Professional Documents
Culture Documents
ISBN 975-8149-00-8
Bursa, 1996
dizgi, içdüzen:
İZ YAYINCILIK
kapak:
H A M D I AKYOL
Enneadlar
Türkçesi
Yrd. Doç. Dr. Zeki ÖZCAN
A SA KİTABEVİ
Ünlü cad. Sönmez İ$ Sarayı No: 20 BURSA
Tel: (0224) 220 40 74
İçindekiler
G iriş
7
V, II (2)
B ird en so n ra gelen n esn elerin tü re m e si ve d ü z en i üzerine
21
V , I X [5)
Zekâ, id ealar ye v arlık üzerine
25
V , I V [7]
B ird en so n ra gelen v arlık lar B irden nasıl çıkarlar:
B ir ü zerin e
39
V , VT [24]
V, III 4 9[ ]
B ilen üç u n s u r ve varlığın ö tesin d e o lan ilke ü zerin e
51
v , I X [8]
iy i ya da B ir ü zerin e
79
I!
V I, IV (22)
99
VI, V [5]
B ir ile özdeş o lan ay n ı z am a n d a h e r yerde o labilir
(İKİNCİ KİTAP]
Î25
M I 119]
E rd em ler üzerine
141
K aynaklar
151
K arm a İn d ek s
153
/
Giriş
7
olduğu görülm ektedir. Bu nedenle gerek eksik olan cüm le öğele
rinin, gerekse, ö rtü k olan cevapların yerine geçmek üzere, paran
tez içinde, kısa ifadelerle eklemeler yaptık ve bunları esas m etin
den ayırm ak için, ç.n (çevirenin notu) simgesini kullandık.
Şimdi de kısaca seçmelerini sunduğum uz Ennadlarm aktüel
ve tarihsel açıdan önem inden kısaca söz edelim. D in Felsefesin
deki Tanrı anlayışlarından biri olan negatif teolojinin tem elinde
bilindiği gibi, îlk olanın, kendinden çıkanlara m utlak olarak b en
zemezliği düşüncesi vardır. Bu düşünce de, oldukça sistem atik
biçim de Enneadlar’d z ifadesini bulur. Fransız H enry D um ery gi
bi din felsefecileri, H enoteizm 1 dedikleri bu eğilim lerini büyük
ölçüde Enneadlar a dayanarak tem ellendirm eye çalışırlar.
Ö bür taraftan Enneadlann, k ültür tarihim iz açısından bu
m etinlerin önem ini açıklam ak için, şunları söyleyebiliriz: Bilin
diği gibi M üslüm anlık, yüz yıl gibi kısa sayılabilecek bir zam an
da Afrika’nın ve Asya’nın büyük bir kısm ına ve Ispanya yarım a
dasına kadar yayılmıştı. Böylece M üslüm anlar yerleşik hayata
dayalı geniş bir im paratorluk kurm uşlar; gerek özgün, gerekse
topraklarına kattığı yerel kültürlerden alıp geliştirdikleri k u m u l
larıyla bir m edeniyet m eydana getirmişlerdi. Bu m edeniyet yavaş
yavaş meyvelerini verdi; edebiyat, şiir ve sanatlarda; özellikle
Fas’ta, M ısır’da, Suriye’de, İran ’da, Endülüs’te m im ari alanında
çok değerli eserler ortaya çıktı. Bu m edeniyetin, “Islâm Felsefesi
dediğimiz felsefeye sahip olm ası gerekiyordu ve o ld u ”.2 Ç ünkü,
8
“her dinî gelenekten ayrılmayan, rasyonel olarak anlaşılm a ve
yorum lanm a ihtiyacı, Batıklarda oluğu gibi, M üslüm anlarda
da,Yunan eserleriyle tem as ettiklerinde, felsefî-teolojik b ir spe
külasyon ortaya çıkardı.:”3
H er ne kadar Araplarda, Islâm 'dan önce, şiir form unda ifade
edilen hikm et var idiyse de bu m iras kullanılm adı ve cahiliye gö
rüşü olarak terk edildi. Oysa bildiğimiz tarihsel, sosyal ve teolo
jik şartlar, acele olarak, kerigm adan4 sistem atik-dogm atik teolo
jiye geçmeyi gerektiriyordu. H er sistemleştirm e hareketi, tem el
de, bir üst dil kurabilm ek, b u n u n için de önce yeterli ve elverişli
göstergeleri tespit, sonra da onları organize etm ek dem ektir. Bu
n u klasik Arap kültürüne dayanarak yapm ak imkânsızdı. Ç ünkü
orada, teolojik bir üst dil m eydana getirebilm ek için, sistemi ta
şıyacak varlık (vücûd), yokluk (adem ), zorunlu (vacip), zorun-
suz (m üm kün) zat, m ahiyet gibi pek çok kelime, henüz kavram
düzeyine erişmemişti, yani metafizik bir anlam kazanm am ıştı.
ö te yandan, başlangıçta etkisi “Arap bölgesiyle sınırlı olan Is
lâm, kendi ü rü n ü olm ayan, desteklemediği ve yayıldığı yerlerde
çok canlı olarak kalan felsefî akımlarla karşılaştı.”5 Bu akımlar,
Urfa, Antakya, C ünd-i Şapur okulu gibi, şu veya bu ölçüde Grek
felsefesi ile ilişkisini sürdüren kurum lardan kaynaklanm aktaydı
ve Islâm Dünyasm da çok veya az heterodoks fikirlerin yayılma
sına yol açıyordu. Ö bür taraftan, düşünce özgürlüğü adına,
Mazdekçilik, M aniheizm , M ateryalizm gibi dinî-felsefî akım lar
vahyin imkânsızlığını ileri sürüyordu.6 Kelâmcılar, gerek siste-
9
m atık bir teoloji ortaya koyabilmek, gerekse b u heterodoks
akım larla m ücadele edebilm ek için, spekülatif düşünceyle ilgi
lenm ek zorunda kaldılar.
Yalnız Kelâmcılarm felsefeye karşı bu ilgisinin, daha çok apo-
lojetik am aç gözettikleri için, Yeni Platoncu kavram ları kulla
nan, karm aşık dogm aya sahip Hıristiyanlığın felsefeyle ilişkisin
den daha az, oldukça sınırlı ilişki olduğunu belirtelim . Bu ise bir
Islâm Felsefesi k u rm ak için hem yeterli değildir; hem de Kelâm-
cılarm böyle bir çabası yoktur.7
IX-XIII. Yüzyıllar arasındaki, Ibn-i Rüşd hariç tutulursa, Ye
ni Platoncu-Aristotelesçi düşünm e biçim i anlam ındaki İslâm
Felsefesi, bilindiği gibi, daha ziyade Süryanice ve Grekçe’den
Arapça’ya yapılan tercüm elerin etkisiyle ortaya çıkm ıştır. “Bu
felsefe, daha önce, H in t Felsefesinin, Grek Felsefesinin ve Hıris-
7. H er ne k ad ar İzm irli İsm ail H akkı “Asıl İslâm î felsefeyi m u h te lif Kelâm m ek tep
lerinde aram ak icap e d e r” (“Felsefe-ı Kadîm e Islâm A lem ine N e Şekilde ve H a n
gi Tarikle G irdi?”, D a r’ul-F ünûn îlâhiyat Fakültesi Dergisi, B irinci Sene, ik in ci Sa
yı, M art, 1926, s. 185) d em ekte ise de bu görüşe katılm ak m ü m k ü n değildir. İslâ
mî felsefe olam az. Ç ü n k ü felsefenin am acı, baştan başa n ed e n le r ve etkilerin ege
m en olduğu varlık alanını, var o lan d an kalkarak ve var olanda kalarak, rasyonel
liğe h içbir sın ır çizm eden ve telosa (gaye) başvurm adan açıklam aktır. Oysa din,
hangi to n d a ifade edilirse edilsin tem elde, soteriolojiktir; orad a kozm osa d a ir bil
gi am aç değil, araçtır; evren determ inasyonların değil; aşkın b ir irad en in y ö n eti
m indedir; insan ev renin sırlarını araştırm ası gereken değil; so ru m lu b ir v ar o lan
dır. Bu nedenle insana d ü şe n şey, nesnel d ü n y an ın gerçekliklerinden çok, vahye-
dilm iş m etn in m esajını rasyonalize etm ektir. Eğer bu tü r felsefe, İslâmî olm ayı te
mel alacaksa felsefe olm az; y o k felsefi olm ayı ö n planda tutacaksa İslâmî değildir.
B ütün Kelâm d o k trin le rin in apolojetik karakteri göz ö n ü n e getirilirse, bu husus
daha iyi anlaşılacaktır. H a tta Fransız ün lü felsefe tarihçisi Em ile B r^hier, K elâm -
cıları şöyle d u rsu n , O rta Ç ağ H ıristiyan ve M ü slü m an filozofları bile filozof kabul
etm em ektedir. O bu k o n u d a şu n ları söylen”O rta Çağda Batı filozoflarını olduğu
gibi, M üslüm an filozofları, akim haklarını gözeten, özgür d ü ş ü n ü rle r gibi göre
meyiz. Ç ü n k ü , Ib n -i Sina gibi b ü tü n diğer M üslüm an filozoflar Islâm çerçevesin
de d ü şü n d ü k lerin i iddia ed erler.” La Philosophie du moyen âge, Paris, 1971, p.
187. Etienne G üson ise, B r^hier’le ün lü m ektuplaşm aların da, O rta Ç ağ felsefesi
n in tıpkı A ntik felsefe gibi orijinal b ir felsefe o ld u ğ u n u savunur.
10
tiyan Felsefesinin geliştiği gibi, gelişti.”8, orijinalitesi bir yana, ge
rek Islâm dünyasında gerekse Batı O rta Çağını etkileyen çok
önem li eserler verdi. Bu eserlerde, yukarıda açıkladığımız neden
lerden dolayı, zo runlu olarak Grek felsefesinin, derin etkileri gö
rülm ektedir. Bu etkileri, böyle b ir giriş yazısında bütünüyle açık
lam am ız ne m ü m k ü n , ne de gereklidir. O nedenle biz, sadece
tercüm esini sunm aya çalıştığımız Enneadlann etkisiyle ilgili b ir
kaç şey söylemekle yetinm ek zorundayız.
