Professional Documents
Culture Documents
Ali Akay - Kapitalizm Ve Pop Kültür
Ali Akay - Kapitalizm Ve Pop Kültür
\
tŞ I
JOOfü^OJflJ-
»- c
E "2 9. E r 2
-^ ^ ^ -o Cn
ANTĐ-OĐDĐPUS
13 Aralık 2000
Gilles Deleuze ve Felix Guattari'nin birlikte yazdıkları Kapitalizm ve Şizofreni kitabının birinci cildi olan
L'Anti-Oedipe'te, kapitalizm öncesi ve sırasında toplumsal formasyonların nasıl geliştiği konusu üzerinde
durulmaktadır. Kapitalizmin "kodları" ve akış-kanlığıyla devletin pürtüklü mekânı arasındaki ilişki dile getirilir.
Pre-kapitalist formlar -akışkanlığı kıran formasyonlar- barbarlar olarak adlandırılabilir. Deleuze ve Guattari,
antropolojik olarak 'ilkel' diye adlandırılan yaban toplumları ve 'despot' diye adlandırılan imparatorlukları
("patrimonyal") da anlatmaktalar.
L'Anti-Oedipe"'m ilk bölümleri 'arzu' tanımlamasını içerirken, üçüncü bölümde yaban, barbar ve uygarlar diye
ayrılan toplumsal formasyonlar üzerinde durulur. Deleuze ve Guattari, toplumsal formasyonlar üzerinden orjinal
bir okuma yapmaktalar. Bu okuma, soykütük çalışması olarak da düşünülebilir. Nietzsche'nin ''Ahlâkın
Soykütüğü"nden yola çıkarak, geleneksel tarih okumasından farklı bir okuma yapıyorlar. Yabanlar, ilkel
toplumları, barbarlar, despotları, uygarlar da kapitalist toplumsal formasyonu işaret eder.
Evrim değil, kopuşlar ve mutasyonlar; devamlılık değil, fark'tır anlatılan. Strauss'un yapısal antropolojide
kullandığı "ensest tabu"ya ve "Oidipus"un nasıl değişikliğe uğradığına da değinilir. "Yabanlar" tanımı, ilkel
komünal toplumu işaret eder. Sınıfsız ve devletsiz olan bu toplumlarda çeşitli alanlarda kesin kodlar işler.
Barbarlarda kast sisteminin oturması ve hiyerarşik yapının kurulması söz konusu olmaktadır. Despotik toplumsal
formasyonda, yabanlardaki kod sisteminin üst kodlaması yapılır. Uygarlarda, iktidarı temsilen, üst kodlama
olarak devlet süreklilik gösterir. Socius; her toplumsal formasyonda akımların geçeceği bir yüzey olarak 'tam
beden'i oluşturur. Arzu'nun da
Kapitalizm ve Pop Kültür
sosyal yapının odağı, desteği olarak görülmesi söz konusudur Yaban toplumları için socius, topraktır. Bir alan
üzerinde bütünleşmiş, homojenleşmiş (insanların bedenleriyle düşüncelerinin bütünleşmiş olduğu) toplumsal
yapı, yabanlarda görülür.
Deleuze ve Guattari, akımlar ve kodlardan ve bunların ilişkisinden söz ediyorlar. Akımlar; a priori var olan dip
dalgaları, kodlar ise aşkın nitelikleri simgeler. Yaban toplumlarda, sosyal üretimle arzu üretiminin ayrışamadığı
bir üretim var. W. Re-ich'a göre, hukukî, cinsel vs. yönlerden temel kavram "ar-zu"dur. Tüm toplumsal oluşum
arzu ile başlar, arzulanan maki-nalarla sürer; kodları, akışkanlıkları ortaya koyan yine arzudur. Psikanalizdeki
arzulama meselesi, sürekli olarak toplumsal formasyonların içinde yer almakta. Arzu bazen devrimci olmakta,
bazen faşist olmaktadır (akışkanlık, faşizme gider). Tam beden, bütünleşmiş arzu sistemiyle toplumsal
akışkanlığını belirler. Arzu, zevk ve istençten ayrıdır; toplumsal bir anlamı vardır.
"Anti-üretim" kavramı; Deleuze ve Guattari'nin psikanaliz okumalarıyla birlikte kullandıkları bir kavramdır.
Freud'da "ilkel baskılama" diye tanımlanan belirli kayıt sistemlerini mümkün kılan birşeydir. Anti-üretim,
Bataille'ın "harcama" kavramıyla paralel bir ifade olarak da düşünülebilir mi? Bataille, toplumun merkezinin
fayda olarak okunmasının belirsiz bir kavramsallaş-tırma olduğunu düşünerek, "fayda" kavramına karşı
"harca-ma"yı öne sürer.23
Sosyal organizasyon, fazla'nın tüketilmesi üzerine kuruludur. Anti-üretimin ötesinde Nietzsche'ci bir nosyon
olarak "borç"un yer aldığı düşünülmektedir. Ve bu düşünce, L'Anti-Oedipe'te ortaya atılacak bir teze; "arzu"
kavramına zemin hazırlar. Deleuze ve Guattari, arzu'nun 'eksik' nosyonuyla birlikte kullanılmasına karşıdırlar; bu
bağlamda arzunun gereksinimlerden değil, gereksinimlerin arzudan türediğinin altını çizmekteler. Biriktirme
(gereksinimi) kapitalizmin ruhu olarak değerlendirilmektedir (Protestan ahlâkı). Armağan ekonomisi,
23 Bu konu Barış Başaran ile derslerde tartıştığımız bir konudur Ona göre, Bataille ile Deleuze ve Guattari
arasında bir ilişkiyi kuran makalelere yaslanmak yanlış olmaz Ben ise bunu çok uygun bulmamaktayım
Anti-Oidipus
kapitalizm öncesi toplumsal formasyonlarda olduğu iddia edilen, biriktirme mantığının işlemediği bir üretim
biçimidir. Harcamayı ön plana aldığımızda, üretimden önce harcamayı işaret etmiş oluruz; olmayanı harcamayı.
(Bu yaklaşımla Deleuze ve Guattari, yapısalcı bir antropoloji eleştirisiyle beraber, Marx'ı ve "Feuerbach"ı ters
yüz etmekteler.)
Harcama ve armağan ekonomisi denilen alan, Antonin Arta-ud'nun (1896-1948) kavramı olan "organsız bedenle
de örtü-şür. "Organsız beden", üretim karşıtı olan bir bedeni ifade etmekte. Organsız beden, kapitalistik
makinayla bir güç ilişkisi içinde ve makinanın -yani kapitalizmin- işlerliğini engellemektedir. Arzulanan
makinalarla organsız beden arasında bir ilişki kurulur; arzulanan makinalar organsız beden tarafından bozulup,
kapitalizmin anti-kapitalistik bir oluşum içine sürüklenmesi sağlanmaktadır. Dolayısıyla kapitalizmin kodlarının,
arzulanan makinalar ve organsız beden kavramlarıyla bozulması söz konusu. (Böylelikle Marxfın yeniden
okunması da sağlanmış olur.)
"Borç" kavramı, Nietzsche'nin Ahlâkın Soykütüğü kitabından alıntılanmaktadır. Deleuze ve Guattari, soykütük
çalışmalarında ilkel ekonominin; 'borç' kavramıyla anlatımını seçmekteler (yapısalcı antropolojiyle, Levi
Strauss'un okumalarıyla, bir tartışma alanı çıkar). Socius, kayıtlama ve mübadeleyi işaret ederken, Deleuze borç
kavramını öne çıkarır. Deleuze ve Guattari, yaban toplumlarda değişimin çok iyi bilindiğini savunurlar. Burada,
sürekliliği sağlayan kavram olarak borç'un mübadeleyle karşıtlığı üzerinde durulmakta.
Levi-Strauss'un ortaya attığı ilk mesele, "kadın dolaşımadır. Hk mübadele ilişkisi, dolayısıyla sosyalleşme,
kadınlardan geçmektedir (yan ilişki olarak, ittifak kurulur). Bu noktada soy bağı, soy zinciri meselesi gündeme
gelmekte. Tanrısal inanışlara bakıldığında iki kabile arasındaki soy zinciri ilişkisinin, toplumsal mekanizmanın
soy bağının dikey çalışmaya başladığı görülecek. Đttifaklar, sözü edilen soy zinciriyle kesilecekler. Ve bu
soybağı ittifaklarla bitiştirdiğinde ya bir karmaşa çıkacak ya da Mübadelenin imkansızlığı ortaya çıkacak; kan
davası, düşman-
Kapitalizm ve Pop Kültür
lıklar vs. söz konusu olacaktır. Kapalı toplumlarla dışa açılan toplumlar arasındaki fark soy zincirinden geçecek
ve bu zincir, ittifakı imkansızlaştıracaktır.
Soy Zinciri: Aşkın, Tanrısal Đlişki
Đttifak, içkin olan ve kadın alış verişinden doğan ilişkiyi anlatır ve Deleuze ve Guattari için ittifaklar ön
plandadır. Ensest tabusu, ittifak ilişkisine dönüşür; Oidipus değil, ittifak öne çıkar: anne-çocuk yerine kız kardeş
erkek kardeş; aynı soy... (Kaf-ka'nın kız kardeşiyle aşkı gibi). Böylelikle, Freud'un "ensesfi anlatan Oidipus'u
birincil konumdan çıkıp, herhangi bir mesele olmaya başlar. Yabanlarda biriktirme eylemini engelleyen sosyal
normlar var (birikim, iktidar mekanizmasınca engellenmektedir). Borç ilişkileri, borçlular- alacaklılar arasındaki
karşılıklı bir ilişkiyi işaret ederken; barbarlarda, despotik toplumlarda borcun topluluğa içkin olmaması söz
konusu. Borç, bu toplumsal formasyonda artık despotadır; böylece aşkınlık olarak görülecek bir borç nosyonu
ortaya çıkar. Despotik anti-üretimde, nihaî özne olan despot anti-üretimi kendi bedeninde toplar. Despotlarda,
evrensel bir değer birikimi çıkar.
Deleuze ve Guattari despotluk için (doğu toplumlarından söz ediyorlar) paranoid; kapitalizm için şizofrenik
yakıştırmasını yapmaktadırlar. Cenaze ritüelleri bu yakıştırmaları örneklemekte; histerik diye tanımladıkları
yabanların (Kuzey Afrika'da ve Türkiye'de de) cenazelerinde bağırmalar, 'zılgıt', ağıt yakmalar söz konusu olur.
Bunlara despotik törenlerde rastlanmaz. Despotik törenlerde, paranoyanın özelliği olan tam bir düzenlilik
gözlenmekte. Kast sistemiyle ilgili olarak, devlet başkanlarının cenaze törenlerinde belli bir hiyerarşi izlenir.
Kapitalizmin şizofrenisi diyebileceğimiz örnek ise küllerin yakılması... Đmha sistemi ve törenin olmaması, her
şeyin simülakr üzerine kurulu olduğu bir yaşamı işaret etmekte. Kapitalizm, şizofrenleri kodla-yamıyor; çünkü
zaten şizofrenler de kapitalizmin kendisi gibi işlemekteler.
Anti-Oidipus
Haraç ve vergi uygulamaları ise yabanlarda olan değer kodlarının üstünde, otoritenin artı-ürüne el koyması
demektir. Sa-mir Aminin kavramıyla, "haraç üretim biçimi". Amin, Osmanlı tipi despotik toplumsal
formasyonları ATÜT ile değil, "haraç" kavramıyla açıklamaya çalışır. Bu noktada altın, ne bir değişim
nesnesidir ne de artı değer üretmek üzeredir; despotik haraç sisteminin işlemesi içindir. (Böylelikle ilkellerin
sınırlı borç rejiminin de sınırsız hâle geldiği görülecektir.) Deleuze'ün ifadesiyle, despotik toplumsal
formasyonda değer ve anlamların üst kodlaması söz konusudur. Eski socius toprak yerine, yeni socius "despotun
bedeni" haline gelir. Para da pazar ekonomisini üretebilecek bir değişim değerine sahip olmaksızın, politik
iktidarı simgeler.
Osmanlı Devleti'nde veliahtın hutbe okutup akçe bastırması, paranın simgesel niteliğini açıklamaktadır. Paranın
üzerinde padişahın resmî imzası olan "tuğra" bulunur. Türk toplumlarında tuğra, birincil konumdadır. Đktidarın
iki kutupluluğunda (siyasî ve dinsel kutuplar) tuğra, siyasî kutbun (imparatorun sözünün) dinsel kutup üzerindeki
hakimiyetini ifade eder. Para, egemenliğin sürekliliği açısından önemli bir gösterge olarak karşımıza çıkar.
Siyasî liderin resmi (Atatürk, Đnönü vs.) ya da paranın üzerindeki imza, siyasî gücün kimde olduğunu gösterir...
Bu da bir tür kayıt (yazıt) olarak düşünülebilir. Siyaset; Osmanlı'da, eski gelenekte "katletmek" anlamına gelen
bir söz. Şer'î devlette, örfî gücün katletme hakkını ifade eder (Arapça'da ise siyaset, "sürü" ve "gütmek"
anlamındadır).
Yabanların değer ve anlam sistemlerini kodlamaları; barbar-ların ise değer ve anlam kodlamalarını üst
kodlamaları söz konusu (burada niteliksel farklar göz önüne alınmaktadır). Uygar-tarda ise belitselden söz
edilebilir. Yabanlarda, prestij nesnelerinin biriktirilmelerinin engellenmesi için dağıtılmaları gündeme 9elır;
tanrılara armağan verme ve kurban meselelerinin yerle-Ş'kleşmesi bu amaçladır. Yabanlardaki ve barbarlardaki
nitelik-sel 'Ş'eyişin, kapitalizme gelindiğinde (belitsel) niceliksel ve iç-
JOL
Kapitalizm ve Pop Kültür
kin'e dönüştüğünü düşünmemiz gerekecek (Aksiyom: Artık kodlanması gerekmeyecek en içkin kavram).
