You are on page 1of 280

İran Tarihi / The hrsians

© 2005, 2007, Gene R. Garthwaite


Blackwell Publishing Limited ve Akçalı Telif Haklan Ajansı aracılığıyla
Türkiye' de yayın hakkı:
© 2011, İnkılap Kitabevi
Yayın Sanayi ve Ticaret A.Ş.

Yayımcı ve Matbaa Sertifika No: 10614

Tüm hakları saklıdır. Orijinal edisyonu lngilizce olarak Blackwell Publishing Limited
tarafından basılmıştır ve çeviri hakları ile çevirinin doğruluğu İnkılap Kitabevi
sorumluluğundadır. Bu kitabın hiçbir bölümü orijinal edisyonun hak sahibi olan
Blackvvell Publishing Limited'in izni olmaksızın hiçbir şekilde kopyalanamaz,
mekanik yolla çoğaltılamaz, yayımlanamaz ve dağıtılamaz.

Bu kitabın her türlü yayın haklan Fikir ve Sanat Eserleri Yasası


gereğince İnkılap Kitabevi Yayın Sanayi ve Ticaret A.Ş. '.Ye aittir.

Sayfa tasarım Derya Balcı


Kapak uygulama Okan Koç
Yayıma hazırlayan Sena Akpınar
Editör Senem Davis

ISBN: 978-975-10-3190-7

13 14 1516 9 876 54 3 2

Baskı ve Cilt
İNKILAP KİTABEVİ BASKI TESİSLERİ
Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sk. No. 8
34196 Yenibosna - İstanbul
Tel : (0212)496 11 11 (Pbx)

'Ö'iNcaAP
Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sk. No. 8
34196 Yenibosna - İstanbul
lel : (0212) 496 11 11 (Pbx)
Faks:(0212)496 11 12
posta@inkilap.com
www.inkllap.com
İRAN
TARİHİ
Pers İmparatorluğu'ndan günümüze...

GENE R. GARTHWAITE

İngilizceden çeviren
Fethi Aytuna

.... .
•• -
•irlNKllAP
Gene R. Garthwaite

Dartmouth College'da tarih profesörü olan yazar Asya ve özellikle de İran tarihi konusunda
uzmandır. Çalışmalarını katıldığı arkeolojik kazılarla pekiştirmiştir. 2005'te yayımladığı lran
Tarihi dışında 1983'te yurtdışında Khans and Shahs: A Documentary Ana/ysis of the Bakhti­
yari in lran adıyla yayımlanan bir kitabı daha vardır.

Fethi Aytuna

Darüşşafaka Lisesi'ni bitirdikten sonra Dokuz Eylül Üniversitesi GSF Sinema-TV bölümün­
den mezun oldu. Çeşitli çevirileri bulunan çevirmen, televizyon belgesellerinde editörlük
yapmaktadır.
R. Andrew'e, Alexander'a ve Martin'e...
İÇİNDEKİLER

Teşekkür IX

Hanedanlar XI

1 Persiya: Konum ve Kavram 1

2 Ahamenişler (MÖ 550-3 3 1 ) 20

3 İskender (MÖ 3 3 0-323 ) , Selevkoslar (MÔ 3 1 2-129)


ve Partlar (MÖ 247-MS 224) 61

4 Sasaniler (20 4-65 1 ) 80

5 uiranlı Olmayanlar" : İran'da Araplar, Türkler ve Moğollar 110

6 Safeviler ( 1 501-1722) 145

7 Kaçarlar ( 1 796-1926) 1 76

8 İran, 1 92 1-2003: Pehleviler ve İran İslam Cumhuriyeti 203

Notlar 259

Dizin 263
TEŞEKKÜR

İran'a duyduğum hayranlık çok eskilere dayanır. Bu konuda bana yol gösteren
çok sayıda insana teşekkür borçluyum. Bunların başında artık aramızda olmayan
Robert J. Braidwood ile eşi Linda, Patti Jo ile Red Watson ve yine aramızdan ayrıl­
mış olan G. E. von Grunebaum ile Nikki Keddie gelir.
Harvard ve Ohio Eyalet Üniversitesi'nde verdiğim seminerler sırasında bu kitabı
yazma fikrine vesile olan Roy Mottahedeh ve Stephen Dale'e teşekkür etmek istiyo­
rum. Muhtelif yazım aşamalarında bölümleri büyük bir hevesle okuyan meslektaş­
larım Mangol Bayat, David Morgan, Bili Summer, Touraj Darjaee, Drew Newman,
Misagh Parsa, Morris Rossabi ve artık aramızda olmayan Charles Wood'a özel bir
teşekkür borçluyum. Bu meslektaşlarımın yanı sıra, yayımlanmamış çalışmalarını
benimle paylaşan insanlara, özellikle David Stronach ve Edmund Herzig'e teşekkür
ederim. Ayrıca vakit ayırıp benimle görüşen John Curtis ve Amelie Kuhrt'a min­
nettarım. Ervand Abrahamian, Jim Bili, William Hannaway ve Shaul Bakhash'a
yardımları ve önerileri için teşekkür ederim.
Pamela Crossley "hükümranlık" ve " Orta Asya " konusundaki hararetli tartış­
malarımız dolayısıyla özel bir teşekkürü hak ediyor. Dartmouth'tan Gail Vernazza,
Marysa Navarro, Dale Eickelman, Kamyar Abdi, Nahid Tabatabai, Virginia Close,
Patsy Carter, Fran Oscadal bu kitapla ilgili konularda sabırla tartışıp içtenlikle
katkı sağlayanlar arasında bulunuyor. Dartmouth College'da Tarih bölümündeki
herkese ve tüm meslektaşlarıma teşekkür ederim. Dartmouth'taki öğrencilerim de
bu kitaba katkıda bulundu. Bu büyük grubun temsilcileri olarak David Ruedig,
Drew Newman, Beth Baron ve Justin Stearns'e teşekkür ederim. Ayrıca Ali Bahti­
yar, Sheila Blair ve Jonathan Bloom, Sheila Canby, Richard Tapper, Sandy Morton
ve bilhassa Susan Reynolds'a teşekkür ederim. Özellikle İran'daki meslektaşla­
rım Sekandar Amanolahi, Iraj Afşar ve Kaveh Bayat'a teşekkür borçluyum. Lynn
Smith'ten daha iyi bir editör bulamazdım; dikkatli gözleri ve eleştirel soruları için
ona minnettarım.
Susan'a, Jirn Wright'a ve bilhassa bütün Bernstein Ailesi'ne; jane ve Raph'a,
John ve Jennie'ye, Dan ve Claire'e, Jeff ve Yoshimi'ye, cömert yardımları ve sonsuz
destekleri için minnettarım.

IX
HANEDANLAR

Ahamenişler
Kiros il (Büyük) (MÖ 558-530)
Kambises (MÖ 530-522)
Gaumata (Bardiya) (MÖ 522)
Darius I (MÖ 522-486)
Kserkses I (Serhas) (MÖ 486-465)
Artakserkses I (MÖ 465-424)
Kserkses II (MÖ 424-423)
Darius ll (MÖ 423-404)
Artakserkses II (MÖ 404-359)
Artakserkses m (MÖ 359-338)
Arses (MÖ 338-336)
Darius IIl (MÖ 336-330)

Sasaniler
Ardeşir I (224-239)
Şapur I (239/240-272)
Hürmüz 1 (272-273)
Behram I (273-276)
Behram II (276-293)
Behram III (293)
Narseh (293-302)
Hürmüz II (302-309)
Şapur II (309-379)
Ardeşir II (379-383)
Şapur 111 (383-388)
Behram iV (388-399)
Yezdigirt 1 (399-421)
Behram V (Gur) (421-439)
Yezdigirt II (439-457)
Hürmüz 111 (457-459)
Firuz (459-484)
Balaş (484-488)
Kavad I (488-496 ve 499-531)
Camasp (496-498)
Hüsrev I (Anuşirvan) (531-579)
Hürmüz iV (579-590)

XI
Hüsrev il (590-628)
Behram VI (Çubin) (590-591)
Kavad il (628)
Ardeşir III (628-630)
Şahrbaraz (630)
Hüsrev IIl (630)
Puran (630-631)
Azarmidoht (631)
Hürmüz V (631-632)
Hüsrev iV (631-633)
Yezdigirt III (633-651)

Safeviler
Şah İsmail 1 (1501-1524)
Şah Tahmasb (1524-1576)
Şah İsmail il (1576-1578)
Şah Muhammed Hüdabende (1578-1588)
Şah Abbas 1 (Büyük) (1588-1629)
Şah Safi 1 (1629-1642)
Şah Abbas il (1642-1666)
Şah Süleyman 1 (Safi il) (1666-1694)
Şah Sultan Hüseyin (1694-1722)
Şah Tahmasb il (1722-1732)
Şah Abbas ııı (1732-17499

Kaçarlar
Ağa Muhammed (1779-1797)
Feth Ali Şah (1797-1834)
Muhammed Şah (1834-1848)
Nasıreddin Şah (1848-1896)
Muzaffereddin Şah (1896-1907)
Muhammed Ali Şah (1907-1909)
Ahmed Şah (1909-1925)

Pehleviler ve İslam Cumhuriyeti


Rıza Şah (1926-1941)
Muhammed Rıza Şah (1941-1979)
Humeyni (1979-1989)
Hamaney (1989- )

XII
SUUDİ ARABiSTAN
• ônemliıe/ltflef
_UlusWar�Slrwrlar
.. �;,t,:!fk d�
QArazitOOO m

Harita 1 İran Coğrafyası


O Krallık başkenti
Antik dönem sahıl şerıdi
• Pers İmparatorlu9u Mô 558
_H_

__ Antik donem akarsu yataQı

O il. Kiros zamanında fethedilen topraklar


Kambises tarafından fethedilen
750 km
topraklar SOOmil

Harita 2 Ahamenişler döneminde İran


İsfahan•

lstak.hr•

ARABiSTAN

--------- lpeicYolu'nuntaWgQzerg:ıtılan

Harita 3 Sasaniler döneminde İran


Safeviler döneminde İran
ORTA ASYA CUMHURiYETLERi
Tl.iRKIYE

/
-.... --

SURiYE

AFGANiSTAN

-t BüııOk havulanlan

-- Bıııtoca yoll.-
-Bıııtocademiı)ollan
__ uıım....
. ......ı.

600tm

Harita 5 Günümüz İran Haritası


1

PERSİYA: KONUM VE KAVRAM

PERSİYA/PERSLER VE İRAN/İRANLILAR

"Persiya" denilen yeri belli bir coğrafi bölgeyle bağdaştırmak ve burada yaşayan
halkı, yani Persleri belli bir sınıfa dahil etmek kolay değildir. Sonuçta "Persiya" ve
"Persler", yer ve halk olarak metafiziksel kavramlardır. Peki İran ve İranlılar demek
daha mı doğru olur? Kısacası, "Persiya/Persler" günümüzde Birleşik Krallık haricin­
de çok seyrek kullanılır. Bu terim bir de antikçağda, bilhassa MÖ 3. yüzyıl ile MS
6. yüzyıl arasındaki dönemde İran/İranlılar için kullanılırdı. Rıza Şah ( 1 926- 1 94 1 )
1 93 5 yılında, "İran" kelimesinin sadece resmi ve diplomatik yazışmalarda kullanıl­
masını buyurmuştu. 7. ve 1 3 . yüzyıllar arasındaki dönem haricinde "İran" ifadesi
İranlılar tarafından yaygın bir şekilde kullanılıyordu. İkinci Dünya Savaşı'nın ardın­
dan petrolün kamulaştırılması, Musaddık krizi ve İran'da milliyetçi duyarlığın art­
masıyla birlikte, "İran/İranlı " şeklindeki kullanım Ban'da da yaygınlaştı. "Persiya/
Persler" terimi bizzat İranlılar tarafından bugüne kadar genellikle reddedildi. Ayrıca
"İran/İranlı" teriminin, özellikle İran nüfusunun çok uluslu yapısından kaynaklanan
baskın bir boyutu vardı. Bununla birlikte, "Persiya/Pers" teriminin kullanımı İslam
Cumhuriyeti'nin kurulduğu 1 979'dan sonra yurtdışına gidenler tarafından yeniden
canlandırıldı. Bu terimin yaygın biçimde kullanılması; yurtdışındakilerin son zaman­
larda "devrim" , "terörizm" , "rehine" ve "köktendincilik" gibi kavramlarla birlikte
anılan "İran" kelimesinin yarattığı aşağılanma duygusundan sakınma çabalarını gös­
terir. "Persiya/Pers" terimi onlara eski ihtişamı ve kültürü, daha zararsız ve modem
bir siyasi kimliği hatırlatır. Ancak ister "Persiya" ister " İran" densin, bunların siyasi
sonuçlarından kaçmanın imkanı yoktur. Persiya ya da İran tarihi, bu bölgeyle burada
yaşamış ve halen yaşamakta olan halklar arasındaki etkileşimin tarihidir.

KONUM

Persiya/İran'ın coğrafi konumu ve bu terimlerin kullanımı sadece bağlamsal ola­


rak değil, yazımıyla ilgili geleneklere ve bunların altında yatan varsayımlara göre

1
IRAN TARn-11

de değişiklik gösterir. Peki Persiya/İran nerededir? Yazılı Pers tarihinin başlangı­


cında Persiya, Ahameniş Hanedanı'nın (MÖ 5 5 0-MÖ 3 3 1 ) yurdu olup Zağros
Dağları'nın güneybatı kısmıyla İran Platosu'nda yer alıyordu. Persiya kelimesi Pars
ya da Eski Farsçadaki Parsua, yani günümüzün Fars eyaletinden gelir. ( MS 22+­
MS 641 yılları arasında hüküm süren eski Pers hanedanlarının dördüncüsü olan
Sasani Hanedanı da anavatanı olan Fars eyaletinde iktidara gelmişti. ) İran olarak
bildiğimiz daha geniş topraklar için Persiya veya Yunancada Persis kelimesinin
kullanılması, Batı'da Yunanlılar tarafından yaygınlaştırıldı. Ahamenişler ilginç bir
şekilde imparatorluklarının bütünü için genel bir adlandırma yerine, her bölge için
o sırada kullanılan adları tercih etmişlerdi. " İran" tanımlaması Yunan tarihçi Eras­
tothenes (MÖ 3. yüzyıl) tarafından kullanılmış olup Eski Farsçadaki ariya (Ari)
kelimesinden geliyordu. Bununla birlikte Sasaniler imparatorluğun merkez kısmına
"İranşehr" ( İranlıların İmparatorluğu) veya "İranzemin" (İran Toprakları ) diyor­
du. Bunu takip eden dönemlerde ve günümüzde İran kelimesinin kullanımı Sasani­
lerin bu terimlerine dayanır. Devamlı değişen bu antik imparatorlukların sınırları,
hükümdarlarının bu sınırları savunma ya da genişletme becerisini yansıtıyordu.
Bütün Pers devletleri içinde en geniş topraklara ulaşan Ahamenişlerin imparatorlu­
ğu Akdeniz'den Orta Asya'ya kadar uzanıyordu. Toprak genişliği konusunda ikinci
sırada gelen Sasanilerin imparatorluğuysa Mezopotamya'dan Orta Asya'ya kadar
olan bölgede yer alıyordu.

COÔRAFYA

Siyasi tarih İran'ı konumlandırmayı güçleştirir. Coğrafi terimler açısından, İran


Platosu denen yer Mezopotamya düzlüklerinden Ceyhun (Amuderya) Nehri'ne ve
güneyde Hint Okyanusu'na kadar uzanır. Batı sınırını belirleyen ve Zağros diye bi­
linen yaklaşık 2000 kilometre uzunluğundaki büyük sıradağ kütlesi İran Platosu'nu
Mezopotamya düzlüklerinden ayırır. Zağros Sıradağları kuzey ve doğuya kadar
Elbruz Dağları ile birlikte kuzeyde Kafkaslar'la buluşur. İran Platosu'nun kuzey sı­
nırı Zağros ve Elbruz Dağları'ndan başlayıp Ceyhun Nehri ve Maveraünnehir böl­
gesini geçerek Seyhun ( Siriderya) Nehri'ne ve Hindukuş Dağları'na uzanır. Oradan
güneye dönerek İndus Vadisi'nden Hint Okyanusu'na, Umman Körfezi'ne ve Basra
Körfezi'ne kadar devam eder. Dicle ve Fırat nehirleriyle düzlükleri İran Platosu'nda
yer almamasına rağmen, tıpkı İndus Vadisi'nin Orta Asya için önemi gibi, bu plato
açısından hayati önem taşır. Böylesi geniş ve stratejik bölgelerin tarihinde sıkça
görüldüğü üzere, coğrafi tanımlamalar siyasi etkenlerle ve tarihi egemenlik eği­
limleriyle yakından ilişkilidir. 2 1 . yüzyılın başlangıcında bu geniş bölge (yaklaşık
2.300.000 kilometrekare) günümüz İran, Azerbaycan, Afganistan devletlerinin ta-

2
PERSIYA: KONUM VE KAVRAM

mamını, Güney Türkmenistan'ı ve Pakistan'ın batı yarısını oluşturur. Antik Aha­


meniş, Selevkos, Part ve Sasani imparatorlukları bu platonun merkezini yurt edinip
sık sık batısında ve doğusunda geniş toprakları istila etti.
İran Platosu'nun genel özelliklerinin belirlenmesinde aşırı uçlarda gezinen sı­
caklık değerleri, yükseklik ve yağışla birlikte topografya da önemli rol oynar. De­
niz seviyesinden yaklaşık 3 bin metre yükseklikte erozyon sonucu oluşmuş çöller
ve bozkırlar, daha yüksekteki sıradağlar, yağmur sularının akmasıyla oluşan bü­
yük tuz havzalarıyla göller platonun karakterini belirler. Günışığının durumuna
ve mevsime göre keskin farklılıklar gösteren büyük topografik değişimler vardır.
Sıcaklık farklılıkları aşırıdır; yazın çok sıcak, kışın soğuk olup yükseğe çıkıldıkça
soğuk iyice artar. Aynı şekilde yıllık yağışlar ( Hazar Denizi'nin hemen güneyindeki
düzlüklerde) 10 santimetreden 250 santimetreye kadar değişir. İran Platosu'nun
birçok yeri son derece çoraktır. Bu çoraklık hem iklimsel hem kültürel koşulların
sonucudur. Yağışlar bölgenin büyük kısmında seyrek olup bilhassa güz sonu, kış ve
bahar başında görülür. Yükseğe çıkıldıkça yağışlar kar şeklinde gerçekleşir. Yük­
seklerde nispeten serin olan yaz aylarında karın yavaş erimesi tarım ve hayvancılık
için akarsu kaynakları oluşturur. Bölgenin yaklaşık yüzde 1 0'u ekilebilir, yüzde
1 5'iyse göçebe hayvancılık için elverişlidir. İklimsel sınırlamalara ek olarak, koyun
ve keçilerin aşırı otlanması yüzünden sürekli sorun yaşayan göçebe hayvancılık
ve siyasi istikrarsızlık da bölgenin çoraklığında etkilidir. Sulamasız tarım yüksek
yerlerde mümkündür, ancak mevsimi kısadır. Bunun dışında bilhassa Azerbaycan,
Gilan, Mazenderan ve Kuzey Horasan gibi daha fazla yağış alan eyaletlerde yapı­
labilir. Böyle yerlerde ve nehir boylarında hala açık ulusal park ormanlarına rastla­
nabilir. Suyun olduğu yerde ürün de boldur.

EKONOMİK VE SOSYAL UYUM

Konumu ne olursa olsun, İran topraklarına duyulan bağlılık modern milliyetçiliğin


çok öncesine dayanır; hatta başlangıcı Ahamenişlere kadar uzanır. Bu geniş, değiş­
ken ve güzel topraklar daima sevilmiştir.
İran Platosu'nun topografya ve iklim koşulları, İran ekonomisini belirlediği gibi
tarihinin şekillenmesine de katkıda bulunmuştur. Platonun batı ucundaki Zağros
Dağları'nın etekleriyle alçak tepelerinde arpa ve buğday gibi tahılların yetiştirilme­
si, koyun ve keçilerin evcilleştirilmesi yaklaşık 20 bin yıl önce gerçekleşti. Bu ürün­
ler 2 1 . yüzyılda bile bütün bölge için hayati önem taşır. Batı İran, Kuzey Irak ve
güneydoğu Türkiye'deki arkeolojik yerleşimler bu önemli sürecin kanıtlarıdır. Bu
yerleşimlerde bulunan uygarlık örnekleri ( kırık çömlek parçaları, çakmaktaşları,

3
İRAN TARil-U

obsidiyen, kemikler, mimari) eşya ve fikir alışverişinin uzak mesafelere yayıldığını


gösterir. Bitkilerin ve hayvanların evcilleştirilmesiyle başlayıp bütün Ortadoğu'da
görülen teknolojik ve sosyal değişimle birlikte Mezopotamya'daki büyük ölçek­
li tarımda önemli ekonomik, demografik, sosyal ve kültürel gelişmeler meydana
geldi. Burada karmaşık topluluklar oluştu. Bu karmaşık toplulukların bünyesinde
idari örgütlenmeleri, farklı sosyo-kültürel yapıları, dinleri ve görüşleri olan, ya­
zının kullanıldığı şehirler ortaya çıktı. Mezopotamya'nın dışında, doğuda uçsuz
bucaksız topraklara sahip Orta Asya da, İran tarihinin şekillenmesinde önemli rol
oynadı. Yeni arkeolojik bulgulara dayanarak yapılan analizler burada da karmaşık
toplumların geliştiğini göstermiştir.
Uzun vadeli etkenler arasında İran tarihi için en önemli olanı; tarım, hayvancılık,
göçebe hayvancılık ve şehirlerin gelişmesiyle birlikte insanoğlunun İran Platosu'na
uyum sağlamasıydı. Tarımın odak noktasını tahıl, yün ve keten başta olmak üzere
iplik üretimi oluşturuyordu ki bu durum günümüzde de değişmemiştir. Koyun ve
keçi beslemenin başlangıcı, arpa ve buğdayın evcilleştirilmesiyle aynı zamana denk
gelir. Yaylacılıkla ilgili bulgular da çok eskilere uzanır. İnsanlar kışın düzlüklerde,
yazınsa eriyen karın koyun ve keçiler için bol su ve ot sağladığı yükseklerde yaşı­
yordu. Yaylacılık ve uzun menzilli konargöçerlik, hayvancılıkta uzmanlaşmanın ve
sürülere bağımlılığın göstergesiydi. Bununla birlikte tahıl üretimi, kırsal ekonomi­
nin bir parçasıydı. Hayvancılık yapanlar, otlaklardan çok tarlalara bağımlı olan
tarımcılara göre daha fazla değişimi temsil ediyordu. Her iki topluluğun da üretim
ve teşkilatlanma konusundaki temel anlayışları birbirine yakın olmasına rağmen,
sosyal örgütlenmelerinde ve kültürlerinde farklılıklar ortaya çıkmıştı.
Göçebeler, otlakların ve suyun bulunup korunmasıyla ilgili olarak sosyal-siyasi
federasyonlar oluşturdular. Kırsal ekonomi için hayati önem taşıyan bu rollerinin
dışında, göçebeler İran tarihinde uzun süre önemli bir rol daha oynadılar: Federas­
yonlar gerek askeri amaçlarla, gerekse daha büyük oluşumları zorunlu kılan siyasi
ve ekonomik hedeflere ulaşmak için konfederasyonlara dönüştü. Konfederasyonlar
genellikle kısa ömürlüydü; zira kırsal ekonominin kısa vadeli ihtiyaçlarıyla konfe­
derasyonun daha uzun vadeli siyasi ve askeri ihtiyaçları arasında gerilim oluyor­
du. Ahamenişler öncesi dönemde İran Platosu'ndaki, özellikle Zağros bölgesin­
deki konfederasyonlar Mezopotamya'daki egemenliğe meydan okuyordu. Çeşitli
kaynaklar Medler gibi küçük krallıkların bu konfederasyonlardan ortaya çıktığını
belirtir. Bu konfederasyonlar liderlik, beceri, örgütlenme, ekonomi, kültür ve silah
sahibi olduğundan Zağros'ta özerkliği korumak için gereken savunma ve saldırı
düzenini kurmuşlardı. Göçebe kültüründe sürülerle otlakların gözetilip korunması
mecburiydi. Bunun içinse avcılık becerilerinin pekiştirdiği askeri ve örgütsel yetile­
re sahip olmak şarttı. Tarımcılar, göçebe hayvancılar ve şehir sakinleri, geniş ölçekli

4
PERSİYA: KONUM VE KAVRAM

bir ekonomi ve toplum içinde birbirlerini tamamlarken, göçebelik belli bir ölçüde
bağımsız olmayı gerektiriyordu.
Göçebe hayvancılığın yapılabilmesi için, göçebeler otlak ve su anlamında sürü­
lerinin kısa vadeli ihtiyaçlarına göre davranmak zorundaydılar. Burada en önemli
nokta, aynı zamanda sosyal ve siyasi kararlar verebilmekti . Bağımsızlıkları, büyük
ve kalıcı sosyal-siyasi örgütlenmeler açısından göçebeleri güvenilmez kılıyordu. Ba­
zı göçebe liderlerinin büyük gruplar oluşturmayı başarmalarının altında, olağanüs­
tü siyasi-askeri becerilere, aile veya hanedan bağlarına ve belki karizmaya sahip
olmaları yatıyordu. Tarihte göçebelerin toprak fethedip hakimiyet sağlamak için
uzun vadeli seferlere giriştiği önemli anlar vardır. Ahamenişlerin ve onlardan önce,
yakın bağları bulunan Medler veya İskitlerin ortaya çıkışı bu süreci yansıtır.

ETNİK KARMAŞA

İran Platosu'nun tarihinin şekillenmesinde etnik karmaşanın da tesiri olmuştur. Bu


karmaşık yapı platoya gelip giden halkların ekonomisinde, yerleşme eğilimlerinde
ve hareketlerinde görülür. Önemli bir etnik gösterge olan dil, yazının ortaya çık­
masından sonra, tarihi analiz ve ayrım konusunda daha önemli hale geldi. Mô 8 .
yüzyılda İran Platosu'nda v e ona komşu bölgelerde Sami dil ailesine mensup Asur­
ca, İbranice ve Aramice konuşan halkların yanı sıra Dravit kavimlerden Elamlılar
ile Hint-Avrupa dil ailesine mensup İskitçe, Ermenice, Farsça ve çeşitli diyalektler
konuşan halklar yaşıyordu. Bunun yanında Orta Asya'ya doğru gidildikçe Türk
dillerini konuşan halklara rastlanıyordu . Karmaşık etnik ve kültürel yapıda din de
önemli bir etkendi . Yerel tanrılar, şamanizm ve animizm, İran Platosu ile komşu
bölgelerde baskın durumdaydı. Bununla birlikte, tektanrıcılığın ilkel örneğine, hana
belki kendisine, eski bir Pers peygamberi olan Zerdüşt'ün öğretilerinde (Zerdüşt'ün
Ahamenişlerden çok önce, muhtemelen MÖ 1 300 ila 1 000 yıllarında yaşadığı kabul
edilmektedir1) ve İbranilerde rastlamak mümkündü. Zerdüştlük, Yahudilik, Hıristi­
yanlık ve İslam; bu dinlerin hepsi İran'ın sonraki tarihinde önemli rol oynadı.

KAYNAKLAR VE TARİH YAZIMI

Antikçağda Zerdüştlüğün sözlü geleneğe dayanması tarihçiler için talihsiz bir du­
rumdur. Bu dinle ilgili bilgilerimiz çok kısıtlıdır. ilk yazılı kaynakları ancak İslami­
yetin erken dönemine dayanır. Bununla birlikte antikçağdaki İran, burada yaşayan
halklar ve kültür hakkında birtakım bilgilerimiz var. Hana tarihinde rol alan bazı

5
IRAN TARİHİ

aktörlerin isimlerini bile biliyoruz, çünkü geleneğin bir kısmı, bilhassa hanedan
politikaları, yazılı kaynaklara aktarılmıştı. Büyük Kiros, Darius, Kserkses (Serhas),
Büyük İskender gibi tanıdık isimler Batı kültüründe bile belli bir yer işgal eder. An­
tik dünyayla ilgili bilgi ve anlayışımız sadece birincil ve ikincil kaynaklara dayalı
olmayıp tarihçilerin bu kaynakları kullanmasına, bu kaynaklara kendi yaşadıkları
kültürün kavram ve algılarını da katmasına dayanır. Bu nedenle, geçmişi yeniden
inşa edebilmek için tarih yazımı geleneğini anlamamız gerekir.
Pers tarihinin Ahamenişler ile başladığını (MÖ 5 50-33 1 ) kabul etsek de, daha
eski Asur kaynaklarında ilerde Persiya olaraktanınacak yere ait bilgiler vardır. Bu­
nun dışında kısıtlı olmakla birlikte günümüze ulaşıruş çeşitli Ahameniş kaynakları
da bulunur. Bunların arasında anıtlardaki yazılar ve idari kayıtlar yer alır. Nihayet
Yunanlılarda daha fazla yazılı ve kitaba dayalı kaynağa rastlanır. Tabii bir de arke­
olojik bulgular vardır. Ahameniş kaynaklarının kullanımı, ancak 19. yüzyılda bulu­
nup transkripsiyonu yapıldıktan sonra mümkün olmuştur. Dolayısıyla, bu tarihten
önce onlarla ilgili görüşlerimizi, yaygın klasik ve kutsal kitaplara dayalı kaynaklar
şekillendirmişti. 19. yüzyıl ortalarında Rawlinson ve Grotefend birbirlerinden haber­
siz şekilde, Darius'un kayalara yaptırdığı Bisitun (Behistun) Yazıtı'nda Eski Farsça,
Medce ve Babilce olarak üç dilde yazılan metinleri çözdüler. Böylece ilk kez burada ve
bütün Ortadoğu'da bulunan Ahameniş yazıtlarını okumak mümkün oldu. Bununla
birlikte Persepolis'teki arşiv kayıtları; Hazine ve Tahkimat tabletleri ancak 1 930'lar­
daki arkeolojik kazılar sırasında bulundu. Üstelik bunlar çok kısa bir döneme aitti.
Yine de Rawlinson ve Grotefend'den uzun zaman önce, Ahamenişlere Yunan­
lıların gözüyle bakan köklü bir tarih geleneği oluşmuştu. Ahameniş tarihi, en iyi
ihtimalle Yunan tarihinin bir uzantısı ya da onun alt bölümlerinden biri olarak
görülüyordu. Ahameniş tarihini kendine özgü bir dal olarak görmek nadir rast­
lanan bir durumdu. 20. yüzyılın büyük bir bölümünde bile tarihçilerin Perslere
yaklaşımı; MÖ 5. yüzyılda yaşamış olan ve onları ilginç, egzotik ve " Oryantal"
bulan Herodot'un düşüncelerinden farklı değildi. Oldukça bol ve ayrıntılı Yunan
kaynaklarına karşılık Ahameniş kaynaklarının kıtlığı göz önüne alınınca, Yunan
tarihçelerinin çekiciliği anlaşılır bir durumdur. Yunanlılar kendilerini Ahameniş­
lerden farklı bir yere koyup onlara hem huşu ile hem de tepeden baktılar. Yunanlı
olmadıkları açık olan Persler her kategoride; bilhassa politika, toplum, sanat ve
mimarlık alanında "öteki" idi. Dolayısıyla tarihleri, düşmanları değilse de rakipleri
tarafından yazılmıştı. Belli siyasi ve kültürel davranışların varlığı, Ahameniş kay­
naklarının azlığı ve aldıkları klasik eğitim nedeniyle, Persleri araştıran tarihçilerin
20. yüzyılda bile Yunan görüşünü benimsemeleri doğaldır.
Antik Ortadoğu tarihine egemen olan Yunan algısı hala yaygındır. Bu algı, Or­
yantal tarihin ve bizim örneğimizde Pers tarihinin zamandan bağımsız, değişmeyen

6
PERSİYA: KONUM VE KAVRAM

yapısının yarattığı romantik kavramlarla iyice pekişmiştir. Örneğin Herodot'un,


neredeyse hiçbir şeyin değişmediği varsayımıyla yazdığı tasvirler, Ahameniş ve Pers
tarihinin bütün dönemlerine uyarlanır. Veya Mô 6. yüzyıl ile 3. yüzyıl arasında
hiçbir ayrım yapılmaz; 1 9 . yüzyılda yaşayan göçebeler kutsal kitaplardaki "atala­
rına " benzetilir. MÖ 3. yüzyıldaki otokrasi ve despotizm, 17. yüzyıldaki politikayı
açıklamak için kullanılır. Ayrıca Yunan kaynakları aslında en iyi ihtimalle ikincil ve
sonradan yazılma kaynaklar olduğu halde, birincil ve eşzamanlı kabul ediliyordu.
Ancak 1 960'larda yeni bir arkeolog kuşağının İran ve Orta Asya'da kazılara baş­
lamasıyla, nispeten yeni bir tarihçi kuşağı ortaya çıktı ve Perslerle ilgili genel kabul
gören egemen Yunan görüşleri sorgulanmaya başladı.
Böylece 1 970'ler ve 80'lerde uzmanların, ister antik ister modern olsun Pers/
İran tarihinin bütün dönemlerine yaklaşımı değişmeye başladı. Örneğin Ahameniş
uzmanlarından oluşan yeni bir topluluk, yeni bulgularla veya ortaya attıkları yeni
sorularla bu tarihin yeniden değerlendirilmesinde son derece etkili oldu. Özellikle
Ahameniş Tarih Atölyesi gibi araştırma gruplarının kurulması önemliydi. Arkeo­
loji ve tarihe ek olarak İran araştırmalarının belli alanlarında adeta bir Rönesans
yaşandı. Zerdüştlükle ilgili araştırmalardaki ilerlemeler dikkat çekiciydi. İranlı ta­
rihçiler de artık bu süreçte rol oynamaktadır. Ayrıca sanat ve mimarlık tarihinde
Ahamenişleri kendi koşulları içinde değerlendirmek üzere yeni girişimler var. Farklı
disiplinlerde ortaya çıkan yeni araştırmalar ve yayınlar sayesinde Safevi çalışmala­
rında da benzer bir dönüşüm yaşanmakta.
Demokrasinin köklerinin sadece Yunanlılara ait olduğu düşüncesiyle yüceltilen
Batılı kültür geleneği daha yavaş değişmektedir. Geçmişin kullanılmasına İran mil­
liyetçiliğinde de rastlanır. Önce 1 9 . yüzyıldaki İranlı aydınlar, ardından yönetim­
lerini meşrulaştırmak amacındaki Pehleviler ( 1 926-1 979), daha yakın dönemdeki
İslami geçmiş yerine İran'ın İslamiyet öncesi dönemini yüceleştirdiler. Pehlevi Hü­
kümdarlığı İranlı ve Batılı tarihçilerin antik geçmişe bakışını ve kraliyetle ilgili araş­
tırmalarını etkiledi. Bu geçmiş Pehlevilerle bağlantılı olarak ele alındığından şimdi
kendisi bir tür günah keçisi oldu. Çok daha önceleri; Darius'un (MÔ 52 2-486)
ve sonra Yunan tarihçilerin zamanından itibaren, hükümdarlık Pers ülkesinin ve
Perslikle ilgili her şeyin ayrılmaz parçası haline gelmişti. Yunanlıların Persleri öteki
addetmesinin temelinde Ahameniş otokrasisi ve çöküşü yatar. Aynı şekilde, modern
Batılılar İran'la ilgili fikirlerini tanımlarken kendilerini hem Pehlevilerin hem İslam
Cumhuriyeti'nin karşısına koyuyorlar.
İran'la ve tarih yazımıyla ilgili görüşlerimizde bir diğer husus, geçmişe yakın
tarihin merceğinden bakarak "devlet" konusunda geçmişe yönelik varsayımlarda
bulunmaktır. Devlet Pehlevilerin merkezi yönetimi sağladığı 1 920'lere kadar kurul­
mamıştı. Bu tarihten itibaren İran'ın siyasi kültürü radikal bir dönüşüme uğradı.

7
IRANTARIHl

Buna ilaveten Ahameniş, Sasani, Safevi ( 1 501-1722), Kaçar ( 1796-1 926) gibi ha­
nedan isimlerinin kullanılması akla birliği, kontrolü, hatta 20. yüzyıldan önce bu­
lunmayan merkeziyetçiliği getirir. Genel bir kullanımla "devlet" şeklinde isimlen­
dirilse de, 20. yüzyıl öncesi imparatorluklar aslında merkezi hükümet kurumlarına
sahip serbest konfederasyonlardı. "Devlet" teriminin yaygın kullanımı Weber'in şu
tanımına dayanır: "Belli bir ülkede fiziksel gücü meşru biçimde kullanma tekeline
(başarıyla ) sahip olma iddiasında bulunan bir insan topluluğu. "2 Pehlevilere kadar
İran'da hiçbir hükümet fiziksel gücün meşru kullanımını tekelleştirmedi. Bürokrasi
ve orduyu içeren Weber'ci devlet kavramıyla bağdaşan temel kurumlar, İran hükü­
metlerinin yegane unsuru değildi. Üstelik Weber'de bir de " belli bir ülke" etkeni
vardı. Özel bir toprak üzerinde ve bölgelerde hükümranlığın belirtileri olmakla
birlikte, İran'da 1 9 1 4'e kadar çizilmiş sınırlar yoktu. Ayrıca hükümetin gücü, sınır
bölgelerindeki şehirlerin ve büyük ticaret yolları üzerine kurulmuş müstahkem ti­
caret merkezlerinin ötesine pek geçemiyordu.

SİYASİ KÜLTüR: GENEL BAKIŞ

İran'ın siyasi kültür tarihini, coğrafyasını ve toplumunu, batıda Mezopotamya ve


doğuda Orta Asya kültürüyle olan karşılıklı etkileşimi şekillendirmişti. Tarımın,
hayvancılığın, hükümet merkezlerinin bulunduğu şehirlerin ve ticaretin etkileşimi
20. yüzyılda Pehleviler dönemine kadar sürdü. Değişim bu çerçeve içinde gerçekleş­
ti. İran'ın siyasi kültürünü 2500 yılı aşan bir tarih süreci içinde tanımlarken ana hat­
larıyla bir genelleme yapmak gerekir. Büyük Kiros'tan (MÖ 5 5 8-530) Pehleviler'e
( 1 926-1 979) kadar İran'ın siyasi kültürü hiyerarşik olarak önce Zerdüştçü, ar­
dından İslami bir bağlam içinde kavramlaştırıldı. Hükümranlık ve bütün otorite
Tanrı'ya aitti. Onun seçtiği hükümdar vekil olarak, onun adına hüküm sürüyordu.
Burada en önemli kavramlar tek Tanrı, tek evren, tek hükümdar ve tek kanundu.
Önceliğin hükümdarda ve egemen sosyo-politik grupta olması kaydıyla farklı dini
gelenekler kabul ediliyordu. Belli kurumlar ve toplum içinde ayrıcalıklı çekirdek
bir grup hükümdara hizmet ediyordu. Hükümdar da bu gruba destek veriyordu.
Bir bütün olarak toplumun idaresi, esasen dini bir çerçeve içindeki özerkliğin ta­
nınmasına dayanıyordu. Bu özerklik kabile, bölge ve etnik yapı düzeyindeydi (ve
İran nüfusu farklı etnik gruplardan meydana gelen bir yapıda olup, çeşitli halkların
zengin bir karışımını yansıtıyordu) . Bundan dolayı ister Zerdüştlük ister İslamiyet­
te olsun, her dönemde sık sık anlayış ve katılımcılıkla hoşgörüsüzlük ve dışlama
arasında gidip gelen gerilimli zamanlar yaşanıyordu. Aynı durum siyasi kültürün

8
PERSİYA: KONUM VE KAVRAM

ciddi boyutta dönüşüme uğradığı 20. yüzyıl ortasında, Pehlevi milliyetçiliği için de
geçerliydi.
Ahamenişlerle birlikte bağımsız bürokrasiye, orduya ve kimliğe sahip bölgeler
ve konfederasyonlardan oluşan bir imparatorluk kavramı ortaya çıktı. Bu yapılar
elbette imparatorluğun bürokrasisi ve askeri yapısıyla kuşatılmış vaziyetteydi. Ay­
rıca bazı bölgeler ve hatta konfederasyonlar gibi imparatorluğun başında da bir
kral bulunuyordu . Darius'un hükümdarlığı sırasında (MÖ 522-486), en üstün du­
rumdaki kral, kralların kralı oluyordu. Bu, Yakındoğu'da antik krallık geleneğine
önemli bir katkıydı. Ahamenişler kral ya da kralların kralı olmadan önce kendi
yurtları olan Pars/Fars veya Persis/Persiya'da konfederasyon kurmuş federasyon li­
derleriydi. Burada kendilerini kral olarak tanımlayıp böyle kabul gördüler. İran bü­
rokrasisi, Sasanilerin zamanından ya da belki daha da öncesinden 20. yüzyıla kadar
kurumsallaşıp hükümdar ve yönetime hizmet etmesine rağmen, hem kamusal hem
özel, hem merkezi hem de bölgesel olma özelliğini sürdürdü. İslamiyet döneminde­
ki ulemanın yanı sıra daha önceki Sasaniler döneminde ve muhtemelen Ahameniş
döneminde de Zerdüşt rahipler bürokrasi işlevini yerine getiriyordu. Bunlar genel­
likle hükümet tarafından atanıp onun tamamlayıcısı olarak çalışmasına rağmen
hükümetten bağımsızdılar. 1 8 . yüzyıldaki Afşarlar ve Kaçarlar ile 1 9. yüzyıldaki
Bahtiyari gibi konfederasyonların kendi "bürokratları" vardı, ulemayı himaye edip
belli toprakları yönetiyorlardı ama kesinlikle "devlet" değillerdi. 1 920'lerdeki Rıza
Şah'tan önce hiçbir hükümet güç kullanımında tekel sahibi değildi; asillerin ve fe­
derasyon liderlerinin kendi orduları vardı. Düzenin sağlanması konusunda büyük
ölçüde gayri merkezi bir yapı bulunuyordu.
İran' da hükümet tarih boyunca etkin olmadı; halktan fazla bir şey beklemiyor,
bunun karşılığında da fazla hizmet vermiyordu. Hükümetin arz fazlasını toplama­
daki yetersizliği yerel ve bölgesel özerklikle ilişkili olup, aynı zamanda bu yapının
güçlenmesine yol açıyordu. Hükümet iktidara güç yoluyla sahip olmakla birlikte
bunu ahlaki bir çerçeve içinde meşrulaştırmıştı. Merkezle onu oluşturan unsurlar
arasındaki gerilim de dahil toplumu olduğu gibi kabul ediyordu. Merkezi hükü­
metin, kendisini idealize eden manevi dünya görüşünü gerekli bir yapı gibi göster­
mesine rağmen, yakın tarihte ve muhtemelen daha önceki dönemlerde de merkezi
hükümete genelde endişeyle bakılıyordu.
İran hükümeti yine 20. yüzyıl ortalarına kadar, ekonomisi tarım ve hayvancılığa
dayalı toplumla etkileşim içindeydi. Bu ekonomide yerel ve bölgesel ticaret kendi­
ne yetecek düzeyde olup, üretim ve dağıtım özerk bir yapıdaydı. Ahamenişlerden
itibaren hükümetin idari politikaları, yerel özerkliği pekiştiren yerinden yönetimi
veya büyük önem taşıyan federasyonu tanıyıp kurumsallaştırmıştı. Bu konuda en

9
İRANTAR1Ht

somut örnek, hükümetin toprağı elinde tutanlara askeri ve bürokratik hizmetler


karşılığında o toprağın kullanım hakkını tahsis etmesidir.
Hükümetin temel amaçlarından biri ve ordusunun en önemli görevi sınırların
savunulmasıyla göçebe halkların kontrol edilmesiydi. Göç, İran Platosu'nun tari­
hinde sürekli tekrarlanan bir özellikti. Göçebelik yerel veya bölgesel özerkliği güç­
lendirip merkezlerin zayıf kalmasına yol açıyor, gücün bir merkezde toplanmasını
zorlaştırıyordu. MÖ 8. yüzyılda orta Zağros bölgesindeki konfederasyonlar veya
küçük krallıklar Asurlularla karşı karşıya geldi. Medler ve ardından Ahamenişler
işte bu bölgede ortaya çıktı. MS 1 1 . yüzyıldaki Selçuklu ve ardından yaşanan Türk­
Moğol istilaları, sürüleri ve kültürüyle yeni bir halkın buraya gelişini işaret ediyor­
du. Türk dilleri ve kültürü, İran' da var olan halkların karışımına yeni bir unsurun
eklenmesi demekti. Bu durum mevcut toplumsal ve siyasi süreçleri geliştirerek yeni
politikaların ve kurumların oluşmasına yol açtı. Yerleşik tarım toplumu Ahameniş­
lerden bile önce hakim durumdayken İran'da nüfusun çoğunluğu yine göçebeydi.
Türk-Moğol göçüyse hayvancılığın artmasıyla sonuçlandı. Öncelikle hayvancılıkla
uğraşan göçebelerin ve hayvanlarının sayısı tarımla uğraşanları geçti. İkincisi, yeni
gelen göçebeler yüzünden toprak ve su konusunda rekabetle karşı karşıya kalan
İran'ın tarım toplumu, ekonomide göçebeliğe ağırlık verip Zağroslar'a uyum sağ­
ladı. Örneğin antik Elam İmparatorluğu'nun parçası olan Luristan'da veya bizzat
Fars eyaletindeki Anşan'da ortaya çıkan arkeolojik bulgular, yeni göçebe halklarla
birlikte hayvancılığın arttığının işaretidir.
20. yüzyıldan önce İran'da Selevkoslar hariç bütün hükümetlerin göçebe hay­
vancıların konfederasyonları tarafından kurulması, onların önemini gösterir. Hü­
kümdarları bizzat göçebe olmadığında bile hükümet yapısı böyleydi. Bu konfe­
derasyonların bazıları İran'ın yerli halklarından oluşuyordu. Bunların arasında
Ahamenişler, Sasaniler, Safeviler, Kaçarlar vardı. Selçuklular, İlhanlılar ve benzerle­
riyse İran'a Orta Asya'dan gelmişti. Hükümetlerin göçebeler tarafından devrilmesi
döngüsü ve fetih yoluyla gelenler de dahil göçebe kavimlerin göçleri, İran tarihinde
temel bir noktadır. Göçebe hayvancılık ve konfederasyon kurma İran'ın siyasi kül­
türüne 20. yüzyıl ortalarına kadar damgasını vurdu. Bu tarihten itibarense siyasi
kültür kalıcı olarak değişti.
İran'ın siyasi kültürü ve tarihi sonuçta kendine özgü bir hükümdarlık anlayışı
yarattı. Bu yapı 7. yüzyılda Sasanilerin yönetimindeki İran'ı yıkan Arap istilasın­
da ve ardından aşamalı olarak yaşanan Müslümanlaşma sırasında bile yıkılma­
dı. İran'ın diğer büyük komşusu olan Orta Asya'daki hükümdarlık geleneği İran
geleneğini pekiştirdi. Burada da antik İran tarihine özgü çok parçalı bir yönetim
şekli vardı. Ancak İran'ın tersine, Orta Asya'da hayvancı göçebelerin kurduğu da­
ha büyük konfederasyonlar hakimdi. Orta Asyalı göçebeler göç veya fetih yoluyla

10
PERSIYA: KONUM VE KAVRAM

mevcut bölgesel ve yerel özerkliği güçlendirince, İran'ın siyasi kültürü, toplumu


ve ekonomisi bundan büyük ölçüde etkilendi. Bu özerklik hem sosyal hem siyasi
açıdan güçlenerek İran tarihini 20. yüzyıla kadar şekillendirdi.

HüKüMDARLIK

İran'ın siyasi kültürü içinde hükümdarlık; hükümdarın, hükümetinin ve kurumları­


nın siyasi yapıyı oluşturan gruplarla etkileşimi içinde ifade buluyordu. Bu etkileşim
ortak değerler, kültür ve ekonomi çerçevesinde gerçekleşiyordu. Hükümdarın yöneti­
lenlere karşı temsili, bir veya birden fazla meşruiyet sorunuydu.3 Crossley ise bundan
eşzamanlı hükümdarlık olarak bahseder.4İran'ın en başarılı hükümdarları yönetim­
lerini kendilerinden önceki hükümdarlarla bağlantılı şekilde meşrulaştırmayı tercih
ettiler. İran tarihine damgasını vuran kopukluklara rağmen veya bilhassa bu sebeple
kendilerini bir hükümdarlık geleneğinin meşru varisi olarak gördüler. Meşruiyet yal­
nızca hükümdarın yönetilene karşı temsili veya bunların arasındaki etkileşim değil,
aynı zamanda hükümdarla gelenek ve tarih arasındaki ilişkinin bütünüdür.
İran'da hükümdarlık, tarihi bir gerçeklik olgusu ve bununla uyumlu bir imaj
sergilemek adına; hükümdarın ülkeyi, daha doğrusu imparatorluğu meydana ge­
tiren parçalardan daha üstün olduğu, emperyal bir forma sahipti. Ayrıca hüküm­
dar, hükümranlığının ifadesi olarak meşruiyetini tanıyan toplulukları yaratabiliyor
veya ortadan kaldırabiliyordu. Eşzamanlı hükümdarlık veya bizim örneğimizde
İran'daki hükümdarlık, tek bir siyasi birey bünyesinde birden fazla hükmeden kişi­
yi tanımlamak için kullanılır. Bu yapı, hiyerarşik bir kozmoloji ve siyasi kültür için­
de çalışır: Tanrı (hem Zerdüştlük, hem İslamda), hükümdar ve hükmedilenler; ar­
dından evren, ülke, bölge veya mevki. Eşzamanlı hükümdarın Tanrı (Orta Asya' da
kullanıldığı şekliyle tengri) ve uyrukları arasında aracılık etmesi bilhassa önemlidir.
Böylece hükümdar hem uyruklara egemendir, hem de onların kendine özgü kültür­
lerinden üstündür. Ayrıca, hükümdar etnik ve coğrafi açıdan karmaşık bir topluma
hükmeder. "İran" ve halkları, onun hükümdarlığının ürünü, yani erpperyal merke­
zileşmesinin ideolojik ürünüdür. Öte yandan hükümdarlık, hükme�ilen toplumla
ve ekonomisiyle karşılıklı etkileşim içinde şekillenir. Hükümdar, kendisini ve ona
en yakın grup olan sülalesiyle soyunu hükümdarlığı vasıtasıyla kurumsallaştırır.

Hükümdar başı çeker ama buna ilaveten, muhtelif toplulukların (örneğin Aha­
menişler döneminde satraplar gibi tarihi kimliklerin) üyesidir. Kendi ailesinden ve
soyundan başlayıp egemenliği altındaki en geniş sınıflara kadar uzanabilen ve et­
nografik açıdan doğrulanan gruplarla yalnızca zayıf bir bağlantısı olabilir. Bununla
birlikte bu grupları dini, siyasi, idari, askeri ve kültürel açıdan tam kapasiteyle tem-

11
IRAN TARİHİ

sil edebilir. Bu gruplar onun hükümdarlığının ifadesi olarak varlığını sürdürmüş ve


üç dilli yazıtlar vasıtasıyla simgeleştirilmiştir. Bu yazıtlar Crossley için eşzamanlı
hükümdarlığın temsili açısından önemli bir göstergeydi. Ayrıca hükümdar, şimdi
olduğu gibi geçmişte ve gelecekte de aracılık görevini sürdürür. Belli fikirler ve
simgeler, eşzamanlı hükümdarın uyrukları tarafından onun ait olduğu grubun öte­
sine geçen evrensel ve kapsamlı özellikler olarak görülür. Eşzamanlı hükümdarlık
bir bakıma uyruklara kendi dünya görüşlerini hükümdara yansıtma imkanı verir.
Ancak aynı zamanda, hükümdar onlardan üstün durumdadır. Yine de eşzamanlı
hükümdarlık sadece bundan ibaret değildir; kendini hükümet ve din kurumlarıyla,
değerler ve kültür içinde, somut bir temsil bakımından da siyasi ve kültürel himaye
vasıtasıyla ifade eder. Hanedan tarihi çok genel bir davranışla; ideolojik, siyasi,
ekonomik, sosyal ve kültürel faktörler arasındaki etkileşimi incelemek yerine, fazla
mekanik bir bakış açısıyla hükümdarın niyeti ve anlayışı arasında bir neden-sonuç
ilişkisi kurarak olayları basitleştirme eğilimindedir. Sonuç olarak, İran hükümdar­
lığı konusunda nesnel ve tarihi bir gerçeklik vardır. Hükümdarlar belli bir siyasi
kültür içinde faaliyet göstermiş, ancak birtakım dinamik ilişkilerin bileşimine göre
tepkide bulunmuşlardır.

İRAN SİYASİ KÜLTÜRÜ: HÜKÜMDARLIGIN TARİHİ DAYANAKLARI

Tarihi düzeyde, hükümdarlık kavramlarının toplumda ve siyasi kültürde bir daya­


nağı vardır. Hükiimet merkezleri fetihler için güçlü askeri araçlar olmasına rağmen
karakteristik olarak zayıftı. Çeşitli bölgelerdeki siyasi ve ekonomik grupların özerk­
liği tanınmış, imparatorluk yapısı içindeki yerleri belirlenmişti. Aslında imparator­
luk yapısı kabileler veya kabile benzeri örgütlenmelerle başlamıştı. Modern öncesi
İran ekonomisi tarıma, hayvancılığa ve belli ölçüde el sanatlarıyla ticarete dayanı­
yordu. İran Platosu'nda evrim gösteren toplum ve ekonomi, İran tarihinde belirle­
yici bir güç oldu. Ahamenişlerin genellikle göçebe olan hayvancıların ve tarımcıla­
rın oluşturduğu federasyonların liderleri olarak ortaya çıkması özellikle önemlidir.
Aslında onlardan önce Medler ve İskitlerle onları izleyen İranlı hanedanlar için de
bu durum söz konusudur. Göçebe hayvancılık, ister Orta Asya bozkırlarına özgü,
ister dağlara özgü tarzda olsun; eşzamanlı hükümdarlık açısından, bilhassa konfe­
derasyon ve imparatorluk inşa etme şekilleri bakımından çok uygundur.
Göçebelik ve özellikle de göçebe hayvancılık, otlaklar ve su kaynaklarının pe­
şinde koşturmak için gerek coğrafi koşullara, gerek makro ve mikro iklim deği­
şikliklerine esneklik göstermeyi gerektirir. Bu esneklik bir yanda değişken ve kısa

12
PERSIYA: KONUM VE KAVRAM

ömürlü sosyal-siyasi örgütlenmelerle sonuçlanırken, öte yanda bu değişkenlik ve


genellikle kendi sürüleriyle otlaklarına sahip çekirdek veya büyük ailelerden oluşan
küçük gruplara verilen önem, bu grupların tarihi kaynaklardan yoksun olması an­
lamına geliyordu. Bazı istisnalar haricinde bu durum hanedan liderliğiyle bağların
kurulduğu yakın zamanlara kadar sürdü.
Anakronizme düşmekle, bir döneme bakıp başka dönemle ilgili sonuca varmak­
la ve "kabile"5 konusunda sabit bir anlam benimsemekle suçlanmayı göze alarak
Albert Hourani'nin 7. yüzyıldaki Arabistan'la ilgili zarif ve yalın tanımlamasını
hatırlamak faydalı olacaktır: " [Göçebe halklar) sabit bir baskı gücü tarafından
kontrol edilmeyip, çeşitli ailelere mensup şefler tarafından yönetiliyordu. Bunların
etrafında toplanan kısa ya da uzun ömürlü dektekçiler, ortak soy kavramına uyum
ve bağlılıklarını dile getiriyorlardı. Bu tür gruplara genellikle 'kabile' denir. "6
Ortadoğu'yu ve Orta Asya'yı analiz edenler için kabile sorunu, araştırılmamış
varsayımlarla birlikte başlar. Bütün İran tarihçileri "kabile" deyimini kullanır, peki
ama "kabile" ne anlama gelir? Çoğu için bu, konargöçerlerin siyasi örgütlenmesi
demektir. Bu kelimenin kullanımı bağlama göre son derece değişkenlik gösterir;
yine de pek çok tarihçi sabit bir anlamı olduğunu varsayar ve dolayısıyla belli bir
sosyal biçim olarak kabul eder.7 Ben çoğu tarihçinin bu konuda kafa yorduğundan
bile şüpheliyim. Bununla birlikte, tarihçiler "kabile" kelimesini kullandıklarında,
toplumsal örgütlenme konusunda aşağıda ele alınacak nitelikleri varsayarlar.
"Kabile" terimi tek başına bir dizi potansiyel ekonomik, siyasi, sosyal ve kültü­
rel faaliyetle örgütlenmeyi barındırır. Bu yapılar aile merkezli çobanlık birimlerin­
den imparatorluğa kadar değişir. Tarihçiler kabileleri genellikle şehirli toplum ve
hükümet açısından tehlikeli görürler. Bir başka deyişle kendileri de kabile karşıtı
kaynakların gözüyle bakarlar. Yine tarihçilerin 20. yüzyıldaki İran ulus devletinin
kontrol ve merkezileşme ihtiyacıyla ilgili varsayımları, modern öncesi İran'la ilgili
yorumlarını etkiler. Benimsenen ekonomik roller genelde yerleşik toplumla çeli­
şenler haricinde belgelenmemiştir. Tarihçilerin dile getirmediği düşünce, kabileleri
farklı kılan şeyin özerklik olmasıdır. Kabileleri yerleşik toplumun bakış açısıyla
kontrol etmek zordur; onlara kolay kolay güvenilemez, zira kendi çıkarlarını göze­
tirler. Özerklik ilkesi kabilenin kendi içinde de geçerlidir. Federasyon ve ardından
konfederasyon oluşturmayı güçleştiren işte bu gerçektir.
Özerkliğin özgürlük veya eşitlikle karıştırılmaması gerekir. İran'daki kabile
halklarının eşitlik değerlerini veya eşitlikçiliği savunduğu fikrinin dayanağı nedir?
Eşitlikçilik İslami bir ideal olsa da ifade şekli zordu.8 (Safevi araştırmalarında, mu­
tasavvıfların ve onların kurumlarının eşitlikçi olduğu genellemesiyle karşılaşılır,
ancak bu tezin dayanak noktası da güvenilir değildir. ) Otlaklar, su ve göç yolları
bütün kabile halkları için hayati önemde olmakla birlikte göçebe toplum eşitlikçi

13
IRAN TARnıt

olmaktan çok uzaktı.9 Tarihi kaynaklara dayanarak, kabile halklarının dünya gö­
rüşünün hiyerarşik olduğu; sosyal, ekonomik ve siyasi açıdan hiyerarşik bir yapı
içinde örgütlendikleri genellemesi yapılabilir. Kabile grupları özerk ve bağımsız ol­
malarına rağmen bu bağımsızlık kabile, federasyon, konfederasyon veya tarımsal,
yerleşik ve şehirli bir toplumun sınırları içindeydi. Konargöçer kabilelerin özerkliği
onların ekonomisiyle ilişkili olup sosyal ve siyasi örgütlenmeleri birleştiriyordu.
Göçebelerin atlı ve silahlı olduğu düşünüldüğünde, kabile özerkliği kendine ye­
tiyordu. Elbette tarihi resmin içinde, ekonomilerinin bir parçası olan yağmalar yo­
luyla ve ayrıca hem kendileri hem hükümet için savunma ve saldırı askerleri olarak
yer aldılar. Göçebe kültürünün bir parçası olan avcılık, bu rolü ve benlik bilincini
sağlamlaştırdı. Ticaret de gerek nakliye gerek alışveriş açısından göçebe ekono­
misi için hayati değer taşıyordu. Bu durum belki Orta Asya'da daha önemliydi.
Göçebe hayvancıların, etraflarında tarımla uğraşan kişilerle etkileşim içinde oldu­
ğunu, hayvancı ve tarımcı ekonomilerin önüştüğü alanlarda birçok onak noktayı
paylaştıklarını bilmek önemlidir. Ancak hayvan yetiştirmek göçebeler için birincil,
tarımla uğraşanlar için ikincil önemdeydi. Bununla birlikte, tarımcılar muhtemelen
hayvanlarla aynı derecede önemli bir askeri rol oynamıyordu. Batı İran'da iki eko­
nomi arasında ciddi boyutta bir hareket olduğu kesindi. Buna karşın, Doğu ve Orta
İran'da göçebeler ve tarımcılar birbirinden keskin biçimde ayrılıyordu. Konargö­
çerlik önce yayıldı, sonra azaldı. Yine de, Selçuklular ve Moğolların gelmesiyle
birlikte yerli nüfus içinde arttığı anlaşılmakta. 1 0
Crone, Lindner ve Tapper haricinde tarihçiler genellikle kabilelerin farklı etnik
ve soydaş gruplardan oluştuğunu varsayar. 1 1 Aslında bu gruplar toplumlarını ve
kültürlerini, akrabalık ve soydaşlık terimleriyle savunup idealize eden siyasi un­
surlardır. Eşzamanlı hükümdarlarda olduğu gibi, kabile liderleri kabilelere belli ta­
nımlamalar yaptılar. Liderler siyasi olmaları bakımından daha büyük ve karmaşık
örgütlenmelerle koalisyonlar oluşturma gücüne sahiptiler. Egemen olan sülalede
soy kendi otoritesini taşısa da, bu siyasi güç muhtemelen akrabalıktan daha önem­
liydi.
Kabile liderleri federasyonlar kuruyor, bazı göçebe federasyonlarının liderleri de
konfederasyonlar oluşturuyordu. Konfederasyonun zayıf bağlardan meydana ge­
len bir yapı olduğunu unutmamak gerekir. Cengiz Han'a hizmet eden bazı önemli
istisnalar haricinde bu yapının üyeleri büyük ölçüde özerkliğe sahipti. Bazı konfe­
derasyonlar hükümet hatta imparatorluk haline gelmişti. Bunlar idari kurumlar ve
hanedana dayalı hükümdarlık olarak ayırt ediliyordu. Bununla birlikte hanedan
isimleri, bu imparatorlukların kurulup varlıklarını sürdürdükleri zaman bile cid­
di ölçüde merkezileşmedikleri gerçeğini perdelemektedir. Bu imparatorlukların ve

14
PERSİYA: KONUM VE KAVRAM

hatta farklı bölgelerinin içinde pek çok ayrı güç merkezi vardı. Valiliğin kalıtsal
olarak devralındığı özerk eyaletlerde bile, özerkliğin kabile biçiminde örgütlenmiş
halklarla sınırlı olmaması da önemli bir husustur. Ayrıca federasyonlarla konfede­
rasyonlar bir yandan kendi içlerinde ve birbirleriyle, diğer yandan kentsel ve kırsal
diğer unsurlarla ciddi boyutta etkileşime girip gerginlik yaşıyordu . Bu karşılıklı iliş­
ki her düzeyde özerklikle sonuçlanıyordu. Gruplarla bölgelerin özerkliğine imkan
veren federasyon ve konfederasyon inşası, İran'ın tarihine 20. yüzyıla kadar dam­
gasını vurdu. Sonunda Pehleviler'in yönetimi altında merkeziyetçi bir ulus devleti
ortaya çıktı.
Federasyon ve konfederasyonlar "soya" dayalı yapılardı, çünkü merkezi liderlik
genel olarak egemen bir aileye ve onun soyundan gelenlere dayanıyordu. Ahame­
nişler, Selevkoslar, Partlar, Sasaniler, Selçuklular, Cengizliler, İlhanlılar, Timurlular
ve kökleri kabileye dayalı olmasa da Safeviler ve Kaçar ailelerinde durum böyleydi.
Meşruiyet bu egemen aileye dayanıyor, otorite onlardan yayılıyordu. Bu ailelerin
'
bütün federasyon veya konfederasyonla akrabalık bağı olduğu kabul ediliyordu.
Bu aileler içinde, liderliğe uygun olanlar arasında hükümdarlık için yoğun rekabet
yaşanıyordu. Hükümdarlık için birtakım muğlak ölçütler vardı. Bunların arasında,
erkeklerin liderliğe elverişli bulunduğu belli bir aileye mensup olmak ve liderliğe
"en uygun" kişiyi belirlemek için yapılan bir tür seçme yarışması yer alıyordu.

TARİHİ GENEL BAKIŞ VE HüKOMDARLICIN DİNAMiCt

MÖ son binyılın başında, Persler ilk kez Orta Asya'dan İran Platosu'na gelip Zağ­
ros Dağları'na yöneldiğinde bile, nüfus farklı etnik grupları yansıtan tarımcılar ve
hayvancılardan oluşuyordu. MS ilk binyılın sonunda bu karmaşık nüfus ve eko­
nomik yapı, yine Orta Asya'dan gelen Türk halklar sayesinde, gerek tarım gerek
göçebelik sektöründe iyice pekişti. İlk Persler muhtemelen atlı ve silahlı göçebelerin
yavaş yavaş bölgeye girmesiyle ortaya çıkmıştı.12 1 1 . yüzyılda Selçukluların gelmesi
daha ani oldu. Onlar kendilerini ilk kez askeri yolla belli ettiler. Ardından sürü
sahibi çok kalabalık bir göçmen grubu geldi. Son olarak Selçuklu yönetimi ve ku­
rumlarının gelişi, bundan sonraki İran tarihi üzerinde büyük etkiye yol açtı. İran
Cengiz Han'ın (ö. 1227) Moğol İmparatorluğu'nun bir parçası olduğunda, bilhas­
sa torunu Hülagü (ö. 126 5 ) ve halefleri İlhanlıların yönetimindeyken, bu Selçuklu
etkisi iyice arttı. İran bir kez daha Orta Asya'ya özgü bir hükümet şekli, askeri
örgütlenme, idare ve ideoloji benimsemişti.
Gerek Ahamenişler döneminde, gerek 7. yüzyılda yaşanan Müslüman Arap isti­
lası ve ondan sonraki Türk-Moğol istilalarında dikkat çeken bir diğer husus göçe-

15
IRAN TARİHİ

belerin kültür taşıyıcısı rolü oynamasıdır. Crossley, Orta Asya göçebelerinin bütün
Asya boyunca önemli kültür ve din taşıyıcıları olduğunu belirtir:

[Ona Asya'da] Bozkır farklı dini inançların hir karışımı olarak kaldı. Aynı süla­
len in mensupları arasında Budizm, Maniheizm, İslam, Hıristiyanlık ve Yahudiliğe
bağlı olanların bulunması ender rasdanan bir durum değildi. Bunların hepsinin
geleneksel şamanizmle iç içe geçmesi olağan hir durumdu.
Orta Asya göçebeleri arasında yaşanan hu çok dinlilik kısmen, hükümdarlık
hakkındaki düşüncelerin yerleşik din hakkındaki düşüncelerle her zaman bağdaş­
mamasından (a.b.ç.) kaynaklanıyordu. Ona Asya toplumları çok eski zamanlar­
dan itibaren, bir yönetici veya han önderliğinde, bir dünya hükümdarlığı idea lini
benimsemişti. Bu yönetici Ona Asya'da Gök veya Sema şeklinde temsil edilen
mudak bir tanrıyla kon uşurdu. Gökten gelenleri beyan eden rolünü üsdenen bu
hükümdar, belli külcürlerin üstünde olup hepsini egemenliği altına almıştı . Bu du­
rum bölgede son derece eski bir düşünce şeklidir ve kökeninde muhtemelen İran
etkileri yatmaktadır.

Crossley bu düşüncelerin Selçuklular ve daha sonra da Osmanlılar ile Nadir Şah


vasıtasıyla İslami düşüncelerle kaynaştığını belirtir. "Bu gaye, Moğolların yükseli­
şinde de son derece önemliydi. Böylece her dini sistemde yönetimlerini meşrulaş­
tırma imkanı buluyorlardı. Bu düşünce şekli herhangi bir dini kurumun gözdesi
olma ve bu kurumu himaye etme fırsatı veriyordu. Ayrıca Büyük Han'ın bütün dini
liderlere karşı üstünlük iddia etme yetisini sergiliyordu. " 13
Göçebelerin din taşıyıcısı haline gelmeleri, Ahamenişlerden çok uzun zaman
önce, Zerdüşt'ün fikirleri ve öğretisiyle gerçekleşmiş olabilir. Ahamenişlerin Zer­
düştçü olup olmadığını ya da nasıl Zerdüştçü olduğunu şimdilik bir yana bıraka­
lım. Zerdüşt'ün fikirleri; bilhassa hakim ve her şeyi kapsayan bir ilah, iyiyle kötü
arasındaki kozmik ve ikili mücadele ile son derece gelişmiş bir etik, Ahameniş dö­
neminin en önemli mirasları olarak öne çıkar. Göçebelerin din taşıyıcısı rolü, İran
tarihindeki tartışmasız önemlerinin altını bir kez daha çizer.
Kendileri de genellikle göçebe olan federasyon liderlerinin rolü ve unvanı; an­
tikçağ, ortaçağ ve erken modern dönemdeki İran'a ait birtakım benzerlikleri akla
getirir. Bilhassa Safeviler, Ahamenişler zamanına dönerek eski İran unvanlarını ye­
niden kullandılar. Böylece imparatorluklarını kendi kendilerine olumlayıp kimli­
ğini doğruladılar. Ahamenişler ve Sasaniler kral, "şehinşah/krallar kralı" ; ilhanlı
hükümdarı Gazan Han " padişah"; Safeviler, Kaçarlar ve Pehleviler " şah/şehinşah"
unvanlarını kullandı. Cengiz için yeterli olan "han" ve Moğol halefleri için kulla­
nılan "kağan " unvanları evrensel hükümdarlığı temsil ediyordu. Han unvanı, 1 8 .
ve 1 9 . yüzyılda, Selçuklu dönemindeki sultanlara denk bir yönetim sergileyenler
için kullanılır oldu. 20. yüzyıldaysa erkekler için yaygın biçimde kullanılan bir

16
PERSİYA: KONUM VE KAVRAM

onur unvanı haline geldi. Dolayısıyla kağan ve şah, evrensel gücü çağrıştıran un­
vanlardır. Buna ilaveten, İran' da evrensel hükümdarlıkla ilgili değerler sadece yerli
kavramları değil, İslami örnekleri de kapsıyordu. Bunların arasında kağan/han,
padişah/şehinşah ve Zillullah (Allah'ın gölgesi ) başta gelir. Dikkat edilmesi gereken
bir diğer husus, kendini olumlayan ve kendi kimliğini doğrulayan unvanlar sadece
imparatorluk liderleri değil, federasyon liderleri tarafından da kullanılıyordu.
Unvanla işlev, ideal olanla gerçek olan, dini/kültürel değerlerle iktidar arasındaki
ikili yapı genel olarak Selçuklu/Orta Asya/Moğol mirasının bir parçası olarak görü­
lür ki gerçekten de öyledir. Bununla birlikte Türk/Moğol uygulaması, İran'ın siyasi
kültüründe zaten mevcut olan benzer uygulamayı güçlendirip 20. yüzyıl ortalarına
kadar devam etti. Hükümdarlık kavramının, özellikle meşruiyetinin önemli yanla­
rından biri; hükümdarla hükmedilen, elit kültürle halk kültürü, özellikle Ahameniş
ve Orta Asya dönemindeki kapsayıcılıkla Sasaniler ve İslamiyet dönemindeki daha
dışlayıcı davranışlar arasındaki etkileşimin ve benzerliğin şekillenmesiydi. Muh­
temelen Ahamenişler ve Sasaniler, Zerdüştlüğü resmi olarak destekleyerek zaman
zaman heterodoks hareketleri bastırmaya çalıştılar. Sasani Hanedanı'nın 641 'de
yıkılmasından sonra ilk " İranlı" hükümeti kuran Büveyhoğulları (Büveyhiler) Şii
iken, İran'ın büyük kısmı Sünni idi. Ardından Selçuklular ve İlhanlı Hanı Gazan,
Sünni oldu. Diğer hükümdarlar farklı dinlere yöneldiler. Olcaytu'nun yanı sıra Şah
İsmail ve Safeviler de Şii idi. Safevilerin egemenliği sırasında bütün İran Şii oldu.
Nadir Şah daha kapsayıcı bir İslam anlayışını benimsemişti. Rıza Şah milliyetçiliği
yeni bir ideoloji olarak geliştirdi. Humeyni'nin, İslamı her şeyden üstün kılan an­
layışı bile bu kalıba girer. Belki en önemli nokta kapsayıcılıkla dışlayıcılık arasın­
daki bu karşılıklı etkileşimdi. Bu etkileşim sadece hükümdarlıkla din, meşruiyet ve
kimlik arasında değildi. Bunların dışında iktidar merkeziyle toplumun daha büyük
kesimi ve zayıf merkezlerle bölgesel özerklik arasında çift taraflı bir etkileşim var­
dı. Toplumun hiyerarşik yapısı, otorite ve iktidar üzerinde hem dünya görüşü hem
uygulama bakımından kısıtlamalar getiriyordu. Otoritenin ayakta tutulması ve ik­
tidarın işlevini yerine getirmesi için gruplar arasında genel bir konsensüse varılması
gerekiyordu. Bu, İran'ın siyasi kültürü için hayati önem taşıyordu.
7. yüzyıldaki Müslüman-Arap istilası İran'ın siyasi kültürüne yeni bir unsur
olan eşitlikçilik kavramını kattı. İlginç bir şekilde, göçebe hayvancılıkta otlaklarla
suyun kullanımı ve siyasi örgütlenme anlamında eşitlikçi bir unsur vardı. Bunun­
la birlikte, göçebe hayvancılık sonuçta hiyerarşik bir kültürü ve dünya görüşünü
temsil ediyordu. İslami eşitlikçilik İran'da uygulanamıyordu. 8. yüzyılda önemli
bir gelişme oldu. Abbasilerin Emevilere karşı zafer kazanmasıyla birlikte, merkezi
Bağdat olan Abbasi Halifeliği'nde Sasani imparatorluk geleneği yeniden kuruldu.
İslam ve Safeviler zamanındaki Şii İmamiyye (veya On İki İmam) inancı, kesin

17
IRAN TARİHİ

biçimde İran'la ve hükümdarlığıyla özdeş hale geldi. Buna rağmen İslamiyet ve


Safevilik öncesine ait hükümet biçimleri, hükümdar-yönetilen ilişkisi, unvanlar,
özerk bölgelerle gruplar karşısında zayıf bir merkez, toplumun hiyerarşik yapısı
gibi özellikler varlığını sürdürdü. Merkeziyetçi olarak tanınan Safevi hükümdarları
zamanında bile bu unsurlar devam eni. Şah Abbas bile iktidarı merkezileştirme
girişimlerine rağmen İranlı ve Orta Asyalı seleflerinin yolundan yürüdü. Bu durum
onun ticari ve hamilik çıkarlarında, yönetimle ve ulemayla ilişkilerinde, çok kim­
likli yapıyı barındıran toplum dokusunda, tarıma ve hayvancılığa dayalı ekonomi­
de, bu ekonominin birimlerinin özerkliğinde, ordunun gayri merkezi yapısında gö­
rülebilir. Safevilerin karşılaştığı ve kontrol edemediği önemli bir değişim, özellikle
askeri ve ekonomik gücüyle büyüyen bir Batı'nın ortaya çıkmasıydı.
Batı etkisine verilen tepkiler İran'ın siyasi kültürüyle tarihi eğilimlerini büyük
ölçüde değiştirdi. 20. yüzyılın ilk yirmi yılında gerçekleşen meşrutiyet ve liberalizm
denemeleri; ulema ve monarşinin muhalefeti yüzünden geniş bir toplumsal taban
bulamadı. Kurumsal destek gelmeyip Avrupalı imparatorluklar da sürekli müda­
hale edince denemeler başarısız oldu. 1 920'ler ve 30'larda Kaçar Hanedanı yıkıldı.
Yeni seçilen ve ardından kendini şah ilan eden Rıza Pehlevi bir otokrat olarak
hüküm sürmekle birlikte, liberal siyasi kurumların geliştirilmesi dışında liberal­
leşmeyi sürdürdü. Bölgelerin, kabilelerin ve grupların tarihi özerkliğini yok etme
pahasına merkezi bir yönetim kurdu. İran'ın İslamiyet öncesi geçmişine dayalı bir
milliyetçilikle beraber ulus devleti oluşturdu. Orduyu, ekonomiyi ve yönetimi mo­
dernleştirdi; eğitim, hukuk ve kültürü Batılılaştırıp laikleştirdi. Bu değişimler ters
tepmek yerine geçen yüzyılın sonuna dek yavaş yavaş gelişmeyi sürdürdü. Şimdiyse
İranlılar kendilerine ve hükümetle ilişkilerine oldukça farklı şekillerde bakıyor.
Pehleviler'in devleti, bürokrasi ve düzenli ordu sayesinde merkezileşti. Devlet bu
yeni faal rolüyle birlikte halkın ekonomik, siyasi, hukuki, sosyal ve kültürel haya­
tına doğrudan karışıyordu. Gruplarla bölgelerin özerkliği merkez karşısında ikinci
derecede kalmış, liderleri ya boyun eğmiş, ya devlet yanına geçmiş ya da idam edil­
mişti. Hükümetin merkezileşmesi ve modern teknoloji Rıza Şah'a ülkeyi bir otok­
rat gibi yönetme imkanı sağlamış, devamında oğlu Muhammed Rıza Şah'ın halkla
karşılıklı ilişkisini kesmişti. Muhammed Rıza Şah'ın yönetimi 1 978-79 devrimiyle
sona erdi. Rıza Şah başta İslamiyet öncesi dönem olmak üzere geleneksel unvanları
ve hükümdarlık simgelerini benimsemekle birlikte Batılı fikirleri ve teknolojileri de
kullanıyordu. Onun milliyetçilik ideolojisi İran'ın İslamiyet öncesi imparatorluklar
geçmişinin yanı sıra Batılı, şehirli, endüstriyel ve laik bir geleceğe odaklanmıştı:
İran Batı Asyalı bir güç olarak eski itibarını kazanacaktı.
Pehlevi'nin İran'ı, merkezileşme ve Batılılaşma politikasının çok önemli bir
ögesi olarak tek bir kimlik talep ediyor, birbiriyle çekişen kimliklere ve bağlara

18
PERSIYA: KONUM VE KAVRAM

hoşgörü tanımıyordu. Yeni kimlik İranlı-Pers-Pehlevi olmak zorundaydı. Kimlikle


ilgili mevcut kapsayıcı kavramlar yerini dışlayıcı olana bıraktı. Bununla birlikte
kimlik katmanları varlığını sürdürüyordu ve Pehlevi kimliğinin içinde yer aldığı
takdirde hoş görülüyordu. İran'ı oluşturan bütün grupların egemen kimliği benim­
semesi bekleniyordu. Pehlevi'nin toplum ve temsiliyle ilgili radikal fikirleri İslam
Devrimi'nden sonra bile varlığını sürdürdü.
1 978-79 devrimi ve İslam Cumhuriyeti'nin kurulması devletin ideolojisiyle sim­
gelerini değiştirse de şeklini değiştirmedi. İslam Cumhuriyeti'yle birlikte Pehlevi'nin
ulusal-sivil-dini kimliğinin yerini İslam kimliği aldı ama İran-Irak Savaşı'nın baş­
lamasıyla birlikte İranlı kimliği yeniden ortaya çıktı. Özellikle kültürel ve hukuki
alanlarda Batılılaşma unsurlarının yerini İslama ağırlık veren bir yönetim ideolojisi
aldı; devletle din arasındaki doğrudan bağ yeniden kuruldu. Kürtler, Türkmen­
ler, Beluciler ve ardından Kaşkaylar ile Araplar meydan okuyana kadar, ( bütün
bu gruplar özerkliği yeniden elde etmeye çalışıyordu) İslam Cumhuriyeti'nin farklı
grupları veya dinleri hoşgörüyle karşılayabildiği, toplumu örgütleme konusunda
dışlayıcı değil kapsayıcı olduğu görülüyordu. Bununla birlikte kararlı bir otokrasi
kurulurken kimlik daha dışlayıcı bir hale geldi. Bu özellikle kamu ahlakı ve dav­
ranışlarının dikkatle denetlenmesi, eğitimin ve devlet yardımlarının kontrol altına
alınması vasıtasıyla gerçekleşti.
Buna rağmen 1 979'da liberal siyasi kurumlar içeren bir anayasa kabul edildi.
Yine de kontrol seçkin ulemanın elinde toplanmıştı. İslam Cumhuriyeti sadece laik
ve Batı yanlısı görüşleri değil, ulemanın yalnızca kağıt üstünde Müslüman olarak
gördüklerini de reddediyordu. Artan ekonomik sorunlar ve kuşkuculuğun bunaltıcı
bir hal alması karşısında, dini yönetimin sonuçta başarılı veya kalıcı olup olmaya­
cağı zamanla görülecektir. Bununla birlikte geleceğin İran'ı, coğrafyasının değişme­
mesine rağmen muhakkak şehirleşmiş olacaktır. Modem merkeziyetçi devlet, yurt­
taşlarının hayatını her konuda doğrudan etkilemeye devam edecektir. En önemlisi,
2 1 . yüzyılın başlangıcıyla birlikte, İranlıların yurttaş olarak kendilerine daha fazla
siyasi rol biçmesi, din adamlarının yönetimine karşı bir meydan okumadır.

19
2

AHAMENİŞLER
(MÖ 5 5 0-3 3 1 )

Pers1 tarihi ve hükümdarlığı, Ahameniş yazıtlarıyla daha yakın tarihli kutsal kitap
metinleri ve klasik kaynaklarda ifadesini bulur. Perslerin tarihi Ahamenişlerden
çok daha önce başlamakla birlikte, kendi yazdıkları ve kendilerini açıkça Pers ola­
rak tanımladıkları ilk tarihi kaynaklar MÖ 6. yüzyıl sonuna dayanır. il. Kiros ya da
Büyük Kiros (MÖ 558-530), Babilce yazılı ünlü silindirde, hükümdarlığını Fars'ın
egemen şehri Anşan'da kral olan atalarına dayandırarak meşrulaştırır. l. Darius
(MÖ 522-486), Bisitun'da MÖ 5 1 7 civarında yükseklerdeki kayalara kazılan ün­
lü yazıtında, kendi hükümdarlığını aynı şekilde Fars'tan gelen bir başka Ahame­
niş soyuna bağlar. Ahameniş Hanedanı, Fars bölgesi ve imparatorluk ilk kurucu
olan Kiros tarafından bir araya getirilir. Genellikle Ahameniş İmparatorluğu'nun
ikinci kurucusu olarak görülen Darius bunu devam ettirir. Darius bir gaspçı mıy­
dı? Bir Ahameniş soyu mu uydurmuştu ? İkisi de Kiros'un büyük büyükbabası ve
Darius'un büyük büyük büyükbabası Teispes'in ismini paylaşır. Bir hükümdarın
kendi sülalesi ve yaşadığı yerle özdeşleşmesi antikçağdaki Yakındoğu'da yeni bir
· şey değildi ama Darius'tan başlayarak Ahameniş kimliğinin sürekli kullanılması
yeniydi. Son derece önemli bir başka husus da Ahameniş hükümdarlık kavramıydı.
Bu kavram arada önemli kopukluklar olmasına rağmen İran'ın sonraki tarihine
model oluşturuyordu.
Büyük İskender MÖ 3 3 1 -330'da Ahameniş Hanedanı'na son verdikten son­
ra kendi hükümdarlığı sadece yedi yıl sürdü (MÖ 330-323 ) . Selevkos haleflerinin
(MÖ 3 1 2-129) Ahameniş kurumlarını Helenistik bir görünümde sürdürmeleri şe­
hirli elitleri fazla etkilemedi. Partlar/Arşaklılar (MÖ 247-MS 3. yüzyıl) Ahameniş
İmparatorluğu'nu ve hükümdarlığını, krallarının adı silinmiş olmasına rağmen ye­
niden yaratmaya koyuldular. Ardından gelen Sasaniler (MS 224-64 1 ) (Parti ardan
daha geniş bir bölgede ve eşit bir zaman diliminde) Fars'taki merkezlerinde, ilk Pers
imparatorl uğunun bir benzerini başarıyla yarattılar. Sasani Hanedanı'na son veren
Arap ordularının ezici bir başarı kazanıp Müslüman-Arap hükümeti kurmalarına
rağmen, Ahameniş bürokrasi modeli ve hükümdarlık kavramı varlığını sürdürü­
yordu. Antik İran tarihini efsane haline getiren sözlü gelenek 1 0 . yüzyılda, Türk

20
AHAMENIŞLER

himayesi altında (Türk-Moğol İran'ı (970-1 500)] Firdevsi'nin Şehname adlı büyük
destanıyla yazıya geçirildi. Daha sonra gelen hanedanlar, Şehname'de soy ve yer
dahil hükümdarlığı yüceleştiren temaları örnek aldı. Şehname'nin efsaneye dayalı
geçmişinin, arkeolojiye dayanan gerçek Ahameniş dünyasıyla yüzleşmesi için 20.
yüzyıla kadar beklemek gerekti.
Pers tarihinin il. Kiros'tan öncesine uzandığı kesin olmakla birlikte, kimliklerini
yazıya geçiren ya da en azından kaynakları hata mevcut olan ilk Pers hükümdarı il.
Kiros'tur. İster aynı soydan gelsin, ister uydurma olsun; bu ailevi ve etnik kimlikle­
rin tasdiklenmesi durumu, Ahameniş İmparatorluğu'nun ikinci kurucusu 1. Darius
tarafından yeniden gündeme getirilmişti. Yönetici konumdaki Ahameniş Ailesi'yle
yurtlarının bulunduğu Parsua, Fars arasında bir bağ kurulmuştu. Bu bölgeyle ku­
zeydeki Medya ve batıdaki Elam arasında önemli bir etkileşim vardı. Sonuçta, bü­
yümekte olan Ahameniş Hanedanı'nın en önemli dayanağı, komşu Medya ve Elam
imparatorluklarıyla ilişki içindeki Fars'ın sosyal-siyasi gelenekleriydi.
il. Kiros küçük ama stratejik konuma sahip bir bölge olan Fars'tan yola çıkarak
çok daha güçlü olan Medleri yendi. Mısır hariç bütün Yakındoğu'yu fethedip gü­
cünü Orta Asya'ya kadar genişletti. Mısır, Kiros'un oğlu Kambises tarafından dün­
yanın o güne dek gördüğü en büyük imparatorluğun topraklarına katıldı. Onun
halefi olan 1. Darius iç isyanları bastırıp Ahameniş egemenliğini daha da büyüttü ve
hanedanın MÖ 3 3 1 'de Büyük İskender tarafından yıkılana kadar hüküm sürmesini
sağlayan idari yapıyı kurdu.
Neden Medler veya çok daha güçlü olan Elamlılar değil de Persler, impara­
torluk inşa eden topluluk olarak ortaya çıktı? Elam özel bir tarihi sorun arz eder,
ama önce Medya 'yı ele alalım. Medler ve onlarla yakından ilişkili Persler, Zağros
Dağları'na ilk kez ikinci binyılın sonunda, Orta Asya'nın batı kısmından yeni bir
Hint-Avrupa göç dalgasıyla geldiler. 9. yüzyıla ait tarihi kayıtlarda dikkat çeken
grup Medler oldu. Orta Batı Zağros'ta yer alan Medya'nın merkezi Ekbatana, yani
bugünkü Hamedan'dı. Medlerin gücü batıda Anadolu'ya, doğuda Orta Asya 'ya
kadar uzanıyordu. Medya o bölgedeki birkaç federasyondan biriydi. Kaynaklara
göre Medya Krallığı stratejik konumu sayesinde Zağroslar'a egemen olup Asurlu­
lar üzerine sık sık saldırıyordu. İran Platosu'na girişin yanı sıra hem doğu hem batı
yönünde ticarete imkan veren bir konumu vardı. Bizzat Zağros bölgesi de başta
at olmak üzere ticari ürünler açısından önemliydi. Atlara Mezopotamya' da askeri
amaçlardan dolayı çok değer veriliyordu.
Medya'nın gücünün ve askeri başarısının altında yatan neden atlar ve atlı, silahlı
birliklerdi. Herodot'un Perslere dair ünlü bir gözlemi vardır. Buna göre Persler çok
iyi at sürmeyi, ok fırlatmayı ve gerçeği söylemeyi öğrenmişti. Bu gözlemin Medler
için de doğru olduğu söylenebilir. Döneme ait tarihi kayıtlar, Zağroslar'daki grup-

21
iRAN TARiHl

!arın adları ya da bölgesel güçler ve bunların Mezopotamya'yı taciz edip tehdit


kaynağı olması dışında fazla bir bilgi vermez. Sosyo-politik örgütlenmeyi gösteren
bir bulgu yoktur.
Daha sonraki Yunan kaynaklarıyla tarihçileri, elde yeterli dayanak olmamasına
rağmen Zağros halklarından kabileler ya da " uygarlaşmamış" insanlar olarak bah­
seder. Daha yakın tarihlerde yaşayan tarihçilerin ve Yunanlıların varsayımına göre
bu kabile veya gruplar özerkti. Hükümet denetimine tabi olmadıklarından uygarlı­
ğa karşı kaosu simgeliyorlardı. Ayrıca, bu kabilelerin soydaşlık bağlarıyla örgütlen­
diği, ekonomilerinin göçebe hayvancılığa, özellikle koyun ve keçilere bağlı olduğu
varsayılır. Zağroslar'da bu konuda tarih öncesi döneme ait kesin bulgular yer alır.
Kaynakların azlığı, Medleri daha iyi anlamaya engel olur. Bugüne kadar yalnız
iki Medya şehri, Godin Tepe ve Nuşican kazıldı (kazıların sürdüğü Hamedan'ı
da sayarsanız, üç şehir). Kazılarda çok ilginç malzemeler ortaya çıkmakla birlikte
bunlar Medya'ya özgü bir tarzdan yoksundu. Kaynakların yokluğu dolayısıyla, er­
ken döneme ait Med başarılarını ve sonunda Ahamenişlere karşı koyamamalarını
açıklayacak fazla bulgu da yoktur.
8. yüzyıl sonuna ait Asur rölyeflerinde Medya kaleleri tasvir edilir. 7. yüzyıla
ait antlaşmalar Medlerin As\ırlular için önemini gösterir. İkincil öneme sahip ol­
makla birlikte, taht mücadelelerinde Medlerin desteği aranıyordu. Medler Asur'u
MÖ 6 14'te fethetti. Medya Kralı Siyaksares, Asurluları alt etmek için MÖ 6 1 2'de
Babillilerle ittifak yaptı. Böylece Medya'nın hakimiyeti Zağroslar'ın ötesine ulaştı.
Medler güneyde Fars'ı kontrol ederken, batıda ve kuzeyde bütün Zağroslar'a, Ku­
zey Mezopotamya'ya ve Doğu Anadolu'ya hakimdi. Anadolu'da İskitler, Mannalar
ve Lidya onların egemenliğindeydi. Halys Nehri ( Kızılırmak), MÖ 585'te Lidya
ve Medya arasında sınır olarak belirlenmişti. Doğudaysa, Medya'nın hakimiyeti
muhtemelen Baktriya'ya kadar uzanıyordu. Medya'dan genellikle bir devlet olarak
bahsedilmesine ve hükümdarının kral kabul edilmesine rağmen; hükümdarlık, dev­
let, örgütlenme ve toplum yapısı hakkındaki bilgiler kısıtlıdır.
Medya büyük olasılıkla, şehir merkezlerinin yer aldığı ve Fars'ta büyük bir
özerkliğe sahip Ahamenişler gibi silahlı grupları bünyesinde barındıran federas­
yonlardan oluşuyordu. Medya yerinden yönetimci bir imparatorluktu . Çeşitli etnik
toplulukları içeren bir nüfusu vardı ve özerk gruplar barındıran büyük topraklar
üzerinde hüküm sürüyordu. Vergi ve haraç topluyor, diğer devletlerle antlaşmalar
yapıyordu. Bu noktada belli bir şekle sahip Medya ideolojisini gösteren bulgular
yoktur. Ortadoğulu komşularında bulunanlardan ayırt edilebilecek kültür kalıntı­
ları da fazla değildir.
Büyük bir imparatorluk ve kurumlarının Medya'dan ziyade Fars'tan çıkmasın­
dan daha şaşırtıcı bir olgu, Elam'ın daha büyük bir imparatorluk olmayı başara-

22
AHAMENIŞLER

mamasıdır. Hem Elam hem Medya'ya karşı Ahamenişlerin ortaya çıkarak daha
büyük bir imparatorluğu yönetmesi bizim için kayda değer bir konudur. Aslında
Elam'ın MÖ 3400'lerden başlayıp 6. yüzyıl ortalarına kadar giden çok uzun bir
tarihi vardı. Onların yerini Zağros bölgesinde Medler aldı. Elam coğrafi açıdan
güneybatı İran'da, bugünkü Huzistan eyaletinin bulunduğu yerdeydi. Bu bölge
bilhassa o döneme ait metinlerden ve en büyük şehri Susa'nın konumundan do­
layı Mezopotamya'nın uzantısı olarak görülür. Oysa uzun süre göz ardı edilen bir
gerçeğe göre, Elam doğuda Zağroslar'ın eteklerine, hatta zirvelerine kadar uzanı­
yordu. Elam iktidarı ve kültürü bu yüksek topraklarda Mezopotamya'dan Fars'a,
hatta daha ötelerine kadar uzanan bir alanı kapsıyordu. Bu bölgede, özellikle Tall-i
Malyan'da, yani uzun zamandır "kayıp" Elam şehri Anşan'da son yirmi beş yılda
yapılan kazılar, Elam devletinin boyutlarının İran Platosu'yla ilişkisini ve muhte­
melen Orta Asya'ya kadar uzandığını ortaya koydu.
Elam'ın çok uzun tarihine, siyasi ve kültürel önemine rağmen, bu devlet hakkın­
daki bilgimiz çok kısıtlıdır. Elamlılarla ilgili Mezopotamya'da bulunan çok sayıda­
ki metin ve kaynak belli zaman dilimlerine yoğunlaştığı için genel tarihi hakkındaki
bilgiler çok eksiktir. Nispeten daha fazla metin olan zaman dilimleri için bile, siyasi
ve idari tarihi hakkında genel bir çerçeve çizmeye yetecek bilgi yoktur. Elam'ın
maddi kültürü; mimarlık, sanat, mühürler, hem Mezopotamya hem de Zağros­
lardaki hinterlandıyla ilişkili olup, fark edilir bir tarza sahiptir. Elam dilinin ilk
biçimleri henüz çözülememiştir. Bu dilin diğer Ortadoğu dillerine benzemediğini,
sonraki biçimininse Ahameniş döneminde de kullanılan önemli bir idari dil olduğu­
nu belirtmek gerekir. Sami ya da Hint-Avrupa dil ailesine mensup olmayan Elamca,
Dravitçe ile bağlantılı olabilir. Bizim konumuz olan erken Pers tarihi açısından, an­
tik Mezopotamya'nın yönetim ve kültür geleneğinin Kiros için model oluşturması
Medya'dan ziyade Elam vasıtasıyla olmuştur.
Daha önce belirtildiği gibi, kaynak azlığı erken Pers tarihini anlamadaki en bü­
yük sorundur. Genel anlamda erken İran tarihi için dört kaynak türü vardır: Eski
Farsça yazıtlar ve sözlü anlatımlar; Persepolis, Mezopotamya ve Mısır' da bulunup
Eski Farsça olmayan, o döneme ait kayıtlar; Yunanlı ve Romalı tarihçilere ait kla­
sik kayıtlar; arkeolojik bulgular. Farsça bir Hint-Avrupa dilidir. Ahamenişlerin kul­
landığı yazılı biçimi Eski Farsça olarak bilinir. Bu biçimi Darius tarafından özellikle
anıtsal yazıtlar ve hükümdarlıkla ilişkili küçük nesneler üzerindeki yazıtlar için
geliştirilmiş olabilir. Eski Farsça, çiviyazısıyla yazılıyordu ama Mezopotamya'da
kullanılan Akadçadan ( Babilce) farklıydı. Ahameniş hükümdarlığı açısından son
derece önemli bir olgu, Eski Farsçaya her zaman iki farklı dilin, genelde Elamca
ve Akadçanın eşlik etmesiydi. Bir Sami dili olan Aramice Yakındoğu ve Mısır'da
kullanılan en yaygın dildi. Bu dil Ahameniş idaresinde de yaygınlığını sürdürdü.

23
İRAN TARİHİ

Bisitun Yazıtı bir yana, en önemli Ahameniş kaynakları bizzat Persepolis'te bu­
lunan tabletlerdir. Hazine ve Tahkimat Metinleri diye bilinen bu tabletler adını keş­
fedildikleri yerleşimlerden alır. Elamca yazılmış iki metin dizisi de idari konuları,
özellikle ödeme ve tayınları konu alır. Yaklaşık yüz Hazine metninin tarihi 5. yüz­
yıla dayanır. Buna karşılık binlerce Tahkimat metni olup geç 6. yüzyıl ve çok erken
5. yüzyıla aittir. Tahkimat metinlerinin çoğunluğu ve parçaları henüz basılmamıştır.
Bu metinler Ahamenişlerin bilhassa Fars'taki tarım, işgücü, toprak sahipliği, ticaret
ve geçim kaynakları gibi ekonomik faaliyetleri üzerine görüşler içerir. Her iki metin
dizisi belli zaman dilimleriyle sınırlı olduğundan, Ahameniş tarihinin sonraki dö­
nemleri hakkında büyük boşluklar yaratır.
Mezopotamya'daki Akadça ve Mısır'daki Aramice metinler, Elamca ve Eski
Farsça metinleri bütünler. Ne var ki bunlar da yalnızca 5. yüzyılın ikinci yarısına
aittir. İlginç bir husus olarak, Elefantin'deki Yahudi garnizonunda bulunan Arami­
ce bir metin, Bisitun Yazıtı'ndaki parçalardan birini içerir. Akadça belgeler Muras­
hu Ailesi'nin iş anlaşmalarını kayda geçirmiştir. Bunların arasında askeri hizmete
karşılık arazi bağışı ve imparatorluk hükümeti merkezinde ticari alışverişler vardır.
Papirüse ve çömlek parçalarına yazılmış Elefantin Metinleri dışında, Mısır'ın diğer
bölgelerinde bulunmuş Aramice ve bazı örneklerde demotik • metinler vardır.
Yunanca ve Latince yazılmış klasik metinler özel bir sorun teşkil eder. Bunun
nedenlerinden biri bu metinlerin maharetli tarihçi ve coğrafyacılar tarafından ge­
nellikle oldukça ayrıntılı yazılması, diğer bir nedeni de Yunan görüşüne ağırlık
veren bir şekilde yazılmış olmasıdır. Yunan bakış açısı Ahamenişlere ya da genel
olarak Yunanlı olmayanlara aykırı görüşler içeriyordu . Kendi dönemlerinde mey­
dana gelen olayları kaleme alanlar bile (Herodot [MÖ 5. yüzyıl] ve Ksenofon [MÖ
430?-355 ? ] ) başkaları vasıtasıyla öğrendikleri olayları yazmaktan çekinmiyordu.
Bazı klasik tarihçiler, sadece eserlerine verilen referans yoluyla veya daha sonra ge­
len tarihçilerin onların eserlerinden parçalar alması sayesinde tanınmıştır. Bunların
örnekleri arasında Ctesias yer alır. Plutarkhos (MS 46 ?-120 ? ), il. Artakserkses'in
biyografisini hükümdarlığından yüzlerce yıl sonra yazmıştı. Yunan kaynakları da
zaman kısıtlamasına sahip olup, sadece Yunanlıları etkileyen olaylarla veya Ak­
deniz kıyısındaki Ahameniş faaliyetleriyle ilgileniyordu. Bazıları tamamen hayal
mahsulü olan Yunan metinlerini doğrulayacak Ahameniş metinleri veya diğer dış
kaynaklar yoktur. Yunanlılar, Yunan olmayan bütün kavimleri barbar olarak ni­
telemekle birlikte; "ötekiler" , özellikle Ahamenişler, kendileri için Yunanlılığın ve
Yunanlı olmayanların ne anlama geldiğini tanımlamaya yarıyordu. Ksenofon, ay-

• Hiyeroglifin halk tarafından kullanılan elyazısı şekli. (çev. )

24
AHAMENİŞLER

nı dönemde ve hatta ulusal efsane yaratmanın bir unsuru olarak Cyropaedia adlı
eserinde Büyük Kiros'u, Yunanlı olmaması, parlak zekası ve otokratlığı nedeniyle
örnek hükümdar olarak göstermişti. Yunan bakış açısına göre Ahamenişler otok­
rasi, iktidar, refah ve ifratı temsil ediyordu. İronik bir durum olarak, kölelik Yunan
toplumu için çok önemli bir unsurken Ahamenişler için değildi. Ayrıca Yunan ta­
rihçiler tarihi kendi toplumlarının koşulları ve değer yargılarıyla açıklıyordu. Aha­
menişlerin çöküşünü, ki Yunanlılara göre Kserkses ile birlikte başlıyordu, yozlaşma
ve zayıflığa, hatta kadınca davranışlara bağlıyorlardı. Bu yaklaşımlar Batı düşünce­
sine günümüze kadar egemen olmuştur.
Ahamenişlerle ilgili kutsal kitaplara dayalı kaynaklar iyi bilinmekle birlikte ken­
dine özgü sorunlar ve önyargılar içerir. İşaya ile Ezra ve Nehemya'ya göre Büyük
Kiros "Tanrı'nın meshettiği " insan olup Yahudilerin Babil'deki tutsaklığına son
vererek Kudüs'teki tapınaklarını yeniden inşa eden kişidir. Oysa Ester'de Ahame­
nişler, Yunanlıların sonradan duyduklarına dayanarak yazdığı görüş açısıyla anla­
tılır.
Bütün kaynakların eleştirel gözle kullanılması gerektiği şeklindeki önerme, söz
konusu Ahamenişler olduğunda, kaynakların kıtlığı göz önüne alınınca daha da
önem kazanır. Nihayet arkeoloji Ahamenişler konusunda bize yeni bir kaynak sağ­
lamaktadır. Arkeolojinin yeni bir kaynak sayılması, 1 9 . ve 20. yüzyıla ait bir olgu
olmasından ileri gelir. 1 9 . yüzyılda yaşayan Henry Rawlinson, Ahameniş araştır­
malarının babası olarak öne çıkar. Her ne kadar Kuzey Mezopotamya'da yoğunla­
şıp, antikçağ Yakındoğu arkeolojisinin öncüsü olsa da Pers tarihi açısından önemi,
Bisitun Yazıtı'nı tercüme edip Eski Farsça metnini oluşturmasından kaynaklanır.
İran'da arkeolojik kazılar 1 9 . yüzyılda önce Susa'da, ardından aralarında Perse­
polis, Pasargad ve Tepe Malyan'ın (Anşan ) bulunduğu diğer Ahameniş yerleşim­
lerinde başladı. Ardından, Orta Asya'dan Akdeniz'e kadar Ahamenişlere ait ve
onlarla ilişkili yerleşimler de kazıldı. Ne var ki yazılı kaynaklar gibi arkeoloji de
bizi büyük sorunlarla karşı karşıya getirdi. Bu alanda en büyük sorun Ahameniş
çömlekçiliğini yansıtan bir kesitin bulunmayışıdır. Oysa böyle bir kaynak güvenilir
bir kronoloji yapılmasını ve bütün imparatorluk çapında yerleşimlerin kıyaslanma­
sını sağlardı. Yine de kaynaklarla ilgili sorunlar olmasına ve bu durum Ahameniş­
ler çağının ikinci yarısında daha belirgin bir hal almasına rağmen, bu hanedanın
tarihiyle ilgili genel bir çerçeve çizilebilir. Tarihte birtakım büyük olaylarla büyük
liderlere ağırlık veren kaynaklar ve tarih geleneği, Ahamenişler hakkında bütün
yazılanların simgesi haline geldi.
Savaşlar, emperyal yayılma ve kahraman kişilikler Ahameniş tarihinin ne­
redeyse başlangıcından itibaren önemli temalar olmuştu. Babil kaynakları, Kral
Nabonidus'un hükümdarlığının üçüncü veya altıncı yılında (MÖ 554/553 veya

25
IRAN TARIHl

550/549), Medlerin bir "vassalı" olan Anşanlı Kiros'un, Medya birliklerini çökert­
tikten sonra kralları Astyages'i esir aldığını yazar. Kiros bunun ardından başkent
Ekbatana'yı ( Hamedan) ve kraliyet sarayını ele geçirip hazineleri talan ederek ga­
nimeti Anşan'a göndermişti. Kiros Medya'ya karşı saldırıyı kendi yurdundan, ya­
ni Elam İmparatorluğu'nun doğu kısmındaki Fars/Anşan civarından başlattı. İran
MÖ 639'da Asurlular tarafından yıkılana kadar Elam egemenliğinde kaldı. Ar­
dından il. Kiros ortaya çıkana kadar Medler hakimiyeti ele geçirdi. Sonunda, MÖ
55 9'da Kiros, kendi üstü konwnundaki Medya Kralı Astyages'i devirerek Persiya
ve Medya kralı oldu. Bu hareket, Ahameniş ve Pers tarihini başlatan olaydır. Ay­
rıca Ahamenişlerle Persler, Zağroslar'da aynı dönemde varlığını sürdüren pek çok
imparatorluğun tersine, bu noktadan itibaren tarihte kalıcı oldular.
il. Kiros, 1. Kambises'in oğluydu. Kambises ise 1. Kiros'un oğlu, Teispes'in toru­
nuydu. Hepsi Anşan'da kral olarak hüküm sürmüştü. Pers merkezli krallıklarının
boyutu veya Kiros'un Astyages'e karşı zafer kazanmasına yol açan olaylar dizisi
hakkında açık bir bulgu yoktur. Kiros muhtemelen önce Susa'yı fethetmişti. Bu
olay Medya'ya karşı bir meydan okumaydı. Ancak o dönemde Persiya üstünde ger­
çekten Medya hükümranlığını gösteren bir kaynak yoktur. Astyages'in Anşan Kralı
Kiros'a karşı harekete geçtiğini o dönemde yaşayan Babilli bir vakanüvis yazmış,
Herodot da bu iddiayı tekrarlamıştı. Ne var ki, Astyages'in ordusu isyan edip ele
geçirdiği kralı Kiros'a teslim etmişti. Bunun üzerine Kiros Ekbatana'yı işgal edip
hazinesini Anşan'a götürmüştü. Ekbatana daha sonra Ahamenişlerin imparator­
luk merkezlerinden ve kraliyet yerleşimlerinden biri, ayrıca Medya Satraplığı'nın
başkenti oldu. Orta Zağroslar'da stratejik bir konuma sahip olup, zengin otlakları
ve orta İran Platosu'na giden ticaret yolu bakımından önemli bir ekonomik rol
oynuyordu.
Medya ordusunun Kiros'un tarafına geçmesi, sadece iktidarın değil, aynı za­
manda Medya Krallığı'nın meşruiyetinin de ona geçmesi anlamına geliyordu. Üste­
lik Kiros küçük bir bölgenin kralı ve konfederasyon yapıcı olarak sahneye çıkmış,
ardından bir askeri taktik ve strateji dehası olduğunu göstermişti. Bu onun ka­
rizmatik liderlik vasıflarına sanip olduğunun kanıtıydı. Susa'yı fethettikten sonra
Medya'ya karşı zafer kazanıp ele geçirmesi, artık Zağroslar'da büyük bir güç oldu­
ğunun ve Batı Asya'daki siyasi ilişkileri etkileyeceğinin işaretini veriyordu.
Lidya Kralı Krezus, muhtemelen topraklarının güneydoğusunda ortaya çıkan
bu yeni lider sebebiyle, Lidya ve Medya toprakları arasında sınır kabul edilen
Kızılırmak'ı geçti . Kiros kuzeye ve doğuya yönelip Kapadokya'ya girerek bu ha­
rekete çabucak karşılık verdi. İki ordu savaşmasına rağmen kesin bir galip çıkma­
dı. Krezus başkenti Sardes'e dönüp kış mevsimi dolayısıyla ordusunu dağıttığın­
da, Kiros onu takip edip çeşitli ittifaklar kurdu. Büyük ihtimalle MÖ 547-546'da

26
AHAMENİŞLER

Sardes'i başarıyla kuşanp Lidyalıları yendi. Kiros'un imparatorluğu sadece üç dört


yıl içinde Anadolu'ya uzanarak Lidya'yı, ardından Likya'yı, Karya'yı ve Küçük
Asya'daki bazı Yunan şehirlerini topraklarına kattı.
Olağanüstü askeri kahramanlıklarıyla tanıdığımız Kiros, daha sonra doğuya
yönelip Ceyhun (Amuderya ) Nehri'ni geçerek Seyhun ( Siriderya) Nehri'ne ve ora­
dan muhtemelen İndus Nehri'ne ulaştı. Burada fazla durmayıp batıya döndü ve
Mô 53 9'da Nabonidus'u devirip Babil'i ele geçirdi. Yine bu tarihten önce Babil'le
ilişkisi olup olmadığına dair kesinlik yoktur, ancak en azından Medya'yı yıkması
Mezopotamya'da ciddi bir tehdit gibi karşılanmış olmalıdır. Babil ve Pers orduları
Dicle'nin doğusundaki Opis'te savaştı. Mücadeleden galip çıkan Persler ganimeti
yurtlarına taşıdı. Babil bu savaştan sonra herhangi bir çatışma olmadan ele geçiril-
di. Nabonidus tutsak alınırken, Kiros yeni Babil kralı olarak selamlandı.
Kiros Silindiri'ndeki yazıta göre Kiros, Babil Tanrısı Marduk'un buyruğuna uy­
gun davranıp inancını eski üstün konumuna getirmişti. Kiros böyle yapmakla yal­
nız Babil nezdinde meşruiyet kazanmakla kalmayıp, burada yaşayan diğer dinlere
mensup insanların gözünde de meşruiyet sahibi olmuştu. Bunun için Yahudiler de
dahil bütün halkları yurtlarına geri göndermiş ve tanrı heykellerini tapınaklarına ge­
ri koymuştu. Yahudilerin Kudüs'e dönüp Tapınağı inşa etmelerine izin verdiği için,
kutsal kitaplarda Kiros'tan Yahudi olmadığı halde "Tanrı'nın meshettiği insan "
diye bahsedilir. Yeni araştırmaların gösterdiği gibi, Kiros'un bu hareketi pragmatik
ve gelenekçi bir davranış olup yenilikçi değildi. Yerli tanrılarla liderlerin atanması,
Kiros'un meşruiyet kurmasını kolaylaştırıp hükmetmesini sağladı. Babil'in idaresi
için bir Persliyi askeri vali olarak atarken, daha önce yaptığı gibi mevcut elite ve
idari yapıya dokunmadı. Kiros'un oğlu ve varisi olan Kambises tuhaf bir şekilde
ve yalnızca bir yıllığına Babil'in eş kralı ilan edildi. Peki bu, Kambises'in babası­
nın ölümünden sonra tahta çıkmasını sağlama almak için mi yapılmıştı ? Babil'in
düşmesiyle birlikte, Suriye ve Filistin dahil olmak üzere imparatorluğun önemli
kısımları Kiros'un eline geçmişti.
Silindirdeki yazıtta Kiros evrensel bir lider olarak tanımlanır: "Ben Kiros, ev­
renin kralı, kudretli kral, Babil'in kralı, Sümer ve Akad kralı, dört bucağın kralı. "
Soyunun Teispes'ten geldiği yine b u yazıtta belirtilir. B u soyağacı Persepolis'te bu­
lunmuş, aynı döneme ait bir mühürle doğrulanmıştır. Kiros, hükümdarlığını ve sü­
rekliliğini hem ailesi içinde hem Mezopotamya emperyal geleneğinde öne çıkarıyor­
du. Yine Kiros Silindiri'nde, Marduk'un Anşan Kralı Kiros'u aradığı, Nabonidus'a
karşı adil hükümdar olarak onu seçtiği iddia edilir. " Babil'in yanı sıra bütün Sümer
ve Akad diyarının sakinleri, prensler ve valiler ( dahil), onun (Kiros'un) karşısında
eğilip ayaklarını öptüler; o krallığı aldığı için çok sevinçliydiler ve yüzleri parlıyor­
du. Onu bir efendi olarak mutlulukla karşıladılar. Onun yardımı sayesinde ( bir

27
İRAN TARİHI

kez daha) ölümden yaşam doğdu (ve) hasar ve felaket uzak durdu ve onlar onun
(mutlak) adına tapındılar. " 2
Hayatı hakkında zaten az bilgi bulunan Kiros'un son yıllarıyla ilgili bilgiler
daha da azdır. Geleneksel olarak dikkatini ve askeri güçlerini Orta Asya'ya yo­
ğunlaştırdığı; imparatorluğuna bugün Afganistan, Türkmenistan, Özbekistan ve
Tacikistan devletlerinin yer aldığı toprakları kattığı düşünülmektedir. O döneme
ait önemli bir kaynak olan Darius'un Bisitun Yazıtı, bu uçsuz bucaksız toprakları
ya da onu oluşturan beylikleri imparatorluğun parçası olarak sıralar. Herodot'a
göre il. Kiros MÖ 530'da yine Orta Asya'da, Aral Gölü'nün doğusunda, Saka
Massagetlere ( İskitlere) karşı bir savaş sırasında öldürülmüştü. Kiros'un cesedi gö­
mülmek üzere Fars eyaletindeki Pasargad'a getirildi. Kabri bütün yalınlığıyla hala
çok etkileyicidir.
Kiros'un yerine geçen ilk oğlu Kambises (MÖ 530-522), MÖ 525'te Mısır'ı
fethedip Ahameniş İmparatorluğu'na kanı. Babasının özellikle Babil'deki örneğini
hatırlatırcasına, Yukarı ve Aşağı Mısır'ın Firavunu olarak taç giyip, kendisinden
önceki Sais Hanedanı'nın meşru halefi haline geldi. Bununla birlikte, babası Yunan
kaynaklarında örnek hükümdar olarak gösterilirken Kambises beceriksiz olarak
tanımlanıyordu.

2.1 Kiros'un mezarı (fotoğraf: Gene R. Garıhwaite)

28
AHAMENIŞLER

Kambises'in Mısır'ı fethetmesi sıradan bir başarı değildi. Bunun için bir donanma
yaratılması gerekmişti. Gemilerin inşa edilmesi ve Akdeniz kıyılarındaki uyruk­
lardan denizciler toplanması bu çabaların içinde yer alıyordu. Komutanlık yapan
subaylar ise Persliydi. Kambises ayrıca Mısırlı hükümdar Amasis'i (MÖ 570-526)
Doğu Akdeniz'deki olası müttefiklerden tecrit edecek bir dış politika geliştirdi.
Amasis bölgedeki Ahameniş varlığını tehdit olarak görüp uzun zaman Levant'ta
bu varlığı yıpratmanın yollarını aramıştı. Kambises Araplarla başarılı müzakere­
ler yapıp Pers ordusunun karadan Sina Çölü'nü geçerek Mısır'a girmesini sağladı.
MÖ 526-525'te başlayan savaşta Mısırlılar daha ilk kapışmada çarçabuk yeni­
lip Memfis'e kaçtılar. Burada kesin olarak yenilirlerken yeni kralları III. Psamtik
esir alındı. Bu zafer Libya'nın Perslere teslim olmasına yol açtı. Ayrıca Kambises
Mısır'ın güney sınırlarında denetimini güçlendirdi.
Kambises'in tiran ve despot olduğu, yerel kültür ve politikaya duyarsız kal­
dığı algısı Herodot'tan kaynaklanır. Buna karşılık, döneme ait Mısır kaynakları
oldukça farklı bir değerlendirme yapar. Yüksek bir Mısırlı bürokratın heykelin­
deki yazıtta, Kambises Mısır geleneklerine uyan biri olarak tanımlanır. Tanrıları
onurlandırdığı, kurban etme ve diğer ritüellere, tapınaklara dokunmadığı belirtilir.
Kiros'un Babil'de yaptığı gibi, istikrarı yeniden kurup sürdürmek için yerli elitleri
atayıp kullanmıştır.

