünde böyle ayrı düşüp
süzülen bulutlar az görülür şeylerden değ ld .
Ceng z Han, kend s n uzaktan zleyen kezekul ve ya-savullarla
yoluna devam ett . Kend düşünceler ne dalıyor, arada b r çepçevre
ufka göz gezd r yor, dünyayı fethe çıkan b nlerce asker n n hareket n
d kkatle zl yordu. Bunlar ona yürekten bağlı d ler, onun planlarını
uygulamak, em rler n yer ne get rmek ç n yanıp tutuşuyorlardı. Sank
nsan değ l de, d zg n tutan el n n parmaklarıydılar. Aslında onların da
her b r onun kadar güçlü olmak st yorlardı çler nden.
Gözler n b r daha gökyüzüne çev rd ve ayn bulutu y ne
tepes nde gördü. Ama bu defa da h ç önem vermed . Onun dünyayı
fethetme n yet yle emr ndek atlıların g tt ğ yöne g den b r bulut
arasında nasıl b r lg , l şk olab leceğ n düşünmed b le. Her şeyden
önce ayağını bastığı yere bakması gerek rken bulutlara n ç n
bakacaktı, orada ne görecekt k ?! Ordu yoluna devam ed yordu. Açı-
lıp yayılıyor, kara b r k tle g b araz n n çevres n , tepeler n , vad ler n
kaplıyordu. Atların toynaklarından, arabaların tekerlekler nden tozlar
kaldırarak aştıkları yolu -belk b r daha h ç görmemek üzere- ger de
bırakıyordu. Bütün bunlar sadece Han’ın keyf ç nd . Onb nlerce
nsan onun teşv k yle, ondan es nlenerek, onun d nmek b lmeyen
şan, şeref ve kudret tutkusunu tatm n ç n, tal me g der g b g d yordu
onun gösterd ğ yöne.
Akşam yaklaşıyor ve onlar hâlâ yürüyordu. Az sonra hava
kararınca duracaklar, durdukları yerde konaklayacaklar ve ertes gün
y ne devam edeceklerd yollarına.
Konak yer ndeyd ler. Ş md , Han ve ma yet ç n Han soyundan
olanlara özgü yurtlar kurulmuştu ve bunlar beyaz kubbeler yle tâ
uzaktan görülüyor, ayırd ed l yordu. Ceng z Han’ın görkeml otağının
üzer nde, kenarları koyu kırmızı şer tl s yah b r sancak
dalgalanıyordu. Altın sırmalarla pek üzer ne şlenm ş, ağzından
burnundan soluk yer ne alev püsküren b r ejderha da vardı sancağın
üzer nde. Kezekullar, atlet yapılı bu muhafızlar, Han’larını gözden
ayırmıyor, kuş uçurtmuyorlardı çevreler nde.
O akşam b r şölen ver lecekt . Şölenden sonra Ceng z Han
noyanları, yan savaşçı prensler n toplayacak, lk günkü yürüyüşün
b r değerlend rmes n yapacak ve ertes gün ç n planlarını
kararlaştıracaklardı. Han, büyük sefer n d led ğ g b başlamasından
memnun ve key fl yd ve bundan dolayı o akşam noyanlarına b r
z yafet vermey düşünmüştü. Önce onları d nleyecekt . Sonra heps
susunca, çıt çıkarmadan d kkat kes l nce, o başlayacaktı konuşmaya.
Dünyanın dört bucağını lg lend ren rades n , buyrultusunu b ld -
recekt . D kkatle, saygıyla d nlenecekt sözler . Onun sözler ,
yüzyıllara meydan okuyan b r güç d . Ondan sonra, o gün coşup
eğlenmey yasaklayacaktı. Çünkü ruhunu b rdenb re b r sıkıntı
kaplamış, kafası karışmıştı. Kend n toparlaması, duygu ve
düşünceler n b r noktada toplaması gerek yordu. Bakın n ç n gerek
görüyordu buna...
Duraklayacakları yere yaklaşırken, artık y ce tanıdığı o küçük
bulutu b r kez daha, yan üçüncü kez görmüş, kalb kafes nden
çıkacakmış g b atmaya başlamıştı. İç n nanılmaz b r kuşku
doldurmuş, soğuk b r ürpert geç rm ş, bastığı yer n t tred ğ n görmüş
ve düşmemek ç n atının yeles ne tutunmak zorunda kalmıştı. O
güne kadar böyle b r şey h ç gelmem şt başına. Ötüken’de, Gök-
Tanrı’nın nsanlara oturmaları, mparatorluklarına merkez yapmaları
ç n verd kler , dünyanın sarsılmaz temel n oluşturan o toprakta, onu
böyle soluğu kes lecek kadar şaşırtan b r şey olmamıştı. Onun
dökülen bunca kandan sonra katılaşmış ruhunu, korkunç karakter n ,
dünyada h çb r şey n böyle çökerteb leceğ ya da yücelteb leceğ
düşünülemezd . B r kocakarı g b düşmemek ç n atının yeles ne
yapışması kadar da gururunu kıracak h çb r şey olamazdı... Bu
mkânsızdı. H ç olmazsa, kardeş Bekter’ b r okla vurup öldürdüğü
ve pek ger lerde kalmış o günden bu yana böyle b r şey n olması
mümkün görülmüyordu. (Kardeş Bekter’ b r balık yüzünden arala-
rında çıkan kavga sonunda öldürmüştü ama, asıl neden bu değ ld .
Daha o yaşta ken, b r kurt g b koku alma, sezme yet s le o, gelecek
ç n, dünya ç n, k s nden b r n n fazla olduğunu h ssetm şt ). Böylece
o, var olab lmen n anlamını ve şartını anlamış görünüyordu k bu da
kaba kuvvet d . İy ce em nd k ancak kuvvetle herkese baş eğd r r,
d z çöktürür, alçaltır ve toz hâl ne get reb l rd . İsterse karşısında taş
olsun, b r ağaç ya da vahş , yırtıcı b r hayvan olsun, ancak kuvvetle
üstes nden geleb l rd onun. Zavallı ölümlüler n lâfı olmazdı. Kuvvet
kuvvet kırınca, olağanüstü olan değers z kalır, görkeml olan acı-
nacak hâle düşerd . İşte bundan b r sonuç çıkarıyordu: Bükeb ld ğ n,
ez p yok edeb ld ğ n şey n h çb r önem yoktur. Baş eğ p d z çökenler,
gal b n nsafına kalmışlardır. Ancak budur hakkett kler . Dünyanın
temel düzen , asıl kuralı da buna dayanıyordu...
Ama ‘GÖK’ başka d . Zaman zaman H malayalı b r d n adamının
ya da k tap satıcısının, ‘Gök’ ç n, önces z ve sonrasız (ezelî ve
ebedî) olan Gök-Tengr ç n söyled kler n d nlem şt . Evet, Büyük
Han’ın ulaşamadığı, gücünün yetmed ğ tek varlık ‘Gök’ d . Tanrı’yı
s mgeleyen Göğü, h çb r şey korkutamaz, h çb r kuvvet, h çb r ordu
onu yenemezd . Öyleyse ‘O’na tapılır, O’na dua ed l rd . İnsanların
yazgısını, âlemler n hareket n bel rleyen O d . H malayalar’dan
gelen ve büyü k tapları satanlar da böyle d yordu. İşte bunun ç n,
bütün ölümlüler g b Ceng z Han da, nsanlığı dem r yumrukla
yönetmes ne yardım ç n yalnız Gök-Tanrı’ya yakarıyor, yalnız
O’ndan yardım d l yor ve O’na kurbanlar sunuyordu. O gez c b l-
geler n de söyled kler g b , Evren’de, Ay altında b rçok dünya varsa,
‘Gök’ bütün bunların tek elden yönet m n n ç n Ceng z Han’a ve onun
soyundan gelenlere vermes n? Yeryüzünde bunun ç n ondan daha
yetenekl s , daha lâyığı var mıydı? Daha güçlüsü var mıydı? Zaman
geçt kçe Büyük Han, Ulu Gök-Tengr ’den, ş md ye kadar h ç k msen n
cesaret edemed ğ b r şey stemeye hak buluyordu kend nde:
M lletlere hükmetmek ç n sınırsız b r güç! Dünyanın b r tek efend s
olmalıydı, bu da ancak bütün ötek lere baş eğd ren, onlara
egemenl ğ n kabul ett ren k ş olab l rd ! Gök-Tengr onun fet hler ne,
devlet n n büyümes ne, yayılmasına h çb r engel çıkarmamakla lütuf
göstermem ş m yd ? Öyleyse ‘Gök’ ona özel b r değer ver yordu,
nsanların b l nmeyen üstün kuvvetler de ondan yanaydı. Bütün
g r ş mler nde h çb r zarar görmem ş, hep başarılı olmuştu. Oysa çel k
ve ateş arasında kalarak geçt ğ ülkelerde her türlü belâ geleb l rd
başına! Ama, bunca çığırtkanlık, öfkel düşmanların bunca bağırıp
çağırması, onun kudret n n artmasına engel olamamış, korku salan
ününe en ufak b r gölge düşürmem şt . Tam aks olmuştu. Ne kadar
lânetlense, Gök Tengr ’ye yönelerek onu ne kadar kargışlasalar ve
nleseler, o da onları o kadar küçük görüyor, meydan okuyordu.
Bazen korkunç kuşkulara kapıldığı, Gök Tanrı’nın gazaba gel p bütün
ş mşekler üzer ne salacağı korkusunu duyduğu günler de olurdu.
Böyle zamanlarda Büyük Han, tebasını b raz d nlend r r, onlara soluk
aldırır, Gök-Tanrı’nın çıkardığı güçlüklere hak ver r, hatta yaptıklarına
p şman olurdu. Ama ş md Gök-Tanrı h çb r hoşnutsuzluk, gazab
bel rt s gösterm yordu, ondan sınırsız lûtfunu es rgem yordu. O se,
kumar oynar g b g tt kçe daha büyük tehl kelere atılıyor, g tt kçe daha
açık meydan okuyor ve bunu Gök-Tanrı’nın adalet sayıyor ve O’nun
sabrını sınıyordu. Ama Gök-Tanrı hep sabırlıydı! Bundan da her şey
yapmasına z n ver ld ğ sonucunu çıkarıyor, yıllar geçt kçe, Gök-
Tanrı’nın onu özell kle seçt ğ ne, Tanrı’nın oğlu olduğuna nancı
pek ş yordu.
Ancak masallarda bulunan böyle b r şeye nanmasının neden ,
büyük şölen ve şenl k günler nde, ata b nm ş yırcıların (ozanların)
kalabalık arasında dolaşarak ve onun ‘Gök’te doğduğunu, Göğün
çocuğu olduğunu söyleyerek kollarını yukarı kaldırmaları, kutsal
varlık olarak kutlamaları değ ld . Bu yırcıların yaptıkları bas t b r
dalkavukluktan başka b r şey olamazdı. Hayır, o böyle b r sonucu
kend hayat tecrübes nden, yaptığı şlerden çıkarıyordu; Ulu ‘Gök’
onu bütün g r ş mler nde destekl yor, koruyorsa, bu, onun rades ne
uygun, onunla uyumlu hareket etmes nden d . Başka b r dey şle o,
yeryüzünde Gök-Tanrı’nın tems lc s yd , onun buyruklarını yer ne
get r yordu. Ve Gök-Tengr de tıpkı onun g b yalnız kuvvete, kuvvet n
göster lmes ne, kuvvet el nde tutana değer ve önem ver yordu...
Böyle olmasa, bazen pek tuhaf, pek olağandışı gördüğü kend
durumunu nasıl açıklayab l rd : O, yoksul b r a len n yet m b r çocuğu
d . A les , b l nmeyen çok esk çağlardan ber avcılıktan, çobanlıktan
başka b r şey yapmamıştı. O se coşkulara kapılmış b r şah n g b
yükselm şt ; başdöndürücü b r hızla, dünyaya korku salan b r şan ve
şöhret n doruğuna çıkmıştı, bütün dünyaya egemen olma
dd asındaydı... Tar hte benzer görülmem ş böyle b r güce
ulaşmasını başka türlü nasıl açıklayab l rd ? Gencec k ken yapmayı
umduğu en y şey at hırsızlığı d ve hayata böyle atılmıştı. Bugünkü
duruma nasıl geld ğ n n cevabı açıktı: Genç Temuç n’ n atından
başka b r şey yoktu. Eğer mav ‘Gök’ün, Gök-Tengr ’n n yardımı
olmasaydı, altın şlemel ejderhaların süsled ğ sancakların altında
nasıl at koştururdu? Nasıl Ceng z Han olur, Han çadırının altında nasıl
tac g yer, Han tahtına nasıl kurulurdu?!
Bütün bunlar Asyalı bu hanın, Gök-Tanrı’nın lûtfunu kazandığını
göster yordu ve ş md de bunu doğrulayan söz götürmez b r kanıt
daha vardı! O gez c kâh n n haber verd ğ har ka bulut, şte orada,
başının üzer nde durup duruyor, onu h ç terketm yordu! Oysa bunu
muştulayan kâh n az daha canından olacaktı... Ama söyled kler
olmuştu, doğrulanmıştı. O beyaz bulut, ‘Gök’ten, Göğün Oğlu’na b r
mesaj d . Rızasını, lûtfunu bel rten b r şaret, gelecekte büyük za-
ferler kazanacağını b ld ren b r vaad d .
B nlerce ve b nlerce asker n h çb r böyle b r muc zen n
gerçekleşmekte olduğunu aklına get rm yor, h ç k mse bulutu
farketm yor, tek başına duran o bulutun oraya nereden geld ğ n ,
n ç n geld ğ n k mse merak etm yordu. İşler güçler yoktu da
gökyüzünde bulutları mı seyredeceklerd ?... Yalnız o, dünyayı fethe
çıkan ordusunun başındak Büyük Han b l yordu bunu. Bu
görüntünün büyük anlamını yalnız o anlıyor, bu nanılmaz tahm n
yalnız o yapıyor ve buna şaşıp kalıyor, bazen kes n b r nanca, bazen
de kuşkulara kapılıyordu. İç ne kuşku düştüğü zamanlarda, bu göz-
lem n ve düşünceler n başkasına söyley p söylememeye karar
verem yordu. Ya bu sırrını açıkladıktan sonra bulut b rdenb re
kaybolursa?... Büyük Han’ın aklını y t rd ğ n düşünmezler m yd ?
Sonra y ne b r güven gel yordu: H ç sebeps z durmuyordu o bulut
başının üzer nde, b rdenb re kaybolup g tmezd . Gök-Tanrı’nın ona
b r şaret yd bu. Böyle düşününce de neşelen yor, ç sev nçle
doluyordu. Kanatlanmış g b oluyor, ne zekâ ve kavrayışından şüphe
ed yordu, ne yen lmezl ğ nden ne de Batı’yı fethedeceğ nden. O
zaman, kan ve ateşle “Dünya İmparatorluğu” kurma hayal ne, bu
emel ne, daha y satılarak rahatlıyordu. İşte bu ruh hal yle devam
ed yordu yoluna. O esk tutkusuna, h ç d nmeyen daha büyük kudret
sah b olma hırsına büsbütün kapılıyordu. Ne kadar çok şey elde
ederse ets n daha da çoğunu st yordu.
Ve günler geç yordu.
Gökyüzündek beyaz bulut kaybolmamıştı. Her bakışta onu
başının üzer nde, hep ayn b ç mde görüyordu Ceng z Han. Ak yelel ,
kara kuyruklu ünlü atı Küba’ya b n yordu. Attan anlayanlar, böyle b r
atın ancak b n yılda b r ve çok büyük b r tal h eser olarak dünyaya
geld ğ n söylüyorlardı. Onun g b güzel yürüyen b r at yoktu. Çok
hızlı koşan b r yarış atı değ ld ama, yorulmak ned r b lmezd . Rahvan
g d şl yd . Bell b r tempoda, çok düzenl ve h ç sarsmadan yürüyordu.
Sağnağın kuru toprağa sızması g b yd yürüyüşü. Böyle b r at,
ağzında gem olmasa, gem çek lmese, yorgunluktan düşünceye
kadar, son nefes ne kadar, ayn tempoda g derd . Esk zamanlarda
b r ozanın ded ğ g b , böyle b r hayvanla yola çıkan b r nsan, kend n
ölümsüz sanab l rd ...
Ceng z Han memnundu, mutluydu. H çb r zaman kend n bu kadar
güçlü h ssetmem şt . B r an önce harekete geçmek ç n
sabırsızlanıyor, sank yorulmak b lmeyen Kuba o m ş g b , sonu
gelmeyen koşuyu yapan o m ş g b , neh rler g b akmak, atını
dörtnala sürüp g tmek st yordu.
Evet, at ve b n c s tam b r uyum ç ndeyd ler. B r n n gücü ötek nde
yankılanıyordu. B n c n n at üzer ndek duruşu da yırtıcı, avcı b r kuşa
benz yordu: Alçarak boylu, sağlam oturuşlu, yanık yüzlüydü.
Güvenle, gururla basıyordu üzeng ye. At üstünde değ l de tahtında
oturuyordu sank . D md k, başı yukarıda, çıkık elmacık kem kl
yüzünde ve kenarları kırışık gözler nde b r d ng nl k, rahatlık vardı. K -
ş l ğ yle, görünümüyle, sayısız askerden oluşan ordusunu şan ve
zafere götüren b r kumandandı o...
Ceng z Han’a fet h tutkusu ve fat h m zacı veren özel b r neden de
başının üzer nden ayrılmayan bu beyaz bulut d . B r sembol, onu
bekleyen büyük görev n, yüce yazgının b r tacı g b duruyordu
başının üzer nde o bulut. Bu bakımdan her şey b rb r n
tamamlıyordu: Bulut, gökyüzü... En önde, hep Ceng z Han’ın
yakınında bulunması gereken sancak dalgalanıyordu. B rb r nden
güçlü, heybetl üç bayraktar yürüyordu önde. Yağız atlarının
üzer nde, bu şerefl görev onlara ver ld ğ ç n pek mağrur d ler.
Ortadak , sancak gönder n tutuyordu. Öbür k s , mızraklarını ufka
doğru uzatmış, onu aralarına almışlardı. İpek ve altın sırmalarla ş-
lenm ş kara zem nl sancak, rüzgârda dalgalanıp şaklayarak, Büyük
Han’ın yolunu açıyordu. Sancağın üzer nde, ağzından alevler çıkan
ejderha canlıydı sank : Atılmaya hazırdı, azgın, kızgın b r deven n
yuvalarından fırlamış gözler g b yd gözler . Her şey görüyor,
rüzgârın savurmasıyla her tarafa dönüp bakıyor, gerçekten canlıymış
g b görünüyordu...
Büyük Han, yorulmak b lmeden, sabahın erken saatler nden
başlayarak yönet yordu harekâtı. Noyanları her taraftan at koşturup
gel yor, b lg ver yor ve sonra Han’ın em rler n alarak ve atını y ne
dörtnala sürerek b rl kler n n başına dönüyorlardı. Sonbahar
yağmurları başlamadan, en büyük engel oluşturan İd l kıyılarına b r
an önce ulaşmalıydılar. Oraya vardıkları zaman büyük soğukları,
nehr n kaskatı buz tutmasını bekleyecek, sonra da onu aşıp kutsal
hedefler ne doğru yollarına devam edeceklerd : Batı’nın feth
hedef ne.
İlk günkü yürüyüş akşamın lerleyen saatler ne kadar sürdü.
Akşam karanlığı başlarken batmakta olan güneş n yumuşak eğ ml
tatlı ışınları altında uzayan bozkır, dünyanın uçsuz-bucaksızlığını
göster yordu onlara. Yarısı ufka gömülmüş kızıl güneş n ışınlarıyla
aydınlanan ve renklenen eng n ovada, b nlerce ve b nlerce atlıdan
oluşan alaylar sıra sıra lerl yordu. Her b rl k kend yürüyüş alanı
ç nde kalıyor, heps batan güneşe doğru akıp g d yor ve s sler
arasında y t p g den dereler andırıyorlardı. Yorgun atlar, ancak ge-
cey geç rmek ç n durdukları zaman kurtulacaklardı b n c ler nden ve
koşumlarından.
Ama, sabah erkenden, öküz der s nden yapılmış büyük davullar
gümbürdeyecek, orduyu harekete çağıracaktı. Onb nlerce nsanı
uyandırıp harekete geç rmek h ç de kolay b r şey değ ld . Askerler,
çevredek bütün kamplarda hüküm süren gürültü patırtıyı yatıştırmak,
düzen sağlamak ç n büyük çaba göster yorlardı.
O saatte Büyük Han çoktan kalkmış olurdu. Her zaman lk kalkan
o oluyor, o sonbahar şafağında, çadırının çevres nde aşağı yukarı
g d p gelerek ayaklarını açıyor, akşam aklına gelen f k rler üzer nde
düşünüyordu. Sonra bazı em rler ver yor, kulakları delerces ne
gümbürdeyerek savaşçılarını at b nmeye çağıran davulları d nl yordu.
Ve davullar devam ed yordu gümbürdemeye. Davulların her
sabah gürlemes yalnız uykudan uyandırmak ç n değ ld . Başka
anlamı da vardı bu gürlemeler n. Ceng z Han, o büyük sefere katılan
herkes böyle uyarıyor, böyle dürtüp canlandırıyordu. Buyurucu,
sarsılmaz radel Ceng z Han, davul gürlemeler yle kapalı kapıları
açıyor, uyuklayanların b l nc ne g r yor, onları, her şey unutturarak
kend rades ne bağlıyordu. İnsanlar uykudayken onun rades dışına
çıkıyorlardı. Uyku, yararsız, zararlı, tehl kel b r zaman ve b r yer d .
Uyanır uyanmaz onları o bağımsızlıktan çıkarmalı, çek p almalı,
gerçekle, yan kayıtsız şartsız taat altında oldukları gerçeğ yle
yüzyüze get rmel , görevler n yapmaları ç n harekete geç rmel yd .