Nicelik-nitelikf içkinlik-aşkınlık meselelerinden, kapitalizmin aksiyomunu belirleyecek iki akıma geçtiğimizde;
"yersizyurd-suzlaşmış sermaye akımı" ve "esnek meta ekonomisine giden kitlelerden söz etmek durumundayız.
Kapitalizmin belitselliğj, bu ikisi aracılığıyla olur. Deleuze ve Guattari, farklı nitelik ifade eden niteliksel
akımların, niceliksel metalara dönüştürülebileceğini söylemekteler. Kod artı-değeri değil, akım artı-değeri'dir
anlatılan. Kapitalistik belit makinası, kod ve anlamın ilk büyük yersizyurdsuzlaştırılmasını işaret etmektedir.
Haraçsal bir değer kodlamasından, paranın devreye girmesiyle ve değişim değerleriyle birlikte piyasa
ekonomisine geçilmesi söz konusu olur.
Meta ekonomisi içinde, çıkışın olmadığı bir sistemdir kapitalizm; parayla başlayıp parayla biten bir sistem. Bu
sistemde sonsuz bir para üretimi ve borç üretimi gerçekleşir. Kapitalizm, aynı zamanda, kendi
yersizyurdsuzlaşmasmı da kendisi gerçekleştirir. Harcama ekonomisinden biriktirme ekonomisine geçiş nasıl
başarıldı? Yabanlık (histeri, kod), barbarlık (paranoya, üst kod) ve uygarlık (şizofreni, belit); bunlar birbirleriyle
toplumsal alanda nasıl ilişkiye giriyorlar? Hangi toplumlarda bu üç formasyon aynı anda bulunuyor, hangilerinde
bu üçü ayrılarak ilerliyor? Bunlar, sorunsallaştmlacak meseleler olarak çıkar karşımıza.
_za_
Anti-Oidipus
03 Ocak 2001
II ğk nti-üretim" kavramı, yabanlarda akrabalık ilişkileriyle ilin-/Atili bir kavram. Ensest tabusunun modern
toplumlarda farklı işlediği görülür. Onun yasağın ötesinde ve yalnız aile içi ilişkileri değil; tüm toplumsal
ilişkileri yönlendiren bir tabu olduğu görülür. Ensest tabusu, bireysel tüketimi yasaklamaktadır. Böylelikle,
dolaysız tüketilememe ve üretim üzerinde sirkülasyon sağlanmaktadır.
Barbarlarda belirleyici olan, üretim ilişkileri değil aile bağlarıdır (akrabalık ilişkileri). Kapitalizmle beraber
üretim ilişkileri, ekonomik ilişkiler ön plana çıkar. Beden üzerindeki kodlar ve izler (sünnet, kadın sünneti vs.)
yabanlar için geçerli olan kayıt sistemini anlatır. Yabanlarda, kabile şefinin üretimi ve toplumsal anti-üretim
mekanizması işlemektedir. Üretim, şeften topluma akar; henüz adı "artı değer" olarak konulmamış ürünü, şef tek
başına üretir. Kapitalizm, yabanlara göre daha esnek işler gibi gözükmekte. Kapitalizmde insanların
içselleştirdikleri üretim mekanizmaları var. Kapitalizmin kodlarla işleyip işlemediği konusu da bir tartışma
zemini doğurmaktadır. Yabanlarda sosyal makina, insanların değerler üzerine iz bırakmalarını söz konusu
ederken; kapitalizmde çalışılmazsa kazanç sağlanamaz ve bu durum kodların kendiliğinden oluşumuna yol açar.
Çalışmak üzerine zorlayıcı mekanizmanın aileden, okuldan başladığı bir durum söz konusu. Kapitalizmin
'serbest kodları' var ama bu serbest kodlar, söyJendiği kadar da serbest değiller. Çalışkanın kendisi, soyut bir
makina olarak kodluyor bizleri. Bu kodlar, yersizyurdsuzlaşmış olan barbarların kodlarını yeniden yerine
yurduna yerleştirmekte.
Anti-üretim, kapitalizmde -Deleuze ve Guattari'nin yoru-uĐa- bir tür sanatsallık ve edebiyat içermekte. Beckett'ın
Go-u Beklerken adlı oyunu (oyundaki şizofrenler), Artaud, roust Kafka gibi isimler, Đngiliz edebiyatı; Deleuze
ve Guatta-
Kapitalizm ve Pop Kültür
ri'nin kitaplarında, "organsız beden11 kavramına yönelik sıraladıkları örneklerdir. Antikapitalist makinayı
("savaş makinası"nh çalıştıranlar göçebeler; ama onlardan daha da önce sanatçılardır (Artaud). Arzulanan
makinalar ve anti-üretim, organsız beden içinde mümkün olduğunda, bunları saptıran örnekler soz konusudur.
Küresel dünyanın kodlarını oluşturmakta olan "imparatorluk" soyut bir kavram ve hiçbir devleti işaret etmemek-
te; aktörleri belirlemektedir sadece. Aktörler, sermaye gruplarıdır; hızla en fazla kod bozan ve matematiksel
kodları en fazla belirleyen "borsa"dır.
Deleuze ve Guattari, yeniden üretimin ailesel üretimden farklı olduğunu dile getirirler. Ailenin bağımsızlaşması;
kod zincirinden bir tanesinin üst kod olup diğerlerini belirlemesi durumunu yaratır. Psikanalizde "fallus" olarak
tanımlanacak durumdur bu. Oidipus'un temsili, toplumsal formasyonlarda (yaban, barbar, kapitalist) ele alınır
Deleuze ve Guattari tarafından. Yabanlarda "ödip11 kodu, arzunun bastırılması karşısında kullanılır, Oidipus'un,
sınırın yerinden edilmesi ya da yerinden çıkarılmış temsili olduğunu iddia etmekteler. Oidipus anti-sosyal bir
arzuyu, üretim sirkülasyonundan kopmayı işaret etmekte; çünkü sirkülasyonu yaratan, kadın dolaşımıdır.
Dolayısıyla ensest, an-ti-sosyalliği doğurur (baba, kızını ona talip olana vermeyip kendisi alırsa, sosyalleşme söz
konusu olmaz). Aşk ve arzu, sosyal-leştikleri zaman dolaşım ve üretime yol açar; sosyalleşmediğı zaman, arzu,
üretimden öncelikli hâle gelir. Bu ise "suç"u doğuran durumdur -sözü edilen üç toplumsal formasyonda da ge-
çerli olarak; Aile (çekirdek aile) içi evlilik, Hint-Müslüman toplumlarında dinin karşı çıkıp kodlarını koymaya
çalıştığı bir oluşumdur. Papazlar da bununla ilgili olarak bir sürü risale yazarlar. Risalelerde sordukları sorular,
kadının birtakım objelerle kendi cinselliğini tatmin edip etmediği ve baba-kız, anne-oğul ilişkisinin nasıl olduğu
üzerinedir (anneye, oğlunu emzirip em-zirmediğinin sorulması gibi). Papazlar, bu sorgulamaları ve ensest
üzerine kurulu olan arzu ilişkilerini, yeni kodlar kurmak amacına yönelik olarak sürdürmüşlerdir. Yabanlarda
iktidar iş-
Anti-Oidipus
biçiminde bir yasak, tabu olan ensest; papazlar için, ya-
klanacak bir durum değildir (Orta Çağ'da Hıristiyanlarda, tum krallık akrabadır).
"Fallus"/ iktidarın sembolüdür. Arzu biçimlerinin (bir anlamda ensestin) kod zincirinden çıkarak üst kod olarak
iktidar olusunu ifade eder. Deleuze ve Guattari, Oidipus üzerinden yaban despot ve kapitalist toplumlarda
arzunun yeniden kodlanma hikayesinin evrensel olmadığını açıklamaktalar. Arzunun sosyalleştirici ve aynı
zamanda sosyallikten uzaklaştırıcı rolü üzerinde dururlar. Deleuze, yaban toplumlardaki yazıtlama sisteminin
"zalimlik" olduğunu dile getirir (Nietzsche'nin "Ahlâkın Soykütüğü"nden alıntılarıyla beraber). Zalim ritüellerin
"kolektif hafıza" oluşturmak için yaratıldığını söyler. Bu kolektif hafıza, aynı zamanda üretimi sağlayacak
olandır. Tehlike ensest değildir, ensestin yaratacağı anti-üretimden kaçmak istendiği için ensest yasaklanır.
Đktisadî olan, üretim üzerine kurulu olan bir yaşantının imkanını sağlamak üzere enseste karşı çıkılmaktadır. Bu
açıklamalarda, Deleuze ve Guattari'nin çok marksist bir duruşları olduğu dikkati çekmekte. Günümüzde de
ensest, şiddetle yasaklanır ama yine de şiddetle yaşanması söz konusu (bu durum, sosyal bir problemdir).
Oidipus, bir baba fantezisi olarak durmakta. Arzu duyan değil, üretimi ve iktidarı yaratan bir içeriği var. Baba,
eylem olarak, anti-üretime geçer; kızını, talip olana verir. Fantazma olan, üretim fantazmasıdır. Ekonomik üretim
için, mübadele için (kadın değiş tokuşu) babanın kafasındaki ödip, onun kodladığı bir toplumsallığın ürünüdür.
Psikanalizin tam tersi olarak, an-ne-çocuk değil baba ön plandadır. Babanın korkusu, oğluna Karşıdır; oğlun
anneyle birlik olup onun iktidarını elinden almasından kaygı duyan baba figürü söz konusudur (Arslan Yürekli
Richard'ın annesi Alienor - Orta Çağ boyunca hikayesi dilden le dolaşan bir kadın- babanın tüm varlğmı soyup
oğluna verir ve baba en yoksul biçimde ölür).
Deleuze ve Guattari'nin L'Anti-Oedipe kitabı, 1960-70 yılla-rında marksist okumaların etkisinde kalınarak
yazılmış bir kitap
olma özelliğini taşımaktadır. 1980#lerdeki ikinci ciltte (Bin Yay-la) devlet ve şehir, üretimi belirleyenler olarak
sunulur yine aym yazarlarca. "Siyaset (devlet), aşkın olarak ekonomik üretimi belirler" anlayışı var bu kez
marksist okumanın tersine. 1960'lar-daki tartışma, Marx/ın dediği gibi toplumlarda hep alt yapının mı belirleyici
olduğu ve siyaset, din, ideolojinin -yani üst yapının- da belirleyicilik payı olup olmadığı soruları üzerinedir.
De-leuze ve Guattari, marksist söyleme ters bir tez öne sürmekte-ler: onlara göre "kapitalizm öncesinde,
akrabalık ilişkileri ve dinî etkiler toplumsal ilişkileri belirlemekteydi; kapitalizme geçilmesiyle birlikte alt yapı
belirleyici olmaya başladı". Bu anlamda, barbar makina (despot makina) ve kapitalist makina arasında da
farklılıklar olduğundan bahsetmekler. Yabanlarda yazıtlama (kayıt sistemi) bedenler üzerinde gelişirken,
kavramlar dilden bağımsızdı ve beden üzerine çizilen grafikler toplum içi ilişkileri belirlemekteydi. Kimi
ritüeller böylelikle oluşmaktaydı.
Grafik, ses, bakış; bu üç metod birlikte işlediğinde, ritüeller hayata geçmiş olur. Bu ritüeller, spesifik organlar
üzerinde kayıt işlemine süreklilik kazandırmaktadır (üretim organı olarak cinsel organ düşünüldüğünde; kayıt
onun üzerinde yapılır). Bedenlerin spesifik organları üzerinde kodlama, toplumsal ilişkileri belirlemekte.
Oidipus, birleşik bedenleri ve ego'yu gereksinmekte (henüz 'birey' denilecek bağımsız bedenler yok; kolektif-lik
söz konusu). Her organın ayrı ayrı özerkliği olması fikri, çok modern bir fikir. "Organsız beden" kavramı,
kapitalizmin en çok işleyen sektörü halini alır günümüzde (organ nakli için insan öldürülüyor, Çin'de mahkûmlar
öldürüldükten hemen sonra onların organları devlet eliyle pazarlanıyor). Anti-kapitalist gibi duran organsız
beden, kapitalizmin en kârlı sektörü haline geldi.
Küresel ekonominin en belirgin özelliği, sınırı olmayan bir "topraksız mekân" yaratmış olması. Küresel yatırım;
organların, emeğin, sermayenin sürekli aktığı, yersizyurdsuzlaştığı bir mekanizma oluşturur. Ve bu
mekanizmanın toprak üzerinden kurulamaması söz konusu. Arzunun baskılayan temsili (ensest tabusu), arzunun
yerinden çıkarılması ve yerine -baskı ve ittifak-
82
Anti-Oidipus
msilî olarak Oidipus'un konulması söz konusu olur. Aracı-vaşama isteği bağlamında, arzu, "gösterilen" olarak
kurul-S kta Đmlenen arzu ve imleyen Oidipus'sa, arzu birincilleştiri-rek bu duruma karşı çıkılmış olunur (böylece
de arzu, semiyo-lojik olarak ele alınmış olur). Saussure'ün, Lacan'ın, yapısalcı düşüncenin imleyenine karşı
imlenenin öne çıkarılması ve Deleuze ve Guattari'nin metninin ("Kapitalizm Ve Şizofreni11) ana temasının
imlenen "arzu" olması, önceki yaklaşımın ters yüz edilmesini ifade etmektedir. Hakim olan gösterenken, burada
gösterilen birincilleştirilir. Deleuze ve Guattari'nin Oidipus'a eleştirisi, "yasaklanan" üzerinden arzu'nun
doğasının çıkarılamayacağı ve arzulanan ekonominin ensest olduğunun bu şekilde söylenemeyeceği
bağlamındadır (yasaklanan ensest, benim arzumun da ensest olduğunu göstermez). Yasağın var olması, yasağın
öncesinde böyle bir arzunun olduğunu göstermemektedir. Bu arzu yasaktan sonra oluşabilir, yasak bu arzuyu
beraberinde doğurabilir.