Daha ziyade bir tercüm e bürosu gibi çalışan m eşhur Dar’ul-
H ikm e'nin (Bilgelik Evi) kurulm asından sonra, 840 yılına doğru,
yanlışlıkla Aristoteles'in olduğu sanılan; gerçekte ise, Enneadlann
fragmanlarından, onlardan yapılan seçmelerden oluşan, Teoloji
anlamına gelen Esolocya adlı eser tercüm e edildi. Bu esere Porphy-
rios’un bir fragmanı da ekliydi. Seçmeler Enneadlann IV-VI. Ki
taplarından pasajların içermektedir. Bu pasajlar eserde birbirin
den kopuk, dağınık, eksik ve düzeltilmiş biçimdedir. Bu alıntı, VI.
yüzyılda, Yakubî-Yeni Platoncu ortam da yaşamış, Süryanî bir ya
zarın eseri gibi görünm ektedir. Söz konusu eser, Süryanîce’den
Arapça'ya, m uhtem elen Kindî adına tercüm e yapan, Abd'ül-M e-
sih İbn-i Nâima El-H um ûsî (veya Hımsî) tarafından, çok veya az
doğrulukla çevrilmiş, tercüm e Kindî tarafından düzeltilmiştir.9
Kitabın önsözünde Yeni Platoncu H ipostazlar10 teorisinin
8. C ousin, p. 215.
9. G oichon, A .-M ., Introâuetion au Livre des Direcîives et remarques d ’Ibtı Sina, Lib-
rairie philosophique J. V rin, Paris, 1951, p, 10.
10. Grekçe \m o o r a a C te n (hypostasis) xm o (hypo= alt) ve ıa x £ p a (istem a= d u rm ak ).
İskenderiye m etafiziğinin önem li bir terim idir: V arlık veya b ü tü n fenom enlerin
tem elinde olan ve fen o m enlerin g ö rü n ü m leri oldukları cevher. Substantia, h ip o s
tazın Lâtince’ye çevirisidir. İskenderiye üçlem esi, T a n rı’m n , b irb irin d en a y n üç
hipostazın birliği o lm asın d an ibarettir. Bunlar, zekâ, ru h ve akıldır. B unlar bir ve
aynı cevherdendir, fiilleri birdir; fakat m o d lan ve görünüşleri sonsuz çokluktadır.
(G oblot, E dm o n d , Le Vocabulaire philosophique, sûrifeme edition, revue et corri-
g£, Librairie A rm aııd C oliıı, Paris, 1924, p. 264; ayrıca bknz. W ai!ly, M .Alfred, De,
N ouveau D ictionnaire Latin-Français, Nouvelle edition, Paris, 1861, p. 908.
11
özet açıklaması bulunm aktadır. Tanrı, Zekâ11 ve R uh üçlemesi
ne bir d ö rd ü n cü unsur, Tabiat eklenir ve bunlar Aristoteles’in
gaye, form al, hareket ve m addî neden diye bildiğim iz d ö rt nede
niyle uyuşturulur. Bu seçm elerden sadece, (tercüm esini baş tara
fa koyduğum uz) Beşinci Ennead’ın İkinci Kitabı tam dır. Bu ki
tap Plotinus doktrininin kısa bir özetini içerir.12
Bu eserin önsözünde, Aristoteles, çalışm alarının en olgun
ü rü n ü n ü verdiğini söyler; m etafiziğinin am acının dört nedeni
incelem ek olduğunu belirtir. Bu d ö rt nedenden gaye nedeni
T anrı’ya, form al neden Zekâya, H areket nedeni Ruha, m addî n e
den de tabiata indirgenir. Gerçekte Esolocya’nın amacı, nedenle
rin türem esini T am T dan hareketle gösterm ektir. Bu çaba,
T anrı’m n hakim iyetini gösterme teorisi ve bu hakim iyetin açık
lı. Plotinus’u n v o v c (n o u s) kavram ının akıl veya tü m el akıl diye anlaşılm ası o ld u k
ça yaygındır. Oysa bize göre bu pek doğru görünm em ektedir. Ç ü n k ü Plotinus, ze
kâ ile akılı b irb irin d en ayrı tutm akta, daha doğrusu o n ların h er ikisini ayrı terim
lerle karşılam aktadır. O , zekâ anlam ına v o v a (n o u s), akıl için X o>oa (logos) ke
lim elerini kullanır; B undan başka, öncüllerden hareketle ve o rta terim vasıtasıyla,
m antıksal açıdan zo ru n lu b ir sonuca ulaşm a suretiyle d ü şü n m e, kavram ları ve
önerm eleri birbirine bağlam a yeteneği anlam ında S ı a o v t a (diaonia), (V ,1,49) k e
lim esini kullanır. B una (S iaovıcc) Aristoteles’te olduğu gibi disk ü rsif (sonuç çıka
ran ) akıl diyebiliriz. A ristoteles için bkıız. La Metaphy$ique> T om e I, Nouvelle 6di-
tion, en tierem en t refondue, trad. P a r }. T ricot, Librairie philosophique V rin, Pa
ris, 1953, p. 236, ndbp.3). P lotinus, zekâ ve akıl kavram larını, aynı cüm le içinde,
bir ve bağlacıyla birbirine ekleyerek yan yana bile kullanm aktadır. Xoyo<s k c q v o
li (T (raison, reason et intelligeııce=akıl ve zekâ, I,ıı,3.). Söz konusu kavram ların,
tıpkı Fransızca tercüm ede olduğu gibi, tem el anlam larına bağlı kaldığım ız için,
v o v o u zekâ diye çevirdik, n o u su n gerek ilk hipostaz gerekse, insandaki, (duyusal
ve sezgisel objelere zıt olarak), kavram sal ve rasyonel objeleri düşünen zihinsel
fonksiyonların b ü tü n ü olduğu dikkate alınırsa, b u n u n doğru o ld u ğ u n u d ü şü n m e
m ek için bir n ed en y o k tu r sanırız; Çoov Xoyıxo v u n (zoon logikon) yani insanın
en tem el niteliği; ilkelere uygun biçim de bilm e, yargıya varm a ve etkin olm ayı sağ
layan d ü şü n m e yeteneği ve b u yeteneğin işlerliği olan \o y o o a . gelince, o n u akıl d i
ye tercüm e ettik. Ö zetle söyleyecek olursak zekâ ilk hipostazla insan arasında o r
tak bir yetenek o lduğu halde, akıl sadece insana özgüdür.
12. Brehier, Em ile, H istoire de la philosophie, tom e prem ier, fasicule III, P.U.F. Paris,
1942, p. 614.
12
lanm asıdır, buna göre Tanrı son tem eldir, zam an ve ezelilik
onu n altındadır. T anrı’nın ışığı zekâ üzerinde ve Zekâ aracılığıy
la gök yüzünün toplam ruhu üzerinde, ru h aracılığıyla Tabiatta,
ve Tabiat aracılığıyla doğan ve ölen nesneler üzerinde parıldar.
Kısacası bu eserin amacı, Platoncu üçüncü hipostaz teorisini, bu
teoriyi tabiat teorisiyle tam am layarak açıklamaktır, en azından
bu eseri düzenleyen kişinin niyeti budur. Girişte yazar tarafından
yapılan açıklam aların b ü tü n ü sistem atik değildir. Bu seçmelerin
biricik konusu, ru h u n maneviliği ve ru h u n düşünülür gerçeklik
le ilişkisinden çok, hipostazların b ü tü n ü n ü n teorisidir.13
Bu on Icitapta işlenen konular özetle şöyledir: Birinci Kitap,
ru h u n duyulur dünyaya inm esi konusunda, IV. Enneadlann, 8,
1-2, görüşlerinin aynısıdır, ikinci Kitap, W . Enneadlann, 4, 1-4,
ru h u n hatırlam ayla kazandığı şeyler ve ru h için, bir defa düşü
nülürlerin tem aşasına ulaştıktan sonra hatırlam anın yarasızlığı
konusundaki görüşlerinin aynısıdır. Ü çüncü Kitap (Enneadlar
IV y 7, 8), Stoacıların Pythagorasçılarm ve Aristoteles'in ru h hak-
km daki teorilerine karşı kanıtları bir araya getirir. D ördüncü Ki
tap (Enneadlar, V, 8, 1-4), düşünülür güzellik kitabının başlan
gıcıdır; ruhun, düşünülür dünyanm tanrılarına varm ak için, gü
zelliğe doğru yükselişi sırasında geçtiği dereceleri tasvir eder. Be
şinci Kitap, (Enneadlar VI, 7, 1-2) yaratıcı fiili inceler ve bu fiilin
diskürsif (sonuç çıkaran) düşünm e düzeninde olamayacağını
gösterir. Altıncı Kitap (Enneadlar IV, 4, 39-45) bilgenin duyulur
dünyanın büyüsünden nasıl kaçabildiğim anlatır. Yedinci Kitap
(Enneadlar IV, 8, 5-8) bazan duyusala, bazan da düşünülüre
doğru dönen ru h u n iki tü r görüşünü ilgilendirir. Sekizinci Kitap
iki derlem e içerir; birincisi, (Enneadlar VI, 7, 11- 15) düşünülür
dünyada zekâların karşılıklı olarak birbirine nüfuzu konusunda;
diğeri ise (Enneadlar IV, 4, 5) ruhlardaki hatırlam a konusunda
13
i imı
14
notlarından eserin Aristoteles’e ait olduğundan şüphe ettiği
anlaşılıyorsa da, ne Ibn-i Sina, ne de sonrakiler bu konuda
kesin bir şey söylememişlerdir.15
15. B ayrakdar, M ehm et, Islâm Felsefesine Giriş, A nkara Ü niversitesi İlahiyat F akülte
si Yayınları: 179, A nkara Ü niversitesi Basımevi, A nkara, 1988, s. 61.
16. M acit Fahri, îslâm Felsefesi Tarihi, çev. K asım T u rh a n , iklim yayınlan: 4, İncele
m e A raştırm a: 1, A car M atbaacılık Tesisleri, İstanbul, 1987, s. 242.
17. Badawi, A b d u rrah m an , La Transmission de la philosophie au monde arabe, 1968,
pp.46- 47.
18. Jam bet, C hristian, La Logique des Orienteaux, fiditions d u Seuil, Paris, 1983, p. 52.
15
Ö te taraftan “her ne kadar Aristoteles sahneye hakimse de,
bu otantik Aristoteles değil; kendisine yapılan yanlış atıftan d o
layı Plotinusçuluğa boyanm ış bir Aristoteles’tir.”19
Bu Aristoteles anlayışının tem elinde ise, son zam anlarında
artık orijinal düşünürler yetiştirem eyen Greklerin, eklektizme
yönelm elerinin olduğu söylenebilir. Şöyle ki, son Grek filozofla
rın ın tutkularından biri, bazı M üslüm an filozoflar da bulunan,
Aristotele s ve Platon’u n görüşlerini uyuşturm aktı. H er iki filo
zof arasındaki çelişkinin sadece görünüşte olduğunu gösterm ek
amacıyla pek çok eser yazılmıştı. Bu eserlere göre Platon ve Aris
toteles farklı düzeydeki gerçekliklerden, birincisi dü şü n ü lü r
dünyadan, İkincisi ise duyulur dünyadan söz etmişlerdi. O nların
doktrinleri oluş ve bozulm a konusu olan nesnel varlıklardan,
varlıkların sözle anlatılam az kaynağına kadar b ü tü n gerçekliği
içermekteydi. Göklerin m uharrik Akılları doktriniyle Aristoteles
doktrini, bir biçim de Yeni Platoncuların doktriniyle karışıyordu.