Yukarı ve Aşağı Mısır'ın Kralı [Kambises] Sais'e geldi. Kral hazretleri Neit
Tapınağı'na gitti. Her kralın yaptığı gibi büyük haşmetlinin önünde yere kapandı.
Her mükemmel kralın yaptığı gibi Neit, Büyük Tanrı, Ana Tanrıça ve Sais'teki
önemli tanrılar için bütün iyi şeylerin bulunduğu büyük bir şölen düzenledi. Kral
hazretleri bunu yaptı, çünkü ben onun büyük haşmetlinin önemini kavramasını
sağladım; zira o bizzat Ra'nın anasıdır:'

Sadece bu metin değil, diğer Mısır kaynakları da Kambises'in Mısır'daki kültürel


ve siyasi değerlere duyarlılığını gösterir.
Kambises veya Pers karşıtlığı muhtemelen bazı rahiplerin Kambises ve Pers iş­
galinden hoşnutsuzluk duymaya başlaması ya da isyanlar bastırıldıktan sonra ta­
pınaklarda faaliyetlerin kısıtlanmasıyla ortaya çıkmıştı. Ayrıca vergilere ve Pers
hakimiyetine karşı olumsuz tepkiler de vardı. Sonunda sebebi bizzat Kambises'e
bağlanan Pers karşıtı bir taraf tutma ortaya çıktı. Herodot'un Kambises'in aley­
hinde olmasının yanı sıra Yunanlı düşünürlerin Kiros'un hükümdarlığını oğulları­
nınkiyle karşılaştırmasının nedeni de bu Pers karşıtı yaklaşım olabilir. Kambises'in
bilinmeyen son yıllarının en büyük kaynağı Herodot'tur. Sonuçta Kambises'in ölü­
müne ve tahtla iktidarın, Ahameniş Ailesi'nin bir başka üyesi Darius'a geçmesi­
ne yol açan olayları algılamamızı onun anlatımı etkilemiştir. Döneme ait tek Pers

29
IRAN TARIHi

kaynağı olan Bisitun Yazıtı, bir hükümdar olarak Kambises hakkında çok az bilgi
verir; zira yazıtın bütün amacı Darius'un kendi benliğini ortaya koymasıdır.
Kambises'in liderliği bir ara tehdit altında kalmıştı. Bu, Herodot'a göre kardeşi
Bardiya, diğer adıyla Smerdis'ten kaynaklanıyordu. Gerek Bisitun Yazıtı'nda, gerek
Herodot tarafından, Kambises'in kardeşini öldürttüğü iddia edilir. Bunun ardından
meydana gelen birtakım olaylar sonucu, rahipler sınıfından Gaumata adında bir
yetkili kendisinin meşru kral Bardiya olduğunu iddia etmişti. Bu nedenle Hero­
dot ondan " Sahte Smerdis," Bisitun Yazıtı ise "Sahtekar Gaumata " diye bahseder.
Ayaklanmayı bastırmak için Mısır'dan yola çıkan Kambises, Suriye üzerinden ül­
kesine dönerken bir kaza sonucu öldü. Bardiya, ister Kiros'un gerçek oğlu isterse
bir sahtekar olsun, sadece birkaç ay hüküm sürebildi. O da sonunda yedi asil sui­
kastçı tarafından öldürüldü. Suikastçılardan Darius ise kral oldu (MÖ 522-486).
Bisitun Yazıtı'na göre Darius, Hystaspes'in oğlu, Arsames'in torunuydu. Arsames
ise Kiros'un atası Teispes'in babası olan ve hanedana ismini veren Ahameniş'in
soyundan geliyordu.
Büyük ihtimalle Bardiya/Gaumata gerçekten Kiros'un oğluydu. Kardeşi
Kambises'e karşı ayaklandıktan sonra, Darius ona karşı bir darbe düzenlemişti.
Gaumata'nın bir sahtekar olduğuna dair Darius'un iddiası, Kiros soyundan gelen
meşru bir halefi öldürmesini gizlemek için ortaya atılmıştı. Herodot'un kaynağıysa
kesinlikle Darius olmalıydı. Darius'un Ahameniş soyundan geldiğini iddia etmesi,
tahtta hak iddia etmesini meşrulaştırma girişimiydi. Bisitun Yazıtı'nda Darius'un
hem babasının hem büyükbabasının henüz yaşamakta olduğu belirtilir. Gerçekten il.
Kiros'la bu kadar yakın bağları olsaydı, tahta geçme konusunda onların daha güçlü
iddiaları olurdu. Darius'un kral olmasının ardından imparatorluk çapında isyanlar
çıktı. Bunlar arasında Babil, Elam, Ermenistan, Medya, İskitya krallarının; hatta
İran'da Bardiya olduğunu iddia eden birisinin yönettiği isyanlar vardı. Bütün bunlar
Darius tarafından meşruiyetine yönelik bir tehdit olarak görülüyordu. Bu halkların
bir kısmının ayaklanmasının altında fırsatçılık yatıyordu. Ancak kralın öldürülme­
sine ve işin içinde Darius'un parmağının bulunmasına duyulan tepkinin yarattığı
kargaşa, Ahameniş soyunun meşruiyetine duyulan genel bağlılığı gösteriyordu.
Darius öylesine büyük bir imparatorluktaki isyanları bastırıp, bir yılı biraz aşan
bir süre içinde imparatorluğu yeniden tesis etme becerisiyle, askeri liderliğinin ihti­
şamını soluk kesici bir biçimde göstermişti. Savaş meydanlarındaki çatışmaları ka­
zanıp isyancı liderlerle destekçilerini yakalayarak idam ettirdi ( bu "krallar" Bisitun
Yazıtı'ndaki kabartmalarda dramatik şekilde tasvir edilmiştir) . Darius kendisine
bağlı kalan komutanlar sayesinde düzeni yeniden kurdu.
Bir bölümü Kiros Ailesi'ne sadık olan isyancı liderlerle Darius'un destekçileri
arasındaki savaşlar, bizzat İran ve imparatorluğun bütününde Kiros'un ölümünün

30
AHAMENİŞLER

ardından ortaya çıkan ciddi çatlağı gösteriyordu. Sorunun özü, Kiros'un halefi
Kambises'in Mısır'daki başarısına rağmen babasının otoritesinden yoksun olma­
sıydı. Bardiya'nın ona karşı ayaklanması değişen gerçekliği gösteriyordu. Kiros
yeni kurulan Pers İmparatorluğu'nda, Kambises ise Mısır'da, yerli elitler vasıtasıy­
la hüküm sürmüştü. Buna karşılık, valilik ve askeri komutanlık mevkilerinde aile
üyeleri veya onlara yakın Pers ve Med ileri gelenleri vardı. Fetihler yoluyla elde
edilen yeni zenginlik ve güç kaynaklarına ortak olmanın yolu, hükümdarla ve onun
çok yakın çevresiyle bireysel ilişkilerden geçiyordu. Bunun sonucunda, hükümdara
yakın olma konusunda muhtemelen rekabet iyice kızışmıştı. Kiros'un yönetimin­
de imparatorluğun çok hızlı büyümesi, genellikle isyanların sebebi gösterilmesine
rağmen durumu yeterince açıklamaz. Perslerle Medlerin ekonomik, sosyal ve si­
yasi örgütlenmesiyle bütün imparatorluk çapındaki özerklik faktörü göz önüne
alındığında; Ahameniş hükümdarlarıyla kurulmuş olan ilişkiler, onların iktidarının
güçlenmesiyle birlikte değişmişti. Bu değişim, liderlerle elitler arasındaki siyasi ve
ekonomik rekabeti kızıştırmıştı. Sonuç olarak Kambises ve ardından Bardiya'nın
ölümü, tahtın kendisine ait olduğunu iddia eden Darius'u desteklemek veya ona
karşı çıkmak amacıyla birleşen güçlerin çatışmasını yaratmıştı.
İmparatorluk çapındaki isyanları bastırıp Kiros'un devletini yeniden tesis etme
konusunda Darius'un olağanüstü başarısını anlatan, o döneme ait önemli bir kay­
nağımız vardır. Bu kaynak elbette, Bisitun'daki dağın yüksek bir yamacına oyul­
muş olan yazıttır. Yazıtta isyancı liderlerin esir alınmasını tasvir eden rölyeflerin
altında, üç dilde Darius'un kendi anlatımı yer alır. Peki bu tarihi kayıt ve anıt ne
amaçla yapılmıştı? O dönemde yazıtta kullanılan üç dilden herhangi birini okuya­
bilen insan sayısı çok azdı. Bu dillerden biri olan Eski Farsça sadece bu amaçla ya­
ratılmış olabilir (gerçi Eski Farsça Pasargad'da kullanılmakla birlikte, yazıt oraya
muhtemelen Darius tarafından dikilmişti). Üstelik yazıt zeminden o kadar yüksekte
oyulmuştu ki, okuma bilen bir insan bile çiviyazısını oradan göremezdi. Günümüz­
de Tahran ile Bağdat'ın ortasında bulunan Bisitun, stratejik olarak Zağroslar'daki
ticaret yollarının doğu-batı ve kuzey-güney ekseninde kesiştiği bir noktada, büyük
bir su kaynağının karşısında yer alıyordu. Bir kavşakta yer almasının yanı sıra,
Ekbatana ile Mezopotamya ve İran Platosu'ndaki güç merkezlerinin yakınındaydı.
Bütün dünya Bisitun sayesinde Darius'un gücüne hayranlık duyabilirdi. Yazıt onun
iktidarının kaydı; meşruiyet için duyduğu kaygının, tarihi devamlılık duygusunun,
hükümdarlığını gelecekte de ifade edebilmesinin anıtı olarak hala durmaktadır. İk­
tidar, meşruiyet, tarihi duyarlılık konusundaki bu değerler sadece Ahameniş uyruk­
ları tarafından değil, Yunanlı tarihçiler tarafından da iyi anlaşılmıştı.
Darius, hizipçilik yüzünden parçalanan Kiros'un imparatorluğunu yeniden bir­
leştirmekle kalmamış, bütün elitlerin desteğini kazanmıştı. Bununla yetinmeyip

31
İRAN TARIH1

kendisini Ahameniş İmparatorluğu'nun ikinci kurucusu olarak kabul ettirdi. İmpa­


ratorluğun boyutlarını genişletip Kiros'un modeline dayalı bir bürokrasi ve idare
kurdu. İskender Ahameniş Hanedanı'na son verdiği zaman bile bu yapı varlığını
sürdürdü. Soyunu ve etkin hükümdarlığını Kiros'la eşleştiren Darius böylece Pers­
lerin Ahameniş Sülalesi'ne dayalı meşruiyetini sağlama alarak ülke içinde tekrar
ciddi bir tehdit oluşmasını önledi. İskender bile Ahameniş Ailesi ve hükümdarlık
gelenekleriyle bağ kurma zorunluluğu hissetmişti.
Kendi konumunu sağlama alan Darius, yönetiminin ilk yıllarında iki önem­
li sefert: çıktı. Bu seferlerin ilkini Hindistan'a gerçekleştirip Sind · ve muhtemelen
Pencap'ı ilhak etti. Diğeriyse Karadeniz'in kuzeyinde, İskitlere karşı zayıf bir se­
ferdi. İskitler sürekli yer değiştirerek sonunda Darius'un kuvvetlerinden kaçmayı
becermişti. Çok daha kalabalık olan Pers ordusunun hareket becerisi kısıtlıydı.
Darius zamanında imparatorluk batıda Mısır ve Libya'ya, doğuda İndus ve Orta
Asya'ya kadar uzanıyordu.
Darius başarılı bir idareciydi. Yönetimi boyunca oluşturduğu bir dizi örnek,
bütün Ahameniş döneminde halefleri tarafından uygulandı. Herodot'a göre im­
paratorluğunu yirmi eyalet ya da satraplığa bölmüştü. Her birinin başında birer
vali ya da satrap bulunuyordu. Satraplıklar vergi toplamakla görevli olup her yıl
sabit bir haraç ödüyordu. Darius para basan ilk Ahameniş hükümdarıydı. Susa'dan
Sardes'e kadar uzanan bir kral yolu inşa ettirmişti. Bu yolda eşit aralıklarla dizilen
menzil noktaları, imparatorluğun batı kısmıyla teması sağlayıp bu bölgedeki ko­
şulları ve olayları merkeze bildirme imkanı sağlıyordu. Yazıtlarda çiviyazısı yoğun
biçimde kullanılmaktaydı. Darius tarafından icat edildiği düşünülen Eski Farsça
yaygın değildi ve idarecilik dili olarak Aramicenin yerini alamamıştı. Bisitun ve di­
ğer anıtlardaki Eski Farsça dahil üç dilli yazıtlar onun tarihe, kimliğe ve meşruiyete
karşı duyarlığını gösteriyordu.
Darius ayrıca yapıcı bir hükümdar olarak önemliydi. Mısır'da Nil Nehri'ni
Kızıldeniz'e bağlayan kanalı tamamlamıştı. Bu projenin amacı belki Akdeniz'le Bas­
ra Körfezi arasındaki ticareti kolaylaştırmak, belki yeni Pers hükümdarını Mısır'da
büyük bir projeyle özdeşleştirip bu gelenekte de meşruiyetini sağlamak ya da ikisini
birden temin etmekti. Meşruiyet için duyulan bu kaygı, devamlılık ve iktidarın Nil
kanalında olduğu gibi somut şekilde ifade edilmesi; Ahamenişlerin anayurdundaki
Persiya, Medya ve Elam'da örnek alınmıştı.
Darius, daha önce kurulmuş Susa ve özellikle Persepolis gibi yerlerde şehirlerin
ve idare me rkezl er i n i n gelişmesine çok büyük önem verdi. Susa onun en önemli ida­
re merkeziydi. İmparatorluk sarayı her yılın yarısını burada, yarısını Ekbatana'da
geçiriyordu. Darius Susa' da yoğun bir inşaat faaliyetine girişti. Bu yapılar arasında
öne çıkanlar Apadana adı verilen kabul salonu ile avluların etrafında toplanan

32
AHAMENİŞLER

odalardan meydana gelen Babil tarzındaki bir saraydır. Darius'un amacı burada
da hükümdarlığını vurgulamaktı. Kuruluş tabletleri onun bu niyetini gayet açık
biçimde ortaya koymaktadır.
Darius yaşamının son döneminde Yunanlılarla karşı karşıya geldi . Kısıtlı sa­
yıdaki Pers kaynaklarının onun döneminde tamamen kaybolduğu, diğer kaynak­
larınsa en iyi ihtimalle bölük pörçük olduğu, dikkat edilmesi gereken bir husus­
tur. Mısır'daki heykel ve dikilitaşların üzerindeki yazıtlar, Darius'un daha önceki
Ahameniş hükümdarları gibi firavunluk unvanları ve rolleri benimsediğini gösterir.
Bunlar arasında tapınma ve yerel tanrılar tarafından desteklenme de vardır. Ne
var ki, kaynakların büyük bölümü Yunanlılara veya kutsal kitaplara dayanmak­
tadır. Bir kez daha başlıca kaynağımız Herodot'tur. İmparatorluğun batı kısmında
ayaklanan İyonyalılar, Atinalılar ve Eretrialılarla birlikte Sardes'i yağmalamıştı. Bu
önemli batı kalesine yapılan saldırıya karşılık olarak Darius, Avrupa üzerine büyük
bir ordu ve donanma göndererek Atina'yla Eretria'ya saldırdı. Ancak orduları de­
nizdeki fırtınalar ve küçük silahlı gruplarla çatışmaların ardından stratejik bir geri
çekilme gerçekleştirdi. Toplanan daha büyük bir ordu Eretria'ya saldırıda başarılı
oldu. Bunun ardından Pers kuvvetleri Maraton Ovası yakınında anakaraya çıktı.
Tabii buradaki savaşta Persler ünlü yenilgiyi tadarak gemilerine geri çekildiler. Ar­
dından donanma Atina 'ya saldırmak üzere yola koyuldu ama saldırı haberi buraya
ulaşmıştı. Bir kere daha yenilen Persler geri çekildiler. Darius birkaç yıl sonra öldü.
Yunanlılara karşı düşmanlık Kserkses tahta çıktıktan sonra yeniden başlayacaktı.
Kserkses (Serhas) (MÔ 486-465) kesinlikle Darius'un oğluydu. Babayla oğul
arasında performans ve fikirler anlamında da çarpıcı bir benzerlik vardı. Kserkses'in
tahta çıkarken önceliği İran'da kontrolü sürdürmek, Babil ve Mısır' da ayaklanma­
ları bastırmaktı. Buralarda otoritesini kurup babasının fethettiği yerlerde konu­
munu sağlamlaştırdıktan sonra Yunan tehdidine karşılık vermeye yöneldi. Ahame­
niş otoritesi Mısır'la Babil'de yeniden kurulmakla birlikte, oğlu Yunanlılara karşı
Darius'tan daha başarılı olamadı. Kserkses Babil'i iki büyük eyalete bölerek idare­
sini yeniden düzenledi. Eyaletlerden biri Fırat'ın doğusunda günümüzdeki Suriye
ve Irak topraklarını kaplıyordu. " Nehrin Ötesi" adını taşıyan diğeri büyük ölçüde
Suriye ve Filistin topraklarından oluşuyordu.
Kserkses nihayet Mô 480'de, anakaradaki Yunanlılarla, bilhassa Atinalı ve
Spartalılarla karşılaşmaya hazırdı. Bizzat başında bulunduğu büyük bir orduyla
Çanakkale Boğazı'nı geçti. Trakya, Makedonya ve Tesalya üzerinden yürüyen or­
du, Termofil Geçidi'nde Yunanlılar tarafından karşılandı. Firar eden bir Yunanlının
tavsiyesi üzerine arkadan başarılı bir saldırı gerçekleştiren Pers ordusu yolu açarak
Atina'ya ilerleyip şehri işgal etti. Yunanlılar donanmalarıyla beraber Salamis'e çe­
kilerek Persleri Korint Kıstağı'nda karşıladılar. Persler bu savaşı kazansaydı Pelo-

33
IRAN TARİHİ

poıınez yolu onlara açılacaktı. Sık sık anlatılan bu olayda Pers donanması batırıldı
ve birçok askeri boğuldu. Kudretli Kserkses Asya'ya geri çekilmeye zorlandı. Çıkan
bir ayaklanmayı kesin olarak bastırmak için Babil'e dönerken General Mardonius'u
bir orduyla beraber Kuzey Yunanistan'da bıraktı. Mardonius MÔ 479'da güneye
doğru ilerledi. Pers ve Yunan kuvvetleri bir kez daha ünlü bir savaşta karşı kar­
şıya geldiler. Bu kez savaş Teb yakınındaki Platea Ovası'nda gerçekleşti. Mardo­
nius öldürülürken· Persler bozguna uğradı. Ardından Yunanlılar Asya'ya çıkarak
daha önce Yunanistan'dan çekilen Pers ordusunu yendi. Bu felaket ve ardından
gelen başka askeri yenilgiler sonucu, Ahameniş Hanedanı'nın bir sonraki kuşağı
Yunan anakarasını hakimiyet altına alma girişimlerine son verdi. Yunan savaşları
konusunda günümüze ulaşan Ahameniş kaynağı olmadığından, Yunanlıların onlar
için önemi konusunda fikrimiz de yoktur. Yunan-Pers savaşlarının Yunanlılar için
belirleyici öneme sahip olması anlaşılır bir şeydir. Ancak bu savaşlar Pers impara­
torluğu için büyük olasılıkla fazla önem taşımıyordu. Perslerin Anadolu'nun batı
sınırlarının ötesinde kalan Yunanlılarla uğraşmaya tam olarak motive ve seferber
olmaması da pekala muhtemeldir. Buna karşılık Babil ile Mısır, Ahamenişler için
son derece stratejik ve emperyal öneme sahip olduğundan burada hiçbir tehdide
hoşgörüyle bakılmıyordu.
Kserkses babasının izinden gidip Persepolis'teki inşaat projelerini sürdürürken
imparatorluğu yönetme şeklini de korudu. Yine Yunanlı tarihçilerin bakış açısına
göre, son yılları saray entrikalarıyla geçmişti. Kserkses Mô 465'te, halef olarak
seçtiği Darius'la birlikte sarayında öldürüldü. Yerine diğer oğlu 1. Artakserkses
(MÔ 465-424) geçti. Sıkça rastlanan bu saray cinayetleri sırrı çözülmemiş bir dö­
nem olarak kaldı.
Artakserkses Mısır' da Atina'nın desteklediği ciddi bir ayaklanmayla uğraşmak
zorunda kaldı. Kuvvetleri kontrolü ele geçirip isyancıları imha etti. Atina-Yunan
tehdidi, Spartalılarla Atinalıların birbiriyle kapıştığı Peloponnez Savaşları'na ka­
dar devam etti. Onların birliğinin bozulması Perslere soluk alma fırsatı vermişti.
Artakserkses yönetiminde Persepolis'in inşası devam etti. Çok uzun yönetiminin
sonuna geldiğinde o büyük şehir büyük ölçüde tamamlanmıştı. III. Artakserkses'in
hükümdarlığı zamanında birkaç küçük ekleme yapıldı.
Ahameniş İmparatorluğu 1. Artakserkses'ten sonra canlılığını ve yönünü kay­
betmiş, hanedan yozlaşması sonucu bir asır sürecek bir gerileme dönemine girmişti.
Bu durum yine önyargılı bir görüşe yol açtı. Buna göre, Yunan savaşlarındaki ye­
nilgilerden sonra Ahamenişler bir daha toparlanamamıştı. Oysa bu görüş yeterince
açıklayıcı değildir. Ahamenişler gerçekten o kadar yetersiz olsaydı, hanedan bir
yüzyıl daha nasıl ayakta kalırdı? Tahta geçme sırası dışında kesin olarak bilinen
şeyler azdır. Ayrıca kral katli ve taht için kıyasıya verilen mücadeleler, Yunanlıların

34
AHAMENİŞLER

yozlaşma ve gerilemeyle ilgili yerleşik algılarına uyuyordu. Günümüze kadar ula­


şan kaynaklara göre Yunanlılarla savaş daima kapıda bekliyordu.
1 . Artakserkses MÖ 424'te Babil'de ölünce Ahameniş tahtına kimin geçeceği ko­
nusunda anlaşmazlık çıktı. Sonunda gayrimeşru oğlu Ochus, iki kardeşinin hak id­
dia etmesi üzerine onları öldürterek tahta geçti ve il. Darius adıyla (MÖ 423-404)
on sekiz yıl boyunca hüküm sürdü. Hükümdarlık Ahameniş kraliyet ailesi üye­
lerinin çevresi dışına taşmadı. Tahta geçme konusunda aile hariç kimseden itiraz
gelmesi mümkün değildi. Bu durum, gerek İran içinde gerek bütün imparatorlukta,
meşruiyetin Ahameniş Hanedanı'na bağlanması sayesinde istikrarlı ve tutucu bir
ortam yarattı.
Atina Sicilya'yla meşgul olduğu sırada, il. Darius Yunanlılara karşı yine avantaj
kazandı. Persler Atinalıları iyice zayıflatmak için Sparta'yla ittifak yapıp İyonya­
lıları yeniden haraca bağladı. Yunanlı ve Romalı tarihçiler Plutarkhos örneğinde
olduğu gibi olaylardan çok sonra Kadusilerin isyanlarından bahseder ( bu kavmin
adı dışında hiçbir şey bilinmemektedir). Bu yeni çatışma, bugün Kürdistan olarak
bilinen bölgedeki Ahameniş iktidarının merkezine daha yakın bir konumdaydı.
il. Darius'un yerine en büyük oğlu il. Artakserkses (MÖ 404-35 9 ) geçti. Hü­
kümdarlığının dördüncü yılında Genç Kiros ona meydan okudu. Çıkan çatışmada
Kiros öldürülünce il. Artakserkses tam kırk altı yıl hüküm sürdü. En uzun taht­
ta kalma rekorunu kırmasına rağmen dönemin kaynakları onun hakkında çok az
bilgi verir. Plutarkhos neredeyse beş yüzyıl sonra onun hükümdarlık erdemlerini
över. Mevcut yazıtlar krallık formülünde ilginç bir değişim sergiler. Buna göre kral­
lar Ahura Mazda'nın desteğini tanımakla birlikte, hangi sebeple bilinmez, Mithra
(kozmik düzenden sorumlu tanrı) ve Anahita'nın (su ve yaşam kaynağı tanrıçası)
adlarını da ekler.
il. Artakserkses'e karşı MÖ 40 1 -399 yıllarında Mısır'da meydana gelen ayak­
lanma başarılı olunca, Ahamenişler buradan çıkmak zorunda kaldı. Hüküm­
ranlığı yeniden kurmaya yönelik sayısız girişimleri sonuç vermeyince ancak III.
Artakserkses'in son yıllarında hakimiyeti ele geçirdiler. il. Artakserkses ise Mısır'ın
kaybından sonra stratejik önemi iyice artan Filistin'de kontrolü elinde tutmayı ba­
şardı. Ayrıca Yunanlıları Anadolu'dan çıkartıp Pers hakimiyetini yeniden kabul et­
tirecek bir konumdaydı. Bu hakimiyet varlığını Büyük İskender'e kadar sürdürdü.
il. Artakserkses ile Genç Kiros arasındaki tahta çıkma mücadelesi gayet iyi bili­
nir, çünkü Kiros'un ordusundaki on bin Yunan paralı askeri arasında bulunan Kse­
nofon, Anabasis adlı eserinde bu olaydan bahsetmiştir. Büyük ihtimalle Kiros'un
sarayda bir itibarı vardı, zira babası henüz sağken iki vali arasındaki anlaşmazlığı
çözmesi için batı cephesine gönderilmişti. Yine de kardeşine karşı darbe girişiminde

35
İRAN TARIHt

fazla destek bulamamış ve MÖ 40 1 'deki çatışmada kolayca yenilip öldürülmüştü.


il. Artakserkses'in ölümüyle taht için kardeş kavgası doruğa çıktı. Aralarında veli­
aht prens Darius'un da bulunduğu üç oğlu ölürken, adı yine Ochus olan dördüncü
oğlu III. Artakserkses adıyla tahta çıktı. Ahameniş Ailesi verasetle ilgili hanedan
içi çatışmalara rağmen krallık üzerindeki tekelci konumunu sürdürdü. Bu da ha­
nedanda yönetimin babadan oğla geçmesi konusunda yaygın bir destek olduğunu
gösterir.
III. Artakserkses de (MÖ 359-3 3 8 ) yine Plutarkhos sayesinde bilinir. 1 9 yıllık
yönetimi boyunca Mısır'da Ahameniş egemenliğini yeniden kurdu; ancak bunun
için önce Mısırlıların kışkırttığı Fenike isyanını bastırması gerekti. Olaydan uzun
süre sonra yazılan ve tartışmalı Yunan kaynakları Artakserkses ile bütün ailesinin
ölümünden bahseder. Bir tek en küçük oğlu Arses sağ kalmış ve IV. Artakserkses
adını almıştı (MÖ 33 8-336 ). İki yıl gibi çok kısa süren hükümdarlığı öldürülme­
siyle son buldu. Mecburen hükümdarlık ilk kez babadan oğla geçmedi ve ikinci
dereceden kuzeni olan Artaşata, III. Darius adıyla tahta oturdu (MÖ 336-330).
III. Darius Ahameniş Hanedanı'nın imparatorlukta hüküm süren son üyesi oldu
ve Makedonyalı İskender (MÔ 330-323) tarafından yenildi. Ahameniş ve Pers hü­
kümranlığını İskender'e bırakmak gibi küçük düşürücü bir duruma rağmen, III.
Darius imparatorluğunu sağlam bir biçimde savunmuştu. Aslında Makedonyalıla­
rın zafere ulaşması kaçınılmaz son değildi.
Makedonya Kralı il. Filip'in oğlu İskender, babasının Yunan dünyasına hakim
olma planının uygulayıcısı olmuştu. Bu plan sonucunda, Ege'nin öte yakasındaki
Anadolu'da Ahamenişlerle karşı karşıya geldi. Korint Birliği'ni kuran Filip, Pers­
lerin üzerine yürümeye fırsat bulamadan MÖ 336'da öldürüldü. Mô 334'e kadar
konumunu güçlendiren İskender, ordusuyla Çanakkale Boğazı'nı geçerek Pers se­
ferine başladı. Anadolu ve Levant kıyılarında sert bir direnişle karşılaşmasına rağ­
men III. Darius'un ordularını önce Biga Çayı'nda, ardından İssus'ta ve son olarak
MÖ 3 3 1 'de, Kuzey lrak'taki Gaugamela'da yendi. Yenilen III. Darius Babil'e kaçtı .
Susa, Persepolis ve ardından Ekbatana'nın kapıları İskender'e açıldı . Darius MÖ
330'da, kraliyet ailesine mensup bir general olan Baktriya Satrapı Bessus tarafın­
dan tahttan indirilip öldürüldü . Bessus kraliyet nişanlarına el koyarak iV. Artak­
serkses adını aldı. İskender onu ele geçirip öldürttükten sonra Asya Kralı unvanını
benimseyerek kendini Darius'un intikamını alan kişi ve meşru varisi ilan etti. Or­
duları Susa'yı yağmalayıp Persepolis'i yakmasına rağmen, selefi saydığı Darius'un
cesedinin Nakş-ı Rüstem'e getirilip diğer Ahameniş hükümdarlarının yanına def­
nedilmesini emretti. İskender ordusunun tarihe ün salan ilerlemesi MÖ 329'da,
imparatorluğun doğusundaki Baktriya ve Soğdiyana'ya doğru devam etti. İskender
buralarda çıkan isyanları bastırıp bir kez daha Hindukuş Dağları'nı geçerek İndus

36
AHAM EN İŞLER

ve Pencap'a ilerledi. Güneyde İndus Nehri'nin ağzına kadar indikten sonra batıya
dönüp Susa'ya ulaşarak çemberi tamamladı ve ertesi yıl, MÖ 323'te öldü. İskender,
Ahameniş-Pers elitiyle Makedonyalı ileri gelenler arasında denge kurmada başarılı
olmuştu. Persepolis yakılmasına rağmen Kiros ve Ahameniş geleneği onurlandırıl­
mıştı. İsyanlar genellikle çok sert biçimde bastırılmıştı. Bu da Zerdüşt rahiplerinin
onun aleyhine dönmesine yol açmıştı, ancak İran'ın genelinde yeni hükümdara bü­
yük ölçüde sadık kalınmıştı.
İskender'in ölümünden sonra generalleri imparatorluğun paylaşılması konu­
sunda ihtilafa düşmüştü. Bu generallerden biri olan Selevkos doğuda zafer kazan­
dı. MÖ 3 1 1 yılında, sadece İran değil bütün Mezopotamya ve Kuzey Suriye'nin
hakimiyeti onun elindeydi. İran'daki " Helenistik" adı verilen bu hakimiyet yakla­
şık 150 yıl sürecekti.
İskender'in olağanüstü başarısının tatmin edici bir açıklaması yoktur. Bununla
birlikte onun zaferleri, yaklaşık iki yüzyıl önce imparatorluğu kuran il. Kiros'un
aynı derecede olağanüstü başarısını hatırlatır. Yakın zamanda yapılan araştırmalar,
imparatorluğun yenilgisi ve yıkılmasından Ahamenişlerin yozlaşmasının sorumlu
olduğu savını reddeder. Yunanlı paralı askerleri de barındıran Ahameniş ordula­
rı ve soyluları, Hl. Darius'a sonuna kadar sadık kalmıştı. İmparatorluk, yıkıldığı
zaman bile gayet iyi yönetiliyordu . Başlangıcından itibaren niteliği gereği çeşitli
etnik grupları içeren çok kültürlü bir yapıya sahipti. Toplum, hukuk ve siyaset
bakımından ayrı olmasa da özerk gruplardan ve geniş bir idari birim ağından olu­
şuyordu. Önemli bölgelerde daimi isyan tehdidi III. Artakserkses döneminde ne
kadarsa III. Darius döneminde de o kadardı. Ayrıca Ahamenişlerin yenilip hane­
danın sona ermesinde ciddi ekonomik ve sosyal değişimlerin rol oynadığına dair
bir bulgu yoktur. Sonuçta bütün grupların özerk olması ve imparatorluğun serbest
federasyon şeklindeki yapısı, Ahamenişlerin İskender'e boyun eğerek siyasi açıdan
onu tanımalarını zorunlu kılmıştı. Bu toplumsal ve siyasi özerklik, İskender'in as­
keri başarısında kesinlikle rol oynamıştı. İskender'in başarılı komutanlığı, hatta
karizmatik liderliği, muhtemelen Ahamenişlere karşı zafer kazanıp imparatorluğu
kendisine mal etmesindeki temel etkendi.

AHAMENİŞLERİN HÜKÜMDARLIGI VE SİYASİ KÜLTÜRÜ

Ahameniş hükümdarlığını incelediğimiz zaman Pers tarihinin önemli bir kısmının


temelini oluşturan geçmişi bir nebze olsun anlama imkanı buluruz. Bu hükümdar­
lığın özünde, hükümdarın geçmişi ve uyrukları karşısındaki duruşu, bu unsurların
da hükümdardaki karşılıkları yatıyordu. Ahameniş Hükümdarlığı, siyasi kültürü

37
IRAN TARIHl

ilahi otoriteye dayalı bir ideolojiyle birleştirmişti. Bu ideolojinin temelinde hüküm­


darın Tanrı'nın yeryüzündeki vekili olduğunu telkin eden Zerdüşt ve belki daha es­
ki Mezopotamya kavramları vardı. Hükümdarlığın özünü, iyiyle kötünün evrensel
mücadelesi fikri oluşturuyordu. Hükümdarın adaleti sayesinde iyi, sonunda kötü­
yü alt ederek haklı çıkıyordu. Bu bin yıllık din ve emperyal ideoloji bütünleşmesi
Ahamenişlerle birlikte ortaya çıkmıştı ve evreni kaostan sadece bu hükümdarlığın
koruduğuna inanılıyordu .4 Hükümdarlar evrenle ilişkilerini ve evren içindeki rol­
lerini açık biçimde yazıtlar ve frizlerde, dolaylı olarak ise mimarlık ve sanat eserle­
riyle bütün idari kurumlarda dile getiriyorlardı. Bu idari kurumlara saray ve saray
içindeki kadınlar gibi bütün ekonomik ve toplumsal alanlar dahildi. Yazılı ve arke­
olojik kaynaklara dayanarak siyasi kültürlerini belli bir ölçüde yeniden oluşturma
imkanının olması önemli bir husustur.
Ahameniş otoritesi hükümdarlığı kutsal otoriteyle birleştirerek bütün impara­
torlukta kendini gösteren çok önemli bir hiyerarşi meydana getirdi. Bu hiyerarşi
Zerdüştlüğün mutlak varlığı olan ve sadece evreni yaratmakla kalmayıp hüküm­
darlarını seçen Abura Mazda ile başlıyordu. Onun vekilleri olan bu hükümdarlar
Pers Ahameniş Ailesi'nin üyelerinden seçiliyordu. ( Günümüzde Ahameniş büyük
krallarının Zerdüşt olduğu kabul edilmektedir. ) Bundan dolayı, hükmetme ve yö­
netme yetkisi sadece onlara aitti. Bu merkezi ilişki evrensel bir denge temin ediyor­
du: Ahameniş hükümdarına karşı isyan etmek Abura Mazda ve onun evrensel dü­
zenine isyan etmek demekti. Bu fikirler ve idealler 1. Darius'un Bisitun'da yaptırdığı
erken dönem Ahameniş yazıtlarıyla Nakş-ı Rüstem'de bulunan kendi mezarında
ve Kserkses'in mezarında açıkça dile getirilmişti. Benzer bir ilişki ve görüş Kiros
Silindiri'nde ifade edilmekle beraber Kiros, Abura Mazda yerine Babil'in mutlak
tanrısı Marduk tarafından kutsanmış Babil Kralı olarak tanımlanır. Manevi bir dü­
zenin ve Ahameniş Ailesi içinde verasetin temel alınması Kiros açısından son derece
önemliydi. Bu durum Darius ve varisleri tarafından da Zerdüştlük terimlerinde
ifadesini bulmuştu.
Sonuçta bu hanedanın tarihini nasıl yorumlamak gerekir? Ahameniş hüküm­
darları hakkındaki Yunanlı ve Ahamenişli tarihçilerin taraflı anlatımlarını aşmak
için hükümdarlığı ve onun toplumla ilişkisini oluşturan çeşitli etkenleri bağdaştır­
mak mümkündür. Bunun için Crossley'in Çin ve Orta Asya hükümet şekillerini
analiz etmek amacıyla geliştirdiği eşzamanlı hükümdarlık kavramı ( bkz. 1 . Bölüm)
kullanılabilir.5 Eşzamanlı veya evrensel hükümdarlığın temsil ettiği emperyal ifade
biçiminde, hükümdar krallıkta n veya imparatorluğu oluşturan kısımlardan daha
üstün olup tarihi bir gerçeklik olgusu ve bununla uyumlu bir imaj yaratır. Ayrıca
evrensel hükümdar, hükümdarlığının ifadesi olarak uyruklar ve hedef kitleler yara­
tabilir veya yok edebilir.

38
AHAMENİŞLER

Eşzamanlı hükümdarlıkla İran'ın siyasi kültürü Ahamenişlerden itibaren birleş­


mişti. Bu durum yazıtlarında, yaptırdıkları binalarda ve şehirlerde açıkça görülür.
Ahameniş Hükümdarlığı ilk kez Büyük Kiros tarafından, Babil fethini haklı gös­
teren ve Kiros Silindiri olarak bilinen tablet üzerinde açıkça ilan edilmişti: " Ben
Kiros, dünyanın kralı, büyük kral, meşru kral, Babil'in kralı, Sümer ve Akad kralı,
dört bucağın kralı, Kambises'in oğlu, büyük kral, Anşan'ın kralı, Kiros'un toru­
nu, Teispes'in soyundan gelen büyük kral, daima krallık yapan bir aileden gelen. "
Kiros kendini öncelikle Mezopotamya hükümdarlarının soyundan gelen bir halef
olarak ve onların unvanları vasıtasıyla meşrulaştırmıştı. Ardından Ahameniş soyu­
nu, bu ailenin mensubu olmasını, bu ailenin hüküm sürdüğü mekanı, yani İran'ın
Anşan şehrini belirtiyordu. Kiros iki sülale vasıtasıyla meşruiyet oluşturmuş, daha
önceki imparatorlarla ilişkisini kurarak hükümdarlığa ne kadar uygun olduğunu
ilan etmişti.
Aynı silindirde hükümdarlık ölçütlerini, evrenle ilişkisini, ailesindeki hüküm­
darlık sırasını belirlemiş, hatta hükümdarın yöneticilik rolüyle ilgili düşüncelerini
dile getirmişti:

Yukarı Deniz'den Aşağı Deniz'e kadar bütün dünyanın kralları, taht odalarında ... ·

oturanlar, başka türden yapılarda oturanların yanı sıra Bacı diyarında çadırlarda
yaşayan bütün krallar (bu ifade ya göçebe toplumlar ya şehir coplwnuna zıc top­
lumlar için kullanılmıştır] ağır haraçlarını getirip Babil'de ayaklarımı öptüler . . .
Asur v e Susa gibi uzak diyarlardan, Dicle'nin öce yakasındaki b u kutsal şehirlere,
uzun zamandır yıkıncı halindeki bu kutsal yerlere buralarda yaşayan varlıkları
geri getirdim ve onlar için kalıcı kutsal yerler yapcım . . .
Dilerim kucsal şehirlerine yeniden yerleştirdiğim bücün tancılar her gün Be l ve
Nebo'dan benim için uzun bir ömür isterler ve dilerim onlar beni (ona ) tavsiye
ederler: Marduk'a, Tanrıma, şöyle söylesinler: " Kiros, sana tapan kral ve Kambi­
ses, onun oğlu . . . "•

Kiros Silindiri, Kiros'un geçmişe, kendisine ve diğerlerine karşı hükümdarlığını


temsil ettiğinden döneminin önemli bir kaynağıdır. Kiros krallar soyundan gelir
ve dünyanın kralıdır. Oğlu Kambises'i Marduk'un kutsamasından nasibini almış
gibi görür ve buradan hareketle oğlunu halefi olarak kutsar. Kiros Babil'de düzeni
yeniden kurup karmaşaya son vermek gibi halkın yararına işler yapmıştır. Ken­
di imparatorluğunun idaresini ve bölümlere ayrılmış yapısını aynı şekilde buraya
yansıtır. Ona boyun eğen bütün krallar Babil'e haraç getirip ayaklarını öperler.
Silindirde ayrıca "Batı diyarında çadırlarda yaşayan krallar" diye bir ifade geç­
mektedir. Muhtemelen bunlar göçebelerdir. "Taht odalarında oturan krallar" veya
"çadırlarda yaşayan krallar" gibi ifadeler hiyerarşi ve özerkliği gösterir. Hüküm­
darın evrende eşit bir konuma sahip olması için Kiros Silindiri'nde Marduk ve di-

39
İ RAN TARİHI

ğer tanrılarla ilişkisi vurgulanmıştır. Adil düzenin sonucu olarak Kiros/Marduk'un


aleminde düzen, huzur ve mutluluk vardır.
Kiros'un yarattığı Pasargad, yönetiminin ve hükümdarlığının ifadesinin o döne­
me ait bir diğer ana kaynağıdır. Kiros'un kurduğu şehir ve kraliyet yerleşimi olan
Pasargad'ın, onun için kişisel ve siyasi bir önemi vardı. Fars ekonomisi açısından
da kesinlikle çok önemliydi. Darius ve ardından Kserkses, Kiros'un şehrinin kişi­
sel yansıması olarak Persepolis'i inşa ettirdikten sonra bile, Pasargad meşruiyetin
önemli bir mihenk taşı ve taç giyme törenlerinin yapıldığı merkez olma özelliğini
sürdürdü. Ahameniş anayurdu Fars'taki konumu ve rivayete göre kendi kabilesinin
adını taşıması dolayısıyla Ahameniş geçmişinin ve muhtemelen göçebe kökenleri­
nin meşrulaştırılmasına hizmet etmişti. Şehir parka benzer görünümüyle göçebe­
lerin konak yeri gibi tasarlanmıştı. Ayrıca Kiros'un kendi kurduğu Pasargad ile
Anşan, Susa ve Ekbatana gibi eski imparatorluk şehirleri arasında bağ kurulmuştu.
Bu şehirler daha eski imparatorluk gelenekleriyle, Medlerin ve Elamlıların yöneti­
miyle ilişkiliydi. Tabii Pasargad ve ardından Persepolis inşa edildikten sonra bile,
Susa ve Ekbatana ana idare merkezleri olarak kalmış, daha sonra gelen Ahameniş
hükümdarları tarafından geliştirilmişlerdi.
Pasargad'ın inşasına muhtemelen Kiros'un Batı Anadolu'yu fethinden sonra,
MÖ 546 civarında başlanmıştı. Binaları yapmak üzere bu bölgeden taş ustaları
getirilmişti. Fars'ın yerli mimarisi hakkında çok az şey bilinmektedir. Anlaşıldı­
ğına göre bu eyalette anıtsal taş mimarisi geleneği yoktu. Pasargad'da inşa edilen
binalarda yerli geleneğe uygun olan ahşap ve kerpiç, taşla birlikte kullanılmıştı.
Taşın yanı sıra anıtsal görünüm, Mezopotamya geleneğine veya daha kuzeydeki
Batı İran'a dayanıyordu.
Pasargad şehri engebeli bir düzlükte kurulmuş dört ana yapı öbeğinden oluşur.
En sağlam durumda bulunanı Kiros'un mezarı olup bugün bile etkileyici bir görü­
nüme sahiptir. Basamaklı bir p\atform üzerinde basitçe taşlar çıkılmış, beşik çatılı
bir yapısı vardır. Mezarın içinde günümüze ulaşan bir şey kalmamıştır. Strabon'a
göre mezarın üstündeki yazıtta ( böyle bir yazıt varsa bile günümüze ulaşmamıştır)
şöyle yazıyordu: "Ey insan, ben Kiros, Perslerin imparatorluğunun kurucusu ve
Asya'nın kralıydım. Dolayısıyla bu anıtı bana çok görme."7
Diğer üç yapı öbeğinin hisar, saray, köşk ve kutsal alanlar olarak kullanıldığı
tespit edilmiştir. Sarayla köşkler sütunlu ve revaklı yapılarıyla su kanallarının içinde
yer aldığından bu öbek bahçe görünümüne sahipti. Pasargad'ın eklektik mimarisi,
Fars'ı imparatorlukla birleştiren üslup ve biçimleri bir araya getirmişti. Kiros'un eş­
zamanlı hükümdarlığını vurgulayan bu mimari Persepolis'te tekrarlandı. Hüküm­
darlığı vurgu layan bir başka unsur Pasargad'daki rölyeflerle Eski Farsça, Elamca

40
AHAMENİŞLER

ve Babilce yazılmış yazıtlardır. Rölyeflerden birinde Asurlu kanatları, Elamlı giysisi


ve Mısırlı başlığı olan bir figür yer alır. Üstündeki yazıtta şu ifade vardır: " Ben
Kiros, kral, Ahameniş. "
1. Darius da kendisinin bir Ahameniş olduğunu belirtmek zorunda kalmış­
tı. MÖ 520-5 1 9'da yaptırdığı Bisitun Yazıtı'nın ilk satırı şöyledir: " Ben Darius,
büyük kral, kralların kralı, Persiya'nın kralı, eyaletlerin kralı, Hystaspes'in oğlu,
Arsames'in torunu, Ahameniş. " Sonraki dört satır soyunun nereden geldiğini vur­
gularken dördüncü satırda iki şecereden bahsedilir: " ( Böyle) söyledi Kral Darius:
Irkımdan sekiz kişi (benden) önce kraldı, ben dokuzuncuyum. İki sülaleden oluşan
krallarız biz. "
Bisitun Yazıtı'nda meşruiyet oluşturulduktan sonra Darius kendi adını Ahura
Mazda'nın adıyla bağdaştırır ve kendi başarısını onun lütfüyle açıklar. İkisi hü­
kümdarlıkta bir araya gelirler ( beşinci ve altıncı satırlar) :

(Böyle) söyledi Kral Darius: Ahura Mazda'nın lütfüyle ben kralım, Abura Mazda
bana krallığı bağışladı.
( Böyle) söyledi Kral Darius: Şunlar bana tabi olan eyaletlerdir ve Ahura
Mazda'nın lütfüyle ben onların kralı oldum: Persiya, Susiana, Babil, Asur, Arabis-
tan . . . toplam yirmi üç ülke.'

Darius'un Nakş-ı Rüstem' deki mezarında bulunan yazıt Ahura Mazda'nın onu
kral yapmayı lütfetmesi, unvanları, soyağacı gibi temalarla Darius'un yönetiminde­
ki ülkeleri tekrarlar. Bisitun Yazıtı şöyle devam eder:

Söyler Kral Darius: Abura Mazda bu dünyayı kargaşa içinde görünce, bana bağış­
ladı, beni kral yaptı; ben kralım . . . Abura Mazda bana yardım etti, ben işimi biti­
rene kadar. Dilerim Abura Mazda kraliyet evimi ve bu ülkeyi zarardan korusun;
bunu Ahura Mazda'dan dilerim, Abura Mazda bana bunu versin isterim !
Ey insan, Ahura Mazda'nın bu buyruğu sana aykırı gelmesin; doğru yoldan
ayrılma; isyan etme.9

İran tarihinde önemli bir tema olan adil hükümdar kavramı ilk kez Ahamenişler
tarafından dile getirilmişti. Mutlak iktidarlarını vurgularken evrensel bir ahlak dü­
zenine bağlı kaldılar. Bu sebeple eylemleri etik çerçevede olmak zorundaydı. Kralın
adil davranmaya mecbur olması, Darius ve Kserkses'in yönetimleri zamanındaki
kraliyet yazıtlarında, ayrıca Mısır'daki papirüs metinlerinde açıkça belirtilmişti
( bunlar adeta herhangi bir Ahameniş hükümdarının isminin kullanılabileceği for­
müller gibiydi) . Bu metinler bu fikrin Ahameniş hükümdarlığının evrensel niteliği
olarak kabul edildiğini gösteriyordu:

41
IRAN TARİHİ

Ahura Mazda büyük bir tanrıdır ki herkesin gördüğü bu mükemmel işi yarattı; in­
sanlar için mutluluk yarattı; Kral Darius'a (Kserkses'e) bilgelik ve enerji bağışladı.
Şöyle söyler Kral Darius (Kserkses) : Ahura Mazda'nın himmetiyle ben öyle biri
oldum ki, doğru olanın dostuyum, yanlış olanın dostu değilim. ıo

Bunun dışında, bu metinler adil hükümdarlığın niteliği olan ağırbaşlılığı gökle­


re çıkarır. Bütün bu vasıflar; evrenin dengeli durumu ve hükümdarın ağırbaşlılığı,
Persepolis'teki ünlü rölyeflerde tekrar ortaya çıkar. Ahura Mazda'nın bağışladığı
üstün nitelikleri sayesinde kral, düzeni ve adaleti temin ediyordu. Adil ödüllen­
dirme ve cezalandırma, kralın özünde bulunan niteliklerin ve ortadaki kanıtların
değerlendirilmesinin doğal bir sonucuydu. Kralın vasıfları arasında yer alan fizik­
sel özelliklerse rölyeflerde avcı, okçu, mızrakçı ve binici şeklinde tasvir edilmişti.
Teorik mutlakıyet birtakım etkenlerle sınırlıydı. Bunların başında imparatorluğun
coğrafi büyüklüğü ve mutlakıyeti uygulayacak teknolojinin kısıtlı olması geliyor­
du. Hepsinin ötesinde, Ahamenişler hükümdarlığı manevi bir bağlamda temsil edi­
yordu.
Yine Bisitun Yazıtı'nın 55. ve 5 6 . satırlarında şunlar yazılıdır:

(Böyle) söyledi Kral Darius: Sen ki bundan sonra kral olasın, yalanlara dikkat et,
kim yalan söylerse, iyi düşün ve onu tamamen yok et, " (dolayısıyla) ülkem bir
bütün olarak kalsın. "
(Böyle) söyledi Kral Darius: Benim yaptığım şudur, hep Ahura Mazda'nın
himmetiyle hareket ettim. Bundan sonra bu yazıtı kim okursa, yaptığım şeylere
inansın; yalan olduğunu düşünmeyesin.

Yalanlarla ilgili bu son referansta Darius yalanı geleneksel anlamında kullanır, an­
cak ilk cümlede; "yalanlara dikkat et; kim yalan söylerse" , açıkça isyan ve sapkın
kişi anlamında kullanılmışnr. Bisitun Yazıtı'nın 6 3 . ve 64. satırlarındaysa şunlar
yazılıdır:

( Böyle) söyledi Kral Darius: Bunun üzerine Ahura Mazda bana yardım gönderdi,
çünkü ben ne günahkar, ne yalancı, ne de tirandım; ne ben ne de soyumdan her­
hangi biri. Dürüstlüğe bağlı kalarak hüküm sürdüm . . .
(Böyle) söyledi Kral Darius: Sen ki bundan sonra kral olasın, kim k i yalancı
veya asi olur ( ? ), veya dostça davranmaz, onu yok edesin! "

Kserkses bir isyanı bastırdıktan sonra şöyle buyurmuştu: " Daha önce iblislerin
tapındığı yerde ben Ahura Mazda'ya ve arta'ya hürmetle tapındım . . . Sen bundan
sonra (olasın) . . . Ahura Mazda'nın koyduğu o kanuna saygı göster, Ahura Mazda
ve arta'ya hürmetle tapın . " 12 Kuhrt, bu metnin muhtemelen "gerçek" anlamına

42
AHAMENİŞLER

gelen arta kelimesinin geçtiği ve günümüze kalan tek Ahameniş metni olduğunu
tespit etmiştir. Bu metin Herodot'un şu tespitini akla getirir: " Onlar [Persler] oğul­
larını beş yaşından on üç yaşına kadar sadece üç şeyle eğitir: binicilik, okçuluk ve
doğruyu söylemek . " 1 3 Burada " doğruyu söylemek" arta ( kavram olarak gerçek)
ile ilişkili veya ilişkisiz olabilir. Ancak Darius ve Kserkses tarafından benzer yazıt­
larda doğrudan dile getirilen hükümdarlığın etik boyunıyla ilgisi vardır: "Söyler
Kral Darius [veya Kserkses] : Ahura Mazda'nın himmetiyle ben öyle biri oldum ki,
doğru olanın dostuyum, yanlış olanın dosnı değilim . . . Doğru olan neyse o benim
arzumdur. Yalana başvuran insanın dostu değilim. "14
Üç dilli Bisitun Yazıtı Darius için geçmişin bilincinde olmanın veya kendisin­
den önceki Asur, Elam, Babil, Med ve bizzat Ahameniş Hanedanı geleneklerinin
farkında olmanın ötesinde bir anlamı temsil ediyordu. Darius, bilhassa türetilmiş
Ahameniş soyağacı göz önüne alındığında, Ahameniş Hanedanı'nın Anşan, Persi­
ya, Medya ve bütün imparatorluğu yönetme hakkına sahip olduğu gibi, geçmişin
ve o anın krallığını da yönetmişti.
Medler, Babilliler, Yahudiler, Lidyalılar ve Mısırlıların yanı sıra Persler; Ahame­
niş kralını hep hükümdarları olarak görüyordu. Bu durum sadece soy ve askeri ba­
şarıyla değil, aynı zamanda bizzat Ahura Mazda ile meşruiyet kazanmıştı. Ahlaki
bir düzen tesis edilmişti. Toplumsal, bürokratik, askeri, dini, ekonomik ve kültü­
rel kurumlar; evrensel ve eşzamanlı Ahameniş hükümdarını destekliyordu. Bu ku­
rumların kendi içinde ve aralarında gerilimler ve çatışmalar olması olağandışı bir
durum değildi. Kendisini ve büyük önem taşıyan evrensel rollerini korumak ama­
cıyla hükümdar tecrit edilmişti; yüce bir varlık ve hepsinden öte, aslında bir hiçlik
olarak yansıtılıyordu. Ayrıca eşzamanlı hükümdarlık, hükümdara, hatta hanedana
meydan okumayı veya oluşturulan hükümdarlık kalıplarının dışına çıkmayı zor­
laştırıyordu. Ahameniş İmparatorluğu'nu oluşturan unsurlar, emperyal fetihlerin
ve hükümdarlığın ürünüydü. Hükümdarlık bu grupları, kendisinin hem uzantıları
hem zorunlu ürünleri olarak tanımlıyordu. Unutmamak gerekir ki, Ahameniş kay­
nakları bugüne ulaşan tek yerli kaynaktır. Her ne kadar evrensel Ahameniş hü­
kümdarlığı fikri Yunan ve İbrani kaynakları tarafından desteklense de, Ahameniş
hükümdarlarını kendi kaynaklarında görmenin tek yolu budur.
Bisitun Yazıtı'nda Darius'un zaferini ilan etmesi, Kiros Silindiri'nde olduğu gi­
bi üçüncü şahsın ağzından belagatle anlatılmakla kalmaz; aynı zamanda Darius
rölyefte muzaffer bir komutan olarak tasvir edilir. Bir ayağını Gaumata/Bardiya
olduğu varsayılan kişinin göğsüne bastırır. Ayrıca iplerle birbirine bağlanmış sekiz
tutsağın kendisine boyun eğmesini izler (dokuzuncu bir nıtsak daha sonra eklen­
miştir) . Pers tarzı bir cüppe giymiş olan Darius, esirlerinden üçte bir oranında daha
uzundur. Ayağında krallara özgü sandaletler, kolunda bilezikler ve başında taç var-

43
İRAN TARİHİ

dır. Sağ kolunu havaya kaldırmış, sol kolundaysa bir yay tutmaktadır. Arkasında
yine Pers kıyafeti giymiş iki savaşçı vardır. Bunlardan biri mızrak, diğeri yay taşır.
Esirlerin tepesinde, kanatlı bir disk içinde yüzü Darius'a dönük bir insan figürü
vardır. Sağ elini havaya kaldırmış ve başında taç bulunan bu figür, sol eliyle bir yü­
zük uzatır. Akadça/Babilce metin rölyefin soluna, Elamca metin rölyefin sağına ve
Akadça metnin aşağısına kazınmıştır. Eski Farsça metinse rölyefin altında yer alır.

2.2 Bisitun Yazıtı (Fotoğraf: Gene R. Garthwaite)

Rölyefte tasvir edilenler üç dilli metinde dolaylı olarak izah edilir. Darius taht­
ta hak iddia eden Gaumata'yı yendikten sonra, yönetimine meydan okuyan sekiz
asiyi ezmişti. Bu asiler metinde bölgelerine göre, rölyefteyse bölgesel kıyafetleriyle
tespit edilir. Dokuzuncu ve ele geçirilen son asi, diğerlerinden farklı olarak ucu sivri
İskit şapkası taşır. Bu anıtta ve diğer yazıtlarda sıkça bahsi geçen Ahura Mazda'nın
kanatlı disk içindeki figürle temsili kesinlik kazanmamıştır. Bununla birlikte, bu
şekilde temsil edildiği genel olarak kabul edilir.
Çeşitli rölyeflerdeki kanatlı disk figürü gerçekten Ahura Mazda olabilir. Figür
havaya kaldırdığı sağ eliyle Darius'u kral ilan edip sol eliyle hükümranlık yüzüğü­
nü uzatır. Darius sol elinde hükümranlık yayını tutarken sağ eliyle Ahura Mazda'yı
selamlar. Kozmik hükümdar ile yeryüzündeki vekili arasındaki karşılıklı münase­
bet bu şekilde tamamlanır. Bundan dolayı, hükümdara karşı gelmek, kozmik ve
ahlaki düzeni bozmak anlamına gelir.
Darius " Gaumata adında bir Mecusi " tarafından çıkarılan isyanı meşru bir şe­
kilde bastırdığını anlatır ( 1 1 . satır) ve şöyle devam eder: " ( Böyle) söyledi Kral Da-

44
AHAMENİŞLER

rius: Bizim soyumuzun elinden alınan krallığı geri getirdim (ve) eskisi gibi yerine
yerleştirdim. Mecusi Gaumata'nın yıktığı tapınakları halk için onardım; otlakları
ve sürüleri ve meskenleri ve evleri onardığım gibi " ( 1 4. satır). Darius, Kambises'in
ölümünden sonra ortaya çıkan ve kendi hesabına göre sayısı on dokuzu bulan mu­
harebenin yer aldığı büyük isyanı nasıl bastırdığını anlatmaya devam eder. Bisitun
Yazıtı'nda kendisini " doğruluk" ile, isyanıysa "yalan " ile denk görür. ' 5
Darius geldiği soyun meşruiyetini başarılı bir şekilde kurmuştu. Artık isyan
sadece krallığa karşı bir suç olmakla kalmıyordu. Darius'tan sonra, isyan çıktığı
zaman Ahameniş soyunun yerine geçme konusunda hiçbir girişim yapılmıyordu.
Büyük İskender bile, Ahameniş varisi ve intikamcı olarak meşruiyetini kabul et­
tirmek için III. Darius'u törenle gömdürmüş, buna ilaveten onun soyundan gelen
birisiyle evlenmişti.
Peki Bisitun Yazıtı'nın amacı neydi? Yazıtın genellikle propaganda olarak ni­
telenmesi bu konuya fazla bir açıklama getirmez ama siyasi temsil ve ifade zaten
propaganda değil midir? Bisitun'un konumu ve anıtsallığıyla insanları etkilemesi
hedeflenmişti. Üç dilden ikisine ait metinler nüfusun çok az bir kesimi tarafından
okunabiliyordu. Üçüncü dil olan Eski Farsçayı okuyabilen insan sayısıysa daha az­
dı. Üstelik metinler kayalık yamaçta öyle yükseğe kazılmıştı ki, okuma bilen birisi
bile çiviyazısını çözemezdi. Darius ve tutsaklarını tasvir eden rölyef daha büyük
boyutlu olduğu için daha kolay görülebiliyordu. Bisitun'da verilen mesaj kopya­
lanıp dağıtılmıştı. Mesajdan parçalar Babil'de ve Aramice tercümesiyle Mısır'da
bulundu. Daha sonra yaşayan Ahameniş hükümdarları Bisitun Yazıtı'nı kendi anıt­
ları için model olarak kullandı. Üç dilli yazıtlarda Ahameniş soyu, hükümdarın
Ahura Mazda'yla kozmik, etik ve tarihi çerçevedeki ilişkisi anlatıldı. Rölyeflerde
hükümdar, maiyeti, kanatlı disk figürü ile diğer dini ve hanedanla ilgili simgeler
tasvir edildi. Bisitun'un amacı Darius'un tahta çıkmasını ve kendisine meydan oku­
yanları bastırmasını anlatmaktı. Rölyefle üç dilli yazıt onun iktidarını ifade edip
Ahameniş Ailesi'nin soyundan gelmesinin sonucu olarak meşruiyetini, ayrıca evren
ve evrensel varlık Ahura Mazda'yla ilişkisini ilan ediyordu. Bisitun hükümdarın
sadece geçmişi tanımlayıp o anı kayıt altına aldığı bir ideolojiyi dile getirmiyordu.
Aynı zamanda saltanatının en temel görevi olarak ahlaki bir amacı yerine getiri­
yordu, bu da Ahura Mazda'nın isteğiydi. Ahura Mazda ile kral ve evren ile krallık
arasındaki bu uyum sonucunda ortaya denge, uyum, bolluk ve mutluluk çıkıyordu.
Hükümdar nasıl Ahura Mazda'nın isteğine boyun eğerek görevlerini yerine getiri­
yorsa uyrukları da hükümdara boyun eğerek gerekeni yapıyordu.
Kserkses ve ardından gelen Ahamenişler <le rülydler<le kendilerini y ine Ahu­
ra Mazda olduğu tahmin edilen kanatlı disk figürüyle birlikte tasvir ettiler. Hü­
kümdarlar Zerdüşt ritüelinin temel unsuru olan ateş sunağının önünde Ahura

45
IRAN TARIHI

Mazda'dan yüzük veya tacı alıyordu. Hükümdarlar tahtta otururken, tören alayın­
da, haraç/hediye alırken, yaylar ve atlarla, aslanlarla dövüşürken tasvir edilmişti.
Ahura Mazda'nın evrene hakim olması gibi hükümdarın doğa üstündeki egemen­
liği de avcı tasvirinde görülüyordu. Av tasviri, kökeni Mezopotamya'ya dayanan
bir gelenek olup, Ahameniş rölyeflerinde ve daha sonra da Sasani rölyeflerinde
resmediliyordu.
Mimarlık ve sanatı himaye etmek hükümdarlığın bir diğer önemli unsuruydu.
Darius mimarlığı nasıl himaye ettiğini Susa'daki sarayının kuruluş beratında şöyle
anlatıyordu:

Susa'da inşa ettirdiğim bu sarayın süslemeleri u1.aklardan getirildi . . . Babil halkı


(bu vazifeleri) yaptı [sarayı inşa etmek için] . . . Sedir kerestesi Lübnan isimli bir
dağdan getirildi. Asw halkı bunu Babil'e getirdi; Babil'den Karyalılar ve İyonyalı­
lar Susa'ya getirdi . . . Altın Sardes'ten ve Baktriya'dan getirildi ve burada dövüldü.
Bwada dövülen değerli taşlar lapis lazuli ve akile Soğdiyana 'dan getirildi. Değerli
taş turkuvaz Harezm'den getirildi . . .
Gümüş v e fildişi Mısır'dan getirildi. Duvarın süslendiği malzeme İyonya'dan
getirildi. Bwada dövülen fildişi Etiyopya, Sind ve Arachosia'dan getirildi . . •
Taş sütunlar . . . taşı işleyen taş kesiciler İyonyalı ve Sardesliydi.
Altını işleyen kuywncular Med ve Mısırlıydı. Ağacı işleyen adamlar Sardesli ve
Mısırlıydı. Pişmiş tuğlaları hazırlayan adamlar Babilliydi. Duvarı süsleyen adam­
lar Med ve Mısırlıydı.
Susa'da çok mükemmel bir iş buyruldu, çok mükemmel bir iş tamama erdiril-
di. Dilerim Ahwa Mazda korur beni ve babam Hystaspes'i ve ülkemi. 1 6

Susa eşzamanlı Ahameniş Hükümdarlığı'nı Pasargad'dan bile daha fazla yansı­


tıyordu. Burada açık kozmik düzen ve soy fazla vurgulanmamakla birlikte sembo­
lik şeyler gerçekleştirilmişti. Darius'un iktidarıyla yönetimi, anıtlarını inşa etmek
için imparatorluk çapındaki ustaları ve malzemeyi dilediği gibi kullanabiliyordu.
Bu fikirler Persepolis'te daha da ileriye götürülmüştü.
Susa'daki saray, Darius'un en önemli projesi olan ve MÖ 5 1 5 civarında inşa et­
meye başladığı Persepolis için model oluşturdu. Kiros'un inşa ettirdiği Pasargad'ın
yaklaşık 30 kilometre güneybatısında olan Persepolis, bizzat Darius'un hüküm­
darlığının simgesi olarak ortaya çıkacaktı. Burada çalışan işçiler ve yaptıkları işler
tıpkı Susa'daki gibi, bu geniş imparatorluğun barındırdığı farklılıkları, eşi benzeri
olmayan gücü ve zenginliğini yansıtıyordu.
Darius'un anıtsal yapı kompleksinin kökeninde, Mezopotamya'da Asurlular ve
Elamlılarla birlikte başlayan tarihi geleneğin bilincinde olması yatıyordu. Bu iki
kavim muhtemelen Medlerle birlikte bu geleneğin taşıyıcısıydı. Persepolis'in gerçek

46
AHAMENİŞLER

yapılış amacıysa bugüne kadar çözülemedi. Bir tören ve kült merkezi olarak inşa
edildiğini ileri sürenler oldu. Yine de Darius'un, Fars'ın merkezinde o güne dek ba­
şardıklarını ve temsil ettiklerini yansıtan bir anıt bırakması dışında, yapılış amacı
konusunda tatmin edici bir açıklama getirilemedi.

2.3 Apadana, Persepolis (Fotoğraf Gene R . Garthwaite/

Darius Persepolis'i Mervdeşt Ovası'nın kenarında, Kuh-i Rahmet'in ( Rahmet


Dağı ) eteğine inşa ettirdi. Yerleşim önce batıdan, geniş Mervdeşt düzlüğünün karşı
ucunda görülür. Ziyaretçiler yapının üstüne yerleştirildiği büyük taraçaya çıkmak
için devasa basamakları kullanır. Ardından iki yanında Asur tarzı, insan kafalı ve
kanatlı çok büyük boğaların bulunduğu ve dört sütunla desteklenen " Bütün Ülke­
ler" kapısından geçer (kapıyı Kserkses yaptırmıştı ) . Sonra sağa dönen ziyaretçiler
karşılarında büyük Apadana'yı bulur. Yaklaşık bin insan aldığı tahmin edilen bu

47
IRAN TARIHI

salonun çatısı, her biri yirmi metre yüksekliğinde otuz altı sütunla destekleniyordu.
Apadana'ya kuzeyden ve doğudan iki merdivenle girilir. Merdivenlerin iki yanın­
daki rölyeflerde yer alan ve imparatorluğu oluşturan muhafızlarla halklar, ellerinde
bölgesel ürünlerle hayvanlardan oluşan hediyeler taşır. Apadana 'nın bitişiğinde on,
on bir tane daha küçük saray ve tali yapı yer alır.

2.4 Pcrsepolis'te hediye getiren heyetleri gösteren rölyef (fotnjlraf, Gene ıı. Garıhwaite)

Yapının arkasında yükselen Kuh-i Rahmet, heybetli bir fon oluşturmanın ya­
nında kayalara oyulan iki imparator mezarına ev sahipliği yapar (üçüncü bir me­
zar yarım kalmış durumdadır). Mezarlarda Persepolis'teki sütunlar ve sütun baş­
lıklarının benzerleri vardır. Mezar cepheleriyle yapıların duvarlarında, Darius ve
Kserkses'e ait başka rölyefler ve yazıtlar yer alır. Yerleşimdeki en dikkat çekici
özellikler; "bütün ülkelerden" tahta çıkmış ve uyrukları tarafından desteklenen
hükümdar tasvirleri, Apadana merdivenlerindeki hediye taşıyan uyruklar, bir asla­
nın boğaya saldırmasını betimleyen ve astrolojik açıdan önemli rölyefler, sütun ve
sütun başlıkları ile bütün rölyeflerdeki heykeltıraş ustalığına sahip ayrıntılardır.
Persepolis'in günümüze ulaşan kalıntıları son derece etkileyicidir. Ziyaretçiler
hayal güçlerini biraz zorladıkları takdirde, şehirde hayatın sürdüğü zamanları göz­
lerinde canlandırabilirler. Bilhassa merdivenlerdeki rölyefler, uyrukları ve impara­
torluğun dört bir yanından gelen halkları kendine özgü kıyafetleriyle görmenizi
sağlar. Büyük kral bile en ince ayrıntısına kadar görülebilir. Tahta çıkan kralın im-

48
AHAMENİŞLER

paratorluğu oluşturan halklar tarafından desteklenmesini tasvir eden rölyef, kralın


hükümdarlığını ve emperyal gücünü simgeler. Bilhassa burada, hükümdarlık ve
imparatorluk konusundaki farklı Ahameniş tarzı ve kavramını rahatça görebiliriz.
Bu kavrama göre, zamandan bağımsız evrensel düzen, kral ve uyrukları arasındaki
karşılıklı sadakat ve ilahi yardım tarafından ayakta tutulur. Sonuç olarak bu rölyef­
te, kutsal düzende hükümdarın manevi önemi tasvir edilmiştir.
Persepolis Yunan olmamakla veya fazla "Asyalı" ya da gösterişli olmakla eleşti­
rilmişti. Boyutu, taklit olması, özgün olmamasıyla, hatta eski geleneklere öykünen
gelenekçi tutuculuğuyla; belki daha doğru bir dt:yişle arkaizmle eleştirilmişti. Ne
var ki, imparatorluğun farklı etnik kökenlere sahip toplumunun işçiliğinden ve
tarihi geleneklerinden ortaya çıkan Ahameniş sanatı ve mimarisinin karma yapısı,
hükümdarlığın altını çiziyordu. Bisitun gibi Persepolis de Perslerin emperyal düze­
nini, evrensel ve ebedi meşruiyet iddiasını, kozmik amacını uyruklarla ziyaretçilerin
zihnine kazımak için inşa edilmişti. Şehirdeki inşaatlar Darius'un oğlu 1. Kserkses
ve torunu I. Artakserkses tarafından sürdürüldü.
Persepolis'teki eşzamanlı hükümdarlıkla ilgili unsurların aynısı, yerleşimin altı
kilometre kuzeyindeki Nakş-ı Rüstem'de de vardır. Burası Darius'un son anıtı ve
defin yeridir. Elamlılar burayı daha önce rölyefleri için kullanmışlardı. Darius'tan
sonra çeşitli Ahameniş hükümdarları burada benzer şekilde kaya mezarlarına gö­
müldüler. Haç şekilli ve üstlerinde rölyefler bulunan mezarlardan sadece Darius'unki
kesin olarak tespit edilebilmiştir. Diğer mezarlar Kserkses, 1 . Artakserkses ve il.
Darius'un olabilir. Rölyeflerde sıra sıra insanların taşıdığı platformun üzerinde du­
ran bir kral tasviri vardır. Kral sunakta yanan ateşin karşısında dururken, ateşin
üstünde havada uçan kanatlı disk figürü yer alır. Sağ üst köşede ay ve güneş birlikte
tasvir edilir. Nakş-ı Rüstem'deki mezarlar, Kuh-i Rahmet'te oyulan mezarlar için
örnek oluşturmuştu . Ayrıca muhtemelen Darius tarafından yaptırılan ve " Kabe-i
Zerdüşt" adı verilen yer de buradadır. Buraya daha sonra Sasaniler rölyefler ve
yazıtlar kazıdılar.
Persepolis'in yapılış amacına tek bir cevap bulmaya çalışmak olayı basite in­
dirgemek olur. Buranın bir imparatorluk ikametgahı olduğu açıktı, dolayısıyla bir
tören merkeziydi. Dini bir yerleşim olup olmadığı veya özel dini törenlerle bağ­
lantısı bulunup bulunmadığı belirlenememiştir. Böyle olduğuna dair düşüncelerin
en büyük kaynağı, rölyeflerde hediye sunan uyruklardır. " Hazinede" bulunan kil
tabletlerin sayısı göz önüne alınınca, Persepolis'in aynı zamanda bir arşiv ve idare
merkezi olduğu kanısı güçlenir. Gerçi burası Susa ölçeğinde büyük bir merkez de­
ğildir. Ayrıca Persepolis'in inşa edildiğinde veya kral burada ikamet ettiğinde bölge
için önemli bir ekonomik merkez olması da muhtemeldir.

49
İRAN TAR1Hl

2.5 Nakş-ı Rüstem' de kaya mezarı (Fotoğraf: Gene R. Garthwaite)

Persepolis'in inşası ve rölyefleri, daha önce Bisitun'da veya Kiros Silindiri ya da


Kiros'un yaptırdığı Pasargad'da görülen emperyal ideoloji ve temsili öne çıkarır.
Kral iktidarını ve evrensel rolünü bütün imparatorlukta sergiler. Buna karşılık im­
paratorluğun bütün kaynakları ve halkları onun karşısında, ılımlı ve iç açıcı bir
evrensel ilişki içinde sergilenir. Hem geçmiş hem gelecek yansıtılır. Geçmiş; hüküm­
darlık kavramları, mimari ve sanat, yazılı dil gibi unsurlarla sergilenmiştir. Anıtsal­
lık, heykel, rölyef ve mimarlık alanlarındaki Mezopotamyalı, bilhassa Asurlu kök­
ler; yerli olarak Pers, yabancı olarak Yunan, Mısır ve Anadolulu biçimlerle ustalar
tarafından biçemlenmiştir. Böylece ortaya farklı ve hemen tanınabilen bir Ahame­
niş tarzı çıkmıştır. Garip bir şekilde mimarlıkta, mühürlerin ve çiviyazısının kulla­
nımında arkaizm meydana gelmiştir. Fakat bu arkaizm, halihazırda iyi bir düzen
kurmak ve gelecekte devamlılığı sağlamak amacıyla geçmişle bağ kurma sırasında,

50
AHAMENİŞLER

evrenselliği vurgulayan unvanlarda da görülür. Ahamenişler belki bu evrenselli­


ği dengelemek amacıyla, daha önce görülmedik şekilde antikçağa vurgu yaparak
Persli olduklarını, Persiya'dan geldiklerini belirtiyorlardı. Ahamenişler Persepolis'e
Parsa veya Persiya diyorlardı. Burası onlar için merkezi Persiya'da bulunan impa­
ratorluğun evrensel niteliğini temsil ediyordu. Sonuçta Persepolis kökeni Persiya'da
ve geçmişte yatan imparatorluğu ve evrensel hükümdarlığı cisimleştiriyordu. Bu
hükümdarlık gerek ilahi lütufla, gerek hükümdar ve farklı etnik kökenli uyrukla­
rın arasındaki karşılıklı ilişkiyle ayakta tutulan kozmik düzenin bir parçasıydı. Üç
dilli yazıtlarla karma mimari ve sanat eserleri, bu evrensel hükümdarlığı ve onun
yarattığı unsurları simgeler.
Bu niteliklerin aynısı unvanlarda da görülür. Ahamenişler kendilerine " büyük
kral," "krallar kralı, " "ülkeler kralı," " [dünyanın] dört bucağın (veya köşenin]
kralı," " bu dünyanın kralı," "kral . . . oğlu [soyağacını belirterek] " adını veriyordu.
Ayrıca kendilerini veya atalarını belli yerlerin kralı olarak tanımlıyorlardı. Bu un­
vanlardan bazıları, örneğin " krallar kralı " Mezopotamya'da uzun zamandır kul­
lanılıyordu ve bu kullanım Ahamenişlerin tarih bilincinin göstergesiydi. Bu unvan
ayrıca krallar arasındaki üstünlük durumuna vurgu yapmaktan ziyade; Medya,
Elam ve Mezopotamya'daki eski kralların hükümdarlığına uygun şekilde meşrui­
yet sağlamaya yarıyordu. Ahameniş bağlamında krallık, Ahura Mazda'nın inaye­
tiyle bağışlanan hükümranlıkla ilgiliydi. Ahura Mazda dışında sadece Ahameniş
hükümdarı hükümranlığa sahipti. Feodal krallar ise krallar kralına, onun krallığı­
na ve hükümranlığına hizmet edip savunuyordu. Sonuçta " krallar kralı" unvanı,
hükümranlığın Tanrı'dan kaynaklandığı bir geleneğe layık olma anlamına gelir.
Hükümranlık küçük krallara değil, sadece büyük krallara bağışlanmıştır. İlk kez
Darius tarafından kullanılan " ülkeler/halklar kralı" unvanı, gerek onun gerek ha­
leflerinin, çeşitli etnik gruplardan oluşan imparatorlukla bağ kurmasını sağlar. Bu
unvanlar Abura Mazda'nın inayetiyle ve Ahameniş kraliyet ailesinden gelen soy
vasıtasıyla, adil hükümdar olarak meşruiyeti pekiştirir. Başta Mezopotamya ve ay­
rıca Medya dahil olmak üzere eski hükümdarlarla kıyaslama yapılır, ama eskiler
yeni hükümdara tabi kılınır. Unvanlar evrensel, eşzamanlı hükümdarların metafo­
ru olarak kullanılır. Meşruiyet konusuna önem veren ve hükümdarlıkla ilgili tarihi
geleneğin bilincindeki toplumun temelinde yatan gerilimlerin altını çizer. Bu unvan­
lar ayrıca mutlakıyeti, hükümdarın tek oluşunu vurguluyordu; ama bir yandan da
soy çizgisi dışında verasetle ilgili kuralların olmadığı bir dünyada güvensizliği ima
ediyordu.
Hükümdarın meşruiyeti ve teorik mutlakıyeti aynı zamanda, Ahura Mazda'nın
bu alemdeki temsilci konumunu simgeler. "Ahura Mazda'nın himmetiyle . . . " şek­
lindeki ifadeyse, evrensel hükümdarlık fikrinin altını çizer ve hükümdarın, koz-

51
lRAN TARİHİ

mik varlığın vekili olduğunu vurgular. Bu varlık Babil'deki Marduk olduğu gibi,
Mısır'daki birtakım tanrılar veya Ahura Mazda da olabilir. Ahameniş krallarına
tapınılmadığı gibi onlar da ilahi bir soydan geldikleri iddiasında değildi. Bununla
birlikte, mutlak varlığa karşı sorumlulukları ve onunla özel bir ilişkileri vardı. Bu
hususlar kraliyet soyundan gelme, savaş ve avdaki cesaret gibi liderlik vasıflarıyla
birlikte bütün imparatorluk çapında hükümdarlığı meşru kılıyordu. Bu tür ilahi­
haklı meşruiyet khavarnah terimiyle tanımlanmıştı (modern Farsçada farr) .
Meşruiyetini ispat edip tahta oturmak hem i l . Kiros hem 1. Darius için gerekliy­
di, çünkü ikisi de askeri başarı sonucu tahtı zorla ele geçirmişti. Kiros kendisinin
üstü konumundaki Medli Astyages'i devirerek Persiya ve Anşan'da hüküm süren
kraliyet soyunun üyesi olduğunu iddia etmişti. Oğlu Kambises'i halef tayin etmiş ve
ona Babil'in ortak hükümdarı adını vermişti. Buna karşılık Kambises kardeşi Bar­
diya/Gaumata tarafından devrilme tehdidiyle karşılaşmıştı. Benzer bir yol izleyen 1.
Darius, Bardiya/Gaumata'yı yendikten sonra imparatorluktaki isyanları bastırma­
yı başarmış ve kendi tekil iktidarını oluşturarak Kiros'un imparatorluğunu yeniden
kurmuştu. Darius oğlu Kserkses'i halef olarak belirledi. Kserkses Persepolis'te şun­
ları yazmıştı: "Söyler Kral Kserkses: Darius'un başka oğulları vardı, (ama) Ahura
Mazda'nın arzusu böyleydi, babam Darius beni kendisinden sonra en büyük kıldı.
Babam Darius tahttan ayrıldığında ( yani öldüğünde), Ahura Mazda'nın arzusuyla
ben babamın tahtında kral oldum. " 17
Kserkses ayrıca iki Ahameniş soyunu birleştirmişti. Darius'un karısı olan an­
nesi, Kiros'un kızı, ünlü Atossa'ydı. Darius'un halefleri, hanedan kurucularının
başlangıçtaki meşruiyeti içinde yer aldıklarını vurgulayarak, mevcut siyasi kültür
içinde hükümdar rollerinin ne kadar uygun olduğunu kanıtlıyorlardı. Bunda ve­
raset konusunda bir kuralın olmayışı ( Pers tarihinin çarpıcı bir özelliği) ve impa­
ratorluk çapında grupların sadakatinin temin edilmesi ihtiyacı da etkiliydi. Bütün
imparatorluk topraklarında sağlanan bir uzlaşmayla veraset Ahameniş Ailesi'nde
kalmıştı.
Koalisyonların desteğini almayı bilmek gibi siyasi ve askeri beceriler hükümdar­
lığın bariz nitelikleri arasında yer alıyordu. Ahameniş Hanedanı ordu ve bürokrasi
içindeki önemli ailelerle politik evlilikler yoluyla, bilhassa kızlarını önemli liderler­
le evlendirerek bu bağları pekiştiriyordu. Çokeşli olan Ahamenişlerde, bir veliah­
dın annesinin konumu, ailesinin destek ve kaynağı anlamında önemliydi. Ancak
aynı zamanda, tahta geçmeye aday bir veliahdın dışlanması ya da ailesinin hüküm
süren hizbe meydan okuma olasılığı yüzünden müstakbel bir eşin dışlanması gibi
tehlikeler de vardı.
Ahamenişlerde veraset, evlilik ve kraliyet aileleri gibi konular büyük ölçüde,
iktidara hayranlık besleyen Yunan kaynaklarına dayanır. İmparatorluk ailesin-

52
AHAMENIŞLER

deki kadınların olağandışı rolüne de Yunan bakış açısıyla yer verilir. Ahameniş
Hanedanı'nın 4. yüzyılda çökmesinde yozlaşmanın, bilhassa kadınların rol oyna­
dığına dair yaygın düşüncenin temelinde bu kaynaklar yatar. Ne olursa olsun, ve­
liaht adaylarının anneleri, nüfuza ve iktidara kocaları ve oğulları vasıtasıyla sahip
oluyordu. Bununla birlikte, Persepolis'teki Hazine Tabletleri hanedan mensubu ve
soylu kadınların mülkiyet sahibi olup hazineden pay aldıklarını doğrulamaktadır.
Bu da bu kadınların gerçekten iktidar sahibi olduğunu gösterir.
Saraydaki, bilhassa hanedan içindeki kadınlar, genelde hüküm süren elitin, özel­
deyse veliaht adaylarının annesi olarak iktidar sahibiydi. Soyun önemi göz önüne
alındığında, tahtın halefleri aile içi evlilikler yoluyla ortaya çıkıyordu; ancak bu ba­
zılarının iddia ettiği gibi kardeş evlilikleri yoluyla olmuyordu. Politik bağları güç­
lendirmek için bazı kız çocuklar ve kız kardeşler aile dışından, dost veya zapt edilen
ülkelerin hükümdarlarıyla ya da yerel soylularla evlendiriliyordu. Dolayısıyla elit
kadınlar siyasi, ekonomik ve sembolik alanlarda iktidarda pay sahibi oluyordu .
Elit olmayan kadınların rolüyle statüsü konusuna gelince; tarihçiler ancak kaynak­
lardan tahminde bulunarak ya da İran tarihinin daha sonraki dönemlerine baka­
rak, kadınların eş ve çocuk yetiştiren anne olarak önemli roller oynadığı sonucuna
varır. Veya elit ailelerde evliliğin her iki ailenin rızasına dayalı, anlaşmalı ve siyasi
bir yapısı olmasından yola çıkılarak, alt sınıf ailelerde de evliliğin bu şekilde olduğu
varsayılabilir. Düşük düzey federasyonlar da belki evlilik alışverişini gerektiriyor­
du. Şurası muhakkak ki, toprakta çalışan ve el sanatları üretimi yapan kadınlar,
genel olarak toplumda ve özel olarak ekonomide önemli roller oynuyordu.
Klasik kaynaklarda veliahtların eğitiminden, binicilik, avcılık ve askerlik be­
cerilerinin yanı sıra liderl ik vasıflarının öğretilmesinden bahsedilir. Bunlar ay­
rıca tahta çıkma ve defin törenlerinin anlatıldığı yegane kaynaklardır. Plutark­
hos, Artakserkses'in Hayatı adlı eserinde1 R (büyük olasılıkla Ctesias'a dayanır),
Pasargad'da kral ilan edilen Ahameniş hükümdarının tahta çıkma törenini anlatır.
Kral, Kiros'un cübbesiyle birlikte başka kıyafetler giyer ve başına tacı takar. Ardın­
dan belli yiyecekler yiyip "ekşi süt" içer. Bu muhtemelen Kiros'un görevini üstlen­
diğini, Ahameniş soyundan gelen meşru kökene sahip olduğunu simgeler. Kralın
başka bir soydan gelmesine rağmen Kiros'un hanedanın sembolik kurucusu haline
gelmesi ilginçtir. Klasik kaynaklar ayrıca kralın ölümü ardından gerçekleşen tö­
renleri anlatır. Kutsal ateş söndürülüp bütün halk yas tutar. Naaş Kiros örneğinde
olduğu gibi Pasargad'a veya Nakş-ı Rüstem ve Persepolis'teki kaya mezarlarına
nakledilir. Cenaze törenlerini yöneten kişi saygı görür, hatta meşruiyet sahibi olur.
Büyük İskender, HI. Darius'un naaşını gömülmek üzere Persiya'ya götürünce, ken­
disini Darius'un meşru halefi ilan etme imkanı bulmuştur.

53
İRAN TARlHI

Klasik kaynaklarla birlikte Ahameniş yazıtları ve rölyefleri kralın gücünü, ev­


rendeki rolünü, diğerlerinden nasıl farklı bir konumda olduğunu vurguluyordu.
Kral kozmik dengenin merkezinde yer alıp sıradan insanların meselelerinden uzak
olmasına rağmen, birtakım görevlerde son derece faaldi. Hana sonunda III. Darius
ordularını bizzat savaşa götürmüştü. Kral sarayıyla birlikte büyük idare merkezleri
arasında seyahat hana göç ediyordu. Böylece uyruklarının hayatları ve sorunları
hakkında bilgileniyor, onlar da kralın müthiş varlığından haberdar oluyordu.
Gerek Ahameniş kaynakları gerek klasik kaynaklar egemen saray kültürünün
önemini ortaya koymuştur. Sarayın kültürü imparatorluğun zenginliğini, kralın bu
zenginlik içindeki rolünü ve gücünü yansıtıyordu. Kral ve maiyeti ister saraylardan
birinde, ister seyahat esnasında büyük çadırda olsun, hep şaşaalı bir tarzda yaşı­
yordu. Bu kısmen imparatorluk ideolojisini beslemek için, kısmen de siyasi ve eko­
nomik nedenlerle gerekliydi. Bu zenginlik gösterisi ittifakları güçlendirip destek ka­
zanmak açısından politik, imparatorluk kaynaklarını yeniden dağıtmak açısından
ekonomikti. il. Kiros veya 1 . Darius örneğinde olduğu gibi, imparatorluk ailesi bir
kez oluştuktan sonra aile içinde ilk gerilim veraset yüzünden çıkıyordu. Bir sonraki
gerilimse hanedanla imparatorluğun yöneticileri arasındaki ilişkide görülüyordu.
En önemli yetkililer ya Ahameniş Ailesi'nin üyeleri ya da hanedanla kişisel bağ­
ları olan Pers ileri gelenleriydi. Bisicun Yazıtı'nda, Bardiya/Gaumata'yı devirip aile­
sinin yönetiminde imparatorluğu yeniden tesis eden Darius'a yardım eden altı soylu
aileden bahsedilir. Hana Bisicun rölyefinde önemli bir yönetici olan Gobryas bile
tasvir edilmiştir. Görevlerini çocuklarına miras bırakan Pers ileri gelenlerinden olu­
şan güçlü bir grubun varlığı açıktır. Bunlar kralı destekliyordu, dolayısıyla kral da
onlara bağımlıydı. Kral bu aileler sayesinde kızlarına politik evlilikler ayarlıyordu.
Bisitun Yazıtı'nda bandaka (elit devlet hizmetkarları ) adı verilen•, kendine özgü
bir emperyal kategorinin adı geçer. Kral bu grubun bağlılığına ve desteğine itibar
ediyordu. Ünlü Pers ailelerinden gelen bandaka üyeleri krala hizmet ediyordu. Bu­
nun karşılığında unvan ve mevki, arazi bağışı veya geliri, krala yakın bağlarını
gösteren nişanlar alıyorlardı. Ahameniş toplumunun ideolojisi ve hiyerarşik yapısı
göz önüne alındığında, bütün otoritenin çıkış kaynağı kral ve nihayetinde elbette
Ahura Mazda olup, bandakanın ilişkisi kralın lütfüne bağlıydı.
İmparatorluğun büyüklüğü düşünüldüğünde, en üst kademeler dışında Ahame­
nişlerin verdiği hizmetin Perslerin dışındaki .halklara da açık olması gerekti. Bu
etken, Ahamenişlerin sunduğu hizmetin ve idareciliğin özerk niteliğini hatırlatan
bir diğer örnektir. Büyük idari birimlerde sadece en. yüksek yetkililer, Ahameniş
yetkilileriyle doğrudan temas edebiliyordu. Buna rağmen, Ahamenişlere ve kur­
dukları sisteme bağlılık en üst düzeydeydi. İmparatorluğun dört bir yanından gelen
uyruklar; Susa, Ekbatana ve Persepolis gibi başkentlerde bulunan imparatorluğa

54
AHAMENIŞLER

ait atölyelerde, idarede, tarımsal arazilerde çalışıyordu. Hazine Tabletleri bunla­


rın köle olmayıp iş ve hizmetleri karşılığı ücret alan, azat edilmiş işçiler olduğunu
açıkça gösterir.
Ahamenişlerin idareciliği ünlüydü, bu etkin idarecilik sayesinde imparatorlu­
ğu bir arada tutuyorlardı. idari güç şarttı ve imparatorluğun bürokrasiyle ordu­
yu beslemesi için gerekli olan vergi ve haraçları toplama becerisine dayanıyordu .
Ahameniş Ailesi'nin patrimonyal yapısı göz önüne alındığında, hanedan üyeleri
imparatorluğun geniş eyaletlerinin baş yöneticisi olarak baskın bir rol oynuyor­
du. Eyaletlere "satraplık " , eyalet valilerine "satrap" deniyordu. Bununla birlikte
bu eyaletlerin sayısı, büyüklüğü, sınırları, niteliği, hatta adları konusunda bir fikir
birliği yoktur. En tanınmış satraplıklar, tarihi Medya/Ekbatana, Mısır/Memfis ve
Lidya/Sardes eyaletleriydi. Ahameniş kaynakları ayrıca " Nehrin Ötesi" , yani bü­
yük Suriye eyaleti gibi, kurulan yeni eyaletlerden bahseder.
Bu eyaletlerin bir bütün halindeki Ahameniş İmparatorluğu'nun parçası olması
dışında, satraplık yönetimine dair herhangi bir gösterge yoktur. Satraplık idaresi
gerek çalışanlarının görevleri bakımından, gerek büyük krala ve bir bütün olarak
imparatorluğuna kişisel/aile düzeyinde hizmet vasıtasıyla imparatorluk merkezi­
ni temsil ediyordu. İmparatorluk başkentleri Susa ve Ekbatana gibi satraplık baş­
kentleri de idarenin, ekonomik hayatın ve ticaretin merkeziydi. Yiyecek, kıymetli
madenler ve mallar bu merkezlerde depolanıyor, askeri kuvvetler bu merkezlerde
toplanıyor, el sanatları, sanat ve mimarlık üretimi bu merkezlerde gerçekleşiyordu.
Satraplık örgütlenmesinin çok önemli bir idari amacı vardı: düzeni sağlamak, bu
düzeni korumak için vergi ve hediyeler göndermek, imparatorluğu ve kurumlarını
savunmak.
İmparatorluğun dört bir yanı, Ahameniş kaynaklarında geçen ve Herodot'un
övgüyle söz ettiği uçsuz bucaksız bir yol ağıyla birbirine bağlanmıştı. Nöbetleşe
çalışan atlı ulakların ve posta binalarının bulunduğu bu yol sisteminin, Ahame­
nişlerin etkin bir idare kurmasına ciddi katkısı olmuştu. Hatta daha sonraları, bu
idarenin merkezileşmesiyle ilgili fikirlerin gelişmesini bile sağlamıştı. Gelişmiş bir
yol altyapısına, bürokratik ve askeri kurumlara rağmen gerek satraplıklar, gerek
bunların içinde yer alan bölgeler ve halklar önemli ölçüde özerkliğe sahipti. Ayrı­
ca bir satraplığın doğrudan parçası olmayan veya doğrudan bir satrap tarafından
yönetilmeyen pek çok kavim ve grup vardı. Ahameniş satraplık sisteminin dışın­
da kalan en önemli ve büyük gruplar Arabistan, Zağros Dağları ve Orta Asya'da
(özellikle Sakalar) yaşayan hayvancı göçebelerdi. Yaşadıkları topraklar, toplumsal
örgütlenme biçimleri ve hareketli olmaları özerk kalmalarını sağlıyordu. Gerek Sa­
kaların gerek Zağroslar'daki konargöçerlerin, başta Mezopotamya olmak üzere
Orta Asya'da da eski hükümdarlarla tarihi bir ilişkisi vardı. Ahamenişlerle de de-

55
İRAN TARIHI

vam eden bu özel ilişki, hediye alışverişine ve vergiden ziyade hizmet vermeye da­
yanıyordu. Göçebelere özellikle atları ve askeri rolleri nedeniyle değer veriliyordu.
Düzeni sağlama becerileri ve genellikle girilmesi zor bölgelerde geçişe izin vermele­
ri, imparatorluğun işlevini sürdürmesi açısından önemliydi. Bu durum, neden bazı
göçebelerin kraldan hediye alıp vergi vermediğini açıklar.
Muhtelif satraplıkların ve bölgelerin gerek Ahameniş merkezini gerek ken­
di varlıklarını nasıl değerlendirdiğini kesin olarak belirlemek imkansızdır. Belki
Persiya'nın imparatorluk içinde ve kralla ilişki bakımından özel bir konumu vardı.
Babil ve Mısır kaynakları, hükümdarın toplumsal ve siyasi düzeni korumak ama­
cıyla, geleneklere uygun davranmaya özen gösterdiğini anlatır. Bu şekilde sağlanan
ekonomik ve siyasi istikrar elbette Ahamenişlerin kendi çıkarları için gerekliydi.
Mısır özellikle kışkırtıcı görülmekle birlikte bu, klasik kaynakları ve Ahameniş
kralını Mısır dışından bir tiran olarak gören modern milliyetçi görüşleri yansıtır.
Halbuki Mısır'ın veya Akdeniz'deki kıyı bölgelerinin kaybı, imparatorluğu uzun
vadede bile tehdit etmemişti. Dolayısıyla Yunan savaşı da önemli olmakla birlikte,

2.6 Persepolis'te Persler ve Medleri gösteren rölyef (Fotoğraf: Gene R. Garıhwaite)

Ahamenişlerin imparatorlukla ilgili kaygılarının merkezinde yer almıyordu. Aha­


menişlere karşı dışarıdan gelip başarılı olan tek tehdit İskender ve Makedonlardı.
İskender Ahamenişlerin geleneksel siyasi kültürüne özenle ayak uydurmuştu. Bun­
ların dışındaki tek istisna Orta Asyalı İskitler olabilir, ancak onlar sürekli bir tehdit
yaratmaktan ziyade daimi bir rahatsızlık kaynağı olmuştu. Ahameniş sistemi şaşır-

56
AHAMENIŞLER

tıcı derecede istikrarlıydı. Darius'tan sonra bizzat hanedan içinden ne denli tehdit
gelirse gelsin, hiçbiri başarılı olamadı.
Bütün imparatorluk içindeki garnizonların korunması da dahil, Ahameniş ida­
resinin amacı imparatorluğa damgasını vuran özerkliğe rağmen düzeni sağlamak,
ticareti kolaylaştırmak ve vergi/hediye toplamaktı. Persepolis'in bile malların depo­
lanması açısından ekonomik bir rol oynadığı düşünülebilir. Bunun amacı pay, ücret
ve tayın için yeniden dağıtımın yanı sıra imparatorluk içinde takas oranlarıyla ilgili
bir standart tesis etmektir. Persepolis'te "Haznedarlık" makamıyla birlikte idari
farklılaşma ortaya çıktı . Bu makam ekonomik farklılaşmayı, uzmanlaşmayı ve im­
paratorluk çapında standartlar belirleme ihtiyacını yansıtıyordu. Bu standartların
amacı vergi/hediyelerin toplanması ve hanedan üyeleriyle satraplara dağıtılması
için takas oranlarının korunmasını sağlamaktı.
Ahameniş ordusu ya da orduları, hiyerarşik hatta ondalık yapısıyla, hükümdar­
lığa tabi olan unsurları temsil ediyordu. Askeri örgütlenme içinde sayıları on bin
olarak tahmin edilen Perslerle Medler, bir başka deyişle " Ölümsüzler" yer alıyordu.
Ardından kralın muhafızları olan binicilerle okçular geliyordu. Kralın ordusunda
çok sayıda paralı asker, hatta subay vardı; ancak yüksek rütbeli subaylar genelde
Persler/Medlerden seçiliyordu ve en üst düzeydeki subaylar bizzat Ahamcniş Hane­
danı üyesiydi. Bürokrasi gibi ordu da evrensel Ahameniş hükümdarlığının yarattığı
unsurların ve bu unsurlar çerçevesindeki hükümdarlığın yansımasıydı.
Ahamenişler döneminde bir din ya da kurumsal yapı olarak Zerdüştlük hak­
kında fazla bilgimiz bulunmuyor. Ancak Zerdüşt dini ve bu dine mensup rahipler,
hükümdara bağlı topluluklardan bir diğerini oluşturuyordu. Örneğin geç Ahame­
niş döneminde, kökleşmiş bir tutuculuğa rağmen hükümdarlar hizipçi gelişmeleri
destekliyordu. Darius, yönetimini meşrulaştırmak için Zerdüştlüğün ahlak ve etik­
le ilgili fikirlerine ayak uydurmuştu. Bununla birlikte Zerdüştlüğün tarihi Ahame­
nişlerden çok öncesine dayanır. Son araştırmalar Büyük Kiros ile Zerdüşt'ün aynı
çağda yaşamadığını ortaya koymuştur. Ayrıca Kiros'un Zerdüşt dinine mensup ol­
duğunu gösteren herhangi bir bulgu yoktur. Buna karşılık Darius ve ardından gelen
hükümdarlar büyük olasılıkla Zerdüşt dinine mensuptu. Boyce, Gata adı verilen ve
Zerdüşt'ün yazdığı kabul edilen ilahilerle Zerdüşt kutsal metinleri olan Avestaların
en eski örneklerine dayanarak, Zerdüşt'ün en azından MÖ 1 1 00 yıllarında yaşadığı­
nı ileri sürer. Garalar, Orta Asya'daki konargöçer bozkır toplumudur. Antik İran ve
Hint-Aryan din gelenekleri burada ortak bir köke sahip olup MÖ 2. yüzyılda farklı
biçimde gelişmeye başlamıştı. Erken Zerdüştlüğün yeniden oluşması Rig Veda'ya
ve diğer Yedik eserlere dayanır. Zerdüşt'ün bu antik gelenek içinde yer alıp kendini
reformcu olarak gören bir rahip olduğu kabul edilir. Ahura Mazda'nın asilere ve kö­
tülere karşı zafer kazanan tanrı olmakla kalmayıp aynı zamanda dünyanın yaratıcısı

57
IRAN TARİHI

ve evrenin en üst tanrısı olduğunu vaaz ediyordu. Bu kavram antik İran geleneğinde
bir ilkti. Ahura Mazda, Darius ile Kserkses'in yazıtlarındaki etik buyruklarda ve
evrensellik görüşlerinde bu şekilde yer alır. Buna karşın il. Artakserkses'in saltana­
tı sırasında önemli değişimler yaşanmıştır. Özellikle heykellerde görüldüğü üzere,
kült uygulaması Mithra ile Anahita'nın yüceltilmesini içerecek şekilde ayrıntılı ha­
le gelmişti. Antik geleneğin mirası olan Mithra güneş/ateşle ilişkiliydi. Suyla özdeş
görülen Anahita ise muhtemelen Gatalarda adı geçmeyen ve sadece yeni Avesta'da
bahsedilen Asur-Babil Tanrıçası İştar'ın Perslere uyarlanmış halidir.

2.7 Kaya mezarında Ahameniş hükümdarı, ateş sunağı ve Ahura Mazda


(fotoğraf: Gene R. Garthwaite)

Ortodoks olmayan bu uygulamaya bir tepki olarak ateş tapınağı Zerdüştlüğün


remel unsuru haline gelirken, sunakta yakılan ateş de tapınmanın odağı olarak hey­
kellerin yerini aldı. Aslında ateş Zerdüştlük ritüelinin uzun zamandır bir parçasıydı
ama özel ibadet artık halka açık ve törensel ibadete dönüşmuştü. Bir rahip zümre­
sinin ortaya çıkması ve ateşin temel unsur oluşu, ilk dönemlerdeki ortodoksluğu
korumakla yeni gelişmeleri engellemenin aracı olmak anlamında çakışmıştı. Bu iki
özellik Sasaniler döneminin ve bu dönemdeki Zerdüştlüğün temel niteliği oldu. il.
Artakserkses zamanında ortaya çıkan değişimler Zerdüştlüğü Mezopotamya gele­
neklerine daha uygun hale getirdi.
Bürün başarılı hükümetlere ve idarelere damgasını vuran pragmatizmden Aha­
menişler de nasibini almıştı. il. Kiros Babil'i fethettiği zaman dini değerlere bak-

58
AHAMENIŞLER

madan "Marduk 'un elini tuttu" . Bunu yapmasının son derece pragmatik nedenleri
vardı. Bu olayı anlatan Kiros Silindiri, Darius'un Bisitun Yazıtı'nda ve diğer yazıt­
larda dile getirilen fikir ve eğilimlerin habercisidir. Eşzamanlı hükümdarlığa dam­
gasını vuran onca özerklik, aynı zamanda bir tür pragmatizmi ve sınırların tanın­
masını yansıtıyordu. Göçebelerin egemen topluluk olduğu Batı ve Orta Asya'nın
uçsuz bucaksız topraklarını yönetme konusundaki gerçekçiliğin ifadesiydi.
Ahameniş sisteminin idamesi uyruklarının refahına; vergi, haraç ve hediye gön­
dermelerine bağlıydı. Ne yazık ki, ne belirlenen vergi miktarı ne de para veya mal
cinsinden yıllık olarak toplanan vergileri belirleme imkanı vardır. Herodot'a göre
1. Darius vergi ve idare reformlarını yapmıştı. Halktan vergi toplama veya haraç
alma yüzünden ortaya çıkan isyanlarla ilgili bir kayıt yoktur. Ahamenişler zaman
içinde ciddi bir servet birikimi yapmıştı. Öyle ki İskender Persepolis'i yağmaladığı
zaman yaklaşık 4680 ton gümüş ve bu miktarın onda biri kadar altın toplamıştı.
Ahameniş yönetiminin sona ermesi beklenmedik bir olaydı; Büyük İskender'in
İran sahnesinde görünmesiyse çok kısa sürdü. Ölümünden sonra bile karizmatik
bir lider olarak ünü düşünüldüğünde, Pers tarihi üzerindeki etkisi büyük ölçüde
abartılmıştı. İskender'in MÖ 333'te Gaugamela'da kazandığı zafer III. Darius'un
ölümüne ve hanedanın sona ermesine yol açtı . Bununla birlikte İskender, meşru bir
varis gibi defin töreni yapıp meşru hükümdar olarak tahta çıktı. İmparatorluğu
fethetmesi, valilerin yerine kendi gözde komutanlarıyla destekçilerini geçirmek dı­
şında, Ahamenişlerin satraplıklardan oluşan idari yapısını değiştirmedi . En büyük
etkisi, Zerdüştlüğün sözlü geleneğinin hazineleri olan Mecusileri bastırmak veya
yok etmek oldu. Bu durumun kalıcı sonuçları tam olarak bilinmese de çok büyük
bir etkisi olduğu aşikardır. İskender'in ölümünün ardından generalleri, parçalanan
imparatorluğunda egemenlik kurdular. Sonunda adını bu generallerden biri olan
Selevkos'dan alan Selevkoslar Devleti, MÖ 4. yüzyıl sonundan 2. yüzyıl ortasına
kadar veya MÖ 3 1 2'den 129'a kadar, Mezopotamya'dan Orta Asya'ya uzanan
topraklarda hakimiyet sağladı. Mô 247'de Orta Asya'nın batısında ortaya çıkan
Partlar daha küçük boyutlu bir Ahameniş imparatorluğunu yeniden kurdular. Bu
devlet Helenleşmiş bir Ahameniş yönetimi yerine, Ahameniş Hükümdarlığı'na aşı­
lanan Orta Asya göçebeliğine dayanıyordu.
Ahamenişler döneminde tarihi bir hükümdarlık geleneği, daha önce görülmemiş
bir şekilde Batı Asya'dan ( ve hanedanın 200 yıllık yönetiminin büyük bir bölümü
boyunca Mısır'dan) Orta Asya içlerine uzanmış; çok sayıda halkı, dili, dini, top­
lumsal ve ekonomik biçimi içine almıştı. Hükümdarlık deyince akla bir tek yer,
Persiya geliyordu. Ahameniş saltanatının temel nitelikleri; Persiya ve Zerdüştlükle
özdeşleşme, etkin bir idarecilik, kurumların ve hükümetin gelişmesine izin vermek
de dahil olmak üzere özerkliğin kabulü ve pragmatizmdi. İsyanlara çok seyrek rast-

59
IRAN TARlHt

!anıyordu; Büyük İskender'e kadar Ahameniş Hanedanı'nın egemenliğine kimse


ciddi şekilde meydan okuyamamıştı. Ancak İskender'in başarısı asla net değildi;
Ahameniş topraklarının merkezine kadar ilerlerken bile, III. Darius'a verilen des­
tek, öldürülene kadar sürmüştü. Makedonların ve özellikle Selevkosların kendi
yönetimlerini Ahameniş gelenekleri, kurumları ve altyapısı üzerine kurmaları da
önemli bir olaydı. Hala ayakta duran imparatorluğun yozlaşması ve çökmesi tartı­
şılırdı. Ayrıca Ahameniş ismi ve kralları unutulduktan çok sonra bile bu saltanatın
sözlü geleneği varlığını sürdürdü. Persiya/İran'la bağlantılı olan, bu ülkenin toplu­
mu ve ekonomisiyle pekişen saltanat mitleri de sürüp gitti.
3

İSKENDER (MÖ 330-323 ) , SELE VKOSLAR (MÖ 3 1 2-129) VE


PARTLAR (MÖ 247-MS 224 )

Ahameniş Hanedanı'nın tarihi 111. Darius'un ölümüyle son bulurken Büyük İsken­
der kendisini Ahamenişlerin meşru halefi ilan etti. Ahameniş İmparatorluğu'nu fet­
hedip topraklarını işgal etmesine rağmen yönetimi sadece yedi yıl sürdü. İskender
kısa süren hükümdarlığına karşın bu topraklarda hala büyük bir kahraman olarak
görülür. Onun MÖ 323'teki ölümünün ardından generalleri imparatorluğunu sür­
dürmek için birbiriyle yarıştı . MÖ 3 1 1 'de, bu generallerden biri olan Selevkos,
Ahameniş İmparatorluğu'nun merkezi ve doğusu sayılabilecek Suriye'den Orta
Asya 'ya kadar uzanan topraklarda zafer kazandı. Makedonya ve Mısır'ı ise diğer
iki general Antigonus ile Ptolemaios paylaştı.
Basit bir soruyla, yaklaşık 200 yıllık bu dönem Pers tarihi için ne anlama geli­
yordu? Tarihçiler Selevkosları ancak son zamanlarda Ahameniş İmparatorluğu 'nun
halefi olarak kabul etmiş; bu bölgedeki Helenleşmenin kısıtlı, hatta yüzeysel oldu­
ğunu ileri sürmüşlerdir. Onların ve onlardan önce İskender'in ele geçirdiği ve yeni­
den fethettiği imparatorluğun toprakları çok büyük olup pek çok halk ve kültürden
oluşmuştu. Selevkoslar bu gerçeği kabullendiler. Yönettikleri toprakları merkezi­
leştirme ve Helenleştirme konusundaki başarısızlıkları, eski dönemin tarih yazımı­
na zıt ve ironik bir biçimde, onları başarılı hükümdarlar haline getirdi.
İki katmanlı Ahameniş sistemi Selevkoslar zamanında da sürdü. Bu sistemde
Ahameniş ve Pers eliti imparatorluğun idari ve askeri kurumları vasıtasıyla hüküm
sürerken, bölgesel elit imparatorluk ve kendi bölgesi arasında aracılık ediyordu. An­
cak Selevkos ve halefleri döneminde, Helenleşmiş elit yerli Pers elitle birlikte varlığını
sürdürüyordu. Bu elit seviyesinde belli bir derece Helenleşme; özellikle Yunan dilinin
ve ayrıca Yunan kültürel değerlerinin benimsenmesi ortaya çıkmıştı. Ahameniş ida­
resinin yanı sıra ekonomisi ve toplumsal örgütlenmesi de bölgesel ve yerel elit yöne­
timi altında devam ediyordu. Peki bu bağlamda Helenistik/Helenleşme ne anlama
geliyordu? Bu terimlerin çağrıştırdığı dönüşüm ve homojenleşmeden çok daha azı.
Biz burada Selevkos tarihinin, kaynakların çok kısıtlı olduğu Doğu Pers bölgesi­
ne ait kısmıyla ilgileniyoruz. Kronolojisi bile belirsiz olan bu tarihi yeniden oluştur­
mak kolay değildir. Selevkoslar merkezi gücü elinde tutarak özerk yapıyı sürdür-

61
İRAN TARİHİ

düler. Yerel yöneticiler egemenliği ele geçirdiğinden, Selevkosların hükümranlığı


kah kayboluyor kah tekrar ortaya çıkıyordu. Hanedanların bu şekilde birbiriyle
kesişmesi sorunu, Selevkosların batıda Romalılara, doğuda Pers İmparatorluğu'na
hükmedecek bir sonraki hanedan olan Partlara yakalanmasında açıkça görülür. Ör­
neğin MÖ 247'de, Selevkoslu bir derebeyi/general olan Arşak, Part Krallığı'ndaki
bir üsten yola çıkarak Hazar Denizi'yle Orta Asya arasındaki bölgeyi ele geçirdi.
Bu yüzden bu bölgeyle hanedan için Part, yine hanedan için bazen Arşaklı adı kul­
lanılır. Yeni Arşaklı Hanedanı'nın Batı ve Doğu İran ile Orta Asya'da tartışmasız
bir egemenlik kurması ancak 1 . Mithradates zamanında (MÖ 1 71-1 39/1 3 8 ) ger­
çekleşti. Bu sırada pek çok toprağını kaybeden Selevkos İmparatorluğu batıda yüz
elli yıl daha varlığını sürdürdü. Bu dönemde de batıdaki toprakları giderek Roma
hakimiyetine geçti. Part İmparatorluğu yaklaşık 500 yıl varlığını sürdürdü. Part
dönemi MÖ 224'te sona ererken onların yerini yeni bir hanedan kuran Sasaniler
aldı. Ahameniş-Selevkos-Part gelenekleri temelinde, Fars eyaletinde ortaya çıkan
Sasaniler devlet dini olarak Zerdüştlüğü benimsemişti.
Perslerin en eksik kalan bu 500 yıllık tarihini aydınlatma konusunda yerli Se­
levkos veya Part kaynaklarından günümüze, Ahameniş kaynakları kadar bile bilgi
ulaşmamıştır. MÖ 330'dan MS 224'e kadar paralar veya sikkeler kronoloji için
önemli bir yerli kaynak vazifesi görür. .Bununla birlikte, bu bulguların bazıları tar­
tışmalıdır. Sikkelerin de hükümdarlığın sergilenmesi açısından aynı derecede önem­
li bir işlevi olduğu ortaya çıkmıştır. 20. yüzyılda yapılan sınırlı sayıdaki kazı, ek
bilgiler sağlamakla birlikte yetersizdir. Çok sayıda Yunanca ve Latince metinde
Selevkos ve Part imparatorluklarından bahsedilmesine rağmen, bunlar her zaman­
ki klişe ve önyargılı yaklaşımlarıyla düşmanın olmasa da rakibin bakış açısını ser­
giliyordu.
Selevkos veya Part tanımlaması birlik içinde olamamış bir yapılanmayı akla
getirirken, tarihlerinin süreklilik göstermemesi Ahamenişleri onlara göre fazlasıyla
merkezileşmiş bir hanedan kılar. Örneğin Part yönetimi özellikle merkeziyetçilikten
uzak bir yapıya sahiptir. Partların imparatorluk üzerindeki egemenliği veya sağla­
dığı birlik Ahamenişlerin seviyesine ulaşamadığı gibi, Ahameniş hükümdarlığı ve
hegemonyasıyla ilgili fikirler de ortadan kalkmamıştı. Örneğin Eski Farsça artık
kullanılmıyordu ama geç Part döneminde Orta Farsça ortaya çıkmıştı. Fars eyale­
tinin eski merkezi konumu artık önemini kaybetmişti ama Fars, küçük " krallar"
adı verilen ve Partların yönetiminde hüküm süren yerel ayanın sikkelerinde temsil
edilmeye devam ediyordu. Partlar kendilerine Ahamenişleri örnek almalarına rağ­
men, aslında bu hanedan ve başarılarının adı silinmişti. Ahamenişler artık sözlü
gelenek vasıtasıyla ve Doğu İran'da anlatılan efsanelerde "Kayvanidler" olarak ha­
tırlanıyordu.