Kapitalizm ve Pop Kültür
10 Ocak 2001
Devlet ve vergi politikasının ortaya çıkışı, despotik toplumsal formasyona ait bir durumdur: devlete asker ve
veraı verilir; bunların karşılığı olarak korunma sağlanır. Nihaî sahipse despottur. Toprağın yerini despotun
bedeni alır ve bu yenilik soy bağı zeminini yerinden eder. Deleuze ve Guattari, despotun eski topluluklara
nazaran yeni bir soy zinciri yaratacağını söylemekteler. Dinlerin ortaya çıkmasıyla (pagan dinleri, Roma tanrıları
gibi çok tanrılı dinlerden sonra tek tanrılı dinlere inanç söz konusu olunca), pagan dinlerinin özellikleri (doğa
güçlerine olan inanç; daha içkin, daha Spinozacı bir inanç) Hıristiyanlıkta sorun yaratmaya başlar. Hıristiyanlıkta
kadının günahkâr olduğu düşünülerek cadılığı, şeytanî varlığı cinsellikle bağdaştırılır ("ilk düşüş" teması). Kilise,
cinselliği kontrol etmeye başlar. Kilisenin müdahaleciliğiyle kadınların yakılması, içlerindeki ruhun şeytandan
ve günahlardan arındırılması düşüncesi uygulamaya geçirilir.
Pagan dinlerinde ruhun göçü söz konusudur; çok tanrılı dinlerdeki "mahşer günü" ve Adem-Havva meseleleri bu
inanış içinde yer almaz. Adem- Havva meselesi başlayınca, yer ve gök de parçalanır. "Đlk düşüş", Tanrı'nın
dokunulmasını yasakladığı ağaçtan Havva'nın meyvayı koparması ve Adem'e vermesiyle birlikte ikisinin
düşüşünü anlatır. Kadın ile erkeğin ayrılmasıyla yer ve gök de ayrılır. Đlk despotluğu kuran kişi, ilk "sapkın"dır
Tanrı'nın oğlu olduğu iddiasında olması, onu saptıran nedendir. (Tanrı'nın oğlu, elçisi, sözcüsü vs. olmak, tek
tanrılı dinlerde çok önemli bir tema olarak karşımıza çıkıyor.) Đttifak zinciri böylelikle değişir. Tanrı, baba
olmaya başlar. Soy zinciriyle ittifak tanrısallaşmaya başlayınca, devletçi topluma geçilmiş olunur. Freud'un "Beş
Psikanalizde anlattığı Yargıç Schreber de bu sapkınlık meselesini örneklemektedir: Yargıç Schreber doktoruna
aşıktır; ancak karısıyla doktorunun aşk yaşadığını far
Anti-Oidipus
doktorundan nefret ederek kendisini "Tanrı'nın fahişesi" a adar. Tanrı'yla iletişim halinde olduğuna, onu
duydu-inanır. Deleuze ve Guattari'nin despot ile paranoyağı bir-^tirmeleri, Schreber'le özdeşimle açıklanabilir.
Devletçi top-ı mda ensest tabusu yine tabu olarak sürer, bu kez despotu sı-danlardan ayırmaya yönelik bir anlam
kazanarak. Ensest tabusu, baskılayan temsil haline gelir. Despotun figürü, tüm haklara sahip olduğundan tüm
toplum tarafından örnek alınır; despot, artı-ürün üretmekte ve artı-ürüne el koymaktadır. Burada anti-üretim
olduğu söylenemez; çünkü anti-üretimden söz edilebilmesi için üreticinin üretime karışmaması gerek. An-
ti-üretim harcama ekonomisinde vardır; ürünün biriktirmeye ayrılmaması buna yol açar. 1970'li yılların sonunda
Afrika'da açlık baş göstermişti. Ancak batı kapitalizmi, artık ürününü yardım olarak Afrika'ya göndermeye
yanaşmamış; yakıp yok etmişti. Armağan mantığına göre davranılmaması anlamını taşıyordu bu uygulama.
Tıpkı köleler fazla maliyete yol açınca feodalitenin çökmesi gibi (kapitalizmin doğasına uygun olarak, fazla
maliyetten kaçınılması söz konusudur). Đlkellerde olan anti-üretimin despotik toplumsal formasyonda olduğu pek
söylenemez. Despotun köylüsünü ekin üretecekken savaşa göndermesi anti-üretim gibi görünse de, savaş
sonrasında toprak kazanılma durumu ('toprak üretimi'nin amaçlanması) bu düşünceyi pek geçerli kılmıyor.
Kapitalist toplumsal formasyonda, toprağın, mekânın değeri yok olur. (Ulus devletin krizi bir yerde bu
nedenledir.) Günümüzde gayrimenkul ve finans sektörü üzerinden gelişen bir kapitalizm söz konusu. Türkiye ve
dünya ekonomisi, 'üretim' yapmayan bir üretimi sürdürmekte. Artık var'rant var, ama üretken bir sermaye yok.
Sanayi, yatırım üzerinden işlemiyor kapitalizm; fabrika açılacağı yerde faizle yaşanıyor. Sermayenin aldığı para,
üretken bir ekonomiye gitmek-ense tüketime yöneliyor. Bu noktada bir anti-üretimin varlığından söz edebiliriz.
Anti-üretim, Deleuze'ün ifadesiyle, şizofrenik bir durum; ormansız beden ile arzulanan makinanm ayrı çalışıp,
organizmayı uram?,dığı bir durumu işaret etmekte. Despotik toplumsal for-
Kapitalizm ve Pop Kültür
masyon, yasa ve yargı fikrinin ilk ortaya çıktığı formasyorıd (daha önce "adalet" vardı). Yasa ve yargıyla eş
zamanlı olar k ihanet ve direnişin de ortaya çıkışı söz konusu olur. Baskı basi yınca itaatsizlik de başlar; despota
karşı direniş, yasayı ihlâl et me gündeme gelir. Despotik formasyonda bu değişikliklerin devamında bedeni
işaretleyerek değil, direkt ölüm tehdidiyle kodlanmaya son verilir (üst kodlama olarak "ölüm"). Kayıt sistemi,
yazının ortaya çıkmasıyla değişir. Yabanlardaki grafik sisteminin yerine okunabilir yazı geçer. Yazı, despotun
fermanlarında açıkça görüldüğü üzere, ötekinin ne istediğinin gösterilmesi amacına hizmet etmekte kullanılır.
Yabanlarda ses, yazıtların alt sistemiyken, despotik formasyonda diğerlerinin göstereni olur. Yazının ses'e ikincil
olması, bedensel temsillerin sözel temsillere göre ikincil olması anlamını da taşımaktadır. "Đlk önce söz vardı";
ilahî düşüncede de bu kabulün olduğu bilinir. (Bedensel bir şey yoktur, ses'tir olan; "Tanrı'nın sesi"dir duyulan
ve ilk önce olan. Schreber'de ve peygamberlerde de benzer durum var.) Ses'in öne çıkması, içkin bir
formasyondan aşkın bir formasyona geçilmesi demektir. Bedensel yargının yerini ses alır; iç ses, "vicdan".
Yabanlarda bedensel ceza uygulanırken, despotik toplumda ruhî cezalar verilmeye başlanır (vicdanî yönden
cezalandırma; papazların kendilerini kırbaçlamaları vs.). Tanrısallıkla birleşen toplumsal formasyon; sesin,
sözün, kelâmın öne çıkışını söz konusu eder. "Büyük paranoyak" olarak tanımlanan insan, kendi kendine Tanrı'yı
duyan (duyduğuna inanan) kişidir. Toplumsal formasyon olarak despotluğa geçilmesiyle üç önemli dönüşüm
yaşanmış olur:
1) Ölüm yukardan, despottan gelmeye başlar.
2) Arzu, nesnesinden koparılır.
3) Ensest, arzu için yine tuzak durumundadır, ama önceki formasyondan farklı olarak despotik ensest,
baskılayan ensest halini alır. Despot, bir önceki formasyondaki arzunun kodlarını bozar ve bir yeni "üst kod"
koyar. Bunun sonucunda ensest, arzunun bastırılmış temsili olarak, despota karşı isyan haline dönüşür.
Anti-Oidipus
Ensest teması toplumsal olarak yasaklanmamış bir tabuy-vasak haline gelince tüm Orta Çağ boyunca süren
entrikalara yol açtığı söylenebilir. "Orta Çağ'da oğul, niye babaya karşı aklanıyor?" sorusu, ensest tabusuyla ilgili
bir soru olarak ya-nıtlanmalı. Orta Çağ'da küçük oğullar, gittikleri yerlerde bir kadın bulup onunla evlensinler
diye gezgin şövalyeler olarak evden (saraydan) uzaklaştırılıyorlardı. Evde kalan en büyük oğul ise itaat ederek
babanın karar verdiği kızla evleniyordu. Annenin saraya çağırdığı gezgin şövalyeyle olan ilişkisi ve şövalyenin
bu ilişkiyle 'beslenip7 babaya karşı ayaklanması, tüm Orta Çağ boyunca deneyimlenmiş ve hikâyesi anlatılmış
"saray entrikalarına yol açmaktaydı. Nüfusun çoğalması için Kilise poligamiye izin veriyordu (çok anne, çok
çocuk vs.) ve 12. yüzyılda Kilise büyük katedraller inşa ettirerek, bu büyük nüfusu Hıristiyan etmeye
uğraşıyordu. Kilise'nin, saray entrikalarına da karşı çıkmayarak zemin hazırladığı görülmekteydi. "Dame"
-senyörün hanımı- saraya çağırdığı gezgin şövalyeyi hem eğitmekte hem de baştan çıkarmaktaydı. Senyör
böylelikle şövalyenin ihanetini engelliyor ve aynı zamanda şövalyenin cinselliğinin kendisinin bilmediği bir sır
olmaktan çıkmasını sağlıyordu. Dame'ın yaptığı düpedüz zinayken ve zina büyük bir suç, bir günahken; bu
zinanın önemli bir siyasî amacı olması, suç ve günah olmasının üstünü örtmekteydi. Saray aşkının ("nazik aşk"),
şövalyeye nezaket de öğretmesi söz konusuydu. (Günümüzde, nata-şa-delikanlı aşkının, genelevde fahişeyle
girilen ilişkiye oranla, saray aşkına benzer bir 'uygarlaşma' boyutu taşıdığı söylenebilir. Nataşa, her isteyenle
birlikte olmuyor; onun beğenmesi ve 'ÜŞkiyi kabul etmesi için, delikanlının kendini beğendirmek yolunda çaba
harcaması; şık giyinmesi, kibar konuşması..vs. gerekiyor. Bu yönüyle, nataşayla kurulan ilişkinin, genelevde
fahi-Şeyle kurulan ilişkiden daha 'uygar' olduğu söylenebilir).
OrtaÇağ Đçinde Aşk Yalnızlığı
Ancak Aristo'dan beri bilinen ve tüm Ortaçağ boyunca ken-dısmj çeşitli adlarda andıran (acedia, tristitia,
taedium vitae,
Kapitalizm ve Pop Kültür
desidia) "kara safra"# Yedi Temel Günahtan biri olarak düşü nülmekteydi. Kilise Papazları için bu ölü ruhun
timsaliydi. Yalnız kalan ve ölen bir tür melankolinin Narsis'e kendisini teslim etmesi. Agamben'in de yazdığı
gibi, "Tüm Orta Çağ boyunca vebadan daha dehşetli bir salgın şatoların villaların ve şehirlerdeki sarayların
üzerine çökmüştü".25 Buna o dönemde "öğlen şeytanı" adı verilmektedir. Genelde sonbahar veya kış aylarına
tekabül eden bu tip melankoli toprağa bağlılık ve toprağa çivilenme olarak düşünülmektedir. Yalnız kalma ve
toprağa bağlı olma ile ana rahminin içinde güvende olma arasındaki yakınlıklar, bize yersizyurdsuzlaşma
kavramını da tam ters anlamda yani yaşam doluluk ifadesinde düşündürmekte. Göçebenin yanmış suratına ve
sağlığına karşın melankoli, derinin kararmasını ve sağlıksızlığı, yani mide yanmalarını, kanın ve çişin koyulaş-
masını, nabzın katılaşmasını anlatmaktadır.26 Kilise papazlarına göre, Orta Çağ'da, güneş en tepeye çıktığında
bile kendisini karanlıklara saklayan kişiler daha çok dindarlar arasında bulunmaktaydı.27 Bu tip papazlar
camdan bakar ama aşağıya inemezler, kitabı ellerine alır ama okuyamazlardı ve kitap, uyurken kendilerine yastık
vazifesini görürdü. Bu tip insanlarda aşk ve nefret birbirine karışmış bir vaziyette var olurdu. Kendisini baştan
suçlanmış ve kurtarılamaz olarak ele alan kişiliklerdir bunlar. Ortaçağ; kahramanca aşk (amore eroico) adı
altında, sevdiği kadından uzak yalnız kalmış bir gezgin şövalyenin, senyörün kendisini bir yere bağlayıp, oradan
kımıldayamayacak kadar düşüncelere saplanan ve bu haliyle de sadece hayalgücünü çalıştırırken yemek yemeği
veya uyumayı bile unutan kahramanlara verilen "kara safrayı" bu dönemde tartışmaktadır. 1285'de
Montpellier'de profesör olan Bernard Gordon'un tıp kitabı (o
24 Agamben'e göre yedi günah daha önceleri sekiz günah olarak düşünülmekteydi, ancak Aziz Gregorius'dan
itibaren tristitia ve acedia bir sayılmaya başlanır ve sayı yediye indirilir. Stanze, Payot yay., S.29. Dante, Đlahi
Komedya'da bunları ve özellikle melankolikleri ölemeyen insanlar olarak tasvir etmiştir; ölmeye yatan ama
orada kalanlar.