Büyük Han, her sabah bu davul sesler n d nlerken, b r böğürmey
de duyar g b olur, soğuk b r ürpert yle yüreğ küt küt atar, çok
uzaklarda kalan b r olayı hatırlardı: Henüz yen yetme b r genç ken,
hemen yakınında b rb rler ne g ren k boğanın yer göğü nleterek
tokuştuklarını, d renen toynaklarıyla tozu dumana kattıklarını
görmüştü. Herhalde bu amansız dövüşten etk lenm ş, büyülenm ş
olarak (ayrıntıları hatırlamıyordu) b rden savaş yayını kapmış,
sadağından b r ok çekerek kardeş ne n şan almış ve böğrüne sapla-
mıştı oku. B rkaç gün önce, neh rde yakaladıkları b r balık yüzünden
kavga etm şlerd kardeş yle. Yarı uykuda olan kardeş Bekter,
canhıraş b r çığlık atarak yer nden fırlamış, sonra da kend kan
gölünde boğularak ölmüştü. Ve Temuç n (O zaman o, Yesügey
Bagatır’ın yet m çocuğu Temuç n’den başka b r şey değ ld )
yaptığından ürkerek, dağa kaçmıştı. Orada, uzun uzun, monoton b r
sesle nlem ş, yakınmış ve durmadan davul çalarken, aşağıda annes
Hoelün (Alangua) Hatun evlat y t rme acısıyla saçını başını yoluyor,
kat le lanetler okuyordu. Bazı adamlar atlarına b n p peş nden g tt ler,
eller n kollarını sallayarak ve bağırarak ona b r şeyler söyled ler, ama
o h çb r şey duymuyordu. Çünkü h ç durmadan çalıyordu davulunu...
Peş nden g denler, nedense, yanına yaklaşmadılar ve o, sabaha
kadar h ç durmadan güm güm davul çalmaya devam ett ...
Yüzlerce davul gümbürtüsü onun savaş narası, vahş
acımasızlığının b r s mges , peş nden gelenlere, kalkıp bel rlenen
hedefe geçmeler ç n b r buyruk hâl ne gelm şt . Hedef, dünyanın
feth d . Adamları onunla dünyanın tâ öbür ucuna g decek, nsan
olsun, hayvan olsun, duyma- ş tme yet s olan her canlı, savaş
davullarının vurduğunu duyup t treyecekt . Davulların gümbürtüsüyle,
g zl emeller n n, düşünceler n n ayrılmaz tanığı olan küçük beyaz
bulut da t treyecekt davul sesler yle. Üzer nde canlı g b duran,
atılmaya hazır ve ağzından kızıl alevler püsküren ejderhalı Han
sancağı da bu borada, bu kasırgada hışır hışır dalgalanıyordu.
Ah, ne güzeld sabahlar!
Ceng z Han, akşamları da henüz uykuya yatmadan önce
çadırından çıkıp çevreye b r göz atardı. Uzayıp g den eng n ovada
yer yer kızıl kamp ateşler yanıyordu. Askerî b r mler n yerleşt kler
yerde olduğu g b , refakatç alayların, konvoyların kamp yerler nde,
sürüler n yayıldığı ovalarda çobanların konakladığı yerde, uzun uzun
beyaz dumanlar çıkıyordu gökyüzüne. O saatlerde herkes et
suyundan çorbasını ç yor, koca kazanlardan çıkardıkları r et
parçalarını ştahla atıştırıyordu. Et kokusu, aç dolaşan bozkır
hayvanlarının ağzını sulandırıyor, onları obanın yakınlarına kadar
çek yor, şurada burada bu hayvanların gözler n n parıltısı görünüp
kayboluyordu. Üzüntü veren, dokunaklı n lt ler de duyuluyordu
uzaktan uzağa.
Sonra, çok geçmeden, ordu der n b r uykuya dalıyordu. Yalnız
arada sırada nöbetç ler n, bekç ler n bağırmaları duyuluyordu k , bu,
geceley n de hayatın düzen ve d s pl n ç nde geçt ğ n göster yordu.
Böyle olmalıydı: Onun dünyaya hükmetme planına h zmet ç n
herkes tam b r taat ve uyum ç nde çalışmalı, böyle davranmalıydı.
Böyle zamanlarda Ceng z Han, sarhoş g b oluyor, kudret hırsı
d nm yor, yatışmıyor, fet hler arttıkça daha da artıyor ve bundan kaçı-
nılmaz olarak b r tek sonuç çıkıyordu ortaya: Yararlı olan, yalnız
onun emel n gerçekleşt rmek ç n çalışan, canla-başla buna katkıda
bulunan d . Ötek ler n yaşamaya hakları yoktu.
İşte, Sarı-Özek’te ver len ölüm cezasının sebeb de bu d . Ve bu,
lg nç b r efsane olarak yüzyıllar sonra Abutal p tarafından kaleme
alınmıştı. Abutal p Kuttubayev bunu kaleme almakla kend s ç n en
büyük felâket hazırlamış oldu...
*
B r gece, üç atlıdan oluşan b r grup sağ kanat tümen nde devr ye
gez yordu. Askerî kampların ger s nde, refakatç kaf leler n, yılkı
çobanlarının ve her türlü h zmet ç n bulunanların kampları da vardı.
Devr yeler b r göz atmak ç n o kamplara da g tt ler. Asay ş
yer ndeyd . Günlük yürüyüşten yorgun düşen nsanlar çadırlarında
horul horul uyuyorlardı. Işıl ışıl yıldızların altındak s vr tepel bu
çadırların yanında yakılmış ateşler de sönmeye yüz tutmuştu.
Çevrede karanlık ve sess zl k hüküm sürüyordu. Üç atlı denetleme
turunu tamamlamış, atlarının gem n çek p durmuş, konuşuyorlardı.
Kumandanları olduğu anlaşılan yüzbaşı rütbes nde, r boylu, kalpaklı
olanı, alçak b r sesle:
- Tamam, ded , hayd s z g d n, d nlen n, ben burada durup son b r
kez göz atacağım çevreye.
İk devr ye uzaklaştı. Yüzbaşı se olduğu yerde, en küçük seslere
kulak kabartarak b r süre etrafına bakındı. Sonra atından nerek,
hayvanı yularından tutup, saraç, s lah yapımı ve d k ş şler yle
uğraşan gez c şl kler n (atölyeler n) ve ötek arabaların yanından
usulca geçerek, ötek lerden ayrı, tâ kenarda duran b r çadıra doğru
yürüdü. Kulakları k r şte, başı eğ k yürüyordu. Ay ışığından da
saklanarak gölgede lerl yor, ama zaman zaman açığa çıkınca,
gözler ve peş nden ağır ağır gelen atının sağrısı parlıyordu.
Yüzbaşı Erdene, kenardak o çadıra yaklaştı. Orada onu b r
bekleyen vardı. Bekleyen kadın, başına b r örtü alıp çadırın kapısına
çıktı.
Saybanu!**** ded Erdene kısık b r sesle. Sonra da merakla:
“Durum nasıl?” d ye sordu.
****Saybanu: Selam, merhaba (Moğolca).
Her şey yolunda, her şey y geçt Tanrı’ya şükür! Korkulacak b r
şey yok, sen sabırsızlıkla bekl yor, çok st yor sen görmey ! d ye
fısıldadı kadın.
Bende onu görmek ç n yanıp tutuşuyorum zaten. Sank kasıtlı
yapıyormuş g b b z m noyan süvar ler saymak sted ve ben de üç
günü atların arasında geç rmek zorunda kaldım!
Sıkma canını Erdene, burda olsan ne yararın olurdu zaten?
Kadın başını sallayarak böyle fısıldadıktan sonra ekled : Öneml
olan her şey n çok y , çok kolay geçmes d r. En küçük b r bağırma,
b r ses çıkarmadı, her acıya sabırla katlandı kadıncağız. Sabahley n
onu üstü örtülü b r arabaya yerleşt rd m. Doğrusu hayran kalınacak
b r karın var Erdene. Ama ben ne desem boş. O tal h kuşu, gel p
el ne konan o atmaca, her zaman sen nle olacak. Ş md oğluna b r ad
bulman gerek yor.
Tengr (Tanrı) kabul ets n bu sözler n Altın! Ben ve Togulan sana
sonsuza kadar gönül borçlusu, teşekkür borçlu kalacağız. Evet,
ş md b r ad bulmamız gerek.
Atın yularını kadına verd .
H ç end şe etme Erdene, ne kadar gerek rse o kadar bekler m
burada. Had g t, Togulan sen bekl yor.
Yüzbaşı kend n toparlamak ster g b b r süre bekled . Sonra
çadırın ağır keçe kapısını kaldırıp çer g rd . Orta yerde küçük b r
ateş yanıyordu. Bu ateş n zayıf, solgun ışığında sevg l Togulan’ını
gördü. D p tarafta, omuzlarına b r samur kürk örtmüş oturuyordu.
Sağ el yle usul usul, küçücük b r beş k sallıyordu. Beş ğ n üzer b r
p ke le örtülmüştü.
Erdene, buradayım! ded kadın alçak b r sesle. Sonra sözünü
düzelt r g b tekrarladı: B z buradayız!
Yüzbaşı, acele le sadağını, yayını, kılıcını çıkarıp kapının yanına
fırlattı, kolları kend s ne uzanan kadınına yaklaştı, d z çöktü. Yüzünü
karısının yüzüne değd rd . Başlarını b rb rler n n omuzlarına koyarak
uzun süre öylece kaldılar. Bütün dünya üzerler ne eğ lm ş, onları
örtüyordu sank . Bu çadırın dışında kalan ve büyük seferle lg l her
şey anlamını, gerçekl ğ n y t rm şt : Ş md öneml olan yalnız onlardı,
bu macerada onları b rleşt ren duygu d . B r de, üç gün önce doğmuş
beş ktek o küçük yaratık.
Sess zl ğ Erdene bozdu:
Nasılsın? Kend n nasıl h ssed yorsun? ded heyecanını güçlükle
bastırarak. Sen n ç n çok korktum!
Karısı loşlukta gülümseyerek cevap verd :
Her şey y geçt , ger de kaldı. Olup b ten düşünme. B z m
küçükten haber sor sen bana. Çok gürbüz, sapasağlam,
memeler me öyle asılıyor k ! Sana çok benz yor, çok benzed ğ n
Altın da söylüyor.
- Göster onu bana Tolugan, b raz bakayım yüzüne.
Tolugan, k -üç adım attı. Beş ğ n örtüsünü açmadan önce kulak
kabartarak çevrey d nled . Çıt çıkmıyordu çevrede.
Genç yüzbaşı, kend nden b r şeyler, b r ç zg görmek ç n uzun
uzun bebeğ n yüzüne baktı. B r süre dalıp g tt . Belk lk kez dünyaya
gelmek g b ebedî b r kutsallığı anlayarak dalıp g d yordu böyle.
Herhalde bunun ç n olacak, kel meler n üzer ne basa basa şöyle
ded :
- Artık hep sen nle olacağım Togulan, bana ne olursa olsun, hep
sen nle kalacağım. Çünkü sen bana bu oğulu verd n.
Ben mle m kalacaksın? Ah bu doğru olab lseyd ! ded . Sen bu
çocukla b r ruh göçünün gerçekleşt ğ n m söylemek st yorsun?
Tıpkı Buda’da olduğu g b m ? Onu emz r rken ben de düşündüm
bunu. Daha üç gün önces ne kadar olmayan bu bebeğ kucağımda
tutuyor ve onun sen olduğunu, ruhunun ona göçtüğünü
düşünüyordum. Ş md sen de ayn şey m düşünüyorsun?
Evet, ama pek ayn değ l, kend m Buda le karşılaştıramam tab î.
Karşılaştırma, sen Buda değ ls n, sen ben m ejder-hamsın... Evet,
ben sen b r ejderha olarak görüyorum... K mse b lm yor ama,
sancakların üzer ne şled ğ m ejderhalar aslında sens n, heps sen
s mgel yor onların... Bazen rüyamda da görüyorum: Onları şl yorum
ve sonra canlanıyorlar. Ama gülme! O zaman onları kucağıma alı-
yorum, sen nle b rleş yor ve uçuyor, uçuyoruz... Ejderha ben
kaçırıyor, onunla beraber uçuyorum, en tatlı anlar onlar. O sens n.
Sen hep düşümdes n, bazen nsan oluyorsun, bazen ejderha.
Uyandığım zaman hang s ne nanacağımı b lem yorum. Daha önce
de söyled m bunu sana Erdene, b l yorsun, sen ben m pek yaman,
pek güçlü ejderhamsın. H ç şaka etm yorum, doğru söylüyorum.
Sancakların üzer ne şled ğ m sens n, ejderhaya göçen ruhun!
Demek k ben b r ejderha doğurdum...
Bu sen memnun ed yorsa öyle olsun, ama ş md ben d nle
Togulan...
Kısa b r süre sustuktan sonra devam ett : “Madem k ş md b r
oğlumuz var, artık geleceğ düşünmel y z. Ama önce sana b lmen
gereken b r şey söyleyeceğ m, zaten b l yorsun ama y ne de
söylemek st yorum: Hep sens z yaşadım, sens z oluyorum. En çok
korktuğum şey asla savaşta ölmek değ l, sens z olmaktır. B rl klerle
sefere çıkarken her zaman sen n eks kl ğ n duyma h ss m
y t rmekten korkuyor, bu h ss y t rmemem, hep yanımda olman ç n
b r çare düşünüyordum. Buna b r çare bulamadım. Ama bu özlem -
m n b r kuşa ya da başka b r hayvana, herhang b r canlı varlığa
dönüşsün, onu sen nle bırakayım, hep sen nle kalsın d ye hayal
ed yordum. Bugün anlıyorum k oğlum şte bu hasretten doğdu ve
hep sen n yanında olacak.
Ama ona daha b r ad koymadık. Ne ad vereceğ m z düşündün
mü?
Evet, ded subay, eğer sen de uygun görüyorsan ona Kunan adını
vermek st yorum.
Kunan!
Evet.
Olur elbet. İy b r ad bu Kunan: “Yarış Tayı”!...
Evet, güçlü, genç b r yarış atı. Fırtına g b savrulan kara yeles ,
kurşun g b ağır toynakları olan b r yarış atı.
Togulan bebeğ n üzer ne eğ ld :
- D nle yavrum, baban sana adını söyleyecek!
Ve Erdene söyled :
Sen n adın Kunan, anladın mı yavrum? Adın Kunan!
O ânın yoğun coşkusu le b r süre sustular. Gece sess zd . Yalnız
yakın obalardan b r nden b r köpek havlaması ve uzaklardan uzun
uzun b r at k şnemes duyuluyordu: Belk bu at, gecen n ortasında,
doğup büyüdüğü dağları, oraların lezzetl , r otlarını, güneş n, kend
c nsler n n sağrılarını parlatarak doğuşunu hatırlıyordu... Ş md b r adı
olan küçük, küçücük nsan se mışıl mışıl uyuyordu, belk yazgısı da
uykudaydı, ama yakında uyanacaktı...
Genç subay, güçlü parmaklarıyla sıvazladığı bıyıklarını bırakarak
ve ç n çekerek konuşmaya devam ett :
Ben yalnız çocuğumuzun adını değ l, başka b r şey daha
düşündüm Togulan: Sen burada onunla kalamazsın.. Anlıyor musun,
burada kalamazsın! B r an önce g tmek gerek.
G tmek m ?
Evet Togulan, ne kadar çabuk davranırsak o kadar y olur.
Elbette ben de düşündüm bunu. Ama nasıl ve nereye? Hem
sonra, sen ne olacaksın?
Beraber g deceğ z.
Beraber m ? Ama bu mümkün olamaz Erdene!
Beraber g deceğ z, başka çares yok.
Ne söyled ğ n y düşün, sen b r tümen subayısın!
Evet, c dd c dd düşündüm bunu.
Nereye kaçar da kurtulursun Büyük Han’ın el nden? Ondan kaçıp
kurtulab leceğ n h çb r yer yoktur dünyada, aklını başına topla
Erdene!
Her şey ayrıntıları le düşündüm ben. Sak n sak n d nle ben . İş n
başında durum daha elver şl yken, pazarlarında serser ler n dolu
olduğu şeh rlerde bulunduğumuz zamanlarda kaçab l rd k, kaçmadık.
O zaman da söylem şt m sana: Kıyafet değ şt rel m, yabancı kılığına
g rel m, kalabalığın, gezg nler n arasına karışıp dünyanın b r yerler ne
g del m...
Ama nereye g deb l r z Erdene? d ye nled Togulan. D led ğ m z
g b yaşayab leceğ m z neres var k ? Tanrının el nden kurtulmak
Büyük Han’ın el nden kurtulmaktan daha kolay. B l yorsun, zaten bu
yüzden kaçamadık, aşkımız ve korkumuz arasında sırrımızla
yaşamaya karar verd k: Sen kellen vermeden ordudan ayrılamazsın,
ben se mutluluğumu y t rmeden sen bırakıp g demem! Ş md de b r
yavrumuz var...
Umutsuz, b tk n b r halde b r süre sustular. Sonra Erdene
düşünces n söyled :
Bazıları utanılacak davranışları, suçları yüzünden şerefs zce
kaçıyor ve hanetler n n bedel n ödüyorlar. B z se, Tanrı b ze b r
çocuk verd ğ ç n kaçacağız ve canımızla olsa b le bunun bedel
ödenecekt r. En ufak b r umut, b r merhamet bekleyemey z. Büyük
Han verd ğ emr asla kaldırmaz. Kaçmamız gerek. Vak t varken
kaçmamız gerek Togulan. Tek çare bu. Hayır, başını öyle sallama,
gerçekten başka çıkış yolu yok. Mutluluğun da, mutsuzluğun da kökü
b rd r: B r ne sah p olduk, ş md ötek n göğüslemeye hazır olalım.
G tmel y z.
Sen anlıyorum Erdene, ded kadın yavaş b r sesle. Elbette
haklısın. Yalnız kend kend me, ölmen n m , yaşamanın mı daha y
olacağını soruyorum. Kend hayatımdan söz etm yorum. Sen nle çok
mutluydum ve kend kend me şöyle d yordum: Gerek rse hayatımı
feda eder m, ama sen n bana verd ğ n asla öldürtmem. Aptallık mı,
akıllılık mı b lemem, ama el m kalkmadı...
Kend ne şkence etmey bırak, böyle düşünme! “Yaşamak mı,
ölmek m ?” Henüz doğmamış yavruyu feda etmek, kurban etmek
stemed k. Ve şte ş md çocuğumuz var, onun ç n yaşamamız
gerek yor. Kaçıp kurtulmalı ve yaşamalıyız. Bu çocuğu k m z de
sted k.
Kend m düşünmüyorum Erdene, ben m düşündüğüm başka.
Söyle bana Erdene, eğer ben cezalandırırlarsa, sen ve oğlunu sağ
bırakırlar mı?
Böyle konuşma Togulan, ben böyle üzme! Mesele de bu zaten.
Sen bana asıl kend n nasıl h ssett ğ n söyle. Yola dayanab l r m s n?
B r araba le g deceks n, Altın da sen nle gelecek, o buna hazır. Ben
de atla yanınızda g deceğ m, gerek rse s z ...
Ne söylersen yaparız, yeter k beraber olalım, yanyana olalım...
İk s b rden eğ l p bebeğe baktılar ve b r süre y ne sess z kaldılar.
Sonra Togulan sordu:
Altın, ordunun yakında Cayık***** nehr ne ulaşacağını duymuş
b r ler nden, doğru mu?
*****Cayık nehr : Yayık nehr . Bugün ‘Ura!’ adıyla b l nen neh r.
Evet, k gün sonra o nehre ulaşacağız, artık çok yaklaştık oraya.
Yarından t baren sulak, çalılık b r bölgeye geleceğ z k bu da ormana
yaklaştığımızı göster yor. O zaman Cayık kıyısına da ulaşmış
olacağız.
Büyük b r neh r m d r Cayık?
Evet, İd l’e kadar karşılaşacağımız en büyük neh rd r o.
Der n m ?
Hem de nasıl! Hızlı aktığı yerden atlar geçemez, ama kolları daha
sığ.
Demek çok der n ve durgun akışlı?
Genel olarak ayna g b düzdür, ama bazı yerler tehl kel . B l yor
musun ben m çocukluğum o yerlerde geçt . B z oralıyız. Bütün
şarkılarımız da oradan gel r, orayı anlatır ve b z geceler , ay ışığında
söyler z şarkılarımızı.
Hatırlıyorum, ded kadın dalgın gözlerle, bu şarkılardan b r n bana
söyled ğ n hatırlıyorum. Onu h ç unutmadım. Sevg l s nden ayrılan
genç b r kızın kend n Cayık sularına atarak nt har ett ğ n anlatıyordu
o şarkı.
Evet, çok esk b r şarkıdır o.
Erdene, beyaz pek üzer ne şöyle b r nakış şlemey
düşünüyorum: Sular çek lm ş, sadece küçük dalgacıklar hâl nde
akıyor, kıyısında doğa güzel, kuşlar, kelebekler var, ama genç kız
görünmüyor, çünkü o acıya dayanamamış. O acı h kâyes olan nehr
aşan herkes oradan geçerken o hüzünlü şarkıyı hatırlasın, duyar g b
olsun d ye şleyeceğ m o nakışı.
- İk gün sonra göreceks n o nehr . Ş md ben y d nle Togulan..
yarın akşam ç n hazır olmalısın. Ben m yedek b r atla geld ğ m görür
görmez, hang saat olursa olsun, beş ğ alıp çıkacaksın. H ç
oyalanma. S z daha bugünden çok uzaklara götürmek slerd m ama,
buraları avuç ç g b dümdüz, bozkırda saklanacak h çb r yer yok,
üstel k ş md geceler dolunay var. Araba le, görünmeden pek uzağa
g demey z. Peş m ze düşecek atlılar hemen yakalar b z . Ama daha
ler de, Cayık nehr ne yaklaşınca araz değ ş yor, mak ler başlıyor.
Orada görünmeden g tmek daha kolay olur...
Daha uzun b r süre çadırda oturup konuştular. Bazen susup
geleceğ n onlara neler hazırladığını, üçünün nasıl b r kadere
sürüklenecekler n düşündüler. Az sonra bebek de uyandı:
Kımıldamaya, ınga ıngaa sesler çıkarmaya başladı. Togulan onu
hemen kucağına aldı, haf fçe yana dönerek göğsüne bastırdı. O
güzel göğüsler n nasıl ateşl ateşl öpüyordu Erdene! Ne kadar
kaygan, parlak göğüslerd ! Erdene onları ç nden yaban ördeğ n n
yuvarlak göğsüne benzet rd . Ş md se ana göğsü olmanın, süt dolu
olmanın yen reng n almışlardı. Erdene kaçamak b r göz attı
karısının memeler ne. Heyecanlanmış, ayn zamanda şaşırmıştı.
Sonra h çb r şey söylemeden başını döndürdü. Şu son günler n
uzaması ç n nelere katlanmazdı ve bu günler geç rmek ne kadar
zordu. Sonunda olan olmuş, doğanın kend kanunlarına uygun b r
süre ç nde b r yavruya kavuşmuşlardı: Ş md o b r baba, Togulan se
b r anne d . Oğullarını, annes kend sütü le besl yordu. Doğanın
kanunu böyleyd . Ottan ot çıkar, canlıdan canlı çıkardı. Bu doğa
yasasına, kend kapr sler yle yalnız b r adam, yalnız b r k ş karşı
çıkıyor, onu durdurmak st yordu...
