You are on page 1of 5

Güçlü Kişilik

Gordon Willard Allport (1897-1967) kişilik psikolojisinin öncülerindendir. Kişilik


kavramının birçok tanımı vardır, Allport elliden fazla kişilik tanımı toplamıştır. Davranış
bilimcileri kişiliği, sosyal başarı açısından ele almışlar ve kişiliğe güçlü, zayıf ve nazik
gibi karakteristikler vererek ifade etmişlerdir. Diğer yandan psikologlar, kişiliği toplum
tarafından yaygın olarak kullanılan sıfatlar ile adlandırmışlardır. Konumuz nedeni ile
analizlerimizde kullandığımız kişilik tanımı; bireyin başkaları tarafından değerlendirilip
tanımının yapılması değil, bireyin kendi açısından kişilik tanımıdır.

Bu kişilik, bireyin kendi açısından; fizyolojik, duygusal, zihinsel ve ruhsal özellikleri hakkındaki bilgileri taşır. Bireyin
kendisi tarafından oluşturulan kişiliğin temel faktörlerini, yazgının temel taşları olarak ifade ettik. Kanımca,
davranış bilimcilerin bireyin kendi açısından öne çıkarılan özellikleri, bireyin kişiliğinin tanımı bakımından yetersiz
kalmaktadır. Çünkü kişiliği sadece; fizyolojik, duygusal, ruhsal ve zihinsel (ağırlıklı denge anlamında) özelliklerle
ifade edip ve bu özelliklere aşağıda sıralayacağımız kavramları katmazsak, yazgı anlamında “güçlü kişiliği”
yeterince tanımlayamayız. Yazgının temel taşlarına şu kavramları ekleyerek güçlü kişilik özelliklerine ulaşabiliriz;
- Korkularla baş etme
- Stresle baş etme
- Yalnızlık
- Karmik temizlik
Bu aşamaları yakalayabilen birey, güçlü kişiliği ile, kendini gerçekleştirmek yolunda önemli bir merhaleyi kat etmiş
olacaktır.
KORKULARIMIZ
Korku nedir? Korkuyu yalın bir sözle ifade etmek zordur. Korkuyu anlatırken yanlış tanımlama hatasına da
düşülebilir. Bazen günlük konuşmalarda korku, kaygı ve saplantı (fobi) yerine de kullanılmaktadır. Korku, kaygı ve
saplantı değişik kaynaklara göre şu anlamlara gelir;
• Korku
- Bir yakın tehlike karşısında duyulan tehdit hissidir
- Sahiplenilen bir şeyi kaybetme duygusudur
- Yoğun bir acı karşısında uyanan tepkidir
- Aşırı ürküntülü bir duygudur
- Şuuraltında bazı fiziksel veya duygusal olaylara karşı duyulan histir korku.
• Kaygı
- Güvensizliğin uyandırdığı ve nedeni tam olarak açıklanamayan bir tehdit düşüncesidir,
- Kötülük gelme ihtimalidir,
- Bilinçaltında oluşan bazı olaylara karşı duyulan bir tepki davranışıdır.
• Fobi
- Gerçek herhangi bir tehlike ve tehdit yokken, nesne ve olaylara karşı bilinçaltında kayıt altına alınmış aşırı
frekans yüklü duyguların tetiklenmesi neticesinde, hissedilen psikolojik travma.
Yaşayan ölüler veya ölüp de seneler sonra gömülenler sınıfına girmek istemiyorsak korkularımızı, kaygılarımızı ve
fobilerimizi yenecek olan ruhsal dünyamızı özgürleştirmek zorundayız. Bu özgürleşmenin en önemli çaresi
korkularımızı sorgulamaktan çekinmemek, korkmamaktır. Değişik kaynakları araştırırken dikkatimizi çeken bir
masaldan söz edelim. “Bir Hint masalına göre kedi korkusundan devamlı korku içinde yaşayan bir fare varmış.
