You are on page 1of 9

istiklalmarsidernegi.org.

tr

İstiklâl Marşı Derneği

ARNAVUTİ ZOTİ

VEYA

NEREDEN ÇIKTI BU KUYRUKLU KÜRTLER?(I)

İstiğna insanı dinden çıkarır. Bu cümlenin arz ettiği hükme ulaşmanın yolu sözlüklerden

değil, hayattan geçiyor. Hangi istiğnayı, ne türden bir istiğnayı kendimizden uzak tutmalıyız?

Hayat bize mevcudiyetimizin diğer mevcudiyetlere gerek usul ve füru, gerekse cevher ve

araz olarak kaydını umursamayan istiğnanın insanı dinden çıkardığını öğretecektir. İnsandan

insana uzlaşma mahsulü olmaksızın, yani “al gülüm, ver gülüm” hesabı haricinde kalarak

uzanan bağların değerini öğrendiğimizde Türk olmanın ve Türk kalmanın faydasına ermiş

oluruz. İnsanın din içinde kalması kendi lehine münasebetlerle kendi aleyhine münasebetleri

birbirinden ayıran çizginin silinmez vasfa kavuşması uğruna göstermesi vacip fasılasız

çabayı elden bırakmadığı kadar mümkündür.

Konumuz Allah katındaki dine örfi kısmı ağır basmamış bilinçli giriştir. Kelime-i şahadet ile

dine girişimiz kabullerimize sadakati esas almamızla, kabullerimizin hakkını verme vaadinde

bulunmamızla başlar. Nedir kabullerimiz? Kabullerimizin ilki ve vazgeçilemezi bir ülkeye

sahip oluşumuzdur. İnsanın mayası ülke gerçeğinden yoğrulmasaydı ne Kâbe bina edilecek,

ne hicret vuku bulacak, ne de biz fetihle mükâfatlandırılacaktık. Girişten itibaren din içinde

kalışımız yaşadığımız günleri bir ülkemiz olup olmadığı gerçeğine vasıl olma zamanı

bilmeği intaç ediyor. Kavrayış gücümüz karakterimizi ele verecek. Topraklarımızın


gerçekliği neye taalluk ediyor? Var olduğu farz edilen ülke kimin yurdu, kimin memleketi,

kimin vatanı? Asıl yakıcı sual: Bu ülkeye ne olacak?

Mukadderatımız nereden olursa olsun bir yerden gelip nereye olursa olsun bir yere gidişimiz

halinin tasvirinden ibaret. Akıbetimizi kadere, kendi kaderimize gönüllüce girip

girmediğimiz tayin edecek. Geldiğimiz yer ne kadar bir gün öncesi ise bir o kadar da beş,

belki de on bin yıl öncesidir. Dünü yalana irca eden beş bin yıl öncesinin yalanını ikrardan

fazlasını yapmaz, yapamaz. O halde sual edelim: Hortlaması bahse konu edilen Sevr

anlaşmasının yerini tutsun diye imzalanan Lozan bir hezimet idiyse muzaffer kim veya

kimler idi? Eğer Lozan’da galibiyetine hükmedilecek taraf Türkler idiyse mağlubiyet kime

veya kimlere düştü? Altı yüz yıllık Osmanlı ihanet kültürü yukarıdaki suallerin tatmin edici

cevabını bulma gücü gösterecek bir Allah’ın kulu ortaya çıkarmış değildir. Yerinde cevabın

bulunmaması için zihinlere kilit üstüne kilit vuruldu. Türklüğü içine sindirmemiş Müslümanı

icat eden devlet milleti hiçbir zaman varlığının teminatı saymadı. İcat ettiği Müslüman

karşısına Müslümanlığı Türklüğe dıştan eklenmiş araz sayan tipi de devlet dikti. Baştan beri

korkulan devletin zevalidir. Devlet yıkılırsa onun enkazı altında kalacağından korkanlar

baştan beri vardır.

Türkler olarak dimağı direnişin ve atılımın tadını ekşi bulan insanlarız. Geleceğimizi

direnişten ve atılımdan devşirmeyerek gelecek hissimizi körlettik. Vasıflı veya vasıfsız

herkim gelecek günleri düşünmekten ötürü hâlihazırda bir heyecan dalgası yükseliyor

diyecek olsa kuyruklu bir yalan söylemiş olacak. Zihnimizin olanca sakatlığı mazi diye

bildiğimiz şeydeki uydurukluktan doğdu. Geçmişte kaldığını, geride bıraktığımızı kabul

ettiğimiz günler hak ettiği sahicilikten yaşayanlar nazarında koparıldığı için zihnimizden iyi

veya kötü gelecek geçirmemize imkân vermeyen günlere kaldık. Yerkürenin hiçbir yerinde

kimsenin bırakın kıyamet senaryolarına dikkat çevirmeği serap görecek bile takati kalmadı.
Bir benim kimin tınıp kimin tınmadığını umursamadan gelecek günleri ciddiye alan. Çünkü

bir ben kaldım şahsiyetinde şairliği, komünistliği, Müslümanlığı cem etmiş, mezcetmiş

olan.