62
İSKENDER, SELEVKOSLAR VE PARTLAR

Pers tarihinin Selevkoslar ve Partlarla ilgili en önemli sorusu belki Ahamenişler


döneminden MS 3. yüzyıldaki Sasaniler dönemine kadarki devamlılık konusudur.
Bir başka deyişle Selevkoslar ve Partlar nasil Pers olmuştu? İmparatorluk ve hüküm­
darlığın Mô 4. yüzyılda Ahamenişlerden Büyük İskender'e, ardından Selevkoslara
geçmesinin sonuçları muhtemelen klasik metinlerin anlattığından çok daha azdı.
Önemli değişimlerden biri Partlar zamanında hükümet merkezinin batıdan İran'ın
doğusuna, sonra tekrar Mezopotamya'ya taşınmasıydı. Elitler seviyesinde hane­
danlar bakımından büyük değişim yaşanırken, toplumun alt katmanlarında aynı
değişim görülmüyordu. Çok önemli olan siyasi kültür devam etmişti. En önemlisi;
sosyo-politik örgütlenme, toplum ve kültür farklılıkları, göçebelerin önemi, bölge,
grup ve halkların özerkliği değişmemişti. Bölgesel düzeyde elitler aynı rollerini nis­
peten sürdürdüler. İskender sonraları çok sayıda Zerdüşt rahibini öldürdüğü için
lanetlenmesine rağmen Helenizmin Zerdüştlük üzerindeki etkisi zayıftı. Part döne­
minde Ahura Mazda'yla Zeus'u veya Anahita'yı Afrodit'le bağdaştırma ve denkle­
me çabaları olmasına karşın fikirlerde veya pratikte görünür bir değişim yoktu.
İskender ve Selevkosların kurduğu yeni şehirler bile genellikle çok farklı görü­
lüp Helenleşmenin kanıtı sayılsa da aslında İran ve Mezopotamya'daki eski ör­
neklerden esinlenmişti. Yine de bunlar plan ve mimari açısından Helenistik olup
yönetici elitin değerlerini yansıtıyordu. Selevkosların yeni şehirleri arasında Babil
yakınlarındaki Selevkia, modern Tahran şehrinin hemen güneyindeki Rey ve Bakt­
riya ile Soğdiyana arasındaki Ay Hanum vardı. Son zamanlarda yapılan arkeolojik
kazılarla birlikte Ay Hanum, Selevkos İran'ını anlama açısından özel bir önem
kazanmıştır. Selevkos İmparatorluğu Batı İran, Mezopotamya ve Kuzey Suriye'yi
kaplarken Anadolu ve Orta Asya' da değişen sınırlara sahipti. Buna karşılık Mısır'ı
asla topraklarına katmadıkları gibi, Hindistan'daki Maurya Hanedanı'na bıraktık­
ları doğu topraklarını bir daha geri alamadılar.
İran tarihinin bu döneminde çok daha önemli bir değişiklik iki yeni imparator­
luğun ortaya çıkmasıydı. Roma, Selevkoslarla Partlar ve ardından Sasaniler için
tehdit kaynağı olurken, Çin onlarla ticaret ilişkisine girmişti. Part tarihi ya da bu
tarihten geriye kalanlar artık Yunanlılardan çok Romalılar tarafından yazılacak­
tı. Devam eden sözlü tarih geleneği sonraki binyıla kadar yazıya dökülmeyecekti.
Hatta bu durum Sasani Hanedanı'nın MS 64 1 yılında Araplar tarafından çökertil­
mesinden sonra uzun bir süre daha devam edecekti.
Tarihi dönemlere ayırıp genellemeler yapma keyfi bir uygulamadır ve yanıltı­
cıdır. Büyük İskender'in askeri başarısı ve kısa saltanatının sözde yeni bir döneme
yol açmasının tek sebebi eski saltanata son vermesiydi. İskender siyasi geleneğe ve
Ahameniş siyasi kültürüne çok aşinaydı. Ahameniş İmparatorluğu'nun Helenleşti­
rilmesi daha sonra gerçekleşecekti. İskender büyük Ahameniş krallarının gelenek-

63
iRAN TARİHİ

lerine değer veriyordu. Akıllıca bir davranışla önce kendini ili. Darius'un tahtına
meydan okumaya müstahak biri olarak sundu. Onun öldürülmesinin ardından
intikamını alan kişi olarak cenaze törenini düzenleyip halefi gibi hükümdarlığını
meşrulaştırdı. Kendisi bir Ahamenişli kadınla evlenirken subaylarını da başka Pers
kadınlarla evlendirdi. Üstelik Pers kıyafetleri giyen İskender, Pers soylularını kendi
hizmetine atayıp ordusuna da bölge halkından insanları seçti. Böylece baki kalan
Ahameniş Evrensel Hükümdarlığı İskender'in bu makamı üstlenmesinin önünü aç­
tı. Bu olay onun askeri başarısı açısından hayati bir önem taşıyordu. Olağanüstü
askeri başarısında bir diğer can alıcı unsur komutanlığıydı. Bir lider olarak itibarı
her zaferle artıyordu. Artık karizmatik bir lider olarak görülüyordu.
İskender Ahameniş hükümdarlığını üstlenip hem asker hem politikacı olarak
başarısını kanıtlamıştı. Bir kraliyet soyundan gelmesine rağmen asıl evrensel olan
Ahameniş hükümdarlığıydı. Darius'la halefleri evrensel hükümdarlığı Pers etnik
kökenine bağlamıştı. Sonuçta İskender Ahameniş, Pers ve İran soyundan gelmeme­
sine rağmen, Ahameniş ve Pers aristokrasisiyle imparatorluk halklarının desteğini
kazanabilmek için kendini bu koşullara uygun biçimde sunmuştu . Verilen destek
onun başarısında kısa ve uzun vadede hayati önem taşıyordu. İskender'in meşrui­
yeti; Ahameniş kurumları ve tarzını benimsemesinin yanı sıra, ilahi iradenin daha
önce Ahamenişlere bağışladığı askeri başarılar yoluyla adamakıllı pekişmişti. Aha­
meniş Evrensel Hükümdarlığı'nı üstlenen İskender, kozmos ile Avrasya arasındaki
dengenin sorumluluğunu almayı kabul etmişti.
Makedon fetihlerinin ve özellikle İskender'in MÖ 323'teki ölümünün ardın­
dan, generaller arasındaki çekişmeler ve eyaletlerde ortaya çıkan ayaklanmalar
imparatorluğu böldü. İskender'in karizması ölümünden önce kurumsallaşmamış­
tı. İskender'e özgü hükümdarlık geleneğinin devamı generallerinin birleşmesine
bağlıydı. Sonunda İskender'in çok övülen ordusu üç general arasında (Ptolemaios,
Antigonus ve Selevkos) bölgelere dayalı olarak bölündü. Selevkos, İskender'in im­
paratorluğunun Asya kısmının birleştiricisi olarak ortaya çıktı. Gerek kendisi ge­
rek halefleri, saltanatlarını Ahameniş hükümdarlığı ve idareciliğine uygun şekilde
sürdürdüler.
Selevkos yönetimiyle ilgili iki temel soru vardır: Selevkoslar böyle büyük bir
imparatorlukta saltanatlarını o kadar uzun bir zaman nasıl koruyabilmişlerdi ve
bu imparatorluk nasıl Helenleştirilmişti ? Bu soruları cevaplamadan önce yine kay­
naklara başvurmak gerekir. Az sayıdaki bu Yunan kaynakları, Ahameniş tarihi
örneğinden farklı olarak, daha çok iktidar konusuyla, bilhassa tahta çıkma siyase­
tiyle, askeri meselelerle ve savaşlarla ilgilenmişlerdir. Toplumsal, ekonomik, hatta
kültürel tarihe ancak dolaylı yollardan ulaşılabilir. Parşömen ve papirüs gibi mad­
delerin dayanıksızlığından ötürü Selevkosların tuttuğu kayıtlardan günümüze ne-

64
ISKENDER, SELEVKOSLAR VE PARTLAR

redeyse hiçbir belge kalmamıştır. Arkeolojik kazılar ve döneme ait yazıtlar yetersiz
kalmıştır.
Selevkos önce MÖ 3 1 9-3 1 1 'den itibaren Babil'deki konumunu sağlamlaştırdı,
çünkü burası stratejik ve ekonomik bakımdan önemliydi. Burayı üs edinen Selev­
kos sekiz yıl içinde Batı İran'a ( Medya, Persiya ve Susa ) hakim olduktan sonra
Orta Asya'dan Hint Okyanusu'na uzanan bölgede de hakimiyet sağlamak için
harekete geçti. Bölgede yeni Maurya Hanedanı'nın kurucusu Çandragupta'ya bir
antlaşmayla bırakılan Pencap dışında her yere hakim oldu. Selevkos'un en önem­
li rakibi, İskender'in halefliğine aday diğer iki generalden biri olan Antigonus'tu.
Anadolu'yu elinde tutan Antigonus'un üssü epey uzaktaki Makedonya'ydı . Selev­
kos onu MÖ 301 'de yenerek Kuzey Levant, Suriye, Anadolu ve Ermenistan'ı ele ge­
çirdi. En önemli Ahameniş eyaletleriyle önemli ticaret yollarını ele geçiren Selevkos
aslında İskender'in imparatorluğunun büyük bir kısmını yeniden kurmuş oldu. Da­
ha önce, MÖ 305 civarında kral unvanını üstlenen Selevkos, Babil yakınında Dicle
üzerinde yeni bir başkent inşa edip Selevkia adını vermişti. Sonra başkenti impara­
torluğun merkezinde tutmaktansa kenara almayı yeğleyerek Akdeniz yakınındaki
Antakya'ya taşımıştı. Bu hamle doğu eyaletlerine giden ulaşım yollarını ve desteği
büyük ölçüde artırmakla birlikte, sonunda imparatorluğun doğudaki büyük bir
parçasının kaybına mal olacaktı. Yine de MÖ 4. yüzyıl sonunda. Selevkos'un ege­
menliğine asıl tehdit, İskender'in mirasının devamı olarak Makedonlardan gelecek­
ti. Bununla birlikte Selevkos Ahameniş İmparatorluğu'nu elinde tutmayı sürdürdü,
çünkü bu devletin siyasi kültürüne ayak uydurmuş ve yönetimine hakim olmuştu.
Selevkos MÖ 2 8 1 'deki ölümünden önce askeri gücü, kendi adına bastırdığı sik­
keler ve verdiği fermanlarla saltanatını pekiştirmişti. Belki bilinçli olarak yeni bir
hanedan kurmayı düşünmemişti ama oğlu ve halefi 1. Antiokhos (MÖ 2 8 1 -26 1 )
bunu açıkça hedefledi. Selevkos'un sikkelerinde çapa, boğa ve ona özgü boynuzlu
at başı vardı. Antiokhos'un sikkelerindeyse kendi resminin yanı sıra aileye adını
veren ata olarak ilan ettiği Apollon'un resmi yer alıyordu. Antiokhos ayrıca yeni
bir takvim icat etti. Bu yeni hanedan kendini hem İskender'in hem Ahamenişler ve
eski hükümdarlık geleneğinin halefi ilan ederek meşrulaştırdı. Selevkosların kendi
kurdukları şehirlere kendi hanedanlarının ismini vermesiyse ilginç bir husustu. Bir
başka ilginç nokta, Selevkos'un Antiokhos'u sadece halef değil, aynı zamanda eş
hükümdar tayin etmesiydi. Bunu yaparken Babil'de Kambises'i eş hükümdar ola­
rak atayan il. Kiros'u örnek alıp almadığı açık değildir. Oğlunu eş hükümdar yap­
ması aslında Selevkos'un da hanedan kurmaya niyetlendiğini göstermektedir. Her
ne kadar ikisinin adı birlikte anılsa da, Kiros örneğinde olduğu gibi ınuhtı:meleıı
Selevkos da baskın olan hükümdardı.
Antiokhos eş hükümdar olarak atanmasına rağmen, Selevkos'un öldürülmesi

65
IRAN TAııntt

ardından tahta çıktığında isyanla karşılaştı. Makedon-Yunanlı subayların komuta­


sında Baktriya'daki üslerinden çıkan ve göçebelerin desteklediği askerler saldırıya
geçti. Kuzeydoğu Persiya'daki Horasan'a kadar ilerleyen askerleri Antiokhos geri
püskürttü. Antiokhos bunun ardından Ptolemiler yönetimindeki Mısır' da meydana
gelen kışkırtmaları bastırmak için batıya dönmek zorunda kaldı. Onun ardından
gelen Selevkos kralları da uzak sınır noktalarındaki tehditlerle karşılaştığından,
orduları çok uzun mesafeler boyunca bir uçtan diğer uca sevk etmekte zorlanıyor­
lardı. Selevkosların sürekli tehditlerle uğraşması, Ahameniş geleneklerini benimse­
melerine rağmen saltanat ve kurumlarını meşrulaştırma konusunda fazla başarılı
olamadıklarını gösterir. Sonuç olarak, Selevkos Hanedanı'nın meşruiyeri ve gücü
açık biçimde kullanması, hakimiyetinin iki yüzyıldan fazla sürmesini sağladı.
Birliklerin Orta Asya'dan batıya taşınması, doğudaki göçebe istilalarına veya
burada yerleşmiş hizipçi Makedon-Yunan generallere karşı Selevkos savunmasını
zayıflatıyordu. İmparatorluğun boyutu Selevkos komutanlarına bağımsız hareket
etme ve bilhassa tahta yeni bir kral geçeceği zaman kendi bölgesel özerkliklerini
kurma imkanı sağlıyordu. Bütün bunlar Selevkos devletinin gayri merkezi oldu­
ğunu gösterir. Orta Asya ve özellikle Baktriya onlar için önemliydi. Bu bölgenin
zengin kaynakları orduyu besleyip batıdaki egemenliği sürdürmek açısından çok
önemliydi.
1. Antiokhos ile il. Antiokhos'un (MÖ 26 1 -246 ) saltanatları sırasında aşırı bü­
yük hanedan kurma eğilimiyle birlikte, bir satraplığın ayrılması dahil batı ve do­
ğuda yönetimlerine karşı ortaya çıkan tehditlerin üstüne, il. Antiokhos'un MÖ
246'daki ölümünün ardından kimin tahta çıkacağı sorunu da eklendi. Baktriya'da
Makedonlardan geriye kalanlar bir krallık kurmuştu; isyan eden Parthia Satrapı
Arşak ve onun Parni veya Part kuvvetleri tarafından öldürülmüştü. Buna karşı­
lık Baktriyalılarla Selevkoslar ittifak ederek Arşak'ı yendiler. Daha sonra Arşak'ın
kurucusu olarak görülen Arşaklı veya Part Hanedanı, MÖ 2 1 2 civarında Selevkos
egemenliğinden ayrılmayı başardı.
Selevkos kralları Doğu İran'daki egemenliklerini yeniden kurmak için seferler
düzenlediler. Ne var ki batıda çıkan olaylar onları daima çabalarını ve kuvvetlerini
doğuda artırmaktan alıkoydu. MÖ 3. yüzyılın son on yılında, III. Antiokhos veya
Büyük Antiokhos (MÔ 223- 1 8 7), Baktriya'da Selevkos varlığını kısa bir süre için
yeniden tesis etti. Ancak bu başarının bir bedeli vardı; arka kanadına bir saldırı
yapılmasını önlemek amacıyla Part üzerinde Arşaklı egemenliğini kabul etmek zo­
runda kalmıştı. III. Antiokhos Arşaklı tehdidinin azalması ve Baktriya kaynaklarını
k u llaıuııası sayesim.le Mısır'ı yendi. MÔ 200 civarında Filistin ve Kuzey Suriye
üzerinde hakimiyet kurarken sadece MÖ 1 89'da Roma'ya yenildi. Roma Küçük
Asya'nın batısını ele geçirdiği sırada Antiokhos Doğu İran'daki hakimiyetini de

66
ISKENDER, SELEVKOSLAR VE PARTLAR

kaybetti. Yüzyıl ortasında görülen Selevkos hanedan kavgası, bilhassa il. Demet­
rius (MÖ 145-1 4 1 ) ve VI. Antiokhos (MÔ 145-142 ) arasındaki çekişme, Batı ve
Güneybatı İran'ın kaybedilmesiyle şiddetlendi. Partlar MÖ 148'de Batı Persiya'yı,
Mô 141 'de Babil'i ele geçirdi. il. Demetrius'un kardeşi olan VII. Antiokhos (M.
1 3 8-129) bulduğu destek sayesinde Partlara kaybedilen toprakları kısa bir süre
tekrar ele geçirdi. Ne var ki MÖ 129'da Partlara yenildi ve böylece İran üzerindeki
Selevkos egemenliği nihai olarak sona erdi.

3.1 Bisitun'da Herakles (Fotoğraf: Gene R. GarthwaittJ

İran üzerindeki Selevkos hakimiyeti MÖ 3 12'den MÖ 129'a tam 1 82 yıl sürdü !


Yine de bu dönemin birleştirici terimi olarak görülen Selevkos adı aslında bölün­
müşlüğü gizliyordu. Ahamenişler döneminde İran'ın siyasi kültürünü özerklik be­
lirliyordu. Bu kültür, Ahameniş Hanedanı'nın hakimiyetini ve hükümdarlığı Abura
Mazda, Pers merkeziyetçiliği ve saltanat geleneğiyle birleştiren ideolojisini kabul
ediyordu. Selevkoslar Pers kimliğine ait olmayıp onların diline, dinine ve kültürü­
ne yabancıydı. Yaşadıkları şehirlerde kendi Makedon-Yunan kültürleri egemendi.
Bununla birlikte, yerli elitlerin Makedon-Yunan kültürünü olumsuz veya "ulusal"
olarak gördüğüne dair herhangi bir kanıt yoktur. Makedon-Yunan kültürü hüküm­
darlara ait olsa da, İran'ın kozmopolit toplumundaki kültürlerden biriydi.
Ahamenişlerin idarecilik geleneği devam ediyordu. Buna karşın, Selevkoslarla

67
IRAN TARİHİ

İran'ın siyasi kültürü arasındaki ilişki Ahamenişlerin kabul edilmiş hükümdarlık


geleneğinden ziyade güce dayanıyordu. Ahamenişlerin tersine Selevkoslar sık sık
aile içi tehditlerle karşılaşıyordu. On beş kraldan sadece ikisinin ölümü eceliyle
olmasına rağmen Selevkos hanedanı meşruiyetini korumayı başarmıştı. Aile için­
deki tehditten başka bölgesel komutanlardan, imparatorluktaki halklardan ve dış
düşmanlardan gelen tehditler de vardı. Selevkoslar savaşçı zorbalara veya paralı
askerlere benzetiliyordu. Meşruiyet ve otoriteden çok güce dayanan bir yönetim
tarzına sahiptiler. Güçleri kurumsal değil kişiseldi. Meşruiyetleri dar bir zemine
dayanıyordu. Hükümdarla hükmedilen arasındaki uzun vadeli ilişki, kısa vadeli
siyasi çıkarlar için feda ediliyordu. Başkentin batı ucundaki Antakya'ya taşınması
bu durumu körüklemişti. Kişisel çıkarlar ve egemen-bağımlı ilişkileri, hükümdarla
elitler arasındaki bağlara damgasını vurmuştu.
Selevkoslar devlet yönetiminde satraplık sistemini devam ettirmekle birlikte
bunu alt birimlere böldüler. Ayrıca satraplar komutanlar arasından seçiliyordu.
Bunun dışında, bütün İran boyunca askeri yerleşimlere sahip Yunan şehirleri kurul­
muştu. Bütün imparatorluğu bu kışlalar bir arada tutuyordu. Selevkos şehirlerinin
iç örgütlenmesi hakkında hiçbir şey bilinmiyor. Ahameniş şehirleri ve örgütlenmesi
hakkındaysa fazla bilgi bulunmuyor. Jimnasyum ve tiyatro gibi Yunanlılara özgü
yapılar ile mimari dışında, Ahameniş ve Selevkos şehirleri birbirine oldukça benzi­
yordu. Doğu İran ve Orta Asya'daki Ahameniş ve Selevkos şehirleri benzer görev­
lere sahipti. Bunlar imparatorluğun çıkarlarını, ticaret yollarını, tarım alanlarını
yakın bölgelerde yaşayan göçebelerden koruyan kışlalar olarak işlev görüyordu.
Genelde idareci ve asker elitler Ahameniş/Pers veya Makedon oluyordu. Her iki
grup seçkin imparatorluk birliklerinin yanı sıra yerel milislere dayanıyordu.
Yunan şehirlerinde yaşayan Yunanlı/Makedonların yerli halklara karşı tav­
rı Ahameniş/Perslerden pek farklı değildi. Kamu düzeni sağlam olduğu, vergiler
toplandığı, ticaret yolları güvenli kaldığı sürece yerel özerkliğe ve yerel meselelere
pek karışılmıyordu. Yunanlılar kendi dillerinde yazıp konuşuyor, yerli halk İran
lehçelerinde konuşuyor, Selevkos idaresiyse kayıt tutmak için Aramice kullanıyor­
du. Selevkoslar Ahamenişlerin dine karşı genel hoşgörüsünü sürdürdüler. Kendileri
çoktanrılı olmakla birlikte yerel dinlerin uygulamalarına karışmadılar. Ahameniş
hukuku ve yerel kanunlar Selevkos hukukuyla birlikte varlığını sürdürdü. Dileyen
kendi dinini korumakla birlikte Yunan tanrılarına tapınabiliyordu. Yunanlı olma­
yan biri Yunan şehir devletinin yurttaşı olabiliyordu.
Ahamenişlerle Selevkoslar arasında önemli bir ayrım da vardı. Ahamenişler
döneminde yerel elitler asla " Pers" olamıyordu. Bu, doğum ve statü vasıtasıyla
Ahameniş Ailesi'ne mahsus bir özellikti. Oysa Selevkoslar döneminde Yunan dili
ve kültürünü benimseyen veya kullanan yerel elit Yunanlı alabiliyordu. " İran'ın

68
İSK ENDER, SELEVKOSLAR VE PARTLAR

gerçek anlamda Helenleşmesi Selevkoslar dönemi sona erdikten sonra başladı.


Kendini 'Yunan hayranı' addeden Part Kralı 1. Mithridates'ten itibaren İranlı hü­
kümdarlar, Selevkos mirasını sürdürebilmek için Yunan eğitimi almış akıllı insan­
lara ihtiyaç duyuyordu. " 1
Sonuçta Selevkos idaresi büyük ölçüde Ahamenişleri örnek almıştı. Vergiler ko­
nusundaki hükümdar uyruk ilişkisinde olduğu gibi, askeri birliklerin arazi bağışı
vasıtasıyla beslenmesi konusunda da fazla bir değişiklik yoktu. Buna karşın Selev­
koslar farklı bir uygulamaya gidip para basma konusunda örnek oluşturdular. Ken­
di sikkeleri için tek tip bir gümüş standardı belirlediler. Bu, Batı Akdeniz' den İndus
Vadisi'ne kadar ticaretin serbestçe yapılmasını sağlayan Attika standardıydı. Yol­
lar, kanallar ve limanlar sayesinde ticaret yapmak kolaylaşmıştı . III. Antiokhos'un
Hindistan sınırındaki topraklarda Selevkos hakimiyetini güçlendirmesinin ardın­
dan baharat ticaretinin hacmi artınca, Aşağı Mezopotamya ve özellikle Selevkia ile
Susa'nın önemi arttı. Susa'yı Karun Nehri'ne bağlayan bir kanal inşa edildi. Orta
Asya 'da kervanlarla yapılan ticaretin bir kısmı denizlere kaymasına rağmen, bu
bölgede ticaret hala çok önemliydi. MÖ 2. yüzyılda Mezopotamya'nın ve ticaretin
önemi, Çin ipek ticareti ve Mezopotamya'daki dokuma merkezleri sayesinde de­
vam eni. İpek kumaşlar Roma ve Doğu Akdeniz'e satılıyordu.
Selevkos ordusu Makedon kolonicilerden kurulan ağır falanj piyadesinden olu­
şuyordu. Bunları ağır süvariler ve göçebelerden oluşan süvariler destekliyordu. Ye­
rel milislerin kendi liderleri yönetiminde destek yerine köstek olma tehlikesi daima
mevcuttu.
Part tarihiyle ilgili birçok konuda olduğu gibi Part Hanedanı'nın kökeni de açık­
lığa kavuşmuş değildir. İlk üç hükümdarın kesin saltanat tarihleri bilinmemektedir.
Selevkos Hanedanı Doğu İran'ı Partlara kaybetmesine rağmen yedinci Arşaklı olan
1. Artabanus'un (MÖ 128-1 24/3 ) saltanatı vasıtasıyla varlığını sürdürdü. Part keli­
mesi coğrafi bir yer olan Parthia'dan gelir. Burası kabaca Hazar Denizi ile Ceyhun
Nehri arasındaki merkezi bölge olmakla beraber, sınırları hükümdardan hüküm­
dara ve kaynaktan kaynağa değişmiştir. Bu dönem, hüküm süren soyun kurucusu
olan 1 . Arşak (MÖ 3. yüzyıl ortaları - MÖ 2 1 7) nedeniyle Arşaklı adıyla bilinir.
Partlarla ilgili kaynaklar yok değilse de parça parçadır. Üstelik birkaç yazıt haricin­
de Yunanlı ve Romalı rakipleri tarafından Yunanca ve Latince yazılmışlardır. Dola­
yısıyla bugüne kalan kaynaklarda yoğun bir Part karşıtlığı olup çoğunlukla askeri
ve siyasi olaylarla ilgilidir. Heykelcilik ve mimari dışında Part toplumu ve kültürüy­
le ilgili neredeyse hiçbir şey yoktur. Üstelik bazı klasik kaynaklar kaybolduğundan
elimizdeki bilgiler daha sonra çıkarılan özetlerden gelmektedir. Batı ve güneybatı
İran'daki Nihavend, Bisitun ve Susa'da o döneme ait olan ve heykellerle binalar
üzerine kazınmış Yunanca yazıtlar ortaya çıkarılmıştır. Ayrıca değerli taşlar üzerine

69
İRAN TARİHİ

kazınmış az sayıda Partça ve Aramice yazıtlar bulunmuştur. Bunların dışında, orta


Parthia'daki Nisa'da yapılan kazılarda şarap sevkiyatını gösteren Partça yazılara
sahip çok sayıda çömlek parçası ortaya çıkmıştır. Diğer çömlek parçalarında ve
bazı sikkelerde hükümdarların ismi, krallık tarihi ve unvanı yer almaktadır. Muh­
temelen Partlarda da sözlü tarih geleneği devam ediyordu, ancak bu bir sonraki
binyıla kadar yazıya geçirilmemişti. Partça da bir Kuzeybatı İran diyalektiydi. Yak­
laşık 500 yıl süren Part tarihi boyunca Eski Farsça evrim geçirerek Orta Farsçaya
veya Pehleviceye dönüştü.
Parthia coğrafi bir yer olarak Darius'un Bisitun Yazıtı'nda geçerken, Kserkses
Daha Aşireti'ni Persepolis'teki uluslar listesinde sıraladığı kavimler arasına kat­
mıştı. Daha Aşireti, Arşak'ın liderliğini yaptığı Parni veya Aparnileri de barındı­
ran Parthia'nın pek çok göçebe konfederasyonundan biriydi. MÖ 247 yılının Part
tarihinin başlangıcı olarak gösterilmesi tartışmaya açıktır. Ancak bu tarih ile 1.
Mithradates'in (MÖ 1 71-1 3 9/1 3 8 ) saltanatının başlangıç yılı olan MÖ 1 7 1 yı­
lı arasında Arşaklılar Parthia içinde beş Selevkos hükümdarı üzerindeki güçlerini
sağlamlaştırıp ülkenin sınırlarını Horasan ve Doğu Elbruz Dağları'nı da içine ala­
cak şekilde genişlettiler. Mithradates Mô 148/147'de, bir kez daha taht kavgasına
girişen Selevkos.l arın elinden Medya'yı aldı. Ardından daha batıya gidip Babil'i ve
Selevkia'yı fethetti. Burada MÖ 141 ila 1 3 8 tarihli sikkeler bastırdı. Mithradates
Parthia ile Hazar Denizi arasındaki bölge olan Hirakanya'ya dönerken birlikleri
ilerleyerek Susa'yı aldı. Burada adına sikke bastırıldı. il. Demetrius (MÖ 145- 1 4 1
ve 129-125 ) Mezopotamya'd a Selevkos egemenliğini bir kez daha kurmak isterken
yakalandı. Muhtemelen hala Selevkoslar yönetimindeki Baktriyalılar, Persler ve di­
ğer Batı İran halkları tarafından destekleniyordu. Bu esnada Mithradates güneyde
İndus'a, orta ve Güney Mezopotamya'yı içine alacak şekilde Basra Körfezi'ne kadar
uzanan Parthia'yı yönetiyordu. Yaklaşık 43 yıl hüküm sürdü ve Mô 1 39/1 3 8 'de
öldü. Yerini oğlu il. Phraates aldı (MÖ 1 3 9/1 3 8-1 2 8 ) . Bu esnada Orta Asya'nın
doğu kısımlarında yaşayan kavimler batıya doğru ilerlerken dalga etkisi yarattılar.
Güçlü bir göçebe konfederasyonu olan Yueh-çiler, bir başka konfederasyon olan
Hsiung-nuların (daha sonra Hunlar adını alacaktır) saldırısına uğramıştı. Yueh­
çiler bu saldırı sonucu Kansu eyaletindeki otlaklarını terk edip batıya göç ettiler.
Buna karşılık onların yerinden ettiği İskitler veya Sakalar, il. Phraates'in saltanatı­
nın ilk yıllarında Partların topraklarına girmeye başladılar.
il. Phraates'e Selevkoslu rakibi VII. Antiokhos (MÖ 1 3 8-129) meydan oku­
yordu. Kendisi Antakya'daki taht kavgasını kazanıp Suriye'de hakimiyetini kur­
muştu. Henüz dağıtmadığı yenilmez ordusuyla zaferler kazanarak Babil üzerinden
Medya'ya ilerledi. Partların bir anlaşma yapmaktan başka seçeneği kalmamıştı.
Partlara dayatılan koşullar arasında Antiokhos'un kardeşi il. Demetrius'un salın-

70
ISKENDER, SELEVKOSLAR VE PARTLAR

ması da vardı. Ayrıca Selevkoslardan ele geçirdikleri bütün toprakları terk edip
Parthia'ya dönecek, burada yıllık vergilerini ödeyeceklerdi. Phraates Demetrius'u
serbest bırakmakla birlikte, bilinmeyen bir nedenle müzakereleri kesti. MÖ 1 3 0
kışı ve 1 2 9 yılı baharında Selevkoslar Medya'daki desteğini kaybedince çıkan sa­
vaşta Partlara yenildi. Antiokhos katledilirken önemli kişiler rehin alındı. Ardın­
dan Phraates birliklerini Babil üzerinden Suriye'ye sevk ederken Sakalar Partların
doğu sınırına saldırdı. Phraates Sakaları Antiokhos'a karşı düzenlediği sefer için
çağırmış ama geç kaldıkları için geri göndermişti. Sakalar buna misilleme olarak
ayaklandılar. Phraates onlara karşı Selevkoslu tutsakları ordusuna kattı, ne var ki
Selevkoslar Sakaların safına geçti. Böylece Sakalar MÖ 1 2 8 'de Partları yenerken
Phraates öldürüldü.
Babasının yerine tahta geçen il. Artabanus (MÖ 128-1 24/1 2 3 ) da doğu sınır­
larındaki göçebe federasyonlarıyla uğraşmak zorunda kaldı ve öldürüldü. Onun
yerine geçen il. Mithradates ya da Büyük Mithradates (MÖ 124/123-87) doğu
sınırlarını güvenliğe kavuşturmada başarılı oldu. Aynı şekilde batıda Babil'i gü­
venliğe kavuşturup burayı idari merkez yaptı. Ahamenişlerin kullandığı "kralla­
rın kralı" unvanını benimsedi. Babil yakınındaki Ktesifon (Tizpon), muhtemelen
Mithradates'in halefi 1. Gotarzes zamanında yeni Part başkenti oldu. Bu şehir MS
641 yılındaki Arap fethine kadar Sasanilerin de başkenti olarak kalacaktı. Ekba­
tana Ahamenişler zamanında olduğu gibi Partların yazlık başkenti olarak hizmet
gördü. Başkenti Parthia'daki Nisa'dan batıya taşımanın iki veya üç nedeni vardı:
Nisa göçebelerin saldırılarına açık bir yerdi; Mezopotamya ve Batı İran'daki ticari
ve idari amaçla kurulan yeni şehirlere ulaşmak kolaydı; bu bölgede imparatorluk
yönetimi konusunda tarihi bir gelenek vardı. Bununla birlikte Mezopotamya'daki
Part hakimiyetinin güçlenmesi Roma ve Ermenistan ile çatışma olasılığını artırdı.
Ermenistan giderek Partlar ile Roma arasında güç dengesi rolü oynadı. il. Mithra­
dates batıda Ermenistan'a egemen olmakla kalmayıp doğuda Sakaları püskürttü.
Sistan ile İndus Vadisi arasında ortaya çıkan yeni bir Hint-Part Hanedanı, İran'daki
Arşaklılar:la birlikte hüküm sürdü.
Çin'le ticaret yapıldığını gösteren ilk kaynaklar MÖ 2. yüzyılın son çeyreğine
aittir. Çinliler o zaman bile Hsiung-nulara karşı müttefik arıyordu. (Yunan kaynak­
larında "ipek" adının ilk kez geçtiği Mô 4. yüzyılda bile ticaret büyük olasılıkla
diplomasiden önce geliyordu. ) Çinliler Fergana'nın efsanevi atlarına büyük ilgi gös­
teriyordu. Mô 1 1 5 yılında atlarla birlikte yonca ve asma yaprağı gibi bitkiler Çin'e
ihraç ediliyordu. Daha MÖ 1. yüzyılda Çinli elçiler tahminen kara ve deniz yolla­
rını birlikte kullanarak Basra Körfezi'nin başına gelmişlerdi. Hint Okyanusu'nda
esen muson rüzgarları artık bilindiği için Hindistan ve Doğu Asya ile ticaret ko­
laylaşmıştı. Mezopotamya ve Körfezin önemi artınca Roma ile Parthia arasındaki

71
IRAN TARllit

çekişme kızışmıştı. Değerli mallar arasında baharatlar, parfümler, aromalı ağaçlar,


pamuk, ilaç ve şekerkamışı vardı. Ancak Çin'den gelen ipek hepsinden daha de­
ğerliydi. Bu mallara yönelik yoğun talep ve nakliye masrafları yüzünden, ticari
alışveriş aracı olarak altın kullanılıyordu. ,İpek satın alan Roma'da ciddi bir ticaret
açığı ortaya çıkmıştı. Deniz rotaları veya birleşik kara-deniz yolları 1 6 . yüzyıla ka­
dar, Çin'den Orta Asya'ya uzanan İpek Yolu'nda seyahat eden deve kervanlarıyla
rekabet edemiyordu.
Arşaklılar Pers tarihinde benzeri görülmedik şekilde kuzeyde konuşlanarak İpek
Yolu'nun batıdaki güzergahlarını kontrol ediyorlardı. Bu durum Arşaklılara Çin'le
yaptıkları ticarette ekonomik ve askeri açıdan doğrudan, vergi toplama açısından­
sa dolaylı avantajlar sağlıyordu. Sikkelerle ilgili bulgular Partların Çinlilerle yaptığı
ticaretin önemini destekler; zira Çin'de yapılan kazılarda Part sikkelerine rastlan­
mıştır.
Mithradates'in ölümünden sonra yerine 1. Gotarzes geçti ( M Ö 9 1 /90-8 1/80) .
Fakat o döneme ait tek kaynak olan nümizmatik bulgulardaki çelişkiler yüzünden,
ondan sonraki hükümdarlara ait bilgiler belirsiz bir hal alır. Roma Parthia ile ilk
kez 1 . Gotarzes'ten sonraki üçüncü hükümdar olan III. Phraates (MÖ 70-5 8/57)
zamanında karşılaştı. Bu döneme ait Roma kaynakları olsa da bunlar tartışmaya
açık belgelerdir.
il. Orodes'in saltanatı sırasında (MÖ 5 7-3 8 ) Suren'in komutasındaki Part or­
dusu MÖ 5 3 'te, Crassus komutasındaki Roma ordusuna karşı Carrhae/Harran'da
ezici bir zafer kazandı. Üstelik Roma bu tarihte Ermenistan'la ittifak halindeydi.
O dönemde çok ünlenen Part süvarilerinin başındaki Suren parlak bir komutandı
(muhtemelen Şehname' de büyük yer tutan efsanevi karakter Rüstem'in prototipiy­
di). Part süvari birlikleri zırhlı askerlerin dışında, özellikle önemli bir unsur olarak
serbest süvarilerden oluşuyordu. Bu askerlerin başlıca silahı, zırh delme özelliğine
sahip oklar fırlatan makaralı yaydı. Roma kaynaklarına göre serbest süvari sıradan
insanlardan oluşurken, mızrak kullanıp plaka ve örgü şeklinde zırh giyen ağır sü­
vari askerleri soylulardan oluşuyordu. Bu Roma kaynakları ayrıca at ve süvarinin
Part toplumuyla kültüründe önemli bir yer tuttuğunu vurgular. Part hük ümdarları
bastırdıkları sikkelerde at sırtındaki savaşçılar olarak tasvir ediliyordu. Ellerindeki
yay Ahamenişler için sembolik önemi olan okçuları hatırlatıyordu. At üstündeki
savaşçı kral, hükümdarı meşrulaştırırken süvari onun uzantısı olarak temsil edili­
yordu ve onun için büyük önem taşıyan varlık unsuru anlamına geliyordu. Parti
Arşaklı gücünün konumu, süvarinin önemi, büyüklüğü ve olağanüstü derecede ha­
reketli oluşu, Part siyasi kültürüne göçebelerin hakim olduğunun göstergesiydi.
Piyadeyi ve göğüs göğµse çarpışmayı tercih eden Roma ordusunun süvari ve
okçu konusunda fazla tecrübesi yoktu. Aslında Romalılar süvari konusunda Er-

72
İSKENDER, SELEVKOSLAR VE PARTLAR

meniler gibi müttefiklerine güveniyordu. Ayrıca, Romalıların uzun bir piyade hattı
oluşturup iki kanadına süvarileri yerleştirmesi Partların toplu saldırısına maruz
kalmaya sebep oluyordu. Serbestçe hareket eden atlı okçular, kendilerine eşlik eden
deve katarlarından temin ettikleri ok kaynakları sayesinde düşmanı yaylım ateşine
tutuyorlardı. Romalılar yakın dövüşten kaçan Partlarla kendi bildikleri yöntemler­
le savaşamadıkları gibi bir de yabancı topraklarda savaşmak zorunda kalıyorlardı.
Plutarkhos'a göre Part zırhlı süvarisi Harran'da Romalıları tam karşıdan görecek
şekilde konuşlanmış ve kanatlardaki serbest süvarilerle birlikte, Romalıların üstü­
ne yağmur gibi ok yağdırarak ortalığı velveleye vermişti. Muhtemelen bu savaşta
Part atışı da kullanılmıştı. Buna göre, bir süvari doğrudan saldıracakmış gibi hamle
yapıyor, son anda geri dönüp uzaklaşırken düşmana bir ok savurarak menzilden
çıkıyordu. Harran'da Romalıların verdiği kayıp (20.000 ölü) bitmek bilmez Part
okları karşısında moralin bariz biçimde çökmesiyle birleşince, ortaya büyük bir
Part zaferi çıkmıştı. Buna ilaveten 1 0.000 Romalı esir alınarak Orta Asya'ya götü­
rüldü. Bu savaşın sonucunda Fırat Nehri Roma ile Parthia arasındaki sınır haline
geldi. Crassus'un yenilgisiyse Roma'nın Parthia'yı eşit ve saygın bir düşman; asla
kesin olarak yenemediği emperyal bir güç olarak tanıması nedeniyle büyük bir
sembolik önem taşıyordu.
Carrhae/Harran Parthia ile Roma arasındaki ilişkilerin arttığını gösteriyordu. Ko­
numunu güçlendirmek isteyen il. Orodes (MÔ 5 8/57-3 8 ) , ordusunu Ermenistan'a
sevk edip diplomasi yoluyla buradaki kralı Roma'yla ittifakını bozmaya ikna etti.
Arada dikkat çekici boşluklar olmasına rağmen Ermenistan Arşaklıları destekle­
meye devam etti. Öyle ki Arşaklılar Sasanilere yenildikten sonra bile Ermenistan'a
sığındılar. Parthia'nın Suriye'ye yönelik politikaları, Roma İmparatorluğu içinde
MÖ 43'teki ikinci iç savaşa kadar süren bölünmelerden başarıyla yararlandı. Bu­
na karşılık Parthia'nın Roma İmparatorluğu'nun doğusundaki hakimiyeti, aynı
zamanda yıkıcı Part politikalarından etkileniyordu. Orodes'in halefi seçtiği oğlu
ölünce, yerine diğer oğlu N. Phraates'i (MÖ 3 8-3/2) seçti. Orodes'in Mô 38'deki
ölümü üzerine yeni hükümdar, muhtemel rakiplerini ortadan kaldırmak için kar­
deşlerini öldürttü.
Bu esnada güçlenen Roma, Filistin üzerinde yeniden hakimiyet kurmuştu . Mar­
cus Antonius on dört kadar lejyon ve Asyalı müttefikleriyle birlikte, Partlara karşı
orta Anadolu'dan başlayıp Azerbaycan'a kadar süren bir saldırı başlattı. Marcus
Antonius Ermenilerin desteğine rağmen büyük kayıplar verince Suriye'ye geri çekil­
di. MÖ 34 ve 33 yıllarında bir kez daha sefere çıkmakla birlikte ilk yenilgisini telafi
edemedi. Buna karşılık Partlar da saray entrikaları yüzünden bu zaferden istifade
edemediler (gerçek olaylar bilinmediği zaman Batılı kaynaklar durumu entrikayla

73
IRAN TARİHI

açıklamayı adet haline getirmişti) . Uyruklarının desteğini kaybeden Phraates kaç­


masına rağmen İskitler tarafından tekrar iktidara getirildi.
Romalılar onur meselesi yaptıkları Crassus ve Antonius yenilgilerinin intikamı­
nın alınmasını istiyordu. Bunun üzerine iki önder MÖ 20'de bir anlaşmaya vardı.
Phraates ele geçirilen Roma sancaklarını ve hayatta kalan esirleri resmen geri verdi.
Barış sağlanmıştı. Phraates bu anlaşmayı pekiştirmek için dört oğlunu Roma'ya
gönderirken kendisi de bir köle kız aldı. Bu kız kendisinin MÖ 2 yılında ölümü
üzerine yerine geçen V. Phraates'i (MÖ 2 - MS 2) doğurdu. İlginç bir şekilde, MS
2 yılında basılan bir sikkede anne ve oğlun birlikte portresi yer alıyordu. Bazı ta­
rihçiler bunu eş liderliğin göstergesi kabul etmiştir. V. Phraates rağbet görmeyince
Suriye'ye kaçtı ve burada öldü. Onun yerine tahta geçme mücadelesini sonunda,
Roma'nın desteğini alan diğer adaylara rağmen il. Artabanus (MS 1 1 -3 8 ) kazandı.
Kendisi Azerbaycan'ın kralıydı.
Part tarihinin son iki yüzyılıyla ilgili Roma kaynaklarının güvenilirliği azala­
rak kafa karıştırıcı bir hal alırken Part İmparatorluğu'nun sadece batı kısmına,
askeri konulara ve saray entrikalarına odaklanır. Yukarı Mezopotamya ve Kte­
sifon yakınındaki Part kontrolü, buradaki elitler arasındaki rekabetin komşu
Roma'nın müdahalesiyle kızışması nedeniyle giderek tartışılır olmuştur. Ayrıca Ro­
ma Ermenistan'ı ya istikrarsız hale getirmeye ya da müttefik olarak kazanmaya
çalışmıştır. Parthia'nın Roma'ya karşı koyabilme olasılığı kendi iç politikaları ve
özellikle süregelen göçebe baskınları sonucu doğu sınırındaki istikrarsızlık yüzün­
den karmaşık bir hal almıştır. Ortaya çıkan resimde büyük bir siyasi parçalanma,
hükümdarlık kurumunda belirsizlik ve imparatorlukta düzenin bozulması yer alır.
Tahtta Arşaklı Hanedanı üyeleri olduğu zaman bile Ermenistan, Roma'nın kandır­
ma çabalarının hedefiydi. Yine de Ermenistan genel olarak daha hoşgörülü Part
hegemonyasını Roma'ya tercih etmişti. Bunun nedeni muhtemelen Perslerle siyasi
ve kültürel benzerliklerdi.
1. Vologeses'in saltanatı ( MS 5 1-79/80) belli bir öneme sahipti. Kendi adına ba­
sılan sikkelerin üstünde okunması neredeyse imkansız Yunan yazısı yerine Part ya­
zısının bulunması, Part kimliğine yeni bir vurgu yapıldığının göstergesi sayılabilir.
Zerdüşt rahipleri olan Mecusiler de daha büyük bir statüye sahipti. 1. Vologeses'in,
İslamiyet döneminde Avesta haline gelen Zerdüşt metinlerini derleme çabasına gi­
riştiği öne sürülür. Muhtemelen onun döneminde Zerdüştlük hala sözlü bir gele­
neğe sahipti. Kendisi ayrıca Babil'de Selevkia'nın yerini alacak yeni bir şehir inşa
ettirmesiyle bilinir. Bu da yeni bir kimlik edinme girişimi olarak görülebilir. Nümiz­
matik bulgulara göre 1. Vologeses'e meydan okuyan en az üç rakibi vardı. Sikke
basmak kraliyet tekelinde olmasına rağmen, bölgesel krallar kendi adlarına sikke
bastırmışlardı.

74
İSKENDER, SELEVKOSLAR VE PARTLAR

Roma kaynakları sayesinde imparator Trajan'ın MS l 14'te Ermenistan'ı ye­


niden aldığını, ardından ordusunu güneye çevirip Ktesifon'u işgal ederek körfeze
doğru yürüdüğünü biliyoruz. Bunun nedeni muhtemelen doğuyla yapılan ticarete
hakim olma girişimiydi. Arşaklıların yine taht için çekişmesi dolaylı olarak bu kez
ona yardım etmişti. Gelgelelim yeni ele geçirilen eyaletlerde çıkan isyanlar Trajan'ı
buralara dönmeye zorladı. Sonunda başarısız olan Trajan geri çekildi ve MS 1 1 7'de
öldü. Halefi Hadrianus bir kez daha Fırat Nehri'ni Roma ile Part topraklarını ayı­
ran sınır olarak kabul etti. MS 1 6 1 'de savaşı tekrar başlatan Marcus Aurelius dört
yıl sonra Ktesifon'u aldı. Bu esnada Roma tarihinde ilk kez çiçek vakası görüldü.
Selevkia'da savaşırken hastalığa yakalanan askerler yüzünden ordu geri çekilmek
zorunda kaldı. Hastalık Roma'ya ve bütün imparatorluğa yayıldı. Çiçek hastalığı
Parthia'ya, Çin'den Babil'e uzanan ticaret yolu vasıtasıyla girmişti. Yüzyılın sonun­
da düşmanlıklar tazelendi ve MS 2 1 1 'de İmparator Caracalla, Ermenistan üzerinde
bir kez daha Roma hakimiyetini kurmayı başardı.
Parthia'daki Arşaklı hükümranlığının son yılları konusunda sikkeler dışında­
ki kaynakların sayısı iyice azalır. Bu durum tartışmalı bir kronolojiye yol açmış­
tır. Hanedanın son iki hükümdarı VI. Vologeses (MS 207/208 'den 221/222 veya
227/228 'e kadar) ve iV. Artabanus'tu (MS 2 1 3-224). Onların birbiriyle çakışan
krallık tarihleri, Arşaklı Ailesi'nde taht için sürekli kavga edildiğinin kanıtıdır. Bu­
na ilaveten VI. Vologeses'in kardeşi, MS 2 1 1 'de Medya'da V. Artabanus adıyla
kendini kral ilan etmişti.
Part tarihinin son yıllarında yeni bir faktör ortaya çıktı: Maniheizm. MS 2 1 6 'da
doğan Mani, Partlı bir prens ailesinin soyundan geldiğini iddia ediyordu. Dini fikir­
leri Zerdüştlük ile Part dönemindeki diğer geleneklerin bir karışımını yansıtıyordu.
Mani'nin aşırı düalist görüşleri Zerdüştlüğe inanan Sasaniler tarafından bastırılsa
da Roma ve Avrupa'da kalıcı bir iz bıraktı. Bununla birlikte, Part dönemindeki
Fars dilinin yazılı kayıtları Mani metinleri sayesinde tutuldu.
Arşaklıların hüküm sürdüğü Part İmparatorluğu MS 224 yılında Sasaniler tara­
fından yıkıldı. Baskın bir lider olarak Fars'ta ortaya çıkan 1. Ardeşir, iV. Artabanus'u
tahtından indirdi. İran tarihinin Partlara ait dönemi yaklaşık 470 yıl sürdükten
sonra sona erdi! Arşaklı saltanatı Ermenistan'da devam etti. Hanedan, impara­
torluk içindeki parçalanma ve hanedanın kendi içindeki rekabet ve uyuşmazlık
sebebiyle çökmüştü. Arşaklı Parthia'sı ayrıca Roma'yla bitmek bilmez çatışma ve
entrikalar yüzünden zayıflamıştı. Bu sorun Sasanilerin saltanatı boyunca da devam
edecekti. Bunun dışında doğu eyaletlerinde sürekli göçebe baskınları oluyordu .
İdare, savunma v e ticaret hep b u i ç sorunların yanında batıdan v e doğudan gelen
tehditlerle zayıflamıştı.

75
1RAN TAR1Hl

Selevkos ve varislerinin Ahameniş geleneğine ayak uydurması gibi Arşaklılar


da sürekli Ahamenişlerin evrensel hükümdarlığını yeniden kurmanın yolunu aradı.
Tabii Selevkosların hemen yakınında İskender gibi bir örnekleri vardı. O Ahame­
nişlere özenip kendini onların meşru varisi ilan etmişti. İskender'in ve Selevkos'un
iktidarı ele geçirdikten sonraki öncelikleri istikrarı sağlamak ve imparatorluğun
zenginliğinden yararlanmaktı. Büyük olasılıkla ikisi de zor kullanmadan ve düş­
manlık yaratmadan yerel elitlerin ve geniş topraklardaki halkın desteğine ihtiyaç
duyuyordu. Sonuçta var olan siyasi kültürü bölgesel ve yerel özerklik içinde kabul
ederek hükümdarlığın ve pragmatik olarak idarenin devamlılığını sağlamak zorun­
daydılar.
İskender gibi Selevkos ve halefleri de yerel elitleri gerek evlilik yoluyla gerek
Makedon-Yunan elitlerle birlikte askeri atamalar yoluyla bünyelerine kattılar.
Medya ve Pers askeri birimleri (özellikle okçular) egemen olmasa da kilit roller
oynamaya devam ettiler. Selevkoslar Ahameniş şehirleriyle saraylarını kullanmayı
sürdürürken, yeni şehirlerinde Yunan mimarisiyle kurumlarını hayata geçirdiler.
Ayrıca Asya'ya Helenistik bir katkı olarak görülen bu yeni şehirlerin çok övülen
özerkliği aslında daha eski bir Ortadoğu şehir geleneğinin özelliklerini yansıtıyordu.
Bu sadece şehirlerin özerkliği açısından değil, aynı zamanda toplumsal tabanları ve
idari-askeri merkez olarak üstlendikleri rol bakımından da geçerliydi. Selevkoslar
mevcut idari, askeri ve ticari merkezlerle yolları kullanmaya devam ettiler. Yeni
şehirler eklenmesine rağmen Ahamenişlerin satraplık sistemi bile neredeyse aynı
şekilde kullanıldı. Hatta Ahamenişlerin vergi idaresi Selevkoslar tarafından büyük
ölçüde uygulandı. Öte yandan hayvancı göçebeler çoğu zaman haraç ödediler. Hü­
kümete ve orduya hizmet karşılığında arazi bağışı da yapılıyordu. Halk muaf ol­
madığı sürece arazi vergisi, ihracat ve ithalat harcı, satış ve kelle vergisi ödüyordu.
Bunların dışında savaş gibi özel maksatlarla toplanan vergiler de vardı.
Ahamenişlerin uygulamasına benzer şekilde bütün alanlar; özellikle Zağroslar
ve Orta Asya'da göçebe hayvancılık yapılan alanlarla Arap toprakları, Selevkos­
ların doğrudan kontrolü ve idaresinin dışındaydı. Bu grupların özerkliğine uyum
sağlama, ticaret için gerekli olan istikrar ve düzeni getiriyordu. Ayrıca yerleşik ve
tarımla uğraşan nüfustan vergi toplamak için gerekli genel güvenliği de sağlıyordu.
Bunun dışında şehirlerdeki kışlalar ve ticaret yollarının konumları, toplumun bü­
tün kesimlerinin hayatının ve ekonomisinin bağımlı olduğu düzenin ve güvenliğin
sağlanmasına yardım ediyordu.
Selevkosların saltanatı meşrulaştırmak amacıyla Ahamenişlere ait arketip, sem­
bol ve törenleri kullandığına dair bir kanıt yoktur. Tahta çıkma esnasında tören
yapılmakla birlikte Ahamenişlerde olduğu gibi taç giyme geleneği yoktu. Taç giyme
töreninin bulunmayışı Selevkos hükümdarlarının en büyük oğlu halef olarak ata-

76
ISKENDER, SELEVKOSLAR VE PARTLAR

masıyla açıklanabilir. Yunan dili ve sembolleri kullanılmakla birlikte, yazıtlarla sik­


keler Selevkosları Ahameniş geleneğine uyan büyük krallar olarak vurguluyordu.
Ancak bu krallar Ahameniş unvanları kullanmıyordu. Selevkoslar Ahamenişlerin
meşru varisleri olarak, Zerdüştlüğün ve rahi plerin rolü de dahil, onların mevcut
kültürel geleneklerini kabul etmişti.
Selevkosların Ahameniş hükümdarlığına ve uygulamalarına ayak uydurması,
yerel ve bölgesel liderlerde karşılığını bulmuştu. Onlar da Selevkos askeri ve idari
hizmetlerinden yarar sağlıyordu. Üstelik bu elitlerin bir kısmı Selevkos kültürüyle
Helenizmi benimsiyordu. Ne var ki, Selevkosların Helenizmi veya Partların İrancı­
lığı 20. yüzyıla ait kaygıları yansıtır. O döneme ait kısıtlı kaynaklarsa İran'ın siyasi
kültürünün devamlılığından bahseder. Selevkoslarla Ahamenişler ve onların İran lı
ve Orta Asyalı uyrukları arasındaki ya da Partlarla Selevkoslar arasındaki ayrımlar
tarihi gerçekliği çarpıtmaktan başka bir işe yaramaz.
Selevkos-Part ve ardından Part-Sasani geçişlerine damgasını vuran parçalanma,
İran 'ın siyasi kültürünün devamlılığı açısından bir normdu . Bu norm hanedana
rağmen göçebelerin ve bölgesel özerkliğin önemini vurgular. Vazgeçilmez hüküm­
darlık değerleriyle birlikte orduyla bürokrasinin rolleri ve niteliği de devam ediyor­
du. Zerdüştlük, Selevkoslar zamanında İran'ın gerek içinde gerek dışında varlığını
sürdürdü. İnanç üzerindeki Yunan etkisi oldukça yüzeyseldi. Aslında Helenizmin
fikir alanında hiçbir etkisi yoktu. Heykellerle sikkelerde rastlanılan karma biçimler
Yunanlı sanatkarların kullanılmasıyla açıklanabilir. Ahamenişler zamanında bile
uygulanan bu gelenekte Anahita ile Afrodit, Ahura Mazda ile Zeus, Mithra ile
Apollon birleştirilerek ortaya yeni bir figür çıkıyordu. Ermeni Hıristiyan kronikle­
rinde Batı İran lı ların Zerdüşt olarak nitelenmesi, onların Yunan tanrılarına tapma­
dıklarını gösterir. MS 46-120 yılları arasında, dolayısıyla Part yönetimi zamanında
yaşayan Plutarkhos İranlıları Zerdüştlükle özdeş kabul eder. Diğer kaynaklarda
ateş tapınaklarından ve bunların Part krallar kralı tarafından himaye edildiğinden
bahsedilir. Görünüşe bakılırsa, doktrin veya uygulamada hiçbir değişiklik yoktur.
Bilhassa Zerdüştlüğün erken Sasani tarihindeki önemi göz önüne alındığında, Me­
cusiler ya da Zerdüşt rahiplerin yönetimde söz sahibi büyük bir kurum olması
olağandır.
Part tarihinde ortaya çıkan bütün sorunlar Part sanatında karşılığını bulmuştur.
Part sanatı dolaylı olarak Yunan sanatıyla karşılaştırılır. Ahameniş sanatıyla mima­
risinin, karma biçimleri sayesinde hemen tanınması gibi, Part sanatı ve mimarisi ve­
ya bundan geriye kalan az sayıdaki örnek de Ahameniş ve klasik sanat biçimlerinin
yeni bir Part tarzına uyarlanmasını yansıtır. Yakın zamana kadar, gerek Ahameni�
gerek Part sanatına, karma yapısı dışında orijinallikten yoksun olduğu gerekçesiyle
değer verilmiyordu. Ancak Ahameniş örneğinde olduğu gibi Part kelimesinin çok

77
IRAN TAR1HI

uzun bir zaman dilimini ve bölgesel değişiklikleriyle beraber çok geniş bir bölgeyi
tanımlamak için kullanılabilmesi, Part tarzının farklılığı konusunda bir fikir verir.
Bu tarz geçmişten kopuşu yansıtır. Ayrıca Part sanatı Ahameniş sanatından Sasani
sanatına bir geçiş dönemi olmayıp kendine ait bir değeri vardır.
Gerek Orta Asya 'daki Kui-Kala Kalesi'nde, gerek Güney Suriye' deki Palmira'da
bulunan Bel Tapınağı'nda veya Kuzey Mezopotamya'daki Hatra'da olsun; klasik,
Ahameniş ve bölgesel unsurlar ( Kui-Kala örneğindeyse Güney Asyalı unsurlar) bir
araya gelerek hem eklektik hem değişik bir Part mimari üslubu yaratır. Part mima­
risinde ortaya çıkan en önemli unsur, kemerler veya beşik tonozlarla desteklenen
ve ivan denen büyük kabul salonudur. Ahameniş yapılarında da bu tarz odalar bu­
lunmakla birlikte Partlardaki boyutta değildir. Anıtsal ölçeğe Güney Anadolu'daki
Nemrut Dağı'ndaki bulunan devasa tanrı heykelleriyle yerel hükümdarların başla­
rında ve Part duvar resimlerinde de rastlanır. Part döneminin bir başka belirleyici
özelliği cepheden görünürlük; yani yüz, büst veya tam boya sahip insan figürünün
ister oturur vaziyette ister ayakta olsun, izleyiciyi doğrudan görmesidir. Partlara
özgü bu yeniliğe heykellerde ve sikkelerde rastlanır. Part sanatı ayrıca kendine özgü
dekor, süsleme, kostüm ve saç şekilleriyle ayırt edilir.
Sadece üslupta değil tüm alanlarda farklılık, Part sanatının en belirleyici özelli­
ğidir. Mimariyle sanattaki bu farklılık ve çeşitlilik, hakkında çok az şey bildiğimiz
Part toplumunun, ekonomisinin ve siyasetinin karmaşık yapısının göstergesidir.
Her türden yapı ve bu yapıların rölyeflerle, resimlerle, mozaiklerle, başta heykel
olmak üzere nesnelerle süslenmesi bu sanatın başlıca unsurlarıdır. Rölyefler ve
sikkelerdeki temalar da karmaşık bir toplumsal ve idari hiyerarşiyi gösterir. Bu
hiyerarşik yapı sanat eserlerinin üretimi için bir pazar yaratmasının yanı sıra bir
himaye kaynağıydı. Part hükümdarları da selefleri gibi hükümdarlıkla ilgili eski
geleneklerden haberdardı. Darius'un yazıtını okuyamadıkları halde Bisitun'da ken­
dilerini tasvir eden rölyefler yaptırdılar. Burada Partlara ait diğer heykel biçimle­
ri de vardı. Antik Elam ve daha batıdaki Susa'da olduğu gibi, rölyeflerde resmi
törenler, hükümdarlık tacının yerel krallardan astlarına verilmesi tasvir edilmişti.
Yerel hükümdarlar da sikkelerin üstüne kendi resimlerini ve yazılarını bastırarak
hükümranlığın gereğini yapıyordu. Bazı rölyefler ve heykellerde Aramice yazılar
olmakla birlikte üç dilli yazıtlara rastlanmaz. Buna karşın Yunanca ve Partça/Orta
Farsça olmak üzere iki dilli yazıtlar mevcuttur. Hükümdarlar ayrıca maiyetindeki­
lerle, avda veya savaşta tasvir edilmişti. Part hükümdarları yazıtlar ve sikkelerde
kendilerini " Büyük Kral " ve daha sonra Büyük Krallar Kralı olarak tanımlamıştı:2
"Arşak'ın [sikkesi], Büyük Krallar Kralı, [ilahi] Manifesto" ; " Arşak'ın [sikkesi],
Krallar Kralı, Hayırsever, Adil ve Yunansever" ; ve " Arşak, Büyük Kral, tanrılaşmış
bir babanın oğlu, Hayırsever, [kutsal] Manifesto ve Yunansever. " 3 İran ve Helen

78
ISKENDER, SELEVKOSLAR VE PARTLAR

geleneklerini de içine alacak şekilde, hükümdarlık ve gelenekle ilgili bu ifadeler bir


tarih bilinci uyandırdı. En önemlisi, bu ifadelerin kullanıldığı yer Fars'ın hemen
bitişiğindeki güneybatı Zağroslar'dı. Dolayısıyla devamlılık ve bir sonraki Sasani
dönemine doğru yeni yönü göstermekteydi. Part tarihi, merkezde bulunan İran'ın
sadece geçmişiyle değil, doğuda Orta Asya'yla, batıda Mezopotamya'yla ve bunun
dışında kendi tarihi içinde yer alan bütün halklar ve kültürlerle karşılıklı ilişkisinin
vurgulanmasıdır.
4

SASANİLER ( 224-65 1 )

Antikçağın son büyük Pers hanedanı olan Sasaniler, dönemin en büyük toprakla­
rına sahip imparatorlukları ve zengin kültürleriyle, bariz biçimde Ahamenişlerin
ihtişamını hatırlatırlar. İlk Sasani hükümdarı Ardeşir (MS 224-239), aslında Fars
eyaletinde doğup büyümüş bölgesel bir kral olmasına rağmen, Ahameniş ve Part
tarihinden bildiğimiz şekilde bağlı olduğu Part hükümdarını devirdi. İktidarını sağ­
lamlaştırıp İran Platosu'nun büyük bir kısmına yayarak yeni bir hanedan ve 400
yıl boyunca hüküm süren bir imparatorluk kurdu. Alan büyüklüğü bakımından
Ahameniş devletine denk olan bu yeni imparatorluk gücünü etkin bir bürokrasiyle
ordudan, Ortadoğu ve Orta Asya'nın zenginliği ve ticaretinden, hükümdarla Zer­
düştlük arasındaki ittifaktan alıyordu. Zerdüşt dini bu çağda kurumsallaştı. Bu
dönemden günümüze kalan Zerdüştlük metinlerinin sayısı çok az olmakla birlikte
Pehlevi dilinde veya Orta Farsça yazılmaya başlandığı biliniyor. Evrensel hüküm­
darlık sürdürüldü, büyük kral unvanları kullanıldı. Ahamenişler gibi Sasaniler de
Pers kimliğine ve Persiya'nın merkezi konumuna önem vermekle beraber artık İran
ya da İranşehr terimlerini kullanıyordu. Bunun dışında Sasaniler büyük kısmı gü­
nümüze kalan anıtlar ve şehirler inşa edip farklı etnik gruplardan oluşan uyrukla­
rının ürettiği zengin maddi kültürü himaye ettiler. Gerçi İran'ın kendine özgü siyasi
kültürü devam ediyordu ama Sasani Hanedanı'nın geçmişle ilişkisi neydi?
Sasani tarihi büyük ölçüde Romalı düşmanlarının veya kendilerini yıkıp yerlerini
alan Müslüman fatihlerin yazdığı kaynaklar sayesinde bugüne ulaşmıştır. Romalılar
onları barbar olsa bile saygıdeğer rakipler olarak görürken Müslümanlar önceleri
onlara huşuyla bakıyordu. Sasani kaynaklarının en önemlilerinden biri 1. Şapur'un
(MS 23 9/240-272), Fars eyaletindeki Nakş-ı Rüstem'de, Kabe-i Zerdüşt adlı anıtın
duvarlarına üç dilde yazdırdığı yazıttır. Şapur burada Romalılara karşı kazandığı
zaferleri Pança ( bir Doğu İran dili), Pehlevice (bir Batı İran dili) ve Yunanca kay­
detmişti. Burada önemli bir husus, Zerdüşt başrahibi Kartir gibi kraliyet mensubu
olmayan ünlü kişilerin de Kabe-i Zerdüşt'te yazıtlar yaptırmasıdır. Sasani impara­
torlarına ait başka rölyeflerde de yazıtlar vardır. Bu rölyeflerin bir kısmı, mc:: y <laııa
gelen olayları ve Sasani zaferlerinin ihtişamını, adeta panorama tarzında sırayla an­
latır. Bazı rölyeflerdeyse başta Ahura Mazda olmak üzere Anahita ve Mithra gibi

80
SASANİLER

tanrıların elinden taç giyen hükümdarlar tasvir edilmiştir. Bunlara ek olarak sik­
keler, mühürler, gümüş kaplarla nesneler, cam, seramik, kumaş ve mimari eserler;
Sasani kültürü, toplumu ve tarihini anlamamıza yarayacak farklı kaynaklar sunar.
İçlerinde Zerdüştlükle ilgili önemli metinler de olmak üzere bazı Sasani kaynakları
Arapça ve Farsçaya çevrildiği için günümüze kadar gelmişse de, bunların en eskisi
9. yüzyıla aittir. Sasanilerin son döneminde yazılmış, onların gücünü ve zenginliğini
anlatan bazı Çince kaynaklar da vardır. Bunların dışında, Sasani İmparatorluğu'nda
yaşayan hatırı sayılır büyüklükteki Hıristiyan nüfustan kalma kayıtlar bulunmak­
tadır. İmparator Konstantin'in MS 3 1 2'de Hıristiyan olmasıyla birlikte, bu nüfusun
sadakati şüpheli görülüp siyasi malzeme konusu oldu. Bu azınlığa yapılan eziyeti
anlatan Aziz Menkıbeleri Sasani siyasetiyle toplumunu anlama konusunda ilave bir
kaynak işlevi görür. İbranice kaynaklar, bilhassa Babilce yazılmış Talmud, Güney
Mezopotamya'daki Yahudi toplumunun hayatını anlatması bakımından önemlidir.
Bunların dışında günümüze ulaşan kaynakların büyük kısmı, o dönemin kla­
sik gözlemcileri tarafından yazılmıştır. Bunların arasında Yunanlı asker Amrnianus
Marcellinus ile Dio Cassius, Herodian ve Agathias gibi tarihçiler yer alır. Önceki
dönemlere ait klasik anlatılar gibi Sasani İmparatorluğu'nun batı kısmıyla, özellikle
askeri ve diplomatik meselelerle ilgilenen bu tür kaynaklar da olaylara Romalıların
gözünden bakar. 9. yüzyılda yaşamış Taberi ve 1 3 . yüzyılda yaşamış Mesudi gibi
Arap tarihçilerin eserleri, bölük pörçük de olsa daha geniş bir ilgi alanına yönelik
kaynak oluşturur. Bunlar elbette sonradan yazılmış ve tarihçilerin kendi yargılarını
yansıtan eserlerdir. Firdevsi'nin 1 1 . yüzyılda yazdığı İran ulusal destanı Şehname,

4.1 l. Behram 'ın taç giymesi (Fotoğrof, Gene R. Gorthwoite)

81
İRAN TARlHl

sadece ulusal çerçevede yazılmış bir tarih değil, aynı zamanda sözlü gelenekten der­
lenip yeniden kaleme alınmış bir eserdir. Büyük çapta kaynak eksikliği göz önüne
alındığında, bu sözlü geleneği genel olaylar haricinde doğrulamanın imkanı yoktur.
Şehname bir yandan anlattığı dönemi tam anlamıyla sergilemezken, öte yandan
modern Farsçanın ilk büyük edebiyat yapıtı olarak öne çıkar.
İmparatorluğu 1. Ardeşir kurmasına rağmen ailesinin soyunu ve jıanedanın kö­
kenini babası Papak vasıtasıyla Sasan adlı bir büyükbabaya dayandırıyordu. Bu
soyağacı, o döneme ait Name-i Tansar ve kraliyet yazıtları gibi kaynaklarca doğru­
lanmasına rağmen sorunludur. Sasan, hanedana adını veren bir atanın veya sadece
yerel bir liderin adı olabilir. Buna rağmen Ardeşir, kendisinin üstü durumundaki
Part hükümdarına ve Fars'ta kral olarak anılıp sikke bastıran prenslere karşı ayak­
lanmıştı. Ayrıca Ardeşir kendi eyaleti Fars'ta; Pasargad, Persepolis, Nakş-ı Rüstem
gibi Ahameniş şehirlerini biliyordu. Ahamenişlerle tarihi bağlantı kaybolmuş ol­
masına rağmen bu görkemli geçmişin farkındaydı. Nitekim doğum yeri İstahr, Per­
sepolis ve Nakş-ı Rüstem'in yanı başındaydı. Gerek Ardeşir gerek oğlu ve halefi 1.
Şapur (239/240-270/272), Nakş-ı Rüstem'de Ahameniş örneğine benzer ve onların
hükümdarlığına uygun biçimde rölyefler yaptırmıştı.
Ardeşir'in Partları yenip kralları iV. Artabanus/ Ardavan'ı öldürdüğü Hormiz­
dagan savaşının tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte 224 civarında meydana
geldiği tahmin edilmektedir. Ardeşir büyük ihtimalle Partlara karşı bir güç birliği
oluşturup başına geçmişti. Part elitleri ya öldürülmüş ya da Ermenistan'a kaçmıştı.

4.2 1. Ardeşir tacı alıyor /fotoğraf: Gene R. Garthwaiıe)

82
SASANİLER

Buradaki Arşaklı kralı onlara sığınma hakkı sağlayarak Ardeşir'e karşı mücadelede
taraf olmuştu. Pan elitlerinin büyük bir kısmıysa kendi çıkarları gereği Ardeşir'i
hükümdar olarak kabul etti.

4.3 Ktesifon'da 1. Hüsrev'in sarayı Tak·ı Kisra·dan geriye cephesinin


bir bölümüyle devasa kemeri kalmış. (Fotoğraf: Gene R. GarthwaiteJ

Ardeşir'in kurduğu imparatorluğun boyutu tam olarak bilinmemekle birlikte


Part İmparatorluğu'nun Ermenistan haricindeki topraklarından oluştuğu tahmin
ediliyor. Daha sonraki Arap tarihçilere göre bu topraklar Bahreyn dahil olmak
üzere Mezopotamya'dan başlayıp Basra Körfezi'nin büyük kısmını içine alıyor ve
doğuda Ona Asya'ya uzanıyordu. Sasaniler Bağdat yakınındaki Ktesifon'u idari
başkent seçmişti. Hükümdarlar yaz aylarını daha serin bir iklime sahip Hamedan
veya İstahr'da geçiriyordu. Bir Pan başkenti olan Ktesifon'un konumu stratejik ve
ekonomik bakımdan önemliydi. Dicle ve Fırat nehirleri birbirlerine çok yaklaştık­
ları bu noktada kanallarla bağlanmıştı. Nehir kenarındaki yerleşim ticarete, kuzeye
ve güneye gitmeye imkan sağlıyordu . Üstelik bu bölge tarım açısından çok bereketli
olup kalabalık bir nüfusu besliyordu. Ktesifon'un kusuru Roma topraklarının ya­
kınında bulunması ve bilhassa kuzeyden gelebilecek saldırılara açık olmasıydı. Daha
sonraki Sasani hükümdarları özellikle Fars'ta yeni şehirler ve merkezler kurdular.
Ancak yıkıntıları günümüze ulaşan bu şehirlerin hiçbiri Ktesifon'un merkezi konu­
munun yerini tutamadı. Ayrıca Sasaniler de taç giyme törenlerini burada yapıyordu.

83
IRAN TARlHI

Partların büyük rakibi olan Roma, Ardeşir'in de gözünde büyüyordu . 230 yı­
lında Nisibis (Nusaybin) ele geçirilmesine rağmen Romalılar şehri tekrar geri aldı.
Sasaniler burayı birkaç yıl sonra Carrhae (Harran) ile birlikte yeniden ele geçirdi.
Yine bu yıllarda Ardeşir en büyük oğlu Şapur'u eş hükümdar seçti. İkisi birlikte
yaklaşık beş yıl boyunca hüküm sürdüler. Ardeşir'in geçmişten örnek aldığına dair
bir kanıt olmasa da en büyük oğlun halef ve eş hükümdar olarak atanmasına da­
ha önceki İran tarihinde de rastlanır. Şapur Romalılara karşı saldırıları sürdürdü.
Hatra'yı fetheniği zaman Romalılar başarılı bir karşı saldırı düzenleyerek Harran
ve Nusaybin'i geri aldılar. Ancak Şapur 244 yılında Ktesifon'da Roma ordusu­
nu yenince bu gidişat tersine döndü . İmparator HL Gordian öldürülünce yerini
alan Arap Filip, Şapur'a boyun eğerek 500.000 dinar fidye ödedi. Bu karşılaş­
ma Şapur'un Nakş-ı Rüstem'deki Kabe-i Zerdüşt yazıtında anlatılmış, ardından
Bişapur'daki taç giyme töreniyle ilgili rölyefte tasvir edilmişti.
Roma ve Sasani devletlerinin çıkarlarının kesiştiği kavşak noktasında bulunan
Ermenistan, Partlar zamanında olduğu gibi ikili oynayıp bunun sonuçlarına katlan­
dı. Arşaklı Hanedanı'na mensup olan Ermeni kralı Hüsrev Romalıları destekliyordu.
Sonunda Şapur onu öldürttü. Şapur Romalılara karşı bir kez daha başarı kazandı
ve 2 5 6 yılında yaklaşık 60.000 Roma askeri Suriye'de Sasaniler tarafından öldürül­
dü. 259 yılında Şapur'un kuvvetlerine karşı harekete geçen imparator Valerianus'un
ordusu yenilirken kendisi esir alındı. Sasanilerin Suriye üzerinden Orta Anadolu'ya

4.4 1. Şapur'un Roma'ya karşı zafer kazanmasını tasvir eden rölyef


(Fotoğraf: Gene R. GarthwtJite)

84
SASANİLER

girmesinin yolu açılmıştı. Kazanılan bu zaferler Nakş-ı Rüstem'deki yazıtta anlatı­


lırken, Şapur'un Roma'yı küçük düşürmesi ünlü rölyefte tasvir edilmişti.

Carrhae ve Edessa'ya saldırdığımız üçüncü savaşta . . . Sezar Yalerianus yanında 70


bin kişilik bir kuvvetle üzerimize saldırdı . . . Büyük bir çatışma oldu. Bizzat Sezar
Yalerianus'u elimizle esir aldık. Ye diğerlerini, muhafız komutanını, senatör ve ge­
neralleri, o kuvvete subay olarak kim varsa, hepsini esir ettik . . . Aryan'ın imparator­
luğundaki Persis'te, Parthia'da, Huzistan'da, Asur'da ve diğer yerlerde; kendimizin,
babamızın, büyükbabalarımızın ve atalarımızın temel amğı diyarlara onları yerleş­
tirdik. '

Başta köprüler ve barajlar olmak üzere Huzistan'da Roma tarzında inşa edilmiş
yapılar Şapur'un sözlerini inanılır kılar. Bu yapılar buraya ve imparatorluğun diğer
bölgelerine yerleştirilen Romalı esirlerin yaptığı katkıları yansıtır.
Şapur'un fiili yönetimi hakkında pek az şey bilinmektedir. Daha sonraki İslami
kaynaklara göre, Sasanilerin başarılı idaresinin temelinde yatan unsur, eşitlik çem­
beri olarak tanınan ilkeydi: " Ordusuz krallık olmaz, varlık olmadan ordu olmaz,
maddi zenginlik olmadan varlık olmaz, adalet olmadan maddi zenginlik olmaz. " 2
Şapur geçmişteki örneklere uyarak yakın aile üyelerini, özellikle dört oğlunu önem­
li idari mevkilere atamıştı. En büyük oğlu Hürmüz-Ardeşir, Ermenistan kralı; Nar­
seh, Sakaların ve Doğu İran'ın kralı; Varahran/Behram, Gilan kralı; Şapur, Mesene/
Characene kralı oldu. Ayrıca Şapur'un kardeşleri, babaları Ardeşir'in kendilerine
dağıttığı makamlardaki görevlerini sürdürdüler. Şapur diğer prenslerle İran'ın önde
gelen kişilerinin adlarına Nakş-ı Rüstem' deki yazıtında yer vermiştir.
Şapur yaklaşık otuz yıl süren saltanatı boyunca kendini Fars'taki başlıca
ikametgahı olan Bişapur şehrinin inşasına vermişti. Böylece Fars'taki Firuzabad'da
saray-kale karışımı kompleksi inşa ettiren babası Ardeşir'in izinden gidiyordu.
Kolayca savunulabilecek bir konumda bulunan Bişapur'un yeri iyi seçilmişti. Ta­
rım yapılan bölgede aynı zamanda bol miktarda av hayvanı vardı. Düzlükte yer
alan şehrin hemen arkasında dağlar yükseliyordu. Bu dağların içinden geçen Şapur
Nehri'nin oluşturduğu kanyonun duvarlarında Şapur'la haleflerinin yiğitliklerini
anlatan rölyefler bulunur. Bişapur'da yer alan büyük saray kompleksinin içinde,
beşik tonozlu odaları bulunan büyük bir ivan ve tapınak olarak kullanıldığı sa­
nılan bir yeraltı yapısı yer alır. Kirişlerin hayvan figürleriyle desteklenmesi akla
Persepolis'i getirse de, Ahamenişlerin kullandığı revaklardan ziyade beşik tonoz­
larla kubbelerin kullanımı, mimari kaynağın Part yapıları olduğunu gösterir. İnşa
yöntemleriyle mozaikler, Bişapur'da çalışan işçiler arasında Romalı esirler olduğu­
nu kanıtlar. Şapur, Huzistan eyaletindeki Susa şehri yakınlarında, ünlü bir eğitim
ve ipek üretim merkezi haline gelen Gundişapur'u inşa ettirmişti. Bu şehrin sakinle-

85
İRAN TARİHİ

cinin bir kısmı Antakya'dan gelip buraya yerleşmişti. Bunların arasında Hıristiyan
piskoposla Hindistan dahil diğer eğitim merkezlerinden gelen alimler vardı.
Şapur eşzamanlı hükümdarlara örnek gösterilebilir. İmparatorluğu içinde Zer­
düştlük, Hıristiyanlık, Yahudilik ve Budizm gibi dinlerin uygulanmasını serbest
bırakmıştı. En önemlisi Zerdüştlük, Hıristiyanlık ve Budizm fikirlerinden yeni bir
sentez yaratan Mani'nin (21 6-277) Şapur tarafından desteklenmesiydi. Mani'nin
sentezinin en önemli yanı; evrenin ışıkla karanlık, iyiyle kötü arasındaki çığır açan
çatışmanın ürünü olduğunu savunan Zerdüştlüğün temel öğretisini benimsemesiy­
di. Zerdüşt, İsa ve Buda gibi peygamberler bu çatışmada insanlığa yol gösterme ba­
kımından aynı can alıcı doğruları öğretmişti. Mani kendini, bir zamanlar kaybedi­
lip o sırada tekrar keşfedilen yerleşik doğrunun rehberi olarak görüyordu. Bunların
dışında, bir ritüel oluşrurup hiyerarşik bir organizasyon veya "kilise" kurmuştu.
Ancak Şapur 272 yılında öldüğünde, dini hoşgörü de onunla birlikte ölmüştü. Zer­
düştçü Ortodoksluğu sağlamak isteyen gelenekçi rahipler Mani'yi hapsedip mü­
ritlerini ezerek fikirlerini ortadan kaldırmayı denediler. Onların dışında Yahudiler,
Hıristiyanlar ve diğer dinlerin mensupları da zulme uğrayıp katledildiler. Bu baskı­
ların ardındaki başlıca isim, Zerdüşt Rahibi Kartir'di. Ardeşir'in saltanatı sırasında
rahip olan Kartir, Maniheizmin baş savunucusu olan Şapur hayatta kaldığı sürece
fazla yol alamamıştı. Üstelik Maniheizmin evrenselcilik görüşü Şapur'un evrensel
hükümdarlığına uygun düşüyordu. Kartir sadece İslamiyeti ve Hıristiyanlığı etki­
lemeyi sürdüren Maniheizmi bastıracak güce sahip olmakla kalmamıştı. Ayrıca
Şapur'un ölümüyle birlikte siyasi iktidarı önemli ölçüde eline geçirerek, kimin kral
olacağını bile belirleyecek bir duruma gelmişti.
Tarihin bu kesitine ait Zerdüştlük hakkındaki bilgilerimiz, o döneme ait metin­
lerin bulunmayışı ve tarih yazımıyla ilgili sorunlar nedeniyle tartışmalıdır. Zerdüşt­
lükle ilgili referanslar, hatta Ahameniş döneminden Sasanilere kadar kabul edilen
terimler ve fikirler bulunmasına rağmen Zerdüştlük aslında Sasaniler sonrası dö­
neme ait bir kavramdır. Zerdüşt toplumu içinde Sasaniler dönemine kadar bilhassa
sözlü bir gelenek olmasına rağmen ilk ve erken Zerdüştlüğün yeniden yaratılması,
büyük ölçüde 1 9 . ve 20. yüzyıl tarihçilerinin eseridir. Zerdüştlüğün kurumsallaş­
ması veya bir kilisesinin oluşması Sasani yönetiminin ve muhtemelen Doğu Hıristi­
yanlığının kurumsallaşmasıyla paralellik taşır.
Sasani Zerdüştlüğü tarihi bulgular sorununa ek olarak üç sorun daha arz eder:
kökeni ve geleneğin aktarılması; fiili düşünceleri ve uygulaması; kurumsallaşması.
Sasani döneminde ya da daha sonra çözülen bu sorunlar, buradaki Zerdüştlüğün
tartışılmasına yol açar. Zerdüştlük konusunda fazla belirginlik yoktur. Konuya baş­
langıç olarak, Zerdüşt'ün hangi tarihte yaşadığı bile tartışmalıdır. Büyük olasılıkla
MÖ 2. binyılda Doğu İran/Orta Asya'da yaşadığı düşünülmektedir. Zerdüşt'ün

86
SASANİLER

fikirleri aynı binyılın sonunda veya ilk binyılın başında, göçebelerle birlikte ya da
onların hemen ardından İran Platosu'na taşınmıştı. İyiyle kötü arasındaki evrensel
çatışma şeklindeki düalist dünya görüşünde, kıyametin kopması sonucu iyi zafer
kazanır. Zerdüşt'ün öğretileri Gatalarda yer alır. Bunların on yedisini kendisinin
yazdığı düşünülmektedir. Bunun dışında Zerdüşt'ün hayatından esinlenen öğretile­
rin yer aldığı Avestalar mevcuttur. Doğu İran'a özgü ilahi veya şiirler olan Gataları
yorumlamak zor olduğundan bunları açıklamak için Avestalar kullanılır. Geç Sasani
dönemine kadar yazıya geçirilmeyen Zerdüşt metinleri sözlü olarak aktarılıyordu.
Günümüze kalan en eski metinler 1 4. yüzyıl başlarına aittir. Zerdüşt dua metinleri
dahil diğer antikçağ metinleri de aynı şekilde sözlü olarak aktarılıyordu. Bunların
bir kısmında fazla önemli olmayan, yerel tanrıların adı geçer. Geç Sasani dönemine
kadar Avesta'yla ilgili bir kanun belirlenip Orta Farsçayla farklı bir şekilde yazı­
ya döküldüğü zaman Zerdüştlük geleneğine de değişkenlik damgasını vuruyordu.
Avesta; dua metinleri olan Yasnalardan, Part dönemindeki Zend yorumlarından ve
diğer eserlerden meydana geliyordu. Ne yazık ki Avesta'nın bütün kopyaları İslam
fetihleri sırasında tahrip edildi. Günümüze sadece ayinlerde düzenli olarak okunan
dualar ve diğer kaynaklarda varlığını sürdüren parçalar kaldı.
Zerdüştlük tarihinin Pehlevi dilinde ve 9. yüzyı lda yazılmış şekli olan Denkard,
Avesta'nın özetini içerir. Bu eserde Ardeşir'in bir din kuralları derlemesi hazırlan­
masını emrettiğinden, oğlu 1. Şapur'un bu metni kraliyet hazinesine koyduğundan
bahsedilir. Şayet daha önce kurulmamışsa da, hanedan ile Zerdüşt dini arasındaki
bağ böylece kurulmuştur. Dini kuralların derlendiği bir metin, halka açık yerlerde
ibadet şekilleri ve Zerdüşt rahipleri olan Mecusilerin kurumsallaşması erken Sasa­
ni döneminde gerçekleşmiştir. Ardeşir'in başrahibi olan Tansar'ın yazdığı Name-i
Tansar'a göre, Ardeşir Zerdüştlüğe itibarını iade etmişti. Dolayısıyla devlet orto­
doksluğunun oluşturulması, yeni hanedanın eskiden bağlı olduğu Part hükümdar­
larına karşı meşruiyet sağlama girişimi olarak görülebilir.
Muhtemelen ilk kez Darius tarafından benimsenen Zerdüştlük, Ahamenişlerin
saltanatı boyunca İran'la özdeşleşti. Yunanlı tarihçiler bu inançtan Pers dini olarak
bahsederken; Herodot, Zeus ile Ahura Mazda'yı denk görüyordu. Zerdüştlükle
ilgili unsurlara Ahameniş metinleriyle rölyeflerinde rastlanması önemlidir. Doğu
İran dilini konuşan Arşaklılar/Partlar da Zerdüştlüğü benimsemişti. Yunanca kay­
naklara ilaveten Latince kaynaklar ve günümüze ulaşan az sayıdaki Partça metinde
de Zerdüştlükle ilgili unsurlar yer almaktadır. Bununla birlikte, bugün bildiğimiz
şekliyle Zerdüştlük büyük ölçüde Sasani ve erken İslamiyet döneminin ürünüdür.
Sasani saray yazıtları ve 1. Şapur'un ölümünden sonra başrahip olan Kartir'in yazı­
tı, Zerdüştlüğün bu dönemdeki konumuna delalet eder. Ayrıca yine Sasani dönemi­
ne ait çok sayıda Yunanca, Latince ve Ermenice kaynakta bu dine ait unsurlar yer

87
İRAN TARİHİ

almaktadır. Avesta'nın kayda geçirildiği sıralarda, rahiplerin derlemeye başladığı


vakayiname kaybolmuş ve geriye sadece Arapça tercümeleri kalmıştı. Sonunda bu
tarih, Firdevsi'nin 1 1 . yüzyılda yazdığı destanı Şehname sayesinde kayda geçirildi.
Zerdüştlük geleneğinin sözlü olarak aktarılmasıysa devam etti.
Zerdüştlük geleneğinin aktarılmasıyla ilgili tarihi soruna ilaveten içeriğinin uy­
gulama, inanç, teoloji ve kanun yoluyla ifade edilmesi sorunu vardı. Zerdüştlük,
Vedalarla ortak bir kökeni paylaştığından, antik veya proto-Zerdüşt geçmişin bir
kısmı, bunlara bakılarak yeniden oluşturulabilir. Tarihi referanslar geleneğin uygu­
lanmasını doğrulamaktadır. Apokaliptik düşünceler dahil olmak üzere kozmolojik
fikirler son derece gelişmişti. Bilgeliğin tanrısı olan Ahura Mazda, baş doğaüstü
varlık olarak tanımlanmıştı. Mithra ve Anahita gibi hiyerarşik olarak kendisinin
altında bulunan tanrılarla birlikte kozmik düzeni ve hakikat de dahil, bu düzenin
hayati niteliklerini korumaktan sorumluydu. Bunun dışında kült tanrılar, bölgesel
figürler ve şamanizm vardı. İlahiler söyleniyor, ateş ve suya adak törenleri yapılı­
y0r, aile ve atalar kutsanıyordu. Ayrıca yeniden dirilişe ve ölümden sonra hayata
inanılıyordu. İnsanın eylemleri sonucu ulaştığı bu hayat, bu dünyadaki mutluluğu­
nun aynasıydı. Temel ahlak kuralları arasında doğru eylemlerde bulunmak, doğru
düşünmek ve konuşmak yer alıyordu. Doğru eylemler ve hareketler Gatalarda vur­
gulanıyordu. Darius'un Bisitun Yazıtı, hakikati destekleyenleri harekete geçmeye,
savaşmaya cesaretlendirir. Zerdüştlük özellikle İran ve Perslerle özdeş görülmesine
rağmen, Zerdüşt de tıpkı Ahamenişler ve Sasaniler gibi kendi rolünü evrensel ölçü­
ler içinde düşünüyordu.
Zerdüşt'ün kökenlerinin göçebeliğe dayandığı tahmin edilmektedir. Zerdüşt
metinlerinde Orta Asya'da göçebelerin beslediği hayvanlarla ilgili sayısız referans
vardır. Bu göçebe geçmiş, bireysel sorumluluk ve toplumsal bağlılıkla ilgili fikirlere
de yansımıştır. Son olarak, onun ait olduğu Orta Asya toplumu sadece iki unsuru;
savaşçılar/göçebeler ve rahipleri barındıracak şekilde yeniden oluşmuştur. Daha
sonraki Sasaniler zamanında Zerdüştlük, toplumu dört unsurdan ( bazı yorumcu­
lara göre kasttan) ibaret görüyordu: rahipler, savaşçılar, bürokratlar, zanaatkarlar
ve çiftçiler.
Erken Zerdüştlüğün tarihin farklı dönemlerinde farklı uygulamaları ortaya
konmuştu. Rölyeflerle yazıtlarda görüldüğü üzere, önce Ahamenişler ardından
Sasaniler döneminde, hükümdarlığı bizzat Ahura Mazda sunuyordu. Kült haline
gelen ateşe tapma uygulaması gibi ritüeller ile inancın sözlü yoldan aktarımında
hayati rol oynayan çeşitli kategorilere mensup rahipler de Part ve Sasani dönemiyle
özdeştir. Hükümdarla bağlantılı olan hakikat ve adaletle ilgili ahlaki emirler de bu
dinin ana unsurlarındandır. Zerdüştlüğün farklı bir biçimi olup muhtemelen geç
Ahameniş döneminde başlayan ve Sasani döneminde devam eden Zurvanizm, hü-

88
SASANILER

kümdarların himayesi sayesinde varlığını sürdürmüştü. Zurvanizm halk arasında


sapkın bir inanç olarak görülmesine rağmen, Ortodoksluk kurumsal hale gelmeden
heterodoksluğun varlığı düşünülemez. Ortodoksluğun kurumsal hale gelmesiyse,
ancak hükümet yapısı ve bizzat hükümdarlığın kurumsal hale geldiği erken Sasani
döneminde gerçekleşmiştir.
Monist bir inanç olan Zurvanizme göre, zamanla özdeş görülen ve dünya­
nın yaratılışından öncesine ait olan Zurvan, hem Ahura Mazda'nın hem Angra
Mainyu/Ehrimen'in babasıydı. İnançla uygulama arasındaki ilişki hakkında faz­
la bilgimiz bulunmamakla birlikte, Zurvanizme inananlar muhtemelen Ahura
Mazda 'yı iyiliğin ana kaynağı olarak görüyordu. Böylece bu dine inananlar, Ahura
Mazda'nın bu rolüne inanan gelenekçilerle birlikte ibadet edebiliyordu. Ancak gele­
nekçiler Ahura Mazda 'yı yaratıcı olarak görüyordu. Sasaniler zamanında varlığını
sürdüren Zurvanizm, muhtemelen 4. ve 5. yüzyıllarda yaşayan Sasani hükümdarla­
rının dini haline gelmişti; zira çocuklarına Zurvanla bağlantılı isimler koyuyorlar­
dı . Geç Sasani döneminde, 1. Hüsrev'in saltanatı sırasında Ortodoks Zerdüştlüğe
dönüş yaşandı. Hüsrev'e "ölümsüz ruhtan gelen" anlamında, Anuşirvan unvanı
verilmişti. Ayrıca geç Ahameniş dönemi ve 1. Şapur saltanatına kadar olan Part
döneminde, kült uygulamaları ile Ahura Ma:t.da'nın Mithra ve Anahita'ya karşı
konumundaki değişiklik, önemli siyasi-kültürel sonuçlar yaratan sekter tartışma­
lara yol açmıştı. Romalıların dünyasında popüler bir tanrı olması, hatta kurtarıcı
olarak İsa'yla benzerliği nedeniyle iyi tanıdığımız Mithra, kozmik düzenle ilgili
birçok niteliği bünyesinde barındıran ilahi bir varlıktı. Bu nitelikler arasında gece­
den gündüze geçiş, doğum-yeniden doğum, mevsimlerin değişimi ve güneşe denk
olması yer alıyordu. Su tanrıçası olan Anahita ise kozmik okyanusun kaynağıydı.
Ardeşir'le Şapur'un saltanatları sırasında Mani ve Kartir'in ortaya çıkması, geç
Part ve erken Sasani döneminin kültürel-siyasi belirsizliğini yansıtır. Bu rahipler
aslında Zerdüştlüğün Ahamenişler zamanına kadar giden farklı kollarının varlığını
ortaya koyar. Ardeşir'le Şapur iktidarı sağlamlaştırma sürecinde, Mani'nin fikirleri­
nin kabul gördüğü şehir merkezleriyle çıkar dengesini kurmuşlardı. Şehrin ileri ge­
lenleri üzerinden onların kırsal-bölgesel tabanlarıyla ve geleneksel rahiplerle irtibat
sağlamışlardı. Bunların tümü, siyaset dünyasında bir kurum olarak dinin önemini
gösterir. Veraset, bölgesel güç merkezleri, rekabet ve nihayet Sasani meşruiyeti gibi
konular hep dinle sıkı bağ içindeydi. İmparatorluğun batı eyaletlerinde hissedilen
Roma tehdidi ve Orta Asya'dan gelen tehdit, bütün Sasani tarihi boyunca varlığını
sürdüren diğer unsurlardı.
Din ve bölgesel faktörlerin önemi, Şapur'un 272 yılındaki ölümünün ardından
ortaya çıkan veraset konusunda görülür. Şapur ölünce yerini alan oğlu 1. Hürmüz
yaklaşık bir yıl tahtta kaldı. Onun yeriniyse kendi oğlu değil, Şapur'un yazıtında

89
IRAN TARllil

Gilan kralı olarak bahsedilen kardeşi Varahran/Behram aldı. 1. Behram'ın saltanatı


sırasında Kartir gücünü pekiştirirken Mani hapse atılıp öldürüldü. Manicilere, Hı­
ristiyanlara, Yahudilere ve Budistlere büyük eziyet uygulandı. Tahtta ancak üç yıl
kalabilen 1. Behram, ölmeden önce oğlu il. Behram'ı (276-293) halef olarak seçti.
Şapur'un oğlu, dolayısıyla 1. Hürmüz ile 1. Behram'ın kardeşi olan Sakalar ve Doğu
İran Kralı Narseh, il. Behram'ın tahta çıkmasına karşı geldi. İki Behram'ın saltanat
yıllarının hakimi olan Kartir, muhtemelen tahta Narseh yerine il. Behram'ın çık­
masında rol oynamıştı. İki Behram da Kartir'e unvanlar ve onurlar bağışlarken, il.
Behram biri hariç bütün rölyeflerinde ona da yer vermişti.
Bu esnada, 270 dolaylarında, İmparator Aurelianus önderliğinde güçlenen Ro­
ma, 283 'te Ktesifon'a bile saldıracak duruma geldi. Yapılan antlaşma sonucun­
da, il. Behram, Şapur'un kazandığı zaferlerden beri Sasani egemenliğindeki Kuzey
Mezopotamya'nın büyük kısmını vermek zorunda kaldı. İmparator Carus ölmese,
kaybedilen topraklar daha da artacaktı. Aslında Behram'ın fazla seçeneği yoktu;
zira Sakalar, Kuşanlar ve Gilanlıların desteklediği bir prensin meydan okuması yü­
zünden ordularını doğuya yöneltmek zorunda kalmıştı. Burada başarılı olan il.
Behram, zaferini rölyeflerle ölümsüzleştirdi. Bununla birlikte, yeni Roma İmpara­
toru Diocletianus'un 252'de Roma'ya kaçmış olan Arşaklı prensi Tiridates'i, 2 8 8
civarında Ermenistan kralı olarak atamasına karşı koyamamıştı.
il. Behram'ın ölümünden sonra veraset konusunda yine karışıklık çıktı. Beh­
ram 293 'te ölünce yerine geçen oğlu III. Behram, üç ay sonra Şapur'un hayattaki
son oğlu olan amcası Narseh tarafından tahttan indirildi. Babasının dini hoşgörü
politikasını yeniden tesis edip Behram'ın dini baskılarını tersine çeviren Narseh
(293-302) oldu. Narseh özellikle doğu eyaletleri olmak üzere imparatorluğun bü­
yük bir kısmını il. Behram adına yönetmişti. Kürdistan eyaletindeki Paikuli yakın­
larında bulunan kendi yazıtına göre, kardeşi öldüğü sırada seçilmiş varis olarak
Ermenistan'da yaşıyordu (Ermenistan 3. yüzyılda İranşehr'in bir parçası olarak
görülüyordu) . Peki kral olarak mı seçilmişti yoksa Tiridates'e karşı sefere çıkan
ordunun başında mı bulunuyordu? Ya da 111. Behram'a karşı Tiridates'ten destek
mi almıştı ? Paikuli'deki soylular Narseh'e bağlılıklarını bildirdiler. Bu soyluların
isminin sıralandığı yazıtta Narseh kendisini " krallar kralı" ilan etmiştir. Listede yer
alan isimler genellikle Sasani merkezine komşu bölgelerden geliyordu: Belucistan
temsilcileri, Kuşanların kralı, Harezmşah kralı, Lahmidlerin de bulunduğu iki Arap
topluluğunun kralları. Paikuli Yazıtı'ndaki bu liste çeşitli olasılıkları akla getirir.
Belki Ill. Behram merkezdeki bölgelerin desteğine sahipken Narseh bunun üstesin­
den gelmek için doğudaki gücünü kullanmıştı.
Narseh tahtını sağlama aldıktan sonra orduları Mezopotamya'yı Romalılardan
geri alıp Ermenistan üzerinde hakimiyet sağladı. Ancak 298'de orduları bozguna

90
SASANİLER

uğrayıp ailesi esir alındı. Bunun sonucunda yapılan barışla Romalılar Ermenistan
ve Kuzey Suriye'yi yeniden ele geçirdi. Narseh ölünce yerine oğlu il. Hürmüz (302-
309) geçti.
Sasanilerin bu dönemdeki iç meseleleri büyük ölçüde belgesizdir. Kartir'in dini
baskıları henüz belirlenemeyen nedenlerle son bulmuştu. Roma sınırındaki barış
kırk yıl sürdü. Narseh'in son yıllarında Ermenistan kralı Hıristiyanlığı kabul et­
mişti. İmparator Konstantin de 3 1 2'de Hıristiyanlığı seçip imparatorluğunun resmi
dini haline getirdi. Sonunda Sasani imparatorluğunda sayıları giderek artan Hıristi­
yanlar, Roma'yla ilerde çıkacak çatışmalarda olası bir beşinci kol haline geldiler.
Daha önceki Pers hanedanlarında olduğu gibi, Sasani ailesinin ilk sekiz hüküm­
darı zamanında da, babadan oğla geçen hükümdarlık şekli varlığını sürdürdü. An­
cak bunun iki istisnası vardı. İlkinde 1. Behram, kardeşi Hürmüz'ün yerini aldı;
ikincisinde Narseh, yeğeni III. Behram'ın tahtına geçmeyi başardı. Peki aile büyük­
lerinin önceliği kavramı alternatif bir veraset şekli olarak mı sunulmuştu ? Ya da
Narseh olayı; merkez-çevre çatışmasını veya bölgesel gerilimleri mi, muhtemel dini
bölünmeleri mi, 1. Behram'ın askeri yetersizliğinin veya iç politikalarının reddini
mi, yoksa sadece Narseh'in hırsını mı yansıtıyordu? İlk iki hükümdar, 1. Ardeşir
ve 1. Şapur nispeten uzun dönemler boyunca hüküm sürdüler ( ilki yaklaşık 1 8 yıl,
ikincisi yaklaşık 3 1 yıl tahtta kaldı) . Buna karşılık, onlardan sonraki altı hüküm­
dardan sadece biri, dokuz yıldan fazla tahtta oturabildi. Behramların ve Narseh'in
zamanında görülen iç istikrarsızlığı dini ve bölgesel hizipçilikle, daha önemli roller
oynamak isteyen soyluların girişimleriyle, sürüp giden Roma tehdidi ve doğudan
gelmesi muhtemei tehditlerle bağdaştırmak mümkündür.
Meşruiyet için gereken faktörlerden biri hanedanın içinde veraseti sürdürmek­
se, diğer bir faktör de imparatorluğun refahıydı. Eşitlik çemberi hükümdarlıkla
saadet arasında bir bağ olduğunu kabul ediyordu. Dönemin geçerli kavramlarına
bakılmaksızın, istikrar ve merkezileşmenin ne kadar önemli olduğunu dile getiri­
yordu. Devlet ancak istikrar ve belli bir merkezileşme sayesinde varlığını sürdüre­
bilir, Romalılarla veya doğudaki Kuşanlar, Hunlar, Türkler gibi muhtelif gruplarla
baş edebilirdi. Aynı şekilde tarımın Sasani ekonomisi için önemi düşünüldüğünde,
acaba uzun vadeli iş projeleri coğrafyayla iklimin azizliklerini dengeleyip gereken
harcamaları karşılayabilir miydi ? Sasaniler zamanında, Huzistan nehirleri boyun­
ca ve Ktesifon'un kuzeydoğusundaki Diyala bölgesinde ekilebilir arazilerde büyük
bir artış görüldü. Gerek tarımda gerek Mezopotamya şehirleri başta olmak üzere
birçok yerde kullanılmak amacıyla sulama sistemleri tasarlandı. Kanalların inşası
ve bakımı için büyük masraf yapılıp yoğun işgücü kullanıldı. Tarımsal üretimin
artmasıyla daha kalabalık bir nüfus beslenebilir, idarenin ihtiyaçları karşılanabilir
ve imparatorluğun savunması sağlanabilirdi.

91
iRAN TARİHİ

Mezopotamya'da tarımsal üretime böylesi bir yatırım, aynı zamanda tica­


retin bu bölge ve bütün Sasani ekonomisi için önemini vurguluyordu. Sasaniler
Asya'dan Mezopotamya'ya uzanan karayollarının dışında önemi giderek artan ve
Hindistan' dan başlayıp Hint Okyanusu boyunca Basra Körfezi'ne, Umman Denizi
ve Kızıldeniz'e kadar deniz güzergahlarını da kontrol ediyordu. Tütsü, baharat,
ipek kumaş ve iplik gibi lüks tüketim malları bu ticaretin temelini oluşturuyor­
du. Bir sonraki aşamada, Mezopotamya'da iç tüketim ve ihracat amacıyla ipek
ipliği dokunarak kumaş üretilecekti. Sasani kumaşları, özellikle brokar kumaşlar,
Avrupa'da ve Çin'de çok beğeniliyordu. İbrişim ithalatının yarattığı ticari açık;
kumaş, kobalt, gümüş kaplar, cam eşyalar ve Çin'e gönderilen atlar gibi Sasani
ihraç ürünleriyle dengeleniyordu. Ticaretin önemi ve Sasanilerin tarımsal kalkın­
masının etkileri İslamiyet döneminde bile devam etti. Bu yüzden Abbasi Halifeliği
( 750-125 8 ) , iktidarının merkezini ve başkentini Ktesifon yakınlarındaki Bağdat'ta
kurdu.
Sasani saltanatının ilk döneminde ateş ritüeli giderek yayılmıştı. İbadetin odak
noktası olarak bölgesel ve kültleşmiş imgelerin yerini belli yerlerde hanedan üyeleri
onuruna yakılan kutsal ateşler aldı. Ateş sunaklarının geçmişi Sasanilerden çok
öncesine dayanmasına rağmen, bu sunakların Sasani yönetiminin meşrulaştırılması
ve Zerdüştlüğün kurumsallaşmasındaki önemi iyice arttı. Kartir bu süreçte önemli
bir rol oynamış olabilir. Sasani sikkelerinin ön yüzünde her biri kendine özgü tacını
takmış hükümdarların profili ve arka yüzünde ateş sunağındaki ayine katılanlar yer
alır. Sikkelerin üstünde bulunan sunakların aynısı kazılarda ortaya çıkarılmıştır.
Ateş sunaklarının öneminin artması Zerdüşt kimliğinin yükseldiğini göstermek­
le birlikte, hükümdarın kendisi hakkında yarattığı imge, (dini baskı ve hizipçilik
zamanında bile) hoşgörülü davranmayı ve belli bir evrenselcilik biçimini gerektiri­
yordu. İmparatorluğun etnik ve dini açıdan farklılıklar barındıran nüfusuna hoş­
görülü davranılmadığı takdirde, otoritenin ve idarenin merkezileşmesini sağlamak
neredeyse imkansız hale gelirdi. Ayrıca bu otoriteyi sürdürmek için zorunlu olan
istikrar da sağlanamazdı.
Sasani tarihinin bu ilk döneminin önemi, çok daha sonraları, bütün başarıları ve
öncelikleri 1. Ardeşir'e atfeden 1. Hüsrev Anuşirvan (53 1-579) tarafından vurgulana­
caktır. Başta 1. Ardeşir, 1. Şapur ve il. Behram olmak üzere ilk sekiz Sasani hükümdarı;
yazıtlarında, rölyeflerinde, sikke ve gümüş kaplarda, inşa ettikleri yeni şehirlerde (ve­
ya yeniledikleri eski şehirlerde), saraylarda, kışlalarda, tapınaklarda ve kullandıkları
unvanlarda kendilerini eşzamanlı hiikiimdarlar olarak gösterdiler. Ardeşir'den itiba­
ren imparatorluğu "şehinşah/krallar kralı" unvanıyla yönettiler. " Büyük kral" unva­
nı verilen yakın aile üyeleri de Ermenistan, Sakalar ve Doğu İran gibi büyük eyalet
ve bölgelerin yönetiminde hükümdarı temsil ediyordu. Sasaniler tıpkı Ahamenişler

92
SASANİLER

gibi, ancak Partların tersine; büyük eyaletler için hanedan üyeleri arasından, küçük
eyaletler için bölgenin elit ailelerinden seçilen valilerin atamasını sıkı kontrol altına
almıştı. Bölgesel soylular, Partlar için önemli görevler üstlenenler de dahil, ordu ve
bürokrasi içinde önemli mevkilere getiriliyordu. Sasani döneminde bölgelerin özerk­
liğine hoşgörülü davranılmaya devam edildi. Hakimiyetin daha merkezi bir hal al­
masının sonucu olarak, belki Part dönemine göre daha az isyan görülüyordu. Ayrıca
hükümdarlık khvarnah ve farr (Orta Farsçada khvarrah) gibi terimlerle bağdaştırıla­
rak idari kontrol pekiştirilmişti ( bu terimler "ilahi zenginlik/bereket" anlamına gelir).
Sasani Hanedanı'nın meşruiyetini vurgulayacak biçimde, Sasani şehinşahını Ahura
Mazda'nın elinden hükümranlık halkası veya tacını alırken tasvir eden rölyefler vası­
tasıyla bu bağ, sembolik ve görsel olarak yansıtılıyordu. Taç giyme töreninin anlatıl­
dığı rölyefte önemli bir özellik vardır. Bu rölyefte hem Abura Mazda hem de şehinşah
taç giymiş bir halde tasvir edilir. Birincinin tacı, onun evren üzerindeki otoritesini,
ikincinin tacıysa vekil olarak bu dünya üzerindeki otoritesini simgeler.
Otorite ve iktidar Sasani şehinşahı üzerinde toplanmıştı. Bütün kurumların ve
devleti meydana getiren unsurların çıkış noktası o olduğu gibi, bunların hepsi ona
bağımlıydı. Sasani soyundan gelmek şehinşah olmanın önkoşuluydu. Sasani soy
grubu içinde ancak ölümle sonuçlanan başkaldırılar başarılı olabiliyordu. Bazı
hükümdarlar oğullarını veliaht olarak seçiyordu ama bu seçim veya tahta çıkma,
Sasani din müessesesi ve bölgesel soylular tarafından hükümdarlığa uygun şekilde
kabul edilmeyi gerektiriyordu.
Sasani hükümdarlarıyla Zerdüşt ruhban sınıfı arasındaki güç dengesi zaman­
la değişmişti. İlk şehinşahlar mobad adı verilen rahipleri atayıp onlara unvanlar
veriyordu. Zerdüştlüğün kurumsal hale gelmesinin ardından, şehinşah unvanını
andıran bir şekilde, mobadanmobad (Orta Farsçada mobadan mobed) adı verilen
en üst düzeydeki rahip türünün ortaya çıkmasıyla birlikte, ruhban sınıfı daha ba­
ğımsız bir yapıya kavuştu. Hükümdar Zerdüştlük öğretileri, ritüelleri ve kuralları
konusunda rahiplerden talimat almaya başladı. Ateş ritüelini yerine getiren hü­
kümdar, topluluğu simgeliyordu. Şehinşahın taç giyme töreninde Abura Mazda'nın
inayetiyle meşruiyet arasındaki bağ, uyrukların gözü önünde kuruluyordu (her Sa­
sani hükümdarının kendine özgü bir tacıyla gürzü olup bu ikisi hükümranlığın
simgesiydi). Ayrıca mobadanmobad şehinşaha taç giydirdiği zaman devletle din
arasındaki bağ da kurulmuş oluyordu.
Sasani hükümdarlığının niteliği ve onunla ilişkili simgelerle roller hakkındaki
bilgilerimizin büyük kısmı, Sasani döneminden sonrasına ait Pers ve Arap kaynak­
larına dayanır. Bunlar arasında hükümdarlık talimatnameleri ile Firdevsi'nin Şeh­
name adlı destanı vardır. Simgeler Sasani rölyefleri, yazıtları ve sikkelerinde görü­
lebilir. Sasani İranı'nda, hatta Ahamenişlerde bile İslami siyaset teorisi gelişmeden

93
IRAN TARİHI

4.5 il. Ardeşir'in taç giymesi !Fotoğraf: Gene R . Gorthwoite)

önce, dinle devlet arasında karşılıklılık ilkesi kurulmuştu. Tanrı tarafından seçilen
ve halk tarafından kabul edilen hükümdarın, doğuştan gelen ve hayati önem taşı­
yan hükümdarlık edebilme yetisine farr adı veriliyordu. Hükümdara boyun eğmek
bir zorunluluktu. Hükümdarın da toplumun düzenini koruyup savunma yüküm­
lülüğü vardı. Hükümdarla din ve hükümdarla toplum arasındaki bu karşılıklılık,
daima hükümdarın iktidarını kısıtlama potansiyeli taşıyordu.
Sasanilerin gücü, il. Şapur'un (309-379) yetmiş yıllık saltanatı sırasında doruğa
çıktı. Onun hükümdarlığı, Sasani tarihinin ikinci döneminin başlangıcını oluştur­
du. Narseh'in yerine geçen oğlu il. Hürmüz ( 3 02-309) öldüğü zaman taht kavgala­
rı çıkmıştı. Sonunda il. Şapur olarak tanınacak küçük bir çocuğa destek verildi. il.
Şapur'un nasıl tahta çıkmayı başardığını ve iktidarını nasıl koruduğuna dair, Roma
metinleri haricinde o döneme ait kaynak yoktur. Yine de Sasani döneminde mer­
kezileşme onun saltanatı sırasında gerçekleşmiş olmalıdır. Ayrıca Sasani kültürü de
onun saltanatı sırasında zirvesine çıkmıştı.
il. Şapur saltanatının ilk yıllarında, uzun zamandır gündemde olan iki ihtilafla
uğraşmak zorunda kaldı. Bunlardan biri doğu sınırlarında, diğeri batıda Romalı­
larlaydı. Romalılarla çoktandır sürdürülen barışı bozan Şapur oldu. Ne var ki Ro­
ma artık değişmişti. Konstantin, Hıristiyanlığı Roma İmparatorluğu'nun resmi dini
yapmakla kalmamış, iktidarını doğudaki yeni merkez Konstantinopolis veya diğer
adıyla Bizans'a taşımıştı. İktidar merkezinin batıdan doğuya kaymasıyla birlikte,
artık Hıristiyanlığı seçmiş olan Ermenistan, dindaşlarıyla daha yakından işbirliği

94
SA SANİLER

yapmaya başlamıştı . Ayrıca Romalılar askeri konumlarını güçlendirip Suriye'deki


kalelerini tahkim ederek, güneylerinde kalan Sasanilerle hesaplaşmaya hazır hale
gelmişlerdi. Bu sırada Şapur'un dikkati Hionitler yüzünden Romalılardan doğu­
ya kaydı. Hionitler muhtemelen Sasanilerle karşı karşıya gelen ilk Hun kavmiydi.
Hionitlerin batı cephesinde kendisine yardım etmeyi kabul etmesi nedeniyle doğu
seferi Şapur için başarıyla sonuçlandı. İranlılar 359'da Amida'yı (Diyarbakır) ele
geçirdi. Ancak 363'te, Dönme Julian komutasında yapılan bir karşı saldırıyla Ro­
malılar Ktesifon surlarına dayandı. julian yaralanıp ölünce Romalıların ilerlemesi
durdu. Yeni imparator jovian, yapılan ateşkes sonucu kendisiyle kuvvetlerinin sağ
salim geri dönmesi karşılığında, Nisibis dahil Dicle'nin doğusunda kalan bütün
Roma eyaletlerini Sasanilere verdi. Sasaniler bu bölgede ve Kafkaslar'da kaleler
inşa etti; Bizans-Arap ittifaklarını dengelemek için Arap kabileleriyle ittifaklar kur­
du; Hıristiyanları Mezopotamya, Huzistan ve Fars'a yerleştirmeye devam etti. Ku­
zey Mezopotamya'daki Ktesifon'da ve Fars'taki Bişapur'da piskoposlar vardı. il.
Şapur, Arap kabilelerine baskı yapmasıyla tanınmıştı.
Şapur saltanatının ikinci yarısında, askeri harcamalarını karşılamak için Hıris­
tiyanlara aşırı yüksek vergiler getirdi. Bunun üzerine çıkan isyanların sonucunda
Şapur dini azınlıklara yönelik baskıları daha da artırdı. Zerdüştlüğün kurumsal­
laşması, özellikle Adurbad-i Mahrspand adlı başrahibin Avesta'yı kanun halinde
derlemesi, . II. Şapur döneminde devam etti. Aziz Menkıbeleri'nde yer alan bazı re­
feranslar, mobadanmobad önderliğinde bir ruhban hiyerarşisinin kurulmasını doğ­
rular. Gelenekçiler Zurvanizme karşı çıkmayı sürdürdüler. Ne var ki, bizzat Şapur
ve büyük mobadlarından biri Zurvanizme yönelik bir devlet ve kilise himayesi po­
litikası benimsediler, hatta bu dini desteklediler. Bütün bunlar, Zerdüştlüğün kendi
çıkarına uygun biçimde genelde hükümdarı destekleyen, ancak özel durumlarda
ona karşı çıkan bir kurum olarak önemini göstermektedir.
II. Şapur'un ardından tahta, onun oğlu olup olmadığı bilinmeyen il. Ardeşir
(379-38 3 ) geçti. il. Şapur'un oğlu olan III. Şapur ( 3 83-3 8 8 ) onu tahttan indirip
hükümdar oldu. Bu yıllarda ve onlardan sonraki birkaç hükümdar zamanında Er­
menistan ve Eftalitler (Ak Hunlar) Sasaniler için yeniden sorun oldu. Hunlar Kuzey
İran' da, Kafkaslar'da, Anadolu' da birden ortaya çıktılar. Ermenistan'a egemen ol­
mak isteyen Bizans'ın saldırıları ve batı sınırlarında sürüp giden tehditler yüzünden
Sasani topraklarının savunması giderek zorlaşmıştı.
III. Şapur'un yerine muhtemelen oğlu olan IV. Behram ( 3 8 8-399) geçti. On bir
yıl sonra öldürülünce, yerini oğlu 1. Yezdigirt ( 399-42 1 ) aldı. Yezdigirt Hıristiyan
yanlısı olmakla ve Zerdüştlere baskı yapmakla suçlanmasına rağmen, Aziz Men­
kıbeleri Hıristiyanlara eziyetin devam ettiğinden bahseder. Anlaşıldığı kadarıyla
Yezdigirt, davranışları Zerdüştlüğe karşı olmadığı sürece dini azınlıklara hoşgörü-

95
İRAN TARIHi

lü davranıyordu. Yahudi bir kadınla evlenmesi, üst düzey makamlara Yahudileri


ataması nedeniyle "Yahudi Kralı " unvanı da verilmişti. Saltanatı sırasında, 4 1 0
yılında topladığı Selevkia Konsili, İznik Konsili'nde alınan kararları kabul etti.
Bunların içinde, Hıristiyanlar arasındaki doktrin farklılıklarına son veren ve Sa­
sani İmparatorluğu 'nda tek bir kilisenin kurulmasına imkan sağlayan İznik İman
Açıklaması da vardı. Selevkia Piskoposu İzak, huradaki kiliseyi kurup başına geçti.
Burada şehinşah, devletini meydana getiren unsurlardan biri olan Hıristiyanların
da hükümdarlığını temsil ederek, eşzamanlı hükümdar rolünü yerine getiriyordu.
Yezdigirt'in ardından tahta kimin çıktığı yine karanlıkta kalan bir konudur.
Oğullarından birisi öldürülmüştü. Soylular tarafından desteklenen bir akrabasıysa,
bir başka oğul olan ünlü V. Behram'ın (Gur) (42 1 -439) Arap kuvvetlerinin deste­
ğiyle Ktesifon'a dayanması sonucu tahttan çekildi. Arabistan'da Lahmid kralının
vesayetine girmesi amacıyla Hira'ya gönderildi. Behram Gur (yabaneşeği ), ismiyle
müsemma, efsanevi bir avcı ve hükümdardı. Ölümünden sonra tahta oğlu il. Yez­
digirt geçti (439-457). Bizans'a karşı başlatılan sefere, günümüz Afganistan top­
raklarındaki üslerinden Sasanilere meydan okuyan Eftalitler yüzünden ara verildi.
Eftalitler denetim altına alındıktan sonra, Yezdigirt çıkan yeni bir isyanı bastırmak
üzere Ermenistan'a döndü. Hıristiyan Ermeniler öldürüldü ya da esir alınıp İran'a
götürüldü. Bu esnada imparatorlukta yaşayan Yahudiler ve diğer Hıristiyanlar da
öldürülmeye başlanınca bir kısmı Bizans'a kaçtı.
Sonraki elli yıl boyunca Sasaniler için en büyük dış tehdit kaynağı olan Eftalit­
ler, Ermenistan'la birlikte taht kavgaları içinde yer aldılar. Yezdigirt'in ölümünün
ardından iki oğlu taht kavgasına tutuştu . III. Hürmüz (457-459 ) hükümdar oldu
ama Eftalitlerle ittifak yapan kardeşi Firuz (459-484) tarafından devrildi. Tahta
çıkmasının ardından müttefiklerine cephe alan Firuz başlangıçta başarılı olsa da
esir alındı ve ancak oğlu Kavad'ı rehine bıraktıktan sonra serbest kaldı. 484'te Ef­
talitlerle bir kez daha karşılaşan Firuz, daha önceki askeri yenilginin ardından bu
kez uzun süren kıtlık ve açlık yüzünden, savaşta ordusunu ve hayatını kaybetti. Ef­
talitlere haraç ödenip Ermenistan'la barış yapıldı. Sasaniler Ermenistan'daki bütün
ateş tapınaklarının yıkılmasına razı oldu. Ayrıca Ermenilerin Hıristiyan ibadetleri­
ni yapmasına izin verilirken Ermenistan'ın doğrudan Sasani hükümdarı tarafından
yönetilmesi kararlaştırıldı.
Firuz'un ölümünün ardından taht kavgası bir kez daha kızıştı. Soylular önce
Firuz'un kardeşlerinden birini seçse de, bir süre sonra onu tahttan indirip Firuz'un
oğlu Kavad'ı (48 8-496 ve 499-53 1 ) tercih ettiler. Kavad da tahttan indirilip hapse­
dilmesine rağmen kaçıp, tekrar tahta çıkması için kendisine yardım ettiği düşünü­
len Eftalitlere sığındı. 5. yüzyılda en az sekiz hükümdar tahta çıkmış ve bunların
üçü son on yılda hüküm sürmüştü. Buna rağmen Sasani dini ve idari kurumlarının

96
SASANILER

tam anlamıyla bu yüzyılda geliştiği kabul edilir. Eğer gerçekten böyleyse, bu durum
il. Şapur'un uzun saltanat döneminde başlayan sürecin zirveye çıkması mıdır ? Yok­
sa parçalanmaya ve saltanatın zayıflamasına bir tepki midir? Bu soruların cevabı
açık değildir. Mühürler dahil onur unvanlarının sayısı bürokratik farklılaşma ve
örgütlenmenin göstergesidir. Bu yapının içinde, daha önce bahsedilen Zerdüştlük
hiyerarşisinin tepesindeki mobadanmobad da vardı. Ayrıca günümüzdeki başba­
kanlık makamını andıran ve "büyük komutan" anlamına gelen buzurg farmadhar
ile bürokrasinin tepesindeki başkatip, hatta yargıçların başı durumundaki dabirbid
bu yapının üyeleriydi. Ayrı bir hiyerarşiye sahip olan ordunun başında general an­
lamına gelen eranspahbad bulunuyordu. Eyaletlerde ve bölgelerde de görülen bu
bürokratik ayrışma İslamiyet çağında da varlığını sürdürdü.
5. yüzyıl ayrıca Sasani İmparatorluğu içinde özerk bir Hıristiyan kilisesinin
ortaya çıkması bakımından önemliydi. Firuz'un saltanatının son yılı olan 484'te
Ktesifon'da toplanan sinod' Nesturiliği kabul etti. Böylece yaratılan bağımsız İran
kilisesi, belki İranlı Hıristiyanları başta Konstantinopolis olmak üzere düşman im­
paratorluklardaki Hıristiyanlardan ayırma girişimiydi. Ayrıca İran kilisesi, 4 t o'da
Selevkia'da Yezdigirt tarafından düzenlenen konsilde kabul edildiğinden beri, eş­
zamanlı hükümdar olan şaha tabi şekilde Sasani devlet yapısı içinde kurumsallaş­
mıştı.
Kavad ilk hükümdarlık döneminde (48 8-496 ) önemli sorunlarla karşılaştı.
Firuz'un oğlu olmasına rağmen özellikle meşruiyetini kabul ettirme sorunu yaşayıp
hüküm sürebileceği bir siyasi üs geliştirme ihtiyacı duydu. Üstelik devam eden dış
tehditlere ilaveten uzun süren kıtlık ve açlıkla başa çıkma sorunu vardı. Bu zor dö­
nemde radikal dini lider Mazdak, Zerdüştlüğün yeni bir türünü yaymaya başladı.
Hakkında sahip olduğumuz yetersiz bilginin kaynağı düşmanlarıdır. Bunların bir
kısmı Sasanilerden uzun bir zaman sonrasına ait olduğundan, fikirlerinin uzun süre
yaşadığının göstergesidir. Mazdak, Zerdüşt rahipleri de dahil olmak üzere soylu­
ların yerleşik imtiyazlarına karşı çıkmıştı. Belki kendisi de bu rahiplerden biriydi.
Zenginlerin varlığını fakirlerle paylaşacağı ve şiddetin son bulacağı yeni bir eşitlikçi
toplum çağrısı yapmıştı. Oğlu 1 . Hüsrev'in tamamlayacağı reformlar başlatan Ka­
vad, rahiplerle soyluların gücünü kırmak amacıyla Mazdak'ı destekledi. Hüsrev
5 3 1 'de tahta çıktığında, o zaman sindirilmiş bulunan Mazdak yanlılarının deste­
ğini alamadı.
İlk hükümdarlığı sırasında tahttan indirilip hapsedilen Kavad, kaçarak sığındığı
Eftalitlerin yardımıyla iktidarı tekrar ele geçirdi ve bir Eftalit prensesiyle evlene­
rek ordusunda bu kavimden oluşan birlikler kurdu. İkinci hükümdarlık dönemi

• Kilise meclisi (yay. hzl. )

97
IRAN TARllii

boyunca (499-53 1 ) sürekli soylulardan gelen iç muhalefetle, ekonomik krizlerle,


Bizans'la sürüp giden çatışmalarla uğraştı. Bu sırada Mazdakçılığın cazibesi devam
ediyordu. Yerleşik düzeni tehdit eden bu durum karşısında, Kavad'ın muhalifleri
onu belki ehvenişer olarak kabullenmek zorunda kalmıştı. Kavad'ın saltanatı sona
erince Mazdak idam edilip müritleri katledildi. Kavad ölmeden önce en küçük oğlu
1. Hüsrev'i ( 5 3 1 -579) halefi seçmişti. Orduları Kafkaslar'da yeni başarılar kazan­
mıştı ama Kavad bu zaferleri Bizans'a karşı sürdüremeden öldü.
Daima Anuşirvan lakabıyla tanınan 1. Hüsrev, Sasani tarihinin son dönemini
başlatan hükümdar oldu. Babası kendisini veliaht seçmesine rağmen kardeşlerinin
çıkardığı isyanları bastırmak zorunda kaldı. Ruhban sınıfı dahil soyluların desteği­
ni alarak bu mücadeleyi kazandı; Eftalitlere haraç ödedi ve hemen ardından ünlü

4.6 1. Hüsrev'i gösteren tabak !Ermiıa; Müıesi)

merkeziyetçi reformlarını rahatça uygulayabilmek için Bizans'la barış yaptı. Ver­


gi reformu imparatorluğun refahı ve idaresi bakımından hayati önem taşıyordu.
Siyasi istikrarsızlık, vergiler ve arazi kullanım hakkı da dahil ekonomik altyapıyı
bozmuştu. Bu yüzden Kavad ölmeden önce büyük vergi reformlarını uygulamaya
koymuıj ve büyük bir arazi araştırması başlatmıştı . Hüsrev reform niteliğindeki
tarım vergileriyle eşitsizlikleri giderip para şeklinde ödemeyi düzenledi. Sonuçta
hem tarımla uğraşanlar hem bürokratlar daha etkili plan yapabiliyordu ve devlet
sabit bir para girdisi temin etmişti. Bunun dışında yetişkin erkeklere kelle vergisi

98
SASANlLER

konmuştu ama soylular, rahipler ve bürokratlar bundan muaftı. Tarihi örnekler bir
kez daha izlendi ve zengin alüvyonlu toprakları, nehirleri, Sasanilerin geliştirdiği
sulama sistemleriyle Mezopotamya en büyük gelir ve vergi kaynağı oldu. İdari re­
formlar ve düzenli gelir sayesinde Hüsrev devlet projelerini artırdı. Bunlar arasında
sulama kanalları inşaatı ve ordunun yeniden örgütlenmesi vardı.
Hüsrev'in askeri reformlarının en önemlisi ve en kalıcısı, dihkan adı verilen,
toprağa dayalı yeni bir sınıfın yaratılmasıydı. Bu sınıfın mensupları kendi bölge­
lerinde hem askeri hem idari sorumluluğa sahipti. Hüsrev bu küçük toprak sahip­
lerine, özelikle sınırlarda savunma gücünü sağlayıp vergi toplamaları karşılığında
silah ve para veriyordu. Büyük toprak sahibi soylulardan ayırt etmek için bazen
eşraf adı verilen bu yeni sınıf önemli devlet görevleri üstlenip, hükümdar için yeni
bir destek kaynağı oluşturdu ve soyluların gücünü zayıflattı. Büyük toprak sahibi
soyluların kendi gelirleriyle besledikleri adamları vardı ve savaş zamanında bunla­
rı asker olarak kullanıyorlardı. Dihkanlar Sasani İmparatorluğu'nun çöküşünden
çok sonraları bile İran hükümdarlık geleneğinin ve kültürünün taşıyıı.:ısı oldular.
Horasan' da, Firdevsi'nin büyük ulusal destanı Şehname ile doruğa çıkan Pers can­
lanmasının ortamını hazırladılar.
Hüsrev imparatorluğu dört ana kısma ayırıp her birinin başına bir spahbad, ya­
ni general atamıştı. Doğu kısmında Horasan, Sistan (Sakastan) ve Kirman vardı.
Güney kısmı Fars, Huzistan ve Basra Körfezi kıyılarından oluşuyordu. Batı büyük
ölçüde Mezopotamya'dan oluşurken kuzeyde günümüzdeki Luristan, Azerbaycan
ve Kafkaslar yer alıyordu. Gerek doğu gerek batı, imparatorluğun çıkarlarının gö­
çebelere ve Bizanslılara karşı savunulması bakımından çok önemliydi. Batı ayrıca
stratejik konumu yanında imparatorluğun tarım, idare ve ticaret merkezi olması
bakımından da büyük önem taşıyordu. Hüsrev bütün imparatorlukta ama bilhassa
sınırlarda savunma hatlarıyla kışlalar inşa ettirmişti (Araplar İran'ın iç kısımlarında
fazla asker bulunmadığını fark etmişti; zira birlikler sınır boylarında toplanmıştı ve
bu sınır orduları bir kere yenildi mi, ülke içine giden yollar açılıyordu).
Reformlar sürmekteyken Hüsrev 540 yılında Bizans'a saldırdı ve ordusu
Antakya'yı çabucak ele geçirdi. İranlılar Ktesifon'a muazzam miktarda ganimet
ve esirle döndü . Sonraki yirmi yıl boyunca, batı ve doğu sınırlarında kimsenin üs­
tünlük kuramadığı bir yıpratma savaşı yaşandı. Ateşkesler ihlal edildi, topraklar
el değiştirdi ama Hüsrev, Fırat'ın hemen batısındaki bölgelerin kontrolünü yavaş
yavaş eline geçirdi. 5 6 1 'de kapsamlı bir ateşkes anlaşması yapıldı. Bunda Hüsrev'in
doğudaki Maveraünnehir bölgesinde Eftalitlere karşı koymaya başlayan Türklerle
ittifak yapmasının payı vardı. Sasaniler ve Türkler birleşerek Eftalitleri ortadan
kaldırdı . Böyleı.:e Sasanilere ve Orta Asya'dan geçen ticaret yollarına yönelik çok
büyük bir tehdit sona erdi. Bu zafer ayrıca yıllık haraç ödemenin de sona ermesi

99
IRAN TARIHi

anlamına geliyordu. Eftalit toprakları iki muzaffer taraf arasında paylaşıldı. Sasa­
niler Ceyhun Nehri'nin güneyinde, özellikle Afganistan'daki toprakları, Türklerse
nehrin kuzeyi ve doğusunda kalan bölgeleri aldılar. Ne var ki iki taraf arasında
569-70 yıllarında ihtilaf çıkınca, Eftalit zaferi sonucu Orta Asya'dan geçen ticaret
yollarının güvenliğine yönelik umutlar söndü.
Arabistan, Sasanilerle Romalılar ve daha sonra Bizanslılar arasında uzun süredir
anlaşmazlık sebebiydi. Ticaret yollarının güvenliği temel konuydu; ancak bunun dı­
şında önemli stratejik ve askeri sebepler vardı. Sasani Hanedanı'nın başlangıcından
itibaren, I. Ardeşir aşağı Mezopotamya, Basra Körfezi ve buradaki deniz ticaretini
egemenliği altına almanın yollarını aramıştı. Sonraki hükümdarlar da Hunlar ve
Eftalitler Orta Asya'da ticaretin güvenliğini tehdit ettiği zaman aynı yola başvurdu.
Araplar körfezdeki deniz ticareti üzerinde Sasani tekelini tehdit edince il. Şapur
onlarla ittifak yaptı. V. Behram (Gur) Sasani politikasını bir adım ileriye taşıyarak
körfez üzerindeki kontrolü İndus Nehri'ne kadar genişletti.
1 . Hüsrev, saltanatının son yıllarında, Bizans ile Etiyopya'daki dindaşları arasın­
da muhtemel bir ittifakı engellemek amacıyla Güney Arabistan'daki Sasani konu­
munu güçlendirdi. Aksi takdirde kurulacak ittifak Basra Körfezi-Hindistan rotasını
engelleyecek ve Yemen'de Etiyopyalıların varlığıyla sonuçlanacaktı. Sasaniler Gü­
ney Arabistan'ı 575-577 yıllarında müstahkem mevki haline getirerek, Kızıldeniz'in
güneyini ve Hindistan'la Seylan'a giden ticaret yollarını 7. yüzyıl ortalarına kadar
ellerinde tuttular. Bizans ve Sasani devletlerinin Arabistan'da birbirleriyle ve kendi­
lerine bağlı kabilelerle ilişkisi, bu bölgede İslamiyet ve Arap gücünün ortaya çıkma­
sında rol oynadı. İki imparatorluğun birden sınır Arapları üzerindeki vesayetinin
sona ermesi, 7. yüzyıldaki Arap zaferlerinde ve sonuçta bizzat İslamiyetin başarı­
sında önemli bir etkendi. Bu gelişme, Arapların Mezopotamya'yı fethetmesinin ve
ardından Sasani Hanedanı'na son verip imparatorluğu işgal etmesinin önünü açtı.
Arabistan ve ticaret konularındaki ihtilafa ilaveten Bizans İmparatoru il. Jus­
tinianos ne zamandır Kafkaslar ve Ermenistan'da sorunları kışkırtarak Hüsrev'i
uğraştırıyordu. Ermenistan'daki Sasani problemlerini şiddetlendiren vali, 571 'de
çıkan isyan sırasında öldürüldü. Justinianos ordusunu güneye gönderince Sasaniler
buna Suriye üzerinden karşılık verdi ve Bizans barış yapmaya razı oldu. 575'te
Ermenistan'ı işgal eden Sasaniler, Bizans'ın doğu kısmını kendi topraklarına kat­
mak üzereyken şansları değişti. 576'da barış yapılsa da 578'de savaş yeniden patlak
verdi. Ermenistan isyanının sona ermesi üzerine af ilan eden Hüsrev 5 79'da öldü.
Hüsrev yaşarken olduğu gibi öldükten sonra da kudretli ve adil bir hükümdar
olarak efsaneleşti. "Hüsrev" ismi Arapçada kisra halini alarak kral anlamında kul­
lanıldı. Onun kırk sekiz yıllık saltanatı sırasında merkezi iktidar yeniden kuruldu.
Gerek soyluların gerek Mazdak adına toplumun yapısına karşı çıkanların gücü

100
SASANILER

kırıldı. Hüsrev'in katı bir Zerdüştçülük uyguladığı kabul edilir. Bunun içinde; ra­
hiplerin, muhariplerin, katiplerin, zanaatkarlarla çiftçilerin oluşturduğu kast ben­
zeri sabit bir sistem de vardır. Ancak bu hükümdarın aynı zamanda dini hoşgö­
rüye sahip olduğu bilinmektedir. Kendisinden sonra efsane statüsüne erişen diğer
hükümdarlar gibi pek çok bina, kale, köprü ve yol yaptırdığına inanılır. Nitekim
Hüsrev büyük bir merkeziyetçi ve yapıcı bir askeri liderdi. Altyapı ve planlama için
harcadığı muazzam devlet kaynakları sayesinde Mezopotamya'da tarımsal üretim
ve nüfus artmıştı. Ayrıca İran'ın yararına olup Bizanslı hasımlarını kızdıran ticaret
politikalarının önemini kavrayıp desteklemişti.
Bir diğer önemli husus Hüsrev'in eğitimi teşvik etmesiydi. Justinianos 529'da
Atina 'daki akademiyi kapadığında, buradaki alimler ve filozoflar Hindistan' dakilerle
birlikte Sasani İranı'na davet edildi. Hüsrev'in kurduğu Gundişapur/Cündişapur
ünlü bir eğitim merkezi oldu. Burada tıp ve diğer bilim dallarında yazılan metinler
de tercüme ediliyordu. Bu merkez Sasani İmparatorluğu dağıldıktan sonra da uzun
süre varlığını devam ettirdi. Hüsrev'in saltanatı Zerdüştlük açısından da önemli bir
dönemdi. Gerek sarayda gerek saray dışında üretilen gümüş ve cam eşyalar, değerli
taşlar, kumaşlar ve mimari eserler; bu dönemde ulaşılan serveti ve gücü göz önüne
sererken, Sasani hükümdarlarının sanatı himayesine işaret eder.
Hüsrev'in yerine geçen oğlu iV. Hürmüz'ün (579-590) annesi bir Türk pren­
sesiydi. Saltanatı Bizans'la yapılan savaşlarla geçti. Bu sırada doğuda süren Türk
tehdidi, general Behram Çubin'in komutasındaki Sasani ordusunun galibiyetiyle
son buldu. Bu komutan Şehname'de adı geçen kahraman Sasani kişiliklerinden
biridir. Behram Çubin ayrıca Kafkaslar' da Bizanslılara karşı başarılı oldu. Genera­
linin artan şöhretinden korkan Hürmüz onu görevden uzaklaştırmaya çalıştı. Bu­
nun üzerine Behram Çubin isyan edince diğer Sasani birlikleri ona katıldı. Birleşik
kuvvetler Ktesifon'a yürüyünce, içlerinde dini liderlerin de yer aldığı elitler onları
destekledi. iV. Hürmüz gözlerine mil çekilip öldürüldü ve yerine oğlu il. Hüsrev
(590-62 8 ) tahta çıkarıldı. Yeni hükümdar 5 9 1 'de Behram Çubin'le hesaplaşmaya
kalksa da sonunda Bizans'a sığındı. Arşaklı bir aileden gelen Behram Çubin kendi­
ni kral ilan etti. Bizans İmparatoru Mavrikios'un desteğini alan Hüsrev, Bizans ve
Ermeni kuvvetleriyle birlikte onu Azerbaycan'da yendi. Kaçarak Türklere sığınan
Behram Çubin bir yıl sonra öldürüldü.
il. Hüsrev İran'ın tamamı üzerinde ancak 601 yılında hükümranlığını kurabildi.
Hanedanın ona karşı gelen son üyesi, Rey'de kendini kral ilan edip sikke bastıran
amcalarından biriydi. Bunun dışında Hüsrev'in, Arabistan' da kendisine bağlı Lah­
mid kabilesiyle de sorunları vardı. Buradaki kralı azledip yerine bir vali atadı. Bu
iinemli olay sonraki yıllarda Arapların birleşerek güçlerini artırmasının ve Sasani
�ücünün zayıflamasının habercisi oldu.