Yaşamı korku içinde geçtiğinden büyücünün biri, fareye acıyarak onu bir kediye dönüştürmeye karar verip kedi
yapmış. Fare, kedi olmaktan son derece mutlu olacağı yerde, bu kez de köpekten korkmaya başlamış. Olanları
izleyen büyücü, bu kez onu bir kaplana dönüştürmüş. Kaplan olan fare, sevineceği yerde bu kez de avcıdan
korkmaya başlamış. Büyücü bir bakmış ki, ne yaparsa yapsın farenin korkusunu yenmeye imkân yok. Düşünüp
onu tekrar eski haline sokmuş ve şöyle demiş, “sen cesaretsiz ve korkak birisin” sende bir farenin yüreği var, o
yüzden benim sana yardım etmem mümkün değil.”
Kısaca, cesaretsiz bir yürekle, korkularımızla baş edemeyiz… Korkuların çeşitli kaynakları vardır;
- Gelişim kaynaklı
- Yetişme kaynaklı
- Travmatojen kaynaklı olabilir.
Korku ve kaygı, genelde gelişim ve yetişme kaynaklı nedenlerden tezahür ederken, travmatojen kökenli
korkularımız ise; çoğunlukla anlık veya bir zaman süreci içinde hissedilen travmatik şoklar neticesinde meydana
gelirler. Hayatın akışı içinde, insanlar çeşitli korkulara maruz kalırlar. Bu korkulara örnek olarak, bazılarını şöyle
sıralayabiliriz;
- Hastalık korkusu
- Karanlığa karşı duyulan korku
- Sevilen insanların başına bir şey geleceği ile ilgili korku
- Ölüm korkusu
- Başarısızlık korkusu
- Fakir olma korkusu
- İşini kaybetme korkusu
- Yaşlanma korkusu
- Aldatılma korkusu
- Bazı hayvanlara karşı duyulan korku
- Denize, göle girme korkusu
- Başkalarının ne düşüneceği korkusu
- Kapalı bir yerde kalma korkusu
Burada önemli olan; korku, kaygı ve fobi olarak sınıflandırdığımız bu olumsuz tepki duygularını doğru tespit
edebilmektir. Her insan, ister kabul etsin ister etmesin, bu tür duyguları bir şekilde hisseder. Ama çoğumuz bu
davranışların bir korku mu, kaygı mı veya fobi mi olduğu konusunu yeterince çözemeyiz. Sözünü etmeye
çalıştığımız kilit anlamındaki ayrıntılara şöyle bir açılım getirmeye çalışalım.
- Korku için – nesne her ne ise, korku olayının bir ihtimal dahilinde değil, gerçek bir tehlike ve tehdit ile ilgili
olmasıdır. Korkunun şiddeti kaygının şiddetinden fazladır.
- Kaygı halinde – bir tür güvensizliğin neticesinde meydana gelebilecek bir tehdit ihtimalidir. Kaygı uzun süreli,
korku kısa sürelidir.
- Fobi durumunda ise – genellikle bir tehdit ve tehlike ihtimali bile yok iken, hissedilen aşırı tepkidir.
Korkuyu nasıl yenebiliriz ve hangi yolları izleyebiliriz konusuna gelmeden; korkuyu, kaygıyı ve fobiyi korku üst
başlığı altında ele alarak insanda bu konu ile ilgili değişik ruhsal tepkileri sorgulayalım. Yaşam, iç ilişkilerin dış
ilişkilere uyum sağlama çabası içinde geçen bir zaman sürecidir, insanoğlunun devinime karşı gösterdiği tepkiler
sonuçta değişik stres hallerine dönüşür ve bu süreç içinde duygusal ve ruhsal bütünlüğümüzü tehdit eden
durumlara dönüşen gerilim ve stres hali, sonunda korkulara, kaygılara ve fobilere yol açabilir. Kim, ben kimseden
korkmam diyorsa, inanmayın. Bizler böyle bir soru karşısında genellikle, Yaratan’dan başka kimseden korkmam
cevabını veririz. Hoş bu yanıt, ben hiçbir şeyden korkmamdan daha şayan-ı tercihtir. Çünkü, Yaratan korkusu olan
insanın dürüst olabilme ihtimali yüksektir.
Belki açıkça kabul etmesek de; bizler bazı şeylerden korkar fakat nedeninin; gelişim kökenli mi, yetişme kökenli
mi, yoksa tehlikeli koşulların yarattığı fiziksel tehdit kökenli mi olduğunun ayrımını kolaylıkla çözümleyemeyiz.