Geçmişe dair şunun bunun veya şucunun bucunun değil, bütün insanlığın kapıldığı kasıtlı

yanılsamayı fark etmem sebebiyle gelecek günleri ciddiye alıyorum. Kasıtlı yanılsama?

Nasıl oluyor bu? Kasıtlı yanılsamanın nasıl bir şey olduğunu bizim karakterimiz ele

verecektir. Ülkemiz Amerikan karakterinden medet umulduğu için Türk karakterinden

vazgeçilmesinin neticeleriyle şekillendi. Balık zekâlı koyun millet… Türk mü, Amerikalı

mı?

İsmet Özel, 8 Mart 2017

istiklalmarsidernegi.org.tr

İstiklâl Marşı Derneği

ARNAVUTİ ZOTİ

VEYA

NEREDEN ÇIKTI BU KUYRUKLU KÜRTLER?(II)

Eğer XX. Hıristiyan asrının ilk çeyreği kapanmadan vuku bulan Sakarya Meydan

Muharebesi aleyhimize sonuç verseydi bugün biz Türklerin adı sadece ansiklopedilerde

anılacaktı. Keşke! diyenleri işitir gibiyim. Varsa sözüm demeyenleredir. Hakikatin neye,
gerçeğin neye tekabül ettiğini tahayyül bile etmekten aciz mahlûkatın ekseriyeti teşkil ettiği

ülkede hâlâ Türk adının devam etmesinden bir anlam çıkarılabilir mi? Tarih bir şey söylüyor.

Öğrenmeği öğrenmiş olana tarih Türklük davasının İslâm davasından başka bir şey

olmadığını bildiriyor. Hangi dilde söylüyor bunu ve o dili bilenin kursağında ne var? İşte

zurnanın zırt dediği yer burası. Tarihin Türklüğe mahsus vasıfları millî varlığı Türklerin

zulmü sebebiyle zarar görmüş her hangi bir unsurun kulağına söylemesinin imkânı yok. Türk

kime, hangi sebeple zulmetti? Böyle bir suale tarih cevap verir mi? Tarihin ümüğüne basıp

işkence ederek ve/veya tarihe rüşvet verip ahlaksız tekliflerde bulunarak ona neler

söyletilebilir?

Kaba kuvvet ve para… Aynı şeyin iki yüzüdür bunlar. Böyle olduğu için tarih boyunca ne

haydutluğu, ne de ticareti birbirinden uzak tutmağa bir kimsenin gücü yetebilmiştir. Dünyevî

iktidar dediğimiz şey kaba kuvvet ve paranın hangi nispette olursa olsun birbiriyle telif

edildiği alanda kararına kavuştu. Kula kulluğu allayıp pullayan dünyevî iktidar İblis’ in

Âdem aleyhisselâm’a secde etmeği reddettiği andan itibaren her cins insanı bir kirden alıp

başka bir kire bulaştırdı. Şiir doğmasaydı iktidarlar zulmünün habis kıskacına düşmüş

insanlığın nefes almasına da imkân doğmayacaktı. Tarih içinde şiirin parlamasıdır insana

mücadele şevki veren. Tarihlenmiş şiirin paraya ve kaba güce karşı panzehir vasfıyla belirip

parlaması insanlığın nefessiz kalıp boğulmasına engel oldu. Kimileri kendilerinin de bir

parçası oldukları kaba güç ve para habasetine bahane bulmak için tarihin galipler tarafından

yazıldığını söyler. Tarihi galipler yazar hükmünü benimsemek aslı olmayan bir şeyin asıl

yerine geçmesine itirazdan feragat etme anlamına gelmekle kalmaz, güçten ve paradan medet

ummanın varacağı yer hakkın tecellisi karşısında nâdanlık ve bîgâneliktir.


