Professional Documents
Culture Documents
tr
ARNAVUTİ ZOTİ
VEYA
İstiğna insanı dinden çıkarır. Bu cümlenin arz ettiği hükme ulaşmanın yolu sözlüklerden
değil, hayattan geçiyor. Hangi istiğnayı, ne türden bir istiğnayı kendimizden uzak tutmalıyız?
Hayat bize mevcudiyetimizin diğer mevcudiyetlere gerek usul ve füru, gerekse cevher ve
araz olarak kaydını umursamayan istiğnanın insanı dinden çıkardığını öğretecektir. İnsandan
insana uzlaşma mahsulü olmaksızın, yani “al gülüm, ver gülüm” hesabı haricinde kalarak
uzanan bağların değerini öğrendiğimizde Türk olmanın ve Türk kalmanın faydasına ermiş
oluruz. İnsanın din içinde kalması kendi lehine münasebetlerle kendi aleyhine münasebetleri
birbirinden ayıran çizginin silinmez vasfa kavuşması uğruna göstermesi vacip fasılasız
Konumuz Allah katındaki dine örfi kısmı ağır basmamış bilinçli giriştir. Kelime-i şahadet ile
dine girişimiz kabullerimize sadakati esas almamızla, kabullerimizin hakkını verme vaadinde
sahip oluşumuzdur. İnsanın mayası ülke gerçeğinden yoğrulmasaydı ne Kâbe bina edilecek,
ne hicret vuku bulacak, ne de biz fetihle mükâfatlandırılacaktık. Girişten itibaren din içinde
kalışımız yaşadığımız günleri bir ülkemiz olup olmadığı gerçeğine vasıl olma zamanı
Mukadderatımız nereden olursa olsun bir yerden gelip nereye olursa olsun bir yere gidişimiz
girmediğimiz tayin edecek. Geldiğimiz yer ne kadar bir gün öncesi ise bir o kadar da beş,
belki de on bin yıl öncesidir. Dünü yalana irca eden beş bin yıl öncesinin yalanını ikrardan
fazlasını yapmaz, yapamaz. O halde sual edelim: Hortlaması bahse konu edilen Sevr
anlaşmasının yerini tutsun diye imzalanan Lozan bir hezimet idiyse muzaffer kim veya
kimler idi? Eğer Lozan’da galibiyetine hükmedilecek taraf Türkler idiyse mağlubiyet kime
veya kimlere düştü? Altı yüz yıllık Osmanlı ihanet kültürü yukarıdaki suallerin tatmin edici
cevabını bulma gücü gösterecek bir Allah’ın kulu ortaya çıkarmış değildir. Yerinde cevabın
bulunmaması için zihinlere kilit üstüne kilit vuruldu. Türklüğü içine sindirmemiş Müslümanı
icat eden devlet milleti hiçbir zaman varlığının teminatı saymadı. İcat ettiği Müslüman
karşısına Müslümanlığı Türklüğe dıştan eklenmiş araz sayan tipi de devlet dikti. Baştan beri
korkulan devletin zevalidir. Devlet yıkılırsa onun enkazı altında kalacağından korkanlar
Türkler olarak dimağı direnişin ve atılımın tadını ekşi bulan insanlarız. Geleceğimizi
herkim gelecek günleri düşünmekten ötürü hâlihazırda bir heyecan dalgası yükseliyor
diyecek olsa kuyruklu bir yalan söylemiş olacak. Zihnimizin olanca sakatlığı mazi diye
ettiğimiz günler hak ettiği sahicilikten yaşayanlar nazarında koparıldığı için zihnimizden iyi
veya kötü gelecek geçirmemize imkân vermeyen günlere kaldık. Yerkürenin hiçbir yerinde
kimsenin bırakın kıyamet senaryolarına dikkat çevirmeği serap görecek bile takati kalmadı.
Bir benim kimin tınıp kimin tınmadığını umursamadan gelecek günleri ciddiye alan. Çünkü
bir ben kaldım şahsiyetinde şairliği, komünistliği, Müslümanlığı cem etmiş, mezcetmiş
olan.
Geçmişe dair şunun bunun veya şucunun bucunun değil, bütün insanlığın kapıldığı kasıtlı
yanılsamayı fark etmem sebebiyle gelecek günleri ciddiye alıyorum. Kasıtlı yanılsama?
Nasıl oluyor bu? Kasıtlı yanılsamanın nasıl bir şey olduğunu bizim karakterimiz ele
vazgeçilmesinin neticeleriyle şekillendi. Balık zekâlı koyun millet… Türk mü, Amerikalı
mı?
istiklalmarsidernegi.org.tr
ARNAVUTİ ZOTİ
VEYA
Eğer XX. Hıristiyan asrının ilk çeyreği kapanmadan vuku bulan Sakarya Meydan
Muharebesi aleyhimize sonuç verseydi bugün biz Türklerin adı sadece ansiklopedilerde
anılacaktı. Keşke! diyenleri işitir gibiyim. Varsa sözüm demeyenleredir. Hakikatin neye,
gerçeğin neye tekabül ettiğini tahayyül bile etmekten aciz mahlûkatın ekseriyeti teşkil ettiği
ülkede hâlâ Türk adının devam etmesinden bir anlam çıkarılabilir mi? Tarih bir şey söylüyor.