Bebek, şapur şupur em yordu anasının memes n . O güzel ördek
göğüslü memey emerek karnını doyurmuştu.
Ne kadar çek şt r yor, nasıl da zevkl ! d ye söylend kadın neşe le.
Çok güçlü, h ç bırakmak stem yor!...
Sonra, Erdene’ye taş atar g b devam ett : Gerçekten sana
benz yor b z m Kunan, küçük ejderhamız.. ben m büyük ejderhamın
oğlu! Aa, bak gözler n açtı, bak Erdene, bak! Gözler sen n gözler n,
burnu, dudaklarıyla tıpkı sen...
Elbette bana benz yor, elbette, ded baba Erdene gururla. Ona
bakarken b r n hatırlıyor, b r n tanıyorum...
Ne demek “b r n ”? d ye şaşırdı Togulan.
Kend m yan , ben tab î!
B raz kollarına alsana onu. Haf f, küçücük b r yumuk.. küçük b r
tavşan g b ...
Yüzbaşı çocuğu kucağına aldı, ama pek becer ks zd bu konuda.
O güçlü eller n nasıl kullanacağını, çocuğu nasıl tutacağını
b lem yordu. O savunmasız küçük vücudu büyük b r d kkatle
kucakladı, daha doğrusu göğsüne, kalb ne yaklaştırdı. Mutluluk
ç nde gülüyor, o güne kadar b lmed ğ ve ş md keşfed p öğrend ğ o
şefkat duyusu le yavrusu arasında da b r benzerl k arıyordu.
Heyecandan t treyen b r sesle:
B l yor musun Togulan, ded , eller mde tuttuğum şey b r tavşancık
değ l de kend kalb m sank .
Bebeğ n uykusu gelm şt , gözler n yumdu ve daldı. Ş md subay,
b rl ğ n n bulunduğu yere dönmel yd .
Sonbahar geces n n lerleyen saatler nde o sevg l çadırdan
çıkmak zorunda kalan Yüzbaşı Erdene, başını kaldırıp gökyüzündek
Ay’a baktı. Ay, solgun ışığını Sarı-Özek üzer ne yayıyordu. Yüzbaşı
dışarı çıkınca kend s n yalnız, yapayalnız h ssett . Oradan h ç
ayrılmamayı, Togulan’ın ve oğlunun yanına dönmey , ne kadar
sterd . Uçsuz bucaksız bozkır geces nden gelen esrarlı sesler onu
büyülem şt . Bütün bu nsanların kaderler n Büyük Han’ın amaçlarına
bağlamış olmasını pek anlamıyor, daha doğrusu üzücü, tehl kel
buluyordu. Onun Batı’yı fethetmes ne h zmet ç n hayatlarını ortaya
koyan bu nsanlar güvenl k ç nde değ llerd : Her an, her şey, sadece
b r çocuğun dünyaya gelm ş olması b le, hayatlarının yok olmasına
yeterd . Kend s n Dünyanın Efend s ’ne bağlayan şey se doğaya
aykırı d . Bu bağlılık şu anda, karısının, oğlunun ve kend hayatının
selamet yle bağdaşmıyordu. Bundan çıkan tek sonuç da besbell yd :
Kaçmak, uzaklaşmak ve çocuğun hayatını kurtarmak...
Az ler de h zmetç kadın Altın onu bekl yordu. Sefer heybes nden
çıkardığı arpayı ata yed rmekteyd kadın...
Nasıl, oğlunu gördün mü? ded Altın neşe le.
Gördüm Altın, sağ ol.
B r ad verd n m ona?
Evet, Kunan adını verd m.
Kunan, güzel b r ad.
Evet, Tanrı razı olsun! Bak Altın, şu anda sana söylemem gereken
çok öneml b r şey var. Sen ben m ç n b r abla g b s n. Togulan ve
bebeğ m z ç n de Tanrının b ze gönderd ğ gerçek b r anasın. Sen
olmasaydın bu seferde b r arada olamazdık, ayrılık acısına, o
dayanılmaz acıya katlanmak zorunda kalırdık. Hatta -k mb l r-
b rb r m z b r daha h ç görmemes ye y t rm ş olurduk.. onun ç n sana
m nnettarım...
Sen anlıyorum, ded Altın, ş md ye kadar görülmem ş,
duyulmamış b r maceraya attın kend n !
Arkasına dönüp kulak kabarttıktan sonra devam ett :
Tanrı yardımcı olsun. Evet, bütün güçlükler anlıyorum. Sen,
yüzbaşı, bu büyük, bu yen lmez orduda, b nlerce asker n başına
geçen b r kumandan, b r noyan olab l rd n, şan şeref ç nde geç r rd n
ömrünü. O zaman da sen ve ben, şu anda olduğu g b konuşamazdık
b rb r m zle. Sen b r subaysın, ben se b r köle. Her şey apaçık. Ama
sen kalb n n ses n d nled n ve ayrı b r yol tuttun. Ben atınla
lg lenmek zorundayım. Togulan’a da h zmet edeceğ m ve bunun ç n
buradayım. Zaten ona bütün kalb mle bağlanmış bulunuyorum.
Güzel, çok y b r kız o. Tanrı’nın özen p yarattığı b r kız. Buna
nanıyorum... Evet, evet çok, çok güzel b r kız ama ben m asıl
söylemek sted ğ m bu değ l: Onun eller nde tılsımlı b r güç var, hüner
var. Herkes el ne b r yumak p, b r parça kumaş geç reb l r, ama h ç
k mse onun kadar güzel nakış şleyemez, güzel res m yapamaz.
Bunu çok y b l yorum. Onun şled ğ ejderhalar bayrakların üzer nde
canlı g b duruyor, hareket ed yor, onun şled ğ yıldızlar gökyüzün-
dek yıldızlar g b ışıldıyor. İşte bunun ç n onda Tanrı verg s b r
yetenek var, d yorum. Tanrı verm ş ona bu eşs z sanat gücünü,
becer s n . G tmeye karar ver rsen z ben de s z nle geleceğ m. Kend
başına dayanamaz bu koşturmaya. Daha yen doğum yaptı!
- İşte asıl konu bu, Altın. Yarın, gece yarısına doğru, harekete
hazır olmalısınız. Togulan ve sen, çocuğu alıp arabaya b neceks n z.
Ben de atla yanınızda olacağım. Cayık ırmağının bataklık yerler ne
doğru g deceğ z. Sabahley n epeyce uzaklaşmış, saklanmış
olacağız. Peş m ze düşecek atlılar bataklıkta z m z bulamazlar.
Daha sonra yolumuza devam edeceğ z.
B raz sustular. Sonra, Erdene atına b nerken, eğ l p, Altın’ın
kupkuru el n öptü. Tanrı gönderm şt bu küçük kadını onlara. Kadın
yıllarca Ç nl ler’ n el nde tutsak kalmış, sonra da Ceng z Han’ın
kaf leler arasında yaşlanıncaya kadar h zmetç l k yapmıştı. B r
bakıma o, Ceng z Han’ın gürültülü, tantanalı sefer ne katılan
herhang b r kadından farksızdı. Ama, yen , tehl kel b r maceraya
atılacakları şu anda tek dayanakları, tek güvenler olacaktı bu kadın.
Erdene, bu yolda ondan başka h ç k mseye güvenemeyeceğ n çok
y b l yordu. Bu dünyada, bu yolda ondan başka h ç m h ç k mseye
güvenemezd ! Korkunç naralarla savaşa atılan onb nlerce s lahlı
asker n arasında, yalnız bu yaşlı kadın onunla beraber, ondan yana
olab l rd . Ve öyle olacaktı.
Gecen n lerleyen saat nde, alnındak n şanes yıldız b ç m nde
olan Akyıldız adlı atına b nen Erdene, uyuyan askerler
uyandırmamak, açık ordugâhta bulunanların ve ötek kaf leler n
d kkat n çekmemek ç n d kkat ed yor, yavaş yavaş g derken yarını
düşünüyor ve yen doğan masum yavrusuna yardım etmes ç n
Tanrı’ya dua ed yordu. Aslında her doğan çocuk Tanrı’nın rades ne,
buyruğuna b r şarett . Buna göre, b r gün nsan görünümünde
Tanrı’nın kend s de görünecek ve nsanın nasıl olması gerekt ğ n
gösterecekt . Ama Tanrı, ‘GÖK’ d , b r Gök-Tengr d . Ulaşılmaz, ucu
bucağı olmayan Gök! Herkes n yazgısını yalnız o bel rler, k m n
doğacağını, k m n yaşayacağını yalnız o b l rd .
Atının üzer nde yavaş yavaş lerleyen Yüzbaşı Erdene, bakışıyla
yıldızlı gökyüzünü tümüyle kucaklamaya çalışıyor, can ve gönülden
dua ed yor, Gök’ten yazgısının ne olduğunu soruyordu. Ama Gök
susuyordu. Yalnız, y ce yükselen Ay, mora çalan ışığını, bell bel rs z,
Sarı-Özek bozkırına yaymaya devam ed yordu: Gecen n sırlarına ve
der n uykulara gömülmüş bulunan bozkırlara...
*
Sabahley n davullar y ne gümbür gümbür çalmaya başladı:
Kalkın, s lahlanın, atları eyerley n, arabaları yükley n, harekete
hazırlanın!.. d yordu davullar. Büyük Han’ın, yen lmez güçtek Han’ın
uyarısıyla, bozkırların armadası yola koyulmuştu.
Batı sefer ne çıkışlarının onyed nc günü d . Sarı-Özek
bozkırlarının büyük b r bölümü, aşılması en zor bölümü, ş md
ger lerde kalmıştı. B r, b lemed n z k gün sonra, Cayık ırmağının
suladığı topraklar çıkacaktı karşılarına. Sonra yol onları İd l’e kadar
götürecekt . Dünyayı ‘Batı’ ve ‘Doğu’ olarak k ye ayıran şte bu
büyük İd l ırmağı d .
Ayn düzenle lerl yorlardı: En önde, güçlü yağız atlarıyla
sancaktarlar; sonra, bell b r mesafeden kezekul ve ma yet n n
zled ğ Ceng z Han gel yordu. Ak yelel , kara kuyruklu, rahvan
yürüyüşlü sevg l atı Kuba, düzgün b r tempo le devam ed yordu
yoluna. Ve Ceng z Han, arada b r k mseye bell etmeden gökyüzüne
bakıyor, gururlanıyor, çten çe coşuyordu: Ayrılmaz yoldaşı küçük
beyaz bulut hep oradaydı. O nereye g derse o da oraya gel yordu.
Karada se, onun büyük ordusunu oluşturan, s lahlı s lahsız nsan sel
Batı’ya, Batı ufuklarına doğru b r lav g b akıyor, akıyordu. Hava,
kuduran b r den z n uğultularıyla doluyordu sank . İnsanlardan oluşan
bu lav, sayısız atlar, sayısız konvoylar, s lahlar, malzemeler, sürüler,
onun gücünün somut örneğ yd ve onun tutkusundan doğmuş, onun
amacına yönelt lm şt . Eyer n üzer nde gururla oturduğu o anda
yalnız b r şey düşünüyordu ve bas t b r ölümlünün aklına pek nad r
gelen b r düşünceyd bu: Dünyaya tek başına egemen olmaktı dü-
şündüğü. Gelecekte yeryüzünün en kudretl s , tek gücü olacak,
yüzyıllar yüzyıllar süren b r gücü yerleşt recekt ve bu aşılmaz güç o
öldükten sonra da devam edecekt . Öldükten sonra da o yönetecekt
dünyayı! Nasıl olacaktı bu? Vak t geç rmeden en büyük, en sağlam
kayalarla b r anıt d kt recek, buyruklarını o taşlara yazdıracaktı. Bu
kaya-anıtlar yeryüzünde d md k durdukça Dünya ona taat edecekt .
O anda Büyük Han’ın düşündüğü bunlardı şte. Beng taşlar d kt r p
üzer ne f k rler n kazıtınca ölümsüzlüğe kavuşmuş olacaktı. Bunu,
büyük beng taşlarla yüzyıllar ve yüzyıllarca yaşamak f kr n h ç
aklından çıkaramıyordu. Bu ebedî anıt-kayaları bu kış d l kıyılarında
b r yere d kt rmeye karar verd . İd l kıyısına varıp nehr n y ce
donması ç n bekleyecekler günlerde kurultayı toplayacaktı.
B lgelere, bütün b l m adamlarına ve d n adamlarına ebedî kudret,
ebedî egemenl k ç n, herkes n hayran kalacağı f k rler n
açıklayacaktı. Sonra, bu f k rler n anıt-kayalara kazınmasını
emredecekt . Bu sözler, tar h n akışını değ şt recek ve dünyayı onun
peş nden, onun z nden götürecekt . Kararı buydu, sefer amacı
buydu: Her yaratık bu amaç ç n çalışacak, karşı çıkanlar,
katılmayanlar ölecekt .
Bu coşkuyla, bu lhamla y ne b r ş r yazmaya başladı z hn nde:
Gece yıldızının alnına asacağım
İmparatorluğumun tacını...
Yoldak karınca b le kurtulamayacak
Atlarımın nalları altında ez lmekten...
Soyumdan gelen m rasçılarım
Kudret n değer n anlayacaklar
Ve bana m nnet duyacaklar
Yorgun atımın sırtından
Tar h n ağır yükünü nd recekler...
İşte tam o gün, öğleden sonra, levazım şler nde çalışanların
oluşturduğu konvoyda bulunan b r kadının, onun yüce em rler ne
karşı gelerek b r çocuk doğurduğu haber n verd ler Büyük Han’a.
Doğan çocuğun babası b l nm yordu. Keptekul (haf ye) Arasan
get rm şt haber . Gözler fıldır fıldır dönen kırmızı yanaklı bu Arasan,
yorulmak b lmeyen b r keptekul d . Bu defa da o olmuştu g zl haber
lk get ren. “Ben m görev m, olayları olduğu g b sana duyurmaktır
Yüce Hanım, çünkü sen bu konuda herkese kes n em r verm şt n”
d yordu Arasan. Ş şman olduğu ç n b raz soluk soluğa konuşuyordu.
Öte yandan, rüzgâra rağmen ses n n duyulmasını sağlamak ç n
Büyük Han’a y ce sokulmuş, üzeng üzeng ye koşturuyordu atını
onun yanında.
Ceng z Han neden söz ett ğ n b rdenb re anlayamadı ve bu
yüzden de hemen b r cevap vermed . Em r em rd , bütün buyrukları
yer ne get r l rd . Ama bu haber n onu hayal kırıklığına uğratacağını,
bu derece etk leyeceğ n , uzun zaman bu etk n n altında kalacağını
ç nden kabul etmek stem yordu. Bu haber onu yaralamıştı. Canı
sıkılmış, atını hızlandırmıştı. Ş md samur kürkünün etekler , ürken
ve havalanmak steyen b r kuşun kanatlan g b k yana savruluyordu.
Haberc Arasan da peş nden gel yor ve çok güç b r durumda
bulunuyordu. Bazen atının gem n çek p, Han’ı kızdırmamak ç n
b raz ger de kalıyor, bazen de üzeng s onun üzeng s ne değecek
kadar sokulup emr n ş tmek st yordu. Büyük Han’ın bu kadar sess z
kalışına, b r em r vermey ş ne de çok şaşırmıştı doğrusu. İk
kel meden baret b r em rd onun bekled ğ : “Cezasını ver n!” demes
yetecekt . N ye verm yordu bu emr ? Büyük Han’ın emr ne karşı
geld ğ ç n hemen oracıkta kadını ve p ç n öldürüver rlerd .
Başkalarına bret olsun d ye onu b r keçeye sarar, boğarlardı.
Böylece bu ş b terd .
Büyük Han başını sert b r şek lde çev rerek baktı. Keptekul
rk lm ş, üzeng üzer nde doğrulmuştu.
Bu kancığın gebe kaldığını doğum yapmadan önce farkeden
olmadı mı? Yoksa farkeden oldu da bana mı b ld r lmed ?!
Arasan d l dolana dolana b r açıklama yapmaya çalıştı ama
Ceng z Han sert b r çıkışla susturdu onu:
Kapa çenen !
B r süre sonra kılıç g b kesk n b r sesle y ne sordu:
Kocası yoksa, kaf lede ne ş yapıyordu? Aşçı mıydı, neklere m
bakıyordu?
Çocuğu doğuranın kend sancaklarının süsünü, Hanlık s mgeler n
şleyen kadın olduğunu öğren nce büsbütün şaşırdı. O güne kadar
sancakları k m n b çt ğ n , k m n d kt ğ n ve şled ğ n h ç
düşünmem şt . Ç zmeler n k m n yaptığını, ç nde rahat rahat yatıp
uyuduğu kubbel çadırları k m n, k mler n kurduğunu da h ç
düşünmem şt . Böyle önems z şler h ç d kkat n çekmem şt . Hem
n ç n düşünecekt k ? Sancaklar onun önünde, b rl kler n n önünde
her zaman bulunuyor, dalgalanıyordu. Daha o yer ne varmadan,
ocak ateşler g b sancaklar da hazır olmuyor muydu? Savaşta olsun,
şölende olsun, dalgalanıp duruyorlardı olmaları gereken yerde. Ve
ş md de, yağız atlar üzer ndek çev k bayraktarların eller nde
dalgalanıp ona yol açmıyorlar mıydı? Batı ülkeler ne saldıracak, bu
sancakları orada dalgalandıracak, yabancıların bayraklarını ç ğney p
geçecekt . Bu, böyle olacaktı. H çb r şey ve h ç k mse yoluna çı-
kamaz, ona karşı gelemezd . Ve, dünyayı fethe çıktığı bu seferde, en
küçük taats zl ğ n cezası ölümdü! B r n n heps ne hükmedeb lmes
ç n en güçlü s lah, kudretl olmanın b r nc şartı, ceza d .
Ş md haber n aldığı olayda tek suçlu sancak şleyen bu kadın
olamazdı. Ordu ya da s v l alayın ç nde elbette b r suçlu daha vardı!
Ama k md ?
O andan t baren Ceng z Han’ın yüzüne kara b r bulut çöktü.
Yüzünün hatları ger ld , kırpışmayan gözler nde bakışları ağırlaştı.
Rüzgâra göğüs gerer g b eyer n üzer nde daha da d kleşt . O sırada
tekm l vermek ç n, âc l durumları b ld rmek ç n yanına gelenler n
h çb r onun bu hâl n n, bu h ddet n n bas t b r kadının taats zl ğ nden,
buyruğuna karşı gelm ş olmasından ler gelmed ğ n anlayamazdı.
Asıl sebeb n, ç ndek b r yaranın deş lmes , esk b r acı olayı ha-
tırlaması olduğunu b lemezd .
Gençl ğ nde, henüz Temuç n adlı b r yet m ken, h ç k msen n,
hatta kend s n n b le b r gün onun dünyaya hükmedeceğ n aklına b le
get rmed ğ b r zamanda başından geçen b r olayı hatırlamıştı Ceng z
Han. O yaşlarda ken başından geçen utanç ver c b r olay d
hatırladığı: Çocukluğundan ber ona vaaded len genç karısı Börte le
balaylarını yaşarlarken, komşu kab le olan Merk tler’ n baskınına
uğramış ve Merk tler onun güzel karısını kaçırmışlardı. Karısını
Merk tler’ n el nden kurtarmak ç n çok uğraşmış, günler geçm ş,
geceler geçm şt . Bugün b le, b nlerce ve b nlerce askerden oluşan
karşı durulmaz b r ordu le Batı’yı fethe g derken, geçm ş s l p her
şey unutmak ç n dünya mparatorluğunun tacını g ymek, adını
sonsuza kadar yaşatmak üzere bu sefer gerçekleşt r rken b le, o
acılı günler saymak, düşünmek gücünü bulamıyordu kend s nde...
Ş md çok ger de kalan o uğursuz gecede, o sef l Merk tler, üç gün
süren çok kanlı b r savaştan sonra, o korkunç d ren ş karşısında
tutunamayacaklarını anlayarak ve sürüler n de bırakarak dağılmış,
kaçmak zorunda kalmışlardı. Temuç n o zaman öc almak ç n and
çm şt . Bugün de çok y hatırlıyordu o öc alma andını:
Savaşa g d yorum...
Sancağımı şeh tler n, kurbanların kanlarıyla suladım.
Öküz gönünden ger lm ş davulumu
Gümbür gümbür çaldım yer göğü sarsarak.
Ve kara yelel savaş atıma b nd m.
Haf f zırhımı g yd m,
İk ağzı kesk n kılıcımı kuşandım.
Öles ye, kıyasıya savaşacağım Merk tler’le,
Beş ktek bebekler ne kadar tek n sağ bırakmayacağım,
Yeryüzünü tem zleyeceğ m onlardan...
Bu korkunç andın yapıldığı, çığlıklarla n lt lerle yankılanan o gece,
kaçan düşman savaşçılarının arasında üstü kapalı b r araba da
vardı. Bütün güçler n kullanarak kaçırıyorlardı bu arabayı. Temuç n
se b r o yana, b r bu yana koşarak bağırıyordu: “Börte! Börtee!
Neredes n Börte!?” Kaçırılan arabaya b r hayl zaman sonra yet şt ler
ve adamları arabanın sürücüsünü hemen orada öldürdüler. O zaman
Börte’n n ses duyuldu: “Buradayım! Ben Börte’y m!” ded ve
arabadan atlayıp nd . Alaca karanlıkta sevg l ler b rb rler ne koştular,
kucaklaştılar. Sağ sal m d Börte. Ama o anda Temuç n, yüreğ ne
nen darbe g b , yabancı b r koku h ssett karısının boynunda.
Kuşkusuz, tütün ç ğneyen b r adamın bıyıklarına s nm ş b r koku d
bu. Ve bu koku, genç karısının beyaz, parlak ve kaygan boynuna da
s nm şt . Temuç n’ n ç ürperd , dudaklarını kanatırcasına ısırdı
h ddet nden. Onların çevres nde savaşanlar yakaladıklarını öldür-
meye, boğazlamaya devam ed yorlardı.
O andan t baren Temuç n dövüşe katılmadı. Karısını arabaya
b nd rd ve ger döndü. Aklına gelen ve ç n köz köz yakan sözler
söylememek ç n kend n zor tuttu. Sonra bu kuşku hayatı boyunca
ç n kem rd durdu. Düşman el ne düşmüş olması karısının suçu
değ ld ama y ne de o kuşku y y p b t r yordu onu... Karısı sağ
kalmasının bedel n nasıl ödem şt ? Çünkü, kılına b le
dokunmamışlar, canını yakmamışlardı. H çb r acı çekmed ğ , şkence
görmed ğ bell yd . Ama bu kuşku ç nde kaldı. H çb r zaman bu
olaydan tek kel me b le etmed ler.