İnsanın muhtaç olduğu hayatiyeti galiplerin yazmaktan imtina ettikleri, isteseler bile

yazamayacakları tarih yüklendi. Nitekim vakti gelip Kur’an nâzil olunca hakkın tecellisi

hususundaki gevşekliğe son verme fırsatı insanoğlunun eline geçmiş oldu. Kur’an-ı Kerîm’e

rağmen galiplerin yazdığı tarih âlemin ağzına sakız olmaktan geri durmadı. Müslüman bu

akıntıya kapılsa da Mü’min tarih yükünden vazgeçmedi. Mü’min de bir şey çiğniyor, onun

da hem dilinin üstünde, hem dilinin altında bir şey, bir şeyler var. Mü’minin çenesini kıpırdar

gören bilsin ki, onun ağzında cümle âlemin çiğnemekte beis görmediği sakız değil sadece

helâl lokma vardır. Her kim ki, küfre rıza göstermemiştir, o kişi Büyük Millet Meclisi’nin

uhdesine önce Saltanat, bilahare Hilafet tevdi edildiğini akıldan çıkarmaz. O halde Türk

olarak vazife hissimiz bizi hangi münasebetlerin milleti önce Saltanatla, bilahare Hilâfetle

merbut kıldığına dair bilgiye ve bilince kavuşma çabasına sürüklüyor. İnsanın bünyesi sakızı

yutarsa neye, helâl lokmayı yutarsa neye maruz kalır? That’s the question.

Galiplerin yazdığı dışında hayata razı gelen tarih karşımıza hakkın tecellisi istikametinde

çalışma gösterdiğimiz sırada çıkar. Hakkın tecellisi yönünde yapılan her şey bâtılın yürürlük

gücünü azaltan her şeydir. Neden böyledir? Çünkü tarih yazmağa cüret eden galipler denince

İblisliğe özenenleri anlıyor olmamız lâzım. Yani Kur’an-ı Kerîm’e alenen veya zımnen itiraz

eden herkesi. Bunların bazılarının Müslüman kılığına bürünmüş olmaları tarihsizliğe ve

dolayısıyla talihsizliğe sebep olduysa gerçek ve hakikat arasındaki bariz çizgiye zarar

vermeyelim. Agah olmak Türklerin XIII. Hıristiyan asrında vatan sahibi olmalarına ve XX.

Hıristiyan asrının ilk çeyreğinde bu vatanı bir İstiklâl Harbi vererek elde tutma ısrarında

bulunmalarına Kur’an Devleti ihtiyacını şu veya bu sebeple duyanların sebep olduğunu

bilmeği gerektirir. İstiklâl Harbimiz arzın sathından İslâm’ı silmek isteyenlere karşı, yani
İslâm’ı bir siyasi teşkilâttan ve bir askeri güçten mahrum bırakmak isteyenlere karşı verildi.

Hayır, böyle olmadı diyen herkes kasıtlı yanılsamalara kurban gitmiştir.

Kasıtlı yanılsama yalanın üç çeşidinden biridir. Üç çeşit yalan dediğimizde önce akla durumu

kurtarmak için her ortamda söylenen, söylenebilen yalan gelir. İkincisi sadece mahkemelerde

değil, bütün düzenbazlıklar çerçevesinde yalancı şahitlerin söylediği yalandır. İstatistikler

üçüncü çeşit yalan içine girer. Gönlünüz çekerse dün söylediğiniz yalanın beş bin yıl önce

söylenmiş ve bayatlamış yalanın tıpa tıp aynısı olduğunu kolayca fark edersiniz; ama nerede

sizde o gönül? Öteden beri ıslah olmaz bir gönülden bahis açıyorlar. Siz salih bir gönle talip

olup doğru söylemeği deneyecek olursanız bunun ne kadar yeni bir şey olduğuna kendiniz

bile hayret edeceksiniz.

İsmet Özel, 15 Mart 2017

istiklalmarsidernegi.org.tr

İstiklâl Marşı Derneği

ARNAVUTİ ZOTİ

VEYA

NEREDEN ÇIKTI BU KUYRUKLU KÜRTLER?(III)


Tarihe dair bir gerçek dile getirildiğinde tarihin hakikati ifade edilmiş olmaz. Her türlü

gerçeğin boş olduğuna insanları inandıramazsınız. Çünkü zihin neyle doldurulmuşsa insan

onu gerçeğin doluluğu sanır. Sözler sarf edilir veya sözler verilir. Lisanın neler ihtiva ettiğine

vakıf olmak için dilin anlattıklarını bilmek kifayet etmez. “Kime niyet, kime kısmet”

diyenler ne niyetten, ne de kısmetten bir şey anlamışlardır. Ne zaman ki Türkler XIII.

Hıristiyan asrında vatanlarına kavuştu ve bu millet İstiklâl Harbi’ne girişerek vatanından

vazgeçme niyetinde hiç olmadığını bütün dünyaya XX. Hıristiyan asrının ilk çeyreğinde ilân

etti şeklinde bir cümle sarf etti isek işte o zaman kendimizi hakikate müteallik bir hükme

bağlamış oluruz. Tarih boyunca hakikatin kendi aleyhlerine işlemesi korkusuyla hareket

etmiş bulunanlar vakit kaybetmeden önümüze kendi iktidarlarına geçerlilik temin eden

gerçekleri koyacaklar ve bize Türkleri tongaya nasıl bastırdıklarının hikâyesini safha be

safha anlatacaklardır. Tarih onların anlattıkları mıdır?