101
İRAN TARİHİ

Hüsrev ile Bizans İmparatoru Mavrikios arasındaki iyi ilişkiler 602'ye kadar de­
vam eni; öyle ki bazı Ermeni yazarlar Hüsrev'in Hıristiyanlığı seçtiğini düşünüyor­
du. Aslında karısı Hıristiyandı ve kendisi de Hıristiyanların yararına bir politika
yürütüyordu. Ancak Mavrikios'un 602 yılında beş oğluyla birlikte öldürülmesi ve
yerine Phokas'ın geçmesi, Hüsrev'e kendisine yardım eden müttefikinin intikamını
alma fırsatı verdi. 604'te Phokas, kendisini tanımayı reddeden Edessa (Urfa ) üzeri­
ne ordusunu yollayınca, Sasaniler şehri başarıyla savunup Bizanslıları yendi. Bunun
ardından Bizans'ta çıkan karışıklıktan yararlanan il. Hüsrev Ermenistan, Mezopo­
tamya ve Suriye'yi fethetti. Bizans'ta başıboşluk sürdüğü sırada Sasani orduları
6 1 0'da Fırat'ı geçti. Yeni tahta çıkan imparator Heraklius barış anlaşması yapmaya
çalışsa da Sasani savaş yürüyüşüne devam ederek bütün cephelerde zafer kazandı.
Önce Antakya, ardından Şam düştü; Kudüs (ve gerçek haç) 614'te, Anadolu'nun
büyük kısmı 6 1 5 'te, Mısır 6 1 9'da alındı. Aslında Ahameniş İmparatorluğu batı­
da yeniden kurulmuş gibiydi. Hayati öneme sahip bir tahıl deposu durumundaki
Mısır'ın ve diğer toprakların kaybına rağmen Bizans donanması hala denizlerin
hakimiydi. Heraklius 622'de ordusunu yeniden düzenleyip Karadeniz üzerinden
Ermenistan'a sevk ederek Sasanileri yendi. 623'te en tanınmış generalleri Şahrba­
raz ve Şahin ordunun başında olmasına rağmen rakibini bir kez daha mağlup et­
ti. Sonunda Sasaniler Ermenistan'dan Azerbaycan'a çekilirken, Bizanslılar Taht-ı
Süleyman'daki ateş tapınağını yıktı. 624'te Anadolu üzerindeki Bizans otoritesi
tekrar kurulmuştu. Sasaniler Avarlarla birleşerek Konstantinopolis'i kuşatmalarına
rağmen alamadılar. Heraklius'un orduları 627'de bir kez daha Azerbaycan'a, ar­
dından Mezopotamya'ya girerek Sasanileri yendi. Sonunda Ktesifon'a kaçan Hüs­
rev ümitsizlik içinde ordusunu tekrar toplamaya çalıştı. Ne var ki bu sırada çıkan
ve oğlu Siroes'in bile katıldığı ayaklanma sonucu hapsedilerek 628 yılının şubat
sonlarında öldürüldü. Babasının yerine tahta çıkan Siroes, il. Kavad (628) adını
aldı. Barış isteyerek Mısır, Filistin, Suriye ve Anadolu gibi yeni fethedilmiş bütün
topraklardan çekildi. Kudüs'te ele geçirilen gerçek haçın kalıntıları da dahil, gani­
met karşılığında esirler takas edildi. Heraklius'un kazandığı başarılar karşısında
Sasaniler bir daha toparlanamadı. Sonraki on beş yıl boyunca tam dokuz hüküm­
dar tahta çıktı. Bunların arasında iki kraliçe ve hırslı bir general de vardı.
Sadece bir yıl hüküm süren il. Kavad muhtemelen vebadan öldü. Çocuk yaştaki
oğlu III. Ardeşir ( 628-630), il. Hüsrev'in en önemli generali Şahrbaraz tarafından
öldürüldü. Ne var ki kendisi de iki ay sonra aynı akıbete uğradı. Tahta talip olan
bir sonraki ki şi Hüsrev'in yeğeni III. Hiisrev'di (630). Gelgelelim o da daha taç bile
giyemeden öldürüldü. Sonunda ortada hemen tahta çıkabilecek erkek varis kalma­
mıştı. Sasani Ailesi'nde hanedanın soyunun devam etmesine büyük önem verildi­
ğinden, soylular il. Hüsrev'in kızı Puran'ı ( 630-63 1 ) kraliçe seçtiler. Yaklaşık iki yıl

102
SASANILER

boyunca tahtta oturan Puran'ın yerini önce kız kardeşi, ardından aile üyesi olduğu
varsayılan birkaç kişi aldı. Sonunda il. Hüsrev'in torunu 111. Yezdigirt ( 633-65 1 )
tahta çıkarıldı. Yeni hükümdar Sasanilerin ilk yuvası İstahr'da saklanarak hayatta
kalmayı becerdi.
İslam bayrağı altında toplanan Arap orduları Sasani ordusunu 63 7'de Ktesifon
yakınlarındaki Kadisiye'de ve 642'de Batı Zağroslar'daki Nihavend'de yendiler.
Orta Asya'daki Merv şehrine kaçan III. Yezdigirt, boş yere Çin'den askeri destek
almaya çalışırken 6 5 1 'de öldürüldü ve böylece hanedan sona erdi .
Yezdigirt öldüğünde Sasanilerin eski günlerine dönmesine yönelik beklentiler
sona ermemişti. Çin kaynaklarından öğrendiğimize göre, oğlu Firuz babasının un­
vanını üstlenip, Soğdlarla Eftalitleri günümüzün Bedehşan şehrinde kendi komu­
tası altında toplamaya çalıştı. İki kez Çin'den destek istedi. Araplara yenilince Çin
başkenti Çang-an'da ( Şian) bir tapınak yaptırmak için başvurdu. Firuz'un oğlu
da Arapları geri püskürtme çabalarında başarılı olamadı. Buna karşılık Çinlilerin
diplomatik olarak Sasani krallarını tanımaları 8. yüzyıl ortalarına kadar sürdü. Bu
durum Orta Asya'nın doğusunda belli bir Sasani varlığının göstergesidir. Şian'da,
1 3 . yüzyıl sonundan kalma bir mezar taşında, soylu Suren Ailesi'ne mensup bir
kadının gömülü olduğu yazılıdır.
Sasanilerin 400 yıl hüküm sürdükten sonra çöküşüyle ilgili başlıca üç neden ileri
sürülür: gerileme ve yozlaşma, ordunun birkaç cephede savaşarak tükenmesi, Zer­
düştlüğün hoşgörüsüz ve katı ortodoks tutumumun derin sosyal ve siyasi sonuçlara
yol açması. il. Hüsrev son zengin ve güçlü Sasani kralıydı. Sarayının ihtişamı ve
zenginliği efsane haline gelmişti. Kendisi de sanatı ve mimarlığı destekleyen büyük
bir hamiydi. Tak-ı Bostan' da yer alan rölyefleriyle heykeli, bu eserleri üreten zengin
kültürü yansıtır. Bu zengin kültür yağmaların, ticaretin, vergilerin sağladığı refahın
ürünü; Hüsrev'in politikalarıyla reformlarının meyvesiydi. Gerek onun şahsi komu­
tanlık ve liderlik rolü, gerek soyluların oynadığı rol, çöküş teorisini çürütmektedir.
Aynı şekilde meşruiyet-hükümdarlık ilişkisinde de bir sorun gözükmemektedir.
Ordunun birkaç cephede savaşıp tükenmesi, Sasanilerin çöküşünü kısmen açık­
layabilir. Şartlar Heraklius'un lehine dönene kadar Sasani ordusu, imparatorluk
boyutunda bir savaşı sürdürebilecek kaynaklara, komutanlığa ve taktiklere sahip­
ti. Sasaniler kendi topraklarıyla Bizans arasındaki geleneksel sınırlarda güvenliği
sağlayan savunmacı taktiklerden vazgeçerek kendi momentumuna sahip bir ya­
yılma stratejisini tercih etmişlerdi. Hüsrev müzakere ve diplomasi yolunu terk et­
meyi yeğlemiş, böylece Clausewitz'in' ilkeleri ihlal edilmişti. Sasaniler başlangıçta
Bizans'ın iç karışıklıklarından yararlansa da, birbiri ardına gelen zaferler sonucu

• Harp teorisi üzerine kitap yazmış Prusyalı general (çcv.)

1 ()3
iRAN TARİHİ

hedeflerini kaybetmişler, çok geniş topraklara yayılmışlar, denizlerdeki yetersizlik­


lerini görmezden gelmişler, Bizans'a kesin darbeyi indirecek koalisyonlar kurmayı
başaramamışlardı.
Ahameniş İmparatorluğu'nu öylesine kısa zamanda yeniden dirilten Sasanilerin
aleyhine işleyen iki etken daha vardı: sayılar ve zaman. Topraklarına yeni katılan
çok büyük eyaletleri kontrol altına almaya yetecek kadar idarecileri ve zamanları
yoktu. En önemlisi, Hüsrev Batılı rakipleriyle aralarındaki güç dengesini ciddiye
almamış gibiydi. Dengenin bozulması Sasanilere karşı koalisyonların oluşmasıyla
sonuçlanabilir ve yenilgi an meselesi olabilirdi . Bunların dışında, Sasaniler belki de
Hıristiyan Bizanslıların Zerdüşt yönetimine karşı ideolojik ve psikolojik düşman­
lığını görmezden gelmişti. Bu da Heraklius'u onlara karşı güçlü kılan unsurlardan
biriydi.
Zerdüşt dininin hoşgörüsüzlüğü, katı ortodoksluğu ve yönetici elitle özdeşleş­
mesi; Hıristiyanlığın büyüyüp Sasani İmparatorluğu içinde, hatta Orta Asya'ya ka­
dar yayılmasında önemli bir rol oynamıştı. il. Hüsrev saltanatının ilk yıllarında Hı­
ristiyanlara karşı hoşgörülü bir politika izlerken zamanla bu tavrını değiştirip baskı
uygulamaya başladı. Ateş tapınaklarının inşası ve Zerdüşt dininin kurumsallaşması
için çalıştığından, belki nüfusun büyük bir kısmının düşmanlığını kazanmıştı. Uy­
rukları hem savaşların hem din müessesesi yaratmanın getirdiği maliyetlere muh­
temelen öfkelenmişlerdi. 1 . Hüsrev'in vergi tahsilatını düzenleyen reformlarının da
aynı şekilde kızgınlıkla karşılanması, hatta devlete karşı muhalefet oluşturması ih­
timali yüksektir.
1. Hüsrev'in reformları hesapta olmayan başka sonuçlara da yol açmıştı. İm­
paratorluğun dört kısma ayrılması, başlarında bulunan generalleri güçlendirmişti.
Nitekim bunlardan biri olan Şahrbaraz, hanedan mensubu olmamasına rağmen,
iki ay için bile olsa tahtta hak iddia etmişti. Dihkan sınıfının yaratılması, büyük
toprak sahibi soyluların gücünü ve çıkarlarını dengeleyememişti. İmparatorluğun
gerileme sürecinde bu iç çekişmeler muhtemelen alevlenmişti. Merkeziyetçi reform­
lar da, imparatorluğun içindeki bölgelerde geleneksel hale gelen özerkliği zedele­
mişti.
il. Hüsrev'in olağanüstü askeri başarısı ve toprak kazançlarının tersine dön­
mesi, imparatorluğun ve beraberinde hüküm süren hanedanın hızla çökmesine yol
açtı. Hanedanın meşruiyetinin her şeyden önemli olması, sonuna kadar sürdü. Çok
güçlü generaller dururken iki kadının hükümdarlığa seçilmesi, bu ilkeye ne kadar
önem verildiğini gösterir. Aslında Sasani hükümdarları beceriksiz yöneticiler değil­
di. Gerek siyasi kültür gerek uygulama bakımından, imparatorluğun ihtiyaçlarını
ve kuvvetlerini, bölgesel ve yerel olanlarla dengeliyorlardı . Daha sonraları yaşayıp
Sasaniler hakkında yazan ilk İranlı tarihçi İbnül Belhi'ye göre, "Perslerin krallı-

1 04
SASANİLER

ğının temelinde adalet yatmakta olup, yaşam biçimleri eşitliğe ve özgürlükçülüğe


dayanıyordu. " 3
Sorun, başta il. Hüsrev olmak üzere son dönem Sasani hükümdarlarının ideal
bir adalete ulaşamaması ya da bundan sapması değildi. İran'da 7. yüzyılın ikinci
çeyreğindeki koşullar, örneğin 3. yüzyıldaki kriz döneminden pek farklı sayılmaz­
dı. Muhtemelen her iki çağda da Zerdüştlüğe ve hükümdarla ilişkisine gereğinden
fazla önem verilmişti. Üstelik 7. yüzyılın ikinci çeyreğinde doğu sınırı daha sakin
bir ortama kavuşmuştu. Batı sınırında Roma veya Bizans'la ihtilaf önce şiddetlenip
sonra azalmıştı. Ayrıca Sasaniler daha önceleri toprak kaybıyla sonuçlanan yenil­
gilerin ardından tekrar toparlanabilmişlerdi. 638 ve 642'de farklı olan şey, yeni ve
beklenmedik bir faktörün, yani Arapların varlığıydı. En önemlisi Arapların, Bi­
zans yeniden toparlandıktan sonra ve Sasaniler için önemli olan bütün kurumlarda
kargaşa yaşandığı sırada ortaya çıkmasıydı. Kargaşanın hüküm sürdüğü kurum­
lar arasında Sasani Hanedanı, ordusu ve nihayet bütün bir toplum vardı. Üstelik
Araplar, imparatorluğun ekonomik ve idari merkezi olan Mezopotamya'da zafer
kazanmıştı. Diğer koşullar da göz önüne alındığında, toparlanma ihtimali yoktu.
Ancak belki Araplar olmasa bir toparlanma gerçekleşebilirdi.
Sasaniler birçok bakımdan Ahamenişleri hatırlatır. Benzerlikler arasında hiçbir
yazılı kayıt bırakmayan sözlü gelenek ve ortak siyasi kültür yer alır. Aralarındaki
doğrudan bağlantı olasılığı uzun zaman önce ortadan kalksa bile, Fars eyaletinde­
ki İstahr'da yaşayan Sasaniler, çok yakında bulunan Persepolis ve Nakş-ı Rüstem'i
biliyordu. Ahameniş rölyeflerinin altına kendi rölyef ve yazıtlarını kazıyarak Nakş-ı
Rüstem'in önemini kavradıklarını göstermişlerdi. Ahamenişler hakkında doğrudan
bilgileri bulunmasa bile, kendilerini tamamı hükümdarlıkla ilgili yazıtlar, sanat ve
mimari eserler vasıtasıyla sergilemeleri, onların ruhunu benimsediklerinin kanıtıydı.
Şapur'un Nakş-ı Rüstem'deki yazıtı bazı istisnalar dışında Darius'un Bisitun'daki
ya7.ıtının tekrarı gibidir: " Ben Ahura Mazda'ya tapan hükümdar Şapur, İran'ın
ve İranlı olmayanların krallarının kralı, ilahi bir kökenden gelen kişiyim. Ahura
Mazda 'ya tapan, İran'ın Krallar Kralı hükümdarı Ardeşir'in oğluyum. " 4 Partça,
Orta Farsça ve Yunanca olmak üzere üç dilde yazılan yazıt, 244'te kazandığı zafer­
lerin anlatımıyla devam eder. Şapur'un kendisinden "ilahi varlık" olarak bahsetmesi
Ahura Mazda olduğu anlamına gelmez. Dünyadaki krallığında onun vekili rolünü
üstlendiğini, kendi alemiyle kozmos arasında bir denge unsuru olduğunu gösterir.
Yine buradaki rölyefte hem hükümdar hem Ahura Mazda, birbirini tamamlayan
taçlar giymiştir. En önemli fark, İran veya İranşehr ile İran dışındaki yerlerin kar­
şıtlığı konusunda görülür. Darius kendini önce Fars'la, ardından imparatorluğun
diğer kısımlarıyla özdeş görmesine rağmen; Sasani tarihinin daha başlarında yaşa­
yan Şapur, devleti ilk kez İran ve bir bütün olarak İranşehr şeklinde görür.

105
İRAN TARİHİ

Sasani rölyefleri de, stilistik olanlar dahil önemli farklar içermesine rağmen,
Ahamenişlerin, hatta bazı örneklerde Asurluların yaptığı rölyefleri andırır. Bunla­
rın birçoğunda Ahura Mazda, hükümdara kurdeleyle süslenmiş bir taç sunar. Bazı­
larında Mithra ve Anahita da yer alır. Arap Philip gibi alt edilen liderler teslimiyet
içinde diz çökmüştür. Sasani hükümdarı, at üstünde mızrakla dövüş veya savaş
sahnelerinde bütün gücü ve askeri ihtişamıyla tasvir edilir. Şapur'un inşa ettirdiği
Bişapur şehrinde dar ve panoramik rölyefler vardır. Heroik boyda· yapılan ve taç
giyme töreni, hükümdara itaat, mızraklı dövüş gibi tek bir olayı anlatan sahnelerin
aksine, bu rölyefler genelde savaşla ilgili, sürmekte olan bir olayı anlatır. Bu diora­
ma sahneleri, uyruk halkların krala temsili hediyeler sunduğu tasvirlerin yer aldığı
Ahameniş rölyeflerini hatırlatır.
Bütün Sasani yerleşimlerinin değilse de rölyeflerinin en dikkat çekici olanı,
Bisitun'dan 30 kilometre kadar uzakta, Kuh-i Parau (Parau Dağı ) eteğindeki Tak-ı
Bostan'da yer alır. Bu yerleşimin içinde firdevs denen büyük bir avlak, çok büyük
bir pınar ve havuz, çeşitli yapay mağaralar ve farklı yüzyıllardan kalma rölyefler
yer alır. 4. yüzyıl rölyefleri arasında il. Şapur ( 309-379), il. Ardeşir ( 3 79-3 8 3 ) ve ili.
Şapur'a (383-3 8 8 ) ait olanlar vardır. il. Hüsrev'in saltanatına (590-628 ) denk düşen
6. yüzyıl sonu ve 7. yüzyıl başına ait rölyefler de bulunmaktadır. Bunların arasında
en ilginci, Ahura Mazda'nın uzattığı hükümdarlık tacını giyen il. Ardeşir'in tasvir
edildiği sahnedir. Ters çevrilmiş bir nilüferin üstünde duran Mithra, geç Ahame­
niş rölyeflerinde görülen kutsal barsama yapraklarını tutmaktadır. Bu sahne bariz
biçimde eşzamanlı hükümdarı ve onun dinle ilişkisini gösterir. Son olarak, kral ve
tanrı yere düşmüş ve muhtemelen Romalı olan düşmanın üstüne ayaklarını koymuş
durumda tasvir edilir. En olağanüstü rölyefler Tak-ı Bostan'ın en büyük yapay ma­
ğarasında bulunmaktadır. Mağaranın girişi kemerli olup iki yanında yarıya kadar
yükselen levhalar hayat ağacı deseniyle süslüdür. Desenlerin üstünde yer alan iki za­
fer meleğinin uzattığı tacın kurdeleleri ayakların dibine kadar uzanmıştır. Bu tablo
bariz biçimde taç giyme törenini anlatır. Mağaranın üstünde ve dibinde il. Hüsrev'in
taç giyme rölyefi yer alır. Bu sahne yaklaşık iki yüzyıl önce yapılan il. Ardeşir'in taç
giyme rölyefinin hemen yanındadır. Hüsrev, Ahura Mazda'nın verdiği tacı almak
için kolunu uzatmıştır; arkada duran Anahita bir başka taç sunmaktadır. Mağara­
nın iki yanındaki büyük rölyef levhalarında yabandomuzu avı ve geyik avı tasvir
edilmiştir. Bir bahçenin içinde yapılan iki avda da krala maiyeti eşlik etmektedir.
Bunların arasında yaylı çalgılar çalan kadınlar vardır. Domuz sahnesinde yer alan
kadınlar bir bataklığın ortasındaki teknede oturmaktadır. Hükümdarın avcılık için
gereken bütün donanımları bu sahnelerde yer alır. Her iki rölyefteki ayrıntılar çok

• İnsan boyundan büyük, anıtsal boydan küçük. (çev.)

1 06
SASANlLER

4.7 il. Hüsrev, Tak-ı Bostan (Fotoi(raf: Gene R. Garıhwaite)

güzel biçimde işlenmiştir. Ancak geyik avı sahnesinin yontulması yarım kalmıştır.
Burada sadece taç giyme ve av sahnelerinin yan yana bulunması değil, hükümda­
rın kahraman bir savaşçı olarak tasviri de olağanüstüdür. Gerçek insan boyundan
büyük olan ve adeta tam kabartma biçimindeki bu rölyef mağaranın dibinde, taç
giyme rölyefinin altında bulunmaktadır. Hükümdar tepeden tırnağa zırha bürün­
müş ve atına biıuniş vaziyettedir. Miğferdeki aralıktan sadece şehinşahın gözlerinin
parılnsı görülür. Bu durum krallığın verdiği gücün ve otoritenin gizemini daha da
arttırır. Yapay mağaradaki bu iki rölyef hükümdarlığı temsil etmesinin dışında; dö­
nemin kostüm, kumaş ve süslerini belgelemesi, saray hayatını ve onu desteklemek
için gereken ritüel gibi şeyleri anlamamızı sağlaması bakımından çok önemlidir.
Kralın av sahneleri ayrıca gümüş kaplar ve tabaklarda tasvir edilmiştir. Bunun
dışında gümüş eşyalar ve duvar resimlerinde sarayda verilen ziyafetlerle ilgili tas­
virler vardır. Afganistan'da Taliban'ın imha ettiği Bamiyan mağaralarında da, Sa­
sanilerin ittifak anlaşmasını kutlamak için düzenlediği ziyafetle ilgili bir resim olma
ihtimali vardı. İran'ın muhtelif yerlerinde, batıda, özellikle Orta Asya ve Çin'de
bulunan gümüş, kumaş, cam, alçıdan yapılmış süs ve çanak gibi taşınabilir Sasani
kültür ürünlerinin bolluğu, bunların ekonomik ve ticari meta olarak önemini gös­
terir. Bu nesneler gerek üretim gerek kullanım bakımından toplumsal hiyerarşi ve
örgütlenme konusunda fikir verir. Rölyef, heykel, resim süsleme ve siyasi amaçlarla

107
IRAN TARİHI

4.8 il. Şapur'u aslan avında gösteren tabak /Ermitai Müzesi!

yapılırken; gümüş, kumaş, cam, sikkeler, mühürler, değerli taşlar, seramik ve ku­
yumculuk kullanım ya da alışveriş amaçlıydı. Nesnelerin kendilerine ve kazılar­
da nasıl bulunduklarına bakarak, bazılarının soylular veya kraliyet ailesi dışında
kişiler tarafından kullanıldığı anlaşılmaktadır. Kültür ve sanatın himayesi sadece
kraliyete özgü değildi. Ktesifon, Bişapur, Firuzabad gibi şehirler ve saray yerleşim­
leri ile önemli dini yerleşimler varlıklarını kraliyet vakıflarına borçluydular; ancak
soylular kendi yaptırdıkları binalarda bunları taklit ediyordu. Kartir'in sahip ol­
duğu büyük güç, iktidara getirdiği birkaç Behram'ın rölyefleri üzerindeki kendi
kabartmalarında ve Nakş-ı Rüstem' deki kendi yazıtında görülür.
Ahameniş sanatı gibi Sasani sanat ve mimarisi de bir bakışta tanınabilir; ancak
kökleri uzak geçmişteki Ahamenişlerden ziyade yakın geçmişteki Partlarda yatar.
Ahameniş ve Part sanatıyla mimarisinde görüldüğü gibi, karma bir yapısı olan Sa­
sani kültürel üretimi, imparatorluğun ve çok kültürlü halkının özelliklerini yansıtır.
Bölgesel farklılıklar ve imparatorluğun genişlemesiyle yeni gelen usta ve işçilerin
taşıdığı dış etkiler mevcuttur. Köprüler, barajlar ve elbette mozaikler Roma işçiliği­
nin göstergesidir. Orta Asya'daki resimlerse Budist etkilerini yansıtır. Sasani sanatı,
heykelcil iği ve mimarisinde Partların alçı, beşik tonoz, kubbe gibi uygulamalarının
örnek alınmasının yanı sıra heykel ve rölyeflerde insanlar frontal duruşta •· tasvir

• M ısır resimlerinde olduğu gibi başın profilden, vücudun önden görünmesi. (çev. )

1 08
SASANİLER

edilir. Bununla birlikte, Sasaniler bu unsurları Ktesifon'daki büyük kemer örneğin­


deki gibi, görülmedik bir ölçeğe, anıtsallığa, hatta inceliğe taşıdı. Kare şeklindeki
bir odanın desteklediği yuvarlak kubbedeki tonoz kullanımı Sasanilerin mimariye
yaptığı önemli bir katkı olup, daha sonraki İran mimarisine damgasını vurdu. Aynı
şekilde dekor ve kumaşların tamamen desenlerle kaplanmasının, İran ve diğer ül­
kelerde kalıcı bir etkisi oldu. Ayrıca hanedan ve imparatorluk sona erdikten uzun
süre sonra bile Sasani etkisi her alanda devam etti. Örneğin kumaşları ele alırsak,
günümüze ulaşan parçalardaki detayları Tak-ı Bostan'daki av rölyefleriyle karşı­
laştırdığımız zaman bunların İslami dönemden ziyade Sasani dönemine ait oldu­
ğunu görürüz. Bulguların yorumlanmasıyla bağlantılı olarak, 2 1 . yüzyıl değerleri
ve beğenisiyle ilgili son bir konu vardır. Birçok insana göre Sasani sanatı canlı ve
gösterişli tarzıyla sonradan edinilmiş bir beğenidir.
Sasani hükümdarları, güçlerinin ve iktidarlarının emperyal biçimde temsili­
ni sağlayıp eşzamanlı hükümdarlığı ifade edebilmek için İran tarihindeki siyasi,
sosyal, ekonomik, kültürel ve dini bütün unsurları sıraya koydular. Arap fatihler
Ktesifon'un maddi zenginliğini görünce sersemlemişlerdi. Sonuçta Sasani mirası,
zenginliği ya da hanedanıyla değil, kültürünün İran'la, İranşehr'le ve halklarıyla
özdeşleşmesiyle hatırlandı. Hanedan ve imparatorluk çöktükten uzun süre sonra
tekrar canlanan bu kültürün hatırası varlığını devam ettiriyor.

1 09
5

"İRANLI OLMAYANLAR": İRAN'DA ARAPLAR,


TORKLER VE MOGOLLAR

İran ve Persler/İranlılar, Sasani Lnparatorluğu'nun 7. yüzyıl ortasında çökmesiyle


onadan kaybolmadı. Mekan elbette varlığını sürdürdü. Kimlik de halk ve kültür
olarak yaşamaya devam etti. Bu kimlik devlet içinde canlanmakta beraber emperyal
veya coğrafi temelde 1 6 . yüzyıla kadar dikkat çekici bir boyuta ulaşmadı. Bunun
dışında, toplumsal yapının esas dokusu ve ekonomi yeni bir yönetici elitle varlığını
sürdürdü. Arapların ve özellikle İslamın İranlılar üzerinde büyük etkisi olmakla
beraber, İranlıların da Araplar ve İslam üzerinde büyük etkisi vardı. Karmaşık ta­
rihi süreçleri anlamamızı sağlayacak bilgilerde boşluklar olsa da, gerek döneme ait
gerek ikincil kaynakların giderek çoğalması önemli bir husustur.
Perslerin evrensel hükümdarlık kavramı ve hükmetmek için gerekli olan etnik
ve dini nitelikler Abbasiler döneminde ( 750- 1 25 8 ) yeniden canlandı. Sasani bürok­
ratlarıyla idarecilik tarzını kullanmaya devam eden Pers Hükümdarlığı bu saye­
de İslami yönetimin ilk yüzyılında bile varlığını sürdürdü. Bunda İran halklarının
Müslümanlığa geçişinin çok yavaş bir süreç olması yanında Müslüman hükümdar­
ların sanat ve eğitimi himaye etmesinin de payı vardı. Bilhassa Abbasilerin altın
çağında yaşayan Müslüman alimler, yaşadıkları dönemi anlayıp şekillendirebilmek
için antikçağın klasik geleneğinden; Sasani, Hint ve İslam değerleriyle fikirlerin­
den yararlandılar. Pers hükümdarlığının İslamiyet nezdinde meşruiyet kazanma­
sı ve İran tarihi belleğinin efsanevi gücüne ulaşması bu süreçte gerçekleşti. Pers
prensliklerinin bir kez daha gün yüzüne çıktığı 10. yüzyılda, Perslerin geçmişi şair
Firdevsi'nin Şehname adlı büyük ulusal destanı sayesinde berraklaştı. Bu eserin
Pers kimliği üzerindeki derin etkisi günümüze kadar ulaştı.
1 0 . yüzyılda göçebe Türk kavimlerinin Ona Asya'dan başlayan büyük göçü
İran' dan geçerek Kuzey Mezopotamya ve Anadolu'ya ulaştı. Türk-Moğol hüküm­
darları da kendilerinden önceki Abbasiler gibi, Pers idarecilik tarzını ve hükümdar­
lık değerlerini benimsediler. 1 0 . yüzyılda yaşayan Pers devlet adamlarının Sasani­
lerin soyuyla veya Şehname'de adı geçen efsanevi krallarla bağ kurma çabalarıııın
benzeri yeni Türk-Moğol hükümdarlarda da görüldü. Her ne kadar Müslüman­
laşmış olsalar da, Türkler ve Moğollar da tıpkı Araplar gibi Pers fikirlerine uyum

110
" İRANLI OLMAYANLAR " : İRAN'DA ARAPLAR, TÜRKLER VE MOCOLLAR

5.1 lsfahan'ın doğu yakasından akan Zayende Nehri üzerindeki Şehristan Köprüsü. Sasaniler
zamanından kalma ayaklar üzerinde yükselen köprü Selçuklular döneminde yenilenmiş.
(fotoğraf: Gene R. Garthwaite/

sağladılar. Sasanilerin askeri anlamda çökmelerine ve İslam'ın yavaş yavaş Zer­


düştlüğün yerini almasına rağmen, İran'ın siyasi külrürü ve evrensel hükümdarlık
kavramı daha da güçlendi.
Araplar 637'de Ktesifon'u, 642'de Nihavend'i çok kolay biçimde ele geçirip
Sasani Hanedanı'na son verince, buna kendileri bile şaşırmıştı. Yeni fatihler İranlı­
ları oldukları gibi, yani Arapça dışında bir dil konuşan ve esasen Zerdüştlüğe iba­
det eden büyük bir topluluk olarak kabul etmişti. Hazreti Muhammed'in 632'de
ölmesinden sonraki dört yıl içinde, ikinci halife (ve aslında Peygamber'in halefi
olan) Ömer'in ( 634-644) liderliğinde Arap orduları, Arabistan'dan çıkarak önce
Bizans'a, ardından Sasanilcrc meydan okudu. Başlangıçta Bizans'a karşı başarılı
olmalarına rağmen ilerleyişleri Anadolu'da son buldu. Fethettikleri Büyük Suriye
ve Mısır'daki Hıristiyan ve Yahudi halkları Ehl-i Kitap olarak kabul ettiler. Bunlar

111
IRAN TARIHI

zamanla çarpıtılmış olsa da Tanrı'nın vahiy yoluyla indirdiği kutsal kitapları kabul
eden tektanrıcı halklardı.
Bundan dolayı Ehl-i Kitap'a şiddet uygulanmasına veya din değiştirmeye zor­
lamaya gerek görülmedi. Ancak birtakım sosyal kısıtlamalara maruz kalıp kelle
vergisi ödediler. Sasani İmparatorluğu'nda yaşayan Hıristiyan ve Yahudiler de Ehl-i
Kitap olarak kabul edildi. Buna karşılık Zerdüştlük bir tür muamma arz ediyordu,
zira İslam bu dini düalist olarak görüyordu. Fakat bir yandan da Zerdüşt İranlılar,
yeni fatihler karşısında ezici bir çoğunluğa sahipti. Sonuçta bizzat Peygamber'e
atfedilen bir gelenekle Zerdüştler Ehl-i Kitap olarak kabul edildi. Üstelik yeni Arap
hükümeti, Sasanilerin yürürlükte olan idari ve hukuki uygulamalarını benimsedi.
Araplar başlangıçta pragmatik, hatta çıkarlarına uygun davranıp yeni fethettikleri
toprakları ve çeşitli etnik gruplara mensup nüfusu özümseyerek halkı din temeline
göre sınıflandırdılar. Buna karşılık Ortadoğu halkları da kendilerini Araplara ve
İslamiyete uyarladılar. Müslümanlığa geçiş uzun bir zaman diliminde gerçekleşti,
ancak eski Bizans eyaletlerinde bu süreç belki daha hızlı işlemişti. Bu topraklarda
Arap yerleşimlerinin daha fazla olması nedeniyle kültürel etkileşim daha hızlı ger­
çekleşmişti. Ayrıca Arapça gibi aynı Sami dil ailesine mensup olan Kıptice ve Sür­
yanice konuşan bu halklar sonunda Arapça konuşur hale geldi. Buna karşılık, İran
topraklarına yerleşen çok sayıda Arap olmasına rağmen İranlılar, Hint-Avrupa dil
ailesine mensup dillerini korudular. Gelgelelim yazıda Arap harflerini benimsediler.
Bu durum muhtemelen eski Sasani yöneticileriyle hukuk alimlerinin, konumlarını
korumak amacıyla Arapçayı kullanmalarının sonucuydu.
Arap dili başlangıçta reddedilmesine rağmen, İranlılar çok uzun bir süreçte bu
dile ait kelime dağarcığının büyük bir kısmını kendi dillerine kattılar. Giderek Müs­
lümanlığa döndüklerindeyse yeni dinlerinin dilini kullanır hale geldiler. Küçük bir
Zerdüşt nüfus günümüz İran'ında, daha büyük bir kısmını oluşturan Parsiler ise
Hindistan' da varlığını sürdürmektedir. Yeniden yapılandırılması son derece zor bir
konu olan din değiştirme sürecini belgelemek ve tarihlendirmek kolay değildir. Bu
iş muhtemelen önce şehir merkezlerindeki elitler arasında gerçekleşmişti. Hangi
dinden olursa olsun Müslümanlığa geçişin hem ekonomik olarak, hem de statü
bakımından avantajları vardı.
Bu genel değerlendirmeler, İranlıların geç Sasani döneminde Zerdüştlüğe bağlı
kalmalarını ve bu dinin halk üzerindeki hakimiyetini yine de tam aydınlatamamak­
tadır. Tarihçilerin ortak kanısına göre, katı ve resmi Zerdüştlüğün, sıkı bağlantı
içinde olduğu Sasani İmparatorluğu'nun çöküşünden kurtulması mümkün değildi.
Bu sonuca varılmasında, 1. Ardeşir'den alıntı yapan Arap tarihçi Mesudi'nin payı
vardır: " Din ve krallık iki kardeş gibidir, birbirini dışlayamaz. Din krallığın teme­
lidir, krallıksa dini korur. Temelden yoksun olan şey yıkılmaya, koruyucudan yok-

1 12
" İRANLI OLMAYANLAR " : İRAN'DA ARAPLAR, TORKLER VE MOCOLLAR

sun olan şey kaybolmaya mahkumdur. " 1 İslamın siyaset anlayışında krallık aforoz
edilmesine rağmen, dinle krallık arasındaki bu yakın ilişki fikri, ortaçağdaki İslami
siyaset teorisi içinde yerini bulmuştu.
Bir ihtimale göre, Zerdüştlük büyük ölçüde yönetici elitin, şehirlerde veya ida­
ri ve dini liderlerle bağlantılı yerleşimlerde, kutsal yerlerde yaşayanların diniydi.
Bu durumda İranlıların çoğu için fazla cazibesi yoktu. Belki rahiplerin, askerlerin,
katiplerin ve köylülerin kurduğu, Zerdüştlükle özdeşleşmiş kast benzeri katı siste­
mi reddeden halk sonuçta Zerdüştlüğün kendisini reddetmişti; bunları bilemiyoruz.
Bunun dışında, halkın çoğunluğunun Zerdüştlükten, şamanizmden veya belli bir
bölgeye mahsus diğer dini geleneklerden beslenen yerel dinlere ibadet ettiği de var­
sayılabilir. Ancak bunu da belgelemek mümkün değildir. 1 1 . yüzyılda bile İran hal­
kının büyük bir kısmı henüz Müslümanlaşmamıştı. Büyük çeşitlilik gösteren hetero­
doks dinler, İran'ın uzak kırsal bölgelerine 20. yüzyılda bile damgasını vurmuştu.
Erken İslamiyet tarihi genel olarak şu dönemlere ayrılır: Cahiliye, y a ni Hazreti
Muhammed'in doğumundan önceki çağ; 570-632, Peygamberin hayatı ve Tanrı'nın
son vahiy olarak ona Kuran'ı indirmesi; 632-6 6 1 , Raşidin veya Dört Halife Devri;
6 6 1 -750, başkenti Şam olan Emevi Halifeliği; 750- 1258, başkenti Bağdat olan Ab­
basi Halifeliği. İlk Arap istilaları ikinci halife Ömer'in zamanında ( 634-644) baş­
ladı. Bu dönemde ordular büyük idari şehirlerin yanındaki ordugahlarda konaklı­
yordu. Sasaniler döneminde olduğu gibi Irak'tan yönetilen ve iki eyalete bölünen
İran'a " lrak-ı Acem" (lrak'ın dışında) deniyordu. İran yerli idarecilere, geleneksel
Sasani bürokratlarına veya dihkana sırtını dayamış Arap valiler tarafından yöne­
tiliyordu. Bu idare şekli yeni hükümet ve ordusuna, özellikle vergiler konusunda
ciddi bir devamlılık sağlıyordu. Müslüman-Arap yönetiminin ilk yüzyılında İran
her şeyden önce geleneksel idareciliğin sürdüğü, halkın Zerdüşt, Hıristiyan ve Ya­
hudi olmaya devam ettiği bir ülke görünümündeydi. Tarıma, göçebe hayvancılığa
ve ticarete dayalı mevcut ekonominin ' yanı sıra grupların, halkların ve bölgenin
özerkliği devam ediyordu.
İslamiyetin ilk yüz elli yılında hükümetle ordu Müslüman Arapların elinde olup,
bu grubun içindeki gerilim ve ihtilafları yansıtıyordu. Oldukça erken çıkan bu ge­
rilimler daha sonra dini bir çatışmaya büründü. İlk önemli ayrılık, üçüncü halife
Osman'ın ( 644-656) ölümü ve yerine dördüncü halife olarak Ali'nin ( 656-66 1 ) geç­
mesi üzerine yaşandı. Şiiler (Ali'nin yandaşları anlamına gelir) hilafet makamına
Ali'nin ve ardından oğullarıyla torunlarının gelmesini savunmakla beraber onun so­
yundan gelenlere bağlıydılar. Şiilik 1 6. yüzyıldan sonraki İran'la özdeş görülmesine
rağmen daha önce çoğunlukla Araplar tarafından benimsenmişti ve Sünniliğe karşı
bir azınlık durumundaydı. 8. yüzyıl ortasında Horasan'da ortaya çıkan Ali yanlısı
isyancı hareket 750'de Emevi Halifeliği'ni yıkarak Abbasi Devleti'ni kurdu.

113
IRAN TARiHl

Abbasiler çoğunluğu Arap, bir kısmı İranlı Müslüman olan Şii destekçilerini
kısa sürede reddederek Sünni mezhebini benimsediler. Belli ailelerin soyundan gel­
mek hem Emeviler hem Abbasiler için önem taşıyordu. Abbasiler yeni başkentlerini
yoğun destek buldukları Bağdat'ta kurunca, Sasani geçmişi gündeme geldi. Buraya
çok yakın olan Ktesifon'la birlikte diğer şehirler ve yapılar; daire şeklinde kurulan
yeni şehre, saraylarına ve diğer yapılarına örnek oluşturdu. Sasanilerin bürokratik
geleneği burada hayat bulurken özellikle belli aileler uzun zaman önce sahip olduk­
ları yönetici elit rolünü sürdürdü. Bu ruhban sınıfı, zengin bir kültür geleneğini de
beraberinde getirmişti. Abbasi halifeleri bu geleneğe sahip çıkınca Bağdat parıltılı
bir kozmopolitlikle anılır hale geldi. Bir yandan Sasani geçmişinden beslenen en­
telektüel bir bilim merkezi olurken, diğer yandan köken ayrımı yapmaksızın araş­
tırmaya, öğrenmeye açık bir politika izledi. Araştırılan kaynaklar arasında Hint ve
klasik kültürün örnekleri de vardı.
Abbasi halifesi birçok bakımdan antik Pers geleneğindeki büyük krallar kralı
haline geldi: Peygamber'e dayanan Arap hanedanlık ailesinin soyundan gelme, ince
ayrıntılar içeren saray tören ve ritüeli; genel olarak halktan uzakta bulunma, bü­
rokrasiyle, orduyla ve bunların vasıtasıyla bir bütün olarak imparatorlukla yakın
ilişki içinde olma. Buna karşılık İslam inancının sonucu olarak başka önemli deği­
şiklikler de vardı. Bu konuda, ideal İslami bağlam içinde ne halifenin otokrat ne de
kendisiyle yönetiminin kanun ve geleneğin kaynağı olduğunu belirtmek yeterlidir.
Halife, Hazreti Muhammed'in halefi olmakla birlikte büyük ölçüde sembolik bir
öneme sahipti; dini ve hukuki rolleri devralmamıştı. Halifenin görevi ümmetini
koruyup savunmak, Tanrı kelamı olan Kuran'a ve hadislere dayalı şeriatın işleyi­
şini sağlamaktı. Abbasi döneminde gelişen şeriat ve yorumlanması; İslami ilimler,
ilahiyat ve fıkıh eğitimi almış olan ulemanın elindeydi. Ulema mensupları esasen
ümmetin maneviyatından sorumlu hukuk alimleriydi. " Hak dininin" temelini oluş­
turan ulema ve şeriat devletten bağımsızdı. Bununla birlikte dinin korunması ve
şeriatın işlevini yerine getirmesi halifenin sorumluluğundaydı. O şeriatı yorumlama
hakkına sahip olmayıp ona tabiydi. Bunun dışında eğitimle yakından ilişkili olan
ulemanın siyasi bakış açısı genellikle muhafazakardı. Bu bakış halifenin himayesi
ve tavırları sayesinde pekiştirilebilirdi. Kadılar bu grubun mensupları arasından
seçilmesine rağmen, ulemalık bir "kilise" veya bir devlet kurumu değildi.
Bununla birlikte bürokrasi ve ordu, halifenin doğrudan kontrol edip yönlendi­
rebildiği iki kurumdu. Halifenin bunlarla ilişkisi, Sasani krallar kralının ilişkisine
hem.erdi. Sonuç olarak Abbasi halifesi pratikte bir otokrattı; iktidarını sembolik
otoritesinden ve askeri kuvvetlerinden alıyordu. Son araştırmalar, Abbasi yöneti­
minin bilhassa vezirlik makamının önemi bakımından Sasanilerin birebir kopyası
olmadığını ikna edici biçimde ortaya koymuştur. Bununla birlikte bürokrat aileler,

114
" İRANLI OLMAYANLAR " : İRAN'DA ARAPLAR, TORKLER VE MOCOLLAR

idari farklılaşma ve uzmanlaşma, hiyerarşi ve kendi çıkarlarını gözetme geleneği


devam ediyordu.
Veraset tartışmaları çıktığında veya isyanlar patlak verdiğinde halifenin orduyu
kontrol etmesi hayati önem taşıyordu. Abbasileri iktidara getiren Horasan ordu­
su, çabucak kendi gündemini belirleyip tehdit oluşturmaya başlamıştı. Bu yüzden
Halife Mutasım ( 833-842) kritik bir karar alarak ordusunun merkez kuvvetlerini
Türk köleler olan Memluklarla değiştirdi. Bunlar ya Orta Asya'da savaşuken esir
düşmüş ya da köle pazarlarından satın alınmış insanlardı. Köle olduktan sonra
Müslümanlığı seçen Memluklar savaşçı olarak eğitiliyorlardı. Köleler teorik olarak
efendisine sadakatle bağlıydı ama aslında Memluklar Horasan ordusundan daha
güvenilir değildi. Bir sonraki halifenin zamanında işlere öyle karışır olmuşlardı ki,
sarayın kuzeydeki Samarra'ya taşınması zorunlu oldu. Ardından yeni halife onla­
ra hakim olmaya çalışınca öldürüldü. İktidarın merkezi haline gelen Memluklar,
halifeleri diledikleri gibi tahttan indiriyor, öldürüyor ve yenisini tahta çıkarıyordu.
Halifeler ancak ideal ve meşru rolleri içinde gerekli görülüyordu.
İranlılar halifeliğin ilk yüzyılları içinde her türlü devlet ve toplum rolünü üstle­
nerek ulema, bürokrasi, ordu ve entelektüel hayat içinde yer alıyorlardı. Maniheizm
şehir merkezlerinde, özellikle bürokratlar arasında tekrar ortaya çıkmıştı. Bununla
birlikte İranlı alimler ve edebiyatçılar eserlerini Farsça değil Arapça yazıyorlardı.
Hal böyleyken erken Abbasi döneminde, ayrıcalıklı konumlarının tehdit altında
olduğunu düşünen Araplar arasında, İranlı aydınlara karşı bir öfke baş gösterdi.
Buna mukabil Araplara karşı ortaya çıkan ve Şuubiye adı verilen harekette ulusal
unsurlar çok abartılmıştır.
Abbasi yönetiminin birliği 9. yüzyıl başında (ilk kez 800 yılında Kuzey Afrika'da)
en başarılı halife Harun Reşid'in zamanında (786-809) parçalanmaya başladı. İki
oğlu Emin ve Memun arasındaki taht kavgasının ardından, Sasanilerden sonra or­
taya çıkan çeşitli İran hanedanlarının ilki olan Tahiriler 820 yılında Horasan'da
özerk bir yönetim kurdular. Bir dihkan ailesi olan Tahiriler, İslamiyetin ilk yüzyıl­
larında İranlı elitlerin oynadığı rolün somut bir örneğidir. İlk Müslüman ataları,
mevla (çoğulu mevali) denilen ve Sistan'ın Emevi valisinin himayesinde azat edilip
Müslümanlığı seçen kişilerdendi. Memun kardeşine karşı zafer kazanınca Tahir'i
"lrak-ı Acem"in veya bütün İran Platosu'nun valisi olarak atadı. Tahir bu görevi
sırasında büyük saygınlık kazandı. Ailenin diğer üyeleri de önemli mevkilere geldi­
ler. Bunlar arasında Bağdat'ın askeri valisi bile vardı.
Seferiler Horasan'ın hemen güneyindeki Sistan'da, 8 6 1 yılında fiili bağımsızlık
elde ettiler. Liderleri olan Yakub Sefer adlı bakırcı kendine "emir" unvanı vermişti.
Seferiler Horasan'daki Tahirilere meydan okudular. Yakub'un orduları 8 76'da yok
edildiğinde neredeyse Bağdat'a girmek üzereydi. Tahir'in kardeşi ve halefi Emir

115
IRAN TARİHİ

900 yılına kadar Horasan'da tutunurken, Seferi Ailesi Sistan'daki nüfuzunu yarım
asır daha sürdürdü. Kırsal kökenli bir dihkan ailesi olan Tahirilerin aksine, kök­
leri şehre dayanan Seferiler zanaatkar sınıfındandı. Seferiler, hem Sünni hem Şiile­
re karşı bir hilafet fikrini benimseyen Haricilerle dini uyuşmazlık sonucu iktidara
yükselmişti. Buna karşılık Tahiriler Sasani Hanedanı'nın soyundan geldiklerini, do­
layısıyla meşru bir yönetime sahip olduklarını iddia ediyorlardı. Abbasi halifesiyle
ilişkileri muğlaktı; sikkelerini onun adına basıyorlardı. Buna rağmen, kendilerini
İran'ın tarihi geleneğine dayanan bağımsız hükümdarlar olarak görüyorlardı.
İran'ın büyük krallık geleneğine benzer bir uygulama, Horasan'da Seferi
hakimiyetine son veren Samaniler sayesinde yeniden ortaya çıktı. Coğrafi boyut
küçülmüştü ama tarihi, siyasi, kültürel bilinç ve gelenek devam ediyordu. Sama­
niler de dihkan ailesi olmakla beraber Belh kökenliydi ve Maveraünnehir valileri
olarak hizmet etmişlerdi. Yeni kuşağın üyelerinden biri 875'te, Asya transit tica­
retinin merkezinde bulunan ve Türklerin artan gücüne karşı ileri karakol olarak
önemli bir mevki olan bütün Maveraünnehir'in valiliğine getirildi. Onun oğlu ünlü
İsmail bin Ahmed 893'te Seyhun Nehri'nin öte yakasındaki Karluklara saldırıp
ticaret yollarını ve Maveraünnehir'in refahını emniyete aldı. Halife kölelerinin ço­
ğunu bu bölgeden satın alıyor, dolayısıyla buranın dillerde dolaşan zenginliği ve
önemini artırıyordu. Daha sonra Seferileri de yenen İsmail Horasan valiliğine ge­
tirildi. Böylece halife adına doğuda Horasan'dan Harezm'e, güneyde Hindistan'a
kadar uzanan çok geniş bir bölgeyi yönetmeye başladı. Bu bölgenin valiliği ona
birçok yerel hanedan ve beylik üzerinde otorite kurma imkanı sağlamıştı. Öyle ki
İsmail artık 1. Hüsrev Anuşirvan ile kıyaslanır olmuştu. Ancak 10. yüzyılın sonla­
rına doğru, Samanilerin gücü ve servetinin artması aile içinde bölünmelere yol açtı.
Toprak sahibi soyluların ve içlerinde Samanilerin Türk Memluklarının bulunduğu
ordu ileri gelenlerinin kendi çıkarlarını gözetmesi bu ihtilafı kızıştırdı. Sonunda
bu güçler Horasan'ı ele geçirince, Samani toprakları yüzyılın sonunda Orta Asya
kökenli Türk hanedanları Karahanlılar ve Gazneliler arasında paylaşıldı. Bir diğer
İran hanedanı olan Büveyhiler ise orta ve Batı İran'a egemen oldu. Kendisi de mem­
lukların tehdidi altında bulunan Abbasi hilafetinin Samanilerle ilişkisi, bu ailenin
ve Maveraünnehir'in Sünniliğe bağlılığı sayesinde güçlenmişti.
Samaniler, İran tarihinin Sasaniler ile Safeviler arasındaki döneminde çok önem­
li bir rol oynadılar. Böylece İran'ın hükümdarlık ve siyasi kültür gibi eski unsurları,
1 6 . yüzyılda İranlı bir hanedan ailesinin elinde yeniden ortaya çıktı. Bu unsurlar,
toplumsal ve siyasi kurumların devamlılığını sağlamakla kalmayıp İran'ın ekseni­
nin Orta Asya'ya kaymasını da içeriyordu. Ayrıca Samani saltanatı, yönetimi ve
rolleri İran'ın ve Orta Asya'nın içlerinde Selçuklular, Gazneliler ve İlhanlılar da
bulunan daha sonraki hükümdarları için örnek teşkil etmiş olabilir. En önemlisi,

116
" İ RANLI OLMAYANLAR " : IRAN'DA ARAPLAR, TÜRKLER VE MOGOLLAR

Samanilerin istikrarı ve serveti, zengin bir kültür hayatına hamilik etmelerini sağla­
mıştı. Hanedan bu himaye sayesinde Orta Asya'daki Türkler ve batıdaki Araplara
karşı İran kimliğinin kesin temelini atarak daha sonraki bütün İran tarihine dam­
gasını vurdu.
Samaniler önce Rudeki'ye hamilik yapmıştı. Bu şairin yarım kalan Şehname adlı
eserini, büyük şair Firdevsi (ö. 1 020), Gaznelilerin himayesi altında tamamlayacak­
tı. Firdevsi'nin destanı, Yeni Farsça olarak tanınan dilin ilk büyük edebiyat eseri
olup, yazıldığı günden bu yana Fars dilindeki edebiyatın standardını belirlemiştir.
Samaniler bunun dışında tarihçi Belami'ye hamilik etmişti. Bu tarihçi, İranlı olduğu
halde Arapça yazan Taberi'nin tarihini genişletip, bilhassa İslami fetihten sonraki
İran hakkında pek çok yeni bilgi eklemişti. Eserini Yeni Farsça olarak yazan Belami
ayrıca Samani hükümetinde görev yapıyordu.
Şehname Fars diline yaptığı büyük katkının dışında, hükümdarlık konusunda
İran tarihi ve efsanelerini içeren bir taban oluşturmuştu. Tarihle efsanenin bir ara­
ya geldiği bu tabanda, biri doğudaki Sistan'dan, Kayvanid adı verilen gelenekten,
diğeri batıdan kaynaklanan iki ayrı İran hükümdarlık geleneği kaçınılmaz şekilde
birbirine karışmıştı. Bu geleneği bünyesine yediren Şehname, İslami değerlerle ça­
tışmasına rağmen bütün İran siyasi kültürünü 20. yüzyıla kadar derinden etkiledi.

İşte artık beş yüz yıl geçti


Sasani tahtının otoritesi söndü gitti
Tacı giyip tahta çıkma vakti artık bizimdir
Otorite ve zaferlerin kaderi amk bizimdir
Senin yüzünü ve kaderini gördüğümüzde
Ordunu tacını ve tahtını gördüğümüzde
Elimi bu Sasani ihtişamına doğru uzatacağım
Tıpkı huzuru kaçınca öfkelenen bir aslan gibi.'

Belki daha önemlisi İran, Firdevsi'nin Şehnamesi sayesinde metafizik bir kavram
haline gelmişti. Bu eser İranlı olmayan veya Farsça konuşmayanlar için bile İran
tarihi, kültürü ve toplumunun bütün unsurlarını kavramlaştıran kalıcı bir mihenk
taşı olmuştu. Son olarak Şehname geçmişin devamını sağlamıştı. Her ne kadar Fir­
devsi efsanevi bir geçmişi yeniden yaratmışsa da, bu geçmiş onun sözlerini okuyan
ya da duyan insanlarda tarihi gerçekliğe dönüşmüştü.
Şehname'nin önemli temalarından biri, İran'la Orta Asya'daki Türk dünyası,
yani Turan arasındaki çatışmadır. Bu temanın bağlamı, dönemin 1 0 . yüzyıl Samani
dünyasıdır. Eser ayrıca Selçuklularla başlayıp varlığını modern çağda da devam
ettiren büyük Türk etkisinin habercisidir. Selçukluların selefi olan Gaznelilerin iki
lideri Samani ordusunda komutanlık yapan memluklardı. Bu komutanlardan biri-

117
İRAN TARlHİ

nin oğlu olan Gazneli Mahmud ( 998-1030), Samanilerin bir nevi halefi olarak ka­
bul edilebilir. İran'ın doğusundan Aral Gölü'ne ve güneyde Hindistan'a kadar eski
Samani topraklarının büyük kısmını yönetirken onların idarecilik şeklini uyguladı.
Afganistan'daki merkezinden Hindistan'a düzenlediği sayısız sefer görünüşte İslam
adına olmakla birlikte asıl sebebi altın ve köleydi. Gerek Mahmud gerek oğlu ve
halefi Mesud ( 1 030- 1 04 1 ) kültürü önemli ölçüde himaye etmişti.
Söylenenler doğruysa Mahmud, Firdevsi'nin kendisi için tamamladığı Şehna­
m e 'ye kayıtsız kalmıştı. Bir diğer büyük eser olan Beyhaki Tarihi, yine Gaznelile­

rin himayesinde Farsça yazılmıştı. Büyük bir kısmı kaybolmasına rağmen bu eser
çok büyük tarihi ve edebi öneme sahiptir. Selçuklular 1 040'ta Mesud'un Gazne­
li ordusunu yenerek Horasan'ı ele geçirdiler. Bununla birlikte Gazneliler Doğu
Afganistan'ı ve Kuzey Hindistan'ın bazı bölgelerini uzun yıllar boyunca ellerinde
tutmaya devam ettiler.
Büveyhiler hem Samanilerin hem Gaznelilerin batıdaki rakibiydi. Başka bir de­
yişle Büveyhoğulları, kökü Deylem'e dayanan İranlı bir aileydi. Hazar Denizi'nin
güneybatı kıyısındaki bu dağlık bölge kabileler, etnik gruplar ve dinler arasındaki
ihtilaflarla, bölünmelerle doluydu. Bütün Hazar Denizi kıyısında Büveyhiler gibi
birçok hanedan olmasına rağmen onlar gerek İslam gerek İran tarihinin en önemli
ailesiydi. Bu Şii ailenin Zeydiyye mezhebine mi yoksa İsna Aşeriye/On İki İmam
mezhebine mi mensup bulunduğu açık olmamakla birlikte ikinci ihtimal daha kuv­
vetlidir. Şii ulemayı himaye eden Büveyhilerin gerilemekte olan Sünni Abbasi hila­
fetini yaklaşık 1 1 0 yıl daha ayakta tutması ironik bir durumdur.
Büveyhiler tarih sahnesine, bir başka Deylem hanedanı olan Sünni Ziyarilerin
kurucusu Mardavic'in ordusunda girdiler. 10. yüzyıl ortalarında Büveyhoğulların­
dan üç kardeş -Ahmed, Ali ve Hasan- Fars'a, orta ve Batı İran'a hakim oldu.
Ayrıca Ahmed 945'te Bağdat'ın ve halifeliğin denetimini ele geçirdi. Onun oğlu
Adudüddevle 949 ile 983 arasında hanedanın elindeki bütün toprakları (lrak1 Gü­
ney İran ve körfezin karşı kıyısındaki Umman) kendi iktidarı altında topladı. Onun
dışındaki bütün Büveyhoğulları genelde bölünmüştü. Bu hizipçilik Gaznelilerin or­
ta ve Batı İran'da onlara karşı akınlar yapmasına neden oluyordu.
Büveyhilerin doğrudan İran'ın İslamiyet öncesindeki büyük geçmişine bakması,
bu ülkenin tarihi açısından önemlidir. Ali'nin oğlu Ruknüddevle, bastırdığı madal­
yonun üstüne Pehlevi dilinde, " Şehinşahın ihtişamı büyüsün" ibaresini yazdırmıştı .
Kuzeni Adudüddevle, aynı ibareyi kendi sikkelerinde kullandı. Bunun dışında, Bü­
veyhilerle Sasanilcri bağdaştıran bir soyağacı çıkarıldı. Sasani ruhunun yeniden can­
lanması, daha önce Büveyhilerin efendisi konumundaki Mardavic vasıtasıyla Ziya­
rilerde görülmüştü. Tahtta otururken tasvir edilen hükümdar, başına da Sasani tarzı
bir taç takmıştı. Ayrıca İranlıların Nevruz bayramını kutlamıştı ki, bunu daha sonra

118
" IRANLI OLMAYANLAR " : İRAN 'DA ARAPLAR, TüRKLER VE MOGOLLAR

Büveyhiler de yapacaktı. Şii olarak ortaya çıkıp kendilerini bir nevi Sasanilerin hale­
fi gibi gören Büveyhiler, buna rağmen Sünni Abbasi Halifeliği'nin yerine geçmek için
çaba harcamadılar; hatta hilafeti Mısırlı Şii İsmailiyye mezhebine mensup Fatımilere
karşı savundular. Buna karşılık Sünni kozunu oynayan Selçuklular 1 055'te Büvey­
hoğullarını yenerek halifeyi Şii egemenliğinden kurtardıklarını iddia ettiler.
Selçuklular İran ve hatta Ortadoğu tarihinde yeni bir dönemi başlattılar. Her
ne kadar Türkler Orta Asya'da Sasanilerle karşılaşıp Abbasilerin ve Samaniler gibi
yerel hanedanların ordularında hizmet etse de; Selçukluların gelişi, Türklerin aile­
leri ve sürüleriyle beraber İran üzerinden bütün Ortadoğu'ya göçünün göstergesiy­
di. Sayıları sonraki yüzyıllar boyunca katlanarak artacaktı. Bu noktadan itibaren
Türkler, Araplar ve İranlılardan sonra Ortadoğu'daki en büyük linguistik!etnik
grubu oluşturdular. 1 071 'de Malazgirt'te Bizanslılara karşı kazandıkları zaferden
sonra Anadolu tamamen Türklerin eline geçti. Ancak bu savaş aynı zamanda Haç­
lı Seferleri'ni başlatıp Bizans'ın iyice zayıflamasına neden olacaktı. Selçukluların
gelişi Sünni İslam ve hilafetin lehine oldu, zira bu hanedan kendi siyasi, askeri ve
kültürel himayesiyle Sünni Müslümanlığa ve çok önemli kurumların gelişmesine
hayat vermişti. İsmailiyye/Yedi İmam Şiiliğinin Abbasilere karşı hakimiyet kurma
olasılığı da Selçuklular tarafından bozulmuştu. Buna karşılık yine Samani modelini
örnek alarak Fars dilini himaye edip yönetimde kullanmaları sonucu İran kültü­
rünün Anadolu'ya, Hindistan'a ve Orta Asya'ya yayılması ironik bir durumdu.
Sonuç olarak Selçuklu siyasi kültürü sadece İran siyasi kültürünü güçlendirmekle
kalmayıp ona yeni unsurlar kattı. Türklerin İran tarihinde oynadığı baskın rol gü­
nümüzde bile devam etmektedir.
Türk tarihine çok sayıda aile, aşiret ve coğrafi isim damgasını vurmuş olup bunlar
bozkıra özgü siyasi kültür nedeniyle karmaşık bir haldedir. Kaynakların son derece
az olduğu Sasani döneminde, Orta Asya halklarını, özellikle Türkleri saptama konu­
sundaki belirsizlik iyice artar. Maveraünnehir'in doğu sınırını oluşturan Amuderya
veya Ceyhun Nehri, aynı zamanda Sasani İmparatorluğu'yla Abbasi Halifeliği'nin
de sınırıydı. Kurucusundan dolayı Oğuz adı verilen göçebe bir konfederasyona men­
sup Selçuklular 10. yüzyıl ortasında bu bölgede Müslümanlığı seçerek batıya doğru
ilerlediler. Şamanlığı ve Orta Asya'nın yaygın kültürünü benimsemişlerdi. Her yıla
farklı bir hayvan isminin verildiği on ilci yıllık bir döngüye dayalı takvimleri de
bunun bir parçasıydı. Muhtemelen Müslümanlığı seçmelerini Orta Asya ve diğer
bölgelerde bu dini yaymada önemli görev üstlenen dervişler sağlamıştı. Orduda­
ki askerler ile sınır boylarında ve ticaret yolları üstündeki tüccarlar arasında çok
sayıda derviş vardı. Genellikle her birinin kendi şeyhi, üyelik töreni ve ritüeli olan
tarilcatlar içinde yer alıyorlardı. Dervişlerin yerli dini usullerle fikirleri kullanmaları,
onları fıkha daha bağlı olan şehirli ulemanın gözünde şüpheli kılıyordu.

119
İRAN TARİHİ

5.2 Olcaytu'nun Şiiliği seçmesinin anısına Temmuz 1 3 1 0'da yapılan sıüko mihrap.
/fotoğraf: Gene R. Garthwaite)

Bozkır siyasi kültürü, İran'ın siyasi kültürüyle Ahamenişlerden bile önce karşı­
lıklı etkileşim içindeydi. Bu iki kültür şehir, tarım, göçebe hayvancılık ve ticaret gibi
temel unsurları paylaşıyordu. Bunun dışında avcılık, savaşçılık gibi unsurları ba­
rındıran toplumsal ve siyasi örgütlenme biçimleri de ortaktı. Orta Asya tarihçileri
Selçuklularla ardından gelen Türk hükümdarların patrimonyal niteliğini vurgular­
lar. Buna göre, babanın ölümü ardından hükümranlık ve topraklar aile üyeleri ara­
sında paylaştırılır. Patrimonyal tavır ve idarecilik Büveyhilerle Samanilerde, hatta
Ahamenişlerde bile görülür. Bunların farkı türden ziyade dereceyle ilgilidir.
Selçuklular önce Samanilerin, ardından Karahanlıların ve son olarak onların
halefi Gaznelilerin ordularında paralı askerlik yaparak batıya doğru ilerlediler ( Ka­
rahanlılar Samanilere rakip olup ardından Maveraünnehir'de onların yerini alan
Türk hanedanıdır) . Gazneli Mahmud'un 1 030'da ölümünün ardından Selçuklular
iki kardeş Tuğrul Bey ve Çağrı Bey komutasında Horasan ve Nişabur'u ele geçir-

1 20
" IRANLI OLMAYANLAR " : İRAN'DA ARAPLAR, TÜRKLER VE MOCiOLLAR

dikten sonra 1 040'ta Gaznelileri kesin olarak yendiler. Selçukluların askeri başa­
rıları Büveyhilere karşı da sürdü. 1 055'te Tuğrul zafer kazanan Sünni komutan
olarak Bağdat'a girip şehri ve hilafeti Büveyhoğullarının hegemonyasından kurtar­
dı. Halife ona önce "sultan" unvanını, 1 058'deyse eski Mezopotamya unvanlarını
çağrıştıran " doğunun ve batının kralı" payesini verdi. İslamiyette teorik olarak
dinle devlet işleri arasında ayrım olmamasına, hilafetin ruhani ve dünyevi rolleri
arasında fark gözetilmemesine karşın, pratikte sultan askeri ve idari liderliği üstle­
nerek dünyevi rolü benimsiyordu. Aslında sultan unvanı, iktidarı askeri güçle ele
geçiren hükümdarları meşrulaştırmak için kullanılıyordu. Moğollar 1258'de son
halifeyi öldürüp hilafete son verince, bu unvan iktidarı fiilen elinde tutanlar tara­
fından kullanılmaya başladı.
Çağrı Bey 1060'ta ölene kadar Tuğrul Bey'le ortak hükümdarlık yaptı. Bu durum
veraset ve hükümdarlık-toprak ilişkisi gibi sorunları gündeme getirdi. Tuğrul Bey
de üç yıl sonra ölünce saltanat Çağrı'run en büyük oğlu Alp Arslan'a geçti (Tuğrul
Bey'in oğlu yoktu). Alp Arslan'ın taht iddiası kıdeme dayanmakla birlikte kendisi ay­
nı zamanda Horasan'daki en güçlü siyasi tabana sahipti. 1 072'de öldüğü zaman ye­
rini oğlu Melikşah aldı ( 1 072-1092). Selçuklu İmparatorluğu 12. yüzyıl başında, aile
üyeleri arasında coğrafi temele dayalı olarak bölüşülmüşrü. Genellikle babadan oğla
geçen hanedan yönetimi ve veraset antikçağdan kalma bir kavram iken; tarihçiler,
kökeni Orta Asya bozkırlarına dayanan patrimonyal sistemin, yani baba mirasının
oğulları arasında paylaşılmasının başlangıcı olarak Selçukluları gösterir. Hükümdar­
lık, aile mirası olarak kendi içinde bölünüyor, en güçlü ve en uygun aile üyesi, en
üsrün hükümdar seçiliyordu. İran tarihinde bu uygulamanın da örnekleri vardı.
Aşiret geçmişinden uzaklaşamayan Selçuklular karmaşık bir imparatorluğu yö­
netme geleneğinden yoksundu . Türk Selçukluların, İlhanlıların ( İran'da Moğolla­
rın halefi olan hanedan), Timurluların ve diğerlerinin kurduğu devletler, İran tarihi
açısından hayati önem taşır; zira onlar da Araplar gibi Pers bürokratik geleneğine
dayanmış ve İran kültürünün taşıyıcısı olmuştur. İran hükümdarlık geleneğindeki
diğer örnekler gibi, hükümdar zayıf ve istikrarsız hükümetleri önlemek için ikti­
darın dayanağını kendinden, ailesinden ve aşiretinden alıp ordu ve bürokrasi ku­
rumuna devretmek zorundaydı. Üstelik bunu, aile ve aşiret kimliğine sadakat çok
yüksek düzeyde olmasına rağmen yapmak durumundaydı. Bu merkezi kurumlar­
dan özellikle ordunun bizzat hükümdara veya otoritesini temsil yetkisi verdiği aile
üyelerine doğrudan bağlı olması gerekliydi. Hükümdarın ölümü üzerine kardeşler
arasında öldürmeye varan çekişmeler adet haline gelmişti. Bu sebeple güçlü bir
hükümdarın yokluğunda, bölgesel özerklik ve devletler güçlendi.
Alp Arslan'ın 1 07 1 'de Malazgirt'te İmparator Romanos Diogenes'i esir edip or­
dusunu yenmesi, Anadolu'yu Türk aşiretlerin yerleşimine açıp İslamiyetin Bizans

121
IRAN TARIHI

İmparatorluğu'nu fethetmesini sağladı. Devletin ve hakimiyetin istikrarı Alp Arslan


ile oğlu için esastı. Bu durum eski İran geleneğinin temsilcisi olan ve her ikisine bü­
yük vezirlik yapan Nizamülmülk için de geçerliydi. Bu devlet adamı arkasına Selçuk­
lu desteğini de alarak, orduyla bürokrasiyi eski İran hükümdarlık geleneği ve siyasi
kültürüne göre kurumsallaştırdı. Aslında Nizamülmülk Gaznelilerin, Samanilerin,
Abbasilerin ve Sasanilerin hükümet pratiğini benimseyerek devleti Acemleştirmişti.
1086 ile 1 0 9 1 yılları arasında yazdığı Siyasetname adlı ünlü eserinin ilk kısmında iyi
bir hükümet olmanın esaslarını belirledi. Kitabın ikinci kısmındaysa öğütlerinin göz
ardı edilmesinden kaynaklanan eleştirel bir hava vardır. Devletin temel direği olarak
doğru dini seçmenin vurgulanması ve aykırı inançların tehlikeli sonuçlar doğura­
cağının belirtilmesi şaşırtıcı değildir. Eserde çeşitli konu başlıkları vardır: Tanrı'nın
iradesiyle hükümdar arasındaki ilişki, toprak dağıtma ve vergi toplama, casuslar
ve içoğlanları, şarap ve içki arkadaşlığı, kadılarla devlet memurları ve "iyi bir sofra
hazırlamanın püf noktaları" . Özellikle üzerinde durduğu adaletin güvenlik ve iyi
devlet yönetimiyle ilişkisi, Sasanilerin eşitlik çemberini hatırlatıyordu. Nizamülmülk
düzen ve düzensizlik, şehir ve aşiret kültürü arasındaki ayrımı yeniden belirlemişti.
İyi bir hükümdar olmak isteyen aşiret liderinin, İran'ın tarihi hükümdarlık geleneği
ve idarenin özerkliği doğrultusunda yeniden yaratılması gerekiyordu.
Şaşırtıcı olan, Nizamülmülk'ün adil hükümdar modeli olarak Müslüman biri
yerine 1. Hüsrev Anuşirvan üzerinde durmasıdır (Siyasetname'de Nuşirvan adıyla
geçer) . Aynı zamanda Mazdakçılık veya bununla bağlantılı Müslüman cemaatleri
hükümet için tehdit unsuru olarak görülüyordu. Siyasetname'den önce çeşidi ge­
leneksel Pers örnekleri vardı. Bunlar "şehzadelere aynalar" adıyla anılan ve şeh­
zadeleri iyi devlet yönetimi konusunda eğiten kılavuzlardı. Bununla birlikte Siya­
setname ile Nizamülmülk'ün fiili yönetim uygulaması arasında doğrudan bağlantı
olduğunu gösteren bir kanıt yoktur. Aynı şekilde, Siyasetname' deki referanslar bir
tarafa bırakılırsa, Sasanilerle ve hatta Samanilerle bir bağlantı bulunmamaktadır.
Selçuklu sultanlığı da dahil olmak üzere, hükümdarın en önemli görevi adaletin
sağlanmasıydı. İslam hukuku bağlamında, gücünü şeriattan, hadislerden ve yorum
geleneğinden alan adalet, kadılar vasıtasıyla dağıtılıyordu. Müslüman hükümda­
rın olmazsa olmaz görevi, İslam toplumunu korumak ve İslam hukukunu uygula­
maktı . Burada Nizamülmülk İslamı güçlendirmek, aykırı düşüncelerle savaşmak ve
böylece sultanın İslami açıdan meşruiyetini artırmak amacıyla bir başka rol daha
oynayarak Sünni öğretiyi yaymak için medreseler kurdu. Selçuklu sultanları, İran
hükümdarlık geleneğinin bir başka unsuru olan eğitimi himaye ederek, büyük filo­
zof Gazali ( ö. 1 1 1 1 ) gibi önemli şahsiyetleri desteklediler.
Aşiret liderliğinden gelen geçmişini yansıtan Selçuklu sultanı, adalet üzerine
kurulmuş sarayında hüküm sürerken kararlarını örfe dayanarak veriyordu. An-

1 22
" IRANLI OLMAYANLAR " : IRAN'DA ARAPLAR, TÜRKLER VE MOCOLLAR

cak otoritesini uygulamak için iktidara sahip olması gerekirdi ki, bunu da komuta
ettiği askeri destek sayesinde buluyordu. Hükümdarın kişisel nitelikleriyle askeri
yetenek ve becerilerinin siyasi dirayetle bir araya gelmesi, iktidarı ele geçirip sür­
dürmenin çıkış noktasıydı.
Melikşah babası Alp Arslan'ın tahtına oturabilmek için önce Kirman valisi olan
amcasını yenmek zorunda kaldı. Akrabalar arası kanlı çatışmalar Alp Arslan'ın
aşirete dayalı ordusuyla yaşadığı sorunla birleşince, merkezileşme ve askeri reform
çabaları hızlandı. Aşiretlerden zorla orduya çağrılan askerler genellikle liderlerine
kişisel ve aşiret bağıyla duydukları sadakat ve ganimet elde etme olasılığı sayesinde
savaşıyordu. Bu iki motivasyon kaynağı hareket özgürlüğüne veya yağma yapma
fırsatı verilmesine bağlıydı. Aşiretlerden zorla toplanan askerlerden düzenli ordu­
ya, yağmacılıktan devlet yönetimine dönüşüm, " ikta " adı verilen ve devlete hizmet
karşılığı toprağın kullanım hakkını sağlayan sistemle gerçekleştirildi. Bu sistem çok
eskiden beri Selçuklulara atfedilmesine rağmen çeşitli türevleri onlardan önce uy­
gulanıyordu.
İktanın çeşitli biçimleri olmakla birlikte bunlardan iki tanesi yaygındı. Komu­
tanlık yapan bir aşiret liderine veya önemli bir bürokratik görevde bulunan birine
verdiği hizmet karşılığında maaş yerine bir arazi veya geliri bağışlanıyordu. Bu
sistemin diğer türevleri bireylere ve Selçuklu Hanedanı'nın üyelerine dağıtılıyordu.
Hükümdarın ikta sahibine karşı bir sorumluluğu yoktu. Sistem bütün otoritenin
hükümdara ait olması kuralına dayanıyordu. Melikşah'ın ölümünün hemen ar­
dından zayıf hükümdarlar döneminde, ikta sahipleri toprakları kendi malları gibi
görerek şart koşulan sorumlulukları yerine getirmeyi reddettiler veya çocuklarına
miras bıraktılar. İkta sisteminin işleyebilmesi için devletin güçlü olması şarttı; aksi
takdirde toprak dağıtılan kişiler tarafından devrilme ihtimali yüksekti. İkta sistemi
sık sık ihlal edilmesine rağmen arazi dağıtımı 20. yüzyıl başına dek farklı amaçlarla
ve tuyul veya suyurghal gibi başka adlar altında devam etti.
İkta ayrıca aşiret liderlerine, hükümdara yaklaşma fırsatı veriyordu. Bu da aşi­
ret liderliğinin başarısı bakımından önemli bir noktaydı. Arazi bağışının ancak hü­
kümdarın keyfine kalması gibi teknik ayrıntılara rağmen, gerek hükümdara gerek
onun iktidarına ve otoritesine ikta vasıtasıyla yakınlaşma, bir nevi karşılıklı bir
ilişki doğurmuştu. Hükümdar birilerinin varlığını kumanda ederek, hatta kimile­
rini rehin tutarak iktidarını sergiliyordu; aşiret liderleriyse bu yakınlaşmayı maiye­
tindekilere karşı kendi lehine çevirebiliyordu.
Selçuklular ve halefleri, aşiret liderliği bakımından iki önemli sorunla uğraşmak
zorundaydı: Aşiret mensuplarıyla doğrudan temasları da bulunan liderler ve lider­
leri her zaman rakip olma potansiyeli taşıyan çok sayıda aşiretin bulunduğu Orta
Asya tabanı. Savaş ve avcılıkta gösterilen başarı, evlilik, atama ve ödüller, ganimet

123
İRAN TARİHİ

ve otlaklar bu liderliğin ifade edildiği yollardı. Aşiretlerin meydan okumasına güç


kullanarak veya dikkatleri başka hedeflere yöneltilerek karşı konuyordu. Aşiretler
sadakat, din veya ideoloji kullanılarak yıkılabiliyordu. Aşiret tehdidi ayrıca, dev­
letin merkezini sınırlardan uzağa veya gücün yoğun olduğu bölgelere kurarak ve
sarayı bu noktalara taşıyarak bertaraf ediliyordu. Selçuklu başkentleri kazandıkla­
rı başarılarla birlikte Nişabur'dan Rey'e ve ardından İsfahan'a taşındı; ancak son­
raları daha doğudaki Horasan'a, hatta Merv'e nakledildi. İktidarın bölünmesinin
ardından, Anadolu Selçuklu Devleti, İran'daki Büyük Selçuklu Devleti'nden çok
daha uzun yaşayarak 14. yüzyıl başına kadar varlığını sürdürdü.
Hükümdarın iyi devlet yönetiminden, istikrardan ve gelirlerden sorumlu olan
vezirle ve bürokrasiyle kişisel ilişkisi çok önemliydi. Bürokratların oluşturduğu di­
van; askeri liderleri, aşiret liderlerini ve sultanın aile üyelerini dengeliyordu. Ne var
ki bürokratlar bu rolleri yüzünden saraydaki politika ve entrikaların kurbanı da
olabiliyordu. İdareciliğin ailelerin elinde olması da alışıldık bir durumdu. Aileler
bir sonraki kuşağı iyi bir bürokrat olabilmek için gereken niteliklerde eğitiyordu.
Nizamülmülk örneğinde görüldüğü gibi sultanın kalıcı desteğini sağlayabilen vezir
sayısı çok azdı. Onun adil hükümdarın önemini vurgulamasına şaşırmamak gere­
kir. Sonuçta Nizamülmülk'ün yönetimi kurumsallaştırma çabasına karşın Selçuklu
hükümdarının önemi, kullanabildiği gücün boyutu ile iktidar ve otoriteye karşı pek
çok tehdidin bulunduğu bir siyasi kültürde otoritesini sürdürebilme becerisinden
ileri geliyordu.
Nizamülmülk, Haşhaşiler olarak bilinen İsmaili Nizari mezhebinin bir üyesi ta­
rafından öldürüldükten kısa bir süre sonra Melikşah da ölünce, Selçuklu İmpara­
torluğu bilhassa batıda olmak üzere, giderek bölünmeye başladı. " Merkezileşme"
ve istikrar çok narin bir temel üzerine kurulmuştu. Selçuklu saltanatını paylaşılma­
sı gereken bir aile mirası olarak değil, iktidarın aile mensuplarından birinin elinde
yoğunlaşmasına karşı diğerlerinin direndiği aile içi bir güç dengesi olarak görmek
daha doğru olur. Diğer bir deyişle Selçuklular, kendilerinden önce hüküm süren Bü­
veyhiler ve kendilerinden sonra ortaya çıkan diğer bozkır hanedanları gibi, kişisel
saltanatı hükümdarlığın kurumsallaşmasına yeğlediler.
Melikşah'ın ölümünden sonra tahta önce iki oğlu, ardından bir torunu, sonra
yine bir oğlu geçti. Nihayet son oğlu Sencer ( 1 1 1 8- 1 157) Büyük Selçuklu Sultanı
olarak kabul edildi. Böylece soyun çizgisi Çağrı Bey'e kadar dayanmıştı. Babasının
ölümünden kısa bir süre sonra Horasan valiliğine atanan Sencer sultan olduğunda
yönettiği topraklar, iktidarın merkezi olan Horasan ve İran'dan ibaretti. Doğudaki
Orta Asya topraklarında bulunan Türk kavimlerinin öteden beri yarattığı tehdit­
lerle başa çıkabilmek için Selçuklu devletinin batı kısmını birbiriyle çekişen akra­
balarına bırakmıştı.

124
" İRANLI OLMAYANLAR " : IRAN'DA ARAPLAR, WRKLER VE MOCOLLAR

Selçukluların bölünmesi Abbasilerin siyasi ve askeri gücünü yeniden kullan­


masına imkan verdi. Etkin bir halife gücünün bulunmamasına rağmen, sultanın
otoritesine meşruiyet sağlama gibi sembolik bir önemi bulunduğundan hilafet, Şii
Büveyhilerin ve ardından Selçukluların hakimiyeti altında bile varlığını sürdürmüş­
tü. Buna karşılık halifenin otoritesi kuşkulu bir hal almıştı, zira Fatımilerin 969'da
Mısır'da kurduğu İsmaili hilafeti Bağdat'ı tehdit ediyordu. Müslüman mezhepler
arasındaki ayrılık, yine ümmetin liderliğinin kime ait olduğu sorusunu gündeme ge­
tirmişti. 7. yüzyıl ortasında Sünnilerle Şiiler arasında yaşanan ilk bölünme giderek
genişlemiş; Şiiler kendi aralarında Zeydiyye/Beşçiler, İsmailiyye/Yediciler, İsna Aşe­
riye/Onikiciler (Caferilik) olarak bölünmüştü. Her ismin yanındaki sayı, Şii gelene­
ğini yorumlama yetkisine sahip imamlık makamında hakkı olduğuna inanılanların
sayısını yansıtır. İsmailiyye inancına sahip Fatımilere göre imam yaşamakta olup
cemaat içinde varlığını sürdürmekteydi. 1 1 . yüzyılın sonunda halifelik makamına
oturma konusunda iki kardeş arasında yaşanan tartışma İsmailileri ikiye böldü.
Bunlardan biri olan Nizariler İran tarihi açısından büyük önem taşımaktadır.
İran' da yaşayan bir İsmaili dai (dine davet eden) olan Hasan Sabbah, Deylem'in
hemen güneyindeki Kazvin yakınında bir dağın tepesinde bulunan Alamut Kalesi'ni
1 090'da ele geçirmişti. 1094'te Fatımi halifesi ölünce yaşanan veraset tartışması so­
nucu, İranlı İsmaililer halifenin ölümünden önce yerine seçtiği büyük oğlu Nizar'ı
meşru halef olarak kabul etti. Buna karşılık küçük kardeşi Fatımi vezirinin des­
teğiyle tahta otururken, Nizar 1095'te öldü. Hasan Sabbah ve yakın takipçileri
Mısır'dan İran'a kaçırıldığı rivayet edilen küçük oğlunun temsilcisi olduklarını sa­
vundular. 1 1 62'den sonraysa Alamut'un başkomutanı Nizari imamlarının ruhani
halefi olduğunu iddia etti. Nizariler Alamut'tan Suriye gibi uzak diyarlara yayıldı­
lar. Güçleri toprağa değil, Sünni ve Haçlı liderlerine uyguladıkları şiddete dayanı­
yordu . Düşmanlarını yenme stratejisinde suikastları taktik olarak benimsemişlerdi
( batı dillerinde suikastçı anlamına gelen assassin kelimesi bunlara aynı zamanda
Haşhaşi adı verilmesinden kaynaklanır) . Nizamülmülk'ün dışında bir halife ve bir
Haçlı kralını öldürdükleri düşünülmektedir. 1 3 . yüzyılda kendini Sünni ilan eden
başkomutanları, Orta Asyalı Harezmşahlara karşı Abbasi halifesiyle ittifak yaptı.
Moğol hükümdarı Hülagü Han 125 6 'da Alamut Kalesi'ni ele geçirdi ve son başko­
mutanları ertesi yıl öldürüldü ( 1 9 . yüzyıl ortasına kadar İran'da yaşamaya devam
eden İsmailiyye mezhebi mensupları daha sonra Hindistan'a göç ettiler) .
Bölgede Büyük Selçukluların yerini Harezmşahlar aldı ama bunun için Sencer'in
Kuzey Çin'de hüküm süren Liao Hanedanı'nın soyundan gelen Karahitaylara ye­
nilmesini beklemeleri gerekti (Kitan halkından olan Liao Hanedanı 1 125'te Çin
Hanedanı tarafından yıkılmıştı) . Çin'den batıya göç eden Karahitaylar Müslüman
Maveraünnehir'i işgal ettiler ve belki de Oğuzların daha batıya ilerlemesinde pay sa-

125
IRAN TARD-11

hibi oldular. Hem çıkarlarını savunmak hem Müslüman kimliğini korumak zorunda
olan Sencer 1 1 4 1 'de Semerkand yakınlarında çarpıştığı Karahitaylara yenildi.
Harezmşahlar onların elindeki Maveraünnehir'e yaklaşarak 1 3 . yüzyılda ele
geçirdiler. Karahitaylar sonraki Moğol dönemi açısından önemliydi. Onların salta­
natı, yönetim ve silahlı çatışmalarda bürokrasiye dayalı Çin modeliyle bozkır pra­
tiğinin bileşimiydi. Hakim dil Çince olmakla birlikte idarecilikte Farsça ve Uygurca
da kullanılıyordu. Çin tarzı piyade ve kuşatma taktikleri, süvariler ve atlı okçularla
destekleniyordu. Kitanlar aslında bozkır kökenli bir halktı. Orduda kullanılan on­
lu sistem daha sonra Cengiz Han tarafından uygulanacaktı.
Ceyhun Nehri'nin Aral Gölü'ne döküldüğü yerde bulunan Harezm, sulak olduğu
için zengin bir tarım bölgesiydi. Bozkır veya çölle çevrili tecrit edilmiş konumu saye­
sinde 9. yüzyıla kadar Müslümanlaşmadan varlığını sürdüren zengin İran kültürüne
ev sahipliği yaptı. Konumu ayrıca bütün Orta Asya çapında, Rusya'nın güneyinde ve
Sibirya'da ticaret yapmak bakımından önemliydi. 1 0 . yüzyılda kurulan bir Harezm
hanedanı olan Memuniler İslam kültürünün büyük hamileri olarak bilhassa büyük
filozof İbni Sina'ya verdikleri destekle öne çıkmışlardı. Harezm'i 101 7'de ele geçiren
Gazneli Mahmud, 1041 'de Selçuklulara bırakmak zorunda kaldı. Melikşah Harezm
eyaletini vali atadığı Türk kölelerinden birine ikta olarak verdi. Bu valilik makamını
ve iktayı miras haline getiren köle ailesi Harezmşahlar olarak tanındı. Aile önce
Karahitaylara tabi olup giderek özerklik kazandı; ardından 1 3 . yüzyıl başlarında
Selçukluları İran' dan çıkarıp Anadolu'ya, Gurluları da Hindistan'a gitmek zorunda
bıraktı. 1220'deki ilk Moğol saldırısı yüzünden bu uçsuz bucaksız imparatorluğun
hakimiyeti kısa sürdü. Ayrıca sondan bir önceki Harezmşah hükümdarı zamanında
dini politikalara düşmanlık ve ordunun sadakatine inançsızlık yaşanmıştı. Hanedan
sona erdiği halde ismi 1 5 . yüzyıla kadar varlığını sürdürdü. Sonunda İran içindeki
bu bölge giderek Türkleşen Orta Asya'nın bir parçası oldu.
Moğolların tarihte benzeri görülmeyen olağanüstü bir başarıyla Asya içlerinden
Avrupa'ya uzanan bir imparatorluk kurmaları, Cengiz Han'ın bozkır siyasi kül­
türündeki ustalığına bağlanabilir. Birbiriyle çekişen hanedanlar arasında bölünen
İran, Avrasya'yla birlikte, Moğolların acımasız saldırısının hızına, yıkımın boyutu­
na ve uzun vadeli sonuçlarına hazırlıksız yakalanmıştı.
Cengiz Han'ın daha önceki yılları nispeten sakin geçmişti. Onun iktidara yükse­
lişini belgeleyen iki paha biçilmez Moğol kaynağı Moğolların Gizli Tarihi ve Altın
Defter adlı eserlerdir. Bunun dışında iki önemli Farsça kaynak Cüveyni'nin Tarih-i
Cihangüşa (Dünya Fethinin Tarihi) ile daha sonra önemli bir Moğol veziri olan Re­
şidüddin Fazlullah'ın Cami 'üt-Tevarih adlı tarih kitaplarıdır. Çin harfleriyle Mo­
ğolca yazılan Moğolların Gizli Tarihi günümüze ulaşırken, Altın Defter'in sadece
Çince ve dolaylı olarak Farsça kopyaları korunabilmişti. Saray dışına çıkarılama-

1 26
" İ RANLI OLMAYANLAR " : IRAN'DA ARAPLAR, TÜRKLER VE MOCOLLAR

yan bu kitabı sadece Moğol hükümdarları görebiliyordu ama Reşidüddin kendi


tarihinde bu eserden yararlandı.
Kökenleri iyi bilinmemekle birlikte Moğollar tarih sahnesine, Kitan Liao Hane­
danı'nın Moğolistan ve Çin'de hüküm sürdüğü 10. yüzyıl ile 12. yüzyıl arasında,
Doğu Moğolistan' da çıktılar. Çin Hanedanı tarafından devrilen Liao Hanedanı ba­
tıya doğru ilerleyip Karahitaylar olarak tanındığı sırada Moğollar güçlerini sergile­
meye başlamıştı. Güçleri bozkır yaşamına son derece uyan toplumsal örgütlenme­
lerinden kaynaklanıyordu. Çin' den Doğu Avrupa'ya kadar uzanan uçsuz bucaksız
otlakları bu sayede zapt etmişlerdi. Bozkır ekonomisi büyük ölçüde koyun ve at
beslemeye dayanıyordu. Mevsimlere göre sürüleriyle birlikte yer değiştiren göçebe
toplum, bu temele dayalı olarak örgütlenmişti. Savunma, göç sırasında hareket ve
saldırı gibi nedenlerle bu örgütlenmenin esnek olması gerekiyordu. Toplu hareket
sırasında bireylerin ve grupların sayısının değişkenliğini hesaba katmak zorunluy­
du. Bazen işinde sadece aile ya da büyük aile, başka bir zamandaysa birkaç aşiret
hatta konfederasyon olabilirdi.
İlk Moğollar, özellikle silahları için maden sağlamak ve değerli mallar almak
için Çinlilerle temas kurmuştu. Bu temasın bir kısmı ticaret, bir kısmı yağma yoluy­
la sağlanmıştı. Düşmanlara ve rakiplere karşı savunmada olduğu gibi Çin'e yapılan
baskınlar da koordinasyon, siyasi ve askeri beceri gerektiriyordu. Avcılık bile siyasi
ve askeri örgütlenmelerinin gelişmesine yardımcı oluyordu. Diğer göçebe topluluk­
lar veya bizzat Çin, liderlik çekişmelerinde elit bozkır ailelerine destek vererek ya
da iktidarın bir elde yoğunlaşmasını baltalayarak, Orta Asya'da federasyon kurul­
masını kendi lehlerine etkilemenin yollarını aradılar. Federasyon kurulmasında iki
mekanizma yüzünden siyasi ve askeri becerilere sahip liderler özel bir tehdit oluştu­
ruyordu. Bu iki mekanizmadan anda kan kardeşliği anlamına gelirken, nöker kendi
aşiret bağını yeminle inkar eden mürit veya yandaş demekti. Mukayeseli ilişkiler,
akrabalık temeline dayalı diğer aşiret geleneklerinde de görülüyordu. Hem anda
hem nöker, akrabalık temeli olmadığı halde bu bağın koşulları içinde bir ittifaka
imkan veriyordu. Moğolların başarısında ek bir unsur, yağmalar sonucu ordunun
başarısının katlanarak artması ve büyük bir güçle liderliğe oturma imkanıydı. Bu
unsurlar akrabalık veya yakınlık bağı olmayanlara çekici geliyordu. Bütün bunların
sonucunda Cengiz çok parlak ve hatta karizmatik bir lider ve dünya fatihi oldu.
Cengiz ya da asıl adıyla Timuçin 1 1 67 civarında doğduğunda şartlar pek lehine
değildi. Babası Yesügey bir aşiret/federasyon lideri olmasına rağmen han unvanına
sahip olacak düzeyde değildi. Cengiz henüz çocukken babası öldürüldü. Liderlik
kabiliyetini büyük olasılıkla erken yaşta gösterip etrafına nökerler toplamıştı. Üste­
lik babasının kan kardeşi olan önemli bir Moğol hanı ona destek veriyordu. Timu­
çin 1 206'da büyük konfederasyonunu yarattığı zaman, ileri gelenlerden oluşan bir

1 27
IRAN TARIHI

kurultay onu hükümdar ilan etti. Böylece saltanatının ve idaresinin temeli atılmıştı.
Timuçin kırk yaşlarına geldiğinde, doğu bozkırlarındaki bütün Moğol ve Türk ka­
bilelerini birleştirmiş ve yarattığı bu askeri kuvvete komutanlık etmeye başlamıştı.
Yine o sıralarda, tarihte tanınacağı ve liderlikle ilgili önemli çağrışımları bulunan
iki unvana sahip olmuştu: " Cengiz" ve "Han " . Bu ikisi, her şeyi kapsayan evrensel
lider anlamına geliyordu.
Cengiz'in sürekli hareket halindeki askeri devleti kendisine bağımlıydı. Kendisi­
ne başından beri destek veren aşiret mensupları kendi askeri birliklerini kurarken
diğerleri de yeni birlikler olarak örgütleniyordu. Temel askeri birim, akla hemen
Ahamenişleri getiren 1 0.000 kişilik kendi muhafız birliğiydi. Bu birliğin komutan­
ları ayrıca üst düzey idareciler olarak hizmet veriyordu. En önemli mevkilerdeyse
Cengiz Han'ın en yakın ve kendisine en sadık arkadaşları bulunuyordu . Moğol
ordusu onluk temelde önce 1 .000 ardından 1 0.000 askerden, yani bir tümenden
oluşan bir yapıya sahipti. Tarihçiler ordunun büyüklüğü veya tümenlerin tümüyle
kullanılması konusunda hemfikir değildir. Buna rağmen bir vakanüvisin 800.000
askerden oluştuğunu belirttiği bu ordu, gerçek büyüklüğü ne olursa olsun; sayısı ve
becerisi, hareket hızı, manevralardaki çevikliği, taktiklerinin, stratejisinin ve komu­
ta kademesinin göz kamaştırıcı başarısı göz önüne alındığında muazzam bir yapıy­
dı. Okçular atlarına sabitlenirken süvariler dört ya da beş atla birden ilerliyordu.
Bu örnek, Moğol ordusunun neden o kadar hızlı ve etkili olduğunu gösterir. Ordu­
da Çinlilerin ve İranlıların kuşatma yöntemleri bilinçli bir şekilde kullanılıyordu.
Moğol askerlerinin yağmayla motive olması, geçimini topraktan sağlayıp saldırı sı­
rasında atlarını bulduğu çayırlarda beslemesine rağmen, Asya ve Avrupa'ya yayılan
orduya lojistik destek sağlamak muazzam bir görevin yerine getirilmesi demekti.
Bu boyuttaki askeri harekatların ve imparatorluğun varlığının sürdürülmesi için
gereken kaynak çokluğu, fethedilen ülkelere ve halklara karşı Moğolların tavrını
anlamamızı sağlar; zira tahrip etmedikleri her şeyi yurtlarına taşıyorlardı. Cen­
giz Han bürokrat olarak Uygurlara ve Kitanlara güvenirken halefleri Uygurları
ve İranlıları kullandı. Yeni fethedilen bölgelerde mevcut idari yapı sürdürüldü. Bir
başka deyişle Moğollar profesyonel bürokratlara güveniyordu; profesyonel tecrübe
sadakatle birlikte hayati öneme sahipken, aşiret bağı aynı derecede önemli değildi.
Cengiz Han'ın kuvvetleri önce zenginliğini ve siyasi durumunu yakından bildik­
leri Çin'in kuzeyi ve kuzeybatısını vurdular. Çin Hanedanı'nın kuzeydeki başkenti
1 2 1 5 'te düştü. Ardından Cengiz küçük bir kuvveti ayırıp Orta Asya'ya göndererek
Karahitay İmparatorluğu'nu ele geçirdi. Moğollar böylece Harezmşahlarla kar­
şı karşıya gelmişti. Aslında batıya ilerleyişleri burada son bulabilirdi. Ne var ki
Cengiz'in hasmını hafife alan davranışı ve Harezmşahların kışkırtmayla karşılık
verişi buna engel oldu. Cengiz barış yapmayı öneren bir mektup göndermişti ama

128
" İRANLI OLMAYANLAR " : IRAN'DA ARAPLAR, TÜRKLER VE MOCOLLAR

şaha oğlu gibi hitap etmişti. Böylece kendi evrensel hükümdarlığına karşı onu al­
tında bir konuma yerleştirmişti. Bunun karşılığında şahın elçilerden birini öldürt­
mesi Moğol saldırısını kışkırttı. Moğollar 1 2 1 9'da Maveraünnehir'e saldırdı. Ha­
rezmşah ordusu çökünce şah Hazar Denizi'ne kaçtı ve burada öldü. Moğollar bir
sonraki hedef olan Horasan' da bir strateji olarak şiddeti kullandı. Bölge Cengiz'in
dört oğlunun en küçüğü olan Tuluy'un kumandasında yakılıp yıkıldı ve şehirleri
yerle bir edildi. Gelecekte insanlar bu tür bir yıkımdan ancak çarpışmadan teslim
oldukları takdirde kurtulacaktı. 1 223'te Moğolistan'a dönen Cengiz Han dikkatini
bir kez daha Çin'e yöneltti ama 1 227'de öldü. Yaptığı fetihler dört oğluna büyü­
meye ve hükmetmeye devam etme imkanı verdi. Cengiz ailesinin soyundan gelmek
hükmetmek için gereken bir ölçüt oldu. Hanedanın hükümdarlığı, askeri ve idari
kurumları, örnek alınması gereken modeller oldu.
Başlangıçta Moğolların İran üzerindeki etkisi Horasan'da ve doğuda hissedi­
liyordu. Çeyrek asır sonraysa, bütün İran Cengiz Han'ın torunu ve Tuluy'un oğ­
lu olan Hülagü'nün her yeri yakıp yıkarak yaptığı fetihlerden nasibini alacaktı.
Bu ara dönemde Harezmşahlar biraz toparlanmıştı. Kısmen Moğol kontrolünde
olan Kuzey İran, geniş otlakları sebebiyle ikmal noktası olarak kullanılıyordu. Mo­
ğollar buradan yaptıkları saldırılar sonucu Anadolu Selçuklularını 1243'te yen­
di. Hülagü'nün saldırıları İran'ın statüsünde önemli bir değişime yol açtı. Aslında
onun öyküsü Cengiz'in ölümünün ardından alınan kararlarla başlıyordu .
Cengiz Han ölümünden önce üçüncü oğlu Ögeday'ı ( 1 229- 124 1 ) Büyük Han
olarak halef seçmişti. Moğol İmparatorluğu'nun çeşitli bölgelerini de diğer oğul­
ları arasında paylaştırmıştı. Moğol geleneklerine göre en küçük oğlu Tuluy ana­
yurt olan Moğolistan'ı alırken, en büyük oğlu Cuci en uzaktaki bölge olan Güney
Rusya'yı aldı. Cuci babasından önce ölünce payı oğlu ve Altın Ordu Devleti'nin
kurucusu Batu'ya geçti. Cengiz'in ikinci oğlu ve Çağatay Hanlığı'nın kurucusu Ça­
ğatay ile Ögeday'ın payına Orta Asya düşmüştü. Tuluy (ö. 1233) asla Büyük Han
olamadı ama oğulları Mengü ( 125 1 - 1259) ile Kubilay ( 1 260-1294), Ögeday'ın
oğlu Güyük'ün ( 1 246-124 8 ) ardından bu görevi üstlendi. Güney Çin'i fetheden
Kubilay, Yuan Hanedanı'nı kurup Çin'i kendi hükümdarlığı altında yeniden birleş­
tirdi. Tuluy'un üçüncü oğlu Hülagü zamanında Moğollar, kurucusu olduğu İlhanlı
Devleti sayesinde İran'daki en parlak devrini yaşadı.
Hedefi Haşhaşileri ve Abbasileri ortadan kaldırmak olan Hülagü'nün, haneda­
nını İran'da hüküm sürmek amacıyla bilinçli olarak kurup kurmadığı bilinmemek­
tedir. Haşhaşiler 1256'da büyük ölçüde ortadan kaldırıldı. Batıya doğru yoluna
devam eden Moğol ordusu halifenin teslim olmayı reddetmesi üzerine Bağdat'ı
kuşattı. 1258'de düşen şehirde büyük bir katliam yapılırken halife öldürüldü ve
böylece Abbasi Devleti sona erdi. Hanedandan sağ kalanların Mısır'a kaçtığı tah-

129
IRAN TARiHI

min edilmektedir. Osmanlılar 1 6 . yüzyıl başında Mısır'ı fethettiklerinde Abbasi


Hanedanı'nın mirasını devraldıklarını ileri sürdüler.
Hülagü Suriye ve ardından Filistin'e doğru ilerledi, ancak Moğolların yayılması
nihayet Ortadoğu'da son buldu. Mısır'da Memluk Sultanlığı sağlam bir konuma
sahipti. Eyyübilerin saray muhafızı olan Memluklar daha sonra bu hanedanı devir­
mişti. Yeni Memluk sultanı Moğolları Ayn Calut muharebesinde yenerek Suriye'de
hakimiyetini ilan etti. Hülagü'nün birliklerini Azerbaycan'a geri çekmesinde iki
önemli etken daha vardı. Mengü'nün 1259'da Çin'de ölmesi nedeniyle aile üye­
lerinin yeni bir Büyük Han seçmesi için kurultay toplanması gerekiyordu. Diğer
etken, Azerbaycan ve komşu bölgelerdeki zengin otlakların hakimiyeti konusunda
aile içinde yoğun bir rekabet yaşanmasıydı. Hanedan birlik içinde görünmekle bir­
likte 1 2 6 1 civarında yıkıldı. Cuci'nin oğlu ve Batu'nun kardeşi olan Berke, Altın
Ordu'nun yeni hanı olarak Hülagü'ye karşı Memluklarla işbirliği yaptı. Kendisi
Müslümanlığı seçerken, Güney Rusya'daki Altın Ordu bölgesi de Memluklar için
önemli bir köle kaynağı haline gelmişti. Hülagü ise Azerbaycan'ın Maraga şeh­
rinde kurduğu İlhanlı Devleti'yle İran'a, lrak'a, Kafkaslar'a ve Anadolu'nun bazı
bölgelerine hakim oldu. İlhanlılar soydaşları olan Altın Ordu Devleti'nin yanı sıra
Çağatay Hanlığı'yla Kafkaslar ve Kuzeydoğu İran'da çatıştılar. Teorik olarak aşiret
lideri anlamına gelen "ilhan" unvanıyla, büyük hana bağlı olarak bu geniş bölgeyi
yönetiyorlardı. Bu dönemin büyük bir bölümünde büyük han Kubilay'dı. Onun
1296'da ölümü ve Gazan'ın Müslümanlığa geçmesiyle birlikte büyük hanla ve Mo­
ğol geleneğiyle bağları zayıfladı.
Hülagü 1265'te ölünce yerine oğlu Abaka ( 1 265- 1 282), ardından diğer oğlu
Ahmed Teküder ( 12 82-1284) geçti. Dördüncü ve beşinci ilhanlar Abaka'nın iki
oğlu Argun ( 12 84-129 1 ) ve Geyhatu ( 1 2 9 1 -1295) idi. Onları Argun'un iki oğlu
Gazan ( 1295-1 304) ve Olcaytu ( 1 304- 1 3 1 6 ) ile Geyhatu'nun oğlu Ebu Said ( 1 3 16-
1335) izledi. Verasetin ana ilkesi aile mensubu olmaktı. Tahtın sülale içindeki en
yaşlı kişiye mi verileceği yoksa babadan oğula mı geçeceği sorunu tam olarak çözü­
lemediğinden, aile içindeki gerilimin başlıca kaynağı olmuştu.
İlhanlıların veraset kurallarına uyduğunu söylemek fazla gerçekçi olmaz. Hü­
lagü ile Gazan arasındaki beş hanın üçü, aile içindeki rakipleri tarafından tahttan
devrilip öldürüldü. Diğer ikisinden biri içkiden ölürken öbürü kendini zehirledi.
Vezirlerinin hayatı da aynı şekilde şüpheli ve kısaydı. Bir Moğol devlet adamı olan
Buka, Teküder'i tahtından indirip Argun'u desteklemesi sayesinde uzun yıllar ve­
zirlik yaptı. Ancak bu tür vezirlerden, İlhanlılardan bağımsız bir güce sahip olma
potansiyeli yüzünden kaçınılıyordu.
Hanların amacı askeri kontrolü elde tutmaktı; vezirlerden ordu ve saray için ge­
reken kaynakları sağlaması bekleniyordu. Moğol/İlhanlı idaresinin İran ekonomisi

1 30
" İRANLI OLMAYANLAR " : IRAN'DA ARAPLAR, TORKLER VE MOCOLLAR

üzerinde yol açtığı yıkım muhtemelen fetihlerin etkisinden daha büyüktü. Tarım ve
kelle vergilerinin bütün yükünü köylülerin çekmesi kırlarda nüfusun azalmasına
yol açmıştı. 1290'ların başında, Geyhatu'nun saltanatı sırasında, maliye bakanı
Çin'de kullanılan kağıt para uygulamasına geçmeye karar verince ekonomik du­
rum iyice kötüleşti. Bütün ekonomik işlemlerde artık madeni para yerine kağıt para
kullanılacaktı. Ne var ki ticaret çökünce bu uygulama çabucak terk edildi.
Hülagü'den sonra gelen beş han askeri açıdan başarılı değildi. Memluk-Altın
Ordu ittifakı İlhanlıların Suriye'yi yeniden ele geçirme girişimlerini engelledi.
Suriye'ye hakim olmanın siyasi ve askeri avantajları yanında, bu seferlerin asker­
lere yağma yapma imkanı vermesi ve bu savaşla meşgul olarak içte tehdit yaratma
olasılığını ortadan kaldırması da ilhanlıların işine yarayabilirdi. Burada başarılı
olamayınca Altın Ordu'nun daimi düşmanlığını bertaraf etmek için Kubilay Han
ile kalıcı bağlar kurdular. İlhanlılar Hülagü'den itibaren veraset konusunda onun
onayını ve rızasını alma ihtiyacı hissetti. Ayrıca sarayda daima bir elçisi bulunu­
yordu. İlhanlı-Çin bağlantısı, Orta Asya'da ortak Cengizli düşmanlarla karşı kar­
şıya bulunmak bakımından iki taraf için de önemliydi. İlhanlılar ayrıca Memluk­
lara karşı batıda Hıristiyan müttefikler arasa da pek sonuç alamadı. En önemlisi,
Avrupa'ya gönderdikleri elçilerin Nesturi Hıristiyan olmasıydı. Bu, bozkırlardan
beri başvurdukları geleneksel bir uygulamaydı.
Ticaret Akdeniz dünyası ve Uzakdoğu'yla ilişkilerde hayati rol oynuyordu. İran
daha önceki çağlarda olduğu gibi, malların üretimi ve nakliyesi konusunda temel
öneme sahipti. Abbasilerin zengin kültürel yaşamının yanı sıra siyasi parçalanma
döneminde eyalet merkezlerinin Bağdat'ı taklit etmesi; başta ipek olmak üzere ku­
maş, seramik, cam, ahşap ve madeni ürünlerde olağanüstü bir üretim patlamasına
yol açmıştı. Bu ürünler İslam dünyasının dışında da rağbet görüyordu. Ürünlerin
güzelliği, yüksek kalitesi ve kolayca taşınması, lüks malların ticaretinde bir talep
patlaması yaratmıştı. Bu ürünler estetik bakımdan tercih edilmenin yanında aynı
zamanda kullanışlıydı. Ayrıca Avrupa'da üretilen mallara göre kalite daha yüksek­
ti. Bunun dışında dekoratif özellikleri genellikle soyut olup farklı kültürlerin bile­
şimini içeriyordu ama aynı zamanda yabancı ve ender olduğu için fiyatları yüksek­
ti. Üretim ve ticaret, işgücüyle malzemeye dayalı olup üretim merkezlerinin genel
ekonomisine büyük katkı sağlıyordu. Tıpkı felsefenin kozmopolit bir niteliğe sahip
ortak bir kelime dağarcığını ve diğer kültürlere açık bir Akdeniz kültürünü paylaş­
ması gibi, bu maddi kültür üretimi de aynı değerleri paylaşıyordu.
Avrupa 'nın bu tür pahalı ve itibar sağlayan eşyalara yönelik iştahı Haçlı
Seferleri'nden dönenler sayesinde iyice amı. Ortadoğu kaynaklı lüks tüketim mal­
larına yönelik talep Haçlı Seferleri'nden sonra, özellikle 14. ve 1 5 . yüzyıllarda refah
artışına paralel bir seyir izledi. Ticaret ayrıca fikir ve teknoloji alışverişini hızlan-

131
IRAN TARİHİ

dırıp diplomatik bağları güçlendirdi ve sonuç olarak keşiflerin artmasını sağladı.