Pek az Merk t kılıçtan kurtulab lm şt . Kurtulab lenler çok uzak
yerlere, başka ülkelere g tm ş, çoban ya da h zmetç , başka b r
dey şle köle olmuşlardı. H çb r tehd t, h çb r tehl ke gelemezd artık
onlardan. Ama bunlar, Temuç n’ n (Ceng z Han olduktan sonra da)
kend ler ne karşı asla yatışmayan b r k n güttüğünü b lm yorlardı.
Başkaları da b lm yordu. Sonunda bütün Merk tler’ yok ett . Oysa
bunların, kend aş retler nden nsanların Börte’y kaçırması olayı le
en ufak b r lg ler yoktu.
Sonrak yıllarda Ceng z Han’ın üç karısı daha oldu. Ama lk
karısının başına gelen o olayı asla unutmadı, o acısı h ç d nmed , o
onulmaz yarası h ç kapanmadı, ama onun bu acıyla yaşadığını da
k mseler b lemed . Börte lk çocuğu Cuc ’y dünyaya get rd ğ zaman,
bu çocuğun kend s nden olab leceğ g b başka b r erkekten de
olab leceğ n düşünmekten kend n alamadı. Belk b l nmeyen b r n n
çocuğu d bu ve b l nmez olarak kalacaktı. Ve o b l nmez k ş de onun
şeref ne s l nmez b r leke çalmış olab l rd . Ömrü boyunca bu
kuşkuyu, bu huzursuzluğu duyacaktı.
İşte ş md , ordunun levazım alayında bulunan b r kadının
doğurduğu bu çocuğun babası da bell değ ld . Ceng z Han’la en ufak
b r l şk s de yoktu olayın. Ama çocuğun babasını b lmemek, ç nden
atamadığı kend kuşkusundan dolayı, kanını kaynatmaya, tepes n
attırmaya yetm şt .
Bazen küçük b r olay, nsanı, o olayın hemen b r san ye önces ne
kadar her şey berrak görüp her şey n mükemmel olduğunu
düşünürken, b rdenb re allak-bullak etmeye yeterd . O kötü haber
alan Ceng z Han da b r anda allak-bullak olmuştu. Görünüşte,
değ şen b r şey yoktu. Yağız atlara b nm ş sancaktarlar yolu açıyor,
ejderhalı sancak rüzgârda hışır hışır dalgalanıyor, muhafız b rl ğ n
oluşturan beş yüz kadar kezekul her zamank g b onu zley p göz-
lüyor, sadık ve güzel atı Kuba rahvan yürüyüşüne devam ed yordu.
Ve, sayısız askerden, sayısız konvoylardan oluşan heybetl ordu,
gözalab ld ğ ne bozkırı kaplayan büyük ordu, Batı’ya doğru akıyor,
akıyordu... Bu nsan sel n n üzer nde, Ceng z Han’ın tam tepes nde,
onun ‘Gök-Tengr ’ tarafından korunduğunu gösteren o küçük beyaz
bulut da süzülüp lerl yordu onunla beraber.
Görünüşte her şey evvelce olduğu g b yd . Ama y ne de b r şey
olmuş, sank dünya yer nden oynamıştı: Büyük Han’ın gazabını
g tt kçe arttıran b r şey! Buyruğuna b r karşı çıkan olmuştu, b r çıkıp
kend b yoloj k zevk n onun kutsal amacından üstün tutmuştu, apaçık
em rler ne karşı gelm şt . Atlı savaşçılarından b r , kayıtsız şartsız
kend s ne taat etmek yer ne b r kadınla sev şmey yeğ tutmuştu. O
sef l kadın da onun kes n emr n ç ğnem şt ! -Ya ondan başka san-
cakları, bayrakları şleyeb lecek b r yoksa!?- Kaf lelerdek bütün
kadınlar onun kes n, açık zn olmadan böyle b r şeye cüret
edemezken, o nasıl emr ne karşı Çıkar da çocuk get r rd dünyaya!
Bu düşünceler, yaban otlar g b , nsan ayağı basmamış vahş
ormanlar g b büyüyordu kafasında. Bakışları k nle dolup taşıyordu.
Olayın o kadar öneml olmadığını anlasa da, ç ndek başka b r ses,
daha güçlü ve daha buyurucu b r ses, o k suçlunun herkese bret
olacak şek lde cezalandırılmalarını emred yordu ona. Ve ç ndek bu
ses, kafasındak başka düşünceler yavaş yavaş boğuyordu.
Yorulmak b lmeyen ve sabahtan ber hızını kesmeyen Kuba b le,
sırtındak yükün anlaşılmaz şek lde ağırlaştığını h sseder g b yd .
Yorulmak ned r b lmeyen, en ufak b r uyarıda ok g b fırlayan bu
hayvan hayatında lk kez köpükler ç nde kalmıştı.
Ceng z Han, tehd t dolu b r sess zl k ç nde devam ed yordu
yoluna. Görünüşte, Batıyı fethe çıkan bozkırların görkeml ordusunun
yürüyüşünü aksatacak h çb r şey yoktu. Dünyayı fethetmes ne b r
engel de yoktu. Ama y ne de b r şey olmuştu: Kaya g b , dağ g b
güçlü buyruğundan, küçük, küçücük b r çakıltaşı kopmuştu. İşte bu
olay rahat-huzur verm yordu ona. Tırnağına batan b r kıymık g b
canını yakıyor, yolda hep bunu, yalnız bunu düşünüyor ve çevre-
s ndek lere g tt kçe artan b r kızgınlıkla soru soruyordu ç nden: “Nasıl
olurdu da kadın doğum yaptıktan sonra haber ver rlerd bu olayı?
Daha önce n ye görmem şlerd ? Kör müydü gözler ? O kadar zor
muydu b r kadının ham le olduğunu anlamak? O zaman bu kızışmış
kancığı cehenneme atmak çok daha kolay olurdu, her şey olup
b terd . Ama ş md ...” Haber aldıktan sonra o kadının bulunduğu
alaydan sorumlu olanı yanına çağırttı. Ve ona, mızrak g b batan söz-
lerle, böyle b r şey n çocuk dünyaya gel nceye kadar nasıl g zl
kalab ld ğ n , nasıl olup da doğan çocuğun bağırmasını k msen n
duymadığını sordu. Noyan’ın cevabı pek tatm n ed c değ ld . Togulan
adındak sancak makasçısı ve nakışçısı bu kadının ayrı b r çadırda
ve öbür çadırların uzağında oturduğunu, her zaman çok ş olduğu
ç n k mseyle görüşmed ğ n , kend s ne h zmet ç n b r kadın köle
ver ld ğ n söyled . İş ç n çadırına g den nsanların da onu hep b r
yığın kumaşın arasına gömülüp otururken gördüğünü anlattı. Bu
kumaşlar, sancakların, bayrakların yapıldığı kumaşlardı. Onu öyle
görenler, daha güzel görünmek ç n o pek kumaşlara büründüğünü
sanmışlardı. Bundan dolayı k mse şüphelenmem şt ondan. Çocuğun
babasını b lm yorlardı, kadın henüz sorguya çek lmem şt . Köle de
h çb r şeyden haber olmadığını söylüyordu...
Ceng z Han, bu olayın onu doğrudan doğruya lg lend recek kadar
öneml olmadığını, bu tavrın kend s ne yakışmayacağını acı acı
h ssed yordu ama, çocuk doğurmayı yasaklayan buyruğunu kes n b r
d lle kend s b ld rm şt . Bunu b len rütbel ler de kend kelleler n
kaybetmekten korktukları ç n Han’larına bütün b ld kler n anlatmakta
b rb rler yle yarışıyorlardı. Ş md o, Büyük Han, kend em rler n n
tutsağı olmuştu. Bu durumda ceza kaçınılmazdı...
*
**
Yüzbaşı Erdene aceles olan b r durumu kumandana b ld rmek
ç n kamp yer nden ayrıldığı zaman vak t geceyarısına yaklaşıyordu.
Aslında bu b r bahane d . O gece sevg l karısıyla kaçacaklardı.
Ceng z Han’ın her şey öğrend ğ nden haber yoktu henüz. Artık
kaçamayacaklarını b lm yordu.
Yedek atını b r av köpeğ g b p nden tutup götürüyordu. Kamp
yer n dolanıp geçm ş, Togulan’ın bulunduğu çadıra yaklaşmıştı.
Burada, noyanın çıkardığı devr yeler tarafından görülmemes ç n
durmadan dua ed yordu ç nden. En acımasız, en tehl kel devr ye d
oralara bakan noyanın devr yes . Askerlerden b r n çok kımız çt ğ
ç n sarhoş olmuş görseler, onu b r at g b arabaya koşar ve kamçıyı
sırtında şaklatarak arabayı çekt r rlerd ...
Nöbet yer n terked p kaçan Erdene, yakalanırsa ölüm cezasına
çarptırılacağını b l yordu. Onu ya asarlardı ya da keçeye sararak
boğarlardı. Artık tek kurtuluş yolu kaçmak, kaçmayı başarmak, başka
ülkelere g tmekt .
Bozkırda o gece de ay ışıl ışıldı. Her tarafta konaklama yerler ,
sürüler ve ocak başına uzanıp yatmış savaşçılar görünüyordu. Bu
kalabalıkta, bu kadar çok konvoyun bulunduğu yerde k m n nereye
g tt ğ yle k m lg len rd ? Erdene şte buna güven yordu. Tal h ters ne
dönmeseyd , Togulan’ı ve oğullarını da alarak pekâlâ kurtulab l rd ...
Zanaatçıların konakladığı yere yaklaşır yaklaşmaz b r tersl k, b r
felâket olduğunu anladı. En kenardak çadırın yanında büyük b r ateş
yanıyor ve çevrey aydınlatıyordu. On kadar atlı yasavul, atlarıyla
ocak başında dolanıp bağıra bağıra konuşuyorlardı. Üç tanes de
oradak b r arabayı koşuyordu. Onun kaçmak ç n almayı düşündüğü
araba d bu. Sonra, yasavulların Togulan’ı çadırdan çıkardıklarını
gördü. Çocuk kucağındaydı kadının. Kadın yanan ateş n yanından
geçerken yüzünün bembeyaz, korkular ç nde olduğunu, yavruyu
kürkünün ç nde sımsıkı tuttuğunu farkett . Besbell yasavullar
sorguya çek yordu onu. Erdene’n n kulağına kadar gel yordu yasa-
vulların bağırmaları: “Cevap ver kaltak! Cevap ver orospu!...” Sonra
Altın’ın bağırması duyuldu. Ondan başkasına a t olamazdı o kadın
ses . Kadın bağıra bağıra söylüyordu: “Ben ne b ley m? N ye
dövüyorsunuz ben ? Bu çocuğu k mden ed nd ğ n nasıl b leb l r m
ben? Bugün olmuş, bozkırda olmuş b r şey değ l k bu! Çocuğun yen
doğduğunu b l yorsunuz.. bunun en az dokuz ay önce olduğunu
anlamıyor musunuz? Ben nasıl b leb l r m onun ne zaman ve k m nle
yattığını? N ç n dövüyorsunuz ben ? Ona n ye şkence
yapıyorsunuz? Bebeğ olduğunu görüyorsunuz! S ze az mı h zmet
ett bu kadın? Savaşa g derken taşıdığınız sancakları yapan, şleyen
o değ l m ? N ye dövüyorsunuz onu ş md ?...”
Zavallı Altın! Atların toynakları altında ez lm ş b r ot g b yd .
Yüzbaşı Erdene b le karışmaya cesaret edemezse o ne yapab l rd ?
Hem s lahlı on yasavula karşı Erdene ne yapab l rd k ? Belk b r
k s n öldürür ama o da can ver rd sonunda. Bu neye yarardı?
Yasavullar hep böyle yaparlardı. Avlarının üzer ne atılıp onu kana
boğmak, parça parça etmek ç n fırsat kollarlardı.
Erdene, Togulan ve çocuğunu arabaya b nd rd kler n , Altın’ı da
arabaya attıklarını ve gecen n karanlığında alıp b r yerlere
götürdükler n gördü.
Araba hareket ed nce atlı yasavullar da çek l p g tt ler.
Harekets zl k ve sess zl k çöktü ortalığa. Ancak o zaman tâ
uzaklardan köpek havlamaları, at k şnemeler ve ordugâhtan da bazı
koyun melemeler duyuldu.
Togulan’ın çadırının yanındak ateş sönüyordu. Soğuk, aldırışsız
yıldızlar, ş md bomboş olan o düzlüğün üzer nde sess zce
ışıldıyordu.
Rüyadaymış g b , uyur-gezer g b yürüyen Erdene’n n el yedek
atın yularına dokundu. H ç farkında olmadan atın gem n de çıkardı
ve gem hayvanın ayaklan d b ne şangırdayarak düştü. Ş md Erdene
kend nefes alışını da duyuyordu. G tt kçe zayıflıyor, zorlaşıyordu
solumaları. Yedek atın sağrısına avucunun ç yle haf fçe vuracak
gücü ancak buldu kend s nde. Artık ne yararı olab l rd bu hayvanın
ona? Serbest kalan at haf f tırısa kalkarak en yakındak c nsler n n
yanına g tt . Bundan sonra Erdene, nereye g tt ğ n , n ç n g tt ğ n
b lmeden bozkırda yürümeye başladı. Sadık atı olan yıldız n şanel
Akyıldız da peş nden gel yordu. N ce savaşlardan sağ-sal m
çıkarmıştı Erdene’y . Ama şte bugün onun sevg l karısını ve sevg l
çocuklarını kaçırıp kurtaramamıştı kötü tal hler n n pençes nden.
Erdene görmeden yürüyordu. Gözler yaşla doluydu. Yaşlar
gözünden boşanıp yanaklarına, sonra sakalına kadar akıyordu. Ay
ışığı, çöken, t treyen omuzlarına b r önden vuruyordu b r arkadan.
Döne dolaşa g d yordu. Amaçsızdı. Sürüden kovulmuş b r hayvan
g b artık yapayalnız kalmıştı dünyada: Yaşa yaşayab l rsen!
Yaşayamazsan öl! Başka h çb r çıkış yolu yok. Yapacağı ne kalmıştı
k ? Nereye g deb l rd ? Karnına ya da acıdan kıvranan kalb ne b r
hançer saplayarak hayatına son ver r, bu kâbus da sona ererd . Ya
da kaçar, yok olup g derd b r yerlere...
Sendeleye sendeleye g derken düştü. Hıçkıra hıçkıra ağlayarak
karnı üstünde sürünmeye başladı. Tırnaklarını yere batırıyor, taşlar
avuçlarını sıyırıyor, ama toprak ona b r yer açmıyor, b r yer
verm yordu. D zler üzer nde doğruldu. El n kemer n n altındak
hançere uzattı...
Issız bozkırda sess zl k ve yıldızlar hüküm sürüyordu. Yalnız sadık
atı Akyıldız vardı yanıbaşında. Hayvanın der s ay ışığında parlıyor,
pofur pofur soluyarak peş nden gel yor, sah b n n em rler n
bekl yordu...
*
**
O sabah, küçük b r tepen n üzer nde, bütün b rl kler ç n “toplan!”
davulları vurmaya başladı. Öküz gönü ger lerek yapılan bu davulların
ses nden yer-gök nl yordu. Tuzağa düşmüş vahş hayvanların
kükremes g b gümbürdüyordu davullar. Herkes n sancak nakışçısı
olarak tanıdığı, adını k msen n b lmed ğ çocuk doğuran o sef h kadın
ölüm cezasına çarptırılacaktı ve onun ç n toplanıyorlardı.
Bu şaman st gürültü-patırtı arasında atlılar toplandı ve b r yarım
da re oluşturdular. Süvar ler b r göster ye g der g b s lahlıydılar.
Nöbetç ler b rb r ardına d z lm şlerd . Çadırlarla, başka eşyalarla
yüklü arabaların üzer ne de savaşçı olmayanlar, zanaatçılar ve
kadın-erkek bütün yardımcılar doluşmuştu. Heps genç, doğurtma ve
doğurma çağında olan nsanlardı. Bu açık yargılama, bu alen ceza,
onlara bret olsun d ye ‘toplan’ davulları çalmıştı. Büyük Han’ın em-
r nden dışarı çıkan herkes bunu hayatıyla öderd . İşte bunu görüp
anlasınlardı...
Tepen n üzer nde davullar gümbürdemeye devam ed yor, nsanın
kanını damarlarında donduran b r korku salıyordu ortalığa. Bu
durumda, daha başından Ceng z Han’ın emr yle yapılacak olanı,
ver lecek cezayı kabul etm ş oluyorlardı.
Ceng z Han’ın altın yaldızlı tahtırevanı o kızıl tepeye get r ld ğ
zaman davullar hâlâ vuruyordu. Bu taats z, tehl kel ve çocuğun
babasını b ld rmeyen kadının cezasını o verecekt . Ceng z Han’ın
tahtı, günün lk ışınlarında yüzen, ateş püsküren ejderhalarıyla
rüzgârda dalgalanan bayrakların arasında b r yere kondu. Ateş
püsküren ve atılmaya hazır g b duran ejderhalar Büyük Han’ı
s mgel yordu. Ama Ceng z Han, onları şleyen eller n lhamı
kend s nden almadığını, daha korkusuz, daha coşkulu başka b r
ejderhadan aldığını onun kollarına atıldığını o güne kadar
b lemem şt . Orada bulunanlardan h çb r , kadının çocuk doğurduğu
ç n değ l de, asıl bu tutumu, ejderhaları şlerken Han’dan es n-
lenmey ş yüzünden yargılanıp dam ed leceğ n anlamıyordu.
Ve o an yaklaşıyordu. Davulların gümbürtüsü azalmaya
başlamıştı. Gümbürdemeler yavaşladı, yavaşladı ve sonra, o
korkunç bekley ştek havayı, zamanın er y p dağıldığı ve öldüğü o
atmosferdek gerg nl ğ daha da arttırarak y ce azaldı. Sonra, dam
hükmünün yer ne get r leceğ sırada, yıldırımlar g b , kulakları delerek
yen den gürleyecek, orada bulunan herkes , kör b r öc alma duygusu
le coşturacak, sarhoş hâle get r len v cdanlarda, bu cezanın
kend ler ne değ l de b r başkasına ver lm ş olmasının g zl ve vahş
sev nc yaşanacaktı...
Davulların gürlemes ş md sadece b r mırıltı d . Toplanan
kalabalık, heyecanlı, gerg n b r bekley ş ç ndeyd ve atlar b le
şaşkınlıktan donup kalmışlardı. Ceng z Han’ın yüzü taş kes lm şt .
Dudaklarını sıkmış, kırpışmayan daracık gözler yle yılan g b soğuk
bakıyordu.
Sancakları şleyen kadın Togulan, en yakında bulunan çadırdan
çek l p çıkarılınca davullar sustu. Güçlü kuvvetl adamlar, onu, b r ç ft
atın koşulduğu b r arabaya b nd rd ler. Genç ve karanlık yüzlü b r
yasavul onu, ayakta tutuyordu araba le get r l rken.
İnsanlar, özell kle kadınlar fısıldaşmaya başladılar, “İşte nakışçı
kadın! Sef h yaratık! Sokak kadını! Oysa bu yaşta, bu güzell ğ yle b r
noyanın k nc ya da üçüncü kansı olab l rd pekâlâ! B r ht yarın karısı
da olab l rd ve bu felâket gelmezd başına. Akılsız kadın! G d p b r
sevg l buldu ve p ç n doğurdu! Utanmaz! Büyük Han’ın yüzüne
tükürmüş oldu bu davranışıyla. Ş md cezasını çeks n bakalım! Onu
b r deven n hörgüçler ne bağlayarak asacaklar! Artık h ç, h ç
gülmeyecek yosma!...”
Kalabalığın bu acımasız suçlaması öküz gönünden yapılmış ve
haf f, seyrek vuruşlarla tekrar gürlemeye başlayan davulların ses ne
karışıp g d yordu. Davulcuların davul çalmaktan başka görevler
yoktu. İnsanları sağır edecek, sersemletecek kadar hızlı ve sürekl
çalmaktı onların görev . Böylece, sonunda yargılanacak k ş ye karşı
Han’da b le nefret uyandırmış olurlardı.
Kaf lelerdek kadınlar vahş b r zevk duyarak bağırdılar:
Bakın, bakın! Köle kadın çocuğu get r yor!
Gelen, Altın d . Bebeğ kundağa sarıp sarmalamıştı. Cellat
görünüşlü b r yasavul da onunla b rl kte yürüyordu. Kadın y ce
çökmüş, ürkek gözlerle etrafa bakıyor ve Togulan’ın b nd r ld ğ
arabada, mahkûmun suç kanıtı olan yavrusu kucağında, yaya
yürüyordu.
Mahkûm annen n damından önce suçlular böylece halka
göster lm ş oluyordu. Togulan artık h çb r üm t kalmadığını, b r af ve
merhamet n sözkonusu olamayacağını anlamıştı.
Halka göstermek ç n arabaya b nd r lmeden önce bulunduğu
çadırda, bebeğ n son b r kez emz rmek fırsatını bulmuştu. H çb r
şeyden haber olmayan masum çocuk, davulların ses yle
sersemley p yarı uyur hâle gelm şt . Davul sesler azalınca annes n n
memes ne ştahla yapışmış, doya doya emm şt ve ş md Altın’ın
kucağındaydı. Altın ağlamaktan sarsıla sarsıla yürüyor, ses
duyulmasın d ye de b r el yle ağzını kapatıyordu. Togulan arabaya
b nmeden b rkaç dak ka önce aralarında fısıldaşarak
konuşab lm şlerd . Anne, bebeğ n ağzını b r memes nden alıp öbür
memes ne ver rken sormuştu:
O nerede?
Bunu sorarken kend s n n b lmed ğ b r şey Altın’ın da
b lemeyeceğ n anlıyordu ama y ne de sormuştu.
- B lm yorum, ded Altın gözyaşları arasında, ama uzaklarda, çok
uzaklarda olduğunu sanıyorum.
Ah, keşk ded ğ n g b olsa!...
Altın da ‘keşk ’ der g b başını salladı.
İk s n n de düşünceler b rd : Tanrı yardım etse de Erdene uzaklara
kaçıp kurtulab lse!
Böyle konuşurlarken dışarıdan sesler gelm şt :
Hayd , çıkarın onları dışarı!