Öğrenmeği öğrenmiş olana tarih Türklük davasının İslâm davasından başka bir şey
olmadığını bildiriyor. Hangi dilde söylüyor bunu ve o dili bilenin kursağında ne var? İşte
zurnanın zırt dediği yer burası. Tarihin Türklüğe mahsus vasıfları millî varlığı Türklerin
zulmü sebebiyle zarar görmüş her hangi bir unsurun kulağına söylemesinin imkânı yok. Türk
kime, hangi sebeple zulmetti? Böyle bir suale tarih cevap verir mi? Tarihin ümüğüne basıp
işkence ederek ve/veya tarihe rüşvet verip ahlaksız tekliflerde bulunarak ona neler
söyletilebilir?
Kaba kuvvet ve para… Aynı şeyin iki yüzüdür bunlar. Böyle olduğu için tarih boyunca ne
haydutluğu, ne de ticareti birbirinden uzak tutmağa bir kimsenin gücü yetebilmiştir. Dünyevî
iktidar dediğimiz şey kaba kuvvet ve paranın hangi nispette olursa olsun birbiriyle telif
edildiği alanda kararına kavuştu. Kula kulluğu allayıp pullayan dünyevî iktidar İblis’ in
Âdem aleyhisselâm’a secde etmeği reddettiği andan itibaren her cins insanı bir kirden alıp
başka bir kire bulaştırdı. Şiir doğmasaydı iktidarlar zulmünün habis kıskacına düşmüş
insanlığın nefes almasına da imkân doğmayacaktı. Tarih içinde şiirin parlamasıdır insana
mücadele şevki veren. Tarihlenmiş şiirin paraya ve kaba güce karşı panzehir vasfıyla belirip
parlaması insanlığın nefessiz kalıp boğulmasına engel oldu. Kimileri kendilerinin de bir
parçası oldukları kaba güç ve para habasetine bahane bulmak için tarihin galipler tarafından
yazıldığını söyler. Tarihi galipler yazar hükmünü benimsemek aslı olmayan bir şeyin asıl
yerine geçmesine itirazdan feragat etme anlamına gelmekle kalmaz, güçten ve paradan medet
yazamayacakları tarih yüklendi. Nitekim vakti gelip Kur’an nâzil olunca hakkın tecellisi
hususundaki gevşekliğe son verme fırsatı insanoğlunun eline geçmiş oldu. Kur’an-ı Kerîm’e
rağmen galiplerin yazdığı tarih âlemin ağzına sakız olmaktan geri durmadı. Müslüman bu
akıntıya kapılsa da Mü’min tarih yükünden vazgeçmedi. Mü’min de bir şey çiğniyor, onun
da hem dilinin üstünde, hem dilinin altında bir şey, bir şeyler var. Mü’minin çenesini kıpırdar
gören bilsin ki, onun ağzında cümle âlemin çiğnemekte beis görmediği sakız değil sadece
helâl lokma vardır. Her kim ki, küfre rıza göstermemiştir, o kişi Büyük Millet Meclisi’nin
uhdesine önce Saltanat, bilahare Hilafet tevdi edildiğini akıldan çıkarmaz. O halde Türk
olarak vazife hissimiz bizi hangi münasebetlerin milleti önce Saltanatla, bilahare Hilâfetle
merbut kıldığına dair bilgiye ve bilince kavuşma çabasına sürüklüyor. İnsanın bünyesi sakızı
yutarsa neye, helâl lokmayı yutarsa neye maruz kalır? That’s the question.
Galiplerin yazdığı dışında hayata razı gelen tarih karşımıza hakkın tecellisi istikametinde
çalışma gösterdiğimiz sırada çıkar. Hakkın tecellisi yönünde yapılan her şey bâtılın yürürlük
gücünü azaltan her şeydir. Neden böyledir? Çünkü tarih yazmağa cüret eden galipler denince
İblisliğe özenenleri anlıyor olmamız lâzım. Yani Kur’an-ı Kerîm’e alenen veya zımnen itiraz
dolayısıyla talihsizliğe sebep olduysa gerçek ve hakikat arasındaki bariz çizgiye zarar
vermeyelim. Agah olmak Türklerin XIII. Hıristiyan asrında vatan sahibi olmalarına ve XX.
Hıristiyan asrının ilk çeyreğinde bu vatanı bir İstiklâl Harbi vererek elde tutma ısrarında
bilmeği gerektirir. İstiklâl Harbimiz arzın sathından İslâm’ı silmek isteyenlere karşı, yani
İslâm’ı bir siyasi teşkilâttan ve bir askeri güçten mahrum bırakmak isteyenlere karşı verildi.