1 6 . ve 1 7. yüzyılda daha büyük küreselleşmeye yol açan keşiflerin İran üzerinde de
büyük etkisi oldu.
Avrupalılar ilhanlıların ticaret ortağı olmasının yanında Hıristiyanlığa geçmesi­
ni umarken Orta Asya geleneği olan şamanlık uzun süre gücünü kaybetmedi. Çok
sayıda etnik grubun yaşadığı geniş topraklara hükmetmek bir kez daha çıkarlara
uygun önlemler alınmasına neden olmuş ve mevcut dinler genel bir kabul görmüş­
tü. Daha önceki Moğol örneklerinde olduğu gibi ilhanlı sarayında da Hıristiyanlar,
Müslümanlar, Budistler bir arada bulunuyordu. Ne var ki hanlar birkaç istisna
dışında bu dinlerin hiçbirine bağlı değildi. Teküder Han Müslümanlığı seçerek Ah­
med adını almış, ancak bu olay Moğollar üzerinde önemli bir etki yaratmamıştı.
Budizmi benimseyen Argun, Hıristiyanların lehine politikalar uyguluyordu ve Ya­
hudi bir veziri vardı; ancak yine bunların kalıcı bir etkisi yoktu.
Gazan 1295'te tahta çıktığında Moğol liderler gibi Müslümandı. Hıristiyanlarla
Yahudiler Ehl-i Kitap olmaları sebebiyle, İslam hukukuna göre zimmi statüsünde
yine geleneksel olarak koruma altındaydılar ve yine cizye ödüyorlardı . Tapınakları
yıkılan Budistlerse ya din değiştirmek ya da başka diyarlara gitmek zorundaydı.
Gazan'ın din değiştirmesinin sebepleri ve koşulları bilinmemekle birlikte, bu du­
rum Moğolların İranlılara ve İran kültürüne uyum sağlamaya yönelik genel politi­
kasıyla tutarlıydı. Bundan sonraki birkaç yüzyıl boyunca Moğol, Timurlu ve Türk
hükümdarlar; ulema ve şeriat ya da şehir merkezli İslam yerine Tasavvuf şeyhlerine
itibar ettiler. Eklektik bir niteliğe sahip Tasavvuf, halk arasında rağbet gören di­
ni uygulamaları daha çok benimsiyordu. Ritüel ve liderlik, büyük yandaş grup­
ları olan şeyhler üzerinde toplanmıştı. Bazen sahip oldukları bu karizmatik güç,
meziyet ve mucize yaratma becerileri, ölümlerinden sonra bile devam ediyordu.
Muhtemelen bu sebeplerden Tasavvuf, Moğollarla Türklere cazip geliyordu. Belki
şeyhlerle kendi bozkır geçmişlerinin bir parçası olan şamanlar arasında benzerlik
buluyorlardı.
Müslüman bir hükümdar olarak dindaşlarına saldırmaması gereken Gazan,
1 3 00'de Memluklara savaş açarak onları Suriye' den Mısır'a çekilmeye zorladı. Ay­
rıca onlara karşı Hıristiyan Avrupalılar arasında müttefik aradı. Ne var ki batıda
gücünün doruğuna ulaştığı sırada, önceki hükümdarlarda sıkça rastlandığı üze­
re doğuya dönmek zorunda kaldı. Orta Asya'dan gelen tehdidin kaynağı bu kez
Gazan'ın Çağatay soydaşlarıydı .
Daha önemli bir gelişme, Gazan'ın saltanatının, olağanüstü veziri Reşidüddin yar­
dımıyla gerçekleştirmeye çalıştığı iç reformlar sayesinde Moğolların İranlılarla iliş­
kisini değiştirmesiydi. Reşidüddin Cami-üt Tevarih adlı eserinde, Nizamülmülk'ün
Siyasetname'si ve Sasani eşitlik çemberini hatırlatırcasına, Gazan'ın ekonomik ve

1 32
" İRANLI OLMAYANLAR " : İRAN'DA ARAPLAR, TÜRKLER VE MOCOLLAR

idari reformlarının ardında yatan nedenleri açıklamıştı. Adaleti yeniden tesis etmek
ve gelirleri garanti etmek için vergilendirmenin her yönüyle düzenlenmesi gerekliy­
di. Bürokratlar mevkilerini kullanarak artık zorla para toplayamayacak ya da tah­
ribata yol açamayacaktı. Ekilebilir arazilerin artması için vergi avantajı sağlamak,
ticaret ahlakını zorla uygulamak gerekliydi. Darphaneler paraları standart ağırlık­
ta basmalı ve idare daha sistemli olmak zorundaydı. Gazan ve veziri orduyu kont­
rol edip hükümdarla ilişkisini düzen altına almanın yolunu aradı. Burada önemli
olan ordunun finansmanı için Selçuklu ikta sisteminin yeniden canlandırılmasıydı.
Askerler geçinebilmek için yağma yapmak zorundaydı, bunun için sınırların sürekli
genişlemesi gerekiyordu. Böyle olmadığı takdirde huzursuzluk hatta isyan çıkma
tehlikesi vardı. Ordunun hem batıda hem doğuda açmaz içinde bulunması sebe­
biyle araziler askerlere dağıtıldı. Burada yine aşiret temeli esas alınarak, askerlere
hizmetleri ve düzeni korumaları karşılığında geçimlerini sağlamaları amacıyla çev­
relerindeki otlaklar verildi. Aynı dönemde yaşayan diğer tarihçiler, özellikle Gazan
bürokrasisinin mensubu olan Hamdullah Mustafa Kazvini, bu reformların ardın­
dan hükümetin gelirlerinin arttığını kaydetmiştir.
Gazan reformları başlattıktan kısa bir süre sonra ölmesine rağmen veziri Re­
şidüddin, onun halefi ve kardeşi Muhammed Hüdabende Olcaytu zamanında da
kritik görevini sürdürdü. Olcaytu ( 1 304- 1 3 1 6 ) ancak iki rakibini öldürttükten son­
ra tahta çıkabilmişti. Gazan'ınsa İlhanlı ailesinin en az on üyesinden kurtulmak
zorunda olduğu rivayet edilir. Yeni hükümdar saltanatının ilk yılını Reşidüddin da­
hil kritik mevkilerdeki görevlilerin yerini korumakla, diğer Moğol hükümdarların
elçilerini kabul etmekle, onlarla daha dostane bağlar geliştirmekle ve Memluklara
karşı onların desteğini almakla geçirdi. Bu arada Ga:ı:an'ın türbesini ziyaret etmek
gibi aile görevlerini de yerine getiriyordu. Olcaytu'nun babası başkenti Maraga'dan
ticaret yollarının merkezinde bulunan Tebriz'e taşımıştı. Kendisi de saltanatının ilk
yıllarından itibaren dikkatini Sultaniye'de yeni bir başkent yaratmaya verdi. Bura­
da büyük bir türbesini ve en büyük anıtını yaptırdı.
Olcaytu 1 307'de, o zamana kadar Moğol saldırılarına başarıyla direnmiş Gilan'ı
fethetmeye yöneldi. Başlangıçta bölgenin güney kısmında başarı kazanan ilhan­
lı ordusu daha sonra yenilerek aralarında önemli subaylarının bulunduğu büyük
kayıplar verdi. Memluklara karşı sadece bir sefer düzenleyen hükümdar, Avrupa­
lı Hıristiyan krallarla irtibat kurmasına rağmen asla büyük bir ittifak gerçekleş­
tiremedi. Ordunun Horasan'daki mücadelesi daha sürekli ve başarılı oldu; hatta
Maveraünnehir'de Çağatay Hanlığı'na karşı başarı kazanıldı. Bu olayda Olcaytu,
1 3 1 6'da yerini alacak oğlu Ebu Said'e karşı ayaklanan bir Moğol emirinin tarafını
tuttu. Reşidüddin ise Horasan'daki ordunun finansmanı konusunda Olcaytu'nun
diğer vezirlerinden Ali Şah'la ihtilafa düşünce devlet idaresi ikisi arasında bölündü.

133
IRAN TARlHl

5.3 Okaynı'nun türbesi (Fotojraf: Gene R. Garthwaite)

Olcaytu'nun dini geçmişi biraz karışıktır. Hıristiyan olarak vaftiz edilmesine


rağmen önce Budist, ardından Sünni Müslüman olmuştu. Dört Sünni mezhebinden
ikisi arasında kararsız kalınca Moğol destekçileri tarafından bozkır şamanlığına
dönmeye zorlandı. Sonunda Şiiliği benimsedi. Belki öldükten sonra kendini yücelt­
me düşüncesi ona cazip gelmişti; zira Şii imamları Ali ve Hüseyin'i Sultaniye' de yap­
tırdığı büyük türbeye gömmeyi tasarlaması onun itibarını artıracaktı. Sultaniye'de
yeni bir başkent ve türbe yaptırmanın yanı sıra Bisitun yakınında, hala kalıntıları
bulunan ikinci bir başkent inşa ettirdi. Reşidüddin'i tarihçi olarak himaye etmesiy­
se paha biçilmez bir kültürel katkıydı.
Ebu Said'in tahta çıktığı 1 3 1 6 yılı içinde iki önemli ölüm gerçekleşti. Önce hü­
kümdarın atabeyi öldü, ardından Ali Şah'ın çevirdiği entrikalar yüzünden Reşidüd­
din görevinden alınarak öldürüldü. 1 327'ye kadar fiili iktidar, başkomutan olarak
hizmet eden Emir Çoban'ın elindeydi. Hanların topraklarını başarıyla savunup
ardından kendi oğulları arasında bölüştürdü. Ancak Ebu Said'in diğer emirleri des-

1 34
" IRANLI OLMAYANLAR " : İRAN'DA ARAPLAR, TORKLER VE MOCOLLAR

teklerini sürdürünce Emir Çoban yenildi ve kaçtığı Herat'ta yakalanarak öldürül­


dü. Daha önce kendini Rum hükümdarı, hatta mehdi ilan eden güçlü oğlu Emir
Timurtaş ise Memlukların elindeki Mısır'a kaçtı. Ne var ki, 1 322'de İlhanlılarla
yapılan barışı korumak isteyen Memluk sultanı onu öldürttü.
Ebu Said 1 335'te varis bırakmadan ölünce, emirlerin tahtta hak iddia eden­
leri desteklemesine rağmen ilhanlı Devleti fiilen sona erdi. Ebu Said'in saltanatı
bir tür altın çağ olarak hatırlansa da, çeşitli Moğol emirleri arasındaki hizipleşme
sorunu çözülememişti. Ebu Said'in son veziri ve büyük Reşidüddin'in oğlu olan
Gıyaseddin bir Cengizli hanını destekledi. Diğer Moğol ileri gelenleri kendi yolla­
rında ilerleyince, 14. yüzyıl onalarından Timur'un 1 3 70'de tahta çıkmasına kadar
İlhanlı toprakları birbiriyle çekişen dön Moğol hizbi tarafından yönetildi: Bağdat
ve Tebriz'de Celayiriler, orta İran' da Muzafferiler, Batı Horasan'da radikal Şii Ser­
bedariler ve Herat'ta Kartlar.
Son derece güçlü Cengiz Han'la birlikte başlayan Moğol İmparatorluğu, bir asır
sonra Avrasya'ya yayılan bu büyük devletin parçalanmasıyla son buldu. Parçalan­
maya rağmen ticaretle birlikte teknolojik fikirler, tıpta ve bilimdeki buluşlar, sanat
eserleri Çin'den Orta Asya yoluyla İran'a taşındı. Dini fikirler, yerli dinlerle kay­
naşmadığı sürece yayılamadı. İlhanlıların da Sasaniler gibi ibadete genellikle hoş­
görüyle yaklaşmalarına rağmen bu fikirler başka yerlere taşınmadı. İlhanlı İran'ı
Sasani lmparatorluğu'na benzemekle kalmamış, tıpkı onun gibi Avrupa ve Çin'le
bağlar kurmuştu. Özellikle Memluklara karşı müttefik olarak düşünüldüğünden
Avrupalılarla diplomatik bağlar açık biçimde belgelenmişti. Bunun yanında ticaret
de sürdürülüyordu. İtalyanlar özellikle önemli olup İlhanlıların Çin'le ilişkilerinde
kullanılıyordu. Bu yıllar Marco Polo ve ailesinin yaşadığı döneme denk geliyordu.
Papalık İlhanlıları Hıristiyanlığa döndürmeyi ümit ederken, Nesturiler elçilik gö­
revleri üstlendiler, ancak kendi günah çıkarma grupları dışında fazla bir kültürel
etkileri olmadı. İtalyan tüccarlara büyük ihtimalle Hıristiyan tarikatların mensup­
ları eşlik ediyordu; zira Reşidüddin'in Frankların Tarihi adlı eseri muhtemelen bun­
lardan biri tarafından tercüme edilmiş Latince bir kaynağa dayanıyordu. 14. yüzyıl
ortalarından 1 6 . yüzyıla kadar doğrudan bağlantılar, bu arada ortaya çıkmış olan
Osmanlı İmparatorluğu yüzünden kesildi.
Moğollar ve ardından ilhanlılar, Çin ve Hindistan'la önemli ticari bağlar kur­
dular. Attan kobalta kadar geniş bir ürün yelpazesi doğuya gönderilmeye devam
etti. Çinliler istihkamcı olarak Moğolların batıya yolculuğuna eşlik etti. Bozkır
şamanlığı ve Budizm de Moğolların gittiği yere ulaşıyordu. Şamanizm de Tasavvuf
gibi yerli halkların rağbet ettiği dinleri pekiştiriyordu. Muhtemelen Çinli sanatçıla­
rın eliyle uygulanan Orta Asya Budist sanatı, resmi dolaylı olarak etkilemişti; zira
bu döneme ait resim ve desenlerde çok kuvvetli bir Çin etkisi görülür. Maraga'da

1 35
İRAN TARIHi

yaşayan büyük gökbilimci Nasıreddin Tusi'nin Çinli bir gökbilimciyle doğrudan


irtibatı vardı. Çinli hekimler Moğol saraylarında görev yapıyordu. Resim ve mima­
ride hemen fark edilen Moğol ve İlhanlı üslubu, Safevi dönemine kadar süren Pax
Mongolica sırasında yaşanan kültür alışverişini yansıtır.
Bununla birlikte Moğolların İran üzerindeki yoğun etkisi olumsuzdu. On bin­
lerce insan öldürüldü ya da yerinden edildi. Doğrudan istilalar ve göçebe saldırılar­
la şehirler yerle bir edilirken, tarlalar yakılıp yıkıldı. Bunun dışında sulama sistem­
lerinin tahrip edilmesi veya aşırı vergiler yüzünden köylüler başka yerlere kaçmak
zorunda kaldı. Gazan'ın reformları çok geç kalmıştı. Reformların ardından tarım­
da görülen toparlanma, İlhanlıların son dönemindeki hizipçilik ve kötü yönetimin
yanı sıra yüzyılın sonunda Timurlenk'in saldırıları yüzünden etkisiz kaldı.
Moğol yüzyılında İran'ın geçmişinden kalan ne vardı? Göçebe hayvancılığa,
tarıma, ticarete dayalı karmaşık bir toplum ve ekonomi; süvari ve okçuya ağırlık
veren ama göçebelere dayanan bir askeri gelenek; dini ve etnik farklılıkların kabu­
lü; İlhanlıların yönetimi altında İran'ın, Batı ile Doğu Asya arasında merkezi bir
konum kazanması; özerkliğin tanınması; İran idarecilik geleneğinin benimsenmesi
ve bu tarihi geleneğin bilincinde olunması; ordu ve bürokrasinin arazi bağışlarıy­
la finanse edilmesi; mimarinin, sanatın ve bilimin himaye edilmesi. En önemlisi,
Moğolların bütün geçmişe hakim olan evrensel/eşzamanlı hükümdarlık modeline,
Cengiz Ailesi vasıtasıyla uyum sağlamasıydı. Bu veraset ilkesi konusunda bir mu­
tabakat olmakla birlikte, aile üyelerinin sayısının artması ve kan dökmeye varan
çekişmeler hizipçiliği kızıştırarak, ikinci ve üçüncü kuşaktan sonra iktidarın bir
merkezde toplanmasının aleyhine işledi. Moğolları eski İran hükümdarlarıyla ha­
nedanlarından ayıran özellik, ortalığı kırıp geçiren istilalarının özünü oluşturan zor
kullanımına dayalı idare tarzı ve daha yaygın bir hizipçilikti.
Ebu Said'in 1 3 3 5 'teki ölümüyle sona eren merkezi iktidarın tekrar kurulması
Timurlenk zamanında gerçekleşti. Mensubu olduğu Barlas Aşireti Moğol kökenli
olmasına rağmen Türkleşmiş ve Müslümanlığı kabul etmişti. Aşiretin anayurdu
olan Maveraünnehir'de göçebelik yaygındı. Çağatay olarak veya bir Çağatay hanı
adına otorite sahibi olan aşiret liderleri, Cengizlerin soyundan geliyordu. Kendi­
si Çağatay olmayan Timur, evlilik yoluyla Cengizlerle akrabaydı. Ayrıca büyük
Arap tarihçi İbni Haldun'a, annesi vasıtasıyla Cengiz Han'ın soyundan geldiğini
söylemişti. Timurlu kaynaklarına göre, Timur'un Barlas Aşireti'nin ve ardından
Maveraünnehir'in liderliğine yükselmesi, Cengiz Han'ın tarihi gelişimiyle dikkat
çekici hir henzerlik taşır. Bir kez daha diğer aşiret liderleriyle dostluklarla başlayıp
siyasi ve akrabalığa dayalı ittifaklar kurma yoluyla devam eden bir federasyon/kon­
federasyon inşası süreci vardı. 1 3 70 yılında Timur artık Maveraünnehir'de rakip­
sizdi. Ondalık temelde örgütlenen ordusu daha önceki bozkır modeline dayanmak-

1 36
" İRANLI OLMAYANLAR " : İRAN'DA ARAPLAR, TüRKLER VE MOGOLLAR

la birlikte, süvariye, okçulara ve şehirleri kuşatmada uzmanlaşmış istihkamcılara


ağırlık verilmişti. Cengiz gibi Timur'un da ordusunun en büyük hüneri hızı, ha­
reketliliği ve yarattığı dehşetti. Bu dehşetten ancak savaşmadan teslim olan şehir­
ler kurtulabiliyordu. Timur, asker sayısı 200.000'e ulaşan dev bir orduya sahipti.
Müslümanlığı seçmiş olmasına rağmen diğer Müslüman şehirlere saldırıp yağma­
larken hiç vicdan azabı duymuyordu. Otoritesini meşrulaştırma konusunda İslam
ideolojisinin fazla önemi yoktu.
Timur için birbirinden apayrı kuvvetlerden oluşan ve zayıf bağlarla bir arada
duran askeri bir gücü etkin biçimde kontrol edebilmenin yolu, diğer aşiret liderleri
gibi başarılı fetihler yapıp ardından yağmaya izin vermekten geçiyordu. Orduyu
yeniden örgütlendiren Cengiz, otoritesini kurumsallaştırmış ve liderleri kendisine
bağlı yeni aşiretler yaratmıştı. Timur ise liderliğini askeri veya idari bakımdan ku­
rumsallaştırmayıp, kişisel vasıflarına ve şahsi sadakate dayanma konusunda Cen­
giz Han'ı geçti. Aynı zamanda, aşiretlere her zaman egemen olmakla birlikte bir
yandan da onların mevcut yapısına değer verip özerkliklerini kabul ediyordu. Aile
üyelerini kullanıyor, sadakatini kanıtlamış aşiret liderlerini yetki sahibi oldukları
mevkilere getirmek gibi manevralara başvuruyor ve askerlerini sürekli sefere çıka­
rıyordu. Ordusunu sürekli seferberlik halinde tutmakla kalmayıp kendisi de daima
komuta ediyordu. Bu olay gerek bozkır siyasi kültüründe kişisel liderliğin önemini,
gerekse hükümdar olarak Tirnur'un mizacını göstermektedir.
Timur çeşitli seferler sonunda, 1 3 8 0 dolaylarında geldiği İran'daki İlhanlı
topraklarında, ömrünün sonuna kadar bir uçtan öbür uca mekik dokudu. Ha­
reketlilik, fetihlerine olduğu kadar aşiretler ve eyaletler üzerindeki egemenliğine
de damgasını vurmuştu. Yerleşik toplumların ekonomisi üzerinde yarattığı yıkımla
hiç ilgilenmiyordu. Horasan'ı yakıp yıkma konusunda muhtemelen Cengiz Han'ı
bile geçmişti. Fars eyaletindeki Muzafferileri yendikten sonra, kuzeye yönelip
Kıpçak bozkırlarında Astrahan ve Moskova'ya ilerledi. Bunun dışında güneyde
de sefere çıkarak Hindistan içlerine kadar ilerledi ve zenginliğiyle dillere destan
Delhi'yi 1 3 98-9'da talan etti. Suriye'yi kısa bir süreliğine Memlukların elinden alsa
da, Cengiz Han'ın tersine, iktidarlarının merkezi olan Mısır'ı tehdit etmeyi asla
denemedi. Anadolu'da bulunan iki Türkmen konfederasyonu, Karakoyunlular ile
Akkoyunluları yurtlarından sürdü. Bu iki boy, 1 5 . yüzyıl boyunca önemli askeri
ve siyasi roller oynamaya devam edecekti. Ölümünden sadece üç yıl önce, 1402'de
Ankara'da Osmanlıları yenip sultanları Bayezid'i esir alan Timur'un Anadolu'ya
hükmetmeye niyeti yoktu. Bu büyük askeri başarının ardından daha büyük bir
lokma olan Çin'e yöneldi. Amacının Cengizliler gibi büyük bir alana hükmetmek
mi yoksa Hindistan'da olduğu gibi ülke içlerine akınlar yapıp çıkmak mı olduğu bi­
linmiyor. 1405'te Maveraünnehir'den çıktığı son seferinde; Çin'e ulaşamadan öldü.

137
İRAN TARİHİ

Daha sonra Cengiz Han'ın halefi olduğuna dair bir fikir ortaya atılsa da, Moğol
İmparatorluğu'nun yeniden kurulması Timur'un hedefiydi. Mezopotamya'dan do­
ğudaki Horasan ve Maveraünnehir'e uzanan büyük İran'ı imparatorluğunun par­
çası olarak görürken; bunun dışında kalan Altın Ordu, Hindistan, Anadolu veya
Moğolistan gibi bölgeleri, buralarda başarılı olduğu halde kendi devletine ait gör­
müyordu. Seferlerine bozkırdaki üssünden çıkan Cengiz bu toprakları tıpkı İngiliz­
lerin denizlere hakim olması gibi eline geçirmişti. Oysa Timur, büyük bir yerleşik
nüfusa sahip olan Maveraünnehir'i, seferlerinin merkezi olarak kullanıyordu.
Timur fethettiği topraklarda, otoritesine karşı siyasi ve askeri tehditleri önlemek
için bir kuvvetler ayrılığı sistemi oluşturdu. Yeni ele geçirilen topraklara yerleştiri­
len bütün aşiret halkları, siyasi ağlardan yoksun kalıyordu. Timur'un oğullarıyla
torunları valilik görevlerine getirilmekle beraber, sadık aşiret liderlerinin denetimi
altındaydı. Ölümünün ardından, soyundan gelenler onun hükümdarlık mirasını
paylaşmak için pozisyon aldı.
Timur kendisini Cengiz Han'ın meşru halefi olarak görüyordu. 1 346'ya kadar
hüküm süren Çağatay Hanı Kazan'ın kızı Saray Mülk Hanım'la 1 370'te evlenince,
saygın bir Moğol unvanı olan güregan, yani damat olarak anılmaya başladı. Oğul­
ları ve torunları da aynı şekilde Cengiz soyundan gelen kadınlarla evlendiler. Bu­
nun dışında Timur, şeriatın yanı sıra Moğol yasasının da kullanılmasını sürdürdü.
Cengiz gibi Timur'un soyundan olmak da hükmetmek için önemli bir konum
halini almıştı, ancak bunu destekleyecek bir kurum yoktu. Timur belki bu konuda
Cengiz'in tam aksine davranmış ve imparatorluğunu adeta bir askeri birlik gibi
kontrol etmişti. Ülkeyi yönetip İlhanlılar adına vergi toplayan geleneksel İranlı bü­
rokratlarla, bürokratik işlerin yanında askeri görevler verilen Maveraünnehir'in
Çağatayffürk emirleri arasında fark gözetilmiyordu. Aynı şekilde valilere de askeri
sorumluluk verilmişti. Sivil işlerle askeri işler arasında ayrım yapılmıyordu. Önemli
olan Timur'la bürokratları arasındaki şahsi ilişkiydi. Ne rakibe ne de kendi aile
mensupları dahil rakip adaylarına tahammülü vardı. Görünüşe bakılırsa hem kor­
kup hem saygı duyduğu, üstelik doğrudan kontrol edemediği tek grup Tasavvuf
pirleri veya şeyhleriydi. Timur Müslüman olmakla birlikte gerçek dini inancı ya da
eğilimi bilinmemektedir. Ölümünden yirmi yıl kadar sonra yapılan mezar taşındaki
kitabede kökeni hem Orta Asya'nın efsanevi tanrıçası Alankoa'ya hem de dördün­
cü halife ve ilk Şii imam Ali'ye dayandırılmıştır. Muhtemelen en belirgin karakter
özelliği olan çıkarına göre davranma nedeniyle, hem Sünnilere hem Şiilere diğerinin
adına saldırmıştı. Pirlerin Timur üzerindeki ağırlığı tam olarak açıklanamamıştır.
Timur ölünce bunlardan biri olan Seyyid Baraka'nın yanına gömülmüştü. Aslında
bu sorunun amaca yönelik bir cevabı olmayabilir. Dervişler Orta Asya'da yaygın
olan dini fikir ve ibadet şekillerini İslamla kaynaştıran insanlardı. Timur doğduğu

138
" IRANLI OLMAYANLAR " : IRAN'DA ARAPLAR, TÜRKLER VE MOCOLLAR

günden itibaren bu eklektik kültürle beslenmişti. Belki cismani ile ruhani, bilinenle
bilinmeyen arasında gezinen Tasavvuf şeyhlerinde, bozkır şamanlarının gücünden
bir şeyler bulmuştu.
Mimariyi himaye eden bir hükümdar olarak Timur, özellikle Semerkand'daki
türbesini ve büyük Bibi Hanım Cami'ini yaptırarak bu dünyada elle tutulur, kalıcı
bir eser bırakıp evrensel bir hükümdar olarak değerini ortaya koymayı amaçlamış­
tı. Aynı hükümdarlık görevine layık olma ve kalıcı eser bırakma endişeleri tarihçi­
leri himaye edişinde de görülür.
Her şeye hakim askeri komutanlığı ve fethettiği her yerde kendini hissettiren
varlığı dışında Timur, hayatı boyunca saltanatına ve hükmettiği nüfuz alanına uy­
gun davranmamıştı. Ölümüyle birlikte kalıcıymış gibi görünen birlik de dağıldı.
En küçük oğlu Şahruh'un ( 1405-1447) uzun süren saltanatı sayesinde Horasan
ve Maveraünnehir'de, tarihe mal olan bir Timurlu çizgisi oluştu. Ancak özellikle
batıda olmak üzere imparatorluğun diğer kısımlarında bundan söz etmek mümkün
değildi. Birbiriyle çekişen iki Türkmen hanedanı, Karakoyunlular ve Akkoyunlular,
iran'ın batı kısmına hakim olup, bütün 1 5 . yüzyıl boyunca ve 1 6 . yüzyıl ortalarına
kadar kritik bir rol oynamaya devam ettiler.
Timur ölüm döşeğindeyken, iki oğlu Miranşah ve Şahruh'u eleyip torunu Pir
Muhammed'i halefi olarak tercih edince, kardeş kavgası çıkması kaçınılmaz olmuş­
tu. iktidar mücadelesi sırasında, aşiret ve bölge politikası bağlamında üç grup önemli
rol oynadı: Timur'un oğullarıyla torunları; yakın takipçileri; sağlığında kayırdığı ve
artık onun varisleriyle kozlarını oynamaya hazır yerel ileri gelenler. Timur'un ger­
çekleştiremediği Çin seferi için Maveraünnehir'de bulunan Miranşah'ın oğlu Halil
Sultan kendini hükümdar ilan etse de Pir Muhammed ve Şahruh buna karşı çıktı.
On yılı aşkın bir süreden beri Horasan, Sistan ve Mazenderan'da valilik yapan Şah­
ruh, yerel soylulardan gelen tehditlere rağmen iktidarını korumuştu. Azerbaycan' da
Miranşah ve diğer iki oğul hem birbirleriyle hem Karakoyunlularla çatışıyorlardı.
İhanete uğrayan Pir Muhammed 1 407'de Halil Sultan tarafından mağlup edilerek
öldürüldü . Kendisi de muhtemelen ihanete uğrayan Halil Sultan 1409'da Şahruh'a
teslim oldu. Şahruh ise yerel soylulara ve kendi asi emirlerine boyun eğmeye zor­
lansa da, hem Horasan'da sağlam bir mevkie sahip olması, hem de siyasi ve askeri
becerileri sayesinde ayakta kaldı. 1420'ye kadar İlhanlı İran'ını yeniden yaratarak
Maveraünnehir, Hazar Denizi eyaletleri, Fars, Kirman, Azerbaycan (kısa bir süre
sonra kaybetmişti) ve tabii Horasan'ı topraklarına kattı. İran'ın batısında rakipsiz
bir hakimiyet kuramasa da, bölgede ağırlığı olan Karakoyunluları Akkoyunlulara
karşı kullanarak kontrol etti. Şahruh doğuda, başkentini Herat'a taşıyarak dik­
katini Horasan'a yöneltti. Oğlu ve halefi Uluğ Bey'i ( 1447- 1 449), her bakımdan
özerk hale gelen Maveraünnehir valisi olarak Semerkand'da bıraktı. Herat'ta karısı

1 39
İRAN TARİHİ

Gevher Şad'la birlikte yaşarken, başta Herat olmak üzere bütün Horasan'ı büyük
bir mimari ve sanat merkezi haline getirdi.
Timur Hanedanı'nın mensupları tarihe büyük sanat hamileri olarak geçti. Bir­
liğin ve iktidarın parçalanmasına rağmen 1 5 . yüzyıl bu aile için parlak bir dö­
nem oldu. Aslında onların durumu, bütün bölgesel sarayların Bağdat'ın kültürü­
nü taklit ettiği Abbasi parçalanmasını hatırlatıyordu. Timurlular büyük camiler
ve binalar inşa ederek içlerini harikulade çinilerle süslediler. Uluğ Bey de babası
gibi, Semerkand ve Buhara' da önemli bir mimari mirası bırakmanın yanında başta
Semerkand'da kurduğu rasathane olmak üzere bilime çok büyük hizmetlerde bu­
lundu. Bu rasathanede hazırlanan astronomik tablolar Avrupa'da üç yüzyıl sonra
bile kullanılıyordu. Timurlular zamanında Cami gibi büyük şairler, Behzad gibi
ünlü minyatür ustaları yetişti. Çağatay Türkçesi Herat'ta ilk kez Hüseyin Bayka­
ra himayesinde edebi bir dil haline geldi. Timurlu sanatı, edebiyatı ve mimarisi;
kendilerinden sonra İran'da hüküm süren Safeviler ve Hindistan'da devlet kuran
Babürler üzerinde derin izler bıraktı.
Şahruh 1447'de ölünce veraset sorunu Timurluları bir kez daha bölerek siya­
si belirsizlik ve istikrarsızlığa yol açtı. Uluğ Bey Şahruh'un tek oğlu olarak onun
tarafından halef seçilmesine rağmen kendi oğlu Abdüllatif'in emriyle öldürüldü.
Sadece iki yıl süren saltanatı sırasında hakimiyeti Timur soyunun geleneksel üs­
sü olan Maveraünnehir'in ötesine geçemedi. Kardeşini de öldürten Abdüllatif de
öldürüldü. Nihayet 1451 'de tahtı ele geçiren Timur'un torununun oğlu Ebu Said,
Maveraünnehir ve Horasan'ı 1469'a kadar yönetti. Timurlu saltanatının son yüz­
yılında iktidar için çekişen güçler batıda Akkoyunlular ile Karakoyunlular, Or­
ta Asya'daysa Ebu Said'e yardım eden Özbekler, yani Cengiz Han'ın en büyük
oğlu Cuci'nin soyundan gelen Şeybaniler idi. Özbekler 1 6 . yüzyıl boyunca İran
için büyük bir tehdit olmayı sürdürdü. Timur Hanedanı'nın iktidarı ve otoritesi
öyle parçalanmıştı ki, Maveraünnehir'de bile büyük Nakşibendi Tarikatı'nın lide­
ri Hoca Übeydullah Ahrar, büyük bir siyasi güç kullanır hale gelmişti. Ebu Said,
Azerbaycan'da Timurlu İmparatorluğu'nu yeniden kurmaya çalışırken yenilmesine
rağmen, bunların hepsine hakim olmayı başardı. On sekiz yıllık saltanatı boyunca
o da büyük bir sanat hamisi oldu.
Ebu Said'in ölümünün ardından Timur'un bir diğer torununun oğlu, Hüseyin
Baykara hükümdar olarak Horasan'• Herat'tan yönetti. 1470- 1 506 arasında tam
otuz altı yıl hüküm sürmesine rağmen iktidarının çapını genişletme imkanı bulamadı
ve Timur soyu onunla birlikte son buldu. Özbekler İran'ın doğusunu Timurluların
elinden alırken batıda Safeviler yeni bir hanedan olarak ortaya çıktı. Hüseyin Bay­
kara son Timurlu olmasıyla değil, büyük bir sanat ve kültür hamisi olarak hatırlanır.
Vezirlerinden biri olan Ali Şir Nevai seçkin bir şair olmakla kalmayıp edebi Çağatay

1 40
" İRANLI OLMAYANLAR " : İRAN'DA ARAPLAR, TüRKLER VE MOGOLLAR

Türkçesinin babasıdır. Klasik Fars şairlerinin sonuncusu olarak tanımlanabilecek


Cami, tıpkı diğer yazarlar ve tarihçiler gibi Hüseyin Baykara'nın himayesinden ya­
rarlanan bir sanatçıydı. Timurlular da Cengizliler gibi kendilerini tarih yazımına
adamışlardı. Baykara'nın minyatür sanatını himayesi de aynı derecede önemliydi.
İlk Safevi hükümdarı Şah İsmail Çağatayca şiirler yazarken, büyük ressamlardan
biri olan Behzad, Herat'tan yeni Safevi başkenti Tebriz'e giderek, sanattaki devamlı­
lığın kesintisiz bir şekilde Timurlulardan Safevilere geçmesini sağlamıştı.
1 5 . yüzyıl İran'ında, Timur İmparatorluğu'nun ve mirasının parçalanması sıra­
dan bir olay değildi. Soyun belli bir sülalenin elinde (Timur'un ve bazı örneklerde
Cengiz'in sülalesinde) devam etmesi fikri, hükmetmenin şartı olarak varlığını sür­
dürüyordu. Soyun devamı dışında bir veraset ilkesinin bulunmaması, dolayısıy­
la hükümdar soyuna ait herhangi bir mensubun hükmetmeye yeterli olması yeni
bir şey değildi. Aile üyelerinin önemli askeri mevkilere veya valiliklere getirilmesi,
Ahamenişlerden itibaren İran hükümdarlık tarzına özgü bir durumdu. Bazı tarih­
çiler Selçuklu ikta sisteminin genişletilmiş hali olan suyurghal yönteminin, yani
devlet hizmeti karşılığında arazi verilmesinin Timurlular zamanında daha yaygın
ve cömert biçimde gerçekleştiğini, bunun da yerel anlamda daha büyük bir güç ta­
banı sağladığını iddia etmektedir. Bu saltanatın sonucu olarak göçebeliğin artması,
orduya alınabilecek süvari sayısının da artmasına imkan sağlamış olabilir. Devletin
bölünmesi sonucu her sarayın sanatçıları, mimarları, şairleri ve tarihçileri himaye
etmesiyle birlikte kültürel bir rönesansın ortaya çıkması alışılmadık bir durumdur.
Celayirilerin, Karakoyunluların ve Akkoyunluların hüküm sürdüğü 1 5 . yüzyıl
İran' da Safevilerin ortaya çıkmasına yol açan durumlar bakımından önemlidir. Bu
üç hanedan, Timurluların İran'ın batısındaki egemenliğini önce etkisizleştirip sonra
tamamen sona erdirmişti. Bu asırda Timurlularla bu üç hanedan arasında süren
çekişme, İran'ın batısında siyasi istikrarsızlığa yol açarak mevcut sosyal ve kültürel
bölünmeleri kızıştırdı. Siyasi istikrarsızlık ve toplumsal parçalanmanın dört önemli
sonucu oldu: Göçebeliğin ve aşiretçiliğin artması; bunların askeri olarak himaye
edilmesinin istikrarsızlığı şiddetlendirmesi; kendini siyasi olarak dile getiren dine
hizipçilik; Batı İran'da, özellikle de kuzeybatıda nüfusun Türkçe konuşan halklar­
dan yana ağırlık kazanması.
Din faktörü bir yana, Türk aşiretleriyle askeri ve siyasi gücü, 1 0 . yüzyılda Sel­
çukluların gelişinden itibaren İran tarihine damgasını vurmuştu. Üstelik bu aşiret­
ordu faktörü, şehirli veya yerleşik Pers bürokrasisinin yanı başında yerini almıştı.
Bu dönemdeki hükümetlerin bu iki kültürü sentezlemeyi başaramaması, onların
siyasi istikrarsızlığıyla açıklandı. Bu etnik farklılıkların üzerinde gereğinden fazla
durulmuştur; aslında soruna merkezileşmeye ve iktidarın bir elde toplanmasına
karşı bölgesel özerklik açısından bakılabilir. Aşiretlerle yerleşik nüfus arasındaki

141
IRAN TARn-ıt

çelişki büyük ölçüde, aşiretlerin kısa vadeli çıkarlarına karşı devletin uzun vadeli
çıkarlarının yarattığı siyasi istikrarsızlık anlamına geliyordu. Ayrıca devletin aşi­
retlerin desteğini alma ihtiyacı yüzünden otlaklara yerleşilmesine izin vermesi söz
konusuydu. Buna ilaveten, devlet birbiriyle çekişen aşiretlerin yarattığı hizipçiliği
bastıran bir araç olarak görülüyordu.
Celayiriler tarih sahnesine ilk kez 1 3 . yüzyılda, Hülagü'nün ordusunda yer alan
Moğol aşiretlerinden biri olarak çıkmıştı. 14. yüzyılda önce Anadolu'nun bazı yer­
lerine, ardından Irak'a, Azerbaycan'a ve Fars'a yayıldılar. Bağdat'ı Timur'a verip
geri aldıktan sonra 1 4 1 2'de Azerbaycan'la birlikte Karakoyunlulara kaptırdılar.
Son Celayirli, Timurlu hükümdarı Şahruh adına aşağı Irak'ı 1432'ye kadar yönetti.
Karakoyunluların kaderi hem Celayirilerle hem Akkoyunlularla kesişmişti. Bu ha­
nedanın kökeni bilinmemekle birlikte, geç İlhanlı döneminin önde gelen bir Türk­
men aşiretidir. İlk liderleri Celayirli hakimiyeti altında ortaya çıktı, ancak ikincisi
olan Kara Yusuf, bağımsızlığını Azerbaycan'da ilan etti. Önce Timur'a yanlışlıkla
meydan okuyup ardından kaçtıysa da 1408'de Şahruh'un sözde hükümranlığı altın­
da Tebriz'de yeniden devlet kurdu. İki yıl sonra Celayirileri kesin biçimde ortadan
kaldırdı. Kara Yusuf ve halefleri üstlerine gelen herkesle; Timurlu hükümranlarıy­
la, Diyarbakırlı Akkoyunlularla, Gürcülerle ve Kafkasyalı Şirvanşahlarla savaştılar.
Cihan Şah ( 1438-1 467) 1 5 . yüzyıl ortasında lrak'ta, Batı İran'da Kirman'da ve
Basra Körfezi'nin bazı yerlerinde egemenliği sağladı. Başarısını sadece Karakoyun­
lu soyundan gelmesine değil, Şahruh tarafından Azerbaycan valiliğine atanmasına
borçluydu. Bu mevki sayesinde Timurluları Batı İran'dan uzaklaştırdı.
Cihan Şah saltanatını sadece soy yoluyla ve doğrudan Timurlular tarafından
atanmasıyla meşru kılmamıştı. Ayrıca Celayirlileri alt ederek dolaylı yoldan onla­
rın halefi olması ve nihayet ilhanlılar vasıtasıyla hükümdarlığını meşrulaştırması
önemli bir olaydı. Onun adalet uygulaması Timur'a ve İlhanlılara eş düzeydeydi.
Hakan (Farsça) ve kağan (Moğolca) unvanlarını benimsemesi, Cengiz'in soyundan
gelen bir hükümdar olduğunu gösterme çabasının ve evrensel hükümdarlık iddiası­
nın delilidir. Önce Safeviler, ardından 1 8 . yüzyılda Afşarlar, 1 9. ve 20. yüzyılda da
Kaçarlar bu geleneği takip etti. Cihan Şah da Timurlu selefleri gibi sanatı, özellikle
Tebriz'de mimariyi ve edebiyatı himaye etti. Dini eğilimi konusunda çeşitli tar­
tışmalar vardır. Kendi topraklarında Şiilere saygı göstermesi, çıkarlarını kollama
olarak görülebilir. Adına basılan bazı sikkelerde Şiilikle, bazılarındaysa Sünnilikle
ilgili sözler vardır. Batı İran ve Doğu Anadolu halkları farklı İslam mezheplerine
bağlı olsa da Ali Ailesi'ne saygı duyma konusunda ortak davranıyordu. Dolayısıyla
Şii imamlarının isminin kullanılması Şiiliğe bağlılığı göstermez. Cihan Şah 1467'de
gafil avlanıp Akkoyunlu rakibi Uzun Hasan tarafından öldürülünce Karakoyunlu­
lar Hanedanı da sona erdi.

1 42
" İRANLI OLMAYANLAR " : İRAN'DA ARAPLAR, TilRKLER VE MOÔOLLAR

Akkoyunluların kökeni de aynı şekilde bilinmemektedir. İktidarın merkezi,


Karakoyunlu topraklarının batısında ve özellikle Diyarbakır'daydı. Diğer Türk
aşiretleri gibi onlar da parçalanmıştı. Bu yüzden liderliği ele geçirme mücadelesi
çok çekişmeli geçiyordu. 1435 ile 1453 arasında on bir kişi liderlikte hak iddia
etmişti. Bunun sonucunda Akkoyunlu liderleri kendilerine alışılmadık yerlerde
müttefik aradılar. Bunların arasında, Trabzon'daki Bizans imparatorluk ailesi gi­
bi evlilik yoluyla kurulan siyasi bağlar da vardı. Akkoyunlu liderleri önce İlhanlı
Hanı Gazan'a, ardından Karakoyunluların tersine Timur'a ve soyundan gelen bazı
hükümdarlara hizmet etti. Bu himaye sayesinde Uzun Hasan ( 1453-1478), başkent
Tebriz'de sürdürdüğü uzun saltanatı boyunca hakimiyetini lrak'a, Güney ve Gü­
neybatı Anadolu'ya kadar genişletti. İran'daysa, Karakoyunlular ve Timurluların
varlığına rağmen Kirman'a kadar ilerledi. Venedik'ten askeri yardım almasına rağ­
men Osmanlılara karşı başarılı olamadı. Osmanlı topçusunun üstünlüğü yüzünden
1473'te Tercan'da yenilmesine rağmen• onlara toprak kaybetmediği gibi iktida­
rını beş yıl daha sürdürdü. Kendilerini Sünni olarak gören Akkoyunlular, Şiiliği
benimseyen Safeviler tarafından yıkıldı. Ancak onların en büyük zayıflığı kendi
içlerindeki siyasi bölünmeydi. Uzun Hasan 1478 yılında öldü. 1 501 'de Şah İsmail,
Alvand'ı yenip Tebriz'i başkent ilan ederken kendisi de ilk Safevi şahı oldu ve böy­
lece Akkoyunlu Hanedanı tamamen ortadan kalktı.
Sasanilerin tarihe karıştığı 641 'den Safevilerin iktidara geldiği 1 5 0 1 'e kadar ge­
çen sürede; İranlıların Müslüman olması ve Türk-Moğol istilalarına rağmen Pers­
lerin evrensel hükümdarlık kavramı, bu kavramın İran'la ve siyasal kültürüyle bağı
devam etti. Yaygın sözlü geleneğin başta 1 0 . yüzyılda yazılan Şehname olmak üzere
ortaya çıkan Yeni Farsça vasıtasıyla yazıya aktarılması, Sasani elitin Müslüman
hanedanlara da hizmet etmesine imkan veren siyasi ve idari kültür, İslamiyet öncesi
evrensel hükümdarlık kavramının İslamın dini ve siyasi değerleriyle sentezlenme­
si gibi faktörler; tarihi belleğin devamlılığını sağladı. Türk-Moğol hanedanlarıyla
tekrarlanan aynı süreç; hiyerarşi, soyun sürmesi, otokratik hükümdar kavramı ve
onun varlığının Tanrı ile evren arasında denge oluşturması gibi unsurları daha da
pekiştirdi. Böylece şehinşah Tanrı'nın gölgesi oldu. Pragmatizmle siyasi kültür; Sa­
sanilerden sonra Abbasilere de hizmet eden bürokrat ailesi Bermekiler, Abbasiler,
Samaniler ve Büveyhiler gibi örneklerde bir araya geldi. Bu unsurları kullanan İbni
Mukaffa, Mesudi, Gazali, Nizamülmülk ve Reşidüddin gibi siyasi filozof/tarihçiler,
Perslerin yarattığı evrensel hükümdarlık kavramına İslami bir temel sağladılar.
Tarihi devamlılık bunların dışında, evrensel hükümdar ve diyalog içinde olduğu
uyrukları arasındaki ilişkide de görülüyordu. Evrensel hükümdar bu uyrukları ta-

• Otlukbeli Sava�ı (çcv.)

143
İRAN TARll-11

sarlıyor, hatta yaratıyordu ve onlar da bu tasarımı ona geri yansıtıyordu. Bu olay,


ideolojik ve pratik düzeyde gerçekleşiyordu. Hanedan üyeleri, bürokrasi, ordu, di­
ni gruplar ve elitler, (İslam örneğinde ulema ve hatta dervişler) aşiretler, kavimler ve
etnik gruplar, taşra yönetici ve elitleri, sanatçılar ve zanaatkarlar, tüccarlar, elçiler,
hatta yabancı elçiler, düşünürler ve yazarlar hep bu evrensel hükümdarın uyruğuy­
du. İster halife, ister sultan, vali veya şah olsun bunların unvanı göz önüne alın­
mıyordu. İranlılara ait bir devlet olmamasına rağmen evrensel hükümdar İran'la
özdeşleşmişti.
6

SAFE VİLER
( 1 5 0 1-1 722 )

Safevi dönemi belki dünyanın İran tarihi üzerine görüşlerini en çok belirleyen dö­
nem olmuştur. İran'ın Safevi Hanedanı yönetiminde tekrar birleşmesi, monarşinin
yeniden kurulması, Şah Abbas, İsfahan, Şiilik, Safevi sanat ve mimarisi; günümüz­
deki ve geçmişteki İran'la ilgili fikirlerimizi ve imgelerimizi şekillendirmiştir. Safe­
vilerin İran'ı, Sasani yönetiminin sona erip Arapların ve İslamiyetin hakim oldu­
ğu dönemin aksine, geçmişle önemli bir kopuşun işaretidir. Siyasi birliğin yeniden
ortaya çıkması, İran'ın daha sonraki tarihine damga vuran çok önemli iç ve dış
gelişmeleri yansıtır. Safevilerin yaptıkları sadece, coğrafi sınırlarıyla bildiğimiz ül­
keyi, başında İranlı bir hanedanın bulunduğu devletle yönetip şehinşah unv.anını ve
hükümdarlık kurumunu yeniden yaratmaktan ibaret değildir. Onlar aynı zamanda
Şiiliği resmi din olarak tesis etmiştir. Kısacası, 20. yüzyıl İran'ı ve Şii ulus devleti,
1 6 . yüzyılda atılan bu temelin mantıklı uzantısı olarak görülmüştür. Ancak ülkenin
tarihi süreci, aşikar gibi görünen bu mantığın sunduğu kadar basit değildir. Şiiliğin
Safeviler zamanında devlet dini haline gelmesine, bizzat onların döneminde ve hat­
ta 1 9. yüzyıl gibi geç bir tarihte bile önemli dini fikirlerle kurumların gelişmesine
rağmen, bütün bu kritik değişimler oldukça farklı yönlerde seyredebilirdi.
Bununla birlikte Safevi tarihinin ilk asrı, yaygın düşüncenin aksine, 1 5 . yüz­
yıldan büyük bir kopuşu getirmemişti. Resmi olarak uygulanan Şiilik bir yana
bırakılırsa, İran'a özgü hükümdarlık ve siyasi kültürde devamlılık vardı. Şiilikte
yaşanan değişimler ve ulemanın otoriteye dayattığı meydan okumalar, Safevilerin
daha sonraki tarihinde önemli bir hal aldı. Bu mezhebin kurumsal ve siyasi rolleri,
bilhassa hükümdarlıkla ilişkileri hakkında kendi içinde yaşadığı tartışmalar günü­
müzde bile devam etmektedir. Şiilik, Avrupa'nın büyük bir dış faktör olarak ortaya
çıkıp Safevi döneminden itibaren ilişkilerin yoğunlaşmaya başlamasından fazla et­
kilenmemişti. Bununla birlikte, 1 9. yüzyıl boyunca İran yaşamının bütün unsurları
(toplum, ulusal ve dış siyaset, ekonomi, kültür) bu etkiyi hissedecekti. Avrupa ve
Batı varlığının artmasının sonuçlarından biri, Şiilik içinde yaşanan tartışmalarda
Batılılaşmanın etkisinin artmasıydı. Bu durum, İranlıların hükümdarlıkla ilişkile­
rine bakış açılarını değiştirmelerine yol açtı. Bu değişimler 20. yüzyıl başında meş-

145
İRAN TARİHI

rutiyetle sonuçlandı. Böylece İran'da uzun zamandır varlığını sürdüren eşzamanlı


hükümdarlık geleneğinden büyük bir kopuş yaşandı.
İran tarihinin daha önceki dönemlerine nazaran, Safevi tarihi hakkında günü­
müze ulaşan kaynakların sayısı oldukça fazladır. Bol Safevi kaynaklarına ilaveten
Avrupa ve Osmanlı kaynakları da vardır. Tarihi düşünce konusunda son zamanlar­
da yaşanan değişimlerin ışığında, bu kaynakları kullanıp yorumlama konusunda
İran'da, Avrupa'da ve ABD'de büyük bir canlanma yaşanmaktadır. Örneğin Safevi
Yuvarlak Masası adıyla düzenli konferanslar tertipleyen bir grup tarihçi ilk bul­
gularını 1 9 90'da yayımladı. 1 Sonuç olarak, bu dönemin karmaşıklığı ve zenginliği
konusunda çok daha iyi bir tarihi anlayışa sahibiz. Yine de Safevilerin ilk yüzyılıyla
ilgili kaynak, bilgi ve yorum konusunda büyük bir boşluk vardır.
Safevi döneminin başlangıcı olarak, Şah İsmail'in hüküm sürdüğü 1501-1524
yılları kabul edilir. İsmail daha yedi yaşındayken Safevi Hanedanı'nın lideri oldu.
Babası Haydar Kafkaslar'da gaza yaparken 1488'de Şirvanşahlar tarafından öldü­
rülmüştü. Bunun üzerine iki oğlundan büyüğü olan Sultan Ali, Safevi Tarikatı'nın
lideri olarak babasının yerine geçmesine rağmen 1494'te Akkoyunlular tarafından
öldürüldü. Ölümünden önce kardeşi İsmail'i halef olarak seçmişti. Kısa bir süre sak­
lanan İsmail 1499'da, 12 yaşındayken, babasının intikamını almak amacıyla Şirvan­
şahlara karşı ilk seferini düzenledi. Bu seferde başarılı olan Safevi kuvvetleri, Alvand
komutasındaki Akkoyunlulara saldırıp 150l 'de Tebriz'i ele geçirdi. Bu olay Safevi
Hanedanı'nın başlangıcı kabul edilir. Bu noktaya kadar, ikisi de Uzun Hasan'ın to­
runu olan İsmail ile kuzeni Alvand arasında önemli bir farklılık yoktu. İsmail'in
aşiret konfederasyonuna dayanan kuvvetleri ve siyasi kültürü, onu Ak.koyunlu ge­
leneğinin uygulayıcısı haline getirmişti. Öyleyse nasıl olur da Sultan Alvand'ın hak­
kından gelmiş, ardından Akkoyunluların siyasi sınırlarının ötesine geçmişti?
Bilhassa Alvand'ın savaş meydanından kaçtığını düşünürsek, liderlik vasıfları
İsmail'i ayrı bir konuma getirmiştir. Belki bu sayede aşiretin komutanlarını kendisi­
ne bağlamıştır. Yaşadığı dönemde onu destekleyenler, radikal Şii iştiyakları olmasa
bile onu karizmatik bir lider gibi görmüş olabilir. Dönemin kaynaklarında baba­
sının ya da büyükbabasının Şii olduğunu gösteren bir bulgu olmaması, onlar gibi
İsmail'in de Sünni-Şii bölünmesine karşı bir tutum benimsediğini akla getirir. Safevi
Ailesi'nin hayatta kalan tek evladı olarak, bu Sufi tarikatının liderliğini tevarüs
etmenin yarattığı ruha sahipti. Babasının vakitsiz ölümü üzerine çocukluğunu sak­
lanarak geçirdi. 12 yaşındayken Safevi Tarikatı'nın otoritesi altında askeri bir lider
olarak ortaya çıkması ve kazandığı ilk başarı karizmasını artırdı. Avda ve savaşta
gösterdiği cesaret ve liderlik herkesin dilindeydi. Şirvanşahlara karşı yapılan cihat
veya yağmalar sayesinde toplanan ganimet, aşiretine mensup Türkmenler arasında
karizmasını iyice artırmış olmalıydı.

1 46
SAFEVİLER

İster bölgesel ister emperyal düzeydeki eski İranlı hükümdarlar gibi, İsmail'in
ordusu da uzun zamandır Safeviyye Tarikatı'na bağlı olan aşiret unsurlarına daya­
nıyordu. Tarihçiler bu tarikatın, kurucusu Şeyh Safiyüddin ( 1 252-1 334) zamanın­
dan itibaren İsmail'in büyükbabası Cüneyd'in, hana babası Haydar'ın kuşağına
kadar Sünni olduğunda hemfikirdir. Peki tarikat İsna Aşeriye/Caferiliğe veya daha
radikal heterodoksiye nasıl ve ne zaman yönelmişti ? Bu konudaki beylik açıklama­
lar kültürel ve siyasidir: Safeviyye Tarikatı'na bağlı olan Doğu Anadolu ve Kuzey
Mezopotamya Türkmenleri, Osmanlı hegemonyası ve kontrolüne karşı direnişle­
rinin bir parçası olarak heterodoks fikir ve ibadetleri benimsemişti. Şeyh Safi'nin
soyundan gelen İsmail daha çocuk yaşta Türkmenleri askeri zaferle tanıştırmıştı.
Bu yaşlarda kendisine aşılanan fikirler ve erken gelen askeri başarı sonucu, 1 5 0 1 'de
Tebriz'i ele geçirdikten sonra üstlendiği rolleri birleştirip Şiiliği devletin dini olarak
ilan etti. Ardından bu tabana dayanan bir hanedan kurulup İran politik bir varlık
olarak yeniden tesis edildi ve Şiilik ülkenin her yanında dayatıldı.
Safevi tarihi, hanedanın dini liderliğiyle birlikte başlar. Ailenin aşiret ve şehir­
li kökeni bu dinde bir araya gelmiştir. Ailenin iktidarının kökeni, kurucusu Şeyh
Safiyüddin'in adını taşıyan bu Sufi tarikatından çıkmıştır.
Selçuklular zamanından beri Azerbaycan'da, ardından Erdebil'de yaşayan şey­
hin ailesi muhtemelen Kürt kökenliydi. Safiyüddin, Şeyh Zahid'in müridi olup kı­
zıyla evlenince dini bakımdan sözü dinlenir bir konuma yükseldi ve kayınpede­
rinin adıyla anılan Zahidiyye Tarikatı'nın şeyhi oldu. Onun 1 3 0 1 'de ölümünün
ardından tarikat Safeviyye adıyla anılmaya başladı. İlk liderleri zamanında hızla
yayılan tarikat Azerbaycan'da büyük topraklara sahip olup çok sayıda mürit ka­
zandı. Safiyüddin'den itibaren Safevi şeyhleri dindarlıkları ve Türkmen aşiretleri
arasındaki güçleriyle tanındılar. Şeyh Safi, yaklaşık olarak kendi yaşadığı zamanda
yazılan biyografisinde açıkça Sünni olarak tanımlanmıştı. Safeviler arasında 1 5 .
yüzyıl ortalarına kadar militanlık v e heterodoksluk belirtileri yoktu. B u eğilimle­
rin edinildiği sürecin başkişisi muhtemelen İsmail'in büyükbabası Cüneyd'di (ö.
1460 ) . Hayatının büyük bir kısmını heterodoks fikirleri edindiği Doğu Anadolu
Türkmenleri arasında geçirmişti.
Peki 1 5 . yüzyıl İran'ında heterodoksluk ne anlama geliyordu? Popüler İslam,
Türkmenler arasında birtakım gelenek ve uygulamaları bir araya getiriyordu ki,
bunlar şehirlerde uygulanan yerleşik İslama aykırı düşüyordu. İster Sünni ister Şii ol­
sun popüler İslam; rüya tabiri, senkretizm (bağdaştırmacılık), karizmatik liderlik ve
hana ilk Şii imamı Ali'nin ailesine saygı duyma gibi unsurları paylaşıyordu. Ali'nin
soyundan gelmek de liderlik için önemli bir faktör olarak görülüyordu. Daha sonraki
Safeviler bu soydan geldiklerini iddia etmişler, müritleri de tarikatın ve hanedanın

147
IRAN TARİHİ

kurucularına evliyalık vasıfları ve hatta belki ilahi vasıflar atfetmişlerdi. Erken Safevi
tarihinde Şiiliği Sünnilikten ayırmanın bir diğer zorluğu, Sünnilerin egemen olduğu
bir dünyada, Şiilerin ayakta kalmak için takiyye yapmasıdır. Bu durum, tarihin bu
kısmını yeniden oluşturmayı ve dini eğilimleri anlamayı iyice güçleştirmektedir.
Cüneyd, Uzun Hasan'ın kız kardeşiyle evlenerek Safevileri Akkoyunlularla ak­
raba yaptı. Şeyh, Kafkaslar'daki Hıristiyanlara karşı gaza yaparken öldürüldü ve
böylece gaza/gazilik, daha sonraki Safevi kimliğiyle meşruiyetinin bir parçası ol­
du. Safevi-Akkoyunlu ilişkisi, Cüneyd'in ölümünden sonra da devam etti. Uzun
Hasan'ın sarayında yetiştirilen oğlu Haydar, sonunda onun kızlarından biriyle ev­
lendi. Daha sonraki kaynaklar Haydar'ın Şii olduğunu ve on iki imamı temsil eden
on iki katlı kızıl sarığı ilk kez onun kullandığını belirtir. Safevi tarikatına bağlı olan
Kızılbaşlar, adlarını taktıkları bu sarıktan alırlar. Uzun Hasan ve sarayındakiler
Sünni olduğu için Haydar'ın orada Şiiliği benimsemesi ihtimal dışıdır. Genç yaşta
babasına özenen şeyh, müritleriyle birlikte Kafkasya'ya yöneldi ve 148 8'de Şirvan­
şahlar tarafından öldürüldü.
Haydar muhtemelen Uzun Hasan'ın oğlu olan ve Şirvanşahların desteğini alan
Yakub'un rakibi olarak görülüyordu. Haydar ölünce Yakub, oğulları Sultan Ali
ve İsmail'i esir alarak, ailenin büyük destek bulduğu Tebriz ve Erdebil'den uzak­
taki Fars eyaletinde hapsetti. Sultan Ali, Akkoyunlu askerleri tarafından 1494'te
öldürülünce, kardeşi İsmail Safeviyye Tarikatı'nın başına geçti. Müritleri onu giz­
lice Gilan'a kaçırdı. Şii olan ve Ali'nin soyundan geldiğini iddia eden Lahican'daki
yerel hükümdar onun sığınmasına izin verdi. Beş yılı aşkın bir süre bu şehirde
kalan İsmail, Şiilik fikirleriyle burada tanıştı. Genç İsmail gerek Azerbaycan'da
Akkoyunlular arasındaki hizipleşmelere katışan Türkmen müritler için, gerek Do­
ğu Anadolu'da Osmanlı idaresine ve merkeziyetçiliğine karşı direnen Türkmenler
için toparlayıcı bir kişi haline gelmişti . Sonuç olarak İsmail'in gücünün dayanak
noktası Safeviyye Tarikatı ve buraya bağlı olmanın yanında aşiret biçiminde de
örgütlenen Türkmen yandaşlarıydı. Dinle hanedan arasındaki karizmatik bağ bir
kez daha, ancak bu kez Şii tabanına dayalı olarak kurulmuştu.
Tarihçiler İsmail'in hayatını genel olarak dört ana başlık altında toplar: Safevi
Hanedanı ve hakimiyetinin kökeniyle kuruluşundaki aşırı heterodoksluk; saltanatı
boyunca Safevi ordusu ve bürokrasisinde görülen İranlı-Türkmen veya Tacik-Türk
şeklindeki ikili yapı; ordularının Osmanlılara yenilmesi sonucu karizmasını kay­
betmesi nedeniyle saltanatında dönüm noktası olarak görülen 1 5 14'teki Çaldıran
Savaşı; bunun ardından devlet işlerinden elini çekip kayıtsız veya haz düşkünü bir
hayat sürmesi.
14. yüzyılda İran, Doğu Anadolu ve Kuzey Mezopotamya'da yaşayan halkların
büyük kısmı için Sünni-Şii ayrımı muhtemelen fazla önemli değildi. Halklar yaygın

1 48
SAFEViLER

inançları ve ibadetleri paylaşıyordu. İlahiyat ve kanunlar, şehirli kurumlarla özdeş­


leşen tahsilli küçük bir azınlığın elindeydi. Yeni şah Şiiliği devlet dini ilan ettiğinde
uyruklarının hayatında değişen fazla bir şey olmamıştı. Peki İsmail bunu resmileş­
tirmek zorunda mıydı ? Daha geniş tarihi boyutta ve İran/Orta Asya bağlamında,
evrensel/eşzamanlı hükümdar belli dinlerin, özellikle yerleşik dinin üstüne çıkarak
bütün dinlere ve bunların kurumlarına hakim oluyordu. Sünni kurumların yerleşik
olma özelliği göz önüne alındığında, Şah İsmail Sünniliği kabul etseydi bu mümkün
olmayacaktı. Üstelik soy vasıtasıyla, Safeviyye Tarikatı'nın liderliğini de tevarüs
etmişti. Açıkçası, İsmail ve en yakın yandaşlarının "yerleşik dinle" sorunları vardı .
Ayrıca, ulema ile tarikatlarının lideri olan Safeviler arasında toplumsal-dini bir ge­
rilim olabilirdi. Bunun dışında resmi ve hukuka daha yakın İslamla popüler İslam
arasında, yerleşik siyasi düzenle ona karşı çıkanlar arasında gerilimlerin olması
da mümkündür. Ne yazık ki, İsmail'in eğitimi, gelişmesi, fikirlerinin oluşması ve
bilhassa yetişmesinde hayati öneme sahip Lahican safhası konusundaki bilgilerimiz
çok kısıtlıdır.
İsmail'in heterodoks görüşlerinin yaygın biçimde görüldüğü kaynak, Kızılbaş
müritlerinin dili olan Çağatay Türkçesiyle yazdığı şiirlerini topladığı Divan'ıdır.
Peki bu eser inançlarını ne ölçüde yansıtır? Müritlerinin heterodoks görüşlerine
hitap etmek için mi yoksa onlardan etkilenerek mi yazılmıştır? Şiirleri dinleyen
tarikat mensupları ve yandaşları tarafından nasıl karşılanmıştır? İmgelerle fikirler
edebi olarak mı, metafor olarak mı yoksa mistik olarak mı anlaşılmıştır? Bunlara
ilaveten, heterodoks hatta radikal Şiilik bakımından; Doğu Anadolu ile Kuzeybatı
İran'da Sünniler ile İsmail'in erken başarılarıyla son derece bağlantılı olan Şii nüfus
arasındaki yaygın inançlar ne kadar farklıydı ? İsmail'in şiirlerinin o dönemde yazı­
lan benzer şiirlerle, genel olarak o rürle veya hükümdarların şiir yazma geleneğiyle
ilişkisi neydi?
Hükümdarlar arasında şairlere hamilik etme, hatta bizzat şiir yazma konusunda
kökleşmiş bir gelenek vardı. Bu konuda iyi bilinen bir örnek, İsmail'in rakibi olan
ve Farsça şiirler yazan Osmanlı Sultanı 1. Selim'dir. 1 5 . yüzyıl sonunda Herat'ın
Timurlu hükümdarı olan Sultan Hüseyin Mirza 'nın sadece Farsça yazan şairlere
hamilik etmeyip, bir yenilik olarak Çağatay Türkçesiyle şiirler yazılmasını teşvik
etmesi belki daha da önemli bir olaydır. İsmail'in şiirlerinin radikal heterodoks içe­
riğiyle propagandacı amaçları, Safevi araştırmalarında uzun süredir öne çıkmıştır.
Onun Divan'ı akla Tasavvuf şiirini, örneğin kendini Tanrı'nın dışavurumu olarak
gören Mansur el-Hallac'ın şiirini ya da (kendini böyle görmeyen) büyük mutasav­
vıf Rumi'yi getirir. Ustalıklarına bakılarak, gerek Hallac gerek Rumi, Tanrı'nın ina­
yetiyle hareket edip yazdılar. Hayatları ve şiirleri bu inayeti yansıtıyordu; bununla
birlikte ikisi de Tanrı değildi. Tasavvufun amacı Tanrı'yla bir olmaktır. Tasavvuf

149
IRAN TARIHI

şiirinde Tanrı sevilendir. Seven kişinin, yani bu vahdet için özlem duyan kişinin
hedefidir. Seven kişi bu süreçte yer alarak sonunda sevilen olur. Sonuçta yorum
okuyucuya veya dinleyiciye bırakılır. İsmail'in müritleri Safevi soyundan gelmesi
dolayısıyla onu karizmatik bir lider olarak, hatta bazıları tanrı-kral olarak görü­
yordu. Bununla birlikte müritleri, onun şiirlerinde kullandığı imgeleri mecaz olarak
anlayıp İsmail'i, Tanrı'nın inayetinin sureti gibi görmüş olabilir.
İsmail'in amacının ipuçları aynı zamanda 1 5 . yüzyılın siyasi kültüründe görü­
lebilir. Onun Divan'ında tarihe ve hükümdarlığa başvurması o kültürün uzantısı­
dır. Eserleri onun farklı uyrukları tarafından deşifre edilir. Örneğin 1 95 numaralı
şiirde3 heterodoks Şii imgeleri kullanır ki, bazı araştırmacılar bunu edebi açıdan
yorumlamıştır; fakat aynı zamanda, sadece mecazi olarak okunabilecek şekilde,
Firdevsi'nin Şehname'sinden imgelere de başvurur. Bunların her ikisi de 15 numa­
ralı şiirde görülebilir:

Benim adım Şah İsmail. Ben Tanrının sırrıyım. Bütün bu gazilerin lideriyim.
Annem Fatima, babam Ali ve ben de On İki lmam'ın Piriyim.
Babamın kanını Yezid'den geri aldım. Emin olun ki Haydar'ın o özünden
geliyorum.'

İsmail bu satırlarda Şii, Sufi ve Safevi çizgisine bağlı soyunu dile getirmişti. Sade­
ce bir tarikatın değil, aynı zamanda İran'da Şiiliği kuran hanedanın lideri olarak
meşruiyetini göstermenin bir sonraki mantıklı adımı; gerçek ya da hayali olsun,
imamların soyundan geldiğini iddia etmek veya kendini buna layık görmekti. Ba­
bası Haydar'la (ve buradan yola çıkarak İmam Ali'yle) ilgili dolaylı ve dolaysız
referansların yanı sıra kendisinin (ve ailesinin ) Safeviyye Tarikatı'nın lideri olma­
sına ve daha genel anlamda Tasavvuf yoluna göndermeler mevcuttu. Burada siyasi
kültür açısından önemli olan, herhangi bir dini fikirden bağımsız olarak egemen
durumdaki sülalenin soyundan gelmektir. İsmail bazı şiirlerde hükümdarın şaman
olduğundan bile bahseder. Bu hükümdarlık vasfı hem İran'da hem Orta Asya'd �
makbuldür. İsmail böyle yapmakla Safevi soyundan gelen Şii bir hükümdar olarak,
meşru varis rolünü haklı göstermenin ötesine geçer. Geçmişteki İslami olmayan ge­
nel hükümdarlık kavramı vasıtasıyla kendi zamanını da temize çıkarıp, kendisiyle
Tanrı ve ilahi gaye arasında bağ kurar.
Önemli bir husus, İsmail'in şiirleri vasıtasıyla İran'ın eski siyasi geleneğiyle,
Şehname'de adı geçen hükümdarlar ve kahramanlarla bağ kurmasıdır. Bu da ken­
di hükümdarlığını haklı kılan bir başka gelenek ve geçmiştir.5 " Ben Feridun'um,
Hüsrev'im, Cemşid'im ve Zohak'ım [ ! ] . Ben Zal'ın oğluyum [Rüstem] ve
İskender'im. " 6 Bu mısrada İsmail, içlerinde Arap zorba Zohak'ın da bulunduğu

1 50
SAFEVİLER

Şehname karakterlerini kullanarak İran hükümdarlarıyla soy bağını kurar. Böylece


tüm uyruklarına karşı kendini hükümdar olarak sunar. Bu örnek, sadece Türk ol­
mayanlara hoş görünmekten ibaret değildir. Taciklerffatlar veya şehirli ve tahsilli
idarecilere, yani Şah İsmail'e ihtiyaç duyduğu desteği veren ve Türkmenlere karşı
denge oluşturan diğer etnik gruba yaranmanın yanı sıra daha geniş anlamlarda
okunabilir. Muharebe etmek üzere olan hem İranlı hem Türk askerlere yüksek sesle
Şehname' den satırlar okunurdu. Üstelik Osmanlı Sultanı 1. Selim, İsmail'e gönder­
diği mektuplarda, hükümdarlığın müşterekliğini göstermek amacıyla Şehname'de
ve İran siyasi geleneğinde geçen isimler kullanmıştı. Bununla birlikte, gerek Selim
gerek babası Bayezid, İran'ı aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu'ndan ayrı bir
devlet olarak kabul etmişti. Selim için bu ayrılık Şiilikle pekişmişti. Şehname'de
yer alan şahlar, farr vasıtasıyla sağladıkları doğuştan gelen hakla Tanrı'nın inayeti
ve atanma sayesinde hüküm sürüyordu. Zat ve Rüstem adlı kahramanlar, hüküm­
darları kendi kusurlarından kurtararak İran topraklarını korumuş oluyorlardı.7
İsmail'in bir lider olarak kendisi hakkında yarattığı imge İskender gibi hem farr,
yani inayet ve İsmail'in durumunda soy, hem de cesaret, marifet ve sadakati bir
araya getiriyordu. Ayrıca İskender hanedanın kurucusu görülüyordu.
Şah İsmail' in saltanatının ilk bölümünü yorumlayan tarihçiler genel olarak Fars­
ça konuşan/şehirli/bürokrat/ılımlı Ortodoks İran'a karşı Kızılbaş/aşiret mensubu/
kırsal kökenli/radikal heterodoks İran siyasetinin altını çizerler. Ayrıca ilk grubun
bürokratik İran geleneğine, ikincisinin orduya hakim olduğunu belirtirler. Durum
gerçekten böyleyse, o zaman İsmail'in denge sağlayıcı siyasi becerilerini takdir et­
memek imkansızdır. Etnik kimliklerle ilişkili bu ikili yapı 14. ve 1 5 . yüzyılların
tarihi, siyasi ve sosyal gerçekliğini yansıtıyordu. Silahlı ve atlı Türkmenler, gerek
bireysel gerek aşiret çıkarlarını savunma konusunda askeri beceriler elde etmişti.
Daha önce Gürcistan'da İsmail'in büyükbabası Cüneyd ve babası Haydar'la gaza­
ya katılmışlardı. Onların Safeviyye Tarikatı'nın tarihi ve İsmail'in fetihlerindeki ro­
lü düşünüldüğünde, orduya egemen olmalarına şaşırmamak gerekir. Kendi sosyo­
politik örgütlenmeleri göz önüne alındığında, Türkmenlerin, İsmail'in çıkarlarını
tehdit edecek şekilde kendi çıkarlarına göre hareket etmesi şaşırtıcı değildir.
Şehirlerde yoğunlaşan idari ve bürokratik gelenek, üç dili (Farsça, Arapça ve
Türkçeyi) bir arada kullanan kalem erbabının elindeydi. İsmail'in bazı bürokratları
askeri görevler de üstlenmişti. İki grubun, yani bürokrasiyle ordunun arasındaki
fark her zaman belirgin değildi. 8 Ordusunu Türkmenlerden oluşturan İsmail, on­
lardan ayrı birlikler kurmamıştı. Safevi Hanedanı aşiret mensubu değildi. Safeviyye
Tarikatı pek çok bakımdan işe yarasa da, İsmail (zaferlerden sonra yağma ihtimali
dışında) bir orduyu besleyecek kaynaklardan yoksundu. Kendisinden sonra gelen
Şah Abbas'ın yaptığı gibi yeni askeri birlikler kursaydı, bunların hükümdara bağ-

151
İRAN TARİHİ

lılığı İsmail'i Türkmenlere ve onların siyasetine bağımlılıktan kurtarırdı. 14. ve 1 5 .


yüzyılların siyasi kültüründe, hükümdar dahil kimsenin güç tekeline sahip olma­
ması önemli bir husustur.
İsmail'in 1 5 1 4'te Çaldıran'da yenilmesi genel olarak birkaç faktörle açıklanır.
Safeviler, Osmanlıların toplarıyla bozguna uğramıştı, ayrıca rakibin asker sayısı
kendilerinin iki katıydı. Üstelik Osmanlıların tersine Safeviler, aşiretlerden topla­
dıkları düzensiz ve disiplinsiz bir orduya bağımlı olduklarından, kötü bir taktik
planlaması yapmışlardı. Buna karşılık Osmanlılar savaşı kazanmalarına rağmen,
yaklaşan kıştan korkup Azerbaycan'da kalmaları halinde büyük bir ikmal hattına
gerek duyulacağı endişesiyle düşmanlarını takip etmekten vazgeçtiler. Safevilerin
Çaldıran'da ilk kez yenilmesi, Kızılbaşların İsmail'in yenilmezliğine olan inancı­
nı değilse de güvenini sarsmıştı. Onun kutsallığına duyulan inancın kanıtı olarak,
Çaldıran'dan sonra birliklerinin zırh giymeden muharebeye girdiğinden bahseden
tek bir kaynak vardır ki, bu da güvenilir değildir.9 Böylece bu mağlubiyet İsmail'in
yenilmezliğine duyulan inancı sona erdirmişti.
Din motive edici güçlü bir faktör olmasına rağmen, İsmail'in aşiretlerden der­
lediği düzensiz süvari birliklerinin, topçu desteğindeki daha disiplinli ve tecrübeli
Osmanlı birliklerine yenilmesi kuşkusuz onların aklını başına getirmişti. İsmail'in
ordusu, çatışma kendi koşullarına uygun biçimde gerçekleştiği sürece hasımlarına
karşı koyabilirdi. Bu koşullar hız, esneklik ve çatışmanın kısa sürmesiydi. Bunun
dışında, aşiret savaşçılarını güvenilmez kılan iki etken daha vardı. Aşiret liderlerin­
den belli miktarda atlı ve silahlı asker temin etmeleri istense de, bu talebi istenen
zamanda yerine getirmeleri kesin değildi; zira liderler aşiret mensuplarıyla çoğu
zaman zayıf ilişkilere sahipti. Burada çarpıcı olan, hayvancılık veya tarıma dayalı
ekonominin gereklerine bağlı olarak aşiret üyelerinin kendi çıkarlarını gözetmeleri
ve daima lidere bir alternatif bulma potansiyeliydi. İkinci etken yağmayla ilgiliydi.
Yağma, savaşı kazanmada çok önemli bir motivasyon veya savaş sırasında hayvan­
cılık veya tarıma dayalı ekonominin uğrayacağı zararları telafi etme kaynağıydı.
Askeri zafer yağma anlamına gelirken, yenilgi ekonomik kayıp ve ödenecek bedel
demekti.
Çaldıran Savaşı'na kadar, Şah İsmail adına savaşma konusunda herhangi bir
ideolojik motivasyona bakılmaksızın, yenilgi Safevi savaşçılar bakımından bir tür
maliyet-kazanç analiziyle veya pragmatizmle sonuçlanmıştı. Osmanlı ordusunun
üstünlüğü ve toplarını etkin biçimde kullanması karşısında, bu pragmatizm İsma­
il ve aşiretlerden topladığı birlikleri için temel bir faktördü. Bu durum, İsmail'in
1 5 1 4'ten sonra ölümüne kadar geçen on yıl boyunca sefere çıkmamasını açıklaya­
bilir. Savaş kendi koşullarına göre yapılmadıktan sonra Osmanlılarla karşı karşıya
gelip olası bir yenilgiye ve kayıplara yol açmanın ne anlamı vardı?

152
SAFEVİLER

Tarihçiler İsmail'in Çaldıran'dan sonra on yıl boyunca devlet işlerine karış­


mayıp içki alemlerine daldığını belirtirler. Bu durum saltanatının ilk on yıllık bö­
lümüyle bir zıtlık oluşturur. Müritlerinin İsmail'in karizmasına yönelik yaşadığı
hayal kırıklığı, genel tabloyu açıklamaya yardımcı olur. Büyükbabası Cüneyd ile
babası Haydar'ın daha önce Kafkaslar' da mağlubiyet yaşamalarına rağmen kariz­
malarının zedelenmemesi ilginç bir husustur. 10 Av ve içki alemleri, aşiret liderleriyle
hükümdarların ayrılmaz bir parçasıydı. Acaba Çaldıran yenilgisi, lsmail'in, İran'ın
1 6 . yüzyıl başı siyasi kültürünün kısıtlamalarını ve neyi başarıp neyi başaramaya­
cağını anlamasını mı sağlamıştı ? Sonuçta o Feridun, Hüsrev, Cemşid veya Zohak
değildi. Elbette İskender gibi bir hanedan kurmuştu ve onunki çok daha uzun yaşa­
yacaktı. Safeviler iki yüzyılı aşkın bir süre nasıl başarıyla hüküm sürmüşlerdi ? On­
ların başarısının temelinde hanedanın Şiilikle özdeşleşmesi, İran'ın siyasi kültürünü
pratik koşullar içinde yönetmeyi becermeleri, İran'ın tarihi hükümdarlık kavramını
ve simgesel temsilini anlamaları, hayati noktalarda siyasi ve askeri liderlik becerisi
sergilemeleri yatıyordu. Başta Şah Tahmasb ve 1 . Abbas olmak üzere bütün hüküm­
darlar, bilhassa kendilerini ve programlarını kilit noktalarda bulunan, Safevi soyu
ve hükümdarlığıyla özdeşleşmiş unsurlara sunmakta mahirdiler. Safevi dönemi bo­
yunca iktidar için çekişen bütün güçler ister Kızılbaş ister Safevi eliti ve yetkilileri
olsun, bunu daima Safevi Sülalesi'nden birinin adına yaptılar. Belki bunun tek is­
tisnası Noktaviye Tarikatı'ydı.12 Afganlar 1 722'de İsfahan'ı ele geçirip hanedanın
yönetimine son verdiği zaman bile, isyancılar tahtta hak iddia eden Safevi üyeleri
adına isyan çıkarmıştı.
Kaynak sorunu nedeniyle erken dönem Safevi tarihini kavramak zor olsa da Şah
İsriıail'in kazandığı başarılar kesindir. O Kızılbaş destekçileriyle birlikte Safevilerin
siyasi hakimiyetini kurup sürdürmesini sağladı. Onlarla birlikte meşruiyeti Safeviy­
ye Tarikatı'nın kurucularının soyundan gelip liderliğini üstlenmesine ve başlangıçta
bir komutan olarak kazandığı başarılara dayanıyordu. Sasanilerin yıkılmasından
beri İran ilk kez İranlı bir hanedan ve eşzamanlı hükümdarlık altında yeniden bir­
leşmişti. Şiilik devlet dini olarak tesis edildi. İsmail öldüğü zaman yerini on yaşın­
daki oğlu Tahmasb aldı. Genç şah Kızılbaş aşiretlerin gözünde hanedandan gelen
bir karizmaya sahip olsa da, aşiretler arasında yaşanan hizipçilik istikrarsızlığa yol
açacak mıydı? Çıkacak istikrarsızlık Osmanlılarla Özbeklerin işine yarayıp Safevi
devletinin parçalanmasıyla mı sonuçlanacaktı ? Yeni ortaya çıkan dini bir kurum
olan ve kendi otoritesi için endişe duyan ulemayla hükümdar arasındaki ilişki nasıl
seyredecekti? Yeni oluşan Şii uleması İsmail'e bağlıydı ama sonraki hükümdarlarla
ilişkisi ne olacaktı ?
1 5 14 Safeviler için uğurlu bir yıldı. İsmail Çaldıran'da Osmanlılara yenilirken
oğlu ve varisi Tahmasb doğmuş, Portekizliler Basra Körfezi'ndeki Hürmüz Adası'nı

1 53
IRAN TARlHI

işgal etmişti. 1 5 14'ten İsmail'in öldüğü 1 524 yılına kadar pek fazla iç ya da dış
tehdidin olmadığı bir dönem yaşanmıştı. Ne var ki bu durum Tahrnasb'ın tahta
çıkmasıyla tamamen değişti. Saltanatının ilk yıllarına, gerek kendisine gerek Safevi
hükümranlığına yönelik iç ve dış tehditleri hassas biçimde dengeleme mücadelesi
damgasını vurdu.
En ciddi iç faktörler İran'ın siyasi kültürüyle ilgili olup Tahrnasb'ın azınlığı et­
rafında yoğunlaşmıştı. Genç şah giderek büyüyüp olgunlaştıkça bu sorun kısmen
giderildi ve babası gibi askerlerine savaşta liderlik eden bir statüye erişti. Safevi
Hanedanı'nın meşruiyeti sorgulanmasa da Tahmasb kendi ailesi içinden gelen teh­
ditlerle karşı karşıyaydı. Kardeşi Alkas Mirza 1 534'te tahtta hak iddiasını destek­
lemeleri karşılığında Osmanlılarla işbirliği yaptı. Bunun dışında, kendi içlerindeki
hizipler ve hasımlıklar dikkate alındığında, Kızılbaş boylarından birinin Safevi Ai­
lesi içinden bir rakibi destekleme olasılığı her zaman mevcuttu.
Tahmasb'ın uzun süren azınlık konumu boyunca karşılaştığı ilk ve en büyük
zorluk, Kızılbaş hizipçiliğini kontrol altına almaktı. Sürüp giden Osmanlı ve Özbek
tehditleri karşısında bu sorun, İran'ı siyasi ve askeri olarak zayıflatıyordu. Kızılbaş
boyları Kuzeybatı İran ve Doğu Anadolu'da Safevileri ilk destekleyen grup olması­
na rağmen, kökenleri Orta Asya'ya ve 14. yüzyıl Timurlu devletlerine dayanıyordu.
Başlıca aşiretler arasında Şamlular, Rumlular, Ustaclular, Takkalular, Afşarlar ve
Kaçarlar vardı. Bunların çoğu Safevi dönemi boyunca faal olup 1 8 . yüzyıla kadar,
hatta Kaçarlar 1 9 . yüzyıla kadar varlığını sürdürdü. Kızılbaşların gücüyle nüfuzu
atlı ve silahlı savaşçılarıyla özellikle Kuzeybatı İran'da geniş otlakları kontrol etme­
lerinden geliyordu. Böylece önemli bir askeri rol üstlenmişlerdi. Kendi aralarında ve
diğer benzer aşiretlerle arazi ve iktidar için çekişiyorlardı . Sahip oldukları özerkliği,
sınırlamak isteyen güçlere karşı savunuyorlardı. Bunun dışında, Orta Asya kökenli
Türk aşiretleri arasında uzun zamandır devam eden bir gelenek vardı. Küçük yaş­
taki şehzadeler vali yapıldıktan sonra aşiret emirleri, büyükleri veya komutanları
atabey olarak atanıp bu şehzadeler adına sorumlu oldukları eyaleti yönetiyorlardı.
Tahmasb da önce Rumluların, ardından Takkaluların, sonra yine Rumlu emirlerin
himayesine girmişti. Dolayısıyla genç şahın yetkisini üstlenme konusunda bir reka­
bet vardı. Tahmasb Kızılbaşlar üzerinde kendi iktidarını kurana kadar pek güvende
sayılmazdı. Otorite ve iktidar çekişmesinin yarattığı kaos sadece Osmanlılarla Öz­
beklerin işine yarıyordu.
Osmanlı Sultanı 1. Selim ( 1 5 12-1 520) Çaldıran zaferinin ardından bütün dikka­
tini Arap Ortadoğu'sunu fethetmeye vermişti. 1 520'de ölünce yerine Kanuni veya
batıda tanındığı üzere " Muhteşem" Süleyman ( 1 520- 1 566) geçti. Doğu Anadolu'da
Safeviler bir ihtilaf konusu olmaya devam etse de, yeni padişah önceliği Avrupa
kıtasındaki batı sınırlarına vermişti. Nüfusu, zenginliği ve Avrupa'ya yakınlığı ne-

154
SAFEVİLER

deniyle Balkanlar, Osmanlı hükümdarları için her zaman öncelikliydi. Osmanlı


ordusu Safevilere karşı her zaman daha güçlü olsa da, Kızılbaşlarla yakın ilişkisi
bulunan Doğu Anadolu'daki Türkmen aşiretlerinin sürekli rakiplerini desteklemesi
nedeniyle genel durum hep aleyhlerineydi. Üstelik Doğu Anadolu'daki coğrafi et­
kenler de Osmanlılara dezavantaj yaratıyordu. Bu bölgede sefere çıktıkları zaman
ikmal hatları son derece uzun olmak zorundaydı. Ordu yazın sefere çıkıyor ve çetin
doğa koşulları nedeniyle kış yaklaşınca geri çekiliyordu. Buna ilaveten Safeviler
hızlı hareket etme kabiliyetlerini geri çekilirken her şeyi yakma politikasıyla bir­
leştiriyordu. Bu durum Osmanlıların ikmal hatları konusunda yaşadığı sorunları
iyice artırıyordu.
Safevilerin doğusunda yaşayan Özbekler tıpkı Kızılbaşlar gibi aşiret ve göçebe­
liğe dayalı siyasi kültürün ürünü olup en belirgin özellikleri hizipler ve askeri açı­
dan hareketlilikti. Uzun yıllar boyunca Horasan'a akınlar düzenlediler ama çoğu
zaman Safeviler onların üstesinden geldi. Tahmasb saltanatının ilk yıllarında muh­
temelen Portekizlilerden temin ettiği topları onlara karşı kullanıyordu. Özbeklere
karşı muharebelerde yiğitliğini kanıtlayan Tahmasb, kazandığı her zaferle meşrui­
yetini pekiştirdi. Osmanlılar büyük askeri güçleri ve topraklarının Safevi başkenti
Tebriz'e yakın olması nedeniyle daima en önemli düşmandı. Bu yüzden Tahmasb
Özbeklerle savaşırken batı sınırlarında ne zaman Osmanlılar belirse kuvvetlerinin
bir kısmını buraya göndermek zorunda kalıyordu.
Tahmasb 1 5 30'ların başında, Osmanlı devletinden gelen en ciddi tehdide kar­
şılaştığı sırada Kızılbaş hiziplerinden bağımsızlığını etkin biçimde kazanmıştı. Sü­
leyman Avrupa cephesinde barış sağlayınca yönünü doğuya ve Safevilere çevirdi.
Osmanlı kuvvetleri 1 534'te Tebriz'i bir kez daha işgal etti. Ancak uzun ikmal hat­
ları ve yaklaşan kış gibi sorunlar nedeniyle buradan ayrılıp Bağdat'ı ele geçirdiler.
lrak'la birlikte ele geçirdikleri bu ödülü, 1 7. yüzyılda kısa bir süre Şah Abbas'a
kaptırıp geri aldıktan sonra bir daha Safevilere bırakmayacaklardı. 1 540'ta liderle­
ri Ubeydullah ölünce Özbek tehdidinin ortadan kalkması Safevi Devleti için talihli
bir olaydı. Ancak Osmanlı ordusu 1 548 'de yeniden seferlere başladı ve Tebriz'i
kısa bir süre işgal etti. Tahmasb'ın kardeşi Alkas Mirza'nın desteğini alan Osman­
lılar 1 554'te bir kez daha saldırdı. 1 555'te Süleyman ile Tahmasb'ın mutabakata
vardığı Amasya Antlaşması'yla birlikte iki imparatorluk arasındaki sınırlar belir­
lendi ve otuz yıl sürecek bir barış dönemi başladı. Buna göre Azerbaycan Safevi
devletinde kalırken, Bağdat ve Şiiler için kutsal şehirler olan Kerbela ve Necef dahil
olmak üzere Irak Osmanlı hakimiyetine girdi. İlk imamların türbelerinin bulun­
duğu, dolayısıyla Şii hacılar için önemli olan Kı:rbda ve Necef şehirlerinin kaybı,
Tahmasb'ın Safevi ulemaya desteğinin artmasında etkendi. Siyasi egemenliğin kay­
bedilmesine rağmen bu kutsal şehirlerin himayesi devam ediyordu. Bir diğer önemli

1 55
IRAN TARİHİ

gelişme, şahın başkentini Tebriz'den, Osmanlıların ve Kızılbaşların uzağında bulu­


nan Kazvin'e taşımasıydı.
Tahmasb'ın iç ve dış güçleri başarılı bir şekilde dengelemesinde bizzat Safevi meş­
ruiyeti ve yönetiminin dayandığı taban rol oynamıştı. Sünni olan Özbekler özellikle
hükümdarlığın Şii niteliğine karşı meydan okuyorlardı. Osmanlılar da yine Sünni
olmanın yanı sıra evrensellik ve bütün Müslümanları yönetme iddiasıyla, bu temele
karşı daha büyük bir tehdit oluşturuyordu. Buna rağmen Tahmasb'ın meşruiyetiyle
İran'ın istikrarına karşı en büyük tehdit içerdeki Kızılbaşlardan geliyordu. Onla­
rın daimi biçimde temsil ettikleri radikal Şii düşüncelerini askeri güçleriyle pekiş­
tirmeleri, İran'ın siyasi açıdan bölünme ihtimaliyle bir araya gelince Tahmasb'ın
yönetimine karşı tehdit oluşturuyordu. Üstelik Radikal Şiilik, Tahmasb'ın evrensel
ve eşzamanlı liderliği temsilinin yanı sıra halkın geniş kesimleriyle ve özellikle şe­
hirlerdeki Şii ulemayla ilişkilerini baltalıyordu.
Kızılbaşların otoriteleri Safevi Ailesi'yle ve bu soydan gelenlerle bağlantılıydı.
İsmail ve Tahmasb, inançları uğruna savaşan kişiler olarak Kızılbaş kimliği ve meş­
ruiyeti açısından merkezi bir konuma sahipti. Aslında şah en azından karizmatik
bir liderdi. Diğer Safevi hükümdarları gibi Tahmasb da "Sultan-ı Zaman " unvanı­
nı kullanarak, şahın imamın temsilcisi olduğunu ima ediyordu. Bununla birli kte,
belki ulemayı yatıştırmak ve Kızılbaş gücünü yıkmak amacıyla, " Mehdi" unvanını
kullanmayı reddetmişti (Sünnilerle Şiiler Mesihlikle ilgili fikirleri paylaşmalarına
rağmen, on ikinci imamın Mehdi olarak döneceği inancı, Şiiler için bu fikirleri
daha etkileyici kılmaktadır). Ulema kendi içinde çok geniş bir şehirli kesimi barın­
dırıyordu. Bunların arasında sadece meşru alim ve ilahiyatçılar değil; benzer görüş­
teki alimler, filozoflar, tahsil ve memuriyet açısından onlarla ilişkili olan kişiler de
vardı. Bu unsurlar yalnız İslami devamlılığı değil, Sasanilere kadar uzanan İran hü­
kümdarlığıyla ilgili kavramların o döneme taşınmasını da temsil ediyordu. Ayrıca
ulemanın, şehirli elitin ve onların pazar ağının desteği, sahip oldukları ekonomik ve
sosyal bağlar nedeniyle, Safevi şahlarının toplumun daha geniş kesimlerinde temsil
imkanı bulması açısından önemliydi.
Tahmasb'ın İran'daki eşzamanlı hükümdarlık modelinin Safevi yönetimine uyar­
lanmasını sağlayan hizipçi aşırılıktan uzaklaşmasının en yakın örneği Timurlulardı.
Şahın siyasi eksenindeki ve hükümdarlık tarzındaki değişikliğin simgesel karşılığı,
Şehname'nin yeni büyük baskısını yazdırmasıydı. Bu işi ilk kez 1522'de İsmail,
muhtemelen genç yaştaki oğlu için sipariş etmişti. Tahmasb babasının projesini
tamamlayarak, Şehname'nin efsanevi hükümdarlarıyla özdeşleşme vasıtasıyla, İran
hükümdarlık geleneği içinde konumunu meşrulaştırmıştı (eserin bu yeni nüshası
en son 1 567-68 'de Osmanlı Sultanı il. Selim'e hediye edildi) . Tahmasb Şehname­
si sadece Safevi sanatının değil, bütün İslam sanatının en büyük eserlerinden biri

1 56
SAFEVİLER

olarak tarihteki yerini almıştır. Yakın zamana kadar Houghton Şehnamesi olarak
bilinen bu eser, dönemin en büyük sanatçılarının yaptığı 258 minyatürün süslediği
759 yapraktan oluşuyordu. Ne yazık ki yakın zaman önce koparılan yapraklar
değişik koleksiyonlara dağıldı. Tahmasb saltanatının son dönemlerinde yine tavır
değiştirerek daha dindar bir hayata yöneldi. Bu tercih, muhtemelen Şehname'de
sergilenen ihtişam, zenginlik ve radikal Şii fikirlerden biraz daha uzaklaşmak anla­
mına geliyordu. Büyük ihtimalle ünlü Erdebil halılarının hamisi de oydu. Saltana­
tının ortalarında dokunan bu halılar Safevi hükümdarlığının bir başka ifadesiydi.
Bunlar aynı zamanda ailenin dindarlığının simgesi ve o soydan geldiğinin tescili
gibiydi, zira Erdebil'deki Safevi türbesi için bir çift halı dokunmuştu. Burada önem­
li bir başka unsur, İran'ın görkemli geçmişini ve hükümdarın uyruklarından birini
oluşturan zanaatkarları bünyesinde barındıran sanat geleneğini himayenin devam
etmesidir. Günümüze sadece münferit sayfaları kalmış olan Şah İsmail Şehnamesi,
merkezi Tebriz olan Kuzeybatı İran'ın Türkmen geleneğine dayanırken ( burada
genelleyici bir kültürel terim olarak kullanılmıştır), Tahmasb Herat'taki Timurlu
geleneği vasıtasıyla Moğol/İlhanlı sanat geleneğine dayanıyordu.
Tahmasb'ın saltanatının evrenselliği başka yollardan da açıkça görülebilir.
1 540'ta onun sarayına sığınan Babür İmparatoru Hümayun, yine onun yardımı
sayesinde 1 555'te tahtını tekrar ele geçirmişti. Amasya Antlaşması'ndan dört yıl
sonra 1 559'da, Süleyman'ın oğlu Bayezid yaklaşık 10.000 askeriyle Tahmasb'a
sığındı; ancak şah iki yıl sonra onu babasına iade etti. Antlaşmanın koşulları bu
olayla da onaylanmış oluyordu. Tahmasb Amasya'dan önce cihat kisvesi altında
Kafkaslar' da seferlere çıkıyordu. Dolayısıyla bu seferler onun aile tabanıyla birlikte
geleneksel İslam ideolojisinin onaylanması anlamına geliyordu . Şahın ordusunun
askeri becerisini gösteren Kafkas başarıları, Amasya Antlaşması'yla da kabul edil­
miş ve başta Gürcistan olmak üzere ihtilaflı bölgeler ortak çıkar alanı ilan edilmişti.
Bu bölgelerde ele geçirilen on binlerce köle İran'a getirildi. Bunların pek çoğu elit
saray muhafızları içine yerleştirilirken, " Gürcübaşı " adı verilen komutanlarının
gücü giderek arttı. Bu muhafızlar sadece Tahmasb'ın hükümdarlığının temsilinde
yeni bir unsur oluşturmakla kalmayıp, özellikle Kızılbaşlardan oluşan aşirete daya­
lı ordusuna karşı denge unsuru sağlıyorlardı.
Safeviler döneminde İran tarzı hükümdarlığın tam anlamıyla sergilenmesi Tah­
masb zamanında değil, genellikle " Büyük" olarak bilinen Şah 1. Abbas zamanında
( 1 588-1 629) gerçekleşti. Sasani hükümdarı Adil Anuşirvan gibi Şah Abbas da sa­
hip olduğu ünü gerek halkın zihninde yarattığı imgeyle gerek başarılarıyla sağladı.
Tahmasb'ın hemen ardından gelen hükümdarlar Il. İsmail ( 1 5 76-1 5 7 8 ) ve Mu­
-

hammed Hüdabende ( 1 578- 1 5 8 8 ) - gerek onunla gerek Abbas'la büyük bir zıtlık
oluşturuyordu .

157
IRAN TARİHİ

6.1 Bir Erde bil halısı (V&A Resim Ar�ivi)

Tahmasb'ın elli iki yıllık uzun saltanatı büyük bir istikrar getirirken, mensup
olduğu soy ve ortaya koyduğu liderlik vasıfları sayesinde iktidar onun kişiliğinde
toplandı. Hısımlık, iktidar ve elit statüsüne erişmek anlamına geliyordu. Otoritesiy­
le iktidarını himaye ve temsil etmesi, çıkarı verasete dayanan grupları genişletmişti.
Kızılbaşlar artık belirleyici grup değildi. Üstelik Tahmasb öldüğünde geride dokuz
varis bırakmıştı ki bunlardan sadece ikisinin annesi Kızılbaş olup diğerlerinin an­
neleri Kafkas kökenliydi. Anneleri Kızılbaş olan iki kişi Muhammed Hüdabende ve
İsmail'di. Bunlardan ilki neredeyse kör olduğundan iktidar için çekişecek durumda

158
SAFEVİLER

değildi. İsmail'in kendisini öldüreceğinden şüphelenen Tahmasb, onu Horasan'da


ha psettirmişti.
Tahmasb'ın beklenen ölümü gerçekleşmeden önce, dolayısıyla taht kavgasının
henüz başlarında, Kızılbaşlar iki hizbe ayrılmıştı. Bunlardan biri İsmail'i, diğeri
annesi Gürcü bir başka şehzade olan Haydar'ı destekliyordu. Babasından sonra
tahta geçmesi gereken ve Kızılbaş Ustaclularla Gürcülerin desteğini alan Haydar,
derhal İsmail'i destekleyenler tarafından öldürüldü. Bu hizbin içinde Afşar, Rumlu
ve Bayat aşiretleri mensupları vardı. Rumlu Aşireti'nin yanında Çerkez unsurların
desteğine de sahip bir başka şehzade daha vardı ama başarısız olunca Kızılbaşların
etrafında toplandığı İsmail 1 576 Ağustos sonlarında şah oldu. Tahmasb'ın ölümüy­
le kendi tahta çıkışı arasındaki üç aylık sürede beş erkek kardeşini ve tehlikeli gör­
düğü Safevi Ailesi'ne mensup dört kişiyi daha öldürttü veya gözlerine mil çektirdi.
Fakat İsmail bunları yaparken bazı Kızılbaş destekçileriyle arasını açmıştı. Bunlar
kız kardeşi Perihan Hanım ile işbirliği yaparak kasım sonunda onu öldürdüler.
İsmail'in Şiiliğe bağlılığı konusunda şüphelerin bulunması da öldürülmesine yol
açan etkenlerden biri olabilir. İçlerinde geleceğin Büyük Şah Abbas'ı da bulunan üç
oğluyla birlikte bu mücadeleden öldürülmeden kurtulan Muhammed Hüdabende
tek varis olarak tahta çıktı ve Sultan Muhammed Şah adını aldı. Bu taht müca­
delesindeki çok önemli unsurlardan biri, yeni şahın karısı Hayrünnisa Begüm'dü.
Mehd-i Ulya • olarak tanınan imparatoriçe, Mazenderan'ın ileri gelenlerinden biri­
nin kızıydı. Mehd-i Ulya kocasının hükümdarlığını ve ailesini güven altına almak
için geniş bir koalisyonu bir araya getirerek bütün rakiplerinin üstesinden geldi.
İktidar için önemli rakipler olan İsmail'in kız kardeşiyle küçük oğlu öldürüldü.
Saltanat kadınlarının oynadığı önemli rol, Safevi hükümdarlığını temsil eden ku­
rumlardan biri olarak haremi ön plana çıkarıyordu.
Sultan Muhammed Şah'ın hüküm sürdüğü on yıl, hizipçiliğin yoğun olduğu bir
dönemdi. Osmanlılarla Özbekler, Safevilerin zayıflığından bir kez daha yararlana­
rak Azerbaycan'la Horasan'ı işgal ettiler. Yine şahın oğullarından biri, bu kez Ab­
bas adına isyan çıkarıldı. Horasan valiliğine getirilen şehzadenin Şamlu Aşireti'nden
olan atabeyi onu şah ilan etmişti. Abbas 1 58 7'de 16 yaşındayken bir kez daha, bu
sefer yeni muhafızı Ustaclu Aşireti'nden bir emir tarafından şah ilan edildi. Tahttan
indirilen Sultan Muhammed Şah devlet işlerinden elini çekerken, oğlu Kazvin'de
taç giymeye muvaffak oldu.
Şah Abbas'ın ( 1 5 8 8 - 1 629) tahta çıkışı, Tahmasb ve 1. İsmail'in hükümdar oldu­
ğu dönemlerin tekrarı gibidir. İktidarı elinde tutan Kızılbaş hizipler otoriteyi Safevi
Ailesi'nden gelen birine emanet etmişti. Ülkenin büyük bir kısmı Osmanlılar ve

• Valide Sultan. (çev.)

159
İRAN TARİHİ

Özbekler tarafından ya tehdit altındaydı ya da işgal edilmişti. Abbas'ın Kızılbaş­


ları kendi otoritesine tabi kılmayı başarıp Safevilerin 'geleneksel dış düşmanlarını
İran' dan çıkarması, kendisini imparatorluğun ikinci kurucusu haline getirdi. Onun
saltanatı Safevi tarihinde önemli bir değişimin işareti olmakla kalmayıp aynı za­
manda İran'ın erken modern tarih döneminin başlangıcı oldu. Bilinçli bir şekilde
sağladığı başarılar, döneminde Avrupa'da hüküm süren Stuart, Bourbon ve Haps­
burg hanedanlarının yanı sıra Müslüman Osmanlı ve Babür komşularıyla kıyaslan­
masına yol açtı. Şah Abbas'ın dönemi sadece yeni ufukların araştırılıp genişletildiği
değil, ticaret ve dış temasların arttığı, ulaştırma ve savaş teknolojisinin değiştiği
bir dönem oldu. Hükümdarlık konusunda gelişen yeni bilinçle birlikte, otorite ve
iktidarın merkezileşmesi, modern devletin temellerini attı. Dış dünyayla temasların
artmasının sonucunda, geniş bir çeşitlilik arz eden Avrupa kaynakları; günümüze
ulaşan az sayıda ama hayati öneme sahip Safevi kaynaklarının yanı sıra Osmanlı ve
Babür kaynaklarının da değerini artırdı. Avrupalılara ait gezi notları tüccarlar, dip­
lomatlar, ordu mensupları, misyonerler ve gezginler tarafından tutulmuştu . Bunlar
genellikle aynı anda birkaç görevi birden üstleniyordu ve bazen uzun süre İran'da
yaşıyordu.
1 . İsmail ve Tahmasb gibi Abbas da ordu komutanlığı ile valilik tecrübesinden
geçmiş, Kızılbaş himayesindeki bir hükümdar olarak iktidara geldi. Fakat o, ba­
bası ve büyükbabasının kendi iktidar ve otoritelerini kurduğu yaşlarından biraz
büyüktü. Dolayısıyla iktidara sahip olup korumada, saltanatın önündeki iç ve dış
engellerle uğraşmada daha bilinçliydi. Abbas'ın öncelikle Özbekler ve Osmanlılar
sorununu çözmekten başka çaresi yoktu. İran'ın askeri zayıflığı, iki düşmanla aynı
anda karşılaşmasını engelliyordu. Osmanlılar her zaman daha büyük tehdit olduğu
için 1 5 90'da anlaşmaya vararak Tebriz de dahil olmak üzere Azerbaycan'ı onlara
verdi.
Horasan'ın geri alınması uzun sürse de Herat 1 5 9 8 'de bir kez daha Safevilerin
eline geçmişti. Özbeklerin hizipçiliğe dayalı siyasi kültürü Abbas'ın işini kolaylaş­
tırınca, bu tehdit 1 603'te büyük ölçüde ortadan kalktı; ancak Kandahar'ın tekrar
alınması için yirmi yıl daha geçmesi gerekecekti. Osmanlılara başlatılan karşı sal­
dırı sonucu, 1590'da verilen toprakların büyük kısmı 1 607'ye kadar geri alındı.
Safevi kuvvetlerinin 1 603-4'te ele geçirdiği Ermenistan'dan getirdiği çok sayıda
köle ordunun yeniden biçimlendirilmesinde önem kazanacaktı. Abbas'ın orduları
1 620'1erin başında Diyarbakır'a kadar ilerlerken, Bağdat 1 623'te bir kez daha Sa­
fevilerin oldu. Basra Körfezi'nde kazanılan askeri başarılar ve İngilizlerin yardımı
sayesinde, stratejik ve ticari açıdan önemli olan Hürmüz yeniden ele geçirildi.
Dış tehditlerin azalmasıyla birlikte Abbas dikkatini içeriye yöneltme imkanı
buldu. Aşiretlere dayalı askeri birliklerin, bilhassa Kızılbaşların büyük askeri roller

1 60
SAFEVİLER

oynamaya devam ettiği İran siyasi kültürü en bariz sorundu. Ordunun yeni bir
tabana dayanması, idarenin temelden başlayarak yeniden örgütlenmesini gerekti­
riyordu. Arazinin kullanım hakkına dayalı mali sistemin yeniden yapılandırılması,
İran içindeki ekonomi ve güç ilişkilerini tepeden tırnağa değiştirecekti. Şah Abbas,
aşiretlere bağlı olmayan yeni askeri birlikler ya da evrensel/eşzamanlı hükümdar
karakterini oluşturan temsil unsurları yaratarak, bu mekanizma vasıtasıyla Kızıl­
başları kendisine tabi kıldı.
Geçmişte, özellikle Selçuklu döneminden itibaren, arazinin kullanım hakkı, aşi­
retlere dayalı olsun ya da olmasın, orduyu finanse etmişti. İkta, suyurghal ve Safevi
döneminde tuyul olarak bilinen bu sistem, askeri hizmetleri dolaylı olarak destekle­
yen bürokratik bir araç işlevi görüyordu. Bu uyguluma, arazi sahibinin iktidarıyla
bulunduğu bölgenin özerkliğini artırabildiği gibi, hükümdarı ve yönetimi toprağa
yabancılaştırma potansiyeline de sahipti. Genellikle toprak bağışlanan kişinin çı­
karları kısa vadeli olduğu için kısa zamanda mümkün olduğu kadar çok fayda sağ­
lamaya çalışıyordu. Şah Abbas'ın yeniden örgütlemeye gittiği arazi sisteminde iki
önemli kategori vardı. Bunlardan birisi aşiret liderlerine dağıtılan ve bunun karşılı­
ğında aşiret mensuplarının geçiminin temin edildiği memalikti. Diğeriyse doğrudan
şaha ait olan ve sarayın masraflarının karşılandığı has arazileriydi. Hasın tersine
memalik arazileri özel bir bürokratik makam tarafından yönetiliyordu. Abbas me­
malik arazilerinin has arazilerine dönüştürülmesini emretti; böylece büyük toprak­
lar, hatta eyaletler doğrudan onun yönetimi altına girdi.
Bu yeni gelirler yeni askeri birliklerin finansmanında kullanıldı. Bu birlikler gu­
lam adı verilen ve sadece Abbas'a sadık olan kölelerden oluşuyordu. Çoğunlukla
Gürcü, Çerkez ve Ermeni kölelerden oluşan gulam birlikleri; süvari, piyade ve top­
çu kuvvetlerinin içinde yer aldığı gibi, saray muhafızlarının elit birliğini oluştura­
rak hükümdar ailesinin yakınında bir unsur haline gelmişti. Toplam 40.000 kişiden
oluşan gulamların komutanı büyük bir güce sahip oluyor, dolayısıyla büyük servet
kazanıyordu. Bu yeni askeri elitin mensupları giderek diğer idari görevlere de atan­
dılar. Bunların arasında Kızılbaşlar ile diğer aşiret liderlerinin ve bölgesel düzeydeki
elitin yerine geçtikleri eyalet valiliği de vardı.
Şah Abbas, iktidarı daha önce görülmemiş ölçüde merkezileştirip yeniden tahsis
etti. Yürürlüğe koyduğu politikalar askeri ve idari reformları aşarak İran'ın top­
lumunu, ekonomisini ve kültürünü derinden etkiledi. Bütün bunlar onun, erken
modern dönemin diğer liderleriyle kıyaslanmasına yol açtı. Şah Abbas merkeziyet­
çilik programının bir parçası olarak aşiret konfederasyonlarını dağıtıp bir aşiretin
bütün nüfusunu yeni bölgelere aktarırken orduya asker verme yükümlülüğünü de­
vam ettirdi. Buna ilaveten, Kafkasya'da yaşayan halklar İran'a getirildi. Bunların
başını, İsfahan'ın kenar mahallesi Yeni Culfa'ya yerleştirilen Ermeniler çekiyordu.