Nakışçı kadın son b r kez bebeğ n bağrına bastı, onun tatlı
kokusunu der n der n ç ne çekt ve sonra eller l treye t treye Altın’ın
kucağına verd :
Yaşadığı sürece ona y bak...
- Söylemene gerek var mı! ded Altın, sonra da gözyaşlarını seller
g b akıtarak, umutsuzca, hüngür hüngür ağlamaya başladı.
Yasavullar onları çadırdan çıkardılar.
Güneş yükselm ş, ufukları kucaklamış, kımıldamadan duruyordu
bozkırın üzer nde. Hükmün nfazından sonra harekete geçecek olan
süvar ler n, konvoyların ötes nde, Sarı-Özek’ n otlu ovaları
gözalab ld ğ ne uzanıyordu. Togulan çadırdan çıkarken, tepelerden
b r n n üzer nde, Büyük Han’ın ışıl ışıl parlayan altın yaldızlı
tahtırevanını gözucuyla farketm şt . ‘Gök’ g b er ş lmez, onun kadar
kudretl Büyük Han’ın tahtırevanı etrafında da, onun kend el yle
şled ğ alev püsküren ejderhalı bayraklar dalgalanıyordu.
Bu tepeden, gölgel kl b r tahta kurulan Ceng z Han, bozkırda
gen ş b r alanı, savaşçılarını ve savaşçılarla gelen bütün kalabalığı
göreb l yordu. O küçük beyaz bulut y ne orada, tepes ndeyd . O
sabah, yargılama ve hükmün nfazı yüzünden hareketler b raz
gec kecekt . Daha önce hareket edemezlerd . Bu, Büyük Han’ın
huzurunda uygulanan cezanın ne lk yd ne de sonuncusu olacaktı.
İtaats zl k edenler hep böyle cezalandırılırdı. Cezanın halkın gözü
önünde ver lmes , uygulanması, herkes n Han buyruğuna kayıtsız
şartsız boyun eğmes ç n şarttı. Aslında o korku salan tutum ve
kurbanın kend ler olmayışından ler gelen vahş zevk, nsanlara bu
cezanın haklı olduğu nancını vermekle kalmıyor, Han’ın yönet m
tarzını da kabul ett rm ş oluyordu onlara.
Bu kez y ne öyle oldu. Togulan’ı çadırdan alıp halkın gözünde rez l
etmek ç n arabaya b nd rd kler zaman, nsanlar kıpırdanmaya, arı
kovanı g b uğuldamaya başlamışlardı. Ceng z Han tahtının üzer nde
b r heykel g b katı ve harekets z d . Çevres ndek kezekullar da dev
heykeller g b , rüzgârdan şaklaya şaklaya dalgalanan bayrakların
d rekler d b nde d md k duruyorlardı. İdam cezasının b r sebeb de
Batı’nın feth ç n çıkılan bu büyük seferde en küçük b r engel n
çıkamayacağını, en küçük b r suçun bağışlanmayacağını,
hoşgörünün sözkonusu olmadığını herkese göstermekt . Ceng z Han
ç nden, tâ yürekten, bu genç annen n bu kadar ağır b r cezayı
hakketmed ğ ne nanıyordu, onu bağışlayab l rd , ama b r defa zaaf
göster r, hoşgörüde bulunursa, bunun sonu gelmeyeb l rd . İkt dar
zayıflar, onun kudret azalır ve halk küstahlaşır, saygısızlık artardı.
Hayır, asla hoşgörülü davranamazdı. Ş md onun canını sıkan tek
şey, bu nakışçı kadının sevg l s n b lememek, ortaya çıkaramamaktı.
Asılarak öldürülecek olan bu son mahkûm arabanın üzer nde
ayakta tutularak b rl kler n, kaf leler n önünden geç r l yordu. Entar s
göğsünden çek l p yırtılmış, saçlarının örgüler çözülmüş ve dağılmış,
sabah güneş nde ışıl ışıl parlıyor ve onun solgun yüzünü örtüyordu.
Ama mağrurdu, başını d md k tutuyordu, nefret dolu gözlerle ama
umutsuzca bakıyordu kalabalığa... Saklayacak h çb r şey yoktu artık.
Evet o, b r adamı sevm şt , hayatından fazla sevm şt ! Yavrusu da
şte böyle b r sevg den doğmuştu!
Ama kalabalık öğrenmek st yor, durmadan bağırıyordu:
Hey kısrak! Aygırın nerde? K m sen n aygırın, söyle!
Kalabalık y ce kışkırtılmıştı. Öfkel yd . Kend suçluluk duyusunu
ve b l nc n y t rm ş, durmadan bağırıyor, utanç ver c durumdan b r an
önce kurtarılmalarını st yordu:
Asın bu kancığı! Hemen asın! Daha ne bekl yorsunuz!
Şu sahnen n hazırlayıcıları, herhalde h ddete kapılan bu
kalabalığın büsbütün galeyana geleceğ n ya da yumuşayacağını da
hesaba katmışlardı. Ceng z Han’ın ma yet ndek atlılardan b r -bu b r
noyan d - atını ler sürdü. Bu gür sesl savaş kumandanı, Han’ı
memnun etmek ç n her şey yapmaya hazır olan bu güçlü adam,
arabanın önüne geçt . Mahkûm kadın arabada, ayakta duruyor, ku-
cağında bebeğ taşıyan köle arabanın yanında yürüyordu. Noyan,
sıra hâl nde duran atlılara dönerek gür ses yle bağırdı:
Durun! Hep n z d nley n! Şu şerefs z yaratık onu k m n gebe
bıraktığını, k m nle yattığını söylemel d r! Hayd , söyle b ze,
çocuğunun babası var mı bu nsanların arasında?!
Togulan ‘yok’ cevabını verd . Noyan’ın gösterd ğ sırada
bulunanlar arasında b r uğultu dolaştı.
Araba başka b r bölüğün önünde durduruldu.
Kadın k msey gösterm yor ve bölük kumandanları bağırıyordu:
Hayır, burada yok, kurnaz her f belk sen nk ler arasındadır!
Bu arada noyan, çocuğun babasını göstermes ç n durmadan
sıkıştırıyordu kadını. Yen b r bölüğün önüne gel p durdular:
Hayd , rez l kadın! Göster sen k m n gebe bıraktığını!
Erdene şte bu bölüğün başındaydı. Yıldız n şanel Akyıldız’ın
üzer nde, en önde duruyordu. İk sevg l b r an göz göze geld ler. O
gürültü patırtı arasında, k sevg l n n bakışlarını b rb r nden ayırmak
ç n ne dayanılmaz b r acı çekt kler n , Togulan’ın gözüne düşen
saçlarını arkaya atarken nasıl t tred ğ n , yüzünde b r anda ş mşekler
çakıp söndüğünü k mse farketmed . Bu b r anlık karşılaşmanın ona
neye malolduğunu, nasıl b r sev nç, ayn zamanda nasıl b r acı
verd ğ n yalnız Erdene tahm n edeb l rd . Kadın b rden kend n
toparladı ve noyana cevap verd :
- Hayır, çocuğumun babası burada değ l!
O sırada Erdene’n n başını b rden aşağı nd rd ğ n , hemen sonra
da büyük b r rade gücüyle ve soğukkanlılıkla başını d md k tuttuğunu
y ne k mse farketmed .
Cellatlar hazırlıklarını tamamlamışlardı. Üç k ş yd ler. Kolları
sıyrılmış kara, gen ş kaftanları vardı. Orta yere çok büyük b r deve
get rm şlerd . Deve o kadar büyüktü k süvar ler n başı karnına
ulaşmıyor, epeyce aşağıda kalıyordu. Ormanı olmayan, tek ağaç
bulunmayan bu bozkır düzlüğünde, göçebeler çok esk zamandan
ber dam hükmünü yer ne get rmek ç n r b r devey darağacı yer ne
kullanırlardı. İp deven n hörgücünden geç r rler, k mahkûm asıla-
caksa b r n deven n b r yanına, k nc s n de öbür yanına sarkıtılan
kementlerle asarlardı. Ancak mahkûm b r k ş yse, deven n b r
yanındak kement onun boynuna geç r rler, p n öbür taraftan sarkan
ucuna da dengey sağlayacak b r ağırlık, daha çok kum dolu b r çuval
bağlarlardı. Togulan’ı asmak ç n cellatlar kum çuvalını
hazırlamışlardı b le.
Cellatlar, bağırıp çağırarak ve eller ndek sopalan kullanarak o
güçlü, r devey ıhtırmışlardı. Böylece dam sehpası kurulmuş
oluyordu.
Davullar y ne vurmaya başladı. Az sonra, sten len anda, yıldırım
g b gürleyecek, yer -göğü nleteceklerd .
Gür sesl noyan Togulan’a b r daha sordu. Bu kez ses alaylı d :
Sana son kez soruyorum sersem kadın! Nasıl olsa öleceks n!
P ç n de ölecek! Gerçekten hatırlamıyor musun sen gebe bırakanı?
Hayd , b raz caba göster, belk hatırlarsın!.
Hayır, hatırlamıyorum, aradan çok zaman geçt ve o gün buralara
çok uzaktık.
Erkekler n bulunduğu gruplarda uğul uğul b r gülüşme oldu.
Kadınların ses se kulak delecek kadar kesk nd .
Noyan y ne soruyordu:
Sanırım pazarda, pazar yer nde oldu bu ş?
Evet pazarda! ded Togulan meydan okurcasına.
B r tüccar mıydı, yoksa b r hacı ya da hırsız mıydı sev şt ğ n
adam?
- Tüccar, hacı ya da hırsız olduğunu b lm yorum.
Y ne kahkaha le güldüler. Cıyak cıyak bağırdılar:
Onun ç n h çb r şey farketm yor! Ha tüccar olmuş, ha hırsız, ha
hacı! Onun ç n öneml olan pazarda gönül eğlend rmek!
Tam bu sırada, süvar b rl ğ arasında b r ses gürled . O gür ses
şöyle d yordu:
Aradığınız k ş ben m! Madem k öğrenmek st yorsunuz,
söyleyey m: Çocuğun babası ben m!
Herkes şaşkın, susakaldı. K m olab l rd bu? Mahkûm ölmeye,
kend s yle b rl kte sırrını da öbür dünyaya götürmeye hazır olduğu b r
anda, ortaya çıkıp hayatını feda eden k md ?
Kalabalık, şaşkınlıklar ç nde, süvar b rl ğ nden b r n n, yıldız
n şanel atını mahmuzlayarak öne çıktığını gördü. Atıyla öne çıkan
genç üzeng üzer nde doğrularak kalabalığa bağırdı:
- Evet, o ben m. Bu çocuk ben m çocuğum! Adı Kunan’dır.
Çocuğumun anasının adı Togulan’dır. Ben yüzbaşı Erdene’y m!
Böyle ded kten sonra Akyıldız’dan atlayıp nd . Atının sağrısına
avuç ç yle vurdu ve hayvan oradan b raz uzaklaştı. Bundan sonra
Erdene, zırhını, s lahlarını çıkarıp attı. Cellatların kolundak Togulan’a
doğru yürüdü. Kend ayağı le ölüme g den bu adamı gören
kalabalıktan ş md çıt çıkmıyordu. Erdene, ölümün eş ğ nde olan
sevg l s n n yanına varınca onun önünde d z çöktü, kollarını tutup
sıktı ve sonra kaldırıp başının üzer ne koydu. Böylece ölüm
karşısında b rleşm ş, öylece kalmışlardı.
Ş md bütün davullar gürlüyor, ürkmüş sığır sürüsü g b böğürüyor,
kükrüyordu. Gümbür gümbür, yankı yankı sesler, kalabalığın ortak
tutku ve coşkusunu arttırıyordu. Heps hemen kend ne gelm şt , her
şey yer ne konmuş, em rler ver lm ş ve her b r harekete hazır hâle
gelm şt . Davulcular vuruyor ha vuruyordu. Heps ayn anda, tek
k ş ym ş g b ! Ve herkes n b r görev vardı. Cellatlar, yasavulların da
yardımıyla hemen şe koyulmuşlardı. Önce Erdene’y yere yatırıp
kollarını arkadan bağladılar. Ayn şek lde Togulan’ı da bağladıktan
sonra sürükley p deven n yanına get rd ler, p deven n k hörgücü
arasından geç r p sarkıttılar. B r ucunda Erdene ç n öbür ucunda da
Togulan ç n, çek l nce sıkılacak halkaları hazırladılar. Bundan sonra,
davulların cehennem gürültüsü arasında, devey kaldırmaya
çalıştılar. Hayvan d rend , d şler n göstererek kalkmamak ç n nat
ett . Ama cellatlar eller ndek sopaları kullanınca kalkmak zorunda
kaldı, o koca bacaklarını doğrultup d k ld . Onunla b rl kte, hayvanın
k tarafında ayn pte k mahkûm da havalandı ve can çek şmeye
başladılar.
Davulların korkunç gürültüsü arasında Büyük Han’ın tahtırevanı
tepeden nd r lm ş ve kalabalık bunu farketmem şt . Artık o nfaz
yer nden ç rahat olarak ayrılab l rd . Bu alanda amacına, hatta daha
fazlasına ulaşmış sayılırdı. Çünkü, aşk zevk n her şey n üstünde
tutan görevl de ortaya çıkmıştı. Demek k o suçlu, asıl suçlu, onun
yüzbaşılarından b r yd ve herkes n gözü önünde maskes
düşürülerek hakkett ğ cezayı bulmuştu. Böylece belk o, uzun
zamandır hâlâ b l nmeyen, unutulmuşluğa gömülen b r başkasından,
vakt yle çocuklarının anası Börte’y kolları arasına alan adamdan da
öcünü almıştı. Erdene’den almıştı bu öcü. O, lk çocuğuna, büyük
çocuğuna hep kuşku le bakmış, onu sevmem ş ama bunu bell
etmemeye çalışmıştı...
Hörgücünden sarkan p n k ucunda k ceset taşıyarak dolaşan
deven n peş nden g den davulcular tokmaklarını vurmaya devam
ed yorlardı. Hayvanın k yanından sarkan cesetler, subay ve
nakışçının cesetler , geleceğ n dünya mparatoru ç n, onun kanlı
tahtı ç n, ver lm ş kurbanlardı.
Davullar susmak b lm yordu. İnsanın kanını donduruyor,
kulaklarını sağır ed yor ve orada bulunan herkes uyuşturuyordu. O
gün herkes, en büyük emel n gerçekleşt rmek ç n sefere çıkan
Büyük Han’ın buyruklarına uymayanların başlarına gelen kend
gözler yle görmüştü.
Cellatlar ve yasavullar, hareket hâl ndek darağacı le b rl kte,
b rl kler n, kaf leler n önünden tören yürüyüşüyle geç yorlardı.
Cesetler çukurlarına gömülünceye kadar, davulcular gerg n öküz
gönler n dövmeye devam edeceklerd .
Sonra ordu yola koyuldu. Ceng z Han’ın bozkırlar armadası
Batı’ya doğru lerlemeye devam ett . Süvar b rl kler , konvoyları,
kes l p yenecek hayvan sürüler , s lahtarları, gez c şl kler yle bütün
zanaatçılar, bu büyük sefere katılan herkes, harekete geç p Sarı-
Özek bozkırında o lanetlenm ş yer terkett ler. Heps , heps g tt ,
yalnız b r k ş kaldı. Nereye g deceğ n b lemeyen, ötek lere
kend s n n de var olduğunu duyurmaya cesaret edemeyen b r k ş :
Togulan’ın yaşlı h zmetç s Altın. Kucağındak bebeğ de sayarsak k
can d ler. Onu heps unutmuştu sank . Onun hâlâ hayatta olma-
sından utanıyorlar ya da görmezl kten gel yorlardı. Vebadan kaçar
g b kaçtılar oradan ve ona aldırış eden olmadı.
Az sonra der n b r sess zl k kapladı ortalığı. Ne bağırışmalar vardı,
ne davul sesler ne de dalgalanan bayraklar... Yalnız toynaklar
altında ez len toprak ve hayvan dışkıları bell ed yordu hareket
yönünü: Bunlar da Sarı-Özek bozkırında kısa zamanda y t p g decek
zlerden başka b r şey değ ld ...
Herkes tarafından terked len, korkunç b r yalnızlığa t len Altın,
ıssız kalan konaklama yer nde dolanıp duruyor, sönmüş ocakların
yanında kalan ya da yandığı ç n atılan y yecek artıklarını topluyor,
üzer nde b r parça et kalmış kem kler sıyırıyordu. Şans eser b r
koyun postu buldu oralardan. Gecen n ayazından korunmak ç n onu
omuzlarına attı. Geceler donduran ayazdan, gündüzler yakan
topraktan onu ve felek öyle sted ğ ç n artık annes olduğu çocuğu
koruyacaktı bu post...
Altın şaşkındı. Ne yapacağını, nereye g deceğ n , nereye
sığınacağını ve bebeğ n nasıl besleyeceğ n b lem yordu...
Gökyüzünde güneş parlayıp durdukça belk tal h yüzler ne güleb l rd .
Belk b r muc ze olur, bozkırlarda y t p kalmış b r çoban çadırına
rastlayab l rlerd . İmkânsızı üm t etmeye çalışıyordu. Bu zavallı köle
b rdenb re özgürlüğünü kazanmıştı ama ayn anda taşınması güç b r
yükü de vardı. Bu yükü, bu bebeğ düşündükçe ürper yordu korku-
dan. B raz sonra çocuk acıkacaktı, süt steyecekt . Süt de olmadığına
göre gözler önünde ölüp g decekt yavrucak... Bundan korkuyor, çok
korkuyor, korktukça da kend n büsbütün güçsüz h ssed yordu...
Tek üm d -k bu ıssız yerlerde o da mümkün görünmüyordu-
nsanlara, nsanlar arasında süt vereb lecek b r anaya rastlamaktı. O
zaman çocuğu ona ver r ve steyerek onun köles olurdu...
Yaşlı kadın acınacak b r halde dolaşıyordu bozkırda. Bazen
doğuya, bazen batıya g d yor, sonra y ne doğuya yönel yordu...
Kucağında çocukla h ç durmadan yürüyordu. Çocuk kıpırdanmaya,
sesler çıkarmaya, sonra da ınga ınga ağlamaya başladığı zaman
güneş tam tepeler ne çıkmıştı... Çocuğun bezler n değ şt rd .
Yürürken sallaya sallaya uyutmaya çalıştı. Çocuk b raz susar g b
oldu ama az sonra cıyak cıyak ağlamaya başladı y ne. Ağlamaktan
yüzü gözü mosmor oldu. Zavallı Altın o zaman olduğu yerde durdu,
üm ts zl k ç nde bağırmaya, yakarmaya başladı.
- İmdaat! İmdaat! Ben ne yapab l r m, el mden ne gel r?!
Uçsuz bucaksız bozkırda ne yanan b r ocak göreb l yordu, ne de
tüten b r duman.
Çocuk çırpınmaya, kıvranmaya başlayınca bu defa ona yalvardı:
- Benden ne st yorsun küçük zavallı? Bugün yed nc günün
dünyaya gelel .. ve sen dünyaya felâket n ç n geld n... Sen nasıl
besler m zavallı öksüzüm? Bak, çevrede h ç k mse yok. B r sen b r
de ben varız bu dünyada. B z k zavallı! B r de tepem zde şu beyaz
bulut. O küçük beyaz buluttan başka b r kuş b le yok gökyüzünde.
Nereye g deb l r z? Yemen ç n ne vereb l r m sana? B z attılar,
terked p g tt ler. Baban ve annen asarak öldürdüler, gömdüler. Ve
sonra o büyük savaş nsanları nereye götürecek, başlarına ne gele-
cek? B r kuvvet, başka b r kuvvet n üzer ne davullar çalarak,
sancaklar açarak n ç n yürüyor? Sen felâkete ten bu nsanlar ne
st yorlar?
Altın çocuğu bağrına bastı, gözyaşları ç nde bozkırda koşmaya
başladı. H çb r şey yapamadan durmamak, üzüntüden er y p yok
olmamak ç n koşuyordu... Masum çocuk kend çığlıklarına ve
gözyaşlarına boğuluyor, süt st yordu. Umutsuzluk ç nde ne
yapacağını b lemeyen Altın, orada b r taşın üzer ne oturdu, elb ses n
yırtarak, sapsarı memes n çocuğun ağzına uzattı. H ç evlenmem ş,
h ç doğum yapmamıştı, annel ğ tatmamıştı.
Al, bak, sütüm yok ben m. İnandın mı ş md ? Sütüm olsa sana
vermez m yd m zavallı öksüzüm? Olmadığını anla da bana şkence
yapmayı bırak artık. Ne ded ğ m anlıyor musun? Konuşmak
st yorum şte. İstersen alay et ben mle. Memeler mle de alay et! Ey
Tanrım, ne büyük ceza bu!...
Çocuk memey ağzına alır almaz sustu. Çok bekled ğ ne
kavuşmuş, d ş etler yle memeye y ce yapışmış, şapur şupur
dudaklarını oynatıyor, küçük gözler sev nçten açılıp kapanıyordu.
Hey, ne oluyor sana? ded Altın. Kızgınlıktan çok çares zl kten
öyle konuşuyordu. Tamam mı? Anladın mı ş md ? Az sonra daha çok
bağıracak, daha çok ağlayacaksın. Bu lanet bozkırda ben m el mden
ne gel r? Sen aldattığımı sanıyordun değ l m ? Sank bunu
yapab l rm ş m g b ! Hayatım boyunca köle yaşadım ben, bu doğru,
h ç k msey aldatmadım, yalan söylemed m. Küçücük b r çocuk ken
Ç n’de, “b z m a lede h ç k mse k msey aldatmaz” derd annem.
Hayd b raz oyalan, sonra acı gerçeğ sen de anlayacaksın!...
Köle Altın böyle konuşuyor, kaçınılmaz acıya, sütsüz olduğunun
anlaşılması gerçeğ ne hazırlıyordu kend n . Ama hayret! Bebek
ağzını ayırmıyordu onun memes nden. Tam aks ne, yüzü mutluluktan
parlamaya başlamıştı!
Altın memes n haf fçe çocuğun ağzından çekt ve apak süt
damladığını görünce bağırmaktan kend n alamadı. Şaşa kalmıştı.
Tekrar verd memes n çocuğun ağzına sonra y ne çekt ve gerçekten
süt geld ğ n gördü. Ve üstel k ş md bütün vücudunda g tt kçe artan
b r güç bulmaya başlamıştı.
- Tanrım! Yüce Tanrım! d ye bağırdı. Sütüm var ben m, sütüm var!