25 Giorgio Agamben, Stanze, Đtalyanca'dan Fransızca'ya çev. Yves Hersant, Payot Rivages Poches/Petite
Bibliotheque yay., 1998, s.21
26 Agamben, a.g.e., s.34
27 Agamben, a.g.e., s.22
Anti-Oidipus
mde felsefe ve tıp bugün disiplinlerarası dediğimiz bir şe-°\H birlikte işlemekteydi) bize bu örneği vermekte.
Giorgio a ^nben'den alıntıladığımız şekliyle, Gordon "bir kadının aşkı fından oluşturulan melankolik sıkıntıya
hereos hastalığı a m vermekteydi.28 Bu, kahramanlığın neden olduğu bir hastalık olarak karşımıza çıkmakta ve
senyörün yalnızlığını ifade etmektedir. En erdemli şeyin gezgin şövalyenin kımıldaması olduğunda ise, kış yaz
demeden, soğuk sıcağa bakmadan oradan oraya hiç bir akılcıl neden olmaksızın koşan kişiye atfedilen
kahramanlık bunun adıdır. Bu tip insanların nabızlarını denetlediğinizde bu hayatı sürdürdükleri takdirde
maniklik içine düşüp ölecekleri öngörülmektedir. Buna karşın öngörülen tedavi ise şöyledir: Böyle bir kişinin
biri tarafından aklı yerine gelsin diye bağıra bağıra kötü sözlerle kendine getirilmeye çalışılıp, aklının
kazanılması sağlanmalı; olmadı, bu söz konusu kişi genç bir delikanlı ise kırbaçlanmalı; ya ona kırbaçtan çok
daha acıtıcı bir haber verilmeli ki üzgünlüğü haberin yanında hafif kalsın, ya da çok sevindirici bir haber
verilmeli (bir titre sahip olduğu veya büyük bir kâr sağladığı haberi etkili olabilir).29 Gordon buna "sanma
yetisi"30 (o kadın, kadınların en güzeli, en erdemlisi) adını veriyor ki, bu Orta Çağ tıbbında Đbn Sina'dan beri var
olan beynin bir bölümünün adı olarak bilinmektedir. Hasta aşk ve erotizm hakkında bir şeyler sanmaktadır.
Niyetler hissi olmasa bile beynin bu bölümü niyetleri hislendirecek hissi nesneler bulacaktır. Dante bunu Đlahi
Komedya'da kullanmaktadır: aşkı her zaman iyi sanılan bir şey olarak kabul edenler. Kahraman aşkın
patalojisine göre beyin bu hissi nesneyi (kadı-nı) hisseder ve oradan da arzu çalışmaya başlar; arzu da hayal-9ucü
kısmı ile hafıza kısmını harekete geçirir, fantazma orada onlarla birleşerek imgeyi kurar. Amaud de Villeneuve
adlı filo-2°f ise burada beynin hayalgücü kısmında bir fazla ısınmaya ekabül eden kuruma görerek,
hayalgücünün kuruyarak fikr-i
, a.g.e., s.186 Agambeh(a.g.e.f s.187 estıe" olarak geçen kelimeyi "sanma yetisi" olarak çeviriyoruz.
Kapitalizm ve Pop Kültür
sabite yakalandığını ve fantazmayı tekleştirdiğini düşünür.31 v bu bir kısır döngü halinde işlemeye devam eder.
Kalabalıkla görülmez, diğer güzel kadınlar hissedilmez olur. Kahraman ask erotizmini sevgi nesnesi olan
kadında sabitler ve onun yokluğu ise melankoliye yol açar. Eros, Satürn'ün melankoli patolojisi maskesini giyer.
Ensest
Ensest temasının, toplumsal olarak yasaklanmamış bir tabuyken, yasak haline gelince, tüm Orta Çağ boyunca
süren entrikalara yol açtığını ifade etmiştik. Ve "Ortaçağ'da oğul, niye babaya karşı ayaklanıyor?" sorusunun,
ensest tabusuyla ilgili bir soru olarak yanıtlanması gerektiğini de. Annenin, saraya çağırdığı gezgin şövalyeyle,
işlevi ve senyöre sağladığı yarar dolayısıyla zina damgası yemeyen ilişkisi bir yana; zaten kadın evli olduğunda,
kocasıyla değil Đsa peygamber ile sevişmeyi hayal etmekle yükümlüydü: Đsa'nın erki içine girmeliydi; kocanın
penisi değil. Yüzü hep yukarı bakacak asla erkeğin üzerine çıkan bir cinsel pozisyonda düzüşmeyecekti. Bu
sırtını Tanrı'ya dönmek anlamına gelmekte ve üreme için cinselliği Tanrı'ya karşı kullanan zevk şeytanlığını
göstermekteydi. Nüfusun çoğalması için, Kilise poligamiye izin veriyordu (çok anne, çok çocuk..) ve 12.
yüzyılda Kilise, büyük katedraller inşa ettirerek, bu büyük nüfusu Hıristiyan etmeye uğraşıyordu. Katolik Kilise
boşanmayı men etmişti bu nedenle de toplum katolikleştirilmeye çalışılmaktaydı. Saray entrikalarına da kilisenin
karşı çıkmayarak zemin hazırladığı görülmekteydi. "Dame", yani senyörün hanımı, saraya çağırdığı gezgin
şövalyeyi hem eğitmekte, hem de baştan çıkarmaktaydı. Senyör, böylelikle, şövalyenin ihanetini engelliyor ve
aynı zamanda şövalyenin cinselliğinin, kendisinin bilmediği bir sır olmaktan çıkmasını sağlıyordu. Dame'ın
yaptığı düpedüz zinayken ve zina büyük bir suç, bir günahken; bu zinanın önemli bir siyasî amacı olması; suç ve
günah olmasının üstünü örtmekteydi. Genç şövalyelerin "dame" arayışları kadınların erkeklerin
yerleşikleşmesindeki rolünü göstermektedir.
31 Agamben, a.g.e., s.190-191
90
Anti-Oidipus
Duby'nin de anlatmış olduğu gibi; gençlerin, baba evinden dışlanarak uygunsuz işlerin peşinde koşan, gezgin
maceracı ha-atlarının molalarında "onlara dokunacak bakireler bulmanın düşünü kuran(...) ve onları daha sonra
bir senyör haline dönüştürecek bir kuruluşun, onlara hüsnü kabul gösterecek iyi bir "mirasçı kızın" olduğu bir
aileye damat olabilecekleri iyi bir evin peşinde koşan bekar şövalyeler oldukları dönem, bu döneme
rastlamaktadır. Saray aşkı, şövalyenin kadınlara yaptığı kur sayesinde kendisini görünür kılar. Önemli olan
erkeğin kadını söz ve nezaketle tavlamasıdır. Burada, artık, cinsellik bir eylem olmaktan çok, söze dönüşmüştür.
Önemli gibi duran şövalyenin evli kadının cazibesini kendisi üzerine çekmesidir. Saray aşkı evlilik üzerine
kurulu bir Orta Çağ cinsellik ittifakının dışında bir gelişmeyi göstermektedir. Çocuk doğurma üzerine kurulu
olan bu cinsellik, ruhani; "nazik ince bir aşk" ilişkisi ile perçinlenir. Burada, prenslerin evlerinde iktidarın
dağılımı bakımından cinsellik ön plandadır. Erkeklik ve onun egemenliği üzerine kurulu ilişkilerde kadının iki
rolü vardır: birincisi genç erkekler arasında bir "kıyas nesnesi" olmak; yani tavlanmak üzere erkekleri birbirleriy-
le yarıştırmak; ikincisi genç erkekleri cinsel yönden eğitme işlemini tamamlamak. Olayların ve sözlerin
cinselliği, kadının etrafındaki eşit mesafede duran genç erkeklerle belirlenir. Cinselliği yeni tanımaya başlayan
genç prens, Orta Çağ yaşamında ilk aşk derslerini saray içindeki geçkin kadınlardan alır: "Kadın bu oyunda
yapay bir yemden ibarettir.(...) Saf aşk uygarlaştırmaktadır. Prens, sarayın alanının oluşturduğu pedagojik
sistemin esas Çarklarından birini meydana getirir. Bu, gençliğin gerekli bir id-manı ve bir okuldur".32 Bu okulda
kadın, öğretmen rolünü üstlenmiştir. Arzuyu ne kadar arttırırsa o kadar iyi bir öğretmendir.
Saray Aşkı ve Dante
Aşk, Dante'nin Đlahi Komedya'sının ana eksenini oluştur-maktadır. O döneme kadar Ortaçağ yazıları ve şiirleri,
Trouba-oour'ların şarkıları; Alienor ve Heloise'in ağızdan ağıza dolaşan
Georges Duby, Male Moyen Age, Champ Flammarion 1988, s.47
i\
Kapitalizm ve Pop Kültür
hikayeleri; papazların kadın üzerine yazdıkları ve söylediklerinin kadını, Havva'dan beri suçlu konumunda
tuttuğunu düşündüğümüzde; Bruchard de VVorms'un Medicus adlı kitabında kadınlara sorulan sorulara
baktığımızda göreceğiz ki, kadın hep şüpheli bir varlık olarak kalmıştır. Worms sorar: "Kendine bir
machinemantum hazırladın mı?33 Onu cinsel organının üzerine koydun mu? Başka bir kadınla birlikte fuhuş için
kullandın mı? Kendi kendine kullandın mı? Đçlerini yakan arzuyu bastırmak üzere kadınların yaptığı gibi, onu
arzularını söndürmek için kendi üzerinde veya başka bir kadınla beraber kullandın mı? Oğlun ile fuhuş yaptın
mı? Yani cinsel organının üzerine oğlunu bastırdın mı? Kendini bir hayvana verdin mi?34 Aşıklarına bir orospu
gibi, seninle haz duysunlar diye, kendini verdin mi? "Bu soruların sorulduğu kendilerinden şüphelenilen
kadınlardan biri olarak Beatrice'yi/ Dante kendisine rehber olarak seçer ve ondan bir iyilik timsali ortaya çıkarır.
Bu bize, Dante'nin günümüzdeki modernliğini ispat eden ve aşkı şiirin ilk mekanına yerleştirerek, kadını
yücelten biri olduğunu göstermekte değil midir? Dante'nin Cennet'e yükselme üzerine kurduğu "görsel sistemin
geometrik yapısı" daha önce var olan Aziz Benoit'nın ve Aziz Bernard'ın sırasıyla "Kurallar** ve "De graddibus
humili-tatis" kitaplarıyla, Jakub'un merdiveni ile benzerlikler göstermektedir. Orta ve Güney Đtalya'nın
sanatçıları Dante'nin Đlahi Komedya'sının temsilini scaleo veya gradi kelimeleriyle ifade ederlerken, Kuzey Đtalya
sanatçıları Jakub'un merdivenleriyle temsil etmektedirler.35 Her resimde Dante ile Beatrice, Damien ile
konuşmaktadır: "Güneşi ve yıldızları harekete koyan aşk". Bu, Dante'nin modernliğidir.
Dante'nin Modernliği
Dante'nin metni bizim için entelektüel ve popüler kültürü-
33 Bu Romalı orduların kullandığı koç başlı tahta sopa anlamına gelmekte ve papazların sorularında, yapma
penisi ifade etmektedir
34 Bkz Georges Duby, Dame du XII sıecle, 3 cilt, Eve et /es Pretres (Havva ve Papazlar), Gallımard, 1996, s
26-27
35 Chrıstıan Heck, L'Echelle Ce/este (Semavi merdrven), Champ/Flammarıon/1999/ s 119
J92_
Anti-Oidipus
u anlama açısından da önemli bir belge gibi durmakta. Ki-m, karakterlerinin günümüz dünyasında sıkça
rastlanan ka-akterler olması, bu görüşü desteklemektedir. Televole prog-
mlarında gördüğümüz, izlediğimiz karakterlerin hemen hemen hepsi Đlahi Komedya'nın karakterleri arasındadır:
kıskançlar hainler, hile yapanlar, öfkeliler vb. Bunları haberlerde olduğu'kadar, diğer programlarda da
izlemekteyiz. Sanki değişmez karakterler gibi durmaları dolayısıyla da bu kişilikler bize Dele-uze ve Guattari'nin
bahsettiği "kavramsal kişilikler" gibi görünmektedirler. Hile yapanlar kimi ilgilendirirse-burada birçok pop
yıldızı ve akrabalarını kastedebiliriz; televole tipi programlar bunları bize sıklıkla göstermekteler- aşık olanlar da
Ortaçağ aşkından, romantik aşka, Hippi aşkından AĐDS sonrası aşka kadar uzun dönem tarihi içinde
epistemolojik olarak değişen, ama karakterlerini dönemlerine göre kronik bir şekilde saklayan tiplemeleri bize
kadar taşımakta. Bu ilginç bir şey; üzerinde durulması gereken bir şey diye düşünüyorum. Burada bir tür
mik-ro-sosyoloji ile karşı karşıyayız: arzu ve istem; ikisi de bizim küçük değişikliklerimizi harekete
geçirmekteler. Bunun üzerinde Durkheim'ın ezici üstünlüğü altında kalan Tarde çok durmuştu. Arzular ve
istemler birer monad gibi küçük algılamalarda nasıl işlerlik kazanırlar? Tarde'ın sorusu böyle bir soruydu.
Burada Urart Sanat Galerisinde Ocak-Şubat 2002'de küratörlüğünü yapmış olduğum "Đlahi Komedya" sergisine
değinmek istiyorum. Bu sergi, bence, modernliğimiz içinde, imgelerle, Dan-te'nin nasıl gözüktüğünü
sorgulaması bakımından ilginç hale gelmektedir. Küresel bir dünya kültüründe, -hangi- coğrafi alanlarda ve bu
alanların farklılıkları içinde okunduğunda Dan-te'nin metni nasıl görselleşebilecektir? Türkiye veya Avrupa şe-
hirlerinden hangi imgelerin bakışı bu modernliği verecektir. Bu c°ğrafyanın mezarlığında bunlar nasıl bir anlam
kazanacaktır?