Daha küçük yaşlarda başlayan bazı olaylar, üzerimizde telâfisi güç izler bırakır ve önemsiz olarak gördüğümüz
nesnelerden niye korktuğumuza pek anlam veremeyiz. Yükseklikten korkarız, asansörde kapalı kalmaktan,
parasızlıktan, başarısızlıktan, fakirlikten, hastalıktan, ölümden korkarız. Ailemiz para sıkıntısı çekti ise, ne kadar
varlıklı olursak olalım, yüreğimizin bir köşesinde anlayamadığımız bir para sıkıntısı korkusu vardır. Küçük yaşlarda
bir köpeğin saldırısına uğradıysak, yaşam boyu köpeklerden korkar oluruz. Kendimden ilginç bir korku örneği
verebilirim.
Ben, Türkiye’deki sertifikalı ilk dört balık adamdan biriyim. 1954 yılında, İstanbul Moda koyunda kutlanan
‘Denizcilik Bayramı'nda brövemi Umur yatında, rahmetli Cumhurbaşkanı Celal Bayar’dan aldım. Gençlik yıllarımda,
yaz dönemlerinin uzun saatlerini Caddebostan sahilinde, Türk Balık Adamlar Derneği’nin faal bir üyesi kimliğiyle,
deniz ile haşır neşir olarak geçirdim. Her gün saatlerce, kayalar ve yosunlar arasında, hiç korkmadan dalışlar
yaptım. Bir gün, yine bir arkadaşımla, Fenerbahçe koyunda, dönemin Cephanelik diye anılan kıyısında yaptığımız
bir dalışta, iğneli bir beyaz Vatozun (Rina) saldırısına uğradım. Vatozun iğneli kuyruğundan kıl payı kurtularak,
korku içinde yaklaşık 25 metre derinlikten büyük bir hızla yüzeye çıktım. Korku nedeniyle yüzeye çıkış bekleme
sürelerini dikkate almadığım için, kulağımda zar yırtılması meydana geldi. Vurgun yemediğim için yine çok şanslı
sayılırdım.
Hatırlarsanız; dünyada timsah avcısı olarak ün yapan Avustralyalı Steve Irwin, 44 yaşında, Avustralya’da 2006
yılında yaptığı dalışta, bir iğneli Vatoz (Rina) balığı tarafından göğsüne aldığı ölümcül bir darbe sonucunda hayatını
kaybetmişti. Benim olayım ise, hatırlayabildiğim kadarıyla 1950 senesinde olmuştu. Bu olaydan kısa bir süre sonra
da balık adamlığı bıraktım. Benden talep edilen İstanbul’da yapabileceğim Yedek Subaylık hakkını bile kabul
etmedim ve vatan görevimi Topçu Subayı olarak Afyon’da tamamladım. İlk “Jaws” filmi 1975 yılında vizyona girdi,
o filmi seyrettikten sonra, anlı şanlı balık adam olan bendeniz, köpek balığı korkusu ile denizden korkma illetine
tutuldum. Bu benim vakam, eminim genellikle herkesin şöyle veya böyle bir korku macerası vardır.
Başka örnekler vermek gerekirse, meselâ bir köpek görsek, o köpeğin geçmişteki gibi, bize saldıracağını
düşünürüz. Mezarlıktan geçerken, küçükken duyduğumuz o korku hikâyeleri aklımıza gelir. Yılandan korkarız,
fareden korkarız, arıdan korkarız, uçak ile uçmaktan korkarız, şimşekten korkarız, depremden korkarız,
anlayacağınız korkar oğlu korkarız ve aklımız devamlı korktuğumuz görüntüleri resmettiği sürece, korkularımızı
yenemeyiz. Kısaca, değişik korku tiplerini, tüm insanlar yaşamları boyunca tadarlar. Bu korkuların nedenlerine
bakıp şunu veya bunu suçlamak yerine; daha doğru yaklaşıp, bunların ne olduğunu anlayıp, korkularla
yüzleştikten sonra gelecekte bu korkuyla nasıl baş edeceğimize odaklanmaktır.