Ben duyuyor musun küçüğüm, gerçek süt bu! Annen olacağım
sen n. Artık açlıktan ölmeyeceks n! Gök-Tanrı b z duydu zavallı
yavrum! Bak d nle ben : Sen n adın Kunan! Annen ve baban sana bu
adı verd ler. Onlar b rb rler n sevd ler ve sen dünyaya get rd ler.
Bunun bedel n de hayatlarıyla öded ler! Dua et, teşekkür et sen
beslemem ç n bu muc zey yaratana, bana süt verene!...
Altın, heyecanın etk s yle sustu. Hava çok sıcaktı. Alnından
boncuk boncuk ter dökülüyordu. Etrafına bakındı. H çb r şey, h ç
k mse yoktu görünürde. Uçsuz bucaksız düzlükte küçük b r hayvan
b le yoktu. Yalnız güneş vardı. B r de, tam tepes nde, yukarıda, o
küçük beyaz bulut.
Karnı y ce doyan çocuk gevşed , uykusu geld , kend n Altının
kucağına bırakıverd . Solukları ş md pek düzenl yd : Yaşlı kadın, o
güne kadar bütün çekt kler n , hâlâ kulağını vınlatan o davul sesler n ,
her şey unutarak, o güne kadar h ç tatmadığı annel k duygusunu
tadıyor, mutlu oluyordu. Ona bu mutluluğu veren yer, Gök ve süt d .
Bunların beraberl ğ yd ...
*
Bu sırada dünya fat h n n büyük sefer devam ed yordu. Ordu,
konvoylar, sürüler, bozkırların bütün armadası Batı’ya doğru yol
alıyordu...
Önünde alev püsküren ejderhalı sancaklar, yakınında muhafız
bölüğü ve ma yet yle, yorulmak b lmeyen ak yelel , kara kuyruklu,
rahvan atını koşturuyordu.
Atların toynakları yer sarsıyor, h çb r engelle karşılaşmadan,
ufukları aşa aşa g d yorlardı. Ufuktan sonra b r ufuk daha doğuyordu.
G tt kler yer n ne sınırı vardı ne sonu. Dünyanın büyüklüğü le
karşılaştırınca küçücük b r kum tanes nden başka b r şey olmayan
Büyük Han’ın, gözalab ld ğ ne uzanan her yer , o yerler n daha
ötes n , daha daha öteler fethetmek, böylece dünyanın dört
bucağına hükmeden b r hükümdar olmaktı emel . Ordularını
savaştan savaşa, fet hlerden fet hlere bunun ç n koşturuyordu...
Büyük Han mağrur ve sess zd . Kuşkusuz onun k ş l ğ ne bu
yakışırdı, ama onun ç n kem ren şey n ne olduğunu k mse
b lm yordu. Bazen b rden, h ç haber vermeden ve h ç beklenmed k
b r anda atının gem n çek p yön değ şt r yor, onu zleyenler
çarpmamak ç n atlarını hemen yana sürüyor, açılmak zorunda
kalıyorlardı. O, Büyük Han, d kkatle, kaygıyla gökyüzüne bakıyor,
telaşlanıyor, gökyüzüne bakarken güneş yüzüne vurmasın d ye el n
alnına koyuyor ve eller t tr yordu. Yoktu! O küçük bulut başının
üzer nde görünmüyordu artık. B raz ger de kalmış olab l rd ama,
ger lerde de, yanlarda da, ler de de görünmüyordu.
Oraya kadar onu h ç terketmeyen küçük beyaz bulut, b rdenb re
kaybolmuştu. Ertes gün, daha ertes gün, hatta kayboluşundan on
gün sonra da görünmed . O küçük beyaz bulut Büyük Han’ı
terketm şt artık.
Ceng z Han, İd l kıyılarına ulaşmıştı. Ama artık ‘Gök’ün, Gök-
Tengr ’n n ondan yüz çev rd ğ n anlamıştı. Bu yüzden daha ötelere
g tmek stemed . Batı’nın feth ş yle oğullarını, torunlarını
görevlend rd . Kend s anavatanına döndü, orada öldü ve gömüldü.
Nereye gömüldüğü tam olarak b l nem yor...
*
**
Bu yerlerde trenler doğudan batıya batıdan doğuya g der
gel r.. g der gel rd ...
1953 ŞUBATININ ortalarında, Sarı-Özek bozkırlarını doğudan batıya
geçen yolcu trenler nden b r ne b r özel vagon eklenm şt . Doğrudan
doğruya furgona bağlanan bu numarasız vagon ötek lerden farksız
görünüyordu. Ama dışarıdan böyleyd . Gerçekle vagonun yarısı
posta şler ne ayrılmıştı, öbür yarısı da her tarafı sımsıkı kapalı b r
‘‘sorgulama hücres ” d . Devlet n güvenl k örgütler nde çalışanlar ç n,
öneml sayılan şüphel ler ç n ayrılmıştı bu vagon. Kazak stan
eyalet nde güvenl k şler nde çalışan b r nc sınıf b r askerî sorgu
yargıcı olan Tansıkbayev’ n hayal nde yarattığı b r dâvanın sanığı
olarak Abutal p Kuttubayev de bu vagona b nd r lm şt . Tansıkbayev
ve k muhafızı onu başka şeh rde başka nsanlarla yüzleşt rmek ç n
götürüyorlardı.
Tansıkbayev b r ş n, b r avın peş ne düştüğü zaman yorulmak
ned r b lmezd ve yolculuk sırasında da devam ederd
sorgulamalarına. Ş md o düşman g zl serv sler n n, Alman es r
kamplarından kaçıp Yugoslavya’ya geçenler arasında kurduğu b r
örgütün z ndeyd . Adım adım zleyerek, bu yıkıcı, bu bozguncu
elemanları ortaya çıkaracak, örgülü çökertecekt . (Düşman g zl
serv sler n n yardımı olmadan Alman kamplarından kaçab l rler
m yd ?). Bu kaçaklar Yugoslavya’da geleceğ n rev syon stler yle
şb rl ğ yapmakla kalmamış, İng l z casusluk örgütüyle de temas
kurmuşlardı. Sovyet kt darının düşmanı olan bu “yeraltı” ajanlarını
mutlaka bulacak, maskeler n düşürecekt . Bunu da aralıksız
sorgulamalarla, yüzleşt rmelerle, dolaylı dolaysız kanıtları b r kt rerek
yapacak, y yönlend r lm ş b r kovuşturma sonunda zafere ulaşacak,
yan heps n t raf ett recekt .
İlk ürünler toplamıştı b le: Sorgulama sırasında Abutal p
Kuttubayev, Yugoslavya’da çarpışan on kadar tutsağın adını
hatırlamıştı. Bunlar hakkında da g zl b r araştırma yapmış, çoğunun
ülken n değ ş k bölgeler nde sağlıklı b r ömür sürdürdükler n
öğrenm şt . Bunlar tutuklanmış, sorguya çek lm ş, b rçok s m
b ld rm şler, böylece Yugoslav ha nler n n l stes epeyce uzamıştı.
Kısacası dâva y ce önem kazanmıştı. Am rler n n de yardımı ve
onayı le, artık ş n somut sonuç alacak b r aşamasına gelm ş
bulunuyordu (Zaten düşmanla mücadele sözkonusu olunca,
koruyucu tedb r almak ç n, her yol, her g r ş m, her şey sakıncasız
d ). Eğer b r başarı sağlanırsa bundan yalnız Tansıkbayev değ l,
ötek şeh rlerde ona bu şte yardımcı olan b rçok meslekdaşı,
çabalarından dolayı büyük ödül alırlardı (Çünkü, uluslararası s yasî
gerg nl kte Yugoslav Komün st Part s le olan anlaşmazlıkta Stal n
doğrudan doğruya T to’yu suçlamış, ona çatmıştı). Onun ç n bu
dâvada herkes b r lerleme kayded lmes n st yor, herkes sıkı b r
şb rl ğ yapmak ç n can atıyordu. Çkalov (esk adı Orenburg),
Kuyb şev ya da Saratov g b değ ş k bölgelerde bulunan merkezlerde
tutuklananlarla yüzleşt rmek üzere Tansıkbayev’ n Kuttubayev’
get rmes sabırsızlıkla beklen yordu.
Tansıkbayev de h ç vak t kaybetm yor, büyük b r çaba ve hızlı b r
tempo le çalışmasını sürdürüyordu. B r yerden b r yere götürülmen n
sanık üzer nde çok etk l olduğunu da farketm şt . Özel vagonun
parmaklıklı pencereler nden, geç p g tt kler stasyonların
yakınlarındak köylere, evlere sürekl , dalgın ve acı acı bakıyordu.
Tansıkbayev onun ç nden geçenler tahm n ed yor, olab ld ğ kadar
onun güven n kazanmaya çalışıyor, b r sorgulama yargıcı olarak ona
h çb r kötülük yapmak stemed ğ ne, suçunun pek büyük olmadığına
(öyle sandığına) nandırmak st yordu onu. Meselâ Abutal p
Kuttubayev’ n, yabancı g zl serv sler n kurduğu casusluk örgütünde,
ülkede olağanüstü b r durum olursa faal yete geçecek olan bu
örgütte, b r şef olmadığı kes nd . Eğer asıl şef n bulunmasında
kend s ne yardımcı olursa, hele yüzleşt rme sırasında onun
maskes n düşürmeye yardım ederse, cezası çok haf flerd . Ancak
beş yıl, b lemed n yed yıl hap ste yatar, sonra ev ne döner, a les ne,
çocuklarına kavuşurdu. Soruşturmada doğruyu söyley p yardımcı
olduğu zaman en büyük cezadan ( pten) kurtulurdu. Ama ne kadar
d ren rse, onları ne kadar yanıltmaya çalışırsa, kend durumunu o
kadar güçleşt r r, a les n , çocuklarını da o kadar büyük tehl keye
atmış, onlara felâket get rm ş olurdu. Böyle davranırsa kapalı b r
oturumda v çkaya ( dama) mahkûm ed lmes kaçınılmaz olurdu...
Tansıkbayev sanığı konuşturmak, t rafta bulunmasını sağlamak
ç n b r vaadde daha bulunarak son kozunu oynuyordu: Kend s yle
şb rl ğ yaparsa kaleme aldığı efsaneler , özell kle “Mankurt******” ve
“Sarı-Özek Kurbanları” efsaneler n dosyasından çıkaracaktı. Eğer
şb rl ğ yapmazsa mahkemede bu efsaneler dolaylı ve üstü kapalı
“m ll yetç l k propagandası” olarak değerlend recek, öyle görülmes n
sağlayacaktı. Neyd Mankurt efsanes ? Unutulmuş, yararsız ata d l n
canlandırmaya, m lletler n as m le olmasını, er t lmes n önlemeye
çalışmak g b zararlı b r çaba ve büyük suç d . “Sarı-Özek
Kurbanlarına gel nce, bu, apaçık, güçlü b r kt darı kötülemek,
b reyler n çıkarlarını devlet çıkarlarından üstün tutmak, kokuşmuş
burjuva b reyc l ğ ne (ferd yetç l ğ ne) sempat duymak ve genel
olarak kolekt fç l ğ eleşt rmekt . Başka b r dey şle kolekt f h yerarş y
değ l, b reyc l ğ savunmaktı. Bu se sosyal zme karşı olmak demekt .
Oysa sosyal st lkelere, sosyal st çıkarlara karşı gelenler n en ağır
cezalara çarptırıldıklarını herkes b l rd ... B r tarladan b r başak
buğday çalanın cezası çalışma kamplarında on yıl sürünmek olursa,
deoloj k b r sabotajın cezası ne olurdu? Bunu düşünmüş müydü
h ç!? Mahkeme onu daha ağır şek lde suçlayacak başka şefler de
bulab l rd ... Tansıkbayev daha nandırıcı ve etk l olmak ç n, Sarı-
Özek’le lg l yazılardan çıkardığı sonuçları b rkaç kez yüksek sesle,
üstüne basa basa okudu. Bunlar Kuttubayev’ n tutuklanması ve
dâvanın açılması ç n asıl gerekçeler d .
******Mankurt: Gün Olur Asra Bedel adıyla yayınladığımız eserde Aytmatov, Juan-
Juanlar’ın es r aldıkları gençlere uyguladıkları b r şkence türünü anlatır: Es rler n başındak
kılları kökünden kazıdıktan sonra, yen kes lm ş b r deve der s nden yapılmış başlığı
kafasına sımsıkı geç r rler, es r bu hal yle güneş altında günlerce aç, susuz bırakırlar. Es r
bu şkenceye dayanır da sağ kalırsa hafızasını kaybeder, bütün geçm ş n unutur ve b r
‘mankurt’ olur. (Çev ren n notu).
Tren yolculuğu k günden ber devam ed yordu. Tren Sarı-Özek’e
yaklaştıkça Abutal p, dem r parmaklıktan, akıp geçen bozkıra daha
b r heyecanla bakıyordu. Çok ez yet veren baskı ve tehd tlerle geçen
sorgulamalar arasında, dem r duvarlı o hücre kompartımanda kend
düşünceler yle baş-başa kaldığı kısa süreler de oluyordu. Tıpkı
Alma-Ata’dak bodrum hücres g b burası da b r hap shane d ve
orası kadar sağlamdı. Burada da b r gözcü zaman zaman d k z del k-
ler nden ona sert sert bakıyordu. Ama y ne de yeraltı hücres nden
daha y yd . H ç olmazsa günün y rm dört saat nde gözüne ışık
tutmuyorlardı. En öneml s de ş md ç nde ufak b r umut olmasıydı.
Bu umut ona bazen heyecan ver yor, bazen soğuk ter döktürüyor, h ç
rahat bırakmıyordu. Bu, tren küçük Boranlı stasyonundan geçerken,
b r an ç n olsun, karısını ve çocuklarını göreb lmek umuduydu.
Tutuklandığı günden ber onlara h çb r haber gönderemem ş, on-
lardan da en ufak b r haber alamamıştı.
Tam b r gözet m altında tutulan bu furgon hücres nde, Alma-Ata
yakınlarındak b r marşand z stasyonuna götürülürken, Abutal p’
umut ve kuşkular ç nde t treten şte bu düşüncelerd . Tren n Sarı-
Özek’e doğru g tt ğ n anlar anlamaz heyecanı son sınırına varmıştı.
Zar fe’y ve çocuklarını uzaktan şöyle b r an ç n göreb lse yeterd .
Sonra ne olursa olsundu...
Bu üzüntü le öyle kıvranıyor, öyle allak-bullak oluyordu k , başka
h çb r şey düşünem yor, tren n bu stasyondan gece karanlığında
değ l de gündüz geçmes , Zar fe ve çocukların barakada değ l
dışarıda bulunmaları ç n Tanrı’ya dua ed yordu.
Bütün sted ğ buydu. Hem az, hem çok şeyd bu. Düşünüyor ve
“Allahım, ne olur, çocuklar ve Zar fe o anda ev n dışında bulunsalar?”
d yordu. Meselâ çocuklar ev n önünde oynuyor, Zar fe de çamaşır
asmak ç n dışarıya çıkmış bulunuyor olsa! Hatta, geçmekte olan
trene şöyle b r dönüp baksa? Çocuklar o sırada mutlaka oyunu
bırakır, vagonların ışıklı pencereler ne bakarlardı. Hatta hatta, tren
beklenmed k b r nedenle, bu küçük aktarma stasyonunda b rkaç
dak ka durab l rd (Çok az da olsa böyle b r olasılık da vardı).
Abutal p bunu düşününce yüreğ ağzına gelecekt nerdeyse! Evet,
böyle b r mutluluk da olab l rd . Ama yoo, yoo! Böyle b r sev nce
dayanamaz, ölürdü! Ne büyük b r felâket olurdu bu çocuklar ç n!
Onları, babalarını görmek ç n hücre-vagonun dem r parmaklıklı
penceres ne koşarken hayal ed yordu... Ne acı çığlıklar atacaklardı o
zaman! Yoo, yoo! Görüşmeseler daha y olurdu!...
B r yandan her şey n y geçmes , tal h n yüzüne gülmes ç n dua
ederken, b r yandan da geçt ğ stasyonları, stasyonlar arasındak
mesafey ve tren n hızını hesaplayarak, yolda gördüğü ve tanıdığı
yerler de d kkate alarak, bazı tahm nlerde bulunuyordu. Tren n küçük
Boranlı stasyonuna varacağı saat aşağı yukarı kest rmeye
çalışıyordu böylece. Ama, doğru tahm n ed yor olsa b le, bazı kuşku
ve end şeler atamıyordu kafasından. Çünkü tren, özell kle kış
aylarında, yoğun kar yağışı olduğu zamanlarda hep rötar yapardı.
Ama ş n en acı, en üzücü yanı, tren n stasyondan geceley n, Zar fe
ve çocuklar uyurlarken geçmes olurdu. Bu durumda, onların b rkaç
adım yakınından geçt ğ n anlamazlardı b le. Bütün bunlar olab l rd
ve Abutal p her şey n kadere bağlı olduğunu, el nden b r şey
gelmed ğ n düşünüyor ve üzüntüsü artıyordu.
Çok korktuğu ve bunun olmaması ç n Allah’a dua ett ğ b r şey
daha vardı: Bu sorgu yargıcının, akdoğan bakışlı bu Tansıkbayev’ n,
onu, tam stasyondan geçerken sorguya çek yor olmasıydı bu
korku...
Kuttubayev’ n yakınlarını b rkaç san ye ve uzaktan görmes ne
bunca nanılmaz engel, bunca tehl ke vardı şte. Tutuklu olmasının
bedel bu kadar ağırdı. Ona b raz umut veren tek şey, vagon-
hücres ndek parmaklıklı penceren n onun ev ne bakan tarafta
olmasıydı...
Bütün bu düşünceler, korkular, şüpheler, ç nde bulunduğu kend
durumunu, kend kader n unutturacak kadar onu sarıyor, allak-bullak
ed yordu. Onu mahvetmeye kararlı Tansıkbayev’ n tehd tler , çok ağır
suçlamaları, kend kafasında yarattığı ve savaştan ber faal yet
gösterd ğ n dd a ett ğ sözde casusluk örgütünü ortaya çıkarmak,
yok etmek ve böylece devlet n güvenl ğ n sağlamak ç n yürüttüğü
s ns , fanat k kovuşturma ve soruşturmaları b le unutuyordu.
Tansıkbayev denen bu adam ne Allah’a boyun eğ yordu ne
şeytana. Allah ve şeytan adına bütün hesapları kend s yapıyor,
yolunu kend s ç z yor ve planlarına uygun olarak hareket ed yordu.
İşte ş md de, planlarına uygun olarak Abutal p’ başkalarıyla
yüzleşt rmek, dâvası ç n mantıklı sonuçlar çıkarmak ç n
götürüyordu.
Abutal p ş md Allah’a b r tek şey ç n dua ed yordu: k yavrusu
Ermek ve Daul le karısı Zar fe’y , vagonun penceres nden b r an ç n
görmes ne h çb r şey n engel olmamasına. Son b r defa görsündü
onları. Hayatta başka b r şey stem yordu. Çünkü ç nden b r ses ona,
g zl ce ve pek acı şek lde bunun son mutlu anı olacağını, artık onların
yanına h ç dönemeyeceğ n b ld r yordu. Ona en ağır suçu yükleyen
Tansıkbayev’ n karşısında savunmasızdı, h çb r hak tanımıyordu
kend s ne. Mutlak Kudret o d sank . Abutal p ç n bunun anlamı
“ölüm” den başka b r şey olamazdı. Tansıkbayev’ n el nde
mahvolacağı artık kes nd . Aslında bu Tansıkbayev, akıl almaz zulüm
s stem n n küçük çarklarından sadece b r yd . Bu s stem zulüm ve
baskıyla ayakta duruyor, dünyadak sosyal st hareket n düşmanla-
rına, yeryüzünde komün zm n egemen kılınmasına karşı olanlara b r
ölüm-kalım savaşı açmış bulunuyordu.
Herhang b r nsana bu s h rl formülle karşı çıkınca, artık ger ye
adım atılamazdı. O nsan ç n bunun sonucu ancak dam ya da
y rm beş yıl, onbeş yıl, en az on yıl hap s olurdu. Başka h çb r sonuç
öngörülmüyordu ve h ç k mse başka b r çıkış yolu üm t edemezd .
Kurban da, cellat da çok y b l yorlardı k , çarklar b r kere dönmeye
başlayınca, bu cehennem mak nes , cezalandıran el haklı
çıkarmakla kalmaz, düşmanları ve bütün başkaldıranları yok etmek
ç n, onun her çareye başvurmasına z n ve mkân ver rd . Sanığın,
kan ç c Moloch’a******* kurban olarak sunulmasını, kurbanın da
bunu mutlaka b r zorunluk olarak kabul etmes n sterd
*******Moloch (Molek): İlkçağda, Hz. Musa’dan önce, İbran ler’ n kanla beslenen ve
çocuklarını kurban ett kler lâhları. (Çev ren n notu).
Durum şte böyleyd , bu yoldaydı. Tren Sarı-Özek bozkırında
lerl yor, çarklar dönüyor, Tansıkbayev ve tutuklusu da ayn vagonda
(her b r kend rolünde) şç sınıfının dâvasına katkıda bulunuyorlardı.
Dâvâ, yen deoloj k düşmanları ortaya çıkarmaktı. Bu düşmanlar ol-
masa sosyal zm de düşünülemezd , çünkü onlar olmayınca
sosyal zm de dağılır, çöker, k tleler n b l nc nde kuruyup g derd . İşte
bunun ç n her zaman savaş ver lecek, maskes düşürülecek, yok
ed lecek b r olmalıydı...
Tren yoluna devam ed yordu. Acı kader n değ şt rmek el nde
olmadığı ç n Abutal p de bunu kaçınılmaz kötü b r son olarak kabul
etmek zorundaydı. İşte bu bakımdan Abutal p, başlangıçta gösterd ğ
d renme ve karşı çıkmalardan vazgeçm ş, kader ne boyun eğm ş
görünüyordu. Ş md g tt kçe daha y anlıyordu k dünyaya gelm ş,
dünyaya gelmes ne z n ver lm şt ama, Tansıkbayev’ n k ml ğ nde g z-
lenen o suratsız ve nsanlık dışı kuvvet alt edemezd . Bu güç,
savaştan, hap shanelerden, çalışma kamplarından daha korkunçtu.