Urart Sanat Galerisi'nde Ocak-Şubat 2001'de küratörlüğünü yapmış olduğum sergide, Seza Paker'e ait olan işte
gösterilen, Paris'te bir modern kahvede fotoğraflanan 32 diadan oluşan Çalışma; bize, Dante'nin yolculuğunu bir
gölge olarak vermek-
Şan i
v
Kapitalizm ve Pop Kültür
tedir. Dante burada evsiz barksız olarak ortaya çıkmaktadır, uluslararasılaşmaktadır. Kendisinin rehberliğinde
giden bir yer-sizyurdsuzlaşmış kişidir. Sürgündekidir; yoldan geçendir (Son imge bize yoldan geçen bir yayayı
göstermektedir). Dante'nin 14. yüzyılın hemen başında sürgüne gönderilmesi gibidir. Geçendir, yolcudur,
kaçandır, kaçış çizgisi çizerek "yeni bir silah arayandır" (Deleuze zenci lider Jackson için böyle yazmaktaydı).
Yolunu şaşıran bir Dante cehenneme düşmüştür, ama Virgilius sayesinde cehennemi ve cenneti ve de arafı
yersizyurdsuzlaştır-mıştır. Bütün bunlar bize ikili bir okumayı göstermekte: popüler kültür ve pop felsefe. Bu
okuma, Dante'nin Đlahi Komed-ya'smın imgesel gücüdür ki, bu metin, Rönesans metinlerinden "insanileşmeyi"
sunan bir metin olarak, insanlara aynı zamanda "dini öğeleri" öğretmekte ve bunları insanlık aklına yerleştir-
mektedir. Kiliseye karşı çıkan bir metin aynı zamanda pagan inançlarını yerine yurduna sokan bir karakteri
taşımaktadır, onları içinde barındırmaktadır. Böylelikle Kilise'nin ve sitenin iktidarları birleştirilmektedir; çaba
bu birliği sağlamaktır. Kutsal olan ve dünyevi olan; yani dış mekan ve iç mekan birleştirilmeye çalışılmaktadır.
Kilise'nin şehir dokusundaki yeri, Papalığın iktidarı ile evlerin iç mekanı veya insanların ruhsal durumları hep
ikiliği oluşturmaktadır. Aziz Augustinus'dan beri bu ikilik Tanrı'nın şehri ile dünyevi şehir arasındaki farkı
göstermekte. Cehennem, Araf ve Cennet üçlüsü Tanrı'nın "teslisidir". Kıyamet gününe kadar birleşemeyecek
olan Adem ve Havva'nın birleştirilmeye çalışılmasıdır. Bu çaba bize bugünkü "parçalanmış toplumsallıkta" ne
kadar anlamlı gelecektir? Bu sorular geçmişte sorulan, ama bugün hâlâ üzerinde dönüp durduğumuz soruları
belgelemektedir. Ayrıca; tuhaf bir şekilde Đngiltere'de benden tamamen bağımsız bir şekilde olduğu kadar, benim
de sonradan haberim olan iki sergi var karşımızda: Blake ve Boticelli'nin "Đlahi Komedya" sergileri ile
Fransa'daki Paris Grand Palais 'de sergilenen "Vision du Fütur" sergisi de yine Dante'yi ister istemez içine
almaktaydı. Bu hoş bir rastlantıydı benim için. Aynı zamanda da Türkiye sanatının hep "geriden izleyen'
imgesine
Anti-Oidipus
de bir çentik atarak, aynı anda veya hatta daha önce yapılmasını da beraberinde getiriyordu. Bütün bunlar özel
bir gerekçe değil mi?
Dante'nin metni zaman-dışı bir metin; hem siyasi olarak hem de popüler kültür bağlamında ve karakterleriyle
birlikte; bu anlamda zaten metnin kendisi, bağlamından ve zamanından çıkmış durumda; Blake de Moreau da,
Dante'yi kendi za-mansal bağlamından çıkarmışlardı. Đlahi Komedya sergisinde de aynı şey söz konusu. Dante
aynı üçlü yolculuğunda olduğu gibi zamansız bir şekilde zaman içinde ilerlemektedir. Bu üç mekanda da zaman
yok, ama Dante metnin içinde yine de belirtir: 7 Nisan 1300 Perşembe'yi Cuma'ya bağlayan gece Dante karanlık
ormanda yürürken yolunu kaybederek Cehennem'e düşer. Ancak, bu bir canlının zamanı; cansız dünya içindeki
zaman kavramı durağan bir kavram, ilerlemeyen bir kavram; De-leuze'ün zaman kavramına çok benziyor bu
anlamda: yaşayan zaman zamanın içinde kendi zamanını kurar; tıpkı Ahmet Ham-di Tanpınar'daki gibi: "Ne
içindeyim, ne de dışındayım zamanın" . Bu anlamda Dante ve onun metni, zamanın içinde ortaya çıkmakta, ama
artık zamansızlıkta seyretmekte bir gemi gibi. Burada "fantastik" bir kurgu var diyebiliriz. Ruhumuz bizim
za-manımızsa eğer -ki Aristotelesken beri bunu bilmekteyiz- ruhların birleştiği bir başka zaman var. Bu zamanın
içinde ebedi ve ilerleyen zaman birbiriyle kesişmekte. Bir tür "ebedi dönüş" teması içindeyiz diyebiliriz. Bazı
şeylerin dönüp dönüp geri geldiğini görüyoruz. Odysseus'dan Joyce'a ve Dante7 ye kadar. Ayrıca Leibniz'in
"lanetlilerini" hatırlayalım. Onlar ebedi bir şekilde "Tanrı'ya karşı çıkarak" lanetli olmayı sürdürürler. Dante ile
Damne (lanetli) arasındaki ilişki belirgin duruyor sanki... Ama bu çok fazla psikanalize doğru çeker bizi. Ancak
tuhaf bir yakınlık olduğunu da söylemeden geçemeyeceğiz.
Dante'nin Orta Çağ aşkıyla alakasının çok kuvvetli olduğunu yukarıda belirtmiştim. O bakımdan aydınlanma
metni olmaktansa, bana kalırsa, Orta Çağ aşkına gönderme yapan ve ona "ruhani" bir boyut katan bir metinle
karşı karşıyayız. Beatrice'ye
Kapitalizm ve Pop Kültür
olan aşkı Dante'nin ana meselesi. Heloise (Abelard'ınki) ve Alienor'dan farklılaşır, ama aynı zamanda onları
"tinsellesf mektedir"; çünkü Alienor'un aşkları tensel aşklar; Alienorf koc sini Selahaddin Eyyubi ile ve de Papa
ile aldatıp; sonra da Đnqj| tere kralı ile evlenir. Kocaya ihanet, ülkeye ihanet (Fransız kralından ayrılıp Đngiltere
kralı ile evlenme); sonra yine kocaya ihanet (çocuklarını -ki aralarında Arslan Yürekli Richard da var-kral
babaya karşı ayaklandırıp babanın tüm mülkünü elinden aldırır). Burada tenselden tinsele giden bir aşk var;
halbuki Aydınlanma tersini yapmaya çalıştı; tinselden tensele doğru yollandı. Diderot'yu ve Voltaire'i düşünelim
ve özellikle de Aydın-lanmacı en büyük yazarlardan biri olarak da Marki de Sade'ı; nasıl tinseli doğallaştırıp,
tenselleştirir. Bizim içinde yaşadığımız toplumsallıkta da tensel, şehvetli bir libidinal dünyada olduğumuzu
yukarıda belirtmiştim. Psikanalizin ve Kraft Ebing'in "Psy-copathia Sexualis"i yazdığı ve Freud sonrası bir
dönemde tabii ki sapkınlıklar da bu karakterlerin içine girecekler.
Dante'nin Mizah Duygusu
Filozofları Cehennemin en üst katına koyup, onların daha aşağılara inemiyor olmalarını yazması bile, Dante'nin
mizah duygusunu göstermekte bize. Zaten de adı üstünde "komed-ya"dan söz edilmekte. Müthiş bir "gösteri"
sunuyor bize Dante. 19. yüzyılda Cehennem söz konusuydu, ama bu Rimba-ud'nunki ve Baudelaire'inkiydi; ama
bugün Pop devrinde kitle ve gösteri toplumundaki tüketimde söz konusu ancak komedya olabilir. En ciddi gibi
duran veya olması gereken şeyler bile komedya değil mi? Türkiye'nin krizi bile ciddi durmuyor. Ortada para
yokken dolar yükseliyor, para geliyor denince dolar yükseliyor. Dante, tabii ki bize paradan söz etmekte; yüksel-
mekte olan yahut başlamakta olan bir kapitalizm meselesi aynı zamanda Đlahi Komedya; Marx bu yüzden
Dante'den bahseder ve Sollers de bunu çok iyi anlatmakta, son çıkan kitabında.
Anti-Oidipus
28 Şubat 2001
Burada, kapitalizmin işleyiş koşullarını ele alan ve devlet ile savaş makinası olarak adlandırılan sivil-dışı
güçlerle il-•|j 0|arak Deleuze ve Guattari'nin birlikte yazdıkları Kapitalizm ve Şizofreni kitabının ikinci cildi
-"Savaş Makinası"- üzerinde duracağız. Ama öncelikle arzulanan makinalar, kodlandırma ve kodsuzlaşma,
yersizyurdsuzlaşma gibi kavramlar üzerinde durmak gerekiyor. Yabanlar, barbarlar ve uygarlar şeklinde göste-
rilen üç toplumsal formasyonun oluşumu, evrimsel olmaktan çok, önermesel olarak ele alınmalıdır. Bu bir tarihi
süreci belirlemektedir, ama evrimden çok paradigmatik bir uyarlamadır. Makina, arzulanan makinalar. Savaş
makinası yaban-barbar-uygarlardan geçer. Bu kavram, dolaysız olarak kapitalistleşme-nin makinalaştırmasını
işaret etmez; kavramsal bir önermedir. Sanayileşmenin makinasallaşmasına değil, toplumsal kod olarak makina
kavramına göndermede bulunmaktadır. Kodsuzlaş-tırma ve yeniden kodlama birbirinin içine geçmiş
durumdadır. Toplumsal formasyonlar yeni oluşumlara girdiklerinde, kodları bozup yeni kodları onların yerine
ikame etmeye çalışırlar. Soci-us üzerinde yeniden kodlama, diyalektik olarak gerçekleşir (so-cius: sosyal beden,
sosyal alan, sosyal bilinç).1
Despotik Asyagil formasyonların tersine toprak mülkiyetinin özelleştirildiği Batı toplumlarında sermaye, -önce
Akdeniz kent-devletlerinde, daha sonra da Đspanyol ve Portekiz kraliyetimde olmak üzere- Hollanda'ya ve sonra
da 19. yüzyılda Đngiltere'ye giderek burada yeni bir üretim biçiminin zeminini, sermayeyi oluşturur. Marx#
prekapitalist toplumsal formasyon-arı ele aldığı Grundrisse adlı çalışmasında paranın nasıl serma-Veye
dönüştüğünü ele alır ve uzun uzadıya anlatır. Marx u , yllarında, ekonomik konsepsiyonu için önemli olarak
"aju^Hen^bk dizi araştırmaya girer. Bu zaten 1848'den beri
uU kn iamlar için bkz Deleuze Guattarı, Kapitalizm ve Şizofreni, 1 ve 2, Bağ-lam>.^, 1990, 1992
J92L
Kapitalizm ve Pop Kültür
artı-değer teorisini gösterirken üzerinde durduğu bir şeydi 1843#den beri "olağanüstü" bir çabayla bu uğraşa
girişmisf Ekonomi politiğin bütün alanlarını kapsayan bir çalışma qer çekleştirmişti. 1847 yılında Felsefenin
Sefa/et/'ni yazdığında ve yazılarını Proudhon'a karşı geliştirdiğinde, polemik olduğu kadar, marksistlerin
"bilimsel" olarak adlandırdıkları bir çalışmanın ilk nüvelerini göstermişti. Burada Ricardo'nun "para teorisini"
ele almış ve rant kuramıyla bunu geliştirmişti. 1857'de ailesi ile birlikte yaşadığı fakirlik sırasında Marx, en zor
şartlarda çalışmaktaydı. Marx kitaba üretim, tüketim, dağıtım, değişim (dolaşım) meselelerini ele alarak başlar.2
Para nosyonu insanlar arasındaki ilişkilerde zor bir nosyon olarak ortaya konulduktan sonra, Marx paranın
kökeni olan altın ve gümüşün Meksika'da ve Peru'da üretimi olduğu halde, altının para olarak değil süsleme
eşyası olarak kullanıldığını hatırlatır.3 O dönemde, altın ve gümüşün henüz para olma özelliği yoktu. Daha sonra
para olacak ve para da sermayeye dönüşecektir. Bu, dünya tarihinin batı yakasındaki oluşumlarla alakalıdır.
Sermaye ise uygarlarda, yani kapitalistlerde bu karakteri edinecektir. Despotik rejimlerdeki üretimin -zenginlik
ve para sayesinde süregiden rejimin -kapitalizmde yeni bir birikim rejimine dönüşeceğinin ve bu yeni rejim
üzerine oturacağının üzerinde duran Marx, paranın metalaşması sürecini göstermektedir.