“Küçükken beni denize attılar onun için denizden korkarım, beni arı soktu o yüzden arıdan çekinirim, ailem hep
para sıkıntısı çekti, ben de parasızlıktan kaygı duyarım”, bu örnekleri çoğaltmak mümkün, elbette hepsinin gerçek
payı vardır ve herkes bu tarzdaki olaylardan nasibini almıştır. Bu nedenle, bizim “çok kötü” durumlar yaşadığımız
fikri de genelde yanıltıcıdır, çünkü “kötü” göreceli bir kavramdır… Doğru olan, hemen herkesin bu türden olaylar
yaşadığı ve büyük çoğunlukla da, başkalarının hikâyelerinin bizimkilerden de daha fazla dehşet verici
olabileceğidir.
İki büyük dünya savaşı yaşamış, engizisyon mahkemeleri sürecini aşmış insanoğlunun, günümüzde dahi önemli bir
bölümünün açlık ve ölüm tehdidi ile karşı karşıya olduğunu düşünürsek, bu bakış açısının gerçekliliğini anlarız.
Elbette bizim yaşadıklarımız bizim için önemlidir, ama daha önemli olan, bu tarz tehditler artık gerçekte yok ise, bu
korkuları geride bırakmanın zamanı geldiğini kavramaktır.
Karma temizliğinin önemli bir yöntemi, geçmişle yüzleşip korkularımızda yatan kendi hatalarımızı kabullenmek ve
herkese empati ile yaklaşıp, hoşgörü ile affedebilmektir. Özellikle fobi ve buna dayalı endişe dolu korkuları bu
yaklaşımla aşmak daha kolay olabilecektir. Eğer artık yeni ve gerçekçi bir tehdit devam etmiyorsa, ancak buna
ilişkin fobi ve ilintili aşırı endişeler devam ediyorsa, bu durumu fark etmek gerekir.
Bu nedenle geçmişte yaşanmış travmaya ilişkin “fobi” olarak anlatmaya çalıştığımız korku türünü aşmanın bir
yöntemi de, artık tehdidin sürmediğini görebilmek ve inanmaktır. Ancak tehdidin devam ettiği durumlara ilişkin
korkular elbette mevcuttur ve bu korkularla baş etmek için artık tehdit yok demek de yeterli değildir.
KORKULAR İLE BAŞ ETME
Her korkunun üstesinden gelebilmek, yenebilmek zor iştir. Çünkü insan aklını, dolayısıyla duygularını tam
anlamıyla kontrol edemez. Korku kolay kolay söz dinlemez, yola gelmez, çetin bir fenomendir. İnsan, zihnine
yüzde yüz hâkim olamadığı sürece, şöyle veya böyle bir şeylerden korkar. Her birey korktuğu ne ise onunla
mücadele etmezse, sonunda korkunun esiri olur; korkuların esiri olmamak için, korkunun ne olduğunu bilmeli, bu
korkunun nedenlerini araştırmalı, büyük bir cesaretle onunla yüzleşmeli ve hesaplaşmalıyız. Geçmiş günlere
dönüp, söz konusu korkunun ilk filizlendiği olayları incelemeli ve hangi izler, tepkiler, olaylar bu korkunun
başlangıcıdır diye tüm yaşamımızı sorgulamalıyız.
Eğer korkumuzun kökenine inebilirsek, korkumuz ile baş edebilmeye yakınız demektir. Meselâ uçak kazası
geçirmiş bir kişi, artık uçağa binemez bir hale gelmişse ve her uçağın düşeceği korkusu ile kendini bir korku
çemberine hapsediyorsa bu doğru ve gerçek olmayan bir tehdit algılamasıdır. Çünkü uçak kazası geçirmek veya
uçak kazası sonucu yaşamı yitirme ihtimali, örneğin araba kazalarına göre daha azdır. Sokakta yürüyen çocuğunu,
başına düşen bir tuğla ile kaybeden bir anne, diğer çocuklarını artık evin dışına bırakmıyorsa bu gerçekçi olmayan
tehdit algılaması hayatı zindan edecektir.