Türklerin hareketine Türk korkusuyla anlatılanlar yön veremez. Bir harekete yön tayini

Türklüğün kafatası ölçüp biçmekle(fizikî, biyologik ırkçılıkla), bazı itiyatları tebarüz

ettirmekle (siyaset kültürü, sosyologi, iktisat kültürüyle) münasebettar kılınmasının isabetsiz

olacağı görüşü sayesinde mümkün ise ona Türk hareketi diyeceğiz. “Diyeceğiz” lâfzı

zihnimize istikbalde beklenen bir şeyi aksettirmekten fazlasını yapar. Yani her “diyeceğiz”

diyen müşahede ettiği bir şeyin tasvirini de aksettirir. O halde Türk hareketi varsa ve/veya

olacaksa o hareket varlığını bir geleceği olduğu nispette geçmişine sahip etkin tarzın ortaya

çıkışına borçludur ve/veya borçlanacaktır.


“Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var”: Bu mısra Tebük Seferi akabinde âyan olmuş

tarihî hakikatin ikrarına atıfta bulunmadan aydınlığa kavuşamaz. Tebük seferi

Müslümanların nereye gittiklerini bildikleri ilk, tek, son seferdi. Kâfirle çatışmanın göze

alınması sebebiyle Türklüğün efradını câmi, ağyarını mâni tarifine bu suretle ulaşılmıştır.

Tebük seferi İslâm’ın kökünü kazımaya hazırlanan her cinsten kâfirle, her cinsten münafıkla

çatışma göze alındığı için başlatılmış, başlamış olmak, bu göze alış tutumu mukatelenin

vukuuna engel teşkil etmiştir. Asr-ı Saadet’i günümüze “Bayraksız namaz olmaz” diyerek

taşımış bulunanlara istinaden başlatılan İstiklâl Harbimiz Medeniyet’in yüksekliği kibriyle

başı döndürülmüşler taifesine karşı ve rağmen verildi. Medeniyet marifetiyle İslâm’ın

kökünü kazıdıkları hissinin verdiği rahatlıkla topraklarımıza gelen kâfire mukatele ile cevap

verilmezse Türklüğe ebediyen veda edileceğinin şuuru İstiklâl Harbi şuurudur.

Doksan dört senelik Cumhuriyet İdaresi Tarihi bu şuuru yok etme çabalarının tarihidir. Bizim

tarihî gerçeklere muhteva kazandırarak Türk olmamız kimliğini Türklüğe takaddüm eden bir

kavme mensubiyetten aldığı hissine sahip çıkanları huzursuz etti. Huzura kavuşma beklentisi

onları millî varlıklarıyla Türkçe arasına mesafe koymağa itti. Bu uzaklaşma vaki olmadan

önce Muallim Nâci olmak, Mehmet Akif olmak akla Arnavut olmağı getirmiyordu.

Bulgarların, Sırpların, Hıristiyan ve Kripto-Yahudi Arnavutların kendilerine Türk

demelerinde yadırganacak hiçbir şey yoktu. Ne zaman ki, Arnavutlar arasında Türk bilinmek

kâr getirmiyor diyenler ekseriyeti teşkil etti, işte o zaman biz Türkler o tiplere “Arnavuti

zoti” dedik. Bunlar vaktiyle ve vakitlice İslâm dairesine girmekle, Türklük vasfı kazanmanın

şerefiyle değil Arnavutluklarıyla iftihar ediyordu. “Zoti” Arnavut idi bunlar. Türklerden daha

baylaşmış, daha beyleşmiş, birer Rabb, birer Tanrı olma yolunu tutmuşlardı. Kur’an nazil

olduktan sonra ve sırf bu sebeple doğmuş Türkçeyi küçümsüyor, tekellüm ettikleri dilin Batı
Medeniyeti’nin temel taşı olmuş Yunanca kadar eski olduğunu savunuyorlardı. Yani “Zoti”

lâkabını biz Türkler bu cins insanlar içinden sadece artık Rabbini Allah, kitabını Kur’an

saymayanlara yakıştırdık. Diğer kısım Osmanlı sadrazamı olduğunda kendisine Arnavutlara

krallık yapma teklifi getirilirse “Attan inip eşeğe binmem” diyerek teklifi reddedecek olanlar

güruhuydu.

İsmet Özel, 18 Mart 2017

You might also like