Deleuze ve Guattari'nin kitaplarında uygarlara gelindiğinde, kapitalizmin gelişimi içinde sermayenin despotun
yerine geçtiğini yazarlar. Yeni socius, sermaye olur. Devlet, sosyal güçlerin alanına içkin bir beden olur;
kodsuzlaşmış akımları aksiyomati-ğin içine alan bir beden olarak gözükür. Anti-üretimse, aşın üretimden oluşan
krizleri önlemek anlamını taşır. Üretime içkin hale gelen bir anti-üretimden söz edilebilir. Burada Deleuze ve
Guattari, üretimi kamçılayan bir tüketim eğrisinden söz ederler,
2 Marx, Gaındrisse, 1. Chapitre de l'argent, 10/18 Edition Anthropos, 1968.B|g' rada Marx "maddi uygarlık"
kavramından yola çıkarak kapitalizm üzerine a^ me almıştır metnini; tıpkı 20. yüzyılın sonunda Braudel'in en
son kitabın pitalizmi incelerken koyduğu kavram gibidir, bu.
3 Marx, Grundrisse, 2: Chapitre du capital, 10/18 Anthropos, 1968, s.7
Anti-Oidipus
silah sanayisini güçlendiren krizler... Silah sanayi, sistemi ok besleyen sektörlerdendir, ama batıda gündemde
olan sektörler daha çok mafya, organ nakli, gen teknolojisi, uyuştu-
u olarak gözükmektedir.4 Sermayenin suç işlemeden bu ihtiyaçları karşılamaya çalıştığı noktada, hukuk devreye
girer.
Tüketim toplumu içinde modadan da söz edilmeli. Tüketim ihtiyacı, kapitalizmin tüm aşırı üretimleri için
geçerlidir. Tüketici voksa mallar satılamaz olur; elde kaldığında ise aşırı üretim krizleri ve yeni pazarlar arama
stratejileri baş göstermektedir. Baudrillard, tüketimde "büyülü bir düşünce" öngörmektedir.5 Buna, gündelik
yaşamı yöneten bir "mucize" olarak bakmaktadır. Đlkel büyüsel düşüncenin postmodern toplumlardaki bir tür
tezahürü olarak görülmektedir bu durum. Tüketim bir umut olarak düşünüldüğünde ise, pop çağının "rüyası"
ortaya çıkmaktadır. Gündelik hayatın sıradanlığı, umudun besleyicisidir. Küçük tatminler ve büyük projeler
şeklinde gelişen bu umut, gerçekleştirme anlarını da modelleştirir. Her zaman kapitalizmin içinde umut
besleyerek başarılı ve zengin olmuş kişiler bulmak imkan dahilindedir; çünkü zaten kumarbazın adamları gibi
kapitalin böyle bunalımlı insanlara ihtiyacı vardır ki, ideolojisinin artı-değer yaratan kısmını meşrulaştırabilsin.
Yoksa kimse bu oyunların aleti olmaz ve kapital hiç kimseyi kandıramazdı. Bir tür kandırma ve cazibedir aslında
söz konusu olan. Baudrillard "gündelik pratikte tüketimin lütuflarının bir emeğin ya da bir üretim sürecinin
sonucu olamayacağını" iddia ettiğinde haklıdır; çünkü bu bir "mucize" olarak görünmek zorundadır.
Mucizeviliği ona dinsel ve ilahi bir umut karakteri verir. Herke-S|n de bu umutta payı olamaz. Tıpkı Đsa'nın
havarileri gibi; su herkes için şaraba dönüşmez. Đnançlı ve umutlu olmak gerekmektedir. Böylece ancak sistemin
ihtiyacı olan örnekler model-e§tjrilecek^ diğerleri ise ummaya devam ederek aradıklarını
^ 11 Eylül sonrasında Amerikan merkezli bir dünyada silah sanayiinin jrierıkan krizini aşmakta önemli bir rol
oynadığını ekonomistler belirtmektedir-te d °rsac!a^ sı'a^ satan şirketlerin değerinin yükselmesi bunu bize
göstermek-
B Hazal Delîceçaylı-Ferda Keskin, Ayrıntı
, Tüketim Toplumu, Çev. >' iy97 Fransızca'sı Gallimard,1970
J99_
Kapitalizm ve Pop Kültür
bulmak ümidiyle çalışıp çabalayacaklar, sistemin içerdiği ve yü rütmekte olduğu kodları yeniden üretecekler
veya bunlara kars çıkanlara karşı çıkacaklardır. Kim bilir; belki de mucize olan karşı çıkanların günümüzde hâlâ
var olmasıdır. Đmgeler, itaat ettiren bir tüketim ve reklam sektörü karşısında tüketicinin umudu, akşam haberleri
gibi durmaktadır: yarışma programları, seyahat vaatleri vs... "Bir gün sana da çıkar!". Krizler ise bir felaketin
habercisi olup bu rüyayı açmaza sokarlar.
Üç sektörde de (tarım-sanayi-hizmet) kapitalizmin dönemlerine göre aşırı üretim krizleri söz konusu olmuştur.
Kâr hadlerinde düşüş eğilimiyle tüketimi çoğaltmak zorunluluğu her zaman tartışılan bir şey olmuştur. Lenin ve
Rosa Luxemburg'un tartışmaları bu anlamda önemli tartışmalar olarak hafızalarda kalmıştır. Kapitalizmin
Üçüncü Dünya'da pazar arayışı, kriz aşma deneyimlerine bir tür örnek teşkil edebilir. Diğer taraftan organsız
beden kavramını ele aldıklarında ve bugün biz bu kavramı düşündüğümüzde, Deleuze ve Guattari'nin üretime
dair anti-üretim mekanizmalarıyla ilişkili bir sorunu ortaya koyduklarını söyleyebiliriz. Bu anlamda "arzulanan
makinalar, fantaz-ma yaratan makinalardan farklıdır" iddiası önemli görünmektedir. Fantazma değil, gerçek
üreten makinalar olarak arzulanan makinalar söz konusudur.6 Bu fantazmalar ise asla öznel veya bireysel değil,
grup fantazmalarıdır. Burada libido sosyal alan kapsam altına alınır ve ona yatırım yapılır. Kuşatılan bu alanda
bazen devrimci bazen ise faşist arzular vardır.7 Ancak arzulanan makinalar ile teknik sosyal makinalar arasında
rejim farkı olsa bile, bu bir "büyüklük ölçüsü"nden başka bir şey değildir. Üretim karşıtı olmak açısından da bu
ikisi arasında önemli bir fark yok gibi gözükmektedir. Teknik makinalar bozulmadıkları ölçüde işleyebilirler; en
önemli görünen engel eskimedir, yoldan çıkma değil. Halbuki arzulanan makinalar yoldan sapanlardır; bunların
sapmaları eskimeyle alakalı görünmemektedir.
Deleuze ve Guattari, L'Anti-Oedipe, Minuit yay., 1972, s.38 Deleuze ve Guatari 19. yüzyıldaki devrimci
sosyalist ütopyaları bu arzu na sokmaktadırlar; bunlar ideal modeller olmaktan çok grup fantazmaları rak işlerlik
kazanmışlardır.
rubu-
100
Anti-Oidipus
dece yoldan çıktıkları zaman işleyebilirler."8 "Sanat da bazen 3 OIU kullanmaktadır."9 Daha o zamandan
başlayan haliyle
zikte Ravel, yoldan çıkmayı eskimeye tercih etmiştir. Müzikteki yavaşlamaların yerine tereddütleri, ani
durakları, yanlışlık-I rı koymuştu. Sanatçı, nesnelerin ustası olarak eserine "yanmış nesneler veya kırılmış
parçalar" koyarak teknik sosyal makineye arzulanan makinaların rejimini yerleştirmiştir. Sosyal makine,
arzulanan makinaların devrimci atılımlarıyla değişikliğe uğramıştır.
Günümüzdeki kültürel dönüşümün kapitalizm tarafından kullanımı da, benzer bir şekilde, arzulanan makinaların
sistemi oluşturmaktaki katkısıyla açıklanabilmektedir. Arzulanan makinalar sistemin dışından gelerek sistemi
kurmakta olmasa bile, kapitalizmin işleyişindeki cazibeyi yaratmaktadırlar. Yoldan çıkmanın işleyişinin kendisi,
arzulanan makinalar sayesinde gerçek olmaktadır. Sanat eserinin kendisi bir arzulanan makinadır.10 Arzulanan
makinalar üretim-karşıtmı ortaya çıkarmaktalar, ama zaten teknik makinalar karşı-üretimin parçası olmalarına
rağmen ancak üretim sürecinin yeniden üretiminin dışındaki koşullarda bunu gerçekleştirebilmektedirler. Bu
anlamda, teknik makinalar sadece ekonomiye ait değildirler; her defasında ekonomik teknik makinalarla aynı şey
olmayan sosyal makinaya göndermede bulunmaktadırlar. Teknik makine, o halde, Dele-uze ve Guattari'ye göre
sadece bir neden değil, aynı zamanda sosyal üretimin genel biçiminin de bir işareti, göstergesidir. Do-layısıyla
arzulanan makinalar, arzuyu ve organsız bedeni yaratırlar.
Arzulanan makinalar hem teknik hem de sosyaldir. Bu şekil-*• arzulanan üretim "kökten gelen bir bastırmanın"
yerini
°u§tururken, sosyal üretim "baskının" yerini meydana getir-. tedîr. Arzulanan makinalar psikanalizin alanını
psikanaliz-
SI2>J^[ken:jos^ alan baskı ve diktatörlük üretmektedir.
9 A9-e., s.39
^na.n ln yanmış kemanları veya Cesar'ın sıkıştırılmış arabaları buna örnek ola-. ^gösterilmektedir A9-e., s.39
101
Kapitalizm ve Pop Kültür
Devlet, sosyal alanın baskıcı işlevini gerçekleştirir; sanat ise zulanan makinalarm alanı olarak içindeki
bilinçdışmı bastıra iş ortaya koyar. Đkisinin arasındaki benzerlik alanı "ikincil bast ma" denilen yerde ortaya
çıkar.11 Bu ikisi her ne kadar iki av rejimi meydana getirse de hem arzulanan makinalar hem d teknik makinalar
birliktedirler ve arzu ile bastırılmayı arzulamak bazen aynı şey olabilir. Bu bir tür mazoşizm olarak görülebilir
mi? Üretim, sadece gerçek üretimidir. Fantazma değildir, ikisi de karşı-üretime ait olan bilinçdışının kendi
kendisini üretmesine yarar. Homo natura daha sonra homo historia haline gelir.12 Arzu üretimi öncelikle
sosyaldir; sonra tarihi olur. Organsız bedenin kendisi, öncelikle bir köken olup daha sonra ileriye fırlatılan bir
şey olarak verilmemiştir. Sosyal makine, toprak hakimi paranoyak, ilkel kabile şefi veya sermayeye dönüşecek
olan para olarak sosyal üretim, organizasyonun temelini oluşturur. 0 yersizyurdsuzlaşmış bir kalıtın son halidir.
Socius arzuyu ve akımlarını kodlar, kaydeder; damgalanmamış, kanalize edilmemiş hiçbir akımın kendine
buyruk bir şekilde oraya buraya gitmemesi için çalışır. Teknik makinalar ile arzulanan makinaları aynı yola
sokmaya çalışır, aralarındaki farkın görülmez hale gelmesine çalışır ki, ikisi de aynı sistemin parçası olarak
algılanabilsinler. Đlkel makine yeterli olmadığı vakit, parano-yak-despotik makine işe koyulur ve aynı işlemi
görür; olmadı, kapitalist para makinası devreye girer ve bir üst kodlamayı başarır. Arzular asla serbest
bırakılmak istenmez. Socius bir arzu akımı denetleme kevgiridir; kodsuzlaştırır, yersizyurdsuzlaştırır ve yeniden
yerine yurduna sokar. Kapitalizm bunu dışarıdan, kendi dışından yaşamaz; içkin bir şekilde bu sürecin bir
parçası ve hazırlayıcısı olur. O halde organsız beden, denetlenebilen bir akımın parçasıdır. Devrimci olduğu
kadar sistemle eklemlenmeyi de bilir; kendisini sistemin kollarına bırakabilir. Hatta sistem "böyle devrimcileri
çok sever"! Özgür "yaratıcı, devrimci/ yenilikçi, sanatçı" ve "para-sermaye" ikilisi bu şekilde var olu •
11 A.g.e., s.40
12 A.g.e., s.40
Anti-Oidipus
11 ra-sermaye"nin "özgür emekçi"yi topraktan ve sertlikten tl^ tarıp yersizyurdsuzlaştırması gibi, kodlar
yeniden kodlarla
çalışa-
Günümüzdeki "özgür" organ nakli de "korsan" organ nakliy-
I bu şekilde karışabilmektedir. Günümüzün organ nakli üzeri-e aelişen tıbbi müdahaleleri ve bunun kapitalistik
anlamda oaraya çevrilerek bir kâr ve rant mekanizmasını devreye sokması hep bir üretim mekanizmasına
bağlıdır. Her bir organın ayrı bir işlevi olduğunu düşündüğümüzde, "organsız beden" kavramına bir açıklık daha
getirmiş oluruz. Göçmenler, onlar üzerinden elde edilen organlarla yapılan organ nakli (insan bedeninin
organlarının pazarlanması), uyuşturucu vs. hepsi kayıt dışıdır. Silah sanayi de bunların içindedir; ama en kayda
değer olanı, özellikle 1970'li yıllarda 68 hareketinin ardından gelişen terörizm... Terörizmin yaygınlaşması, daha
sonra da etnik dinsel savaşların çıkartılması söz konusudur. Kapitalizmin aşırı üretim meselesiyle bağlantılı
olarak, pazar oluşturulmaya çalışılır. Legal bir kapitalist sistem başarılamadığında illegal sistem işlemeye
başlayabilir ve zaten belki de liberalizmin transnasyonel sermaye ile son otuz yıldır dünya ölçeğinde geliştirdiği
küreselleşme hareketi de bu illegalleşmeyle işleyen Off Shore bankacılık sisteminin, faizler üzerinden gelişen bir
rant ekonomisinin devreye sokulmasının, kara para aklanmasının ürünleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Kâr
hadlerinin azaldığı zamanlarda, illegal yollar sermayenin izlediği patikalar olarak her zaman karşımıza
çıkmaktadır. Bu patikaları izleyerek 2000'li yıllara girdiğimizde, küreselleşme adı altında yeni bir kapitalist
birikimin kendi legal yaratısını gerçekleştirmeye çalışmakta olduğunu görmekteyiz. 1980 ve özellikle 9O'lı
yıllarda illegal yollardan kapitalist sistemin dünyaya ağ gibi yayılması örtük değil, görünür biçimde işledi; bunlar
hep liberal veya neo-liberal tezlerin sayesinde işlerlik kazandı. Ve görünür olarak işleyen bu illegal sis-tem;
moda, futbol, popüler kültürü de içine aldı. Öyle ki; Đngiliz ar|stokrasisinin bankalarının bile futbolcuları ve
yıldızları sade-- Paralarının çokluğuna bakarak, artık asilliği söz konusu et-
103
Kapitalizm ve Pop Kültür
meksizin banka müşterisi olarak takibe aldıkları haberlerini zetelerde okuduk. Popüler kültürün kapitalizmle olan
i I îsk:" kapitalizme nasıl eklemlendiği sorunsallaştırılmaktadır; konu muz bu ikili eklemlenmenin nedenleri
üzerinde durmaktadır
Despotik toplumlardan kapitalist toplumlara doğru giden çizgide, kapitalist toplumsal formasyonda kodlamadan
belitsele geçilir. Đnançsızlık, kapitalist sistemin içinde yerleşiklesin prag. matik bir dil oluşturulması gerekir ve
'işaret edenf bir dil söz konusu olur.