161
1RAN TA.Rll-0

Bu yeniden yerleştirme hamlesi, bugün ekonomik politikaların yürürlüğe konması


olarak adlandıracağımız bir hareketin sonucuydu. El sanatlarında ustalaşmış olan
halklar hem yeni başkentin geliştirilmesinde, hem İran'ın ekonomik ve diploma­
tik konumunun ilerletilmesinde kullanılacaktı. İster aşiretleri, ister emik grupları
kullansın, Şah Abbas yeni uyrukların yaratılması vasıtasıyla kendi hükümdarlığını
sergiliyordu.
Şah Abbas'ın en büyük mirası mimarlık ve şehir inşası alanındaydı. İster bü­
yük başkenti İsfahan'da, ister yeni başkentin bütün İran'la ve dışındaki dünyayla
ticari bağlarını kuran sayısız kervansarayla olsun, bu durum açıkça görülüyordu.
Tahmasb Safevi başkentini Tebriz'den Kazvin'e taşunıştı. Abbas ise 1590'larda,
daha merkezi konumdaki İsfahan'ı başkent seçmişti. Bunun sebepleri çok belirgin
olmasa da, ekonomi politikasıyla ve hükümdarlığın temsiliyle bağlantısı vardı. İyi
sulanan bereketli bir ovada uzun zaman önce kurulmuş olan İsfahan saygın bir
geçmişe sahipti. Selçukluların yaptığı büyük Mescid-i Cuma bunun en belirgin ifa­
desiydi. Yeni İsfahan'ın merkezi, bu camiden güneye, Nakş-ı Cihan yani Dünyanın
Resmi adı verilen, dikdörtgen şeklindeki devasa büyüklükte meydana kaymıştı.

6.2 İsfahan'daki Mescid-i Şah (Fotoğr•f: Gene R. GarthwoiteJ

Yeni meydanla eski cami ve meydanla pazarlar arasında bir buçuk kilometre uzun­
luğunda tonozlu ve kubbeli bir çarşı yer alıyordu. Bunun içinde yer alan kervan-

162
SAFEVİLER

saraylar, hamamlar, medreseler, türbeler ve mescitler ticaretin önemini ve hüküm­


darın meşruiyetini vurguluyordu. Ayrıca yeni meydan, iki katlı kemerlerin içinde
yer alan dükkanlarla çevriliydi. Bunların arasındaysa, meydanın dört bir kenarına
yerleştirilmiş anıtsal yapılar vardı. Güney kenarında dev kubbeli hükümdar camii
Mescid-i Şah inşa edilirken, doğu kenarında mücevher kutusu gibi görünen Şeyh
Lütfullah Camii yer alıyordu. Onun tam karşısında, yani batı kenarında, ardındaki
saray bahçelerinin kapısı gibi inşa edilen Ali Kapu Sarayı vardı. Meydansa hem
gündüz hem gece çeşitli faaliyetlere ev sahipliği yapıyordu. Bunların arasında res­
migeçitler, şenlik ve kutlamalar, polo müsabakaları vardı. Meydan görenlerde dai­
ma hayranlık uyandırıyordu. isfahan'ın köprüleri ve sarayları da bu hayranlıktan
nasibini alıyordu ki, bunların başında su kanalları, ağaçları ve bahçeleriyle dillere
destan Çahar Bağ (Dört Bahçe) geliyordu.
Şah Abbas'ın politikası olmasa da iktisadi ve ticari programı gerek İsfahan'ın
kendisinde gerek atölyelerinde açıkça ifade ediliyordu. Özellikle devlet tekelindeki
ipek dokuma atölyeleri meşhurdu. Kumaşlar ve diğer ürünler, bilhassa İran dışına
ihraç edilenler, diplomasiyle beraber üretim ve ticareti de yoğunlaştırmıştı. Bu yıl­
lar, ticaretin ve Avrupa'yla temasın büyük ölçüde arttığı bir dönemdi. Avrupa hü­
kümetleriyle tüccarları bütün dünyada yeni ürünler ve pazarlar arıyordu. Gümüşe
dayalı Safevi ekonomisinde kalıcı bir problem olan dışarıya madeni para akışını
dengelemek için ihracat teşvik ediliyordu. Bu yıllar aynı zamanda, Avrupalı ticaret
şirketlerinin kurulduğu dönemdi. Bunun başlangıcı 1 6 . yüzyıl başlarında Portekiz­
lilere kadar gidiyordu. O çağda şirket kurmak için gereken sermayeye sadece hükü­
metler ve büyük şirketler sahipti. Bir asır sonra, 1 600 yılında İngiliz Doğu Hindis­
tan Kumpanyası, iki yıl sonraysa Hollanda Doğu Hindistan Kumpanyası kuruldu .
1 507'de Hürmüz'ü işgal eden Portekizliler, 1 5 1 5'ten sonra, yüz yılı aşkın bir süre
boyunca burayı askeri üs olarak ellerinde tuttular. 1 622'de Safevi kuvvetleri ve
İngiliz Doğu Hindistan Kumpanyası'nın işbirliğiyle buradan çıkarıldılar. Ticaret
giderek deniz yollarına kaymıştı ama Anadolu ve Kafkasya'da bir kısım mallar ker­
vanlarla taşınmaya devam ediyordu. Avrupa'nın rekabetinin yanı sıra İran'la artan
temas ve alışverişleri, her zaman çatışma ihtimali taşıyordu. Bu ihtimal 1 9 . ve 20.
yüzyıllarda ciddi biçimde yükselecekti. Bunun dışında, Avrupalılar İran'la özellikle
Osmanlılara karşı ittifak yapmaya çalıştığından diplomasi potansiyeli de artmıştı.
Yabancı misyonların diplomatik etkisi aslında çok azdı. Fakat diplomatlar, tüccar­
lar, sayısı giderek artan gezginler ve misyonerler, Safevi kültürünün zenginliğini ve
çeşitliliğini Avrupa'ya tanıttılar.
�ah Abbas'ın saltanatı, siyasi dirayet ve tutkuyu bir tür gerçekçilikle birleştir­
mişti. Şahın tutkusu iktidarını kurmaya, merkezileştirmeye ve artırmaya yoğunlaş­
mıştı. Bu iktidar ister siyasi, ister askeri veya iktisadi olsun, sonuçta yine erken mo-

1 63
İRAN TAR1Hl

dem bir hükümdar olarak tarihe geçmesini sağladı. Bir yandan yeni kurumlar ku­
rarken diğer yandan eskilerini dönüştürdü. Ulema dahil, bu kurumların hepsi onun
hükümdarlığına tabiydi. İktidarını İran kültürü ve toplumu içinde ölümsüzleştirme
konusunda da kararlıydı. Bu kültürün mimari ve sanatsal biçimleri günümüze ka­
dar ulaşırken, edebiyat tarihçileri Safevi döneminde edebi eserlerin yokluğundan
yakınırlar. Şahın gerçekçiliği en çok Osmanlı ve Özbek düşmanlarıyla başa çıkma
konusunda görülür. Bunun dışında askeri birliklerin yeniden örgütlenmesi ve yeni
bir taban yaratılarak yönetilmesi konusunda bir denge geliştirme zorunluluğu da
onun gerçekçiliğinin yansıdığı alanlardan biridir. Sonuçta, yeniden örgütlenen or­
du, ona derin bir sadakatle bağlanmıştı.
Bununla birlikte Şah Abbas'ın gerçekçilikten yoksun bir kusuru, tahta halef
seçme meselesinde ortaya çıkmıştı. 1 629'daki ölümünden on dört yıl önce, en bü­
yük oğlu ve veliahdı Sam Mirza'yı, kendisini devireceği korkusuyla öldürttü. Bu
paranoya muhakkak, kendi babası Muhammed Hüdabende'ye başkaldırmasıyla
ilgili anılarından kaynaklanıyordu. Buna ilaveten, Şah Abbas yaptığı idari ve askeri
reformlara rağmen güç sahibi gruplara tam güvenmiyordu; zira şehzadeyi kendi
çıkarlarına göre kullanacaklarını düşünüyordu. Diğer dört oğlundan ikisi babala­
rından önce ölürken, diğer ikisini tahta çıkmalarını engellemek için kör ettirmişti.

6.3 Adını .1 3 kemerinden alan ve Şah Abbas'ın yaptırdığı Ermeni mahallesi


Yeni Culfa'yı lsfahan'a bağlayan Siesepol Köprüsü. Şah Abbas'ın gözde valisi ve
kumandanı Allahverdi Han tarafından 1602'de yaptırılan köprü, hanedan mensubu
olmayan birinin mimari hamiliğinin en önemli örneklerindendir. (Fotoğraf: Gene R. GarıhwaiıeJ

1 64
SAFEVİLER

Abbas saltanatının ilk yıllarında Safevi seleflerinin ve daha önceki hanedanların


izinden gidip, oğullarını muhafızlarının yönetimi altında önemli eyaletlere vali
yapmıştı. Ne var ki megalomanisi arttıkça, şehzadeler hareme geri çağırıldılar ve
burada politik bağlar kurup devlet yönetme tecrübesi edinme fırsatından mahrum
kaldılar. Bunun sonucunda, Abbas'tan sonra gelen hükümdarlar liderlik tecrübesi
ve müttefiklerden yoksundu.
Buna rağmen Büyük Şah Abbas, Safevi tarihinin zirvesinde yer almayı hak et­
mişti. Merkezi iktidar, kalıcı sınırlar, yeni kurumlar ve altyapı, başta mimari olmak
üzere kültür himayesi, genel istikrar hep onun döneminde gerçekleşti. Bazı istisna­
lar haricinde bu miras kendi döneminden sonra uzun bir zaman boyunca, hatta 1 8 .
ve 1 9 . yüzyıllara kadar devam etti. Bunun sonucu olarak, Abbas'ın başarılarını Os­
manlılarla kıyaslamak kaçınılmaz bir hal alır. Aslında çarpıcı benzerliklerle beraber
ciddi farklılıklar da vardır. Birbirine rakip bu iki büyük imparatorluk, ortak bir
Müslüman ve Ortadoğu politik kültürünün içinden çıkmıştı. İkisi de dikkat çekici
ölçüde benzer kurumlara dayanıyordu. İkisi de büyüyen ve giderek güçlenen Avru­
palı devletlerle karşı karşıya geliyordu . Safevi Hanedanı'nın zirvesi olarak görülen
Şah Abbas yönetimi, kıyaslanabilir bir Osmanlı dönemiyle çakışmıştı. İki örnekte
de ardından gelen dönem , kaçınılmaz ve tartışma götürmez bir gerilemenin kanı­
tı olarak görülürken bunun sebepleri çürümeye, haremde yetişmeye ve hizipçiliğe
bağlandı . Aksine bulgular olmasına rağmen, gerileme konusundaki bu bakış açısı,
bugün bile egemen olmaya devam ediyor.
Şah Abbas 'ın öldüğü yıl olan 1 629 ile Afganların ülkeyi işgal ettiği 1 722 arasın­
da dört şah hüküm sürdü: 1. Abbas'ın torunu 1. Safi ( 1 629-1 642 ); il. Abbas ( 1 642-
1 666); aynı zamanda il. Safi olarak bilinen 1 . Süleyman ( 1 666- 1 6 94 ) ve Sultan
Hüseyin ( 1 694- 1 722) . Bunların dışında il. Tahmasb ( 1 722- 1 732) vardı ki, aslında
iktidarda değildi. Bütün bu Safevi hükümdarları haremde yetiştiğinden tecrübesiz­
di; buna rağmen 1 . Safi ve il. Abbas, kendilerine iyi hizmet eden becerikli vezirlerle
çalışmıştı. Üstelik il. Abbas haremde yetişmesine rağmen, kendi başına yetenekli
bir hükümdar olarak sivrildi.
Osmanlılar Safevilerin zayıflığından her zaman yararlanıyordu . Abbas'ın hü­
kümdarlığı zamanında nispeten istikrar olması, onun İran ordusuyla bürokrasisini
yeniden inşa etmede başarılı olduğunun kanıtıdır. Ölümünün ardından Safi tahta
çıkınca düşmanlığı tazeleyen Osmanlılar Batı İran'ı bir süre işgal edip geri çekil­
diler. 1 635'te Kafkaslar'a ilerleyip Tebriz'i alsalar da Safi komutasındaki ordunun
karşı saldırısı sonucu şehri terk ettiler. Osmanlılar 1 6 3 8 sonlarında başarılı bir
sefer sonucu Irak'a yeniden girip Bağdat'ı ele geçirdiler. 1 6 39'da imzalanan Kasr-ı
Şirin Antlaşması onların bu kazancını onayladı. Osmanlı Devleti'yle İran arasında
kalıcı olarak belirlenen sınır varlığını 20. yüzyıla kadar sürdürdü. Bundan böyle

1 65
iRAN TARlHI

iki ülke arasında askeri çatışma yaşanmayacaktı. Doğu sınırlarındaysa 1 8 . yüzyıl


başlarına kadar Özbekler veya Babürlerden ciddi bir tehlike gelmedi. Kasr-ı Şirin
Antlaşması sonucu önemli oranda bir Arap nüfusunun kaybıyla birlikte, Safevi
dünyasının İranlı niteliği ön plana çıktı. Bununla birlikte hala önemli ölçüde Türk
kökenli gruplar ve diğer etnik gruplar mevcuttu. Bu toplulukların elitleri gerek
merkezde gerek taşra eyaletlerinde kilit askeri ve idari mevkilerde görev yapmaya
devam ettiler.
İktidarın tatbiki, hükümdarın tercihine bağlı kalmaya devam ediyordu. Şahın
uyruklarının hayatı onun elindeydi. Herhangi bir tehdit algılandığı takdirde bunun
karşılığı ölümdü. Safi pek çok şehzadenin yanı sıra Fars Valisi İmam Kuli Han gi­
bi kilit mevkideki yöneticilerin de idamını emretmişti. Bununla birlikte Saru Taki
veya Mirza Muhammed Taki gibi önemli vezirleri sağ kalmayı başararak il. Abbas
döneminde de görev yaptı. Saru Taki hükümetin gelirlerini büyük ölçüde artırıp
küçük bir çocukken tahta çıkan Safi'nin ilk üç yılı sırasında hayati derecede idari
devamlılık sağladı. Ne var ki şahın muhafızları tarafından öldürüldü. Onun yerine
geçen vezirin de becerikli olması, genç şahın siyasi bir lider olarak olgunlaşmasına
ve 1. Abbas'tan sonra en etkili şah olarak görülmesine imkan sağladı.
Osmanlılarla yapılan barıştan yararlanan il. Abbas askeri açıdan sadece Babür­
lerle uğraşmak durumunda kaldı. Kandahar'ı onların elinden aldı; ancak büyük
dış tehditlerin yokluğunda, ordusunun gerileme sürecine girmesine göz yumdu.
1 . Abbas'la 1. Safi'nin idari uygulamalarını sürdürerek has arazilerini artırdı. Mi­
mariyi himaye etmesiyle ün salan adaşının izinden giderek İsfahan'daki meydanın
hemen batısında, büyük bahçe köşkü Çehel Sütun'u (Kırk Sütun ) ve ünlü Hacı
Köprüsü'nü inşa ettirdi. Seleflerinin paranoyasını paylaşmakla beraber, adil yö­
netimi ve dini hoşgörüsüyle tanındı. Bu davranışı, yönetim kurumundan giderek
bağımsız bir rol oynamaya başlayan ulemanın tehdidine maruz kalmasına yol açtı .
Onun kişisel davranışına yönelik ulema tehditleri aynı zamanda hükümdarla deği­
şen ilişkilerinden kaynaklanıyordu.
il. Abbas çok vakitsiz bir zamanda, 33 yaşındayken ölünce yerine en büyük oğ­
lu Safi Mirza geçti. Önce il. Safi adıyla tahta çıkan hükümdar, kısa bir süre sonra
kendisi için daha hayırlı olduğunu düşündüğü bir tarihte Süleyman adıyla yeniden
taç giydi. Doğal felaketlere rağmen yirmi sekiz yıl hüküm sürmesi küçümsenmeye­
cek bir başarıydı, ancak saltanatı sırasında ciddi bir dış tehdit yaşanmamıştı. Aynı
dönemde yaşanan iç istikrar, Safevi kurumlarıyla yönetiminin sonucuydu ki, bu du­
rum Şah Abbas'tan sonra gerileme sürecinin başladığı fikrine zıttır. Süleyman'dan
sonra tahta geçen en büyük oğlu Şah Sultan Hüseyin'in varlığıyla yokluğu belli de­
ğildi. Kendisi son fiili Safevi hükümdarı olmasının yanı sıra ulemanın iktidara daha
çok karışmasına izin vermişti. Onun saltanatı sırasında, büyük vaiz Muhammed

1 66
SAFEVlLER

Bekir Meclisi, gelecekte din adamlarının rolü ve devletle ilişkilerini şekillendirecek


tarzda bir tür resmi Şiilik yerleştirmeye çalıştı.
Sultan Hüseyin tahttan indirilmeden iki yıl önce İran ayaklanmalarla kaynamaya
başladı. Kafkaslar' da, Kürdistan'da, Huzistan'da, Basra Körfezi'nde, Kandahar'da
ve Horasan' da isyanlar çıktı. Safevi Devleti'ndeki kargaşanın farkında olan Rusya
ülkeyi istila etmeyi tasarladı. Buna ilaveten, her zaman bir Osmanlı saldırısı ihti­
mali vardı. Ne var ki Safevilere son darbe doğudan geldi. Darbeyi Kandahar'daki
Afgan Gilzai Aşireti'nin lideri Mahmud 1 722'de vurdu. Bundan önceki birkaç yıl
boyunca Sultan Hüseyin hanedan içindeki bölünmelerle ve kendisine yönelik bir
darbe ihtimaliyle meşgul olmuştu. Ayrıca Safevi ordusuyla bürokrasideki bölünme­
ler, Herat ve Kandahar eyaletlerinde uyumlu hareket etmeyi engelliyordu. Bu sıra­
da Hindistan'daki Babür Devleti'nin de zayıflığından yararlanan Mahmud, Gilzai

6.4 Medrese-i Mader-i Şah 1 706 14 yıll a rınd a Şah Su ltan Hüst:yin tarafından,
dindarlığının ve hayırseverliğinin bir göstergesi olarak yaptırıldı. İsfahan'da Safevilerin
yaptırdığı büyük cadde Çahar Bağ'da bulunan medrese, son büyük Safevi eseridir.
(Fotoğraf: Gene R. Garthwaite)

1 67
IRAN TARll-11

Aşireti içindeki gücünü sağlamlaştırdı . Ardından İsfahan üzerine yürüyüp, Safevi


ordusunu askeri üstünlüğüne rağmen bozguna uğratarak şehri kuşattı. Kuşatma
sırasında ortaya çıkan salgın hastalık ve açlık yüzünden İsfahan'ın nüfusu büyük
kayıplar verdi. Şehrin toparlanması 20. yüzyılı buldu. Yedi ay sonra Hüseyin taht­
tan çekilince, bir zamanlar ihtişam içindeki şehir teslim oldu. Oğullarından birisi
şehirden kaçıp kendini II. Tahmasb adıyla şah ilan etse de, Hüseyin, Mahmud'u
şah olarak ilan etti.
İran'ın merkezindeki Afgan kontrolü büyük ölçüde zayıftı. Kazvin halkı onları
püskürtünce Mahmud İsfahanlıların da ayaklanmasından korkup Safevi elitleri­
nin öldürülmesini emretti. Bu sırada şehzadelerden birisi daha kaçmıştı. 1 725 'te
Mahmud'u öldüren kuzeni Eşref onun yerine geçti. Bu sırada tahtta hak iddia eden
il. Tahmasb, Safevi Hanedanı'nı yeniden kurmak için Osmanlılardan destek ara­
dı. Onların desteği şarta bağlıydı ve tıpkı Büyük Petro'nun yardım vaadi gibi asla
somutlaşmadı. Petro 1 726'da ölünce, İran'ın kuzeybatısı Osmanlı-Rus paylaşımın­
dan kurtuldu. 1 8 . yüzyılda İran'daki bütün hükümdarların başına geleceği gibi
Eşref de, Mahmut'un yaşadığı sıkıntıların aynısını yaşadı ve sonunda o da başarısız
oldu. Zayıf bir bölgesel taban, iktidar ve meşruiyet için çekişme, en azından İran'ın
önde gelen kişileri arasında Safevi tahtında hak iddia edenlerin meşruiyetinin sür­
mesi, Osmanlı ve Rus devletlerinin büyümeleri başlıca sorunlardı.
Safevileri destekleyen Kızılbaşlar arasında saygınlığı olan iki aşiret Kaçarlar ve
Afşarlar, liderleri Feth Ali Han ve Nadir Han vasıtasıyla il. Tahmasb'a destek verdi.
1 729'da İran'da ardı ardına yenilgiler alan Eşref, Kandahar'a dönmeye çalışırken
muhtemelen kardeşinin askerleri tarafından acımasızca öldürüldü . Afganlar İran'ın
bir kısmını sadece yedi yıl boyunca ellerinde tutmuştu. Başlangıçtaki kısıtlı başarı­
ları siyasi ve askeri taktik liderliğinin yanı sıra kısa bir süre için aralarında sağla­
dıkları birliğin sonucuydu. Öte yandan Safevilerin başarısızlığı, liderlik ve birlikten
yoksun olmalarının eseriydi.
Safevi dönemi boyunca İran'ı yönetmenin önkoşulu bu hanedanın mensubu ol­
maktan geçiyordu. Osmanlılar Sultan Hüseyin'i tahta tekrar çıkarmayı vaat edince
Eşref onu öldürtmüştü. Nadir Han İsfahan'a girince II. Tahmasb'a taç giydirdi.
Bununla birlikte on ay sonra onun küçük oğlunu III. Abbas adıyla tahta geçirdi.
Sonunda 1 73 6'da bu çocuk kukladan da kurtulan Nadir kendisini şah ilan etti.
1 8 . yüzyıl boyunca Safevilerden birinin veya diğerinin adına sürekli isyanlar çıktı.
Hanedan fiili iktidarını 1 722'de kayhetmesine rağmen, otoritesinin izleri İran'da
görülmeye devam etti. Rivayete göre, önde gelen vaizlerden Mirza Abdülhüseyin,
"Herkes Safevi Hanedanı'ndan yana " deyince, yakında tahta çıkacak olan Nadir
tarafından öldürülmüştü. 1 3

168
SAFEVİLER

Nadir Şah gücünü, Horasan'ın kuzeyindeki bir Afşar Aşireti'nin lideri olmasın­
dan alıyordu. Orta Asyalı büyük fatihlerin sonuncusu olarak bilinen şah, selefleri
gibi aşiret kurmak için gereken askeri ve siyasi becerilere sahipti. İktidarı ele geçirip
sürdürmek için gereken taktik ve stratejik askeri becerileri sergilemişti. Eski komu­
tanlar gibi o da, aşiretine mensup atlılarla, uzun mesafeleri büyük bir hızla kat edip
rakiplerini mahvetmişti. Sahip olduğu meşruiyet Afşar gücüne, liderlik becerilerine
ve ganimet vaatlerine dayanıyordu. Safevi meşruiyetine sahip olmadan, evrensel
bir hükümdar olarak kendi meşruiyetini kurmaya yöneldi. Bu durum, saltanatının
sonlarında Şii radikalliğine yönelik herhangi bir ihtimali ortadan kaldırmak ama­
cıyla Şiiliği Sünniliğe uydurma çabasını açıklamaktadır.
Nadir, devrik şahı destekleyip ona Tahmasb Kulu adıyla hizmet etmeye başladı­
ğı andan itibaren gözü pek davranmıştı. Afganlara karşı kazandığı askeri başarılar
nedeniyle Tahmasb onu Horasan, kuzeydeki Mazenderan, doğudaki Kirman ve
Sistan gibi önemli eyaletlerin valisi yaptı. Bu bölgelerin zengin kaynakları sayesin­
de gücü artan Nadir, adına sikke bastırarak Tahmasb'ın meşruiyetini elinden aldı.
Yine de hükümdara hizmet etmeye devam ederek 1 730'da Osmanlıları Batı İran
ve Azerbaycan'dan çıkmaya zorlayıp ordularını Kafkaslar'a sevk etti. İki yıl son­
ra Bağdat'ta çarpıştığı Osmanlılara karşı zafer elde edemese de, 1 639 Kasr-ı Şirin
Antlaşması'nda kabul edilen sınır hattında mutabık kalındı. Bu olayın ardından,
Ruslar İran'ın kuzeyinde işgal enikleri bölgelerden çekildiler. Nadir, kazandığı bu
askeri başarılar sayesinde 1 736'da aşiret liderleri, ileri gelenleri ve ulemayı top­
ladığı büyük kurultayda kendini şah ilan ettirdi. Tabii bu olaydan önce, 1 732'de
Tahmasb'ı tahttan indirip onun küçük oğlunu III. Abbas adıyla şah yaptığını unut­
mamak gerekir. Moğolları hatırlatan bu kuruİtay, Safevilerin veya onların meşru
bir varisinin yokluğunda, Nadir'in hükümdarlığını ve ailesini meşrulaştırmıştı.
Nadir 1 73 8 'de çıktığı bir sonraki seferinde Kandahar'ı geri aldı. Ardından Hin­
distan içlerine ilerleyip Delhi'yi yağmalarken, bu çok zengin ödülü işgal etmeye ve­
ya imparatorluğuna katmaya niyetlenmedi. Buna karşın 1 740'ta İran'ın sınırlarını
Ceyhun Nehri'ne kadar genişletti. Horasan'daki kendi üssünün mantıklı uzantısı
olan bu nokta, İran tarihinde doğuda ulaşılan en uç sınırdı. Bu şekilde boyun eğen
Özbekler, İran tarihinden sonsuza kadar çekildiler. Nadir, Horasan'ın en büyük
şehri Meşhed'i başkent seçince İsfahan biraz daha dışlanmış oldu. Meşhed aynı
zamanda İsna Aşeriye'nin sekizinci imamı Rıza'nın türbesinin bulunduğu şehirdi.
Nadir ayrıca Kürtler ve Bahtiyariler gibi aşiret halklarını Horasan ve diğer doğu
eyaletlerine sürdü. Böylece İran'ın merkezi son kez doğudaki Orta Asya'ya doğru
kaymış ve bunun sonucunda, bir Şii devletine önemli oranda Sünni bir nüfus ek­
lenmişti.

169
IRAN TARD-11

Meşruiyeti güvenceye alına konusunda son bir hamle, Nadir Şah'ı Şiiliğin inhi­
sarını bırakma konusunda teşvik etmiş olmalıydı. Buna göre, altıncı imam Cafer
Sadık'tan dolayı, Şiiliğin Caferilik adıyla Sünniliğin beşinci mezhebi olarak kabul
edilmesini savundu. Bunun dışında, Ali'nin ilk halife olması gerektiğini savunan Şii
görüşü, ilk üç halifenin reddinden vazgeçecekti. Nadir bu köklü değişikliği belki
Sünni Osmanlıları veya doğrudan yönetimi altında bulunan çok sayıda Afganlıyı
yatıştırmak amacıyla yerleştirmeye çalışmıştı. Burada Şiilik için yeni bir taban va­
sıtasıyla kendini evrensel bir lider olarak ortaya koymuştu. Nadir böyle yaparak,
ulemayı ve genel olarak İranlıları, keyfi ve baskıcı yönetiminden giderek yabancı­
laşan gruplara ve elitlere ekliyordu. Daha 1 74 1 'de, oğlu Rıza Kulu, onu öldürme
girişimi içinde yer aldı. Nihayet 1 747'de Safevilerin sadık Kızılbaşları olan Afşarlar
ve Kaçarlar onu öldürdü. Nadir Şah'tan sonra iki yeğeni ve kör torunu Şahruh,
Afşar yönetimini sadece Horasan'da 1 748'den 1 796'ya kadar sürdürdü. Safevi
Ailesi'nin soyundan gelen Şahruh'un annesi, hanedanın devam eden meşruiyetinin
önemini gösteriyordu.
1 8 . yüzyılda parçalanma yaşayan İran'ın merkezi, Nadir'in ölümüyle birlikte
Zend Aşireti Lideri Kerim Han ve Bahtiyari Aşireti Lideri Ali Merdan Han öncü­
lüğünde yine İran Platosu'na döndü. Aşiret liderlerine verilen han unvanı Türkçe
olmasına rağmen, hem Zend hem Bahtiyari aşiretleri İranlıydı. Zendlerin kökeni
orta Batı Zağroslar'daki Luristan'dı. Bahtiyariler ise onların daha güneybatısın­
dan, Zağrosların orta bölgesinden geliyordu. Nadir Şah, Bahtiyari ailelerinden üç
bin kadarını, yönetimine muhalif oldukları için Horasan'a sürmüştü. Onun ölü­
münden sonra bunların iki bin kadarının eski yerlerine döndükleri düşünülmekte­
dir. Nadir Şah'ın öldürülmesi ardından yaşanan kargaşa ve Bahtiyariler arasındaki
hizipleşmeye rağmen, Ali Merdan Han ve Kerim Han, orta ve Batı İran'da müşte­
rek hükümranlık kurdular. Bunu sağlamak için III. İsmail adıyla bir başka Safevi
kuklası bulmuşlardı. Ali Merdan Han'ın Safevi meşruiyetine hata önem verdiği­
ni gösteren kanıtlar bastırdığı sikkelerdi. Bu sikkelerin üstünde "Bende-yi İsmail"
ibaresi ve "Vekil-i İsmail " unvanı vardı. Bu durum, şah olmadan önce "Tahmasb
Kulu " unvanını kullanan Nadir'de de görülmüştü. Dört yıl kadar süren iki hü­
kümdarlı yönetim, Kerim Han'ın 1 754'te Ali Merdan Han'ı öldürmesi ve içlerinde
Mazenderan'dan Muhammed Hasan Han Kaçar ve Azerbaycan'dan Azad Han'ın
bulunduğu Nadir'in eski komutanlarının üstesinden gelmesiyle son buldu.
Kerim 1 759'da III. İsmail'i tahttan indirmekle birlikte şah unvanını üstlenmeyip
Ali Merdan'ın kullandığı vekil-i devlet unvanını almakla yetindi. 1 765'te başkenti
Şiraz'a taşıdığı zaman, o güne dek kullanılmayan " vekil-i reaya " unvanını benim­
sedi. Halk arasında sadece Vekil olarak bilinen Kerim Han, bu unvanla, Nadir
Şah ve Safevilerin kullandığı evrensel ve eşzamanlı hükümdarlık kavramını tersine

1 70
SAFEVİLER

çevirmişti. Bu kavramda evren veya Tanrı'yla ülke arasında bir denge oluşturan
hükümdar, böylece mutlakıyete sahip oluyordu. Oysa Kerirn'in yönetimi, 1 779
yılındaki ölümüne kadar, evrensel hükümdarın monarşik ve keyfi yönetiminden
ziyade İslamiyetin ilk dönemlerindeki adil hükümdarlık kavramına yakındı. Onun
saltanatına, Şiraz'da yaptırdığı binalara yansıyan bir alçakgönüllülük damgasını
vurmuştu. Bunun dışında, ulema arnk hükümdar karşısında epey bağımsız hale
gelmesine rağmen, Şiiliği himaye etmeyi sürdürmüştü. Rakiplerini tasfiye ettikten
sonra kavgacılığı giderek azalan Kerim, Osmanlılara sadece bir kez saldırdı. Basra
Körfezi'nin dibindeki Basra'ya saldırdığı bu olayda Vekil, körfezdeki ticareti geliş­
tirip Şiraz'ın yakınında bulunan Buşehr'i işlek bir liman kılmayı amaçlamıştı.
Kerim Han'ın ölümünün ardından Zendler kendi aralarında taht kavgasına
tutuştu. Bunların içinde en başarılı olanı, Kerim'in en küçük kardeşi ve onun ar­
dından ilk tahta çıkanlardan Sadık'ın ( 1 779- 1 78 1 ) oğlu Lütf Ali ( 1 789-1 794) idi.
Onun Kaçarların lideri Muhammed Han tarafından öldürülmesiyle birlikte sadece
kısa ömürlü Zend Hanedanı değil, Safevilerin İran'daki son kalıntıları da ortadan
kalktı. 1 8 . yüzyıl sonunda görülen anarşi ve parçalanma, 1 5 . yüzyıl sonunda yaşa­
nan olaylara benziyordu. Bununla birlikte, aşiret kökenine sahip son hanedan olan
Kaçarlar, İran'ın yeniden birleştirilmesini sağlayacaktı. Kaçarlar Safevi Kızılbaş aşi­
retlerinden birini oluşturmasına rağmen, kendilerini Safevi meşruiyetiyle bağlama
konusunda hiç hevesli değillerdi. İktidar, Şii tabanına dayanarak meşrulaştırılmak­
la birlikte, din olağanüstü bir dönüşüme uğramıştı. Bu dönüşüm günümüzde de
varlığını sürdürmektedir.
1 8 . yüzyılda yaşanan büyük parçalanma, merkeziyetçi yapıdan uzaklaşma ve
anarşiye rağmen, Safevi mirasının İran tarihinin doruklarından birini oluşturduğu
yaygın biçimde kabul edilmiştir. Bu dönemde yeniden kurulan İranlı bir monarşi
yönetiminde ülkenin coğrafi birliği tekrar oluşturulmuş, Şiilik devlet dini haline
gelmiş; İran sanatı, mimarisi ve kültüründe yeni bir parlak çağ yaşanmıştı. 1 9. yüz­
yıl başında ülkenin doğu sınırı geri çekilip Kafkas eyaletleri kaybedilirken, 1 63 9
Kasr-ı Şirin Antlaşması'yla belirlenen batı sınırı korunmuştu. Şahın başında bulun­
duğu monarşi kurumu, hanedanın kökeni zamanla değişse de, 1 979'a kadar etkin
biçimde varlığını sürdürdü. İran halklarının büyük çoğunluğu Şiiliği benimsemeye
devam etti. Din, Pers kültürüyle birlikte, 1 9. yüzyılda gelişmeye başlayan İran mil­
liyetçiliğinin temel unsuru oldu. Şii ulemanın kurumsal hale gelmesiyle birlikte,
hükümdarlıkla din arasında ortaya çıkan gerilim, Safevi döneminin gözden kaçırıl­
maması gereken yanlarından biridir.
Şii ve Sünni ulema arasında doktrin bakımından önemli farklar olmakla bir­
likte, rolleri ve işlevleri bakımından fazla bir fark yoktu. İki grup da, bu dünyada
yaşamak için Tanrı'nın emirlerini yerine getirmenin hukuki ve teolojik temeli olan

1 71
İRAN TARİHİ

şeriatı kullanıp yorumluyordu. Ancak Sünnilerin aksine Şiilerin fıkhı, imamların


uygulamalarına dayanıyordu. On ikinci imamın 9. yüzyıl sonundaki gaybetiyle bir­
likte, Şii ulema, yokluğunda onun iradesinin eksikliğini hissetti. Safevi döneminde
üst düzeydeki din adamları, on ikinci imamın ayrıcalıklarını üstlenmeye başladı.
Bunun sonucunda Şii ulema, imama gönderme yaparak yorumlarda daha büyük
esnekliğe kavuştu. Eğitimlerinde ve fıkhı yorumlamada kullanmaya devam ettik­
leri felsefi düşünce ve söylem de bunda rol oynadı. Şii Büveyhiler hilafete hakim
olduğu zaman bile, Şiiler kendilerinin Sünnilere karşı azınlıkta olduğu tarihi statü­
koyu kabullenmişti. Safevilerin İran'da Şiiliği yerleşik din haline getirmesi, ulema­
nın devletle ilişkisini dönüştürdü. Bu olay İslama aykırı olma potansiyeli taşıyan
hükümdarlık bağlamı içinde gerçekleşmişti. Böylece Usuliler devlet yapısı içinde
işleve sahip oldu. Bu gerginliğin diğer iki unsuru halk arasında yaygın olan İslamla
hukuki ve felsefi zemine sahip Şii ulemaydı. Tasavvuf bu iki unsur arasında bir tür
köprü vazifesi görüyordu. Bazı din adamları hem Tasavvufa hem Usulilere kar­
şıydı. Çok çeşitli görüşler dile getirilmesine rağmen bunlar genellikle hoşgörüyle
karşılanıyordu.
Şiiliği İran'a yerleştiren karizmatik lider Şah İsmail, hem politik hem dini oto­
riteyi bünyesinde toplamıştı. Eşzamanlı ve evrensel hükümdarlığa özgü bu durum,
gerek hükümdarlık gerek ulema kurumu için tehlike oluşturuyordu; zira burada,
Tanrı adına kim aracılık edecek, şeklinde hayati bir soru sormak gerekiyordu. Hü­
kümdarlık kurumuna yönelik tehlike, popüler dinin radikal, hatta ahir zamanla
ilgili beklentilerinden kaynaklanıyordu. Buna göre şah ister veraset yoluyla tahta
çıksın ister başkaları tarafından hükümdarlığa uygun görülsün, bir şekilde yanıl­
maz imamı temsil ediyordu. Şii ulemanın bizzat monarşiyi veya şahın temsil ettiği
on ikinci imam kavramını ya da "gizli" imam, imam-ı zaman gibi unvanları des­
teklemesinin teolojik bir temeli olmaması da aynı derecede önemlidir. Karizmatik
bir liderin ulema için yarattığı tehlike sadece doktrin bağlamında değildi; bu aynı
zamanda otoritesini doğrudan Tanrı'dan alan bir hükümdara boyun eğme, hat­
ta kendi konumlarının gereksiz olması ihtimalini barındırıyordu. Safevi hüküm­
darları, ulemayla yaşanması muhtemel bu gerilimden genellikle kaçınıyordu; zira
onların desteği ülkenin istikrarı için hayati öneme sahipti. İstikrar için önemli bir
diğer etken, ulemanın özellikle şehir dokusunda ve tüccar aileler içinde oynadığı
toplumsal roldü. Buna ilaveten, hükümdarlık üzerinde yaşanan gerilime ve değişen
niteliğine rağmen ulema, Safevilerden Pehlevilere kadar şahın varlığına boyun eğ­
miş ve üstiinliiğünü kabullenmişti.
Safevi şahlarıyla ulema arasında değişen ilişkilerde, fikirler siyasi olarak ifade
ediliyordu. Merkeziyetçiliğin geliştiği ve iktidarın tek elde toplandığı dönemlerde,
mesela Şah Abbas saltanatında hükümdar, otoritesini ulemaya verme konusunda

1 72
SAFEVİLER

giderek isteksizleşiyordu. Örneğin Şah Tahmasb Mehdi unvanını reddederken ba­


basının karizmasını görünüşte inkar etmiş ve Kızılbaşlara karşı koymasında yardım
etmeleri için Şii kadrolarla ittifak yapmıştı. Hükümdarlar aynı dönemde ve Safevi
tarihinin büyük bir bölümünde, imamların soyundan gelme kavramıyla bunun İs­
lami adil yönetim şeklindeki sonuçlarını iç politikada kullandılar. Böylece iktidar­
larını sağlamlaştırıp Sünni Osmanlı ve Özbeklere karşı seferler yaptılar. İki örnekte
de Safeviler yönetimlerinin evrenselliğini geliştirdiler. Özellikle Şah Abbas'ın idari
ve askeri ama aynı zamanda ekonomik ve sosyal reformları kendine bağlı unsurlar
yarattı. Ordunun yanı sıra bizzat ulema bu unsurlar arasındaydı . Böylece bilhassa
Kızılbaşlarla bağlantılı, ahir zamanla ilgili beklentiler hükümdardan biraz daha
uzaklaşmış oldu. Hükümdarın temsili her iki yönde gerçekleşirken, pratikte mutla­
kıyet, şahın desteğine ihtiyaç duyduğu kurumlar tarafından yumuşatıldı.
Safevi döneminde ulemanın kurumsallaşma sürecinde, siyasi ve toplumsal ayrış­
ma potansiyeli taşıyan dini-fıkhi bir tartışma, ulemayı ikiye böldü. Ayrıca, Safevi dö­
neminde önemli ilahiyatçılarla düşünürler, otorite üzerinde odaklanan ve genellikle
hükümdarlarla kavgalı olmalarına yol açan yeni fikirler dile getirdiler. Felsefe ve
Tasavvuf'ta da, siyasi ve toplumsal ayrışmalara yol açan benzer gelişmeler vardı.
Şii ulema içindeki dini-fıkhi tartışma fıkıh kaynakları ve bunların yorumu üze­
rinde yoğunlaşmıştı. Bu tartışmanın tarafları Ahbariler ile Usulilerdi. Ahbariler yo­
rumlarını ve hükümlerini imamların taşıdığı geleneklere (ahbar veya hadis) dayan­
dırıyordu. Usuliler ise geleneklerin müçtehitler tarafından yeniden yorumlanmasını
kabul ediyordu. Fıkıh konusunda karara varabilmek için içtihat yapan ve ulemanın
en yüksek mertebeli mensupları olan din adamlarından dolayı Usuliler, Müçtehidi­
ler olarak da bilinir. Öte yandan Ahbariler içtihadı sadece imamların yapabileceği­
ni savunuyordu. Safevi tarihinin son dönemlerinde üstünlüğü ele geçiren Usuliler,
ulema içinde elit bir kesim olarak, otoritenin ve toplumun hiyerarşik görünümünü
yansıtıyordu. Ahbariler gibi, tarihi açıdan şahın daha büyük güç sahibi olması ger­
çeğini kabullenmelerine rağmen, şahın otoritesine meydan okuyan grup onlardı.
Safeviler döneminde filozoflar da üçüncü bir grup olarak ortaya çıkmıştı. Özellikle
Mir Damad (ö. 1 6 3 1 ) ve Molla Sadra'nın (ö. 1 640) başını çektiği bu grup, Tasav­
vuf ve felsefi kökenleri yüzünden bazı Usulilerle kavgalıydı; buna rağmen onlar
muhtemelen imamların imtiyazının devredilebileceğini savunan Usuli mensuplarıy­
dı. Ahbariler gibi onlar da siyasi açıdan pasif olmakla birlikte, genellikle yüksek
dini makamlara getiriliyorlardı.
Din adamlarının aktif olması Safevi döneminin başlarında savunuluyordu ve bu
hareketin başını Karaki ( ö. 15 34) çekiyordu. Müçtehitlerin imamın vekili olduğunu
ilk kez ileri süren oydu. Onun fikirleri Şah Tahmasb tarafından desteklenmekle kal­
mamıştı; bu aynı zamanda yaşayan bir müçtehidin, hayatlarını onun hükümlerine

1 73
iRAN TARlHI

göre biçimlendiren inananlar üzerinde nihai otorite olması demekti. Bu dönüşüm,


Tahmasb'ın cami imamlarının, kadıların ve diğer yetkililerin atanması konusunda
Karaki'ye yetki vermesinde açıkça görülüyordu. Bu gelişme, din adamları hiyerar­
şisinin kurumsallaşmasıyla sonuçlanmıştı; bir bakıma, dinin devletten ayrılmasını
yansıtıyordu. Dini otorite Karaki'nin ve nihai olarak en yüksek mertebedeki müç­
tehitlerin elinde toplanmıştı. Bunlar hiyerarşi içindeki kademelerini, kendilerinin
fıkhi yorumlarına uyan diğer din adamlarına, öğrencilere ve inananlara borçluydu.
il. İsmail 1 5 76'da tahta çıkarken bir müçtehide şöyle hitap etmişti:

Bu saltanat aslında imama, sahib-ez zamana aittir . . . ve sen İslamın ve şeriatın


buyruklarını yerine getirmek için onun yerine atanmış naibisin. Sen hal ıyı önüme
serip beni tahta çıkarıyorsun . . . Böylece ben de devletin tahtında oturup senin ka­
rarların ve iradene uygun olarak hüküm süreceğim."

Aynı kaynakta, müçtehidin kimsenin uşağı olmadığını mırıldandığı belirtilir. Bu


doğruysa, birbiriyle çekişen otoriteler arasındaki gerginliğin göstergesidir.
Ulemanın otoritesi ayrıca siyasi, ekonomik ve toplumsal güce aktarılmıştı. Ken­
dilerine çeşitli devlet makamları ve unvanları verilen ulema mensupları, müritler­
den hums • topluyor, vakıfları yönetiyorlardı. Tüccarlarla evlilik ve diğer yollar
vasıtasıyla kurdukları bağlar sayesinde toplumun temel direği haline gelmişlerdi.
Bu değişimlerin bir diğer sonucu, Irak'ta Kerbela ve Necef gibi Şiiler için hac ve
ilim bakımından kutsal yerlerde yaşayan ulemanın, hakimiyet Osmanlılara kap­
tırıldıktan sonra Safevi Devleti'nden bağımsızlığını ilan etmesiydi. Sekizinci imam
Rıza'nın türbesinin bulunduğu Meşhed'e ve kız kardeşi Fatima'nın türbesinin bu­
lunduğu Kum'a önce Safevilerin, ardından Kaçarların sahip çıkması, meşruiyeti
pekiştirirken kutsal şehirlerin Osmanlıların eline geçmesini dengelemişti. Kutsal
şehirlerde yaşayan ulemanın bağımsızlığı, daha sonraki bütün İran hükümetlerinin
başını ağrıtacaktı.
Şah Abbas'ın halefleri giderek Usuli üstünlüğünü kabul etti. Bunda Şii gelenekle­
rini bir araya getirdiği çok kapsamlı derlemesiyle, önemli müçtehitlerden Muham­
med Bekir Meclisi'nin (ö. 1 700) büyük payı vardı. Meclisi devlet içinde bir bütün
olarak büyük güce sahipti. Ahbarilere, filozoflara, mutasavvıflara saldırdığı gibi,
Usulileri İran'ın yerleşik dini kurumu haline getirmek için popüler İslama bile ayak
uydurmuştu. Daha geniş bir kitleye hitap etmek için bazılarını Farsça yazdığı risa­
lelerinde; adalet, hükümdarın sorumluluğu, halkı koruma vazifesi gibi geleneksel
İslami konuları de aldı. Müçtehitler, ulemayı müçtehitlerin otoritesi altında mer­
kezde toplama konusunda, teolojik polemiklerde iki tarafa da yakın hükümdarlar

• Herhangi bir şekilde elde edilen malın hayra harcamak üzere ayrılmış beşte birlik kısnu. (çev.)

1 74
SAFEVİLER

tarafından tercih ediliyorlardı. Safevi lranı'nı en iyi algılayan Avrupalı seyyah olan
Chardin, 17. yüzyıl sonunda şunları gözlemlemişti:

Evrenin en üst karındaki taht, ancak bir müçtehide uygundur. O, sıradan insan­
lara göre daha çok bilgiye sahiptir ve daha kutsaldıL Müçtehit kutsal ve bunun
sonucunda barışçı bir insan olduğu için, adalet dağıtmak amacıyla kılıcını kulla­
nacak hir krala ihtiyaç vardır. Fakat onun [müçtehidini ancak nazırı olabilir ve
ona bağımlıdır. 1.1

1 8 . yüzyılda İran'da devlet giderek zayıflarken ülkeyi 1 9 . yüzyıla ve Kaçarlar döne­


mine taşıyan kurum, Safevilerin son zamanlarında müçtehitlere bağlı olarak mer­
kezi bir konum edinen ulemaydı. Bu dönem boyunca, bu kurumun devamlılığı
bir diğer büyük müçtehit olan Ağa Muhammed Bekir Vahid Bihbihani'nin ( 1 705-
1 79 3 ) gölgesinde kalmıştı. Kutsal şehirlerde Ahbarilere karşı Usulilerin nihai zaferi
onun sayesinde gerçekleşmişti. Ahbariler tamamen ortadan kaybolmakla birlikte,
onların düşüncesinin Safevi Tasavvuf felsefesiyle karışmasından oluşan görüşler,
1 9 . yüzyıl başlarında, bir başka Şii hizbi olan Şeyhiler vasıtasıyla ortaya çıktı. İran­
lıların büyük kısmı, dini hayatlarını Şiiliğin çeşitli biçimleri vasıtasıyla ifade edi­
yordu. İlk imamların şahadeti uzun zamandır anılmakla birlikte, bunun dramatik
ifade şekli olan taziye, Safevilerden Kaçarlara geçiş döneminde ortaya çıktı. 1 8 .
yüzyılın büyük kısmı boyunca tahtta hak iddia eden Safevi mensupların kullanıl­
ması, bu soydan gelmenin popüler cazibesini ve hem din hem gelenek vasıtasıyla
meşrulaştırılan hükümdarlığı yansıtıyordu. Zend Aşireti Lideri Kerim Han'ın, bu
olayda da vekil-i reaya unvanını kullanması, devletin halka karşı sorumluluğuyla
ilişkilidir. Popülizm 1 9 . yüzyıl başında kendini dini terimlerle ifade ediyordu ama
aynı yüzyılın sonunda milliyetçilik, popülizm ve İran kimliğine yeni bir yön göste­
recekti.

1 75
7

KAÇARLAR ( 1 796-1 926 )

Kaçar Aşireti'nin geçmişi, adı 1 9 . yüzyıl İran'ıyla özdeşleşen hanedanın tarihin­


den çok daha eskidir. Hanedan yönetimi, hal3 aşiret elitleri ve siyasetinin egemen
olduğu 1 8 . yüzyıl İran siyasi kültürüne dayanıyordu. Ancak bu durum, 1 9 . yüzyıl
boyunca ve 20. yüzyıl başlarında, başarısız bir meşrutiyetçiliğe kaydı. 1 926'da or­
taya çıkacak olan yeni bir hanedansa, ülkenin antik siyasi kültürünü kesin biçimde
dönüştürecekti. Kaçar Hanedanı'nın tarihi işte bu muazzam eksen kaymasıyla bağ­
lantılıdır. Hanedanın değişime verdiği tepkinin yetersiz kalması ve İran'ın toprak
bütünlüğüyle hükümranlığını koruyamaması bu tarihin ayrılmaz bir parçasıdır.
Bunun sonucunda, Kaçarların işbaşında olduğu uzun yüzyıl daima kötü yönetimle
hatırlanır. O dönemde yaşayan gözlemcilerle tarihçiler arasında onların başarıla­
rından bahsedenlerin sayısı çok azdır. Hanedanın meşruiyeti, bir buçuk asır süren
saltanatı boyunca çağdaşları arasında her zaman tartışma konusu olmuştur.
Hanedan hakkındaki olumsuz değerlendirmeler daha kurucusu Ağa Muham­
med Şah ( 1 779- 1 797) zamanında başladı; zira bu hükümdarın adı zalimlikle anı­
lıyordu. Kuzey İran'da güçlü bir aşiret olan Kaçarlar, devam etmekte olan Afşar
iktidarına karşı ciddi bir tehdit oluşturuyordu. Ağa Muhammed'in babası ve bü­
yükbabası da iktidar için çekişen güçlü politik rakiplerdi. Güçlü olmakla kalmayıp
Safevileri iktidara getiren yedi Kızılbaş boyundan biri olmaları, onlara en azından
Afşarlarla rekabet etme konusunda meşruiyet sağlıyordu. Potansiyel lider olarak
Ağa Muhammed'i bertaraf etmek isteyen Afşar Hükümdarı Adil Şah onu hadım
ettirdi. Ağa Muhammed bu engele rağmen yeni bir hanedan kurmak amacıyla önce
Mazenderan'daki aşireti içinde, ardından Azerbaycan'da etkili bir koalisyonu bir
araya getirdi. Zendleri yenip Horasan'daki Afşar egemenliğine son verdi; hatta
Gürcistan üzerindeki İran hükümranlığını yeniden sağladı. Safeviler dönemindeki
birliği yeniden kurarak Zendleri ve Afşarları tasfiye etti. Öldürülmeden önce baş­
kenti Tahran'a taşıdı. Kaçarların otlaklarına yakın olan bu kasabanın nüfusu kat­
lanarak büyüdü ve hanedan yönetiminin son yıllarında büyük bir şehir halini aldı.
Ağa Muhammed'in yerine geçen yeğeni Feth Ali Şah ( 1 797-1 834), diğer rakiple­
re karşı iktidarını sağlamlaştırıp meşruiyet kazanmak zorundaydı. Bununla birlikte
karşılaştığı en ciddi tehdit Avrupa' dan geliyordu. Avrupa'yla ilişkilerin değişmesine

1 76
KAÇARLAR

yol açan bu durum sadece askeri ve ekonomik güçteki eşitsizlikten değil, Kaçarların
bu dengesizliği kabullenmemesinden de kaynaklanıyordu. İran'ın stratejik konu­
mu ve merkeziyetçilikten uzaklaşması Britanya, Fransa ve Rusya hükümetlerinin;
Ortadoğu ve Hindistan'a yönelik emperyalist tutkuları uğruna, kendi aralarında
nispeten düşük bir maliyetle çekişmesi anlamına geliyordu. Feth Ali saltanatının
ilk yıllarında Fransa ve Britanya'yı birbirine karşı kullanmaya çalıştı. Bunun için
her iki güçle, birbiriyle çelişen karşılıklı yardım antlaşmaları imzaladı. 1 79 8'de
Mısır'ı işgal eden Napolyon, Britanya ve Rusya'ya karşı İran'ın desteğini arıyordu.
İran ilk diplomatik anlaşmayı İngiltere'yle yapmasına rağmen Feth Ali 1 807'de
Napolyon'la Finkenstein Antlaşması'nı imzaladı. İngilizlerse Afganistan'da ve
Fransa'ya karşı İran'ın yardımına ihtiyaç duyuyordu. Birbiriyle çelişen bütün bu
antlaşmaların tarafları sonunda hep birlikte hüsrana uğradı. Yayılmacı politikasını
başarıyla yürüten yanı başındaki komşusu Rusya, öncelikle İran'ın Kafkas eyalet­
lerindeki egemenliğine son verdi. Bu kayıp, 1 8 1 3'te imzalanan Gülistan ve 1 828 ta­
rihli Türkmençay antlaşmalarıyla kabul edildi. İlk antlaşmada kaybedilen toprak­
ları geri almaya çalışan Feth Ali Şah'ın gerçekçi olmayan talihsiz çabaları sonucu,
ikincisini imzalaması zorunlu olmuştu. Rusya daha sonra, aynı yüzyıl içinde Orta
Asya topraklarına doğru ilerledi.
Güç dengesizliği, bunun kabullenilmemesi, ordunun aşiretlerden toplanan dü­
zensiz birliklere dayanması sadece kalıcı toprak kayıplarıyla sonuçlanmadı; aynı
zamanda kayıpları geri almak için kötü planlanan çabalar, ağır bir tazminat yü­
küne neden oldu. Tazminat ve toprak kayıplarının uzun vadeli ve kalıcı sonuç­
larından biri, başını ulemanın çektiği yabancı karşıtı popülizmdi. Kafkaslar'da
geçmişi çok eskiye dayanan cihat veya gaza geleneği, bu hareketi teşvik ediyordu.
Ne var ki Kafkasya'daki toprak kayıpları kalıcıydı. Pek çoğu İran'a göç etmesine
rağmen bölgeden ayrılmayan Müslümanlar, Hıristiyan Rusya'nın egemenliğinde
kalmıştı. Bunun dışında, Türkmençay Antlaşması, Rusya'nın uyruğu olanlara ülke
toprakları dışında ayrıcalık tanıyordu. Daha sonra nefret edilen kapitülasyonlar
adını alacak bu imtiyazlar, diğer Avrupalı güçlere de tanınacaktı. Kapitülasyonlar
hukuki ve ekonomik sonuçlar doğurmuştu. Genellikle azınlıklardan oluşan bazı
İran uyrukları ülkenin yargı sisteminden muaf olurken, ithal mallarına genel güm­
rük tarifelerinin uygulanmaması İran ticaretini ve ürünlerini doğrudan etkiliyordu.
Toprak kayıpları, kapitülasyonlar ve Avrupa'nın içişlerine müdahalesinin artması;
cihat olgusunu pekiştirirken, ulusal ve dini aşağılanmaya yeni bir psikolojik boyut
ekledi.
Fı:tlı Ali yı:ni bir Kafkasya seferine çıkmadan önce iktidarını merkezileştirip hü­
kümetini ve ordusunu yeniden örgütlemeyi beceremeyince yaklaşımlarının gerçekçi
olmadığı ortaya çıkmıştı. İdari değişiklikler yapılmadığından, Rusların ilerlemesini

1 77
İRAN TARİHİ

durdurma konusunda gerekli olan merkeziyetçi devlet reformları için kaynak bu­
lamamıştı. Aynı nedenle, düzensiz birliklerden oluşan ordusunu modern silahlarla
donanmış disiplinli bir güce dönüştürememişti. Buna karşın Azerbaycan valisi olan
oğlu veliaht Abbas Mirza, Fransız ve İngiliz danışmanlar gözetiminde kendi kuv­
vetlerini modernleştirmişti. Ancak babasının vefatından kısa bir süre önce ölmesi,
Kaçarlar ve İran için talihsiz bir olaydı. Şah olduğu takdirde bu reformları bütün
ordu ve devlet içinde yayabilirdi.
Gerek Osmanlı gerek Mısır hükümdarları içte benzer engellerle, dışta Avrupa 'nın
askeri ve siyasi tehditleriyle karşılaştığında merkeziyetçi politikalar uygulayıp as­
keri reformlar yapmıştı. Kaçarların reform yapmaya ilgi duymaması, İran'ın neden
bu yola başvurmadığı sorusunu akla getirir. Oysa Osmanlı Sultanı il. Mahmud
( 1 808-1 839) ile Mısır Valisi Mehmet Ali ( 1 805-1 848), Avrupa'dan gelen tehdide
bu şekilde tepki verdiler. Üstelik ulema, ordu ve diğer geleneksel elitin kazanılmış
haklarıyla çıkarlarının yarattığı güçlü iç muhalefete rağmen, ülkelerinde kapsamlı
askeri, idari ve ekonomik reformlar yaptılar. Kaçarlar gibi Mehmet Ali de iktidara
yeni gelmişti. Ancak Kaçarların tahtı ele geçirme yolları sadece güvensizliği artırdı.
Üstelik orduyu modernleştirmek için gereken gelirlerin yetersizliği sorununun yanı
sıra bir de güçlenen ordunun devlete darbe yapması tehlikesi vardı. Fransa, İran'ı
Rusya'ya karşı güçlendirmek ve muhtemelen Hindistan'daki İngiliz çıkarlarını teh­
dit etmek için General Gardanne'ı askeri bir heyetle buraya yolladı. Ne var ki
Gardanne'ın görevi kısa sürede sona erdi. Feth Ali Şah, Avrupa'nın artan gücü ve
çoğalan düşmanlıkların bizzat farkındaydı. Britanya ilk diplomatik temasları 1 800
yılında yaptı; bunu 1 802'de Fransa'nın temasları ve ardından yapılan antlaşmalar
izledi. 1 8 1 0'da ilk kez İranlı öğrenciler Avrupa'ya gönderildi. Bu olay Avrupa'yı
daha iyi anlamak için bir tür karşılıklı temas ihtiyacının farkında olunduğunu gös­
termektedir. Bununla birlikte, Abbas Mirza askeri reformun önemini anlamasına
rağmen, halefleri ilgisiz gibi görünüyordu.
1 82 8 Türkmençay Antlaşması Kaçar tarihinde önemli bir dönüm noktası ola­
rak, hanedanın İran'daki saltanatı sırasında karşısına çıkacak bütün sorunların ha­
bercisidir. Bu sorunların en önemli iki tanesi, hükümdarlık ve toprak bütünlüğünü
de içeren ulusal egemenlikle ilgiliydi. Ayrıca bu iki sorunla iç içe geçmiş kimlik
meselesi ve dolaylı yoldan içerdeki değişimleri kışkırtan Batı etkisine nasıl karşılık
verileceği konusu vardı.
Kaçarlar bütün İran üzerinde egemenlik kurarken, bunu aşiret liderleri olarak
yaptılar; yönetimlerini meşrulaştırma konusunda başka dayanakları yoktu. Meş­
ruiyetleri esasen Safevilere sadık Kızılbaş Sülalesi'ne mensup olmalarına dayanı­
yordu. Bu meşruiyeti siyasi evlilikler yoluyla genişlettiler. Örneğin Feth Ali Şah'ın
eşlerinden biri Bahtiyariydi. Bunun dışında, geleneksel İslam ve Şii sembolleriyle

1 78
KAÇARLAR

unvanlarını üstlenerek belgelerde ve sikkelerde kullandılar. Feth Ali Şah ve Abbas


Mirza, Kafkaslar' da cihat peşinde koşarak meşruiyet iddiasında bulundular. Abbas
Mirza'nın 1 83 3 'te Sünni Afganların elinde bulunan Herat'ı tekrar Şii İran'a kazan­
dırma çabası da bu yolda atılmış bir adımdı.
1 834'te önce Abbas Mirza'nın, ardından Feth Ali Şah'ın ölmesi bir yandan meş­
ruiyet sorununu gündeme getirirken bir yandan da yeni bir veraset krizine yol açtı.
Kaçar Sülalesi içinde taht iddiaları onaya çıkmasına rağmen, bu durum 1 848'de
Nasıreddin'in tahta çıkmasında olduğu gibi büyük güçler tarafından tanınma yo­
luyla çözüldü. Feth Ali'nin çok sayıda oğlunun bulunması, her zaman bir sorun olan
veraset kavgasını iyice şiddetlendirmişti. Bu olayda Feth Ali'nin bütün oğulları, bir
torun lehine devre dışı bırakıldı. Böylece Abbas Mirza'nın oğlu Muhammed Mirza,
Muhammed Şah ( 1 834- 1 84 8 ) adıyla büyükbabasımn ardından tahta geçti. Türk­
mençay Antlaşması'nın 7. maddesine göre Ruslar, Abbas Mirza'yı babasının yerine
geçecek veliaht olarak kabul etmişti. Böylece hem 1 834 hem 1 848'de, Rusya'nın ve
Britanya'nın verdiği destek sayesinde önce Muhammed, ardından Nasıreddin Mir­
za tahta çıktılar. Bunun sonucunda Kaçarlar içerden saltanata yönelik tehditlere
kulak asmadıkları gibi ciddi bir askeri reform yapma ihtiyacı da duymadılar. Rusya
ve Britanya'ya bu bağımlılık yüzünden hanedanın meşruiyeti iyice zayıflayarak,
uyruklarının zihninde yer eden ulusal hakimiyet sorunuyla bağdaştırıldı. Milliyet­
çilik İran tarihinde yeni bir etkendi. Özellikle Nasıreddin Şah'ın saltanatı sırasında
imtiyazların satılmasıyla birlikte, Rusya ve Britanya'nın güçlerini artırarak İran'ın
ulusal ekonomisini birçok bakımdan kuşatma altına aldığı düşünülüyordu.
Türkmençay Antlaşması'nın ulusal egemenliğe ve kimliğe aykırı gelen sonuçla­
rından biri imzanın atılmasından hemen sonra yaşandı. Rusya belirlenen tazminatı
tahsil etmek için1 829'da, gelecek vaat eden ve çok sevilen genç yazar Griboye­
dov başkanlığında bir heyet gönderdi. İran'da beş yılı aşkın bir tecrübeye sahip
olan ve Farsçayı iyi bilen Griboyedov'un Müslüman kültürüne duyarsız kalması
bir krizin patlak vermesine yol açtı. Kendisiyle birlikte bazı heyet üyeleri ve Kazak
askerlerden oluşan kırk dört kişi, galeyana gelen bir güruh tarafından öldürüldü.
Krizin temelinde yatan din değiştirme ve kadın sorunu zaten olayları tahrik etme­
ye yeterliydi. Başlangıçta arabuluculuk görevini üstlenen ulema giderek kontrolü
kaybetti. Bu arada bir din adamı, ayaktakımının duygularına hitap eden bir fetva
yayımlamıştı. Yabancı düşmanlığı kabaran kalabalık, Kazakların ateş açıp bir gen­
ci öldürmesiyle tamamen kontrolden çıktı. Feth Ali Şah'ın bile tahtının tehlikeye
girdiği olaylar ancak dört gün sonra bastırılabildi. Bu olayların baş sorumlusu ya­
baııı.:ı <l üşmaıılığı, ulema ve: pa:t.ar<lı. Bunun ar<lııı<laıı y ü:t.yılııı urtasııı<la Babilc:rc:
yönelik baskılar, 1 8 90-91 'de yaşanan tütün imtiyazı krizi ve nihayet 1 905-6'daki
Meşrutiyet Devrimi, iyice zayıflayan rejimi göz önüne serecekti.

1 79
İRAN TARİHİ

1 9. ve 20. yüzyıl boyunca adamakıllı anan İngiliz ve Rus nüfuzu sonucu; ki­
şilerle gruplar bu iki güçten biriyle yakınlaşmanın yolunu ararken, şahlar ve hü­
kümetleri bunları birbirine karşı kullanmaya çalıştı. Feth Ali'nin halefi ve torunu
Muhammed Şah ise bu iki güç arasında kararsız kaldı. Başlangıçta İngilizlerden
yana davranıp, daha önce Rusya'ya verilen imtiyazların benzerlerini Britanya'ya
verdi. Saltanatının son on yılında onaya çıkan ve kontrolü dışında gelişen iki ola­
yın, halefi Nasıreddin Şah'ın ( 1 848- 1 896) saltanatı üzerinde kalıcı etkileri olacaktı.
Birincisi, 1 9 . yüzyıl başlarında Kafkaslar'da başlayan sürecin devamında Rusların
Orta Asya içlerine ilerleme politikasının, yüzyıl ortasında İran'ın Herat'taki çıkar­
larını tehdit etmesiydi. İkincisi, Safeviler döneminde ortaya çıkan ve Ahbarilerle
Usuliler arasında dini otorite konusunda yaşanan tartışmalardan kaynaklanan iç
gelişmeydi. Bunun reformist olduğu kadar popülist sonuçları da ortaya çıkmıştı.
Hazreti Muhammed'in soyundan gelenlere verilen ve halk arasında büyük say­
gı gören "seyit" unvanını taşımakla birlikte fazla tanınmayan Muhammed Ali,
1 844'te kendini mesih anlamına gelen Bab (kapı) ilan etti. Ahbariler 1 8. yüzyılda
fiilen ortadan kalkmış, böylece müçtehit üstünlüğüne sahip Usuliler rakipsiz kal­
mıştı. Ne var ki şimdi Şeyhiler onlara rakip olmuştu. Bu grup adını, Bahreyn'de
doğup sonradan İran'a yerleşen Arap ilahiyatçı Şeyh Ahmed Ahsai'den (ö. 1 826)
alıyordu. Onun düşüncesinde Safevi Tasavvuf felsefesinin izleri vardı. Ahbariler gi­
bi Şeyhiler de her bireyin inancı yorumlayabileceğini ve müçtehitlerin değil sadece

7. 1 Tak-ı Bostan'da Feth Ali Şah ve oğullarını gösteren Kaçar rölyefi (Fotojra{: Gene R. Garthwaite)

180
KAÇARLAR

on ikinci imamın otoritesini tanıması gerektiğini savunuyordu. Şeyh Ahmed daha


da ileri gidip, her çağda Tanrı'nın adına konuşabilecek kusursuz bir Şii olduğunu
ileri sürüyordu. On ikinci imamın gözden kaybolmasından sonra, onun temsilcisi
olan Bab ortaya çıkacak ama tanınmayacaktı. Seyid Muhammed Ali kendi öğre­
tisinde bu unsurların bir kısmını tekrar etmişti. Bu kavramlar, 1 9 . yüzyıl sonunda
değişim ve reformu savunan bazı ulema mensupları tarafından daha yaygın biçim­
de benimsendi. Bazı ulema mensuplarıysa bir tür laikliği dile getirmeye başladı. İlk
Kaçar hükümdarları, ulemaya karşı bir denge unsuru olarak Şeyhilere hoşgörüyle
yaklaştı. Gerek onlara gerek diğerlerine karşı bu yaklaşım, Kaçar hükümdarlığının
ve temsilinin eşzamanlı niteliğini ortaya koyuyordu. Pratik bakımdansa bu unsur­
lara karşı hanedanın toplumsal sorumluluğunu sergiliyordu.
Seyid Muhammed Ali, lrak'ın kutsal şehirleri Necef ve Kerbela'da Şii ilahiyatı
ve fıkıh eğitimi gördü. Burada yakınlık kurduğu Şeyhiler onun dini yorumlama
becerisini kabul etmişti. 1 844'te Şiraz'a dönünce kendisini mesihin müjdecisi veya
imam ya da belki Tanrı'nın dışavurumu anlamına gelebilecek şekilde Bab ilan etti.
Beyan adlı eserinde dile getirdiği doktrini, her çağa uygun biçimde birbirinin yerini
alan vahiy fikrini geliştiriyordu. Bab, kadınlara daha yüksek statü gibi birtakım ile­
rici sosyal değerler ve serbest ticaret gibi ekonomi politikalarını dile getirdi. Bunda
belki, Şiraz'da ticaretle uğraşan bir aileden gelmesi rol oynamıştı. Düşüncelerinin
cazibesine kapılan çok sayıda yandaş bulması, belki İran'da 1 9 . yüzyıl başında
yaşanan büyük değişimlerin bir yansımasıydı .
Babi doktrinleri sadece ulemanın gazabına uğrayacak türden olmayıp ay­
nı zamanda kurulu toplumsal düzeni ciddi ölçüde tehdit edecek nitelikteydi.
Nasıreddin'in tahta çıktığı sırada bir dizi isyan çıkaran Babiler acımasızca bastı­
rılırken Bab'ın kendisi de 1 850'de yakalanıp idam edildi. Kaçarların meşruiyeti,
özellikle tahta çıkış zamanlarında olmak üzere daima tartışmalara açıktı. Bunun
yanında, Babilerin başarısını ve ataklığını, otoritesine karşı büyük bir tehdit olarak
gören ulema, onları din değiştirmekle suçladı. Babileri Ortodoksluğun dışına iten
şey, Bab'ın öğretilerinin, Tanrı'nın insanoğluna gönderdiği son ve eksiksiz vahiy
olan Kuran'ın yerini aldığı düşüncesiydi.
Cesur vaiz ve şair Tahire Kurrat el-Ayn, halkın önünde peçesiz vaaz verdiği
için, Babilerin 1 852'de Nasıreddin Şah'ı öldürme girişiminin ardından idam edildi.
Babiler yüzyılın ortasında acımasızca bastırılınca birçoğu, başta Osmanlı toprak­
ları olmak üzere yurtdışına kaçtı. Cemaatin liderliği konusunda anlaşamayıp ikiye
ayrıldılar. Bunun üzerine Bahaullah radikal Babiliğin yerini alacak şekilde; l i bera l ,
insancıl, senkretik ve barışçı özellikleri olan yeni bir öğretiyi ilan etti. Bu fikirler,
yeni ortaya çıkan ve Batı'ya uyumlu meslek ve işkollarına, reformculara, hatta
ulema içindeki bazı unsurlara cazip geliyordu. Bahaullah, bugün bile pek çok Şii

181
İRAN TARİHİ

din adamının sapkınlık olarak gördüğü Bahailik inancının temelini attı. Babilerle
Bahailerin mayaladığı fikirler, 20. yüzyılın ilk on yılı içinde meşrutiyete giden yolda
yeniden ortaya çıktı.
Nasıreddin ( 1 848- 1 896) veliahtken babası Muhammed Şah tarafından Teb­
riz valiliğine atanmıştı. Burada kendisine Emir-i Kebir unvanıyla tanınan ve çok
ehliyetli bir devlet adamı olan Mirza Taki Han danışmanlık yapıyordu . Abbas
Mirza'nın çok yetenekli ve reformcu veziri Kaim-i Makam tarafından yetiştiril­
miş olan Emir, genç şaha Tahran'da sadrazam olarak hizmet vermeye devam etti.
Ayrıca Osmanlı İmparatorluğu ve Rusya'da yaptığı diplomatik hizmet sırasında
idari ve ekonomik reformlarla, modernleşme hamleleriyle tanışmıştı. İran'a dö­
nünce merkeziyetçiliği sağlama yolunda çok sayıda reform başlattı. Sabilerin bas­
tırılması da belki bu çabanın bir parçasıydı. Emir-i Kebir, iktidarı merkezileştir­
menin başlangıcı olarak orduyu Avrupa eğitim ve talim modeline göre yeniden
yapılandırmaya çalıştı. Yeni orduyu finanse etmek için uygulamaya koyduğu idari
ve ekonomik reformlar, sarayınki de dahil sert bir muhalefetle karşılaştı. 1 8 5 1 'de

7.2 Tavus Kuşu Taht'ta oturan Nasıreddin Şah (freer Sanat Galmsi, Arthur M. Sackler Arşivi.
Smitbsonian Enstitüsü, Washington D.C.; ]ay Bisno'nun armağıını, 1 9RJ. Fototraf: Antoin Sevruguin)

1 82
KAÇARLAR

İran'ın ilk teknik ve askeri okulu olarak Darülfünun'u kurdu. Okulun öğretmen­
leri ve ders kitapları genellikle Avrupa'dan geldiğinden tercümana ihtiyaç duyulu­
yordu. Bu süreç, yavaş yavaş Batı fikirlerine açılmayı getirdi. Kuruluşundan yedi
yıl sonra, kırk iki Darülfünun mezunu, eğitimlerini ilerletmek amacıyla Avrupa'ya
gönderildi. İlk kız mektebi 1 865'te açılmakla birlikte, kız öğrencilerin çoğu, ge­
nellikle erkek kardeşleriyle birlikte evde ders alıyordu. Emir-i Kebir ayrıca, ilk kez
Kaim-i Makam'ın ortaya attığı, Farsçanın daha basit bir şekilde yazılması düşün­
cesini savundu. Ayrıca İran' da ilk kez resmi gazeteyi yayınladı. İlk gerçek gazeteler
veya sayfalar Meşrutiyet Devrimi sırasında ortaya çıktı. Emir-i Kebir'in gücünden
ve reformlarının gelenekçi elitlerde yarattığı hoşnutsuzluktan korkan şah, 1 852'de
onu önce görevden aldı, sonra öldürttü.
İran 1 85 6'da, tecrübeli Emir-i Kebir'in yokluğunda, yetersiz bir orduyla He­
rat üzerinde yeniden egemenlik sağlamaya kalkınca, Hindistan ve Afganistan için
endişelenen İngiliz emperyalizmi tarafından engellendi. Üstelik İran üzerinde faz­
ladan baskı uygulamak isteyen Britanya, Basra Körfezi'ndeki toprakları işgal etti.
Bunun sonucunda, İran 1 857'de Herat üzerindeki taleplerinden vazgeçti. Ülkenin
doğu sınırları, Osmanlı Irak'ında olduğu gibi kalıcı şekilde belirlenirken, kuzeyde
Aras Nehri Rusya'yla sınır oluşturdu. Böylece modern İran'ın sınırları, uluslararası
düzeyde henüz tanınmamış olsa da kalıcı biçimde çizilmişti.
Nasıreddin Şah, daha büyük bir İran üzerinde hegemonya kurmaya kalkışma­
makla gerçekçi davranırken, ülke içindeki reformlar konusunda gerçekçilikten
yoksundu. Daha güçlü İngiliz ve Rus orduları karşısında, İran ordusunun yetersiz­
liği açık biçimde ortadaydı. Belki aynı derecede güçlü ekonomik ve siyasi değişim­
lere ayak uydurma ihtiyacı o kadar net değildi. Oysa Osmanlı İmparatorluğu'na,
Rusya'ya ve Ortadoğu'ya seyahat etmiş bazı vezirlere göre reform ihtiyacı açıktı.
İmparatorluğunun toprakları küçülmesine rağmen Nasıreddin Şah, İslami ve
evrensel hükümdarlık bağlamında ülkesini rakipsiz bir şekilde yönetti. Üstelik hü­
kümetten beklentiler, özünde karşılanıyordu. İran'ın bütün komşularıyla savunma
sorunu esasen çözülmüştü. Sabilerin bastırılması ve ulemanın himaye edilmesiyle,
şeriatın sürdürüldüğü gösterilmişti. Düzen korunmuş, uyruklarının genel refahı sağ­
lanmıştı. Devletten ekonomi, eğitim, sosyal hizmet, hatta hukuk alanlarında beklen­
tiler yoktu. Buna rağmen hükümetin düzen sağlama bakımından, himaye bakımın­
dan; saray, bürokrasi ve ordunun idamesi için gelirleri artırma ihtiyacı bakımından
ekonomi üzerinde dolaylı bir etkisi vardı. Müslümanlar üzerinde yargılama yetkisi
bulunan ulema, dindar bireylerle birlikte eğitim ve sosyal hizmetler veriyor; böylece
siyasi statükoyu kabullenmek de dahil manevi düzenin sürmesini sağlıyordu.
Düzenin idamesi ve refah, döngüsel biçimde devam etti. İran Devleti Sasanilerin
zamanından beri bir denge kurmayı alışkanlık edinmişti. Böylece devlet, köylüleri

183
IRAN TARİHİ

sömürmeden, savunma ve iç düzeni korumak için gereken askeri gücü sağlayıp


kendini ayakta tutuyordu. Gücün ve servetin temeli, vergilendirmenin ana kaynağı
yine topraktı. Vergi lendirme de dahil olmak üzere geleneksel idarecilik bürokratla­
rın elindeydi. Uzun geçmişleri boyunca, bir tür dışarıya kapalı lonca oluşturmuşlar
ve önemli derecede kurumsal devamlılık sağlamışlardı. Valilikler Kaçar Ailesi'nin
mensuplarına dağıtılırken, en önemli eyalet olan Azerbaycan'ın valiliğini veliaht­
lar üstlenmeye devam ediyordu. Nasıreddin Şah'ın en büyük oğlu ve Zil-es-Sultan
(Sultanın Gölgesi) unvanlı Mesud Mirza (annesi Kaçarlardan olmadığı için veliaht
değildi), uzun süre İsfahan'ın ve İran'ın güneyindeki büyük bir bölümün valiliğini
yaptı. Döneminde yaşayanlar onun da en az şah babası kadar güçlü olduğunu dü­
şünüyordu. Eyalet başkentleriyle sarayları Tahran'ın birer kopyası gibiydi.
Şahın iktidarı teorik olarak mutlak olmasına rağmen (pratikteyse bunu key­
filikle açıklamak daha doğru olur) Tahran veya eyalet başkentleri dışında bunu
hissedenlerin sayısı çok azdı. Bunun nedenleri İran'da grupların ve bölgelerin bü­
tününün özerkliğe sahip olması, ülkenin coğrafyası ve geleneksel devletin sınırlı
yapısıydı. Kaçarların ordu ve polisi modernleştirme konusunda gönülsüz davran­
ması, bu sınırlı yapıyı doğurmuştu . Bu mutlakıyeti en çok hissedenler, yolsuzlukla
suçlanıp saraya rahatsızlık verince mülkleri müsadere edilen devlet adamlarıydı.
İranlıların çoğunun ne şahla ne hükümetiyle doğrudan teması vardı. Halk aynı
zamanda mevcut toplumsal düzeni, şahın dengeleyici ve müzakere edici rolünü
kabullenmişti. Şahın pek çok unvanı arasında "kutb" terimi önemlidir. Bu unvan,
evrenin etrafında döndüğü eksen anlamında kullanılıyordu.
Uzun vadeli değişimlerin sonucu olarak, dış ticaret dengesini tutturmak Na­
sıreddin için giderek zorlaştı. Olumsuz sonuçları olan pek çok uzun vadeli temel
değişiklik, o zamanlar belirgin değildi. 1 9 . yüzyıldaki ve 20. yüzyıl başındaki ista­
tistiklere güvenecek olursak, İran'ın 1 800'de 6 milyon olan nüfusunun 1 900'de 1 0
milyona çıktığını varsayabiliriz. Üstelik b u artış, başta 1 870'1erde yaşanan büyük
kıtlık olmak üzere pek çok kıtlığa ve salgın hastalığa rağmen gerçekleşmiştir. Yaşa­
mı sürdürmeye yetecek kadar yapılan tarım ve yerel düzeydeki alışveriş ekonomiye
egemen olmaya devam ediyordu . Buna rağmen tarımsal üretim ülkenin ihtiyacını
karşılamıyordu. Şeker ve çay ithalatındaki artışa bakılırsa, tüketim eğilimlerin­
de değişiklik olmuştu. Özellikle Rusya ve Hindistan'dan yapılan kumaş ithalatı,
İran'daki en önemli imalat dalı olan kumaş üretimine darbe vurmuştu. İthalat dış
ticaret açığının giderek artmasına yol açıyor, bu da dışarıya sürekli madeni para
ve kıymetli maden akışıyla sonuçlanıyordu. 1 9 . yüzyıl ortasında, İran'ın toplam
ihracatının yaklaşık üçte birini oluşturan ham ipek ihracatı, ipekböceklerini vuran
hastalık nedeniyle adeta durma noktasına gelmişti. Pamuk ve afyon ihracatı gide­
rek önem kazandı. Halı ihracatının artması, yüzyıl sonunda İran ekonomisi için bir

1 84
KAÇARLAR

diğer olumlu faktördü. Yeni yüzyıla geçilirken ticaret yüzde 2.5 oranında büyüyor­
du ama dünyada gümüş fiyatlarının düşmesi, İran'ın para birimini ve ekonomisini
zayıflatmıştı.
Yabancı sermaye, dış ticaretin artması, devletin merkezileşmesi, kanunların mo­
dernleşmesi, altyapı yatırımları Ortadoğu'nun diğer bölgelerinde ekonomik kal­
kınma için önemli girdiler sağlarken İran' da durum değişmedi. Ülkenin kalkınma­
sını engelleyen başka etkenler vardı. Geleneksel sosyal davranışlar ve uygulamalar
sonucu, uzun vadeli yatırımın başlıca aracı olarak toprak tercih ediliyordu ama
her zaman müsadere edilme korkusu vardı. Müsadere edilen araziler, ulemanın ve
türbelere bakanların yönetimindeki dini vakıflara devrediliyordu. Resmi makamlar
müzayede yoluyla dağıtılıyor; bu makamları elde edenler, uzun vadeli potansiye­
lini heba etme pahasına kısa vadede azami kazanç elde etmenin yolunu arıyordu.
Her zaman yetersiz olan sermaye, yüksek faiz oranlarına tabiydi. Çok bozuk du­
rumdaki yollarda dökme mal sevk etmenin güçlüğü yanında fiyatları yükseltmek
amacıyla yapılan istifçilik yüzünden tahıl kıtlığı had safhaya çıkıyordu. Herhangi
bir değişimin aleyhine olan en önemli etken, temel toplumsal grupların kazanılmış
çıkarlarıydı. Bu gruplar arasında saray, ileri gelenler, toprak ağaları, ulema, aşiret
hanları ve tüccarlar vardı.
Nasıreddin Şah devlet reformlarını başlatmakla birlikte, bunu Osmanlı İmpa­
ratorluğu veya Rusya'ya seyahatler yapıp diplomatik görevde bulunmuş sadra­
zamının ısrarı üzerine gerçekleştirmişti. Bir süre sonra, değişime karşı çıkanların
isteği doğrultusunda bunları durdurdu. 1 859'da altı bakandan oluşan bir kabine
ilan edilirken, ertesi yıl bir ayan meclisi oluşturuldu. 1 8 70'te şaha hizmet eden
bir danışma meclisi toplandı. 1 871 'de bu kez, belirlenmiş sorumluluklara sahip
dokuz bakandan oluşan yeni bir kabine kurma girişimi yapıldı. 1 875'te yerel idari
konseyler kuruldu. Avrupa tarzı bakanlar ve başbakanlar atandı; ancak diğer bü­
rokratik reformlar gibi bunların da fazla bir etkisi olmadı çünkü iktidar hala şahın
elindeydi.
Kaçarların reformları sürdürmedeki başarısızlığı, otoriteyle onu yürüten araç­
lar arasındaki boşluktan kaynaklanıyordu. Hanedanın sağlam kurumlar ve altyapı
geliştirememesinin sebebi sadece yetersiz yapısı değil, aynı zamanda etkin bir vergi
tahsilatı olmayışı ve devlet bütçesinin sürekli açık vermesiydi. Tahran'ın hüküm­
darlık otoritesini uygulamak için aşiretlere ve bölgelerden düzensiz olarak topla­
nan askerlere güvenmesi de bir diğer sorundu ( bu durum 1 8 78'de Rus subayların
komuta edip eğitim verdiği Kazak Tugayı kurulana kadar devam etti) . Çıkarlarını
korumak için statükocu güçlerin gösterdiği direnişin meşruiyetlerini tehdit etmesi
yüzünden, Kaçarlar reformları yürütmek bir yana, başlatamıyorlardı bile. Ve son
olarak, Kaçar şahları değişimi sürdürme iradesinden yoksun oldukları için, deği-

1 85
IRAN TARIHI

şimin zorunlu olduğunu gören bakanları desteklemekte aciz kalıyor, hatta onların
çabalarını baltalıyorlardı.
Değişim ister istemez gerçekleşirken, bazı teknolojik reformlar da uygulanıyor­
du. İlk kez 1 85 8 'de kurulan telgraf hatları, 1 864'te Bağdat ve Hindistan'a kadar
uzatıldı. Haberleşmenin ve dolayısıyla Tahran'dan gönderilen emirlerin hızlanma­
sı bakımından, telgraf devlet kontrolünün ve merkeziyetçiliğin artmasına imkan
sağlarken, taleplerin merkeze daha hızlı iletilmesine de yarıyordu. Bunun dışında,
ticaretin büyümesi ve ekonominin modernleşmesi için hayati öneme sahip altyapı
tamamen ihmal edilmişti. Bunun nedeni kısmen merkezin iktidarını tehlikeye at­
ma korkusu, kısmen de sermaye yetersizliğiydi. Yerel ayanın yaptığı bazı altyapı
yatırımları vardı ama eyaletlerdeki düzensizlik yüzünden ekonomik kalkınma en­
gelleniyordu; zira aşiret liderleriyle bölgesel komutanlar kendi askeri birliklerine
sahipti.
Kaçarlar daima aşiretlerin ayaklanmasından korkmasına rağmen, çok az isyan
patlak vermişti. Bunun nedeni sadece büyük güçlerin Tahran'a verdiği destek değil­
di. Nasıreddin Şah, aşiretlerle bölgeleri kontrol etmek için geleneksel idare yöntem­
lerini başarıyla kullanıyordu. Bu yöntemler arasında böl ve yönet taktikleri; yerel
liderlerin oğullarının sarayda rehine tutulması; siyasi evlilikler yapılması; armağan­
lar, unvanlar, araziler dağıtılıp vergi muafiyeti tanınması yer alıyordu.
Bu uygulamaların hiçbiri Kaçarlara özgü olmayıp İran'ın siyasi kültürüne ve
hükümdarlığına uzun süre damgasını vurmuştu. Ayrıca hanedan, çok eskiden beri
kullanılan idari uygulamaları sürdürüyordu. Gerek başkentteki gerek taşradaki bü­
rokratların çoğu tecrübeli ve ehliyetliydi. Bu idareciler, hükümetten bir miktar ba­
ğımsız ve kendi kendini idame edebilen bir kurum oluşturmuştu. Böylece edinilen
becerilerle, eğitim ve makam bürokrat aileleri içinde kuşaktan kuşağa devrediliyor­
du. Tahran' da ve eyalet başkentlerinde geleneksel eliti meydana getiren bu aileler,
sadece rolleri vasıtasıyla değil, ulema ve piyasanın önde gelen tüccar aileleriyle
evlilik yoluyla da önemli bir toplumsal devamlılık sağlıyorlardı.
Kaçarlar, dini ve buna bağlı kurumları başarıyla himaye ettiler. İmamınki dışın­
da bütün devletlerin gayrimeşru olduğunu savunan Şii siyaset doktrinine rağmen,
ulema hanedanın sadece iktidarını değil, otoritesini de kabullenmişti. Hanedan
mensupları hem Meşhed ve Kum'daki önemli Şii türbelerine, hem de medreselere,
ilahiyat mekteplerine ve hayır kurumlarına bağışlarıyla ve bina yaptırarak sahip
çıkıyordu. Kaçar toplumu ve idaresinde ulemanın bağımlı olsa bile merkezi rolü
göz önüne alındığında, hanedanın şeriat ve ulemaya darbe vuracak şekilde kalıcı
hukuk reformlarını yürürlüğe koyması mümkün değildi. 1 8 89'daki hukuk reformu
çabaları lafta kalmıştı. Ayrıca Kaçarlar, Muharrem ayında gerçekleştirilen taziye
törenleri yoluyla, popüler İslamın dile getirilmesini destekliyordu. İlk imamların

1 86
KAÇARLAR

7.3 Kum şehrinde Fatıma'nın türbesi (Fotoğraf: Gene R. Garthwaiıe)

şahadetinin anıldığı bu törenlerin gerçekleştirilmesi için toplantı alanları inşa edile­


rek kolaylık sağlanıyordu. Bunların en önemlisi Nasıreddin Şah'ın başkentte yap­
tırdığı Takiyyah Davlat adlı büyük yapıydı. 1 86 7-73 arasında inşa edilen bu yapı,
tuğladan yapılmış, üç katlı ve üstünde devasa güneşlik bulunan bir amfi tiyatroydu.
Tahran'da ve eyaletlerde, halka açık temsil ve törenler için bunun gibi birçok tiyat­
ro yapılmıştı. Ancak ilk imamların öldürülmesinin temsili olarak yeniden canlandı­
rılması; 7. yüzyılda gerçekleşen bu olayın adaletsiz faillerinin isimlerinin, dönemin
Kaçar yöneticileri ve adaletsizliğiyle bağdaşnrılma olasılığı bakımından muhalefete
koz sağlıyordu.
Bütün bunların yanı sıra Kaçarlar aynı zamanda sanat hamileriydi; bu sanat
dallarının başında da pek çok biçimiyle resim geliyordu. Feth Ali Şah kendi sure­
tinin portreler ve kaya kabartmaları yoluyla temsilinin değerini kavramıştı. Sasani
ve Ahameniş hükümdarlarına öykünen resimlerde; taç, asa, küre ve kılıç gibi oto­
ritesini simgeleyen bütün nesnelerle birlikte tasvir edilmişti. Sasaniler zamanından
beri ilk kez onun bastırdığı sikkelerde kendi imgesi vardı. Kaçar dönemi resimleri,
geleneksel İran fikirleri ve yöntemleriyle Avrupa kaynaklı yeni yöntemler arasın­
daki ilişkinin arttığını en somut biçimde gösterir. Avrupalı ressamlar daha Safevi
döneminde İran'ı ziyaret etmeye başlamıştı; ancak Kaçar döneminde Avrupa'ya,

1 87
IRAN TARIHI

7.4 Ulema topluluğu (freer Sanat Galerisi, Arthur M. Sackler Arşivi. Smithsonian Enstitüsü, Washington D.C.;
Katherine Dennis Smith'in armtlğanı, 1 973·1 985. Fotoğraf: Antoin Sevruguin, negatif no: 0.5)

Osmanlı Devleti'ne ve Hindistan'a seyahat eden İranlılar, giderek Avrupa sanatının


ve beğenilerinin konusu haline geldi. Bitki ve çiçek resimleri gibi minyatürlerden
alınan unsurlarla motifler, gerçek boyutlara dönüştürülerek kendi başına birer sanat
eseri haline geldi. Bunun dışında minyatürler büyütülerek duvar resimlerine dönüş­
türüldü. Portre resimleri yaygınlaştı. Orijinali Feth Ali Şah'ın Tahran'daki Nigaris­
tan Sarayı'nda olup tahrip edilmesine rağmen bir kopyası günümüze ulaşan duvar
resminde, tahtta oturan hükümdar, maiyetindeki tam 1 1 8 kişiyle birlikte tasvir edil­
miştir. Resimde şahın yakın çevresinde bulunan insanların dışında üç tane İngiliz
elçisi de yer alır. Feth Ali Şah bunun dışında, Sasani tarzında taş rölyefler yaptırarak
İran hükümdarlığının antik dönemdeki temsilini yeniden canlandırmıştır.
Kaçar döneminde gerek İran'da gerek ülke dışında üretilen kartonpiyer kalemlik­
ler, kitap ciltleri, aynalar, diğer dekoratif ve yararlı cisimler büyük rağbet görüyordu.
Bunun dışında halılarla birlikte cam, madeni ve ahşap eşyalar, bilhassa yerel pazarlara
önemli ticari ve iktisadi katkılar yapıyordu. Nasıreddin Şah'ın son yıllarında yeniden
canlanan halı üretimi, genel anlamda ticaret ve ekonomi için önem taşıdığı gibi, ülke
çapında da kadınların ve çocukların aile bütçesine doğrudan katkı yapmasına imkan
sağlıyordu. Bir yandan da dokumacılar genellikle acınacak koşullarda çalışıyordu.
Sanat ve kültürün pek çok biçimine hamilik eden Nasıreddin Şah, gerçekten me­
raklı biriydi. Kurrat el-Ayn'ı idam edilmeden önce huzuruna çağırmıştı, çünkü bu

188
KAÇARLAR

7.5 Feth Ali Şah'ı tasvir eden döneme ait minyatürün ortadaki kısmından ayrıntı
(Brooklyn Müzesi)

dikkat çekici Babi kadını bizzat tanımak istiyordu. Batı' da yapılmış küçük aletlere
ve fotoğrafa çok meraklıydı; nitekim amatör olarak fotoğrafçılıkla uğraşıyordu.
Çok merak ettiği Avrupa'yı 1 8 73, 1 8 79 ve 1 8 8 9 yıllarında üç kez ziyaret etti. Ol­
dukça masraflı bu seyahatleri ve sarayla hükümetin sürekli artan diğer masraflarını
karşılamak, saltanatının son yıllarının ve haleflerinin başlıca gündem maddesiydi.
Mali reform yapma riskine girmeyen Nasıreddin Şah, imtiyazların satışına gü­
vendi. Bu aslında çeşitli makamların satışı/müzayedesi ve hediye olarak verilmesi
geleneğinden pek farklı değildi. Bunda muhtemelen Sipah Salar unvanıyla tanınan
sadrazamlarından Mirza Hüseyin Han'ın, imtiyazların İran'a hiçbir maliyet yükle­
meden ekonomik kalkınmayı sağlayacağına inanmasının payı vardı. Oysa bu imti­
yazlar gerek İran için, gerek Nasıreddin'in meşruiyeti ve nihayetinde Kaçar iktidarı
için büyük bir bedele mal oldu. Bu tavizlerin ilki Sipah Salar'ın öncülük ettiği 1 8 72
tarihli Reuter İmtiyazı'ydı. Baron julius de Reuter'e çok kapsamlı haklar tanıyan bu
imtiyaz, cömertliği nedeniyle kötü bir üne sahip oldu. Baron İran'ın doğal kaynak­
larını çıkaracak, demiryolları inşa edecek, ulusal bir banka kuracak; tarım, sulama
ve imalat projeleri geliştirecekti. Halktan derhal yükselen itirazlar karşısında şah
ertesi yıl i m ti y a ı.ı iptal e<lip sa<lraı.amı gürevin<len aldı. 1 8 8 8 yılında Lianazoff'a
Hazar Denizi'ndeki balık yataklarının imtiyazı verilirken, güneydeyse İngiliz Lynch
Brothers şirketine Karun Nehri'ni ticaret yapılacak hale getirme imkanı tanındı.

189
İRAN TARİHI

1 8 89'da, ilk imtiyazın iptal edilmesinin kısmen tazmini olarak, Reuter'e yeni bir
banka kurma izni verildi. Böylece kurulan Imperial Bank of Persia (Bank-ı Şehin­
şahi) münhasıran banknot basma hakkını aldı. Aynı yıl içinde Rus Dolgorosky'ye,
demiryolu şebekesi inşa etmek için dağıtılacak bir imtiyazın ilk seçme hakkı veril­
di. Bunun dışında bir Rus bankasına faaliyet izni verildi. Şah açısından en önemli
gelişme 1 8 90'da bir Britanya vatandaşına tütün imtiyazı vermesiydi. Bu imtiyaz,
bütün İran tütününün üretimi, satışı ve ihracatında tekel olma hakkı sağlıyordu.
Halkın buna tepkisi öyle yoğun oldu ki, şah bu imtiyazı 1 8 92'de tamamen iptal
etmek zorunda kaldı.
Cemaleddin Afgani ( 1 839-1 897), sadece İran'ın değil bütün Ortadoğu'nun Batı
yayılmasına karşı koyması, ayrıca Ortadoğu devletlerinin yetersizliği ve yolsuz­
luğunun üstesinden gelinmesi için sosyal ve siyasi reformlar yapılması gerektiğini
söylüyordu. Afgani'nin vaazları ve yazıları İran ve Ortadoğu siyasetine, toplumuna
ve kültürüne yönelik bir eleştiri getiriyordu. Bu eleştiri günümüzde de varlığını
sürdürmektedir. Onun bütün Ortadoğu üzerindeki etkisinin bir benzeri ancak 20.
yüzyıl sonunda, Humeyni'nin Pehlevi Hanedanı'nı devirip İslam Cumhuriyeti'ni
kurmasını sağlayan devrimde görülecekti. İngilizlere göre o tehlikeli bir ajitatördü.
İran, Mısır ve Osmanlı hükümetleri bir yandan onu kontrol ederken bir yandan da
tavsiyelerini dinliyordu; ancak sonunda onlar da Cemaleddin'i tehlikeli bir ajitatör
olarak kabul etti.
Cemaleddin, Hamedan'ın batısındaki Esedabad kasabasında doğmuştu, bu
yüzden İran'da "Esedabadi" olarak tanınır. Ortadoğu'da Afganistan ve Hindistan
dahil birçok bölgeyi gezmesinin ardından "Afgani" ismini benimsedi. Amacı sade­
ce Şiileri değil bütün Müslümanları İngiliz emperyalizmi ve sömürgeciliğine karşı
ayaklandırmaktı. Bu nedenle kullandığı köken adının daha uygun olacağını düşün­
müştü. Halka vaaz verirken geleneksel din terimlerini kullanması, buna karşılık
Fransız filozof Ernest Renan'la yazışmalarında olduğu gibi özel görüşmelerinde
kuşkucu ve rasyonel görüşleri dile getirmesi, kişiliği etrafında oluşan muğlaklığı
artırıyordu. Afgani'nin din hakkındaki kuşkuculuğu aynı dönemde yaşayan bazı
aydınlar tarafından bilinmekle beraber, o Ortadoğu halklarının ancak geleneksel
din temeline dayalı olarak politikleştirileceğine inanıyordu.
Bir seyid ailesinden gelen Cemaleddin, İran ve Irak'ta geleneksel İslam ilimlerin­
de eğitim gördü. Özellikle Tasavvuf ve felsefeyle ilgilendiğinden, dinin kitleler için
uygun olduğu, ancak rasyonel düşünceye sahip felsefeciler için uygun olmadığı şek­
lindeki geleneksel elit tavrını paylaşıyordu. Bunun dışında Şeyhilerin ve Babilerin
fikirlerine yakınlığını gösterdi. Hindistan'da bulunduğu sırada çok çeşitli dini geliş­
melerle ve başta modern bilim olmak üzere Batılı fikirlerle ilgilendi. Batılılaşmaya
olan eğilimini, İslamın eleştirel değerlendirmesini ve yeniden yorumlanması çağrı-

1 90
KAÇARLAR

sını yaparak gösterdi. Şii kökeni ve felsefi yönelimi dikkate alındığında akla daha
çok önem verme çağrısı özel bir durumdu. Değişim ve siyasi seferberliği yerli ge­
lenek ve kültüre dayandırmanın önemini kavramıştı. Müslümanların Batı'ya karşı
koymak için gereken askeri ve siyasi gücü ancak değişim yoluyla geliştirebileceğini
görmüştü. Bu görüşlerin Ortadoğu üzerinde öncelikle daha yoğun bir İslami bilinç
bakımından büyük bir etkisi oldu. Ardından, ayrılıkçı milliyetçilik ve bununla bir­
likte dini otorite yerine bireysel sorumluluğa güvenme anlamında bu etki arttı. Her
iki unsur 20. yüzyıl başında yaşanan meşrutiyet hareketinin temelini attı.
Henüz milliyetçi ve laik ideolojileri içermese de Afgani'nin görüşleri ve yarat­
tığı etki hala tartışılmaktadır. Ulema eğitimi almamış Makolm Han (ö. 1 90 8 ) gibi
benzer görüşteki İranlıların rolü de tartışma konusudur. Bu grup, Avrupa ve Os­
manlı modeline dayanan ve özellikle hem Kaçar hem ulema karşıtı olan hukuk
reformlarını savunuyor, üstelik bunların İslamla uyumlu olduğunu ileri sürüyordu.
Akhunzade (ö. 1 878) gibi bazı düşünürlerse geleneksel İslami eğitim almış olmala­
rına rağmen İslam karşıtıydı. Akhunzade, Türk etnik kökenine ve Rusya'da ikamet
etmesine karşın İran kimliğini savunan bir düşünürdü.
Değişimin önemli bir katalizörü, tütün imtiyazı verilmesinin ardından ortaya
çıktı. 1 8 9 1 'de gizlice verilen bu imtiyaz, İstanbul'da Farsça basılan ve yapraklar
halinde İran'a sokulan Akhtar adlı gazete tarafından kamuoyuna duyuruldu. Yeni
bir güç olarak ortaya çıkan basın, kamuoyunun bilincini ve katılımını artırmada
önemli bir rol oynadı. Gerek tütünün yaygın biçimde kullanılması, gerek kontrolü
Avrupalılara bırakmanın simgesi olması bakımından; tütün imtiyazı pek çok İran­
lıyı doğrudan etkilediği için kamuoyu çabucak harekete geçti. Ulema İran ve Irak'ta
hal:i kilit rol oynuyordu. Afgani, yüksek mertebeli bir müçtehidi, tütün imtiyazına
ve şahın " İran'ı satmasına " karşı çağrı yapması için ikna etti. Yurt çapında bir
boykot başlatılırken protestolar bütün büyük şehirlere yayıldı. Tahran'da düzenle­
nen bir kitle gösterisinde ateş açarak onlarca kişiyi öldüren güvenlik güçleri, daha
büyük gösteriler yapılmasını engelleyemedi. Şahın ve sadrazamın bile devrileceğine
yönelik endişeler ortaya çıktı. İngilizlerin sahibi olduğu Imperial Bank'tan alınan
500.000 sterlin borç vasıtasıyla tazminat ödenerek imtiyaz iptal edildi. Bu İran'ın
aldığı ilk dış borçtu.
Popülist koalisyonun içinde geleneksel ulema, tüccarlar ve şehirli kitleler vardı.
Bunların hepsi daha önce Griboyedov krizinde ve Babilerin bastırılmasında rol oy­
namıştı. Tütün imtiyazının iptali çağrısında bulunan zayıf koalisyona, 1 890'ların
başında ortaya çıkan iki yeni grup katıldı. Bunların birincisi, bir kısmı Babi kö­
keninden gelen radikal veya liberal ulema; diğeri, küçük a ma sayısı giderek artan
laik liberaller grubuydu. Bu iki grup Ban'nın ve etkisiz İran hükümetlerinin da­
yattığı sıkıntılara karşı toplumsal ve siyasi çözümler aradı. Bazıları reformu İslami

191
İRAN TARİHİ

bir çerçeve içine almanın gerekli olduğunu düşünürken, bazıları da ancak eğitim
ve hukukun laikleşmesi durumunda anlamlı bir değişim sağlanacağını savundu.
Tütün imtiyazının iptalinin ardından Cemaleddin Afgani ve az sayıdaki yandaşı,
Nasıreddin'in meşruiyetini ortadan kaldırma çabalarını yoğunlaştırdı. Sonunda bu
gruba mensup biri 1 8 96'da onu öldürdü.
1 829'daki Griboyedov krizinden başlayarak, yüzyıl ortasında Babilerin bastı­
rılması ve 1 8 9 1 'de iptalle sonuçlanan tütün imtiyazı muhalefetine kadar İranlılar
hep dine ve müçtehitlerin egemenliğindeki ulema otoritesine dayalı olarak sefer­
ber olmuştu . Üç olayda da saltanatın meşruiyeti tehdit altına girmişti. 1 8 80'lerde,
özellikle imtiyazların verilmeye başlanmasıyla birlikte gündeme gelen ulusal ege­
menlik, şahın meşruiyetine ağır bir darbe indirdi. İki kritik gelişme ortaya çıkmaya
başlamıştı: Birincisi, gerek iç gerek dış sorunlara en iyi nasıl karşılık verileceğine
dair fikirlerin dile getirilmesi; diğeri, İran'ı sorumsuz hükümetlerden kurtarıp Batı
hakimiyetine son verecek iktisadi ve askeri yöntemler geliştirmek gibi değişimler
talep eden yeni grupların ortaya çıkmasıydı. Bu değişim talebi, hem hükümdarlığın
hem dini otoritenin hesap verme sorumluluğunu tehdit ediyordu. Üstelik siyasi ka­
tılımın tabanı genişliyordu. Değişimin taraftarları arasında devlet memurları, tüc­
carlar, Rusya'da iş bulan veya buradaki aile üyeleriyle teması bulunan Azerbaycan­
lı işçiler vardı. Azerbaycan iletişim hattı, radikal ve sosyalist fikirleri İran'a sokma
konusunda özellikle önemliydi. Laik düşüncelere sahip pek çok Azeri, Osmanlı
Devleti'yle Rusya' da gerçekleşen askeri reformları ya ilk elden görmüş ya da yurt­
dışında yayılmaya başlayan Farsça basında okumuştu. Değişimin diğer yandaşları,
ulemanın içinden çıktı. Bunların arasında yer alan Cemaleddin Afgani ve yeni laik
liderler, ulema kökenlilerle Meşrutiyet Devrimi'nde bir araya geldiler.
Nasıreddin Şah öldürülünce yerine oğlu Muzaffereddin Şah ( 1 896-1 907) tahta
geçti. Tebriz valiliği yapan veliaht Tahran'a gelene kadar babasının ölümü kamu­
oyuna duyurulmadı; zira iki kardeşinin onun tahta çıkmasına karşı geleceğinden
korkuluyordu. Fakat sadrazam, Kazak Tugayı ve Rusya'yla İngiltere'nin veliahda
desteği sayesinde bu tehlike savuşturuldu. Muzaffereddin Şah reformlara karşı ka­
yıtsız kalma konusunda babasının yolunu izledi. Bu arada, bir yandan Avrupa'nın
İran'ın ekonomisi ve iç siyasetine müdahalesi, öte yandan değişime yönelik ülke
içi talepler yoğunlaştı. Yeni şah, babası gibi, sadrazamlarının teşvikiyle reformlara
yöneldiyse de bir süre sonra fikrini değiştirdi. Aynı şekilde, aralarındaki rekabet
yoğunlaşan Rusya ile Britanya'dan hangisini tercih edeceğine karar veremedi.
Yeni şah hastalıklı bir bünyeye sahip olduğundan, hekimleri tedavi için
Avrupa'ya seyahat etmesini salık ver<li. Şah maiyetiyle beraber, 1 900 ile 1 905 ara­
sında Avrupa'ya tam üç seyahat yaptı. Hükümet bu yolculukların masraflarını kar­
şılamak için 1 900 ve 1 902'de Rusya'dan borç aldı. İran ikinci borcu ödemek için

1 92
KAÇARLAR

Rusya'ya ekonomik tavizler verdi. Bunların arasında Rus mallarına daha düşük
gümrük vergisi uygulanması da vardı. İran gümrüklerinin daha önceden teslim edil­
diği Belçikalılar, İran yerine Rusya'nın ekonomik çıkarlarını gözetmekle suçlandı­
lar. Hanedan üyelerinin müsrifliği, halk arasında sevilmeyen bakanlar, Avrupa'nın
gümrükler ve ülke ekonomisi üzerindeki kontrolü; özellikle İranlı tüccarların öfke­
sini çekti . Bu grup, krizin patlak vermesinde büyük bir rol oynadı.
Tekrar başlayan protestolar, 1 905'te şeker fiyatlarının düşürülmesini isteyen
hükümet emrine karşı çıkan Tahranlı tüccarların falakaya çekilmesiyle birlikte tır­
mandı. Önce Tahran'da bir camiye, ardından başkent dışında bir türbeye sığınan
ulema ve tüccarlar, bir "adalethane" kurulmasını istediler. Şah 1 906 başlarında
isteklerini kabul edince protestocular Tahran'a döndüyse de, yapılan bir şey yok­
tu. Bunun üzerine yeniden başlayan protestoların hükümet tarafından bastırılması
sonucu, sayıları 12 ila 14 bini bulan bazariler (pazarda çalışan tüccar, esnaf ve
zanaatkar gibi gruplar) temmuzda Britanya Elçiliği'ne sığınıp, başkentin iktisadi
hayatını fiilen felce uğrattı. Ulema mensuplarından oluşan daha küçük bir grup
da Kum'a sığınmıştı. Hızla tırmanan talepler arasında sadrazamın azledilmesi ve
bir meclis kurulması vardı. Laik reformcular, radikal ulema, şehname yani "gece
mektupları" adı verilen yazıları gizlice dağıtan ve sayıları giderek anan yazarlar;
temsil hatta meşrutiyet konusundaki fikirleri her tarafa yayıyordu. Geçici seçim
kanununun onaylanarak yürürlüğe girmesi parlamento seçimlerinin önünü açtı.
Ekimde toplanan ilk meclisin hazırladığı Anayasa taslağı, aralık ayında ölüm döşe­
ğinde olan Muzaffereddin Şah tarafından imzalandı. Onun halefi olan Muhammed
Ali Şah ( 1 907- 1 909), anayasa ek maddelerini Ekim 1 907'de imzaladı. Böylece bu
iki kanun, meşrutiyeti meydana getirdi.
Anayasa, meclisin kurulmasının temelini oluşturup kanun yapma hakkı ve oto­
ritesini veriyordu. Meclisten çıkan kanunlar senato tarafından onaylanıp şah tara­
fından imzalanacaktı. Anayasa, bütün devlet gelirlerinin toplanıp harcanmasının,
bütün devlet borçlarının, bütün anlaşma ve imtiyazlarla demiryolu inşaatlarının
yasama tarafından onaylanmasını zorunlu kılıyordu. 1 907'de hazırlanan ek anaya­
sa, üç unsurdan oluşan bir kuvvetler ayrılığı getiriyordu. Bunlar meclis ve senato­
dan oluşan yasama; hem şer'i hem sivil mahkemelere imkan veren yargı; şah ve on
bakandan meydana gelen yürütmeydi. Başkomutan kabul edilen şaha, savaş açma
sorumluluğu tanınmıştı. Kuvvetler ayrılığının anayasal temeli bu şekilde oluştu­
rulmuştu. Burada temel soru, İran'ın politik kültür geçmişi göz önüne alındığında
meşrutiyetin, otokratik devlet yapısının döniişiimiinii sağlayıp sağlamayacağıydı.
Yasama organı kurma fikri radikal bir düşünce olarak İslami hakimiyet kav­
ramına bir meydan okuma anlamına geliyordu. İslamiyette kanunların sadece
Tanrı'nın indirdiği Kuran vasıtasıyla, hadislerle ve bunları yorumlayan imamlar

1 93
IRAN TARIHI

veya ehil fıkıhçılar tarafından uygulanabileceği savunuluyordu. Şiilik müçtehitler


vasıtasıyla yorumlamada daha esnek davransa da sonuçta yasama sadece bu kuru­
mun elindeydi. 1 907 Ek Anayasası On İki İmamcılık'ı resmi din olarak kabul edip
yasamanın, bu dinin öğretilerine aykırı olamayacağını karara bağladı. Meşrutiyet
yönetimi bu uyumu sağlamak için, yasamanın standarda uygun olup; olmadığını
belirleyecek beş kişilik bir müçtehit komitesinin kurulmasını şart koştu. Gelgelelim
senatonun toplanması için yarım yüzyıl geçmesi gerekirken, beş müçtehitten oluşan
komiteyse ancak devrim sırasında, 1 978'in son günlerinde kurulabildi.
Anayasanın 1 907'de hazırlanan kısmında aynı derecede radikal iki kavram var­
dı. 8. madde, " İran halkı medeni kanun önünde eşit haklardan yararlanır" derken,
26. maddede, "Ülkedeki güçler halktan kaynaklanır" diye belirtiliyordu. ' 8. mad­
de tartışmaya en açık olan maddeydi. Buna karşı çıkan ulema, maddenin İslami
hukuk ilkelerini küçük düşürdüğünü ileri sürüyordu; zira böylece eşitlik sadece
Müslümanlar arasında değil, koruma statüsü altındaki özellikle Yahudi ve Hıristi­
yanların yanı sıra Zerdüştler de dahil tüm Ehl-i Kitap için söz konusuydu. Otori­
tenin sadece Tanrı'ya ait olduğu kavramına karşı çıkan 26. maddeyse yalnız İslami
değerlere değil, İran'ın bin yıllık tarihi ve kültürüne meydan okuyordu.
Böylesi radikal yeniliklere sahip bir anayasanın, barındırdığı fikirler sayesinde
mi yoksa siyaset vasıtasıyla mı gündeme geldiği pek açık değildir. İran Anayasası da
diğer Ortadoğu ülkeleri gibi 1 8 3 1 tarihli Belçika Anayasası'na dayanıyordu. 1 876
tarihli Osmanlı Anayasası ve buna dayanarak bir ulusal meclis kurulması, otok­
rasiye karşı kuvvetler ayrılığının teşkili bakımından yakın bir örnek sunuyordu.
Osmanlı Tanzimatı, Avrupalı güçlere ve bilhassa Batı teknolojisiyle "ilerlemeye"
büyük önem veren 1 9 . yüzyıl İstanbul'unun entelektüel ve politik akımları; bu ül­
keye seyahat eden İranlılar için büyük ilham kaynağıydı. Osmanlı İmparatorluğu
merkeziyetçiliğin, askeriyede, idarede, vergilendirmede, eğitimde ve hukukta refor­
mun öneminin canlı tanığı gibiydi. Meşrutiyetçilik, Avrupa 'nın başarısının idrak
edilen sırlarından biriydi. Bunlara ilaveten değişim için bir diğer itici güç 1 905 Rus
Devrimi ve japonya'nın Rusya'yı yenmesiyle geldi. Bu olay Rusya'nın Tahran'a
müdahalesinin artık ihtimal dışı olduğunu ve meşrutiyet yönetimine sahip küçük
bir Asya ülkesinin, bu yönetime sahip olmayan büyük bir Avrupalı gücü yenebile­
ceğini göstermişti.
Bu fikirlerin ve aynı derecede önemli Aydınlanmacı kavramlar olan eşitlik ve
halk egemenliği fik irlerinin ülkede nasıl yaygınlaştığı, ardından meşrutiyet sürecin­
de ve 1 906-7'de gerçekleşen meşrutiyet hareketinde nasıl uygulandığı açık değildir.
Osmanlı İmparatorluğu veya Rusya'da bu fikirleri ve yapılan reformları doğrudan
tecrübe eden İranlıların sayısı azdı. Özellikle Azerbaycan ve başkenti Bakü'nün
sakinleri, 1 9 . yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında kapsamlı modernleşme hamleleri-

1 94
KAÇARLAR

ne tanık olmuştu. Fransa ve İngiltere' de yaşanan değişimlere doğrudan tanık olan


İranlıların sayısı daha da azdı. Belki hem Osmanlı hem Britanya diplomatik heyet­
leri yaşanan süreçte rol oynamış, hatta protestoları ve talepleri teşvik etmiş olabi­
lirdi.
Meşrutiyetle sonuçlanan protestolara katılan İranlıların çoğu, soyut hükümet
kavramları ve politik değerlerden çok Kaçarların "adaletsizliğine" ve başta eko­
nomik müdahale olmak üzere yabancı nüfuzuna karşı muhalefette birleşmişti.
Geleneksel İslami terimler bakımından kötü yönetim ve yolsuzluk anlamına ge­
len "adaletsizlik " , Kaçar hükümetlerinin yaşadığı ekonomik sorunları gündeme
getiriyordu. Yabancı nüfuzunu, başta Tahran ve Tebriz olmak üzere şehirlerde
yaşayan kitleler doğrudan hissediyordu. Bu kavramların ikisi de "İran'ın yaban­
cı çıkarlarına satışı " meselesi etrafında yabancı karşıtı duyguları körükleyip İran
milliyetçiliğinin yoğunlaşmasına hizmet ediyordu. Muhalefetteki grupların bazıları
loncalar veya bizzat pazarlar gibi geleneksel örgütlerdi. 20. yüzyılın ilk yıllarında
Belçikalıların gümrükleri kontrol etmesine ve genel olarak finans kesimine egemen
olmasına karşı pazarlarda örgütlenen muhalefet iyice büyüdü. " Encümen" adıyla
kurulan gizli cemiyetler, olağanüstü bir tartışma ortamı yaratarak modernleşme ve
Batılılaşma yanlısı fikirlerle değerlerin yaygınlaşmasını sağladılar. Yeni gazetecilerle
siyasi yazarlar protesto ve örgütlenme konusunda yeni bir kanal sundular. Bu grup
özellikle milliyetçiliğin siyasileşmesinde etkili oldu. Protestolara mali destek bazı
saray mensuplarından, tüccarlardan, ulemadan, İran dışındaki tüccar toplulukla­
rından ve özellikle Hindistan'daki Zerdüştlerden geliyordu.
Meşrutiyet sürecinde en önemli geleneksel grubu ulema meydana getiriyordu;
ancak bizzat ulema kelimesi, bu grubun barındırdığı görüşlerin, hatta örgütlenme­
nin ne kadar farklı olduğunu gözlerden gizliyordu. İran içindeki ulema mensup­
larının çoğu, Şii siyaset teorisine rağmen Kaçar otoritesiyle iktidarına boyun eğip
statükoyu kabullenmişti. Buna karşın bazı ulema mensupları, devrimci değişimin
en ateşli taraftarları arasındaydı. Bazariler Muzaffereddin Şah'a karşı muhalefette
birleşir, Tahran halkının büyük kısmı "adalethane" çağrısı için onlara katılırken,
ulemanın çoğunluğu da kendini değişim rüzgarına kaptırmıştı. Tahran'ın nüfusu,
1 9 . yüzyıl sonunda yaşanan büyük bir köylü ve göçebe akını sonucu ciddi ölçüde
artmıştı. Fazla iş beceresi olmayan bu yeni göçmen kitlesi yoksullaştığından, baş­
lıca beslenme kaynağı olan ekmek fiyatının artışından etkileniyordu. 1 903'te tahıl
fiyatlarını artırmak amacıyla istifçilik yapılması sonucu Tahran'da ekmek gösteri­
leri ortaya çıktı. Bu yeni gelen kitleler, sokak protestocularının sayısının artmasını
sağlamıştı.
Kaçar yönetimine karşı Tebriz'deki muhalefetin yapısı, Rusya Azerbaycan'ıyla
nüfus farklılığının yanı sıra buradan gelen radikal etkileri de yansıtıyordu; zira çok

1 95
IRAN TARİHİ

sayıda İranlı Azeri Bakü'deki petrol sahalarında çalışmaya gitmişti. Bakü'de, 1 905
Rus Devrimi'ne yol açan fikirlerle ve siyasi örgütlenmeyle tanışmışlardı. Bazı Aze­
riler de sosyalizmi benimsemişti. Bunlara ilaveten, Tebriz'de meşrutiyet hareketini
mali açıdan destekleyen güçlü bir Şeyhi nüfus vardı. Ayrıca hatırı sayılır büyüklük­
teki Ermeni nüfusun okulları ve yurtdışındaki cemaatle temasları, radikal ve laik
fikirler için ayrı bir kaynak oluşturuyordu.
Meclis ilk oturumunu Ekim 1 906'da, henüz seçim süreci tamamlanmadan ger­
çekleştirirken, seçilen ilk vekiller Tahran'dandı. Seçimler tamamlandığında bile,
Tahranlılar 1 5 6 üyeli mecliste orantısız biçimde temsil ediliyordu. Gerek pazarın
gerek ulemanın temsilci sayısı fazlaydı. ilk mecliste, büyük toprak sahiplerinin sa­
yısı şaşırtıcı derecede azdı. Bu durum sonraki seçimlerde tersine döndü. İran'da
açık arayla en büyük grubu oluşturan köylüler ve diğer kırsal kesim halkları temsil
edilmiyordu. Onları temsil ettiği düşünülebilecek toprak sahipleriyse sadece kendi
çıkarlarını kolluyordu. İlk meclis, şahın imzasına sunulmak üzere anayasa taslağını
hazırladı. Meclis, Kaçar otokratını meşruti bir hükümdara dönüştürmekle devrim­
ci bir rol oynamıştı. Vergi artışını ve dış borç alımını reddedip hükümdarın bütçe­
siyle masraflarını kısmakta ısrar eden meclis, şah üzerinde bir baskı unsuru haline
gelmişti. Üstelik yeterli kaynak bulunmamasına rağmen ulusal bir banka, ordu ve
eğitim sistemi kurulması konusunda kanun çıkararak kendi anayasal rolünü kabul
ettirmişti. Buna rağmen, daha çok ifade özgürlüğü isteyen gizli dernekler ve gaze­
tecilerin baskısına maruz kalmıştı.
Muzaffereddin Şah Ocak 1 907'de öldüğünde, yerine geçen halefi Muhammed
Ali Şah ile meclis arasına bir soğukluk girdi. Ne var ki meclis de tutucu ulema ile
daha liberal üyeler, bilhassa daha radikal Tebriz heyeti arasında ikiye bölünmüş­
tü. Ek anayasanın niteliği konusunda şiddetli tartışmalar çıktı. Temel maddeler,
şaşırtıcı biçimde geniş gruplar oluşturan Tahranlılar ile Tebrizliler ve diğer şehirli
kesimler arasında hararetle tartışıldı. Eşitlik, özgürlük,serbestlik, eğitimde devlet
kontrolü, kadınlar dahil olmak üzere herkese eğitim hakkı; hükümet için yeni bir
yön ve görev anlamına geliyordu. Tutucu bir ulema grubu, liberal ve demokrat öne­
rilere karşı olduklarını göstermek için Tahran dışında bir yere kendisini hapsetti.
Yeni şah ek anayasayı Ekim 1 907'de onaylayıp anayasayı tamamlamasına rağmen,
meşrutiyet yönetimine karşıydı. Halk arasında sevilmeyen bir devlet adamının sad­
razamlığa atanması durumu gerginleştirdi ve Tahran'da düzenin bozulmasına yol
açtı. Sadrazamın öldürülmesinin ardından kendisine yönelik suikast girişimi başa­
rısız olan şah, darbe yaparak meclisi kapattı. Öne çıkan radikal liderler tutuklanıp
idam edilirken diğerleri kaçtı.
Muhammed Ali Şah'ın yaptığı darbeye karşı Tebriz'de direniş başladı. Hükümet

196
KAÇARLAR

kuvvetleri şehri ele geçirince, Settar Han liderliğindeki devrimciler Gilan'a sığındı
ve burada milliyetçilerle birleşip Tahran'a yürüyüşe geçti. Aynı esnada Bahtiya­
riler İsfahan'ı ele geçirdi. Bu aşiretin milliyetçi olduğu çok şüpheliydi, ancak elit
bir Bahtiyari ailesine mensup olan liderleri Hacı Ali Kulu Han Serdar Esad, sıkı
bir milliyetçi ve laik bir liberaldi. İsfahan'dan ayrılan Bahtiyariler, Settar Han'ın
Tebrizli kuvvetleriyle Temmuz 1 909'da Tahran' da buluşunca, şah Rusya Elçiliği'ne
sığındı. Genç oğlu Ahmed Şah ( 1 909- 1 925), bir naibe bağlı olarak şah ilan edil­
di. Naip Nasır ül Mülk Oxford'da eğitim görmüş ilk İranlıydı. İkinci kez seçilen
mecliste, ağırlık toprak ağalarına kaymasına rağmen ulema ve liberaller yine temsil
edilmekteydi. İlk meclis gibi ikincisini de milliyetçi ve meşrutiyetçi olarak tanımla­
mak mümkündü. Şah uyumlu davranınca meclis siyasete egemen oldu, ancak ülke
çapında karışıklık ve boş bir hazine gibi baş ağrıtan sorunlarla karşılaştı. Meclis
buna, Amerikalı danışman Morgan Shuster'in liderliğinde maliye bakanlığında ra­
dikal bir reform vasıtasıyla hükümetin yetkisini merkezileştirmekle çözüm buldu.
Danışman, kendi otoritesi altında, vergi toplamakla görevli özel bir bağımsız jan­
darma kuvveti kurulmasını önerdi. Fakat bu gelişme, ileri gelenlerin ve kuzeyde­
ki Rusların çıkarlarına aykırıydı. Rusya Shuster'in görevine son verilmesini talep
edince İngiltere ses çıkarmadı. Meclis bu ültimatomu reddetmesine rağmen, yeni
düzenlemeler kendi çıkarlarına da aykırı olan Bahtiyarilerin çoğunlukta olduğu
kabine bunu kabul etti. Aralık 1 9 1 1 'de meclis kapatılıp Shuster görevden alınınca
meşrutiyet dönemi sona erdi. Böylece İran'ın geleneksel politik kültürü kendini
yeniden göstermişti; buna rağmen, anayasal yönetim son derece önemli olduğunu
kanıtladı.
17 yaşındaki Ahmed, Birinci Dünya Savaşı'nın patlak vermesinden hemen önce,
Temmuz 1 9 14'te şah olarak taç giydi. İran savaş boyunca görünüşte tarafsız kalır­
ken, kurulan zayıf hükümet, varlığı süresince ülkeye sıkıntı yaratmaya devam etti.
Ne Ahmed Şah adına atanan kabinenin, ne de meclisin İran'da düzeni veya hükü­
metin otoritesini sağlayacak gücü vardı. Britanya ve Rusya, İran'ın hükümranlığını
ihlalini haklı göstermek için bu durumdan yararlandı ve daha uysal olan kabineyle
çalışmayı tercih etti. Üçüncü meclis 1 9 14'te seçilse de bir yıl sonra, kuzeydeki kendi
nüfuz sahasını işgal eden Rusya'nın müdahalesiyle feshedildi. Rus nüfuz sahasının
içinde, şahın hüküm sürdüğü ve atanmış kabinesiyle birlikte ülkeyi yönettiği Tah­
ran da yer alıyordu. Bu sırada mecliste bulunan Rusya karşıtı milliyetçi liderler ön­
ce Kum' da, ardından 1 9 1 7'de Kirmanşah'ta hükümet kurup daha sonra ülke dışına
kaçtılar. Almanya, Bahtiyarilerin ve Kaşkayların güneybatı İran'da İngilizlere karşı
ayaklanmasını kışkırtmak için Alman Lawrence'ı olarak anılan Wassmuss'u böl­
geye gönderdi. Kendi nüfuz sahasındaki Alman varlığını kırmak isteyen Britanya

197
İRAN TARİHI

1 9 1 6'da Güney İran Piyadeleri adlı birliği kurdu. İran 1 9 1 Tdeki Rus Devrimi'nden
sonra bile yabancı işgalindeydi; zira Rus kuvvetleri geri çağırıldıktan sonra İngi­
lizler kuzeye ilerlemişti. Yeni Bolşevik hükümeti, eşit olmayan bütün antlaşmaları
geçersiz saydığını ilan etti. Bunların arasında nefret edilen kapitülasyonlar, borçlar
ve tavizler vardı. Ancak bunun fazla bir etkisi olmadı ve Britanya, İran'a egemen
olan yegane yabancı güç haline geldi.
Savaş sonundaki üstünlüğünden yararlanmaya çalışan Britanya, 1 9 1 9'da bir
İngiliz-İran mutabakatı önerdi. Bu anlaşma İran'ı, İngiltere'nin himayesindeki bir
devlet statüsüne indiriyordu. Anlaşmanın hedefi devleti İngiliz danışmanların gö­
zetiminde merkezileştirmek, yine İngiliz danışmanları ve silahlarına sahip modern
bir ordu kurmak ve altyapıyı geliştirmekti. Bütün bunların masrafı İngiltere'nin
vereceği borçlarla ve gümrük tarifelerinin değiştirilmesiyle yapılacaktı. Milliyetçi­
lerin çok büyük tepki göstermesi ve öfkenin iyice tırmanması sonucu, İngiliz-İran
Mutabakatı imzalanmadı.
Birinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında İranlılar büyük eziyet çekti. Ül­
kedeki başıboşluk, çatışmalar, dağıtımın sekteye uğraması ve gıda maddelerine
ordunun el koyması yüzünden tarım üretimi çok ciddi oranda düşmüştü. Bu du­
rum, İngiliz ve Beyaz Rus kuvvetlerinin kuzeyde Kızıl Ordu'yla çatışması nedeniyle
savaştan sonra da sürdü. 1 9 1 8- 1 9 yıllarında yaşanan kıtlık ve grip salgını nüfusu
kırıp geçirdi. Artık varlığı tartışılan hükümet otorite ve iktidardan yoksundu. Böl­
gesel ve yerel çapta daha da bölünmüş ülkeyi kontrol edemez hale gelmişti. Savaş
aynı zamanda Tahran'da, Tebriz'de ve genel olarak bütün kuzeyde toplumsal ve
siyasi süreçleri hızlandırmış, buralarda ilk işçi sendikaları kurulmuştu. 1 9 1 Tde,
reform ve demokratik hükümet çağrısında bulunan Cengeliler hareketinin lideri
Mirza Küçük Han, bütün ülkeye egemen olmanın bir provası olarak Gilan'ı ele
geçirdi. 1 9 1 9-20 yıllarında İngiliz desteğindeki Beyaz Ruslarla Kızıl Ordu arasında
süren savaş sırasında Bolşeviklerin desteğini alan Küçük Han, Gilan Sovyet Sosya­
list Cumhuriyeti'ni ilan etti. Ancak toprak müsaderesi sorunu nedeniyle birlik kısa
sürede dağıldı. 1 920'de Tebriz'de özerk bir hükümet kuran Hiyabani, Kazak Tuga­
yı tarafından öldürüldü ve böylece merkezi hükümet kontrolü yeniden ele geçirdi.
Gerek savaş zamanı, gerek savaşın bitimindeki yıllarda İran'ın siyasi ve iktisadi
yapısal sorunlarının ne kadar büyük olduğu açıkça görüldü. Tarihten gelen ademi­
merkeziyetçiliğin yarattığı yetersizliklerin yanı sıra milli egemenliğin kaybı sorunu
da uzun süredir devam ediyordu. Kaçarların dönemi, gazeteci Seyyid Ziyaeddin
Tabatabai ile Kazak Tugayı komutanı Rıza Han'ın Şubat 1 921 'de yaptığı darbe ile
fiilen sona erdi. Rıza Han'ın 1 925'te meclis tarafından şah seçilmesi ve 1 926'da taç
giymesiyle birlikte, Kaçar Hanedanı bu kez resmen tarihe karıştı. Yeni şah en temel
yapısal sorunlara el atacaktı.