Bu durumlarda kişinin bir realite sorgulaması yapması (reality check) ve tehdidin ne kadar gerçekçi olduğunu
karşılaştırmalı olarak düşünmesi, kendi kendini tedavide etken bir yöntem oluşturacaktır. Kimi korkular bazen fobi
bazen de paranoya halinde tezahür eder. Geçmişte yaşadığımız, ancak günümüzde ortadan kalkmış bazı tehditler,
insanlarda paranoya yaratmış olabilir. Önemli olan, nedenini bulduktan sonra, gerçekçi bir yaklaşımla bu nedenin
hiç de korkulacak veya tekrarlanacak bir şey olmadığını kendimize sabır ve sebat ile telkin ederek korku yaratan
düşünce kalıplarından uzaklaşabilmektir.
Korku, ruhsal hayatımızı etkiler. Korku, kendimizi sevmeyi engellediği gibi sevgi verebilmeyi de olumsuz etkiler.
Korku, insanı olumsuz ve uyumsuz bir insan haline sokabilir. Korku, dengenin düşmanıdır. Dengesiz insan da kolay
kolay huzuru bulamaz. Korkularımızı yenmek için başka hangi yolların izlenebileceğini irdelerken şu gerçeğin de
bilincinde olmalıyız. Bu da, korkunun sadece bir ruh hali durumunun ötesinde bir şey olduğudur. Korku, aynı
zamanda “kimyasal” bir olaydır. Korkunun, bedendeki hücreleri felce uğratan bir etkisi vardır… Bir korku halinde,
hücrelerimizin nörokimyasal işlemleri beynimizin elektrik devrelerini tetikleyerek bedenimizi bir alârm haline sokar.
Korku ruhsal, kimyasal bir olay olduğu kadar genetik bir nedenden de olabilir… Ecdadımızın genetik bilgilerini
içeren kalıntılar belki bazı korkularımızın sebebidir. Kimileri bunu karmanın bir parçası olarak görüyor. İnsan
kendini bir nedenle tehlikede hissederse, bu yakın tehdit öngörüsü karşısında metabolizma kendini korumak için
“dövüş” veya “kaç” durumuna gelir.
Yapılan bilimsel araştırmalara göre, insanın korkuya verdiği tepki neticesinde sinir sisteminin vücuda acilen
hormon salgıladığı tespit edilmiştir. Bu korku durumunun damarları sıkıştırması ve kalbe gelen baskı yükü ile
bedenimize adrenalin , norepinefrin ve steroit kortizon hormonlar boşalır. Kalp atışları hızlanır, kalp daha sert bir
şekilde kan pompalar, sinirler daha hızlı harekete geçer ve sıkışır, göz bebekleri büyür ve beynin karar verme ile
ilgili bölgeleri “harekete geç” mesajını alır. Sonuçta insan herhangi bir şeyden endişe duyduğunu veya tedirgin
olduğunu fark ettiğinde, artık o şey ne ise ondan hep ürker ve çok korkar olmuştur. Bu oluşumların merkezinde
amigdala vardır. Amigdala Limbik sistem içinde, beyin sapının üzerinde ve birbirleri ile irtibatlı bölümlerden oluşan
badem şeklinde bir kitledir.
Joseph E. LeDoux, nörolog olan bir bilim adamıdır… 1949 doğumlu LeDoux, New York Üniversitesi’nde sinir bilim
ve psikoloji profesörüdür. Kendisi aynı zamanda sinir biliminin korku ve anksiyete merkez direktörüdür. Joseph E.
LeDoux yaptığı araştırma ve çalışmalarının birinde amigdalayı keserek ayırmış ve amigdalasız bir insanın yaşamını
incelemiştir. Bulgularına göre, amigdalası alınan insanın yaşamının, çarpıcı bir şekilde değiştiğini ve o insan için
olayların duygusal anlamda işgörmezliğini, yetersizliğini tespit etmiştir.
LeDoux’nun yaptığı bu çalışmalar sonucunda Talamusa gelen bir emosyonel uyarının daha kortekse ulaşmadan
önce “kısa yol”’dan amigdalaya ulaştığını keşfetmiştir. LeDoux’nun bulduğu bu yol, emosyonların biyolojisi ile ilgili
birçok konseptin yeniden gözden geçirme gerekliliğini ortaya çıkarmıştır. Bu alanda yapılan çeşitli çalışmalar
amigdalanın fobi kökenli korkularda önemli bir rol oynadığını göstermiştir. Depresyon hastalarının olumsuz
durumlar karşısında, uyarılan amigdalaları, bu olumsuz bilgi sinyallerini ilettikten sonra gerektiği kadar hızlı
kapanmıyor. Bu durum karşısında, depresyondaki kişi en küçük önemsiz bir tetikleme ile bile bilinçaltında kayıt
altına alınmış olayları tekrar tekrar yaşıyor.