Yersizyurdsuzlaşma ve yeniden yerine yurduna dönme, Marx'ın Kapital'deki analizlerine dayanmaktadır.
Yersizyurdsuzlaşma, sermayenin bir hareketi olarak karşımıza çıkar. Bu hareketle beraber, karşı üretimin de
üretim çemberinin dışında olmadığı söylenebilir. Üretim biçimlerindeki özel karakter; sermaye stoğunu emecek
bir tüketimdir.
1) Üretim biçimlerinin daimî devrimi: üretim ve tüketim süreçleri yenilerine dönüştürülür.
2) Yerleşikleşmiş sermaye stoğu.
Bu iki sistem aynı anda çalışır, bir arada işler. Deleuze ve Guattari, bu sistemin işleyişine "şizofrenik enerjiler"
adını koyarlar (yeniden yerine yurduna koyma). Bu, kârı gerçekleştirme sürecidir. Değerin üst kodlaması olarak
para, karmaşık değerlerin üst kodlaması olan altınla mümkün olmuştur (paranın haraçsal formu ki buna Samir
Amin "haraç üretim biçimi" adını vermekte ve bu formu bir bakıma feodal ve Asyagil yapıdan ayırmaktadır).
Deleuze ve Guattari'ye göre, ticarî sermayenin düzensiz biçimde işlediği (ittifak sermayesi) ve endüstri
sermayesinin kapitalizmde yeni socius olduğu belirginleşmeye başlar. Ticarî ser-maye-endüstri sermayesi
ayrışıklaşması, yeni sistemde gereklidir. (Endüstri sermayesi, sermayenin yersizyurdsuzlaşması demektir.
Emeğin yersizyurdsuzlaşması ise satılabilir emek halın
104
Anti-Oidipus
sıyla gerçekleşir.) Borç rejimi, despotizmi takiben sınırsız a i aelir. Deleuze ve Guattari, üretimi destekleyen
bir kar-
üretimin yabanlarda olduğu haliyle artık mümkün olmadığı-* iddia ederler. Çileciliği ise daimî emek gücü
üretimi içinde H imî borcun ödenmesi olarak tanımlarlar. Arzu üretimi ile sos-
I (jretim kapitalizm öncesinde ayrışık değilken, kapitalizmle beraber sosyal alanın örgütlenmesi sadece socius'un
( ve onun yeni biçimini belirleyen sermayenin) sağladığı birşey haline gelir. Kapitalizmin socius'u soyut,
niteliksel akımlarla, düzenlerle değil; üretici faaliyetlerle ilgilidir. Öznellik biçimlerinin üretiminin
sosyo-ekonomik üretimden ayrışmış olması, kapitalizmin en belirgin özelliğidir. Önceki toplumsal
formasyonlarda öyle değildi; kabilelerde, despotik toplumsal formasyonda da geniş aileler içinde feodal
etkinlikler, ailesel insan yeniden üretimi arasında fonksiyonel olarak bir ayrışma mümkün değildi. Kapitalizmde
özel alan-kamusal alan ayrışması; arzu üretimi, öznellik üretimiyle ekonomiler arasında ayrışma söz konusudur.
1) sosyal üretim
2) sosyal yeniden üretim (finansal kaynaklar, banka sermayesi) Çekirdek aileye geçiş, bu yeni oluşumlar
sonrasındadır. Ensest tabusunun, Oidipus'un, farklı sosyal formasyonlarda
değişik biçimde çıktığını biliyoruz. Bunun hep bir önceki sosyal makinanın parçalarından yeniden ortaya
çıkartılan bir durum olduğu görülmekte. Deleuze ve Guattari, bunun Içselleştirilmiş bir pasifizasyon' olduğunu
iddia ederler. Çekirdek aile,13 kapitalist öznelliği mümkün kılacak üretim merkezi olarak ortaya Çıkar.
Yaşamdan koparılanın "anne", yasaklayanın da "baba" olduğunu söyleyerek bir tür analoji kurarlar. Arzunun
temsilcisi, tüketim hakkına sahip olan üreticidir. Arzunun baskılayan temr-sıljjsej<odsuzlaşmış akımlar; üretime
aracısız sahip olmaktır
ndırgenmiş Oidipus bir tür ana-baba-ego" üçgeninin kurulmasından ortaya çiKmış bir mitolojidir. Psikanaliz
bunu kendi dogması haline getirmiştir. Hem Ön "ka kabilelerde veya halklarda batı-dışındaki aile modellerinde
"Oidipus ^ncesı veya "Oidipus dışı" bir merhalenin varlığını bildiği halde bunu yapıyor, pus'°9ma psikanalizin
varlığının kendisini ortaya koymaktadır. Psikanaliz Oidi-si S.SUZ var °lamaz sanki. Freud'ün Ego ve id adlı
makalesi bunun bir gösterge-larak karşımıza çıkmaktadır. Bkz. Deleuze ve Guattari, a.g.e., s.60.
Kapitalizm ve Pop Kültür
(despotik ensest). Ensestin sisteme içkin hale gelmesi söz kon su. Devletin tepede aşkın bir güç olmaktan sosyal
alana irk" olmaya geçişi gibi, çekirdek ailenin ortaya çıkması da socius v sermayenin ayrışması demektir.
Oidipus diye mitolojik bir olgu insanlık tarihi içinde psikanalizle birlikte baskı aracı haline nasıl dönüştü?
Kapitalizm ve Şizofreni kitabının ana konusu budur ve 68 hareketi sonrası ortaya çıkan 'siyasî başarısızlık1
(başarısızlık; çünkü 68#de bir tür devrimci hareket olarak çıkan spontan, ayrışık hareketlerin kısa bir süre sonra
devlet ve sermayenin güçleriyle baskı altına alınması söz konusu oldu) sorunsallaştırılır. Bu baskı ve Oidipus'la
kapitalizmin "kodsuzlaştırma- yeniden kodlama", "yersizyurd-suzlaşma- yeniden yerine yurduna dönme"
döngüleri oldukça gündemde olan bir tartışmayla bağlantılıdır. Almanya ve Fransa'da, 68 karşıtı bir hareket ve
bu hareketin içinde iki isim var. Alman Yeşiller Partisi'nden Fischer ve Fransa'da Daniel Cohn Bendit. Đkisi de
ekolojist, ikisi de 68 hareketinden çıkma isimler, ekolojist hareketi başlatanlar. Kitap -Kapitalizm ve
Şizofreni-1970'lerin başında yazılmış, 1972'de yayınlanmış bir kitap. 70'li yılların içinde sürekli tartışılmaya
devam eder. Oidipus ile cinsel özgürlüklerin nasıl baskılandığını, Oidipus'un nasıl cinsel baskı haline
dönüştüğünü sorunsallaştıran bir kitap.
1970'lerin cinsel özgürlük ortamıyla 2000'lerin başı arasındaki otuz yıllık zamanın her alanda (ekonomi, kültür,
siyaset, cinsellik, tıp...) bir tür neo-liberal düşüncenin hem sorunlara hem de siyasî-iktisadî gidişata egemen
olmasını gündeme getirdiği günümüzde ortaya çıkacaktı. Küreselleşme diye adlandırılan (80'lerde bu isimle
anıldı; oysa daha önce 70'li yıllarda transnasyonel sermaye oluşumuyla kökünü bulmuştu) dönüşümün, bir tür
popüler kültür tarafından nasıl massedildiği ve siyasî alanın her yanında (ister sosyalist ister liberal partilerde)
geriye dönüşleri içinde taşıdığı söz konusu edilir. Cohn Bendi ve Fischer'e yapılan eleştiriler, terörizm ve
pedofili (oğlancın ) meseleleriyle ilgilidir. 68 sonrasındaki siyasî ve cinsel özgürlu hareketindeki çizgi;
1970'lerin ikinci yarısında terörizm,
Anti-Oidipus
1990'ların ikinci yarısında da (Belçika örneğinde olduğu gibi) dofili meselesiyle bağlantılı olarak gündeme gelir.
Son gün-l jn Batı Avrupa gazetelerinin başlıca konusu budur.14
68 sonrasının yeni tarih yorumu, sosyal alan- siyasî alan ve kitle toplumu arasındaki siyasî meseleleri yeni baştan
ele alma-vı söz konusu eder. 68 sonrasının teorisyenleri Deleuze, Derri-da Foucault, Guattari vs. bir taraftan,
Almanya'da Fischer'e karşı Ulrike Meinhof'un15 (Kızıl Ordu Fraksiyonunun baş liderlerinden birinin kızı)
suçlamaları (bu arada Cohn Bendit'in yirmi beş yıl önce çıkardığı kitabı da sorun edilmekte); diğer taraftan kriz
ve toplumsal hareketlilik içindeki meseleler bizi 70'lere tekrar götürdüğünde, L'Anti-Oedipe'in kapitalist eleştiri
yönü gündeme gelmektedir. Terörizm ve pedofilinin batılı toplumlarda aldığı yer, bu konu üzerinde düşünmeye
yönlendirmekte.16 Çünkü iki kavram da kapitalizm içindeki ahlakî sorunları gündeme getirir. 1970'lerde
'ahlâkların değişimi' denilen deneyimlerden sonra, bu deneyimlerin bugünkü kapitalistleşen hali bir sorun olarak
karşımıza çıkmaktadır. 1970'lerde terörizm ortaya çıktığında, kapitalist krizden devrim teorileri üretilmekteydi.
Petrol krizi (1973) ve işsizlik krizinin şiddetli olarak baş gösterdiği yıllarda terörizm, kapitalizmi yıkmak üzere
ortaya çıkarken 80'lere gelindiğinde uluslararası pazarla bütünleşilmesi ve silah-uyuşturucu-göçmen ticaretinin
yaygınlaşması "özgürleşme" diye anılan hareketin özgürlükleri yok edici bir toplumsal etken olduğunu gösterdi.
Almanya ve Đtalya'daki askerî baskının, devlet baskısının 'baskıcı karakter'i yıkmak yerine destekler olması; te-
O kadar ki, yazdığı kitaplarla ortalığı tartışmaya boğan Houellebecq son kitabında bu ticari seks turizmini ve
Đslam'ı aynı anda ele aldığında kıyamet koptu. Müslümanlar önce karşı çıktılar bu sözlere (Michel adlı
kahramanın babasının evinde temizlikçi olan Ayşe'nin kardeşinin bir Müslüman olarak babasının katili olması ve
kahramanın ona "ırkçı bakışları" buna neden olmuştur); ardından ise Salman Ruşdi'yi hatırlatan olaylar gündeme
geldi. Michel Houllebecq kötü medyanın baskısından ve Đslam terörizminin ona saldıracağından, onu hedef
15 tutacağmdan saklanmayı tercih etti.
Bkz. Anne Steiner, Loic Debray, Kızıl Ordu Fraksiyonu, Çev. Ruşen Çakır, Metis
16 W, 2000.
Houllebecq'in romanı Platforme'öa 2001 yılında 11 Eylül'ün hemen ön-o yayımlanan bir kitap olarak bu
terörizm ve cinsel turizm arasındaki iliş nu etmektedir.
leri
ĐÛZ
Kapitalizm ve Pop Kültür
rörizm, pedofili, çocukların cinselliğinin de kabul görmesi v cinselliklerini büyükler gibi yaşamaya
çalıştırılmaları, uluslararas fuhuş ve fuhuş ticaretini gündeme getirdi. Tüm bunlar sistem den kopmayı değil,
sistemle bağlantı sağlamayı işaret eder.
Son otuz yılda kültürel-ahlâki değerlerin dönüşümü, bizi L'Anti-Oedipe'\e ilişkilendirir.Hem kapitalizm
çözümlemesi hem de Deleuze ve Guattari'nin önerdiği başkaldırıcı kuramsallaştır-manın bugünkü toplumsallık
içinde nereye oturduğu önem kazanmakta. "Bin Yayla - Kapma Aygıtı"n\n, bugünkü popüler kültürle arasındaki
giriftler, kitabı yeniden okumaya olanak tanır. Buradan Foucault'nun "biyo-politika" kavramıyla Dele-uze'ün
"denetim toplumu" diye adlandırdığı popüler kültürün ve kapitalizmin iç içe geçişi meselesini ele alacağız.