Enneadlann tesirinin ilk defa K indi’de başladığını görüyoruz.
Az önce söylediğimiz gibi, Esolocyanm tercüm esi onun isteği
üzerine yapılm ış v o n u n tarafından düzeltilm iştir. Kindi bu ese
ri düzeltm ekle kalm am ış, ondan büyük ölçüde etkilenm iştir.20
ö rn e ğ in Risalelerinde Bide ilgili ifadeler, büyük ölçüde Ennead
lann izlerini taşır.21 M eşhur M edeniyet tarihçisi W ill D urant O r
ta Çağdaş m edeniyet tarihine ayırdığı, V A ge de la fo i (îm an Ç a
ğı) adlı eserinde K indî’nin Esolocyadan etkilenm esinin boyutla-
16
rını çok daha ileri götürm ekte “K indî’nin felsefesi Yeni Platon-
cuların tekrarı olm uştur.” dem ektedir.22 B unu bir ölçüde n o r
m al karşılam ak gerekir. Ç ünkü Yeni Platonculuk özü gereği dinî
bir felsefedir, bundan dolayı, İslâm vahyine diğer ekollerden ö r
neğin bir lyonya Fizikalizminden, b ir H erkaleitosçuluktan, bir
Elea O kulundan daha yakındır. Üstelik sudûr teorisi, yaratm a ve
başlangıçsızlık fikirleri arasındaki imkânsız uzlaştırmayı bir dere
ceye kadar kolaylaştırmıştır.
Farabfye gelince, b u etkinin, özellikle zekâlar konusundaki
görüşüyle daha güçlü biçim de sürdüğünü görüyoruz. Richard
W alzer, V £veil de la philosophie islamique (İslâm Felsefesinin
Ortaya Çıkışı) adlı eserinde Yeni Platonculugun Farabî’nin pey
gam berlik konusundaki görüşlerine etkisini şu cümlelerle anla
tır: “Farabî için Rasulüllah gerçekte Yeni Platoncu bir metafizik-
çiydi. Böylece metafizikçi Platon, İslâm Dünyasının içinde zarar
sız hale getirilm işti.”23 Bu açıdan Farabî’nin tu tu m u , Grek Baba
larının eğilimleriyle hem benzer, hem de onlardan oldukça fark
lıdır. Benzerlik, görünüşlerinin farklılığına rağm en, gerçekliğin
tek olduğu düşüncesidir. Farabî de Grek Babaları da, metafizik
gerçekle teolojik gerçek arasında bir farklılık olm adığım söyler
ler. H erm enötik dilde konuşacak olursak, dış logos ve iç logos şek
linde görünen; am a gerçekte tek olan Logos vardır. İç logos, ken
disinin tarihsel ve kültürel bir açılımı olan dış logos'un, gerçek
anlam ıdır. Bu onların ortak yönüdür. Logosların kimliği ve m a-
hiyeüeri konusuna gelince, Farabî ve Grek Babaları burada ayrıl
m aktadırlar. Babalara göre Greklerdeki evrenin içkin ve ezelî il
kesi olan Logos, gerçekte Hıristiyanlığın bedenleşmiş T anrı’sı,
17
daha doğrusu T a n n ’nm ezelî Kelâm adır; diğer deyişle, Greklerin
logosu dış logos, Isa ise iç logostur. Oysa Farabî’de ise rasyonel
düşünce iç logo$y vahiy ise dış logostur.
Son eserlerinde m istik eğilim lerin daha önce plana çıktığını
gördüğüm üz îb n -i Sina'nın artan Plotinusçuluğu üzerinde her
kes ısrar eder. Bu çok açık b ir gerçektir.24 Özellikle, Aristoteles’te
bulam adığım ız yaratm a olgusunun, îb n -i Sina’nın b ü tü n eserle
rinde sudûrcu tarzda açıklandığını görüyoruz. Ibn-i Sina ta baş
tan beri Esolocya yı biliyordu. Y aratm adan başka, ru h ve zekâlar
nazariyeleri konularında Ibn-i Sina üzerinde Plotinus’un çok
açık bir etkisi vardır.
Bu söylediğimiz birkaç cüm leden anlıyoruz ki, nihaî şeklini
Ibn-i Sina ve İbn-i Rüşd’ü n felsefelerinde bulm uş olan İslâmî bir
Yeni Eflatunculuğun gelişmesinde Enneadlanm da önem li etkisi
vardır. “Bu da daha sonraki Lâtin skolastisizm inin gelişmesinde
son derece önem li bir rol oynam ıştır.”25
Islâm D ünyasında gelişen Yeni Platonculuk, sadece felsefe
geleneğini etkilemekle kalm adı; b u n u n yanında felsefî atm osfer
den başka diğer atm osfere taşınarak, “sufizm, yani Islâm m isti
sizm ine tesir etti. H atta öyle ki, Gazalî Plotinus’tan alınm ış te
rim lerle tasavvufa bilimsel bir şekil verdi26 ve esas itibariyle bu
m istisizm in geliştirdiği spekülatif teolojiyi ortaya koydu. Bu iki
kaynaktan çıkarılmış olan ilkelerin bazıları, ılımlı bir şekilde
Sünnî kelâm sistemine girdi.27
Büyük b ir tasavvuf geleneğin mirasçısı olan Endülüslü Ibn-i
18
Arabi’de, bu geleneğin pek çok ujısuru vardır. Bunlar» Hallac-ı
M ansur, Sühreverdî, Stoacılık, Filon, îb n -i Sina entelektüalizm i
ve bunlara ek olarak Plotinus’tu r.28 Gene m utasavvıfların ru h
anlayışlarıyla Plotinus’un Nousa arasında çok yakın benzerlikler
bulmaktayız.29 H atta sudûr teorisi, M eşşaîlerden sonra, yarat
m anın zam anda gerçekleşmesiyle T anrı’nm ezelî olm asını uzlaş
tırm ak için baş vurulan bir açıklama biçimi olm uştur.30 Bütün
bunlara ek olarak diyebiliriz ki, Esolocya da
28. G ardet, Louis, La mystique, deuxi$m e edition, P.U.F., Paris, 1981, p. 109.
29. Bu konuda bknz. B urckhardt, T itus, Introduction a u x doctrines e$otiriques de Vis-
h m t D ervy Livres, Paris, 1985, pp. 9 7 ,1 0 1 ,131,134.
30. Ü lken, H ilm i Ziya, İslâm F elsefesiİkinci Baskı, Selçuk Yayınları, A nkara tarihsiz,
s. 42.
31. Bayrakdar, s. 61.
19
nenlerin, çeviri de olsa, seçme de olsa, birinci elden kaynakla
karşı karşıya gelmesinin yararlı olacağını düşündük. Bu konuda
Asa Kitabevi'nden teşvik ve destek gördük. Çevirinin yayınlan
m asını üstlenen adı geçen k u ru m u n sahibi M ecit Bilgin’e çok te
şekkür ederim.
Bursa, 1996
Zeki Ö ZC A N
20
v , II [2]
1. Bu çelişki, M üller’i, V olkm ann’ın kabul ettiği b ir düzeltm eyi yapm aya götürdü;
inanıyorum ki, elyazm asınuı bir varyantını koruyabiliyoruz; çü n k ü bu çelişki
Bir‘in ayrılm az bir parçasıdır. Krşz. B ölüm II, Kitap 25.
2. V o lm ann'ınkine benzeyen farklı okum am ız konu su n d a bknz. bu b ö lü m ü ta n ıt
m a yazımız. Öyle g ö rü n ü y o r ki, I. K itabın II. bölüm ündeki r\ îtp o a exe*vo a r a
s ı V 13. Satırda s o r ti J tp o a a u r o (ccutoyu değil) ve sonuç olarak 10. satırd a ax>-
ro y u gerektirir.
21
remiş varlığın, Bir’le ilişkili biçimde, türem esini durdurm ası,
varlık olmasını; bakışını kendine döndürm esi ise zekâ olm asını
sağlar ve o Bir’e bakm ak amacıyla durduğundan, hem zekâ hem
de varlık olur.
Zekâ, Bir’e benzediği için, gücünü dışa akıtm ak suretiyle tü
retir. O nun m eydana getirdiği şey, bizzat kendinin bir imajıdır;
o kendinden önce olan Bir gibi dışarıya dökülür, döküldü de.
Varlıktan çıkan bu fiil R uh’tur; bu türem ede Zekâ hareketsiz ka
lır. Aynı şekilde, Zekâ’dan önce olan Bir de, Zekâ’yı türetirken
hareketsiz kalır.
Fakat ruh, b ir şey m eydana getirirken hareketsiz kalmaz; biz
zat kendinin b ir im ajını türetm ek için hareket eder; geldiği var
lığa doğru dönerek doğurgan olur3 ve farklı bir harekede ve ters
yönde ilerleyerek, bitkilerde, tabiatta, duyum dem ek olan, bizzat
kendinin bu im ajını türetir. B ununla birlikte hiçbir şey, kendin
den önce gelen şeyden, koparak ayrılmaz; böylece ruh, bitkilere
kadar ilerler gibi görünür; bitkisel ilke ruha ait olduğu için, ruh
b ir anlam da bitkilerde de ilerler; fakat b u ilerleme bitkilerin öte
sine kadar gitmez. R uh bitkilere gelir; çünkü orada aşağı bölgeye
kadar inerek, b u türem ede (procession) ve aşağı varlıklara karşı
ilgisinden dolayı bir başka varoluşu m eydana getirir. Fakat,
o n u n Zekâ’ya bağlanan ve kendi zekâsını teşkil eden, b u üst b ö
lü m ü hareketsiz kalır.
2- Sonuç olarak, ilk varlıktan son varlığa kadar türem e böyle
olur. H er şey kendine özgü yerde kalır; türeyen şeyin sırası, ken
dini türeten şeyin sırasından aşağıdadır ve her şey kılavuzunu iz
ledikçe bu kılavuza eş olur. R uh bitkiye geldiği zam an, orada
kendinin bir parçası bulu n u r; bitkiye kadar ilerlediği için, bu
22
onun en gözü pek ve en ihtiyatsız parçasıdır. Ruh bir hayvanda
olduğu zam an, onu hayvana doğru yönelten şey, duyusal gücün
baskınlığıdır. R uh insana girdiğinde, onun etkinliği ya akıl yü
rütm eyle sınırlanır veya zekâ’dan gelir. Ç ünkü ru h u n kendine
özgü bir zekâsı vardır ve kendini anlam a ve kendiliğinden hare
ket etm e iradesine sahiptir.