Bu sonuç, fobi kaynaklı korkuların etkisi altında nasıl kalındığının güzel bir kanıtı. Fobi haline dönüşen korkularla
mücadele edemeyen kişilerin psikolojik tedavi görmeleri zorunlu hale gelebiliyor. Korkuyu nasıl yenmeliyiz sualinin
cevabı çok bilinmeyenli bir denklem gibidir. Korkunun ecele faydası olmadığı bilinci ile korkuların yaşamımıza
egemen olmasına izin vermemeli, korkunun bizi değil, aksine korkuyu bizim yönlendirmemiz gerektiğinin telkinini
yapmalıyız.
Korkunun esiri olmaktan kurtulmanın yolu, korkularımızla devamlı mücadele etmektir. Bu mücadeleyi tek başımıza
yapabileceğimiz gibi, zorlandığımız aşamalarda profesyonel yardıma da başvurabiliriz. Örneğin NLP, EMAR, EFT
gibi psikoterapi teknikleri kullanan tıp doktorlarına başvurarak ve Ateş Üzerinde Yürüme (Firewalking) gibi bazı
yöntemleri deneyerek bazı korkuların psikolojik tedavilerine yardımcı olabiliriz… NLP (Nevro Linguistic
Programming), “Sinir Dili Programlanması” açılımının simgesidir. Kısaca NLP, düşünsel yaşamımızın nasıl
düzenlendiği, dili nasıl kullandığımız, dilin bizi nasıl etkilediği ve tekrarlanan davranış kalıplarımızın bizi hangi
amaçla hareket ettirdiği gibi bir dizi kavramı içerir ve kullanır. Bu teknik ile insanda var olan bazı korkuları
yenebiliriz. EMDR (Eye Movement Desensitation Reprocessing), “Göz Hareketleri Eşliğinde Duygusuzlaştırma ve
Yeniden Proses Etme” anlamına gelir.
Bu uygulama; korku, kaygı, fobi gibi rahatsızlık veren semptomların kontrol altına alınmasında da kullanılmaktadır.
Terapist kişinin gözlerini sağa ve sola hareket ettirerek, beyninin her iki yarım küresini hafifçe uyarır ve bu şekilde
sorunlu kişinin kendini rahatsız eden bellek ve duygulara odaklanmasını sağlar. İlâç ve hipnoz kullanılmadan
yapılan bir psikoterapi uygulaması olan EMDR, rahatsızlığın iyileşme sürecini hızlandırır. EFT (Emotion Freedom
Technique) “Duygusal Özgürlük Teknikleri” sembolünü taşır.
Akupunktur noktalarına hafif vuruşlarla rahatlama tekniğidir. Bizi rahatsız eden ve zarar veren olumsuz
düşüncelerin arındırılıp zararsız hale getirilmesidir. EFT ile olumsuz düşüncelere konsantre olunuyor, sonrasında
enerji kanallarının bazı noktalarına parmak ucu ile hafif vuruşlarla, o bölgedeki enerji blokajlarının çözülmesi
sağlanıyor. Korkularımız gibi aşırı duyguların neticesinde oluşan biyoenerji blokajlarının veya tıkanıklarının
giderilmesi sayesinde, olumsuz duygulardan kurtulabiliyoruz.
Hatırlarsak düşünce enerjidir, bu nedenle o cümlenin titreşim frekansının blokaj noktasındaki bölgenin titreşim
frekansına yakın bir seviyede olması önemlidir. Gerçekte bu uygulama da bir anlamda biyorezonans terapisidir.
Hangi psikoterapi tekniğini seçersek seçelim, önemli olan korkularımızın nedeninin doğru tespit edilmesidir.