Denetim toplumu kavramı ise, tabii ki, Negri ve Hardt'ın "imparatorluk" diye adlandırdıkları toplumsalın
kendisidir.
108
Anti-Oidipus
t4 Şubat 2001
Kapitalizm ve Şizofreni kitabının ikinci cildi Bin Yayla üzerinde, savaş makinası ve kapma aygıtı kavramları
üzerinde duracağız. Bin Yayla'da Deleuze ve Guattari yeni bir kav-ramsallaştırmaya gitmekteler.
L'Anti-Oedipe'in yorumundan sonra yeni bir kavram arayışı içindedirler; çünkü onlar için kavram meselesi en
önemli sorundur. Sosyal bilimlerde düşünce üzerine düşünmek, genel fikirler değil ama çok hedefli tekil sorunlar
üzerine anlam üretmek anlamına gelir. Kavram, ana mesele olarak düşünülür. 1976 yılında yayınlanan
"Köksap11 adlı bölüm, göçebe meselesiyle ilgili. Kökü olup, o kökten itibaren dallana budaklana ilerleyen bir
düşünce silsilesi değil (çünkü bunlar teolojiyi ilgilendirir Deleuze ve Guattari'ye göre), herhangi bir yerden bir
anda ortaya çıkan ve çıktığı yerle kökensel bir bağı olmadan yeni ağlar kurmakta olan ilişkiler için bu kavramı
kullanmaktalar. Bir anda ortaya çıkıp diğer anda ortaya çıkan noktayla köksapsal bir netvvork (ağ) ilişkisine
giren sosyal-siyasî ilişkileri belirtmektedir bu kavram.
Bu kavram dışında, göçebelerle ilgili olarak (göçebe düşünce) devlet meselesi ele alınır ve kapitalizmde devletçi
yapılanmalar arasında (paranoyak- şizofrenik) eklemlenmelerin nasıl oluşmakta ve birbirlerini nasıl etkilemekte
olduğu soruları gö-Çebe bilimi açısından önem kazanmaya başlar. Bilimsel bir mesele olarak yazılmıştır bu
bölüm, aksiyomatikler (belitler) biçiminde. Bu belitsellik, 17. yüzyıl Spinoza'yla ilgili bir kurguyu °ne sürer;
belitler ve önermeler. Birinci olarak: "Savaş makinası devlet aygıtının dışındadır" beliti öne sürülür. Bu da bir
öneriyle kendini tamamlamaktadır: "Dışarda olma hali destanlar-la' mitolojilerle ve oyunlarla belirlenir"
demekteler. Devletçi bir pusumdan çok daha önce savaş makinası vardır. Mitolojiler, estanlar vs. savaş makinası
üzerine anahtardır: Devlet, savaş clKinasını ancak daha sonra içine alma çabasını taşıyabilir.
109
Kapitalizm ve Pop Kültür
Türkiye'nin modern tarihini ve yeni tarihini ilgilendiren birs bu; yeniçeriler, tarikatlar, Cumhuriyet Dönemi'nde
ordu; ordu nun devletle ilişkisi bakımından önem taşımakta.
Devlet aygıtı (soyut aygıt), devlet hukuku, kutsal bir yapjy, (kanunlar, mahkemeler, anayasa) ya da hükümetleri
(partiler partiler arası ilişkiler, ekonomi-politik) klasik anlamda düşünürsek, yasama-yürütme-yargı organlarının
tümü devlet mekanizmasını ortaya koyar. Bütünlük göstergesi vardır; ama Gladiola-rı, derin devletleri,
kontrgerillaları düşünürsek, bu tam bir bütünlük gibi görünmüyor. "Devlet gizli işlemlerle çalışır" meselesi,
mafyalaşma politikası, günümüzün popüler kültürüyle (şimdilerde, 2001 Şubatı, büyük kriz öncesinde "görev
zararı" diye bir laf ortaya atıldı; bir tür haraç mekanizması, birilerinin devlet bankaları tarafından sponsor
edilmesi); savaş makinasının devletin dışında olması, bunun gibi birşey; yapısı devletin içinde ama farklı bir
kurgusu var. Mafyalaşma, derin devlet... Bunlar Türkiye'nin anti-demokratik yapısına özgü şeyler değil. Deleuze
ve Guattari'yi takip edersek, batıyı da içine alan bir mesele kontgerilla, Gladio vs... Zaten bunlar Đtalya devletiyle
ilgili kavramlar. CIA, KGB ve tüm derin devlet ilişkileri, savaş makinasına ait bir oluşum olarak çıkıyor
karşımıza. Devletler çok korkarlar savaş makinasmdan; çünkü devleti içerden çökerten bir makina savaş
makinası. Devlete güvensizlik var. Sivil toplum meselesine baktığımızda, bugün "devlet" deyince
Montesquieu'nün "güçler ayrılığı" ifadesi gelmiyor akla; polisin kontrgerillayla, kontrgerillalarm siyasî partilerle
kurduğu para ve iktidar ilişkileri düşünülüyor. Nietzsche'ci güç ilişkilerinden çıkıp siyasî egemenlik ilişkilerine
dönüşmekte mesele. Benzer oluşumları Batı Avrupa demokrasileri de yaşadılar ve hâlâ yaşamaktalar. Piyasaya
yönelen bir kapitalizmin 19. yüzyılda, 20. yüzyıl başında ve 21. yüzyıla geldiği etapta görüyoruz ki; devletin
kendi içindeki dışarısı, devlet mekanizmasını ortaya koymamaktadır. Savaş makinası, devletin ilk kuruluş
aşamalarından beri devlet tarafından kullanılan bir mekanizma; Bizans, Osmanlı vs. bunun örnekleriyle dolu.
Enderun sistemi, dış güçlerin Osmanlı kültu-
Anti-Oidipus
uydurulup devlet tarafından kullanılmasının bir örneği. rU Türk kavimi olan Peçenekler, Bizans ordusunda
hizmet verir.
■ iskan, göçebe aşiretlerin belli topraklarla birleştirilmeleri ve ordunun oradan gücünü alması meselesidir.
jlk önerme; savaş makinasının dışarıdanlığının mitoloji, destan oyunlar tarafından belirlendiğiydi. "Batı
toplumlarında savaş'makinasının dışarıdanlığı, metinler halinde verilmektedir" der Deleuze ve Guattari.
Yaslandıkları metinler; mitolojiler. Bunların üzerine çalışan George Dumezil'in tezlerini öne sürerler. Dumezil,
Hint-Avrupa toplumları üzerinde çalışır; "üçlü ideoloji" (egemenlik, savaşçılık, üretkenlik) olarak bilinen kavra-
mıyla bu toplumları açıklar. Deleuze ve Guattari de Dumezil'in tezlerinden yola çıkarak savaş makinası üzerine
önermelerini kurmaktalar. "Hint-Avrupa toplumlarında egemenlik iki başlıdır" der Dumezil. Bir işlev dediği
egemenlik, iki başlıdır; birincisi, büyücü kralın politik egemenliği, ikincisi, hukukla uğraşan papazın egemenliği.
Đkisi de siyasî egemenlik. Bu alan, politikaların alanıdır; devletin politikasını ortaya koyan iki başlı bir siyasî
yapı vardır. Bu, Hint-Avrupa toplumlarında en baştan beri olan bir yapıyı ortaya koyar ve toplumların
değişmezliği -büyücü kral ve kanunlarla uğraşan papaz- isimlendirilmektedir: Rex (Latince'de "kral" demek) ve
Flamen (ikinci kutbu oluşturan güç). Raj ve Brahman da bir başka isimlendiriliş. Hindistan'dan Avrupa'ya; Đran,
Anadolu, Kürtler, Ermeniler, Süryanîler, Hıristiyan alemi vs. aynı zamanda, aynı dil okulundan gelen dillere
sahiplerdir. Hint ikili gücü, bu aile içinde Raj ve Brahman, Ro-mulus ve Numa, Mitra ve Varuna olarak çeşitli
şekillerde isimlendirilir.
Despotik bir yapı; hukukun ve dinin despotik oluşumları görülür. Siyaset ve din, toplumlardaki egemenlik
ilişkilerini belirler e bir tür bağlayıcı: büyücü kral ağ atarak yakalar çünkü; hu-ukçu papaz^ |<anun yapmayla
örgütler. Đkisi de bir tür ilişkiler U2enlemesi yapmakta; toplumlardaki farklı görev ve işlevleri ^»'andırmaktadır.
Bağ ve anlaşmayla ilerlerler. Büyücü kendi-ne bağUr ("religare": Latin dillerinde "bağlamak" anlamında),
ĐH
Kapitalizm ve Pop Kültür
angaje eder, kendine bağlayarak işler. "Yol" ve "bağ", tariki (yola bağlananlar) ve anlaşma yapanlar. Kontrat
meselesi -h da Locke'dan Hobbes'dan ve RousseaıTdan beri gelen hukukA yapılanmayı ortaya çıkaran anlaşma
ilişkisi- söz konusu. Kısaç söylendiğinde, devletin egemenlik kutbunu bağlama ve anla ma oluşturmaktadır.
Deleuze ve Guattari, DumeziPin kitabına gönderme yapar: "Dumezil'den beri bağlaşma ve anlaşma, birbirine
karşıt ilişkilerin içinde belirir" . Türk-Moğol- Osman-Iı-Cumhuriyet... Asya toplumlarında veya
şamanistik toplumlarda da benzer ilişki söz konusu; şamanlar ve kamlar (şaman: demirci vecd halindekiler).
Popüler Kültüre Baskı
Popüler kültüre geldiğimizde ise batı, Rönesans'tan beri popüler kültürü paganlığından çıkarıp
Hıristiyanlaştırmaya çalışmıştır. Rönesans sürecinde sadece resmin ve perspektifin ortaya çıkması değildir
önemli olan; aynı zamanda halkın da paganlığından ve ilkelliğinden uzaklaştırılması söz konusu olmuştur. Tek
yüzeyde perspektif batı resmini kurarken, dinsel bir perspektif de hiyerarşik bir şekilde batılılaşmanın kurumsal
yollarını kurmaya başlamıştır. Machiavelli bu anlamda önemlidir. Hikmet-i hükümetin oluşması ve polisin
politik olarak devleti yöneten güçleri oluşturması, Foucault'nun ele aldığı konuların başında gelmektedir.
Biyo-politikanın yolu sadece disiplinci iktidar modelinden değil, Rönesans'dan da gelmektedir. Foucault'nun
Kelimeler ve Şeyler'de ele aldığı yeni bir temsiliyet sistemine geçiş, modernleşmenin tarihi içinde ele
alınmalıdır. Burada görülebileceği gibi, siyasi iktidarın -yani Machiavelli'nın deyişiyle Prens'in-
merkezileştirdiği siyasi otorite ile popülerleş-tirilen Rönesans ve gelişmekte olan kapitalizm aynı koşullarda
ortaya çıkmıştır; daha doğrusu her biri diğerlerinin koşullarını hazırlamıştır. Sanatlar, siyaset ve maddi yaşam
dünyasının altyapısını oluşturan kapitalizmin öğeleri birlikte ortaya çıkmışla dır. Popüler kültürün daha
kapitalizmin ilk aşamalarında şimdiki zamanlarla benzer bir görüntü göstermesi ilginç değil mı.
112
Anti-Oidipus
3
Machiavelli'nin "Titus-Livus'ın Đlk Dekadı Üzerine Söylem" kjci kitapta tavrı oldukça ilginçtir ve sosyal
siyasetin sa-3 ti rı takip etmek istemediğini göstermektedir. Yazarı incele-Claude Lefort'un incelemesine
bakarsak; bu beraberlik, ay-Ima sayesinde sürebilmektedir:17 Machiavelli'ye göre eskilerin taklidini yapmak
sanatçıların, hukukçuların veya tıpla meşgul olanların işidir, ama kamu işleriyle uğraşanlar onları takip ederek
eskilerin taklidini yapmamalıdırlar. Taklit, siyasi işler bakımından imkansızdır. Siyasi eylemi belirleyen,
eskilerin yaptığını taklit etmek olamaz. Eskilerin dünyasında ne prens var ne cumhuriyet ne de vatandaş; bu
nedenle savaşa giderken, devleti yönetirken olmayan şeylerin taklidi yapılamaz. Durum değiştiğinde taklit de
yapılamaz hale gelir. Bizim bugün kullandığımız şekliyle kavram şu olacaktır: paradigma değişmiştir artık; o za-
man eski paradigmaya gönderme yapmak, eski değerlerle bugünü ölçmek imkansız olmaktadır. Bunun her
dönem için geçerli olduğunu söyleyebiliriz. En kuvvetli ve kabul edilemez değerler konusunda dahi bu şekilde
olacaktır. Eski değerlere gönderme yaparak ne yeni koşullar açıklanabilir ne de devlet yöne-tilebilir.
AB politikasında, karşı duruşlar da benzer bir şekilde, günümüz paradigması içinde Türkiye örneğinde
değişmiştir. Bağımsızlık yanlısı söylemler (Kemalizm ile birlikte ordunun ve destekçilerinin tavrı ne yazık ki
Đslam karşıtı derken en eski paradigmanın içine oturmaktadır) ister istemez Avrupa'dan koparken, Türkiye'yi AB
ile güvenlik sorunu üzerinde tam manasıyla bir çelişki yaşayan ABD'nin kucağına doğru itmektedir. Bu da, ne
yazık ki pek anlaşılamamaktadır. Machiavelli'nin yazdığı gi-'/ eski koşullarla şimdiki zaman yönetilemez.
Machiavelli daha da ilginç bir yaklaşımla eski tarihe bakarak kıyaslayanların este-lk bir yaklaşımda
bulunduklarını, çünkü tarihi yaşamak yerine °na temaşa ettiklerini iddia etmektedir. Yani şimdiki zaman ta-
_fj^y^slandığmda ortaya ne şimdinin analizi ne de geçmi-