O halde söze kaldığımız yerden devam edelim. - Bir ağacın
sürgünlerini veya dallarının ucunu kestiğimiz zam an, onlarda
bulunan ru h u n parçası nereye gider? Geldiği yere. Ç ünkü, ruhu
kaynağından ayıran hiçbir mesafe yoktur. Ruh, ilkesiyle tek bir
b ü tü n oluşturur. - Fakat ağacı kökünden keser veya yakarsak,
ru h u n onda bulunan parçası nerededir? Yer değiştirmeyen bir
ruhtadır ve bu parça aynı yerde değil de başka yerde bulunsa bi
le, ru h a yeniden yükselerek orada olacaktır; eğer oraya yüksel-
meseydi başka bir bitkinin gücü olacaktı; çünkü o kendi üzerine
büzülm ez ve eğer yükselseydi ru h u n üst(ün) gücünde olacaktı.4
Ve ru h u n parçası nerededir? Kendinden üstün güçte; b u son güç
Zekâ ile sınırdaştır; fakat b u yer sınırdaşlığı değildir (çünkü sö
zünü ettiğimiz hiçbir şey belli bir yerde değildir; bu, Zekâ için
çok daha fazla doğrudur, dolayısıyla ru h için de doğrudur). O
halde ruh hiçbir yerde değildir; hiçbir yerde olm adığı için, her
yerde olan bir varlıktadır. Eğer ru h üst bölgeye doğru hareketini,
tam yukarıya varm adan önce, yarı yolda durdurursa, arada bir
hayat sürer ve kendinin arada kalan parçasında durur.
Böylece (her ç.n.) şey hem ilk1tir ve hem (ç.n.) tik değildir,
îlk’tir, çünkü îlk olandan türem iştir, tik değildir, çünkü ilk olan,
her şeye varlık vermekle birlikte, kendinde kalır. O halde her şey,
doğru bir çizgi halinde uzanan bir H ayat gibidir. Çizginin art ar
da gelen noktalanndan her biri farklıdır; fakat çizginin b ü tü n ü
4. Bitkisel hayat üzerine bu açıklam alar, ru h ta gerçek bir dağılm a olm adığını göster
m eye yöneliktir.
23
süreklidir. Çizginin durm aksızın farklılaşan noktaları vardır; fa
kat önceki nokta, o n u n ardından gelen noktada kaybolmaz. -R u
h u n parçası bitkiye geldiği zam an, kendi sırasmda, hiçbir şey tü
retm ez mi? -O, içinde bulunduğu bitkiyi türetir. Fakat b u soru
n u başka bir ilkeden hareketle gözden geçirmelidir.
24
V, I X [5]
25
ların dışında ç.n.) üçüncü bir insan grubu, yani güçlerinin üs
tünlüğü ve görüşlerinin keskinliğiyle Tanrısallığa erişmiş insan
ların grubu vardır; onlar bulutların ve dünya karanlığının üstü
ne yükselirler; b ü tü n dünya nesnelerine yukarıdan bakarak ora
da ikamet ederler: Amaçsız bir uzun koşudan dönen insanların
iyi yönetilm iş bir ülkeden hoşlandıkları gibi, b u gerçeklik bölge
sinden hoşlanırlar.2
2- Bu bölge neresidir? Oraya nasıl varılır? T u tkun bir ru h u
m uz varsa ve eğer baştan beri gerçek felsefeye yetenekliysek ora
ya ulaşabiliriz. Güzeli yaratm ak için çalışmak âşığın işidir. Fakat
o bedenlerin güzelliğiyle yetinmez; ruhun güzelliklerine, erdeme,
bilime, edepli uğraşılara, ve kanunlara3 doğru kaçar; ru h u n güzel
liklerinin nedenine ve daha yukarıya, bizzat kendinden dolayı
güzel olan son b ir basit terim e varıncaya kadar, bu nedenden ö n
ce olan şeye yükselir. O nun ızdırapları daha önceki yerde değil;
bu noktada diner. Fakat oraya nasıl çıkılabilir? B unun için gerek
li güç insana nereden gelir? O na bu aşkı hangi söylem öğretecek
tir? Bunların cevabı şudur: Bedenlerin güzelliği kazanılmış gü
zelliktir; onlardaki güzellik bir m addedeki form gibidir. Çünkü
güzelliğin süjesi değişir ve süje güzel iken çirkin olur. Sonuçta ze
kâ bize, bedenlerin, (güzellik ideasına ç.n.) katılm akla güzel ol
duklarını söyler. Bedenlerde güzelliği m eydana getiren şey nedir?
Bu, bir anlam da güzelliğin onlarda bulunuşudur. Diğer bir an
lam da, bedenleri şekillendiren ve onlara güzelliği koyan ru h tu r.4
tek n ik terim lerle karakterize ettiği Stoacılar; üçüncüsü ise, zekâ nesnelerini yük
selen P lo tin u sçu lar g ru b u d u r.
2. P lotinus b u ra d a U lysse’i d ü şü n ü r; O dysse’nin kelim elerini ço k defa zikreder:
“sevgili v atan ın a geri d ö n m e k ”; b u çağda çoğunlukla olduğu gibi, onda da Ulys-
se’in am açsız y o lcu lu k tan so n ra îth a k e y e (tyonya ad aların d an biri) dönm esi
T anrısal hayata girişin sem bolüdür.
3. P laton, Şölent 210 a-c.
4. Sonraki b ö lü m d e (K rşz. N o tlar) Plotinus bu an d a n itib aren form la form u veren
şeyi, yani P lo tin u sçu lu k ta A ristotelesçi form lar teorisine yabancı bir rolü oynayan
ru h u b irb irin d en ayırır.
26
Daha ne! R uhun kendisi bizzat güzel midir? Hayır; çünkü bazı
ruhlar ihtiyatlı ve güzel; diğerleri çılgın ve çirkindir. Ruha güzel
lik ihtiyattan gelir. Fakat ruha güzelliği veren şey nedir? Bu, ba-
zan kendisi olarak kalan, bazan da kendisinden yoksun olan (ki
şisel ç.n.) zekâ5 değil de; Zekâ, Gerçek Zekâ değil midir? O halde
Zekâ kendinden dolayı güzeldir. Bir ilk terim olarak zekâda d u r
m ak m ı veya daha öteye gitm ek m i gerekir? Zekâ, bize oranla, ilk
ilkenin altında yer alır; İyinin giriş yolu olduğu için bize her şeyi
tanıtır. Ç ünkü her şey Zekâdadır; fakat İyi m utlak birlik içinde
kaldığı halde Zekâ, İyinin çokluktaki belirtisi, işareti, izi gibidir.6
3- Akla göre gerçek varlık ve hakikî öz olan bu zekânın m a
hiyetini, önce bu yüklemlere sahip olduğunu, başka bir yolla sağ
lamlaştırarak, incelem ek gerekir. İtiraz edecek bazı kişilerin b u
lunm asına rağm en zekânın varlık olup olm adığını sorm ak şüp
hesiz gülünçtür; daha çok şunu araştırm ak gerekir: Zekâ bizim
söylediğimiz gibi m i, yoksa başka türlü m üdür? Ayrı bir zekâ var
m ıdır veya yok m udur?7 Bu zekâ varlıklarla özdeş m idir değil m i
dir? Ve o, şim di incelem ek istediğim konu olan ideaları içerir mi
içermez mi? Bir varlık dediğimiz şeyin kom poze olduğunu görü
yoruz; hiçbir varlık, ister zanaat ister tabiat ü rü n ü olsun, basit
değildir, Sun’î varlıklarda çelik, odun veya tahta vardır; zanaat
kendinden gelen form u onlara kazandırarak, onlardan bir hey
kel, bir yatak veya bir ev yapm adan önce, onlar tam b ir gerçekli
ğe sahip değildir. Tabiî bileşiklerden bazıları çok karm aşıktır;
onlara bileşim (com binaison) denir ve onlar bileşen elemanlar
ve form halinde ayrışırlar. Örneğin insan ru h ve bedenden ibaret
bir bileşim dir ve cisimler ise dört u n su ru n bileşmesiyle oluşm uş
tur. Fakat b u unsurlardan her biri, b ir m adde ve ona form veren
27
şeyden bileşmiş olarak bulunm aktadır (çünkü unsurların m ad
desi tek başına şekilsizdir); ve form un m addeye nereden geldiği
ni soruyoruz. R uhun, kendi tarzm da, basit bir varlık olup olm a
dığı veya onda m adde veya form gibi her hangi bir şeyin bulu
nup bulunm adığı; zekânın ruhta, çelikteki form veya çeliğe form
kazandıran zanatkâr gibi olup olm adığını8 araştırıyoruz. Aynı il
keleri evrene taşıyarak, oradan, evrenin gerçek yaratıcısı ve De-
m iurgos’u olan bir zekâya yeniden yükseliriz. Form ları kabûl
eden dayanağın ateş, su, hava, ve toprak olduğunu; fakat onlara,
bu form ların başka bir varlıktan geldiğini ve (form ların kaynağı
ç.n.) bu varlığın ru h olduğunu; ru h u n d ö rt unsurla ilişkili oldu
ğu için, onlara9 dünya form u kazandırdığını, b u form un dört
unsura ru h u n bir bağışı olduğunu; fakat zanaat, zanaatkânn ru
h u n a nasıl aksiyon kuralları veriyorsa, yaratıcı ilkeyi ruha vere
nin zekâ olduğunu söyleyebiliriz. Nasıl ki, verdiği her şeyi sahip
heykele form kazandıran bir heykeltıraş varsa; ru h u n form u
olan, form a göre iş gören bir zekâ vardır. Zekânın ruha kazan
dırdığı şey, o halde, kelim enin tam anlamıyla gerçekliğe yakın
dır; fakat bedenin (ru h tan ç.n.) aldığı şey, b ir imaj, bir taklittir.10
4- O halde niçin ru h u n ötesine kadar gitm ek ve onu ilk terim
olarak görm em ek gerekir? Önce zekâ ruhtan farklı ve ondan üs
tündür; oysa üst terim tabiî olarak birinci terim dir. Sanıldığı gi
bi, ruhun, yetkin olduktan sonra zekâyı türetmesi doğru değildir.
Eğer kendini güçten fiile geçiren neden olmasaydı, güç halinde
28
bir varlık, nasıl fiil halinde bir varlık olacaktı? (Yoksa) tesadüfle
mi? (öyle ise) o zam an b u varlığın fiil haline geçmemesi m ü m
kündür. B unun için, ilk varlıkların fiil halinde olduklarını, kendi
kendilerine yettiklerini ve yetkin olduklarını kabûl etm ek gerekir.