Korkularımızın nedeni bulunduktan sonra, gerçekçi ve akılcı bir yaklaşımla, bu nedenin güncel olarak hiç de
korkulacak bir şey olmadığını görebiliriz. Kendi kendimize uzunca bir süre, bu yeni farkındalığın gerçekliğini telkin
ederek terapiye yardımcı olabiliriz.
Yaklaşık yirmi yıl önce yazdığım “Mutlu ve Başarılı Olma” kitabımda yer alan “Ateşte Yürüme” ile korkuları güce
çevirme yöntemlerini içeren bölümün bir kısmını tekrarlamak istiyorum. “Amerika’nın Batı sahilinde, La Jolla
kentinde, bir araştırma enstitüsü, korku ile ilgili beş günlük seminerler düzenliyor. Enstitünün otelinde,
pazartesi’den cuma gününe kadar çeşitli kurslara katılıyorsunuz. Psikoloji, ruh bilimi, olumlu düşünce, stresi
yenme, kişisel gelişme konularında değişik bilgiler veriliyor. Âdeta zihnimiz, daha doğrusu bütün benliğimiz yıkama
ve yağlamaya tabi tutuluyor. Korkularımız ne ise, onlara karşı koymak için koşullandırılıyoruz ve sonunda, cuma
günü seminerin kapanış töreni geliyor… Seminerin yöneticisi son konuşmasını yapıyor… Bu arada herkes toplantı
salonunun ortasında yaklaşık beş metre uzunluğundaki kor haline gelmiş kömür tabakasına merakla bakıyor…
Konuşmanın sonunda seminere katılanlar ayakkabılarını ve çoraplarını çıkarmaya davet ediliyor ve yöneticilerin
önderliğinde herkes bir baştan bir başa bu kor kömür yığınlarının üzerinden yürüyerek geçiyorlar. Ayaklarının
altına bakıyorlar, hiçbir yanık izi yok. İşte bunu başarabilen insan da, artık korkularına karşı daha güçlü olabildiğini
ve olabileceğini hissediyor. Bir an bu riski aldığımızı düşünelim, kendimizi genelde korkulara karşı daha güçlü
hissetmez miyiz? Ateş üzerinde yürüyüş ile ilgili haberleri gazetelerde okumuş, televizyonlarda seyretmiş
olabilirsiniz ve genelde ilk tepki, nasıl oluyor da ateşte yürüyenlerin ayakları yanmıyor şeklinde bir reaksiyon olur.
Bu kadar uzunluktaki ateş yığınını hiç acı çekmeden geçiyorlar, bunu nasıl ve niçin yapıyorlar?
Bunun nedenlerine gelmeden, gelin bu ritüelin tarihçesine bakalım. Ansiklopedik kaynaklara göre, ateşte yürüyüş
birkaç bin sene öncesine, yaklaşık M.Ö. 1200 yılına kadar uzanıyor.
Değişik kültürler Avrupa’dan, Asya’ya kadar ateşte yürüyüşü, inanç, sağlık ve dinsel inisiyasyon törenleri için
kullanmışlar. Özellikle Hindistan, Japonya, Güney Afrika, Endonezya ve Tahiti gibi ülkelerde binlerce yıldan beri
dini törenlerde uygulana gelmektedir. 1970 yıllarında ateşte yürüme yazar Tolly Burkan’ın çalışmaları ile gizlilikten
çıkıp açıklığa kavuşmuş uygulamalar başlamıştır. Halen Amerika da ateşte yürüme, tamamlayıcı tıp tedavisine ve iş
adamlarının takım halinde çalışma amaçlarına yönelik olarak kullanılmaktadır.