Çünkü o, belk dünya kurulalıber var olan, ortalığı kasıp kavuran b r
kötülüğü s mgel yordu. Belk Abutal p Kuttubayev, bu alçakgönüllü
öğretmen, Adem’ n yaratılışına kadar uçsuz-bucaksız evrende
Şeytanın aylak olarak geç rd ğ günler n ağır bedel n ödeyen nsan
ırkının tems lc ler nden b r yd . Yeryüzündek bütün yaratıklar
arasında Şeytanla hemen uyuşan, anlaşan tek yaratık nsan d . Bu
uyuşma sonunda, yüzyıllar, b n yıllar boyunca kötülük ekt , kötülük
b çt ve kötüye zafer kazandırdı. Evet, kötülük yapma ve yayma
konusunda nsanla yarışab lecek yaratık yoktu. İşte bu bakımdan
Abutal p ç n Tansıkbayev, ezelden ve doğuştan kötülük yayıcıların
b r tems lc s yd . İşte bunun ç n ayn trende, ayn özel vagonda, son
derece öneml görülen ayn ş n b t r lmes ç n beraber yolculuk
yapıyorlardı.
Değ ş k stasyonlardan geçerken, rütbece Tansıkba-yev’den daha
küçük olan meslekdaşları, gerek dostluk, gerek görev gereğ onu
karşılıyor ve bunların h çb r el boş gelm yordu, şte buna asıl
sev nen Abutal p d . Çünkü Tansıkbayev yemek yerken ve çk
çerken, o bıktırıcı sorularına ara ver yordu b r süre. H ç acele
etmeden, yes n, çs nd ! Kızıl-Orda stasyonunda onu pek hararetl
karşıladılar. Dostları ona dumanı üstünde, ama üzer beyaz b r bezle
örtülü büyük b r kap yemek get rd ler. Vagonun kor dorunda
muhafızların telaşlı ayak sesler duyuldu. Bunlardan b r “Kazı********,
kaburga!” d ye fısıldadı. “Ne güzel kokuyor! Bozkırdak bu güzel et
şeh rde bulmak ne mümkün!...”
********Kazı: At et (Kazakça) (Çev ren n notu).
Daha sonra Abutal p parmaklıklar arasından, Tansıkbayev’ n
arkadaşlarına veda etmek ç n dışarı çıktığını gördü. Uzun ceket n
omuzuna atmıştı. Küçük karşılama kom tes peronda d . Heps n n
başında b rb r nden güzel astragan kalpak vardı. Alçarak boylu,
kırmızı yanaklı, y beslenm ş, canlı-kanlı d ler. Eller n kollarını
sallayarak konuşuyor, yüksek sesle gülüşüyorlardı. Belk güzel b r
nükte ç nd gülmeler . Buz g b havada solukları duman duman çıkı-
yor, nce kar örtüsünde hareket ett kçe ç zmeler gıcırdıyordu. Uyanık
b r m l s, tren n en başında bulunan bu vagonun olduğu yere başka
h ç k msey yaklaştırmıyordu. Özel vagonun yanında başbaşa d ler.
Kend ler nden em n, mutlu.. k adım öteler nde, vagon-hücres nde,
oraya onların şgüzarlığı le tıkılmış b r adamın kend kend n y yerek
er mes umurlarında değ ld onların. Oysa bu adam ne b r hırsız, ne
b r arsız, ne saldırgan, ne de b r kat l d . Aks ne, savaşmış,
yaralanmış, tutsak olmuş, karısını ve çocuklarını sevmekten başka,
varoluşunun özü olan bu sevg den başka, k mseye zararı
dokunmamış, saygılı ve saygıdeğer b r nsandı. Ama onların
aradıkları da şte böyle, h çb r part ye yazılmamış, bundan dolayı da
h çb r şeye yem n etmem ş böyle b r adamdı ve bu adamı tıkmaları
gerek yordu hücreye. İşç sınıfının mutluluğu ç n öyles feda
ed lmel yd ...
Kızıl-Orda’dan sonra, onun çocukluğundan ber çok y b ld ğ
yerler gel yordu. Akşam yaklaşıyor, S r-Derya (Seyhun) ırmağının
karların ç nden kıvrım kıvrım uzandığını, parladığını görüyordu. O
mücevher, kapağı açılmış kardan kutusunun ç ndeyd sank . B raz
sonra, güneş batarken, bozkırın tam ortasında Aral den z n (gölünü)
gördü. Abutal p önce onun sazlar kadar esnek kıyılarını farkett ,
sonra da b r adayı. Daha sonra, dem ryolunun b rkaç metre
yakınındak neml kumlara çarpan dalgalarını.. bütün bu tabloyu b r
anda kucaklamak olağanüstü b r şeyd . Kar, kum, rüzgârda
çalkalanan mav den z ve çakıltaşlı yarımadaya yayılmış b r deve
sürüsü... Ne kadar heybetl , gururlu d develer! Bütün bunlar yüksek
b r kubben n altındaydı. Yer yer, öbek öbek kar yığınları da vardı.
Abutal p, Boranlı Yed gey’ n Aral kıyısından geld ğ n , oralı
olduğunu, Kazangap’ı bazen balıkçı dostlarının z yaret ett ğ n , bu
dostlarının ona, yük katarlarının kondüktörler yle kurutulmuş balık
gönderd ğ n , onun da bu balığı pek sevd ğ n hatırladı da yüreğ y ce
sıkıştı. Artık, küçük aktarma stasyonu Boranlı pek uzak sayılmazdı:
Bütün gece yol aldıktan sonra, sabahley n saat dokuz-on sularında
ön tarafında özel vagonu bulunan bu yolcu tren , kesk n düdüğünü
çalarak hızla geçecekt oradan. Rüzgârın uğul uğul dövdüğü küçük
evler n, küçük hangarların, d kenl çalılarla çevr lm ş deve ağıllarının
önünden yel g b geç p g decekt . Ger de kalan raylar uzadıkça tek
ç zg hâl nde b rleşecek ve tren ufukta kaybolacaktı. Doğudan batıya,
batıdan doğuya ne çok tren geçerd oradan! Öyle de olsa, Zar fe’n n
ç nden b r ses, o sabah, özel vagonun hücres nde onun da bulundu-
ğunu ve pek yakınından geçt ğ n fısıldamaz mıydı? Ya çocuklar?
Belk onlar da tuhaf ya da korku veren b r şey h ssederek trene şöyle
b r bakmazlar mıydı? Aman Tanrım! Hayat n ç n bu kadar zor, bu
kadar acı?
Şubat güneş uzakta, al b r kuşakla yerle göğü b rleşt rerek
batmakta, sönmekteyd . Gündüz b tm ş, kış geces kend haklarını
kullanarak her şey karanlığıyla sarmaya, her şey s l kleşt rmeye
başlamıştı. Ş md tren, bozkır geces nde kıvrıla kıvrıla yolunu açıyor,
uzaklarda yer yer, stasyon ışıkları del yordu bozkır karanlığını...
Abutal p Kuttubayev’ n gözüne uyku g rm yordu. Dem r duvarlı,
dem r parmaklıklı kompartımanında, b r dak ka yer nde duramıyor, b r
köşeden öbür köşeye g d p gel yor, sık sık tuvalete g tmek ç n z n
st yordu. Nöbetç artık gez n p durmaması ç n b rkaç kez kapıyı
vurdu, sonra da tehd t ett onu:
Hey tutuklu! Yer nde duramaz mısın sen? Artık rahat dur, yoksa
karışmam!
Ama Abutal p sak nleşem yor, b r yerde duramıyor-du. Yalvaran b r
sesle nöbetç ye seslend :
Çok r ca ed yorum nöbetç , ben d nle! Ben uyutacak b r şey ver,
yoksa öleceğ m, gerçekten öleceğ m! Ölürsem s ze ne yararım olur?
Şef ne söyle, ben ölüme terketmekle ne kazanacak?
Uyuyamıyorum!...
Şaşılacak şey! Az sonra, nöbetç , Tansıkbayev’ n
kompartımanından k uyku hapı get rd (Bu davranışın, d leğ n n
yer ne get r l ş n n sebeb n sabahley n öğrenecekt ). Abutal p ancak
geceyarısında b raz uyukladı. Tekerlekler n tak-takları, rüzgârın
uğultusu altında yarı uyur b r durumda yatıyordu. Hayal nde ya da
düşünde, olanca gücüyle lokomot f n önünde koşuyor, tren
arkasından yet ş p onu ezecek korkusuyla büyük hırıltılar çıkararak
soluyor, koşuyor, koşuyordu. Rüyası o kadar korkunç, ayn zamanda
o kadar gerçeğe benz yordu k , lokomot f n önünde, yolunu
aydınlatan farların ışığında traversten traverse atlayarak gerçekten
koşuyordu sank rayların arasında. Fırtına kucak kucak kar
savuruyor, k yanını saran karanlığı bakışlarıyla delmeye, b r şeyler
görmeye çalışıyor, koşmaya devam ederek ve başını sağa sola
çev rerek bağırıyordu: “Zar fe! Daul! Ermek! Nerdes n z? Cevap ver n
bana nerdes n z?...” B r cevap veren yoktu. Önünde aşılmaz
karanlık, ardında homurdanarak gelen ve yavaşladığı anda onu ez p
geçecek olan lokomot f vardı. Dayanamayacaktı artık, bu kudurmuş
canavar peş n bırakmıyordu... Daha da kötüsü, korku ve umutsuzluk
onu uyuşturmuş, ayakları tutulmuş, soluğu kes lm şt . Güçlükle nefes
alıyordu...
Abutal p sabahın erken saatler nde uyandı. Yüzü gözü ş şm ş,
sapsarı olmuş, uzun paçalı yün külotuyla ranzada oturup,
parmaklıklar arasından bozkıra bakıyordu. Hava soğuk ve dışarısı
hâlâ karanlıktı. Ama yavaş yavaş toprak görünmeye, ortalık
aydınlanmaya başlıyordu. Hava kar yüzünden kasvetl yd ama
gökyüzünün şurasından burasından, az da olsa ışıklar sızıyordu.
Ş md Sarı-Özek bozkırının tam ortasındaydılar. Bozkır, kış
kürküne bürünmüştü, ama d kkatl b r göz, dereler , tepeler , vad ler ,
daha evvelk geç şler nde gördüğü evler n bacalarından tütmeye
başlayan dumanları çok y farkedeb l rd . Bu çatılar, bu bacalar
aslında ona yabancıydı ama ş md o kadar yakın görünüyorlardı k !
Az sonra Kumbel’e varacaklardı. Aktarma stasyonu Boranlı’dan
oraya sadece üç saatl k b r yol kalıyordu. Demek k çok yakındı artık.
Yed gey ve Kazangap oradan Kumbel’e b r cenaze ya da düğün ç n
deve le gel rlerd ... O sırada, kara b r deveye b nm ş, başına t lk
postundan kocaman b r kalpak g ym ş b r adam gördü. Abutal p
gözler n parmaklığa y ce yaklaştırarak onun tanıdığı b r olup
olmadığını anlamaya çalıştı. Şey.. Karanar’a b nm ş Yed gey olamaz
mıydı bu?... Afr ka zürafaları kadar hızlı koşab len Karanar ç n yüz-
yüz on verste********l k b r yolun ne önem vardı?...
********Verste: Esk b r Rus uzunluk b r m . 1 verste: 1067 metre.
H ç farkına varmadan, Abutal p kend n hayaller ne kaptırıverd :
Önce trenden nmek ç n hazırlanmaya başladı. Ayakkabılarını g yd
çıkardı, g yd çıkardı. Ayağına geç rd ğ Rus dolaklarının bağını
çözdü çözdü bağladı. Sonra çantasını da hazırladı ve bekled . Ama
y ne yer nde duramıyordu. Sonra, el n yüzünü her zamank nden
daha erken b r saatte yıkamak ç n z n sted . Yıkanıp hücres ne
döndükten sonra da nasıl vak t geç receğ n , ne le meşgul olacağını
b lemed .
Tren, Sarı-Özek bozkırlarında lerlemeye devam ed yordu...
Abutal p kend n zorlayarak oturdu. D rsekler n oyluklarına dayamış,
eller n d zler arasında b rleşt rm şt . Küçük pencereden ancak arada
sırada bakmaya da zorluyordu kend s n .
Kumbel stasyonunda tren durdu ve tam yed dak ka bekled . Bu
stasyonda her şey, yolcu ve yük trenler b le tanıdık gel yordu ona.
Trenler bu büyük stasyonda karşılaşır, sonra aks yönlere g derek
gözden kaybolurlardı. Bu trenler yakın görmes n n, tanıdık
görmes n n sebeb , kısa b r süre önce karısının ve çocuklarının
yaşadığı Boranlı stasyonundan geçm ş olmalarıydı. Bu da o cansız
şeylere sevg yle bakmalarına yeterd .
Onun bulunduğu tren de hareket ett . Abutal p, tren peronları ve
bütün stasyonu geç nceye kadar, g den-gelen, g ren-çıkan nsanların
yüzüne bakıyor, onları da tanır g b oluyordu. Evet, kuşkusuz
tanıyordu onları ve onlar da h ç kuşkusuz Boranlı’nın esk sak nler n ,
Kazangap’ı, Yed gey’ ve onların evceğ zler n tanıyorlardı. Zaten
Kazangap’ın oğlu Sab tcan enst tüye g tmeden önce burada yatılı
okulda okumuştu...
Tren, stasyonu ve uzadıkça ncelen rayları ger de bırakarak
hızlandı. Abutal p buraya çocuklarıyla b rl kte karpuz almaya
geld kler günü, sonra başka b r zaman b r noel çamı almaya geld ğ
günü hatırladı...
O sabah kend s ne ver len y yeceğe h ç dokunmadı. Tek b r şey
vardı kafasında: Boranlı stasyonuna çok az b r zamanın, ancak k
saatl k b r zamanın kaldığı. Ş md kar yağmasından, b r kar
fırtınasının çıkmasından korkuyordu. Çünkü o zaman Zar fe ve
çocukları evden çıkamaz, o da onları uzaktan da olsa göremezd ...
“Allahım! d ye dua ed yordu. Ne olur kar yağdırma. B raz bekle,
sonra sted ğ n kadar yağdırırsın.. yalvarırım bugün yağdırma!”
Kend üzer ne çökmüş, eller n d zler arasına alarak büzülmüştü.
Toparlanıp kend ne gelmeye, sabırla o en büyük d leğ n n olması ç n
sak n sak n beklemeye çalışıyor, bütün çabasını harcıyordu.
Parmaklıklar arasından karısını ve çocuklarını göreb lmekt en büyük
d leğ . Ya onlar onu görürlerse?! Bu sabah, tuvalet kab n n n kapısı
önündek muhafızın gözet m nde yüzünü yıkarken, gözler , pastan
del nm ş küvet n üzer ndek aynaya l şm şt ve kend n görünce
korkmuş, şaşakalmıştı: B r ceset g b soluktu benz . Bavyera’dak
tutsaklık dönem nde b le bu kadar kötü olmamıştı. Saçları bembeyaz,
gözler donuk, alnı se kırış kırıştı... Oysa o kadar yaşlı değ ld , hatta
genç b le sayılab l rd ... Eğer çocukları Daul le Ermek ve karısı Zar fe
onu bu halde görseler, kes nl kle tanıyamazlardı. Onlara ancak korku
ver rd bu hal yle. Ama sonra elbette sev n rlerd . Onun esk hâl ne
döneb lmes ç n a les yle b rl kte olmak, karısı ve çocuklarıyla huzur
ç nde yaşamak yeterd ona...
Abutal p, dem r parlaklığın ötes nde akıp geçen manzaraya
bakarak düşünceler n , anılarını harekete geç r yordu. Bu bölgey de,
b r vad le b rb rler nden ayrılan küçük tepeler de çok y tanıyordu.
B r keres nde Boranlı’dak çocukları oraya götürmey düşünmüştü.
Çocuklar sev nç çığlıkları atarak yamaçlardan dalgalar g b
neceklerd ...
İşte tam bu sırada, hücren n kapı k l d ne b r anahtar sokuldu,
çevr ld ve kapı ardına kadar açıldı. Eş kte k nöbetç onu bekl yordu.
Hayd , sorgulamaya! ded kıdeml olanı.
Ne sorgusu? N ç n?
Onun ağzından dökülen bu beklenmed k cevap karşısında nöbetç
şaşırdı, hasta olup olmadığını anlamak ç n ona y ce sokuldu.
Ne demek ‘N ç n?’ Söylenen anlamadın mı? Had çık buradan,
sorguya çek leceks n!
Abutal p, umutsuzluk ç nde başını eğd . Eğer kompartıman camı
dem r parmaklıklarla korunuyor olmasa, oraya atılıp öldürecekt
kend s n . Ama ş md çares z g decekt : Tal h ondan yana değ ld . O
kadar büyük b r stek ve coşku le bekled ğ o ânı yaşayamayacaktı.
Ağır b r yükün altında ez l yormuş g b yavaşça kalktı, dam seh-
pasına g der g b k muhafızın gözet m altında Tansıkbayev’ n
kompartımanına doğru yürüdü. Y ne de ç nde son b r umut, küçük
b r umut ışığı parlıyordu: Boranlı’ya kadar daha b r-buçuk saatl k yol
vardı ve bu zaman ç nde sorgulama belk b terd ... Tansıkbayev’ n
kompartımanı b rkaç adım ötedeyd ama çok uzun geld ona bu yol.
Tansıkbayev se tıraş olmuş, bol bol kolonya dökünmüş, onu
bekl yordu:
G r çer Kuttubayev, sen nle b raz çalışacağız! ded sert b r sesle
ve kesk n bakışlarıyla. Otur, oturmana müsaade ed yorum, böyles
k m z ç n de daha kolay olur.
Nöbetç ler kapının dışındak yerler n aldılar. Çağrılır çağrılmaz
çer dalacaklardı.
Abutal p ç n, akdoğan bakışlı bu adamı öldürmek mkânsızdı.
Kompartımanda s lah olarak kullanılab lecek h çb r şey çarpmıyordu
gözüne. Ne b r ş şe vardı ne de b r bardak (Oysa bu her f her fırsatta
çerd , kompartımandak votka ve kurutulmuş balık kokusu da bell
ed yordu bunu).
Tren bozkırı yara yara yoluna devam ed yor, Boranlı stasyonuna
varacakları süre g tt kçe kısalıyordu. Önünde b r yığın kâğıt bulunan
Tansıkbayev se h ç acele etmeden notlara tek tek bakıyor, Abutal p
se şkence çek yor, kıvranıyordu. Pek uzun geçen o dak kalardan
sonra kend n tutamadı:
Bekl yorum şef vatandaş, ded .
Tansıkbayev gözler n kaldırdı. Pek şaşmıştı bu sözlere.
Bekl yor musun? Ney bekl yorsun?
Sorgulamayı, sorularınızı...
Ha, sorgulamayı demek!
Tansıkbayev kel meler uzata uzata söylüyor, ağzından söz
d rhemle çıkıyordu. O anda b r başarı, b r zafer h ss ne kapılmış, ama
bunu bell etmemeye çalışıyordu. Devam ett :
İşte bu çok y , anlıyor musun Kuttubayev? Evet, bunu ben
söylüyorum sana, sanık kend steğ yle t rafta bulunur, p şmanlık
duyduğunu söylerse, araştırmayı kolaylaştırmak ç n sorguya
çek lmey sterse, bu çok y b r şeyd r. Adlî organlara söyleyecekler ,
açıklayacakları şeyler n bulunduğunu göster r bu davranış. Böyle
değ l m ?...
Tansıkbayev o günkü konuşmada tehd tler n yer n yapmacık b r
y n yet göster s ne bırakmanın yararlı olacağını düşünerek devam
ett : “Demek k düşünüp taşındın, hatalı hareket ett ğ n anladın,
ş md de Sovyet yönet m n n düşmanlarına karşı yürütülen dâvada
adlî organlara yardımcı olmak st yorsun. Esk den sen n de bu düş-
manlardan b r olduğun halde ş md b ze yardımcı olacaksın. Ama se-
n n ç n de ben m ç n de öneml olan Sovyet kt darının, Sovyet
çıkarlarının her şeyden önce gelmes d r. Anandan, babandan b le
önde gel r. Çocuklardan b le daha öneml , daha değerl d r
Sovyetler’ n yüksek çıkarları. Tab î bunu herkes kend ne göre
anlar...” B r süre sustu, tatm n olmuş g b yd . Sonra y ne devam ett :
“Sen n doğru düşünen, makul b r olduğunu hep düşünmüşümdür
Kuttubayev, sen nle anlaşacağımız, ayn şek lde düşünüp
konuşacağımız umudunu h ç y t rmed m ben... N ç n b r şey
söylem yorsun?”
B lm yorum, ded Abutal p kekeleyerek. Sonra pencereye
kaçamak b r bakış atarak ekled : “Neden suçlandığımı anlamış
değ l m”.
Tren hızla lerl yor, kurşunî göğün altında, sess z b r f lmde olduğu
g b , Sarı-Özek bozkırı ger ye doğru hızla uzaklaşıyordu.
Açık konuşalım, ded Tansıkbayev, eğer sen , prensler g b b r özel
vagona b nd rm şsek, bunun elbette b r sebeb vardır. Herhang b r n
kend ne a t küçük b r kompartımanda seyahat ett rmek öyle pek
olağan b r şey değ ld r. Demek k sen bu soruşturmada çok önem
verd ğ m z b r s n. Her şey sana bağlı ve senden çok şey bekl yoruz.
Bunu y düşün! Ş md ben m söyleyecekler m y d nle. Bu akşam
geç saatlerde Orenburg’a, yan Çkalov’a varmış olacağız. Orası lk
etabımız. B z bekl yorlar orada. Yüzleşt r leceğ n k k ş n n orada
oturduklarını b l yorsun. Bunlardan b r Aleksandr İvanov ç Popov’dur.
Ötek s se Ham d Seyfullah adında b r Tatar. Onlar da tutuklandı.
Tab î sen n faden üzer ne tutuklandılar, k s de sen nle b rl kte
Bavyera’da tutsak olduklarını ve b rl kte kaçıp kurtulduğunuzu t raf
ett ler. Nasıl kaçtığınız b raz şüphel , açıklığa kavuşturmamız gerek:
O taş ocağından n ç n yalnız s z n grubun kaçab ld ğ merak konusu
doğrusu. Sonra bütün gücünüzü, bütün yeteneğ n z Yugoslavya’da
gösterd n z. Orada b r İng l z m syonu le buluşup görüştüğünüzü k s
de kabul ett . Bu görüşmen n konusunu çok y b l yorsun, fadende
açıkladın bunu (Çok lg nç olduğunu söylemel y m söz arasında). B -
l yoruz k Popov bu ş n elebaşısıdır. Ham d Seyfullah da onun
yardımcısı, sağ kolu. Sen elbette bu örgütün, bu orkestranın b r nc
kemanı değ ls n. Bunun ç n de, soruşturmaya yardımcı olursan,
suçun haf fleyecek.