Yetkin olmayan varlıklar yetkin olanlardan sonradır; yetkin ol
mayan çocukların ergenlik çağına ulaşan babalarından türem esi
gibi, yetkinliklerini türeticilerden alırlar; onlar ilk yaratıcılarına
göre b ir m addedir ve bu m adde şekilsiz olduğundan, b ir varlık
olmakla tam am lanır. O halde ru h pasif olsaydı, bozulmayan h er
hangi bir şeyin olması; (eğer bozulm ayan şey olmasaydı, her şey
zam anın etkisiyle dağılıp yok olacaktı), sonuç olarak ruhtan önce
her hangi bir şeyin bulunm ası gerekir. Üstelik ruh dünyada oldu
ğu ve dünya dışında herhangi bir şeyi(n bulunduğunu ç.n.) kabûl
etm ek gerektiği için, bundan, ruhtan önce herhangi bir şeyin b u
lunduğu sonucu çıkar. Çünkü, dünyada olan her şey bir m adde
ve b ir cisim halindedir, o halde dünyadaki hiçbir şey kendine öz
deş değildir. İnsan cinsi ve yaratıcı ilkeler, ne ezelî, ne de kendile
rine özdeş olacaklardır. Sonuç olarak, bu ve başka pek çok kanıt
tan, zekânın ruhtan, zorunlu olarak önce olduğunu anlıyoruz.
5- Fakat zekâ gerçek anlamıyla alınırsa, onunla, güç halinde
zekâ olm am adan zekâ haline geçen (böyle olmazsa yeniden, ze
kâdan önce başka bir zekâ isteriz) bir zekâyı değil; fakat bir fiil
halinde ve ezelî olarak var olan zekâyı anlam ak gerekir. D üşün
me zekânın sonradan kazandığı bir şey olm adığından, b ü tü n her
şeye kendinden dolayı sahiptir ve sahip olduğu her şeye kendin
den dolayı sahiptir. Kendisini kendisiyle düşündüğü için o, d ü
şündüğü şeydir. Eğer zekâ bir gerçeklik ve düşündüğü şey de
başka bir gerçeklikse, onun kendi realitesi, kendisi için düşünm e
objesi olmayacaktır; o fiil halinde değil güç halinde olacaktır. O
halde bu gerçeklikleri (zekâyı ve düşünm esinin objesini ç.n.) b ir
birinden ayırm ak gerekmez, (bizde olup biten şeylere göre d ü
29
şünceyle onları ayırm a alışkanlığımız vardır). D üşündüğü şey ol
duğunu kabûl edeceğimiz tarzda etkin olan varlık veya düşünm e
nedir? B unun, gerçek zekâ olduğu açıktır; zekâ varlıkları d ü şü
n ü r ve onları var ettirir. O halde zekâ bu varlıkların kendisidir.
Ç ünkü zekâ, onları ya başka yerde var olan, ya da kendisinde ve
bizzat kendisi olan varlıklar olarak düşünür. Başka yer im kânsız
dır. O halde onlar gerçekte nerededirler? Sonuç olarak Zekâ,
hem kendini hem de kendindeki varlıkları düşünür. Sanıldığı gi
bi o, onları duyulur şeylerde düşünm ez. Gerçekte belirli b ir var
lık için duyulur varoluş ilk (varoluş ç.n.) değildir. M addedeki
duyulur şeyin içinde olan form , gerçek form un bir im ajıdır; baş
ka bir şeyde olan her form , bu şeye başka bir form dan gelmiştir
ve bu başka form un im ajıdır. Üstelik, zekâ evrenin yaratıcısı ol
m ak zorundaysa, bu evren henüz var olm adığından, kendilerini
m eydana getirm ek amacıyla, varlıkları düşünem eyecektir. Sonuç
olarak bu varlıkların dünyadan önce var olm aları gerekir; onlar,
başka varlıkların izleri değil; fakat ilk örnekleridir: ve onlar zekâ
nın özünün ta kendisidir. Yaratıcı ilkelerin yeterli oldukları söy
lenebilir mi? O nlar açıkça ezelîdirler; ve hem ezelî, hem de ihti-
rassız (im passible) olduklarını söylersek; onları, kendileriyle ay
nı (ezelî, ihtirassız) yüklem leri bulunan, alışkanlıktan, tab iattan
ve ru h ta n önce olan bir zekâya yerleştirm ek gerekir. Ç ünkü bu
üç şey11sadece güç halindedir. Zekâ onun için bizzat gerçek var
lıktır; ve onları başka yerde olan şeyler gibi düşünm ez. Bizzat
gerçek varlıklar zekâdan ne önce, ne de sonradırlar; fakat zekâ
onların varoluşunun yasa koyucusu, daha doğrusu, yasası gibi
dir. O halde aşağıdaki form üller tam dır: “Var olm ak ve d ü şü n
m ek aynı şeydir”; “m addesiz varlıkların bilimi, objeleriyle özdeş
tir”; “kendim i bir varlık olarak kavramaya çalışıyorum ”; hatırla-
30
I
JR U İU IL V "
31
sini, cinsin türleri veya b ü tü n ü n parçalan içermesi gibi içerir.Ya-
ratıcı ilke güçleri (forces seminales), Zekânın bir im ajını verirler:
Bir varlığın b ü tü n özgün nitelikleri, bölünm ez halde, to h u m d a
dır; nedenler to h u m d a tek b ir m erkezde gibidirler, bir göz nede
ni vardır; ve ellerin başka bir nedeni vardır. Sadece m eydana ge
tirdikleri organlara bakarak, nedenlerin farklı olduğunu görüyo
ruz. Türetici güçlerden her biri, parçalarla birlikte, kendinde bu
parçaları içeren tam b ir neden teşkil eder; bu nedenin maddeye
benzeyen bir cismi, örneğin akıcı b ir cism i vardır; fakat b ü tü
nüyle o tam bir form dur, türetici olan b ir ruh çeşidine özdeştir;
fakat türetici ruh, b ir üst(ün)n ru h u n im ajıdır.12 Bu tohum sal
güce bazan tabiat (m ahiyet) diyoruz; ateşin yarısı ışık olduğu gi
bi, tohum sal gücün yarısı kendinden önceki güçlerden ibarettir;
o, m ekanik b ir itki aracılığıyla veya yukarıda çok sözünü ettiği
m iz bu araçlar yardım ıyla değil; fakat kendinde sahip olduğu ne
denlerden haberdar ederek, m addeyi şekil değişikliğine uğratır
ve bilgilendirir.
7- D üşünen ru h tak i bilim lerden bazılarının (eğer onlara bi
lim dem ek gerekirse ve kanı adı onlara daha çok uygun değilse),
duyulur bir objesi vardır. Bu bilimler nesnelerden sonra olduğu
için, onların im ajıdır. Diğer bilimler, yani gerçek bilim ler, düşü
n ü lü r bir objeye sahiptir. D üşünen ru h da dahil, onlar Zekâdan
gelir ve hiçbir d uyulur şey kavram ı içermez. Bilim olarak, kavra
m ına sahip oldukları nesnelere özdeştirler, onlar bizzat kendile
rinde, d ü şü n ü lü r objelerine, bu objelerin düşüncesine sahiptir
ler. Ç ünkü Zekâ ilk varlıklara özdeştir; ezelî olarak kendi içinde
kalır. Objesi karşısında, sanki ona önceden sahip değilmiş veya
sonradan sahip olm uş gibi veya kendi kavrayışının dışındaki ob
jeleri azar azar inceliyorm uş gibi, tavır takınm az. B ütün bunlar
32
j
ru h u n davranış tarzıdır. Zekânın kendisi hareketsizdir ve kendi-
sindedir; o aynı zam anda her şeydedir; ve Zekâ, bir şeyi var etti
ği için düşünm ez. Ne Tanrı, ne de hareket, Zekâ onları d ü şü n d ü
ğü zam an vardır. Sonuç olarak b ir şey, zekâ o n u n kavram ına sa
hip olduktan sonra olduğu şey olur veya olduğu şeydir anlam ına
alırsak, idealar düşüncelerdir dem ek doğru değildir.13 Çünkü
kavram ın objesi, bu kavram dan önce olmalıdır. Aksi halde zekâ,
kavram ının objesini nasıl düşünecektir? O nun kendini objesine
vermesi rastlantı veya beklenm edik bir şey değildir.
8- O halde düşünm e, zekâdaki bir objeyi düşünm eyse, bu iç
obje bir form dur ve bu ideadır. O halde idea daha nedir? Bir ze
kâ veya entelektüel bir cevherdir; her idea Zekâdan hiç de farklı
değildir; bir Zekâdır. Zekânın tüm ü, bütün idealardan meydana
gelmiştir ve ideaların her biri zekâların her biridir. Aynı şekilde
bilim in tüm ü b ü tü n teorem lerden oluşur ve her teorem bilimin
tü m ü n ü n bir parçasıdır; diğer teorem lerden yer bakım ından ay
rı değildir; fakat bütünde, b ü tü n ü n , kendine özgü niteliği olan
bir parçasıdır. Bu Zekâ bizzat kendindedir, hareketsiz, ezelî ola
rak, kendinin kendiyle tatm ini dem ek olan, kendine sahiptir. Ze
kâyı varlıktan önce olan b ir şey gibi düşünseydik, O nun varlıkla
rı etkin olarak ve düşünerek meydana getirdiğini ve türettiğini
söylemek gerekirdi; fakat varlığı, zekâdan önce olan b ir şey gibi
düşünm ek gerektiği için, varlıkların düşüncede olduğunu; ateş
fiilinin ateşe yakın olduğu gibi fiil ve düşünm enin, kendi fiilleri
olarak Zekâya sahip olacak şekilde varlıkların yanında b u lu n d u
ğunu kabûl etm ek gerekir. Fakat varlık da bir fiildir. O halde ze
kânın fiiliyle varlığın fiili tek bir fiildir veya daha ziyade, Zekâ ve
varlık tek bir fiil o lu ştu ru r.14 Varlık ve zekâ tek bir m ahiyettir.
13. Bu, P lato n 'u n , P arm enides‘te 132a-c, genç Sokrates'e açıklattığı ve P arm enides’e
tartıştırttıgı tezlerden biridir.
1 4 .1.ıı. K itabın varlığın zekâya önceliği ve 1.16. K itabın (varlık ve zekânın özdeşli-
33
Aynı şekilde, varlıklar, varlığın fiili, ve zekâ da tek bir m ahiyettir;
b u anlam da alınan düşünceler, idea, varlığın form u ve fiili tek bir
m ahiyettir; onları birbirinden ayıran, birini öbüründen öncey
m iş gibi düşünen biziz. Ç ünkü bizim bölüp parçalara ayıran ze
kâmız başka, ne varlığı, ne de varlıkları bölüp parçalam ayan b ö
lünm ez zekâ başkadır.