198
KAÇARLAR

-.J.dcs
..
...
•;. d"��.
��ld% rl,;�;"'" �(,;,.
• - j � ..,

�c1 t.!Yc1 � _ !c?'J�;,� �


�� '-J.li� { ��uıuı:I.
Olı, .. ,, de la P&lrk 1
.
Tra...tıı. pnar l'an•lr de la �•lloa et dıı Pa71.
Olı, ...ı.n ıpt..dld• ı tw•tot 4e ı• Ort••• ı
Ch- in MlaMını ,P...._ de ı• ırao"IUlee.
JaOade par &el &cımnı•
De ID•lln 111 MDHll-
.,
Obi Hll'OIHlıllr• ı 4M ....., ," U'111 ............,
Allft , •• ..,.. , lllX lllıtrUıa I" prl ... •pı dıa p...,..
o•, teııra odorıt-.aı. ! Olı ,_ , Ob Jumı. 1
ılur ı�ı aaa ıı ta 4e la Cuı>ı t l tuılon ...,...ı .. a 'fOll parfıqos.
P u u r flit' Ilı ril6b,.nı lı fe&e ile la IJ berU
J>ı ı ' ltgt.1116 • .. la J'rıknal ..

7.6 Muhtelif sigara paketleri. Üstteki pakette onada Ahmed Şah'ın, iki yanındaysa
meşrutiyet yönetiminin 1 909'da yeniden kurulmasını sağlayan iki milliyetçi lider Settar Han
(solda) ve Serdar Esad'ın (sağda) portreleri yer alıyor. Alttaki paketteyse İranlıların milliyetçi
duygularını dile getiren Farsça ve Fransızca yazılmış şiirler bulunuyor.

1 '9
IRAN TARİHI

1 905 ile 1 909 arasındaki döneme Meşrutiyet Devrimi denmesine rağmen, bu


dönemde yaşanan değişimler muazzam olmakla birlikte devrimci nitelikte değil­
di. Eski toplumsal-siyasi düzen devam etmiş, yerini yenisi almamıştı. Meşrutiyet
büyük önem taşıyan şehirli kitleleri harekete geçirmişti ama şehirlerin dışında ya­
şayan İranlıların çoğu anayasanın getirdiği radikal savların farkında bile değildi.
Beklenen politik ve sosyal değişimlerse çok uzun zaman gerçekleşmedi.
Meşrutiyetçiliğe, özellikle yetki ve eşitlik konularına karşı çıkan savlar, müçte­
hit Fazlullah Nuri ( 1 842-1 909) tarafından açık biçimde dile getiriliyordu. Tahran
ulemasının büyük kısmı gibi o da 1 905'te, İslamı savunmak ve adaleti yeniden
tesis etmek amacıyla meşrutiyet hareketini desteklemişti. Anayasanın 1 907'de res­
men ilan edilmesinin ardından Nuri buna karşı çıkmaya başladı. Anayasanın ve
destekçilerinin İslama, İslami hükümet ve hukuka yapılan bir hakaret olduğunu
ileri sürdü. Geleneksel İslami terimlere ve örneklere dayanarak anayasanın yeni bir
icat olduğuna hükmetti. Nuri otoritenin yalnız Allah'a mahsus olduğunu ve ancak
O'nun "kanun yapabileceğini " belirtti. Allah'ın kanunları hakkında sadece uygun
niteliklere ve eğitime sahip müçtehitler hüküm verebilirdi; dolayısıyla, halkın seç­
tiği temsilciler kanun yapamazdı. Üstelik bütün Müslümanlar şer'i hukuka göre
eşit olduğu halde, Ehl-i Kitap sayılan gayrimüslimler, hukukun koruması altında
olmakla birlikte Müslümanlarla eşit sayılmazdı. Kaldı ki Müslümanlar bile kanun
yapamazdı. Anayasa, devlet dini olarak On İki İmam Şiiliği'ni ve yorumcu olarak
müçtehitlerin rolünü kabul etmesine rağmen, Nuri meşrutiyet hareketini adalet­
sizlik ve din karşıtlığıyla denk görüp İslam muhalifi kabul etti. Muhammed Ali
Şah'ın başarısız darbe girişimini destekleyen Nuri, Temmuz 1 909'da milliyetçiler
tarafından idam edildi.
Ulema meşrutiyet konusunda ikiye bölünmüştü. Bir yandan siyasi ve toplumsal
statüyü kabullenirken, diğer yandan adaletsizliğe karşı çıkıyorlar, keyfi davranan
etkisiz hükümet üzerinde denetim olmasını uygun buluyorlardı. Ayrıca, Kaçarların
idari ve ekonomik politikalarıyla ezilen pazarla yakın toplumsal bağları ve pay­
laştıkları değerler vardı. Bunun sonucunda Tahran ve Tebriz'de ulema kendini,
pazarlardan yayılan protesto ve gösteri dalgalarının içinde buldu. Yandaşlarıyla
yakın bağları bulunan ulema mensupları, sıkıntı çekenlere el uzatıyordu. Yüksek
merteheli ulema mensuplarının çok sayıda yandaş ve öğrenciye sahip olması, statü
ve mertebenin artmasını sağlıyordu. Yandaşların mürşit olarak belledikleri men­
suplara verdiği hums, gerek ulema için gerek yaptıkları hayır işleri ve sosyal hiz­
metler için önemli bir gel i r kaynağıydı. Böylece başlangıçta sokaktan esen siyaset
rüzgarlarına ayak uydururken, meşrutiyetin yol açacağı çok kapsamlı sonuçları an­
cak Nuri bu harekete karşı çıkınca fark etmişlerdi. Bu yüzden milliyetçilerin destek
büyümeden Nuri'yi susturması gerekiyordu. Nihayet diğer geleneksel elitler gibi

200
KAÇARLAR

ulema da değişimin kendi genel rolünü ve toplumdaki statüsünü etkilemeyeceğini


umarak İran'ın geleneksel siyasi kültürünün devam edeceğini varsaydı.
20. yüzyılın ilk yirmi yılında karşılaşılan en büyük dış sorun, Rus Çarlığı ile
Büyük Britanya İmparatorluğu'nun Kaçar İranı üzerinde hakimiyet kurmak için
girdiği rekabetti. Bu iki devlet 1 907'de İngiliz-Rus Antlaşması'nı imzalarken amaç­
ları Asya'daki rekabeti ve gerilimi azaltmaktı. Bu nedenle iki büyük güç, İran'ın
da içinde bulunduğu nüfuz sahalarını paylaşmıştı. Rusya'nın nüfuz sahası Tah­
ran dahil olmak üzere İran'ın kuzeyini kapsıyordu. Güneydoğu İran, Britanya'ya
kalmıştı. İkisinin nüfuz sahası arasında geniş bir tarafsız bölge vardı. İki devlet
birbirinin nüfuz sahasına müdahale etmeme kararı almıştı. Bu antlaşmanın sonu­
cunda Rusya'nın başkentteki nüfuzu artmakla birlikte, Muhammed Ali'nin darbe
girişimine bir faydası olmadı. Rusya İran'daki milliyetçi duyguları küçümsemenin
sonucunu görmüştü. Buna karşılık İngiltere, verdiği üstü kapalı destek nedeniyle
sempatisini kazandığı milliyetçileri hayal kırıklığına uğrattı. Huzistan'daki petrol
çıkarları nedeniyle İngiltere 1 9 1 5 'te tarafsız bölgeyi kendi nüfuz sahasına katmak
için Rusya'yla müzakere yaptı.
Petrol en azından yüzeydeki stoklar bakımından, bölge halkı tarafından uzun
zamandır kullanılmaktaydı. Muzaffereddin Şah'ın saltanatı sırasındaysa imtiyaz
oyunlarının bir parçası oldu . 1 901 'de İngiliz girişimci William Knox D' Arcy'ye,
İran petrolünü ticari amaçlarla kullanması için (kuzeydeki beş eyalet hariç) ye­
ni bir imtiyaz verildi. Ertesi yıl orta Zağroslar'ın eteklerinde, sınır yakınında ve
Kirmanşah'la Bağdat'ın arasında bulunan bölgede sondaj çalışmalarına başlandı.
1 905'te çalışmalar sadece Huzistan'la sınırlı tutuldu. 1 908'de, tam buradaki son­
daj çalışmalarının da durdurulması için telgraf gönderildiği sırada petrol yatakla­
rı keşfedildi. Bulunan petrolün miktarı ticari bir başarıyı garantiliyordu. 1 909'da
İngiliz-Pers Petrol Şirketi'nin kurulmasını boru hatlarının ve Abadan'daki rafineri­
nin inşası izledi. 1 9 1 2'de Britanya donanmasında kömürle çalışan gemilerden pet­
rolle çalışan gemilere geçilmesine karar verildi. 1 9 1 4'te Britanya hükümeti şirketin
en büyük hissedarı oldu. O zamanlar bu yeni kaynağın önemini ve yaratacağı zen­
ginliği fark eden İranlıların sayısı çok az olmakla birlikte, petrol çabucak kaybe­
dilen milli egemenliğin simgesi haline geldi. Politik seferberliğin ve milliyetçiliğin
siyasileşmesinin temel unsuru oldu.
Tarihçilerin paylaştığı görüşe göre, sık sık ihlal edilen anayasa meşruti bir devlet
kuramadığı gibi siyasi, iktisadi ve bilhassa toplumsal değişimi etkili biçimde ger­
çekleştiremedi. Buna rağmen olumlu yanları dört ana başlık altında toplanabilir:
Birincisi, adalethane talebi doğrudan ekonomik ve politik ö fke y e:: <layanıyunlu. B u
öfke, kuvvetler ayrılığını bünyesinde barındıran, temsil ve eşitliği telaffuz eden bir
meşrutiyet hareketine dönüştü. Bu süreç İran tarihinin en geniş katılımını harekete

201
IRAN TARİHİ

geçirdi. Öyle ki, bu hareketin içinde büyük şehirlerde yaşayanlar, geleneksel politik
ve dini elit mensupları, şehirlere yeni göç etmiş işsiz kitleler bir arada bulunuyordu.
Müslümanlarla gayrimüslimler, kadınlar, uzmanlığa dayalı Batılı bir eğitim gör­
müş ve bu değerleri benimsemiş yeni ortaya çıkan meslek sahibi orta sınıf hep bu
hareketin içindeydi. Üstelik şehirli kitleler Muhammed Ali Şah'ın darbe girişimini
bozmuş, bunu izleyen parlamentolarda siyasi baskıyı devam ettirmişti. Kamuoyu
tanışmaları vasıtasıyla yaratılan politik seferberlik, yeni yüzyılın ilk yirmi yılında
sekteye uğrasa da İran'ın siyasi dönüşümünün temelini atmıştı.
İkincisi, Ahmed Şah ve bakanlarıyla sürekli gerilim yaşamasına rağmen meclis
vergi, mali meseleler ve eğitim konularında önemli kanunlar yaptı. İlerde yasama
organı artık çalışmasa bile yeni hükümetler için örnek oluşturacak kanunlar hazır­
ladı. Bunun sonucunda, reforma uğramış ideal merkezi iktidar beklentisi nedeniyle
artık meclisi kapatmak zordu. Üçüncüsü, yetkinin halktan kaynaklandığı fikri es­
ki düzene indirilen ağır bir darbeydi. Bununla birlikte dördüncü olarak, herkesin
eşitliği kavramı da yeni bir fikirdi ve temel kimlik sorununu gündeme getiriyor­
du. Toplum din olmadığı takdirde hangi vasıtayla tanımlanacak ve örgütlenecekti?
Dayanılan yeni temel İranlı kimliğiydi, ancak bu siyasileşmiş bir kimlikti. İranlı
kimliği geçmişte de önemli olmakla birlikte büyük ölçüde kültürel terimler içinde
ifade edilmiş ve Şiiliğin benimsenmesi üzerinde yoğunlaşmıştı. Daha önce dışarıda,
Sünni Osmanlılara ve Orta Asyalı Özbeklere karşı askeri ve siyasi olarak ifade
ediliyordu. Meşrutiyet Devrimi'nin sonucunda, içerde otokrasiye karşı, dışarıday­
sa Avrupalı güçlerin İran'ın hükümranlığına müdahale etmesine karşı siyasileşmiş
bir İranlı kimliği yaratıldı. Her iki durumda da, bütün İranlılar milli bir kimlik
benimsedikleri için dinin önemi giderek azalmıştı. İran' da yaşayan herkes etnik ve
linguistik kökenli kimlikler dahil olmak üzere, kullanıldığı bağlama göre değişen
çeşitli kimliklere başvuruyordu. Ancak ülkede yaşayan herkes bir İranlı kimliğini
paylaşabilirdi. Henüz bir devlet olmasa da İran laiklik potansiyeline sahip bir ulus
olmuştu. Anayasa sürecinde ve onun hemen ardından, meşrutiyetçilik ve milliyetçi­
lik otoriteyi meşrulaştırdı. İran'ın evrensel bir hükümdarın yönetimine dayalı uzun
tarihi artık sona ermek üzereydi.

202
8

İRAN, 1 92 1-2003: PEHLE VİLER VE İRAN İSLAM CUMHURİYETİ

İran'ın 20. yüzyıldaki tarihine Rıza Şah Pehlevi ( 1 926- 1 94 1 ) damgasını vurdu. İran
ulus devleti onun milliyetçi, merkeziyetçi ve modernleşmeci politikaları sayesinde
kuruldu. 1 941 'de tahttan çekilmesinin ardından yerine geçen oğlu Muhammed Rı­
za Şah ( 1 94 1 - 1 979), taç giydiği andan 1 953'teki Musaddık krizine kadar meşruti
bir hükümdar olarak ülkeyi yönetti. Bu olaydan sonraysa babasının otokrat yöne­
timini yeniden tesis edip modernleşme ve Batılılaşma programını sürdürdü.
Modernleşme İran özelinde; devletin merkezileşmesi ve toplum, siyaset, ekono­
mi ve kültürün her alanında faal biçimde yer alarak yeni roller edinmesi anlamına
gelir. Batılılaşma, değişim modelleri aramak için yüzünü Batı'ya çeviren tavırları,
kimlikleri ve politikaları belirler. Bilim, ekonomi, eğitim, hukuk, cinsiyet, kültür
ve grupları kapsayan eşitlik kavramları hep Batılılaşmanın kapsamına girer. Ay­
rıca kültürün içinde giyim kuşamdan sanata, sanayileşme ve ticarileşmeden yasal
haklar ve yumaşlığa kadar değişen unsurlar yer alır. Batılılaşma genellikle mo­
dernleşmeyle ve modernleşme yanlısı elitlerle bir arada düşünülür. Modernleşme ve
Batılılaşmanın, İran'ın geleneksel siyasi kültürünün sonunu işaret etmesi önemlidir.
Monarşi 1 979'a kadar devam etmesine rağmen, sonu gelen bu kültürün içinde ev­
rensel hükümdarlık da vardır.
Rıza Şah'ın attığı temel, siyasetin ötesinde çok önemli değişimlere yol açmıştı.
İnsanların kimlik duygusunun değişmesinin yanı sıra aile, din ve etnik gruba du­
yulan bağlılık da, artan bireycilik ve sınıf kimliğiyle beraber İranlı kimliğine bağ­
lılığa doğru kaydı. Siyasi katılımda daha çok yer almayı bekleyen İranlıların sayısı
giderek artıyordu. Siyasi katılımsa yetkinin Tanrı'dan değil halktan kaynaklandı­
ğını savunan kavramlara dayanıyordu. Bunun doğal sonucu milliyetçilikle birlikte
ekonomik ve sosyal eşitlikçiliğin ortaya çıkmasıydı. Sonunda toprağa dayalı olarak
merkezileşen devlet, yaşamın her alanında faal ve merkezi bir rol oynadı. İran ulus
devleti ülke içinde yaygın kabul gördü. İran'ın bir ulus devlet olması fikrini red­
detmeyen İslam Cumhuriyeti, aynı şekilde devletin faal iktisadi, sosyal ve kültürel
rollerini de reddetmedi. Bununla birlikte İslam Cumhuriyeti, Pehlevi döneminde
gerçekleşen laik, hukuki ve sosyal değişimleri inkar etti. Buna rağmen, son beş yıl­
da yaşanan resmi ve gayrı resmi siyasi katılım, İslamın kamusal alanda daha az rol

203
İRAN TARİHİ

oynamasıyla birlikte Rıza Şah'ın laik ve Batı yanlısı İran'ının hakim olabileceğini
düşündürür.
İran'ın 20. yüzyıl tarihini okumak önemli bir konudur. Tarihçiler Rıza Şah'ın
İran'a ve milliyetçiliğe bağlı olduğunda, gerçekleştirdiği şeyleri İranlı temeline da­
yanarak yaptığında hemfikirdirler. İran'ı kendi siyasi-tarihi kültürüne ve toplumu­
na dayanarak inşa etme zorunluluğunun bilincinde olmak en azından Cemaled­
din Afgani'yle başlayıp günümüze kadar gelmiştir. Tıpkı Afgani gibi Rıza Şah da,
İran'ın milli egemenliğini ve toprak bütünlüğünü korumak için Batılılaşmak gerek­
tiğini görmüştü. Onun düşüncesine göre, laikleşme dine saldırmaktan ziyade din
adamlarının gücünü azaltmanın, dolayısıyla kendi gücünü artırmanın bir yoluydu.
Daha yakın zamanlardaysa, Rıza Şah'ın yarattığı değişimlerin eğitimsel sonucu
olarak İranlılar, önceliklerini farklı bir şekilde dile getirdiler. Örneğin Celal Ali
Ahmed (ö. 1 969), halkı kendi kültürünü Batı etkisiyle zehirlemekten vazgeçmeye
çağırdı . Batılılaşma hastalığı için kendi bulduğu gharbzadigi (garpzedeler) terimini
kullanıyordu. Ali Şeriati ( ö. 1 977) ise Şiiliğin kutsallığından arındırılmış yeni bir
siyasi aktivizm inşa etmenin yolunu aradı. İkisinin de din adamı olmaması önemli
bir ayrıntıydı. Ali Ahmed ve Şeriati'nin 1 970'lerde, lise ve üniversiteli gençlik ara­
sında itibarları giderek artmasına rağmen Batılı gözlemcilerin çoğu, bu iki aydının
önemini kavrayamamıştı. Gözden kaçan bir diğer husus, öğrencilerin giderek siya­
sileşip radikalleşmesi ve bunun sonucunda devrimde hayati bir rol oynamasıydı. Bu
gibi eğilimleri gözden kaçırmamızdaki başlıca neden, Rıza Şah'ın değişimlerinden
biri olarak devletin ezici biçimde merkezileşmesini kabullenmemizdi.
Rıza Şah milliyetçi gündemi etkin biçimde belirlemesine, hatta liberal gündemin
kısıtlı hazı unsurlarını yerine getirmesine rağmen, otokrat olması yüzünden tarihçi­
ler yaptığı bu hamlelere itibar etmezler. Oysa onun otokratlığı, çağdaşı ve modern
Türkiye'nin babası olan Mustafa Kemal Atatürk'ün otokratlığından fazla değildi.
Bununla birlikte, Rıza Şah'ı modern İran'ın babası olarak görmek pek mümkün
sayılmaz. Bu iki modern devleti, liderleri olmadan düşünmek imkansızdır. Atatürk
vizyon sahibi biri olarak modern ve Batılı yeni bir Türkiye'yi telaffuz ederken, Rıza
Şah bunu yapamıyordu. Türkiye'de demokrasinin ilerlemesi önünde ciddi bir engel
olan ordu, Atatürk tarafından siyasileştirilirken, Rıza Şah bunu yapmamıştı ki bu
onun için olumlu bir puandı . Buna karşılık çok önemli bir gelişme, Atatürk'ün
modern Türkiye vizyonunu kurumsallaştırmasıydı. Bu da ülkenin otokrasiden de­
mokrasiye yönelmesine imkan sağlamıştı. İranlı ve Batılı tarihçiler Rıza Şah'ı göz
ardı etmekte ortak davranıp olumlu hamlelerini gönülsüzce kabullendiler. Bunda
onun yönetimini oğlunun yaptıklarına gün: <lc:ğc:rleııdirmeleriııin de payı vardı.
İran'ın tarihini pozitivist veya ilerici açıdan değerlendirirken pek açıkça dile
getirilmese de, ütopyacı hedeflerden sapılması bazıları için üzücü bir durumdur.

204
PEHLEVİLER VE IRAN İSLAM CUMHURİYETi

Meşrutiyet denemelerinin önce 20. yüzyılın başında, ardından Rıza Şah ve Mu­
hammed Rıza Şah döneminde başarısız olunması; Mirza Küçük Han liderliğindeki
Cengelilerin Rıza Han'a yenilmesi ( iktidarını sağlamlaştırıp şah olmadan önce bu
unvanla tanınıyordu); işçi sınıfının 1 930'ların sonu veya 40'1arın başında önemli
bir güç haline gelememesi; 1 953'te CIA yönetiminde yapılan darbeyle Musaddık'ın
devrilip meşruti hükümetin dağıtılması, tarihin böyle olma ��rektiğini düşünen
bakış açısına uygundu. Bu konularda yaşanan hayal kırıklığı, İran'da mevcut bü­
tün siyasi hizipler tarafından dile getirilmekle kalmayıp, ülkenin tarihi de bu şekil­
de yorumlanmaktadır.
İran uzmanları hakkında tespit ettiğim bir diğer sorun, olaylara belli bir nokta­
dan bakmak ve hem karmaşık yapıyı hem de alternatif gelişmelerle yönleri gözden
kaçırmaktır. Tarih, bugünden geçmişe baktığımız gibi kaçınılmaz değildir. Bir baş­
ka mesele hem İranlı hem Batılı uzmanların aynı kaynakları kullanmasıdır. İran ta­
rihinde kaynaklar hem dikkate alınmaması hem tahrip edilmesi bakımından uzun
süre sorun olmuştur. Üstelik Türkiye'nin aksine İran, yakın zamana kadar eğitiml i
arşivci v e tarihçi kadrolardan yoksundu. 2 0 . yüzyılda işbaşına gelen bütün hükü­
metler resmi tarih dışındaki tarihi yok saydı. Ülkenin tarihi ve toplumunun niteliği
konusunda resmen onaylanmış görüşler dışındaki düşünceleri sindirdi. Buna rağ­
men, 20. yüzyılla ilgili geniş kapsamlı İranlı ve yabancı kaynaklar mevcuttur. Bun­
ların arasında devlet ve diplomasi belgeleri, gazeteler, çok sayıda kişisel günlükler
ve anılar bulunur.
Rıza Han (aşiret kökenini gösteren bu unvan aynı zamanda askeri amaçla kul­
lanılıyordu), Kaçar tarihinin sonlarındaki iki önemli değişikliğin sonucunda ikti­
dara geldi. Bunlardan birincisi Kazak Tugayı'nın kurulması, diğeriyse küçük bir
milliyetçi grubun ortaya çıkmasıydı . Bu grup, İran'ın değişimi önünde büyük bir
engel olarak gördüğü yabancı egemenliğine ve ulema gibi geleneksel gruplara karşı
ülkeyi dönüştürüp güçlendirmeyi hedeflemişti. Daha demokratik ve etkili bir hü­
kümeti iktidara getirmek amacıyla meşrutiyeti destekleyen geniş ancak zayıf dev­
rimci koalisyon, 1 909 ile 1 920 arasında ortaya çıkan pek çok faktör sonucunda
parçalandı. Meclis tecrübesizliği ve varlığını savunan liberallerin azlığı yüzünden
monarşi ve şah ailesi ile güçlü toprak sahipleri, aşiret liderleri ve din adamlarının
güçlü çıkarları karşısında etkisiz kalıyordu. Buna ilaveten, Avrupalı güçler İran'ın
milli egemenliğini ve toprak bütünlüğünü hiçe saymaya devam ediyordu. Tarafsız
İran'ın harp sahnesi haline geldiği Birinci Dünya Savaşı sırasında ve ertesinde, ulu­
sal hükümet neredeyse ortadan kalktı. Versailles'daki görüşmelerde İran önemsen­
mezken, yaşlı elitler 1 9 1 9'da Britanya ile imzalanan antlaşmayla, ülkeyi bir nevi
himaye etmeyi planladı.
1 92 1 yılı İran'ın 20. yüzyıl tarihinde yeni bir başlangıç noktasıydı. Birincisi,

205
İRAN TARIHl

meclis İngiliz-İran Antlaşması'nı onaylamayı reddetmiş, bunu imzalayan üçlü yö­


netim milliyetçi olmamakla ve İngilizlerin oyuncağı olmakla suçlanmıştı. Daha
önemlisi, yeni meslek sahibi orta sınıfın temsilcisi olan gazeteci Seyyid Ziyaeddin
Tabatabai'nin, Rıza Han komutasındaki 2500 Kazak askerin yardımıyla Kaçar hü­
kümetine karşı darbe düzenlemesiydi. Bu kansız darbeyi, İngiliz komutan General
Ironside dolaylı olarak, hatta belki doğrudan kabullenmişti.
Kaçarlar meşruiyetini kaybetmişti; en azından Ahmed Şah devlet yönetimiyle
ilgilenmeyip kendini geri çekmişti. Üstelik hükümet sadece iktidar ve otoriteden
değil, mali kaynaktan da yoksundu. Ülkenin dört bir yanındaki sınırlarda ayrı­
lıkçı hareketler ortaya çıkmıştı . Başlangıçta Rusların komutanlık yaptığı Kazak
Tugayı, ülkenin tek modern ve etkin askeri birliğiydi. Bu birliğin komutanı olan
Rıza Han'ın baskın bir kişilik haline geleceğini kimse görememişti. Seyyid Ziya
kapsamlı bir tutuklama ve baskı politikası yürüttü. Ancak birkaç ay sonra Rıza
Han'ın emriyle tutuklanıp sürgüne gönderildi. Yeni hükümete savaş bakanı seçilen
Rıza Han'a Serdar Sipah unvanı verildi. Başkomutan, ülkede merkezi egemenliği
oluşturmak ve işlev gören bir hükümet kurmak gibi zorlu görevlerle karşı karşıyay­
dı. 1 8 70'lerde Mazenderan'da doğması dışında, geçmişi hakkında bir şey bilinmi­
yordu. Bununla birlikte Kazak Tugayı'nda aldığı askeri eğitim onun davranışlarını
belirlemiş, soğuk tavırlarını pekiştirmişti. Özellikle aşiretlerin çıkardığı isyanları
bastırırken, makineli tüfek kullanmada gösterdiği beceri sayesinde Rıza Han Ma­
xim olarak anılıyordu. İran'ın hemen her yerinde görev yaptığı için, ülkenin bütün
halklarını ve siyasi kültürünü iyi biliyordu. İran'ın parçalanma ihtimalinden endişe
duyması ve yabancı egemenliğine karşı duyarlılığı, milliyetçiliğini ve devletin gücü­
nü merkezileştirme kararlılığını artırmıştı.
Rıza Han önceliği kendi iktidarını kurmaya verdi. Silahlı kuvvetlerin içine jan­
darmayı da katarak, orduyu büyütüp modernleştirmenin gerekli olduğunu daha en
baştan görmüştü. Bu değişimi sağlamak için maddi kaynağa ihtiyacı vardı. Özerk
ve ayrılıkçı potansiyele sahip hareketleri bastırmadaki başarısı sayesinde, orduyu
büyütmek için ihtiyaç duyduğu milliyetçi desteği kazandı. Büyüyüp modernleşmesi
sayesinde güçlenen ordu, Rıza Han'a şah olduğu zaman iktidarını pekiştirme ve ar­
dından İran'ı merkezileştirip dönüştürerek yeni bir devlet yaratma imkanı sağladı.
Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra kaos içindeki İran parçalanma tehdidi altın­
daydı. En önemli ayaklanmalar önce kuzeyde Gilan ve Horasan'da, kuzeybatıda
Azerbaycan ve Kürdistan'da, ardından güney ve güneybatıda çıkmıştı. Rıza Han
1 92 1 'de Gilan'da Küçük Han ve Cengeliler diye bilinen yandaşlarını yendikten
sonra 1 922'de Azerbaycan'da Hiyabani'nin ve ardından Lahuti'nin liderlik ettiği
isyanları bastırdı. Eyaletler birkaç kez özerklik ilan etti. Hiyabani Azadistan adıyla
yeni bir devlet kurduğunu ilan etti. Azeri Türklerden oluşan etnik bir yapıya sahip

206
PEHLEVİLER VE lRAN ISLAM CUMHURİYETİ

devlet başarısız oldu. 1 9 1 9'da Kürdistan'da, merkezi hükümete karşı Simko lider­
liğinde patlak veren isyan 1 922'de bastırıldı.
Rıza Han merkezi devletin otoritesiyle egemenliğini yeniden tesis ederek milliyet­
çi kimliğini ortaya koydu. Bu konudaki kararlılığını İranlılara ve İngilizlere göster­
mesini sağlayan şey, 1 922'de Bahtiyarilere ve ardından 1 924'te Muhammere Şeyhi
Hazal'a karşı yaptığı başarılı hamlelerdi. Sonradan Huzistan adını alacak Arabistan
eyaletine giden hükümet askerlerinden oluşan küçük bir birliğin Bahtiyari toprakla­
rından geçişi sırasında, bu aşiretin mensuplarını askerlere saldırmaya kışkırttı. Or­
dunun başarılı olması, Bahtiyarilere ağır bir tazminat yüklenmesinde meclisin des­
teğini sağladı. Aşireti iyice zayıflatıp tecrit etmek için üç adım daha atıldı: Bahtiyari
hanları, kendi bölgeleri dışındaki valilikleri kaybettiler; bölgeleri iki ile bölündü;
onları Bahtiyari değil İranlı valiler yönetmeye başladı. Güçlü Bahtiyari aşiretine yö­
nelik bu tavır aynı zamanda, Şeyh Hazal'a İngiliz himayesine dayalı özerkliği bıra­
kıp Tahran'a itaat etmesi için verilen bir işaretti. Petrol sahaları Bahtiyarilerin kış ot­
laklarının yer aldığı bölgede bulunurken, Abadan'daki büyük rafineriyle bazı boru
hatları şeyhin yetki alanındaydı. Rıza Han'ın ülkenin politik kültürünü gayet iyi an­
ladığından ve devletin iktidarıyla otoritesini merkezileştirmeye kararlı olduğundan
İranlıların hiç kuşkusu yoktu. Bu hamleler, Büyük Britanya'nın çıkarlarının güçlü
ve merkeziyetçi bir İran'la uyuştuğuna İngiliz elçisini de inandırmıştı. Britanya daha
önce iki kez Kaçarların yerine bir Bahtiyari hanedanını geçirmeyi düşünmüş, ancak
aşiretin kendi içindeki bölünmeler ve İran'ın merkeziyetçi olmayan politik kültürü
yüzünden bundan vazgeçmişti. Rıza Han aynı taktikleri 1 924'te Şeyh Hazal'a ve
ardından Türkmenlerle Kaşkaylara karşı başarıyla kullandı. Britanya'nın antlaşma
vasıtasıyla özerkliğini temin ettiği Şeyh Hazal'a karşı girişilen güç gösterisi sonunda
Rıza Han'ın artan gücünü kavrayan İngilizler, onun hakim olduğu merkezi hükü­
metle Şeyh arasında bir tercih yapmak zorunda kaldı. Sonunda zayıf ve güvenilmez
aşiret liderlerine karşı merkeziyetçi ve istikrarlı bir İran'ın daha tercih edilir olduğu
kararına varıldı. Rıza Han'ın aşiret özerkliğine karşı başarısı iktidarı merkezileştir­
mekle kalmayıp, İran'ın özerkliğe dayalı eski siyasi kültürünü dönüştürdü. Böylece
aşiretler modern devlete boyun eğdi.
Kaçar Hanedanı'nın can çekişmekte olduğu 1 92 1 'de, İran hükümeti yeni bir ka­
rar aldı . Böylece bir başka Amerikalı, Arthur Millspaugh, merkezileşme sürecinin
parçası olarak mali danışmanlığa atandı ( 1 922-27). Devleti sağlam bir mali temel
üzerine oturtmak ve bürokrasiyi yeniden yapılandırmak amacıyla Millspaugh'ya
da Shuster gibi olağanüstü yetkiler verildi. Eğitim ve sağlık hizmetleri 1 923'te re­
form ve modernleşme süreci içinde ele alındı. Pasteur Enstitüsü kuruldu, hastaneler
i nşa edildi, kamu sağlığıyla ilgili önlemler kurumsal hale getirildi, İranlı doktorlar
yetiştirmek amacıyla tıp eğitimi için adımlar atıldı.

207
İRAN TARIHI

1 923'te Başbakan Kavamüssaltana'yı tutuklatan Rıza Han, kendisini bu maka­


ma ataması için Ahmed Şah'ı zorladı. Daha bu olaydan önce, onun gücünü anır­
masına yönelik endişeler vardı. Toprak bütünlüğü ve merkezi devleti güçlendirme
gibi konularla ilgilenen milliyetçilerle ve ulemanın önemli üyeleriyle yakın ilişkiler
kurmayı becermişti. Askeri rolünü ve eyaletlerdeki başarılarını kullanarak, hane­
dan mensuplarının da aralarında bulunduğu muhaliflerine gözdağı vermiş, bölmüş
ve tecrit etmişti. Sonunda Rıza Han'ı başbakan atayan Ahmed Şah, bu olayın he­
men ardından Avrupa'ya gitti ve bir daha İran'a dönmedi.
Beşinci meclisin 1 924 başlarında açılmasının ardından cumhuriyet ilan edilme­
sine yönelik bir kampanya başlatıldı. Mustafa Kemal'in Ekim 1 923'te cumhuriye­
ti ilan ettiği Türkiye açık bir örnek olarak yanı başlarındaydı. İranlı genç liberal
milliyetçiler ve meclis üyelerinin savunduğu bu fikri Rıza da ülkeyi Kaçarlardan
kurtarma fırsatı olarak gördü. Gazeteciler, önde gelen aydınlar ve yerel liderler ( Rı­
za Han'ın desteğiyle), gerek meclis içinde gerek meclis dışında yürütülen bu kam­
panyaya öncülük ettiler. Onlar da tıpkı Türk emsalleri gibi cumhuriyetçiliği ileri
gitmekle eşdeğer görüyor, modernleşme ve Batılılaşmaya doğru bir adım olarak
kabul ediyordu. Bu görüşe hanedan yanlıları, İran'ın henüz demokratik bir cum­
huriyete hazır olmadığını düşünen milliyetçiler ve bilhassa bu noktaya kadar Rıza
Han'ı desteklemiş olan ulema karşı çıktı. En ciddi muhalefetse ülkenin en saygın
din adamı Seyyid Hasan Müderris'ten geldi. Ulemaysa hoşnutsuzluğunu manevi
bir bağlamda, cumhuriyetin İslama karşı bir icat olduğu şeklinde dile getirdi. Bu
zamana kadar askeri unvanıyla Serdar Sipah olarak anılan Rıza Han, pragmatist
kişiliği ve kendi iktidarı için duyduğu endişe nedeniyle (ordu içinde bile bir miktar
cumhuriyetçi muhalefet vardı) 1 925'te meclis tarafından şah seçilmeyi kabul etti.
1 926'da taç giyerken antikçağdaki İran'la bağlantısı olduğu düşünülen Pehlevi ke­
limesini hanedan ismi olarak seçti.
Meşrutiyetçilik bu zamana kadar başarısız olmakla birlikte milliyetçilik; toprak
bütünlüğü ve milli egemenlik, otorite ve iktidarın merkezileşmesi konularında yay­
gın kabul gören bir gündem oluşturmayı başarmıştı. Yeni ortaya çıkan orta sınıf
ve ileri gelenlerin desteğini almasına rağmen liberalizm ve bilhassa demokrasi fazla
destek bulamamıştı. Rıza Han'ın meşrutiyet ve demokrasideki konumu hakkında
hayallere kapılanların sayısı azdı. Fakat eğitim, toplum ve ekonomide modernleş­
me ve Batılılaşma konusundaki liberal milliyetçi gündeme destek vereceğine dair
belirtiler vardı; zira böyle bir program İran'ı hem içte hem de başta Britanya'ya
karşı olmak üzere dışta güçlendirecekti.
Rıza Han taç giydiği zaman, belli bir meşruiyet kazanmış olan meclise hakim
durumdaydı. Meclisin ağırlığını büyük toprak sahipleriyle ulema oluşturmakla bir­
likte liberal, hatta laik meşrutiyetçiler de temsil edilmekteydi. Partiler aslında belli

208
PEHLEVİLER VE İRAN İSLAM CUMHURİYETİ

başlı bazı bireylerin etrafında toplanmış hiziplerden meydana geliyordu. Örneğin


1 920'lerin başında, sonra tekrar 1 940'larda önde gelen bir rol oynayan Kavamüs­
saltana bunlardan biriydi. Demokrat Parti'nin lideri olan Kavam, güçlü bir toprak
sahibi ve milliyetçiydi. Bunun dışında yeni şahın üç usta danışmanı; Davar, Firuz
Mirza ve Timurtaş liberal, laik milliyetçilerdi. Bunlar 1 930'ların başında önemli
bakanlıklarda görev yaptılar. Rıza Han'ın taç giydiği sırada siyasi becerisini ve
kararlılığını gösteren bir yol tutturması önemli bir gelişmeydi. Onun milliyetçiliği
doğrudan kişisel gücüyle bağlantılıydı. Liberalleri gelenekçilere karşı başarıyla kul­
lanmıştı. Ayrıca stratejik hedeflerine ulaşmak için konumunu değiştirmeyi, hatta
önemli destekçilerini bırakmayı arzuluyordu.
Rıza Han, daha şah seçilmeden epey önce, merkeziyetçi modernleşme adımla­
rını atmış; örneğin, Millspaugh'yu çok kapsamlı ekonomik ve idari yetkilerle ata­
mıştı. Bu atama, devletin merkezileşmesine imkan sağlayan büyük ordunun dö­
nüşümü için gerekli finansmanın bulunması bakımından hayati önem taşıyordu.
Bunun dışında meclis, herkes için askerliği zorunlu kılan ve büyük tartışmalara yol
açan yasayı kabul etti. Zorunlu askerlik ordu için önemli olmasının yanı sıra ulusal
bütünleşmeyi sağlıyor ve askeri eğitim yoluyla etnik ve bölgesel sınırları yıkıyordu.
Askerlik hizmetinin içinde eğitim ve Rıza Şah'a bağlılık dahil olmak üzere yeni İran
değerlerinin aşılanması da yer alıyordu. İktidarını ve çalıştırdığı işgücünü kaybet­
mekten korkan ulema ve büyük toprak sahipleri, zorunlu askerlik hizmetine karşı
çıkıyordu.
Eylül 1 924'te göreve başlayan beşinci meclis askerlik hizmetini herkes için zo­
runlu kılarak kapsamını genişletirken, geleneksel kültür ve grupları saf dışı bırak­
mak için yeni adımlar attı. Saray bütçesi azaltıldı, unvanlar kaldırıldı, soyadı ta­
şıma zorunluluğu getirildi, doğumlar kayıt altına alındı, standart ağırlık ve ölçü
birimleri kabul edildi, İran takvimi kullanılmaya başlandı ( kameri aylara dayalı
Hicri takvim İran güneş takvimine uyarlandı ve Farsça ay adları verildi) .
Rıza Şah taç giydikten sonra kendi iktidarını v e devleti merkezileştirmeye, Batı­
lılaşmaya ve modernleşmeye yönelik kapsamlı iktisadi, hukuki ve kültürel reform­
lar başlattı. Ulusal bir banka kuruldu . Bütün İran'ı baştanbaşa geçen demiryolu
anlaşması imzalanıp inşaatı başlatılırken, karayolları ağı genişletildi. Sanayileşme
teşvik edilip bir miktar maddi yardımla desteklendi. Avrupalı tüccarlarla imalat­
çılara hukuki ve iktisadi avantajlar sağlayan kapitülasyonlar 1 928'de kaldırıldı.
Avrupa tarzı bir ticaret kanunu yürürlüğe girerken, Rusya ve Almanya'yla ticari
antlaşmalar imzalandı. Ticaret ve sanayi tekelleri kuruldu. Bütün bu iktisadi politi­
kalar İran ekonomisini güçlendirip milli egemenliği kurmak için yürürlüğe kondu.
Ekonomi reformunun kilit noktası, İngiliz bankasının etkisinin ve rolünün azaltıl­
ması amacıyla 1 928'de Bank-ı Milli'nin kurulması oldu. 1 927'de Millspaugh'nun

209
IRAN TARİHİ

azledilmesi de önemli bir gelişmeydi. Rıza Şah, yalnız bir şaha yer olduğunu etkili
bir şekilde öğrenmişti. İçinde ticaret kanununu barındıran yeni bir hukuk sistemi­
nin benimsenmesi, hem ekonomik sorunların çözümüne hem egemenlik meselele­
rine hizmet ediyordu. Laik medeni kanun da 1 928'de devreye girdi, buna karşılık
aile ve kişisel statüyle ilgili kanunlar Şer'i hukuka dayalıydı.
Rıza Şah, İngiliz-Pers Petrol Şirketi'nin (APOC) imtiyaz anlaşmasını gözden ge­
çirmesini talep etti. Bu istek reddedilince imtiyaz 1 9 32'de iptal edildi. Şah hem
ekonomik hem milli egemenlikle ilgili konulara dayanarak meydan okumuştu.
Pek çok reformu gerçekleştirmek için daha fazla gelire ihtiyacı vardı. Britanya hü­
kümetinin APOC'un karından daha fazla pay alması, İran'ı küçük düşürüyordu.
Üstelik APOC sorumluluk gerektiren mevkilere İranlıları getirmeyerek ayrımcılık
yapıyordu. 1 933'te yeni bir imtiyaz sözleşmesi imzalansa da İran'ın bundan fazla
bir kazancı olmadı. Daha önce yıllık karın yüzde 1 6'sı olan üretim payı yüzde 20'ye
çıkarılmıştı, ancak imtiyazın bitiş tarihi 1 9 6 1 'den 1 993'e uzatılmıştı. Ayrıca APOC
daha fazla İranlıyı eğitmeyi kabul etti, ancak Büyük Britanya en değerli ekonomik
varlığının kontrolünü tamamen elinde tutmaya devam edecekti. Huzistan'daki pet­
rol sahaları ve Abadan rafinerisinin önemi, Basra Körfezi'nin dibindeki stratejik
konumu ve Hindistan'a yakınlığıyla adamakıllı artıyordu.
İran bütün komşularıyla antlaşmalar imzalarken, biri hariç bütün sınır anlaş­
mazlıkları da çözüldü. İlkokuldan üniversiteye kadar Fransız modelini örnek alan
eğitim politikaları uygulamaya kondu. Milliyetçilik ve laiklik, merkeziyetçi eğitim
sistemi içinde devlete ve şaha bağlılıkla birlikte öğretiliyordu. Şehir merkezlerinde
yapılan eğitim reformlarıyla erkek nüfus içinde okuma yazma oranı arttı. Ne var
ki bu reformların kırsal bölgelerde veya elit çevreler dışındaki kadınlar arasında
fazla bir etkisi görülmedi. 1 93 3 'te Fars dili akademisi kurulurken, bütün yayınlar­
da Arapça terimlerin yerine Farsça karşılıkları kullanılmaya başlandı. Bütün dip­
lomatik yazışmalarda ülkenin adından daha önce Persiya diye bahsedilirken, Rıza
Şah 1 935'te yayınladığı emirle İran adının kullanılmasını istedi. Burada bir ironi
söz konusuydu; zira modern milliyetçilik İran'ın İslamiyet sonrası geçmişi yerine
bu dönemin öncesine ait tarihini ön plana çıkarıyordu. "Persiya " terimi özellikle
antikçağdaki İran için kullanılıyordu. Halbuki ulus devlet, İranlıların kendileri için
kullandığı İran adını benimsemişti ve devlet dili Farsçaydı. İran milliyetçiliğiyle
Fars dili, çok çeşitli etnik gruplardan oluşan nüfusu, birbiriyle uyum içindeki bir
İran halkına dönüştürmenin araçları oldu. Şii Müslümanlık artık İranlı olmanın
zorunlu koşulu değildi. İkinci Dünya Savaşı'nın patlak vermesi Rıza Şah'ı tahttan
çekilmeye zorlamasaydı, milliyetçi ve laik programı, ulemaya ve İslamiyete karşı bir
kampanyaya dönüşebilirdi. Arkeolojik kazılar başlatılırken yeni inşa edilen devlet
binalarında İran'ın İslamiyet öncesi antik geçmişine ait desenler yer alıyordu.

210
PEHLEVİLER VE IRAN ISLAM CUMHURİYETi

Bütün bu değişimler devletin rolünü artırdı ve böylece devletin nüfuzu ilk kez
toplumun her katmanına yayıldı; hatta kırsal bölgelerdeki nüfuzu bile arttı. Batılı­
laşma çabası en yoğun biçimde hukukun laikleşmesinde ve bununla bağlantılı kül­
tür reformunda görüldü. Bütün erkeklerin Avrupa kıyafetleri giymesi zorunlu kılı­
nırken 1 936'da kadınların halka açık yerlerde peçe takması yasaklandı. Rıza Şah
ulemayla bir kez daha karşı karşıya gelmişti; ancak İran'da cumhuriyet kurulması
konusunda muhalefetle karşılaştığında geri adım atarken, 1 930'ların ortasında ik­
tidarına meydan okuyacak kimse kalmadığından, bu kez onları sindirdi. Askerler
Meşhed'deki İmam Rıza Türbesi önünde ve İsfahan'da protesto gösterisi yapan­
ların üzerine ateş açtı. Şah Kum'daki Hz. Fatıma Türbesi'ne bizzat giderek, iyice
örtünmediği için karısının türbeye girmesini yasaklayan memuru halkın önünde
kırbaçladı. Kırsal bölgelerde yaşayan pek çok köylü kadın, kılık kıyafet kanunları­
na göre giyinmemek için evlerinden çıkmadı. Genellikle kırsal bölgelerde bu kanun
ve diğer reformlar konusunda fazla bir zorlama yoktu.
Ulemanın Rıza Han'a ve sonraki haliyle Rıza Şah'a desteği her zaman tartışma­
lıydı; İran'ın hükümranlığını savunmadaki başarılarını takdir etmekle birlikte ik­
tidarını pekiştirme çabasının da farkındaydı. Ulema cumhuriyetçiliğe, laikleşmeye,
zorunlu askerliğe, gücünü ve gelirlerini azaltacak her türlü girişime karşı muhale­
fette birleşmişti. Rıza Şah da onları karşısına almaktan kaçınıyordu; bunun istis­
nası yeni kıyafet kanunları ve buna dayalı olarak Kum'daki Fatıma Türbesi'ndeki
tavrıydı. Şah dil ve hukuk reformlarında Atatürk kadar ileri gitmedi. Türkiye'de
Arap harflerinin yerini Latin harfleri alırken, Arapça ve Farsça kelimelerin yerine
Türkçe ve yeni türetme kelimeler kullanılmaya başlandı. Laik hukuk sistemine ge­
çildi ve Batı takvimi benimsendi. Osmanlı Devleti 1 9 . yüzyıl başlarında vakıfları
kamulaştırırken, İran'da Rıza Şah vakıfların idaresi ve yönetimini kısmen kontrol
altına alana kadar böyle bir gelişme yaşanmadı. Bununla birlikte, Rıza Şah'ın eği­
tim ve hukuk reformları ulemanın tarihi rolünü biraz daha gasp etti.
Yine de merkeziyetçi devletin tam etkisi aşiretlerin yaşadığı alanlarda hissedilir­
ken, aşiret halklarına ve İran ekonomisine yönelik tehlikeli sonuçları fark edildi. Rı­
za Han'ın aşiretlere karşı olduğu herkes tarafından biliniyordu. Şah olduğu zaman
Avrupalılara özgü şapka giyilmesini zorunlu kılması, şiddetli muhalefeti kışkırttı.
Aşiretlere özgü kıyafet ve başlıklar, mensuplarının kimliğini ortaya koyan birer gös­
tergeydi. Bu yüzden, tepeden inme kılık kıyafet standartları, sadece kimliğin değil
özerkliğin de kaybı anlamına geliyordu. Pek çok göçebe zorla iskan edildi. Serbest
göçe izin verilmezken, sürüler barınak olmayan otlakların sınırları içinde tutulmaya
zorlandı. Bunun sonucunda sürüler telef olunca çok sayıda insan ya aç kaldı ya da
öldü. Bu acımasız davranış, daha önce Kazakların Papi Lurs Aşireti'ni zalimce bas­
tırmasında görülmüştü. Rıza Şah taç giydikten sonra, İran'ın göçebe aşiretlerinin

211
İRAN TARİHİ

modem ve Batılı bir ulus devlette anakronizme düştüğüne inanıyor, sahip oldukları
özerkliği, siyasi örgütlenmeyi ve askeri becerilerini merkezi devlete aykırı buluyordu.
Kürtler, Bahtiyariler, Kaşkaylar gibi büyük aşiretlerin liderlerini kişisel birer tehdit
ve İran'ın siyasi liderliğinde potansiyel rakipler olarak görüyordu. Bahtiyariler örne­
ğinde, APOC şirketine 1 928'de petrol sahalarını doğrudan hanlardan değil Huzis­
tan (eski Arabistan) valisinden kiralaması talimatını verince 1 929'da Safid Daşt'ta
meydana gelen Bahtiyari isyanının ardından üç han idam edildi. Ardından 1 933'te
aşiretin iki liderlik makamı kaldırıldı. Bundan üç yıl sonra Bahtiyari bölgesi sivil ida­
recilerin yönetiminde, İsfahan ve Huzistan olmak üzere iki eyalete ayrıldı. Nihayet
193 8-39'da Rıza Şah, büyük topraklara sahip olan hanları, arazilerini ve petrol his­
selerini merkezi devlete satmaya zorladı. İran içindeki ve aşiretler arası politika, şahın
merkezi iktidarına yönelik birleşik bir muhalefet olasılığına karşı belirleniyordu.
Rıza Şah aşiretleri kontrol etmek için İran'a özgü yöntemleri kullandı. Taç giy­
dikten sonra önemli Bahtiyari lideri Cafer Kulu Han Serdar Esad III'ü önemli ba­
kanlıklarla görevlendirdi. Bunların arasında savaş bakanlığı da vardı; böylece bazı
aşiretlerle müzakereler yapılıp silahları bıraktırıldı. Rıza Şah iktidarda rakipsiz kal­
dıktan sonra Serdar Esad'ı gözden çıkardı. İki Bahtiyari hanıyla birlikte tutuklanan
bakan, 1 934'te muhtemelen " Pehlevi kahvesiyle" zehirlenerek öldü. Rıza Şah aynı
sıralarda üç önemli danışmanını (Adalet Bakanı Davar, Maliye Bakanı Firuz Mirza,
Saray Bakanı Timurtaş) hapse attırdı. Timurtaş 1 933'te, Firuz 1 93 8 'de hapiste öl­
düler. Hukuk reformlarının mimarı ve modern adalet sisteminin babası olan Davar
1 93 8 'de intihar etti. Firuz, Timurtaş ve Serdar Esad soylu aşiret mensuplarıydı.
Bu insanlar ve Davar inançlı milliyetçilerdi. Avrupa ve modern dünya konusunda
şaha göre daha tecrübeli ve kozmopolit kişiliklerdi. Nitekim Avrupalı büyük güç­
lerin nüfuzundan fazla etkilenmekle suçlandılar. Oysa hepsi Rıza Şah'a ve uygu­
ladığı politikalara koşulsuz destek vermişti. Şah son yıllarında onların tecrübesini
çok aradı. Paranoyası hızla ilerlediği için yabancı olan her şeyden şüpheleniyordu.
Okullar da dahil yabancılara ait bütün varlıklar kamulaştırıldı.
1 930'ların sonunda, Avrupa'da savaş kapıya yaklaştığı sırada Rıza Şah
Almanya'yla yakınlaştı. Bunda Almanya'yı Britanya ve SSCB'ye karşı denge un­
suru olarak görmesinin de payı vardı. Alman nüfuzu her yerde artmakla birlikte
Rıza Şah üzerindeki etkisi muhtemelen abartılmıştır. Onun milliyetçiliği ve mer­
keziyetçiliğe önem vermesi Nasyonal Sosyalizmle benzerlik taşımasına karşın, so­
nuçta Nazizmle ilgisi yoktu. 1 939'da savaş çıktığı zaman İran tarafsızlığını ilan
etti. Almanya 1 941 'de SSCB'yi işgal ettikten sonra, İngiltere ve Sovyetler Birliği,
Alman teknisyenlerin İran' dan çıkarılmasını talep etti. Bu iki güç, petrol yatakları
ve SSCB'ye ikmal yolu olarak stratejik konumu nedeniyle İran'ı işgal ederek Rıza
Şah'ı tahtını 21 yaşındaki oğlu Muhammed Rıza'ya bırakmaya zorladı. Rıza Şah

212
PEH LEVİLER VE İRAN İSLAM CUMHURİYETİ

önce Mauritius'a, ardından Johannesburg'a sürgüne gitti ve 1 944'te burada öldü.


İki Avrupalı gücün savaş boyunca İran'ı işgaline daha sonra ABD de katıldı.
Rıza Şah saltanatı boyunca politik ve sosyal bir taban oluşturamadı. Kaçar
Hanedanı yandaşları, aşiret liderleri, ulema ve büyük toprak sahiplerinden oluşan
gelenekçilerin yanı sıra liberallerle solcuların onun iktidarı merkezileştirip kişisel­
leştirmesine, politikalarına ve reformlarına karşı çıkması şaşırtıcı değildir. İktidar­
dan uzaklaştırdığı Kaçarların davranışlarını benimsemesiyse ironik bir durumdur.
Sonuçta kendisi de bazı toprakları kişisel mülkiyetine geçirerek büyük bir toprak
sahibi olmuş ve bazı gelenekçi değerleri benimsemişti. Toprak reformu henüz gün­
demde değildi, vergi politikalarıysa toprak ağalarından yanaydı. İran demiryolla­
rının ve diğer modernleşme projelerinin finansmanını sağlamak için çıkarılan ver­
gilerin bütün yükü, son derece ezici biçimde köylülerin ve şehirli kitlelerin sırtına
binmişti. Bu projelere kaynak sağlamak için çay, şeker ve temel gıda maddelerine
bile vergi konmuştu. Kaçar tarihinin son döneminde yaşananlar ve yabancı ege­
menliği korkusuyla dış borç alınmıyordu. Rıza Şah'ın saltanatının son dönemlerin­
de görülen yüksek enflasyonsa yoksulluğu iyice körüklemişti.
Güvenilir istatistikler olmamakla birlikte, 1 94 1 'de yaklaşık 15 milyon olan İran
nüfusunun en az yüzde 80'inin kırsal bölgelerde yaşayanlardan; köylüler ve göçe­
belerden oluştuğu tahmin ediliyordu. Kırsal bölgelerin ekonomik kalkınması, mo­
dernleşme ve Batılılaşmanın simgesi olan altyapı inşaatları ve sanayileşme uğruna,
göz ardı edilmese de ihmal edilmişti. Rıza Şah'ın toprak ağalarından yana davran­
ması onların desteğini sağlamış olabilirdi ama muhtemelen bu tavrın sebebi kırsal
bölgeleri dolaylı yoldan kontrol etmekti. Ayrıca toprak reformu şahın karşılaşmak
istemediği bir muhalefet yaratabilirdi. Rıza Şah ulema ve toprak ağalarıyla başa
çıkmak için de ihtiyatlı ve pragmatik davranıyordu. Örneğin aşiret liderleri veya
bakanları üzerinde hakimiyet sağladığından emin olduğu zaman gücünü sergiliyor­
du. Burada da tıpkı Kaçar selefleri gibi davranıyordu; kendi iktidarını savunmak
bakımından çok gözü pekti. İktidarı tamamen kişisel bir kavram olarak görüp kim­
seye güvenmiyordu. Bu durum iktidarı için neden sosyal bir taban geliştiremediği­
ni, İranlıların neden onun meşruiyetini tanımadığını açıklamaktadır.
Rıza Şah'ın milliyetçi kimliğine, modernleşme ve Batılılaşma politikalarına rağ­
men laik ve liberal milliyetçiler; onun siyasi baskıları ve meşruti bir hükümdar ola­
rak ülkeyi yönetmeyi başaramaması yüzünden ona karşı saflarda yer aldılar. Buna
rağmen şah şehirli orta sınıfın büyük kısmından ve bir kısım milliyetçi modernleş­
me yandaşlanndan destek görüyordu. İran'da en büyük toplumsal grubu oluşturan
köylüler ve aşiret mensupları apolitikti. Bu kitle vergi politikaları, zorunlu askerlik
ve göçebelerin zorunlu iskanından çok etkilenmişti. Korkuyla karışık bir saygıyla
onu kabullenen toplum, tahttan feragat edip sürgüne gittiği zaman üzülmedi.

213
IRAN TAR1Hl

Rıza Şah ordunun sadakatini kazanmıştı. Ordudaki asker sayısı 1 920'lere göre
üç kat artmış ve 1 94 1 'de 127 bine ulaşmıştı. Ordunun İngiliz ve Ruslara karşı di­
renememesi şaşırtıcı değildi ama etkisizliği şahı kişisel bakımdan yıkmış olmalıydı.
Bütün Pehlevi kurumları içinde ona en yakın olan ve imajını öne çıkaran, orduydu.
Bu kurum çöktükten sonra onun saltanatının ne anlamı kalıyordu?
Rıza Şah'ın ekonomik, sosyal ve kültürel reformlardaki kararlılığı, yeni meslek
sahibi orta sınıfı ve yeni işçi sınıfını yarattı. Bu sınıflara milliyetçi değerler benim­
setilmiş, kendisine ve laik devlete bağlı kalması fikri aşılanmıştı. Bu reformların he­
saplanmayan bir sonucu, öğrencilerle işçilerin liberal, hatta radikal siyasi değişimi
savunması oldu. İşçiler sendika kurmaya kalkışınca, özellikle 1 93 7'de işçi liderleri
ve onları destekleyen aydınlardan elli üçü tutuklanarak grevler bastırıldı. Sol ide­
olojilerin Avrupa kaynaklı olması nedeniyle, komünizm ve sosyalizm sadece Rıza
Şah'ın iktidarına değil, İran 'ın hükümranlığına karşı tehdit olarak görülüyordu.
Komünist Parti 1 927'de yasaklanınca, 1 93 7'de tutuklananlar daha sonra Tudeh
(Kitleler) Partisi'ni kurdu.
Rıza Şah'ın başarılarını değerlendirmek gerekirse; birincisi, İran'ın politik kül­
türü geri dönülmez biçimde dönüştürüldü; ikincisi, modern ulus devlet, tarihi sınır­
larına çok yakın biçimde kuruldu; üçüncüsü, modern hukuk sistemi ve ekonominin
temelleri atıldı. Uyguladığı ekonomi politikalarıysa, ekonomik modernleşmenin
zorluklarını iyi hesaplamamıştı. Meşrutiyet ve demokrasi onun İran'ında açıkça
kurban edilmişti. Meclis ise sonunda bir onay mekanizması haline gelmişti. Buna
karşılık İranlılar gerek kendi aralarında, gerek hükümdarlarıyla yeni bir ilişkiye
girmişti. Meşrutiyet döneminde başlayan bu süreç, tahttan çekilmesinden sonraki
on yıl boyunca yaşanan özgürlük ortamında daha yoğun biçimde ifade edildi.
Rıza Şah taç giyme töreninde kullandığı yeni Pehlevi tacı ve asasında, İran'ın
uzak geçmişindeki Müslüman, Sasani ve Ahameniş hükümdarlara ait sembol ve
amblemlere yer verirken; üzerindeki kılıçlar ve silahlar, İran'ın daha yakın İslami
geçmişinde yer alan Nadir Şah, Şah Abbas ve Şah İsmail'e aitti. Taç giyme törenin­
de İslami bir unsur yer almazken, hürmet göstermek bakımından müzik çalınma­
mıştı. Tacı saray bakanı Timurtaş getirip Azerbaycan'ın yüksek mertebeli ulema
mensuplarıyla beraber Rıza'ya uzatmış, o da kendi elleriyle tacı başına koymuştu .
Hükümet tarafından atanan İmam-ı Cuma konuşma yapmış, Kuran' dan ayetler ve
Firdevsi'nin Şehname'sinden mısralar okunmuştu. Ulemayla birlikte ileri gelenler ve
yabancı temsilciler törende hazır bulunuyordu. Halk önünde yapılan resmi geçitte
yeni şaha, aşiretlerine özgü geleneksel kıyafetler içinde at üstünde ilerleyen 350 tem­
silci eşlik ediyordu. Bununla birlikte Rıza Şah tören sırasında yaptığı konuşmada
geçmişi göz ardı etmişti. Her ne kadar İslama olan saygısını, ülke tarihinde oynadığı
ve oynamaya devam edeceği rolü dile getirse de, daha çok gelecekte uygulamaya

214
PEHLEVlLER VE İRAN İSLAM CUMHURİYETİ

8.1 Rıza Şah

215
IRAN TARİHİ

koymayı planladığı reformlar üzerinde durmuşnı. İran'ı kişisel olarak ele alıyor,
adeta kendi uzantısı gibi görüyordu. Kendisini bütün İranlılara karşı temsil ederken,
evrensel hükümdarlığa ait unsurları bünyesinde toplamıştı ama artık İran ile evren
arasındaki denge unsuru değildi; ayrıca onun temsilinin karşılığı yoktu. Sonunda
geçmişle ve gelecekle fazla ilişkisi kalmayan, yalnız ve tecrit olmuş modern bir otok­
rat haline geldi. Şayet meşrutiyete önem verseydi, anayasaya dayanan bir hükümdar
gibi meşruiyet sahibi olabilirdi. Bunu yapmadığı için meşruiyetten mahrum kaldığı
gibi, sağladığı önemli kazanımlara rağmen günümüzde de bu mahrumiyet devam
etmektedir.
Rıza Şah'ın tahttan çekilmesi kritik sorunları gündeme getirmişti. Devlet otori­
tesinin niteliği, milli egemenlik ve toprak bütünlüğü, İran kimliği, devlet politika­
larında sürmekte olan Batılılaşma çabaları bu sorunların başını çekiyordu. İkinci
Dünya Savaşı'nda yaşanan işgal ve bitiminde görülen olaylar, bütün bu soruları
daha da keskinleştirdi. Ülkeyi önce 1 94 1 'de SSCB ve Britanya işgal etti, 1 943'te
ABD de bu işgale katıldı. Sovyet askerleri Kuzey İran'ı işgal ederken İngiliz kuv­
vetleri güneye girdi. Üç işgalci ülke İran'ın egemenliğini tanımayı ve devlet işlerine
karışmamayı kararlaştırmıştı; ne var ki müdahale ettiler. Müttefikler devleti ulusal
ve bölgesel düzeyde kontrol etmeye, politikalarına karışmaya çabaladı. Geçmişte
iktisadi ve idari açıdan danışmanlar sağlayan ABD bu rolü yine üstlendi. Arthur
Millspaugh bir kez daha İran maliyesini düzeltmek amacıyla danışmanlığa atandı.
Ülkenin ekonomisi savaşın yol açtığı kıtlıklar ve yüksek enflasyon yüzünden çok
zayıflamıştı.
Müttefik işgali daha önce görülmemiş ve o zamandan beri bir daha yaşanma­
yan ölçüde siyasi özgürlük getirdi. Müttefik ülkelerin çıkarlarıyla yetki alanları
konusunda çelişmeler ve çekişmeler vardı. Muhammed Rıza Şah'ın tecrübesizliğiy­
se, meclisin meşrutiyetçi role yeniden soyunmasını ve şahı meşruti bir hükümdar
olarak görev yapmaya zorlamasını sağladı . Yeni şah bu rolü ordunun başkomutanı
olarak sürdürmekle birlikte, makamının ağırlığı ve statüsü büyük ölçüde azalmıştı.
Henüz 22 yaşında olan yeni şahın hemen hiç idari ve siyasi tecrübesi bulunmama­
sı, müttefik işgaliyle birleşince meclisin güçlenmesine yol açtı. Müttefiklere göre
Muhammed Rıza'dan başka elverişli bir seçenek bulunmuyordu. Cumhuriyetçilik
çoktan gündemden çıkmıştı. Muhammed Rıza Şah'ın hanedana dayalı meşruiyeti
neredeyse yoktu. Tecrübesizliği de onu babasının otokratlığından uzaklaştırıyordu.
Belki bu iki etken onu bir tür boş yazı tahtası haline getirerek lehine bir durum
yaratıyordu. Böylece gruplar kendi beklentilerini bu boş tahtanın üstüne yansıta­
bilirdi.
Rıza Şah'ın modernleşme ve Batılılaşma politikalarıyla kurumlarından yararla­
nıp gelişen yeni kuşak, laik modernleşme yanlılarından oluşan eski kuşağa eklen-

216
PEHLEVİLER VE IRAN ISLAM CUMHURİYETI

mişti. Onun döneminde baskı gören işçi sınıfı ve sol, işgal sırasında toplumsal ve
ekonomik eşitliği dile getiren önemli bir siyasi güç haline geldi. Sayıları hızla artan
gazeteler çok kapsamlı görüşleri yayımladılar. Bu sırada siyasi partiler de kurul­
muştu; ancak bunlar tutarlı ideolojilerin veya programların temsilcisi olmaktan
çok lider kişilikler etrafında toplanmış dağınık gruplar şeklindeydi. Bunun tek is­
tisnası Tudeh Partisi'ydi. Müttefik işgali ardından serbest bırakılan Tudeh liderleri
toprak reformu da dahil, radikal bir yeniden yapılanma çağrısında bulunmuştu.
Bu çağrıya aydınlar ve yeni orta sınıf olumlu tepki verdi. Yeni ve hala küçük du­
rumdaki işçi sınıfıysa bu çağrıya sendikalarla karşılık verdi. Tudeh özellikle petrol
sahalarında çalışan işçiler arasında etkiliydi. Bunun sonucunda 1 946'da büyük bir
grev düzenlendi. 1 944 seçimlerinde ılımlı bir başarı kazanan parti mecliste sekiz
sandalyeye sahip oldu ve Kavam'ın 1 946 yazında kurduğu hükümene üç bakanlık
elde etti. Tudeh'in Sovyet politikası ve ideolojisine yakınlaşması, İranlı gelenekçile­
ri, ABD'yi ve İngiltere'yi telaşlandırdı.
Siyasi özgürlük aynı zamanda geleneksel siyasi elitlerin ( büyük toprak sahipleri,
bazariler, yerel eşraf, aşiret liderleri ) yüksek mertebeli ulemayla birlikte yeniden
politika sahnesine çıkmasını sağladı. Nitekim resmi kabul gören ulema medrese­
lerin ve vakıfların kontrolünü tekrar ele geçirdi. Ne var ki, çok çeşitli grupların
yeniden sahneye çıkması, İran'ın eski siyasi kültürüne veda anlamına geliyordu.
Yeni ve geleneksel gruplar arasındaki ayrımlar pek belirgin değildi. Rıza Şah'ın
tahnan çekilmesini izleyen on yıl boyunca İran'ın en önemli iki siyasi şahsiyeti olan
Kavam ve Musaddık, laik modernleşme yanlılarıyla geleneksel toprak ağalarının
arasında kalmıştı. Ayrıca milli egemenlik dışında mecliste siyasi bir uzlaşma yoktu.
Bunun sonucunda, artan siyasi özgürlük, siyasi bölünmüşlük ve istikrarsızlığa yol
açarken, koalisyon hükümetleri zorunlu hale geldi.
İran'ın milli egemenliği ve toprak bütünlüğü, Tahran'da birleştirici bir politi­
ka olmayı sürdürdü. Hatta meclis savaş sürerken Millspaugh'nun maliye üzerin­
deki aşırı yetkilerine son verip kuzeyde SSCB'ye petrol imtiyazı tanımayı reddet­
ti. Hükümet güneye fazla hakim değildi. Burada göçebelik yeniden canlanırken
aşiret politikaları tekrar önemli bir güç haline gelmişti. Hükümet Kürdistan ve
Azerbaycan'da, Sovyetler Birliği'nden destek gören ayrılıkçı hareketlerle karşı kar­
şıyaydı. Milli egemenlik ve toprak bütünlüğüyle ilgili bu krizleri 1 949-53 arasında
yaşanan yeni bir kriz izledi. Petrolün millileştirilmesi, yurtdışında muazzam yankı­
lar yaranı. Bu krizlerin hepsinde başbakanlar ve meclis liderlik konumundaydı; ne
var ki Muhammed Rıza Şah bunların hepsinden güçlenerek çıktı. 1 953'te ABD'nin
desteğiyle tahtı tekrar ele geçirmesi meşruiyetini kaybetmesine ve 1 979 devrimine
giden yolu açtı. İki başbakan da - Kavam ve Musaddık - büyük topraklara sahip
Kaçar ailelerine mensuptu . Rıza Şah'a muhalif olan bu iki siyasetçi inançlı birer

217
İRAN TARİHİ

milliyetçi ve meşrutiyetçiydi. Pehlevilerin meşruti hükümdar olarak yönetimi sür­


dürmesinde kararlı olmaları, Britanya ve ABD'yi kaygılandırmıştı.
1 920'lerde iki kez başbakanlık yapan Kavam siyasi tecrübesi sayesinde Sovyet­
leri Azerbaycan'dan çıkarmak için gereken çok karmaşık ve riskli birtakım manev­
raları kolaylıkla yapıyordu. 1 946 başında tekrar başbakan olduğunda Amerikan
ve İngiliz kuvvetleri ülkeden çekilmiş durumdaydı. Sovyet askerlerinin de çekil­
mesi için SSCB'yle müzakerelere başladı. Azerbaycan'da Pişeveri yönetimindeki
Demokratik Parti'nin Kasım 1 945'te özerklik ilan etmesi durumu karmaşıklaştır­
mıştı. Sovyet askerleri, isyanı bastırmak isteyen İran kuvvetlerinin bölgeye girişini
engellemişti. Bunun üzerine Azerbaycan'ın özerkliğine razı olan Kavam, Sovyetlere
İran'ın kuzey eyaletlerinde petrol imtiyazları vermeyi vaat etti. Ancak bu kararın
meclis tarafından onaylanması gerektiği konusunda Sovyetleri uyardı. O zamanki
meclisin görev süresi sona ermek üzere olduğundan, onayı 1 94 7 başındaki seçim­
lerden sonra toplanacak on altıncı meclis verecekti. Sovyet birlikleri mayısta ülkeyi
terk etti. Bu sırada Kavam ve Pişeveri Azerbaycan'ın özerkliği konusunda anlaş­
mıştı. Bu kararı petrol kuyularına yapılan grevler izledi. Tudeh Partisi'nden üç üye­
nin Kavam hükümetinde yer alması Kaşkayların ayaklanmasına yol açtı. Kendileri­
ne özerklik verilmesini ve Tudehli bakanların kabineden çıkarılmasını istiyorlardı.
İçlerinde şahın da bulunduğu İranlı muhaliflerle Amerikalı gözlemciler Kavam'ın
ülkeyi Sovyet uydusu yapacağını iddia ediyordu. 1 945-46'da yaşanan Azerbaycan
krizi, BM Güvenlik Konseyi'ne taşınan ilk olaydı. ABD ve İngiltere Kavam'ın li­
derliğine şüpheyle baksalar da İran'ı desteklediler. Bu kriz, Soğuk Savaş'ın Doğu
Avrupa dışında yaşanan ilk hesaplaşması oldu.
Sovyet birliklerinin ayrılmasıyla Pişeveri'nin Azerbaycan'ı kendi ayakları üze­
rinde durmak zorunda kaldı. İran hükümet birlikleri Azerbaycan ve Kürdistan'a
girince, hem kendi hareketi hem Kürt hareketi çöktü. Pişeveri'nin toprak reformu,
okullarda ve devlet dairelerinde Azeri Türkçesi kullanılması, işçi ve kadın hakları
gibi radikal politikaları Tebriz'de desteklenmesine rağmen, bu büyük ve önemli
eyaletin diğer şehirlerinde destek bulamamıştı. Bunlara ilaveten, Pişeveri'nin bas­
kıcı yönetimine karşı büyük bir öfke vardı. Etnik unsurun veya Azeri-Türk etnik
milliyetçiliğinin önemi abanılmıştı; zira Fars dili ve İran kültürü çok uzun zaman­
dır şehirli nüfusun büyük bir kısmı tarafından benimsenmişti. Aynı şekilde Kürt
Cumhuriyeti için verilen destek de dar bir tabana sahipti. Bunun nedeni hizipçilik
ve Kürtlerin kendi içindeki politikalardı.
Kavam'ın krizdeki rolüyle ilgili soru işaretleri bugün bile açıklığa kavuşmamış­
tır. Sovyetler Birliği ile vardığı anlaşmada ısrar etmesi sonucu, Ekim 1 947'de mec­
lise sunduğu petrol imtiyazı onaylanmadı ve bunun üzerine başbakanlıktan istifa
etti. Kavam'ın sola ve SSCB'ye yakın görünme manevrası işe yaramış, İran'ırt top-

218
PEHLEVİLER VE IRAN İSLAM CUMHURİYETi

rak bütünlüğüyle milli egemenliği zedelenmemişti. Ancak kendi milliyetçi bağlılığı


zedelenip sorgulandı. İran'ın siyasi hizipçiliğiyse devam ediyordu.
Bu bölünmeler yüzünden Muhammed Rıza Şah'ın meşruiyeti güçlendi, çünkü
hükümdar halii ülkenin ve toprak bütünlüğünün en önemli sembolüydü. Kendi
iktidarını sağlama almak için tıpkı babası gibi orduyu yeniden yapılandırıp gücünü
artırdı, anayasadaki değişiklikler vasıtasıyla meclise ve İran iç politikasına egemen
oldu, modernleşme ve Batılılaşma konusunda yeni bir program başlattı. Bununla
birlikte babasının yetersizlikleri onda da mevcuttu ve aynı onun gibi kimseye gü­
venmiyordu. Muhammed Rıza Şah meşruti hükümdar rolüne direnmeye devam
etti. Solu ezme konusunda başarılı olurken, liberal meşrutiyetçileri de bastırmaya
çalıştı. Ne var ki onların milliyetçi niteliği bu işi zorlaştırıyordu; zira bu durumda
kendi milliyetçiliği sorgulanacaktı ve milliyetçilik İran siyasetinde en güçlü unsur­
dur. Baştan beri meclise egemen olan iki büyük grup; toprak ağaları ve ulema,
radikal bir değişim korkusuyla şahı destekliyordu.
Şah 1 946 yılında ekonomik kalkınma amacıyla, yedi yıllık iddialı bir plan baş­
lattı. İran'ın yardım taleplerine karşı Amerika'nın yeterli tepki vermemesinin ya­
rattığı hayal kırıklığıyla, İngiliz-İran Petrol Şirketi'nden (AIOC) alınan payı ar­
tırmanın yolunu aradı. Bunun sonucunda, 1 949'da yeni bir anlaşma imzalandı.
Şubat 1 949'da Tahran Üniversitesi'nde yapılan suikast girişiminden kurtulan şah,
dinci-komünist ittifakını suçladı. Bundan sonra ne zaman başı sıkışsa bu şer ittifa­
kını suçlayacak ve kendisine karşı bütün muhalefeti ezip iktidarını pekiştirmek için
bahane olarak kullanacaktı. Suikast girişiminin ardından sıkıyönetim ilan edildi,
şah karşıtı gazeteler kapatıldı, muhalifler tutuklandı, Tudeh yasaklandı ve anayasa­
yı değiştirmek amacıyla bir kurucu meclis toplandı. Bu olağanüstü koşullar altında
kurucu meclis, üyelerinin yarısı şah tarafından atanacak bir senato oluşturdu. Ay­
rıca şaha meclisi tatil edip ülkeyi üç ay içinde yeni seçimlere sokma yetkisi verildi.
Bunun sonucunda, şah iktidarın kurumlarını ve araçlarını kontrol etse de milliyet­
çilik onun kontrolünde değildi. On altıncı meclis için yapılan seçimlerden önce,
şaha serbest ve açık bir seçim sistemi uygulaması çağrısı yapıldı. Onun petrole ve
orduya dayalı kaçamak tutumu, meşruiyetini tehdit ediyordu. 1 950'de Fransa'da
eğitim görmüş General Ali Razmara'yı başbakanlığa ataması, konumunu iyice ze­
deledi.
İran'da uzun bir geçmişe sahip olan evrensel hükümdarlıktan meşrutiyete ge­
çiş ve yetkinin artık halktan alınması kavramının yarattığı sorunlar çözülmemişti.
Üstelik ortaya çıkan yeni bir siyasi güç, şahı milliyetçilik ve meşrutiyetçilik gibi iki
hayati konuda sorguluyordu. Bu grubun adı Milli Cephe'ydi.
Geniş bir koalisyon olan Milli Cephe'de milliyetçiler, modernleşme yandaşları,
1 930'lar ve 40'larda eğitim görmüş yeni kuşak ağırlıktaydı. Musaddık'ın liderli-

219
IRAN TARİHİ

ği altında bir araya gelen cephe mensupları, petrolün millileştirilmesi konusunda


mecliste uzlaşmaz bir tavır benimsediler. Bu yüzden Muhammed Rıza Şah, Britan­
ya ve ABD ile doğrudan karşı karşıya geldiler. Geniş bir yapıya sahip olması Milli
Cephe'nin hem güçlü hem zayıf yanıydı . Cephenin içinde iki önemli grup vardı.
Bunlardan biri cephe liderlerinin de içinden çıktığı yeni orta sınıf, diğeri protesto
amacıyla dükkanları kapatarak etkili eylemler yapan küçük ve orta ölçekli bazari­
lerdi. Fakat cephenin içinde sosyalistler, liberal görüşlü toprak ağaları ve Ayetullah
Mahmud Talikani (ö. 1 979) gibi ulema mensupları da vardı. Büyük toprak sahibi
önemli bir Kaçar ailesinin mensubu olan Dr. Muhammed Musaddık ( 1 8 82-1 967)
İsviçre' de hukuk tahsili yapmıştı. Başından beri Pehlevi Hanedanı'na muhalif olan
bu isim, beşinci mecliste Kaçar Hanedanı'na son vermek amacıyla Ahmed Şah'ın
tahttan indirilmesi aleyhinde oy veren ve kamuoyuna görüşünü açıklayan beş üye­
den biriydi.
1 949-53 arasındaki döneme siyasi belirsizlik, büyük protesto gösterileri ve grev­
ler damgasını vurdu. İngiliz yanlısı olup askeri bir diktatörlük kurmayı planlamak­
la suçlanan General Razmara Mart 1 95 1 'de öldürüldü. Olayı Batı karşıtı küçük
bir radikal Şii örgütü olan ve pazarda küçük bir desteğe sahip " Fedaiyan-ı İslam "
gerçekleştirmişti. Bu sırada meclis üyesi Ayetullah Seyyid Ebu'l Kasım Kaşani de
şaha karşı çıkıyordu. Ayetullahın yandaşları, radikal eylemler yerine geleneksel
dini çözümleri tercih eden İran orta sınıfın bir kesitini oluşturuyordu. Razmana
suikastının ardından halkın büyük sevinç gösterileri ve ortaya çıkan kaos meclisi
kaygılandırmıştı. Tudeh büyük şehirlerde gösteriler düzenledi. Abadan' da düzenle­
nen greve müdahale eden polis altı kişiyi öldürdü. Çaresiz kalan hükümet sıkıyö­
netim ilan ederken, meclis çıkış yolunu Musaddık'ı başbakanlığa getirmekte gördü.
Razmara'nın öldürülmesinden iki hafta sonra petrol millileştirilmişti.
Sonraki iki yıl, Musaddık ile Muhammed Rıza Şah arasındaki gerginliğe sahne
oldu. Aslında Musaddık Batı'da gerek o zamanlar gerek bugün gösterildiği gibi
muamma bir kişilik değildi. Bağımsız ve kararlıydı, inançlı bir milliyetçi ve meşru­
tiyetçi bir liberaldi. ilkelere taktiklerden daha çok değer veriyordu. İran'a milliyetçi
bağlılık bu ilkelerin başında geliyordu. Şahla başbakan arasındaki mücadele ikti­
dar ve ordunun kontrolü gibi sorunlar üzerinde yoğunlaşmıştı. Musaddık bu çekiş­
mede sokak gösterilerini ve pazarı kendi lehine kullanmaktan çekinmedi. Ne var ki
böyle yapmakla Milli Cephe'nin birliğini tehlikeye atmış, bazı ulema mensupları ve
toprak ağalarından oluşan önemli cephe yandaşlarını soğutmuştu.
Uluslararası petrol şirketleri Meksika ve Suudi Arabistan'da karları yarı yarıya
paylaşıyordu. Musaddık aynı şartları İngiliz-İran Petrol Şirketi'ne kabul ettireme­
di. Abadan'daki büyük rafineri kapatılınca İran'a uluslararası boykot uygulandı.
Musaddık'ın inatçı davranıp boykotu sona erdirecek adımlar atmaya yanaşmama-

220
PEHLEVİLER VE İRAN İSLAM CUMHURİYETİ

sının nedenleri ve bu davranışın maliyeti günümüzde bile tartışılmaktadır. O sıra­


larda İngiltere'de Muhafazakar Parti'nin seçimi kazanmasıyla Churchill tekrar ik­
tidara gelmiş, Amerika'daysa Cumhuriyetçi Parti'nin zaferi sonucu Eisenhower'ın
başkan olması dış politikada gerilimi artırmıştı. Hindistan ve Pakistan'ın 1 947'de
bağımsızlığı kazanmasıyla birlikte imparatorluğun zayıflamasından endişelenen
Churchill, Britanya'nın tek kalemdeki en değerli ekonomik varlığı olan İngiliz-İran
Petrol Şirketi'ndeki egemenliğini korumaya kararlıydı. Birisi dışişleri bakanı, diğeri
CIA başkanı olarak Amerikan dış politikasını ele geçiren Dulles kardeşlerin etkisi
altındaki Eisenhower ise İran'ın millileştirme kararına bir set çekme azmindeydi.
Soğuk Savaş önemli bir faktör olmakla birlikte, son araştırmalar, Musaddık'ı de­
virmek için yapılan darbenin asıl sebebinin İran'ın petrol üretimini kontrol etmek
olduğunu orta ya koymuştur. 1
Şahla Musaddık arasında devam eden mücadelede Temmuz 1 952 dönüm nok­
tasıydı. Şah, savaş bakanlığına atamayı reddedince Musaddık bu tarihte istifa etti.
Bunun ardından başta Tahran olmak üzere bütün şehirlerde şiddetli gösteriler ya­
pılınca tekrar göreve atanan Musaddık, şaha ve orduya karşı saldırgan bir tutum
izledi. Şahın kısa bir süre önce elde ettiği anayasal yetkiler kaldırılırken orduda da
büyük değişiklikler yapıldı. Meclis başbakana ülkeyi altı ay boyunca kararnameyle
yönetmesini sağlayan olağanüstü yetkiler tanıdı ve süre dolunca bir yıl daha uzat­
tı. Musaddık on yedinci meclisin feshedilmesini yasal hale getirmek için Temmuz
1 953'te ulusal referandum çağrısında bulundu. Gizli oylamada yapılan hileler so­
nucu referandumu ezici bir çoğunlukla kazandı. " Anayasanın avukatı olan ve şaha
karşı temel kanunları itinayla kullanan Musaddık, şimdi aynı kanunları kendisi es
geçiyor ve genel irade bahanesine sığınıyordu. Geçmişte belirgin biçimde orta sınıfa
hitap eden liberal aristokrat, şimdi alt sınıfları seferber ediyordu. " 2
Musaddık bütün muhalefeti ezmiş, şahı kukla bir hükümdar haline getirmiş,
radikal siyasi ve ekonomik değişimler başlatmıştı ama bu süreçte Milli Cephe için­
deki destekçilerini ikiye bölmüştü. Geleneksel orta sınıfa ve ulemaya mensup pek
çok kişiyi kendinden uzaklaştırmıştı. Bununla birlikte yeni araştırmalar Tahran pa­
zarından destek gördüğünü ortaya koymaktadır.3 Ayrıca ordu ona bir komplo ha­
zırlamıştı. Şah 16 Ağustos'ta onu görevden alıp yerine General Fazlullah Zahidi'yi
atadı. Musaddık görevi bırakmayı reddedince çıkan olaylar ve sokak gösterileri
sonucu şah yurtdışına kaçtı.
Darbe planları Londra'da MI6 tarafından yapılmasına karşın, Tahran'da CIA
ajanı Kermit Roosevelt tarafından yürütüldü. Başlangıçta yapılan plan başarısız
olunca bu ajan çabucak ipleri eline aldı ve şansının yardımıyla darbeyi gerçek­
leştirdi. Musaddık'ın 1 9 Ağustos'ta bir sokak çetesi tarafından devrilmesi aslında
biraz ironikti, ancak bu çete ABD tarafından tutulmuştu ve başında da başbakanı

22 1
İRAN TAR!Hl

tutuklayan General Zahidi vardı. Şah ülkeye döndükten sonra Musaddık yargı­
landı ve üç yıl hapse mahkum edildi. Ayrıca 1 967'de ölene kadar, ömrünün geri
kalanını evinde göz hapsinde geçirdi. Milliyetçiliğinden hiç ödün vermemekle bir­
likte anayasaya ilişkin ilkelerinde uzlaşmacıydı. Bunun sonucunda, sokak dışında
güç tabanında yaşadığı bölünmeler onu son derece zayıflatmıştı. Ancak iktidardan
düşmesine rağmen meşruiyeti arttı. O artık eleştiri ve serzenişleri aşmış milliyetçi
bir ikondu.
Muhammed Rıza Şah tekrar tahta oturduğunda gücü adamakıllı artmış ama
meşruiyeti azalmıştı. Tahtını CIA öncülüğündeki bir darbeyle geri almasının ya­
rattığı olumsuz hava, saltanatı boyunca yakasını bırakmayacaktı. Babası Rıza Şah
gibi o da orduyu iktidarının muhafızı olarak kullandı. Devlet ve ülkeyi kendi ki­
şisel yönetimiyle özdeşleştirdi. İddialı bir modernleşme ve Batılılaşma programı
başlatırken amacı ülkeyi dönüşüme uğratmak ve kendisine duyulacak minnettarlık
sayesinde saltanatını meşru kılmaktı. Şah destek tabanını genişletmenin önemini
çok iyi kavramıştı. Önemli ulema mensuplarının, özellikle yüksek mertebeli taklit
mercii Ayetullah Hüseyin Burucerdi'nin desteğini kazanmıştı. Bu din adamının yanı
sıra ordu ve giderek korkulan gizli polis gücü SAVAK, istikrarı sağlayıp geleneksel
şehirli sınıflarla pazarın desteğini ayakta tutmanın başlıca aracı haline geldi. Şah
başbakanlığa atadığı Zahidi veya önemli mevkilere getirdiği diğer darbe liderlerini,
artık işe yaramadıkları ya da tehdit potansiyeli taşıdıkları zaman terk etti. Ancak
1 964'teki gösterilerden sonra Emir Abbas Huveyda'nın başbakanlığa atanmasıyla
birlikte, bakanlar ve genellikle teknokratlardan oluşan önemli danışmanlar uzun
süre görev yapmaya başladılar. Ne var ki, şahın son derece kişisel yönetimi altında
varlıkları artık sadece görüntüden ibaretti. Şah bütün siyasi partileri ve örgütleri
kontrol ediyordu. Önce resmi bir muhalefet partisi seçti, ancak 1 975'te Rastahiz
(Diriliş) adıyla sadece tek bir partiye izin verdi. Bağımsız sendikalaraysa izin veril­
miyordu. Doktorların, avukatların, öğretmenlerin ve yazarların meslek örgütleri
tıpkı radyo, sinema ve televizyon gibi hep devlet kontrolündeydi.
Şah bütün resmi kurumları kontrol etmeye çalışsa da bunu başaramayacağı
toplumsal süreçler vardı. SAVAK bireyleri ve sivil toplumsal grupları sıkı gözetim
altına almıştı ama devlet geniş toplumsal kesimleri ve demografik değişimleri fazla
kontrol edemiyordu. İran'ın nüfusu 1 966'da 25 milyonun üzerine çıkmış, ikinci
büyük şehir İsfahan'dan altı kat daha kalabalık olan Tahran'ın nüfusu 2.695.283'e
ulaşmıştı. Buna ilaveten, 20. yüzyıl başlarında ortaya çıkan köylerden şehirlere
göç hızlanmıştı. 1 966'da nüfusun yüzde 3 8 'i şehirlerde yaşıyordu. Göç eden nü­
fusun büyük bölümü vasıfsız olduğu için ancak sayısı hızla artan inşaatlarda iş
bulabiliyordu. İmalat sanayinde çalışan işçilerin sayısında da ciddi bir artış vardı.
Hourani'nin yerinde bir ifadeyle "şehirlerin köyleşmesi"4 diye tanunladığı bu göç

222
PEHLEVlLER VE IRAN ISLAM CUMHURİYETİ

8.2 Tahran'daki Şahyad Kulesi. Anıt 1 974 yılında, monarşinin 2500'üncü


yıldönümü anısına Muhammed Rıza Şah Pehlevi tarafından yaptırıldı.
(fotoğraf: Roloff Beny, 1 924- 1 984/Kanada Ulusal Arıivi!PA-1 990 1 0)

dalgası çok kapsamlı toplumsal ve siyasi sonuçlara yol açtı. Bu hareket şehirlerde
yaşayan halkı "geleneksel " ve "modern/Batılı" değerlere sahip şeklinde iki büyük
gruba ayırdı. Yaygınlaşan eğitim sonucu okuryazar oranı arttı, ancak bu durum
hesaplanmayan sonuçlara yol açtı. Sayısı hızla artan lise ve üniversite öğrencileri,
milliyetçi ve iktisadi meselelerde siyasileşti. Eğitimin yaygınlaşması ve üniversite
eğitimi için yurtdışına giden öğrenci sayısının artması sonucu, meslek sahibi Batılı­
laşmış orta sınıf ve aydın kesiminde ciddi bir artış oldu. Bu iki grup ama özellikle
aydınlar, siyasi açıdan bir gelişme bulunmamasına ve anlamlı bir siyasi katılımdan
dışlanmaya öfke duyuyordu. Toplumun genelinde aile merkezi konumunu sürdür­
mesine rağmen, bu değişimlerin bir sonucu olarak bireycilik ve kendine özgü bazı
durumlarda sınıf bilinci artmıştı. Aydın grubu 20. yüzyıl başlarında ortaya çık-

223
İRAN TARİHİ

maya başlamıştı. Baskıcı tutuma rağmen aydınların sayısı Rıza Şah saltanatında
olduğu gibi, özellikle 1 940'larda Muhammed Rıza Şah'ın döneminde de artmıştı .
Bu insanlar bilhassa ekonomik ve sosyal konularla, siyaset ve siyasi katılımla ilgi­
leniyor; İran tarihine, kültürüne ve Pehlevi otokrasisinden bağımsız bir topluma
ağırlık veren milliyetçilik üzerinde duruyorlardı.
Yazarlar eserlerini günlük di lde yazmaya başladılar. Rıza Han'ın iktidara yük­
seldiği sırada, basit bir üslubu benimseyen Muhammed Ali Cemalzade, topluma
yönelik eleştirilerini dile getiriyordu. 1 940'ların başındaki nispi özgürlük döne­
mi dışında mechuren dolaylı yapılan toplumsal ve siyasi eleştiri, genellikle sıradan
İranlıların hayatı üzerinde duruyordu. Sol değerler edebiyat alanında da gizlenebi­
liyordu. Yazarların çoğu, hatta soylu ailelere mensup olanlar bile, Batılılaşma ve
modernleşmeye bağlı olmakla birlikte aynı siyasi ve toplumsal değerleri paylaşı­
yordu. Yazar ve editör Ali Daşti, birey olarak yazar üzerinde duran farklı bir geliş­
me ortaya koymuştu . Hapishane Günleri adlı ilk kitabında ( 1 92 1 ) kendi başından
geçenleri anlatıyordu. Daşti'yle birlikte pek çok modern yazar ve entelektüel klasik
Fars edebiyatından uzaklaşmıştı. Bütün aydınlar milliyetçiliğe, meşrutiyetçiliğe ve
laikliğe bağlıydı. Bunların arasında geleneksel dini eğitim almış Ahmet Kasravi de
vardı. Seçkin bir tarihçi ve hukukçu olan Kasravi 1 946'da Fedaiyan-ı İslam üyesi
bir kişi tarafından öldürüldü. İran'ın en büyük modern romancısı olan Sadık Hida­
yet, politikadan tamamen uzak duruyordu. Rıza Şah'ın tahttan çekilmesine kadar
İran'da basılamayan, Buf-i Kur (Kör Baykuş) adlı en tanınmış romanında sade­
ce Avrupalı bir biçim kullanmakla kalmayıp psikolojik bir yabancılaşmayı ortaya
koymuştu. Eser, bireysel tecrübe üzerinde yoğunlaşan modern bir çabaydı.
Aynı bireycilik Pervin İtisami'nin 1 935'te yayımladığı Divan'da da görülüyor­
du. Bir kadın tarafından yayımlanan ilk büyük şiir derlemesi olan eserde şair, kla­
sik Farsça kasidelerde olduğu gibi, adını şiirlerinin içine yerleştirmişti. İtisami'nin
şairliği genellikle kuşku uyandırıyordu, çünkü o zamanlar kimse bir kadının böyle
ustaca şiir yazabileceğine inanmıyordu. Günümüzde bile klasik biçimlerin etkisi
altında olan Fars şiirine bir başka kadın şair, Fürfığ Ferruhzade ( 1 935-1 967) dam­
gasını vurdu. Hem geleneksel hem modern biçimlerde yazan şair, sadece kendinden
değil cinsiyetinden de bahsediyordu. Ferruhzade'nin başvurduğu hicvin Fars edebi­
yatında köklü bir geçmişi vardır.
Ülkedeki geleneksel eğitim ve düşünce üzerinde ulema egemenliği devam ediyor­
du. Pehlevi döneminde yaşayan pek çok yazar geleneksel din eğitimi almıştı . Daşti
ve Cemalzade gibi pek çok yazar din adamları çıkaran ailelere mensuptu. Bu geç­
mişe rağmen yazarlar ve aydınlar genellikle din adamlarına karşı çıkıyor, onların
dar görüşlülüğü ve bağnazlığını reddediyordu. Hem Celal Ali Ahmed ( 1 923-1969)
hem Ali Şeriati'nin ( 1 933-1 977) ailesi din adamları yetiştirmişti. Ali Ahmed'in en

224
PEHLEVİLER VE İRAN İSLAM CUMHURİYETi

8.3 Şair Fürlığ Ferruhzade

bilinen eseri Gharbzadigi (Batılılaşma Hastalığı) olup, İran'ın Batılılaşma çabası­


nın sistematik bir tahlilidir. Onun bulduğu gharbzadigi terimi, İranlıların batıdan
gelen her şeye sorgulamadan hayranlık duyma sevdasını, bizzat İran kültürünü teh­
dit eden bu hastalığı eleştirmek için kullanılıyordu. Ali Ahmed aynı şekilde İran'ı
ve kültürünü korumaktan aciz ve bağnaz ulemayı da eleştiriyordu. Doktorasını
Paris'te yapan Şeriati, Batılı sosyal düşüncelerden etkilenmişti. İran'a döndükten
sonra gerek verdiği derslerle gerek sosyal ve siyasi eleştirmen rolüyle öğrencileri
üzerinde büyük bir etki yarattı. Bu eleştirici kişiliği hapse atılmasına yol açtı. Şiili­
ğin siyasileşmesi çağrısında bulunup, İslamın ancak yeniden yorumlandığı takdir­
de, İranlıları tiranlığın elinden kurtaracak yerli bir eylem tabanı oluşturabileceğini
savundu. Ayrıca ulemanın İslamı değersizleştirdiğini öne sürdü. Aydınlar mollala­
rı genellikle İran'ın toplumsal ve ekonomik sorunlarını dile getirmemekle, kendi

225
IRAN TARİHI

güçlerini korumak için devlet iktidarına boyun eğmekle suçluyordu. Pehlevi döne­
minde bütün laik aydınlar milliyetçilik bağlamı içinde kendi bireysel kimlikleriyle,
hükümdarlığın niteliğine karşı mücadele ettiler. Bazıları yeni İranlı kimliğinin laik,
liberal değerler ve İran tarihinde yattığını öne sürerken, Afgani gibi bazıları bu ta­
banın ancak kutsallığından sıyrılmış bir Şiilikte bulunabileceğini savunuyordu.
Bazı aydınlar Pehlevilerin adaletsizliğini geleneksel İslami değerlere göre pro­
testo etmek için ulema mensuplarıyla bir araya geliyordu. Bunlar modern bir
toplumda müçtehitliğin en yüksek mertebesi olan taklit mercii rolünün devlet ta­
rafından düzenlenmesinin gerekliliğini tartışıyordu. Bu sorgulama kısmen 1 8 . ve
1 9 . yüzyılda ortaya çıkan müçtehit egemenliğiyle ilgili olmakla beraber, daha çok
şeriatın ve ulemanın, gücünü artıran Pehlevi devletinin laiklik politikalarına daha
fazla boyun eğmemesine yönelikti. Genel kabul gören son taklit mercii olan Aye­
tullah Hüseyin Burucerdi ( 1 8 75-1 9 6 1 ) 1 960'taki fetvasında toprak- reformunun
hem şeriata hem anayasaya aykırı olduğunu bildirmişti. Onun ölümüyle birlikte
merci rolü konusunda daha büyük bir baskı oluştu. Yeni orta sınıfa mensup Mehdi
Bazargan'ın ( 1 907- 1 995) ulemanın tartışmalarına katılması önemli bir gelişmey­
di. Fransa'da mühendislik eğitimi görmüş olan Bazargan alaylı bir ilahiyatçıydı ve
ilerde Humeyni'nin ilk başbakanı olacaktı. Birçok kimseye göre merci, ortaçağdaki
filozof-kral kavramına benziyordu. Peki çağdaş bir toplumda merciin rolü ne ola­
caktı ve bu rol bireysel bir hukukçu yerine bir heyet tarafından mı üstlenilecekti ?
İslam Devrimi'nde hayati roller üstlenen Talikani, İsfahanlı Ayetullah Seyyid Mu­
hammed Bihişti (ö. 1 9 8 1 ) ve Ayetullah Murtaza Mutahhari (ö. 1 979) gibi mollalar
da bu tartışmalara katıldı.
1 963'te Muhammed Rıza Şah'ın artan otokratlığına aydınlar ve ulemanın kar­
şı çıkması sonucu düzenlenen Pehlevi karşıtı büyük gösterilerde bile, muhalefet
monarşinin sona ermesi çağrısında bulunmayıp anayasaya uygun davranılmasını
talep etmişti. 1963 krizi sırasında şahı, 7. yüzyılda İmam Hüseyin'in katlinden
sorumlu olan Emevi Halifesi Yezid'e benzeten Ayetullah Ruhullah Humeyni ( 1 902-
1 98 9 ) , 1 970'lerin başına kadar anayasanın değiştirilmesi çağrısında bulunmamıştı.
1 940'ların başında yazdığı Keşf'ül Esrar (Sırların Keşfi) adlı risalede, şeriata bağlı
bir hükümdarın varlığı kabul ediliyordu. Aynı makalede velayet-i fakih yönetimin­
den de ilk kez bahsetmişti. Bu eserle birlikte diğer çeviriler, müçtehit düşüncesinde
radikal olmakla birlikte mantıklı bir gelişmeyi sergiler.
Muhammed Rıza Şah'ın 1 95 3 'te tahta tekrar çıkmasının hemen ardından ilan
edilen sıkıyönetim, başta Tudeh ve Milli Cephe'nin liderleriyle üyeleri olmak üzere
bütün muhalefeti ezme imkanı sağladı. ABD' den acil olarak alınan borç ise ekono­
miyi kurtardı. Ordu Amerika 'nın yardımıyla büyütülürken, yine ABD ve İsrail' in
teknik desteği ve verdiği eğitimle 1 957'de herkese dehşet salan SAVAK kuruldu.

226
PEHLEVİLER VE İRAN ISLAM CUMHURİYETI

1 954'te yapılan yeni petrol anlaşmasıyla kurulan uluslararası konsorsiyum içinde


Amerikan petrol şirketleri de yer aldı ve elde edilecek karın İran'la yarı yarıya
paylaşılması kararlaştırıldı. İran Ulusal Petrol Şirketi AIOC içinden çıktı. 1 950'den
1 960'a kadar geçen on yıl boyunca petrol gelirleri beş kat amı. Bu gelişme yedi
yıllık kalkınma planının yeniden başlatılmasına imkan verdi.
1 960'ların başı şah için bir dönüm noktasıydı. 1 9 6 1 'de meclisi feshederek saygı
duyulan politikacı Ali Amini'yi başbakanlığa atadı. Yeni başbakan, yeni bir re­
form dönemi başlatmak amacıyla reform yanlısı bakanları kabineye seçmenin aracı
olmuştu. Şah ayrıca 1 953 sonrası İran'da hükümdarlığın iktidarını yeniden tesis
etmede payı olan, ancak baskı ve yolsuzlukla özdeşleşen önemli yetkilileri de saf
dışı bıraktı. Milli Cephe'nin siyasi gücü çok zayıflamakla beraber diğer gruplarla
birlikte otokrasiye muhalefetini sürdürdü. Şah herhangi bir uzlaşma fikrini bastır­
mak için 1 962'de Tahran Üniversitesi'ndeki öğrenci gösterilerine acımasızca mü­
dahale etti. Amini istifa ederken şaha bağlı kalanlar yeniden güç kazandı. Bununla
birlikte Amini kabinesinin reformları uygulanmaya devam etti. Bunlar arasında
Ocak 1 963'te ilan edilip aynı ayın sonunda referandumla kabul edilen ve şahın en
kapsamlı değişim programı olan Beyaz Devrim de vardı. Haziran 1 963 'te her yerde
şah karşıtı gösteriler patlak verdi. Protestocu gruplar ve sınıflar arasında siyasi bas­
kılara karşı çıkan öğrencilerle aydınlar, ulema ve geleneksel destekçileri de vardı.
Ulema kadınlara oy hakkı gibi modernleşme ve Batılılaşma hamlelerinden endişe
duyuyordu.
Şah dahil, siyasi açıdan faal olan bütün İranlılar için en önemli konu hükümdar­
lıkla ilgiliydi. Herkesin aklında siyasi iktidar ve otoritenin nasıl paylaşılacağı soru­
su vardı . Güvenlik kuvvetlerinin gösterileri bastırmak için binlerce kişiyi öldürdü­
ğü söyleniyordu. Bu rakam bugün tartışmalıdır. İranlılar 1 964'te ABD'yle imzala­
nan ve şahın onayladığı Kuvvetler Statüsü Anlaşması'na karşı çıkmak amacıyla bir
kez daha birleştiler. Bu anlaşmayla Amerikan personeline ülkede bazı ayrıcalıklar
tanınması, Kaçar döneminin nefret edilen kapitülasyonlarını ve milli egemenliğin
kaybını hatırlatıyordu. Humeyni'nin adı lider olarak ilk kez 1 963'te ortaya çık­
mıştı. 1 964'te yaptığı kışkırtıcı konuşmada şahı ve ABD'yi İran'ın hükümranlığını
ortadan kaldırmakla suçlayınca tutuklanıp Türkiye'ye sürgüne gönderildi. İçten içe
kaynayan huzursuzluk ve ekonomik sıkıntılar Ocak 1 965'te yine su yüzüne çıktı.
Bu tarihte şahın son başbakanı pazarla bağları bulunan radikal bir dinci grup tara­
fından öldürüldü. Nisanda daha dramatik bir gelişme oldu ve şahın çok övündüğü
Muhafız Alayı'nda görev yapan ve genç orta sınıf üyeleriyle bağı olan bir subay
bizzat şahı öldürme girişiminde başarısız oldu. Bunun sonucunda güvenlik tedbir­
leri ve polis kuvveti artırılırken baskı sürekli hale geldi. Uygulanan bu şiddet gerilla
örgütlerinin ortaya çıkmasına yol açtı.