Kasıtlı yanılsama yalanın üç çeşidinden biridir. Üç çeşit yalan dediğimizde önce akla durumu
kurtarmak için her ortamda söylenen, söylenebilen yalan gelir. İkincisi sadece mahkemelerde
üçüncü çeşit yalan içine girer. Gönlünüz çekerse dün söylediğiniz yalanın beş bin yıl önce
söylenmiş ve bayatlamış yalanın tıpa tıp aynısı olduğunu kolayca fark edersiniz; ama nerede
sizde o gönül? Öteden beri ıslah olmaz bir gönülden bahis açıyorlar. Siz salih bir gönle talip
olup doğru söylemeği deneyecek olursanız bunun ne kadar yeni bir şey olduğuna kendiniz
istiklalmarsidernegi.org.tr
ARNAVUTİ ZOTİ
VEYA
gerçeğin boş olduğuna insanları inandıramazsınız. Çünkü zihin neyle doldurulmuşsa insan
onu gerçeğin doluluğu sanır. Sözler sarf edilir veya sözler verilir. Lisanın neler ihtiva ettiğine
vakıf olmak için dilin anlattıklarını bilmek kifayet etmez. “Kime niyet, kime kısmet”
vazgeçme niyetinde hiç olmadığını bütün dünyaya XX. Hıristiyan asrının ilk çeyreğinde ilân
etti şeklinde bir cümle sarf etti isek işte o zaman kendimizi hakikate müteallik bir hükme
bağlamış oluruz. Tarih boyunca hakikatin kendi aleyhlerine işlemesi korkusuyla hareket
etmiş bulunanlar vakit kaybetmeden önümüze kendi iktidarlarına geçerlilik temin eden
Türklerin hareketine Türk korkusuyla anlatılanlar yön veremez. Bir harekete yön tayini
olacağı görüşü sayesinde mümkün ise ona Türk hareketi diyeceğiz. “Diyeceğiz” lâfzı
zihnimize istikbalde beklenen bir şeyi aksettirmekten fazlasını yapar. Yani her “diyeceğiz”
diyen müşahede ettiği bir şeyin tasvirini de aksettirir. O halde Türk hareketi varsa ve/veya
olacaksa o hareket varlığını bir geleceği olduğu nispette geçmişine sahip etkin tarzın ortaya
Müslümanların nereye gittiklerini bildikleri ilk, tek, son seferdi. Kâfirle çatışmanın göze
alınması sebebiyle Türklüğün efradını câmi, ağyarını mâni tarifine bu suretle ulaşılmıştır.
Tebük seferi İslâm’ın kökünü kazımaya hazırlanan her cinsten kâfirle, her cinsten münafıkla
çatışma göze alındığı için başlatılmış, başlamış olmak, bu göze alış tutumu mukatelenin
vukuuna engel teşkil etmiştir. Asr-ı Saadet’i günümüze “Bayraksız namaz olmaz” diyerek
kökünü kazıdıkları hissinin verdiği rahatlıkla topraklarımıza gelen kâfire mukatele ile cevap
Doksan dört senelik Cumhuriyet İdaresi Tarihi bu şuuru yok etme çabalarının tarihidir. Bizim
tarihî gerçeklere muhteva kazandırarak Türk olmamız kimliğini Türklüğe takaddüm eden bir
kavme mensubiyetten aldığı hissine sahip çıkanları huzursuz etti. Huzura kavuşma beklentisi
onları millî varlıklarıyla Türkçe arasına mesafe koymağa itti. Bu uzaklaşma vaki olmadan
önce Muallim Nâci olmak, Mehmet Akif olmak akla Arnavut olmağı getirmiyordu.
demelerinde yadırganacak hiçbir şey yoktu. Ne zaman ki, Arnavutlar arasında Türk bilinmek
kâr getirmiyor diyenler ekseriyeti teşkil etti, işte o zaman biz Türkler o tiplere “Arnavuti
zoti” dedik. Bunlar vaktiyle ve vakitlice İslâm dairesine girmekle, Türklük vasfı kazanmanın
şerefiyle değil Arnavutluklarıyla iftihar ediyordu. “Zoti” Arnavut idi bunlar. Türklerden daha
baylaşmış, daha beyleşmiş, birer Rabb, birer Tanrı olma yolunu tutmuşlardı. Kur’an nazil
olduktan sonra ve sırf bu sebeple doğmuş Türkçeyi küçümsüyor, tekellüm ettikleri dilin Batı
Medeniyeti’nin temel taşı olmuş Yunanca kadar eski olduğunu savunuyorlardı. Yani “Zoti”
lâkabını biz Türkler bu cins insanlar içinden sadece artık Rabbini Allah, kitabını Kur’an
krallık yapma teklifi getirilirse “Attan inip eşeğe binmem” diyerek teklifi reddedecek olanlar
güruhuydu.