9- Bu tek b ir zekâda, kendilerini düşünerek birbirinden ayır
dığımız, şeyler nedir? Bir bilim in içerdiği her şeyi, bilim in birli
ğinde tem aşa ettiğim iz gibi, bu şeyleri de kendi hareketsizlikleri
içinde dile getirm ek gerekir. Bu görünür dünya, b ü tü n canlıları
içeren bir canlıdır; varlığını ve özelliklerini başka bir dünyadan
alır ve o n u n kaynağı olan dünya Zekâya indirgenir. O halde ze
kânın, dünyanın ilk örneğini içermesi ve d ü şü n ü lü r dünyanın,
Platon’u n Tim aeios’ta Bizatihi Canlı15 adım verdiği dünya olm a
sı gerekir. Canlının, tohum sal nedenden ve bu nedeni barındıran
m addeden ibaret olm asından dolayı, kendi kendine m eydana
gelmesi zorunludur. Aynı şekilde, (türetici neden ç.n.) kendinde
b ü tü n güçleri içeren zihinsel bir m ahiyet olduğu için, eğer zihin
sel mahiyetle b u m ahiyeti almaya yetenekli varlık arasında hiçbir
engel, hiçbir aracı yoksa, türeyen bu varlığın düzenlenm iş olm a
sı, b u (türetici) m ahiyetin de söz konusu varlığı düzenlem esi ge
rekir.16 Fakat düzenlenm iş dünya, form ları bölünm e halinde içe
rir. Burada bir insan, başka b ir yerde Güneş vardır. O zam an b ir
de olan şey b ü tü n d ü r.
10- D uyulur dünyada form olan her şey yukarıdan gelir;
34
form olmayan şey de oradan gelmez. D ünyada tabiata aykırı, ay
nı şekilde, sanatta sanata aykırı hiçbir şey yoktur veya insan to
h u m u topallam a nedenini içermez. Topallam a bazan doğuştan
dır ve tohum sal nedenin güçsüz olm asından kaynaklanır; bazan
da arızîdir, form a b ir zarar verm edir. Dünyadaki, birbiriyle uyu
şan b ü tü n nitelikler ve nicelikler, sayılar ve büyüklükler, tü rem e
ler ve durum lar, etkin ve edilgin olm alar, ayrıntı olarak da, b ü
tün olarak da, tabiata göre olm aktadır. Zam anın yerine ezelilik
vardır. Zekâda yer, kavram ların karşılıklı olarak birbirinin için
de olm asıdır (interiorite reciproque). Ç ünkü Zekâda her şey,
hem kavram lardan anlayabildiğimiz şey, hem de daim a entelek
tüel bir özdür; orada her varlık b u aynı veya başkası, hareket ve
ya dinginlik, hareketli veya hareketsiz, cevher veya nitelik olsun,
kendi payına düşen hayata sahiptir. Zekâda her şey cevherdir;
çünkü her varlık, niteliği cevherinden ayrılmayacak şekilde güç
halinde değil; fiil halindedir.17
O rada sadece duyulur varlıklara uygun düşen varlıklar m ı ve
ya başka birçok varlıklar m ı vardır? Fakat önce sun’î objeler m e
selesini incelem ek gerekir; fakat yukarıda kötülük yoktur, d ü n
yamıza kötülük, gerçekte, bir eksiklikten, bir yoksunluktan, bir
hatadan gelir. Kötülük, bir maddeye sahip olm a biçim i veya for
ma ulaşma çabasm da başarısızlığa uğrayan maddeye benzer bir
şeye sahip olm a tarzıdır.18
11- Resim, heykeltıraşlık, dans ve pantom im gibi b ütün tak
lit etmeye dayanan sanatlar, bu dünyanın ürünleridir; çünkü o n
lar, hareketleri, form ları ve görülür sim etrileri taklit ettiklerin
den ve başka bir bağlama yerleştirdiklerinden, duyulur bir m o
17. B uradan itib aren P lo tin u s’uıı olağan tarzın d a pek az b u lu n a n teknik m eselelerin
serisi başlar. Bknz. Bu b ö lü m ü n tan ıtım yazısı.
18. Krşz. Entt., V III. K itap. B urada P lotinus, m addeyle ilişkisi içinde kötülüğü ince
ler.
35
dele sahiptirler. İnsan aklında olmasalardı, onları yukarıya kadar
çıkarm ak haksızlık olurdu. Canlı evrenin k u ru lu şu n u anlam ak
için, hayvanlarda görünür sim etriden hareket edersek, yukarıda,
düşü n ü lü r varlıkta, yetkin sim etriyi hem göz ö n ü n e getiren ve
hem de tem aşa eden m elekenin b ir parçasını kullanırız. Ritim ve
arm oniyi yansıtan m üzik hakkında da aynı şeyleri söylemek ge
rekir; m üzik, konusu dü şü n ü lü r Ritim olan sanata benzer. M i
m arlık, m arangozluk gibi, duyulur objenin b ü tü n üretici sanat
ları, sim etriyi kullandıkları ölçüde, ilkelerini ve düşüncelerini
yukarıdan alırlar. Fakat üretici sanatlar bu düşünceleri duyulur
objeyle karıştırdıklarından, onların objelerinin, bütünüyle yuka
rıda değil de, insan ru h u n d a olduğu düşünülm elidir. Yukarıda,
m addî bitkilerin büyüm esine yardım eden tarım ı da, bu dünya
da sağlığı, bedenin gücünü ve iyi kuruluşunu inceleyen hekim li
ği de bulm uyoruz. O rada b ütün canlıların hareketsiz ve ihtiyaç -
sız olm alarından kaynaklanan başka b ir güç ve başka bir sağlık
vardır. H itabet, strateji, ekonom i, yönetm e sanatı, fiillere güzel
lik katarak, bu bilim lerden her birine, yukarıdan ve orada olan
bilim lerden gelen b ir unsuru ekler. D üşünülür objeleri olan ge
om etrinin ve en yüksek derecede varlıkla ilişkili olan hikm etin,
yukarıya yerleştirilm esi gerekir. İşte sanatlar ve sun’î objeler hak
kında söylem em gereken şey budur.
12- Fakat yukarıda b ir insan ideası varsa, düşünen bir varlık
ve sanatçı ideası da vardır ve aynı zam anda, zekânın ü rü n ü ol
duklarından sanatlar yukarıdadır.
Evrensellerin idealarım n, Sokrates’in değil; fakat insan ide-
asının b u lu n d u ğ u n u söylemek gerekir. Fakat insan konusunda,
ferdî insan ideasının olup olm adığını, incelem ek gerekir; aynı şe
kilde bireyselliğin, herkesin yüz hatlarının aynı olm am asından
ibaret b u lu n u p bulunm adığını araştırm ak zorundayız; örneğin
birinin yassı b u rn u , diğerinin kartal b u rn u vardır. Bu iki burun
36
şekli, insan türündeki farklılıklar gibi görülm elidir; aynı şekilde
canlı cinsi arasında farklar vardır; fakat farkların bulunduğu de
receler m addeden kaynaklanır; aynı şekilde, ten farklılıklarının
bazıları tohum sal nedenden, diğerleri de m addenin ve bölgelerin
farklılığından gelir.19
13 - Geriye şu meseleyi koym ak kalır: Yukarıda sadece duyu
lur varlıkların m odelleri m i vardır; veya bizatihi insanın duyulur
insandan farklı olduğu gibi, orada ruhtan ayrı bizatihi Ruh ve ze
kâdan ayrı bizatihi bir Zekâ var mıdır? Şunlara inanm am ak ge
rektiğini söylemek zorundayız: Dünyada her şey bir m odelin
imajıdır; ruh, bizatihi bir ru h u n imajıdır; bir ru h değer bakım ın
dan diğer ruhtan daha değerlidir; ve o (diğerinden değerli ruh),
dünyada bile bizatihi bir ruhtur; fakat yukarıda olduğu zam anki
anlamda ru h olamaz; bunlarım (doğru olmadığını) öncelikle
söylemek zorundayız. Her gerçek ruh adalete ve itidale sahiptir;
hatta ruhlarım ızda gerçek bir bilim vardır. Bu bilim, ideaların
duyulur yerdeki im ajlarından ve yansım asından değil; fakat y u
karıda olan ve dünyada, yukarıdakinden farklı bir tarzda olan
şeylerden elde edilmiştir. Ç ünkü idealar bizden yerel olarak ay
rılmış değillerdir; sonuç olarak ruh, bedenden ayrılır ayrılmaz,
idealar gibi yukarıda olur; duyulur dünya tek bir yerdedir; fakat
düşünülür dünya her yerdedir; o halde bu şekilde düzenlenm iş
ruhun dünyada algıladığı her şey yukarıdadır. Sonuç olarak, d u
yulur şeyleri görünür şeyler anlam ına alırsak, hem yukarıda d u
yulur dünyanın varlıklarına uygun varlıklar, hem de birçok baş
ka varlıklar da vardır; fakat ruhu ve ruhta olan şeyi de bu başka
varlıklara dahil edersek, burada, yukarıda olan her şey vardır.
19- Burada k o n u lm u ş olan mesele, netice itibariyle, önoluşla (pr^form ation) ilişkisi
içinde sıralı oluş (epigenez) m eselesidir. B urada P lo tin u su n (yassı b u ru n ve kar-
tel b u rn u gibi) verdiği, VTI. KitaptakiLere yakın ayrıntılara göre, o, meseleyi, sıra-
B oluşa bağlı farklılıklar arızî olduğu halde, asıl olarak ortaya çıkan ırk farklılıkla
rına kadar önoluşa bağlıyor gibi görünüyor.
37
1 4 - 0 halde, düşünülürde b ütün varlıkları içeren Zekânın bu
tabiatını, ilke olarak kabûl etm ek gerekir. Eğer b u ilke gerçekten
b ir ve basitse ve b u varlıklarda bir çokluk varsa, b u ilke olm a na
sıl m üm kündür? Çokluk birliğe nasıl eklenir? B ütün bu varlıklar
nasıl vardır? Bu d u ru m u n sebebi nedir? Başka b ir hareket nokta
sı alarak söylemek gereken şey b u d u r.20
Aşağıdaki güçlüğe gelince: Ç ürüm enin, kirliliğin ve çam urun
yukarıda ideaları var mıdır? Söylemek gerekir ki, zekâ, ilk ilkeden
sadece en iyi şeyleri alır; oysa bunlar çürüm e, kirlilik ve çam ur)
ilk ilkede yoktur; Zekâ onlara sahip değildir; fakat Zekâdan pek
çok şey alan ruh, ayrıca başka objeleri m addeden alır, m addeden
gelen b u objeler de ru h u n objelerinin b ir parçasıdır.