227
IRAN TARnıt

Meclis yine bir onay mekanizmasına dönüşmüştü, buna rağmen 1 963 sonba­
harında yirmi birinci dönemi başladı. Bakanlıklar artık Amerika'da eğitim gör­
müş profesyonel orta sınıfa mensup teknokratlara veriliyordu. Beyaz Devrim'de
ekonomik ve sosyal reformlara ağırlık verilmesi, şahın iktidar tabanı konusundaki
fikirlerinde bir kayma olduğunu gösteriyordu. Şah artık toprak ağalarını terk et­
meye ve büyüyen şehirli orta sınıfla yakınlaşmaya başlamıştı. Orta sınıfın siyasi
katılım yerine daha yüksek yaşam standardıyla tatmin edilebileceğini düşünüyor­
du. Bu yaklaşım enflasyonun yükseldiği 70'1erin ortasına kadar işe yaradı. Beyaz
Devrim veya Şah ve Halk Devrimi, 1 963'te altı reform maddesi içerirken sonradan
yeni maddeler eklendi. Kanlı veya solcu bir devrimi önlemek için " beyaz" devrim
amaçlanmıştı. Şah adeta Zerdüştçü bir ifadeyle şöyle buyuruyordu: " İlahi güçlerin
şeytani güçlere karşı mücadelesinde ilgisiz bir gözlemci olamam, zira ben bu sava­
şın sancağını taşıyorum. " 5
Beyaz Devrim'in başlangıçtaki altı maddesi içinde e n önemlisi toprak reformuy­
du. Bu konudaki yasa Ocak 1 962'de onaylanmıştı. Daha önce, 1 960'ta bu konu­
da yapılan bir girişim, konumları bakımından şaha bağımlı olmalarına rağmen
mecliste ağırlığa sahip toprak ağaları tarafından engellenmişti. Toprak reformunun
amacı, köylülere ekip biçecekleri toprak sağlayıp sermayeyi toprak dışında daha

8.4 Muhammed Rıza Şah ve Beyaz Devrim'in 12 simgesini gösteren posta pulu

228
PEHLEVlLER VE İRAN ISLAM CUMHURİYETİ

üretime dönük araçlara yönelterek tarımsal üretimi artırmaktı. Ayrıca reformun


iki önemli siyasi sonuç vermesi bekleniyordu: Toprağı olan köylüler şahın rejimini
destekleyecekti ve büyük toprak sahiplerinin gücü büyük ölçüde zayıflayacaktı. Çe­
şitli aşamalardan geçen reformun sonuçları da oldukça karışıktı. Yeniden dağıtıla­
cak miktarda toprak olmaması, sermaye girdilerinin yetersiz olması, kötü planlama
ve organizasyon gibi çeşitli yapısal sorunlar vardı. Buna rağmen toprak sahibi bir
köylü sınıfı ortaya çıktı. Beyaz Devrim bunun dışında; kadınların seçme hakkı dahil
seçim reformları, ormanların millileştirilmesi, kamu fabrikalarının satışı ve işçilerin
ortak edilmesi, okuryazar oranını ve sağlık hizmetlerini artırmak amacıyla öğretmen
ve sağlık kadrolarının yaratılması gibi unsurlar içeriyordu. Bunlara ilaveten üniver­
site mezunu çeşitli ulusal hizmet kadroları, bütün ülkedeki kırsal toplumla temasa
geçerek kalkınmayı İran'ın bütün bölgelerine yaymada önemli bir rol oynuyordu.
Beyaz Devrim'in dışında eğitim her kademede büyük ölçüde yaygınlaştı. Kadın­
lara oy kullanma hakkı verildi, ancak onlar için en önemli yasa 1 967 tarihli İran
Aile Koruma Kanunu'ydu. Bu yasayla kadınlara evlilik, boşanma ve velayet konu­
sunda önemli haklar verildi. Medeni kanunun bu şekilde laikleşmesi şeriata indiri­
len bir darbe olarak ulemanın sert muhalefetine yol açtı. İçlerinde Humeyni'nin de

8.5 Rıza Şah 'ın doğumunun yüzüncü yılı anısına çıkarılan posta pulu. Pulda şah, halefi
Muhammed Rıza Şah'la birlikte kız öğrencileri selamlarken görülüyor. Muhammed Rıza
Şah'ın, babasının gölgesinde yaşadığı burada da açıkça belli oluyor. Pulda yer alan
253611 978 rakamları, Büyük Kiros'un yeni imparatorluk çağını başlatmasından beri
geçen süre ile pulun basım tarihini gösteriyor.

bulunduğu pek çok molla, kadınlara oy hakkı verilmesine karşı çıkıyordu. Ule­
ma ayrıca kendi kontrolündeki vakıflara ait araziler başlangıçta muaf tutulmasına

229
İ RAN TARİH İ

rağmen toprak reformuna da karşıydı. 1 960 toprak reformuna karşı çıkan Ayetul­
lah Burucerdi de dahil, ulemanın reforma itiraz etmesinin sebebi, özel mülkiyetin
korunmasını istemeleriydi. Özel mülk olan arazilerin müsadere edilmesini engel­
leyip yeniden dağıtıma karşı korumak istiyorlardı. 1 960'lar ve 70'lerin başı ciddi
bir ekonomik büyümenin yaşandığı yıllardı. Yaşam standardı, eğitim ve yurtdışına
gönderilen öğrenci sayısı, sağlık hizmetleri, hastane inşaatı gibi bütün göstergelerde
hızlı bir artış vardı.
Muhammed Rıza Şah iktidarın pekiştirilmesi ve Beyaz Devrim vasıtasıyla mo­
dernleşme ve Batılılaşmanın peşinden gitmenin, saltanatını meşrulaştırmak için ye­
terli olmadığını anlamıştı. Hem kendi iktidarını hem İran'ın bÖlgesel üstünlüğünü
sağlama almak amacıyla İran ordusunun büyütülmesi gibi özel politikalar, devlet
ve milliyetçiliği kişiselleştirmesiyle bağlantılıydı. Şah bu unsurlara kendi meşru­
iyetinin aracı olarak sarılıyordu. Kendisiyle eski İranlı hükümdar ve hanedanlar
arasında bağ kurmaya çalışırken evrensel hükümdarlığın dilini ve sembollerini kul­
lanıyordu. Kendi iktidarı ve İran'ın refahı, kendisini İranlılara evrensel hükümdar
olarak sunmasına imkan sağlarken, bu sunum karşılıklı değildi; zira İran'ın politik
kültürü modern bir diktatörlük ve otokrasiye dönüşmüştü . Genel olarak İranlıların
siyasi beklentilerindeki değişimi, ama özel olarak da yeni profesyonel orta sınıfı ve
bu sınıfın meşrutiyetçiliğe verdiği önemi anlamakta başarısız olmuştu.
Muhammed Rıza Şah ve bilhassa Şahbanu Farah, gerek Batılı gerek geleneksel
sanatların önemli birer hamisi oldular. Farah ve ofisi, İran'ın daha liberal yüzünü
temsil etmekle özdeşleşmişti. Monarşiyi bütün İranlılara ve dünyaya tanıtmak ama­
cıyla devlet destekli gösteriler, spor karşılaşmaları, geleneksel sanatlar, müzik ve el
sanatları kullanılıyordu. Devlet destekli gösteriler arasında şahın çok geciken ve
ancak 1 967'de gerçekleşen taç giyme töreniyle 1971 'de düzenlenen ve kötü plan­
lamanın kurbanı olan İran Saltanatı'nın 2500. Yıldönümü törenleri vardı. Buna
rağmen monarşiyi gereksiz gören İranlıların sayısı giderek artarken, hükümdarları
iktidarını daha da pekiştirmeyi amaçlıyordu. Şahın kendisini İran'la özdeşleştirme­
si, 2500. Yıldönümü törenlerinde Büyük Kiros'a hitabında belli oluyordu :

Ey Kiros, Büyük Kral, Krallar Kralı, Ahameniş Kralı, İran ülkesinin kralı! Ben,
İran şehinşahı, sana kendimin ve ülkemin selamını getirdim. İran tarihinin bu yü­
ce anında, senin 2500 yıl önce kurduğun imparatorluğun çocukları olan ben ve
bütün İranlılar, senin kabrin önünde saygıyla eğiliyoruz. Senin ölümsüz hatıranla
ve yeni İ ran 'ın şanlı geçmişiyle bağını yeniden kurduğu bu anda içimizi coşku
kaplıyor . . .
Kiros! Büyük Kral, Krallar Kralı, soyluların e n soylusu, İ ran ve dünya tarihinin
kahramanı! Huzur içinde yat, çünkü biz uyumuyoruz ve daima uyanık kalacağız."

230
PEHLEVILER VE İRAN İSLAM CUMHURiYETi

Bu kutlama ve yukarıdaki hitap cümleleri çoğu İranlıya fazla iddialı gelmişti ve


şahın son sekiz yılına değil, bütün saltanatına damgasını vuran çelişkileri öne çıka­
rıyordu. 1 970'lerin başındaki hızlı kalkınma dönemi, ciddi sosyal ve ekonomik ge­
lişmelerin farkına varılmasını engellemişti. Başta Tahran olmak üzere şehirlere göç
hızlanmıştı, çünkü kırsal bölgelere göre iş imkanı daha fazlaydı. Ekim 1 973'teki
Arap-İsrail Savaşı ve Arapların petrol boykotundan sonra 1 974'te dünya piyasa­
larındaki petrol fiyatları dört katına çıkmıştı. Bu sayede petrol gelirlerinin artması
şahın hükümetine iddialı iktisadi, sosyal ve kültürel programları uygulamaya koy­
ma imkanı verdi. Aynı zamanda çok gelişmiş modern silahların alınması sayesinde
İran ordusu dünya çapında bir ordu statüsüne kavuştu . Buna rağmen, etkili bir
ekonomik büyümenin, aşırı yüksek enflasyona ve bunun politik sonuçlarına yol
açmadan yüksek savunma bütçelerinin ve yurtiçi programların devamının sağlan­
ması mümkün değildi. Enflasyon bütün İranlıları etkilemesine rağmen bundan en
çok pazarla ilişkisi olan geleneksel orta sınıf payını aldı. Hükümetin ucuz gıda
maddeleri ithalatına yönelik sübvansiyonları, hem pazara hem kırsal alanlardaki
gıda üretimine darbe vurdu. Buna ilaveten, halk egemenliği ve şahın ABD'yle iliş­
kisi süregelen sorunlardı.
Muhammed Rıza Şah'ın 1 953'te tekrar tahta geçmesinden sonra, İranlılar
ABD'yi ülkelerinde İngiliz emperyalizminin rolünü devralan ve tahtın arkasında
duran güç olarak görmeye başladılar. Şahın kendisi de milliyetçiliği kişiliğinde top­
lamasından dolayı bir ikilem içinde kalmıştı. İranlıların ABD egemenliğine kar­
şı duyduğu endişenin gayet farkındaydı. Bu yüzden, 1 964'teki Kuvvetler Statüsü
Anlaşması'nı büyük bir isteksizlikle ve ancak Amerika'nın yoğun baskısı sonucu
onayladı. İran halkının büyük bir kısmı Amerikalılara saygı duymasına rağmen,
Amerikan hükümetinin yurttaşlık ve insan haklarına destek verdiğinden kuşkuluy­
du. Şah ABD'ye bağımlı olmakla birlikte, kendi bağımsızlığını da göstermek zorun­
daydı. Bunu Soğuk Savaş'a rağmen SSCB ve Çin Halk Cumhuriyeti ile anlaşmalar
yaparak, petrol fiyatlarını artırmaya çalışarak gösterdi. 1 970'lerin başında askeri
politikaları Nixon Doktrini'yle uyumlu bir hal almıştı. Bu durum İran donanması
ve ordusuna, Basra Körfezi ve Ortadoğu'da ABD'nin askeri ve güvenlik sorumlu­

luklarının bir kısmını üstlenme imkanı verdi. ABD'nin bölgedeki kalesi olması ve
petrol fiyatlarındaki ciddi artış sayesinde İran, çok sayıda F l 4 uçağı da dahil Ame­
rikan askeri teknolojisin en yeni ürünlerini satın alabiliyordu. Ayrıca İran'da çok
sayıda Amerikan askeri, danışmanı ve teknisyeni görev yapıyordu. Bunların top­
lam sayısı 25 bine ulaşmıştı. Bu olağanüstü ilişki ve Amerikan askeri varlığı İran'da
büyük bir öfkeye sebep oldu. Öfke duyanlar sadece şahın muhalifleri değildi. Bu
ilişki Beyaz Saray ve Dışişleri Bakanlığı haricinde ABD' de de sorgulanıyordu.

231
İRAN TARİHİ

1 9 70'1erin başı aynı zamanda, şahın otokratlığı ve ABD'yle bağları üzerinde


duran ve giderek büyüyen muhalefetin radikalleştiği yıllardı. Bazı gruplar laik ve
Marksist iken, bazıları Marksizm ve solu dinle bağdaştırıyordu. Bazı gruplar da Af­
gani geleneğine çok benzeyen bir şekilde Ali Şeriati'nin etrafında toplanmıştı . Bun­
lar toplumsal ve siyasi adaletin ancak Şii temeline dayalı olarak sağlanabileceğini
ileri sürmekle beraber ulema egemenliğini reddediyordu. Şeriati'nin görüşleri özel­
likle lise ve üniversite öğrencileri arasında geniş taraftar bulmuştu. Kadınlar bütün
bu muhalefet gruplarının içinde faal biçimde yer alıyordu . Humeyni de şah ve ABD
karşıtı fikirleriyle bütün İranlılara hitap etmeye başlamıştı. 1 964'te Türkiye'ye sür­
gün edilmekle birlikte, bir yıl sonra Irak'ın Necef şehrine gitmesine izin verilmişti.
Humeyni'nin Necef'te verdiği vaazlar ve yaptığı konuşmalar 1 970'1erin ortasından
itibaren banda kaydedilip gizlice İran'a sokulmaya başlandı. Bu ses bantlarının
dinlenmesi veya okunması giderek yaygınlaşırken modern medyanın önemi de iyi­
ce arttı. Bütün bunların yarattığı muazzam etki geleneksel gruplarla sınırlı değildi.
Humeyni verdiği vaazlarda şahın adaletsizliği ve zulmüne radikal sonuçlara yol
açacak şekilde saldırıyordu. 1 970'te verdiği bir dizi vaaz Hükümet-i İslami adıyla
basıldı. Bu vaazlarda velayet-i fakih adı verilen radikal kavramı ilk kez tam olgun­
laşmış haliyle gündeme getirdi. Bu kavram, geç Safevi dönemi ve 1 9 . yüzyıldaki
müçtehitlerin konumunu dini hükümet veya teokrasiye taşıyordu. Humeyni yük­
sek mertebedeki fıkıhçıların, aldıkları eğitim ve dindarlığın sonucu olarak hükmet­
meye ve yönetmeye yetkili tek otorite olduğunu ileri sürüyordu. O zamana kadar
fıkıhçıların çoğu din adamlarının siyaset ve hükümetteki rolünü reddetmişti. Artık
kılıcı taşıyacak bir hükümdara ihtiyaç yoktu.
Şah muhalefetin radikalleştiğini bilmesine rağmen Humeyni'nin adil hükümet
konusundaki teolojik savlarını dikkate almadı. Güvenlik kuvvetleriyse muhalefeti
gözetleme, baskı ve hapsetme yoluyla görünüşte kontrol altında tutuyordu. Hu­
meyni monarşinin 2500'üncü yıldönümü törenleri vesilesiyle yaptığı açıklamayla,
bu konudaki en ufak bir fikre bile karşı olduğunu gösteriyordu:

Peygamberimiz (S.A.V. ) der ki, İranlı hükümdarlar tarafından icat edilen Krallar
Kralı unvanı, Allah nazarında en çok nefret edilen unvandır. İslam, monarşi kav­
ramına kesinlikle karşıdır . . . İslam bu zulüm saraylarını yıkmak için geldi. Monar­
şi, bu gerici alametin en çirkin ve utanç verici şekillerinden biridir.'

Muhammed Rıza Şah, olağanüstü bir kayıtsızlıkla ve körü körüne bir özgüvenle
iktidarını sağlama almaya devam etti. Daha önce resmi olarak iki siyasi parti vardı
ve muhalefetteki partinin üyeleri bile şah tarafından belirleniyordu. Artık Rastahiz
adıyla tek bir parti kalmıştı. Bütün devlet memurları ve kamu görevlileri bu partiye

232
PEHLEVİLER VE İRAN İSLAM CUMHURİYETi

üye olmak zorundaydı. Hazreti Muhammed'in Mekke'den Medine'ye hicretiyle


başlayan Hicri takvimi kaldırıp yeni bir takvim getirildi. Bu takvimin başlangıcı
Büyük Kiros'un yaklaşık 2500 yıl önceki saltanatıydı. İslam geleneğine uygun olan
kameri aylar yerine güneşe dayalı aylar kullanılıyordu. Ay isimleri, babasının salta­
natı sırasında emrettiği gibi Farsçaydı.
Takvim değişikliği fazla bir rahatsızlık yaratmazken, şahın geleneksel pazar esna­
fı da dahil bütün tüccarları günah keçisi yapması büyük bir sıkıntı kaynağıydı. Şah
onları fiyatları yükseltip ekonomiyi enflasyonist eğilim içine sokmakla suçluyordu.
Pazar, 70'lerin ortasında öğrenciler, aydınlar ve Milli Cephe içindeki gruplarla bir
araya gelerek oluşturduğu geniş koalisyon sonunda Pehlevi monarşisini yıkacaktı.
Avukatlar, yazarlar ve diğer meslek kuruluşlarının hükümet kontrolünden bağım­
sız özerk bir yapı talebi de önemli bir gelişmeydi. Bu gruplar halka açık yaptıkları
toplantılarda hükümeti eleştiriyorlardı. Bu meslek gruplarının görünürdeki sorunu
devlet kontrolü olmakla birlikte, asıl sorun devletin yapısı ve kendilerinin devlet
içindeki rolüydü. Onlar hata meşruti bir zeminde değişim peşindeydi. Bu meslek
grupları, Amerikan başkanlık kampanyası sırasında insan haklarına ağırlık veren
jimmy Carter'dan cesaret bulmuştu. Ne var ki beklentileri onun 1 9 77'de göreve
başlamasıyla birlikte sona erdi. Şah 1 978 yılbaşını kutlamak üzere Carter'ı aralık
ayında Tahran'a davet etti. Başkan burada kötü bir zamanlamayla, İran'ı halkı
tarafından sevilen bir hükümdarın yönetimindeki istikrar adası olarak tanımladı.
Oysa Carter ayrılır ayrılmaz baskılar kaldığı yerden devam etmişti.
Devrimin kıvılcımı orta sınıftan değil öğrencilerden, üstelik lise ve üniversitede
okuyan laik öğrencilerden değil medrese öğrencilerinden geldi. Bunlar İran'ın en
önemli ve geleneksel dini merkezi Kum'da okuyan öğrencilerdi. Bu öğrencileri so­
kağa dökülmeye iten olay, devlete ait bir gazetede yer alan başyazıda ulemanın "si­
yah ama kızıl" olarak tanımlanmasıydı. Yazara göre mollaların geleneksel kıyafeti,
onların Marksist fikirlerini gizlemeye yarıyordu. Çıkan gösterilerde pek çok öğrenci
öldürüldü. Cenaze törenlerinin ardından özellikle kırkıncı günde geleneksel matem
düzenlendi. Halkın muhalefeti ve protesto gösterileri çığ gibi büyüyerek bütün İran'a
yayıldı. Sokaktaki silahsız halkın desteğiyle ivme kazanan devrimde, 1 978 sonbaha­
rına kadar öne çıkan bir lider yoktu. Üçüncü Şii imamı Hüseyin'in şehit edilmesine
atfen Kerbela Paradigması adı verilen İran'a özgü bir hareket sergileniyordu.
Şah baskıyla uzlaşma arasında bocalarken savunma konumuna geçmesi, bütün
İranlılara, hatta sarayla bağları olanlara dahi cesaret vermişti. Greve giden petrol
işçilerinin talepleri başlangıçta önemsenmezken, zamanla devletin gelirlerinin daha
da azalmaması için karşılandı. Sıkıyönetimin ilanından sonra bakanların değiştiril­
mesi ve önerilen tavizler çok az ve çok gecikmiş kararlar olarak karşılandı. Eylül
1 9 78'de, Tahran'daki Jale Meydanı'nda geçen olayın ardından Humeyni ve ulema

233
İ RAN TARİ Hİ

devrimin liderleri olarak ortaya çıktı. Bu olayda, sıkıyönetim yetkililerinin sokak


gösterilerini yasaklaması nedeniyle ortaya çıkan bir iletişim kopukluğu yüzünden
açılan ateş sonucu, kadınlar ve çocuklar da dahil çok sayıda gösterici öldürüldü.
Bunun ardından gösterilerdeki şiddet iyice arttı . 1 978 'in aralık ayına denk gelen
Muharrem ayında şahın artık İran'ı terk etmekten başka çaresi kalmamıştı. Çok
sayıda İranlı Hüseyin'in ölüm yıldönümünü anmak için Tahran sokaklarına dökü­
lürken, geçmişle bağ kurulmuş ve şah bir kez daha Hüseyin'i öldürmekten sorumlu
görülen Emevi Halifesi Yezid'le kıyaslanmıştı. Hükümet bir kez daha bocaladı ve
Muharrem törenlerini önce yasaklayıp ardından izin verdi. Olaysız geçen tören­
lerin sonunda, halka nezaret eden ulema ve yandaşlarının bariz biçimde otorite
sahibi olduğu görülürken şahın artık hiç otoritesi kalmamıştı. Şah ocak ayında bir
daha dönmemek üzere İran'ı terk etti. Onun isteği üzerine Irak'tan Fransa'ya sür­
gün edilen Humeyni, herkesin sevinç gösterileri arasında Tahran'a dönerken, şahın
iktidarı çökmüştü.
Humeyni'nin dönüşü ilk devrimin sona erip molla yönetiminin kuruluşuna gi­
den ikinci devrimin başlaması anlamına geliyordu. İki devrim de o zamandan beri
yanlış yorumlanmaktadır. Pehlevilerin yıkıldığı ilk devrim sırasında, bütün Batılı
gözlemciler ve İranlıların büyük kısmı, ordunun desteğini aldığı sürece şahın sal­
tanatını sürdüreceğini düşünüyordu. Ordunun komuta kademesi Humeyni'nin dö­
nüşüne kadar şaha sadık kalırken alt rütbedekiler arasında firarlar yaşanıyordu.
Humeyni döndüğü zaman bir grup hava harp okulu öğrencisi ona destek verdi.
Amerikan desteğinin sonuçta şahı kurtaramaması İranlılar için önemli bir olay­
dı. Monarşinin yerini teokrasinin alacağını gören İranlıların sayısı fazla değildi.
Ancak İslam Devrimi'nin başarısı ilk devrimin yanlış yorumlanmasına yol açtı.
Pehlevilerin devrilmesinde din ve ideolojiye aşırı önem verilirken, ekonomik, sos­
yal ve politik faktörler küçümsendi. Ayrıca İran'da mollaların hakimiyeti ve İslam
Cumhuriyeti'nin tesis edilmesi tartışmaya açıktı. Cumhuriyet ancak rehine krizi,
SO'lerin başında yaşanan yoğun siyasi iç kavga ve ardından patlak veren İran-Irak
Savaşı'yla sağlam bir temele oturdu.
Devrimler İran 'da devletin yapısı, kimlik, sosyal ve ekonomik değişim konu­
sundaki tartışmaları canlandırmaya devam etti. Batılı akademik çevreler devri­
min niteliği üzerinde dururken, Batılı hükümetler İslam Devrimi'nin politik so­
nuçları üzerinde yoğunlaştı. İran'da değişim hakkında yapılan tartışma, son çey­
rek yüzyıldan beri devam eden bir süreçtir. Akademisyenlere göre İran devrimleri
Fransız ve Rus devrimler iyle kıyaslanabilir. Bu devrimler, düşünceler ve devrim­
ci eylem arasındaki ilişkiyle ilgili tartışmaları yenilemiş, siyasi ekonomi ve sefer­
berlik meselelerini gündeme getirmiş, post-modern bir dünyada din ve toplum

234
PEHLEVİLER VE İRAN ISLAM CUMHURİYEn

8.6 Humeyn i'nin şahı sınır dışı etmesini gösteren afiş (Fotoğraf: Gene R. CarthwaiteJ

sorunlarını ortaya atmıştır. İslam Devrimi'nin yol açtığı sonuçlar İran'ın komşula­
rıyla Batılı hükümetler için hala tartışma konusudur.
1 Şubat 1 979'da İran'a dönen Humeyni'yi bütün gruplar devrimin lideri ola­
rak kabul etti. Orduyla birlikte Pehlevi Hanedanı'nın düzeni de çöktü. Başbakan
Şahpur Bahtiyar iyi bir milliyetçi ve Milli Cephe üyesi olarak tanınmasına rağmen,
tahghuti olarak anılıyordu. Bu aşağılayıcı sıfat, materyalist şeytanlık anlamına ge­
liyordu ve Pehlevi Hanedanı'yla yakın bağı olanlar için kullanılıyordu. Önce sakla­
nıp ardından Fransa'ya kaçan Bahtiyar, bir suikast sonucu burada öldürüldü. Artık
Huım:yni'nin ne yapacağı soruluyordu. faal bir siyasi rol oynayıp düşünceleriyle
İslami hükümete yön verecek miydi ? Onun sözcüsü kim olacaktı ? Hükümet nasıl
bir yapıya sahip olacaktı ? İranlıların hükümetle ilişkisi ve rolü ne olacaktı ? Hu-

235
İ RAN TARIHI

meyni Tahran'dan ayrılıp Kum'a gitmeden önce Mehdi Bazargan'ı başbakan ola­
rak atadı. Ancak hem iktidar hem yetki Humeyni'deydi. Artık kendisine büyük bir
saygı ifadesi olarak "İmam" denmeye başlamıştı. İmam kelimesinin bağlama göre
değişen çeşitli anlamları vardır. Ali ve soyundan gelen ilk on iki Şii lideri için en çok
bu unvan kullanılıyordu. Ayrıca halka namaz kıldıran kişilere imam deniyordu.
Bunun dışında, örnek veya lider kişiler için kullanılan bir kelimeydi. Humeyni ko­
nusunda, acaba kayıp İmamın zuhur etmesiyle ilgili eskatolojik• bir anlamı olabilir
miydi ? Her ne olursa olsun, İran'a karizmatik bir lider olarak döndüğü açıktı. Dev­
rimin tozu dumanı arasında İran'ın sorunlarını mucizevi bir şekilde çözüp adaleti
yeniden sağlayabilecek birisi olarak görülüyordu.
Düzeni yeniden kurmak kolay olmadı. Şahı devirmek amacıyla birbirinden çok
farklı grupları bir araya getiren ortam artık yerini ideolojik farklılıklara bırak­
mıştı. Ayrılıkların başlıca konusu ekonomi ve toplumda dinin rolüydü. Karşılıklı
suçlamalar başlıca gündem maddesi olmuştu. Yüzlerce kamu görevlisi, subay ve
devrime muhalif olan diğer kişiler tutuklandı. Bunların büyük kısmı basit mahke­
melerde yargılanıp devrim veya İmam adına idam edildi. On binlerce kişi yurtdı­
şına kaçtı. Bu durum zamanla kalıcı bir sürgüne dönüştü. Kamu düzenine yönelik
sözde İslami kuralları zorla uygulatan İslami milislerin sayısı hızla arttı. Bunların
öfkesi özellikle kadınlara yönelmekle birlikte; kıyafet, müzik, içki, sinema ve edebi­
yat gibi kültürel Batılılaşmayı açığa vuran her şeyi kapsıyordu . Pehlevi yönetiminin
bürokratik ve askeri elitlerinin yerini genç devrimciler aldı. Bununla birlikte, alt
kademelerde devamlılığı sağlayan birtakım uygulamalar sürdürüldü. Artık devri­
min amacı siyasi merkezileşme haricinde Pehlevi Hanedanı'nın bütün siyasi, sosyal
ve kültürel dönüşümlerine son vermek; laik elitler ve değerlerin yerine dini muadil­
lerini koymaktı. Buna karşın sadece adı değiştirilen SAVAK devlet güvenliğinden
sorumlu olmaya devam etti.
Şahla ayetullah arasındaki farklılıklar, zıtlıkların incelenmesi bakımından ilginç
bir konudur. Şah t 978 'de artan gösteriler ve şiddet karşısında kararsız ve güvensiz
bir hale gelmişti. 1 953'te tahta yeniden çıktığından beri, İran toplumunun önemli
grupları içindeki muhalefetten çok çekiniyordu. Ne uyruklarına ne kendi general­
lerine güveniyordu. Darbe planı yaparlar diye bir araya gelmelerine bile izin ver­
miyordu. Bunun dışında büyük dış müttefiklerine de güvenmiyordu. Tarihe Cevap
adlı anılarında8 ABD ve Britanya'nın İran'la ilgili yeni planlarında kendisine yer
vermediklerini anlatır. Nitekim Başkan Carter'a, şahın kötüleşen konumu karşısın­
da ne yapması gerektiği konusunda birbiriyle çelişen tavsiyeler veriliyordu. Devrim
boyunca Washington da kararsız kalmıştı. Üstelik şah kendisine konulan kanser

• Dünyanın sonuyla ilgili teolojik söylem. (çev. )

236
PEHLEVlLER VE IRAN ISLAM CUMHURİYE11

8. 7 Şehr-i Kürd yakınındaki türbenin duvarlarında yer alan sloganlarda


"Mehdi dönene kadar devrimi sürdürelim" ve " İşçilerin ve köylülerin hayatının
bir günü, zenginlerin bütün ömrüne bedeldir" yazıyor.

teşhisini gizli tutmuş ve halkın monarşiye desteği olmadığı takdirde yerine birinin
geçmesinin sorunlara yol açacağını anlamıştı. Yaygın şiddete ve başıbozukluğa rağ­
men ilk devrimde öldürülenlerin sayısı nispeten düşük kaldı. En gerçekçi hesapla­
malara göre yaklaşık üç bin kişinin ölmesi, o zamanki tahminlerin çok altındaydı.
Şah ne kadar kararsızsa, Humeyni o kadar kararlı davranmış, iktidarı tam ola­
rak ele geçirmeden önce bile eylemlerinin doğruluğuna güvenmişti. Genellikle ken­
di adına veya devrim adına uygulanan şiddeti hoş görüyordu. Makama oturduğu
zaman, amaçlarına ulaşmak için herhangi bir muhalefeti ezme konusunda devletin
güç kullanmasına da hoşgörülü oldu. Daha önce böyle bir kararlılığının Rıza Şah
dışında benzeri görülmemişti. O bile yeri geldiğinde cumhuriyet ilan etme konusun­
da uzlaşmaya yanaşmıştı. Humeyni'nin ne yapacağı konusundaki belirsizlik, hak­
kındaki kısıtlı bilgilerle esrarengiz bir havada pekişmişti. Şah ilk devrimin kurbanı
olurken, Humeyni ikinci devrimin galibi oldu. Peki daha iyi yaşam ve siyasete katı­
lım beklentileri, onun liderliği altındaki İslami bir ortamda karşılanacak mıydı ?
İkinci devrim aynı derecede beklenmedik ve ilkine göre muhtemelen daha de­
rindi. Yı:ni tanımlanma sürecindeki Şii İslam, toplumun ve siyasetin bütün unsur­
larını kapsamaya hazırdı; hatta İran milliyetçiliğinin diğer unsurlarına bile egemen
olmuştu. Bu beklenmedik dini ağırlığa muhalefet gecikmedi. Muhalefeti Tahran'da

237
İRAN TARIHI

solcu gruplarla kadınlar, kırsal bölgelerdeyse bazı aşiretler meydana getirmişti. Bu


aşiretlerin başında güneyde Kaşkaylar, kuzeyde Kürtler geliyordu. İlk devrimde­
ki politik yelpaze içinde yer alıp protesto gösterilerine katılan kadınlar, yeni ka­
zandıkları özgürlüğün bastırılacağından korkuyordu. Bu nedenle 1 979 baharında
Tahran'da düzenledikleri büyük gösteride amaçladıkları desteğe kavuşamadılar.
Kadınlara fiziki saldırıda bulunan sokak çeteleri, yürüyüşün sona ermesine neden
oldu. Kadınların rolü bir kez daha geleneksel olanla sınırlı kalmıştı.
Başta radikal solcular olmak üzere muhalefet grupları yeraltına geçti. Humeyni
ve diğer dini liderler etrafında geniş bir yelpaze oluşturan ve dağılmaya her an ha­
zır hiziplerse iktidar kavgasına girişti. Dini liderler ve yandaşları bile kısa ve uzun
vadeli hedefler konusunda bölünmüştü. Ancak bütün gruplar Pehleviler ve onlarla
ilişkili elitlerin devrinin artık kapandığında ve Humeyni'nin yeni devrimci düzeni
temsil ettiğinde hemfikirdi. Bununla birlikte, onun mollaların yönetimindeki teok­
rasiyi benimseyen radikal vizyonunun hakim olup olmayacağı belli değildi. Ayrıca
Humeyni'ye sadece laik liberaller değil, ulemanın doğrudan ve faal siyasi roller
üstlenmesi konusunda diğer yüksek mertebeli mollalar da muhalefet ediyordu.
1 9 79'un anarşiye çok yakın ortamında toplanan kurucu meclis delegelerinin
hazırladığı anayasa taslağı Aralık 1 979'da halkoyuna sunularak onaylandı. Bu
arada Humeyni'nin baskın rolü ve dini liderliği üç kriz sayesinde sağlamlaştı. İki
olay onun kontrolü dışında gerçekleşti. Bunlardan ilki Kasım 1 9 79'da Amerikan
elçiliğinin basılması ve görevlilerin rehin alınmasıydı. İkincisi Irak'ın Eylül 1 980'de
İran topraklarına girmesiydi. Üçüncüsüyse siyasi bir iç krizdi. Haziran ve ağustos­
ta gerçekleşen bombalama olaylarında İslam Cumhuriyeti'nin önemli liderleri ve
devlet yetkilileri öldürüldü. Bu olay İran'daki soku ve laik muhalefetin ezilmesine
zemin hazırladı.
İran İslam Cumhuriyeti'nin 1 979 tarihinde hazırlanan ve 1 9 8 9'da değişiklik­
ler yapılan anayasası, kuvvetler ayrılığı bakımından 1 906-7 anayasasına benzer.
Eski anayasa gibi yenisi de otorite çıkmazına, yani yetkinin Tanrı'dan mı yoksa
halktan mı kaynaklandığı sorusuna bir çözüm getirmez. İlk anayasaya dayanarak
Pehlevi'nin laik hukuk reformlarını uygulamaya koymasıyla ortaya çıkan gerilimi
çözmek amacıyla, yeni anayasa devlet ve hukuku şer'i bir bağlam içine yerleştirir.
1 979 Anayasası'nın 1 906-7 Anayasası'ndan en büyük ayrılığı velayet-i fakih maka­
mının kurulmasıdır. Bu makam yanılmaz imamın vekilliğidir. Böylece, Humeyni'nin
dini ve tarihi bakımdan örneği bulunmayan, İslam devletiyle ilgili radikal fikirle­
ri kurumlaşmış ve yürürlüğe konmuş oldu. Geleneksel sayılamayacak bu modern
hamle, Pehleviler döneminde meydana gelen değişimlere karşı bir tepkiydi.
· Humeyni'nin fikirleri ilk kez geç Safevi döneminde dile getirilen müçtehitlik
makamına dayanıyordu. 1 8 . yüzyılda yaşayan müçtehitler, hükümdarın fıkıhçıya,

238
PEHLEVİLER VE İ RAN ISLAM CUMHURiYETi

devletin şeriata tabi olması gerektiğini söylüyordu. Safevi selefleri gibi Humeyni
de İslam Tasavvufu'na ve yeni Platoncu felsefeye bağlıydı. Bu ikincisine, özellikle
hukuk aliminin rolünü belirlediği için önem veriyordu. Buna karşılık uygulamada,
ulema 19. yüzyıl boyunca ve daha önceleri bile hükümdarların gücüne boyun eğ­
miş, siyasi iktidara talip olmaktan fiilen geri çekilmişti. Humeyni, hukuk aliminin
iktidar ve otorite sahibi olması gerektiğini savunuyordu. Fıkıhçılar açısından bura­
da ortaya çıkan bir sorun, siyasetin doğası gereği uzlaşmayı gerektirmesidir; oysa
şeriatta uzlaşma yoktur. Bundan dolayı, siyasi uzlaşmanın hukuk aliminin manevi
dayanağını baltalama riski vardır.
Humeyni de Atatürk gibi karizmasını kurumsal hale getirerek İran'ı ve İranlıları
yeniden şekillendirmek için radikal bir siyasi programı uygulamaya koydu. Hedefi
inananları, Tanrı'nın yeryüzündeki krallığı olan yeni İslam Cumhuriyeti çatısı al­
tında birleştirmekti. Bir tür filozof-kral olan velayet-i fakih, bu yeni devleti yöne­
tecekti. Ancak onun farkı hukuk tahsili yapmış olması ve ülkeyi yanılmaz imam
olarak yönetmesiydi. Pek çok İranlı için İmam Humeyni yanılmazdı. Bilhassa dev­
rim lideri olarak yarattığı hava, siyasi rolünü geleneksel köylü sınıf arasında meş­
rulaştırmıştı. Velayet-i fakih makamı, devletin yetkisini bizzat İran halkından aldığı
şeklindeki yaygın görüşe karşı çıkıyor, devrim sonrasında devletin halka dayanaca­
ğı şeklindeki beklentiyi yıkıyordu. Bir diğer önemli gelişme, Humeyni'nin velayet-i
fakih makamını üstlenmesi ulema tarafından kabul edilmekle birlikte, bu kavramın
yüksek mertebeli birtakım din adamları tarafından reddedilmesiydi. Bunlar ara­
sında Araki, Şeriatmedari, Gülpayigani, Hui gibi taklit mercileri vardı. Irak'taki
kutsal şehirlerde yaşayan bu ayetullahların hepsi mertebe olarak Humeyni'den üs­
tündü. Velayet-i fakih makamı Humeyni hayattayken de ölümünden sonra da pek
çok molla için tartışma konusu olmaya devam etti. Onun yerine geçmesi planla­
nan Ayetullah Hüseyin Ali Muntazari ( 1 922-2009) bile bu makamın günlük rolü
hakkında farklı düşünüyordu. Muntazari, Humeyni ve çevresiyle fikir ayrılığına
düşünce, haleflikten uzaklaştırıldı ve 2003'e kadar gözetim altında yaşadı.
Geleneksel ulemanın devlet gücüne doğrudan sahip olmadaki rolüyle ilgili kay­
gıları iki ana konuda yoğunlaşıyordu. Birincisi, daha önce böyle bir örneğin bu­
lunmamasıydı. İkincisi, devletin gücüne boyun eğmesi karşılığında hükümetlerin
ulemaya dini, manevi ve pek çok sosyal konularda yetki vermesiydi. Bu durum,
kiliseyle devletin ayrılmasına benzer bir kuvvetler ayrılığıyla sonuçlanmıştı. An­
cak geleneksel ulemanın çok belirgin olmasa da üçüncü bir kaygısı daha vardı.
İslami gelenekte "anayasayı " şart koşan bir şey yoktu. Buna karşın 1 979'da hem
Tanrı'nın hem halkın otoritesini tanıyan bir anayasa benimsendi. Ulema 1979
Anayasası'nda, 20. yüzyılda meydana gelen değişimlere ve özellikle ilk başarısız­
lıklarına rağmen meşrutiyet hareketiyle oluşan yüksek değerlere cevap vermişti.

239
IRAN TARİHI

Daha yakında, 1 990'larda, bazı mollalar ve düşünürler devlet konusundaki hukuk


geleneğini, halkın devlet üzerindeki yetkisini ve özellikle İslam toplumunda kadının
statüsünü yeniden yorumlamak için mücadele ettiler.
Kasım 1 979'da Amerikan elçiliğindeki görevlilerin rehine alınması, Humeyni ve
yandaşlarına hem bir fırsat sundu hem de güçlük çıkardı. Daha önce Şubat 1 979'da
Tahran Üniversitesi'nin Marksist öğrencileri elçiliği işgal etmesine rağmen, birkaç
saat sonra dışişleri bakanlığı onları eyleme son vermeye ikna etmişti. Gerek dışişleri
bakanlığı gerek diğer bakanlıklar o zaman hala profesyonelliğini koruyordu ve eski
rej imden yenisine devamlılığı sağlıyordu. Ancak dışişlerinin rehine krizinden sonra
düzeni benzer şekilde sağlama girişimi, devrim sonrasının ateşli ortamına yenik
düştü. 4 Kasım'daki elçilik baskınına, şahın ABD'ye gittiğine yönelik haberler yol
açmıştı. Bu kez kendilerine " Hattı İmam" , yani imamın çizgisini takip edenler adını
veren yüzlerce öğrenci elçiliği işgal etti. Şahın kanser tedavisi için Amerika'ya git­
tiğine çoğu İranlı inanmıyordu. Onun sağlık durumuyla ilgili açıklamanın, 1 953'te
olduğu gibi tahta yeniden geçirmek amacıyla düzenlenmiş bir oyun olduğunu dü­
şünüyorlardı. İranlılar çok farklı siyasi düşüncelerle ayrılmalarına rağmen bir kez
daha milliyetçi bir temelde, bilhassa milli egemenlik konusunda bütünleşti. Hu­
meyni ve yandaşlarının devrimci anarşiyi sona erdirmedeki başarısızlığına yönelik
eleştiriler bu yeni krizle duyulmaz oldu. İranlılar onun hükümetinin düzeni kur­
mada başarısız olmasından, bozulmakta olan ekonomiyle başa çıkamamasından
endişe ediyor, normal hayata dönmenin özlemini duyuyordu. Ancak kasım ayında
Amerikan Elçiliği'ne yapılan baskın, İslam Cumhuriyeti hükümetine bu sorunların
üstünü örtme fırsatı verdi. Baskının ardından ortaya çıkan diplomatik kriz sonu­
cunda ABD ile ilişki kesilirken, kriz hükümetin Amerika'yı " Büyük Şeytan" olarak
karalamasına ve İran'ın yaşadığı sıkıntıların kaynağı olarak göstermesine hizmet
etti. Büyük Şeytan söylemi aynı zamanda kültürel bakımdan Batılılaşma ve tüketi­
ciliğe saldırarak bir tür yerliciliği savunmak amacıyla da kullanıldı.
Yerleşik devlet kurumlarının benzeri olan kurumlar 1 979'da iktidar için yaşa­
nan çekişmeye katıldı. Paralel kurumlar genellikle sokak kaynaklıydı ve bu gele­
nek 1 9. yüzyıl başlarına kadar uzanıyordu. Yerel camilerde oluşturulan ve başı­
nı imamların çektiği devrimci komiteler kanun dışı tutuklamalar, duruşmalar ve
idamlar gerçekleştirdi. Hükümet Müslüman olmamakla, hem kamusal hem özel
tavırlarında karşıdevrimci olmakla suçladığı insanları tespit edip dağıtmak ve tu­
tuklamak için sokak eylemcilerine güveniyor, onları ahlak polisi gibi kullanıyordu.
Önemli bakanlar hariç bakanlıklar, komitelerin veya devrim mahkemelerinin istila­
sına uğramıştı. Humeyni'nin dönüşünden hemen sonra orduda disiplin kalmamış,
subaylar yurtdışına kaçtığı ya da tutuklandığı için komuta kademesi çökmüştü. Bu
ortamda ele geçirilen çok sayıda silah halka dağıtıldı. İktidar için çekişen gruplar

240
PEHLEVİLER VE İ RAN ISLAM CUMHURİYETI

artık bunun için gereken silahlara sahipti. Gruplar aynı zamanda ideolojik egemen­
lik için çekişiyordu. Ulema içinde bile sağdan sola kadar değişik görüşleri temsil
eden gruplar Humeyni'nin desteğini almaya çalışıyordu. Komitelerle işbirliği yapan
silahlı dini hizipler, kendilerini polis ve jandarma yerine koyuyordu.
İki Pehlevi şahı gibi Humeyni de kendi iktidarını tesis etmek için güvenlik kuv­
vetlerini kontrol etmeye ihtiyaç duyuyordu. İhtilaflı politik, ekonomik ve sosyal
programları yürürlüğe koymak için bu zorunluydu. Humeyni ve yandaşları dev­
rimin simgelerini kendi tekellerine almayı başardılar. Bunlar arasında karizmatik
devrim lideri rolü de vardı. Ayrıca herkese hitap edebilmek için solun dilini benim­
sediler. 1 979 boyunca Humeyni ve diğer dini liderler sınıf söylemini giderek daha
çok kullandı. Bu söylem içinde mustazafin, yani yoksullaştırılmış kişilere gönder­
meler geniş yer tutuyordu. Yoksullara ve güçsüzlere yardım edilmesi bizzat Hazreti
Muhammed'den beri önemli Müslüman değerleri arasında yer alır. Din adamla­
rı, büyük şehirlerde camiye dayalı sosyal hizmet ağları vasıtasıyla yoksul sınıfın
desteğini kazanmıştı. Mustazafin söylemi, Marksistleri ve genelde solu frenlemek
için kullanılıyordu. Bunu kullananlar arasında Ayetullah Hasan Mahmud Talikani
( 1 9 1 1 - 1 979 ) gibi çok önemli dini liderler de vardı. O sıralarda Tahran'da anlatılan
bir fıkraya göre üç ayetullah; Humeyni, Şeriatmedari ve Talikani bir taksiye bin­
mişti. Şeriatmedari sürücüye sağa dönmesini, Talikani ise sola dönmesini söylemiş­
ti. Humeyni ise sol sinyalini yakıp sağa dönmesini istemişti.
Velayet-i fakih olarak Humeyni, yanılmaz imam ile ona inananlar arasında bir
denge unsuruydu. Devrimin ve İran İslam Cumhuriyeti'nin yanılmaz ve tartışılmaz
lideriydi. Devlet ve sokağın oluşturduğu paralel kurumlar arasında da denge unsu­
ruydu. Bu konum ona kısmen tarafsızlık ve hangi yöne doğru yol alacağını seçmek
için zaman sağladı. 14 ay süren rehine krizi boyunca solu yatıştırdı, liberal laiklerle
birlikte çalışarak onları zayıflattı ve molla iktidarını sağlamlaştırmaya başladı.
Aralık ayında yapılan referandumda 1 979 Anayasası ezici çoğunlukla kabul
edildi. Bununla birlikte, yeni anayasanın nasıl uygulanacağı konusunda birtakım
önemli sorular ortada kaldı. ilk büyük soru, devletin yapısı ve otoritesinin kime
dayandığı çelişkisiydi. Halkın ve seçilmiş temsilcilerin rolü neydi? Velayet-i fakih
makamında veya iktidarı mollalara doğru çeviren Muhafızlar Konseyi gibi kurum­
larda değişiklik olduğu takdirde beklentileri nasıl karşılanacaktı? İkinci büyük soru
birinciyle ilişkili olmakla birlikte 1 980'de o kadar belirgin değildi ve kimlikle ilgi­
liydi: İran devletinde İslam ile milliyetçilik arasındaki denge nasıldır? Devrimden
sonra din adamlarının bazı yandaşları, İran'ın antikçağ mirasının en büyük simgesi
olan Persepolis'in yıkılması çağrısında bulundu. Bütün İranlılar birden fazla kim­
liğe sahipti. Laikler de dahil olmak üzere büyük bir kısmı, İran milliyetçiliğinde
İslam unsurunun önemli yer tuttuğunu kabul ediyordu. Ancak siyasileşmiş bir dini

241
İ RAN TARİHİ

kimliğin devletin yapısı üzerinde çok büyük etkileri olacaktı. Bu iki soru da o gün­
lerden beri ülkenin en tartışmalı sorunları olmaya devam etmektedir.
Ocak 1 980'de Ebu'! Hasan Beni Sadr (d. 1 93 3 ) İslam Cumhuriyeti'nin ilk cum­
hurbaşkanı olarak seçildi. Tahsilini Fransa'da yapan bu iktisatçının eğitim geçmişi,
laik ve milliyetçi yeni liberallere özgüydü. İlk meclis seçimlerini mollaların ağırlıkta
olduğu İslami Cumhuriyet Partisi kazandı. Parti bunun ardından Beni Sadr gibi
laik milliyetçilerle çatışmayı seçti. Bu arada SSCB Aralık 1 979'da, siyasi istikrar­
sızlığı kendi çıkarlarını tehdit eden Afganistan'ı işgal etmişti. Sovyetler ayrıca İslam
Devrimi'nin yaygınlaşarak Afganistan'da ve Orta Asya cumhuriyetlerinde istikrarı
iyice bozmasından korkuyordu.
Devrimden sonraki ilk birkaç yılda Humeyni ve yandaşları, dış müdahaleler
sonucu devrimin sekteye uğrayacağından korkup bunu savunmaya yönelik bir zih­
niyet benimsemişti. Mollalarla diğerleri bu korkuya karşı koyup İran'ı muhafaza
etmek için devrimin ihraç edilmesini savundular. Bu aynı zamanda, Müslüman dev­
letler topluluğunu bu kez Şii liderliği altında yeniden kurma rüyasını gerçekleştir­
meye yarayabilirdi. Ortadoğu'da yaşayan ve devrimi örnek alan radikal İslamcılar
bu fikre sıcak bakmakla beraber, Şii veya İran egemenliği altında yaşamaya hazır
değillerdi.
Beni Sadr'ın başkanlığı bir yıldan biraz uzun sürdü. Onun gibi özellikle Milli
Cephe'yle bağları olup 1 979 Anayasası'nda din adamlarının hakimiyetini kabul
eden orta sınıf mensupları, yeni hükümette önemli roller üstlenmeyi bekliyordu.
Bunlar bir siyasi istikrar örneği oluşturmayı ve yeni oluşan devlette bağımsız dav­
ranmaya devam eden din adamlarını dizginlemeyi ümit ediyordu. Başlangıçta Beni
Sadr da devrim ihracını savunmasına rağmen, laiklerin milliyetçiliği Humeyni'nin
İslam odaklı yönetimiyle ihtilaflıydı. Humeyni milliyetçiliğin simgesi haline ge­
len Musaddık'ı gözden çıkarmıştı. Ondan bahsetmesi gerektiği zaman "şu milli­
yetçi adam" diyerek aşağılıyordu. Daha devrimden önce tekrar yerüstüne çıkan
Musaddık'ın Milli Cephesi, devrimden sonra molla hükümeti konusunda hiziplere
bölünmüştü. Buna rağmen Beni Sadr ve başlangıçta Humeyni'yi destekleyen orta
sınıfın diğer üyeleri, bu kez onun desteğini aldıklarını sanıyorlardı.
İran siyaseti 1 979-8 1 yıllarında büyük çekişmelere sahne oldu. Baskın kişilik
Humeyni olduğundan bütün gruplar onun desteğini almaya çalışıyordu. Ancak so­
nunda hangi grubun bunu başaracağı açık değildi. Yelpazenin bir ucunda radikal
sol gruplar, diğer ucunda Hizbullah üyeleri (bunlar sokak çetelerinden pek farklı
değildi) ve din adamlarıyla bağlantılı olan ve sokak siyasetini temsil eden komiteler
vardı. Merkezde muhtelif laik milliyetçi gruplar yer alıyordu. Bunların başında mil­
liyetçiliğe ve meşrutiyetçiliğe bağlı Milli Cephe hizipleri geliyordu. Bunlar İslami
Cumhuriyet Partisi'ne ve özellikle devlet kontrolüne direnen unsurlarına muhalifti.

242
PEHLEVlLER VE IRAN ISLAM CUMHURİYETI

Humeyni'nin solu dengelemek için ortadakilere ihtiyacı vardı ama aynı zamanda,
hem merkeze hem sola karşı Hizbullah, İslami Cumhuriyet Partisi ve diğer molla­
ları kullanıyordu.
lrak'ın Eylül 1 980'de İran'ı işgal etmesi, ülkede siyaseti adamakıllı karıştırdı.
Yine de savaş bir kez daha bütün İranlıları milliyetçi bir temelde birleştirmişti. Sad­
dam Hüseyin İran'ın içinde bulunduğu devrim sürecinden, ordunun büyük ölçüde

8.8 Makineli tüfek taşıyan çarşaflı bir kadını gösteren posta pulu. Pul, Müslüman
kadınların modern rolünü vurgulamak amacıyla Irak Savaşı sırasında çıkarılmıştı.

zayıflamasından ve dış dünyada tecrit edilmesinden yararlanmayı umuyordu. ABD,


Irak'ın ülkeye girmesini rehinelerin salınması için yaptırım olacağı ümidiyle uygun
karşıladı. Irak'ın savaşı başlatmaktaki amacı eski bir sınır anlaşmazlığını gider­
mek, İslam Devrimi ihracıyla laik lrak'a karşı herhangi bir tehdide son vermek ve
muhtemelen din devletini yıkmaktı. Bağdat, ayrıca Irak nüfusunun yüzde 60'ını
oluşturan Şiilerin Humeyni'yi desteklemesinden korkuyordu. Bu nüfusun büyük
kısmı Bağdat'ta ve ülkenin güneyinde yaşıyordu.
ABD tarafından desteklenen İran 1975'te lrak'ı yeni bir sınır çizgisini kabul
etmeye zorladı. Şattülarab'ın kıyısından derin su noktasına taşınan yeni sınır saye­
sinde İran'ın hala önemli bir liman olan Hürremşehr'e ve Abadan'daki rafineriye
denizden ulaşımı mümkün hale geldi. Gerçi şah Basra Körfezi'nin güney ucunda,
Irak'ın müdahalesinden uzakta yeni bir petrol limanı ve rafineriler yaptırmıştı. Irak
1 975 Aıılaşması'nı egemenliğinin ihlali olarak görüyor ve küçük düşürüldüğünü
ileri sürüyordu. Devrimden sonra bazı İranlı liderler, başta Iraklı Şiiler olmak üzere
bütün Müslümanları İran modelini örnek almaya çağırdı. Iraklı Şiilerin bir kısmı

243
IRAN TA.Rllii

İslami devleti desteklemesine rağmen çoğu Irak yönetimine sadık kaldı. Saddam
Hüseyin'in büyük kısmı petrol zengini Huzistan eyaletinde yaşayan İranlı Arapla­
ra, Arap milliyetçiliği temelinde yaptığı çağrı da aynı şekilde rağbet görmedi.
Irak ordusunun başlangıçta başarılı olup Hürremşehr'i işgal etmesine rağmen
İran ordusu zayıf durumda olduğu halde ayakta kalmayı başardı. Yeniden örgüt­
lenen İran ordusu kaybedilen toprakları geri aldıktan sonra Irak'a karşı saldırıya
geçti ve Fao Yarımadası'nı ele geçirdi. Düzenli ordunun yanı sıra Pasdaran adı
verilen Devrim Muhafızları ve Besic adı verilen genç gönüllü milisler de savaşıyor­
du. Sekiz yıl süren savaş 1 9 8 8 'de sona erdiğinde, iki tarafın ölü sayısı ürkütücü
bir rakama ulaşmıştı. Savaşın son döneminde Irak, Tahran ve diğer şehirleri vuran
füzelerin yanında kimyasal silahlar kullanmaktan da çekinmemişti. İran'ın sorun­
larını artırmak isteyen Irak, uzun zamandır burada yaşayan İranlıları sınır dışı etti.
Bir kısım İranlıysa gönüllü olarak İran'a sığındı. 1 980'lerin ortasında İran'da Irak
ve Afganistan'dan gelen yaklaşık 4 milyon mülteci yaşıyordu.
Savaşın İran hükümeti içindeki siyasi bölünmeleri de derinleştirmesi sonucu Be­
ni Sadr düştü. Humeyni cumhurbaşkanının otoritesine meydan okuyan paralel bir
savaş konseyi oluşturmuştu. Bunun dışında Beni Sadr'ın başını kendi başbakanı ve
İslami Cumhuriyet Partisi ağrıtırken, Hurneyni'ye yaptığı çağrılar cevapsız kaldı.
Beni Sadr rakipleriyle Tahran'da değil, milliyetçi lider olarak medya kampanyası
yürüttüğü Huzistan'daki cephede karşılaştı. Savaşı en iyi şekilde yönetmenin yol­
ları konusunda Tahran'daki farklı görüşlere karşı orduyu başarıyla savundu. Baş­
kentteki düşmanlarına kamuoyu üzerinden saldırırken aynı zamanda başkan ola­
rak diğer sorumluluklarını yerine getirdi. Savaş halindeki cumhurbaşkanı, milli bir
atmosferde artan sokak gösterilerine karşı merkez ve sol grupları harekete geçirdi.
Yükselen baskılar onu ve yandaşlarını İslami Cumhuriyet Partisi ve Devrim Muha­
fızları karşısında köşeye sıkıştırdı. Kendi yandaşları arasında önemli din adamları
ve meclis vekilleriyle, pazar ve ordu mensupları vardı. Beni Sadr'ın Humeyni'ye
ve devrime bağlılığıyla birlikte meşruiyeti de sorgulanıyordu. Sonunda bütün ül­
kede daha iyi örgütlenmiş olan İCP; devlet kurumlarını, bakanlıkları, televizyonu,
yargıyı, polisi, Devrim Muhafızlarını, ahlak zabıtası gibi hareket eden Hizbullah­
çıları kontrol altına aldı. Beni Sadr başkanlık makamında bulunmasına rağmen,
Humeyni'nin yavaş yavaş desteğini çekmesi sonucu, 1 9 8 1 Temmuzu'ndan itibaren
yeraltına geçmeye mecbur kaldı.
Beni Sadr'a temel destek halk arasında kısaca Mücahidin diye bilinen Halkın
Mücahitleri Örgütünden geldi. Mücahidin, 1 963'ten sonra bütün muhalefet grup­
larının bastırıldığı süreçte, radikal İslamcı bir grup olarak kuruldu ve 1 970'lerin
başına kadar yeraltında kaldı. Marksist, hatta sosyalist olduğunu reddetmesine
rağmen İran toplumuyla siyasetinin İranlı Şii bağlamında radikal biçimde dönüş-

244
PEHLEVlLER VE IRAN ISLAM CUMHURİYETİ

türülmesi çağrısında bulundu. Üyelerinin büyük kısmı yeni orta sınıfa ve aydınlara
mensuptu. Genç üyeleri lise ve üniversite öğrencileriydi. Başlangıçta Humeyni'yi
destekleyen Mücahidin, devrim öncesinde ve sırasında önemli roller üstlenirken
pek çok üyesi hapse atıldı. Örgütün Humeyni'yle ayrılığı 1 980 ortasında başladı.
Mollaların siyasi hakimiyetine karşı Haziran 1 9 8 l 'de büyük sokak gösterileri dü­
zenledi ve din adamlarının meşruiyetine ciddi biçimde meydan okudu. Beni Sadr'ın
yenilmesinden sonra Mücahidin, molla otokrasisi konusunda Humeyni ve İCP ile
yollarını kesin biçimde ayırdı. 1 9 8 1 yazında siyasi istikrarsızlık artarken şiddet ye­
ni boyutlara ulaştı. Hedeflerine ulaşamadığı için öfkelenen Mücahidin, dini-politik
düzene karşı bombalama ve suikast eylemleri başlattı. Hazirandaki bir bombala­
mada önde gelen İCP yetkilileri öldürüldü. Ülke çapında diğer dini ve idari liderlere
suikastlar düzenlendi. Ağustosta hem yeni Cumhurbaşkanı Recai hem de Başbakan
Bahunar öldürüldü. İran siyasetini değiştiremeyeceğini anlayıp yenilgiyi kabullenen
Mücahidin lideri, Beni Sadr'la birlikte el koyduğu bir uçakla Fransa 'ya kaçtı. Ekim
1 9 8 1 'de cumhurbaşkanı seçilen Hüccet-ül İslam (ayetullah mertebesinin altında bir
unvan) Ali Hamaney, aynı makama 1 985'te bir kez daha seçildi.
Bu arada Irak'la süren savaş iç siyaseti belirlemeye devam ediyordu. Diğer dış
faktör olan ABD, Ocak 1 9 8 1 'de 52 rehinenin serbest bırakılmasıyla birlikte öne­
mini kaybetmişti. Beni Sadr'ın düşüşünden sonra muhalefete yönelik siyasi baskı
amı. Üst düzey ayetullahlar arasında en önemlilerinden olan Muhammed Kazım
Şeriatmedari (ö. 1 98 5 ) Tebriz'de ev hapsine alındı. Din adamlarının siyasi rolüne
sessizce karşı çıktığı halde, böyle yapmakla Humeyni'yi tehdit eden en büyük dini
rakip haline gelmişti.
Bu esnada azınlıklara yönelik baskılar genel olarak arttı. Etnik ve azınlık gruplar
devrimin başından itibaren 1 9 8 1 boyunca yerel kimliklerini ve özel hedeflerini ulusal
kimliğe tabi kılmışlardı. Bunu yaparken belli bir derece özerklik, kültür ve dil ala­
nında serbestlik beklentileri vardı. 1 979 Anayasası İranlı Zerdüştlerin, Yahudilerin
ve Hıristiyanların haklarını geleneksel İslami koşullara göre tanıyordu. Buna karşılık
diğer dini azınlıkların, özellikle İranlı Sünnilerin ve Bahailerin sadakati kuşkuluydu.
Kafir olarak görülen Bahailere karşı ciddi siyasi, sosyal ve ekonomik kısıtlamalar
getirilirken pek çok lideri hapse atılıp idam edildi. Aşiretlerin, azınlıkların ve diğer
etnik grupların liderleri de meclise seçilseler bile gözetim altındaydı. Humeyni Kürt
liderlerin, anayasanın kendilerine özerklik vermesini ve Kürtçenin resmi dil olarak
kabul edilmesi talebini reddetti. Ordu sadece Kürdistan 'daki değil, Belucistan'daki,
Mazenderan'daki Türkmen ve güneydeki Kaşkay muhalefetini de ezdi. Devletin mer­
keziyetçiliğine ve molla iktidarına direniş görülen her yerde ordu üstesinden geldi.
İCP'nin çoğunlukta olduğu mecliste farklılıklara henüz tahammül edilebili­
yordu. Ekonomi, özellikle hükümetin iş dünyası, sanayi ve tarımdaki politikaları

245
İRAN TARİHİ

hakkında farklı görüşler dile getiriliyordu. Din adamlarının kontrolünde devlet te­
kelleriyle vakıflar kurulurken, ulemayla yakın ilişkisi bulunan bireysel girişimci­
ler servet ve güç sahibi oldular. Devlet kontrolünün kapsamı genişledi. Pehleviler
bütün kamu kurumlarını devlete tabi kılmıştı. Yeni İslami cumhuriyet hükümeti
de be�zer şekilde bir kültür devrimi başlattı. Amaç bütün bakanlıklar, ordu ve gü­
venlik güçleri, yargı, taşra yönetimleri, üniversiteler, radyo ve televizyonda bilinen
muhalifleri temizlemekti. Devrimci tecrübe kazanmış, dini liderlerle bağlantısı olan
ve genellikle gençlerden oluşan yeni bir elit, Pehlevi yanlısı elitin yerini aldı. Eski
elitin bir kısmı yurtdışına kaçarken diğerleri tutuklanıp milislerin ağırlıkta olduğu
mahkemelerde alelacele yargılandı ve genellikle idam edildi. Bunlardan en dikkat
çekici olanı, 1 979'da yargılanıp idam edilen, şahın başbakanı Emir Abbas Huvey­
da idi. Devrimde önemli rol oynayanlardan bazıları bile yargılanıp çabucak idam
edildi. Humeyni'nin ilk danışmanlarından olan Sadık Kutbzade 1 9 82'de bu akıbeti
paylaştı. Muhalifler genellikle uyuşturucu kaçakçılığı, fahişelik ve eşcinsellik gibi
ahlaki unsurlarla suçlanıyordu. " İslami " kıyafetler giyilmesi zorunlu hale getirildi.
Keyfi tutuklamaların devam etmesi sonucu onbinlerce insan işkenceye maruz kaldı
ve bir kısmı öldürüldü.
Dinci hükümet cuma namazlarının ardından bütün ülkede kitle gösterilerini
kurumsal hale getirdi. Cuma namazını kıldıran, devletin atadığı imamlar tarihi
ve önemli bir güce sahipti. Şimdi hükümette yer alan önemli dini liderler, yeni bir
politikayı uygulamaya koymak veya rejimin düşmanlarını saptamak için Tahran
Üniversitesi'ndeki cuma namazlarını kullanıyordu. Medreselerde dini eğitim almak
isteyen öğrencilerin sayısında ciddi bir artış vardı. Yeni mezun olmuş din adamları,
köylüleri ve aşiret mensuplarını onaylanan İslami değerlere göre sosyalleştirmek
için ülkenin dört bir yanına dağıldı. Kum şehri İran-Irak Savaşı sırasında Şii öğ­
retisinin en büyük merkezi haline gelerek Necef'le Kerbela'nın yerini aldı. lrak'ın
farklı kültürel ve tarihi bağlamından dolayı, bu iki şehirde yaşayan yüksek mer­
tebeli ulema, velayet-i fakih makamına ve din adamlarının doğrudan siyasi roller
üstlenmesine karşı çıkıyordu.
Aydınlarla orta sınıf Batılılaşma ve modernleşmeyi desteklemekle birlikte Pehle­
vi otokrasisini reddediyordu. Bu gruplar, devrimin son döneminde ve İran'a dönü­
şünün ilk aylarında Humeyni'nin liderliğini kabul etmekle birlikte, liberal ve meş­
rutiyetçi siyasi değerleri savunuyorlardı. Bunlar dinci bir hükümet ve otokrasinin
hüküm süreceğini beklemiyordu. Aydınların, öğrencilerin, meslek sahipleri ve orta
sınıf ile şehirli kitlelerin yer aldığı geniş koalisyon şahı devirmesine rağmen 1 9 8 1 'in
ilk yarısında dağıldı. İCP devletin içindeki zorlayıcı unsurları ve Hizbullahçıları,
sokaklarda bilinen muhaliflere saldırtmaktan çekinmedi. Humeyni hala kitlelerin
sadakatine sahipti ve şaşırtıcı bir şekilde acımasız baskıların, devletin kışkırttığı

246
PEHLEVİLER VE İ RAN ISLAM CUMHURiYETİ

şiddetin dışında görülüyordu. Fakat pek çok yandaşı devrimci değişimden, devle­
tin yönlendirdiği şiddetten ve sivil karışıklıktan yorgun düşmüştü. Artık normale
dönülmesini arzuluyorlardı. Humeyni 1 982 sonunda, ülkeyi iki yıl boyunca sarsan
terörü dizginlemeye başladı.
İktidar din adamlarının otoritesinin yok olması pahasına pekiştiriliyordu. Hu­
meyni, Pehlevilerin yönetimi sırasında İran'da meydana gelen büyük değişimleri
görmezden geliyordu. 1 980'lerde devletle arasına mesafe koymaya başlayan mo­
dern orta sınıf, devlete ve hatta dine giderek derinleşen bir kuşkuculukla bakıyordu.
Üst orta sınıfa mensup yaklaşık bir milyon İranlı ülkeyi terk ederek Batı'ya yerleşti.
Bu insanların becerileri ve sermayesinin eksikliği büyük ölçüde hissedildi. Alt orta
sınıf da yabancılaşma tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Pek çok İranlı gibi işçiler de yük­
sek enflasyon, yokluk, işsizlik ve yaşam standardının düşmesi yüzünden öfkeliydi.
İran-Irak Savaşı'nın yarattığı insan kayıpları ve ekonomik maliyet bu sorunları kat­
lıyordu. Humeyni Aralık 1 9 82'de sekiz maddelik bir bildiri yayımlayarak hüküme­
tin İranlıların hayatına yaptığı hukuk dışı müdahalelere son vermesi çağrısında bu­
lundu. Tartışmalı uygulamalarını standartlaştırmak amacıyla hukuk şeriata uygun
biçimde İslami hale getirildi.
Normale dönmek için birtakım girişimler yapılsa da Humeyni, Devrim Mu­
hafızları ve Muhafızlar Konseyi 1 982'den sonra siyasi gücü bırakmadı. Devrim
liderleri ilk kez kendini büyük gösteren ideolojiden ziyade ekonomik sonuçlarla
ilgilenmeye başladılar. Geleneksel kitle tabanlarını yeniden kazanmaya ihtiyaçları
olduğunu anlamışlardı. 1 980'lerin başındaki siyasi karmaşanın neticesinde farklı
siyasi ideolojiler ve gruplaşmalar, birbiriyle çelişen ekonomi politikalarına yol aç­
mış; bu da bütün ekonomik göstergelerin gerilemesine neden olmuştu. Yokluklar
ve karneler, yüksek enflasyon, yüksek işsizlik içinde yaşanan ekonomik durgunluk,
bütçe açıkları, temel gıda maddelerinde fiyat denetimi ve sübvansiyonlar, petrol
gelirlerinde ve döviz rezervlerinde azalma; hep bu dönemin eseriydi. İran'ın ekono­
mik sıkıntıları diğer sorunlar yüzünden iyice artmıştı . Savaşın getirdiği mülteciler
ve ekonomik maliyet, hükümetin iç politikalarının başarısızlığı, İran'ın dış dünya­
da tecrit olması bunlardan bazılarıydı.
Devrimden sonra hükümetin sanayi ve imalatı, bankacılığı, büyük ölçekli şir­
ketleri millileştirmesi sonucu, devletin baş ekonomik aktör olarak rolü iyice arttı.
Petrol en büyük gelir kaynağı olmaya devam etti. Önce artan petrol üretimi ve
gelirleri, 1 9 80'lerin ortasında dünya petrol fiyatlarının düşmesiyle birlikte azaldı.
Tarım politikalarındaki tutarsızlık üretimi olumsuz etkiledi. Devrim öncesi gıda
ithalatı ve sübvansiyonları kesintiye uğramıştı; hükümet yeni sübvansiyonlar yo­
luyla buğday fiyatlarını kontrol etmek için devreye girince, temel gıda maddesi
olan ekmeğin fiyatı düşük kaldı. Bu hamle toplumsal ve siyasi nedenlerle yapıl-
IRAN TAR1HI

mıştı. Örneğin et ithalatı kesilince İran kuzusunun fiyatı ciddi oranda arttı. Bunun
sonucunda otlaklarda beslenen koyun ve keçi miktarının çoğalması giderek azalan
otlaklara daha fazla yük binmesine yol açtı . Bazı yerlerde ekilebilir tarım alanlarına
geçilmesi otlak sıkıntısını iyice artırdı. Ayrıca uzayan savaş, genç askerlere talebi
arttırınca çoban sıkıntısı doğdu. Son olarak tutarsız toprak kanunları tarımı olum­
suz etkiledi.
Ekonomi politikalarının geliştirilmesi ve uygulanması en iyi şartlarda bile, ide­
oloji ve siyasetten bağımsız kalamayan karmaşık bir iştir. Hükümet 1 9 80'lerin or­
tasında ekonominin kontrolünü ve planlamasını teknokratlara devretti. Genellikle
Batı'da eğitim görmüş bu teknokratlar bile rejimin sosyal politikasını göz önüne
almak zorundaydı. Bu politikanın içinde mustazafin kesimine yönelik sübvansi­
yonlar da vardı . Böylece Tahran ve diğer büyük şehirlerde mollaların siyasi tabanı
ve şehit aileleriyle savaş mağdurları güvence altına alınıyordu. Ayrıca molla grup­
ları ve bireyleri bütün bir işkolunu ve sanayiyi içine alan vakıfları veya bünyadları
kontrol ediyor ve bunların yönetimine karşı müdahalelere direniyordu. Genellikle
verimsiz olan bu işletmeler düşük faizli kredilerle sübvanse ediliyordu. İran'ın mol­
lalara karşı uzun bir geleneği olduğu için din adamlarının yolsuzluğu ve yetersizli­
ğiyle ilgili suçlamalar halk arasında yaygın biçimde dile getiriliyordu.
Ekonomik planlamada İran'ın artan nüfusunun dikkate alınması gerekiyordu.
Dinci hükümet başlangıçta aile planlamasına karşı çıkmakla birlikte, 1 990'larda
nüfus artış oranı binde 41 'e ulaşınca, bu politikadan vazgeçmek zorunda kaldı.
1 970'te 28.7 milyon olan nüfus 1 9 8 0'de 39.3 milyona, 1 9 90'da 55.6 milyona ve
2000'de 67.4 milyona yükseldi. Köyden kente göç artarak devam etti. Günümüz­
de İran nüfusunun yüzde 64.2'si şehirlerde yaşamaktadır. Tahran'ın nüfusu bü­
yük oranda artarak 1 0- 1 2 milyona yükseldi. Çok genç bir nüfusa sahip olan İran
halkının üçte biri 15 yaşın altında, üçte ikisi 30 yaşın altında bulunmaktadır. Bu
durum öğretmen açığına, okul, üniversite ve iş sıkıntısına yol açtı. Kronik işsizlik
ve personel azlığı, hızla artan genç nüfusla bir araya gelince; uyuşturucu kullanımı,
alkolizm, fahişelik gibi sorunlar çoğaldı. İslamcı hükümet bu durumu gönülsüzce
kabullenmektedir.
Siyasi engeller ve yerleşik çıkarlar, gelir ve sermaye yetersizliği, savaş, hızla artan
nüfus içinde çok sayıda ötkeli gencin bulunması gibi olumsuzluklara rağmen birta­
kım kazanımlar da sağlandı. Her seviyedeki eğitim bütün ülkeye yayılırken okur­
yazar oranı ciddi biçimde arttı. Yol, elektrik, iletişim gibi altyapı hizmetleri bütün
İran'a yayılınca, en uzak bölgelerin bile ülke geneliyle irtibatı kolaylaştı. Altyapının
büyümesi hükümet kontrolünün de artmasını sağladı. Daha önce yaşanmamış bi­
çimde özel konutlara ve bireylerin yaşamına devlet müdahalesi görüldü. Öte yan­
dan Tahran'daki iktidarın bir kısmı taşra merkezlerine devredildi. Taşradaki karar

248
PEHLEVİLER VE lRAN ISLAM CUMHURiYETİ

verme mekanizmalarına katılan İranlıların sayısı arttı. Bölge merkezleri, iktidar ve


himayenin aracısı olarak ortaya çıkınca, yetki devri etnik ve yerel kimliklerin güç­
lenmesiyle sonuçlandı. Tahran'ın iktidar, ekonomi ve kültür merkezi olarak önemi
artmaya devam etti. İsfahan ve Tahran gibi şehirler daha yaşanır oldukça, bu gibi
büyük şehirlerin valileri önemli ve popüler şahsiyetler haline geldi.
1 9 80'lerin başında uygulamaya konan kültür devrimi, en az siyasi devrim kadar
derin ve geniş etkilere sahipti. İslam Cumhuriyeti hükümetinin sosyal ve kültürel
politikalarının amacı, Pehlevi Batılılaşma hareketinin yerine İslami maneviyatı ge­
çirmekti. Ne var ki dinci hükümet bu politikalarda bir ileri bir geri adım attı. Üni­
versitelerin ve diğer kültürel kurumların temizlenmesi acımasızca gerçekleştirildi.
Devlete bağlılığından şüphe duyulan mensupların ve fakültelerin yerine, kamuoyu
önünde İslami değerleri benimseyen ve yeni rejime sadık olanlar geçirildi. Gelenek­
sel İranlı değerlerin yerine İslami değerler ve İslami kimlik yerleştirilmeye çalışıldı.
Halk İslamiyet öncesinden kalma Nevruz kutlamalarından caydırılmaya çalışılsa
da pek faydası olmadı. Sadece İran'ın İslamiyet öncesi geçmişi değil, yeni İslami
gereklerle uyuşmayan İslamiyet çağına ait kültürel üretim de saf dışı edilmeye uğ­
raşıldı. Örneğin, Firdevsi'nin Şehname'si bile kısa bir süre yasaklandı. İslamiyet ön­
cesi arkeolojik anıtlar küçümsendi. Çocuklara devrimden önce daha popüler olan
İslamiyet öncesi kahramanların adı verilirken, devrim sonrası Müslüman adlarının
konulması yaygınlaştı; ancak İran'ın geçmişine ciddi biçimde leke süren tavırları
benimseyen İranlıların sayısı fazla değildi. İran milliyetçiliğinin en kalıcı kimlik
olarak ortaya çıktığı İran-Irak Savaşı olmadan bile, İran kültürü ve kimliği zirvede
kalmaya devam etti.
Pehleviler gibi İslam Cumhuriyeti hükümeti de basılı medya ve gazetelere doğ­
rudan sansür ve kısıtlamalar uyguladı. 1 990'ların ortasında hafifleyen bu yasaklar,
reformcuların seçilmesinde medyanın etkisi ortaya çıkınca tekrar getirildi. Yazar­
larla sanatçılar devrimin başında ve hemen ertesinde yurtdışına kaçarken bir kısmı
1 990'larda geri döndü. İranlılar dünyadan kopukluğu ve seyahat kısıtlamalarını
aşmaya çalışırken yabancı kitapların tercümesi yaygınlaştı. Müfredatın bir par­
çası haline gelen resmi İslam, kamu görevlerine, okullara ve üniversitelere girişin
zorunlu şartı oldu. Arapça eğitim yaygınlaşmakta birlikte, İngilizce, dil eğitim mer­
kezlerine giden çok sayıdaki öğrencinin ilgi odağı olmaya devam etti. Bilgisayar
teknolojisinin kullanımı katlanarak artınca ve devletin kontrolünü zorlaştırdıkça
medreselerde bile İngilizcenin önemi iyice çoğaldı. Devlet sansürüne rağmen ortaya
çıkan renkli sinema filmleri uluslararası alanda övgüler kazandı. Çanak antenlerin
yasaklanması nedeniyle televizyon yayınları doğrudan kontrol ediliyordu, ancak
uygulama gelişigüzel yapıldığı için çanakların yanı sıra yasaklanan filmlerin diske
kaydedilen kopyaları el altından satılmaya devam etti.
lRAN TARlHl

Kutsal şehirlere yapılan hac gezileri ve mezarlık ziyaretleri uzun zamandır İran
popüler kültürünün bir parçasıydı. Savaş yüzünden Hz. Ali'nin Necef'teki, Hz.
Hüseyin'in Kerbela'daki türbelerine gitme imkanı ortadan kalkınca, Kum şeh­
rinde Hz. Fatima'nın, Meşhed şehrinde İmam Rıza'nın türbeleri hac ziyaretinde
önem kazandı. Hac gezileri ve ölüleri anmanın sadece dini değil aynı zamanda

8.9 Tahran'da Humeyni ve şehit annesini gösteren iki duvar resmi (fotoğraf: Gene R. Garthwaite)

sosyal yanları da olduğundan, İslam Cumhuriyeti hükümeti tarafından siyasileşti­


rildi. Tahran'ın güneyindeki Bihişt-i Zara gibi savaş kurbanlarına ayrılan mezar­
lıkların büyük ölçüde genişletilmesi gerekti. Buraya gömülenler için yapılan an­
ma toplantıları büyük önem kazandı. I lumcyni'nin hayatı, daha Haziran 1 9 8 9'Ja
sona ermeden önce kült niteliğine ulaşmıştı. Ölümünden sonra Bihişt-i Zara'da
inşa edilen anıt mezar, rejimi destekleyenlerin ve yoksul şehirli sınıfın ziyaret ettiği

250
PEHLEVlLER VE İRAN ISLAM CUMHURiYETİ

büyük bir türbe ve sosyal merkez haline geldi. Özellikle kadınlar, çocuklarını ve ye­
meklerini alıp burada diğerleriyle buluşarak günlerini geçirmekteler. Yöneticilerin
meşruiyeti açısından her zaman önemli olan cuma namazları, bu rolü üstlenmeye
devam etti. Namazlar aynı zamanda devlet politikalarının propagandası açısından
önem kazandı. Muharrem törenleri ve taziye, hala büyük kalabalıkları çekiyor; an­
cak artık şah örneğinde olduğu gibi gözden düşen liderleri, Yezid gibi nefret edilen
kişilere benzetme uygulaması yapılıyor. Rejim karşın duygular artık İslam karşıtı
bir havaya bürünüyor. Orta sınıfa mensup pek çok İranlı kuşkuculuğunu, İslami
kurallara karşı çıkarak içki içmekle, yasaklanan kasetleri seyretmekle veya kamu­
oyundaki tavırlarıyla sergiliyor. Özellikle pek çok genç şehirli kadın, İslami olarak
kabul edilen kıyafet sınırını zorluyor.
İslam Cumhuriyeti hükümetinin sosyal etkisi, en çok kadınların statüsüyle ilgili
politikalarında açığa çıktı. Pehleviler modernleşme ve Batılılaşma politikalarıyla
kadınların kamuda daha çok rol oynamasını ve katılımını teşvik ediyordu. Şehirli
orta ve üst sınıf kadınlar kaçınılmaz olarak bu politikalardan, alt sınıf ve köylü
kadınlara göre daha çok yararlanıyordu. Meslek sahibi genç kadınlar devrimde
faal rol oynadılar. 1 970'lerde kadınların bir kısmı Batı kıyafetleri giymeye devam
ederken, bir kısmı da şaha muhalefetini göstermek için çarşaf veya vücudun her
tarafını örten çador giydi. Askeri veya radikal grupların bazı mensupları askeri
eğitim elbisesi bile giyiyordu, ancak radikallerin bir kısmı da örtünerek giyinme­
ye başladı. Rıza Şah 1 936'da peçe takmayı yasakladıktan sonra bile, alt sınıflara
mensup şehirli kadınlar dindarlıklarını göstermek için çador giymeye devam etti.
Pehlevi döneminde aynı şekilde orta ve üst sınıflara mensup kadınlar namaz ve
dini törenler sırasında çador giydi. Asgari düzeyde bir başörtüsü ve uzun bir palto
giymeyi gerektiren tesettür uygulaması 1 979 baharında ortaya çıktı . Bunun ardın­
dan Hizbullahçıların ve daha sonra ahlak polisinin kadınları tesettüre zorlaması, o
zamana kadar Batılı kıyafetler giymeye alışmış kadınları, en az 1 936'da halka açık
alanlarda tesettürün yasaklanması kadar şaşırttı. Artık genç kızlar başta olmak
üzere orta sınıfa mensup kadınlar İslami yönetim ve kimliğe karşı çıkışlarını teset­
türün sınırlarını zorlayarak ve isyankar davranışlarla sergiliyorlar. Tesettür onlara
göre bağımsız seçim yapma imkanının engellenmesini simgeliyor. Üst ve orta sı nı f
mensubu genç kızlarla erkekler, popüler Batılı akımları ve modayı yakından takip
ediyor. Kişisel özgürlüğe, rejime karşı olmanın işareti, ekonomik ve kültürel öf­
kenin dışavurumu, Batılı olmasa bile modern bir dünya içindeki yerlerinin onayı
olarak değer veriyorlar.
Devrimden sonra dini liderler kadınları eş, anne ve ev bakıcısı olmaktan ibaret
geleneksel rollere zorladı. Savaşın patlak vermesiyle bu kez kadınlar şehit anne­
si haline getirildi. Kadınların kamu ve çalışma hayatındaki görevlerine getirilen
İRAN TARİHİ

kısıtlamalar ailelere ekonomik açıdan darbe vurdu. Ancak savaşın çıkması ve ar­
tan hayat pahalılığı karşısında ekonomik zorunluluklar yüzünden bu kısıtlamalar
gevşeyince, kadınlar işgücüne yeniden katıldı. 1 967'de çıkarılan laik Aile Koruma
Kanunu geçersiz ilan edilince kadınların şeriata dayalı yükümlülükleri yeniden ge­
tirildi. Böylece evlenme, boşanma ve çocuk vesayeti alanındaki hakları büyük ölçü­
de gasp edildi. Yasal evlenme yaşı önce on üçe, hatta bir ara dokuza düşürüldükten
sonra on beşe çıkarıldı. Okullarda, işyerlerinde, eğlence ve dinlenme alanlarında
cinsiyet ayrımı uygulandı. Bununla birlikte kadınlara oy kullanma ve devlet me­
murluğu yapma hakkı getirildi. Erkekler ve kadınlar arasındaki okuryazar oranı
farkı ciddi ölçüde azaldı. Son yıllarda üniversiteye giren kadınların sayısı erkekleri
geçti. Cinsiyet ve kuşak değişimlerinin sosyal ve kültürel etkisi dışında muazzam
bir siyasi etkisi de oldu. 1 9 90'1arın sonunda kadınlar ve gençler ezici bir çoğunluk­
la reformcu bir cumhurbaşkanı ve meclis seçti. Bu gelişme, 1 9 8 1 'den beri ilk kez
molla egemenliğini tehdit edici boyuta vardı.
Beni Sadr'ın 1 9 8 1 'de iktidardan uzaklaşmasıyla birlikte Humeyni Tudeh'i
de yasakladı ve karşı görüşte olan herkesi hain ilan etti. Pehlevilerin kendilerini
İran'la ve milliyetçilikle özdeşleştirmesi gibi Humeyni de kendini İslamla ve İs­
lam Cumhuriyeti'yle özdeşleştirmişti. Humeyni, İCP'ye egemen tutucu mollalardan
oluşan Muhafızlar Konseyi ve Devrim Muhafızları 1 980'1erin ortasında devleti,
devlet kurumlarını, bütün baskı araçlarını ele geçirip devrimin ve İslamın simgeleri­
ni kontrol altına aldılar. Kısacası İran ikinci devrimin sonunda, modern bir devletin
merkeziyetçi yapısı içinde bir teokrasi haline gelmişti. İktidarın bu şekilde pekişti­
rilmesi, devrimden sonra özel maksatlarla yaratılan paralel kurumların devlet ya­
pısıyla bütünleşmesine imkan verdi. Ancak bu kurumların başına buyruk yöneti­
cileri, hükümet kontrolünün yarattığı bütçe kısıntıları ve bürokratik müdahaleden
hoşlanmamıştı.
1 9 82'den sonra, dini-siyasi elit içinde önemli meseleler konusunda ihtilaflar su
yüzüne çıktı. Bunların arasında lrak'la devam eden savaş ve dış ilişkiler, İran eko­
nomisinde devletin rolü ve bariz biçimde yaşlanan Humeyni'ye bir halef atanması
başta geliyordu. Bu üç mesele konusunda birbiriyle kesişen ve değişen dini hizipler,
çeşitli lider şahsiyetlerin etrafında toplandı. Bu liderler Cumhurbaşkanı Hüccet-üt
İslam Ali Hamaney (d. 1 939), Başbakan Hüseyin Musavi, meclis sözcüsü Hüccet­
ül İslam Ali Ekber Haşimi Rafsancani (d. 1 934) ve Ayetullah Hüseyin Ali Mun­
tazari ( 1 922-2009) idi. Humeyni, büyük güven duyduğu ve vekil olarak atadığı
Muntazari'ye önemli devlet sorumlulukları verdi. Muntazari, ayetullah olmasına
rağmen bu unvana sahip birinin itibarından yoksundu. Bu yüzden velayet-i fa­
kih makamına adaylığı tartışmalara yol açtı. Öte yandan, sonunda Humeyni'nin
yı· r i n e geçen Hamaney de dahil olmak üzere diğer adayların ne ayetullah unvanı

252
PEHLEVİLER VE İRAN İSLAM CUMHURİYETİ

ne de gereken ehliyeti vardı. Ayrıca Muntazari'nin sağduyusu, liderliği ve donuk


kişiliği konusunda kuşkular da vardı. Anayasaya göre, velayet-i fakih makamına
geçmeye uygun bir aday olmaması durumunda, seçim yoluyla yüksek mertebe­
li alimlerden oluşan bir liderlik konseyinin toplanarak içlerinden birini seçmesi
gerekiyordu. 1 983'te böyle bir konsey seçilmişti. Muntazari 1 9 8 9'da haleflikten
çekilmeye zorlandı. Humeyni'nin 3 Haziran 1 98 9'da ölümünün ardından Liderlik
Konseyi, rehber unvanı verdiği Hamaney'i lider olarak seçti. Bir süre sonra, belli
bir şüpheciliğe rağmen ayetullah unvanı verildi. Temmuz ayında cumhurbaşkanı
olan Rafsancani'nin gücüyse din alimliğinden çok siyasi pragmatizme, dikkate de­
ğer servetine ve işadamlarına özgü keskin zekasına dayanıyordu.
On iki hukuk aliminden meydana gelen Muhafızlar Konseyi, 1 9 80'ler boyun­
ca güçlü bir kurum olarak varlığını sürdürdü. 1 906-7 Anayasası'na göre, ulema
içinden seçilen beş üye benzer bir grup oluşturmuştu. Ne var ki, çıkarılan bütün
kanunların İslama uygun olup olmadığına karar verecek bu heyet asla işlerlik ka­
zanamadı. 1 979 Anayasası ile Muhafızlar Konseyi'nin kurulmasıyla bu fikir yeni­
den hayata geçti. Humeyni'nin tarafsızlığı, hizipler arası çekişmelere ve ideolojik
ihtilaflara daha en başından müdahale etmedeki isteksizliği, seçenekleri açık bırak­
makla beraber belirsizliği de artırdı. Bütün meselelere hep birlikte muhafazakar bir
yaklaşım sergileyen Muhafızlar Konseyi'nde ise daha net bir hava hakimdi. Örne­
ğin konsey üyeleri ekonomik sorunlara önerilen radikal çözümlere sürekli karşı
çıkıyordu. Konsey meclise karşı bir güç dengesi oluşturmuştu.
Humeyni ölümünden önce, BM Güvenlik Konseyi'nin Irak Savaşı'nı sona erdir­
mek için aldığı ateşkes kararını kabul etti ve böylece halefini muhtemel bir hakaret
dalgasından korumuş oldu. Başlangıçtaki saldırıdan sonra toparlanan ordu yeni­
den örgütlenmiş ve gücü Devrim Muhafızları'yla Besic üyeleri de dahil 800.000
kişiye çıkmıştı. Kaybedilen İran topraklarını geri alan ordu itibar kazanmakla bir­
likte Irak kuvvetlerine karşı bariz bir üstünlük sağlayamadı. İranlılar milliyetçi bir
temelde bütünleşti ama savaşın yarattığı tablo morallerini bozdu. 300.000 kişi öl­
müş, çok daha fazlası yaralanmıştı. Savaşın daha çok cereyan ettiği güneybatı İran
büyük bir yıkıma uğramıştı. Savaşın yol açtığı bedel, ekonomiye etkisi, on yıl süren
kaos ortamı, moral bozucu diğer etkenlerdi. Irak'ın füze ve kimyasal silah kullan­
ması güvensizlik ortamını iyice artırmıştı. Bu durum savaşın yol açtığı psikolojik
darbeyle birleşince, Humeyni'nin ateşkesi kabul etme kararında önemli bir faktör
oldu.
Humeyni'nin ölümü beklenmedik bir olay değildi. Onu destekleyenler, on yıl
önce Fransa'dan dönüşünde olduğu gibi yine Tahran sokaklarına dökülerek, me­
zarlığa kadar cenazesine eşlik ettiler. Humeyni'nin ölümünden hemen sonra Lider­
lik Konseyi, Hamaney'i lider olarak atadı ve Temmuz 1 989'da bu kararı onayladı.

ı.n
IRAN TARİHİ

Rafsancani başkanlığa seçildi. Anayasada yapılan değişiklikle başbakanlık makamı


kaldırıldı. Böylece cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık arasındaki gerilim ortadan
kalkınca, geçiş dönemi bariz biçimde sorunsuz yaşandı. Dini liderlikle cumhurbaş­
kanlığı makamı arasındaki gerilimse bugün bile varlığını sürdürmektedir; ancak
bu gerilim henüz kamuoyu önünde yaşanan bir çatışmaya dönüşmemiştir. Devletin

8.10 Çaharmahal'deki bir mezarlıkta küçük bir türbe. Türbede İran-Irak Savaşı'nda
ölenlerin fotoğrafları, hatıra eşyaları ve İran İslam Cumhuriyeti bayrağı bulunuyor.
(fotoğraf: Gene R. Garthwaite)

başı olan Hamaney ile hükümetin başı olan Rafsancani arasında bir denge oluş­
tu. 1 993'te bir kez daha başkanlığa seçilen Rafsancani'nin İran ekonomisini dü­
zene kavuşturmaya ağırlık vermesi şaşırtıcı olmadı. Hem Muhafızlar Konseyi'ne
hem Liderlik Konseyi'ne atanan cumhurbaşkanı, bu iki kurum üzerinde kontrol
sağlayarak kurnaz ve pragmatik bir siyasetçi olarak ünlendi. 1 990'ların başında
meclisteki molla üyelerin sayısı ciddi biçimde azalarak yüzde 25 civarına geriledi

254
PEHLEVlLER VE İRAN İSLAM CUMHURİYETi

( bu durum 1 960'1arın meclisindeki toprak ağalarının sayısının düşmesine benzi­


yordu) . Bu değişiklikler, yönetimin gücünün merkezileşmesini sağladı. Hükümet
karşıtı protesto gösterilerinden korkan Hamaney, Muhafızlar Konseyi ve Devrim
Muhafızları'nın desteğiyle; İranlıların siyasi katılımın çoğalmasını ve ekonomik de­
ğişimlerin gerçekleşmesini beklediği bir sırada, baskıyı bir kez daha artırdı. Hükü­
metin siyasi ve ekonomik politikalarına yönelik hayal kırıklığı, özellikle yirmi beş
yaş altı gençlerde ve fırsatlardan mahrum kaldığı için giderek öfkelenen kadınlar­
da belirgindi. İşgücündeki kadınların sayısı 1 970'lere göre ciddi biçimde artmıştı.
Ekonomik zorunluluktan dolayı daha çok kadın çalışıyordu.
Humeyni sonrasında hükümet içinde, ekonomik politikalar ve dış ilişkiler ko­
nusunda yaşanan bölünme devam etti. Yüksek işsizlik ve eksik çalışma, sermaye
ve altyapı yetersizliği, devam eden köyden kente göçün şehirler üzerinde yarattığı
baskının artması, yüksek savunma giderleri, devlet gelirlerinin planlanan hedefleri
karşılayamaması gibi sorunlar yüzünden ekonomide büyük sıkıntı yaşanıyordu.
Eskiye göre azalsa da yüksek doğum oranları, ekonomik büyümeyi boşa çıkarıyor­
du. Üstelik yaşam standardı devrim öncesinin hala altındaydı. Hükümette çözüm­
ler konusunda yaşanan bölünme devam ediyordu. Rafsancani serbest piyasadan ve
girişimci çözümlerden yanayken, diğer güçlü hizipler devlet kontrolünü ve müda­
haleyi savunuyordu. Devletin ulema yönetimindeki vakıflarla birlikte günümüzde
ekonominin yaklaşık beşte dördünü kontrol ettiği ve işgücünün beşte birini doğ­
rudan istihdam ettiği sanılmaktadır. Bu ekonomik kontrol, ulemanın toplumsal,
hukuki ve dini ağları sayesinde iyice güçlenmiştir. Bu aynı zamanda mollalara karşı
yolsuzluk suçlamalarına ve halkın onların kötü davranışına karşı şüphelerinin art­
masına yol açmaktadır.
İran ekonomisi gerek bölgesel gerek küresel anlamda dış ilişkilerden doğrudan
etkilenmektedir. Devlet gelirlerinin esas payını oluşturan petrol ve doğalgaz fiyat­
larındaki dalgalanmalar ekonomi üzerindeki doğrudan etkilerdir. Irak Savaşı'nın
sona ermesinden sonra, dış itibarını düzeltmek isteyen İran, dış borcunun büyük
kısmını ödedi. Ülkenin bölgedeki konumu, Irak'ın 1 9 90'da Kuveyt'i işgal etme­
sinden doğrudan etkilendi. Ancak Irak, Saddam Hüseyin'in savaşı başlatmasının
ilk gerekçesi olan Şattülarab sınırının 1 975'teki haline dönmesini kabul edince, iki
komşu yeniden diplomatik ilişki kurdu. 1 9 9 1 'deki Körfez Savaşı ve hemen ertesin­
de İran hem ABD'yi hem Irak'ı eleştirdi. Gerek Afganistan'daki Taliban hükümeti­
nin gerek Suudi Arabistan'ın Vahhabi yönetiminin Şii karşıtı politikaları yüzünden
İran komşularıyla sıkıntılı ilişkiler yaşadı. Ancak 1 990'1arın başında Hac ziyaretini
siyasileştirme uygulamasından geri adım atarak Suudi Arabistan'la yeniden dip­
lomatik ilişki kurdu. Ülke şu sıralarda Irak ve Afganistan'dan gelen yeni mülteci
dalgalarıyla başa çıkmaya çalışıyor.
İRAN TARİHİ

İran Ortadoğu'yla, önde gelen Avrupa ülkeleriyle, Rusya ve Çin'le ilişkilerini


normalleştirirken ABD'yle zaten sorunlu olan ilişkisi daha da kötüleşti. Sertlik yan­
lısı din adamları temas kurulmasına inatla karşı çıkarken, bazı hükümet yetkilileri
ve İranlıların büyük kısmı yeniden diplomatik ilişki kurulmasından yanaydı. Ame­
rikan yönetimi de aynı şekilde ikiye bölünmüştü. Rehine krizi, İran'ın terörizmi
desteklemesi, İsrail karşıtı tutumu Amerikan iç politikasında çok büyütülüyordu.
Buna rağmen Clinton döneminin dışişleri bakanı Madeline Albright, ABD'nin
Musaddık'ın devrilmesinde oynadığı rol yüzünden İran' dan özür dilenmesini öner­
di. Tahran " Büyük Şeytan" söyleminden vazgeçmesine ve başkan Hatemi ilişkile­
rin değişmesine ışık yakmasına rağmen, sertlik yanlıları herhangi bir yakınlaşmayı
önledi. Tahranlılar 1 1 Eylül saldırılarından sonra kendiliğinden ortaya çıkan bir
sempati hareketiyle ölen Amerikalılar için geceleri mum yaktılar. Buna rağmen baş­
kan George W. Bush'un Ocak 2002'de yaptığı ulusa sesleniş konuşmasında, İran'ı
" şer ekseni" içinde yer alan üç ülkeden biri ilan etmesiyle birlikte ABD'nin tutumu
sertleşti ve daha düşmanca bir hal aldı. Koalisyon güçlerinin 2003 baharında Irak'ı
işgal edip Saddam Hüseyin'i devirmesi, Bush yönetiminin atom silahlarının yapımı­
na yol açabilecek atom enerj isi programını önlemek amacıyla dinci hükümeti devi­
rip İran'ı işgal etmeyi düşünmesine neden oldu. Monarşinin tekrar iktidara gelmesi
söyleminin Tahran veya Washington'da ciddiye alınıp alınmadığı belli olmamakla
birlikte; Amerikan müdahalesi tehdidi, bu ülkeyle ilişkilerin normalleşmesini savu­
nup Hamaney ve sertlik yanlılarına karşı çıkan İranlıların elini zayıflattı. 2003'te
düzenlenen Irak saldırısı, İran-ABD ilişkilerini iyice çetrefilli hale getirdi; fakat aynı
zamanda, bu iki ülke Afganistan'da fiilen işbirliği yaptı.
Mayıs 1 997'de yapılan genel seçim gerek değişim, gerek devletin kısıtlamaları
ve kontrolünün gevşetilmesi konusunda büyük beklenti yarattı. Büyük bir kitle
katılımı yaşanan seçimde başta gençlerden, meslek sahibi orta sınıftan ve kadın­
lardan oluşan 30 milyonu aşkın seçmen oy kullandı. Ülke çapında seçmenlerin
yüzde 70'ini oluşturan ezici bir çoğunluk Hüccet-ül İslam Muhammed Hatemi'yi
(d. 1 943) cumhurbaşkanlığına seçerken, meclise seçilen vekillerin büyük bir kısmı
reformcuydu. Rafsancani parlamentoda koltuk sahibi olabilmek için gereken oyu
alamadı. Hatemi 1 990'ların başında Kültür ve İslami Rehberlik Bakanı olarak gö­
rev yapmıştı. Yeni bir kültürel ve toplumsal açıklık politikası başlatmasına rağmen,
başkanlık seçimine katılacak adayları dikkatle inceleyen Liderlik Konseyi'nin ele­
mesinden kolayca geçti. Onun avantajı kişiliği, geniş felsefi ilgi alanı, İslami kültü­
rün yanı sıra Batı siyasi kültürünü ve düşüncesini iyi bilmesiydi. Ne var ki seçim ba­
şarısı anlamlı bir değişim yaratamadı. Reformcuların seçim başarısında gazetelerin
ve yazılı medyanın oynadığı rol, sertlik yanlılarının baskısıyla sonuçlandı. Bunun
. ı rd ı ı ı d a n iinde gelen aydınların ve rejim karşıtlarının tutuklanması geldi. Temmuz

256
PEHLEVİLER VE İRAN İSLAM CUMHURiYETİ

1 999'da üniversitelerde yaşanan büyük hükümet karşıtı gösterilerin ardından Tah­


ran Üniversitesi'nin yurtları devletin güvenlik güçlerinin yanı sıra düzeni korumayı
kendine görev edinen gruplar tarafından işgal edildi.
2000 yılındaki meclis seçimi, daha önceki yerel seçim gibi reformcuların ikiye
bir oranında kazanmasıyla sonuçlandı. Haziran 200 1 'de yapılan seçimde oyların
yüzde 75'ini alan Hatemi bir kez daha cumhurbaşkanı seçildi, ancak bu kez katılım
oranı düşüktü . Seçmenlerin ilgisizliği ve kamuoyunun hayal kırıklığı, Hatemi'yle
reformcuların, kalıcı reformlar yapmalarına karşı çıkan Hamaney ve Muhafız­
lar Konseyini alt edememesinden kaynaklanıyordu. Bunun yanında, Hatemi'nin
üyesi olduğu din kurumuna meydan okumaya hevesli olmaması da etkendi. Bir
Gorbaçov olmadığını göstermişti. Ayrıca baskın durumdaki Hamaney ve Muha­
fızlar Konseyi'ne kıyasla ılımlı sayılsa da sonuçta öyle değildi. Otoritesinin libe­
ral, hatta demokratik değişim beklentilerine dayandığını anlamıştı ama gücünü
dini statüsünden alıyordu. Günümüzde din adamları, devrimin güçlü simgelerini
ve modern merkeziyetçi ulus devletin iktidar araçlarını elinde nıtmayı sürdürüyor.
Haremi başkanlığı sırasında, Batılı siyaset teorisini kapsamlı biçimde okumasına
dayanarak "hükmü kanun" yani hukuk düzenine vurgu yapmıştı. Gerçi o bu kav­
ramı keyfi davranışlara son vermek, özellikle güvenlik güçlerinin son cinayetleri ve
baskıcı davranışlarını kınamak için, İslami bir bağlamda kullanıyordu. Oysa onu
destekleyenler, bu terimi Batılı liberal anlamda, kimsenin hukuktan üstün olmadığı
şeklinde algılıyordu.
Haziran 2005 cumhurbaşkanlığı seçimleri Mahmud Ahmedinejad'ın Rafsanca­
ni'ye karşı sürpriz bir şekilde ikiye bir üstünlüğüyle sonuçlandı. Muhafızlar Kon­
seyi, aday listesini herhangi bir reformcu veya laik liberal milliyetçiyi dışlayacak
şekilde kısıtlamıştı. Ahmedinejad'ın zaferi, Hatemi'nin kısıtlı reformlarının sonu
anlamına geliyordu. Yeni başkan, Rafsancani gibi din adamı kökenli olmadığı gibi
önemli bir siyasi şahsiyet de değildi. Ancak Tahran'ın belediye başkanlığını yaptığı
sırada uzlaşmaz kişiliğini ortaya koymuş ve cumhurbaşkanlığı seçimi kampanya­
sında popülist bir söylem kullanmıştı. Devrim Muhafızları'yla Besic içindeki siyasi
tabanını ve konumunu başarılı şekilde kullanarak seçimi kazandı. Irak ve Afga­
nistan savaşları, İran iç siyasetinde ve ülkenin Ortadoğu'daki rolünde etkili ol­
maya devam ediyor. Afganistan'daki istikrarsızlık ve ABD'nin tehditleriyle kızışan
Irak'taki savaş, tutucu mollaların devlet ve toplum üzerinde ikinci kez hakimiyet
kurarak güçlenmesini sağladı. Böylece Ahmedinejad'ın ayrımcılığa yol açan etkisiz
politikalarına yönelik eleştiriler kolayca savuşturuldu.
Petrol gelirlerinin büyük ölçüde artmasına rağmen cumhurbaşkanının halkın
günlük yaşamını düzeltmedeki yetersizliği, ülkenin entelektüel ve kültürel yaşamını
bastırması geniş çaplı eleştirilere yol açtı. Ekonomik sorunları çözmedeki becerik-
İRAN TARİHİ

sizliği, daha açık bir topluma yönelik bilhassa genç ve şehirli İranlıların veya etkin
reformlara özlem duyanların beklentilerini karşılayamaması, büyük eleştiri aldı.
Bunun dışında, özellikle Azerbaycan'da etnik hoşnutsuzlukların dile getirildiği gö­
rülürken Bahailer bir kez daha baskılara maruz kalıyor. Bunlara ilaveten, Ahmedi­
nejad ABD'ye karşı, nükleer silah geliştirme ve uranyum zenginleştirme programı
konusunda çatışmacı bir dış politika izliyor. İran'ın dünyadaki konumu ve Basra
Körfezi bölgesindeki baskın pozisyonuna yönelik saldırgan tutumu; bu rolü dini
bir temele dayanarak üstlenen Humeyni'yi ve hatta ironik bir biçimde, bu fikri,
siyasi ekonomiye oturtan Pehlevileri hatırlatıyor. Aynı zamanda Ahmedinejad'ın
söylemi, dış konulardaki diplomasi dışı davranışları, ülke içindeki köklü sorunla­
rı çözmedeki beceriksizliği; devletteki gücünü korumaya kararlı olan din kurumu
içinde bile endişelerin doğmasına neden oluyor.
İranlıların bugün kendilerini hangi siyasi çizgide gördüklerine bakmaksızın, te­
mel konular hükümetin niteliğini ve devlet yapısı içindeki rollerini ve kimliklerini
belirlemeyi sürdürüyor: katılımcı devlet, şeffaf ve hesap verme sorumluluğu olan
devlet ve belli bir ölçüde eşitlik. 1 979 devrimine giden süreç gibi, şimdi de yakın
tarihi ve olayları yanlış okuyup, aynı derecede kapsamlı değişimleri görmeyecek
miyiz? 20. yüzyılın ilk on yılı içinde başlayan ve Pehleviler tarafından yoğunlaş­
tırılan antik siyasi kültürün dönüşümünü ıskalayacak mıyız? Devrim sırasında
yaşanan ayaklanmalara ve İslam Cumhuriyeti'ne rağmen, 2 1 . yüzyılda siyasi ba­
kımdan bilinçli İranlıların beklentilerini oluşturmaya devam eden bu dönüşümü
fark etmeyecek miyiz? 1 979 devrimini ve hemen ertesini gören İranlılar içinde,
yeni bir devrime tahammülü olanların sayısı çok azdır. Öğrencilerse değişim talep
etmelerine rağmen, mollaları iktidardan uzaklaştırmak için İran'daki diğer önemli
gruplarla koalisyon kuramayacak kadar güçsüzdür. Hatemi'nin ve etrafına top­
lanan sözde reformcuların yetersizliği İranlıların kuşkularını artırmaktan başka
bir işe yaramadı. Aynı şey özellikle Muhafızlar Konseyi'nde temsil edilen radikal
muhafazakarların desteğiyle iktidarını sürdürmesine rağmen Ahmedinejad için de
geçerli. Eleştiri yapmaktan hala çekinmeyen Muntazari dahil din adamları ve Ab­
dülkerim Suruş gibi düşünürler arasında, dinin devletten belli bir yere kadar ayrıl­
masını savunanların sayısı giderek artıyor. Politik yelpazenin farklı kesimleri içinde
yer alan İranlılar, dinin kurumsallaşmasına ve siyasete egemen olmasına yönelik
kuşkularını dile getirmekle beraber Şiiliği ulusal kimliğin bir parçası olarak kabul
ediyorlar. Günümüz dünyasında genç kuşak İran sentezinin bir parçası olarak; bir
yüzyı l süren ulusal egemenlik arayışından sonra kendi otoritesinin ve bireysel ya­
şamlarındaki kişisel tercihlerinin tanınmasını talep ediyor.

258
NOTLAR

1 . Bölüm
P. Kingsley, "The Greek origin of the sixth century dating of Zoroaster," Bulletin of the
School of Oriental and African Studies, 53 ( 1 990), s. 245-64.

2 Max Weber'den aktaran Nikki R. Keddic, "The Iranian power structure and social change,
1 800- 1 969: An overview," International]ournal of Middle East Studies, 2 ( 1 97 1 ) , s. 4.

3 Justin Stearns, " Reading history: Text and context in Ferdowsi's Shahnameh" (Dartmo­
uth College, Hanover, NH, basılmamış ıez, 1 9 9 8 ) .

4 Pamela Kyle Crossley, "The rulerships of China, " American Historical Review, 97 (Ara­
lık 1 992), s. 1468-83. Ayrıca, bkz. Crossley, A Translucent Mirror (Berkeley, 1 99 9 ) , s.
9-29.

5 Richard Tapper, Frontier Nomads of Iran: A Political and Social History of the Shahse­
van ( Cambridge, 1 997), s. 1 -34.

6 Albert Hourani, A History of the Arab Peoples ( Cambridge, MA, 1 9 9 1 ) , s. 1 0- 1 1 .

7 Richard Tapper, " Ethnicity, order and meaning in the anthropology of Iran and Afgha­
nisıan," Le f ait ethnique en Iran et en Afghanistan, ed. J-P. Digard (Paris, 1 98 8 ) , s. 2 1 -
34. Ayrıca, Richard Tapper, " Anıhropologists, hisıorians and tribespeople on ıribe and
staıe formaıion in the Middle Eası, " Tribes and State Formation in the Middle East, ed.
P.S. Khoury ve Joseph Kostiner (Berkeley, 1 990), s. 48-73, öz. s. 5 1 .

8 Sir Hamilton A.R. Gibb, "Government and Islam under ıhe early 'Abbasids: The po­
litical collapse of lslam, " L'Elaboration de /'Islam (Paris, 1 96 1 ), s. 1 1 9. Burada bile,
özünde eşiılikçilik statü ıarafından dengelenmişıir. Louise Marlow'un Hierarchy and
Egalitarianism in Islamic Thought (Cambridge, 1 997) adlı eserinde, erken dönem İ s­
lamiyeıin kültür ve ıoplum yapısı içinde eşiılikçiliğin anlamları ve yarattığı gerilimler
incelenmiştir.

9 Kabile eşiılikçil iğiyle ilgili kavramlar en çok Ortadoğu'yla ilgili ıarihi analizlerde ortaya
çıkar. Burada "hükümdarsız kabileler" fikrinden yola çıkarak, Bedevilerle ilgili antro­
polojik araştırmalar vasııasıyla Afrika antropoloji literatüründen yararlanılarak İ ran
örneğine geçilir.

10 Jean Aubin, Deux sayyids de Bam au XV siecle (Wiesbaden, 1 95 6 ) .

11 Crone, Lindner ve Tapper "kabile" konusunda farklı düşünseler d e hepsini okumaya de-

,,
IRAN TARIHI

ğer: Patricia Crone, States in History, ed. John Hali (Oxford, 1 9 8 6 ) ; R.P. Lindner, "What
was a nomadic tribe ? " Comparative Studies in Society and History, 24, no. 4 ( 1 982), s.
689-71 l; ve Tapper, " Anthropologists, historians and tribespeople. "

12 T. Cuyler Young, Jr., " Migration," Iran, 5 ( 1 967), s. 4 1 -50.

13 Pamela Kyle Crossley, " Eurasia "

2. Bölüm

Bu kitapta PersiyaJPers terimini MS 3 . yüzyıl ortasında başlayan Sasani Hanedanı'na ka­


dar olan dönem için kullanacağım. Bunda kısmen geleneğin kısmen iki büyük hanedan
olan Ahamenişler ve Sasanilerin Fars/ParsuaJPersiya kökenli olmasının payı var.

2 Cyrus Cylinder, James B. Pritchard, ed. The Ancient Near East. Cilt 1 , An Anthology of
Texts and Pictures (Princeton, Princeton University Press, 1 9 5 8 ) , s. 207.

3 Amelie Kuhrt, The Ancient Near East, c. 3000-330 BC. Cilt 2 (Londra, 1 99 5 ) s. 663.

4 Norman Cohn, Cosmos, Chaos and the World to Come: The Ancient Roots of Apocaly­
ptic Faith (Yale, 1 99 3 ) , s. 1 1 4- 1 5 .

5 Pamela Kyle Crossley, "The rulerships of China," American Historical Review, 97 ( Ara­
lık 1 992) s. 1468-83.

6 Pritchard, Ancient Near East, s. 206-8.

7 David Stronach, Pasargadae (Oxford, 1 978), s. 24.

8 "The Inscription of Darius on the Rock of Behistun, " The Ancient Near East, ed. Willi­
am H. McNeill ve Jean W. Sedlar (New York, 1 96 8 ) , s. 1 1 9-34, The Sculpture and Ins­
cription of Behistun adlı yazının tekrar basınu, yazarlar L. W. King ve R. C. Thompson
(Londra, 1 907), s. 1 - 8 3 . Aynı metinler hicaz değiştirilmiş olarak Roland G. Kent'in Old
Persian (New Haven, 1 9 5 3 ) adlı kitabında yer almaktadır.

9 Kent, Old Persian, s. 1 3 8 .

10 age, s. 140.

11 Bkz. 8 . Not.

12 Kuhn, Ancient Near East, s. 680.

13 Herodotus, The History, çev. David Grene (Chicago, 1 987), 1 36 . satır, s. 97.

14 Kuhrt, Ancient Near East, s. 6 8 1 .

15 Bkz. 8 . Not.

16 Kent, Old Persian, s. 1 44.

17 Kuhn, Ancient Near East, s. 682.

18 " Anaxerxes," Plutarch 's Lives, çev. Bemadotte Perrin. Cilt 1 1 (Londra, 1 926), s. 1 27-203.

19 Pierre Briant, From Cyrus to Alexander: A History of the Persian Empire, çev. Peter T.
Danicls (Winona Lake, lndiana, 2002 ), s. 65.

260
NOTLAR

3. Bölüm
E. Yarshater, ed. The Cambridge History of Iran. Cilt 3 , The Selucid, Parthian and Sasa­
nid Periods (Cambridge, 1 9 8 3 ), 2 Cilt 3, s. 696.

2 age, s. 42.

3 age.

4. Bölüm
Georgina Herrmann, The lranian Revival (Oxford, 1 997), s. 97.

2 Ann K. S. Lambton, "Justice in the medieval Persian theory of kingship, " Studia Islami­
ca, 17 ( 1 962), s. 1 00, n. 2.

3 age, s. 1 00.

4 E. Yarshater, ed. The Cambridge History of Iran. Cilt 3, The Selucid, Parthian and Sasa­
nid Periods ( Cambridge, 1 9 83 ) , 2 Cilt 3, s. 696.

5. Bölüm
Ann K. S. Lambton, "Justice in the medieval Persian theory of kingship, " Studia Islami­
ca, 17 ( 1 962), s. 96.

2 Şehname'den aktaran Dick Davis, Epic and Sedition: The Case of Ferdowsi's Shahna­
meh (Fayetteville, Arkansas, 1 992), s. 8 8 .

6. Bölüm
Pembroke Papers, 1, ed. Charles Melville (Cambridge, 1 99 0 ) .

2 Vladimir Minorsky, "The poetry of Shah lsma'il, " Bul/etin of the School of Oriental and
African Studies 10 ( 1 942), s. 1 006a- 1 053.

3 age, s. 1 047a.

4 age, s. 1 042a.

5 Justin Steams, "Reading History: Text and context in Ferdowsi's Shahnameh " (Dartmo-
uth College, Hanover, NH, basılmamış tez, 1 9 9 8 ) .

6 Minorsky, "The poetry of Shah Isma'il," 1 042a.

7 Dick Davis, Epic and Sedition: The Case of Ferdowsi's Shahnameh (Fayetteville, 1 992).

8 H. R. Roemer, "The Safavid period, " Cambridge History of Iran, 6 ( Cambridge, 1 9 8 6 ) ,


s. 1 89-350.

9 Vladimir Minorsky, ed. ve çev. Tadhkirat al-Muluk (Londra, 1 943), s. 1 3 .

10 David Morgan, "Rethinking Safavid Shi'ism " , Leonard Lewisohn & D . O. Morgan
(ed. ), The Heritage of Sufism, cilt m (Oxford, Oneworld, 1 99 9 ) , s. 1 9-27.

11 Andrew J. Newman, Safavid Iran: Rebirth of a Persian Empire (Londra, 200 6 ) .

26 1
iRAN TAR1Hi

12 Kathryn Babayan, "The Safavid synthesis: From Qizilbash Islam to imamite Shi'ism,
Iranian Studies, 2 7 ( 1 994 ), s. 1 35-62.

13 Roger Savory, Iran under the Safavids ( Cambridge, 1 980), s. 253.

14 Ann K. S. Lambton, State and Government in Medieval Islam: An lntroduction to the


Study of Js/amic Political Theory: The Jurists ( Oxford, 1 9 8 1 ) , s. 277.

15 Heinz Halm, Shi'ism (Edinburgh, 1 9 9 1 ), s. 95.

7. Bölüm
"Persian [Supplemental] Constitutional Law. . . 8 October, 1 907, " The Emergence of
the Modern Middle East: Selected Readings, ed. Robert G. Landen (New York, 1 970 ),
s. 1 4 1 -2.

8. Bölüm
Ervand Abrahamian, "The 1 953 coup in Iran," Science and Society, 65, 2 (Yaz 2001 ).

2 Ervand Abrahamian, Iran between Two Revolutions ( Princeton, 1 982), s. 274.

3 Misagh Parsa, Social Origins of the Iranian Revolution (New Brunswick, NJ, 1 9 8 9 ) , s.
4 1 -6.

4 Alben Hourani, " Political society in Lebanon: A historical introduction," Papers on


Lebanon ( Cambridge, t.y. ) s. 14- 1 5 .

5 " Muhammad Reza Shah's speech, 9 January 1 963, excerpts, The Emergence of the Mo­
dern Middle East: Selected Readings, Robert G. Landen (New York, 1 970) , s. 326.

6 Muhammed Rıza Pehlevi, 13 Ekim 1 9 7 1 , Kayhan Uluslararası Baskısı, s. 1 .

7 "The incompatibility of monarchy with Islam," 1 3 Ekim 1 9 7 1 , lslam and Revolution:


Writings and Declarations of imam Khomeini, çev. ve açıklayan Hamid Algar ( Berkeley,
1 9 8 1 ), s. 202.

8 Mohammad Reza Pahlavi, Answer to History (New York, 1 9 8 0 ) .

262

You might also like