Psikoloji uzmanlarına göre ateşte yürümenin bilimsel yönü kanıtlanamamıştır. Ancak bu uygulamaya ruhsal açıdan
değil de bilimsel yönden bakanlar da mevcut. Bilimsel açıklamalar şöyle; 300 dereceye kadar ulaşan sıcaklık
nedeniyle ayak tabanları terliyor ve ateş ile deri arasındaki bu ter tabakası koruyucu rol oynuyor. Diğer bir bakış
açısı ise kor ateşin üzerine basış süresi faktörüdür. Gerekli yürüyüş hızı yaklaşık 0,3 saniyeden düşük olması
nedeniyle, deri yüzeyindeki sensörler ısıya daha yavaş tepki vererek 300 derecelik bir sıcaklığı yaklaşık 1-2 derece
olarak hissediyorlar. Böylece bu teknikleri öğrenen uygulayıcılar, daha süratli yürüyerek ve basış sürelerini
düşürerek bu uygulamayı başarabiliyorlar. Bu açıklamaları, bilimsel veya ruhsal açılardan bakarak kabul etsek de
etmesek de, neticede gözle görülen bir gerçeği inkâr edemeyiz. Sonuçta korkularını yenmek için batı kültüründe
her yıl binlerce kişinin tanıştığı ve yaralandığı bu metafor göz ardı edilemez. Küçük yaşlardan başlayarak ateşe
karşı bir korkumuz vardır. “Ateş yakar” düşüncesi âdeta bilinçaltımıza kazınarak yerleşmiştir. Bu sınırlayıcı bir
düşüncedir ve sınırlarımız korkularımızı yenmede önemli engellerdir. Ateş üzerinde yürüme fikrine ilk tepkimiz,
böyle bir şeyin imkânsız olduğudur… Ama bu deneyimi yapma cesaretini gösteren kimse, bir kez başarılı olursa,
düşünceleri ile aklında ürettiği diğer sınırlandırmalardan da arınmada önemli bir başlangıç yapacaktır. Evet ateşte
yürümek korkuları güce çevirmenin bir yöntemidir… Bu güç güven duygusuna dönüştüğü sürece, korkularla etkin
bir mücadele yapılabilir. Önemli olan sonuçta ateşe hükmetmek değil, korkularımızın üzerine cesaretle gitmektir.
Aklımıza vereceğimiz komut “ateşte yürü korkular yansın” olmalıdır. Böyle bir anlayışı benimseyen insanlardaki
inanç sistemi değişikliği ile ayakları değil korkuları yakarak, yaşamı sınırlayan engelleri yok etmekte yol alırlar.
Korkunun hiç mi faydası yok? Konuyu bu şekilde sorgulamak da mümkün. Sağlıklı aile terbiyesi gören insanlarda,
kalıplaşmış, olumlu korkulardan söz edebiliriz. Sağlıklı bir aile ortamından gelen insanların dikkatli, uyanık,
kendilerini ve çevrelerini kollayan, gözleyen özellikleri vardır. Bu insanlar kendilerini olduğu kadar, kendilerine
yakın olan kişilerin de sağlıkları, refahları ve mutlulukları konusunda duyarlıdırlar. Aile fertlerinin sağlıklarını
kaybetmelerinden, çocukları varsa onların okuldaki, iş ve kuracakları aile hayatlarındaki başarısızlıklarından
korkarlar. Onların kötü alışkanlıklara bağımlı olmalarından kaygı duyarlar. Devletin koyduğu kural ve kanunları
çiğnemekten çekinirler. Sosyal hayatlarında yüz kızartıcı bir hareketle itham edilmekten, suçlanmaktan endişe
ederler. Bu tür korkuların gerilimleri zarar verici ve amacını aşan, sınırlayıcı engeller haline gelmediği sürece,
kişiliğimizi geliştirici yönleri vardır.
Kanımca en olumlu korku Yaratan korkusudur. Eğer bir insan bütün içtenliğiyle ben Yaratan’dan başka kimseden
korkmam diyorsa bu vicdanlı bir insanın tepkisidir… Vicdan, korkularımız ile ilgili de yanlışın ve doğrunun ne
olduğunu bildiren içsel bir sestir. Ancak unutulmaması gereken, korkusuz insanın olmadığıdır. Sadece herkesin
korkuları farklıdır. Kim ben hiçbir şeyden korkmam diyorsa belki de sadece korkularını yenmek için kendi kendine
telkin yapma çabası içindedir.

Galiba insan bütün korkularını yense bile yaşamın sonlarına doğru Yaratan’ın korkusundan kurtulamıyor. Oysa
Yaratan korkunun değil, sevginin simgesi olmalı. Kader’in yazgı’ya dönüşüm evriminde, korkuyu özümseme ve
değişik yaklaşımlarla korkuyla baş etme, kuşkusuz önemli bir rol oynayacaktır.

You might also like