Fakat b u meseleler, birden çok olan nasıl çıkar? şeklinde or
taya konan güçlüğe yeniden dönersek daha açıkça incelenecektir.
Zekâ tarafından değil; fakat duyulur objelerin bizzat kendi
kendileriyle etkin olan rastlaşmasıyla m eydana getirilmiş arızî
terkipler, idealarda yoktur. Ç ürüm enin ürünleri, ruhun, o tak
dirde başka b ir şey m eydana getirem em esinden kaynaklanır;
eğer başka b ir şey m eydana getirebilseydi, tabiî varlıkları m eyda
na getirecekti; gerçekte o, gücü bu n a yettiği zam an tabiî varlık
lardan bazılarım m eydana getirir.
Sanatlara gelince, insan tarafından tabiî objelere bağlanan
b ü tü n sanatlar bizatihi insandadır.
R uha gelince, şunu söylemek gerekir: Evrensel ru h tan önce
kendi başm a bir ru h vardır. Bu kendi başına var olan ruh, ya ge
nel olarak hayattır veya ru h doğm azdan önce ve o n u n doğması
için Zekâda bulunan bu hayattır.
20. Bu ve so n rak i pasajda (b ird e n çok olan nasıl çıkar? gibi), so n rad a n incelenm eden
b elirtilen b u m esele, b u Enneadın II. Ve IV. K itabının k o n u su d u r. K ronolojik ola
rak b u k itap beşinci, IV. K itap yedinci ve II. K itap ise o n ikinci sıradadır.
V, IV [7]
39
benzeri olsaydı, iki şey tek bir şey olacaktı. Gerçekte birisi ilk ola
cak, iki cismin varlığı söz konusu değildir; bir cisim, basit bir
varlık değildir; o türem iştir, ilke değildir, ilke türem em iştir: Ve
m addî olmayan; fakat gerçekten bir olduğu için o, bizim , ilk ol
d u ğ u n u söylediğimiz şeydir.
O halde ilkten sonra bir varlık varsa, bu basit bir varlık değil
dir; çokluk olan birliktir. Çokluk olan birlik nereden gelir? ilk
olandan. [Eğer çokluk olan terimler arasına] tesadüf gelseydi,
(çokluğun kaynağı tesadüf olsaydı ç.n.) ilk her şeyin ilkesi olmaya
caktı. O halde bir nesneler çokluğu ilkten nasıl meydana gelir?
Eğer İlk yetkin bir varlıksa, her şeyin en yetkini olan bir varlıksa,
bundan dolayı, aynı şekilde ilk güçse, onun, bütün varlıkların en
güçlüsü olması ve diğer güçlerin de, kudretleri oranında onu taklit
etmeleri gerekir. Oysa bir varlığın, yetkinlik noktasına ulaşır ulaş
maz, (başka bir varlığa ç.n.) neden olduğunu görüyoruz. O kendi
başına kalmaya dayanamaz; fakat başka bir varlık meydana getirir;
bu sadece, düşünen bir iradeye sahip varlıklar için değil; isteme
den (bir yerde) biten veya kendi varlıklarıyla güçlerinin yettiği her
şeyi (neye güçlerinin yettiğini ç.n.) haber veren cansız varlıklar
için de doğrudur. Örneğin ateş ısıtır, kar soğutur, zehir başka bir
şey üzerinde etkin olur; nihayet b ütün nesneler güçleri oranında,
ezelilikte ve iyilikte ilkeyi taklit ederler. O halde en yetkin ve iyi
varlık aslında nasıl hareketsiz olacaktır? Bunu istediği için mi?
Yoksa her şeyin gücü olduğu halde, kendinden dışarı çıkmaya gü
cü yetmediği için mi? Eğer gücü yetmediği içinse, o zam an nasıl
hâlâ ilke olacaktır? O halde, varlıklar başka varlıklarda var edecek
leri gücü ondan aldıklarına göre, ondan gelen bir şey olmalıdır.
(Varlıklar sahip oldukları şeyi zorunlu olarak ondan alırlar). T ü
retici ilke en cöm ert olmalıdır; fakat hem en derhal ondan sonra
gelen türem iş varlık, b ütün diğer varlıkların üstünde olm alıdır.3
40
2- Eger türetici ilke, aslında zekânın kendisi olsaydı, ondan
sonra gelen o n u n aşağısında olacaktı; fakat ona bitişik ve ona
benzer olması gerekecekti. Fakat türetici, Zekânın ötesinde o ld u
ğundan, türem iş varlık Zekâ olm alıdır. Türetici niçin Zekâ değil
dir? D üşünm e Zekânın fiili olduğu için; oysa, düşünülürü gören,
ona doğru dönen, kendini onunla tam am layan düşünm e, aslın
da, vizyon gibi belirsizdir ve sadece düşünülür yardımıyla belir
lenebilir.4 B unun için, ideaların ve sayıların belirsiz bir ikiden ve
Birden m eydana geldiğini ve idealarla sayıların Zekâ olduğunu
söyleyebiliriz. O halde zekâ basit değil, çokluktur; doğrusu o d ü
şünülür bir unsurlar b ü tü n ü d ü r; şeylerin bir çokluğunu görür.
Zekâ bizzat hem düşünm e objesi, hem de düşünen objedir. Ve
işte bu çifte bir özelliktir; fakat zekâdan sonra, onun düşünm esi
nin objesi olan diğer varlıklar gelir.
Fakat Zekâ düşünülürden nasıl gelir? Şu şekilde: D üşünülür
bizzat kendinde kalır ve başka hiçbir şeye ihtiyacı yoktur; o, gören,
düşünen (çünkü düşünülürle karşılaştırıldığında düşünen varlığın
ihtiyaç içinde olduğunu söylüyorum) varlık gibi değildir; fakat Bir
de bir tür duygu vardır; her şey ona aittir, her şey onda ve onunla
birliktedir. O kendinin tam bir ayırt etme yetisine sahiptir. Hayat
ondadır ve her şey ondadır. Bir çeşit şuurla, onun kendi hakkında-
ki düşüncesi, bizzat onun kendi demek olan düşüncesi, ezelî bir
dinginlikten ve Zekânın düşünm esinden farklı bir düşünm eden
41
ibarettir. Eğer o kendinde kalır ve bir varlık ortaya çıkarsa, bu var
lık, o, en yüksek derecede olduğu şey olmakla beraber, ondan ge
lir. Bir şey ondan, o kendi öz niteliğini yitirmediği zaman doğar5;
onun sürekliliği sayesinde bir oluş vardır. O bir düşünm e objesi
olarak sürüp gittiği için, ondan doğan şey bir düşünm edir ve d ü
şünm e kendisinden doğduğu türeticiyi (çünkü düşünm enin başka
konusu yoktur) düşünürken bir zekâ olur; düşünm e düşünülür
den farklıdır; fakat ona benzer. D üşünm e düşünülürün bir taklidi,
bir imajıdır. -Fakat bir fiil kendinden dışarı çıkmazsa nasıl meyda
na gelebilir? iki çeşit fiil vardır: ö z ü n fiili ve özden doğan fiil. Özün
fiili bizzat fiil halinde objedir. Özden doğan fiil, zorunlu olarak ob
jeden sonra gelen ve ondan farklı olan fiildir. Böylece ateşte, onun
özünü teşkil eden bir sıcaklık ve tam am en kendinde kalarak özün
den aynlmaz faaliyetini icra ettiği zaman, özünden doğan (fiil ha
linde ç.n.) başka bir sıcaklık vardır. Yüce ilke de böyledir; kendi öz
niteliğini korur,; fakat büyük bir güçten, hatta bütün güçlerin, öze
ve varlığa kadar giden en büyüğünden doğan türem iş fiil, ilkede
bulunan yetkinlik ve fiilden doğar. Çünkü ilke özün ötesindedir
O her şeyin gücüdür, her varlık onun sonucudur; fakat varlık
o n u n sonucuysa, o her şeyin ötesindedir, sonuç olarak, özün de
ötesindedir. Üstelik her varlık o n u n sonucuysa, Bir her varlıktan
öncedir ve hiçbir varlık ona eşit değildir. Bundan dolayı o hem de
özün ötesindedir. Fakat Zekâ bir özdür, bunun için Bir Zekânm da
ötesindedir. Ç ünkü varlık hayattan ve düşünmeden yoksun bir ka
davra değildir. Varlık Zekâya özdeştir. Zekânm objeleriyle ilişkisi,
duyum la, duyum dan önce var olan duyulur nesnelerle ilişkisi gibi
değildir. Zekâ objeleriyle özdeştir. Doğrusu bu objelerin türleri ona
başka yerden gelmedi, çünkü nereden gelebilirler? Zekâ objeleriy
le birliktedir ve onlarla tek bir b ü tü n oluşturur ve genel olarak
m addî olmayan varlıkların bilimi objeleriyle özdeş olur.
43
da olm ayacaktı. O halde d ü şü n en varlığın hem basit olm ası
hem de basit olm am ası gerekir.
Fakat düşünen varlığın b u özelliğini iyi kavram ak için ruhtan
hareket etmeyi ve onun ötesine yükselmeyi yeğlemek gerekir.
Sonuçta bir çift ışık, aşağıda ru h ve daha saf bir bölgede ruhun
d ü şü n ü lü r objesini varsayalım. A rdından, gören ışığın görülen
ışığa eşit olduğunu varsayalım! O zam an onları artık ne ayırabi
liriz ne de ayırt edebiliriz ve iki ışığın tek bir ışık olduklarını ka-
bûl ederiz, tki ışık olduğu için düşünm e aktı vardır; fakat biz yal
nız bir ışık görüyoruz. D üşünen ve düşünülen varlığı böyle kav
rarız; bu iki varlık tek b ir b ü tü n oluşturur: Akıl yürütm em izin
sonucu budur. Fakat tersine, birden iki varlık çıkar; çünkü bir
ikiye bölünerek düşünür. Veya daha çok, o düşündüğü için iki;
kendini düşündüğü içinde birdir.