Hang örgütten söz ed yorsun? S ze daha önce de söyled m,
kırkbeş yılından ber , savaşın b t ş nden ber onları h ç görmed m,
ded Abutal p.
Bunun önem yok, h ç önem yok. Buluşup görüşmen ze, yüzyüze
gelmen ze gerek yoktu. Bağlantıyı sağlayan, aracılık yapan başka
b r vardı. Meselâ şu Yed gey Cangeld n, şu çok doğrucu görünen
arkadaşın, Orenburg’a ya da başka yerlere g tmed m h ç? İşte böyle
b r n n aracılığıyla pekâlâ bağlantınızı devam ett rm ş olab l rs n z.
Düşün b raz..
Eğer Yed gey’ n Karanar adlı deves ne b n p Orenburg’a g tt ğ n
söylesem bu ne şe yarar? demekten kend n alamadı Abutal p.
- Demek böyle düşünüyorsun, ama bunun h çb r yararı olmaz
sana. Bak sana naz k davranıyorum ben, sen se kurnazlık yapmaya
başladın y ne. Ama bu t razlarının sana h çb r yararı olmaz, zararı
olur. Şu sen n Yed gey’e gel nce, ç n rahat olsun: Gerek rse onu da
tutuklarız, hatta deves n de! Ona dokunulmasını stem yorsan, yüz-
leşt rme sırasında kurnazlık yapmaz, gerekt ğ g b konuşursun.
Lokomot f aks yöne g den b r katar ç n uzun ve kesk n b r düdük
öttürdü. Bu ses Abutal p’ n yüreğ n y ne acılarla kıvrandırdı. Ş md
Boranlı stasyonuna çok yaklaşmışlardı. Akdoğan bakışlı adamın
düşündükler onu ürpert yordu: Bu ülkede, böyle b r gücün
yapamayacağı şey yoktu. Ama o anda onu en çok ezen, ona en çok
şkence çekt ren şey Tansıkbayev’ n, her zamank nden farklı olarak
sorgulamayı kesmek n yet nde görünmey ş d . Tansıkbayev n hayet
sess zl ğ bozarak ve önündek kâğıtları kenara doğru terek gözler n
ona çev rd :
Pekâlâ, ded , em n m k b rb r m z anlıyoruz, zaten sen n y l ğ ne
olması da anlaşmamıza bağlı. Orenburg’ tak yüzleşt rmen n sonucu
kes n olacak: Ya bana yardım edeceks n, ya da ben, cezanı dört kat
arttırmak, belk de dam ett rmek ç n el mden gelen yapacağım.
Ş md anladın değ l m ? Bütün o yıllarda h zmet ett ğ n z T to da
kurtulamayacak bu şten... Ve dâvayı Jos f V sar onov ç (Stal n)
b zzat tak p edecek. K mse cezasız kalmayacak, kötüler h ç acı-
madan yok edeceğ z! İşte bundan dolayı dostum, sen n ç n kötü
düşünmed ğ m, sana y l k etmek sted ğ m ç n bana teşekkür
etmel s n... Ama bana karşı görev n yapmalı, borçlu kalmamalısın.
Ne demek sted ğ m anlıyor musun?
Abutal p susuyordu. Soğuk terler döküyor ve z hn nden küçük
Boranlı stasyonuna ulaşmaları ç n kalan dak kaları hesaplıyordu.
Duruma göre yakınlarını göremeyecekt ve bu düşünce le yüreğ
parçalanıyordu.
N ye susuyorsun? Söyled kler m anlayıp anlamadığını sordum
sana!
Abutal p ‘anladım’ der g b başını salladı. Elbette anlıyordu onun
söyled kler n ...
Ha şöyle! Sonunda anlaştık şte! ded Tansıkbayev. Onun o
hareket n her şey kabul ett ğ anlamına almıştı. Yer nden usulca
kalktı, Abutal p’e yaklaştı. Hatta dost görünmek ç n el n omuzuna
koydu ve devam ett : “Sen n y ğ t b r nsan olduğunu, doğru yolu
bulacağını b l yordum. Demek k anlaştık sen nle. H çb r şeyden
end şe etme, sadece söyled kler m yap. Özell kle de yüzleşeceğ n
nsanları görünce şaşırma, h ç korkma, yüzler ne bak ve ne
olduklarını söyle: “Popov elebaşıdır, kırküç yılında İng l z g zl
serv s ne üye olmuştur, kamplara gönder lmeden önce T to le de
görüşmüş, vakt gel nce, harekete geçmek ç n öneml b r görev
almıştır.” Bu kadarını söylemen yeter. Ham d adlı Tatar’a gel nce,
onun, Popov’un sağ kolu olduğunu söyleyeceks n. Heps bu kadar.
Sonrası b z m ş m z. İfaden böyle ver ve ondan sonra h çb r şeyden
korkma. H çb r şeyden! Sana oyun oynayacak değ l m. B z böyley z,
düşmanı h ç affetmez, ş n b t r r z. Ama dostlarımızla şb rl ğ yapar,
onlara dostluk el m z uzatırız. Bunu unutma. Başka şeyler de
unutma: Ben mle alay ed lmes nden, aldatılmaktan h ç hoşlanmam.
Ama sen n ye sapsarı oldun öyle? N ç n terled n? Kend n y
h ssetm yor musun? B raz havaya mı ht yacın var?
Evet, kend m y h ssetm yorum, ded Abutal p gözü kararıp
düşmes ne ve kusmasına güçlükle engel olarak.
Bu durumda sen daha fazla tutmak stemem. Kompartımanına
çek l ve Orenburg’a kadar d nlen b raz. Ama orada f kr n değ şt rey m
deme sakın. Yüzleşt rme sırasında h çb r duraksama stemem.
“Hatırlamıyorum, b lm yorum, unuttum...” g b sözler duymak
stemem. Her şey olduğu g b ve hemen söyleyeceks n. Ger s n
düşünme. Ger s b z m ş m z. Tamam mı? Pekalâ, bugün b r roman
kadar uzatmayalım ş . G t, d nlen. Bütün kâğıtlar mzalanacak..
faden Orenburg’tak yüzleşt rmeden sonra mzalarsın. Had g t
ş md . Sanırım y ce anlaştık sen nle...
Bundan sonra Tansıkbayev, Abutal p’ kompartıman-hücres ne
gönderd .
O andan t baren Abutal p’ n hayatı, b r başka sınıra geçm ş g b
değ şmeye başladı. Önce tren yavaşlıyor g b geld ona. Küçük
penceren n ger s nden, çok y b ld ğ bu yerler aralıksız flaşlar g b
görünüp geç yordu gözler n n önünden. Boranlı’ya b rkaç dak ka
kalmıştı. Sak nleşmes ve kend n tutması gerek yordu. Sonuç ne
olacaksa olsun, ona hazırlanmalıydı. Ama her şeyden önce tren
yavaşlamalıydı “Daha yavaş geçmel , daha yavaş sürmeler gerek!”
d ye dua ett ve sank büyü gücüyle yavaşlatmak sted tren . Az
sonra tren n gerçekten yavaşladığını h ssett ya da ona öyle geld .
Dışarıdak manzara ş md daha bel rl , daha sarsıntısız görünüyordu.
Kend kend ne her şey n sted ğ g b geçeceğ n söyled . B raz yatıştı,
nefes alıp vermeler düzeld ve parmaklıklara yüzünü yapıştırıp
beklemeye başladı.
Evet, tren, aktarma stasyonu Boranlı’ya yaklaşıyordu. Başına
gelen felâket n onu koparıp attığı bu yerde çocuklarını büyütecek,
ters tal h n üstes nden gelmeye çalışacaktı. Ama bunu da çok
görmüşlerd ona. A les kend kaderler ne terked lm şt ve o ş md
onların yanından b r hücre-kompartımana kapatılmış olarak
geçecekt .
Abutal p, gördükler n son nefes ne, gözler açılmamasıya
kapanıncaya kadar unutmamak ç n büyük b r d kkatle bakıyordu
küçük ve parmaklıklı pencereden. Şu son b r saatten ber , o Şubat
gününün sonunda yol boyunca gördüğü her şey, kar yığınları, bazı
yerler karla kaplı, bazı yerler çıplak bütün bozkır onun ç n kutsal b r
görünüm d ve ç t treyerek, büyük b r sevg yle bakıyordu onlara.
Ş md küçük b r tepen n yanından geç yordu.. az sonra b r vad den ve
b r pat kanın yanından.. Zar fe le yol onarımı ç n, kazma-kürek
omuzlarında bu pat kadan g derlerd .. ve şte yaz aylarında Boranlı
çocuklarının (tab î onlarla b rl kte kend yavruları Daul ve Ermek’ n)
oynadıkları meydan... Aa, şte orada b r grup deve var.. şte k deve
daha... Bu k s nden b r , h ç acele etmeden ağır ağır yürüyen
Karanar d . Yed gey’ n Karanar’ı. Heybetl , güçlü, uzaktan hemen
farked l yor... Aa, ne oluyor? Kar taneler uçuşmaya ve parmaklıklı
penceren n camına vurmaya başladı! Gerç sabahtan ber gökyüzü
bulutlarla kaplıydı ve havanın bozması b r sürpr z sayılmazdı, ama
kar yağışı b raz, çok az daha bekleyeb l rd ! İşte deve ağılları ve
köyün lk ev .. ev n bacası tütüyor.. ve şte dem ryolu makası. Tren
yol değ şt recek, tekerlekler rayların b rleşt ğ yerde takır takır ses
çıkarıyor... Makasçı da orada, makasçı kulübes n n önünde kırmızı
f lamasını kaldırmış.. Kazangap d bu. Koca b r ağaç g b , budak bu-
dak.. aman Tanrım! İşte kulübey de geçt ler ve ş md tren köye
g r yor... Evceğ zler n damları, pencereler göründü. O evlerden b r ne
b r adam g rd ama Abutal p onu sırtından gördüğü ç n tanıyamadı..
şurada odunluğun yanında b r adam b r şeyler m yapıyor çocuklar
ç n? Yed gey o! Kalın ceket n n kollarını sıyırmış, yanında kızları da
var.. ve, ve.. Evet, Ermek de var! Abutal p’ n sevg l küçüğü Ermek’ !
Yed gey’ n tam yanında duruyor ve ona yerden aldığı b r şey
uzatıyordu... Oh, Tanrım! Tanrım! Yüzünü b r an ç n göreb ld
yalnız... Pek , Daul ve Zar fe nerdeyd ler? Şurada ham le b r kadın
var, stasyon şef n n karısı Saul d o, şte! İşte Zar fe! Zar fe’n n ta
kend s ! Omuzlarına esk b r şey atmış, Daul’un el nden tutmuş,
Yed gey’ n ve öbür çocukların olduğu yere g d yor... Ne b ls n kocası
Abutal p’ n hemen yakınından geçt ğ n ve aklından geçenler
haykırmamak ç n el yle ağzını kapattığını: “Zar fe! Zar fem! Daul,
yavrum! Ben m, ben! S z son kez görüyorum, ben bağışlayın yavru-
larım! Daul! Ermek! Bağışlayın ben .. ve ben unutmayın! S zden ayrı
yaşayamam ben!... Sevg l karım, sevg l çocuklarım. S zden ayrı
olacağım ç n öleceğ m! Ben bağışlayın!...”
Abutal p, o b rkaç san ye ç nde gördükler n , tren Bo-ranlı’dan
epeyce uzaklaştıktan sonra da, hâlâ görür g b tekrar tekrar
canlandırıyordu gözünde. Dışarıda kar lapa lapa yağıyordu ş md ve
çoktan görünmez olmuştu her şey, ama Abutal p ç n zaman yolun o
parçasında durmuştu. Bütün acısı ve hayatının anlamı orada
toplanmıştı.
Kar dışarısını görmes ne engel olsa da yüzünü pencereden
ayıramıyordu. O parmaklıklara yapışmış, onu mahveden kuvvete
karşı koyamadığı ç n, hak-adalet b le düşünmes ne fırsat
ver lmeden katlanacaktı bu dayanılmaz duruma. Bu kuvvet onu,
yakınlarının yanından, g zl ce, b r hayvan g b geçmeye mecbur
ed yordu. Onun özgürlüğünü el nden alan, trenden atlayıp
yakınlarına koşmasını, üzüntüler ç nde kıvranan a les ne
kavuşmasını önleyen kuvvet böyle stem şt . Parmaklıklar arasından
aşağılanmış, sef l b r şek lde bakıyor, Tansıkbayev denen o adamın
kend s ne b r köpek muameles yapmasına engel olamıyordu. Köşe-
s nde kımıldamadan oturması emred lm şt ona... Abutal p
parmaklıkların yanında, kend s n yatıştırmak ç n b r tek kel me b le
konuşmadan b r yem n ett , ç nden, düşünces nden yaptığı b r
yem nd bu...
Abutal p ş md , b raz önce karşılaştığı o çok acı durumu, görüp de
görünmemek, yanından geç p de duramamak, kavuşamamak acısını
bütün ağırlığıyla çek yordu. El nden yalnız bu gel rd zaten: Gördüğü
sahneler tekrar tekrar ve bütün ayrıntılarıyla hatırlıyordu: Önce Ka-
zangap’ı görmüştü, her zamank g b görev başındaydı ve güçlü
eller yle f lamayı kaldırmış bekl yordu. Küçük stasyonun bu başında
ya da öbür başında nöbet tutarak n ce trenlere yol verm şt o! Sonra
evceğ zler , ağılları, tüten küçük bacaları, sonra, gördüğü zaman
umutsuzluk çığlığı le boğulur g b olduğu Ermek’ , onun ve öbür ço-
cukların başında toplandıkları Yed gey’ ... Yed gey b r şeyler
yapıyordu onlar ç n.. sadık, sevg l dostu Yed gey, b r kaya g b
yer nde, orada duruyordu. Ermek ona b r şey uzatıyordu, belk b r
tahta d bu. O b rkaç san yey çok net görüyor ve hatırlıyordu:
Yed gey kavruk yüzünü çocuklara dönmüş, herhalde b r şeyler
söylüyordu. Büyüktü, güçlüydü Yed gey. Sırtında pamuk astarlı ceket
vardı ve kollarının ucunu kıvırmıştı. Ayaklarına sun’ der den
ç zmeler n geç rm şt . Yavrusu Ermek başına onun esk şapkasını,
ayaklarına da keçe ç zmes n geç rm şt . Sonra, Zar fe ve Daul da
onlara doğru g d yorlardı. Zavallı Zar fe! Onu ne kadar yakından
görmüştü! Başörtüsü omuzlarına kaymış, kara örgülü saçlarını ve
solgun yüzünü de görüyordu. Ne kadar dokunaklı ve ne kadar gönül
çek c , arzu uyandırıcı! Mantosunu da hatırlıyordu. Düğmelemeye
gerek görmed ğ mantosunu ve ayağındak kaba ç zmeler .. bu
ç zmeler o almıştı ona. Zar fe başını Daul’a eğm ş b r şey
söylüyordu... Bütün bunlar ona ne kadar yakındı. Ne kadar değerl ,
ne kadar unutulmaz san yelerd onlar. H ç, h ç unutmayacaktı o
anları. Ş md , z hn nden onlara veda ederken bütün bunları, bu
görüntüler de beraber nde götürüyordu.. H ç, h çb r şey bunların, bu
büyük kaybın yer n dolduramazdı...
Kar yağışı, kar fırtınası yol boyunca devam ett . Oren-burg’a
gelmeden öncek stasyonlardan b r nde durdular ve yolun açılması
ç n tam b r saat bekled ler. Dem ryolcuların havaya ve başka şeylere
kargışlar yağdırarak çalıştıklarını duyuyorlardı. Sonunda tren yola
koyuldu, kar fırtınaları arasında lerlemeye başladı. Epeyce
gec kerek vardılar Orenburg’a. Yol boyunca ağaçlar, kararmış çıplak
gövdeler yle kupkuru duruyorlardı. B r mezarlıkta terked lm ş tom-
rukları andırıyorlardı. Şeh r de görünmüyordu. B r aktarma
stasyonunda, karanlığa gömülmüş olarak uzun uzun bekled ler.
Vagonların b rb r ne çarpmalarından, dem ryolcuların
bağrışmalarından ve lokomot f düdükler nden, ç nde bulunduğu
vagonun trenden ayrıldığını anladı. Sonra tekrar hareket ett .
Herhalde onu garaj ç nde kalan b r yola sokuyorlardı.
Özel vagon son durağına gel nce karanlık y ce bastırmıştı.
Tamponlar son b r kez daha çarptı ve aşağıdan son b r em r daha
duyuldu: “Tamam! Öyle bırak!” Ve vagon tam yer ne oturmuş g b
orada kaldı.
Nöbetç am r kompartımanın kapısını açarak emrett :
Tamam, hayd eşyalarını topla ve çık vagondan! Oyalanma, çabuk
ol! Kötü uyandın, b raz tem z hava al bakalım!
Abutal p yavaşça kalktı ve nöbetç ye doğru yürüdü. Yanına
gel nce çok sak n b r sesle:
Ben hazırım, ded , nereye g d yoruz?
Hazır mısın? Pek yürü öyleyse, kumandanımız söyler sana
nereye g deceğ m z .
Nöbetç Abutal p’ n kor dora geçmes ne z n verd ama arkasından
hemen y ne bağırdı:
Hey, dur bakalım! Torbanı burada mı bırakacaksın? Nereye
g tt ğ n sanıyorsun? Eşyalarını alsana! Yoksa b r hamal mı
st yorsun! Gel buraya, topla şu ıvır-zıvırını!...
Abutal p kompartımana döndü, stemeye stemeye eşyasını
topladı. Tekrar kor dora çıkınca az daha özel serv s n k memuru le
çarpışacaktı. Bu memurlar telaşlı telaşlı geç yorlardı vagondan.
Nöbetç onu omuzlarından kenara terek bağırdı:
Dur orda, yol ver yoldaşlara!
Vagondan çıkarken o memurların Tansıkbayev’ n kapısını
çaldıklarını, sonra heyecanlı heyecanlı konuştuklarını duydu:
Yoldaş Tansıkbayev! Hoşgeld n z, hoşgeld n z! Sabırsızlıkla
bekl yorduk s z ... Yaa, görüyorsunuz, b z m burada kar fırtınası var..
affeders n z, zn n zle kend m z tanıtalım şef yoldaş!
Aşağıda, vagonun kapısında, asker ün formalı ve şapkalı üç
muhafız onu bekl yordu. Bunlar tutukluyu tesl m alacak,
dem ryollarından geç r p b r arabaya b nd receklerd .
Hayd , n bakalım! Daha ne bekl yorsun? d ye bağırdı s lahlı üç
muhafızdan b r .
Muhafızların önünde yürüyen Abutal p tek kel me söylemeden
vagondan nd . Hava soğuktu, kar yağıyordu nce nce. Basamakları
nerken buz tutmuş kenarlığa tutunmakta güçlük çekt . El donuyordu
çünkü. Etraf karanlıktı ama yer yer adını b lmed ğ bu stasyonun
kırmızı ışıklarıyla aydınlanıyordu.
Karışmış pler g b yd raylar. Üstel k üzerler n kar kaplıyor,
manevra yapan lokomot fler de durmadan düdük öttürüyorlardı.
Doksan yed numaralı tutukluyu tesl m ed yorum! d ye bağırdı
vagondak nöbetç .
Aşağıdak muhafızların kumandanı da cevap verd :
- Doksan yed numaralı tutukluyu tesl m alıyorum! Bunun üzer ne
vagondak nöbetç :
Hayd onlarla g t, nereye g deceğ n söyleyecekler sana. Orada b r
arabaya b nd recekler sen ! ded .
İşte vagondak vedalaşma sözler bundan baret oldu.
Abutal p, mevcutlu olarak dem ryollar arasında yürümeye başladı.
B r yandan kardan korunmaya, b r yandan da y göremed ğ rayların
ve makasların üzer nden geçmeye çalışıyordu. Torbası
omuzundaydı. Gece ek b n n mak n stler arada b r lokomot fler n
düdükler n öttürüyorlardı.
Tansıkbayev’ kompartımanında karşılayan ve onu otel ne
götürecek olan Orenburglu meslekdaşları gel ş n kutlamak ç n orada
b raz oyalanmışlardı. Bu mutlu karşılaşma şeref ne hemen orada
b rkaç kadeh çmeye davet ett ler onu. Mesa saat çoktan b tm şt
zaten. Böyle b r davete k m “hayır” d yeb l r? O konuşma sırasında
Tansıkbayev dâvanın y g tt ğ n , yüzleşt rme ç n tâ Alma-Ata’dan
geld ğ n ve kes n b r sonuç alacağından em n olduğunu söyled
onlara.
Meslekdaşları buna sev nd ler, hemen kaynaştılar ve neşel neşel
konuşmaya başladılar. İşte tam o sırada, vagon kor dorundan ayak
sesler ve telaşlı bağrışmalar duyuldu. Hemen sonra muhafızların
şef ve nöbetç kompartımana daldılar. Muhafız şef n n üzer kanlıydı,
yüzü vahş b r görünüm almıştı, topuklarını çarparak, yüksek sesle
haber verd :
Doksan yed numaralı tutuklu öldü!
Ne demek öldü! Ne demek oluyor bu?!
Böyle d yen Tansıkbayev oturduğu yerden fırlayıp kalkmıştı
ayağa.
Kend n b r lokomot f n altına attı, ded muhafız.
Nasıl atarmış kend n ? Ne demek oluyor bu? d ye gürled
Tansıkbayev muhafızı yakasından tutup h ddetle sarsarak.
Yolların arasından geçerken sağımızda da solumuzda da
lokomot fler manevra yapıyorlardı. Bütün katarlar yer değ şt r yor,
vagonları oraya buraya aktarıyorlardı. Geçeceğ m z yol açılsın d ye
b raz durup bekled k... İşte o sırada, tutuklu omuzundak torba le
kafama vurdu ve kend s n lokomot f n altına atıverd ...
Bu haber karşısında heps sustu, donakaldı.
Tansıkbayev kompartımandan çıkarken kızgınlıktan çıldıracak
g b yd . Ses t tr yor, küfürler savuruyordu:
- P s her f! Alçak süprüntü! Böyle kurtuldu demek! Başardı ha!
Ben atlattı ha! Her şey mahvett de g tt ! Berbat ett bütün şler !...
Böyle derken el n kolunu sallıyor, kend n zor tutuyordu. B r kadeh
votkayı b r solukta çt .
Tansıkbayev’ n Orenburglu meslekdaşları, muhafızların
kumandanına, bu beklenmed k olayda tek sorumlunun kend s
olduğunu söyled ler...
SON

You might also like