2- O halde iki tü r düşünen varlık vardır: T erim in gerçek a n
lam ında düşünen varlık ve başka bir (mecazî) anlam da düşünen
varlık. Fakat birinci anlam daki düşünen varlığın ötesinde olan
artık düşünen b ir varlık değildir. Ç ünkü düşünm ek için, önce
düşünen bir zekâ, ardından da bu zekânın dü şü n ü lü r bir objesi
nin olm ası gerekir ve nihayet birinci anlam da düşünen varlık söz
konusu olursa, bu obje zekânın bizzat kendinde olabilir. Buna
karşılık bir şey bütünüyle dü şü n ü lü r olursa, onun kendinde, ay
rıca düşünen bir zekânın bulunm ası ve bizzat düşünen bir varlık
olm ası zorunlu değildir; aksi takdirde düşünülür b ir şey olm ak
la yetinmeyecek, aynı zam anda düşünen bir varlık olacaktı. Üs
telik o çift (düşünen ve düşünülen ç.n.) olacağı için ilk olm aya
caktı. Oysa sırf d ü şü n ü lü r b ir şeyin varoluşunu kabül etmesey
dik, d ü şü n ü lü r bir objesi olan zekâ var olamayacaktı. Bu düşü
n ü lü r şeyle, bizzat ilk olarak düşünen bir varlıktan daha fazla d ü
şü n ü lü r bir varlık olm asa da, zekânın objesi olan bir varlığı kas
tediyorum . O, sadece kendisinden başka şey için, yani, düşünü-
44
lür bir şeyi anlam ak ve kavram ak zorunda olmadığı takdirde d ü
şüncesini boşa harcayacak olan Zekâ için düşünülür objedir. Ze
kâ, bu düşünülür şey olmaksızın düşünem ez ve o ■■a sahip oldu
ğu zam an düşüncesi yetkinleşir. Fakat onu düşünm eden önce,
bu şeyin, kendi özünden dolayı yetkin olması gerekir. Eğer yet
kinlik bu düşünülür şeye aitse, o, bir düşünm e var olm adan ö n
ce de yetkindir; yetkinliğin, düşünm enin var olm asına hiç de ih
tiyacı yoktur; her düşünm eden önce o, bizzat kendine yeter. O
halde o, düşünm ez. Sonuç olarak, düşünm eyen bir şey, ilk düşü
nen bir varlık ve düşünen sonraki bir varlık vardır.
Bundan başka, ilk düşünseydi, onun bir yüklemi olacaktı. O
halde İlk olmayacak; fakat ikinci olacaktı. Bir olmayacak, am a
çok olacaktı. O, düşündüğü her şey olacaktı. Sadece kendini d ü
şünseydi çok olacaktı.
3- Bir ve aynı şeyin birçok yüklemleri olmasına hiçbir şey en
gel olamaz denebilir mi? Evet, desek bile, hiç olmazsa bu yük
lemlerin konusu birdir; eğer kendisinden çokluk türeyen ve k en
disinde çokluk olan bir birlik yoksa; en azm dan çok olan şeyle
rin, göz önüne getirdiğimiz, izole edebildiğimiz ve bizzat kavra
yabildiğimiz ilk birliği yoksa çokluk yoktur.- Bu ilk terim in diğer
terimlerle eşzamanlı olduğunu söyleyebilir miyiz? Eğer söyleye
bilirsek, o zam an onu, diğerleriyle birleştirm ek ve diğerlerinin
hepsinden farklı olsa da onlardan ayrılmadığı için, terk etm em iz
gerekir. Buna karşılık artık bir süjeyi, diğer terim ler arasında bir
terim olmayan; fakat bizzat kendi başına var olan bir süjeyi, ilke
olarak ileri sürm ek gerekir.- Bu süjenin diğer terim ler arasında
olduğu söylenecek- Evet ona benzeyen bir süje; fakat bizzat bu
süje değil. Ç ünkü bir süjenin çokluk içinde görünebilm esi için
bizzat kendi başına (diğer süjelerden ç.n.) izole edilmesi gerekir.-
Süje, yalnız diğer terim lerle birlik olduğunda varoluşa sahiptir
diyebilir miyiz? - Eğer diyebilirsek süje basit olmayacaktır. Fakat
45
o zam an bileşik de olm ayacaktır. Ç ünkü basit olamazsa onun
hiçbir cevheri varlığı da yoktur ve eğer basit yoksa bileşik de ol
m ayacaktır.1 Ç ünkü, cevheri varlıkla donatılm ış basit terim b u
lunm adığından, bu terim lerden her biri, basit terim de olam az
ve terim lerden hiçbiri, kendi başına cevhersel varoluşa sahip ol
m adığından, başka bir terim e de bağlanamaz. Ç ünkü, onlardan
hiçbirinin m utlak anlam da varoluşu yoktur. O zam an bir bileşik
nasıl var olabilir? Varlığa sahip olm ayan nesnelerden,-varlığın
b ü tü n ü n e sahip olm ayan nesnelerden dem iyorum ; fakat b ü tü
n ü n varlığına sahip olm ayan nesnelerden diyorum - bileşik nasıl
doğacaktır? Eğer bir çokluk varsa, bu çokluktan önce b ir birliğin
olması gerekir. O halde düşünen varlık bir çokluksa, b ir çokluk
olm ayan şeyin, düşünm esi gerekmez. Oysa îlk böyledir. D üşün
m e ve zekâ, o halde, o n d an sonraki varlıklardadır.
4- B undan başka, İyi eğer basitse ve hiçbir şeye ihtiyacı yok
sa düşünm eye de ihtiyacı yoktur. Ve onun m uhtaç olm adığı şey,
ona ait değildir. Zaten hiçbir şey m utlak olarak ona ait değildir;
o halde düşünm e de ona ait değildir. Üstelik o hiçbir şeyi düşün
mez; çünkü düşünecek başka bir şey yoktur. Ayrıca zekâ, iyiden
başka bir şeydir; iyiyi düşündüğü için iyinin im ajıdır.
İki sayısındaki birlik, diğer başka (sayıdaki ç.n.) bir birlikten
daha fazladır; fakat iki sayısı içinde başka bir birlikle bir arada
b u lu n an bu birliğin bir olm ası m üm kün değildir. B ir , başka b ir
liğe bağladığım ız b u birlikten önce bizzat var olm alıdır. Aynı şe
kilde, burada, Birin, başka nesnelerle bir arada düşünülm em esi
gerekir. O basittir, kendi başına vardır; onda, başka nesnelerde
ki birliklerle ortak hiçbir şey yoktur. Çünkü, önce, eğer ayrı ve
kendisinden başka terim türeyen bir terim yoksa, bir şey nasıl
46
başka bir şeyde olabilir? Ç ünkü basit başka hiçbir şeye bağlı de
ğildir. İki veya birçok, tersine, başka bir şeye bağlıdır.2
Birinci olanı ışığa, ondan sonra gelen varlığı Güneşe ve üçü n
cü varlığı ışığını G üneşten alan Aya benzetebiliriz. R uhun, d ü
şündüğü zam an, kendi yüzeysel olarak aydınlatan, ödünç alın
mış bir ışığı vardır. Zekânın kendinde, saf olmayıp; fakat cevhe
rinin derinliklerine kadar aydınlatılm ış olsa da, kendine ait ışık
vardır. O na ışığını Bir verir. Bir ışıktır; Bir, zekâya olduğu şey ol
ma gücü veren basit bir ışıktır. B unun için neden her hangi bir
şeye m uhtaç olsun! Ç ünkü o, başka şeyde bulunan bizatihi bir
şey değildir; başka şeyde bulunm ak kendinden dolayı var olm ak
tan çok farklıdır.
5- Üstelik çok, bizzat kendini araştırır; kendini b ir noktada
toplamaya ve kendi hakkında bir b ü tü n algısına sahip olmaya
can atar. Oysa m utlak olarak bir olan kendine doğru nasıl yöne
lecektir? Bir b ü tü n ü n algısına nasıl ihtiyacı olacaktır?3 Fakat bu
bütün algısından üstün olan şey, aynı derecede, düşünm eden de
üstündür. D üşünm e aktı ne varoluş düzeninde, ne de mevki ba
kımından ilktir. O ikinci sıradadır ve sonradan ortaya çıkar; çü n
kü iyi onu var ettirir. D üşünm e aktı bir defa doğduktan sonra iyi
onu kendine doğru hareket ettirir. Ve düşünm e bu harekette ke
şif yapar. D üşünm ek iyiye doğru hareket etm ek ve onu arzu et
mektir. Arzu düşünceyi doğurur ve onu kendisiyle birlikte var
ettirir. Görm ek arzusu vizyonu doğurur. O halde iyinin kendi
rin hiçbir şeyi yoktur ki, düşüncesinin objesi olabilsin. O ndan
başka bir şey yoktur ki o n u n iyiliği olsun. Ve kendini d ü şü n m e
ye gelince, o ancak sadece İyiden farklı bir varlıkta bulunur, iyi
ye benzediği, İyinin bir im ajına sahip olduğu, o n u n arzusunun
47
objesi olduğu ve O n u tasavvur ettiği için> bu farklı varlık, yani bu
şartlar daim a var olduğunda bulunm aktan geri kalm ayan d ü
şünce, düşünür. D üşünen varlık İyiyi düşünerek, arızî olarak
kendini düşünür, iyiye yönelerek kendini düşünür; düşünm e ak-
tında kendini d ü şü n ü r(h er hareket iyiye doğru yönelm iştir).4
6- Haklıysam, İyide düşünm eye yer yoktur; düşünene, onun
iyiliği olması için başka şey gerekir. - O halde iyi kım ıldam az mı?
- Ve eğer iyi fiil ise, niçin hareket etm ek zorundadır? Genel ola
rak hiçbir fiilin, kendi sırasında, bir fiili yoktur. Eğer diğer fiille
re, yüklem ler kendilerinden başka şeye ait oldukları için, başka
fiillerin yüklem lerini verebilirsek, en azından b ü tü n fiillerin ilki,
başka fiillerin bağlı olduğu fiil tam anlamıyla olduğu şey olm alı
dır; daha çok bir şey değil. O halde ilk fiil düşünm e değildir; ilk
olduğu için, o n u n düşünecek hiçbir şeyi yoktur. Üstelik ilk fiil
düşünm e olsaydı düşünem eyecekti; düşünen, düşünceye sahip
olan şey dem ektir ve sonuç olarak düşünen süje için iki şey ge
reklidir. Oysa tek başına düşünm e bu iki şey değildir.5 Düşünen
süjenin çift b ir tabiatı olm asının ne anlam a geldiğini açıkça kav
rarsak b u n u daha iyi anlayacağız. Eğer varlıklar olarak varlıkla
rın, bizatihi varlıkların, gerçek varlıkların, d ü şü n ü lü r alanda bu
lunduklarını söylüyorsak, b u n u n nedeni, duyulur nesnelerin, za
m anla ortadan kalktıkları halde, sadece onların sürekli ve ay-
nı(kalan) b ir öze sahip olm aları değildir; çünkü hatta duyulur
nesneler arasında bile sürekli varlıklar bulunabilir6; ve onlar ken
di varlıklarının yetkinliğini bizzat kendilerinden alırlar. Terimin
birinci anlam ında öz, varlığın gölgesi değildir; fakat gerçekleşmiş
49